You are on page 1of 304

\W

• •

İYİ MÜSLÜMAN,
KÖTÜ MÜSLÜMAN
A M E R İK A , SO Ğ U K SA VA Ş
VE T E R Ö R Ü N K Ö K E N L E R İ

MAHMOOD MAMDANI

1001
K İ T A P
M AHM OOD M A M D A N I’N iN D iG ER YAPITLARI

W hen Victims Become Killers:


Colonialism, Nativism, and the Genocide in Rwanda

Citizen and Subject:


Contemporary Africa and the Legacy o f Late Colonialism

The M yth of Population Control

From Citizen to Refugee

Politics and Class Formation in Uganda


IYI MÜSLÜMAN
KÖTÜ MÜSLÜMAN

AMERİ KA, SOĞUK S A V A Ş


VE T E R ÖR ÜN KÖKENLERİ

MAHMOODMAMDANÎ

Ç e v ir i:
S e v in ç A ltı n ç e k iç

1001 KİTAP
Kitabın orijinal adı: Good Müslim Bad Müslim

Türkçe adı: İyi Müslüman Kötü Müslüman

Yazarı: Mahmood Mamdani

Çeviren: Sevinç Altınçekiç

Redaksiyon: Onur Şen

Copyright © 2004 by Mahmood Mamdani

Bu kitabın tüm yayın hakları, Kesim Telif Hakları Ajansı aracılı­


ğıyla 1001 Kitap yayınlarına aittir. Yayıncının izni olmadan her­
hangi bir formda yayınlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz.

Yayın Yönetmeni: İsmail Şallı

Basın ve Halkla İlişkiler: Adil Şallı

Teknik Hazırlık: 1001 Kitap

Kapak Baskı: Kitap Matbaası

İç Baskı: Kitap Matbaası

Birinci Basım: Haziran 2005

Genel Dağıtım: Global Yayın Dağıtım San. Tic. Ltd. Şti.

Tel: 0212.528 71 90-91 Faks: 0212.528 70 04

1001 Kitap Yayınları

Çatalçeşme Sokak No: 23/1 Cağaloğlu-İstanbul

Tel: 0212.528 71 90-91 Faks: 0212.528 70 04


Sevgili
A m m y’miz
İçin
(1927-2003)
bize sevm eyi ve doğru olan için ayağa kalkmayı öğretmişti
ve
Zohran ve arkadaşları
Nishant, Sahira, Ishaan, Sahil, Shayoni, Delia,
W asim, M uneer, Evan O, Evan S, Adrian, Justin,
Gen, M ike Ezra, Timothy, Tefıro, Kenneth, Kari,
Sundeep, M ongezi, Karan, Liam, Naseef, Abdul,
Nandhi, Nyileti için
Kurduğumuz dünyayı miras alacak
Ve dünya üzerindeki çocukların tümü için
İnsan bir evet’tir.... Hayata evet’tir. Aşka evet. Cöm ertli­
ğe evet. Ama insan aynı zam anda hayır’dır da. İnsanın
öfkesine hayır. İnsanın küçültülmesine hayır. İnsanın sö­
mürülmesine hayır. İnsanın içinde en insanca olanın kat­
ledilm esine hayır: Özgürlüğün katledilmesine.

Frantz Fanon, Black Skin, White Masks


İçindekiler

Teşekkürler

Giriş
M odernlik ve Şiddet

Birinci Bölüm
K ültür Tartışması; ya da İslam ve
Siyaset Hakkında Nasıl Tartışılmaz

İkinci Bölüm
Ç inhindi’nden Sonra Soğuk Savaş

Üçüncü Bölüm
Afganistan: Soğuk Savaşın En Önemli Anı

Dördüncü Bölüm
Vekil Savaşından Açık Saldırganlığa

Sonuç
Cezadan M uafiyet ve Toplu
Cezalandırmanın Ötesinde

N otlar
Teşekkürler

Bu kitap, 11 E ylül’den sonraki haftalarda New York C ity’nin


Yukarı Batı Yakası üzerindeki Riverside Kilisesinde yapılan
bir konuşm adan yola çıkarak hazırlandı. O zaman açıkça an­
laşılır bir M üslüman adı taşımak, İslamm 11 Eylül Amerika-
smdan sonra siyasi bir kim lik haline geldiğini fark ettiriyor­
du. A m erika Birleşik D evletleri’ndeki New Y ork ve C hica­
g o ’dan A frika’daki D urban’a kadar yapılan tartışm alarda kül­
türü siyasileştirm e ve, bu bağlam da, Soğuk Savaş sırasında
siyasi Islam ın ve siyasi terörün oluşturulm asını am açlayan
m odern eğilim i anlamaya çalıştım.
Bu yolculuk sırasında üç arkadaşım dan, New York City
Ü niversitesi’nden Talal A sad, New York Ü niversitesi’nden
Tim M ithchell ve Santa C ru z ’daki C alifo rn ia Ü n iv ersite­
s i’nden Bob M eister’den çok değerli yardım lar aldım. D ik­
katli kılavuzluklarına rağm en hata yapm ışsam , bunun suçu
tümüyle benimdir. Aynısını, benimle birlikte yolculuğu sür­
dürüp, bazen benden bir keşif yapm amı bekleyen, ama çoğu
kez de yaptığım bir keşfe katılan lisans öğrencilerim için söy­
leyemem: Suren Pillay, Brenda Coughlin ve Yogesh Chand-
rani, görevlerinin ötesinde ve büyük bir içtenlikle araştırm a­
larımda bana yardım ettiler. Son olarak, Pantheon’dan editö­
rüm Shelley W anger’e çok teşekkür ediyorum , bütün im le­
meleri bir kenara bırakıp okurla doğrudan yüzleşmem için ıs­
rar ettiği için.
İnsanın sevdikleri olmadan yazmak, uzun süre dayanılm a­
sı zor ve yalnız bir çaba olurdu. Her zamanki gibi Mira, so­
runlar ne olursa olsun, her şeyi yerine getirmeyi öğretme ko­
nusunda bana örnek olarak aşkla ve esinle beni beslem eyi
sürdürüyor. Ammy, Babam ve Anis, K am pala’da Z o h ran ’a
evindeymiş gibi hissetm esini sağladılar ve uzun sürelerle yaz­
m am ı olanaklı kıldılar.
A nnem Am m y, bu kitap için sürekli esin kaynağı oldu.
Öylesine güçlü dini bir inanca sahip bir kadın ki, çocukken
sabahları Katolik bir manastır okuluna ve akşamüstleri M üs­
lüman bir medreseye giderdi; dört yıldan fazla okula gitm e­
miş olm asına rağmen -b elk i tam da bu nedenle- dünyayı sü­
rekli m erak etmeyi sürdürdü; iki büyük erdemi kendinde bir­
leştiriyordu: Sonucu ne olursa olsun adalet için savaşmak ve
bunu yaparken önyargısız bir şekilde davranm ak ve karşısın­
dakinin duygularını paylaşmak. Bu kitabın A m m y’nin hayatı­
nın kutsanm asına ve, başkaların yanı sıra, oğlumuz Zohran ve
onun K am pala ve C apetow n, New York ve New D elhi ve
D ar-es-Salaam ’daki arkadaşlarına sunduğu derslerin bazıları­
nı iletmesini umuyorum. Birlikte, bizden miras aldıkları dün­
yayı kuşkusuz yeniden inşa edecekleri o huzur veren düşün­
ceyle sözümü bitiriyorum.

New York
Kasım 2003
Giriş

MODERNLİK
VE ŞİDDET

H
enüz şiddet dolu bir asrı yeni bitirdik ve belki de bu
asır kayıtlı tarihin diğer asırlarıyla karşılaştırıldığında
çok daha şiddet doluydu: Dünya savaşları ve sömür­
geci fetihler; iç savaşlar, devrim ler ve karşı devrim ler. Bu
şiddetin dozu şaşırtıcı olsa da, şiddetin kendisi bizi şaşırtm ı­
yor.
M odem siyaset duyarlılığı, siyasi şiddeti tarihsel ilerlem e­
nin bir gereği olarak görüyor. Fransız Devrimi'nden bu yana
şiddet, tarihin ebesi olarak görülegelmiştir. Fransız Devrimi,
bize hem terörü hem de halk ordusunu sundu. N apolyon’un
savaş alanlarındaki görkem li başarılarının ardındaki gerçek
sır, ordusunun paralı askerlerden değil, -m illiyetçiliğin yurt­
taşlık dini olarak tanım aya b aşlad ığ ım ız- m illi duyguların

Modernlik ve Şiddet 11
esiniyle bir dava uğruna öldüren vatanseverlerden oluşmasıy-
dı. Fransız Devrimi üzerinde düşünürken Hegel, insanın ha­
yatın kendisinden daha değerli bir dava uğruna ölm eye hazır
olduğunu yazmıştı. Belki de Hegel, şunu da eklemeliydi: İn­
san, bu tür dava uğruna öldürm eye de hazırdır. Bence bu,
geçm işte olduğundan çok zam anım ız için daha doğrudur.
Yaygın şiddet, modern duyarlığı dehşete düşürmez. Dünya
savaşları bunu kanıtlıyor. M odern duyarlığım ızı dehşete dü­
şüren, anlamsız görünen, gelişmeyle haklı çıkartılam ayan şid­
dettir.
Bu tür şiddet, iki temel yolla tartışılır: M odem öncesi bir
toplum için kültürel olarak ve m odem bir toplum için ise te­
olojik olarak. Kültürel açıklama, siyasi şiddeti her zaman m o­
dernliğin yokluğuna atfeder. Dünya ölçeğinde, uygarlıkların
çarpışm ası olarak adlandırılmıştır. Yerel olarak -y an i, "Batı"
ve kalanı arasındaki sınırı aşm adığında- Güney A sya’da ol­
duğu gibi "toplumsal bir çatışma" ya da, A frika’da olduğu gi­
bi, "etnik bir çatışma" olarak adlandırılır.
İlerlem e öyküsüne uym ayan m odern toplum daki siyasi
şiddet, tanrıbilimsel açıdan tartışılma eğilimindedir. Örneğin,
H olocaust’un (Yahudi soykırım ı) sergilediği şiddet, basitçe
kötünün sonucu olarak açıklanır. M odem öncesi kültür gibi
kötülük de, tarihsel zamanın dışında kavranılır. Nazi soykırı­
m ının tarihsel nedenlerini keşfetm eye karşı, hem ahlaki hem
de siyasi, büyük bir direnç vardır. Şiddet suçlularını ya kültü­
rel dönekler ya da ahlaki sapkınlar olarak gördüğüm üz için
modernlikle siyasi şiddet arasındaki bağlantının ötesini göre­
rek düşünme yeteneğine sahip değiliz.

M odem Devlet ve Siyasi Şiddet


1492 yılı, Avrupa Rönesansının başlangıç ve siyasi m odernli­
ğin doğum tarihidir. Aynı tarihte K ristof Kolomb Yeni Dün­
y a ’ya yelken açmış ve Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella’nın
orduları, Batı H ıristiyanlık alem inde son M üslüm an kalesi
olarak görülen G ranada şehir devletini ele geçirmiştir. Bu ne­
denle 1492 birbiriyle ilişkili iki çabanın ortak noktası olarak
görülür: Biri, ulusun birleşmesi, diğeri de dünyanın keşfi ça­
baları.
Ulusun birleşmesi, ulus devletin doğuşuna yol açtı. Bugün,
siyasi modernlik, dem okrasinin başlangıcıyla eşleştirilir, ama
on dokuzuncu yüzyıl siyaset kuramcıları -özellikle M ax We-
b e r- siyasi modernliğin, merkezi devletin tekelleştirici şidde­
tine bağlı olduğunu anlamışlardı. Ulus devlet, eskiden dağı­
nık durum da olan şiddet araçlarını, ulusun tüm iç ve dış düş­
manlarına korkunç bir darbe vurabilecek tek bir yumruğa dö­
nüştürdü. Bu aynı zamanda, uygar toplumun siyasi bir önko­
şuluydu.
Siyasi m odernliğin eşiğindeki Avrupa, ulusu kültür ve ırk
terimleriyle düşünüyordu. Ferdinand ve îsabella’nın İspanya­
s ın d a ulus, her şeyden önce H ıristiyan bir ulustu. Isp an ­
y a ’nın birleşm esi, bir etnik tem izlem e eylem iyle başladı:
1492, aynı zam anda Ferdinand ve İsabella’nın, İspanya’nın
Yahudilerinden kurtulmasını am açlayan Kovulma Fermanını
(E dict o f E xpulsion) im zaladıkları yıldı. B irleşik İspanya
devleti, Y ahudilerini yalın bir seçim le karşı karşıya bıraktı:
Vaftiz olm a ya da sınırdışı edilme. Y aklaşık yetm iş bin İs­
panyol Yahudisinin H ıristiyan olup İspanya’da kaldığını, ama
onları samimiyetsizlikle suçlayan Engizisyon M ahkemesi ta­
rafından işkence gördüğü tahmin ediliyor. Kalan 130.000 Ya-
hudiden 50.000’i -sıcak karşılam a gördükleri- Osmanlı İm-
paratorluğu'nun Kuzey Afrika ve Balkan eyaletlerine kaçtı ve
yaklaşık 80.000’i de sının geçip Portekiz’e gitti. İspanya’dan
bu kovulm a, Yahudilerin A vrupa’nın bir bölüm ünden diğeri­
ne kovulduklarına tanıklık eden bir yüzyılın sonunda m eyda­
na gelmişti. 1499 yılında, yani K ovulm a Ferm anından yedi
yıl sonra, İspanyol devleti M üslüm anlarına da aynı seçeneği
sundu: Ya dinini değiştir ya da git.
Böylece, modern devletin tarihi, Avrupa siyasi m odernli­
ğin iki kurban türünün öykülerini birleştiren ırk tarihi olarak
da yorumlanabilir: Bu kurbanlar, devlet yapısının iç kurban­
ları ve em peryalist genişlem enin dış kurbanlarıydı. Hannah
Arendt, Holocaust ile ilgili anıt niteliğindeki çalışm asında bu­
nu belirtmişti, bu çalışma şu nedenle ayrı bir konum a sahip­
tir: H olocaust’un eşsizliği hakkında konuşm ak yerine Arendt,
onu soykırımın em peryalist tarihine yerleştirdi. Taslağını çiz­
diği tarih, Avrupalı yerleşimcilerin yerli nüfusu öldürdükleri
tarihti. Arendt, em peryalizmin tarihini, AvrupalIların A vrupa­
lI olm ayan dünyaya açılm a rotasına zorla sokulan kurum lar
-ırkçılığın ve bürokrasinin işleyişi- aracılığıyla yorumluyor-
du: "Emperyalist yönetimin iki ana siyasi aracından ırk, G ü­
ney A frika’da ve bürokrasi Cezayir, M ısır ve H indistan’da
k eşfed ilm işti." H annah A re n d t’in kör n o k tası Y eni D ün-
y a’ydı. Hem ırkçılık hem de soykırım, Güney A frika’dan da­
ha önce Am erikan söm ürgelerinde m eydana gelmişti. Yerli
Amerikalıların katliam, hastalık ve yerlerinden edilmesinden
oluşan bir bileşimle neredeyse tam am en yok edilmeleri, her
şeyden önce, modern tarihin ilk kayıtlı soykırımıydı.
"Emperyalizmin, aşağı ırkları dünyadan silerek uygarlığa
hizm et ettiği" düşüncesi, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa düşün­
cesinde, doğa bilimleri ve felsefeden insanbilimi ve politika­
ya kadar yaygın ifade buldu. Britanya başbakanı Lord Salis-
bury, 4 Mayıs 1898’de yaptığı ünlü Albert Hail konuşm asın­
da, "insanın dünya uluslarım kabaca yaşayanlar ve ölüler ola­
rak ayırabileceğini" iddia etmişti. Hitler, daha dokuz yaşın­
daydı ve A vrupa’nın havası, "doğanın kanunlarına göre, em ­
peryalizm in daha aşağı ırkların kaçınılm az yokoluşuna yol
açan biyolojik olarak gerekli bir süreç olduğu inancına bulan­
mıştı." Tipik örneği, T azm anya’ydı; İrlanda büyüklüğünde,
Avrupalı sömürgecilerin 1803’te geldikleri, yerlilerin ilk kat­
liamının 1804’te m eydana geldiği ve son özgün yerlinin 1869
yılında öldüğü bir adadır burası. Başkalarının yanında Yeni
Z elan d a’nın M aorilerini ve A lm an G üney Batı A frik a’nın
Hererolarmı benzer bir yazgı bekliyordu.
Yirminci yüzyılın başında uygar savaşlarla sömürge savaş­
ları arasında ayrım yapm ak AvrupalIların bir alışkanlığıydı.
Savaş kanunları, uygar ulus devletler arasındaki savaşlar için
geçerliydi, ama sömürge savaşları için doğa kanunlarının ge­
çerli olduğu söyleniyordu ve aşağı ırkların yok edilmesi, bi­
yolojik bir gereklilikti. B om balam a T a rih i'nde (H istory o f
Bombing) Sven Lindqvist, bombalamanın yalnızca uygar ol­
m ayan düşm anlara karşı kullanm ak için uygun bir savaş yön­
temi olarak ortaya çıktığını yazıyor. Bir uçaktan ilk bombayı
İtalyanlar atmıştı ve bu bom ba 1 Kasım 1911 tarihinde, K u­
zey A frika’da Tripolis’in dışındaki bir vahada patlamıştı. îlk
sistem atik hava bombardımanı, İngiliz K raliyet Hava K uvvet­
leri tarafından Som alililere karşı 1920’de yapılm ıştı. İkinci
D ünya Savaşında Alm anya, savaş kanunlarını batılı güçlere
karşı uygularken Rusya için geçerli saymadı. Alman tutsaklı­
ğında ölen yüzde 3,5 İngiliz ve A m erikalı savaş tutsağına
karşılık Sovyet tutsaklarının yüzde 5 7 ’si -to p lam 3,3 m ily o n -
hayatmı kaybetti. Rusların A lm anlar tarafından gazla öldürül­
meleri, A uschw itz’deki gaz odalarından önce m eydana gel­
mişti - kim yasal gazlar kitlesel olarak ilk defa, güney U kray­
n a’da Rus savaş tutsaklarına karşı kullanılmıştı. A uschw itz’te
gaz odalarına ilk kez Rus entelektüelleri ve Kom ünistler gön­
derilmişti. Nazilerin planı, diye yazıyor Sven Lindqvist, yak­
laşık 10 milyon R us’u yok edip kalanını da Alman işgali al­
tında köle işgücü olarak hayatta tutmaktı. Avrupalı Yahudile-
rin kitlesel katliamı başladığında büyük Yahudi nüfusları A l­
m anya’da değil Polonya ve R u sy a’daydı; buralarda toplam
nüfusun yüzde 10’unu ve "yalnızca H itler’in peşinde olduğu
alanlarda" şehir nüfusunun yüzde 4 0 ’nı oluşturuyorlardı. Ho­
locaust, m odern Batı uygarlığım dam galayan iki geleneğin
buluşm a noktasında doğmuştu: "Anti-Sem itik gelenekle sö­
m ürgeleştirilm iş, halkların soykırım a uğratılm ası geleneği."
Y ahudi halkının kaderini söm ürgeleştirilen halktan ayıran,
onların bir bütün olarak yok edilecek olmalarıydı. Bu açıdan,
eşsizdiler - ama yalnızca A vrupa’da.
Bu tarihsel gerçek, sömürgelerden gelen entelektüeller ta­
rafından gözden kaçırılm am ıştı. Söm ürgecilik S ö ylem i’nde
(Discourse on Colonialism - 1951) Aime Cesaire, "Yirminci
yüzyılın çok seçkin, çok hümanistik ve çok Hıristiyan burju­
vazisi" içinde bir H itler’in uyuduğunu ve gene de A vrupa
burjuvazisinin, H itler’i "eskiden yalnızca C ezayir’in Arapla-
rına, H indistan’ın işçilerine ve A frika’nın Siyahlarına uygula­
nan sömürge uygulam alarını A vrupa’ya uyguladığı" için affe-
dem edikleri yazıyordu. "O kadar da geçmiş bir zaman değil,"
diye hatırlıyordu Frantz Fanon Dünyanın B içareleri’nde (The
W retched o f the Earth -1961), "Nazizm, bütün A vrupa’yı ger­
çek bir sömürgeye dönüştürmüştü."
Y irm inci yüzyılın ilk soykırım ı, A lm anların 1904’te G ü­
ney Batı A frika’da H erero halkını yok etm eleriydi. Alm an
genetikçi Eugen Fischer’in ilk tıbbi deneyleri, Herero topla­
ma kam plarında ırkların karıştırılm ası "bilimine" odaklanı­
yordu. D enekleri, hem H erero hem de H erero kadınlarıyla
A lm an erkeklerin çocuklarıydı. Fischer, "mulattoların",* ka­
rışık ebeveynlerden doğan Herero Almanların, fiziksel ve zi­
hinsel olarak Alman ebeveynlerinden aşağı olduklarını iddia
ediyordu. Hitler, hapisteyken Fischer’in İnsan Kalıtımı ve Irk
H ijyeni İlkesi (The Principle o f H uman H eredity and Race
H ygiene - 1921) adlı yapıtını okumuştu ve sonra da Fischer’i
tıpta öğretim görevlisiyken B erlin Ü niversitesi ’nin rektörü
yaptı. Fischer’in ünlü öğrencilerinden biri, A uschw itz’te meş-
hum tıbbi deneyler yapan Josef M engele’ydi.
Yerlinin Şiddeti
Hereroların soykırım ıyla H olocaust arasındaki bağlantı, ırkla­
rın dam galanm asıydı; bu dam galanm a, bir grubu yalnızca bir
düşman olarak ayırmak için değil, aynı zam anda onu rahat bir
vicdanla yok etm ek için kullanılıyordu. Soykırım tarihçileri,
geleneksel olarak tarihin yalnızca yarısını çizdiler: Yerlinin
yerleşimci tarafından yok edilişini. Devrimci kuramcı Frantz
Fanon, bu tür girişimlerin yerlinin yerleşimciyi yok etmesini
n a s ıl te tik le y e b ile c e ğ i k o n u s u n d a y a z m ış tır . H a n n a h
A r e n d t’in F a n o n ’un e tk is in in A m e rik a n k a m p u sla rın d a
1960’lı yıllarda yaşanan gitgide artan şiddetten büyük ölçüde
sorumlu olduğu iddiası izlendiğinde Fanon şiddetin peygam ­
beri olarak görülm üştür. O ysa, cenazesinde F an o n ’a saygı
sunmaya gelenler, onu bir hüm anist olarak adlandırıyorlardı.
F an o n ’un eleştirm enleri onu D ünyanın B içareleri’deki bir
cüm leyle tanıyorlar: "Sömürge insanı, şiddet içinde ve onun
aracılığıyla kendini özgürleştirir." Bu cüm le, sömürge siste­
m inin uyguladığı şiddetin, yerleşimciyle yerli arasındaki iliş­
kiyi üretm enin ve sürdürm enin ana nedeninin şiddet olması
gerçeğinin betim lenm esiydi. Söm ürgecilik karşıtı şiddetin,
usdışı bir gösterge değil, tersine tarihin gerçekten de ebesi
olan m odernlik ve ilerlem enin senaryosuna ait olduğu iddia
ediliyordu. Sonuncusu ve en önem lisi, bu durum un tersine
dönmesini kutlamak yerine katillere dönüşen kurbanların bü­
tün im lediklerini düşünm em iz gerektiği konusunda bir uya­
rıydı.
Fanon’da suçluya dönüşen yerlinin, yalnızca diğerinin in­
sanlığım yok etm ek için değil, kendininkini de savunmak için
öldüren yerlinin ve bizim gibi diğer insanlarda bunun kışkırt­
ması gerektiği ahlaksal değişkenliğin önsezisini buluyoruz.
Hiç kimse, soykırım sal dürtüyü M artinik doğumlu bu psiki­
yatrisi ve Cezayirli özgürlük savaşçısından daha iyi anlamadı.
Y erli şiddeti, d iye ısrar ediyordu Fanon, dünün kurbanlarının
şiddetiydi, kendi hayatlarının efendileri olm ak için kurbanlık­
larını kenara atanların şiddetiydi. Şunları yazıyordu:

A n ladığı tek dilin, gücün dili olduğunu söylem ek ten as­


la v a zg eçm ed ik leri o k işi, güç kullanarak sö z alm aya
karar v er iy o r ..... Y erlinin seçtiği sav, yerleşim ci tarafın­
dan sağlanm ıştır ve durumun ironik bir biçim de tersine
d ö n m esiy le söm ürgecinin güçten başka bir şey anlam a­
d ığın ı artık doğrulayan yerlidir.

Fanon için yerlinin in san lığın ın kanıtı, yerleşim cileri ö l­


dürme isteğin den d eğil, kendi hayatını riske atma isteğinden
oluşuyordu.
F an on ’u okum ak, yerlinin şiddetine yakıt sağlayan h aksız­
lığ ı d eğil, aynı zam anda yerleşim cin in şiddetine yakıt sağla­
yan korkuyu da anlamaktır. G üney A frik a’daki Apartheid ta­
rihine aşina olan herkes, yalnızca açgözlü lü k -feth in m e y v e­
lerini elin den kaçırm am a a rzu su - d eğil, aynı zam anda Afrika
kıtası üzerinde esen d eğişim rüzgarları önünde beyaz G üney
A frik alıları ç ö z ü lm e y e karşı sertleştiren in korku, soyk ırım
hayaleti, olduğunu elb ette anlayacaktır. G örünüşe göre aynı
h a y a let, İ s r a il’de H o lo c a u s t’tan hayatta k alan ların , dünün
kurbanı bugünün suçlularının peşini bırakm am ış.

11 E y lü l’den ön ce, zen gin liğin yapam adığı biçim de traje­


dinin bizi insanlığa bağlam a gizilgü cü n e sahip olduğunu dü­
şü n ü y o rd u m . Z e n g in lik y a lıtm a e ğ ilim in d e y s e , trajed inin
b ağlam ası gerek tiği kanaatini taşıyordum . Ş im d iy se, bunun
her zam an b öyle olm ad ığın ı fark ediyorum . T rajediye verilen
talih siz yanıtlardan biri, insanın her durum da kendini haklı
görm esidir, hatta kurbanlık durumunda bile, insan kendisinin
dünyada ö ze l bir yere sahip olduğu kanıtını aramaktadır. Bir
akşam bu düşünceleri, yeni iş arkadaşım , B u d ap eşte’deki
Merkezi Avrupa Ü niversitesi’nde İsrailli bir rektör yardım cı­
sıyla paylaştım . Bana A uschw itz’ten kurtulduğunu söyledi­
ğinde bu bü y ü k suçtan han g i d ersi ald ığ ın ı sordum ona.
A uschw itz’in bütün kurbanları gibi "Bir daha asla" dediğini
söyledi. Oysa, zam an içinde, bu ifadenin iki oldukça farklı
sonuca vardığını anlam aya başlam ıştı: Bu sonuçlardan biri,
bunun bir daha asla benim halkımın başına gelmemesiydi; di­
ğeriyse bunun bir daha asla herhangi bir halkın başına gelm e­
mesiydi. Bu iki yorum arasındaki tek ayrımın, ortak hayatta
kalışımızdan başka bir şey olm adığını iddia ediyorum.

9/11
A uschw itz’ten alınan ders, A m erikan toplum unda 11 Eylül
sonrası tartışmaların konusu olmayı sürdürüyor. Dışarıdan bir
gözlemci, terör hakkında ne kadar çok Am erikan söyleminin
başka herhangi bir olaydan daha çok H olocaust hafızasından
süzülmesine şaşırıyor. 11 Eylül sonrası Amerika kararlı görü­
nüyor: "Bir daha asla." Önemli farklara rağmen soykırım ve
terör, önemli bir özelliği paylaşıyor: İkisi de sivil halkı hedef­
liyor. Suçluların düşünce yapısı, kurbanları kültürel olarak
çerçevelem e biçimleriyle ne ölçüde ortaya çıkıyor? Şaşırtıcı
değil, bu soru hakkındaki tartışma, kültürel ve siyasi kimlik
ve, 11 Eylül bağlamında, dinsel fundam entalizm ve siyasi te­
rör arasındaki ilişkiyi tersine çeviriyor. Bu kitabı, bu tartış­
maya alçakgönüllü bir katkı olarak yazdım. Özgün araştırm a­
nın sonuçlarını sunmak yerine bu yorum layıcı deneme, siyasi
olayları, özellikle de 11 E ylül’ü, inatçı kültürel kalıtların so­
nucundan çok -tarih sel olarak biçim lenm iş- siyasi karşılaş­
maların ışığında açıklam aya çalışıyor.
Kitap, gerçekte iki parçaya ayrılm ıştır. Birinci parça, tek
bir bölüm den oluşuyor: 1. bölüm, siyasetin kültürel yorum la­
rıyla ilgili bir eleştiri -b e n buna Kültürel Tartışm a diyorum -
sunuyor ve siyasi İslam hakkında farklı bir düşünme biçimi
öneriyor. Farklı eğilimlerin, buna son terör hareketinin yükse­
lişi de dahil, gelişim inin izini sürüyor. A rdından gelen bö­
lümler, bugüne kadar marjinal bir olgu olan İslamcı terörün,
İslam cı siyasette nasıl önemli bir aşama işgal ettiğini açıklı­
yorlar. Bu açıdan, 11 E ylül’e başka bir yorum sunuyor. D eri­
ne dem ir atmış bir uygarlıklar çatışması resim lem ek yerine,
11 E ylül’ün yakın tarihten, son Soğuk Savaş’ınkinden ortaya
çıktığını savlıyorum.
Son Soğuk Savaşı, V ietnam ’daki Amerikan savaşının so­
nundan 1990’da Sovyetler Birliği'nin yıkılışına kadar, Irak’-
taki son savaşa uzanan vekaleten savaş çağıyla birlikte süren
dönem olarak tanım lıyorum . V ietnam ’daki savaş A m erikan
kara birliklerinin çok sayıda askerle doğrudan katıldıkları son
Soğuk Savaş müdahalesi idiyse, Irak ’taki savaş bu yasağın ta­
mamen kaldırıldığı ilk Soğuk Savaş sonrası Am erikan m üda­
halesine işaret ediyor. İkisi arasında bir vekil savaşlar çağı
bulunuyor.
Son Soğuk Savaş, iki gelişm enin dam gasını vurduğu bir
vekil savaşlar çağıydı. Bu iki gelişme de Reagan yönetiminin
dış politikasının belirgin girişim leriydi. A yııca R eagan ve
m evcut Bush yönetimleri arasında, 11 E ylül’den sonra "terör­
le savaş"ın düşünce yapısını aydınlatarak, önemli benzerlikle­
re işaret ediyorlar.
Reagan çağında dış politikadaki değişiklikler, Am erikan
yanlısı diktatörlüklerin devrim ci bir biçimde yıkılmasına kar­
şılık verilen yanıtlardı. Reagan yönetimi bu devrimleri, özel­
lik le de 1 9 7 9 ’da N ik a ra g u a ’d ak i S an d in ista D ev rim iy le
İra n ’daki İslam cı D evrim i, V ietn am ’dan sonra bir tersine
dönme eğilim inin ortaya çıkışı olarak gördü. Reagan yöneti­
m inin A m erika’nın yanlış bir savaşa -y an i asla meydana gel­
mesi mümkün olm ayan Sovyet birliklerinin Avrupa ovalarına
saldırmalarına karşı sav aşa- hazırlandığını anlamasının arka­
sında bu sahne vardı. Reagan, A m erika’yı zaten yapılmakta
olan savaşı açm aya çağırdı: Güney A frika’dan Orta A m eri­
k a ’ya kadar, bugünün milliyetçileri olarak yönetimi ele geçi­
ren dünün gerillalarına karşı olan savaşı. R eagan yönetim i,
m ilitan m illiyetçileri Sovyet v ekilleri olarak resm etm işti.
O daktaki bu kayma, stratejide değişikliğe yol açtı ve yeni bir
ad aldı: Düşük yoğunluklu çatışma. Bu girişim, Reagan yöne­
timinin dış politikasına dam gasını vuran ilk ayırıcı özellikti.
İkinci girişim se, "savunm a"dan "püskürtm e"ye dönüştü;
bu da bütün araçların tek bir amacın emrine verilmesini talep
ediyordu: Bu amaç, "şer im paratorluğu"na karşı top yekûn sa­
vaştı. Yüksek ahlak diliyle ifade edilmesine rağm en bu tehli­
keli girişim, Güney A frika’daki Apartheid rejim iyle ahlakdışı
bir "yapıcı işbirliği" olarak başladı. Resmi Amerika Pretoria
ile el ele tutuşurken sonuncusu, yeni bağım sız Portekiz sö­
mürgeleri M ozambik ve A ngola’daki militan m illiyetçi hükü­
metleri baltalamanın en etkili yolu olarak siyasi terörü kullan­
maya başladı. Soğuk Savaşın savaş meydanı, yetmişli yılların
sonunda G üney A frika’dan Orta A m erika ve O rta A sy a’ya
kayarken A m erik a’nın siyasi teröre karşı yum uşak tutum u
utanm azca bir kucaklam aya dönüştü: H em N ik arag u a’daki
kontragerillalar hem de A fganistan’daki el-K aide (ve T ali­
ban), Soğuk Savaş sırasında A m erika’nın m üttefikleriydiler.
Onları desteklemek, Soğuk Savaşı "gerekli her araçla" kazan­
ma kararlılığını gösteriyordu; bu ifade, ancak haksız araçlara
değinebilirdi. Bozulmuş bir ittifakın sonucu olarak 11 Eylül,
en başta ve en önemlisi, Soğuk Savaş’ın bitmemiş işi olarak
anlaşılmalıdır.

Buraya kadar görüşüm , bir yer tarafından biçim lendiril­


miştir, bu yer A frika’dır. 1973 ilâ 1979 arasında Dar es Sa­
lam Üniversitesinde genç bir öğretim görevlisiydim. A B D ’nin
1975’teki Vietnam yenilgisi, A frika’daki son Avrupa sömür­
ge gücü olan Portekiz im paratorluğunun çöküşüyle rastlaştı­
ğında Soğuk Savaş’ın ağırlık merkezi Güneydoğu A sya’dan
Güney A frik a’ya kaydı. D oğduğum şehir K am pala, U gan­
d a ’daki M akerere Ü niversitesine döndüğüm 1980’den dok­
sanlı yılların sonunda Güney A frika’daki Cape Town Üniver-
sitesi'ndeki üç yılımın sonuna kadar bağımsız A frika’da de­
vam eden siyasi şiddet hakkında devam eden tartışmalara ka­
tıldım : M ozam b ik ’teki R enam o ve, gitgide artan biçimde,
Güney A frika’daki înkata Özgürlük Partisi'ninki gibi, askeri
yoğunlaşm alar yerine sivil halkı hedefleyen ve neslimin siya­
si terörle ilk deneyimine dönüşen hareketlere ne anlam vere­
cektik? Bu tür şiddeti talihsiz bir kültürel gösterge -"kavim -
sel" "siyaha karşı siyah" şid d eti- olarak belirten kuruluşun
seçtiği basın ve siyasetçilerden sakınarak hızla değişen siya­
set m anzarasında açıklam alar arıyorduk. 11 E y lü l’de, Cape
T ow n’dan 1999 yılında taşındığım New Y ork’ta bulunuyor­
dum. 11 Eylül ile ilgili ne kadar çok münazara ve tartışmaya
katılıp A m erika’nın kalbinde yapılan "İslamcı terör" saldırısı­
nın bir başlangıç olduğunu düşünenlerle karşılaştıkça, geçen
onyıl içinde güney A frika’da duyduğum kültürel açıklamaları
hatırladım.
Ne siyasi etnik kökeni ne siyasi İslam ı bir Soğuk Savaş
A m erikan kom plosu olarak açıklam aya niyetim var. Siyasi
İslam, tıpkı "kavimciliği" savunan düşünce gibi, yabancı bir
ithalattan çok yerel bir üründür. A m a hiçbiri yalıtılm ışlık
içinde yetiştirilmedi; her ikisi Batı gücüyle karşılaştıktan son­
ra üretildi. Siyasi İslam , söm ürge dönem inde doğm uştur.
A m a Soğuk Savaş'a kadar terörist bir hareket üretmemiştir.
Terörün ideolojik bir eğilim den siyasi bir güce dönüşümünü
olanaklı kılan özel koşullar neydi? Hem yetmişli yılların orta­
larından A frika’daki "siyaha-siyah" şiddeti hem de seksenli
yılların başından beri küresel olarak "İslam terörünü" besle­
yen ortak bir zemin vardı. Bu ortak zemin, V ietnam ’dan son­
raki son Soğuk S avaş’tı. Yerel ham madden yapılmışlarsa bile
her iki siyasi eğilim, Soğuk Savaşı kazanma stratejileri olarak
kristalleşti.
11 Eylül’ü daha önceki bir çağda -A frik a ’daki son Soğuk
Savaş’ta - oluşturulan gözlükler aracılığıyla görmem den endi­
şelenenler için bu bakış açısının, 11 E y lü l’ün gerçekten de
Amerika ve dünya için bir dönüm noktası olm asını sağlayan
yolları bulanıklaştırmadan, bu ortak endişe konusuna yeni bir
aydınlık getireceğini umabilirim yalnızca.

iyi Müslüman, Kötü Müslüman


11 Eylül’den sonra kamu tartışmalarını dinlerken bellek yiti­
mine uğram ış büyük bir güç olduğu izlenim ine kapıldım .
Olayın dönem sel önem ini kabul etmek, zorunlu olarak onu
tarihsel ve siyasi bağlamının dışına taşımak anlamına gelm e­
melidir. Ne yazık ki resmi Amerika, tam da bunu teşvik etti.
Bir "haçlı seferine" çıkm a yönünde gafil bir gönderm eden
sonra Başkan Bush, "iyi M üslümanlar" ile "kötü M üslüman-
lar" arasında ayrım yapm aya yöneldi. Bu bakış açısıyla, terör­
den açıkça "kötü M üslüm anlar" sorumluydu. O zaman baş­
kan, "iyi M üslüm anların" adları ve vicdanlarını bu korkunç
suçtan arındırm ayı istediklerini ve A m erikalılara "onlara"
karşı savaşta kuşkusuz "bizi" destekleyecekleri garantisini
verme izlenimi yaratıyordu. Ama bu, şu söylemin ana m esajı­
nı gizleyem ezdi: "İyi" olduğu kanıtlanm adıkça, her M üslü-
manın "kötü" olduğu varsayılacaktı. Artık bütün M üslüm an­
lar, "kötü M üslümanlara" karşı savaşa katılarak kim liklerini
kanıtlamak zorundaydılar.
"İyi" ve "kötü" yargıları, kültürel ya da dinsel değil, M üs­
lüman siyasi kim liklere değiniyor. Kültürel (ve şimdi de din­
sel) kim liği siyasi kim likten ayrı olarak düşünm ekte zorluk
çekenler için, Batılı gücün önceki askerlerinin yüz yüze kal­
dığı kötü durum lar unutulm alıdır. Ö nce A vrupa ve A m eri­
ka'da sonra da Nazi A lm anyası’nda Batı modernliğinin "Ya-
hudiyi" yalnızca kültürel ya da dinsel kim likten siyasi bir
kimliğe dönüştürdüğünü kabul etmeye zorlanan laik Yahudi
değil miydi? Siyasi seçeneklerinin üzerlerine yüklenen bu si­
yasi kim likle sınırlandığına inanan laik Y ahudilerin tepkisi
tarihi Siyonizm değil miydi?
İyiyi kucaklayıp kötüyü dışarı atm am ıza izin verecek "kö­
tü" M üslüm anlardan ayrılmış hazırda bulunan "iyi" M üslü-
manlar yoktur, tıpkı "kötü" olanlardan ayrılmış "iyi" H ıristi­
yanların ya da Yahudilerin olmaması gibi. Bu tür sınıflamala­
rın bulunduğu varsayımı, zam anım ızla ilgili siyasi bir çözüm ­
leme yapma başarısızlığımıza hitap etmeyi reddedişimizi giz­
lem ektedir. Bu kitabın, gerçek seçenekleri sınırlam aya bir
başlangıç olarak bu tür çözüm lem eye katkıda bulunacağını
umuyorum.
Birinci Bölüm

KÜLTÜR TARTIŞMASI;
YA DA İSLAM VE
SİYASET HAKKINDA
NASIL TARTIŞILMAZ?

oğuk Savaş'tan sonraki bu tarihsel an, küreselleşm e ça­

S ğı olarak adlandırılır; üstelik bu çağa tek bir terimin,


k ültür terim inin yükselişi ve hızla siy asileştirilm esi
dam gasını vurm uştur. Soğuk Savaş sırasında yoksulluk ve
zenginlik, dem okrasi ve diktatörlük gibi sosyo-ekonom ik ve­
ya siyasi gelişmeleri temel olarak yerel olaylar şeklinde tar­
tıştık. Bu yeni kültür anlayışı, Berlin Duvarının yıkılması ya
da 11 Eylül gibi sosyal değil, daha çok siyasi bir anlayıştır;
belli ülkelerin gerçeklerinden çok küresel siyasi olaylara bağ­
lıdır. Antropologların inceledikleri -y ü z yüze, özel, yerel ve
y aşan m ış- kültürden farklı olarak kültür tartışm ası, fazlaca
siyasileştirilip büyük jeo-politik am balajlar içinde sunulur.

Kültür Tartışması 25
Kültür Tartışması, her kültürün kendini tanımlayan somut
bir öze sahip olduğunu varsayar ve ardından da siyaseti bu
özün bir sonucu olarak açıklar. Örneğin 11 E ylül’den sonra
Kültür Tartışması, "terör" uygulamasını "İslam cı” olarak nite­
leyip açıklamıştır. "İslamcı terör" bu nedenle 11 Eylül olayla­
rının hem betimlenmesi hem de açıklaması olarak sunuluyor.
Barışçıl, uygar bir varoluş isteyenlerle teröre eğilimli olanları
ayıran çizgi artık ne piyasa (kapitalizm) ne devlettir (demok­
rasi), bu çizgi kültürdür (modernlik). Dünyam ızın modernle
m odern-öncesi arasında bölünm üş olduğu söyleniyor. M o­
dernler, kültürü oluşturup onu yönetiyor; modern öncesi olan­
larsa yalnızca kültürün parçası olm akla yetiniyor. Modern ön­
cesi kültürün basit istençdışı bir hareketten başka bir şey ol­
madığı doğruysa, modern öncesi halklar kesinlikle eylem le­
rinden sorumlu tutulamazlar. Bu görüş açısı, uygarlığın iyiliği
için bireysel olmazsa kolektif olarak sın ırlandırm alarını - g e ­
rekirse, koşulsuz bir şekilde tutsak edilm elerini- talep eder.
11 Eylül sonrası A m erika Birleşik D evletleri’nde Kültür
Tartışması, belki de kültürü yalnızca yaradılışın başlangıcın­
da, olağandışı ve kehanetçi bir eylem olarak oluşturan İslam
ve M üslüm anlara odaklanıyor. Bundan sonra M üslüm anlar,
kültüre yalnızca uymuş gibi görünüyorlar. Bazıları kültürü­
m üzün tarihinin, siyasetinin ve tartışm alarının olm adığını
söylem ektedir, bu nedenle de bütün M üslüm anlar kötüdür.
Başkalarına göreyse, bu kültürde bir tarih, bir siyaset, hatta
tartışm alar vardır, bu nedenle de hem iyi M üslümanlar hem
de kötü M üslümanlar vardır. Her iki çeşitlemeye göre, tarih,
antik topraklarda-yaşayan antik bir halkın cansız bir geleneği­
ne dönüşmüş gibi görünüyor. Yoksa kültür burada, genellikle
dinsel olan ilk oluşum metinlerinde yazılmış ve ilk yapıtlar
içinde mum yalanm ış bazı kurallara sahip bir tür içgüdüsel et­
kinlik ve alışkanlık anlamında mı kullanılıyor?
K ültür Tartışmasının birbirine zıt iki tanımı arasında ayrım
yapmamız gerekiyor. İlk tanıma göre modern öncesi halklar,
ya geri kalmış ya da m odernlik yoluna daha adım atması ge­
reken, henüz m odernleşm em iş halklardır. Diğer tanımsa m o­
dem öncesini aynı zam anda modern karşıtı olarak da betim le­
mektedir. İlk düşünce, yardım severliğe dayalı ilişkileri teşvik
ederken, ikinci görüş, korku ve önleyici kolluk ya da askeri
hareket üretir.
A frikalılar hakkındaki geçm iş tartışm alarla, günüm üzde
M üslümanlar üzerine yapılan tartışm aları karşılaştırırsak bu
ayrım daha iyi anlaşılacaktır. Soğuk Savaş sırasında A frikalı­
lar, modern olma kapasitesine sahip olm ayan halklar için m ü­
kemmel bir örnektiler. Soğuk Savaşın sona erm esiyle İslam
ve Ortadoğu, hızla küreselleşen bir dünyada m odern öncesi
fanatik bir topluluk olarak A frika’nın yerine geçti. Çağdaş al­
gılanışta Siyah Afrika ve Ortadoğu İslamı arasındaki fark şu­
dur: Afrika, m odernlikten aciz olarak görülürken, fanatik İs­
lam, modernlikten aciz olarak görülmekle kalmaz modernliğe
karşı dirençli olarak da görülür. A frikalıların kendilerini kur­
ban ettikleri söylenirken, fanatik M üslümanların, kendileriyle
birlikte başkalarını da öbür dünyaya götürme eğiliminde ol­
dukları iddia edilir. 11 Eylül öncesi A frika’daki terörizm tar­
tışm asıyla 11 Eylül sonrası küresel terör tartışm ası arasında
ilginç bir benzerlik vardır. Güncel küresel tartışmalarda oldu­
ğu gibi Afrika tartışm aları da terörün yayılm ası konusunda
başlıca, ya da yalnızca, içte açıklam alar aram ıştır. A frikalı
"kabileciler"le M üslüm an "Fundam entalistleri" düşman ola­
rak bir araya toplayan nadir ama önem li bir örnekte, eski İn­
san Hakları İzleme K om itesi'nin eski başkanı ve bugün G eor­
ge S oros’un finanse ettiği A çık Toplum Enstitüsü'nün başka­
nı Aryeh Neier, Washington P o si’taki bir başyazısında soru­
nun İslamdan daha büyük olduğunu savlamıştır: Sorun, m o­
dernliği düşm anları olarak tanım layan ve N azilerin çağdaş
karşılıkları olan kabilecilerle fundam entalistlerde yatıyor.
M odern öncesi halkların yaratıcı yetenekleri olm adığı,
m odern karşıtı fundamentalistlerin de, büyük bir yıkıcılık ye­
teneğine sahip oldukları söylenmektedir. Yıkım, kendileri da­
hil insan yaşamına değer vermediklerine dair bir kanıt olarak
kabul edilir. İşte Kültür Tartışmasının birinci sayfa haber öy­
külerine malzeme olmasının nedeni peşinlikle budur. K ültü­
rün, artık ölüm kalım meselesi olduğu söylenir. Bu tür bir dü­
şünme biçimi, büyük ölçüde m odem sömürgecilik tarihi üzeri­
ne yazılanları hatırlatır. Bu tarih, modernliğin dışına itilenleri
m odern karşıtı olarak dam galar, çünkü dışarıda bırakılm ak
için ısrar etmişlerdir. Halkların kamusal davranışlarının, özel­
likle siyasi davranışlarının, ister dinsel ister geleneksel olsun,
alışkanlıkları ve geleneklerinden yola çıkarak yorumlanabile­
ceğini varsayar. Ama dinini harfi harfine uygulayan bir kişi,
olası bir terörist olarak kabul edilmeli mi? Dinsel bir metni bir
m etafor ya da uydurma olarak gören bir kişi, uygar hayata ve
bu hayatın talep ettiği hoşgörüye daha mı uygundur? Kutsal
metinlerin dolaysız olarak yorumlanması nasıl olur da insanla­
rın kaçırılmalarına, cinayetlere ve teröre çevrilebilir?

Kültür Tartışmasının ik i Çeşitlemesi


Çağdaş Kültür Tartışması, Soğuk Savaşın bitişiyle başlar ve
iki çeşitlem eyle gelir. Siyaseti, kültürden yola çıkarak geç­
mişte ve tarih boyunca yorumladığım iddia eder; ama Kültür
Tartışmasının hiçbir çeşitlemesi, özünde bir tarihçinin yapıtı
değildir. K ültür Tartışm asının kurucusu varsa, ABD siyaset
kurumunun bir danışmanı olan Princeton’daki ünlü O ryanta­
list Bernard Lew is’tir bu. Çağdaş Kültür Tartışmasının ünlü
sözü -"uygarlıklar çatışm ası"- L ew is’in 1990 yılında yazdığı
"M üslüm an Ö fkenin K ökenleri" yazısının kapanış bölüm ü­
nün başlığıdır. Lew is’in metni, ABD siyaset kurumuyla iliş­
kisi Vietnam Savaşından bu yana süren, H arvard’da siyaset
bilimcisi olan Samuel H untington’un bu konuda yazdığı ikin­
ci ve daha kaba çeşitlem eye esin kaynağı olm uştur. Lewis,
kuramını "İslamcı" ve "Yahudi-Hıristiyan" olarak adlandırdı­
ğı tarihsel ilişkilerle sınırlarken H untington’un am acı daha
büyüktür: L ew is’in kuram ını bütün dünyayı kapsayacak bi­
çimde genişletmek.
Foreign A ffairs’te yazdığı "U ygarlıklar Ç atışm ası mı?"
(1993) adlı bir yazısında Huntington şöyle yazıyordu:

Bu yeni dünyadaki çatışm anın tem el kaynağı bence,


yalnızca ideolojik ya da yalnızca ekonom ik olm ayacak­
tır. İnsanoğlu ile çatışm anın hakim kaynağı arasındaki
büyük bölünm eler, kültürel olacaktır. U lus devletler,
dünya ilişkilerinde en güçlü oyuncular olm ayı sürdüre­
cek, ama küresel siyasetin ana çatışmaları, farklı uygar­
lıklara sahip uluslar ve gruplar arasında olacaktır. U y­
garlıklar çatışm ası k üresel siyasete hakim olacaktır.
Uygarlıklar arasındaki fay hatları, geleceğin savaş saf­
ları olacaktır.

H untington’un savı, iki düşünce etrafında oluşturulmuştur:


Soğuk Savaşın sonundan beri "ideolojinin dem ir perdesinin"
yerine "kültürün kadife perdesinin" geçtiğini ve kadife perde­
nin de "İslamın kanlı sınırları" üzerine çekildiğini öne süren
düşünceler etrafında. Huntington, İslam ’a bir düşman uygar­
lık rolü vermişti. Bu bakış açısından M üslüm anlar yalnızca
kötü olabilirdi.
Huntington bu düşüncesinde yalnız değildi. Başka birkaç
kişi daha H untington’un bakış açısını, siyaset ve düşünsel ku­
ram ların şahin çevrelerinde yaygın olarak paylaşılan bir görü­
ce dönüştürerek ona katıldılar. Yeni görüşün itici kuvveti, So­
ğuk Savaş olarak bildiğim iz ideolojik savaşın, "Batı"nın bü­
tün kültürel kaynaklarını seferber edeceği tümüyle küresel bir
çatışm a için dar görüşlülerin perdeyi kaldırm asından başka
bir şey olm ayacağı düşüncesiydi. W illiam Lind için Soğuk
Savaş, on yedinci yüzyıl A vrupa’sında başlayan "Batılı iç sa­
vaşları" serisinin sonuncusüydu; Soğuk Savaşın sona erm e­
siyle, küresel çatışma safları kültürel terimlere sarıldı. Soğuk
Savaşın ideolojik kavgalarının etkin bir katılımcısı olan Régis
Debray, yeni çağı, son yılların kızıl korkularından çok daha
tehlikeli bir "Yeşil Tehlike" tarafından -y e ş il rengi büyük
olasılıkla İslam için kullan ıy o rd u - tanım lanm ış görüyordu,
çünkü bu tehlike akli özdenetim den yoksundur: "Genel ola­
rak ele aldığımızda, yükselen güç olarak yeşil kızılın yerini al­
mıştır. ... Nükleer ve rasyonel Kuzey, nükleer ve rasyonel Ku­
zeyi (kendisini) caydırır; geleneksel ve mistik Güneyi değil."
Tarih içinden silahlı taburlar gibi yürüyen uygarlıkları -n e
önemli iç tartışmalar ne de önem li değişiklikleri- içeren uy­
garlıklar çatışması fikrine, yaygın olarak inamlmamıştır. Co-
lum bia’da Üniversite Profesörü olan merhum Filistinli edebi­
yat bilgini Edward W. Said, çatışmanın uygarlıklar arasında
değil, daha çok içinde olduğu düşüncesini öne sürerek kültü­
rün daha fazla tarihi ve daha az dinsel olarak anlam landırıl­
ması konusunda ısrar ediyordu: "Huntington için, ‘uygarlık
kim liği’ dediği şey, evinizin arkasındaki mobilya dolu bir oda
gibi, istikrarlı ve rahat bırakılan bir şeydir."
Kültür Tartışmasının daha dayanıklı bir çeşitlem esini sağ­
layan Bernard L ew is’tir. Lew is, hem tarihe doğru hareket
eder hem de uygarlıklar arasındaki bir çatışmayı kabul eder.
Gelmekte olan bir M ahşer’in tarihdışı küresel bir öngörüsünü
iddia etm ek yerine Lewis, tarihi uygarlıklar olarak adlandırı­
lan büyük kültürel blokların hareketi olarak düşünür. Ama
Lewis İslam uygarlığını, sanki özünde M üslümanların buna­
lım zam anlarında sığındıkları değişm ez bir doktrin olan bir
kaplam aym ış gibi niteler. "M üslüm an Ö fkesinin K ökenle-
ri"nde Lewis şunu belirler:
"İslam ın dinsel kültüründe, en m ütevazı çiftçi ya da
seyyar satıcıda bile, diğer uygarlıkların asla aşamadığı
ve nadiren de ulaştığı, başkalarına yönelik bir asalet ve
nezaket esinleyen bir şey vardır. Gene de, daha derin
tutkuların uyandığı ayaklanm a ve kargaşa anlarında,
başkalarına yönelik bu asalet ve nezaket, antik ve uygar
bir ülkenin hükümetini -b ü y ü k ve etik bir dinin sözcü­
sü n ü - bile, insan kaçırm a ve suikastları desteklemesine
ve P eygam berlerinin hay atın d a bu tür ey lem ler için
onay ve gerçek bir örnek bulm aya çalışm asına iten öfke
ve nefretin patlayıcı bir karışım ına yol açabilir.

Lewis, kışkırtıcı bir biçimde "Yanlış Giden N eydi?” başlı­


ğını taşıyan ve 11 E ylül’de "sayfalan ön okum aya verilmiş"
olan ancak daha sonra yayınlanan bir kitabında İslam ın dokt-
rinsel özüyle ilgili inancını işlem işti. H eg el’in özgürlüğün;
Batı kültürünün ayırıcı bir özelliği olduğu eski iddiasını baş­
ka sözcüklerle anlatan Lewis şunu yazdı: "Batı özgürlüğünün
kuramı ve uygulam asıyla eğitilm iş olan Batılı bir gözlem ci
için, ... M üslüman dünyasının sorunlarının çoğunun tem elin­
de... tam da özgürlüğün yokluğu bulunur." Buna, çağdaş İs-
lamla m odernliğin arasında açılan uçurum a ikinci açıklam a
olarak laikliğin yokluğunu ekledi: Fransız devrim ci fikirlerin
etkisi on dokuzuncu yüzyılda O rtadoğu’ya sızıncaya kadar,
diye ekliyordu Lewis, " istenen hatta izin verilebilir dinsel ol­
mayan bir toplum düşüncesi, İslama tamamen yabancıydı."
Amerikan dışişleri politikasının itici gücüne dönüşen fikir
olan "kötü" M üslüm anlara karşılık "iyi" M üslüm anların oldu­
ğu düşüncesi için düşünsel desteği sağlayan Samuel H unting­
ton değil Bernard Lew is’tir. Siyasi kurum için açık bir sonuç
çıkarma hevesiyle Lewis, "fundamentalizmin, tek İslami ge­
lenek olm adığını", "başka anlayışların da bulunduğunu" ve
"mesele çözülmeden Önce sert bir çatışmanın olacağını" anla-
yarak söze başlıyor. Siyasi kurum a bu çarpışm ada "biz B atık­
lar, az şey yapabiliriz ya da hiçbir şey... çünkü bunlar, M üslü­
manların kendi aralarında çözmeleri gereken meseleler" uya­
rısında bulunarak, "bu arada" -y an i M üslüm anlar iç sorunla­
rını çözerken- B atı’nın "yeni bir din savaşları çağı tehlikesin­
den kaçınması" gerektiğini öğütler. Huntington B atı’yı kendi­
ni bir uygarlık çatışm asına hazırlam ası için uyarırken Lewis,
fark lı düşünüyordu: M ü slü m an lar iyi M ü slü m an ları kötü
M üslüm anlara karşı kırdıran kendi iç savaşlarını yaşarken
Batı seyirci kalmalıdır. Bu farka rağmen, her ikisinin de res­
mi "Batı"yı temsil ettiklerini görmezden gelem iyor insan.
Bernard Lewis, Bush yönetiminin 11 Eylül sonrası politi­
kasına düşünsel destek sağlıyorsa, şiddete geri dönme ve "te-
kerrrür eden" tarih üzerine Soğuk Savaş biçiminde bir odak­
lanma, siyasi olarak daha çok H untington’a uymaktadır. "İyi"
M üslüm anların "kötü” M üslüm anları yenm esini beklem ek
yerine, Lew is’in öğütlediği gibi, Bush yönetimi, bu tür bir iç
savaşı hızlandırm akta kararlıdır. Gerekirse, Irak’ta olduğu gi-.
bi, işgal edip "iyi" M üslümanları "kötülerin" siyasi boyundu­
ruğundan kurtarm ayı am açlayan bir rejim değişikliği yarat­
maya hazırdır.
Kültür Tartışması, dini de siyasi bir sınıflamaya dönüştür­
müştür. Demokrasi, M üslüman dünyada geri kalmıştır, diyor
Batı dışındaki dünyanın siyasi sistemleriyle ilgili yapılan bir
Freedom House çalışm ası. Bernard L ew is’ten sırayı alırmış
gibi, Demokrasilerin Savunması Vakfı için İslam ve Dem ok­
rasi Projesi direktörü Stephen Schwartz, terörün kökenlerinin
aslında İslam ın bir m ezhebi olan Vahabilerde olduğunu iddia
ediyor. N ew York T im es'm sayfaları bugün sürekli iyi M üslü­
manları kötülerden ayıran haberler içeriyor: İyi M üslümanlar,
m odern, laik ve B atılılaşm ışlardır, ama kötü M üslüm anlar,
doktrinsel, m odern karşıtı ve öldürücüdür. "Batı"nın kendi
kendini atayan liderleri George W. Bush ve İngiltere Başba-
kanı Tony Blair, Huntington biçimi uygarlıklar savaşını ku­
caklamaktan, Lewis gibi bütün bir uygarlığı karşılarına alm a­
mak için geri adım atm ışlardır. B u sh ’un M üslüm an karşıtı
haçlı seferi fikriyle erken flörtleşm esinden sonra hem kendisi
hem de Blair, "iyi" M üslüm anları "kötü" M üslüm anlardan
ayırm a gereksinim i hakkında kam uoyunu uyarm aya başla­
mışlardı. Altta yatan anlam aslında çok açıktır: A fganistan,
Filistin ya da Pakistan’da İslam, karantina altına alınmalı ve
şeytan, bir M üslüman iç savaşıyla kovulmalıdır.
Lewis, Yanlış Giden Neydi? yapıtını İslamın yedinci yüz­
yılda doğuşundan bu yana geçen on üç asrı indirgeyici bir ta­
vır sergileyen tartışmayla açıyor: "İslamm yayılışından sonra­
ki yaklaşık ilk bin yılı," "Afrika ve A sya’nın Hıristiyanlar ta­
rafından işgal edilmesine neden olan", "fetihleri yeniden baş­
latmak için girişilen uzun m ücadele" izlemiştir. Başlangıçta
bir "fetih" vardı ve sonra "yeniden fetih" bunu izledi. Fetih,
İslam cıydı, yeniden fetihse H ıristiyandı. Tarihte hiçbir dö­
nem, bu "Hıristiyanların" "M üslümanlarla" karşılaşm ası m o­
deline Haçlı Seferlerinden daha iyi uymaz.
Haçlı Seferleriyle ilgili yapılan en iyi çalışm alardan birini,
tarihte işte o anda M üslümanların düşm ana dönüştüğünü be­
lirten Slovenyalı Tarihçi Tom az M astnak hazırlamıştır. "Kut­
sal savaşa seferberlikle Hıristiyan toplumu kendinin bilincine
vardığında... Hıristiyan ulusunun kendi kendinin farkında ol­
duğunun seslendirilm esindeki önemli an, M üslüm anları düş­
man olarak karşılarına aldıkları andı." M astnak, bunun önceki
yüzyıllarda geçerli olm adığına işaret etmeye de özen gösteri­
yor: "Yedinci ve sekizinci yüzyılda A rapların yayılm asıyla
M üslümanlar Avrupa yarım adasına ulaştıklarında Latin H ıris­
tiyanların gözlerinde o putperest ya da kâfir barbarlardan biri
haline geldiler. Hıristiyanların düşm anlarının arasında önce­
likli bir yer verilmedi onlara."
M ilitan H ıristiyan düşm anlığı, başlangıçta bütün H ıristi­
yan olmayanlara yönelmişti; ancak daha sonra M üslümanlara
odaklandı: "Haçlı seferleriyle Filistin, Eski Ahitin Vaat Edil­
miş ülkesi (terra repromissionis) olmaktan çıkıp Kutsal Ü lke­
ye, terra sancta, dönüştü." Ancak Haçlı Seferleriyle H ıristi­
yanlık evrensel bir düşmanı tanım layıp "kâfire karşı sürekli
savaş durumu" ilan etti. Artık yalnızca bir dünyevi düşman
olm ayıp, H açlı Seferleri M üslüm anı cisim leşm iş şeytan, "o
Deccal dininin ete kemiğe bürünmesi" olarak lanetledi. Haçlı
Seferlerinin, M üslüm anların dinini değiştirm elerini değil de
onları yok etmeyi am açlamalarının nedeni işte buydu. "Müs-
lümanlar, yani kâfirler, seçm e özgürlüğüne sahip değillerdi;
din değiştirm e ile ölüm arasında seçim yapam azlar çünkü
dinlerini asla değiştirmeyecekleri düşünülüyordu." Yok edil­
m elerini, yalnızca "P apalar değil", "bir kâfiri öldürm enin
adam öldürm e değil, kötülüğü öldürme, kötülüğün yok edil­
mesi olduğunu ve bir kâfirin ölümünün, bir Hıristiyanın şere­
fi olduğunu, çünkü ölüm le İs a ’nın şereflen d irild iğ in i ilan
eden" Aziz Bernard da vaaz ediyordu.
Bernard Lewis, aslında bir dizi farklı tarihi karşılaşm ayı
-H açlı Seferleri, 1492, A vrupa söm ürgeciliği- on dört asır
boyunca tek bir uygarlıklar çatışm asının unsurlarıym ış gibi,
ele alıyor. Her bir olayın özel bir siyasi proje -"H ıristiyanlık"
olarak adlandırılan bir siyasi birim in yaratılm ası, K astilya
m onarşisinin komşu bölgeleri fethinden sonra İspanya adın­
daki bir ulus devleti inşa etme arzusu, m odern Avrupa em per­
yalist yayılmacılığı vs - tarafından beslendiğini kabul etmek
yerine Lewis, bu "çatışmaların" zıt uygarlıklar tarafından ya­
ratıldığını iddia ediyor. Ayrıca, çatışm aların on dört yüzyıllık
tarih boyunca farklı uygarlıkları temsil eden sabit bölgesel bi­
rim ler arasında meydana geldiğini varsayıyor. Bu tür uygarlık
tarihlerini güden siyasi gündemi anlam ak için kültürel ve si­
yasi tarih arasında varsayılan kim liği sorgulamalıyız.
Lew is’in çarpıtmalarından kaçınm ak için, önemli tarihsel
dönüm noktalarında daha fazla ayrıntıya ihtiyacım ız vardır.
Örneğin, Bernard L ew is’in yaptığı gibi iki bin yıllık bir Ya-
hudi-Hıristiyan uygarlıktan söz edebilir mi insan? İsrailli kül­
tü r ta rih ç is i G il A n id ja r, Is p a n y a ’d ak i -Y a h u d i-H ıris ti-
van’dan ç o k - Yahudi kültürünün "Arap Yahudi" olarak ele
alınm asının gerektiğini ve "Y ahudileri A raplardan" ayırm a
eyleminin 1492’ye kadar bulunm adığını hatırlatıyor bize. En­
d ü lü s’te M oses M aim onides (1135-1204), A klı K a rışıklar
İçin K ıla vu z'u n u "bugüne kad ar yazılan, Y ahudi felsefesi
hakkındaki, en önemli yapıt", "belki de İbrani yazısıyla yazıl­
mış, am a A rapça ve/veya Y ahudi-A rapçasıyla bize ‘ko n u ­
şan ’" metnini yazm ıştır. Yahudi m istisizm in ana metni Zo-
har’ı üreten ve ikinci Yahudi diasporasının* başlangıcına işa­
ret eden olay 1492’de Endülüs’ün kaybedilmesiydi.
Kültürü siyasi -v e bu nedenle de b ölgesel- terimlerle dü­
şünmek anlamlı değildir. D evletler bölgeselken, kültür sadece
bir bölgeye ait değildir. Ortadoğu gibi yerlerin tarihleri gibi
okunan İslam la ilgili siyasi tarihler yazm ak anlam lı mıdır?
Y'a da O rtadoğu’daki devletlerin siyasi tarihlerini, sanki ora­
daki İslamla ilgili siyasi tarihlerden başka bir şey değilmiş gi­
bi y'âzmak? Kültürü, hem tarihsel hem de bölgesel olmayan
terimlerle düşünm em iz gerekiyor. Yoksa, insan kültürel kay­
nakları çok özel ulusal ve em peryalist siyasi projeler olarak
kullanıyor hale gelir.

M odernlik ve Kültürün Siyasileştirilmesi


Kültür Tartışması, t&rih yazm a geleneğinden değil, siyasi ku­
ram lara düzenli olarak hizm et eden siyaset bilim inden ortaya
çıkar. Bernard Lewis bir O ryantalist, Samuel Huntington ise

* Diaspora: Babil sürgününden sonra Y ahudilerin F ilistin ’den ayrılmaları


i 3 5 8 BC).
bir siyaset bilimcisidir. İslam ve O rtadoğu’yla ilgili oryanta­
list tarihlere, 1960’lı yıllardan beri, M arshall Hodgson ve Ed­
ward Said, Cheikh Anta Diop ve M artin Bernai, Samir Amin
ve A bdallah Laroui gibi entelektüellerden oluşan farklı bir
grup sürekli m eydan okuyup durdu. Bu düşünürler, 1960’lı
yılların savaş karşıtı ve anti-emperyalist hareketlerin safların­
dan ortaya çıkm ışlardır ve onları bütün bir tarihçi kuşağı izle­
miştir. İki kuşak boyunca akadem isyenler tarafından düşünsel
bir tarihdışılık olarak gözden düşürülmüş olsalar bile O ryan­
talist tarihler, geri dönmeyi başarmışlardır.
Asıl neden, tarih yazm ayla iktidar biçimlerinin ilişkisinde
yatıyor; tarih yazmanın da iki geniş biçimi vardır: Ulusçu ve
ulus ötesi. Genel anlam da ulusçu tarih yazıları, ulusa -ç o k
m odem ve çağdaş bir siyasi n e sn e - tanım lanabilir ve çoğu
kez yüceltilmiş bir geçmiş vermekten ibaretse, ulus ötesi ya­
zılar da bize, ulusu küresel bir bağlama yerleştirerek eşit bi­
çimde yüceltilmiş uygarlık tarihleri sağlamıştır.
On altıncı yüzyıl İtalyan m isyoneri M atteo Ricci, -A m eri­
k a ’daki yeni keşifleri g österen- Avrupalı bir dünya haritasını
Ç in’e getirdiğinde Çinlilerin bu harita yüzünden kendilerini
saldırıya uğramış hissetm elerine şaşırmıştı. Harita A vrupa’yı
dünyanın m erkezine yerleştirip Ç in ’i haritanın sağ kenarına
yerleştirerek Pasifik O kyanusu'nu bölüyordu. A m a Çinliler
için Çin her zaman sözcüğün tam anlamıyla "Orta Krallık"tı
ve bu nedenle de açıkça haritanın ortasında yer almalıydı. Ev
sahiplerini memnun etm ek için Ricci, A tlantik Okyanusu'nu
bölen ve böylece Ç in’i daha merkezi bir hale getiren bir baş­
ka harita gösterdi. Ç in ’de haritalar hâlâ bu biçimde çizilir,
am a Avrupa, haritanın ilk türünü benimsemiştir. Kuzey A m e­
rika'da kullanılan en yaygın harita, Am erika Birleşik Devlet-
leri’ni dünyanın merkezine yerleştirip A sya kıtasını ikiye bö­
len haritadır. Bugün, en yaygın olarak kullanılan dünya hari­
tası Batı A vrupa’yı ortada gösterendir. M ercator projeksiyo­
nuna* dayanarak bu harita dünya im gemizi sistem atik bir bi­
çimde çarpıtıyor: Avrupa, A sya’nın diğer iki yarım adasıyla
-b ö lü n m e öncesi H indistan ve G üneydoğu A sy a - yaklaşık
aynı alana sahip olm asına rağm en A vrupa’ya kıta denirken
Hindistan, yarım adadır yalnızca ve G üneydoğu A sya’ya bu
ad bile verilmez; bunun dışında M ercator projeksiyonunda en
çok indirgenen bölge A frika’dır.
"B atr’nm uygarlık tarihi, Avrupa em peryalizm iyle birlikte
on dokuzuncu yüzyılda m uzaffer bir doruğa ulaştı. Rönesansı
izleyen yüzyıllarda küresel bir hakim iyete dönüşen m odem
bir gücün seyir yerinden yazılan uygarlık tarihi, "Batı"ya za­
man içinde yara bere almadan yol alan bir kim lik verdi. Bu
bakış açısından "Batı," küresel sahnenin m erkezini işgal etti
ve "Doğu" dış sınıra yerleştirildi. A vrupa merkezli tarih aley­
hindeki ilk eleştirinin, "Batı-dışı" konulara odaklanan alim ­
lerden gelmesi şaşırtıcı değildir.
Geleneksel anlatıda, Chicago Ü niversitesi tarihçisi Mars-
hall H odgson’un anlattığı gibi, "tarih ‘D oğu’da başladı" ve
"meşale sonra sırasıyla Yunanistan ve R om a’ya ve en sonun­
da da, ortaçağ ve m odem hayatın geliştiği kuzey batı A vru­
pa’nın Hıristiyanlarına geçirildi."

* M ercator projeksiyonu: Gerard de Cremer adındaki F lem enk bir coğraf­


yacının geliştirdiği bir projeksiyon sistem idir. Bu sistem i d enizcilerin y o l­
culuklarında güvenerek kullanabilecekleri bir harita yapm ak için oluştur­
muş ve soyadının L atince karşılığı olan M ercator adını verdiği projeksi­
yon sistem i ile ilk haritasını 1569 yılında üretmiştir.
M ercator projeksiyon sistem inin esası, yeryüzünün izdüşüm ünü ekvatora
teğet bir silindir üzerine düşürm eyi öngörür. Silindir açıldığında bir düz-
lem -küre haline gelir, düzlem -k ü red ek i m erid yen ler ve paraleller artık
çem ber biçim inde değildir.
Tüm paralel ve m eridyenler birbirlerini dik açıyla kesen doğru çizgilere
dönüşm üşlerdir. Kutuplar artık iki nokta olm aktan çık m ış, ekvatora para­
lel iki çizg i haline gelm işlerdir. Bu nedenle, M ercator sistem inde en lem ­
leri yüksek olan b ölgeler olduklarından g en iş görünürler.
Hodgson, dünyanın "Batı" ve "Doğu", "Avrupa ve Asya"
olarak bölünmesinin, ya büyük m etinler ya da büyük anıtlar­
dan yoksun olduğu için tarih ve uygarlıktan yoksun -Y ale ta­
rihçisi Christopher M iller’in sözleriyle "boş bir karanlık"- ol­
duğu iddia edilen üçüncü bir bölümü dışladığını eklemeliydi.
Bu boş karanlık A frika’yı, Kolomb öncesi Amerikaları ve Pa­
sifik ülkelerini kapsıyordu, elbette bu am açla A sya’ya ait ola­
rak sınıflandırılan M ısır ve Etiyopya bunun dışındaydı. Diğer
bir deyişle, "Batı" düşüncesi, iki dış sınır çizgisi boyunca
uzanıyordu: "Doğu" bariz bir şekilde görünürken Afrika ve
diğerleri, yalnızca tarihsel ve karanlık bir boşluğa atılıverildi.
M arshall H odgson, İslam a odaklanan B atılı çalışm alara
karşı çıkmayı hayat boyu sürecek bir projeye dönüştürdü. Is-
lamın Serüveni (The Venture o f İslam ) adlı üç ciltlik klasik
çalışmasına, tarih boyunca "Batı" düşüncesinin en azından üç
kere nasıl değiştiğini göstererek başladı. "Batı", "ilk başta ve
doğru olarak Roma imparatorluğunun batısına ya da Latince
kullanan yarısına", "yani, batı Akdeniz ülkelerine" bir gön­
dermeydi. İlk değişimden sonra terim, "genel olarak batı Av­
rupa ülkelerine" gönderm e yapm aya başladı. Ama bu basit
bir genişleme değildi, çünkü "M üslüm anlaşan batı Akdeniz
ülkelerini" dışlıyordu. İkinci değişim, Batı Avrupa ülkelerin­
den halklara yöneldi, böylece deniz aşırı yerleşim ler dahil
edildi. Sonra da "Batı" tanım ı, "bütün A vrupa H ıristiyanlı-
ğ ı'n ı içerecek biçimde daha da uzatıldığında üçünü değişim
m eydana geldi. İkinci değişim , küresel bir Batı A vrupa’ya
gönderme yaparken üçüncü genişleme, hem batı hem de do­
ğuyu kapsayan küresel bir A vrupa’ya gönderm e yapıyordu..
Böylece, "Batı" ile ilgili düşünce, coğrafik bir konumdan ya­
şadıkları yer ve burada ne kadar süre yaşadıklarından bağım­
sız olarak, Avrupa kökenli bütün insanları kapsayan ırka da­
yalı bir düşünceye doğru gelişti.
Batı uygarlığının kendine yeten bir tarihi olabilir mi? Ta­
rihçiler, bilim in gelişm esinden toplum un gelişm esine kadar
uzanan birçok alanda bu iddiayı budayıp durdular. Hodgson
daha önce "B atı"nm "bilim "le özdeşleştirilm esinin İslam ın
klasik çağındaki A rapça yazan bilim adam larının yalnızca ye­
rinde saydıklarının varsayıldığı bir saçm alığa yol açtığını be­
lirtti. Bilime herhangi özgün bir katkı sunmaktan çok m eşale­
yi yukarıda tuttukları varsayılıyordu yalnızca - ta ki bu m eşa­
le "Batı"ya geçinceye kadar. A rapça yazan bilim adamlarının
ana rolünün, klasik Yunan bilimini koruyup bunu Rönesans
A vrupa’sına geçirmek olduğunu ileri süren düşünce, Thom as
K uhn’un Rönesans biliminin ortaçağ bilimiyle örnek bir ko­
puşu ve antik bilimiyle tekrar bağlanmayı temsil ettiği iddi­
asıyla güçlendirildi. Kuhn örnek kopuşu K opem ik’in yapıtıy­
la ilişkilendirirken bilim tarihindeki son yapıtlar bu varsayı­
ma karşı çıkıyor. Birikmiş bulguların sağladığı avantajla, iki
seçkin bilim tarihçisi O tto N eugebauer ve N oel Svverdlovv,
yapıtları Arapça yazılı, "on beşinci yüzyılda başta İtalya ol­
mak üzere A vrupa’ya Bizanslı Yunanlı aracılar yoluyla ula­
şan" "kuzey batı İran’ın Maragha* gözlemeviyle ilişkili astro-
nomcuların" etkisini araştırdılar. A rtık bir klasik haline gelen
1984 yılına ait, K opernik’in m atem atiksel astronom isi hak-
kındaki yapıtlarında şu sonuca vardılar: "G erçek anlam da

* İslam uygarlığının bilim sel alanda en ö n em li gelişm elerinden biri M a­


ragha gözlem evin d e yaşanm ıştır. 11. yüzyılda, İbn el-H aytam ile başlayan
tartışmalarda, H elenistik d önem de yaşayan B atlam yu s’un (P tolem y) "Al-
m agest"’te öne sürdüğü, D ünya m erkezli g e zeg en sistem inin yanlış o ld u ­
ğu iddia ediliyordu. Bu tartışma el-U rdi, el-T u sî, Şirazlı Kutbeddin ve İbn
el-Şatir gibi isim leri de içererek sürdü. 14. yü zyıld a İbn el-Şatir ile son u ç­
lanan bu g e lişm e , g e z e g e n sistem in in B a tla m y u s’un ö n e sürdüğü gibi
D ünya m erkezli d eğil, G üneş m erkezli olduğunu söylüyordu. B u sistem ,
yaklaşık 200 yıl sonra K o p e m ik ’in G üneş m erkezli sistem i ile hem en h e­
m en aynı idi. Pek çok tarihçinin, K opernik’in M aragha okulunun g ezeg en
sistem inden haberi olduğundan şüp h elen m esin e rağm en, bu yönde bir ka­
nıt ele geçm em iştir.
K opernik, sonuncusu olm asa bile ‘M aragha O k u lu ’nun en
önem li takipçisi olarak görülebilir." B ilim in çağdaş tarihi,
anatom i (kanın akciğerde dolaşım ı) ve m atem atik (ondalık
kesirler) gibi başka alanlarda benzer yeniden düşünmeler gös­
terir. Bilim tarihindeki boşluk, daha büyük bir tarihsel uçuru­
ma işaret ediyor: R önesans’ın tarihsel olarak araştırılmasında
E ndülüs’ün yeri -yaniA rapça yazan Ispanya’nın.
A vrupa merkezli tarihin iki dış sınır çizgisi oluşturduğunu
gördük: Biri görünür ve diğeri görünmez olan. Görünmez dış
sınırın bir kısmı A frika’ydı. B atı’nın kendi başına ayakta du­
ran tarihini üreten aynı siyasi proje, A frika’nın da kendi başı­
na ayakta duran bir tarihini üretti. "Batı” ile ilgili düşünce gi­
bi Afrika ile ilgili olan da ırkçılaştırılm ış bir nesneye dönüş­
türüldü. Fark, A frik a ’nın y üceltilm ek yerine alçaltılm ası,
Sahra’nın güneyindeki ülke olarak, kıtanın bu bölgesinin köle
ticareti sırasında yakılıp yıkılmasıyla eşzam anlı bir biçimde,
yeniden tanımlanmasıdır. A frika’nın ırkçılaştırılmış aşağılan­
masını sorgulayan bilginler, aynı zam anda Avrupa merkezli
tarihin üretimini de aşındırdılar.
Afrika tarihinin üzerinde yeniden düşünme, Uygarlığın A f­
rika Kökeni (The African Origin o f Civilization) adlı baş ya­
pıtını 1960’lı yıllarda yazan Senegalli bilgin Cheikh Anta Di-
op ’la başladı. Diop, zam anın Afrika nüfusunun kabaca dörtte
birinin yaşadığı Firavun M ısırı’nın tarihini ortamından, özel­
likle güneydeki N ubia’dan, çıkarmaya çalışan, böylece de an­
tik M ısır’ın Afrikalı tarihsel kimliğini reddeden ırkçı eğilimi
sorguladı. Diop, Avrupa merkezli geleneğin üzerine titrediği
özü, Y unanistan’la R o m a’yı "B atı"nın ölüm süz bileşenleri
olarak biçim lendirm ekle kalm ayıp aynı zam anda M ısır’ı ta­
rihsel kimliğinden eden klasikleri hedefledi. Klasiklerin araş­
tırılm asında M ısır, çifte bir kayıpla karşı karşıyaydı: Antik
çağda Y unanistan’la bağı, dışsallıkla rastlantısallığa indirgen­
miş ve A frika’da yer almasının tarihsel önemi yadsınmıştı.
D iop’un çalışması, Britanyalı bilgin M artin B ernal’ın de­
vasa iki ciltlik, Kara Athena: Klasik Uygarlığın Afrika-Asya
Kökenleri (Black Athena: Afroasiatic Roots o fC la ssica l Civi-
lization) adlı yapıtını dayandırdığı temeli sağladı. Bernai, Mı-
bir biliminin ana geleneğinin on dokuzuncu yüzyıl em perya­
list, özellikle, Alman düş gücünde kök salmış olan ulus ötesi
Batı düşüncesince nasıl şekillendirildiğini gösterdi. Bernai,
bu em peryalist düş gücünü, Yunanlıların kendileri hakkında,
özellikle de Firavunların M ısır’ına karşı tarih ve uygarlık açı­
sından borçlu olduğu konusundaki söyledikleriyle karşılaştır­
dı. Özellikle de, Yunanlıların, kendi uygarlıklarının güneyden
gelen M ısırlılaran işgalinin bir sonucu olduğu konusundaki
düşüncelerinin, Avrupalı em peryalist düş gücünde klasik Y u­
nanistan’ı kuzeyden gelen bir Ari işgalinin ürünü olarak ta­
nım layacak biçim de nasıl tersine çevrildiğini gösterdi. B er­
nai, ilk başta M ısır’ın bir sömürgesi olan Y unanistan’ın, ön­
celeri Afrika, Finike ve Yahudi, daha sonra da kuzey A vru­
p a’dan gelen çeşitli etkilerin bir karışımı olduğunu da belirt­
miştir. Erken dönem klasik M ısır, bir Afrika uygarlığı olarak
ele alınırsa, klasik Y unanistan’ın -A v ru p a’dan daha ç o k - bir
Akdeniz uygarlığı olarak kabul edilm esi daha doğrudur.
Edward Said, "O ryantalizm ’in başlıca dogm aları"nı aynı
adlı m uhteşem çalışm asında özetledi. îlk dogm a, "Batı"yı,
"ussal, gelişm iş, insancıl [ve] üstün" olarak resm eden aynı
O ryantalist tarihlerin "D oğu"yu, "sapkın, gelişm em iş [ve]
aşağı" olarak karikatürize etmesidir. Bir başka dogma, "Do-
ğu"nun yaşam ın değişen taleplerine yanıt vererek değil de
kutsal kitaplarda yazılan belli ku rallara göre yaşam asıdır.
Üçüncü dogma, "D oğu’nun ebedi, tek tip ve kendini tanım la­
maktan yoksun olduğunu; bu nedenle de Batılı bir açıdan D o­
ğuyu tanımlamak için oldukça genelleştirilm iş ve sistematik
bir söz dağarcığının kaçınılm az ve bilim sel olarak ‘nesn el’
olduğunun varsayılm asını" em retm ektedir. Son dogm a da
"D oğu’nun temel olarak ya korkulacak (Sarı Tehlike, Moğol
sürüleri, kara egem enlikler) ya da (barıştırm a, araştırm a ve
geliştirme, mümkün olan her anda derhal işgal yoluyla) kont­
rol edilecek bir şey" olmasıdır.
Uygarlıkları ayrı olarak betimleyen ve uygarlık tarihlerini
özel coğrafyalar ye yönetim biçimleriyle tanımlayan iddialar­
dan kuşkulanm ak için bir sürü neden vardır. İnsan uygarlık
ve iktidar arasında ayrım yapmak zorundadır. Tam da doğru­
sal zaman boyunca kesintisiz bir "Batılı uygarlık" düşüncesi,
yalnızca Batı olarak bildiğim iz gücün seyir yerinden ortaya
çıkan bir fikirdir. Bu gücün hem bir coğrafyası hem de bir ta­
rihi vardır: Bu tarih, 1492’den başlayıp köle ticareti ve sö­
mürgecilik asırlarından geçip Soğuk Savaş ve sonrasına kadar
uzanır.
Batı uygarlığın tarihi gibi Arapların tarihi de, belli siyasi
gündem lere bağlanmıştır. Zam an zaman bu tür bir tarih "İs-
lam"ın tarihi olarak kabul görür, tıpkı "Batı"nın tarihinin ço­
ğu kez "Hıristiyanlık"ın tarihi olarak kabul görmesi gibi. Bu­
rada da eğilim, kültürel kim liklerin siyasileşmesi ve yasa ta­
rafından tanımlanan kim likler edinmesi yönündedir.
Fransa Kuzey Afrika sömürgelerinde, "Berberi" ve "Arap"
arasında yasal bir sınır çizdi. "Berberilere" "geleneksel bir ya­
sa" (dahir) ve "Araplara" dinsel bir yasayla hükm ederek ve
"Berberi" ve "Arap"ı önce yasal, ardından da siyasi olarak
karşılıklı birbirini dışlayan kim liklere dönüştürdüler. Buna
karşı gelen m illiyetçi yanıt, "Arap" kim liğini som utlaştıran
bir geri tepmeydi gerçekte, öyle ki "Araplarla Berberiler ara­
sında herhangi bir ayrımı kabul etmek, Fransa'nın ulusu etnik
bölgelere bölme sömürgeci çabasına katılm a riski taşıyordu."
Bu yanıt, O ryantalist kültürün siyasetle yüklenen dünyasını
tepetaklak etti, ama değiştirmeyi de başaramadı.
K im in Berberi olduğu kim in olm adığı -v e bugün F as’ın
nüfusunun yüzde kaçının Berberi o ld u ğ u - sorusunun, artık
son derece siyasi bir soru olması şaşırtıcı değildir. Fas nüfu­
sunda B erberilerle ilgili B B C ’nin yüzde 6 0 ’tan fazla" iddi­
asından Berberi bilgini Fatima S adiqi’nin "yüzde 4 5 ’ten az"
ve aktivist bilgini Salem C haker’in "yaklaşık yüzde 40" ara­
sında değişen çok farklı tahminleri başka türlü nasıl anlayabi­
liriz? Siyasi ve kültürel kim likleri eşleştirm enin sorunların­
dan biri de her şeyin çok fazla tek boyutlu hale gelmesidir.
A laşım lı kültürel gelişm elere, sanki tek bir kaynaktan çıkı-
yorlarmış gibi bir kimlik, Arap kim liği, verilir. A rapça konu­
şan Kuzey A frikalı B erberiler böylece "Araplara" ve Sene-
gambiyalı başlıca Berberi hanedanlıklarının İspanya fethi de
bir "Arap" fethine dönüşür.
Geleneksel Arap uygarlık tarihi, en etkili biçimde A frikalı­
ların kendilerince sorgulanm ıştır. 1972’de -h a le n söm ürge
sonrası A frika tarihinde en uzun iç sa v a ş- Sudan iç savaşı
Addis A baba’daki m üzakere edilen anlaşm anın konusuydu.
İç savaşa dahil olanların hepsi (kuzeydeki güç, güneydeki asi­
ler ve herhangi bir tarafın arkasında duran yabancı devlet ve
çıkarlar dizisi), iç savaşın kuzeydeki "Arapları" güneydeki
"Afrikalılara" karşı çarpıştırdıklarını kabul ediyorlardı. Siyasi
rakiplerin iki farklı kültürel kimliği, yani "Arap" ve "Afrika­
lı" kimlikleri, temsil ettiği varsayım ına; koalisyon hüküm eti
iktidara geldiğinde D ışişleri B akanlığı'nı kontrol eden bir
grup k u zeyli ve g ü n ey li S u d an lı e n te le k tü e l k arşı çık tı.
1973’te yazılan ve Afrika Birliği Teşkilatına (OAU) onuncu
yıldönümünde sunulan bir kitapta, Sudan’ın kültürel tarihini
siyasi tarihinden ayıran tamamen farklı bir bakış öne sürdü­
ler. On beşinci yüzyıldan sonra S u d an ’ı yöneten iktidarın,
kendini "Arap” olarak tanımlamış olması, dönem in kültürünü
"Arap" olarak tanım lam ak için bir neden değildi. Bunu ya­
panlar, Sudan kültürünün yerli Sudanlıların yabancı Araplara
tek taraflı asim ilasyonunun ve köklerinden koparılm alarının
bir sonucu olduğunu varsayıyorlardı. Bunun yerine yazarlar,
bu kültürün karmaşıklığının, çoklu ve farklı içeriklerinin çok
yönlü bir "bütünleşm e"nin sonucu olarak en iyi anlaşılabile­
ceğini ileri sürüyorlardı.

K uzeydeki A frikalı-A rap bütünleşm esini "A raplaştır­


ma" olarak tanım lam a eğilimi vardı. Arap kimliği sim ­
gelerinin, özellikle dillerinin ve dinlerinin, Afrikalı eş­
değerlerinin üzerine ve üstünde vurgulanmış olması öl­
çeğinde, bu tanım lam a, haklı çıkarılabilir, am a süreç,
"Araplaştırma" teriminin yeterince yansıtacağından çok
daha fazla bir alışv eriş içeriy o rd u . A rap unsurunun
önemli bir ölçüde Afrikalılaştırılması da gerçekleşmiştir.

Siyasi kim likler tek olsalar bile, kültürel kim liklerin biri­
kerek artma eğilimi vardır.
Değişen siyasi gündem lerin sonucu olarak kim likler deği­
şiyor ve tarihler yeniden yazılıyor. İç çatışmaların sonuçları,
çoğu kez her biri istikrarsız bir siyasi bağlam içinde m ücade­
le eden ve bir gücün görüşünü temsil eden çatışan tarihler su­
nar bize. Düşm anlar tek bir siyasi topluluk içinde birlikte ya­
şamayı başardıklarında -1 9 7 2 ’de A raplarla Afrikalıların Su­
d a n ’da, Hutu ve Tutsilerin soykırım sonrası R uanda’da ya da
siyahlarla beyazların apartheid sonrası Güney A frika’da yap­
tıkları g ib i- yeni bir tarih ihtiyacı acil bir biçimde duyulm ak­
tadır. Bu yerlerin hiçbirinde hazır bir tarihin olmaması hiç de
şaşırtıcı değildir.
"B atı'nın tarihi de, H olocaust’tan (Yahudi soykırımı) son­
ra esaslı bir düzenlem eden geçmişti. Holocaust sonrası tarih­
te, Y ahudilik yeniden oluşturuldu ve Y ahudi halkı, A vru­
p a’da yaşayıp göze batan diğer bir halk olm aktan çıkıp Avru­
p a’ya dahil bir parça oluverdi. Holocaust sonrası "Yahudi-Hı-
ristiyan" uygarlık fikrini, A vrupalı Y ahudileri dışlayan bir
Hıristiyan uygarlık hakkındaki, eşit derecede kök salmış, Ho-
locaust öncesi fikirlerle karşılaştırın. Örneğin, on dokuzuncu
yüzyıl Fransız dil bilgini Ernest Renan, Samileri Kafkaslılar-
dan şu biçimde ayırıyor:

Sami ırkı her açıdan, basitliği nedeniyle, bize eksik bir


ırk görüntüsü vermektedir. Bu ırk -b u benzetmeyi kul­
lanacak olursam - Hint-A vrupa ailesi için, bir kalem es­
kizinin bir resim için taşıdığı anlam ı taşıyor, m ükem ­
melliğin koşulu olan hayatın çeşitliliğinden, bolluğun­
dan, refahından yoksun. M utlu bir çocukluktan sonra,
en alelade cinsel gücü elde edecek kadar az doğurganlı­
ğa sahip bireyler gibi Sami ulusları, ilk çağlarında en
büyük gelişmeyi yaşam ışlar ve gerçek olgunluğa ulaş­
mayı asla başaram amışlardır.

Yahudiliği ve Yahudileri, Batı tarihine ve Batı uygarlığına


tekrar yerleştiren İkinci Dünya Savaşından sonraki bakış açı­
sındaki değişiklik, bilinçteki ani ve köklü bir değişikliğe işa­
ret ediyor. Y ahudi-H ıristiyan uygarlık fikri, Holocaust sonra­
sı Yahudi düşm anlığına karşı bir panzehir olarak ortaya çık­
mıştır. Aynı şekilde, dini bir kim lik olan fundam entalizm ile
modern iktidar biçim leriyle doğrudan bir ilişki sonrası oluşan
siyasi Hıristiyanlık ve siyasi İslam gibi dini dili kullanan si­
yasi kim likler arasında bir ayrım yapm ayı öneriyorum.

Modernlik, Fundamentalizm ve Siyasi İslam


"Fundam entalizm ”, aslında A B D ’de 1920’li yıllarda Protes­
tan çevrelerde icat edilen bir terim dir. M uhafazakarlık gibi
fundamentalizm de sahneye geç çıkmıştır. Nasıl ki m uhafaza­
karlık, m odem öncesi zam anlara bir geri dönüş değil de Fran­
sız D evrim ine karşı bir siyasi yanıt ise fundam entalizm de,
değişen siyasi ortam larına din içinde bir tepkiydi. 1920’lerde
A m erika’da ortaya çıkan H ıristiyan fundam entalizm iyle II.
Dünya Savaşı'ndan sonra A m erika’da ortaya çıkan bir olgu
olan siyasi Hıristiyanlık arasında bir ayrım vardır.
Fundam entalist bir İslam ’dan söz etmek, en azından ana
akım Sünni İslam için yanıltıcıdır. Ana akım İslam, tarihi Hı­
ristiyanlığın tersine, laik bir devlet hiyerarşisine koşut bir din­
sel hiyerarşi geliştirm ediği için, laiklik sorunundan yoksun­
dur. "Fundamentalizm", gerçekten de bir dinsel hiyerarşi ge­
liştirm iş olan Şii İslam biçim lerine uygulanabilir. Bu kitap,
dinin dilini konuşan siyasi hareketlere odaklandığında bu ha­
reketleri, İslam cı fundam entalizm olarak değil siyasi İslam
olarak adlandıracaktır.
Bu kitap, ayrıca, "dinsel fundam entalizm "den siyasi bir sı­
nıflama olarak söz eden ve onu "siyasi terör"le ilişkilendiren
yazarları da sorgulayacaktır. Dinsel bir olgu olarak "funda­
mentalizm", en iyi şekilde siyasi Hıristiyanlık ve siyasi İslam
olarak tanım lanan siyasi gelişm elerden ayrılm alıdır. Dinsel
"fundamentalizm", siyasi değil bir karşıt kültür hareketine ya­
kındır. Bu tür hareketlerin hepsini "fundamentalizm" terimini
kullanarak betimlemenin getirdiği sorun, kökten farklı tarih­
sel ve siyasi bağlamlarda oluşturulan hareketleri eşitlem e eği­
liminde olm ası ve dinsel doktrinde şiddetin yeri dahil dokt­
rinlerin aralarındaki farkları çarpıtm asıdır. İşte bu nedenle,
Hıristiyan "fundamentalizminin" ortaya çıktığı tarihsel bağla­
m ı açıklayıp onu siy asi H ıristiy an lık tan ay ırd ık tan sonra
"fundamentalizm" terimini İslam ya da diğer dinler arasında­
ki karşıt kültür hareketlerini betimlemek için kullanm ayaca­
ğım. Ayrıca, dinin dilini konuşan her siyasi hareketin potansi­
yel olarak bir terör hareketi olduğu yaygın varsayımı da sor­
guluyorum.
Siyasi bir hareketin doğası hakkındaki ipucu, dilinde değil
gündeminde görünür. Nasıl ki Amerika, İkinci Dünya Sava­
şından sonra siyasi H ıristiyanlığın ortaya çıkışı, vatandaşlık
hakları ve Hıristiyan sağın hareketleri gibi çeşitli hareketler
ürettiyse Soğuk Savaş sırasında siyasi İslam m ortaya çıkışı da
çeşitli, hatta çelişkili, siyasi gündem lere sahip hareketlere yol
açtı. Ilımlı hareketler, m evcut siyasi bağlam içinde sosyal re­
form için örgütlenip ortalığı karıştırırlar. Radikal hareketler,
m evcut siyasi durum un sosyal reform un ana engeli olduğu
sonucuna vardıktan sonra devlet iktidarını kazanm ak için ör­
gütlenirler. İki tür radikal hareket vardır, biri toplum odaklı­
dır diğeri de devlet odaklı: Toplum odaklı radikaller, toplum ­
daki dem okrasi sorununu devlete bağlarken, devlet odaklı ra­
dikaller, devlet sorununu toplumdaki dem okrasi pahasına be­
lirlerler. İslamcı siyasi terörün öncüsü olan, devlet odaklı si­
yasi İslamdır.

Hıristiyan Fundamentalizmi
ve Siyasi Hıristiyanlık
"Fundam entalizm " terim ini, 1920 yılında R ahip Curtis Lee
Laws icat etti ve "inancın ilkeleri için kutsal savaşı" yapma
andı içen Baptist ve Presbiteryen arkadaşlarınca da saygın bir
terim olarak hemen kabul gördü. Karen Armstrong, bu olguyu
hızla büyüyen bir dizi Amerikan tartışm ası içine yerleştirdi;
bu tartışm alar, İncil m etnine bağlılığın geçerliliği hakkında
olup bu görüşü destekleyen gitgide güçlenen ve kökleşen m u­
hafazakar C um huriyetçiler tarafından üstlenildiler. 1910’da
Princeton P resbiteryenleri, K utsal K ita p ’m yanılm azlığını
temsil eden beş dogma tanımladılar: (1) Kutsal K itap’ın ya­
n ılm a z lığ ı, (2) İ s a ’nın B ak ire M e ry e m ’d en d o ğ u şu , (3)
İsa’nın çarm ıhta günahlarım ıza karşılık kefaret ödem esi, (4)
yeniden dirilişi ve (5) mucizelerinin nesnel gerçekliği. 1910
ilâ 1915 yılları arasında İlkeler (The Fundam entals) adıyla bir
dizi on iki ciltsiz kitapçık yayınlayıp A m erika’daki her rahip,
profesör ve ilahiyat öğrencisine üç milyon kadar kopya dağıt­
tılar. Sonraki adım ları, liberalleri kovm aya çalışm aktı; en
korkunç kurumsal savaşlar, fundam entalistlerin en güçlü ol­
duğu yerde, Baptistlerle Presbiteryenler arasında yapıldı.
K aren Arm stroiıg, fundam entalizm in, m odern öncesi bir
kültüre doğru bir gerileme değil, uygulanan laik bir modernli­
ğe yanıt olduğu gözlem iyle fundam entalizm le ilgili tarihsel
tartışmasını sona erdiriyor. Diğer bir deyişle, modernlik olma­
dan fundamentaliz olamazdı. Ayrıca, fundamentalizm, dinler
arasında değil din içinde bir mücadele olarak, dinsel muhafa­
zakarların saldırgan bir laik güç barındırdıklarını düşündükleri
liberal din biçimlerinin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır.
19. yüzyılın sonunda başlayan bu tartışmalar, hızla A m eri­
k a ’nın kurum sal alanlarında, yani üniversitelerde ve devlet
okullarında, ilahiyat fakülteleri ve kiliselerde, seçimlerde ve
basında, m ahkem elerde ve yasam a m eclislerinde iktidar ve
etki elde etme savaşlarına döndü. Sonuç, karışık ve dengesiz­
di: fundamentalistler, bazı eyaletlerde bazı yasal zaferler ka­
zandılar. Ardından 1925’te Tennessee yasama meclisi, devlet
okullarında evrimi öğretmeyi suç kılan bir yasa kabul ettiğin­
de tam bir zafer kazandılar. Birkaç ay sonra, genç bir biyoloji
öğretm eni John T. Scopes, dinsel geleneğe karşı konuşma öz­
gürlüğü adına bir eylemde bulunm aya karar verdi ve biyoloji
dersinde okul m üdürüne vekalet ederken kanunu ihlal ettiğini
m ahkemede itiraf edip bu kanunun sorgulanmasını sağladı.
Tem muz 1925'de mahkemeye çıkarılan Scopes, Amerikan
Sivil H aklan Birliği'nin (ACLU) gönderdiği büyük rasyona­
list avukat Clarence Darrow tarafından savunuldu. Kanun ta­
rafında, okullarda evrimi öğretm eye karşı çoktan bir haçlı se­
feri başlatmış ünlü Dem okratik siyasetçi ve Presbiteryen lide­
ri W illiam Jennings Bryan bulunuyordu. Scopes davası, libe­
ral dem okrasinin önemli ilkelerini ortaya koymakla kalmadı,
aynı zam anda modern Batı düşüncesindeki ayrımın da kam u­
oyunda tartışılmasına yol açtı. Darrow, konuşm a özgürlüğünü
temsil ettiğini iddia ettiğinde Bryan, sıradan halkın anladığı
biçimde "sağduyu"yu savundu. Darrow ilerlem eyi savundu­
ğunda Bryan, Darwinci ilerleme kuram larıyla Birinci Dünya
Savaşının katliam ında ortaya çıkan Alman militarizmi arasın­
da bir bağlantı olduğunu ileri sürdü. A m erika Birleşik Devlet-
leri’ni dolaşarak yaptığı "Darvvinizm Tehdidi" adlı konuşm a­
sıyla bilinen Bryan, güçlünün hayatta kalabileceği ya da kal­
ması gerektiği düşüncesinin "tarihteki en kanlı savaşın teme­
lini attığını" iddia etti. "Askerleri öldürm ek için zehirli gazlar
imal eden bilimin, aynı zam anda insanın atalarının vahşi ol­
duğunu vaaz ettiği" bununla kalmayıp "mucizeleri ve doğaüs­
tü olayları In cil’den yok ettiği" konusunda uyarıyordu. Son
çözüm lem edeyse dava, tarihsel "Tanrı ile Bilim arasında bir
yarış" olarak halka açık bir gösteriye dönüştü.
Darrow tarafından tanık kürsüsüne çıkarıldığında Bryan,
In cil’in sözcüğü sözcüğüne yorum unun -ö rn eğ in dünyanın
altı bin yaşında olduğu ve altı günde yaratıldığı düşüncesi­
n in - olanaksız olduğunu kabul etmeye zorlandı. Bryan kam u­
oyu önünde küçük düşürülm üştü ve davadan birkaç gün sonra
öldü, D arrow ’sa, "berrak rasyonel düşüncenin kahram anı"
olarak ortaya çıktı. Fundam entalistler yasal savaşı kazanmış
olmalarına rağmen kültürel savaşı kaybetm işlerdi. Jerry Fal-
vvell’in Kitabı: Fundam entalist D il ve Siyaset (The Book o f
Jeıry Falwell Fundam entalist Language and Politics) adlı ki­
tabı yazan Susan Harding, modernliğin zaferinin aynı zam an­
da "fundam entalizm in" bir karikatürünü de içerm esini yo­
rumluyor:

A m erika’da m odern bakış açısı, kısm en m uhafazakar


Protestanları Fundam entalist olarak karikatürize etm e­
sinden ortaya çıktı. M odern "biz"i olanaklı kılan ”on-
lar"dı. Onları m antıkla ikna edem ezsiniz. İn cil’in ger­
çekten doğru olduğuna inanıyorlar. Geleneklere yapışı-
yorlar. Hızlı sosyal değişime karşı tepki veriyorlar. M o­
dem bir dünyada hayatta kalam azlar. ... Scopes dava­
sından önce, zıt Fundam entalist ya da M odern terim le­
rinden hangisinin kazanacağı ve hangisinin kaybedece­
ği, hangisinin üstün ve hangisinin alçak, hangi terimin
evrensellikle geleceği ve hangisinin geçmekte olan artı­
ğı temsil edeceği belli değildi.

Fundam entalist.olmakla suçlanan m uhafazakar Protestan-


lar, Amerikan kamu hayatından sürgün edilmelerinin başlan­
gıcını oluşturan Scopes davasının sonucuyla küçük düşürül­
müşlerdi. Adlarım terk ederek yeni örgütler kurdular. Sosyal
reformu, tıpkı her türlü sosyalleşme gibi, reddettiler. 1927’de
kurulan Bob Jones Üniversitesi, fundamentalist karşıt kültü­
rün tipik bir örneğiydi. Kurucusu Bob Jones, entelektüel de­
ğil, "sağduyulu H ıristiyanlık'la birlikte temel bilimler öğreten
"güvenli" bir okul isteyen bir evangelistti - her dönemde en
az bir İncil kursu, zorunlu kiliseye gitme, kampus üzerinde
ırklar arası buluşmaları yasaklayan katı sosyal kurallar ve ita­
atsizliği ve sadakatsizliği "affedilem ez günahlar" olarak ta­
nımlayan davranış kuralları istiyordu. Bob Jones Üniversitesi,
akademik onay aram amaya karar verdi, böylece öğrenci ka­
bulü, akadem ik program ve kütüphane kaynakları üzerinde
daha sıkı kontrol uygulayabiliyordu. Okula kabul edilm ele­
riyle daha da olmazsa hareketleriyle, dinsel muhafazakarların
zam anın içine takılı kalmış fundam entalistler olarak, laik bir
A m erika’da modern kültürel ve siyasi hayata uymayan m o­
dern öncesi insanlar olarak resmedildikleri laik karikatürü ka­
bul etmiş görünüyorlardı.
Dinsel muhafazakarların kamu hayatına dönüşleri otuz yıl
sürdü ve bu dönüş, iki ayrı, ama birbirine bağlı dalgayla ger­
çekleşti. Birinci dalga, İkinci Dünya Savaşının ardından ger­
çekleşti ve bu dalgaya "bu çürümüş uygarlıkta ruhları kurtar­
ma görevinin, inançları ne olursa olsun diğer Hıristiyanlarla
bir derece işbirliği gerektirdiğini" ileri sürerek fundam enta-
listlerin desteklediği ay rılık çılığ ı reddeden "evangelikler"
önayak oldular. Evangelik (müjdeci ya da incilî) hareketinin
kuruluşunu sağlayan eylem, Ö zgür Dünya Kiliseler K onseyi­
ne bağlı olan U lusal K iliseler K onseyi aynı düzeyde halka
açık bir lobi olan U lusal E vangelistler D erneği'nin (NAE)
1942’de kurulm asıydı. Televizyonun 1950’li yıllarda ortaya
çıkışıyla Billy Graham, Rex Hum bard ve Oral Roberts gibi
"televangelister", eski gezgin inancı canlandırıcı vaizlerin ye­
rine geçip kendi radyo televizyon yayıncılığı im paratorlukla­
rını ve yayınevlerini kurdular. Televangelistler, "Kongre üye­
lerini ve vaizleri hızla bir araya getiren ulusal 'kahvaltı duası
hareketini' başlattılar ve evangelist Billy Graham savaş-son-
rası ABD başkan neslinin seçtiği manevi danışm an oldu."
İkinci dalga, dinsel m uhafazakarların tarihi bir yenilgi ola­
rak gördükleri ve kürtajı bir kadının hakkı kabul eden Yüksek
M ahkemenin 1973 R o e’ye karşı W ade kararının hem en ar­
dından geldi. Vatandaşlık hakları hareketinin başında çarpıcı
ve başarılı bir biçimde kam usal hayata giren güneyli siyah ki­
liseleri örnek alarak fundam entalistler, evangelistleri gelenek­
sel ılım lılığından kurtaracak eşit ölçüde cesur bir liderlik
oluşturm aya karar verdiler. 1982 yılındaki bir konferansta
"Nebraska trajedisi" hakkında konuşan Jerry Falwell, H ıristi­
yan sağma, dinle siyasetin ayrıldığı çizgiyi kırma ve "Vatan­
daşlık Hakları taraftarlarının özgürlüklerini savunm ak için bir
cephe" oluşturm aya davet etti.
Toplum dan soyutlanm aları, neredeyse yarım asır sürm üş­
tü. "Fundamentalizmin" Amerikan kam usal hayatına dönüşü,
son derece siyasiydi ve ilk önce beyaz Protestan H ıristiyanla­
rının kitle olarak seferber edilmeleriyle ilgileniyordu. H areke­
tin en görünür liderleri, açık bir siyasi gündeme sahip örgüt­
ler oluşturm akta da kilit rolleri bulunan ulusal televangelist-
lerdi - Jerry Falwell, Jim ve Tammy Faye Bakker: Moral M a­
jority, Religious Round-table ve Christian Voice (sırasıyla,
A hlaki Çoğunluk, D insel Platform ve H ıristiyanların Sesi).
Falwell 1979’da M oral M ajority'yi kurduğunda, "fundamen­
talist Baptist kiliselerinden oluşan ağları kullanıyordu." Hıris-
tiyanları tarihi değiştirmeye davet ediyordu. "Dinle siyasetin
birbirinden ayrılm ası” fikrinin, "Hıristiyanların kendi ülkele­
rini yönetmelerini önlemek için şeytan tarafından icat edildi­
ğini" söylem işti. M uhafazakar Protestanlar, M oral M ajority
örgütüne koşa koşa katıldıklarında İn cil’e dayalı Protestan
söylem i günlük siyasetle karıştırm am a konusunda "modern
Am erika ile yapılalı sözlü anlaşmayı yırtıp attılar." Falw ell’in
M oral M ajority vaazları ağıtlar (jeremiad) olarak bilinir. Eski
A hit peygam beri Y erem ya’nın adı verilen jerem iadlar "insan­
ların ruhsal durumlarına ağıt yakar, yıkıcı sonuçları öngörür
ve coşkulu bir ahlak reformu ve uyanış talep eder." A ğıtların­
da Jerry Falw ell, kürtajı, "biyolojik soykırım ", A ID S ’i "ah­
laksızlığı onaylamasına karşılık olarak T a n n ’nın A m erika’yı
cezalandırm ası" ve "T an rı’nın kürtaj ve eşcinselliğe karşı
m utlak muhalefetini", "İncil gerçeğinin turnusol testlerinin”
bir parçası olarak tanımlıyordu.
Protestan fundamentalistler, yirminci yüzyılın son yılların­
da bazı zaferler elde ettiler. Arkansas ve Louisiana’da Yaratı-
lış’ın sözcüğü sözcüğüne öğretilm esi için okul müfredatında
Darwin evrim ciliğiyle birlikte eşit zaman ayrılmasını garanti­
leyen kanunlar çıkarılm asını sağladılar. En bilinen başarıla­
rıysa, Eşit Haklar Değişikliğinin engellenm esiydi. "Kartal Fo­
rumu" sık sık Moral M ajority ile ortak seminerler düzenleyen
Katolik lideri Phyllis Schlafly, feminizm i "bir illet", dünyanın
hasta olmasının nedeni olmakla suçluyordu. Havva T anrı’ya
k arşı gelip kendi k u rtu lu şu n u a rad ığ ın d an beri, diy o rd u
Schlafly, feminizm, dünyaya günah ve onunla birlikte "korku,
hastalık, acı, öfke, nefret, tehlike, şiddet ve her türlü çirkinlik"
getirmişti. 1973’te, gerekli olan otuz iki eyaletten otuzu Eşit
Haklar Değişikliği lehine oy vermelerine rağmen, Hıristiyan
sağın eylemcileri, bu değişimin hızını durdurmayı başarabildi­
le r Nebraska, Tennessee, Kentucky, Indiana ve Güney Dako­
ta düzenleme için önceden verdikleri oylarını değiştirdiler.
Daha 1970’li yılların ortasında G eorge Gallup, Jr., A m eri­
kalılarla dini görüşleri konusunda bir anket yapm ış ve üçte
birinden fazlasının -y a n i elli m ilyon yetişkin A m erikalıdan
fazlasının- kendilerini "yeniden doğmuş - born-again" olarak
betim lediklerini ve bunu "kendinizi H azreti İsa ’ya adadığı­
nızda hayatınızda bir dönüm noktası" yaşamış olarak tanım la­
dıklarını bulgulamıştır. Jim m y Carter, A m erika’nın ilk "yeni­
den doğmuş" (born-again) başkanıydı. Ronald Reagan İkinci­
si ve George W. Bush da üçüncüsüdür. Başkan adayı Reagan,
1980’de, Jerry F alw ell’in Thom as Road Baptist Kilisesi'nin
ev sahipliğini yaptığı U lusal Dini Y ayıncılık K ongresi'nde
konuştuğunda H ıristiyan sağını halkın önünde kucakladı. O
yıl daha sonra Hıristiyan sağı, "İsa adına W ashington" toplan­
tısı için W ashington M ail’de yüz binlerce yeniden doğm uş
(born-again) Hıristiyamn katıldığı bir yürüyüş düzenledi. Üç
yıl sonra Reagan, N A E ’ye Sovyetler Birliği'nin "bir şer im pa­
ratorluğu" olduğunu söy led iğ in d e ken d in i b eğ enm işliğin,
"iyi" ve "kötü"nün dilini Am erikan savaş sonrası siyasetine
cesaretle soktu. H o u sto n ’d ak i 1992 C u m h u riy etçi u lu sal
kongre dönem inde dinci sağ, seçm enler üzerindeki gücünü
pekiştirdiğine dair güçlü bir kanıt sundu. Parti platformu, iki
yeni ilke benimsemişti: Biri her koşulda kürtaja açıkça m uha­
lifken diğeri Dem okratların eşcinsel haklan yasalarını destek­
lemelerini alenen kınıyordu. K ongrenin açılış gecesinde yap­
tığı konuşm asında Patrick Buchanan, Amerika Birleşik D ev­
letleri’ni içeriden rahatsız edecek olan yaklaşan bir "din sava­
şına" karşı uyarıyordu. "Kültürel bir savaş bu, Soğuk Savaş
kadar ulusumuz için hayati olacaktır, çünkü bu savaş A m eri­
k a ’nın ruhu adına yapılacaktır."
Jerry Falwell, vatandaşlık hakları hareketi konusunda hak­
lı çıkmıştı: Dinin siyasete coşkulu ve başarılı bir yeniden giri­
şini temsil ediyordu. Vatandaşlık haklan ve Hıristiyan sağ ha­
reketleri, m odem dünyada siyasi Hıristiyanlığın iki farklı bi­
çimlerini resmediyorlar. Aralarındaki fark, dinsel hareketlerin
siyasetle uğraşmasının gerici bir biçimde olm ak zorunda ol­
madığını da gösteriyor.

İslamcı Reformculuk ve Siyasi İslam


Siyasi İslam yirminci yüzyılda ortaya çıkmadan çok önce İs­
lamcı reformcular, çağdaş M üslümanların karşılaştığı başlıca
m eydan okumanın sömürgecilik olduğunu anladılar. Soruyu,
on dokuzuncu yüzyıl P aris’inde Ernest R en an ’ın destekçisi
olarak bilinen Cem aleddin Afgani (1839-1897) doğrudan sor­
du. Renan, Journal des D ebats'ta (29 M art 1883) "İslam ve
Bilim" hakkında bir yazı yayınladığında Afgani, aynı dergide
ona yanıt verdi (18 M ayıs 1883). Renan, A fgani’nin yanıtın­
dan hemen bir gün sonra kaleme aldığı yeni yazısında, onun
kendisi üzerinde yarattığı büyük etkiyi kabul ederek rasyona­
list ve inançsız bir dost olarak övdü. Yazısında Renan, "erken
İslam ın ve Arapların İslamın bilim ve felsefeye düşmanlıkla
yaklaştığını itiraf ettiklerini, bilim ve felsefeninse İslam dün­
yasına ancak A rap olm ayan kaynaklardan girdiğini" iddia
ediyordu. A fgani’yse R enan’ın ırkçı varsayımlarım -A rap la­
rın ve/veya İslamın bilime düşm anca yaklaştıklarını- sorgula­
yarak ve şaşırtıcı bir biçimde modern bir durum olarak felsefe
gibi bilimin de her yerde zam anla geliştiğini savlayarak ya­
nıtladı.
Afgani, kendi ulusu İran dışında, doğudaki H indistan’dan
batıdaki F ransa’ya, ardından da M ısır’a kadar pek çok yere
seyahat etmişti. Geleneksel medrese eğitimi, fıkıh (hukuk) ile
birlikte fe lse fe ve irfanı (m istisizm ) içerm ekteydi. H indis­
tan’da yaşadığı deneyim, A fgani’yi hem m odem bilim ve m a­
tem atiğin gelecekteki önem ine ikna etm iş hem de H indis­
tan’daki 1857-58 yıllarındaki söm ürgecilik karşıtı direnişi İn­
giltere’nin vahşice bastırmasıyla karşı karşıya getirmişti. İler­
lemeyi kucaklayan on dokuzuncu yüzyıl başındaki İslam cı
düşünürler, Batı m odernliğinden büyülenme eğilim indeyken
ve İn g iltere’yle F ran sa’yı ilerlem enin iyi huylu taşıyıcıları
olarak görürlerken Afgani, m odernliğin çelişkili etkisini vur­
guluyordu. Dinsel vizyonunu, oldukça m odem bir ikilem şe­
killendiriyordu. Bir yandan M üslüm anların modern bilime ih­
tiyaçları vardı, bunu da A vrupa’dan öğrenm ek zorundaydılar.
Diğer yandan tam da bu ihtiyaç, "değersizliğim iz ve çöküşü­
müzün" kanıtıydı, çünkü "kendimizi Avrupalıları taklit ede­
rek uygarlaştırıyoruz." Afgani, bu tarihsel ikilemin m erkezi­
ni, sömürgeciliğe tabi tutulan bir toplum da konumlandırmıştı:
Modern olmak, her şeyden önce, insan yaratıcılığı ve özgün­
lüğü için dizginleri bırakm ak demekse, sömürgeleştirilmiş bir
toplum taklitle nasıl m odernleşebilirdi?
Bu durum, söm ürgecilik ve bağımsızlık hakkında bir tar­
tışmaydı. İleri görüşlü İslamcı düşünürlerin, yenilikçilik, ye­
nilenme ve değişim kaynaklarını İslamcı gelenek içinde ara­
maları şaşırtıcı değil. Hem reform cular hem de radikaller, İs-
lamın dilini konuşsalar bile, yalnızca süreklilik için değil aynı
zam anda yenilenme için de doktrinlere ve tarihe bakıyorlardı
ve böylece Batı m odernliği ve küresel hakimiyetle nasıl yüz
yüze gelineceği sorusuna farklı yanıtlar buldular. Yirm inci
yüzyılda sınırların ana hatları, üç farklı ülkede yapılan tartış­
malarla oluşturuldu: Hindistan, M ısır ve İran.
Bu süreç, Hıristiyan fundam entalizm inin ve siyasi H ıristi­
yanlığın önceki gelişm esinden tamamen farklıydı. H ıristiyan­
lıktan farklı olarak ana akım İslam , kurum sallaştırılm ış bir
dinsel hiyerarşiye sahip değildir; ruhban sınıfı vardır, ama bu
devletin hiyerarşisine koşut olarak örgütlenm em iştir. Bu ta­
rihsel farkın anlamı hakkında büyük bir tartışma vardır. Rein-
hard Schulze, laik ve dinsel hiyerarşiler arasındaki bir çatış­
ma yokluğunun, İslam ’da laiklik sorununun görülm emesinin
ve İslam cı dini hareketlerin zorunlu olarak laik karşıtı olm a­
masının nedeni olduğunu iddia etmiştir. Buna karşın Bernard
Lewis, dinselle laik arasındaki sınırın kesin çizgilerinin olm a­
m asının, İslam ’da laik düşüncenin yokluğuna işaret ettiğini
iddia ediyor. Ancak Schulze, modern İslamcı söylemin, bü­
yük ölçüde laik olduğunu, İslamcı toplumların, İslam ’a m u­
halefet etm ekten ziyade İslam içinde laik olabildikleri için,
kurtuluş ve ahirete ilişkin manevi kaygılardan çok çağdaş si­
yasi ve sosyal meselelerle ilgilendiğini ileri sürüyor.
Amerika Birleşik D evletleri’nde siyasi Hıristiyanlığın ge­
lişimi, başlıca -Jerry Falwell, Pat Robertson ve diğerleri gi­
b i- "fundamentalist" dini bir ruhban sınıfının işiyken siyasi
İslam ’ın gelişimi, H indistan’da M uhamm ed İkbal ve Muham-
med Ali Cinnah ve sırasıyla sömürge sonrası Pakistan, M ısır
ve İran’da Ebul A ’la M evdudi, Seyyid Kutb ve Ali Şeriati gi­
bi ruhban olmayan siyasi entelektüellerin işiydi. Göz kam aş­
tırıcı istisna, Ayetullah H um eyni’ydi. İran’daki laik söylem,
batı H ıristiyanlık’takine benzeme eğilim inde olmuştur, çünkü
devrim ci İran ’da ruhban iktidarı, anayasal onay aldı. Siyasi
Hıristiyanlığın öncüleri fundam entalist ruhban sınıfıyken si­
yasi İslam ın öncüleri, dinsel ulema değil, tamamen dünyevi
endişeler taşıyan siyasi entelektüellerdi. Bu da, 11 Eylül son­
rası A m erika’da en sık kullanılan terim İslam cı fundamenta-
lizmden değil de -A rap dünyasının bu hareket için yeğlediği
adlandırm ayla- siyasi İslamdan söz etmeyi daha anlamlı kı­
lan bir başka nedendir.
Dinsel ulemayla siyasi entelektüeller arasındaki ayrım, ilk
önce yirm inci yüzyılın ilk yarısında H indistan’daki anti-sö-
mürgeci harekette görülmüştür. Burada, dinsel ve siyasi m u­
hafazakarlık zorunlu olarak el ele yürümemişti: Sonunda İs­
lamcı siyasi hareketlere öncülük ederek H intli M üslüm anlar
için ayrı bir vatanı -y a n i P ak istan - savunan Ulema değil en­
telektüeller olmuştu. Bekleyebileceğim izin tersine m uhafaza­
kar ulema, laik H indistan Ulusal Kongresinin içinde kalırken
modernci laik entelektüeller, önce özerk, ardından bağımsız
bir İslamcı yönetim biçimi istediler. Ulema, kültürel ve dinsel
kimlik olarak İslam ile M üslüm anların benimseyebilecekleri
çeşitli siyasi kim likler arasında açık ayrım lar yaparken laik
entelektüeller, İslamın yalnızca dinsel veya kültürel bir kim ­
lik olm adığında ısrar ediyorlardı; İslam siyasi bir kim lik hali­
ne gelmişti.
Hindistan deneyim i, m illiyetçi politikalar talep edenlerin
her zaman ilerici olm adıklarını ve dinsel siyasi milliyetçiliği
destekleyenlerin hepsinin de gerici olm adığını ortaya çıkar­
maktadır. Bu iki kamp, dem okrasi ve otoriterizm arasındaki
çizgiyle ayrılmamıştı. Her ikisi de M üslümanların siyasi hak­
larının sözcüsü olan şair M uhamm ed İkbal ve siyasetçi Mu-
hammed Ali Cinnah, yönelim açısından açıkça laiktiler. Pakis­
ta n ’ın m anevi kurucusu olarak kabul edilen İkbal, Türkiye
1922’de O sm anlı H alifeliğini kaldırıp sonuçta devletle din
arasındaki her türlü ilişkiyi kopardığında sevinen birkaç M üs­
lüman entelektüelden biriydi. İçtihat (yasal yorumlama) kuru-
munun modernleşmesi ve demokratikleşmesini talep ediyordu:
Yasanın, ulema tarafından değil, M üslüman topluluğunun seç­
tiği bir organ, ümmet, tarafından yorumlanması gerektiğini sa­
vunuyordu. P akistan’ın siyasi kurucusu olarak kabul edilen
Cinnah, bağımsız Pakistan’ın benzer biçimde devletle din ara­
sında ayrımı ve azınlıkların haklarını korumayı garantileyen,
laik bir anayasaya sahip olması gerektiği konusunda kararlıydı.
Siyasi İslam ’da reformcu bir gündem den radikal bir gün­
dem e kayma, en iyi söm ürgecilikten söm ürgecilik sonrasına
geçiş bağlamında anlaşılm aktadır ve M ısır’daki tek kitle ör­
gütü M üslüm an K ardeşler'in tarihiyle birlikte ele alınabilir.
Örgüt, 1928 M art ayında, başkalarının yanı sıra A fgani’nin
fikirlerinden esinlenen genç bir öğretm en olan Haşan El-Ben-
na tarafından, İsm ailiye şehrindeki işçilerin eylem isteğini
duyduğunda kurulmuştu. A fgani’yi tekrarlayarak M üslüm an­
ların, "kültürel melezler"miş gibi diğer halkların yerine kendi
tarihsel ve kültürel kaynaklarından yararlanmaları gerektiğini
iddia ediyordu. El-B enna’nın oluşturduğu altı noktalı eylem
planı, kapsam lı bir refah örgütü yaratm aya odaklanıyor ve
şiddeti reddediyordu.
Örgütü, enerjilerini refahın ötesine taşıyarak silahlı m üca­
deleye ikna eden 1948’de Arap ordularının yenilgisi ve ardın­
dan da İsrail devletinin kurulmasıydı: Haşan el-Benna, Filis­
tin ’de savaşacak bir taburun oluşturulm asını istedi. K endi
"orduları, hastaneleri, okulları, fabrikaları ve girişim leri"yle
devlet içinde bir devlet olduğu söylenen örgüt M ısır’da 6
Aralık 1948’de yasaklanıp 1951’de tekrar yasallaştırıldı. Ce­
mal Abdül N asır’ın yönettiği genç subaylar, 1952’de iktidara
geldiğinde örgüt, onlara tam destek verdi. Ama kısa bir süre
sonra N asır’dan desteğini çekerek orduya siyasi parti kurma
özgürlüğünü tanım ası ve iktidarı sivil bir hükümete devret-,
mesi çağrısında bulunan grubu destekledi. Nasır, sivil bir dü­
zen isteyenleri tutuklam ak için harekete geçti; binden fazla
örgüt üyesi tutuklandı. N asır’ın hapishanelerinde, bazıları re­
form görüşlerini terk edip siyasi İslam ın potansiyel şiddet
içeren biçimini yarattılar. Reform görüşü örgütün kuruluş dö­
nem inde Haşan El-B enna’mn düşüncesiyle özdeşleştirilmişse
de radikal düşüncelere dönüş, hapishaneden yazan Seyyid
K utb’un (1906-1966) kalemiyle gerçekleşmişti. Laik bir hü­
kümet altında bu tür vahşi bir baskı görme deneyimi, M ısır
İslam düşüncesinde radikal bir yönelimin doğuşunu biçim len­
diren etkilerden biriydi. İkinci ve daha kuramsal bir etki, de­
m okratik değişim le ilgili bütün olasılıklara kendini kapatan
baskıcı laik bir devletle en iyi nasıl karşılaşılabileceği konu­
sundaki entelektüel tartışm alarda çoktan siyasi İslam için en
önem li alternatif haline gelen M arksizm -Leninizm ’den geldi.
Seyyid Kutb, radikal siyasi İslamın, bütün M üslüm anların
paylaştığı bir doktrinin ve artık cihadın baştan yeniden for­
müle edildiği görüşünü temsil eden bir hareketin entelektüel
öncüleri arasında en tanınanıdır. Radikal siyasi İslam etrafın­
daki tartışma, böylece gitgide "cihad"ın anlamı üzerine odak­
lanmaktadır. Üm m et yani M üslüm an topluluk için asıl endişe,
İslam ın beş sütunundan (rükn) bir tanesidir ve her müslüman
bu konuda görevlidir. Kuran, bir M üslümanın ilk görevinin,
yoksul halkın saygı gördüğü adil ve eşitlikçi bir toplum yarat­
mak olduğunda ısrar eder. Bu görev de, bütün cephelerde bir
cihat (sözcüğün gerçek anlam ıyla çaba ve mücadele) gerekti­
rir: M anevi ve sosyal, kişisel ve siyasi bir cihat. İslam bilgin­
leri, cihadın iki büyük geleneği arasında ayrım yapıyorlar: Ci-
had-ı ekber (büyük cihat) ve cihad-ı asgar (küçük cihat). Bü­
yük cihadın nefisle m ücadele olduğu ileri sürülüyor; kirlen­
miş bir dünyada dindar ve iyi bir şekilde yaşamak am açlanı­
yor. Ruhsal açıdan, her M üslüm anın daha iyi bir insan olma
çabasını ele alıyor. Buna karşın küçük cihat, kendini koruma
ve kendini savunm a ile ilgilidir; dışa doğru yöneltildiğinde
"kutsal savaş"tan çok Hıristiyanların "haklı savaş" olarak ad­
landırdıkları İslam cı düşüncelerin kaynağıdır. Haçlı Seferleri
çağının "kutsal savaş" fikirlerinden güçlü bir biçimde etkile­
nen m odern Batı düşüncesi, sekizinci yüzyılda İspanya’nın
fethiyle başlayarak, cihadı inançsızlara karşı bir İslam savaşı
olarak betimleme eğilim indeydi. Tom az M astnak, "Cihat, pek
de kutsal savaş olarak tanımlanamaz": "Cihat, askeri eylem in
yalnızca bir olası gösterge olduğu manevi bir doktrin çabası­
dır; haçlı seferleri ve cihat, kesinlikle, birbirleriyle karşılaştı­
rılamaz," dem ektedir. Aynı zamanda, siyasi eylem de cihada
ters değildir. İslam, ister M üslüm an ister değil, adil olmayan
bir hüküm dara karşı ayaklanmayı onaylar ve küçük cihat, bu
sosyal ve siyasi mücadele için seferberlik içerebilir.
Tarihsel açıdan, "haklı bir m ücadelenin" m erkezinde kü­
çük cihat uygulaması, İslam tarihinde seyrek ve tekil bunalım
anları olmuştur. İslam devletlerinin kurulduğu ilk asırlardan
sonra, 1980’li yıllardaki Afgan cihadına kadar müslüm an top­
luluğu seferberliğe çağıran bir slogan olarak yalnızca dört
yaygın cihat gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, on birinci yüz­
yılda Birinci Haçlı Seferinin fethi ve kıyım ına yanıt olarak
K ürt savaşçı Selahaddin tarafından gerçekleştirilmiştir.
İkinci yaygın kullanım, on yedinci yüzyılın sonlarında Ba­
tı A frika’nın Senegambia bölgesindeydi. On beşinci yüzyılın
ikinci yarısında Senegambia, A tlantik ticaret sistemiyle temas
eden ilk Afrika bölgesiydi. On yedinci yüzyılının ikinci yarı­
sında köle ticareti, Avrupalı güçlerin Afrika kıyısındaki ana
ticareti haline gelmişti. Bunun ana etkilerinden biri, günlük
yaşamdaki yaygın şiddetti. Köle satanlar arasında, bölgedeki
İslam hükümdarları da bulunuyordu. Bunalım, kuzeyden ge­
len Arap ordularıyla güneyde Avrupa köle ticaretinin genişle­
yen sınırları arasında bir kıskaçta yakalanm ış Berberi toplu-
munda en çok hissedilmişti.
M ilitan İslam , köle ticaretinin olum suz etkilerine karşı
bölgeyi birleştirm eyi am açlayan Sufi liderlerinin (m urabıt)
yö n ettiğ i bir harek et olarak başlad ı. İlk M u rab ıt S avaşı,
1677’de on birinci yüzyılda A lm oravid hareketini yaratan
bölgede gerçekleşti. Sonunda İspanya’yı fethetm ek amacıyla
A lm oravid’ler kuzeye doğru hareket ederken m urabıt’lar gü­
neye doğru hareket ettiler. İkinci M urabıt Savaşı, 1690 yılın­
da Futa Calon platosunda M üslüman devrim iyle doruğa ulaş­
tı. M ilitan İslam, kendi insanlarını Avrupalı köle tüccarlarına
satan M üslüm an aristokrasilerine karşı yapılacak cihat için
kuzeyin Berberileri ve güneyin halkları arasında yaygın bir
destek buldu. Futa C alon’daki devrim in liderleri, cihatta yer
alan generallerin her birinin başında bulunduğu dokuz eyalete
ayrılmış bir federasyon kurdular. Devrimci liderlerin sonun­
cusu 1751 ’de öldüğünde liderlik, dinsel m urabıttan ordudaki
kom utanlara geçti. Yeni askeri liderler, komşuları hedefleyen
ve köle avlayan -h ep si de cihat kisvesi altın d a- saldırgan bir
politikaya başladılar. İlk M urabıt Savaşıyla başlayan M üslü­
man devrim ler, seksen yıllık bir dönem içinde başa döndü:
Köle ticaretinin genel şiddetine karşı yaygın bir karşı çıkışı
yönetmekten, liderlerinin köle ticaretini kaldığı yerden devam
ettirdiği yeni bir devlet kurdular.
C ihadın yaygın bir şekilde "haklı bir savaş" olarak ilan
edildiği üçüncü sefer, on sekizinci yüzyılın ortasında adını,
Suudi Sarayıyla özdeşleştirilen çağdaş bir doktrine, yani Va-
habiliğe, veren M uham m ed İbn Abdül Vahab (1703-1792) ta­
rafından Arabistan yarım adasında ilan edilen savaştı. İbn Va-
h ab ’ın cihadı, sömürgeci bir ortamda, on altıncı yüzyıldan be­
ri Osmanlı kontrolünde bulunan Arabistan yarım adasında ilan
edildi. İnançsızlara karşı bir cihat değildi. Cihadın düşm anla­
rı, Sünni M üslüm an O sm anlı söm ürgeciler ve Şii "zındık-
lar"dı; oysa cihattan y ararlananlar, hırslı Suudi Sarayı ile
ufukta beliren yeni em peryalist güç Büyük Britanya arasında­
ki yeni oluşturulmuş ittifaktı.
Silahlı m ücadele olarak gerçekleştirilen dördüncü yaygın
cihat, sömürge karşıtı lider M uhamm ed Ahmed (1844-1885)
kendini 1881 yılında el-M ehdi (M esih) ilan ettiğinde ve ge­
nişlemekte olan bir Britanya imparatorluğu içinde hızla eri­
meye başlayan bir Türk-M ısır idaresine karşı destek toplam a­
ya başladığında S udan’da gerçekleşti. Bu bağlam daki cihat
mücadelesi, hem M üslüm an (Türk-M ısır) hem de gayri-müs-
lim (İngiliz) olan bir sömürgeci işgaline karşı bir savaştı. El-
M ehdi, ayaklanmanın düzenleyicisi olarak olağanüstü biçim ­
de başarılıydı. Y alnızca mızrak ve kılıçlarla silahlanmış Meh-
diciler (el-M ehdi’nin takipçileri), muharebe üstüne muharebe
kazandılar; 1885 yılında başkent H artum ’a ulaşıp Ç in’le yapı­
lan ikinci A fyon savaşının (1856-1860) İngiliz generali ve
kahram anı ve o dönemde Türk-M ısır yönetiminin valisi Char­
les G ordon’u öldürdüler. Nefret edilen bir düşm anla savaştık­
ları sürece M ehdiler, her yerde yaygın bir destek buldular.
Ama fatih el-M ehdi, farklı bölgeleri birleştirip tek bir yöne­
tim altında birleştirilm iş bir Sudan yaratm aya yöneldiğinde
söm ürgeci karşıtı koalisyon, İslam ’ın M esihçi yorum larının
Sufi (mistik) olanlara karşı üstün geldiği kuzeyde birbirleriyle
savaşan gruplarla güneyde kuzeyli köle tüccarlarından oluşan
çapulcu bir orduya bölündü. K urtuluş savaşı, köle avlarına
dönüşüp yozlaştıkça anarşi, açlık ve hastalık hüküm sürdü.
Sudan nüfusunun, M ehdi ayaklanm asından önceki yaklaşık
yedi m ilyondan 1898’de M ehdi devletinin düşüşünden sonra
iki ila üç milyona düştüğü tahmin edilmektedir. Önceki asır­
larda Suudi A rabistan ve Batı A frika’da olduğu gibi Sudan
deneyimi, yaygın bir hareketin toplanma çağrısı olarak başla­
yan aynı cihadın, iktidarda bulunanlar tarafından tersine çev­
rilebileceğini -bedelini de destekçilerinin ödediğini- göster­
miştir.
1980’li yılların A fgan cihadından önceki doksan yıl bo­
yunca silahlı bir cihat bilinmezken, radikal İslamcı düşünce­
deki bir cihat çağrısı, Soğuk Savaşın başında iki ana düşünüre
kadar izlenebilir: Y apıtları 1951’de M ısır’da yayınlanm aya
başlayan Pakistanlı gazeteci ve siyasetçi Ebul A'la M evdudi
ve Seyyid Kutb. Cemiyet-i Ulema-i Hind (Hindistan Ulema
Topluluğu) olarak örgütlenmiş ulemanın, çok dinli, yerinden
yönetilen, ama gene de birleşik bir H indistan’ı siyasi entelek­
tüellerin önderlik ettiği Pakistan’ın yaratılması talebine karşı
destekledikleri anda M evdudi (1903-1979) ortaya çıktı. Daha
önce gördüğüm üz gibi M uham m ed İkbal, M üslüm an siyasi
kim liğini bir ulus devlet açısından değil sınırsız kültürel bir
topluluk, yani ümmet, olarak düşünmüştü. İroni, Pakistan’ın
oluşturulması M üslüman vatandaşlarına kendi geleceğini be­
lirlem e hakkı tanım asına rağm en, bu hakkın onlara üm m et
olarak değil ortak bir bölgenin sakinleri olarak verilmesinde
yatıyordu. Pakistan, M uhamm ed îk b al’in olmasını istediği gi­
bi bölgesel milliyetçiliğin ve ulus devletin büyük eleştirisi ol­
mak yerine, kendi devletini inşa etm ekle m eşgul herhangi
başka bir ulus kadar sıradan bölgesel bir ulus haline gelmişti.
M evdudi, söm ürge sonrası İslam cı entelektüellere yaptığı
çağrısında bu zıtlığa dikkat çekiyor. M evdudi, P ak istan ’ın
("safların ülkesi"), Na-Pakistan (ya "henüz safların ülkesi de­
ğil" ya da "saf olm ayanların ülkesi") olduğunu iddia ediyor­
du. M evdudi için İslam cı devlet, yalnızca M üslüm anlardan
oluşan bölgesel bir devlet olamazdı; ideolojik bir devlet, İs­
lamcı bir devlet olm alıydı. Bu am acı gerçekleştirm ek için,
1941’de K araçi’de C em aat-i İslam i’yi (İslam cı Topluluğu)
kurup kendini grubun em iri olarak teyit etti.
M evdudi’rıin düşüncesinin özü, merkezi iktidar ve devlet
iktidarını ele geçirmek için son m ücadele olarak cihattı. "İsla-
mın nihai hedefini, insanın insan üzerindeki hüküm ranlığını
yok edip onu tek A llah’ın hükmü altına getirmek" olarak ta­
nımlıyordu, cihat da bu hedefin am ansız aracı olacaktı: "Sa­
hip o ld u k ların ızı- hayatlarınız d a h il- bu am aç için ortaya
koymak, Cihattır. ... Bu nedenle, size diyorum ki: Bugün A l­
lah’ın topraklarında yaygın olan yozlaşm anın kökünü gerçek­
ten kazım ak istiyorsanız, ayağa kalkıp yozlaşm ış yönetim e
karşı savaşın; iktidarı ele geçirip Allah adına kullanın. Y al­
nızca vaaz ederek bir şeyleri değiştirebileceğinizi düşünmek
anlam sızdır." (İtalikler bana ait) T üm üyle iktidar savaşm a
odaklanan M evdudi, D in ’in anlamını tümüyle laik bir biçim ­
de yeniden tanımladı: "Birinin, boyun eğm eniz gereken hü­
kümdarınız olduğunu kabul etmeniz, onun D in’ini kabul etti­
ğiniz anlamına gelir. ... Din, bu nedenle, gerçekte devlet ve
hükümetle aynı anlama gelir." Ayrıca İslamı, onu başka din­
lerle değil, ama halk egem enliği ya da monarşi ya da, her şey­
den önce, K om ünizm gibi devleti fethetm eye çalışan siyasi
ideolojilerle eşitleyerek laikleştirdi: "Mutlak bir Din, özelliği
ne olursa olsun, kendi için iktidar ister; iktidarı paylaşm a
umudu, düşünülemez. Bu ister halk egem enliği ya da m onar­
şi, ister Komünizm ya da İslam, ya da başka bir Din olsun,
kendisini oluşturm ak için hükm etm ek zorundadır. Hükmetme
gücü olmayan bir Din, yalnızca zihinde varolan bir bina gibi­
dir." M evdudi, çağdaş M üslüm anlar için cihadın zorunluluğu­
nu vurgulayan, silahlı m ücadelenin cihadın merkezinde oldu­
ğunu iddia eden ve, kendisinden önceki herhangi büyük bir
M üslüm an düşünürden farklı olarak, evrensel bir cihada çağrı
yapan ilk kişiydi.
M evdudi’nin silahlı bir m ücadele olarak cihadın gereklili­
ği konusunda Seyyid K utb üzerindeki etkisi, yaygın olarak
kabul edilmiştir. Ama, aralarındaki fark daha az anlaşılmıştır.
K utb, A llah ’ın m utlak hüküm ranlığını ilan etse bile, bunu
M evdudi’den tamamen farklı bir biçimde yapar: "Bir M üslü­
man, tek Allah dışında birisinin ilahi olabileceğine ve kendi­
sinden başka bir yaratığın ona tapınm aya uygun olduğuna;
‘egem enliğin’ A llah’ın kullarından herhangi biri için geçerli
olabileceğine inanm az." G erçekten de M evdudi’nin tarihte
gerçek değişimin etkeni olarak devletle meşgul olmasının ter­
sine K utb’un düşüncesi daha çok toplum odaklıdır; Reinhard
Schulze, K utb’a göre "ilahi egemenliğin vekilinin", "M evdu­
d i’nin gördüğü gibi devletin değil" de "birey olarak insanın"
olduğunu belirtmiştir.
Seyyid Kutb, 1933’te K ahire’deki ünlü bir öğretm en kole­
jinden mezun olduktan sonra M ısır Eğitim Bakanlığı hizm e­
tinde kamu kariyerine başladı. İlk kitabı olan Ozanın H ayat­
taki G örevi (The Task o f the Poet in Life), yazınsal bir kari­
yere işaretti. 1948’de K utb, bakanlığın incelem e göreviyle
A B D ’ye gönderildi. Taslağı ayrılışından önce bitmiş olm ası­
na rağmen K utb’un ilk önem li kitabı İslam ’da Sosyal A dalet
(Social Justice in İslam), A m erika’da bulunduğu sırada ya­
yınlandı. Kutb, am acını kitabın açılış bölüm ünde açıklıyor­
du:

Sosyal durum um uzun daha kötü olam ayacağını görmek


için bakm am ız yeterli; sosyal koşullarım ızın, adaletle
hiçbir ilişki içinde olm adıkları açıktır; bu yüzden de yü­
züm üzü Avrupa, A m erika ya da R usya’ya çeviriyoruz
ve sorunlarım ız için çözüm leri buradan ithal etm eyi
bekliyoruz. ... sürekli kendi manevi mirasımızın tüm ü­
nü, entelektüel yeteneklerim izin hepsini ve bunlara bir
tek bakışla gayet iyi ortaya çıkabilecek bütün çözüm leri
bir kenara atıyoruz; temel ilkelerimizi ve doktrinlerim i­
zi bir kenara atıyoruz ve dem okrasi ya da sosyalizm ya
da kom ünizm inkileri getiriyoruz.

M odernliğe giden İslam cı bir yol arayışı, selefler olarak


K utb’u Afgani ve el-B enna’nın yanına yerleştiriyordu.
Kutb, 1951’de, M üslüm an K ardeşler Örgütünün yasallaştı-
ğı yıl, A m erika’dan döndü. A m erika’ya yola çıktığında m o­
narşi karşıtı Vafd Partisinin etkin bir üyesi olan Kutb, dönü­
şünde hem en örgütle çalışm aya başladı. 1952 devrim inden
sonra Kutb, D evrim ci K o n sey ’in kültürel danışm anı olarak
atandı ve toplantılarına katılm asına izin verilen tek sivildi.
1954’te N a sıı’ın hapse attığı Kutb, m ektuplarını gizlice kız
kardeşlerine verip dışarı çıkartıyor ve dağıtıyordu. Yoldaki
işaretler (Signposts Along the R oad) -ay rıca Dönüm N oktala­
rı (Milestones) olarak da çevrilm iştir- adıyla yayınlanan bu
m ektuplar derlemesi, çağdaş radikal siyasi İslamın bir bildiri­
si olm a statüsüne ulaşm ıştır. 1964’te h apishaneden çıkan
Kutb, söylendiğine göre N asır’ın ısrarı üzerine tekrar tutukla­
nıp 1966’da idam edildi.
Kutb, M evdudi’nin düşüncesini geliştirip daha radikal bir
sonuca götürdü. Modernlikle Batılılaşma arasında ayrım yapıp
modernliği kucaklamaya ama Batılılaşmayı reddetmeye çağır­
dı. Ayrıca Kutb, m odernliğin fiziksel ve felsefi olmak üzere
iki tür bilim den olu ştu ğ u n u iddia ed erek bilim le ideoloji
arasında kesin bir ayrım yaptı. Maddi ilerleme arayışı ve uy­
gulam alı bilim lerde üstünlük sağlam a, ilahi bir em irdir ve
M üslümanların "ortak bir yükümlülüğüdür." Fen bilimleri yo­
luyla modernleşme iyiydi, ama batılılaştıran felsefi bilimlerle
değil.
K utb’un cihadı yeniden tanımlaması, hem M aoist hem de
Leninist çağdaş M arksizm -L eninizm ’i çağrıştırıyordu. Halk
arasındaki ve düşm anla çelişkileri ele alma yolları arasında
M aoist bir ayrım ı yansıtarak Kutb, cihadın hem ikna hem de
zorlam a içerdiğini, birincisinin arkadaşlar arasında, İkincisi­
nin de düşm anlara karşı uygun olduğunu iddia ediyordu. Son
çözüm lem ede, yalnızca fiziksel güç, İslam cı topluluğun ku­
rulm asının önündeki siyasi, sosyal ve ekonom ik engelleri or­
tadan kaldıracaktır. Özgürlüğü gerçekleştirm ek için güç kul­
lanımı, Kutb için bir çelişki değildir - aslında, Am erika için
de değildir. İslam, köleliği sona erdirip insanın özgürlüğünü
gerçekleştirm ek için yalnızca güç kullanma hakkına sahip ol­
makla kalmaz, buna yükümlüdür de.

İslam, her erkeğin ya da kadının başka insanlara hizmet


etm elerinden kurtuluşlarının ilanıdır. Bazı insanların
başkalarını yönetm esine ya da bazılarının başkalarına
hizm et etmesine dayanan bütün sistemleri ve yönetim ­
leri yok etmeye çalışıyor. İslam insanları bu dış baskı­
lardan kurtarıp manevi mesajına davet ettiğinde onların
aklına seslenir ve bunu kabul etme ya da reddetme ko­
nusunda tam bir özgürlük sunar.
Gerçekten de, "İslam, insanları inancını kabul etmeye zor­
lamaz, ama onlara inanma seçimine sahip olacakları özgür bir
ortam sağlamak ister."
Burada, M arksizm -L en in izm ’in diyalektiğine geçici bir
benzerlikten daha fazlası vardır. Kutb, cihadın, bir öncü gru­
bun oluşturulmasıyla başlayan, hem çalışma hem de örgütlen­
meyi olanaklı kılacak bir geri çekilmenin izlediği ve sonra da
tekrar m ücadeleye dönen bir süreç olduğunu iddia ediyor.
B u rad a K utb, L e n in iz m ’in bir an a g ö rü şü n ü y in e liy o r:
"İslam ’ın yeniden canlanm ası nasıl başlatılacak? Bu kararlılı­
ğa sahip bir öncü grup yola çıkmalı ve bütün dünyayı çevre­
leyen geniş cehalet okyanusunun içinden yürüm eye devam
etmelidir. ... Cisim leşm ek üzere bekleyen bir gerçek olduğu­
nu düşündüğüm Dönüm N oktaları’nı bu öncü grup için yaz­
dım."
İslamcı entelektüellerin, ulemaya karşı m ücadelesi her za­
m an zaferle sonuçlanm adı. İran’da ulema, coşkulu bir zafer
kazandı. İran'daki entelektüel girişim, insancıl ve adil bir İs­
lamcı toplumun projesi olarak devrim ci Şii kim liğine dayan­
maya ve bu kim liği baskı görenlerin kim liği olarak korum aya
çalışan Ali Şeriati’nin yapıtlarıyla özdeşleşti. Devrimci İran’­
daki mücadele, yalnızca ruhban sınıfını İslamcı olm ayan en­
telektüellere karşı değil, aynı zam anda laik olan İslam cıları
laik olm ayanlara karşı da çarpıştırıyordu. İslam ’ın özerk bir
entelektüel yeniden yorumundan ulemanın yetkisine gelebile­
cek tehdidin farkına varan laik olm ayan ruhban sınıfı, Şiiliği
dönüştürdü. Ulemayı kurum sal bir hiyerarşi olarak tekrar dü­
zenleme çabasıyla Ayetullah Humeyni, tümüyle yeni bir ku­
rum, vilayet-i fıkıh’ı, yani hukukçular hükümetini yarattı. A l­
la h ’ın egem enliğinin yediem ini olarak hareket eden bu k u ­
rum , sivil hüküm etle b irlik te çalışıp yaln ızca o dönem de
İran’da sayıları neredeyse yüz bine ulaşan ulemaya karşı so­
rumlu olacaktı.
M ısır’da M üslüm an K ardeşler Ö rgütü tarihinde Seyyid
Kutb, Haşan el-B enna’nın ılımlılığının karşısında radikal İs­
lam ’ın yükselişiyle özdeşleşmiştir. Ilımlı ve radikal siyasi İs­
lam arasındaki fark şunda yatıyordu: Ilımlılar, sistem içinde
sosyal reformlar için m ücadele ederken radikaller, devleti ele
geçirmeden anlamlı bir sosyal reformun gerçekleşm eyeceğin­
den em indiler. N a sır’ın kam plarında on beş yıllık ağır iş,
K u tb ’u dinsel ve laik entelektüellerin aynı toplum da barış
içinde yaşayam ayacaklarına ikna mı etmişti? Bir arada varo­
luş yoluyla reformu reddedişi -v e bitiş noktasına kadar bir sa­
vaşı yürütm ek için bir öncü grubun gerekli olduğu in an cı-
hangi ölçüde, M arksizm -Leninizm gibi, başka çağdaş siyasi
düşünce okullarının bir yankısıydı?
Siyasi kim lik ve siyasi iktidarla uğraşıları içinde İslamcı
entelektüeller, ister dinsel olsun ister olmasın, diğer entelek­
tüellere benziyorlardı. İslam cı entelektüeller, yalnızca ulem a­
larla değil, İslamcı geleneği göz ardı eden ve M arksizm ya da
Batı liberalizmi gibi başka entelektüel kaynaklara dayanan la­
ik entelektüellerle de karşı karşıya gelerek ideolojilerini oluş­
turdular. Bu çifte karşılaşm ayla siyasi İslamı hem özgürlükçü
hem de otoriter birçok yöne doğru geliştirdiler. Nasıl ki siyasi
İslamı dinsel fundamentalizmle eş tutmak tarihsel olarak doğ­
ru değilse, siyasi İslam ın her bir gölgesini siyasi terörle eşit­
lem ek de pek anlam lı değildir. B urada görüşleri belirtilen
dört İslamcı entelektüelden -M uham m ed İkbal, M uhammed
A li Cinnah, Ebu A ’la M evdudi ve Seyyid K u tb - yalnızca
M evdudi, tarihin gerçek nesnesi olarak ideolojik İslamcı bir
d ev le ti y aratm an ın k o rk u su z d este k ç isiy d i. B una k arşın
K utb’un düşüncesi daha çok toplum odaklıydı. İkbal, İslamcı
ümmeti, ulus devletin ötesinde geniş, sınırsız kültürel bir top­
luluk olarak oluşturm ak istiyordu. Son olarak Cinnah, söm ür­
ge H indistan’ında İslamın siyasi bir kim lik haline dönüştüğü
laik bir M üslümandı; onun isteği, hem M üslüm an çoğunlu­
ğun hem de M üslüm an olmayan azınlıkların dem okratik hak­
larını koruyan İslamcı değil, laik bir devlet idealiydi.
Radikal İslam cı entelektüelleri birleştiren tek inanç, iktida­
rı ele geçirme düşüncesidir. M üslüm anların evrensel bir öz­
gürlük ideolojisi olarak İslamı geliştirm e fırsatını kullanm ala­
rı konusunda Kom ünizm in çöktüğü tarihi andan istifade et­
m eleri gerektiğine inanıyorlar. Seyyid K utb’un, 1963 Dönüş
N oktalan adlı radikal siyasi İslam bildirisine girişi şöyledir:

Bugün insanlık, uçurumun kenarındadır, başının üzerin­


de sallanan tam bir yok oluş tehlikesi - k i bu gerçek
hastalık değil yalnızca bir b elirtid ir- yüzünden değil,
insanlığın sağlıklı gelişimi ve gerçek ilerlem esi için ge­
rekli olan önem li değerlerden yoksun olduğu için. ...
Batıdaki demokrasi, entelektüellerinin değerlerini, özel­
likle ekonom ik alanda, sosyalizm adı altında, D oğu
Bloku sistem lerinden ödünç alacak kadar kısırlaşmıştır.
... M arksizm, entelektüel olarak yenilm iştir ve uygula­
mada dünyada gerçekten M arksist tek bir ulusun kal­
madığını söylem ek abartı değildir. ... Bilim in yeniden
doğuşunun hükmettiği çağ da sonuna gelmiştir. ... M o­
dern zam anlarda ortaya çıkan bütün m illiyetçi ve şoven
ideolojiler ve bunlardan türeyen bütün hareketler ve ku­
ramlar da canlılıklarım yitirmiştir. Kısaca, insan yapımı
bütün kuramlar, hem bireysel hem de kolektif, başarısız
o lm uşlardır. Bu h ay ati ve şa şırtıc ı'a n d a , İslam ın ve
M üslüman topluluğunun sırası gelmiştir, çünkü gerekli
değerlere sahiptir.

Radikal İslamcı entelektüeller arasındaki ana ayrım, şeriat


(İslam kanunu) statüsünü ve böylece de devletteki dem okrasi­
nin statüsünü ilgilendiriyor. İçtihat, değişen tarihsel koşulları
ve, bu nedenle de, farklı görüşleri dikkate almak için kurum ­
sallaşmış şeriatı yorumlama uygulamalarına değinir. Değişen
koşullara yanıt olarak sürekli değişen temel bir kanun kuru-
munu öne sürer. İçtihada karşı tutum, toplum odaklı İslam cı­
ları devlet odaklı İslam cılardan -v e böylece ilericileri gerici­
lerden- ayıran tek en önemli meseledir. Toplum odaklı İslam ­
cılar, içtihat uygulam asının m odern İslam toplum unun özü
olm ası gerektiğinde ısrar ederken devlet odaklı İslam cılar,
"içtih at k ap ıların ın " so n su za dek k ap alı k alacak ların d an
eminler. İkbal, içtihadın modernleşmesi ve dem okratikleşm e­
sini istiyordu, böylece kanun, yalnızca dinsel ulemanın değil,
M üslümanlardan oluşan bir topluluğun, yani ümmetin seçtiği
bir organ tarafından yorum lanabilecekti. İçtihat üzerindeki
vurgu, aynı zam anda Seyyid K utb’un düşüncesinin de anah­
ta rıd ır ve onun en telek tü el m irasın ı, M ev d u d i’nin d ev let
odaklı düşüncesinden ayırır. İslamcı siyasi terörün kuramsal
köklerinin, toplum odaklı değil, devlet odaklı harekette yattı­
ğını öne sürüyorum.
Bugün karşı karşıya olduğum uz soru, yalnızca radikal bir
devlet odaklı düşünce akımının neden siyasi İslam da ortaya
çıktığı değil, aynı zam anda bu düşüncenin, sözden harekete,
böylece de entelektüel bir kenar süsünden İslam dünyasının
büyük bölümlerinde siyasetin ana akımına nasıl geçebildiği-
dir. Kültür Tartışması, bu soruyu yanıtlayamaz, Karen Armst-
rong gibi en iyi kültürel eleştirm enler bile bunu yapam az.
Kültür Tartışması, uygarlıklar çatışmasını, küresel çatışm ala­
rın arkasındaki itici güç olarak görür; bu tartışmayı eleştiren­
ler, uygarlıklar içindeki kültürel çatışmayı, aralarındaki çatış­
madan da önemli görürler. Kültür Tartışması, fundamentaliz-
mi modernliğe bir direniş olarak görür; onu eleştirenler, fun-
dam entalizm in m odernlik kadar m odern -y a n i aslında m o­
dernliğe bir y an ıt- olduğuna işaret ederler. Oysa her iki taraf
da, ister modern ister m odem öncesi, kültürde siyasi terör için
bir açıklama arıyor. Her ikisi de, siyasi terörü anlamanın özü­
nü oluşturduğuna inandığım siyasi karşılaşm aları önemsizleş-
tiren aynı kültürel savın farklı taraflarım sergiliyorlar.
Kültürel İslamı siyasi İslam dan ayırm ak için siyasi İslamı
Soğuk Savaş bağlam ına yerleştireceğim . A m acım , aşırı uç
dinsel eğilim lerin siyasi terörle eşitlenebileceğini öne süren
-K ültür Tartışm ası eleştirm enleri arasında b ile - yaygın olan
varsayımı sorgulamaktır. Terör, ister fundam entalist ister la­
ik, dinsel eğilim lerin zorunlu bir etkisi değildir. Daha çok te­
rör, siyasi bir karşılaşm adan doğmuştur. Gelenek ve kültürün
şu ya da bu özelliğini kullandığında terör, modern iktidarın
hizmetinde modern bir siyasi hareket olarak anlaşılm ayı ge­
rektiriyor. Bu nedenle, 11 Eylül trajedisinden sorumlu olan
siyasi terör biçiminin doğuşu, son Soğuk Savaş'a kadar izle­
nebilir.
İkinci Bölüm

ÇİNHÎNDİ’NDEN SONRA
SOĞUK SAVAŞ

975 yılında T anzanya’daki D ar-es-Salaam Üniversite-

1 si’nde genç bir öğretim görevlisiydim. Bildiğimiz dün­


ya sömürgelerinin bağımsızlaşm asında önemli bir yıldı:
1975 yılı, Amerikalıların Ç inhindi’ndeki yenilgisinin ve A fri­
k a ’daki son Avrupa imparatorluğu olan Portekiz’in M ozam ­
bik, Angola ve Portekiz G ine’si sömürgelerindeki hüküm ran­
lığının çöküş yılıydı. G eriye bakıldığında Soğuk S avaş’ın
odağının Güneydoğu A sya’dan güney A frika’ya kaydığı yıl­
dı. Stratejik soru şuydu: A frika’daki Portekiz imparatorluğu­
nun parçalarım kim toplayacaktı, Am erika Birleşik Devletleri
mi yoksa Sovyetler Birliği mi? Soğuk Savaş’in odak nokta­
sındaki kaymayla, ABD stratejisinde de buna paralel bir kay­
m a oldu. Her biri Ç inhindi savaşından alınan bir ders olan
başlıca iki etki bu kaym anın h ab ercisi oldu. Birinci dersi

72 İyi M üslüm an Kötü M üslüm an


Amerika Birleşik Devletleri Başkam, diğerini de Kongre çı­
kardı. Yürütmenin çıkardığı ders, Nixon Doktrini olarak özet­
lenirken yasamanın dersi, Clark Değişikliği olarak kabul edil­
di.

iki Zıt Paradigma: Laos ve Vietnam


Nixon Doktrini, "Asya savaşlarını A syalılar yapm alıdır" di­
yerek A B D ’nin on yıldan fazla süredir Ç in h in d i’de aldığı
dersi özetliyordu. Daha özel olarak Vietnam yenilgisini, La-
o s’taki oldukça başarılı vekil savaşlarıyla* dengeliyordu.
Karşıtlık daha keskin olamazdı. V ietnam ’da hareket etmekte
serbest olan Am erika Birleşik Devletleri, yerli Komünist ge­
rillalara karşı bir kara savaşı yapm ak için yüz binlerce askerle
daha geleneksel bir biçimde savaşmaya karar vermişti. Oysa
Laos’ta, ülkeye kara birliklerinin girm esini yasaklayan M os­
kova’yla yapılmış 1962 sözleşm esiyle Am erika Birleşik Dev-
letleri’nin eli kolu bağlıydı ve başka yöntem ler bulm ak zo­
runda kalmıştı.
Vietnam Savaşı, 1964 yılında, Johnson yönetiminin Ton-
kin Körfezinde iki ABD muhribine Kuzey V ietnam ’lı torpi­
doların saldırdığını iddia etm esiyle başladı. (Daha sonra m uh­
rip m ürettebatı, saldırı öykülerinin uydurulduğunu söyledi.)
Basın, ulus olarak aşağılandıklarını yazıp bir yanıt talep etti­
ğinde Başkan Johnson, Kuzey V ietnam ’ı bombalama kararıy­
la m isillem ede bulundu. K o n g re’den V ietnam ’a ABD kara
birliklerini göndermesine izin verecek bir karar geçirmelerini
istedi. Her iki kongrenin 1964’teki Tonkin Körfezi olayından
hemen sonra aldığı ortak bir karar, başkana V ietnam ’da ihti­
yaç duyduğu onayı verdi. Hareket özgürlüğü sağlayan savaş

* V ekil Savaşları: B ir d evlete karşı kendi askerlerini d eğil de başkalarını


kullanarak savaşm ak.
yetkileriyle donatılan Başkan Johnson ve danışmanları savaşı
hızla "Amerikanlaştırdılar". 1964 yılı boyunca A B D ’li "aske­
ri danışman" sayısı on altı binden yirmi üç bine ulaştı. Hâlâ
görülebilir bir ilerleme olm amasına karşın Amerika Birleşik
D evletleri, elektrik santrallerinin ve sanayi tesislerinin yok
edilm esinin kuzeyi teslim olm aya zorlayacağı beklentisiyle
Kuzey V ietnam ’ın sürekli olarak bombalanmasına -G ö k G ü­
rültüsü O perasyonunu- devam etti. Bu da beklenen sonuçları
yaratam ayınca Johnson, Güney VietnamlIlardan kontrgerilla
savaşım devralacak sayıda savaş birliği oluşturm aya karar
verdi. Her başarısızlık daha cüretli bir girişime, her girişim de
tekrar daha büyük bir başarısızlığa yol açıyordu. Bu başarı­
sızlıkların ilki, köy nüfuslarını hükümetin kontrolü altındaki
alanlara sürmeyi am açlayan stratejik köy programıydı; ardın­
dan öldürülen VietnamlI K om ünistlerin sayısının tüyler ür­
pertici bir biçim de kam uya açıklandığı "ölü sayısı" ile son
bulan ara-yok et operasyonları geldi; son olarak da tek tek
köyleri hedefleme yerine sivil halkı bir bütün olarak kontrol
etmeyi amaçlayan barışı sağlama programı geliyordu. Barışı
sağlama programının da eksik olduğu anlaşıldığında, "CIA ’in
tasarladığı, köylerdeki V ietkong siyasi aygıtını tanım layıp
yok etmeyi amaçlayan bir Güney Vietnamlı seferi" olan Anka
O perasyonu gerçekleştirildi. Her sonraki başarısızlık, daha
çok hırsa ve sonunda da Tet taarruzuna neden oldu. T et’ten
sonra A m erika Birleşik Devletleri, L aos’tan alman dersi V iet­
n a m ’a uygulam aya çalıştı: S avaşın son beş yılı boyunca,
1970’den 1975’e kadar, "A m erikanlaştırm a", yerini "Viet-
nam laştırm a"ya bıraktı.
L aos’taki savaş, V ietnam ’da savaşın yayılmasının sonucu
olarak gelişmişti. Vietnam Savaşı yoğunlaştığında kuzeyden
gelen birlikler ve erzaklar, çoğu kez güney L aos’un yağmur
ormanları üzerinden, güneydeki savaş meydanlarına ulaşıyor­
du. Am erikanın stratejik amacı, ABD ordusu tarafından Ho
Chi M inh Yolu olarak adlandırılan bu rotayı kapatmaktı. Bu­
nun için Am erika Birleşik Devletleri, yerel paralı askerlerini
yetiştirdi ve onları güçlü bir hava gücüyle destekledi. On yılı
aşkın bir süre CIA, kuzey Laos dağlarında K om ünist gerilla­
lara karşı otuz bin Hmong paralı askerden oluşan gizli bir or­
du kullandı. Evde Vietnam Savaşma karşı m uhalefet arttığın­
da vekil savaşının avantajları berraklaştı: Gizlice yapıldığın­
dan aynı anda hem kongrenin, hem de kam usal incelem enin
ve geleneksel diplom asinin incelem esinden çıkarılm ıştı. Sa­
vaşın sonunda bile, ABD Hava Kuvvetlerinin "bu küçük, fa­
kir ulus üzerine 2,1 milyon ton bom ba -M üttefik kuvvetleri­
nin II. Dünya Savaşı sırasında Alm anya ve Japonya’ya attık­
ları k ad ar- atarak askerlik tarihinin en büyük hava savaşını
yaptığını" az sayıda Am erikalı biliyordu. Laos modeli, kara
üzerindeki vekil savaşını korkunç ve am ansız bir Amerikan
hava savaşıyla birleştiriyordu. Vekil savaşı, son Soğuk Savaş
boyunca gündelik bir olay haline gelirken hava savaşı, ancak
bu savaştan sonra yararlı olm aya başladı.

Vekil Savaşlarının Finansmanı


Vekil savaşlarının bir avantajı, kam usal incelem eden gizlene­
bilmesi olsa da en önemli dezavantajı, kam u kaynaklarından
finanse edilmesinin zorluğuydu. Bu durum da, örtülü savaşla­
rın neden çoğu kez yasadışı ticaretle, özellikle uyuşturucu ti­
caretiyle iç içe olduğunu açıklıyordu. Uyuşturucu ticareti - i s ­
ter yasal ister yasadışı- ile sömürgeci savaşların finansmanı
arasında uzun süredir kurulm uş bir bağ vardı. On dokuzuncu
yüzyılın başlarında İngiltere im paratorluğu, Hindistan söm ür­
gesinde afyon tohum larının yetiştirilmesi için resm i bir tekel
kurdu ve hasadı Ç in’e ihraç etti. Çin im paratoru buna karşı
çıktığında îngilizler, im paratorun ticaret özgürlüğünü ihlal et­
tiğini öne sürdüler. Afyon ticareti özgürlüğünü savunmak için
im paratorluk, Yangtze N ehrinden yukarı gam botlar gönderip
yüz k ızartıcı A fyon S avaşı'na girişti. B enzer bir biçim de
kom şu Ç inhindi’nde Fransızlar, sömürge işgallerinin m aliye­
tini karşılamak için resmi olarak onaylanmış afyon gelirlerini
kullandılar.
U yuşturucu ticaretiyle ko n trg erilla savaşları arasındaki
bağlantıyı inceleyen, Eroin Siyaseti (The Politics o f Heroin)
adlı anıt niteliğindeki tarihsel çalışm asında W isconsin Ü ni­
versitesi öğretim görevlisi Alfred M cCoy, uyuşturucu üretim
m erkezlerinin -B urm a (M yanmar), Laos, Kolombiya ve A f­
ganistan’d a - küresel olarak yayılm asını CIA destekli örtülü
savaşların sağladığı siyasi paravana kadar izledi. II. Dünya
Savaşı'ndan sonra küresel uyuşturucu ticaretinin özünde, yük­
sek dereceli eroinin sanayi im alatının ham m addesinin bazı
olan afyon ticareti bulunuyordu. CIA, uyuşturucu krallarıyla
işbirliğine başladığında küresel afyon ticareti, "neredeyse iki
yüzyıldır en düşük seviyesindeydi." Savaş, uluslararası taşı­
macılığı kesmiş ve sıkı güvenlik, eroinin A B D ’ye kaçak ola­
rak sokulmasını engellemişti. CIA, Soğuk Savaşı sürdürmek
için önemli olarak kabul edilen iki tür işbirliğine girdi; ikisi
de uyuşturucu ticaretini savaş öncesi seviyelerin çok üstüne
çıkardı. Birinci işbirliği, İtalya ve Fransa’daki mafya ile, İkin­
cisi de Burma-Çin sınırı boyunca anti-Kom ünist Çin güçle­
riyle gerçekleşti. C IA ,1948’den 1950’ye kadar, "stratejik A k­
deniz limanı M arsilya'nın kontrolünü ele geçirmek için Fran­
sız Komünist Partisi'ne karşı savaşında Korsikalı yeraltı dün­
yasıyla” birlikte çalıştı. Galip gelen Korsikalılar, "sonraki yir­
mi beş yıl" boyunca "Marsilya kıyısı üzerinde sahip oldukları
denetim güçlerini ABD pazarı için eroin ihracatına hakim ol­
mak için kullandılar." Aynı zam anda "CIA, Altın Üçgen ero­
in yapısının oluşturulm asında aracı olan Çin sınırı boyunca
bir dizi örtülü operasyon yürüttü." 1950’den itibaren bu ope­
rasyonlar, kıta Ç in ’inin işgalini hazırlayacak anti-Kom ünist
bir Çin gücü yaratmayı amaçlıyordu. İşgal asla gerçekleşm e­
di, am a anti-K om ünist Ç inliler (KM T), "Shan eyaletlerinin
afyon ticaretini tekelleştirm esinde ve yaym asında başarılı ol­
du." CIA, Güneydoğu A sy a’nın Çin tarafından beklenen işga­
line karşı erken uyarı sistem i olarak çalışacaklarını um arak
Burm a-Çin sınırı boyunca bu kuvvetleri besledi. A ncak bu
anti-Kom ünist ordu, sonraki on yılda "B urm a’nın Shan eya­
letlerini dünyanın en büyük afyon üreticisine dönüştürdü."
CIA, Kuzey Vietnam sınırına yakın Laoslu Komünistlere
karşı savaşm aları için otuz bin H m ong köylüsünden oluşan
gizli bir ordu yaratarak 1960’dan 1975’e kadar bu taktiği La-
o s ’a uy g u lad ı. H m o n g ’un tem el n ak d i afy o n d u ve C IA ,
Hmong komutanı General Vang Pao, ürününü uzak pazarlara
ihraç etm ek için K orsika charter'larım kullandığında hem en
görmezden geldi. 1965’te, artan hava savaşı ve Laoslu seç­
kinlerdeki siyasi sürtüşme "Korsikalı küçük charter havayol­
larını afyon ticaretinden çıkm aya zorladığında" General Pao,
Long Tieng ve V ientiane’ye teslimat için "CIA ’nın Air A m e­
ric a ’sini dağılm ış dağlık köylerinden afyon toplam ak için
kullanabildi." Air Am erica operasyonu, afyon pazarının yay­
gınlaşmasında önemli bir rol oynadı: "CIA ve USAID* fonla­
rı, afyon tarlalarının yakınlarındaki dağlarda 150’den fazla
kısa, LİM A olarak adlandırılan iniş pistlerinin inşasında kul­
lanılarak bu uzak noktalar da ihracata açıldı." 1967’de CIA
ve USAID, G eneral Pao için iki C-47 uçağı satın aldı; G ene­
ral Pao da bunun üzerine Xeng Khouang Air olarak adlandır­
dığı ve diğer herkesin A ir Opium dediği kendi hava taşım acı­
lığı şirketini açtı. İlginçtir ki, 1969’da G eneral Pao, Hong
K ong’dan uzman Çinli kim yagerler getirmeye ve ince zerreli,
yüksek dereceli, yüzde 80-99 saflıkta, yerel ve bölgesel tüke­

* U S A ID : U nited States A g en cy for International D ev elo p m en t (A m erika


B irleşik D evletleri Uluslararası K alkınm a T eşkilatı)
timde uzun süredir kullanılan 3 numaralı eroin yerine 4 nu­
maralı eroin imal etmek için devasa bir eroin fabrikası kur­
m aya karar verdiğinde ve V ietnam ’da sayıları gitgide artan
A BD birliklerine uyuşturucu tedarik etm eye başladığında
CIA 'nın, gözleri hâlâ kapalıydı. 25 N isan 1971’de, Fransız
güm rük görevlileri P aris’e yeni gelen Laoslu elçi Prens Sop-
saisana’ya ait bir bavulu açıp piyasa değeri 13,5 milyon dolar
olan yüksek derece, altm ış kilo Laos eroini bulduklarında
P ao ’nun eroin pazarında dünya çapında bir oyuncu olm aya
başladığı anlaşıldı. "Fransız tarihinin en büyük eroin operas­
yonlarından biriydi." ABD N arkotik Bürosu'nun daha sonra
aldığı raporlar, Laos elçisinin girişim ini "Hm ong G enerali
V ang P ao ’nun finanse ettiğini ve eroinin, kuzey L a o s’taki
gizli operasyonları için C IA ’in üssü olan Long T ieng’deki bir
laboratuarda rafine edildiğini” gösteriyordu.
Long Tieng laboratuarı, dünyanın en büyük eroin işleme
fabrikası olarak nam salmıştı. Yoğun Am erikan bom balam a­
ları ve bunun sonucunda ortaya çıkan mülteci yeniden yerleş­
tirme programı, laboratuar için H m ong’dan gelen afyon m ik­
tarını azalttığında P ao ’nun çalışanları, Burma kaynaklı afyon
te d a rik i için k u zey d o ğ u L a o s ’a d ö n d ü le r. V ie tn a m ’daki
A B D ’li birliklerle çekici bir yüksek gelir pazarı garantisiyle
A ltın Ü çgen, 1971’de "dünyanın yasadışı afyon tedarikinin
yaklaşık yüzde 7 0 ’ine" ulaştı ve Laos, buradaki "en önemli
ham afyon işleme merkezi" olarak ortaya çıktı. Laboratuarla­
rı, kalite ve üretim m ik tarı açısın d an M arseille ve H ong
K ong’unkilerle rekabet ediyordu.
Alfred M cCoy, Altın Ü çgen’deki ana eroin işleme tesisle­
rinin mülkiyetini tanımlamak için A B D ’li istihbarat raporları­
nı inceledi. N ew York Times gazetesine sızan gizli bir raporda
CIA bölgede, yedisinin yüzde 90-99 oranında saf, 4 numaralı
ero in ü reteb ild iğ i y irm i bir afyon ra fin e risi b elirlem işti.
M cCoy, bunların çoğunun önem li CIA ajanlarının koruması
altında çalıştığını söylüyordu: "Bu istihbarat raporları, açık
bir modele işaret ediyordu: C IA ’in örtülü eylem ajanları, La­
o s ’taki önde gelen eroin satıcıları olm uşlardı."

Vekil Savaşları ve Clark Değişikliği

Taklit edilecek bir örnek olarak Laos ve kaçınılm ası gereken


tehlike olarak Vietnam arasındaki karşıtlıktan ortaya çıkan
Nixon Doktrini, L aos’tan çıkardığı bir dersi -v ek il savaşını-
Ü çüncü D ünya sahnelerinde uygulanacak bir askeri strateji
modeline dönüştürdü. Vietnam dönem inden sonra A frika’ya
uygulanan Nixon Doktrini, daha önce ABD'lilerin 60'lı yılla­
rın başında Afrika bağımsızlığının arifesinde, Afrika kıtasın­
da, K ongo’daki deneyim lerine dayanarak tasarlanmıştı. A fri­
k a’nın zengin kaynaklar içeren topraklarındaki militan m illi­
yetçiliğin yükselişini engellem ekte kararlı olan W ashington,
başlıca Güney Afrikalı ve Rodezyalı beyazlardan oluşan bir
paralı asker gücünü bir araya getirmekte hiç tereddüt etmedi.
W ashington’un bakış açısından militan milliyetçilik, hızla sö­
mürgecilerinden kurtulan bir A frika’ya Sovyetlerin yayılması
için bir aşamadan başka bir şey değildi. Paralı asker çözümü
işe yaradı, am a bağımsız A frika’da acı bir miras bıraktı. On
yıl sonra ABD, A frik a’ya döndüğünde, bu sefer, bir başka
m ilitan m illiyetçi hareket olan A n g o la ’nın K urtuluşu için
Halk H areketi’nin (M PLA) yükselişini engellem eye kararlı
olarak, yine paralı asker kullanm ayı denedi. Ancak bu kez işe
yaramadı. Sömürge durumundan kurtulmak için sabırsızlanan
bir bölgede pek bir müttefiki olmayan Dışişleri Bakanı Henry
K issinger -A B D adına k o n u şarak - apartheid (ırk ayrım cısı)
Güney A frika’yı müdahale etmeye teşvik etti. Sonuç Angola
yenilgisiydi. Bu yenilgi V ietnam ’daki yenilginin hemen ardın­
dan Amerikan yasama meclisinde güçlü bir savaş karşıtı yanıt
yarattı. Bu yanıt, Clark Değişikliği olarak somutlaştı.
Kongo'da Paralı Askerleri Kucaklama

Kongo, 30 Haziran 1960 tarihinde bağımsızlığını ilan etti. İki


haftadan kısa bir süre sonra, 11 Tem m uz’da, en zengin eyale­
ti Katanga K ongo’dan ayrıldı. Başkan yapılan M oise Tshom-
be’nin liderlik yaptığı ayrılıkçılardan oluşan silahlı askeri bir­
lik, eski sömürge gücü Belçikalı subaylar tarafından denetle­
nip eğitilmişti. K atanga’nm madenleri, Rockefeller’lerin kısa
bir süre sonra hisselerinin çoğunu elde edecekleri, Belçikalı
bir şirket olan Union M iniere du H aut-Katanga tarafından iş­
letiliyordu. 1960 yazının sonlarına doğru Eisenhovver yöneti­
mi, K ongo’nun militan milliyetçi başbakanı Patrice Lumum-
b a’nın "Afrikalı bir K astro” olduğu ve yok edilmesi gerektiği
sonucuna vardı. Lum um ba’nın suçu, "K atanga’nın ayrılması
için yapılan büyük Batılı desteği ve B M ’nin bunu sona erdir­
m ek için istekli olmaması" karşısında Ağustos 1960’ta Sov-
yetler B irliği’nden askeri yardım isteyip bunu da almasıydı.
18 A ğustos’ta, Ulusal Güvenlik Konseyi brifinginden sonra,
Eisenhovver, yardım cılarına "bu heriften kurtulam az mıyız"
diye sordu. Frank C hurch’un başkanlık ettiği 1975-1976 Se­
nato komitesi, C IA ’in Lum umba suikastındaki rolünü araştır­
dı ve doğrudan rol oynamadığı sonucuna vararak örgütü akla­
dı. A m a 1999 yılında bir B elçika parlam ento kom itesinin
sonradan yaptığı incelem enin K ongolu bir entelektüel olan
Georges N zongola-N talaja’nın BM arşivlerinde yaptığı araş­
tırmayla birleştirilmesi, yeni gerçekleri su yüzüne çıkarmıştı.
E isen h o w er’in 18 A ğustos tarihindeki eleştirisinden sonra
CIA, iki yanlı bir stratejiye başladı. CIA şefi Ailen D ulles’ten
doğrudan em ir aldıktan sonra, K astro’nun purolarını zehirle­
menin bir yolunu zaten arayan C IA ’in baş bilim adamı Sid-
ney G ottlieb, "Lum um ba’nın yem eğine veya diş m acununa
uygulanacak kobra zehrinden yapılan bir m addeyle donatıl­
mış halde" L eopoldville’ye (K inshasa) indi. Sorun, zehirin
hedefe nasıl ulaştırılacağıydı. Jam es Bond türü bir operasyo­
nun karşılaştığı engeller ışığında K inshasa CIA bürosu şefi,
eylem için ikinci bir plan önerdi: Lum um ba’yı "siyasi olarak,
ve sonra da belki, fiziksel olarak" yok etmek. A m erika Birle­
şik D ev letleri’nin B elçik a’nın işbirliğiyle izlediği plan da
buydu. 1 A ra lık ’ta Lum um ba, ayrılıkçı K atan g a’ya kaçan
Kongo G enelkurm ay B aşkanı Joseph M o b u tu ’ya (bir CIA
ajanı) sadık olan askerler tarafından yakalanıp öldürüldü -
Belçikalı subaylar da seyirci kaldılar. A rtık Lum um ba orta­
dan kaldırıldığı için A ralık 1961’de Başkan Kennedy, Katan-
ga isyanını bastırmak am acıyla BM birliklerinin kullanım ını
onayladı. 1963’te m üteşekkir bir Kennedy, M obutu’yu Beyaz
Saray’da karşıladı: "General, siz olm asaydınız, ... K om ünist­
ler yönetimi ele geçireceklerdi."
1963 sonunda ünlü bir Lum um bacı olan Pierre M ulele’nin
yönettiği bir M obutu karşıtı isyan Kvvilu’da patlak verdi. İs­
yancılar yetersiz silahlanm ıştı ve dışarıdan (örn. Sovyet) des­
tek aldıkları konusunda kanıt yoktu. Ama CIA, Amerikan ye­
şil (oturma) kartlı birkaç Kübalı sürgün pilotu işe alarak ve
havadan bombalama görevleri için birkaç İtalyan uçağı sağla­
yarak hüküm et adına müdahalede bulundu. Kwilu isyanı ezi­
lir ezilmez, K ivu’nun doğu eyaletinde bir başkası patlak ver­
di. İsyancıların silahları yine yetersizdi, Fransız günlük gaze­
tesi Le Monde'a. göre, yalnızca "oklar, yaylar ve bisiklet zin­
cirleri" vardı. Lum um ba’nın takipçilerinin yönettiği isyancı­
lar, Simba (aslanlar) olarak biliniyorlardı. ABD elçisi, şaşkın
ideolojilerinin tamamen yerel bir isyanı yansıttığını doğrula­
dı: "Liderlerinin söyledikleri devrim ci sloganlara rağm en ...
isyancılar, hiçbir biçimde siyasi bir program a sahip değiller.
Bu isyan kuşkusuz Afrikalı ve Kongolu bir hareket, am a hep­
si de çok şaşkın." Gene de isyan çok çabuk yayıldı ve Kongo
ordusu, isyancılar 5 A ğustos 1964’te K ongo’nun üçüncü en
büyük şehri olan Stanleyville’i (Kisangani) ele geçirdiklerin­
de dağıldı. Yalnızca iki gün önce, Kongre Tonkin Körfezi ka­
rarını kabul etmişti; anti-Kom ünist histeri, W ashington’u ele
geçirmiş görünüyordu. John Hopkins Üniversitesi nde Am eri­
kan dış politika profesörü ve K ongo krizi üzerinde resm i
ABD arşivlerini okumuş ilk bilim adamı olan Piero Gleijeses,
Kongo hakkındaki Ulusal G üvenlik Konseyi tartışm alarına
inceledikten sonra şunları söylemişti: "İsyancıların bozguna
uğratılmaları gerektiği" "temel varsayımına kimse karşı çık­
madı."
5 A ğustos’ta, S im b a’nın K isan g an i’yi ele geçirdiği gün,
K ongo’daki Amerikan elçiliğinden gelen bir telgraf, Kongo
hükümetinin (GOC) üç seçeneğinin bulunduğunu belirtiyordu:

a) GOC, doğrudan B elçika’dan askeri müdahale isteye­


bilir; b) beyaz paralı askerlerden oluşan bir tugay topla­
maya çalışabilir; c) ABD birliklerini çağırabilir. ... Bel­
çika hükümeti, müdahale risklerini kabul etmeyi redde­
derse ... paralı asker tugayı en iyi ikinci alternatiftir. ...
ABD açısından, paralı askerlerin kullanılması, GOC so­
rum luluğuyla eylemde bulunma avantajını sağlayacak­
tır ve örtülü Batılı [yani, Belçika ve ABD] müdahalesi­
ni azaltacaktır.... Sorumluluğun yükünü bize ya da Bel­
çikalılara değil G O C ’a yükleyecektir.

W ashington zaten müdahale etmeleri için Belçikalıları ik­


na etmeye çalışmıştı, ama İngiliz elçisi Edward Rose, Kins-
h asa’dan A m erikalıların her yerde Komünist hayaletler gör­
düklerini söyleyerek B elçikalıların eğlendiğini bildirm işti.
B rüksel’de Belçika Dışişleri Bakanı Paul-Henri Spaak, ABD
elçisine, K ongo’da en büyük yatırım lara sahip Belçikalı sana­
yicilerinin, isyancı liderlerle iş yapabileceklerini hissettikleri­
ni, çünkü bu liderlerin Belçika yatırımları ve teknik bilgisinin
K ongo ekonom isi için ne kadar önem li olduğunun farkına
vardıklarını anlatm ıştı. Fransızlar, endişe etm enin gereksiz
olduğunu düşünüyorlardı, çünkü isyanı dış güçler kışkırtma-
mıştı. 7 A ğustos’ta, Spaak W ashington’a "ne Belçika ne de
herhangi bir A vrupa ülkesinin birlik gönderm eyeceğini açık­
ça" söyledikten sonra Dışişleri Bakanı Dean Rusk, paralı bir
gücü toplam a önerisini onayladı ve B elçika’ya bu girişim e
katılması için baskı yaptı. B rüksel’de kapıları çalan elçi Ave-
rell H arrim an’a R usk’ın telgrafını Gleijesis, şu biçimde özet­
liyordu: "W ashington ve Brüksel," paralı askerler ve onları
silahlandırm ak için para tedarik edeceklerdi", am a "yalnızca
W ashington, onları uçuracak uçakları sağlayacaktı." G leije­
sis, arşiv incelemesinin sonuçlarını şöyle tamamlıyor: "ABD
baskısına boyun eğen Belçikalılar, paralı asker seçeneğini se­
verek kabul ettiler."
Ekim 1964’te, CIA, K ongo’daki paralı askerlerin sayısını
binden fazla olarak tahm in ediyordu. İki yüz Belçikalı, kırk
sekiz İspanyol ve A vrupa’nın diğer yerlerinden bir avuç asker
vardı. Yarısından fazlası, Güney Afrika ve R odezya’dan ge­
len beyazlardı. CIA, birçoğunun "aslında altı aylık izne ayrı­
lan Güney Afrika ordusunun düzenli askerleri" olduğunu bil­
dirmişti. W ashington, başından beri paralı askerler arasında
hiçbir ABD vatandaşının olm ayacağı konusunda açıktı. A n­
cak Amerikan desteği olm adan paralı askerler topal olacak­
lardı. A m erikan m ürettebatlı dört ABD C-130 uçağı, K on­
go’nun batı-doğu uzantısı boyunca, kabaca P aris’ten M osko­
va’ya kadar bir mesafede, paralı asker ve ekipm anları taşıdı.
D irenişle karşılaştıklarında paralı askerler, tek bir K ongolu
içermeyen, buna karşı ABD tarafından tedarik edilen ve K ü­
balı sürgünlerin uçurduğu birkaç T-28 ve B-26 ve Güney A f­
rikalı ve Avrupalı paralı askerlerin pilotluğunu yaptıkları İtal­
y a’dan yedi T -6 ’dan oluşan bir filosu bulunan Kongo hava
kuvvetlerine başvurdular. N ew York Tim es , 1966’da, bütün
operasyon tamamlandıktan çok uzun bir süre sonra şunu bil­
dirdi: "Onları eyleme yönlendirenler, Am erikalı ‘diplom atlar’
ve görünüşe göre sivil konum larda bulunan diğer görevliler­
di. Oysa hepsinin destekçisi, mutemedi ve yöneticisi, M erke­
zi İstihbarat Örgütüydü." İsyancıların ne uçakları ne de uçak­
savar silahları vardı ve uçaklar "hiç hasar alm adan isyancı
bölgeler üzerinde operasyon yapıyorlardı," diye bildiriyordu
CIA. Simba, buna Am erikalı ve Belçikalıları esir alarak yanıt
vermişti; esirlerin çoğu artık isyancıların başkenti olan Stan-
leyville’deydi ve paralı askerlerle savunucuları, bu durumu
da kendi m üdahalelerinin bir gerekçesi olarak öne sürdüler.
Paralı askerler, para için imza atmışlardı, am a aynı zam an­
da hızla sömürgelikten kurtulan bir A frika’da beyazların ayrı­
calığını savunmak için de. Bir çoğu, eve kahramanlıklarının
fotoğraflarını göndererek, sanki bir safarideymiş gibi davranı­
yorlardı. İngiliz haftalık gazetesi The O bserver bunlardan iki­
sini basmıştı: "Birinci fotoğraf, beyaz bir paralı askerin dara-
ğacına doğru çektiği elleri arkalarına bağlanmış, boyunlarına
ipler geçirilm iş, yarı çıplak iki zenci adam ı gösteriyordu.
İkincisinde, ‘gülüm seyen paralı askerler, ‘asma işlem inin’ ay­
rıcalığı için itişiyordu. " "Fotoğraflar," diye belirtiyordu The
Observer, "paralı askerlerin, işkence yaptıktan sonra tutsakla­
rım nasıl vurup astıklarını değil, aynı zam anda onları atış id­
m anı için nasıl kullandıklarım ve onları öldürm ek için kaç
kurşunun gerektiği konusunda kum ar oynadıklarını gösteri­
yor." İtalyan bir gazeteci, Ekim 1964 sonlarında Boende şeh­
rine girişlerini betimliyordu: "Şehri işgal etmek, bazuka ate­
şiyle kapılarını havaya uçurmak, dükkanlara girip, istedikleri
taşınabilir ne varsa almak demekti. ... Yağmalamayı, öldürme
izliyordu. Savaş, üç gün sürdü. Üç gün süren idamlar, linçler,
işkenceler, çığlıklar ve terör."
Amerikan basınıysa bunları bildirmeye gönülsüzdü. Piero
Gleijeses, "vatansever basın"dan birkaç örnek sunuyor. Was­
hington P o st , "zeki, şiir sever albay M ike Hoare"un yöneti­
mindeki paralı askerlerin, önemli bir hizmette bulunduklarını,
K ongo’yu kurtardıklarını söylüyordu. D iğer Amerikan gaze­
telerine oranla Kongo kriziyle ilgili daha fazla haber veren
New York Times, "Başkan M oise Tshom be’nin K ongo’da cid­
di olarak çok ırklı bir toplum oluşturm aya çalıştığına inandı­
ğı" için orduya yazıldığını söyleyen Güney Afrikalı bir paralı
askere iki bölüm lük bir dizi adadı. "Bu toplum u yaratm aya
yardım edebilirsem , K ongo’nun biraz umut, kendi ülkemdeki
ayrılıkçılıktan farklı olarak bir simge sunabileceğini düşün­
düm." New Y ork T im es’ın ’hassas bir paralı asker' versiyonu­
na, Güney A frikalı C ape T im es ’taki iki bölüm lü bir yazıda
tümüyle karşı çıkılıyordu; burada, ülkesine dönen Güney A f­
rikalı bir paralı asker, "anlamsız, soğukkanlı cinayetler", "ara­
da bir sorgulamak, ardından da idam etmek" dışında asla tut­
sak almamak ve hırsızlıklarından söz ediyordu; hükümetine,
"temiz genç G üney Afrikalıların", "anlamsız katiller" olm ala­
rına izin vermemesi için yalvarıyordu.
Kongo krizi, A m erika’nın bağım sız A frika’daki vaftiz tö­
reniydi. Geriye bakıldığında aynı zam anda iktidar için A m e­
rik a ’nın terörü geçici olarak kucaklam asıydı ve hüküm et,
özellikle de CIA, bunun farkında görünüyordu. ABD elçisi,
paralı askerleri "kontrol edilem eyen k ab ad ay ılar grubu ...
yağmalamayı veya kasa kırm ayı yetkileri arasında görenler"
olarak betimliyordu. CIA, "ciddi aşırılıkları" arasında "hırsız­
lık, tecavüz, katletme ve dövmeyi" sayıyordu. Simba isyanı,
24 Kasım 1965’te A BD-Belçika paralı askerlerinin Kisanga-
n i’ye inmeleriyle sona erdi. Aynı gün, Joseph M obutu, Kins-
hasa’da iktidarı ele geçirdi. Artık işe yaram adıkları için paralı
askerler, yavaş yavaş geri gönderilm eye başlandılar. Ancak
Sayıları 1000’den 230’a inerken yanlarında bin kişilik Kongo
askeriyle 5 Tem m uz 1967’de isyan ettiler. M obutu, W ashing­
to n ’a başvurdu. "M obutu’yu iktidarda tutmalıyız, çünkü baş­
ka kabul edilebilir bir alternatifi yok," diye konuştu Dışişleri
Bakan Y ardım cısı N icholas K atzenbach 13 Tem m uz tarihli
Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında. Kimse karşı çıkm adı­
ğı için Washington, Kübalı sürgünleri K ongo’ya geri gönder­
di, bu sefer R uanda’ya geri çekilen paralı askerleri bom bala­
mak için. M obutu, m ahkemeye çıkarılm aları için K ongo’ya
iade edilmelerini istiyordu. New York Times, paralı askerle­
rin Batı için Sim ba’ya karşı savaştıklarını ve, süreç içinde,
"çoğu beyaz olm ak üzere m asum hayatlar" kurtardıklarını
yazdı. Le Monde, daha dürüsttü: "Batı kam uoyu düşüncesi,
kabul edilm eli ki, bir A vrupalının ölüm üne, yirm i siyahın
ölümüne oranla daha hassastır." Ancak, Piero G leijeses’in be­
lirttiği gibi, yargılanm aları, yalnızca Batılı hassasiyetlerden
daha fazlasını yaralayabilirdi; "CIA ile tem asları hakkında
utandırıcı açıklam alara yol açabilirdi." Böylece W ashington,
ikili bir çözüm benimsedi. Kongolu yardımcıları, anlayışlı bir
müttefike, -genel a f sözüne rağmen onları katleden- Mobu-
tu ’ya iade edilirken paralı askerler, Uluslararası Kızıl H aç’ın
tuttuğu iki uçakla A vrupa’ya uçuruldu.

Angola Felaketi
Amerikan hükümeti, on yıl sonra A frika’ya döndüğünde, Vi­
e tn a m ’daki savaşa m uhalefet, A m erika B irleşik D ev letle­
rin d e k i atmosferi kökten değiştirmişti. Başkan Nixon A ğus­
tos 1974’te gözden düşm üş ve üç ay sonraki seçim lerde,
Kongre'de çoğunluğu Demokratlar almışlardı. Yürütme orga­
nının gizlice bir casusluk dış politikasını uyguladığı Soğuk
Savaş m irasından derinden kuşkulanan birçok savaş karşıtı
kongre üyesi, dış politika üzerinde yasama kontrolü oluştur­
mak istiyordu. Aralık 1974’te, Kongre, C IA ’in örtülü operas­
yonlarının "betimlemesini ve kapsamını", "zamanında" sekiz
kongre komitesine bildirmesini gerektiren Hughes-Ryan De­
ğişikliğini kabul etti.
Bu gelişmeler, daha önce hiçbir önemli kamu görevine se­
çilmemiş Gerald Ford liderliğindeki Nixon sonrası yönetimin,
hızla dağılan Portekiz imparatorluğu karşısında Afrika seçe­
neklerini tanım lam aya başladığı ortam ı biçim lendirdi. W as­
h in g to n , b ir S o v y e t v e k ili o la ra k ta n ım la d ık ta n so n ra
M PLA ’nın iktidara gelmesi olasılığını engellem eye kararlıy­
dı. Bu amaçla, Piero G leijeses’in kapsamlı olarak belgelediği
farklı seçenekleri araştırdı.
W ashington’un tercih ettiği seçenek, M P L A ’ya m uhalif
iki harekete örtülü destek verm ekti: Bu hareketlerden biri,
Kongo Generali Mobutu ’nun az çok vekili olarak çalışan A n­
gola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNLA) ve diğeri de, apartheid
Güney Afrika ile yeni kurulan tem aslar dışında dış teması pek
olm ayan A ngola’nın Tam B ağım sızlığı B irliğ i’ydi (Unita).
Ama Kongre daha fazla fonu onaylamak zorundaydı, çünkü
yardım C IA ’in 1975 yılı için Yedek A kçe Fonunu tüketmişti.
Ford, FNLA ve Unita için 2,8 milyon dolar örtülü destek iste­
diğinde Kongre, bunu S enato’da 54-22 ve Parlam entoda 323-
99 oyla kesin bir şekilde reddetti. O sırada M PLA, K üba’dan
zaten askeri yardım, m alzem e, eğitim ve danışm an alıyordu,
gerçi henüz büyük ölçekte Kübalı birlikler giriş yapmamıştı.
Kissinger, bu hızla değişen durumda ikinci bir seçenek plan­
ladı: "Kübalıların gelişine yanıt olarak yönetim, Johnson’un
1964’te Zaire’de (Kongo) yaptığı gibi bir paralı asker ordusu
oluşturm aya çalıştı." Ama çoğu İngiliz olan paralı askerlerin
sayısı azdı - 2 5 0 ’den daha a z - ve birçoğu da on yıl öncesinin
hızla yaşlanan eski askerleriydi. Sonuç, bir yıkımdı. G üçsüz­
düler, bazıları "sözcüğün tam anlamıyla Londra publarından
kolay para ve yüksek kalite yaşam sürme teklifiyle ayartıl-
mıştı" ve Kübalıları durduracak durum da değillerdi. "14 para­
lı askerin idam ını" karşılıklı suçlam alar izlerken kırk beşi
"koltuk değnekleri ve tekerlekli sandalyelerle eve (L ond­
ra ’ya) döndü." M obutu, L ondra’dan henüz gelen yirmi iki as­
k eri sın ırd ışı etti. Bu arada M P L A ’y la sav aşm ak yerin e
FNLA ve Unita, birbirleriyle savaşmaya başladı. Utanç verici
bir sonla karşı karşıya kalan Kissinger, düzenli Güney Afri­
kalı kuvvetlerle bir vekil saldırıyı desteklemeye karar verdi.
Gleijeses, hem Pretoria hem de W ashington’daki atmacalarla
güvercinler arasındaki iç tartışmaları ve her iki başkent ara­
sındaki temasları özetlemiştir. Pretoria’da tartışma, savunma
çevrelerinde D ışişleri Bakanlığıyla atm acaları karşı karşıya
getirdi. W ashington’daysa CIA şefi W illiam C olby’yle Kis­
singer karşı karşıya geldi.
En sert anlaşm azlıklardan biri U lusal G üvenlik K onse-
y i’nin 9 Nisan 1975 tarihli toplantısının tutanaklarında kayıt­
lıydı. Saygon’un düşüşünden üç hafta önce Colby, aşırı tepki
vermenin getireceği tehlikelere karşı uyarıda bulunmuştu:

Sayın Başkan, [V ietnam ’daki] bu son olayların diğer


ulusların bize karşı tutum larını nasıl etkileyebileceği
sorusu ortadadır. Genel olarak, şu anki yenilgi, bir dö­
nüm noktası olarak değil, birçok hüküm etin uzun za­
mandır geldiğini gördükleri belli bir yol üzerindeki son
adım olarak kabul edilmektedir. ... D üzenlem eler zaten
yapılm ıştı. ... Kendi açılarından Sovyet, Çin ve diğer
K om ünist liderler, -A B D halkının tepkisi diğer yabancı
m üdahalelere de yönelm edikçe ya da A BD içindeki
karşı çıkışların yakın gelecekte dış politika üzerinde
A B D ’nin herhangi bir uzlaşma geliştirme yeteneği hak­
kında kuşku yaratacak kadar tartışmalı olm adıkça- di­
ğer ABD bağlanımlarının sorgulanması gerektiği sonu­
cuna kendiliğinden varmayacaklardır.

Kissinger, anında sertçe karşı çıktı:

M erkezi H aber Alm a şefinin V ietnam ’daki bir çöküntü­


nün dünya çapındaki konumum uzu etkileyeceği tahm i­
nine karşı çıkıyorum . H erkesin olan biteni anlayacağı
gerçeğine dayanarak dünyanın tepkisinin önem siz ola­
cağı onun düşüncesiydi. Şunu söylem eliyim ki... hiçbir
ülke bu kadar hızlı bir çöküş beklemiyordu. ... Özellikle
A sya’da bu hızlı çöküş ve aciz tepkimiz, fark edilm e­
den kalmayacaktır. Hızla ya da öngörülebilir bir biçim ­
de gelm eyebilirler belki, ama sonuçlarını göreceğimize
inanıyorum. ... Batı A vrupa’da bile, bunun bir sonucu­
nun olacağına inanıyorum.

V ietnam ’daki cepheyi savunm ada başarısız olduktan sonra


K issinger, artık A ngo la’da sınır çizm eye kararlıydı. Güney
Afrikalı birlikler, 1975 Ekim ortasında A ngola’ya girdiler ve
K übalı birlikler de Kasım başlarında onları izledi.
G üney A frika işgalinin kam uoyunun haberdar olm asıyla
birlikte A B D ’li destekçileri için büyük bir derde dönüşmesi
çok ironikti. Çoğu gözlemci, K issinger’in 21-24 Ocak tarihle­
rindeki Sovyet lideri Leonid B rejnev’le M oskova’daki top­
lantısı sırasında bir karşılık -A n g o la ’daki A B D ’li ekonom ik
çıkarlarının garantisi karşılığında G üney A frikalı birliklerin
çek ilm esi- konusunda anlaştıklarına inanıyor. G ulf Oil C a­
binda 21 Şubat’ta çalışm alarına başladı ve A B D ’li elmas m a­
deni tekeli CFB, kam ulaştırm a tehdidi olm adan sömürüye de­
vam etti. İzleyen yıllarda A BD'nin Birleşm iş M illetler nez-
dindeki elçisi Andrew Young, M oskova’nın A ngola devletin­
de gedikler açmış olabileceğini, buna rağm en A ngola ekono­
m isinin büyük ölçüde Batı yörüngesinde kaldığını hatırlata­
caktı dinleyicilerine.
10 Şubat 1976’da ABD Kongresi, Angola iç savaşının her­
hangi bir tarafına herhangi örtülü bir yardım ı yasaklayan
Clark Değişikliğini kabul etti. Ertesi ay, 31 M art’ta, BM G ü­
venlik Konseyi Güney A frika’yı saldırgan olarak dam galayıp
A ngola’ya savaş hasarlarına karşılık tazm inat ödem esini talep
etti. O ylam a 9 ’a 0 olarak gerçekleşirken A m erika B irleşik
Devletleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya çekim ser kal­
dılar. Artık geri dönüş yoktu. Güney Afrika, hem Kübalılarla
savaşta yara aldı hem de tam ihtiyaç duyduğunda Batı sırtını
döndü. "Angola, Güney A frika’nın Dom uzlar Körfezi olarak
kabul edilebilir," diye ağıt yakm ıştı Güney A frikalı em ekli
bir general, Güney Afrika birliklerinin A ngola’dan çekildik­
leri gün. "Bizden sonra A ngola’da gözden düşen en çok on-
lardı," diye konuşm uştu Kissinger, F o rd ’a. A ngola’daki olay­
lar, A tlan tik ’in her iki tarafında uzun vadeli etkilere sahip
olacaktı. Güney Afrika birlikleri A ngola’da gözden düştükten
yalnızca birkaç ay sonra önemli bir isyanla siyaset sahnesinde
aniden ortaya çıkan Soweto, sokaklarındaki çocuklara yeni
bir umut verirken, ABD Kongresinde Soğuk Savaşın aşırılık­
larını dizginlemeye kararlı olanlara cesaret ve neden de verdi.

Clark Değişikliği
Angola fiyaskosu, V ietnam ’da alman dersleri pekiştirdi, ama
bu dersler, yürütme ve Kongre tarafından -h e r birinin de V i­
etnam sonrası ABD dış politikası üzerinde farklı bir etkisinin
bulunduğunu ileri sürerek- farklı yorumlara neden oldu. Vi­
etnam deneyimi, özellikle dünyanın Soğuk Savaşın stratejik
olarak kabul edilen bölüm lerinde, bölgesel vekillerin kararlı
bir biçimde aranm asına yol açtı. Ayrıca, dış politikada yürüt­
me bölüm üne hareket özgürlüğü verilmesi konusundaki yay­
gın güvensizliği güçlendirdi. Vietnam türü deniz aşırı m üda­
halelere karşı kam usal direnç, birçok savaş karşıtı parlam en­
terin seçilm esiyle K ongreye yansıdı ve bir dizi değişikliğe
neden oldu: Taslak kaldırıldı; Pentagon’un özel operasyonlar
bütçesi kesildi; C IA ’in askeri nitelikteki yetenekleri ve etkin­
likleri kongre denetimine tabi tutuldu; ve başkan, Savaş Yet­
kileri Kanunu ile ABD birliklerinin ülke dışında geniş bir yü­
kümlülüğe girmeden önce kongreden onay alması zorunluluğu
getirildi. "V ietnam ’dan alman ders, hantal dünya polisi palto­
sunu atm am ız gerektiğidir," diyordu Senatör Edw ard K en­
nedy, Kongredeki savaş karşıtı havayı özetleyerek. Savaş kar­
şıtı bu duygu dalgasının en açık dışavurum u, Bilgi Özgürlüğü
Kanunu'nun düzeltilm esi ve Clark Değişikliği'nin kabulüydü.
1973 Savaş Y etkileri Kanunu ile 1976 Clark D eğişikliği
(ve öncesindeki Tunney Değişikliği) arasında geçen iki yıl üç
ay, A m erika Birleşik D evletleri’ni silip süpüren savaş karşıtı
hareketin doruğuydu. Savaş Yetkileri Kanunu, Soğuk Savaşın
kurumsal bir mirası olan, gitgide artan yürütme gücüne karşı
uygulanan ilk frendi; K ongre’nin savaş açm a ve anlaşm a yap­
ma ile ilgili konulardaki anayasal rolünü güçlendiriyordu.
Tunney Değişikliği, ABD Senatosu'nun 20 A ralık 1975’te ka­
bul ettiği Savunma Bakanlığı ödenekler kanun tasarısına ek­
lenmişti: A ngola’daki anti-Kom ünistlere örtülü yardımı sona
erdiriyordu, ama yalnızca o mali yıl için. Ancak mali yıl sona
erm eden K ongre, yasağı gen işletip sürekli ve kesin kılan
Clark D eğişikliği’ni kabul etmişti:

K anunun herhangi bir başka hükm üne rağmen, bu tür


y ardım 1961 D ış Y ard ım K an u n u n a göre ö zellik le
onaylanm adığı sürece, güvenlik yardım ı ve askeri ya da
param iliter çalışm alar için verilmeyecek, ya da Angola
ya da buradaki herhangi bir kişi, grup, organizasyon ve­
ya hareket içinde, bunlara ya da bunlar adına polis eği­
timi, yardımı ya da tavsiyesi sağlanmayacak.

Soğuk Savaşın başlangıcından bu yana Kongre, istihbarat


topluluğu üzerinde kontrolünü bu kadar sıkı hiç uygulam a­
mı ştı.
T unney ve C lark d ü zen lem elerin in m im arlarıyla Savaş
Yetkileri Kanununu hazırlayanları bir nesil ayırıyordu. Savaş
Yetkileri Kanununun ana destekçisi Senatör Jacob Javits için
kanunun hedefi, hüküm etin yürütme koluyla Kongre arasında
bir "ortaklık" oluşturm aktı. Ama sırasıyla 1970 ve 1972’de
genç senatörler olarak seçilen ve ulus çapındaki savaş karşıtı
dalganın tepesinde bulunan John Tunney ve Dick Clark için
durum farklıydı. Tunney, Tem silciler M eclisi'ndeydi ve "dü­
zenli olarak yürü.tme yetkisini kontrol etme ve reforma daha
çok yönelik bir dış politikayı destekleme konusunda oy kul­
lanmıştı." Soğuk Savaş uzlaşm asının ardındaki varsayım ları
sorgulayarak, Tunney politika "bütün dünyada baskıcı sağ ka­
nat diktatörlüklerini m üttefik kıldığı" için "askeri m aceracıla­
ra istediklerini" vermeye karşı eski senatör R obert T aft’ın ön­
ceki uyarılarını tekrarlıyordu. 1972’de Io w a’dan bir koltuk
kazanm ak için savaş karşıtı bir platformda beklenmedik bir
zafer kazanan ve eski bir siyaset bilimi profesörü ve kongre
çalışanı olan D ick Clark, S enato’ya girdiği günden itibaren
"işlerin her zaman yapılma biçimlerini" sorgulam akla tanını­
yordu. Clark, K ongre’nin Savaş Yetkileri Kanununu kabul et­
menin ötesine geçm esi ve "kendini hüküm etin eşit bir kolu
olarak yeniden öne çıkarm ası için" dış politikayı tam am en
yeniden değerlendirm esi gerektiğine inanıyordu. Duyguları,
H arold H ughes, Tunney, Thom as Eagleton ve Jam es Abo-
urezk gibi diğer yeni D emokratlarca paylaşılıyordu. 1974’te
güçlü Senato Dışişleri Komitesinin Afrika İşleri Alt K om ite­
sinin başkanı olur olmaz Clark, kaynayan A ngola fiyaskosu
hakkında halka açık duruşm alar düzenledi ve ardından bir
A ngola gezisi yaptı. D öndüğünde Clark, A m erika B irleşik
D evletleri’nin Angola halkının sömürgeciliğe karşı savaşları­
nı desteklememesini telafi etmesi gerektiğini ve bunu yapm a­
nın en iyi yolunun A ngola’nın kendi kaderini tayin etme hak­
kına saygı gösterm esi olduğunu açıkladı; böylece bu eylem
aynı zam anda C IA ’in yıllar boyu kongre tarafından kontrol
edilm em esini sona erdirm e erdem ini de gösterecekti. Adını
taşıyan değişikliğin kabul edilm esinden sonra Clark, "söm ür­
ge A frika’sındaki diğer ülkelerdeki kurtuluş çabalarına yardı­
ma, Güney A frika’nın N am ibya’yı sürekli işgaline karşı çık­
maya ve Güney Afrika rejimine karşı ekonom ik yaptırım ların
düşünülmesine çağırarak, 1976 için azimli bir Afrika günde­
mi oluşturdu.” Bu girişim lerin A m erika’nın "diğer ülkelerin
iç işlerine siyasi ve askeri müdahalelerini" sona erdirm esini
bekliyordu. ABD düşm anlarından daha yüksek ahlaki bir ko­
num işgal etm ek istiyorsa, bir dem okrasinin dış politikasında
"açıklığın kural, gizliliğin istisna olduğunu - tersinin geçerli
olmadığını" bildirmek zorunda olmalıydı.
1976’da çıkarılan Clark D eğişikliği, 1985’te yürürlükten
kaldırıldı. Her zam anki işe geri dönüşten daha çok, bu deği­
şikliğin gitgide azalan önem i, A m erikan dış p o litik asın ın
oluşturulm asında m eydana gelen daha büyük bir gelişm eyi
yansıtıyordu: Soğuk Savaşın kazanılm ası dış politikanın oluş­
turulm ası açısından önem kazandıkça, ABD dış politikasını
savaş karşıtı hareketi güden sömürge karşıtı dayanışm ayla ay­
nı çizgiye getirm ek için yenileme umutları o derece suya dü­
şürüyordu.

Vekil Savaşları ve Safari Kulübü

W ashington’daki yürütme kolu da A ngola yenilgisinden bir


ders aldı: A skeri gücü ve jeopolitik önem i ne olursa olsun
apartheid G üney A frik a ’nın siyasi bir yüküm lülük olduğu
doğrulandı. Bunun anlaşılm asıysa yalnızca vekil aram ayı da­
ha da artırdı. İlk başarısı, H enry K issinger’in takdisiyle bir
araya getirilen Safari Kulübü denilen bölgesel ittifaktı.
Kulübün varlığı 1979 İran D evrim i'nden sonra yeni Hu-
meyni hükümeti, çok saygın M ısırlı bir gazeteci ve Başkan
N asır’ın eski danışm anı M ohamed H eikal’a, tahttan indirilen
şahın arşivlerini incelem esi için izin verdiğinde gün ışığına
çıktı. Heikal, resmi bir birlik oluşturan ve hepsi de Soğuk Sa­
vaş sırasında A B D ’nin stratejik müttefikleri olan bazı istihba­
rat birimlerinin başkanları tarafından imzalanan 1 Eylül 1976
tarihli bir anlaşm a buldu. Fransız gizli servisinin başı olan
Comte Claude Alexandre de M arenches’in parlak düşüncesi
olan Safari K ulübünün odağı, A frika’ydı; üyelerinin -F ransa,
M ısır, İran, Fas ve Suudi A rab istan - Soğuk Savaş'ın odak
noktası A frika’ya doğru kaydığında kaybedecek çok şeyi var­
dı. A frika odağı, sözleşm enin daha ilk cüm lesinden açıktı:
"A ngola ve A frik a ’nın diğer b ö lü m lerin d ek i son olaylar,
M arksist ideolojiye sempati duyan ya da bu ideoloji tarafın­
dan kontrol edilen bireylerle örgütleri kullanan Sovyetler Bir-
liği'nin kışkırttığı ve gerçekleştirdiği devrim ci savaşlar için
bir sahne olarak anakaranın rolünü gösterdiler." Safari Kulü­
bü üyeleri, A frika’daki ortak bir Sovyet tehlikesiyle yüzleş­
mek için bir sekreterlik, planlama bölümü ve bir operasyon
bölümüyle birlikte K ahire’de ana merkezlerini kurmaya karar
verdiler. Başkanlık, sırayla değişecekti, ama Fransa güvenlik
ve iletişimden sorumlu olacaktı.
Safari Kulübü, A frika’daki üç önemli gelişmeden sorum ­
luydu: Kongo, M ısır ve Som ali’deki gelişmelerden. Birlikte
ele alındıklarında, önemli Amerikan Soğuk Savaş müttefikle­
rinin kurdukları bir kulübün A frika’daki çıkarlarının hem ola­
sılıklarını hem de sınırlarını vurguluyordu. Kulübün ilk başa­
rısı, K ongo’da yaşandı. N isan 1977’de m ineral zengini K a­
tanga (bugün Şaba) eyaletinde bir isyanla ve yakın m üttefik­
leri M obutu’nun ilettiği Fransız ve Belçikalı m adencilik kuru­
luşlarının yardım talebiyle karşılaştığında kulüp, Fransız hava
taşımacılığını isyanla savaşması için Fas ve M ısır birliklerini
getirm ek için çeşitli kaynaklardan lojistik destekle birleştirdi.
Operasyon, tam bir başarıydı. Kulüp, Enver Sedat’ın Kasım
1977’deki öncü Kudüs ziyaretinin temelini atan A m erika’nın
iki stratejik müttefiki M ısır ve İsrail arasındaki tarihsel uzlaş­
manın ortaya çıkmasına yardım ettiğinde daha da büyük bir
başarı kaydetti. Toplantı önerisinden, kulübün Faslı tem silci­
sinin taşıdığı İsrailli Başbakan İzhak R abin’in Başkan S edat’a
yazdığı bir mektupta ilk kez söz edilmişti. Bunu, İsrailli G e­
neral Moşe Dayan ile M ısır’ın Başbakan Yardımcısı Hassan
Tuhami arasında Fas Kralı II. H asan’ın koruması altında gizli
bir toplantı izledi. "İzhak Rabin daha sonra M ısır’la kaydedi­
len en önemli gelişmenin Begin iktidara gelmeden önce baş­
ladığını iddia ettiğinde, gerçeği söylüyordu," sonucuna varı­
yordu Heikal kulübün yazışm alarını incelemesinde.
Kulübün en az başarılı girişimi, bölgesel vekillerden olu­
şan bir grubun, çıkarları süper güç ham isininkiyle uyuşm adı­
ğında dikkate alm ası gereken sınırları vurgulayan Som ali
operasyonuydu. Somali operasyonu, 1974’teki Etiyopya Dev-
riminin hemen sonrasındaydı. M onarşi krizi ve ardından ge­
len devrim, hem Somali hem de Sovyetler Birliği'nin liderliği
açısından, daha sonra birinin hedefleri diğerininkiyle zıtlaş­
masına rağmen, tarihi olasılıklara işaret ediyordu. Som ali’den
Siad Barre için, Somalililerin yerleştiği ama Etiyopya’nın hak
talep ettiği O gaden’i Som ali’ye dahil etm ek am acıyla bir sa­
vaş açarak pan-Somali devleti yaratma rüyasını gerçekleştir­
mek için Etiyopya Devrim inden daha iyi bir fırsat olamazdı.
O ana kadar Etiyopya monarşisine karşı Som ali’nin müttefiki
olan Sovyetler Birliği için aynı devrim , önemli bir m üttefik
olarak bölgede stratejik bir ülkeyi kazanm a fırsatı sunuyordu.
Sovyet girişimi, Somali am açları için yıkıcı sonuçlar doğur­
du: Somali 1977’de O gaden’i işgal ettiğinde ve birlikleri son­
raki birkaç ay boyunca ilerlediğinde Sovyetler Birliği taraf
değiştirdi. "Tam bir koordinasyon içinde ve Sovyetler Birli­
ğ i’nin desteğiyle gerçekleştirilen" bir operasyonun sonucunda
on sekiz bin kişilik Kübalı birlikler O gaden’e girerken Som a­
li kuvvetleri, dağılarak geri çekildi.
Sovyetlerin bu taraf değiştirm esi Siad B arre’ı savaş ala­
nında tek başına bıraktığında Safari Kulübü işe girişti: "Üye­
ler, Siad B arre’ye Ruslardan kurtulursa ihtiyaç duyduğu si­
lahları kendilerinin tedarik edeceklerini söylediler." Barre,
Sedat’ın izinden gidip Sovyetleri kovduğunda İran şahı, M ı­
sır’a söz verilen desteği Som ali’ye vermesi için Amerika Bir­
leşik D ev letleri’ne baskı uyguladı. Ama A m erika B irleşik
D evletleri, tek basit bir nedenle buna hazır değildi: M ısır,
stratejik bir müttefikti, Somali değildi, bu da şaha bildirildi.
"Başkan C arter’den üç m esaj aldım," diye yazıyordu bir ay
içinde Somali elçisini çağıran şah. "Siz Somalililer, dünya ik­
tidarının dengesini tehdit ediyorsunuz." B arre’m, Am erikalı­
ların O gaden’den uzak durmaları koşuluyla Rusların da Ro­
d ezya’da beyazların iktidarı ele alm alarından uzak durmayı
kabul ettikleri bir süper güç anlaşm asının saf bir kurbanı ol­
duğu sonucuna varmaktan başka seçeneği yoktu.
"K issinger," diye belirtiyordu, "A frika’daki am açlarının
v e k a le te n y erin e g e tirilm iş o lm asın d an ço k m u tlu y d u ":
"K ongre’nin kontrol sahibi olm adığı bir gruptan ve, dahası,
kendi kendini finanse etmeye hazır bir gruptan" daha iyi ne
olabilirdi?

Güney Afrika

Safari Kulübü, K issinger’in bakış açısının özünü haklı çıkarı­


yordu: Evdeki dem okrasi sınırları, Am erika Birleşik D evlet­
leri’nin uluslararası alanda vekillerle çalışmasını gerektiriyor­
du. Vekil arayışında Güney Afrika, özel bir yer işgal etmeyi
sürdürüyordu. 1975’de Angola konusunda alman ders, bu ye­
rin ö rtü lü o p e ra s y o n la r için s ın ırla n d ırılm ış o lm asıy d ı.
A B D ’li casuslar, Clark Değişikliğini aşmaya çalışırken, G ü­
ney A frika’yla "yapıcı işbirliğini" sürdürüyorlardı. Clark D e­
ğişikliği, R eagan’ın ikinci dönem inde 1985’te resm i olarak
yürürlükten kaldırıldı, am a on yıl boyunca yürürlükte olması
bile Soğuk Savaş'çıları engellem eyi başaram amıştı, çünkü bu
savaşçılar kam uoyunun dikkatini bir küresel gerçek olan sö­
m ürgelerin kaldırılm ası hareketinden bir diğeri olan Soğuk
Savaş'a yönlendirmeyi başarabilmişlerdi. Yürütmenin hareket
özgürlüğü üzerindeki yasam a kısıtlam aların ı aşm a yolları
ararlarken bu ideolojinin yandaşları, hevesle vekil savaşlarını
ve yavaş yavaş da terörü kucakladılar. CIA şefi W illiam J.
Casey sonunda, üçüncü ve dördüncü taraflar aracılığıyla dün­
ya çapında -M o zam b ik ’teki R enam o’dan A ngola’daki Uni-
ta’ya ve N ikaragua’daki kontralardan A fganistan’daki m üca­
hitlere k ad ar- terörist ve prototerörist hareketleri için destek
planlarında liderliği eline aldı. Özetle, V ietnam ’daki yenilgi­
den ve evdeki W atergate skandalından sonra ABD hükümeti,
iktidarı ele geçiren gerillalara ve Sovyet yandaşı olarak kabul
ettikleri rejim lere karşı savaşta teröristlerden yararlanm aya,
hatta bunları yetiştirm eye karar verdi.
Güney Afrika, Amerika Birleşik D evletleri’nin vekil sava­
şı sanatını uygulamaları için Güney A frikalılara koruyucu bir
şemsiye sağladıkları yerse; Orta A m erika da Birleşik Devlet-
leı'in kendi vekillerinden öğrendiği dersleri uyguladığı yerdi.
Daha kuramsal bir etki, Güney Afrika Savunma K uvvetleri­
nin başı ve 1980’den beri S avunm a B akanı olan G eneral
M agnus M alan dahil kontrgerilla savaşı uzm anlarından geldi.
İlginçtir ki, apartheid sonrası G erçek ve Uzlaşma Komisyo-
nu'nun raporunda kabul ettiği gibi M alan karşı-gerilla savaşı
sanatıyla 1961-1963 yılları arasında A m erika Birleşik D evlet­
leri’nde subay eğitim kursuna gittiğinde tanışmıştır. M alan’in
kurmay başkanı olarak görev süresinde (1973-1976), Güney
Batı A frika’ya karşı gerilla savaşı sanatını uyguladığı bilin­
m ektedir. M alan kontrgerilla savaşı uzm anlarının, özellikle
M ao Zedung’unkiler olm ak üzere, gerilla savaşı hakkında ün­
lü m etinleri incelem eleri için ısrar etmesiyle tanınıyordu. U y­
gulama ve kuram karışımı, düşük yoğunluklu çatışmanın bir
ana ilkesinin ortaya çıkm asıyla sonuçlandı: Gerilla savaşı, is­
tenmeyen hükümetlerin yerel siyasi temsilcileri gibi, "yumu­
şak hedeflere" odaklanm ayı içeriyorsa, kontrgerilla savaşı
solcu hüküm etlerin siyasi destekçilerini de hedeflem elidir.
Bir hükümetin silahlı kuvvetlerini hedef almaktan siyasi tem­
silcilerini ve sonra da sivillerini hedef alm aya doğru kayış,
askeri ve sivil hedefler arasındaki ayrımı bulanıklaştırıyordu.
Bu bulanıklık, barış zam anı çarpışm alarında sürdürülen bir
strateji olarak siyasi teröre -siy asi am açlar için sivillerin he­
d eflenm esine- yol açtı. Tutarlı bir biçimde uygulandığında
terör, hedeflerle kurbanlar arasında bilinçli bir ayrım yaptı.
K urbanlar isimsiz de olabilir, sanki kaderleri piyango tarafın­
dan belirlenmiş gibi, çünkü mesele, hedefi zayıflatıp son bir
çekişmeye maruz bırakacak biçimde onu mümkün olduğunca
ağır yaralamaktı. Düşük yoğunluklu çatışm a dilinde, hedef­
lerden farklı olarak kurbanlar, "kaçınılmaz zayiat" olarak ta­
nınıyorlardı.

Renamo: Afrika’nın ilk Gerçek Terörist Hareketi


Amerika Birleşik Devletleri ile apartheid Güney Afrika ara­
sındaki ortaklık, tarihlerinde farklı noktalarda olsa da terör ve
siyasetten oluşan bir karışımı uygulayan iki ana hareketi des­
tekledi: M ozam bik’te R enam o’yu ve A ngola’da U nita’yı. Bu
benzerlik, Renam o ile U nita arasındaki önem li farklılıkları
asla bulanıklaştırmamalıdır: Renamo, yalnızca bir kontrgeril­
la operasyonu, hayatta kalm a stratejisi olarak siyasi örgütlen­
me sanatım öğrenmeye zorunlu bir hareket olarak başlarken
Unita, gelişimi sırasında kontrgerilla savaşını öğrenen bir si­
yasi hareket olarak başladı.
R enam o, 1970’li yılların başlarında R odezya ordusunca
terörist bir grup olarak yaratıldı ve R odezya’nın düşüşünden
sonra 1980’de, beyaz R odezya ordusunun ve istihbaratının
bütün birlikleri Güney A frika’ya kaçıp onların askeri ve istih­
barat organlarıyla bütünleştiğinde, Güney A frikalı Savunma
Güçlerince himaye edildi. Renamo, zaman içinde hüküm ette­
ki M ozambik Kurtuluş Cephesinin (Frelimo) hatalarını, siyasi
desteği harekete geçirmeye dönüştürm eyi öğrenmiş olsa bile,
terörü teklifsizce kullanm aktan asla vazgeçmedi. Buna karşın
Unita, yerel siyasi bir temele sahip bir hareket olarak başladı,
oysa bu temel sürekli dış yardım olm adan 1975’teki iç savaş­
ta ayakta k alacak k ad ar güçlü değ ild i. B unun sonucunda
apartheid Güney Afrika ile ittifakı, U nita’ya terör taktiklerini
örnekleri görerek öğrenme yolunu açtı. Unita, zayıf olsa bile
A ngola’daki iktidarın rakibiyken Renam o, M ozam bik’te as­
lında rakip bile değildi. U nita’ya açık desteğinin tersine ABD
hükümeti, R enam o’yu asla açıkça desteklemedi. Ama bu du­
rum, Amerika Birleşik D evletleri’ndeki siyasi sağ kanatla R e­
nam o tem silcileri arasındaki işbirliğini ortadan kaldırm ıyor­
du: "R enam o’nun W ashington bürosu, M iras V akfıyla aynı
adresi paylaşıyordu" ve, 1987’de, sağ kanadın baskısıyla,
"Senato Azınlık Lideri Robert D ole’u Renam o-yandaşı kam ­
pa soktu." A n g o la ’daki 1975 y en ilgisi, G üney A frik a ’nın
ABD yardımı için doğrudan bir bağlantı olarak kullanılam a­
yacağını gösterdiği ve Clark Değişikliği de A ngola’ya örtülü
ABD yardımını da yasakladığı için CIA, U nita’yı finanse et­
mek, eğitmek ve desteklem ek için dördüncü taraflar bulmaya
girişti. Kongre belgeleri, 1983’te Fas aracılığıyla en azından
15 milyon dolarlık bir ödeme gösteriyordu. Dem okratik so­
rumluluğu sarsmak, denizaşırı terörü desteklem enin ülke için­
deki en önemli bedeliydi. Unita lideri Jonas Savim bi’nin ga­
zetecilere yaptığı içten bir yorumunda, işbirliği yapmayan yü­
rütm e gücünün karşısında Clark D eğişikliği'nin etkisizliğini
kabul ediyordu: "Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük bir
ülkenin başka kanalları vardır. ... Clark Değişikliği'nin bir an­
lamı yoktur."
C lark D eğişik liğ i yü rü rlü k ten k ald ırılm ad an önce bile
A m erika B irleşik D evletleri, terörü açıkça desteklem enin
oluşturacağı siyasi bedelin yüksek olacağını biliyordu; böyle-
ce terörist ve prototerörist hareketleri gizli -v e açık a ç ık -
desteklemeyi sürdürdü. R eagan’ın ikinci döneminden bir ör­
nek, U nita’ya 13 milyon dolar değerinde "insani yardım ın"
sağlanmasıydı; bunu bir başka 15 milyon dolarlık "askeri yar­
dım" izledi. A partheid’ın sona ermesinden ve Mayıs 1991’de­
ki A ngola iç barışından sonra U n ita’ya G üney A frik a’dan
yardım kesildiği için -v e Soğuk Savaşın bitmiş olması gerçe­
ğine rağm en- Amerika Birleşik Devletleri U n ita’ya yardımı
artırdı. Hem terör hem de siyasi örgütlenme içeren bu bileşi­
min, N ikaragua’da devrim karşıtı koalisyonun seçimlerde ka­
zanması gibi, A ngola’da da siyasi bir zafer sağlayacağı umu­
luyordu. M antık basitti: halk ancak kaçınılm az zayiat seviyesi
kabul edilemez ölçülere ulaştığında, barışa karşılık teröristleri
iktidara seçecekti.
Her ne olursa olsun, güney A frika’da terörün bedeli yük­
sekti. M ülteciler ve yerlerinden edilen insanlarla görüşen bir
Dışişleri Bakanlığı danışm anı, R enam o’nun M ozam bik’teki
savaşta, on binlerce sivilin öldürülmesi dahil, sivil zararların
yüzde 95’inden sorumlu olduğu sonucuna vardı. 1989’da ya­
pılan bir Birleşmiş M illetler çalışması, M ozaınbik’in 1980 ilâ
1988 arasında yaklaşık 15 milyar $, 1988 G M S H ’nin beş bu­
çuk katı, ekonom ik bir kaybı olduğunu hesapladı. A ngola’ya
gelince Africa W atch araştırmaları, doğrudan saldırılar, kaçır­
m alar ve köylülerin kullandıkları yollara kara mayınları döşe­
meden oluşan bir bileşim aracılığıyla hükümetin elinde bulu­
nan alanlarda açlık çeken sivilleri hedefleyen Unita stratejile­
ri belgelediler. Yaygın kara mayını kullanımı, dikkatlice he­
saplanan on beş binden fazla uzvu kesilenlerle, A n g o la’yı
-A fganistan ve K am boçya’yla b irlikte- dünyanın en çok m a­
yınlı ülkeleri sıralamasına soktu. UNICEF, savaşla doğrudan
ya da dolaylı ilişkili nedenlerle 331.000 sivilin öldüğünü he­
sapladı. BM de, A ngola ekonom isinin 1980 ilâ 1988 yılları
arasındaki toplam kaybının, 1988 ülke G SM H ’nin altı katı
olan 30 milyar dolar olarak tahmin ediyordu.
Siyasi terör, A frika’da daha önce hiç görülm emiş bir tür
savaş yaratmıştı. Terörün özelliği, sivil hayatı hedeflemesiy-
di: K öprüler ve elektrik santralleri gibi altyapıları havaya
uçurmak, sağlık ve eğitim merkezlerini yok etmek, yollan ve
toprakları m ayınla döşem ek ve destekçi olmalarını sağlamak
için sivilleri -özellikleri çocukları- kaçırmak. Terör, sivilleri
tercih edilen hedeflere dönüştürerek gerilla savaşından ayrılı­
yordu. Solcu gerillalar, sivillerin sudaki balıklar olduklarını
iddia ediyorlarsa, sağcı teröristler de, balıkları yalıtıp yok et­
mek için suyu -y an i sivil yaşam ı- boşaltmaya kararlıydılar.
Bugün kaçınılm az zayiat olarak adlandırılan şey, savaşın ta­
lihsiz bir yan ürünü değil; terörün tam da istediği şeydi.

"Yapıcı İşbirliği"
(Constructive Engagement)
R enam o’nun M ozam bik’te dizginleri bıraktığı ve U n ita’nın
A ngola’da düzenli olarak başvurduğu terörün hükümdarlığını
sürdürmeye sıra geldiğinde A m erika’nın rolü, siyasi destekçi-
likti. Amerika Birleşik D evletleri’nin U nita’yı açıkça destek­
lediğini gördük, am a kendini R enam o’yla ilişkilendirmemek
konusunda dikkatliydi. H atta D ışişleri Bakanlığı, R enam o’­
nun terör eylem lerini belgeleyip kınamıştı. Ancak ABD, do­
ğuşundan olgunluğuna kadar R enam o’yu, yani A frika’nın ilk
gerçek terörist hareketini, doğrudan besleyen Güney Afrika
rejim ini sıcak bir biçim de destekliyordu. Reagan yönetirhi,
A frika’dan sorumlu Dışişleri Bakan yardım cısı Chester Croc-
k er’in oluşturduğu bir terimle bu kucaklamayı "yapıcı işbirli­
ği" olarak adlandırıyordu. Am erikan siyasi desteği olmasaydı
Güney Afrika hükümeti, on yıldan daha uzun süre cezalandı­
rılm adan bağım sızlığını yeni kazanm ış bir Afrika ülkesinde
bir terörist hareketini desteklemeyi sürdüremezdi.
Yapıcı işbirliğinin amacı, militan -v e Sovyet yandaşı- bir
savaşta askeri potansiyelini daha iyi kullanabilmesi amacıyla
Güney A frika’yı siyasi yalıtılmışlıktan çıkarmaktı. Kurtarma
operasyonu, Güney A frika’nın Sovyet yörüngesi dışında ve
ABD vesayeti altındaki çok yanlı kurumlarda ıslah edilmesiyle
hükümet seviyesinde başladı. Ön oyuncu olarak ABD 1982’de
Uluslararası Para Fonu'na (IMF) Güney A frika’ya 1,1 milyar
dolar kredi vermesi için baskı kurdu; W illiam Minter, bu tu­
tarın 1980 ilâ 1982 yılları arasında Güney A frika’nın askeri
harcamalarındaki artışa eşit olduğunu bildiriyor. Yapıcı m ü­
dahale için kamuoyu desteğini alma çabasıyla Güney Afrika
hükümeti, ABD medyasında, en sonunda ortaya çıkarılan sa­
yısız yatırım larda bulundu; bu olay apartheid rejiminin istih­
barat bakanı olan C ornelius M u ld er’e göre adlandırılarak
M uldergate olarak tanındı. M uldergate, Birleştirm e Kilise-
si'nin (Unification Church) sahip olduğu Washington Times;
Sacramento Union; "United Press International ve İngilte­
re ’nin Bağımsız Televizyon H aberleri’nin ortaklaşa sahip ol­
dukları ...dünyanın ikinci en büyük haber filmi yapımcısı ve
dağıtıcısı UPITN" ve Sydney S. Baran ve Şirketinin "siyasi
olarak iyi bağlantıları bulunan" halkla ilişkiler şirketi dahil
160-180 gizli medya projesinde çeşitli Güney Afrika hükü­
meti yatırımlarının araştırılmasını içeriyordu. Ayrıca M ulder­
gate projeleri, Hıristiyan sağcı "papazlıklar" gibi, önde gelen
m uhafazakar bireylere ve örgütlere doğrudan yararlar sağlı­
yordu. 1986’da ABD evangelik yayıncılar, "Güney Afrika hü­
küm etiyle işbirliği yaparak, G üney A frika lehinde tanıtım
kam panyasına başladılar." Aşırı Sağın tem silcisi Jerry Fal-
well, Güney Afrika başkam P. W. Botha lehinde alenen konu­
şup yaptırım öneren bir kanun tasarısını reddetmeye çağırdı.
Y apıcı işbirliği, A m erika B irleşik D evletleri, apartheid
Güney Afrika, U nita ve Renam o arasındaki ilişkileri biçim ­
lendirilen genel bir siyaset bağlamı oluşturdu. Hami ile vekil
arasındaki ilişki eşitsiz olm asına rağmen, asla tamamen tek
taraflı değildi. ABD yardımı, Güney A frika’nın cezalandırıl­
madan hareket etm esini olanaklı kılm ış, ama Güney Afrika
hüküm eti de ilişkiyi stratejik olarak kullanm ıştır. H üküm et
içinde ve dışında sağcılarla ilişkileri güçlendirecek girişim ler­
de bulunmayı sürdürdü. Aynı şey U nita’nın Güney Afrika ve
A m erika Birleşik D evletleri ile, ve daha az ölçüde Renamo
ile de, ilişkilerinde geçerliydi. Aslında yapıcı işbirliği, Güney
A frika’nın bölgesel siyasetini örtülü ve açık operasyonlardan
oluşan karm aşık bir yapıyla yeniden biçimlendirdi: Örneğin
M ozam bik’te, Güney Afrika, 1984 Nkomati resmi barış an­
laşmasını, Renam o terörüne örtülü maddi destek ile birleştir­
di. N kom ati’den sonra bir yıl geçm eden M ozam bik güçleri,
Renamo liderlerinden birine ait bir dizi günlüğü ele geçirdi­
ler; Vaz G ünlükleri, G üney A frika Savunm a K uvvetlerinin
R enam o’ya süren desteğini ayrıntılarıyla veriyordu.
Yapıcı işbirliği, Güney A frika’daki siyasi reformu kesin­
likle en az on yıl geciktirdi. ABD, G üney A frika’yı A ngo­
la ’ya m üdahale etm eye teşvik etm eden önce, G üney A fri­
k a’nın bağımsız A frika’da gerilimin azaltılm asıyla ilgili ken­
di görüşü uzun bir yol kat etmişti. Başbakan John Vorster,
yeni stratejiyi Le M onde'a açıkladı: "İç siyaset, uluslararası
işbirliğini engellem emelidir." Pretoria’nın M ozam bik’teki ba­
ğımsızlık yaklaşımına ilk yanıtı, Boer yerleşimcilerinin laager
olarak adlandırdıkları, dar bir savunma çem berine çekilmek
değil, tersine bölgesel reform olasılığına karşı kendini açm ak­
tı. Bir kez daha, - o ana kadar 1967’den 1975’e kadar Rodez­
y a ’daki "yaklaşık iki b in ” Güney A frikalı polisi de içeren -
Ian Sm ith’in Tek Taraflı Bağımsızlık İlam ’na (UDİ) desteğini
artırmak yerine Pretoria, eski İngiliz sömürgesinde çoğunluk
iktidarına hazırlanıyordu. "Siyah A frika’yla uzlaşm aya çalı­
şan Güney Afrika, bizi başından atmaya hazır," diye yazıyor­
du 1 Aralık 1974’te Rodezya istihbaratının başı.
Yapıcı işbirliği çağı Güney A frika’da, 1976 Sovveto ayak­
lanmasını izleyen on yıldaki gitgide artan yaygın direniş dö­
nem iyle çakışmıştı. Gene de Am erika Birleşik Devletleri ile
ortaklık, Güney Afrika hükümet çevrelerinde Soğuk Savaş'la
m ücadeleye öncelik tanıyanları güçlendirdi. İç reform talep
eden sesler, ülke içinde ikinci sıraya itilip uluslararası alanda
göz ardı edilirken Güney Afrika ordusu, hüküm et süreçleri
üzerindeki pozisyonunu güçlendirip bölgesel politikasını uz­
laşm adan "tam saldırı"ya kaydırdı. A partheid rejim inin ve
bölgesel politikasının ask erileştirilm esi, apartheid sonrası.
G erçek ve Uzlaşma Kom isyonu'nun beş ciltlik raporunda faz­
lasıyla ayrıntılarla verilm iştir. Barındırm aktan saldırganlığa
bölgesel kayış, Reagan yönetiminin politikasındaki benzer bir
küresel değişikliği, yeni "tecrit"ten "püskürtme"ye kaym ayı
yansıtıyordu.
Soğuk Savaş'ın iki süpergüç arasında yapıldığını ve ikisi­
nin yerel çıkarları ve sonuçları küresel stratejik düşüncelerin
emrine soktuklarını söylemeye gerek yok, am a burada benim
ilgilendiğim yalnızca A B D ’dir. Sınırlı bir biçimde, Soğuk Sa-
vaş'ı bir sona doğru sürdürmeye hazırlanırken A B D ’nin terö­
rü kucaklama biçimlerini aydınlatm ak istiyorum.

Amerika Birleşik Devletleri


ve Düşük Yoğunluklu Çatışma
CIA ve Pentagon teröre başka bir ad veriyordu: "Düşük yo­
ğunluklu çatışma" (LIC). Kontrgerilla savaşından düşük yo­
ğunluklu çatışm aya geçiş, ABD savaş stratejisinde stratejik
bir yeniden yönlenmeye işaretti. Öncelikle, ABD stratejik çı­
karlarına yönelik hakim tehdidin doğrudan Sovyetlerin A vru­
p a’da konuşlanm ış birliklerinden değil, dolaylı olarak W as­
hington’un Sovyet vekilleri olduklarını düşündüğü Üçüncü
Dünya isyancılarından geldiğinin anlaşılm asıydı. "Düşük yo­
ğunluklu çatışmanın, Üçüncü D ünya’ya müdahale etm em izin
en olası biçimi olduğu önerisi göz önünde bulundurulduğun­
da," diye yazıyordu El Salvador’daki bir ABD askeri grubun
eski başı ve L İC ’nin önde gelen destekçisi Albay John Wag-
helstein M ilitary R eview ’da, "ordunun, A vrupa ovalarında
Sovyet tehdidini vurgulayarak hâlâ yanlış savaş için hazırlan­
dığı görünüyor." İkincisi, LIC, "caydırm a"nın savunmacı ko­
num undan saldırgan konum a geçiş konusundaki kararlılığa
işaretti. V ietnam ’daki yenilgiyi izleyen beş yıl, Angola, M o­
zambik, İran, Nikaragua, Etiyopya ve G renada dahil en az bir
düzine başka ülkede bir dizi ideolojik yenilgiyle dam galan-
mıştı.
Reagan doktrininin özü, "püskürtme"ydi. Bir arada varol­
ma ya da tecrit yerine, Üçüncü Dünyadaki yenilgileri kararlı,
sürekli ve saldırgan bir biçimde geri çevirm eye çalışıyordu.
Harekete geçiren baskı, 1980 yılında Santa Fe Komitesi adlı
bir Cumhuriyetçi gruptan geldi. Grup, "Sovyetler Birliği'nin
tecridinin yeterli olm adığı'nı gözlemleyerek, şu sonuca var­
mıştı: "Amerika Birleşik D evletleri’nin halkının ruhunu ifade
edecek özgürlük, onur ve ulusal çıkar adına boru çalma za­
manı gelmiştir. Ya bir Pax Sovietica (Sovyet Egem enliğinin
hüküm sürdüğü barış dönem i) ya da Amerikan gücüne karşı
dünya çapında bir toplu m uhalefet ortaya çıkm ak üzere. K a­
rar verme saati, daha fazla ertelenemez."
Püskürtme için düşünsel ve kibar çevrelerde saygı uyandı­
ran savı, yeni-m uhafazakar akadem isyen Jeanne Kirkpatrick,
önce "Diktatörlükler ve Çifte Standartlar" adlı yazısında, ar­
dından da aynı adlı kitabında sundu. K irkpatrick’in savı, Sov-
yetlerin küresel yayılmasını Üçüncü Dünya devrim leriyle ne­
densel bir ilişkiye yerleştiriyordu. Üçüncü Dünya devrimleri,
diye iddia ediyordu, meşru değildir, çünkü baskıcı diktatör­
lüklere karşı savaşan yerel tarihsel güçlerden çok Sovyet ya­
yılmacılığının ürünleridir. Ayrıca Kirkpatrick, solcu ("totali­
ter") ve sağcı ("otoriter") olm ak üzere iki tür diktatörlük ara­
sında bir ayrım yapıyordu. Aradaki fark, diye iddia ediyordu,
içeriden reform yapılam adığı için totaliter diktatörlüklerin
zorla dışarıdan devrilm eleri gerekirken otoriter diktatörlükler,
yapıcı m üdahaleyle kullanılabilen iç reforma açıktırlar. Kirk-
patrick’in savının düşünsel önemi abartılam az. Sağcı dikta­
törlerle dost olmanın neden iyi olduğu ve solcu hükümetleri
devirm ek üzere elden gelen her şeyi yapm a anlayışına bir
m antık sağlayarak püskürtm eyle ilişkili ahlaki sorunu çöz­
müştü.
Ronald Reagan 1981’de göreve başladıktan sonra yeni Dı­
şişleri Bakanı Alexander Haig, şu açıklamayı yaptı: "Ülke dı­
şındaki çıkarlarım ızla ilgili artan başarısızlık ve sözde ulusal
kurtuluş savaşları, dünya olaylarını etkilem e yeteneğim izi
tehlikeye atmaktadır." 1984’te yeniden seçildiğinde Reagan,
ulusa seslenişinde şunu doğruladı: "Sovyet Komünizm dalga­
sı tersine çevrilebilir. Tek gerekli olan şey bu işi yapmak için
irade ve kaynaktır.”
Askeri stratejide püskürtmeye doğru kayıldığında kontrge-
rilla savaşıyla düşük yoğunluklu çatışm a arasında kesin bir
ayrım yapıldı: V ietnam dönem indeki kontrgerilla savaşının
amacı, devrim ci gerillaları yenmekti; LIC, yalnızca hareketle­
ri değil devrim ci hükümetleri yıkmayı amaçlıyordu. 1985’te­
ki U lusa Seslenişinde Başkan R eagan, cesaretle "A fganis­
tan’dan N ikaragua’ya kadar her kıtada" Sovyet yanlısı hükü­
m etlere karşı savaşan K om ünist karşıtı güçlere yardım vaat
etti. Ö rtülü LIC operasyonları, özel olarak eğitilm iş Özel
O perasyon G üçleri (SO F) tarafından g erçekleştiriliyordu.
SOF yıllık bütçesi, Vietnam Savaşının altın çağında 1 milyar
dolardan 1975 mali yılındaki 100 milyon dolardan azma ka­
dar düşmüştü. Reagan dönem inde 1986 mali yılında yaklaşık
1,5 milyar dolara vararak, barış zam anlarında benzeri görül­
memiş bir rakam a erişm işti, hatta sonraki yıllar için daha da
yüksek tahm inler içeriyordu. SOF fonlarının, CIA örtülü ope­
rasyonlarına nazaran önem li bir avantajı vardı: "Pentagon,
SOF etkinlikleriyle ilgili ayrıntıları K ongre’ye rapor etm ek
zorunda değildi."
1985-1986’daki bir dizi gelişme, temel askeri strateji ola­
rak L İC ’ye dönüşü resm ileştirdi. 1985’te O rtak (A rm y/A ir
F orce-O rdu/H ava K uvvetleri) D üşük Y oğunluklu Ç atışm a
Projesi'nin (JL IC ) o lu ştu ru lm asın d an başlayarak, Ü çüncü
D ünya’da kavram lar, strateji, kılavuzlar ve uygulama hakkın­
da bin sayfalık bir raporun 1986’da yayınlanmasına yol açtı.
Aynı yıl 1986’da, Pentagon, düşük yoğunluklu savaş sanatı
hakkmdaki ilk konferansını gerçekleştirdi ve hem "farkmdalı-
ğı artırm ak" hem de "O rdu/H ava K uvvetlerinin (A rm y/A ir
Force) düşük yoğunluklu çatışm aya girme tutum unu geliştir­
mek" için Düşük Yoğunluklu Çatışma için Ordu/Hava K uv­
vetleri M erkezi'ni (Arm y/Air Force Çenter) kurdu. ABD poli­
tikasının bu ikili olarak yeniden tanım lanışı, yani Ü çüncü
D ünyayı ana savaş alanı olarak tanım lam a ve saldırıya yönel­
me, yaygın şekilde Reagan Doktrini olarak tanındı. Bu dokt­
rinle devrim karşıtı güçlerin ve bunların seçtiği silah olan te­
rörün bir idealleştirilm esi - v e ideolo jileştirilm esi- başladı.
Bu durum , özellikle N ikaragua’daki kontralar, A ngola’daki
Unita ve A fganistan’daki mücahitlerle ilgili olarak geçerliydi.
1 9 8 5 ’te ö n em li b ir k o n u şm ad a D ışişle ri B ak an ı G eo rg e
Shultz, bu güçlerin "bugün dünyayı silip süpüren" "demokra­
tik bir devrimin" parçası olduğunu açıkladı.
Senatör C lark’ın "dış politikada etik unsur" çağrısında bu­
lunan on yıl önceki savunması, trajik bir biçimde etik ve de­
m okratik içeriğinden yoksun bırakılm ıştı. C la rk ’ın çağrısı,
çifte bir hedefi gerçekleştirmişti: A B D ’nin "başka ülkelerin iç
işlerin e siyasi ve ask eri m ü dahalesini" sona erd irm ek ve
A B D ’nin dış politika tanım ını dem okratik ilkeler doğrultu­
sunda yeniden biçimlendirmek. Ama Soğuk Savaş'çılar, siya­
si avantajın ahlaki üstünlüğe sahip olm aktan geldiğini savaş
karşıtı hareketten öğrenmişlerdi. Reagancılar, retorik ve de­
m agojik de olsa, "etik unsurunu" m üdahaleyi sona erdirm ek
yerine geliştirm ek için kullanmışlardı. Eskiden gizli m üdaha­
le biçim leri, artık utanm azca özgürlük çabaları olarak ilan
ediliyordu: 1985’te U lusa Seslenişinde R eagan, kontralara
desteği, Üçüncü Dünya "kom ünist zorbalığını" devirm e sa­
vaşlarında "özgürlük savaşçılarını" desteklem ek olarak be­
timlemişti. 1985 Uluslararası G üvenlik ve Gelişm e İşbirliği
K anununu (S.960) im zaladığında R eagan, "N ikaragua’daki
dem okratik devrime yardımı" övdü. Kissinger tarafından ge­
çici çare ve kongre denetiminden kaçınmanın pratik bir yolu
olarak tasarlanan vekil savaşı, Reagan yönetimi altında tam
bir ideolojik saldırıya dönüşmüştü.
L İC ’nin birkaç çekici yönü vardı: Savaş ilan etmeden, ta­
sarı yapmadan, daha az asker kullanarak ve eve daha az ölü­
lerin dönmesini sağlayan bir savaş açma olasılığı sunuyordu.
Ama tam da bu nedenlerle L İC ’in ülke içindeki siyasi bedel­
leri yüksekti ve, zaman içinde, daha da yükseldi: Çünkü savaş
ilan etmeden savaşmak, aynı zam anda ülke içindeki dem ok­
ratik süreci aşındırm ak ve, sonunda, baltalam aktı. LIC ku­
ram cıları, askeri etkililik açısından etkin basın ve dikkatli
kongre den etim in in önem li en g eller olduğu k o n usundaki
inançlarını gizlem iyorlardı. Bu görüşün ister K ongre’de ta­
nıklık ederken, ister askeri konferanslarda ya da resmi rapor­
larda seslendirilirken gözlenen tu tarlılık insanı şaşırtıyor.
İran-kontra olayını araştıran seçkin kongre komitesine Albay
Oliver N orth’un Tem muz 1987’deki tanıklığı bu görüşün en
çarpıcı açıklamasıydı. ABD ulusal güvenliği için, örtülü para-
m iliter operasyonların kullanılmasını ve bu tür operasyonları
düşm anlarından gizlemek am acıyla bilerek yanlış ve yanıltıcı
bilgi yayılm asını tekrar tekrar onaylayan N orth, bazı ABD
memurlarının diğer ABD m em urlarını kandırm a hakkını sa­
vundu. D uygusuzca ve sakin bir biçimde şu açıklam ada bu­
lundu: "Örtülü operasyonların yerine getirilm esinde büyük
bir aldatma [ve] hile uygulanır. Özde bunlar birer yalandır."
LIC kuram cısı N eil Livingstone, Fort M cNair, W ashington,
D .C .’deki Ulusal Savunma Ü niversitesi'ndeki (National D e­
fence University) kıdemli subayların benzer görüşünü özetle­
miştir: "ABD, medyasında ya da Kongre zem ininde her gün
yapılan bir savaşı asla kazanam ayacaktır." Birkaç yıl önce,
Hava Kuvvetleri Başkanı Y ardım cısı J. M ichael Kelly, Albay
N o rth ’un katıldığı bir 1983 U lusal Savunm a Ü niversitesi
konferansında şunları söylemişti: "Sanırım bugün sahip oldu­
ğum uz en önem li özel operasyon görevi, A m erikan kam u­
oyunu komünistlerin peşim izde olduğuna inandırmaktır. D ü­
şünceler savaşını kazanırsak, diğer her yerde kazanırız." JLIC
raporu da bunu doğruluyordu: "Söz konusu meselelerle ilgili
yaygın bir anlayış geliştirm ek için, dikkatlice yaratılmış, in­
celikli ve sürekli bir kam uoyu diplom asi çabası gereklidir."
Dili ne olursa olsun, m esaj tutarlıydı: Önce V ietnam ’da sür­
dürülen, "kalpler ve akıllar" için yapılan savaş, eve getirile­
cekti ve bu propaganda çabasında, işleyen bir dem okrasinin
anahtarı olarak düşünebileceğim iz bütün kurumsal korum alar
-özellikle kongre denetim i ve bağım sız bir b asın - etkili bir
savaş çabası örgütlemede bir kenara atılması gereken sakın­
calardan başka bir şey değildi. A lbay N orth, 10 Tem m uz
1987’deki tanıklığında, CIA Şefi W illiam J. C asey’in K ong­
reye hesap vermeden örtülü siyasi ve askeri operasyonlar ya­
pabilecek "tezgah üstü, kendi kendine yeten, tek başına bir
birimin" kurulm asını önerdiğini söylediğinde Senatör W arren
B. Rudman şu gözlemi yapmıştı: "Bu düşünceyi mantıklı bir
aşırılığa taşıdığınızda, artık bir dem okrasiniz yoktur."
Orta Amerika: Terörü Açıkça Kucaklamak

1979’daki S and in ista’nın yönettiği N ikaragua D evrim iyle,


Reagan yönetiminin dış politikası çok geniş bir yelpazeye sa­
hip olm asına rağmen, Soğuk Savaşın ağırlık merkezi, güney
A frika’dan Orta A m erika’ya kaydı. Jeanne Kirkpatrick, sağcı
diktatörleri kucaklarken solcu rejim leri hedeflem eyi içeren
ikili stratejiyi açıkladıktan sonra H erritage Foundation, ku­
ram sal tanımı püskürtmeye aday dokuz ülkeyi isimlendirerek
pratik bir öneriye çevirdi: Bu ülkeler A fganistan, A ngola,
Kamboçya, Etiyopya, İran, Laos, Libya, Nikaragua ve Viet­
nam ’dı. M art 1981’de CIA Şefi C asey, R eag an ’a altısının
Herritage Foundation'ın hedef listesinden alındığı sekiz ülke­
ye -N ikaragua, Afganistan, Laos, Kamboçya, Grenada, İran,
Libya ve K ü b a - karşı-devrim ci bir saldırı önerdi. 25 Ekim
1983’te G renada işgali, püskürtm e hareketinin törensel baş­
langıcına işaret ederken Nikaragua, bu politikanın gerçek sı­
navıydı. Örgütün ajanları Florida ve Orta A m erika’daki San-
dinista karşıtı gruplarla temas kurduğu ve onları eski diktatör
A nastasio Som oza’nın ulusal m uhafız subaylarının liderliği
altında bir tek örgüt -F D N (Nikaragua Demokratik G üçler)-
olarak bir araya getirdiğinde CIA komutayı ele almıştı. FDN,
karşı-devrim ciler -y a da kontralar- olarak bilinen koalisyon­
da lider örgüt olmuştu.
Kontralar, başlangıçtan itibaren C IA ’in ürünüydü. Kasım
198l ’de Başkan Reagan, "Nikaragua içinde saldırılar düzen­
lem ek am acıyla bir param iliter komando ekibi yaratması için
C lA ’e" 19,5 milyon dolar onayını veren 17 Sayılı Ulusal G ü­
venlik Kararı Direktifini imzaladı. Bir başka ay, "Amerikan
ajanları - b ir kısm ı C IA , bir kısm ı da A B D Ö zel K uvvet-
le r'd e n - N ikaragua-H onduras sınırı boyunca kontralar için
güvenli evler, eğitim m erkezleri ve üs kam pları oluşturm ak
için Arjantinli aracılarla çalışıyorlardı.” Kontralar, tamamen
CIA "ajanıydı" ve N ikaragua’daki savaş, yazılm asından dü­
zenlenm esine kadar C IA üretim iydi. Ö rneğin, 1985’ten 9
M art 1987’de istifa edinceye kadar kontraların üç liderinden
biri olan A rturo C ruz’un tanıklığını alalım . İstifa ettiğinde
Cruz, kontraların CIA tarafından atanan askeri kom utanlar ve
sağ kanat siyasetçiler tarafından kontrol edilm esine izin ver­
diği için Reagan yönetimini lanetlemişti. K ontra liderlerinin,
aslında A m erika B irleşik D evletleri’nin kuklaları olduğunu
açıklayarak, kontraları dem okratik bir harekete dönüştürm e­
nin olanaksız olduğunu söylemişti. Buna yakın bir benzerlik
C IA ’nın V ientiane’deki -A lfred M cC oy’un sözleriyle, "ABD
ordusu haricinde tümüyle ABD hüküm eti tarafından finanse
edilen dünyadaki tek ordu" o la n - Kraliyet Lao Ordusu ve La­
o s’un eyaletlerindeki çeşitli paralı asker güçleriyle ilişkisinde
bulunabilir; güney A frika’da, Güney Afrika apartheid rejimi
ve M ozambik Renam o ile ilişki de buna benzerdi.
N ik arag u a’daki karşı-devrim ci savaş, 14 M art 1982’de,
"CIA eğitimli ve donanımlı sabotajcılar, Chinandega ve Nu-
eva Segovia eyaletlerinde iki önem li köprüyü havaya uçurdu­
ğunda" gayri resm i olarak ilan edilm işti. Birkaç ay içinde
kontralar, vahşetleri ve şiddetleriyle ünlenmişlerdi. 1982’nin
ortasında ABD Savunma İstihbarat Örgütü, kontraların "kü­
çük hüküm et m em urlarına suikastlarını" haber veriyordu.
1983 sonlarında, örtülü savaştan sorum lu CIA ajanı Duane
Clarridge, Beyaz Saray İstihbarat K om itesi'nin gizli bir bri­
finginde kontraların yalnızca "eyaletlerdeki Sandinista m e­
murlarını" değil, aynı zam anda "kooperatif başkanları, hem şi­
reler, doktorlar ve hakimleri" de öldürdüklerini itiraf etti. İn­
san hakları izleme grubu Americas W atch, kontra güçlerinin,
"ayrım gözetmeden kişisel onura karşı saldırı, işkence ve baş­
ka zulümler" dahil "tutsakların ve silahsızların öldürülmesine
sistem atik olarak giriştiklerini" belgeledi. 1985 sonunda N i­
k a ra g u a ’nın S ağlık B akanlığı, kontra b askınları sırasında
3.652 sivilin öldürüldüğünü, 4 .0 3 9 ’unun yaralandığını ve
5.232’sinin kaçırıldığını tahmin ediyordu., İster N ikaragua’da
kontralar tarafından, ister M ozam bik’te Renam o tarafından
olsun, kaçırmaların amacı rehinelerden asker yapmaktı. New
York Times, 27 Nisan 1987’de Sina şehri yakınında on beş
ilâ yirmi sivilin topluca kaçırıldığını bildirdi. ABD merkezli
N ikaragua İnsan Hakları Birliği, Tem m uz 1987’de, tutsakları
idam etme ve sivilleri öldürm enin yanı sıra, kontraların aske­
re alm ak için köylüleri zorla kaçırdıklarını doğruladı.
Köprüleri havaya uçurmak, m emurları ve uzmanları işken­
ce edip öldürmek, sivilleri kaçırmak gibi sıradan hale gelmiş
kontra etkinlikleri öğrenilmeye başlandığında CIA, kontralar
için siyasi bir paravan sağlam aya girişti. Ocak 1983’ten itiba­
ren CIA, yılda 600.000 dolar karşılığında Miami merkezli bir
halkla ilişkiler şirketi kurdu; sözleşmeye göre şirketin etkinli­
ği, "belli hedef ülkelerde gazete/dergi yazılarıyla" FDN hak­
kında "olumlu bir im ge yansıtm ak” ve "tanıtım yapm ak"tı.
H alkla ilişkiler çabası, M ay ıs’ta Başkan R eagan kontraları
"özgürlük savaşçıları" olarak kutsadığında ve hemen ardın­
dan onları, daha sonra Afgan m ücahitlerine de bağışlayacağı
bir unvanla "kurucu babalarım ızın ahlaki eşdeğerleri' ne yük­
selttiğinde doruğuna ulaştı.
Kontralar, doğrudan şiddetin kaba eylemlerini sürdürürken
CIA, kontraların operasyon yeteneklerini aşan büyük ölçekli
bir sabotaj düzenledi. Bu olaylarda bile -E y lü l 1983 ilâ Nisan
1984 arasında "hayati Nikaragua kurum lan üzerine en az yir­
mi iki hava, kara ve deniz saldırısı" g ib i- operasyonlar, "özel
olarak eğitilmiş ‘tek taraflı kontrol edilen Latin kökenli ajan­
lar’ (U CLA ’lar) güdümünde" gizlice yapıldı. "Görevimiz, di­
ye açıklıyordu bir HonduraslI UÇLA, "limanları, rafinerileri,
gem ileri ve köprüleri sabote edip bunları sanki kontralar yap­
mış gibi görünm esini sağlam ak"tı. Böylece, kıyıdan on iki
mil açıktaki CIA "ana gemisinden" çıkarılan UÇLA ile dona­
tılmış sürat m otorları, 8 Eylül 1983’te Puerto Sandino’daki
petrol tesislerini vurdu ve CIA komandoları, 10 E kim ’de 3,5
milyon galon petrolle dolu beş depo tankını ateşe vermek için
havan topları ve el bombaları attılar. Başkan Reagan, Aralık
1983’te, Ulusal G üvenlik K onseyinin "taciz" planı olarak N i­
karagua lim anlarının m ayınlanm asını onayladığında, bir kez
daha bir CIA ana gem isinden hareket eden UÇLA komanda
ekipleri, gemi kanallarına m ayınlar döşediler. Ortak CIA-UC-
LA ekipleri, 1984’ün ilk dört ayında petrol tanklarına, liman
tesislerine, iletişim m erkezlerine ve askeri tesislere saldırılar
düzenlediler. "Amacımız, en yüksek ihracat dönem inde N ika­
ragua ticareti için önemli olan gem icilik akışını ciddi biçimde
kesm ektir,” diye yazıyordu Oliver N orth 2 M art 1984 tarihli
"N ikaragua’daki Özel Faaliyetler" adlı "çok gizli" bir bilgi
notunda. Bütün bu faaliyetlere, Ekim 1982’de, bütün ikili
yardım ları, ticaret boykotunu, ekonom ik bir am bargoyu ve
Dünya Bankası üzerine Sandinistalara para akışını ertelem e
baskısını içeren kapsam lı bir ekonom ik sabotajı eklerseniz,
Iowa büyüklüğündeki bu küçük ülkeyi yalıtm ak ve ezm ek
için A m erika B irleşik D ev letleri’nin derlediği politikaların
kapsamı hakkında tam bir görüş elde edersiniz.

Kokain, Kontralar ve CIA


N ik arag u a lim a n la rın ın m a y ın la n m a sı, k a m u o y u n d a ve
Kongrede büyük bir öfke yarattı. Bu öfke, başka ABD des­
tekli Üçüncü Dünya diktatörlerinin kam uoyu önünde güven
kaybetm eye başladığı zam ana denk geldi: El Salvador’daki
kontrgerilla savaşı, ölüm m angalarına göz yuman bir rejimi
yaratmaya benzemeye başlamıştı; Filipinler’deki M arkos reji­
minin kam uoyundaki görüntüsü, İran şahı ve N ikaragua’nın
Som oza’sı gibi A B D ’nin eskiden korum ası altındakileri andı­
rıyordu; ayrıca, Cum huriyetçi Parti içinde apartheid Güney
Afrika'yla yapıcı işbirliği adına kaybedilen yurtiçindeki siyah
seçmen desteğinin sayısı konusunda gitgide artan bir endişe
vardı. CIA ve Reagan yönetimi, kendilerini aşmış görünüyor­
lardı. Yanıt olarak Kongre, 1984 İstihbarat Onay Kanununa
ilişik Boland Değişikliğini kabul etti:

1984 mali yılı boyunca, Merkezi İstihbarat Örgütü, Sa­


vunma Bakanlığı ya da Amerika Birleşik D evletleri’nin
istihbarat etkinliklerinde bulunan herhangi başka bir ör­
güt ya da birimce herhangi bir ulus, grup, örgüt, hareket
ya da birey tarafından, N ikaragua’daki askeri veya pa-
ram iliter operasyonları, doğrudan ya da dolayı olarak,
desteklem e am acı ya da desteklem e etkisine sahip et­
kinlikler için en çok 14.000.000 dolar ayrılabilir ya da
harcanabilirdi.

Bu değişiklikle -k ab u l etm ek gerekir ki Clark Değişikli-


ği'nin çok daha ılımlı bir çeşitlem esiydi- Kongre, kontra fi­
nansm anını R eagan yön etim in in uygun bir savaş gücünü
oluşturm ak için gerekli gördüğünün kabaca dörtte biri oranın­
da sınırlamıştı. Bundan kısa bir süre sonra Robert McFarlane
ve O liver North, ilave finansm an kaynakları avına çıktılar:
Suudilerden ayda 1 milyon dolar istediler ve benzer bir am aç­
la apartheid Güney A frik a’ya gittiler. Boland D eğişikliğini
atlatm aya çalışan Reagan yönetimi, ABD dış politikası üze­
rinde uzun süreli bir etkiye sahip olacak iki girişimde bulun­
du. Birinci girişim, yasadışı fon kaynağı için uyuşturucu tica­
retine yönelmekti; İkincisi de K ongre’nin karşı çıktığı dış po­
litika hedeflerini uygulamak için dinci sağcılara dönerek sa­
vaşı özelleştirmeye yönelik bir eğilim i başlatmaktı.
Tıpkı Güneydoğu A sya’nın Altın Üçgeninde olduğu gibi,
vekil savaşı sürdürme, CIA ile uyuşturucu tüccarları arasında
bir ittifaka yol açtı. L aos’un afyon üretmesi gibi Nikaragua
asla koka üretm emiş olm asına rağmen CIA ajanları, C IA ’den
kontralara malzem e ve silah akışının karşılığında Orta A m eri­
k a’dan Amerika Birleşik D evletleri’ne kokain akışı için koru­
yucu bir paravan sağlam akta anahtar rol oynadılar. Kokain
üretimi ve dağıtımı, 1988 yıllık gelirinin 8 m ilyar dolar ola­
rak tahmin edildiği ve iki lideri Jorge Ochoa ve Pablo Esco-
bar’ın Forbes dergisince dünyanın en zengin adam ları listesi­
ne yerleştirildiği, K olom biya’daki M edellin karteli tarafından
kontrol ediliyordu. Küresel uyuşturucu ticaretiyle ilgili çalış­
m asında A lfred M cCoy, "M edellin kartelinin yükselişinin,
C IA ’in ... kontrgerillaları desteklem esi ve tedarik etmeye ....
başlam asına tesadüf ettiğ in i” gözlem lem işti. G erçekten de
M cCoyv "bütün önemli ABD örgütlerinin, değişen oranda dü­
rüst davranarak, M edellin kartelinin kontra direnişini Ameri­
ka Birleşik D evletleri’ne kokain kaçırm ak için kullandığını
belirten kayıtlar bulundurduklarını" belirlem iştir. Dış İşleri
Bakanlığı, "kontralarla bir biçimde ilişkili olabilecek birkaç
insanın kokainle uğraşmış olabileceği" görüşünde olup bu ko­
nuda asgari açıklam alar yaptı. Ama CIA ve U yuşturucu ile
M ücadele Kurumu (DBA) gibi "daha iyi bilgilenmiş örgütler"
daha gerçekçiydi; "önde gelen kontra kom utanlarının önemli
uyuşturucu tüccarları olduklarını bildiriyorlardı."
Boland Düzenlem esi'nin yürürlükte olduğu iki yıl boyunca
(1984-1986) kokain ticaretine CIA ve kontraların dahil olm a­
sıyla ilgili en ayrıntılı bilgi, Dışişleri Hakkında Senato K om i­
tesi tarafından Uyuşturucu, Yasaların Yürütülm esi ve Dış Po­
litika adlı 1988 yılına ait daha geniş bir raporun parçası olan,
Senatör John K erry’nin Terör, Narkotik ve Uluslararası O pe­
rasyonlar hakkındaki Alt Kom itesinin raporunda bulunm akta­
dır. Rapor, hem "kontra hareketiyle ilişkili kişilerin" uyuştu­
rucu tü c carları o ld u k ların ı hem de ko k ain k açak çıların ın
"kontra tedarik operasyonlarına" katıldıkları sonucuna var­
m ıştır. R apor, kontra ve C IA b ağlantılı A m erika B irleşik
D evletleri’ne kokain kaçaklığıyla ilgili özellikle iki örnekten
söz eder. Birincisi, 1983’te açıldığında kontra güney cephesi­
nin komutanı olan eski Sandinista gerillası Eden Pastora’dır.
P astora’nın kom utanları, M iam i’de yerleşik önde gelen bir
KolombiyalI kaçakçı olan George M orales ’le işbirliğine gir­
mişlerdi. 1984 sonlarına doğru Morales, -S en ato komitesi ra­
poruna g ö re- "daha sonra Am erika Birleşik D evletleri’ne ta­
şımak için Güney Amerika'dan K osta Rika ve N ikaragua’da­
ki bölgelere uyuşturucu sevkıyatlarında kullanm ak için" Pas-
to ra ’nın cephesine bir C-47 uçağı ve para tedarik etm işti.
Ekim 1984 ve Şubat 1986 arasında C-47, A m erika’dan Nika-
ragua-Kosta Rika sınırı boyunca bulunan güney cephesi üsle­
rine yaklaşık 71 ton m alzem e taşıyarak yirmi dört uçuş yap­
mış ve "belirsiz m iktarda uyuşturucu" taşıyarak dönmüştür.
Uyuşturucu trafiğine ikinci önemli örnek, Kosta R ika’da yer­
leşik A m erikalı çiftçi John H u ll’dır. Komite raporuna göre
Hull, "1984 ilâ 1986 yılları arasında Oliver N orth’un yönetti­
ği sırad a k o n tra o p e ra sy o n la rın d a m erk ezi b ir fig ü r"d ü .
H ull’un geniş çiftliğinde, herhangi bir gümrük kontrolünden
geçm ek zo ru n d a o lm ad an A BD sın ırın ı g eçerek d ü zen li
"uyuşturucuya karşılık silah" uçuşlarının yapıldığı altı uçak
pisti dağınık olarak bulunuyordu.
Senato komitesi, C IA ’in "kontralara insani yardım karşılı­
ğında, bazı durumlarda kaçakçılar... uyuşturucu kaçakçılığıy­
la suçlandıktan sonra bile... uyuşturucu tüccarlarına ödem e”
yaptığını da belirtmişti. C IA ’nın kontralara "insani yardım"
uçuşlarının bu tür sözleşmeli pilotlarından biri, Salvador hava
kuvvetlerinde kıdem li bir subay olan N ikaragualI M arcos
A guado’ydu. 1990’da, bir başka casus olan Norman Menses,
750 kilogram kokain taşımaya çalışmaktan N ikaragua’da tu­
tuklanmıştı; Som oza’nm ulusal muhafızlarında eski bir istih­
barat subayı olan Enrique Miranda, "A guado’nun kokain sev­
kıyatlarım alm ak için Salvador hava kuvvetleri uçaklarını
K olom biya’ya uçurduğuna ve T eksas’taki ABD Hava Kuv­
vetleri üslerine teslim ettiğine" tanıklık etmiştir.
N ikaragua’da -tıp k ı L ao s’ta olduğu g ib i- örtülü askeri ca­
suslarla suçlu uyuşturucu karteller arasında yakın bir ilişki
gelişmişti. Her iki grup gizli işlerde uzmanlaşıp, kamuoyunun
bakışlarından ve kam uoyu incelem elerinin kısıtlam alarından
uzakta kanunların dışında çalışıyorlar. H er ikisi de, hukuk ya
da dem okratik düzenin biçim lendirdiği ortam lardan uzak du­
ruyorlar.
Bu yakınlık, İran kontra ilişkisi sırasında, en çarpıcı biçim ­
de de Oliver N orth’la yüzeye çıkmıştır. Kamu çıkan gözeten
W ashington’da yerleşik bir grup olan Ulusal G üvenlik Ö rgü­
tü (NSA), 1989’da bir Bilgilenme Özgürlüğü Kanunu davası
açtı ve "kontra savaşının ve Reagan hüküm etinin diğer örtülü
operasyonlarının yürütülm esine yardım eden Ulusal Güvenlik
K onseyi yaveri" O liver N o rth ’un yazdığı d efterlere ulaştı.
NSA, kendi web sitesi üzerinde kam uya açıklanan bilgileri
yayınladı. Defterlerdeki birkaç giriş, özellikle de kontralarla
kendi irtibat subayı Robert Owen tarafından "N orth’un uyuş­
turucu ticaretiyle ilgili olarak kontraların bağlantıları hakkın­
da tekrar tekrar bilgilendirildiğini" gösteriyor. O w en’in 1 N i­
san 1985 tarihli bilgi notu, Jose R obelo’nun "uyuşturucu işiy­
le olası ilişkisini" ve Sebastian G onzalez’i "artık Panam a dı­
şındaki uyuşturucu işiyle ilişkili" diyerek N orth’u yeni güney
cephe birim lerinde "geçmiş boşboğazlığı nedeniyle kuşkulu
insanlar" bulunduğu konusunda uyarıyor. North, 9 A ğustos
1985 tarihli bir başka girişte, O w en’le bir toplantıyı kaydedi­
yor: "New O rleans’tan kalkan HonduraslI DC-6, büyük olası­
lıkla A B D ’ye uyuşturucu uçuşları için -k u llan ılm ak tad ır."
O w en’in 10 Şubat 1986 tarihli bir başka bilgi notu, "daha ön­
ce uyuşturucu taşım acılığı için, şim diyse kontralara ‘insani
y ardım ’ taşım ak için kullanılan bir uçakla" ilgilidir. U çak,
"Amerika Birleşik D evletleri’ndeki en büyük m arihuana tüc­
carlarından biri olan M ichael Palm er tarafından çalıştırılan
M iam i’de yerleşik N ortex’e" aitti. Eşlik eden bir notta NSA,
O liver N o rth ’un -A m erik a B ölgesinden sorum lu D ışişleri
Bakan Y ardım cısı ve CIA m em uru Alan Fiers ile birlikte—
"Palm er’in uyuşturucu kaçakçılığı geçmişine rağmen... kont­
ralara malzem e taşımak için" Palm er’e 300.000 dolardan faz­
la ödeyen Nikaragua İnsani Yardım Bürosunu (NHAO) de­
netlediğini gözlemliyor.
O liv er N orth ay rıca R eagan y ö n etim i ve K olom biyalI
uyuşturucu tüccarlarıyla işbirliği 1986’da bir dizi New York
Times yazısının konusu olan Panam a diktatörü M anuel N ori­
ega arasındaki ana bağlantıydı. Bu diziden kısa bir süre sonra
N oriega, resm i kayıtlarını tem izlem ede yardım karşılığında
bir anlaşm a teklifiyle N orth’a yaklaştı. R eagan’ın ulusal gü­
venlik danışm an John Poindexter’e yazdığı 23 Ağustos 1986
tarihli bir e-posta iletisinde North, N oriega’nın önerisini açık­
lıyor: ABDTi görevliler, "imajını temizlemeye yardım edebi­
lir" ve Panama Silahlı Kuvvetleri'ne silah satışı yasağını kal­
dırabilirlerse Noriega, "bizim adımıza Sandinista liderliğinin
çaresine bakacak." B unun üzerine N orth, "N ik arag u a’nın
ekonom ik tesislerini yok etmesi için Panam alı liderin yardımı
karşılığında N oriega’ya - İ r a n ’a ABD silahlarının satışından
oluşturulan ‘Demokrasi Projesi’ fonlarından- bir milyon do­
lar ödem eyi" öneriyor. N o rth ’un defteri, 22 Eylül tarihinde
N o rieg a’yla bir Londra otelinde buluşm asının ayrıntılarını
içeriyor. İkisi, "kontralar ve Afgan asileri için Panam a’da, İs­
rail desteğiyle, bir kom ando eğitim program ını tartıştı" ve
"M anagua alanındaki önem li ekonom ik hedefleri sabote et­
m ekten söz etti." NSA yorumu şunu ekliyor: "Kasım 1986’da
İran-K ontra skandali patlak verdiğinde görünüşe göre bu
planlardan vazgeçilmişti."
Iran-Kontra Skandali

K ontra yardım larına kongrenin sınırlam a koym asıyla karşı


karşıya kalan Reagan yönetimi, ikinci bir girişimde bulundu.
Bu girişimin de iz bırakacağı anlaşılmıştı. Bu çaba, yurtdışı
gruplarından yerel grupları kapsayacak biçimde vekiller ara­
yışını genişletm eyi içeriyordu. Dinci sağ kanat, 1970’li yıllar­
da olduğu gibi M oral M ajority (Ahlaki Çoğunluk) ve Christi­
an Voice (H ıristiyanların Sesi) gibi birkaç m erkezi örgütün
egem enliği altında değildi artık; 1980’li yıllar, her biri belli
bir am aca sahip sayısız taban örgütlenm elerin oluşumuna ta­
nık oldu. D ış p o litik ad a H ıristiy an sağ ey lem ciliğ i, O rta
A m erik a’ya odaklanıp yıkıcı bir deprem den sonra G ospel
O utreach kiliselerini G u atem ala’ya getirm iş bir grup genç
KaliforniyalI tarafından Pentakostalizm e ikna edilen General
E frain R io s M o n tt’un b a şın d a k i G u a te m a la ’y la b aşlad ı.
M ontt’u G uatem ala’nın diktatörü yapan 1982 darbesinden
sonra Pat Robertson ve diğer Hıristiyan sağ liderleri, ülkeye
ABD askeri yardımının yeniden başlaması için başarılı bir lo­
bi çalışması yaptılar. M ontt’un ordusu bütün Kızılderili köy­
lerini yok ettiğinde G ospel Outreach üyeleri, "yakılmış top­
rak" seferini dini terim lerle savundular. H eveskar bir papaz
şunları söylemişti: "Ordu, Kızılderilileri katletmiyor. İblisleri
katlediyor ve Kızılderilileri de iblisler ele geçirmiş; onlar ko­
münist. Biz, Kardeş Efrain Rios M o n tt’u Eski A h it’in Kral
D avut’u gibi sayıyoruz. O, Yeni A h it’in kralıdır."
K ontra savaşı, hem dini hem de laik, "özel örgütlerin yö­
netim tarafından kullanılm ası için bir laboratuara dönüşm üş­
tü." Burada da Oliver N orth’un, yönetim ve dinci sağ örgütler
arasında önemli bir bağlantı olduğu anlaşıldı. 1984’te Am eri­
ka Birleşik D evletleri’ndeki önde gelen kontra para toplayıcı­
ları üç sınıfa ayrılıyordu: Param iliter paralı asker takımları,
Hıristiyan sağ "kiliseleri" ve m uhafazakar lobilerin laik siyasi
şebekeleri. Başlıca Hıristiyan sağ destekçileri -vergiden m uaf
televizyon yayıncılığını FDN adına 3 milyon dolar toplamak
için zaten kullanmış o la n - Pat Robertson ve W ashington Ti­
mes gazetesinin Nikaragua Ö zgürlük Fonunu oluşturan Bir­
leştirm e K ilisesi (U nification C hurch) Papazı Sun M yung
M oon’du. Kontra destek şebekesindeki bir diğer önemli H ı­
ristiyan sağ örgütü, aslında devlet okullarından "laik hüm a­
nist" kitaplarını çıkarmaya uğraşan ebeveynler için yasal da­
nışmanlık sağlayan Concerned W omen for America (CWA)
(A m erika İçin Endişelenen K ad ın lar)’dı. 1987 toplantısına
katılan Başkan Reagan, C W A ’ya kontralara desteği için te­
şekkür etti. Sara Diamond, Amerika Birleşik D evletleri’ndeki
sağ kanat hareketleri hakkındaki çalışm asını, İran-K ontra
skandalıyla ilgili kongre araştırmasının "Oliver N orth’un çok
kollu kontra yardım ağı için Hıristiyan sağ eylemcilerini top­
lamadaki rolünü ihmal ettiği" gözlemiyle kapatmaktadır.
A rtık resm i yardım kesin bir biçim de azaltıldıktan sonra
kontraları finanse etmek için N orth’un özel bir şebeke oluş­
turduğu yaygın olarak biliniyor. Bu şebekenin m erkezinde,
İsrail bağlantısı vardı ve en hevesli girişimi, İran ’a silah satı­
şıydı ve bunun geliri de kontralar için savaş malzemesi satın
almak amacıyla kullanılmıştı. El Salvador, Guatem ala ve N i­
karagua, insan haklan ihlallerinden suçlu bulunup Carter yö­
netimi üçüne de askeri yardımı kestikten sonra yetmişli yılla­
rın sonunda ve seksenli yılların başında İsrail bunların önemli
bir askeri tedarikçisi olarak ortaya çıktı. "El Salvador’un elçi­
liğini Tel A viv’den K udüs’e taşıma kararına karşılık olarak"
İsrail, askeri rejime "Salvador sivil halkına karşı kullanm ak
için napalm dahil sonraki birkaç yıl silahlarının yüzde 8 0 ’in-
den fazlasını" tedarik etti. 1983’te G uatem ala’da, hüküm et
Kızılderili köylülerini katlederken, bir Time dergisi muhabiri,
"İsraillilerin , hüküm ete terö r k arşıtı donanım dan nakliye
uçaklarına kadar her şeyi sattıklarını" ve "yağmur orm anla­
rındaki ordu ileri karakollarının, İsrail ordusunun saha kam p­
larının neredeyse kopyaları haline geldiklerini" bildirdi. Son
olarak İsrail, Carter yönetimi yardım ı keser kesmez N ikara­
gua’ya girdi: Eylül 1978 ilâ ertesi yılın Tem m uz ayındaki ko­
vuluşuna kadar "İsrail, S om oza’ya N ikaragua halkına karşı
kullandığı silahların yüzde 9 8 ’ini sattı."
K ontralara ilk önemli İsrail silah teslimatları, Falkland Sa­
vaşı’nın ertesinde Orta A m erika’dan Arjantinli eğitim cilerin
ve tedarikçilerin çıkışından kısa bir süre sonra başladı. Time
dergisi, Arjantinli danışm anların yerine "gölge özel şirketler­
ce işe alınan... em ekli ya da rezervdeki İsrailli ordu kom utan­
larının" geçtiğini bildirdi. H ayfa Üniversitesi profesörü B en­
jam in Beit-H allahm i, "1981 ’de CIA kontra örgütünü kurar­
ken, M ossad’ın da orada bulunduğunu ve ilk birimlerin eğiti­
mini ve desteğini sağladığını" doğruladı.
İsrail’in İran’la askeri bağlantıları, Irak-İran Savaşıyla baş­
ladı. İsrail savunma bakanı Ariel Sharon M ayıs 1982’de W as­
hington Post'd, İsrail’in T ahran’a silah satışlarını haklı çıkar­
tarak, "Irak, İsrail’in düşm anıdır ve İran ’la aram ızdaki diplo­
matik ilişkilerin, geçm işte olduğu gibi yenileneceğini um uyo­
rum" diye konuştu. Dört ay sonra P aris’te düzenlenen bir ba­
sın konferansında şunları söyledi: "İsrail’in, Basra Körfezin­
deki savaşın devam etm esinde ve İran’ın savaşı kazanm asın­
da önem li bir çıkarı vardır." Em ekli G eneral ve İsrail’in eski
askeri istihbarat şefi A haron Y ariv, 1986’nın sonunda Tel
Aviv Ü niversitesi'ndeki bir konferansta "İran-Irak savaşının
berabere bitmesi iyi bir fikir olurdu, ama sürmesi daha da iyi
olur" dediğinde daha da açıktı. İsrail ve A m erika B irleşik
Devletleri, aynı stratejik hedefi paylaşıyorlardı: Irak-İran sa­
vaşını müm kün olduğunca uzatmak. Bu hedefi gerçekleştir­
mek için de her biri farklı bir tarafı silahlandırıyordu.
Çoğu gözlemci, hem Amerika Birleşik Devletleri hem de
Sovyetler Birliği’yle soğumuş ilişkiler karşısında İsrail’in İran
İslam hükümeti için önemli bir yedek parça ve silah tedarik­
çisi olarak ortay a çık tığ ı k o n u su n d a h em fik ird iler. M art
1982’de New York Times, son on sekiz ay içinde, T ahran’a
en az 100 milyon dolara ulaşan, bütün silahların yarısını ya
da daha fazlasını İsrail’in tedarik ettiğini gösteren belgeler
alıntıladı. Y abancı istihbarat kaynakları, A ğustos 1982’de
A erospace D aily’e, İran’ın hava kuvvetlerinin Irak’a karşı uç­
masını sağlamak açısından İsrail’in desteğinin "hayati" oldu­
ğunu söylediler. İsrail kaynakları, N ew sw eek’e "Lübnan’ı iş­
gali sırasında İsrail ordusunun ele geçirdiği hafif silah ve cep­
hanenin çoğunu İranlılara sattıklarını; ardından da -yalnızca
1983 yılında 100 milyon dolar değerinde- onarılmış jet m o­
torları, Amerikan yapımı M-48 tankları için yedek parçalar,
cephane ve diğer donanımları sattıklarını" anlattılar.
İsrailliler, hem İran ’a ABD silahlarının tedariki üzerindeki
resm i A m erikan yasağına açıkça karşı geliyorlardı hem de
Reagan yönetiminin İranlılarla anlaşma yapmasını sağlamaya
çalışıyorlardı. Bunun karşılığında, Kongre ABD askeri yar­
dım tedariki üzerinde k ısıtlam alar koym aya başladığında
kontralara tedarik yükünün bir kısmını üstlenmeyi kabul etti­
ler. İran-kontra olarak tanınan anlaşm anın özü, Amerika Bir­
leşik D evletleri’nin, ya doğrudan ya da İsrail aracılığıyla, ara­
daki farkı kontralara silah tedariği için kullanm aya yetecek
kadar şişirilmiş fiyatlarla İran’a silah satmayı kabul etm esiy­
di. Bir Beyaz Saray brifinginden sonra Tem silci Jim W right
(D-TX), bu tür bir işlemin dökümünü sağlayabildi: İran, İsra­
illilere 19 milyon dolar ödemişti: Bunun 3 milyon $ ’ı Penta­
go n ’a geri dönmüştü, 4 milyon doları silah satıcılarına ve 12
m ilyon dolar kontralar için açılan İsviçre hesabına gitmişti.
Paranın bir kısmı, N o rth ’a göre, İran ’ın ödeyeceği fiyatları
oluşturan İsrail hüküm etine gitti. Çoğu gözlem ci, anlaşm a
fikrinin İsraillilerden geldiği konusunda hemfikirdi. G enellik­
le dikkatli haberler yapan Londra Times, "Senato İstihbarat
Komitesine, İran silahları operasyonundan gelen parayı N ika­
ragua K ontralarına aktarm a planının önce, o zam an İsrail
B aşbakanı olan Sim on Peres tarafın d an ileri sürüldüğünü
güçlü bir biçimde iddia eden gizli kanıtlar verildiğini" söyle­
di. Y o ’el M arcus, İsrail H a ’aretz gazetesinde şunları yazdı:
"Bütün o İran’a yardım fikrinin arkasındaki itici gücün İsrail
olduğundan endişelenm ek için yeterince neden vardır. Bunun
kanıtı, daha Tem m uz 1980’de Yahudi lobisinin, İran’a askeri
yedek parçaların ve ekipm anın sevkıyatının, rehineleri [Tah­
ran ABD Elçiliği üyeleri] serbest bıraktırmada yardımcı ola­
cağı konusunda yönetimi etkin bir biçimde ikna etmeye çalış­
tığı gerçeğinde yatmaktadır! ... Tez gene tümüyle aynı tezdir,
ancak şimdi rehineler farklı." Gönderme, M art 1984’te, baş­
kalarıyla birlikte, C IA ’in Beyrut bölüm şefi W illiam Buck­
ley’nin kaçırılm asına yapılmıştı. Buckley, başına ödül konul­
muş bir avdı: Jonathan M arshall, Peter Dale Scott ve Jane
H unter’a göre, "B uckley’nin terör hakkındaki ansiklopedik
bilgisi ve Lübnan’daki her CIA ajanıyla yakınlığı, onu paha
biçilmez bir av kılıyordu, özellikle de Beyrut elçiliğinin bom ­
balanması sırasında CIA bölüm ünün yok edilmesi, Amerika
Birleşik D evletleri’ni bölgede çok az göz ve kulakla bıraktığı
için." Bu bunalım, İran İslam rejimiyle anlaşma yapm ası için
Reagan yönetim ini etkilem işti. N o rth ’un, 16 Ocak 1986’da
Ulusal G üvenlik Danışmanı John Poindexter tarafından özet
olarak başkana sunulan bilgi notu şöyle sona eriyordu: "[İsra­
il],... İran hükümeti aracılığıyla bu yaklaşımın, Beyrut’ta tu­
tulan Amerikalı rehinelerin serbest bırakılm asını sağlamanın
tek yolu olabileceğini... de belirtiyor."
İran-kontra skandali, Reagan'ın, "bu [İran] girişimiyle bağ­
lantılı olarak gerçekleştirilen etkinliklerin doğası hakkında
tam olarak bilgilendirilm ediğini" itiraf etm ek ve Poindexter
ve North’un görevden alınmasını ilan etmek için televizyon­
dan ulusa yayınlanan bir basın toplantısına çıktığı 25 Kasım
1986’da patlak verdi. O zaman Başsavcı olan Edwin Meese,
asıl bombayı patlattı: İran silah satışından elde edilen fonlar,
büyük olasılıkla yasadışı olarak, Nikaragua’daki kontralara
yönlendirilmişti. Başsavcı, hükümetin en üst seviyelerinde
yasaları çiğneyen ve İran, terör ve kontralara askeri yardım
hakkındaki kamu politikasını ihlal eden bir komplo ortaya çı­
karmıştı. Bu, hatalı bir karar sorunu olmaktan çıkmış, düpe­
düz kanunları ihlal etmekle ilgili bir durum haline gelmişti.
Londra’nın The Sunday Telegraph gazetesi, 1989 yılı baş­
larında eski bir görevlinin Beyaz Sarayın "İsrailli ve ABD
hükümetlerinin bilgisiyle, ... Kongre askeri yardımı yasakla­
dığı sırada... Tegucilgalpa’ya [Honduras] silah ve cephane
uçuran İsrailli paralı askerler" hakkında yüzlerce belgeyi
"gizlediği" konusundaki sözlerini alıntıladı. "Silahlar da sonra
Nikaragua sınırındaki kontra üslerine dağıtılmıştı." Bu belge­
lerin, "bütün skandali anlamak için önemli" olduğunu iddia
eden bir kongre kaynağı şu sonuca varıyordu: "Amerikan ka­
muoyu asla bilmedi. Bu bir örtbastır."
Bunun sonucunda ortaya çıkan İran-kontra skandali, Ni­
xon’un başkanlığını sona erdiren Watergate kapsamına ulaşa­
bilirdi, ama ulaşmadı. Bunun nedeni kısmen, yıllar geçtikçe
sertlik yanlısı bir lobiye dönüşen Kongre'deki İsrail yanlısı
lobinin oluşturduğu ittifaklarda yatıyor olmalı. Amerika’yla
Rusya arasındaki yumuşamanın, Amerika’nın İsrail’i destek­
lemesini zayıflatacağından korkan Yahudi devletinin destek­
çileri, Sovyetler Birliği'yle yakınlaşmayı zayıflatmak için li­
beral ya da muhafazakar olsun olmasın herkesle müttefik ol­
maya hazırdılar. Bir yandan, Kissinger’le aynı çizgide Sov­
yetler Birliğine karşı yumuşak oldukları düşünülen muhafa­
zakarlarla birleşiyorlardı; diğer yandan da Sovyetler Birliği
içindeki insan hakları ihlalleri hakkındaki suskunluğunu ah­
laksızca ve Amerikan değerleriyle tutarsız gören liberallerle
aynı düşüncedeydiler. İsrail’in İran-kontra skandalına karış­
mış olmasıyla karşı karşıya gelen, kongrenin liberal üyeleri
İsrail bu olaya karıştığı için olayları daha da ileri götürmekten
çekinmiş olabilir miydi?

Boland Değişikliği’nin süresi Ekim 1986’de daha bitme­


den önce bile Başkan Reagan, kontraları Sandinistalara karşı
yeni bir saldırıya çağırıyordu. Resmi W ashington’un dışında
çok az insan, Nikaragua’yı -1 9 7 9 ’da Amerika tarafından kut­
sanmış diktatörlüğün ayakları altından henüz ortaya çıkmış
bu küçük, fakir ulusu- Reagan’in 4 Şubat 1986 Ulusa Sesle­
nişinde kullandığı terimlerle düşünürdü: "Bu iş, bütün özgür
dünya için büyük bir ahlaki meydan okumadır. Kuşkusuz, ya­
rıküremizdeki barış için, sınırlarımızın güvenliği için, önemli
ç ık arlarım ız ın korunm ası için h iç b ir m esele... N ik a ra ­
gua’dan... daha önemli değildir." Yükselen retoriğin amacı,
Amerikan kamuoyunu bu küçük ülkeye karşı bu kanlı yıprat­
ma savaşının, bir biçimde, ulusal çıkar olduğuna ikna etmek­
ti. Skandal, Boland Değişikliği 17 Ekim 1986’da sona erer er­
mez CIA bütçesinin kontralar için tahsis edilen bölümünün
100 milyon dolara yükselmesiyle ortaya çıktı.
Kontra savaşı, eski ve yeninin unsurlarını birleştiriyordu.
Laos’ta olduğu gibi örtülü savaş, yasadışı ticaret ile finanse
edilmişti. Vekil savaşı, bir dizi yerel seçmenleri, özellikle de
dinci sağı içeriyordu. Sonunda Reagan yönetimi, örtülü ve
açık çalışma yöntemlerini tek bir tutarlı strateji olarak birleş­
tirmeyi, böylece de terörle mücadeleyi siyasi bir zafere dö­
nüştürerek seçim politikalarına katmayı Nikaragua’da öğren­
di.
CIA, Boland Değişikliğinin yürürlükte olduğu iki yıl bo­
yunca teröre daha çok sarıldı. CIA düşüncesinin Vietnam ve
kontrgerilla savaşları günlerinden sonra ne yöne kadar ilerle­
diği, kontralar için 1985 yılında yayınlanan Gerilla Savaşın­
d a P sikolojik O p e ra sy o n la r (P syc h o lo g ica l O p era tio n s in
Guerrilla Warfare) adlı eğitim el kitabından anlaşılmaktadır.
Bu el kitabı, sivil görevlileri "etkisizleştirmek"ten "silahlı
propaganda"ya kadar uzanan bir dizi taktiği birleştirmeyi ön­
görüyordu. Şiddet eylemlerine halkı katmak dahil "seçici şid­
det kullanımı" önerisinde bulunuyordu: "Mahkeme hakimleri,
sulh yargıçları, polis ve devlet güvenlik görevlileri, vs. gibi
dikkatlice seçilmiş ve planlanmış hedefleri etkisiz hale getir­
mek mümkündür. Psikolojik amaçlarla, etkilenen halkı bir
araya toplamak gereklidir, böylece hazır olup diktatöre karşı
bir eylemde yer alacaklar ve suçlamalarda bulunacaklardır."
Halkın hükümete güvenini aşındırmanın bir yolu olarak seçici
teröre çağırırken el kitabı, "açık terör" aleyhinde tavsiyede
bulunuyordu, yoksa nüfus yabancılaşırdı: "Hükümet polisi,
gerilla etkinliklerini sonlandıramazsa, vatandaşlarının güven­
liğini sağlamakla yükümlü hükümete karşı halk güvenini yiti­
recektir. Ancak, gerillalar açık bir terör uygulamamaya dikkat
etmelidir, çünkü bu da halkın desteğini kaybetmelerine neden
olur." Terörün uygulaması söz konusu olduğunda hükümet­
lerle özel gruplar, aynı asgari hedefi paylaşıyorlardı: İktidar­
da olan bir hükümetin, temsil ettiğini iddia ettiği halkı için bi­
reyin ve mülkün güvenliğini garantileme yeteneğini sorgulat­
mak.
Mozambik’teki Renamo ile -özellikle 1980’de Güney Af­
rika Renamo’nun ana hamisi haline geldikten sonra- Nikara­
gua’daki kontralar arasındaki koşutluk gerçekten çarpıcıdır.
Her ikisi de, doğrudan müdahale edemediği bir savaşta vekil­
ler arayan bir yabancı gücün yarattığı devrim karşıtı hareket­
ler olarak başladılar. İkisi de terörü, bir strateji olarak kucak­
ladılar. Uygulamaları, iktidarı kazanma ya da ele geçirme açı­
sından pek bir anlam oluşturmuyordu. Hiç biri -C IA dahil—
gerçekten de kontraların Sandinistalara karşı savaşı kazanma­
larını beklemiyordu. Bu savaşın, bu terörün amacı, kazanmak
değil, hükümeti kanatmak, halkı teröre karşı koruyamadığını
göstermek ve aynı zamanda baskı altına alınmasına çağır­
maktı - hükümeti gözden düşürm ek konusunda iki farklı,
ama etkili yol. 8 Eylül 1985’te Uluslararası Mahkeme önünde
tanıklık eden, kontra savaşını daha sonra eleştirenlerden biri
olan, 1981 ilâ 1983 yılları arasında Orta Amerika hakkında
CIA uluslaraıası istihbarat analisti olan David MacMichael,
CIA’in kontra akınlarının Sandistinaları üç tür saldırıya kış­
kırtacağım beklediğini açıkladı: (1) "muhalefetini tutuklaya­
rak, sözde içsel totaliter doğasını gösterip böylece ülke için­
deki yerel karşı görüş sahiplerinin sayısını artırarak Nikara­
gua içinde temel hakların yasaklanması;" (2) "Nikaragua güç­
lerinin yapacağı sınır ötesi saldırıları" kışkırtıp "böylece Ni­
karagua’nın saldırgan doğasını göstermeye ve olasılıkla da
A m erikan D evletleri Ö rgütünü oyuna çağırm ası" ve (3)
"Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarına, özellikle Nika­
ragua’daki Amerika Birleşik Devletleri personeline karşı tep­
kiyi" kışkırtıp "böylece Nikaragua’nın Amerika Birleşik Dev-
letleri’ne karşı düşmanlığını göstermeye hizmet etmesi."
Terörü bir seçim kampanyasının parçası olarak kullanma­
nın amacı, isteklere uygun olarak açılıp kapatılabilecek bir
şantaj biçimine dönüştürmekti. Nikaragua seçimleri, terör
hakkında bir referanduma böyle dönüştürüldü. Terörün dozu
etkili ve ceza muafiyetiyle doğru olarak verilebilirse, halkı te­
rörü sona erdirmenin tek yolunun teröristlere istedikleri siyasi
hedefi -yani iktidarı- vermenin olduğuna inandırmanın yal­
nızca bir an meselesi olduğu düşünülüyordu. Bu arada, terör
devam ettiği sürece, ona siyasi bir paravan vermekten sorum­
lu olanlar, siyasi sorumluluğu yadsımaya devam ediyordu.
Nasıl ki Güney Afrika ve Amerikan basını, sürekli olarak ge­
nel bağlamım önemsizleştirerek düzenli olarak "siyaha karşı
siyah şiddeti"nin kanıtı olarak güney Afrika’da gitgide artan
ölümleri betimliyorsa Amerika Birleşik Devletleri de, terörü
"NikaragualIlara karşı savaşan NikaragualIların" meselesi,
W ashington’un sorumluluğunun bulunmadığı Nikaragua’nın
bir iç meselesi olarak betimleyerek "inkar etmeyi" sürdürü­
yordu.
Amerika Birleşik Devletleri’nin terörü kucaklaması, Gü­
ney A frika’dan Orta Amerika’ya ve Orta Asya’ya uzanan son
Soğuk Savaşın üç ardışık aşamalarından geçen bir öğrenme
eğrisi olarak çizilebilir. Her aşama, belirgin bir dersle tanım­
lanabilir. Başlangıç aşamasında terör hamiliği biraz gönülsüz
yapılsa da, daha çok saldırgan bölgesel bir müttefikin -apart-
heid Güney Afrika’n ın - uygulamalarına karşı gösterilen hoş­
görü gibi, Amerika Birleşik Devletleri, Orta A m erika’daki
karşı-devrimcilere sıra geldiğinde, örtülü operasyonlarını fi­
nanse etmek için tercih edilen bir yol olarak yasadışı kokain
ticaretini hamilikleriyle birleştirerek terörü cesurca ve küstah­
ça kucaklamaya geçti. Ancak, Soğuk Savaşın kapanış aşama­
sında Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası kamusal yara­
rın sağlanmasına araç olarak terörü kucakladı. Bunu iki yolla
yaptı: Savaştaki ana operasyonları özelleştirip uluslararası bir
mesele haline getirerek. ABD’nin kontraları desteğinde zaten
başından beri varolan her iki eğilim de, gitgide daha az ulusal
bir kurtuluş savaşı olarak görülüp daha çok uluslararası dinsel
bir haçlı seferi -b ir cihat- olarak görülecek biçimde ideoloji-
ze edilen Afganistan’daki Sovyet karşıtı savaşla gerçekten ol­
gunlaştı.
Üçüncü Bölüm

AFGANİSTAN:
SOĞUK SAVAŞ'IN
EN ÖNEMLİ ANI

avvn’da yazdığı bir yazıda PakistanlI siyasi düşünür

D Ve eylemci İkbal Ahmed, dikkatimizi 1985 yılında


bir Amerikan televizyonunda yayınlanan bir görüntü­
ye çekiyor. Beyaz Saray çimenliğinde Başkan Ronald Re-
agan, büyük bir tantanayla -b ir grup Afganlı adam ı- müca­
hitlerin bütün liderlerini basma tanıtıyor: "Bu beyler, Ameri­
ka’nın kurucu babalarının ahlaki eşdeğerleridir.” Bu an,
Amerika’nın siyasi İslamın fanatik versiyonlarını Sovyetler
Birliğine karşı savaşta kullanmaya çalıştığı andı.

Vietnam’daki yenilgiyi izleyen beş yıl, ABD dış politika­


sında başka gerilemelere tanık oldu. Bu eğilim, biri Nikara­
g u a’da diğeri İra n ’da olm ak üzere popüler devrim lerin

Afganistan: Soğuk Savaş'ın En Ö nem li Anı 129


ABD’nin desteklediği iki diktatörlüğü yıkıp geçtiği 1979 yı­
lında çarpıcı biçimde görülmüştü. Aynı yılın sonunda Sovyet-
ler Birliği, Afganistan’ı işgal etti. Sovyetler Biıliği’nin yalnız­
ca on yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri’ni tek, galip sü-
pergüç olarak bırakıp, çökebileceği kimin aklına gelirdi? 11
Eylül bu zaferin kutlanmasını kısa kestiyse de şu soruyu orta­
ya attı: Soğuk Savaş hangi bedel ödenerek kazanıldı? Bu so­
ruyu yanıtlamak, Reagan başkanlığına odaklanmayı gerektiri­
yor, çünkü Üçüncü Dünya’daki ABD destekli diktatörlüklerin
yenilmesinin, Sovyetler Birliğinin "başarılı bir dönem" geçir­
diğine kanıt olduğunu iddia eden ve Sovyetler Birliği'ni,
"püskürtmek" için "ne pahasına olursa olsun" bütün kaynak­
ların kullanılmasını isteyen Ronald Reagan’dı. Başka herhan­
gi bir yerden daha çok Afganistan, Soğuk Savaş'ın en önemli
anıydı.
N ikaragua’daki karşı-devrimci operasyon hem toplanan
kaynakların kapsamı hem de sonradan görülen etkilerinin
ağırlığı karşısında Afganistan Savaşı’nın yanında sönük kalı­
yordu. Savaşın zirvesinde Afganistan’da 100.000 Sovyet kara
birliği vardı. Afganistan, Amerika Birleşik D evletleri’nin
Sovyetler Birliği’ne kendi Vietnam’ını verme fırsatını sundu.
Reagan, bunu stratejik bir hedefe dönüştürdü, böylece Afga­
nistan Savaşı na bölgesel değil de küresel bir açıdan yaklaştı.
Reagan başkanlığı on yılını doldurmak üzereyken Afganistan
Savaşı, dünyanın en kanlı bölgesel çatışmasına dönüştü. Viet­
nam ’dan bu yana en büyük CIA paramiliter operasyon aynı
zamanda Sovyet tarihindeki en uzun savaş haline geldi.
1979’un devrimleri, Afganistan Savaşı'nın yapılışı üzerin­
de derin bir etkiye sahipti. İran Devrimi, Amerika Birleşik
Devletleri ile siyasi İslam arasındaki ilişkilerin yeniden yapı­
landırılmasına yol açtı. Ondan önce Amerika, dünyayı daha
basit terimlerle görüyordu: Bir yanda Sovyetler Birliği ve
A m erika’nın Sovyet aracı olarak gördüğü militan Üçüncü
Dünya milliyetçiliği bulunuyordu; diğer yanda Sovyetler Bir-
liği'ne karşı savaşta Amerika’nın yetersiz bir müttefik olarak
düşündüğü siyasi İslam vardı. Böylece Am erika Birleşik
Devletleri, Endonezya’da Sukarno’ya karşı Sarekat-ı İslam’ı,
Pakistan’da Zülfikar Ali Butto’ya karşı Cemaat-i İslami’yi ve
Mısır’da Nasır’a karşı Müslüman Kardeşler Birliği'ni destek­
ledi. Siyasi İslamın laik milliyetçiliğe karşı yerel bir tampon
oluşturacağı beklentisi, aynı zamanda İsrail’den muhafazakar
Arap bölgelerine kadar bölge içindeki ABD müttefiklerince
de yaygın olarak paylaşılıyordu. Olaylar projenin çılgınlığını
kanıtlayıncaya kadar geçen sürede İsrail, İşgal Altındaki Top-
raklar'da İslamcı bir siyasi hareketi teşvik edip Filistin Kurtu­
luş Örgütü'nün (FKÖ) laik milliyetçiliğine karşı kışkırtmayı
umuyordu. İsrail, Hamas’ın ilk intifada sırasında engellenme­
den çalışmasına -b ir üniversite ve banka hesapları açmasına
ve hatta belki de finanse ederek yardım alm asına- izin verdi,
ama sonuçta ikinci intifadanın örgütleyicisi olarak daha güçlü
bir Hamas’Ia karşı karşıya kaldı. M ısır’da Enver Sedat, Na­
sır’ın ölümünden sonra siyasi İslam’ın kurtarıcısı olarak orta­
ya çıktı. 1971 ilâ 1975 arasında Sedat, hapiste çürüyen İslam­
cıları serbest bıraktı ve onlara önce görüşlerini yayınlama öz­
gürlüğü ve, daha sonra, örgütlenme özgürlüğü verdi. Bu olay­
ları, Amerikan ya da İsrail istihbaratı tarafından desteklendik­
leri için ilgili hareketleri karalayıp önemsizleştirmek amacıy­
la değil, yanlış bilgilendirilmiş, kinayeli ve çıkarcı eylemlerin
amaçlanmayan sonuçlarının bu eylemleri gerçekleştirenlere
nasıl geri dönebileceğini göstermek için belirtiyorum.
İran Devrimi'nin etkisi, Amerikan elçiliği rehinelerinin kü­
çük düşürücü tasvirleri yoluyla dramatik bir hale sokuldu. El­
çilik ilk kez 14 Şubat 1979’da Humeyni İran’a döndükten kı­
sa bir süre sonra öğrenciler tarafından işgal edildi, ama Hu­
meyni ve Başbakan Mehdi Bazargan, işgalcileri çıkarmak
için hızlı hareket ettiler. Sekiz ay sonra, koşullar kökten de­
ğişti: ABD hüküm eti, devrik şahı tıbbi tedavi için New
York’a kabul ettiğinde Humeyni, Amerika Birleşik Devletle-
ri’ni "Büyük Şeytan" olarak eleştirerek yanıt verdi. Bir ay
içinde, üç bin kadar îranlı öğrenci Tahran’daki ABD elçiliği­
ne saldırıp doksan rehine aldı. Bu sefer Humeyni ve hüküme­
tin tepkisi farklı oldu. Kadınların ve siyah Deniz piyadeleri­
nin salınmasından sonra kalan 52 Amerikalı diplomat, 444
gün esir tutuldu.
İran Devrimi, dünya sahnesine yeni bir siyasi gelişmeyi
soktu: Burada, yalnızca İslamcı ve anti-Komünist olmakla
kalmayan, aynı zamanda bütün yabancı etkilerden, özellikle
Amerika Birleşik Devletleri’nden, bağımsız hareket etmeye
kararlı, aşırı milliyetçi bir İslamcı rejim vardı. Bu durum ber­
raklaştıkça resmi Amerika, komşu bölgelerde dost arayışını
büyük oranda artırdı. Kısa bir süre sonra, Irak’taki Saddam
Hüseyin gibi laik ama vahşi rejimler, Amerikan müttefikleri
olarak işe koşuldular. İkinci elçilik işgali sürerken, Amerika
Birleşik D evletleri’nin açık teşvikiyle Saddam H üseyin’in
kuvvetleri 20 Eylül 1980’de İran’ın güneybatısını işgal etti­
ler. İraklıların İran’a karşı savaşı, Vietnam’dan sonra savaşta
kimyasalların ilk kez kullanılmasına tanık oldu ve Amerika,
hem silahların hem de bunları kullanmak için gerekli eğitimin
kaynağıydı.
İran’daki devrim, Amerika Birleşik Devletleri’ne siyasi İs-
lamın iki yüzü arasında ayrım yapmayı öğretti: Devrimci ve
seçkinci yüzleri arasında. Devrimci taraf, İslamcı sosyal hare­
ketlerin örgütlenmesini ve kitle katılımını bağımsız bir İslam­
cı devleti donatmak için hayati olarak görüyordu. Buna karşın
seçkinci taraf, halkın katılımına güvenmiyordu; İslamcı bir
devlet düşüncesi, halkın katılımını teşvik etmeyi değil tecrit
etmeyi içeren bir düşünceydi. İran Devrimi, bu taraflar ara­
sındaki farkı İran’da keskinleştirerek resmi karmaşıklaştırma­
dan önce, ABD basit bir formülle çalışmıştı; siyasi İslam’ın
devrimsel yüzünü İran ve İslam’daki Şii tarikatıyla ve seçkin-
ci yüzünü Suudi Arabistan ve Pakistan’da olduğu gibi çoğun­
luğu Sünni Amerikan yanlısı rejimlerle özdeşleştiriyordu.
Nikaragua Devrimi, farklı bir dersin kaynağıydı: Hem ör­
tülü hem açık yollarla devrim karşıtı bir savaşın nasıl örgütle­
neceği ve sürdürüleceği dersinin. Milliyetçi, Sovyetler yanlısı
bir Üçüncü Dünya hükümetini geri püskürtmek için yapılan
bu ilk önemli deneme, Reagan yönetimine, çeşitli bölgelerden
tek bir hedefe yönelik desteğin nasıl kullanılacağım öğretti.
Kontra deneyinden alınan iki ders özellikle yararlıydı: Birin­
cisi, gizli bir savaşı yürütmek için nakit kaynağı olarak uyuş­
turucu ticaretine yönelik yumuşak başlı bir tavırdı; İkincisi,
bütün komşuları -Hıristiyan sağ papazlıkları, laik muhafaza­
kar siyasi lobiler şebekesini ve paramiliter paralı asker grup­
larını- savaşa dahil etme gereksinimiydi.
Kabil’deki Sovyet yanlısı rejimin düşmanlarına gizli Ame­
rikan yardımı, Sovyet ordusu Afganistan’ı işgal etmeden ön­
ce başlamıştı. Tahran’daki elçiliğin ele geçirilmesi sırasında
bulunan CIA ve Dışişleri Bakanlığı belgeleri, Amerika Birle­
şik Devletleri nin, Sovyet müdahalesinden sekiz ay önce, Ni­
san 1979’da sessizce Afganlı isyancıların temsilcileriyle Pa­
kistan’da toplanmaya başladığını ortaya çıkarıyorlar. Bu ka­
darı, merkezi Paris’te bulunan Le N ou vel O b s e r v a te u r ’nin
Başkan Carter’in ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brze-
zinski’yle yaptığı sonraki bir röportajda doğrulanmıştır (15-
21 Ocak 1998):

S: CIA ’in eski şefi Robert Gates, anılarında [From the


Shadows/Golgelerden] Amerikan istihbarat servisleri­
nin, Sovyet müdahalesinden 6 ay önce Mücahitlere yar­
dım etmeye başladığını belirtmiştir. Bu dönemde, siz,
Başkan Carter’in ulusal güvenlik danışmanıydınız. Bu
nedenle bu olayda siz bir rol oynuyordunuz. Doğru mu?
B rzezinski: Evet. T arihin resm i versiyonuna göre
CIA ’in Mücahitlere yardımı 1980’de, yani Sovyet or­
dusu Afganistan’ı 24 Aralık 1979’da işgal ettikten son­
ra, başlamıştı. Ama gerçekte, bugüne kadar gizli biçim­
de korunmuş olarak, durum tamamen farklıdır: Gerçek­
te, 3 Temmuz 1979’da Başkan Carter, Kabil’deki Sov­
yet yanlısı rejimin düşmanlarına gizli yardım için ilk
emri imzaladı. İşte tam o gün, başkana bence bu yardı­
mın Sovyetlerin askeri müdahalesine neden olacağını
açıkladığım bir not yazdım.

Carter başkanlığından Reagan başkanlığına geçiş de, ABD


dış politikasının tecritten püskürtmeye doğru kaymasını artır­
dı. Nikaragua’da olduğu gibi Afganistan’da da Carter yöneti­
mi, müzakereye dayalı bir anlaşma arayışıyla birlikte ödülle
cezayı birleştiren, ister hükümetler ister gruplar olsun, anti-
Komünist m üttefikler için ılımlı örtülü destek seviyelerini
onaylayarak iki yöntemli bir yaklaşımı yeğledi. Bu anlamda
tecrit, bir arada varolma arayışı tarafından yönlendiriliyordu.
Buna karşın Reagan yönetimi, müzakereye dayalı anlaşmalar
yapmakla kesinlikle ilgilenmiyordu. Bir arada varolma yerine
Reagan politikasının özü, ödeşmekti: Afganistan Savaşı'nı
Sovyetler Birliği'nin Vietnam’ına dönüştürmek için her şey
yapılmalıydı. Tek amaç, Sovyetler Birliği'ni tüketmekti. CLA,
Afganistan’daki "gerçek görevi” hiçbir şeyin engellememesi
konusunda kararlıydı: Bu gerçek görev "Rusları öldürmek"ti.
W ashington’daki daha etkili "sertlik yanlıları" arasında Re-
agan’ın Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle bulunu­
yordu. Daha sonra, 11 Eylül’ün ardından George W. Bush’un
ekibinde önemli bir şahin olarak ikinci doğuşunu yaşayacaktı.

Sovyetler Birliği'ne karşı sert bir ideolojik muhalefet gü­


den gruplara yakınsa ve müzakereye dayalı anlaşmalarla ilgi­
lenmiyorsa da, sonraki Pakistan hükümetleri Afgan milliyet­
çiliğine karşı hastalıklı bir güvensizlik duyuyorlardı. Bu gü­
vensizlik, Afgan kralı Zahir Şah, kuzeni ve eski başbakanı
Muhammed Daud tarafından Temmuz 1973’te kansız bir dar­
beyle tahtından indirildiğinde anlaşıldı. Daud, askeri bölüm­
lerden ve Komünist Partisinin bir kanadından oluşan bir cum­
huriyetçi ittifak oluşturup bu ittifaka Komünist Partisinin ga­
zetesinin adım verdi: Percham (bayrak). Yeni milliyetçi hü­
kümet, Peştun halkı için bir anavatan talep eden popüler Peş-
tunistan davasını ele aldı. Afganistan nüfusunun yarısı yalnız­
ca etnik Peştun olmakla kalmıyordu, aynı zamanda milyon­
larca Peştun, İngilizlerin Hindistan’daki sömürge imparator­
luklarının zirvesinde çizdikleri suni sınırın diğer tarafında,
Pakistan’ın kuzey-batı sınırı eyaletinde (NWFP) yaşıyordu.
Afgan milliyetçiliğinden korkan Pakistan hükümetleri, Afga­
nistan’daki milliyetçilik karşıtı güçleri desteklemeye açıktı ve
Ziya ül-Hak da bir istisna değildi. D aud’un otoriter biçimi da­
hil, milliyetçiliğe karşı olan ideolojik muhalefet, çoğu düşün­
celeri açısından uluslararası bir bakış açısına sahip üniversite
öğrencileri ve profesörlerden oluşan başlıca Komünistlerden
ve İslamcılardan geliyordu. D aud’un hükümranlığına karşı
gitgide artan yaygın muhalefet, Komünist Partisi’nin iki gru­
bunu, Percham ve Khalq’ı (bu parti de gazetesinin adını al­
mıştı) iktidara getiren Saur Devrimi olarak bilinen ikinci as­
keri darbeye yol açtı. Bu 17 Nisan 1978 devrimiyle Komünist
"enternasyonalizm" resmi olarak kabul edildi ve İslamcı "en­
ternasyonalizm" yıkıcı olarak etiketlendirildi. Ilımlı ve aşırı
İslamcı radikaller, Kabil Üniversitesinden kaçarak kendileri­
ne kucak açan Pakistan’a sığındılar.
1978 Komünist darbesi de, ABD ’nin Pakistan’la ilişkile­
rinde kesin bir değişim yarattı. Carter yönetimi, 1977’de Pa­
kistan’a yardımı kesmişti; bu, ülkesinin -ordunun seçilmiş bir
başkan olan Zülfikar Ali Butto’nun öldürmesiyle daha da kö­
tü leşen- üzücü insan haklan kayıtlarına ve hızlandırılm ış
nükleer programıyla ilgili küresel suçlamalara karşı yanıtıydı.
Darbe ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bütün bunları değiş­
tirdi: "Sözcüğün tam anlamıyla Sovyet işgalinden günler son­
ra Carter, isyancılara yardım konusundaki işbirliğine karşılık
telefonda Ziya’ya yüz milyonlarca dolar ekonomik ve askeri
yardım teklif ediyordu." Ziya, daha fazlası için ayak diriyor­
du ve Carter-Ziya ortaklığı soğukluğunu sürdürdü. Asıl ısın­
ma, İsrail ve M ısır’dan sonra "Pakistan’ı ABD dış yardımı
alan en büyük üçüncü ülke haline getiren büyük, altı yıllık bir
ekonomik ve askeri yardım paketini" teklif eden Reagan yö­
netimiyle gerçekleşti.
Reagan başkanlığı sırasında CIA ve Pakistan’ın İstihbarat
Teşkilatı (ISI) arasında süren bir işbirliği vardı ve taraflardan
hiçbiri, müzakereye dayalı bir anlaşmayla pek ilgilenmiyor­
du. Her iki istihbarat teşkilatı, iki hedefi paylaşıyordu: Askeri
olarak mücahitlere azami ateş gücü sağlamak ve siyasi olarak
en radikal anti-Komünist İslamcıları Sovyet güçlerine karşı
işe koşturmak. Bunun sonucunda bölge yalnızca her tür silah­
la değil, aynı zamanda en radikal İslamcı askerlerle de dol­
muştu. Bu askerler, Pakistan’da IS I’nin çalıştırdığı eğitim
kamplarında toplandılar ve burada "ideolojik olarak kutsal sa­
vaş aleviyle doldurulup gerilla taktikleri, sabotaj ve bombala­
ma eğitimi aldılar." İslamcı askerler dünyanın her tarafından,
yalnızca çoğunluğun Müslüman olduğu Cezayir, Suudi Ara­
bistan, Mısır ve Endonezya gibi ülkelerden değil, Müslüman­
ların azınlıkta bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri ve İn­
giltere gibi ülkelerden, geliyorlardı. The New Yorker’de ya­
zan, Lawrence Wright tarafından seksenli yılların ortasında
"Cihadın Muhafızı" olarak adlandırılan Şeyh Abdullah Azam
iyi bilinen bir örnektir. "El-Ezher Üniversitesinden İslam hu­
kuku doktorası bulunan Filistinli bir ilahiyatçı olan" Şeyh
Azam, "Cidde’deki Kral Abdül Aziz Ü niversitesinde ders
verdi, buradaki öğrencilerinden biri de Usame bin Ladin’di."
Azam, dünyayı C lA ’in korumacılığı altında gezdi. Suudi tele­
vizyonunda ve Amerika Birleşik Devletleri’nde toplantılarda
boy gösterdi. Kutsal savaşçının ta kendisi olarak görünen ve
"1980’li yılların başında ve ortasında, Amerika Birleşik Dev­
letlerini bir ucundan diğer ucuna turlayan ve görünüşe göre
yalnızca Afganistan’daki kutsal savaşa çağıran" bir CIA ajanı
olarak Azam, ayrıca H am as’ın kurucularından da biridir.
Azam’ın mesajı açıktı: Cihada katılım, yalnızca siyasi bir yü­
kümlülük değil dini bir görevdir. Cihadın amacı, yalnızca
düşmanı, Rusları, öldürmek değil, aynı zamanda "şehitliğe"
davet etmekti. Wright tarafından 1988 yılında incelenen bir
asker toplama videokasetinde Azam şöyle diyor: "Afganis­
tan’a geldim ve gözlerime inanamadım. Yıllar boyu insanları
cihatla aşina kılmak için gezdim. ... Şehitliğe karşı duyulan
açlığı doldurm aya çalışıyorduk. H âlâ bunu seviyoruz."
Azam’ın kutsal savaşı formülü basitti: "Yalnızca cihat ve tü­
fek: Müzakereler, konferanslar ve diyaloglar yok." Bu görüş
birleşik CIA-1SI hedefini dikkatlice dile getiriyordu.
İslam dünyası, neredeyse bir asırdır silahlı bir cihat gör­
memişti. Ama artık CIA, çağdaş bir siyasi hedefin hizmetinde
bir cihat yaratmaya kararlıydı. Kuşkusuz, cihat geleneği, tar­
tışmalıdır. Doktrinel olarak cihadın "adil savaş" geleneği,
"büyük cihat"a değil "küçük cihat"a yerleştirilebilir. Tarihsel
olarak "küçük cihat" geleneğinin kendisi iki farklı -v e çatı-
şan - düşünceyi kapsamaktadır. Birincisi, ister inançlı ister
inançsız işgalcilere karşı adil bir savaştır. Bu tür adil savaşlar
dört kez yapılmıştı: On ikinci yüzyılda Selahhadin’in Haçlı
Savaşçılarına karşı yaptığı cihat, on yedinci yüzyılda Batı Af­
rika’da köleleştiren aristokrasilere karşı Sufı cihadı, on seki­
zinci yüzyılda Arap yarımadasında Osmanlı sömürgecilerine
karşı Vahabi cihadı ve on dokuzuncu yüzyıl sonundaki Su­
dan’da Türk-Mısır ve İngiliz iktidarına karşı M ehdi’nin sö­
mürge karşıtı savaşı. Birincisi, işgalci inançsızlara, İkincisi
baskıcı inançlılara, üçüncüsü işgalci inançlılara ve dördüncü­
sü, inançlılar ve inançsızlardan oluşan işgalci kombinasyona
karşıydı. İkinci zıt gelenek, İslam ’da resmi olarak "sapma"
olarak düşünülen doktrinsel eğilimlere karşı sürekli cihat ge­
leneğidir. Bu, İslam’da çok az tarihsel derinliğe sahip bir ge­
lenektir. On sekizinci yüzyılda Vahabi hareketinin İkhvan
grubu -daha sonraki Mısırlı İkhvan (Müslüman Kardeşler Ör­
gütü) ile karıştırılmamalıdır- tarafından İran ve Irak’ta ger­
çekleştirilen Şii sivil halkın katledilmesiyle ilişkili olarak bu
gelenek, cihadın İslam’da herhangi bir uygulamasından çok
Hıristiyanlık’taki Engizisyona daha yakındır. Sürekli bir ci­
hat, yani devlet çıkarlarım savunan bir devlet kurumu düşün­
cesi, tarihsel İslam’dan çok daha sonraki Suudi Sarayının ve
Suudi Arabistan tarihiyle özdeşleşmiştir. Tam da resmi Ame­
rika’ya bu kadar yakın bağlara sahip bir devletin tarihinde
kutsal kabul edilen tarikat uygulamalarıyla ilişkisi nedeniyle
sürekli bir silahlı cihat, CIA planlayıcıları için özellikle çekici
bir düşünceydi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Afgan cihadını örgütledi­
ği ve ana hedefini gösterdiği sahne şuydu: Dünya çapındaki
bir milyar Müslümanı, Sovyetler Birliği'ne karşı, Afganistan
topraklarında bir kutsal savaşta, bir haçlı seferinde birleştir­
mek. Cihattan çok bir haçlı seferi düşüncesi, bu yaklaşımın
düşünce yapısını daha iyi iletmektedir. İkincil bir hedef, iki
İslamcı tarikatın -Ş ii azınlıkla Sünni çoğunluğun- arasındaki
doktrinel bir ayrımı, siyasi bir bölünmeye dönüştürüp böylece
İran Devriminin etkisini bir Şii olayı olarak sınırlamaktı. Af­
gan cihadı, gerçekte bir Amerikan cihadıydı, ama bu hale an­
cak Reagan’ın ikinci görev süresinde geldi. Mart 1985’te Re-
agan, "mücahitlere artırılmış örtülü askeri yardımı" onayla­
yan "ve gizli Afganistan Savaşının yeni bir hedefi -A fganis­
tan’daki Sovyet birliklerini örtülü eylemle yenip Sovyetlerin
geri çekilmesini teşvik etm ek- olduğunu belirten" 166 Sayılı
Ulusal Güvenlik Kararı Direktifini imzaladı.
Yeniden tanımlanan savaş, 1986’da üç önemli önlem alan
CIA şefi William Casey tarafından teslim alındı. Birinci ön­
lem, mücahitlere Amerikan danışmanları ve Amerikan yapı­
mı Stinger uçaksavar füzeleri tedarik ederek Kongre'yi Ame­
rika’nın müdahalesini artırma konusunda ikna etmekti. İkin­
cisi, İslamcı gerilla savaşını Afganistan’dan Sovyet Cumhuri­
yetleri Tacikistan ve Özbekistan’a yaymak; bu kararsa, Sov-
yetler Birliği misilleme olarak Pakistan’a saldıracağım ilan
ettiğinde geri alındı. Üçüncüsü, Pakistan’da eğitim vermek ve
mücahitlerin yanında savaşmak için dünyanın her yanındaki
radikal İslamcıları işe koşmaktı.
İkinci ve üçüncü karar, her yerdeki kâfirlere karşı dini bir
savaş olarak savaşın ideolojik özelliğini yoğunlaştırdı. Afga­
nistan Nikaragua’dan da çok, ideolojik bir savaş alanı olacak­
tı. Bu savaş üçlü anlamda İslamcı bir savaştı. Birincisi, sava­
şın seferberliği, her açıdan dünya çapındaki bir İslamcı kamu­
oyunu hedefliyordu: Mali, maddi ve insani açıdan. İkinci ola­
rak, seferberlik, mümkün olduğunca bankalarla hayır kuru­
luşlarından cami ve evangelist örgütlere kadar uzanan İslamcı
kurumlar aracılığıyla yapılmıştı. Üçüncüsü, savaş (en azından
kuramsal olarak), Sovyetler A sya’sına, Sovyetler Birliği'nin
tarihsel olarak Müslüman nüfusları bulunan bölümüne, uza­
nacaktı.
Afganistan Savaşı'ndan önce küçük ve dağınık gruplara
sahip ideolojik bir eğilim olan sağcı İslamcılık, nasıl oldu da
11 Eylül’den sonra küresel ana sahneyi işgal etti? Bu sorunun
yanıtı, yalnızca örgütlenmeyi değil, aynı zamanda sayıyı, be­
ceriyi, erimi ve güvenin yanı sıra tutarlı bir hedefi de sunan
Afgan cihadında yatıyor. Afgan cihadından önce, siyasi İsla-
mın sağ kanadı iki kampa bölünmüştü: Suudi Arabistan ve
Pakistan’da olduğu gibi Amerikan yanlısı rejimlerle özdeşle-
şenler ve Filistin davasına ihanet eden, Amerikan kuklaları
olarak görülen bu rejimlere karşı çıkanlar. Siyasi partiler ör­
gütleyen ve sıradan halkı siyasi etkinliğe teşvik etmeye çalı­
şan İslamcılardan farklı olarak, sağcıların yalıtılmış şehir te­
rör eylemleri dışında bir programı yoktu. Afgan cihadına ka­
dar iktidarda olmayan sağcı İslamcılar, ne popüler örgütler­
den güç çekme isteğine ne de herhangi başka bir alternatif
kaynaktan güç toplama olanağına sahipti. Reagan yönetimi,
sağcı İslamcılığı tarihsel çıkmaz sokağından kurtardı. Ameri­
kan cihadı, İslamcı bir kurtuluş altyapısı yaratmayı iddia edi­
yordu, ama gerçekte, İslamcı ağlara ve topluluklara girmek
için İslamcı simgeler, kullanan bir "terör altyapısı" inşa edi­
yordu. Savaşı İslamcı olarak ideolojileştirme kararının derine
işleyen etkilerini anlamak için, Amerikan cihadı olan sefer­
berliğin farklı yönlerine bakmak gereklidir.

Afgan cihadı, Pakistan’daki ISI ile işbirliği yaparak CIA


tarafından ayrıntılı olarak tasarlanmıştı. Savaşın gerçekten
yapılması için CIA, silahlara ve farklı ülkelerden gerilla sava­
şı uzmanlarına ihtiyaç duyuyordu ve Afganistan hakkında is­
tihbarat ve inceleme bilgileriyle birlikte bunları ISI’ya teslim
etti. ISI, silahların sınıra taşınmasından sorumluydu, Pakistan
içinde Afgan savaşçıların eğitimini destekliyoıdu ve bunların
Afganistan içindeki operasyonlarını düzenliyordu. ISI, ope­
rasyondaki ana bölgesel vekilken, ikinci cephe, Suudi Arabis­
tan ve Mısır istihbarat örgütlerini, İngiltere, Çin, Filipinler is­
tihbarat örgütleriyle birlikte içeriyordu; hatta bu gruba İsrail
bile dahildi. Çinhindi, Güney Afrika ve Orta A m erika’dan
alınan temel ders, büyük bir dikkatle uygulandı: Bu operas­
yon, CIA’in bir kol boyu uzaklıkta olacağı bir operasyon ola­
caktı. Üçüncü ve dördüncü taraflarca yapılacak bir vekil sa­
vaşı olacaktı.
Farklı görevler farklı örgütlere yüklenirken, savaşın tasarı­
sı bölümler halinde açıklandı. Amaç, mümkün olduğunca az
Amerikalının doğrudan müdahalesini garantilemekti; daha azı
da mücahitler veya saha komutanlarıyla doğrudan temas ha­
lindeydi. Karadan çekilen Amerikan varlığına ve böylece de
Amerikan personeline doğrudan herhangi bir hasar olasılığını
ihale ederken, bu ihalenin istenmeyen sonucu, alt yüklenicile­
rine merkezi komutayı baypas edip CIA veya DEA gibi örgüt­
lerle doğrudan iş yapma özgürlüğü verilmesiydi. Bunun sonu­
cu da, genel Amerikan politikasında tutarlılık eksikliğiydi.
Gitgide artan biçimde de aracılara dönüşen bu ön cephede
vekil devletlerle istihbarat örgütlerinin ötesinde, hem dini
hem de laik özel kurumlar bulunuyordu. Genel etkiyse, savaşı
uluslararası bir temelde giderek özelleştirmekti. Bu dinamik­
te, 11 Eylül olarak bildiğimiz operasyonu gerçekleştiren güç­
ler ortaya çıktı.

Sovyet karşıtı haçlı seferi ulusal bir çerçeve içinde örgüt-


lenseydi CIA, bu savaşı yürütmek için sadece Afgan gönüllü­
ler arardı. Ama savaşın uluslararası bir cihat olarak yeniden
biçimlendirilmesiyle CIA, bütün yerküre üzerindeki Müslü­
man halklardan gönüllüler aradı.
Pakistan dışında, Afgan-Arapları olarak bilinen gönüllüle­
rin ana kaynağı Arap ülkeleriydi. Afganlı olmayanlar, Afgan-
lı-Cezayirli, Afganlı-Endonezyalı vs. gibi birleşik kimliklerle
tanındılar. Arap dünyasındaki, yani Mısır ve Suudi Arabis­
tan’daki kilit noktaları Pakistan’la birleştiren asker alma mer­
kezlerinden oluşan bir ağ kuruldu. Sonunda bu ağ güneydeki
Sudan’a, doğudaki Endonezya’ya, kuzeydeki Çeçenistan’a ve
batıdaki Kosova’ya kadar yayıldı. Filistin mücadelesini an­
lamlı bir biçimde destekleyemedikleri konusunda dinci sağcı­
lar içindeki eleştiriye hedef olan Suudi kuruluşunun üyeleri,
yerel muhalifleri Afgan cihadına katılmaya teşvik etti ve Mı­
sır hükümeti, yerel İslamcılar Afganistan’a yola çıkarken gö­
zünü kapadı. Asker almanın üçüncü ana Arap kaynağı, Ceza­
yir’di. Martin Stone, "yalnızca Cezayir’deki Pakistan elçiliği­
nin, 1980’li yıllarda Cezayir gönüllülerine 2.800 vize çıkardı­
ğını" yazıyor. Alınan ve eğitilenlerin sayısı, her hesaba göre
etkileyiciydi: "Afgan cihadının doğrudan etkisi altında olan
yabancı radikallerin sayısı, yüz binin üstündedir. Afganlı-
Araplar, seçkin bir gücü oluşturuyordu ve en kapsamlı eğiti­
mi alıyorlardı. Peşavar’da yerleşik Müslüman "uluslararası
tugayındaki" savaşçılar, ayda yaklaşık 1.500 dolar gibi olduk­
ça yüksek bir maaş alıyorlardı.
CIA, bu haçlı seferini yürütecek bir Suudi prensi aradı,
ama bulamadı. Sonra en iyi ikinci seçeneğe yöneldi, Suudi
kraliyet sarayıyla yakın ilişkisi olan ünlü bir ailenin oğluna.
Usame bin Ladin’in modern öncesine batmış bir sefalet aile­
sinden değil, kozmopolit bir aileden geldiğini unutmamalıyız.
Bin Ladin ailesi, Harvard ve Yale gibi üniversitelerin prog­
ramlarına bağışlar yapıyordu. Bin Ladin, en yüksek seviyede
ABD onayıyla, Suudi gizli servis şefi Prens Türki el-Faysal
tarafından işe alındı. PakistanlI gazeteci Ahmed Raşid’e göre
Usame bin Ladin, önce 1980’de Peşavar’a gidip burada mü­
cahit liderleriyle buluştu ve sonraki iki yıl boyunca dava için
Suudi bağışları alıp sık sık geri döndü. 1982’de Peşavar’a
yerleşmeye karar verdi. 1986’da bin Ladin, C IA ’in finanse
ettiği büyük bir projeyi inşa etmek için ana yüklenici olarak
çalıştı: Pakistan sınırına yakın dağların çok altından geçen
Kost tüneli kompleksi projesini. Kost kompleksi, mücahitler
için büyük bir silah deposu, bir eğitim tesisi ve tıbbi bir mer­
kezi barındırıyordu. Başkan Clinton’un 1998’de Tomahawk
füzeleriyle bombalamaya karar verdiği hedef Kost komplek­
sidir. Gene ABD’nin daha sonra kendi Afganistan Savaşı'nda
el-Kaide’den geri kalanlarla savaştığı yer Kost kompleksidir,
yani ünlü dağ mağaraları.
Usame bin Ladin, seksenli yılların ortasındaki cihadın ilk
Afganlı-Arap muhafızı Şeyh Abdullah Azam’ın bir öğrencisi
olmasına rağmen, Azam’la bin Ladin, Afgan cihadının sonu­
na doğru ayrıldı. Yollarının ayrılması, 1989’da cihadın gele­
ceği hakkındaki bir anlaşmazlığın sonucuydu: Bin Ladin, "so­
nunda Suudi Arabistan ve M ısır’da cihat yapmak için kullanı­
labilecek tümüyle Arap olan bir lejyon kurmayı düşünürken"
Azam, "diğer Müslümanlara karşı savaşmaya şiddetle karşı
çıkıyordu." Bundan kısa bir süre sonra Azam ve iki oğlu, Pe-
şavar’daki bir camiye giderken arabalarına konulan bir bom­
bayla öldürüldüler. 1989 yılının sonunda, cihadın geleceği
hakkında karar vermek için Kost şehrinde bir toplantı yapıldı.
Toplantıdaki on kişiden biri Sudanlı savaşçı Cemal el-Fa-
dıl’dı. Doğu Afrika’daki Amerikan elçiliklerinin 1998 bom­
balamalarıyla bağlantılı davalardan birinde bir New York
mahkeme salonunda, bu toplantıda Afganistan sınırlarının
ötesinde cihat yürütmek için yeni bir örgütün kurulduğu ifa­
desini verdi. Bu organizasyon, el-Kaide’ydi, yani "Üs". Böy-
lece bin Ladin, Amerikan cihadının en ünlü özelleştirilmiş
kolunun örgütü ve hamisi olarak ortaya çıkıvermişti.

CIA ’in cihadına uluslararası asker toplama biçimi, kapsa­


mı ve yöntemi hakkında çok az yayınlanmış bilgi vardır. Gö­
nüllüler, "CIA ajanları" tarafından seferber edilmişlerse, bu
ajanlar, çoğu kez ne doğrudan CIA tarafından işe alınmıştı ne
de doğrudan para alıyorlardı, ne de hatta CIA vekilleri olduk­
larını bilerek hareket ediyorlardı. Eldeki az bilgiye göre, ya­
bancı gönüllülerin toplanması işi -belki Usame bin Ladin se­
viyesinde olmasa da, diğer çoğu için bu durum kesinlikle ge-
çerliydi -İslam cı dini ve hayırsever kuruluşlar aracılığıyla
özelleştirilmişti. İşe alınanların belli bir para almamaları ve
gönüllülerin enerjilerini kullanmanın başlıca yönteminin bağ­
lanma olması şaşırtıcı olur muydu?
Afgan cihadı için asker toplama örgütlerine bilerek ya da
bilmeyerek dönüşen İslamcı dini ve hayırsever kuruluşlar
hakkında fikir edinmek için, John Cooley’nin uluslararası bir
İslamcı misyoner örgüt olan, genel merkezi Pakistan’da ve
dünyanın her yerinde, Kuzey Amerika dahil, şubeleri bulunan
Tebliği Cemaat hakkındaki çalışmasına dönebiliriz. 1926’da
Müslüman bir bilgin olan Maulana Muhammed İlyas tarafın­
dan, "Hindu geçmişlerinden birçok gelenek ve dinsel uygula­
maları sürdüren" sınır hattındaki Müslümanları "saflaştırmak"
için kurulan Tebliği Cemaat, Afganistan Savaşının son yılı
1988’de Pakistan’ın Lahor şehrinde yaptığı yıllık konferans­
larına doksan ülkeden gelen bir milyondan fazla Müslümanı
çekecek kadar büyümüştü. Aynı yıl, Chicago’daki kongreleri,
dünya çapından altı binden fazla Müslümanı çekmişti.
Tebliği Cemaat, ne bir terör örgütü olarak kurulmuştu ne
de çalışmıştı. Ancak bu ana akım dini grup, CIA ’in asker top­
lamak için bir kanal olarak kullandıklarından biriydi. Bu as­
kerlerden kaçının çıkarcı paralı asker, kaçının heyecan arayan
maceracı ve kaçının kendileri üzerine laik davranış kuralları
yüklemeye kararlı "tanrısız bir şer imparatorluğuyla" Müslü­
man halkının bağımsızlığı için savaşma çağrısına yanıt olarak
inançları nedeniyle kaydolduğunu söylemek zor. C ooley’e
göre Tebliği Cemaat tarafından Tunus’ta kaydedilenlerden
"160’dan biraz fazlası" Lahor’daki dini kurslara başladılar;
bunlardan "yaklaşık 70’i" askeri eğitimi tamamladı, "15-20
kadarı" gerçekten cihatta savaştı ve "bir avucu savaşırken öl­
dü." Fransa'ya göç etmiş bir din öğretmeni olan Şeyh Mu­
hammed el-Hamidi, "Afganistan mücahitleri için paralı asker
toplamaya çalışmakla suçlanıp daha sonra üç yıl hapsedildi­
ğinde" ancak "Tebliği asker toplam a ağının Kuzey A fri­
ka’dan Fransa’ya yayıldığı" anlaşılmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde de CIA, yasal hayırsever
ve dini Müslüman örgütlerin arkasına gizlendi. Bunların ne
ölçüde süreç içinde çökertildiğini belki de asla bilemeyece­
ğiz. Bu gelişmeyi vurgulamak için bir olay yetecektir. Co­
oley’e göre Brooklyn, New York'taki Atlantik Avenue üze­
rindeki el-Kifah Afgan Mülteci Merkezi, "Afganistan cihadı
için asker toplama ve fon oluşturma" için bir ana merkeze dö­
nüştürülmüştü ve orada çalışanlarca "El-Cihat" merkezi ola­
rak adlandırıldı. Merkezin lider asker toplayıcıları arasında
Şeyh Abdullah Azam ve Şeyh Ömer Abdül Rahman bulunu­
yordu İkisi de ünlü İslamcılardı ve ikisinin de CIA ile süregi-
den işbirliği kayıtları vardı. Gördüğümüz gibi Şeyh Azam bir
Hamas kurucusu ve C IA ’e Afganlı-Araplar kaydeden önde
gelen bir asker toplayıcısıydı. Mısırlı bir lider olan Şeyh Rah­
man Mısır İslamcı Grubunun kurucusudur. "Oğullarını Afga­
nistan’da savaşmaya göndermişti" ve aynı zamanda "CIA için
asker toplamakla" tanınıyordu. 1980’li yıllarda Amerika Bir­
leşik Devletleri’ne yerleşen Şeyh Rahman, "Şubat 1993’teki
başarılı Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasından ve da­
ha sonra iptal edilen Haziran 1993’te BM merkezini, trafik
tünellerini, köprüleri, FBI merkezi ve hükümet binalarını
bombalama kom plosuyla birlikte İsrail yanlısı görevli ve
kongre üyelerine suikasttan mahkum edilmişti."

* * *

Afganistan cihadı için eğitim, eğitimcilerin eğitimi ve savaş­


çıların eğitimi olarak ikiye ayrılmıştı. Afganistan cihadı için
temel eğitim, General Ziya’nın Pakistan’da açtığı geleneksel
Kuran okulları ya da medreseler halkasında gerçekleşirken
eğitimcilerin -v e bazı yüksek seviyedeki mücahit askerleri­
n in - eğitim i de Amerika Birleşik D evletleri’ndeki birkaç
kampta gerçekleşiyordu. C ooley’nin listesinde Naugatuck,
C onnecticut’taki High Rock Silah Kulübü; Kuzey Caroli-
na’daki Bragg Kalesi; Williamsburg, Virginia’daki CIA Perry
Kampı; Kuzey Carolina, Harvey Point’teki CIA'in kullandığı
Ordu Özel Kuvvetler bölgesi; Virginia’daki A. P. Hill Kalesi
ve Virginia’daki Pickett Kampı bulunmaktadır.
Özelleştirilmiş cihadın belki de en yıkıcı etkisi, çoğunun
siyasi-askeri eğitim okullarına dönüştürüldüğü medreseler
üzerindeydi. Amaç, gerilla eğitimini İslam ’ın öğretileriyle
bütünleştirmek ve böylece "İslamcı gerillalar" yaratmaktı.
Londra merkezli Hintli gazeteci Dilip Hiro, medreselerin
müfredatı hakkında şu yorumda bulunmuştu: "Hakim konu­
lar, İslamın tamamen sosyopolitik bir ideoloji, kutsal İslamın
ateist Sovyetler Birliği askerleri tarafından tecavüze uğradığı
ve Afganistan’ın İslam halkının M oskova’nın oluşturduğu
solcu Afgan rejim ini yıkarak bağım sızlıklarını tekrardan
oluşturmaları gerektiğiydi." Medreseler, dünyanın her tarafın­
dan İslamcı radikallere kapılarını açmakla kalmadılar, aynı
zamanda Afganistan’daki İslam devriminin diğer Müslüman
çoğunluklu ülkelerde, özellikle de Sovyet Orta Asyası ülkele­
rindeki devrimlere öncü olacağını da öğrettiler. 1980’li yılla­
rın sonunda Pakistan’daki önde gelen Deobandi medreseleri,
"ücretsiz eğitim ve yaşama desteği alan Orta Asyalı radikaller
için özellikle yer ayırmaya başladılar." Bunlar, daha yaygın
savaş için hazırlanan ilk öğrenciler arasındaydılar ve bunlar­
dan Taliban ortaya çıkacaktı.
M ücahitler, 1980’li yıllarda Afganistan için bir Eğitim
M erkezi işletiyorlardı. Pervez Hoodbhoy, Eylül 1986’dan
Haziran 1994 ’e kadar süren 50 m ily o n dolarlık bir USAID
bağışıyla Nebraska Üniversitesinin tasarladığı öğrenci okul
kitaplarından aşağıdaki örnekleri veriyor. Üçüncü sınıf bir
matematik kitabı soruyor: "Bir grup mücahit, 50 Rus askere
saldırıyor. Saldırıda 20 Rus öldürülüyor. Kaç Rus kaçtı?"
Dördüncü sınıf bir okul kitabı öncekinden devam ediyor: "Bir
Kalaşnikov [her yerde mevcut Sovyet yapımı yarı otomatik
makineli tüfek] mermisinin hızı saniyede 800 metredir. Bir
Rus, mücahitten 3200 metre uzaklıktaysa ve mücahit Rus’un
başına nişan alıyorsa, merminin Rus'un alnına çarpması için
kaç saniyenin geçm esi gerektiğini hesaplayın." Program
1994’te sona erdi ama kitapların dağıtılması sürdü: "Afganlı
çocuklara düşmanlarının gözlerini oymayı ve bacaklarını kes­
meyi öğütleyen ABD destekli okul kitapları, hâlâ Afganistan
ve Pakistan’da yaygın olarak bulunabiliyor, bazısı özgün bi­
çimleriyle."
Medreseler, hem özel olarak hem de hükümet tarafından
finanse edilmişti ve İslam dindarlığını dini terimlerle düşü­
nenlerden İslamın kendilerine siyasi bir çağrı olduğuna ina­
nanlara kadar uzanıyordu. Çoğalmalarına rağmen askeri eği­
tim, başlıca ordu kamplarında yapılıyordu. Eğitilenler iki gru­
ba ayrılmıştı: Afganlı mücahitler ve Afganlı olmayan cihat
gönüllüleri. Dört yıl boyunca ISI’nin Afgan hücresinin başı
olan tümgeneral Muhammed Yusuf şunları doğruladı: "Dört
yıl boyunca 80.000 kadar mücahit eğitildi." Ahmed Raşit,
kırk üç İslam ülkesinden otuz beş bin Müslüman radikalin
1982 ilâ 1992 yılları arasında savaştıklarım tahmin ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri yetkilileri "en az 10.000"inin "bir
derece askeri eğitim" aldıklarını düşünüyordu. Afgan cihadı­
nın yayılması konusunda dört kıtayı kapsayan bir araştırma
yapan b ir L o s A n g e l e s T im e s g a z e te c i e k ib i, "en çok
5.000’inin gerçekten savaştığını" tahmin ediyordu. Sovyet
birliklerinin Şubat 1989’da çekilmesiyle Kabil’in Komünist
hükümetinin Nisan 1992’de düşüşü arasında bir başka "en az
2.500 yabancı"dan oluşan bir grup "bir tür askeri eğitim" aldı.
Rakam toplam 7.500’e ulaşıyordu, pek de düşük bir rakam
değildi bu: "Büyük ölçüde dünyanın görüş alanının dışında
Afganistan ve Pakistan’daki eğitim kamplarında, radikal İs­
lamcı bir yabancılar lejyonuna benzer bir şey şekilleniyordu."
Bu çekirdeğin etrafında daha büyük bir grup vardı: On binler-
cesi Pakistan’daki binlerce yeni medresede eğitim görmüştü.
Sonunda Raşit şu sonuca varıyor: "Dünyanın her bir yanından
yüz binden fazla radikal Müslüman, Pakistan ve Afganis­
tan’la doğrudan ilişki içindeydi." Ancak çoğu medrese mezu­
nunun kaderi Afganistan için değil, Pakistan’daki iç siyasi çe­
kişme için belirlenmişti. Tarık Ali, yıllık 225.000 öğrenciyi
barındıran 1.500 medrese hesabını veriyor; bu öğrencilerin
çoğuna Urdu alfabesinde tay harfinin tope (top), Kalaşnikov
için kaaf, khay'm khoon (kan) ve jee ın ’in j ic a d (cihat) olarak
açıklandığı alfabe kitaplarıyla okuma yazma öğretilmişti.
CIA’in asıl yarattığı zarar, silah ve para sağlamak değildi,
terör yaratabilecek yetenekte şiddetin nasıl üretilip yaratılabi­
leceği, yani özel milislerin kurulması, konusunda bilginin
özelleştirilmesi’ydi. Cooley, ABD kamplarındaki CIA eğiti­
minin sızma tekniklerinden tutsakları ya da silahları düşman
hatlarının gerisinden çıkarma yollarına ve altmıştan fazla çe­
şitli "ölümcül becerilere" kadar uzandığını belirtiyor. Eğitim­
cilerin savaşçılara öğrettikleri beceriler arasında "gelişmiş fi­
til, zamanlayıcı ve patlayıcı; zırh delen cephaneli otomatik si­
lahlar, mayınları ve bombaları tetiklemek için uzaktan ku­
mandalı cihazların kullanımı bulunuyordu (bunlar daha sonra
gönüllülerin kendi vatanlarında ve güney Lübnan gibi işgal
altındaki Arap bölgelerinde İsraillilere karşı kullanılmışlar­
dır)". Ayrıca CIA’in eğitimine dahil ettiği -boğaz kesmek ve
bağırsakları deşmek gibi- yerel Afgan becerileri de vardı.
"Dört kıta üzerinde" Afganistan Savaşı'nın sonrasını da
kapsayan bir araştırma yapan Los Angeles Times gazeteci
ekibi, New York’tan Fransa’ya ve Suudi Arabistan’a kadar
uzanan, her büyük terör saldırısının baş liderlerinin kaçınıl­
maz olarak Afganistan Savaşı’nın eski askerleri olduklarını
buldu.
1995’te BM binasını, aşağı Manhattan’deki FBI merkezini
ve M anhattan’i New Jersey’e bağlayan Lincoln ve Holland
tünellerini bombalama komplosuyla suçlananlardan biri, ko­
lundan ve bacağından A fganistan’da yaralanıp eve dönen
Brooklyn, New Y ork’lu bir hastane teknisyeni Clam ents
Rodney H am ptonel’di. 1993 D ünya Ticaret M erkezi'nin
bombalanmasındaki her iki "etkin çetebaşı" Brooklyn’li bir
taksi şoförü Mahmud Abouhalima ve bombalamanın sözde
beyni Kuveyt doğumlu Ramzi Ahmed Yousef, Afganistan
Savaşında Sovyetler'e karşı savaşmışlardı. 1995’te PakistanlI
yetkililer, Los Angeles Tim es'a göre "Afganistan Savaşı’nın
bu ölümcül, beklenmeyen yan ürününün en ünlü örneği" olan
yirmi sekiz yaşındaki Yusuf adlı bir genci tutuklayıp Ameri­
ka Birleşik D evletleri’ne iade etti. Kendisine karşı yapılan
suçlamalar arasında FB I’ın "aynı anda Pasifik üzerinde bir
düzine kadar Delta, Northwest ve United Airlines jumbo jet­
lerinin bombalanması komplosu" suçlaması, Filipin hüküme­
tinin "Ocak 1995 ziyareti sırasında Papa II. John Paul suikas­
tını planlama" suçlamaları ve Pakistan’ın 1993’te başbakan
Benazir Buttc’yu öldürmek için iptal edilen bir planla ilgili
suçlamaları bulunmaktadır.
Üç milyon Müslüman nüfusuna sahip Fransa, 1995 yaz
aylarında sekiz bomba saldırısı yaşadığında Paris’teki bir gö­
revli şu yorumda bulundu: "Terörle ilgili olarak tutukladığı­
mız insanların liderlerinin neredeyse hepsi Afganistan ya da
Pakistan’dan geçmiştir. Teknik bilgiler burada öğrenilmiştir.
Aynı biçimde gizli operasyon yapmak da." 13 Kasım 1996’da
Suudi Arabistan başkenti Riyad’da üç katlı bir binanın dışın­
da, beş Amerikalıyı öldüren patlayıcılarla dolu bir pikap kam­
yonu patlatıldığında "bu saldırıyla ilgili olarak tutuklanan
dört Suudi militandan üçü, Afganistan’da silah ve patlayıcı
eğitimi aldıklarını ve orada savaşa katıldıklarını itiraf ettiler."
Bomba yüklü dev bir kamyon, 25 Haziran 1996’da Dhahran,
Suudi Arabistan’daki Kral Abdülaziz Hava Üssü’ndeki sekiz
katlı bir kışlayı, on dokuz ABD’li havacıyı öldürüp 250’sini
yaralayarak havaya uçurduğunda ABD Merkezi Komutanlı­
ğın lideri General J.H. Binford Peay, Dhahran bombalamasını
inceleyen Senato’nun Silahlı Kuvvetler Komitesi duruşmala­
rında şunları söylemiştir: "Son zamanlarda fanatik İslamcı
aşırı uçlardan oluşan 'uluslar ötesi’ gruplarda artış gözledik;
bunların çoğu Afganistan’da savaşmış ve şimdi de geleneksel
hükümetlerin istikrarını bozarak ve ABD’li ve Batılı hedefle­
re saldırarak Batı karşıtı fundamentalist rejimler kurma ama­
cıyla diğer ülkelere gidiyorlar."
Başkaları daha dürüsttü. "Hükümetiniz, bir canavarın yara­
tılmasına katıldı," diye konuşmuştu Cezayirli bir sosyolog
olan Mahfoud Bennoune Cezayir’deki bir Los Angeles Times
muhabirine, "Şimdiyse bu canavar size ve dünyaya karşı dön­
dü: Afganistan’da 16.000 Arap eğitilip birer ölüm makinesine
dönüştürüldü."

Cihadı Uyuşturucu Ticaretiyle Finanse Etmek


Carter yönetimi Afganistan’daki mücahitlere silah taşımaya
başladığında bir Yale Üniversitesi psikiyatristi ve aynı za­
manda uyuşturucu politikası konusunda Beyaz Saray danış­
manı da olan Dr. David Musto hemen buna karşı çıktı. Musto
ve Beyaz Saray Uyuşturucu Konseyinin bir başka tıbbi üyesi,
bir New York Times köşe yazısında "Laos’ta yaptığımız gibi
(Merkezi İstihbarat Örgütü tarafından tutulan) Air America'yı
belli kabile bölgelerinden ham afyonun taşınmasında kullana­
rak bu kabilelere el uzatmakta hatalı mıyız?" diye sordular.
Yıllar sonra Musto, Alfred McCoy’la bir röportajı hatırlıyor:
"[Beyaz Saray] Konseyine Sovyetlere karşı isyanlarında af­
yon yetiştiricilerine destek olmak için Afganistan’a girdiği­
mizi söyledim. Laos’ta yaptığımızdan kaçınmaya çalışmamız
gerekmiyor mu?"
M usto’nun endişelerinin umursanmam asının iki nedeni
vardı. Birincisi, tam da Afganistan’ın uyuşturucu kralları yeni
Sovyet d estekli rejim e karşı açıkça isyan e ttik le ri için
CIA’nın hazır ve bağımlı müttefik olarak onlara güvenmesiy-
di. İkincisi, CIA’nın deneyimlerinden çok iyi bildiği gibi, ör­
tülü savaş için büyük para kaynağı olarak uyuşturucu ticare­
tiyle başka hiçbir şey boy ölçüşemezdi. Afganistan Savaşı,
dış ve iç, devlet ve özel birçok kaynaktan finanse edildi. Son­
ra da devlet katkılarıyla beslendi. Daha Şubat 1980’de Zbig-
niew Brezinski, Suudi Arabistan’dan "sonunda ABD hükü­
metinin mali desteğine ‘doları dolarına’ eşleşecek olan" mali
destek güvenceleri sağladı. Başkan Reagan, Mart 1985’te 166
Sayılı Ulusal Güvenlik Direktifini çıkardığında Afgan cihadı
CIA tarihindeki en büyük örtülü operasyona dönüştü. Yalnız­
ca 1987 mali yılında, bir tahmine göre, m ücahitlere gizli
Amerikan askeri yardımı 660 milyon dolara ulaşmıştı - bu ra­
kam "Nikaragua’daki kontralara Amerikan yardımının topla­
mından çok"tu. Bu tutarın, "Pakistan’ın bile W ashington’dan
aldığından daha fazla" olduğunu Ulusal Güvenlik Arşivinde
belirten Steve Galster, Kongrenin sonunda "1980’li yıllarda
bütün diğer CIA örtülü operasyonların toplamından daha faz­
la olmak üzere mücahitlere örtülü yardım olarak neredeyse 3
milyar dolar" sağladığını hesapladı.
Bu harici fonlar dışında mücahitlerin uyuşturucu ticaretiy­
le ürettikleri fonlar da vardı. CIA kontrolü altında düzenlenip
merkezileştirilen uyuşturucu ticareti, çiftçinin pazar bilgeliği­
ni mücahitlerin haraç ve girişimcilik kapasiteleriyle birleştiri­
yordu. Alfred McCoy, çiftçinin üretiminden başlayarak uyuş­
turucu ekonomisindeki farklı adımları ortaya çıkardı: "Müca­
hit gerillaları Afganistan içindeki bölgeyi ele geçirdiklerinde
devrim vergisi olarak çiftçilere afyon ekmelerini emrettiler.”
Kuşkusuz bu vergi yararlıydı çünkü yetiştirici için afyonun
fiyatı buğdayınkinden beş kat daha yüksekti. Ayrıca işleme
tesisleri açısından da bir kıtlık yoktu: "Pakistan sınırının öte­
sinde Afgan liderleri ve Pakistan istihbaratının koruması al­
tında yerli birlikler, yüzlerce eroin laboratuarı işletiyorlardı."
1988’de The N ation’da yazan Lawrence Lifschultz, Kuzey
Batı Eyaletinde bulunan eroin laboratuarlarının General Zi-
ya’nın bir yakını olan General Fazıl H ak’ın koruması altında
işletildiğine işaret etmişti. Zincirdeki sonraki halka, Pakistan
ordusunun Ulusal Lojistik Hücresi’nin (NLC), "Karaçi’den
CIA kollarıyla gelen" ve "çoğu kez ISI’nin çıkardığı kağıtlar­
la polis aramasından korunan eroinle dolu" kamyonlarla sağ­
lanan taşım aydı. P a k ista n ’daki The H erald, daha Eylül
1985’te "uyuşturucunun mühürlü NLC kamyonlarıyla taşın­
dığını" ve "asla polis tarafından kontrol edilmediğini" ve "bu­
nun yaklaşık üç buçuk yıldır sürdüğünü" bildirmiştir. Son
olarak CIA, yasal paravanı sağladı; bu paravan olmadan bu
yasadışı ticaret asla devasa oranlara ulaşamazdı:

Sonuna kadar desteklenen bu açık uyuşturucu ticareti­


nin on yılı boyunca Islamabad’taki ABD Uyuşturucu
ile Mücadele Kurumu, büyük yakalamaları ya da tutuk­
lamaları başlatamamıştır.... ABD ’li görevliler, Afganlı
müttefiklerine yapılan eroin ticaretiyle ilgili suçlamaları
araştırmayı reddetmişti, "çünkü Afganistan’daki ABD
narkotik polisi, Sovyet etkisine karşı savaşın emrine ve­
rilmişti.”

Afgan cihadından önce ne A fganistan’da ne de Pakis­


tan’da yerel eroin üretimi vardı. Buradaki üretim, afyon üreti­
miydi ve afyon da küçük, kırsal ve bölgesel piyasalara yön­
lendirilen çok farklı bir uyuşturucuydu. Afganistan cihadının
sonunda durum kökten değişmişti: Pakistan-Afganistan sınır
bölgeleri, hem afyon hem de işlenmiş eroin açısından dünya­
nın lider üreticilerine ve "(gelir açısından milyarlarca dolara
değerinde) dünyadaki afyonun yüzde 75’inin" kaynağına dö­
nüşmüştü. 2001 yılının başında yayınlanan bir raporda Birleş­
miş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Programı, Af­
ganistan afyonunun üretiminin hızlı yayılmasını tam olarak
1979’a, yani ABD destekli cihadın başladığı yıla kadar geriye
dönük izledi: "Afganistan’ın tam da uzatılmış savaş dönemi­
nin başladığı 1979’da yasadışı afyonun önemli bir üreticisi
olarak ortaya çıkması ve hala devam etmesi bir rastlantı de­
ğildir." B üyük patlam a 1985’ten sonra m eydana geldi.
1980’de küresel afyon üretiminin yüzde 5 ’inden daha azından
sorumlu olan bölge, aynı rapora göre, 1990’da yüzde 71 'in­
den sorumlu hale gelmişti. Afganistan’ın kaderi, Soğuk Sa-
vaş'ın başında CIA müdahale alanı olan, A sya’nın bir başka
dağlık alanı Burm a’ya benziyordu. "Nasıl ki C IA ’in Shan
eyaletlerindeki Milliyetçi Çin (KMT) birliklerine sağladığı
destek Burma’nın afyon üretimini 1950’lerde artırdıysa," di­
ye yorumluyor Alfred McCoy, "örgütün 1980’li yıllarda mü­
cahit gerillalarına yardımı da Afganistan’daki afyon üretimini
yaygınlaştırdı ve Pakistan’ın civardaki eroin laboratuarlarını
dünya pazarına bağladı."
Eroin ekonomisi, sözcüğün tam anlamıyla Afganlılarla Pa­
kistanlIların yaşam ını zehirledi. Bu çukurda gelişen kişiler,
Ronald Reagan tarafından "Amerika’nın kurucu babalarının
ahlaki eşdeğerleri" olarak selamlanmışlardı. En kötü örnek,
on yıllık savaş boyunca 2 milyar dolar değerinde olduğu tah­
min edilen CIA’in örtülü kaynaklarının yarısından fazlasını
alan ve hızla Afganlı mücahitlere hakim olan Gülbeddin Hik-
metyar’dı. Uzun süredir militan "fundamentalist" olarak bili­
nen Hikmetyar, bir din adamı değil, tam tersine rekabetçiliği
yüksek Kabil Üniversitesi Mühendislik Fakültesinde bir öğ­
renciydi ve "kralın laik reformlarına karşı çıkmak için 1960’lı
yılların sonunda Kabil’de öğrenci gösterilerine liderlik etmiş­
ti." N ew York Times -A fgan cihadı sona erdikten sonra bile
olsa- 1970’lerin başındaki, "örtü takmayı reddeden kız öğ­
rencilerin yüzlerine asit şişeleri atmaları için takipçilerini
gönderdiği" konusunda bir haber yazdı. Solcu bir öğrenciyi
öldürmekle suçlanan Hikmetyar, hapishanede yattı ve daha
sonra Pakistan’a kaçtı. A fganistan’daki 1973 cumhuriyetçi
darbesiyle fırsat eline geçti. Yeni hükümetin Pakistan’ın Ku­
zey Batı Eyaletinde Peştun ayrılıkçılığını teşvik edebileceğin­
den korkarak Pakistan hükümeti, orduya gizli bir Afganlı asi
grubunu eğitm e emri verdi. Bundan sonra Hikmetyar, Pakis­
tan ordusunun gözde "sözleşmeli devrimcisi" oldu. ISI tara­
fından CIA’e tanıtıldığında Hikmetyar, Afganistan içinde az
desteğe sahip, ISI'nin bir yaratısı olan Hizb-i Islami adındaki
silahlı bir gerilla gücünü yönetiyordu. Sonraki on yıl boyunca
bu grup, C IA ’in tedarik ettiği "bütün silahların yarısından
fazlasını" aldı. Güvenceye alınmış uzun vadeli bir destekle
Hizb-i İslami, mücahitlerin "en büyük gerilla ordusuna", Hik-
metyar’ın "Afganistan’ın önde gelen uyuşturucu kralı olmak
için" kullandığı bir orduya dönüştü.
Hikmetyar’ın başlıca rakibi, "Eroin Kralı" olarak bilinen
Molla Nasım Akhundzada’ydı. Molla Nasım, bir zamanlar
Afganistan’ın tahıl ambarı olan "Kuzey Helmand vadisindeki
en iyi sulanan toprakları kontrol edip", "çiftçilerinin yarısı­
nın... afyon ekmesini emretti." "Her toprak sahibine afyon
kotaları çıkardı" ve "emirlerine karşı gelenleri öldürerek ya
da hadım ederek" gözdağı verdi. New York Times muhabiri
Arthur Bonner, 1986’nın başında Helmand’da bir ay gezdi­
ğinde her köy ve kasabada geniş afyon tarlaları buldu. Molla
Nasım’ın büyük kardeşi Muhammed Resul, "Rus inançsızla­
rına karşı kutsal savaşımınızı sürdürmek için afyon yetiştirip
satmalıyız," diye açıklamada bulunmuştu. Molla Nasım Hel-
mand’m afyon tarlalarına sahipken Hikmetyar’ın altı eroin ra­
finerisi vardı. Helmand’ın güney ucunda, Pakistan’ın içinde,
Koh-i Sultan’da bulunan bu rafineriler, afyonu eroine dönüş­
türüyordu. Afgan cihadının zirvesinde, 1988-1989’da, Hik-
m etyar’ın güçleri "Molla N asım ’ın Helmand afyon ürünü
üzerindeki hakimiyetine meydan okudular." Vahşi toprak sa­
vaşı, karlar eridikten sonrasına, yani 1989 ilkbaharına kadar
sürdü. İki taraf da büyük kayıplar verdi. Sovyet ya da Afga­
nistan hükümet güçlerine karşı gerçekleşmeyen bu iç çatışma,
Afgan cihadının en büyük tek çarpışması oldu. Sonunda Mol­
la Nasım kazandı ve vadinin kontrolünü elinde bulundurmayı
sürdürdü.
ISI, Hikmetyar’ı "Peşavar etrafına yayılmış Afgan mülteci
kamplarını yönetme konusunda serbest" bıraktı. Bir kongre
komitesinin önünde konuşan, New York Üniversitesi Ulusla­
rarası İşbirliği Merkezi'nde Afgan ilişkileri konusunda saygın
bir uzman olan Barnett Rubin, Hikmetyar’ın yönetimini "te­
rör hükümranlığı" olarak betimleyen bir BM mülteci görevli­
sinden alıntı yaptı. Hikmetyar, kampları bir uyuşturucu kralı
gibi yönetti. Bütün ilişkilerin ölçüsü olarak şiddeti kullanı­
yordu. Yaptığının bir cihat olduğunu belirterek tutsak almı­
yordu: Destek sağlamakla ilgilenen bir gerilla ordusunun ya­
pacağı gibi hükümetten kaçanlara kucak açmak yerine onları
öldürüyordu. 1979’daki örtülü savaşın başlangıcından bu ya­
na "diğer mücahit liderleri, Hikmetyar’ın takipçilerinin rakip
direniş gruplarını şiddetle kontrol etmeye çalışmakla suçla­
mışlardır."
Hikmetyar’ın özgün bir CIA ürünü olmadığı doğru, ama
CIA’in İslamabad istasyon şefi John Joseph, Mayıs 1979’da
örtülü savaşın hemen başında, Sovyet birlikleri Afganistan'a
girmeden önce ISI tarafından Reagan’la tanıştırılmıştı. Afga­
nistan hakkında yazan yazarların çoğu CIA ’in manevra alanı­
nın ISI tarafından sınırlandırıldığı sonucuna varmışlardı. Ge­
ne de Hikmetyar’ın 1979’dan başlayıp ilk Reagan yönetimi
altında tedarikin arttığı 1981 ’e, buradan da ikinci Reagan yö­
netimi altında balon gibi şiştiği 1985’e ve savaşın sonuna ka­
dar on yıl süren CIA'in silah bağışının ana alıcısı olarak kal­
dığını dikkate almalıyız. Afgan cihadının ana merkezi olan
İslamabad, en büyük CIA istasyonlarından biri haline geldi.
C IA ’in Hikmetyar’la ilişkisi neden on yıl boyunca gelişti?
Hem CIA hem de ISI’nin Hikmetyar’ı ortak olarak tercih et­
melerinin belirli bir hedefin sonucu olduğunu öne sürmüş­
tüm: Örgütlerden hiçbiri, bir uzlaşma anlaşmasıyla ilgilenmi­
yordu; her ikisi de "Rusları öldürme" ve Sovyetler Birliğini
tüketme arzularını paylaşan Komünist karşıtı radikal İslamcı­
ları yeğliyorlardı.

Cihat Bankerleri
Cihadın özelleştirilmesi, asker almaktan finansmana kadar
bütün ana operasyonları kapsıyordu. Cihadın mali ana kay­
naklarından birisi, PakistanlI büyük işadamı Ağa Haşan Abe-
d i’nin kurduğu çok başarılı U luslararası Kredi ve Ticaret
Bankası’ydı (BCCI). 1971’de kurulan BCCI, Amerikan mah­
kemelerinde dolandırıcılık, rüşvet ve komplo suçlamalarıyla
1991’de Afganistan Savaşının sona ermesinden hemen sonra
çöktü. On dört bin çalışan ve yetm iş ülkede şubeleriyle
BCCI, iki vergi cennetinde kurulmuştu ve iki grup denetçi
kullanmıştı, böylece konsolide hesapların yayınlanmasından
kaçınabiliyordu. U luslararası yasa düzenleyicileri, birçok
BCCI şubesini kapatmaya giriştiklerinde mudilerin 9,5 mil-,
yon dolarının kayıp olduğu anlaşıldı. New York savcısı, bu
durumu "New York’un finans tarihindeki en büyük banka do­
landırıcılığı" olarak adlandırmıştı.
Bu görüş, hem Ağa Haşan Abedi hem de BCCI’nin destek
almayı sürdürdüğü çok sayıda sadık mudi dahil birçok kişi ta­
rafından paylaşılmıyordu. BCCI’nin Afganistan Savaşı bo­
yunca bir amaca hizmet ettiğine ve uydurma kanıtlarla suç­
landığına inanıyorlardı. BCCI, CIA’in Küba’daki Castro kar­
şıtı operasyonlar için nakit akıttığı ve denizaşırı operasyonlar
için yozlaşmış ya da suçlu bankaların hizmetine ihtiyaç duy­
duğunda kullandığı Castle Bank gibi dolandırıcı bankalarla
aynı çizgide miydi? Yoksa batılı kurumların sömürgeci teke­
lini kırmaya adanmış ama CIA-destekli bir ittifakla bozulmuş
görkemli bir kariyer sırasında Ağa Haşan Abedi’nin yaptığı
birkaç girişiminden biri miydi? Ya da, büyük olasılıkla, her
ikisi miydi? Belki de BCCI'nin suçu, Filistinli Abu Nidal gru­
bundan nükleer silahlar edinmek isteyen PakistanlI, Arjantinli
ve Libyalı girişimcilere (Time dergisinin suçladığı gibi) ve
buradan da CIA ve D IA ’nin örtülü operasyonlarına kadar ih­
tiyacı olan herkes için çalışmasıydı. Oysa büyük olasılıkla,
CIA’in Afgan cihadını özelleştirme kararı, bir tarafta el-Ka-
ide’nin ve diğer tarafta BCCI’nin bulunduğu birkaç haydut
özel aktörün ortaya çıkmasına neden oldu.
Afgan cihadının özelleştirilmiş doğasına dayanarak "BCCI
işini" araştırmakla görevli kongre alt komitesinin hem CIA
hem de Bank of England’tan bilgi elde etmenin oldukça zor
olduğunu anlaması şaşırtıcı olmamalıdır. Alt komite, CIA’in
sağladığı "ilk bilginin" "gerçek olmadığından" şikayet eder­
ken daha sonra verilen bilginin "eksik" olduğunu belirtmiştir.
Alt komite, "BCCI’nin ABD bankacılık sistemiyle ilgili ola­
rak hedefleri ve amaçları hakkında CIA ’in hükümetteki her­
hangi birinden daha fazla bilgi sahibi olduğu" ve gene de
"bilginin doğru kullanıcılarına -M erkez Bankası ve Adalet
Bakanlığı’na- topladığı önemli bilgileri sağlamadığı" sonu­
cuna vardı. D aha da kötüsü CIA, hem B C C I’yi hem de
BCCI’nin gizli tutulan ABD şubesi First American’ı, "CIA,
bir kurum olarak BCCI’nin temelde yoz ve suçlu bir girişim
olduğunu öğrendikten sonra" bile kullanmaya devam etti.
Alt komite, Bank of England konusunda da benzer bir taş
duvarla karşılaştı. 1988 ve 1989’da "BCCI’nin terör finans­
manına ve uyuşturucu parasının aklanmasına karıştığını öğ­
rendikten" ve denetçileri Price Waterhouse tarafından "dolan­
dırıcılık kanıtlan" ile bilgilendirildikten sonra bile banka,
Londra, Abu Dabi ve Hong Kong’da "BCCI'nin üç 'ayrı' ku­
rum olarak yeniden yapılandırılmasına izin vermeyi" kabul
etti. Savcı Robert Morgenthau’un yürüttüğü 1989 tarihli araş­
tırmaya rağmen Nisan 1990’da Bank of England, BCCI’nin
"genel merkezini, memurlarını ve kayıtlarını İngiliz yasama­
sından Abu Dabi'ye taşımasına" "dünya çapında BCCI araş­
tırmaları için büyük olumsuz sonuçlarla" izin verdi. ABD
Merkez Bankası da, BCCI’yi araştırmaya çalıştığında, İngiliz
hükümetinin Kapsamlı Dolandırıcılık Bölümünden "işbirliği
eksikliği" ile karşılaştı.
CIA’in BCCI ile bağlantıları reddetmesi, İngiliz ve Ameri­
kan araştırma raporları karşısında daha fazla devam edemedi.
Medya -özellikle ABC gibi şebekeler- BCCI Londra şubele­
rindeki CIA hesaplarının CIA muhbiri olarak çalışan birçok
İngiliz vatandaşına ve sakinine para ödemek için kullanıldığı­
nı bildirdi.” Kısa bir süre sonra The Financial Times, Pakis­
tan maliye bakanının "CIA’in Pakistan’daki BCCI şubelerini,
ISI aracılığıyla, Afgan cihadına kanalize etmek için kullandı­
ğı" teyidini alıntıladı. CIA-BCCI bağlantılarıyla ilgili gelen
damla damla bilgi, Senatör John Kerry’nin araştırma komitesi
"Mücahitlere Stinger füzeleri ve diğer silahları tedarik etmek
için çalışan Senato yaveri Michael Pillsbury’nin BCCI’in pa­
ravanı Muhammed Harnud ile yakın ilişki içinde olduğunu
bildirdiğinde" sele dönüştü. Sonunda, 23 Şubat 1992’de
NBC, Ağa Haşan Abedi'nin CIA şefi William Casey’le "üç
yıldır W ashington Madison Otelinde gizlice" buluştuğunu
bildirdi. Kısa bir süre sonra CIA’in yönetici direktörü, örgüt
ve BCCI arasında bir gizli anlaşma olduğunu kabul etti.
Durum netleştikçe BCCI’nin CIA ile bağlantısının Afgan
cihadından öncesine dayandığı anlaşıldı. BCCI, Suudi istih­
baratı tarafından örtülü CIA operasyonlarına fon kanalize et­
mek için kullanılan düzenli bir mecraydı: Suudi fonlarının,
C IA ’in Güney Afrika ve Orta Amerika’daki vekilleri tarafın­
dan kullanılmak üzere İsviçre, Londra ve M iam i’deki gizli
BCCI hesaplarına düzenli olarak yatırıldığı biliniyordu.
Kongre araştırması "tarihinin kritik zamanlarında BCCI’ye
girip çıkan" birçok ABD’li ve yabancı görevliyi listeledi. Bu
adlar arasında eski CIA şefleri Richard Helms ve William
Casey, Adnan Kaşıkçı ve Manucher Ghorbanifar gibi önemli
ABD’li yabancı ajanlar ve Kemal Adham ve Abdül Rauf Ha­
lil gibi Suudi istihbarat görevlileri bulunuyordu. Suudi-BCCI
bağlantısı, New York’taki 1992 federal mahkemesinde ulaşı­
lan bir anlaşmada ortaya çıktı. Suudi istihbarat şefi Kemal
Adham, komplo suçlamalarına karşı suçluluğunu, hem 105
milyon dolar ceza ödemeyi hem de BCCI’nin bazı labiren-
timsi küresel operasyonlarını açıklamayı kabul etti - ama da­
ha sonraları avukatları ve ortakları "Afganistan' hakkındaki
açıklamaların" savcıyla bir anlaşma yokken yapılmış olabile­
ceğine işaret etmişti.

Pakistan’ın Ödediği Bedel

Afgan cihadı, Afganistan dışındaki ülkeler arasında en çok


Pakistan devleti ve toplumu üzerinde derin bir etki yarattı.
Ordu, ulusal güvenlik devletinin yaratılmasının gerçekte bir
İslamcı devlet inşa etmek olacağını iddia ediyordu. Ziya ül-
Hak, İsrail gibi bir düzene sokulmadıkça Pakistan’ın hayatta
kalamayacağına inanıyordu: "Pakistan İsrail gibi ideolojik bir
devlettir. İsrail’den Yahudiliği çıkarın, derme çatma bir ev gi­
bi yıkılacaktır. İslamı Pakistan’dan çıkarıp laik bir devlet ya­
pın; çökecektir. Son dört yıldır bu ülkeye İslamcı değerler ge­
tirmeye çalışıyoruz." Zorunluluk açıktı: Pakistan, yalnızca
ideolojik bir projeyle bir arada tutulabilirdi.
Ulusal güvenlik devletinin kalbi, ISI’ydi, yani aynı zaman­
da Afgan cihadını yürüten örgüt. Cihadının vekil özelliğine
dayanarak CIA, Afganistan’da ve, daha genel olarak, Sovyet
Orta Asya'sında etkili olabilmek için ISI’nin tam işbirliğine
ihtiyaç duyuyordu. Sovyet karşıtı cihat geliştikçe ISI da Pa­
kistan’daki hükümet iktidarının merkezine yaklaştı. Sovyet
karşıtı mücadelenin İslamlaştırılması, Ziya yönetimindeki Pa­
kistan devletinin İslamlaştırılmasından ilham aldı ve bunun
karşılığında onu güçlendirdi. ISI, kendini İslam’ın savunucu­
su ve koruyucusu olarak görmeye başladı. Devlet kurumları-
nın İslamlaştırılması Ziya’nın ölümünden sonra da sürdü. Be­
densel cezalandırmayı olağandışı biçimde vurgulayan ve ya­
sama kontrolünü yürütme kontrolüne tabi kılma eğiliminde
olan hem küfür kanunları hem de 1979 Hudut Yasası, yürür­
lükte kaldı. Afgan cihadının arkasındaki ittifakta önemli bir
parti olan Cemaat-i Ulema İslam (JUI), 1993’te Başbakan
Benazir Butto’nun iktidardaki koalisyonunun bir parçası ol­
du. JUI, PakistanlI D eobandilerin partisiydi ve Deobandi
medreselerinin ideolojik ürünü olan Taliban’ın destekleyici-
siydi. Hükümete girmesiyle JUI, ilk kez hem ISI hem de or­
duyla yakın ilişkiler kurma fırsatını elde etti. Bunun meyvesi­
ni kısa bir süre sonra topladı: 1995’te Taliban Kabil’de ikti­
darı ele geçirdiklerinde eğitim kamplarını JU I’ye teslim etti.
İki bağlantılı süreç, Pakistan devletinin toplumu üzerinde­
ki olum suz etkisini yoğunlaştırdı. CIA ile yakın ilişkiler
ISI’nın son teknolojik gözetim araçlarına erişimini sağladı;
böylece Pakistan halkını yakından izleyebildiler; aynı zaman­
da silahların kolayca elde edilmesi, silahlı grupların ve bu­
nunla ilişkili bir "Kalaşnikov kültürünün" artmasına yol açtı.
IS I’nin Pakistan toplumu üzerindeki etkisinin merkezinde,
gerçekte İslam maskesi altında paramiliter kuvvetler olan bir
dizi cihat örgütlerini koruması bulunuyordu. Bu grupların en
önemli ikisi Laşkar-ı Tayba (Medineli Askerler) ve Harekat
ül-Ansar’dı (Gönüllüler Hareketi). Laşkar-ı Tayba’nın elli bin
militanı olduğu tahmin ediliyordu ve "Hindistan K eşm ir’i
‘kurtaracak’ ‘cihadın’ lider grubuydu." Harekat ül-Ansar, Af­
gan cihadını desteklemek için oluşturulmuştu ve üyeleri Tali-
ban’ın en sadık adamlarıydı. Lideri Usame bin Ladin’di ve
bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri tarafından finanse
edilmişti. 2001’de Amerika Birleşik Devletleri tarafından bir
"terör" örgütü olarak ilan edildiğinde adını hemen Harekat ül-
Mücahidin olarak değiştirdi ve en ufak bir kesinti bile yaşa­
madan çalışmaya devam etti. Böylece Afgan cihadı, Keşmir
cihadıyla birleşti.
Sovyetlerin A fganistan’dan Şubat 1989’da çekilişinden
sonra medreseler kapanmadı. M edreselerin Sovyet sonrası
mezunları "ikinci dalga" militanlan olarak tanındı. Los Ange­
les Times, bunlardan biri olan yirmi iki yaşındaki îftikar Ha-
ider ile görüştü. Haider’in yaşam öyküsü genç bir adamı ciha­
dın saflarına yönlendiren dürtüye bir bakış atmamızı sağlıyor.
"Çiftliğini ve çoğu üyelerini Hindistan bölünm esinin kan
banyosunda kaybettikten sonra Hindistan’dan Pakistan’daki
Gujranwala’ya kaçan yoksul bir ailenin tek çocuğu" Haider,
"hükümetin Zirai Müdürlüğünde düşük seviyede bir işçi olan
babasından Hindu ve Şıhların Müslümanlara karşı uyguladık­
ları vahşet ile ilgili korkunç öyküler dinleyerek büyüdü." Ha­
ider ilk askeri eğitim ini 1990’da aldı. H ayatı, 6 A ralık
1992’de, "kuzey H indistan’daki Ayodhya şehrinde bir sürü
Hindu bağnazın Hindu tanrı-kral Ram ’in doğduğu yere inşa
edilmiş kullanılmayan bir camiyi yerle bir ettikleri" gün va­
him 'bir biçimde değişti. Bunu izleyen ay boyunca süren halk
ayaklanmasında çoğu Müslüman olmak üzere bin iki yüz in­
sanın öldüğü tahmin edilmektedir. Ertesi Şubat ayında Ha­
ider, cihat gruplarından biri olan Merkez-ü Dava-Val-İrşad’a
yazıldı ve Hindistan yönetimindeki Keşmir’e sızdı. Silah ar­
kadaşlarından ikisi öldü, ama Haider yakalandı ve Los Ange­
les Times muhabiriyle görüştüğü güney K eşm ir’deki Jam-
mu’nun dışında bulunan Kot Bhalwal’deki yüksek duvarlı ha­
pishaneye hapsedildi. Esarette bile "tetikteydi, açık gözlüydü
ve pişmanlık duymuyordu." Muhabire, "Dinim her kim bir
zalimse, onunla savaşılmalı diyor. Hüsnü M übarek [Mısır
Cumhurbaşkanı] ya da Muammer Kaddafi [Libya lideri] gibi
bir Müslüman olsa bile, onunla savaşmalıyız. Nerede bir za­
limlik varsa, Merkez-ü Dava-Val-İrşad zulmedilenler için sa­
vaşacaktır," diye konuştu. Kendisiyle görüşen muhabire Ha-
ider "John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin kahramanı er­
demli Tom Joad’un İslamcı versiyonu gibi görünüyordu."
Cihat kültürü geliştikçe Pakistan içinde doktrinel ayrımlar
arttı ve bunları silahlı çatışmalarla düzeltilecek siyasi ayrım­
lara dönüştürdü. İki büyük dini m ezhep -S ü n n i ve Ş ii-
1980’li yıllarda kendi paramiliter gruplarım geliştirdi: Sünni-
ler Sipahi Sahabe’yi (İlk Dört Halifenin Askerleri) örgütledi­
ler ve Şiiler de aynı biçimde Sipahi Muhammed (Muham-
med'in Askerleri) ile karşılık verdiler. Mezhepler arasındaki
çatışma şiddetli bir biçimde sürerken Pakistan toplumu Afga­
nistan’ın küçük bir yansımasına dönüştü. Afganistan’da oldu­
ğu gibi Pakistan cihat kültürü, uyuşturucu kültürüyle ele ele
yürüme eğilimindeydi ve eroin ve afyon ticaretinin etkisi ha­
rap ediciydi. Yerli eroin işlemedeki artış, doğrudan yerli tü­
ketiminde artışa neden oldu. Pakistan’da resmi olarak kayıtlı
eroin bağımlısının sayısı 1977’de 130’dan 1988’de 30.000’e
yükseldi, ama BM Uyuşturucu Kontrolü Programı gerçek
eroin bağımlısı nüfusun 1979'da göz ardı edilebilir bir rakam­
dan 1985’te 1,3 milyona ulaştığını tahmin ediyor, "herhangi
[başka] bir ülkedekinden çok daha dik bir yükselişle."
1997’de UNIDCP tahmini 1,7 milyon eroin bağımlısı olarak
belirlendi. Pakistan toplumu askerileştirme ve hızla yayılan
bir uyuşturucu kültüründen oluşan bir bileşimden şaşkına
döndüğünde Afgan cihadı bitse bile Pakistan toplumu üzerin­
deki etkilerinin sona ermeyeceği anlaşıldı.
Afgan Politikasının Ürünü: Taliban

CIA cihadı, çok sayıda Afgan mücahit gruplanndan tek bir


örgüt yaratmak için çaba harcamamıştı. Bu, bir yanda Afgan
cihadına hakim olan İslamcı ideolojinin aşırı tarikatçı özelli­
ğinin ve diğer yandan Amerikalıları yönlendiren siyasi hedef­
lerinin bir sonucuydu. Toplam yedi mücahit grubu vardı. Bu
gruplar Afgan direnişinin tabi olduğu iç ve dış her tür grubu
yansıtıyorlardı. Afgan cihadındaki iç ayrımlar iki farklı tür­
dendi. Birincisi bölgesel (kuzeye karşı güney), dilsel (Farsça-
ya karşı Peştun) ve etnik (Peştuna karşı Peştun olmayan) ay­
rımlarını içeriyordu. Tarihsel olarak Afgan toplumu, kültürel
çeşitliliğini son derece yüksek bir yerinden yönetim içeren bir
politika ve toplum yoluyla yönetiyordu. Merkezi bir devlet
projesinin, bu ayrımları sınırlamak yerine şiddetlendirmesi
olasıydı. Tarihin verdiği ders açık: Kültürel ayrımlar, siyasi
ayrımlara çevrilmek zorunda değil. Farklı bir iç ayrım türü,
Şii ve Sünni gibi doktrinel ayrımlardan ortaya çıktı. Doktrinel
ayrımlar da ideolojik ve siyasi ayrımlara çevrilmek zorunda
değildi. Bunun meydana gelmesiyse Afgan siyasetine ve dev­
letine hakim olan siyasi ideolojinin özelliğinin doğrudan bir
sonucuydu. Yedi mücahit grup arasındaki ana ideolojik ayrım,
iki siyasi görüş arasındaydı: Geleneksel milliyetçilerle İslamcı
ideologlar. Gelenekçiler genellikle dini liderlikten gelirken
ideologlar başlıca siyasi entelektüellerin saflarından geliyordu.
Gelenekçiler, doktrinel ayrımları -Şiilerle Sünniler arasında
olanlar gibi- gayri-siyasi olarak ele alma eğilimdeydiler; buna
karşın ideologların eğilimi, doktrinel ve kültüre] ayrımları si­
yasi bölünmelere dönüştürmekti. M üslüman gelenekçilerin
değil de neden İslamcı ideologların iç savaşta Afganistan’dan
sorumlu olarak ortaya çıktıklarını anlamak için yalnızca Af­
gan toplumunu oluşturan iç bileşiği değil dış güçlerin iç ay­
rımlar üzerinde nasıl oynadıklarını da anlamamız gerekiyor.
Biri bölgesel diğeri de küresel olan iki siyasi hedef, Afga­
nistan’daki ABD politikasını biçimlendirdi. Bölgesel hedef,
İran Devriminin etkisini tecrit etmekti. Bu tecrit de İran’a
karşı, bir yanda Pakistan ve Suudi Arabistan’la ve diğeri de
Irak ’la olmak üzere iki bölgesel ittifakla gerçekleştirildi.
Amerika Birleşik Devletleri İslamcı sosyal hareketleri bir teh­
dit olarak görürken İslamcı Şii’yi değil de Sünni devlet proje­
lerini güçlendirmeye istekliydi. Bu Amerikan stratejisi, Pa­
kistan ve Suudi Arabistan’ın istihbarat örgütleri için abartılı
bir biçimde Şii karşıtı Sünni doktrinler için siyasi bir kapı
sağladı; bu doktrinlerin başlıcaları Suudi Arabistan’daki Va-
habi doktrini ve Pakistan’daki Deobandi doktriniydi.
Soğuk Savaş "tecrit"ten "püskürtme"ye doğru ilerlerken
ABD perspektifindeki stratejik değişiklik, Carter’den Reagan
başkanlığına geçişe rastladı. Afganistan’daki Ölü Rus sayısını
artırmakta kararlı olan Reagan yönetimi, müzakereye dayalı
ya da uzlaşmalı anlaşmaya ilgi göstermiyordu. Ilımlı pragma-
tik Müslümanlardan çok enternasyonal, militan anti-Komü-
nist ideologlarla ittifak kurmak istiyordu; bu görüşü ISI tara­
fından da paylaşılıyordu. İkisi de Afgan milliyetçiliğiyle ilgi­
lenmiyordu; ABD milliyetçilerin Sovyet karşıtı savaşı tehli­
keye atabileceğinden korktuğu için ve Pakistan da Peştun
milliyetçiliğinin bölgesel bütünlüğünü aşındıracağından kork­
tuğu için. Bu hamiyle vekilin, yani CIA ile ISI’nin paylaştığı
görüş, ana akım gelenekçi/milliyetçi Müslüman örgütleri et­
kili biçimde kenara itti ve Afgan toplumunun kenarında olsa­
lar bile aşırı ideolojik, ama sürgün edilmiş İslamcı grupları
yüceltti. Basit gerçek, gelenekçiler savaşlarını ulusal bir refe­
rans çerçevesi içinde anlarken ideologların bu savaşı uluslara­
rası bir cihadın başlangıcı olarak tanımlamalarıydı.
Afgan cihadının yakın takipçileri, ISI’nin tek örgüt olarak
konumundan yararlanıp kendi devlet odaklı siyasi İslam ter­
cihini politikaya çevirebilirken Amerikalıların eylem biçimi
iyi niyetli bir ihmaldi. Ahmed Raşid bu konuya şöyle değini­
yor:

CIA Afgarı Mücahitlerine silahlan Pakistan’ın İstihba­


rat Teşkilatı (ISI) aracılığıyla aktarırken ISI, radikal Af­
gan İslamcı partilerini tercih etti, çünkü bunlar daha ko­
lay Sovyet karşıtı cihadın lokomotifine dönüştürülebi­
lirdi, ve ılımlı Afgan milliyetçi ve İslamcı partileri ke­
nara itti. O dönemde CIA bu politikaya itiraz etmedi.

Ama söze dökülmüş bir CIA hedefinin yokluğu açık bir


CIA tercihinin eksikliği anlamına gelmiyordu. İroniktir ki bu
hedef, AÎ3D politikası için öylesine temel bir unsurdu ki
Amerika Birleşik Devletlerine karşı pek de iyi niyetli olma­
yan gruplara karşı büyük bir hoşgörüye yol açtı. D aha
1985’te, BM'de konuşma yapmak için yaptığı ziyaretinde,
Gülbeddin Hikmetyar, "Reagan’la buluşurken görülmenin,"
"savaşın bir cihat değil, ABD Soğuk Savaş stratejisinin yal­
nızca bir uzantısı olduğu konusunda ısrar eden" "KGB ve
Sovyet propagandasına hizmet edeceğini" ileri sürerek Baş­
kan Reagan’la buluşmayı reddetti.
Afgan cihadım oluşturan yedi direniş grubu, biri gelenek­
sel milliyetçi, diğeri İslamcı olmak üzere iki birbirine zıt si­
yasi düşünceye bölünmüştü. Bamett Rubin, tarihsel oluşum­
larını ve siyasi görüşlerini bir ölçüde ayrıntılı olarak çizmiş­
tir. Geleneksel bloğun liderleri, ya Sufi tarikatların (Kaderiye
ya da Nakşibend tarikatı) başları ya da İslam hukukundan an­
layan geleneksel alimler (yasal bilginler) olan Afganistan’ın
tarihsel seçkinlerinden geliyordu. Bu üç ana akım grupların­
dan hiçbiri önemli bir dış yardım almadı. Kaderiye Sufi tari­
katının yönettiği Afganistan Ulusal İslamcı Cephesi, finans­
man alamayacak kadar çok "milliyetçi" ve "yetersiz ölçüde
İslamcı" olarak kabul ediliyordu. Afganistan Ulusal Kurtuluş
Cephesi, Nakşibendi tarikatının başı olan aile tarafından yö­
netiliyordu. Daha çok hem "ulusal gelenekleri" savunmayı
hem de "İslamcı bir toplum" oluşturmayı taahhüt eden ılımlı
bir gruptu; ayrıca "pek de askeri bir kuvvet değildi." Bu top­
raklardaki askeri varlığı olan tek geleneksel milliyetçi grup,
İslamcı Devrim Hareketiydi. Hem büyük bir geleneksel med­
rese yöneten hem de geniş toprakları kontrol eden saygın bir
alimin yönettiği bu hareketin komutanları (özellikle Helmand
Vadisinden Molla Nasım Akhundzada) Afganistan içindeki
en büyük uyuşturucu krallarından biriydi.
Liderleri Afganistan’ın tarihi kavim ve dini seçkinleri ara­
sından gelen bu üç geleneksel milliyetçi grubun tersine dört
İslamcı grubun liderleri, 1970’li yıllarda Kabil Üniversite -
si'ndeki ana İslamcı örgüt olan Cemaat-i İslami’de etkin öğ­
renci ve öğretim elemanlarındandı. Birincisi Cemaat’ten 1975
yılında ayrıldı ve Hikm etyar’ın Hizb-i İslâm î’sinin (Hizbi)
oluşumuna yol açtı. Hizbi’den daha sonra ayrılan bir bölüm
Halis grubunu yarattı. Dördüncü İslamcı örgütü, Kahire’deki
el-Ezher Üniversitesi'nde eğitim görmüş ve sonra da Kabil
Üniversitesinde şeriat fakültesine katılmış Abdül Resul Say-
yaf yönetiyordu. 1970’li yıllarda C em aat’te Burhaneddin
Rabbani’nin vekiliydi.
İslam cı düşünceye sahip ana partiler, Cem aat ve Hiz-
b i’ydi. Hizbi’yle ayrıldıktan sonra Cemaat, "Peştun olmayan­
ların, özellikle Farsça konuşanların ana sesine dönüşmüştü."
Cemaat saha komutanları, özerkti ve adamlarının silahları
üzerindeki kontrollerini sürdürüyorlardı. Komutanların en ba­
şarılısı Ahmed Şah Mesut’un yönettiği Cemaat, savaş boyun­
ca "en güçlü direniş partisi" olarak gelişti. Buna rağmen Ce­
maat, CIA desteği için tercih edilmedi. Bunun önemli bir ne­
deni vardı: Cemaat, İslamcı siyasette ılımlı merkezi temsil
ediyordu ve CIA yalnızca İslamcı ideologları değil ılımlılar­
dan ziyade aşırıları destekliyordu.
Ana aşırı parti, "öğrenci hareketinin en radikal bölümünü
temsil eden” ve "İslamcı partiler arasında en devrimci ve en
disiplinli" olan Hizbi’ydi. Cemaat’teki diğer liderlerden farklı
olarak Gülbeddin Hikmetyar, hem Komünist hem de İslamcı
hareketlere katılımı da içeren siyasi bir geçmişe sahipti: Ko­
münist partisinin Percham grubunun bir üyesi olarak lisede
siyasi hayatına başlamış, sonra da Müslüman Gençler Hare­
ketine girmişti. İnsan Hikmetyar’ın Komünist gençlik örgüt­
lerinin disiplinini Hizbi’ye getirip getirmediğini merak edi­
yor, çünkü Hizbi modern örgütüyle diğer İslamcı partilerden
ayrılıyordu. Bireysel komutanlara bağlılığa karşı partinin üs­
tünlüğünü vurguluyordu, böylece diğer örgütlerde olduğu gi­
bi silahlar bireysel komutanların değil partinin mülkiyetiydi.
Askere alma ve terfi, sosyal geçmişten çok bireysel ideoloji
ve becerilere dayanıyordu. Oy verme hakkı 1978 Komünist
darbesinden önce katılan üyelerle sınırlanmış olmasına rağ­
men Hizbi ayrıca liderlerini seçen tek partiydi. Rubin’in gö­
rüşüne göre: "Hikmetyar’ın radikal İslamcılığı (ve böylece
komünizm karşıtlığı) ve partisinin üstün örgütlenmesi Hiz­
bi’yi, yalnızca -IS I görevlileri dahil- PakistanlIlarla Arap İs­
lamcıların değil ılımlı PakistanlI generallerin ve CIA’in ope­
rasyon kanadının da gözdesi kıldı." Bu tercih, Hizbi’ye Pakis­
tan’daki mülteci kamplarına, Amerikan mülteci yardımına ve
mülteci okullarına ayrıcalıklı erişimi sağladı. Ayrıca Hikmet-
yar’ın, sınırın Pakistan tarafında yedi eroin işleme fabrikasına
sahip uyuşturucu kralı olduğunu da gördük. On yıllık savaş
boyunca 2 milyar dolar olarak tahmin edilen CIA finansmanı­
nın yarısından fazlasının alıcısı olmasına rağmen Hizbi, geril­
la savaşındaki en etkin grup değildi; bu gerçek, gerilla eylem­
lerine daha fazla katılıma çağıran bir bölücü grubun, Halis
grubunun oluşmasına yol açtı.
Birleşme açısından girişimlerin çoğu, CIA/ISI ve bunların
hamiliğini yaptıkları radikal İslamcıların dışındaki bireyler­
den geliyordu. Ciddi görüşme önerileri, genellikle Suudi Ara­
bistan’dan ve içindeki ılımlılardan geliyordu; ancak Suudi il­
gisi gözde liderleri Sayyaf’ın arkasındaki bir ittifakla sınırlıy­
dı. Birleşmeyle ilgili ilk Suudi çabası 1981’de denenmişti.
Kısa bir ittifak oluştu ama bu ittifak, üç gelenekçi-milliyetçi
partinin "Sayyaf’tn yaygın yolsuzluğu ve ayrımcılığından şi­
kayet ederek" ittifaktan ayrılmasından sonra dağıldı. Geriye
yalnızca Suudi parasının kokusuna kapılmış bu partilerin ar­
tıkları kaldı. İttifakta yalnızca dört örgütün kalması gerçeğine
rağmen kayıtların ISI destekli ittifaktan Peşevarlı Yediler ola­
rak söz etmelerinin nedeni budur. Daha sonra, gelenekçi-mil-
liyetçi liderler Kral Zahir gibi birleştirici bir lider altında bir
araya gelmeyi önerdiğinde, Afgan milliyetçiliğiyle flört etme­
ye gönülsüz ve Kabil’de bir İslamcıyı iktidara getirmeye ka­
rarlı* Pakistan, ona vize vermeyi reddetti. İslamcılar arasında
birleşm e zorluğu sürüyordu. İsyancıların liderleri daha
1979’da ABD görevlilerine birleşmiş bir Afgan direnişi ya­
ratmaya çalışmanın "beş farklı hayvanı aynı kafese koymaya"
benzediğini itiraf etmişlerdi.
Amerika’nın dahili destek ya da bu desteği örgütleme ola­
sılığı olmayan grupları desteklediği bu sahnede Amerika Bir­
leşik Devletleri ve müttefikleri, cihadın eşit bir şansa sahip
olmasını garantilemek için bile olsa çok sayıda grubu destek­
lem ek zorundaydı. Farklı grupların desteklenm esi, rakip
grupların birbirleriyle yaptıkları birkaç savaşın desteklenme­
sine dönüşüverdi. İşte bu nedenle Sovyet ordusu Afganis­
tan’dan çekilip zafer yakın görünürken CIA destekli cihat bir
iç savaşa dönüştü. Gelenekçi-milliyetçiler ikinci sıraya itil­
mişken, 1989’da Sovyetlerin çekilmesi, Gülbeddin Hikmet-
yar’ın yönettiği aşırıları ve H izbi’yi, Burhaneddin Rabba-
n i’nin ve olağanüstü başarılı saha komutanı Ahmed Şah Me-
sud’un yönettiği Cemaat’teki ılımlılara karşı kışkırtarak farklı
İslamcı gruplar arasında bir meydan savaşına yol açtı. Ulusla­
rarası basın Hikmetyar’ın rakip bir mücahit grubunun otuz
üyesini katlettiğini bildirdiğinde ara hükümetin başkanı, ken­
di dışişleri bakanı aracılığıyla, Hikmetyar’ı "suçlu" ve "terö­
rist" olarak suçlayacak kadar öfkelenmişti.
Meydan savaşı, Kabil için inişli çıkışlı bir savaşa dönüştü­
ğünde iç savaş vahşileşti. Hikmetyar’m kuvvetlerinin kayıp­
lara uğradığı anlaşıldığında Pakistan ordusu, başlıca Kuzey-
Batı Sınırı Eyaletindeki medreselerde 1980’den beri eğittiği
öğrencilerden oluşan bir grup olan Taliban’ı destekledi. ISI,
Taliban sıkı kontrole uygun olduğu için onu, Hikm etyar’ın
yönettiği artık gözden düşmüş İslamcı koalisyona tercih edi­
lebilir bir yedek olarak görüyordu. Soğuk Savaş sona ermişti
ve artık resmi Amerika’nın odağı mali bir boyuta daralmıştı:
Petrol. Amerikan petrol çıkarları için -özellikle de İran’a al­
ternatif olarak Orta Asya'dan Hint Okyanusuna Afganistan
üzerinden bir boruhattı inşa etmeyi uman dev petrol şirketi
Unocal için- Afganistan'da güvenlik sağlayabilecek herhangi
bir grup işini görecekti. 4 Ekim 1996’da Los Angeles Times,
Kabil’de yeni bir söylentinin dolaştığım -"Clinton yönetimi­
nin, muzaffer İslamcı milisler olan Taliban’ı desteklediğinden
birçok kişinin emin" olduğunu- bildirdi ve komplo kuramının
"Taliban’ın yükselişi ve hızlı ilerleyişini çevreleyen büyük
sırra dayanarak makul" olduğunu ekledi. "Nasıl oldu da 1994
sonlarında K andahar’ın güney bölgesindeki ve Pakistan’a
komşu alanlardaki Müslüman din öğrencileri arasında ortaya
çıkan bir ayaktakımı grubu, iki yıl sonra Afganistan’ın dörtte
üçünün hakimi olacak kadar hızla gelişti? Silahlarını, cepha­
nesini ve araçlarını kim ödedi? Eğitimini ve lojistiğini kim
düzenledi? Neredeyse on yıl boyunca işgalci Sovyet birlikle­
riyle savaşan deneyimli mücahitlere karşı Taliban’ın şaşırtıcı,
ve oldukça kansız, bir biçimde başarılı olmalarının nedenle­
rinden biri dışarıdan aldıkları istihbarat ya da askeri yardım
mıydı?" Pakistan’dan "cömert destekle" kışkırtılmıştı, ama
Amerika Birleşik Devletleri’nin de dahil olup olmadığı hâlâ
merak konusu. Kıdemli bir BM görevlisi şunları söylemişti:
"ABD, Afganistan'da kanun ve düzen istiyor ve şu an Taliban
da en iyi talip gibi görünüyor." Yabancı bir hayır kurumunun
yerli direktörü, aynı biçimde alaycılıkla: "İki farklı şey var -
Amerikan devlet çıkarları ve insan hakları. Amerika’yı yöne­
ten siyasetçiler için insan hakları ikinci sırada." Tercüman
olarak çalışan bir Kabil Üniversitesi mezunu da muhabire şu
soruyu sordu: "Nasıl olur da ülkeniz, kıyafet kanunlarına uy­
madıkları için kadınları kamçılayan kişilerle anlaşma yapmak
isteyebilir?" 3 Şubat 1997 tarihinde ziyaretçi bir Taliban dele­
gasyonuyla yapılan Dışişleri Bakanlığı toplantısından sonra
kıdemli bir ABD’li diplomat hükümetinin görüşünü açıkladı:
"Taliban, büyük olasılıkla Suudi Arabistan gibi gelişecektir.
Aramco (Suudi-ABD petrol şirketi), boruhatları, bir emir ola­
cak, parlamento olmayacak ve bir sürü Şeriat kanunu olacak.
Bu bizim için sorun değil."
CIA ve bölgesel müttefiklerince eğitilmiş, donatılmış ve
finanse edilmiş çeşitli mücahit grupları, Soğuk Savaş'ın ide­
olojik ürünleriyse Taliban, Sovyetler Birliği'ne karşı savaşın
sancıları ve küllerinden doğmuştu. Taliban, Afganistan’ın bü­
tün nüfusunun bir kere değil, birkaç kere yerlerinden edildiği
ve ülkede eğitimli bir sınıfın kalmadığı bir zamanda sınırın
öte tarafında Pakistan’da doğmuş bir hareketti. Bir talib, din
okulu öğrencisiydi ve öğrenci hareketi Taliban, yıllar boyun­
ca süren bir savaştan, sınır ötesi mülteci kamplarında doğmuş
çocuklardan, başlangıçta halkı büyük ölçüde -ironik bir bi­
çimde özellikle kadınlarla genç erkekleri- mücahit gerillaları­
nın şehvetinden ve yağmasından korumak için Öğrenci asker­
ler sağlayan medreselerdeki -diğer yetimlerden başka arka­
daşları olm ayan- öksüz erkek çocuklardan doğmuştu. Tali-
ban’m Gülbeddin Hikmetyar gibilerine, yani uyuşturucu kral­
larına dönüşmüş savaş krallarına karşı halka etkili bir koruma
sağladığını anlamadan halkın neden Taliban’a yöneldiğini an­
lamak zordur. Taliban’ı popülerleştiren ve iktidara getiren
söz, kanun ve düzen getireceği sözüydü. Buna rağmen, trajik
biçimde vahşete maruz kalmış bir toplumdan doğan Taliban,
bu topluma daha da vahşi davranacaktı. Bahçeler, çeşmeler
ve saraylardan oluşan antik bir şehrin mimari yıkıntısı olan
Kandahar’daki bir camide bulunan yaşlı bir adam, İkbal Ah-
med’e Taliban hakkında şunları söyledi: "Ölüm arasında ka­
ranlığın içinde yetiştiler. Öfkeli ve cahiller, hayata neşe geti­
ren her şeyden nefret ediyorlar."
Ahmed Raşid, "Taliban, Afganistan’da daha önce hakim
olan ya da 1980’lerdeki cihat boyunca ortaya çıkan ana İs­
lamcı eğilimlerden hiçbirini yansıtmıyor" diye belirtiyor. Or­
ta Asya ve çevresinde İslamı tanımlayan üç ana dürtüden hiç­
biri Taliban’da bulunamadı. Geleneksel Orta Asya yollarının,
yani Sufilerin gizemli İslamı ve ulemanın bilgin İslamından
hiçbirini izlemediler. Ayrıca Cem aat’in liderlik ettiği ılımlı
İslamcılara en yakın olan, yirminci yüzyılın başında doğan si­
yasi İslamcı grubun, yani Müslüman Kardeşler Örgütünün
sosyal ve siyasi radikalizminden de esinlenmemişlerdi. De-
obandi İslam ideolojileri, Pakistan’dan ithal edilmişti. Tali-
ban’ın uluslararası gündemi, Usame bin Ladin ve el-Kaide ile
ittifaktan bir özümseme ve uyarlamaydı, elden düşmeydi. Ah­
med Raşid’in sözleriyle, "o zamandan beri Taliban için sa­
vaşmış on binlerce Pakistanlı militan ve binlerce Orta Asyalı,
Arap, Afrikalı ve Doğu Asyalı, Taliban’ın kendisinin olarak
benimsediği İslamcı radikalizmin küresel bir görüşünü yanla­
rında getirdiler."
Taliban’ı İslamcı bir hareket olarak görenlerle bir kabile
(Peştun) hareketi olarak görenler, onları modem bir dünyada
modern öncesinin bir artığı olarak kabul ediyorlar. Ama Tali­
ban hakkındaki asıl noktayı gözden kaçırıyorlar: Özel dili ve
belli uygulamalarıyla modern öncesini anımsatsa bile Tali-
ban, modem öncesi bir halkın modern emperyalist güçle kar­
şılaşmasının sonucudur. Biri Afganistan’la yakından ilgili bir
Afganlı ve diğeri de Amerikalı bir öğrenci olan iki iş arkada­
şıma insanlarla gençliği savunmak adına başlayan bir hareke­
tin nasıl olur da ikisine karşı döndüğünü sorduğumda bu so­
nucu üçlü bir bağlama yerleştirmemi önerdiler. İlk önce Ko­
münistlerin zorla kabul ettirilen cinsiyet eşitliği deneyimi;
İkincisi medreselerin geleneksel erkek inzivasını içeren cihat
eğitiminin militarizmiyle birleşmesi ve son olarak da Taliban
liderlerinin mücahitlerin kötü örneğini izleyerek üyelerinin ır­
za geçenlere dönüşebilecekleri korkusu. İkbal Ahmed, tarih­
sel olarak yüksek ölçüde yerinden yönetilmiş ve yerelleştiril­
miş bir yaşam biçimine uyarlanmış ama Soğuk Savaş sırasın­
da iki çok merkezileştirilmiş devlet projesine tabi kılınmış
Afgan halkının trajedisini anladı: Birincisi Sovyet destekli
M arksizm; ardından CIA destekli İslâmlaştırma. "Savaşın
ideolojileri -marksizm ve fundamentalizm- Afgan kültürüne
yabancıdır," diye yazıyordu 1991’de. "Afganistan, farklı ve
çoğulcu bir toplumdur; merkezileştiren, bütüncül gündemler
ona uygun değildir."

Müslüman Dünyasının Ödediği Bedel


CIA, Orta Asya’daki İslamla terör arasındaki bağlantıyı güç­
lendiren ve radikal İslamcılara uluslararası erim ve tutku sağ­
layan anahtardı. Eğittiği ve desteklediği gruplar, üç konuyu
kucaklıyordu: Terör taktikleri, siyasi ideoloji olarak kutsal sa­
vaş ve birleşik kimlikler edinen uluslar ötesi savaşçıların as­
kere alınması.
Afganistan Savaşı'nda eğitilen on binlerce cihat savaşçısı,
savaşın sonunda etrafa saçıldı. Farklı yerlerde meydana gelen
sonraki gelişmeler, Afgan cihadının genel etkisi ve yerel ta­
rihlerin ve yerel yakınmaların önemine tanıklık ediyorlar. Af­
ganistan Savaşı Ebul A ’la Mevdudi ve Seyyid Kutb’un rüya­
sını gerçekleştirdi: Cezayirli-Afganlılar, Mısırlı-Afganlılar,
Endonezyalı-Afganlılar, Filipinli-Afganlılar, İngiliz-Afganlı-
lar, vs.’nin uluslararası cihat öncü kuvvetini eğitip birleştirdi.
Öncü kuvvetin önemi, üyelerinin ideolojik ve siyasi görüşle­
rini biçimlendiren bir deneyimi paylaşmalarıydı. Ama ortak
görüş, yerel bir yandaş grubunu garantileyemezdi. Bunu ge­
liştirmek, öncü kuvvetin yerel meseleleri ele almasını gerekti­
riyordu. Şu tek gerçek, suçla siyasi terör arasındaki ayrımı
açıklıyor: Suçtan farklı olarak siyasi terör, halk desteğini da­
vet etmelidir. Terör örgütlerine bu desteği reddetmek terörist­
lere yandaşlar edinmek için bu kadar çok fırsat sunan şikayet­
lere -v e böylece sorunlara- hitap etmeyi gerektirir. Suçtan
farklı olarak terörle, askeri olarak değil siyasi olarak savaşıl-
malıdır. Terörün ve teröre karşı savaşın siyasi boyutu, Ceza­
yir ve M ısır’daki son olaylarla en iyi vurgulanmaktadır.

Cezayir
Cezayir, 1991’deki bağımsızlıktan sonra ilk ulusal seçimle­
rinde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) ilk turda 231 koltuktan
180 koltuk kazandı. İki yüzden fazla koltuk için karar vermek
amacıyla ikinci tur 16 Ocak 1992’de yapılacaktı. Laik bir ku­
rum olan hükümetteki Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve or­
du endişeliydi: İslamcılar zaten çoğunluğu elde etmek için
yirmi sekiz koltuğa daha ihtiyaç duymakla kalmıyordu, üste­
lik Cezayir’in anayasasını yeniden yazmalarını sağlayacak
üçte ikilik çoğunluğu kazanmaları olasılığı da büyüktü. Ordu
meseleye el koydu, seçim sürecini geçersiz kıldı ve iktidarı
ele geçirdi. Endişeli olanlar yalnızca Cezayir’in iktidar partisi
ve ordusu değildi; endişelerini Cezayir’in eski sömürge gücü
Fransa da paylaşıyordu. Sol kanadın bir çoğu da dahil olmak
üzere Fransa’daki siyasi toplumun önemli sektörleri -"İslam ­
cı-faşist" olarak tanımladıkları- FIS’in iktidara gelmesini ön­
lemek için Cezayir’deki seçim sürecinin geçersiz kılınması
talebini destekliyorlardı.
FIS demokrat değildi, ama FLN ve ordu da değildi. Ancak
FIS, Cezayir halkının çoğunluğunun desteğine sahipti. FIS’in
yükselişi bir İslamcı unsurun siyasete girişine işaret ediyordu,
ama bu unsur siyasi terörle eşleştirilemezdi. Siyasi İslamla si­
yasi terör arasındaki ayrım, seçim sürecinin geçersiz kılınma­
sı, İslamcılarla laikler arasında vahşi bir iç savaşın başlangıcı
için ve, bu bağlamda, farklı İslamcı siyasi eğilimler arasında­
ki bir yarışmaya sahneyi kurduğunda berraklaştı. Parlamento
yolu kapatıldığında bu yolda öncü olan FIS liderleriyle Ceza­
yir’de bir İslam devleti kurmanın tek yolu olarak silahlı bir
cihada çağıran Silahlı İslamcı Grup (GIA) ve diğer örgütler
arasında iktidar için bir tartışma ve mücadele ortaya çıktı.
Cezayir bağımsızlık hareketinin ünlü bir şahsiyeti olan
Şadli bin Cedid, 1979'dan Ocak 1991 ’deki istifasına kadar üç
dönem devlet başkanı olarak görev aldı. Her biri silahlı bir
mücadelenin ürüiıü olan iki farklı nesil, Şadli sonrası krizde
aşırı İslamcı grupların oluşumun anahtarıydı. Daha yaşlı ne­
sil, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız sömürgeciliğine
karşı ulusal bağımsızlık için Cezayir’in yaptığı özellikle vah­
şi silahlı mücadele tarafından biçimlenme eğilimindeydi. Ce­
zayir’den gelen raporlar, hükümetin İslamcı isyanı bastırmak
için tümüyle acımasız çabalarını doğrulamakla kalmıyor aynı
zamanda İslamcılara atfedilen bu katliamların ne kadarının
aslında bir ajan provakatörün işi olduğu konusundaki sorulara
da yol açıyor. Her zaman olduğu gibi, devlet terörüyle top­
lumsal terör arasındaki bağlantıyı göz ardı edemeyiz. Top­
lumda terörün artışı söz konusu olduğunda eski Afganlı-Ce-
zayirli askerlerin etkisi daha önemli gibi görünüyor. Cezayirli
sosyolog Mahfoud Bennoune, "Cezayir’deki terör hareketinin
çekirdeğinin, Afganistan’da savaş deneyimi elde ettiği" konu­
sunda ısrarlıdır. Cooley, "savaş deneyim ine sahip 600 ilâ
1000 Cezayirlinin eve döndüğünü" tahmin ediyor. 1990’larda
Cezayir’den Los Angeles Times için bilgiler sağlayan John-
Thor Dahlburg, daha önemli eski askerlerin biyografilerini
bir araya getirmiştir; bunlardan üçününki aşağıda verilmiştir.
A fganlı-C ezayirli sıralardan ortaya çıkan belki de en
önemli lider Kamerredin Kherbane’ydi. Kherbane, Afgan ci­
hadına katılmak için 1983’te Cezayir ordusundan ayrılmıştı.
Orada Usame bin Ladin ve bir destek grubu olan İslamcı
Kurtuluş Örgütü'nün temsilcileriyle tanıştı ve onlarla Ceza­
yir’de bir İslam devleti için mücadeleyi başlatacak bir "Afgan
Lejyonu" oluşturma olasılığını tartıştı. Kherbane, FIS’in sür­
gündeki yürütücü konseyinde hizmet etmeyi sürdürdü. Bu as­
kerlerden bir diğeri, "Tayeb el-Afgani" (Afganlı Tayeb) ola­
rak bilinen kötü şöhretli Aisa M essaoudi’dir. M essaoudi,
1989’dan sonra A fganistan’dan döndü ve F IS ’in etkin bir
üyesi oldu. 1991 seçimleri iptal edildikten sonra Tunus sını­
rındaki palmiyelerle çevrelenmiş bir vaha olan Guemar’daki
bir kışladaki sınır muhafızlarının silahlı katliamını düzenledi.
Bu vahşi olay, hem Cezayir’deki silahlı ayaklanmanın ve iç
savaşın başlangıcına hem de kötü şöhretli G IA’nın doğuşuna
işaretti. Dahlburg, grubun "Afganistan’da Ruslara karşı kulla­
nılan aynı taktikleri" kullandıklarını bildirdi: Kurbanlarım bı­
çaklar ve kılıçlarla ölesiye parçalayıp başkalarını pürmüzlerle
yaktılar.
İç savaşta terör kullanımıyla ilgili tanımında anahtar olan
bir diğer GIA lideri, Si Ahmad Mourad, ya da diğer adıyla
Cafer el-Afgani ’ydi. Mourad, hedef alınanların sıralarını hü­
kümet görevlilerinden sivillere -yabancılar, entelektüeller,
gazeteciler, kadınlar, hatta çocuklar- genişletmesi ve bu sal­
dırılarının vahşetiyle tanındı. Gerekçe basitti: İlgisiz kırsal
kitleleri korkutmak için şiddet kullanılmalıdır. Terör kullanı­
mına vurgu, bildirildiği gibi, GIA’deki ilk ciddi kopmalardan
birine, yani ulusal ve uluslararası bölümler arasındaki yarıl­
maya neden oldu. Milliyetçiler evde korkunç iç savaşını sür­
dürürken dışa dönük olanlar, kendi ülkelerinde katliam ve
kan dökülmesinden korkarak, yurtdışında teröre yöneldiler.

M ısır
M ısır’daki İslamcı siyaset, Müslüman Kardeşler Örgütü'nün
tarihi mirası ve Seyyid Kutb'un ideolojik mirasıyla tanımlan­
mıştı. Örgütün tarihsel olarak aşırı uç bir örgütten çok re­
formcu olduğunu gördük. İdeolojik değişiklikleri, Seyyid
K u tb ’un hapishanede radikalleşm esiyle m eydana geldi.
Kutb’un hapishane yazıları, Haşan el-Benna’nın-reformcu dü­
şüncesinden ayrılmayı ve Hintli İslamcı Ebul A ’la Mevdudi
ile bağlanmasını oluşturuyordu. Uygulamada bir terörist gru­
bunun gelişmesini anlamak için M ısır’daki radikal İslamcılık­
la 1980’lerdeki Amerikan cihadı arasındaki bağlantıları bul­
mamız gerekiyor. M ısır’ın Amerikan cihadına dahil olması,
Enver Sedat’ın M ısır’ı Sovyet yandaşlığından Amerikan yan­
daşlığına geçirmek konusundaki kararlılığından kaynaklanı­
yordu. Pakistan ye Suudi Arabistan’dan sonra Amerikan ci­
hadının şevkli bir destekleyicisi haline geldi. Ama istihbarat
servislerinin Amerikan cihadına katılmak için gönderdiği İs­
lamcı askerler için Sedat'ın bağlanımı, İsrail'le bir barış anlaş­
ması imzalama istediğinde yalanlanmıştı, çünkü böylece yalı-
tılmışlığma katkıda bulunarak Filistin davasına ihanet etmişti.
İronik biçimde Sedat, Mısır devlet desteği Afgan cihadı için
doruğuna ulaştığı bir anda Ekim 1981’de cihatçılar tarafından
öldürüldü.
Cihatçı grupların liderlerinden biri de ülkenin önde gelen
üniversitelerinde eğitilmiş bir cerrah olan Ayman el-Zevahi-
ri’ydi. Sedat suikastından kısa bir süre sonra el-Zevahiri Mı­
sır’dan kaçıp Usame bin L adin’e katılm ak için Peşavar’a
ulaştı. Körfez Savaşı ve Amerikan birliklerinin Suudi Arabis­
tan’a girişiyle el-Zevahiri’nin Sedat’ın İslamcı davaya ihanet
ettiği görüşü, Suudi Sarayı hakkında benzer bir görüşte olan
bin Ladin tarafından paylaşılıyordu. Sovyetler Birliği'nin dü­
şüşünden sonra ortaya çıkan tek kutuplu dünya, el-Kaide li­
derliğinin eski destekçisi Amerika’yı nasıl gördüğü konusun­
daki radikal değişimi kuşkusuz etkilemiştir. El-Zevahiri anı­
larında Afgan cihadını "Müslüman mücahitlerinin artık yer­
küre üzerinde tek hakimiyete sahip süpergüce, yani ABD’ye
karşı beklenen savaşlarını sürdürmeye hazırlanmak için çok
önemli bir eğitim" olarak gördüğünü yazmıştır.
G üvenlik görevlilerine göre Afgan gerilla kamplarında
eğitilmiş olan Mısırlı bir suikastçı, 17 Kasım 1997'de beş baş­
ka suikastçıya liderlik ettiği Yukarı Mısır'daki Luksor'un Nil
kıyılarında elli sekiz yabancı turist ve en az dört Mısırlının
kitle cinayetinde Afgan-M ısır kamuoyunun dikkatini çekti.
Cezayir’de olduğu gibi teröristlerin kullandıkları yöntemler
-boğaz kesme ve karın deşm e- vahşiydi ve Afgan cihadında
eğitildiklerini gösteriyordu. Luksor saldırısı tek bir olay de­
ğildi; bu saldırı 1996 ve 1997’de en az 150 silahsız sivilin
katledilmesinin ardından gelmişti - bazı vakalar arasında,
Mısır polisine göre, "Afganlı eski savaşçılar" tarafından yö­
netilen cinayetler de vardı.
C ihat savaşçılarına öğretilen becerilerden belki daha
önemlisi, askerle sivil arasındaki ayrımı yok eden ve hedefe
saldırının zafer elde etme şansını artırdığı sürece herhangi bir
hedefi haklı çıkartan eğitimdi. Yabancı ya da yerli, entelektü­
el ya da asker, hakim ya da polis memuru, kadın ya da erkek,
çocuk ya da yetişkin, hepsi de av olarak düşünülüyordu. Ame­
rikan cihadı için gönüllü olarak kaydedilen herkes, her türden
kişiliğe sahipti: Adanmışlıkla hareket eden dürüst inananlar­
dan macera arayan işsiz gençlere, kurban arayan acımasız suç­
lulara kadar. Herkes yeni akıl hocalarının öğrettiği terör tak­
tiklerini uygulamaya hevesli değildi. Geçmiş deneyime bağlı
olarak, suçlular ve serseriler gibi bazıları bu becerileri başka­
larına göre uygulamaya daha hazırdı. Bu durum da, orijinal
Afgan biçimine özgü olana oranla Amerikan cihadının kalıntı­
larının neden daha çok vahşete yol açtığını açıklayabilir.
Sivillere karşı şiddetin meşrulaştırılması, CIA el kitabının,
basit ya da dolaylı olarak sınıflandırıp "stratejik sabotaj"da
eğitim olarak adlandırdığı bir şeyin doğrudan sonucuydu. El
kitabı, basit sabotajı "tesislere, ürünlere veya tedariklere zarar
vermek ya da bunları yok etmek için bireylerin ve küçük
grupların kişisel ve gizlice engellenmesi" olarak ve dolaylı
sabotajı düşman bölgesinde üretimi azaltmanın farklı yolları
olarak açıklıyordu. Basit sabotajın bir bölümü, "yıkım ve
kundakçılık"ta eğitimi içeriyordu. Stratejik sabotajın daha
önemli, basit ve dolaylı biçimleri, düşmana verilen sivil des­
teği baltalamanın iki farklı yönü arasında ayrım gözetiyordu
aslında. Kadınlara karşı uzun süredir gerçekleştirilen terör bi­
çimleri -kaçırm a ve tecavüz- Afgan cihadının kayıtlarında
"zorunlu evlilikler" olarak resmileştirilmiş ve böylece nor-
malleştirilmiştir. "Sık sık" diye yazıyor Cooley, "bu aynı tek­
nikler, 1980’li yılların sonunda ve 1990’h yılların başında es­
ki ‘Afganlı’ Arap askerler dönmeye başladıktan sonra Yukarı
Mısır ve Cezayir’deki İslamcı asiler arasında görünüyor."
Bugün tanık olduğumuz İslamcı terör, İslam tarihinin bir
doğal gelişiminden çok üçlü bir birleşimin sonucu bir deği­
şimdir: İdeolojik, örgütsel ve siyasi unsurların. İdeolojik un­
sur, İslamcı entelektüellerle (Mevdudi, Kutb) savaş sonrası
dönemde silahlı mücadeleyi kucaklayan farklı Marksist-Leni-
nist idealler arasındaki bir karşılaşmanın ürünüydü. Örgütsel
unsur, Afgan cihadım sözde özel uluslararası bir haçlı seferi
olarak örgütleme konusunda verilen Amerikan kararının doğ­
rudan sonucuydu. Siyasi unsursa, Soğuk Savaş'tan sonra orta­
ya çıkan ve 11 Eylül’den sonra hızlanan bir eğilim olan İsla-
mın canavarlaştırılmasınm ve terörle eşitlendirilmesinin bir
sonucudur. Bu canavarlaştırma görüşü, sömürge sonrası İs­
lam dünyasında tarihsel temellere dayanan bir modernliğin
mümkün olup olm adığını sorguluyor. En iyi Bernard Le-
wis’le özdeşleştirilen bu görüş, modernliği laiklikle, laikliği
Batılılaşmayla ve Batılılaşmayı buyruk altına almakla eşleşti­
rir. İslamla modernlik arasında gerekli bir çelişki gördüğü
için bu görüş aynı zamanda Müslüman halklarının yaşadığı
her yerde modernlikle demokrasi arasında gerekli bir çelişki
de görür.

Soğuk Savaş ve Radikal İslam

Yirminci yüzyıl siyasi İslam içinde üç ince ayrım gördü. Bi­


rinci ayrım, reformcularla radikaller arasındaki bölünmedir.
Radikaller, devlet iktidarım ele geçirmeden anlamlı sosyal bir
reformun mümkün olmayacağına inanıyorlar: İşte bu nedenle
radikal İslamcı söylemde cihat merkezdedir. İkincisi, biri top-
lum-merkezli, diğeri devlet-merkezli olmak üzere radikaliz­
min iki kolu arasında derinleşen bir uçurumdur. Toplum mer­
kezli İslamcılar, adalet için mücadeleyi (cihat) devlette de­
mokrasi (içtihat) için m ücadeleyle dengelediklerini iddia
ederken devlet merkezli İslamcılar, halkın örgütlenmesine ve
eylemine pek güvenmiyorlar ve içtihat kapılarının sonsuza
dek kapatıldığına inanıyorlar. Görüşleri, adaletin gerçekleşti­
rilmesini için kararlı bir kendini adanmışlıkla tanımlanmıştır.
Son olarak Soğuk Savaş, devlet merkezli siyasi İslam için­
den, sera örneğine benzer biçimde, terör unsurları yetiştirdi.
İslamcı terör, bugüne kadar iki düşman görüşü birleştirdi:
Vahşi biçimde hapishanelerde baskı altına alman Kutb gibile­
rinin öne sürdükleri çağdaş İslamcı devletlere karşı derin bir
düşmanlık ve terörist gruplarının paylaştıkları, halk örgütlen­
mesi ve eylemlerine karşı derin bir güvensizlik.
İşte bu nedenle İslamcı terörü radikal İslamcılıktan ayır­
mak önemlidir. Yirminci yüzyıldaki radikal İslamcı sosyal
hareketler, çifte bir ikileme etkili bir yanıt aramanın bir par­
çasıydı: Bu ikilemin unsurları emperyalist işgal ve sosyal re­
formdu. M ısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütü gibi bu hare­
ketlerin çıkış noktası reformdu. Manevi konularda doktrine
dayanan bir yanıt değil, bu dünyevi ikileme siyasi ve sosyal
bir yanıt arıyorlardı. Din adamları sınıfından çok entelektüel­
lerin harekete geçirdiği bu hareketler, İslamın "yalnızca bir
din” değil, daha çok sosyal varoluşumuzun bütün yönlerine
hitap eden siyasi bir ideoloji olduğunu iddia ediyorlardı. İsla-
mın meselesi yalnızca tanrıbilim ve etik değil, aynı zamanda
siyaset ve kanunlar, ekonomi ve sosyal adalet, hatta dış politi­
kadır. Yirminci yüzyıl başlarındaki Hindistan'da şair ve dü­
şünür Muhammed İkbal’ın yaptığı gibi uluslar üstü bir Müs­
lüman topluluğun (ümmet) inşa edilmesi çağrısıyla başlama­
sına rağmen radikal İslamcılık, farklı ulus devletlere uyarlan­
dıkça farklı ulusal çeşitlemeler yarattı. Hizbullah ve Hamas
gibi, arada sırada tutarlı bir politika olarak kucaklamadan te­
röre, yani sivillere karşı şiddete başvurdu. Uluslar üstü bir
bağlanımdan devlet sınırları içinde siyasi topluluğun tanımla­
dığı bir yönelime kayma, seçim sürecine girip İslamcı bir
devlet oluşturma fikrinden vazgeçen Hizbullah ile FK Ö ’yü
artık İslama ihanet ettiği için değil daha çok Filistin halkına
ihanet ettiği için eleştirmeye başlayan Hamas gibi hareketler­
de en çarpıcı biçimde görülmüştür.

Hizbullah
H izbullah’ın kurulması, İsraillilerin Haziran 1982’de Lüb­
nan’ı işgallerine ve daha sonra batılı birliklerin Çok Uluslu
Kuvvetlerin (MNF) bayrağı altında ülkeye girişlerine doğru­
dan bir tepkiydi. İran bu işgale Suriye’nin kontrolü altındaki
Beka vadisine bin beş yüz Devrimci Muhafız göndererek ya­
nıt verdi. Kısa bir süre sonra Hizbullah, gizli bir biçimde İran
desteğiyle örgütlendi. Hizbullah’ın kısa tarihi, iki aşamaya
bölünebilir. İlki yani İsrail işgaline karşı askeri direniş,
1982’den İs ra il’in güney L ü b n an ’dan çekildiği yıl olan
1985’e kadar sürdü. Bu dönemde Hizbullah iki örgüt yarattı:
"Batılı ve İsrailli hedeflere karşı intihar saldırılarından" so­
rumlu İslami Direniş ve "güneydeki İsrailli birliklere karşı
daha geleneksel saldırılar yapan" İslami Cihat. Bu ilk aşama­
da Hizbullah, Lübnan’dan daha büyük bir İslamcı devletin bir
parçası olarak İslam hukuku tarafından yönetilen İslamcı bir
cumhuriyet kurmayı hedefliyordu.
Hizbullah’m ideolojik ve siyasi yönelimindeki devletle il­
gili laik bir düşünceye doğru değişim, bölgedeki iki önemli
değişikliği izleyen liderlik mücadelesinin sonucuydu. Birinci
değişiklik İsrail’in Lübnan’ı işgalinin sona ermesi ve, bundan
sonra da, Lübnan’daki Şii topluluğunun siyasi liderliği için
mücadele eden iki örgüt, Hizbullah ve Amal, arasındaki iç sa­
vaşın (1985-1989) bitmesiydi. İkinci değişiklik, daha az bir
ideolojik siyasi yönelime yol açan, Ayetullah Humeyni’nin
ölümünden sonra İran’daki liderlik değişikliğiydi. Şeyh Fad-
lallah’ın altında Lübnan’daki yeni parti liderliği, "Müslüman­
larla Hıristiyanların paylaştıkları değerler üzerinde... Hıristi-
yanlarla sürekli bir diyaloga çağrı yapıyordu ve Hizbullah
yetkilileri, açık terimlerle tanımlamadan, böylece de sistemin
özelliklerini tartışmaya açan, mezhepler üstü bir sistem oluş­
turmaya çağırıyordu." Bu çağrı, Lübnan’daki siyasetin laik­
leştirilmesine çağırmakla eşdeğerdi. Lübnan’ın 1992’deki
parlamento seçimlerinde, "yirmi yıldan fazla bir süredir ilk
açık seçimler"de Hizbullah, desteğini genişletme çabasıyla
hem Sünni hem de Hıristiyan, ama Şii olmayan adayları des­
tekledi. İki Sünni ve iki Hıristiyan adaymki dahil Hizbullah
sekiz koltuk kazandı.
Hizbullah olayı, Cezayir’deki çağdaş iç savaşından alınan
dersi güçlendirmektedir: Reform, dıştan zorlanarak değil iç­
ten oluşturularak daha iyi sonuç vermektedir. 1991 seçiminin
sonuçlarına saygı göstermeyi reddetmenin tetiklediği Ceza­
yir’deki demokratik sürecin iptali, seçim sonucunun iktidarı
dini aşırı uçlara teslim edeceği ve sonunda da hem laikliği
hem de demokrasiyi tehlikeye atacağı korkusuna yol açmıştı.
Bu durum, muhaliflerine aynı hakları reddedecek Komünist­
lere iktidarı teslim edeceği korkusuyla Vietnam’daki demok­
ratik süreçten benzer bir kaçınmayı anımsatıyor. Bu tür bir
muhakeme, demokratik süreçlerle demokrasi dışı sonuçlar
arasındaki gerilimin her demokraside bulunduğu gerçeğini
göz ardı ediyor; böylesi bir durum en son 2000 yılı Amerikan
seçimlerinde ortaya çıkmıştır. Bu tür bir muhakeme demokra­
siyi iptal etmek, demokrasiyi baltalayabilecek sonuçlar karşı­
sında bu süreci yerleştirmek amacıyla etkili önlemleri oluş­
turmak için ileri sürülemez. İkinci olarak, bu muhakeme laik­
liği zaten mevcut kurumsal bir düzenlemeyle, özellikle on ye­
dinci yüzyılda başlayan Avrupa siyaset hayatını tanımlayan
türde bir düzenlemeyle eşleştiren bir dogmayı gizler. Farklı
kültürler (şimdi uygarlıklar deniliyor) için küresel birlikte va­
roluşun tek biçiminin paralel varoluş -yani hoşgörü- olduğu
düşüncesine dayanan bu dogma, kuşkusuz olgunlaşmamıştır
ve taahhüt ve eleştiriye vurgu yapan diğer tarihsel olasılıkları
tüketmemektedir.

İran
Cezayir ve İran, Çağdaş tarihte radikal siyasi İslam için birbi­
rine zıt iki örnektir. Her ikisi de -ister dinsel ister laik- sosyal
hareketlerin özerk bir biçimde iç ideolojik ve siyasi mücade­
lelerden geçmeleri gerektiğinin önemini vurguluyorlar. Yasal
çerçeveler içinde işlemelerine izin verildiğinde, zorunlu ola­
rak demokratik olmasalar da sosyal ve siyasi hareketler siyasi
sürece katılımı genişleterek demokrasi için koşullan güçlen­
dirmişlerdir. Bunun olasılıkları, yaygın İslamcı hareketin hem
demokrat taleplere hem de gelişen feminist bir harekete yol
açtığı en iyi İran’da görülmektedir. Meseleyi Columbia Üni­
versitesinde ortaçağ İslamıyla ilgili sosyal tarihçi Richard
Bulliet vurguluyor. "Devrimci rejim," diye belirtiyor, "Şah’ın
kadınlarla ilgili özgür yasamasını tersine çevirmeye kararlı
olarak iktidara geldi" ve "hızla bu amacı yerine getirdi ve ka­
dınların kılık kıyafeti, çalışması ve davranışları hakkında sert
kısıtlamalar emretti." Oysa yalnızca "yirmi yıl sonra İran’da
etkin bir İslamcı feminist hareket, bir kadının kadın işlerinden
sorumlu direktör olarak kabine masasında yerini aldığını ve
bir başka kadının da başkan yardımcısı olduğu görüldü." Ay­
rıca "parlamento, İran evlilik ve boşanma kanunlarını İslam
dünyasında en özgür kanun kılan bir yasama kurumu yerleş­
tirmiştir." Bulliet, Cezayir ve İran’ın resmi Amerika’ya iki zıt
•seçenek sağladığını yazıyor. Hangi seçeneğin kullanılması
gerektiği konusunda da oldukça açıktır: "Cezayir, Amerika
Birleşik Devletleri tarafından etkin biçimde ya da zımnen
desteklenen bölgesel bir ilke olmamalıdır." Aynı zamanda
İran, modelden daha çok bir derstir. Ders, demokrasi dersidir:
Modernliği İslama ithal edilmiş bir şey olarak düşünmek ye­
rine insan İslamcı toplumların içindeki süreçlerden ortaya çı­
kan İslamcı bir modernliğin doğuşuna karşı hassas olmalıdır.

İslamcı siyasetleri, iki farklı hareket biçimlendiriyor. Radi­


kal İslamcılar toplumun yeniden örgütlenmesini devleti de­
ğiştirmenin tek yolu olarak görürken muhafazakar İslamcılar,
ya devleti ya da toplumu değiştirmenin tek yolu olarak iktida­
rı ele geçirmeyi görüyorlar. Hizbullah ya da Cezayir’deki FIS
gibi demokratik, radikal İslamcılar herkesin -kadınlar dahil-
kamusal hayata girmesini her zaman beklemezler. Buna kar­
şın muhafazakar hareketler, kadının kamu hayatındaki varo­
luşuna karşı çıkmakla kalmazlar aynı zamanda şiddetli bir bi­
çimde tarikatçı olma eğilimindedirler. Hem radikal hem de
muhafazakar İslamcılar şeriata (hukukun üstünlüğü) uydukla­
rını iddia ederler, ama şeriatın muhafazakar düşüncesi de­
mokrasi için herhangi anlamlı bir alanı dışlar. Aralarındaki
ayrım, yasal ilkelerin değişen tarihsel bağlamların ışığında
yorumlanmalarına izin veren kurum içtihada karşı tutumların­
da yatıyor. Muhafazakar, devlet merkezli İslamcılar, hukukun
üstünlüğünün şevkli savunucularıdır, ama kanunu ilahi bir
kanun olarak anlıyorlar ve her türlü demokrasi biçimini bu
kanunu yozlaştırıcı olarak görüyorlar. İşte bu nedenle toplum
ve devlet merkezli İslamcılar arasındaki gerçek ayrım çizgisi­
nin, hukukun üstünlüğüne bağlanım değil de devlet işlerine
halkın katılımıdır.
İslamcı devletçilik farklı yollardan doğmuştur. Birisi ikti­
darı meşrulaştırmak için sevilmeyen rejimlerin -Z iy a’nın Pa­
kistan’daki diktatörlüğü gibi- girişimidir. Diğer yol - bugün­
lerde ana yol - Orta Asya’daki son Soğuk Savaş projesinin,
Amerikan cihadının gösterdiği yoldur. Demokratik bir yarışta
popüler destek arama zorunluluğu Hizbullah gibi radikal İs­
lamcı hareketleri ulusal kökler geliştirmeye zorlamışken bu
olasılığın yokluğu -v e bazı durumlarda aynı yarışa karşı du­
yulan korku- devletçi hareketlerin uluslar üstü bir harekete
dönüşmelerine yol açtı. Bu tür bir zorunluluk Ziya’mn devle­
tini Amerikan cihadına bağlamakla kalmadı, açıkça tanımlan­
mış bir düşmanla gizli ağlara katılmak için ailesi ve doğduğu
ülkeyle bağları koparan köklerinden olmuş bireylerden olu­
şan uluslararası bir kadronun oluşmasına da yol açtı.
Bu nedenle, siyasi İslamın geleneksel kültürün bir artığı
değil de modem siyasi bir olgu olduğu sonucuna varılabilir.
Siyasi İslam'da modern sömürgecilikten önceki çağa kadar
insan birkaç uygulama -afyon üretimi, medrese eğitimi ve ci­
hat düşüncesi- ortaya çıkarabilir. Gerçekte afyon, medrese
eğitimi ve el-cihat ve el-ekber, "şer imparatorluğuna" karşı
küresel Amerikan seferberliğinin hizmetine sunulduklarında
modern kurum lar içinde yeniden biçim lendirilip yeniden
oluşturuldular.
Siyasi İslam, çoklu ve hatta birbirine zıt unsurlarla çeşitli­
lik içeren bir harekettir. Toplum merkezli ve devlet merkezli
hareketler arasında, her bir tarafta ılımlılar ve radikaller ol­
mak üzere, bir ayrım yapılmasının yararlı olduğunu ileri sür­
düm. Siyasette artan bir halk katılımı talep eden bir değişim
stratejisine bağlı oldukları ölçüde toplum merkezli hareketler,
Hıristiyan kurtuluş tanrıbilim inin esinlediği Latin A m eri­
ka’daki sosyal hareketlere benziyorlar. Buna karşın devlet
merkezli hareketler, halkın siyasi katılımını tecrit etmeye ça­
lışıyorlar ve -toplum dan ya da toplum un bir sektöründen
çok- devleti tarihsel değişimin gerçek öznesi olarak görüyor­
lar. Alttan gelen halk baskılarına araç olmaktan çok halkın
katılımının akışını engellemek için seçkinlerin harekete geçir­
diği çabaları yansıtıyorlar.
Devlet merkezli İslamcı siyasi hareketler, terörizmle eşleş-
tirilmemelidir. Otoriter hareketler ulusal sınırlar içinde kapalı
kaldığı ve hukukun üstünlüğüne benzer bir şeye -P a k is ­
tan’daki Ziya diktatörlüğü, Suudi Arabistan’daki Suudi Sara­
yı ve Afganistan’daki Taliban gibi- uyduğu sürece terör po­
tansiyeli korunmuş kalır. Terörün doğuşu, hukukun üstünlü­
ğünün aşınmasıyla birlikte gerçekleşir. Yasal bir diktatörlükle
yasadışı bir terör arasındaki ayrım, bir yanda Taliban ve diğer
yanda mücahitler arasında ayrım yapmamıza yardım edecek­
tir. Afganistan’da, Sovyetler Birliği yenildikten sonra, kurtu­
luş adına terör Afgan halkı üzerine salıverildi. İkbal Ahmed,
Sovyetlerin geri çekilmesinin, mücahitler için, zaferden çok
bir karar anı olduğunu gözlemledi. Mücahit grupları, biri di­
ğerinden daha aşırı uç ve ideolojik olmak üzere iki rakip güç
olarak birleşip iktidar için savaştıklarında kendi şehirlerini
bombalayıp yok ettiler. Tam da iktidarı ele geçirmeye hazır
olduklarında mücahitler, kendi halklarının kalpleri ve akılları
nedeniyle savaşı kaybettiler. Bu durum da, bir "kurtuluş" gü­
cünün, tam da iktidarı ele geçirdikleri anda bu iktidarı neden
"kurtuluş” savaşma katılmamış olan bir öğrenci gücüne kay­
bettikleri sorusunun açıklamasıdır. Taliban devleti yönetmeye
başladığında uyguladığı vahşet, ana hedeflerinin genç insan­
larla kadınlar olduğu katı bir ataerkil yönetim biçimini aldı.
Buna karşı el-Kaide, şiddeti herhangi bir kanunca sınırlan­
mayan uluslar üstü bir hareketti. Başlangıçta dünyanın düzi­
nelerce ülkesinden toplanan adamlardan oluşan el-Kaide üye­
leri, cihat sona erdiğinde dönebilecekleri bir yurtlarının olma­
dığını gördüler. John Cooley, çoğunun "dönmeye korkan" ve
"özel Suudi ve diğer Arap fonlarının finanse ettiği, geleceğin
teröristleri için savaş soması eğitim programında kalan" Ku­
zey Afrikalı askerler örneğini veriyor. Kendilerini az çok si­
yasi hiççiliğe eğimli kılan sosyal bir durumun köksüz, şaşkın
ve hayata küskün rehineleri olarak, Reagan’la paylaştıkları
bir dille, "şer" olarak tanımladıkları imparatorluğa karşı vuru­
cu güçtüler. Bugünün dünyasındaki özelleşmiş ve küreselleş­
miş terör kaynağı olarak uluslararası cihatçılar, Reagan'ın
"şer imparatorluğu"na karşı sürdürdüğü haçlı seferin gerçek
ideolojik çocuklarıdırlar.
Dördüncü Bölüm

VEKÎL SAVAŞINDAN
AÇIK SALDIRGANLIĞA

ovyetler Birliği çöktükten ve Soğuk Savaş sona erdik­

S ten sonra bile Amerika’nın militan milliyetçi rejimlere


karşı uyguladığı düşük yoğunluklu çatışma, sonraki on
yıl boyunca yani 11 Eylül’e kadar sürdü. Reagancı bir bakış
açısından bu kesinlikle anlamlıydı. Gerçek savaş tehdidinin
Avrupa’nın ovalarında değil de, başarılı isyanların, Sovyet
vekillerinden başka bir şey olmayan (diye iddia ediliyordu)
militan milliyetçi rejimlere yol açtıkları Üçüncü Dünyada ol­
duğu sonucuna varan Reagan yönetimi değil miydi? Reagancı
yanıt vekil savaşıydı. Henry Kissinger’in uyguladığı ve "As-
yalı çocuklar, Asya savaşları yapmalıdır" diyen Nixon Dokt­
rinine dayanarak bu yanıtın etkisi, Amerikan savaş stratejisini
yeniden tasarlamaktı. Bu strateji, Avrupa’da Sovyet kara bir­
likleriyle olası karşılaşma yerine Üçüncü Dünya’daki militan

V ekil Savaşından A çık Saldırganlığa 187


milliyetçi rejimlere karşı düşük yoğunluklu çatışmalar sür­
dürmeye hazırlanıyordu.
11 Eylül’de yöntem düşük yoğunluklu vekil savaşından
yüksek yoğunluklu doğrudan savaşa doğru sert bir biçimde
değişti. Bu değişimi, 11 Eylül sonrası Amerika’da ortaya çı­
kan siyasi iklim olası kılmıştı: Güvenlik sorunu olmakla kal­
mamış bu meseleyi, dünyanın büyük çoğunluğu başlangıçta
anlayışla karşılamıştı. Bush yönetimi için bu durum, Soğuk
Savaş'ın kısıtlamalarını üstünden atıp militan milliyetçiliğe
karşı av sezonunu açmak için yegane fırsattı. Bu bakış açısın­
dan militan milliyetçiliğe karşı bir savaş, Soğuk Savaş'ın bit­
memiş işini tamamlayabilirdi. Militan milliyetçiliği yok etme
hevesi, "rejim değişikliği" ve -gerçek Reagancı biçim de-
"demokratikleşme" için bir çağrı olarak özetlendi. İki yıldan
kısa bir süre içinde Amerika Birleşik Devletleri Taliban’ın
yönettiği Afganistan’ı işgalden Saddam Hüseyin’in yönettiği
Irak işgaline geçiverdi. Taliban el-Kaide’yi barındıranlar ola­
rak gösterilirken Irak işgalini 11 Eylül terörüyle bağlamak
konusunda pek az meşru çaba vardı. Bunun nedeni, "terörle
mücadele"nin yaygın olarak paylaşılan güvenlik endişelerin­
den militan milliyetçiliği hedeflemeye yönelmesiydi.
Soğuk Savaş'ın sonunda 11 Eylül’e kadar süren kabaca on
yıl içinde vekil savaşının aldığı yol, en iyi biçimde Irak'la il­
gili ortak çıkar aydınlatılarak açıklanır. Amerika’nın Vietnam
sonrasında düşük yoğunluklu vekil savaşıyla meşguliyeti,
Irak’ta doruğa ulaştı; burada tamamen yeni çok yönlü bir ve­
kalet biçiminde sürdürüldü ve "gıda karşılığında petrol" prog­
ramıyla yumuşatılan, BM yaptırımları biçimini alarak insani
müdahale diliyle haklı çıkarıldı; ama bedelini yüz binlerce
masum çocuk hayatıyla ödedi. 11 Eylül’den sonra Afganis­
tan ’dan daha çok Irak, B M ’nin salonları dahil uluslararası
muhalefetin ortasında yüzsüz bir ABD müdahalesi için ger­
çek fırlatma rampası oldu.
Irak: Savaşta ve Barışta Toplu Cezalandırma

1980’li yıllardaki Irak-İran Savaşı'ndan BM yaptırımlar reji­


mine kadar geçen yirmi yıllık vekil savaşı, Irak’in işgali için
bir temel dayanak sağlayarak bölgede ABD stratejisindeki
yeni bir gelişm eyi vurguluyor. Irak-İran Savaşı'na karşı
ABD’nin tutumu, her iki tarafı zayıflatmak için yerel bir ça­
tışmayı besleme ve sürdürme konusunda büyük güçlerin za­
manla sınanmış bir stratejisini anımsatıyorsa Körfez Savaşı'nı
izleyen yaptırımlar rejimi, düşük yoğunluklu çatışma tarihin­
de önemli bir gelişmeydi: İlk kez vekil, çift taraflı değil çok
taraflıydı. Yaptırımlar rejimi, Amerika Birleşik Devletleri'nin
BM ’yi çok taraflı bir vekile dönüştürme başarısını gösterir­
ken Irak işgali, bu yaklaşımının sınırlarını ve, son olarak da,
başarısızlığını gösteriyordu.
Irak’ın ABD'nin Ortadoğu'daki stratejisi için nasıl merkezi
bir konum haline geldiğini anlamak için 1979’daki İran ’a
dönmeliyiz. Savaş sonrası ABD dış politikasının, İslamın Ko­
münist karşıtı ve milliyetçi karşıtı güç olduğu varsayımı üze­
rinde işlediğini gördük; İran Devrimi, Amerika Birleşik Dev­
letlerine milliyetçi bir İslamcı rejimi göstererek bu varsayımı
değiştirdi. İran milliyetçiliğini ve onun örneğindeki gücü tec­
rit etmek için Amerika Birleşik Devletleri Irak’a yöneldi. O
dönemde ne Saddam Hüseyin’in ülkesindeki vahşi diktatörlü­
ğü ne de modern ve bağımsız bir devlet yaratma kararlılığı
pek bir önem taşımıyordu. Amerika Birleşik Devletleri ile
Irak arasındaki ilişki, izleyen yirmi yılda üç aşama tarafından
belirlenmiştir. Birinci aşama, Amerika Birleşik Devletleri’nin
Irak’ı İran’a karşı desteklediği bir ittifaktı, ama aynı zamanda
bu ittifak, savaşı hızla sona erdirmek yerine sürdürmek için
oluşturulmuş bir kurguydu. İkinci aşama, yani Saddam ’ın
Kuveyt’i işgalini izleyen Körfez Savaşı, bir intikam savaşıy­
dı. Üçünü aşama, BM büroları aracılığıyla gerçekleştirilen
düşük yoğunluklu, vahşi ve yüksek kayıplı seferdi; gerçekte
bu sefer, çoğu beş yaşın altında çocukların, resmi olarak ger­
çekleştirilen ve resmi olarak onaylanan bir soykırımından
başka bir şey değildi.
22 Eylül 1980’de, Saddam Hüseyin heyecanlı bir ABD
desteğiyle İran’ı işgal ettiğinde A BD ’nin Vietnam’ı işgalin­
den bu yana ilk defa kimyasal silahların kullanıldığı bir savaşı
başlattı. N ew York Times'1tan Nicholas D. Kristof, "ABD’nin
1978’den 1988’e kadar Irak’a yedi nesil şarbon gönderdiğini"
bildirdi. Kimyasal ve biyolojik ajan kullanma eğitimi, İraklı
subaylara daha 1960’lı yıllarda verilmişti. 1960’lı yılların so­
nunda yayınlanan resmi bir ordu mektubu, "ABD ordusunun
1957’den 1967’ye kadar 19 Iraklı subayı ABD’de saldırgan
ve savunmacı kimyasal, biyolojik ve radyolojik savaş için
eğittiğini" belirtiyordu. Irak ABD kimyasal ve biyolojik si­
lahlarına eriştiğinde ABD ordusu, bu silahların yalnızca daha
ucuz değil, aynı zamanda daha insancıl oldukları reklamını
yapıyordu. Harvard-Sussex Kimyasal-Biyolojik Savaş Silah­
lanma ve Silahsızlandırma Programının eş-direktörü Harvard
profesörü Matthew Meselson şunları açıklıyor: "Savunulan
tez, bir savaşta daha az Amerikalının hayatını kaybetmesiydi,
çünkü düşman hemen yok edilecekti."
Ayrıca Foreign Policy’nin Şubat 2003 basımındaki bir ra­
por, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a Kürt milisleri ve
İran birlikleri ile ilgili uydu görüntüleri sağladığını söylüyor,
böylece İraklılar her ikisini daha etkili hedef alabileceklerdi.
Reagan’ın Saddam’la flörtünde rol alan önerirdi bir kişi, 11
Eylül’den sonra Irak konusunda en şahin kesilenlerden biriy­
di: Reagan’ın elçisi olarak Aralık 1983’te Saddam’la ve o za­
manın dışişleri bakanı olan Tarık A ziz’le 24 Mart 1984’te,
tam da BM ’nin Irak’ın İran birliklerine karşı zehirli gaz kul­
lanımıyla ilgili raporunu açıkladığı günde, buluşan Savunma
Bakanı Donald Rumsfeld.
Amerika’nın Saddam Hüseyin’e karşı yardımı ticari kredi­
lerden siyasi korunmaya kadar uzanıyordu. Saddam Mayıs
1987’de Irak’taki Kürt azınlığına karşı gaz kullanmaya başla­
dığında Amerika Birleşik Devletleri Irak’a zaten yılda 500
milyon dolar değerinde yardım sağlıyordu. Kimyasal silah
kullanımıyla ilgili kamuoyuna yapılan açıklamalara rağmen
Amerika Birleşik Devletleri rejime yardımını ikiye katladı.
Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, konunun BM Güvenlik
Konseyinde ele alınması çabalarını engelledi. Ama Saddam
Hüseyin’in güçleri Iraklı Kürtlere karşı ikinci kez zehirli gaz
kullandığında,, İran’la Eylül 1988’de yapılan ateşkesten son­
ra, vahşet Amerikan basını dahil yaygın biçimde yayınlandı.
Suçu kabul etmeye zorlanan Amerika Birleşik Devletleri, BM
yanıtının olayı doğrulamak için doğruları araştıran bir ekiple
sınırlanmasını talep etti.
Amerika Birleşik Devletleri'nden kimyasal silahlar, yalnız­
ca hedeflenenlere atılmakla kalmadı. 1991 Körfez Savaşı sı­
rasında en az bir olayda 100.00’den fazla Amerikan askeri,
ABD ordusu Khamasiyah’ta kimyasal silah tesislerini yanlış
bir biçimde havaya uçurduğunda Sarin sinir gazına maruz
kalmıştı. Bugün yüz binlerce Körfez Savaşı gazisi hasta -ta h ­
minler "Irak’ta savaşan askerlerin yarısı kadar" diye belirti­
yor- birçoğu Körfez Savaşı Sendromu olarak bilinen bir dizi
semptom gösteriyor. Ağustos 2003’te 100.000’den fazla Kör­
fez Savaşı gazisi adına "Saddam Hüseyin’in kitle imha silah­
larını hem İranlılara hem de kendi halkına karşı etkin olarak
kullandığını bilerek 1980’li yıllarda Irak ’a kimyasal silah
programında yardım etmekle suçlanan 11 şirket ve 33 ban-
ka"ya bir dava açıldığında Irak’ın şu anki işgalinden sonra
olaylar kamuoyunun dikkatine sunuldu.
Amerika Birleşik Devletleri ile Saddam Hüseyin arasında­
ki bu ittifak, Bağdat ve Tahran'daki Baas ve İslamcı rejimlere
bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Biri laik diğeri dinci
olmak üzere iki milliyetçilik biçimi olarak bölgede devlet
oluşturmanın daha başarılı denemelerini temsil ediyorlardı.
W ashington’un savaşta Bağdat’ı desteklemesi hangisini daha
büyük tehlike olarak gördüğünün işaretiydi. Ama Washing­
ton’un gerçek stratejik hedefi, her ikisini de ortadan kaldır­
maktı. Bunun ardındaki düşünceyi Kissinger utanmazca Irak-
İran Savaşı'nın ortasında seslendirmiştir, belki de zaten artık
görevde olmadığı için: "Birbirlerini öldürmelerini umuyoruz."
Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali, ittifakı sona erdirdi.
Hüseyin, Amerika Birleşik Devletleri ile ittifakın koşullarını
ihlal eden her rejimin ödemesi gereken bedele örnek oldu.
1991 Körfez Savaşı, aslında bir cezalandırmaydı. Bu savaş
Amerika Birleşik Devletleri’nin Laos’ta 1964’ten 1974’e ka­
dar süren uzun savaşta oluşturduğu askeri doktrini ilk kez
kullanmasıydı: "‘Kaçınılmaz zayiata’ önem vermeden kara
kuvvetlerinin yokluğunu tahmin edilmeyen yoğunlukta hava
bombardımanıyla karşılamak." Siyasi ön koşul, Laos’ta oldu­
ğu gibi kaçınılmaz zayiatın halka açıklanmamasıydı. Ardın­
dan "güneyin ormanlarında Ho Chi Minh yolunu" ve "kuzey­
deki Jars Ovasının yoğun nüfusa sahip alanlarını yakarken"
bombalama Amerika Birleşik Devletleri’ndeki savaş karşıtı
çevrelerde büyük bir endişe yarattı. Bir grup Cornell Üniver­
sitesi bilim adamı bombalamanın uluslararası kanunlara göre
orantılılık ilkesini -yani "verilen hasarla hedeflenen askeri
kazanç arasında makul bir orantının varolması" ilkesini- ihlal
ettiğine işaret etti. Bilim adamlarının raporunun girişinde Pu­
litzer Ödülü sahi.bi New York Times muhabiri Neil Sheehan
şu sonuca varıyor: "Hava savaşı, Amerikan hükümeti ve li­
derleri açısından büyük bir savaş suçu oluşturabilir." Orantılı-
lık ilkesi ya da sivil halk için sonuçları dikkate alınmayan işte
bu hava bombardımanı doktrinini Amerika Birleşik Devletle­
ri Irak’taki Körfez Savaşı’nda, sonra Kosova ve ardından Af­
ganistan’da uyguladı.
K örfez Savaşı az sınırlam ayla yapıldı ve süreç içinde
Amerika Birleşik Devletleri birçok savaş suçu işledi. Eski
başsavcı Ramsey Clark, yönetimi patlayıcılardan fakirleştiril­
miş uranyuma ve misket bombalarına kadar "uluslararası ka­
nunları ihlal ederek her türlü silahı" kullanm akla suçladı.
Irak’ın altyapısı kapsamlı olarak hedeflendiği için "kaçınıl­
maz zayiat" olarak açıklanıveren sivil kayıplar pek önemsen­
medi. Aynı zamanda Irak’ta bir Harvard ekibinin de koordi­
natörü olan Kanadalı doktor Eric Hoskins 1991 bombardıma­
nının "Irak’taki insan hayatının sürmesi için hayati olan her
şeyi -elektrik, su, kanalizasyon sistemi, ziraat, sanayi ve sağ­
lık hizm etleri- etkili biçimde yok ettiğini" bildirmiştir. New
York Tim es’in baş diplomasi muhabiri olan Thomas Fried­
man, Amerika Birleşik Devletleri için "en iyi dünyanın" bir
başka Saddam benzeri diktatörün, "Saddam Hüseyin’siz de­
mir yumruklu bir Irak cuntası" olacağını açıkça iddia etti.
Ama George H. W. Bush rejim değişikliğinin bölgede ne tür
sonuçlar doğuracağından emin olmadığı için Saddam Hüse­
yin’i değiştirmekte tereddüt ediyordu. Bush, çifte bir ikilemle
karşı karşıyaydı. Bir yanda, Saddam’ın düşürülmesinden en
çok yararlanacak olan İraklılar arasında en iyi örgütlenmiş
grup olarak Kürt azınlığı bulunuyordu, ama bu azınlığın he­
defi, ABD ’nin bölgedeki yakın bir müttefiki olan Türkiye’nin
bölümlerini de içerecek bir Kürt devletiydi. Diğer yandan,
İran’la dini ve kültürel bağları bulunan ve Amerika’nın İran’ı
yalıtma umutlarını kesinlikle yok edecek olan Irak’ın Şii nü­
fusunun hak talep etmesi olasılığı vardı. Bu yüzden Bush
Irak’a demokrasi benzeri bir şeyi bile sokmaktan korktu. Di­
ğer bir seçenek Irak’ı barış zamanında cezalandırmaya devam
etmekti, böylece rejimin kendi nüfusu dışında başkalarına
karşı etkin biçimde silahlanması engellenecekti.
Bu cezalandırıcı savaştan sonra bile Irak’ın, Kuveyt’te ol­
duğu gibi, bölge için işgal yapabilecek güçte ve dünya için
kitle imha silahları kullanabilecek güçte bir tehlike olduğu
düşüncesi sürdü. En kötü durum senaryosunda Irak’ın nükle­
er bir silah sahibi olmaya yakın olduğu söylendi. Bulletin of
A tom ic Scientists editörü, 2003 Irak Savaşı'ndan sonra
"[medya] önünde yapılan suçlamaların çoğunun son derece
gülünç olduğu ve daha da kötüsü medyanın da bu suçlamala­
ra samimi bir biçimde inanmayı bir vatandaşlık sınamasına
dönüştürmeye uğraştığı" yorumunda bulunmuştur. Bu kurgu­
lar, Irak’ın aynı zamanda denetlenip cezalandırılması gerekti­
ği savım destekliyordu. Bu denetlenip cezalandırma eylemi
Körfez Savaşı sona erdikten sonra bile süren aralıklı hava
bombardımanlarıyla Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere
tarafından uygulanmıştır. Irak’a karşı ikinci savaş 2003’te
başladığında Irak’m barış zamanlarındaki bombardımanı, Vi­
etnam’ın işgali ya da Laos’taki savaştan daha uzun sürmüştü
(1990’dan beri). Ekim 1998’de A BD ’li görevliler, Wall Stre­
et Journal’e yakında artık hedefin kalmayacağını söyledi:
"Son müştemilata kadar geldik." Bu, Monica Lewinsky skan-
dalıyla şaşkına dönmüş ve yalancı tanıklık ve adaletin engel­
lenmesi suçlamasıyla Temsilciler Meclisi'nde oylamayla kar­
şılaşmış bir Başkan Clinton’un Irak’ı yirmi dört saat bomba­
lamaya karar vermesinden iki ay önceydi. Yirmi dört saatlik
bombalama 16 Aralık 1998’de başlayıp 19 Aralık’ta sona er­
mişti. Görevin adı, aynı zamanda Alman Feldmareşali Erwin
Rommel’in de lakabı olan Çöl Tilkisi Operasyonuydu. ABD
hükümeti Amerikan ve İngiliz güçlerinin 650 den fazla vur­
ma ve vurma destekli sorti uçtuklarını, donanma gemilerin­
den ve denizaltılarından 325 füze ateşlediklerini ve ayrıca 90
füzenin ABD Hava Kuvvetleri B-52’ler tarafından ateşlendi­
ğini bildirmiştir..
Irak’m aralıklı bombalanması belirsiz ekonomik yaptırım­
larla koşut olarak gerçekleşiyordu. BM, 1945 beyannamesi­
nin parçası ve küresel düzeni korumanın bir yolu olarak eko­
nomik yaptırımlar benimsemiştir. O dönemden beri yaptırım­
lar, on ikisi Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri olmak üze­
re on dört kere kullanılm ıştır. Ama Irak II. Dünya Sava-
şı'ndan beri kapsamlı olarak yaptırım uygulanan ilk ülkedir,
yani aslında ihracatları ve ithalatlarının her yönü BM tarafın­
dan kontrol edilip ABD vetosuna tabiydi.
BM Güvenlik Konseyi 6 Ağustos 1990’da 661 sayılı ka­
rarda kapsamı çok yönlü ekonomik yaptırımlara karar ver­
miştir. Irak’tan bütün ihracatlar ve Irak’a bütün ithalatlar, tıb­
bi tedarikler ve, bazı durumlarda, gıdalar hariç yasaklanmıştı.
Aynı yıl 665 ve 679 sayılı kararlarla yaptırımları yürütmek
için deniz ve hava ablukaları uygulanmıştır. Yaptırımlar reji­
mi, aynı insani uyarılarla, 687 sayılı kararda (1991) yenilen­
mişti. 1991 ’deki bir dizi karar her altı ayda bir 1,6 milyar do­
lara kadar petrol ve petrol ürünlerinin satışına izin veriyordu
ama 986 sayılı karar (1995) gıda karşılığında petrol progra­
mını oluşturuncaya kadar uygulanmamıştı.
Yaptırımlar rejiminin açıklaması sürekli değişiyordu. İlk
önce Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamak için bir kaldıraç
anlamındaydı. Irak çekildiğinde açıklama, özellikle kimyasal
ve biyolojik kitle imha silahlan olmak üzere, Irak'ı silahsızlan­
dırma ihtiyacına yöneldi. Gerçek hedef egemenliğini tehdit et­
mekti. 1991’de BM kontrollü Irak petrol satışlarının insani
yardım malları satın almada kullanılması için bir öneri getiril­
diğinde Irak, önerinin egemenliğini baltalayacağını ve hükü­
meti dahili bir sivil yönetime indirgeyeceği gerekçesiyle karşı
çıktı. Yaptırımlar rejimi, İraklıların beklediğinden de uzun
sürdü. Eş zamanlı insani yardım krizi derinleştikçe Irak ve
BM sonunda gıda karşılığında petrol programında anlaştılar.
Bu rejim, düşük yoğunluklu çatışma tarihinde gerçekten
de yepyeni ve karanlık bir gelişmeye işaretti. İnsan hakları
seferi olarak gerçekleştirilen bu rejim, hukukun üstünlüğüne
göre karadan "BM İnsani Yardım Koordinatörleri"nin denet­
lediği "insani yardım malları" hükümleriyle verilen cezalan­
dırmayı yumuşattığını iddia ediyordu. Gerçekte, kurbanların
hedef olmadıkları tamamen ve duyarsızca bilerek ve hayatta
kalan nüfusu tam da hedeflediğini iddia ettiği rejimin merha­
metine bırakacak biçimde yaptırımların resmi ihracat-ithalat
ticaretini merkezileştirildiğini sinik bir biçimde kabul ederek
çoğu çocuk yüz binlerce insanın kitlesel katliamına yol açtı.
Bu yaptırımlar BM adına gerçekleştirilerek BM ’yi düşük yo­
ğunluklu çatışma için bir Amerikan vekiline dönüştürdü.
Yabancı kredilere ya da yabancı yatırımlara -v e yabancı
dövize erişmesine- izin verilmediği için program şu şekilde
işliyordu: Irak’a altı ayda belli bir miktar petrol satma izni
verildi (başlangıçta net 1,2 milyar dolar, daha sonra net 3 mil­
yar dolar). Gelirler doğrudan BM hesabına giriyordu. Ameri­
ka B irleşik D ev letleri ve İn g iltere, bunun üçte b irinin
(1 9 9 6 ’dan 2 0 0 0 ’e kadar yüzde 30, daha sonra yüzde 25’inin)
Irak’ın Kuveyt’i işgali nedeniyle sözde uğradıkları kayıplar
için dışarıda olanlara ödenmek üzere bir tazminat fonuna ak­
tarılmasını istediler. Bir başka yüzde 10 Irak’taki BM operas­
yon harcamalarının ödenmesine gidiyordu. Kalanı, yaptırım­
lar komitesinin onayladığı gıda ve temel ilaçlar yüklenicileri
ve tedarikçilerine finansman dağıtan BM denetçisi tarafından
kontrol ediliyordu. Ama BM İnsan Hakları Tanıtma ve Koru­
ma Alt Komisyonu için hazırlanan bir çalışma raporunun be­
lirttiği gibi "Satıştan elde edilen gelirlerin yalnızca yarısı in­
sani yardım malzemesi alımıyla sonuçlandı; kalanın çoğunlu­
ğu onarımlara ve idari yardımlara harcandı." Son olarak yap­
tırımlar rejimi, orta ve güney bölümlerine göre Irak’ın kuzey
Kürt bölümüne öncelikli davrandı - hem sağlanan fonlar hem
de yerel yönetimine sağlanan özerklik derecesi açısından.
Yaptırımlar rejimi dönemi sırasında üç kuzey vilayetteki ço­
cuk ölüm oranı azalırken orta ve güney Irak’taki on beş vila­
yette arttı.
Kapsamlı yaptırımların etkisi ölümcüldü. Irak’ın fiziksel
altyapısını hedefleyip yok eden bir savaşın hemen ardından
uygulandıkları için tam bir sosyal ve demografik felaket ya­
şandı. Gene de insani bunalımın kamuoyu bilgisine ulaşması
zaman aldı. Bunun bir nedeni Irak’taki insan haklan raportö­
rünün Irak hükümetinin insan hakları ihlallerini tanımlamakla
sınırlanmış olmasıydı; raportörün, yaptırımların neden olduğu
insan hakları ihlallerine bakması anlaşmayla yasaklanmıştı.
Aynı zamanda gıda karşılığında petrol programı bir değerlen­
dirme unsuruna sahip değildi ve bu nedenle koşullar kötüle­
şirse yanıt vermeyi sağlayacak tetikleme düzeneğinden yok­
sundu. İnsani bunalım ın boyutları öğrenildikçe G üvenlik
Konseyinin daimi olmayan iki üyesi Kanada ve Brezilya,
1998’de Irak’taki insani koşulları değerlendirmeye zorlayan
bir kararı BM ’e kabul ettirdiler. Sonuç, ilk kez yaptırımlar re­
jiminin oluşturduğu insani trajedi hakkında kapsamlı ve gü­
venilir kanıtları gün ışığına çıkaran 1999 UNICEF demogra­
fik araştırmasıydı.
1999’dan önce iki tür çalışma yapılmıştı: On beş yıl bo­
yunca Iraklı çocukların beslenme durumları hakkında hazırla­
nan kırk üç çalışma ve 1993’te Irak Sağlık Bakanlığı tarafın­
dan derlenen hastanede ölüm sayısı hakkındaki veriler. Bu
çalışmalar ve iddialar, Columbia Üniversitesi uluslararası kli­
nik bakım profesörü ve Amerikan Kamu Sağlığı Birliği nin
insan hakları komitesi başkanı Richard Garfield tarafından
değerlendirildi. Garfield, Irak bakanlığının istatistiklerini pek
güvenilir bulmamıştı, çünkü çoğu ölüm hastaneye bildirilmi­
yordu ve hastanedeki bütün ölümler yaptırımlara atfedilemez­
di. Bağımsız çalışmalar söz konusu olduğunda, güvenilir ol­
salar da bunların çok yerel bir odaklanmaya sahip olduklarını
bulgulamıştı. Ama Garfield, 1999 UNICEF araştırmasının
"Irak için 1991’den bu yana ilk güvenilir ölüm tahminlerini
sağladığını" kabul etti.
UNICEF verileri, orta ve güney Irak’taki on beş vilayette
beş yaşın altındaki çocuklar arasında, 1984-89 arasında bin
ölümde 56’dan 1995-99 arasında 1000’de 131’e" yükselerek
"ölüm oranının iki kattan fazla arttığını” gösteriyordu. Sonuç,
1989 yaptırımlar öncesi oranıyla karşılaştırıldığında her ay
tahmini beş bin "fazladan çocuk ölümü"ydü. 2000 yılı yaz
aylarında Garfield, "beş yaşın altındaki çocuklar arasında
‘fazla ölüm’le ilgili bir tahmin olarak" 300.000 rakamını ver­
di. Daha da kötüsü, hayatta olanlar açısından, genç çocukların
yüzde 22’sinden fazlası kronik olarak kötü beslenmişti.
Bu kitle katliamı çağında bile bu rakamların ağırlığı dikka­
timizden kaçmamalıdır. "Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
Büyük Bunalım gibi aşırı ekonomik düşüşlerde bile ölüm ora­
nında artış olmadığını" belirten Garfield, Irak felaketinin ağır­
lığını "son iki yüzyılda 2 milyondan daha fazla nüfusa sahip
istikrarlı bir halkta ölüm sayısında sürekli bir artışla ilgili tek
vaka” olarak vurguladı. Ölümün kol gezdiği bu yerde hayat
rezaletti: BM Kalkınma Programı (UNDP) Irak’ın İnsani Ge­
lişme Endeksindeki sıralaması 1990’da 130 arasından 55’ten
2000’de 150 arasından 126’ya düşmüştür.* 2000’de hem BM
hem de insan haklan topluluğunda yaptırımlarla doğrudan
bağlantılı fazladan çocuk ölümleri hakkında bir uzlaşma sağ­
lanmıştı: BM İnsan Hakları Tanıtma ve Koruma Alt Komisyo­
nu için hazırlanan Haziran 2000 raporu, "doğrudan yaptırımla­
ra atfedilebilecek" toplam ölümlerin "ölümlerin çoğunluğunun
çocuklann olduğu yarım milyon ilâ bir buçuk milyon arasın­
da" olduğunu kabul etmiştir. Asgari tahmin bile ABD atom
bombası saldırılarında öldürülen Japonların üç katıydı.

* 1 9 9 0 E n d ek si, düşükten y ü k seğ e ve 2 0 0 0 E ndeksi y ü k sek ten düşüğe


d e rlen m iştir. B ö y le c e Irak 1 9 9 0 ’da 1 3 0 arasın d an 7 6 . sır a d a y d ı ve
2 0 0 0 ’de olduğu gibi Endeks yüksekten düşüğe derlenm iş olsaydı 55. sıra­
da olacaktı.
Y aptırım lar rejim inin ahlaki olarak savunulam azlığı,
1996’da 60 Minutes adlı televizyon programında Lesley Stahl
tarafından BM ’de ABD elçisi olan Madeleine Albright’a Sad-
dam’ı "tecrit" etmenin bedeli hakkında bir soru sorulduğunda
anlaşılmıştır: 'Yarım milyon çocuğun öldüğünü duyduk. Ya­
ni, bu Hiroşima’da ölenlerden fazladır. Peki buna değdi mi?"
Madeleine Albright şöyle yanıt verdi: "Sanırım bu zor bir
seçim, ama buna değdiğine inanıyoruz."
Nasıl ve kim böylesi bir ölüm sayısını bunca süre haklı çı­
kartabilirdi? Bu soru, uluslararası ilişkiler etiğini inceleyen
Fairfield Ü niversitesinde felsefe profesörü olan Joy Gor-
don’un araştırm asının konusuydu. H a r p e r ’s M a g a z in e ’de
"ekonomik yaptırımları kitle imha silahı olarak" inceleyen
kapak öyküsünde araştırma deneyimini ve bulgularını betim­
ledi.
Basit gerçek Amerika Birleşik D evletleri’nin Güvenlik
Konseyi 661 Sayılı Komitedeki, "genel olarak yaptırımları
yürütmekten ve insani muafiyetler vermekten sorumlu" or­
gandaki vetosunu ülkeye giren insani yardım malzemelerini
en aza indirgemek için sürekli olarak kullanmasıdır. Veto için
bir neden öne sürülmesi gerekmiyordu, ama neden olarak ço­
ğu kez söz konusu malların -elektrik, telefon hizmetleri, taşı­
m acılık, hatta tem iz su sağlam ak için gerekli o lan ların -
Irak’ın askeri yeteneklerini geliştirmek için kullanılabileceği­
ni iddia ederek bunlarla ilgili sivil ya da askeri olarak ikili
kullanımı konusundaki endişesini öne sürmüştür.
Gordon, Eylül 2001 itibariyle Amerika Birleşik Devletle­
ri’nin "silah denetimlerinden sorumlu BM ’nin kendi ajansının
itiraz etmediği kontratlar" dahil "neredeyse 200 insani kontra­
tı" engellediğini bulmuştur. Bunlar arasında en bilinenler, ço­
ğu fazladan çocuk ölümlerinin "kirlenmiş suyun doğrudan ya
da dolaylı sonucu" olarak meydana gelmesine dayanarak, ha­
sar görmüş su ve sıhhi sistemlerin tamiri için gerekli olanlar­
dı. Gene de ABD görevlileri, "kimyasal silahları depolamak
için kullanılabilecekleri gerekçesiyle" su tankerleriyle ilgili
kontradan engellediler. Eylül 2001’de "neredeyse bir milyar
dolar değerinde tıbbi cihaz kontratları -k i bunlar için isteni­
len bütün bilgiler sağlanmıştır- hâlâ beklemede tutuluyordu."
Amerika Birleşik Devletleri, BM prosedürünün izin verdi­
ği gerekçesiyle BM gözlemcilerinin onayladıkları kontratları
bile engelleyebildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin vetosunu
haklı çıkarırken zorlandığı tek olay, Amerikan basınındaki
yayınlar nedeniyle vetosunu gerekçelendirmeye zorlanmasıy-
dı; Mart 2001’de Washington Post ve Reuters , Amerika Bir­
leşik Devletleri’nin 2,80 milyar dolar tutarında "çocuk hepati-
tisi, tetanos ve difteri tedavisi için aşılarla birlikte inkübatör-
ler ve kardiyak ekipmanlar dahil tıbbi cihazları" beklemeye
aldığını bildirdiğinde olduğu gibi. W ashington’un gerekçesi,
"çok zayıflatılmış olsalar bile aşıların canlı kültürler içerme­
si" ve Irak hükümetinin, "büyük olasılıkla bunların özünü çı­
karıp sonunda virütik öldürücü bir soy yetiştirebileceği"ydi.
Veto, "bu tür bir ustalığın düpedüz olanaksız olduğu" konu­
sunda Avrupalı biyolojik savaş uzmanlarının tanıklıklarına ve
"sahne arkasında BM ’den ve Güvenlik Konseyi üyelerinden
baskıya" rağmen sürdü. Yalnızca olumsuz yayınlarla karşılaş­
tığında Amerika Birleşik Devletleri bu özel durumda vetoyu
kaldırdığını aniden açıkladı.
Sahadaki BM yöneticileri ithalatların ikili kullanımına kar­
şı korunmak için saldırgan bir izleme sistemi geliştirdiklerini
iddia ettiler. 1999’da yapılan bir röportajda Bağdat’taki BM
insani yardım koordinatörü Hans Von Sponeck şuna işaret et­
ti: "Bu ülkeye gelen her gaz silindirini kontrol etmemiz gere­
kiyor. Elimizde bir sayı var ve 2765 sayılı gaz silindirinin bu­
rada ve diğerinin de şurada olduğunu kesin olarak görmeliyiz.
Bu kadar ayrıntıyla uğraşabiliyorsanız, bu işlemi modern tek­
nolojiyle nasıl etkileşimde bulunulacağını öğrenmek zorunda
olan lise ya da üniversite öğrencileri için gerekli olan bilgisa­
yarlarla da yapabilirsiniz kuşkusuz."
Ne savunabildikleri ne de etkileyebildikleri bir politika
için sorumluluk almaya zorlanan BM ’nin Irak politikasını uy­
gulamaktan sorumlu olanlar, ardı ardına istifa etmeyi seçtiler.
İlk istifa on üç ay boyunca Irak’ta yardımcı genel sekreter ve
insani yardım koordinatörü olan İrlandalı Deniş Halliday ta­
rafından verildi. Eylül 1998’de şu açıklamayı yaparak istifa
etti: "Bütün bir toplumu yok etme sürecindeyiz. Bu kadar ba­
sit ve korkunç işte. Bu yasadışı ve ahlaksız bir eylem." Bir
BM görevlisi Ajans France-Presse’e Mart 2000’e kadar insa­
ni yardım koordinatörü olarak görev yapan Halliday’in ardılı
Hans Von Sponeck’in "yaptırımların vurduğu Irak’a yumuşak
davrandığı konusundaki ABD suçlam alarıyla kaçırıldığı"
açıklamasında bulundu. İstifayı Von Sponeck’in bir CNN rö­
portajında BM programının Irak’ın 22 milyonluk halkı için
"asgari gereksinimleri" bile karşılayamadığı uyarısı izledi:
"Bütün bu konularda tümüyle masum olan sivil halk asla yap­
madıkları bir şey için bu tür bir cezalandırmaya daha ne ka­
dar maruz kalacaktır? Bir BM görevlisi olarak sona ermesi
gereken gerçek bir insani trajedi olarak gördüğüm bir şey
hakkında sessiz kalmam beklenm em elidir." İki gün sonra
Irak’taki Dünya Gıda Programının başı olan Jutta Burghardt
da şunları söyleyerek istifa etti: "Sayın Von Sponeck'in söyle­
diklerini tümüyle destekliyorum."
BM ’nin Irak’taki insan kıyımının ölçeğine rağmen yaptı­
rımlar rejimini (the sactions regime) değiştirmeyi reddedişi
hakkında kamuoyu bilgilendikçe insan hakları topluluğundaki
öfke o denli büyüdü. İnsan Hakları İzleme yaptırımlarla ilgili
"(Irak’a karşı) kapsamlı ekonomik yaptırımların sürmesi ço­
cukların ve genel olarak sivil halkın temel haklarını baltala­
maktadır" diye yazmıştır ve BM Güvenlik Konseyi'ni "yaptı­
rımların önemli ölçüde ülkede sürekli yaşamı tehdit eden ko­
şullara katkıda bulunduklarını kabul etmeye" çağırmıştır. Sa-
ve the Children (Çocukları Kurtarın) örgütü (İngiltere) eko­
nomik yaptırımları "Irak’ın çocuklarına karşı sessiz bir savaş"
olarak betimledi.
Yaptırımlarla ilgili akıl yürütmenin yıllar geçtikçe değişti­
ğini gördük: Daha sonra, özellikle de kimyasal ve biyolojik
silahlar yüzünden, Irak’ı silahsızlanmaya zorlamak için ge­
rekli oldukları söylenmiştir. Irak, Körfez Savaşı'yla sona eren
ABD ile askeri işbirliği dönemi boyunca kitle imha silahla­
rıyla donatılmıştı. Bunu bir silahsızlanma dönemi ve bu silah­
sızlanmanın ne kadar etkili olduğu tartışması izledi. Bu soru­
ya yanıt vermeye yardım edecek ve ellerinde somut gerçekler
bulunanlar silah denetçileriydi. 1991’den 1998’e kadar baş si­
lah denetçisi olan donanma istihbarat subayı Scott Ritter,
Saddam Hüseyin rejiminin, bırakın yakın bir tehdit olmasını,
artık önemli bir tehdit olduğundan bile en çok kuşku duyan
kişiydi. Ritter ABD hükümetinin 1992’den başlamak üzere
denetim ekibine dokuz Amerikan istihbarat memuru yerleşti­
rerek görevini sabote etmesini protesto etmek amacıyla istifa
etti. Ritter 17 Temmuz 2002’de C N N ’e şunları söyledi:

Aralık 1998 itibariyle Irak’ın kitle imha silahları kapa­


sitesinin yüzde 90-95’ini tespit etmiştik. Bütün fabrika­
ları, bütün üretim araçlarını yok ettik ve bazı silahları
bulamadık, ama kimyasal silahların raf ömrü beş yıldır.
Biyolojik silahların raf Ömrü üç yıldır. Bugün bu silah­
lara sahip olmaları için 1998’den itibaren fabrikaları
yeniden inşa edip bu silahları üretme sürecini başlatmış
olmaları gerekirdi.

Görüşüne göre bu uzak bir olasılıktı, çünkü "Irak'ın kitle


imha silahlarına sahip olduğu ya da kitle imha silahları edin­
meye çalıştığı iddiaları kanıtlanamamıştır." Baş silah denetçi­
lerinin sonuncusu Haşan Blix Irak’ın kitle imha silahlarına
sahip olduğu konusunda kanıt olmadığım da doğrulamıştır.
Irak 1991 ilâ 1994 arasında ya tek taraflı ya da denetçilerle
birlikte bütün yasak silahlarını yok ettiğini iddia ediyor. De­
netçiler tek taraflı imhanın büyük ölçüde gerçekleştiğini doğ­
rulayabildiler ama yok edilen miktarı belirleyemediler. Bu
nedenle malzemeyi "ne yok edildiği doğrulanmıştır ne de hâ­
lâ varolduğuna inanılmaktadır" ibaresiyle kaydettiler; bu be­
lirsizliği de Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere gizli
"stokların" varolduğunu iddia etmek için fırsat olarak değer­
lendirdiler.

Doğrusunu söylemek gerekirse 1991 Körfez Savaşı'ndan


başlamak üzere kitle imha silahlarını kullanmaya serbestçe
başvuran Saddam Hüseyin rejimi değil, sonraki ABD yöne­
timleriydi. Profesör Joy Gordon’un Körfez Savaşı'ndan son­
raki ekonomik yaptırımları "kitle imha silahı olarak" betimle­
diğini gördük, Irak işgali sırasında Amerika Birleşik Devlet­
leri en az iki tanesini daha kullandı: Vietnam savaşı sırasında
napalm markasıyla bilinen, bugünse Mark-77 yangın bomba­
ları olarak adlandırılan, yangın bombalarının güncellenmiş
bir versiyonu ve fakirleştirilmiş uranyum. Mark-77 yangın
bombalan, savaşın başlangıcında Irak-Kuveyt sınırı yakınla­
rında Irak birlikleri üzerine atılm ıştı. N apalm kullanım ı
1980’de Birleşmiş Milletler tarafından yasaklanmasına rağ­
men Amerika Birleşik Devletleri asla sözleşmeyi imzalamadı.
Amerika Birleşik Devletleri çeşitli nedenlerle Mark-77 yan­
gın bombalarının kullanımını yasal görüyor. Başlangıç olarak
artık napalm m arkasıyla tanım lanm ıyorlar. A ncak İkinci
Dünya Savaşı sırasında ilk kez geliştirilen ve Japon şehirleri
üzerinde kullanılan bu yangın bombalarının son neslinin na­
palmdan çok daha fazla insan hayatını yok ettiği kabul edil­
miştir. Mark-77 yangın bombaları devasa ateş topları halinde
patlıyorlar. "Yangın bombaları tedavi edilemeyen yanıklara
neden olurlar," diye açıklıyor Robert Musil, kitle imha silah­
larının kullanımına karşı çıkan W ashington’da yerleşik bir
grup olan Sosyal Sorumluluk Doktorları direktörü. Penta-
gon’un napalm ve Mark-77 yangın bombaları arasındaki ayrı­
mını "oldukça utanmazca" ve "açıkça Orwellvari" olarak be­
timliyor. Pentagon’un yanıtını Donanma'dan Albay Mike Da­
ily verdi: Mark-77’nin insanlar üzerinde "benzer yıkıcı" etki­
lere sahip olduğunu kabul etmesine rağmen "çevre üzerinde
önemli ölçüde daha az bir etkiye" sahip olduğunu vurguladı.
Fakirleştirilmiş uranyum (DU) doğal uranyum "zenginleş-
tirildikten" sonra kalan radyoaktif ve yüksek derecede zehirli
atık üründür. Yangın bombaları gibi uranyumun cephanede
ilk kullanımı İkinci Dünya Savaşı'nda gerçekleşti: Naziler bu­
na öncülük etti. İki Körfez savaşında ABD, bunu zırh levha­
ları, tank savar deliciler ve füzeler gibi çeşitli cephanelerde
kullandı. Yalnızca ekonomik endişelerin, DU kullanımına en­
gel teşkil etmesi mümkün değildir. D U ’nun askeri kullanımı­
nın hemen yasaklanması için Avrupa Parlamentosu nda tanık­
lık eden Uluslararası Fakirleştirilmiş Uranyum Çalışma Eki-
bi’nden Damacio Lopez’e göre: "Irak’ta 1991 Körfez Sava-
şı'ndan bu yana 1,5 milyondan fazla asker ve sivil doğal ne­
denlerle ölmüştür; bunların üçte biri beş yaşın altındaki ço­
cuklardır. Lösemi, kanser, doğum anomalileri ve nadir hasta­
lıklar bu ülkede endişe verici bir oranda artmıştır. Iraklı bilim
adamlarının yaptığı çalışmalarda, U-238 ve ürünleri için çe­
şitli şehir şebekelerinin içme suyu ve Dicle nehrinde uluslara­
rası standartların izin verdiğinden daha yüksek seviyeler bu­
lunmuştur. Güney Irak’ta sebze, balık ve ette de radyasyon
kirlenmesi izleri bulunuyor." DU (doğal uranyum) gıda zinci­
rine girdiği ve suyu kirlettiği için ve "dört buçuk milyar yıllık
bir yarı ömre" sahip olduğu söylendiği için, temizlenmezse
"sonsuza dek kirlenmiş alanlarda her türlü hayat biçimine za­
rar vermeyi sürdürecektir." Uranyumun solunduğunda akci­
ğer kanseri ve sindirildiğinde kemik kanseri, lösemi ve gene­
tik hasarların sıklığını artırdığı bilindiği için sonuçları felaket
olacaktır - yalnızca Amerikan iktidarı aracılığıyla "demokra­
sinin" söz verildiği İraklılar, Kuveytliler ve Afganlılar için
değil, uzak savaş meydanlarında insani misyonların peşindeki
üniformaları giymeye zorlanan Amerika’nın oğullan ve kız­
ları için de. Yangın bombalarında olduğu gibi DU içeren si­
lahların kullanımı da insani hukuku ihlal ediyor. 1996 yılında
bir tavsiye görüşünde Uluslararası Adalet Mahkemesi "dev­
letlerin sivil ve askeri hedefler arasında ayrım yapamayan si­
lahları asla kullanmamaları gerektiğini" bildirdi. Dört Cenev­
re Sözleşmesinin 1 Sayılı Ek Protokolünün 51, 52 ve 85 sayı­
lı maddelerine göre kasıtlı öldürme ağır bir ihlaldir - bir sa­
vaş suçudur.
Propaganda, modern zamanlardaki savaşın bir parçası ol­
muştur. A m erika’nın Irak’la savaşının, Körfez Savaşı'ndan
2003 yılında Irak’ın işgaline kadar geçmişi, propagandanın
bilinen olguların çarpıtılması ve abartılmasından kasıtlı ya­
lanların uydurulmasına kadar uzanarak artırılmasına tanık ol­
du. Körfez Savaşı lehinde oy vermeleri için Kongre üyelerini
ikna etmede belirleyici olan, Kuveytli bir "hemşire"nin Iraklı
askerlerin bir Kuveyt hastanesinin kadın doğum bölümünü
yağmalayıp bebekleri öldürdüklerini iddia ettiği açıklaması
oldu. Daha sonra "hemşire"nin aslında W ashington’daki Ku­
veyt elçisinin kızı olduğu ve anlattıklarının savaş için işe alı­
nan bir basın danışmanlık şirketi Rendon Group için çalışan
ve Ronald Reagan’ın eski bir basın danışmanı olan Michael
K. Deaver tarafından uydurulduğu anlaşıldı. Körfez Savaşı sı­
rasında, Irak ordusunun dünyanın en güçlü dördüncü ordusu
olduğu ve bu nedenle de -bölgede ve bölgenin dışındaki- ba­
rışa gerçek bir tehdit oluşturduğu iddia edildi. 22 Şubat
2002’de N ew York Times, Pentagon’un, Donald Rumsfeld ve
Savunma Müsteşarı Douglas Feith'in emirleri üzerine ABD
çıkarlarına hizmet edecek yalan haberler yaratma talimatıyla
Stratejik Etkileme Bürosunu (OSI) yarattığını ortaya çıkardı.
Bir hava kuvvetleri generali, Simon Worden, tarafından koor­
dine edilen OSI özellikle yabancı medyaya karşı kasıtlı yanıl­
tıcı bilgi vermeye yetkiliydi. Etkinlikleri Rendon Grubuyla
aylık 100.000 dolar değerindeki bir sözleşmeyi içeriyordu.
OSI bu açıklamalardan sonra resmi olarak feshedildi ama
sonraki gelişmeler -özellikle de Er Jessica Lynch’ın "kurta­
rılm ası"- bunun gerçekten de doğru olup olmadığı ya da tali­
matın bir başka ajans tarafından üstlenilip üstlenilmediği so­
rularını ortaya attı.
Artık çok iyi bilinen Jessica Lynch’in "kurtarılması", Ni­
san 2003’te ABD medyasına dağıtıldı. Resmi kayıtlara göre
13 M art’ta pusuya düşmüştü, cephanesi bitinceye kadar İrak­
lılara ateş etmişti, sonra bir kurşunla vurulmuştu, süngülendi-
ği, bağlandığı ve sözde Iraklı bir subay tarafından dövüldüğü
N azariye’deki bir hastaneye götürülmüştü. Bir hafta sonra
hastaneye saldıran, m uhafızların direnişini kıran, Jessica
Lynch’i helikopterle Kuveyt’e götüren ABD Özel Kuvvetleri
tarafından kurtarıldı. A ynı akşam B aşkan Bush Jessica
Lynch’in kurtarılışını Beyaz Saray’daki bir konuşmayla ulusa
bildirdi. Sekiz gün sonra Pentagon medyaya kurtarılışla ilgili,
en iyi Hollywood aksiyon filmleri standardıyla kolayca eşle­
şebilecek bir video sundu.
Savaş sona erdiğinde - N e w York Times, Toronto Star, El
P ais ve BBC de dahil olmak üzere- muhabirler gerçeği öğ­
renmek için Nazariye'ye gitti. Görüştükleri Iraklı doktorlar
Lynch’in yaralarının, (kırık bir kol, bacak ve çıkmış bir ayak
bileği) kurşunlarla değil, içinde bulunduğu kamyondaki bir
kazadan kaynaklandığını bildirdiler. Kendisini daha sonra
muayene eden Amerikalı doktorlar da bu gerçeği doğruladı­
lar. Kötü muamele bir yana Iraklı doktorlar ona büyük bir
özen göstermişlerdi. "Çok kan kaybetmişti," diye açıklıyordu
Dr. Saad Abdul Razak, "ve ona kan nakletmek zorunda kal­
dık. Şans eseri ailemin üyeleri aynı kan grubuna sahipti: 0 po­
zitif. Y eterince kan bulabildik. B uraya geldiğinde nabzı
140’tı. Sanırım hayatını kurtardık." Büyük bir riskle doktorlar
Irak ordusunun geri çekildiğini ve Lynch’in taburcu edilebile­
ceğini bildirm ek için ABD ordusuyla temas kurmuşlardı.
Özel Kuvvetler gelmeden iki gün önce doktorlar, Lynch’i
am bulansla ABD cephesine yakın bir yere götürmüşlerdi.
Ama ABD askerleri ateş açarak onu neredeyse öldürecekler­
di. Özel Kuvvetler şafak öncesi saldırı özel ekipmanıyla do­
natılmış olarak ulaştıklarında Hastane personeli şaşkına dön­
müştü. Dr. Amnar Uday BBC'den John Kampfner'e şunları
söylüyordu: "Sanki bir Hollyvvood filmi gibiydi. Iraklı asker­
ler yoktu, ama Amerikan Özel Kuvvetleri silahlannı kullanı­
yorlardı. Rasgele ateş ettiler ve patlamalar duyduk. ‘İleri! İle­
ri! İleri!’ diye bağırıyorlardı. Hastaneye saldırı bir tür göste­
riydi ya da Sylvester Stallone’lu bir aksiyon filmi." Kara Şa­
hin Düştü filminde çalışmış, yönetmen Ridley Scott’un eski
bir asistanı "kurtarışı" gece görüşlü bir kamerayla filme çek­
mişti. Los Angeles Times'fdn Robert Scheer görüntülerin Ka-
tar’daki ABD Merkezi Komutanlığına redaksiyona, ardından
Pentagon tarafından kontrole gönderildiğini ve sonra da bü­
tün dünyaya dağıtıldığım bildirdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Jessica Lynch’in kurtarıl­
ması Irak’taki 2003 çatışmasının en kahramanca anını temsil
eder hale geldi. Gene de kurtuluşunun öyküsü, Irak'a savaş
açmak için verilen iki ana neden gibi yalandır: Yani Saddam
Hüseyin’in kitle imha silahları bulundurduğu (WMD) ya da
Irak rejimiyle el-Kaide arasındaki bağlantılar gibi. "Kitle im­
ha silahları" düşüncesi, cephaneliğinin derin bir korku yarat­
ması gereken "şer" bir rejim düşüncesiyle birlikte korku sal­
mak için bulundu. Irak işgalini haklı çıkaran istihbaratın kali­
tesi hakkındaki tartışmanın özünde Bush yönetiminin yarattı­
ğı özel amaçlı gizli bir örgüt bulunuyor: Pentagon merkezli
Özel Planlar Bürosu (OSP). OSP, The New Yorker’de eski
bir araştırmacı gazeteci olan Seymour M. Hersh’in bir dizisi­
nin konusuydu. Hersh’e göre OSP savunma bakanı yardımcı­
sı Paul Wolfowitz tarafından yaratıldı, Savunma Müsteşarı
William Luti tarafından denetlendi ve Adam Shulsky tarafın­
dan y ö n e tild i. 11 E y lü l’den so n rak i g ü n lerd e ku ru lan
O SP’nin görevi -C IA ve Pentagon’un DIA’sı dahil- istihba­
rat servislerinden alman verileri analiz etmek ve Beyaz Sa­
ray’a iletilmek üzere özetler üretmekti. Ama bir Pentagon da­
nışmanı H ersh’e OSP’nin "Wolfowitz ve patronu Savunma
Bakanı Donald Rumsfeld’in doğru olduğuna inandıkları -y a ­
ni Saddam Hüseyin’in el-Kaide ile yakın bağları ve Irak’m
bölgeyi ve, potansiyel olarak da Amerika Birleşik Devletle-
ri’ni tehdit eden kimyasal, biyolojik ve olasılıkla nükleer si­
lahlardan oluşan devasa bir cephaneliğe sahip olduğu- ile il­
gili kanıtlar bulmak için yaratıldığını" söyledi. Bu iddiayı ya­
pabilmek için OSP, Wolfowitz ve Perle’ün "birkaç yıl geriye
uzanan... kişisel bir bağlarının" bulunduğu Ahıned Çelebi’nin
yönettiği, bir şemsiye Iraklı sürgün grubunun seçtiği kaçakla­
ra yöneldi. OSP’deki küçük analistler grubu mevcut bilgileri
düzenlemenin ötesine geçip yeni bilgiler yaratmaya başladık­
larında mevcut istihbarat toplayan örgütlerini gölgede bıraktı­
lar. D IA ’deki eski O rta A sya istibaratı şefi W. Patrick
Hersh’e şunları anlattı: "D.I.A. sindirildi ve bir kağıt hamuru­
na dönüştürüldü. C.I.A.’de de cesaret yok." Bir yıl içinde, di­
ye sonuca varıyordu Hersh, OSP "Amerikan istihbarat toplu­
luğunda önemli bir yönelim değişikliğine neden olmuş" ve
"Irak’a yönelik kamuoyu ve Amerikan politikasını biçimlen­
dirmeye yardım etmişti" - bu konuda Hersh Amerikalıların
yüzde 72’sinin Saddam Hüseyin’in şahsen 11 Eylül saldırıla-
rina karışmasının mümkün olduğuna inandığını gösteren Şu­
bat 2003 anketini belirtmişti.
O SP’nin ana savları "ABD istihbaratının Saddam Hüse­
yin’in Irak rejiminin saldırılara dahil olduğunu ya da el-Ka-
ide’yi desteklediğini gösteren kanıtının olmadığı" sonucuna
varan, 11 Eylül intihar saldırılarıyla ilgili ortak kongre soruş­
turması tarafından doğrudan yalanlandı. Raporu hazırlayan
kongre komitesinin bir üyesi Georgia senatörü Max Cleland
sadede geldi: "Yönetim Amerikan halkının ödünü koparıp sa­
vaşı gerekçelendirmek için bu bağlantıyı kabul ettirdi. Burada
gördükleriniz istihbaratın siyasi amaçlar için kullanılmasıdır."
Beyaz Saray İstihbarat Komitesinde Demokrat sıralarında ve
Irak savaşı lehinde oy kullanan KaliforniyalI ıhm h temsilci
Jane Herman 17 M art’ta yaptığı gibi B ush’un "bu ve diğer
hükümetlerin topladıkları istihbarat Irak rejiminin günümüz­
de tasarlanmış en ölümcül silahlara sahip olmayı ve gizleme­
yi sürdürdüğü konusunda kuşku bırakmıyor" açıklamasını
yapmaya hakkı olmadığını söyledi. Temsilci Herman gelece­
ğe yönelik şu sonuçları belirtti: "ABD istihbaratında hatalar
olduğu açık. WMD istihbarat topluluğunun bulunabilecekle­
rini düşündüğü yerde değildi. Kimyasal silahlar, istihbarat
topluluğunun kullanılabilecekleri kararma rağmen savaşta
kullanılmadı. Bu yönetimi bu konular aydınlığa kavuşuncaya
kadar İran, Kuzey Kore ya da Suriye'de askeri bir hareket,
özellikle önleyici bir hareket düşünmemelerini şiddetle öneri­
yorum." Senatör Cleland, yönetimi savaşın itici gücünü koru­
mak için raporun yayınlanmasını kasten geciktirmekle suçla­
dı: "Bu raporun bu kadar uzun süre geciktirilmesinin nedeni -
başta kasten karşı çıkılarak, ardından hazırlandıktan sonra sü­
rüncemede bırakılarak - yönetimin Irak’taki savaşı başlatıp
bitirmek istemesiydi. Olması gerektiği gibi Ocak’ta yayınlan­
saydı bu rapor yönetimin işine gelmeyecek bu konuları Irak
savaşından önce bilmiş olacaktık."
Savaş sırasında ne kitle imha silahı depoları ne de kullanı­
mıyla ilgili bir kanıt ortaya çıkarılabildi. Bunun anlamı da re­
jimin ya bu tür silahlara sahip olmadığı ya da, sahip olsa bile,
kesin yenilgi karşısında bile bunları kullanmayacak kadar so­
rumlu olmasıydı. Hangi gerçeğin işgalciler için daha kötü
olacağını merak ediyor insan. Savaştan sonra yönetim, bin
dört yüz kişilik bir denetim ekibiyle, General Dayton komuta­
sında Irak İnceleme Grubunu oluşturdu, ama bu grup da
WMD stokları hakkında bir kanıt bulamadı. Belki de bu ola­
sılığı düşünen Wolfowitz, savaştan hemen sonra Vanity Fair
dergisiyle yaptığı bir görüşmede Amerika Birleşik Devletle-
ri’nin Irak’ı işgal etmek için başlıca gerekçe olarak sözde kit­
le imha silahlarına odaklandığını, çünkü siyasi olarak bunun
en doğrusu olduğunu söyledi: "Bürokratik nedenlerle tek bir
konu üzerinde anlaştık, kitle imha silahları, çünkü herkesin
üzerinde anlaşabileceği tek neden buydu."
ABD’nin askeri açıdan yakında beklenen bir tehdit değilse
neden Hüseyin rejimini hedeflediği sorulabilir. Irak, Suudi
A rabistan’dan sonra dünyanın kanıtlanmış ikinci en büyük
petrol stoklarına sahiptir. Ama petrol bütün açıklamayı, hatta
büyük bir kısmını bile sağlayamaz. Irak’ın gerçek önemi si­
yasidir. Nasıl ki 1991’den sonra Irak ABD-tanımlı bir ittifa­
kın dışına çıkmaya cesaret eden bir rejime verilebilecek ceza­
landırma örneğine dönüşmüşse Irak’ın 11 Eylül’den sonraki
önemi de ülkenin kendisinin ötesine uzanıyor. Irak’a saldır­
makla Bush yönetimi, yalnızca rejim değişikliğinden fazlasını
elde etmeyi umdu: Irak, Amerika Birleşik Devletleri’nin daha
önce birkaç kere denediği, bütün bölgenin siyasi haritasını
tekrar çizmek için bir başka şans daha temsil ediyordu - bu
denemelerin önemli olayları tampon bir Hıristiyan devleti ya­
ratm ayı başaram ayan L übnan’ın İsrail tarafından işgali,
1980'lerde Irak'la İran'a karşı ittifak ve Afganistan'daki savaş­
tı. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması Ortadoğu’daki güçler
dengesini değiştirm eyi am açlıyor. Kudüs H alkla İlişkiler
Merkezinin himayesinde Nisan 2003’te yazan İsrailli tümge­
neral Y a’akov Amidror sözünü sakınmıyor: "Nihai hedef Irak
değil. Nihai hedef Ortadoğu, Arap dünyası ve M üslüman
dünyasıdır. Irak bu yöndeki ilk adım olacaktır; teröre karşı
savaşı kazanmak bütün bölgeyi yapısal olarak değiştirmek
demektir." Amerika Birleşik Devletleri rejim değişikliğini
"demokratikleşme" için bir strateji olarak sunup önce Irak’ta
sonra apartheid biçiminde Bantustan benzeri bir Filistin dev­
letinde Amerikan yanlısı rejimler yaratarak ve yeni bir bölge­
sel düzeni zorla kabul ettirerek meydan okuyan rejimleri de­
ğiştirmeyi ve diğerlerini sindirmeyi amaçlıyor. Ama gene de
terörü İslamla bir tutan bazen keskin retoriğe rağmen bu yö­
netim politikasının amacı bölgesel değil küreseldir. Politika
değişikliği, küresel sonuçlar hariç dar görüşlü bir yönelime
sahip olan Protestan "fundamentalizm" ve küresel heveslerin
damgaladığı yeni-muhafazakarlık (neoconservatives) tarafın­
dan güdülüyor. Değişikliğin hedefi militan milliyetçiliktir,
Ortadoğu’da ve ötesinde. 11 Eylül’den sonra yöntemler de­
ğişse de doğrudan işgale yolu açan vekil savaşıyla hedef Re-
agan yönetiminde olduğu gibi gene aynı: Rejim değişikliğiyle
militan milliyetçiliği hedef almak ve temizlemek.

Uluslararası Hukukun Üstünlüğünden Vazgeçmek


Modern Batı -özellikle İngiliz ve Fransız- emperyalizminin
tanımlayıcı özelliği, hukukun üstünlüğünü uluslararası alanda
yaymak için genişleyen alanların büyük önem taşıdığı iddi­
asıydı. Nazi Almanyası ve apartheid Güney Afrika gibi bi,-
linçli olarak batılı olan diktatörlüklerin en vahşi olanları bile
hukukun üstünlüğünü savunduklarını iddia ediyorlardı.
Bu açıdan George W. Bush yönetiminin hukukun üstünlü­
ğünü açıkça hor görmesi Batı emperyalizm tarihinde eşsizdir.
Aynı biçimde kuralların, sözleşmelerin, anlaşmaların, hatta
kurumsal sözleşmelerin hakir görülerek kenara atılması "de-
mokrasi"yi küresel olarak yayma konusundaki kendi kendine
ilan edilen görevle birlikte yürümektedir. Küresel Batı haki­
miyetini daha önce ussallaştıranlardan farklı olarak, ama Re-
agan yönetimine çok benzer biçimde Bush yönetimi, bugüne
kadar Batı uygarlığının köşe taşları olarak görülen iki değer
olan hukukun üstünlüğü ile demokrasi arasında keskin bir zıt­
lığın olduğunu iddia ediyor. Bu nedenle 11 Eylül sonrası
Amerika, her türlü uluslararası hukukun üstünlüğü olasılığım
reddedip demokrasiyi uluslararası alanda yayrna adına Ame­
rikan gücü için muafiyet talep etti. Uluslararası kanunlara
karşı gitgide artan nefret bu yönetimin tanımlayıcı bir özelliği
mi olacak, laik yeni-muhafazakarların ve Protestan funda-
mentalistlerin koalisyonunun bir damgası mı olacak yoksa bu
güçler 11 Eylül sonrası Amerika’da gitgide artan bir Jackson-
vari uzlaşmayı mı ifade ediyorlar? Bu durum bir anomali mi
yoksa bir dönüm noktası mı?
Soğuk Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri katılım
ve işbirliğini Amerikan çıkarlarına uyan meseleler, örgütler
ve dönemlerle sınırlayarak BM ile çok yakın bir ilişki yürüt­
tü. Gerekli görürse ve gerekli gördüğünde istediği miktarda
aidatlarını ödüyordu. Amaçlarına muhalif olduğu, UNESCO
gibi, BM örgütlerinden ayrılıp on.sekiz yıl boyunca hiç des­
tek sağlamadıktan sonra UNESCO ile yaptığı gibi geçici bir
çıkar kazanmak için bunlara tekrar katıldı. Soğuk Savaş sona
erdikten ve Amerika Birleşik Devletleri dünyanın tek süper-
gücü olarak ortada kaldıktan sonra çıkarlarıyla artık uyum
içinde olmadığını düşündüğü sözleşmeleri tanımamakta ken­
dini özgür hissetti ve aynı zamanda BM örgütlerindeki önde
gelen personelin atanmasında açık açık zor kullandı.
Amerika’nın hukuk üstünlüğüne uymasında ısrar eden üst
düzey uluslararası memurlar hedeflendi ve tek bir seçimle
yüzyüze bırakıldı: Ya istifa etmek ya da kovulmak. Bunların
en ünlüsü, kuşkusuz Soğuk Savaş'ın sonunun uluslararası hu­
kukun üstünlüğüne yol açacağı konusundaki tutkulu ve naif
inancından dolayı Madeleine Albright ile sık sık karşı karşıya
gelen ve ikinci kez göreve gelmek isterse adaylığının veto
edileceği konusunda Clinton yönetiminden açık bir mesaj
alan eski BM Genel Sekreteri Butros Butros-Gali’ydi. ABD
gücünün 11 Eylül sonrası diğer üst düzey kurbanları arasında
BM insan hakları yüksek komiseri olarak sözleşmesinin yal­
nızca bir yıl yenilenmesinden sonra istifa eden eski İrlanda
başkanı Mary Robinson, İklim Değişikliği için Hükümetlera-
rası Panel’in çok saygın başkanı Robert Watson ve ikinci beş
yıllık görevi için oybirliğiyle seçildikten yalnızca bir yıl son­
ra görevinden ayrılan Kimyasal Silahlan Yasaklama Organi­
zasyonu (OPWC) başkanı Jose Mauricio Bustoni bulunuyor.
Butros Butros-Gali BM ’ye kusursuz özgeçmiş belgeleriyle
geldi: Sedat’a Kudüs’te eşlik etmişti ve Camp David Anlaş­
malarının mimarlarından biriydi. Amerika Birleşik Devletleri
ile anlaşmazlıkları Amerika Birleşik Devletleri’nin gelecek
BM operasyonları için bir model olarak gördüğü Körfez Sa-
vaşı'ndan hemen sonra ortaya çıktı: "BM W ashington’un insi-
yatifiyle öneride bulunuyor ve ABD harcıyor." Butros-Gali
Soğuk Savaş’ın sonunun BM ’yi Doğu-Batı rekabetinin tahdit­
lerinden kurtaracağını düşünüyordu. Bir dizi belgede "BM’ye
potansiyel çatışmaları başlangıçta durdurmasına izin verecek
ve hatta operasyonlarını finanse etmek için zorla vergi topla­
yacak hızlı konuşlandırma birimleri" kurmak dahil "önleyici
diplomatlık" için öneriler sundu. 1992’den 1996’ya BM barı­
şı koruma operasyonlannın maliyetinin (600 milyon dolardan
2,6 milyar dolara) dört kat arttığı ve Washington (2,9 milyon
dolara ulaşan) aidatlarını ödemediği için, Butros-Gali "etkili
olmadığı gerekçesiyle ödemesi gereken fonları ödemeyi red­
dederek ve kurumu temel finansmanından mahrum ederek
BM ’yi etkisiz kılanların" "sahtekarlığı"nı açığa vurdu. But-
ros-Gali eylemleriyle bağımsızlığını vurgularken Washing-
ton’un sabrı bitti. Washington’un -"zenginlerin savaşı"- Bos­
na ile meşgul olmasını ve "nüfusun üçte birinin açlıktan öl­
mesinin olası olduğu" Somali’yi ve, Amerika Birleşik Devlet-
leri'ni "tembelce izlemek" ve "katliamlar nüfusun büyük bir
kısmını yok ettiğinde ancak müdahale etmek"le suçladığı,
Ruanda ihmalini eleştirdi. Birçok kişi 1996’da Butros-Gali
"güney Lübnan’daki Kanaa Birleşmiş Milletler kampına sığı­
nan birkaç yüz sivili İsrail’in Öldürdüğünü dile getiren BM
soruşturm asının bulgularını yayınlam ada ısrar ettiğinde"
Washington’un öfkesinin doruğa ulaştığına inanıyor. Sonun­
da Washington Butros-Gali’yi başka bir Afrikalı, beklendiği
gibi, Washington’un girişimlerine çok daha fazla uyduğu an­
laşılan, Ruanda soykırımında barışı koruma amaçlı görevlen­
dirilen BM Genel Sekreteri Temsilcisi Kofi Arınan ile başarı­
lı bir biçimde değiştirdi. Kofi A nnan’ın yükselişi B M ’nin
karşılaştığı birincisi eski Yugoslavya’da İkincisi Ruanda’da
olmak üzere iki büyük bunalımın ardından gerçekleşti. But­
ros-Gali NATO komutasını izlemeyi ve Amerikalıların sim­
gesel olmanın ötesinde Sırpların havadan bombalanmalarını
onaylamayı istemezken Kofi Annan Butros-Gali’ye vekalet
ederken bunları hemen onayladı. Richard Holbrooke’un söz­
leriyle ardından da "hazırda bçkleyen Genel Sekreter" oldu.
Oysa Annan’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne hizmet etme
hevesinin açıkça sınır tanım adığını gösteren R uanda’ydı:
Alexander Cockburn’ün belirttiği gibi "Amerika’nın Saray-
bosna’yı ilgi odağında tutma arzusuna uyarak Ruanda’da deh­
şete düşürecek katliamların başlamak üzere olduğu konusun­
daki Kanadalı General Romeo Dallaire’in uyarısını bastırdı."
Mary Robinson da Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail’in
salondan çıkmasına yol açan -İsra il’in Filistinlilere karşı ırkçı
muamelesini ve köleliği "insanlığa karşı suç" olarak tartışan-
2001 BM Uluslararası Irkçılığa Karşı Konferansının sonuçla­
rını onaylamasıyla Amerika Birleşik Devletleri'nin öfkesine
maruz kaldı. Robert Watson da başkanlık ettiği bağımsız bir
bilimsel panelde insan etkinliğinin iklim değişikliğinde bir et­
ken olduğu konusunda bir uzlaşmaya vardığında petrol lobisi­
ni öfkelendirdi; ayrıca fosil petrol kullanımı üzerinde ulusla­
rarası normlar oluşturma çabalarına önderlik etti. ABD politi­
kasını biçimlendirmede petrol çıkarlarının önemi Beyaz Sa­
ray’a şu soruyu soran Exxon-Mobil’den sızan bir bilgi notun­
da açığa vuruldu: "Watson şu anda ABD ’nin talebi üzerine
değiştirilebilir mi?" O PW C’nin genel direktörü olarak Jose
Mauricio Bustani görevinin ilk beş yılında kimyasal silahları
yasaklayan uluslararası sözleşme imzalayıcılarının sayısını
87’den 145’e yükseltti. The Guardian Bustani’yi "son zaman­
larda herhangi çok yanlı bir kurumun en hızlı büyüme oranı­
nı" elde ettiği için övdü ve "dünya barışını geliştirmek için
son beş yılda dünyadaki herhangi başka bir kişiden daha fazla
çalışmada bulunduğu" için yüceltti. Hatta Bustani ABD Dı­
şişleri Bakanı Colin Powell’den bir tebrik yazısı aldı ama kısa
bir süre sonra ABD hükümetiyle sorun yaşamaya başladı. Bu­
nun nedeni, başkana Amerikan tesislerinin ani denetimlerini
engelleme yetkileri veren ve OPCW denetçilerini denetim
bölgelerinden kimyasal örnekler almalarını yasaklayan ABD
yasam asına karşı çıkarak ve A m erikan tesislerine atanan
OPCW denetçilerinin uyruğuna Amerikalıların karar vermesi
talebine direnerek bürosunun bağımsızlığında ısrar etmesiydi.
Ama en büyük suçu Irak’ı kimyasal silah sözleşmesini imza­
lamaya ikna etmeye çalışmasıydı, çünkü bunun sonucunda
OPCW denetçileri Irak tesislerine girerse Washington Irak’a
karşı askeri bir eylemi için sözde yasal gerekçesinden mah­
rum kalabilirdi. Amerika Birleşik Devletleri önce Brezilya
hükümetinden Bustani’yi geri çağırmasını istedi, ama Brezil­
ya hükümeti Bustani’nin atanmadığı, tersine seçildiği gerek­
çesiyle bu talebini reddetti; ardından Bustani’den istifa etme­
sini istedi, ama Bustani bunu reddetti; sonra OPCW ’nin yü­
rütme konseyine onu atması için baskı kurdu, sonunda da
atıldı. Bu amaçla oluşturulan usulsüz mahkemeye Bustani
şunları söyledi:

Beni atarak herhangi uluslararası bir örgütün usule uy­


gun olarak seçilmiş başkanmm görevinin herhangi bir
anında bir ya da birkaç önemli katılımcısının kaprisleri­
ne maruz kalabileceği uluslararası bir örnek oluşturul­
muş olacaktır. Bunlar herhangi bir Genel Direktörü ya
da Genel Sekreteri herhangi bir anda görevinden alma
konumunda olacaklardır.

Güç kullanımına egemen olan uluslararası kurallarda derin


bir yozlaşmaya yol açan Soğuk Savaş'tan daha çok, ardından
gelen dönemdir. Güvenlik Konseyi'nin Kosova vakasında
Yugoslavya’ya karşı güç kullanımına asla yetki vermediğini
hatırlayın. BM Kurucu Anlaşması Güvenlik Konseyi onayla­
madıkça kendini savunma dışında güç kullanımını yasakla­
maktadır. Kosova Savaşı, asla savunma gerekçesi iddia etme­
yen NATO tarafından yürütüldü. İngiltere Dışişleri Bakanı
Robin Cook, Madeleine Albright’a Güvenlik Konseyi onayı
olmadan Yugoslavya’ya karşı güç kullanımı hakkında "hu­
kukçularla sorunları" olduğunu söylediğinde Albright’m ya­
nıtı "Yeni hukukçular alın!" oldu.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 2003’te Irak’a saldırı için
Güvenlik Konseyi’nin onayım açıkça talep edip etmediği so­
rulduğunda Bakan Powell bu tür bir yetki olmadan hareket et­
me örneği olarak Kosova’yı öne sürdü. Ama Irak’in 1441 sa­
yılı kararın olası ihlalinin Irak açısından sonuçlarını tartışır­
ken Powell Güvenlik Konseyi'nin "hareketin gerekli olup ol­
madığına karar verebileceğini" ama Amerika Birleşik Devlet­
leri’nin "harekette bulunma seçeneğini saklı tutacağını" ve
"Konseyin bu konuda verebileceği kararla zorunlu olarak
bağlanmayacağını" iddia etmekte tereddüt etmedi. Diğer bir
deyişle Powell konseyin kararlarının Amerika Birleşik Dev-
letleri’ni değil Irak’ı bağladığını öne sürüyordu.
Uluslararası alanda hukukun üstünlüğüne karşı takındığı
kibirli tutumu, Amerika Birleşik Devletleri’nin kararlardan
çok daha fazla bağlayıcı olarak kabul edilen sözleşmelerden
çekilme konusunda hissettiği özgürlük açıkça ortaya koyuyor.
Ramsey Clark belki de uluslararası hukukun üstünlüğüne kar­
şı Amerikan direnişinin en sert eleştirmenidir. 20 Eylül 2002
tarihinde BM Güvenlik Konseyinin bütün üyelerine gönder­
diği bir mektupta Clark Soğuk Savaş'ın sonundan bu yana
Amerikan yönetimlerinin vazgeçtiği sözleşmeleri listeledi:

ABD nükleer silahlar ve bunların üretim ini kontrol


eden sözleşmeleri tanımamıştı, Biyolojik Silahlar Söz­
leşmesinin yürürlüğe sokulmasına olanak veren proto­
kole karşı oy vermiştir, kara m ayınlarını yasaklayan
sözleşmeyi reddetmiştir, Uluslararası Suç Mahkemesi­
nin yaratılmasını önlemeye ve böylece bu mahkemeyi
yaralamaya çalışmıştır ve Çocuklar Hakkındaki Sözleş­
meyi ve savaşta çocukları kullanma yasağını engelle­
miştir. ABD savaşı kontrol edip sınırlama, çevreyi ko­
ruma, yoksulluğu azaltma ve sağlığı koruma konusunda
neredeyse her iki çabadan birine karşı çıkmıştır.

Acı verici gerçek Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya­


nın tek süper gücü olarak ortaya çıkışının her türlü uluslarara­
sı hukuktan muaf tutulma talebiyle el ele olmasıdır. Aynı za­
manda Amerika Birleşik Devletleri, hukuku diğerlerini so­
rumlu tutma aracı olarak kullanma çabasıyla hukukun üstün­
lüğünün seçilerek uygulanmasını talep etmekten çekinmemiş­
tir. ABD’nin Uluslararası Suç Mahkemesi'ne karşı muhalefe­
tini örnek olaylarda uluslararası mahkemelerin kurulmasına
yönelik tutumuyla karşılaştırırsak bu durum daha açık olacak-

Uluslararası Suç Mahkemesi (ICC) bireyleri dünyanın en


iğrenç suçları karşısında yargılamak üzere kuruldu: Soykırım,
savaş suçları ve sistematik insan hakları suiistimalleri. Ame­
rika'dan intikam alma amacı taşıyanların bunu Amerikalı as­
kerleri ya da sivilleri mahkemeye çıkarma fırsatına dönüştü­
rebileceği endişeleri sözleşmeye kaydedilip dahil edildi. ICC
böylece son durum mahkemesi olacaktı. Ancak ülkeler kitle
katillerini ya da diğer sistematik suiistimallerin uygulayıcıla­
rını yargılamayı "başaramıyorsa ya da buna isteksizse" işe
karışabilecektir. Gene de Washington Güvenlik Konseyi'nden
mahkemenin yetkisinden ABD vatandaşları için tam ve belir­
siz bir muafiyeti onaylamasını istedi, hatta bunu yapm azsa
Bosna ve başka yerlerde BM barışı koruma operasyonlarını
yenilemeyi veto etme tehdidinde bulundu. İki hafta süren sert
görüşmeler ve Avrupa Birliği ile diğerlerinin muhalefetinden
sonra bir uzlaşma sağlandı: Konsey sözleşmeyi onaylamamış
ülkelerden bütün bireylere bir muafiyet vermeyi kabul etti -
ama yalnızca bir yıl için.
Bu harekete öfkelenen ve mahkemenin arkasındaki önemli
hareket sahiplerinden biri olan Kanada bu zorlamanın kendi­
sini yasadışı olarak ilan etti. IC C ’nin gerçeğe dönüşmesini
önleyemeyen Bush yönetimi yeni bir strateji biçimlendirdi:
İkili anlaşmalar imzalamak; bunlara göre iki imza tarafı in­
sanlığa karşı suçla suçlanan vatandaşları ICC’ye teslim etme­
meye söz veriyordu. 6 Mayıs 2003’te bu tür bir sözleşmeyi
ilk kez Sierra Leone parlamentosu onayladı. Bu "cezasızlık
anlaşmasını" lanetleyen Uluslararası Af Örgütünün açıklama­
sı şöyleydi: "Bu karar kesinlikle kabul edilemez, [Sierra Le­
one] özellikle de yakın geçmişte meydana gelen kitle halinde
insan haklan ihlalleriyle uğraşan bir süreci başlatmak üzerey­
ken." Ama Haziran 2003’ün ortasında otuz yedi ülke bu tür
sözleşmeleri imzalamıştı. Hindistan, İsrail, Mısır ve Filipinler
dışında kalanı küçük, yoksul, ABD yardımına muhtaç ülke­
lerdi.
IC C ’ye direnen muhalefetine rağmen Amerika Birleşik
Devletleri Ruanda, Bosna ve Kamboçya gibi sınırlı bağlam­
larda uluslararası mahkemeler oluşturmakta sabırsızdı. Kam­
boçya vakası Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarcı politi­
kasını oldukça iyi aydınlatmaktadır. Çinhindi’ndeki savaş so­
na erdiğinde Amerika bölgede savaş suçlarıyla baş etmek için
tek ve tutarlı bir yaklaşıma sahip değildi. ABD’nin Vietnam
ya da Laos'taki savaş suçlarını yargılamak için uluslararası
bir mahkeme oluşturulmamışken Amerika Birleşik Devletleri
savaş suçları için Kızıl Kmer liderlerinin yargılanması konu­
sunda uluslararası bir mahkeme çağrısını destekledi. Mahke­
menin koşullarını tasarlamaya sıra geldiğinde W ashington
mahkemenin yetkisinin 1975-1979 dönemiyle sınırlanmasını
talep etti. Önceki ya da sonraki yıllar dahil edilmiş olsaydı
Amerika Birleşik Devletleri kendisinin de savaş suçlarından
yargılanması riskine girmiş olacaktı. 1975 öncesi dönemin in­
celenmesi mahkemenin dikkatini A B D ’nin Ç inhindi’ndeki
ağır bombardıman yıllarına çekmiş olacaktı, tıpkı 1979 sonra­
sı dönemin 1978’de Kamboçya’yı işgal eden VietnamlIlara
karşı Amerika Birleşik Devletleri’nin Kızıl Kmerlere gerek
BM ’de gerekse uluslararası alanda siyasi koruma sağladığını
da günışığma çıkarmış olacaktı.
Uluslararası alanda sorumlu tutulma isteksizliği Bush yö­
netimini tarihsel olarak diğer büyük güçlerden ayırmamakta­
dır. Ayıran, başkalarım -ister rakip, muhalif, küçük ortak ya
da bağım lı- kurallara dayalı uluslararası bir düzene dahil ede­
cek herhangi bir projeyi ortadan kaldırma konusundaki perva­
sızca kararlılığıdır. W ashington’daki Carnegie Uluslararası
Barış Vakfı'nda üst düzey bir ortak olan Anatol Lieven "mut­
lak askeri üstünlük yoluyla dünyaya tek taraflı hakimiyet"
planının "1990’ların başında Sovyetler B irliğinin çöküşün­
den bu yana Dick Cheney ve Richard Perle’e yakın bir grup
entelektüel tarafından inatla savunulup üzerinde çalışılmış"
olduğunu bize hatırlatıyor. Bush yönetiminde sarayın güver­
cini olarak kabul edilen Dışişleri Bakanı Colin Powell bile
güvenlik kuruluşunun kalanıyla temel amacı paylaşmaktadır.
Daha 1991’de Kurmay Başkanları Ortak Kurulu başkanıyken
Powell Amerika Birleşik Devletleri’nin "dünya sahnesinde
meydan okumayı hayal eden her meydan okuyanı caydırmak
için” yeterli güç gereksindiğini açıklam ıştır. Paul Wolfo-
witz’in baba Bush yönetiminin son yılında hazırladığı ünlü
strateji belgesi tam da bu amacı içeriyordu. Oğlu Haziran
2002’deki West Point konuşmasında bunu resmi politika ola­
rak ilan etti: ABD’nin Soğuk Savaş sonrası stratejisinin yön­
lendirici amacı dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir
"eşdeğer rakibin" ortaya çıkmasını önlemek olmalıydı. Po­
well’i yönetimdeki şahinlerden ayıran bu temel amaç değil
bugün resmi Amerikan doktrini olan önleyici savaşa bağla­
nımlarıdır. Amerikalıların önleyici savaşın mantığının farkın­
da olmaları gerekiyor. Çoğu soykırımların savaş zamanında
yapılmış olmaları tesadüfi değildir. Halka şu söyleniyor: Sen
öldürm ezsen, öldürüleceksin. Ö ldürüyorsun çünkü onlara
yapmak üzere olduğun şeyi onların sana yapabileceklerinden
korkuyorsun. Önleyici savaş soykırımın mantığıdır.
Mevcut Bush yönetimi Reagan yönetiminin ideolojik mi­
rasçısıdır. Reagan yönetiminde Richard Perle gibi Afganistan
Savaşı'nın ideolojik karakterini biçimlendiren ünlü "şantajcı­
lar", mevcut yönetimde savunma politikasının biçimlendiril-
mesinde güçlü etki sahibidirler. Demokrasinin Amerikan gü­
cü yoluyla yayılması gerektiği inancı dahil Arap dünyasını
demokratikleştirme söylemleri kontraları ve mücahitleri Ni­
karagua ve Afganistan’daki demokrasinin "kurucu babaları"
ve karşı devrimi "demokratik bir devrim" olarak müjdeleyen
Reagan yönetimini andırıyor. Tıpkı "demokrasinin" Reagan
yıllarında olduğu gibi Üçüncü Dünya milliyetçi rejimlerinin
yüzüne dalgalandırılan emperyalist bir bayrağa dönüşmesi gi­
bi ulusal güvenlik aynı anda anavatanda demokrasiyi aşındı­
ran ve küreselleşme çağında anlamlı bir egemenlik inşa etme­
ye uğraşan milliyetçi çabaların altını oyan emperyalist bir
projeye dönüşmüştür.

İsrail Gücü ve Yerel Dokunulmazlık


Amerika Birleşik Devletleri’nin gerçekten de İşgal Altındaki
Topraklardaki Filistin Ulusal Yönetimi için Irak’takine ben­
zer bir "çözüm” düşünmesine kimse şaşırmamalıdır: Bir tür
vesayetin izlediği bir rejim değişikliğidir bu çözüm. ABD’nin
Irak’taki politikasıyla İsrail’in İşgal Altındaki Topraklar’daki
politikası arasındaki benzerlik 11 Eylül’den bu yana önemli
ölçüde arttı. Nasıl ki Amerika Birleşik Devletleri Irak’ta ara­
lıklı hava savaşı ve kitle katliamıyla sonuçlandıkları gösteri­
len yaptırımlardan oluşan bir birleşimi koruyabildiyse İsrail
İşgal Altındaki Topraklar’daki ekonomik hayatı etkin bir bi­
çimde boğmuş ve sakinlerini düzenli cezalandırma ile uzatıl­
mış sokağa çıkma yasağı ve hareket özgürlüğünün kısıtlan­
masından oluşan bir birleşimle yoksulluğun alt sınırlarına ka­
dar indirgemiştir. 2 Şubat 2002’de New York Times, yüzden
fazla İsrailli yedek askerin imzaladığı ve Batı Şeria’da ve
Gazze Şeridi nde, bu bölgelerle ilgili İsrail politikalarının
"bütün bir halka hükmetmeyi, kovmayı, açlığa maruz bırak­
mayı ve aşağılamayı" içerdiği için hizmet etmeyi reddettikle­
rini belirten bir açıklamanın Kudüs'te yayınlandığını bildirdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ta yaptığı gibi İsrail İş­
gal Altındaki Topraklar'da sivil ve askeri hedefler arasında
ayrım yapmayı kamuoyu önünde reddetti - bunun için de "bi­
zim terörümüzün" ya önleyici bir darbe ya da "onların terörü­
ne" bir yanıt olduğu gerekçesini sundu. Bu süreçte Iraklı ve
Filistinli halklar karşılığında ceza verilmeden kolektif bir ce­
zalandırmaya maruz kaldılar.
İsrail’in Filistin bölgelerini tekrar işgal etmesinden beri
Cenin’deki olaylar İsrail devlet terörü için bir mecaza dönüş­
müştür. Amerika Birleşik Devletleri gibi İsrail de büyük çap­
ta güç kullanma ihtiyacına inanıyor, sözde kışkırtmaya göre
tamamen orantısız ve bu nedenle de sonuçla ilgili bir kuşkuya
yer bırakmadan. "Hangi vahşi hesapla" diye soruyor Edward
Said;

İsrail ordusu, ABD tedarikli Apache savaş helikopterle­


rinden yüzlerce füze saldırılarıyla birlikte düzinelerce
tank ve silahlı personel nakliye uçağı kullanarak 15.000
mülteci ve otomatik silahlan, füzeleri veya tankları ol­
mayan bir düzine adam barındıran bir kilometre karelik
kulübelerden oluşan bir parça olan Cenin mülteci kam­
pını bir haftadan fazla bir süre işgal edip bunu terörist­
lerin vahşetine karşı bir yamt ve İsrail’in egemenliğine
bir tehdit olarak mı adlandırdı?

Orantısız güç kullanımı yalnızca hesap verme yokluğu ve


ceza verilmeyeceği garantisiyle sürdürülebilir. Bu garantiyi
de yalnızca Amerikan gücü sağlayabilir. Amerika Birleşik
Devletleri’nin insan haklarının korunmasının her türlü devlet
egemenliğine üstün olması gerektiğini düzenli olarak ısrar et­
tiği bir çağda İsrail istisna olarak kalmayı sürdürdü: Şehir
üzerinde egemenlik iddia etmediğinde bile Cenin’deki eylem­
lerinin araştırılmasını başarıyla reddetmiştir. BM soruşturma­
sı yapılmadığı için Cenin’de meydana gelenler hakkında tüm
gerçekleri asla bilemeyiz. Ama bireysel öykülerden biraz fi­
kir edinebiliriz. Askeri telsizden "Kürt Ayı" -"Kürt" Kürt kö­
kenine göndermeydi ve "Ayı" kullandığı altmış tonluk D-9
yıkım buldozerine- olarak adlandırılan Moshe Nisim’in öy­
küsü özellikle açıklayıcıdır. Buldozeri kullanması için birkaç
saatlik eğitimden sonra buldozer sorumluluğuna verildi. Öy­
küsünü basan İsrail gazetesinin sözleriyle: "75 saat durmaksı­
zın etrafında tanklar ateş ederken devasa buldozer üzerinde
oturup evleri ardı ardına yıkıyordu. . . . Cenin’de adını duy­
mamış asker yoktu. Kürt Ayı en kendini adamış, cesur ve bel­
ki de en yıkıcı operatör olarak kabul ediliyordu." Bir insan
ara vermeden nasıl bu kadar uzun süre çalışır?

75 saat nasıl dayandığımı biliyor musunuz? Araçtan in­


medim. Yorulmak nedir bilm iyordum , çünkü habire
viski içtim, ... Üç gün boyunca, yıktım da yıktım. Koca
bir bölgeyi. Ateş edilen her evi yıktım. O evi yıkmak
için, başkalarını yıktım. ... Tek üzüldüğüm, bütün kam­
pı yıkamamış olmamdır.

Kürt Ayı bir devlet teröristinin yüzünü sunsa da İsrail or­


dusunda sivilleri hedefleme emirlerine direnenler de vardı.
Sağcı İsrail gazetesi Hatzofeh "Filistinli bir eve bir füze atma­
yı reddeden İsrailli bir savaş helikopteri pilotunun" öyküsünü
yazdı. Kudüs’teki The Guardian muhabiri bunu "bazı İsrailli
askerler arasında Batı Şeria’nın Filistin şehirlerindeki savaş
biçimi ile ilgili artan huzursuzluğun son işareti" olarak alıntı­
ladı. Pilot tekrar tekrar ateş etme emrini reddetti. İlk olarak
bir birlik komutanı "içeride saklandığı düşünülen beş sözde
teröristi 'yok etmesi’ için" evi vurma emri verdiğinde; İkincisi
komutan pilota "teröristlerin evde kesin olarak belirlenebil-
diklerini" garantileyip ”ve ateş etmesi için tekrar emir verdi­
ğinde" ve üçüncü sefer de komutan "teröristlerin yok olduğu­
nu, ama gene de eve ateş etme emri verdiğinde."
Cenin’deki yıkım aldırışsız ya da yalnızca cezalandırıcı
değildi. Ariel Sharon amacının "terörün altyapısını" yok et­
mek olduğunu ileri sürerken bununla örgütlü sivil hayat kapa­
sitesi dahil direnişin altyapısını kastettiğini anladığımızda an­
cak bu bir anlam ifade ediyordu. Operasyonun silahlı gerilla­
ları hedeflemekten çıkıp Filistinlilerin sivil hayatını yok et­
meye yönelmesi Amerikan basınından çok İsrail basınında
çok daha eleştirici bir tutumla tartışılan bir olguydu. Amira
Hass H a’aretz’te şunları yazdı:

Kendimizi kandırmayalım; bu terörist altyapısını bulup


yok etme görevi değildi. ... Eğitim Bakanlığında ve
Uluslararası Filistin Bankası'nda ve protez kiralayan bir
dükkanda suç kanıtlarının gizlendiğini düşünüyorlarsa
askerler her bir belgeyi tek tek incelerdi, açmadan dos­
yaları yerlere saçmazlardı. ... Filistin toplumunun geliş­
tirdiği sivil, idari, kültürel altyapıyı tahrip etme kararı
alınmıştı. ... Entelektüel, kültürel, sosyal ve ekonomik
etkinliklerinin, hammaddeleri ve ürünleri yok edildikten
sonra bütün Filistin toplumunun ilkel, kana susamış te­
röristler olduklarını düşünmek o kadar kolay ve huzur
verici ki. Bu yolla İsrail kamuoyunu terörün, ne kadar
dehşetli de olsa, işgalin dehşetlerinden türemiş sosyolo­
jik ve siyasi bir başkalaşım değil de genetik bir sorun
olduğuna inanması için aldatılmasına devam edilebilir.

Kolektif cezalandırma uygulaması hem bireysel sorumlu­


luğun hem de bireysel iktidarın inkârını içeriyor. İkisi de Kül­
tür Tartışmasının konusudur. Filistinlilerin -v e genel olarak
A rapların- ırkçı olarak dağlanmaları 11 Eylül’den önce düşü­
nülmesi imkansız bir saygınlık derecesine ulaşıyor görün­
mektedir. İsrailli tarihçi Benny Morris ile kısa süre önce yapı­
lan bir röportajda eski İsrail başbakanı Ehud Barak Filistinli­
ler hakkında çok az Amerikalı ırkçının yazılı olarak kullan­
maya cesaret edeceği sözcüklerle konuştu: "Onlar... yalan
söylemenin bir fark yaratmayacağı... bir kültürün ürünleridir.
Yahudi-Hıristiyan kültüründe varolan yalan söyleme soru­
nundan muzdarip değiller. Gerçek konu dışı bir kategori ola­
rak görülüyor. Yalnızca amacınıza hizmet edenle hizmet et­
meyen vardır." Sonraki cümlede Barak bu genelleştirmeyi
"Arap toplumuna" uyguladı: "ABD Federal Araştırma Büro-
su'nun yardımcı direktörü bana bir kere yalan makinelerinin
çalışmadığı toplumların, yani yalanların bilişsel bir fark ya­
ratmadığı toplumların bulunduğunu söylemişti."
Filistinlilerle Arapları damgalama eğilimi siyaset alanıyla
sınırlandırılmamıştı. Amerikan akademik kurumundan aşağı­
daki örneği ele alalım. Amerikan Histokompatibilite ve İmü-
nogenetik Topluluğunun Human Immunology [İnsan İmmü­
nolojisi] adlı dergisinin 2001 basımında İspanyol genetikçisi,
M adrid’teki Complutense Üniversitesi'nden Profesör Antonio
A rnaiz-V illena’nın liderliğindeki bir ekibin "Filistinlilerin
Kökeni ve Diğer Akdeniz Nüfuslarıyla Genetik İlişkileri" ad­
lı bir yazıyı içeriyordu. Yazı "Ortadoğu’daki Yahudilerle Fi­
listinlilerin çok benzer bir gen havuzu paylaştıklarını ve ge­
netik olarak ayrı değil birbiriyle yakın ilişki içinde olarak ka­
bul edilmeleri gerektiğini" belirten bilimsel kanıtla başlıyor­
du. Yazarlar "iki ırk arasındaki rekabetin bu nedenle genetik
farklılıklara değil 'kültürel ve dinsel’ farklılıklara dayandığı"
sonucuna vardılar. Yayınlandıktan bir yıl sonra yazı Human
Im m unology’rim web sitesinden kaldırıldı ve "dünyanın her
yanındaki kütüphanelere ve üniversitelere ‘ilgili sayfaları’
göz ardı etmelerini ya da ‘tercihen fiziksel olarak ortadan kal­
dırmalarını isteyen mektuplar yazıldı." Derginin editörü Co­
lumbia Üniversitesi'nden Nicole Suciou-Foca "söz konusu
makalenin çok sayıda şikayet aldığı için bunu reddetmeye
zorlandığını" iddia etti. Derginin siyasi konumu ile ilgili her
türlü kuşkuyu ortadan kaldırmak için Arnaiz-Villena yayın
kurulundan atıldı.
Modem devletin geçmişinde kolektif cezalandırma uygu­
laması sömürgecilik ve ırkçılıkla özdeşleştirilir. Bu uygulama
bütün siyasi eylemlere kolektif sorumluluk lehinde hukukun
üstünlüğü için önemli olan bireysel sorumluluk düşüncelerini
ortadan kaldırmayı içermiştir. Bu açıdan Harward’de Frank­
furter Hukuk Profesörü olan Alan M. Dershowitz The Jerusa­
lem Post’ta her bir Filistinli direniş ya da teröre misilleme
olarak bir Filistinli köyün yıkılmasını önererek şunları yazdı:
"Bu süreç içinde bazı masum sivillerin mülkü de kurban edil­
mesine rağmen ahlaksal olarak kabul edilebilir bir karşılık
olacaktır." Hukuk profesörü olan Dershowitz’in 1945 Nürn­
berg Büyük Nazi Savaş Suçluların Yargılanması için Sözleş­
mesinin 6(b) maddesinin savaş suçlarım nasıl tanımladığın­
dan habersiz olamazdı: "Yani, savaş kanunlarının ya da gele­
neklerinin ihlalleri. Bu ihlaller, ... şehirlerin, kentlerin ya da
köylerin nedensizce yok edilmesini... içerecektir ama bunlarla
sınırlı olmayacaktır."
Suçtan farklı olarak siyasi eylemler kolektif yakınmalarla
bağlantılı olduklarında anlamlıdırlar. Bunları terör ya da dire­
niş eylemleri olarak tanımlasak da tanımlamasak da siyasi ey­
lemlerin ortak bir Özelliğini belirlememiz gerekiyor: Popüler
desteğe başvurmaları ve destek olmadığında sürdürülmeleri­
nin zor olması. Kolektif cezalandırma uygulamasının arkasın­
da bir mantık varsa kolektif cezalandırmanın suç eylemlerine
değil yalnızca siyasi eylemlere bir yanıt olabileceği mantığı
vardır. İsrail Yüce Divanının ordunun bir intihar saldırısı dü­
zenlemekle suçlanan bir Filistinli militanın erkek ve kız kar­
deşinin Batı Şeria’dan sürüp Gazze Şeridi'ne gönderebileceği
şeklindeki 3 Eylül 2002 kararı etrafındaki tartışmayı ele ala­
lım. İnsan Haklan Derneği, İsrail işgali altındaki Filistinlile­
rin "yasadışı olarak zorla aktarılmalarının" Dördüncü Cenev­
re Sözleşmesi ne göre bir savaş suçu oluşturduğunu iddia etti.
Dokuz hakimlik panelin yasal gerekçesinden daha önemli
olan kararın ardındaki siyasi gerekçedir. N ew York Times bu­
nun Filistinli intihar saldırılarını durdurma konusundaki daha
büyük bir çabanın bir parçası olarak değerlendirdi.
İsrail’de Filistinlilerin haklarına sıra geldiğinde ve Ameri­
ka Birleşik Devletleri’nde terörist olarak damgalanan grupla­
rın hakları söz konusu olduğunda güvenlik haklardan üstün­
dür. A fganistan işgali Guantanam o K oyu'ndaki gözaltına
alınmalara yol açmışsa Irak işgali Bağdat Uluslararası Hava­
alanının dışındaki Kamp Kropper’deki benzer gözaltına alma
olaylarıyla birlikte anılmıştır. Iraklı tutsakların hiçbiri -A ğus­
tos 2003’te 3.000 k işi- herhangi bir suçla suçlanmadı. Sanık­
lar "yağmacı" ya da "isyancı" ya da yalnızca "Saddam Hüse­
yin’e sadık" olarak kaydedildiler. Uluslararası K ızılhaç’ın
kampa girmesine izin verildi, ama görevlilerine gördüklerini
anlatmaları yasaklandı. Ama Kamp Kropper’deki günlük ha­
yat koşullarını İnsan Hakları Derneği'ne anlatmak için perso­
nelden bazıları bu duruma karşı çıktılar. Aşağıda birkaç görüş
bir araya getirildi: "Her tutsak günde üç buçuk litre su alıyor.
Yaz aylarında bunu öğlen 50 derece sıcaklıkta yıkanmak ve
içmek için kullanıyorlar. Giysilerini yıkamasına izin verilmi­
yor. Vücudunu istila eden bitlere karşı küçük bir kap bit ilacı
veriyorlar. Zalim kurallarını en hafif ihlalde acı verici ko­
numlarda oturmaya zorlanıyorlar. Karşı çıkmak için bağırdı­
ğında uzun sürelerle bir çuvala sokuluyorlar." Kamp Krop-
per’de eski başbakan yardımcısı Tarık Aziz, eski Irak Parla­
mentosu başkanı Sadun Hammadi ve Saddam’ın kimyasal ve
biyolojik programının önemli bir üyesi olduğu söylenen Dr.
Hudda Ammaş gibi gitgide artan sayıda "Özel tutsaklar” da
bulunuyordu. Serbest bırakılan az sayıdaki tutsaklardan biri
olan Adnan Cassim’e göre "Tarık Aziz kamptaki son aylarda
çok yaşlanmıştı. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu ve kamburu
çıkmıştı. Belki de kendi tuvaletini kazmak zorunda olduğu
için. Bunu yapması için birinin yardım etmesi yasak. Herhan­
gi biri gibi davranılıyor - muhafızların istediği yere sürdüğü
bir hayvan gibi." Eski bir tutuklu Keys el-Sayman "En kötü
suçluların elleri arkalarında bağlanıyor ve iki saat süreyle
yüzleri toprağa yapıştırılıp güneş altında tutuluyorlardı" di­
yor. Bir Kızılhaç ziyaretçisine göre kadınların, erkekler gibi,
"iç çamaşırlarını yıkamaları yasaktı - bazılarında kötü yaralar
oluşmuştu.” İnsan Hakları Demeği Haziran 2003’te kamptaki
koşulların "uluslararası kanunların yasakladığı vahşi, insan-
lıkdışı ya da aşağılayıcı muamele ya da cezalandırmaya"
ulaştığını söyledi. Amerika’nın utanç verici Gulag’ında Ekim
2003’te kapatılıncaya ve sakinleri, belki de başka bir gözaltı
tesisine aktanlmcaya kadar günlük yaşam böyleydi.
Kolektif cezalandırma ve grup direnişi diyalektiğinden -ve
devlet ve toplumsal sayısız biçimiyle terör döngüsünden- dı­
şarı çıkan bir yol bulacaksak tartışmanın bütün taraflarını bil­
gilendiren siyaseti teşhis edip ona hitap etmekten başka seçe­
neğimiz yok.

Yerleşimci ve intihar Bombacısı


Yerleşimci ve intihar bombacısının şiddeti, her şeyden önce,
çağdaş terör ve terör karşıtı dünyayı tanımlamaya başlamıştır.
Terör tartışması kültürel ve siyasi olmak üzere iki kutup etra­
fında dönüp duruyor. Kültür Tartışması, terörü uygulayanın
kültüründe bir görevin açıklamasını arar. Buna karşın Siyaset
Tartışması görevi meselelere, seslendirilmemiş üzüntülerin
siyasi bağlamına bir yanıt olarak açıklama eğilimindedir. Si­
yasi terörün kültürel açıklamalarından çok siyasi açıklamala­
rına taraf olsam da her ikisinin de ortak bir eğilimi paylaştık­
larının farkındayım: İkisi için siyasi terör, ya modem öncesi
bir kültürün kontrolünde ya da korkunç bir baskı karşısında
kaçınılmaz bir yanıttır. İki görüşten hiç biri siyasi terörü bir
seçim olarak kabul etmez ve ikisi de tarihsel bir bakış açısın­
dan yoksundur. Kültürel açıklamalar çatışmayı besleyen belli
meseleleri göz ardı ederken siyasi açıklamalar terör uygula­
masının zamanla aşırı kısa erimli bir bakış açısının ve değer
taşıyan nedenlerin takibinde terör kullanımım meşrulaştıran
ahlaksız bir siyasi kültürün gelişmesine yol açtığı gerçeğini
önemsemezler.
İntihar bombacıları hakkındaki tartışma siyasi terörün kül­
türel ve siyasi açıklam alarını ortaya çıkarm ıştır. Stephen
Schwartz’in "Sıfır Noktası ve Suudi Bağlantısı" yazısı hâlâ
hem terörün köklerini İslamın kültürel geleneğinden ayırma­
ya hem de İslam içinde belli bir tek geleneğe yerleştirmeye
çalışan sava en iyi bilinen örnektir. Siyasi olarak doğru bir
duruşla başlıyor: "11 Eylül saldırıları, ‘A llah’ın yolundaki’
askerlere savaşmayanlara, kadınlara ya da çocuklara zarar
vermeden düşmanlarıyla yüz yüze savaşmaları uyarısı yapan
geleneksel M üslüm an tanrıbilim ine kesin lik le uym az."
Schwartz terörün kültürel kökenlerini "bir İslam türünde"
-Vahabi İslam ında- "iki asırdan daha kısa bir süre önce" do­
ğan ve "şiddetli," "hoşgörüsüz" ve "son derece fanatik," "gös­
terişli ruhanilikten nefret eden" bir "çıplak İslam" biçiminde
arıyor. Tek bir örnek -"1801 yılında Vahabiler Kerbela şehri­
ne saldırıp sokaklarda ve pazarlarda 2000 sıradan vatandaşı
katlettiler"- "başından itibaren" bu "kültün kendisine karşı
gelenlerin kitlesel imhasıyla ilişkili olduğu" savını oluşturma­
ya yetiyor. Bunu kendi çıplak sonucu izliyor: "Bütün Müslü­
man intihar bombacıları Vahabidir," ardından bir düşünce ge­
liyor hemen: "Yaser Arafat ya da Saddam Hüseyin gibi kişi­
sel iktidarın çıkarları için kendilerini Müslüman olarak göste­
ren tanrıtanımaz solculardan oluşan birkaç mürit hariç belki."
Yazarımız yılmadan devam ediyor: "Bin Ladin bir Vahabidir.
İsrail’deki intihar bombacıları da öyle. Mısırlı müttefikleri de.
Cezayirli İslamcı teröristler de. Keşmir’deki Talibancı geril­
lalar da." İnsan Schwartz’in burada teröristlerden bir tropik
ya da çöl hastalığına kapılmış modern öncesi bir geleneğin
kurbanlarıymış gibi söz ettiği izlenimine kapılıyor. "Kültü­
rün" bazı halklara bir takım değişmez özellikler atfederek on­
ları betimlemek için bir şifre sözcüğüne dönüşmesi ölçüsünde
ırk tartışmasının çağdaş karşılığı olarak işler.
Kültür Tartışmasının daha verimli bir biçimi Massachu-
setts’teki Mount Holyoke Koleji'nde uluslararası ilişkiler pro­
fesörü Sohail Hashmi’nin yazdığı bir yazıda bulunur. W as­
hington P ost'ta yazan Hashmi Mısırlı popüler Şeyh Yusuf
Karadavi gibi bazı İslamcı bilginlerin nasıl bazı terörist saldı­
rıları (11 Eylül’dekiler gibi) şiddetle lanetlerken diğerlerini
(İsrail’deki intihar bombalamaları gibi) lanetlemediklerine şa­
şırıyor: "Genç adamlarla kadınları -çoğu etkilenebilir gençle­
ri- şehitlikle ödüllendirilecekleri sözleriyle ölümcül görevlere
göndermekten sorumlu olanlar bomba üreticileri gibi dini bil­
ginlerdir de." Hashmi rahatsız çünkü "intihar bombalamaları
İslamcı etiğin iki temel ilkesine karşı çıkıyorlar: İntihar ve sa-
vaşmayanların kasıtlı öldürülmesi yasağına.” Aynı zamanda
bu bombalamalar "İslamın kolektif sorumluluk fikrini redde­
dişiyle de uzlaştırılamazlar."
İntihar bombacısının bakış açısı, "Filistinli İntihar Bomba­
cısının Dünyasının İçinde" adlı The Tim es ’ta (Londra) yayın­
lanan bir yazıda- en iyi biçimde ortaya konulmuştur. Okur
"günler ya da haftalar sonra yapılabilecek bir intihar görevine
hazırlanan" yirmi yedi yaşındaki bir sanat okulu mezunu Yu-
nus'la tanıştırılır. Yunus kararını her şeyden önce çok çağdaş
siyasi bir gerçekliğe, işgale karşı bir yanıt olarak açıklıyor:
"Amacım yerleşimcilerin buradaki hayatlarından zevk alma­
larını önlemek. Amacım İsrailli kontrol noktalarını ülkemden
çıkarmak. Barış içinde giderlerse onları bölgelerine takip et­
meye niyetim yok. Ama burada kalırlarsa onları çıkarmak
için elimde bulunan yöntemleri kullanacağım." Kararı aynı
zamanda gerçeğin bir başka yönünün kabulüdür yani İsrail
devletiyle İşgal Altındaki Topraklar'ın Filistinli sakinleri ara­
sındaki teknolojik dengesizliğin basit gerçeği: "Beni saniyeler
içinde yok edecek bir tankın önünde duramayacağımı biliyo­
rum, bu nedenle kendimi bir silah olarak kullanacağım. Buna
terör diyorlar. Bense buna kendini savunma diyorum." Ama
ayrıca eylemi özgürlüğe bir gazel olarak da amaçlıyor. Hayat,
diye açıklıyor, "değerlidir", bu nedenle "savaşmaktan başka
seçeneğimiz yok": "Özgürlük bir armağan olarak verilmiyor.
Tarih onu elde etmek için büyük fedakarlıkların yapılması
gerektiği gerçeğine tanıktır." İntihar bombacılarının "terörist­
ler değil", tersine "eğitimli savaşçılar" olduklarını iddia eden
Yunus son mesajını veriyor: "Görevim, yerine getirdiğim an­
da yalnızca İsraillileri öldürmek olmayacaktır. Öldürmek ni­
hai hedefim değil, denklemin bir parçası olsa da. Eylemim
sorumlu olanları aşıp ve genelde dünyaya bir insan için en
çirkin şeyin özgürlük olmadan yaşamaya zorlanmak olduğu
mesajını taşıyacaktır."
Çoğu kez "intihar bombalaması" etiketinin uygulamayı ya
da ardında yatan güdüyü doğru olarak yakalayıp yakalamadı­
ğını merak etmişimdir. Açıktır ki intihar bombacısının birinci
hedefi kendi hayatını yok etmek değil, ama düşman olarak ta­
nımlanan diğerlerininkini yok etmektir. İntihar bombacısını
en başta bir asker sınıfı olarak görmemiz gerekiyor. İntihar
bombacısı, özellikle de siyasi modernliğin yaptığı gibi, hayatı
-hem kendimizinkini hem de diğerlerininkini- hayattan daha
yüce kabul ettiğimiz hedeflere tabi kılmaya hazır oluşumuzla
insanlığımızın iki yönünü birleştirmiyor mu? İntihar bomba­
laması, barbarlık işareti olarak damgalanmak yerine modem
siyasi şiddetin bir özelliği olarak anlaşılmalıdır. Ahlaki bir
tartışmanın kendi içindeki tehlikesi (bir kültür nasıl olur da
intihara göz yumabilir) bireyleri bir basmakalıba sokarak ve
alternatif stratejiler hakkında her türlü görüşmeyi önleyerek
Kültür Tartışmasının tekrarına hızla dönüşmesidir. Bu neden­
le ahlaki bir tartışmayı geniş tarihsel ve siyasi bir tartışmayla
birleştirme ihtiyacı doğmaktadır.
Solcu gerilla gibi sağcı yerleşimci de sivil ve askeri arasın­
daki sınırı bulanıklaştırır: Savaşan güçlerin büyük bir oranı
çoğu kez sivil komandolardan oluşmaktadır ve bütün yetişkin
erkekler, Güney Afrika’da olduğu gibi, ya da bütün erkek ya
da kadın yetişkinler, İsrail’de olduğu gibi, zorunlu bir askeri
eğitimden geçiyor ve ani bir çağrıyla yedek güçler olarak ha­
zırlanıyorlar. İntihar bombacısını üreten bağlamı 1967’deki
Altı Gün Savaşından ve özellikle de 1993 Oslo görüşmelerin­
den sonra Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşimlerinin ola­
ğanüstü ölçüde genişlemesi açıklıyor.
İsrail Batı Şeria ve Gazze Şeridini 1967 Altı Gün Sava-
şı'ndan sonra işgal etti. İşgal Altındaki Topraklara yerleşim­
cilerin hareketi 1973-1974’teki Yom Kippur Savaşı'na kadar
büyük değildi. Bu dönemde, Kookçuların (Rabbi Kook’un ta­
kipçileri) yönettiği hızla büyüyen dini bir hareket göçmen fet­
hi ve egemenliği için siyasi bir programa dini olarak onay
verdi. Kookçu hareket şahin genç laikçiler olan Kookçular-
dan oluşan bir grup rabbi ve İsrail Savunma Güçlerinde (IDF)
hizmet eden ve İsrail'in savaşlarında savaşan diğer dinci Ko-
okçulardan Gush Emunim, "İnançlıların Bloku" adlı bir grup
oluşturduklarında ortaya çıktı. Kookçular için 1967’de İsra­
il’in zaferi "Kurtuluşun gerçekten gelmek üzere olduğuna ve
Tanrının tarihi gerçekten de nihai sonuna doğru ittiğine kesin
bir kanıttı." İşgal Altındaki Topraklardan geri çekilmek söz
konusu değildi, çünkü "kutsal toprakların her bir parçasının
iadesi kötülük güçlerinin bir zaferi olacaktı." İş hayatında Si­
yonizm Yahudi hayatını normalleştirmeye çalışırken, fethe­
dilmiş Filistin bölgelerine Yahudilerin yerleşmesini yasakla­
yan BM kararları da dahil olmak üzere "Yahudiler Tanrı tara­
fından seçilmiş oldukları için temelde bütün diğer milletler­
den farklı oldukları ve aynı kurallara bağlı olm adıklan"na
inanarak- Gush bu hayatı bir istisna haline getirmeye çalışı­
yordu.
Yom Kippur Savaşı'ndan sonra Gush, "bütün Batı Şeria’ya
yerleşmek için bir ana plan" oluşturdu: "Amaç yüz binlerce
Yahudiyi bölgeye taşımak ve koskoca stratejik dağ kalesini
sömürgeleştirmekti." 1976 İsrail Kurtuluş Gününde yaklaşık
yirmi bin silahlı Yahudi Samiriye’nin bir bölümünden diğeri­
ne yürüyerek bir Batı Şeria "pikniğine" katıldı. Yeni Likud
Partisi 1977’de iktidara geldiğinde Menahim Begin "yaşlı
Rabbi Kook’u Merkav Harav’da ziyaret etti ve ayaklarına diz
çöküp önünde eğildi." Likud hükümeti, "işgal altındaki böl­
gelerde yoğun bir yerleştirme girişimini başlattı." İsrail İskan
Bakanlığının yeni yöneticisi Ariel Sharon göreve "yirmi yıl
içinde bir milyon Yahudiyi Batı Şeria’ya yerleştirme amacı­
nı" açıklayarak başladı. 1978’de her Batı Şeria yerleşim i
"kendi bölgesindeki güvenlikten sorumlu oldu ve yüzlerce
yerleşimci kendi topluluklarını korumak ve yolların ve top­
rakların güvenliğini sağlamak için düzenli ordu birimlerinden
azat edildi. Bunlara çok sofistike silahlar ve askeri donanım
verildi." Mart 1979’da "hükümet Batı Şeria’da vergi toplama,
hizmet sağlama ve işçi çalıştırma yetkisine sahip beş bölgesel
konsey kurdu." Gush Batı Şeria yerleşim cilerinin yüzde
20’sini tedarik etti ve bu konseylerde "Gush üyelerinin genel­
likle ana rolleri vardı."
Gush üyeleri genellikle "Filistinlilerin toprak haklarının
olmadığı ve onlar için burada yer olmadığı" görüşündeydiler.
Yerleşimcilerin İşgal Altındaki Topraklara hareketi her bir
yerleşimle hızlanarak aşamalar halinde gerçekleşti. Yerleşim­
cilerin sayısı Yom Kippur Savaşı'ndan sonraki onuncu yılın
sonunda, 1984’te yaklaşık kırk altı bine ulaşmıştı. Yaklaşık
on yıl sonra 1993’te Oslo Sözleşmesi imzalandığında İşgal
Altındaki Topraklar'da kabaca 200.000 yerleşimci bulunuyor­
du. Oslo Sözleşm esi'nden sonra akışın artm ası ironiktir.
Üçüncü on yılda, 2002’nin sonunda yerleşimci sayısı ikiye
katlanıp 400.000’e ulaşmıştı - bugün İsrail’in hak iddia ettiği
Doğu Kudüs’teki yerleşimciler bu sayıya dahildir. Son dö­
nemlere ait bir İsrail insan hakları raporu İsrailli yerleşimcile­
rin Doğu Kudüs’ün Filistin bölümü hariç şimdi Batı Şeria’nın
neredeyse yüzde 42’sini kontrol ettiğini belirtiyor.
Yerleşimcilerin erimi doğrudan kontrol ettikleri toprakları
aşıp Filistinlilerin kıt kanaat geçindikleri koşullan biçimlen­
dirmeye kadar uzanıyor. Örneğin Gazze Şeridi'ndeki yerle­
şimciler bölgede yaşayan toplam nüfusun binde 5 ’ini oluştu­
rurken toprağın yüzde 20’sini kontrol ediyorlar. Sözde 1993
barış sürecinden sonra bile H a’aretz’te yazan Amira Hass'a
göre "yerleşimciler Filistinlilerin nasıl yaşayacaklarını -b ir su
borusunun nerede olmaması gerektiğini, bir sığınmacı kampı­
nın nerede genişlememesi, arabaların nerede sürülmemesi ve
bir kanalizasyon işleme fabrikasının nerede inşa edilmemesi
gerektiğini- emretmeyi sürdürdüler. ... ‘Devlet topraklarının’
yalnızca Yahudiler için olduğu; Filistinlilerin Yahudilere
oranla kişi başına daha az toprak ve suya gereksindikleri; Ya­
hudiler gibi aynı altyapı ya da konforları hak etmedikleri ya
da gereksinmedikleri; Filistinlilerin hakları olduğu için değil
biz onlara izin verdiğimiz için burada yaşadıkları bir 'aksi­
yom’dur artık. ... İşte her gün, her günün her dakikası uygula­
nan ayrımcılık budur. Yabancılaştıran, yakan bir hakarettir
bu, Güney Afrika’nın siyahlarının, Amerika Birleşik Devlet-
leri’nin siyahlarının ve Doğu Avrupa’nın Yahudilerinin aşina
olduklarıyla aynı-ayrımcılık."
İşgal Altındaki Topraklar, resmi İsrail açıklamalarında
Doğu Kudüs’ü içermiyor. Ama Kudüs’teki Filistinliler için
yaşam pek farklı değil. Filistinliler "İsrail" Kudüs nüfusunun
üçte birinden fazlasını oluşturmalarına rağmen, "bütün ika­
met, topluluk ve ticari ihtiyaçları için toprağının yalnızca
yüzde 6 ’sına ulaşabiliyorlar." Doğu Kudüs’teki Filistinli ev­
ler düzenli olarak yıkılıyor; İsrail Ev Yıkımlarına Karşı Ko-
mite’den Jeff Halper, "beklenen yüzlerce yıkım emriyle bir­
likte son on yılda 300’den fazla yıkımı" belgelemiştir. ABD
tasarısı yol haritası imzalandıktan sonra bile İsrail hükümeti,
yalnızca birkaç hafta içinde "düzinelerce yıkım emri" çıkardı.
Halper’e göre "İsrail, Yol Haritasının ‘Doğu Kudüs’ü resmi
olarak İsrail’e bağlandığı için kapsamadığını ileri sürüyor."
Bu bağlamı anlamadan ikinci intifadanın ve sayısız intihar
bombalamalarının başlangıcına işaret eden umutsuzluk ve sı­
kıntı duygusunu kavramak zordur. Apartheid karşıtı bir mü­
cadelenin zirvesinde siyasi olgunluğa erişen birisi için intihar
bombalamaları hakkındaki çağdaş tartışma gerdanlık hakkın-
daki daha önceki bir apartheid tartışmasını anımsatır; bu uy­
gulamayla şehrin tetikteki gençleri eski bir araba lastiğini
benzine batırır, bir apartheid muhbiri olduğundan kuşkulanı­
lan kişinin boynuna geçirip yakardı. İntihar bombalarında ol­
duğu gibi gerdanlık tartışmasının da iki yüzü vardı. Ahlaki
yüzü, gerdanlığın eleştirilmesinden çok yerliler arasında uy­
garlık eksikliği hakkında yerleşimcilerin söylemi gibi görü­
nürdü: Nasıl bir toplum böylesi bir uygulamayı desteklerdi?
Buna karşı -kurtuluş hareketleri sıralarındaki- yerliler arasın­
daki tartışma muhbirlerin artmasını kontrol etmede gerdanlı­
ğın siyasi etkisi hakkındaydı daha çok.
Bu dönemden dört ders çıkarabiliriz. Birincisi ahlaki tar­
tışma galip geldikçe siyasi tartışma bastırıldı. İkincisi gerdan­
lık uygulamasının yayılması birbiriyle yakından ilişkili iki
gelişmeye tanıklık etti: Bir yanda apartheid devletinin kurum-
larının apartheid karşıtı direnişinin etkisi ve diğer yanda yer­
liler arasında kaba ve hazır bir kültürü besleyen militarist so­
kak çeteleri kültürünün yayılması. Üçüncüsü gerdanlık hak-
kındaki siyasi tartışmanın yakın ve uzun vadeli etkisi arasın­
da ayrım yapma zorunluluğu. Yakın vadesi açısından gerdan­
lığın etkin olmadığını ileri sürmek zordu. Tam tersine -tıpkı
intihar bombalamalarında olduğu g ibi- gerdanlık uygulaması
da baskı altına alınanların yerleşimcilerin işgalinin yayılan
kollarına karşı çıkmak için bir güç oluşturabildiklerine kamu­
sal bir kanıt sunuyor gibiydi. Birçok insan Winnie Mandela,
gözlerinde ateşle, 13 Nisan 1985’te Johannesburg yakınların­
daki Munsieville’de şunları söylerken başını sallamıştı: "Bi­
zim silahlarımız yok - bizim yalnızca taşlarımız, kibrit kutu­
larımız ve petrolümüz var. Birlikte, el ele, kibrit kutularımız
ve gerdanlıklarımızla bu ülkeyi kurtaracağız." Afrika Ulusal
Kongresi (ANC) liderleri bile konuşmayı kamuoyu önünde
eleştirmek için isteksizdi. ANC başkanı Oliver Tambo Hara-
re’deki aynı görüşte olmayan ulusların bir zirve toplantısında
şunları söylemesine rağmen: "Gerdanlıktan memnun değiliz
ama bu tür aşırı eylemlere sürüklenen insanları kınamayaca­
ğız." Eninde sonunda siyasi tartışma, gerdanlığın anlık etkisi­
nin ne olduğu sorusunun ötesine geçip daha uzun erimli siya­
si maliyetini araştırmak zorundaydı: Bu uygulama hem ülke­
de hem ülke dışındaki müttefikleri uzaklaştırıyor, hem yanlış
kişiye gerdanlık takıldığında hem de takılmadığında, öyle ki
direniş kültüründe gitgide artan militarizm endişesini ortaya
çıkarıyordu. Son dersse kuşkusuz etkili siyasi bir alternatif ol­
madığı sürece siyasi olarak gerdanlığa karşı çıkmanın zorlu­
ğuydu. Apartheidi sona erdirmenin şiddet içermeyen bir yolu
alternatif olarak ortaya çıktığında sanki güneş doğmuş, sis
kalkmış ve yeni bir gün ağarmış gibiydi; daha dün fısıldaya­
rak bile eleştiri yapmaya çok az kişinin cesaret ettiği bir ülke­
de ertesi gün gerdanlığı destekleyen bir kimseyi bulmak zor­
du.
Gerdanlık üzerine Güney Afrika tartışması şu gibi sorular
hakkında daha geniş bir siyasi tartışmanın bir parçasına dö­
nüşmüştü: Yerleşimci kimdir ve yerli kimdir? Düşman kim
ve biz kimiz? Bu tartışma yerleşimcilerle yerliler ve üç siyasi
görüş arasındaki ayrımlara işaret ediyordu. Dile getirilen ilk
görüş milliyetçiliğin iki türüydü: Muhafazakâr ve radikal mil­
liyetçilik. Muhafazakâr milliyetçilik için yanıt oldukça basit­
ti: Her göçmen bir yerleşimciydi. Yerleşimci milliyetçiliğe
karşı mücadelenin amacı yerleşimci fethi öncesinde varolan
durumu yeniden oluşturmaktı: Yerli bir devletin garantilediği
yerli özgürlük. Oysa radikal milliyetçilik göçmenlerle yerle­
şimciler arasında bir ayrım yapıyordu. Yerleşimci, ayrıcalığı
kanunda yazılı kişiydi; buna karşın göçmenler ayrıcalıklı be­
yazlarla ayrıcalıksız beyaz olmayanlardan oluşan farklı tür­
lerdendi. Göçmenlerle yerliler tek bir yönetim içinde birlikte
varolabilirken yerleşimcilerle yerliler varolamazdı. Bu neden­
le amaç ekonomi ve toplumda ayrıcalıklı bir konumu destek­
lemek için siyasi iktidar arayan göçmenlerden ülkeyi kurtar­
maktı. Radikal milliyetçi Afrika Birliği Kongresi bu görüşü,
daha çok kabaca olsa da düzgün bir biçimde sloganında özet­
ledi: "Bir yerleşimci, bir kurşun." Apartheid sonrası Güney
Afrika’nın geleceğini biçimlendiren daha önemli görüş her
iki milliyetçilik biçimini aşan üçüncü görüştü. Burada sorun
yerleşimci değil, yerleşimci devletti, yerleşimci ayrıcalığı ga­
rantileyen yasal yapıydı. Yerleşimciyle yerli arasında yasal
bir ayrımcılık yapan bir devlet olmadan yerleşimci ayrıcalık
ve böylece de yerleşimci olmayacaktır, çünkü bütün yerle­
şimciler yasada tarihi kökenleri önemli olmaktan çıkacak
göçmenlere dönüşecekti. Bu bakış açısında düşman, yerle­
şimci devletin iktidarını savunan herkesti. Yerleşimci ideolo­
jinin -"yerli" kimliği ırksal bir damgadan ırksal bir gurur ro­
zetine dönüştürerek- ayna görüntüsünü kucaklamak yerine
Apartheid sonrası Güney Afrika’nın verdiği vaat yerleşimci
devletin ürettiği iki siyasi kimlik olarak hem "yerleşimci"
hem de "yerli"den kurtulmaktı. ANC’nin Özgürlük Anlaşma­
sında yıkıcı bir biçimde belirttiği gibi Güney Afrika, içinde
yaşayan herkese aittir. Apartheid sonrası bir bakış açısından
Filistin ve İsrail’deki asıl mesele, bir, iki ya da on devletin
olup olmaması değil içinde yaşayanlar için herhangi bir dev­
letin eşit vatandaşlık üzerine nasıl inşa edilmesi gerektiğidir.
Sonuç

DOKUNULMAZLIĞIN VE
TOPLU CEZALANDIRMANIN
ÖTESİNDE

fganistan’ın A m erika tarafından bom balanm asını

A eleştirenlerin çoğunun iddia ettiği gibi, terör bir suç


eylemi gibi mi ele alınmalıdır? Bu düşünce çekici gö­
rünüyor ama terör yalnızca bir suç olsaydı siyasi bir sorun ol­
mazdı. Siyasi terörle suç arasındaki ayrım, ilkinin kamusal
destek için açık bir girişimde bulunmasıdır. Suçludan farklı
olarak siyasi terörist ceza ile kolayca caydırılmaz. Yöntemleri
hakkında ne düşünürsek düşünelim teröristler yalnızca duyul­
ma ihtiyacına sahip olmakla kalmazlar, çoğu zaman destek­
lenme ihtiyacı da duyarlar. Salman Rüşdi’nin N ew York Ti-
m es’tc teröristlerin kendilerine hedef yaratan ama aslında he­
defi olmayan nihilistler oldukları -v e bu nedenle de onlara
acımasızca saldırmamız gerektiği- iddiasına rağmen terörün

D okunulm azlığın ve T oplu C ezalandırm anın Ö tesinde 23 9


askeri bir çözümü olmadığını anlamak zorunda insan. Terö­
ristlerle başarılı bir askeri yüzleşme bile siyasi olarak yalıtıl­
malarını gereksinir, özellikle de ortaya attıkları meseleleri ele
alarak. İşte bu nedenle A m erika’nın Afganistan’daki resmi
bombalama harekatının, teröre bir çözüm arayışından çok
kanlı bir öç almayla ortaçağa özgür bir şeytan çıkarmadan
oluşan bir birleşim olarak hatırlanması daha olasıdır.
11 Eylül suçlularıyla ve buna karşı "terörle mücadele" ola­
rak adlandırılan resmi cevap arasında gitgide büyüyen ortak
zemini fark etmeyen insanların sayısı az olacaktır. Her iki ta­
raf sonuna kadar savaşma çağrısında bulunarak ortak bir ze­
min olasılığını reddediyor. Her ikisi adalet adına güçleri hare­
kete geçiriyor, ama adaleti öç olarak anlıyor. 11 Eylül suçlu­
ları resmi Amerika ile Amerikan halkı, hedefle kurban arasın­
da ayrım yapmayı reddettiğinde "terörle mücadele" de ya
"kaçınılmaz zayiat" ya da meşru yakınmalara aldırmadan ve
toplu cezalandırmayı uygulayarak ilerlemiştir. Her iki uygula­
manın öç alma ruhunu beslemesi olasıdır. Bu kitabı yaralan­
maya karşı verilecek yanıtın intikam olması gerekmediği ve
öç almayla adalet arasında ayrım yapmamız gerektiği inancıy­
la yazdım. Öç alma dışında bir yanıt mümkün ve istenen hare­
kettir. Bunun olabilmesi içinse yaralanma anını bir özgürlük
ve seçim anma dönüştürmemiz gerekiyor. Amerikalılar için
bu 11 Eylülü Amerika’nın dünyadaki yeri hakkında düşünme
fırsatına dönüştürmek anlamına gelir. Kurbanlara karşı duyu­
lan üzüntü tartışma olmadan seçimin olmadığı ve seçim olma­
dan demokrasinin olmadığı gerçeğini çarpıtmamalıdır.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ve küresel olarak Afga­
nistan sonrası tartışma ikinci bir soruyla meşgul oldu: Terörle
mücadele ile Irak’taki savaş arasındaki bağlantı, varsa eğer,
nedir? 11 Eylül sıradan Amerikalıların sahip oldukları -b u ­
günlerde güvenlik denilen- bağışıklık duygusunu parçaladıy-
sa sonraki yönetimlerin paylaştıkları Amerika’nın ceza gör­
meden güç uygulamaya devam edeceği güvenini de aşındırdı.
Yönetimdeki bazıları için bu güvensizlik Soğuk Savaş'ın mi­
rasını sorgulama, ötesine geçip bir hukuk üstünlüğü ve ulus­
lararası alanda sorumlu tutulma rejimini oluşturmaya yönel­
mek için bir nedendi. Ama Bush yönetimi için 11 Eylül terör
karşısında güvenlik açısından yaygın olan toplumsal endişeyi
yeni-Reagancı bir gündemi takip etme -Soğuk Savaş'tan ka­
lan bitmemiş işleri tam am lam a- fırsatına dönüştürmek için
nadir bir tarihi fırsat sundu. İşte bu gündem hem terörle mü­
cadelenin kendini üstün gören ve cezalandırıcı biçimde yapı­
lışına hem de yeni bir savaştan, "şer eksenine" karşı savaştan
farksız olmasına bir ipucu sağlıyor. Afganistan ile Irak’m iş­
galleri arasındaki köprüyü aydınlatıyor. Şer ekseni ne ölçüde
Soğuk Savaş sonrası şer imparatorluğunun yalnızca bir çeşi­
didir? Bush yönetiminin şer eksenini "demokratikleştirme"
sözü, "demokratik bir devrim" müjdeleyerek şer imparatorlu­
ğunu püskürtmek için Reagan’ın yumuşamayı reddetmesini
anımsatmıyor mu?

Son Soğuk Savaşta Terörü Özelleştirmek


Siyasi terör, bir hükümetin ya da gerilla hareketinin sivil des­
tek kazanamamasından doğar. En belirgin bağlantı, İngilizle-
rin İkinci Dünya Savaşı sırasında Malezya sömürgelerinde
öncülük ettikleri ve Samuel Huntington’un Vietnam Savaşı
sırasında yapması için Amerika'ya önerdiği kontrgerilla sava­
şı uygulamasıdır. Huntington Viet Kong’a sempati duyan nü­
fusun taşınacağı stratejik mecraların yaratılması çağrısında
bulundu, böylece gerillalar destek bekledikleri nüfustan ayrı­
lacaktı. Kontrgerilla savaşı gerilla mücadelesi kuramını baş
aşağı etti. Gerillalar insanın askerleri sivillerden kolayca ayı­
rabildikleri geleneksel bir savaş değil de -s ila h la rla ve
Mao’nun mecazını kullanarak, balıkların suda yüzdükleri gibi
kolaylıka nüfus içinde hareket ederek- siyasi bir mücadele
yürüttüklerini iddia ediyorlarsa kontrgerilla savaşının amacı
önce balıkları yalıtmak için suyu boşaltmaktı. Ancak kontrge­
rilla savaşı, gerillalar sivil halkın siyasi desteğine sahip ol­
dukları sürece işe yaramadı. Bu nedenle sivillerin askeri ola­
rak hedeflenip teslimiyete zorlanmaları gerekti.
Kontrgerilla savaşıyla terör stratejisi arasındaki ayrım so­
nuncusunun yumuşak hedefleri kasten vurmasıydı; bu durum
da askeri ve sivil arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran gerilla sa­
vaşından öğrenilen sapkın bir dersti. Gerillalar vatandaşlık ve
siyasi hakları savunmak için silahlanan siviller olduklarını id­
dia etmekle kalmıyor, stratejilerinin özü yumuşak ve siyasi,
başka bir deyişle, askeri olmaktan çok sivil olan hedefler ta­
nımlamaktı. Sağcı diktatörlüklerle savaşan solcu gerillalardan
sufle almışçasına militan Üçüncü Dünya milliyetçi hükümet­
leriyle çarpışan sağcı terörist gruplar işe -yerel konseylerin si­
yasi liderlerinden başlayarak şehir liderlerine ve kooperatifler,
sağlık merkezleri, devlet çiftliklerindeki; kısaca hükümetle
bağlantılı herhangi bir üretim tesisi ya da sosyal hizmetlerdeki
teknik kadrolara kadar- sivil liderleri yok etmekle başladılar.
Düşmanlar birbirinden ilk kez bir şeyler öğrenmiyordu.
Amerika Birleşik Devletleri ’nin vatandaşlık hakları hareke­
tinde siyah kiliselerin olağanüstü başarısı karşısında Jerry
Fahvell ileriye giden yolun dinsel planla laik olan arasındaki
çizgiyi ihlal etmekten geçtiği sonucuna varmamış mıydı? Sol­
cu gerillalardan öğrenmeye gelince sıra Apartheid ordusunda­
ki siyasi entelektüeller öncülük işini yaptılar. Örnek olarak
bütün gerilla karşıtı birimlerin Mao Zedung’un temel gerilla
savaşı yazılarını çalışmalarını zorunlu kılan Apartheid savun­
ma bakanı Magnus Malan’ı alalım. Onun liderliğinde Güney
Afrika Savunma Güçleri yakalanan gerillalardan bilgi almak
için işkence kullanmayı aşıp onları muhbir olarak gerilla sıra­
larına tekrar göndermeden önce, eski gerillaları apartheid
ajanlarına "dönüştürmek" için -A partheid’in ünlü dönüştür­
me kampı Vlakplaas’ta olduğu gibi- yöntemler geliştirmeye
kadar uzanan Sovyet istihbaratı yöntemlerini taklit etmeye
başladılar.
Solcu "gerillalar" ile sağcı "teröristler" arasındaki ayrım
şuydu: Genel olarak gerillalar önemli ölçüde sivil siyasi des­
tek toplayabildikleri bağlamlarda çalışırken teröristler temel
ölçüde sivil halktan yalıtılmışlardı. Uygulamada ayrım bazı
durumlarda bulanıktı. Birinci durum gerillalar siyasi destek
kazanamadıklarında görülmektedir, tıpkı Devrimci Birleşik
Cephe (RUF) liderliğinde ve Sierra Leone’deki kadrolarda ol­
duğu gibi - ilk başta ikna edemedikleri sivillerden zorla des­
tek almak için şiddete başvuran hükümet karşıtı gerillalardı
bunlar. İkinci durum Peru’da Sendero Luminoso (Aydınlık
Yol) silahlı grevlere çağırdığında görülmektedir, burada po­
püler desteği kaybeden gerillalar, hükümet tarafında olmasa­
lar bile kendilerine katılmayan herkese karşı şiddet uyguladı­
lar. İlk örgütlendikleri bölgedeki yerli halktan önemli bir des­
teğe komuta etmelerine rağmen Sendero Luminoso ülkenin
kalanından destek alamadı. Üçüncü durum da gerillalar sevil­
meyen diktatörlüğün sivil ajanlarıyla sivil halktaki mirasçıları
ya da destekçileri arasında ayrım yapmayı bırakıp sivil halkı
yumuşak hedeflere dönüştürdüklerinde meydana geldi. Bu
sonuncusu altmışlı yılların Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
kitlesel savaş karşıtı hareket olan W eathermen’den gelecek
karanlık göründüğünde sivil hedeflere karşı şiddete başvuran
Filistinli ve Güney Afrikalı direniş örgütlerine kadar tarihin
farklı noktalarında -stratejiden çok- taktik olarak teröre baş­
vuran hareketler için geçerlidir. Taktik amaçlarıyla siyasi te­
röre başvuran bir kurtuluş hareketinin çekicilikleri ve tuzakla­
rı Cezayir Savaşı (1967) filminde mükemmel bir biçimde ele
alınmıştır.
Amerika Birleşik D evletleri’nin Ödediği Bedel

ABD’nin terörle flörtü Vietnam sonrasında yönetimin dış po­


litika üzerindeki yasama kısıtlamalarından kurtulma çabaları­
nın bir parçasıydı. Bu kısıtlamalar önce Angola iç savaşında­
ki taraflara herhangi örtülü bir yardım ı yasaklayan 1976
Clark Değişikliği ve sonra da Nikaragua’daki kontra savaşı
sırasındaki 1984 Boland Değişikliği olarak kanunda resmi
olarak kabul edildi. Amerika’nın, terörü kucaklamanın karşı­
lığında ödediği ilk bedel kendi ülkesinde demokrasinin gitgi­
de aşınmasıydı. Dış politikayı iç politikadan ayırma arzusu
emperyalist demokrasilerin özelliğidir ve bu istek Soğuk Sa-
vaş'm önemli miraslarından biriydi. Yürütme organı yasama
organlarına karşı ne kadar daha az sorumluysa resmi Amerika
dış politikayı o denli bir araç olarak görmeye başlıyordu. De­
falarca bu görüş kaba bir pragmatizm olarak gerekçelendiril-
di: Doğrudur çünkü işe yarıyor denildi.
Afgan Savaşı için ikinci bir bedel ödendi, çünkü Amerika
Birleşik Devletleri ve müttefikleri kapsam olarak uluslararası,
her tür etkili devlet kontrolünden uzak ve din savaşı kavramı­
na sarılmış bir terör altyapısı yarattı, eğitti ve sürdürdü. Res­
mi Amerika iki tür -"onların" ve "bizim"- terör arasında ay­
rım yapmayı öğrendi ve bizimkine karşı gitgide artan yumu­
şak bir tutum besledi. Ama sonra onların terörünün bizimkin­
den doğduğu anlaşıldı.
CIA’in eğittiği en ünlü terörist, kuşkusuz Usama bin La-
din’di; Arundhati R oy’un aydınlatıcı ifadesiyle, "bin Ladin
CIA tarafından yaratılmış ve FBI tarafından aranmış olma
seçkinliğine sahiptir." Bin Ladin C IA ’in tek seçkin yaratısı
değildi - daha önce belirtildiği gibi diğerleri arasında Ha-
m as’ın kurucusu Abdullah Azam ve M ısırlı kör dini lider
Şeyh Ömer Abdül Rahman bulunuyordu. CIA buluşlarının
hepsi de FB I’nin en çok arananlar listesindeydi. 1993 Dünya
Ticaret Merkezi bombalamasının ortak işbirlikçileri arasında
Afgan cihadının iki eski askeri vardı: Ramzi Ahmed Yousef
ve Mahmud Abouhalima. Dünya Ticaret Merkezi bombası,
altmış metre genişliğinde birkaç kat derinliğinde bir krater
açarak yeraltında patlamıştır. Bomba amonyum nitrat ve ya­
kıttan oluşuyordu - Cooley’e göre "CIA elkitapçıklarında öğ­
retilen" bir formüldü bu.
Afgan cihadı için ödenen üçüncü bedel, uluslararası yasa­
dışı uyuşturucu ticaretinin gelişimiyle bağlantılı olan paralel
bir suç altyapısının gelişimiydi. Hükümetin yüzleşmek zorun­
da olduğu basit gerçek, yasamanın onayı olmadan savaş sür­
dürmek istiyorsan fazla paranın olmaması olasıdır. Defalarca
örtülü savaşlar sürdüren istihbarat büroları mali sorunları için
aynı çözüme ulaşıyor görünüyorlardı: Uyuşturucu krallarıyla
dolap çevirmek. 1995’te Afganistan operasyonundan sorumlu
eski CIA direktörü Charles Cogan CIA ’in gerçekten de uyuş­
turucuyla savaşı Soğuk Savaş'la mücadelesine kurban ettiğini
itiraf etti, ama şunu da ekledi:

Ana görevimiz Sovyetlere mümkün olduğunca hasar


vermekti. Gerçekten de uyuşturucu ticaretini araştırmak
için ne kaynağa ne de zamana sahiptik, ... Bunun için
özür dilememiz gerektiğine inanmıyorum. Her duru­
mun bir yan etkisi vardır. ... Uyuşturucular açısından da
bir yan etki vardı, evet. Ama ana amaca ulaşılmıştı.
Sovyetler Afganistan’dan çekildi.

Ama yan etki beklenmedik değildi; sonuçlar biliniyordu.


Yürütme organları etkin biçimde demokratik sorumluluğa ta­
bi tutulsalardı; yan etkinin haklı görülüp görülmeyeceği tartı­
şılabilir. Alfred M cCoy’un Vietnam Savaşı’ndan bu yana kü­
resel ticaretle ilgili çalışmasından bu kadarı anlaşılıyor. Yük­
sek dereceli 4 numaralı eroin Vietnam’daki piyadelerin ara­
sında 1970’de aniden yayıldı. ABD Ordusunun inzibat amiri
eroinin kuzeyden geldiği olasılığını reddediyordu. 1971 orta­
larında ABD Ordusunda görev yapan sağlık görevlileri, dü­
şük rütbeli askerlerinin yüzde 10-15’inin düzenli olarak eroin
kullandıklarını tahmin ediyorlardı.
Afgan cihadı sırasında Afganistan dünyanın "birinci eroin
üreticisi" haline geldiğinde "ABD talebinin yüzde 6 0 ’mı"
sağlıyordu. Yale Üniversitesi psikiyatristi ve uyuşturucu poli­
tikası hakkında eski bir Beyaz Saray Danışmanı olan David
Musto, Afganistan ve Pakistan’dan Amerika’ya eroin aktığın­
da "New Y ork’taki uyuşturucu ile ilgili ölümlerin sayısının
yüzde 77 arttığını" belirtiyor.
Kontra savaşı ve C IA ’in kokain ticaretine müdahalesi bu
doğrudan sonuçları yaratmıştı. 1982 ve 1985 yılları arasında
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kokain kullanıcılarının sa­
yısı yüzde 38 artarak 5,8 milyona ulaştı, yani eroin bağımlıla­
rının on katına. 18 Ağustos 1996’da San Jose, California ga­
zetesi The M ercury N ew s "Amerika Birleşik Devletleri’nin
Crack Belasının Kökenleri Nikaragua Savaşı'nda" başlığıyla
ve ana konusu "On yıl boyunca San Francisco Körfez Bölge­
si uyuşturucu şebekesi, Los Angeles’in Crips ve Bloods so­
kak çetelerine tonlarca kokain satıp uyuşturucu karlarından
elde edilen milyonları C IA ’in çalıştırdığı bir Latin Amerika
gerilla ordusuna akıttı" olan bir ana haber yayınladı. Haber,
"NikaragualI bir grup sürgünün toz kokain sevkıyatlarından
crack imal eden Güney Merkez Los Angeles’li siyah sokak
çeteleriyle bağlar kurarak California’da nasıl bir kokain çetesi
kurduğunu" ve "NikaragualI sürgünlerin elde ettikleri karın
ne kadarının kontra ordusuna geri akıtıldığını" ayrıntılı olarak
anlatıyordu. 4 Ekim ’de Washington Post "kontra bağlantılı
bir komplo" ile ilgili bir kanıtın varlığını inkar ederek The
M ercury N ew s ve muhabiri Gary Webb'in üzerine gitti. Ama
The Mercury News dizisini izleyen öfke göz ardı edilemezdi;
CIA Direktörü John Deutsch istihbaratının genel müfettişi
Frederick Hitz’e bir soruşturma başlatma emri verdi. İki cilt­
lik bir rapor üretmek için on yedi araştırmacı on sekiz ay bo­
yunca 250.000 sayfa belge inceleyip 365 görüşme yaptı.
Sonuç oldukça önemliydi. Genel müfettiş basitçe her türlü
doğrudan CIA müdahalesini inkar ediyordu. Mart 1998’de ra­
porunu Kongreye tanıtırken "CIA’nın bir kurum olarak veya
çalışanlarının Amerika Birleşik Devletleri’ne uyuşturucu ge­
tirmek için herhangi bir komploya dahil olduğunu gösterecek
bir kanıtı kesinlikle" bulmadığını söyledi. Ama aynı tanıtımı
önemli bir itirafla kapattı: "Dürüst olmam gerekirse. CIA’nın
herhangi bir etkin ya da tutarlı bir biçimde kontra programını
destekleyen ve uyuşturucu ticareti yaptıkları iddia edilen ya
da bu iddiaları ortadan kaldırmak için harekette bulunan kişi­
lerle ilişkileri kesmediği durumlar vardır." Genel müfettiş
"yapması gerektikleri gibi etkin biçimde" uyuşturucu kaçak­
çılığı açısından hiçbirinin soruşturulmadığını itiraf etti. CIA
sonunda web sitesinde Hitz raporunun ikinci cildinin oldukça
sansürlenmiş bir biçimini yayınladı. Rapor CIA’in kokain ti­
caretinde bulunduğu bilinen elli sekiz kontrayla çalıştığını,
ama bunların suç etkinliklerini Kongreden sakladığını ortaya
çıkarıyordu. Alfred McCoy raporun satır aralarını vurgulaya­
rak şu yorumda bulunuyor:

913 nolu paragraftan başlayarak Hitz, görülmemiş bir


açıklıkla İstihbaratın adı çıkmış Alan Hyde’le ittifakını
araştırıyor ve C IA ’yi, büyük olasılıkla Karayiplerden
Amerika Birleşik Devletleri’ne kokain kaçıran önde ge­
len bir suçluyla tehlikeli bir ilişkiye girmesine neden
olan operasyon baskılarıyla ilgili açıklayıcı bir vaka ça­
lışması sağlıyor. 48 adet yoğun, ayrıntılı paragraf bo­
yunca genel müfettiş, CIA’in uyuşturucu krallarıyla itti­
fakının dinamikleri hakkında olağandışı belgeler sağla­
mak için Direktör Yardımcısı seviyesine kadar gizli ya­
zışmaları alıntılıyor - "karanlık ittifak" vakası hakkın-
daki tartışma hâlâ sürmesine rağmen bu öyküyü ulusal
basın gözden kaçırdı.

Afgan cihadı için ödenen dördüncü bedel ABD politikası­


nı yürütmesi gereken devlet kurumlarındaki gitgide artan tu­
tarsızlıktı, bu durum 11 Eylül’de, yani Afgan cihadının yarat­
tığı terörün ABD ulusal sınırları aşıp gerçekten de küresel bo­
yutlara ulaştığı gün ortaya çıkan bir gerçekti. Bu tutarsızlık
CIA ve federal hükümetin diğer iki kurumu arasındaki ilişki­
lerde çarpıcı bir biçimde örneklendi: Bu iki kurum FBI ve
Uyuşturucu ile Mücadele Kurumu (DEA). Cooley, "1993’te
bir televizyon yayınında Dünya Ticaret Merkezi bombacıları­
nın bazılarının CIA tarafından eğitildiğini söyleyen ve, ‘şans
e seri’ birkaç hafta sonra başka bir yere nakledilen" New
Y ork’un bölgesel FBI direktörü Robert Fox’un durumunu
alıntılıyor.
C IA ’in örtülü operasyonlarını finanse etmenin bir yolu
olarak uyuşturucu ticaretine girişmesinden itibaren CIA ile
DEA arasındaki eşgüdümde de benzer bir tutarsızlık oluştur­
du. Bu tutarsızlık Reagan yönetiminde gerçekten de büyük
oranlara ulaştı. 1982’de başsavcı Amerika Birleşik Devletleri
içindeki uyuşturucu trafiğini bundan sonra D EA ’nın değil
F B I’ın kontrol edeceğini bildirdi. CIA genel müfettişinin
1998 raporu Reagan’in kontralar için örtülü CIA desteğini
onayladıktan yalnızca iki ay sonra CIA Direktörü William
Casey’in Başsavcı William French Smith ile gizli bir "Muta­
bakat Anlaşması" yaptığını ortaya çıkarmaktadır. 11 Şubat
1982 tarihli bu anlaşma CIA’yi "kontralara, kontra görevlile­
rine ve diğerlerine malzeme taşıyan pilotlar” gibi resmi ola­
rak CIA çalışanı olmayan ajanlarının uyuşturucu ticaretini ra­
por etmekten muaf tutuyordu. Anlaşma dört yıl sonra daha
fazla raporlama gerektirecek biçimde değiştirildi, ama CIA
bu ajanlarla çalışmayı sürdürdü. Daha da önemlisi 1995’te
Clinton yönetimi tarafından kaldırılıncaya kadar bu feragat
yürürlükte kaldı.

Çıkış Yolu
Modern Batılı imparatorluklar hem eskilerden hem de dünün
Sovyet im paratorluğundan önemli bir açıdan farklıdırlar:
Kendi ülkelerindeki demokratik bir siyasi sistemi ülke dışın­
daki bir despotlukla birleştiriyorlar. Alman örneğinde bile,
Sheldon W olin’in bize hatırlattığı gibi, Nazi terörü genel ola­
rak nüfusa uygulanmadı. Demokrasi kendi ülkende yaşayan
bir gerçek olduğu sürece demokratik imparatorluklar potansi­
yel olarak kendi kendilerini düzeltirler. Vietnam çağında sa­
vaş karşıtı hareketi yaşayan herkes bu gerçeğin önemini anla­
yacaktır. Vietnam Savaşı'nın önemli bir dersi Amerika Birle­
şik Devletleri içindeki savaş karşıtı ve emperyalizm karşıtı
hareketin, Amerikan askeri gücünün Vietnam halkı üzerine
tamamen serbest bırakılmasını önlemiş olmasıdır.
Sonraki ABD yönetimleri Amerikan basınını Vietnam’da­
ki yenilgiden sorumlu tutmuştur. Savları kendi çıkarlarına
hizmet edecek kadar basitti: "Bizim" canavarlıklarımıza yo­
ğunlaşarak ve "onların" canavarlıklarına suskun kalarak basın
savaşa karşı bir halk hareketinin oluşm asına yardım etti.
Kamboçya’nın ölüm tarlalarından sonra bu suçlama inanırlık
kazanmaya başladı. O tarihten itibaren ta Irak’a kadar basın
"onların" canavarlıklarının öyküsü konusunda resmi Ameri­
ka’ya dönme eğiliminde olmuştur. Bunu yaparak dış politika­
yı demokratik sorumluluk süreçlerinden uzaklaştırmaya kat­
kıda bulunmuştur - bu süreç son Irak savaşında "iliştirilmiş"
muhabirlerin oluşumuyla "vatansever" sonucuna ulaşmış gö­
rünmüştür.
Basının otosansürü piyasadaki gelişmelerce pekiştirilmiş­
tir. Medya devlerinin el değiştirmesiyle bazıları haberleri pa-
zarlanabilir bir eğlence olarak ele alma eğilimini pekiştirerek
savunma ya da eğlence sanayisine dayanan şirketlerce satın
alınmışlardır. Basın özgürlüğünün süregiden aşınmasına bir
başka nedense basının iktidar sahipleriyle paylaştığı ortak
duygudan gelmektedir. Ortadoğu söz konusu olduğunda İsra­
il, Amerikan liberalizminin Aşil topuğudur, Amerikan libera­
lizminin "sağduyusunun” bir parçası olan kör noktadır. İsra­
il’in ülke içindeki önemi ikinci Reagan yönetimi sırasında
çarpıcı bir biçimde açığa çıktı. İran kontra skandali ortaya çı­
karken, bu skandalin sonuçlarının en az Watergate skandali­
nin sonuçları kadar vahim olduğu ve yönetim organının, ya­
sama kısıtlamalarını genel olarak ihmal etmekten en az o dö­
nemki yönetim kadar suçlu olduğu anlaşıldı. Ama bu sonuç­
lar gerçekleşmedi, bir nedenle: Kongre’deki ve basındaki li­
beraller duraksadı. İşin içinde İsrail’in bulunması bu duraksa­
ma nedeninin bir parçasıydı.

Amerika ve İsrail: Konunun Özü


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını eleştirenler bu politikanın
ardında petrol olduğunu görürken bu politikanın yandaşları
İsrail’i savunmayı politikanın özü olarak görürler. Ortadoğu
ABD dış politikasının merkezine oturdukça, ki 11 Eyül'den
sonra gerçekleşen budur, İsrail hem yandaşlarının hem de
eleştirmenlerinin hayalinde önem kazandı. İsrail politikası
için ödediği bedel arttıkça Amerika’nın motivasyonu belirsiz­
leşip anlaşılması zorlaşıyor. Bu durum resmi A m erika’nın
apartheid Güney Afrika’da giriştiği yapıcı işbirliğinin tekra­
rından başka bir şey olabilir miydi? Yoksa Amerika’nın İsrail
politikasıyla ilgili bir damla eleştirinin bile olmaması, bunun
gerekçesinin devlet çıkarının dışında bir yerde aranması gere­
ken daha özel bir ilişkiye mi işarettir?
İnanılır yanıtlar ararken birçok insan sivil topluma dayalı
grupların etkisine, önce W ashington’daki İsrail lobisinin ola­
ğandışı gücüne ve son zamanlarda da Cumhuriyetçi partinin
Hıristiyan sağcılarının gitgide artan ağırlığına yönelmiştir. İs­
rail lobisi en önemlileri Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Ko­
mitesi (AIPAC) ve Büyük Amerikan Yahudi Kurumlan Baş-
kanları Konferansı olan "bireyler ve örgütlerden oluşan gev­
şek bir ağdır." Belli adayların arkasındaki Yahudi oylarını ör­
gütleyecek "geleneksel bir etnik oy makinesi"nden çok İsrail
lobisinin, Ulusal Silah Birliği ya da kürtaj yandaşı ve karşıtı
gruplar gibi meselelere odaklanmış çıkar gruplarının yöntem­
lerini kopyalayan "bir etnik bağış makinesinden" daha fazla
işlevi vardır. Gücü kampanyalara katkıları ve hükümete ata­
malarıyla icra edilir. Mevcut Bush yönetimindeki en dikkate
değer atamalar yarı resmi, ama çok etkili Savunma Tavsiye
Kurulu'nun bir üyesi (ve son dönemdeki istifasına kadar baş­
kanı) olan Richard Perle ve savunma müsteşarı Douglas J.
Feith atamalarıdır. İkisi de ABD ve İsrail savunma ve dış po­
litika kurumlarmı yürütüyorlar. 1996’da İsrail başbakanı Ben-
yamin Netanyahu’ya "barış sürecinden temiz bir biçimde ay­
rılması" için bir yazıyı birlikte yazdılar. 1997’de Feith "kanla
ödenecek bedel yüksek olmasına" rağmen "Filistin Yönetimi
kontrolündeki alanları" tekrar işgal etmesi için İsrail’e çağrı­
da bulunan "İsrail İçin Bir Strateji" adlı bir yazı kaleme aldı.
Ne jeopolitik gibi devletle ilgili nedenler ne de devlet ya
da sivil toplumdaki özel çıkarların önemi, Amerika kamu­
oyunda İsrail söz konusu olduğunda neden bir tek tartışma
izinin bile olmamasını pek açıklamıyor. Uluslararası açıdan
kendisini etkileyen hemen hemen her BM kararma karşı du­
ran tek bir devlet vardır: İsrail. Uluslararası toplumda İsrail,
ceza görmeden güç uygulamayı temsil ediyor. İsrail sürekli
olarak uluslararası topluluğa meydan okuyor - dünyanın tek
süper gücü olduğu için değil, ama dünyanın tek süper gücün-
ce desteklendiği için. Aynı zamanda Amerika içinde hüküme­
ti eleştirmek İsrail’i eleştirmekten kolaydır. Dünyadaki her­
hangi bir hükümeti, buna Amerika Birleşik Devletleri’ninki
dahil, eleştirme hakkınıza destek verecek herhangi bir Ameri­
kalı liberal, İsrail devletinin eleştirilmesini, amaç olarak ol­
masa da etki olarak, potansiyel bir biçimde, Harvard’ın mev­
cut başkanmın sözleriyle, Yahudi karşıtı olarak kabul edecek­
tir. Amerikalı liberaller Amerika Birleşik Devletleri dahil
dünyanın diğer her ülkesi için kullanmakta duraksamayacak­
ları standardı İsrail devletine karşı neden kullanmıyorlar?
Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail arasındaki özel ilişkinin
süregiden doğası nasıl açıklıyor? Bu süregiden motivasyonu
anlamak için Amerikan ana akımının özel çıkarlarından uzak­
laşmamız gerektiğini düşünüyorum, böylece İsrail olarak ad­
landırılan siyasi projenin Amerikan tarihi duyarlılıklarıyla an­
laşılma biçimlerini anlayabiliriz.
Muhakkak ki ABD-İsrail ilişkileri İsrail devletinin 1948’-
deki kuruluşundan bu yana çeşitli aşamalardan geçmiştir. İliş­
kiler, İngiltere ve Fransa’yla birlikte İsrail, Amerika’nın ha­
kim Batılı güç olarak ortaya çıkışını kabul etmeye zorlandığı
1956 Süveyş Bunalımı sırasında en gergin zamanını yaşadı.
Ancak 1967’den ve 1973’ten sonra daha da çok Amerika Bir­
leşik Devletleri ile İsrail arasında stratejik bir ittifakın oluş­
masından söz edebiliriz. Stratejik ittifakın kurucuları bu itti­
fakı kutsamak için bir Amerikan duyarlılığını, bir destek biri­
kimini kullanabildiler.
Bu tarihi duyarlıktan anlam çıkarmak için Amerika Birle­
şik Devletleri ile İsrail arasındaki ilişkiye tarihi apartheid
sonrası Afrika deneyimi aracılığıyla bakabiliriz. Amerika’ya
Afrika kıtasının güney ucundan, Cape Tow n’dan Atlantik
üzerinden bakarsanız "Afrika" ve "Amerika" iki farklı kıtanın
iki adı olarak görünmekle kalmaz aynı zamanda iki kökten
farklı tarihi yöne işaret eden adlar olarak da görünürler.
Apartheid’ın sonu Afrika deneyimi yerleşimci sömürgeciliği­
nin sonunu temsil ediyor - yerleşimci sömürgeciliğinin zafe­
rine işaret eden Amerikan deneyiminden farklı olarak.
Bu zafer, Amerika Birleşik Devletleri’nde vatandaşlık tari­
hine yazılmıştır. Bu tarih, Amerikalı kimdir? diye soruldu­
ğunda gün ışığına çıkıyor. Yanıt iki önemli mücadele tarafın­
dan biçimlendirilmiştir: İç Savaş ve vatandaşlık hakları mü­
cadelesi. İç Savaş 1857 Dred Scott kararından birkaç yıl son­
ra başladı. Amerikan vatandaşlığının konumunu birlik yerine
tek tek eyaletlere yerleştirdiğinde Baş Yargıç Roger Taney bu
soruyu şu biçimde dile getirdi:

Soru basitçe şudur: Ataları bu ülkeye getirilen ve köle


olarak satılan bir zenci Amerika Birleşik Devletleri’nin
anayasasıyla şekillendirilen ve yaratılan siyasi toplulu­
ğun bir üyesi olabilir mi ve bir üye olarak bu aracın va­
tandaşa garanti ettiği bütün haklara ve önceliklere ve
muafiyetlere hak kazanabilir mi?

Paul Finkelman’ın özetlediği gibi Yargıç Taney’in yanıtı


kuşkuya yer bırakmıyordu: "Özgür siyahlar asla Amerika
Birleşik Devletleri’nin vatandaşları olup federal mahkemeler­
de dava açacak statüye sahip olamazlar." İç Savaş hem Ame­
rikan vatandaşlığının konumunu bireysel eyaletlerden birliğe
kaydırıp böylece Dred Scott’un mirasını ters çevirdi hem de
devlet vatandaşlığının temelini ikamet olarak değiştirdi; ama
siyah ve beyaz Amerikalılar için eşit vatandaşlık yaratmadı.
İç Savaş’tan sonraki Amerikan ulusu hâlâ beyaz yerleşimcile­
rin bir ulusuydu. Ulusun, beyaz bir ulustan yerleşimci bir ulu­
sa doğru, renklere aldırmayarak yeniden tanımlanması İkinci
Dünya Savaşını izleyen vatandaşlık hakları hareketinin mey-
vesiydi.
Savaş sonrası dönem, hem ırk hem de din temellerinde iki­
li bir değişimi temsil ediyordu. Savaştan önce beyazların Hı­
ristiyan oldukları varsayılıyordu; çoğu zaman Hıristiyanlık
mirası Yahudiliğe karşıt olarak tanımlanıyordu. Tek bir Ya-
hudi-Hıristiyan geleneği fikri, çoğu kez zayıf bir tarihi köke­
ne sahip Holocaust sonrası bir düşüncedir. Holocaust sonrası
A m erika’nın Yahudi düşm anlığına panzehiridir. Çağdaş
Amerika, yerleşimci kökenleriyle hala ilgilenmek zorunda
olan çok kültürlü ve çok dinli bir topluluktur.
Bu tarihin içinden doğan sağduyuyla 11 Eylül’den sonra
yapılan savaş karşıtı seminerlerde, özellikle de Eylül 2002’de
Columbia Üniversitesi "İsrail ve Filistin hakkında Güney Af­
rikalı bir Konuşma" adlı bir konferans düzenlediğinde yüz
yüze geldim. Savaş karşıtı Amerikan gençliğinin çoğu arasın­
da bile İsrail’in bir yerleşimci sömürge olduğu önerisi güçlü
muhalefet ortaya çıkarıyordu: İsrailliler yerleşimci değil, geri
dönen yerlilerdi. Bu tutku ve inanç 1970’lerde Dar-es-Salaam
Üniversitesinde öğretim görevlisi olduğum ve yerli Liberya-
lıların haklarını savunan bir grubun temsilcilerini dinlediği­
miz zamanı hatırlattı bana. Liberya’nın, apartheid Güney Af­
rika’dan hiç farkı olmayan bir yerleşimci-sömürge devleti ol­
duğunu iddia ettiklerinde TanzanyalI ve Güney Afrikalı din­
leyiciler fark edilir biçimde huzursuz oldular. Liberya’nın,
tıpkı Sierra Leone gibi, on dokuzuncu yüzyılda kurtarılmış
köleler için bir sömürge olarak kurulduğunu hepimiz biliyor­
duk: Liberya kurtarılan Amerikalı köleler ve Sierra Leone de
kurtarılan İngiliz köleler için bir yerleşim olacaktı - yani
Am erikan Bağım sızlık Savaşında kaderlerini İngiltere’ye
bağlayan ve sonra da Britanya Adalarına gönderilen Ameri­
kalı köleler. Apartheid Güney Afrikasıyla benzerliği kabul et­
me konusundaki isteksizliğimiz bu tarihsel gerçeğe dayanı­
yordu: Amerikalı Liberyalıları, yüzyıllar sonra bile olsa, yer­
leşimci olarak değil geri dönen yerliler olarak görüyorduk.
Sonra, 11 Eylül sonrası Amerikan akademisinin tartışmasının
sıcağında, insan İsrail’e "dönen" Yahudinin nesnelliğini ka­
bul eden Amerikan bakış açısını değiştirmekle ilgileniyorsa
Amerikan tarihi duyarlılığım kabul etmenin neden önemli ol­
duğunu anladım. Bu bakış açısından İsrailli Yahudiler kendi­
lerini yerleşimci olarak değil, dönen yerliler olarak görüyor­
lar, aradan binlerce yıl geçmiş olsa bile. Bu tür bir benzetme
ile Amerika ile İsrail arasındaki ilişkiyi daha net bir şekilde
anlayabiliriz.
Liberya benzetmesi yerleşimci deneyiminden doğan yerli
yıkarlara duyarsızlığa işaret etmektedir. Liberya ve İsrail’i
karşılaştırsak her ikisinin de söz konusu felaketin kurbanla­
rıyla suçlularını birleştirdikleri açıktır - bu durum yeni bir ta­
kım yerli kurban pahasına olsa bile. Liberya hem eski köleler
tıem de eski köle sahipleri tarafından şevkli bir biçimde savu­
nulan bir deneydi. İsrail davasında Jerry Falwell ve Pat Ro­
bertson’un liderlik ettiği en gayretkeş Siyonistleriyle birlikte
Hıristiyan sağcıların en güçlü Yahudi karşıtı bölümleri vardır.
Burada, örneğin, 3 Aralık 2002 tarihinde New York Tim es ’ta
yayınlanan tain sayfa bir reklamın metni:

Sayın Dr. Pat Robertson: Her yerden iyi niyetli insanla­


rın katıldığı Yahudi topluluğunun eylemci liderleri ola­
rak İsrail için sarsılmaz bir destek gösteren siz ve diğer
Hıristiyanlara teşekkür ediyoruz. İsrail’in böylesi ölüm­
cül bir tehdit altında olduğu bir zamanda terörün düş­
manları konuşmalıdır. Kötülüğe karşı ayağa kalkarak,
Todah Rabbah diyoruz. İmzalayan: Yahudi Meseleleri
Koalisyonu - AMCHA [Yahudi Meseleleri Koalisyonu,
merkezi Riverdale, New York].

Bu birlik, uygarlığın yerlilere götürülmesi gereken bir yer­


leşimci ürünü olduğunu düşünüyordu ve ortak uygarlaştırma
görevi inancma dayalı olarak oluşturulmuştu. Amerikalı-Li-
beryalılar asla evi terk etmemiş olan yerli Liberyalıları uygar­
laştırmanın tanrı tarafından verilen bir görev olduğunu düşü­
nüyorlardı. Yalnızca bu da değil, "uygarlık" anlayışları kölelik
ülkesinde oluşturulmuştu; girmeleri yasaklanan uygarlığın in­
san yapımı eserleri, silindir şapkadan yeşil dolara, buradan da
Beyaz Saray'a kadar uzanan bütün eserler tarafından noktalan­
mıştı. İsrail’e dönen Siyonistler Filistinlileri başkalarının işle­
rine burunlarını sokan, işgalci olarak görüyorlar; Filistinlilerin
Incil’in onayladığı "uygar" bir tarihe dayanmadan işgal ettikle­
ri toprakları gerçek sahiplerine bırakmaları gerekiyordu artık.
A m erika’nın büyük felaketlere -önce köleliğe, sonra da
Holocaust’a - yanıtı Amerikalılar arasında ülke dışındaki yer­
leşimleri bir sorun değil, bir çözüm olarak görme eğilimini
belirginleştirmiştir. Her iki durumda Amerika'nın sunduğu
çözüm eve dönüştü, ama bu dönüş zaten evde olanlar, evi as­
la terk etmemiş olanların haklarına karşı katı bir duyarsızlıkla
damgalanmıştı, böylece her durumda proje bir yerleşimci sö­
mürgeciliğine dönüşüyordu. Amerikan siyasi tarihinin belli
bir özelliği gibi görünen yerli çıkarlara duyarsızlık nasıl açık­
lanabilir? Hem resmi hem gayriresmi, hem ayrıcalıklı hem
değil, kendi özgün suçunun, yani Yerli Amerikalıların kamu­
laştırılması ve soykırımının, asla yüzüne bakmaya cesaret
edemeyen Amerika’nın hem tarihsel olarak yerleşimci proje­
leri içteki büyük yer değiştirmelerle başa çıkmanın etkili yön­
temleri olarak görme hem de bunları aynı zamanda dünyaya
genel olarak sayısız uygarlaştırma görevi olarak yansıtma
eğiliminde olabilir mi?
Afrika deneyimi bir uygarlaştırma görevinin iddiasının sa­
yısız biçime bürünebileceğini gösteriyor. Tıpkı İsrail’in bu­
gün "Ortadoğu’daki tek demokrasi" olduğunu iddia etmesi gi­
bi Apartheid Güney Afrika’nın "Afrika'daki tek demokrasi"
olduğu iddiasını kim unutabilir? Bu tam bir aldatma değildir,
ama hiçbir durumda da bütün gerçeği yansıtmaz. Doğru, Dar-
es-Salaam ya da Kampala’daki birçok yerli, Johannesburg ya
da Durban’daki bazı yerliden daha az hakka sahipti ve İsra­
il’deki Filistinliler Arap dünyasındaki birçok yerliden daha
fazla hakka sahiptir. Daha büyük gerçekse "uygarlaştırma gö­
revinin" asla bütün yerlileri kapsamayı amaçlamamasıydı. Bu
görev asla haklar rejimini ya da demokrasiyi yerlilere yayma
amacı taşımıyordu. Bütün gerçek, tıpkı Liberya sömürgesi ve
apartheid Güney Afrika gibi, Siyonist İsrail'in de tek bir alan
içinde çelişkili bir birliği, demokratik bir despotluğu yansıt-
masıdır. Daha genel bir seviyede daha önceki bir çağda Batılı
güçlerin sömürgelere götürdükleri uygarlaştırma görevinden
farklı değildir. Öncelikle bu görev sömürgeleştirilenlerin ço­
ğunluğunu modernlik ve demokrasi projesinden dışlıyordu.
Ama yerliler bu dışlanmaya karşı çıktıklarında onları modem
karşıtı ve böylece demokrasiyi hak etmeyenler olarak damga­
ladılar.
İsrail devleti bir devlettir. Ne bir din ne de bir halktır. İsra­
il devleti, yalnızca Filistin halkı ya da İsrail halkının iyiliği
için değil, ama, her zamankinden daha çok bugün, insanlığın
iyiliği için herhangi başka bir devlet gibi aynı şekilde incele­
meye tabi tutulmalıdır. İsrail canavarlıklarının ölçeği -"bizim
terör"- 11 Eylül’den bu yana artmıştır. Amerikan medyasında
"onların terörüne" kaçınılmaz bir yanıt olarak sarmalanmıştır
ve Bush Yönetiminin "terörle mücadele"sine yolu göstermiş­
tir. Buna bir örnek, 11 Eylül’den sonra, İsrail hükümetinin
"çit" dediği, Avrupa medyasının "duvar" olarak betimlediği
ve ana akım Amerikan medyasının hiç betimlememeyi tercih
ettiği şeyin inşasıdır. Yalnızca Ha aretz bu canavarlığı betim­
leme cesaretine sahipti:

İsrailliler, şu anda Batı Şeria’nın Filistin toprakları üze­


rinde dikilen tahkimat sistemini betimlemek için hala
rahat ve yanıltıcı "çit" terimini kullanıyorlar. Hatta ya­
bancı dil raporlarında daha yaygın olarak kullanılan
"duvar" terimi bile şu anda gerçekten inşa edilen şeyi
betimlemek için yetersizdir: Sekiz metre yükseklikte,
dikenli teller ve elektronik sensörlerle donatılmış bir
beton duvar, her iki tarafında dört metre derinliğinde
çukurlar, ayak izlerini ortaya çıkarmak için çamur bir
yol, girişin yasak olduğu bir alan, askeriye devriyeleri
için iki şeritli bir yol ve bütün uzunluğu boyunca her
200 metrede bir gözetleme kuleleri ve ateş noktalan.
Bunlar, "çitin" bileşenleridir.

İsrail’e tahmini maliyeti 2 milyar dolardır. Filistinlilere


maliyetiyse geçimleriydi: "Bu tahkimatlar nedeniyle binlerce
Filistinli topraklarını, geçimlerini ve seralar, depolar ya da
çocukları için evlere yatırdıkları birikim lerini kaybettiler.
Dünya Bankası'na göre sonunda çitin doğrudan zarar verece­
ği Filistinlilerin sayısı 95.000 ilâ 200.000 arasında olacaktır."
Bu durum 1948’deki kitlesel sürgünlere ve 1967’deki işgale
benzer bir canavarlıktır. Bush yönetiminin zorla uygulattığı
yol haritası İzlense bile, diye sonuca varıyor Amira Hass aynı
yazıda, Filistin devletinin sınırları "karadaki bu olgularca" ta­
nımlanacaktır: "Üç yerleşim bölgesi, birbirinden tamamen
ayrılmış, Ürdün Vadisi olmadan, kuzey batıdaki Givat Zeev,
güney batıdaki Betar ve doğudaki Maaleh Adumin yerleşme­
leri arasındaki toprakları içeren, ‘Kudüs şehri’ hariç, Cenin
ve Kalkilya arasındaki verimli zirai topraklar olmadan.” İzin­
siz girenleri engellemek için zararsız bir komşu çiti olmayan
ve şehrin nüfusunu zorla bir siyasi sınır içine hapsetmeyi
amaçlayan Berlin Duvarı nda olduğu gibi bir duvardan çok
daha büyük bir hırsla bu tahkimat hem parçalamayı hem hap­
setmeyi amaçlıyor, çünkü binlerce insanın geçimine zarar ve­
riyor. Gerçekleşirse İşgal Altındaki Toprakları apartheid bi­
çimli Bantustanlarla Nazi biçimli toplama kampları arasında
bulunan bir dizi eve dönüştürecektir.
İsrail ve İşgal Altındaki Topraklar'daki Siyonist projeyle
Orta Asya’daki İslamcı siyasi proje arasında geçici bir ben­
zerlikten fazlası vardır. Her ikisi de Amerika Birleşik Devlet-
leri’nin siyasi ve ideolojik şemsiyesi altında gelişmiştir. Her
iki durumda Amerikan himayesi dini kimlikleri siyasi kimlik­
lere dönüştürmede anahtar olmuştur. Her iki durumda siya­
setteki dürüstlük nihilist sonuçlara sahiptir. Afgan cihadının
etkisinin hem Ziya rejiminde Pakistan devletinin İslamlaştı-
rılmasına hem de Reagan yönetimi sırasında terörün özelleşti­
rilmesi ve uluslararasılaştırılmasında kilit bir rol oynadığım
gördük. Her iki suçlamada Ortadoğu’da rahatsız edici koşut­
luklar görebiliyoruz. İlkin, İsrail -tıpkı Pakistan g ib i- dini bir
topluluğun kendi devletine sahip bir ulus da olması gerektiği
düşüncesine adanmıştır, böylece devletin dinine ait olmayan
vatandaşlarını yalnızca siyasi bir azınlık değil daha az hakka
sahip ikinci sınıf vatandaş kılmaktadır. Aynı zamanda İsra­
il’in kurucuları kendilerini laik Yahudiler olarak kabul edi­
yorlardı, tıpkı Pakistan'ın kurucularının kendilerini laik Müs­
lüman ilan etmeleri gibi. Begin altında İsrail’de laiklikten di­
ni bir Siyonizm’e kayma, tıpkı Ziya zamanında Pakistan dev­
letinin İslamlaştırılması gibi, Soğuk Savaş sırasında koruyucu
Amerikan şemsiyesi altında meydana gelmiştir. Aynı zaman­
da, Filistin bölgelerinin yerleşimciler tarafından işgali, hem
Hıristiyan hem de Siyonist sağın siyasi projesi olarak ulusla-
rarasılaştırıldı. Her iki durum dinde dürüstlüğün -y a da fun-
dam entalizm in- kendiliğinden siyasi teröre çevrilmediğini
doğrulamaktadır. Daha çok -dinsel ya da laik- dürüst bir ba­
kış açısı acımasız ve ideolojik olarak hoşgörüsüz siyasi bir
projeyle bütünleştirildiğinde terörü besleyen dili sağlar.
Tarihi Sorumluluk

11 Eylül sorumluluğunu kimin taşıdığını anlamak için iki du­


rumu, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş son­
rasını, karşılaştırmak yardımcı olacaktır. İkinci Dünya Savaşı
Avrupa ve A sya’da gerçekleşti, Amerika Birleşik Devletle-
ri’nde değil. Böylece Avrupa ve Asya savaşın sonunda Ame­
rika’nın karşılaşmadığı fiziksel ve kentsel yıkımlarla karşılaş­
tı. Savaş sonrası yeniden inşa sorumluluğu sorusu ahlaki bir.
sorudan çok siyasi bir soru olarak ortaya çıktı. Avrupa’daki
önemi özellikle Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’daki
siyasi durumların değişmesiyle vurgulandı. Büyük bir Komü­
nist etki olasılığıyla karşılaşan ABD Komünist olmayan Av­
rupa’da iyi bir şehir hayatı için koşulları düzeltme sorumlulu­
ğunu kabul etti. Bunun sonucu Marshall Planıydı.
Soğuk S av aş’sa büyük ölçüde A v ru p a ’da değil, ama
Üçüncü Dünya olarak adlandırılan yerde, çoğunlukla örtülü
savaşlarla yapıldı. Biz, sıradan insanlık, resmi A m erika’yı
Soğuk Savaş sırasındaki eylemlerinden sorumlu tutmalı mi­
yiz? Resmi Amerika Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta napalm
bombalan ve Portakal Gazı kullanmaktan sorumlu tutulmalı
mıdır? Güney Afrika, Orta Afrika ve Orta A sya’daki terörist
hareketleri besleyen cezasızlık ortamından sorumlu tutulmalı
mıdır? Resmi A m erika’nın terörü kucaklaması Soğuk Sa-
vaş’la sona ermedi. 10 Eylül 2001’e kadar Amerika Birleşik
Devletleri ile İngiltere, Afrika ülkelerini terör hareketleriyle
uzlaşmaya zorluyordu. Örneğin Sierra Leone, burada sivil hü­
kümet 1998’de yeniden oluşturuldu. 6 Ocak 1999’da asi si­
lahlı adamlar başkent Freetovvn’da katlederek, sakatlayarak
ve tecavüz ederek önlerini temizlediler. Terörün tarifsiz ey­
lemleri, beş binden fazla sivilin hayatım aldı. İngiliz ve Ame­
rikan yanıtı, kurbanlarla teröristler, hükümetle asiler arasında,
Temmuz 1999 Lome Anlaşması’nda uzlaşmak için çağrıda
bulunmaktı. Sierra Leone 11 Eylül’den önce batılı hükümet­
lerin A frika’da teröre -"siyaha karşı siyah" şiddetine- göz
yummalarına yalnızca bir örnektir. Bundan önce, doksan gün
içinde 800.000 sivilin öldürüldüğü Ruanda soykırımı ve 3
milyondan fazla insanın öldürüldüğü Kongo savaşı vardı. Ta­
lep her zaman hükümetlerin uzlaşma adına teröristlerle ikti­
darı paylaşmaları gerektiğiydi - Mozambik, Sierra Leone ve
Angola’da. Uzlaşma cezasızlık için bir şifre sözcüğüne dö­
nüştürülüp Soğuk Savaş’ın zorluklarla kazanılan devlet ba­
ğımsızlığını baltalamak için tasarlanan siyasi stratejisinin bir
parçası haline geldi.
Teröre giden çeşitli rotaları görmemiz gerekiyor. En az üç
tane akla geliyor. Ana rotayı çizdim: Solcu milliyetçi hükü­
metlerin (Mozambik’teki Frelimo ve Nikaragua’daki Sandis-
talar gibi) ya da yalnızca düşman kampa ait olduğunu düşün­
düğü hükümetlerin (Afganistan’daki Amin hükümeti gibi) si­
yasi desteklerini etkili biçimde baltalamak için emperyalist
bir arayış. Bunu bir nedenle ana rota olarak görüyorum: Bir
süper gücün terörü stratejik olarak kucaklaması olmasaydı te­
rörün başka rotalarda gelişimi için hayati olan küresel siyasi
cezasızlık ortamı olamazdı. İkinci rota, aynası, Sierra Le-
one’de RUF ve Peru’daki Aydınlık Yol gibi gerilla hareketle­
rinin içeride yozlaşmasını içeriyordu. Üçüncü rota -d a r bir
biçimde siyasi olmaktan ziyade- derin bir sosyal bunalımın
sonucu olmuştur. İster sağ ister sol açık ideolojik gündemlere
sahip grupların desteklediği terör yerine ve yabancı unsur ta­
şımayan iktidar arayışı yerine bu durumda ne bir davayı açık­
ça belirtmiş ya da sivil katmanlarda destek örgütlemeye çalış­
mış ideolojik olmayan grupların siyasi şiddet kullanımını gö­
rüyoruz. Bu tür bir ideolojik olmayan gruba en iyi örnek, ku­
zey Uganda’da çocukları kaçırıp onları askerlere dönüştüren
büyük ölçüde ülke içinde oluşturulmuş Renamo biçimli bir
grup olan Tanrının Direniş Ordusu'dur (LRA).
Terörün yabancı bir ithalat ya da ülke içinde oluşturulmuş
bir ürün olup olmadığını tartışmak yerine ikisi arasındaki iliş­
kiye işaret etmeye çalıştım: Ülke içinde oluşturulan ürün, en
azından bir süper gücün teröre göz yumduğu küresel bir or­
tam dışında gelişemezdi. Bununla birlikte bu durum "sağcı”
diktatörlüklerle "solcu" diktatörlükler arasında ayrım yapan
Kirkpatrick kuramının mantıklı uzantısıydı: "Bizim" diktatör­
lerimizi hem yararlı hem de geçici olarak mazur göstererek.
Mozambik ve daha sonra Nikaragua gibi durumlarda siyasi
terör bir ithalatken Liberya ve Sierra Leone’deki terörün stra­
tejik olarak kucaklanmasının daha çok başka Soğuk Savaş
bağlamlarından örnek alarak ders çıkarmayla birleştirilmiş bir
dahili yozlaşma sürecinin sonucu olduğunu öne sürdüm. Te­
rör bir Soğuk Savaş ürünü olsa bile Soğuk Savaş ilerledikçe
yerel bir iksire dönüştü. Bundan kim sorumlu? Afganistan gi­
bi, bu ülkeler terörü barındırıyorlar mıydı yoksa terörün rehi­
neleri miydiler? Sanırım her ikisi.
Belki de başka hiçbir toplum Sovyetler Birliği'nin yenilgi­
sine Afganistan’dan daha büyük bir bedel ödememiştir. Yak­
laşık 20 milyonluk bir nüfustan 1 milyonu öldü, bir buçuk
milyonu sakatlandı ve 5 milyonu daha mülteci oldu ve nere­
deyse’herkes yerinden yurdundan edildi. BM kurumlan nere­
deyse bîr buçuk milyon insanın onyıllar boyu süren bir sava­
şın sonucunda klinik olarak akıl sağlığını yitirdiğini tahmin
ediyor. Hayatta kalanlar dünyanın en fazla iri ay m döşenmiş
ülkesinde yaşıyordu. Afganistan, Amerikan bombardımanı
başlamadan önce bile vahşete maruz kalmış bir ülkeydi.
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında­
ki son en büyük yüzleşmeyi ağırlayan Afganistan’dan farklı
olarak Irak BM ’in çok taraflı vekaleti aracılığıyla düşük yo­
ğunluklu müdahaleyle karşılaşan ilk ülkeydi. İnsani gıda kar­
şılığında petrol programının sözde yararlananı olarak Irak beş
yaşın altında yüz binlerce çocuğun hayatıyla bedel ödedi.
Amerika, kendi eylemleri için sorumluluk almama alış­
kanlığına sahiptir. Bunun yerine alışıldığı üzere hareket etme­
mek için yüksek ahlaki bir bahane arıyor. Amerika Birleşik
Devletleri’nin terk ettiği Durban’daki 2001 Dünya Irkçılığa
Karşı Konferansına katılmıştım. Durban konferansı ırkçılık
ve yabancı düşmanlığı gibi geçmişin önemli suçlan hakkın­
daydı. Durban’dan New York City'e döndüğümde Condole-
ezza Rice'ın -Başkan Bush'un ulusal güvenlik danışmanı, ve
daha sonraki dışişleri bakanı- köleliğin unutulması gerektiği
hakkında konuştuğunu duydum, çünkü uygar yaşam isteği
geçmişi unutmamızı gerektiriyordu. Unutmayı öğrenmedikçe
hayatın öç almaya dönüşeceği doğrudur. Her birimiz birçok
atamıza yapılan yanlışlıklardan bir katalog derleyip bunları
yakınmalar olarak besleyecektir. Ama uygarlık yalnızca unut­
ma üzerine inşa edilemez. Yalnızca unutmayı öğrenmekle
kalmamalıyız, aynı zamanda öğrenmeyi de unutmamalıyız.
Ayrıca muazzam olan suçları da anmalıyız. Amerika iki mu­
azzam suç üzerine kuruldu: Yerli Amerikalıların soykırımı ve
Afrikalı Am erikalıların köleleştirilm esi. Amerika Birleşik
Devletleri, kendi değil başka halkların suçlarını anımsama
eğilimindedir - gerçek meseleleri göz ardı etmenin bahanesi
olarak yüce ahlaki bir temel aramak için.

11 Eylül’ü oluşturan olaylar dünyaya özellikle zor bir siya­


si meydan okuma sunuyor, bu meydan okuma daha çok Müs­
lümanları etkiliyor gibi görünmesine rağmen. Hem Başkan
Bush’un yönettiği Amerikan kurumu hem de siyasi İslam’ın
militanları İslam’ın yalnızca dini ya da kültürel bir kimlik de­
ğil de siyasi bir kimlik olduğunda ısrar ediyorlar. Her ikisi de
"iyi M üslüm anlarla "kötü Müslümanlar" arasında, birincisini
geliştirmek ve diğerini hedef alacak biçimde, ayrım yapmaya
kararlı. 11 Eylül ve sonrası, bir insanın politikasını onun kül­
türü ve dininden anlamaya karşı uyarmalı mıdır?
Usame bin Ladin tarafından dini nedenlerle etkilenen kim­
seyi bilmiyorum. Bin Ladin bir politikacıdır, din adamı değil.
Onu kucaklayanlar siyasi olarak kucaklıyorlar. Bush ve bin
Ladin dini bir dil, iyi ve kötünün dilini, uzlaşmazlık dilini
kullanıyorlar: Ya bizimlesin ya da bize karşısın. Her ikisi de
üçüncü bir yanıtın olasılığım inkâr ediyor. Her ikisi için siyasi
sadakat siyasi bağımsızlıktan önce geliyor. İyi ve kötü hak-
kındaki düşünceleri siyasete getirme tehlikesi küçümsenemez.
Eve -ev neresiyse artık- terörle mücadelenin dilini getirme­
nin sonucu açık olmalıdır: Zemini sonuna kadar boşaltarak
düşmanları terörist olarak canavarlaştırmaya izin çıkaracak­
tır, çünkü teröristlerle uzlaşma yapılamaz. Sonuç dikkati me­
selelerden sadakatlere kaydırma, ayrılığı suç kılma ve iç yı­
kımı davet etmek olacaktır. Daha da kötüsü, siyasi düşman­
lara karşı mücadele kötülüğe karşı mücadele olarak tanımla­
nırsa bu mücadele kutsal savaşa dönüşecektir. Kutsal savaşta
da uzlaşma olamaz. Kötülük dönüştürülemez, yok edilmeli­
dir.
Soğuk Savaş boyunca küçük ülkeler koruma için şu ya da
bu uluslararası zorbanın arkasına sıralanmaya kışkırtılıyordu.
Bunun üzerine Üçüncü Dünya’da bazıları alternatif bir ulus­
lararası düzene öncülük etmeye çalıştı, bu düzen iki hedefe
adanmıştı: Her zorbayı minimal normlardan sorumlu tutmak
ve her tarihi kurbana bir parça adalet garantilemek. Bu giri­
şim, Soğuk Savaş’ta tarafsız devletlerin dostluk toplantısını
ağırlayan Endonezya şehri Bandung’la özdeşleşti. Soğuk Sa­
vaş bitmiş ve Amerika Birleşik Devletleri ringde göğsünü ka­
bartarak dolaşırken en acil ihtiyacımız bu miras üzerine inşa­
ya devam etmektir. Üçüncü Dünyanın sömürge geçmişinden
öğrendiği ve Soğuk Savaş boyunca savunduğu bir ders varsa
bu da bağımsız düşünce olmadan bağımsızlığın olamayacağı
dersiydi. Önümüzdeki haftalar, aylar ve yıllarda ilk öncelik
bağımsız düşünce hakkını savunmak olmalıdır.
Amerika son yirmi beş yıl boyunca iki farklı din savaşını
yürüttü, birini Soğuk Savaş sırasında ve diğerini sonrasında,
birini Afganistan’da ve diğerini İsrail’de, biri İslamcı ve diğe­
ri Siyonist savaşlarını. Bugün her iki proje de daha geniş bir
ölçekte serbest bırakıldı, biri Amerika'ya bir bumerang gibi
geri dönüyor, diğeriyse resmi Amerika'nın teröre karşı küre­
sel savaşının bir parçası olarak baş gösteriyor. Amerika Birle­
şik Devletleri Soğuk Savaş'ı askerden arınma ve barış formü­
lüyle sona erdirseydi 11 Eylül yaşanmazdı. Ama Amerika
Birleşik Devletleri Soğuk Savaş'ın sonunda küresel impara­
torluk makinesini parçalara ayırmadı; bunun yerine -"haydut
devletler" olarak damgalanan- düşman devletlerin zaten sa­
hip oldukları kitle imha silahlarını edinmemelerine yoğunla­
şarak, böylece kitle imha silahlarına değil, bunların kontrol
edemediği ya da güvenmediği ellerde çoğalmasına karşı oldu­
ğu kuşkusunu yarattı. Benzer biçimde Amerika Birleşik Dev­
letleri Soğuk Savaş'ın yıkıcı sonuçlara neden olduğu -G üney­
doğu Asya, Güney Afrika, Orta Amerika ve Orta A sya’da ol­
duğu gibi- bölgelerde sivil ve devlet yaşamının askerileştiril­
mesi sorumluluğunu da kabul etmedi. Bunun yerine sorumlu­
luktan uzaklaştı. Soğuk Savaş bir baş oyuncunun, Sovyetler
Birliği nin, bastırılmasıyla sona erdi. Şimdi insanlık bir mey­
dan okumayla karşı karşıya: Soğuk Savaş sırasında Amerika
Birleşik Devletleri’nin inşa ettiği korkunç gücün nasıl yenile­
ceği ve sorumlu tutulacağı meydan okumasıyla.
Devlet terörü hukuk ve düzeni korumanın bir alıştırması
olmayı iddia ediyorsa toplumsal terör kendisini adalet için
mücadele olarak sunar. İkisi arasındaki ilişkiyi kavramanın
önemini vurguladım: Hiçbir Çin duvarı "bizim" terörü "onla­
rın" teröründen ayırmaz. Her biri diğerini besleme eğilimin­
dedir. İster ulusal, ister uluslararası olsun terörün siyasi bir
boyutu vardır. 19 Nisan 1995’te birçok nişan verilmiş Ameri­
kalı piyade askeri Timothy McVeigh, 168 masum erkek, ka-
din ve çocuğu öldürerek Oklahoma City’deki bir federal bi­
nayı havaya uçurdu. H apishaneden yazdığı m ektuplarda
McVeigh, iki yıl önce FBI ajanlarının yirmi yedisinin çocuk
olduğu seksenden fazla muhafazakar bir Hıristiyan kültünün
üyesini öldürmeye yardım ettikleri "VVaco’da meydana gelen­
lerin intikamım almak için hareket ettiğini" belirtmişti. Wa-
c o ’nun "Güney D akota W ounded K nee’de bir dizi Yerli
Amerikalının katledildiği 1890’dan beri kendi hükümetinin
gerçekleştirdiği en büyük Amerikan katliamı" olduğunu belir­
ten Amerikalı denemeci Gore Vidal, M cVeigh’in "cezalan­
dırma eylemi için bu katliamın ikinci yıldönümü olan 19 Ni­
san tarihini bile seçtiğine" işaret etti. McVeigh davası boyun­
ca, ölüme mahkum edilmeden önce hakim tarafından konuş­
mak için davet edildiği bir açıklama dışında, sessiz kaldı.
Söylediği şuydu: "Anlatmak istediklerim için O lm stead’te
karşı çıkan Yargıç [Louis] Brandeis’in sözlerini kullanmak
istiyorum. Şöyle yazmıştı: ‘Hükümetimiz, güçlü, her yerde
var olan öğretmendir. İster iyilik, ister kötülük, emsal olarak
bütün halkı eğitiyor.'"
Toplumsal terör biçimlerini ırksal ya da kültürel bir dert,
Afrika’da "siyahlara karşı siyah" şiddeti ya da küresel "İslam­
cı terör" bahanesi olarak öne sürmek yerine, her iki çağdaş te­
rör biçiminin son Soğuk Savaş sırasında yaratılan cezasızlık
ortamında biçimlendirilmiş olduklarını anlamamız gerekiyor.
"Bizim" terörümüzü "onlarınki"nden ayırmaktan çok -"iyi"
ve "kötü" M üslümanlarda olduğu gibi birincisine mazeret
gösterip diğerini kötüleştirmek için- her ikisini tek bir tarih­
sel sürecin parçası olarak konumlayıp anlamamız gerekiyor.
11 Eylül’den önce Amerika Birleşik Devletleri toplumsal
terör karşısında uzlaşmaya çağırıyordu. 11 Eylül’den sonra
bu tutum tersine çevrildi. Uzlaşma yerine, artık sıfır hoşgörü
politikası ve adalet talebi vardır. Sorunlarla başa çıkmak için
genel bir inkar eşlik ettiğinde adalet çağrısı bir vendettaya, öç
almaya dönüşür. Böyle bir bağlamda hukukla şiddet arasında­
ki ayrım üzerinde düşünmek gerekir. Kime karşı hukuku ve
kime karşı şiddeti kullanıyoruz? İki tür terörist arasında, bazı
noktalarda Amerikalılarla Amerikalı olmayanlar, diğer za­
manlarda da batılı olanlarla olmayanlar arasında ayrım yap­
manın anlamı nedir? İster Timothy McVeigh olsun isterse
John Walker Lindh (sözde Amerikalı Taliban) terörle suçla­
nan Amerikalılar için adil bir yargılama garantilerken ve öte
yandan Guantanamo Körfezinde göz altına alınan Amerikalı
ve batılı olmayanlara, habeas corpus* hakkı ve mahkeme em­
ri gibi adil bir yargılamanın temel unsurlarını bile reddeder­
ken ABD hükümetinin yapmaya çalıştığı nedir? Amerikan
hükümeti bu amaçla, Amerikalı olmayanları "yasadışı savaş­
çılar" olarak adlandırarak yasal bir kurgu yarattı, gerçekten
de terörle savaşın savaş esirleri olarak kabul edilecek olurlarsa
ilgili Cenevre sözleşmeleri geçerli olup yakalayanların onları
sorgulamalarını hatta kimliklerini sormanın ötesine geçmele­
rini bile bir savaş suçu sayılacaktı. Hukukun üstünlüğüne gö­
re yaşamak ortak bir siyasi topluluğa ait olmaksa hukukun üs­
tünlüğünün seçici biçimde uygulanması, insanlığın bazı bö­
lümlerini toplu cezalandırmaya uygun bir uygarlığın askerleri
olarak belirleme kararlılığını doğrulamaz mı?
Son olarak terörle mücadelenin iki düşmanı üzerinde dü­
şünmeye değerdir: ABD ve el-Kaide. İkisi de Soğuk Savaş'ın
eski askerleridir, hatta aynı tarafın, ve her ikisi de Soğuk Sa­
vaş tarafından kalıcı biçimde damgalanmıştır. İkisi de dünya­
ya iktidar gözlükleriyle bakıyorlar. Her ikisi de kendini üstün
gören, oldukça dinci olan siyasi bir dille konuşuyor ve olduk­
ça ideolojik dünya görüşleri tarafından bilgilendirilirler. Ken­
dini üstün görme diğerini kötü olarak şeytanlaştırmakla el

* H abeas Corpus: İhzar em ri, kişinin yargı kararı olm adan hürriyetinden
m ahrum bırakılam am ası
eledir. İdeolojik dille ilgili mesele, söylemi ister dini ister laik
olsun, cezai yaptırımı olmadan güç kullanımını haklı görme­
sidir. Güç yarışı içinde her biri diğerinden başkasını görmez.
A m erika’nın Irak ’la A fganistan’ı bom balam asıyla el-Ka-
ide’nin Nairobi ve Dar-es-Salaam’daki elçilerle 11 Eylül’de
İkiz Kuleleri bombalaması arasında ürkütücü bir benzerlik
vardır: Her ikisi de söz konusu iktidar mücadelesi olduğunda
dünyanın kalanının yalnızca tali olduğuna tanıklık eder.
Ancak işte bu karşılaştırmanın sona ermesi gerektiği nok­
tadır, çünkü ikisi arasındaki ahlaki eşdeğerlik siyasi eşdeğer-
liğe çevrilmez. Karşısındaki el-Kaide olarak bilinen ağın yal­
nızca küçük olarak betimlenebilirken Amerikan gücünün kü­
rese] özelliği inkar edilemez.
Terörle mücadelenin iki rakibinin terörün silahlarıyla terö­
re karşı savaştıklarını iddia ettikleri bir durumda insanlığı kü­
resel bir barış harekatından başka bir şey kurtarmayacaktır.
Son küresel barış mücadelesinin öğrettiği derse uyacaksak -
yani Vietnam'daki savaşı sona erdirme mücadelesinin - bu
mücadele de her bir ülkede, başlıca demokratik ülkelerde ve
özellikle de Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’de kitlesel
bir hareket olarak gerçekleşmelidir.
Amerika'nın Vietnam’daki yenilgisiyle başlayan vekil sa­
vaşları çağı Irak’m işgaliyle kapandı. Açık ve küstah işgal iki
varsayıma dayandırılmıştı. İçeride Bush yönetimi işgali bir
savunma hareketi, ulusal güvenliğe karşı olması beklenilen
tehdide karşı önleyici bir darbe, 11 Eylül sonrası çağda bir
gereklilik olarak sundu. Aynı zamanda Irak işgalinin yeni
m uhafazakar stratejistleri A m erika'ya ve dünyaya Irak ’ın
uzun süredir işkence gören halkının Amerikan askerlerini
kurtuluş gücü olarak karşılayacakları garantisini verdi.
Ama İraklıların beklenen sıcak karşılaması gerçekleşmedi.
Kurtuluş ordusu olarak karşılanmak yerine Amerikan askerle­
ri işgal kuvveti olarak görüldü. Direnişle karşılaşan resmi
Amerika daha şimdiden Irak’ta müttefik -v e vekiller- arama­
ya başladı. Şimdiden Irak'ta yeni bir tür vekil yerleştirildi.
The Guardian (Londra) "resmi koalisyon rakamları İngilizleri
yaklaşık 9.900 birlikle ikinci en büyük askeri grup olarak sa­
yarken karadaki 10.000 özel askeri yüklenici onları az farkla
geçti.” Sonuç olarak "ateş hattında sözleşmeli güvenlik perso­
nelin oranının birinci Körfez Savaşı'na oranla on kat daha
fazla olduğunu" hesaplanmıştır. 1991’de her özel yükleniciye
karşılık 100 kadın ve erkek asker vardı; şimdiyse bu sayı
lO’dur." ABD ordusu bu yıl Irak seferi için ayrılan 87 milyar
dolardan üçte birinin, neredeyse 30 milyar doların özel şirket­
lerle yaptığı sözleşmelere harcanacağını tahmin ediyor. Bu
savaşı sürdüren çıkarların türünü anlayabilmek için savaşı
özelleştirm enin temel avantajını gözden kaçırm am alıyız:
"Geleneksel askeri müdahalelerin tabi olduğu kongre ve med­
ya incelemesi olmadan" müdahale etmeye izin verir.
Ülke içinde de vaat edilen terörle mücadelenin -savunm a­
cı ulusal bir savaşın- gitgide saldırgan bir emperyalist savaşa
dönüştüğü endişesi vardır. Bush yönetimindeki yeni muhafa­
zakarların ve Hıristiyan fundamentalistlerin oluşturduğu ko­
alisyonun "şer eksenine" karşı savaş olarak seslendirdiği sa­
vaş gündemi, Üçüncü Dünya milliyetçiliğine karşı eski Re-
agancı saldırıyı çağrıştırıyor. Yeni Reagancılar bu emperya­
list girişimi demokrasi için, kötüye karşı iyi için, iyi İraklıları
kötülere ve iyi Müslümanları kötülere karşı güçlendiren taraf­
sız bir küresel arayış olarak savunuyorlar. Sonsuza dek "içti­
hat kapıları "m kapatacak olan İslamcı radikaller gibi yeni Re-
agancı "iyi" ve "kötü” tartışması siyasi reform kapısını kapa­
tıyor. Soğuk Savaş sonrası bir bakış açısından, Jeanne Kirk-
patrick’in iki savının ne kadar çıkarcı olduğunu görebiliyo­
ruz: Bu iki sav, solcu "totaliter" ve sağcı "otoriter" rejimler
arasında bir ayrım olduğunu ve sonuncusu içeriden ıslah edi­
lebilirken öncekinin dışarıdan zorla yenilmesi gerektiğini ileri
sürüyordu. Gerçekse solcu rejimler -Sovyetler Birliği’nden
Ç in’e kadar- başarıyla içeriden ıslah oldular. Bu ıslah için
önkoşul egemenliğin savunulması ve, bu bağlamda, reform
hakkıydı. Buna karşın Irak’ın içeriden ıslah olmasına izin ve­
rilmedi. Kuzey Kore aynı kaderden kaçınabildiyse bunun ne­
deni, Irak’tan farklı olarak ve reform hakkının nihai garantisi­
ni sağlayan kitle imha silahlarına sahip olması mıdır?
Dün Saddam H üseyin’in düşürülmesini alkışlayan aynı
İraklılar bugün Amerikan birliklerini işgal kuvveti olarak gö­
rüyorlarsa sorunun kötüye karşı iyi İraklılarda olduğu basit
varsayımı sorgulama zamanı gelmedi mi? İyi ve kötü İraklılar
-v e iyi ve kötü M üslümanlar- gerçekte Amerikan politikala­
rım destekleyenlerle bu politikalara karşı çıkanlar için verilen
yarı resmi adlarsa ad vermenin ötesine geçip tutarlı biçimde
desteği aşındırıp muhalefet üreten politikaları gözden geçir­
me zamanı gelmedi mi? İster Amerika, ister Irak, ya da başka
bir yerde küreselleşmiş Amerikan gücü çağında demokrasinin
diriltilmesi daha azıyla yetinemez.
İşte burada Vietnam’ın süregiden ilgisi yatmaktadır. Viet­
nam ’dan çıkarılan ders milliyetçiliğe karşı savaşın askeri bir
yüzleşmeyle kazanılm ayacağıydı: A m erika’nın, emperya­
lizm çağında milliyetçiliğin meşruluğunu kabul edip onunla
yaşamayı öğrenmesi gerekecektir. Tıpkı Amerika'nın Viet­
nam ’da milliyetçilikle Komünizm arasında ayrım yapmayı
öğrenmesi gibi 11 Eylül sonrası dünyada milliyetçilikle terör
arasındaki ayrımı öğrenmesi gerekecektir. Terörle mücadele­
yi kazanmak dünyanın değiştiğini, eski sömürgeciliğin artık
var olmadığını ve geri de dönmeyeceğini ve yabancı toprak­
ları işgal etmenin hem hayat hem de parasal açıdan pahalı
olacağını kabul etmeyi gerektirir. Amerika dünyayı işgal ede­
mez. İçinde yaşamayı öğrenmek zorundadır.
Notlar

Giriş: M odernlik Ve Şiddet

12 D ünya ölçeğinde: İfade Bernard L ew is’in am a Sam uel H u n tin g to n ’un


The Clash o f C ivilizations an d the Remaking o f W orld O rder (New
York Sim on and Schuster, 1996) adlı yapıtının ardından m oda haline
geldi.
12 H o lo cau st’un sergilediği şiddet: K ötülük olarak grup şiddeti tartışm ası
için, bkz. Ervin Straub, The Roots o f Evil: The O rigins o f G enocide
and Other G roup Violence (Cam bridge: C am bridge U niversity Press,
1989). K ötülük ve tarihsel zam anla arasındaki ilişki hakkında, bkz P a ­
ul Ricoeur, The Symbolism o f Evi! (Boston: B eacon Press, 1969); A la­
in B adiou, Ethics: An E ssay on the Understanding o f E vil (Londra:
V erso, 2001); G eorges B ataille, Literature and Evil, çev. A lastair H a­
m ilton (Londra & N ew York: Boyars, 1997); M alcolm Bull, yayım a
haz., A pocalypse Theory and the Ends o f the W orld (O xford: Black-
w ell, 1995) ve A le n k a Z u p a n c ic , Ethic o f the R eal: K an t, L acan
(Londra: V erso, 2000). Bu son okum aları bana öneren Santa C ruz,
K aliforniya Ü niversitesi’nden R obert M eister’e teşekkür ediyorum .
13 1499 yılında,... yedi yıl: K aren A rm strong, The Battle fo r G od: A H is­
to ry o f Fundamentalism (N ew York: A lfred A. K nopf, 2000), s. 3-8.
13 "iki ana": H annah A rendt, The O rigins o f Totalitarianism (New York:
H arcourt B race, 1975), s. 207
13 "E m peryalizm in"... düşüncesi: H erbert Spencer Social Statics (1850)
yapıtında şunları yazıyordu, "M ükem m el m utlulukla ilgili büyük planı

N otlar 271
ortaya çıkaran ve rasgele ısdırabı dikkate alm ayan güçler, yollarına çı­
kan insanlığın bölüm lerini yok ediyorlar." Bu, Charles L y ell’in Prin--
ciples o f G eology adlı yapıtında yirm i yıl önce izlediği düşünce zinci­
ridir: eğer "türlerin en önem lisi ve en küçüğün, ... her biri kendi tü­
ründen binlercesini katletm işse, biz, yaratıcılar aynısını neden yapm a­
y alım ?1’ Ö ğrencisi, Charles D arw in, The D escent o f Man (1871) adlı
yapıtında "asırlardan daha kısa bir gelecekte, insanoğlunun uygar ırk­
ları neredeyse kesinlikle dünyadan vahşi ırkları yok edip bunları de-
ğ iştrecektir." "D arw in’den sonra," diye A v ru p a’nin soykırım la ilgili
düşüncelerini araştıran Sven L indqvist yorum luyor, "Soykırım a om uz
silkm ek olağan geliyordu. Ü zgünseniz yalnızca eğitim li olm adığınızı
gösteriyordunuz." Bkz. Sven L indqvist, "Exterminate All the Brutes
One Man's O dyssey into the H eart o f Darkness and the Origins o f Eu­
ropean G enocide (New York: N ew Press, 1996), s. 117, 107, 130.
15 B enzer bir yazgı bekliyordu: Ö zellikle belirtilm edikçe bütün alıntılar
L indqvist’ten yapılm ıştır, "Exterminate A ll the Brutes," s. 141, 119,
149-51, 158, 160.
15 İlk sistem atik: Sven L indqvist, A H istory o f Bom bing (New Y ork:
N ew Press, 2001), s. 1-2.
15 Rusların... gazla öldürülm eleri: A rno J. M ayer, Why D id the Heavens
N ot D arken? The Final Solution in H istory (New Y ork: P antheon,
1988).
16 D isc o u rs’unda: A im e C esaire, D iscours sur le C olom alism e (Paris:
Presence A fricaine, 1995), s. 12.
16 "O kadar da geçm iş bir zam an değil,”: Frantz Fanon, The Wretched o f
the Earth (Londra: Penguin, 1967), s. 75; bir tartışma için, bkz. D avid
M acey, F rantz F anon, A B iography (N ew York: P icador, 2000), s.
471, 111
16 İlk soykırım ı: Bkz. M ahm ood M am dani, When Victims Become K il­
lers: C olonialism , N ativism , and G en ocide in Rw anda (Princeton:
Princeton U niversity Press, 2001), s. 10-13.
17 D evrim ci kuram cı: Fanon, W retched o f the Earth; ayrıca bkz. M acey,
Frantz Fanon, s. 22.
17 Fanon... olarak görülm üştür: H annah A rendt, On Violence (New York:
H arcourt B race, 1970).
17 "o kişi": Fanon, W retched o f the Earth, s. 33, 66, 68, 73.
18 A şina olan herkes: Soykırım ın beyaz G üney A frikalının düş gücünde­
ki bir m uhabir anlatısı için, okuyunuz Rian M alan M y Traitor's Heart:
A South African Exile Returns to Face H is Country, H is Tribe, and
H is Conscience (New York: A tlantic M onthly Press, 1990).
Birinci Bölüm: Kültür Tartışması; y a da İslamiyet ve Siya­
set Hakkında Nasıl Tartışılmaz

25 S oğuk Savaş sırasında: R einhard Schulze, A M odern H istory o f the Is­


lamic W orld (New York: N ew Y ork U niversity Press, 2002) s. xiii.
27 N adir am a önem li bir örnekte: A ryeh N eier, "W arring Agains M oder­
nity," T he W ashington Post, 9 Ekim 2001.
29 "V arsayım ım ,": Sam uel H untington, "The Clash o f Civilizations?" F o ­
reign A ffairs 72, sayı 3, yaz 1993, s. 22.
29 H untington’un savı,... oluşturulm uştur: "K ültürün K adife Perdesi, A v­
rupa’da en önem li ayırıcı çizgi olarak ideolojinin D em ir Perdesinin ye­
rine geçm iştir." Samuel H untington, "The Clash o f Civilizations?" s. 31.
30 W illiam Lind için: W illiam Lind, "Defending Western Culture, F ore­
ign Policy" 84, güz 1991, s. 43-44.
30 Régis Debray: Régis D ebray, Tous azimuts (Paris: O dil Jacob, Foun­
dations pou r les études de defense nationale, 1990) s. 44-45, alıntı:
R oxanne L. Euben, Enemy in the M irror: Isiami Fundamentalism and
the Limits o f Western Rationalism , a Work o Com parative P olitical
Theory (Princeton: Princeton U niversity Press 1999), s. 6.
30 Edw ard W. Said: Edw ard Said, "The Clash o f D efinitions" alıntı: R ef­
lections on Exile and O ther Essays (C am bridge, M ass.: H arvard U ni­
versity Press, 2000), s. 581.
31 "bir şey vardır": Bernard Lew is, "The Roots o f Muslim Rage", The A t­
lantic, Eylül 1990. w w w .theatlantic.corr issues/9oSep/rage.htm ad re­
sinde mevcut.
31 Buna,... yokluğunu ekledi: L aikliğin Batı m odernliğiyle tescillenm esi
- ve böylece de B ernard L ew is’in B atılılaşm a olm adan laikleşm e o la­
m ayacağını ileri sürdüğü varsayım - kısa bir sure önce A m artya Sen
tarafından eleştirilm iştir. Bkz. A m artya Sen, "Exclusion and Inclusi­
on," M ainstream (New D elhi) 28 K asım 2001; ayrıca bkz. A m artya
Sen, "A W orld N ot N eatly Divided," N ew York Times, 23 K asın 2001.
A yrıca bkz. B ernard L ew is, What Went W rong? Western Impact and
M iddle Eastern Response (New York: O xford U niversity Press, 2002)
s. 103, 159.
32 Siyasi kurum u,.... uyarısında bulunarak: L ew is, "Roots o f Muslim R a­
ge", w w w .theatlantic.com /issues/9osep/rage.htm adresinde mevcut.
32 D em okrasi.... geri kalm ıştır: "New Y ork’ta yerleşik siyasi haklar ve
vatandaşlık hakları ile ilgili bağım sız bir izlem e kurum u olan Freedom
H o u se ’a göre, dünya üzerinde M üslüm an olm ayan 145 ulusun üçte
dördü bugün artık dem okrasiyken M üslüm an çoğunluğa sahip çoğu
ülke bu eğilim e karşı çıkıyor." B arbara C rossette, "A s D em ocracy
Spreads Islam ic W orld H esitates," International H erald Tribune, 23
A ralık 2001.
32 S ufle alm ışçasına: Stephen S chw artz, "G round Z ero and the Saudi
C onnection," The Spectator (Londra), 22 Eylül 2001.
32 N ew York Tim es’in sayfalan: K ötü M üslüm anlar hakkındaki bir açık­
lam a için, bkz. Elaine H arden, "Saudis Seek to A dd US M uslim s to
T heir Sect," New York Times, 20 Ekim 2001; Susan Sachs, "A nti-Se-
m itism Is D eepening A m ong M uslim s," N ew York Times, 27 N isan
2002. İyi M üslüm anlar hakkında bir betim lem e için, bkz. Laurie Go-
odstein, "Stereotyping Rankles Silent, Secular M ajority o f Am erican
M uslim s, N ew York Times, 23 A ralık 2001, s. A20.
33 Lew is... açıyor: Lew is, What Went W rong? s. 4
33 en iyi çalışm alardan birini: T om az M astnak, Crusading Peace: C hris­
tendom , the M uslim W orld, and W estern P olitical O rder (B erkeley
and Los A ngeles: U niversity o f C alifornia Press, 2002), s. 95, 125.
35 İsrailli kültür tarihçisi: Gil A nidjar, "Our Place in al-Andalus": K a b ­
balah, Philosophy, Literature in Arab Jewish Letters (Stanford: S tan­
ford U niversity Press, 2002), s. 1, 6, 15, 22, 172.
35 İslam ... ile ilgili o ryantalist tarihler: O ryantalizm le ilgili tartışm ayı
araştırm am için beni ikna eden Tim M itchell’e teşekkür ederim.
36 M ercator projeksiyonuna dayanarak: M arshall G. S. H odgson, In the
C enter o f the M ap," alıntı: Rethinking W orld H istory: Essays on Euro­
pe, Islam and W orld H istory (Edm und Burke III’ün giriş ve sonuç ya­
zısıyla birlikte yayım a hazırlanm ıştır), (C am bridge: C am bridge U ni­
versity P ress, 1993), s. 29-34; E dm u n d B urke III, "In tro d u ctio n ,"
ag e ’de. s. xvii.
37 H odgson... eklem eliydi: Christopher M iller, Blank Darkness: A frica­
n ist D isco u rse in French (C h ic ag o ^ U niversity o f C h icag o P ress,
1974), s. 53.
38 "Batı"... bir gönderm eydi: M arshall G. S. H odgson, The Venture o f Is­
lam: Conscience and H istory in a W orld Civilization, cilt 1: The C las­
sical Age o f Islam (Chicago: U niversity of Chicago Press 1974), s. 53.
39 B irikm iş bulguların sağladığı avantajla: N oel Sw erdlow ve O tto Ne-
ugebauer, M athem atical Astronom y in Copernicus's D e Revolutioni-
bits (New York: Springer-V erlag, 1984), s. 42-43, 295. A yrıntılı bir
tartışm a için, bkz. G eorge Saliba, Rethinking the Roots o f M odern Sci­
ence: A rabic M an uscripts in European L ibraries, yazı, C en ter for
C ontem porary A rab S tudies (Edm und A. W alsh School o f Foreign
Service, G eorgetow n U niversity, 1999), s. 6-7.
40 B ilim in çağdaş tarihi: Saliba, Rethinking the Roots o f M odern Science,
s. 13. A vrupa R önesansının Y unanistan, Çin, H indistan, A rabistan ve
A frika gibi çeşitli kaynaklardan beslediği biliniyor. B aşka bir yerde
geliştirip A vrupa’ya getirilen uzun buluşlar listesinde, başkalarının y a­
nı sıra barut, silahlar, pusula, kıç düm eni, ondalık işaret sistem i ve
üniversite bulunuyordu. Francis Robinson, yalnızca A bbasi H alifeliği
dönem inde felsefe, tıp, m atem atik, fizik, astronom i, coğrafya ve büyü
bilim leri gibi alanlarda en az altm ış Y unan yazarın tercüm e edildiğini
belirtiyor. A vrupa’nın R önesans sonrası m odernliğini gübreleyen y a­
zınsal ve küresel bir m irasın içinden aktığı bir geçitten çok, E ndülüs
İspanyasının ve klasik İslam ın bu erken m odernliğin beslendiği pota
o labilir m i? Bkz. B urke, "Introduction," alıntı: H odgson, Rethinking
W orld H istory, s. xix; Francis Robinson, "M odern Islam and the G re­
en M enace," The Times L iterary Supplement, 21 O cak 1994, alıntı:
E uben, Enemy in the M irror, s. 12, 173.
38 A frika tarihinin üzerinde yeniden düşünm e: C heikh A nta D iop, The
African Roots o f Civilization (Chicago: L aw rence Hill Books, 1974).
38 D iop... sorguladı: Bugün, D iop A frikalı kim liğini "bir renk kim liği"
olarak önerm eyi ve antik M ısır’ı "batı uygarlığına" paralel olm akla d e­
ğil aynı zam anda daha uzun süreli olarak "siyah bir uygarlığın" tarih­
sel olarak sürekli olan bir düşünceye dönüştürm ekle ilgilenen K uzey
A m erika bazlı bir ikona dönüştürülm üştür. Bence, D io p ’un "Batı"nın
egem en m illiyetçi bilim ini öncü eleştirisi daha önem lidir.
38 K lasik lerin araştırılm asında: M illiyetçi A frik a bilim in d e önem li bir
kol K uzey A frika ile Sub-Saharan A frika arasındaki bölünm eyi tarih­
selleştirm ek - v e böylece görelleştirm ekle- ilgilenm iştir. Sam ir A m in
A tlantik köle ticaretinden önce S ahra’nın bir engelden çok bir köprü
olduğunu gösterdi. A bdallah L aroui sorunu A frika tarihini A kdeniz ta­
rihinden yalıtarak gösterm iştir. Barry B oubacar, coğrafi bölünm enin
her iki tarafında bulunan bir bölge olan S enegam bia’nın bir tarihini
yazdı. Bkz. Sam ir A m in, Unequal D evelopm ent: An Essay on Social
Form ations o f P eripheral C apitalism (N ew York: M onthly R eview
Press, 1976); A bdalla L argm i, The H istory o f the M aghreb: An Interp­
retive Essay (Princeton: Princeton U niversity Press, 1977); Barry B o­
ubacar, Senegambia and the Atlantic Slave Trade (Cam bridge: C am b­
ridge U niversity Press, 1998).
41 D io p ’un çalışm ası... sağladı: M artin B ernal, B lack Athena: The Afro-
asiatic Roots o f C lassical C ivilizations (New B runsw ick, N.J.: R utgers
U niversity Press, 1987).
41 İlk dogm a: Edw ard Said, O rientalism (Penguin, 1985), s. 300-301.
42 B urada da eğilim : K ültürel kim liklerin m illiyetçi olarak siyasileştiril­
m esi işlem i çoğu kez O ryantalist tarih yazm aya bir yanıttı. Batılılık
hakkındaki bir yazıda yapılan 11 Eylül sonrası uyarıda bu basit tarih­
sel görüş eksiktir: "A m a bu anlaşılm az savaşta tek bir şey açıktır, B atı­
lılığa kötü bir O ryantalizm biçim iyle karşılık verm em eliyiz. B ir kez
bu kışkırtm aya kapılırsa, virus bize de bulaşır." Sorun elbette hastalı­
ğın tarihinin rotanın ters işlem iş olm asıdır, yani O ryantalizm ’den B atı­
lılığa doğru! Bkz. lan B urum a and A vishai M argalit, "O ccidentalism ,"
The N ew York Review o f Books, 17 O cak 2002, s. 7.
42 M illiyetçi yanıt: D avid C raw ford, "M orocco's Invisible Imazighen,"
The journal o f North African Studies 1, sayı 1, ilkbahar 2002, s. 59,
66 .
43 B aşka türlü nasıl anlayabiliriz: Üç tahm in de C raw ford, "M orocco's
Invisible Imazighen'" de alıntılanm ıştır, s. 61.
43 A rapça konuşan: Tarihsel bir açıklam a için, bkz. Boubacar, Senegam-
bia and the Atlantic Slave Trade, s. 10, 15, 53.
44 A frikalı-A rap bütünleşm esi: Kitap, o dönem de A frika kıtasında yay ­
gın olan iç çatışm alara taze ve iyileştirici bir bakış açısı sağlayarak bir
işaret fişeği görevi görm eyi am açlıyordu. Bkz. D ışişleri Bakanlığı, Su­
dan, Peace and Unity in the Sudan: An African Achievem ent (K harto­
um: K hartoum U niversity Press, 1973), s. 58-59. 35 "One sees that in
all things": Ernest R enan, alıntı: Said, O rientalism, s. 149.
47 K aren A rm strong... yerleştirdi: A rm strong, Battle fo r G od, s. 175-77.
49 "M odem bakış açısı”: Susan Friend H arding, The Book o f Jerry Fal-
w ell: F undam entalist Language an d P o litics (P rinceton: P rinceton
U niversity Press, 2000), s. 62-63-,
50 K urucusu Bob Jones: A rm strong, Battle fo r G od, s. 215, 268.
50 B irinci dalga... izledi: A .g.e., s. 268-75.
51 Televangelistler... ulusal... başlattılar: H arding, Book o f Jerry Falwell,
s. 77
51 "N ebraska trajedisi" hakkında konuşan: A .g.e., s. 23.
52 Falw ell... kurduğunda: A .g.e., s. 17, 22, 79, 158, 161, 162, 190.
53 Otu2 iki eyaletten otuzu: Phyllis Schlafly, The P ow er o f the Christian
Woman (Cincinnati: Standard, 1981), s. 117, alıntı: A rm strong, Battle
fo r God, s. 311.
53 A çılış gecesinde yaptığı konuşm asında: Sara D iam ond, Roads to D o ­
minion: Right-W ing M ovem ents and P olitical P o w er in the U nited
States (New York: G uilford Press, 1995), s. 1, 237; H arding, Book o f
Jerry Falwell, s. 19-20.
54 Renan... yayınladığında: N ikki K eddie, An Islamic Response to Im pe­
rialism: P olitical and Religious Writings o f Sayyid Jam al al-Din 'al-
Afghani (B erkeley: U niversity o f C alifornia Press, 1983), s. 87-97.
55 D iğer yandan tam da bu ihtiyaç: Bassam Tibi, The C risis o f M odern
¡slam : A P rein du strial Culture in the S cientific-T echnological A ge
(Salt L ake City: U niversity o f U tah, 1988), s. 70; alıntı: A rm strong,
Battle f o r G od, s. 156-58.
56 B üyük bir tartışm a vardır: Schulze, "İslam ’da dünyevi iktidardan ay ­
rılm ası gereken dini bir iktidarın olm adığını, çünkü İslam ’d a papazlar
ve papazlık y o k tu ... bu nedenle İslam ’a H ıristiyan bir dogm atik so ru ­
nu yüklem ek anlam sız olacağını" belirtm iştir. Schulze, M odern H is­
tory o f the Islamic W orld, s. 3. Schulze'nin görüşü ana akım İslam ’ı
açıklarken bu görüşün çağdaş Şii İslam m daki gelişm eler ışığında d e­
ğiştirilm esi gerektiğini daha sonra göstereceğim .
56 A ncak Schulze... ileri sürüyor: Bu noktayı sürekli olarak ortaya attığı
için T im M itch e ü ’e teşekkür ediyorum .
56 Bu da... kılan: Sam ir A m in bu konuyu özetle belirlem iştir: "Bu h are­
k etler B a tı’da yaygın olarak ‘İslam cı k ö k ten cilik ’ olarak ad lan d ırıl­
m ıştır, am a ben A rap dünyasında kullanılan ifadeyi yeğliyorum ; 'Siya­
si İslam .' B izde dini hareketler yoktur, kendi içinde, - farklı gruplar
birbirine oldukça yakındır - am a çok daha sıradan hareketler vardır:
ne fazlasını, ne de azını isteyen, devlet iktidarını fethetm eyi am açla­
yan siyasi örgütlenm e." Sam ir A m in, "Political Islam ," C overt Action
Q uarterly, kış 2001, s. 3.
56 A rasındaki ayrım: H indistan İslam ının siyasi analizi için, bkz. A yesha
Jalal, S elf and Sovereignty, Individual an d Community in South Asian
Islam Since 1850 (New York: Routledge, 2001).
57 tersine: Sayyid A hm ed K han hakkında yazarken, A yesh a Jalal g ö z­
lem de bulunuyor:
Liderlik ettiği A ligarh (El-C izye) hareketi M üslüm an seçkinler arasın­
d a m odernist ve akılcı düşüncenin tedarikçisi ve, ironik bir biçim de
de, m odern M üslüm an siyasi "ayrılıkçılığın" ve "kom ünalizm "in de
habercisi olarak görülecekti. B una karşın söm ürge karşıtı duygular ve
İslam cı evrensellik duyguları besleyen kültürel olarak daha dışlayıcı
M üslüm an rakipleri, sonunda dahil edici ve laik bir H int m illiyetçili­
ğin tarafında tutucu bir biçim de bulm ak için m edreselerde ve m ektep­
lerde dinsel yapılara kendilerini hapsettiler.
Bkz. Jalal, S elf and Sovereignty, s. 77-78
57 kurum unun... talep ediyordu:
A sla T ürk halifeliğini ve G andi’nin işbirliksizliğini pek önem li bulm a­
mıştı. O na göre ciddi hiçbir m üslüm an [hilafet hareketine] bir an olsun
bile katılam azdı. 22 Ekim 1922’de İkbal, saltanatı kaldırm a ve herhan­
gi dünyevi yetkiden arıtılm ış bir halife atam a konusunda Türkiye B ü­
yük M illet M eclisinin kararını alkışlayan az kişiden biriydi. Bu durum u
bireysel içtihada karşılık kolektif içtihadın doğru uygulanışı olarak gö­
ren İkbal, dünyadaki M üslüm an ülkeler arasında "düşünce özgürlüğü
hakkını" uygulayarak "yalnızca Türkiye dogm atik uykusundan uyanıp
kendi farkındalığı... elde etm işti." H indistan dahil dünyanın kalanındaki
M üslüm anlar "m ekanik bir biçim de eski değerleri tekrarlayıp duruyor­
lardı, oysa T ürk insanı... yeni değerler yaratm a yolunda[ydı].”
Jalal, S elf and Sovereignty, s. 244-45.
58 altı noktalı eylem planı: Program ın içerdikleri: (1) K u r’a n ’ın çağın ru­
huna uygun yorum lanm ası; (2) İslam ulusların birliği; (3) hayat stan­
dardını yükseltm ek ve sosyal adalet ve düzen elde etm ek; (4) okum a
yazarlık seferberliği ve yoksullukla m ücadele; (5) M üslüm an toprakla­
rın yabancı hakim iyetten kurtarılm ası ve (6) dünya üzerinde İslam cı
barış ve kardeşliğin tanıtılm ası. Bkz. A rm strong, B attle fo r G od, s.
218-26. Şiddeti reddetm ek konusunda, bkz. Richard M itchell, The So­
ciety o f the Muslim Brothers (Oxford: O xford U niversity Press, 1969);
alıntı: T alal A sad "C om m ents (Yet A gain) on Political Islam in the
M iddle E ast" (G raduate C enter, C ity U niversity o f N ew Y ork, 11
Ekim 2002, Teksir).
58 A m a örgüt kısa bir süre sonra... desteğini çekerek: Schulze, Modern
H istory o f the Islam ic World, s. 134-35.
59 B ir cihat... gerektirir: B öylece bir M üslüm an kişisel ve siyasi olan ara­
sında bir birlik arar. H erhangi bir alanı genel dinsel çabasından ayır­
m aya çalışm ak önem li bir İslam ilkesi olan tevhidi (birlem e) ihlal et­
m ek anlam ına gelecektir. B ernard L ew is’in İsla m ’ın laik konaklam a
için öğretisel bir odaya sahip olm adığı iddiasının temeli olarak alıntı­
ladığı şey tevhit ilkesidir. Bunu yaparken de sırtım tarihsel İsla m ’a
dönm ekle kalm ıyor, aynı zam anda İslam ’ı öğretisel olarak tek bir yo­
rum la özdeşleştirir.
59 K üçük cihat: Parish A. N oor, "The E volution of Jihad in Islam ist P oli­
tical D iscourse: H ow a Plastic Concept B ecam e H arder," Sosyal B i­
lim ler A raştırm a K onseyi, http://w w w .ssrc.org/septl 1/essays/noor.htm
adresinde m evcuttur. A yetullah H um eyni, 1972’de "The G reater Ji­
had" adlı bir yazı yazmıştı. Bu başlık, Hz. Peygam ber in bir savaştan
eve dönerken "küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz" sözünü ettiği
hadislerden birine gönderm e yapm aktadır. Bu bakış açısından siyaset
küçük m ücadeleyken benin ve toplum un ruhani dönüşüm ü büyük m ü­
cadeledir.
59 Tom az M astnak: M astnak, Crusading Peace, s. 64-65.
60 B erberiler... arasında: T arihsel bir açıklam a için, bkz. B oubacar, Sene-
gam bia and the Atlantic Slave Trade, s. 25, 46, 51-52, 58, 81, 94-95.
61 C ihadın... üçüncü sefer: T ariq A li, The Clash o f Fundam entalism s:
Crusades, Jihads, and M odernity (Londra: V erso, 2002), s. 41-42, 73-
74.
62 tahm in edilm ektedir: F rancis M. D eng, W ar o f Visions: Conflict o f
Identities in the Sudan (W ashington, D.C.: T he Brookings Institution,
1995), s. 49-52.
64 Bu am acı gerçekleştirm ek için: Schulze, M odern H istory o f the Isla­
mic World, s. 116-117.
64 ''nihai...'1 olarak tanım lıyordu: Sayyid Abul A 'la M aw dudi, Let Us Be
Muslims, yayım a haz. K hurram M urad (Londra: Islam ic Foundation,
1985), s. 2 8 5 ,2 8 8 .
63 T üm üyle... odaklanan: A .g.e., s. 295.
64 A yrıca... laikleştirdi: A .g.e., s. 297.
64 M evdudi... ilk kişiydi: E uben, Enemy in the M irror, s. 74; A rm strong,
Battle f o r G od, s. 236-38.
64 Kutb... bile: Schulze, Modern H istory o f the Islamic W orld, s. 176.
66 İlk kitabı: K ısa bir biyografik eskiz için, bkz. H am id A lgar, "Introduc­
tion": Sayyid Qutb, Social Justice in Islam, çev. John B. H ardie, H a­
m id A lg ar’in bir giriş yazısıyla gözden geçirildi (O neonta, N .Y .: Isla­
mic Publications, 2000), s. 1-17.
65 K utb, am acını... açıklıyordu: Q utb, Social Justice in Islam, s. 19.
66 F en., y o lu y la m odenleşm e: S ayyid Q utb, M ileston es, A h m ed Z aki
H a m m a d ’ın bir ö n sö z ü y le ç e v rilip gözden g eçirild i (In d ian ap o lis:
A m erican Trust, 1990), s. 91-94.
66 "İslam,... ilanıdır.” A .g.e., s. 49-50, 46.
67 B urada Kutb... yineliyor: A .g.e., s. 9.
67 Y ediem ini olarak hareket eden: Schulze, M odern H istory o f the Isla ­
m ic W orld. Ali S hariati hakkında, bkz. s. 178; A yetullah H um eyni
hakkında, bkz. s. 223.
69 "Bugün insanlık”: Q utb, M ilestones, s. 5-6.

ikinci Bölüm: Çinhindi’nden Sonra Soğuk Savaş

73 O rtak bir karar: Ignacio R am onet, "State-Sponsored Lies," Le Monde


D iplom atique, h ttp://m ondediplo.com /2003/07/01ram on et adresinde
m evcuttur.
74 T e t’ten sonra: C harles M echling, Jr., "C ounterinsurgency: T he First
O rdeal by Fire," alıntı: Low-Intensity W arfare: Counter-Insurgency,
Proin-surgency, and Antiterrorism in the Eighties, yayım a haz. M icha­
el T. K lare ve Peter K om bluh (New York: Pantheon, 1.988), s. 41-45.
75 Sonunda bile: A lfred W. M cCoy, " 'Fallout': The Interplay o f CIA C o­
ver W arfare and the G lobal N arcotics T raffic," İç Savaş ve Soğuk S a­
vaş, 1975-1990: G üney A frika, O rta A m erika ve O rta A sy a’nın K arşı­
laştırm alı A nalizi konferansında sunulan bildiri (Institute of A frican
Studies, Colum bia U niversity, N ew Y ork, N .Y ., 14-15 K asim 2002.,
teksir edilm iştir), s. 2-3.
75 özgürlüğünü savunm ak için: The Opium War T he C om pilation G roup
o f the H istory o f M odern C hina Series (Peking: F oreign L anguage
Press, 1976).
76 anıt niteliğindeki tarihsel çalışm asında: G üneydoğu A sy a’nın Altın
üçgenindeki afyon ve eroin ticaretiyle ilgili m alzem enin dayandığı y a­
pıt: A lfred W , M cCoy, The Politics o f Heroin: CIA Com plicity in the
G lobal Drug Trade (N ew York: L aw rence Hill Books, 1991), s. 18-
19, 162-63, 222-23, 290-91, 349, 376-77.
77 1967’de CIA: A lexander C ockbum ve Jeffrey St. Clair, Whiteout: The
CIA, Drugs, and the P ress (Londra: V erso, 1998), s. 245, 247.
81 plan da buydu: G eorges N zongola-N talaja, The Congo: From Leopold
to Kabila: A People's H istory (Londra: Zed Books, 2002), s. 106-12.
82 Piero G leijeses, profesör: Piero G leijeses, Conflicting M issions: H ava­
na, W ashington, and Africa, 1959-1976 (Chapel Hill: U niversity of
N orth C arolina Press, 2002), s. 61-66.
82 G leijesis... tam am lıyor: A .g.e., s. 69-70; Sim ba ayaklanm ası hakkın­
da, bkz. N zongola-N talaja, The Congo, s. 131-35.
84 Sim ba... yanıt verm işti: G leijeses, Conflicting M issions, s. 70-71, 73-
75, 97, 126-28, 386.
85 Piero G leijeses... sunuyor: A .g.e., s. 72-73, 129-32.
86 K ongolu yardım cıları: A .g.e., s. 157-58.
87 Bu am açla: A .g.e., s. 330-46.
88 En se rt... biri: A.g.e., s. 354.
89 İzleyen yıllarda: Lucas K ham isi, Imperialism Today (D ar-es-Salaam :
T anzania Publishing, 1981), s. 167-68.
90 "V ietnam ’dan çıkarılan ders": M ichael T. K lare ve P eter K ornbluh,
"The N ew Interventionism : L ow -Intensity W arfare in the 1980s and
B eyond," alıntı: K lare ve K ornbluh, Low-Intensity Warfare, s. 13.
91 A ncak m ali yıl sona erm eden: 152 S ayılı Senato K ararı, 15 A ralık
1975’te kabul edildi.
91 b aşlan g ıcın d a n bu yana: B kz. K. C. Jo h n so n , "The C lark A m en d ­
m e n t," D e p a rtm e n t o f H is to r y , C ity U n iv e r s ity o f N ew Y o rk ,
http://academ ic.brooklyn.cuny.edu/history/johnson/clark.htm adresin­
de m evcuttur.
92 C lark inanıyordu: A.g.e.
93 H eik a l... bir anlaşm a buldu: M oham ed H eikal, Iran: The U ntold Story
(New York: Pantheon, 1982), s. 112-16.
94 "İzhak Rabin": A .g.e., s. 116.
95 on sekiz bin kişilik K übalı: G leijeses, Conflicting M issions, s. 392.
96 "K issinger,” diye belirtiyordu: K issinger bu düzenlem eden m em nun
olan tek kişi değildi kuşkusuz: "Yeni ittifakın varlığının farkında olup
varolduğundan m em nun olanlar D avid R ockefeller ve yoğun A frika y a­
tırım larıyla Chase M anhattan Bankasıydı." Bkz., H eikal, Iran, s.l 12-13.
97 C IA şefi W illiam J. Casey: R enam o, beyaz RodezyalI subayların yeni
bağım sızlık kazanm ış M ozam bik hüküm etini düşürm ek için oluşturu­
lan gizlibir silahlı grup olan M ozam bik U lusal D irenişi için bir k ısalt­
m adan türetilm iştir.
97 M a la n ın ... görev süresinde: G üney A frika G erçek ve U zlaşm a K o ­
m isyonu, Report (Cape Tow n: C T P Book Printers, 1998), cilt 2, para.
120, s. 28-29.
98 arasındaki ortaklık: A ngola ve M ozam bik hakkında, bkz. W illiam
M inter, Apartheid's Contras: An Inquiry into the Roots o f War in An­
gola and M ozam bique (A tlantic H ighlands, N.J.: Zed Books, 1994),
s. 2-5, 142-49, 152-68; A lex V ines, RENAMO: Terrorism in M ozam ­
bique (B loom ington: Indiana U niversity Press, 1991), s. 24, 39; V ic­
toria B rittain, Death o f D ignity: Angola's C ivil War (Londra: Pluto
Press, 1998), s. 65.
99 A m a bu d u ru m ... ortadan kaldırm ıyordu: T hom as B odenheim er ve
R obert G ould, Rollback: Right-W ing P ow er in U.S. Foreign Policy
(B o sto n : S o u th E n d P re ss, 1989), h ttp ://w w w .th ird w o rld tra v e -
ler.co m / R o n ald _ R eagan/R eaganD octrine_T W R ollb ack .h tm l ad re­
sinde m evcuttur, 3 Ekim 2002, s. 7.
99 İçten bir yorum unda: A lıntı: M inter, Apartheid's Contras, s. 151.
100 BM d e ... tahm in ediyordu: Bkz. A.g.e. s. 4-5.
103 Ö n oyuncu olarak: A .g.e., s. 149.
103 M u ld e rg a te ,... sahip olduğu: K aren R othm yer, "The South A frica
Lobby," The Nation, 19 N isan 1980, s. 455-58.
103 T em silcisi: Sara D iam ond, Roads to Dominion: Right-W ing M ove­
ments and P olitical P ow er in the U nited States (New York: G uilford
Press, 1995), s. 221-23.
103 B ir yıldan az bir süre sonra: V ines, RENAMO, s. 24.
103 "çalışan G üney A frika": G leijeses, Conflicting M issions, s. 274.
104 A p arteid re jim in in ... ask erileştirilm esi: T ruth and R eco n ciliatio n
C om m ission, Report.
105 "göz önünde bulundurulduğunda": John D. W aghelstein, "Post-V iet­
nam Counterinsurgency D octrine," M ilitary R eview , M ayıs 1985, s.
46, alıntı: K lare ve K ornbluh, "The N ew Interv en tio n ism ," alıntı:
K lare ve K ornbluh, L ow-lntensity Warfare, s. 5.
105 "te c rid in in ...” gözlem leyerek: B odenheim er ve G ould, Rollback, s.
1- 2 .
106 1984’te yeniden seçildiğinde: Alıntı: K lare ve K ornbluh, "New Inter­
ventionism ,” alıntı: Low-lntensity W arfare, s. 6, 9.
107 SO F fonlarının: B odenheim er ve G ould, Rollback, s. 8-9.
107 A ynı yıl, 1986: Alıntı: K lare ve K ornbluh, "New Interventionism ,"
alıntı: Low-lntensity W arfare, s. 4-5.
107 D ışişleri B akanı... bu güçlerin: A lıntı: M ichael T. K lare, "The In ter­
ventionist Im pulse: U.S. M ilitary D octrine for L ow -lntensity W arfa­
re," alıntı: K lare ve K ornbluh, Low-lntensity Warfare, s. 63.
108 İm zaladığında: Bkz. R onald R eagan, "Statem ent on Signing the In ­
ternational Security and D evelopm ent C ooperation A ct o f 1985,"
http ://w w w .reag a n .u tex a s.e d u /reso u rce /sp e ech e s/! 985/8o885d.htm
adresinde m evcuttur.
109 D uygusuzca ve sakin bir biçim de: O liver N orth, Neil Livingstone, J.
M ichael K elly ve Senatör R udm an, alıntı: K lare ve K ornbluh, "New
Interventionism ," alıntı: Low-lntensity Warfare, s. 14-16, 19.
111 K ontra liderlerinin... açıklayarak: B odenheim er ve G ould, Rollback,
s. 6.
1 11 1982 ortalarında: Bkz. D efense Intelligence A gency, haftalık istihba­
rat özeti, 16 T em m uz 1982, s. 21; Clarridge'in ifadesi The M iami H e­
rald, 20 E kim 1984’de bulunm aktadır; A m ericas W atch, "H um an
R ights in N icaragua: Reagan, Rhetoric and Reality," Tem m uz 1985,
s. 16; D avid Siegel, M .D ., "N icaraguan H ealth: A n Update," LASA
Forum , kış 1986 s.30. Bütün alıntılar: Peter K ornbluh, "Nicaragua:
U .S. Proinsurgency W arfare A gainst the Sandinistas," alıntı L ow -ln ­
tensity Warfare, s. 140-41, 142.
112 A B D m erkezli N ik ara g u a... B irliği: B odenheim er ve G ould, R o ll­
back, s. 7.
112 Bu olaylarda bile: Bu bilginin kaynağı: K ornbluh, "N icaragua,” alın­
tı: Low-lntensity Warfare, s. 142-46.
114 Y an ıt o la ra k K on g re: Bkz. K am u sal K an u n la r N o 98-215 (H .R .
2.968), 9 A ralık 1983, 1985 M ali Yılı İçin İstihbarat O naylam a K a­
nunu.
114 K ısa bir süre sonra, R obert M cFarlane: Cockburn ve St. Clair, White-
out., s.9.
114 T ıp k ı... Altın Ü çgeninde olduğu gibi: M cC oy, P olitics o f Heroin, s.
24. Bu konuda burada ve aşağıda verilen bütün diğer bilgiler s. 478-
8 4 ’de bulunm aktadır.
116 1990’da, bir b aşk a... sonra: Cockburn ve St. Clair, Whiteout, s. 14.
117 H er iki g ru p ... uzm anlaşıp: A lfred M cC oy Soğuk Savaş sırasındaki
bu b en z erlik h ak k ın d a b irk aç ö rn ek v erm ek ted ir, b ö y lece, "C IA ,
M a rse ille’deki 1950 kom ünist rıhtım grevini kırm ak için bir suçlu
çetesine ihtiyaç duyduğunda şehrin K orsikalI çevresine başvurdu";
1960’h yıllarda Fidel C astro’ya suikast yapm ak istediğinde, "yalnız­
ca sözleşm eyle öldürm ekle kalm ayıp - hiç bir resm i A B D organının,
CIA hariç, garantileyem ediği - gizliliği de garantileyebilen A m erika­
lı M afya örgütlerini tuttu; A sya dağlarında CIA "L aos’taki eroin tüc­
carları" ve "B urm a’daki Çinli afyon satıcıları" ile birlikte çalışıyor­
du. Bkz. M cC oy, P olitics o f Heroin, s. 15.
117 N S A ... yayınladı: Bkz. P eter K om bluh's "Crack, the Contras and the
CIA: T he Storm over 'D ark A lliance,"' http://w w w .gw u.edu/~nsarc-
hiv/N SA E B B /N SA E B B 2/storm .htm adresinde m evcuttur.
119 H eveskar bir papaz: D iam ond, Roads to Dominion, s. 214-15, 221,
228, 237-38.
120 1987 toplantısına katılan : A .g.e., s. 238-39, 243.
120 "kararına" karşı: Jane H unter, Israeli Foreign Policy: South Africa
and C entral A m erica (B oston: South E nd P ress, 1987); T im e, 28
M art 1983; S IP R I Y ıllığ ı, 1980, s. 96; b ü tü n alın tılar: Jo n a th an
M arshall, P eter D ale Scott ve Jane H unter, The Iran-Contra C onnec­
tion: Secret Teams and C overt O perations in the Reagan Era (B os­
ton: South E nd Press, 1987), s. 89-90.
120 Time dergisi: Washington Post, 16 A ralık 1984 ve 16 H aziran 1984;
The M iddle East, Eylül 1981; NACLA Report, M ayis/H aziran 1983;
Time, 7 M ayıs 1984; B enjam in Beit- H allahnti, "U.S. -Israeli-C entral
A m erican C onnection," The Link, cilt xviii, K asim 1985; bütün alın­
tılar: M arshall et al., The Iran-Contra Connection, s. 14.
121 İsrail savunm a: The Washington Post, 15 Eylül 1984; U.S. N ew s &
W orld Report, 15 A ralık 1986; N ew York Times, 8 M art 1982 ve 23
K asim 1986; A erospace D a ily, 18 A ğustos 1982; N ewsweek, 8 A ra­
lık 1986; bütün alıntılar: M arshall et al., The Iran-Contra Connecti­
on, s. 173-74.
122 Bir B eyaz S aray ... sonra: N ew York Tim es, 26 K asım 1986; H a'aretz,
18 K asım 1986; bütün alıntılar: M arshall et al., The Iran-C ontra
Connection, s. 114, 12.1, 168, 174, 183.
124 The Sunday T elegraph : The Sunday T elegraph (L o n d ra), 5 M art
1989; alıntı: Israeli Foreign Affairs, N isan 1989, s. 5; alıntı: Jonat­
han M arshall, "Israel, the Contras and the N orth T rial," M iddle E ast
Report, Eylül/Ekim 1989.
125 Resm i W ashington’un dışında çok az insan: K ornbluh, "N icaragua,"
s. 136, 137, 140.
125 Skandal: Cockburn ve St. Clair, Whiteout, s. 9.
125 CIA düşün cesin in ... ne yöne: K itapçık çevrilip yayınlanm ıştır: Taya-
can, P sych ological O peration s in G u errilla W arfare (N ew Y ork:
V intage, 1985); alıntılar için, bkz. K ornbluh, "N icaragua," s. 140-42.
127 U luslararası M ahkem e önünde tanıklık eden: D avid M acM ichael,
M illetler A rası M ahkem ede ifade veriyor, 8 Eylül 1985, nüshada s.
8, alıntı: K ornbluh, "N icaragua," s. 138.

Üçüncü Bölüm: Afganistan: Soğuk Savaşın En Önemli Anı

129 "Bu beyler": A lıntı: İkbal A hm ed, "G enesis o f International T erro ­
rism ," Dawn (K arachi), 5 E kim 2001 (ilk olarak Ekim 1998’de yapı­
lan konuşm a).
131 B öylece, A m erika B irleşik D e v le tle ri... d estekliy o rd u : T ariq A li,
The Clash o f Fundamentalisms, s. 275.
131 İsra il... izin verdi: G azze Şeridinin eski bir İsrailli askeri kom utanı­
nın 1986’da söylediği sözler: "F K Ö 'y ü d estekley en solcu g üçlere
karşı durm ası için bir kuvvet oluşturm aya yardım etm ek am acıyla
cam iler ve dini okullar aracılığıyla İsalm cı gruplara m ali yardım da
bulunuyoruz." Alıntı: G raham U sher, "The Rise o f Political Islam in
the O ccupied T erritories," M iddle E ast International (Londra), no.
453, H aziran 2.5, 1993, s. 19. Savunm a politikası hakkında uzm an
olan İsrailli Z e'ev S chiff ve E hud Y a'ari banka havaleleri ve diğer
m anevra alanları ile ilgili olarak H am as’a karşı İsrail politikası hak ­
kında kısa bir açıklam a yapıyorlar. Bkz. Ze'ev S chiff ve Ehud Ya'ari,
intifada (New York: Sim on 5c Schuster, 1991), s. 233-34. Son ola­
rak, K haled H roub İsraillilerin H am as ve F K Ö ’yü birbirine karşı kul-,
landıklarını kabul ediyor, am a H am as’a yardım konusunda her türlü
k asıtlı İsrail rolü ile ilgili düşüncelere karşı çıkıyor. Bkz. K haled
H roub, Hamas: P olitical Thought and P ractice (W ashington, D.C.:
F ilistin A raştırm aları E nstitü sü , 2000), s. 200-203. Bu k aynakları
gösterdiği için Joseph M assad ’a teşekkür ediyorum .
131 1971 ve 1975 arasında, Sedat: K aren A rm strong, The Battle fo r God:
A H istory o f Fundamentalism (New York: A lfred A. K nopf, 2000), s.
290-91.
133 C IA ve D ışişleri B akanlığı belgeleri: Steve G alster, "A fghanistan:
T he M aking o f U.S. Policy, 1973-1990," s. 11, alıntı: U lusal G üven­
lik A rşivi, 11 Eylül kaynak kitapları, "V olum e II: A fghanistan: L es­
sons fro m the L ast W a r,” h ttp ://w w w .g w u .e d u / ~ n sa rc h iv /N S A -
E B B /N SA E B B 57/essay.htm l adresinde m evcuttur.
133 Bu kadarı... doğrulanm ıştı: A lıntı: A li, Clash o f Fundamentalisms, s.
207-8.
134 C IA ... kararlıydı: B arnett R. Rubin, The Fragmentation o f Afghanis­
tan: State Formation and C ollapse in the International System, 2. b a­
sım (New H aven: Y ale U niversity Press, 1995), s. 223.
134 daha etk ili... arasında: Pervez H oodbhoy, "The G enesis o f G lobal Ji­
had in A fghanistan" (Q uaid-e-A zam U niversity, Islam abad, Pakistan,
teksir) s. 5.
136 D arbe ve S o vyetlerin... işgali: G alster, "A fghanistan," s. 15.
136 Bu a s k e rle r... I S I ’nin ça lıştırd ığ ı... to p la n d ıla r: H am id H u sse in ,
"Forgotten Ties: CIA , ISI & Taliban," C overt Action Q uarterly 72,
ilkbahar 2002, s. 3.
136 iyi bilinen bir örnek: A lıntı: Law rence W right, "The M an Behind Bin
Laden: H ow an Egyptian D octor B ecam e a M aster o f Terror," The
N ew Yorker, 16 Eylül 2002, s. 72.
137 B ir CIA ajanı: John K. Cooley, Unholy Wars: Afghanistan, Am erica,
and International Terrorism (Londra: Pluto Press, 1999), s. 87-88.
138 M art 1985’te R eagan: S teve C oll, W ashington P o st, 19 T em m uz
1992; alıntı: M ichel C hossudovsky, "W ho Is O sam a Bin L aden?"
M ontreal, C entre fo r R esearch on G lobalisation, h ttp://globalrese-
a r c h .c a /a rtic le s /C H 0 1 0 9 C .h tm l a d re s in d e m e v c u ttu r, 12 E y lü l
2 0 0 1 ’de yayınlanm ıştır, bkz. n. 4.
140 T ekrar tanım lanan savaş: A hm ed R aşid, Taliban: M ilitant Islam, Oil,
and Fundamentalism in C entral A sia (New H aven: Y ale U niversity
Press, 2000), s. 129-30.
140 ISI a n a ...: John Cooley, The Christian Science M onitor ve A BC te­
levizyonu için eski bir O rta D oğu m uhabiri, İsrail m üdahalesi hak­
kında şunları yazıyor:
İsrail konusundaysa kanıt çok daha eksiktir. En az yarım d ü zi­
ne bilgili kişi, kanıt alıntılam adan İsrail’in hem eğitim hem te-
darik işlerin karıştığı konusunda yazara ısrar etm işlerdir; . . .
Eğitim program ına katılan bazı A m erikalılarla İngilizler yaza­
ra İsraillilerin gerçekten de katıldıklarını garantilem işlerdir,
gerçi hiç biri A fganistan ya da P ak istan ’daki İsrailli eğitim ci­
leri ya da istihbarat ajanlarını gördüğünü ya da onlarla konuş­
tuğunu söylem iyor. S ovyet karşıtı koalisyondan İsraillilerin
ayrntıları ve eğitim rolleriyle ilgili izleri saklam akta en başarı­
lı taraf olm ası kesindir. (Cooley, Unholy Wars, s. 101).
Pakistan doğum lu İngiliz siyasi yorum cu T arık Ali de İsrail’in rolü­
nün "Savaşın en iyi büyük sırrı olduğu"nu K abul ediyor ve önem li
bir ayrıntıyı belirtiyor: "1985’te The Muslim için çalışan genç bir P a­
k is ta n lI gazeteci olan A hm ed M ansur, P e şa v a r’daki In terco n tin el
O telinin barında kazayla bir grup İsrailli ‘danışm an ’la karşılaştı. H a­
berin Z iya diktatörlüğü için bir bom ba etkisi yaratacağının farkına
varında editörünü, bazı arkadaşlarını-ve ziyarette olan bir W TN m u ­
habirine haber Verdi. Birkaç gün sonra P akistan’ın İstihbarat T eşk i­
latınca uyarılan m ücahitler onu yakalayıp öldürdüler.” (Ali, C lash of
Fundamentalisms, s. 209).
142 M artin S to n e... yazıyor: M artin Stone, The Agony o f A lgeria (New
York: C olum bia U niversity Press, 1997), s. 181-83.
142 P eşavar’da yerleşik... savaşçılar: A .g.e., s. 183.
142 Bin L ad in ... işe alındı: Robin B lackburn, Terror and Empire, böl. 3,
"T he U .S . A llia n c e w ith M ilita n t Isla m ," h ttp ://w w w .c o u n te r ­
punch.org/robin3.htm l adresinde m evcuttur.
142 1986’de, bin L ad in ... çalışıyordu: Raşid, Taliban, s. 132.
143 Bu organizasyon, el-K aide’ydi: W right, "M an Behind Bin Laden, p
75. Raşid'in anlattıkları 1989’u kuruluş yılı olarak doğrulam aktadır.
C ooley olanaksız 1985 yılını belirtiyor. Bkz. Raşid, Taliban, s. 132
ve Cooley, Unholy Wars, s. 120, 220-21-
144 fikir edinm ek için: Cooley, Unholy Wars, s. 83, 86.
145 "oğullarını... gönderm işti": A.g.e., s. 87-88.
145 C ooley'nin listesinde: A .g.e., s. 188-89.
146 Londra m erkezli Hintli gazeteci: A lıntı: Chossudovsky "W ho Is O sa­
m a Bin Laden?" http://globalresearch.ca/articles/C H 0109C .htm l ad­
resinde m evcuttur.
146 1980’li yılların sonunda: A hm ed Raşid, Jihad: The Rise o f M ilitant
Islam in Central Asia (New H aven: Y ale U niversity Press, 2002), s.
44.
146 P ervez H o o d b h o y ... veriyor: P ervez H oodbhoy, "The G en esis of
G lobal Cihad in A fghanistan," düzeltilm iş versiyon, bildiri, İç Savaş'
ve Soğuk Savaş K onferansı, 1975-1990: G üney A frika, O rta A m eri­
ka ve O rta A sya ile ilgili K arşılaştırm alı bir Ç özü m lem e (A frik a
A raştırm aları E nstitüsü, C olum bia Ü niversitesi, N ew Y ork, N .Y .,
K asım 14-15, 2002., teksir edilm iş) s. 7-8.
147 Ç oğalm alarına rağm en: B arnett Rubin, özel yazışm a, 10 Şubat 2004.
147 T üm general M uham m ad Yusuf: H ussein, "Forgotten Ties," s. 3.
147 A m erika B irleşik D evletleri yetkilileri: Los Angeles Times, 4 ve 5
A ğustos 1996.
148 Sonunda Raşit şu sonuca varıyor: Raşid, Taliban, s. 44. Bu rakam lar,
bir çok yazıda verilm iştir, am a çoğunlukla m edreselerde eğitilenlerle
savaşta gerçekten savaşanlar arasında bir ayrım yapm adan. A fgan
Savaşında kaç kişinin eğitildiğini veya savaştığını belirten hesapla­
m alar söz k o n u su o ld u ğ u n d a insan bu n ed e n le b ir d iz i rak am -
35.000 ilâ 100.000 arasında - bulabiliyor. Ö rneğin A rundhati Roy
C IA ’nin A m erika’nın vekalet savaşı için "neredeyse 100.000" asker
kaydettiğini belirtir. Cooley, "A fganistan'da ya eğitilen ya da sava­
şan" 40.000-50.000 A fgan olm ayan savaşçı rakam ını veriyor. Bkz.
A ru ndhati R oy, "The A lg eb ra o f In fin ite Justice," The G uardian
(Londra), 29 Eylül 2001; Cooley, Unholy Wars, s. 232.
148 Tarık A li... veriyor: Ali, Clash o f Fundamentalisms, s. 196.
148 C o o ley ... belirtiyor: Cooley, Unholy Wars, 2000 basım ı, s. 90.
150 "H üküm etiniz": John-T hor D ahlburg, "Legacy o f Fear: A fghanistan's
M ix o f Faith, T error - A G lobal Scourge," Los Angeles Times, 4, 5 ve
6 A ğustos 1996.
150 Y ıllar sonra. M usto: A lfred W. M cC oy, The P olitics o f Heroin: CIA
C om plicity in the G lobal D rug Trades (N ew York: L aw rence Hill
Books, 1991), s. 436-37.
151 D aha Şubat 1980’de: Cooley, Unholy Wars, s. 60.
151 Y alnızca 1987 mali yılında: İkbal A hm ed ve Richard J. Barnet, "B lo­
ody G am es," The N ew Yorker, 11 N isan 1988, s. 44-86.
151 Bu tutarın ... belirten: G alster, "A fghanistan," s. 18.
151 M ücahitler...: A lfred M cC oy, "Drug Fallout: T he CIA 's Forty-Y ear
C o m plicity in the N arco tics T rad e," The P ro g re ssiv e, 1 A ğ u sto s
1997, s. 24-27.
152 The Nation da yazan: L aw rence Lifschultz, "Bush, D rugs and P akis­
tan: Inside the K ingdom o f H eroin," The Nation, 14 K asim 1988, s.
477, 492-96.
152 P ak istan’daki The H erald: A lıntı: M cCoy, P olitics o f Heroin, s. 454.
152 Son olarak, C IA ... sağladı: M cC oy, "Drug Fallout," s. 24-27.
153 azından sorum lu olan: B irleşm iş M illetler U luslararası U yuşturucu
K ontrol Program ı Raporu (Birleşm iş M illetler U yuşturucu ve Suçlar
B ürosunun bir bölüm ü) bulunduğu yer: "Drug Prohibition and P o liti­
cal V io le n c e : M a k in g th e C o n n e c tio n ," The W eek O n lin e w ith
D RC N et, 2003 B asım ı, 21 E ylül 2001; http ://sto p th ed ru g w ar.o rg /
chronicle/203/politicalviolence.shtm l adresinde m evcuttur. B enzer
bir bilgi, O cak 2 0 0 3 ’te Birleşm iş M illetler U yuşturucu ve Suçlar B ü­
rosunun yayınladığı bir çalışm a olan "The O pium Econom y in A fg­
hanistan: A n International Problem "de bulunabilir, çevrim içi olarak
http://w w w.unodc.org/pdf/publications/afg_opium _econom y_w w w .pdf
adresinde m evcuttur.
153 "Nasıl ki C IA ’n in ... sağladığı destek": M cC oy, P olitics o f Heroin, s.
440-41.
153 En kötü örnek: A .g.e., s. 451.
154 N ew York T im es... yazdı: John F. Burns, "Afghans: H ow They Blame
A m erica," 4 Şubat 1990; alıntı: M cCoy, P olitics o f Heroin, s. 450.
154 M olla N asim : N ew York Times, 18 H aziran 1986; alıntı: M cCoy, P o ­
litics o f Heroin, s. 458.
155 Sonunda, M olla N asım : M eydan savaşıyla ilgili bilgi A vrupa ve Orta
D oğu Beyaz Saray A lt K om itesinde yapılan tanıklıktan alınm ıştır, s.
18-20, 35, alıntı: M cC oy, Politics o f Heroin, s. 454, 458, 450.
155 başlangıcından: M cCoy, Politics o f Heroin, s. 452.
156 On dört bin çalışanı: Canal W alsh, "Spies H ide as Bank Faces BCCI
Charges," The O bserver (Londra), 19 O cak 2003.
156 N ew York savcısı: Cooley, Unholy Wars, s. 114.
157 A lt k o m ite... şikayet ederken: K ongre alt kom itesinin raporu için
bkz. "The BC CI A ffair,” http://w w w .fas. org/irp/congress/199z_ rpt/-
bcci/index.htm l adresinde m evcuttur.
159 Suudi-B C C I bağlantısı: Cooley, Unholy Wars, s. 113. BCCI sorusu
s. 112-16 ’da tartışılm aktadır. ,
159 Z iya ül-Hak: A lıntı: Tarık A li, Clash o f Fundamentalisms, s. 156.
160 Bunun m eyvesini... topladı: A hm ed Raşid, "The Taliban: E xporting
E xtrem ism ," Foreign Affairs 78, no. 6, K asım -A ralık 1999, s. 22.
161 "terör"... olarak ilan edildiğinde: T ariq Ali, Clash o f Fundamenta­
lisms, s. 199.
161 "T ek çocuğu": D ahlburg, "Legacy o f Fear," Los Angeles Times, 5
A ğustos 1996.
162 İki büyük dini tarikat: T ariq Ali, Clash o f Fundamentalisms, s. 198.
162 resm i olarak k a y ıtlı... sayısı: R esm i rakam lar T arik A li, Clash o f
Fundam entalism s’den alınm ıştır, s. 195. B M ’in tahm inleri M cCoy,
Politics o f H eroin’den düşüktür, s. 454-55.
165 Böylece, A hm ed Raşid: Raşid, Jihad, s. 210.
165 D aha 1985 ’te: Cooley, Unholy Wars, s. 62..
165 B arn ett R ubin: R ubin, F ragm entation o f A fghanistan, s. 83, 203,
2 1 0 -2 1 ,2 7 2 ,2 7 9 .
168 K ısa bir ittifak oluştu: İkbal A hm et, "In a L and W ithout M usic,"
Dawn (Karaçi), 23 T em m uz 1995.
168 İsyancıların liderleri... itiraf etm işlerdi: G alster, "A fghanistan," s. 23.
169 U luslararası basın: Rubin, Fragmentation o f Afghanistan, s. 250-51,
257.
169 4 E kim 1996’te: Jo h n -T h o r D ahlburg, "C onspiracy T h eo ry L inks
U.S. w ith A fghan M ilitia," Los Angeles Times, 4 E kim 1996.
170 D ışişleri B akanlığı toplantısından sonra: Raşid, Taliban, s. 179.
171 bir cam ide bulunan yaşlı bir adam : A hm ad, "In a Land W ithout M u ­
sic."
171 A hm ed Raşid... diye belirtiyor: Raşid, Jihad, s. 210.
171 A hm ed R aşid ’in sözleriyle: A .g.e., s. 211.
172 iki iş arkadaşım a... sorduğum da: A hm ed R aşid T alib an ’ın yalnızca
k ad ın lara kam u hayatını yasaklam akla kalm adığını, aynı zam anda
top veya m üzikli (davullar hariç) herhangi bir oyun gibi sayısız karşı
cinsi baştan çıkaran her türlü erkek odaklı etkinlikleri yasakladığını
açık lıy o r. Bkz. İkbal A hm ed, "In a L and W ith o u t M usic," D awn
(Karaçi), 23 T em m uz 1995.
172 İlk ö n c e ... deneyim i: B arnett R ubin ve A shraf G hani, yazarla sohbet,
16 K asım 2001.
172 "Savaşın ideolojileri": İkbal A hm ed, "In A fghanistan, A C easefire
Please," Dawn (K araçi), 7 N isan 1991.
174 C ezayirli sosyolog: A lıntı: Cooley, Unholy W ars, s. 203.
175 C o o ley ... tahm in ediyor: A .g.e., s. 203-5.
178 1990’lı yıllarda: D ahlburg, "Legacy o f F ear,” özellikle üç biyografi
için. K am erredin K herbane ile ilgili bilgiler açısından Stone, Agony
o f A lgeria, s. 183 ’ü dikkate aldım.
177 E l-Z evahiri anılarında... yazm ıştır: A lıntı: W right, "M an B ehind B in
Laden," s. 67.
177 L uksor saldırısı: Cooley, Unholy Wars, s. 185-86.
178 "D efalarca,": A .g.e., s. 88-91, 185, 195, 203-6.
180 İşte bu nedenle... önem lidir: 11 Eylül hakkındaki bir denem esinde
O livier Roy, çok derli toplu da olsa radikal siyasi İslam ı m uhafaza­
k ar "y eni-köktencilikle" karşılaştırm ış ve b irincisinin alttan gelen
sosyal hareketler olduklarını ve sonuncusunun da yukarıdan zorlanan
devlet gündem lerinin araçları olduğunu iddia etm iştir. A m a bu ayrım
11 E y lü l’e yol açan dinam iği anlam ada pek yararlı değildir, bıınun
başlıca nedeni de R oy’un Soğuk Savaş sırasında Batılı güçle karşı­
laşm aya yalnızca pek az önem sem esidir. Bkz. O liv ier Roy, "Neo-
F u n d a m e n ta lis m ," S o c ia l S c ie n c e R e sea rch C o u n c il.
http://w w w .ssrc.org/ septl 1/essays/roy.htm adresinde m evcuttur.
181 İlk i... askeri direniş: H izbullah’le ilgili görüşlerim N izar H am zeh ’in,
"L ebanon's H izbullah: F rom Islam ic R evolutio n to P arliam entary
A ccom m odation," Third W orld Q uarterly 14, no. 2, 1993 yazısına
dayanm aktadır; bu yazı ayrıca Beyrut A m erikan Ü niversitesiyle iş­
birliğinde Al M ashriq'te de elektronik bir belge olarak yayınlanm ış­
tır. Bkz. http://alm ashriq.hiof.no/ddc/projects/pspa/ham zehz.htm l.
182 düşüncesine dayanan: Talal A sad, "Introduction: Thinking A bout S e­
cularism ," alıntı: Formations o f the Secular: Christianity, Islam, M o­
dernity (Stanford: Stanford U niversity Press, 2003).
183 "D evrim ci rejim ": R ichard Bulliet, "Tw enty Y ears o f Islam ic P oli­
tics,” The M iddle East Journal 53, no. 2. ilkbahar 1999, s. 7-9.
183 İslam cı siy a se tle ri... biçim len d iriy o r: O livier Roy açık bir siyasi
gündem i paylaşan bütün İslam cı hareketleri "yeni-köktenciler" o la­
r a k b e tim le m e k te d ir . B k z . R o y , " N e o -F u n d a m e n ta lism ,"
http://ssrc.org/septn/essays/roy/htm adresinde m evcuttur.
185 İkbal A hm ed... gözlem ledi: İkbal A hm ed. "The A fghan L essons,"
Dawn (K arachi), 3 M ayıs 1992.
186 T am d a ... hazır olduklarında: İkbal A hm ed, "Stalem ate at Ja lala­
bad," The N ation, 9 Ekim 1989; "The A fghan L esso n s,” D awn. 3
M ayıs 1992; "The W ar W ithout End," D aw n, 20 A ğustos 1992.
186 John C o o ley ... örneğini veriyor: Cooley, Unholy W ars, s. 83, 86.

Dördüncü Bölüm: Vekil Savaşından Açık Saldırganlığa

190 N icholas D. K ristof: N icholas D. K ristof, "Cheney D idn't M ind Sad­


dam ," International H erald Tribune, 12-13 Ekim 2002, s. 8.
190 Resm i bir ordu m ektubu: H em A BD O rdusu m ektubu hem M esel-
son’ın alıntılandığı yer: D avid Ruppe, "Army G ave Chem -Bio W ar­
fare T raining to Iraqis," G lobal Security N ew sw ire, http://w w w .go-
vexec.com /dailyfed/0103/012803gsn. htm.
190 A yrıca, bir rapor: John J. M earsheim er ve Stephen M. W alt, "An U n­
necessary W ar," Foreign Policy, no. 134, O cak/Şubat 2003.
190 R eagan’ın ... önem li bir kişi: Charles G lass, "Iraq M ust G o!” London
Review o f Books, 3 Ekim 2002, s. 13.
191 kam uda yapılan açıklam alara rağm en: Sam antha Pow er, "A Problem
from Hell": Am erica and the Age o f G enocide (New York: Basic B o­
oks, 2002); A B D borçları ve alacakları ile ilgili ayrıntılar için, bkz. s.
173, 176-77, 236; birinci ve ikinci kim yasal gaz saldırıları sırasında
Irak rejim ine karşı A BD diplom atic korum a ile ilgili ayrıntılar için,
bkz. s. 191, 195, 200-201, 210, 230-31, 234.
191 o la y lar...: http://w w w .gulfw arvets.com /victim s.htm adresinde m ev ­
cuttur ve H eather W okusch, "Law suit for G ulf W ar V eterans Targets
W M D B u s in e s s e s ," h ttp ://h e a th e r w o k u s c h .c o m /c o lu m n s /c o -
lum ns50.htm l adresinde m evcuttur.
192 G irişinde: B ir tartışm a için, bkz. A lfred W. M cCoy, " 'Fallout': The
Interplay o f CIA C over W arfare and the G lobal N arcotics Traffic,"
Soğuk Savaş ve İç Savaş konferansında sunulan bildiri, A frika A raş­
tırm aları Enstitüsü, C olum bia Ü niversitesi (New Y ork, N .Y ., 14-15
K asım 2002, teksir edilm iştir), s. 3.
193 Eski başsavcı: R am sey Clark, Al-Ahram (K ahire)’de R asha Saad ile
röportaj, 26 A ralık 2002.
193 K an a d alı... Eric H oskins: A lıntı: D avid E dw ards ve D avid C ro m ­
well, "The B ritish Liberal Press T arget Iraq," T hird W orld N etw ork
Features, Sunday N ew s (D ar-es-Salaam ), 14 T em m uz 2002.
193 T hom as Friedm an: Thom as Friedm an, "A R ising Sense that Saddam
H ussein M ust Go," N ew York Times, 7 T em m uz 1991.
194 En kötü durum : Linda Rothstein, "Editor's N ote: Loyal to a Fault,"
Bulletin o f Atom ic Scientists, 59, no. 4, s. 2.
194 Ekim 1998 ’te: A lıntı: Tariq A li, The Clash o f Fundamentalisms, s.
145; ayrıca bkz. A nthony A m ove, bas., Iraq U nder Siege: The D e ­
adly Im pact o f Sanctions and W ar (C am bridge, M ass.: South E nd
Press, 2002), s. 9-20. A yrıca bkz. A lex de W aal, "US W ar Crim es in
Som alia," N ew Left R eview 1, no. 230, T em m uz/A ğustos 1998.
194 24 saatlik: Bu bilgi S avunm a B akanlığının w eb sitesinde bulunm ak­
tadır: h ttp ://w w w .d o d .g o v /n ew s/D e cl9 9 8 /tizz o l9 9 8 _ tizl9 c o h .h tm l.
Füze ve vurm a sortisi sayıları hakkında: http://w w w .dod.gov/new s/-
Dec 1998__tiz 19Coh.htm l.
195 bir dizi karar: M arc Bossuyt, "The A dverse Consequences o f E cono­
m ic Sanctions on the E njoym ent o f H um an Rights," BM İnsan H ak ­
ları G eliştirm e ve K orum ası hakkında A lt K om isyonu için çalışm a
rap o ru, h ttp ://w w w .sc n .o rg /cc p i/U N re p o rt-e x ce rp t.h tm l ad resin d e
m evcuttur. B u raporu dikkatim e sunduğu için A dam B ran ch ’e teşek­
kür ediyorum .
196 A m a ... bir çalışm a raporunun: A .g.e., para. 62, s. 2. G ıda karşılığın­
da petrol program ının nasıl çalıştığı konusunda ayrıntıl bilgi için,
bkz. D enis J. H alliday (program ın eski yöneticisi) , "Iraq and the
U N 's W egpon o f M ass D estruction," Current H istory 98, no. 625,
Şubat 1999, s. 65-68; H ans von Sponeck ve D enis Haliday ile The
G u ardian 'da röportaj, 29 K asim 2001; H ans V on S poneck, "Too
M uch Collateral D am age; 'Sm art S anctions' H urt Innocent Ira q is,”
The G lobe and Mai! (T o ro n to ), 2 T em m uz 2002.
196 çocuk ölüm oranı: K uzey, gıda karşılığında petrol program ında orta
ve güney bölgelerine göre kişi başına dolar bazında yüzde 22 daha
fazla alm akla kalm ıyor, aynı zam anda özerk kuzey bölgesine giden
değerlerin yüzde 10 nakitti ve böylece daha büyük yerel katılım sağ­
lanıyordu, ayrıca orta ve güney bölgelerine yalnızca m allar gidiyor­
du.
198 U N IC EF v erileri... "gösteriyordu": A lıntı: V on Sponeck, "Too M uch
Collateral Dam age."
198 Y az aylarında yazan: Richard G arfield, "The Public H ealth Im pact of
Sanctions: C ontrasting R esponses o f Iraq and C uba," M iddle E ast
Report 215, yaz 2000, s. 16-17.
198 "olsa bile": Richard G arfield, "Changes in H ealth and W ell-B eing in
Iraq D uring the 19905," alıntılandığı yer: Sanctions on Iraq: B ackg­
round, Consequences, Strategies, Irak Y aptırım larına Karşı K am pan-
y a ’nın evsahipliği yaptığı konferanstaki görüşm eler, 13-14 K asım
1999, C am bridge, İngiltere, s. 36, 50-51; G arfield, "Public H ealth
Im pact of Sanctions," s. 16-17.
198 2 0 0 0 ’de: Bossuyt, "A dverse C onsequences o f E conom ic Sanctions
on the E njoym ent of H um an Rights," para. 63, s. 2.
199 ahlaki olarak savunulam azlığı: A .g.e., s. 5, n. 59.
199 araştırm a deneyim ini... betim ledi: Joy G ordon, "Cool War: E co n o ­
m ic Sanctions as a W eapon o f M ass D estruction," Harper's M agazi­
ne., K asim 2002, s. 43-49.
199 G ordon... bulm uştur: A .g.e., s. 47.
201 Tek olay: A.g.e.
201 1999’da yapılan bir röportajda: H ans V on Sponeck, Grant W akefield
ve M iriam R y le’ın kaydettikleri röportaj, BM Binası, Bağdat, 5 N i­
san 1999, http://w w w .firethistim e.org/sponeckinterview .htm adresin­
de m evcuttur.
201 alm aya zo rlanan; B ossuyt, "A dverse C on seq u en ces o f E co n o m ic
Sanctions on the E njoym ent o f H um an Rights," para. 68, s. 3; H alli­
day, "Iraq and the UN's W eapon o f M ass D estruction,” s. 67; H ans
V on Sponeck'in görüşleri için, bkz. A gence France-Presse, "UN Aid
Coordinator Q uits U nder US Pressure O ver Iraqi Sanctions," 14 Şu­
bat 2000, http://w w w .com m ondream s.org/headlines/021400-01.htm
adresinde m evcuttur.
201 İnsan H akları İz le m e ... yazm ıştır: A lıntı: E dw ards and C rom w ell,
"British Liberal Press T arget Iraq," s. 3.
204 Pentagon'un yanıtı: Ben Cubby, "New, Im proved and M ore Lethal:
Son o f N apalm ,”
h ttp ://w w w .sm h .co m .au /artic les/2 0 0 3 /0 8 /0 8 /1 0 6 0 1 4 5 8 2 8 2 4 9 .h tm l
adresinde m evcuttur, 8 A ğustos 2003; Jam es W. C raw ley, "O fficials
C onfirm D ropping Firebom bs on Iraqi Troops, Results A re 'R em ar­
kably S im ilar' to U sing N apalm ," The San D iego Union Tribune,
h t t p : / / w w w /s ig n o n s a n d ie g o . c o m / n e w s / m i l i t a r y / 2 0 0 3 0 8 0 5 -
99 9 9 _ ln5bom b.htm l adresinde m evcuttur.
204 D am acio’ya göre: D am acio A. Lopez, Y önetici D irektör, U luslarara­
sı Fakirleştirilm iş U ranyum A raştırm a Ekibi, A vrupa P arlam entosun­
da tanıklık, Bürksel, Belçika, 10 H aziran 2003, http://w w w .idust.net
adresinde m evcuttur.
206 Savaş sona erdiğinde: E l P ais (M adrid), 7 M ayıs 2003; John K am pf-
ner, "Saving Private Lynch Story 'Flaw ed'," BBC, Londra, 18 M ayıs
2003; Los Angeles Times, 20 M ayıs 2003; N ew York Times, 3 H azi­
ran 2003.
207 "kaybetm işti": El Pais, 7 M ayıs 2003.
207 "gibiydi": K am pfner, "Saving Private Lynch Story 'Flaw ed.' "
207 Robert Scheer: R obert Scheer, "Pentagon A im s G uns at Lynch R e­
p o r ts ," T he N a tio n , 3 0 M a y ıs 2 0 0 3 , h ttp : //w w w .th e n a ti -
on.com /doc.m htm l?!= 2003o6i6& s= scheer20030529 adresinde çev ri­
miçi olarak yayınlanm ıştır; ve "Saving Private Lynch: T ake 2 ,” 20
M ayıs 2003, http:
/ / w w w .th en a tio n .com /doc. m h tm l?i= 2 0 0 3 0 6 0 2 & s= sch eer2 0 0 3 0 5 2 0
adresinde çevrim içi olarak yayınlanm ıştır.
208 O S P ’ydi: Seym our M. H ersh, "Selective Intelligence," The N ew Yor­
ker, 12 M ayıs 2003.
209 O SP'nin ana; Shaun W aterm an, "9/11 R eport: N o Iraq L ink to al-Q a-
eda," W ashington, U nited Press International, 23 T em m uz 2003.
209 "olduğu açık": D avid Corn, "D id B ush M islead US into W ar," The
Nation, 26 H aziran 2003.
210 Belki d e ... düşünen: D avid U sbom e, "W M D Just a C onvenient E x ­
cuse fo r W ar, A dm its W olfow itz," The Independent, 30 M ayıs 2003.
211 N isa n ’da yazan: A lıntı: A natol L ieven, "A T rap o f T heir Own M a­
k in g ,” London R eview o f Books, 8 M ayıs 2003.
213 ile anlaşm azlıkları: Eric R ouleau, "The US and W orld H egem ony,
W hy W ashington W ants Rid o f Mr. Boutros-G hali," Le M onde D ip ­
lomatique, K asim 1996; ayrıca bkz. Paul Lew is, "B outros-G hali's bo­
ok Says A lbright and Clinton B etrayed H im ," N ew York Times, 24
M ay 1999.
214 Kofi A nnan'nm yükselişi: A lexander Cockburn, "Counterpunch Diary
- H andm aid in Babylon: A nnan, V ierira de M ello and the U N 's D ecli­
ne and F all," http://w w w .counterpunch.org/cockburn0832003.htm l
adresinde m evcuttur.
215 p etro l çık a rla rın ın ön em i: A lın tı: T o m B a rry , "T he U .S. P o w e r
C o m p le x : W h a t's N e w ," I n te r h e m is p h e r ic R e s o u r c e C e n tre ,
http://w w w .fpif.org/papers/02pow er/index.htm l adresinde m evcuttur.
215 The G u ardian ... yüceltti: G eorge M onbiot, "Chem ical Coup d'etat,"
The Guardian (Londra), 16 N isan 2002. Sonraki örnekler ve alıntıla­
rın kaynağı: Ian W illiam s, "The US Hit List at the U nited N ations,"
30 N isan 2002, W om en’s Caucus for G ender Justice tarafından d ağ ı­
tılm ıştır, 7 M ayıs 2002. W illiam s, F ocus’ta D ış Politika ve The UN
f o r Beginners yazarıdır (New York: W riters and R eaders Publishing,
1995).'
216 R obin Cook: A lıntı: M ichael J. G lennon, "How W ar Left the Law
Behind," N ew York Times, 21 K asim 2002.
218 Bu harekete öfkelenen: E velyn Leopold, "Bitter Fight with US Leads
to Com prom ises on Court," Sunday N ew s (D ar-es-Salaam ), T em m uz
14, 2002.
209 U luslararası A f Ö rg ü tü ...: "A m nesty C riticizes U S, S. Leone Im pu­
nity Deal," The M onitor (K am pala, U ganda), 10 M ayıs 2003, s. 6.
219 ta sa rla m a y a sıra g eld iğ in d e : C h a lm e rs Jo h n so n , B lo w b a ck : The
C osts and Consequences o f Am erican Em pire (N ew Y ork: H enry
H olt, 2000), s. 12-13.
220 Anatol L ieven: A natol Lieven, "The Push for W ar," London Review
o f Books, 3 Ekim 2002, s. 8-11.
221 2 Şubat 20 0 0 2 ’de: Joel G reenberg, "Protesting T actics in W est Bank,
Israeli R eservists R efuse to Serve," N ew York Time's, 2 Şubat 2002.
222 "Hangi vahşi hesapla,": Bkz. E dw ard Said, "W hat Israel H as Done,"
The Nation, 6 M ayıs 2002, s. 20-23.
223 özellikle açıklayıcıdır: Yediot Aharonot adlı gazetede kendi sözleriy­
le anlatılm ış olarak sonradan tanınm ış İsrailli bartş eylem cisi Uri
A vineri tarafından internette dağıtılm ıştır. Bkz. T sadok Y eheskeli, "I
m ade them a stadium in the m iddle o f the cam p," Yediot Aharonot,
31 M a y ıs 2 0 0 2 , h ttp : //w w w .g u s h - s h a l o m .o r g /a r c h iv e s /k u r -
di_eng.htm l adresinde m evcuttur.
223 G azetenin sözleriyle: A.g.e.
223 Sağcı İsrail gazetesi: Peter Beaum ont, "H elicopter Pilot 'Refused O r­
der to B last Palestinian H ouse,"' The G uardian (Londra), 18 N isan
2002 .
224 A m ira Hass: A m ira H ass, "V andalnacht: O peration D estroy the D a­
ta," H a'aretz, 24 N isan 2002.
224 K ısa şiire önce yapılan bir röportajda: B enny M orris, "Cam p D avid
and After: An Exchange (A n Interview with Ehud B arak ),” The N ew
York R eview o f Books 49, no. 10, 13 H aziran 2002, s. 42.
225 b ilim sel... başlıyordu: A. A rnaiz-V illena, N. E laiw a, C. Silvera, A
Rostom , J. M oscoso, E. G om ez-C asado, L. A ilende, P. V arela ve J.
M artinez-L aso, "The O rigin o f Palestinians and T heir G enetic R ela­
tedness with O ther M editerranean Populations," Human Immunology
62, 2001, s. 889-900; tam öykü için, bkz. R obin M cK ie "Journal
axes gene research on Jew s and Palestinians," The O bserver (L ond­
ra ), 25 K a sim 2001 h ttp ://o b s e r v e r . g u a r d ia n .c o .u k /in te r n a ti-
onal/story/0,6903,605798,00.html adresinde m evcuttur.
226 Bu açıdan, A lan M. D ershow itz: D avid V illareal, "D ershow itz E dito­
rial D raw s Fire," The H arvard Crimson (C am bridge, M ass.), 18 M art
2002.
227 N ew York T im es... anladı: Joel G reenberg, "C ourt Says Israel Can
Expel 2 of M ilitant's K in to G aza," N ew York Times, 4 Eylül 2002.
227 A şağıda b irk aç ... getirildi: G ordon T hom as, "A m erica's G ulag for
Iraq ’s V IP P riso n ers,” http://w w w .yourm ailinglistprov id er.co m /p u -
b archive_show _m essage.php?globeintel+ 141 adresinde m evcuttur;
"U .S. C loses N o to rio u s B aghdad P riso n C am p," A gence France-
P r e s s e , 6 E k im 2 0 0 3 h t t p : / / q u i c k s t a r t .c l a r i . n e t / q s _ s e / w e b -
new s/w ed/dg/Q iraqprison.R A D y_ D 0 6 .h tm l adresinde m evcuttur.
229 Stephen Schw artz'in yazısı: Stephen Schw artz, "G round Z ero and the
Saudi C onnection," The Spectator, 22 E ylül 2001.
230 Washington P o st'ta yazan: Sohail H. H ashm i, "N ot W hat the Prophet
W ould W ant: H ow Can Islam ic Scholars Sanction Suicidal Tactics?"
Washington Post, 9 H aziran 2002.
231 G örüşü: H ala Jab er, "Inside the W orld o f the P alestin ian S uicide
B om ber," The Times (Londra), 24 M art 2002.
231 g ö rm em iz gerkiyor: S öm ürge U g an d a’sında ortaöğretim öğrencisi
olarak T en n y so n ’un "The C harge o f the L ight Brigade" adlı şiirini
ezberlem em gerektiğini hatırlıyorum . B ilerek "ölüm ün çenesine" gi­
den İngiliz askerlerinin kahram anlığı ile ilgili T ennyson ’un övgüsün­
den hatırladıklarım bunlar: "Sağlarında top, / Sollarında top, / A rka­
larında top / yaylım ateşi ve güm bürtüyle; . . . Ö lüm ün çenesine d o ğ ­
ru, / C ehennem in ağzına doğru / sürdüler atlarını altı yüz kişi."
232 K ookçu hareket: Bu bölüm A rm strong, The Battle fo r GocTa dayanı­
yor, s. 261-63, 281-87, 345-49. A ncak benim çıkardığım sonuç, dinci
sağcıları dinci köktencilikle ve dinci sağın bütün biçim lerini siyasi
terörle eşitlem e eğilim inde olan A rm stro n g 'unkinden farklıdır.
233 G u sh ... yüzde 2 0 ’sini tedarik etti: H er bir barış olasılığı G ush’u h ü ­
küm etteki laiklerle karşı karşıya getiriyor. Böylesi bir olasılığın ilki
1977 yılında E nver S ed at’ın tarihi K udüs yolculuğunu ve ertesi yıl
Begin ve Sedat arasında K am p D avid A nlaşm alarının im zalanm asını
izledi. A nlaşm aya uymak için İsrail, S in a’daki Y am it yerleşim ini bo­
şaltm aya karar verdi. M oshe Levinger, Siyonizm e "barış virüsünün"
bulaştığını açıklayıp binlerce yerleşim ciyi Y am it’e döndürdü. L evin­
ger, "960 erkek, kadın ve çocuğun R om a ordusuna teslim olm ak ye­
rine M asada kalesinde intihar ettikleri R o m a’ya karşı yapılan Yahudi
savaşlarını hatırlattı. A m a Gush rabbiler danıştıklarında İsrail'in iki
baş rabbisi ‘şehitliğe karşı çıkıyordu.'" L evinger yas tutarken giysile­
rini parçaladı. Bkz. A rm strong, Battle f o r God, s. 66-72, 287. İkinci
barış olasılığı, birinci Filistin intifadası (1987) ve K am p D av id ’teki
İsrail’in Batı Şdria’nın bir kısm ını boşaltm aya söz verdiği ikinci an­
laşm anın im zalanm asıyla ortaya çıktı; G ush çok öfkelenm işti.
234 Son dönem lere ait bir İsrail insan hakları: On yılları kapsayan yerle­
şimci sayısı için, bkz. Saeb Erekat, "Saving the Tw o-State Solution,"
The N ew York Times, 20 Aralık 2002. Batı Ş eria’daki yerleşim ci sa­
yısıyla ilgili birbirine zıt iki rakam vardır: 220.000’e karşılık kabaca
400,000. D üşük rakam Filistin Doğu K u d ü s’teki İsrailli yerleşim cile­
ri dahil etm iyor, bunun gerekçesi de K u d ü s'ü n yasal olarak İsrail
devletine dahil edildiği ve bu nedenle buraya gelen İsraillilerin yerle­
şim ci olarak K abul edilm eyecekleriydi. Sonucu da İsrail tarafından
zorla işigal edilen Batı Ş eria’ya yerleşen İsraillilerin sayılm ası am a
İsrail’e zorla katılan Filistin Doğu K u d ü s’ü hariç tutuyor.
234 A m ira’ya göre: A m ira H ass, "No End to the G row ing Settlem ents In ­
sult," H a a retz, 2 T em m uz 2003.
235 Filistinli evler: Jeff H alper, koordinatör, Ev Y ıkım larına karşı İsrail
K o m ite s i, "A T e s t o f th e R o a d M a p ," 2 9 T e m m u z 2 0 0 3
http://w w w .icahd.org/eng/articles.asp?m enu= 6& su b m en u = 2 & artic-
le=125 adresinde m evcuttur. H er zorba devlet gibi İsrail de egem en­
liğin vatandaşların haklarını çiğnem ek için sınırsız bir izin olduğunu
iddia ediyor.
235 İk in cisi,... yayılm ası: A ra fa t’ın A m erikan yardım ıyla - tıpkı diğer
A rap otokrasiler gibi - dokuz farklı güvenlik istihbaratı oluşturm ayı
başarm akla kalm ayıp am a bu istihbaratların İsrail saldırıları karşısın­
da aciz kalm asının sokak çeteleri biçim inde alttan gelen bir m ilitariz­
me yol açtığı Filistin durum uyla bir koşutluk vardır. H anan A shra-
wi'in bu konudaki yorum ları aydınlatıcıdır: "K uşkusuz burada farklı
kültürler işbaşındadır. Bir askerileştirm e kültürü ve bir devrim kü ltü ­
rü var burada." A shraw i, İsrail oluşturulm adan çok önce savaş öncesi
F ilistin’in tarihini bölgede bir "aydınlanm a m erkezi" olarak karşılaş­
tırırken m ilitarizm in iki kaynaktan beslendiğini iddia ediyor: "sür­
günden bir hüküm et kurm ak için dönen halkın arasından" ve bu hü­
küm etin kendilerini yerleşim ci tecavüzüne karşı korum akta aciz o l­
duğunu düşünen sokaktaki halk arasından. Bkz. Avi M achlis and Ja­
mes D rum m ond, "C olliding Cultures H am per the Palestinian Road to
D em ocracy," Financial Times (Johannesburg), 28 H aziran 2002.
236 A N C başkanı O liver Tam bo: A nthony Sam pson, M andela, The A ut­
horized Biography (New York: A lfred A. K nopf, 1999), s. 350.
236 Son dersse: Bu bakış açısından, L ü b n an ’daki kısa intihar bom bala­
m asını ve sona erm esine neden olan koşulları hatırlatm ak öğreticidir.
1983 İsrail işgalinden sonra H izbullah L übnan’daki intihar bom bala­
m alarına öncülük etti. 1983 yılında H izbullah’ın yarattığı İslam i D i­
reniş (al-M uqaw am ah al-Islam iyyah) - ihtiyaç zam an ın d a savaşçı
olan ve gerekli olm adıklarında da norm al m esleklerine dönen üyeleri
kapsıyordu - A B D elçiliği ve A B D ve Fransız askeri bölgelerine kar­
şı yapılan sayısız intihar bom balam alarını üstlenm iş ve 1984 yılında
Çok U luslu K uvvetlerin (M N F) geri çekilm esine yol açm akla ö dül­
lendirilm iştir. A ynı zam anda L ü b n an ’daki intihar bom balam alarının
sonlanm ası için siyasi koşullan hazırlayan olay İsrail’in 1985’te geri
çekilm esiydi. Bkz. N izar H am zeh, "Lebanon's H ezbullah: From Isla­
mic Revolution to Parliam entary A ccom m odation," Third W orld Q u­
arterly 14, no. 2, 1993, s. 2, 8.

Sonuç: Cezadan Muafiyet ve Toplu


Cezalandırmanın Ötesinde

239 rağm en: Salm an Rüşdi, "This is A bout Islam ," N ew York Times, 2
K asim 2001.
242 liderliğinde: Bkz. T ruth and R econciliation C om m issio n o f South
A frica, Report, cilt 2, s. 30, para. 124.
243 İlk i,... gerillalar: D eborah Poole ve G erardo R enique, "T error and
the Privatized State: A P eruvian Parable," R adical H istory R eview
(kış 2003), s. 150-63.
244 C IA ’nin eğittiği en ünlü terörist: A rundhati Roy, "The A lgebra o f In ­
finite Justice," The Guardian (Londra), 27 Eylül 2001.
244 Bin L ad in ... tek değildi: 11 E ylüP den üç gün sonra A fganistan D ev­
rim ci K adınlar Birliği (RA W A ) "bu barbarca şiddet ve terror eylemi
için üzüntü duyduklarını ve bunu kınadıklarını" açıklayan bir kam u
açıklam ası yayınladı ve şunları ekledi:
A m a ne yazık ki T alib an ’ın tohum larının ortaya çıktığı binler­
ce din okulunu yaratm ası için P akistan diktatörü G en. Z iya
ülk-H ak’ı destekleyenin A m erika B irleşik D evletleri hüküm e­
ti olduğunu söylem ek zorundayız. H erkesin kabul ettiği gibi
benzer biçim de O sam a Bin Ladin de C IA ’nin mavi gözlü ço ­
cuğuydu. A m a daha acı verici olansa A m erikalı politikacıların
ülkem izdeki köktenci yanlısı politikalarından bir ders alm a­
mış olup şu ya da bu köktenci çete veya lideri desteklem eyi
sürdürm eleridir. "R A W A Statem ent on the T errorist Attacks
in the U S," 14 Eylül 2001, http://w w w .globalresearch.ca/ar-
ticles/RA W 109A.html adresinde mevcuttur.
245 B o m b a... yapılm ıştı: Cooley, Unholy Wars, s. 223, 236-37.
245 1 9 9 5 ’te, eski C IA d ire k tö rü : A lfred M cC oy "D rug F allo u t: T he
C IA 's Forty Y ear C om plicity in the N arcotics Trade," The P rogressi­
ve, 1 A ğustos 1997.
245 1971 ortasında A BD ordusu: M cC oy The Politics o f Heroin, s. 222-
23.
246 A fgan cihadı sırasında: M cC oy, "D rug Fallout."
246 A fganistan.... eroin: M cCoy, P olitics o f Heroin, s. 437.
246 1982 ilâ 1985 arasında: A .g.e., s. 478.
246 4 E k im ’de: A lexander Cockburn ve Jeffrey St Glair, Whiteout: The
CIA, Drugs, and the P ress (Londra: V erso, 1998), s. 1-2, 37.
247 izlediğim A lfred M cCoy: A B D M erkezi İstihbarat T eşkilatı, G enel
M ü fettiş B ürosu, "A llegations o f C o nnections B etw een C IA and
C ontras in C ocain T rafficking in the U nited States" (1) (96-0143-
IG). B ütün alıntıların bulunduğu yer: A lfred W. M cCoy, " ‘F allo u t’ :
T he Interplay o f CIA C overt W arfare and the G lobal N arcotics T raf­
fic," İç Savaş ve Soğuk Savaş, 1975-1990: G üney A frika, O rta A m e­
rika ve O rta A sya K arşılaştırm alı Ç özüm lem e (A frika A raştırm aları
E nstitüsü, C o lu m b ia Ü n iv ersitesi, N ew Y ork, N .Y , 13-15 K asım
2002, teksir), s. 24-25.
248 C o o ley ... durum u alıntılıyor: Cooley, Unholy Wars, s. 134.
249 A lm an durum unda bile: Sheldon W olin, "Inverted T otalitarianism ,"
The Nation, 19 M ayıs 2003.
251 1997’de, F e ith ... yazıyordu: Lobi hakkında daha fazla bilgi için, bkz.
"The Israeli L obby," P rospect M agazine (İngiltere), no. 73, N isan
2002, s. 3
253 Paul Finkelm an: Paul F inkelm an, D red S cott v. Sandford: A B rief
H istory with Documents (Boston: Bedford Books 1997), s. 34. A yrı­
ca bkz. Don E. F ehrenbacher, The D red Scott Case: Its Significance
in Am erican Law and P ractice (New York: O xford U niversity Press,
1978).
254 Tek bir Y ahudi-H ıristiyan... fikri: D evleti ve ulusu beyaz yerleşim ­
cilerle özdeşleştirm enin iki farklı harekete yol açtığını hatırlam aya
değerdir: bir hareket Y ahudi, A syalı vesairenin de beyaz olabileceği
görüşün daha gevşek bir yorum unu talep ederken diğeri nasıl tanım ­
lanırsa tanım lansın beyaz ayrıcalığını sona erdirm eyi talep ediyordu.
255 Burada, örneğin: N ew York Times, 3 A ralık 2002.
257 Y aln ızca H a ’aretz: A m ira H ass, "The M islead in g T erm 'Fence,'"
Ha'aretz, 16 T em m uz 2003.
260 İngiliz ve A m erikan yanıtı: D avid K een, "B lair's G ood G uys in S ier­
ra Leone," The Guardian (Londra), 7 K asim 2001.
262 H ay a tta k alan lar: Bkz. "A fg h an istan " Landm ine M o n ito r R eport,
2001, h ttp ://w w w .icbl.org/lm /2001/afghanistan/ adresinde m ev cu t­
tur.
266 M ektuplarında: A lıntı: G ore V idal, P erpetual W ar fo r Perpetual P e­
ace: H ow We G ot to Be So H ated (New York: N ation Books, 2002),
s. ix, 81, 84-85.
269 The Guardian (L o n d ra)... bildiriyordu: Ian T raynor, "The Privatiza­
tion o f W ar $30 Billion G oes to Private M ilitary; Fears O ver ’H ired
G uns' P olicy,” The Guardian, 10 A ralık 2003.
D aiv iü* R o s e

' -a, S
; m> mm
at

Amerika’nın İnsan Haklarına;*


Karsı Savaşı

HUKUKUN VE İNSAN HAKLARININ KARA DELIGI

Guantanamo neresidir? Neden seçilmiştir? Kimler


tutulmaktadır? Kuran’ın çiğnenmesi ve tuvalete
atılması gerçek midir?

Gazeteci-yazar David Rose, son yıllarda insan haklan


ihlalleri ve işkence iddialarıyla gündemden
düşmeyen Guantanamo üzerindeki sır perdesini
kaldırıyor.
ABD’NÎN YENİ STRATEJİSİ
ABD, “özgürlük ve demokrasiyi”
nasıl yayacak?
V Türkiye haritanın neresinde?
*/ Kuzey Kore ve İran’dan sonra sırada kim var?
v* ABD, Iran, Suriye ve Suudi Arabistan’da neyi
hedefliyor?
Bir Mario Puzo klasiği.
Mario Puzo’nun son romanı.
Türkçe’de ilk defa
Mario Puzo’dan değişik bir tat.
Türkçe’de ilk defa
“ Mamdani Amerika’nın İslam dünyasına karşı izlediği politikanın
dayandığı yalanlan, basmakalıp bilgileri ve genellemeleri ifşa ediyor.
Dehşet verici olduğu kadar gerekli bir kitap.”

“Bu kışkırtıcı ve derin yapıt ciddi ve çetin sorular yöneltiyor. Günümüz


dünyasındaki en önemli gelişmelerin anlaşılmasına yönelik değerli
bir katkı.”

1001
K İ T A P

You might also like