You are on page 1of 145

TEVFİK FİKRET

HAYATI, ŞAHSİYETİ ve ESERLERİ

Yazan;

Ord. Prof. İsmail Hikmet ERTAYLAN

Yayınlayan:

T. EMEKLİ ÖĞRETMENLER
CEMİYETİ

1963
İstanbul
İsteme Yeri;

TÜRKİYE EMEKLİ ÖĞRETMENLER CEMİYETİ


Cağaloğlu, Başmıihasip Sokak, Emek Han No. 16 - İstanbul
Tel: 27 40 55

TÜRKİYE EMEKLİ ÖĞRETMENLER CEMİYETİ


YAYIM MÜDÜRLÜĞÜ
Cağaloğlu, Türbedar Sokak, Aydınlar Han. No. 16/18
İstanbul
Tel.: 27 21 89 - 5

Basıldığı y e r :
ÖZYURT BASIMEVİ Galata, İstanbul
Ö N SÖ Z
Vaktiyle çıkarm akta olduğumuz Düşünce adlı bir mccmûanın
bir nüshasını Tevfik Fikret’in vefâtı üzerine, onun hayatı ve eserlerin­
den bahse tahsis fttmiştik. Hayatı haklımdaki bilgileri refikası ile ay­
nı zamanda dayısı olan kayın pederinden almış, elyazılarını, metrû-
kelerini incelemiş, o zamana kadar basılmamış manzûmelerini topla­
mış, kendi eliyle yapmış olduğu resimlerle birlikte bastırm ıştık. /\ynı
zamanda kendisini tanıyan ve sevenler de inanç ve düşüncelerini yazı­
lı olarak tarafım ıza yollamışlar biz de o husûsî nüshaya dere ettirm iş­
tik. Aradan uzun bir zaman geçti. Rahmetli Fikret hakkında çeşitli
eserler çıktı. Kimi lehinde, kimi aleyhinde idi. Bu da pek tabiidir. H er­
kes herkesin lehinde olamaz ya. Buna hiç bir diyecek yoktur. Fakat
«Düşünce» den alınarak tahrifata uğratılmış, hakikatler değiştirilmiş
olduğunu da görünce, onu yeniden vc yeni harflerle bastırm ağı lüzum­
lu gördük.
Rahmetli dostumuz Tevfik Fikret hakkında etraflı ve esaslı, te t­
kiki bir eser neşrini de dostluğumuzun ve mesleğimizin tabii b ir bor­
cu olarak görüyorduk. Bunu yine, onun gibi rahm etli olan dostumuz
Rıza Tevfik’e açtığımız zaman bize, kendisinin de (Hâmidnâme) gibi
bir Fuzûlînâme ve bir Fikretnâme hazırlam akta olduğunu söylemişti.
Onu, bu hususta, kendimizden daha salahiyetli bulmuştuk. Çünki o,
yalınız dostluk değil, aynı zamanda fikirdaşlık ve mektep arkadaşlığı
bakımlarından da ona bizden daha yakmdı. Ona, hiç olmazsa bizden
daha mahremdi. Bizden çok daha eski bir tanıştı. İlgisi ve bilgisi da­
ha da çok ve esaslı olmalıydı. Eiz de bu önemli ödevi, tercihen, kendi­
sine bırakm ıştık. Fakat aradan otuz küsûr yıl geçtiği halde dostumuz
filozof va’dini yerine getirememişti. Son zamanlannda, bizim Avnıpa-
da bulunduğumuz bir sırada, Fikret hakkında, küçük b ir broşür çı­
karmış, keşke çıkarmasaydı. Yurda dönüşümüzde görmüş, hem ken­
di nâmına, hem de Fikret nâmına çok üzülmüştük. Çünki tamamiyle,
şahitsiz, vesikasız, tedkiksiz, alelacele ve gelişigüzel karalanmış olan
bu eser, okuyanları karanlıklara götürecek kadar karaydı. Halbuki
Fikret hakkında en iyi, en doğra makaleleri yazan yine o Rıza Tev-
fikti.
îşte bu zühûllerle dolu eserciği de gördükten sonra Düşünce yi,
bazı yeni yazılar ilâvesi ve bazı eski m a’lûm yazıları da bertaraf et­
mek süretiyle yeniden bastırmağı zarûrî gördük.
Bug-ün Fikret adına kurulm uş bir dernek vardır. Onun ödevi de
Fikret’i yurt içinde ve yurt dışında, bütün cepheleriyle tanıtm ak ol­
duğuna göre, bu ödevini, yurtdaşlarınm yardım ı ve teşvikleriyle yap­
mağa çalışacağı tabiidir.
Bizim bu küçücük eserimiz o büyük ve etraflı eserlere bîr küçük
çığır açmış olacağı inancındayız. Bu hayırlı işi de, pek hayırü bir ce­
miyet olarak kitap halinde basm ak kaditşinasVığım gösteren «T. Emekli
Öğretmenler Cemiyeti» nc, tashihlerine bakm ak zahmetine katlanan
sayın dostumuz Bay Mansur Teldn ile sayın Baha A nkan’a teşekkür
ederiz.
Derneğin çok değerli ve çok gayretli sayın Genel başkam bay Râ-
sim Zeren’e yurt kültürü ve irfanı, aynı zamanda da Tevîik Fikret der­
neği adlarına teşekkürü hakîkî bir borç biliriz.
Ord. Prof. IsmaU Hikmet ERTAYLAN
Tevfik Fikret Derneği Başkam
Kuyubaşı — 1963
TEVI İK FİKRP:t ’1N HAYATI
FİKRET’in ECDADI — DOCUMU — ÇOCUKLUĞU
— OKUDUĞU MEKTEPLER — MEKTEP HAYATI -
MEKTEPTEN MEZUN OLUŞU
Fikret’in ecdadı :
Fikret’in büyük babası Çaıikm sancağına tâbi, Çerkeş kazası eşrafından Ah­
met Ağa adında bir zattır. Ahmet Ağa memleketi erkânının teveccüh ve muhab­
betini kazanmış ve doğru sözlü, doğru özlü, dindar b ir müslümandır. İlmin, fa­
ziletin kadrini çok iyi bilen bu zat oğlu Hüseyini okutup adam etmek için memr
leketini bırakıp İstanbul’a gelmiş, birçok kimselerle görüşmüş, rey almış ve oğ­
lunu o zamanın en mükemmel mektebi sayılan «İrfani» rüştiyesine vermişti. İş­
te «ttfanî» rüştiyesine verilmek için Kengari’den Istanbula getirilen o mini mini
Hüseyin de Fikret’in babasıdır.
Fikret’in ana cihetinden büyük validesi «Saliha» hanım aslen Sakız adası
Rum lanndan iken islâmiyeti kabul etm iştir. Pek küçükken İzm irde m eşhur ih-
tisap ağası Hüseyin beyin yanına evlâtlık olarak gelmiş ve iyi b ir İslâm terbiye­
siyle yetişmiş, evlât şefkatiyle büyütülmüş, Hüseyin beyin hususî kâtibi Ahmet
Hüsrev Efendi il© evlendirilmiştir. Hüsrev Efendi de aslen Sakız mühtedilerln-
dendir. Güzel bir tesadüf bu iki
hayatı, bu iki nezih ruhu Hüseyin
beyin evinde birleştirm iştir. İhti-
sap ağası Hüseyin bey Baltalima-
nmda Fatma Sultan’ın kâhyalı­
ğında bulunuyordu. Kâtibi Hüs­
rev efendi de Kadırga limanında
bir evde oturuyordu. Bu mes’ut
yuvada mini mini, nur topu gibi
bir kızcağız dünyaya geldi. Adını
Hüseyin bey kendisi koymuş
«Hatice Refia» olsun demişti. İş­
te bu mini mini «Hatice Refia»
büyümüş ve sonunda Fikret’in an­
nesi olmuştu.
Fikret’in babası, Hüseyin efen­
di, çok çalışkan, çok zeki b ir ço­
cuktu. Hocalarının teveccühünü,
arkadaşlarının hürmetini, sevgi­
sini, «Irfanî Rüştiyesi» nin de şe-
hadetnamesini kazanarak harici­
ye mektubi kalemine m em ur edil-
Fikret’in babası Hüseyin efendi (") mişti. Kalemde, kitabeti ve Babı-

(*) F ik rc tin ö lü m ü n d e n Bonra ona nıahBUB o la ra k ç ık a rm ış o lduğum d ü -


şü n ce m o cm u asîn ın n ü s h a -ı m a h su sa sın a k o n u lm a k ü zere ra h m e tli d o stu m re s ­
sam R efet A v n i’ye fo to g ra fm d a n y a p tırm ış old u ğ u m resim lerden.
âlî terbiyesini görüyor, evinde de arapça ve farsça oKuyordu. Az zamanda zekâ
ve irfanı ile kendini göstermişti. Arapça ve farsçayı kolayca konuşmağa başlamış­
tı. Hele doğruluğu herkesin dikkat ve takdirini çekiyor, herkesin dilinde dolaşı­
yordu. Çalışkanlığına, doğruluğuna m ükâfat olarak hariciye m ektubi kaleminden
Fatma Sultan kâtipliğine nakledildi. Yani Fatm a Sultan Kâhyası olan ihtisap ağa­
sı Hüseyin beyin maiyetine verildi. Hüsesdn bey bu genç adaşının gayret ve isti­
kametini gözden kaçırmıyordu. Ona büyük bir teveccüh ve sevgi bağlamıştı. Nite­
kim Hüseyin bey Fatma Sultan kâhyalığından Sultan Aziz merhum un valdesi Per-
tevniyal Valide Sultan kâhyalığına geçtiği zaman Hüseyin efendiyi de Valide Sul­
tan kâtipliğine almış ve merhumenin vakfiyesi tanzim olunduğu sırada Hüseyin
efendiyi vakıf kâtibi olarak vakfiyeye dercettirm iştir.
Hüseyin bey, bu genç ve çalışkan adaşını evlât gibi seviyor, aihninde onun
iğin hayırlı tasavvurlar besliyor, ölmeden onu kendi eliyle evlendirmek istiyordu.
Kâtibi Hüsrev efendinin gittikçe serpüip güzelleşen Refla’smı düşündü. Bun­
dan daha münasip bir tesadüf olamazdı. Refiayı Hüseyin Efendiye verdi. İşte gö­
rülüyor ki Fikret baba tarafından hâlis Türk, ana tarafından adalıdır. Yani tam
bir müslümn Osmanlıdır.
Fikret nerde ve ne vakit doğdu?
îlıtisap ağası Hüseyin bey ölmüştü. O zaman Hüseyin efendi bir iki çocuk ba­
bası, bir aile reisiydi. Vakıf kâtipliği uhdesinde kaldığı halde vakıf kaymakam ve­
kili de odlu. Bütün kudret ve gayretini ailesinin saadetine hasrediyordu.
İstanbul’da Kadırga limanında Bostan-i Âli mahallesinde kayınpederi Hüsrev
clendinin evinin karşısında bir evde oturuyordu. Ev, sonraları yağlıkçı Nuri elendi
veresesine intikal etm iştir.
1284 senesi kışı gelmişti. Cihana karlar, buzlar, ıstıraplar getiren bu kış, Hü­
seyin efendinin evine bir saadet güneşi doldurmuştu.
Bir taraftan ramazan hazınlklan görülüyor, şehr-i siyam bekleniyordu, bir
taraftan da beşikler hazırlanıyor, şerefli bir yolcuya nitizar olunuyordu. Şabanın
yirmi sekizinci salı gecesiydi. 5’i 26 geçiyordu, müjdeler verildi. Yolcu selâm et ve
saadetle gelmişti.
Karşıladılar, sevdiler, sevindiler. İsmini «Mehmet Tevîik» koydular. Bugün na­
mım ihtiram la yâdettiğimiz büyük şair, büyük insan, büyült Fikret, işte bu mini
mini yolcu «Mehmet Tevfik» di.
Refet isminde bir zat velâdetine bir tarih kasidesi yazmıştı.
FÎKRET’in DOĞUMUNA YAZILAN TARİH KASİDESİ
Hamdülillâh yine ikbâle şevet oldu sadîk
Eyledî hâtır-ı yârânı m eserret teşvik
diye başlar,
Yazdı mevlüduna tebrik ile «Retet» târih
Geldi dünyâya behiyyet i!e «Mehmet Tevfik» ( ’’)
İ284
diye biter.

(• ) T a rih lev h ası “ A şiyaıı” M üzesinde m ah fu z d u r.


Hüseyin efendi asaleten vakıf kaymakamı olmuş, Şehremaneti Meclis âzalırı­
na da tâyin edilmişti. Aynı zamanda uhdesine defterhanede tevkiîlik memuriyeti
de verilmişti. Bütün bu memuriyetlerinde taassup derecesine vardırdığı, iffet, ha-
tniyyet ve adaletten b ir dakika ayrılmamıştır. Fikretin doğumundan sonra ailesini
Aksaray’da Ağa yokuşu altında inşa ettirdiği konağa nakletmişti.
Fikret’in küçüklüğü nerede geçti?
Fikret’in küçüklüğü işte bu Aksaray’daki konakta geçmişti,
Fitreten ateşli ve zeki olan Fikret, küçükken fevkalâde de yaramaz, ele avu­
ca sığmaz, afacan, şeytan bir çocukmuş. Evde düz duvara çıkardı diyorlar. Bunun­
la beraber büyüdükçe itidal ve sükûna girmiş, gittikçe de vakur ve sâkin bir hal
almıştır. Bu ateş ve cevvaliyeti birleştiren ta b ’mda şiddetli bir rikkat ve hassasi­
yet de mevcuttur.
Fikret’in ilk aşkı
Daha üç buçuk yaşında iken dikkate şayan bir aşk vak’ası geçirmiştir.
Aksaray’da bulundukları zaman birçok m isafirler gelirdi. Bunlar arasında bir
de paçacılar kâhyasının kızı Naciye hanım vardı. Fikret bir gün işte bu Naciye
hanıma âşık olmuştu. Ne zaman evlerine gelse yanından ayrılmaz, ayrümca da
başjnı yastığın altına sokar saatlerce ağlardı...
Kendi anlatır ve gülerdi: «Çocukluğumda pek h aşan ve yaramazdım. Hele bir
vakitler askerliğe heves etmiştim. Bana bir paşa elbisesi, kılıç, kalpak aldılar. As­
kerlik aşkı bende o kadar ileri gitti ki bir aralık büyüdüğüm zaman kılıç tâlim­
lerine kalktım. Kimseye görünmeden harem tarafındaki misafir odasına gider, ka-
napelerin örtülerini kaldırır, kılıcımla üstlerine hücum ederdim. Parçalamadığım
koltuk, öldürmedlğmi kanape kalmamıştı. Kimsenin bu kahramanlığımdan haberi
yoktu. Bir gün evde temizlik yapılıyordu. Misafir odasını da boşalttılar; koltuk­
ların, kanapelerin örtülerini çıkardılar. İşte o zaman her şey meydana çıktı.
Parça parça kumaşlar, yığın yığın kıtıklar yerlere serildi. Bu faciadan sonra as­
kerlikten vazgeçtim...»
Fikret hangi mekteplerde okudu?
îlk çocukluklarını bu suretle ana baba şefkati içinde şım artılarak geçiren
Fikret büyük kardeşi Şevki beyle beraber Pertevniyal Valide Sultam n Aksaray’­
daki cami ittisalinde yaptırtm ış olduğu «Mahmudiye Valide Rüştiyesi» ne giderdi.
Zekâ ve istidadı kendini bütün hocalarına sevdirmişti. Pakat Rus muharebesi bü­
tün fecaatleriyle gelmiş İstanbul’a hicret edenler cami ve mekteplere yerleştiril­
meye başlamıştı. Valide Rüştiyesi de bu âkıbete uğradı. Kapandı. Babası Fikreti
«SultanS’ye» verdi.
Fikret’i kimler büyüttü?
Fikret daha pek küçük —tahminen on iki yaşlarında— iken valide şefkatin­
den m ahrum kalmıştı. Bir ara valdesinin büyük biraderi H aşan Nuri bey Hacca
gitmeye karar vermiş, Fikretin annesi de kardeşiyle beraber Hacca gitmek iste­
miş, fakat o sene orada zuhur eden şiddetli koleradan her ikisi de vefat etm iş­
tir. Dayısı Hacdan sonra «Vadil Fatıma» da annesi de «Medine-i Münevvere» ye
bir günlük mesafede çölde defnedilmişlerdi. O zaman daha acıhgmı anlayamadığı
tahassürü, hemşiresi de ölünce hakklyle anlamış ve 318 de «Hemşirem için» diye
yaüdığı mersiyeyi ninesine ithaf etmiş, İlk parçasm da da, kalbinde örtülmüş, kül­
lenmiş sandığı yaralarının hâlâ İçin için işlediğini, hâlâ ıhk ılık kanadığmı duy­
muştu.
«Biz çocuktuk, seni defneylediler
Bîvefâ kum lara bîkayd eller
O zam andanbeti müştâk-n zebûn
Ne zaman Kıbleye dönsem dilhûn,
Seni bir mahfede pûyân g-örürüm;
Sonra kumlarda perişan görüı-üm.
Bir diken belki delil-i kabrin.
Develer belki ziyaretçilerin?
Kimbilir, belki de, pâmal-i gubar.
Ne diken var, ne ziyaret, nc m ezâr;
Ne de sen... Bense bu gün derdimle
Seni inletmeye geldim. Dinle!
Dinle her nerde isen, her ne isen:
Toz, bulut, nılı, melek, taş, ya diken...»
Diye dvocatif olduğu kadar da Ğldglaque olan bu hitap, o, çocuk ruhuna gö­
mülen acının, ne güzel, ne kalbı, ne beliğ bir tercümanıdır. Fikret’in babası zev­
cesinin vefatından sonra bir daha evlenmemiş, bütün aşk ve şefkatini çocukla­
rına bağlamıştır. Babasının ve büyük yengesi Naima hanımın her türlü nüvaziş-
leri içinde, dadılar, lalalarla büyüyen Fikret her türlü nâzü nâdme m üstağrak
oulyor, bir dediği iki edilmiyordu. Yengesi Naima hanım kendisini valide şeîkar
tinden m ahrum etmiyecek derecede iyi bakmış, Fikret de hayatının son dakika­
sına kadar yengesini valide nazariyle görmüştür.
Fikret’in çok sevdiği dadısı ile, lalası İsmail ağa çok zaman yaşamışlar. Pik-
rofc’in vefatından birkaç sene evvel ölmüşlerdir. Teessüf olunur ki Fikret’in ço­
cukluğu ve gençliği hakkında pek kıymetli hâtıraları da beraber götürmüşlerdir.
Fikret’in tabiatı
Fikret çocukluğundanberi uzlet ve sekinete m eftun idi.. Mektepte de, evde
de aynı meftuniyeti gösterir, kendini sine-i huzuruna atacak sâkin bir köşe, ses­
siz bir bucak bulur: Şefkatinden ayrıldığı nine kucağını telâfiye çalışırdı. Ken­
dini hakkiyle tanıyan arkadaşları mektep hayatında da yalnızlığı, tabiatle baş-
başa yaşamayı sevdiğini söylüyorlar.

10
Fikret mektepte bütün oyunlara iştirak etmek, bütün oyunlarda muvaffalu-
yet h attâ m aharet göstermekle beraber sâkin ve uslu bir çocukmuş, kendini ar­
kadaşları, mubassırları, hocaları,
müdürleri, herkes severmiş. Rah­
metli dostum doktor filozof Riza
Tevfik bazan anal tirdi; «Fikret
uslu bir çocuktu, onu herke,s se­
ver, herkes takdir ederdi. Cüsse­
sinin iriliğine, vücudunun ağırlığı­
na rağmen oyunlara iştirakten ge­
ri durmaz, iyi oynardı. Bununla
beraber yine sakin ve itaatliydi.
Biz son derece azgın, son derece
haşarıydık. Cezasız geçen günüm
olmazdı. Mektep de, hocalar da
elimden el'âman derlerdi. Pikret-
in de, benim de İsimlerimiz Tev­
fik olduğu için, bazan tuhaf ilti­
baslar olur, benim cezalarım ona
yazılırdı.» derdi... Fikret’in mek­
tepte ceza aldığı değil, hastalan­
dığı görülmemiştir. Esasen vücut­
ça pek kuvvetli, pek sağlamdı. Gö­
rülüyor ki küçükken ele avuca
sığmayan afacan Fikret mektepe
girdikten sonra tamamiyle tabi­
atı değişmiş, belki de fıtratm da
meknuz olan sükûneti tamamiyle
Fikret Galatasary Sultanisinde talebeyken (1) izhar etmişti.

Fikret; Sultâni’deki hayatını mezun olduktan 25 yıl sonra yazmış olduğu;


«Sultaniye» (2) adlı şiirinde kendi diliyle şöyle anlatıyor:
Fecrin bütün semâsını birden kucaklıyan
Bir pencerende, sahne-i hâverle rûberû.
Yıllarca bundan evvele râci, bugün yavan
Bir sergüzeşt, o günler için mâcerâ dolu

(1) Z ik ri geçen «D üşünce» için m e rh u m ressam R efet T ev fik e y a p tırm ış ol-


d u ğ u m re sim le rd e n .
(•■i) T e v fik Fi-kret; " H a lııh ’ım D e fte ri" k e n d i el y a aısıy la fak sim ile edilm iş

11
B ir ömre nas1>-i £ikr ile daldım.. Bugünkü ben
Kim der o yirm i beş sene evvelki gölgeyim?
Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen
Simaya şimdi ben bile bigâneyim... O kim?
K im dir hakîkaten şu beyaz bir gelin kadar
Hassas u şuh akasyalarm gölgesinde gâh
Bağıran, gülen, koşan, tepinen, bazı pür vekaar
Bir tavrı iktinâh ile, bir yanda bir siyâh
Cildin zılâM lâl-i süturunda gaybolan
Cevval ü m uhteris çocuk?... Ey m e’men-i şebâb,
Ey m e’men-i şebâb ü zekâj ben de bir zaman
E ttim geniş kanadlann altmda ihticâb.
Sen sakladın bu rûhu m uhitin ziyâ-şiken,
Muhnik soluklarından; evet, sen kucakladm.
Tuttun, önüm bütün uçurum, hep sukut iken
Cehlin, taassubun, dudağmdan kaçan adın.
Gel dinle, rûhumuzda ne hurrem teraneler
Canlandırır, ne hâtıralar titretir, ne sâ£
Efsâneler, ne mudhikeler güldürür, neler
İkaaz eder, neler yaşatır!.. Fikr için mutâf,
Ümmid için melâz olan âguuş-i müşfikin.
Ey pîr-i muhteşem, medeniyet perisine
Bir kehf-i bîriyâ; ona en mahrem, en yakm,
Şensin; biraz düşünme ve kurtulm a hissine
Sahip vatan çocukları hep sende beslenen,
Senden hayât alanlar; en ateşli hak sesi
Senden kopar koparsa bu boşlukta bağteten:
Şensin cihân-ı fikretin en canlı mâkesi...

Garp iştiyâk-i fikre açık bir ufuk ve sen


Şarkın bu ufka ilk açılan b ir deriçesi!»
Fikret’in ilk uzlet sarayı Aksaraydaki evlerinin harem bahçesinde mini mi­
ni bir odaymış. Denilebilir kİ Fikret sükûnetin hazzını, şiirin zevkini, askın ate­
şini, resmin füsununu, hakikatin büyüklüğünü, insanlığm ulviyetini, hâsılı kısa­

12
ca kendini bütün mânasiyle «Fikret» yapan hasletlerin hepsini, hepsini bu mini
mini odacıkta, bu ilk uzlet - 'sarayında tatm ıştır.
Fikret; kendine mahsus ne var, ne yoksa, hepsini bu odacılcta toplar, onla­
rın harim-i şefkatinde, onların hale-i sohbetinde yaşardı. Kitapları, yazılan, resim­
leri, eğlenceleri, herşeyi orada, o odacıkta, o ilk «âşiyan» da idi.
Fikret m ektepten gelince soyunur, mini mini «âşiyan» ın sıcak, şefkatli kol­
la n arasına kendini atardı. Yine kendi: «Odamın camekânı vardı, orada oturur,
yazı yazar, resim yapardım. Büyük bir yazı ile «Ressam Tevfik» yazmış, içerden
pencereye asmıştım. Dışardan bakınca yazıyı ters gördüm, canmı sıkıldı...» diye
çocukluk intihalarından bahsederdi.
Geniş kollariyle bu küçücük yuvayı kucaklıyarak yükselen kocaman bir incirin
dallan çok zaman Fikret’in en samimî arkadaşı Olurdu. Onun yeşil dallarına kâ­
ğıt fenerler asar, altında ziyafetler tertip eder, âlemin «insandan kaçar» telâkki
ettiği Fikret’in insanı ve İnsaniyeti ne kadar sevdiğini, cemiyetlere, sohbetlere,
dostane, samimâne sohbetlere ne kadar m eftun olduğunu ispat ederdi. Ziyafetler­
de bütün akrabası bulunurdu.. Büyük yengesi, sonra kayın pederi olan dayısı
ve kızı ziyafetlerin daimî davetlileriydi. Görülüyor ki ilk ve son hayat arkadaşı
olan dayısının kızıyla arkadaşlıkları çocuk iken başlamış, o ilk «âşiyan» da
doğmuş, son «âşiyan» da sona erm iştir.
Babası çok dindar, çok doğru olduğu gibi, çok da cöm ert ve İyi kalbU bir
adamdı. Ramazanlarda konağında sofralar kurulur, ziyafetler verilir, hocalar,
dervişler bu sahavethanede yer İçerlerdi. Fikrete hürriyeti, adaleti ve sahaveti
babası m iras bırakm ıştı. Yine Fikret anlatırdı: «Babam titiz fakat eğrilmek bil­
mez derecede doğru bir adamdı. Bağırır, çağırır, hiddetli, fakat çok temiz, çok
iyi kalbliydi.» der ve annesinin babasından da: «O, zayıf, uzunca boylu, kısa be­
yaz sakallı, kıyafetine, tuvaletine, evinin intizamına meraklı bir adamdı. Evle­
rimiz karşı karşıya idi. Ekseriya evlerine çay içmeğe giderdik. Gitmediğimiz gün­
ler kendi gelir, kardeşlerimle beni alırdı. Evlerinde hiçbir gün, ufacık b r çıtırtı işi-
tilmemiştir..» diye bahsederdi. Fikret, böyle canlı nümunelerden ahlâk dersi ala­
rak yaradılışındaki İstidadı beslemişti. Ölümünden sonra m etruk evrakı arasın­
da çıkan:
«Kıran da olsa km l, düş fakat eğilme sakın.»
mısraım hareketine düstur edinmiş, tabiatının feyzini bu iki nezih aileden almıştı.

Fikret şiire ne zaman başladı?


Pikrette şiir kabiliyeti çok erken inkişaf etm iştir. Henüz on dört, on beş
yaşlarında Sultaninin de birinci, ikinci sınıflarında idi. Yaradılışındaki şairlik is-

13
tidadı kendini göstermişti. Mek­
tep arkadaşlarından Cemil bey
(“): «Benim Rüştiye arkadaşlarım ­
dan Recep Vahyi bey vardı. Şim­
di Erltâm harb miralaylığmdan
m ütekaittir. Mesarburnunda otu­
rur. Onu Fikretle görüştürdüm,
tkisi de şiire meraklıydı. Vahyi o
zaman Harbiyeye devam ediyor­
du, Fikretle mektuplaşıp görüşür­
ler, yazdıkları şiirleri birbirlerine
gönderirlerdi.» diyor.

«Müntehabat-ı Tercüman-ı Ha­


kikat» in 533 ncü sahifesinde:
«Mekteb-i Sultani dördüncü sınıf
talebesinden Tevtik beyefendinin­
dir» diye yazıh ve refikalarının
ilk neşrettiği şiiri diye verdik­
leri gazel o zaman Fikret’in
Fikretin Sultanide talebelik ve müdürlüğünde «Nazmi» mahlâsıyla yazı yazdığı-
Miidiri sânî olarak arkadaşlığım eden Cemil Bey ğım gösteriyor:
Takviyet vermekle âdem lişte-! tedbîrine
Düşmemek kabil mi dehrin ukde-î tezvirine
tnhlzâm ı pek g:üç olmaz nahvet-i cânânenln
Ger müsâvî olsa İfltfû ettiği tahkirine
öyle b ir yıkmış ki mii1k-î h âtın n ı ceyş-î elem
Kaadir olmaz bir yere gelse cihan tamirine.
Feyzi seyret hançer-i âşık-küşünde ol mehin
N ûr iner her şeb mezar-ı küşte-i şcmşîrine
Fehmeder elbet hatâsın gül deyen nıhsârm a
Bir nigâh etse eğer zihnimdeki tasvirine
(♦) B ir z a m a n la r G a la ta sa ra y S u lta n isin d e d e rs n â z ın olan C em il b e y F lk -
re tin mUdUrlUgü z am an m d a m ü d ir-i s atıilik etm iş, F ik re tin m ü d ü riy e tte n a y rıl­
m ası ü z erin e o d a , b irç o k m u a llim le r g ib i a y rılm ış tır. S o n ra M a a rif N e za re ti
l» tatlstilc M ü d U rlü fü n d e b u lu n m u ştu r. F ik re tin “ R ecep V a h y i” y e g ö n d e rd iğ i
m e k tu p la rla , ş iirle ri lû tf-i d e lâ le tle riy le eld e e tm iştik . İr fa n -ı m e m le k et bu h u ­
su sta k e n d ile rin e m e d y u n -i ş ü k ra n d ır.

14
Mısr-1 hüsne öyle pertev bâhştır mihr-i ruhun
Kim sezadır Yusu£-ı Zerrin resen tâbirine
Sende ey şûh-i peri-peyker o câdû gamzeler
Çekmedilt dil mi bıraktı şîşe-1 teshirine
Cevr-ü zindan şiJıâyet etse de sen âf kıl,
Bakma Sultanım dil-î divânenin taksirine!
Ürperir cismimde mfllar hep birer peyk&n olur
Başlayınca hâme tir-i gamzen tahrîrine.
Nâm >2 parlar hâmc çatlar şûlesinden «Nazmiya»
Her ne dem azmeylesem sûz-î dilin takririne
Tevfik Fikret şiirde ilk tesirlerini Mekteb-i Sultanide fârisi dili ve edebiyatı
hocası olan ve kendisini takdir ve teşvik eden Muallim Feyzi merhum dan al­
mıştır.
Fikret yazdığı şiirleri Muallim Peyziye gösterir, tashihini rica eder ve onun
vasıtasiyle de, Nacilerin, Şeyh Vasfılerin yazdıkları mecmualarda bastırırdı.
Şu yukarda gördüğünüz ilk m atbu gazeU dünya görüşü, bediî duyuş, edebî te­
lâkki ve zihniyet, tasvir ve tasavvur, teşbih ve istiare, telmih ve mecaz bakım la­
rından, hattâ kullandığı kelime ve terkip noktalarından bile Feyzinin tesiri altın­
dadır.

İşte eski gazellerinden biri daha;

Hayâl-i zülf-i piça-piç ile hâtır perişândıı


Firâk-î yâr ile bîçare gönlüm zâr-u giryandır
Neden ağûşuma Belkîs-i hüsnüm eylemez rağbet
Ki sinem şehriyr-i aşka Süleymandır
Nola bag-i cihanda hiç reyhana bakmazsa
Gönül kim şimdi meftûn-i hat u ruhsâr-i canandır
Tenezzül eylemez mi sinemi seyrâna ol âfet
Ki kendi açtığı dağlarla zib olmuş gülistandır.
Gam-u âlâmdan gönlüm rahâyâb olmadı gitti
Sana düştüğüne ey dil bin kez peşimandır
Bana mümkün değil cem’iyyet-i etkâr ey Nazmi
Hayâl-i zülM pîça-pîç Ue gönlüm perişandır. (»*)

(») F ik re tin re fik a la rı m e rh u m N âzim e h an ım . F ik re tin ilk n e şre tm iş ol­


d u ğ u gazelin b«. gazel o ld u ğ u n u sö y lem işlerd i. C em il b ey m e rh u m da “m ufllU m ”
m e cm u asm m n u s h a -i m a h su sa sm d a ç ık a n gazel iç in -T e v fik 'in m ü p tc d ilik
z am an ın d a sö y led iğ i e ş’a rd a n d ır. 1291 se n e -i m â liy e si nıs£-ı a h irin d e “T ercii-
m a n 'ı H a k ik a t” g azetesiy le n e şre d ilm iştir. O z am an m e rh u m F ik re t M ek te b -i
S u lta n î’n in T ü rk çe d e n d ö rd ü n c ü v e F ra n sız c a d a n İk in c i e ın ıfın d a y d ı" diyordu.
B ak: Jam ail H ik m e t: T tirk E d e b iy a tı T a rih i c ilt III. sah. 721, not: 1.

(**) İsm ail H ik m e t '‘D ü şü n c e " F ik r e t n ü sh a -i M ü m tazcsi 1331, his. sah. 121.

15
Ğaİatasaray Suİtanisi’nin o zaman tarih muallimi ve m üdürü olan rahmetli
Abdurrahman Şeref bey hâtıratm da (*): «Fikret Mekteh-i Sultaninin dördüncü
sınıfına geldiği zaman kendini bütün mektebe, bütün muallimlere tanıtmıştı. H er
sene, her sınıfta, her derste birinci oluyordu» der.
Fikret kimleri taklit etmiş, kimlerin tesirleri altında yetişmişti?
Fikret’in, ilk yazılarım tashih için Muallim Feyziye verdiğini Recep Vahyi beye
yazmış olduğu m ektuplardan anlıyoruz. O zaman muallimi olan Peyziyi, üstad-ı
şiir olarak kabul etmiş, onun ve onun dahil olduğu «Muallim Naci» zümre-i edebi-
yesini taklide başlamış ve o zümrenin mekteb-i edebîsi tesiri altm da kalmıştı.
Recep Vahyi beye yazmış olduğu 30 Teşrinisanî 300 tarihinde gönderdiği mek-
tupda bunu teyid ediyor (**).
Efendimiz hazretleri..
13 Teşrinisanî sone 300 tarihiyle müverrah ve âsar-ı mergube-i bedia perverîle-
rinden (■***) birkaç gazel-i bîbedel ile müzeyyen ve muvaşşah b ir kıt’a iltifat-
nâme-1 âlileri reside-i dest-i iptihacım oldu. Meal-i âlisinden geçende huznıru edep-
nUşurlarına takdime m ütecasir olduğum bir iki parça eş’ar-i nâkisedann nazar-
gâh-i kabul-i edibanelerine tesadüf ettiğini tebyin ediyor:
Ne büyük şeref! ahkarlan gibi kuwe-i fikriyye ve kalemiyyelerinin meftun
ve hayranı bulunan bir adam için şu yolda bir iltifata nail olmak az bir şey mi­
dir? Âcizleri hazret! muallimin:
Ümmid iledir bükây-i etfâl:
Süt vermede bîemel mî mâder?
Herkes bir ümmîde hizmet eyler.
Ümmîd İledir cihanda her hâl!
K ıt’a-i hakîmanesi mefadınca hareket edenlerdenim: Binaenaleyh takdim-î
arîza hususunda b ir ümidim olmak şüpheden varestedir. Çok şükür! O ümidime
—ki hazretlerinden bir cevap alabilmek idi— nâil oldum.
Sizi de hak ede karin-i emel!!
Şunu da itirafa mecburum ki gerek âsar-i âliyyeleri ve gerek bunları hîn-i m ü­
talâada kalben tahassül eden zevk ve şevk-i manevî hakkında hâm erân tâbir
ve beyan olmak hakirlerince muhaldir. Her halde teveccühat-i feyuzat-âyat-i ke­
rimelerinin bekaa ve devammı rica ve istirham ve perestiş edercesine sevdiğim
şahid-i âsar kalemiyelerinin arasıra arz-i didar ile dil-i safa bigânemi neşat-âşinay-i
şevk ve garam eylemesini niyaz ile hatm-i kelâm eylerim efendim.
30 Teşrinisanî sene 300 Tevfik Nazmi

(*) İsm a il H ik m e t; “T iiık E d e ljiy a t T a rih i” ü ç ü n c ü cilt, on d o k u z u n cu a s ır son-


lû n /A z e r n e şir; B ak û 1925 sah. 720. B u e se r d ö rt c ilt o la ra k A z e ıb a y c a n d a h ü ­
k ü m e t ta ra fın d a n b a stırılm ıştır.
(**) İsm a il H ikm et, D ü şü n ce n ü sh a -i m ah su sası, sah ife 122.
(*♦*) N e yazuk k i b u “â sa r-ı m e rg u b e -i b e ^ ia p e rv e rîle r!..” den h iç bîrlsİ
elim ize geçm edi. S ah ib i d e e d e b iy a t âle m in d e b ir ad b ıra k m a d a n g ö çüp g itti.

16
$u mektup bize Fikretin o zamanlar Naci Mekteb-i Edebine mensup ve bu
mensubiyetle de mUftehir olduğunu ispat ettiği gibi lisan-i nesirde de o zümreyi
taklit ve tanzire çalıştığmı da ispat ediyor. Y an resmî bir ifade, şark şiir ve edep
neşveslyle yapılmış terkipler ve nihayet secilerle dolu cümleler...
Recep Vahyiye yazdığı mektuba ilâve etmiş olduğu şu manzumelerden Fikret’in
o zamanki zihniyeti, şiir hakkındaki zevki, nazım ve kafiyelerdeki hususiyetlerini
ve kimleri taklit ve tanzir etmekte olduğunu açıkça görüyoruz:

.ŞEYH VASFİ EFENDİYE BİR NAZİRE;


Sanma sırr-i hikmeti ancak lisânım söylüyor
Sine-i pâklmde her dem kalh ü canım söylüyor
Sânihât-i aşkı benden dînlesin erbâb-i dil
Sânihât-i aşkı kilU-i ter-zcbânım söylüyor.
Maili feyz-i visali olduğum, dildârıma
Saklasam da ben lisân-i hal ü şanım söylüyor.
Yok mccâlim ketm s artık mâcerây-i tab’ımı
Mâceray-i tah’ımı eşk-i revanim söylüyor
Saklamakta îhtimâmım doğrusu bîhûdedir
İptilây-ı kalbimi ah ü figamm söylüyor
Ben sükût etsem de durmaz hâme-i hikmet-neva
tşte ben sustum da hâlâ tcrcumanım söylüyor.
BİR GAZEL

Berk urunca hançer-i cevr ü tegatül sinede


Ateş aldı harm eni sabr ü tehammül sinede
Badi-i rikkat scfay-ı gül dil-i hassâsta
Bais-i .suziş seda-yi tîz-i bülbül sinede
Vermesin bâd-i seher zült-i siyaha ihtizâz
Etmesin canı hazinim ta tezelzül sinede
Hun-i dil fikr-i lebinle hep döküldü dîdeden
Dağlar zikr-i ruhunla oldu gülgül sinede
İçtim â’i berdi-i mihnetle suz-i ahtan
Pek hazin bir levha etm iştir teşekkül sinede
Sizinkine bir nazire amma «irapta mahalli yok».
Bihude değil mi!....
Nâil olmak maksadiyle devlet-i pâbûsuna
Baş eğer kalb-i hazinim hançer-i ebrusuna
—Barekallah ne iktidar?!—
Eyliyor îzhar-i aez ii meskenet H ârûtlar
Ol emir-i mülk-i nâzın gamze-i câdûsune
—Haksız mıdırlar?—
Serpilip yatmış çemende sûph dem ol tievnihâl
Sümbül ü gül reşkedip yanmış ruh-u geysûsuna
—Olmamalı ya!—

17
öyle bim ânâ figan eimez nıeânî dosttm'
Kim makîs olmaz balıârın bülbül-i pUrgüsıına
—Heyhat—
E tti mâlâm al zehr-i imtinâniyle tabîb
Kalb-i mecruhunda artık yer mi var dârûsuna
—Cevap isterim ?!—
Hal-i yes ü ıstırabım da söz anlatm ak gibi
Var m ıdır düşvar kâr inşân diW meyûsuna
—Tuhaf!!—
Gam zamanı, hükm-i takdiri düşünmez; levmeder
Baht-i m a’kûsiylc âdem tali-i menhusuna.» (*)
M ektubuna bir gazel ile iki nazire leff ediyor, nazirelerin biri Şeyh Vasfi’ye,
diğeri de m uhatabı olan Recep Vahyi’yedir. Hepsinde de bir eday-i Naciyane,
bir tavr-i Feyziyane vardır. Böyle olmakla beraber ifadedeki selâmet ve kuvvet,
suhulet ve muvaffakiyet, aruzundald salâbet ve tab’ındaki istidat ve kudrete inan­
cını pek güzel gösteriyor. Halbuki sonralan «Ssrvet-i Füniin» da yazmış olduğu
bir makalede kendi şiire başladığı zamanlara ait bir h âtıra kaydediyor ve onda:
«î/Iekte.pteydim... Lisanı obefli hecelemeğe henüa başlamıştık. Halbuki ben
dört seneclenberi mevzun tekellüm ediyordum. Şiir nâmına yazdığım hezeyan­
lar hocalanmm, arkadaşlarım ın delalet vo himmetiyle gazetelere, «Tercüman-ı
Haklkatn’a bile girmiş, ismime şair sıfatı çoktan izafe edilmişti.
O sene daha ilk defa olarak edebiyat dersinde bulımuyoT; tenaîür-i huruî
ve kelimatı, takit-i lâfzi ve mâneviyi, zâf-i telifleri, tetabüleri, garabetleri, tekrar­
ları, o her satır yazımızda birkaç misaline birden tesadüf olunabilen şevaib -1
fesahati daha ilk defa olarak işitiyor, ilk deîa olarak öğreniyorduk. Nihayet im­
tihan günleri, imtihan saatleri geldi, yetişti. Hocalarımız toplandılar. Mevki-i im­
tihana birer birer çekilmeye başladık. Mektebimizde, meselâ arabi, fârisî, türki,
edebiyat muallimleri bir odada birleşir, aynı zamanda bu üç dersin imtihanı bir­
den icra edilirdi. Nöbet-i sual m uharrir-i âcize geldi. Geçende talebemden birinin
rgayret ve ataletimizin tecrübegâhı, cevher-i liyakatimizin miheklî-i siyahı» diye
tarif ettiği m âhut kara tahtanm başına geçtim, iptida arabtden im tihan ettiler.
O bilâ vukuat geçti. Sonra Edebiyat-i O.smaniyeden soruldum: Söylediğim kaide­
nin b ir de mevzun misali vardı: Pür tum tırak u hoş eda. Onu da okudum. Bu­
nun üzerine hoca efendilerden hangisi idi, pek iyi tah attu r edemiyorum, biri,
şüphesiz, benim sıyt-i âfakgîr-i (!) şairiyetime istinaden —okuduğum neşidenin
veznini sordu. Oraya kadar bir iki ufak tereddütten başka eser-i âciz göstermemiş
olan şakird-i şair (pek âmiyane ama) ve dahi duralar, noktasında haib ü haşir
kalakaldı! Sualin tekerrürü üzerine lisanmdan birkaç (Failâtün, failün) terkibi
döküldü ise de... Hayır, manzumenin vezni onların hiçbiri değildi. Nihayet o
müziç suali irad etmiş olan zat: «Aruz okumamışlar; bunu sormağa zaten hak­
kımız yoktu» yolunda zülciheteyh bir itizar ile kusuru üzerine almak inayet-i
âciz nüvazânesinûe bulundu. Eyi, kötü bir num ara verdiler; fârisi imtihanına

(•) İsm a il H ik m et, D ü şü n ce n ü s h a -î m ah su sası, s ah ife I24-12G.

18
geçildi. Evvelâ fârisiden türkgeye bir tercüme yaptırıldı; bu «Bostan» dan uzun­
ca t i r parçaydı. Sonra türkçe bir beyit yazdırıldı. Muallim efendinin b ir ihta-
riyle bunu lisan-ı (Sadi) ye manzum olarak nakle çalıştım. Şu iki m ısra vü­
cuda geldi;
Bedam-i m ehrem eti anka-şikâr-i kaat-i himm et şev,
Serencam hatır-i m urî eğer hâhî süleymani.

Tercümem esasen bir şeye benzemiyor­


du; fakat manzum oluşu hyeet-i imtlhaniye-
yi hakkımda sitayişhan etti ve deminki şi­
irin veznini bulamayış şimdi âdeta istlgrab-
edildi. O zaman söylediler, okuduğum nesi­
de bahr-i râüterakipten imiş: Peulun-feulun-
£eulun-feul.. Ben ise yazdığım m ısraların da
hangi vezinden olduğunu bilmiyordum.» (*)
diyor.
Gazellerinden birini «Cenab-i Feyzi» ye
tashih ettirerek «bir nevheves» imzasiyle
«Tcrcüman-ı Hakikat» e yazdırmasını Fik­
ret’ten rica eden «Vahyi» ye cevap olarak
yazdığı 10 Kânunuevvel 300 tarihli diğer bir
m ektupta: (’*)
Fikret’in, tesiri altında kaldığı ve yaz­
dığı şiirleri tashih ve neşreden fârisî Tal’at-i cânâne-i pür feyz ü cnvan görün I
edebiyatı muallimi Feyzi efendi Gökten inmiş hâke hurşid-i ziyabârı görün!
Matla’h gazeli bibedelin bu defa yalnız m akta’ını —mahlas-ı edîbanelerini havi
bulunduğu cihetle— tayyederek, em rü iradeleri mucibince «Bir nevheves» imza-
siyle «Tercüman'a takdim eyledim» diyor. Ve hâmiş olarak «hiç şüphe olunmasın
ki gazel-i âlileri bu hafta tercüm anlarından birinde arz-i didar eyleyecektir.» cüm­
lesini ilâve ve bir gazel ile âtideki nazireyi m ektubuna leffediyor.
EKREM BEYEFENDİYE NAZİÎVE;
«Yar her sudan hüveydâdır şeh-i mehtapta»
Nur-i mevlâ aşikârdır şeb-i m ehtapta
Kesb-i feyz-i tem aşadır şeh-i m ehtapta
Cezbedârân-i ciinfın aşka karşı berk urur
Mah-1 enver vech-i leylâdır şeb-i m ehtapta
Nur-i encümle şua-i müh gûya cenkedcr

(•) İsm ail H ik m e t; T ü f k E d e b iy a tı T a rih i, C ilt III, aah. 721-722.


(**) İsm a il H ik m et, D ü şü n ce n ü s h a ’y i m ahsusaaı.

19
Asuman mcydan-î heycâdır şeb-î m ehtâpta
Berh-i gülde in’ikâs-i nur-V mehle jaleler
Gıptaterma-1 sürej-yadır şcb-i m ehtapta
Gark-î envar-i ccmalüllahtır Musayı dil
M anzanm Tur-î tecellâdtr şeb-i m ehtâpta
Tab’ı şaffetperverim jeng-1 kedûretten beri
H âtınm gamdan m überrâdır şeb-i m ehtâpta
Eylemez hâke tenezzül fikr-i ülviyyetperest
Cephesây-i arş-i âlâdır şbe-i mehtâpta»
Şeyh Vasfi’lerle, Muallim Feyzi’lerle, Muallim Naci’lerle beraber, Ekrem ’leri
de taklit ve tanzirden geri durmuyor. M ektuplarmda da, gazellerinde de kuvvet
vc selâsete rağmen eskilik edasmdan kurtulamıyordu. Fakat bu hal çok devam
edemumiş, bu külfet ve tesannudaki câliyet ve gayri tabiilik ruhunu sıkmağa, ya-
zılarmda da ruhundaki, tab’ındaki saffet ve samimiyeti göstermek istemeye başla
mıştı. Bundan sonra gönderdiği m ektuba leffettiği gazellerin sonuncusunda:
Gördüğün şeyleri serdetmede m ânâ yoktur
Ne düşündünse biraz da anı takrire çalış.
diyor, taklit ve nazirecilikten hoşlanmadığmı anlatıyor ve tab ’ına tercüman olarah
—ileride söylediği gibi— şiirin lisan-ı tefekkür, lisân-i tahassüs olduğunu ileri
sürüyor.
Yine «Vahyi» ye gönderdiği bir m ektuba da Muallim Naci nâzirelerini leffe­
diyor:
MUALLİM NACJ’ye NAZÎRE (*)
H er yare dilde sûz-i m uhabbet nişanıdır
H er dane gözde aşk yemm-1 bîgirâmdır
Veçh-i eşi’â bân n ı ol mâh-ı hüsnümün
Setreyleyen tutuk değil âhım dumanıdır
Hiç bakma, anlamazsın a bîgâne-i elem
G üftan andelîp, belâ dâsitamdır
Bus-1 dehâna lâyık o gül, bir dil istiyor
Mahvol! Gönül ki arz-i liyâkat zamanıdır
Ey gam m eram ın üzre akıt seyl-i eskimi
Sahrâ-i derd ü gaaile cûy-i revânıdır.
Mecnune döndüm ey saçı Leylâ gamınla ben
Fevk-i serim tu y û ıi belâ âşiyamdır.

SELİM-Î EVVEL LİSANINDAN:


«Mülk-i mevrûsum nedir? Dünya değil kâfî bana»
Olsa olsa âlem-i bâlâ olur vâfî bana!
İsterim —ruhsat verirse hazret-i Allah eğer—

(*) tsm aU H ik m e t “D ü şü n ce', n ü s h a -i m ah su sası, sah lfe 128.

20
Parlasın her sûda tîğım fifer-i cevvalim kadar!
Kalb-i leşkergâhı tezyin eyledikçe liazretim
Vahşeti raybül menün salsın adûye heybetim
Nâm-ı satvet-küsterim erdikçe gûş-i düşmene
Lerze versin savletim sadr-i cüyûş-i düşmene!
Serteser âfakı tutsun sıyt-i hakkaniyetim
Gayretimden anlaşılsın rütbe-i ulviyetim
tsterim : Düşsün bütün âlem yed-i teshirime
Kudretim etsin tenasüp sıyt-i âlem-girime
Fatihan-ı dehre etm ektir tefevvuk matlabım;
îrtîka-yi daimîdir mukteza-yi meşrebim
Leşkerim dehşet-resân-ı şark-u garb olmaktadır
Bin nefer düşmanla cenge bir piyadem m uktedir!
Eylesin maktul-i tîg-i şûlebârım iftihar
Seyf-i sertiz-i hümâyûnum kadar ulvî ne var?
B ir zaman ruhsat verirse ey «Selîm» ömrüm daha
Hazret-İ mevlâya olsun şimdiden ahdim, ki tâ:
Rah-ı hakta eyleyim ol rütbe ceng ü safderî,
Kim senâhan eyleyim hakkımda ruh-i haydarı!!
Hocaları Feyzi’Ierin, Naci’lerin feyz-i ilhamına, cezbe-l şairiyetine rağmen,
gittikçe, tab’mdaki yenilik ihtiyacına, yenilik zevkine, yenilmeye, Ekrem, Hâm it
tarafm a doğru çekilmeye başlıyor.
Bir aralık «Tercüman» kapanıyor, bu hâdise Fikret’i m üteessir ediyor. Bu
teessürünü «Vahyi» ye anlatm ak istiyor; (’')
«5 Şubat 300 tarihli bir keremnâme-i âlileri mütalâasıyla karlrülayın oldum.
Efendimizle muhabere şerefine nâiliyettenberi eltâf-ı mâlânilıaye-i kerimaneleri-
nc karşı çalışıp çabalayıp da yine ipkasma m uktedir olamadığım teşekküratın bi­
rini de bu defa ve fakat bir de tebrik ile beraber arz eyliyorum. Doğrusu bu teb­
riki yalnız benim etmekliğim kâfi olamaz. Belki bilcümle zevk âşinayan-i
edep bunda benimle hemzeban olmalıdır. Zira irsaline himmet ve inayet buyru­
lan manzume-i mütercemedeki muvaffakıyet-i fevkalâdeleri bunu icabediyor. Fa­
kat yalnız tebrik ile kanaat etmek de kâfi değildir. Bununla beraber bir de izhar-i
şevk-u m eserret lâzımdır. Çünkü ötedenberi mükemmel adam yetiştirmekle buhlü
hasaseti berkemal bulunan şu daye-i zamanın zâtı valâları gibi edipler, şairler
vücude getirmesi hakikaten mucib-i haz ve m esruriyettir.

tJlviyyet-i kariham Hak daim eylesin


Nâmın cihanda izzet ile kaaim eylesin!

Artık bu kadar sevindiğimiz elverir. Biraz da teessüf eyleyelim, şunun için


ki: Bir Bedia-i edep denmeye şayan olan o sevimli manzumenizi şimdilik «Ter­
cüman-! Hakikat» de neşrettirmeğe muvaffak olamıyacağız. Zira, zavallı «Tercü-

(») İsm ail H ik m e t "D ü şü n ce ” n ü s h a -i m ahsusası, sah lfe 130.

21
man» ı susturdular. Bîçarenin bir ay kadar ağız açamıyacağı zannolunmaktadır.
Herhalde teveccühatı dâderanelerinin bekasını rica eylerim. Bâki uhuvvetimiz ve
selamet.
«Mehmet Tevfik Nazmi»
MES’UDİYETÎ AŞK
Aşk olduğu anda serde meknûn
Gönlümde değişti resm ii kaanfin
Nûr içre olup o dem hüveydâ
Her bir cihetinde nur-i I<âmi
Alem m i bu m atlo'i levrvmi?
Bir zulmet iken gözümde dünyâ
H er sû tarab-ü nagamla doldu.
H er yerde elem görülmez oldu.
Olmakta safâyı ruha bâdi!
Allah! Nedir bu feyz-i şâdi?!
Mevc-i nagamat-i bülbülânî
Boğmakta, sâfâ-i kalb ü canı
Her zehre kokar meserret-âmiz
Şiirlere bak ne terhat-engiz
Ruhum nasıl olmasm seîâda
Gezm'£kte gumûm zîr-i padâ,
Bir damla yaş akmıyor gözümden
Envâr-i m esar akar yüzümden
Aşkım ki eder bana hidayet
Eyler dili gussadan himayet
Gönlümdeki cevher-i muhabbet
Vermekte kariham a metanet
Ey lemhâ-i aşk-i sânck Allah!»
Bir cilvene bin tebârek Allab!
Sen geldin elem yıkıldı gitti.
Mihnet tükendi gam da bitti.
Zulmetgede-i gam ü kederden
Oldun da bu kalbe pertevefken
Gittikçe tevessü etti gönlüm
Bundan da tem ettü etti gönlüm
Günden güne eyleyip teali
Terkeyledi hubb-i can ü mâli
Biktim nazan semâya doğru
Râhım gider ol hüdâya doğru
Bir şey ki beri feyz-i Haktan
Elbet de olur benimle düşman
Yok şeyhe filân intisabım
Olmaz bu cihetten istirabun
Bir şem’a-i şevk-i ruh-pcrver
Etrafım a oldu lem’a-küster

22
Bir sûr ki sürüre döndü
Gûya İd fezay-i Tûra döndü
Bir nûr oluyor ki pertevctken
H urişd yanar eşi’asından
Her safhada mürtesem saadet
Bir lûtt-i hüdâ bu harh-i âdet
Evvel bana gam veren gülistan
Olmakta sefa-fezay-i vicdan
H er hande-i nâü goncelerde
Der: «Eski gam ü melâl nerede?!»
Güllerde tebessüm eyliyor zevk
H er lâle sunar peyale-i şevk
Yok dildeki zevk ü şevke gayet
Bulmaz ferahım da hiç nîhâyet
Gönlüm lemeân-i zevk içinde
Olmaz bana tir-i gam müessir
Sevdam ona karşı bir siperdir
Güldürmek için bu kalbi sâfi
Cananımın iltifatı kâfi
Bünyad-i gam-u melali yıktın
Dilden koca bir zaferle çıktın
Hâlime tegayyür oldu zâhir
Olsam seza sizinle fâhir
Bir mahfaza-i neşât kıldın
Pür neşve vü inbisât kıldın
Âsâr-i meserretinle doldu
Endişe-i dehri târik oldu
Ruhumda cihana yok iemâyül
Var rahmet-i Halika tevekkül
Asıl emelim taabbüd-i Hak
TahsiM rızayı Rabb-i Mutlak
Cânânımı hayli sevdim amma
Hüsnünde göründü nûr-i Mevlâ
Aşkım bana mürşid-i hakikî
Etm ekte irâe hak tarîki
Ben bu yolu târik olmam
Bir başka tarîka sâlik olmam» (*)
uBilmem ki beğenildi mi? Daha bu yolda şiir söylemeye yeni başladım da!»
diyor. Hangi yolda?! Mesnevi yolunda mı? Tasavvuf yolunda mı? Galiba her
ikisinde de.. Fikret; yazmış olduğu bu mesnevide hem Naci, hem de Şeyh Ga­
lip tesiri gösteriyor. Sühulet-i beyan ve seyyaliyet-i ifadede b ir Naci’dir, fakat
ruh ve mânada, pek de şuurlu olmıyarak, bu tarzda yazılmış Puzuli’nin Leylâ
ve Mecnun’u, Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ı gibi neşve-i tasavvufu yaşatan mesne-

(*) İsm ail H ik m e t; “D ü.şünce” n ü sh a -i m ahsusası. s ah ife 132.

23
vîlerin fsslrlyle olacak, tasavvuf! bir eda ve müedda da taşım aktadır. Bahis ko­
nusu olan «Aşk» pek rle, aşk-i maddiye, aşk-i insaniye benzemiyor. Daha ziyade
b il aşk-i hakiki, bir aşk-i ilâhı kokusu taşıyor:
Diktim nazan semaya doğru
Râhım gider ol Hûda’ya doğru
Bir şey ki berî teyz-i Haktan
Elbette olur benimle düşman
Bir nûr oluyor ki pertev-etgen
Hurşîd yanar eşi’asıntlan...
Rûhumda cihana yok temayül
Var rahmet-i Halika tevekkül
Asıl emelim taabbüd-i Hak
T ahsili nza-yı Rabb-1 Mutlak
Cananımı hayli sevdim amma
Hüsnünde göründü nur-i Mevlâ.
gibi m ısralarda zahirle bâtım n garip bir imtizacı görünür. Leylâ, Leylâ diye
gezen Mecnunun nihayetünnihaye mevlâsını buluşu, neş’esi, zahirî bir aşk tas­
viri içine yerleşmiş gibidir. Asıl dikkati çeken nokta dinî inancma mâkes olan
şu m ısralardadır:
Aşkım eder bana hidâyet
Eyler dili gussadan himâyet
■ÎL'ok şeyhe filân intisabım
Olmaz bu cihetten ıstırabım...
Bir şem’al şevk i ruhperver
Etrafım a oldu lem’a-küster
Bir nur oluyor ki pertev efgen
Hurşîd yanar eşi’asından...
Güllerde tebessüm eyliyor zevk
Her lâle sunar peyale-î şevk
Aşkım bana mürşid-i hakîki
Etmelrte irâe hak tarîki
Ben bu yolu târik olmam
Bil’ başka târîka sâlik olmam.
îşte bu m ısralar Filcret’in hayatının sonlarında Mehmet Akif’in yazdığı man­
zumeye cevap olarak kaleme aldığı «Tarih-i Kadîme Zeyl» adlı manzumesindeki;
Embiyâdan yaşarım müstağni
Bir örümcek götürür Hakka beni
Bir minik kuşla biriz tapm akta
Ben de tehlîl ederim ishale da.
Mısralarmın daha mübtedi, daha m üttekî birer «prototype» i, rüşeymidir. Zih­
niyet ve kanaat aynı kanaatin başı ve sonu gibidir. Fikret mümindir, m üttekidir,
f.lkat erbab-i zevâhirin îmanı, erbabı taklidin ittikası gibi görünüşleri yoktur. O
beden dili ile değil, gönül dili ile ikrar-i îman eden bir mümindir. İnancı âli, taatı
mliteûlidir.

24
Fikret, her suretle eskilikten sıyrılmak ihtiyacını ruhunda yaşıyor, fakat ken­
disine o yolu, o selâmet yolunu gösterecek ve kendini inandıracak kuvvetli ve ha­
kikî rehberi göremiyor. Cenap Sahabettin 1314 senesinde Nevsali Serveti Fünunun
beşinci senesinde Menemenli Zâde Tahir beyle Ahmet M ithat efendilerin, «Edebi­
yat-! Cedide» yi tenkit yollu yazmış oldukları makalelere cevaben yazmış olduğu
«Sal-i edebi» (*) de Fikret’ten bahsederken: «Tevfik beyin m etîn ve müstahkem
tarz-i beyanı içinde hüsn-i nizam ile m uhat bir kalb-i hassas, efkâr-ı hususiye ile
mazruf bir dlmağ-l şair bulmak müşkül değildir; filhakika bu şair-i âlî üslûbun
bütün mesail-i fikriyye ve edebiyye hakkm da nazariyat-ı hususiyesi vardır; kendi
gözü, dimağı, kendi sema-yi nazariyatı içinde devreder. Pek çoklarımızın yaptığı
gibi bir mesele hakkm da Auguste Compte’un, bir, diğer mesele hakkında H erbert
Spencer’in, bir üçüncü mesele hakkında Shiller’in reyini kabul ederek imtizaçsız
bir mecmua-i nazariyat, beynelmilel bir meşher-i efkâr içinde yaşamak bu şairin
tab'ı nasaksazı ile itilâf edemez...» Diyor ki, bu- hâlet-i zihniyye daha m ektepte ta­
lebeyken kendisinde tecelli etmişti.
O, Peyzi’leri, Naci’leri, hattâ Ekrem ’leri ve H âm it’leri bile birer mihakk-i
tetkike vururdu, beğendikleri, sevdikleri, taklit ve tanzir ettikleri oldu. Fakat hiç­
birisinin kendi aradığı olmadığını gördü, anladı ve sonra kendine has yolu kendi
buldu. O başkalarının buldukları yollarda yürümedi, belki başkaları onun bulduğu
ve yürüdüğü yola dönmeye çalıştılar. Fakat ruhlarının, zihinlerinin, yaradılış ve
yaşayışlarının ayakları bu yollara alışamadı, yine döndüler. Fikret de: «Hak bel­
lediğin bir yola yalnız gideceksin» dedi ve yalnız gitti...
Recep Vahyi’ye yazdığı diğer bir m ektubuna eklediği «Cânân-i girîzâna» man­
zumesiyle «Ekrem» e daha ziyade yaklaşm akta' olduğu görülüyordu:
CANANI GİUİZANA
Olmasa envâr-i ruhun hemdetni
Görmez olur didelerin âlemi
Dil gerçi aşkına üftâdedir
Hükmüne bin cânile scrdâdedir.
Handelerin canlara saffet verir
Nazraların dillere cevdet verir.
Pek de alışmıştı gönül vııslata,
Şimdi nasıl mûnis olur firkate
Ey gamı suz-etken olan canıma
Merhamet et stıziş-i vicdanıma
Ben sana âşık değilim, bendeyim
Hâk-i der-i pakine efkendeyim
Bak yolun üzre şu elempervere
Merhametin yok mu ya düşmüşlere
Olma girizan güzelim el aman
Dön geri, dön ey ferah-efzâyi can!
Dön de nezaketle tebessüm ler et

(*) A h m e t İh san , 1S14 sen esin e m ah su s N ev sâll S e rv e t-i F ü n u n , Sah. 80.

25
Rfıhıımu şevkinle harafc-perver ct
Nâz ü hıram ın görüp ey ruy-i gül
Ka’r- i yem-î hayrete dalsın gönül
Bir de açıp geysû-yi zertârını
Dök yüzüme pertev-i ruhsânnı
Rflhuma ol fcyzdih-i itilâ
Ver dilime zulmet-i gamdan rehâ
Kaçma ge! ey maye-i ezvak-i cani
Ey feyezan bahş-i dil-i gam-nişan!
Münceılhim cazibc-i rûyuna
M ürtebitim geysuy-i dil-cûyıına
Doğrusu ârâm-i dil-i münltesir
Rü’yet-i dîdârına vabestedir
Terkedemem ölmeden evvel seni
Hak bu ki sensin eden ihya beni.
Olsa fedâ çok mu cihan hüsnüne
Az m ıdır âşüfte olan hüsnüne
Mecmâul âsar-ı sefadır sana
Gamzelerin ey melek-i işve-zâ
Zor geliyor doğrusu bu ittirak
Başladı sinemde yine ihtirak
BU ki fedakâr-i nükud-i dilim
Râhma, ey şule-fuzud-i dilim
Kim bırakır bendesini aillete
Kim atar efkendesini mümete
Görme gam-i hasreti lâyık bana
Bendeyim, elhak Ui esirim sanal
Dön geri ey tavus-i verka-hn-am!
Ver dile feyz-i ferah ü iptisam
Gamzeye âgaz ederek gözlerin
Bendeni dembeste idcr sözlerin
Gözlerini seyre koyulsun gözüm
Olsun âmân hep sana dair sözüm
Çeşm-i remed-dîdemi pürnûr kıl
Kalbimi hem şâşaa-i Tûr kıl
Belki bulur nûnın ile intibah
Hayli karardı dil-i sevds-penah

Ve «geçenki ariza-i uhuvvet-fariza-i ahkaranam e zeylettiğim ve b ir tecrUbe-i


kalemiyye olmak üzere o günlerde karalam ış bulunduğum «Mes’udiysti aşk» ser-
levhalı manzume-i pürnakîse-i kem terânem —her nasılsa— hoşunuza gitmiş ol­
duğunu manzume’! mezkûreye bir nazire tanzim etmek üzere bulunduğunuzu be-
yTVa buyurmanızdan isUdIâl ve bu şevkile «yar-i girizanea hitap yollu yazdığım
bir diğer manzumeyi huzur-ı edibanenize —berayi tashih— takdim ve irsal ey­
liyorum. Hâki uhuvvet» dedikten sonra ilâve ettiği; «Tercümanda ve sair m a­
hallerde göreceğiniz «Sürüş» imzası bizim muallim-i fârisî Peyzıi belâgat-berdu-

26
sundur. Gaflet buyurulm aya!!!» Hamişindeki «Sürüş» a seci olmak üzere kul­
landığı «Belagat berduş» terkibi ile de Feyzi’den uzaklaşıyor. O aralık hâdis olan
bir sebep Fikret’i bütün bütün Naci zümre-i edebiyesinöen ayırıyor: «Üstad Ek­
rem» Sultaniye edebiyat muallimi oluyor!. Üstadın tavrındaki nezaket, tab ’mda-
ki nezahet, lisanmdaki selâset Fikret’i teshir ediyor. Evvelce de, vakit vakit tanzir
ettiği Ekrem beyi edebiyat muallimi olarak karşısında görünce hem edebiyata
hem de <ıTa]im Edebiyat» müellifine bütün kalbiyle bağlanıyor.
Bu tarihlerde çıkan «Tercüman-i Hakikati) nüshalarında, Fikret’in mücadelât-i
edebiyyeye giriştiği görülüyor.
Bir sene sonra «Vahyi» ye yazdığı m ektupta:
Ne senden rükû ve he benden kıyam
Selâmün aleyküm., aleyküm selâm
(ni’mel kelâm !!!)
diye külfeti eda, ca’liyyet-i müeddadan sıyrılarak samimiyetle hitap etmek ihti­
yacını telmih ile başlıyor. Yavaş yavaş Fikret’liğini iktisaba doğru yürüyor ve kı­
saca: Kardeşim Vahyi, deyiveriyor ve sonra:
«... Doğrusu —vaktim oldukça okuya okuya ezberlemek derecesine getirdi­
ğim— gerek «Saadet-1 Muhabbetin» vo gorelî <ılshar-i Aşk» m bihakkın tebrike
şayandır. Bunları m ütalâadan kalb vc vicdanımda hissettiğim şevk ve teheyyücü
beyan ise bence mümkün değildir.
Barekallah sihr-i H ârutanene cy bîmencnd
Bagladm, m eşhur kıldıaı hâmei sehhanmı!» diyor.
Ve hâmiş olarak: «Ha unutmıyalım» «izhar-i aşk» mm Tercüman’da neşrolun­
masını emretmişsin. Pekaiâ azizim, fakat bunun neşri benim «cânan-ı girizan»
m önce intişarına tevakkuf eder. Bu ise muhaldir. Zira hiçbir kimse âlem-i m at­
buatta o misüllü saçmaviyyatı görmek istemce. Bunu sen benden âlâ bilrisin!
Binaenaleyh bu baptaki mazeretimi de kabul edersin zannederim. Bâki uhuvvet»
diyor ve âlem-i m atbuatta rağbet gören şiirlerden olmak üzere bir «Bahariye» ya­
zıyor: «Bizim Feyzi efendiye takliden söylediğim bir (Bahariye)»:
«Pek acemânedir amma, her ne ise!...»
Sefây-ı rûhum a oldu sebep bahâr bahâr
Ben olmasam kim olur gayri bahtiyâr-ı bahâr
Küşâd-j gonca-i nevruzu fehmü cezmettim
Gelince gûşe seher nâğme-i hezar-ı bahar
Etekle giilşene saçtı nukuud-ı c^lıân
Ulüvv-i kadrini gösterdi şehriyar-ı bahar
Tebessüm etmede her kûşesinde çehre-i Îîûr
Tefâhüt etse sezâ hulde lâlezâr-ı bahâr
«Zcmanı hoşça geçir!» der ehali-î çemene
Akar da şevk-ı demâdemle cûyîbâr-i bahar
Çekip sımât-i neşâtı çemen ziyafetine
Atıp şârâb-u kebabı beaşk-ı yâr-ı bahâr
Muâşiran geliniz! Zevk-i câvidan bulalım!
O ruhtan ki saçar bâd-ı müşU-bar-ı bahâr
Kaçırdı kaanımızı şiddet-i humâr-ı hazân
Gelin! Gelin! Olalım bari bâdehâr-i bahâr!

27
GAZEL
Bu da efendiye müşarünileyhe nâziredir;
Peyale-i meyi zâhit diler nihân çekelim
Gelin! Gelin ana rağmen bunu iyân çekelim
Nesîm-i dilkeş-i nevrûz eser hafif hafif
Bahar mevsimidir, sâgar-ı giran çekelim
Rakip can çekedursnn çemende yâr ile biz
Kadeh kadeh mey-i nâbi heman heman çekelim
Bahara fikrimizi vakfedip emin olalım
Ne havf-i derdedelim ne gam-î hazan çekelim
Şuâ-ı âtcş-i m ihrin tek etmesin te’sir
Sehâb-ı ah ile ol seıve sâyeban çekelim
Kapandı mı reh-i âsudegi-i penah-ı bekaa
Neden bu rah-ı fena mahbesinde can çekelim» (*)
diyor. Fakat artık Feyzi vadisinin pek acemâne, pek köhne-eda olduğunu itiraf edi­
yor, yeniliği de halkın havsalası hazmedemediğini söylüyor, hakikatte ise Feyzi’-
yane yazdığı parçalar, gazel de olsa kuvvetli, görülüyor ki o tarzın havası ile ta-
mamiyle istinas etmiş, Muallim Feyzi'nin ve Muallim Naci’nin yazıları onu iyice
teshir etmiş bulunuyor. Tecrübe ettiği yeni tarzda ise acemilik âşikâr surette gö­
rünüyor. İlk parçasındaki tasavvuf çeşnisi bu kusuru kısmen örtm ekte İse de İkin­
cisinde öyle bir neşve de olmadığından sadece suhulet ve kuvvetle yazılmış bir
manzume olmaktan ileri gidemiyor. Kendisinin itiraf etm iş olduğu gibi «Tecriibe-i
kalemiyye» den ibaret kalıyor. Mamafih, Fikret bu tarz yazılır ve nazirelerle tee-
rübe-i kalemiyye yapa yapa bir sUhulet ve seyyaliyet-i ifade, b ir matbulyyet ve
kudret-i nazım elde etm iştir. Bu da sonraları kendini bulduğu, hakikî Fikret
olduğu zamanlarda istediği mevzuu aynı sühulet ve kuvvetle yazmasına yardımcı
olmuştur.
Yine «Vahyi’ye»:
Kardeşim bazı meşagil-i hususiyye saikasiyle birkaç zaman ihtiyar-ı sükût
edişimi ,noksan-ı-meveddetime hamletmemiş olmanda hiç şüphe yoktur, zira bi­
zim —velev gıyabî olsun— muhabbetimiz ve tabir-i esahhiyle uhuvvetimiz o gibi
nekaaisten bilkülliyye mütaerra olduğu henüz malûmumdurI.. Geçende ihvandan
Salih bey vasıtasıyle bir mektubunu aldım, açtım ve bâlâsındaki;
Ne lâzım ibârat u tâbir-i tâm
Selâm geldi senden aleyküm selâm
beyt-i dilârası nazar-ı dikkatime çarpar çarpmaz bunun sırrına mazhar olmuş bu­
lunmanızı teyakkun ile hayli sevindim ise de tam am dır mütalâaya koyulup da
meselâ: «Bu eltaf-ı mâlânihaye ve iltifat-ı bigayelerine meclubolduğum elbette fi­
lân gibi - hâlâ pençe-i teklif u tekellüften bir türlü tahlis-i' giriban edememiş olan
bazı cümlelere rastgeldiğimde I Müteessif oldum. «Ne senden rükû ve ne benden
kıyam; selmün aleyküm aleyküm selâm!» beyti ile derdimi anlatam am ış olduğu­
mu derk İle;

(*) İsm a il H ik m et, -'D ü şü n ce” nUsha-ı m ah su sası, say fa 137.

28
Dinle şu rica-yı kemterîmm Mesrûr ola ta dil-i hazînim
Terkeyleyelim tekcllüfâtı Sâfî kılalım m uhaberatı
Mektubumuz olsun artık ey can Hem-saffet-î veçh-i sâde-rûyân
yollu niyaza İptidar eylemeyi kurdum. Artık Is'afı himmetine kalmıştır, bâki
uhuvvet.
Mehmet Tevfik Nazmi (*)
Fikret’in şu m ısralarm ı okurken onun buna benzer b ir hareketini hatırlıyo­
rum. Fikret tekellüfatı sevmediği gibi onun zaruri ve tabii bir lâzimesi olan teş­
rifatı da sevmiyordu.
Meşrutiyetten sonra idi «Tanin» de idik. 'Tevfik Fikret, yeğenim Hüseyin Kâ­
zım ve Hüseyin Cahit arkalarında birer işçi gömleği ile çalışıyorlardı. Bir gün
haber verdiler; «Abdülhak Hâmit beyefendi teşrif ettiler!». Biz o zamana kadar
Abdülhak Hâmid’i şahsen görmemiştik. Fikret’in arkasından gittik. Kapıya yak­
laştık, Hâmit bey gözünde altın
zincirli monokl, elinde altın sap­
lı ince bir baston, arkasında ince
belli bir palto, ayağında, reyy-e
ve ütülü pantalona getr’lerle b ir­
leşen parlak rugan potinlerle b iı
İngiliz lordu gibi ağır ve zarif, gi­
yinmişti. Esasen Londra’dan geli­
yordu. Fikrte’i görünce «Allah
ömürler versin efendim!» diye
kandilli bir temenna ile İki bük­
lüm olurcasına eğildi. Biz hayret­
le bakıyorduk. Tevfik Fikret ha­
reketsiz ayakta duruyordu. O doğ­
rulunca elini hürm et ve necabet-
le sıktı. Hâmid içeri girmedi,
ayak üstünde biraz konuştular.
O
eğilerek veda etti. Fikret de yine
elini sıkmakla iktifa etti. Biz bu
iki mütezat fıtratı taaccüple sey-
FiUret’in talebeliği zamanında Galatasaray Sul- rettik. İste Fikret, her yerde ve
tanisi edebyiat muallimliğine tâyin olunan Üs- hareketleriyle
tad Recalzade M ahmut Ekrem Bey.
kendim gösteren ve «inhina tavk-ı
esaretten girandır boynuma» diyen Pikret’di!

(♦) İsm ail H ik m e t "D ü şü n ce ” nüsha-1 m ah su sası, Bahifc 142.

29
î'ik ret bundan sonraki edebiyat m ünakaşalarında hep üstat Ekrem tarafını
iltizam etmiştir.
BU; mücadele, hattâ müşateme halini alan m ünakaşalar talebeye de sirayet
etniiş, talebe de «Naci taraftarları», «Ekrem taraftarları» zümrelerine ayrılmış­
lardı.
Bu münakaşalar, Ekrem de, Naci de, hattâ ikisinden ders okuyan ve feyz
alan Tevfik Fikret de ölüp gittikleri halde durup dinlenme bilmemiştir.
ikisinden de ders okuyan dedik... Evet Fikret Ekremden de, Naci’den de
ders okumuş, hem de edebiyat dersleri okumuştu. Biri üstad Ekrem, diğeri
Muallim Naci ünvanlariyle tarih-i edebiyatımıza giren bu iki zattan feyz aldığı
halde Fikret, acaba neden Ekrem taraftarı olmuştur! Bu, küçük olduğu kadar
da büyük ve mühim olan suale Fikret’in küçük b ir mektep hâtırası güzel bir
cevap teşkil etmektedir:
«Ekrem bey edebiyat hocamız
olmuştu. Bizdeki sevince nihayet
olamazdı. Ekrem saçım, sakalım
tarayışı, yürüyüşü, oturuşu, kalkı­
şı, selâm verişiyle canlı bir edebi­
yat muallimi idi.. Nezaket ve ne-
zaheti, rıfk ve zerafeti evzai ile ta­
lim eder bir muallimdi... Sözlerin­
den, derslerinden b ir tanesini ka­
çırdığımızı bilmem. Selis, temiz,
pürüzsüz söz söylerdi. İzahlarını,
tefsirlerini, misallerini 'intihapta
büyük bir kayd-ı zerafet, derin
bir endişe-ı edep görülürdü.. Bir
gün ruhumuzu incitecek bir mu^
amelesine rastlamadık... Dersleri
anlatır, izah eder, açık, güzel mi­
sallerle zihnimize hakketmeye ça­
lışırdı. Sınıflarımız canlı ve se­
vimliydi.
Naci efendiler. Feyzi efendi­
UMh,KînflV3
ler, Ekrem ’i çekemediler.. Çeke­
Ekrem ’in yerine Galatasaray Sultanisi Edebiyat mezlerdi de... Telâkki başka, zih­
Muallimliğine getirilen Muallim Naci efendi niyet başka, hayat görüşü ve an­
layışı başka idi, bu kadar baş-
kahklar içinde yaşıyan insanlar fikren, hissen, zevken, nasıl olur da bir olabilir­
lerdi. Elbet düşünüş ve yaşayış tarzları da başka olacaktı... Mektepte Feyzi efen­
di ta ra ftan olanlar edebiyat dersleri hakkında yalan yanlış lâkırdı taşırlar. Bu

m
lâkırdılar Muallim Naci'ye, oradan da, Naci’nin nâşir-i efkârı olan m atbuat sa-
hifelerine kadar akseder, gûya Ekrem ’i tezyif yollu fıkralar, makaleler yazar­
lardı. Yazılanlar meydandadır. Ekrem bunlara covaptan bile müstağniydi. Onu
sinirlendiren ne yazanlar, no de yazılanlardı. Bsiki sözleri tahrif ile koşturan, ara­
yı açanlardı. Ekrem bir dersinde hepimizi incc ince, fakat acı acı iğneledi. Bir
daha kendini görmedik.. Yerine Naci efendi tâyin edilmişti. Hiç unutmam ilk
derse geldiği gündü, boyunbağı bir tarafa gitmiş, ceket yerine giydiği sofun rengi
güneşin tesir-i cilvekâriyle birkaç renk olmuş, sakalı bıyığına karışmış, geniş bir
hande ile kapıdan girince soğuk bir duş yapmıştık. İlk derse giren muallimin tale­
be üzerindeki tesir-i sihirkârını bilemiyenler Ekrem ’den sonra Naci’nin edebiyat
derslerine tâyininde hiçbir beis göremezler. Biz, bir beis görmüş ve bir daha zih­
nimizden, hâfızamızdan silememiştik. Derslerimiz eski feyzi füsunkârmı, eski ref-
tar-ı nazeninini kaybetmişti. Eski canlılık yerine bir uykuculuk kaim olmuştu. Sı­
nıf bir ölü halini almıştı.
Naci efendi derslerini uzun kâğıtlara yazar, sınıfta yazdırır, m atbaada müret-
tiplere dizdirirdi. Edebiyat dersleri, imlâ ve ezber dersleri olmuştu.
Bazan fazla neş’elenir, başını kaşır; bir beyit tanzim ve inşad eder, sonra
da ağzını kulaklarına kadar açan geniş bir hande ile «110.9 düştü...» cümlo-i mu-
tadesiyle kendi kendini takdir ederdi..» derdi.
Bu canlı tezadı göre göre, duya duya yaşamıştı.. Fikret şu tasviri ile Ekrem
ve Naci mücadelât-ı edebiyesini ne güzel, ne veciz, ne canlı telhis etmiş oluyor­
du. O tarihin bundan daha canlı, bundan daha ruhlu, bundan daha açık b ir tas­
viri yapılamazdı!
Şerefini sâyinden, san’atm dan çıkaranlarla, attığı zarın lûtfundan bekleyen
«Düşeş» düşkünleri arasında fark görmemek Fikret gibiler için kabil değildi.
Fikret gene bazan Naci tarzında yazılar yazıyor, gazeller tertip ediyor, hattâ
Naci’yi tanzire bile varıyordu.. Lâkin bundaki saik, Ekrem ’i tanzir ve taklitte ol­
duğu gibi takdir ve hürm et değil, belki dâiyye-i imtihan ve tefevvuktu.
Fikret sınıfta, ders esnasında Naci’yi pek çok tırtıkladığı halde, Naci, yine
onu sevmekten, takdir etmekten kendini alamamıştır. Edebiyat derslerinde yine
birinciliği elinden alan olamamıştır.
Hâsılı Fikret bütün sınıflarında ve bütün derslerinde birinci çıkarak ilerle­
mişti. Abdurrahman Şeref bey hatıratında (*■); «Hususi im tihanda 119 No. h
Mehmet Tevfik efendi birinci çıkmıştı. Evrak-ı imtihaniyeyi badelmuayene ba­
zılarını okumak üzere dershaneye götürdüğümde birinciliği ihraz eden Mehmet
Tevfik efendi ismini zikredince 16, 17 yaş çağlarında, müdevver çehreli, esmer
benizli, mütenasib-ül-âza bir şakirt ayağa kalktı. Simasında zekâdan ziyade etva-
rmda edep ve terbiye nazar-ı dikkati celbediyor idi. Varaka-i imtihaniyesini ale­
nen okudum. H attı ve ifadesi güzel, hâk ve silintiden âri idi, Tahsin ve tergip
eyledim. H attâ pek iyi hatırım dadır ki üçüncü çıkan Nurullah efendi sinnen üç
yaş kadar küçük olduğundan daha ziyade takdirim i celbederek maşallah htiabı-
ma mazhar olmuştu.

(*) İsm a il H ik m et, "D ü şü n ce" n ü s h a -l m ah su sası, s ah ife 142.

31
119 No. lı Mehmet Tevfik efendi böylece Tarih -1 Osmani muallimine kendini
tanıtm ıştı. Müsteid talebeye muallimler bigâne kalmaz; âcizleri de mumaileyhin
sây ve tahsiline dair diğer muallimlerden hususiyle îransızca ve îünun muallim­
lerinden ve m ubassırlardan istilâm atta bulunurdum. H er derste çalışkan, terak-
kiyatı bahir, nümune gösterilecek mertebede uslu, terbiyeli b ir şakirt olduğunu
öğrenir ve memnun olur idim. Bir dela coğrafya muallimi TevfiK’I çizdiği h a il
ta mecmuasını gösterdi; o kadar temiz yapılmış, yazılmış ve boyanmış idi ki
m atbu denilecek kadar nefis idi. Zaten Tevfik’in vazifelerinde mürekkep lekesi
ve saire gibi hücnet görülmek gayı-l m utat idi.
Üç dört sene bu hali devam
etti. Nihayet şehadetnâme imtiha-
mnda da sınıfının birincisi olarak
mektepten çıkıyordu. Nezaket-i
etvarı, letafet-i güftarı, hüsnühat­
tı, kitabeti velhasıl her vaz’ü şanı
kendisini bir müstakbel Bab-ı Âli
efendisi olmak üzere temsil eyli­
yordu. Hacı Zihni efendi. Feyzi
efendi, Ekrem bey gibi muallim­
ler ve mektebin zabt u raptına me­
m ur olan m ubassırlar Tevfik’i el
üstünde tutuyorlardı.» diyor.
Fikret 304 senesinde birincilik­
le şehâdetnamesini aldı, o zaman
henüz 20, 21 yaşlarında idi.
Fikret daha mektebi bitirm e­
den âlem-i m atbuatta bir mevki-i
mahsus tutm uş ve şahsiyetini ta­
nıtmıştı... Sonra da tetebbularını
bırakmamıştı. Arabi ve farisîden
tetkiklerde bulunuyor, edebiyatla
uğraşıyordu.
Bu tarihten sonra yazdığı
manzumelerin bir kısmmın «304
den 312 ye kadar yazdığı manzu­
Fikret’in şiirlerini «Mirsad» da neşreden melerdir.» «Rubab-ı Şikeste» de
en yakın dostlarmdan İsm ail Safa
«Eski Şeyler» ünvaniyle buluyo­
ruz.. Bu yazılarında da Fikret az çok muhtelif tesirler altındadır. Fakat kendi
kudret-i dehaetkân vakit vakit eserlerinde şimşeklenmekte, hakiki Fikret’i bir
şâşaa-i sermedi ile hazırlam aktadır.

32
307 tarihlerinde Fikret’i Mehmet Tevfik imzasiyle «Mirsad» sahifelerinde gö­
rüyoruz.
Safa, Mirsad’m baş m uharriri idi. Naci’nin şakird-i irfanı olduğu halde Fik­
ret’in yazılarını neşretm ekte tereddüt göstermiyordu. Genç şairi alkışlıyor «Mek-
teb-i Sultani ezkiya-yl mezunininden Mehmet Tevfik beyefendi» yi bütün karile­
rine hararet ve samimiyetle takdim ediyordu.

İsmail Safa'nm küçük biraderi Ali Kami bey «Tevfik Fikret» serlevhalı m a­
kalesinde «Onu ilk defa olarak ne zaman tanımıştım? Bu o kadar eskidir ki sisli
ve derin bir vadinin âmâkma süzülür gibi uzun senelerin derinliğine dalarak
sislerini açarak orada Fikret nâm ına «Mehmet Tevfik bey» isminde esmerce, be-
şûş bir gencin simasını teşhis etmek lâzım, biz, genç mektepliler o zamanlar
muasırlardan ancak Hâmit, Kemal, Ekrem vq Naci’nin âsâriyle meşbu idik ve
onların yüksek payelerine yetişecek gençler bulunmasına ihtim al veremezdik.
Bununla beraber büyük ağabeyim bir gün;

— Kami, dedi, yalnız Hâmit, Kemal, Ekrem değil.. Şimdi gençlerden de ne


güzel şiir yazanlar var! Hele Mekteb-i Sultaniden mezun bir Tevfik bey var... Şi­
irlerini görsen...

O zaman ağabeyim «Mirsad» isminde bir mecmua-i edebiyyenin serm uhar­


riri idi, arada sırada «Şair-i güzidesühan Mehmet Tevfik beyefendinindir» mu­
kaddimesiyle Mirsad’da’ şiirler görülmeye başladı. Bunlar «Rubab-ı Şikeste» nin,
«Eski Şeyler» unvanlı kısm ma bile dahil olamıyacak derecede eskidirler.

Mirsad mecmuası b ir müsabaka-i edebiye açmıştı. Zamanın üdebasını bir


«tevhid» yazmağa davet ediyordu. Müsabakaya şair-i güzidesühan Tevfik bey de
İştirak etti ve birincilik onda kaldı. Daha o zaman Fikret nâmı yoktu. H ep Meh­
met Tevfik bey deniyordu. Fakat o artık meçhûl bir Mehmet Tevfik bey değildi.
Mehafili edebiyyede İsmail Sefa kadar ondan da bahsolunmağa başlamıştı.» (*)
diyor.

Fikret’in «Mirsad» da çıkan ilk şiirini 25 Nisan 307 tarihinde intişar eden
7 No. İl nüshada görüyoruz. «Mekteb-i Sultani mezunlarından Mehmet Tevfik bay
efendi tarafından ihda buyurulm uştur:
Bahâıdır, bu gün sata-yi ccnnet âşikârdıı:
Bahar., O feyz-i handedir hi rûha neş’e-bardır..
Gusûnı te r neşimen-i tuyur-1 namekârdiT
Sehâbdır nesîmdir, şükflfedir, hezârdır
Bu b ir zemâne-i tarab.. Zaman-ı hoş-güzârdır:
Bahardır.. Bahardır.. Bahârdır.. Bahardır!
Bahârdır,. ânın tiirûğ-ı behçet-intimâsıdır

(•) İsm ail H ik m et, “D ü şü n c e ” nU sha-l m ah su sası, s a h lfe 14*. 140.

33
Kİ çehre-i tabiatın medâr-ı incilâsıdır.
Bahardır... Bu hep anın füyûz-i can-fezâsıdır
Bahardır.. Bu hep anm şükûh-ı dil-rübâsıdır
Bahardır.. Evet, o -mevsim-l ferahm edârdır:
B ahardır. Bahardır.. Bahardır;. Bahardır!
Buhır tüyan tâb-u fer- suâ-i afitâbdan
Cihân cinânı andırır hurûş-ı abu hâbdan
Ahr şemim-i rûh dil sehâbdan, turabdan
Bahardır.. Bu iptisam-ı sun-i girdigârdır
Bahardır.. Bahardır.. Bahardır.. Bahardır!
Hayâl gark-ı şevkidir mehâsin-i tabiatın
Gönül de hisseyâbıdır o şevk-i binihâyetin
Nedir şu feyz-i taze kim m edarıdır muhabbetin.
Ki mabihüssefasıdır bu bâğı kölme-hilkatin
Ki câna muhtır-ı cemâl-i yar-ı dilşikârdır
Bahardır.. Bahardır.. Bahardır.. Bahardır!
Bahardır., bu gün bütün cihan bediazârdır;
Bahardır ki gülşen-i hissiyata feyizbârdır
B ahardır ki âlem-i nebata can-nisârdır;
Zeminde gonce-hîzdir.. Havada nefha bârdır.
Lâtiftir.. Fakat figan, figan ki bikarârdır!
§
B ahar lûtf-ı sür’atiyle ayn-ı vasli yârdır!!
Manzumeyi «Mirsad»: ( ~)
Ne rütbe dil-nişiin ise çemende nâme-i hezâr
Ne m ertebe lâtif ise baharda şükûfezâr
B ahara karşı söylenen bu şir-i ter de öyledir
L âttt ü dil-nişin olan bu şir-i te r de bir bahar
«Mehmet Tevfik» imzası âlem-i m atbuatta sık sık görülüyordu. Fakat artık
tesirlerden kurtulm ağa doğru giden bir Mehmet Tevfik... Şu yukardaki «Bahar»
manzumesi vaktiyle Muallim Feyzl’ye nazire olarak yazdığı «Bahar» a benze­
miyor. Ruh, zevk, eda ve müedda tamamiyle değişik.. Nazım şekli de b ir «mü­
seddes terkib-i bend» dir. Bununla beraber tesirlerden tamamiyle kurtulam a­
m ış olan bu şiirde de Recai Zâde ile Hâmid-i sezmenjek mümkün değildir. Fik­
ret «Mehmed Tevfik» imzasiyle âlem-i m atbuatta neşir ve tam im ettiği o gü-
BBİ manzumelerinde hâlâ tamamen kendini bulamamıştı. M üsabakalara giriyor,
birincilikler alıyor, tevhidler, sitayiş-i padişahUer, şarkılar, gazeller yazıyor, na­
zireler yazıyor, tanzir ediyor, tanzir olunuyordu.. Fakat kendi hakikî feyz-i fik-
retini, kendi fıtri kudret-i san’atm ı daha ortaya çıkaramıyordu. Bütün bu yazı­
larda Ekrem ’ler, Naci’ler, H âm it’ler, Şeyh Galip’ler, Sinan paşalar yaşıyor, te­
sirlerini gösteriyorlardı. Fikret gâh sevdiklerinin, gâh kızdıklarının, gâh okuduk-

(*) M irsad; İsm a il Safa.

34
larmm eserlerinden ilham alıyor, büyük bir kudret, harikûlâde b ir muvaffakiyet­
le onlan taklit ve tanzir ediyor, ruhlarına giriyordu.
«Mekteb-i Sultani» mezunlarından Şair-i güzide-sühan Mehmet Tevlik beye-
lendinln 16 Mayıs 307 senesinde 10 No. lı «Mirsad» da, «Ulviyattan» (*) serlev-
hasjyle neşrolunan şu manzumesi;
ULVİYATTAN C**)
Dokundun hissime, ey şeb! Yine hâl-i hazininle;
K arabettin beni ulviyyet-i sevdâ-güzîninle.
Sen ey ebr-i münevver! Incilâ-bahşâ-yi vicdansm
Münevver sflz-ı can, zulmet-güdâz-ı kalb-i viransm.
Sen ey nemc-i müzehher! Pertev-efrûz-ı hayâlimsln,
Enis-i vahdetimsin, hissedâr-j lnti»limsin
Sen ey mâh! Ey muallâ menba-i ulviyyet-1 sevda!
Kılarsın kalb-i meftflrnmda şevk-i itilâ-peyda.
Nazar m üstagrakındır, ey m uhiti kibriyâ-vüs’a t !
Kalır pişinde tikr-i bîkaranm garka-i hayret.
Şikâyet! Senden ey mürg-î hevâdâr u figanperver!
Ki feryâd-ı hazinin dilde ikaz-ı meiâi eyler.
Nedir nâiende ol tesîr kim rûha mugalibdir.
SiUriît-ı muhztn-i mevki kadar ârâm ı saiibdir?
Arar eism-î zaîfin sûbesû bîtâb enzânm,
Bu şeb bilsem seni tanzir için mî böyle bidanm ?
Eder tâkib fikrim yalnız her yanda, her yerde:
Fezây-i nur-perverde, zaiâmı sırr-ı meşcerde...
Fakat, AUaah için kes nevha-î feryâd-bahşanı.
Yine «Mirsad» ın 4 Temmuz 307 tarihinde çıkan 17 nci No. sındaki «Şiir par­
çalan» unvanlı üstad Ekrem ’in «Yad et» unvanlı şiirine yazılan nazire ile «Baş­
ka» serlevhalı:
BAŞKA
Ne gördünüz nazarımda muhabbetin gayri?.
Ne buldunuz yüreğimde garâmdan başka?
Neden muameleniz başkalaştı hakkımda?
Ne etmişim size ben ihtiram dan başka?
İçim kan ağlar iken sîz behîc-i nâz idiniz,
Ne gösterirdi yüzüm ibtisâm dan başka?
Kasem hüdâya! Ki yoktur medâr-ı m efharetim

(*) İsm a il H ik m et: “D ü şü n c e ” n ü s h a -i m ah su sası, scıhiîe 1-I6 - 148.


(♦*) «U lv iy attan » serlev h a sı için :
Y azdığım ş i're b u u n v a n ı v e re n b e n d e ğ ilim .
A n ı b ir şair-1 âli n a z a r e tti ih d a.
Çok m u ilândı te şe k k ü rle m ü b a h a t etsem .
E yledi k a d rin i m a n z û m cn in elltak ilâ!
U n v a n ı v e re n ^‘Üsitad E k rem " o ld u ğ u n d a ş ü p h e edilem ez. F ik r e tin ş u ş iirin i
''R u b ab -ı Ş ik este” d e ‘‘D o k u n d u n hissim e*’ s erlev h a sı a ltm d a görU yortız.

35
Güzel muhabbetinizde devamdan başka!
Düşünmeden kalayım, varsager bu demde bile
Düşündüğüm o leb-i gönce famdan başka?
Şu küçük şiiri ve «ilk eserlerimden» diye gönderdiği:
«Uzletgehi mâder-i ziyaret»
Bir şebdi.. Gâme lıab güzin-i melâl idim'.
Hasretle zâr, hayretle pâyimâl idim:
Vermezdi gam göz açmağa bir dem müsaade.
Güz yummak istedim âna da bim>ecal idim;
Hiç intizâma girdiği yok gerçi halimin
Lâkin bu şeb bütün bütün âşüfte-hâl idim;
Aldımdı pîş-i fikrete hicrân-ı mâderi
Bu fikr ile melûl ü perişan hayâl idim;
Pür-güftügûy-i hüzn idi âlâm ile derfin
Zahirde ben tehacüm-i hayretle lâl İdim;
Urdukça hâbgâhıma envar-ı mâhitâb
Allaaha karşı secde ber-î iptihâl idim.
«Yarab ne oldu?» -derdim- o demler ki şevk ile
Aguş-ı mâderide mekîn-i celâl İdim?
Ruhum sıkılma bilmez idî, hâtınm melâl.
Âzâdegi-î mihnete ben bir misâl idim.
Titrerdi her dem üstüm e bir sâye-î şefik.
01 sâye-î sefâda masûn-ı kelâl idim.»
Hicranı pek dokundu dil-i gam nihâdıma.
Geldikçe ağladım o hazîn hande yadmm!
Feryad çıktı arşe dil-i nâlekârdan,
Mâtemler indi çarh-ı felâket-medârdan.
H er şey kuvama aksine tesire başladı
Beynim karardı nûr-ı meh-i tâbdardan.
Sabrım tutuştu, yandı sebat ü kararım ah!
Bir demde âh-ı serd-i dil-î bîkarardan.
Dermanı cüstücûsuna düştüm cerihamın.
Bir çare-î halâs aradım inldsârdan;
Çıktım hezar zâf ile, sad ıstırab ile
01 hâbgâh nâmını almış mezardan.
Düştüm heman tarik-i garn âbâd-ı makbere.
Yoktu henüz eser bile nûr-ı nehârdan.
Hükmeyliyordu âleme dehşetli bir sükût
Gelm«zdi b ir sedâ dile sûy-î hezardan.
E br içre mâhitab verirdi haber bana
K abr içre hâl-i mâder-i şetkat-şiardan.
Âlem sönerdi didede geçtikçe gâh gâh
Sönmüş cemâli hâtır-ı zulmet-dîserdan

35
Hicranı pek dokundu dil-î gam nihadıma;
Geldikçe ağladım o hazîn hande yâdıma!
Oldum epiyce merhele-peymây-ı ıstırab,
Kesmezdi âh ii nâleyi halâ diI-î harab;
Bir mecma-i m eserret idî; oldu gussegâh.
Afâk sanki hâlimi tanzire başladı;
Bir ân içinde buldu bütün âlem Iğtırab
Bir hâl-i m âtem etti garîbâne iktisab;
Hem-hâlet oldu - gaalib olup nûruna zulâm •
Misbah-ı muntafı-i ümidimle mâhitab.
Zulmette kaldı baht-ı siyâhım gibî îelek,
Rflyum misâli kalmadı bir yerde âb ü tâb.
Gaybeylemişti şâşaa-î dil-füruzunu
Binur olan gözüm gibi giryân idi schâb.
Düştükçe geh teakube şiddetle râd ü berk
Düşmek dil ü hayâle tabi’ydi irtiab
Ahzân ü İstırabını bir yanda mevkiin
Tezyid ederdi nevha-i hüznâver-i gurâb.
Geldi hayal-i mâderim buldu izdiyâd
Gönlümde yer tutan o tevahhuş, o iktirab
Hicranı pek dokundu dil-i gam nihâdıma.
Geldikçe ağladım o hazin hande yâdıma!
Bîgaaye zannederken o deycur-ı mihneti,
Baktım ki zâhir oldu tulûun bidayeti.
Bârân kesildi.. Kaldı bulut yâni gpryeden,
Güldürdü ruy-ı kevni sabahın şetareti.
Lâkin gönül.. Gönül yine meşhûn-ı derd idi;
Eksilmiyordu hüznü, hûkâsı, harareti.
Mâzîyi fikr ile görerek anda mâderi.
Döktükçe dökmek istedi eşk-i hasreti.
Bin pîçütâb-ı gamla kapandım mezârına.
E ttim o nûr-ı ayna şu yolda hitabeti:
Ey tcnk eden cihanı hanâ hüzn-i firkati!
Ayâ gelir mi gûşunâ âh-ı tahassürü
01 bikesin ki gitti seninle iradeti?
Etmez mi incilânı taleb ey nühüfte-nûr!
Gönlüm nasıl görür sana lâyık bu zulmeti?
Heyhât! Bir cevâba dahî nâil olmadım;
Tuttum' kemâl-i hasret ile râh-ı avdeti.
Hicranı pek dokundu diI-î gam nihâdıma,
Geldikçe ağladım o hazin hande yâdıma! (*)

(•) “ D ü şü n c e " n ü a h a-i m ah su sası. s a h lfe 150 - 154.

37
Şu şiiri baştan aşağı Ekrem ’dir. Yalnız daha kuvvetli, daha cesur, daha fasih
ve daha selis toir Ekrem ’dir. Ekrem ’e uyduğu içindir ki tabiîiyyet, samimiyet ve
sâdegiden mahrum dur. Hem evocatif hem de elegiaque bir şiir olan, bir mersiye
havası yaşatan manzume tasannu ve tekellüfün kurbanı olmuştur. Nerede o «Hem­
şirem îçin» adlı şiirdeki Fikret, nerede bu manzumedeki Fikret; Orada hakikj
F ikret’in sesini, feryadını, kalbinin çarpıntısını, ruhunun İniltisini duyuyoruz. Bu­
rada anaya hitabeden bir oğlu değil, bir yabancıya acıyan bir gönül sızıltısı...

Eda, müedda, ahenk, renk, tazallüm ve tefelsüf tamamiyle Ekrem.. Ekrem ’in
şu «Yakacıkta akşamdan sonra bir mezarlık âlemi» unvanlı şiirinin birinci kısmı­
nı okuyalım:
«Bir şebdi köyde âzim-i geşt ü güzar idim
Ahyaya dûr-geşte vü emvâta câr idim
Metrûk bir mezarlık idî meskenim benim
Yalnızca anda hâk-nişin-i mezar idim.
Topraktı her mezar fakirane bînıhâm
Fakrım la ben de zâir-i zîibtisar idim
Cismimle çün alâmet-i m akber sükûn-nümâ
Fikrimle leyk ınııstarib ü bîkarar idim.
Vahşetle hâzirun nazar-endâz idî bana
Zira ki içlerinde garib-üd-diyâr idim.
Giryan idim.. Fakat gözüm âzade-i dümû
Yoktu lebimde nâle.. Fakat nâlekâr idim!
Çökmüştü ol kadar dile bâr-î girân-ı derd
Kim ah çekmeye bile bî iktidar idim!
Andım o bîvefâyi garibâne ağladım
Geldî hayali dîde-i giryana ağladım!» (»)
diyor.. Yalnız şekli ve edası değil, vezni, hattâ mevzuu itibariyle, Ekremâne bir
manzumedir. İşte Fikret’in tanzir ettiği manzumeler ruh, mevzu, eda ve müedda
itibariyle tamam en tanzir ettiğinin aynıdır. Çünkü tanzir etmek istediği parçanın
ruhuna nüfuz etmeyi biliyordu. Ekrem burada hisli ve içli olmakla beraber sa­
delik ve samimilkiten tamamiyle uzaktır. Bu itibar iledir ki Naci’lerden uzaktır.

«Ahyaya dur-geşte», «Emvata câr», «Etraf pürdü nâle-i guuk-ü hezar ile», «Mev­
kie gûşdar», «Gözüm âzâde-i dümû» gibi gayri munis, garip kelime ve terkipler,
Ekrem ’in eli ve dUiyle Türk edebiyatına giriyor «Edebî dil» behanesiyle dili çet­
refilleştiriyor ve saf, samimî Türk dilinden uzaklaştırıyordu. Bütün bir gençlik de
onun gölgesinde yürüyerek o dalâlete kapılıyordu. Fikret’in yazmış olduğu nâzi-
rede olduğu gibi... Ekrem ’de samimihk ve tabülik, Naci’de de asâlet ve mümta-
ziyet eksikti. Eğer bu iki muallimi dil bakımından biribirnden ayıran bu esas
farklar olmasaydı, dil uzun müddet bu ıstırabı çekmiyecekti. Telâkki, zihniyet de
başka...

(*) ts m s ll H ik m et, “ D ü şü n c e " n ü s h a -i m ah su sası, s ah lfe 1S4,

38
Pikret, Naci’den almış olduğu saffet ve tabiiyyeti, Ekrem ’den almış olduğu
asalet ve miimtaziyetle kaynaştırmayı bildiği içindir ki o asil ve mümtaz bir şair
olarak teferrüd etmişti. Çünkü hakikî mânâsiyle Fikret olması bu iki üstadm zâf-
larmdan, noksanlarından sıynlabildiği zaman olmuştur.
Yine «Mlrsad» m 27 Haziran 307 tarihinde çıkan 16 No. lı nüshasmdaki «Şt-
ir parçaları» unvanlı manzum facianın (*):

YİNE O FASILDAN
EUzabet —
Allaah için elverir bu tahkir,
Târîz yeter çok oldu tazir!
(Tünd)
Hürm etle rüsfım-ı ihtiram a
Terketti benî iptilâma'!
Bir âşıka ihtiram lâzım;
Bir düşmüşü iltizâm lâzım.
Bir âteştir ki dilde sevda
Tariz ana şiddet ile ihda.
Bir derddir o devası cânan
C&nan nerede? O lâzım!
Marnia (kalbi) - insan
Aklından olunca hepsi bîsud
(cehri)
Allah bilir o nerde...
Elizabet (meyus) — nâbud!
Enzâr-girîz.. Ümide benzer.
Ümmid hadar da ruh-perver!
M am ia: —
Ümid...
Elizabet (iskât ile) Mari, yeter kelâmın,
B ir hizmet ise bana meramın,
Git, koş, ara deşt ü kûhsân
Sayd eyle getir o dllşikfin!
Fikret burada artık o eski zihniyet, o eski san’a t telâkkisi ile mesnevi par­
çalan yazan Fikret değildir. E da ve müeddasmda biraz daha, Şeyh Galip yaşa­
makta ise de ruh-ı Hâmid’in galebesi açıktan açığa görülmektedir. Mevzu Intiha-
bmdan başlıyarak ifade ve heyecan tasvirleri, muhavere tarzı, hislerin galeyanı
tamamiyle Hâmid’dir. Hele şu 25 Temmuz 307 tarihli ve 20 No. U «Mlrsad» daki
bir «Muhaddere lisanından», «Girye-i matem» unvanlı şiiri tamamiyle Hâmidâne-
dir: (♦*)

(*) İsm a il H ik m e t “D ü şü n c e " nÜBha-i m alısusa, salılfe 1M-15S.


(♦•) la m a ii H ik m e t: “ D ü şü n c e ” n ü s h a -i m ahsvua, »ahlfe 1S« - İST.

39
Senî görmek.. Sana âh etmek içîn.
Seni tâkîbeclereU gitmek için,
K oşanm ye’s ile ammâ nereye?
Koşarım pencereden pencereye!
Çıkamam, kaldım odamda mahbus
Zâr ü giryende.. melnl ü me’yûs.
Çıkamam ortaya, iffet mânî.
Bu kadinhk... Bu kabahat mânî!
Çıkamam, çıkmağa bulsam da tüvan.
Ne bulur ortada çeşm-î giryan?
Beste-dem, nâle-fcza bir t&but!
Rûhsuz bir hareket, bir de sükût!
O tezâhüm-geh-i mâtem-perver
Ne hazin manzara-i dehşet-eser!
O ne?.. Tekbîr alıyorlar, teryâd!
Gidiyor anneciğim, âh! tm dâd!
Geliniz.. Rahm ediniz, dâd ediniz!
Gittim elden bana imdâd ediniz!
Geliniz, kim gelecek? Bîhûde!
Ettiğim velvele pek bîhûde
Gelecek yok. Giden am mâ gitti;
Bence ümmid-i saadet bitti.
Yürüyor işte -garîbâne-edâ-
Mahşerî hcy’et-i m atem pîra..!
Fikret; çu küçük parçasında tragique’in bütün unsurlarını veriyor. Ölüm facia­
sının bir sahnesini gözünün önünde canlandıran şu tasvir, heyecan, elem, ıstırap,
matem, korku, nevmîdî, iftirak, her şeyi her şeyi bütün kudreti, bütün kuvvetiyle
gözlerimizin önünde olduğu kadar ruhumuzun içinde de yaşatıyor.. Feryatları his­
lerimizi donduruyor, İstim datları kendisi gibi bizi de, pencereden pencereye nev-
midâne koşturuyor, ıstıraplarımızı, acılarımızı coşturuyor. Ressam Fikret, tablosu­
nun en canh noktalarına öyle fırça darbeleri, öyle üstadça ziya ve gölge huzmel-
leri yerleştiriyor ki, bediî heyecanımız onun san’atı esiri olmaktan kurtulamıyor.
Fikret kuvvetli bir sahne lisanına mâlikti. Ne yazık, ne yazık ki bu sahada
kalemini tecrübe etmedi. Fakat yazdığı birçok parçalar, birer ûlvî, birer tragique
sahne eseridir.
Ölüm yatağına düştüğü sıralarda idi ki konuşmalarımla arasında bu sahne
bahsi de açılmıştı. Ne büyük bir emelle sahne eserleri yazmayı da, Hâmid’in ha-i.
kikatt© bir sahne eseri değil, birer sahne rom anı mahiyeti taşıyan eserlerini de
ele alarak tashih etmek ve öylece bastırm ak ve sahneye koydurmayı dü­
şünüyor, hattâ, Hâmid’in, (Eşber) ini onun da hazır bulunacağı b ir mecliste, ken­
di âşiyanında, bizzat kendisi «Eşber» rolünü alarak oynamak istediğini heyecan­
la anlatıyordu.. Ne yazık!..
H er mevzuu az çok eserlerinden mülhem olduğu şairin eda ve ifadesiyle hay­
ret verici bir surette eda eden Fikret, bir «tevhid» yazmak için de en muvafık
üslûp ve ifadeyi rahm etli «Sinan Paşa» nın üslûp vc ifadesinde bulmuştu.

40
Edebî m üsabakada birinciliği kazanarak «Mirsad» m 13 Haziran 307 de çıkan
14 No. ıl nüshasındaki «Tevhid» i gözden geçirelimC'O.
T E V H 1 D
«Allah!.. Ey meali direng-âver-i hayal, ey zât-ı pâki berter-i her fikr ü her
meal; ey bîzeval rahm eti gülzâr-ı fıtrata revnakdih-i kemal olan Allah-ı zül-ce-
Jâl!...
Ey mübdi-i yegâne! Senin hikmetinledir.. Hükmünledir ki âlemde bu hayat,
hayatta bu füyuzat ru-nümadır.
Ey Sanii bîbehane! Tecelliyat-ı avalim-füıiiz-ı azametin akla o —senin bizle-
rs bir şâşââdar ihsanın olan— cevher-i derrakĞ hayret-bahşadır.

Eya Hâlikal kevn! Bütün bu mükevvenat bârigâh-ı kibriya-penah-ı rububiy-


yetine yek-âvazâne îlây-ı aheng-i m ünacaat eder; zerrattan şümusa kadar hep bu
kâinat tebcil-i nâm-ı cehlinle îlân-ı m übahat eyle'r.
Bir subh-ı dllpezirde gül, bülbül, âfitap, bir leyle-i münirde ecram-ı bîhesap;
şevk-i bahar, hüzn-i hazan, pertev ü zalâm; seng ü nebat, bahr ü ber ve zerre
vü hevam.. Hep kudret-i bedianı tezkire leb-küşa, hep kibriya-yı zatını teşhir için
cehri ve kalbi nagâme-pîradlr. Bu ulvî sürud-ı umumînin aks-i ebediyet peyvest
meyânında bir seda-gâh peyda ve gâh nâpeyda —tarab-seray-ı lemyezeliye doğru
süzülür, gider. Bu seda bir şair-i lâl ü cezbe-dârm zemzeme-i tevhidi, bir bülbül
zâr ü bîkararm , feryad-ı safâ pedidir.
Yarabbi! Ey muhit-i âvâhm! Semî ü basîrsin; O sürûd-ı bînihaye arasında
bu enin-i hazin-i işitir, bladd olan mahlûkatm içinde bu acizi görür ve bilirsin!
Yarabbi! Bana ruhu, vicdanı, lisanı veren sensin. O ruhu ki daima sana in-
cizab eder; o vicdanı ki daim seni takdise şitab eder; o lisanı ki dâim seni tah-
dis-i nimetinle feyz-i diğer iktisab eder. İlâhi! Ruhun seni müşahede-i gaibanesi..
Yokluk İçinde varlığın bir nişanesidir.
îlâhi! Birsin... Ikrar-ı vahdaniyetinde:
Fusûl ü encüm ü ezhârdır, kühsâr-ı âlîdir
Şuhûd-i vahdetin kim bîtenahî, zîtcvaüdir.
Denir mî zâtınî tevhîtden âsâr hâlidir.
Bu germgâh-ı nûr ı vahdet zâtmla mâlîdir!
Sanihası terane-i vicdanimdir
İlâhi! Kadirsin.. Tezkâr-ı kudretinde:
Delil-i bîgeram kııdret-i ulviyyenin ebhar;
Müessirsin ki tesirindir ancak mucid-i âsâr;
Zehî tesîr Iiim ekvân anm Heyziyledir bîdâr!
Zehî kudret ki takdirinde hab-âlûd-i acz efkâr!
Teranesi vird-i zebanımdır.

(*) İsm ail H ik m et “ D ü şü n ce" n ü sh a-i mahsus.nsı, sah ife 137 - 159,

41
İlâhi! kaibter vardır kİ aşkınla müne-vverdîr,
İlâhi! Ruhlar vardır ki vashnla müyesserdir.
Benim kalbim de, yarab! Aşkın ile o uûra mazhardır,
Benim rûhum da neyl-i vaslınâ, yârab! Taleb-gerdir!
Fürûg-î hüsnüne, ey şems bir muzlim tecelligâh!
Huzûr-î izzetinde serbehâk-i hayretim her gâh.
Değildir kulluğundan haşka lezzetten gönül agâh.
Senin lûtfundur ümmidim, meczûbunum.. Allah!!
Şu, Allah! Lâfz-ı celâl-i bîzevaliyle başlayıp Allah!...
Lâfz-ı celâl-i bîzevaliyle nihayet bulan «Tevhid» i imzasız görseydik, kailinin
<(Sinan Paşa» olduğunu iddiada zerre kadar tereddüd eder miydik? Unutmıyalım
ki, Fikret bu eserlerini yazdığı zamanlar daha yirmi iki, yirmi üç yaşlarında b ir
gençti! içi nur-ı iman, vicdanı dînî heyecan ile dolu b ir Türk genci! öyle olmasa
bu İlâhî mevzuu böyle İlâhî b ir eda ile, müedda ile, yazıp birincilik derecesine itilâ
edebilir miydi?
Onun müeddaya en uygun, en harîm ve en munis edayı bulm akta hayretler
verici bir duygusu, mes’ut bir muvaffakiyeti vardı. İşte bu «Tevhid» mevzuuna
dâ o İlâhî şair «Sinan Paşa» nın «Tazarruat» üslûb ve lisanını en uygun bulmuş....
O İlâhî mevzuu dile getirmek için en ulvî, en İlâhî kelime ve tâbirleri bulmuş
ve yaratm ıştır.
Fikret bütün bu kutsal ve âlül-âl feryatlarında samimî ve kalbidir. Öyle ol­
masa bu bedia-i kutsiyyeyi bu kudret ve bu muvaffakiyetle meydana getiremezdi.
Ona o kutsi lisanı ,ona o kutsi feryadı veren o «Allah-ı zül celâldir». «Yarabbi!
Bana ruhû, vicdanı, lisanı veren sensin. O ruhu ki daima sana incizab eder; o
vicdanı ki daim seni takdise şitab eder; o lisanı ki daim senin tahdis-i nirhetinle
feyz-i dğier iktisab eder...» sözleri aşk-ı İlâhî ile çalkanan, ihlâs ve ubudiyetle
dolu bir kalbin feryadıdır. Istim an ve îmanıdır. Böyle bir insana dinsiz denir
mi? O müddet-i hayatınca bv. ulvî îmanı, bu İlâhî itikadı harîm-i ruhunda bir
hırz-ı can olarak saklam ıştır. Bazı zâhir-bîn, kûteh— endîş zavallılar bu îmanın kut­
siyet ve azametini takdir edemediler. Onlarca din ve îman, halka görünüş olsun
diye elde teşbih cami cami dolaşmak, göz ve ruh boyayıcı yazılar yazmaktan
İbaretti.
Fikret bu tevhid kabilinden yüzlerce yazısiyle rahmet-i ilahiye mazhar olma­
dı mı, sanırlar. Fikret’in, dalâlet ve imansızlığma misal olarak gösterilen yazılan
hakikî imanın, saf ve ulvi dinin birer «müdafaanâme» sidir. O büyük Allah, onu
büyük gösteriyoruz diye küçükten küçük derekeye düşüren methiye ve tahmitler-
den müstağni ve münezzehtir.
«Enbiyadan yaşarım müstağni
Bir örümcek götürür hakka beni!»
diyen Fikret onun tarif ve tâbire sığamayan azametine çok büyük, çok mânalı
bir delil veriyor. Dln-i hakikî halkın taklit ve tatbikiyle tecelli eden din değil âri-
fin vicdanında, âşıkın gönlünde yaşayan dindir:
DegUdir kulluğundan başka lezzetten gönül âgâh.
Senin lûtfundur ümmidim, meczûbunum... Allah!
diye feryad eden kulunu, onım derecesini iktisabtan çok, çok uzak olan bedbaht
ve bihaber kullarının tekfiri ile, o büyük Allah visalinden reddetmez.

42
Pikrct’în, şu sözleri;
Bir minik kuşla biriz tapmakta
Ben de tehlil iderim ishak da.
beyti arasında ruh-ı mânâ, ihlâs-ı îman 'bakımından minicik bir fark yoktur. Fa­
kat görecek, göz, duyacak öz gerek!
Birçok esâtlze-i edebin slhr-1 beyanından; füsun-ı edasından mülhem ve mü­
teessir olan, uzunca bir taklit ve tanzîr devri geçiren Fikret tab'm daki sehhar
kuvveti eserlerinde isbat etmeğe başimaış idi.
Asıl Fikret’i asllyet ve mümtaziyetl, san’at ve hürriyeti ile «Servet-i Pünun»
un başında göreceğiz..
Fikret’in hayat-ı resmiyesi:
Fikret; Sultaniyi birincilikle bitirdikten sonra Bab-ı Âli'ye, Hariciye İstişare
Odasma devama başlamıştı. Abdurrahman Şeref m erhum un: «Nezaket-i etvan, le-
tafet-i gUftan, hüsnühattı, kitabe­
ti velhasıl her vaz’ü şanı kendisi­
ni bir müstakbel Bâb-ı Alî efendi­
si olmak üzere temsil eyliyor.»
diye kendince tarif ve tavsif et­
miş olduğu Fikret, maalesef bir
Bâb-ı Âli efendisi olmuştu. Fakat
o, bir Bâb-ı Âli efendisi olacak
ruhta yaratılmış değildi ki...
Kaleme devamı esnasındaki
durumunu kısmen halazadem Nâ­
zım beyden' dinlemiştim. O, ken­
disinin o zaman kalem arkadaşı
idi. Bunları «Muallim» mecmuası­
nın nüsha-i mahsusasına yazmış­
tım ;
«Fikret, bizim kaleme geldi.
Kendisini kimse tanımıyor, ken­
disi de kimseyle görüşmüyordu.
İlk arkadaşı ben oldum. Fikret
vaktinde gelir, yerine çekilir, ba-
zan bir şeyler karalar, çok zaman,
vakit geçirmek için, resim yapar­
dı. İld kalem darbesiyle arkadaş­
larını kâğıt üstünde yaşatıverirdl.
Bilmem neden! Arkadaşları­
Ahmet Yefik Paşa mız Fikret'ten çekinirdi. Onun öy­
Fikret’in Bâb-ı Âli’de işsiz kaldığı zaman le ezici bir vakan vardı ki herke­
ezberinden yaptığı resimlerden. si karşısında küçültür, herkesi

43
kendisine hünnete mecbur ederdi. İşte bu hal arkadaşlarımızı, h attâ âmirlerimizi,
mümeyyizimizi, başkâtibimizi rahatsız ederdi. O zaman Fikret’i kimse tanımıyor,
onun nasıl büyük bir insan olduğunu kimse takdir edemiyordu. Mümeyyiz bile
onu incitmek, onun vakarmı, bîlâsebep kırm ak İstiyordu; «Tevfik bey şunları
ya?;ar mısmızlıı diye verdiği kâğıtlar kendisini, uzun geceler uykusuz bıraktığı
halde halledemediği, haftalarca masanın üstünde pinekliyen en çapraşık, en için­
den çıkılmaz evrak olurdu. O; hiçbir şey söylemeden onları alır, sessizce açar, kes­
kin nazarlariyle birer kere süzerek masanın önüne bırakıverir, beyazlık bir kâğıt
üzerine brikaç satır yazar ve sonra yine resimlerine, krokilerine avdet ederdi.
Gözlüğünün kenarından gizli gizli bakan mümeyyiz onu resimle meşgul görerek
iyi b ir fırsat yakaladığına hükmeder, müstehzi b ir tavırla:
«Kâğıtlar bitti mi efendim?» diye sorar cevaben, de ezici b ir sükût ile tebyiz
edilmiş birkaç kâğıt alırdı. Aldığı kâğıtları saatlerce okur. Diğer evrakı k a rış tt
rır, önüne bakardı.. Bu bakışta öyle derin bir mahçubiyet, öyle âşikâr b ir maze­
ret dileyiş vardı ki Fikret onu görmemek için krokilerine dalmağa kendini met>
bur addederdi.
Birinci defa yazdığı kâğıdın müsveddesini sordular... Doğrudan doğruya be­
yaza çekmişti. Yazdığı yazıların tashih olunduğunu görmedik. Az zaman sonra bu
adamın huzur-ı mahviyetinde bütün arkadaşları âdeta mütenezzilâne eğllmes
mecburiyetini hissetmişlerdi. Bir m üddet sonra Fikret çekildi, istifa etti. Memu­
riyet hayatı onun ruhunu sıkmıştı. Kaleme gireli b ir defa maaş almamıştı. Bir
«sâd-1 kıran» şerefine mütedahll maaşları verdiler. Onunkiler de alındı. Epeyi
mühim bir yekûn tutuyordu. Kendisine götürdüm. Beni gülerek karşıladı, teşek­
kür etti. İşsizliğin m ükâfatı olan bu parayı alamıyacağım söyledi. Hayret ettim,
İsrar ettim . O aynı tebessümle başını salladı. O zaman «muhacirin ianesb) İçin
bir komisyon teşekkül etmişti, «ladesi mümkün değil İse oraya verebilirsiniz!»
dedi. «Oraya verdim.»
Fikret’in hayat-ı resmlyeden aldığı hisse-1 zevke şu cümleler güzel b ir şahit
oluyor. Eahmetll dostum filozof Riza Tevfik’in son zamanlarda Fikret hakkında
neşretmiş olduğu küçük risalede onun Bab-ı Alî’den m uhtelif zamanlarda ayrıl-
m alan hakkında ortaya atm ış olduğu m ütalâalar hiçbir tahkik ve hiçbir hakikate
dayanmıyan indi ve yakıştırm a sözlerden ibarettir. Bu istifa ve tâyinlerle maaş
meselesinin hiç, am a hiçbir alâkası yoktur. Fikret’in, bütün hayatı boyunca kıy­
met vermediği b ir şey varsa o da para ve mevkidir:
N ûr bekler gibi nısf-ı şebde
«Bekledim on iki yıl mektebde
Sonta çıktım ne için biİTniyerek
Bu da bir cilve-i baht olsa gerek
Bab-ı Ali’ye müdavimlendim
Ehl-i nâmus diye mimlendim...»
Bu tâyinlerin ne kadar mânâsız ve maksatsız olduğunu bu tezyifkâr sözleri
bize açıkça anlatıyor. Böyle öm ür çürüten, hiçbir işe yaramıyan, işlere ancak
akrabalarının zoruyla, vakit öldürmek İçin giriyor ve sonunda da tahammül
edemiyerek çıkıyor, oralarda boş geçirdiği zamanlar için verilen p ara lan da «iş­
sizliğin mükâfatı» diye reddediyor, kabul etmiyordu:

44
«Kaldığım varsa ûa gâh ekmeksiz
Kalmadım şimdiyedek mesleksiz!»
diyen Fikret için en büyük mesleksizlik para ve ekmek için boyun eğmekti. Onu
müddet-i hayatında, yanılıp da, bir gün için olsun yapmamıştır.
Cevat Paşanın sadareti zamanında sadaret mektubi kaleminde mUhimme şu­
besi tesis edilmişti. Fikret'in akrabasından Bülbül Tevfik Paşa (*) Fikret’i sekiz
yiiz kuruş maaşla bu şubeye aldırmıştı.
Fikret bir zaman devam ettiği bu şubeden de «hizmet takdir olunmuyor» di­
ye çıkmıştı. Onu tekrar istişare odasına almışlar ve 18 Zilhicce 1306 senesi ve
1 - Ağustos -1305 tarihinde iradei seniye ile istişare odası muavini unvanını ver­
mişlerdi.
Hem Bab-ı Ali’ye devam ediyor, hem de o zaman Gedikpaşa cihetinde bulu­
nan Ticaret Mektebinde fransızca ve türkçe hüsnüh'at dersleri veriyordu. Bir ara­
lık Mekteb-i Sultani’de bir hocalık açıldı. Fikret hocalığa dâvet olundu, bu, ken­
disi için o hiç sevemediği, âdeta iğrendiği «Bab-ı Âlî» müdavimliğinden halâs
olmak olacaktı.
Hocalığa ikinci b ir namzetin daha zuhuru bir müsabakaya meydan açmıştı.
İki rakip, ikisi de genç, ikisi de zeki, ikisi de şairdi... Fikret’in m üsabakalardan
çekindiği yoktu. O zaten kendi ihtiyarı ile m üsabakalara giriyor, birincilikler ka­
zanıyordu. Buna da girdi, bunu da kazandı. Mekteb-i Sultanî’nin üçüncü sınıfına
türkçe hocası oldu. Buna memnundu. Fakat burada aldığı maaş Bab-ı Âlî’de al-
dığmdan fazla değildi, belki de eksikti. O paraya bakmıyordu. Görülecek işe ba­
kıyordu. Onun nazarında Galatasaray Sultanîsi, Sultanın Bâb-ı Alî’sinden çok da­
ha âlî idi.
1310 senesinde Abdurrahman Şeref boy Mekteb-i Sultanî’ye m üdür olarak
geldiği zaman Fikret mektepte hoca idi. Abdurrahman Şeref bey hâtıratm da; (*‘ )
«Mektepte bu kadar yumuşak ve m uti olan Tevfik Fikret memuriyette başka bir
şahıs oluvermişti. Sinninin ilerlemesiyle muhakemesinin artm ası kalbinde o ka­
dar ciddî ihtisasat ve fikrinde o kadar İnce düşünceler uyandırm ıştı ki, merhum
bizim hayat-ı memuriyet ile bir türlü ülfet edememiştir. Bir müddet Bâb-ı Alî
aklâmına devam ederek gördüğü haller ruhuna ıstıraptan başka b ir şey verme­
diğinden kalemi terkedîp gitmiş ve mümeyyizleri, müdürleri, hattâ müsteşarı, nâ­
zın tarafından vukubulan ihram lar ve ricalar bîsut kalmıştır.
1310 senesinde Mekteb-i Sultanî müdüriyetine naki eylediğimde Tevfik Fik­
ret’i orada muallim buldum. Bâb-ı Ali’yi terketm iştl.

E rtesi sene bütçesinde bilûmum m aaştan “/o10 tecil kılındı. Tevfik Fikret is­
tifa etti. Muallim maaşından tenzilât icrasını ve maaş kesmek suretiyle bütçenin
tevazün ettirilmesini bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Kendisine birçok izahat
verdim, ricalar ettim, âm irlik ve hocalık nüfuzumu istimal ettim, bir türlü tes­

(*) Ayanda âza iken vefat etm iştir.


(»*) “D ü şü n c e ” n llsh a -i m ah su sası, eah ife 162 - 163.

45
kin ve iknaa m uktedir olamadım. Mantıksız b ir hükümete hizmet etmeğe vicdam
tahammül etmiyordu. Hükümetin her nevi cevrü kahrına alışmış olan biz me­
m urlar meyanında Tevfik Fikret’in zuhuru bir hârika idi. Hususâ ki kendisi aile
sahibi olmuş, servet-i zâtiyyeden m ahrum idi. Devam ile m eşrut olmayan Bâb-ı
Alî maaşını, birkaç gün ders vermeye mukabil ve tezyidi mev’ud olan mektep
maaşım, ayağı ile tepmesini garip görenler çok idi. İşte Tevfik Fikret’i hayat-ı
Tesmiyede tek kılan bu nevi ciddiyetlerdir.» Bütün bu vesika ve hakikatler kar­
şısında Biza Tevfik’in onun Bâb-ı-Âlî’den ayrılışım verilen maaşı az görmesine
atfetmesi çok aykırı ve çok vukufsuz bir iddiadır. Halbuki rahmetli, Fikret’i çok
yakından tanıyan bir dostu, bir arkadaşı idi. Vaktiyle Fikret hakkında bir tet-
kiknâme hazırlam akta olduğumu söylediğim zaman bana: «Ben zaten» «Hâmlt-
nâme» gibi bir «Fikretnâme» ve bir «Fuzuliname» hazırlıyorum, demişti.. Ben
de bu hakkı kendisine bırakm ayı pek tabiî görmüştüm. Otuz sene içinde hazır-
hyacak zaman bulamadığı «Fikretnâme» yerine çıkardığı bu çok zayıf, bu çok ha­
talı, hem kendisini, hem de Fikret’i küçültücü «Risale» yi de keşke çıkarmasaydı..
İşte Sultaninin üçüncü sınıfından başlıyarak ikinci sınıf muallimliğine kadar
çıkan Fikret 311 senesinde mektebi terketm işti. Rumelihisarında oturuyordu. 312,
313 senesi nihayetlerindeydi. Robert Koleje bir türkçe muallimi arıyorlardı. H attâ
bir müddet Übeydullah efendi gelmiş, birkaç ders de vermişti. Bir akşam, son­
raları Bulgaristan’ın Amerika sefiri, o zaman da kolejin bulgarca hocası olan
«Panaretof» efendi yalıya, Fikrte'le görüşmeye gelmiş, o akşam Fikret'i koleje
muallimliğe dâvet etmişti. Beş lira maaşla koleje hoca olan Fikret’in meşrutiyetin
bidayetine kadar maaşı ancak 12 lira olabilmişti.
Yine Abdurrahman Şeref bey; «Bir garip halini daha hikâye edeyim. Mual­
limlikten infikâkinde mutedahil dört maaşı var imiş, ramazan-ı şerif geldi. Ar­
kadaşlarından sâlif üz zikir Nurullah bey m üracaat edip Tevfik Fikret’in zarure­
tinden bahseyledi. Mütedahil m aaşları verilir ise tehvin-i ihtayacına medar ola­
cağını söyledi. «Mektepten kat-ı alâka ettiği cihetle hesabının da kat-ı lâzımdır.»
diyerek maaşlarını tedarik ettik. Mektep veznedarı ile hânesine gönderdik. Dört
maaşın birden çıkmasına Tevfik Fikret vehleten istlğrab etmiş. Veznedar efendi
bu m aaşlar umumî olmayıp kendisi mektepten kat-ı alâka ettiği cihetle hesabmm
da kat-ı lüzumundan dolayı yalnız kendisine tediye olunduğunu söylemiş. Tevfik
Fikret hususî surette tediyata razı olamıyacağından katiyyen red eylemesin mi?!
Veznedar paraları geri getirdi. Muhasebe defterinden çıkmış olan bu paralar ye­
niden irat kaydolundu ve m aaşat çıktıkça kendisine de birer birer tediye kılındı.
İster meslek deyin, ister huşunet, ister inat, istei' bazılarının kavlince kaçıklık
deyin, Tevfik Fikret emsaline uymaz, feleğe boyun eymez bir merd-i münferid
İdi...» diyor ki ben de bu vakıayı Sultanî’nin o zamanki muhasebecisi merhum
K adri beyden dinlemiştim. K adri bey; «Mektepte muallimdi, aylarca maaş çık­
maz, herkes sıkıntı içinde kalırdı. O zaman Fikret’in de sıkıntıda olduğunu mü­
dür Abdurrahman bey biliyordu. Beni çağırdı. Müterakim m aaşlarını benimle gön­
derdi. Gittim. Güler yüzle karşıladı. Ziyaretimden çok memnun oldu. Müdürün
selâmını söyledim, teşekkür etti. Sobeb-i ziyaretimi anlattım, gülümsedi. — Ya..
Maaş verildi mi efendim?, dedi. — Hayır, daha verilmedi, fakat m üdür beyefen­
di size gönderdi, dedim.

46
Aynı tebessümle teşekkür etti. Maaş çıkmadan para alamıyacağını, arkadaş-
larınm sıkıntılanna İştirakin kendisi için büyük b ir zevk olduğunu söyledi. İs­
rar ettim : «Niçin beni zevkimden m ahrum etmek istiyorsunuz 1» dedi. Kabul et-
tiremedim.» demişti.

îşte Fikret’in hâlet-i ruhiye ve zevk-i İnsanîsi.. Bunu idrak ve takdirden


uzak olanlar, rahm etli Abdurrahman beyin de dediği gibi, kendi anlayış, kendi
duyuş ve davranışlarına göre tefsir ediyorlar.. Tefsirlerinde m uhtardırlar.

Fikret m eşrutiyetin İlânına kadar resmî hayata veda etmiş, yalnız Robert
Kolejdeki muallimliği ile geçinmişti.

Fikret’in çocukluğundanberi ruhen sekînet ve murakabeye «meditation» a mey­


yal olduğu görülüyor. Birçok kimselerin Fikret'in son zamanlarındaki münzevî ha­
yatına bakarak kendisine merdümgiriz «mysantrope» demeleri hiçbir suretle onu
tanıyamamış olmalarından ileri gelme bâtıl bir zehaptır.

O koca Fuzuli’nin:

Dimezem vahşîyem tabiat ile


Tâlib-î zevk-ı sohbetim amma
Bir (Uyâr içreyim ki halkmdan
Eylemez hîç kim bana perva

deyişi gibi Fikret de tâlib-i zevk-i sohbetti.. Fakat kimin sohbetinden o aradığı
zevki bulabilecekti. İşte bunun içindir ki;

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem p e rrü bâl


Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim..

demiş, kendi eliyle, kendi kedd-i yeminiyle kurduğu o «Âşiyan-ı huzuruna çeki­
lip ailesinin hariminde, kendisini anlayan, kendisini seven, kendisine hak ve gö­
nül veren hakiki dostlarının hâlesinde yaşıyordu.

Fikret tab’an vahşî değildi, belki pek mûnis ve pek m uaşeretperverdi. Bu fıt­
ratı daha küçücükten kendini göstermişti. Fakat, evet m ürailer, müzevvirler,
desisekârlarla münasebeti insanlık şeref ve haysiyetine sığdıramıyor, ruhu bu
redî tabiatli, alçak tîynetli, m enfaat uğruna namus ve haysiyeti satan, namussuz,
haysiyetsizler önünde iki büklüm olan mahlûklardan kaçıyordu.

324 de ilân edilen «Gûya hürriyet» den herkes bir suretle istifadeye koşar­
ken Fikret, yurdu nasıl yükseltmek, gençliği zillet ve sefaletten, âciz ve cehaletten
nasıl kurtarm ak lâzım geldiğini düşünüyor, çareler arıyordu.

Onca, bir çare, evet bir tek çare vardı. Milletin irfan seviyesini yükseltmekti.
Olanca gayretini bu uğura bağlamıştı.

47
Resmî memuriyet istemiyor,
«inhina tavk-ı esaretten girandı».
Onun boynuna.. Nihayeti gelme­
yen o m eş’um «usul-i kalemiye»
den nefret ediyor, iğreniyordu. Ha­
kikaten, bu milleti kurtaracak olan
ilk üm it o zaman parlar gibi gö­
rünmüştü. Yine o zaman tama-
miyle sönüp gitmişti.

Fikret «Yeni mektep» unvanh


bir mektep tesisini düşünmüş, bu­
nu da hükümetin değil, milletin
müzaheretiyle, milletin alnmm te­
riyle açmayı tercih etmişti. Ken­
dine vaitlerde bulunan efrad vs
eaz)m! arasm da sözünü tutan te!î
fert çıkmamıştı. Sadece vadetmiş
olduğu on bin İngiliz lirasını der­
hal getiren b ir İngilizdi. Fikret’­
in içi kan ağlamıştı. Memleketin
irfanını, iz’anım, vicdanını i’lâ için
teşebbüs ettiği bir anonim irfan
şirketi kuracak dört arkadaş bu­
lamamıştı! H attâ kendi inandığı,
sözlerine kandığı en yakın fikir ar­
kadaşları bile kaçışmışlardı. Hal­
buki o devre-i İzmihlâl içinde mil-
Abdurrahman Şeref bey jgy soyacak, aç, sefil, dilenci ede­
cek yüzlerce şirketler açılmıştı! Acaba bunlı-aı açanlar içinde o asil şirketi kur­
maktan kaçanlar da yok muydu?
Bu hayırlı teşebbüsün hayırsız neticesinden m ustarib olan Fikret teşebbüsle­
rinde yapayalnız kalmıştı. İnsandan kaçan Fikret miydi? Yoksa Fikret’ten kaçan­
lar mı?!
Bir zamanlar Darülfünun edebiyat muallimi oldu. Bu yalancı meşrutiyetin
kanaatlerde, vicdanlarda hiçbir şey değiştirmediğini, sahnenin hâlâ aynı sahne
olduğunu, değişenin sadece oyunculardan ibaret bulunduğunu görmüş ve irkilmiş-
ti. Hâlâ «idare-i maslahat» politikası sürüp ve .sürdürülüp gidiyordu. 2 Şubat 325
de İstifa etti. Bu istifa elimdi.
19 Şubat 325 Meclisi Mebusan Reisi Ahmet Riza beyden, «Nâile Sultan köş­
künün tn as Sultanîsine kalbi ve kendisinin himaye ve İdare Meclisine âzâ tensip
kıhndığını» bildiren bir tezkere almış ve bu meclisin kimlerden ibaret olduğunu
öğrenerek kabul edemiyeceğini bildirmişti.
Halbuki Fikret bu, pek sevdiği, ona hizmet etmek için titrediği Cennet ka­
dar güzel vatanına, o inci şetaretli kıza hizmet edememek ye’sine düşüyordu. Bir
aralık bütün azim ve kuvvetini Mekteb-i Sultanî'nin ıslahına hasretti.

48
Abdurrahman Şeref bey hatıratında: (•) «Meşrutiyeti müteakip kendisiyle
lade-i tetaas eylediğimde le ıa h ve inbisat eseıi göımedim. On beş, yirm i sene
küskünlük ile, bedbinlik ile o m ertebe istinas etmişdi ki âlem pür şev k u sü rar
olduğu demlerde bile onun vicdanmda neş’e, küşayiş bulamıyordu. 1324 evahirin-
de Mekteb-i Sultani müdüriyetine şevkettim. Tasavvuratına vücut veriyor, her
düşündüğünü doğru itikad eyliyor, bütün usul ve ahvalimizi nazariyesi ve dilhahı
veçhile tanzim ve tahvil etmek istiyordu. Valna nazariycleri kabil-i itiraz değildi.
Bir elin sesi çıkmaz. Bir kişinin emeliyle koca b ir devletin köhne revişi ça­
buk çabuk tebdil ve islâh olunamaz. Eyyama uymak, dürüst tekallübata bedel
eyiligi aheste aheste karşılam ak mukteza-yi m aslahattır, zaruridir, denildikçe eski
dik başUIığı harekete gelerek memuriyetini terk ile kaçmağa hazırlamrdı.
N âzü niyaz ile Mekteb-i Sultânî müdüriyetinde tutabildim. Bu hizmette bir
sene kadar dayanabildi. Halefim olan nazırlar huyunca gitmediklerinden günün
birinde küsüp istifa etti» diyor.
Filhakika Fikret Abdurrahman Şeref ve Nâil beylerin nezaretleri müddetinca
Mekteb-i Sultanî’de az çok çalışabilmiş idi. Az çok diyoruz. Çünkü kanaat ve zihr
niyetini hâtıratında açıkça gösteren Abdurrahman Şeref beyle Fikret’in tamamiy-
le anlaşabilmesine imkân tasavvur edilebilir mi?
«Koca bir devletin köhne revişi çabuk çabuk tebdil ve islâh olunamaz!» Eğer
bu kanaate râmolsaydı rahm etli A tatürk’ün de o köhne revişi tebdil ve islâh et­
mesine imkân olmazdi. Köhne reviş sadece devlette değil, onu teşkil eden köhna
kafalı büyüklerde de câriydi.

«Eyyama uymak», «DUrüşt tekallübata bedel iyiliği aheste aheste karşılam ak


mukteza-yi m aslahattır 1» Hep bu maslahat, hep bu menhus, bu zalim, bu katil
maslahat değil m idir ki bu memleketi hâlâ mahvedip sürüklüyor.. Fikret bu mas­
lahata nasıl katlam rl? O (eyyama) nasıl uyardı?! Bütün bunları söyleyen zat
nihayet, evet nihayet: «Vakıa nazarlyeleri kabil-i itiraz değildi», demek zorunda
kalıyor.

Demek ki «Alemin pür şevkü sürür olduğu demlerde bile vicdanında neş’enin
küşayiş bulamadığı» Fikret hakikati ve akıbeti o durbin, o yurt sever iz'an ve vic­
daniyle, irfan ve imâniyle görüyor, anlıyor, onun için de kendisinde «ferah ve im­
bisat eseri» görülmüyormuş. Bizde o zamanlar, gençlik, uzağı görüşten m ahrum ­
luk saikasiyle o «âlem-i pür şevkü sürür» a kapılmış, sonunda h â ib ü hâsir kal­
mıştık. Yurdu ilâ ve islâh vaitleriyle gelenler sonunda dar ağaçlarına ilâ olunarak
can vermişlerdi. Fikret, o nüfuz-ı nazariyle, o âkibet-endişliği ile bu felâketli âkı-
betleri daha o zamandan görmüştü. Bütün eserleri bunu ispat etmiyor mu? «Dok­
san beşe doğru» 1ar, «Tarih-i kadime zeyller», «Hân-ı yağmalar» o görüşün mah­
sulleri değil mi? İstifaların sebepleri gelişi güzel veya şım arık b ir küskünlük de­
ğil, günahkâr bir lâkaydiye, hiyanetkâr bir teaddiye karşı vakur, nam uskâr ve

(S) F ik r e t k ü s ü p istifa e tm iştir. İs tifa seb eb i c ap ric e değildi, p re n sip ti.


B u n ları k e n d i is tifa n â tn e le rl is p a t e tm e k te d ir. (B ak D e rg â h M ecm uası).

49
cesur b ir İsyan, bir itham vesikasıdır. Bir zamanlar pek de yiğitliği hoş gör­
meyen zevat-ı mUşarün lleyha Fikret’e olan itim atları dolayısiyle bir şey deme­
meğe çalışmışlardı. Mamafih bu arada Fikret istila etmemiş değildi. Rica ve min­
netlerle onu tekrar mektebe iade edebilmişlerdi. Asıl, mektepten tamamiyle çe­
kilmesi «Emrullah» merhum un zamanındadır ki merhum un «isabet i nazar» ı hak­
kında Mekteb-1 Sultanl’de bir ay kadar m üdür olarak kaldığı zaman talebenin
«Kazan kaldırma» âdet-i müstahsene’sin e! hayat vermeleriyle anlaşılabilir. Allah
rahm et eylesin Sultani’nin çok m uhterem ve çok alim arabça hocası Hacı Zihni
Efendi, müşarünileyh!! için: «Allah selâmet versin! İyi adam görünürdü, meğer
pek sersem imiş. Bir haftanın içinde mektebi arab saçına çevirdi. Hademesi, ta­
lebesi, hocası, müdürü, hepsi birbirine girdi. Ne nizam, ne intizam, ne ders, ne
ahlâk hiçbir şey kalmadı. Şaştık. Bu işi nasıl yaptı! Anlayamadık!» derdi.
İşte Fikret bu zat-ı şerifin müthiş bir anarşi içinde bıraktığı mektebe mü­
dür oldu ve görülmemiş bir sevgi ve hürm etle karşılandı ve mektebi bütün tarihi
boyunca görmediği ve bir daha da göremiyeceği, hür olduğu kadar da şerefli ve
vakarh bir intizama soktu.
Ne gariptir ki o garip Em rullah merhum, âdeta memleketin irfaniyle istihza
etmek isteniliyormuş, terbiye ve tahsile en küçük bir kıymet dahi reva görülmek
arzu edilmiyormuş gibi «Maarif Nezaret-i Ceülesine N azır!!» olarak getirildi. Dü­
şünülsün m aarifin hâli;
Bağdaki sevmez iken dağdalûni
Dağdaki kovdu gelip bağdalûnl

TezyiM sâde-dilânesine masadak harekâta kalkıştı (*).


Fikret de, tâbir mâzur görülsün, bu m âtufhane ve eblehane harekâtı lâyık
olduğu hürm etle karşılıyarak sahibinin duş-i dirayetine! yükledi ve çekildi, İs­
tifanamesine cevaben Em rullah efendiden I ! 24 Mart 132C tarihli garip b ir tav-
siyenâme aldı.
O zaman tamamiyle istifa eden muallim arkadaşlar adına ben ve rahmetli
arkadaşım Emin Bülent bu istifanameyi Nâzır Em rullah Efendi’ye götürmeyi üze­
rimize almıştık. Bize de uzun boylu nasihatler ve tavsiyelere girişmişti. Allah
günahını affetsin! Bir zavallı, acınacak adamdı. Acıdık ve yanından elemle ay-
nldık. İşte maarifimizi Islâha m em ur edilen, Fikret’i de kendisiyle teşriM me­
saiye mecbur eylemek istenilen şahsiyet :Em rullah Efendi; Zavallı maarif hâlâ
o ıstırab-ı müzmini çekmiyor mu!...
Fikret’in bu sem istifası b ir dahilî siyaset meselesi halini almıştı. Keyfiyet
Meclislerde, m atbuatta akisler uyandırmıştı. O zaman kabine, itiraf ettikleri gibi.

(*) ü lk r e t'ln b u h u s u sta k i m esaisi h a k k ın d a S a tr b e y m e k a lâ t-ı m ah eu sa


kalem e alm ıştı. M eselen in h a k ik a ti o n la rd a n a n la şılır. (B ak: D ergah M ecm uası).

50
sersem arkadaşlarını Fikret’e fe­
da edemedi. Sebebi acı olduğu
kadar da ağlatıcıdır. Millet kim­
lerin elinde ve ne sefil sebepler­
le oyuncak olagelmiştir. Pilcret
25 Mart 1325 de «Hata-yi Nezaretn’i
bütün ananesiyle izah ederek m a­
kamından katiyyen istifa etti. Bu
istifa hayat-ı resmiyeden son ve
daimî istifası olmuştu. Bunu mü­
teakip Mekteb-1 Sultanî müdüriye­
tinin nezaret istilâm ından!! bahs
'ile 19 Nisan sene 1326 da edebiyat
muallimliğini kabul edip etmiye-
ceğine dair güııderdlği mektuba
cevabı insanı yerlere geçirecek bir
kahkaha-i tezyif vo tehzilden baş­
ka bir şey değildir.
Fikret’in evlendiği scnelti resm i (*)
Fikret’in hayat-ı samimiye ve edebiyesi:
Fikret 306 senesinde evlenmişti.
Küçükten heri bütün hislerinin şeriki, bütün heveslerinin refiki olan dayı­
sının kızı ile evlendi. Bu saadetini annesi göremeden ölmüştü:
Biz çocuktuk seni defneylcdüer
Bivefa kum lara bîkayd eller...
diye annesinin ölümüne ağlayan Fikret yengesinin elinde büyümüş, onu anne­
sinin yerine koymuştu. Babası; defterhanede tevkiilik memuryietinde iken Sultan
Hamid’in bir iradesiyle Hama m utasarrıflığına tâyin edilerek uzaklaştırılmış, h at­
tâ tâyinin ertesi günü vapura bindirilerek İstanbul’dan çıkarılmıştı. O zamanın
usulünce bir nevi sürgün demek olan bu teb’idin sebebi anlaşılamamıştı.
İstanbul'da anasız, babasız, öksüz ve yetim kalan Fikret olanca m uhabbet ih­
tiyacım, olanca sevgi ve şefkatini ailesinin harim inde aramış, varlığını yuvasına
bağlamıştı.
Babası, bir müddet sonra Hama’dan Nablüs’a kaldırıldı.. Bu tahassür Fik­
ret'in ruhunda öyle derin fırtınalar koparmış, öyle kanlı izler açmıştı ki ölünce­
ye kadar kapanmamış, belki de gittikçe derinleşmiş, gittikçe müzminleşmiştir.
Abdülhamit idaresinin bu keyfî zulmünü kendi ailesinde gören Fikret, istibda­
da, zulme karşı derin bir kin hissetmiş, tab’ındaki hak ve âdil meyelânı daha bü­
yük bir kuvvetle beslenmiştir. Bu kadar zulmünü gördüğü, bu hükümete hizmet­
ten nefret ediyordu. Kendisini avutan şiirleri, resimleri ve ailesiydi.
(•> D ü şü n cen in F lk r e te ta h sis edllm lg olan n tish asın a k o n u lm a k Üzere dos-
tum uz ressam R efet A v n l’y e y a p tırm ıg o ld u ğ u m u z re sim le rd e n .

51
Babasından vakit vakit mektup aldıkça teessürlerini avutuyor, zehirlerini için
için içine içiriyor, aynlık ıstıraplarını uyutmağa çalışıyordu. Hüseyin Efendi Nab-
lus’ta da bırakılmadı, oradan da Akkâ’ya gönderildi.
Fikret, pek yakmı olan bazı arkadaşlariyle buluşuyor, m atbuat âleminde bu­
luştuğu meslektaşlariyle görüşüyordu. «Mirsad» a yazı yazmağa başlıyalı merhum
Safa üe candan dost olmuştu. Safa, hakikaten pür vefa b ir dosttu. Saflıkları, sâ-
dedillikleriyle Fikret’i oyalardı.
Kemal Zade Ali Ekrem «Muallim» mecmuasının nüsha-i mahsusasmda: «Bu
tevhidin intişarm dan sonra Mirsad’a yazı yazan gençler için yeni şairle görüşmek
b ir ihtiyac-ı ruh olmuş idi. Fakat onu bulm ak o kadar kolay b ir şey değildi: M ir­
sad idarehanesinde toplanmak.. Ne mümkün! Mecmua da, m uharrirleri de tanı-
m ar ediUverir.
Zaten «Şair-i güzide sühan» da oldukça merdüm.giriz. Ne yapmalı? O zaman
ben b ir çâre düşündüm. Kadri Bey zâde Kâzım Bey Tevfik’in görüştüğü bazı ze
vatı tanıyordu, genç şairi bir gece evine getirebilirse Kemal’in gayri m atbu şiir­
lerini, hususiyle «Celâl» ini okuyacağımızı Kâzım’a söyledim. O, vadimi fevkalâde
meserretler, heyecanlarla telâkki etti. Derhal Tevfik’e haber uçurdu. Daha birkaç
genç de bulunacaktı. Tenhaca b ir sokakta ikamet ediyordu. Kafiyelerin enzâr-ı
tecessüsünden oldukça baid olan bu izbe meskende muhatarasızca toplanabile­
cektik. Mamafih ihtiyata riayette kusur göstermiyerek dâvetlilerin adedim altı
kişiye tahdid ettik.
Ev sahibiyle beni de ilâve edince sekiz kişi oluyorduk; Yarım düzineden
İki fazla 1 Bu da istibdadın son zamanlarına göre gayri kabil-i taham m ül b ir ce-
maat-i muazzama! ise de o vaktin zabıta-i hafiyyesi için havsalasûz-ı müsamaha
addolunamazdı. Hususiyle davetlilerimizin hepsi gelmez sanıyorduk. Filhakika iki
üat gelmedi, gelemedi; altı kişi toplandık.» dedikten sonra Fikret'i tasvir ediyoıi
«Celâl'i nasıl okuduklarını anlatıyor. Celâl» bittikten sonra:
«Şimdi ne yapacağız? Bu nâm ütenahi eser nasıl bitti? Bari şiirleri okuyalım.
Mccmua-i eş’arı getirmediniz mi?
— Getirdim efendim ama, onu okuyacak halimiz kaldı mı ya?!
— Hakkınız var. Şiirleri lütfen bendenize verirsiniz, okurum. Şimdi yabuz gö­
rebilir miyim?
Babamın perişan evrak üzerine yazılı yeni şiirlerini uzattım. Hepsinden gûya
birkaç cüz teşekkül ediyordu. Tevfik Fikret bunu görünce dedi ki; Aman efen­
dim, bu nedir? Kemal’in şiirleri böyle perişan bırakılır mı, müsaade ederseniz
ben onlan hem okuyayım, hem hepsini b ir güzel deftere yazayım. Yazım o kadar
güzel değilse de her halde bu yazıdan temizdir. Kâzım Bey bilir, sorunuz.
— Kardeşimizin yazısı, kendisi kadar sevimli, ruhu kadar temizdir.
— E ş’âr-ı Kemal için ne mazhariyet!
— Estağfurullah.
Öteden b ir ses duyuldu, «artık işten bahsedelim mi? Bizim iş unutuldu».

52
Fikret rencide b ir nazarla baktı! İşten bahsetmeyi Maliye Mektubî mümeyyizi
Fuat bey teklif ediyordu. Ben de işin ne olduğunu biraz biliyordum. Yeni b ir
«risale» çıkarmak, Fikret’e onun serm uharrirliğnii deruhte ettirm ek, hepimiz de
etrafına toplanmak. Benim bulduğum «Malûmat» ismiyle tevsim edilecek olan
bu. risalenin, ruhsatı da F uat Bey nâm ına alınmış idi. Kâzım, F uat Bey, orda bu­
lunan diğer arkadaşlar yeni zuhur eden «şair-i güzide sühan» a bu gazetenin asr-
muharrirliğinl deruhte ettirirlerse, hele Kemal’in bazı eserlerini b ir nâm-ı meçhul
altında olsun neşredebilmek için benden koparmağa muvaffak olurlarsa meemu-
amn katiyen revaç bulacağından emindiler. Lâkin Fikret’i ikna etmek, ona bu va­
zifeyi kabul ettirm ek gayet müşküldü. Fikret, Safa’nm «Mirsad» ı Mabeyinden
tasavvurlara sığmıyacak kadar garip bir tevehhüm ile tatil ettirildikten sonra
hiç bir risaleye yazı yazmamağa karar vermişti. Hâzırun benden imdâd bekliyor­
lardı. Tevîik Fikret’i b ir köşeye çektim, yarım saat konuştuk. Onu iknaa muvaf­
fak oldum. ElhamdülUlâh ki buna muvaffak olabildim. Fikret yalnız iki şart der-
meyan ediyordu:
1 — 0 gece orada hazır bulunan zevatın muavenette kusur etmemesi.
2 — Sahib-i imtiyazın gazetenin umur-ı tahririyesine müdahale göstermemesi.
Bu iki şartı umum memnunen kabul etti ve «Malûmat» ın ilk nüshası 10 Şu­
bat 1309 tarihinde intişar ediyordu. Bu birinci nüshanm birinci sahifesindeki
«Tebrik-i velâdet» şiiri F ikret’in, padişaha yazılan kaside ile onu takib eden men-
sure de benimdir. İşte mülkümüz­
de Fransa’daki muhtelif mesalik-i
edebiyenin m a’kes-1 zuhuru plan
senelerce İntişar etm iş ve «Servet-i
Fünun Mekteb-i Edebi» nâm ını İh­
raz ile Kemal’lerin, Ekrem ’lerin,
Hâmid’lerin, Cenaplarm, Fikret’le­
rin, Hâlid Ziya’larm mesâlik-i mah-
susasını takip ve tevsi ederek b ir
tekâmül-i edebîyi temsile muvaffak
olmuş olan «Servet-i Fünun» mec­
muasının intişar ve inkişafında o
kadar sebat ve devama bu «Ma­
lûmat» mecmuası sebebiyet ver­
miştir. Yanlış anlaşılmasın, bu ilk
intişar eden «Mâlûmat» birkaç se­
ne sonra «Baba Tahir» in neşrine
başladığı musavver M âlûmat’tan
bütün bütün başkadır: Bu birinci
«Mâlûmat» m sahib-i imtiyazı Fu­
at Bey. serm uharriri Tevfik Fik­
ret idi. H attâ bundan dolayı ömrü
uzun sürmedi; 24 nüsha kadar çık­
tıktan sonra külliyen tatil ettiler.
N â m ıh K e m a l ( - ) Lâkin Tevfik Fikret saha-i faaliye­
(*) Azerbaycanda bastırm ış olduğum “T ürk Edebiyatı T arihi” adlı eserim e
konm ak üzere yaptırm ış olduğum resim lerden.
53
te atılmıştı. Onu tatil etmek artik kabil tJegil gibiydi. Bir müddet sonra Recai zâ-
de Ekrem Bey Ahmet İhsan Beyin, ricası üzerine Servet-i Fünûn'u islâh etmeyi
deruhte etmiş ve gazetenin ser-
muharrirliğini Kemâlâtma meftun
olmaya başladığı Tevfik Fikret’e
tevdi ettiği gibi onun muavenetine
de o zamanki nâm-ı m üstean ile
«A. Nâdir» i, Ali Ekrem ’i; ve «H.
Nâzım» ı: Ahmet Reşid Beyi ver­
mişti. Birkaç ay sonra Hâlit Ziya
ve Cenap Sahabettin Beyler do
kendi peyrevleriyle beraber Ser­
vet-i Pünun’a geldiler, Tarih-i Ede­
biyatımızda cidden hâiz-i kıymet-i
ebediye bir mevkii ihraz eden Ser­
vet-i Flinun mektebi teessüs ve ta
karrü r etti. Şu halde Servet-i Fü-
nûn'un mebde-i zuhuru Kâzım Be­
yin hanesindeki küçük içtimadır
ve o içtimaa da Kemal’in ruhu ri­
yaset etmiştir», diyor.
Fikret’in «Servet-i Fünûn» a
nasıl getirildiğini Kemal Zade Ek­
rem’in şchadetiyle öğrenmiş olu­
yoruz. Fikret’in «Servet-i Fünûn» a
gelmesinin de «Edebiyat-ı Cedide’-
Hüseyin Kâzım Bey C-')
yl doğurmuş olduğunu da anhyo-
ruz. «Servet-i Fünûn» yârâmnın da sonradan intisab etmiş olduklarına şahit olu­
yoruz.
Fikret, Servet-i Fünûn’da birçok gençleri tanımıştı. Daha doğrusu birçok
gençler kendisine tanıtıldı. Fikret de onlara «Genç bir üstad», hakikî b ir dost
oldu. Fakat «Safa» sı, galiba en samimisi, çünkü en safı idi. Safa, genç şairin
muaşeretine can atardı. Yazdığı şiirleri önce ona okur, kaçırdığı, bulamadığı ka­
fiyeleri ona sorardı.. Keyifli zamanlarında mülâtafalar, m üşaereler ederlerdi..
«Mensiyât» m 63 üncü sahifesindeki «İki İcalbin b ir hissi» unvanlı manzume
İfi Eylül 311 de Fikret’le m üştereken söylenmiştir. Böyle m üşterek yazıları çoktu.

(♦) T rab z o n V alisi m e şh u r K a d ri b e y in o ğ lu d u r. M a tb u a t âle m in d e “ Ş eyh


M u h sin-i F finî" n â m -ı m ü s te a n ile m a ru ftu r. “B ü y ü k T ü r k L ü g a ti” v e d a h a
b irç o k m ü e lle fa tm sah ib id ir.

54
1313 tarih-i rumisinl m üş’Ir olan «Muvaffakıyet-i Osmaniye» adiyle yahut yâdigâr-ı
zafer ünvaniyle «Müstecabî Zâde İsmet» in intihap etmiş, Ahmet Parukî’nin de
ncşreylemiş olduğu (*) eserde Muallim Feyzi’Ierin, Halil Edip’lerin, Recaizâdele-
r>n zafere ve harbe dair kıymetli eserleri arasm da «Teşyiden avdette» ünvaniy-
İ0 ■(**) Tevfik Fikret’le İsmail Safa’nm da şu m üşterek eserleri neşrolunm uştur:
TEŞYİDEN AVDETTE:
Garib güneş, azimete âmâde bir tren;
Bir mahmil-i Revan ı emel zanneder gören.
H er yanda bir h u rûşıı temevvüç, zir izdiham;
H er yüzde, her nazarda hüveydâ hulûs-ı tam.
Fiir-mefharet revlşleri kol kol gidenlerin,
Pür-mahmedet bakışları teşyi edenlerin.
Gülbânkler kulübe neşât -âver-î nevîd!
Alkış, dua, bükâ-yı safâ, hande-i' ümid.
Yârab, nedir bu hiss-i hamiyyet ki şeyhü şâb
Âguuş-ı mevte can atarak eyliyor şitâb
Mutlak şu bir tiren dolusu kahram anları
Cezbeyliyor baru t kokusu, top dumanları.
Lâyık m ıdır bu şevke tehi bîr heves dempEk?
İkbâl için, saadet için boş m udur emek?
Mülkün beka-yı şânı saadet değil midir?
Kim olmak istemez ânı temine muktedir?
Şunlar.. Şu muhterem, şu bahadır gönüllüler
Olmakta hep o hahiş ile âzim-î zafer
Allah muininiz ola OsmanlIlar sizin;
Târih vasf-ı satvetinizle dolar sizin!
Rah-ı vatanda târik-i d â rü diyâr.. Siz
Billâh bahtiyarsınız bahtiyar.. Siz!
Yoldaş size gönülleri hep müslümanlarm;
İ ’lâ için şükûhunu geçmiş zamanların
Serhadde iltihak ediniz şanlı erlere,
Bizden selâmlar götürün hep o yerlere!..
—oOo—
O yerler şimdi bîr tâbişgeh-i seyf-i mücellâdır
Sûfüf-ı gaziyan pîrâyebahş-ı sahn-ı sahradır;
Tüfek, top, süngü birden, bir uğurdan hamle ferm adır;
Çimenler işte mevc-i hûn-ı düşmanla m utarrardır...
Bütün ebr-î zaferdir sanki feyz-efşan o yerlerde.
Bahâr-ı h û n ü âteştir bu yıl cûşân o yerlerde!

(» )M u v a ffa k iy e t-i O sm aniye y a h u t Y âd ig âr-ı Z afer, cam i’ve m ü n te h ib i


MÜsteCiibî zâde; İsm et, sah ip v e n a şiri A h m e t F a ru k î, D e rsa a d e t K a ra b e t m a t­
baası, 1315.
A y m eser, sah lfe 36 - 37.

55
Uyandırmak batardır ^ r r e b ir şîri menâmından;
Hazer, ey basm-ı bî-insâf-ı dîn, Osmanh nâmından!
Bu kavmin titre makrun-ı adâlet intikanundan!
K ıbçlar çıkmasm bir kere pür satvet niyamından.
Durulmaz pîş-i kabrmdâ, dayanmaz darbm a hâil:
Savaiktir, bevariktir, belâbâranıdır sâil!
Gider meydân-ı barbe dönmemek azm-i şedidiyle.
Gider Osmanlı gaazi ya şebit olmak ümidiyle
Müsavi bahtiyar olmakta gaazisi şehidiyle,
Y ürür birlikte bir pîr-i civan-bimnıet hafidiyle...
Değil erkekleri, nisvâm hahişkâr-ı heycâdır;
Taarruz böyle eengâverlere bir kâr-ı biycâdır!
Yed-i teshire geçtikçe geçitler, kal’alar her gâh.
Açıldıkça feza-yi fevz ü m ısrette nice şehrah.
Çıkar ayyuka âheng-i zafer.. Gülbânk-i «Ya Allah!»
Ceza-yı fi’linî görsün sezadır düşmen-î bedhâh.
Şu sözler kanla, câteşle yazılsın veçh-i gabrâya:
Eâlıçtan başka yoktur çâre tedmir-i eşirraya!
Tevfik Fikret — İsmail Safa

Fikret’le Safa’nm dostlukları o kadar ileri gitmişti ki Safa gelişi güzel Fik­
ret’i ziyarete gelir; bazan gece, bazan gündüz, bazan sabah karanlığı şafak sök­
meden Fikret’in kapısını çalardı. Bahçıvan İsmail geceliği ile kapıyı açardı. Her­
kes Safa’yı öğrenmişti, O hakikaten saî ve teklifsizdi. Fikret’e; uŞuna bir kafiye!
Bana bir yatak..» der, harem kapı,sına vurarak: «Bana bir su, bana bir kahve.,.»
sözlerini ilâve ederdi. Bu Safa’nın dilinin psreseng’i olmuştu. Sonra, sabahlara
kadar Fikret’le otururlar, konuşurlar, gülUşürlerdI, Bazan da «Kamer hanıma hi­
tap» diye:

İneydiniz şu dehlize,
Kolaylaşırdı pek bize
Konuşmak öyle diz dize.
Değil m i ya Kam-er hanım!
Benim, gülüm, benim canım !
Oyun havâsı curcuna,
Ne olaa tık da hurcuna.
Kurul şerefle burcuna;

56
Safâna bak Kamer hanım!
Benim gülüm! Benim canım!

Şu piir-nücnm komtuar.
Size cluv m u dortuar?

Uzandı gitti istüar

Gelindi gel Kamer Hanım!


Benim gümüşlü kalkanım!

Sarardı, soldu benziniz!


Tıkandı varsa genziniz!
Sırıttı burda kafiye!..

Nasılsınız Kamer hanım !?


Benim gülüm, benim canım!

Sizin sedefli çekmece,


Doluu içinde bilmece,
Küşad edilse bir gece!

■Nasıl olur Kamer ham m!?


Benim gülüm! Benim canım!

O çebre-î müdevverin.
Yüzünde hâli hâvcrin.
Gönül senin semaverin!

Fıkırdıyor Kamer hanım!


Ne dersiniz buna canım!? (•■■)

gibi şuh ve zarif kafiye oyuncakları yaparlar, şathiyattan bahsederler, hicviyyeler


yazarlar, edebiyattan söz açarlardı. Safa; kafiyeye, hususiyle mukayyet kafiyeye de
pek meraklıydı. Fikret Safa İçin:
Anasıl lâzdı dönüp kürd oldu
İllet-i kafiyeden m ürd oldu (**)

demişti. Safa, «Anasıl lâzdı» ne ise, fakat «dönüp kürd oldu» yu nerden çıkardın !
diye sormuş Fikrete de: «Müptelâ olduğun İlleti kafiyeden!» demiş. Gülüşmüşlerdl.
Safa; bütün menâkıb-i hayatını anlatır, dertlerini döker, Fikret’in de bütün

(») İsm ail H ik m e t; “D ü şü n c e ” n ü s h a -i m ah su sa, sah ife 176 - 176.


(**) M anzum e b ir k ı t ’a id i. B iz y a ln ız b ir b e y tim zap tedebilm işiz.

57
lerine şerik, âlâm-ı ruhuna m üşterik olmak isterdi. Fikret sevgili babasının
elem-i iftirakm ı bir taraftan edebiyat vadisinde, bir taraftan da aile sinesinde
avuturdu.
Yine 1313 senesinde idi. «Servet-i Pünun Ceride-i musavveresinin evlâd-ı şüheda
ve mâlûlin-i guzat-ı Osmaniye menfaatine mahsus nüsha-i raümtazesi» (*) çıkmış­
tı. Bunu hazırlayan, resimlerle söyleyen «Ssrvet’i Fünun» un başm uharriri ve baş-
münazzımı Tevfik Fikret’ti. Bu nüshada başta Recai Zâde M. Ekrem olduğu hal­
de birçok genç şairlerin manzum ve mensur eserleri yer almıştı. «Benimle İshak»
manzumesini yazan «Mihr ün nisa» ve sonra da Servet-i Fünun’a yazan hemen
bütün şair ve ediplerin manzum ve man.sur eserleri vardı.

H. Nâzım (Ahmet Reşit Bey)

Fikret, hemen bütün bu arkadaşlarının yazılarını ve yazıların başlarına kon­


muş olan resimlerini süslemiş ve çerçevelemiştir. Tevazuunun canh bir misalini
de göstermiş. Kendi «Bedia-i Vataniyesi» olan «Hasan’ın gazası» manzumesini de
en sona koymuştu. Fikret bu manzumesini kendi eliyle çizmiş olduğu resimlerle
de tasvir etmişti.

(») Servet-i Fünun nüsha-i mümtaze, 1313; sahife 81, 90.

58
Tevfik Fikret
HASAN’m GAZASI’ndan
Uzakta şöyle beş on haneden, beş on bacadan
İbaret.. Eski fakat şairâne, asude,
Yeşil bir ormana hemsâye bir kiiçük belde...
Ağaçların arasından ufuk sararm akta;
Küşâde-sine bulutlarla süslenen gökten
Leb-i veda-ı neharın zemine buse-fiken.
Sağında bir kuru hendek, solunda bâ- çahlık,
Şu ince yol —ki açılmış geniş adımlarla—
B ir âsiyâba olur müntehi sapınca sola...

59
Bu yol bu giiiî, daha hir saat önce mahşerdi;
Büyük küçük ne kadar halkı varsa köyceğizin
Başında bir iki pîr-i amâmedar-ı güzin-
Tahaşşüd eyledi teşyi için gönüllüleri,
O kahraman, o gaizanfer yürekli efradı...
Bu m uhterem vatanın îjergüzide evlâdı
Küşâde bir âlemin al temevvücatmda
Bir ibtisam-ı zafer, şanlı bir seher görerek
—Kiminde bir yatağan, bazısında bir deynek— 13 Haziran 1313 (*)

Bu 1313 senesi Fikret için ha­


yır ve saadet getiren b ir sene sa­
yılabilir. Fikret bu sene ailesini
Burgaz adasına götürmüştü. Ada­
nın sükûn ve âsudegîsi şairin ru­
hunda derin bir inşirah uyandı­
rıyor, pek sevdiği:
Göklerin nâmütenahiUği çarpar
nazara
diye bakmağa doyamadığı o gök­
ler, o denizler, o ağaçlar, o kaya­
lar, o nam ütenahi tabiatla başba-
şa yaşıyordu.
O sene haziranın birinci gü­
nü idi. Şairin «Halûk» u sevimli
çehresiyle babasma ilk tebessüm­
lerini göstermişti...
Halûk, Fikret iğin yeni bir
aşk ve ilham menbaı idi..
Onun resim lerini yapm ak da
ayrı bir zevki.. İşte onlardan bi- Halûk’un çocukluğu, babası tarafm dan
ri: yapılmış bir resm i (**)
Fikret için yeni bir şiir ve san’at kaynağı doğmuştu. Gözünün önünde ne tatlı
hayaller, kalbinin içinde ne ate.şli heyecanlar yaşıyor ve onu yaşatıyordu.
«Servet-i Fünûn» a serm uharrir oluşu da o seneye müsadiftir. 11 Kânunu­
sani 1311 de intişar eden «Servet-i Fünûn» da «Hayran» unvanh şiirini karilerine
takdim ediyordu..

(‘") S e rv e t-i F ü n û n , n ü sh a-im ü m ta ze , 13 H a ziran 1313.


(>!'>?) “D ü c ü n c e ’' n în F ik r e t’e ta h sis e ttiğ im n ü sh ası iç in m e rh u m d o stu m re s ­
sam R e fe t A v n i’y e y a p tırm ış old u ğ u m k o p y a la rd a n .

60
Tevfik Fikret, ismi «Servet-i
Fünûn» a geçtikten sonra aldığı
isimdir.
Kayın pederi: «Bâb-ı Âli’de
mühimme şubesine devamı esna­
sında bir daha «Servet-i Fünûn»
la şiirlerini neşrettirmemesine da­
ir tembih edilmesi sebebiyle asa­
rında Tevfik Fikret nâmını istima-
başladı.i) demişti. Bu mütalâanın
bir zühul eseri olduğu âşikârdır.
Çünkü Abdurrahman Şeref bey
merhum hatıratında; 1310 senesin­
de Mekteb-i Sultanî müdüriyetine
nâkleylediğimde Tevfik Fikret’i
orada muallim buldum. Bâb-ı Âli’­
yi terketmişti..» diyor. Yine Ab­
durrahm an Şeref Bey: «Merhum
Fikret mahlâsını sonradan almış­
tır. O vakitlerde bu isimde yalnız
bir zatı tanıyor idim ki, o da Ma-
fia Mektupçusu Fikret efendiydi.
Mahdumum, dünyaya geldikte
Fikret’le H alûk’u (*) «Fikret» tesmiye etmiştim. Meh­
met Tevfik’in mektepten çıktıktan sonra «Fikret» tehallüs etmesini belki mahdu­
mumdan iltibasendir. Zira o esnalarda bana teveccüh ve m uhabbeti ziyade idî.»
mütalâasında bulunuyor. Abdurrahman Şeref Beyin bu m ütalâası b ir bakımdan
doğru olabilir. O da «Fikret» kelimesini hatıra getirmiş olmaktır. Fakat onu mah-
lâs olarak benimsemesi, bizim kanaatimize göre onu kendi zihniyet ve mesleği­
ne uygun bulmuş olmasındandır: «Tefekkür» (**) unvanlı şiiri bunu ispata kâfi
değil mi?
Aynı senede Fikret’i gayrete getiren hâdiselerden biri de kendisinin daha
mektep sıralarından beri şahit olageldiği Ekrem Naci m ünakaşaların çeşitli şe­
killerle devamı idi.
Fikret sarih şekilde Ekremci idi. Kendi hocası, aynı zamanda müşevvik! ve
hamisi olan Ekrem ’i her suretle m üdafaadan çekinmiyordu.
Bu münakaşa biraz çirkin bir şekil aldığı sıralarda idi ki Ekrem hükümete
başvurmaya kadar mecbur olmuş, bunun üzerine de, her iki tarafı da tanıyan,
her iki tarafa da yerine göre hak veren ve Edebiyat-ı Cedide zümresinin. Ziya
Paşalarm, Kemal Beylerin mualdbi olan Kemal gibi nesir. Ziya gibi şiirler ya­

(*) “D ü şü n c e ” iç in m e rh u m d o stu m re ssa m R efet A v n t'y e y a p tırm ıg o ld u ­


ğ u m k o p y a la rd a n .
C*'*) B ak: « R u b ab -i Şikeste».

61
zan, âlim, fâdıl, edip, şair ve filozof olan, o zamanın zaptiye nâzın Hüseyin N»-
zım Paşa, artık haysiyet-şiken b ir renk almaya başlıyan bu münakaşayı durdur­
m ak için araya girmeyi zaruri görmüş ve Naci’yi çağırtarak bu şekilde neşriya­
tın sona erdirilmesini tembih etmişti.
Naci, Recai Zâde Ekrem ’in neşretm iş olduğu «Zemzeme» adlı eserlerini ka­
baca tenkit için «Demdeme» adlı bir risale neşriyle Ekrem 'i tenkit değil tezyif
ve tahkire kadar varmıştı. Esasen iki seciyye ve seviye arasındaki farkı «Zem-

Naci - Ekrem m ünakaşasını resmen durduran


Zaptiye N âzın Şair Nâzım Paşa

zeme» kelimesiyle «Demdeme» kelimesi arasındaki fark pek güzel gösteriyordu.


Naci bu hususu gazetesiyle neşrederek yine Ekrem ’i tezyif ediyor, resm i m üda­
hale üzerine neşredememekte olduğu «Demdeme» sini lüzum görüldüğü takdir­

62
de yine neşre başhyacagı tehdicii ile susuyordu. Palcat bu susuş yeni yeni kim­
selerin aği2 açmalarına vesileler vermişti. «Edebiyat-ı Cedide» denilen Ziya Ke­
mal devrini anlayanlar Fikret mekteb-i edebîsini ayırmak, aradaki farkları gös­
tererek edebiyatın tekemmüle ve tekâmüle doğru gittiğini göstermek için «Yeni
Edetoiyat-ı Cedide» diye bir fark göstermek iddiasında bulunmuşlardı.
Yanlışlarım da birer meziyet olarak göstermek istiyorlar. İyice düşünülürse
bunun iyi bir meslek olmadığını bu peyrevler ds teslim ederler nanneylerim.

Bugün meydana konulan âsar Edebiyat-ı Cedide’nin safahat-ı terakkisinden


birini teşkil ediyor; bundan başka bir şey değildir. Bu devr-i edep onun, yalnız
onundur. Asar-ı mevcudeye nazaran yeni bir devr-i edep açılmamıştır. Farz-ı mu­
hal olarak açıldığını kabul etsek bile bunun makam-ı riyasetini —iddia edildiği
gibi— yalnız bir zat işgal etm em iştir ve görünüyor ki edemez.

Reis aramaya zaten ne hacet var? Başlarında hopimizin üstad-ı .irfan ve id­
raki olan bir zât-ı âll-kadr bulunuyor ki, yeni bir vadi saUkleri olmadıklarını, es­
ki Edcbiyat-ı Cedide'nin yeni hadimleri olduklarını gösteriyor..» Diyor ki, m.akK-
lenin bütün ruhu tezvir olduğunu ve kıskançlıktan doğduğunu açıkça gösteriyor.
Tevfik Fikret’i kıskandığını, çekemediğim açıkça gösteren Menemenlizâde Tahir,
onunla «Peyrevler» diye kışkırtm aya çalıştığı arkadaşlarının aralarım açmaya ça­
lıştığı gibi «Reis aram aya zaten ne hacet? Başlarında hepimizin üstad-ı irfan ve
idraki olan bi rzât-ı âlî-kadr bulunuyor ki...» diye de Ekrem ’i kışkırtm ak gaye­
sini güdüyor.

Gerek Ahmet M ithat'ın «Dekadanlar» makalesine, gerek Menemenli zâde Ta-


hir’in «Yeni Edebiyat-ı Cedide» makalesine 1314 senesinde neşrolunan Nevsal-i
Servet-i Fünun adlı nüsha-yi m ahsusada Cenap Şahabetlin «Sâl-i Edebî» unvanı
altında uzun bir cevap veriyordu: (*).

«Geçen sene takvim-i edebiyatımızda unutulm az bir tarih değildir. Hatavat-ı


kalemiyye bir tarz-ı m üterakkide devam etti. Senenin en mühim daha doğru­
su bizce en mühim, Havadis-i Edebiyye’si ild nıakale-l mahsusa oldu. Bunlar­
dan biri Menemenli Zâde Tahir beyefendinin, «Nüsha-i Mümtâzs» mize îtâ bn-
yurdukları m ütalâanâmedir ki «Yeni Edebiyat-ı Cedide» unvanı altında neşrolun­
du; diğeri Girit ahali-i islâmiyesine karşı bir vesile-i taavün olmak üzere «Sabah»
gazetesinin neşrettiği nüshay-yi mahsusaya atufetlû Ahmet M ithat Efendi hazret­
lerinin gönderdikleri «Dekadanlar» sernâmeli makaledir. Bu iki makalenin muh-
teviyat-ı fikriyesi arasında bir mübayenet-i esasiye vardı; hem de bu mübaye-
net o kadar kat’i ve küllî idi ki dünyada ihtilâf-ı nazara bu iki bend-i m ütezattan
parlak bir misal olamaz. Zira «Yeni Edebiyat-ı Cedide» makalesi «Ala vetiretil
icmâl» demek istiyordu kİ bugün edebiyat-ı hazıra dediğimiz şey yirmi seneden-
beri Edebiyat-ı Cedide tesmiye ettiğimiz şeydir. Şu Eyyam-ı ahîreden b ir tebed-
dül-i edebî hâsıl olm am ıştır; Buna mukabil «Dekadanlar» bendi şuna karar ve­
riyordu ki, bir iki seneden beri pek büyük ve büyüklüğü nispetinde fena bir

(♦) A hm et İhsan, 1314 senesine mahsus Nevsâl-i Servet-1 Fünun, gaWfe 40 - 53.

63
tebeddül-i edebi vücuda gelmiştir. Bu iki hüküm arasm daki tenakuzun derece-i
şiddeti hiç birisinin hatt-ı hakikat üzerinde bulunmadığına dair fikr-i karide bir
zann-ı kavi hâsıl etmek gayet tabiî, gayet muvafık-ı m antıktır; diğer cihetten
zunun-ı kaviye hakayik-i katiyenin mebde-1 felsefîsi olduğuna göre o iki makale-i
mütebayinenin tesadümiinden hakikatin kendi kendine tezahürü kemal-i emni­
yetle intizar olunabilecek bir netice-i zaruriyedir. Binaenaleyh her kaari-i bitarafa
bu iki makaleyi karşılaştırılm asını rica etmek pek kâfi b ir tarz-ı m üdafaa olurdu.
Mamafih biz karilerimizle istifadeli b ir surette şu musahabe-i seneviyeye geniş,
m üsait bir fırsat olmak üzere o iki hükm ü tahlUe lüzum görüyoruz.» diye giriş­
tiği makalenin şu ilk kısm ında iki muarızı da biribirlerinin iddia ve israrlariyle
çarpıştırarak berbat bir durum a düşürdükten sonra yazılarını uzun uzadıya tah­
lil ve verdiği misallerle mağlûp ve mahçup ediyordu:
«Hakikatte arzu-yi teceddüt bir meslek-i edebîyi doğurmaz, fakat besler, ya­
şatır, neşv-ü nemasına hizmet eder. Birdenbire meydana çıktığma zahib olduğu­
muz ahval-i edebiyenin daima gizli bir hayat-ı iptidaiyesi, bir mevcudiyet-i me-
şimiyesi vardır. Fakat biz o hayat-ı kablel vilâdeti göremediğimiz için alelekser
mâdumiyetine kail oluruz. Hiç b ir meslek-i edebî yoktur ki bütün anasırı itiba­
riyle yeniden teşekkül etmiş olsım.
Bunları bildiğimiz halde edebiyat-ı hâzıranm sevabık-ı edebiyemizle hiç mü­
nasebeti olmayan bütün bütün yeni bir şey olduğuna zahib olmak bizim için
mümkün değil gibidir. İtikadımızca her meslek-i nevzad-ı kalemin matmure-i sa-
bıka-i edebiyatta bir peder ve m âderi vardır. İşte Tahir Beyefendinin Edebiyat-ı
Cedide dedikleri şey «Yeni Edebiyet-i Cedide» tesmiye buyurdukları edebiyat-ı hâ-
zıramızın peder ve mâderidir. Bir oğul ile b ir peder arasındaki münasebet ne ise
bu iki edebiyat arasm daki münasebet de alettakrib odur. Pederle oğul arasm da
zahirî ve bâtm î pek çok müşabehetler olabilir. Fakat bu müşabehetler onları şey’-i
vâhit itibar etmek için bir selâhiyet veremez. Bu günkü edebiyatımız evvelkinin
mabadidir. Fakat mâbad-i hemahengi değildir; kitab-ı zaman içinde bir silsile-i
uzviye nasıl yekdiğerinin mâkabli ve m abâdi ise öyle mâbaddir. Zaman bu mâ.-
bad-i nevine saye-i hususiyetini atmış, makablinden hissolunacak derecede ayır­
mıştır.

Edebiyat-ı hazıramızın meselâ terakkiyat-ı nazmiyesini temin eden H. Nâzım,


A. Nadir, T. Fikret beylerden hangisinin âsarı bu günkü terak k iy atı kalemiyeyl
isbat edecek kadar haiz-i hususiyet değildir?.. A. Nadir beyin nüsha-i mümtEKze-
mizdeki «Vasiyet» manzumesini yahut H. Nâzım Beyin yine o nüshadaki neşide-
lerlnin, âsar-ı sabıka-1 edebiyemizde misaller var mıdır? Bu iki şair-i necibin â-.a-
rı hakkında denilebilir ki adetçe bir hükm-i ciddî isdarına kifayet edecek derece­
de değildir; 20-30 manzumeden bir liyakat-i edebiyenin hakikat-i asliyesine inti­
kal edilemez. Fakat bu iki şairin haricinde Tevfk Fikret Bey vardır ki bu gün
âsar-ı manzumesi keyfiyetçe ne irtifada ise kemiyetçe de o irtifaa takarrüb et­
m iştir; bu eserlerin, her itibar ile mütalâaa-i edebiyeye taham m ülü vardır. Ma­
mafih âsar-ı Fikret’i dikkat-i lâyıka ile m ütalâa edenler em indirler ki bu şairi
şimdiye kadar gelen şuara-i osmaniyeden hiç birine benzetmek doğru olmaz; ken­
disini şuara-i mâlûmemizden hiç birine benzemeyen bir hakikat-i edebiyesi, müa-
tesna ve hususî bir mahiyeti vardır. Tesadüf bu şairin gerek zâtı, gerek âsarm ı
tanımak fırsat-ı seminesini benden dirîg etmediği için gerek kendisinden, gerek
eserinden bahsedebilirim; bu şair-i m uktadirin, üslûbu her itibara göre saftır.
Fakat bir saffet ki şeffaf değil, mücellâ; âyine gibi müoellâ. O üslûb-i cilâdâr için­
de bütün tabiatin melâhat-ı umu-
miyesini şimdilik parça parça
mün’akis görüyoruz; bir gün bu
parçalar bir küll-i tam teşkil ede­
bilecek intizam ve insicamı kaza­
nınca —İd bu da yeni parçaların
peyderpey telâhuku sayesinde is­
tihsal olunacaktır—, eser-i umu-
mi-i şairde kâinat-ı muhitenin mü-
tebessim bir hüsn-i hayalisini te­
m aşa edeceğiz. Bu ecza-yı bedia-
mn minkaaş-ı nâdirül misâli Fik­
ret’in cism-i rasinindeki ruh-ı şair­
dir. Tevtik Bey bir bünye-i metine
içinde hassas bir kalb «bir ahenîn
muhafaza içinde b ir güherpâre-i
heyecan, b ir sine-i muhkemde sak­
Menemenli zâde Tahîr’Ie, Ahmet M ithat’a
lı bir ruh-i rakiktir. Bu şairin
cevap veren Cenap Sahabettin Bey
cism-i râsîni ile ruh-ı lerzedân ara­
sında bir tezad-ı mevhub ve bundan dolayı da bir mücadele-i hafiye vardır: Di­
mağını dolduran seyyale-i asabiye bir ihtizaz-ı dâimî-i rikkat içinde ve buna mu­
kabil safra-i mizacı inkitasız bir galeyan-ı kuvvet halindedir; his İle mukavemet
arasında ra ’şenak-i tereddüt bir muvazene-i faaliyet içinde kalan bu hayat-ı müs­
tesnayı hudud-ı itidal üzerinde yürütmek, bu tenakuz-ı adale ve asabeden b ir ha-
kikat-i şi’riye çıkarmak, bu müsademe-i ahlatı bir tufan-ı edeble neticelendirmek
harikûlâde bir mekânet-i ihtiyariyeye mütevakkıftı. Fikret bu mekâneti aşariyle
ispat etti! Filhakika kendisi beyaz bir kâğıda midad-ı siya^ ile bir pîraye-I san'at
vermek istediği vakit bir maharet-i hayret-fermud ile cism ü ruhuna birer vazife
tahsis ediyor; hidmet-i ibdâiyenin hitamma kadar cism ü ruhtan her biri kendi
mevkiinden hoşnut, kendi vazife-i mahsusasiyle m üftehir gibi görünüyor; iki
muhasım-ı fıtrî sanki saadet-i muazzeze-i san’atı temin için barışıyor: Cisim bü­
tün urukundaki kuvvet ve metaneti üslûbun kısm-ı lâfzîsine, ruh bütün nezaket
ve hassasiyetini mâna-yı şivenin teheyyüç ve ilâsına sarf ediyor; neticede her ikisi
de ifa-yı vazifeden mütevellit bir hazz-ı aram, bir nevî mest-i galebe içinde ken­
di hisse-i iştirakinden memnuniyet gösteriyor; pek haklı bir memnûniyet, çünkü
bu gayrte-i m üştereke sayesinde meydana gelen şey elfazı hakikaten nâkâbil-i

65
inhidam .mânası cidden o mahfaza-yı metineye lâyık derecede rakîk ve melîh bir
eser-i nefis oluyor; bir eser-i nefis ki her haddi şayan-ı hayret b ir derecede mü-
tevazin, o eserde b ir üstad-ı edeb pek güzel müsteşhedat-ı bediiye bulabileceği
gibi bir m ütefekkir pek dalcık felsefeler, b ir şair pek İnsanî hisler bulabilir. Bu
şairin asarını filân ve filân değil, herkes olcumalı, zira kendisi —bilerek yahut';
bilmiyerek— bütün beşeriyet-i mütefekkire için yazıyor. Bu edib-i samimi
peyderpey bütün anâsır-ı şi’ri fikr ü lisan suretinde âsâr-ı kalemiyesine
ilka ediyor; eş’annm lisan bir uzvî iskeleti, fikir b ir madde-i hayatiyesi oluyor.
Hidmet-i edebiyesi lâfz-ı mânaya mütesaviyen şâmildir; fikir ile kelime arasın­
da 25-30 senedenberi nihani bir surette cereyan eden rezm-i mütereddide kalem-i
selâhiyetdarı ile bir netice-i katiyye verdi. Fikir ve kalemden her birinin makam-ı
hakiki-i edebîsini tâyin etti. Bir taraftan; en ziyade nâkabil-i imtizaç sandığımız ke­
limeleri bir maharet-i sarfiye ile toplıyarak öyle terkipler yaptı ki, bizi manzara-i
lâfziyesiyle şaşırtıyor; mazruf-ı mâneviyesiyle hayran bırakıyordu; bu icraat-ı lâfzi-
ye hepimiz için bir ders, ancak emsile ile gösterilen bir ders-i amelî oldu; genç üs-
tad netice-i mesaisini gösteriyor, kendisine bu rah-ı mesaide delâlet eden fel-
sefe-i llsaniyeyi söylemeğe lüzum görmüyordu; biz tecrübeyi görüyor, nazariyeyi
anlamağa çalışıyorduk. Mamafih bu tecarib-i lisaniyenin nef’ü nezaketini takdire
muvaffak olduk. Bâdema terakib-i sarfiye filan ve filân kelimeler arasında mah­
sur bir meleke-i hâfıza değil, cevelân-ı hayal için küşâde bir meydan-ı müsaid;
vüs'ati nâmütenahiliğe reşide bir meydan oldu; bu sayede lisan ekser elkâr ü
hissiyatı dimağ-ı şairden kulûb-ı kariîne nakledebilecek bir kuvvet ve istidad
aldı... Diğer taraftan; bu şair her manzumesine bir fikr-i mahsus ile bahş-i hayat
etti. Fikret’in bu hidmet-i edebiyesindekl ehemmiyeti anlatabilmek için edebiya-
tımızm sahayif-i sabıkasına avdet edeceğim; Eslâfımızın asarı pek güzel çiçek­
ler, pek güzel yapraklardı; fakat bütün bu güzel aksam ’ı nebatiye köksüzdü;
kari bu nazar-nüvaz m elâhatleri görür, sever, fakat bir aslâ raptedemez; bun­
ları perakende birer aza-yi cemal gibi temaşaya mecbur olur; bu perişan uzuv­
lardan tammül-bünye bir heykel-i m elâhat teşkiline muvaffak olamaz. Zanneder
ki şairin dimağına İM güzel beyit, yahut üç parlak m ısra sanih olmuş da bUhassa
onlara bir hayat-ı edebiye temin etmek için öteki m ısralar tedarik olunmuş. Alel-
ekser güzel m ısraların devr-i sünuhiyle ötekilerinki arasında az çok b ir zaman
geçtiği için şair şedaid-i hayaliyesini aynı derecede muhafaza edemiyerek tena-
süb-i umumiyi ihlâl ediyor; parlak m ısralar arasına giren aksam-ı şi'riye birer
yama, birer rişte-i iltisak gibi göze çarpıyor; ecza-yı neşideden mütecanis bir
şecere-i kariha teşkil edebilmek pek büyük bir hüsni niyet vabeste kalıyor. Fikr-i
esasi yahut hiss-i esasi rabıta-yı iltisakiyenin şebeke-i nesciyesi arasm da alelekser
o kadar gizleniyor ki hiç görülemediği bile vâki oluyor; çünkü her manzumenin
sebeb-i inşadı olan birkaç m ısra arasm da her zaman karabet-i mâneviye ve mü-

6S
nasebet-i mantıkiye mevcut değil; Mamafih şair bu m ısraların hiç birisini feda
edemiyor, çünkü hepsi güzel, hakikaten güzel; kendi kendisine; «Herçi badâbad
bu sünuhat-ı nadireyi bir neside içinde iskân ederek hava-yı nisyamn tesirat-ı
muhribesinden kurtarmalı.» diyor; ve bina-yı manzumesini inşa ediyor. Fakat
bizzarure bu binanm alelekser kapısı kapalı, pencereleri ceryan-ı hava ve cevelan-ı
ziyaya gayri müsaid oluyor, nazar-ı kari derun-ı binaya nüfuz edip de içerisin­
deki nefais-i san’atı göremiyor, o kadar ki bazan o bina-i edebînin boşluğuna
hükmediyor. Bu hüküm pek haksız olabUir, lâkin zarriyüs-südurdur. Gayri ka­
bili inkârdır ki son zamanlara gelinceye kadar âsar-ı edebiyemiz bu boşluktan
mustaripti. Ancak Recai zâde Ekrem ve Abdülhak Hâmit Beyefendiler gibi esa-
tize-i dühatın âsar-ı kıymetdarı bu nakiseden kurtulabiliyordu. Bu nakîse edebi­
yatımızın devr-i tegazzülünde fikr-i şairin meyl:i kafiyeye tebaiyete mecbur ol­
masından ileri geldiği gibi Edebiyat-ı Cedide devrinde ekser üdebamızın Victor
Hugo âsan ile tenmiye-i fikr etmesinden neş’et etti: Victor Hugo’nun manzume­
lerinde de fikr-i esasi muzafat-ı raptiyenin tedahül-i cebrisinden dolayı alelekser
nazar-ı kariden nihan kalır.
İşte Tevfik Fikret Beyle birlikte A. Nadir, H. Nâzım Beyler gibi vâkıf şair­
lerimizin —^bahusus o iki üstad-ı muhterem tarafından gösterilen emsal-i edebi-
yeye tatbikah— vukua gelen mesai-yi müşterekesiyle edebiyatımız yavaş yavaş bu
ııakise-i mühimmeden kurtuluyor. Bugün edebiyat-ı hazıra tarafgirlerinin asarın­
da —şarkı ve lâtife-i edebiye tarzındaki şeyler bahsin haricinde kalmak şartiyle—
bir fikr-i esasi vardır; bu fikir, neşidenin rukn-i aslisini teşkil eder; b ir mantik-ı
hissiye, bir felsefe-i hissiyeye tebaan muzafât-ı manzume alettedriç rükn-i asliye
munzam olur; her manzumede nev’imâ bir sugra bir kübra, bir netice vardır;
her eser âdeta bir kıyas-ı hissidir. Bir misal ile tavzih-i maksad etmek üzere
Fikret Bey'in «Peri-i Hazan» unvanlı manzumesini alıyorum. Şairin en basit
eserlerinden birisidir..» diye izahata girişiyor. Cenap Şebabettin burada Mene­
menli Tahir’e aynı şekilde bir cevap veriyor, b u da iltizamidir. Tahir.in kışkır­
tıcı sözlerine cevaben peyrevleri dediklerine de birer kıymet verdikten, üstad
Ekrem'i tekrim ettikten sonra yine Fikret'i ileri sürüyor, dilde, histe, fikirde
vahdet-i mevzuda, şiddet ve kudret-i ifadede meydana getirdiği yenilikleri kuv­
vetle isbat ettikten sonra ona «genç üstadlık» şerefini de vermekte tereddüd et­
miyor.

Biraz ilerde: «Bu yalnız Tevfik Fikret Beyin tarz-ı inşadı değildir. Nâzım, Nâ­
dir, Nesip, Siyret, Suat beyler de bu rehber-i fikriyi takip ediyorlar» diye onları
da okşadıktan sonra yine Fikret’i «rehber-i fikrî» olarak gösteriyor ve asıl mühim
ve esas noktaya varıyor: «Ancak her biri gibi Tevfik Beyin de bir hususiyeti var­
dır; bu hususiyet üslûbunun ânasır-ı lâfziyesindeki metanet ve ihtişam ile tahak-

67
ki’.k eder. Şiirinin tâ r ü pud-ı ziyadarı arasında kalan fikrin laazen ifrat-ı tâbişten
gözleri kamaşmış gibi olur. Bu itibarla Tevfik Fikret’e, bilmem şuâra-yı Osmaniye
arasında Nef’iden başka benzeyen var mıdır?» diye uzun uzadıya izahat ve talc-
dirattan sonra: «Bütün dediklerimi bir cümle ile telhis edeyim; T. Fikret bir kuv-
ve-i nâzike, bir metanet-i hissiye, bir bazu-j^ şi’r ü san’attır; onu lâyık olduğu
hürm et ve hayretle temaşa ede­
lim ve emin olalım ki edebiyat-ı
hâzıra Edebiyat-ı Cedide’nin ya­
bancısı olmamakla beraber ayn
b ir şeydir. İki edebiyat arasında-
İd bu farkı görmek için Tahir 339-
yefendinin m arifet ve basireti
maaz-ziyade kâfidir; böyle iken
görmeyişleri» itikadımca, şundan
naş’et etm iştir ki zât-ı edîbanele-
ri nc bilkülliye nesl-i sabıka, ne
de bilkülliye nesl-i hâzıra mensup
değildir; fakat iki nesil arasında
mutedil, ikisine de mümagtır. Bu­
lundukları nokta-yı zamaniyenin
gerek Edebiyat-ı Cedide ve gerek
edebyiat-ı hâzıraya yakınlığı mü­
savidir. İşte bu iki mesafenin mü­
savatı kendilerine iki ayrı mahi­
yetin müsavatını zannettirmiş; bu
mutedil mevki-i edebî kendilerinin
tekâmül-i kalemimizi his etmele­
rine mâni olmuştur...)) diye Me­
nemenli Tahir’i, hakikatte, her iki
edebiyatı da hakkiyle anlıyama-
mış olmakla tasvir ve tavsif edi­
yor. Ondan sonra Ahmet Mithat'ın
«Dekadanlar)) makalesini ele ala­
rak kullandığı kelimenin mânasından bile haberdar olmayan Ahmet M ithat’ı ada­
makıllı tırtıklıyor.

Bu makalede nazar-ı dakik-i istihzayı çeken ince fakat bir mühim nokta daha
var ki, tam son sahifesinin başında Fikret’in süslü bir çerçeve içinde asil bir
resmi, sahifenin sonunda, sol köşesinde de Menemenli Tahir’in küçücUk bir res­
minin bulunmasıdır. İşte bu da Fikret Mekteb-i edebinin çok ince ve çok z^rif
b ir mukayese tarzı... Bu edebî m ünakaşalar durmuyor, vakit vakit devam ediyor,
Cenab'm ve Fikret’in manzum ve mensur cevaplan çıkıyor. Çok zaman Fikret’in
manzum, küçük bir hicviyesi mûterizin bej^nina inmiş bir yıldırım darbesi tesiri
yapıyordu. Ahmet M ithat için yazmış olduğu «Heykel-i Cehalet)) gibi.

68
Fikret Servet-i Fünun-
da yalnız kendini değil, ar­
-
kadaşlarını da gösterdi, çok
çalıştı ve çok çalıştırdı...
Gecelerini uykusuz ge­
çirir, uykusuz gündüz eder­
di; «Yatarsam uyurum, tas­
hihleri yapamam» diye ya­
tağına bile girmez, sevgili
haİDacığının minderine otu­
rur mütemadiyen çalışırdı.
Tab’an titiz, temizliğe, doğ­
ruluğa, âşık olduğundan her
şeyi güzel, her şeyi temiz,
her şeyi muntazam isterdi.
Servet’i Piinun’daki resim­
lerin bile bir kısmı kendi
kaleminden çıkmıştır.
Servet’i Fünundan gön­
derilen bir mektubun zarfı­
na karaladığı şu satırlar
çok manalı, çok caracteris- Zarf ve el yazısı
tique’dir:
Bana kimsin? diye sordun mBİeğ-im
Pek güzel dinle de hah edeyim
Nâm-ı nâçizime «Fikret» derler
Şi’ve de nisbetimi söylerler
Kaldığım varsa da gâh ekmeksiz
Kalmadım şimfiiyedek mesleksiz
Nûr bekler gibi nısf-ı şebde
Bekledim on iki yıl mektepte
Sonra çıktım ne için bilmiycrek
Bu da bir cîlve-i baht olsa gerek
Bab-ı Alî’ye müdavimlendim
Ehl-i namus diye mimlendim
Şimdi bir hayli eser sahibiyim
«Ahmet İhsan» da musahhih gibiyim
Saye-î lûtf-ı cihan-bânîde
Hâceyim Mekteb-i Snitanî’de... (*)
diyor.. İşte kendi hakkındaki istihza-âmiz düşüncesi...
Bu kadar küçük ve müstehza gösterdiği «musahhih» lik hakikatte çok bü­
yük bir muallimlik, bir mürebbllik, bir m ürşitlikti. Servet-i Fünun’a peyrevleri
tarafından gönderilip kendi tarafından tashih ve tâdil edilerek, çiçek çıkarmış

(») Düşünce; sahife (118 -179) nUsha-i mümtaz.e.

69
hale çevrilmiş birçok yazılar evrak-ı m ektrukesi arasından hayret verecek bir
tarzda uçup gitmişti. Yoksa bu satırlar arasm da şayan-ı hayret vesikalar göstere­
bilecektik.

Servet-i Pünun’da «Edebiyat-ı Cedide» yi bir diğer ifade ile «Servet i Fünun»
edebiyatını doğuran mesaisini bir musahhihlikten yüksek görmüyor, göremiyor.
«Ekmeksiz kaldığı halde mesleksiz kalmadığını» söylüyor. Bunu kısa bir kafiye
oyuncağı zannetmek gaflet olur. Fikret ekmeksiz kalmamıştı, fakat çok sıkıntı
çekmişti. Çok zaman bir kısım eşyasını satıp yaşamış, kimseye boyun eğmemiştlr:
İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma
Ne gariptir, eski mektep arkadaşı, sonra rakip ve müterizi, daha sonra en
yakın dostu ve ateşli müdafii olan rahm etli dostum Filozof Riza Tevfik son
neşretmiş olduğu risalesinde: (*)

«Matbuat âlemine ilk adımını attığı zaman evvelâ «TercUman-ı Hakikat» ga­
zetesi idarehanesine baş vurmuş ve ilk yazılariyle Naci tarzında bazı şiir numu­
neleri vermişti». Diyor ki, hem asılsız, hem mânâsız, hem yakışmaz bir yakış­
tırm adır. Çünkü hiçbir tetkik ve tahkike dayanmadan ileri sürülmüş bir sözdür.
Bir kere Fikret daha talebe iken şiir yazıyor. Fârisî edebiyatı muallimine tashih
İçin veriyor, o da neşrettiriyordu «Başvurmak» tâbiri Fikret için kullamlfscak
bir tâbir olamaz. İlk şiiri «Tercüman-ı Hakikat» de değil «Müntehabat-ı Tercü-
man-ı Hakikat» de çıkmıştı ki, bütün bunları yukarda etrafiyle görmüştük. Riza
Tevfik aynı eserinin aynı sahifesinde şu karm akarışık mütalâayı serdediyor ki
tam am en hatadan ibarettir: «... h atta o zam anlı (Mirsad) ı biraz sonra da «Ma­
arif» mecmuasını m üstakillen!? İdare eden İsmail Safa da..» gibi. Bu noktaları
yukarıda etrafiyle şahitleri ve delilleriyle göstermiş olduğumuz için burada tek­
rara lüzum görmüyoruz. Hâsılı filozofun bu lüzumsuz eseri Fikret hakkında ta-
mamiyle yanlış ve yersiz m ütalâada bulunm uştur. Halbuki Fikret’in san’atı ve
şahsiyeti hakkında en kuvvetli ve en güzel yazılalı yazan da o idi. Sırasında gö­
receğimiz tabiidir.

«Ahmet İhsanda musahhih gibiyim!» diyen Fikret sanılmamalıdır ki yalnız mü-


lettiplerln hatalarını tashih ediyordu. Arkadaşlarının, biraz daha ileri gideceğim
peyrevlerinin, şakirtlerinin yazılarını, fikirlerini, zevklerini de düzeltiyordu. Fik­
ret’i pek eskiden tanıyan ve arkadaşlık eden pek m uhterem ve pek doğru sözlü
bir zat:

«Edbiyat-ı Cedide zümresine dahil olup da Fikret’ten m üteessir olmayanı ta­


nımıyorum, bütün yazılar Fikret’in tashihinden geçer, h attâ bazılarının bütün sa-
hifeleri baştna aşağı Fikret’in kalemiyle işlenirdi.» Diyorlar ki merhum un met-
rukât-ı kalemiyesi arasında çıkan tashih görmüş müsveddeler de o hakikati teyid
etmekte idi. Esasen bütün arkadaşları da daha ilk zamanlardanberi Fikret’i üs-
tad tanıyorlardı.

(*) R ıza T e v fik : F ik re t. H ay atı, a an ’atı, şah siy e ti, ealılfe 35.

70
Cenap Şehabettin’in, Menemenli Tahir’le, Ahmet M ithat’a karşı yazmış oldu­
ğu makale de bunu isbat etmekteydi.
Fikret yazılariyle eski edebiyatın ruhsuzluğunu, sahteliğini anlatmış, Edebi-
yat-ı Cedide’nin temelini atmıştı. Edebî musahebelerinde, gazel-seralığı, nâzire-
perdazhğı boş bulduğumu söylemiş: «Taklidin bizde m âruf olan sureti edebiyatı­
mız için hiç faydalı sayılamaz!» demişti. Aslın nazireye fâik olduğunu misal­
lerle isbat etmiş: «Şükürler olsun ki mehasin-i haldkiye-i fiki’iye ve hissiyat-ı
samimiye-i kalbiye ile perverde-i letafet vü belagat olarak gittikçe kesb-i vüs’at
eden tarz-ı cedid-i edebîmize öyle mazmun-nevazliga, nazîre-perdazlığa artık hiç
do mahal yoktur.» diyordu. Bir diğer yerde lisan-ı şiirin, lisan-ı tahassüs, lisan-ı
ruh olduğunu anlatıyordu: «Evet manzum olsun, mensur olsun şi’rin kendine
has bir lisanı, bir tavr-ı bedi-i beyanı vardır; onu ruh söyletir, ruh dinler, ruh
anlar.» diyor ve «Evet Edebiyat-ı Cedide» zerraattan şümusa kadar her güzel şey
şiirdir!» hakikatini meydana koydu; Üdebâ-yı Cedide bu hakikati onun kadar
parlak âsar ve emsal ile isbata muvaffak oldular...» sözlerini ilâve ederek şiirin,
eskilerce ne kadar yanlış anlaşılmış olduğunu gösteriyordu.
Fikret’in açtığı bu tarz-ı Cedid-i edebi takdiren yazmış olduğu diğer bir m a­
kalede Cenap: «M. T. Fikret» in, bize yeni ama hakikaten yeni, hem yeni olduğu
nisbette güzel bir tarz-ı edeb küşade eylemiş oldug-unu bîşüphe anlamışlardır.
Bu müceddit kimdir?Bu tarz-ı nev küşâde nedir? dedikten sonra «Hayır! Tevfik
Fikret Bey» hünerveran-ı şübbân-ı üdebâdan biri değildir; o, genç b ir üstaû-ı
edebtir. Evet genç bir üstâd-ı edebtir; zira makbul ve müstahsen bir tarz-ı nevin-i
edeb ihdas etmiştir.» diyor. Biraz daha ileride: «Üstad-ı edeb» ve «kavaid-i belâgat
muallimi» terkiplerini m üradif addedenler nazarında ihtimal bir üstad-ı edep sa­
yılamaz. Fakat bizim nazarımızda pek m uhterem bir üstattır.
Edebiyatın âyine-i m ahsusat ve vicdaniyat olduğu hakikati elyevm müsel­
lem olduğundan hiç kimsenin akab-girliğine rağbet etmeyerek matbuat-ı malı-
susa-yı ruhiyesini, olduğ^ı gibi, ruy-i beyaz-ı kırtasa aksettirmeğe muvaffak olan
Tevfik Fikret beye bir «müceddid-i edeb», bir «meslek-i edebî vâzıı», b ir «üstad»
demekte tereddüd etmeyiz» diyor.
Ali Kami m erhum da: «Artık, Edebiyat-ı Cedide» sevimli b ir çocuk vaz’iyle
saJıne-i san’a tta kendini gösteriyor ve Fikret bu çocuğun elinden tutup koşturu­
yordu. O zaman sahneyi göremeyen ve anlayamayanlar tarafından bu çocuğa ne
kadar taşlar atıldı; fakat taşlar ona yetişemiyor, o koştukça, uçtukça serpilip
büsaiyordu. Bütün o dekadan, top atan alaylarına; bütün o tarizlere, tenkitlere
hattâ sövmelere cevap olmak için Fikret’in bir «zavallı, evet» i kâfi idi. Böyle­
likle, Edebiyat-ı Cedide hiç bîr taşla yıkılamıyacak derecede büyüdü ve gürbüz­
leşti. Eğer bu çocuğun mürebbial o zamanın hükûmet-i müstebiddesi tarafından
susturulm amış olsaydı elbette o çocuk sonraları tereddiye düşmekten kurtulmuş
olacaktı. Edebiyat-ı Cedide’nin şürde anâsır-ı erbaası hükmünde olan Fikret’le Ce­
nap, A. Nadir'Ie İsmail Safa yazık ki hep susmuşlar, yani susturulmuşlardı.» de­
dikten sonra: «Sizinle konuşup gülerken avucunun içindeki bükülmüş bir kâğıt
parçası üzerine zaman zaman bir m ısra veya bir beyit ilâve eder ve haftanın
en m ümtaz bir şiiri böylelikle vücude geliverirdi. O zaman I-Ialît Ziya da «Ser-
vet-î Fünun» da m ünteşir bir makalesiyle «Nasıl yazıyor!» diye buna hayret et­

71.
memiş miydi?» sözlerini ilâve ediyor. Fikret yarattığı yeniliği muhafaza için, eski
yeni birçok kimselerle m ünakaşa mecburiyetinde idi. Yalnız Servet-i Fünun’a de­
ğil, başka gazetelere de müdafaanâmeler yazdığı oluyordu.
Bir gün karşısında beklemediği bir muarız buldu:
Filozof Rıza Tevfik...
İki arkadaş, Mekteb-i Sultanî m ülarakatindenberi uzun senelerdir birbirini
görmeyen iki arkadaş meydan-ı m uarazada karşı karşıya kalmışlardı. Genç ve
atılgan Filozof o zaman Ekrem taraftarlarına itiraz etmiş, b ir cevap bekliyordu.
Bu meydan okuyuşa, mağlûp durum a düşmüş olan diğer muteriz ve muarızlar
da çok sevinmişler, neticeyi m erakla bekliyorlardı. Beklenen cevabı Fikret ver­
mişti. O haftanın «Servet-i Fünun» unda şu manzum musahabe-i edebiye çıktı:
Diyor ki —aczine rağmen— m uharrir-i âciz:
Bu ^ tn de nazm ile ziynetlemp müsâhabemiz.
Sahayif-i edeb-î dehre yadigâr olsun;
H akîr nâmını tezkire bir m edar olsun.
Bu bir emel ki muhâl olsa da tabiîdir,
Bekaa ümidi hayal olsa da tabiidir!
Evet, musahabe bir nefha, bir nefes demedir;
Nefes, havâ.. O nasıl kayd-i vezne raptolunuı?!
Demem ki nazn» île sohbet lâtif olur, sevilir;
Yazılmış olsa fakat şi’re hürm eten okunur.
Ne derseniz deyiniz; nazmımız güzeldir pek;
Hüner tabîati zevk-i edeble meczederek
O mıısikî-i semaviyi hâsıl etm ektir
Ki rûha, bir bulutun dûş-i ihtizazında.
K urar zarîf ü m utarrâ bir âşiyan-ı garam;
O musikar-ı muhabbet ki târ-ı nâzında
K anatb nağmeler eyler persmisâli hıram
«Kanatlı nağme..» Bu tâbiri siz beğenmediniz,
Değil md?.. Hikmete pek uymuyor; fakat şair
Kanat verir neye isterse, bir nihayetsiz
Kanat hazînesidir hücre-i hayâli anın
Zaman olur ki bir âsude-rûh manzaranın,
Remîde-hâtır olup hâlet-i sükûnundan.
Ne sihreder bilemem. Nâgehan kanatlanarak
Önünde uçmağa başlar bulut, çiçek, yaprak!
Bu gün ceridemizin belki her sütunundan
Ziyâde rağbete mazhar sütûn-ı şi’riyat.
Niçin? O hikmeti ben bUsem iftihar ederim.
Fakat biraz düşünürsem —m üdekkikane!— derim
Ki şi’r eder yine elbette şerh-i şi’r-i hayât.
Diyorsunuz ki: Bütün şi’re hasr-ı bahsederek
Mukayyet olmuyoruz hiç esas-ı san’atla;
Güzel bu fikriniz aaım a sebep ne olsa gerek
Zavallı şi’ri telâkkiye hep hakaaretle?
Diyorsunuz ki: Zunumın fünuna tercUu

72‘
Değil muvâfsk-ı akl ü hakil^at ü hikmet;
Güzel İ3U zanmnız amma, sununa teşbihi
Neden sayılmalı şi’rin muvafık-ı nasafet?...
Bu gün hakîkat-î fen bizce şi’re dâhildir,
Zunun buyurduğunuz şey fünûnı şâmildir..
Şu havz-ı pâke balun, b ir syuç sudur mahdud;
O bir avuç suda lâkin bir semâ meşhud.
y etişti felsefe hadd-i hayali aşmıyahm..
Kazalıdır uçurumlar, yalan dolaşmıyalım! (*)
Filozof, karşısına çıkan şahsın kim olduğunu, m ektepten pek iyi biliyordu.
Ona hiddet ve şiddet k âr etmezdi. Fakat felsefeyi tırtıklayan, şiire büyük bir
kıymet bağışlayan bu manzum hücumu da cevapsız bırakamazdı. Silâha aynı si­
lâhla mukabele etti. Aynı vezin ve kafiyede nazmen cevap verdi. Münakaşa kızış­
mıştı. Bütün m atbuat âlemi bu mübahese-i *- edebiyenin sonunu m erakla bek­
liyordu.
F ikret gibi, genç filozofun da şakirtleri vardı. Bütün efkâr ve harekâtında
tamamiyle serbest harekete taraftar olan filozof o zamanlar «Nurettin Ferruh» a
ders veriyordu. Fakat talebesinin
serbest inkişafını arzu ediyordu.
Halbuki saha-yı edebiyatta üç ka­
vi cereyan, daha doğrusu üç kavı
autorite görüyordu.. -Hâmit, Ek­
rem, Naci.
N urettin F erruh’u bunların
tesirlerinden kurtarm ağa ve büs­
bütün m üstakil bir halde meyda­
na çıkarmağa çalışıyordu. Hâmit
kendi vadisinde yalnızdı. Naci ta­
raftarları Ekrem tefevvuku ede­
bisiyle az çok sarsılmış, yıkılmış­
tı. Bir Ekrem tahakküm-i edebîsi
kalıyordu. Filozof silâhını o tara­
fa çevirdi ve karşısında Fikrte’i
buldu. Filozofun genç, dinç pazu-
suna E krem ’in, kılıcı çoktan kını­
na koymağa mecbur olan, zayıf
kollan mukavemet edemezdi. Şa­
kirt, üstadına siper oldu. Sahne-i
m ünakaşada iki arkadaş kalmıştı..
Hakikatte, Fikret de istiklâl ta­
raftarı idi. Başında bulunduğu he-
Filozof Riza Tevfifc Bey
(*) İsm ail Hikm eli T ü rk Edebiyatı T arihi, Cilt III, sahjfe 748 - 750. Balcû.

73
yetle de ilân-ı istiklâl etmiş, mütehakkimlerİG çarpışıyordu. Fakat hocasını mü­
dafaaya da b ir m ecturiyet duyuyordu.
Aralarındaki mübahasat, Servet-i Pünun nüshalannı takib edenlerce malûm­
dur. Filozof da daha pek küçükken şiire başlamış ve büyük b ir kuvvetle eserler
yazmıştı. O sıralarda «Sfenks» ünvanlı şiiri intişar etmişti, Ü stad Ekrem şiiri
beyenmiş, Safa’ya «bu adam kimdir?» diye sormuş. Safa da «Ona Filozof Riza
derler...» demişti. Üstad genç fUozoIIa görüşmek istediğini Safa’ya söylemişti.
Filozof bir gün Safa ile görüşerek Cenio C'’) nun önünden geçerlerken Ek­
rem ’e tesadüf etmişler, Safa ayrılarak üstadla görüşmeye başlamıştı. PUozofu
şahsen tanıyan Ekrem : «Beni niçin görüştürmüyorsun!?» diye Safa’ya hatırlat­
mış, Safa vasıtasiyle görüşmüşler. Üstad filozofu evine davet etmişti. Recaizâde o
zaman Taksimde Füruzağada küçük bir evde oturuyordu. Orada oturm ası oğlu
merhum (Nejat) ın tahsUini kolaylaştırmak içindi. Üstadm bu dâvetine, sene-
İcrdenberi birbirini kaybetmiş olan Fikretle Riza Tevfik, iki arkadaş yeniden bu­
luşmuş, yeniden tanışm ış, hakiki dost olmuşlardı. Bu dostluk Fikret’in ölüm dö­
şeğine kadar devam etmişti.
Dâvette, Fikret, Ali Ekrem, Nejat, gahba bir de Halit Ziya varmış.
Riza Tevfik: «Fikret’le, ikinci defa, ilk görüşüşüm bu olmuştu. O zaman şen,
sevimli.. Güzel söz söylemeğe, cinaslar, iham lar yapmağa meyyal zekî bir gençti.
Hiç bedbin degUdi. Zaten müddet-i hayatm da bedbin olduğunu bilmem ki..» diyor.
Zikri geçen m ünakaşalara dair konuşmuşlar, aralarında fikir itibariyle bir ayrı­
lık kalmam ıştır. H attâ Fikret Filozof için, şairliğini de takdiren şu «Zekâ» unvan­
lı şiirini yazmıştı:
«Zekâ tetelsüfe mâildi... Muttasıl düşünür,
Okur, okur ve o hatm ettiği resâildcn
B irer hUlâsa-i hikmet yapardı, sonra gelen,
Gelen geçen ne kadar âşinâsı varsa tutup
M ütâleatmı söyler: tifân nasıl düşünür,
Nasıl j’azar, nasıl icmâl ü içtihat eyler.
B ütün bu şeyleri tekrar ederdi.. Gâh unutup
Gurur-ı hikmeti, şâirlenirdi; ben ekser
Onun bu hâlini tercîlı eder de beklerdim
Ki b ir neşîde sünüh eylesin hayâlinden,
o gün o şi*rini elbet gelir okurdu l^ana:
«Bu şi’ri fikrime kimdir bilir misiniz mülhim?
Hakikat... Ah hakikat! Onun zılâlinden

<») G enio, G a latad a K ö p rü y e ço k y a k ın b ir y e rd e seç k in in s a n la r ın dev am


e ttik le ri b ir İta ly a n lo k a n ta v e p a sta n e si idi.

74
Vücude gelmişe benzer hayât, rûh, zekâ.
Ne der güzelliği tarîf ederken Eriâtun:
Güzel hakikatin enmûzec-i letafetidir...
Bu söz, bu işte hakikatlerin hakikatidir.
Hakikat, ah hakikat; onımlaöır meşhûn
Bütün şu âlem-i câmid; o bir nefes gibidir
Ki her vücûd-x cemâdiye bir hayat verir;
O bence rûh-ı şüûn-aferin-i lıilkattir:
Oku, önündeki manzûme b ir hakikattir,
Hayâle benzetiyorsun, anlamazsın ki...
Bu bir hakîkat-i m ü’lim,' hakîlcat-i mübkî!
Şiir demem, ne için yazdığım neşidelere?
Ya şi’ri bir tutuyorlar hayâl-i bâtıl ile;
Benim hakikate hasrettiğim büyük esere,
Geçende —şi’r!— diyorlardı bir takım cehele...»
Yolunda b ir de hararetli nutk edip irad
<tŞür değil! diye bühtan ederdi berm ûtâd
Hayâl ü his ile mâlî güzide bir gazele
Evet, bu dar-ı hakâyikte her eser m utlak
Şikâr-ı nâhuiM tenkid olur; «Zekâ» mn da
Günün birinde bütün sânihatı yoklanacak.
Ve hep o felsefe hüİ3'âları meyâmnda
Hayâtının kalacaktır yegâne mahasali
Hayal ü his ile mâli güzide bir gazeli!...»
Fikret’in o zaman söylediği bu sözler, sonunda bir keram et olmuştu. Filozof­
tan maalesef, kendi felsefe sistemine dair b ir eser kalmadı. Fakat, Fikret’in de
dediği gibi, hakikî şairliğinin mahasali olan «Serab-ı Ömrüm» kaldı.

îk i kuvvetli genç kalemin bu suretle el ele, gönül gönüle vermeleri, bütün


m uarızlan şaşırtmış, tam bir ümitsizliğe düşürmüştü. Bu suretle «Servet-1 Fünun
Mekteb-i Edebi» bir muarız değil, bir mubariz kazanmıştı.

Filozof, kendi filozofulğuna inanmıyan ve kendisini hakikî bir şair olarak


gören Fikret ve arkadaşlarının lâtifelerine: «Pekâlâ! Pekâlâ! Şairliğimi siz bill-
yorısunuz, sizin bilmediğiniz filozofluğumu da ben biliyorum, siz anlamazsınız!»
cevabmı verir, gülüp geçerdi. Bunlar zekâyı, bileyen, dostluğu kökleştiren zarif,
tatlı musahabe ve mubahaselerdl.

75
Fikret’in görüştüğü dostlar {dmlerdi?
Üstad Ekrem, de yapılan top­
laşm alar dışında Fikret, ekseriyet­
le, Servet-i Fünun arkadaşlariyle
görüşürdü.
Fikret.’e en çok ve sık gelen,
yukarda da gördüğümüz gibi İs­
mail Safa, Hüseyin Kâzım olur­
du. Bunlardan başka Cahit, Ca-
vit, Ali Ekrem, Şuayip ve daha
brikaç zat ile görüşürdü. Ziyaret­
lerine gittiği arkadaşları da he­
men hemen bunlardı.

Cahit’le, komşu denecek ka­


dar yakın otururlardı.

Onu görmeye gittikçe gecele­


ri evine dönerdi. Hüseyin Kâzım’-
dan başka b ir yerde gece kalmaz­
dı.

Hayatı ekseriyetle evinde, ya­


zılar tashih etmek, şiirler yazmak,
resimle oj^alanmak, arada bir san­
dal gezintisi yapmakla geçerdi.
Fikrte’in gençlik arkadaşlarından
Fikret’in geceli, gündüzlü de­
Hüseyin Cahit <*)
vam eden bu yorucu, yıpratıcı ça­
lışmalarında, uykularını feda etmelerinde «Halûk» un da büyük bir dahli vardı:
Benim olanca huzûrum, sürürüm işte fedâ
Çocukça, nazh, küçük bir dakika şevltm için;
Büyür gözümde seninle hakîkat-i feröâ.
Bu gün çalışmalıyım ben yarmlri zevkin için..
diyen Fikret Halûk’unun temsil ettiği vatan gençliğine hitaben «Yarın», gibi, «Fer­
da» gibi ne inciler, neler, neler yadigâr edip gitti.
Bütün saadetini yuvasına, oğluna, onu kendisine veren refikasına hasr ile
yaşayan Fikret’i, ıstıraptan ıstıraba, azaptan azaba düşüren acı hâdiseler birbiri­
ni ifaklbe başlamıştı.

(«) A z erb ay c a n d a b a stırm ış o lâ u g u m T ü rk E d e b iy a t-ı T a rih i iç in o ra d a ya p -


tırnoış o ld u fu m re sim le rd e n m e rh u m d o stu m ressam S a d i Y a h n ta ra fın d a n y a -
pıİ7 niştir.

76
1314 senesiydi. Refik-i şefiki, yâr-ı gan olan «Safa» hastalanmış, yatağa düş­
müştü. Bir gün onun evinde toplandılar, konuştular, görüştüler. Arkadaşlarından
liiri görüştükleri şeyleri tahrif ederek Siret, Safa, F ikret'i jurnal etmişti. İstin­
tak olundukları sırada «Siret» arkadaş diye aralarına aldıkları o yalancı, o if­
tiracı, o iki yüzlünün yüzüne tükürm üştü.

F ikret’in evde bulunduğu hir cuma günü idi. Saraydan sırm a cepkenli hir
süvari gelmişti. Kır atını evin harem bahçesine çektiler, kendine kahve ikram
ettiler. Gelen zat büyük İDir nezaketle; «Sizi Başkâtip Bey istiyor'.» dedi.

Fikret hazırlamp gitmiş ve o gece de evine dönmemişti. Nereye gitmişti?!


Ne olmuştu?'. Ailesi haber alamamış, yeis içinde kalmışlardı. Telâşa düşmüşler­
di. Kayın biraderi İhsan Bey Şûrayı Devlette idi. Zannederim Gani Paşaya mü­
racaat etmiş; «Merak etme oğlum, gelecektir.» cevabını alabilmişti.

Fikret Haşan Paşa karakolunda hapsedilmişti.. Sebepsiz hapsedildiği odada


ne olacagmı, basm a ne geleceğini bilmeden bekleyen Fikret gözünün önünde şef­
katli hayalleri dolaşan, ateşli muhabbetleri tüten yavrusu ile ninesini düşünü­
yor, ruhen ağhj-or, cebinin bir köşesinde bulabildiği bir zarfın üstüne «Halûk’ou-
ğa» kıt’asını karalıyordu;

HALÜKÇUĞA

«Ağlayan kim ninen mi yavrucuğum


Bizi pek çok seven m i yavrucuğum
Sen H alûk’um, o nazlı nıâşûkum
O m u kıymetli sen mi yavrucuğum
Sizi bir an tah attu r eimeyecelı
Hangi mel’ûn, o ben mi yavrucuğum.»

Böyle ansızın gidip de gelmiyen Fikret’i arkadaşları da çok merak etmişlerdi.

Ahmet İhsan daima ailesini yolduyor, haber almaya çalışıyordu. Gittiğinin


ikinci gecesiydi. K aranlıkta konağın kapısı önünde bir araba durdu. D ört karaltı
indi. Biri Fikret’ti. Saray erkâmndan olan diğer üç zattan biri kara sakallı idi.
Biri paşa imiş.

Eve girdiler, etrafı aradılar... Ne arıyorlardı?! Orası meçhul idi..


Safa'nın, Siret’in evinde yaptıkları eziyet ve gürültüyü burada yapmamışlardı.

77
Büyük bir nezaket eseri gös­
terdiler, h attâ Fikret yatak oda­
sındaki dolabı açarak; «Buyuru­
nuz, burayı da arayınız!» dediği
halde aramamışlardı. Yalnız ba­
basından gelen m ektupları bir
mendile bağlayıp götürdüler. Fik­
ret ailesini görememişti.. Yalmz
kapıdan b ir mendil istemiş,, yi­
ne onlarla beraber çılnp gitmişti.

E rtesi akşam konagm önün­


de yine b ir araba durmuştu. Fa­
kat bu sefer arabadan inen dört
değil b ir tek kişi idi; Fikret...
Bu kâbus-ı belâyı böyle kolaylık­
la atlatan Fikret bizzat anlatır­
dı: «Saraydan gelip çağırdıkları
zaman bir kartvizit üstüne zülf-i
yâre dokunacak bir k ıt'a yazmış­
tım. Elimde îransızca büyük b ir
Hüseyin Siret Bey (’ ) ^arih kitabı vardı. Onun arkası­
na sıkıştınverdim . Aradıkları zaman kitapların arasm dan onu çektim. Buna bak­
maz mısınız, fransızca bir tarih!» dedim. Bakmadılar.. O suretle kurtuldum,. Yok­
sa...» derdi.
Zahiren serbest bırakılan Fikret hakikatte tarsıssut altm da tutuluyordu...
Babası Nablus’dan Akkâ’ya, Akkâ’dan da Urfa’ya gönderilmiş, nihayet o za­
man H alep valisi bulunan Köse Baif'in mugayir-i hakikat b ir Iş’a n üzerine Ha­
lep’te ikam ete m em ur edilmişti. İstida etti. Ayıntapta ikamete müsaade edildi.
Bu acı da Fikret’in kalbinde derin derin kanıyordu. İstanbul, hükümet, insanlar
artık onu sıkıyordu. Bütün gölgelerde b ir habaset, bütün nazarlarda b ir hıyanet
seziyordu. Gözlerden gönüllere, vicdanlara kadar her şeyi bürüyen bu gayzü gıl-
zat sisinden sıyrümak, uzaklaşmak, bu çirkef ve çam ur sellerinin köpüre köpüre
akışım, insanların bu sellerde fısk-u riya ile çırpınışını nefretle, elemlerle uzak­
tan seyretmeyi tercih ediyordu.
İşte F ikret’e «Sis» leri, «Gayya-yı vücudu lan, yazdıran bu fısk u fücur gay­
yası idi.

Çocukluğunu, babası gibi, Aksarayda geçiren «Halûk» u da biraz tabiata bı­


rakmak, temiz hava, saf güneş aldırm ak lâzımdı.
O sıralarda yarah kalbini bütün bütün yaralıyan bir de m atem görmüştü.

C ) A z erb ay c a n ’d a ta s tır ttığ ım T ü rk E d e b iy a tı T a rih i iç in y a p ü rtm ıs oldu-


g u m re s im le rd e n . R ah m etli d o stu m re ssa m S ad i Y alın ta ra fın d a n y a p ılm ıştır.

78
Aynı zamanda yengesi olan kayın valdesi de ölmüştü. Bu m atem de Pikıet'in
mini mini ailesini hayli sıkıyordu. O zamanlar hayatta olan yengesinin altmış
yaşlarmdaki annesi bunları Rumelihisarmdaki yalılarına göndermek istedi. Hi­
sardaki yalı onundu. Onu, vefat eden kızınm çocuklarına vermek istiyordu. Fa­
kat oğlu razı olmak istemiyordu. Oğlu pek zengindi. Fakat ihtirasından yalıyı
da eline geçirmek emelinde idi. Kadıncağız yalıyı kızının çocuklarına bırakm ak
için sağlığında damadma vermeyi düşündü. Yalı Fikret’in dayısı ve kayın pederi
M ustafa Beye verildi. Fikret de ailece Rumelihisarma taşmdı.
O zaman Sultani'de hoca idi. Amerikan mektebine davet olununca Sultani’-
ye gidemedi, istifa etti. Fikret Hisardaki yalıya nakletmiş olduğu halde de göz
hapsine alınmaktan, tecessüsten kurtulamamıştı.. Yalının önünde daima balıkçı,
kayıkçı kıyafetinde polis hafiyeleri bulunur; eve girip çıkanları gözetlerlerdi.
Amerikalı Mister Broıvn Fikret’ten türkçe ders alırdı. Geceleri çıkıp giderken
takip olunduğunu sezer ve kimler olduğunu F ikret’e anlatırdı.

Tuhaftır; Abdülhamit devrinde Riza Tevfik’i bekliyen polislerden biri onunla


ahbap olur ve yana yakıla dertlerini anlatır; «Efendi, H isarda da senin gibi
okumuş bir efendi var, Tevfik Bey diyorlar. Ben aylarca onun yalısı önünde ka­
yıkçı kıyafetinde bekledim, ayazda, karda titredim , hastalandım da m üteferri­
kamı bile vermediler..’» der.

Fikret hakikaten meyus idi.. Herkesin tem aşasına doyamadığı o mavi se-
manm derinliklerinde kara bulutlar görüyor, ruhu burkuluyordu. Burada 314 de
Süleyman Nazif’e yazmış olduğu m ektubu hatırlatırım . «Muallim» in nüsha-i mah-
susasındadır. Fikret m ektubuna; «Yeis.. Yeis.. Yeis!.. Meyusum! Kardeşim; deh­
şetli b ir bühran-ı infial içindeyim, sönüyorum! Bu biraz daha devam ederse, ey­
vah!.. Sebebini söyliyeyim mi? Fakat o kadar tuhaî ki gülersiniz, diye korkuyo­
rum; bazan kendim bile kendi halime gülüyorum. Koca b ir âlem içinde yalmzun,
en samimî arkadaşlanm m arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle tit­
riyorum; herkesin vicdam kapalı, örtülü; yalmz ben çıplak! Herkes hiç olmazsa
üniformalarla —ne diyeyim— setr-i cibillet ediyor, herkes zamanm âlâyiş-i de-
naetine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolaymı bulu­
yor! Herkes bu hava-yı rezilette nefes alabilmek için suhulete, bir çareye, bir
efsuna mâlik...

İşte namus-ı kalem, namus-ı m atbuat, namus-ı edeb... O da öldü, o da çiğ­


nendi...» diye başlıyor. «Yeisimin derecesini düşünemezsin kardeşim! Kendimi
taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle kirlenecek bir
temiz taş!» diye bitiriyordu. İşte şu satırları okuyanlar Fikret’in hangi insan­
lardan, niçin kaçtığını, onu merdümgirizlikle töhmetlendirmek isteyenlerin kim-

79
Isr olduğunu ve sebebini iyiden iyiye anlam akta gecikmezler. Bütün bu milleti
kasıp kavuran esarete, mezellete sürükliyen hareketlere karşı ondan başka göğüs
veren, ondan başka bağıran kim vardı.
Milyonla barındırdığın eosad arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak p â k ü dirahşan!
feryad-ı hakikati kimin ağzından çıktı?
Bir akşam rahm etli A tatürk’ün sofrasında idik. Otuz kadar vardık. Söz ede­
biyata geldi. Bazı şairlerin adları anıldı. Bu arada Fikret de anıldı. Kimdi bilmi­
yorum bir yüksek ruhlu! zat Fikret’in iyi şair olmadığını söyliyecek oldu. Allah
rahm et eylesin o büyük Atatürk, o her şeyi hakkiyle gören, her hakikatin üze­
rinde duran o büyük hâmi, büyük bir iğbirarla kaşlarını çattı! —Efendim? Efen­
dim? Anlamadım! Ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi? dedi ve o gür, o
vakur sesiyle şu yukardaki beyti okudu ve: O karanlıklar içinde b ir nur gören
ve halkı o nura doğru götürmeye çalışan Fikret bu feryadı koparırken sizler ne­
relerde idiniz, niçin içinizden kimse onun gibi feryad etmedi? Ben Fikret’e yeti­
şemedim, onun sohbetinden istifade edemedim. Kendimi bedbaht sayarım. Fa­
kat onun bütün eserlerini okudum, birçoğu da ezberimdedir. O, hem büyük şa­
ir, hem de büyük insandır! Efendiler! Zaten parm akla gösterilecek kadar az
olan büyük adamlarımızı küçültmeğe kalkışm ıyalım !» deyince etrafta âni b ir de­
ğişiklik oldu. Muteriz de dahil olduğu halde Fikret’in faziletleri, meziyetleri sa­
yıldı. Şiirleri öğüldü, bazıları okundu. Orada hazır bulunan rahm etli Celâl Sahir
de «Zerrişte» sini okudu. O zaman A tatürk’ün yüzü güldü. «Bu şiir değil mi efen­
dim!?» dedi. Meğer Fikret’in bu şiirini çok beğenir, çok severmiş. H attâ ezbe­
rindeymiş. İşte bu zevk yakınlığıdır ki rahm etli Celâl Sahir’e bir «mebusluk» ka­
zandırmıştı.

Fikret’in «Sis» i işte bütün bu ıstıraplı, bu acıklı, bu süfli esaret, süfliyet,


riya ve tabasbus hayatım yaşıyan ve yaşatan bir şaheser-i millî, bir müdafaana-
me-i haysiyyet ü insaniyettir. Bu ruhu kavrayamıyan ve onun «zavallı! evet» ine
m uhatap olanlardı ki «Sis» den dolayı onu günahkâr görmeğe ve göstermeğe kal­
kışırlar! Niçin? Bunu onlara sormalı! 314, 315 senelerinde idi, kolejin müdürü
doktor «Voşsburn» un oğlu îstanbula gelmişti, şerefine bir çay ziyafeti verilecek­
ti. Fikret de reîikasiyle dâvetliydi. Mektebe giderlerken kendüerini takip eden
bir polis hafiyesi jurnal etmiş, F ikret’i Haşan Paşa çağırmıştı; «Oğlum! Ben ser
ni severim! Karını, kardeşini mektebe filân götürme, nene lâzım!..» demiştir.
İşte; asıl Fikret, böyle mantıksız, mânâsız tecessüslerle tecavüzlerin sinirleri
bozan tesiriyle sarsıla sarsıla «Kırık Rübab» ın ın ü kopmaz, kırılmaz ■çelik kesi­

80
lerek ateşli, heyecanlı tellerini İh­
tizaza getiren, Fikret’tir. O, tan­
rıların mânâsız em irlerini hiçe sar
yarak yer yüzüne inen, îcad ettiği
«Bubab» m tan n sal ahengi ile
Oiympe tanrılarını m e stü meşhur
eden bir Apollon’du. Onu arala­
rından atarlar, yine aralarına gir­
mesi için şaklabanlığın envamı
yaparlardı. Bütün bu acı, ağlatı­
cı tesirler, yorgun âsabını tatlı
mavi sularm m menevişli akışla-
riyle okşaya okşaya dinlendiren,
Bosphore’un, tulü, gurup re meh­
taplarının ruh-nevaz tesirleridir
ki «Rubab-ı Şikeste» leri, «Ha­
lûkum Defter» lerini (Sis) leri,
( R ü c u ) la n hattâ «Doksan beşe
doğru» lan , «Han-ı yağma» lan
yaratmıştı. Fikret, en sarih, en
sahih, en kutsi ve en İlâhî mânâ-
Servet-i Fünun aüe-i edebiyesinden
siyle bir vatan, b ir millet şairi
Süleyman Nazif Bey. (•)
idi. O, milletle ağhyor, milletle gü­
lüyor. Vatan ağlarsa onun yüreği kanıyor, vatan gülerse onun da gönlü açılıyordu;
Sen zanneder misin ki benim bütün elemlerim
Heyhat ben nevaib-i eyyamı inlerim
Onun ruhu yurdun göklerini dolduran bütün Ihtizazlarm en hassas, en mü-
teheyyiç bir mâkesiydi.
Fikret; bu karanlık mezar hayatı içinde haşır neşir olanların, padişahın se-
ns-i cülûsuna şehrâyin yaptıkları o senede:
Tine simsiyah.. Bütün Bosfor
Heyecanlar, ziyalar, alkışlar,
Neş’eler, naralarla çalkanıyor.
diye gözünün önünden geçen riyakârlıkları, hicv-engiz bir m âna ile tarif ve tasvir
ile sayıp dökerek:
Şn büyük cünbüş-i umûmide
Yine biz yaslı, bizde bir şeb-i ta r:
Ne sönük bir bayâl-i ümmide

(*) A zerbaycan’da basılan T ürk Edebiyatı T arihi için yaptırm ış olduğum


resim lerden. Rahm etli dostum rçssam Sadi Y ahn tarafın d an yapılm ıştır.

81
Benziyen gizli bir tene\-vür var.
Ne küçük bir pırıltı, bir şebtâb;
Koca ev sanki bir gunfide mezar.
Hayır, ıssız değil bu dâr-ı barâb;
yaşayan var, ziyâ da var asıcak
Pek seçilmez yerinde, pek nâyâb.
Bir küçük şahs, önünde bîr bayrak,
Bir vatan bayrağı ile, yanmak için
Bir yığın al fener, o m üstagrak
Bunların karşısında, kalben emin
Ki bu şeylerle bir zaman yapacak
Bir mukaddes calûsa şehrâyin.
işte Fikret’in vatanperverliği, milliyetperverliği, ne zamanlarda, ne derinlik­
lere kadar inip gitmiştir. Bunu farktan âciz olanlardır ki, riya ve intisap gayret­
leriyle, m enfaat saikalariyle zulüm ve istibdat gölgelerinde şehrâyinler yapıp, gü­
lüp koşarken, o öz yuvasında o dakikada meyus nazarlarına rağmen istikbalin
can gözünü kam aştıran müstakbel ve mukaddes bir şehrâyinin hayal-i âlûlâline
dalmış, onu düşünüyor, onu düşündürüyor. «Şehrâyin» adlı şiirini yazıyordu.
Evet! Fikret en derin yeis içinde bu vatanın mahv ü harap olmasına kalben razı
olamamış «Ölüyor, yıkılıyor, acıyın!..» diye acıya acıya, yüreği kan sıza sıza hay­
kırdığı zamanlarda bile onun için «Hayat» üm it etm iş «Saadet» temenni eylemiş­
tir. Hem de vatanperverlik teranesiyle bağırıp çağırıp sonradan tazarru-nameler
yazarak, aleyhlerinde feveran ettikleri kimselerden ihsan dilenen vatanperverler
gibi vatanperver olamamış.. Vatanını vatanı olduğu, milletini milleti olduğu için
seven, onun sürürünü görmekle gurur, onun gururunu duymakla sürür duyan
bir vatanperverdi. Bunu, anlamak istemiyenlerin işlerine gelmiyordu.
Fikret’in sihr-i samimiyetiyle birleşen «Servet-i Pünun ailesi» Osmanlı Ede­
biyat Tarihine, tarih-i fikrî ve bediisine bir «Edebiyat-ı Cedide» kazandırdı. Bir­
çok gaileler, birçok haileler içinde toplanan bu arkadaşlar... Ne olurdu, ne olurdu
biraz daha sebatkâr, biraz daha müşfik olsaydılar, o, büyük bir saffet, büyük
bir iştiyakla yarattıkları aileyi bu güne kadar yaşatsalardı, bu zavallı millet göz­
lerinin önünde bir de nüve-i irfan, bir de manzume-i şefkat görseydi.
Hayır... Esefler ki hayır...
H er cemiyet gibi Edebiyat-ı Cedide de yıkıldı. O aile de dağıldı. Herkes kendi
bucağına çekildi. Bunun şahsî, hususî, resm î sebepleri vardı. Bu dağılan cemiyet
hakkında Fikret’in yazmış olduğu, şu son manâlı bir hiciv mahiyetindeki k ıt’ası
çok şeyler anlatıyor:
A. N âdir hakaaret gördü gitti.
H. Nâzım başka hikmet gördü gitti.
Sezâyi fazla hürm et gördü gitti.
Hele Tâbir beyin, esbabı mâlûm
O Tahirle (*) karabet gördü gitti!...

(’5‘) O, T a h ir “ d ed iğ i A. N a d ir’in b a h se ttiğ i “ M u sav v er m â lû m a t" ı ç ık a ra n


v e A b d ü lh a m id e y a ra n m a ğ a ç alışm a k la m a ru f o lan “B ab a T a h ir” dir.

82
o devirdeki olayları hakkiyle öğrenebilmek imkânına eremediğimiz için bu
kıt’arun ehemmiyeti derecesini de anlayamıyoruz. İşin içinde «hakaret» 1er «hik­
met» 1er, «hürmet» 1er, «karabet» 1er var ki biz bu garabetleri oldukları gibi serh
edemiyoruz.

Fikret, 315 tarihinden sonra m atbuat âlemine pek az şey vermişti. 316 sene­
sinde «Servet-i Pünun» da bir «Musahabe-i edebiye» yazmış, bir de «Son nağme»
adlı bir manzume neşretm işti. Artık kendisini tamamiyle ailesinin ağuşuna at­
mış, Robert Kolejdeki hocalığı ile yetinmiş, ruhunu iğrendiren h attâ yaşamaktan
bezdiren o kirli, o ufunetli m uhiti Rumelihisarı sırtlarından elemlerle, ibretlerle
seyretmiştir.
Fakat 1317 senesi Fikret’in hassasiyetini arth ran senelerden biri olmuştun.
Fikret; senelerdenberi iyiden iyiye tetkik ettiği bu mülevves hayatın boğucu sis­
leri altmda yaşıya yaşıya bunaldı. Feryatları, hıpkırıldariyle o rida-yı hücneti yırt­
mak istedi; bedialar yarattı:
Yarın ümid ediyorlar İd, b ir genişçe adım.
Bir atlayış, ne diyorlardı, pek de anlamadım.
Hayatı kurtaracak,
Beşer, bu şimdi m.uazzep sürüklenen meflflç.
Adım adım edecek zirve-i hayâta uruç...
tnan, Halûk, ezelî bir şifâdır aldanmak!
diye «Hayat» ı yazıyordu.
Evet, neler, neler demiyorlardı.. Hâlâ da neler, neler demiyorlar!?..
Fakat nerde o genişçe adım? Ne oldu o atlayış?!..
O genişçe adım ki, Fikret’i hem seven, hem öğen, hem de kendi idealleri, ken­
di k ararlan için tertemiz, dosdoğru b ir m ürşit bilen rahmetli Atatürk tarafından
atılmıştı!.. Ne oldu o genişçe adım?!...
Ne oldu o atlayış ki Fikret'i inkilâp, itilâ ve insanlık gayret ve faaliyetlerin­
de hakikî ve yanılmaz ve yamitmaz b ir önder bilen yine o rahm etli Atatürk ta-
rafmdan atlanılmıştı... Ne oldu o atlayış!.. O günlere ve bu günlere ermeden bu
zavalh millete, bu aldatıla aldatıla benliğini kaybeden bedbaht vatana ne alda­
tıcı, ne yaldızlı vaitlerde bulunulmadı. Fikret «Hayat» adlı manzumesindeki te­
essürleri, ümitleri, birer birer saydıktan ve nihayet bezgin bir ruh ile oğlu «Ha­
lûk» a yani «Halûk» sembolü içinde yaşattığı bütün millet yavrularma, bütün va­
tan evlâtlanna: Aldanmamn, ezelî b ir şifa olduğunu söyliyerek inanm alarm ı tav­
siye ediyor, fakat nemli ve ıstıraplı gözlerini vatanın âfakmda gezdiriyor, onu
sıyrılmak bilmiyen m uannit bir sisle örtülü görüyor ve bu sisin neler, neler, ne
iğrenç, ne korkunç sahneler gizlediğini o gençlere göstermek ve onları yok etmek
vazife ve borçlarım n onlarm genç omıazlarma yükletilmiş olduğunu göstermek
için kuvvetli, azimkâr, vakur ve vatansever, insaniyetperver, tertemiz elleriyle

83
o sis perdesini usul usul açarak o tüyler ürpertici, o gönüller parçalayıcı, mülev-
ves, lecî ve iğrenç safhalarını gösteriyor. Vatanının, o inci şetâretli kızcağızın saf,
temiz, asil yüzünü telvis eden bu kasitkâr peçeyi paralayıp atm alarını temine ça­
lışıyordu...
Sarmış yine âfâkını b ir dud-ı muannid
Bir zulmet-i beyzâ ki pcyapey mütezâyid...
diye «Sis» i o, ölmez, öldürülmez, bir eşi daha bizde değil, dünya edebiyatında
görülmez şaheser-i insaniyeti yazmağa başlıyor, kanlı kuleler, zındanlı saraylar­
dan, sakfı çökük medreseciklere, ınahkemeciklere kadar köhne Bizanstan ona
halef olan OsmanlI İm paratorluğuna kadar bütün medenî müessesatı, bütün be­
diî âbidatı süze süze hepsinin en derin, en mahrem serair-i hafâyâsına kadar so­
kularak hakikat ve medeniyet güneşine serdikten sonra yürekler acısı olan şu
manzaraya bütün nazarları topluyor:
Ey mâder-i hicranzede, ey hemşire-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar, hele sizler.
Hele sizler...
Ciğerlerinden gelen onulmaz bir sızı ile bu yurdun hercümerç olan aile duru­
muna, sokak ortalarında kalan, köprü altlarında köpek yavruları gibi birbirle­
rine sokularak, titreşen vatan yavrularını görüyor, ve kendini, gözlerini tutuş­
turan yaşları tutam ıyarak;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklr,-, hele sizler,
diyor ve âdeta hıçkırır, höngürür gibi tekrar ediyor:
evet, hele sizler.. Bu garip vatanın, bu kimsesiz kalmış bîçare milletin bütün ik­
bali ve istikbalini mini mini varhklarında taşıyan ümitleri, hele sizler... Sîzlerde
ne güçler, ne kudretler, ne kabiliyetler, ne istidatlar, ne kem âller ölüp gidiyor...
Bugün hâlâ Fikret’in o bütün faciaları, bütün cürüm ve cinayetleri ruh-ı me-
lâl, kalb-i mealinde taşıyan ateşli sözleri; Hele sizler'... Dilimizi ve gönlümüzü
yakarak dudaklarımızdan dökülmüyor mu?
Bu şirl, sadece b ir şiir, bazılarının zavallı telâkkileri gibi, memleketi bir tez­
yif, vatanı b ir istihfaf değil! Milleti b ir ikaz, devlete b ir hutbe-i tecrimdir.
Fikret tasvir ede ede ruhen yorulduğu, kalben üzüldüğü, hissen utandığı bu
manzaranm, bu sefil ve perişan panarom anm seyrine taham m ül edemiyor, yaşlı
gözlerini kapıyarak;
Örtün, evet ey hâile... Örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr..
diye inliyor.. Fikret bu feryadlarında ne kadar sarcastique, ne kadar ne kadar
Yıic\vk.âr ise o kaûar da samimi, o kadar da 'beliğ, o kadar da erişlimes sulılime
b ir ressamdır. Kudretli, san’atkâr fırçasının her darbesi bir san’at hârikatı, bir
üstat darbesi, bir «Coup de Maître» dir.
Gözlerinin önünde içi sızlıya sızlıya, yüreği burkula burkula, gözleri tutuşa
tutuşa güç hal ile kapadığı bir sahneden iki gün sonra, gözüne ilişen «Kocaman
saat» e hitap ile:

84
H er saniye, bir hatve-i raksiyyene pâmal
Ulu b ir sâha-yı âmol;
Cephende uyur izleri pü r hâtıra, yorgun.
Hiç beklemniyen, hep yürîij-en pây-i şüûnun
Eyler iki engüşt-i dürüstün bize im â
Âtide, o gayya-yı serairde müheyya
Girdâh-ı tebâhiye düşen seyl-i revanı.
Bütün âmâr-ı cihanı
inler, çıkıyormuş gibi âmak-ı zeminden,
H er saati bir harhara-i m uhtezirânen;
Vâkıf mı için saydığm ekdâr-ı hayata?
H er çınlayışın bir acı, b ir sadme-i m eş’um;
Yalmz biri son darbe teselli, o da mâdum:
Bin matem e b ir sûr, o da peyve'ste memata,
diye kocaman saate hitâb ederken sadece içinde yaşadığı muhitin değil, belki
bütün aiem-i insaniyetin m ukadder olan âlâm-ı hayatına bir tercüm an oluyor. Bü­
tün insaniyeti gözünün önünde tutuyor. Hangi şairimiz böyle geniş, böyle derin,
böyle engin bir ruh-ı mânâda, böyle şümullü bir sahayı istimal eden edâ ve mü-
eddada bir şiir verebilmiştir. Fikret, tek, evet bir tek şairimizdir ki ona bütün
şümûl-i mânâsiyle «beynelmilel b ir T ürk şairi» diyebiliriz. Hugo; meşhur «Se­
filler» adlı eserini yazdığı zaman kendisini Fransız olmamakla, beynelmilellikle
ithama kalkmışlardı. Bu iddialara gülerek cevap veren Hügo; «Benim Fransız
olduğumu kimse inkâr edemez, Fransız doğdum, Fransız büyüdüm, fransızea ko­
nuşuyorum ve yazıyorum, fakat her şeyden evvel insan olduğumu da kimse in­
kâr edemez. Yazdıklarımda insanlığı ilgilendiren şeyler varsa, bu, Fransız olma­
dığımdan değil, insan olduğumdan ileri gelmedir. «Sefiller» sadece Fransada de­
ğil, bütün âlemde, kadın ve çocuk bulunan bütün ülkelerde vardır. Bu kitap da
o bakımdan bu âlemi, bütün insanlığı ilgilendirir. Eğer ben müterizlerimizin ba­
na verdikleri pâyeye erişebilmişsem ne m utlu bana!» mealinde insanca bir ce­
vap vermiştir.
İnsaniyet m ertebesine ermek vatansızlığa değil, bilâkis daha geniş, hem kenr
di vatanını hem de hem nev’inin o geniş vatanını kavrayan bir vatanperverliğe
delâlet eder.
Rivayet ederler ki Hazret-i Mevlâna’nm pederi Belh’de iken hüküm darın
hristiyanlan katletm ek niyetinde olduğunu işitm iş ve bir cuma günü camide
minbere çıkarak «Ey ahali Allahü taalâ Rabbülmüminin midri? Yoksa Rabbül âle­
min midir?» deyince bütün hazır bulunanlar: «Elbette rabbülâlemîndir.» deyince;
(lO halde Rabbülâlemînin yarattığı m ahlûkatı katliam etmek ne demek oluyor?»
deyince padişah şaşalamış ve kalkıp: «Böyle bir teşebbüs yoktur, bu da nereden
çıktı!» tarzında bir cevap vererek kararından vazgeçmiş imiş!...
Müteâli gönüller alelade kimselerde değil, mazhar-ı nur-ı İlâhi olan m üstesna
insanlarda bulunur. F ikret’i dinsizlikle itham eden zavallıların sadece o cüce var-
lılkannı m üslüm an sanıp hakikî îmanm ne olduğunu anlayamayışları, o nuranî
hassadan m ahrum oluşlarmı da kavrayamayışları gibi...
Bir büyük adamın: «Dünyada ne kadar adam varsa o kadar da îman vardır!»

85
deyişi büyük, pek büyük b ir m ânâ taşım aktadır. Allah İle kul arasına şeytan bile
giremez! demişlerdir am a o kul nerede?!...
—^Fikret! Bir gün sonra da— hürriyet yolunda «İzler» adlı manzumesini ya­
zıyordu:
Yürüdüm biraz güç, biraz bîhuzûr
Dikenlik, çetin, taşlı b iı sâheden;
Önüm bir yokuş, hep çalnl, hep diken;
Yürüdüm fakat ben muannid sabûr.
Bu yol öyle sâiddi bir minbere,
Cevânib mehâbetli bir makbere.
Fezâsmda al b ir güneş müptesemdi...
Mübeşşer adım larla ettim m ürûr
Demin m uztarip geçtiğim sâheden;
Yolum aym .şey: Hep çakıl, hep diken;
Y ürürdüm fakat ben mübeşşer, vakuur.
Geçerdim basıp bir takım izlere;
İğfldim, biraz dikkat ettim yere:
O izler benim, hep benim izlcrimdi...
diye meyus oluyor. Görüyor kİ bu yolda, bu hürriyet, bu insanlık yolunda arka­
sından gelen yoktu. Geçen günler Fikret’in beklediği necat ve saadeti, hak ve hür­
riyeti değil felâketleri sürükleyip getiriyordu. Bir sene sonra 1318 de «Hemşirem
için» ünvanlı mersiyede:
Koşardı pîş-i mehâsinde dâimâ hevesin
Küçüklüğünde henüz mâil-i fezâildin
Ulüvv-i kalbe, ulüvv-i hayâle naildin...
E n iptida bana telkîn-i şi’r eden şendin;
Çocukluğunla beraber zarif ü âkUdin..
dive hemsiresi için ağlıyor. İki sene sonra da b ir akşam babasmın menfasında öl­
düğü haberini alıyor, gözleri yaşla doluyor, oturup hâtırasm dan babasmın resmim
yapıyor. Altına bir de beyit ilâvesiyle kalbine gömdüğü tesirlere, acılara bir onul­
maz yara daha ilâve ediyordu;
Benim gözümde bugün hâiz-î şehâdetsin
Şehid-i sıdk u hamiyyet şehid-i gayretsin.
Tabii olarak ıstırabı, elemi derinleşiyor, kökleşiyor, yine nevmid olmak iste­
miyor, karşısında her gün biraz daha büyüyen, biraz daha serpilen, «Halûk»’unun,
o mini mini ümidinin büyüdüğünü görüyor.
Bu memlekette de bir gün sabâh olursa Halûk;..
diye başlıyor.
Evet sabah olacaktır, sabah olur geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez...
diye «Sabah olursa» yı yazıyor, o âleme, gençlere üm itler veriyor. Yine aynı sene­
de, 321 senesinde Cenab’a yazdığı cevapta;
Dâimâ zorlıyan, kıran, deviren,
Mahveden.. Sonra mahvolan bir ten.
Böyle bir zehre karşı sen: «Mcs’ûd

86
Olabildim.» desen de hülyadır;
Olamazsın; o pek zılâlâlûd
Bir tevehüm ki ayni rüyadır.
Olamaz anlayan, gören mes’ûd!

diyor. Bir sene sonra sineleri ümitle titreten bir hâdise zuhur e<Aiyor. «Bir lâh-
za-i teahhur» u yazıyor. Bir müddet sonra karilerine ııMâzi-Âti» yi ithaf ediyor.
25 Haziran 324 te «Millet Şarkısın ile m eşrutiyeti karşılıyor. 11 Temmuz SZ-l te
yazılan «Rücu» u «Tanin» in ilk nüshasında elden ele dolaşıyordu. Aynı tarihte
«Doğan güneşe» yazılıyordu.

Fikret; zulüm ve zulmet içinde senelerdenberi beklediği m eşrutiyete kavu­


şuyor; «Halûk» senelerdenberi özlediği o mukaddes culûsa, m şrutiyet cülûstraa
şehrâyin yapıyor. M eşrutiyetin
birinci, ikinci ve üçüncü günü ve
gecesi Âşiyanı donatıyordu. Sene-
lerdenberi içi içine sığmayan Fik­
ret «Âşiyan» ı bile kiraya vererek
yalıya inmişti.. «Tanin» e gidip ge­
liyordu. Ne emeller, ne hayaller,
ne tahayyüller, yine ümitlerle
«Teşyi-i hayat» ediyordu. «Yeşil
yurt» larda, «Hayat-ı muhayyel»
Isr yaşayan arkadaşlar, kardeşler
yine bir araya toplanmışlardı. Ay­
nı emeller, aynı hayaller yine ya­
şıyor, demekti. Hem de bütün
kudret-i tatbikiyesi, bütün kuvve-i
ibdaiyesiyle yaşatmak, vatanda,
vatanın müşfilc sinesinde yaşatmak
kabildi. H ürriyet her mâniayı yık­
mış, her şeddi devrimişti. Hey­
hat!.. yine aldanan Fikret olmuş­
tu.. Çünkü, her maniayı yıkıp, her
şeddi deviren hürriyet, iffet ve
haysiyet, m ânialarını da yıkmış,
hicap ve hamiyet setlerini de de­
virmiş, dizginsiz bir ihtiras, gem-
siz bir ihtiras alanı açmıştı.
Her maniayı yıkmış, her... Fa­
kat;
Fikret’in hafızasından yaptığı babasının resmi. (®)

(») •‘Düşünce" nUsha-i ınahsusası.

87
Fakat niçin bu güzel yol sonunda b ir uçurum?
Yazık degU mi, bütün sâha-yı emel böyle î
Bu yol, bu rah-ı saadet de —ah korkuyorum !—
Müebbeden çücacak bir hatâbe-i kesele...
Evet, niçin bu güzel yol sommda bir uçurum !
diye inlemişti..
Evet, niçin? Bütün bu emelleri, hayalleri bir olan kardeşlerin önüne sonun­
da bu uçurum çıktı?! Niçin?!
Fani, panl... Bize her hakkı bahşeden bu deni;
Bu m üfteris, bu mülevves parıltı!., işte ganî.
Fakir, ona, herkes onun şeâmetle
Tasaddfik etti ikbâle muftakir, müştak...
Fikret, bu teaddinin! nerden geldiğini pekâlâ biliyordu. Pek rânâ görüyordu.
Muhtemel mevkilerin ihtişamı, servet ü samanın reng-i zerfâmı! Gözleri olduğu
kadar gönülleri de kamaştırıyordu.
Kapılan pençe-î taaddine
Ağlasın kendi zâf ü zilletine...
deyip yürüdü.. Pakat yapayalnızdı.. O kaçmamıştı.. Ondan kaçmışlar, ondan ka­
çışmışlar.. Onun, üzerlerine bir hande-i tehzilkâr ile dikilen nazarlarından ka-
çışmışlardı.. Vakar ve ismetleri, salâbet-i haysiyetleri bahasma ele geçirmiş ol­
dukları kırık, dökük fakat süslü, fakat aldatıcı koltukların ardlanna sinerek
vahşet ve haşyetle bakışıyor, o nazarlardan kaçınıyorlardı.
Meşrutiyet, faaliyet sahasmı çok genişletmişti. Fikret’in istediği gibi b ir «Haf­
talık Tanın», bir «Yeni Mektep» meşrutiyetten beklenen füyuzattan! sayılamazdı.
Bu kadarcığı pek azdı.. Acı, ıstıraplı yıllardan sonra umulan ve gözlenen şeyler
daha parlak, daha yüksek şeyler olmalıydı, Koltuklarm taksim e uğradığı, kabi­
liyetleri, cüretten ibaret, emelleri binihayet olan bu emelzedeler için vilâyetler!,
nezaretler, hüküm etler idaresi dururken, bu kadar açık ve sarih im kânlar elver-
mişken, bir mektep idaresine hasr-ı kudret etmek, genç hayatları yıpratmak, fe­
dakarlık değil, küçüklük olma.T mıydı? Bu, meşrutiyete, hürriyete bir nevi ihanet
değil miydi?
Ne diyorlardı?! Siz gençler vazifeden kaçarsanız, bu yeni!, bu vatanî vazife­
leri kimlere? Vatanı felâketten felâkete, zilletten zillete sürükleyen o köhne, o
kasıtkâr ellere mi vereceğiz? İhtilâli bunun için mi yaptık? îstibdadı bunun için
mi yıktık?! Doğru ya! Doğru söze kim ne der? H akkın ve hakikatin karşısmda
akan sular durur...
Gençler düşündüler.. Hizmet nerede olsa hizmet degU miydi. Neden geniş
sahalarda geniş imkânlarla memlekete ve millete hizmet etmek varken kudret­
lerini I kabUiyetlerinl! daracık yerlere sıkıştırıp bırakm ak doğru muydu? Herkes
reyinde hürdür, tstiyen istediği yerde, istediği şelcilde çalışabiUr, çalışmalıdır da..

88
Hâsılı F ikret’in genç arkadaşları bu devr-i dilâra-yı m eşrutiyet!! de yeniden
mektebe başlam ak istemiyorlardı. Fikret’in atıldığı hayatta vakf-ı nefis, azm ü
iradetten başka bir şey yoktu. Halbuki azimkar arkadaşları gözlerinin önüne açı­
lan hayal pencerelerinden cennet kadar parlak, cennet kadar rahat bir gelecek
seyrediyorlar, mebusluklar, m utasarrıflıklar, valilikler, nazırlıklar tasarlıyorlar,
şahid-i hülyalarını otomobillerde koşturuyorlar, yaldızlı, yıldızlı seraplara iclâs
ediyorlardı. Bunun için de Fikret’in dilinden ve elinden kulaklarını ve yakalarım
kurtarm ak çarelerini arıyorlar, düşünüyorlardı.
Kudretsizliğin, aciz ve meskenetin verdiği hak ve hakikatperestlik devresi
geçmiş, b ir baltaya sap olmak fırsatı doğmuştu! Bu fırsat da kaçırılır mıydı!
Hepsi, bütün arkadaşlar bir baltaya sap değil, memleket ve milleti baltalayan
birer hain balta oluvermiş... Hepsi gücü yettiği kadar baltalamış, baltalanm ıştı!
Bütün gençliğin kalb-i ihtiram ında yer alan şeref, meziyet mevkiinden başlıya-
rak, edebi, haysiyeti, saffeti, samimiyeti, insaniyeti, insanlık nâmına mukaddes
ne varsa hepsini, hepsini baltalamışlar, baltalamışlardı.
Fikret; kendisine teklif olunan mebusluğu reddetmiş, vaktiyle kendisinin fi­
kir ve ideal arkadaşları olanlar kendisine: — Peki ama senin gibi hakikî vatan­
severler de bu vazifeleri kabul etmezlerse kimleri bulup getireceğiz? demişler;
O da: — İşte Cahit! Bu işin haldkaten eridir, diye onu ileri sürmüş, onlar bir­
birlerine bakarak, dillerinin ucundaki acı bir sözü söylememek için kendilerini
zorlamışlar ve nihayet; — Fikret bey biliyorsun ki Abdülhamid’e verilen jurnal­
ler arasm da Cahid’in de jurnalleri var demişlerdi. Fikret: — Onlara jurnal den­
mez, kimsenin şeref ve haysiyetine, hak ve hayatına kasit yollu yazılmış yazılar
değildir. Genç ve emelli bir insanın memleketin padişahından bir lütuf, bir âtifet
temennisidir. Bunlara da jurnal adını verirsek memlekette namuslu adam kal­
maz. Bana itimadınız var mı?
— Elbet te, yerden göğe kadar!
— Öyleyse ben Cahit’e itim ad ediyorum! cevab-ı kafisini vermiş ve Fikret’in
bu tezkiyesi üzerinedir ki, Cahit mebus olmuştu.

Tine bir akşamdı, yeğenim Hüseyin Kâzım Bey —ki Tanin’in hakikî sahibi
idi— evimize gelmişti. Ciddî bir tavırla; — Hikmet, bizi, bütün hamiyetli gençleri
iş başına çağırıyorlar. Bana ya Samsun veya Serez m utasarrıflıklarından birini
kabul etmemi teklif ediyorlar. Sen ne dersin? Hangisini kabul etsem iyi olur?
Bu suale acı bir gülüşle cevap vermiştim. Çünkü sual verilen vazifeyi kabul edip
etmemek şeklinde değil, esasen vazife kabul edilmiş, fakat teklif olunan ikiden
birinin kabulünü tercihe inhisar ediyordu. Demek ki Fikret’in en yakm, en gü­
vendiği arkadaşlan onu yapayalnız bırakm ağa kararlarını vermişlerdi. Diğer ar­
kadaşlardan bazıları Saray Başkâtipliğine, bazıları fırka teşkilâtına kapılanmış-
lardı.
Tarih, herkese lâyık olduğu nasib-i insaniyeti, hisse-i fazileti ayırmayı unut­
maz.. Tabiî o yüksek alm lara lâyık oldukları kitabe-i takdiri yazmakta gecikmi-
yecektir.

89
Milyonla banndırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dirataşân
Fikret: Temiz, lekesiz sandığı vicdanları küflendiren bu gizli emelleri, bu
sinsi ihtiraslan pek iyi sezmiş, kardeş gibi, evlât gibi sevdiği bu gençleri lâyı-
kjyle anlamış oluyordu.
«Tanin» Cahit’in cür’etkâr gayretkeşliği ile «İttihat ve Terakki Cemiyeti» nin
siyasî bir orgam çehresini takmıvermişti. Bu kasitkâr değişikliğe göz yummasına
imkân olmayan Fikret de «Tanin lâîn oldu» tel’iniyle «Âşiyan» a çekilmişti. Ken­
di admdan, kendi imdadından faydalanan dostlarm dan gördüğü bu vefasızlık, bu
âni ihanet onun nezih ve temiz ruhunda kapanmaz b ir yara açmıştı. Bundan
sonra Fikret kendi «Mefkure» sine, o saadet minberine doğru yalnız, yapayal­
nız çıkmağa karar vermişti. Bu hakikî terakki, bu hakikî teali yolunda ona yoldaş
olacak insanlık cesaretini, inkılâpçılık iradesini gösterecek kimsesi, kimsesi kal­
mamıştı.
Âlemin telâkkisi, halkm anlayış ve kavrayışı ne gariptir ki uzun müddet, on­
lar «Vatan âşıkı», Fikret de «Vatan haini» oldu.
«Yeni Mektep» için verilen sözler, yapılan vaitler çoktan unutulup gitmişti.
Fikret; Tanin’de çalıştığı müddetçe bu idealin hakiV:at olması için de gecesini
gündüzüne katıp durmuştu. Bir İngilizden başka verdiği vâdi iîaya yanaşan ol­
mamıştı. Fikret bu lâkaydi günahına karşı vicdanınm kızardığmı duymuştu.. Nef­
re t etmiş, iğrenmiş.. Karşısında sürünüp sürüklenen bu levs ve gılzat dolu gblge
yığınından tiksinmişti.
Posta müdürlüğünden DahUiye Nâzırlığına, yüzbaşılıktan Harbiye Nazırlığı­
na, ve padişah dam atlıklarına yükselen insan gölgeleri Fikret’in vakar ve hay­
siyetiyle parıldayan siması önünde ezilip duruyorlardı. Onu da aralarına alarak,
karşılarında bir heykel-i tezyif ve istihkar gibi yükselen bu heyûlâdan kurtulm ak
istiyorlardı.
Bir gün Âşiyan’a gelen Adliye N âzın Manyâsîzade Refik Bey —ki Fikret'in
namus ve haysiyetine inandığı ve takdir ettiği temiz ve kabiliyetli b ir insandı—
Fikret’i Maarif Nezaretine davete m em ur edilmişti. Saatlerce süren m ünakaşalar
sonunda Fikret’in nezareti kabulü şöyle dursun Refik Bey Adliye Nezaretinden
istifa etmek üzere, ağlıyarak ayrıhyordu. Bu sefer, Fikret onu mevkiinde kal­
maya razı etmeğe uğraşıyordu.
Nezaretlerden nefretle uzaklaşan, kaçan Fikret, sinesinde feyz ü irfan aldığı
Mekteb-i Sultanî Müdürlüğünü kabule tenezzül etmişti. Bu onun için tenezzül
değil, belki bir idealdi. Yeni mektep emeli inkisara uğradıktan sonra bu mek­
tebi, bu irfan ocağım ele almak, orada üç, beş adam da olsa, yetiştirebilmek de
b ir şeydi. Bu vatanî, bu millî teşebbüsünde de şantaj, sabotajlarla karşüaşmak-
tan kurtulam am ıştı. Talim ve terbiyeden zerre kadar nasibi, idare ve iradeden
b ir parçacık behresi olmayan b ir sürü beyni sulanmışların tariz ve taarruzlarm a
mâxuz kalmış, hücum larma hedef olmuştu..
Sultanî’yi asrın telâkkisine, medeniyetin icabına, terbiye ye talimin mukte-
zasına muvafık b ir irfan müessesesi haline koymak için uykusunu, rahatım feda

90
etmiş, mektebin hademeliğini, bahçjvanlığım, marangozluğunu, mimarlığmı, ho­
calığım, m üdürlüğünü îfa eylemiş, hem de hakkiyle îfa eylemişti. İnsanlık hissini,
İ2zeti nefis, haysiyet, vekar, namus telâkkUerini mektebe aşılamıştı. Buğulu göz­
ler hu hakikati görememiş, büyülü diller, bu valuayı teslim edememişti. Burun­
larından ötesini göremiyen bedbaht siyaset hocaları Fikret’i tenkide kalkışmış­
lardı.
Bütün insanlar alulsız, bütün âlem misidn.
Bütün efkâr-ı heşer kör de şu dünyâda gören,
Aıüayan b ir senin aklın mı? Neden öyle, neden
Herkesin gittiği yoldan saptın?
Herkesin yıktığı evhamı hakikat yaptın,
Tapıyorsun!
O m uannit mütegafil, bakıyor,
Sanki bir heykel...
Evet sen delisin, hem m ağrur
Ve muzır bir delisin, haddini aştın artık
Seni igmaz edemez, hazmedemez insanlık...
Ve bütün kaaîile taşlarla mücehhez, mahmüın,
EttUer «Hak!» diyerek hakka hücûm’
Evet, kendi dediği gibi «Hak!» diyerek hakka hücum ettiler. Kimlerin kör,
kimlerin görgüsüz olduklarını da çok geçmeden zaman gösterdi, dünya gördü.
Fikret; her gün avuç avuç çamur, kürek kürek çirkef savuran bu mülevves
m uhitte Sultanî Müdürlüğünde kalamazdı, kalmadı da.. Üç haftalık müdürlüğü
zamanında «Mekteb-i Sultanî» yi bir tim arhane haline sokan kabiliyetine mü­
kâfat olarak Maarif Nezareti pâyesiyle taltif edilen bir mecnun hakimin, çocuk­
ları bile güldüren karakuşî kararlarında İsrarını görünce Fikret istifa etmiştir. (*)
Yani Fikret Sultanî’ye, Sultanî’de bu mülk-i Osmaniye ebediyen veda etmişti.
Bugünkü enkaz (**) o günkü vedadan sonra kınla döküle bu hale sokulan baki­
yedir. «Şair yerine getirilen âlim» (*"''*) lerin essr-i ilim ve faziletidir! Zaman

(*) B a h so lu n a n m ü d ü r E m ruU ah e fe n d i idi. M ek teb in A ra p ç a m ü d e rrisi


o la n â lim v e fa d ıl m e rh u m H a cı Z ih n i e fe n d i, E m ru lla h e fe n d in in ü ç h a fta iç in ­
d e m e k te p te ih d a s e ttiğ i a n a rşiy i h a y re t v e esefle a n la tırd ı. B u adam cağız o
k a d a r d a lg ın , o k a d a r k e n d in e m a lik o lm a y a n b iri id i k i ta r if edilem ez. İğin­
d e n d ö n ü p e v in e g itm e k ü z ere y o la ç ık a r, b ir tü r lü e v in i bulam az, m a h a llen in
b e k çisi v e y a s a k in le rin d e n b iri o n a e v in i g ö ste rird i. V a p u rd a o tu rd u ğ u Birada
y a n ın d a k i z a tın ceb in d en , k e n d i cebi z an n ıy la. leblebi yediği dill^^re d e sta n d ır
B u k a d a r şaşk ın , b u k a d a r m a ’tu h b ir a d am ı g û y a m e ş ru tiy e t d e v ri d e n ile n o
in k ilâ p d e v rin d e , in k ılâ b ın ru h - ı m â n â sım , m â n â -y ı ru h u n u ta lim ve te fh im
e d ecek h ir m ü essesen in , M aa rif V e k âle tin in , b a şın a g e tirm e k a k lın alacağ ı h a ta ­
la rd a n d e ğ ild ir.
(**) T a b ir v e ta v sif ş a ir y e rin e â lim g e tirild iğ i z am an a a ittir.
(***) Â lim d e n ile n z a t m e şh u r riy a z iy e c i S a lih Z ek i m e rh u m d u r k i b ilâ h a ra
d a rü lfü n u n e m in i d e olm uş, n a s ıl b ir e m in o ld u ğ u n u o z am an d a rü lfü n u n d a b u ­
lu n a n la rla k e n d isin d e n so n ra o v a zife y e g e tirilm iş o lan ra h m e tli R ıza T e v fik b ü ­
t ü n fe c i h a k ik a tle riy le a n la tırla rd ı.

91
yılmaz... Neler gösterdi, daha da neler gösterecek... Evet, Fikret bütün ümitlerinin
kırılması, bütün hayallerinin sönmesi üzerinedir ki «İrfanına tebdil-i tabiiyet et­
tirdi...» Bundan sonra da tekîir edildi. «İrfan» kelimesini duyan «din ve iman
sahipleri» fırsatı ganimet bildiler «İrfanı» «vicdan» yapıverdiler;
«Şimdi Allaha söğer, sonra bol para ver
Hiç utanmaz, protestanlara zangoçluk eder..»
galizasmı bir şiirmiş 11 gibi tefevvüh ettiler. «— Âlemi nasıl bilirsin?! demişler,
«— Kendim gibi—» cevabmı almışlar. Görenler Allah için söylesin..
Fikret mi p ara için zangoçluk edecek!! Zehi vicdan! Zehi insan!! Fikret bu
yave-hâran-ı biiz’an ü bivicdana cevab-ı savabmı veriverdi:
Ben utanm am ! Yüzüm ak, animi açık!
Sen utan yaptığm işten be alık!
F ikret’in riya ve tezellülüne taham m ül edemiyerek omuzlarından silkip attığı
---- o m evkilere!! Can atan, her
türlü, istiskal ve istihkarla­
ra karşı kulakları tıkalı,
gözleri kapalı katlanm ak­
ta hiç b ir mahzur-ı İnsanî ve
vicdanî görmiyen, göremi-
yen„ bol değil, dar, hem de
pe kdar bir para için «esir
ve ecir» olan zavallılar mı
Fikret’e bu ta ’n ve teşni taş-
Vannı atm ağa kalkışm ışlar­
dı.
«Tebdil-i vicdan» sözü­
nü söylemeğe pek de vicda­
nı razı olmıyan, eski dostu!
eski hem fikri! Süleyman
Nazif de, kema,l-i keremin­
den tâbiri «tebdil-i iz’an» a
kalbedivermişti. Allah iz’an-
la n nispetinde vicdanlarma,
vicdanları nispetinde iz’an-
larm a insaf versin!
Kendisini «zangoçluk»
la vasıflandıran «şair-i müç-
tehiidin-i m ü binü» e Fikret
şu cevab-ı m üskiti vermişti
ve onu b ir «Molla Sırat» ya­
Mehmet Akif pıp ortaya atmıştı.

92
«Tarih-i Kadîm» e zeyl..
Ben ki üç beş pulu tercihinden
Protestanlara zangoçluk eden
Şâirim... Ziver-i kürsî-i yakîn.
Şair-î müçtehid-î din-i miibîn,
Hazret-î «Molla Sırat» a edebî
îhtirâm âtım ı takdîm Ue bî-
Bîtereddüt diyorum: zangoçluk
Lûtf-ı tavsifine şâyân olduk;
Lâkin aldanm a sakm, üstadını.
Ben de bir parça muyahhit-zâdım.
Bana anlatm a o Rânâ dînî,
Bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de kitâb-ı gaybî.
Dinledim ben de itâb-ı gaybı,
Ben de sizler gibi câmî, câmî
Dolaşıp Halika oldum râkî,
Şevk-i cennetle hayâlim meşguul,
Yüreğim havf-ı cehennemle melûl;-
Ben de tırm andım ulu tûbaya.
Ben de çıktun mele-i âlâya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine.
Bir koşardım ki o Allah sesine!
Ben de tesbîh ü duâ, savm ü salât.
Hepsini, hepsini yaptım, heyhat!
Çünkü telkinlere aldanmıştım
Kandığın şeylere hep kannuştım
Bilmeden, görmeden îman ettijn,
Varhğı yokluğa kurban ettim.
Sevdim Allahı da, Peygamberi de:
O alay kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü hakikat başka;
Başka yoldan varıhrım ş Hakka.
Saydığın hârikalar, mûcizeler,
Birer efsun-ı zekâdır ki beşer
Bîtevakkuf açıyor sırlarını;
Mûcizat ehli unutm uş yannı.
Muğfil ü nıuğfel o Isâ, Mûsa;
Köhne bir kizb-i m utalsam dır asâ.
Beşerin böyle dalâletleri var:
Putunuu kendi yapar, kendi tapar!
Ara git deyrini, gez kâbesini.
Dinle tekbîri, işit çan sesini.
Göreceksin k i bütün boşluktur.
Umduğun, beklediğin şey yoktur,
Düzme AUahı gibî, şeytanı,

93
Buda’sı, Ehrimenî, Yezdam.
Topunun mübdii bir vehm-icebîn
GölgcVer, gölgeler.. Onlar da derin
Bir karanhk sezerek çevrildim,
Acı b ir sadme yedim, devrildim;
Şimdi bîUayd-ı cinân ü niyran
Süzreim fıtratı hayran hayran.
Ben ne mâbûd, ne mûbid bilirim,
Kendimi Hilkat’e âbid bilirim.
Gökte binlerce mesâcid görürüm
Onda vicdanımı sâcid görürüm.
S u sücüd işte benim tââtım ,
Bu ibadette geçer sââtim ;
Bu ibadette fahûr n hurrem .
Ben beni bir kayadan fark etmem.
Bir minik kuşla biriz tapm akta.
Ben de tehlîl ederim ishak da.
Doğruluk, Iıub-i vefa, mahviyet.
Merhamet, bayr ü hamiyyet, nasafet,
Sonra b ir şâire zangoç demmek...
îşte vicdâmma bunlar ınahrek.
Düşünüp işlemek âyinimdir,
Yaşamk dîni benim dinimdir,
Mü’minim varlığa îmanım var;
H er kanat b ir melek eyler ikrar.
Enbiyâdan yaşarun müstağni.
Bîr örümcek götürür Hakka beni.
Kitabım sahn-ı tabiat kitabı,
Bendedir hayr ile şer esbabı.
Varırım böyle der-i merkadecek.
Bas ü Tikbâya m ahal görmem pek.
Taşırım kalb-i şegaf-peymâda
Beşerin aşkmı, âlâmını da.
Din-i H ak bence bugün dîn-i hayât;
Sen ne dersin buna bey Molla Sırât!...
Fikret'in bıa manzumesine cevap veremediler, çünkü sahte kanaat sahipleri
gibi kanaatini gizlemiyor, açıktan açığa söylüyordu. Bu öyle yüksek, öyle derin
bir kanaatti ki türrelıat ile karşılamlamazdı. Gerek Tarih-i Kadîm, gerek Zeylin-i,
■uleTna-yı mutasavviîecLen bİT zat nazmen. arapçaya tercüm e ve tefsir ederek, ese-
rin edâ ve müeddasmdaki kudret-i beligayı takdir ve tevkir eylemiştir. Tevek­
keli demezler; Anlayana sivrisinek saz, anlamıyana davul zurna az. Allah insanı
iz’andan m ahrum etmesin.
Fikret; _kürsî-i uzlet, peygule-i vecd ü istiğrak olan âşiyamna çekilmişti. Ara
sıra uğradığı B obert Kolejdeki Türk çocuklarım hakikî bir vatan ve millet aşkı,
hakikî bir insanlık şevk ü gururiyle yetiştiriyor, yine vatan için, yine m ület için,

94
yino insaniyet için çalışıyor, nefisleri, hasis menfaatleri için bataklarda yüııen,
iffot ve haysiyetlerini, irfan ve vicdanlarını rehine koyan, hürriyet ve şahsiyet­
lerini çirkâb-ı mezellete bulaşm ış koltuldara satanlara acıyarak bakıyordu.
Edirne mebusu Riza Tevfik Edirnede tulum bacılara döğdürülüyor, kafası yar­
dırılıyor, hak ve hakikati söyliyen Ahmet Samim, gibi gazeteciler gecenin zul­
metlerinden faydalanarak yollarda öldürtülüyordu. Hâkim olan cevr ü istibdat,
cebr ü ceberuttu. Padişahın elinden alman kahr ü zulüm kudreti b ir fırkanın
eline verilmiş, zarar sahası binlerce kere genişletilmişti.
Bu hale ıstıraplar, azaplar içinde şahit olan Fikret artık durup oturmaz ol­
muştu. Asabileşmiş, hiddetlenmiş, âdeta köpürmeye başlam ıştı. 1327 senesi Fik­
re t’in sinirlerinde en büyük ihtilâzları koparan sene olmuştu.. Yanlış hareketlere,
haksız ve yersiz teaddilere göz yummıyan, bütün halkı, genç, ihtiyar, kadın, ço­
cuk bütün varlığı sindiren zalimlere, her tec’avüze boyun eğen sükût-ı zilletle,
âciz ve meskenetle katlanan gençliğe karşı feryat etti. Korkudan sinmiş, uyuş­
muş beyinleri bu feryat bir yıldırım dehşetiyle sarstı:
DOKSANBEŞE DOGRU
Bir devr-i şeamet: Yine çiğnendi yeminler;
Çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi;
Kanun diye topraklara sürtüldü cebinler;
Kanun diye, kaanun diye, kaanun tepelendi...
Bîhûdö figanlar yine, bihûde eninler!

Eyvâh! Otuz üç yıl o zehir giryeleriyle


H üsranları, buhranları, ehvâli, melâli,
Âmâl ü devâhisi, ve sulh ü seferiyle
B ir sel gibi akmış, mütevekkil, mütehâU...
Yazsm bunu târîh-i tb er hatt-ı zeriyle!

Ey bir dem-i rii’yâ gibi geçmiş kara günler.


B ir lâhza edin seyr-i cahîmînizi tekrar;
Dönsün bize mazi o derin nazra-i muğber...
Heyhat! Otuz üç yıl, otuz üç yıl bütün ekdar;
Heyhat!.. Ne bir ders, ne bir fikr-i m ukarrer!

SUmez fakat elvâhmı târîh-i muânid!


Doksan beşi aç: Gölgesi bir tâc-ı harisin
Saklar mütelâşî, m ütereddit, mütem errid
Evza-ı şeb-engîzini bir bûm-ı habisin,
Hâlâ o vesavis, o desais, o mefasıd.

Hâlâ o şebin zeyl-i temâdisi bu ezlam;


Hâlâ o cehalet, o tecâhiU ve o techîl;
Hâlâ vatanın hissesi bir tude-i âlâm;
Hâlâ düşünen başlara hep latma-yı tenidl,

95
Hâlâ sın tan dişlere hep lokma-yı in’âm.

H âlâ tarafiyyet, haseMyyet, nesebiyyet;


Hâlâ «İJu şenindir, l>u benim!» kısm eti câri;
Hâlâ gazab altında hakikatle hamiyyet...
Hep dünkü terennüm sayıdan saygıdan ârî;
Son nağmesi yalnız: Yaşasm sevgili millet!

MiUet yaşamaz, H akka tahassürle solurken


Sussun diye vicdârana yum ruklar inerse;
MiUet yaşamaz, meclisi m üstahkar olurken
Iğfâl ile, tehdit ile titre r ve sinerse;
Mîllet yaşamaz m a’şer-i millet boğulurken!

Kaanun diyoruz; nerde o mescud-ı muhayyel?


Düşman diyoruz; nerde bu? H ariçte mi, biz mi?
Hürriyetimiz var, diyoruz, şanlı, mübeccel.
Düşman bize kaanun m u? Ta hürriyetim iz mi?
Bir hamlede biz bunları kahrettik en evvel.

Bir hamle-i mahmûm-ı tegallüble değiştik


Hürriyyeti şahsiyyete, kaanunu gurura;
Heyhat! Otuz üç yıl geri düştük, ve bu mühlik
Yoldan şu nedâm etli ve gafletU m ürura
Bişüphe o humma-yı cünûn oldu m uharrik.

Ey millete bir sUle olan darbe-i m ünker!


Ey kaanunu tepen sadme-i bidâd!
MiUiyyeti, kaanunu mukaddes tanıyan her
Vicdan seni lânetle, mezelletle eder yâd.

Düşsün sana —meyyâl-i tahakküm — eğilen ser,


Kopsun seni —b ir H ak diye— alkışlıyan eller!
Kayalar - 6 Kânunusani 1327

Fikret: Hak. millet, kanun, hürriyet diye vicdanının sesini vatanın âfakında
çın çm çmlatırken, rahm etli A tatürk’ün de dediği gibi —H aktan hakikat, vicdan
ve kanaatten, îman ve taatten dem vuran kahram anlar nerelerde idiler? Dilleri
tutulmuş, gözleri körleşmiş, vicdanları kararm ış, köşe bucak sığınacak yer ara­
mışlardı.
İttih at ve Terakki erkânı b ir tü rlü hazmedemediği bu itham kâr sesi sustu­
racak kahram an aradılar, bula bula bir cılız, b ir çatlak neva buldular; Faik Âli.
Bu zavallı; kardeşi Süleyman Nazif’in başka türlü bir eşi, cılızdan cılız, bir vâd-i
menfaatin zoru ile gûya cevaba yeltendi. Fikret’in milletin hakkını, memleketin
şeref ve şamnı korumak asaleti ile gürlediği:

96
Kopsun seni bir Hak diye alkışhyan eller,
m ısramdaki H ak’kı koparıp atarak, yüzler kızartıcı, gönüller kinci, zavallı b ir
tahrif yaptı;
Kopsun seni Fikret diye alkışhyan eller.
ile biten bir esaretnâm e ibda eyledi.
Gûya kendi dostlarından biri olan bu «Tevfik Fikret Beyle hasbıhal» Nâ-
zımının «Elhan-ı vatan» ım baştanbaşa okusunlar, hattâ kendi de okusun. Acaba
Fikret’e hak vermiyecekler mi?
«Şâir, vatanın düşmanı bin şahs-ı habisin
Niyyat ü mesaisi bu günden bile mahsûs...
Ferda neler ihzar ediyor millete?.. Efsûs
Vicdan-ı muazzeble kariben (jöreceksiıı.»

diyen şaire sorarız. Fikret, âsude bir vicdan ile uyuyor. Siz de şerefler bahşet-'
tiğiniz m utasarrıflık sandalyesinde kehanetinizin, neticesini, «Ferdanın millete ne­
ler ihzar ettiğini» görüyorsunuz! Vicdanınız muazzep olmuyor mu! Sözlerinizin
bir kısmmı kaarilere birlikte okuyalım:

«................................... ey kızıl alil


Vicdanlannda toplanan en İdrli, en sefîl
Ağraz ü ihtiras ile gayz ü husum etin
E n nahak intikaam m ı mülkün ve mUletin
H er gün mukaddesatına, her gün hayâtma,
H er gün hukuuk u müktesebât-ı necatına
K ast ü tecavüz eyliyerek almak istiyen
Hainlerin hükümeti, elbette âtiycıı
Millet sorar (ve hak ile adlin kitabını
Yırtmaksızın) bu zulm-i azimin hesabını
Ey re’s-i kâr-ı millete çökmüş güruh-ı şer,
Düşnâm u intikaam-ı zamandan, hazerl
Etmez teahtaur ân-ı hesâbu ıkaabı çok..
Hiç sizde gerçi zerrece vicdan azabı yok;
Vicdan azâbı yok.. Fakat ergeç, bu âşikâr,
Zmdan azâbı var, size zindan azâbı var.
Körler, sağırlar işte görüp duydu, bildi ki
E t’âl-i seyî'ieyle bu mülk-i mübâreki
Mahvetmek istiyorsunuz.. Amma zavallılar,
Çok geçmeden bulur sizi sarsar, yıkar, yakar
Hakkm sihâm-ı laneti, haUon aleddevâm
Kalbinde kök salıp büyüyen hiss-i intikam.»
Şu muhataplarımzı sorabilir miyim? Bu, birer acı hakikat olan sözleri han­
gi sahiplerine ithaf buyuruyorsunuz!!!
Burada sözü birader-i mükerreminiz Süleyman Nazif’e bırakıyorum:

97
«İttihat ve Terakki Cemiyeti» siyasî ve yalnız cidal-i fikr ile takib-i meslek ede­
cek bir fırka d e p , bir... Nasıl söyÜyeyim!.. Bir.., acîp ve muzır müessese olmuştu,
Bîkes midelere girecek yağsız lokmalara, cılız dimağlardaki bigünah kelimelere
kadar maddî, mânevi, mevrus u müktesep her şeye: Maişete, meskene, hakkı
tasarrufa, hakkı hayata, servete, ziraate, san’ata, ticarete, iktisadiyata, içtimaiya­
ta, siyasiyat, milliyete, lisana, tarihe, efkâr ve tasavvurata, âmâl ve niyyata, me-
salik ve akaide kadar her şeye tahakküm ve tasallut etmek istiyen ve her şeye
tahakküm ve tasallut eden bir kuvvet!...
Bu hareketler umumiyetle müliyet, hamiyet, meşrutiyet, vatan nam larına ika
olunuyordu. Zavallı milliyet, zavallı hamiyet, zavalh m eşrutiyet ve zavallı vatan)..»
Görüyorsunuz ki iskemlelerin sarsıntısı ufk-rü’yeti sislendiriyor sözü mahal­
line sarfetmek için bir «Âşiyan»; ağaçların tabii kuvvetlerinden başka b ir kuvvete
ya.slanmıyan bir «Âşiyan» lâzım.. Gençliğe ithaf buyurduğunuz hutbelerinizi di­
liniz dolaşmadan, kalbiniz çarpm adan bugün de okuyabilir misiniz? (*)
«Servet-i Fünun» eski dostu, halûki üstadı Utizamen söze karıştı. Fikret’in
fazlım, nam usunu lekeliyecek bir ufacık şaibecik bile bulunamıyacağını bu za­
vallılara anlattılar.. Fikret; gençliğin bu samimî, bu hakU galeyanma, bu büyük
sevgi, saygı hareketine karşı göz yaşların: zaptedemedi. Bu necip, bu kadirşinas,
bu hakperest zümreye ithafen 19 Kânunusani 1327 de «Rübabın cevabı» nı bas­
tırdı:
Ey gözlerinde mavi güneşler gurûbeden.
Altın İbaşmda fırtınalardan, didişmeden
Bir tac-ı nur olan o güzel saç didik didik,
Nâzan vücûdu bir kucak ot, b ir yığın kemik,
Mahzım b ir ihtifal ile mâzi-i şadının
Gerdûne-i şükûhunu teşyî eden kadın!
diye o perişan vatanım elemU gözlerin önünde yaşatıyor ve yine üm itler besle­
diğini hususiyle gençlikten üm itler beslediğini anlatıyor:
Ben böyle isterim seni.. Hep leyle ecnebi.
H ep şûle, hep seh er dohı b ir cephe-î sefid!
K arşm da son terâne-1 ruhum benim, medîd
Bir sayha-î üniid olacaktır... tîm id!.. Ümid!..
diyordu.
Hangi şair vatanmı bu kadar sevmiş? Hangi şair vatanını bu kadar güzel,
bu kadar necip hislerle tasvir etmiş? Hangi şair gençliğe bu kadar candan üm it
bağlamıştır? Bütün Türk Edebiyatı Tarihi göz önündedir. «Rübabın cevabı» Os-
manh Türk şiirinin lâyemut bir enmuzec-i san’at u belâgati, lâyezal b ir nümune-i
aheng ü selâsetidir.
Bu kuvvet, bu celâdeti, bu melâhat, bu kudreti ancak Fikret'in yazdığı şiir­
lerde görüyoruz. «Sis», «Tarih-i Kadim», «Rücu», «Rubabm cevabı»...

(♦) “Düşünce” nüsha-i mahsusa, eahife 210 -212.


Fikret susmamıştj, susturulam am ıştı. Karşısında h er hayale saldıran, her
gölgeye ihanet eli atan, bu zavallı vatanın kemiklerini kemiren, iliklerini emen,
kanını, canım sömüren aç k u rt sürüsünü gördükçe dayanamadı. 1328 hazirartin-
da «Han-ı Yağma» yı yazdı:
Bu sofracık, efendiler, —ki iltikaama muntazır
Huzûrunuzda titriyor— şu milletin hayâtıdır;
Şu milletin ki m ustarip, şu milletin kİ mlıhtazır!
Fakat sakm çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksm nca, çatlaym'caya kadar yiyin!
Efendiler pek açsmız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz hu gün, yarın kalır mı kimbilir.
Şu nâdi-i niam, bakm, kudûmunuzla m üftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı ûsefa sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayucaya kadar yiyin!
Bütün bu nazh beylerin ne varsa ortahkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay.
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler, yiyin, bu hân:i iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar,
Gurur>ı ihtişam ı var, sürıır-ı bıtikaanu var.
Bu sofra iltifatınızdan işte âb u tâb umar.
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanb lokmalar..
Yiyin, efendiler, yiyin; bu hân-ı canfeza siâ n ;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı öıfemleket, verir ne varsa: Mâlini,
Vücûdunu, hayâtını, ümidini, hayâlini.
Bütün fürûg-ı haliniy olanca şevk-i bâlini!
Hemen yutun, düşünmeyin; harâmını, helâlihi...
Yiyin, efendiler, yiyüı, bu hân-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırm ca, çatlayıncaya k a d a r yiyin!
Bu harm anın gelir sonu, kapıştırın gider ayak!
Yarın bakarsımz şÖner, bu gün çıtırdayan ocak!
Bu gün ki mideler kavi, bu günkü çorbalar sıcak.
Atıştırın, tıkıştınh, kâpış kapış, çanak çanak...
Yiyin, efendiler, yiyin, bu hân-ı pür neva sizin;
Dpjriuıca, tıkşırıhça, patlayıncaya kadar yiyin!
Kaç kişi bu hân-ı yağmaya iştirak etmem işti ki!...

99
Fikret bu şiirini kendi yazısiyle ayrı ayrı yazarak, zarflara koymuş, Sadraza­
ma, Harbiye Nazırına, Bahriye Nazırına, Şeyhülislâma varıncaya kadar bütün
memleket büyüklerine göndermişti. Aldığı cevaplar takdirle, tebriklerle dolu idi.
Hepsi de Fikret’in fikrine iştirak ediyor fakat sofraya iştirak etmemiş olduklarmı
söylüyordu.
Fikret acı ve alaycı b ir elemle güldü; uEvet hakları var. Bu sofra benim için
kurulm uştu!» dedi. Zavallı memleket nesi varsa vermişti. Yine b u açlan doyura-
nıamış, yine bu m uhtaçları sevindirememişti. Ne oldu? Hem yurdu yıktılar, hem
yıkılıp gittiler!
Fikret b ir gün dersten dönüyordu. Vapura girdi, alt kam araya indi. Kendini
tanıyan ebnâ-yi zamandan biri yanma sokuldu.

— Zannederim, teşkil etm ek istedikleri bir kulüp vardı. Ondan bahis açtı.
«Şu düşündüklerimizi ve bizi halka tanıtacak bir şey lûtfetsenize!» demişti. Fik­
ret, böyle' b ir şey yazamıyacağım, kendilerinin çok muktedir, çok şerefli birçok
şairleri olduğunu, onlara m üracaatlarını tavsiye etti. Adamcağız İsrar gösterince;
— Peki yazınız! dedi.
«Dedilet, sen ki zamanın sözü hak şâirisin!
Bizi insan gibi tarif edecek b ir söz bıd!
Söylüyor, işte, dedim, nâsiyeruz halinizi..
Bir alay çulpa, gebeş, hem de keleş, hem de fodul!...»

Adamcağız; «— Canım alay etmeyiniz!..» demiş, fena halde bozulmuştu. Fik­


ret gülerek: «Madem ki benim sözlerimin hak olduğunu kabul ediyorsunuz.. Bun­
ları da kabul etmelisiniz I» deyip kesmişti.
Bütün bütün Âşiyana çekilen Fikret, R obert Kolejdeki OsmanlI yavrularım
yetiştirmeye hasr-ı nefs etmişti. Hiç olmazsa onlarm insanca terakkilerini temine
uğraşıyordu; Bütün
arkadaşları her cu­
m a Aşiyan’da topla­
nıyor, görüşüyor;
Fikret yine neş'eli,
imelU, ümitli görün­
meye çalışıyordu.
Çok zaman dersler­
den sonra kendi ge­
lir, beni ah r beraber
evine giderdik. Ba-
zan gelemez, biz de
gecikirsek ya sitemli
bir mektup ya şöyle
bir k art alırdık:
Kartvizit

100
«Azizim Hikmet bey, bu akşam cuma akşamı, teşrifinize bittabi ve berm utad
intizar ediyoruz. Fakat biraz erken gelirseniz daha uzun teşerrüf etmiş olurum.
Hüseyin Beyi de elbette haberdar buyurursunuz. Değil mi?»
Bazan o kadar hararetlenir; şiir ve edep aşkiyle hararetlenir, söyler, anlatırdı.
Fikret’i o dakikalarda görmeli idi. Sözlerindeki ateşe, gözlerindeki güneşe meftun
olmamak kabil miydi?.. O geceler, fikrî, edebî, hakikati söyliyelim, biraz da midevî
ziyafet geceleriydi..

Sofradan iki, iki buç saatte ancak kalkılabilirdi...

Çocukluğundanberi ziyafetler vermekte, dostlarm ı etrafm a toplamakta, bü­


yük bir zevk-i İnsanî, derin bir hazz-ı ruhani duyan Fikret son lâhza-i hayatına
kadar bu hazzından m ahrum kalmamıştı. Bu pek nıuayyen olan toplaşm alara
biraz gecikilse veya kazara, o da mücbir sebep altında gidilemese m utlak sitem
eder, gücendiğini anlatırda.
«Âşiyan» ne saf emellere, ne necip temennilere şahit olmuştur. Onun her kö­
şesinde Fikret’in bir samimiyeti yaşar, her bucağında bir fazileti gülümserdi..
Düşünür: Hâmit, zavallı Hâmit.. Eserleri böyle karmakarışık, perişan bir halde
mi kalacak 1 Şunları toplayalım, güzel bir şekle koyalım, kıymetleriyle mutena;-
sip şekillerde bastıralm ı.. Kütüphanelerinde temiz, güzel eserler görmek isteyen­
lerimiz de vardır, elbette alırlar, sevgili Hâmid’imize de bir hizmet olur. Bu ka­
dar ihmal, bu kadar kadirnâşinâshk günah değil mi?» derdi. Bu sözlerdeki sami­
miyet o kadar m üessirdi ki, insamn gözleri yaşarırdı.. Hele b îr defasmda Hâmid’i
dâvetle «Aşiyan» da (Eşber) i temsile karar verilmişti. (Eşber) in takacağı kılıç,
kalkan ve tulga bile hazırlanm ıştı. Zaman bırakm adı, talih kıskandı.. Bu emeller
gibi birçok tatlı emeller de söndü, hayal olup gitti..

Fikret açık havalarda gezmeğe çıkar, resim yapar, pek, pek sevdiği tabif<tın
fflf sinesinde saffetle, m eserretle yaşardı. Tabiatın güzellikleri ona birçok yeisle­
rini, birçok acılarını unuttururdu. Fikret; gençliğindenberi yürümeyi, gezmeyi
çok severdi. Ailesiyle gezintiler yapardı, kırlarda, sahillerde refikasiyle sâkin s i­
kin dolaşırlarken medeniyetin kucağmdan dökülen sokak yavruları Fikret’i taşa
tutarlardı. Bu zavallı, bu kimsesiz çocukluğun karşısm da kalbinin sızldaığım du­
yar, o, yaralı kablinin, yaralı diliyle:
Ey kimsesiz âvâre çocuklar... Hele sîzler,
Hele sîzler...
diye için için inlerdi.
Bazı günler sandalla «Göksu» ya gider, derede resim yapardı. Bir kere Pıs-
tıksuyuna gitmişlerdi. Zevcesi, Halûk’u ve kendisi şiddetli b ir yağmura tutul-

101
muşlardı. Bunlar Fikret’in en tat­
lı, en samimî hâtıralarıydı. Bu
teferrüçleri arkadaşlaryile de ya­
pardı. Çök' defa beraber Baltali-
manmda, şehitlikte resim yapma­
ğa giderdik. Gülerdi, söylerdi, şa-
kalaşırdık. Yaptığı resimlerin bir
kısmı hâlâ «Aşiyan» m duvarları­
nı süslemektedir.
«Rubab-ı Şikeste» sinde «Zer-
rişte» adı ile yer alan sevgili, ken­
disinin bir resmini paletlerinden
biriniıi üzerine yapmıştı. Çok sev­
diği yaşlı bir dadısı vardı. Onun
resmini yapmak istemişti. Kadın­
cağız taassubundan resmini yap­
tırm ak istememişti. Bir gün re­
sim yaparken onu karşısm da dal­
gın ve sâkin görünce, onun da
resm ini hissettirm eden bir pale­
tin üzerine yapıvermişti. Bu gü­
zel hâtıralar nerelerde kaldı bil­
mem.. T abiattan yaptığı bitçok F ikrefin yaptığı resim lerden
Halûk’un çocukluğu
güzel .tablolar, portreler ve pey-
zajlar ve naturem orte’ları vardı. Eski fikir ve hayat arkadaşlarından Hüseyin
Kâzım, (Şeyh Muhsin-1 fâni) nin adını kendisi vermiş olduğu, kızı, «Rikkat» in
b ir çocukluk resmim yapıvermişti. Bahçesinden topladığı çiçekleri Rikkatin kol­
ları araşm a yerleştirdikten sonra hemen b ir seansta tablosunu meydana getiri-
verriilşti. Bu tablo hâlâ Rikkat’in nezdindedir. Refikası Nâzime hanım ın da muh­
telif resimlerini yapmıştı. Yağlı boya ile yapm ış olduğu küçük b ir k ü rt resmini de
Kâzım Beye hediye etmişti. Bugün, yine kendisinin «Nâzan» adını vermiş olduğu
m erhum kızınm kızı Bayan Füsun’un nezdindedir.
Fikret muhtelif tablolardan başka ev plânları, türbe plân ve resim leri de
yapmıştır. Bunlardan biri Namık Kemal m erhum un Bolayırdaki kabrine yapmış
olduğu plândır. Ali E krem -hâtıratm da bundan bahsetmektedir.
Biri de Hüseyin Kâzım Beyin, Trabzonda vali iken ölen babası K adri Beye
Sultan Abdülhamid’in kendi hazînesinden yaptırm ış olduğu pembe m erm er tü r­
benin krokisi ve yağh boya tablosudur ki bugün hâlâ merhum Kâzım Beyin bü­
yük kızı «Rikkat» K unt’un nezdindedir.

102
Bundan m aada birçok da ev
plânları ve resim leri yapm ıştır;
Kendi âşiyanı, evvelâ tiılebesi
sonra da dostu ve arkadaşı olan,
Nigâr Hammzâde Feridun Beyin
evinin plânı bunlardandır.
TevfUî Fikret’in mizahî ve
lıicvî kudretine misal olan birçok
şiirleri olduğu gibi resimleri de
vardır. Gecelik kıyafetleriyle misa­
fir kabul eden beyler ve paşaları
hiciv ve takbih yoluyla kendini
onların şekline koyarak aynada
.resm ini yapmış, altına da «Güle­
riz ağlanacak halimize» ibaresini
yazmıştır. Aslı Aşiyanda mevcut
olan İau tablonun fotograîlarm ı
birçok arkadaşları hâtıra olarak
almışlardı.
Bir zamanlar «Halûk» İskoç’-
ya’dan dönmüş. Koleje muallim
olmuştu. Aynı zamanda. Kolejin
elektrik ve kalorifer tesisatını ya­
pan Profesör Allen’in yanında ta t­
bikat görüyor, kazanları koyuyor,
telleri vazediyor, plânları çiziyor,
hocalarının takdirini celbeden bu
Fikret gecelŞı kıyafetiyle muvaffakiyetler Fikret’i de mem­
nun ediyordu. O zaman Fikret
ne mes’uttu.. Neler düşünüyor, neler yaşıyordu. «Halûk» tahsilini ikmal için Ame-
rikaya gitti. Onu Profesör Ailen beraberinde götürmüştü. Fikret’in yeni bir ümi­
di, Halûk’un yurduna, dönmesi ve evleninesi idi; Eri büyük zevki oıidan bir meb-
tüp, bir resim almaktı. H alûk'u için oda hazırlamak, uğraşmak, bediâlar yarat­
mak, Fikret’i tatlı tatlı oyalıyordu. Bütün bu rakik emelleri bütün bu ince dü-
şvinceleri birden darbeliyen m üthiş b ir hâdise oldu: Hastalık... Herşeyi, herkesi
d ü şto en Fikret kendini hiç düşünmüyordu, düşünemiyordu. Onu hayata düşkün
zannedenler çok aldamrlar.
«Yaşamak dini benim dinimdir»
diyen, hayata meftun Fikret, bütün hayatını vatanma, milletine, insaniyete has­
retm iş bir fedai idi.
Vatanındaki, vatan-ı insaniyetteki insanların zavallılıklarını gördükçe zehir­
lenen fikret:
«İnsan» deyince darbe-i hüsranla pür^bS tr
B ir heykel-i emel görüyor çeşm-i rikkatim.
B ir heykel-î emel... Acı ey Rabb-i müntakim,
Mablûk-ı eşrefin bu oyuncak mı, tarum ar!

103
demekten kendini alamıyordu.. O, bütün insanları melek, bütün ciham cennet
görmek istiyen bir büyük idealistti....
Sılıhatine düşkün değildi. Si­
gara içmez, içki içmez, kum ar oy­
namazdı. Fakat sıhhatini değil,
sıhhat-i ahlâkmı düşündüğü için
içmez T6 oynamazdı. B ütün titiz­
liğini yemek hususunda gösterir­
di. Her şeyi beğenmezdi. Evvelâ,
bir hacısı vardı.
Onu pek severdi. O, F ikret’in
zevkini, merakını bilirdi. H er şey
hacının elindeydi. O düşünür, o
pişirir, fakat iyi pişirirdi. Hacı
hastalanmış, memleketine gitmiş­
ti. Bir de, Halûk yamndayken, bir
Raşit Ağası vardı. O da iyi yemek­
ler pişirirdi. Fakat Fikret hasta­
lanıp adaya gittiği zaman Raşit
Ağa da memleketine gitmişti.
Fikret hastalığmın icabı ola­
cak çok su içerdi. Kışm bile des-
tisini pencereden dışarı bırakır,
içindeki donmuş suyu içerdi. Bü­
tün sıhhi tedbirleri bahçede ça­
lışmak, açık havada gezmekten
ibaretti. Bahçede uğraşm ayı çok
severdi. Bahçenin ta rh ve tanzi­
mini yapan kendisi, en ufak taş-
larm a varıncaya kadar düzelten Halûk’un Amerika’dan babasına gönderdiği
kendisi idi. b ir resim (•)
Bahçede üç servi yanındaki taş masaları, taş iskemleleri beraber yapmış, be­
raber tanzim etmiş, üzerlerinde de beraber oturarak m ehtaplı gecelerde Boğazdan
süzülüp geçen nâzenin yelkenlileri beraber seyretmiş ve dertleşmiştik.
Bahçeflski havuza hâkim taş bağrını rüzgârlara, güneşlere karşı germiş ebül-
hevli andıran bir kaya vardı. Fikret, bu kayanın altını açtırm ak, orasını kendisine
b ir kütüphane yaptırm ak istiyordu. «Ölünce de beni oraya gömerler!» diyordu.
O kayanın bağrma şu, kendi eliyle yazmış olduğu çok içli, çok mânalı kıt’ayı kaz-
dırımştı:

Ey taş, sen ey kitâbe-i jengîu-i kün-tekân,


Bir ser-şikeste heykekl-i büUıevIi andıran

<•) “Düşünce” nUsha-i m ahsusası İçin rahm etli dostum ressam Refet Av-
nİ’ye yaptırm ış oldug;um reGimlerden.

104
Vaz’ınla seyr-i hilkat edersin, pür-iştibâh,
E ttin m i b âri sen o büjrük s im iktinâh?
Sen b âri anladın mı, sen ey kalb-i zihozûr.
Hep taş yüreklerin neye âlemde şevk u sûr?

tw * v'

fr ‘

Aşiyan’m bahçesindeki kayaya hâk olunmak üzere


yazdığı manzume Ue plânlarım gösteren kroki

Hastalıklarını ilâçsız geçirmek, doktora görünmemek m ûtadı idi. Sekiz s6-


nedenberi vücudunu kem iren ve nihayet o dev gibi cüsseyi deviren o sinsi, o ka­
til illet, tedavi görmemek yüzünden müzmin bir hal almış, sonunda zavallı Fik­
ret’i yıkmış, topraklara sermişti.

Fikret tedricî bir intihar ile öldü, ölüm üne tesir eden birçok avâmili, avamü-i
mel’umeyi de ilâve edersek Fikret’in nasıl feci b ir surette yıkıldığını anlarız. Fa­
kat o, bımdan şikâyetçi değil, memnundu, gümkü vicdam huzur içinde idi.

İçimde. —beUü bu* b ir hastalık alâmetidir—


Evet, içimde bütün bir hayat-ı bisa’yin
Üzüntülerle geçen, bitmiyen dakikaları
Ağır ağır gerinir; sanki biruhaye derin.

105
Fikifet’in hastalığında alınan resimlerinden (*)

derdi, bütün üzüntüsü, çanı gibi sevdiği inci şetaretli vatanına, dünyanın en va­
kur ve şehâmetli milleti blain inilletirıe, istediği gibi hizhıet edememek, mesaisiz
bir hayat geçirmekti, işte bu bitmiyen dakikalardan artık usanmış, artık bıkmıştı.
Ölümü memnuniyetle karşılamıştı. O rnemnuniyetin nişanesi b ir daha açılma­
mak üzere kapanan dudalclarınm üstünde b ir sermedi tebessüm olup kalmıştı.

E'vrak-ı riıetrûkesi arasında bulduğumuz şu kıt’a hayattan ne kadar bezgin


olduğunu he açık, ne acı surette gösteriyor;

Artık hayât için yetişir bunca infiâl,


Dinlenmek isterdim ki taabdâr-ı mihnetim;
Artık- tehî-vticûd, tehî-dil, tebî-hayâl
Dünyada şimdi ben dahi b ir fazla sıkletim.
Emel, imân, aşk, hararet ve energie dolu bir fıtratm böyle eriye eriye bo-
şalışı ne acı, ne trajiktir.

(*) B u re sim le r ta le b e sin d e n m e rh u m E v ran o s zâde R ıd v an ta ra fın d a n


a lın m ıştır.

106
Servet-i Fünunda iken geceleri •uykularım feda ederek çalışan Fiki'et; sonra­
ları ö 'k a d a r çalışitıâz, çalışamaz olmuştu... Yine öyle muritazaıh uyüıfi'â^;’ bazari'
erkon, bazan geç yatar, bazan erken, bazan geç kalkardı..
Gariptir, ki, hastalık zamanlarında gözleri rahatsız, vticudu-eansıZ:,Qİdu|a^:'hal-
de bile, .gece, uykularm ı bırakır, okurdu. Okudukları aİelekser «İllustration■,.The-.
âtral» olurdu. Hoşuna gidenleri ertesi, gün dostlarına anlatırdı.
Bir ,gün tercümeden bahsolünuyordû «Biz de. (Balzac).,ın Le.Mede.cin de Cam-
pagne’i gibi eserlerin tercümelerine, ihtiyaç yar.».dedi ve bizi onu iterciimeye teş­
vik etti. ,Bu teşviki bir vasiyet telâkki etmiş, ölürriünden: sonra «Haftalık Gaze­
te» ye tefrika etm eğe. başlamıştım. Evkaf Matbaasınm-ve :Orada bas,ilan gazetenin
kapanması, maalesef, eserin yarı kalmasını intaç etmişti..
Son hastalığı başlamıştı,. Yazm Büyükadâda küçük, bir ey tuttu. Adayı, çok
severdi. - Sabahlan erken dolaşrrıağa çıkar, Dil’de resimler .yapar,, tab iatın : güzel;:
liğine karşı beslediği zeval bulmaz aşkı canlandırmak, kalemiyle, fırçasiyle yaşat­
mak isterdi... O sene bizi de adaya dâyet etmiş, açık havada bir ziyafet-ver;rnlşti..
Kadın, erkek kalabalık bir aile idik. O kadar neş’eli^ o kadar mes’u t İdik, ki an­
latılamaz. Güle, söyliye yemeğimizi yedik. Fikret pek keyifli id i., .E trafında, sey-,
diklerinden ve kendini seven dostlarından müteşekkil bir hâle görmekle sevini­
yordu: Kahvelerimizi içiyorduk.
-._ . ik i ijandarhıa 'geldi, kadınların er-
J keklerden- ayrı oturmasını, yahut
gidip çamların dibinde kahve iç-
,,'memizi söyledi. Fikret fena halde
sinirlendi; neş’esi kaçtı. Çamlarm
dibinde beraber oturabilen aile bu
ıssız sahilde neden beraber otura-
mıyordu?! Bu, garip teklifteki
m antıka sinirli ...sinirli güldü. Kah­
vemizi içtik. Hep beraber kalktık.
Fikret akşama kadar şen olmağa
çalıştı. Fakat sinirliliği geçmemiş­
ti., Dalgmlığından, düşüncesinden
teessürü anlaşılıyordu.
Hastalığı sıralarında idi. Ba­
zan sebepsiz neş’elenirdi. Bütün
gün neş’eli, keyifli görünürdü. Ba­
zan da sebepsiz hiddetlenirdi. Si­
nirlenir, titizlenirdi. H attâ b ir gün,
pek çok sevdiği kayınbiraderi Dok­
to r HiJanet’e sinirlenmiş, günler­
ce görüşmemişti. Bir gün de iyâ-
detine ,giden . Filozof Riza Tevfik’i
«Evde yoktur» dedirterek, kapıda
bırakm ıştı. Tabiatini çok iyi. bilen
Filozof: «Gelinceye kadar bekle-

Hastahğı esnasında Ressam Mihri hanım


tarafm dan yapılan üç portreden biri lt)7
rim!» diye içeri girmiş, kahvesini içerken Fikret de «Senin olduğunu bilmiyor­
dum!» diye gülerek yanına gelmiştir. Son günlerinde Fikret’i fena halde müteessir
eden bir iki vak’a olmuştu.
Biri «Salâhı Dede» adlı bir mevlevl'nin tezviratı idi. Muallimlerden biri ta­
rafından Robert Kolej’in şahadetname tevzii merasimine çağrılan bu yalancı de­
de, birkaç defa iş istediği halde ruy-ı kabul göremediği Kolejden intikam al­
mak kastiyle, o sene şehadetnâme alan Türk gençlerinden birinin vermiş ol­
duğu nutku tahrif ederek Şeyhülislâma, Sadrazama ve Polis Müdürlüğüne ju r­
naller dağıtmıştı. Bunda; «Kur’ânın kara sahileleri yırtıldı artık!» diye dine
hakaret olundu! dem iştir. H akikatte ise hiç buna benzer b ir söz geçmemiştir.
Davetlilerden bazı kimseler, bir iki muallim Divan-ı H arb'a çağırılmış, tahkikat
neticesinde dedenin yalanlan meydana çıkmış. Polis Müdürlüğünde de büyük
hakarete uğramıştı. Ne fayda ki hüküm et Kolej müdüriyetinden af dilemek zo­
runda kalmıştı. İşte bu hâdise Fikret'e lena halde tesir etmiş ve dedeye, bu
külâhlı oyunbaza dehşetli surette kızmıştı. İşte bu kızış; emsalsiz bir hiciv olan
«Hey teres» manzumesinin ibdâma vesile olmuştu. Bunu bir mektupla yazarak
dedeye yollamıştı;
Geldi derinden yine b ir turfa ses
Kim bu! Selâhî Dede! Öyleyse bes
Biz biliriz onca nedir miiltemes
Dön geri ey mevlev-i har-netes
Çekme ol boş çiUeyi, Ümmldi kes
Tavla değildir bu yer etm e heves
Öpme ayak olmak için dest-res
Sen de bilirsin ki hayâlin abes
Bâçi tü baver neküned hiç kes
H îre seri nist tü râ piş ü pes
H er sıfatın b ir sıfat-ı muktebes
Din ü diyanet o dahi muhteles
Herae savurm akta misâl-i ceres
Cifeye konm akta tıimâl-i mekes
Hubs-i tabiatçe gurab-ı abes
Kendine sor tuti-i zerrin ■ kafes
Şahsı muhannes, özü aynî dcnes
K albi dolu his yerine h â ı ü has
Hacce-i haç der-bagal-ı bülheves
Şimdi sank, şimdi kiilâb, şimdi fes
Aç başmı söyle nesin hey teres!
Hey teres!

Fikret; bilhassa dm perdesi altm da şahsî menfaatlerine hizmeti âdet edinmiş


olan riyakârlardan iğreniyor, tiksiniyordu. «Gündüz külâhlı, gece silâhlı» tâbirine
masâdak olan ve dini istism ardan başka bir şey düşünmiyen dinsiz ve densizler
tahammülünü aşıyordu.

108
Fikret bir daha kalkmam ak üzere ölüm döşeğine serilmişti. Öyle iken yine
boş durmuyordu. Mini minilere Şermin’i orada yazmıştı. Sâti bey hatıratında «Veli
Baba» nın nasıl yazıldığını anlatıyor.
Bir ara namaz sûrelerini nazmen türkçeye çevirmişti. İstinsah etmek iste­
dik. «Tamamlayayım da veririm!» dedi. Ölümünden sonra bunları bulmak müm­
kün olmadı. Harb-ı Umumînin ilânı üzerine tevessül olunan mânâsız gayretlere
kızdı, Liva-i Şerifi istism ara kalkışan akılsız siyasilere şaştı, tslâm âlemlerine
gönderilen heyetler inkisra-ı hayal ile dönmüşlerdi. Büyük b ir inanç ile askerin
önüne katılm ak istenen «Mevlevi alayı» da yarı- yoldan geri gelmişti. Fikret acı
acı şikâyetler ediyordu. «Liva-yı Şerif huzurunda» adlı şaheserini yazdı ve şey­
hülislâma ithaf ile bastırdı.
Hastalık menhus seyrini takib edip gitti. Evvelâ ciğerlere, sonra barsaklara,
nihayet böbreklere saldırdı, böbreklerden biri mahvoldu, İkincisi de b ir zar ha­
linde kalmıştı. Tıp Fikret’in hayatından ümidini kesmişti. Böyle iken o tamamiyle
iyileşmiş gibi kalktı, oda içinde bastonla dolaşıyor, bütün dostlarında yeni bir
üm it uyandırıyordu. Bu yalancı sıhhat uzun sürmemişti. Fikret 1331 ağustosunun
beşinci günü ânı bir kriz ile bu fâni âleme ebediyen gözlerini yummuş, bütün
gençliği, bütün dostlarını, bütün insanlık âlemini dağ-dâr-ı elem eylemişti.
Âşiyanına gömülmeyi vasiyet etmiş olan Fikrte’in, o zaman hayatta olan
kayınpederi ve dayısmm arzusu üzerine Eyüpteki aile kabristanına defnedilmesi
kararlaştırılm ıştı. Fikret, cenazesinde sadece hakikî ve samimî dostlarm m bu­
lunmasını, ölümünün halka duyurulmamasmı da vasiyet etmişti. Onun için de
pek az insanla Eyüpteki yerine götürülmüş, acı gözyaşlariyle toprağa verilmişti.
Kolejden merasime iştirak eden mektep m üdürü ile birkaç Amerikalı da bu müs­
tesna, bu âlî ruhlu insanm ebedî gaybubetine candan ağlamışlardı.
Bundan sonra gençler ve dostlan her sene ölümü tarihinde kabrini ziyaret
eder, sonra da millete bir küçücük müze olarak hediye edilen «Âşiyan» runda
toplanır menakip ve fezailini zikr ile mâtemlerini, acılarını tazelerlerdi. Uzun
hasret yılları içinde gözleri Âşiyanma dikili olarak bekliyen rahm etli Fikret kad­
rini takdir eden dostlannm gayretleri, kendini seven büyüklerin himmetleriyle
Eyüpten alınarak yıllar yılı hasretine dayanamıyarak, gözleri yaşlı, kolları açık,
lâl ü pür-melâl bekliyen sıcak yuvasma, Âşiyanma tevdi olundu.

FUcret’in bu nâbehengâm ölümüne hemen her yü yeni b ir mersiye, yeni bir


h ic rü elem destanı yazılıyordu. Mamafih içlerinde, hemen her zaman kendisini
m üdafaa eden, dostu Riza Tevfik’in, Fikret için yazmış olduğu mersiye bir dür-i
yetîm gibi eşsiz ye emsalsiz kalmıştır. Bu mersiyesinde yâr-ı kalbinin ebedi ziyâına
ruhunun bütün elemleri, bütün acıları, bütün hicranlariyle ağlamıştır;

109
Dediler, ki ıssız kalan türbende,
Vahşi güller açmış!... Görmeğe geldto!
O bağ-ı cennetin hâkine ben de.
H asretle yüzümü sürmeğe geldim!
Dediler ki sana emel bağhyan,
K abrinde diz, çöküp b ir dem, ağbyan
Berm urad olurmuş!... Ben de bir zaman
Ağlayıp m urada ermeğe geldim!
Şu hicran ylllnm sori baharm da
Jaleler titrerken çemcnzârında,
Gün doğmazdan evvel ben mezarmda^
JVIâtem çiçekleri dermeğe geldim I

SeıU andım lıütün gam çekenlerle,


Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle.
S a n gonca vereıi şu dikenlerle
Taşma bir çelenk örmeğe geldim!

Yâdm, ölüm gibi b ir sır-ı müphem!...


Neş’e-i sevda mı bu hiss-i elem?!
Ruhumda ne füsun eyledin bilmem?..
Bugün sana gönül vermeğe geldim!

Fikret’in ölümünden sonra hakkında manzum, m ensur b ir neşriyat tufanı


olmuştur. Kitabm hacmini fazla büyültmemek için bunların ancak birkaç tanesi
esere alınabilmiştir.

Tevfik Fikret hakkm da: ŞaiT-i âzam Abdülhak Hâm it merhum : «Kehanet de­
ğil,,keram et»'(*).■ serlevhası- altm da şunları yazmıştı:

«Üstadımız E krem m erhum bundan takriben otua sene mukaddem Şûra-yı


Devlet Dairesinin b ir tenha köşesinde genç bir zat ile konuşuyordu. Üstad galiba
—fiu kimdir— demek istediğimi anladığı için ben sorm adan evvel —işte istikbar
limizih büyük şairi— dedi.

O genç zat iki senedenberi bizi ağlatan Tevfik Fikret idi.

Vücut fâni,- ruh bâkidİB.

(*) Filcret'in ölüm îinden Sonra hakkında manzum, m ensur b ir n eşriyat tu -


•İESb i ' oimuçtur-: f c ta fim -‘hacn)inl’ fazla' büyütm em ek İçin' bünlanh- aricafc- blifkaç
tanesi esere al,mab,ilnüştlr,-,-.

u o
Tevfik Fikret’e büyük şair de­
mek kâfi değildir. Çünkü şair de­
nilen m üteşairler de var. O bir bü­
yük mütefekkirdi; kaarilerini de
mecbur-ı tefekkür eden bir şahsi-
yet-i mümtaze, edebiyat âlemin­
de bir nur-ı nevzuhur, b ir hayat-ı
ter ü taze idi.
Bilmem onun, sükût-ı ebedîsi
beni de mecbur-ı sükût" mu etti
nedir? O vücüd-ı rûh-bahşm b ir
cism-i biruh olm asm ı'istib’ad ede­
cek derecede mebhut olmuş idim.
'Müstesna bir hilkat olan Fik­
ret bizim bildiğimiz şairlerden de­
ğil, ya.lnız nazım ve neşirde bir
san'atkâr değil, o "bir müceddid-i
efkâr, bir hâlik-i eş’ar ve bir pe-
restâr-ı nefâis-i âsâr idi: Bes-
sam-ı tabiat, nağmekâr-ı hakikat,
edlb-i insaniyet...
B urada —idi— diyemiyece-
ğim; çünkü o hâlâ öyledir. Çün­
kü müessir Fikret gaib ise eser-i
Fikret bir ömr-i medid ve bir zin-
Şair-i âzam Abdülhak Hâm it (*) degi-i cedid sahibidir.
Nâsiye-i tâbnâki onu bilenlerin nazargâh-ı tehayyülünde hiçbir zaman gurubed-
miyecek ve şahsî gaybubetinin gerd-i siyâh-ı ekdan içinde âsâr-ı münewere-i
dehâisi mmtaka-i ilhâmât olan hâfıza-i irfan-ı millette daima tulü edib gidecek­
tir. Merhum lâyemuttur. 28 Ağustos 1917.
Abdülhak Hâmit
Tevfik Fikret ve Rönesans (*):
Cemiyetler arasında ciddî mukayeseler yapılınca, bütün cemiyetlerin aynı de­
virlerden geçtiği görülür. Bazı kimseler, cemiyetler arasm da bu gibi mukayesele­
rin yapılmasını caiz görmüyorlar. Halbuki her ilim, bir nevi hâdiselerin arasmda-
ki mukayeselerden doğduğu gibi, içtimaiyat ilmi de ancak cemiyetler ve İçtimaî
hâdiseler arasındaki mukayeselerden doğabilir. İçtim aî mukayeseleri kabul et­
memek, içtimaiyat ilmini esasından reddetmek demektir. Mamafih, her ilmin meb-
deinde olduğu gibi içtimaiyatm başlangıcmda yapılan mukayeseler de noksandan
kurtulamaz, mükemmel tasnifler ve tarifler ancak ilmin intihai devresinde yapı­
labilir, böyle bir mükemmeliyeti iptidai devresinde bulunan bir ilimden istemek
caiz değildir.

{*) Muallim n üsha-i mahsusa, İstanbul Evkaf m atbaası 1333 - sahV 420.-'■

111
Cemiyetler arasında, üm m et dinine ve ümmet medeniyetine girebilmiş olan­
lar üç tahım dır; H ristiyan kavimler, İslâm kavimler, Budist kavimler.
Hristiyan kavimlerin, tarihi tekâmülü, daha iyi tetkik edildiği için, geçirmiş
oldukları İçtimaî safhalar, diğ6r iki takım a da makîsiin-aleyh olabilirler. Misal
olarak Cermen kavimlertni ala­
lım. Germenlerin evvelâ «aşiret*
devrinden, saniyen «kavim» dev­
rinden geçtikten sonra, üçüncü bir
devir olmak üzere hristiyan üm­
metinin dinine ve medeniyetin#
girdiğini görüyoruz. Bu devre, ya­
ni zamanda «kunm-ı vusta» nâmı
veriliyor. Cermenlerin Italyayı ta­
kiben dördüncü b ir devir olarak
«Rönesans» a dahil olduklarını da
görüyoruz. «Rönesans» ümmet
devrinin zühdî ahlâkiyle, zühdî
medeniyetle artık itilâf edememe­
ğe başlıyan cemiyetlerin «Lâzühdî-
Lâik» bir san’ata, lâzühdî bir ah­
lâka, lâzühdtbir medeniyete işti­
— Ziya Gökalp —
yak ve imtisal göstermesinden iba­
rettir. Bu lâzühdî medeniyet, eski Yunan ve Lâtin hayatmda görülmüştü. İtal-
yanlar, her milletten evvel, bu ihtiyacı duyarak, hayat hakkm daki yeni b ir telâk­
kiye, san’at, ahlâk, hukuk ve siyasiyat sahalarm da yeni görüşlere mâlik oldular.
Bu yeni hayat için nümune olarak hristiyanlıktan evvelki Yunan ve Lâtin mede­
niyetlerini almışlardı.

Bütün Avrupa cemiyetleri de yavaş yavaş İtalyanm arkasından giderek bu


dördüncü devreye dahil oldular. Bu devrede hâkim olan zihniyet hâlâ «İnsancı­
lık - Humanisme» ve «İnsaniyet - Humanistes» tâbirleri ile klâsik tedrisat esasını
teşkil eden İnsanî fikirlerden ibaretti.
«İçtimaî hayatm bu safhası, ümmet ruhunun inhilâli Ue millet ruhunun te­
şekkülü» arasm da geçmesi zarurî olan bir kozmopolitlik, b ir beynelmilelliyetçi-
lik, hâsılı b ir insanlık devresidir. Avrupa cemiyetlerinde mUUyet cereyanı, ancak
«Reform» ve «Romantizm» hareketleriyle doğrriağa başladı. Rönesans, üm m et ede­
biyatını ve üm m et san’atiraını yıktıktan sonra onun yerine nümunesini Yunan
ve Lâtin âbidelerinde bulan klâsik edebiyatı, klâsik san’atı ikame etmişti. Canlı­
lığını kaybetmiş olan zühde karşı vukua gelen aksülâmel, dinin canlı olan kısım­
larına haksız olarak sirayet ettiği için, evvelâ canlı olan dinî duygular, gerek
rönesans, gerek eski zühdî medeniyete karşı muzaaf bir aksülâmel husule getir­
di. İşte bu aksülâmelden «Reform» denilen hareket doğdu.

112
Reform, esasen millî vicdanın din ve ahlâk sahasındaki ilk tecellisi idi. Re­
form u yapan cemiyetler, ilk defa olarak m üli şahsij^ete doğru adun atıyorlardı.
Ondan sonra, cemiyetin havim devrinden kalıp halkın şifahî an’aneleri suretinde
devam eden eski lejandları, eski masal ve destanları, klâsik edebiyatına karşı
ikinci b ir aksülâmel icra etti. Romantizm; millî vicdanın edebiyat ve san’at sa­
hasındaki ikinci tecellisi idi. İktisadî ve siyasî ittihatlar ise son tecellilerini teş­
kil etti. Dikkat edersek Türkler’in de aynı devirlerden geçtiğini görürüz. Türk!-
ler’in de îslâm iyetten evvel bir aşiret devresi ile b ir kavim devresi vardır. Bu
devrelere ait hayatm tasvirini «Dede Korkut» kitabında görüyoruz. Türkler, is-'
lâmiyeti kabul edince bir ümmet dinine, bir ümmet medeniyetine girmiş oldu­
lar. Bu suretle eski kavim edebiyatı yerine şimdi bir ümmet edebiyatı teşekkül
etti. Bizim Nevâilerden, Aşık Paşalardan başlayıp da Tanzimata kadar gelen
edebiyatımız üm m et edebiyatından ibarettir. Avrupa kavimlerinin Rönesans’tan
evvelki edebiyatları nasıl dinî bir mahiyeti haiz;, ise, bizim de bu devredeki edebi­
yatımız esaslarını ya mevlit gibi doğrudan doğruya dinden, yahut tasavvuftan,
veyahut zühde karşı bir aksülâmelden alır. Bizim rönesans devrimiz, Tanzimatla
başlar. Tanzimattan maksadımız. Lâle Devriyle başhyarak birkaç defa sönüp ye­
niden ışıldayan Avrupalılaşmak cereyanıdır. Biz zühdî bir medeniyete karşı ik­
tibas edeceğimiz lâzühdî bir medeniyeti ölmüş bir mazide değil, canlı b ir haliha­
zırda yani Avrupada bulduk. Edebiyatta bilhassa Şinasi ile başlayan bu devir
bize zühdî telâkkililerin artık yaşamayan riyali şekillerinden büsbütün başka iyi
b ir hayat telâkkisi veriyor, yeni bir medeniyet ufku arzediyordu. Fakat Nâmık
Kemal ve Abdülhak H âmitle devam eden bu cereyan, eski ümmet zihniyetinin
tesirlerinden tamamiyle kurtulam adı. Edebiyatımızda yine üm m et çeşnisi, Arap
ve bilhassa Acem tesirleri devam ediyordu.
Bu çeşniyi, bu tesirleri kökünden söküp çıkaran îmanh müceddit yalnız Tev-
fik Fikret oldu, Tevfik Fikret rönesansımızı ikmal eden, bize Avrupa medeni­
yetinin vereceği hayat telâkkisini pürüzsüz, saf, nezih bir surette gösteren bir
müceddidimizciir. Şinasi ile başlıyan klâsik edebiyatımız, en mükemmel şeklini
bu müceddidde buldu. Fuzûlî’leri, Bakî’leri, Nedim’leri bizim klâsik şairlerimiz
addetmek doğru değildir. Bunlar, Türklerin üm m et devrine ait şairleridir. Ayrı­
ca bir Garp klâsiği, bir Şark klâsiği ■yoktur. Klâsik edebiyat ve san’at b ird ir ve
yalnız Garbda teşekkül etmiştir, AvrupalIlar eski Yunan ve lâtin edebiyatlarını
taklid ederek klâsik Avrupa edebiyatını meydana getirmişler, Şinasi’den baş-
lıyarak Fikret’e kadar gelen bizim ediplerimiz de Avrupa klâsiklerini taklit ede­
rek bizim klâsik edebiyatımızı tesis etmişlerdir. Kemal’i, Hâmid’i Türklerin ro­
m antikleri addetmek de doğru değildir. Yalnız bunlar, ümmet devrinin tesirin­
den kurtulm ayan klasiklerimizdir. Görülüyor ki, Tevfik Fikret’in hakikî «mürse-
liyet - mission» u Rönesans hareketini gerek lisanda, gerek san’atta ve ahlâkta
kemâlin son derecesine getirmektir. Fikret bu rolü hakkiyle ifa etti. Fikret'in
bizdeki diğer rönesansçılardan ziyade insancı ve insaniyatçı olması da, bu hare­
kette gayet samimî b ir îm ana mâlik olduğunu gösterir. Fikret ümmet ruhuna,
ümmet medeniyetine son ve kat’î darbeyi vuran büyük bir m üceddittir. Fakat
Avrupadaki Rönesans gibi, Fikret de ancak üm m et devrine nihayet vermek için
mürselîyeti haizdi. Millet devrini onlar açamadığı gibi Fikret de açamazdı. Fakat
Avrupada olduğu gibi bizde de Rönesans k at’i darbeyi vurarak ümmet medeni­

113
yetini yıknıasaydı, he reform ve romantizm ihtiyaçları, ne de milliyet duygusu
hakilâ bir surette doğamıyacaktı, İki müsbet, devre, m utlaka menfi b ir devreye
lüzum vardır. Fikret edebiyatımızı asrileştirerek, insanileştirerek hakikî rolünü
hakkiyle îfa etm iş bir dahimizdir. Avrupada klâsik tedrisin esası nasıl klâsik
edebiyat ise bizde de böyle bir tedrise esas olacak eserler Şinasi’den Fikret’e ka­
dar gelen klasiklerimizdir. Türk romantizmine gelince, bu ancak istikbalde türk-
çülükten doğacaktır. Çünkü rom antizm edebiyatın millîleşmesi demektir.
— Ziya Gökalp —
Fikret’e dair bir konferans (*):
Hanım efendiler;
Ben edip ve şair Fikret'den balısedemem; zira edebiyat münekkidi değilim.
H attâ şiiri, edebiyatı derin duyanlardan bile değilim.
Fikret’le şahsen tanışm adım ; buna çok müteessifim. Kendisini yalmz bir ke­
re görmek bana müyesser oldu. İtalyanların «Trablus» u ansızm bombardıman
ettikleri günün ertesi büyücek bir
mecliste beraber bulunduk: Re­
simlerini evvelce birkaç defa gör-
müş, fakat kendisiyle tanışam a­
mıştım. Açık başlı, m ağrur alınlı,
biraz katı bakışlı «Kubab-ı Şikes­
te» şairine pek benzemiyordu;
uzun siyah pardesüsü içine gömül­
müş, mütevazi, sükûtî bir evkaf
kâtibini andırıyordu. Büyük felâ­
ketlerin mukaddimesi onu ezmiş
gibi idi.
Bana Pilcret’i tanıtan kendisi
ve eserleri değildir; ben F ikret’i
dostlarmdan, hürm etkarlarından,
perestişkârlarm dan ve bunlardan
ziyade münekkidlerinden, muhalif­
lerinden, m uhasımlarından öğren­
dim. Benim Fikret’de tanım ak is­
tediğim, onun şair, san’atkâr şah­
siyeti değildi; beni alâkadar eden
onun şahsiyeti, seviyesi, daha iyi
anlaşılsın, ecnebî tâbiriyle: K arak­
teri idi». Saiî’atkâr Fikret’i değil,
insan Fikret’i tanım ak ve anla­
mak istiyordum.
Hanımefendiler,
Ruhunu midesinden yüksek
tutan insan, hayvanlığa, insanlığı
tercih eden insan, h er yerde ve
Yusuf Akçora
I») M erh u m ^ikT eV m v e fa tın d a n b ir k a ç g ü n so n ra “ T ü rk O cağı” s a lo n u n ­
d a te rtip ed ilm iş o la n m ü sam ered e A k ç o ra oğlu Y u su f b e y ta ra f ın d a n v e rile n
k o n fe ra n stır. “ M u allim " n ü s h a -i m a h su sa 43a-442 sahife,
114
alclhusus bu günün şarkından pek azdır. Bu nevi insan beşeriyetin ender bir en-
muzecidir. Fikret dostları, düşm anları —alelhusus düşm anlan— onu işte bu en­
d er emnuzeçtendir, diye gösteriyorlar.
Şark medeniyetinin sona kalmış meyvalarmdan en bolu, şiir ve edebiyattır.
OsmanlI tarih-i medeniyetinde şair ve miinşi isimlerim yüzlerce, binlerce bulabi­
liriz. îyi kumandanlarımız, iyi siyasîlerimiz de az değildir. Mesleklerinde temayüz
etmek için, elbette bunların mesleklerine lüzumlu b ir seciyeye mâlik olmaları
icab etm iştir; bizde asker seciyesi, devlet adamı seciyesi, şair seciyesi elbette
mevcut olm uştur ve hâlâ da vardır, fakat, bugün Garplılarm anladığı m âna ile
inşan, citoyen,, centilmenliğe mahsus seciye ve karakter sahibi kimselere, son bir­
kaç asırlık, tarihimizde az tesadüf olunur. Romanın Kliyanlık müessesesi Osman­
lIlara m iras kalmıştır. Bir hayli hüyük adamlarımız vardır ki, başta b ir kapıya,
çatarak, client olarak geçinmişler, sonra icabederse, efendilerine —patronlarına—
çelme bile atarak ilerlemişler, yükselmişler, sivrilmdşlerdir. Böylelerde insanlık
fazileti, citoyen'lik karakteri elbette aranamaz.
Ş arkta fazUet ve karakter sahibi kimseler dervişlerdir; yani bir nevi anaho-
retler, târik-i dünyalardır. Bunlar nefislerini zapt ve idare edememek korkusu
ile büsbütün öldürürler, ifna ederler. Bunlar mânevi ile maddî, ruh ile cisim ara-
smda ahenkdâr bir münasebet tesisine kaadir olamadıklarından maddiyi bütün
terketm ek isterler. Lâkin, hanımefendiler, târik-i dünyahk, tıpkı Bizansm mum­
yalara benziyen mukaddes tasvirleri gibi cansız bir fazilettir; asıl canh fazilet
dünyayı terketmeden, cesedi ifnaya uğratm adan dünyaya, cesede, maddeye hâ­
kim olabilmektir.
Tarih-i Kadimde, asr-ı hazır Avrupasmcİa enmuzeçlerine hayli bereketle rast-
geldiğimiz bu nevi fazilet eshabım, bugünkü Şarkta maalesef pek az buluyoruz.
Halbuki cemaatleri, cemaat ohnak üzere tutan, yaşatan, dağılmaktan kurtaran,,
yükselten ruh ve bağlar, kuvvet ve savletler, işte böyle faziletlere sahip olan­
lardır.
Tevfik Fikret’in dostları, düşmanları —alelhusus düşmanları—, onu tarih-i
kadîmiH' Parmenitleri, Zenonları, yahut asr-ı hâzırın Alfred de Vigny’leri, arasm-
dan çıkıp Bosphor sahiline düşmüş bir storicien olmak üzere tanıtıyorlar.
Hanımefendiler,
İtiraf -1 zünub, ruhun en tatlı bir am elidir; itiraf-ı zünubla ruh kendisini
kötü ve acı tortulardan ta th ir eder. Ben de size karşı günahımı itiraf edeyim.
Evvelleri., daha dost ve düşmanlarını görmeden, dinlemeden, anlamadan, ben
Fütret’i sevmiyordum, ona muhabbetim, hürm etim azdı. Onun öyle halktan uzak,
halktan yüksek durması, aristokrathğı. H isar tepesine çıkıp, süslü «Aşiyan» da
gizlenmesi, halka tepeden istiğna ile, gurur ile bakm ası halktan olan beni kızdırı­
yordu, Terakki için görüşülürken, terakkinin en güçlü pehlivanlarından olduğu
halde yenilmeden, sırf bir kaprisle meydanı bırakıp kaçması sinirlerime dokımu-'
yordu. «Aşiyan» m yüksek pencerelerinden canlı levhalar seyretmeyi, hayatin tat­
lısına, tuzlusuna, temizine, pisine karışıp halkı yükseltmeğe uğraşmâktan daha'
ahlâkî bulan Fikret, bana m aasır bir târik-i dünya gibi geliyordu. Devrü sabıkta

115
dâstân -1 fezailini dinlediğim bu insan-ı kâmilin, devr-i hürriyette ikinci türlü ha-
yatmı, faaliyetini görmek istemiştim: İstyordum ki birkaç itinalı m ısra ile can­
landırdığı «Buda» sı gibi o da «Âşiyan» ından insin, kolunu halka uzatsın, !halk,
yahut halkın bir kısm ı onu taşlaşa bile, o yine onlan çeksin, onları yükseltsin!..
Pek uzaktan, belki pek aşağıdan bir seyirci idim; onun uzaktaki; yüksekteki
ruhunda neler, ne facialar geçtiğini göremiyordum, anlamıyordum. İstanbul meç-
hûlümdü, îstanbuldaki sadakatsizlikierin, vefasızlıklann, riyakârlıkların, ölçülemi-
yen derinliğini, dipsizligini, baş döndüren nihayetsizliğini henüz idrak edememiş­
tim. Fikret’in hareketleri de, bazı yazılar gibi muammalı görünüyordu... Seneler
geçti, İstanbul ile m uarefem arttı... Şimdi eminim ki bizzat «Buda» «Fâcire-i
Dehr» in yanında, M armaranın pek çok i'vicaçlı kıyılarında biraz dolaşmış olsa
idi, o da derhal m ağarasına kaçar ve «Büyük Hakikat» in tetkik-ı münzeviya-
nesine tekrar kapanırdı. Şimdi, îstanbulda yedi sekiz sene kaldıktan sonra, ev­
velce düşündüklerimin tam am en aksine olarak itiraf ediyorum ki Tevfik Fikret
bütün, geçimsizliklerinde, bütün hırçm lıklannda, bütün garip ve anlaşılmaz ha­
reketlerinde pek haklıymış...

Hanımefendiler,
Tevfik Fikret neden böyle geçimsiz, hırçın, dürüst olmuştu? Neden halkından,
milletinden kaçmış, uzaklaşmış gibi görünüyordu? H attâ bazan kendini kaybedip
«Vicdanım terk-i tâbiiyet etti (*)..» diyecek kadar onu şedîd buhranlara atan: illet
ne idi? —Ben bütün bu suallere ancak bir tek cevap bulabiliyorum: Tevfik Fikret
hakiki ve samimi b ir idealist idi... İdealist Kemâle inanır; ona ermek ister.
Vakayide, şüunda Kemal’in, idealin tahakkukunu göreceğim sanır, göremıeyince
kızar, bağırır, isyan eder, küfür eder, lânet eder. İdealist hakayik-î hayatla uyuş­
maz, hayatı idealine uydurmak ister. Uymayınca incinir, yaralamr, hasta olur,
çıldırır... Fikret de, bütün idealistler gibi doğruluğun kuvvetine, iyiliğin galebesi­
ne, güzelliğin sevileceğine imân ederdL Her idealist gibi şeniyetin ideale aks-i te­
sirini hesaba almazdı. Halbuki ideal ve şeniyet H ürm üz ve Ehrimen gibi daimi
mübarezededir. Bu kavgada en çok darbe yiyen idealistlerdir. Hürm üz nihayetün
nihaye galip gelecekse de şeniyede teveffuk ekseriya Ehreminde kahr. Şeniyet,
hemen daima idealistlerin, emellerini kırar, ruhlarını zedeler, iradelerini sarsar;
idealist, inkılâpçı, ihtilâlci olarak başlar, gitgide bedbin, kavgacı ve hasta olur.
Tevfik Fikret de ideal ve süun nizamda yaralananlardandır. Bütün idealistler,
muhitleriyle yâni şüun ile geçinememişlerdir. Gözlerini ideale diktiklerinden ha­
kikî, şe’ni vücutların hiçbirisini ne memleketlerini, ne milletlerini, n e arkadaşla­
rını beğenmezler. Bu nefret, şlddet-i m uhabbetin bir neticesidir!:

îngütereyi pek çok seven büyük İngiliz şairi vatanm da hiç yaşayamamış;
memleketin bütün sunuf-ı ahalisiyle bozuşmuş, en ağır sözleri IngUtere aleyhine
yazmıştır! Pek büyük b ir Rus edibi de, memleketini çok sevdiği için Rusyada
oturmaya taham m ül edememiş, yabancı memleketlerde serseri dolaşarak, Rus

(•) N as’isa y a n lış te a m m ü m ed en v e p e k ço k k im s e le r ta ra fın d a n y a n lış


o la ra k te k r a r e d ile n b u fık r a n ın aslı ş u d u r “ S a y -ü İrfa n ım teb d il-1 tâ b iiy e t edl-»
y o r- T a n in 13 n is a n 1910” -M u allim -

116
edebiyatının ideal enmuzeçlerini halketm iştir! Siz hanımefendiler, tahlile, muha­
kemeye hacet kalmaksızm, sırf hissiniz ile, tabiî ve insiyaki bir surette; âdeta
ruhunuzun keşif kuvvetiyle duyar ve anlarsınız ki muhabbetle hiddetin, sevda
île cinayetin, m erham et ile lânetin karabetleri vardır.. Hiddet bazan muhabbetten
doğar; insan çok sevdiğini çok incitir, muhabbetin, aşkın son derecesi bazan
cinayetlere kadar götürür, hiç şüphe etmiyorum ki «Fikret’e «vicdanım terk-i
tâbiyet etti» dedirten, onua milletine, vatanına son derece aşk ve sevdası idi.
Bir İngiliz san’a tk â n «îsâ» ya, «Âşıklraın sultanı» diyor; Bence «Ruhullah»
idealistlerin sultanıdır. İdealistlik onda, «Buda» dan daha ziyade kuvvet ve mu­
vaffakiyet ile te ’Uh olunmuştur. «İsâ» yalnız kavrninî, mUletini değil, bütün âdem
evlâdım nihayetsiz b ir aşk ü muhabbetle severdi. «Ruhullah» m dininin ruhu
m uhabbettir. İsâ’nm yer yüzünde son günleri o muhabbetin vüs’at ve şiddetini
tem sil eder. İşte bütün beşeriyeti bu kadar geniş ve derin bir aşk ile seven Haz,
ret-i Meryem, o derin ve geniş muhabbetin sevkiyledir ki beşeriyetin en yakın
olan kısmına, asıl kendi kavmine; bir aralık lanetler yağdırmıştı!
Bütün idealistler, maddî evlâdı olmayan «Ruhullah» ın mânevi çocukları­
dır... Tevfik Fikret de onlardan biri idi. Onu bazan dostlarına, bazan miUetine,
bazan bütün beşeriyete karşı lânet eder görürseniz, Incil’in «Büyük Lânet» dediği
ulvî âyetlerini hatınnıza getiriniz; biliniz ki Tevfik Fikret de tıpkı (îsel yesû) gibi
âlem-şümul muhabbetini, m âkûs mefhum larla ifade ediyor...
F ikret hakkında verilmiş konferanslardan:
Aşiyanda b ir konferans (*');
Fikret'in ikinci sene-i vefatını idrak ederken her halde zamanca ondan uzak­
laşıyoruz; fakat gittikçe artan hasreti bizi ona daha çok yaklaştırıyor. Büyü^
adamların en çok endişe ettikleri şey unutulm uş olm aktır; çünkü çırpınmaları,
söylenmeleri bütün insaniyet için, vatandaşlar, milletdaşlar içindir. Onların çok
söylemeleri milletlerini çok sevdiklerinden dolayıdır.
Muhabbet için, gönülden gönüle giden b ir aks-i sedadır, derler; (Fikret’in,
asıl korkusu diğerleri gibi, nisyandı. Bu sebeple Fikret, ismi yad olundukça ken­
dinden aksiseda verecek gönüller istemekte haklı idi. Ben o gönülleri burada gör­
düğüm için bahtiyarım ; benim gönlüm de onun aşinası idi.
Hanımefendiler, beyefendiler, Fikret’in samimî dostlan; Fikret’in Âşiyanmı
huzurunuzla şenlendirdiğiniz için size samim-i kalbimden teşekkür ederim. Fik­
ret unutulacak bir adam değildir. Çünkü o, bizim için kendisini unutmuş, h attâ
kendisini öldürm üştür; kendisini başkaları için sarf etmeyi pek iyi bUen bir
adamdı.
Fikret hakikate âşıktı; ve zannolunduğu kadar merdümgiriz değildi. Ben
merdümgirizlikte belki ondan fazlayım. Fikret’in pek çok d o stlan bu Âşiyan’a
gelir, giderlerdi. B urada pek samimî sohbetler olurdu. Fek iyi hatırlarım : Ekse­
riya şuraya otururdu. Sitem kârane b ir iki mukaddime yaparak söze başlamak
âdeti idi. Sonra o gün gönülünde câygîr olan ne varsa —ki bunlar ahlâkî hakikat­

(♦) F ik re tin ö lü m ü n ü n ik in c i sen esi o la n 19 A ğustos 1333 P a z a r g ü n ü R u-


m e lih is a n n d a k i  şiy an c n d a R ıza T e v fik b e y ta ra fın d a n v e rile n k o n fe ra n stır.
M u allim — n ü s h a -i m a h su sa . S. 431 - 434

117
lerdi— yavaş yavaş onlardan bahse başlar. Sesi bazan tedricen galeyan, eder, titrer,
sonra yavaş yavaş yatışırdı. İşte o zaman Fikret’i, karşınızda bütün samimiyet
ve hulûsu ile açılmış görürdünüz. Bunu herkes bilmez; bunun için o, pek çokla­
rına muamma olarak kalmıştır. Biz, Fikret’in samimî dostları, kendisinin hal ve
tabiatine dâir müphem kalmış bu noktalan izaha çalışmalıyız ki onu takdir et­
mek isteyenler takdirlerinde dalâlete uğramasınlar. Fikret’i haşin, mütekebbir
zannederler, halbuki öyle değildi. Fikret belki biraz sitemkârdı. Bunu görenler,
sathî nazarlarla kibrine kail olurlar. Ne kadar yanlış... Fikret bilmeyerek bir
kimsenin kalbini kırsa kendini affettirm ek için ona hizmet eder, paltosunu .giy­
dirirdi, bu kadar hassastı.
Fikret kimseden korkmamıştı. Bu korkusuzluğu kabadayılıktan değil, kimse­
ye fenalık etmemiş olmasından ileri geliyordu. Vakıa kabahat gördüğü zaman
tenkid ederdi. Fikret eski tarihî adam lardan içimize düşmüş bir tipti; dilini ısırıp
da karşısındakinin yüzüne tükürenireden addedilmeye şayandı.

İşte böyle yüksek bir haslet sahibi idi. Nazar boncuğu gibi en «noble» en
yüksek bir nümune-i insaniyetti; hem adam olarak yüksek, hem de dostluğun
kadrini bilen b ir adam olarak yüksekti.

Fikret’in edebiyattaki mevkii, ahlâktaki mevkiinden aşağı değildir. Edebiyat­


taki üslûbu da ahlâkı gibi temiz ve münakkahtı. Üslûbu, sanatı ile mütevaziyen
giderdi; bu kadar ahenktar idi. Beşeriyetin iyiliği hususundaki temayülâtı bü­
yüktü. Bu itibar ile Fikret idealist bir adamdır; eğer m addeten kudreti olsa idi
«İnşam melek, cihanı cennet» yapacak bir azm-i kavi ile her şeyi değiştirmek
isterdi. Fikret fenalığa taham m ül edemezdi; çirkinliğe karşı gözü rahatsız olur­
du. Denilebüir ki şair ahlâki felsefesini bedü felsefesinden iktibas etti. İhtinıal ki,
hakayık-ı tabiiyyeyi ve m âba’dettabia hakayıkı (Hâm it) kadar düşünmemiştir.
Emellerinde idealist, fakat icraatında pratikti. Bunu gayet açık b ir misal ile izah
etmek isterim : Bilirsiniz ki insaniyet bidayetten beri yiyip içiyor, bu, hal hiç de
değişmemiştir; değişen bir şey varsa o da üslûbtur; medenileşen cihet yemek
değil, fakat çatalla yemek, daha nâzikâne yemek, daha medeni yemektir. Demek
ki gittikçe incelenen, zarafet kesbeden, üslûb ve tarzdır.
Fikret bu tarzı pek iyi anlıyan bir adamdı. O, insanın muamelât-ı ahlâkiye-
sinde nasıl olduğunu bakınca anlardı; pek iyi efendim, üslûba bakanlar, mua­
melâta kıymet verenler pratik adamlardır. ^Fikret’in kimseye karşı kini, adaveti
yoktu. Öyle gönüllerde kin tutmaz, bütün kâinatı kucaklayacak kadar aşk ile
dolu olan bir kalbde kin bulunamaz. Eğer bulunsaydı bana karşı kin- tutması
lâzım gelirdi; çünkü hiç kimse, onu benim kadar darıltm am ıştır. Şimdi bile, dü­
şündükçe hicabımdan yerlere geçiyorum; ben onu yeni tanıdığım zaman âdeta
tezyif etmiştim; böyle iken sonraları, kendisini her ziyaret edişimde uzak yollar­
dan geliyormuşum gibi elimi kalbinin temiz m uhabbeti ile sıkardı. İşte Fikret
darılacak bir adam olsaydı, bana, benim densizliklerime darılırdı. Fikret yalnız
titiz bir adamdı. Kızmak, gücenmek demek değildir, efendim.
Fikret’te lirizm yoktur, dediler. Lirizm bir adamın heyecanla şöz söylemesi­
dir. Bu herkeste vardır ve insana hulûs ile kendi tevekkülünün heyecanına tercü­

118
m an olduğu zaman gelir. Fikret her şeyde İDÖyle idi. «Hâmit» metaîizisiyen b ir
?elfâya mâliktir, daima şek ve tereddüt arasmda... «Sis» müellifi ise öyle değildi.
Fikret’in bütün filozofisi İçtimaî ve ahlâkîdir. O, daima ahlâkı matmah-ı nazar
ederdi. İm anm da kuvvetli idi; «Âmentü» der, inanır, dosdoğru giderdi; şek vo
tereddüdü yoktu. Demek oluyor ki Fikret îmânın son kuvvetini taşıyordu. Fil­
vaki şüphe ve tereddüdün kıymetini bilmiyor, değil. Biliyor ki vicdanında bir
n u r taşıyor, orada sübjektif olan b ir hakikat mevcuttu.. İnanm ak ihtiyacı onun
İçin en büyük b ir ihtiyaç... Fikret bu inanm ak ihtiyacım içimizde en çok fesahat
ve blaâgatle eda edendir; bütün etrafında bir şüphe görüyor; âlem-i hariciye
bakıyor, görüyor ki o da deconcertant... Binaenaleyh kendi vicdanına çekiliyor ve
nur-ı hikikîyi orada buluyor. Fikret kendisine çekilen «un homme qiıi se recule»
b ir adamdı. Bu çekilmek ihtiyacı ona b u (Âşiyan) ı yaptırdı. Bu tü rlü düşünen
b ir adam, zannederim ki, hakayik-i tahliyeyi, mabadettabia hakayiki pek o kadar
düşünemezdi. Ben Fikret’i hatırladıkça, niçin'm üteessir oluyorum, bilir misiniz?
Fikret'in kendisi için değil. Çünkü âlem fânidir. Herkes ölecek, zaten yaşamak,
teebbüd demek değildir. Yarın belki küremiz bile ölecek. Bu itibarla insan haya­
tın tabiî zevalinden endişe etmez. Bizi hayata bağlayan bir şey varsa, o da îmân
ve m uhabbettir. Ben kendi hesabıma, insaniyet için, dostlarımı, cemaati görmek
İçin ölmek istemem, îmân m uhabbetten gelir derler. Fikret de bittabi herkes
gibi ölecekti. Yalmz ölmek şekli var. Felsefesinde bedbin olan Şopenhaver «Tra^
jedi» ile «Trajik» ne demek olduğunu anlatırken diyor ki: «Trajik olan hisler
saf değildir. Zaten dünya trajik bir şeydir. Fakat en trajik bir şey varsa o da
fevkalâde bir zekâmn kadr-nâşinas bir halk elinde bîhude yere heder olmasıdır».
T ık ret’i bu yüksek mazhariyete düşmüş gördüğüm için Şopenhaver’in bu sözle­
rini hatırladım . Büyük adamların gönlü b ir dipapozon gibidir. En küçük hâdise­
ler bile orada derin ihtizazlar hâsıl eder, böyle bir adamm yâdı için toplanmak
bize bir vazife olduğu kadar bir bazdır. Onun hâtıratı ile beraber burada bir
m üddet yaşayışı bir muâyede addederiz. Kalbimin teessürleri içinde buna iştira­
kinizden dolayı suret-1 m ahsusada arz-ı teşekkür ederim.
Tevfik Fikret müdür (*):
Fikret Mekteb-i Sultanî müdürlüğünde ne yaptı? Bunu Tedrisat Mecmuasının
bastığı bir makalemle anlatm ak istem.iştim.
F ikret’in b ir sene içinde gösterdiği muvaffakiyetleri temin eden âmüler, hu­
susiyetler ne idi? Onları biraz araştıralım ;
Edebiyatırmz Fikret’te her şeyden evvel ciddî, sebatkâr, bir inkılâpçı tanır.
Mektepçilik âlemi de m üdür Fikret’te iptida bu seciyeyi görür.
Meşrutiyetin ferdasında kendini ta rtan ve tartam ayan her İnsan; ruhunu ye­
niliklere tamamiyle açık sanıyordu. Bilerek, bilmeyerek, her ruh üç satırlık bir

(*) M uallim nüsha-i mahsuBa: sahife 463-467. R uşen Eşref.

119
tebliğ-i resmînin sihriyle kendisi­
ni değişmiş samyor; bir inlulâ-
ba doğru yürümek istiyor; hiç ol­
mazsa bir meyil seziyordu. Ma-
zisindelîi hayatının bütün safha­
larından nefret eden birçok in­
san vardı. Aldığı nefeslere varın­
caya kadar hatalı sanacak dere­
cede maziyi uyuşuk, iğrenç, ka­
til buluyordu.
İşte Fikret çoktandır ağır
ağır sinmiş bir atâletin ânî ve
müthiş bir sarsm tıya uğradığı
bir zamanda müdürlüğe geldi;
kendi ruhunda da büyük bir in­
kılâp hissesi, bir inkılâp arzusu
taşıdığı sırada natamam, henüz
inşaatı bitm emiş bir binaya gir­
di.
Gerçi m utlak b ir hükümda-
rm iradesine göre gelişi güzel ku-
ruluvermiş bir labirente baştan­
başa yeni bir mektep pekli ver­
mek imkânsızdı. Fakat briçok
şeyleri düzeltmek için vakit tama-
miyle geçmiş değildi. Ruşen Eşref
Bu İslah işine koyuldu, ve mâli cihetten sıkmtıya uğramadı. Çünkü o zaman
nezarette bulunan arkadaşlarının yardımından uzak kalmadı. Abdurrahman Şeref
Bey gibi. Nail Bey gibi Fikret’e son derece itim at eden nâzırlar da eksik değildi.
Şu halde inzibatı ve zevki temin edebilmek için evvelâ tertibatı yerinde, taksima­
tı yerinde, telvinat ve tezyinatı yerinde bir bina hazırladı.
Fakat bina ne kadar mükemmel olursa olsun, kullanmasım bilmiyen aüam-
lar elinde bir kulübe kadar işe yaramıyabilir.
Halbuki Fikret’te iş yalnız badana ile boyadan, süsle gösterişten ibaret kal­
madı.
Şeklin zarafeti, ruhun salâbetine doğru gitmek için hazırlanıyordu. Fikret;
Sultanînin mânen, maddeten tekemmülünü gaye edinmişti. Bir mektubunda di­
yordu ki: «Mektebimizde hizmet görebilmek benim en sevgili emellerimdendir.»
Fikret gibi ruhu yalnız ruhu ciddiyet ve samimiyetle dolu olan kabiliyetli bir
adamm ağzında bu cümle k a fi ve derin bir m erbutiyet mânasını haizdir ve ha-
lükaten bütün melekâtını müessesenin terakki ve tekemmiUüne hasretti.
Fikret senelerden beri Robert Kolej muallimliğinde bulunuyordu. O mektebin
binalarım, malzemelerini, idare tarzlarmı, terbiye telâkkilerini gördü ve mülâha­

120
za etti. Esasen tahsilim de Mekteb-i Sultanî’de bitirm işti. Sonra da epey müddet
aynı m ektebin he’et-i tedrisiyesi arasm da bulundu. Demek ki müdürlüğüne gel­
diği müessesenin tedrisi ve idari mazisine dair bir fikre mâlikti.
Ve iki muhtelif müessese arasm daki farkları karşılaştırm ak, birinin eksikle­
rini ötekinin tekâmülleri ile kapatm ak Fikret gibi mûşikâf bir adam için zor
değildi. Buna titizlik, iptilâ derecesine varan bir aşk ve bir merbutiyet de ilâve
edin, o vakit bu adamdaki nihayetsiz faaliyet membaını anlıyabilirsiniz.
Sultanî ve Aşiyan! Bu iki kelime fikrince aynı mânayı haizdi. Aşiyanın kapı-
la n m nasıl b ir dikkatle ve hangi renkte boyattı ise, salonunun duvarlarım ve
tavanmı hangi çiçekler ve girlandlarla süsletti ise sınıfları d a o mahiyette sami­
m î bir uğraşm a ile o renklere boyattı.
Mekteplerimizde, musikî salonları, konferans salonları tanınmış şeyler de­
ğildi. Sahne, çocukları ahlâksızlığa, haylâzlığa hazırlıyan bir günah yeri gibi hiç
bir dârüttedris kapısından içeri alınmazdı. Halbuki Fikret nazarında sahne bir
genci hitabete, edebiyat zevkine, cemiyet hayatm a sevkeden b ir vasıta gibi telâk­
ki edildi. Onun için konferans ve musiki salonlarını mekteplerimize ilk ithal eden
o oldu.
Maddî ve mânevi terbiyede mektebin Âşiyandan ve talebenin «Halûk» dan
farkı yoktu. Leylî hayatın sertliği bir aile şefkati, bir aile samimiyeti ile gide­
rildi. H er şeyde bir nezahet görürdünüz. Şair, mülâhiz ve bediî Fikret, müdür,
muallim ve nâzmı Fikret'e büyük hizmetler görürdü.
Ummam ki Fikret iki yüz, h attâ yüz cilt pedagoji kitabı tetkik etmiş olsun.
Öyle pedagojinin kovuğuna barınm ış, onun mabedinden bağrran m ağrur bir kâhin
değUdi, fakat fıtreten m ürebbî idi. Onu ilmin eşiğinde görmezdiniz. Fakat, şah­
sında bir ilim taşıdığını duyardmız. Fikret’de san’atkârm ruhunda olan, hassa­
siyetten, muhakemesinden dökülen munis, rehakâr bir ibda kuvvet;! bir yenilik
kıvılcımı vardı. Rousseau’lan, Tolstoi’la n terbiyeci yapan hatsî, İlâhî kabiliyetler­
den hiç şüphe yok ki Fikret’de zerreler mevcuttu. Hissin zevk-i selimin delâleti,
görgü ve temas, mülâhaza ve mukayese, âzim ve teemmül terbiye ilmini fikrinde
müşahhas b ir hale getirdi. Giyinmesinden b ir ilim alırdınız. Konuşmasından bir
ilim alırdınız, hareketlerinin intizammdan sebat ve sükûnetinden, saffet ve sa­
mimiyetinden, vazifesine m erbutiyetinden hep birer ilim alırdınız.
Ve işte bunun içindir ki Fikret’in kısa fakat «intense» olan m üdüriyet devri
gayet şahsî bir devirdir.
Fikret’de bağırıp çağırma ile. maiyetine cebir ile, kudret istimaU ile hâkim
olan haşin b ir şahsiyet değil, yalnız kendi vazifesine merbutiyetle, kendi mesu­
liyetinden haberdar olması ile diğerlerine hâkim olan melih, vakur ve ketum
b ir şahsiyet vardı. Onun için gayet az ihtarla maiyetini iyi yola getirmiş; tem­
belleri ürkütm üş, gizli kabiliyetleri meydana çıkarmış ve jrükseltivermiştir. Me­
selâ onun bakışı, duruşu, konuşuşu en kaygısız bir insanda bile umulmayacak
tesirler vücuda getirirdi. Onunla temas ettikçe gayri şuuri denebilecek b ir faaliyet
sizinle muhatabınız' arasm daki müthiş farkları size gösterir ve sizi nezahate doğ­
ru yükseltirdi.

121
M ubassırların ve muallimlerin, hademelerin ve memurların, talebenin m üte­
kabil, yükselişleri, nezaketleri, daima daha iyi ve daha güzeli aramağa teşebbüs
etmeleri hep bu şahsiyetin; harikûlâde kudretinden doğuyordu.
Fakat bütün bu kadar iyiliğin, bu kadar refahın içinde yine insan düşünü­
yordu. Bu pederane şefkat, bu aile hayatı samimiyetine benzer devir, bu mec­
mualar, m üdürün talebesi ile teneffüs esnasında çocukları hiç sırnaştırm adan bu
musahabeleri, kimyahanelerin, yatakhanelerin intizamı, tedris usullerinin intizamı,
tedris usullerinin yeniliği bir kelime ile, bu fevkalâde seri tekemmül ne kadar
sürebilecek )3İr saadettir. Çünkü bütün bunlar bir, nihayet iki şahsın ruhundan
vücude gelen b ir şaheserdi, bütün tertibatı .ikmal edilmiş müesses b ir tarzda ola­
mamıştı.
Bu biraz muhayyel hayatı andırır bir şeydi. Çünkü mükemmel, etrafm m ço­
raklığından çok, ayrı, çok yüksek ve şairane bir h ay a ttı!
Fikret uzun seneler müessesenin başında kalsa idi, fikrini, ruhunu anlıyan
halefler yetıştirseydi bu devir o kuvveti ile devam edebilirdi.
Fakat dışardan ve yüzünden görenler için F ikret’in yaptığı iş atalet, an’ane-
sjni kıran, diğer birçok mektebin ve birçok idarenin geriliğini yüzlerine haykıran
bir cür’et gibi anlaşıldı.
Nitekim sinsi ve boş itirazlar günden güne çoğaldı: Emekliyen yeniliğini
boğmak için bunak, eskilikler hırsla atıldı.
Vazife ve m es’uliyetini bir his ve bir izzeti nefis meselesi telâkki etmiş Fikret
bunlann karşısm da durmağa çok gayret etti. Yaptığı yenilikleri vücude getirmek
emelinde bulunduğu yeniliklerin yanmda pek ehemmiyetsiz görürdü. Ve muvaf­
fakiyetinden bahsettiğiniz zaman hakikî bir tevazu ile henüz hiçbir şey yapama­
dığından m üteessir görünürdü. O kadar hücum ettiler ki nihayet, devam imkâ-
nmı bulamadı. Ve isterhiyerek çekUdi. Ve o b ir sen d ik devir. Sultanî hayatında
bir masal gibi tatlı ve’ uzak kaldı. M ütearrızlara karşı yaralanmış, güzel, itinalı
üroitleri kabalıklarla kırılmış bir adam gibi cevap verirdi. «Avucuma b ir yumur­
ta koydular ve bunu kırm a dediler. Sonra parm aklarım ı sıktılar, ben karşı ko­
yabilecek dermam kendimde buldum, fakat sıkan ellerin kuvveti o kadar fazla­
laştı, o kadar fazlalaştı ki, nihayet yum urta kırıldı, İsrar etseydim, parmaklarım-
da-n cılk cük akacaktı. Halbuki kendimi ve başkalarm ı kandıramazdım. Onun için
duramadım.»
H er halde m uhakkak ki Sultani’den ayrılm ak Fikret için biraz hayattan ay­
rılmak gibi oldu ve tesellisini ancak bütün hayat ve san’atını gençliğe hasi-etmek-
■te buldu. İşte Darülmuallimindeki, Darülfünundaki dersleri, işte H alûk’un defteri,
işte Şermin, h attâ işte Rubab’m cevabı!
Ve, Sultanî’den uzaklaşırken aldığı yara göğsü kuruyacağı güne kadar acıdı.
Ölümünden üç hafta evveldi. Bir akşam onu kitap odasında vazıh bir bitkinlik
içinde buldum.
Rubab’ın cevabını heyecanlı, çarpıntılı bir kuvvetle okudu. Sonra: «Ben bu

122
memleketin ruhuna, san'atm a hiçbir hizmet de görrneelim mi? Bütün yazdığım
şeyler o kadar fena mı?» diye sordu; Kirpiklerinde asılı duran iki yaş yere
tenezzül etmedi, yine kirpiklerinin j^anmda kurudu. Yine Fikret’de kaldı. Renkli
camlarda solan güneşin son ışıkları necîb alnına ketürtı, nurlu bir taş gibi dö­
külüyordu. M ağrur san’atk ân n gördüğü haksızlıklardan bu mahrem şikâyeti o
kadar ulvî bir manzaraydı ki!
Bilmem sözü nasıl o mânaya g e tir^ de dedi ki:
«Sultanî’nin önünden geçerken sanırım ki, iki el yapışır. Yüzümü bir türlü
o tarafa çeviremem. O kadar m üteessir oluyorum. Beiı mektebimiz için ne kadar
samimiyetle çalışmıştım ve çalışmak istemistim.»
Fikret’i muvaffak eden en büyük :âfnil bu'esaslı-aşk; bu müebbed merbutiyet
değil miydi?
O akşam sesinde artık hayatm hiçbir hırsı ile alâkası kalmamış bir uhrevî-
ük başlangıcı vardı.

TEVFÎK FİKRET’İ DÜŞÜNÜRKEN (*)


Seni düşündüğüni zaman,
Işıl ışıl sabalÜ olur,
K aratm ış tariyeıinde...
Mavi suya çöken sisler.
Dağılır peidİB pefde...

Seni düşündüğüm zaman,


O muhteşem başın doğar
Gök kubbede, ansızın...
Ve bir acı hıçkırıkla
Ağlar k ın k rübabm...

Seni düşündüğüm zaman.


Sırlarım açar, çağlar,
Ben bir tarih okurum.
Ne gerçekler öğrenirim,
Artar kalbimde korkum!

Seni düşündüğüm zaman,


Dünden güne^ aktarılmış,
Saltanatlar sezerim.
Hak ve kanun çiğncnirkeh,
«İnsanlık, bir mi?» derini.

(*) K a b rin in E y ü p te n  şiy an a n a k li m ü n a se b e ti ile.

123
.'Seni düşündüğüm zaman,
Akm akm yollarını
Kaybedenler görürüm .
A rtlannda bir insanlılc
İnlerken sürüm sürüin!..

Seni düşündüğüm zaman,


Y urt ve ulus sevgisine
tn a n ın m bin canla...
Ve el ele tutuşarak
Kardeşliğe, cihanla...

Seni düşündüğüm zaman.


B asm a .atılan taşlar.
Beni içten yaralar,
Gerilikler, yobazlıklar
Boğacak kıirban arar...

Seni düşündüğüm zaman,


'Devrimler hatırlarım .
Dosyalar üzerinde...
ÖldüriUdiik ve öldük:
Dünya eski yerinde...

Seni düşündüğüm zaman,


İsyanm a inam run
Çirkine, iğrençliğe...
Bu isyam, istem iştin
Aşılamak, gençliğe...

Seni düşündüğüm zaman,


Yarattığm altın am t
Gözlerimde tutuşur.
Mutlak, ulu Tannnın da
Gerçek, insanı^ budur!..
Seni düşündüğüm îzaman.
Yalnız sözün^ sazın degU,
Varlığm yaşar bende...
tnançlarınm değişmez,
Ömchleri, hep sende
Seni düşündüğüm zaman.
Terbiyede, zariflikte,
Derim, yok, sencileyin...
K arşısında değişmezmiş
Tavrın, paşa ve beyin...

124
Seni düşUndütüm zaman,
İnanırım, kadmiığa
Verdiğin öz degerei..
m innettarım , huzurunda
Egiliriin' yerlere;..

Seni düşündüğüm zaman,


«Elbet: sabah olacaktır!»
Diye sesler duyarım^
Yeni um utlara düşer.
Yine sana uyarmk

Seni düşündüğüm zaman,


Avuçiraim alhım dadır;
«Lekelenmek korkusu!..»
Lekeler kli baZı silmez
Derya derya akar su!;.

Seni düşündüğüm zaman,


Kanad kanad,, b ir güneşe,
Steeriiıi uçtuğumu...
Yükselmiş: öldüğüm göke;
Bağlarım umudumu...

Seni, düşündüğüm zaman.


Kayalıklarda' can veren
(Prom ete) sin, derim.
Biraz daha ışık* diye
Uyanmanı beklerim^
Şükûfe Nihal

«AŞtYAN» a DÖNÜŞ
K ırk yılın verdiği azabı unut!
Çektiğin ye’si, ıztırâbı u n u tî
O azâhi kem ik ■ kemik duydun;
Eridin- hicriçinde, zehruyudün !
Yaşların toprak oldu matemle,
Gözlerin" görmez oldu ol nemle;
Kurum uşdu dam arlârindaki kan.
Sâde rûhundü pürüm îd yaşıyan;
Bir zam anlar o neş’eler neydi?!;.
Serpilen Selsehil-i nağmeydi.
Gül değil hep verak-verak hande,
H er çiçefc bir periâ- nâzende.

12S
Hep gönüller b ir erganûn-i vefâ,
Hep gülüşler bir incilây-i sâfâ.
N ur iner Âşiyan’a sessizce,
Gözlerinden de n u r'a lırd ı geee.

İsmail Hikmet Ertaylan

Sen çekildıûı de^şdi sahne bütün.


Şimdi her na^gme gusse, hande büzün;
Taş kesilmiş elem bütün kayalar.
Y üreğinde, tükenmiyen gamı var....

Yollan servi-servi mâtem dir.


Hep bakışlar bir ağlıyan gamdır..
Taş, ağap, gök,; çiçek fısddaşıyor.
Hepsi kalbinde ıztırap taşıyor...
Âşiyan lal, aeştdesiz; küskün;
Her çiçek girye,'her çemen üzgün;'
Ötmez Olmuş hazân kırk senedir.
Gülmez olmuş bizarı k ıık senedir!

126.
Söyle, sen ey türâb olan Fikret!
Yurd için dU-harâb olan FUtret!
Kalbinin ıztırâbı dinmedi tni?
Bitmeyen o azabı dinmedi mi?
Söyle kabrinde inliyen kim dir;
Söyle Fikret! Melalini bildir!
înliyen hep rubâb-ı rûhun mu?
Şanlı yurdun ne halde, duydun mu?
Seneler geçdi, bitmiyen seneler,
O, neler çekdi hasretinle neler?..

Neş’e, ümmid, sevinç, emel yerine


K anü yaşlar dolardı gözlerine.
Ne (Rubâb) m o Uıtişamü sesi,
Ne o âfâla inleten aksi.'
Sâde yerlerde, mihli birsürü baş,
Sâde gözlerde titreyen b ir yaş.

Hep dudaklar m ühürlü bir feryâd;


Hep bakışlar zavaUı istimdâd.
Kim duyar, kim bakar, kim işidir,
Yurdu sevmek kimin, kimin işidir?!.
Ne diyordun: «Ümîd.. Ümîd ölmez!»
Seneler hep geçen, dönüp gelmez.
Yurda dön bak! Harâbezâı' oldu;
Âşiyân’m da b ir mezâr oldu...
Şu’le - şu’le semâda yıldızlar.
Gök yüzünde semâ’ eden kızlar..
Gözlerinden ateşli yaş dökerek,
Bekleşir Aşiyan’a avdetini.
Bekleşir iştiyâk içinde seni...
Senelerdir boş kalan âğüş.
Uyan artık, uyan o yâre kavuş!
Senelerdir yetim, ne ot, ne ocak.
Seni şimdi görünce ağlıyacak.
Ve bu yaşlar sürüm dür aşkın.
Handelerden sıcak, sıcak, taşlan...
Ölgün aşkın dirildi, olmadı fevt,
Bu da b ir başka «Ba’sü ba’del mevt»!
Seni dört-gözle bekliyor şu yuva,
Şu yeşil yurd, şu Cennetül me’vâ...
Dindi hicran, o girye-î hasret*
Dinlen artık ilel-ebed Fikret!.,
Kuyubaşı - 1962 t. H. ERTAYLAN

\2l'
F t K R E T ’e D AÎ R

Feylezof Doktor Riza Tevfik Beyefendiye (1);


Geçen Cuma günü Türk Ocağı’nda bir mahfil-i şebâb karşısında Fikret’in din
ve îmânından, müslümanlığından bahsetm iş ve işittiğime göre Sebil-ül Reşad
hey’et-i tahrîriyyesi hakkm da gençleri pek fena hiddete getirmişsiniz. Şahsımız
hakkm da ileri geri söz sarfedllmiş ise aram ızda hukuk olmasa da cümlesini ba^
ğışlar, bizden yana helâl olsun, hoş olsım derim. Lâkin ortada nâzik b ir küfür
ve îman meselesi, din-i islâmca kime mü'min, kime kâfir denileceği hakkında
zât-i hakimânelerinin hakemliği deruhde etmesi var ki, aradaki hukuk ile beraber
onu hoş görmek elimden gelmez. Zira ne yalan söyliyeyim, dinimi, Allahımı,
Peygamberimi, hak ve hakikati sizden ziyâde severim.

Sizin kadar sevdiğim Fikret’in «Fikir ve felsefesi» akîde ve îmânı bahsine


dâir sizinle m ünakaşa etmek iztirân (emin olunuz) sizin kadar bana da ağır
geliyor. Onun hakkında söz söylemeği gönlüm hiç de istemezken «genç bir mü­
tedeyyin» imzasiyle aldığım .bir m ektupta onun zeyg-u dalâline burhan olan şiir­
leriyle bâtıla istidlâl edildiğini görünce hakkında birkaç söz söylemek mecbu­
riyetinde kaldım. Derken Abdullah Cevdet denilen kimsenin yine onun nâmmı
vesile ederek sebb-i nebi şenî’asım irtikâb etmesi Sebil-ül Reşâd’ı söyletti ve li­
sana getirdi. Fikret’in fikr-ü 'akidesini, mü'minliğini, fazâil-i ahlâktan pîşrevliğini
izâh ve isbât vazUe-i müşkilesini hasbelrefâka zât-i âlileri deruhde buyurdunuz.
Malûm olan hüsn-i beyâmmzla beraber ne dereceye kadar muvaffakiyet göstereı-
ceğinizi bilmiyorum. Fakat sorarım, bu kadar zahmete, külfete hacet var mıydı?
Âsârı meydanda duran etvârı mahfaza-i hayâlimizden silinmeyen, tanîn-i savtı
kulağımızda hâlâ çınlayan dünkü, daha doğrusu bugünkü Fikret’in îmânım is-
b âta m uhtaç görmek bînefsihi onun aleyhine beyyine değil midir? H alk nazarında
meslûb-ül îmân olmasa bile, nefs-î dâvanız anm hiç olmazsa meşkûk-ül îmân ol­
duğunu tasdik ve i’lân demek değil midir? Ednâ mülâhaza gösterir ki, sîreti îmân
ve İslâm üzerinde olan b ir kimsenin muhtâç-i isbâtgörünen dîn ve îm an değil,
küfür ve Uhâddır. Sizin yerinizde ben olsaydım, bu kadar zahmetli ve dostum
hakkm da b u kadar zararlı b ir işe girmezdim.

H er ne hâl ise bahsi ağzıma almak istemediğim o meyyit hakkında ben db


söze karışm ış bulundum. Karışm ak ta zarûrî idi. Ortalık nâmım anarken Allah-ü
'Azîm uşşâna ve Rüsül-i Kirâmm a hakaret mânasını da kasd etmeselerdi «Nemi-
ze lâzım, fikriyle, felsefesiyle, 'akidesiyle, ameliyle haşr olsumi diyup kırk bin yıl
daha sükût ederdik, fakat ne çâre? Sevk-i zarûret bizi bu vâdîlere kadar sürük­
lemiş bulundu.
Fikret ile benim Galatasaray Sultanî’si heyet-i tedrisiyyesi içinde on beş se­
nelik refakatim ve ahvâline epiyce ittilâ’im vardır.
Nukteperdâz, hoşsohbet, savtı âhengdâr ve müessir, sâmi’ini m eshûr edecek
bir hüsn-i beyâna sahip, her nerede bulunsa etrafm da b ir halka-i müstemi’în çe­
virtecek miknâsiyyeti hâiz idi. Bugünkü genç perestişkârlarm m üç dört sene ev­
velki mânâsız inkârları hilâfına olarak büyük bir şâirdi. Fakat bu kadar uzun

128
süren sohbetlerimiz esnasında şahsına hâs b ir felsefesi, hele îm ân ve islâmı ol­
duğuna hiç m uttali’ olmadım dersem ümid etmem ki taraf-i âlilerinden sîli-i
teltaîbe m â’rûz kalayım. Sihri beyânı kendisine akrâna tefevvuk hissini, bu his
de bir tasallub ve m etanet meziyyetini vermişti. Pek hırçm ve pek m ağrur olan
bu şâirin benliğini dünyada tatm in edecek bir saadet yokdu. Pek yüksetl, pek
bâlâpervâz idi. Dide-i ızdırâ ile bakmadığı, nîm-hande-i istihzâ ile bahsetmediği
kimse tanımıyorum.

Birçok kimseleri en ufak taksirlerinden dolayı gayet şeni’ b ir surette zem­


mettiğini kulağımla duydumsa da velev bir kimsenin medhlni ağzından işittiği­
me dâir edây-i şehâdete im kân bulamam. Ağzında insanhğm vaki’a kıymeti pek
büyük idi. Fakat o vasfı hâiz mevcûd henüz dünyaya gelmemişti. Daha doğrusu
o mevcûd-i yegâne kendisi idi. Halikına hitâben: «Ben ben im, Sen de Sen, ne
Rab, ne ’ibâd» diyen Fikret kendisini hiçbir Jcimsenin elinden gelemiyecek bir
sıhhat-i edâ ile ta ’rîf ve tasvir etmiştir. Sizi bilmem. Fakat ben bu ahlâk ve
meşrebinden dolayı dâire-i mahremiyyetine dâhil olmuş ciddî ve samîmi yârânı
’idâdına girmedim. Maahazâ Sultanî infisâli gününe kadar kendisi ile görüştü­
ğüm halde hatırşikenâne bir muamelesine de m â’rûz kalmayışım da birinci de­
recedeki samîmi dostlan sırasm a girmekten ihtirâzım ın berekâtmdandır. Zirâ
görüyordum ki vefâli yârânından dilgîr etmedik, daha doğrusu dilgîr olmadık
kimse bırakmıyor. Konferansta buyurduğunuz gibi «SERT BİR ÇELİK GİBİ
HİÇ BİR VAKİT, h Oç BİR KUVVET karşısında eğilmedi, nihâyet kırıldı» lâkin
tasviri itm âm için söyüyeyim, bu çelik pek sert olmakla beraber iki yüzüne
geleni cerihadâr eden b ir zehirli Acem kılıcı idi.

Tab’mdaki bu se’âm et şevkiyle uzlet ve i’tizâli ihtiyâT ile «irfânına tebdîl-i


tabi’iyyet» ettirdi. Amerika bandırası altında, Protestanların propaganda ocağın­
da, vatanperverlik makteli olan Robert Kolej’de vazife iıabûl ederek şübbân-i
müslimînin, ihsâsât-i diniyye ve vataniyyesini ifsâda hizmetkârlıkta karar kıldı.
Ve en nihâyet orada ve böyle şerefsiz bir hizmet ile can verdi.

Bu m üddet esnâsında her şeyi istikbâh eden fikir ve nazarından dolayı doğru,
yanlış her hâl ve kaline karşı her taraftan hücum lar başladı. H atta —^ne garîb
bir tezâd-ı hande-fezâ—. Cuma günü zîr-i sakfında konferans verdiğiniz Türk
Ocağı Fikret’in şâirllğini, fazîlet-i ahlâkiyyesini, vatanperverliğini bile inkâr edecek
kadar ileri vardı. Vefatına ve hattâ vefatından biraz sonraya kadar bu hücumları
yapan —siz de bilirsiniz ki, Sebil-ül Reşâd değil idi, bugün ona «fazilet peygam­
beri», «Şiir ilâhı» diyenlerin yine kendileridir.

Acabâ bu tehavvülün sebebi ne idi? Yine bizim gibi sizin da, şübheniz yok­
tu r ki sonradan şâyi’ olan «Târih - Kadîm» i ile o eseri hasbeddiyâne tezyif eden
Akif’e hitâben;

«Ben ki b ir kaç pulu tercihinden


«Protestanlara zangoçluk eden
«Şâirim...

129
maUa’lı manzûmesinin elsine-i nâsta deverana başlam asıdır. Şâirin Allaha, Al­
lahın gönderdiği Resûl-i Kiram a savurduğu cür’etkârâne tahkîrât o kadar mak-
bf:le geçti ki düşman-i dîn olan ne kadar kimse varsa cümlesinin ma'bûdu mer­
tebesine çıktı. Cesâret-i medeniyyesi takdir edildi. Ne türlü görüneceğini bilme
yen şaşkın zahiri, korkak ve nâpâk bâtm m a uymayan diğer alemdârân-ı
ilhâda benzememek meziyyetini hâiz olduğu sabit oldu da kendisine <tBüyük
adam» denildi. Bütün nazarlardaki haklı haksız, siyasî, medenî, ahlâkî seyyi’ât
ve taksiratı hasenâta tebdîl edildi. Yeni kurulm ak istenilen bir din-i ilhâda onun
nâmı ’âlem ittihâz edüerek hanesi K â’be gibi tavâf edildi. K abri başında ibadet­
ler yapıldı, m atem ler tutuldu. Bununla da kanaat edilmedi. Peygamberimiz (Sal-
lallahu aleyhi ve sellem) ile hemmertebe tutuldu ve - ruhuna bir cizye-i ta’zîm ver­
mek için —nâmı vesile ittihâz edilerek Nebî-i âhir zemâna sebbedildi. İş buraya
da geldikten sonra âlem-i küfr olarak tebcil edilen bu şahsın hakikatini izhâr et­
m ekten akdem bir farz-i dînî ve İslâmî bulunur mu? Bizim yerimizde siz olaydı­
nız .eminim ki başka türlü hareket etmezdiniz. Bakınız siz Fikret’in hakk-i refa­
katine ri’âyeten konferansınızda:

«Etrafımızda, içimizde bu kadar ahlâkan sükût etmiş, çalan, çırpan, yakan,


yıkan varken fazilet cihetiyle bihakkm muktedabih olacak böyle bir kudsî reh­
berin kabacasına tahkir edilmesine gençlik nâm m a taham m ül etmek pek
güçtür.» demediniz mi? İşte bizim gibi m üslüm anlar da Rahmeten lil'âlemîn bil­
diğimiz Peygamberimizi m üdâfa’a etmek, Rabbül’âlemin olan Allah u 'azîm ussâ-
na i’tikadı kalblerden silmeğe çahşanlara karşı koymak için bu kudsî rehber de­
diğiniz kimsenin yüzündeki kudsiyyet maskesini yırtıp mâhiyyetini izhâr etmeği,
p küfr-ü ilhâd bayrağını devirmeği en m u’azzez ve en mukaddes b ir vazife biliriz.
Biz Fikret’in hadd-ü liyâkatinden aşuri ta ’zîm edildiğine bir şey demiyoruz. Her
taifenin kendi büyüklerine ta ’zîm etmelerini pek tabiî görürilz. Fakat bizi de,
hele mukaddesatımızı tahkire nâm ve güftân âlet ittihâz edildikten sonra, ona
tr.’zîm ile mükellef addetmek insafsızlıktır. Ben sizi biraz daha munsif görmek
isterim, feylesufum.
Abdullah Cevdet bütün ehl-i İslâmî dâğdâr eden hezeyânmı okuduğunuz va­
kit neden talâkatiniz galeyana gelub de kabaca tahkir edildi diye şakk-i şefe et­
mediniz de dînine hücum edildiğinden dolayı sızlayan yüreği kanayan bir şâir-i
dindarın Fikret hakkındaki bir çift sözüne taham m ül edemediniz?
Yoksa nazarınızda Resûlullahın Filîret kadar da mı kadr-ü kıymeti yoktur?
Eğer böyle ise size insafsız, zâlim bir feylesof demekte hiç tereddüd etmem.
Yine tekrâr ederim ki bizim, Fikret’in şahsı ile hiç b ir alış verişimiz yoktur.
Bâhusus benim. Evet, benim onunla ne seyâsi, ne edebî, hattâ ne de ülfet ve mu’-
âşerete ’âid hiç bir geçmişim, nizâ’u hilâfım olduğunu bilmiyorum. Ahvâl-u
âmâlini beğenmemek —bahusus öldükten sonra— kendisine çatmayı istilzâm
etmez. Fakat ne çâre ki ba’delvefât âdetâ yeni bir dînin peygamberi, İlâhî, m a’-
budu, mescudu, daha bilmem nesi olduktan sonra müslümanlığın kalbini pâre pâre
edecek âlet-i câriha da olunca ona taarruz etmek, kırm ak zerre-i îm ânı olan bir
müslüman için vazifedir.

130
Zirâ âlete i’tirâz ve müdafaâ am isti’mâl edenlere i’tirâz ve m üdafaa rengini
aldı. Bilmem inanır mısınız? Konferansınıza dâir de ağız açmak niyetinde değU-
dim. Fakat yevmi gazeteler F ikret’in akaidini <ıkasden sû-i tefsir» ile «nâbema-
hal hücûm» ettiğimizden dolayı size söz söyletilmiş olduğunu ilân ederek bizi
m üfteri mevkiine koydular. ASIL İFTİRA İSE BU İFTİRA DÂVASIDIR. Müfteri-
likten teberrî vazifesi beni şimdi sizin gibi sevdiğim bir zâte mukabele vaziyyet-i
elimisine sokuyor.
Gelelim sadede: Talebe teşkilâtı heyetinin daveti üzerine verdiğiniz konfe­
ransta hazır bulunup ta sizin o âhengdâr sesinizi dinlemek müyesser olamadığı
için ifâdâtmızı yevmi gazetelerin nakline binâen intikad edeceğim. Size olan is-
nâdda yalan varsa günahı gazetecilerin boynuna.
«Zamân» in beyânına göre «Din bir câmi’a-i kübrâdır. Muhtelif mizahta, muh­
telif vaz’iyyette, muhtelif malûmatta, muhtelif irkda birçok adamları bir maksad
etrafında tevhid eden bir bağdır, bir kuşaktır» demişsiniz, teşekkür ederiz. Çünkü
bundan büyük bağ, bundan sıkı kuşak yoktur.
Bütün gazetelerin hülâsa-i ifâdesine nazaran Fikret’in dîn halikındaki fikrini
teşrih ederken kendisini «dinsiz olarak tanımadığınızı söylemiş, dindarlığını isbât
edecek şevâhidi eserlerinde bulub okumuşsunuz. Fikret tamâmen m u’tekid imiş,
dindar imiş. Fakat dîni herkesten başka bir surette anlarmış. «Vakit» in zabtına
göre fikri ve -akidesi m u’tezile ve mutasavvifaya yaklaşıyormuş ki, böyle b îr dâ-
vânm zât-1 hakimânelerinüen suduruna ihtimâl vereceğime muhbirin noksan ve­
ya su-i zabtına vermek isterim. Her ne hâl ise devam edelim;
«Bir örümcek götürür H akka beni»
diyen Fikret Allah île kul arasında vâsıta görmüyormuş.
«Bir kudret?i külliyye var ’ulvî ve münezzeh»
diyen Fikret dinimizdeki serbesti, bilhassa Sünni mezhebinde tekfir hakkında
koyduğu kuyûd (ibâredeki sakatata rica ederim bakmayın, bahis dîne intikal etti
m î gazeteci m utlaka şaşırıyor, dili dolaşıyor, söylemesini bilemiyor), göz önüns
alınırsa hiç bir vakit dinsiz sayılamaz ve bu sebeple kıymetten düşürülemiyecek
imiş. «İkdâm» Şeyh Ekbere’den, Mevlânâ’dan, Teftazni’den (ne münâsebet) uzun
uzun misaller irâd ettiğinizi söylüyor. Fakat ne m aksadla ne île îstishâd ettiğinizi
izah edememiş. Yalnız Fikret’in «Târih-i Kadîm» ini hâşâ sümme hâşâ küfürden
(acâyib, Fikret’in sebeb-i ta’zîm ve tevkiri dîn-i İslama açıktan açığa taarruzudur.
Târîh-î Kadim’i de hiç bir kâfirin yetişemediği derecede şeni’ küfriyyatı m uhte­
vidir, bu eserden bahsederken «küfür» lâfzından muharrir-i ikdâm,, gösterdiği bu
tehâşidekî riyâya doğrusu diyecek yok. Bak Fikret böyle bir riyâyı irtikâb et­
mezdi. Büyük adam sayılması da bunun içindi ya) pek uzak ulvî fikirlerle (!) Mıi-
lohlar, Lâtlar gibi müntekîm ve müstebid mevcudlara karşı yazdığmı mûzih sû-
rette anlatm ıştır, diyor.
Fikret hakkında gazetelerden hülâsa edebildiğim beyânatınız işte bunlardır.
Eğer hakikaten böyle söylemiş iseniz —ki ben ona o kadar ihtimâl veremiyorum—

131
hsm si? Fikret’in işine yarar bir silâh-i m üdafaa tedarik edememişsiniz, hem de
müsteml’leriniz mugalâtamn farkm a varamıyacak kadar gafil imişler. Doktor,
sihr-i beyânmız, cemâatinizi o kadar efsunlamış ki Fikret’in imânına «Târih-i
Kadîm» ini şahid göstermiş, mesmûata nazaran «Yanlışım varsa kalkın söyleyin,
tahdisini tekrar etmişsiniz de kalkıp, tenakuzunuzu size ihbar edememiş.

Filozofçuğum! Fikret büyük b ir şairdir deyiniz. Şiiri lâyık-i takliddir deyiniz.


Peki deriz. Nümûne-i fazilet idi deyiniz, birçok kuyûd-i ihtirâziyye ile ona da peki
deriz. Fakat mü’min idi, müslüman idi demeyiniz, çünkü sizi herkesten evvel
kendisi tekzîb eder. Konferansınızı dinleyenler bilmiyorsa siz biliyorsunuz ki bir
kimseye müslim, m ü’min demek için «Amentü» deki altı şeye gerçekten yani
şübheden ârî bir cezm-ü yâkîn ile îmân etmesi lâzımdır. Bu altı şeyin hangisin­
de «Acaba?» derse m ü’min olmaz. Ya açıktan açığa inkâr ederse, ya istihza ve
istihfaf ederse ne isim vermek lâzım geleceğini siz söyleyiniz. Siz orada ihtimâli
tabirlerle «Fikret tamam en mu’tekid idi, dindâr idi, fakat dîni herkesten başka
bir surette anlar» demişsiniz. Mâ’nây-i lûgâvice itikadsız hiç b ir kimse olamaz.
Allahı yok i’tikad etmek te bir i’tikaddır. Dîn de m uhteliftir. Dindâr müslüman,
dindar yahudi, budî... ilâh, olabilir. Binaenaleyh ne «Mu’tekld», ne «Dindâr» ke­
limeleri Fikret’in «Müslüman» olduğuna delâlet etmez. Siz bayağı Fikret’in inan­
dığı bir şey vardı, bir dîni de vardı, demiş oluyorsunuz ki birincisinde nizâ’ımız
yok ise de İkincisi aramızda munazeunfihtir. Lâkin ikinci dâva hakkmdaki nizâ
şimdilik bir tarafa bırakalım da «dîni herkesten başka türlü anlar» deyişinizi
intikâd edeyim. Dîni başka türlü anlamak, başka dinde bulunmak, yahud din de­
nilen şeyi evhâm ve hayâlâttan ibaret addetmek demek değil midir? Sözünüze
göre hem i’tikadı, dîni var, hem de dîn vs i’tikadı da herkesin din ve î’tikadı gibi
değil imiş. Rica ederim, böyle dolaşık, îhamlı, her tarafa hamli mümkün ibâre-
leri bir tarafa bırakınız da «Fikret müslüman idi, Allaha, melâike ve Resûl-i Kirâ-
ma, kütüb-i münzeleye, ba’s-ü nüşûra, kazâ-ü kadere, hülâsa nebî-i âhir zamanın
bildirdiği herşeye noksansız olarak ve bilâ i’tirâz imânı var idi» diyebUir misiniz?
Evet derseniz Fikret’in sözleri sizi tekzib eder. Hayır, derseniz bu sözünüz kon­
feransınızı tekzîb eder. O hiç birine inanmıyordu ya, mamafih sîz bazılarına ina­
nır, bazılarına inanmazdı derseniz yine «mü’min biba’z ve nekfur biba’z» diyen
küffâr zümresine idhâl etmiş olursunuz. Hayır doktor, «Yâ eyyühellezine âmenû..»
hitâb-i İlâhîsine dâhil olmak için bütün m üslüm anlar arasında m üşterek olan şu
saydığımız şeylere inanmak, onlar hakkında başka türlü düşünmemek gerektir.
Başka türlü düşünenler belki sizin istilâhmızca dinsiz olmaz, fakat müslüman di­
ninde de kalmaz. I ’tikadsız olmaz, fakat m üslüm an î’tikadı üzre de olmaz.

Fikret, âhireti m ünkir olduğunu hayatm da bana ik râr etmişti. Mekteb-i Sul­
tanî müdüriyyetinden isti’fâsı dinsiz olarak yetiştirm ek istediği talebenin müs­
lüman bir muhit içinde zahmet çekeceklerini düşünerek, tebrie-i vicdân için ol­
duğunu isti’fasmdan hayli zaman evvel bana söylemişti. Bu sözlerimi size yemin
ile te’yîde hâcet görmem. Zâten edillenin dâ’vây-i mücerredimden ibâTet kaldığı­
nı ben de istemem. Sıdk-i dâ’vama Fikret’in kendi sözlerini şâhid tutarım . Mu’-
tekadatını kendi şiirlerinden çıkarmayı tercih ederim. Zira islâma derece-i bu’d-u
kurhunu kendisi kadar belagatla beyân edecek kimse yoktur.

132
F ik ret:
«Bir kudret-i külliyye var ulvî ve münezzeh»
demekle acaba İmamnı kurtarm ış sayılabilir mi? H er hangi b ir m aterialistin söy-
liyebileceği bu sözü hilâfma karâin olmazsa lehine tefsir ve te’vil etmek vakıa
mümkün idi. Fakat dikkat buyuruluyor mu? «Kudret-i külliyye var» diyor, «Al­
lah» demiyor. «Halbuki Allaha imân için bu kadarı kâfi değildir. Allah ism-i şe­
rifinin K ur’ân-ı Kerîmde tavsif edilen medlûline o vasıf dâiresinde im an ve i’tikad
etmeli ki, Allaha imânı vârid denilebilsin. Müslüman olmak için de bu imâna
b ir de Resûl-i Kirâma ve Resûl-i K irâm m bütün tebligat ve ihbâratm a imân et­
meyi üâve etmek lâzımdır. Bakınız müşrikîn-i arabın ekseriyyet-i uzmâsı «Allah» i
ism-i şerifini bilir ve kendisini putların fevkinde tanır iken şürekâya kail ve nü­
büvveti m ünkir oldukları için «müşrik» ve «kâfir» nâmını alm ışlardır. Fikret’in
bu m ısrâi diğer sözleriyle karşılaşınca müşrikîn-i arab kadar da im ân ile mü-
tehallî olduğuna delâleti kalmaz. Hem de mugalâtal; sözleri, m ünakaşa edip de
bihûde uğraşacağımız m üfteri olmadığımızı edillesine geçsek daha hayırlı olur.
Dinleyiniz doktor, imâna delil ittihâz ettiğiniz «Târih-i Kadîm» inden size bazı
parçalar okuyorum;
«Her şeref yapma, her seadct piç
Her şeyin ihtidası, âhiri hiç
Dîn şehid ister, âsûm an kurbân,
H er zamân her tarafda kan, kan, kan.»
Görüyorsunuz ya, dîne ve hizmet ettiği protestanlann istilâhınca «Allah» de­
mek olan «âsumân» a hürm eti böyle. Yaprağı çevirelim. Coşkunlukla Târîh-i
Kadîme söverken;
«Yırtıhr ey Idtâb-ı köhne, yarin
Medfen-i fikrolan sahîfalann
Bunu kimden fakat ümîd edelim?
Bu azîm inkılâb-ı hilkati kim?
Hangi kuvvet teahhud eyleyecek?
Sahib-i kâinat, evet, gerçek,
Sâlıib-i kâinat olan ceberrût,
O tekarrub-şiken likay-i şamût.
O fakat aslı hep hu gavgalarm...»
ibareleriyle bakınız gayzmı sâhib-i kâinata nasıl tevcih edyior. Lâkin o, bu kadar­
la kanmıyor. Semâyı kendine has bir nazarla tavsif ettikten sonra dönüp şöyle
soruyor:
«Söyle, sen her sedâye m a’kessin.
Şu heyâhay içinde hangi sesin,
Aksi-fevkinde i’tilâ-fermûd
Olan -ivân- kihriyâya su’ûd
Edebilmiş, ve şöyle hangi du’â,
Mustecâb olmuş?....»
bu sual-i istihfâfkârâneden sonra hemen;

133
«...................... Ey ilâlı-i semâ.
Ssni âbâ-i dîn olanlardan,
Dinledim: «Bîşebîh-u bî noksan,
Hayy u kayyûm u kadir u müteâl,
Bâsit - urrızk, vâhib’ul âmâl.
Kabir u muntekim, ’âlîm u habîr,
Zâbir u batin u semi’u basîr
Müstmendâne sâhib-u nâsir,
Zâti her yerde nâzir u hâzır...»
Diye vasfeyleyorlar. E n parlak
«Sıfatın «Lâşerîke leh» ken bak
Şu bataklıkda kaç şerikin var?
Hepsi kayyûm u kadir u kabhâr.
Hepsinin «Lâşerîke leh» sıfatı»..
Azizim doktor, Fikret’in mu’tezile ile Sûfiyye beyninde m utavassıt olan aki­
desi her halde bu olmasa gerekdir. Kütüb-i islâmiyyeyi bu kadar tetebbu’ etm iş­
siniz. Acaba Allaha şerik isbât eden kimse için hiç bir taifeye rastgeldiniz mi? Ve
Allaha şerik isbât eden kimse için «dîni başka türlü düşünürdü» diye m u’tekid,
m ü’min diye bilir misiniz? Hem de adamcağız müşrikin-i arabdan da pek aşağı
derecede. Onlar şürekây-i ilâha karşı hiç olmazsa bu i’tikadda değil idiler. Veyl
o kavme ki arabın m üşriki onların m ü’mininden islâma daha karib olsun.
Bir de dikkat ediniz. Şâir evsâf-i K ur’âniyye ile saymış ki buyurduğunuz gibi
maksadı Molohlar, Lât-u Uzzâlar değildir. Basbayağı K ur’ân-ı Kerimin ta ’rîf ettiği
İlâh ul’âlemine zebandirâzlık ediyor. Bir de sizin Molohlara, Lâtlara taarruzu mu­
bah görmeniz m üstebid ve m untakim ilâhlar olmaları dolayısiyle olduğunu an-
latmışsmız. Halbuki bu talîliniz bizim i’tikad ettiğimiz Rabbül’âlemîne de —^hâşâ—
tecviz, hakareti mutazammm olur. Biz hristiyanlıkta olduğu gibi nu’ût-i ilâhiyyeyi
nu’ût-i lütf-u rahmete kasretmeyiz. Rabbimia gafûr ve rahim olduğu gibi cebbar
ve m untakîm ve şedid ul’ikabdır. Zâlimleri kahretm ekten âciz b ir ilâha biz ilâh
demeyiz. Binaenaleyh müdâfeaten yaptığınız ta ’lîlin de ona faidesi yoktur. De­
vam edelim;
«Hepsinin em r u neluyi, saltanatı,
Hepsinin Mihri, Mâhi, Ecrâmı,
Hepsinin bir hâfay-i mescûdu.
Hepsinin bir behişt-i mev’udu.
Hepsinin bir vücûdı, bir âdemi,
Hepsinin bir nebiyy-i mulıteremi,ı»
Ne istihzâr değil mi? Yine okuyalım:
Hepsinin cennetinde hûrîler.
Hepsinin ta ’me-i cahîmi beşer.
Hepsi halkmdan isteyor m ahkûr
ik i büklüm bir inkiyâd-ı sabûr...»
Acaba burada namazı kasdetmiyor mu dersiniz?

134
Bu istihzâdan sonra şerh-i akideye başlıyor. Bakınız ne diyor:
«Ben hi hepsinden iştibâh ederim.
Kime sorsam diyor ki yok haberim.
Kim bilir, belki hepsi vehmiyyât,
Belki aldanmak ihtij'âc-i hayât,
Kimbilir belki hepsi doğru da ben,
Bî haber kendi sehv-i hissimden
Varı yok bilmek istedim, yoku var.
Iştibah.... işte töhmetim, ne zarar?»
Zararı şu ki, iştibâh ettin mi müslüman değilsin. Sair şübkeyi zararsız gör­
mekle de iktifa etmiyor da medh-ü senasına girişiyor:
«Şübhe nûra doğru koşmaktır»
diyor. Şüpheler serdediyor. Nihayet H ak Teâlâya dönüb bir tû£ân-ı gayz u ’dvân
püskürüyor:
«işte en zorlu hasmin ey Hallâk,
Seni karşında eyleyen ihnâk.
Bize vaktiyle zehr-i gayzmdan,
Verdiğin cür’adır, o dur bu yılan.
Bileceksin bn hasmi elbet sen:
Şübhe... en zâlim, en kavî düşman.
Bize en mûğfilâne taslîtin,
Yahud en gafilâne tağlîtin.
O bugün... hud’a, şeytanat, iğvâ,
Seni mülkünden eyliyor icIâ.
«Ufluyor m a’bednide m es’alini.
Kırıyor ellerinle heykelini.
Ve bütün kudretinle sen meflûc
Düşüyorsun... Ne in’idâm-i bürûc,
Ne savâ’ik, ne bir hûbûb-i jiyân.
Ne cehennemlerinde bir galeyan.
Ne nazarlar habîri mateminin
Ne kulaklarda bir tanîn-i hazin...
Kopsa bir zerre cism-i hilkatden
Duyulur bir tezallum. Sen
Göçüyorsun da arş-ü ferşinle,
Yok tabiatde bir inilti bile.
Bilâkis her tarafda «Kak kahlar,
Kizbe yalnız riyâ vu hum k ağlar.»
E dnâ mertebesi m u’mln-i blh olan şeyler cezm u yakin-i tâmmile i’tikad e t­
mek demek olan imân ve ilsâmı yine ednâ mertebesi teşkik olan böyle bir küfr
ile nasıl te’lif edebildiğinize hayret ediyorum. Sizin dâvanıza göre Fikret bir kuv-
ve-i küiUyyeye inanıyormuş. İnansa ne olacak? Ounun- kuvve-i külliyyesi Alim u
habîr midir? Semi’u basir midir? Kadir u kayyum mudur? Vâhib u mâni’ midir?

135
Hayır, hayır. Öyle ise bizde m üslüm anca Allaha im ânı var dâvasına karşı nâci
ve gayr-i nâci bütün firak-ı islâmiyye hesabına hayır diyeceğiz. Adamcağız hâlâ
şekkediyor. Şekkinde Hallâk-i A’zarai ihnâk eden satvetli, kuvvetli bir el zanne­
diyor. Şekkedince Ulûhiyyete i’tikadı boğdum sanıyor. Ma’hazâ unvânjıu öğrene-
medigimiz:
«Ben ki bir kaç pulu tercihinden
t ’rotestanlara zangoçluk eden
Şâirim...»
manzCImesInde —ki bildiğimize göre en son eseridir ve m a’lûm-i âlîleri olduğu
üzre i’tibâr hatimeyedir— şekk tereddüdünden de kurtularak inkâr-ı şirfda karar
İçiliyor. Bakımz ne diyor:
«Beşerin böyle dalâletleri var.
Putunu kendi yapar kendi tapar.
Ara git deyrini gez, Kânbesini,
Dinle tekbîri, işit çan sesini.
Göreceksin ki hep boşluktur,
TJmduğiın, b e k l e d i^ şey yoktur.
Düzme Allahı gibi şeytam
Budası, ehrim.eni, yezdâm.
Hepsinin m ubdi’i bir vehm-i cebîn.
Gölgeler, gölgeler anlarda derin.
B ir karanlık sezerek çevrildim,
Acı bir darbe yiyip devrildim.
Şimdi bî havf i cenân-u nirân
Süzerim fıtratı hayran hayrân
Ben ne Mabûd, ne mûbid bilirim.
Kendimi Hilkate, âbit bilirim.»
Zavallı şâir, kâfirliği ele almca bak dilin nasıl dolaşıyor.
«Düzme Allah» dedikten, Yezdânı yok ettikten sonra, hangi «Fitrat» dan,
hangi «Hilkat» den bahsediyorsun? Pâtır olmayınca fitrat, hâlik olmaymca hilkat
olur mu? Zavallı şâir pek açık görülüyor ki müflisül imân imiş. Amma siz;
«Enbiyâdan yaşarım müstağni
Bir öriimcek götürür Hakka benî»
beytinin mısrâ-i evvelini küfre delâlet-i sarihasm dan dolayı kasden tayyedüp yal­
nız ikinci mısradaki, «Hak» lâfzında m ugalâta yaparak imâmna hükm ettirm ek
istemişsiniz. Bakalım şâir kendisi buna râzı olur muydu? Onun orada Hak demesi
«Allah» mânâsma değildir. Realite, verite mânâsınadır. Adamcağız tabiiyyundandır.
«Beni ben bir kayadan farketm em
B ir minik kuşla biriz tapmakta»
Kezâlik:
«Yaşamak dini benim dinimdir»
diyor. Orada mugalâtatınıza yarayacak b ir söz de sarfetm iş de:

136
«Mü’minim, varbğa imînıın var»
demiş. Hele şükür meslek-1 felsefesini bu m ısra’dan anlıyoruz. Fikret lâedriyye-
den değilmiş. Sulestâî değilmiş. Varlığa imâm varmış. Amma kimin varlığına?
Kendisinin, şi’rinin, sevdiği tabiat âleminin, sevmediği aliibbâ ve yârânınm vü­
cuduna kail imiş. Ya Allahın, ya Peygamberâmn, kitablann, b a’s u ukbânın vü­
cudu?
Allahın vücudunu Târih-i K adim’inde arz-ı iştibâh etmekle beraber zât-i ak-
desine, şütûm-1 galiza savurduktan sonra son manzumesinde açıktan açığa inkâr
ediyor. Âhiret bahsinde:
«Varırım böylece ben merkade dek
Bas-ü ukb âja m ahal görmem pek»
diyor. Peygamberân-ı zişân hakkm daki fikr-i senî-i ise şu sözlerden bellidir;
«Saydığın Hârikalar, mu’cizeler
B irer efsûn-i zekâdır kİ beşer
Bî tevakkuf açıyor sırlarım
Mu’cizât ehli unutm uş yarım
Mugfil-u muğfel o ’tsâ, Mûsa,
Köhne bir Idzb-i m utalsam dır ’asâ
Beşerin böyle dalâletleri var:
Putunu kendi yapar kendi tapar».
Şurada zikrettiğimiz m ısralann beşincisinde «O ’İsâ, Mûsâ» tâbirindeki o
gayz - âlüd mânây-i istihkar hiç kimsenin nazannda harafi kalmaz. Aleme edeb
ta ’lîm etmek, mehâsin-i ahlâkı neşr u ta ’mîm eylemek uğrunda fedây-i nefsedip
pozitivistlerce de beşerin en büyük nümûne ve m uktedalan sayılan bu gibi mu­
kaddes zevatı hem âlik, hem âlemi aldatıcı, ahlâksız kimseler diye tasvir etmek,
acaba hüsn-i ahlâkın zerresine delâlet eder mi? Benim bildiğime göre hüsn-i ah­
lâk sahibi olan hüsn-i ahlâk nümûnelerine, e’âzim-i hakîkiyye-i beşeriyyeye hür­
m et eder. Etmediği takdirde kendine karş: hürmetsizlik hakkını evleviyyetle her­
kese bahşetm iş olur. Bâhusus Fikret’in ismi Isâ, Mûsâ değil a. En ednâ tnertebe*
deki ehl-i imânla beraber de zikredilecek kadar da değerli değildir.
Müslüman olduğumuz için nokta-i nazarımız budur. Onun şâirliğine de din
ve imân babm da itibâr etmeyiz. İmreülkays da pek büyük şâirdir. K itâb ve sün­
neti anlamak için şUrleriyle istişhâd bile edilir. Fakat kendi gibi cehenneme gi­
recek şu’arânın alemdarı olduğunu ResCıI-i Ekrem sallallahu ve sellem hazretleri
İm re ul Kays’m kızma söylemişlerdir. Bizim bişek ve şübhe anladığımıza göre
Fikret müşrikin-i arab mertebesine bile çıkamayan bir mülhiddir, onlar hiç ol­
mazsa vücûdullaha kail idiler. Kendilerine teveccüh eden muâhaze işrâk, inkâr-ı
nübüvvet, nefy-i ba’s cihetlerindendir. Fikret’e ise bu cihetlerin kâffesinden mu’-
âhaze teveccüh ettikten başka vücûd-i bâriyi inkâr yüzünden de teveccüh eder.
Akife:
«Dîn-i hak bence bugün dîn-i hayât
Sen ne dersin buna hey molla Sirât?»
deyişine bakıhrga;

137
Ayet-i kerîmesinde akideleri ta’rîf buyrulan dehriyye tâifesindendir.
Tahmin ediyorum, Fikret’in imânma şâhid olarak tevhidini, natini, b ir tavr-i
istihza ile müftUenâma ithâf ettiği «Cihâd i Ekber» manzumesini de konferansı­
nızda zikretmiş olacaksınız. Fakat bunların kimi ihtimal ki bakiyye-i imân, kimi
de ihtiyâç-i nifâk devrelerine âid âsân olduğundan dâvayı isbat edecek delil-i
kâfi olamazlar. Çünkü Akif’e hitaben yazılup en son eseri olan:
«Ben ki birkaç pulu tercihimden
Protestanlara zangoçluk eden.
Şâirim...
manzûmesinde bakınız ne diyor;
«Fakat aldanma sakin üstâdm.
Ben de bir parça muvahhid-zâdim»
Rabbim garik-i rahm et etsin, pederi pek müslümân b ir zat idi. Oğlundan nef­
ret ettiğimiz kadar kendisine hürm et ederiz.
«Bana anlatm a o ra ’nâ dîni
Bilirim ben de senin bildiğini.»
Nasıl doktor? Bu tâbirlerle dinini istihfaf edebUecek müslümân tasavvur
eder misiniz?
«Okudum ben de kitâb-ı gaybı,
Dinledim ben de itâb-ı gaybı.
Ben de zâtm gibi, câm’ câmi’
Dolaşub halika oldum râki’
Şevk-i cennetle hayâlim nıegûl
Yüreğhn havf-i cehennemle melûl
Ben de tırm andım ulu Tubaya,
Ben de çıkdım mele-i a’lâya.
Ben de âşıkdım ezan nağmesine
Bir koşardım ki o Allah sesine...
Ben de tesbîh-u du’â, savm u salât
Hepsini, hepsini yapdım. Heyhat.
Bunları yaptığma bakınız ne kadar müteessif:
Bilmeden, görmeden im ân ettim.
Nefsimi dînime kurbân ettim.
Sevdim Allahı da„ Peygamberi de
O alay kaldı bugün hep geride.»
Fikret’in bu sözleri varken konferanstaki cemâaati im ânm a iknâ’ edebildiği­
nize cidden merak ediyorum.
Artık zât-i âlileri de, m üstemi’ ve k ari’lerimiz de anlam ıştır ki biz Fikret’e
dinsiz demekle iftira etm iş değiliz. Amma ağzında Kudret-i külliyye, hak, imân,
dîn gibi sözler gezdiği için dinsizliğine hükmedilemezmiş. Bir sözü yüzde bir ih­
timal ile imâna hamletmek mümkün olursa kaili tekfir edilmezmiş. Bunların

138
hepsi mahallinde zikredilmiyen mugalâtalar. Evet, b ir müslUmâm tekfir caiz
değildir. Fakat bu m ü’m in görünüp fiil ve kavlinde h ata zahir olanlar hakkın­
dadır. Mü’min olmıyanm ve meselâ bir hristiyamn, b ir yahudinin sözlerini imâ­
nına hamletmek hatıra bile gelmez. Bir âdemin müddetülhayât imanma delâlet
eder, bir amel-i sâlihi olmaz ve söylediği sözler yüzde, binde bir, milyonda mil­
yon ihtimâl ile küfrünü nâtık olursa sözünü te’vîle nasıl imkân bulunur?
Bilâkis böylesini tekfir etmemek, ona mü'min demek küfürdür. Zira mü’-
mine kâfir denilemiyeceği gibi, kâfire de m ü’min demek küfürdür.
Büyük şâirimiz hakkında akide itibâriyle nokta-i nazarımız işte budur? Bu
sarahatlerden sonra başka türlü olmasma da imkân yoktur. Konferansınızda
Fikret’in akidesi, hakkında Akif ile görüşüp kendisinden deliller, burhanlar iste­
diğinizi ve size mukni’ vesika göstermediğini söylemişsiniz,
O meclisinizde, hatırladığım a göre, ben de hazır idim. Ve bu yazdığımız şey­
ler delil olarak size okunmuştu. Hafızanıza bunu unutacak kadar za'af âriz ol­
duğunu ümid etmem.
Alem-i küfr-ü ilhâd olmuş, bir şâir hakkında Akif gibi kalbi imân dolu diğer
bir şâirde gayz-u nefret uyanmamak kabil değildir. Hakikat böyle iken sizin
gençleri tehyiç edip onları Âkif ve Sebilül Reşad hakkında galeyana getirmeniz
haksızlıktır. Biz ise böyle şeylere değil, dâvamızın hak mı, bâtıl mı olduğuna
ehemmiyet veririz. Yoksa pek âJâ biliriz ki «Kahrolsun Akif» dedirtecek dere­
cede coştuğunuz tecıiibesiz gençlerin bu du’âsı yine onların o meclisteki «Yaşa­
sın Fikret» du’âlan kadar müstecâb olmuştur.
Fikret için yazacağmız kitabda bîtaraflığa ri’âyeten bizim edillemizi de, velev
müdafaa vadisinde olsun, aynen ve hiç dökmeden dere etmek lütufkârlığında
bulunursanız kendi hesâbmıza da hakşinaslık edeceğiniz gibi bizi de minnetdâr
etmiş olursunuz. Bâki takdim-i hürmete bu hâdisenin vesile olmasmdan dolayı
müteessirim.
Ahmed Na’im
Dârülfünûn m üderrislerinden muhterem Na’im Beyefendiye (1).
Muhterem Na'im Beyefendi;
(Fikret’e dâir) mülâhazat-i mahsûsanızı bendenize hitaben b ir açık mektub
sûretinde neşretmişsiniz. Sebilürreşad’m 17 Zilhicce 1336 tarihli nüshasında gör­
düm ve ziyadesiyle memnûn oldum.
Salâbet-i diniyye ve terbiye-i islâmiyyenizi, sütûde bir lisân ve güzide bir üs-
lûb ile, isbât eden o mektubunuz benim nazarımda bir kaç veçhile mânâdar
bir vesika.i kıymetdârdır. Mesâil-i. hatire müzakeresinde şi’âr-i islâm ve edeb-i
kelâm nedir? bilmeyen (Safahat) şairine de nümune-i imtisal olsa gerekdir...
Ondan m a’ida, din bahsinde bile Fikret gibi serâzâde düşünen ve ahkâm-i
itikadiyyesini bizzât ta ’yîn eden (ahrâr) a karşı, mensûb bulunduğunuz firka-i
muhteremenin siyâk-i nazarini kemâl-i ihlâs ve selâmet-i zihn ile arzettiği için
o mektûbunuz, kendi mâhiyyeti itibâriyle bir sened teşkil ediyor ki bu haysiy-

139
yet-i mahsûsasmdan dolayı benim nazarım da da pek mu’teber tutulm ası gerektir.
Binaenaleyh arzunuzu yerine getirmek için müsaade-i vakıanızdan istifâde edece­
ğim (Rubâb-i Şikeste) şâiri hakkında tertib etmekte bulunduğum kitaba sözle­
rinizi tamamiyle dercedeoeğim.
Gerek zât-i âlinizi gerek bendenizi beyân-i mülâhazaya mecbur eden
meselenin hakikate ve nefsülemre gelince benim maksadım âşikârdır;
Medeniyet-i sahîha şerâiti ile kabil-i tevfik olmayan hissi teassub aleyhine cihâd
etmek ve hiç olmazsa genç vicdanlarda o zehirli yılam boğmaktır. H attâ dine
hürm ette hemen her mezhep erbâbm dan ileri gidiyorum: Her dini hak biliyorum.
Halbuki onlar yekdiğerini inkâr ve tekfir etm ekten henüz fâriğ olamamışlardır.
Nitekim —size itikadınıza kemâl-i hürm etle beraber açık söylüyorum— zât-i âli­
niz de onlar meyânında dâhilsiniz. Mektubunuzda bazı sözleriniz sarahaten isbât
ediyor ki Musevi, İsevi ve Buddiyi (mü’min) sıfatı ile tanımıyorsunuz.
Halbuki ben öyle tanıyorum ve bu hareketim le; Şeyh Ekbere bu hususta ik-
tidâ ve ittibâ' etmiş oluyorum. İnsaniraın akaid-i muhtelifesinde nice nice efsâne­
ler olduğunu —hasbelmeslek— bilirim, fakat yine bîtarafâne tedkîkatım la hisse­
diyorum, hattâ görüyorum ki o efsâneler - herkesin şehâdet-i vicdâniyyesiyle vü­
cudunu samimiyyen sezmekte olduğu hakikat-i m utlaka ve sama daniyyenin yan­
lış bir tefsiridir. Onun için bunları bile zihn-i beşerin hl-i tufûliyyetine atfen m a’zûr
görmek istiyorum.
Hâfız ile beraber:
«Ceng-i heftâd-u du millet, hem erâ gadr binih,
Çun nedidend hakikat, reh-i efsâne zedend,
diyorum. Binaenaleyh (Hissi dîni) yi alelitlâk hak görüyorum. Biliyorum ki, efkâr
ve tasavvurât-ı diniyye medeniyyet üe beraber tebeddül ve tekâmül ettiği halde
bilcümle edyâmn menşe-i feyyazı olan o his, mâhiyyeten değişiyor, azalıyor, ya-
hud şübheler ile büsbütün za’fa dûçâr oluyor, aşk ve ümid üe ziyâdesiyle kuvvet
kesbedebiliyor, lâkin haddizatm da her ne ise yine o kalıyor. O ise, akl-i müessirin
vücûduna delâlet eder bir şehâdet-i vicdâniyyede, bir duygudur. (Berteri akl-ü
idrâk. Mâruf-i hitâb-i m â’araînâk) olan o kudret-i şamadaniyyeye biz, hepimiz
(Hak Te’âlâ) deriz. O sebebledir ki ben ve bu itikadda pek çok büyük adamlar
var ki bana m üsâriktir. —Evet, ben, din bahsinde şekl-i itikada değil, ihlâs-i
imâna, yani fikre değil, hisse daha ziyade ehemmiyyet vermekte kendimi haklı
görüyorum. Zira elbette o hakikati hüviyyet-i zâtiyyesiyle biliyoruz. (Hiç b ir şey
onun gibi değildir) diyerek ancak selben hüküm veriyoruz. Zat-1 ilâhiyye hak­
kında (Subhân Allahü âmma yasifûn) dan başka söz olamaz.
Külle mâ hatara bibâlik, Allü sevâ u zâlik.
deyen urafây-i süfiyye ile;
Ân ki fikri tu ra deru reh nîst,
Gayet-i fehm ?i tu st, Allah n ist!
deyen Hakim Senâî pek doğru söylemişlerdir.

140
Böyle olunca eşkâl-i ttikaolât, tasvire gelmeyen bir hakîkat-i muteâliyeye ken­
di âciz aklımızla b ir kadro ta'yîn ettiği için, ürefâ ve hukem â dâima o çerçeve
haricine çıkmışlardır. Şu kadar var ki b ir fâil-i müessirin vücûduna inanmayan
olmamış gibidir.
B ir failin m eâsiridir cümle hâdisât,
H er itikâd, akla göre gaibânedir.
deyen Ziyâ Paşa merhum, itikadda bütün urafây-i sûfiyyenin fikrine tercemân
olmakla beraber tekfir edilmişti.
Bendenizin konferans esnâsmda tahkik etmek istediğim ciheti mühimme,
F ikret de böyle bir fâil-i müessirin vücûduna dair bir akîde-i kavîmeye nokta-i
istinâd teşkil edebilecek b ir his var mı idi? Yok mu idi? Onu aram aktı. Yoksa
m erhûm un ehl-i sünnet nazarında müslim sayılıp sayılmayacağını tedkik etmek
—bence— hiç o kadar ehemmiyyetli bir mesele değildi.
Teessüf ederim ki konferansda hazır bulunmadınız, ve —her neden İse—
zât-ı âlinizden bile ismini ketmetme mecbûriyetini hisseden bir (genç mütedey­
yin) benim uzun uzadıya bahsetm iş olduğum mülâhazatın ancak bir kısm-ı cüz­
isini —kırık dökük— bir sûrete size mikl u tevdi’ etmiş oldu. H attâ söylemedi­
ğim bazı şeyleri ve Fikret hakkında kullanmadığım bazı ta ’biratı da mazbûtati-
na dercederek bana atfetti. Meselâ:
Ben (Fikret’in bir kudret-i külliyyeye im âm var..) demekle iktifâ ettim ve
böyle bir adamı tekfir ve ba’delvefât tel’in ve tahkir etmek doğru olur mu? Ol­
maz mı?., sualine cevab vermek istedim. Sonra onun mutehallî olduğu fazail-i
fitriyye ile amel ettiğini, iddiadan geri durm am akla beraber, mizacına ânz olan
tegayyürden dolayı bazı huysuzluklarını da anlatmıştım. Gençlerin, Fikret’e o
fazail-i asliyyede iktidâ etmeleri lüzumunu ihtar ettim. Fakat (Kudsi b ir rehber)
tâbirini kullanmadım. Hiç kimse hakkm da dahi kullanılamıyacağmdan da emi­
nim. Böyle bir dalâlet ve riyâ devrinde u ftâ n u hîzân ve sefil u sergerdân yaşa
yub gittiğimiz halde bir rehber-i kudsi bulabilmek saadetinden mahrûm kaldığı­
mızı teyekkun ediyorum. H attâ o kadar ki, bu kanaatim, F ikret’i tekfir u tel’in
eden fırka erbâbm dan bile öyle bir kudsi rehber çıkabilmesi ihtimâlinden beni
katiyyen m e’yûs bırakm ıştır. Bilâkis ben lâyıkiyle işi tedkik etmiş olduğum için
pek iyi biliyorum ki Fikret’in ahlâkmı hiç bir veçhile bozamayan bir muhit-i müf-
sid, m aatteessüf selâmet-i mizacını berbâd etmişti. Müthiş b ir marazın te’siriyle
hemen hemen hâlet-i ihtizânnda yazmış olduğu (Molla Sirat) manzûmesi sahîhan
küfrünü isbât edebilecek kadar kavi b ir sened hükmünü hâiz ise emin olunuz
ki bu hususta Akif beyin boynuna yüklenen vebâl, Fikret'in günahından büyük­
tü r. Sizin iddi’amzca (Kalbi imân ile dolu) , fakat benim zannımca (Gayz-i taas-
sub ve hissi udvân ile dolu) olan o müslüman şâir, âhir-i ömründe hasta ve dilşi-
keste bir adamı (Zangoç) diye tahkir etmekle dinden imandan çıkarmıştır. Elbâdi
azlam, o manzumenin m uharriri Fikret ise m üessiri Âkiftir.
Fikret’in mizacına ânz olan fenalıklardan biri de filhakika gayz idi. Fakat
onun gayzi çirkinlip, faziletsizliği, riyayı hedef ittihâz eder dururdu. Âkif Beyin

141
gayzi münhasıran hissi taassubun cilve-i kabahatidir. Bu his, zamanımızın vic-
dânına yakışmaz. Ehl-i Salîb ile beraber mündefi’ oldu gitti. Bir daha gelme­
melidir.
Akif Beyin, merhum a tasallutu bundan, yani bazı ahvale karşı gayzlndan
dolayı ise ve gayz b ir kabahat ise kalbi imân ile dolu bir müsItiman şâirinin
—hususâ Fâtih ve Süleymaniyye kürsülerinde halka va’z eden bir Mehdi’nin—
aynı rezîlete müşârik olmadığını isbât edecek sûrette hareketi lâzımgelirdi. Me­
selâ bir adamı sarhoşluğundan dolayı tevbih eden nâsih, yahud mürebbi bizzat
kör kandil sarhoş olmamak gerektir. Olursa, başkalarına nasihat vermek veya-
hud onları tekdir etmek salâhiyyetini z.âyi’ eder. Safahat şâiri böyle b ir adamdır.
Fikret'in kusurlarına tamamiyle m üşârik olmakla barbar, onun fazail-i fit-
riyyesinden mahrum olmadığını henüz isbât edememiştir. Fikret, zemmettiği ha-
sail-i zemîmeden külliyyen m u’arrâ ve m überrâ idi.
H er ne olursa o İ s u h , isterse hakîkaten mülhid olsun, benim nazarım da bazı
fazail-i asliyyeyi bil’âmel tem sil ediyordu. Zât-i âliniz ihtimal ki dinsiz bir ada­
mın faziletli olabilmesi ihtimalini kabul etmezsiniz. Fakat ben o fikirde değilim.
Eslâfda pek çok faziletkâr adam lar biliyoruz ki —tam mânasiyle muhid veyahud
putperest idiler. Bence (dindarlık) ile (îazîletkârhk) arasında ancak min vechi
umûmiyyet ve husûsiyyet vardır. Bazı dindarlar faziletli olur, bazıları olmaz.
Netekim bazı dinsizler de olur bazıları olmaz.
Bence fazileti itikadda değil, a’mâlde tahkik etmek doğrudur. Itikad, hâlis
ise amelde cilve gösterir. Siz, Fikret’in yevm-i âhirete inanmadığını delil olarak
irâd buyuruyorsunuz. Lütfen şu m üslüm an memleketinde biraz etrafınıza bakınız.
Binde bir kişi gösterebilir misiniz ki âhirete ve yevm-i cezaya inandığını isbât
edebilecek bir sûrette hareket etm ekte bulunsun?
Fikret, (Âhiret hakkm da itikadı ne olursa olsun) en mütedeyyin b ir adamın
tarz-ı hareketine nümûne olacak sûrette yaşamış idi. Ömründe b ir damla içki
içmemiş, kum ar oynamamış, oynayanlan dahi seyretmemiş, yalan söylememiş,
hakkı müdafaadan ve o uğurda öm rünü feda etmekten katiyyen çekinmemiş, ya­
bancı bir kadına temâş etmemiş, bütün insanların salâh-i hâlini e’azz-i maksad
edinmiş bir adamdı.
Böyle bir adamı hususa vefatından sonra tahkir ü tekfir ve âilesini tezlil et­
mek garaziyle yazılmış olan o (Havrozlu manzûme) İslâm şâirine yakışır bir
eser-i mürüvvet-ü fütüvvet midir?
Şi’r-ü edeb bu mudur? Onu ahlâf görünce Balat lâğımmın civarından geçer
gibi burunlarını tıkayıp da yanından iğrenerek geçecekler ve tamam en okuyamıya-
caklardır.
Ben bu pisliklerin de’b-i İslama yakışmadığını —delâil-i kaviyye— ile isbât
etm ek istedim ; Peygamber-i Zîşân-ı Efendimizin başlıca haslâtlan hayâ idi. Ar­
sız sözlerden pek müteezzi olduklarına dair âyât-i celile var.
Sorarım : Pek ciddî bir haysiyeti olduğunu alenen i’tirâf ettiğim Sebîlül Re-
şâd gibi b ir müslüman gazetesine (havroz), inek gibi tabirât-ı galîza. girer mi?

142
Bu manzumeyi asr-ı saadette Akif bey yazabilir mi idi?
Fikret’in bir kudret-i külliyyeye imânı bahsinde de hiç mugalâta etmedim,
Noktii-i nazarım —bu meselelerde— sizinkinin aynı olmadığı için size sözlerim
mugalâta gibi görünmüş olsa gerektir. Kitâb-ı Kerim (Allahın rahmetinden ümid
kesmeyiniz) diyorken, ehl-i sünnet itikadı Yezide bile badelmevt la’netlemeyi men’
ediyorken Firavunun itikadı son nefesinde imanına kanaatle imân-ı ye’s ile mi?
îmân-ı be’s ile mi? olduğunu tahkik uğrunda mütekellimîn-i ehl-i sünnet uzun uza­
dıya müzâkere edip duruyorken, Fikret gibi b ir adamın nasıl bir kudret-i külliy­
yeye inandığını gençlere izâh etmekte büyük bir küstahlık görmedim? ve mek­
tubunuzun bütün kudret-i iknâiyyesine rağmen hâlâ inanamıyoruz ki zavallı si-
temide dostum gerek Allah, gerek kul nazarında Firavun ile Yeaîdden daha zi­
yâde lâ’nete şâyân bir âdem sayılabilsin...
Onun için bazı fazailinden dolayı kendiisni senâ ettim. Hakîkaten cânî bile
olsaydı, onun hukukunu müdafaa eden bir avukatı m eşrû’ görmek lâzım gelirdi.
Tahakküm insaf değil.. İslâmiyyet nâm m a da olsa insaf değil, islâmiyyete
İddia-yi mensûbiyyet eden b ir değil, yetmiş iki fırka var.. Herkes b ir türlü dü-
şünebilseydi böyle olmasdı. Elbette,, birinin diğerine —hele şu asırda— selâhiy-
yet-1 tehakkümü olamaz. Fikret’i kâfir addedenler, (Sevâun aleyhim..) âyet-i ce-
lîlesini tahattur ederek (Kul ya eyyühelkâfir...) sûre-i celîlesini okuyub geçme­
lidirler. Günaha girmemelidirler.
İttihâd-ı İslâm maksad-ı celîlinin tahakkuku uğrunda câlişan vaizler dahi
mesnevide şu beyt-i mühimmi derhâtir etmelidirler:
Tu berây-i vasi kerden âmedi.
Ni berâyı fasi kerden âmedi...
Halbuki Mulıyiddin İbn-i Arabi’den, İbn-i Sina’dan, İbn İrresidden, Hallâc-ı
Mansûedan tutunuz da zavallı Fikret’e kadar tekfir edilmedik b ir âdem kal­
mamıştır.
Ben de yirm i beş sene evvel, ve bilâhare Meclisi Mebûsanda —hiç bekleme­
diğim— böyle bir iltifata nail olmasaydım, bu dâvaya k at’iyyen müdahale et­
mezdim. Halbuki hak kazanmışımdır. Onun için birkaç söz söyledim.

Mamafih bu m â’rûzatım gayet edibâne olan mektûb-i âlinizi cevapsız bırak­


m ak gibi bir terbiyesizlikten tevakki iiçn alelacele vârid-i hâtır olan şeylerden
ibarettir.

Yakında konferansı aynen neşredeceğim ve emin olunuz, size hak verdiğim


yerlerde esbâb-ı mucibe dahi göstereceğim. Fikret’i m utlaka ınüslüman etmek
fikrinde değilim efendim.

Terbiye-i islâmiyye ve gayret-i diniyyenizi son derecelerde takdir ve kemâl-i


ihlâs ile arz-ı hürm et ettiğime itimâd buyurmanızı ricâ ederim efendim.
Riza Tevfik

143
TEVFİK FİKRET’in ÖLDÜĞÜ GÜN
1915 Ağustosunun 5. günü gazetelerde tou haber vardı. İçimde derin b ir acı
ile Beyazıttaki Türk Ocağına girmiştim. Ortadaki büyük salonda beyni hafif beş
on ocaklı Fikret’in bazı hareketlerini ve sözlerini konuşuyor, gülüşüyoflardı.
Öğleye doğru Ziya Gökalp Bey yaslı, karanlık bir çehre ile geldi. Merdiven­
leri hjzh hızlı, çıkıp o rta salonu geçti ve sağ baştaki odaya girdi. Onlar da karşı
kanepelere oturdular. Uzayan kasvetli sükûtu Hamdullah Suphi Beyin sesi ür­
pertti. Ziya Gökalp Bey pek gamlı bir çehre ve üzgün b ir sesle beklenmeyen bir
hal ve hareket, b ir sürpria şeklinde:
— Fikret büyükdü.. H udutsuz büyükdü.. dedi.
Yarı sırıtm ış çehreler bir anda som urttu. O devam etti;
— Tevfik Fikret'in ölümü büyük kayıptır, apotheose’u yapılmalıdır, ve Türk
Ocağı bunu yapmalıdır, dedi.
Filhakika o zamanlar Türk Ocağı bir İrfan mabedi idi. Şiir, fikir, musiki, dil,
san'at, folklor... bir vecd ve cûşiş ile yeni bir hayat arayışı ile, yeni b ir hava
ile doluydu. Nitekim bu sözler üzerine Tevfik Fikret günü tertiplendi. Onun şi­
irleri okundu. H ayat ve san’atı incelendi. Kıymet ve meziyetleri açıklandı. Ko­
nuşmalar, müsahebeler, konferanslar, makaleler, risaleler birbirini takip etti.
Moda, 22-1-1963 Salih Zeki AKTAY
Saym Ü stadım Profesör İsmail Hikmet Ertaylan Beyefendiye;
Kıymetli Azerbeycan şâiri Mehmet Hâdî'nin büyük şâir Tevfik Fikret hak­
kında yazdığı çok eski tarihli b ir şiirim size takdim ediyorum. Bu da gösteriyor
ki Azerbeycan aydınlan tarafm dan Tevfik Fikret’e karşı beslenen sevgi çok es­
kidir. Bakû Üniversitesinde profesörlüğünüz sırasında siz Tevfik F ikret’i Azer­
beycan aydınlarına daha iyi tanıtdınız ve sevdirdiniz. Azerbeycanın milliyyetçi
gençliğinin Kızıl Ruslarla yaptıkları Azerbeycan istiklâl mücadelesinde Tevfik
Fikret’in insana azim, üm it ve mücadele aşılıyan ve öğreten şiirleri h er zaman
rehberlik etm iştir. Ben kurşuna dizilen mücadele arkadaşlarım ın ağzından Tevfik
Fikret’in şiir parçalarm m son sözleri olarak döküldüğünü Azerbeycan şâiri Ce-
vad’ın, Câvidin ve Cafer Cabbarh’nm şiirleri meyamnda çok defa söylendiğini
işitmişimdir.
Bu vesileyle size Büyük K urtancı Atatürk’ün Tevfik Fikret’in şiirlerine karşı
olan yakın ilgilerini arzetmeme müsaade buyuracagmızı umarım.
1938 yılının bir yaz ayı idi. Atatürk Elâzziz’i şereflendirmişlerdi. O zaman ben
orada hakim idim. Büyük K urtarıcının şereflerine Elâziz Halkevinde yapılan top­
lantıya ben de davetli bulunuyordum. Atatürk, yüzünden çok yorgun görünüyor­
du, talebeliğimi Ankara Hukuk Fakültesinde yaptığım için her zaman görmeğe
ahştığım Atatürk yine de kibar ve sevimliydi. İlk dansı b ir yüzbaşının karısı ile
yaparak toplantıyı açtılar. Şereflerine yerli saz ve oyunlar başladı, her oyunu

144
dikkatle seyrediyor ve kritik yapıyordu. Bir aralık ö zamanın vekillerinden bilini
çağırdı ve yerli sazendeleri göstererek sıra ile oturan'sazendelerin bazılarının sı­
radaki yerlerini değiştirdi ve bu yer değişiminden sonra hakikaten yerli sazın
ahengi daha harm onik oldu ve değişti idi,
Halkevinin ’bîr odasında hazırlanan otuz kırk kişilik'yernek odasına çekildi­
ler, sofrada biraz yiyip içildikten sonra Fazıl Ahrnet Aylçaç’ı yanına çağırdı ve
ona bir şeyler dikte etmeğe başidai. Biz tu la k m isafiri olarak Elâziz adının üze­
rinde fikir yürüttüğünün farkına varıyorduk. Pazil' All^net Bey ‘kendilerinden bir
isaat mühlet isteyerek başka bir odaya çalışmaya çekildi.' Bu ara, Atatürk ve et­
rafındakiler toplantı, salonuna dönmüşfârdi. Fazıl Ahmet Bey geldi ve elinde bazı
n o tlan kendisine okudu. Atatürk dikkatle dinledikten sonra, olmamış dedi ve tek­
rar bazı şeyler dikte ederek düzeltnieler yaptı. Fazıl Bey tek rar odaya çekildi ve
yarım saat kadar sonra geldi, tekrar Atatürk’e elindeki n o tla n okudu. Bu defa
Atatürk güzel olmuş dedi ve çıkıp sahneden bu notlan okumasını emir buyurdu.
Fazıl Ahmet Bey sahneden no tlan okudu ve Elâziz admm «Elâzığ» demek oldu­
ğunu ve bu sözün de «Azik"Ülkesi» anlamına geldiğirii uzun uzadıya izah etti.
Bu çıkışı herkes alkışladı,; Ondân sonra Atatürk rahm etli tsm ail Müştak Maya-
kon’u çağırarak sahneye çıkıp Tevfik Fikret’in şiirlerini okumasını em rettiler. İs­
mail Müştak Mâyakon arka arkaya Ferda’yı, Sis’i, Rücû’u ve rahm etli Mehmet
Akife karşı Fikret’in yazdığı parçayı okudu, tsm ail M üştak bu şiirleri arka ar­
kaya okuduğu için yorulmuş olacak ki. Sis veya Rücû’u okurken bazı durakla­
m alar yaptı, bunun üzerine A tatürk b u parçamn tekrarlanm asını istedi, İsmail
Bey bu parçayı da tek rar inşâd etdi ve Atatürk İsmail Bey inşadını sahnede ya­
parken etrafına dönerek: «Başka hangi şâir böyle ^ z e l ve inkılâpçı şiirler yaz­
mıştır?...» diyerek takdirlerini bUdirdiler. İsmail M üştak Bey Fikret’in Mehmet
Akif’e karşı yazdığı şürin spn m ısraı olan «Sen ne dersin buna ey molla Sırat»
m ısraını okuduğu sırada Atatürk memnuniyetini gösteren b ir tebessümle dönerek
etrafm daki kişilere manalı, mânalı baktılar...
Ondan sonra A ttaürk Fikret’in inkılâpçı bir şair olduğunu ve zamanının
haksızlığı ve geriliği ile mücadele ettiğini etrafında oturan Vekil, Mebus ve Ge­
nerallere bir hayli anlattığım, iyi hatırlıyorum. Ancak bunları şimdi aradan 25 yıl
geçtiği için A tatürk'ün ağzmdan çıkan aynı kelimelerle anlatamıyacağım. Atatürk’­
ün yanında bulunanlardan ve bu hâdiseye şâhit olanlardan Sayın Orgeneral Kâ­
zım Orbay’ı iyi hatırlıyorum. Sayın Fazıl Ahmet Bey de hayattadırlar. Diğer ze­
vatı pek hatırlayamıyorum. Kaderin cilvesi A tatürk’ün yaptığı bu seyahati onun
son seyahati olarak tâyin etmişti... Ankaraya dönüşlerinden birkaç ay sonra has­
ta yatağına düştüler...
Bu seyahatten Ankaraya dönüşü sayın dostum Haşan Reşit Tankut Beyden
şöyle dinledim: Atatürk’ü karşılam ak üzere Ankara garında mûtad kalabalık var­
dı. Ben de bekleyenler arasında idim. Tren gara girdi, A tatürk trenden indiler,
daha herkesle selâmlaşmaya fırsat bulmadan gözleri bana ilişince, bana doğru
üerledi ve elimi tutarak: Çocuk! Bir şeyler yaptık, Elâzizi Elâzığ diye değiştir­
dik, bu işte yanıldık rm? Sen ne dersin? Haşan Reşit Bey; Paşam yaptığınız ta­
rihî hakikatlere uygundur, esasen o bölgenin adı kadîm coğrafyada «Elass» dır

145
diyerek tarihi ve ilmi izahata başlam ış ve b ir aralık susm uştur, A tatürk; anlat,
anlat, niye sustun? Haşatı Reşit Bey, Fevzi Paşayı göstererek, Müşir Paşa bek­
liyor, diye cevap verince, Atatürk; Bak bu çocuğa nelere de karışıyor?., diyerek
-anlat- diye em ir verince Haşan Bey biraz daha izahat vermiş ve Atatürk bu şe­
kilde tatm in olunarak Kasan Beye; görüşelim! diyerek vedalaşmış ve Fevzi
Paşaya doğru yönelmiş ve istasyondan ayrılm ıştır. Bu da gösteriyor kl Atatürk
her yaptığı işi İlmî esaslara uydurm ak isteyen büyük bir adamdı.
Sayın Hocam, bu bilgiyi size Fazıl Ahmet ve Haşan Reşit Beylerden izin al­
m adan veriyorum. Kendilerinden özür dilerim. Eğer bu olayda kendilerinden söz
etmeseydim bu olayı lâyıkiyle açıklayamıyacaktun ve olay kısır kalacaktı ve efekti
öUnıyacaktı. SevgUerle ellerinizden öperim. 19/IV/1963
Avukat Hüseyin BAYKARA
T EV FİK F tK R E T BEY.
Şi’rin, edebin nasiye-i şa’şaadân
Dilsiz vatanın bir fem-i ilhâm-nisârı
Bir çehre-i feyyaz ü füruzende-i irfân
Afâkı m uhîtâtım ıza necm-i drahşân
Fikret.^ O büyük şâir-i new3.T-ı füsıınkâr
H er târ-ı rebâbmdan uçan nağme-i sehhâr,
Ecfân-ı vatandan dökülen katre-i âbı
Şi’r incileri yapmada engüşt-i rebâbı
Bif nâle, b ir eyvah, b ir e£gan-ı ciğersûz
Dest-i hünerinde oluyor şi’r-i gam-efrûz
Ey dest-i hüner, dest-i edeb, dest-i rehâsâz
Alkışhyan eller seni elbetde kırılmaz...
Azerbeycan şairi: Mehmet Hâdi Abdüsselim Zade
25/1/1327.

Mektup sahibi Sayın Avukat Hüseyin Baykara, Azerbaycan’ın millî dâva­


sına mühim rol oynayan vatanperver ve fedakâr gençlerdendi. Bolşevikler tara­
fından üç kere idama mahkûm edümişti. Benim Bakû Üniversitesinde profesör
bulunduğum sırada talebem olmuştu. Bir vesile ile kaçarak yurdumuza kavuş­
m uştu. Ankara Hukukunu büyük bir muvaffakiyet ve büjrük takdirlerle bitirm iş,
ve bir müddet Anadolu şehirlerinde hâkimlik, noterlik ve dâva vekilliklerinde bulun­
m uştur. Şimdi İstanbul Barosuna mensup sayın avukatlarımızdandır. Bu nak­
letm iş olduğu tarihî hâdise bize iki ayrı noktadan, bir mukaddes gayeye ulaşan
iki büyük önderimizin Tevfik Fikret’le onun büyüklüğünü, onun vatan ve millet-
severliğini öğen ve gençliğe öğretm ek isteyen. Büyük Atatürk’ün Elâzığ’daki ka­
dirşinaslığını gösteren çok önemli ve çok değerli bir vesikadır. Onu burada, iftihar­
la okuyucularımıza sunarken Sayın Kardeşimiz Avukat Hüseyin Baykara’ya da ka-
dirşinashgı ve hakperverliği için teşekkürü bir irfân ve vicdan borcu biliriz.
Tevfik Fikret Derneği adına
Başkan Or. Prof. 1. H. ERTAYLAN

146

You might also like