You are on page 1of 142

Philippe Riutort

Sosyolojiye Giriş Dersleri

Çeviren: Ertuğrul Cenk Gürcan

DOGUBATI
Philippe Riutort

Fransa'da üniversite ve lise düzeyinde çeşitli eğitim kurumlarında görev yapan


ve akademik çalışmalarda bulunan yazar, özellikle siyaset bilimi, sosyoloji ve
gazetecilik alanında birçok eser kaleme almış ve dersler yürütmüştür. Halen,
Paris'teki Lycee Henri IV'te görevini sürdürmektedir. Eserlerinden bazıları:
Precis de sociologie, PUF (2004, ikinci baskı: 2010); Sociologie de la communica­
tion politique, La Decouverte (2007).

©Tüm hakları Doğu Batı Yayınları'na aittir.

© Presses Universitaires de France, 2015.

Fransızca Özgün Metin


Premieres leçons de sociologie

Fransızcadan Çeviren
Ertuğrul Cenk Gürcan

Yayına Hazırlayan
Ufuk Coşkun

Kapak Tasarımı
Harun Ak

Baskı
Tarcan Matbaacılık
1. Basım: Eylül 2017
2. Basım: Eylül 2019

Doğu Batı Yayınlan


Kültür Mah. Becerikli Sok.
No: 20/5 Kızılay/Ankara
Tel: 0312 425 68 64 - 425 68 65

www.dogubati.com

ISBN: 978-975-2410-73-2 I Sertifika No: 15036

Doğu Batı Yayınları-187 Sosyoloji-29

Kapak Üst Resim: Wassily Kandinsky, Mumau Burggraben Sokağı, 1908.


Kapak Alt Resim: Wassily Kandinsky, Ludwigskirche, Münih, 1908.
İ Çİ NDEKİ LER

Önsöz ........................................................................................ 7

Bölüm 1
Sosyoloji Nedir?
Kısım 1
Sosyolojik Yaklaşım: Nasıl Sosyolog Olunur? .......................... 13
1. Sosyolojinin 19. Yüzyılda Ortaya Çıkışı .......................... 13
il. Sosyoloji ve Bilimsel Yaklaşım ........................................ 19
111. Sosyoloji ve Nesnellik ............ .................... ..................... 29
Kısım 2
Sosyoloji ve Yöntemleri: İyi Bir Yöntem Nedir? ....................... 32
1. Nicel Yöntemler .................... . .................. . . . .................... 32
il. Nitel Yöntemler ....................... ....................................... 43
Kısım 3
Sosyolojik Gelenekler:
Büyük Akımlara İlişkin Bir Değerlendirme ............................ 49
1. Metodolojik Bireycilik ... . ... . . . .......................................... 49
il. Holizm ...... ......................... . ............... ................ ............. 54
111. Bireycilik/ Holizm Zıtlığını Aşmak (mı)? . ................. . .. 57
Bölüm 2
Sosyolojinin Bazı Ana Temaları
Kısım 1
Kültür: Bizi Hareket Ettiren Şeyi Anlamak ............................ 65
1. Kültürü T anımlamak ....................................................... 65
il. Tek Bir Kültür mü, Kültürler mi? ...... ............................. 70
Kısım 2
Toplumsallaşma: Toplum Halinde Yaşamayı Öğrenmek ......... 76
1. Toplumsallaşma Süreci ...... . . . . . ........................................ 76
il. Toplumsallaşma Teorileri ................. . . ............................. 81
Kısım 3
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma:
Kurala Riayet mi, Kuralı İhlal mi? ........................................... 88
1. Toplumsal Kontrol .......................................................... 88
il. Sapma ............................................................................. 95
Kısım 4
Toplumsal Tabakalaşma: Toplum ve Bölünmeleri... ............... 103
1. MuhtelifT abakalaşma T ipleri ....................................... 103
il. Toplumsal Sınıflar ve Sosyoloji . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 105
Kısım 5
Siyasal İktidar: Toplum ve Siyasal .......................................... 117
1. Siyasal İktidarın Oluşumları ......................................... 117
il. Siyasal Alanın Mantıkları ............................................. 122
Kısım 6
Kamuoyu: Toplum Ne Düşünüyor? ................... .................... 128
1. Kamuoyunun Dönüşümleri .......................................... 128
il. Kamuoyu ve Fikir "Yapıcılar" ................................ . ....... 132
Temel Kaynakça ........ ............................. . .. . .. . . ....................... 137
Dizin ..................................................................................... 139
ÖN SÖZ

Sosyoloji nedir? Bilimsel bir disiplin mi; yoksa topluma, toplu­


mun eğilimlerine ve geleceğine dair kahince bir söylem mi?
Sosyologların kendi aralarında bile, disiplinlerinin tanımı ko­
nusunda daima fikir birliği olduğu söylenemez; çünkü Ray­
mond Aron'un nükteli ifadesiyle, sosyologlar arasında varlığını
sürdüren tek uzlaşma, sosyolojiyi tanımlamanın kolay olmadı­
ğıdır. Bu durum, diğer tüm disiplenler kadar sosyolojiyi de
tehdit eden 'parçalanma' ve 'içe kapanma' tehlikelerinin altını
çizmekle birlikte, şunu da unutturmamalıdır: Sosyoloji, 1 9 .
yüzyılın sonundan itibaren üniversite programlarında yer al­
mış, ve o zamandan beri, bireylerin toplumdaki davranışlarının
daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir dizi perspektif üretmiştir.
Sosyoloji, tamamen ona ait olacak bir inceleme konusuyla
pek tanımlanamaz; bununla birlikte, Fransız sosyoloji ekolü­
nün kurucusu Emile Durkheim'ın ünlü formülüyle söyleyecek
olursak, sosyoloji toplumsal olguların incelenmesine adanmış
bir bilim olarak düşünülebilir. "Toplumsal" olan, yani bireyin
toplumdaki yaşamına dokunan hiçbir şey, a priori olarak sosyo­
loğa yabancı değildir: Sosyolog, aile ilişkileri kadar sporu da, si-
8 Sosyolojiye Giriş Dersleri

yasal yaşam kadar kültürel pratikleri ya da boş zaman faaliyet­


lerini. . . de inceleyebilir.
Öyleyse, sosyoloğu komşularından, yani psikologdan, ikti­
satçıdan ya da tarihçiden ayıran şey nedir? Bu soru, sosyolo­
jinin bilimsel bir disiplin olarak tanınmak için uğraştığı 19.
yüzyılın sonunda temel bir öneme sahip olmuşsa da, kuşkusuz
günümüzde daha az mesele içermektedir. 'Sınır' tartışmaları
çoğu kez verimsizdir ve bilgilerin yayılmasını geciktirir: Tarih­
çi gibi, sosyolog da bugünü kavramak için geçmişe eğilebilir;
psikolog gibi, sosyolog da bireysel ve kolektif temsillerle ilgile­
nir; iktisatçı gibi, sosyolog da, bireylerin ve grupların maddi
ve simgesel malları ve hizmetleri nasıl mübadele ettikleriyle
ilgilenir. Gene de, sosyolog onlardan ayırt edilmelidir. Çünkü
tarihçinin aksine, geçmişe dönük araştırma sosyoloğun birincil
kaygısını oluşturmaz; sosyolog, psikologdan daha fazla olmak
üzere, bireyi toplumsal bağlamına yerleştirme kaygısı taşır;
ve gene sosyolog, iktisatçıyı meşgul eden üretim ve paylaşım
mekanizmalarından çok, bireyler arasında tesis edilen toplum­
sal ilişkilerle ilgilenir.
Öyleyse, sosyoloğun alanı nedir? Bu alan asla sosyoloğa he­
men verilmiş değildir; diğer disiplinlerle temasla, tedricen inşa
edilen bir alandır bu: Sosyolog, evrensel "yasalar" formüle etme
arayışından artık vazgeçmiş olsa da, kendine ait metodolojik
ilkelerin yardımıyla, "toplumsal gerçekliğin" titiz bir gözlemi­
ne dayanan bilgiler üretmeye çalışır. Örneğin, fılozoftan farklı
olarak önermelerini geçerli kılabilecek ampirik bir materyalle,
ancak bu tür bir materyalle desteklenen bir teori oluşturabilir.
Araştırmasına değer yargılarını dahil etmekten de sakınmalı ve
inceleme konusunu, toplumsal dünyaya ilişkin bazı görme bi­
çimlerinden kurtularak inşa etmeye özen göstermelidir; kendi­
lerini akla doğal bir biçimde dayatan bu görme biçimleri çoğu
zaman yanıltıcıdır.
Sosyolojinin beşeri bilimler arasında yerini alabilmesi, bir
dizi ilkeye saygı gösterilmesini gerektirir: Bireyin, eylemine at-
Önsöz 9

fettiği anlamı kavramak için Max Weber'in dilediği gibi bir an­
lamacı sosyoloji icra etmek, toplumsal olguların şeyler gibi ele
alınmasını öğütleyen Durkheimcı nesneleştirmeyi dışlamaz.
'Teori' ile 'ampirik gözlem' arasındaki, 'yakınlık' (bir araştırma
yürütmekte olan sosyolog, "inceleme konusuyla birlikte yaşa­
maya başlayabilir") ile 'mesafe' (aktörlerin söylemini yeniden
üretmekle yetinen bir analiz, sosyolojik bir analiz değildir) ara­
sındaki bu gidiş-geliş, sosyolojik yaklaşımın ayrılmaz bir par­
çasıdır: Bu girişimin zorluğu, Norbert Elias'ın kaleme aldığı bir
eserin başlığıyla söyleyecek olursak, çalışmada hem angajman
hem de mesafe ortaya koymaktır; ve bu da, sosyoloğu, inceleme
konusuna bakışına hususi bir özen göstermeye iter. Bu bakış
asla tamamen "dışsal" değildir; çünkü sosyoloğun kendisi de
toplumsal bir varlıktır (ve bunu asla unutmamalıdır!).
Sosyolojinin rolü nihayetinde neden ibarettir? İnsanları
toplumda hareket ettiren şeyin daha iyi anlaşılmasını sağla­
mak. . . Değer verdiğimiz inançların hatalı ya da en azından
şarta bağlı olduklarını gösterdiğinde, bazen şaşırtmak . . . Ve
toplumu daha insani kılmak . . . -Neden olmasın?; zira, bir kez
daha Durkheim'a atıfta bulunacak olursak, eğer sosyoloji hiç­
bir toplumsal faydaya sahip olmasaydı, en ufak bir zahmete
bile değmezdi.
Ama madem böyle düşünmüyoruz, öyleyse iyi okumalar!
Bölüm 1

Sosyoloji Nedir?
Kısım 1
SOSYOLOJİK YAKLAŞIM:
N ASIL SOSYOLOG OLUNUR?

Sosyoloji 1 9. yüzyılda bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Av­


rupa toplumlarını 1 8 . yüzyılın sonundan itibaren etkileyen çok
kapsamlı toplumsal dönüşümlerle ilişkili "problemler"e açıkla­
malar ve bilhassa "çareler" getirmeye çalışan muhtelif düşünce
akımlarından doğan birçok bilimsel uğraşın ardından karşımı­
za çıkmıştır. Böylece, yeni tür "toplumsal meseleler"in ortaya
çıkışı, sosyolojiyi doğurmuştur; toplumsal felsefeden bağımsız­
laşan sosyoloji, "kurucu babalar"ın 19. yüzyılın sonundan iti­
baren ilan ettikleri ilkelerin yardımıyla, giderek kendi bilimsel
amaçlı sorgulamalarını formüle etmiştir.

1. Sosyolojinin 19. Yüzyılda Ortaya Çıkışı


1 . Bilimsel disiplin olarak sosyoloji, 19. yüzyılda ortaya çık­
mıştır.
§ 19. yüzyıl, Avrupa'da derin dönüşümlerle damgalanan bir
yüzyıl olmuştur. Siyasal dönüşümler, Fransız Devrimi'nin
uzantısı olarak karşımıza çıkmıştır. Eski Rejim'in çöküşü, 'mut­
lak monarşiye, toplumun zümrelere bölünmesine, toplumda
14 Sosyolojiye Giriş Dersleri

dine merkezi bir yer atfedilmesine dayanan geleneksel düzen'in


sorgulanmasına götürmüştür. Fransız Devrimi, yurttaşlar ara­
sında hukuksal eşitliği ilan ederek, siyasal düzenin temellerini
sorgulamıştır. Siyasal düzen artık prensin iradesinden kaynak­
lanmayacak; çünkü özgürlük, akıl, ilerleme gibi yeni ilkelerin
ilanı adına mutlakiyet reddedilecekti. Sanayi Devrimi'yle iliş­
kili olarak ekonomik ve toplumsal dönüşümler yaşanacak; Bü­
yük Britanya'da doğan Sanayi Devrimi, 1 8 . yüzyılın sonundan
19. yüzyılın başına kadar, önce diğer Avrupa ülkelerinde ve
ardından ABD'de ve J aponya'da etkili olacaktı. Kırsal bir top­
lumdan kentsel bir topluma geçişle karakterize olan bu devrim,
toplumsal yapılarda derin bir altüst oluşa yol açmıştır (örneğin:
'bayramlar', 'ergenliğe geçiş törenleri' gibi bir dizi geleneğe ve
toplumsallaşma pratiğine dayanan köy dayanışmaları giderek
ortadan kalkacaktı) . 1 8 87'de Alman sosyolog Ferdinand Tön­
nies ( 1 855-1936 ), iki tip toplumsal örgütlenme arasındaki far­
kın altını çizecekti: 'cemaat' ve 'cemiyet'. Geleneksel bağların,
duygusallığın ve grup ruhunun baskın olduğu 'cemaat' tipi top­
lumsal örgütlenme esas itibariyle aileye ve yerel dayanışmalara
yaslanırken, bireysel çıkara, hesabiliğe ve kişisel olmayan iliş­
kilere daha fazla dayanan 'cemiyet' tipi toplumsal örgütlenme
sanayi toplumlarında kendini kabul ettirme eğilimindeydi.
Buna paralel olarak, 1 8 . yüzyılda gerçekleştirilen Tarım
Devrimi, giderek, endüstriyel faaliyetlerin bir işgücü akının­
dan faydalanmasını sağlamıştır. Gerçekten de sanayinin çarpıcı
gelişimine, esas itibariyle kırsal göçten kaynaklanan devasa bir
kentleşme eşlik edecekti. Dolayısıyla, toplumun örgütlenmesi
derin bir biçimde dönüşmüş, ve bu da, toplumsal gruplar ara­
sında tesis edilen "dengeler"de dikkat çekici bir değişikliğe yol
açmıştır: Böylece, kentleşme süreci boyunca, işçi sınıfının olu­
şumuna, burjuvazinin sürekli yükselişine ve soyluluğun nispi
düşüşüne tanık olunmuştur.
§ 19. yüzyılın önde gelen sosyologları, çalışmalarım tasar­
ladıkları sırada Avrupa toplumlarında tanık oldukları dönü-
Sosyolojik Yaklaşım 15

şümlerin boyutu üzerine kafa yormuşlardır. 19. yüzyıldaki ve


20. yüzyılın başındaki sosyolojinin üç merkezi figürünün dü­
şünceleri, bu dönüşümlerden oldukça etkilenmiştir.
Fransız sosyoloji ekolünün kurucusu Emile Durkheim {1858-
1917), toplumsal uyumun temelleriyle ve toplumsal dönüşümle
ilgilenmiş, ve böylece, geleneksel toplumların karakteristiği duru­
mundaki, benzerliğe dayanan 'mekanik dayanışma'dan, sanayi
toplumunda kendini ortaya koyan, işbölümü sürecinin ürettiği ve
tamamlayıcılığa dayanan 'organik dayanışmaya geçiş sürecini in­
celemiştir.
Devrimci militan, filozof, iktisatçı, ama ayrıca sosyolog olan
Kari Marx {1818-1883), 'bilimsel' ilan ettiği bir sosyalizmin
teorisyenliğini de yaparak, kapitalist gelişim süreciyle ilgilenmiş;
kapitalist toplum içerisinde kaçınılmaz gördüğü ve sınıfsız bir top­
lumu {komünist toplumu) haber veren sınıfçatışmalarını özellikle
vurgulayarak, bu sürecin iç çelişkilerini gün yüzüne çıkarmaya ça­
lışmıştır.
İlk ve en önemli Alman sosyologlarından olan Max Weber
(1864-1920) ise, Batı medeniyetinin hususiyetlerine kafa yorarak
karşılaştırmalı sosyolojiye götüren yolu açmıştır; Weber'e göre bu
medeniyet, öngörüye ve hesabi/iğe giderek daha fazla başvurulma­
sını ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında (bilimden ... sanata ve
dine, siyasal iktidara ve ekonomiye kadar) gizemli saiklerin gide­
rek terk edilmesini ifade eden bir rasyonelleşme süreciyle (ya da
Weber'in ünlü formülüyle söyleyecek olursak ''dünyanın büyüsünün
bozulması''yla) karakterize olan bir medeniyetti.
19. yüzyıldaki ve 20. yüzyılın başındaki en önemli sosyolog­
ların çalışmaları dönemlerinin toplumsal kaygılarını ortaya
koysalar da, toplumun titiz bir gözlemi yoluyla bazı bilgilere
ulaşmaya çalışmış olan daha önceki bir bilimsel uğraşa da da­
yanıyorlardı.1

1 "Sosyoloji"den önceki sosyoloji üzerine bkz. Johan Heilbron,Nais­


sance de la sociologie, Marsilya, Agone, 2006.
16 Sosyolojiye Giriş Dersleri

2. Toplum konusunda, sosyolojiden önce de bir bilimsel uğ­


raş verilmiştir.
§ Doğmakta olan sosyoloji, bazı "mucit"lerin kafalarında
oluşturulan bir disiplin olarak ortaya çıkamazdı. Sosyolojinin
hakimiyetinden önce gelen ya da ona eşlik eden bir dizi sorgu­
lama söz konusu olmuştur. Sosyolojinin kaynaklarını tam ola­
rak belirleme çabası beyhude gözükmektedir; çünkü bu çaba,
sosyolojinin ortaya çıkışını hep daha uzak bir geçmişe götüre­
cek olan, sonu gelmez bir arayışa girmek demektir ( " Platon'da
nüve halinde bir sosyolojik düşünce var mıdır acaba?'' -bu soru­
nun taşıdığı anakronizm riskleriyle) . Bununla birlikte, ekseri­
yeti sosyolojik disiplinin ortaya koyulmasından önce gerçekleş­
tirilen, ve pek çok noktada farklı olsalar da, toplum halindeki
yaşamın örgütlenmesini düzenleyen ilkeleri keşfetme arzusunu
paylaşan muhtelif sorgulamaların vurgulanması faydalıdır.
• Britanyalı Edmund Burke'ten (1729-1 797) Fransız yazar
Joseph de Maistre'e (1753 - 1 821) ve Louis de Bonald'a (1754-
1 840) kadar uzanan bir dizi 'gelenekçi yazar', Fransız Devri­
mi' nin ilan ettiği bireyciliği eleştirmişler, onu anlamdan yoksun
bir 'saf soyutlama' olarak görmüşlerdir; çünkü bu yazarlara göre,
toplum, bireyi sadece bu yolla bir aidiyet topluluğuna hapse­
den somut ilişki ağlarını göremeyen akıl yoluyla işleyemezdi .
Gelenekçi akım sosyolojiyi ilgilendirmektedir; çünkü hem
Fransız Devrimi' ne hem de sanayileşmeye eleştirel bir bakışla,
geniş araştırmalar doğuracaktır: 1 867 yılında, yani İ kinci İ m­
paratorluk Dönemi'nde senatör olarak görev yapan mühendis
Frederic Le Play'in (1 806-1 8 82) çalışması, ve özellikle de Les
Ouvriers europeens [Avrupalı İ şçiler] adlı eseri (1 855), halkın
yaşam şartlarının betimlenmesini hedefi.emiştir ve monografi­
lerin kaleme alınmasına götürmüştür. 2 İ şçinin yaşam şartlarını
açıklayan pek çok olgunun doğrudan gözlem yoluyla deden-

2 Monografi; bir köy, bir kabile gibi sınırlı bir olguyu konu edinen
betimleyici incelemedir.
Sosyolojik Yaklaşım 17

diği bir eserdi bu. Geniş saha araştırmalarına dayanan bu ça­


lışma, belli bir nüfusa dair bir dizi bilgiyi bir araya getirmeyi
hedefleyen, zamansal ve mekansal karşılaştırmalara izin veren
etnografık yöntemin yolunu açmıştır. Ama bu yaklaşım, nitel
boyuta da indirgenemezdi; çünkü toplanan veriler nicelleşti­
rilmeye de çalışılmıştı. Gerçekten de, Le Play, araştırmaları
yoluyla, işçi yaşam tarzının ve onun dönüşümlerinin gösterge­
si olarak kullandığı bir nesnel ölçüm aracı ('aile bütçesi' gibi)
ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Ama Le Play'in çalışması, esas
itibariyle, genel bir toplumsal reform projesiyle ilgilenmekten
öteye geçememiştir; Le Play'in bu tavrı, aile yapılarının, hatta
geniş ailenin (anne ve babayı, mirasçı durumdaki erkek evladı
ve onun karısını, çocuklarını ve evlenmemiş diğer ebeveynle­
ri bir araya getiren ailenin) kuvvetlendirilmesini, paternaliz­
mi (işverenler ile işçiler arasında işbirliğini) ve özel mülkiyete
mutlak saygıyı öğütleyen 1 864 tarihli eserinin başlığına uyan
bir tavırdı.
• 19. yüzyılda, işçi dünyasının ortaya çıkışıyla ilişkili mese­
leler bütününe işaret eden "toplumsal mesele", sanayileşme­
ye eleştirel yaklaşan bir akımı da doğurmuştur; bu, Fransa'da
Claude Henri de Saint-Simon'un (1760-1 825), Charles Fou­
rier'nin (1772- 1 83 7) ve Pierre Joseph Proudhon'un (1 809-
1 865) temsil ettiği "ütopik sosyalizm" akımıydı. "Toplumsal
mesele", yönetici tabakaların zihinlerini de meşgul etmiştir:
Sefıl bir nüfusun şehirlere yığılması, izdihamla ilişkili korkula­
rı körüklemiştir. Böylece, bu "problemli" nüfusun belirlenmesi
için, kamu iktidarları ve bilimsel cemiyetler tarafından pek çok
inceleme gerçekleştirilmiştir: İ şçinin durumuna ilişkin acıma­
sız bir portre çizen Doktor Villerme'nin Tableau de letat phy­
sique et moral des ouvriers employes dans fes manufactures de coton,
de laine et de soie [Pamuk, Yün ve İpek İ malatında İ stihdam
Edilen İ şçilerin Fiziksel ve Ahlaki Durumunun Görünümü]
başlıklı incelemesi, bu araştırmaların en önemlilerindendi.
18 Sosyolojiye Giriş Dersleri

• Aydınlanmacıların rasyonalizmine dahil başka bir gele­


nek de, doğmakta olan bu sosyolojiyi etkilemiştir: Sosyoloji,
L'Esprit des lois'da [Yasaların Ruhu] (1 848) ilkelerini önyar­
gılarından değil de şeylerin doğasından çıkardığını ilan eden
ve "olması gerekene değil de olan''a bağlanmayı arzulayan
Montesquieu'nün notunu kayda geçirdiği gibi, Esquisse d'un
tableau historique des progres de l'esprit humain [İ nsan Zihninin
İ lerlemelerinin Tarihsel Bir Tablosunun Taslağı] adlı eserinde
"toplumsal matematiğe", yani istatistiksel düzenliliklerin in­
celenmesine dayalı bilimsel yasaların oluşturulmasına girişen
Condorcet' nin ( 17 43- 1 794) çalışmalarını da kayda geçirmiş­
tir. Başlangıçta devlet adına demografiden (nüfus sayımın­
dan) sorumlu olan istatistiğin 19. yüzyılın başından itibaren
kaydettiği ilerlemeler, sosyolojinin yeni alanlar kazanmasını
sağlamıştır. ''Ahlaki istatistik'' adını alan bu istatistik, devletin
potansiyel kaynaklarının takdir edilmesi için, ekonominin yanı
sıra adalet meselelerine de uzanmıştır: Böylece, 'yargısal ista­
tistik', 1 829'dan itibaren bir Compte general de l'administration
de la justi ce 'in [Adalet Yönetimi Genel Bilançosu] tesisiyle ve
Gabriel Tarde'ın ( 1 843- 1 904) çalışmalarıyla birlikte, Fransa'da
çok hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Belçikalı matematikçi, gök­
bilimci ve istatistikçi Adolphe Qyetelet (1796-1874) de, "suç
eğilimi" olarak adlandırdığı şeyi ve bu eğilimin toplumdaki
dağılımını, onun sürekliliğinin ölçülmesine dönük istatistiksel
dizilerin yardımıyla analiz etmeye çalışmıştır. 3
§ Bu farklı geleneklerin kesişim noktasında, pozitivist
akım ortaya çıkmıştır; onun başlıca temsilcisi durumundaki
Auguste Comte'un (1798-1857) ifadesiyle, "metafizik zihin''e
karşı bir retle karakterize olan bir akımdı bu. Gerçekten de, po­
zitivizme göre, bütün bilimler sadece gözlem ve deneyle işleye­
bilirlerdi. "Sosyoloji" teriminin mucidi olan Comte, toplymsal
(
3 Bu noktalar üzerine bkz. Alain Desrosieres, La Politique des grandes
nombres. Histoire de la raison statistique, Paris, La Decouverte, 1993.
Sosyolojik Yaklaşım 19

dünyanın "bilimsel" incelemesine işaret etmek için "toplumsal


fızik"ten de bahsetmiştir; çünkü bilimin ilerlemelerinden emin
olan Comte, sosyolojinin yakın bir gelecekte "doğa bilimleri" -
nin kesinliğini yakalayabileceğini düşünmüştür. Böylece Com­
te, insanlığın gelişiminin birbirini takip eden üç evreden geçe­
ceğini öngören 'üç hal yasası' na ulaşmıştır.
Teolojik hal, doğaüstünün hakim olduğu ve tarihsel olarak Or­
taçağa denk düşen haldir.
Metafizik hal, insana ilişkin genel bir fikri ifade eden soyut
ilkelerin ortaya çıkışıyla tebarüz eden ve Fransız Devrimiyle galip
gelen haldir.
Pozitifhal ise, sanayi toplumunun hakimiyetiyle birlikte, top­
lumun düzenleyici ilkelerinin bilimsel gözlem yoluyla keşfedildiği
olgunluk evresine denk düşen haldir.
İ nsanlığın hep daha ileri aşamalardan geçtiğini varsayarak
çok evrimci bir nitelik taşıyan Comte'un düşüncesi, bu bakım­
dan eleştirilmiştir. Ama Comte'un sosyolojiyi bilimsel temeller
üzerine inşa etme kaygısı sosyolojiye önemli bir katkıda bu­
lunacak ve Comte, Fransız sosyolojisi ve özellikle de E mile
Durkheim üzerinde kayda değer bir etkiye sahip olacaktır.

il. Sosyoloji ve Bilimsel Yaklaşım


1. Sosyolojinin bilimsel disiplin olarak inşası, sosyolojik
yöntemin ilkelerini tanımlayan Emile Durkheim'ın çalış­
masıyla sıkıca ilişkilidir.
Felsefe doktoralı Durkheim, hızla toplumsal yaşamın incelen­
mesine yönelmiş ve sosyolojiyi hususi bir metodolojiyle ele
almaya çalışmıştır. Les regles de la methode sociologique [Sos­
yolojik Yöntemin Kuralları] adlı eserinde (1 895) Durkheim,
"toplumsal olguların şeyler gibi ele alınmaları gerektiği" ni ileri
sürmüştür; bunun anlamı, sosyoloğun, bütün önkavramlardan
(yani analizine her an dahil olabilecek önyargılardan ve hatalı
kanıtlardan) sistematik olarak yüz çevirmek için, inceleme ko-
20 Sosyolojiye Giriş Dersleri

nusu karşısında belli bir mesafeyi koruması gerektiğidir. Böy­


lece, bütün bilim insanları gibi sosyolog da, anlık bilgi yanılsa­
masından sakınmalıdır; çünkü sosyoloğun bir "keşif" yapması,
ancak ve ancak, inceleme konusunu önce titiz bir biçimde inşa
etmiş olmasıyla mümkündür.
§ Bir şekilde, sosyolojide ve genel olarak sosyal bilimlerde
(psikolojide, antropolojide, iktisatta, siyaset biliminde ... ) kar­
şılaşılan engeller doğa bilimlerinde karşılaşılan engellerden
daha büyük görünürler. Toplumsal fenomenlerin incelenme­
si, sosyolog için nadiren fiili bir "tekel" oluşturur: Sosyoloğun
analizi, günün "toplumsal problemleri"nin belirlenmesine dö­
nük müdahalelerden (siyasetçilerin, gazetecilerin, idarecilerin,
hatta herkesin müdahalesinden) biridir sadece. Başkalarının
çoğu kez bilimsel kaygılardan uzak bir şekilde ortaya attıkları
soruları sosyoloğun, kendi hesabına, önceden eleştiriye tabi tu­
tarak ele alabilmesi, ancak ve ancak, incelediği farz edilen top­
lumsal dünyadan kendini yalıtmak için fıldişi kulesine sığına­
bilmesiyle mümkün olur.
"İ şçi sınıfının ortadan kalkıp kalkmadığı"nı sorgulamak
ya da "banliyölerin huzursuzluğu"nun nedenlerini belirlemek
meşru görünebilir; ama bu konular, sosyolojik bir bakış açısın­
dan düşünüldüklerinde, başka bir şekilde ortaya konulmalı­
dırlar. Çünkü bu toplumsal "gerçeklikler"i betimlemek için
kullanılan dilin kendisi bile, sosyoloğun çözmeye çalışması
gereken bir dizi "problem" taşır. Gerçekten de, "işçi sınıfının
sonu" meselesi, 4 işçi dünyasında 1 973 ekonomik krizinden beri
gerçekleşen dönüşümlere (sayısal dönüşüme, işçi istihdamının
dönüşümüne, kitlesel bir işsizliğin ortaya çıkışına ve işçi "ya­
şam" tarzındaki dönüşümlere) ilişkin bir önsorgulama gerekti­
rir. Geçmişe dönük olarak, Fransız işçi dünyasının çeşitliliğiyle/
ilgilenmek (statü ve nitelik farklarıyla ilgilenmek kadar, meslek!

4 Bkz. Stephane Beaud, Michel Pialoux, Retour sur la condition ouv­


riere, Paris, Fayard, 1999.
Sosyolojik Yaklaşım 2 1

tipleriyle ve yerel geleneklerle ilişkili hususiyetlerle ilgilenmek)


de gerekecektir. Devam etmekte olan yeniden kompozisyonla­
rın kavranmasına özellikle engel oluşturan bir klişenin, "aman­
sız bir düşüş" yaşayacak "birleşik işçi sınıfı" klişesinin kırılması
için gereklidir bu. "Banliyölerin huzursuzluğu"na gelince;5 bu
konudaki sorgulamanın, Amerika'daki durumla Fransa'daki
durum arasında "vahşi" bir benzerlik kuran ve Fransa'daki du­
rumun Amerikan "modeli"ni yeniden ürettiğini varsayan bir
gazetecilik mizanseniyle ilgili yönleri unutulmamalıdır. Bazı
"nesnel veriler"in (etnik azınlıkların kuwetli mevcudiyeti,
özellikle genç nüfusun hızlı ve hissedilir artışı, yüksek işsizlik
oranı) "Amerikan gettoları"nda olduğu gibi "Fransız banliyöle­
ri"nde de karşımıza çıktığı doğru olsa da,6 iki evreni ayıran bir­
çok özellik vardır: On kattan daha fazla büyük olan Amerikan
gettosu gerçek bir "şehir" durumundayken, Fransız banliyösü
periferik bir mahalle durumundadır; gettonun temel karakte­
ristiklerinden biri ırk ayırımcılığı iken, banliyö sitelerinde ge­
nel kural etnik çoğulculuktur. Ö te yandan, yaşam şartlarının
bozulmasının, yoksulluğun ve suçluluğun gettodaki boyutu,
banliyödekinden çok daha yüksektir. 7 Dolayısıyla, iki durum
arasında, hem nitelik hem de derece farkı söz konusudur. Ö y­
leyse, bir meseleyi bazen bilinçsizce de olsa "dramatize etme"yi
hedefleyen ve onu basitleştirmeyi isterken çoğu kez karartma­
ya varan acele karşılaştırmalardan sakınmalıdır.
Dolayısıyla, sosyoloji kehanetin cazibesine boyun eğdiğin­
de kendisinin olmayan bir sahaya çekilme riskiyle karşılaşır ve

5 İzleyen satırlardaki değerlendirmeler şu eserlere dayanmaktadır:


P. Champagne, "La construction mediatique des malaises sociaux",
Actes de la recherche en sciences sociales, sayı 90, 1991; L. Wacquant,
"Banlieues françaises et ghetto noir americain: de l'amalgame a la
comparaison", French Politics & Society, sayı 4, 1992.
6 Didier Lapeyronnie, Ghetto urbain, Paris, Robert Laffont, 2008.

7 Bir örnek için bkz. Philippe Bourgois, En quete de respect. Le crack a

New York, Paris, Seuil, 2001.


22 Sosyolojiye Giriş Dersleri

"günün havası"na uymakla yetindiğinde gelecekten haber ver­


mekle yükümlü kılınır ("Fransız toplumu 2050'de neye benze­
yecektir?'). Bu duruma düşen bir sosyoloji, falcılığı hatırlatır; ve
onun "kehanetler"i de daha ihtiyatlı bir şekilde değerlendiril­
melidir.
§ Sosyolog, yanlış kanıtlardan yüz çevirmek ve kendi kay­
gılarından (yani bilgi üretme kaygısından) yola çıkarak önüne
koyduğu meseleyi yeniden tanımlamak için, metodolojik açı­
dan donanımlı olmalıdır. E mile Durkheim bu tehlikelere zaten
dikkat çekmişti ve önkavramlardan kopuşu sağlamaya dönük
bir dizi kurala uyulmasını öğütlemişti. Bir fenomenin "sıradan"
anlamlarına mesafeli durulması için, istatistiklerin kullanıl­
masını ve öntanım yöntemine başvurulmasını savunmuştu.
Durkheim, bir sosyoloji klasiği haline gelen Le suicide [İ ntihar]
adlı eserinde (1 897), bireysel eylemin tüm özelliklerine sahip
gözüken intiharın aslında toplumsal düzenliliklere uyduğunu
göstermişti. Böylece Durkheim, intihara ilişkin bir öntanım
sunmuştu: "Kurbanın, doğrudan ya da dolaylı olarak ölümü­
ne yol açacağını bildiği bir eyleminden ya da eylemsizliğin­
den kaynaklanan her tür ölüm vakası." Bu tanım, Durkheim'ın
araştırma konusu bağlamında, örneğin, savaşçının ya da şehi­
din kendini kurban etmesini de içeriyordu, böylece intihara
ilişkin alışılagelmiş tanımdan ayrılıyordu. Aslında Durkheim,
bu incelemesinde, "gönüllü ölümlerin genel sayısı ile bütün yaş
ve cinsiyet popülasyonları arasındaki ilişki"yi ölçen, intiharın
toplumsal oranı olarak adlandırdığı şeyle ilgilenmişti. Böylece,
Durkheim'ın istatistikleri kullanması, intihar oranındaki uzun
vadeli düzenliliği tespit etmesini sağladığı gibi, bu eylem üze­
rinde ağırlığını hissettiren toplumsal belirleyicileri açıklamak
için, yaş, cinsiyet, yerleşim yeri, din, medeni hal gibi değişken­
lerden yola çıkarak, intihar edenlerin karakteristiklerini belir­
lemesini de sağlamıştı.
• Ö nkavramlardan muhtemel kopuşun başka bir yolu da, bir
saha araştırması gerçekleştirmektir. Amerikalı sosyolog Samu-
Sosyolojik Yaklaşım 23

el Stouffer, ''Amerikan askeri"ne ilişkin kolektif bir incelemede


(1949), 8 şaşırtıcı bir gerçeğe dikkat çekmişti: Hava kuvvetlerin­
deki "nesnel" terfi ihtimalleri kara kuvvetlerindekinden daha
fazla olsa da, kara kuvvetlerinde hissedilen mesleki tatminler
havacılarınkinden daha büyüktü. Amerikalı sosyolog Robert
Merton'ın (1910-2003) yazdığı gibi: "Terfi hızı ne kadar dü­
şükse, terfi ihtimallerine ilişkin o kadar olumlu fikirlere sahip
olunuyordu" Araştırmanın ortaya koyduğu bu paradoks, sosyo­
lojik bir kavram doğurmuştur: nispi tatminsizlik. Araştırma­
cılar, aslında birey için önemli olan şeyin, yaşadığı "nesnel"
durumdan çok, referans grubunun (yani bireyin gerçekte ait
olduğu gruptan bazen farklılaşabilen, sürekli özdeşleştiği gru­
bun) normları olduğunu fark etmişlerdir. Hızlı bir terfi, yüksel­
melerin genelde yavaş ve nadir olduğu bir örgütte (''Amerikan
askeri" araştırması sırasında ABD kara kuvvetleri gibi) yer alan
bir kişi için gerçekten hayal edilebilir değildir. Ama bu terfi,
yüksek hareketliliğin olduğu bir grupta muhakkaktır (örne­
ğin, iyi diplomalı biri için) . Ve bu gerçekleşmediğinde, birey
kesin bir tatminsizlik yaşayacaktır; çünkü beklentilerini, yani
referans grubunda yürürlükte olan normları karşılamamış ola­
caktır. Dolayısıyla, toplumsal tatminsizlik sadece "nesnel" bir
durumla ilişkili değildir; ama daha çok, o duruma dair algıla­
rımızla ilişkilidir. Böylece, toplumsal tatminsizlik, 'bireylerin
umutları' ile 'daha sonra karşılaştıkları durum' arasındaki bir
uyumsuzluktan kaynaklanır. Dolayısıyla bu teori, sağduyunun
gözden kaçırdığı şu noktaya dikkat çekmiştir: Bir tatminsizlik
hissiyle hoşnutsuzluğunu sergilemeye varabilecek bireylerin illa
"nesnel açıdan'' en olumsuz konumdakiler olmaları gerekmez.

8 S. Stouffer ve diğerleri, TheAmerican Soldier, New York, Wiley, 1949.


24 Sosyolojiye Giriş Dersleri

2. Sosyolojinin inceleme konusu, Emile Durkheim tarafın­


dan, Sosyolojik Yöntemin Kuralları'nda belirlenmiştir.

Uzun süre eğitim bilimleri kürsüsünde çalıştıktan sonra 1913'te


Sorbonne'da sosyoloji ve eğitim bilimleri profesörü unvanı alan
Durkheim, sosyolojiyi ayrı bir disiplin olarak kurma girişimin­
de (zor bir girişimdi bu), sosyolojiye hususi bir konu atfetme­
ye çalışmıştır; Durkheim' a göre sosyoloji, diğer disiplinlerden
(psikoloji, tarih, iktisat gibi disiplinlerden) kendini ayırmalıydı.
§ Durkheim için, sosyolojinin hususiyeti, toplumsal olgu­
nun incelenmesinde yatıyordu. Toplumsal olgu, kendine özgü
karakteristikleri nedeniyle psikolojik olguya indirgenemezdi
ve hususi bir soruşturma gerektiriyordu. İ ntiharı incelemeyi
seçen Durkheim böylece psikolojik yaklaşımları daha baştan
reddetmiş; ve görünenin aksine, bu fenomenin tam da toplum­
sal bir olgu teşkil ettiğini (yani toplumsal bağlamın, intihar
oranı varyasyonlarının analizi yoluyla ölçülebilecek bir etkiye
sahip olduğunu) ileri sürmüştü. İ ntihar, Sosyolojik Yöntemin
Kuralları'nda belirtilen 'toplumsal olgu' ölçütlerini karşılıyor­
du: Durkheim' a göre toplumsal bir olgu, "bireye dışsal olan ve
sahip oldukları bir zorlama gücüyle kendilerini ona kabul et­
tiren hissetme, düşünme ve hareket etme biçimleri"nden iba­
retti. Diğer bir deyişle, toplumsal olgu, bireysel bilinçten önce
gelen ve ona dışsal olan, ona bir zorlamada bulunan kolektif
bir fenomendi. Sosyolojik Yöntemin Kuralları'nda Durkheim, şu
gerçeği vurgulamıştı: Toplumsal varlık olarak birey, eylemlerini
etkileyen bir dizi ilkeyi içselleştirir (bunun farkında olmayabil­
se de).
Kardeş, eş ya da yurttaş görevimi yerine getirdiğimde, ta­
ahhütlerimi gerçekleştirdiğimde, hukukta ve törelerde ta­
nımlanan, benim ve eylemlerim dışında tanımlanan, ödev­
lerimi yerine getirmiş olurum.
Sosyolojik Yaklaşım 25

§ Sosyolojinin alam "şeyler" gibi kavranması gereken toplum­


sal olguların incelenmesiyse eğer, sosyolog "toplumsalı top­
lumsalla açıklama"ya çalışmalı, ve böylece, yetki alanında
olmayan her tür "toplumsal-dışı" açıklamadan yüz çevirmeye
gayret etmelidir. İntiharda, Durkheim, intiharı deliliğe atfe­
den psikopatolojik açıklamaları, kalıtıma, iklime ya da taklide
dayanan açıklamaları tek tek incelemiş ve her birini çürütme­
ye çok özen göstermiş; ardından, istatistiklerin de yardımıyla,
başlıca üç intihar biçimi (bencil intihar, özgeci intihar, anomik
intihar) ayırt ettiği bir tipoloji ortaya çıkarmış, ve dördüncü
bir biçimin (kaderci intihar) taslağını da çizmiştir. Durkheim'a
göre, 'toplumsal düzenleme ve entegrasyon düzeyi' ile 'intihar
oranı' arasında bir ilişki vardı.
• Bencil intihar, çok zayıf bir toplumsal entegrasyona işaret
ediyordu (toplum birey üzerinde zayıf bir hakimiyet uyguladı­
ğında, bir "ölçüsüz bireyleşme" ortaya çıkıyordu) . Toplumsal ya­
şamın farklı alanlarında karşımıza çıkan bir intihar türüydü bu:
İ ntihar oranı, örneğin, Protestanlarda Katoliklerde olduğun­
dan bariz biçimde daha yüksekti ve Katoliklerde de Yahudiler­
de olduğundan daha yüksekti. Durkheim'a göre bunun nedeni,
bu dinlerdeki bireycilik derecesiydi: Bir topluluğa aidiyet hissi­
nin çok kuvvetli olduğu Yahudilerde bireycilik çok zayıfken,
kilisenin etkisiyle kuvvetli bir toplumsal entegrasyona sahip
Katoliklerde daha dikkate değer bir bireycilik söz konusuydu;
"özgür sorgulama"nın en ileri olduğu ve toplumsal yaşamda
ruhban sınıfının mevcudiyetinin en az olduğu topluluksa, Pro­
testanlardı. Durkheim bundan şu sonuca ulaşabilmişti: Dinin,
bireyleri intihardan korumasının nedeni, onları bir gruba dahil
ederek onların toplumsal ilişkilerini kuvvetlendirmesi ve böy­
lece onların toplumsal yaşama entegrasyonuna katkıda bulun­
masıydı; dini dogmanın intiharı yasaklaması değil.
• Ö zgeci intihar, bencil intiharın tersine, çok kuvvetli bir
toplumsal entegrasyonla karakterize oluyordu. Durkheim'ın
yazdığı gibi: "Kişi toplumdan koptuğunda kendini kolayca öl-
26 Sosyolojiye Giriş Dersleri

dürmektedir; ama çok kuvvetli bir biçimde entegre olduğunda


da öyle yapmaktadır." Bu intihar vakası, bireyciliğin çok zayıf
olduğu ilkel toplumların karakteristiğiydi. Hayatta kalma mü­
cadelesi veren modern toplumlarda da (askeri toplumlar gibi),
hiyerarşi baskısı bireye kendini kuvvetle dayattığında karşımı­
za çıkmaktaydı (Durkheim, intihar oranının askerlerde sivil­
lerdekinden daha yüksek olduğunu fark etmişti).
• Nihayet Durkheim, aşırı bir toplumsal düzenlemeyle bağ­
lantılı özgeci intiharın doğrudan zıddı durumundaki, toplum­
sal bir düzenleme eksikliğine denk düşen anomik intiharı da
tanımlamış ve en fazla bu tip intihara önem vermişti. Böylece
anomik intihar, modern toplumlarda en yaygın intihar biçi­
mini temsil ediyordu. Toplum büyük dönüşümlerle karşılaş­
tığında toplumsal altüst oluşlar yaşanıyordu; böylece bireyler,
alışılagelmiş nirengi noktaları artık işlemediğinden, yeni bir
durumla karşı karşıya kalıyorlardı. Ve bu da, sınırsız arzuların
toplumsal sınırlarının da artık ortadan kalkması anlamına ge­
liyordu; onlara sunulan ve normalde açıkça tanımlanmış he­
defler ise, belirsiz hale geliyordu. Bu konuda Durkheim, ilk
bakışta şaşırtıcı gözükebilecek bir olguya dikkat çekmişti: İ n­
tiharlar, ekonomik dönüşüm dönemlerinde olduğu kadar, kriz
dönemlerinde ve kuvvetli büyüme dönemlerinde de artıyordu.
Aslında, bu hızlı toplumsal değişim durumlarında, bireylerin
arzularını normalde biçimlendiren etki (yani toplumun ılım­
lılaştırıcı etkisi) zayıflarken, aniden artmaya meyleden istekler
karşılanamayabiliyordu.
Refah arttığı için, arzular coşar. Onlara sunulan en zengin
ganimet onları uyarır, onları daha talepkar ve her tür kurala
daha aç hale getirirken, geleneksel kurallar da otoritelerini
kaybeder.
Sonuç itibariyle Durkheim, anomik intiharı modern toplum­
larda özellikle kaygı verici olarak görmüştü; çünkü bu tip inti­
har, toplumun birey üzerinde artık hakimiyet uygulayamama-
Sosyolojik Yaklaşım 27

sıyla sıkıca ilişkiliydi. Bu arada, Durkheim, toplumsal düzenle­


melerin zayıf olduğu bir alanda, yani sanayi ve ticaret alanında
çalışanların en çok intihar edenler olduklarına da dikkat çek­
mişti.
Böylece Durkheim, intiharın ancak bireysel bir karardan
kaynaklanabileceğini düşündüren "sağduyu"nun aksine, intihar
oranı varyasyonlarının toplumsal mantıklarla açıklanabileceği­
ni ustaca göstermişti. 9
§ Durkheim'ın izinden gidip intiharın tam da toplumsal bir
olgu oluşturduğunu kabul edersek eğer, kendimize şu soruyu
sorabiliriz: Sosyolog, muhtelif insan davranışlarında toplum­
salın mevcudiyetini kovalamak için, soruşturmasını nereye
kadar sürdürmelidir? Aslında, "toplumsal" pek sınır tanımaz;
çünkü bireyin toplumdaki tüm eylemlerinde karşımıza çıkar -
hatta, a priori "kişisel" ve "mahrem'' gözüken eylemlerde bile.
• Böylece sosyologlar, örneğin, "eş tercihi"nin sadece "te­
sadüf"ten kaynaklanmaktan uzak olduğunu ve toplumsal dü­
zenliliklere uyduğunu gösterebilmişledir; çünkü ilgili kişiler bu
konuda çoğu kez ne düşünürse düşünsünler, "bu 'yıldırım'ın
düştüğü yer herhangi bir yer değildir". 10 Homogami, yani eşi­
ni kendi toplumsal çevresinden seçmek, Fransız toplumunda
da teyit edilmiş bir eğilim oluşturmaktadır; çünkü, örneğin 10
erkek çiftçiden yaklaşık 8'i gene bir çiftçiyle evlenirken, üst
düzey erkek çalışanların yüzde 2'den azı bir işçiyle hayatını bir­
leştirmektedir. Fransa'da en sık görülen evlilik, erkek bir işçinin
ücretli bir çalışanla evliliğidir (erkek işçilerin yaklaşık yüzde
60' ının evliliği böyleyken, diğerleri, ekseriyetle, erkek işçiler­
den sayıca az olan kadın işçilerle evlenmektedirler) .

9 Durkheim'ın tezlerine ilişkin bir güncelleme için bkz. Christian


Baudelot, Roger Establet, Suicide. L'envers de notre monde, Paris, Le
Seuil, 2006.
ıo M. Bozon, F. Heran, La Decouverte du conjoint, Paris, La Decou­
verte, 2006.
28 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Fransız sosyolog Alain Girard tarafından daha 1 950'li yıl­


ların sonunda tespit edilen bu toplumsal olgunun devamlılığı
(çiftleri artık sadece dolaylı olarak etkileyen aile baskısının,
yerini giderek duygusal hisse bırakmış olmasına rağmen) na­
sıl açıklanabilir? İ lk unsur: Biriyle evlenmek için, önce onunla
karşılaşmış olmak gerekir! Böylece, çiftlerin karşılaşma yerleri
ile toplumsal hususiyetleri arasında ilişkiler kurmak mümkün­
dür. Halktan olanlar ekseriyetle kamusal mekanlarda (şenlik­
lerde, balolarda, sokaklarda, kafelerde, alışveriş merkezlerinde)
tanışırken, özel sektör üst düzey çalışanları özel mekanlarda
(aile ya da arkadaşlar arasındaki kutlamalarda) tanışmakta; üst
düzey diplomalara sahip olanlar ise, çoğu kez hususi mekanlar­
da (üniversitede, dernekte, spor kulübünde) buluşmaktadırlar.
Toplumsallaşma mekanları, toplumsal çevreye göre dikkate
değer ölçüde farklılaşır; ama homogami sadece bu mekanlarla
da açıklanamaz. Gerçekten de, eşte aranan nitelikler, toplumsal
alanda işgal edilen pozisyona göre değişkenlik gösterir, ki böy­
lece, duygusal muhakeme ilkelerinin çeşitliliğinin bir resmini
sunar. Üst düzey erkek çalışanların eşleri, beklentileri soruldu­
ğunda, kocalarının "güven verici" ve "anlayış" yönünü ileri sü­
rerken, erkek işçilerin eşleri, özellikle, "ağırbaşlılığı" ve kocala­
rının "çalışkan" olmalarını takdir etmektedirler. Dolayısıyla,
eşe dair toplumsal hükümler, "beğeni" hükümleri bütününden
ayrılamazlar, ve bu itibarla, onları ilan eden kişinin toplumsal
kimliği hakkında fikir verirler. Ama kişi bunun tam farkında
olmaz, tıpkı kızlarının evliliğinden bahseden Bayan Qyesnay
gibi: "Hepsi tamamen tesadüf.Yıllardır tanıdığımız Arsonval­
lar'dan biriyle evlenen büyük kızım, bir ava davetliydi ama ora­
ya gitmek için vasıtası yoktu. Birisi ona 'Hubert d'Arsonval'a
telefon etsene' demişti, ve her şey öyle olmuştu!"11

11 Aktaran M. Pinçon / M. Pinçon-Charlot, Dans /es beaux quartiers,


Paris, Seuil, 1989.
Sosyolojik Yaklaşım 29

III. Sosyoloji ve Nesnellik


1 . Sosyolog, analizinde her zaman ortaya çıkabilecek değer
yargılarından kaçınmaya çalışmalıdır.
Alman sosyolog Max Weber, değer yargısını değerlerle ilişki­
den ayırarak, bu noktayı özellikle vurgulamıştır: Sahip olunan
a priorı1eri sergilemekten ve başkalarının eylemlerini kendi il­
kelerinden yola çıkarak değerlendirmekten ibaret olan değer
yargısına sosyolojide yer verilmemeliydi; değerlerle ilişki ise,
aksine, sosyoloğa yaklaşımında rehberlik edebilirdi. Ö nsor­
gulamaları çerçevesinde, bir fenomenin bazı yönlerini seçmek
sosyoloğun işiydi: Gerçekten de sosyolog, toplumsal gerçekli­
ğin inceleyeceği kısmını, kendi ilgi odakları çerçevesinde belir­
liyordu.
Weber'e göre sosyolog, esasen, bireyin eylemine atfettiği an­
lamı kavramaya çalışmalıydı. İ şte bu nedenle Weber'in öğüt­
lediği yaklaşım 'anlamacı' olarak adlandırılmıştır: Bu yaklaşım,
bireyi belli bir davranış tipini benimsemeye iten saikleri anla­
mayı hedefliyordu. Böylece Weber, dört farklı toplumsal eylem
biçimi (yani bireyin gerçekleştirebileceği eylemlerin muhtelif
modellerini) ayırt etmişti:
Gelenek.sel eylem, alışkanlıklara ve adetlere dayanan, ve bireyin
aşina olduğu faaliyetler bütününü karakterize eden eylemdir: Ba­
baya itaat etmek, gelenek.sel bir eylemdir.
Duygusal eylem, başkasına duyulan aşk ya da nefret gibi itkiler
tarafından yönlendirilen eylemdir.
Değere dönük rasyonel eylem, kanaatlerine uymayı hedefleyen
ama onla;!!!-Jratik sonuçlarına önem vermeyen eylemdir: Bir ye­
ni/gideri sonra intihar eden askerin eylemi bu tür bir eylemdir.
Amaca dönük eylem ise, önceden belirlenmiş bir hedefe ulaşmak
için, sahip olunan araçları değerlendirmekten ibaret eylemdir:
Köprü inşa etmekte olan bir mühendis bu şekilde hareket eder.
Bu eylem kategorileri, toplumsal faaliyetlerin tamamını
listelemeyi hedeflemez; çünkü Weber, bunların ekseriyetinin,
30 Sosyolojiye Giriş Dersleri

pratikte, karma biçimli olduklarını belirtmiştir. Saf tip yönte­


minden kaynaklanan kategorilerdi bunlar; Weber'in tanımıyla
saf tip, bir fenomenin kasten vurgulanan bazı özelliklerinden
yola çıkılarak oluşturulmuş bir "düşünce tablosu" ya da soyut
bir modeldi: Böylece sosyolog, inşa ettiği hayali tablonun, göz­
lediği "gerçeklik"le olan farkını takdir edecekti. Bu yaklaşım,
tam rekabet piyasası modelini mevcut farklı piyasa tipleriyle
karşılaştıran iktisatçının analizinden çok farklı değildi (Max
Weber'in sosyolojiye yönelmeden önce iktisatçı olduğunu dü­
şündüğümüzde, bu şaşırtıcı da değildi). Böylece 'saf tip', We­
ber'in, kente, bürokrasiye, kapitalizme . . . ilişkin yaptığı saf tip
tanımlarını muhtelif toplumlardaki ve farklı devirlerdeki göz­
lemlenebilir durumlar itibariyle sınayarak karşılaştırmalı bir
sosyoloji girişiminde bulunmasını sağlamıştı.

2. Sosyolog, "mükemmel bir nesnellik'' sergileyemeyecek


olsa da (bu tür bir nesnellik aldatıcı olmaya devam edecek­
tir), ele aldığı konuyla ilişkisini net bir biçimde analiz etme­
ye çalışmalıdır.
Max Weber'in öğütlediği şey, aksiyolojik tarafsızlıktır; yani
araştırmacının ahlaki yargıları ile bilimsel analizi arasında net
bir ayırım. Bu niyet övgüye değer olsa da, bunun uygulanması
çoğu kez kolay değildir: Problemin aşılması için, sosyoloğun
sadece bilimsel "etiğe" göre hareket ettiğini ilan etmesi yeterli
değildir. Sosyolog "havada yüzmez", tüm pratik meselelerden
kopmuş değildir; çünkü toplumsal alanda belli bir konumda
bulunur, toplumsal bir çevreden gelir, hususi "beğeniler"e ve
"tiksintiler"e sahiptir. . . Sosyoloğun, yani bu toplumsal failin
eşsiz bir "misyon''u da vardır: Toplumsal faillerin ne yaptıkları­
nı anlamak ve açıklamak. Dolayısıyla, bilimsel meselelerle her
zaman ilgili olmayan tartışmaları (örneğin: "Fransızların önce­
likleri nelerdir?") sonlandırmak için, "tam bir nesnellikle" (yani
Sosyolojik Yaklaşım 3 1

bilim adına) hüküm veren analizcinin hoşuna giden "üstten"


bir bakış benimseyemez ve "bilim"ine bel bağlayamaz.
İ nceleme konusuna yakınlığını ya da uzaklığını -zaten bir­
birine çok benzeyebilen bu engelleri- aydınlatmak sosyoloğun
çıkarınadır. Diğer bir deyişle sosyolog, toplumsal bir durumu
çarçabuk anlamak için "unvanlar"ının yeterli olduğuna inanı­
yormuş gibi yapmaktan vazgeçmelidir. Fransız sosyolog Pier­
re Bourdieu'nün (1930-2002) formülüyle söyleyecek olursak,
nesneleştirmeyi nesneleştirmek (yani, Durkheim'ın öğütledi­
ği gibi, toplumsal dünyayı bir nesne olarak almak) sosyoloğun
çıkarınadır; ama kendisini sosyolojik analize dahil etmesi de
çıkarınadır. Nesneye ilişkin tarafsız bir bakış gerçekten de im­
kansız gözükse de, bir sosyoanaliz, sosyoloğun, nesnesine ilişkin
hususi "bakış"ını dikkate almasını sağlar ve analize hep mü­
dahil olma riski taşıyan önkavramlar karşısındaki uyanıklığını
ikiye katlamasını teşvik eder.
Kısım 2
SOSYOLOJİ VE YÖNTEMLERİ:
İYİ BİR YÖNTEM NEDİR?

Sosyolojide iki tip yöntem kullanılır: nicel ve nitel yöntemler.


Nicel yöntemler, genelde, istatistiklere gönderme yapan, öl­
çülebilir ve kendi aralarında karşılaştırılabilir bir veri bütünü
yoluyla açıklamalara ulaşmayı hedefleyen yöntemlerdir. Nitel
yöntemler ise, saha araştırması, tanıklık, yaşam öyküsü gibi yeni
teknikleri devreye sokan ve çok sayıda verinin toplanmasından
ve analizinden ziyade hususi vakaların incelenmesiyle ilgilenen
yöntemlerdir. Çoğu kez zıt olarak sunulan (ve "uzlaşmaz" okul­
lar tarafından bazen üstlenilen) bu iki yöntem, sosyoloğun gün­
lük faaliyetinde çoğu kez birbirini tamamlayan ve böylece ko­
nunun farklı boyutlarının görülmesini sağlayan yöntemlerdir.

I.1'1icel'Y"önteınler
1. Emile Durkheim'ın da gösterdiği gibi, istatistiklerin kul­
lanımı sosyolog için değerli bir araç oluşturur.
Sosyolog, nesnel veriler üreterek, önkavramlardan daha kolay
bir şekilde kopabilir.
§ Durkheim, İntiharda, kanıtlama açısından istatistiksel
analizin önemini vurgulamıştı. İ ki değişken (örneğin, 'kişinin
Sosyoloji ve Yöntemleri 33

medeni durumu' ile 'intihar oranı') arasındaki bağlantıları orta­


ya çıkarmak ve iki olgu arasında bir nedensellik ilişkisi kurmak
için 'eşzamanlı varyasyonlar' (günümüzde daha ziyade kullandı­
ğımız terimle: 'bağıntı' [korelasyon] ) yöntemine başvurmuştu.
Böylece Durkheim, intiharı önleyen faktörleri de hesaplamış,
yani intihar oranlarını kendi aralarında sistematik olarak kar­
şılaştırmıştı (örneğin, bekarların intihar oranı ile evlilerinkini).
Ve evliliğin, intiharı önlediği sonucuna ulaşabilmişti; çünkü
aile, bireyin topluma kuvvetli bir biçimde entegre olmasını
sağlıyordu (böylece bekarların ya da dulların intihar oranı evli­
lerinkinden dikkate değer ölçüde daha yüksekti) .
Bununla birlikte, istatistiklere başvurmak, analiz edilen ve­
rilerin toplanma biçimi sorgulanmadan, mekanik bir şekilde
gerçekleştirilmemelidir; çünkü ister nicel ister nitel yöntem
kullanılmış olsun, 'tekniklerin tarafsızlığı', bir yanılsamadan
ibarettir.
§ Durkheim'ın inceleme temasını yeniden ele alan sosyo­
log Dominique Merllie, 1 bazı ölümlerin, nasıl da karmaşık bir
dizi işlemden sonra 'intihar' olarak nitelendirildiğiyle ilgilen­
miştir.
Böylece Merllie, şu tespitte bulunmuştur: İ statistikler tara­
fından kayıt altına alınan intihar oranı tartışmasız değildir;
çünkü aslında, verilerin üretimi yoluyla, muhtelif toplumsal
pratiklerin kayda geçirilmesiyle ilgili bir orandır bu.
Bir ölümün "intihar" olarak sınıflandırılması için, doktorla­
rın ve polisin, mesleki pratiklerine özgü ölçütlere göre, yapılan
eylemin tanımı konusunda önceden anlaşmış olmaları gerekir:
Doktor, her şeyden önce, eylemi "açıklama"yı sağlayan patolo­
jik boyutla ilgilenirken, polis hukuksal kategorileri ve özellikle
de sorumluluk meselesini dikkate alır. Bu kategorileştirme işle­
mi asla tartışmasız değildir ve pratikte, buna bir çözüm bulmak

1 D. Merllie, "Suicides: modes d'enregistrement", J.-L. Besson, La


Cite des chi.ffres içinde, Paris, Autrement, 1992.
34 Sosyolojiye Giriş Dersleri

için farklı göstergeler kullanılır. Ö len kişinin yaşı belirleyici


bir ölçüttür: İlaç içtikten sonra hayatını kaybeden bir yaşlının
ölümü dikkatsizliğe atfedilecekken ('doğal ölüm' olarak kayda
geçirilecektir) , aynı eylem ergenlik çağındaki biri tarafından
yapıldığında muhtemelen kasti olarak değerlendirilecektir (ve
dolayısıyla bir 'intihar' olarak kayda geçirilecektir) . Diğer bir
deyişle intihar oranı, istatistikçinin kayda geçirmekle yetindiği
nesnel bir olgu olmaktan uzaktır ve "sıradan'' bir sınıflandırma
işlemine benzese de, bir dizi toplumsal meseleyi gündeme ge­
tirir: İ ntihar, toplumda belli bir kaygı (hatta antipati) üreten bir
şeydir ve bazı toplumsal kategoriler için, önemli bir sorun oluş­
turabilir (örneğin, bir ailenin "itibar"ına zarar verebileceğin­
de) . Böylece, aile hekiminin kayda geçirdiği bir ölüm vakasın­
da, basit bir "dostane" baskı, ölümün doğal bir ölüm olarak
"yeniden sınıflandırılması" için yeterli olabilir -bu olgu, tam
da Durkheim'ın incelemesini yürüttüğü 19. yüzyılda dikkate
değer ölçüde daha önemliydi; çünkü o dönemde tıbbileştirme
günümüze göre daha az gelişmiş olduğundan, ölümler çoğu
kez bir hastanede değil de evde kayda geçiriliyordu.
§ Elbette bu örnek, sosyolojide istatistiklerin asla kullanıl­
maması gerektiği anlamına gelmez; ama şu gerçeği de ortaya
koyar: Veriler "doğal" değildir, ve gelişmiş araç gereçlere sahip
olmak, yöntem meselelerini ortadan kaldırmaz (enformatiğin
20. yüzyılda yaygınlaşması, hesapları dikkate değer ölçüde in­
celterek, istatistiksel yöntemlerin kullanımının yoğunlaşması­
nı sağlamıştır -oysa Durkheim' ın yaşadığı devirde bu hesaplar
hala ilkel düzeydeydi). Ö yleyse sosyolog, yapay ş eyi n tuzağına
(yani kullanılan tekniklere yeteri kadar hakim olunamaması
nedeniyle analist tarafından üretilen yapay fenomenin tuzağı­
na) düşmemelidir. Ö rneğin, günümüzde, Durkheim'ın 19.
yüzyıldaki tespitinin aksine, intihar oranının kırsal bölgede
kenttekinden daha yüksek olduğu tespit edilebilir. Sosyolog
buna bakarak toplumsal davranışlarda bir değişiklik olduğu so­
nucuna ulaşabilir mi? Hiçbir şey bundan daha az kesin değil-
Sosyoloji ve Yöntemleri 35

dir. Gerçekten de, istatistiklerde kaydedilen bu farklar, büyük


ölçüde kırsal bölgelerde intiharı kayıt altına alan jandarma­
nın davranışı ile kentsel bölgelerden sorumlu polisin davranışı
arasındaki farkı ortaya koyar aslında: Jandarma, intiharla ilgili
bilgileri, istatistikleri tutan INSERM'e [Ulusal Sağlık ve Tıbbi
Araştırmalar Kurumu] daha düzenli bir biçimde aktarmakta­
dır, ve bu da, muhtemelen, kentsel intiharların olduğundan az
kayda geçirilmesine yol açmaktadır.
• Bu itibarla, yaş, gelir, cinsiyet, yerleşim yeri gibi ölçütle­
rin birlikte kullanılmasıyla derlenen istatistiksel verilerin ço­
ğalması, yeterli bir güvence oluşturmaz; ve toplanan bilgilerin
görünürdeki tarafsızlığına ihtiyatla sığınan sosyoloğun işin
içinden sıyrılmasına yol açabilir. Ö rneğin 'yaş' ölçütü, istatistik
oyununa konu olmak için ilk bakışta idealdir: kolayca kontrol
edilebilirdir, davranışlardaki değişikliklerin ölçülmesi için nü­
fusun yaş gruplarına ayrılmasına (sportif, kültürel. . . faaliyetlerin
farklı yaş gruplarına göre ölçülmesine) izin verir. Gene de 'yaş',
pek çok durumda, önceden inşa edilmiş bir "veri"dir; diğer bir
deyişle, yaşın toplumsal tanımları (bir "genç" ve bir "yaşlı" ne­
dir?), 2 çoğu kez toplumsal meseleleri bizzat gündeme getiren
tanımlardır: Sınırları iyi çizilmiş yaş gruplarının belirlenmesi,
riskli bir iştir - özellikle de "uç" yaşlar [çok gençler ve çok yaşlı­
lar] düşünülürken. Bu istatistiksel zorluk, sosyolojik bir mese­
leye doğrudan gönderme yapar - söz konusu bireylerin (nispi)
toplumsal belirsizliğine: "Genç" stajyer, "genç" işsizle aynı ka­
tegoride mi yer almalıdır? Bir kişi toplumsal yaşamı boyunca
bir kategoriden diğerine usulca geçebildiği ölçüde hassas bir
meseledir bu; öyle ki, istatistiksel kategoriler, bazı durumlarda,

2 İ ki örnek için bkz. R. Lenoir, "Vinvention du 'troisieme age" ve L.


Thevenot, "Une jeunesse difficile. Les fonctions sociales du flou et de
la rigueur dans les classements", Actes de la recherche en sciences sociales,
sayı 26127, 1 979. Ayrıca bkz. Olivier Galland, Sociologie de lajeunesse,
Paris, Armand Colin, 2006; ve Vincent Caradec, Sociologie de la vieil­
lesse et du viellissement, Paris, Armand Colin, 2012.
36 Sosyolojiye Giriş Dersleri

tamamen yapay şeyler haline gelebileceklerdir. Dahası, istatis­


tiksel bir kategori bir nüfusu (örneğin, 60 yaş üstü olanları)
daima homojenleştirme eğilimine sahipken, 'yaş', tek başına,
kişinin temel toplumsal belirleyicisi de değildir; çünkü zaman
içerisinde yaşanan dönüşümler istatistikler yoluyla pek oku­
namazlar, ve dolayısıyla yapay düzenliliklere inanılmasına yol
açabilirler (2013'te 60 yaş üstü olanlar, 1960'lı yıllarda 60 yaş
üstü olanlardan pek çok açıdan farklıdırlar ve hemencecik on­
lara benzetilemezler).

2. Benzer olanlar nasıl sınıflandırılabilir?


Sosyolog, iktisatçı, istatistikçi, günlük çalışmalarında bazı sınıf­
landırmalar kullanır; zamansal karşılaştırmaların yapılabilmesi
için istatistiksel verileri düzene sokan kategori listeleridir bun­
lar. INSEE [Ulusal İ statistik ve Ekonomik Araştırmalar Ku­
rumu] tarafından 1982'de kabul edilen meslekler ve sosyopro­
fesyonel kategoriler sınıflandırması, az çok homojen gruplara
ayrılmış Fransız aktif çalışan nüfusunun analizine ilişkin temel
araç durumundadır. 19 54 tarihli eski sınıflandırma, 1980'li
yılların başında ve 2003'te büyük ölçüde gözden geçirilmiştir
(özellikle de, otuz yılda Fransız toplumunda yaşanan altüst
oluşların boyutu nedeniyle) .
§ İlk güçlük, sınıflandı�maların oluşturulmasında karşımı­
za çıkar; çünkü -çoğu kez çelişkili olan- iki hedefe aynı anda
ulaşılması gerekir: 1) Ö zellikle uluslararası karşılaştırmalar
yapmaya izin veren, yeteri kadar "katı" kategorilerin inşası; 2)
Yüksek bir gerçeklik derecesine sahip sınıflandırmaların üre­
tilmesi için, toplumsal yapının dönüşümlerine uyarlama. Ö y­
leyse, toplumsal gerçekliğin uygun bir taksimi nasıl yapılabilir?
Dikkate alınması gereken ilk unsurlardan biri, sınıflandırma
işleminin incelenen bireyler üzerindeki muhtemel etkisidir
(çoğu kez istemeden olan bir şeydir bu) : Sosyoloji, doğa bilim­
lerinden daha fazla olmak üzere, "gerçekliğin" toplumsal failler
Sosyoloji ve Yöntemleri 37

tarafından nasıl algılandığını ve araştırmasının gündeme ge­


tirdiği toplumsal meseleleri (çok somut meselelerdir bunlar)
dikkate almalıdır.
Kelebekleri sınıflandırmak, insanları sınıflandırmaktan çok
daha az problem ortaya koyar; çünkü kelebeklerin, araştırma­
cının sınıflandırması hakkında söyleyecek bir şeyleri olması
nadirdir (!), ve bu da onların davranışını pek etkilemez. Ter­
sine, bir insanın mesleğini beyan etmesi, çoğu kez bir "sıkıntı"
oluşturur; çünkü bu konuda verilen bilgi, sahip olduğu tüm
kaynakları devreye sokmaya çalışan kişinin toplumsal statüsü­
nü gündeme getirir: "Örneğin, bir şirket çalışanı şöyle diyebi­
lecektir: Bouygues Şirketler Topluluğu'nda çalışıyorum / Bir
şirkette satın alma müdürü olarak çalışıyorum / Francis (ya da
Martin) Bouyguesler'de çalışıyorum / Francis (ya da Martin)
Bouygues'le çalışıyorum. "3
Diğer bir deyişle, herkes toplumda işgal ettiği yere dair az
çok net bir fikre sahip olduğu için, meslekler ve sosyoprofesyo­
nel kategorilere ilişkin yeni bir çerçeve oluşturmaktan sorumlu
araştırmacılar, bireylerin toplumsal temsillerini (yani bireyle­
rin, günlük yaşamda, benzer durumdaki diğer bireylere dair
"hüküm''lerini) bu konuda kalkış noktası olarak almanın uy­
gun olacağını düşünmüşlerdir.4 Böylece her birey, her gün, kı­
lık kıyafetten oturma kalkma biçimine, dile, yerleşim yerine,
mesleğe, eğitim düzeyine kadar uzanan bazı göstergelerden
yola çıkarak, belli bir süre içerisinde, çağdaşlarını teşhis eder.
Analitik amaçlarla toplumsal gruplar "inşa etmek" söz konusu
olduğunda, toplumsal temsiller temel bir önem kazanır; çün­
kü bu temsillerden bazıları, sosyoloğun meseleye müdahil ol­
masından önce zaten bir "kıvam"a sahiptir: Gerçekten de bir
şehrin en eski sakini, köylüye ilişkin bir imaja, hatta stereotipe
3 F. Kramarz, "Declarer sa profession'', Revue Jrançaise de sociologie,
cilt 32, sayı 1 , 1991 .
4 A. Desrosieres, L. Thevenot, Les Catigories socioprofessionnelles, Paris,
La Decouverte, 1 992.
38 Sosyolojiye Giriş Dersleri

sahiptir ve eşi bir hemşire de olsa, "ara meslekler"den bahsedil­


diğinde sessiz kalma ihtimali vardır.
§ Gene de, bireylerin, kendileriyle benzer durumda olan­
lara dair "sıradan'' bakışıyla yetinmeli midir? Sosyolojik bir
analiz gerçekleştirdiğimizi iddia ettiğimizde kesinlikle hayır.
Öyleyse, hem bireylerin özdeşleşebilecekleri hem de bilimsel
açıdan titiz olan kategorileri nasıl inşa edebiliriz?
INSEE'nin bu konudaki sınıflandırması, bu girişimin zor­
luğunu ortaya koymaktadır. Kabul edilen kategorilerin yeterli
bir gerçeklik derecesine sahip olması için, Fransız aktif çalışan
nüfusunun hususiyetlerini dikkate alan bir dizi tarihsel boyu­
tun da buna dahil edilmesi gerekir.
''Meslek" kavramı Eski Rejim'in (mesleklerin loncalara ayrıl­
mış olduğu dönemin) önemli bir mirasıdır ve esnaflarla tüccarla­
rın, hatta çiftçilerin baskın olduğu uyumlu bir toplum vizyonunu
ortaya koyar, ve bu açıdan, 19. yüzyılın ilk yarısındaki Fransız
toplumuna denk düşer.
Büyük şirketlerin çarpıcı yükselişiyle birlikte (Fransa'da 19.
yüzyılın sonundan itibaren), mesleki sınıflandırmalar başka bir
sınıflandırmanın rekabetine maruz kalmıştır: 'işverenler' ile 'üc­
retli çalışanlar'.
1930'lu yıllardan itibaren, ücretli çalışanların genişlemesiyle
birlikte, bu kategori kendi içinde kısımlara ayrılmış, ve ilgili vasıf­
lara göre, ücretli çalışanlar arasında bir hiyerarşikleştirme ortaya
çıkmıştır.
1982 tarihli meslekler ve sosyoprofesyonel kategoriler sınıf­
landırması, Fransa'nın toplumsal yapısının sürekliliklerinin ve
dönüşüm biçimlerinin anlaşılması için vazgeçilmez olan tarih­
sel momentleri kendince içermiştir. Her ülkenin toplumsal dö­
nüşümleriyle ilişkili tarihsel gelenekleri görmezden gelineme­
yeceğinden, uluslararası karşılaştırmalar, vazgeçilmez olsa da,
özellikle tehlikelidir; çünkü sınıflandırmalara hakim olan
mantık ülkeden ülkeye değişiklik gösterir: Fransa'da "doğal"
gözüken "üst düzey çalışanlar" kategorisinin başka ülkelerde
Sosyoloji ve Yöntemleri 39

dengi yoktur. Ve Fransa dışından bir örnek verecek olursak:


İngiliz professional kategorisi aynı tip nüfusu kapsamaz, çünkü
iş dünyasıyla doğrudan ilişki kurulmaksızın oluşturulmuştur
(başlangıçta, İngiliz ruhban sınıfının üyelerini, doktorları ve
hukukçuları bir araya getiren bir kategoriydi bu) .
Dolayısıyla, kişileri önceden mevcut olan kategorilere "dahil
etmek'' için onlar arasında denklikler inşa etmek, 1982 tarihli
sınıflandırmanın da ortaya koyduğu gibi, birkaç boyutun dev­
reye sokulmasını gerektiren karmaşık bir işlemdir: Ücretli çalı­
şanlar / serbest çalışanlar; memurlar / özel sektör çalışanları; fa­
aliyet sektörü; şirketin boyutu; vasıf düzeyi; hiyerarşik konum . . .

Tablo 1 : 201 1 İtibariyle Sosyoprofesyonel Kategoriye ve


Cinsiyete Göre İstihdamdaki Nüfus

Kadın Erkek Toplam


Çiftçi 1 ,2 2,8 2,0
Zanaatkar, tüccar, şirket sahibi 3,8 8,9 6,5
Üst düzey çalışan ve zihin emekçisi 14,5 20,3 17,6
Ara meslek sahibi 26,1 22,9 24,4
Ücretli çalışan 45,6 12,7 28,3
İşçi 8,7 32,3 21,1
(Vasıflı) 1 3,4 1 23,2 1 13,8
(Vasıfsız) 5,3 9,1 7,3
Toplam oran 100.0 100.0 100.0
Toplam sayı 12.240 13.538 25.778

Değerlendirme: Ortalama olarak, istihdamdaki erkeklerin yüzde 32,3'ü


işçidir (20 1 1 itibariyle).

Dolayısıyla, INSEE'nin altı aktif çalışan kategorisi,5 homojen


gruplar olarak değil de (üst düzey çalışan ve zihin emekçisi

5 1) Çiftçi; 2) Zanaatkarlar, tüccarlar, şirket sahibi; 3) Üst düzey çalı­


şan ve zihin emekçisi; 4) Ara meslek sahibi; 5) Ücretli çalışan; 6) İ şçi.
40 Sosyolojiye Giriş Dersleri

kategorisine dahil edilen bir mimar, hakim, sanatçı, mühen­


dis aynı şekilde değerlendirilebilir mi?), daha ziyade toplumsal
gerçekliği sosyolojik bir nesneleştirme çabası olarak görülmeli­
dir; yani toplumsal alanın bir temsilini inşa etmeye dönük bir
araç olarak (toplumsal temsillerin yanı sıra toplumun fiili dö­
nüşümlerinin de ortaya koyulmasıyla ilgili bir şeydir bu) .

3. İstatistiklerin kullanımında ihtiyatlı olan sosyolog, anket­


lerin kullanımını da sorgular.
Günümüzde kamuoyu yoklamasıyla (bkz. 2. Bölüm, 6. Kısım)
büyük ölçüde özdeşleştirilen anket, her şeyden önce, 'evren' ola­
rak adlandırılan daha geniş bir nüfustan çekilen bir örnekleme
bazı soruların yöneltildiği bir araştırma tekniğidir.
§ Yeteri kadar kontrollü bir şekilde uygulandığında bu
yöntem, geniş bir nüfusa dair net bilgilerin toplanmasını sağ­
lar (bu nüfusun sadece bir kısmına uygulanmasına rağmen).
Anket, örneğin, yaşa, gelire, meslekler ve sosyoprofesyonel ka­
tegorilere, yerleşim yerine, cinsiyete . . . göre nüfusun hangi ka­
tegorisinin en sık şekilde müzik aleti çaldığını, golf oynadığını,
boks yaptığını . . . öğrenmeyi sağlar, ve muhtelif kategoriler ara­
sındaki farkları ölçer. Anket, aynı örnekleme farklı zamanlarda
da uygulanabilir: Amerikalı sosyolog Paul Lazarsfeld'in (1925-
1976) popülerleştirdiği bu teknik, panel olarak adlandırılır ve
özellikle de, tüketicilerin ve seçmenlerin davranışlarındaki de­
ğişikliklerin ölçülmesi için kullanılır (piyasa araştırmaları; se­
çim kampanyalarının oy üzerindeki etkilerinin incelenmesi) .
§ Bununla birlikte, 'anket' tekniği hususi bir beceri gerekti­
çünkü araştırmanın her aşamasında hata yapma riski söz
rir;
konusudur.
• İlk aşama, bir örneklem oluşturmaktır (yani 'evren'in daha
küçük boyutta bir temsili popülasyonunu oluşturmak) . Bu du­
rumda iki yöntem kullanılır: rassal yöntem ve kota yöntemi.
Rassal yöntemde, örneklem, bir listeden (örneğin, telefon def-
Sosyoloji ve Yöntemleri 41

terinden) kurayla belirlenir. Bu durumda, anketin bizzat yü­


rütülmesine atfedilebilecek hatalardan, yani sapmalardan ka­
çınmak gerekir. Örneğin, araştırma evreninin önemli bir kısmı
telefon defterinde yer almaz (telefon sahibi olmayan kişiler ya
da kamuya açık olmayan "kırmızı liste"deki kişiler) . Bu mesele
dikkate alınmazsa eğer, evrenin bir kısmı anketten fiilen dışla­
nabilir; ve böylece anket evrenin tamamını temsil etmez. Kota
yöntemi ise, evrenin net karakteristiklerinin bilinmesini gerek­
tirir (kadınların, 18-25 yaş aralığındakilerin, köylülerin . . . yüz­
desi); aksi halde, örneklem onları tam olarak temsil edemez.
• Sonraki aşama, anket formunun oluşturulmasıdır. Anket
formunun anlaşılabilirliği önceden test edilmelidir. (Sorular
çok karmaşık mıdır; muhtelif popülasyon kategorilerine hitap
eden ya da etmeyen anlamlar içermekte midir?) Ankette, sorular
'kapalı uçlu' sorulardır: Soru sorulan kişi, seçeneklerden birini,
yani analistin önceden kodladığı bir yanıtı seçmelidir ("- Kışın
spor yapar mısınız? A) Çok düzenli olarak yaparım, B) Yeterince
düzenli olarak yaparım, C) Nadiren yaparım, D) Hiç yapmam. ")
Anketör, bireylerin somut pratiklerine denk düşmeyen yanıtlar
toplamak durumunda olduğunda, 'yapaylık' tehlikesi karşımıza
çıkar. Örneğin, televizyona ve televizyon izleyicilerinin tercih­
lerine ilişkin anketlerde, kültürel programlara dönük talebin
çok yüksek olduğu görülmektedir; ama çoğu kez, güvenilir bir
izlenme oranına ulaşamayan programlardır bunlar. Böylece an­
ketör, bazı durumlarda, "güzel" olduğu düşünülen şeylere uyan
yanıtlar benimseyerek "iyi gözükmek'' isteyen bir kişi tarafın­
dan kandırılabilir; ya da, sorular ilgili kişi için çok zayıf bir ger­
çeklik derecesine sahip olduğunda (örneğin, kırsal bir bölgede
ikamet eden yaşlı birine giyim modasından bahsedildiğinde),
vasat önemde yanıtlar alabilir.
• Bunlardan sonra, anketin gerçekleştirilmesi meselesi gün­
deme gelir. Anket dolaylı olarak, yani yazılı şekilde gerçekleş­
tirilebileceği gibi (ama bu durumda, toplanan yanıtların sayısı
düşük olur, çünkü sorularla sadece en ilgili kişiler anket formu-
42 Sosyolojiye Giriş Dersleri

nu doldurup geri gönderirler), doğrudan da gerçekleştirilebilir


(telefonla ya da yüz yüze) . Anket yapan kişiyle anket yapılan
kişi arasında önceden bir ilişki yoksa (ki kural budur), 'doğrudan
görüşme' daha fazla güvence sunar; çünkü bu durumda, anket
yapılan kişi, genelde muhatabının fiziksel mevcudiyeti nede­
niyle anket sorularıyla kendini daha fazla ilgili hisseder. Ama
anket rahatsız edici olarak görülebilecek sorular içerdiğinde
(örneğin, özel yaşamla ilgili olduğunda), telefon görüşmesinin
sağladığı mesafeyle korunan anonimlik, tercih edilebilir hale
gelebilir. 6 Anket formları dağıtıldıktan sonra, toplanan yanıtlar
bilgisayar yoluyla sayılıp işlenir ve ardından da incelenir.
• Böylece, her evre hata riskleri içerir. Anket yapanların be­
cerisi sayesinde bazen bu risklerden kaçınmak mümkün olur;
ama uyanık bir dikkat gerektiren evrelerdir bunlar.
§ Öyleyse, bireylerin toplumsal pratiklerine ilişkin anket­
lere nasıl bir güven atfedilmelidir? Bu araştırma tekniği, belli
bir popülasyona ilişkin önemli bir bilgi kütlesi toplamayı sağla­
dığı için vazgeçilmezdir; ama elde edilen sonuçlar ihtiyatla yo­
rumlanmalıdır.
Gerçekten de, genel ve mecburen kısıtlı bilgilere sahip olun­
duğunda, acele sonuçlar formüle etmekten sakınmak gerekir
(Anketler, önceden belirlenmiş bir yanıtı seçmekle yetinen kişi­
nin kendini ifade etmesine nispeten az imkan tanır) . Fransa'da
Gabriel Le Bras'nın ( 1 8 9 1 - 1970) temsil ettiği tipik bir 'din
sosyolojisi' yaklaşımı, örneğin, dini pratiği ayinlere düzenli ka­
tılımla ölçen bir yaklaşımdır: Günümüzde bu gösterge, Fransız
halkının yüzde lO'undan azının 'düzenli ibadet eden Katolik'
(yani 'ayinlere en az ayda bir kez katılan Katolik') olarak nite­
lendirilebileceğini ortaya koymaktadır. Öyleyse, bu göstergeye
bakarak, "dinin sonu" hükmüne varabilir miyiz? Bu tür bir id-

6 "Un modele d'enquete particulierement delicate", Nathalie Bajos,

Michel Bozon (yay. haz.), Enquete sur la sexualiti en France, Paris, La


Decouverte, 2008.
Sosyoloji ve Yöntemleri 43

dia, meseleyi en azından kestirip atan bir iddia olacaktır; çünkü


göstergenin uygunluğu tartışmalıdır: Ayinlere düzenli katılım
Katoliklikte merkezi bir önem taşısa da, başka dinlerde (ör­
neğin Protestanlıkta) o ölçüde önem taşımaz. Öyleyse, bunu
ortak bir "dindarlık'' derecesinin göstergesi olarak kabul etmek
mümkün değildir. Ayrıca, bir ölçme aracı toplumsal davranış­
ların dönüşümünü ölçmeye artık muktedir olmadığında eski­
miş hale gelir: Ayinlere katılmak Katoliklikte yarım yüzyıldan
beri sürekli azalsa da, "yeni dini hareketler" olarak adlandırılan
başka tür dindarlık fenomenleri ortaya çıkmıştır (örneğin, ka­
rizmatik hareketlerin çarpıcı yükselişi) . Bu hareketler, 'ayinlere
katılma' göstergesi yoluyla, yani geleneksel bir gösterge yoluyla
pek kavranamazlar. Diğer bir deyişle sosyolog, önüne koyduğu
mesele açısından, kullandığı aracın tam da uygunluğu üzerine
kafa yormalı ve "prosedürlerin rutinleşmesi"nden kaçınmalıdır:
Bir araştırmada "işlemiş olan" şey başka bir araştırmada ille de
"işleyecek'' değildir (her ne kadar konular ilk bakışta çok yakın
gözükse de) .

il. Nitel Yöntemler

1 . Sosyolojinin ortaya çıktığı ilk andan beri mevcut olan ni­


tel yöntemler, günümüzde yeniden bir ilgiye mazhar olmak­
tadır.
Bu durum, karşılaştırmalı analizler için yapılan, ama üzerine
yeterince kafa yorulmayan ve çoğu kez nicel verilerin toplanma­
sından ibaret olan bir ampirizmin yeniden sorgulanmasından
kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, istatistiksel kaynakların bol
olduğu sanayileşmiş bir ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasını, gü­
venilir istatistiksel sete sahip olmayan ve üretilen zenginliğin
bir kısmının hesaplarda gözükmediği gelişmekte olan bir ülke­
ninkiyle karşılaştırabilir miyiz? 1 950'li yıllarda özellikle Ame­
rikan sosyolojisine hakim olan ve kaçınılmaz olarak nesnelci-
44 Sosyolojiye Giriş Dersleri

liğe7 açılan "sayı hastalığı"na (yani sosyolojiyi nicel verilerin


üretimine indirgeme eğilimine) tepki olarak Kuzey Amerikalı
bazı sosyologlar, araştırmacıyı inceleme nesnesine "yaklaştır­
ma" avantajı sunan nitel yöntemlerin yeniden canlandırılması­
nı öğütlemişlerdir.
§ Antropolojiden8 alınan araştırma tekniklerinden biri,
doğrudan ya da katılımcı gözlemdir. Doğrudan gözlemde sos­
yolog, bir etkileşim durumunda bulunan bireylerin (bir maç
sırasında taraftarların, işsizlerin iş taleplerini kayda geçiren
ANPE [Fransa Ulusal İş Kurumu] çalışanlarının . . . ) davranış­
larını gözlemlemekle yetinir; katılımcı gözlemde ise, sosyolog
daha "aktif" bir davranış benimser ve incelediği popülasyonun
günlük yaşamına dahil olur: Böylece bu yöntem, Britanyalı
antropolog Malinowski'yi ( 1 884- 1 942) takiben, özellikle etno­
loglar tarafından kullanılan yöntemdir. "Masa başında antro­
poloji"yi terk eden Malinowski, Trobriand adaları sakinlerinin
yaşamına katılmış ve 'ilkel' denilen toplumun örgütlenmesinin
de kendi uyumuna sahip olduğunu ve "irrasyonel" olmadığını
kanıtlamaya çalışmıştı: Bu toplumun örgütlenmesi, Batılı göz­
lemcinin alışılagelmiş düşünme tarzlarından farklıydı sadece.
Gerçekten de ait olduğu toplumdan farklı bir topluma dalan
antropolog ya da etnolog (burada eşanlamlıdırlar), "yabancı"bir
medeniyette, ve dahası, oyunbozan olarak algılanabildiği bir
medeniyette "ne olup bittiği"ni anlamak için özel bir çaba sarf
eder. İncelediği toplumla kurduğu ilişkiye hakimiyeti, ancak
bir çıraklıktan sonra mümkün olur (Antropolog, diğerlerinin
nasıl hareket ettiğini "anlamak" için "bakma"yı öğrenir) . İnce­
lediği konunun, bir şekilde, parçasıdır: İşte bu nedenle Pierre

7 Nesnelcilik: Sosyoloğu, bir fenomenler bütününü "kendinde" kabul


edip "yukarıdan" bir pozisyon benimsemeye ve sadece bununla yetin­
meye götüren duruş ('intihar oranı', 'meslekler ve sosyoprofesyonel
kategoriler' gibi).
8 Antropoloji, arkaik ya da ilkel toplumların geleneklerinin analizine

dönük beşeri bilimdir.


Sosyoloji ve Yöntemleri 45

Bourdieu, katılımcı gözlem yerine katılımcı nesnelleştinneden


bahsetmeyi tercih etmiştir, çünkü incelediği toplumda "yaka­
lanmış" etnolog, grubun toplumsal yaşamına katılımı ve bunun
toplumsal etkileri konusunda uzun süre sessiz kalamaz. Bali
adasında yasadışı bir horoz dövüşüne tanıklık eden Amerikalı
antropolog Clifford Geertz (1926-2006), polis baskınında gö­
zaltına alınmış; grubun yaşamına gerçekten katılmasını sağla­
yan bu deneyim sayesinde Geertz, asıl inceleme konusunun
farkına varmıştır: "Burada horozların dövüşmesi sadece görü­
nüşteydi. Aslında, dövüşenler insanlardı".
• Sembolik etkileşimciliğin9 önderlerinden biri olan Kana­
dalı sosyolog Erving Goffman (1922-1982) da, bir akıl hasta­
nesinde akıl hastalarının ve çalışanların ilişkilerini incelerken
katılımcı gözleme başvurmuştur.10 Araştırmasından kaynakla­
nan nedenlerle hastanenin müdür yardımcısı rolüne bürünen
Goffman, bu ilişkide "oynanan şeyi" anlamak için, hastaların
günlük yaşamını betimlemek amacıyla onların yaşam şartları­
na aslında tabi olmaya çalışmıştır. Goffman' ın birkaç ay süren
gözlemi, onun psikiyatrik bakıştan (yani hastanın normal ya­
şama entegrasyonuna dönük bir tedaviden faydalanması ge­
rektiğini öngören "resmi" kurum bakışından) kopmasını sağ­
lamıştır. Psikiyatristin hastaneye ilişkin bakış açısı, aslında
hastaların somut varoluşunu dikkate almayan, "yerli" bir bakış
açısından başka bir şey değildi. Goffman ise, gözlemlerinin ar­
dından, hasta/çalışan etkileşimlerinin hususiyetlerinin kavran­
masını sağlayan sosyolojik bir kavram üretecekti: Total kurum.
Weberci anlamda saf tip bir kurumu ifade eden bu kavram,
Goffman tarafından şöyle tanımlanmıştı: Benzer bir duruma

9 Kuzey Amerika'da özellikle önemli bir gelenek durumundaki sem­

bolik etkileşimcilik, toplumsal fenomenlerin "inşa" boyutunu ve et­


kileşim halindeki bireylerin birbirleri üzerinde etkiler üretmelerini
sağlayan süreçleri vurgulayan bir gelenektir.
ıo E. Goffman, Asi/es. Etudes sur la condition sociale des malades menta­
ux, Paris, Minuit, 1968 (1961).
46 Sosyolojiye Giriş Dersleri

yerleştirilen pek çok insanın dış dünyadan uzun süreliğine ya­


lıtıldığı, bariz bir biçimde ve titizce düzenlenmiş münzevi bir
yaşamı birlikte sürdürdüğü bir çalışma ya da ikamet yeri. As­
lında Goffman, kendilerini yeni bir durum içerisinde bulan bi­
reylerin toplumsal kimliklerini nasıl "çekip çevirecekleri"ni an­
lamaya çalışacaktı. Bu itibarla, 'total kurum' kavramı, bu evre­
nin özgüllüğünü kavramasını sağlamıştı; iki kopuşun ortaya
çıktığı bir evrendi bu: 1) Goffman'ın "hastalar" için kullandığı
terimle 'münzeviler'in dış evrenden kopuşu; 2) Hastane içeri­
sinde, hastalar ile çalışanlar arasındaki kopuş. Goffman'ın özel
bir bağlamda ürettiği bu kavram, başka toplumsal evrenlere de
aktarılabilirdir: Bir hapishane, bir manastır, bir kışla, bir de­
nizaltı, bir yatılı okul. . . 'total kurum' olarak görülebilir; çünkü
bu kurumlar da bir grup insanı dış dünyadan yalıtan ve onları
varoluşlarının bir kısmını birlikte yaşamaya götüren kurumlar­
dır. Peki bu, sosyoloğun bir hapishaneyle bir manastırı aynı şey
olarak görmesi mi demektir? Kesinlikle hayır. Ama sosyolojik
yaklaşımın avantajlarından biri, tam da dünyaya ilişkin farklı
bir bakış ortaya koymasıdır, ki bu, orijinallik kaygısıyla değil,
benzerlikler kurmak (Total kurumlara giriş, "geçmiş"ten, yani
dış dünyadan bir kopuş ortaya koyan bir dizi tören gerektirir:
"Kurallara uygun'' saç kesimi, soyadının kullanılmaması, bir
üniformanın giyilmesi. . .) ve karşılaştırmalı yöntemi kullana­
rak farklılıkları ortaya koymak için yapılır (Total kuruma gi­
riş gönüllü olabileceği gibi -manastır, denizaltı . . .-, zorunlu da
olabilir -hapishane, hastane . . . -, ve bu da kişilerin buna dair
algılarını kuşkusuz etkiler) .

2. Nitel yöntemler de bir dizi metodolojik meseleyi günde­


me getirir.
§ Sosyolojide yaygın olarak kullanılan nitel bir teknik, müla­
kattır. Ö lçmeye imkan veren anketten farklı olarak, mülakat
yapılan kişi daha büyük bir manevra payına sahiptir; çünkü
Sosyoloji ve Yöntemleri 4 7

önceden tanımlanmış bir kalemle sınırlı bir role sahip değil­


dir. Mülakat, yönlendirilmemiş bir mülakat olabilir (Mülakat
yapılan kişi "yönlendirilmez" ve sosyoloğun sunduğu tema çer­
çevesinde mülakatı yürütür); yarı-yönlendirilmiş bir mülakat
olabilir (Sosyolog, mülakatı "yeniden çerçevelemek" ve tamam­
layıcı sorular sormak için bazı noktalarda müdahale eder); ya
da yönlendirilmiş bir mülakat olabilir (yukarıda açıklanan an­
kete benzer). Mülakat, bilgi bakımından zengin olduğu için
verimli bir teknik olmakla birlikte, kolay bir teknik de değildir:
Elde edilen yanıtların samimiyetinden nasıl emin olunabilir?
Sosyoloğun bir uzman olması, bilgileri toplaması için tek ba­
şına yeterli değildir. Bazı hallerde, sosyoloğun toplumsal imajı,
araştırması için bir handikap bile oluşturabilir: Ö rneğin, bu
sosyologlardan biri, halk çevrelerinde gençliğe ilişkin bir araş­
tırma yaparken, pek hoş olmayan bir şekilde şu yanıtı almıştır:
"Entellerin önce çenelerini kırarım, ondan sonra konuşuruz."11
Gerçekten de, sosyolog, araştırma ilişkisinin diğer toplum­
sal ilişkiler gibi bir ilişki olduğunu ve bu itibarla sorgulanması
gerektiğini asla unutmamalıdır. Nitekim bireylerin dile aynı
ölçüde hakim olmadıkları, dile hakimiyetin toplumsal çevreye
göre farklılaştığı ve kültürel düzeye göreyse daha da farklılaştığı
bilinmektedir. Böylece sosyolog ve dilbilimci William Labov,
Amerikalı siyahi gettolardaki dil pratiğine ilişkin Le Par/er or­
dinaire [Alışılagelmiş Dil] başlıklı incelemesinde (1972), şuna
dikkat çekmişti: Siyahlar ile beyazlar arasında bir karşılaşma
yaşandığında, siyahlar, alışılagelmiş "dilleri"ni standart İ ngiliz­
ce lehine bir kenara bırakıyorlardı. Gettonun alışılagelmiş di­
lini kavramak için, sosyolog klasik bir mülakata başvuramazdı
ve buna bir çözüm bulmak durumundaydı: Grup içerisinde
yapılan konuşmaları kravatına iliştirdiği bir mikrofonla kayda

11
G. Mauger, C. Fosse-Poliak, "Les loubards", Actes de la recherche en
sciences sociales, sayı 50, 1983; ve G. Mauger, Les Bandes, le milieu et la
boheme populaire, Paris, Belin, 2006.
48 Sosyolojiye Giriş Dersleri

almıştı. Bu özel durumda sosyolog, bir toplumsal fenomen


(dile hakimiyetin toplumda eşitsiz dağılmış olması) tarafından
zorlanmıştı; bu durum, çalışması için ek bir engel oluştursa da,
ona bazı analiz imkanları da sunmuş ve bazı teknikleri incele­
me konusuna uygun olup olmadığına bakmadan "aynı kefeye
koyma"nın imkansızlığını fark etmesini sağlamıştı.
Böylece bir sosyolog, çene çalmaya pek alışık olmayan ve
mülakat ilişkisinde "zevahiri kurtarmak'' için onun beklenti­
lerini öngörmeye çalışan kişiler (özellikle de halk kategorileri)
için "tedirgin edici" görünebilir. 12 Sosyolog "kapalı" bir toplum­
sal çevreye dahil olmaya cüret ettiğinde görev hiç de kolay de­
ğildir: Kendini kabul ettirmek için pek çok tedbir almalıdır
ve incelediği popülasyona kendini kabul ettirmek için ihtiyatlı
"yanaşma stratejileri" uygulamak tamamen çıkarınadır. 13 En
ufak bir hata onun için vahim olabilir ve kapılar ona nihai ola­
rak kapanır. Dolayısıyla araştırmanın kendisi, hususi bir soruş­
turma gerektirir; çünkü mikrofonu birine tutmak onun ken­
diliğinden konuşması için yeterli olmaz, sosyolog tarafından
umulan yönde konuşması içinse hiç yeterli olmaz.
Sosyolojide uygulanan her bir tekniğe özgü zorluklara ve
hususiyetlere ilişkin bu kısmi döküm, konuyla ilgilenenlerin
motivasyonlarını kırmak (işin boyutu nedeniyle) için değil de,
daha ziyade şu gerçeğin farkına varılmasını sağlamak için ya­
pılmıştır: 'Kendinde' iyi bir yöntem yoktur, bir araştırma stra­
tejisine az çok iyi uyarlanmış yöntemler vardır sadece. Böylece
yaklaşımları birlikte değerlendirmek (katılımcı gözlem, ista­
tistiklerin düşmanı değildir) ve bilhassa, tıpkı yola çıkmaya
hazırlanan bir sürücü gibi, aracını kontrol etmek sosyoloğun
tamamen çıkarınadır (bir yol kazası riskini göze almak istemi­
yorsa eğer).
12 Bu yönde bkz. G. Mauger, "Enqueter en milieu populaire", Geneses,
sayı 6, 1991.
13 M. Pinçon, M. Pinçon-Charlot, Voyage en grande bourgeoisie, Paris,
PUF, 1997.
Kısım 3
SOSYOLOJİK GELENEKLER:
BÜYÜK AKIML ARA İLİŞKİN BİR
DEGERLENDİRME

Sosyolojik düşünce, geleneksel olarak, iki temel akımı karşı


karşıya getiren teorik karşılaştırmayla sunulur; bu akımlar, 'me­
todolojik bireycilik' ile 'holizrn'dir. Ama sosyoloji, bir yazarlar
silsilesine indirgenemeyeceği gibi, "uzlaşmaz" teorik pozisyon­
ların ifadesine de indirgenemez. Günümüzde sosyoloji, özellik­
le, disiplinin ortaya çıkışıyla ilişkili eski kopuşların aşılmasına
dönük birçok girişimle damgalanmaktadır: Bu girişimlerin te­
mel karakteristikleri, "klasik'' analiz yöntemlerinin ('birey' ile
'toplum' arasındaki, 'mikrososyoloji' ile 'makrososyoloji' arasın­
daki dikotominin) sorgulanmasıyla ve toplumsal olgulara dair
"ilişkisel" bir yaklaşıma başvurma niyetiyle bağlantılıdır.

1. Metodolojik Bireycilik
1. "Metodolojik bireycilik" ifadesi, Avusturyalı iktisatçı ve
sosyologJoseph Schumpeter (1883-1950) tarafından üretil­
miştir.
Sosyal bilimlerde merkezi bir paradigma1 durumundaki meto­
dolojik bireyciliğe göre, toplumsal gerçekliğin analizi, sadece ve

1 'Paradigma', gerçekliğe ilişkin bir analiz çerçevesine dahil olan teorik


50 Sosyolojiye Giriş Dersleri

sadece, bireysel davranışların açıklanmasından geçer. Bu yakla­


şım, bir homo economicusun (neoklasik piyasa analizi için model
oluşturan kurgusal bireyin) tesisiyle birlikte, iktisatta özellikle
ortaya konmuştur. Karşılaştığı sınırlamalar çerçevesinde hem
rasyonel olan hem de karını azamileştiren bu birey, faydacıdır
ve her durumda, sahip olduğu kaynaklara göre en lehine olan
davranışı benimsemeye çalışır.
§ Sosyolojide metodolojik bireycilik yaklaşımı genelde
Max Weber'e atfedilir. Weber, özellikle şöyle yazmıştı: "Sos­
yoloji de, tek bir bireyin, bazı bireylerin ya da ayrı ayrı pek
çok bireyin eyleminden yola çıkabilir sadece. İ şte bu neden­
le, tamamen 'bireyci' yöntemler benimsemelidir. " Ama şu da
unutulmamalıdır: Weber, farklı toplumsal eylem tiplerini ayırt
ederken, amaca dönük rasyonel eylemin muhtemel davranış
tiplerinden sadece biri olduğunu ve bunun da pratikte kesin­
likle en yaygın davranış tipi olmadığını, bizzat kabul etmiştir.
§ Metodolojik bireyciliğin Fransa'daki temsilcisi, esas iti­
bariyle, sosyolog Raymond Boudon'dur. Boudon, iktisatçıların
yaklaşımı ile sosyologların yaklaşımı arasındaki farkları vurgu­
lamıştır: İ ktisatçılar bireyin her durumda çıkarlarına uygun bir
davranış benimsediğini farz ederken, sosyologlar toplumsal
bağlamın aktörlerin hesabına müdahil olduğunu düşünürler.
Bireyi eyleme iten saiklerden yola çıkan 'metodolojik bireyci'
sosyolog, bireyin başkasıyla mecburen ilişkiye girmesini de
görmezden gelmez -ama birey, başkasının eylemini öngör­
me imkanına ille de sahip olmayabilir (Stratejisini rakibinin
hamlelerini öngörmeye çalışarak oluşturan 'satranç oyuncusu'
modeli burada verimli gözükür). Raymond Boudon, bireysel
davranışların toplamını analiz etmek için, yan etkiden (ya da
'bileşim etkisi'nden, 'ters etki'den . . . ) bahsetmiştir; çünkü Bou­
don' a göre, kolektif eylemler bireysel davranışların toplamına

pozisyonları bir bütün halinde bir araya getiren şeydir: Ö rneğin, 'sınıf
çatışması' Marksist paradigmanın bir önermesidir.
Sosyolojik Gelenekler 5 1

indirgenebilirler. Ö te yandan, birey b u etkiye asla tamamen


hakim olamaz ve bu etki bireyin projelerine bazen zıt yönde
olur. Ö rneğin, bir araç trafiğinin oluşumunu ele alalım: Eğer
her sürücü ihtiyatlı davranır ve yol tavsiyelerini dikkate alırsa
("günün boş saatleri"nde direksiyona geçerse), devasa bir "tra­
fik tıkanıklığı" mutlaka ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla 'ters etki',
bireylerin, birbirlerinden yalıtılmış olarak formüle edilen he­
defleriyle ve öngörüleriyle çelişebilen, istenmemiş bir etkidir.
Ö yleyse, muhtelif bireysel eylemlerin toplamı, bu eylemler ras­
yonel olsalar da, kolektif planda en az o kadar optimal olmayan
bir duruma açılabilir.
§ Bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık durumu ve bu
durumun etkileri, Amerikalı iktisatçı ve sosyolog Mancur
Olson'ın La Logi.que de /'action collective [Kolektif Eylemin
Mantıkları] adlı eserinde { 1966) vurgulanmıştır. Bireylerin
bir sendikada, bir siyasal partide, bir dernekte . . . nasıl bir araya
geldiklerini analiz eden Olson, ister "değerler"in savunulması
ister maddi çıkarlar söz konusu olsun, ortak bir çıkarı paylaş­
manın harekete geçmek için yeterli olmadığını düşünmüştür.
Metodolojik bireycilik paradigmasına uygun olarak, bireyin ki­
şisel çıkar tarafından yönlendirildiğini düşünen Olson, tam da
bu nedenle, bireyin her tür eylemden kaçınmaya teşvik edildiği
sonucuna ulaşmış, bunu da kolektif eylemin paradoksu ola­
rak adlandırmıştır. Muhtemel bir ücret artışı için başlatılan bir
grev örneğinde, kolektif eylem başarılı olduğunda, elde edilen
kazançların, bu harekete katılmış olsun olmasın, tüm çalışanlar
arasında paylaştırıldığı görülür. Diğer bir deyişle, biletsiz yol­
cu olmak (dolayısıyla eylemi başkalarına bırakmak) rasyonel
bireyin çıkarınadır; çünkü kolektif eylem daima maliyetler içe­
rir - mali, toplumsal, psikolojik maliyetlerdir bunlar (örneğin,
idarenin kullanabileceği muhtelif baskı araçları) . Eğer herkes
bu rasyonel tavrı benimserse, hiçbir kolektif eylem olmayacak
ve bunun sonucunda ortaya çıkacak durum da tüm çalışanla­
rın aleyhine olacaktır. Dolayısıyla, tam bir paradoks söz konu-
52 Sosyolojiye Giriş Dersleri

sudur; çünkü metodolojik bireycilik taraftarlarına göre bütün


eylemin yönlendiricisi olan bireysel çıkar, bazı durumlarda ko­
lektif çıkarla çelişebilir.
Olson, harekete geçmenin, küçük bir grupta büyük bir
gruptakinden daha yüksek bir ihtimalle ortaya çıkabileceğini
düşünmüştür, çünkü küçük bir grupta, bireyler üzerinde uy­
gulanan toplumsal baskı daha kuvvetlidir (Gruba uymama
davranışı küçük bir grupta daha fazla görünürken ve hemen
cezalandırılabilirken, bir kitle organizasyonunda çoğu kez göz­
den kaçar). Grup teşvikler üretmeye muktedir olduğunda da,
harekete geçme ihtimali artar. Bu seçici teşvikler, yalnızca o
grubun üyelerine mahsus avantajlardır: Bir sendika ücretsiz
hukuki yardım, oyunlar için indirimli biletler, tatil tesislerinde
konaklama imkanları . . . sunabilir.
Metodolojik bireyciliğin temel cazibelerinden biri, bireyin
"pasif" bir varlığa (toplumsal yapıların "oyuncağı" na) indirge­
nebilir olmadığını vurgulaması ve bireyin, eylemine bir anlam
atfetmeden, "mekanik'' olarak hareket etmekle yetinmediğinin
altını çizmesidir.

2. Bununla birlikte, metodolojik bireyciliğin bazı varsayım­


ları bir dizi eleştiriye konu olmuştur.
Ö rneğin, 'rasyonalite' kavramı tartışmaya açık olmuştur. İ kti­
satçı J ames March ile Herbert Sim on ( 1 978'de iktisat dalında
Nobel ödülü almıştır), 'sınırlı rasyonellik' kavramını ortaya at­
mışlardı: Somut bir durumla karşı karşıya kalan birey, bütün
muhtemel çözümleri a priori hesaba katmaz, sadece bazıları­
nı (doğrudan başvurabileceği çözümleri) dikkate alır ve onlar
arasından seçim yapar. Dahası, uyguladığı rasyonalite, 'uyarla­
malı' denilen rasyonalitedir; çünkü birey kendiliğinden rasyo­
nel değildir: Bu rasyonalite, bireyin, karşılaştığı şartlara giderek
uyarlanmasını sağlayan bir çıraklığın ürünüdür.
Sosyolojik Gelenekler 53

Metodolojik bireyciliğin diğer tartışmalı noktası, 'çıkar'


kavramı olmuştur. Bu kavram tam olarak ne anlama gelmekte­
dir? Amerikalı iktisatçı ve sosyolog Albert Hirschman (1915-
2012), bu kavramın ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğunu
hatırlatmıştı; çünkü bu kavram, Batı tarihinde, önce "tutku"
kavramının karşıtı olarak kullanılmış ve sonunda ( 1 8 . yüzyıl­
da) 'akıl'la özdeşleştirilmişti. Bütün davranışların bireysel çıkar
tarafından dikte edildiği düşünülebilir mi? Ya da daha ziyade,
Ernest Gellner'i izlersek, bireyin çoğu kez "gaflardan kaçın­
mak"la yetindiği kabul edilemez mi?
İ nsanlar, yaşamlarının çoğu kıs mınd a, hiçbir şeyi azamileş ­
tirmedikleri gibi, somut olarak teşhis edilebilir bir hedefe
ulaşmaya da çalışmazlar ; oynanmakta olan bir piyese dahil
olmak ya da bu piyeste kalmak isterler sadece. Rol ise, tam
da bunun karşılığıdır ; amaç olarak verilen bir duruma ulaş­
manın bir yolu değildir. 2
Metodolojik bireyciliğe yöneltilen son eleştiri de şu olmuştur:
Bu paradigmanın betimlediği 'hesapçı birey', çoğu kez, cisim­
siz, birbirinin yerine koyulabilir, tarihsiz (terimin farklı anlam­
larıyla) bir bireydir; çünkü kişisel çıkarı adına hareket eden
herhangi bir birey de gene aynı şekilde davranacaktır. Diğer
bir deyişle, bu bireyci sosyolojinin paradoksu, tam da bireyleri
kendi aralarında farklılaştıran şeyi görmezden gelmesinde ya­
tar. Bu "öznesiz sosyoloji", 3 toplumsal bağlamı fazlasıyla ihmal
eder: Oysa bireyler, duruma göre farklı davranışları benimser­
ler, aynı duruma ilişkin algılarına göreyse daha da farklı hare­
ket ederler (Bu algılar, kişisel gidişatlara ve toplumsal özellik-

2 E. Gellner, "L'animal qui evite les gaffes ou un faisceau d'hypot­


heses", içinde, P. Birnbaum, J. Leca (yay. haz.), Sur l'individualisme,
Paris, Presses de la FNSP, 1986.
3 Bu nokta üzerine bkz. P. Favre, "Necessaire mais non suffisante. La
sociologie des 'effets pervers' de Raymond Boudon", RevueJrançaise
de science politique, 30 (6), 1980.
54 Sosyolojiye Giriş Dersleri

lere göre farklılaşabilir ve hatalı da olabilir). Diğer bir deyişle,


bireylerin çıkarlarına ilişkin tanımları, pratikte, kayda değer
ölçüde değişkenlik gösterir ki bu, herkesin uyduğu farz edilen
genel davranış varsayımlarının formülasyonunu özellikle has­
sas hale getirir.

11. Holizm
1. Holist yaklaşım, bireyci yaklaşımın tersidir.

§ Bu yaklaşımda, toplumsal fenomenin anlaşılması için, bü­


tünlüğü itibariyle düşünülen toplumdan yola çıkılır ve özel­
likle de, toplumun bireylerin davranışı üzerindeki zorlaması
analiz edilir.
Bu yöntem, Durkheim'ın öğütlediği ve yukarıda bahsedilen
(bkz. 1 . Bölüm) yöntemi hatırlatır. Durkheim, önkavramlar­
dan kopmanın, tam da bireyin eylemine atfettiği saikleri pa­
ranteze almaktan ibaret olduğunu düşünmüştür; çünkü birey,
eylemlerinin gerçek "motifleri"ni nadiren anlayabilecek du­
rumdadır. Böylece Durkheim, sosyolojinin şunu analiz etmesi
gerektiğini düşünmüştür: Bireye "doğal" gözüken düşünme ve
hareket etme biçimlerinin toplum tarafından nasıl aktarıldığı.
Les Formes ilementaires de la vie religieuse [Dini Hayatın İ lkel
Biçimleri] adlı eserinde (1912) dinle ve daha özel olarak ilkel
dinlerdeki kutsalla (özellikle de Avustralya'daki totemcilikle)
ilgilenen Durkheim, dinin bireyler arasındaki toplumsal iliş­
kilerin sıkılaştırılmasına çok katkıda bulunan kolektif boyu­
tunun, onun temel karakteristiklerinden biri olduğuna dikkat
çekmiştir. Diğer bir deyişle, din bir toplum meselesidir; çünkü
Durkheim' a göre "dini saikler, toplumsal ve ahlaki saiklerin
simgesel formundan başka bir şey değildirler." Böylece din, bir
topluluğun yaşamının merkezi bir boyutunu temsil ettiği gibi,
onu aşma eğilimindedir de.
Sosyolojik Gelenekler 55

Dini yaşam, tüm kolektif yaşamın en yüce formudur ve


kısa bir ifadesi gibidir. Dinin toplumda temel olan her şeyi
doğurmuş olmasının nedeni, dinin ruhunun toplum fikri
olmasıdır.
Dolayısıyla, kişisel zannettiğimiz eylemler ve düşünceler (ör­
neğin dua etmek) bize toplum tarafından önceden aktarılmış­
lardır.
§ Holist yaklaşım, Durkheim'ı takiben, Amerikan sosyolo­
jisinde özellikle önem arz eden işlevselci akım tarafından ge­
liştirilmiştir: Bu akımın başlıca temsilcileri, Weber'in analizle­
rini terkip ederek eyleme ilişkin genel bir teori formüle etmeye
çalışan Talcott Parsons (1902- 1 979) ile yeni bir işlevselcilik
yaklaşımı öneren Robert Merton'dır (1910-2003). İ şlevselci­
lik, ilk olarak antropolojide Malinowski tarafından kullanıl­
mıştır (tam işlevselcilik) . Bu yaklaşımda, toplum, her unsurun
genel dengede özellikle faydalı bir işlev ifa ettiği uyumlu bir
bütün olarak düşünülür. Diğer bir deyişle, muhtelif toplumsal
kurumlar (aile, din, devlet. . . ) ancak toplumsal düzene kendile­
rince katkıda bulundukları için mevcutturlar ve mevcut olmaya
devam ederler. Böylece farklı unsurlar, kendilerinden hareketle
ya da kendileri için değil de, "çevre"yle (yani tüm toplumsal
sistemle) ilişkilerinden yola çıkılarak incelenirler.
Bu bakışı biraz değiştiren Merton ise, nispi bir işlevselci­
lik öğütleyerek, bozukluk kavramını işlemiştir: Uyum her du­
rumda hakim olamaz ve bazı unsurlar, eylemleri yoluyla, top­
lumun dengesizliğinde pay sahibi olabilirler ve bazı hallerde,
onun dönüşümüne katkıda bulunabilirler. Merton, aynı işle­
vin, toplumsal bağlama göre farklı unsurlar tarafından yerine
getirilebileceği gerçeğinin dikkate alınmasını sağlayan işlevsel
denklik kavramını da ortaya atmıştır. Gene Merton, açık işlevi
(bir unsurun yerine getirdiği farz edilen işlevi) örtülü işlevden
(bir unsurun tüm sisteme fiili katkısından) ayırmış; Amerikan
siyasal mekanizmasındaki boss tipini [patronu] buna örnek ola-
56 Sosyolojiye Giriş Dersleri

rak vermiştir. Bosstın siyasal pratikleri ahlak adına herkesçe kı­


nanmasına rağmen (çünkü boss, seçim kampanyalarını finanse
etmek için haraç toplayan biridir), bossun mevcudiyeti ancak
sistemin yetersizlikleriyle anlaşılabilirdi. Bossun ifşa ettiği şey
de zaten bu yetersizliklerdi.
Resmi yapının işlevsel yetersizlikleri, ihtiyaçların daha et­
kili bir şekilde karşılanmasına dönük (gayriresmi) bir yedek
yapı doğurur.4
Böylece Merton, bossun en yoksun durumdakilerin kaygılarını
üstlendiğini ve onlar için bir aracı rolü oynadığını göstermişti.
Boss, işadamlarına yardım da sağlıyordu ("rüşvet" karşılığında
alınan muhtelif izinler) . Nihayet boss, belli boyutta bir kitlenin
karlı bir faaliyette bulunmasını da sağlıyor (uyuşturucu ticareti,
silah ticareti . . . ) ve o kitlenin yükselmesine doğrudan katkıda
bulunuyordu. Merton'ın analizi, boss övgüsü yapmayı hedefle­
miyordu; itibarsız olmasına rağmen mevcudiyetini sürdüren
bir kurumun devamlılığı üzerine gerçekçi bir şekilde kafa yor­
ma meziyetine sahipti sadece. Ö yleyse bu kurumun uzun öm­
rü, ancak kullanımları yoluyla anlaşılabilirdi: Bazı gruplar ona
yatırım yapıyor, onda kendilerini buluyor ve ona hususi top­
lumsal işlevler veriyorlardı.

2. İşlevselci analize de pek çok noktada itiraz edilmiştir.


İ şleve tanınan öncelik, açıklamayı bir çıkmaza götürme riski
içerir. Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları'nda bunun altı­
nı çizmiştir.
Öyleyse, toplumsal bir olgunun açıklanmasına girişildiğin­
de, onu üreten etkin neden ile onun ifa ettiği işlev ayrı ayrı
ele alınmalıdır.

4Robert K. Merton, Elements de thiorie et de mithode sociologique


(1953), Paris, Plon, 1965.
Sosyolojik Gelenekler 57

İ şlevsel yaklaşım, bazen tamamen totolojik gözükebilir: Eğer


bir kurum mevcutsa, gerekli olduğu içindir! Dahası bu yöntem,
sistemin unsurunu asla içeriden görememe kusuru taşır; çünkü
bu unsurların her biri basit bir "kara kutu"ya indirgenmiş olur:
Bu yaklaşıma göre bir siyasal parti, yurttaşların tercihlerini bir
araya getirir, liderler devşirir, programlar oluşturur, hükümeti
kontrol eder. . . Ö yleyse bu, bütün siyasal partilerin aynı şekilde
"işlev gördükleri" anlamına mı gelir? Bir kurumun ifa ettiği
farz edilen işlevleri saymak, bazı hallerde, bir olgunun anlaşıl­
ması için bir engel bile oluşturabilir; çünkü bu, aslında onun
mevcudiyetine katkıda bulunan fiili toplumsal ilişkilerden
uzaklaşmaya götürür.
Ö yleyse bu yaklaşım, 'nesnelci' olarak nitelendirilebilir: Bi­
reylerin nasıl hareket ettikleriyle (Weber'in dediği gibi, eylem­
lerine atfettikleri anlamla) ya da onların ürettiği toplumsal et­
kilerle (Bir siyasal partide lider otoritesini nasıl uygular, üstün­
lüğünü devam ettirmek için sahip olduğu kaynaklar nelerdir? . . )
ilgilenmez. İ şlevselcilikte tek bir açıklama vardır ve bu açıkla­
ma, çoğu kez farklı mantıklara tabi bir davranışlar bütününü
a posteriori kuşatır. Aynı örnekten gidecek olursak, bir Fransız
siyasal partisi ile Çin'deki Komünist Parti'nin "işlevler"ini ger­
çekten karşılaştırmak mümkün müdür?
İ şlevsel analiz, toplumdaki bireylerin davranışlarına aşırı bir
"mesafe"yle yaklaşma dezavantajına da sahiptir ve bir toplu­
mun yalnızca genel bir düzeyde düşünülen sürekliliğini olduk­
ça abartma eğilimindedir.

111. Bireycilik / Holizm Zıtlığını Aşmak (mı)?


1. Metodolojik bireycilik I holizm zıtlığı, sosyal bilimlerde
çoğu kez "zorlama" görünür.
Bu klasik zıtlık, bir geleneğin kurucuları oldukları varsayılan
yazarlara bakıldığında her zaman haklılaşmaz. Gerçekten de,
hemen fark edilir ki, Max Weber toplumsal yapılara, bu yapıla-
58 Sosyolojiye Giriş Dersleri

rın bireylerin temsillerini ve eylemlerini nasıl etkilediğine dik­


kat kesilmişken, E mile Durkheim da, asla bir "veri" olmayan
toplumsal gerçekliğin bireysel bilinçlerde "vücut bulma" süreç­
lerini görmezden gelmemiştir. Bu yöntem tartışması, daha az
bilimsel ve daha siyasal olan başka bir tartışmayı da çoğu kez
gizler: 'birey' ile 'toplum' arasındaki klasik zıtlığı. Böylece bazı
siyasal gelenekler bireye öncelik atfederken (örneğin libera­
lizm) bazıları ise grubun üstünlüğünde ısrarcıdırlar (örneğin
sosyalizm) . Metodolojik kuralların ifadesi, böylece bazen başka
tür ilkelerin esiri gözükür.
§ Alınan sosyolog Norbert Elias (1897-1990), L a Societe
des individus [Bireylerin Toplumu] adlı eserinin (1987) başlı­
ğının da zaten işaret ettiği gibi, bu zıtlığın yapaylığını göster­
miştir. Elias, bu "tartışma''nın tarihini ortaya koymaya çalışmış
ve bu tartışmanın, 17. yüzyıldan itibaren Batı düşüncesinde
toplumdan ayrı bir "birey"in ortaya çıkışından sonra mümkün
hale geldiğini göstermiştir. Filozof Descartes ve onun "Dü­
şünüyorum, öyleyse varım" iddiası, bireyciliğin sürekli artışıyla
damgalanan hususi bir medeniyet süreci evresinin göstergesiy­
di. Ö rneğin, feodal dönemde, bugünkü anlamıyla 'birey' kavra­
mı hala mevcut değildi: Gerçekten de 'birey', hala ait olduğu
gruplar üzerinden algılanıyordu. Bireyin basitçe bir soyun, kla­
nın ya da kabilenin üyesi olmaya indirgendiği ilkel toplumlar­
da bu olgu daha da belirgindi.
Elias' a göre, sosyolojik düşünce klasik felsefe kategorilerinin
kabulünün kurbanı oluyordu ve bunun sorumlusu da sosyolojik
düşüncenin kendisiydi; tarihsel temelleri de yeterince sorgu­
lanmayan bir düşünceydi bu.
Toplumları kendi hususiyetlerine ve kendi gelişimlerine
sahip bireylerden oluşan kümeler ya da yığınlar gibi kav­
rayanlara, yani sadece bireysel niyet ve eylemlerin sonucu
olarak kavrayanlara daha yakın durabiliriz. Ya da, toplum­
ları, toplumsal süreçleri birçok yönleri itibariyle kavrayan­
lara, yani bir bakıma, onları oluşturan ve onlardan ayrı olan
Sosyolojik Gelenekler 59

bireyler dışında az çok mevcutlarmış gibi kavrayanlara


daha yakın durabiliriz. 5
Bu alternatif duruşlar, sosyolojiyi aynı çıkmaza götüren duruş­
lardır; çünkü her ikisi de toplumsal gerçekliğin temel boyutla­
rını görmezden gelme eğilimindedir (bazen bireye, bazen de
topluma vurgu yaparak) . Toplum hususi bir mevcudiyete sahip
değilse (esas itibariyle 'bireylerin gruplaşması'ndan ibaretse)
eğer, birey de ancak onu benzerlerine bağlayan ilişkilerden yola
çıkılarak kavranabilir, yalıtılmış bir birim olarak değil (Elias
bu yalıtılmış birime homo clausus der) . Böylece Elias, Bireylerin
Toplumu'nda 'bale topluluğu' örneğini ele almıştır:
Bu dansa katılan her bireyi ayrı ayrı düşünürsek eğer, onun
hareketlerinin işlevini anlayamayız. Bireyin hareket şekli,
dansçılar arasındaki ilişkiler tarafından belirlenir. Genel
olarak bireyin davranışı için de aynısı geçerlidir.
§ Elias, bireyleri kendi aralarında bağlayan ilişkilerin iç içe ge­
çişlerini kavramak için 'konfigürasyon' kavramını üretmiştir.
Bu kavram, küçük ölçekte (bir derslikte, bir ailede) olduğu ka­
dar büyük ölçekte de (kral ile maiyeti arasındaki ya da ulusla­
rarası planda, devletler arasındaki) karşılıklı bağımlılık durum­
larının kavranmasını sağlar. Bu perspektifi cazip kılan önemli
noktalardan biri, bireyler arasındaki somut ilişkilerin yanı sıra
onların etkilerini de dikkate almasıdır (özellikle de, bireylerin
eylemi üzerinde ağırlığını hissettiren fiili: sınırlamaları) . Do­
layısıyla, birey tamamen "belirlenmiş" olmadığı .gibi, keyfine
göre hareket etmekte "özgür" de değildir; başkalarıyla birlikte
dahil olduğu bir "oyun''da belli bir manevra payına sahiptir.
'Oyun' da, 'oyuncular' da soyutlama değildir. Bir masa etra­
fında oturan dört oyuncunun oluşturduğu 'konfigürasyon'
için de aynısı geçerlidir. 'Somut' teriminin bir anlamı varsa
eğer, bu oyuncuların oluşturduğu konfıgürasyonun, keza

5 N. Elias, Engagement et distanciation (1983), Paris, Fayard, 1993.


60 Sosyolojiye Giriş Dersleri

oyuncuların kendilerinin de, somut oldukları söylenebilir.


'Konfigürasyon'dan anlaşılması gereken şey, oyuncuların
oluşturduğu sürekli değişen figürdür; bu, onların zihinle­
rinin yanı sıra, tüm kişiliklerini, eylemlerini ve karşılıklı
ilişkilerini de kapsar. Görebileceğimiz gibi, bu konfigüras­
yon bir dizi gerilim oluşturur. Hususi bir konfıgürasyonun
mevcudiyetinin gerekli şartı olan 'oyuncuların karşılıklı ba­
ğımlılığı', hem müttefik hem de rakip oyuncular olarak bir
karşılıklı bağımlılıktır. 6

2. "İlişkisel" teoriler, birey/toplum ilişkilerinin yeniden dü­


şünülmesini hedefleyen teorilerdir.
" İ liş kisel" b ir yaklaşımın b enimsenmesi, to plumsal gerçe kliğin
b ir gidiş- geliş h are keti çerçevesin de nasıl tesis o lunduğuna
özellikle dikkat e dil mesini sağlar. B u gidiş- geliş h are keti, her­
kese kendini d ayatan nesnel b ir o lgu o lduğu kad ar, b ireysel b i­
linç lerde te drici b ir içselleştirme yoluyla cereyan e den b ir h a­
rekettir de.
§ Bir dizi "şey"in {'devlet', 'işçi sınıfı', 'aile' gibi şeylerin) bi­
reye "doğal" gözükmesine götüren süreç, 'toplumsal nesneleş­
me' olarak adlandırılır. B ir fe nomenler bütünü " katılaşır " ve
sürecin sonund a, onu cisimleştiren b ireylerin dışında ken dine
özgü bir mevcudiyete kavuşur. Ö rneğin, zihinlerde olduğu ka­
dar "nesnel " top lumsal gerçe kli k o l arak d a "mevcut olan" dev­
lette (bkz. 2. B ölüm, 5. Kısım ) durum b u dur: İ şte bu ne denl e
devlet, onun adına konuşan ve h are ket e den faillerin somut
faaliyetinden ibaret o lmayan b ir toplumsal i ktidara sahip tir.
B öylece, toplumsal gerçe klik iki düzeyde de mevcuttur: nesne­
leşmiş gerçe klik ( T arih herkese kendini dayatan bir gerçeklik
üretir) ve içselleştirilmiş gerçe kli k o l arak ( T arih b ireylerin ken­
dine özgü toplumsal karakteristiklerine göre onl ar tarafı n dan
içselleştirilir) .

6 N. Elias, Qu'est-ce que la sociologie? (1970), Paris, Pandora, 1981.


Sosyolojik Gelenekler 61

Bütün tarihsel eylem, tarihin (ya da toplumsalın) iki hali­


ni yan yana getirir: nesneleştirilmiş durumdaki tarih, yani
şeylerde, makinelerde, binalarda, anıtlarda, kitaplarda, teo­
rilerde, geleneklerde, hukukta zamanla biriken tarih; ve
içselleştirilmiş durumdaki tarih, yani habitus haline gelen
tarih.7
Böylece, toplumsal gerçeklik iki boyuta sahiptir: Toplumsal
gerçeklik, özerk bir "mevcudiyet" kazanan nesnelerde somut­
laştığı gibi, gerçekliğe ilişkin hususi "görme"biçimlerini içsel­
leştiren ve böylece gerçekliğin yeniden üretimine katkıda bu­
lunan zihinlerde de somutlaşır. Britanyalı sosyolog Anthony
Giddens, toplumsal gerçekliğin kendini bireye doğduğu anda
dayattığını (dil, nezaket kuralları . . . bireye ataları tarafından ak­
tarılır) göstermek için yapısalın ikiliği ifadesini kullanmıştır;
ama birey de, başkalarının beklentilerine uygun hareket ederek
onun devamına katkıda bulunur.
§ Etkileşimci bütün sosyologlar gibi Erving Goffman da,
bireyler arasında tesis edilen "yüz yüze" ilişkileri vurgulamış­
tır; hiçbir katılımcının rezil olmaması için etkileşimin düzgün
bir şekilde cereyan etmesini sağlamaya dönük ve düzenin ko­
runmasına da kendilerince katkıda bulunan ilişkilerdir bun­
lar. Böylece Goffman, bireylerin birbirleriyle ilişkiye girdikleri
etkileşim törenlerini incelemiştir: İ lişkiye girilen kişinin top­
lumsal kimliğinin, kodifıye edilmiş bir dizi kurala (nezakete,
zarafete) riayet edilerek korunmasıyla ilgili törenlerdir bunlar.
Erişim ritüelleri, başkasına yaklaşma biçimlerini düzenler ve
kişinin kendi bölgesini koruma kaygısını ortaya koyar (''Beni ba­
ğışlayınız, ama. . . )
" .

7 P. Bourdieu, "Le mort saisit le vif. Les relations entre l'histoire rei­
fıee et l'histoire incorporee",Actes de la recherche en sciences sociales, sayı
32/33, 1980. Habitus, şöyle tanımlanabilir: Toplumsal faili kendine
özgü eylemlerde bulunmaya götüren, toplumsal gerçekliğe ilişkin bir
algı ve takdir ilkeleri bütünü (bkz. 2. Bölüm, 2. Kısım) .
62 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Teyit ritüelleri, aktörlerin kimliğini güvence altına alır (bir


misafire, onu saygın bir yere oturtarak hürmet göstermek}.
Onarma ritüelleri ise, etkileşimin neticelenmesine tehdit oluş­
turan bir gafyapıldığında ortaya çıkan ritüellerdir (kaba bir soru
sorulduğunda özür dilemek, yüzü kızarmak. . . ).
Böylece, bireylerin dahil oldukları toplumsal ilişkiler, herke­
sin "oyunu düzgün oynadığı"nı kanıtlayan bir dizi örtük top­
lumsal kurala riayet edilmesini gerektirirler. Ö yle olmadığında,
birey muhtelif yaptırımlarla karşılaşır ve bu yaptırımlardan ba­
zıları ağır gözükebilir - örneğin, 'bir toplumsal gruptan dışlan­
ma' yaptırımında olduğu gibi (bkz. 2. Bölüm, 3. Kısım).
Dolayısıyla, toplumsal örgütlenme bireylere kendini "me­
kanik bir şekilde" ve "dışarıdan" dayatmaz; çünkü bireyler de,
kendilerince ve çoğu kez buna pek dikkat de etmeden, onun
devamına katkıda bulunurlar (onları ilişkiye sokan etkileşimler
bütünü yoluyla) .
Bölüm 2

Sosyolojinin Bazı Ana Temaları


Kısım 1
KÜLTÜR:
BİZİ H AREKET ETTİREN ŞEYİ ANL AM AK

1. Kültürü Tanımlamak
1. Sosyal bilimlerde 'kültür' kavramı, günlük anlamından
farklı bir anlama sahiptir.
§ İlk olarak antropolojide kullanılan 'kültür' terimi, 'bir top­
luma özgü inançlar, gelenekler, düşünme ve hareket etme bi­
çimleri bütünü' nü belirtir. Böylece her toplum, etnoloğun keş­
fetmekle görevli olduğu bir kültüre sahiptir. Ö nceki sayfalarda
(bkz. 1 . Bölüm, 2. Kısım) incelenirken kısaca bahsedilen bu
girişimin boyutunun genişliği, bireylerin eylemlerine atfettik­
leri anlamı kavrama girişiminde yatar. İ ster Amazon bölgesi
olsun ister Fransa'nın Bearnais ilinde bir köy olsun, bilinme­
yen topraklara giden yolda etnoloğu bekleyen başlıca tehlike
etnomerkezciliktir, yani başkalarını değerlendirirken kendi
değerlerini referans almaktır; gözlemcinin toplumunun "üs­
tünlüğü" adına, kültürel farklılıkları inkar etmesidir bu. Fransız
antropolog Claude Levi-Strauss (1908-2009), Race et Histoire
66 Sosyolojiye Giriş Dersleri

[Irk ve Tarih] adlı eserinde (1952), "Kendi normumuza uyma­


yan her şeyi kültürün dışına, doğaya göndermek''ten ibaret olan
bu tavrın sürekliliğini ortaya koymuştur. Böylece, geleneksel
toplumlarda insanlık, kabilenin sınırlarından ibaret olabilir:
Onulmaz bir biçimde "vahşiler"e benzetilen "başkaları", insan
olma vasıflarını kaybederler ve bu itibarla, alçaltıcı muamelele­
re konu olabilirler. Etnomerkezcilik, en aşırı formuna bürün­
düğünde, ırkçılığa, yani "etnisiteler" ya da "ırklar" arasında bir
hiyerarşinin mevcut olduğu inancına götürür.
• Etnolog bu tip "inanç"tan genelde korunmuş olsa da, etno­
merkezcilik, her zaman için onun incelemesinde sinsice karşı­
mıza çıkabilir. Bizim olmayan bir toplumda bulunduğumuz
sırada verdiğimiz "doğal" refleks, kendi nirengi noktalarımıza
dayanmaktır; ve bu da, incelenen toplumun hususiyetlerinin
görmezden gelinmesine yol açabilir. Etnolog ya da sosyolog
(bu bakımdan tamamen aynı durumdadırlar), bilmediği ve do­
layısıyla "tuhaf"ın bütün karakteristiklerine sahip olan olgula­
rın mantığını anlama çabası göstermelidir. Bu tecrübe bir kez
edinildiğinde, etnolog/sosyolog kendi kültürünü sorgulama
imkanına kavuşur: Bu sayede, "doğal" zannettiği şeyin (bir ta­
nıdıkla tokalaşmanın, yas döneminde siyah giymenin, arabayı
sağdan sürmenin vb.) aslında kültürel alanla ilgili olduğunu,
yani belli bir toplumda kazanılan ve aktarılan bir gelenekler
bütünüyle ilgili olduğunu anlayabilir. Böylece Norbert Elias,
La civilisation des ma!urs [Uygarlık Süreci] adlı eserinde (1939),
bugün bize çok tanıdık geldiği için kökenlerini sorgulamanın
pek aklımıza gelmeyeceği bir toplumsal pratik durumundaki
'çatal kullanımı'nın genelleşmesinin, Batı medeniyeti sürecinin
dönüşümleriyle ilgili olduğunu söylemiştir; bu uygarlık süreci­
nin temel sonuçları, bireylerin giderek daha çok sayıda toplum­
sal normu kalıcı bir şekilde içselleştirmeleri ve toplum halinde
yaşamanın kurallarının giderek sistemleşmesi olmuştur.
Kültür 67

Öyleyse, neden bir çatal olmalıdır? T abağımızdaki yeme­


ği elle yemek neden 'barbarca'dır ve 'pek medeni değil'dir?
Çünkü ellerimizi kirlettiğimizde ya da en azından kendi­
mizi toplum içerisinde pis veya kirli ellerle hayal ettiğimiz­
de bir huzursuzluk hissederiz. Hastalık bulaşma ihtimali­
nin, yani 'rasyonel motivasyon'un yemeği elle yeme yasağıy­
la pek ilgisi yoktur.
§ Dolayısıyla, kültürel normlar, her toplumda tarihsel bağla­
ma göre değişen normlardır: İ nsanların masada düzenli olarak
çatal kullanmaya alışmaları için, önce hassasiyetlerde (ya da
Elias'ın ifadesiyle "itkisel ve duygusal ekonomi"de) bir değişik­
lik yaşanması gerekmiştir. 'Masaya canlı hayvan getirme' gibi
diğer yemek pratikleri artık "barbarca" görülmektedirler; çün­
kü bu pratikler, uygarlık sürecinin mevcut durumuyla uyumlu
değildirler.
• Bu örnek, kültürel normların ve pratiklerin evrensel ol­
maktan uzak olduklarını, kendine özgü ve değişime tabi ol­
duklarım göstermektedir. "Kültürel rölativizm"le tanışmak,
değişmez zannettiğimiz normların da tekillikleriyle bazen şa­
şırtabileceklerinin fark edilmesini sağlar (Montesquieu, biraz
ironiyle, "Nasıl Pers olunabilir?" diye yazmıştı): Bu yaklaşım,
başkasının kültürüne erişmeyi sağlayan bir yoldur. Kişi ken­
di kültürünü bir değerler standardı olarak görmediğinde, bir
karşılaştırma unsuru olarak gördüğünde, bu kültür bir engel
oluşturmaz: Böylece "başkaları"nın pratikleri, etnoloğun top­
lumunun pratikleriyle bir kez karşılaştırıldıklarında ve ilişki­
lendirildiklerinde, açığa kavuşturulabilir.

2. "Başkaları"nın kültürü kendine özgü bir mantığa sahiptir.


§ İlkel toplumlarda mübadelelere hakim olan saikler, Batılı
gözlemciyi bazen şaşırtabilmiştir. Toplumumuzdaki mal ya da
hizmet mübadeleleri esas itibariyle ticaridir ve genelde parasal
bir işleme neden olur. Bununla birlikte etnologlar, ticari müba-
68 Sosyolojiye Giriş Dersleri

delenin, mübadele biçimlerinden sadece biri olduğunu göster­


mişlerdir; bu mübadele biçiminin kendini kabul ettirmesi, eko­
nominin diğer toplumsal faaliyetlerden ayrı ve özerk bir faali­
yet alanı haline gelişinden itibaren olmuştur: Ö nce İ ngiltere'de
ardından da bütün Batı'da ancak 19. yüzyıldan itibaren kendini
gerçekten kabul ettiren bu olgu, antropolog Karl Polanyi'nin
(1 886-1 964) 'toplumsalın ekonomik alanının kopuşu' olarak
adlandırdığı şeydi. Durkheim'ın yeğeni Fransız etnolog Mar­
cel Mauss (1872-1950) ise, Essai sur le don [Armağan Üzerine
Deneme] adlı eserinde, Polinezya kabilelerindeki mübadelele­
rin anlamıyla ilgilenmişti. Bu mübadelelerin birincil hususiye­
ti, kişileri değil de toplumsal grupları ilişkiye sokmasıydı.
İlkin, karşılıklı yükümlülük altına giren, mübadelede bulu­
nan, borçlananlar, bireyler değil topluluklardı; sözleşenler
tüzel kişilerdi: tam da sahada yüzleşen gruplar halinde ya
da şefi.eri yoluyla yahut da aynı anda her iki şekilde, yüz
yüze ve karşı karşıya gelen klanlar, kabileler, aileler.
Malların mübadelesi, kolektif boyutuna ek olarak, genelde
karşılıksız gerçekleşiyordu: Yani bir 'armağan' söz konusuydu.
Böylece Mauss, bu seremoniye bir ritüelin hakim olduğuna ve
bu ritüelin de üç kez gerçekleştirildiğine dikkat çekmişti; ar­
mağana karşı armağan mekanizmasından kaynaklanan üç yü­
kümlülük vardı.
Verme yükümlülüğü {bir armağan verme, nezaket gösterme,
kutlamada bulunma. . .), komşu bir kabileye saygının ya da düşman
olunmadığının bir göstergesiydi.
Kabul etme yükümlülüğüne uyulmalıydı; çünkü, bir ret, hakaret
olarak algılanacak ve otomatik olarak misillemelere yol açacaktı.
Nihayet, armağana karşılık vermek, ''rezil olmama''yı sağlıyor­
du ve en azından alınmış olanın dengi bir şeyin (genelde daha
fazlasının) verilmesini gerektiriyordu.
Ö yleyse, bir şeyleri en ufak bir maliyet olmadan elde etmek
söz konusu olduğu için piyasa ekonomisi bakımından pek "ras-
Kültür 69

yonel" gözükmeyen bu mübadele pratiklerinin anlamı neydi?


Üstelik, hep daha fazlasını vermek için kabileler arasında ger­
çek bir yarış da söz konusuydu.
Bu ilkel toplumları mantıktan yoksun toplumlar olarak
görmeyen Mauss, bu mübadele mekanizmalarında neyin söz
konusu olduğunu anlamaya çalışmış ve armağanın, aslında bir
kabile ya da şef için, prestij (yani diğer kabileler üzerinde ikti­
dar) elde etmenin bir yolu olduğunu fark etmişti.
Bir şefin bireysel prestijinin ve klanın prestijinin vermey­
le ve kabul edilen armağanlara fazlasıyla karşılık vermeye
özen göstermeyle, en çok ilişkili olduğu yer burasıydı; yü­
kümlü kılmış olanları yükümlülere dönüştüren şekilde ya­
pılıyordu bu ( . . . ) Mesele, kimin en zengin ve de en çılgınca
harcayan olacağıydı. 1
Dolayısıyla, arkaik toplumda armağandan daha mantıklı bir şey
yoktur; çünkü bu tür bir toplumda, onur kuralları çerçevesinde,
armağan toplumsal gücün esas temelidir. Ama mübadelelerin
simgesel boyutunun açık bir arkaizm göstergesi olduğu ve top­
lumlarımızda artık mevcut olmayacağı da düşünülmemelidir.
Ö rneğin, davetli olunan bir akşam yemeğine bir buket çiçekle
gitmek, pek çok mübadelenin (doğum günü armağanlarının,
telefon mesajlarının) karşılıklılık üzerinden işlediğinin not
edilmesi için yeterlidir; bu çiçek buketi, her davette hep aynı
olsa da, mutlaka ev sahibinin hoşuna gidecek ve onun teşekkür
etmesini sağlayacaktır. Alınan ve verilen armağan arasında ge­
çen zaman çoğu kez katılımcılara karşılıklılığın hiç olmadığı
yanılsamasını verse de, bu böyledir (zaten bu pratiklerin başa­
rısına katkıda bulunan şeylerden biri de bu yanılsamadır) .

1 M. Mauss, Sociologie et anthropologie, Paris, PUF, 1950.


70 Sosyolojiye Giriş Dersleri

i l . Tek Bir Kültür mü, Kültürler mi?


1. 'Kültür' kavramı, sosyolojide farklı düzeylerde kullanıla­
bilir.
§ Genelde 'kültürcü' olarak nitelendirilen geleneksel yakla­
şım, antropolojiden kaynaklanır ve kültürü 'belli bir toplumun
uyumlu ve karakteristik toplumsal temsillerinden ve pratikle­
rinden oluşan bir bütün' olarak düşünür. Ö zellikle Amerika­
lı sosyolog Ralph Linton (1 893-1953) ve psikanalist Abram
Kardiner (1891-1981) tarafından geliştirilen bu kapsayıcı yak­
laşım, her kültürel sistemin kendine özgü özellikleri üzerinde
ısrar eder. Böylece her kültürde, bireylere toplumun kültürel
normlarını ve değerlerini aşılamaktan sorumlu muhtelif ma­
kamların (aile, klan . . . gibi) ürünü olan bir 'temel şahsiyet' mev­
cuttur. Kültürün ağırlığı toplumsal yaşamın farklı alanlarında
(dinde, sanatta, ekonomide . . . ) kendini ortaya koyar. Dolayısıy­
la kültürcü yaklaşım, her toplumu karakterize eden kültürel
homojenliğe vurgu yapar.
• Ama bu yaklaşım, bazı haklı eleştirilere de konu olmuştur:
Bu teoride kültür, bütün toplumsal davranışları açıklayabilecek
değişmez bir "blok" olarak düşünülür. Diğer bir deyişle, bu te­
orinin yol açtığı "aşırı" kültürel rölativizm (her kültür, onu di­
ğerinden sürekli ayıran hususiyetlere sahip olacaktır), karşılaş­
tırma için bir engel oluşturabilir: Bir kültürel koddan diğerine
düzenlilikler gözlemlenemez midir? Dahası, bir toplumun
kültürel birliği net bir biçimde abartılır; pek farklılaşmamış
toplumların (örneğin geleneksel toplumların) kültürel birliği
abartıldığı gibi, modern toplumların kültürel birliği haydi hay­
di abartılır. Ama aslında, aynı toplum içerisinde, bu toplumsal
yapıyı oluşturan muhtelif gruplara gönderme yapan muhtelif
kültürel kodlar olabilir.
§ Bireylerin, eylemlerine verdikleri somut anlamlara daha
dikkat kesilen bir yaklaşım ise, Max Weber'in izinden giden
Clifford Geertz tarafından önerilmiştir: Bu durumda kültür,
Kültür 71

bir "bütün" oluşturan toplumsal pratikler ve inançlar olarak


kavranmaz; daha ziyade, insanların birbirlerini anlamalarını ve
kendi aralarında iletişim kurmalarını sağlayan bir kod olarak
kavranır.
M. Weber gibi, insanın kendi dokuduğu tablolarda asılı
kalmış bir canlı olduğuna inanarak kültürü bu tablolar ola­
rak görüyorum; ve kültür analizini, yasa arayışına dönük
deneysel bir bilim olarak değil de, anlam arayışına dönük
yorumlayıcı bir bilim olarak görüyorum.
Bireylerin aynı kültürü paylaştıklarını söylemek, onların aynı
şekilde hareket edecekleri anlamına gelmez; çünkü kültür bir
kod ise de, kaçınılmaz olarak farklı kullanımlara konu olur. Ö y­
leyse etnolog, bir kültürün karakteristiklerini ortaya çıkarmak­
la yetinemez; Geertz'ün ifadesiyle, yerlilerin kültürel kodlarını
nasıl güncellediklerini ve onu nasıl dönüştürdüklerini kavra­
mak için, "onların gözünden bir okuma yapma"ya çalışmalıdır.
Kültürün kuşaktan kuşağa ak.tarımının pek sorun oluşturmadı­
ğını düşünen kültürcü yaklaşımın aksine, Levi-Strauss'un for­
mülünü kullanarak., kültürün esasen bir "brikolaj"dan kaynak­
landığını kabul edebiliriz: Her kültür, birçok kullanımla yeni­
den oluşur, dönüşür, hatta deforme olur. Dolayısıyla, kültürün
bir 'anlam deposu' gibi düşünülmesi iyi olur; çünkü kültür, bir
toplumsal evrende, bazı eylemleri mümkün kılıp bazı eylemle­
ri yasaklasa da, davranışları asla tamamen belirlemez. Böylece
kültür, "eylem halinde" (yani bireylerin eylemlerinden ve kül­
türü kullanımlarından yola çıkılarak) gözlemlenebilir, sadece
metinlerden yola çıkılarak değil. Çünkü bu metinler muhtelif
şekillerde kavranabilirler: Ö rneğin, dini metinler, muhtelif yo­
rumlarına dair bir şey söylemedikleri gibi, bağlama göre dik­
kate değer ölçüde değişebilecek somut kullanımlarına dair de
bir şey söylemezler. 2

2 Bkz. Jean-François Bayart, L 1llusio n identitaire, Paris, Fayard, 1996.


72 Sosyolojiye Giriş Dersleri

2. Kültürel evren, kültürcü yaklaşımın ileri sürdüğünden


çok daha az homojendir.
§ Kültürler, birbirleri karşısında kapalı değildirler: Bir grubun
ya da bireyin farklı bir kültüre entegrasyonu (örneğin, göçmen­
lik nedeniyle3) anlamına gelen kültürel intibak süreci, hem bu
grubun ya da bireyin asıl kültürü üzerinde (göçmenler ve "ana­
vatan"daki nüfus arasında devam eden ilişkiler yoluyla "yeni
unsurlar"ın ithal edilmesi, bu kültürü dönüştürür) hem de "ev
sahibi" kültür üzerinde (yemek, giyim gibi alanlardaki bazı pra­
tikler, göçmenler tarafından giderek benimsetilir) bir dizi et­
kiye yol açar.
Durkheim'ın "bir toplumdaki bireylerin ekseriyetinin pay­
laştığı hisler ve inançlar bütünü" olarak tanımladığı kolektif
bilinç işbölümü sürecini takiben zayıflamaya meylettiğinde,
kültürel referanslar da çeşitlenmeye meyleder. Bir toplumun
kültürel normları net bir biçimde değişkenlik gösterir ve bazen
bir toplumsal gruptan diğerine karşıtlık gösterebilir: Böylece
toplum içerisindeki belli bir grubun toplumsal pratiklerini ve
değerlerini ifade etmek için altkültürden bahsedilirken, hakim
kültüre karşı olan ve yeni kültürel normların tesisini talep eden
gruplar söz konusu olduğunda karşıkültürden bahsedilir.
§ Kültürel normlar, bir toplumsal çevreden diğerine de çok
farklılık gösterirler. "Halk sofrası"nın düzeni ile "burjuvazi
sofrası"nın düzenini karşı karşıya koyan Pierre Bourdieu'nün,
La Distinction [Ayırım] adlı eserinde (1979) altını çizdiği gibi:
Halk sınıfları "açıksözlülük''e referansla karakterize olurken
(Bourdieu bunu "açık yeme" olarak adlandırır), üst kesimler
"kitabına uygun'' yemeyi bir onur meselesi yaparlar. Bu karşıt­
lık basit bir ayrıntı değildir; aslında tamamen ayrı iki dünya
vizyonuna gönderme yapar.

3 Abdelmalek Sayad, L'Immigration ou !esparadoxes de l'altiriti, Paris,


Seuil, 2006.
Kültür 73

Halk sofrasındaki yemek, bedenden kaynaklanan ve kuv­


vet veren besleyiciliği itibariyle talep edilir (ki bu da ağır,
yağlı ve kuvvetli gıdalara ayrıcalık tanıma eğilimindedir ve
bunun örneği de taze, hafif ve tatsız balığın antitezi duru­
mundaki yağlı ve tuzlu domuzdur); burjuva sofrasında ise,
şekle (örneğin bedenin şekline) ve şekillere verilen öncelik,
kuvvet arayışının ve maddi kaygının ikinci plana atılmasına
ve kendi kendine koyulan bir kurala tabi olmanın gerçek
özgürlük olarak görülmesine götürür.
Pierre Bourdieu'ye göre, halkın yaşam tarzının temel karakte­
ristiklerinden biri, "mecburi olanı gönüllü olarak yapmak''tır;
yani diğer toplumsal çevrelerden farklı olarak, her tür "iddia" -
dan basitlik adına vazgeçmektir ve bu, besinlerin tüketiminde
olduğu kadar, örneğin kültürel tüketimde de kendini belli eder.
Ö yleyse halk sınıfları kendilerini "dolaylı olarak'', yani sahip ol­
madıkları "beğeni"ye referansla, dolayısıyla burjuva beğenisine
referansla tanımlayan sınıflardır. Böylece halk kültürü, hakim
olunan bir kültürdür; çünkü toplumsal olarak asla kendin.de
ve kendi için düşünülmez. Halk kültürü, hep meşru kültüre
{hakim kategorilerin paylaştığı kültüre) nazaran düşünülür; ve
böylece meşru kültür, toplumsal grupların değerlendirilmesin­
de kullanılan kültürel normları tanımlama ayrıcalığına sahip
olur: Klasik müzik cazdan daha "meşru" iken, caz da rock mü­
zikten daha "meşru", rock da rap müzikten daha meşrudur. . .
Pierre Bourdieu'nün analizi, "beğeni" meselelerinin tama­
men toplumsal meseleler olduklarını ortaya koyma meziyetine
sahiptir; çünkü kişisel hükümler gibi gözüken şeyler ("Klasik
tiyatroyu severim ama varyetelerden nefret ederim") aslında top­
lumsal hükümlerdir; yani hususi bir kültürü (hakim kategorile­
rin kültürünü) üstün bir toplumsal norm haline getiren bir kül­
türel keyfiliğin dayatılması söz konusudur. Okulda tarafsızlık
kisvesi altında aktarılan kültürel normlar {düzgün bir şekilde
yazmak, disiplinli olmak. . . ), meşru kültüre yakınlıkları yoluyla,
halk kategorilerine karşı bir kültürel hakimiyet dayatır; eğitim
74 Sosyolojiye Giriş Dersleri

sisteminden ekseriyetle dışlanmış durumdaki halk kategorileri,


okulun duvarları arasında, onları meşru beğeniden ayıran me­
safenin kısmen de olsa farkına varırlar.
• Bununla birlikte, Britanyalı sosyolog Richard Hoggart, La
Culture dupauvre [Yoksulun Kültürü] adlı eserinde (1957), İ n­
giliz işçi dünyası örneğinden hareketle, halk sınıflarının kültü­
rel tüketiminin, onları meşru beğenilerden ayıran mesafeden
ibaret olması gerekmeyen kendine özgü bir mantığa tabi oldu­
ğunu ortaya koymuştur.
Halk sınıfı üyelerinin ekseriyetinin kitle kültürünün pasif
tüketicilerinden ibaret olmamalarının nedeni, 'o evren­
de bulunmamaları'dır; somut kanılarına, alışkanlıklarına,
günlük ritüellerine, herkesçe bilinen deyimlerinden ve ge­
leneksel deyişlerinden oluşan alışılagelmiş dillerine bağlı
kalabildikleri başka bir evrende yaşamalarıdır.
Böylece halk çevreleri, öncelikle onları hedefleyen çok satan
romanlara ve bulvar basınına, Hoggart' ın ifadesiyle 'yamuk bir
dikkat' (yani çoğu kez eğlenceli, ama ayrıca mesafeli ve alaycı
bir bakış) ortaya koyarlar. İ lgilerini yakalamak için kullanılan
"numaralar" hakkında pek çok şey bilen bu çevreler, böylece
günlük pratiklerinde bir sağduyu sergilerler; üstelik bazen . . .
halk sınıflarını bir "şartlanma"nın ebedi kurbanları olarak su­
nan bazı sosyologların sergilediğinden daha fazla bir sağduyu.
Halk insanları, bu yayınları okumaktan keyif almakla bir­
likte, bunları okurken kimliklerini de alışkanlıklarını da
kaybetmezler; tüm bunların 'gerçek' olmadığını ve 'gerçek
hayat'ın başka yerde yaşandığı fikrini akıllarında tutarlar.
Halk kategorilerine ilişkin etnografık bir inceleme gerçekleş­
tiren Hoggart, halk ethosunun4 nasıl örgütlendiğini gözlemle­
miştir. Halk kategorilerinin dünya vizyonunu yapılandıran

4 Ö nce Max Weber ve ardından Pierre Bourdieu tarafından kullanılan


'ethos' kavramı, bir toplumsal kategoriye özgü olan ve o kategorideki
Kültür 75

merkezi karşıtlık, Hoggart'ın 'indirgenemez iki evren ve iki


kategori arasındaki net ayırım' olarak adlandırdığı şeydir: "biz"
ve "onlar" ayırımı. Halk evreninde, kendi gibilerle beraber ol­
mak paha biçilmez bir değer taşır: hakim değerlerin temsil et­
tiği otoritenin ağırlığından kurtulmayı, "kendini koyverme"yi
ve ortak değerlerin (yiğitliğin, dostluğun . . . ) övülmesini sağlar.
Hoggart'ın ulaştığı sonuçlar, halk kültürünü ona dayatılan ha­
kimiyet açısından, sadece bu açıdan düşünmekten sakınmak
gerektiğini göstermiştir; çünkü "bir kültür, ne kadar hükme­
dilmiş, ne kadar bastırılmış. bir kültür olsa da, hala bir kültür
olarak işlev görür".5
• Claude Grignon ve Jean-Claude Passeron, Le Savan! et le
populaire'de [.Alim ve Halk İ nsanı] (1989), halk çevreleri üzeri­
ne araştırma yapan sosyoloğu özellikle uyanık olmaya teşvik
etmişlerdir; çünkü sosyolog ile incelediği evren arasındaki
kültürel mesafe (ve analiz edilen şey tam da budur) araştırmayı
bazı risklere maruz bırakır. Halk çevrelerinin tarifinde, çoğu
kez literatürde yaygın olarak kullanılan ve zıt gözüken iki "fi­
gür" karşımıza çıkar: Halk kültürünü "sahiciliği" nedeniyle öv­
mekten ibaret olan ve bu kültürün meşru kültürle ilişkilerinin
(özellikle de kültürel hakimiyetin etkilerinin) görmezden ge­
lindiği popülizm; ve tam tersi, popüler kültürü meşru kültür­
den yola çıkarak düşünmekten ibaret olan ve böylece popüler
kültürün tüm "noksanları"nın altının çizilmesine yol açan sefa­
letçilik. Bazen aynı kalemde buluşan bu bakış açılarının her
ikisi de, halk kültürünün hangi bakımdan ve ne ölçüde eşsiz
olduğunu görmezden gelir. Dolayısıyla, hangi kültür olursa ol­
sun "başkaları"nın kültürünü ele almak, çok ihtiyatlı olmayı
gerektirir (Bu kültürleri aşina oldukları evrende hareket ettiren
şeyin ne olduğu gerçekten anlaşılmak isteniyorsa eğer).

insanların günlük davranışlarını düzenleyen zımni ahlaki ilkeler bü­


tününü belirtir.
5 Claude Grignon, "Un savant et le populaire", Politix, sayı 13, 1991.
Kısım 2
TOPLUMS ALL AŞM A:
TOPLUM HALİNDE YAŞAM AYI
ÖGRENMEK

1. Toplumsallaşma Süreci
1. Toplumsallaşma, şöyle tanımlanabilir: Bireylerin, içinde
yaşadıkları toplumun değerlerini ve normlarını içselleştir­
me süreci.
Dolayısıyla, toplumsallaşma bir çıraklıktan kaynaklanır: Birey,
onu başkalarına bağlayan birçok etkileşim yoluyla, başkalarının
beklentilerine uygun bir davranış benimsemeyi giderek öğrenir.
§ Toplumsallaşma sürecinde, genelde iki önemli evre ayırt
edilir: Doğumdan itibaren başlayan ve çocuklukta da devam
eden birincil toplumsallaşma ve sonrasında, bireyin toplumsal
güzergahı boyunca cereyan eden ikincil toplumsallaşma. Bi­
rincil toplumsallaşma daha belirleyicidir; çünkü çocuğa tüm
mevcudiyeti boyunca damga vuracak ve ardından bir "filtre"
işlevi görecek ilk toplumsal nirengi noktalarını sağlar: Gerçek­
ten de, daha sonra yaşanan deneyimler, bireyin düşünme ve
Toplumsallaşma 77

hareket etme biçimlerinin kalıcı olarak şekillendirilmesine


katkıda bulunmuş olan ilk deneyimlere referansla kavranırlar.
Birincil toplumsallaşma, toplumun bireye oynadığı en
önemli numara olarak görebileceğimiz şeyi böylece gerçek­
leştirir (elbette, iş bittikten sonra) - aslında tesadüflerden
ibaret olan şeyleri zorunluymuş gibi gösterir ve doğum
rastlantısını anlamlı kılar.1
§ Böylece, toplumsal kuralların aktarımında kendini ortaya
koyan şey, tüın toplumdur; çünkü Durkheim'ın kuvvetle vur­
guladığı gibi, toplumsallaşma süreci boyunca mesele, toplum­
sal uyumdur. Gerçekten de, değerlerin kuşaktan kuşağa akta­
rımı sağlanmadığında, toplumsal düzen de sorgulanmış olur.
Antropologlar, yazısız toplumlarda toplumsal normların akta­
rımı meselesini ortaya koymuşlardır. Bu toplumlar, toplumsal
düzeni devam ettirebilecek bir dizi mekanizmaya (yazılı ka­
nunlardan . . . düzenin devamıyla görevli personele kadar) sa­
hip olan modern toplumlardan daha "kırılgan'' gözüküyorlardı.
Toplumun temel ilkelerini hem teyit eden hem de hatırlatan,
büyük bir simgesel değere sahip bir dizi törensel eylem söz ko­
nusuydu. Birey için toplumsal bir kimlik değişimini ifade eden
geçiş törenleri (çocukluktan yetişkinliğe geçiş erkeklerde özel­
likle belirleyiciydi), grup için temel bir önem taşıyan bir dizi
seremoniye konu oluyordu: Bu vesileyle toplumun devamlılığı
sağlanıyordu. Fransız antropolog Pierre Clastres (1934- 1977),
bir Kızılderili kabilesi olan Guayakilerin ritüellerini anlatmış
ve bunlara, genelde işkencelerin eşlik ettiğinin altını çizmiştir
(Artık yetişkinlerin dünyasına dahil olan ergenlik çağındaki
gencin bilincini kaybetmesine kadar varabilen işkencelerdi
bunlar). Bu kötü muameleler, artık genç yetişkin üzerinde ağır­
lığını hissettiren yükümlülüklerin içselleştirilmesi için, onun
uyması gereken ödevler bütünüyle haklılaştırılıyordu.

1 P. Berger, T. Luckmann, La Construction socia/e de la realite (1966),


Paris, Meridiens Klincksieck, 1986.
78 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Dolayısıyla, grubun gençlere ifşa ettiği üyeliğe kabul sırrı


şuydu: 'Siz bizdensiniz. Her biriniz bizim benzerimizdir,
her biriniz diğerlerinin benzeridir. Aynı adı taşıyorsunuz ve
onu değiştirmeyeceksiniz. Her biriniz aramızda aynı alanı
ve yeri işgal ediyorsunuz: onları koruyacaksınız. Hiçbiriniz
bizden daha azı değildir, hiçbiriniz bizden daha fazlası da
değildir. Ve bunu unutamayacaksınız. Bedeninizde bıraktı­
ğımız izler bunu size hep hatırlatacaktır.'2
İ şbölümü sürecinin toplumların karmaşıklığını artırmasıyla
toplumsal işlevinden çok şey kaybeden bu pratikler (Toplumsal
yaşamın kurallarını aktarmaktan sorumlu uzman makamların
-okul gibi- ortaya çıkışı bunu teyit eder), grup üyeleri arasın­
da kuvvetli bir uyumun tesis edilmek istendiği bazı toplumsal
alanlarda hala karşımıza çıkabilmektedirler. Ö rneğin, büyük
okulların hazırlık sınıflarında karşımıza çıkan devrecilik sere­
monisi, bu "çaylaklar"a, (öğretmenler ve öğrenciler arasında ol­
duğu kadar, eski öğrencilerle yenileri arasında da) bir hiyerarşi­
nin mevcudiyetinin hatırlatılması demektir. Gene bu, bazen,
onları "zümreleri" ne dahil etmek ve aynı yaş grubundaki üyeler
arasında bir dayanışma tesis etmek anlamına da gelir; "zümre
ruhu"nu, yani kurumu yöneten ilkeleri aktarmak artık onların
görevi olacaktır.
• Bütün toplumsallaşma süreci, davranışların önceden be­
lirlenen hedefi.ere göre değerlendirilmesine dönük yaptırım­
lar içerir. Böylece, "yapılabilecek şey"in sınırlarını belirleyen
olumlu yaptırımlar (teşvik edici gülümsemeden . . . ödüle kadar
uzanan yaptırımlar) ile olumsuz yaptırımlar (onaylamayan ba­
kıştan . . . cezalandırmaya kadar uzanan yaptırımlar) ayırt edilir.
Dolayısıyla, toplumun sürekli dışında yaşamış bir çocuk temel
toplumsal yaşam kurallarını bilmeyecek ve bu çocuğun, insan­
lar arasında "normal olarak" görülebilmesi için, toplumsallaştı­
rılması gerekecektir: Bu konuda ünlü bir örnek, 19. yüzyılda

2 P. Clastres, La Sociiti contre l 'Etat, Paris, Minuit, 1 974.


Toplumsallaşma 79

Aveyron'daki bir ormana çok genç yaşta terk edilen ve bir dok­
tor tarafından bulunduktan sonra giderek toplumsal yaşamın
tüm temel jestlerini (özellikle de başkalarıyla temasa geçebil­
mek için dili) öğrenmek zorunda kalan Victor'dur. 3
§ Dolayısıyla, toplumsal kuralların aşılanması, asla "do­
ğal olarak" gerçekleşmez; sürecin başarısına katkıda bulunan
muhtelif toplumsal makamların müdahalesini gerektirir.
Çoğu kez, toplumsallaşmanın birincil faili ailedir: Çocuk, ken­
di kimliğini ailesinin modeline referansla (özellikle de anne
ve babası karşısında) tedricen oluşturur. Modern toplumda ise,
eğitim artık aile alanının tekelinde değildir, okulla paylaşılır.
Okul günümüzde belirleyici bir yere sahiptir; çünkü çocuk gi­
derek daha erken yaşta okula dahil olmakta (üç yaşına doğru
kreşe giriş ve ardından muhtemelen anaokulu), okulun süresi
de uzamaktadır. "Gençlik döneminin uzaması"yla (yani gü­
nümüzde çalışma yaşamına ve evliliğe daha geç girilmesiyle)
ilişkili başka bir toplumsallaşma faili, akran grubudur. Okul
deneyiminin uzaması (üst kategorilerde daha belirgin olmakla
birlikte tüm toplumsal çevrelere giderek genişleme eğiliminde
bir olgudur), çocuklar arasında ve bilhassa ergenlik çağındaki
gençler arasında geçirilen zamanı dikkate değer ölçüde artırır­
ken, yetişkinlerin uyguladığı doğrudan kontrol zayıflama eği­
limindedir (Kadın işgücünün çarpıcı yükselişi, ama bilhassa,
ailede ergenlik çağındaki gençlere daha büyük bir özerklik ta­
nınması) . Spor, müzik, boş zaman faaliyetleri gibi bir dizi top­
lumsal pratik, ergenlik çağındaki gençlerin birbirlerine bağlan­
malarına katkıda bulunmaktadır. Bu durumda toplumsallaşma,
esasen bazı ortak "beğeniler"e ve davranışlara götüren bir yaş
grubuna aidiyet yoluyla gerçekleşmektedir. Nihayet, detaya
girmeden, şundan da bahsetmek gerekir: Etkisi birincil top­
lumsallaşmayla sınırlı olmayan medya organlarının toplumsal-

3 François Truffaut'nun L'Enfant sauvage filmi (1970), Jean Itard'ın


Victor de l'Aveyron başlıklı metni üzerinden bu hikayeyi anlatır.
80 Sosyolojiye Giriş Dersleri

laşma sürecindeki rolü, dikkate değer ölçüde artma eğilimin­


dedir. Bu artış, özellikle televizyonun (ama ayrıca internet gibi
yeni teknolojilerin) evdeki yeri ve bu araçların, taşıdıkları top­
lumsal normlar üzerinden sahip olabildikleri etki (kılık kıyafet
üzerindeki görülebilir etkileri ve ergenlik çağındaki gençlerin
dinlediği müzikler gibi şeyler) sayesinde gerçekleşmektedir.

2. Toplumsallaşma süreci, her zaman çatışmasız bir şekilde


cereyan etmez.
§ Birey farklı toplumsallaşma makamları tarafından çelişkili
kurallara maruz bırakıldığında, bireyin kimliği sorgulanır. İ ki
farklı toplumsallaşma makamının uyuşmazlığıyla ilişkili klasik
kimlik çatışması örneklerinden biri, halk çevresinde özellikle
vurgulu bir nitelik taşıyan 'ailenin beklentileri' ile 'okulun bek­
lentileri' arasındaki muhtemel çelişkilerdir. Richard Hoggart,
Yoksulun Kültürü'nde (1 957) burslu bir öğrencinin karşılaması
gereken zıt talepleri ve -iki toplumsal evren arasında bölünmüş
olduğu için- toplumsal kimliğini sürekli gözden geçirmek zo­
runda kalışını ortaya koymuştur.
Gerçekten de burslu öğrenci, neredeyse ortak hiçbir şeyi
olmayan iki dünyaya (ailenin dünyası ile okulun dünyası­
na) aittir. Liseye başladığında, iki aksanı kullanmayı, hatta
belki de iki kişilik oluşturmayı ve iki kültürel koda sırayla
uymayı çabucak öğrenir. Okuduğu şeyleri düşünmemiz ye­
ter: Okulda hiç bahsedilmeyen dergileri evinde görür -ve
bunları dikkatle okur-; ona okulda okutulan kitaplar ise
evinde hiç duymadığı kitaplardır. Eve getirdiği okul kitap­
ları ev halkının okuduğu kitapların yanına koyulsa da, hiç
kimsenin bilmediği, uygunsuz materyallerdir bunlar.
Hoggart şunu ortaya koymuştur: Burslu öğrencinin mevcudiye­
tinin büyük bir kısmı iki uyumsuz dünya arasında çekiştirile­
cektir ve bu kimlik çatışmasının pek bir çözümü de yoktur:
Toplumsal gidişatı onu geldiği ortamdan uzaklaştırsa da (Oku-
Toplumsallaşma 81

muşlarla okul evreni yoluyla kurduğu yakınlık onu geldiği ko­


numdan daha yüksek bir toplumsal konuma götürse de), bir­
çok "beğenisi"ni kalıcı bir şekilde biçimlendirmiş olan birincil
toplumsallaşması ona sık sık kendini hatırlatır.
Dolayısıyla, toplumsallaşma, bireye kalıcı bir şekilde nüfuz
eden bir süreçtir; çünkü bireyin toplumsal dünyayı algılama
biçimi ondan kaynaklanır. Ve bu toplumsallaşma süreci, tekan­
lamlı bir olgu da değildir; çünkü bir toplumsal ortamdan diğe­
rine dikkate değer ölçüde farklılaşır.

il. Toplumsalla şma Teorileri

Toplumsallaşma, toplumsal yaşamda merkezi bir süreçtir, ve bu


itibarla da, sosyologlar tarafından yoğun bir sorgulamaya ko­
nu olur. Peki toplum (ya da daha doğrusu bazı kurumlar, bazı
toplumsal failler), bireylere kalıcı olarak "damga vurma"yı nasıl
başarmaktadır?

1. İlk açıklamalardan biri, kültürcü ekol ve özellikle de


Ralph Linton tarafından, ve Robert K. Merton yoluyla, iş­
levselci akım tarafından ortaya konmuştur.
Bu yazarlar, toplumun belli bir konumu (toplumsal statüyü)
bireye nasıl tahsis ettiğini vurgulamışlardır; buna uygun bir di­
zi toplumsal role götüren bir konumdur bu. Dolayısıyla, statü
ile rol arasında doğrudan bir ilişki vardır, ki bu, bireyin işgal
ettiği statünün, onun toplumsal rollerinin kapsamını ve bu rol­
leri tam olarak nasıl ifa etmesi gerektiğini belirlemesi demek­
tir: Birey, muhtelif toplumsal rol kategorilerini belirleyen şeye
(yani başkalarının beklentilerine) göre hareket etmeye götürü­
lür. Böylece bir 'aile babası', bu rolün nasıl "düzgün bir şekilde"
icra edileceğini sıkıca belirleyen bir toplumsal kurallar bütünü­
ne "tabi"dir: " İyi bir koca" ya da "iyi bir baba" olarak görülmek,
kusursuz bir davranış sergilemek (örnek olmak, otorite ortaya
koymak, ailenin ihtiyaçlarını karşılamak. .. ) demektir.
82 Sosyolojiye Giriş Dersleri

§ Bir toplumsal rol, davranışı özellikle hassas hale getiren


muhtelif beklentiler uyandırabilir: Ö rneğin bir avukatın, aynı
anda hem müşterilerini hem ortaklarını, hem de meslektaşla­
rını . . . tatmin etmesi gerekir. Dahası birey, sahip olduğu statüler
bütünüyle ilişkili ve kendi aralarında az çok uyumlu birden
fazla rol icra eder: Aynı kişi aynı anda hem aile babası, üst
düzey banka çalışanı, amatör müzisyen, belediye meclisi üye­
si. . . olabilir. Çelişkili olabilen ve bir rol çatışması doğurabilen
pozisyonlar da vardır: Seçimle gelinen makamlardan birinde
bulunan bir avukat, siyasal rakiplerinden birini savunmak du­
rumunda olabilir. . .
• Bununla birlikte, statüler ve roller açısından yapılan analiz,
toplumsal role büyük bir homojenlik atfeder ('Aile babası' rolü
farklı şekillerde icra edilemez mi?) ve toplumsal bir statüyle
bir roller bütünü arasında neredeyse otomatik bir ilişki kurar.
Diğer bir deyişle, bu yaklaşıma göre birey, başkaları tarafından
önceden tanımlanmış rollerin pasif bir icracısı olarak hareket
eden biridir sadece; bireyin, toplumda ona ayrılmış yeri "düz­
gün bir şekilde alması" için üstlenmesi gereken rollerdir bunlar.
• Bu teori, bireylerin kendilerine dayatılan rolleri pratikte
nasıl icra ettikleri konusunda çok indirgemeci bir bakışa sahip
olduğu gerekçesiyle, pek çok eleştiriye konu olmuştur.

2. Etkileşimcilere ve özellikle Amerikalı sosyolog ve filozof


George Herbert Mead'e (1863-1931) göre, bir toplumsal rol,
toplumsal hiyerarşide işgal edilen bir pozisyona indirgene­
mez.
§ Her toplumsal rol, toplumsal etkileşimin ürünüdür: Me­
ad'in L'Esprit, le Soi et la Sociitlde [Zihin, Kendi ve Toplum]
(1934) belirttiği gibi, bireyin kimliği başkasıyla bir ilişkiden
kaynaklanır. Birey, bir rol prizması dolayımıyla toplumsallaşır;
yani başkasının bakış açısını benimsemekten ve onun üzerinde
yol açılan etkinin dikkate alınmasından ibaret olan mekanizma
Toplumsallaşma 83

dolayımıyla. Ö rneğin, anlamlı başkası konumuna yükselen


ebeveynlerinin tavırlarını taklit ederek kişiliğini şekillendirme­
ye başlayan çocuğun durumu böyledir. Çocuk, toplumsal oyu­
nun kurallarını giderek içselleştirir ve etkileşime girdiği "baş­
kası", Mead'in genelleştirilmiş başkası olarak adlandırdığı şey
(yani artık sadece şahsen ilişkili olduğu bir varlık değil de bir
soyutlama) haline gelir.
Örneğin, normların içselleştirilmesinde, 'Annem şu anda
bana kızgın'dan 'Annem çorbamı döktüğümde bana kızı­
yor'a varan bir ilerleyiş mevcuttur. ( . . . ) Çocuk, sakarlığına
herkesin karşı olduğunu fark ettiğinde ve bu norm 'çorba
dökülmez' şeklinde genelleştirildiğinde, belirleyici aşamaya
ulaşılmış olur.4
Birey, toplumsallaşma süreci yoluyla, giderek kendine ait bir
kimlik oluşturur; Mead'in kendi olarak adlandırdığı şeydir bu.
Dolayısıyla, tam da gerçekliğe ilişkin bir toplumsal inşa süreci
söz konusudur; çünkü gerçeklik bireye başlangıçta "verilmiş"
değildir. Birey bir toplumsal kurallar bütününü içselleştirince,
o gerçekliği nesnel bir gerçeklik olarak görmeye başlar. Böylece
toplum, bireyin başkalarıyla ilişkilerinde bazı nirengi nokta­
larını korumasını sağlayan genel ve gayrişahsi bir şemadan yola
çıkılarak kavranır; Peter Berger ve Thomas Luckmann'ın tipik­
leştirme olarak adlandırdığı şeydir bu: Birey, şu ya da bu kişileri
'karşı komşu', 'fırıncı' ya da 'samimi arkadaş' olarak belirleyerek,
etkileşimin "normal şekilde" cereyanı için günlük yaşamda na­
sıl hareket edildiğini öğrenir. Bireyin oluşturduğu gerçeklik al­
gıları, bu tipikleştirmeler tarafından düzenlenir: Böylece birey,
davranışını belirlemek için onlara dayanır. Bu tipikleştirmeler,
bazı hallerde, "insan hakları" ya da "dünyanın geleceği" gibi
soyutlamaları da kapsayabilirler; bu soyutlamalar bireyle asla
doğrudan ilişkiye geçmeseler de, onun gözünde önemli anlam-

4 P. Berger, T. Luckmann, La Construction sociale de la realite (1966),


Paris, Meridiens Klincksieck, 1986.
84 Sosyolojiye Giriş Dersleri

lar oluştururlar ve bu itibarla da bireyin günlük gerçekliğinde


pay sahibi olurlar.
§ Dolayısıyla, toplumsal rol kendini bireye "dışarıdan'' da­
yatmaz; bireyin aktif bir payı koruduğu tedrici bir sahiplen­
meden kaynaklanır. Erving Goffman, toplumsal yaşamın teat­
ral bir analizini sunarak bu olguyu ortaya koymuştur. Goffman' a
göre, toplumsal yaşam, aktörler durumundaki muhtelif birey­
lerin seyirciler önünde rollerini oynadıkları ve bazı temsiller
sergiledikleri bir tiyatro sahnesine bir şekilde benzemektedir.
Bu analojinin temel avantajı, iki bireyin, karşı karşıya geldik­
leri somut durumlarda (Goffman'ın adlandırmasıyla yüz yü­
ze etkileşimlerde), davranışlarını karşılıklı beklentilerine na­
sıl uyarladıklarına dikkat çekmesidir. Dolayısıyla, bireyler bir
rolü mekanik bir şekilde uygulamakla yetinmezler; her etki­
leşim bağlamında onu "oynarlar" (hem teatral hem de strate­
jik anlamda) ve yeniden tanımlarlar. Bazı durumlarda bireyler,
manevra paylarını asla tamamen ortadan kaldırmayan bir role
belli bir mesafe de koyabilirler.
• Asi/es [Düşkünler Yurdu Sakinleri] adlı eserinde (1961)
toplumsal yaşamın bir akıl hastanesinde nasıl düzenlendiğini
inceleyen Goffman, hastaların, yeni yaşam çerçevelerini kendi­
lerine mal etmelerine dönük bir dizi strateji uyguladıklarına
dikkat çekmiştir. Hastaların günlük davranışını gözlemleyen
Goffman, onların kurum çalışanlarının direktiflerini mekanik
bir şekilde uygulamadıklarını, giderek kendi toplumsal rolleri­
ni oluşturduklarını fark etmiştir. Böylece Goffman, akıl hasta­
nesinde iki tür hareket tarzı ayırt etmiştir: 1) Kurum çalışanla­
rının taleplerini (doktorların tedavilerini, talimatlara uymayı)
kabul etmekten ve dolayısıyla "oyunu oynamak"tan ibaret olan
birincil intibak (ki bu, bazı kazançların elde edilmesini sağla­
yan bir şeydi -kurum çalışanları tarafından "iyi görülmek'', bir
dizi ayrıcalığa hak kazandırıyordu) ve 2) "Yasak yollara baş­
vurmak ya da yasak amaçlara ulaşmak (yahut da her ikisini
yapmak) ve böylece kurumun ne yapılması ya da neyin kabul
Toplumsallaşma 85

edilmesi ve dolayısıyla ne olunması gerektiğiyle ilgili istekleri­


ni geri çevirmek" anlamına gelen ikincil intibak. Bu ikincisine
başvuran "münzevi", kurum tarafından verilen rolde n yüz çe­
virmiş ve onu kendi lehine "suiistimal etmiş" oluyordu. Böylece
Go:ffman, hastaların kuruma entegrasyonlarını (birincil inti­
bak) sergilemek için katılmaları gereken gösterilerin aslında
onların ekseriyeti için bir angarya olduğunu belirtmiştir; bu tür
seremonilerin sonunda hep dağıtılan şekerlemeleri ve sigara­
ları kaçırmamak için ancak gösterinin sonlanmasına birkaç da­
kika kala gelen hastalardı bunlar (ikincil intibak) .
• Go:ffman, total kurum içerisinde yasadışı bir hayatın mev­
cudiyetini ortaya koyan birkaç örnek de sunmuştur: Uygulanan
gözetimin kayda değer ölçüde hafı.fi.ediği rezerve alan duru­
mundaki istirahat mekanından ... hastalar arasında (hatta ba­
zen çalışanlarla hastalar arasında) tesis edilen mal ve hizmet
(sigara, hediye . . . ) mübadelelerine kadar. Kurum çalışanları bu
yasadışı hayata hoşgörüyle yaklaşıyordu; çünkü her anı kontrol
etmek pratikte gerçekleştirilemez, hatta lüzumsuz görünüyor­
du (zira ikincil intibaklar kurumun temelini tehdit etmiyordu) .
• Böylece Go:ffman şunu göstermiştir: Bireyin eylem payı­
nın asgariye indiği bir bağlamda bile (Total kurumların projesi,
bireyin şahsiyetini kurumun gereklerine göre yeniden biçim­
lendirerek onu tamamen ele geçirmektir), birey, bir "aktör" ol­
maya devam ediyordu; elbette çok sınırlayıcı bir çerçevede ha­
reket eden, ama toplumsal kimliğini savunmak için tüm kay­
naklardan yoksun da olmayan bir bireydi bu.

3. Toplum, bir gerçeklik haline geldiği andan itibaren, top­


lum içerisinde hareket eden ve eylemleriyle onun devamına
katkıda bulunan bireye kendini tartışmasız bir şey gibi kabul
....: ..: ­
eu l.l .Ll o
..

Pierre Bourdieu, toplumsal gerçekliğin iki yönünü özellikle


vurgulamıştır: Nesneleşmiş olmak (Bireye dışsal bir "şey" ola-
86 Sosyolojiye Giriş Dersleri

rak kendini ortaya koyduğunda) ve içselleştirilmiş olmak (Birey


onu kendine mal ettiğinde) . Böylece Bourdieu, bu iki boyutun
dikkate alınmasına dönük bir kavram formüle etmiştir: habi­
tus. Yunan filozoflar tarafından da kullanılan bu eski kavramı,
Bourdieu iki şeyi belirtmek için kullanmıştır: 1) Toplumsal
gerçekliğin zihinlerde ve bedenlerde kendini kabul ettirmesi
(dışsalın içselleştirilmesi) ve 2) Muhtelif toplumsal pratikler
yoluyla onun inşa edilme biçimleri (içselin dışsallaştırılması).
§ Böylece habitus, şöyle tanımlanabilir: "Yapılandıran ya­
pılar olarak işlev görmeye yatkın yapılandırılmış yapılar, kalıcı
ve aktarılabilir eğilimler sistemi; yani 'bir hedefe nesnel ola­
rak uyarlanabilecek temsiller ve pratikler üreten ve organize
eden ilkeler' olarak işlev görmeye yatkın bir yapılar ve eğilimler
sistemi (bilinçli bir hedefi.eme söz konusu olmasa ve bu he­
deflere ulaşmak için gereken işlemlere açıkça hakim olunmasa
da) ."5 Daha basit bir habitus tanımı isteyenler için, Bourdieu
şu formülü de kullanmıştır: "Orkestra şefi olmayan orkest­
ra." Aslında bu kavramın avantajı, yapıların ağırlığı/aktörün
özgürlüğü tipindeki klasik zıtlıkları aşmasıdır. Gerçekten de
Bourdieu, habitus kavramı üzerinden şunu göstermiştir: Bire­
ye kalıcı bir biçimde kendini kabul ettiren belli bir toplum
vizyonu (Bourdieu'nün eğilimler sistemi olarak adlandırdığı
şey), birey tarafından, toplumsal alanda işgal ettiği konuma
göre içselleştirilir. Bu eğilimler, birbirlerine uyarlanmış bir dizi
toplumsal pratik üretirler (eş seçiminden . . . siyasal fikirlere ve
mesleki faaliyete kadar) ve bu pratikler, bireyin gözünde, gide­
rek tartışmasız şeyler haline gelirler. Diğer bir deyişle, toplum­
sallaşan, yani habitusu oluşan birey, "rasyonel" olmaya çalıştığı
ölçüde (çünkü uyguladığı stratejiler habitusuna sıkıca bağlıdır:
dolayısıyla, örneğin, ne kadar habitus oluşturulmuşsa o kadar
da 'çıkar' tanımı vardır), rolünü mekanik bir şekilde uygulamaz

5 P. Bourdieu, Le Sens pratique, Paris, Minuit, 1980.


Toplumsallaşma 87

(çünkü toplumsal roller onları icra edenlerin habituslarına göre


dikkate değer ölçüde değişiklik gösterirler).
• Dolayısıyla, habitus basit bir programa (örneğin bilgisayar
programı gibi bir şeye) indirgenemez; çünkü birey bir bakıma
habitusu tarafından programlansa da, habitus kişinin toplumsal
yaşamı boyunca dönüşümlere maruz kalır. Ö rneğin, toplumsal
yapı zihinsel yapıdan daha hızlı bir şekilde dönüştüğünde ve bi­
reyin içselleştirdiği eğilimler toplumun daha eski bir durumu­
nu yansıttığında, toplumsal yapıyla zihinsel yapı arasında bir
uyumsuzluk oluşabilir (Bourdieu bunu gecikme etkisi olarak
adlandırır) . Sadece şu ifadeyi düşünelim: "Eskiden çok daha
iyiydi!" Belli bir yaşa gelmiş birinin sıkça dile getirdiği bu ifade,
sosyolojik bir bakış açısından yeniden yorumlandığında basitçe
şu anlama gelir: İ çselleştirilmiş eğilimlerin, bir zamanlar hakim
olan belli bir toplumsal yapı durumuyla (o kişinin gençliğinde­
ki, yani habitusun oluştuğu andaki toplumsal yapı durumuyla)
uyumlu olması. Toplumsal yapının durumu, artık "kuralları" na
hakim olmadığı bir "oyun'' karşısında yaşadığı sıkıntıyı ortaya
koyan kişinin zihin yapılarından daha fazla dönüşmüştür. Ger­
çekten de, ilk deneyimler bir kez içselleştirildiğinde, habitus
ancak yavaş yavaş ve kısmen dönüşür; toplumdaki bireylerin
pratiklerine ve toplumsal hükümlerine belli bir "birlik" ve belli
bir "uyum'' atfetmeye götüren şey de budur.
Kısım 3
TOPLUMSAL KONTROL,
NORMLAR VE SAPM A:
KURALA Rİ AYET Mİ, KURALI İHLAL Mİ?

1. Toplumsal Kontrol
1. Toplumsal kontrol, şöyle tanımlanabilir: Bir toplumda,
toplumsal uyumu ve kurallara riayeti sağlamak için kullanı­
lan mekanizmalar bütünü.
Toplumsal normların (yani bir toplumda belirlenen ve ihlal.i­
nin bir yaptırıma yol açtığı davranış kurallarının) ekseriyeti,
toplumsallaşma sürecinde aktarılır.
§ Toplumsal kontrol, toplumda farklı düzeylerde uygula­
nır (çocuğuna göz kulak olan anneden . . . polisin kimlik kont­
rollerine kadar); ya bu konuda uzman bir makam tarafından
('bir mahkeme kararı') ya da dağınık biçimde ('tanıdık olma­
yan birinin onaylamaz bakışları') uygulanan bir kontroldür bu.
• Çok çeşitli olan bu toplumsal kontrol tipleri, muhtelif
normların mevcudiyetine gönderme yapar; böylece toplumsal
normlar ile hukuksal normlar arasında bir ayırım yapabiliriz.
Toplumsal normlar, bütün toplumsal bedenin tepkisini uyandı-
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 89

ran (üyelerinden birini dışlayan bir kabile örneğinde olduğu


gibi) ya da daha genel olarak, normlarından birine riayet edil­
meyen bir toplumsal grubun tepkisini uyandıran normlardır.
Hukuksal normlar ise, hukuk kuralını ilan etmekten ve onu
uygulatmaktan sorumlu uzman kurumların müdahalesini ge­
rektiren normlardır. Hukuken yaptırıma bağlanmış normların
mevcudiyeti, Durkheim'ın formülüyle, bir toplumsal işbölümü
sürecinin cereyan etmiş olduğunu varsayar; yani ortak kuralları
belirlemek ve onlara riayet ettirmekten sorumlu uzman organ­
ların ortaya çıkmasını sağlayan tedrici bir toplumsal faaliyet
farklılaşması yaşanmış olmalıdır. Dolayısıyla, uzman bir yargı
sistemi (muhtelif mahkemeler, yasal metinleri bir araya getiren
kanunnameler, adalet teşkilatı . . . ), ancak ve ancak, organik da­
yanışma modeline dayanan toplumlarda mevcut olur.
• Toplumumuzda, toplumsal normlarla hukuksal normlar
bir aradadır. Hukuksal normlar, farklı bir muameleye konu olan
toplumsal (gene toplum tarafından tanınan, onun adına kabul
edilen) normlardır aslında: Hukuksal normların ihlali, kurum­
sal yaptırımları (bir mahkumiyeti) ilan etmekten sorumlu uz­
man bir makamın (yargının) tepkisine neden olur. Daha çok
sayıdaki toplumsal normlar ise, dağınık tepkiler uyandırır; bu
tepkiler olumlu olabileceği gibi (gülümseme, teşvik. .. ), olum­
suz da olabilir (eleştiri, aşağılama . . . ) .
• Norbert Elias, İ ngiltere'deki bir sanayi kentinin varoşunda
yaşayanlar arasındaki ilişkileri konu edinen bir incelemesinde, ı
'dedikodu' örneği üzerinden, bir toplumsal kontrol biçimini
resmetmiştir. Elias, ekseriyetle işçi kökenli nüfusun, açıkça
farklı iki kategoriye ayrıldığına dikkat çekmiştir: Bu iki top­
lumsal grup birden fazla itibarla (iş tipleri, çalışma yerleri, ge­
lirleri . . . ) birbirine yakın olmasına rağmen, yaşam tarzları itiba-

1 N. Elias, "Remarques sur le commerage", Actes de la recherche en


sciences sociales, sayı 60, 1985; ve N. Elias, J. L. Scotson, Logi.ques de
l'exclusion (1965), Paris, Fayard, 1997.
90 Sosyolojiye Giriş Dersleri

riyle (komşuluk pratikleri, kuşaklar arasındaki ilişkiler, top­


luluk ilişkileri...) birbirlerine karşıt durumdaydı. İ ki topluluk
arasındaki temel fark, aslında, varoşa yerleşimin eskiliğine da­
yanıyordu: En eski grup, "davetsiz misafırler"in gelişiyle tehdit
altında olduğunu düşündüğü birliğini savunuyor ve bunu, on­
lar hakkında dedikodular yayarak yapıyordu. "Yerleşik'' grubun,
bu toplumsal kontrol tekniğini kullanarak yapmaya çalıştığı
şey aslında şuydu: "Yeni" grubun toplumsal astlığının farkına
varması için, onun üzerindeki üstünlüğünü korumak.
Bireyler, hemfikir olmadıkları kişileri çoğu kez etkisiz kılı­
yor ya da susturabiliyor, yahut da onlar hakkında lekeleyici
bir kolektif terime ya da aşağılayıcı bir dedikoduya başvu­
rarak onlarla mücadele edebiliyorlardı; yeter ki, kendileri
rakiplerinden daha yüksek bir statüyü üstlenebilen bir gru­
ba ait olsunlar.
Bu analiz, toplumsal kontrolün otomatik olarak uygulanmadı­
ğını iyi bir şekilde göstermektedir (oysa klasik model, kuralın
ihlali durumunda yaptırımın doğrudan uygulanacağını öngö­
rür). Gerçekten de, toplumsal kontrol basit bir "mekanizma"
değildir. Toplumsal grupları birleştiren ilişkilerden yola çıkıla­
rak düşünülmelidir: Rekabet halinde iki grup söz konusu oldu­
ğunda, toplumsal kontrol, "rakibi" gözden düşürmenin bir yolu
olarak kullanılabilir.
§ Dolayısıyla, toplumsal kontrol ve bu kontrolün biçimle­
ri, toplumsal bağlama sıkıca bağlıdır. Michel Foucault (1926-
1984) , disiplin aşılamaktan sorumlu kurumları (hapishaneyi,
hastaneleri, orduyu, okulu. . . ) doğuran şartların izini sürdüğü
Surveiller et punir [Gözetleme ve Cezalandırma] adlı eserinde
(1975), tam da bunu ortaya koymaya çalışmıştır. Böylece Fou­
cault, modern hapishanenin bir tarihe sahip olduğunun altını
çizmiştir: Cezaların hafifletilmesiyle eşanlamlı olan bu tarih,
hapis cezası etrafında organize edilen bir sistemle taçlandırıl­
mıştır; 1 8 . yüzyılın ikinci yarısında tesis edilen bu sistem, Eski
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 91

Rejim'de hüküm sürmüş olan, bedensel cezaya dayalı sistemin


yerini almıştır. Hapis cezası yoluyla cezanın insanileştirilmesi,
Foucault'ya göre, kontrol tekniklerinde bir rasyonelleştirmeye
de tekabül etmiştir; geniş bir toplumsal ortopedi girişimine
benzer bir rasyonelleştirmedir bu. Gerçekten de, toplumsal
teknolojiler, zamanın gereklerine uyarlanmıştır: Foucault'nun
'büyük kapatılma' olarak adlandırdığı şey, korkuları körükleyen
bir demografik büyüme konjonktüründe, suçlulardan, deliler­
den, hastalardan . . . oluşan, potansiyel olarak "tehlikeli" bir nü­
fusu evcilleştirmeyi amaçlamıştır. Böylece, tasarlanan çözüm,
bireyleri toplum için hem "faydalı" hem de "uysal" kılmayı sağ­
layan kapalı alanlar inşa etmekten ibaret olmuştur.

2. Toplumsal normlar kendilerini kendi başlarına kabul et­


tirmezler: Normu harekete geçirerek topluluğa bu normla­
rın mevcudiyetini hatırlatan bir dizi toplumsal failin mobi­
lizasyonuna ihtiyaç duyarlar.
§ Artık hiç kimsenin başvurmadığı bir toplumsal norm, ta­
mamen yürürlükten kalkmış olur: Davranış bilgisi kitapları­
nın dönüşümünü ve geçmiş yüzyılların bizi güldüren görgü
kurallarını düşünelim. Etnolog Bronislaw Malinowski (1884-
1 942), Trobriand adaları halkını incelerken, genç bir erkeğin
intiharına tanık olmuştu. İ ntihara yol açan şey, gencin toplulu­
ğun temel toplumsal kurallarından birine uymaması ve böylece
köyün genel itibariyle ona düşman olmasıydı. Eşin akrabalar
dışından seçilmesini gerektiren (ve doğal olarak, tüm toplum­
larda karşımıza çıkan bir yasağı, ensest yasağını içeren) eg­
zogami kuralıydı bu. Malinowski şaşırtıcı bir olguya dikkat
çekmişti:
Kamuoyu, suçu öğrendiğinde, hiçbir şekilde hakarete uğ­
ramış hissetmemişti ve hiçbir doğrudan tepki ortaya koy­
mamıştı: Ancak suç kamusal olarak ilan edildiğinde ve
92 Sosyolojiye Giriş Dersleri

ilgili taraf suçluya hakaretler yağdırdıktan sonra harekete


geçilmişti. 2
Egzogami kurallarını kuzeniyle ihlal eden genç adam, ilk etap­
ta, hiçbir suçlamaya maruz kalmamıştı. Gruptan dışlanması
(yani toplumsal açıdan onun ölüm kararı anlamına gelen şey),
ancak biri ortaya çıkıp da kuralın uygulanmasını talep ettiği
andan itibaren gerçekleşmişti.
Genç kızın sevgilisi olan ve onunla evlenmeyi umarken
reddedildiği için kişisel olarak hakarete uğramış hisseden
adam, intikamını almaya karar vermişti. Rakibini kara bü­
yüyle tehdit etmişti, ama bu tehdit etkisiz kalınca, tüm
topluluk önünde onu ensestle suçlayarak ve hiçbir yerlinin
kaldıramayacağı bazı ifadeler kullanarak, suçluya kamusal
olarak hakaret etmişti.
Böylece bu örnek şunu göstermiştir: Geleneksel toplumlarda
bile, yani Durkheim' a göre toplumun farklı üyeleri arasındaki
benzerlik (mekanik dayanışmanın temelini oluşturan şey) sa­
yesinde toplumsal entegrasyonun kuvvetli olduğu toplumlarda
bile, a priori hemfikir olunan bir toplumsal normun uygulan­
ması, bazı bireylerin ya da grupların müdahalesini gerektirir;
bu normun uygulanmasının muhtelif sıfatlarla kendini ilgilen­
dirdiğini hisseden bireyler ya da gruplardır bunlar.

3. Etkileşimci sosyologların altım çizdiği gibi, toplumsal


normlar, toplumsal bir inşa sürecinden kaynaklanırlar.
§ Toplumsal normlar "doğal" değildirler; onlara başvuran ve
böylece onları tesis eden bireylerin eylemi yoluyla bir etkilili­
ğe sahip olurlar. Bir anlamda, onların "üretilmiş" olduklarını
düşünebiliriz. Amerikalı sosyolog Howard S. Becker, Outsiders
[Hariciler] adlı eserinde (1963), kendi davranış kurallarını ev-

2 Aktaran: H. Becker, Outsiders. Etudes de sociologie de la deviance


(1963), Paris, Metailie, 1 985.
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 93

renselleştirme sorumluluğunu üstlenen (yani bu kuralları top­


lumun tüm üyelerine kabul ettirmeye çalışan) toplumsal grup­
ları belirtmek için ahlak girişimcileri kavramını oluşturmuştur.
Toplumsal normların üretimine ilişkin etkileşimci yaklaşım,
normun mekanik ya da "hukuki" bir uygulamasını (tipik olarak,
'ortak kuralı ihlal eden mahkum edilir') değil de, onun kuru­
luşu için gereken toplumsal süreçler bütününü dikkate alması
bakımından, dinamik bir analizdir.
• 1937'de ABD'd e marihuanayı yasaklayan kanunu örnek
veren Becker, alkol ya da esrar yasağından farklı olarak, mari­
huananın, bu kanundan önceki yıllarda yetkililerin hususi bir
dikkatine mazhar olmadığını not etmiştir. Ö yleyse bu ani dö­
nüşüm nasıl açıklanabilir? Becker, marihuananın yasaklanması
için gerçekten ahlaki bir kampanya yürüten bir kurumun (Ma­
liye Bakanlığı Narkotik Büro'nun) belirleyici eylemini ortaya
koymuştur. Bu kurum, federal idareyi ve muhtelif eyalet idare­
lerini marihuana "problemi"ne duyarlı kılmayı hedefleyen pek
çok rapor kaleme alarak, 'ahlak girişimcisi' olmuştu. Buna pa­
ralel olarak, Narkotik Büro, basını alarma geçirerek ve pek çok
makale için basına "malzeme" sağlayarak, kamuoyu nezdinde
çok agresif bir kampanya da yürütmüştü. Böylece marihuana
teması, gerçek bir "toplum meselesi" haline gelmiş ve Ameri­
kan Kongresi'nde, Narkotik Büro çalışanlarının uzman olarak
dinlendiği bir oturuma da konu olmuştu. Artık yasak hale ge­
len bu keneviri kullanan ve yasaktan zarar görebilecek olan
muhtelif iş kolları (ilaç endüstrisi, yağ ve kuşyemi üreticileri . . . )
ise, Kongre nezdinde teminat almışlardı ve faaliyetlerini zarar
görmeden sürdürebilmişlerdi. Tasarının kabulüne karşı hare­
kete geçebilecek yegane gruplardan biri olan marihuana içen
grup ise, aslında bir grup bile değildi; çünkü dikkate değer bir
toplumsal mevcudiyetten yoksundu. Gerçekten de, bu grup,
organize bir çıkar grubu değildi; dağınık bireylerden oluşan
bir gruptu sadece (üstelik toplumsal olarak gayrimeşru görülen
davranışa sahip bireylerdi bunlar). Böylece, marihuana yasağı,
94 Sosyolojiye Giriş Dersleri

hiç zorluk olmadan kabul edilmişti; çünkü hiçbir mobilize


grup, Narkotik Büro'nun ahlaki girişimine karşı çıkacak araç­
lara sahip değildi. Ama pek çok durumda, yeni bir toplumsal
normun (kapalı alanlarda sigara yasağından . . . sınırlayıcı çevre
normlarının kabulüne kadar) üretimi, tepki olarak, gerçek bir
hareketlenme uyandırır; ve bu da, ahlaki kampanyanın başarı­
sını çok daha belirsiz hale getirir. 3
• Toplumsal yaşamın diğer alanlarına böylece aktarılabilirli­
ğiyle (meclis koridorlarındaki profesyonel lobicileri düşünmek
yeter) önemli bir avantaj sunan Howard Becker'ın analizi, şu
gerçeği ortaya koymuştur: Bir normun kabulü, genelde zannet­
tiğimizden çok daha karmaşıktır, çünkü toplumsal normların
tanımı konusunda baştan bir anlaşma olmayabilir (ahlakın, hu­
kukun, yasallığın. . . tanımı konusunda, zıt toplumsal çıkarlar
karşı karşıya gelebilir) . Diğer bir deyişle, bir normun uygulan­
ması, sonucu asla peşinen "verili" olmayan bir toplumsal etkile­
şimler bütününe tabidir.
Normların üretildiği ve yürürlüğe koyulduğu her yerde, ka­
muoyunu kendi lehine etkilemek için kullanılabilecek bilgi
araçlarına başvurarak bazı grupların desteğini kazanmaya
ve eylemini koordine etmeye çalışan insanlarla karşılaşma­
yı beklemeliyiz. Bu tür bir desteği çekip çeviremediklerinde
ise, girişimlerinin başarısız olması beklenebilir.
Dolayısıyla, normların üretimine paralel olarak, sapmanın or­
taya çıkışı da düşünülmelidir; çünkü bu iki olgu doğrudan iliş­
kilidir. Bir normun kabul ettirilmesinin başlıca etkisi, sapmanın
da üretilmesidir; tıpkı marihuanayı yasaklayan kanunun sadece
kabulüyle bile, marihuana içenlerin "sapkın grup [bu normdan
sapan grup]" haline getirilmiş olması gibi: Böylece marihuana

3 Alkollü araç kullanma "musibeti"nin inşasının analizi için bkz. Jo­


seph Gusfıeld, La Culture des problemes publics (1981), Paris, Econo­
mica, 2009.
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 95

içenler, pratiklerinde hiçbir değişiklik yapmaksızın, bir günde,


yasallıktan yasadışılığa geçmiş olurlar.

il. Sapma
1 . Sapma; toplumsal normdan yüz çeviren ve bu itibarla bir
yaptırıma konu olan davranışlar bütününü belirtir.
Pek çok sosyolog bu önemli olguyu analiz etmeye çalışmıştır;
çünkü toplumsal örgütlenmenin tam da temeline dokunan bir
olgudur bu.
§ Toplumsal uyumla ve onun yetersizlikleriyle özellikle il­
gilenen Emile Durkheim, suç örneği üzerinden, sapmaya dair
bir analize girişmiştir. Durkheim, suçu 'hususi bir enerjiye ve
güce sahip bazı kolektif hisleri inciten ve toplumun kendine
özgü bir yaptırımla cezalandırdığı bir eylem' olarak tanımlamış­
tır. Böylece Dukheim, intihar olgusunda yaptığı gibi (bkz. 1 .
Bölüm, 1 . Kısım), suçu toplumsal bir olgu olarak analiz etmiş;
Gabriel Tarde'dan farklı olarak, suçun patolojik bir olgu değil,
normal bir olgu olduğunu düşünmüştür. 'Toplumsal olguları
şeyler gibi inceleme' yöntemine bağlı kalan Durkheim, suçun
sürekliliğinin nedenleri üzerine kafa yormuş ve tezini destek­
lemek için üç argüman geliştirmiştir.
Suç normal bir fenomendir, çünkü suçun olmadığı bir toplum
yoktur: Suçun yaraladığı kolektifhisler, toplumunfarklı üyelerinde
aynı yoğunlukta değildir {çünkü toplumsal işbölümü süreci kolektif
bilinçte bir zayıflamaya yol açar).
Suçun ortak bir tanımı olamaz; çünkü suç bir toplumdan diğe­
rine ve dönemlere göre çok değişkenlik gösterir: Bir davranış (ör­
neğin kürtaj) bir zamanlar suç olarak nitelendirilirken daha sonra
yasal hale gelebilir. Bazı bireyler, bir normu ihlal ederken, gelecek­
teki kuralı "ilan etmek"ten başka bir şey yapmış olmazlar: Durk­
heim, geleneğe saygı göstermediği için ölüme mahkum edilen Sok­
rates örneğini ele almıştır.
96 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Nihayet, suç önemli bir toplumsal işlev ifa eder: Gereklidir, çünkü
suçlunun cezalandırılması sayesinde kolektifbilinci canlandırarak
toplumsal bir tepki uyandırır (toplum, bir dizi entrikayı mahkum
ederken, ortak değerleri etrafında yeniden toplanmış olur).
Böylece Durkheim, sadece bireyle ve onun "psikolojik trav­
maları"yla ilgili olmayan suçun, tüm toplumun kendini ortaya
koyduğu bir fenomen oluşturduğunu göstermiştir.
§ Durkheim, sapmanın sanayi toplumundaki hususiyetle­
rine daha net bir biçimde kafa yorarak incelemesini sürdür­
müştür. Durkheim, 'geleneksel toplumların karakteristiği olan
mekanik dayanışmadan, modern toplumlara hakim olan orga­
nik dayanışmaya geçiş' ile 'yeni sapma formları' arasında bir
bağ kurmuştur. Durkheim' a göre, toplumsal işbölümüne eşlik
eden şey, bireyciliğin artışıdır; çünkü geleneksel toplumların
üyelerini birleştirmiş olan kolektif bilinç, yerini giderek birey­
sel bilinçlerde bir çeşitliliğe bırakmaktadır. Dönüşüm halinde­
ki toplumları (örneğin 19. yüzyılın sonundaki Fransız toplu­
munu) karakterize eden 'toplumsal düzenleme eksikliği'nin
başlıca etkisi, onun uyumunu bozmaktır; Durkheim'ın anomi
kavramıyla ortaya koyduğu şey de budur. Etimolojik anlamda
'yasa yokluğu' anlamına gelen anomi, Durkheim'da, toplum­
sal normların bireysel davranışlar üzerindeki hakimiyetinin
zayıflamasını belirtir. Böylece Durkheim, toplumsal yaşamın
düzeninin bozulmasıyla ilişkili intihar artışını nitelendirmek
için 'anomik intihar'dan bahsetmiştir (bkz. 1 . Bölüm, 1 . Kısım):
Geleneksel kuralların kayboluşuyla birlikte bireyler, kendileri­
ni arzularının artık toplum tarafından sınırlandırılmadığı bir
durum içerisinde bulurlar. Böylece toplumsal nirengi noktala­
rını kaybederler; toplumsal düzensizliğe işaret eden intihar, suç
gibi davranışların artışı da bundan kaynaklanır. Durkheim, De
la division du travail social [Toplumsal İ şbölümü Üzerine] adlı
eserinde (1 893), 'bireyciliğin artışına götüren işbölümü süre­
ci' ile 'anomi' arasındaki ilişkinin altını çizmiştir. İ şbölümünün
başlıca tehlikesi, modern toplumlarda mesleki yaşam tam da
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 97

baskın hale gelirken, ilişkilerin (ve dolayısıyla bir örgütte -şir­


kette, idarede . . . - farklı hiyerarşik düzeyler arasındaki dayanış­
manın) ortadan kalkmasında yatar ki bu, muhtelif toplumsal
tecrit formlarına götürebilir. İ şte bu nedenle Durkheim, işçi
ve işverenleri bir araya toplaması gerektiğini düşündüğü mes­
leki topluluğa daha çok bel bağlamıştır; Durkheim' a göre, bu
tür bir topluluğun devletle bireyler arasında aracılık yaparak
toplumsal bir düzenleme işlevi temin etmesi için, ekonomik
yaşam bu temelde düzenlenmelidir.
§ Amerikalı işlevselci sosyolog Robert K. Merton da, sap­
ma analizinde, Durkheim'ın oluşturduğu 'anoıni' kawamını
kullanmıştır. Merton'ın kalkış noktası da, birey değil toplum­
sal yapıdır; Merton da, sapmanın açıklanmasını sağlayan şeyin
toplumsal yapı olduğunu düşünmüştür. Böylece Merton, top­
lumun her üyesinin peşine düştüğü istekler ('toplumsal başarı',
'prestij' gibi kültürel hedefi.er) ile önceden belirlenen hedeflere
ulaşmayı sağlayan meşru yollar ('dürüstlük', 'yasalara riayet' gibi
kurumsal normlar) arasında bir ayırım yapmıştır. Merton, 'top­
lumun tanımladığı kültürel hedefi.er' ile 'bu hedefi.ere ulaşmak
için başvurulabilecek yollar' arasında bir mesafenin olabileceği­
ni göstermeye dönük bir tipoloji inşa etmiş ve olası beş durum
ayırt etmiştir.

Tablo 2:
Bireysel İntibak Biçimlerinin Tipolojisi
İntibak Biçimleri Hedefler Yollar
1 Konformizm + +

il Yenilikçilik +

III Torencilik +

iV Kaçınma
V İsyan ± ±

Kaynak: Robert Merton, Elements de theorie et de mithode sociologique,


Plon, 1965.
98 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Konfarmistler, hem tanımlanan hedeflerle hem de meşru yollar­


la özdeşleşen/erdir. Bu kişiler toplumsal düzenin garantörleridirler
ve toplumda çoğunluğu oluştururlar.
Yenilikçiler, hedefleri paylaşmakla birlikte onlara ulaşmak için
meşru yollara sahip olmayanlardır: Gayrimeşru yollara başvurma­
ya götürülebilirler (Merton'ın verdiği örnek, Al Capone'dur}.
Yenilikçilerin tersi durumunda olanlar ise, meşru yollara üstün­
lük tanıyan ve her tür toplumsal "başarı " hedefine yüz çeviren !Ö­
renci/erdir: Merton'ın 'rutin davranış' dediği şeydir bu (kurala katı
riayete değer veren bürokratın durumunda olduğu gibi}.
Kaçınma, toplumun tanımladığı hedeflerle de meşru yollarla
da özdeşleşmeyen az sayıda kişinin davranışını karakterize eden
şeydir: Merton'a göre bunlar, berduş/ardır, avare/erdir.
Nihayet, isyankarlar, toplumun hedeflerini de yollarını da red­
deden ama onların yerine başka hedefler ve yollar öneren/erdir:
Böylece, devrimciler bu modele dahil olurlar.
Merton'ın tipolojisi, sapmanın toplumsal bir davranış oldu­
ğunun altını çizme meziyetine sahiptir. Sapma toplumsal bir
davranıştır; çünkü meşru yollara başvurma ihtimali toplumsal
yapıda işgal edilen konuma göre belirlenir. Bazı bireyler (top­
lumun en alt toplumsal katmanlarına ait olanlar), bu şemada,
yenilikçinin davranışını benimsemeye (yani suçlular haline
gelmeye) yöneltilirler. Bu durumda, 'anomi' Durkheim'da ol­
duğundan çok farklı bir anlam kazanır: Birey için meşru he­
defleri sınırlandırabilecek kuralların yokluğundan çok, 'bireyin
hedefleri' ile 'bu hedeflere ulaşmak için başvurabileceği yollar'
arasında bir uyumsuzluğun mevcudiyetine vurgu yapılır; bireyi
yasadışı yollara başvurmaya iten şey de bu uyumsuzluktur.
§ Bununla birlikte, Merton'ın analizi farklı düzeylerde
eleştirilmiştir. İ lkin, Durkheim'dan ödünç aldığı 'anomi' teri­
mini, onun birincil anlamını görmezden gelmeye götüren bir
anlam kaymasıyla kullandığı ileri sürülmüştür.
Merton, toplumun tanımladığı kültürel hedeflerin, her top­
lumsal grubun onlara bakarak karar vermesine yetecek kadar
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 99

uyumlu ve şeffaf olduklarını da varsaymıştır: Muhakemesini


Amerikan toplumundan yola çıkarak inşa ettiği için, bu toplu­
mun homojenliğini oldukça abartma eğiliminde olmuştur.
(Toplumsal başarı ya da yükselme arzusu toplumda herkes ta­
rafından paylaşılır mı ve bu herkes için aynı anlama mı gelir?)
Böylece Merton, aynı toplum içerisinde kaçınılmaz olarak bir
arada var olan muhtelif altkültürleri görmezden gelmiştir.
Nihayet, Merton, sapmayı zımni bir hesabın ürünü haline
getirmiştir: Sapkın kişi haline gelen birey, hedeflerine ulaşmak
için yasadışı yollara başvurmanın daha iyi olacağını anlamış
olmalıdır. Böylece sapma, uzun uzadıya kafa yorulan bir tür
"(bireysel) tercih"ten kaynaklanacaktır.

2. Sapma, muhtelif toplumsal failleri karşı karşıya getiren


bir etik.etleme sürecinin sonucudur.
§ Fransız sosyolog Jean-Claude Chamboredon, çocuk suçlu­
luğuna ilişkin bir incelemesinde, 4 Merton'ın analizlerinin var­
sayımlarını eleştirmiştir. Chamboredon' a göre sapma, az çok
rasyonel bir bireysel hesabın sonucu değildir; bir dizi toplumsal
mekanizmaya gönderme yapar. İ lk olarak, normun (ve dola­
yısıyla sapmanın) ortak bir tanımı yoktur; çünkü yasalın ve ya­
sadışının tanımı toplumsal aidiyet ortamına göre değişkenlik
gösterir: Sokakta "kavga etmek'' üst düzey kategorilerde ayıp­
lanabilir bir eylem olarak algılanabilirken, halk nezdinde bir
onur göstergesidir (ödlekliğin karşıtı durumundaki fiziksel ce­
saret) . Diğer bir deyişle, bir sapma davranışı olarak toplumsal
ve hukuksal açıdan mahkum edilen şey, meşru normlardan kuş­
kusuz en uzak bazı toplumsal çevrelerde "normal" bir davranışı
temsil edebilir. Chamboredon'un incelediği çocuk suçluluğu,
istatistiklere göre, ekseriyetle halk çevrelerinde karşılaşılan bir
olguydu ve özellikle de işçi dünyasından gelen delikanlılarda

4Jean-Claude Chamboredon, "La delinquance juvenile, essai de


construction d'objet", Revuefrançaise de sociologie, cilt 12, sayı 3, 1971.
100 Sosyolojiye Giriş Dersleri

karşımıza çıkıyordu. Chamboredon, bu olguyu açıklayabilen


toplumsal şartların (özellikle erkek çocuklarının toplumsal
kontrolünün halk çevrelerinde diğer toplumsal çevrelerden
net bir biçimde daha az olması, okul başarısızlığının dikkate
değer ölçüde daha yüksek olması . . . ) altını çizdikten sonra,
suçluluğun toplumsal bir inşa mekanizmasından kaynaklan­
dığını göstermiştir: Bir 'suçlu'nun olması için, muhtelif kurum
temsilcilerinin (polisin, sosyal hizmet ve sosyal yardım çalışan­
larının, hakimlerin . . . ) bir davranışı 'yasadışı' olarak nitelendir­
meleri gerekir. Diğer bir deyişle sapma, muhtemel suçluyu,
onun yakınlarını (ailesini, arkadaşlarını . . . ) ve otoritenin temsil­
cilerini ilişkilendiren muhtelif toplumsal etkileşimlerin ürünü­
dür. Chamboredon, otoritelerle pazarlık yapma kapasitesinin,
toplumsal çevreye göre farklılaştığını ortaya koymuştur; dile
(özellikle hukuk diline) az çok iyi bir hakimiyete, otoritelerin
az çok saygı duyulabilir gördüğü bir tavra . . . göre değişen bir
pazarlık kapasitesidir bu. Böylece bazı davranışlar 'sapma dav­
ranışları' olarak tanımlanırken, bazıları, esas itibariyle aynı ol­
salar da, yargısal bir müdahaleden kurtulacaklardır. İ şte bu ne­
denle, suçluluğa ilişkin istatistikler, yapılan eylemlerin gerçek
bir sayımı olmaktan çok, ilgili organizmaların faaliyetinin bir
kaydı olarak okunmalıdır: Suçluluk istatistiklerinde bir artış,
gerçekten yasadışı davranışların artışından kaynaklanabilece­
ği gibi, güvenlik güçlerinin faaliyetinde bir yoğunlaşmadan
da kaynaklanabilir (Daha sert bir güvenlik politikası, suçluluk
rakamlarını istemeden de olsa artırabilir; çünkü kontrollerin
çoğalması suçluluğun görünürlüğünü ve dolayısıyla suçluların
sayısını artırır). Suçluluğun inşası, kısmen, bundan sorumlu
muhtelif kurumların kendi eyleminden kaynaklanır: Gerçek­
ten de 'suçlu' nitelendirmesi, ancak yargıca kişiyle ilgili ilk bil­
gileri sağlayan polisin, ardından yargının ve nihayet muhtelif
ıslah kurumlarının müdahalesinden sonra bireye kendini kabul
ettirir. Suçlunun tüm geçmişi, onun saiklerini açıklamaktan
sorumlu kurumlar tarafından her evrede yeniden yorumlanır:
Toplumsal Kontrol, Normlar ve Sapma 101

S aldırgan davranıştan . . . ailenin parçalanmasına kadar her şey,


uzmanlar (psikiyatrlar, psikologlar ya da . . . sosyologlar) için ge­
riye dönük olarak "anlam" taşır.
Gözlenen suça göre, çocuk suçlunun geçmişi, bağlamların­
dan soyutlanan ve yeniden inşa ve stilize edilerek anlamlı
göstergelere dönüştürülen küçük olguların seçimiyle yeni­
den oluşturulur.
Bu sürecin sonunda, suçlu "kendi tarihi"ni içselleştirmeye baş­
lar; çünkü kurumun tanımıyla başa çıkmak, bireyin ve özellikle
de ailesinin sahip olduğu kültürel, toplumsal, ekonomik. . . kay­
naklara göre olur.
Bu perspektifte, sapma ('Neden sapkın olunur?' sorusunun
yanıtı) artık sadece bireysel motivasyonlar temel alınarak kav­
ranamaz; çünkü sonucu asla kesin olmayan muhtelif toplumsal
etkileşimlerden kaynaklanan bir şeydir sapma. Ö yleyse, bu sor­
gulamayı başka bir sorgulamayla "değiştirmek" gerekir: 'Nasıl
sapkın olunur?'
§ Bütün etkileşimci sosyologlar gibi Howard Becker da,
'sapmanın inşası' meselesiyle ilgilenmiştir. Bu perspektife göre
sapma, Becker'ın Outsiders'ta etiketleme olarak adlandırdığı
bir toplumsal süreçten kaynaklanır.
Sapma, kişinin yaptığı eylemin bir niteliği değildir; ama
daha ziyade, ihlalciye başkaları tarafından normlar ve yap­
tırımlar uygulanmasının bir sonucudur. Sapkın, bu etiketin
başarılı bir şekilde yapıştırıldığı kişidir ve sapma davranışı
da, topluluğun etiketlediği bu davranıştır.
Bir eylem, bağlama göre, bir ahlak girişimcisiyle karşılaşıp kar­
şılaşmadığına göre, 'sapma davranışı' olarak nitelendirilip nite­
lendirilmeyebilir; ve böyle nitelendirildiğinde de, 'potansiyel
sapkın' durumundaki bireyin ya da grubun, etiketleme sürecini
başarısızlığa uğratmak için seferber olmayı başarıp başarama­
ması belirleyici bir önem taşır. Becker' a göre sapma, birbirini
102 Sosyolojiye Giriş Dersleri

izleyen muhtelif aşamalardan geçen bir olgudur; Becker'ın ma­


rihuana içenler örneği üzerinden gösterdiği şey de budur. Bec­
ker, 'sapkın kişi' nitelendirmesinin kabul ettirilmesinin, alter­
natif normların öğrenildiği ve sapkının toplumsal kimliğinin
yeniden inşa edildiği bir çıraklık süreci gerektirdiğini göster­
mek için, sapma kariyeri kavramını kullanmıştır (profesyonel
kariyerle benzerlik kurarak) . Bu kariyer süreci, elbette her aşa­
mada kesintiye uğrayabilir.
Birey marihuananın "tadına bakar": Becker, toplumsal olarak
kınanan bir davranışın, daha çok, meşru normları ihlal etme mali­
yetinin pek yüksek gözükmediği bireyler (gençler, ''matjinaller". . . )
tara.findan benimsendiğini belirtir.
Ardından birey, bu konuda hususi bir beceriye hakim olmasını
sağlayan gerçek bir çıraklıktan geçer: İçmeyi ve marihuananın et­
kilerini değerlendirmeyi öğrenir.
Ardından "içici", bir dizi pratik soruyla yüzleşmelidir: Satışı
yasak olan marihuanayı nasıl tedarik edebilirim ? Bufaaliyeti ya­
kınlarımdan nasıl gizleyebilirim ?
Kişi, çevresi tarafından, giderek, 'sapkın kişi' olarak nitelendi­
rilir; ona kendiyle ilgili negatifbir imaj gönderen bu durum, onu,
yakınlarıyla temaslarını seyrekleştirmeye de götürür.
''Kariyeri"nin sonunda, içici, artık ait olduğu yeni toplumsal
grup içerisinde bir kimlik inşa eder.
Bu örnek, hususiyetleri temelinde bir araya gelen ve toplu­
mun diğer kısmından kendilerini giderek yalıtmaya götürülen
muhtelif toplumsal grupların (eşcinsellerin, etnik azınlıkla­
rın . . . ) incelenmesine de elbette uygulanabilecektir.
Dolayısıyla sapma, sürecin sonunda bir etiketin kabul ettiril­
mesine açılabilecek bir dizi toplumsal etkileşimin sonucudur:
Kendine dair böylece üretilen tanımı yeniden sahiplenmeye ve
sonuç olarak davranışında değişiklik yapmaya götürülen kişi­
nin kimliği üzerinde sonuçları olan bir etiketlemedir bu.
Kısım 4
TOPLUMSAL TABAKAL AŞM A:
TOPLUM VE BÖLÜNMELERİ

1. MuhtelifTabakalaşma Tipleri
1. 'Toplumsal tabakalaşma', her toplumun toplumsal ko­
numlarına dayanan farklılaşmaları tesis etme biçimini ve
zenginlik, iktidar, bilgi, prestij gibi kaynakların eşitsiz da­
ğılımını belirtir.
Tabakalaşmayı düzenleyen ilkeler, bir toplumdan diğerine dik­
kate değer ölçüde değişkenlik gösterebilirler: Günümüz top­
lumları genelde bir 'toplumsal sınıf' bölünmesinden yola çıkı­
larak betimlenseler de bu, toplumun örgütlenme biçimlerinden
sadece biridir. Gerçekten de, toplumun yapılandırılması konu­
sunda başka zihniyetler de mevcuttur (örneğin 'kast sistemi' ve
'zümre sistemi' gibi).
§ Hukuken kaldırılmış olsa da, Hindistan'da karşımıza çı­
kan kast sistemi, siyasal, toplumsal ve ekonomik bir işbölü­
müne dayanan ve dini ilkelerle de desteklenen toplumsal ör­
gütlenmeyi belirtir. Bir kasta aidiyet kalıtsaldır {çocuk kaçınıl­
maz olarak ebeveynlerinin kastında dünyaya gelir) ve bu aidi­
yet endogami ilkesinin uygulanmasıyla {kast içerisinde yapılan
1 04 Sosyolojiye Giriş Dersleri

evliliklerle) kuvvetlendirilir. Bu sistemin başlıca orijinalliği:


Sürekliliği (2000 yıl civarında) ve toplumsal işlevleri net bir
biçimde ayırmasıdır.
Hiyerarşinin zirvesinde, kutsalın yöneticisi durumundaki
Brahmanlar (din adamları) bulunur. İkinci sırada yer alanlar,
Kşatriyalardır {savaşçılar ve üreticiler).
Üçüncü sıradakiler Vtıişyalar (tüccarlar ve çiftçiler), dördüncü
sıradakiler Sudralardır (hizmetçiler).
Nihayet, son kategoriyi oluşturanlar ise, kast sisteminden dışla­
nan 'dokunulmazlar'dır.
Topluluk hissinin kuvvetlendirilmesine ve kastlar arasında­
ki ilişkilerin sınırlandırılmasına dönük bir yasaklar rejimi mev­
cuttur, çünkü üstteki kastların saflığı karşısında, alttaki kastlar
kirlidir: Ö rneğin, 'kirli' olarak görülen bir dokunulmaz, üstteki
bir kastın üyesinin yemeğine dokunamadığı için, ancak başka
bir dokunulmazla birlikte yemek yiyebilir.
§ Eski Rejim Fransası'nı karakterize eden zümre sistemi
ise, başka bir zihniyete dayanmıştır. Hususi işlevlere sahip üç
zümre vardı: 'ruhban', 'soylular' ve 'üçüncü sınıf'. Dini işlerden
sorumlu ruhban sınıfı toplumsal örgütlenmenin ilkelerini belir­
lerken, esas itibariyle şövalyelerden oluşan soylu sınıfı toplum­
sal düzenin korunmasını sağlıyordu. Bu iki zümre, çok çeşitli
görünen ve nüfusun geri kalanını (burjuvaziyi, zanaatkarları,
tarım dünyasını . . . ) bir araya getiren bir kategori durumundaki
üçüncü sınıf karşısında üstünlüğe sahipti. İ lk iki zümre homo­
jendi; ama kast sisteminden farklı olarak, tamamen kapalı da
değildi. Ö rneğin, endogami kuralı soylu sınıfında bazı istisna­
lar içeriyordu ve bir zümreden diğerine geçmek imkansız değil­
di (pratikte istisnai kalsa da): Burjuvazinin bir kısmı, özellikle
bir makamın satın alınması ('kılıç soyluluğul'cübbe soyluluğu'
ayırımı) ve evlilik yoluyla, soyluluk unvanı elde edebiliyordu.
Bu örgütlenme, zümreleri ortadan kaldırarak yeni ilkeler üze­
rinden yapılandırılmış bir topluma zemin hazırlayan Fransız
Devrimi sırasında paramparça olmuştur.
Toplumsal Tabakalaşma 105

2. Toplumun sınıflara ya da toplumsal gruplara bölünmesi,


zümre toplumunun sona ermesinin yanı sıra, 19. yüzyıldan
itibaren, Sanayi Devrimi sırasında gerçekleşen toplumsal
dönüşümlerden de kaynaklanmıştır.
Geleneksel düzenin hakim olduğu Eski Rejim toplumunun
(yani dinin merkezi bir konuma sahip olduğu, esas itibariyle
kırsal bir toplumun) yerini, bir gruba aidiyet ölçütlerinin geç­
mişte olduğundan daha bulanık göründüğü yeni bir toplum­
sal örgütlenme almıştır. Gerçekten de, toplumsal dönüşümleri
karakterize eden şey, toplumsal işlevlerin çoğalması (Durk­
heim' ın ortaya koyduğu toplumsal işbölümü sürecinden kay­
naklanmıştır) ve yeni sınıflandırma mantıklarına başvurulması
olacaktır (Zümre toplumuna hakim olan 'onur', artık 'zengin­
lik'le rekabet edecektir). Sanayi toplumundaki toplumsal taba­
kalaşmanın analizi, bu tabakalaşma ortaya çıktığı andan itiba­
ren, ilk büyük sosyologlar tarafından gerçekleştirilecektir.

il. Toplumsal Sınıflar ve Sosyoloji


1. 'Toplumsal sınıf' teriminin mucidi Kari Marx olmasa da,
bu terim çoğu kez onun yazılarıyla ilişkilendirilmiştir.
Gerçekten de, Marx, kendini kaçınılmaz bir referans olarak
kabul ettiren ünlü bir 'toplumsal sınıf' kuramı oluşturmuş­
tur, zira bu kuramı ister güncellemek, ister tartışmak, isterse
de reddetmek söz konusu olsun, Marx'tan sonraki yazarların
ekseriyeti ona referans yapmaktan nadiren geri durmuşlardır.
Marx'ın toplumsal sınıf analizi, onun felsefi, ekonomik, siyasal,
ama ayrıca sosyolojik çalışmasının unsurlarından biriydi.
§ Marx'a göre, toplumsal sınıflar sanayi toplumlarının ör­
gütlenmesiyle sınırlı olamazlardı; çünkü Marx, toplumların
tüm tarihinin sınıf mücadelesi tarihinden başka bir şey olama­
yacağını düşünmüştür. Gerçekten de, bu şemada toplumsal sı­
nıflar, üretim araçları sahipliği bakımından karşı karşıya gelen
106 Sosyolojiye Giriş Dersleri

zıt gruplardı. İ ktisadi ölçüt baskın görünüyordu; çünkü işbölü­


mü, kaynakların eşitsiz bir dağılımıyla birlikte karşımıza çıkı­
yordu ve bazı toplumsal sınıfların (üretim araçlarını ellerinde
bulunduranların) diğerleri üzerindeki sömürüsünün kayna­
ğında yer alıyordu: Böylece Marx, Antikçağ'larda patriciler ile
plebler arasındaki, feodal toplumda toprak sahipleri ile serfler
arasındaki karşıtlıktan ve sanayi toplumunun temel karşıtlığı
olarak da burjuvazi ile proletarya arasındaki karşıtlıktan bah­
setmiştir. Bu mücadele, sonunda, toplumsal bölünmelerin ni­
hai olarak ortadan kaldırılmasına (yani sınıfsız topluma) gö­
türmeliydi; çünkü kapitalist dinamik proleterlerin sayısının
artmasına neden olmaktaydı ve sonunda toplumsal devrime
açılmalıydı. Ö te yandan, Marx'ın çalışmasının en tartışmalı
görünen yönü tam da bu kahince taraftı; çünkü sanayi toplu­
munda ortaya çıkan tüm çatışmaların, sonucu belli olan, önce­
den kaleme alınmış bir şemaya dahil oldukları farz ediliyordu.
§ Böylece, bir toplumsal sınıfa aidiyet, nesnel olma iddia­
sındaki bir ölçüte dayandırılmıştı: üretim sürecinde işgal edi­
len yere. Sanayi toplumunda, burjuvazi üretim araçlarına (yani
toprak, fabrika, makine, ama ayrıca finans . . . şeklinde karşımıza
çıkan sermayeye) sahipken, daha çok sayıdaki proletarya ise
emeğini bir ücret karşılığında satmak zorundaydı ve bunun bir
kısmı kendisine ödenmiyordu (işçinin sömürülmesinin teme­
lini oluşturan ve Marx' ın artı değer olarak adlandırdığı şeydi
bu) .
• Toplumsal sınıfa ilişkin Marksist tanım, gerçekçi olma id­
diasındaydı; çünkü kalkış noktası olarak toplumu kateden fiili
bölünmeleri esas alıyordu. Böylece toplumsal sınıflar, "somut"
bir mevcudiyete sahip toplumsal gruplara benzetiliyorlardı.
Ama bu yaklaşım, iktisatçılığı (yani 'toplumsal davranışları
sadece ekonomik belirleyicilerle açıklama' eğilimi) ve erek­
çiliği ('tarihin bir anlamı olduğu, bu anlamın tek olduğu ve
sınıf mücadelesinde nüve halinde karşımıza çıktığı' düşünce­
si) yüzünden çoğu kez eleştirilmiştir -her ne kadar Marx'ın
Toplumsal Tabakalaşma 107

çalışması, bu düşünce akımından gelen sonraki birçok metin­


den çoğu kez daha nüanslı olsa da. Marx bazı kuramsal yazıla­
rında (örneğin 1 867 tarihli Le Capita!de [Kapital] } toplumun
burjuvazi/proletarya şeklinde olmak üzere iki unsurlu bir bö­
lünmesine başvursa da, somut durumların incelenmesine dö­
nük diğer metinlerinde bunda değişiklik yapmak durumunda
kalmıştır. Ö rneğin, Le 18 Brumaire de Louis Bonaparte [Louis
Bonaparte' ın 18 Brumaire'i] adlı eserinde Marx, 19. yüzyıl or­
tası Fransası'nda en az yedi sınıf ayırt etmiştir: 'Mali aristok­
rasi', 'büyük toprak sahipleri', 'sanayi burjuvazisi', 'küçük burju­
vazi', 'işçi sınıfı', 'lümpen proletarya ya da altproletarya', 'küçük
köylüler'. Böylece Marx, sınıf fraksiyonlarından bahsetmeye
başlamış; yani aynı toplumsal sınıf içerisinde, farklı çıkarların
ortaya çıkabileceğini ve bunların çıkar çatışmaları doğurabile­
ceğini kabul etmiştir: 19. yüzyıl ortası Fransası'nda hakim sınıf
içerisinde sanayicilerle toprak sahiplerini karşı karşıya getiren
bölünmeleri net bir biçimde vurgulamıştır (bu bölünmeler, ör­
neğin onların siyasal tercihlerinde tekrar karşımıza çıkıyordu) .
§ Marx, toplumsal sınıflara ilişkin tanımında, öznel bir öl­
çüte de referans yapmıştı: bir toplumsal sınıfa aidiyet hissi ya
da sınıf bilinciydi bu. Gerçekten de, bir toplumsal sınıfa ait
olunduğunun farkına varılması için toplumsal yapıda benzer
konumlar işgal edilmesi yeterli değildi. Marx' ın 18 Brumai­
re'de bahsettiği küçük köylüler, ekonomik durumları kesinlikle
benzer olmasına rağmen bir toplumsal sınıf oluşturmuyorlardı.
Milyonlarca köylü aile, onları diğerlerinden ayıran ve on­
ların yaşam tarzını, çıkarlarını ve kültürünü toplumun di­
ğer sınıflarıyla karşı karşıya getiren ekonomik şartlarda ya­
şamaları bakımından, bir sınıf oluştururlar. Ama bu küçük
köylüler arasında sadece yerel bir bağ olması ve çıkar ben­
zerliğinin onlar arasında herhangi bir topluluk, ulusal bağ
ya da siyasal örgütlenme üretmemesi bakımından, onlar bir
sınıf oluşturmazlar.
108 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Küçük köylüler, mekansal (ve dolayısıyla toplumsal) tecritleri­


nin bir toplumsal sınıf oluşumuna çok önemli bir engel teşkil
etmesi bakımından aslında bir sınıf oluşturmuyorlardı.
Böylece, Fransız ulusunun ekseriyeti, aynı adı taşıyan bü­
yüklüklerin basitçe birbirlerine eklenmelerinden oluşmak­
tadır; patatesle dolu bir çuvalın bir patates çuvalı oluştur­
ması gibi bir şeydir bu.
Marx, bir toplumsal sınıfın kendi çıkarlarının farkına varması­
nın, ancak ve ancak, onu diğer toplumsal sınıflarla karşı karşıya
getiren mücadele bağlamında söz konusu olabileceğini düşün­
müştü. Dolayısıyla Marx, 'kendinde sınıf'ı 'kendi için sınıf'tan
ayırmıştı. Böylece, küçük köylüler, bir kendi için sınıf değil
(Siyasal örgütlenmenin, etkili toplumsal ilişkilerin . . . yokluğu
ortak çıkarların ortaya çıkmasını engellemekteydi), kendinde
sınıf oluşturuyorlardı (Ekonomik ölçüte göre, üretim sürecin­
de aynı yeri işgal etmekteydiler) .
Marx'ın sezgisi, yani sosyoloğun toplumsal sınıflarla ilgili
bölümlemesinin fiilen hareket halindeki toplumsal gruplardan
ibaret olamayacağını sezmesi, onun ekonomik determinizmini
biraz inceltmiş ve toplumsal grupların oluşum biçimlerine iliş­
kin günümüz sorgulamalarına davetiye çıkarmıştır.

2. Toplumsal tabakalaşmanın incelenmesi, Marksist teoriy­


le sınırlı değildir: Toplumsal tabakalaşmanın temelleri üze­
rine Max Weber de kafa yormuştur.
Weber, toplumsal sınıflara ilişkin realist değil de nominalist
bir analiz oluşturarak, ı metodolojik açıdan Marx'ın konumuna
mesafeli durmuştur.

1 Nominalist yaklaşım, sosyoloğun, 'Gerçekliğin gözlenmesine izin


veren, ama realist yaklaşımdan farklı olarak onunla aynı da olmayan'
bir model inşa ettiği yaklaşımdır.
Toplumsal Tabakalaşma 109

§ Dolayısıyla Weber, sınıfları "gerçek" gruplar olarak analiz


etmemiştir. Böylece Weber, sınıf durumunu, 'bireylerin gelir,
mal ve hizmet sahipliği bakımından benzer durumlarda yer
alma ihtimali' olarak tanımlamış; ve ardından, sahip olunan
mülkü dikkate alan 'sahiplik sınıfı' ile, Marx'ın tanımladığı öl­
çüte (yani üretim sürecinde işgal edilen yere) denk düşen 'üre­
tim sınıfı' arasında ayırım yapmıştır. Weber'e göre, toplumsal
sınıflar ille de bir zıtlıkla tanımlanmazlar, "tarihin yasaları"yla
hiç tanımlanmazlar.
• Bu perspektifte, toplumsal sınıflar, toplumsal tabakalaşma
biçimlerinden sadece biridir. Gerçekten de, toplumsal tabaka­
laşma üç boyuta sahiptir: ekonomik boyut, statü boyutu ve si­
yasal boyut. Statü (ya da toplumsal itibar), bir toplumsal işlev­
le ilişkilendirilen prestiji belirtir ve ille de ekonomik boyuttan
ibaret değildir. Weber'in analizinde siyasal boyut da belli bir
önem taşır: Siyasal iktidara az çok etkili bir erişim ve siyasal
iktidarı etkileme imkanı, toplumsal açıdan, dikkate değer öl­
çüde farklılık gösterir. Dolayısıyla, tabakalaşma analizi hem
ekonomik, hem toplumsal, hem de siyasal ölçütlere dayanır.
Weber, her alanın indirgenemezliğini ortaya koymuştur: Bir
kişi (örneğin bir sendika lideri) siyasal alanda yüksek bir po­
zisyon işgal edebilirken ekonomik ve toplumsal alanlarda nis­
peten düşük bir pozisyon işgal edebilir -her ne kadar, bu farklı
alanlar arasında bağlar olsa da: Büyük bir şirketin yöneticisi,
siyasal iktidara kolayca erişebilir ve kayda değer bir toplumsal
prestije sahiptir. Üç alanda işgal edilen pozisyonlar birbirine
yakın olduklarında statü uyumundan, çok farklı olduklarında
ise statü uyumsuzluğundan bahsedilir. Weber'in analizinin
büyük avantajı, toplumsal tabakalaşmanın çokboyutluluğunu
ortaya koyması ve muhtemel tabakalaşma düzenlemelerinin
çeşitliliğini somut bir şekilde vurgulamasıdır.
1 10 Sosyolojiye Giriş Dersleri

3. Toplumsal sınıflar üzerine kafa yorma faaliyeti, Pierre


Bourdieu tarafından özellikle Marx'ın ve Weber'in çalış­
malarına yapılan referansla, çağdaş sosyolojiye kadar uzan­
mıştır.
Bourdieu, toplumsal sınıfların analizinde karşımıza çıkan bir­
çok boyutun, bu analizler içerisindeki ve arasındaki karşıtlıklar
ile toplumsal sınıf bölümlemesinin simgesel boyutunun altını
çizmeye çalışmıştır.
Böylece Bourdieu, işgal edilen toplumsal konumun hem
ilişkisel yönünü (toplumsal alandaki bir pozisyon ancak diğer
pozisyonlara nazaran mevcut olabilir) hem de dinamik yönü­
nü (nasıl düzenleneceği farklı sınıflar arasında hep "çekişmeye
tabi" toplumsal yapıyı karakterize eden şey, yaşam tarzları, dü­
şünme biçimleri ve ekonomik çıkarlar açısından karşıtlıklardır)
dikkate almak için toplumsal alandan bahsetmiştir.
• Bourdieu, toplumsal alanı tasvir ederken, muhtemel top­
lumsal konumlar tayfını iki eksen üzerinden sunan bir grafik
kullanmıştır. Birinci unsur, yatay eksen üzerindeki konumu be­
lirleyen sermaye yapısıdır (yani bireyin sahip olduğu toplumsal
kaynaklardır). Bourdieu, üç tip sermaye ayırt etmiştir.
Ekonomik sermaye, hem gelirleri hem de mülkü içeren serma­
yedir.
Kültürel sermaye, üç şekilde karşımıza çıkan sermayedir: ku­
rumsal (bir diploma); nesneleşmiş (plaktan . . . kütüphaneye ve tab­
loya kadar}; içselleştirilmiş ("sanat aşkı ': bir tabloya bakmayı bil­
meyi, dolayısıyla bazı estetik muhakeme kategorilerinin kazanıl­
mış olmasını gerektirir).
Toplumsal sermaye ise, ekonomik ve kültürel sermayeyi tamam­
layan ve onları daha verimli kılan sermaye türüdür; harekete geçi­
rilebilir toplumsal ilişkilerin kapsamıyla ilgilidir (Bireyin hakim
olduğu toplumsal yüzeye dair birfikir veren toplumsal ilişkilerdir
bunlar}.
Toplumsal Tabakalaşma 1 1 1

Sahip olunan sermaye miktarı (dikey eksen) ise, toplumsal


aidiyete göre değişkenlik gösterir: Böylece, sermayenin dağılım
ekseninin bir ucunda serbest meslek sahipleri yer alırken, diğer
ucunda ırgatlar yer alırlar. Toplumsal çevrelerin farklılaşmasını
sağlayan, aynı önemde başka bir ölçüt de vardır: ekonomik ser­
mayenin ya da kültürel sermayenin ağır bastığı sermaye yapısı.
Gerçekten de, bazı toplumsal kategoriler, sermaye miktarına
göre pek farklılaşmaz ve bu itibarla toplumsal alanda yakın
konumlar işgal ederken (örneğin, ilkokul öğretmenleri ve kü­
çük tüccarlar), sermayenin yapısı itibariyle karşı karşıya gelirler
(ilkokul öğretmenleri ekonomik sermayeden çok kültürel ser­
mayeye sahipken, küçük tüccarlarda tersi söz konusudur) .
§ Böylece Bourdieu, toplumsal alanın tekboyutlu bir tas­
virinden uzak durmuştur; çünkü sermayelerin tersyüz edilmiş
dağılımı, farklı yaşam tarzlarına götürür: Eğitime yapılan ya­
tırım, müzeleri ziyaret sadece toplumsal konumla değil de bil­
hassa kültürel sermayenin miktarıyla doğru orantılı olarak ar­
tarken, parasal edinimler, golf ya da briç oynama da ekonomik
sermaye sahipliğiyle doğru orantılı olarak artar. Bu toplumsal
alan tasviri, onun tüm karmaşıklığını da ortaya koyar. Sahip
olunan sermayeler kendi başlarına gerçek bir mevcudiyete sa­
hip değildir, üstelik dönüştürme stratejilerine de konu olabilir­
ler: Ö rneğin, prestijli bir diploma elde etmek amacıyla mali­
yetli eğitim süreçlerinden geçmek, ekonomik sermayeyi kültü­
rel sermayeye dönüştürmek demektir. Ama bu sermayelerin
anlamlı olmaları için, birbirlerine nazaran ilişkilendirilmeleri
gerekir: Böylece, baskın kategoriler (serbest meslek sahipleri,
profesörler, sanayi ve ticaret patronları . . . ) muhtelif bağlarla
kendi aralarında ilişkilendirilirken (toplumsal sermaye burada
bütün etkilerini üretir), hususi habituslarına göre, toplumsal
pratikleri (siyasal fikirleri, yaşam tarzları. . . ) üzerinden karşı
karşıya gelebilirler. Orta kategoriler ve halk kategorileri için de
elbette aynısı geçerlidir; bu analiz sayesinde, bu kategoriler de
yapay homojenliklerini kaybederken {'orta sınıflar' ifadesinde-
1 12 Sosyolojiye Giriş Dersleri

GLOBAL SERMAYE
(her tür)
+

piyano 1 briç
SERBEST t'lsLEKLER binicilik
AKAD S LER satranç viski 1 tenis kayak şampanya
ÖZEL SEKTÖR ÜST su sporlan Ei! �
<>:: ÜZEY ÇALlŞANLARI �� 0
� 1 0

\
0. MÜHENDİSLEll scrabble a: �
�f-o;:i ORTAOKUL
SEKTÖRÜ ÜST
KAMU yelken � i1:
p.; <>::
avcılık
VE LISE dağcılık
.

OGREN'"""'
. DÜZEY � tj
��

yürüyüş yüzme
bisiklet maden 'suyu
SAG OY
SOSYAL-TIBBİ
HİZMETLER

KÜLTÜREL ARA gitar


MESLEKLER cimnastik/dans

ORTA DÜZEY TİCARİ


YÖNETİCİLER
KÜLTEREL SERMAYE + KÜLTÜREL SERMAYE -
EKONOMİK SERMAYE - opera EKONOMİK SERMAYE +

TEKNİSYENLER
İLKOKUL
öCRETMENLERI
İDARİ ORTA
DÜZEY ÇALIŞANLAR
Ti ARI
OF1S ÇALlŞANLAR l!J ;::!
ÇALlŞANLARI bira l �� bowling
USTABAŞILAR balık avı �
U. Pcrnod
içkileri
SOL OY
VASIFLI İŞÇİLER

iskambil fut 1 akordeon

UZMANLAR
kırmızı şarap

EL İŞÇİLERİ

IRGA: LAR
1

GLOBAL SERMAYE -

Toplumsal pozisyonlar alanı ve yaşam tarzı alanı


Kaynak: P. Bourdieu, Raisom pratiques, Seuil, 1994.
Toplumsal Tabakalaşma 1 13

ki çoğul ekinin ekseriyetle bir belirsizliğe yol açması, örneğin,


bu homojenliğin yapaylığını ortaya koyar), farklılaşma ilkeleri
özellikle vurgulanmış olur.
§ Toplumsal alanı yapılandıran ilkeleri ortaya koymaya ça­
lışırken hıila toplumsal sınıflardan bahsedebilir miyiz? Pierre
Bourdieu'nün analizi, tam da (çok tartışmalı) 'toplumsal sınıf'
kavramını ihtiyatla kullanmayı hedefi.emiştir. Her şeyden önce,
sosyolog tarafından yapılan toplumsal gruplamalar ile, hareket
etmeye (ve dolayısıyla toplumsal açıdan var olmaya) götürülen
"gerçek" toplumsal gruplar arasındaki farkın dikkate alınması
söz konusudur.
Toplumsal alandaki yakınlık, birleşmeye meyilli kılar: Ala­
nın sınırlı bir sektörüne kaydolan insanlar, hem daha yakın
olacaklar (özellikleri ve eğilimleri, beğenileri yoluyla) hem
de yakınlaşmaya daha meyilli olacaklardır; daha kolay bir­
leşecekler, daha kolay harekete geçeceklerdir de. Ama bu,
Marx' ın anladığı şekilde bir sınıf oluşturdukları, yani ortak
hedefler için ve özellikle de başka bir sınıfa karşı harekete
geçmiş bir grup oluşturdukları anlamına gelmez.2
Bir sınıfın mevcut olup olmadığını söylemek, sosyoloğun işi
değildir; çünkü sosyolojik değil pratik bir meseledir bu. Ger­
çekliği toplumsal sınıflara bölmek "tarafsız" bir işlem değil­
dir; tam aksine, sınıflar ya da toplumsal gruplar arasında bir
mücadele meselesidir. Toplumun kategorilere bölünmesini bir
inceleme konusu olarak görmek sosyoloğun işine gelse de, bu
bölme siyasal bir işlemdir: Gerçekten de, grubun toplumsal
olarak yaşamasına ve kimliğini üretmesine katkıda bulunan
sözcülerin (siyasetçilerin, sendikacıların . . . ) gerçekleştirdiği
bir temsil faaliyetidir bu. "Halk sınıfları" ya da "ulusun zinde
güçleri" adına konuşmak, hem siyasal anlamda ('bir kolektif
adına konuşmaya yetkili olmak' anlamında) hem de teatral

2 P. Bourdieu, Raisons pratiques. Sur la theorie de l'action, Paris, Seuil,


1994.
1 14 Sosyolojiye Giriş Dersleri

anlamda ('grubu sahneleyerek onu yaşatmak' anlamında) bir


temsil faaliyeti sihirbazlığıyla, karma bir grubu homojenleş­
tirmek demektir. Ve bu, topluma ilişkin bir "görme biçimi" de
dayatmak demektir - diğer görme biçimleriyle mecburen ça­
tışan bir görme biçimidir bu: Elitlerin karşısına halkı koymak
ya da esasen orta sınıflardan oluşan bir toplumdan bahsetmek,
aslında toplumsal dünyayı hayal etmenin ve onu üretmenin
farklı biçimleridir; çünkü yapılan "bölme işlemleri", bireyler ve
toplumsal gruplar üzerinde çok gerçek etkilere sahip olurlar
(bkz. 1 . Bölüm, 2. Kısım). Ö yleyse bu, şirince davranıp kendini
sosyolojik bir mesele gibi sunan siyasal bir mesele (Fransız top­
lumunda, toplumsal sınıflar mevcut mudur?) hakkında zımnen
hüküm vermek demektir.
§ Toplumsal sınıfların dökümünü yapmaya çalışmayacaksa
ya da onların mevcudiyeti meselesi (bu dikenli mesele) hak­
kında bir hüküm vermeye çalışmayacaksa eğer, sosyolog ne
yapacaktır? Bir sınıfın ya da kategorinin nasıl inşa edildiğini
anlamaya çalışabilir; hangi toplumsal mekanizmalar yoluyla,
kendini nesneleştirmeye yeten bir uyuma ve birliğe kavuşabildi­
ğini (yani herkese kendini kabul ettiren bir gerçeklik haline ge­
lebildiğini) anlamaya çalışabilir. Luc Boltanski, bir toplumsal
grubun oluşum şartları üzerine kafa yorduğu Les Cadres [Üst
Düzey Çalışanlar] adlı eserinde (1982), bu yaklaşımı tercih
etmiştir. Beyhude ve sonu gelmez 'kimin üst düzey çalışan ol­
duğu, kimin de öyle olmadığı' tartışmasında (zaten sosyoloğun
yetkisini aşan bir tartışmada) taraf olmayı reddeden Boltanski,
bu toplumsal grubun çok heterojen bir nitelik taşıdığını not
ederek, grubun artık "nesnel" bir gerçeklik olarak görünmesine
yetecek bir grup kıvamını üretmiş olan muhtelif aşamaların izi­
ni sürmüştür. "Üst düzey çalışanlar", 1 930'lu yılların hareketli
siyasal ve toplumsal bağlamında ( 1936 grevi, Halk Cephesi' nin
iktidarı, "orta sınıfları" bir araya getirmeye dönük siyasal hare­
ketlerin doğuşu), patronlarla iş dünyası arasında aracı rolü oy­
nayabilecek bir kategori olarak ortaya çıkmıştır. Bu örnekte de
Toplumsal Tabakalaşma 1 1 5

görüldüğü gibi, toplumsal dünyaya ilişkin bir bölümleme asla


tarafsız değildir: Üç boyutlu bir bölümlemede toplum çeşitlen­
miş ve birbirini izleyen katmanlara (işçiler, orta sınıflar, yönetici
sınıflar) ayrılmış görünürken, iki boyutlu bir bölümlemede top­
lum homojen gruplar (işçiler/patronlar) arasındaki aşılmaz bir
zıtlığa benzer. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, hizmet sektörünün
genişlemesi ve serbest mesleklerin gelişmesi gibi ekonomik ve
toplumsal dönüşümler 'üst düzey çalışanlar' grubunun kıvamı­
nı artırmış olsa da, bu toplumsal kategorinin inşası yalnızca
morfolojik ölçütlerle de açıklanamaz. Bir 'üst düzey çalışan
sendikacılığı'nın tesisi yoluyla gerçekleştirilen temsil faaliyeti,
özellikle hukuksal "tanınma" sağlamış (bu yeni ücretli çalışan
kategorisinin mevcudiyeti resmi metinlerde teyit edilmiş); bu
tür personele dönük hususi eğitim programlarının çoğalması
(mühendislik ve ticaret okullarının gelişmesi), ABD'den ithal
edilen işletme teknikleri ve 1960'lı yıllardan itibaren üst dü­
zey çalışanlara hitap eden ve hususi bir "yaşam tarzı" çizen bir
basının tesisi. . . bu temsil faaliyetine zemin oluşturmuştur. Bü­
tün bu farklı olgular, toplumsal dönüşümlerin homojenleşti­
rilmesine ve "bulanık olan"ın arkasındaki birliğin üretilmesine
katkıda bulunmuşlardır. Böylece Boltanski, grubun kıvama
kavuşmasıyla birlikte, terimin yayıldığını ve giderek daha çok
kişinin kendini onunla tanımlamaya ve diğerleri tarafından da
"üst düzey çalışan'' olarak tanımlanmaya vardığını göstermiştir;
kavramın belirsizliği, paradoksal şekilde, grubun bir "gücü" ve
başarısının bir teminatı haline gelmiştir.
Gerçekten de, eski burjuvaziden gelen ve büyük bir okuldan
mezun olmuş Parisli bir patron ile atölye şefi olmuş eski bir
işçi, bir firmanın mümessili, CNRS'te dirsek çürütmüş bir
uzay mühendisi arasında ortak olan şey nedir? Bunların her
biri, üst düzey çalışan unvanını ileri sürebilir.
Kurum içi terfi ve şirkete bağlılık yoluyla 'üst düzey çalışan' ha­
line gelmiş bir kurum çalışanını büyük bir şirketin yöneticisin-
1 16 Sosyolojiye Giriş Dersleri

den ayıran şey tamamen ortadan kalkmamıştır; ama bu ayırım,


çok farklı kişilerin birbirleriyle özdeşleşmeye ve dolayısıyla
grubu tartışmasız bir şeymiş gibi yaşatmaya götürülebildiği bir
grubun mevcudiyetiyle görelileşmiştir.
Ama bu simgesel birleşme, 'üst düzey çalışanlar' ın bariz bir
grup haline gelmesinden önceki duruma (yani iki dünya sa­
vaşı arasındaki dönemin sonuna kadar 'işbirlikçiler' olarak
adlandırılan kişilerin, 'patronlar'dan o kadar ayrılmadıkları
duruma) bir şekilde geri dönüş de oluşturmaktaydı, ama
tam da şu farkla: Eskiden üst düzey çalışanlar patron ima­
jıyla özdeşleşirlerken, günümüzde patronlar giderek daha
sık olmak üzere üst düzey çalışan imajıyla özdeşleşmekte­
dirler.
Dolayısıyla, toplumsal grupların (ya da toplumsal sınıfların)
gerçeklik haline gelmeleri, bireyler bu kolektiflerle özdeşleştik­
leri andan itibaren söz konusu olur. Ö yleyse bu perspektifte,
toplumsal tabakalaşma analizi, farklı toplumsal grupların orta­
ya çıkmasını sağlayan toplumsal mekanizmaların, bu grupların
nesneleşme biçimlerinin ('işçi grubu' gibi 'ara meslekler grubu'
da mevcut mudur?), onları kat eden meselelerin ve onları diğer
toplumsal kategorilerden ayıran şeyin anlaşılmasından ibarettir.
Kısım 5
SİYASAL İKTİDAR:
TOPLUM VE SİYASAL

1. Siyasal İ ktidarın Oluşumları


1 . Siyasal iktidar farklı şekillerde düşünülebilir.

Hukuksal açıdan bakıldığında, siyasal iktidar yöneticilerle


(cumhurbaşkanı, hükümet. . . ) aynı şeydir; felsefi açıdan bakıl­
dığında, iktidar bir töze (buyruk) benzer; burada bizi ilgilendi­
ren açıdan, yani sosyolojik açıdan bakıldığında ise, iktidar, bi­
reyler ya da toplumsal gruplar arasında tesis edilen bir toplum­
sal ilişkidir.
§ Max Weber, Economie et societe [Ekonomi ve Toplum]
adlı eserinde ( 1922), iktidarı (ya da hakimiyeti) "bir toplumsal
ilişkide, kendi iradesini dirençlere rağmen galip kılına imka­
nı" olarak tanımlamıştır. Bu perspektifte iktidar, her tür kulla­
nımdan bağımsız bir nitelik, bir töz, bir "şey" değildir artık; ak­
sine, muhtelif toplumsal grupları ve failleri karşı karşıya getiren
etkileşimler bağlamında anlam kazanan bir unsurdur. Iktidar
(aile babasının, şirket sahibinin, devlet başkanının . . . iktidarı),
1 1 8 Sosyolojiye Giriş Dersleri

toplumsal kaynaklara eşitsiz bir hakimiyetin mümkün kıldığı


asimetrik bir ilişki varsayar; farklı bireyler ya da gruplar arasın­
daki asimetrik bir ilişkidir bu.
• Ö yleyse siyasal iktidar, onu toplumda karşılaşılan diğer
iktidar tiplerinden ayıran hususi karakteristiklere sahip midir?
Max Weber'e göre, siyasal iktidarın hususiyeti, bir hakimiyet
gruplaşması olarak adlandırdığı şeyin mevcudiyetinde yatar;
grup üyelerinin, yürürlükteki kurallara göre, özellikle de huku­
ki metinlere (örneğin bir anayasaya) göre hakimiyet ilişkileri­
ne tabi oldukları bir gruptur bu. Ö rneğin, babanın çocukları
üzerindeki otoritesi, bir hakimiyet gruplaşmasının aracılığı
olmaksızın, doğrudan uygulanır. Weber'e göre siyasal iktidarın
hususiyeti, sahip olduğu araçlara dayanır.
Bir hakimiyet gruplaşmasının mevcudiyeti ve kurallarının
geçerliliği, idarenin fiziksel bir zor gücü uygulaması/teh­
didi üzerinden belirlenebilen bir coğrafi bölge içerisinde
sürekli bir biçimde güvence altına alındığında ve alındığı
sürece, bir siyasal gruplaşmadan bahsedeceğiz.
Siyasal iktidar (ya da devlet, çünkü bu iki terim günümüzde
eşanlamlıdır), bir toprak üzerinde hakimiyete sahiptir ve orada
yaşayanlar üzerinde otorite uygular; ve bu otoriteyi uygulamak
için, başka hiçbir kurumun sahip olmadığı hususi bir araçtan
faydalanır: Weber'in ifadesiyle, meşru fiziksel şiddet tekelin­
den. Devlet dışında hiçbir otorite, kamu gücüne (polise, ordu­
ya . . . ) başvurma imkanına sahip olmadığı gibi, bireyin özgürlü­
ğünü de sınırlayamaz (örneğin, onu bir hapis cezasına mahk.Um
edemez). Ö zellikle hukuk kuralları yoluyla toplumun tüm üye­
leri üzerinde etkili bir otorite uygulamayı hedefleyen siyasal ik­
tidar, kararlarını uygulatacak personele (devlet çalışanlarına) ve
bu kararlara riayet edilmezse başvurabileceği hususi bir araca
(fiziksel zor gücüne) sahiptir. Weber 'tekel'den bahsetmiştir;
çünkü, devlet kurulduğu andan itibaren, diğer kurumlar ( örne­
ğin dini otoriteler) fiziksel zor gücü araçlarından yoksun kılı-
Siyasal İktidar 1 1 9

nırlar. Tersine, farklı gruplaşmaların bir bölgenin hakimiyeti


için mücadele ettiği bir ülkede (iç savaş durumunda), hukuken
ortadan kalkmamış olsa da devletten pek bahsedilemez; çünkü
devlet temsilcilerinin otoritesi artık uygulanamamaktadır.

2. Siyasal iktidar muhtelif toplumlarda hep var olmuş mu­


dur?
§ Toplumun geri kalanından farklılaşmış bir siyasal iktidarın
ortaya çıkışı, ancak toplum karmaşıklaştığı andan itibaren
gerçekleşmiştir; ve bu da, Durkheim'ın ifadesiyle, toplumsal
işbölümü sürecinin ardından söz konusu olmuştur. İ şte bu ne­
denle Durkheim, siyasal iktidarın bir toplum sözleşmesinden
(yani bir irade uyumundan) kaynaklandığını düşünen toplum
sözleşmesi teorisyenlerine (Rousseau, Locke, Hobbes . . . ) karşı
çıkmıştır. Bu vizyonun (yani 'iktidar sahipleri ile halk arasında
sözleşme' vizyonunun) 1 8 . yüzyılda kendini kabul ettirmesi,
mutlakiyetin sorgulanmasıyla (Fransa'da Eski Rejimin sonlan­
masıyla) birlikte yeni siyasal meşruiyet ilkelerine ihtiyaç duyul­
ması sayesinde olmuştur: 'Tüm toplum tarafından akdedilen
bir sözleşme' elbette bir kurguydu, ama kendini ilahi köken­
lerle artık temellendiremeyeceği için başka bağlılık biçimleri
oluşturmaya mecbur bir siyasal iktidara yeni bir otorite atfede­
bilecek bir kurguydu bu. Durkheim, toplum sözleşmesi tezi­
nin gerçekçi olmadığının altını çizmiştir, çünkü yaklaşımına
uygun olarak, eğer toplum bireyden önce geliyor ve kendini
bireye doğduğu anda dayatıyor idiyse, siyasal toplumun ortaya
çıkışı artık bir "kolektif karar"dan kaynaklanamazdı (Bu tür
bir karar, siyasal bedeni oluşturan bireylerin, içinde hareket
ettikleri toplumun dışında bir mevcudiyete sahip oldukları­
nı ima ederdi) .1 Durkheim'a göre, siyasal iktidarın ortaya çı­
kışı, büyük çaplı toplumsal dönüşümlerden kaynaklanıyordu:

1 Bernard Lacroix, Durkheim et lepolitique, Paris, Presses de la FNSP,


1981.
120 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Durkheim'ın 'toplumun maddi ve ahlaki yoğunluğunun artışı'


olarak adlandırdığı şeydi bu (yani bir bölgedeki dikkate değer
nüfus artışı, ama bilhassa, demografik dönüşümün sonunda,
toplumsal ilişkilerin nitel ve nicel artışı -ki bu da, toplumsal
işlevlerin çeşitlenmesine götüren bir şeydi). Ö yleyse, siyasal
iktidar, karmaşıklaşmakta olan bir toplumun "düzenlenmesi"
için gerekli görünüyordu. Dolayısıyla, uzmanlaşmış bir kurum
olarak siyasal iktidar, ancak ve ancak karmaşık toplumlarda,
toplumsal işbölümü sürecine girmiş toplumlarda mevcuttu.
§ Öyleyse, ilkel toplumlar, zorlayıcı iktidara sahip olma­
yan toplumlar mıdır? Antropolog Pierre Clastres'ın La Societe
contre l 'Etat [Devlete Karşı Toplum] adlı eserinde (1974) sa­
vunduğu tez bu olmuştur. Clastres, devletli toplumların ilkel
toplumların bir devamı olmadıklarını ileri sürmüştür.
Dolayısıyla, kabilede kral yoktur; bir devlet başkanı da ol­
mayan bir şef vardır. Peki, bu ne anlama gelir? Basitçe: Şef
hiçbir otoriteye, hiçbir zorlama iktidarına, düzen verme
konusunda hiçbir araca sahip değildir. Şef bir komutan
değildir; kabile üyelerinin hiçbir itaat ödevi yoktur. Şeflik
alanı bir iktidar yeri değildir; ve (çok yanlış adlandırılmış
olan) vahşi 'şef' figürü, geleceğin despotunun hiçbir şekilde
habercisi değildir.
Grubun yaşayan hafızası durumundaki kabile şefi, kabilenin
sözcüsü olmakla ve savaş harekatları gibi bazı temel faaliyetle­
ri koordine etmekle yetiniyordu; ama hiçbir zorlayıcı iktidara
sahip değildi. Ö te yandan Clastres'ın analizi, somutlaştırılmış
toplumsal kaynaklara (yani siyasal iktidarın hakiki simgelerine,
örneğin bir orduya ve bürokrasiye) sahip olmayan ve dolayısıy­
la kabile üyeleriyle sürekli uzlaşmak durumunda olan bir kabile
şefi üzerinde ağırlığını hissettiren sınırlamaları ortaya koysa
da, toplumun homojenliğini sağlayan toplumsal kontrol me­
kanizmalarını küçümseme eğilimindeydi: Erkekler ve kadınlar
arasında erkekler lehine çok vurgulu bir görev paylaşımını, top-
Siyasal İktidar 121

lumsallaşma sırasında çok zorlayıcı bir ortak kuralları dayatma


sürecini (bkz. 2. Bölüm, 2. Kısım) . . . Bu ilkelere riayet etmeyen
her tür unsurun kabileden dışlanmasına götüren mekanizma­
lardı bunlar. Diğer bir deyişle, siyasal iktidarın boş bir yer gibi
gözükmesinin nedeni, asıl iktidarın başka yerde olmasıydı -
avcı-savaşçılarda, yani kabilenin bekasının bağlı olduğu erkek
yetişkinlerde: Dolayısıyla, işbölümünün çok basite indirgen­
miş olduğu bir kabilenin toplumsal homojenliği, farklılaşmış
bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasını gerekli kılmıyordu; çünkü
"baskın" toplumsal grup, topluluktaki kurallara riayet ettirecek
araçlara sahipti. Bu nedenle, toplumsal kontrolün etkililiği,
bazı küçük ölçekli toplumlarda, bir siyasal iktidarın tesisinden
muaf kılmaktaydı.

3. Ö yleyse, Batı Avrupa'da 16. yüzyıldan itibaren tesis edil­


miş ve ardından diğer bölgelere yayılmış siyasal örgütlenme
biçimi durumundaki siyasal iktidarın (ya da devletin) kay­
nağı nedir?
§ Norbert Elias, L a dyn amique de /'Occident [Batı'mn Dina­
miği] adlı eserinde (1939), devlet iktidarının kuruluşunu
mümkün kılan şartların izini sürmüştür. Elias'a göre, Avru­
palı devletlerin inşası, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Batı
medeniyetine özgü bu süreç, bireysel davranışların tedrici bir
otokontrolü şeklinde ve devletin tekeline alındığı için toplum­
sal yaşamda giderek daha az ortaya konan fiziksel şiddetin
bastırılması şeklinde karşımıza çıkmıştır: Bunu anlamak için,
günümüz toplumundan farklı olarak feodal toplumda şiddetin
ne kadar yaygın ve sıradan bir olgu olduğunu (mızrak oyunla­
rı, Haçlı Seferleri, senyörler arasındaki savaşlar. . . ) düşünmek
bile yeterlidir. Sürecin sonunda, fiziksel şiddet devletin tekeli­
ne alınmıştır ve günlük toplumsal ilişkilerde giderek ortadan
kalkmıştır. Böylece Elias, şiddete duyarlılık eşiğinin düşmesin­
den bahsetmiştir; yani zihin yapıları toplumsal dönüşümlerle
122 Sosyolojiye Giriş Dersleri

uyumlu olarak dönüşmüş bireyler için şiddetin giderek kabul


edilemez hale gelmesi nedeniyle, siyasal ve toplumsal evrenler
yatışmışlardır. Elias, devletlerin inşasında belirleyici faktörler­
den birini ortaya koymuştur: Feodal dönemde, toprakların
kontrolü için senyörler arasında sürekli cereyan eden rekabetin
oluşturduğu konfıgürasyonu. Benzer ölçekli birimler arasında­
ki sürekli savaş durumu, sonunda, askeri üstünlüğünü sağlaya­
rak zorlayıcı tekele sahip olmayı başaran birimin zaferine açıl­
mıştır: Elias' ın tekel yasası olarak adlandırdığı şeydir bu.
Belli bir boyuttaki toplumsal bir birimde, karşılıklı bağım­
lılıklarıyla bu birimi oluşturan daha küçük toplumsal bi­
rimlerin ekseriyeti neredeyse eşit bir toplumsal güce sahip
olduklarında ve dolayısıyla toplumsal güç imkanlarının (en
başta da geçim ve üretim araçlarının) ele geçirilmesi için
serbestçe (mevcut tekellerle engellenmeksizin) rekabet
edebildiklerinde, kuvvetle muhtemeldir ki: Bu mücadele­
den bazıları galip diğerleri de mağlup çıkarlar ve imkanlar
az sayıda kişinin eline geçerken, diğerleri bertaraf edilir ya
da birilerine tabi hale gelirler.

il. Siyasal Alanın Mantıkları


1. Siyasal iktidar, hangi temellere dayanarak, itaati elde et­
meyi başarır?
§ Hiçbir siyasal iktidar, sadece zor gücüne dayanamaz: Her
siyasal iktidar, otoritesini sağlamlaştırmak için, yönetilenlerin
bağlılığını uyandırmaya (ki bu durumda, hakimiyet 'doğru'
olarak görülür) çalışır. Max Weber, 'saf tip' yöntemine (bkz. 1 .
Bölüm, 1 . Kısım) başvurarak, siyasal iktidarı meşrulaştırma bi­
çimlerini özellikle vurgulamış; sırasıyla, geleneksel meşruiyet,
karizmatik meşruiyet ve yasal-ussal meşruiyeti ayırt etmiştir.
Geleneksel meşruiyet, arkaik toplumlarda hakim olan ve
geleneklere dayanan meşruiyettir: Köyün, kabilenin şefi bu ka­
tegoride yer alır.
Siyasal İktidar 123

Karizmatik meşruiyet, bir şahsiyete kişisel bir iktidar atfe­


den bir grubun o şahsiyete isnat ettiği sıradışı niteliklere da­
yanan meşruiyettir: Şefin bu niteliklere gerçekten sahip olup
olmaması pek önemli değildir; çünkü bu toplumsal ilişkide şefi
"üreten" şey, grup üyelerinin, kendilerini şefin otoritesi altına
yerleştirmeleri ve böylece "kendilerini teslim etmeleri"dir (kit­
leyi ateşleyen hatip, karizmatik tipte bir otorite uygular).
Modern toplumlarda en çok kullanılan meşruiyet biçimi
durumundaki yasal-ussal meşruiyet ise, kişisel olmayan kural­
lara göre itaat etmekten ibarettir (cumhurbaşkanının ya da hü­
kümetin yetkileri, günümüzde anayasa tarafından belirlenmiş­
tir) . Çalışanların sınav yoluyla istihdam edildiği, herkesin uy­
ması gereken hukuk kurallarının söz konusu olduğu, uzmanlık
bilgilerine dayanan bürokrasi, toplumlarımızda en sık karşıla­
şılan yasal-ussal otoritedir.
Weber'in, "somut" siyasal iktidarları betimlemekten çok,
genel meşruiyet biçimlerini ortaya çıkarmaya çalışmış olduğu
unutulmamalıdır. Diğer bir deyişle, hangi siyasal iktidarın ge­
leneksel, karizmatik ya da yasal-ussal "olduğu"nu belirlemek­
ten ibaret olacak bir çalışma beyhude görünür; çünkü pratikte,
her siyasal iktidar aynı anda ya da sırayla üç meşruiyet biçimine
de başvurabilir: Bir süredir görev yapmakta olan bir belediye
başkanı, yerel planda, yönetimi altındakilerin gelenekleri ve
"töreleri" hakkındaki mükemmel bilgisine başvurabilecekken,
ulusal planda, eğer bir bakansa örneğin, makamına atfedilen
"teknik'' kabiliyetlere ve kararlarının uygulanmasından sorum­
lu idareye dayanacaktır. "İmajı"nı inceltmek ve "karizması"nı
ortaya koymak için, televizyona da çıkabilecek, bir dergi de çı­
kartabilecek, iletişim danışmanları da istihdam edebilecek ve
benzeri şeyler yapabilecektir.
124 Sosyolojiye Giriş Dersleri

2. Toplumsal işbölümü sürecinin sonunda, siyaset, kendine


özgü meselelerin haklın olduğu özerk bir faaliyet alanı hali­
ne gelmiştir.
§ Fransa'da 1848'de genel oyun kabulüyle birlikte (1945'e ka­
dar sadece erkeklere tanınmıştır), siyasal faaliyet bir "mesleğe"
dönüşmüştür;2 yani uzmanlık bilgisi (hukuki meselelere, söz
sanatına . . . hakimiyet) gerektiren, tam zamanlı, ücretli bir işe.
19. yüzyılın sonundan itibaren, Batı Avrupa'da siyaset, bu faa­
liyeti hobi olarak gören "aydınlanmış" amatörlerin (topluluğa
karşı bir "ödev" olarak icra ettiği belediye başkanlığına tek ba­
şına aday olan derebeyi gibi şahsiyetlerin) işi olmaktan çıkmış;
ayrı bir meslek haline gelmiştir. Bu konuda Max Weber, bazı
kişilerin, yani profesyonellerin (parlamenterlerin, siyasal parti
çalışanlarının) siyasetle ve siyaset için yaşadıklarını yazmıştır;
yani gelirlerini, aslında onların temel varoluş sebebi haline ge­
len bir siyasal görevin ifasıyla elde eden kişilerdir bunlar. Siya­
sal faaliyetin profesyonelleşmesi, ortaya çıktığı andan itibaren,
özellikle de İ talyan sosyolog Roberto Michels ( 1 8 76-1936)
tarafından, mahkum edilmiştir. Les partis politiques [Siyasal
Partiler] adlı eserinde ( 1914) bir oligarşinin tunç kanunundan
bahseden Michels'e göre, parti yöneticilerinin militanlar tara­
fından seçilmesi gibi demokratik prosedürler, aslında anlamın­
dan sapıyordu; çünkü bir örgütün profesyonelleri, o örgütün
fiili yönetimini (bürokrasiye benzeyen şeyi) elde tutmalarına
yetecek kadar bilgiye hakim oluyorlardı. Ama siyasal faaliyet­
lerin profesyonelleşmesi, modern toplumların kaçınılmaz bir
hususiyeti olarak görünüyordu; çünkü parlamenter demokrasi­
nin hakimiyeti, kalıcı örgütler durumundaki siyasal partilerin
gelişimiyle el ele gidiyordu.
§ Weber, "aktif militanlara nesnel hedefler peşinde koş­
manın, kişisel avantajlar elde etmenin ya da her ikisini birden
2 Alain Garrigou, Histoire du sujfrage universel en France, Paris, Seuil,
2002.
Siyasal iktidar 125

gerçekleştirmenin maddi/manevi imkanlarını elde etmeye ve


şefe de grup içerisinde iktidar sağlamaya" dönük grup gelişi­
mini belirtmek için 'siyasal şirket' ifadesini kullanmıştır. We­
ber'in yaklaşımının temel avantajı, her tür değer yargısından
('siyasetçiler sadece kişisel çıkarlarını düşünürler' tipinde yargı­
lardan) kaçınması ve makamlar (seçimle gelinen ya da partizan
makamlar) için verilen mücadelenin siyasal faaliyetin ayrılmaz
bir parçasını oluşturduğunu kavramasıdır: Bu mücadele, seç­
menlerin desteklerini sağlamak için siyasal önermelere tercüme
edilen ilkelerin (örneğin bir siyasal ideolojinin) savunulmasıyla
çelişmez, hatta onunla birleşebilir. İ ktisadi şirketle benzerlik
kurularak oluşturulan 'siyasal şirket' kavramı, siyasal örgütler
arasında seçmenlerin teveccühlerini çekmek için tesis edilen
rekabeti vurgular. Ama şu da unutulmamalıdır: Seçim bir şir­
ketin piyasayı ele geçirmesine pek benzemez ve bu iki faaliyet
alanının kontrolsüz bir şekilde birbirine benzetilmesi, siyasal
faaliyetin hususiyetlerinin görmezden gelinmesine yol açabilir.
§ Öyleyse, siyaset her şeyden önce profesyonellerin işiyse
eğer, demokraside seçmenlere (yani bu konuda bilgili olmayan­
lara) nasıl bir rol izafe edilebilir? Siyasal olguları analiz etmek
için gene 'piyasa' kavramını kullanan Joseph Schumpeter, yö­
netilenlerin siyasal egemenliğe sahip oldukları için son sözü
söylediklerini öngören klasik demokrasi teorisinin, gerçekliği
ancak kısmen açıkladığını düşünmüştür. Böylece Schumpeter,
siyasal faaliyetteki işbölümünün, görevlerde uzmanlaşmaya ve
profesyonellerin hususi çıkarlarının gelişimine götürdüğünü
düşünmüştür. Bu perspektifte seçmenler, görmezden geline­
bilir olmamakla birlikte ancak ikincil bir rol oynamakta, yani
profesyonelleri seçmektedirler.
Demokratik yöntem, halkın oylarına dönük rekabetçi bir
mücadelenin sonunda bireylerin siyasal kararlar hakkında
hüküm verme iktidarını elde ettikleri bir kurumsal sistem­
dir.
126 Sosyolojiye Giriş Dersleri

Ö yleyse siyasetin profesyonelleşmesi, profesyonellerin mesele­


lerinden ibaret olan siyasal tartışmaların teknikleşmesine gö­
türebilir; seçmenler, seçim anı dışında kendilerini pek ifade et­
mezler. Bu olgu, siyaset profesyonellerinin toplumsal kompo­
zisyonuyla da kuvvetlendirilebilir; aktif çalışan nüfusun kom­
pozisyonuna çok uzak düşen bir kompozisyondur bu. Çünkü
siyaset profesyonellerinin ezici çoğunluğu üst kategorilerden
gelirler (siyasal oluşumlar arasında bu bakımdan bazı farklar
olsa da). Siyaset profesyonellerinin kökenine ilişkin bir çalış­
ma, örneğin 1959'dan 1981'e kadarki dönemde (bu tarihten
itibaren yaşanan dönüşümler pek anlamlı değildir), bakanların
yüzde 94'ünün ve parlamenterlerin yüzde 80'd en fazlasının üst
kategorilerden (sanayici, serbest meslek sahibi, üst düzey yöne­
tici, entelektüel) geldiklerini ortaya koymuş ve yazar şu sonuca
ulaşmıştır:
Bir siyasal iktidar pozisyonu ne kadar prestijliyse, onu ele
geçirme meselesi ve dolayısıyla ona talip olanların toplum­
sal nitelikleri o kadar yüksektir ve ganimeti elde edenlerin
nitelikleri ise haydi haydi yüksektir. 3
§ Son olgu: Toplumda herkes siyasete aynı ilgiyi duymaz. Ger­
çekten de seçmenlerin ekseriyeti, pek anlamadıkları bir siyasal
oyuna (anlaşılmaz diline, aşırı karmaşık ve günlük kaygıların­
dan kopuk görülen meselelerine . . . ) ihtiyatlı bir mesafeyle yak­
laşırlar. İşte bu nedenle Daniel Gaxie, siyasal katılma biçimle­
rinin analizine dönük bir eserine (1978), Le Cens cachi [Gizli
Kota] başlığını koyabilmiştir: Kotalı oy hakkına, yani sadece
belli bir vergi miktarını ödeyen bireylerin oy hakkına sahip ol­
duğu bir döneme (Fransa'da 19. yüzyılın ortasına kadarki dö-

3 D. Gaxie, "Immuables et changeants: les ministres de la V• Repub­


lique", Pouvoirs, sayı 36, 1986; ve Nicolas Hube, "Le recrutement so­
cial des professionnels de la politique" içinde, A. Cohen, B. Lacroix,
P. Riutort, Nouveau manuel de science politique, Paris, La Decouverte,
2009.
Siyasal İktidar 127

neme) gönderme yapan bir başlıktı bu. Genel oyun kabulüyle


birlikte, kota elbette aynı ilkelere göre işlememiştir. Ama si­
yasal faaliyete fiilen katılma ve siyasal evreni kavrayış, eşitsiz
bir şekilde dağılmış durumdadır; çünkü Gaxie'ye göre, siyasal
yaşama fiilen (düzenli olarak ya da ara ara) katılanların oranı,
nüfusun sadece yüzde 10'u civarındadır. Toplumsal konumla
birlikte katılma da artmaktadır; öznel bir yeterlilik hissine gö­
türen kültürel sermaye miktarıyla daha da artmaktadır. Diğer
bir deyişle temsili demokrasi, dayandığı ilkelere ('kamusal şeye
herkesin katılması' gibi ilkelere) rağmen, toplumsal farkları an­
cak görünürde ortadan kaldırmıştır. Tersine, nüfusun ekseriye­
tinin siyasal meselelere ilgisizliği, büyük ölçüde bu toplumsal
farklarla açıklanır. 4

4 Cecile Braconnier, Jean-Yves Dormagen, La Dtmocratie de l'absten­


tion, Paris, Gallimard, 2007.
Kısım 6
KAMUOYU:
TOPLUM NE DÜŞÜNÜYOR?

1. Kamuoyunun Dönüşümleri
1. 'Kamuoyu', birkaç farklı anlama sahiptir.

Günlük dilde bu ifade, dönemin ruh halini, bir topluluğun ya


da toplumsal grubun ekseriyeti tarafından paylaşılan hissiyatı
ima eder. Tarihsel olarak, kamuoyu başka bir anlama sahip ol­
muştur: Bilgileri nedeniyle tüm topluma "tavsiyelerde bulun­
mak'' için önemli meseleler hakkında hüküm veren "aydınlan­
mış" şahsiyetlerin fikrini. Nihayet, çağdaş toplumlarda kamu­
oyu, giderek kamuoyu yoklamalarıyla özdeşleşmiştir; örneğin
yönetenlerin, eylemleri hakkında yönetilenlerin ne düşündük­
lerini öğrenmeleri için, tam da kamuoyunu ölçmeye ve değer­
lendirmeye dönük araştırmalardır bunlar.
§ 'Kamuoyu'ndan bahsedilebilmesi için, önce, kamusal iş­
lere kitlenin, çoğunluğun müdahalesinin kabul edilebilir hale
gelmiş olması gerekir. İ şte böylece Alman filozof ve sosyolog
Jürgen Habermas, Kamusal Alan adlı eserinde ( 1962), kamuo-
Kamuoyu 129

yunun ortaya çıkış şartlarının izini sürmüştür: Batı Avrupa'da


kamusal alan, 1 7. yüzyıldan ve özellikle de 1 8 . yüzyıldan itiba­
ren, devlet alanından (yani siyasal iktidarın alanından) giderek
ayrılmıştır. Ekonomik mübadelelerin gelişmesi, ticaretin çar­
pıcı yükselişi, yeni bir toplumsal grubun, burjuvazinin muaz­
zam yükselişiyle kendini ortaya koymuştur. Habermas, burjuva
toplumuyla ilişkili yeni toplumsallaşabilirlik pratiklerinin ge­
lişimini ortaya koymuştur (edebi salonların, kafelerin ortaya
çıkışı, basının gelişimi . . . ); bu pratikler, kamusal ve özellikle de
siyasal tartışmaların alanını dikkate değer ölçüde genişletmiş­
lerdir. Yeni toplumsal elitlerin, kabiliyetlerine ve bilgilerine
(belirleyici aidiyet ölçütlerinden biri 'kültür' olacaktır) göre bi­
reylerin, kamusal işlere dair pozisyon aldıkları ve bilhassa da
fikirlerinin yeteri kadar dinlenmediğini düşündüklerinde, hü­
kümeti eleştirmekte tereddüt etmedikleri yeni bir alan yavaş
yavaş oluşmuştur: "Bunlar, kamu olarak, kendi aralarında iliş­
kiler kuran ve aynı alan içerisinde mübadeleleri destekleyen
şahıslardı." Böylece kamusal alan, bir araya gelerek bir kamu
oluşturan şahısların birleşmesinden ortaya çıkmıştır. Dolayı­
sıyla kamuoyu, Fransız Devrimi'nden uzun süre sonra bile "ay­
dınlanmış" elitlerin ayrıcalığı olarak kalmıştır; genel meseleleri
hükme bağlamak için akla başvuran ve 'etkilenmesi gereken
bir siyasal iktidar' ile 'yönlendirilmesi gereken bir halk' arasında
aracı rolü oynamaya meyleden elitlerdi bunlar.
§ Ama genel oyun kabulü, siyasal yaşamda yönetilenlere
danışılmasını kaçınılmaz kılmıştır. Halkın seçilmişlerinin,
kendilerini seçenlerin vekili olmalarını ve onlar adına hare­
ket etmelerini öngören 'temsil ilkesi'ne dayanan parlamenter
demokrasi, esas itibariyle oy pusulasıyla meseleye dahil olan
seçmenlerin sınırlı bir müdahalesine götürmüştür. Bir dizi top­
lumsal dönüşüm, 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren, "yeni" bir
kamuoyunun ortaya çıkmasını sağlamıştır; ama bu sefer tüm
seçmen kitlesinin ifadesine uzanan bir kamuoyuydu bu. Kitle
iletişim araçlarının gelişmesi ve özellikle de televizyonun öne-
130 Sosyolojiye Giriş Dersleri

mi, enformatik aygıta artan ölçüde başvurulması, istatistiksel


yöntemlerin iyileştirilmesi, pazarlamanın gelişmesi. . . Bütün bu
dönüşümler, geçmişte olduğunun aksine resmi sözcülere baş­
vurulmadan, yeni teknikler sayesinde doğrudan ulaşılabilecek
halka sorular yöneltilmesini meşrulaştırmaya katkıda bulun­
muştur. Bu açıdan bakıldığında, anketler demokrasinin önemli
bir unsuru olarak görülebilir; çünkü bu sayede siyasal otoriteler,
kararlarının seçmenlerde uyandırdığı tepkiler hakkında hemen
bilgi sahibi olurlar. Seçmenler kendilerini artık ara ara (seçim
gününde) değil de sürekli ifade etmenin bir yoluna sahip ol­
muşlardır. Ö yleyse, anketlerin hakimiyeti doğrudan demokra­
sinin bir zaferi gibidir; çünkü halk, siyaset profesyonellerinin
aracılığına bağlı olmaksızın, siyasal tartışmalar hakkında artık
doğrudan hüküm verebilmektedir. 1

2. Ama bu aşın iyimserlikten, kamuoyu yoklamalarında as­


lında neyin ölçüldüğü sorgulanarak uzaklaşılmalıdır.
Bu sorgulama, genel olarak anket metodolojisinin sunumuyla
(bkz. 1 . Bölüm, 2. Kısım) ilgili değildir; bireylerin fiili pratikle­
rinden ("Bu yaz tatile çıkıyor musunuz ?'') çok, düşündükleri farz
edilen şeye ("Denizi mi yaylayı mı tercih edersiniz?'') dair anket­
lerin hususiyetlerinin anlaşılmasıyla ilgilidir.
§ Pierre Bourdieu, "Kamuoyu Yoktur"başlıklı ünlü bir ma­
kalesinde, 2 kamuoyu yoklamalarına özgü bir dizi metodolo­
jik problemi özellikle vurgulamıştır. Bourdieu'nün, kamuoyu
araştırmasının zımni varsayımlarını sorgulamaya dönük argü­
mantasyonu üç noktada toplanmıştır: (Tüm kamuoyu yokla­
malarında) 1) Herhangi bir konuda herkesin bir fikir sahibi
olduğu; 2) Beyan edilen tüm fikirlerin aynı değerde oldukları

1 Anketlerin tarihi üzerine bkz. Loic Blondiaux, La Fabrique de l'opi­


nion, Paris, Seuil, 1998.
2 P. Bourdieu, "I.:opinion publique n'existe pas", Les Temps modernes,
sayı 31 8 , 1973.
Kamuoyu 131

(yani toplumsal olarak aynı ağırlığa sahip oldukları); 3) Sorul­


maya değer sorular konusunda önceden bir anlaşma olduğu,
varsayılır.
• Bourdieu, bu önermeleri sırayla çürütmüştür: Soru soru­
lan her kişinin sorulan sorulara dair hemen bir fikri olduğu­
nu kabul etmek hatalıdır; çünkü bir soru -hangi soru olursa
olsun- halkta eşit bir ilgi uyandırmaz ( Ö rneğin, ortak tarım
politikasına ilişkin bir anket formu, bir çiftçiyi bir işçiden ke­
sinlikle daha çok ilgilendirecektir). Diğer bir deyişle, bir anket
formunu tüm halkın temsili bir örneklemine yöneltmekten
ibaret tavır, demokratik bir rejimde yaşadığımız için belki de
övülmeye değer bir niyet taşısa da, genelde bir yapaylığa açılır:
Anket, gerçekten oluşturulmuş fikirleri (ortak tarım politikası
hakkında konuşan çiftçinin fikrini) topladığı gibi, usta anke­
törün muhatabını yorarak elde etmeyi başardığı temelsiz ya­
nıtları ( Ö rneğin, ortak tarım politikasına dair sorulara muha­
tap olan ve sonunda bir kutucuğu işaretleyen işçinin yanıtını)
da toplar. Dahası, siyasete duyulan ilgide olduğu gibi (bkz. 2 .
Bölüm, 5 . Kısım), fikir beyan etme kapasitesi de, halkta eşit
dağılmış bir şey değildir: Kamuoyu yoklamalarına verilmeyen
yanıtların analizinin ortaya koyduğu gibi, siyasal yeterlilik hissi
arttıkça (yani toplumsal konum yükseldikçe ve kültürel serma­
ye arttıkça), fikrini söyleme ihtimali de artar.3 Beyan edilen fi­
kirler toplumsal olarak aynı öneme de sahip değildirler; ve bu,
demokratik rejimin ilan ettiği hukuksal eşitlikle değil, şu tes­
pitle ilgilidir: Sanki herkes bir fikre sahip "-miş gibi yapmak'' ve
ardından sonuçları birbirine eklemek, anketin sonunda eşit gö­
zükecek çok farklı yanıtların birbiriyle toplanmasına izin veren
mekanizmaları devreye sokmaksızın, bir oran ("Fransızların
yüzde 53'üne göre . . . ") oluşturmak demektir. Nihayet kamuoyu

3 Bu nokta üzerine bkz. G. Michelat, M. Sim:on, "Les 'sans-reponse'


aux questions politiques: rôles imposes et compensation des handi­
caps", L'Annee scoiologique, cilt 32, 1982.
132 Sosyolojiye Giriş Dersleri

yoklamaları, soruların sorular üzerinde bir konsensüs olduğu­


nu varsayar; ama "ilgi konuları" nın farklı toplumsal çevrelerde
aynı olmadığı aşikardır. Böylece anket, bir problematik dayatır;
çünkü bir konudan bahsetmenin meşru bir yolunu tanımla­
ma eğilimindedir. İşte bu nedenle Pierre Bourdieu, anketlerin,
yanıt verenlerden çok, soruları soranlar hakkında bilgilendiri­
ci olduklarını düşünmüştür; çünkü sorular siyasal meselelere,
"dönemin havası"na. . . göre değişirler. Örneğin, çevreci bir akı­
mın seçim başarısı, medya organlarında "çevreci" temanın orta­
ya çıkışı, bu alanda anketlerin çoğalmasına götürecek; bağlam
değişmiş olduğunda bu tema terk edilebilecektir.

il. Kamuoyu ve Fikir "Yapıcılar"


1 . Öyleyse, kamuoyu yoldamalarımn başarısı nasıl açıklana­
bilir (özellikle de bu alanda rekoru elinde bulunduran Fran­
sa gibi bir ülkede)?
§ Kamuoyu yoklamalarına bu kadar aşina hale gelmişken, Pi­
erre Bourdieu'nün makalesinin başlığını tekrarlamamız pek
mümkün değildir. Siyasal partiler, hükümet, basın tarafından
sipariş edilen anketler, siyasal yaşama ritim vermekte ve medya
evreninin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadırlar. Bununla
birlikte, kamuoyu yoklamalarının kendilerini kabul ettirmiş
olmalarının basit bir nedeni vardır: Kamuoyu yoklamalarının
muhtelif sahiplenmelere konu olmaları ve bazı toplumsal fail­
lerin bu yeni faaliyet alanına yatırım yapmış olmaları.4
• Kamuoyu yoklamalarının kabulü, günümüzdeki başarıla­
rının düşündürebileceği kadar kolay bir şey olmamıştır. Fransız

4 İzleyen satırlardaki analiz esasen şu esere dayanmaktadır: P. Cham­


pagne, Faire l'op inion. Le nouveaujeu politique, Paris, Minuit, 1990.
Ayrıca bkz. A. Garrigou, L 1vresse des sondages, Paris, La Decouverte,
2006; ve Patrick Lehingue, Subunda. Coups de sonde dans l'ocian des
sondages, E d. du Croquant, 2007.
Kamuoyu 133

anket kurumlarının ilki olan IFOP [Fransız Kamuoyu Ens­


titüsü] psikososyolog Jean Stoetzel ( 1 9 1 0- 1 987) tarafından
1 938'de kurulmuş olsa da, Fransa'da bu teknik çok daha sonra
meşru hale gelmiştir (oysa o tarihlerde ABD'de yaygın bir pra­
tikti bu) . Fransa'da kamuoyu yoklamalarını meşrulaştırmaya
epey katkıda bulunan bir siyasal hadise, doğrudan genel oyla
gerçekleştirilen 1 965 cumhurbaşkanlığı seçimleri olmuştur.
Muhtelif kurumlar, General De Gaulle'ün ikinci tura kalacağı­
nı neredeyse oybirliğiyle ilan eden birçok araştırma gerçekleş­
tirmişlerdir. O vakit sürpriz görünen ama kamuoyu araştırma­
ları tarafından doğru bir şekilde önceden ilan edilen bu seçim
sonucu, bu tekniği siyaset profesyonelleri nezdinde güvenilir
kılmış; siyaset profesyonelleri, onu seçim sonuçlarını öngör­
menin ve dolayısıyla tahmin etmenin yeni bir yolu olarak kul­
lanmayı ummuşlardır. Ama şunu da belirtelim: Başarılı seçim
öngörüsü, kamuoyu yoklamasının metodolojisine dair yukarıda
söylediklerimizi hiçbir şekilde geçersiz kılmaz. Gerçekten de,
bir yandan seçim anketlerinin önemli bir kısmı ve özellikle de
sandıklar kapandıktan sonra seçim sonuçlarının ilan edilmesi­
ni sağlayan sandık çıkışı anketleri, kelimenin tam anlamıyla
seçim anketleri değil de tahminlerdir (dolayısıyla yalın fikirlere
değil de davranışlara -yani oyların bir kısmına- dair veriler­
dir), diğer yandan seçim anketlerinin kesinliği seçim tarihine
yaklaşıldıkça artar (çünkü seçmenlerin önemli bir kısmı oyunu
ne yönde kullanacağına son günlerde ve bazen tam seçim gü­
nünde karar verse de, meselenin görünürlüğü artar) . Tersine,
seçimden birkaç ay, hatta birkaç yıl önce gerçekleştirilen bir
seçim anketi, kesinlikle hiçbir sosyolojik avantaj sunmaz.
134 Sosyolojiye Giriş Dersleri

2. Patrick Champagne ise, 'kamuoyu yoklamalarının yayıl­


ması' ile 'siyasal oyunda yaşanan dönüşümler' arasında ilişki
kurmuştur.
§ Bir dizi toplumsal mekanizma, kamuoyu yoklamalarının
"iyi temellendirilmiş bir yanılsama" (yani günümüzde siyasal
tartışmanın tüm temel aktörlere kendini kabul ettiren yeni bir
inanç) haline getirilmesine katkıda bulunmuştur. Kurumların
çoğalması, Beşinci Cumhuriyet'ten beri çoğunluğu teknokrat
kökenli olan bir siyaset personelinin (neredeyse tüm parti li­
derleri ve hükümet üyeleri ENA [Ulusal İ dare Okulu] köken­
lidirler) dikkatine sunulan bir anket "arzı" üretmiştir; bilimsel
nesnellik görünümüne sahip "veriler"in üretimine duyarlı gö­
züken bir siyaset personelidir bu. Anketler, sosyal bilimlerdeki
yeni piyasaları temsil etmektedirler (anketörlerin, siyaset bi­
limcilerin . . . faaliyetleri olarak) . Ve anketler, gazetecilerin siya­
setçilerle "oyunu eşitlemek'' için sahip çıktıkları bir "silah" hali­
ne de gelmişlerdir: Anketler sayesinde, gazeteciler, siyasetçileri
sorguya çekebilmekte ve gazeteciler aracılığıyla kendini ifade
eden "kamuoyu"na başvurabilmektedirler. Anketlerin ürettiği
kamuoyu, onu finanse edenler tarafından kayda geçirilmekle
kalmayıp yeni bir merkezi mesele haline de gelmektedir; çün­
kü bu, her siyasetçi için, kamuoyunu kendi tarafında görmekle
ilgili bir şeydir artık. Siyasal faaliyet bu sayede oldukça dönüş­
müştür: Böylece siyasetçiler, "medyatik hamleler" yapmak için
iletişim danışmanlarına daha sık başvurmakta ve neredeyse sü­
rekli cereyan eden bir seçim kampanyasının baskısı altında bu­
lunmaktadırlar (çünkü siyasal eylem artık belli bir zaman dili­
minde -seçimler sırasında- değil de, sürekli olarak değerlendi­
rilmektedir) . 5 Diğer bir deyişle, anket yorumcularının sunduğu
haliyle ( "Cumhurbaşkanı üç puan daha kaybetti!') siyasal oyun,
siyasetçileri, anket sonuçlarına bakarak "hızlı" hareket etmeye

5 P. Riutort, Sociologie de la communication politique, Paris, La Decou­


verte, 2007.
Kamuoyu 135

zorlayan bir at yarışından ibarettir: Böylece, şu ya da bu politi­


kacı, seçime girmeyi tercih edecek ya da etmeyecektir, yahut
da gerçekleştirilen anketlere göre, parti militanları tarafından
tercih edilecektir (ama deneyimler, seçim kampanyasının çoğu
durumda "veri"de değişiklik yaptığıni da göstermektedir) .
Bununla birlikte, demokraside kamuoyu yoklamalarının za­
rarlı etkilerinden yakınmak hiçbir işe yaramaz (zaten sosyolo­
ğun işi bu değildir) . Kamuoyu yoklamalarının bir tür kendini
gerçekleştiren kehanet6 haline, yeni siyasal oyunun merkezi bir
unsuru haline nasıl geldiklerini anlamak ve yol açtıkları top­
lumsal etkileri kavramak daha ilginç görünmektedir.
Dolayısıyla, kamuoyu yoklamaları, görünenin aksine, halkı
siyasete yaklaştırma eğiliminde değildir; çünkü siyasal eylem­
lerin bu yeni tür "yargıcı", toplumda ortaya çıkan somut kaygı­
lardan dikkate değer ölçüde uzak kalmaktadır. Böylece siyasal
oyun, anketler aracılığıyla, kendi üzerine kapanma ve kapalı
devre halinde çalışma eğilimindedir -her ne kadar bu aracın
büyüsüne kapılmış temel aktörlere ve kullanıcılara bir şeffaflık
görüntüsü verse de.

6 Robert Merton'ın bu kavramla kastettiği şey, kolektif inanç feno­


menlerinin çok gerçek etkiler üretmesidir: Bir şirketin iflas ettiğine
dair temelsiz dedikodu, finansal piyasalarda bu şirketin hisselerinin
çökmesine yol açabilir ve böylece, dedikodu dışında hiçbir şeyin te­
mellendirmediği bir iflasa götürebilir.
TEMEL KAYNAKÇA

Bu kaynakçada, istisnai durumlar hariç, yukarıda anılmayan eserlere


ve makalelere yer verilmiştir.

• Sosyolojinin Tarihi
Nisbet (Robert A.), La Tradition sociologique (1 966), Paris, PUF,
"Qyadrige", 2005, 416 s.
Sosyolojinin ortaya çıktığı bağlamın veciz bir sunumu. Sosyolojik
düşüncenin ortaya çıkışı, beş merkezi kavram ('topluluk', 'otorite',
'statü', 'kutsal', 'yabancılaşma') üzerinden ele alınmıştır.
Lallement (Michel), Histoire des idees sociologiques, 2 cilt, 3. baskı, Pa­
ris, Armand Colin, "Circa", 2007.
Disiplin için önemli olan muhtelif düşünce akımlarının kronolo­
jik olarak ele alındığı bir eser. Son derece açık, eksiksiz bir nitelik
taşıyan bu eserde, klasik metinlere ilişkin faydalı bir seçimde bu­
lunulmuştur.
Simon (Pierre-Jean), Histoire de la sociologie, 2. Baskı, Paris, PUF,
"Qyadrige", 2008.
Kurucu babalara vurgu yapan ve derin bilgiye dayanan bir elkitabı.
138 Sosyolojiye Giriş Dersleri

• Kesinlikle Okunması Gereken Bir Klasik

Durkheim ( E mile), Le Suicide (1 897), Paris, PUF, "Qııadrige", 2007,


5 12 s.
Durkheim'ın, Sosyolojik Yöntemin Kuralları'nda ortaya koyduğu
ilkeleri sınadığı eseri. Bir yöntem dersi.

• Sosyolojiyi Uygulamak

Champagne (Patrick), Lenoir (Remi), Merllie (Dominique), Pinto


(Louis), Initiation a la pratique sociologique, Paris, Dunod, 1989,
238 s.
Somut sosyolojik yaklaşımın net örnekler üzerinden izini süren
çok faydalı bir eser. Bir araştırma nasıl yürütülmelidir, istatistik­
ler nasıl kullanılmalıdır? .. Başlangıç düzeyindeki sosyologlar, bu
meselelerin tüm boyutlarıyla ele alındığı bu eserde pek çok yanıtı
bulacaklardır.

• Bazı Çağdaş Yazarlar

Raymond (Boudon), La Logique du social (1979), Paris, Hachette,


"Pluriel", 2001, 3 1 0 s.
Metodolojik bireyciliğin analiz ilkelerine ilişkin olarak, en ünlü
Fransız temsilcisinin kaleminden açık ve toplu bir sunum.
Pierre (Bourdieu), Questions de sociologie (1980), Paris, Minuit, 2002,
278 s.
College de France'taki sosyoloji kürsüsünün son sahibi Bour­
dieu'nün eserini tanıtan kolay anlaşılabilir metinlerden oluşan bir
derleme.
Pierre (Ansart), Les Sociologies contemporaines, Paris, Seuil, "Points",
1990, 338 s.
Günümüz Fransız sosyolojisinin bir panoraması: Temel çalışma­
ların ve bazı "büyük isimler"in bir sunumu.
Philippe (Corcuff), Les Nouvelles Sociologies, Paris, Armand Colin,
201 1 .
Çağdaş sosyolojinin teorik meselelerinin açık bir sunumu.
DİZİN

A
aksiyolojik tarafsızlık 30 Bourdieu, Pierre 31, 45, 61, 72,
altkültür 72, 99 73, 74, 85, 86, 87, 1 10, 1 1 1 ,
ampirizm 43 1 1 3 , 130, 1 31 , 132, 138
anket 40, 41, 42, 130-134 Burke, Edmund 16
anomi 96, 97, 98 bürokrasi 123
anomik intihar 25, 26, 96
aposteriori 57, 139 c
apriori 27, 52, 92 Chamboredon, Jean-Claude 99,
armağan 68, 69 100
armağana karşı armağan 68 Clastres, Pierre 77, 78, 120
artı değer 106 Comte, Auguste 18, 1 9
Condorcet, Marquis d e 18
B
Becker, Howard S. 92, 93, 94, D
101, 102 değer yargısı 29, 125
bencil intihar 25 değerlerle ilişki 29
Berger, Peter 77, 83 Descartes, Rene 58
Boltanski, Luc 1 14, 1 15 Durkheim, Emile 7, 9, 15, 19, 22,
Bonald, Louis de 16 24-27, 3 1 -34, 54, 55, 56, 58,
boss 55, 56 68, 72, 77, 89, 92, 95, 96, 97,
Boudon, Raymond 50, 53, 138 98, 105, 1 19, 120, 138
140 Sosyolojiye Giriş Dersleri

E i
egzogami 9 1 , 92 intihar 22, 24-27, 29, 33, 34, 44 ,
Elias, Norbert 9, 58, 59, 60, 66, 95, 96
67, 89, 121, 122 işlevselcilik 55
endogami 103, 104 işlevsel denklik 55
ethos 74
etnografık yöntem 1 7 K
etnomerkezcilik 6 6 kamuoyu 40, 93, 128-135
kamusal alan 129
F
Kardiner, Abram 70
Foucault, Michel 90, 91 karizmatik meşruiyet 122
Fourier, Charles 1 7 kast sistemi 103
Fransız Devrimi 13, 1 4 , 16, 1 9 , katılımcı gözlem 45, 48
104, 129 kolektif bilinç 72, 96
Fransız sosyolojisi 19 kültürcü yaklaşım 70
kültürel hakimiyet 73
G kültürel intibak 72
Gaxie, Daniel 126, 127 kültürel rölativizm 70
Geertz, Clifford 45, 70, 71
L
geleneksel meşruiyet 122
Gellner, Emest 53 Labov, William 47
Girard, Alain 28 Lazarsfeld, Paul 40
Goffman, Erving 45, 46, 61, 84, Le Bras, Gabriel 42
85 Le Play, Pierre Guillaume
Grignon, Claude 75 Frederic 16, 1 7
Levi-Strauss, Claude 6 5 , 7 1
H Linton, Ralph 70, 8 1
Habermas, Jürgen 128, 129 Locke, John 1 1 9
habitus 61, 86, 87 Luckmann, Thomas 77, 83
Haçlı Seferleri 121
M
Hirschman, Albert 53
Hobbes, Thomas 1 1 9 Maistre, Joseph de 1 6
Hoggart, Richard 74, 75, 80 Malinowski, Bronislaw 44, 55, 91
holizm 49, 57 March, James 52
homo economicus 50 Marx, Karl 15, 105-1 10, 113
homogami 28 Mauss, Marcel 68, 69
hukuksal normlar 88, 89 Mead, George Herbert 82, 83
Dizin 141

mekanik dayanışma 15 s
Merllie, Dominique 33, 138
Merton, Robert K. 23, 55, 56, 81, saf tip 30, 45, 122
97, 98, 99, 135 Saint-Simon, Claude Henri de
metodolojik bireycilik 49, 50, 52 17
Michels, Roberto 124 Sanayi Devrimi 1 4 , 105
monografi 16 sapma 96, 97, 99-102
Montesquieu 18, 67 Schumpeter, Joseph 49, 125
sefaletçilik 75
0-Ö Simon, Herbert 52
siyasal meşruiyet 1 19
oligarşinin tunç kanunu 124 Sokrates 95
Olson, Mancur 5 1 , 52 sosyoanaliz 3 1
organik dayanışma 15, 89 statü 20, 8 1 , 109, 137
özgeci intihar 25 Stoetzel, Jean 133
p Stouffer, Samuel 23

paradigma 49 T
Parsons, Talcott 55 Tarde, Gabriel 18, 95
Passeron, Jean-Claude 75 tekel yasası 122
Platon 1 6 toplumsal fizik 19
Polanyi, Karl 6 8 toplumsal normlar 80, 88, 89, 92
popüler kültür 75 toplumsal olgu 24
popülizm 75 toplumsal sınıf 103, 105, 107,
pozivitizm 1 8 108, 1 10, 1 1 3
Proudhon, Pierre Joseph 17 toplum sözleşmesi 1 1 9
Tönnies, Ferdinand 1 4
Q
Qıetelet 1 8 w

R Weber, Max 9, 15, 29, 30, 50, 55,


57, 70, 71, 74, 108, 109, 1 1 7,
rasyonalite 52 1 1 8, 122, 123 , 124, 125
referans grubu 23
rol 8 1 , 82, 84, 125 y
rol prizması 82 yasal-ussal meşruiyet 122, 123
Rousseau, Jean-Jacques 1 19

You might also like