Professional Documents
Culture Documents
Muhsin Batur - Anılar Ve Görüşler (Milliyet)
Muhsin Batur - Anılar Ve Görüşler (Milliyet)
ANILAR ve GÖRÜŞLER
Muhsin Batur
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Sunuş
Muhsin Batur’un Milliyet Gazetesinde özet halinde yayınlandığında Türk
okurundan büyük ilgi gören “Anılar ve Görüşlerini, tartışmalar tazeliğini
korurken, bütünlüğünde gün ışığına çıkartıyoruz. 1969-1973 yılları arasında
Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan ve 12 Mart 1971 muhtırasına
imza atan Muhsin Batur, emekli olduktan sonra TBMM'de senatör olarak görev
almıştı."Anılar”ını akıcı bir üslûpla kaleme alan Batur'un her şeyden önce
belgelere dayandığı göze çarpıyor.
Milliyet Yayınları
Önsöz
Her insanın bir yaşam öyküsü vardır ve kendine göre değerlidir. Ben de kendi
askerî ve siyasi yaşamımda birtakım olayların içinde bulundum. Bunların bazdan
tesadüflerin sonucu da olsa ilginçti. Eski dostlarım ve yeni dost edindiklerimle
konuşurken, içinde bulunduğum olaylara değindikçe; «Niçin bu anılan
yazmıyorsunuz?» sorusu ile defalarca karılaştım.
* Hiçbir olay tek başına yaşanmaz, çok basite indirelim ve diyelim ki, bir taşla
başınız yanldı, o halde baş sizin olmakla beraber taşı atan biri var demektir.
Devlet hayatında da olaylar insanlar arasında geçer. O insanlar ki... ayn
düşüncelere sahip olsanız ve onlarla mücadeleli bir yaşam sürdürseniz de gene
onlara kınlmamanız, hattâ iyi ve insancıl ilişkiler içinde bulunmanız gerekir. Bir
anı yazılırken hep güzel olaylardan ve uyum içinde olduğunuz insanlardan
bahsedilmez, hattâ çoğunlukla bunun aksini yapmak zorunda kalabilirsiniz. O
halde bazı insan-lan tekrar üzmeyi göze alacaksınız demektir. Bu insanlar
içinden size cevap verebilecekler için sorun yok, bunlan karşılayabilirsiniz.
Fakat hayatta olmayanlar için acaba rühlannı muazzep kılanm düşüncesi
aklınızdan geçmeyecek midir?
Arada bir başka bir çözüm yoluna saptığım da oluyordu. Amlanmı yazıp
bırakayım, ben dünyadan göçtük-ten sonra bunlar yayınlanır diyordum. O zaman
da aklıma şu soru takılıyordu: bu anılara ve düşüncelerime karşı çıkacaklara kim
cevap verecekti?
İçindekiler
ÖNSÖZ / BİRİNCİ BÖLÜM / Dünyaya geliş ve aile / Antalya / İstanbul'a
Dönüş / İlkokul / Orta eğitim ve meslek seçimi / Harp Okulu stajı, Harp ve
Piyade Atış Okulları / Hava Kuvvetlerine Katılış ve Hava Okulu / Merzifon
yılları, Adana, Mısır (1942-1946) / Hava Harp Akademisi (1946-1949)
/ Kütahya-Balıkesir-Eskişehir-Balıkesir (1949-1954) / Napoli, İtalya’da iki yıl
(1954-1956) / Hava Kuvvetleri Karargâhı (1956-1959) / Eskişehir, 1nci Uçuş
Gurup Komutanlığı (1959-1960) / 27 Mayıs’a doğru / İKİNCİ BÖLÜM / 27
Mayıs, Kütahya Vali ve Belediye Başkanlığı / Askerliğe dönüş, Silâhlı
Kuvvetlerde tasfiye,1nci Üs Komutanlığı / Hava Kuvvetleri’nde cereyan eden
Haziran 1961 olayları, 1nci Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmam
/ İlk generallik yıllarım, Demokrasiye geçiş, 22 Şubat, «11 Hava Subayı» olayı,
21 Mayıs ve Kıbrıs olayları / Hava Kuvvetleri Komutanı General Tansel'le
anlaşmazlık / Genelkurmay Lojistik Başkanlığı (1966-1968) / Yüksek Askeri
Şura Üyeliği (1968-1969) / Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmam (1969) /
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM / Komutan olunca ilk faaliyetlerim / 1969-1070 yıllarında
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ve Güvenlik Kurulu üyesi sıfatı ile ilk
girişimlerim / Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfının kuruluşu / 12 Mart 1971’e
geliş ve askeri müdahale / 12 Mart dönemi / 1972 Ağustosunda Komuta
değişikliği, Org. Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanı oluşu /1973
Cumhurbaşkanı seçimi / Hava Kuvvetleri Komutanı olarak faaliyetlerim ve
emeklilik / 12 Mart döneminin bitişi ve değerlendirilmesi / DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM / Cumhurbaşkanınca Kontenjan Senatörü seçilmem (1974) / CHP’ye
giriş (1974) / Parti ve Senato’daki çalışmalarım (1974-1980) / 1980
Cumhurbaşkanı seçimi / BEŞİNCİ BÖLÜM / Siyasi yaşantımızda Silâhlı
Kuvvetlerin konumu ve etkinliği / İç bünyemizin sosyo-politik açıdan
değerlendirilmesi, Silâhlı güç-politik güç ilişkileri / 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül
askeri müdahaleleri üzerinde kişisel değerlendirme / 12 Eylül sonrası durumun
değerlendirilmesi ve geleceğimiz üzerinde düşünceler / Sonuç
BİRİNCİ BÖLÜM
DÜNYAYA GELİŞ VE AİLE
Elimdeki nüfus cüzdanına göre, 5 Aralık 1920'de dünyaya gelmişim. Albümde
mevcut resimlerin arkasındaki yazı ve tarihler, babam Yüzbaşı Salim beyin
Berlin Kara Ataşe yardımcılığından 1. Dünya Savaşı bitimi ile yurda bekâr
olarak dönmüş olması, doğum tarihini doğruluyor, zaten bayan olmadığıma göre
yaş üzerinde fazla durmak boşuna...
Elimde düzgün bir aile şeceresi yok... Çeşitli dallardan oluşan büyük bir ağaç...
ancak her dalın zamanın başkenti olan İstanbul’da toplanışının ve OsmanlI
yapısının tipik örneklerinden biri.
Büyükbabam Ağır Topçu Miralayı (Albay) İsmail Hakkı bey; Manastır Harp
Okulu’nu bitirip subay olmuş, Gelibolu’da görevdeyken... Mekke (Suudi
Arabistan) ile İstanbul arasında ticaret yaparken Gelibolu’ya gelip yerleşen Hacı
Sami beyin kızı Ayşe hanımla evlenmiş, babam ve iki amcam dünyaya gelmişler.
Antalya anılarım son derece bulanık... evin arkasındaki bahçelerde yere düşmüş
portakal, mandalina ve turunçlarla arkadaşlar arasında savaşlar yaptığımızı,
palabıyıklı, iri yarı Abdullah adında bir emirerimiz, Meryem adında bir ev işi
görenimiz olduğunu, büyük yılanlar gördüğümü ve çok korktuğumu, şelâleler
gördüğümü, büyükannemin tepside çok güzel mısır ekmeği yaptığını, annemin
hiç kimsenin olmadığı bir koyda denize girdiğini hatırlıyorum.
Babam, hem genç olduğu ve hem de az olan emekli maaşı ile geçinemeyeceği
için iş buldu ve çalışmaya başladı.
Önce, şimdiki Hilton Oteli’nin karşısındaki bir sokaktaki apartmandan bir daire
kiraladık ve oraya yerleştik. Daha sonra da bugünkü Divan Oteli’nin o zamanki
Surp Agop Ermeni Mezarlığı’nm karşısında (bugünkü Şan Sineması) yanında bir
eve taşındık. Arada bir Üsküdar’a konağa da gider, orada kalırdık. Bu sıralarda
kardeşim Cahit bir kuş tarafından eve getirildi, yani doğdu.
Üsküdar’da kaldığımız bir gün büyük dayım ve yengem bir gün beni de
yanlarına alarak Karaköy’e dişçiye götürdüler. Dönüşte vapura binmek üzere
Köp-rü’ye geldiğimizde Üsküdar’da bizim civarlarda çok büyük bir yangının
sürdüğünü gördük, ilk vapurla karşıya geçtik, bir faytona bindik ve Toptaşı
yokuşunu tırmandık... Konağa yaklaştığımızda alevler içinde olan konağm ön
cephesinin haşmetle ve büyük bir gürültü ile devrilişini izledik ve sokakta
büyükannem, annem ve kucağmda Cahit ile babamla ailemin diğer fertleri ile
buluştuk. Ayaklarında ayakkabı bile yoktu... Meğerse yangm önce bizim çok
uzağımızda çıkmış... bunlar da bir taraftan yangını seyrediyor, diğer taraftan
Cahid’i yıkıyorlarmış... Sonra sert bir rüzgâr çıkmış ve kızgın alevli parçalar
havada uçuşmağa başlamış ve sonunda bizim sokaktaki binalar çatılarından
tutuşmağa başlamışlar... evdekiler aşırı telâşa kapılmışlar... çeşitli değerli şeyleri
ellerine alıp bıraktıktan sonra hiçbir şey kurtaramadan dışarı çıkmışlar.
Konaktaki avizeler havagazı ile yandığı ve gazın ana vanası kapatılamadığı için
yangm her tarafı süratle sarmış. Caddede yalnızca Sarraf Ahmet beyin konağı
yangından kurtulmuştu. Konağın arkası bostan ve bostanda çalışan insanlar
olduğu için, Ahmet bey kuyudan itibaren bu insanları sıraya dizmiş, ellerine
geçen kovalardaki su ile çatı ve binayı ıslak tuttuğu için binasını kurtarmış.
Geceyi tüm sokak sakinleri o binada geçirdik, ertesi günü ailemin bütünü
Beyoğlu’na bizim yanımıza gelerek geçici olarak yerleştiler.
Yanan binanın, bilhassa selâmlık kısmında binlerce kitaptan oluşan kütüphaneyi,
salonları ısıtan çok çok büyük çini sobaları ve tertemiz mermer kaplı hamamı
hâlâ hatırlarım.
Bir diğer anım da şimdi Taksim’de bulunan anıtla ilgili... meydanın ortası
tahtaperdelerle kapandı ve aylarca öyle kaldı... bir gün okula giderken tahtaper-
delerin kaldırılmış olduğunu, çok büyük bir şeyin bayraklarla örtülü olduğunu
gördüm... dönüşte bayraklar kalkmış, anıt açılmış ve herkes seyre dalmıştı, ben
de insan kalabalığına karıştım ve büyüklerin bacakları arasından anıtı seyrettim.
Büyük Atatürk’ü gene bu yıllarda ilk kez gördüm... bana bir bahriyeli elbisesi
giydirmişlerdi... Hürriyet-i Abide’ye giderek Atatürk’le Afgan Kralı Emanullah
Han’ın otomobille geçişlerini seyrettik.
Okulda, İtalyanları çok sevmiş olacağım... o zamanlar böyle bir his taşıdığımı
bilmiyordum... yıllar sonra Harp Okulu’nda okurken, Harp Tarihi derslerinde
İtalyanların döğüşken bir millet olmadığını... siperden bölüğünü hücuma
kaldırmak • için emir veren Yüzbaşının yerinden fırladığında erlerin siperde
kalarak, «Bravo Kapitane» diye alkışladıklarım öğretmenimiz anlatınca, içimde
bir yerin sızladığını ve üzüldüğümü hayretle gördüm ve o zamanlar şu sonuca
vardım... yabancı okulda okuyan çocuklar okutuldukları lisanın sahibi olan
ulusların kültüründen etkilenirler. O halde bunu yapmamak lâzım dedim, ama...
kızımı Amerikan Kolej i’nde, oğlumu Saint Joseph Fransız Lisesi’nde
okutmaktan geri duramadım. Bugün, her ikisinin de vatanlarını ve uluslarını çok
sever olduklarını gördükçe yanıldığımı anlıyorum.
* * *
1929 yılında, babam 38 yaşında öldüğünde ben üçüncü sınıfa devam ediyordum,
ekonomik zorluklarla karşılaşmıştık, ona rağmen o yılı İtalyan okulunda
tamamladım. Aile toplantısında, annemin aylık geliri ile . iki erkek çocuğu
büyütmesinin çok zor olacağı ve bu sebeple benim, Selimiye (Üsküdar)’de
yaşayan büyükbabam emekli Albay İsmail Hakkı beyin yanma gönderilmem
kararlaştırıldı.
Bütün iyi davranışıma rağmen onlara uyumda önceleri çok sıkıntı çektim. Bir
defa eski çevremde çok şımartılmıştım, ayrıca biz Beyoğlu tarafında zamanın
modern hayatım (!) yaşıyorduk. Kardeşime ecnebi dadı tutulmuştu, fakat ben
geceleri anne ve babamla sık sık gezmeye giderdim. Hatırladığım kadar; ile No-
votni (ilk fırın sandöviç yediğim yer), Viyana Birahanesi (ilk bayan garson
gördüğüm yer), Belvü, Bomonti Bahçesi (cazda bulunan ve benim iki mislim
boyunda bir bayanla çarliston dansı yaptığım yer), haftada birkaç kez sinemaya
gitmek (sessiz film) gibi hızlı bir yaşantımız vardı.
Üsküdar’daki ev sakinleri ise gerici, tutucu değil,, fakat sakin ve efendice eski
İstanbul yaşantısını sürdürüyorlardı. Kışın pek nadir sinemaya, yazm
Bağlarbaşı’ndaki açıkhava tiyatrolarına gidilir, usûl erkân dahilinde misafir
kabul edilir, evlerde semaver kaynardı. Yanlış hatırlamıyorsam mahalleye
elektrik 1931 yılında geldi. İlk radyoyu Doktor Talât bey isminde bir komşumuz
aldı, yazları pencerelerini açmasını ve radyoyu bağırtmasını civardaki evler rica
etmişlerdi. Bulunduğumuz sokağın uzunluğu 50 metreyi geçmiyordu... sonraları
bu sokaktan iki Orgeneral çıktı, biri ben... diğeri Ali Fethi Esener.
4’üncü sınıfa Selimi Salis (III. Selim) İlkokulu’nda başladım ve önceleri çok
sıkıntı çektim. İtalyan usûlü kaligrafimi öğretmenim hiç beğenmedi... matematik
terimlerini Türkçe olarak bilmiyordum (zaten çok güçtü... örneğin müselles-
üçgen, zaviye-açı, murabaa-kare vs.). Tabii zamanla hepsine uyum sağladım,
şımarıklığı bırakmış, fakat çok yaramaz olmuştum, (belki anne ve kardeşten
ayrılmanın verdiği hırçınlık veya bugünkü moda terim ile «bunalım»). Bu
yaramazlığımı arkadaşlarım da teşvik ettiği için, olmayacak şeyler yapıyordum...
örneğin bir gün okuldan eve gelirken sırası ile, sokakları o zamanlar aydınlatan
havagazı lambalarının camını kırmıştım... eve memurlar gelip kırık camların
parasını isteyince büyükbabamdan çok utanmıştım.
Beşinci sınıfa geçtiğimizde okul binamız değişti, yapımı yeni biten modem
Üsküdar 19uncu İlkokulu’na taşındık ve ilk mezunlan da bizler olduk. Okulun
laboratuvannı hiç unutmam... çeşitli araçlar, gereçler vardı..., motor, jeneratör,
lokomotif... elektrik bağlan-tılan, her şey tamamdı ve en önemlisi çoğu yerde
olduğu gibi teftişlik ve göstermelik değildi... derslerimizin bazılarım uygulamalı
olarak burada yapardık... ayrıca derslere paralel olarak bize Tıbbiyeyi, Baytar
Okulu’nu, müzeleri de gezdirirlerdi.
Çalışkan, disiplinli bir Müdürümüz vardı; Suat Bey. Bizlere görevler verdi...
bana da termometre yapımı düştü, beyaz karton üzerine çinimürekkebi ile bir
tarafa santigrat, diğer tarafa Reaumur skala çizecek, kartonu bir tahta üzerine
yerleştirecektim. Cıvalı veya ispirtolu tüpü okul verecekti. Karton, siyah çini
mürekkebi, tirling aldık ve işe başladım... bir... iki... on... yirmi... bir türlü
olmuyor... beceremiyorum... ya mürekkep akıyor... ya cetvel kayıyordu... Sene
sonu yaklaştığında kendimin de beğenmediğim eserimi Müdüre teslim ettim... o
hiç beğenmedi... hattâ bitirme sınavlarında kendisi de gelerek beni sorulan ile
bunalttı ve o dersi «orta» ile geçtim. Çok yaramaz olduğum için hal ve tavır
notum da «orta» idi.
Ancak mezuniyetten biraz önce iki felâket yirmi gün ara ile ailemizin üzerine
çöktü. Önce babaannem hastalandı, kısa bir süre sonra öldü, acısına
dayanamayan büyükbabam da arkasından öldü. İkbal abla ile 7 odalı koskoca
evde yanlız kaldık... ben duruldum... yaramazlığım kalmadı. Bilecik’te Nafia
Müdürü olan Sami amcam bize para gönderiyordu, o yaz (1935) tatili geçirmek
üzere yanma gittim, kendisi henüz evlenmemişti, güzel bir ev kiralamış, yanma
aldığı Huriye teyze ona bakıyordu. Amcam, Bileciğin yol ve köprü yapılan
yerlerini teftişe gittiğinde beni de yanında götürürdü. Pek hatırlayamadığım
Antalya’yı saymazsak, Anadolu ile bu ilk yakın temasım-dı... o zamanların
yolları çok ilkel usullerle yapılırdı, çalışanların çoğunluğu yol parası olan 12
lirayı veremeyenlerden oluşurdu.
Okulu kısmen biliyordum... Tıbbiye olduğu zamanlarda İlk ve Orta Okulda iken
sınıfça getirmişler ve kadavralar üzerinde uygulamalı dersler yapmıştık ve
maalesef ilk çıplak kadın ve erkek (önemli değil) vücudunu orada görmüştüm.
Okul çok büyük ve kalabalıktı... Üsküdar Orta Okulundan gelen küçük bir grup
hariç birbirimizi pek tanımıyorduk... tanıyamazdık ta çünkü yalnız 9’uncu sınıf
10 kısımdı, ben «9 F»de idim... en fazla hatırladığım yeni tanış Fenerbahçeli
Küçük Fikretti... onuncu sınıfta iken ilk defa 1nci Takımda oynadı.
Öğretmenlerimizi, Cemil Sena hariç, Orta Okuldakilerle karşılaştırdığımda pek
gözüm tutmadı ama, öğretmen... öğretmendir... dedik. Ancak acayipliklerle
karşılaşmadık değil... örneğin sene sonu gelince ismini maalesef
hatırlayamadığım Cebir - Hendese öğretmenimiz hepimize teker teker sordu...
«Cebir mi?... Hendese mi?»... bunun anlamı hangisinden bütünlemeye kalmak
istiyorsun idi... ben Hendeseyi seçtim ve yazı geçirdiğim Yüksek Mühendis
Sami amcamın yardımıyla işi sonuca vardırdım.
Ama insanın hayatında bir defa aksilikler başlamağa görsün... dayım Feyzullah
bey şeker komasına girerek öldü, ev gene erkeksiz kaldı, aile Beylerbeyi’n-de
daha ufak bir yere taşındı, amcam bana mektup yazarak evleneceğini ve bu
sebeple yaptığı maddi yardımı keseceğini bildirdi. Biraz param vardı,
Selimiye’deki evi açtım ve Haydarpaşa Lisesi 10 -ncu sınıfına devama başladım.
Büyükbabam ve babaannem öldüklerinde Edirne’de görevli Zeki ve Bilecik’te
görevli Sami amcalarım gelmişler... zannederim para ve mücevherleri
bölüşmüşler, halılar hariç evin hiç bir eşyasına do-kunmamışlardı, param bitince
bunları yavaş yavaş satmağa başladım... hem de yok değerine. Bir gün
karakoldan çağırdılar... komiser; sen daha çok küçüksün... kim izin verdi de sen
bu eşyaları satıyorsun diye sordu. Zeki amcama mektup yazdım... cevabında
dilediğini yap diyordu. Komisere gösterince bir daha ilgilenmedi. Şimdi
hatırladıkça halâ içim sızlar... benim iftiharla saklayabileceğim büyükbabamın
altın ve mücevherli nişan ve madalyaları, altın harflerle el yazısı tarihî bir kitap,
bugün antika sayılan çok güzel porselen gaz lâmbaları da satıldı. Bu arada bir
şey öğrendim... eve çağrılan bir profesyonel alıcı herhangi bir eşyaya bir fiat
teklif etmişse onu hemen satacaksınız... zira haber çok çabuk yayılıyor ve bir
daha o fiatı bulmanız mümkün olmuyor.
Derslerim fena değildi ama kendimde beğenmemekle beraber bazı kötü yollara
sapmağa başladım... örneğin geceleri kahveye gitmeye başladım... nereden
heveslendikse... bir defasmda nargile içelim dedik... bir kaç fokurdatmadan sonra
içim dışıma çıktı, gene bir gece arkadaşlarla Beyoğluna gezmeye çıktık...
içelim... dediler, Kalyoncu yokuşunda bir rum meyhanesine girdik... beş kuruşa
bir bardak şarap ve yanında sembolik üç çeşit meze veriyordu... tabii içki ayarı
diye bir şey bilmiyordum, 25 kuruş verdikten sonra Beyoğlu’nu gezemeden eve
döndüm.
Kuleli Askeri Lisesine başvurdum ve 1937 yılı başlarında 10ncu sınıfın yarısında
okula başladım. Genelde, Askeri Liseye 9 ncu sınıftan başlamayanlara «kaydı
kabul» adını takarlar ve böyle çağrılmaktan insan ömür boyu kurtulamaz, ben
yeni arkadaşlarımca çok çabuk benimsendim ve hiç böyle çağrılmadım, kolay
uyumun sebebi belki kan çekimi idi.
İstasyonda, aile ile ağlamaklı vedalaştık, tren marş sesleri arasında hareket etti...
Bilecikten sonra Anadolu içlerine doğru ilk defa yola çıkıyordum. İzmit’e
yaklaşırken ufak kese kağıtları içinde kiraz satılıyordu, aldım ve açık camın
önünde yemeye başladım... tren hızlandı... şapkam havalanmağa başladı...
kirazımı atıp şapkamı kurtarayım derken... geç kaldım ve şapka kırlara doğru
uçtu, Kayseri’ye inip, birlik nizamında uygun adımlarla marş söyleyerek kışlaya
doğru ilerlerken yalnız benim başım açıktı... izahat verip yenisini almak için bir
hayli uğraş verdim.
HARP OKULU STAJI - HARP
OKULU VE PİYADE ATIŞ OKULU
19ncu Piyade Alayında bize uygulanan metod şöyle idi... piyade bölüklerine
mangalara birer kişi düşecek tarzda dağıtıldık ve tam bir acemi er eğitimine tabi
tutulmağa başlandık, erlerden ayrı koğuşlarda yatıyor, bizim için ayrı karavana
çıkarılıyordu. Bölük Komutanımız Yüzbaşı Tevfik bey, Kurtuluş Savaşında
bulunmuş deneyimli ve baba tavırlı efendi bir insandı.. (çok seneler sonra Albay
olarak Eskişehir’e geldi, ben Generaldim, kendisine eskisinden daha fazla saygı
gösterdim). Bölükte üç kategori er vardı... normal süreye tâbi olanlar, 6 ay süreli
bedelli askerlik yapanlar ve bizler... Erler bizi, «Okur efendi» diye çağırırlar
fakat bütün açıklamalarımıza karşın ileride bizim subay olacağımıza bir türlü
inanamazlardı: Manga Komutanım olan çavuşun adını hatırlamıyorum ama çakı
gibi bir vücuda sahip, sert mizaçlı çerkez asıllı bir gençti. Talim süresince benim
yavaş hareketlerim karşısında, beğenmez tavırlarını belli eder, belki de içinden...
«İstanbullu muhallebi çocuğu» derdi. Kısa bir süre sonra Alay günü
yapılacaktı... çadırlar ve tenteler kuruldu, şehirden misafirler çağırıldı ve spor
gösterileri düzenlendi. Ben, bölüğüm adına 100 metre sürat ve uzun atlama
yarışlarına katılacaktım, Manga Komutanım da katılıyor ve beni geçeceğinden
emin olarak alaycı bakışlarla beni süzüyordu, tabii benim bu branşlarda Askerî
Liseler arasında yapılan yarışmalarda madalyalı atlet olduğumu bilmiyordu.:,
yarışlarda açık farkla birinci olunca çavuşun ve bölük Komutanım nazarında
itibara kavuştum.
Günlerden bir gün Alayımıza emir geldi... tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek,
bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye
gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek
ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti, Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un
eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak
üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık.
Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan
kaçınıyorum.
Alaya verilen özel görev, Elazığ bölgesinde büyük bir manevra ve resmi geçit ile
bitti... subaylara ve biz-lere Atatürk imzalı birer madalya dağıttılar.
Alaya verilen bu görev bittikten sonra tekrar yük vagonlarına binerek
Gaziantep’e doğru yola çıktık, Narlı istasyonunda indik, iki günlük bir
yürüyüşten sonra bir manevraya katıldık. Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’ın da
manevrayı izlediğini, yapılan taarruzu beğendiği için tekrarını istediğini duyduk
ve tekrarladık. Ateş altında olduğumuz varsayımı ile hedef göstermeden
sürünerek ilerliyor ve kısa sıçrayışlar yapıyorduk, bize böyle öğretmişlerdi...
ancak tatbikat üzüm bağları içinde yapılıyordu... önümüzde daha iyi bir üzüm
salkımı gördükçe öne doğru sıçrıyorduk...uzaktan dürbünle seyreden
komutanların işin iç yüzünü anlamaları olanaksızdı.
Nihayet staj bitti ve bu defa normal yolcu vagonlarına binerek akşam alaca
karanlıkta Ankara’ya indik ve muntazam bir yürüyüşle Harp Okulu nizami-
yesinden içeri girdik.
Kısa bir süre sonra Atatürk vefat etti ve hepimizi mateme büründürdü.
Cenazenin Ankara’ya getirilip katafalka konuşunda ve sonra Etnoğrafya
müzesine götürülüşünde bütün Harp Okulu öğrencileri görev aldık.
Hepimiz Atatürk çocuğu idik... kendimizi bildiğimizden beri onu görmüş...
sevmiş... içimize sindirmiştik... ona adeta tapıyorduk. Münip Gökmen adlı Harp
Okulu öğrencisi arkadaşımız, cenaze töreninde «Süngü tak» komutunu yerine
getirirken süngü gözünü çıkarmış, fakat törenin sonuna kadar Atatürk’e karşı son
görevini yapabilmek için tören yerinden ayrılmamış ve «hazır ol» durumunu
bozmamıştı.
İsmet İnönü... Cumhurbaşkanı olmadan önce bazen at’la Okul civarında gezinti
yapardı... Kendisini selâmlar hatta bazen alkışlardık. Cumhurbaşkanlığına
seçildikten hemen sonra Okula geldi, bizi sinema salonuna toplamışlardı...
sahneden bizlere uzun bir konuşma yaptı... hatırladığım kadarı ile Atatürk’ün
hizmetlerini ve büyüklüğünü, dünyanın ağır bir bunalıma doğru gittiğini, bizlerin
artık Harp Okulu öğrencileri olarak sorumluluk taşıdığımızı, ileride alacağımız
önemli görevlere hazırlanmamız gerektiğini anlattı.
Eğitim yılı ortalarına doğru biz havacılar beklemediğimiz bir olayla karşılaştık.
Bizleri muayene için, Eskişehir Hava Hastahanesinden özel yetiştirilmiş uçuş
doktorları geleceği haberi yayıldı, diğer arkadaşlarımı bilmem ama beni bir
korku aldı, ya sağlıklı çıkmaz ve beni havacılıktan ayırırlarsa ben ne
yapardım?... Evet... heyet geldi ve muayeneye başladılar. Sonraları bu değerli
doktorları... gözcü Dr. Kemal, da-hiliyeci Dr. Fahrettin Yakal, asabiyeci Dr. İzzet
bey gibileri yakından tanıdık... sevdik, dost olduk ama hep uçuculuktan çıkarırlar
diye kendilerinden korktuk... zaten korkumuz boşuna değildi... sonuç felâketti...
130 havacı namzeti öğrenciden yalnız 24’ü (ben dahil) sağlam çıkmıştık...
meğerse ne hastalıklar varmış... örneğin Daltonizm’i (renk körlüğü) o zaman
öğrendik. Çürük çıkanlar diğer sınıflara dağıtıldılar... okulda propoganda
yapılarak havacılığın cazip tarafları anlatıldı (biz de o arada öğrendik) ve
istekliler muayeneye tabi tutularak eksik tamamlandı... ama 78 uçucu, 20 de
hava makine subay namzedi olarak.
Havacı olarak ders bakımından diğer sınıflarla yegâne farkımız haftada bir defa
Türkkuşuna gidip planörle uçmaktı. Diğer bütün derslerimiz kara sınıfına ait
çeşitli derslerdi. Türkkuşuna giderken kumanyalarımızı alır, otobüslere biner...
sevinçle alana giderdik... baş öğretmenler Sabiha Gökçen ve Ali Yıldız’dı. Onar
kişilik gruplara ayrılır... bir planörün başına geçerdik... bir kişi planöre biner
lâstik halatı çekerek gererdik, zamanı gelince «Start» denilir... planör yerde biraz
gittikten sonra havalanır, irtifa alır, süzülüşe geçer ve inerdi... bütün bu uçuş
ancak bir dakika sürerdi. İkinci sınıftaki arkadaşlarımızın deneyimlerinden (!)
hemen yararlanma yoluna saptık... lâstik halatı gererken 10 adım atıp «bir» diye,
20 admı atıp «2» diye bağırırdık... 100 adım çekip «on» diye bağırınca planör
harekete geçerdi... yeni ve gizlice uyguladığımız (!) ‘çünkü bu yaptığımızı
biliyor ve kanmıyorlardı’ metod ise 12 adım atıp «1» diye bağırmak sureti ile
sonuçta halatı 20 adım daha fazla geriyor ve planörün daha fazla uçmasını
sağlıyorduk... bu metodu bir arkadaşımız planörü yönetemeyip yere çakılınca,-ya
ve bel kemiğini zedeleyip Levazım sınıfına geçinceye kadar uyguladık.
İlk yılın sonunda sınıf geçiş notlarımız okundu... ben 22 nci durumda idim... o
esnada öğrendik ki mezuniyet senemizin yanma mezuniyet derecemiz yazılacak
ve ömür boyu bu numara kıdem sıramızı gösterecek... sonradan ağzmla kuş
tutsan bu sıra değişmeyecek... yıllar sonra biz komutanken bu usulü değiştirdik
ve her rütbe terfisinde başarıya göre bu sırayı değişir hale getirdik... nitekim
bugünkü Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren 1970 yılında Korgeneralliğe terfi
ederken, 10 general arasında sonlarda iken... 1974 yılında Orgeneralliğe terfi
ederken birinci duruma yükselmiş ve koyduğumuz yeni uygulamanın faydasını
görmüştü.
İkinci sınıfa geçince ben de kendimi zorlayıp daha iyi derece elde etmek için
uğraştım. Ancak işler çok değişti... 1.Eylül. 1939’da Almanların Polonya’ya
saldırısı ile II nci Dünya Savaşı başladı. Her halde Silâhlı Kuvvetlerin subay’a
ivedi ihtiyacı vardı ki bizi kısaltılmış değil... hızlandırılmış eğitime tabi tuttular...
sabahları erkenden kalkıyor... akşam geç vakitlere kadar ders görüyor... ve sona
süratle yaklaşıyorduk... 1940 başlarında terziler geldi, ölçülerimizi aldılar...
Şubat başında yeni üniformalarımız ve kılıçlarımız dağıtıldı. O yıl ilk defa...
havacı olarak mezun olacaklara mavi üniforma dağıtıldı... her gece
yatakhanelerde elbiselerimizi giyiyor, kılıçları takıyor... prova yapıyorduk. Bu
arada yeni subay çıktığımız belli olmasın diye bir iki santim saçımızı uzatmağa
çalışıyorduk... bölük Komutanımız törenden iki gün evvel saçlarımızı sıfır
numara makine ile traş ettirerek son zevkini yerine getirdi... bazı şeyler vardır
ki... askerlikte sebebi sorulamaz... sorulabilse de kimse cevaplaya-maz...
örneğin... Askerî Lisede sigara içmek katiyetle yasaktı... oldukça sadist sınıf
subayları da vardı... he-lâlara gizlenirler... sigara içenleri yakalayıp...
burunlarında söndürürlerdi... Harp Okulunda ise sigara serbest ve kantinde
satılırdı... Harp Okulunda bir gün önce saçlar sıfır numara traş... ertesi gün
serbest zamanla bunların hepsi düzeldi tabii...
Eve kavuştum... aile Mareşal olmuşum gibi sevinçli... tabii ben de sevinçliyim...
eski çevremizde dolaşıyor... subay oluşumu ilan ediyordum ama daha maaş
almamıştık... ilk maaşımızı Piyade Atış Okuluna katıldığımızda verdiler... 49 lira
küsur kuruş... büyük, hem de çok büyük para o günler için... okul leyli... yalnız
Cumartesi öğleden sonra çıkıp Pazar akşamları dönüyoruz... okul bizden kahvaltı
ve iki öğün yemek için maaşımızdan 7 lira kesiyor... 42 lira bize kalıyor. O
dönemde Türkiye... zannederim subaylar ve memurlar için bir cennetti... hele
bizim gibi bekârlar için... düşünsenize en iyi ayakkabı 5 lira, İngiliz kumaşı sivil
elbise 30 lira... dönemin Türk müziği yapan ve meşhurların şarkı söylediği
Kristal gazinosu içki-li-yemekli 5 lira idi. Ben de giyinip kuşanmağa...
şıklaşmağa başlamıştım.
Tek sıkıntım vardı... annem arada bir beni yanına alıyor... Hayriye halasına
götürüyordu. Hayriye hala bir eski büyük elçi eşi idi... lisan biliyor ve kültürlü
idi... fakat iki gözü de sonradan görmez olmuştu. Benimle çok yumuşak bir hava
içinde konuşuyor fakat nedense tayyareciliği bırakmam için söz vermemi
istiyordu. Tabii öyle olmasını istemezdim ama ben söz veremeden bir süre önce
vefat etti... evine son defa annemle miras paylaşılması ve müzayedeyi izlemek
üzere gittim ve Hüseyin Haki Efendi ahfadının büyük çoğunluğu ile ilk ve son
defa karşılaştım. Örneğin... Askeri Lisede İngilizce öğretmenim olan Hüseyin
Öztop-rak’ın annemin yeğeni olduğunu orada öğrendim... annem tanıştırınca
sarılıp öpüştüm... bilseydim derslerinde haşarılık etmezdim.
Annem o müzayededen çok değerli eşyalar ve onlara ilâveten 30.000 lira kadar
miras aldı... o zaman bir Reşat altmı 8 lira idi demek ki bugünkü para ile 100
milyonun üzerinde hisse aldı... eksik olmasın ve Allah rahmet eylesin... bana da
bir ipek resmî gömlek ve lastikotin dediğimiz resmi elbiselik bir kumaş hediye
etti ve de 5 yıl sonra bütün parasını bitirerek Merzifon’a yanıma geldi. Ama...
bugün de kendisini hiç kınamıyorum... öyle yetiştirilmişti... iyi piyano çalar,
nakış ve İtalyanca bilir fakat para ve ev idaresini bilmezdi. 28 yaşmda çok
sevdiği kocasından dul kalmış ve bunalım içinde idi... parasının büyük
bölümünü tedavi bahanesiyle bugün bazıları hâlâ sağ olan meşhur Ordinaryüs
Profesörlerimiz yediler. Kaldı ki bugünkü gibi yatır parayı bankaya, köprüye,
baraja,, al faizi usulleri de Türkiye’de bilinmiyordu.
Üç ay çabuk geçti, bir havacı için hiç gereği olmayan bu dönemde arkada kaldı
ve Eskişehir’deki Hava Okuluna katıldık.
Ancak hiç beklemediğimiz bir durumla karşılaştık... Okulda, 1938 ve 1939 Harp
Okulu mezunları eğitimlerini bitirmemişlerdi, bizi de eğitime başlatacak imkân
yoktu... bu sebeple kura ile bizleri çeşitli hava birliklerine stajyer olarak
dağıttılar. Ben, 1nci LYZEN-DER Keşif Bölüğüne düştüm, uçaklar İngiliz yapısı
olup yeni idi, iki kişilikti, pilot önde uçar biz gözetle-yici olarak görev yapardık.
Bölük şimdi Yeşilköy havaalanı içinde kaybolan SAFRAKÖY toprak alanında
bulunuyordu... ikişer kişilik çadırlarda yatardık... biz 5 arkadaş beraberdik ve
Hava Kuvvetleri bünyesi içinde olmak ve o atmosferde yaşamaktan
memnunduk. Büyüklerimiz olan pilotlar bazen havada kumandaları bize verirler,
biz de yalpalayarak uçmağa çalışırdık. 15 Ağustos’ta Teğmen olduk, uçuş
tazminatı da almağa başlamıştık... yalnız hafta sonları şehre iniyorduk.
İlk uçak kazasını burada gördüm... Yeşilköy’de bulunan diğer keşif bölüğüne ait
uçaklar bizim alana inerler, uçuş yaparlar, akşam dönerlerdi. Bir gün 4’lü bir kol
iniş için kademeye geçerlerken iki uçak havada çarpıştı... bir tanesi dikine dalışa
geçti ve büyük bir gürültü ile yere çarptı. Koşucu olduğum için olay yerine ilk
ben yetiştim... yardım etmek istiyor fakat enkaz arasında kimseyi
göremiyordum... arkadan yetişen tecrübeliler elleri ile koymuş gibi iki pilotu
çıkardılar... birinin kafa tası açılmış beyni görünüyor... diğeri hırıltılar çıkararak
nefes almağa çalışıyordu... ikisi de şehit oldular. Pilotlardan biri Hava
Akademisinde öğretmenlik yapan bir İngiliz Yarbayı idi.
Ekim başında Hava Harp Okuluna katıldık. Okul yaşantımız çok iyi idi... halâ
öğrencilikten ve yatılı olmaktan kurtulamamıştık ama havacılık mesleğinin uzun
ve yüksek merdivenlerinin ilk basamağına ayağımızı atmıştık ve sevinçliydik.
Bakanlığını zengin ederdik... en ufak cezası 1/8 maaşımızı kesmesi idi. Çok
yıllar sonra dost olduk... o günleri konuşur, tartışır gülerdik. Teorik dersler
öğretmenlerimizin çoğu dış ülkelerde eğitim görmüş yetenekli subaylardı. Hava
Tabiye öğretmenimiz İngiliz Yarbayı Hudlestone’du, genellikle sivil ve çok zarif
giyinirdi... kendisini dikkatle dinler, not alır... fırsat buldukça da giyimine
bakardık. Tercümanlığını, şair ve filozof Rıza Tevfik beyin oğlu Nazif Bölükbaşı
yapardı... çok olgun bir insandı... sonunda pilotluk hariç bizim kadar havacılık
öğrendi.
Pilotaj öğretmenlerimizin hepsi deneyimli Hava Assubayları idi. Benim esas
uçuş öğretmenim Fethi hoca (Bakanoğlu) idi... Hakkı hoca, Zekeriya hoca ve
bana akrobasiyi öğreten Şakir hocayı unutamam... hepsi subay - assubay,
öğretmen - öğrenci ilişkilerini çok iyi yürütecek terbiye - disiplin anlayışına
sahiptiler.
Bir süre teorik dersler gördükten sonra teori ve uçuş eğitimini beraberce
yürütmeye başladık. İlk uçağımız Harriot adlı, fransız yapısı 2 kişilik bir uçaktı.
Programa göre öğretmenle yapılacak ilk 10-12 saat uçuş sonrasında ilk yalnız
uçuşa bırakılacak duruma erişmek gerekiyordu... bunu başaramazsanız ufak bir
ilâve eğitim görüyor ve başaramazsanız uçuculuk hayatınız bitiyordu... bu usul
eğitimin diğer bölümleri için de... örneğin kol uçuşu, akrobasi gibi... geçerli idi.
On saati doldurduğunda Fethi hoca beni l.nci Dünya Savaşı pilotlarmdan Halim
Canko’ya teslim etti... beni kontrol etti... indik ve uçağı durdurdum... pervane
çalışıyordu, kendi uçaktan inerken... git yalnız uç...yalnız, inişte dikkat et,
istikameti pek iyi tutamıyorsun dedi... uçtum... indim... dediği de çıktı... ama
hatam pek azdı.
Yalnız uçuştan sonra pilotluğun timsali olan uçuş brövesini taktılar. Uçuş’lara
devam ederken teorik dersler azalmıştı, boş zamanımız çoktu, akşamları
voleybol oynuyorduk... elime geçen veya satın aldığım çeşitli kitapları
okuyordum... bunların içinde tarihî önemli kişilerin hayatı... Atatürk’ün büyük
nutku (defalarca)... şiir hariç dünya klasikleri ve romanlar vardı... harp tarihine
de çok merak sarmıştım.
Sosyal hayatımız zamanın ölçülerine göre biraz hızlı, havacılara göre normaldi.
Cumartesi geceleri Eskişehir’in iyi lokantalarına gider... içki içmeye özenir-dik...
ne kadar içebileceğimizi bilmediğimiz için genellikle falso yapardık... bir gece
Mucip Ataklı (General-Milli Birlik Komitesi Üyesi) fenalaştı... masadan
kaldırdım, başını lavaboya eğdim ve musluğu açtım... biraz sonra inlemeye
başladı... ne oluyor diye baktım... meğerse musluktan Eskişehirin doğal kaynar
sıcak suyu akıyormuş. Bir gün ben de ölçüyü kaçırmıştım... hem temiz hava
almak hem de Okul otobüsüne binmek üzere dışarı çıktım... beklemeye
başladım... uykum geldi... okul bahçe duvarının üstüne oturdum ve sabahleyin
kendi yatağımda uyandım... odadakilere sordum... faytoncu getirdi dediler
Eskişehir’de o zamanlar çok iyi faytoncular vardı, bizleri de tanırlardı...
bunlardan biri beni uyuklarken görünce arabasına bindirmiş, nasıl izin
alabilmişse Garnizonun kapısından içeri girmiş... yattığımız binayı ve odamı
bulmuş, beni yatırmış... cüzdanımdan da hakkı olan parayı alıp gitmiş.
Pazar sabahları çoğumuzun eğlencesi o zamanlar yepyeni olan ve tabii sıcak
suyu bulunan «Yeni Hamam»a gitmekti. Benim bir kaç sivil elbisem ve iki
pardesüm vardı... arkadaşlar arasında değiş-tokuş adeti vardı. O pazar, sonraları
Orgeneral olan bir arkadaşım pardesümü istedi... verdim. Ben Yeni Hamama
gidip bir kabinde soyundum ve içeri girdim... Benden sonra arkadaşım gelmiş...
fakat her yer dolu... soyunacak kabin yok... oranın görevlisi kendisine... ama
isterseniz giydiğiniz pardesünün sahibi burada, onun kabininde soyunabilirsiniz»
demiş. Akşam, olayı bana gülerek anlattı.
Gelelim... çok çok özel yaşantıma... Cumartesi, Pazar günleri iyi havalarda
yegâne gezilecek yer olan İstasyon caddesinde bir kaç tur atardık... eh!., genç
olduğumuz için de terbiye dahilinde genç kızlara bakmaktan geri kalmazdık. Bir
ara zamana göre modern giyinen... (çizme, kürk kalpak) uzun boylu bir hanım
kızı arada sırada görür oldum... sonraları kayboldu (Erenköy Kız Lisesinde
okuduğunu sonradan öğrendim). Bir süre sonra tekrar sinemada gördüm... «zaten
Eskişehir’in bütün kızları bizleri görmek için (!) Cumartesi günleri sinemaya
gelirlerdi»... fazla boylu gözüküyordu... çıkışta yanında belli etmeden yürüdüm...
ben dört parmak yüksektim. Basit bir tesadüfle tanıştık ve bir süre sonra
nişanlanmağa karar verdik. Anneme gidip durumu anlattım... Eskişehir’e geldi
ve Tanrının izni ile evin kızını... oğluna istedi... bir süre sonra olumlu cevabı
aldık.
Böylece ben Teğmen Muhsin Batur... Eskişehir’de ilk Türk eczanesini açan
merhum Ömer Lütfü beyin ortanca kızı Leman Kantörün ile 21 Mart 1942’de
Or-duevine arkadaşlarımın çattığı kılıçlar arasmda girerek güzel bir törenle
nişanlandım. Leyli öğreniciliğimiz sürdüğü için Leman'la hafta sonları ve
genellikle evde buluşuyorduk. Kısa sürede kayınvaldem Hidayet hanım beni
evlâdı, Leman’m kardeşleri de beni bir küçük kardeş ve ağabey olarak
kabullendiler ve sevdiler... hâlâ da öyle. Rahmetli olan kayınvaldem, Rumelili
olduğu için yemeklerine doyum olmazdı.
Bundan sonraki günler yoğun bir eğitimle çarçabuk geçti ve 2 Temmuz 1942’de
pilot Teğmen olarak Hava Okulundan mezun oldum, 78 kişi eğitime başlamış,
stajda iki arkadaşımızı şehit vermiş ve 47 kişi olarak mezun olmuştuk. Kura’da o
esnada Kütahya’da bulunan fakat Merzifon’a intikal edecek olan 4 ncü Tayyare
Alayı 58 nci Bölüğüne çekmiştim.
O zamanlar... yeni bir uçak tipi üzerinde eğitime ve uçuşa çok ilkel usullerle
başlanırdı. Uçağın ufak bir el kitabını okuduktan sonra pilot kabinine girer
oturursunuz... tecrübeli bir pilot kanada çıkar ve size uçaktaki şalter, gösterge
saatleri, tekerlek ve flap kolları v.s. yi anlatır... uçağı nasıl çalıştıracağınızı ve
nasıl uçacağınızı on beş yirmi dakikada anlatır... «haydi hayırlı uçuşlar» der ve
kanattan aşağıya atlar ve siz uçuşa çıkardınız. Bana da öyle yaptılar ve ilk defa
bir av savaş uçağı ile tek başıma havalandım.
Yanılmıyorsam 6 nci uçuştan sonra sıra kol uçuşu eğitimine geldi. Kol uçuşunda
yanımızdaki uçağa ne kadar yakın uçar ve bu mevkii bozmadan muhafaza
ederseniz o kadar makbuldür. Lider, Üsteğmen Süleyman Tulgan (sonra General,
Hava Kuvvetleri Komutanı), iki numarada bendim. Uçağm bir özelliği vardı...
istikamet pedalları aynı zamanda sağa sola hareketlerde otomatik olarak fren
yapıyordu... bize büyük pedal hareketleri yaparsamz tekerlekleri kırarsınız
demişlerdi. Kalkışın ortalarına doğru benim uçağım sola kaymağa ve lidere
yaklaşmağa başladı (tabii uçak kendi kendine kaymaz, hata bende idi)...
yapılacak iş sağa direksiyon ve biraz gaz kesmekti... ikisini de yapmadım... sol
kanadımın ucu liderin başı hizasının biraz gerisine vurdu... uçağım biraz gerildi,
geriye kalırken pervanemle lider uçağının kuyruğunu biçtim... o yerde kaldı...
ben inat bu ya... kalkışa devam ettim ve kalktım, uçağım zelzeleye tutulmuş gibi
sarsılıyordu, döndüm... indim. Uçağımın pervanesinin palleri sert madenden
olduğu halde bükülmüştü... yerdekiler bu uçağın nasıl havalandığına hayret eder
ve bana geçmiş olsun derken ben titreyen ellerimle sigaramı yakmağa
çalışıyordum ki Bölük Komutanımız yanımıza geldi... Süleyman sen... numaralı
uçağa... Muhsin sen... numaralı uçağa., haydi dedi. İkimiz de uçaklarımıza
bindik, motoru çalıştırdık, Üsteğmen Tulgan hızla kalkış yerine ilerledi... öyle
kaçıyordu ki yakalaması mümkün değildi, gazı verdi kalktı... yirmi dakika
kendisini kovaladım... yanma yaklaşıp kol uçuşu yapma fırsatını bulamadan uçuş
süremiz doldu, indik. İlk uçak kazam böylece ve pek erken oldu. Sonra
üsteğmen Tulgan’la çok kol uçuşları yaptık... 1961 yılma kadar da çok yakın
mesai içi ve dışı dost, arkadaş olduk, kulakları çınlasın.
Alayımızda, Turgan Birmen adında Beyrut’a yerleşmiş bir Türk ailesinden olan,
Lise öğrenimini Fransızca yaptığı için hala Fransız aksam ile konuşan bir
üsteğmen vardı, çok uygar tipli idi... takma adı Mösyö idi. Biz gençleri zorla
toplar... «bir hava subayının briç ve bezik bilmesi gerek» derdi ve çoğumuza da
sabırla öğretti.
Böylece günler, aylar geçerken kış sonuna doğru bizim Tabur, uçaklarımızı
Merzifon’da bırakarak trenle Adana’ya intikal emri aldı. İngilizlerin verdiği yeni
Hurricane Av-Bombardıman uçaklarını teslim alacak intibak eğitimini kışın hava
şartları daha iyi olan Adana’da tamamlayacak baharda Merzifon’a dönecektik.
Evliler üzülürken biz bekârlar çok sevinçliydik... hem yeni tip bir uçakla uçacak
ve hem de güneyin eğlence merkezinde biraz yaşayacaktık.
Adana sivil hava alanı içindeki binalara bürolara ve yatmak için civarda kurulan
büyük bir eve yerleştik.
Yeni uçaklarımız çok güzeldi... bizim bölük uçucuları zaten modern olan
Moranc’larda uçtukları için Hurrıcane’lere kolay uyum sağladılar, diğer bölük
ise basit Hawk tipi uçaklardan sonra zorlandı ve çok kaza yaptılar. Tabur
Komutanımız Nijat Orkuş, kazaların artması üzerine bize gece eğlencelerini
yasakladı. Ben gene bir gece bara gitmiş dans ediyordum... bir dirsek darbesi
yedim, irkildim... bir darbe daha yi' yince dönüp baktım... Komutan da dans
ediyor ve bana gülümsüyordu.
Arkadaşlarımız içinde çok deli fişekler vardı... bunlardan biri de Teğmen Selçuk
Okyay’dı (sonra Kurmay Albay); Unutamayacağım ve bugün bile hatırladıkça
halâ güldüğüm iki anı bıraktı bana... İlki: arada bir şehre indiğimizde gece geç
vakit faytonla meydana dönerdik... buradaki faytoncular Eskişehir-deki gibi
çelebi mizaçlı değillerdi... bazen çok para isterlerdi... bir gece gene öyle oldu... o
zamanlar parabellum tabancaları taşırdık... Selçuk çekti silâhını, bir el ateş etti...
bana döndü... «bir mermi 7,5 kuruş» dedi... arabacı kovboy filmlerindeki gibi
atları dört nala kaldırdı ve uzaklaştı. İkinci anı gene atlarla ilgili... her halde
Selçuk atları çok seviyordu... bir gece fazla içmişti... gene faytona binmiş ve
ikimiz arkada oturuyorduk... bir anda Selçuk tırmandı sürücünün yanma oturdu...
dizginleri ve kırbacı eline aldı... ve... atlara... haydi evlâtlarım diye bağırıp
kırbacı havada şaklatmağa başladı... sonra da dayanamayıp atlardan birinin
üstüne atladı fakat kayıp iki atm arasına sıkışınca korkudan bağırmağa başladı...
neyse arabacı atları kontrola alabildi.
Haziranda bir uçağı Kayseri Tayyare Fabrikasına bakım için götürmüştüm, orada
iken bir telsiz emri aldım, Mısır’a eğitimi pekiştirmek üzere gönderiliyordum.
Trene bindim ve Üsteğmen Tulgan’la karşılaştım (Kalkışta çarpıştığım), meğer
beraber gidiyormuşuz. Ankara’da pasaport ve harcırahlarımızı aldık. Harcırah,
yol parası hariç 1800 Lira idi. Merkez Ban-kası’nda bize Amerikan doları
verdiler... doları ilk defa görüyordum. Ne kadar dolar verdiler tahmin
edersiniz?... 1800 dolar... evet yanlış okumadınız bin sekiz, yüz dolar (bugün 4
dolar alamazsınız). îki subay da İzmir’den gelerek bize katıldılar... Kur. Yüzbaşı
Sadi Atikkan ve Kur. Yüzbaşı Nevzat Gökeri (her ikisi sonra general oldular).
Beraberce yola çıktık ve Haleb’e geldik. Nedense bizi orada enterne ettiler,
şehirde gezmek serbest... ayrılmak yasak. Halep’teki üç gün ilginç geçti...
hayatımda bir defada bir taneden fazla muz yememiştim... orada hevenkle
aldım... kebapçıda da kıymanın satır kullanarak hazırlandığını ilk orada
gördüm... sokaklarda halk tabn Arapça konuşuyordu... fakat iki defa kavga
edenlere rastladım... nedense küfürler Türkçe idi. Önce Beyrut sonra Tel-Aviv’e
vardık... şaşırdım kaldım... bunlar ne biçim Yahudi diye... çoğu Almanlar gibi
sert adımlarla yürüyen, çeşitli Avrupa dilleri konuşan bir topluluktular... sonunda
Kahire’ye varabildik. Süleyman Tulgan’la ben, Süveyş kanalı yakmındaki
İsmaili’ye civarındaki bir İngiliz Hava birliğine katıldık, bizden önce gelmiş
arkadaşlarımız da vardı, kalabalıkça bir Türk grubu oluşturduk. Çölün inanılmaz
sıcaklığında, II nci Dünya Savaşında uygulanan en son hava taktiklerini bizzat
uçarak ve ders görerek öğrendik. Uçuş öğretmenimiz savaş deneyimli bir İngiliz
assubayı idi, kursun yarısmdayken Subay oldu, ilk subay gazinosuna girişte
mahçubiyetinden kıpkırmızı olmuştu. Kol uçuşundayken bir tarafmda Tulgan,
diğer tarafında ben kendisine o kadar yakın uçardık ki huzursuz olurdu... artık
tam forma girmiştim ve kimseye çarpmıyordum.
Kahirenin en büyük eğlence yeri Badia Bar, en ilginç görülecek yeri Piramitler,
Sfenks ve Hayvanat bahçesi idi. Büyük dükkânların çoğu Rumların ve Er-
menilerindi. Bilhassa Ermenilerden büyük yakınlık görürdük... mağaza
sahiplerinin Türkiye’den ayrıldıktan sonra doğmuş, benim yaşımdaki çocukları
Türkiye’yi hiç görmedikleri halde mükemmel Türkçe konuşurlardı.
Nişanlılığımız çok uzamıştı... 2nci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam
ediyordu ve Türkiye’nin bu savaşa girip girmemesi gündemde idi, izin almak
çok zordu. 1 nci Hava Tümen Komutanı General Muzaffer Göksenin’in
(sonraları Hava Kuvvetleri Komutanı - Büyükelçi) açtığı ve arkadaşlarımdan
Eskişehir’de bulunanlarm katıldığı güzel bir törenle Ordu Evinde
Bir kaç ay sonra, Eskişehir’de açılan Temel Alet Öğretmen Kursuna Üsteğmen
Muharrem Erkutlu (sonra şehit oldu) adlı bir arkadaşla beraberce gönderildik.
Leman evine kavuşacağı, ben de mesleğimde yeni bir şey öğreneceğim için
sevindim. Eskişehir’de, Tümen Komutanının huzuruna çıktık, bizlere baktı...
baktı... «çok ta toysunuz, nasıl öğretmen olacaksınız?» dedi ve bana sordu...
«geçen yıl kaç saat uçtun?.» cevap verdim... «120 saat komutanım...» inanmadı...
çünkü o dönemlerde bir av pilotu yılda 50-60 saat uçuş yapabilirdi. Zili çaldı...
emir subayına... bana geçen yılın uçuş raporlarını getir dedi. Evrak geldi... 58
saat uçuş yaptığım görünüyordu... başını kaldırıp soru sorar gibi bana baktı...
«62 saat Mısır’da uçtum efendim» dedim, tatmin oldu.
Öğretmenlerimiz İngiliz fakat uçaklar ve metod çok ilkel idi. Uçakta ve yerde
elektronik aygıtlar olmadığı, önde öğretmen etrafı görerek uçuyor... biz arkada
körüğü kapatarak ve dışarısını görmeden uçaktaki basit aletlerle uçmağa
çalışıyorduk... gene de bir şeyler öğrendik ve Merzifon’a alet uçuş öğretmeni
olarak döndük.
Ben ikinci şıkkı seçtim ve Kurmay olmağa karar verdim... (sanki karar vermekle
olunurmuş gibi...). Kitaplar, talimatnameler, eski sınavlarda sorulmuş so-Tular...
hepsini aldım, getirttim ve geceleri evde çalışmağa başladım, dilekçe ile sınava
giriş için müracaatımı yaptım. Hava subayı olarak bizim sınavlarımız
Karacılardan zordu... çünkü biz hem hava hem de kara derslerinden sınava
giriyorduk.
Sınavlar başladı... ilk sınav için hemen evin yakınında olan Kolordu merkezine
gittim. Sınav kağıtlarını ve soruları dağıttılar... yazdım ve yarım saat sonra eve
döndüm. Leman beni görünce heyecanlandı... , «ne oldu?... niye geldin?... yoksa
beceremedin mi?» diye sordu... «çabuk bitti... ne yapayım» dedim. Kara Tabiye
sınavında verilen meseleyi halletmeye çalışıyordum ve cevabı yarılamıştım.
Gözlemcilerden, bana sempati duyan Fethi bey adında bir Kara Kurmay Binbaşı
vardı. Yanıma geldi... yavaşça «ne yapıyorsun» dedi. Kısaca söyledim... «öyle
yapma» dedi ve önerisini söyledi... «değiştirirsem... yetiştiremem» dedim,
sonradan hal tarzları basılınca benim hal tarzımın doğru olduğunu anladım.
Biz, sınıfta 12 havacı subaydık ve hepimiz Yüzbaşı idik. (5 tanesi Harp Okulu
1933 mezunu, 2 tanesi 1939 ve 5 tanesi (ben dahil) 1940 mezunu). 1933
mezunları eski Türkçe yazar-okurlar ve steno yazar gibi rahat not alırlardı. Bir
gün Kara Tabiye hocamız Kur. Alb. Şeref Konuralp (sonra Korgeneral),
meseleyi yazdırırken, sürat temposunu gittikçe arttırmağa başladı... biz arka
sıradakiler... «yetişemiyoruz efendim» deyince bizlere baktı... «eski Türkçe
bilmiyorsunuz da nasıl Yüzbaşı oldunuz?» dedi ve sonra yavaşladı. Haklı idi...
biz nasıl olmuşsa 6,5 yılda Yüzbaşı oluvermiştik. Kendisini çok severdik.
Türk Harp Tarihi öğretmenimiz Kadri Paşa emekli ve oldukça yaşlı bir emekli
Tümgeneraldi... çok muhterem bir insandı. Kendisi 1. Dünya Savaşı’nda Mısır
üzerine yapılan kanal harekâtmda Kurmay Başkanlığı yapmıştı... biz de o yıl
1inci Dünya Savaşı’ndaki Türk Cephelerini okuyorduk. Yazım, kroki ve
haritalarımla hal tarzlarım herhalde uygundu ki, sı nav kâğıtlarımda hep «iyi»,
«çok iyi» paraflan bulunurdu. Kendisi Başkomutan Enver Paşa’yı çok sever ve
methederdi... tabii Atatürk’ü de. Ama hissederdik ki Enver Paşa daha ağır
basıyor... ve methederken de kendisinden... «vatanperver, dürüst, mazbut, cesur»
sözcüklerini işitirdik. Bir gün dayanamadım, söz istedim... (zira ben Atatürk has
tasıydım... hâlâ da öyleyim) . «Sayın generalim... Enver Paşa için bu saydığınız
meziyetlerin her subayda bulunması gerekir... Ancak Enver Paşa bir
imparatorluğu istemeyerek de olsa batırmış... Atatürk ise yepyeni bir devlet
kurmuştur... o halde hangisi büyüktür?» diye sordum. «Tabii... Atatürk» diye
cevap verdi ama... bundan sonraki bütün görev kâğıtlarım: «yanlış...» «böyle
olmaz» diye menfi notlarla doldu. Akademi Komutanımız Kur. Alb. Nijat Orkuş,
bir gün beni çağırdı... ve kulağımı büktü.
* *
Birinci yılı fire vermeden geçtik, ikinci yıl 3 arkadaşımız refüze oldu, çok
üzüldük. 1949 yılı Ağus-tos’unda Kurmay stajyer subay olarak diplomalarımızı
aldık. Piyade Yüzbaşı Mithat Kopsavaş (sonra Orgeneral) Akademiler Birincisi,
Hava Yüzbaşı Nahit Özgür (sonra Orgeneral - Büyükelçi) Hava Akademisi
Birincisi, ben de İkincisi olarak mezun olmuş ve törende bana Cemil Bilsel’in
Lozan Kitabı hediye edilmişti. Kurmay stajı için karargâhlara atanmamız
gerekirken, ileriki terfide gecikmeyelim diye staj ve kıt’a hizmetim bir arada
yapmamız düşünülmüştü. Ben, Kütahya’da bulunan 7 nci Tayyare Alayı 1 nci
Bölük Komutanlığına atanmıştım. Ne eşyamız varsa... derme çatma ambalaj
yaptık ve Kütahya’ya göç ettik.
KÜTAHYA-BALIKESİR-
ESKİŞEHİR-BALIKESİR-KORE
Alayımız iki Tabur, dört Bölüktü, bölüklerimiz İngiliz yapısı, savaşta Almanlara
karşı ün yapmış SPIT-FIRE tipi av uçaklarıyla donatılmıştı, uçaklar üstün
manevra kabiliyetine sahip ve süratli idi. Merzifon’da uçtuğum Hurricane’lere
benzediği için kolay uyum sağladım. Alay Komutanımız Albay Rahmi Uçarı,
çelebi yapılı, iyi bir zat idi. Tabur Komutanı Kur. Binbaşı Bedii Kireçtepe’yi, 4
yıl önce Merzifon’da tanımıştım, Akademiyi de benden bir yıl evvel bitirmişti.
Diğer bölüğün Komutanı Yzb. Remzi İlter de Merzifon’ dan arkadaşımdı. Çok
iyi bir geçim ve çalışma hayatımız vardı. Yegâne üzüntüm ben bölüğe katılmak
üzere yolda iken, iki şehit ve iki uçak kaybı vermiş olmaktı. Akademide iken üç
yıl süre ile geri hizmet uçucusu olarak asgari uçuşla yetinmiş ve kıtadaki
arkadaşlarımdan geri kalmıştım, herkes bir saat uçarken, ben iki saat uçup arayı
kapatmaya çalışırken, bölgeyi beklemediğimiz ağır bir kış bastırdı... devamlı
temizleme gayretlerine karşın pisti kar ve buz kapladı, uçuşlar durdu. Uğraşımız
ders ve spordu. Kar ve buza rağmen parlak güneşli günler1 oluyordu, soyunuyor
ve yalnız bir şortla voleybol oynuyorduk... hepimiz simsiyah olmuştuk.
Radyodan meteoroloji raporlarmı izler, soğuk rekorunu bazen bir iki derece ile
Kars veya Erzurum’a kaptırdığımızda üzülürdük.
1950 yılı şubatında Alayımız lağvedildi, pisti büyük bir gayretle temizledik,
bölüğümle son defa topluca kalkıp Merzifon’a indik, uçaklarımızı teslim ettik.
Yeni tayin yerim Balıkesir’deki 9 uncu Tayyare Üssü, 2nci Filo Komutan
Vekilliği idi.
Bütün gayretimle uçuyordum... 1950 yılı ortalarına doğru aklım bir şeye
takılmağa başladı... sekiz yıldır hiç uçak kazası geçirmemiştim, bu ne biçim
tehlikeli meslekti... acaba kaza geçirsem... itibarım —bilhassa aile ve dost
çevremde— artar mıydı?... Böyle şakacıktan düşünürken, 18 Ağustos günü,
havanm çok sıcak olduğu saatlerde atış görevine kalmak üzere; bomba, roket ve
makinelitüfekli yükle pist başma geldim, motor kontrolü yaptıktan sonra tam gaz
verdim ve ilerlemeye başladım... Pistin dörtte üçüne geldiğimde, uçak kalkış
hızına yaklaşamamıştı... fakat gaz kesip kalkıştan vazgeçmek için de geç
kalmıştım. O andan sonra gaz kessem uçağı durduramayacağım -için araziye
çıkacağım ve uçak kırılacaktı. Bunlar, tabii bir iki saniyede düşünülen şeyler...
kalkışa devam kararı ile pistin sonuna gelirken levyeyi zorlayarak kendime
doğru çektim... uçak güçlükle yerden kesildi... bir iki metre yüksekten havayı
göğüsleyerek uçmağa başladı... tekerlekleri içeri alamadan da yere vurdu... toz
toprak içinde biraz ilerledikten sonra durdu... kapağı açtım, bağları çözdüm,
yavaşça dışarı çıktım... sigaramı, çakmağımı çıkardım, fakat ellerim titrediği için
alev sigaramın ucunu bulamıyordu... o esnada bir bayan elimi tuttu ve sigaram
yandı. Baktım... Halalca köyünün öğretmeni Zekiye Gülsüm, (sonraları 2. devre
AP Çanakkale milletvekili) ve öğrenciler yardımıma gelmişlerdi. Bende pek bir
şey yoktu... yalnız sol kaşım, boks maçlarındaki gibi patlamıştı... fakat uçak
perişandı... tesadüf eseri bomba ve roketler patlamamış ve ben ölümden
dönmüştüm.
Eh... itibarımız biraz arttı... geçmiş olsunlar filân... fakat yeterli değilmiş ki, bir
ay sonra 20 Eylül’ de bir kaza daha geçirdim. Benim liderliğimde 4 uçak,
İzmir’deki Radar Merkezi ile müşterek çalışma yapmak üzere hazırlandık...
Menemen üzerine geldiğimizde birden motorum duraladı, sağımda ve solumda
bulunan uçaklar ileri fırladılar... denedim... motor çalışmadı... döne döne
süzülmeye başladım. Yapılacak iki şey vardı... birincisi, paraşütle atlamak (doğru
hal tarzı)... İkincisi, tekerlekler çıkarılmadan uygun bir yere gövde üzerine
inmek (az doğru hal tarzı). Paraşütle atlamada uçak yok olur, mecburi inişte ise
iniş ve arazi uygun olursa uçak tamir edilerek kurtarılabilir. Ben, belki hata
ama... pilotluğum boyunca uçtuğum uçağı kendi hayatımdan değerli tuttum.
Kaldı ki o dönemlerde paraşütle atlamak bugünkü kadar kolay değildi.
Bembeyaz bir pamuk tarlasına gövde üzerine indim... Kabotaj (yerde uçağın
takla atarak ters dönmesi) da olmadım. (Uçak sonra oradan taşındı ve kısa sürede
tamir edildi).
Telefon kolaylıkları bugünkü gibi değildi... pilot eve dönmeden ailesi, yaşayıp
yaşamadığını bilmezdi... Ertesi gün eve dönünce itibarımın arttığını (!) gördüm.
1951 yılı başlarında, bir yıl içinde Türkiye’ye ilk jet uçaklarının verileceği belli
olmuş, bazı pilotlarımız da Amerika’ya eğitim görmeye gitmişlerdi.
Ben de, jetlere hazırlık olarak Âlet Tekâmül Uçuş Kursu’na başlamıştım...
eğitimi bitirdiğimde "Beyaz Uçuş Kartı"na sahip olacak ve limitleri belirlenmiş
kötü hava şartlarında uçabilecektim. Elektronik yer istasyonları kurulmuş,
uçaklara da mukabil cihazlar konulmağa başlanmıştı. Eğitimi T-2 tipi 2 motorlu,
2 pilotlu bir uçakta yapıyor... fakat üç kişi havalanıyorduk. Öğretmen Üsteğmen
Osman Coşkun, kursiyer olarak ben ve Üsteğmen Haldun Tongal (sonra
General).
Kursun ortalarına doğru bir gün, uçağın fren sistemi ârızalandı, uçağı Kayseri
Tayyare Fahrikası’na tamire götürecek... gidiş gelişte de âlet uçuşu yapacaktık.
Hava şartları kötü idi... yolun ortalarına doğru kesif bir bulut içinde uçarken...
uçağın telsiz ve diğer elektronik âlet uçuş sistemlerinin hepsi birden bozuldu.
Yerle temasımız kesildiği gibi, nerede olduğumuzu da bilmiyorduk. Gene
yapılacak iki şey vardı... paraşütle atlamak, süzülerek buluttan çıkmağa
çalışmak. Bilinmeyen bir arazi üzerinde süzülürken en büyük tehlike bir dağa
veya tepeye çarparak ölmekti... böyle kazalar havacılıkta çok olmuştur... gelişen
tekniğe rağmen bugün de hâlâ olmaktadır. Bizim şansımız varmış... yere 13
metre kala önce araziyi, sonra altımızdaki tren yolunu gördük... ilk istasyona
doğru uçup ismi okuyunca... Afyon civarında olduğumuzu anladık ve Afyon
meydanını bulup indik.
1952 başlarında ilk jetler Balıkesir’e gelmeye başlamıştı ve benim aklım, oraya
gitmekte idi. Bu arzumu bir vasıta ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Muzaffer Göksenin’e ilettim. Jet devrinin başlaması Hava Kuvvetlerimiz için
büyük bir yenilik ve değişiklik idi. Gönülden uçmak isteyenler ve çekinip uçmak
istemeyenler vardı. Muzaffer Paşa, bana haber göndermiş... «Mektup yazıp
isteğini bildirsin... uçmak istemeyenlere göstereceğim» diye. Haziran 1952
sonunda tekrar Balıkesir’deki 191’nci Filo Komutanlığına atandım.
Jet eğitimine başlamanın formaliteleri çok uzundu. Eskiden olduğu gibi, biri
sana yirmi dakika uçağı anlatsın, sonra uçağı al... uç. Öyle şey yoktu. Çeşitli
dershaneler kurulmuş... Amerika’da kurs görmüş as-subaylarımız... maketler
üzerinde... gövde, motor, yakıt, hidrolik, elektronik ve silâh sistemlerini uzun
uzun anlatıyorlar... sınav veriyor, sertifika alıyorsunuz ve uçuşa hazır hale
geliyorsunuz, eskiden yirmi dakika olan süre şimdi yirmi gün.
Önce iki kişilik T-33 tipi jet eğitim uçağında öğretmen nezaretinde 2-3 sorti
intiba ve intibak uçuşu... sonra F - 84 G tipi tek kişilik av uçağı ile uçuşa
başlıyorsunuz... benim öğretmenim Amerika’da yetişmiş Yüzbaşı Tarık Gökeri
(sonra general) idi.
Eğitimin yanımda birliğimiz ayrıca bir gösteri ünitesi haline gelmişti. Hava
Kuvvetlerimizi, hattâ Türkiye’yi ziyarete gelen asker-sivil yabancı devlet ricali
için uçuş, atış ve yeni teşkil edilen akro-timle akrobasi gösteri uçuşları
yapıyorduk, arada da İtalya’daki Brindizi şehrine gidiyor, yeni teslim edilen
uçakları alıp Türkiye’ye getiriyorduk.
1953 yılı Haziran ayında, Hava Kuvvetlerimizin çeşitli birliklerinden seçilmiş 10
snbay, savaş alanlarında incelemelerde bulunmak üzere iki ay süre ile Kore’ye
gönderildik. O zamanlar jet yolcu uçakları henüz servise girmemişti... bu yüzden
yalnız Hong-Kong’a varmamız iki gün iki gece sürdü. Japonya’daki askeri birlik
ve fabrikaları inceledikten sonra Kore’ye geçtik ve 45 gün süre ile çeşitli
karargâh ve birlikleri inceledik, fiili uçuş yapmadık, fakat savaş yaşantılarım,
yeni savaş usullerini gözlerimizle gördük ve çok şeyler öğrendik. Bu arada savaş
hattında bulunan Kore Tugayımızı da ziyaret ettik ve gece hakiki bir savaşı
izledik... izli mermilerle semâ âdeta aydınlanıyordu... yaralılarımızı da ziyaret
edip iyi dileklerimizi sunduk. Tokyo’da, Ortaasya’dan göç ederek Japonya’da
yerleşmiş ufak bir Türk kolonisi bulunuyordu, en yaşlı olanın evinde ağırlandık
ve lehçe farkı çok da olsa Türkçe anlaşabildik.
Gezimizin bir de özel yönü vardı elbet... bir defa Leman bu göreve gidişime pek
memnun olmamıştı... zira, eksik olmasın gazetecilerimiz gerçeklerle pek ilgisi
olmayan tarzda Japonya ve Kore’yi bize tanıtmışlardı: Eğlence yerleri... Geyşa
evleri... Türk Hamamları gibi yerlerdeki yaşantı tarzı pek abartılarak yazılmıştı.
Biz de, bir grup arkadaş topluca Türk Hamamının birine gitmeye karar verdik...
isminden başka bizim hamamlarla bir ilişkisi yok. Önce binanın dışından resmini
çektim... sonra içeri girdik. Sizi yıkayacak bayanlar... topluca oturuyorlar... şortlu
ve göğüsleri kapalı... siz birini çağırıyorsunuz... o sizi bir kabine götürüyor...
kapı yarım ve içerisi görünüyor... soyunuyorsunuz ve yalnız başınızın dışarıda
kaldığı bir sauna kutusunun içine oturup istediğiniz sürece terliyorsunuz... sonra
bayan sizi banyoya oturtuyor ve yıkıyor... nedense saçınız hariç... onu kendiniz
yıkıyorsunuz. Banyodan çıkınca, el ve ayak tırnaklarınız kesiliyor ve çok teknik
bir masaj uygulaması yapılıyor...bizde iş bitince tellâklar genellikle sırta bir
şaplak atarlar... orada bu usul yok... giyinip çıkıyorsunuz. Her ne kadar pilot ve
cesaretli isek de, tabii bizim gazetecilerimizin yazdıklarına inanmış olan Leman
hanıma bu olayı dönüşte anlatmak imkânsızdı... on seneden fazla bir süre bunu
bir sır olarak tuttum. General olduktan sonra Eskişehir’de İsmail Kanatlı
dostumuzun evinde toplanmıştık... misafirler arasında emekli General İhsan Aras
da vardı ve Kütahya’da Vali idi, hamama da beraber gitmiştik... eski anıları dile
getirirken hanımlar da duydular... «Vay, demek bunca yıl bizden sakladınız»
dediler... fakat artık olgunlaşmışlardı... kızmadılar. Şimdi, artık Japon hamammm
ne olduğunu bilmeyenlere, hanımın yanında rahatça anlatabiliyorum. Kore
dönüşü eve büyük bir yenilik girdi... bir miktar para tasarruf etmiştim...
buzdolabı aldık ve tabii salonun en iyi yerine koyduk, (o zaman âdetti... herkesin
görmesi lâzımdı).
Balıkesir’e dönünce beni heyecanla beklediklerini gördüm. Hava Kuvvetleri
Komutanlığı’na Org. Fevzi Uçaner gelmiş... bizim Üs’ten Grup Komutanı Alb.
Kireçtepe Ankara’ya, Bnb. Tulgan Bandırma’ya atanmışlar, tecrübeli birlik
komutanı olarak yalnız ben kalmışım... Atatürk döneminde Rusya’ya giden bir
hava birliğimizden yıllarca sonra ik defa 16 uçaklı bir Filo, Yunanistan’a
tatbikata gidecekmiş... beni onun için beklerlermiş.
Üs’teki pilotlardan karma bir filo kurduk ve 10 gün süre ile beraber çalıştık,
uçtuk, atış denemeleri yaptık.
Komutan General Akoğlu, ben uçağıma binerken sarılıp öptü, (onun sarılması
demek... felâket... çok kuvvetli olduğu için elinizi sıktığında parmaklarınız
birkaç dakika felce uğrar), başarılar diledi. Ben motoru çalıştırırken de
merdiveni tırmandı... çıkardı bana bir miktar para verdi ve «lâzım olur» dedi.
Tecrübeli insandı... nitekim Atina’daki Meçhul Asker Anıtı’na çelenk koyarken
bu parayı kullandım.
Tatbikata Yunan hava filoları ile bir Amerikan,, bir İtalyan filosu ve benim filom
katılıyordu. Çeşitli görevler alıyor ve yerine getiriyorduk. Bu görevlerden biri de
Atina’nm doğusundaki Maraton Körfezi denilen bir bölgede denizdeki 3x3
metre ebadındaki bir şamandıraya Pike Bombardıman taktiği ile taarruzdu.
Duyduğumuza göre bu şamandıra yıllardan beri orada durur, batmazmış.
Uçaklarımıza ikişer adet 500 librelik hakiki bomba taktık. Gerekli brifingi
yaptık. Ben, uygulayacağımız taktiği, atış subayı Yüzbaşı Samih Alaybeyoğlu
(sonra Korgeneral) da bomba atış tekniğini izah ettik.
Verdiğim emre göre... 4’lü kollar halinde havalanacağız... Kollar arasmda 500
metre mesafe olacak... her kol, hedef üzerine geldiğinde sağa kademeye
geçecek... hafif bir dalıştan sola dönüşle tırmanışa geçerken uçaklar gerekli
aralıkları alacaklar ve büyük bir daire teşkil edeceğiz... her uçak tek dalış
yapacak... iki bomba aynı anda bırakılacak... ama ayrıca ilâve ettim... her uçak
bombasını attıktan sonra telsizde özel bir kanala geçerek bombalarının düşüp
düşmediğini bana rapor edecek... eğer 4 uçaktan fazlasında bomba kalmışsa...
tura devam edip, tekrar birer dalış yapacağız ve bombalar atılacak...
İlk dalışı ben yaptım, zamanı gelince bomba bırakma düğmesine bastım...
tırmanışla sola dönüşe başladım... fışkıran sudan tek bombanın düştüğünü
anladım... bomba şamandıranın yakınma düşmüştü... «İyi» dedim. Telsizle bana
verilen raporları dinlerken, öbür uçakların atışlarını da izliyordum... bombalar
şamandıranın çok yakınma düşüyor... köpükler saçılıyor... şamandıra battı
derken... yalpalayarak su üstüne çıkıyordu. 8 uçakta bomba kalmıştı... ben ikinci
dalışa geçerken, içimden... «Sen, şu Alaybeyoğlu’nun anlattığı Amerikan
usulünden biraz ayrıl da kendinden bir şeyler kat» dedim... biraz daha dik
daldım... biraz daha alçaldım ve bombayı bıraktım... biraz sonra öbür uçakların
telsiz konuşmalarını duydum... «Yaş-şa Binbaşım... hedef gitti»... «Komutanım...
biz bombayı nereye atalım?»... «Denize» dedim.
Büyük bir sevinçle meydana dönüp indik... bütün NATO komutanları kıyıdan
bizi izliyorlardı. Ertesi günü, atış alanındaki hedeflere roket ve makinelitüfek
atışları yapacaktık... duyduk ki müşahitler kendi aralarında hangi filo iyi atış
yapacak diye müşterek bahse girmişler... çoğunluk bizim üzerimize oynamış...
kendilerini mahçup etmedik.
O yıl, Paris’te görevli olan Kur. Albay İrfan Tansel (sonra Orgeneral - Hava
Kuvvetleri K.) bizim Üsse Uçuş Grup Komutanı olarak atandı, çok tecrübeli bir
pilottu, jetlere kolaylıkla intibak etti. Akademi’de kendisi üçüncü sınıfta iken,
ben birinci sınıfta idim, tanışıyorduk, Balıkesir’de uyum içinde çalışmağa
başladık... bana lisanımı ilerletmem için devamlı telkinde bulunurdu... bu arada
fırsat çıktı ve Ankara’da yalnız Silâhlı Kuvvetler mensupları için açılan özel 6
aylık İngilizce tekâmül kursuna beni âdeta zorla gönderdi.
Kurs bitince tekrar birliğimin başına döndüm... Ağustos gelince Orgeneral Fevzi
Uçaner’in, Yunanistan dönüşümde ufak defterine aldığı notun sebebi hikmeti
anlaşıldı... Napoli’deki Güney Avrupa Müttefik Hava Kuvvetleri Komutanlığına
tayinim çıkmıştı.
NAPOLİ — İTALYA’DA İKİ YIL
(1954 -1956)
Türkiye, NATO’ya resmen 1952’de girmişti, bizler de NATO Karargâhlarına
atanan ikinci devre subaylardık. Kıdemlimiz olan Tuğgeneral Şahap Metel
(sonra Korgeneral) dahil 10 hava subayı, bir ılık Eylül günü Ankara vapuru ile
yola çıktık... Kur. Yarbay Süleyman Tulgan da kafilede idi... elimizde özel
pasaport, lüks kamaralarda seyahat ediyorduk. İlk maaşlarımızı geç alacağımızı
bildiğimiz için ailelerimizi sonradan aldırmaya karar vermiştik.
İki yıl süresince gerek meslek, gerekse kültür ve sosyal alanlarda çok şeyler
öğrendiğimi söyleyebilirim... bu arada İngiltere’ye Kara-Hava işbirliği,
Almanya’ya Nükleer Silâh Kursu’na gittim... Fransa, İngiltere, Yunanistan’da
çeşitli askeri toplantılara katıldım. Harekât Başkanımız Amerikalı Albay Rusell,
Prusya tipi bir subaydı... Amerikalı idi ama... astlarının kendisinin önünde
ayaklarını masa üzerine dayayıp konuşmalarım hiç beğenmez, fakat bir şey
söyleyemezdi... yalnız toplandığımızda arada sırada... «Binbaşı Batur’dan biraz
askerlik öğrenseniz iyi olur» derdi. 1955 Ağustos’unda Yarbay oldum... yabancı
subay arkadaşlarım... Hazreti Muhammed... terfi edince içkiyi yasakladı diye
sormağa başlayınca bir maaş pahasına oldukça büyük bir kokteyl-parti
tertipledim.
* * *
Birinci yıl sonunda Albay Russell beni çağırttı, masasının önündeki sandalyede
yer gösterdi... kahve ikram etti ve önüme bir evrak sürdü. Sicilimi yazdım...
«Oku, düşünce ve varsa itirazlarını söyle» dedi. Şok oldum... bizde siciller çift
aylı gizlilik içindedir... ancak Askeri Şûra üyesi olursanız sicilleri
görebilirsiniz... tabii kendinizinki hariç. Yazdığı sicili okudum... çok iyi, iyi ve
geliştirilmesi istenilen taraflarımı çok objektif olarak değerlendirmişti.
* * *
Aşağı yukarı yirmi kadar Kara, Deniz ve Hava Türk subayı Napoli’de idi,
birbirimizle çok iyi ilişkilerimiz vardı... bunlardan biri de, o zaman Albay olan
Faruk Gürler’di (sonra Orgeneral - Genelkurmay Başkanı), vakıa Akademide
iken bir süre konferans mahiyetinde bize öğretmenliğe gelmişti, ama birbirimizi
yakınen tanımak fırsatını burada bulduk.
Türkiye’den bize yılda iki defa bir nakliye uçağı gönderiyorlar ve biz yıllık
uçuşlarımızı yapmak üzere eski birliklerimize gidiyorduk... hem uçuyor, hem de
vatan hasretini gidermeye çalışıyorduk. İtalya’ya giderken gazetelere abone
olmuştum... biraz geç olmakla beraber Türkiye’de olup bitenleri izliyordum...
6/7 Eylül olayları cereyan etmiş... karargâhtaki Yunan subayları herhalde talimat
almış olacaklar ki bizle selâmı sabahı kesmişlerdi. Partilerarası ilişkiler
sertleşiyor... Türk lirasının her gün değer kaybettiğini para bozdurduğumuz
zaman anlıyorduk... gidişat tehlikeli değildi... fakat iyiye gidiyor da denemezdi...
Kendi aramızda bu konuları konuşmaya başlamıştık.
Sırası ile, Komutan olan Org. Uçaner, Korg. H. Suphi Göker ve Org. Tekin
Arıburnu ile yakınen çalıştım... kendime göre iyi ve hatalı yönlerimi
değerlendirir... beynimdeki teyp’e kaydederdim... bunun ileri yıllarda ve
görevlerde faydasını gördüm. Bu arada Paris’e Halkla İlişkiler Kursu’na,
İngiltere’ye CENTO incelemesine (ilk nükleer santralı o zaman gördüm) ve
Irak’taki büyük manevraya müşahit olarak katıldım.
Irak gezimiz oldukça ilginç idi. Başbakan Menderes Uzak Doğu ziyaretinden
dönerken Bağdat’a indiğinde... Başbakan Nuri Sait Paşa... büyük bir manevra
yapacağız... Subaylarınızı gönderin de izlesinler... teklifinde bulunmuş. Bir gün
içinde biz ilgilenmeden pasaport ve harcırahlarımızı verdiler... bir Kara
Tuğgenerali, 3 Kara, 3 Hava ve bir deniz subayından oluşan kafilemiz askeri C -
47 uçağı ile Bağdat’a gittik ve Semiramis Oteli’ne misafir edildik. Benim o
sıralarda evde vukua gelen oldukça büyük ve tehlikeli bir havagazı patlaması
sonucunda yüzüm ve ellerim fena halde yanmış, uzun bir tedavi görmüştüm ve
yakışıklılığım (!) oldukça kaybolmuştu. Bu gezi, bana bir hava değişimi gibi
geldi... halbuki nerede ise dünyayı değiştirecektik... tabii giderken böyle bir
olayla karşılaşacağımızı bilmiyorduk.
Manevrayı, bizlere tahsis edilmiş olan özel araçlarla izliyorduk... Zırhlı ve
motorlu birlikler... hava kuvvetlerinin desteğinde çölde İsrail sınırına doğru
yaklaşıyorduk. Manevranın bitiminden bir gün evvel Kralın bizi akşam
yemeğine davet ettiğini... Kral hitap etmeden kendisi ile konuşmamamızı... hitap
ederken... «Your Majesty» dememizi sıkı sıkıya tembihlediler. Gece, yemeğin
yeneceği Otağ-ı Hümayun'a girdik. Kral Faysal, amcası Prens Abdülillâh ve
birkaç Iraklı general vardı... yemek, biz yedi Türk subayı onuruna veriliyordu.
Masaların üzerinde yüzlerce kişiyi doyuracak envai türlü yiyecek vardı. Kral’a
kendimizi teker teker takdim ettik... genç, ufak tefek, mahçup bir insan
görünümünde idi, biraz Türkçe anlıyor, konuşamıyordu. Prens olan amcası ise
Galatasaray mezunu ve tabii bizim gibi Türkçe konuşan, yakışıklı, fakat çok içki
içen bir insandı. Bizler yavaş yavaş bize tenbih edilenleri unutmaya başladık...
herhalde Kral da bu tenbihleri bilmiyordu ki, sohbet giderek koyulaştı... Kral,
yaza İstanbul’a gelip nişanlısı olan Türk kızı ile beraber olacağını ve daha başka
şeyler anlatıyor... arada gülüyor... kızarıyordu. İçimizde tek denizci Albay
Samurkaş... oldukça yaşlı, babacan tipli bir zat idi... bir ara dayanamadı... Kralın
yanağını okşadı ve sevgisini belli etti... ve böylece biz, tenbih edilen protokola
uyum sağlamış olduk.
Bağdat’a dönüşte bizi Başbakan Nuri Sait Paşa kabul etti. Türk kahvesi
ısmarladı... Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’daki Harp Okulu’nu
bitirdiği için güzel Türkçesi vardı... Başbakan Menderes’i de bize şikâyet etti...
tarihî Harp Okulu binasının ön cephesindeki merdivenleri yıktırdığı için...
Dönüş için alana geldiğimizde, uçağımızın bir hayli tahrip edildiğini gördük...
onarım için iki gün bekledik. Zaten biz ayrıldıktan sonra da Irak’ta çok kanlı bir
ihtilâl oldu.
* * *
Dönüş yolunda bize hediye verilen paketleri açtık... benim paketimin üzerinde
«Tayyaran Erkânıharp Kaymakamı Muhsin Batur» yazıyordu, hediyeler içinde
en makbul olanı bir kilo çekilmiş mis gibi kahve idi... uçağın kapısı açılınca,
etrafa bu koku yayıldı... gümrükçüler ne yapacaklarını şaşırdılar... fakat devlet
hediyesi idi, ses çıkarmadılar. Türkiye’de kahve bulunmaz olmaya başlamıştı.
Yarbayken yazdığım tez onaylanmış, bir yıl daha kıdem alarak... bir basamak
daha çıkmış ve 30 Ağustos 1958’de Albay olmuştum. Karargâhta bir yıl daha
çalıştıktan sonra kıt’aya çıkma sıram gelmişti. Eskişehir’de bulunan 1nci Ana Jet
Üs Uçuş Grup Komutanlığına Ağustos 1959’da atandım.
ESKİŞEHİR’DE 1inci UÇUŞ GRUP
KOMUTANLIĞI (1959 -1960)
1inci Ana Jet Üssü (Tugay), Hava Kuvvetlerimizin en eski kuruluşlarından biri
idi. Yeni F-100/D-F uçakları ile modemize ediliyordu. 3 filosu vardı, ilk filonun
uçakları gelmişti, diğer filoların uçakları, ben katıldıktan sonra gelmeye başladı.
Karargâhı, Eskişehir’de olan 1inci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı, Ankara ve
batısındaki muharip hava birliklerine komuta ederdi... o tarihte Komutanlığına
General Bedii Kireçtepe atanmıştı. (Kütahya’da Tabur, Balıkesir’de Grup
Komutanı idi), 1nci Üs Komutanı da o yıl general olan ve şimdiye kadar adı çok
geçen Süleyman Tulgan idi. Ben, üç filonun Komutanı idim. Filo Komutanları
olan Kur. Bnb. Necdet Bayer, Kur. Bnb. Hulusi Kaymaklı (sonra Korgeneral),
Bnb. Tarık Gökeri ve sonra Bnb. Necdet Horasan (sonra her ikisi de general
oldu) çok yetenekli subaylardı. Yeni ve daha modern bir tip’e geçiş olduğu için
1952 yılında Balıkesir’de olduğu gibi, Üs’se Türkiye’nin her tarafından seçilmiş
tecrübeli pilotlar atanmıştı. Eğitim hızla gelişiyor... intibaklar bittikçe
muharebeye hazırlık eğitimine geçiliyor... pilotlar harbe hazır standart’a erişince,
Amerika’dan gelen uzmanlarca özel silâh (Nükleer) eğitimine tâbi
tutuluyorlardı. Eğitimin bu safhalarında rütbe farkı gözetilmezdi... bir üsteğmene
uygulanan eğitim, aynen benim için de şart idi. Bunlar mesleğimizin özellikleri
idi ve biz sevenler için zevkli şeylerdi.
27 MAYIS’A DOĞRU
Ancak, Türkiye’de cereyan etmeye başlayan olaylar bu kadar zevkli değildi ve
biz üst rütbeli subaylar... bu zevksizlikler üzerine yavaş yavaş ve istemeyerek
eğilmeye... problemlerle ilgilenmeye başladık.
Evet... 1908 Hürriyet mücadelesi ordu-sivil aydın (bu aydın sözü şimdi bazı
çevrelerde alerji uyandırıyor nedense) kesimin işbirliği ile kazanılmış, fakat
sonraları subayların politikaya fazla girmeleri ve hele ikiye bölünmeleri ile
(İttihatçı - İtilâfçı olarak) Balkan savaşı hezimetinin başlıca sebeplerinden biri
olmuştu.
İktidar bir «Vatan Cephesi» sloganı ile her gün radyo ve kendine bağlı
gazetelerle kendini güçlendirme ve güçlü gösterme propagandası yaparken, belki
farkına varmadan milleti ikiye bölüyordu... (1970’li yıllarda bu milliyetçi -
milliyetsiz’e dönüştü) ve maalesef bu Vatan Cephesi faaliyetine bazı subay eşleri
de katılıyordu.
Diğer taraftan muhalefet lideri İnönü, yeni fikirler ve istekler öne sürüyor ve
bunlar ilgi çekmeye başlıyordu.
İnönü’nün her vesile ile yurt gezilerinde halk önünde, basında ve Meclis’te
işlediği ana temalar şöyle özetlenebilirdi...
* Nisbi temsil esasına göre yeni, seçim kanunu hazırlanması, seçim güvenliği,
* Üniversite özerkliği,
* * *
1959 yılındaki Uşak, Topkapı olaylarından sonra, 1960 yılı başlarında Kayseri
olayı meydana geldi... iktidarda, muhalefete karşı hoşgörü ve demokrasi anlayışı
diye bir şey kalmamıştı. Anayasa dişi bir tasarrufla Meclis Tahkikat Komisyonu
kurulmuş ve olağanüstü yetkilerle donatılmıştı... dilediğini sorguya çekmek,
tutuklamak, cezalandırmak, yayın yasağı koymak, gazete-kitap toplatmak gibi...
ve, Komisyonun aldığı kararlara itiraz için başka bir merci de yoktu.
* * *
Bir taraftan Osmaniye atış sahası düzenlenirken, diğer taraftan biz, tam silâh
yükü ile atış denemeleri yapmaya başlamıştık. Genellikle alanlarda yapılan bu
kutlama törenlerine havacıların aileleri de gelir, senede bir de olsa onların ne
yaptıklarını merak ve heyecanla izlerlerdi. Biz çalışmalarımıza devam ederken...
herhangi olumsuz bir olaya sebebiyet vermemek için... (Çünkü; o sıralarda Harp
Okulu Ankara’da bir gösteri yürüyüşü yapmış, Başbakan Menderes Kızılay’da
tartaklanmıştı) Osmaniye atış sahası ile Eskişehir’deki gösterilere hiçbir havacı
subay ve aşsubay ailesinin davet edilmeyeceği... ve bunun karşıtı olarak da, bazı
havacıların... “biz de, hedef yerine tribünlere rahatça ateş ederiz” söylentileri
yayılmaya başladı.
Her subay Türkiye’nin genel politik gidişatını izler. Günlük politika ile ilgileniş
hiçbir zaman tek yönlü olamayacağı için, düşünme ve beğeni farklılıkları başlar.
Sivil hayatta bunun önemi azdır... hattâ demokratik rejimlerde gereği de vardır.
Silâhlı Kuvvetlerde ise düşünce alanındaki farklılıklar önce karşılıklı
itimatsızlıklar doğurur... sonra bölünme ve disiplinsizlikler... Biz de bu duruma
gelmeye başlamış... birbirimizi; güvenilir, her şey konuşulabilir, güvenilemez...
her şey konuşulmaz diye değerlendirmeye başlamıştık. General Tulgan, Kur.
Alb. Azaklı, Binbaşı Necdet Horasan ve Tarık Gökeri ile gidişatı açık kalple
tartışırken... senelerce beraber çalıştığımız 1nci Kuvvet Komutanı General
Kireçtepe’yi, olumsuz tutumlarından ve iktidara aşırı yakınlığından dolayı
dışlamaya başlamıştık.
* * *
27 Mayıs 1960 tarihine takaddüm eden gün, ay ve yıllarda, yurtta cereyan etmiş
ve etmekte olan hâdiseler aklı selim sahibi vatanseverlerin ruhlarında derin
akisler ve üzüntüler yaratmış ve yaratmakta devam ediyordu. Hele, Türk
tarihinde işgal ettiği önemli rolü ile biz Silâhlı Kuvvetler mensupları, ettiğimiz
yemine aykırı hâdiselerin cereyanı karşısında hareketsiz kalmakla büsbütün
mustarip idik. Türk Havacılığının en büyük merkezi olan Eskişehir garnizon
mensupları, bilhassa 28 Nisan olaylarından sonra; gergin, kederli, azimli, fakat
kararsız bir hava içinde idiler.
İnkılâba ve ihtilâle takaddüm eden son bir ay içinde şahit olduğum basit
gözüken, haddizatında önemli olan 4 küçük hâdiseyi zikretmekle bu havayı belki
biraz canlandırabilirim.
II
Birinci Hadise: Mayıs 1960, ilk haftasmda bir gece evde yalnız otururken kapı
çalındı, açtım. Üsse mensup genç subaylardan Yzb. Ruhi Köni, «içeri girebilir
miyim?» dedi. «Gel bakalım, hayır ola, ne var?» dedim. Oturdu, biraz durdu ve
birdenbire hüngür hüngür ağlamağa başladı. Kendi kendime, «Herhalde büyük
bir şahsi derdi var, ağlasın açılır» dedim. Biraz sonra ağlaması durdu, ciddi bir
ifade ile, «Albayım, bu cereyan eden hâdiseler karşısında ne düşünüyorsunuz?
Biz, hiçbir şey yapmadan böyle bekleyecek miyiz?, benim üç tane çocuğum var,
bunlar büyüdükleri zaman: (Baba, İstanbul’da, Ankara’da talebeler öldürülürken
sen subaymışsın, bir şey yapmadın mı o zaman?) derlerse benim vaziyetim ne
olur?» dedi.
Ben kendisini teskine çalıştım, «farzet ki, kendi çapımızda bir harekete tevessül
edelim, münferit yapılacak işlerden başarı beklenemeyeceği gibi, bu istikbâle ait
ümitleri de baltalayabilir» dedim.
Salonun giriş methali gittikçe kalabalıklaşmağa başladı. Öyle bir kalabalık ki,
tâbir belki fena, fakat ne çare ki doğru; «Ayakların baş olduğu, memleketin
idaresinde bunlar mı söz sahibi olacak?» dedirtecek bir topluluk. Subay ve
üniformalı olarak böyle bir parti topluluğu içinde bulunmaktan üzüntü duymağa
ve burayı terketmek çaresini araştırmaya koyulduk. General S. Tulgan, «gece
uçuşunda bir tayyare kırılmış, gidip bakalım, geliriz» diye yüksekçe sesle
konuştu ve Alb. M. Azaklı (General), Albay Çelensü, Albay Atayurt hep beraber
salonu terkettik. Dışarıya çıktığımızda teneffüs ettiğimiz hava bize her
zamankinden daha temiz geldi.
III
Saat 20.30 sıraları idi, evde yalnızdım. Eşim, leyli okulda bulunan kızımı almak
üzere İstanbul’a gitmişti. Kapı çalındı, açtım, resmi elbiseli, fakat şapkasız ve
rengi sararmış, heyecanlı bir vaziyette Yarbay Agasi Şen’i gördüm. «Hayrola, ne
arıyorsun burada?» dedim. Aramızda şu muhavere geçti;
— Anladık, gelirim, ama sen gir içeri, anlat... evde kimse yok.
— Yok...
Kaymaklı da geldi, oturduk, kâh biri, kâh diğeri üç dört dakikalık bir izahatla
İstanbul ve Ankara’da icra edilecek harekâtın gaye ve icrasına ait açıklamalarda
bulundular ve «Eskişehir’in, hava birliklerinin en kesif olduğu yer olması ve
Hava Kuvvetleri’mizin de bu harekâta katılması, ayrıca A. Menderes, H.
Polatkan ve takriben 25 kadar D.P. milletvekilinin burada bulunması dikkate
alınarak» hemen icraata geçmeyi teklif ettiler. Heyecan, biraz korku, aynı
zamanda sevinç içinde, yani karmakarışık bir haleti ruhiye içindeydim...
Halbuki daha önce bu mevzuda hiçbir konuşma geçmemişti. Demek ki, hepimiz
teker teker aynı şeyi düşünmekte, fakat harekete geçmek için ufak bir işaret
beklemekteydik, önemli bir silâh kudretine sahip uçaksavar birliklerini de
işbirliğine dâvet gerekiyordu. Bu maksatla, eski bir havacı büyüğümüzün kardeşi
olan Uçaksavar Tugay Komutan Muavini Albay Nadir Bürgüt’ü, Yarbay
Kaymaklı otomobili ile alıp getirdi... Albay Bürgüt’e maksat ve gaye anlatıldı,
kendisi memnuniyetle aynı safta yer alacağını, yalnız evinde eşinin ve kızının
telâşlandığını, kendisinin eve dönüp ailesine bir sebeple vazifesine gideceğini
söylemek üzere, yarım saatlik bir zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Üzülerek
itiraf etmem lâzım ki, hepimiz şüpheli nazarlarla birbirimize baktık. «Hiç
ayrılmasak daha doğru olmaz mı?» dedik. Nihayet... «Sizi Yarbay Kaymaklı
götürsün» dedik. Gittiler, yarım saat sonra Albay Bürgüt geldi, seferi elbisesini
giymiş, silâhını almıştı. Hepimiz utandık, sevindik ve gözlerimiz yaşardı.
Bu esasa göre hareket edilerek, Albay Azaklı 1nci ve 4ncü Üs eratı ile
garnizonda yatan genç subayları ve Albay Bürgüt Uçaksavar Birliği’ne giderek,
gerekli ikazları yapıp, tedbirleri aldıktan sonra, eve döndüler.
IV
Gece saat 2’de muhtelif vasıtalarla, arka yollardan meydana geldik, şehir
telefonu ve radyosu bulunan Alb. Azaklı’nın odasına girdik. Yarbay Nüzhet
Yolaç da bize iltihak etti. Zaman mefhumu ve ölçüleri sanki değişmişti.
Dakikalar saat olmuştu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, bazen sanki
hiçbir şey yokmuş gibi şakalaşıp gülüşülüyor, bazen odayı derin bir sessizlik
kaplıyordu. Saat 3’e doğru askeri telefon hattı üzerinden Hava Kuvvetleri
Komutanlığını aradık, cevap alamadık. Biraz sonra şehir telefonu ile İstanbul’da
lâlettayin bir aboneyi istedik. Postanedeki memur; «muhtelif güzergâhlar
üzerinden İstanbul’la irtibat temin edemedim» deyince, heyecanlandık ve
sevindik. Demek, bir şeyler başlamıştı.
Menderes, Polatkan ve ufak çaplı bir maiyetin, otomobillerle şehri terk ettiği
öğrenildi. Bir kısım jet tayyareleri, İstanbul ve Ankara’da ve inkılâbın zafer
tonolarını atmak üzere, kaldırılmışlardı. Menderes’in kaçış haberi gelince, kısa
bir fikir teatisinden sonra bilhassa Konya’ya ilticaı tehlikeli görüldü. Derhal
4ncü Üs’se ait F-86 tayyareleri kaldırılarak kafilenin keşfine gönderildi. Biraz
sonra kafileyi bulan ve otomobillerinin üstünden çarpacakmış gibi, alçak
irtifadan geçen havacılarımızdan haberler gelmeye başladı. «Kafile Kütahya’ya
10 dakikalık mesafede», «5 dakikalık mesafede», «Şeker Fabrikası’nda
durdular», «Hareket ettiler, Kütahya’ya girdiler.»
A. Menderes bana doğru ilerledi. Elimi sıktı ve vaziyet nedir, gibilerden başını
bir tarafa eğerek baktı, bekledi... Kendisine, «Silâhlı Kuvvetler, memleket
idaresini ele aldı, benim vazifem sizi Eskişehir’e götürmektir» dedim. Biraz
duraladı... «Yani beni tevkif mi ediyorsunuz?» sualini sordu. «Sizi emniyet altına
alarak Eskişehir’e götüreceğim» cevabım verdim. «Suçum nedir?» dedi. «Ben
size suç izafe etmekle vazifeli değilim» dedim.
A. Menderes, hepimizin yüzüne teker teker bakıyor, sanki tesir altına almaya
çalışıyordu. «Müsaade ederseniz, ben arkadaşlarımla istişare edeyim» dedi.
«Buyrun, edin» cevabını verdim. Odadan çıkmamızı arzu eden bir halleri vardı.
Alb. Ş. Saybaşlı da bana, «çıkmayalım» işaretini veriyordu. Biz odayı
terketmeyince konuşmaktan vazgeçtiler. Üsteğm. Erhan Suar ilerledi ve
kendilerine, «Tayyareye binecekleri için üzerlerinde silâh araması» yapacağını
söyledi, üzerlerinde silâh çıkmadı.
Sırası gelmişken, o esnada cereyan eden ufak bir husus üzerinde eksik hareket
ettiğimi ifade etmek isterim. Hâdise şu: Emekli General Tahsin Yazıcı, bilindiği
gibi, Kore Tugayımızın ilk kumandanıdır. Şimdi ise, sakıt bir milletvekili idi,
üzerinde silâh olup olmadığı araştırılırken, gözleri yaşla doldu, dudakları
heyecandan titremeye başladı. İşte, o esnada kendisine şu suali sormamakla hata
ettim; «Generalim, üstünüzün sizden yaşça ve rütbece çok küçük bir subay
tarafından aranmasına üzüldüğünüz için mi, yoksa mensup olduğunuz şerefli
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, memleketin uçuruma gitmesinin önüne geçerek sizi
bir yanlışlıkla girdiğiniz, fena bir topluluktan çekip kurtardığı için sevinçten mi
ağlıyorsunuz?» Belki o zaman sorulamayan bu sorunun cevabını ileride kendisi
verir.
Arama işini müteakip, kendilerini ortamıza alarak merdivenleri indik, alt odanın
kapısının önünden geçerken, bir kalabalıkla karşılaşınca, «Kimsiniz siz?» dedim.
İçeride 8 kadar muhafız polis, hususi kalemden ve hâriciyeden birer memur
vardı. Derhal silâh araması yaptırarak silâhları toplattım. Üzerlerinde bizim
kafilenin üzerinde bulunandan fazla silâh çıktı. Polisleri orada nezarette
bırakarak, memurları kafileye katıp tayyareye bindik.
Önce Eskişehir’e indik, fakat tayyareden benden başka kimse yere indirilmedi,
orada 5 dakikalık bir duraklamayı ve yeni talimatı alışı müteakip, Ankara’ya
doğru havalandık Tayyarede; Tahsin Yazıcı ve Zihni Üzer’in bana; «Bu
harekâtın başında kim var?» ve benim de kendilerine; «Bilmem, herhalde biri
vardır» cevabımdan başka bir konuşma geçmedi. A. Menderes, devamlı olarak
sigara içiyordu, nihayet, cebindeki paketi bitirdi, arkadaşlar kendisine sigara
verdiler. Ankara’nın Güvercinlik hava meydanına inip tayyarenin kapısı açılınca,
başta General Burhanettin Uluç olmak üzere kalabalık bir subay grubunun
heyecanla bekleştiklerini gördük.
Öyle bir ortamda idik ki... herhangi bir kişinin kibriti çakması yeterli idi.
Sorgusuz, sualsiz... kendimizi bu işin içine atmış ve başarısızlık halinde başımıza
neler gelebileceğini düşünmek aklımıza bile gelmemişti.
İKİNCİ BÖLÜM
27 MAYIS — KÜTAHYA VALİ VE
BELEDİYE BAŞKANLIĞI
Geride bıraktığımız son yüzyılın politik hayatını, okuduklarımızdan
anlayabildiğim kadarı ile biliyordum. Akademiden itibaren durum ve gelişmeleri
kendim izlemiştim. 27 Mayıs’a doğru yaklaşırken yaşanan ortam gereği bu ilgim
daha da arttı. Silâhlı Kuvvetlerimizin Albay rütbesine gelmiş bir Kurmay subayı
idim ve askerlik dışında da yurt sorunları ile ilgilenmemek ancak
vurdumduymazlık olurdu. 27 Mayıs’ın planlaması ile bir ilgim yoktu... fakat
kendi bölgemdeki eylemlerine katılmıştım. Halkın büyük çoğunluğu, yapılandan
memnundu... bütün Silâhlı Kuvvetler mensupları gibi ben de sevinç ve hattâ
gurur duyabilirdim... duyuyordum da. Ama o günlerin daha sıcaklığı ve heyecanı
içinde yaşarken yapmış olduğum yazılı değerlendirmede... «Millet
çoğunluğunun ruhen hazır olduğu ve inandığı hamle yapılmış ve başarıya
ulaşmıştı. Milletimizi böyle kâbus ve başarıların tekrarından Tanrı korusun»
sözcükleri ile düşüncelerimi dile getirebilmiştim... yani tipik bir cuntacı veya
ihtilâlci değildim.
* * *
Muavin bey ve Hukuk İşleri Müdürü... hemen ilk gün bana sordular... «İl ve
Belediye Encümenini ne zaman toplayalım... kendinizi tanıtmayacak mısınız?»
diye. Düşündüm... Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedilmişti...
Kütahya’da meclislere ne gerek vardı... kaldı ki Meclis üyelerinin hepsi DP'li
idiler... Ankara’da ise DP'liler göz altına alınmışlardı. Cevap verdim...
«lağvedeceğim, formül bulun». Formül zaten yasalarda varmış... buldular...
Meclislerin yerini özel şartlarda Vilâyet ve Belediye Müdürlerinden oluşan
kurullar alabilirmiş.
* * *
O sıralarda Hava Kuvvetleri Komutanı olan Korg. İhsan Orgun, bir heyetle
birlikte Almanya’ya görevle gitmişti. Ben de, gezinin Güney Almanya ve İtalya
bölümüne katılmak üzere emir aldım ve Münih bölgesinde kendilerine katıldım.
Almanya’da son gecemizde, Amerikalı bir Komutanın kokteyline davetli idik.
Ankara’dan telefona çağırıldığımı söylediler... telefonda bana, «Silâhlı
Kuvvetlerde 232’si General olmak üzere 5000’e yakın subayın emekli olacağını,
tabii bu arada Komutanın da emekli olduğunu... bunu münasip şekilde tebliğ
etmemi, kendisine iyi bir görev verilmesinin düşünüldüğünü ve gezinin İtalya
bölümünü iptal ederek yurda dönmemizi» bildirdiler.
Mayıs ayında General Tulgan, birkaç defa Ankara’ya gidip geldikten sonra biraz
içine kapanık hale dönüştü, halbuki resmi-özel her şeyimizi birbirimize
açıklardık... o zamana kadar. Sonunda dayanamayıp durumu bana açıkladı...
Orgeneral Sunay ve Orgeneral Gürsel; kendisi ile görüşmüşler... General Tansel’i
başka bir göreve atayıp... «seni Komutan yapmak istiyoruz... kendine güveniyor
musun?» diye sormuşlar. «Amerika Cumhurbaşkanı Kennedy benden genç,
neden yapmayayım» diye cevap vermiş. Bunları bana anlattığı gün zaten her şey
olup bitmişti. General Tansel Washington’a, General Tulgan da Hava Kuvvetleri
Komutan Vekilliğine atanmıştı, ertesi gün General Tulgan görevi teslim almaya
Ankara’ya giderken ben de 1nci Hava Kuvveti Komutanlığına Vekâlet etmeye
başladım.
* * *
Yaptığım temaslar sonunda öğrendim ki... Karargâh’taki kilit personelin bir
bölümü General Tansel’le ters düşmeye başlamışlar... bu anlaşmazlık General
Tansel’in Amerika’ya yaptığı gezide daha da büyümüş... ters düşen grup Hava
Kuvvetleri içinde General Tulgan ve General Azaklı ile ve Hava Kuvvetleri
dışında Başyaver Hv. Kur. Alb. Agasi Şen ile temas kurmuşlar... Agasi Şen
vasıtası ile Org. Cemal Gürsel etki altına alınmış ve sonuçta General Tansel
görevden alınmış.
İlke olarak... sebep ne olursa olsun... astlarının isteği ile bir Komutanın
değiştirilmesini doğru bulmadım ve ast birliklerimin Komutanlarını Eskişehir’e
toplantıya çağırdım. Bu toplantıya 6ncı Üs Komutanı Kur. Alb. Emin Alpkaya
(sonra Orgeneral Hv. K.K.), 9ncu Üs Komutanı Kur. Alb. Ahmet Dural (sonra
Orgeneral), 1nci Üs Komutan Vekili Kur. Yarbay Hulusi Kaymaklı (sonra
Korgeneral) ve Kurmay Başkanım olan sınıf arkadaşım Kur. Alb. Hüsnü Özkan
(sonra Tuğgeneral) katıldılar. Konuyu tartıştık... ve durumu hepimizin onayladığı
meydana çıktı.
Yeni Komutan General Tulgan’ı Eskişehir’e davet ederek topluca görüşme kararı
aldık, uçakla geldi, ben karşıladım... kendi eski odasına götürdüm. Sıra ile
hepimiz görüşlerimizi açıkladık... genelde söylediklerimiz şöyle özetlenebilir...
«kendisi; sevdiğimiz, takdir ettiğimiz, güvendiğimiz bir komutanımızdır...
elbette, Hava Kuvvetleri Komutanlığına da lâyıktır... ama bu göreve getiriliş
şeklini onaylayamayız... bizler burada görevimiz ve eğitimle uğraş verir ve esas
vurucu kuvvetlere komuta ederken, Karargâhtaki bir kısım subayların ikilik
yaratmasını kabul etmeyiz... bu iş nasıl düzelecek?... Siz, bu işe önayak olan
subaylara karşı ne önlem alacaksınız?».
General Tulgan cevaben... «bundan sonra herkesin görevi ile uğraşmasını, bu işe
karışan subaylara hiçbir şey yapmayacağını ve statükoyu koruyacağını» söyledi.
Bizler için (hele benim için) acı olmakla beraber şu cevabı verdik... «Sizi, artık
Komutan olarak tanıyamayacağız».
Bu olay sonunda, henüz Albay olmama rağmen kadrosu Tümgeneral (kısa bir
süre sonra Korgeneral) olan 1nci Hava Kuvvet Komutan Vekilliğine 13 Haziran
1961'te resmen atandım... bir basamak daha çıkmıştım ama içim biraz buruktu.
* * *
Yıl 1961, aylardan Ekim, genel seçimler yapılmış ve sonuçları belli olmuş. Yeni
partilerin (AP ve YTP) kuruluş amaçları, seçim propoganda dönemindeki
işledikleri temalar ve beliren parlamento aritmetiği... Silâhlı Kuvvetler’de,
beklediğini bulamamanın huzursuzluğunu yaratmış... bu durumda ne
yapılabileceği konusu gündeme gelmiş...
Salonda Cemal Gürsel, İsmet İnönü (CHP Genel Başkanı), Ragıp Gümüşpala
(AP Genel Başkanı), Ekrem Alican (YTP Genel Başkanı), Osman Bölükbaşı
(MP Genel Başkanı) bizleri karşıladılar, yerlerimize oturduk.
İsmet İnönü söz aldı. Bu gibi toplantılarda konuşma genelde başkana hitap
edilerek yapılır. İnönü ise bizlere doğru döndü... Tok sesi ve kendine özgü şivesi
ile ve biraz da sertçe şunları söyledi:
Uzun süre bir sessizlik oldu, sonunda ortak noktalar bulundu ve toplantı bitti.
Ben ve zannederim çoğumuz ilk demokrasi dersini birinci elden almıştık.
Arabalarımıza binip Çankaya yokuşundan aşağıya indik. Gelişimizdeki gibi
cakalı değildik ama kritik olan geçiş dönemi için gerekli insanı bulduğumuzdan
içimiz rahattı.
* * *
* * *
* * *
22 Şubat gün ve gecesi Albay Talât Aydemir’in emri ile şehrin bir bölümünü
kontrol altına alan Harp Okulu, telâş ve kargaşa yaratmıştı. Cumhurbaşkanı
Cemal Gürsel, Mürted Havaalanı’na götürülüp güvence altına alınmıştı.
Başbakan İnönü, Hükümet üyeleri ve Parti Liderleri ise Hava Kuvvetleri
Karargâhı’na gelmişler ve geceyi orada geçirmişlerdi.
O gece, benim ajanda sahifelerinde tuttuğum notları Sayın Metin Toker sonraları
benden istetti... İnönü ile yakınlığı dolayısı ile de 1969 yılında kaleme aldığı
«İsmet Paşa ile 4 Buhranlı Yıl» adlı eseri önce gazetede ve sonra kitap halinde
yayınlandı. Ben, detaylı olarak olayın yalnız Eskişehir, Toker ise Eskişehir -
Ankara durumunu biliyordu. Ben de onun için kendim yazmak yerine olayı
Metin Toker’in kaleminden aktarmayı daha uygun buldum..
TANSEL NEREDE?
İsmet Paşa; «Tansel nerede? Bir de Tansel ile görüşeyim...» dedi.
«— Paşam —yani Tansel paşa— uçağı ile havada. Harekâtı oradan kontrol
ediyor. Ben sizi kendisi ile, telsiz telefon vasıtasıyla konuşturayım Sayın
Başbakanım».
Özkan, Tansel’i aradı. Fakat havada değil Eskişehir’de. Tansel, İsmet Paşa’yla
görüşmesini Muhsin Batur’un yanından yaptı. İsmet Paşa uzun süre Tansel’in o
gece gerçekten Ankara göklerinde olduğunu sanmıştı. Doğruyu ancak sonra
öğrenmiş ve gülmüştür. Elde mevcut kayıtlar göstermektedir ki, Komutan,
olayların başlaması üzerine 22 Şubat günü saat 16.20’de Karargâhtan ayrılmış,
Etimesgut’tan saat 17.00’de uçmuş, saat 17.53 de Eskişehir’e inmiş ve Batur
tarafından misafir edilmiştir.
Tansel’in kararı doğru bir karardı ve Karargâhı da bunu tasvip etmişti. Hava
Kuvvetlerinin en güçlü birlikleri Eskişehir’de idi. Ankara’dan oraya emir
verecek yerde, doğrudan doğruya orada bulunmak daha iyiydi. İnsanlar,
bozuştuklarında, bozuştukları kimseler hakkında zalim oluyorlar. Tansel
korkusundan Eskişehir’e kaçmamıştır. Tansel işin başından itibaren, bütün Hava
Kuvvetleri gibi, sergüzestçi juntanın karşısında yer almıştır. Ama onun da bir
efsane üzerine çalımlı şöhret bina etmeye kalkışması, gerçeği söylemeye
yanaşmaması, hele demokratik nizamın en az kendisi kadar savunucusu
olduğunu bildiği kimseleri darbeci gibi göstermeye kalkışması fazla parlak bir
karakterin belirtileri olmaktan uzaktır.
İNÖNÜ TANSEL’LE NE KONUŞMUŞTU?
İrfan Tansel ancak 23 Şubat günü saat 14’de Eskişehir’den Ankara’ya hareket
etti. Hava Kuvvetleri Komutanının Başbakanla gece ne konuştuğunu bilmek ilgi
çekicidir. Konuşma, Eskişehir’de, Muhsin Batur’un yanında cereyan etti.
Telefonu Muhsin Batur da dinliyordu. Batur derhal itiraz etti. Tansel’e affın
doğru olmayacağını söyledi. Ordudaki disiplin ne olacaktı?... Tansel bunu, kendi
fikriymiş gibi İsmet Paşa’yâ aktardı. İsmet Paşa Hava Kuvvetleri Komutanını
ikna için izah etti;
Bunun mahzurları çoktur. Israr ederlerse birçok masum kanı akacaktır. Devletin,
Ordunun şerefini muhafaza için yapacağım muamele kâfidir. Hiç kimse
çocukların hayatını kurtarmak için bir âsiye söz vermiş olmaktan kınanamaz.
Cezalarını öyle bulacaklardır.»
Tansel, «Nasıl emrederseniz Paşam» cevabını verdi. İsmet Paşa şöyle dedi;
* * *
— Son bir aylık dönemde, bazı partilerin ihtilâl öncesi hareketin hasretini
çeken, 27 Mayıs’ı dejenere etmek isteyen müfrit kanatlarının faaliyetleri ve
malûm bazı gazetelerin zedeleyici ve yıkıcı tahrikleri ile Hükümetin ve Yüksek
Komuta katının lüzumlu önlemleri almakta gecikmiş olması
* * *
1962 yılı sonlarına doğru da sonradan «11 Havacı Subay» diye adlandırılacak
olayın ilk belirtileri açıkça görülmeye başlandı. Olay kapandıktan sonra General
Tansel, konuyu belgelemek için üst kademe komutanlarından konu ile ilgili
yazılı rapor istedi... ben de 25 Aralık 1962’de raporumu sundum. Fazla detaya
inmeden görüşlerimi şöyle özetleyebilirim.
* Ben, askerlik dışı konularda her zaman bir ast kademe Komutanların ve
Karargâh Başkanlarınm düşüncelerini öğrenmek yolunu benimsemişimdir... hem
onları onore etmek ve hem de düşünceleri ortak bir noktaya kanalize etmek
için... bu görüşlerden etkilenip etkilenmemek bana ait bir husus... Karar ise
yalnız bana ait olurdu, bu maksatla Eskişehir’de 18 Albay ve Yarbayın katıldığı
bir toplantıda hazırladığım 4 sorulu bir anketle düşüncelerini tespit ettim. Anket
soruları ve verilecek cevaplar şunlardı:
* Toplantıdan sonra Gen. Tansel, ben, Özkan, Tuncel odada yalnız kaldık. Gen.
H. Özkan, komutana... «Eğer bana itimat ediyorsanız vazifeme devam edeyim...
etmiyorsanız beni tayin edin» dedi. Gen. Tansel cevaben; «Önce iyi çalıştınız,
fakat benden gizli olarak toplantılara katıldınız, bu yüzden size kırgınım, iyi bir
insansınız, ancak kandırılabiliyorsunuz, durumu tezekkür edeceğim» dedi.
Böylece «11 Subay» olayı emeklilik işlemleri ile kapandı, konu ile ilgili başka
emeklilik işlemleri de sonraları yapıldı ve Hava Kuvvetleri gene kayıplara
uğradı. Olaylarda «kim haklı?», «kim haksızdı?»... Bunu kesinlikle saptamak
çok zor. Ancak bazı faktörleri göz önüne alırsak:
* Uzun süre Tansel - Havacı Milli Birlik üyelerinin ilişkileri olumlu bir şekilde
devam etmiş... Gen. Tansel’in Washington’a gönderilmeyip tekrar Komutanlığa
getirilmesinde Milli Birlikçiler, Tansel’den yana tutum göstermişlerdi. Acaba bu
durumlar bir tarafta kompleks, öbür tarafta bir üstünlük duygusu mu yaratmıştı?
1963 yılına girdiğimizde ortalık süt liman değildi. Gerek Silâhlı Kuvvetler’de
gerekse emekli olmalarına rağmen Talât Aydemir ve grubunun faaliyetleri
gözetleniyordu. Hatta Ankara’nın göbeğinde, Harp Okulu öğrencileri Talât
Aydemir’in önünde resmigeçit yapabilmişlerdi... ben Kara Kuvvetlerinin disiplin
anlayışı ile bu durumları bir türlü bağdaştıramıyordum. Biz, 1nci Hava
Kuvvetleri mensupları bu atmosferin dışında görevlerimizle meşguldük. Ama
subaylardaki genel eğilim bazı konularda tatminsizlik ve huzursuzluk olduğunu
belirliyordu... AP ve YTP’ye ve bu partilerin işledikleri konulara sempati
duyulmadığı aşikârdı. Çok basit görünen, fakat mânası değişik basit bir olayı
anlatırsam bu hisler daha iyi anlaşılır... General olarak resmi arabam vardı; fakat
bu arabayı hiçbir zaman özel işlerimde ve hafta sonu tatillerinde kullanmayı
sevmezdim (hiçbir zaman da sevmedim, Hava Kuvvetleri Komutanı iken özel
arabam vardı)... Kullanılmış 1959 modeli bir Chevrolet aldım ve Eskişehir’de
plaka çıkarttım (26 AF 111). Arkadaşlarım benim otomobil almama sevindiler...
fakat bir süre sonra bir sözcü gönderdiler... ve «Komutan, rica etsek şu plakayı
değiştirir misiniz?» dediler. «Neden?» diye sordum... «AF» yazıyor, etraftan
yanlış mâna (siyasi af) çıkaranlar olabilir» dediler.
1963 yılı Şubat’ında Meclis’ten «kısmî bir af» yasası çıktı... 22 Mart’ta da Celâl
Bayar, Kayseri cezaevinden şartlı olarak salıverildi... Fakat Ankara’ya gelişinde
çok gereksiz gösteriler yapılmasını sağlayacak alâyişli ve yanlış tutumlar içine
girdi... kandırılmış bazı er’ler dahi silâhlarını bırakarak Bayar’ın elini öpme
yarışma girdiler. 14’ler de yurda dönmüşlerdi. Ben, 1961 yılından beri Talât
Aydemir’i görmüyordum... ama tanıyabildiğim kadarı ile bu albayımız... yurdun
bunalıma girdiği bir dönemde artık hiçbir önemi olmayan Kore birliğine gittiği
için, Milli Birlik Komitesi’ne girememiş... bu sebeple kompleks içine düşmüş,
yerinde duramayan, fakat ne istediği de pek belli olmayan bir ihtilâlci ruha
sahipti... daha doğrusu bir ihtilâl hastası idi.
İtiraf etmek gerekir ki, o zamanlar iki yönlü davranışlar içinde bulunan bazı
yüksek rütbeli kimselerle olan iilşkisi devam ettiği için Aydemir kendisini güçlü
görüyor, ayrıca bazı yanılgılara da düşüyordu... örneğin Hava Kuvvetlerinde
birkaç subaya el atmakla bu kuvveti ele geçirebileceği gibi... nitekim sonradan
anlaşıldı ki... verecekleri emirle bir tek uçağın motorunu dahi çalıştıracak
otoritesi olmayan bazı muvazzaf ve emekli hava subayları da kendisine katılmış.
Böyle bir ortam ve düşüncelerle 21 Mayıs olayı patlak verdi... ben, olayı haber
alır almaz karargâhıma geldim... gelirken de neler yapacağımın planlarını
kafamda hazırladım.
Yaptığım değerlendirmeye göre; olay bir isyan hareketiyid, sebebi kısır ve hatalı
görüş ve şahsi kaprislere dayanıyordu, böyle bir hareketin başarı sağlaması Türk
milletinin ve Silâhlı Kuvvetlerinin geleceği bakımından çok acı neticeler
verebilirdi... O halde verilecek karar, karşı koymaktı. Karşı koyma kararı iki
türlü tatbik edilebilirdi... pasif ve aktif tedbirlerle. Pasif tedbirlerle, aktif olarak
radyoyu ve Ankara’nın yarısını işgal etmiş isyancılara karşı koymanın zaaf
telâkki edileceği ve bu zaaftan istifade edecek asilere yeni katılmalar olacağı
aşikârdı.
* * *
M. S. B.
1nci Hava Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı
GEREĞİ İÇİN : Kuvvet’e bağlı Üs’ler
Eskişehir Garnizon Birlikleri
BİLGİ İÇİN : Hava Kuvvetleri K.
3ncü Hava Kuvveti K.
Hava Eğitim K.lığı
1nci Ordu K. lığı
2nci Ordu K.lığı ,
1. Türk Milletince kabul edilmiş olan Anayasamızın Meclis veya Hükümet
tarafından ihlâl edildiği hususunda Millet çoğunluğu vicdanında bir kanaat
belirmediği müddetçe ufak veya büyük olsun hiçbir zümre veya kuvvetin meşru
düzeni bozmağa hakkı olmadığına inanmış biz havacılar, bu gibi hareketlere
tevessül edenlere karşı aynı kan ve aynı üniformayı taşıdığımız halde silâhla
karşı koymağa azimliyiz.
2. Bu emrin almışı ile bütün Üs’ler Alârm’a geçecekler, faal bütün tayyareler
bomba, roket ve mermi ile yüklenecek, kalkış ve hedef için emir bekleyeceklerdir.
Garnizon Komutanları mahalli en büyük mülki âmirle işbirliği ederek sükûn ve
huzurun teminini sağlayacaklar ve halka gerekli yayınlarda bulunacaklardır.
3. Emrin alınıp anlaşıldığının bildirilmesini rica ederim.
Muhsin Batur Tuğgeneral
1nci Hava Kuvveti K.
* * *
Havanın ışıması ile birlikte, kalkacak silâhsız uçakları hazırlattım, askerî hava
matbaasını açtırarak bildiri haline getirdiğim emrin birinci maddesini, Ankara
üzerine havadan atmak amacı ile bastırttım.
Ankara’da ise General Tansel, benim komutamda bulunan 4ncü Üs’se direkt
emir vererek (buna yetkisi vardır, komutanların) asi kuvvetlere ateş açtırmış...
ama maalesef yanlış hedefe ateş açılmış ve meşru tarafa zayiat verdirilmiş...
* * *
İstanbul civarında bulunan Füze birlikleri de Yeşilköy’de yapılan bir törenle 1nci
Kuvvet'e devredilmiş ve sorumluluklarım artmıştı.
Bu harekât esnasında Cengiz Topel’i şehit verdik. Yurdun her tarafından telgraf
ve mektuplar alıyordum, tek tek cevaplamak mümkün olmadığı için basına şu
beyanatı verdim...
«Kıbrıs’a karşı girişilecek bir hava harekâtı; modern anlamda jeopolotik ve Hava
Kuvvetlerinin kudret ve kabiliyetini bilenler için icrası istenilen bir hareketti.
Üst kademelerden verilen kararı icra ederken; her kademedeki Komutan, uçucu
ve yer personeli ile bir bütün olan Hava Kuvvetleri mensuplarının bu başarıda
müşterek hisseye sahip olduklarını belirtmek isterim.
* * *
Bir gün iş adamlarından Aziz Bolel’den bir davet aldım, davet yerine gittiğimde
Vali İhsan Tekin ve Sabahattin Günday da vardı. Konu, Eskişehir’de yeni bir
spor kulübü kurulmasıydı... bir protokol hazırladık ve imzaladık... Eskişehirspor
(Es-Es’ler) böylece dünyaya geldi.
Bir komutan emir verir ve ast o emri yerine getirir... ama karar ve emir
verilmeden konu tartışılıyorsa —bilhassa barış zamanında genellikle böyledir —
ast’lar düşüncelerini serbestçe söyleyebilmelidir... kişilik sahibi olanlar da
söylerler. İşte bakarsınız bazı hallerde sürekli düşünce aykırılıkları ortaya çıkar...
tabii ki verilen emirler yerine getirilir... fakat karşılıklı güven de azalır. Komutan
Tansel’le geçtiğimiz yıllar içinde birtakım anlaşmazlıklarımız ve görüş
farklılıklarımız elbette ki olmuştu... ama bunlar normal sınırlar içindeydi.
1965 yılından sonra durumlar değişmeye başladı. İlk olay, benden habersiz
olarak Kurmay Başkanım Alb. Faruk Koralp’ın (sonra Korgeneral)
değiştirilmesinde patlak verdi. Ne olur yani?... sana sorulmadan Kurmay
Başkanın alınamaz mı denilebilir. Yazılı bir kural yok, ama gelenekler vardır. Bir
komutan, verilen isimler içinden, kurmay başkanmı kendi seçer... Bu sürtüşme, o
esnada tesadüfen Eskişehir’e gelen Org. Sunay’ın da dikkatini çekti ve beni haklı
buldu.
Çok eski bir arkadaşım olan Mucip Ataklı ile görüşmem de rapor edilmiş...
ayrıca istihbarat teşkilâtımızca hakkımda inceleme yaptırıldığını duydum
(duymadım... tahkikatı yapan bizzat bana söyledi... çünkü beni çok iyi
tanıyordu). Gene de General Tansel’le ilişkilerimizde bir kopukluk yoktu ve
normal devam ediyordu.
General Tansel ve sayın eşleri... bazı bayramlarda Ankara’nın monoton
havasından kurtulmak için başka yörelere giderler... bu arada Eskişehir’e
gelirlerdi.
1966 yılı Şeker Bayramı’nda da geldiler. Evde otururken, Sayın Tansel... benim
çok yorulduğumu, hem taltif ve hem de dinlenmem için beni Washington’a tayin
etmek istediğini söyledi. Tedirgin oldum... çünkü o yıl Korgeneral olacaktım... 3
yıllık Korgenerallik süresinin iki yılını yurt dışında geçirmek mesleki geleceğimi
tehlikeye düşürebilirdi. Kendisine, dış göreve tayinin benim için çekici hiçbir
yanı olmadığını, ancak zorunluluk varsa bazı ailevî nedenlerle (oğlum Saint
Joseph Fransız okulunda okuyordu) Paris’e tayini tercih edeceğimi söyledim.
* * * * *
HV.K.K.
1 nci HAVA KUVVETİ ESKİŞEHİR
29 Ağustos 1956
KONU : Tamim.
1. Askeri kariyerde belirli bir görev için çok uzun bir süre sayılabilecek: beş
yılı aşkın zamandır 1 nci Hava Kuvvetine Komuta ettim.
2. Bu süre içinde, iç ve dış çeşitli meselelerde, birliklerimin emin olduğu kudret
ve bildiğim inançlarına güvenerek ve onları temsilen, aziz ordumuz ve milletimiz
için faydalı olacağına kani olacak yolda hareket ettim.Hareketlerimde başarı
sağladığımız kanısındayım.
3. İnsanlar fani, görev ve makamlar geçicidir. Şu basit kaideyi bilmeme
rağmen, bütün varlığımla mecz olduğum birliklerimden ayrılırken büyük bir
üzüntü duyuyorum. Daima başarılı görmek istediğim mesai arkadaşlarıma
kendilerinden yaş, tecrübe ve rütbece büyük eski bir komutanları olarak bazı
tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
a) Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ve onun bir parçası olan Hava Kuvvetlerinin
mensubu olmakla her zaman gurur duyun.
b) Kitle ve şahsi şerefinizi daima dikkate alarak resmi ve özel hayatınızı
ayarlayın.
c) Askeri ve havacılık kültürünüzü artırmak ve zamana uygun seviyede
bulundurabilmek için devamlı okuyun ve çalışın. Elinizdeki silâhların en iyi
kullanma şekillerini tatbiki olarak öğrenmeye ve yenilikler bulmağa çalışın.
ç) Tarihi parlak devirlerimizin boş gururu ile oyalanmaktansa, şimdiki geri
kalmışlığımızın nedenleri ve giderilme çareleri üzerinde kudretiniz ve
imkânlarınız dahilinde zihin yorunuz ve çalışınız.
d) Türk tarihinde milletinin hali ve geleceği üzerinde daima en önemli role
sahip olmuş ve olacak olan silâhlı kuvvetlerin bir ferdi olarak, dünyanın ve
memleketimizin sosyal ve ekonomik problemleri üzerinde bilgili olacak şekilde
kendinizi yetiştirin.
e) Günlük politika hareketleri bizleri ilgilendirmez fakat Türkiyenin umumi
idaresi, karşılaşabileceği iç ve dış hadiseler, tehlikeli akımlar ve hareketler
daima takibinizde olmalıdır.
f) Pısırık, şahsiyetsiz ve evet efendimci olmayın. Askeri usuller ve terbiye
hudutları içinde, karşınızdaki sizden büyük ve aksi düşüncede de olsa fikrinizi
ifade etmek cesaretine sahip olacak tarzda kendinizi yetiştirin. Belki bazı
hallerde şahsi kayıplarınız olabilir fakat vicdanen rahat olursunuz ve sonunda
muhakkak kazanırsınız.
g) Zayıf karakter, tavizkâr tutum, riyakârlık ve sunî sevgi gösterili karakterlere
iltifat göstermeyin ve inanmayın. Bu gibi tiplerin insanı fena yollara
sürükleyeceğini ve ilk sıkışık anda tek başına bırakacağını unutmayın.
h) Daima iyi olun fakat iyilik ederken çok düşünün. Ekseri iyilik görenlerin
küçüklük kompleksine düşeceğini ve size fenalık etmece çalışabileceğini
unutmayın. Buna rağmen iyi olduklarına inandıklarınıza iyilik edin, aldanmış
olsanız da fazla üzülmeyin.
i) Lâyık olanları daima koruyunuz, yükselmeleri için kendilerine fırsat ve
imkânlar hazırlayın ve bunu iltimas kabul etmeyin.
. Sizlere veda ederken samimi hislerimle hepinize başarılar, daimi üstün
4
başarılar ve mutluluklar dilerim.
Muhsin Batur, Hv. Korgeneral, 1 nci Hava Kv Komutanı
* * * * *
Ben dış ülkeye tayinimi durdurmak için kimseye müracaat etmemiştim...
nedense Sayın Tansel, benim Sayın Sunay vasıtası ile tayinimi durdurduğum
saplantısına kapılmıştı. Önceleri General Tansel'i ziyaret etmedim... Sayın
Sunay’ın Oramiral Necdet Uran aracılığı ile haber göndermesi üzerine karargâha
gittim... Sayın Tansel’le üç saate yakın süre ile konuştuk, tartıştık. Kendisine...
«şimdi randevu alıp Cumhurbaşkanına beraberce gidelim... bu tayin işinin aslı
meydana çıksın» önerisinde bulundum, isteğim yanıtsız kaldı ve kendisi ile
emekli olup Büyükelçi olarak yurt dışına gidinceye kadar bir daha görüşmedik.
* * *
Yıllar geçti... 1974’e geldik... ben Senatör olmuştum, bir gün telefon çaldı...
Konuşan Orgeneral Tansel’di, sesi hemen tanımıştım... «hoşgeldiniz» dedim,
Kanada’dan yeni dönmüştü... bizi ailece yemeğe davet etti ve görüştük... şimdi
de müşterek anılarımız olan iki uygar insan, iki eski komutan olarak
görüşüyoruz. Aradan yıllar geçtikten sonra arada bir düşünürüm... hangimiz
kusurlu idik. Olayların geçtiği dönemlerde... kendime göre ben yüzde yüz
haklıydım... şimdi ise biraz farklı düşünüyorum.
Aynı görevde çok uzun süre kalması ve her zaman herkesin çevresinde
bulunabilecek insanlar Sayın Tansel’i yanıltmışlar ve yanlış yollara sevk
etmişlerdi... belki benim de kabahatlerim olmuştu. Sayın Tansel çok sonraları her
ikimiz de emekli iken bir gün Gümüldür kampında bana... «seni yanıma Kurmay
Başkanı alamazdım, çünkü sen uzun süre tek çalıştın ve komutan mizaçlısın,
Karargâhta bana uyum sağlayamazdın» dedi... doğru bir teşhiste bulunmuştu,
ama bana reva gördüğü muamele pek doğru değildi.
GENELKURMAY LOJİSTİK
BAŞKANLIĞI (1966 -1968)
8 yıldır Karargâhlarda çalışmamış ve Kıtalarda komutanlık yapmıştım.
Komutanlık ve Karargâh subaylığı farklı misyonlardır. Komutanlık’ta, eğer
kullanabilirseniz büyük serbestlik vardır, Karargâhta ise bu serbestlik kısıtlıdır,
yani düşüncelerinizi üstlerinize kabul ettirebilmek için uğraşı vermeniz,
üstleriniz fikirlerinizi beğenmezse onlarınkini, kendi düşüncenizmiş gibi
benimseyip yürütmeniz, yani özveride bulunmanız gerekir. Bunlar, askerliğin
değişmez kurallarıdır ve doğrudurlar da.
Ben, Lojistik Başkanı olmadan önce Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Mr.
McNaughton bir heyetle birlikte Ankara’ya gelmiş, PENTAGON’un
değerlendirme ve görüşlerini Genelkurmay’a izah etmiş bulunuyordu. Pentagon;
Türkiye’nin ekonomik ve mali gücünün bir değerlendirmesini yapmış... bu güç
ve buna eklenecek yıllık Amerikan askeri yardım tutarı ile... ne miktar Kara,
Deniz ve Hava Kuvvetleri idame edebileceğimizi... ve yeterli bir Kara
Kuvvetleri ile küçültülmüş bir Deniz ve Hava Kuvvetini elde bulundurmamızı...
Deniz ve Hava Kuvvet ihtiyacının eksiğinin savaş halinde dış takviye kuvvetleri
ile tamamlanmasını öneriyordu. Türkiye’nin ekonomisini zorlayarak daha fazla
kuvvet bulundurmak istemesi halinde, Amerika’nın Türk ekonomisinin gücünü
tesbitte yanıldığı, o halde Amerikan askeri yardım miktarında kesinti
yapılabileceğini vurguluyordu.
Amerikan ve Türk görüşleri arasındaki büyük farklar uzun süre devam eden
çalışmalar sonunda giderildi. Bu arada Cumhurbaşkanı Sunay, Amerika’ya
yaptığı resmi ziyarette beni heyetine askeri danışman ve temsilci olarak aldı.
Gitmeden önce Genelkurmay’ da çok dikkatli bir çalışma yapılmış, Türk
görüşleri bir dosya haline getirilmişti. Beyaz Saray’ın misafirhanesi olan BLAIR
HOUSE’da Sayın Sunay ve Dışişleri Bakanı Sayın Çağlayangil’in bulunduğu,
Amerikan yetkililerince düzenlenen iş kahvaltısında Mr. McNaughton’la yan
yana oturduk... görüştük, dosyayı da referans olarak kendisine verdim. Zamanla
görüş farkları giderildi ve anlaşmaya varıldı.
Tutarı 130 milyon Mark olan bu yardım da her yıl parlamentodan geçtikten sonra
kesinleşiyor ve iki bölümden oluşuyordu. Birincisi, Alman Silâhlı
Kuvvetlerindeki malzeme fazlası (yeni ve kullanılmış) listesinden ihtiyacımız
olanları seçiyorduk, ikinci bölüm ise tahsis edilen para idi, bunu da Alman
sanayiine sipariş vermek veya müşterek imâlat tarzında gerçekleştiriyorduk.
Bakanlar Kurulu’nca verilen yetkiye dayanarak anlaşmaları imzalıyordum.
Heyetlerle karşılıklı birbirimizin ülkelerini ziyaret ediyor, konuların plânlama ve
işbirliğini sağlamaya çalışıyorduk.
İki yıllık bu görevim esnasında çeşitli yeni konuların içine girdim, uluslararası
ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü öğrendim, karşılaştığım problemlerin çözümü için
kafamda yeni arayış yolları belirlendi, devlet çarkının nasıl döndüğünü, iyi ve
bozuk yönlerinin neler olduğunu kendime göre izledim.
Aynı yıl Fransa’nın daveti üzerine, Genelkurmayca, iki yılda bir Paris
civarındaki Bourget alanında düzenlenen uluslararası uçak sanayii sergisine
gönderildim. Batı ve Doğunun bütün modern uçakları sergileniyor ve uçuş
gösterileri yapıyorlardı. Bu arada Fransızlar çok öğündükleri MİRAGE uçağı ile
uçmamı teklif ettiler... sağlık muayenesi ve sigorta işlemlerini yaptılar (hiç bu
kadar değerli olduğumu bilmiyordum) ... bir Fransız tecrübe pilotu ile beraber
uçtuk, cidden yüksek performanslı ve ses süratinden iki misli hızlı bir uçaktı.
Fakat bir gün sonra beni çok üzen bir olay meydana geldi... beni uçuran pilot
aynı uçakla Bourget alanı üzerinde akrobasi yaparken uçağı ile yere çakıldı ve
öldü. Daha önce Amerika, Almanya’daki izlenim ve incelemelerime buradaki de
eklenince, kafamda Türkiye’de uçak sanayii kurulabileceğinin ilk tohumları
atıldı.
1968 yazını 1nci Ordu’ya ait Fenerbahçe kampında geçiriyordum. Bir gün
Genelkurmay Personel Başkanı General Orhan Yiğit geldi ve Hava Kuvvetleri
Komutanlığına atanacağımı, derhal Ankara’ya dönerek terfi ve tayinlerle ilgili
hazırlıklara başlamamı, Org. Cemal Tural’m emrettiğini tebliğ etti.
Açık yürekle itiraf edeyim ki, duruma üzülmedim değil... fakat çok az. Çünkü
Korgeneral rütbesi ile Kuvvet Komutanı olmam protokolda ve askerî hiyerarşide
gereksiz huzursuzluklara yol açabilirdi... örneğin bir ast makam olan Ordu
Komutanlarının hepsi Orgeneraldi.
Yüksek Askerî Şûra Üyeliği (1968
-1969)
1968 yılı Eylül ayı başında Yüksek Askerî Şûra üyeliğine başladım. Askerî Şûra
üyeliğinde günlük çalışma konuları yoktu. Görevimiz, Silâhlı Kuvvetlerce
düzenlenen manevra, tatbikat, harp oyunlarına ve çağırıldığımız brifinglere ve
tabii Şura toplantılarına katılmakla sınırlıydı, yani pozisyon ya ileriye yönelik bir
bekleme veya kızağa çekilmek olarak tanımlanabilir.
Buna rağmen ben her gün Genelkurmay’a gidiyor, odamda bol bol okuyor,
ziyaretçi kabul ediyor, ziyaretler yapıyordum.
İkinci bir görevim daha vardı... Genelkurmay Askeri Mahkemesi Başkanı idim
ve yalnız generallere ait davalarla ilgileniyorduk, bir hayli de iş çıkıyordu.
Duruşmalar esnasında ben çok üzülürdüm. Bir generalin üniforma ile sanık
yerinde bulunmasına, duruşma hâkimin bunaltıcı sorularına cevap vermeye
çalışmasını, savcının ağır ithamlarını dinlemesini kürsüden izliyor ve belki de
davası görülen generalden fazla huzursuz oluyordum. Hâkim ve savcılar, asker
olmalarına rağmen, davaya, haklı olarak yalnız hukuk açısından bakıyorlardı...
ama bir de askerliğin özellikleri... disiplin ve otorite sağlanması konuları vardı,
bunlar da pek hukukla bağdaşmıyordu. Bir hayli deneyimden sonra şu kanaata
vardım... hukukçu olmayan Başkan ve üyenin davanın seyri üzerinde bir
etkinliği yok... karar için çekildiğimizde hâkimlere görüşlerimizi aktarıyor, fakat
genellikle etkimiz az oluyordu. Bana göre mahkemenin kuruluş şeklini
değiştirmek lâzımdı... davayı hukukçu hâkim ve savcılar yönetmeli... bizler, yani
Başkan ve üye, mahkeme kürsüsünde görev almamalı, jüri olarak görüşümüzü
bildirmeliydik... bu görüşlerimi anlatmağa çalıştım, fakat bir sonuç alamadım.
Mart 1969’da yüksek komuta katında yeni bir değişiklik oldu... yalnız bu
değişiklik olmadan politikacılar zemin yokladılar, endişeli idiler, yeteri kadar
güven aldıktan sonra Org. Cemal Tural’ı, Yüksek Askeri Şura üyeliğine alıp,
yerine Org. Memduh Tağmaç’ı, Kara Kuvvetleri Komutanlığına da Org. Fikret
Esen’i getirdiler. Milli Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu söz vermiş olmasına
rağmen, ben Hava Kuvvetleri Komutanlığına getirilmedim.
Ben Lojistik Başkanı iken, Korg. Faruk Gürler önceleri Kara Kuvvetleri Kurmay
Başkanı’ydı. Orgeneral olunca Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığına atandı.
Koramiral Kemal Kayacan ise Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı’ydı,
sonrasında Donanma Komutanlığına atanınca Ankara’dan ayrıldı.
* Komutanlık anlayışım,
Komutan olduktan kısa bir süre sonra görevim icabı yeni bilgiler edinmeye
başladım, bunlar Devletin resmi bilgileri idi, Güvenlik Kurulu’ndaki takdimler,
MİT Raporları gibi ve de Türkiye’nin iç güvenlik açısından pek de iç açıcı
durumda olmadığını öğreniyordum. Bu öğrendiklerimizin büyük kısmını da gizli
tutmak zorunda olduğumuz için bazen generallerimizin dahi sorularını
cevaplamak istemiyorduk. Bu hava ve düzende ise başladım.
TÜRKİYE’NİN İÇİNDE
BULUNDUĞU DURUM VE
GÜVENLİK KURULU ÜYESİ
SIFATI İLE İLK GİRİŞİMLERİM
(1969-1970)
12 Mart müdahalesinin gerçekleşmesinin hemen ertesinde başlayan ve hâlâ
devam eden bir tema, Türkiye’de işlenir oldu... Ben; birbiri ardından iki defa
düşüncelerimi dile getirmekle (bu eyleme basın ve kitaplarda; MUHTIRA,
UYARI MEKTUBU, ÜLTİMATOM v.s. adlar verildi), koca Türk Silâhlı
Kuvvetleri’ni arkamdan sürükleyip 12 Mart Müdahalesine götürmüşüm... (Sayın
Cüneyt Arcayürek son kitabında 12 Mart Darbesi terimini kullanıyor... bakalım
ve cesaretini ölçelim 12 Eylül için ne ad bulacak?) ve ben olmasam sanki
Türkiye güllük gülistanlık olacak... demokratik rejim kesintisiz devam
edecekmiş (!). Türkiye’yi benim yönetmediğim ve o kargaşaya benim
getirmediğim unutuluyordu.
Pek iyi, ben hiçbir şey yapmadım mı?... elbette yaptım. Şimdi kronolojik sıra ile
Türkiye nasıl bir ortam içindeydi?... kimler ne düşünüyor?... neler
yapıyorlardı?... ben ne yapıyordum?,., beraberce göreceğiz.
Ocak 1970 sonunda devlet büyüklerinin katılacağı özel bir toplantı haberini
alınca 20 ve 21 Ocak günlerinde karargâhımdaki 21 generali toplantıya davet
ederek, kendilerinin Türkiye’nin iç durumu hakkında ne düşündüklerini öğrenme
ihtiyacını duydum, toplantı sonunda ben de bildiklerimi ve düşüncelerimi
aktardım.
General ... :
General ... :
İyi idarecilere sahip değiliz. Üç-beş sene evvel bir Amerikan firmasının
temsilciliğini yapan şahsın, Başvekil olmasını tasvip edemiyor ve dolayısıyle
hükümete güvenemiyorum. Sağ’a çok taviz veriliyor. Hükümette iffetsiz insanlar
var, dirayetsiz olan hükümet esaslı tedbirler alamamaktadır. Mali ve ekonomik
düzensizliğin ilk menşei vergi adaletsizliğidir. % 10 kazanıyor diğer % 90 fakrû
zaruret içindedir. Hükümetin bir politikası yoktur. Hükümet ve Devlet
politikaları aynı olmalıdır. Devlet politikası 300 - 500 seneyi kapsamalıdır.
Yunanistan’daki Türk azınlığı sefalet içindedir, Türkiyedeki Rumlar ise
müreffehtir. Talebeleri, hükümet ikiye ayırdı, memleket ikiye bölündü, Sağ’a
aşırı taviz verilerek din okul ve kursları aldı, yürüdü. Sağ neşriyatta aşırı rol
oynayanlardan bazıları mahkûm oldukları halde serbest dolaşıyorlar. Hükümet
otoritesi yoktur. Sekiz öğrencinin katilleri bulunamıyor. Trafik düzeni yoktur.
Özel sektör aşırı derecede korunuyor. Gençler; Komuta heyetince hükümetin
uyarılarak memleketin süratle kötüye gidişinin önlenmesi fikrindeler.
General ... :
General ... :
Devre; 1950-1960 devresinin bir devamıdır. Çok partili hayatı pek iyi
kavrayamadık. İmkânlar yerinde sarf edilmeyince kriz başladı. İktidar, dört
senenin sonunu düşünerek lüzumsuz yatırımlar yaptı. Oy avcılığı için eski
kişilerden istifade edilmek isteniyor. Bu husus iktisadi düzeni sarstı. Enflasyon
oldu, ihtilâl (27 Mayıs) patlak verdi. İhtilâl hükümeti de kabahatlidir. Anayasayı
yapanların birçok maddelere itirazî kayıtları mevcuttur. Bu sebeple Anayasa tam
bir fikir birliği içinde hazırlanmamıştır. Anayasa, hazmedemeyeceğimiz ileri
fikirler getirmiştir. Seçmenler okur-yazar değil, vergi vermez, bunların seçtiği
kimseler uygun olmuyor. Seçilmek için 100 - 200 bin lira sarfedenler seçildikten
sonra menfaat temin ediyorlar ki bu parayı sarfedebiliyorlar. İktisadi durum
düzeltilince problemler ortadan kalkacaktır. İrtica tehlikelidir, soldan
korkmuyorum. Komünist Partisi serbest olsa üye bulamaz. Bugünkü hükümetle
bu düzen değiştirilemez, memleket refaha kavuşturulamaz. Hükümet yalnız sol’a
cephe alıyor. Sol diye tarif edilenler, iyi işler istemektedirler. Diyanet İşleri 2nci
Başkanı menfur hareketlerde bulunuyor gene de göreve devam ettiriliyor. Düzen
böyle devam ettikçe ve hükümet de kendi çıkarına taviz verdikçe durum
düzelemez. İktisadi düzen bozuktur, özel sektöre azami taviz verilmektedir.
Polisin durumu bozuktur, mal ve can emniyeti yoktur. Seçim düşünülmeden
hareket edilirse iktisadi durum düzelebilir. Bugünkü idarecilerde bu kapasite
mevcut değildir. Para kıymetini kaybediyor, milletin gözü Silâhlı Kuvvetlerdedir,
bize ümit bağlıyorlar. Birinci dava; yönetim kadrosunun kifayetsizliğidir. Durum
böyle devam ederse birşeyler patlayabilir.
General ... :
General ... :
Memleketin iktisadi bir kalkınma içinde olduğu muhakkaktır fakat kalkınma bir
azınlığın refahını arttırmaktadır, geniş kitle bundan nasibini alamamaktadır.
Maddi sıkıntı mevcuttur, devlet memuru sıkıntı içindedir. Kapıcı ve köylü daha
az sıkıntı çekmektedir çünkü ihtiyaçları mahduttur. İktidarlarımız bu geniş halk
kitlesine ve müreffeh azınlığa istinat etmektedirler. Bu hususlar, sıkıntı içindeki
aydın kitlenin rejime itimatsızlığını doğurmaktadır. Silâhlı Kuvvetlerde sosyal
düzensizliğin tesiri altındadır. Gençler daha az müreffeh ve daha çok ateşli
olduklarından bu düzensizliğin daha çok tesiri altındadırlar. Beraberlik içinde
bulunmamız, Komuta Katının Milli Güvenlik Kurulunda, büyük partilerin asgari
müştereklerde birleşmelerini ve memleket problemlerine eğilmelerini sağlayacak
şekilde uyarma yapmaları lüzumu vardır.
General ... :
Çok partili düzende sağ ve solun faaliyeti normaldir. Ancak Türkiye’de sivri
uçlar güçlenmektedir. Sorun güçlenme sebebi ekonomik zafiyettir. Aşırı sağ’ın
menşei İstiklâl Harbi’ne kadar geri götürülebilir. Otoriter idare zamanında gerici
çevre sinmiş, çok partili devirde başkaldırmıştır. Bir de oy endişesi ile taviz
verilince rejim tehlikeye düşmüştür. Vatandaşın kendi hakkını kendi koruması
durumu yaratılmıştır. Askerler bundan etkilenmektedirler. Sol'a kaymaktan
ziyade aşırı sağ’a büyük tepki doğmuştur. Bu tepki Silâhlı Kuvvetler bünyesinde
parçalanma yaratmaz ancak gruplaşmalar hasıl edecektir. Bu grupların zararsız
hale getirilmesi için Komuta Katına itimat sağlanmalıdır.
Bir kitlenin hareket yönü, kitleyi teşkil eden ekseriyetin düşüncesi tarzındadır.
Kitlenin düşüncesini öğrenmek maksadı ile Genelkurmay Başkanı’nın geçen
sene verdiği şifahi direktife istinaden birliğimde araştırma yaptım. Sonuçlarını
sunuyorum...
* * * * *
2. Bugün emri komuta makamında bulunan bizler, bir defa ihtilâlin içinde ve
yanında (27 Mayıs), iki defa da ihtilâlin içinde ve karşısında (22 Şubat ve 21
Mayıs) bulunduk.
a. Her iki hareketin emareleri belli olmasına rağmen, idari maslahat fikri hakim
olmuş, «belki bir hareket olmaz» temennisi içinde bulunulmuştur.
b. Hareket başladıktan sonra, hem 22 Şubat ve hem 21 Mayıs’ta;
(I) Kararsızlar ve
(II) İki taraflı olanlar büyük yekûn olarak göze çarpmıştır.
5. Her iki hareket esnasında kamuoyu, bugünkü kadar çeşitli akım ve tesirler
altında bulunmuyordu.
Emir komuta makamını işgal eden kişiler olarak şahsî ve ayrıca temsil ettiğiniz
kişiler toplumunun fikirlerine tercüman olarak, açıklayacağım meseleler
üzerinde sizleri dinlemek isterim.
a. Bir huzursuzluk
b. Tatminsizlik
c. Rejime güvensizlik
d. Aşırı sağ ve sol faaliyetleri ve bunların kendi görüşlerine uygun bir düzen
değişikliği, devrim veya ihtilâl ile (yani legal veya illegal yollarla) iktidara
gelme faaliyetleri
e. Basın ve TRT’de sorumsuzluk ve bilhassa basının büyük kısmının seviye
düşüklüğü
f. Sosyal ve ekonomik sıkıntılar müşahede edilmektedir.
II. Hayatiyet gösteren her bünyede, bu gibi durumlarla karşılaşmak normal ise
de, dozaj kaçırıldığı ve bu sebeple rejimin ve dolayısı ile Türkiye’nin bazı
tehlikelerle karşılaşması varittir.
IV. Size göre bu halin başlıca sebepleri nedir ve aşağıda sıralanan durumun
amilleri olan faktörleri nasıl kıymetlendiriyorsunuz?
a. Sosyal
b. Ekonomik
c. Ana düzen; yani mevcut anayasamız. Sıkıntılar; anayasanın tam
uygulanmamasından mı veya bünyemize uymamasından mı?
d. Partilerin tek tek durumları
e. Basın ve TRT
f. İcra organı ve Parlamentonun durumu
g. Çeşitli anayasa müesseselerinin tutumu
h. Bütün bu düşünce ve olayların Silâhlı Kuvvetler bünyesindeki akisleri ve
tesir dereceleri
11. Bir yüksek rütbeli subayım meseleler hakkında fikri olmadığını beyan etti.
Yirmi General (ki Hava Kuvvetleri mevcudunun 1/3'ü) fikirlerini açıkça ifade
ettiler. Bunlardan üç General birliklerinde yaptıkları fikir yoklamalarının da
izahını yaptılar.
a. MİLLİ BÜTÜNLÜK :
Bugün Türk milleti hââ mütecanis bir sosyal yapıdan mahrumdur. Kürtçülük,
Şiilik, Alevilik faaliyetleri, muhtelif zümre ve siyasi partilerin kendi çıkarları
istikametinde istismarı ile, her biri bünyeyi kemiren birer dert halini almıştır.
Bu hususun tevlit ettiği endişe ve huzursuzluk büyüktür.
Endişenin daha büyüğü; aşırı sağ ve aşırı sol cereyanların yakın bir gelecekte
milleti ikiye ayıracağı ve artık önüne geçilmesi imkânsız hadiselerin patlak
vereceği ve bu durumun, dış ideolojilerin Türkiye içindeki arzularının
tahakkukuna zemin hazırlayacağı görüşünden doğmaktadır.
b. TATMİNSİZLİK:
Türk Ordusu, yerli ve yabancı düşünür ve yazarların her fırsatta ittifakla ifade
ettikleri gibi, bir halk ordusudur. Samimi arzu, halkın refah ve saadetinin temini
yolundadır. İftiharla söylenebilir ki, Türk Ordusu; hakiki milliyetçi ve
vatanperver insanların başka bir saha veya meslek grubunda olduğundan daha
kesif bulunduğu bir topluluktur. Özet olarak, bu şekilde vasıflandırdığımız
insanların, gelir dağılımının anormal farklar gösterdiği ve başkent’te nüfusun %
65'inin gecekonduda yaşadığı bir düzen içinde milletin, bu şartlar sonucu acı bir
tatminsizlik duyacağı tabiidir.
c. ANAYASA:
d. PARTİLERİN DURUMU :
e. BASIN VE TRT:
f. EKONOMİK DURUM :
DÜŞÜNÜLEN ÇARELER :
Hava Kuvvetleri mensupları, her ne kadar demokratik düzen içinde arzu edilen
seviyeye yükselinebileceği inancmı henüz kaybetmemişlerse de iyi gidişe işaret
olabilecek köklü tedbirlere hâlâ tevessül edilmeyişinin hayal kırıklığı yaratmakta
olduğunu, hükümet ve rejime itimadın sarsılmakta olduğunu beyan etmişlerdir.
a. Vergi reformu
b. Toprak reformu
c. Eğitimde reform
d. Devlet yatırımlarının, oy endişesinden kurtularak, ekonomik kalkınmaya hız
verecek istikamete çevrilmesi
e. Devlet otoritesini temsil eden kuvvetlere milletin saygı ve güvenini
sağlayacak bir veçhe verilmesi
f. Atatürk ilkelerine bağlılık
g. Dış Ticaretin Devletleştirilmesi
h. Seçim kanununun Islâhı
(I) Sol
(II) Sağ.
(a) Dini
(b) İktisadi
(III) Talebe, işçi, köylü hareketleri, sağm ve solun bunlara iştiraki
(IV)' Kürtçülük, Alevilik, Hellenizm ve Patrikhane, Ermenilik
c. Anayasamız
e. Adliye
e. Aşırı sol tehlikeyi küçümseme fikrine katılmam. Aşırı sağ kadar aşırı sol da,
yalnız rejimin ismi bakımından değil, fakat devletimizin ve milletimizin geleceği
bakımından büyük tehlikeler arzetmektedir. Parti farkına bakmaksızın, ana
tehlikeler üzerinde fikir birliğine varılarak, devlet otoritesini sağlayacak yeni
konular meclisten geçirilmeli, alınacak sosyal ve ekonomik tedbirlerle de huzur
ve sosyal adalet sağlanmalıdır.
2. Fikirlerde sol'a kayma vardır. Sol yayınların; şahıslar üzerinde cazip etkileri
ve kızdıkları sağ’a karşı, fiili birleşme değil fakat fikri birleşme olanağı yarattığı
görülmektedir.
Bu sebeplerle;
a. Silâhlı Kuvvetler içinde politika ile uğraşmayalım, altımız sağlamdır,
otoritemiz tamdır, istediğimizi yaptırırız iyimserliğinden uzaklaşarak
(I) Okullarda yetiştirdiğimiz talebeler
(II) Kıtalarımızdaki subay ve assubayı tayin edilmesi fikir ve gayeler etrafında
doktrine etmeği
b. Hükümetimizin lüzumlu sosyal ve ekonomik tedbirleri almasını ve devlet
nizamını tesis edecek kanunları çıkarmasını uygun bulmaktayım.
* * *
«Böyle bir mektup yok. Gazetelerde çıkan, mektup muhtevası diye çıkan şeyler,
genellikle çok yanlış. Yalnız Hava Kuvvetleri Komutanı daha evvelki bir
görüşmemizde bana bazı hususları intikal ettirmişti. Ben de bunları bana bir not
olarak vermesini rica ettim. Bir not olarak verdi. Bu bir muhtıra değildir. Bir
mektup da değildir. Bunun muhtevasını da açıklamak durumunda değilim.
Muhtevası devlet hizmetlerine mütealliktir ve bu kendi hiyerarşi düzeni içinde
cereyan eden bir husustur. Birtakım yanlış manalar çıkarmağa, şu veya bu
istikamette bunu tefsir etmeye mahal yoktur.»
Tabii bu işler benim burada kısaca anlattığım gibi kolay olmadı... Genelkurmay
Başkanı Org. Tağmaç; kendisine sormadan bu girişimi yaptığım için hoşnut
olmadığmı belirtti... Basında lehte olduğu kadar aleyhte de yazılar çıktı...
bilhassa Hac Dövizlerinin Hava Kuvvetlerine yardıma ayrılmasını halktan
istemem üzerine basınımızın dindar (!) yazarları acı makaleler yayınladılar...
Siyasiler de pek memnun görünmediler... ama HALK memnundu, mektup ve
dileklerine cevap verebilmek için özel büro kurmak zorunda kaldık.
Ben ise; hayatımda gaye edindiğim bir konunun... daha yaşarken gerçekleşmeye
başlamasının verdiği mutluluk içindeyim.
12 MART’A GELİŞ VE ASKERİ
MÜDAHALE
Olaylar artmağa buna karşın olayları önleme ve kontrola alma gücü zayıflamağa
başlamıştı. Aylık yapılan MGK toplantılarından kamuoyu «bir şeyler bekler»
haldeydi. Bu kurul, yasaya göre ancak tavsiye kararları alabiliyordu, kurulda
hükümet üyeleri çoğunlukta oldukları için onların istemedikleri bir karar zaten
alınamazdı (bana göre bu durum normal ve doğru idi, çünkü devletin
yönetiminden Meclislere karşı hükümet sorumlu idi). Ama... gene de bir şeyler
yapılması, ulusa moral verilmesi gerektiği kanısındaydım. Bu maksatla Güvenlik
Kurulu'nun 28 Mart 1970 günkü toplantısında söz alarak özetle şu konuşmayı
yaptım...
«Sayın Cumhurbaşkanım,
1971 yılı Ocak ayında ise Hükümet böyle bir bildiriye bütün gücü ile sarılmak
gereğini duyacaktır ama... o zaman da «iş işten geçmiş» olacaktır.
Nisan ayı MGK toplantısı öncesinde dört Komutan kendi aramızda toplandık ve
her birimiz kendi görüşlerimize göre durumu değerlendirdik. Ben kendi
düşüncelerimi şöyle toparladım;
3. Çeşitli dünya ülkelerinde değişik ekonomik teoriler veya ihtiyaca göre teori
dışı pratik hal tarzları ile düzen yürütülmektedir. Dünyada liberalist, kapitalist,
sosyalist veya karma ekonomi düzeni ile kalkınmış birçok devlet vardır. Keza bu
düzenlerden birinden diğerine geçiş suretiyle kalkınmış ülkeler de vardır. Bu
kalkınmalar esnasında dahi gayrimemnun zümreler her zaman bulunmuştur.
Önce MİT Müsteşarı söz alarak, öğrenci hareketleri, işçi hareketleri, toprak
işgalleri, basının sorumsuz hareketleri, sol partiler ve örgütler, Parlamento ve
par-tilerarası ilişkiler ve muhtemel bir ihtilâlin hazırlıkları hakkında bilgi verdi.
İşçi hareketlerinde, DİSK faaliyetini arttırmış, son iki ayda 12’si DİSK’e ait
olmak üzere 25 işçi hareketi meydana gelmiş, emekçi sınıfının iş başına gelmesi
konusunda DİSK - TİP müşterek eylem içine girmişlerdi.
«1. Hastalığım esnasındaki toplantıda (25 Ocak 1970 günü yapılan toplantıyı
kastediyor) Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarınca ileri sürülen görüşleri
okudum...
7. Solcu gençlik, orduya karşı cephe almış vaziyettedir. Silâhlı Kuvvetler üst
kademesi, hükümet paralelinde emperyalizme hizmet eden kişiler olarak
gösterilmektedir.
8. Bu ortam içinde «Silâhlı Kuvvetler bir ihtilâl yapmaz» diye kimse garanti
veremez.
11. Sağ, bir ihtilâle mani olamaz. İhtilâl; sol bir ihtilâl olacaktır ve genç
subayın fikri buna yatkındır.
Org. Tağmaç’tan sonra ben söz aldım ve dedim ki... «Komutan olarak
birliklerimizle yeteri kadar temasımız var. Açık konuşmalarla fikirlerimizi,
tehlikeleri açıklıyoruz. Bizi bu konuşmalarımız esnasında zayıf düşüren yegâne
nokta; parti ve parlamenterlerin durumlarının acıklı oluşudur. Parlamento,
gerekli ve faydalı yasaları çıkarmakta tembeldir. Ben şahsen, astlarımla
konuşarak kontrolü elimde tutabiliyor ve fikir birliğini sürdürebiliyorum.
Org. Tağmaç bana cevap vererek... «Bence, Batur paşanın yaptığı tam doğru
değil, ast’larla münakaşa yolu açacak tarzda konuşmak uygun değildir. Onlara
vazifelerini hatırlatmak, tehlikeleri anlatmak yeter» dedi.
Basın, TRT, Üniversite ve talebe disipline alınmalıdır dendi. İhtilâl olsa; ordu iç
sıkıntıları veya memleketin sıkıntıları bir zile basmakla hal mi olacak?
Bu devre esnasında Türkiye önce Kıbrıs’ı kaybeder, sonra Kürt v.s. dış
problemler ortaya çıkar.
Aslında Türkiye’de yeni bir ihtilâl iç savaşı doğurur. Bu yüksek heyetin vazifesi,
Türkiye’nin emniyetini sağlamaktır. Birkaç grubun faaliyetine mağlup olacak
değiliz. Bunlar rejim düşmanlarıdır. Atatürk ilkelerine bağlı olması icap eden
Silâhlı Kuvvetler mensupları Lenin’ci, Mao’cu olamazlar.
Bana göre Türk demokrasisi çok genç, bundan on sene sonra Türkiye’nin
problemleri daha çok ve daha zor olacak.
Yargı organının işlemediği bir gerçektir, ama hür yargıdan vazgeçemeyiz. Aksi
halde memleket Faşizm’e gidiyor diye... Silâhlı Kuvvetler ve sokak beraberce
karşımıza çıkar.
İrşat ve tenvir dikkatle ele alınmalıdır, herkesin sırtını okşayarak duruma hâkim
olunamaz, ruh vermek, vazifeleri anlatmak lâzımdır.
1970 yılında, anarşik olayların artması, toplu işlenen suçlar değişik görünümleri
ve bunlar karşısında adli mekanizmanın ağır işlemesi ve yetersiz kalması, yeni
bir düşüncenin ortaya atılmasına gerekçe oldu... «Devlet Güvenlik
Mahkemeleri»nin kurulması.
* * * * *
Kara Kuvvetleri Komutanlığı için iki aday vardı... 1nci Ordu Komutanı Org.
Kemal Atalay ve 2nci Ordu Komutanı Org. Faruk Gürler. Sonunda Org. Gürler
Komutanlığa getirildi; dış göreve atanmak istenen Org. Atalay ise bu öneriyi
kabul etmeyerek emekliliğini istedi.
Türkiye’de Silâhlı Kuvvetler’in çok hassas olduğu bazı konular vardır. Bunların
en önemlilerini şöyle sıralamak mümkün... «Atatürk devrim ve ilkelerinin
korunması, bunların içinde bilhassa laikliğin yozlaştırılmaması ve irticanın
hortlatılmaması ile Bölücülük ve Komünizm. Eğer devrim ve ilkeler
çiğnenmeye, bölücülük ve komünizm tehlike olmaya başlamış ve yöneticiler
(yani siyasiler) çeşitli nedenlerle önlem alamıyorlarsa... Silâhlı Kuvvetler...
duruma bakarak... kendilerine görev çıkartırlar.
* Aşırı olarak nitelendirilen sağ ve sol, düşünce alanından silâhlı eylem alanma
geçiyorlardı.
* Bölücü unsurlar faaliyetlerini bir yandan arttırırken, diğer yandan solun aşırı
uçları ile işbirliğine girmişlerdi.
* * * * *
Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde aşırı sol görüşlü genç subaylar veya milliyetçi -
muhafazakâr - mukaddesatçı (!) subay ve generaller yok mu idi?... vardı, ama
çok küçük bir azınlıktılar... büyük çoğunluk Atatürk’çü kuşağa mensuptu.
Bu akımların dışında, kendilerini ılımlı sol olarak deklere eden o günlerin bazı
tanınmış yazarları; işledikleri temalarla ihtilâl yolu ile devrim yapılmasına
davetiye çıkarıyorlardı.
Evet... Türkiye’de seçimden yeni çıkmış meşru bir iktidar vardı ve o iktidar
Türkiye’yi yönetiyordu. İcranın başı da, Meclis’te yeterli desteğe sahip
Başbakan Demirel’di. Ama Başbakan, olaylara gereğinden fazla soğukkanlı
bakıyor veya öyle görünmeye çalışıyordu. Gücüne güvenme ölçüleri de yalnız
matematiğe dayalıydı. Yapılan eleştiriler karşısında... «Sokaklar yürümekle
aşınmaz», «Bulsunlar 226’yı beni düşürsünler» sözleri siyasi literatürümüze
«vecize» olarak geçecek nitelikteydi.
* Biz üç komutan arasında tam bir uyum yoktu. Eğer düşüncelerde bir
birleşme noktası bulunamaz ve eylem birliğine girilemezse daha başka sakınca
ve tehlikeler ortaya çıkabilirdi. Bütün bu durumları dikkate alarak ve Milli
Güvenlik Kurulu üyesi olmama dayanarak, düşüncelerimi yazılı olarak Kurulun
başkanı olan Cumhurbaşkanına gereği için ve kurulun asker üyelerine de bilgi
için sunmağa karar verdim. Maksadımın ilk hedefi önce kendi aramızda bir
görüş birliğine varabilmekti.
* * * * *
Şimdi bir soru daha akla gelebilir... madem ki bizim üstümüzdeki makam
sahipleri ihtilâl hazırlıkları gelişmelerini izliyorlar... o halde neden zamanında
önlem almadılar? Sorunun cevabını benim vermem mümkün değil, ama
tahminim... «bekle-gör», «belki bir şey olmaz» veya «haklılar, biz önlem alırsak,
tepkisi büyük olur» gibi düşüncelerden olsa gerek.
* * *
2. Cevap «evet» ise görüşülecek bir mevzu kalmıyor. Cevap «hayır» ise;
3. Eğer cevap «b» ise bu değişikliği sağlamak için müdahale gerekmez mi?»
dedim.
* * * * *
* * * * *
* * * * *
13 Aralık günü, evde Faruk Paşa ile bir araya gelip dün cereyan eden
görüşmeleri ele aldık. Faruk Paşa, bana... «22 Şubat olaylarında bazı havacılar
Memduh Paşa’ya birtakım terbiyesizlikler yapmışlar, o yüzden içinde bir kırıklık
olabilir, yoksa seni sever, olayı büyütme» dedi. Ben... «ya 15 gün izin alayım
veya ayrılayım» görüşünü ileri sürünce... «izin alman, bu durumlar yaşanırken
doğru değil, ayrılık meydana çıkar... ayrılmaya gelince... sen ayrılırsan ben de
ayrılırım» dedi.
Cevaben... «Ecvet Güresin, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk genelde lehte, Cüneyt
Arcayürek, Ahmet Kabaklı ve ne olduğunu hepimizin yakinen bildiği Bedii Faik
aleyhte yazıyorlar. Bu yazılanları normal karşılamak lâzım» dedim.
* * * * *
* * * * *
Sayın Metin Toker ise her zamanki hicivli ve kolay çözüm olduğunu belirtir
yazısında, «Yaratılan kaosu parlamento çözmekte biraz daha gecikir, oyalanırsa
bu karışıklık dayanılmaz hal alacak ve Silâhlı Kuvvetler müdahaleye mecbur
kalacaklardır. Bunda belki Demirel’ler bile kendileri için bir kurtuluş yolu
görmektedirler. Eğer orduda bir kudret ve tesir sahibi kimse, gerçekten "Dış
ticaret, bankalar, sigorta şirketleri devletleştirilir. Bir de toprak reformu! Türkiye
düzlüğe çıkar. Ondan sonra arttırırsın ihracatı, tamam" diye düşünüyorsa, bu
kimse mutlaka, hemen bugün, bütün düşüncelerini bir defa daha mantığının ve
sağduyusunun süzgecinden geçirmelidir... Ama ne olacaktır? Bu hal, Anayasa
müesseselerinin ve devlet organlannm tümünden kopmuş, hepsi karşısında,
manen ve maddeten iflâs etmiş bir siyasi iktidar ile nasıl olur da devam eder?...
Alternatif vardır ve ortadadır. Parlamento içinden bir milli şahsiyetin (herhalde
sayın İsmet İnönü’yü kastediyor) etrafında kurulacak bir iktidar memlekete üç
günde hâkim olur. Herkesi yerli yerine oturtur...» diyordu.
DİE WELT: «Türkiye’de bir krizin politik emareleri» başlıklı yazısında; Halk
Partisi Başkanı İnönü partinin önemli görevlerle karşı karşıya kalabileceğini
belirtmesi, Sunay’ın Ankara civarında yaptığı askeri birlikleri ani ziyaret,
Orgeneral Batur’un Devlet Başkanına bir memorandum vermesine
rastlamaktadır. Memorandumda Cumhurbaşkanı’ndan talebeler içine yayılan
komünist, anarşist cereyanlara karşı gerekli tedbirlerin alınması hususunda
selâhiyetlerini kullanması talep ediliyor.
* * * * *
28 Aralık 1970 Pazartesi günü Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Benim,
Cumhurbaşkanına 21 Kasım’da sunduğum rapordan sonra yapılan ilk toplantı
idi.
«Sayın Cumhurbaşkanım;
Zatı âlinize verilmesi üzerinde; usul, yetki ve içindeki fikirler bakımından çeşitli
görüşler ileri sürülen ve isim olarak «Muhtıra - rapor - mektup - ültimatom» diye
adlandırılan konu ile ilgili bana söz verdiğiniz ve dolayısıyla mesele üzerinde
görüşme zemini hazırladığınız için teşekkürlerimi sunarım.
Önce, Anayasamızın 111nci maddesi ve 129 sayılı Milli Güvenik Kurulu
Kanunu’ndan ne anladığımızı ifade edelim. İlişkileri malûm bazı yazarlarımıza
ve hatta bazı parlamenterlerimizce belirtilen fikirler (ki bu fikirlerde
bilgisizlikten mütevellit hatalar olduğuna, inanılamaz, açıkça kastilik vardır)
muvacehesinde meselâ; ben Hava Kuvvetleri Komutanı olarak; sefer halinde
uçak taarruzlarını bildirir alârm şekilleri üzerinde üç uzun düdük veya üç kısa
düdük sesi olsun diye mütalaâ beyan edebilirim fakat; herhangi bir sosyal veya
ekonomik mesele veya meseleler veya Türkiye’nin iç yaşantısında beliren
durum, memleket güvenliğini sarsar hale gelir ve Silâhlı Kuvvetler bu olaylar
karşısında huzursuzluk duyar, hatta kıpırdanmalar başlarsa, bu meseleler
politiktir diye mütalâa beyan edemem.
Önce bu noktayı tayin ve açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Bana göre; 129 sayılı
kanunun 2nci ve 5nci maddeleri yeter açıklıktadır ve bana bu mevzular üzerinde
konuşma yetkisini vermiştir.
Bunlar:
Bizim asker olmamız sebebiyle; şahıs, parti, bunlar arasındaki fikri ve hissi
çarpışmalar, meşguliyetimiz dışı problemlerdir. Bizim için problem; Türkiye’nin
hali ve geleceği sorunudur.
Arz ederim.»
«Muhtıra; meseleleri sosyal, ekonomik ve Anayasal açıdan ele almış ve bir hal
tarzı teklif etmiştir; ilâve edecek bir şeyim yok ve katılıyorum.»
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil; Çok uzun bir konuşma yaptı ve
özetle... «27 Mayıs’a karşı bir tarizde bulunduktan sonra, millet reyi ile işbaşına
geldiklerini, bir kitle partisi olarak çoğunlukla seçimi kazandıklarını, doktriner
partilerin halka hitap etmediklerini, bunu da aldıkları reylerin gösterdiğini, bir
Anayasa olduğunu, verilen hürriyetlerin geriye alınamayacağını, dünya
üzerinde... insanların haklarını almak için tarih boyunca mücadele ettiklerini,
kan akıttıklarını, Silâhlı Kuvvetler Komutanlarının ne demek istediklerini tam
anlayamadığını» ifade etti.
* Orgeneral Faruk Gürler’in beyanı beni çok şaşırttı. Yani normal prosedürle
Meclis, Sıkıyönetime karar verirse, Silâhlı Kuvvetler bunu istemiyor nasıl
diyebiliriz? Silâhlı Kuvvetler hükümetin emrinde değil midir, niçin Silâhlı
Kuvvetler iktidarın hizmetinde olmasın? O zaman başka şeyler düşünmeye ve
konuşmağa mecburuz.
Org. Tağmaç; «Biraz evvel okuduğumuz bir bildiride generaller için «satılmış»
ibaresi vardır, bugün ortam bu hale gelmiştir.»
«Sayın Cumhurbaşkanım...
Sayın Başbakan bazı sualler tevcih etmekle meselenin biraz daha açıklığa
kavuşmasını temin etti. Karl Marks’cı mıyız, demokrasiye inanıyor muyuz gibi
istifhamlara da cevap vermek fırsatı hâsıl oldu.
Meselâ; dini ve bölücülüğü hedef alan bir Alevi partisi rahatça kurulabilmiştir.
Meselâ; dini istismar eden ve teokratik düzeni savunan bir Erbakan çıkmış ve bir
parti kurup faaliyete geçebilmiştir ve meselâ; ırkî bölücülüğü savunan ve Kürtçe
nutuklar atarak seçilen bir rahmetli, Bakan olabilmiştir. Bunlar sosyal problem
değil midir ve bundan milletin çoğunluğu ve Silâhlı Kuvvetler huzursuzluk ve
üzüntü duymaz mı?
* * * * *
2. Alt’tan yapılan bir örgütlenmeye dayanarak bir veya iki Komutanın başta
bulunacağı bir müdahale ile yönetime bütünü ile el koymak
* * * * *
Birinci ve ikinci yöntemi düşünenler; yeni bir atılım, yeni bir düzen, bir devrimle
Türkiye’nin konularına çözüm getireceklerine inanıyorlardı. Bu maksatla
toplanıyorlar, görüşüyorlar, hazırlıklar yapıyorlardı. Bu grubu ikiye bölmek
mümkündü... Silâhlı Kuvvetler mensupları ve dışındaki gruplar (örneğin...
Doğan Avcıoğlu, Cemal Madanoğlu, Ekrem Acuner, Orhan Kabibay v.s.
grupları).
Dosyanın tümünü bu kitabın içine almak mümkün değil, gereği de yok. Biz
özellikle saptanmış ilkeleri, Devlet düzenini gösterir şemayı ve Bakanlar Kurulu
listesini görelim...
* * * * *
“3 Şubat 1974
Dün akşam (1.2.1971) havacılar bir araya geldik, liderimizin görüşleri enine
boyuna incelendi.
Mütalâanın son cümlesi hepimizi çok tedirgin etti. Milletimizin beklediği ve
bizim de % 100 inandığımız Lider’imiz ile bu derece kesin çizgilerle ayrı
düşmememiz gerekir kanaatindeyiz.
Sizin bize nazaran çok yalnız olduğunuzu, fikri tartışmalar yapamadığınızı
dolayısıyle endişelerinizi gideremediğinizi biliyoruz ve hak veriyoruz.
Nitekim dosya üzerindeki görüşlerinizin % 90’ı müzakereye dahi ihtiyaç
kalmadan tarafımızdan benimsendi. Takdir olunur ki bu çalışmalar mesai içinde
veya açık faaliyetler şeklinde yapılmamakta, kişilerin bir araya gelmesinde
birçok tahditlere tabi olmaktayız. Bu bakımdan dosya’nm uygulanmağa
konmasından önce, birçok tashihler görmesi mümkün ve mukadderdir. Ancak;
Türk milletinin asırlardan beri içinde bulunduğu ve Atatürk ihtilâli ile
yıkamadığı feodal tutumdan kurtulup - muasır medeniyet seviyesine - daha
süratli adımlarla ulaştırılması ana istikametinde ve yeminimizde de sıralanmış
umdelerden. (ki bunlar 25 Ocak 1970 muhtıranızda da mevcuttur) taviz
vermemek esastır.
Dosyayı, Amerika ve Türkiye’de 41 defa Komünizmi tel’in konferansları vermiş
bir arkadaşımız düzenlemiştir (Redaksiyon). Bendeniz ise «...x» de iki yıl
yaşayarak, sistemin; insan tabiatına aykırı olduğunu ve ancak polis devleti
yöntemiyle yaşatılabilece-ğine tanık oldum. Hürriyet ve hürriyetsizlik denilen
mefhumları, «..x»’ye girip çıkarken (defaatle), bir madde imişlercesine elle
tutulur şekilde hissettim. Sistemin en belirli mahzuru olan kişi yaratıcılığını ve
şahsi teşebbüsü yok ettiğini gördüm. Ve yine, beynelmilel literatürde taraftarını
bulduğu gibi, gerek kapitalist - liberal sistemlerin ve gerek komünist - sosyalist
sistemlerin, biri diğeri lehine taviz vererek ve daha ziyade sosyal adalet ilkeleri
istikametinde birleşmekte olduklarını ve bu yolda meselâ Sovyetlerin;
kooperatifleşmeye, şahsi konut mülkiyetine, bireysel çiftçilik yapıp kendi
ürününü kendi satmağa müsaade etmişlerdir. Herşeyin üzerinde SSCB’nin Büyük
Rusya İmparatorluğu olduğunu ve dolayısı ile 120 Milyon Rus’un, geri kalan 80
Milyon azınlığı sömürdüğü, asıl korkunç olanın Komünizm değil, enternasyonal
komünizm yoluyla Rusya İmparatorluğunun dünyaya hakim olma tehlikesi
olduğuna inandım. Bunun ise evrensel denge teorisine göre, A.B.D.’nin yerine
Kıt’a ÇİN’İ vasıtasıyle önlenebileceği kanısına vardım.
Kulağımıza gelen, bizleri komünistlikle itham eder tarzda konuşmanız ve yazılı
mütalâanızdaki -komünizmin kötülükleri olarak-, yukarıda temas ettiğim kişi
yaratıcılığı ve şahsi hürriyetlerin kısıtlanmasından bahseder paragrafınız
dolayısı ile, konu üzerinde durmak gerekti, en hafif tabiri ile hayal kırıklığına
uğradık.
Toplantıda, herbirimiz ithamlarınızı tahfife ve tevile çalıştık. Komutan,
liderliğini belirtmeye çalışıyor dedik.
İşaret ettiğiniz yemin metnini dosya’ya koyduk. Bakanlar kurulu mutasavver
listesini çıkardık ve yerine 203 kişilik adaylar listesini koyduk.
Biz, sizin genel tutumunuz dolayısıyle bizden çok daha bilinçli olarak ve çok
daha ilerici olduğunuza inandığımız için size yemin teklif etmedik. Ancak yemin
metni ile aynen mutabık iseniz, hepimiz kayıtsız şartsız, sizin yarınki liderliğinizi
kabul ediyoruz.
NETİCE :
Bizler, aynı kaynaktan yetişmiş «yalnız Türk Vatanı için» diyen, katıksız Atatürk
Subaylarıyız.
Arz ederim.»
* * * * *
Daha önce değindiğim gibi dört tür müdahale olabilirdi. Bizleri aşarak yapılacak
bir müdahalede zaten biz Komutanlar olamazdık. Bir veya iki Komutanın,
aşağıda oluşan örgütle birlikte yapacakları müdahelede, Komutanlardan kimler
olabilirdi?... Faruk paşa ve ben veya yalnızca birimiz. Böyle bir yöntem
uygulandı mı?... hayır uygulanmadı..., o halde varsayımlar üzerinde tartışma
açmanın ve uygulanmamış bir yöntem taraftarı olarak bizleri lanse etmenin kime
ne faydası oldu ve olacak? anlayamıyorum. Yıllarca sonra dahi bu görüşlerin
ısrarla üzerinde duruldu. Bir örnek vereyim...
* * *
Müdahale tarzları üzerinde o zamanlar şöyle bir değerlendirme yapıyordum...
* İkinci ihtimal olan, iki komutanın beraberce veya bir Komutanın liderliği
üstlenip, aşağıdaki örgüte dayanarak eyleme geçmesi üzerinde ise şöyle
düşünüyordum... Bu ihtimal ancak Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org.
Gürler’in; önce kararsız tutumlarından vazgeçmesi ve sonra kuvvetine tam
hakim olması ile gerçekleşebilirdi. Halbuki Faruk paşa, alttaki bazı Ordu
Komutanlarına karşı, tam bir hakimiyet içinde değildi. Bu Komutanları
değiştirmeden, Hava Kuvvetleri ile beraber (belki Deniz Kuvvetleri de dahil,
çünkü Amiral Eyiceoğlu, Faruk Paşa’ya «Beni devre dışında bırakmayın.» dedi)
böyle bir eyleme girişse, Silâhlı Kuvvetler içinde bir çarpışma ihtimali olabilirdi.
Kara Kuvvetlerinin tamamının bulunmadığı bir eylemin içinde veya başında
bulunamayacağımı, ben defalarca söylemiştim. Tuğg. Aydın Kirişoğlunun isteği
üzerine Tümg. Celil Gürkan ve Amiral Vedii Bilget’le, Hv. Kur. Alb. evinde
yaptığım başbaşa görüşmede de kendilerine bu düşüncelerimi söyledim.
Şimdi bir vicdan muhasebesi yaparak... eğer Kara Kuvvetleri benim istediğim
durumda olsaydı... ben böyle bir eylemin içine girer miydim sorusuna... «Evet
girerdim» yanıtını verebilirim. Yalnız... yukarıda içeriğini kısaca açıkladığım
DOSYA yörüngesinde olmamak şartıyle.
* Üçüncü ihtimal olan «dört Komutanın bir müdahale ile yönetimi ele alması (ki
buna Cumhurbaşkanı da katılırdı), benim istemediğim bir eylem tarzıydı.
Kimseyi tenkit etmek için söylemiyorum ve bu hakkı kendimde de görmüyorum
ama... Sayın Cumhurbaşkanı ve biz dört Komutan (Faruk paşa ile benzer
birtakım düşüncelerimiz hariç) kafa yapıları itibarı ile farklı insanlardık. Böyle
bir ekiple yönetimi ele almak çok kolay fakat başarı ihtimali çok çok azdı.
Ayrıca direkt müdahale ile yönetim ele alındığında; Silâhlı Kuvvetlerin tam
manası ile günlük politikaya girmesi, kendi içinde çalkantı, bölünme ve
tasfiyelere yol açacak, kendi görevinden başka konulara giren General ve
subayların bir kısmı bozuk düzenin çarkına belki de farkına varmadan uyarak
lekelenecekler ve Silâhlı Kuvvetlerin temiz olan itiban millet nazarında
zedelenecekti.
* * * * *
Dosyalardan birinde daktilo ile yazılmış iki ayrı dokümanı bu kitaba almakta
fayda gördüm. Bunlar dikkatle okunduğunda; alt kademedeki grubun çalışma,
girişim ve görüşleri ile Faruk paşa ve benim hak-kımdaki değerlendirmelerini
görmek mümkün. Ancak her iki doküman da, bana verilen dosyayı
incelememden ve «katılmıyorum» notunu yazmamdan önce kaleme alınmış.
BİRİNCİ DOKÜMAN
DURUM ÖZETİ
1. 6.1.1971 günü Erci bey (Korg. Atıf Erçıkan), Nuri bey (Tümg. Celil Gürkan)
ile görüştü. Erci bey özetle; Cumhurbaşkanının siyasi parti liderleri ile
Profesörlerle yaptığı görüşmelerin Türkiye’nin problemlerine bir çözüm yolu
getirmeyeceğini, Genelkurmay Başkanı etrafında teşekkül edecek bir
Komutanlar (Kuvvet Komutanları, Ordu K. lan v.s.) birliğinin yönetime el
koymalarının YAHYA HAN usulü bir faşist idare getireceğini ve bu idarenin
bütün ilerici güçleri, sivil aydınları ve genç subayları karşıya alacağmı ve Selim
beyin (Org. Faruk Gürler) örgüte girmesi için zorlanmasının doğru
olmayacağını ve fakat harekât başladığında veya tamamlandığında davet
edildiği takdirde geleceğini ifade etmiştir.
2. 8.1.1971 günü Selim bey (Org. Gürler), Nuri beyi (Tümg. C. Gürkan)
çağırmış ve özetle; «Açık olarak bilinmelidir ki ben gizli bir örgütün içinde veya
başında değilim ve olmayacağım. Ben Türkiye’nin kurtarılmasına çalışan
idealist subaylarla beraberim. Beni Cumhurbaşkanı yapacaklarmış. Bu gibi
lâflara sinirleniyorum. Açıkça söylemek gerekirse, benim için en uygun yer
Genelkurmay Başkanlığıdır.
Silâhlı Kuvvetlerin idareye el koyması kaçınılmaz duruma geldiğinde, Tağmaç
paşa ve Deniz Kuvvetleri K. da devreye alınmalıdır. Tağmaç paşa bizden de
ileridir. Yalnız muhtelif kanallardan, bilhassa Erci bey (Korg. Erçıkan)
vasıtasıyla ikna edilmelidir.
Deniz Kuvvetleri K.'nı böyle bir harekette dışta bırakılmamasını rica etmiştir.
Yavuz bey (Org. M. Batur) hakkında herhangi bir problem yoktur. Onunla tam
mutabakat halindeyiz.»
3. Daha sonra Erci beyle tekrar görüşen Nuri bey, Erci beyin bizimle tam bir
fikir birliği içinde bulunduğunu ifade etmiştir.
4. Bu görüşmelerden sonra Silâhlı Kuvvetler Devrim Örgütü üst seviyede bir
toplantı yapmış ve son gelişmelerle Selim bey ve Erci bey hakkında beliren
kanaatleri somutlamışlardır.
a. Cumhurbaşkanının parti liderleri ve profesörlerle yaptığı görüşmeler
tahmin edildiği gibi olumlu bir sonuca bağlanamamıştır. Ancak bu
görüşmelerden sonra Cumhurbaşkanının, son teşebbüsleri de yapmış bulunan
sorumlu bir kişinin rahatlığı içinde başta kendisi olmak üzere «Komuta Katının
yönetime el koyması» fikrini Milli Güvenlik Kurulunda veya bir özel toplantıda
telkine çalışacağı tahmin olunabilir.
b. Nuri bey ile yaptığı görüşmelerden anlaşıldığına göre Selim beyin fikirleri
de yukarıdaki görüşü destekler mahiyettedir. Veya en iyimser şekli ile, belki
Cumhurbaşkanından değil de, Genelkurmay Başkanından başlayan ve bütün
komutanları ve askeri zinciri içine alan bir teşebbüsü uygun görmektedir.
Bu türlü bir idare tarzı fikrinin üst kademelerde bulunanlar arasında revaçta
olduğunu gösteren başka emareler de mevcuttur.
Cumhurbaşkanı ile görüşen parti liderleri bunu ima etmişler ve Bayan Behice
Boran ise açıkça beyan etmiştir; «Ordu üst kademesinin yönetime el koyması
şeklinde tezahür edecek bir faşist idare kapının arkasındadır».
Ayrıca devrimci yazarlar da aynı endişeyi belirtmekte ve keza dış basın konuyu
açıkça işlemektedir. (The Economist).
Mevcut statükoyu muhafaza edecek olan bu tarz bir idare, Amerika’nın Türkiye
hakkındaki yegâne hal tarzı olarak da kabul edilebilir ve CIA'in bu konuyu
işlediğini tahmin etmek fazla bir akıllılık sayılmamalıdır.
Biz, temsil etmekte olduğumuz devrimci güçlerin ümit ve bağlılıklarına ihanet
haline düşmedikçe, devrimci olmayan bir idarenin yani, içimizdekilerin
yönetimde otorite bulunmadığı bir idarenin kati surette karşısındayız. Bizi bu
kadar kesin konuşturan gücü, tepedeki belirli zatın fikir ve kişiliğinin de etkisiyle
(beni kastediyorlar), altımızdaki genç subayların dinamizminden ve nihayet
bütün ümidini Türk Ordusunun devrimci niteliğine bağlayan Türk
devrimcilerinin desteğinden alıyoruz.
c. Erci bey (Korg. A. Erçıkan), devrim hareketinin içine zorlama ile değil de
kendi arzu ve insiyatifi ile girmiştir. Devrimci fikirlere sahiptir. Kara
Kuvvetlerinde tanınmış ve sevilen bir şahıstır. Beraberinde yüksek rütbeli tutucu
bir kadro getirmemesi şartı ile, Kara kanadının tepesinde bulunması, Kara-Hava
münasebetleri yönünden uygun bir hal tarzı olur. Selim beyin (Org. F. Gürler)
çekimser durumunun devamı halinde Yavuz beyin (Org. Batur) yanında
tamamlayıcı bir unsur teşkil edebilir. Bu takdirde Selim beyin icradan önce veya
sonra davet edilmesinin kararı, Yavuz bey (Batur) ve Erci beye (Erçıkan) ait
olmalıdır.
d. 22.1.1971 günü toplanacak olan Milli Güvenlik Kurulunda zayıf bir
ihtimalle de olsa; her yolun denendiği fakat bir çözüm bulunamadığı gerekçesi
ile, en üst seviyenin yönetiminde bir askeri idare kararı alınabilir veya daha
kuvvetle bir ihtimalle Başbakan istifaya zorlanabilir. Bu ihtimallerden
birincisinin gerçekleşmesi devrim hareketini uzun bir süre erteleyecektir. Çünkü
bu takdirde devrimcilerin tasfiyesi kuvvetle muhtemeldir. İhtimallerden
İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise, mevcut müsait ortam zayıflayacak ve bazı
çevreler nazarında devrimin gerekçesi ehemmiyetini yitirecektir. Bu nedenlerle
harekete geçmek gerekebilir. Eğer bu tarihte hareket mümkün olmazsa, Milli
Güvenlik Kurulu toplantısında, zaman kazanmak bakımından Yavuz beyin bu iki
ihtimale karşı direnmesi ve geciktirici bir rol oynaması devrim ve devrimcilerin
selâmeti için arzu edilen bir hareket tarzıdır.
Not: İstanbul, Şubatın ilk haftasında hazır olacak.
İKİNCİ DOKÜMAN
28.1.1971 günü (Yüksek Komuta Konseyi toplantısının ertesi günü), Faruk paşa
Kara K.K’lığı Kurmay Başkanını ve Daire Başkanlarını toplamış ve memleketin
içinde bulunduğu durum hakkmda mütalâalarını sormuştur. Genellikle "Yahya
Han" usulü idare tarzları ileri sürülmüştür. Paşa, bilâhare kendi görüşlerini de
aşağıdaki şekilde açıklamıştır;
«Bütçenin kabulünden önce hükümetin düşürülmesinin sakıncaları herkes
tarafından bilinmektedir. Bu sebeple Şubat sonunda toplanacak olan Milli
Güvenlik Kurulunda açıklayacağım şu hal tarzlarından birinin tahakkuku için
teşebbüs yapılamaz. Ancak bütçenin kabulünden sonra Milli Güvenlik Kurulu
olağanüstü bir toplantıya çağrılarak, biz askerlerin bugünkü hükümetin
memleketin malûm durumuna bir çare bulunacağına inanmadığımız ve Milli
Güvenlik Kurulu üyeleri olarak sonuçtan doğacak sorumluluğa iştirak
edemeyeceğimiz bildirilir. Başbakan ve Hükümet üyeleri bu bildiri karşısında
kendilerinin aksi kanaatte olduklarını, bir çare bulabileceklerini söylerlerse, bize
şapkamızı alıp eve gitmek düşer.»
Bu sırada Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı (Korgeneral Hayati Savaşçı, emekli
olunca AP’ye girmiş ve milletvekili olmuştur.) «Olur mu Paşam, bu durumda
Silâhlı Kuvvetler tam bir birlik ve beraberlik içinde duruma hakim olmalı ve
memleketi yönetmelidir» 'demiştir. Faruk Paşa devamla, «Ya da Hükümet istifa
eder. Bu takdirde Parti Başkanları, Üniversite sorumluları, Türk-İş gibi baskı
guruplarının temsilcileri toplanır, aranızda anlaşın, memleketi iyiye götürecek
yolu bulun denir. Tabii bunu yapamazlar ve isteğimizi kabul etmezler. Bu
takdirde müdahale edilir. Bir Kurucu Meclis teşkil edilir, bir Başbakan bulunur
ve bir Hükümet kurulur. Gerçekleştirilmek istenen ilkeler Hükümet ve Meclise
verilir ve bu suretle memleket iyi bir istikamete sokulur. (Konuşulanlar ve
konuşma tarzı: Cumhurbaşkanının yerinde kalacağı, askerlerin bizzat yönetime
karışma-yıp şimdiki makamlarında kalarak, yeni hükümet ve meclise bir baskı ve
destek unsuru teşkil edeceği intibaını kuvvetle vermektir).
Paşa, aşağıdaki tarzda konuşmasına devam etmiştir;
«Şimdi durum bu son şekle gitmeyi gerektirirse nasıl yapacağız? Başbakan kim
olacak? Meclis ve Hükümete verilecek direktife esas teşkil edecek ilkeler neler
olabilir?. İşte bu hususlarda hazırlık yapmak lâzım. Resmi işleri daha az olduğu
için Gelil Gürkan Paşa ile İhsan Över Paşa bu konularda bir iki sahifelik bir
hazırlık yapsınlar. Gene hep beraber toplanıp müzakere eder, bir sonuca varırız.
Bu konuyu Ordu Komutanları ile de müzakere edeceğim».
Bundan sonra, hazır bulunan Generallerin fikirleri sorulmuş ve genellikle Faruk
Paşanın teklifi istikametinde cevaplar alınmıştır. Çelil Paşa inancma aykırı
düşen bu teklife olumlu veya olumsuz bir cevap vermemiş, sadece Sayın
Cumhurbaşkanının bu husustaki tutumunu sormakla yetinmiştir. Bu soruya
cevaben Faruk Paşa; «Cumhurbaşkanınm İnönü ile başı-
nın dertte olduğundan yakındığını, İnönü’nün Cumhurbaşkanını Hükümeti
tutmakla itham ettiğini, Cumhurbaşkanının ise bunu kabul etmediğini, her gün
basında kendini tenkit eden yazılan okudukça bunaldığını, mahviyetkârlığım ve
biz askerlere karşı tevazu-unu bozmadığını ve fakat kararında kuvvetin
bulunduğu tarafa yöneltilebileceğini unutmamalı» demiştir.
Yorum:
1. Faruk Paşanın verdiği hazırlık direktifi Batur paşanın verdiği hazırlık
direktifine paralel değildir. (Düşünülen harekâtın zamanı, yapısı, şekli ve
ideolojisi bakımından).
2. Batur Paşa örgütümüzün fikriyat ve fiiliyatını tam olarak bilmekte, belki
teferruata ait bazı hususlar hariç esasta mutabık olduğunu söylemekte ve kendini
örgütün içinde ifade etmekte olduğu halde, Faruk paşanın adı geçen toplantıdaki
hal tarzı, örgütün hal tarzına intibak, etmemektedir.
3. Bu sebeplerle Batur Paşaya arz edilmiş bulunan dosya, henüz Faruk Paşaya
arzedilemez. Çünkü direktif verdiği hazırlıklar değişik istikamette gözükmektedir.
4. Faruk Paşanın bu toplantısında Cumhurbaşkanına yakınlığı bilinen bazı
Generaller de mevcuttu. Temkinliliği ile tanınan Faruk Paşanın böyle bir
toplantı tertiplemesi ve bu tarzda bir konuşma yapması, bizim örgütle ve dolayısı
ile Batur Paşa ile aynı paralelde olan esas görüşüne bir paravana teşkili
maksadına da matuf olabilir. Bu ihtimali işlemek amacı ile Çelil Paşa, mahrem
kaydı ile Faruk Paşa ile yalnız bir görüşme yapacak ve örgütümüzün hakiki
görüşünü belirterek bu görüşe sahip olan kendisinden diğer Daire Başkanlarınm
da bulunacağı toplantıda sorusormamasını istirham edecektir. Şayet Faruk
Paşanın hakiki niyeti bizimki ile aynı ise, mevcut dosya kendisine tümü ile
verilecek ve görüşleri alınarak teferruata ait konularda müzakere ve tashihler
mümkün olabilecektir.
30.1.1971
Yazann notu : Dikkat ederseniz bu bölümde mümkün olduğu kadar fazla isim
kullanmamağa özen gösterdim. Sebebine gelince; hazırlıklar içinde bulunan
genç subaylar vatan sevgisi ile dolu insanlardı. Bu subaylardan bir kısmı 12
Marttan sonra «kendi anlayışları doğrultusunda hizmet ettiklerinden» gadre
uğradılar, hareketin hemen akabinde veya sonrasında emekli oldular. Bugün sivil
hayatta yeteneklerini ispat etmiş durumdalar, aile sorumlulukları var, isimlerinin
afişe edilmesi; yanlış anlayış ve değerlendirmelerle kendilerini yeniden zor
duruma düşürebilir. Bunlardan diğer bölümü ise 12 Mart’tan sonra rütbeleri çok
yükselerek yıllarca Silâhlı Kuvvetlerde hizmet ettiler... hâlâ görevde olanları da
var.
* * * * *
22 Ocak 1971 günü çok yüklü gündemli bir Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı.
Önce Cumhurbaşkanı; bir evvelki toplantıda bizlere söylediği gibi Parti
Başkanları ve Rektörlerle yaptığı görüşmeleri Kurula anlattı ve sonra Bakanlara
söz verdi. Bakanların hepsi hazırlıklı gelmişler... önlerinde yazılı metinler vardı.
Şimdi bu toplantıdan sonra bize verilen özel notları aynen aşağıda veriyorum...
Siyasi parti liderleri ile yapılan görüşmelerde üzerinde durulan konuların bir
bölümü şunlardı;
— Anarşik hareketler
— Sınıf mücadelesi
Durum böyle olduğuna göre, size göre iç, dış, siyasi, iktisadi, sosyal tedbirler ne
olabilir?
F. BOZBEYLİ (6.1.1971) :
— Sizin bitaraf olduğunuzu biliyoruz.
— Tedbirler tam alınırsa hükümet zalim, alınmazsa zayıf denir.
— Hükümetle aranızda ve aramızda buhran üzerinde teşhis farkı vardır.
— Sizin ve Genelkurmay Başkanmm mesajları ile Başbakan arasında görüş
farkı vardır, halk bundan tedirgin olmuştur.
— Başbakanın müesseselerden şikayeti vardır bunda haksızdır. Suçu Anayasa
Mahkemesi,Yargıtay, Üniversiteye atmakla bunları kendine düşman ediyor,
randevu ve konuşmaları red-ediyor, hep gensoru konuşulursa meclis çalışamaz,
ama hükümet sorulara cevap vermediği için bu yola gidiliyor, Hükümet
istemediği için İç Tüzük çıkarılamıyor.
- Durumu ben de vahim görüyorum.Dış politika ve ortak pazarda müşterekim
fakat hükümet yeterli açıklamayı yapmıyor. Partileri toplamamak onları hiçe
saymak demektir. Çıkarılan hiçbir kanun tatbik edilemiyor, direnen kazanıyor,
işte personel kanunu. Başbakan itimadı kaybetmiştir.
T. FEYZİOĞLU (7.1.1971)
F. ÖZDİLEK:
Orhan Oğuz :
— Uzun yıllar tartışılıp bir esasa bağlanmayan ve yapılması zaruri olan reform
çalışmalarına 1969’ da Üniversitelerle müştereken çalışmaya başladık.
Bu sebeple ortak bir yol bulma yoluna gitmeye çalıştık. Maalesef özerk
üniversitelerin tutumu dolayısı ile bir neticeye varamadık. Mayıs 1970’de
Müşterek Tasarıyı Üniversitelere bir daha tetkik için gönderdik. Ancak Aralık
1970’de cevaplar geldi. Gelen cevaplardan anlaşıldı ki, özerk üniversiteler dahi
ayrı ayrı görüşlerde. Üniversitelerarası bir kurul teşkil edip meseleyi bir daha
incelettik. Cevap: Üniversitelerarası toplu bir görüş bildır-
meğe yetkimiz yoktur, siz yapın dediler. Böylece biz Bakanlıkta bir tasarı
hazırladık, Kamuoyuna da açıkladık. Gene de büyük reaksiyonla karşılaştık.
İki fikir :
Mesut Erez:
Haldun Menteşoğlu:
Türk Ceza Kanunu’nda bugün işlenen bazı suçlar için müeyyide yoktur.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik sorunları ele alınmadan ve çözüm yoluna
gidilmedikçe alınacak yeni tedbirlerin faydası yoktur deniliyor. Bu fikir yanlıştır.
Ancak aşırı sol, stratejisinde silah kullanma devrine girmiştir. Bu ideolojik bir
meseledir. Üniversite civarmda adli polis bulundurulacak; mesele ile ilgili
değildir. Adli polis vakadan sonra iş görür.
İ. Sabri Çağlayangil:
Tabii bu ilkel bir kanundu ve 1946’da kaldırıldı. Bugün hürriyet ile anarşiyi
karıştırıyoruz ve kayıplar veriyoruz. Deniliyor ki, esas sebep hükümetin zaafıdır,
çekilmelidir. Bu yalnız bizim hükümetimiz için değil, bundan sonraki
hükümetleri de zayıf ve itibarsız düşürmek için tutulmuş bir yoldur.
Cumhurbaşkanı hükümeti tutuyormuş, Cumhurbaşkanı Hükümetle mücadele
halinde olacak değil ya.
1) Cumhurbaşkanı
2) Hükümet
3) Silahlı Kuvvetler
Seyfi Öztürk:
DİSK’in arkasına CHP’nin aşın sol kanadı geçmiştir. Şimdi Türk-İş’e de çengel
atılmış ve siyasi eylemli harekete geçmesi tavsiye edilmiş, fakat muvaffak
olamamıştır.
Muhalefet liderleri de fikirlerde iştirak halinde değil; meselâ diyorlar ki, Adliye,
Anayasa Mahkemesi v.s. organlar iktidara gücendiği için cephe almaktadırlar. Ve
kanunları tatbik etmiyormuş, bu fikir doğru olamaz.
Org. M. Tağmaç :
Memleket buhranlı bir durum içindedir, hızla işba derecesine gelmektedir. Milli
Eğitim Bakanı’m üzüntü ile dinledim. Memleketin yegane meselesi Üniversite
değildir. Bütün gençlik, (TÖS) öğretmenlerin ideolojik teşkilâta üye olmaları,
gençlik ideolojik tesirlerle zedelenerek yetişmektedir ve daha endişe vericidir.
İdarecilerin de Sendikası vardır, bunların (Valiler v.s.) toplanması ve hükümet
aleyhinde beyanat vermesi de düşündürücüdür. Memleket ortamı çok karanlıktır.
Tedbirler hakkında tavsiyemiz olamaz. Yetki yasama orga-nmındır, buna politik
olarak müdahale edemeyiz. Sağ ve sol teşkilatlıdır. Sol, bilhassa çok
teşkilatlanmıştır.
İhtilaller bir veya iki şehirde olur. Bu şehirler bu durum içine düşmüştür.
Başbakan :
NE YAPMAMIZ LÂZIM?
Türkiye’de büyük bir ekonomik değişme vukua geliyor, bu bazı kişileri rahatsız
ediyor, kasten bazı istihlak maddeleri fiyatlarının yükselmesi öngörüldü, ama biz
ithalatçının elinden 4 milyon lirayı alıp köylüye verdik. Vergi zayiatını önleyici
tedbirler aldık, tabii gaynmemnunlar yarattık, ama attığımız adım doğrudur. A.P.
olarak, hükümet olarak aleyhimizdedir, ama milletin lehinedir, şayet
devalüasyon yapmasaydık bugün Türkiye’ de hayat pahalılığı daha artardı. Her
sene % 4 - 5 fiyat yükselmesi Türkiye’de göze alınmalıdır. Bu da her 12 senede
bir devalüasyonu zaruri kılmaktadır. Bu sene dışardaki işçiden 350 milyon dolar
geleceği tahmin edilmektedir.
Demokratik yollardan çare arayalım. Öyle ise önce devleti tehlikeye sokan
hususlar üzerinde tedbir alalım. Yasaklama ile mesele halledilmez.
Zorla komünizmin önüne geçilmez. Ama yeni tedbir ve çareler vardır.
Ama öyle suçlar var ki, kanunî müeyyideleri yok. İşte - T.C. Ceza Kanunu tadili.
TRT çok önemli. Türkiye’de milyonların alâkadar olduğu veya küçük bir
zümreyi alâkadar eden mevzular var. TRT ele aldığı meseleler itibarı ile
tahripkâr ve tahrikçi tutumdadır.
TRT’ye bir şekil vermek lâzımdır. Hiçbir devlet radyosu hükümet ve devlet
aleyhinde yorum yapamaz.
Şöyle bir sual sorulabilir? Bunları çıkaracak kuvvetiniz var mı? Çıkarmağa
çalışacağız.
Başbakan :
Halkın büyük kısmı bizim karşımızda değildir. Bir ay sonra seçime gitsek biz bu
seçimi kazanırız. Muhal olan bir farza gidelim. Böyle bir şeyi benim aklım kabul
etmez ama, farz edin, bir askeri junta getirin koyun, ne yapacaktır?
Biz 1961 Anayasası neticesiyiz. 6 senede 4 defa halktan rey aldık. Halk cahildir,
bir şey bilmez yanlıştır. Halk çok şeyi iyi biliyor.
Cumhurbaşkanı:
Yılbaşı mesajımdan sonra ve parti liderleri ile yaptığım konuşmalar üzerinde çok
yorumlar yapıldı. Şimdi Güvenlik Kurulu’ndan bir şey bekleniyor. Tabiî bu bazı
tavsiyelerden ileri gidemez, burada bir karar almamaz.
Kabul edenler?
Org. Tağmaç :
Bazı kanuni tedbirler konuşuldu. Bir neticeye varmış değiliz. Bunun için bir
tebliğ neşretmeyelim. (Genelkurmay Başkanı, biz komutanlara eğilerek yavaşça
red oyu vermemizi istedi.)
Cumhurbaşkanı:
a. Hayır
Okundu.
Yemek masasında kısmen imzalayanlar olduğu sırada, Org. Tağmaç bir daha
okunmasını istedi. Nereye iştirak etmediğimizi Hava Kuvvetleri Komutanına
sordu. Kuvvet Komutanları da gerekli yerleri çıkardılar.
* * * * *
* * * * *
27 Ocak 1971 günü Yüksek Komuta Konseyi olarak, Memduh Paşa’nın çağırışı
ile Genelkurmayca toplandık. Genellikle bu gibi toplantılarda Memduh Paşa
görüşülecek konuyu belirtir, önce bizim fikirlerimizi sorardı ve konuşma sırası
genellikle en kıdemsizden, yani benden başlardı. Bu defa tersine bir yöntem
uyguladı ve önce kendi düşüncelerini söyledi ve dedi ki:
«Şartlar ve durum her gün kötüleşiyor... ben şöyle bir hareket tarzı
düşünüyorum;
— Bu hal tarzını, Cuma günü (29 Ocak 1971) randevu isteyip (bunu basına da
duyuracağım) Cumhurbaşkanına arz edeceğim.»
Şimdi sizleri dinlemek istiyorum, diye sırası ile bizlere söz verdi...
Faruk Paşa; «Söylediğiniz bütün hareketler Anayasa dışı bir tutum, bu nasıl
yürütülecek?»
Ben söz aldığımda şunları söyledim, «ben biraz uzun ve sizin konuşma sıranıza
göre cevap vermek istiyorum, mevzua girmeden bir meseleyi açıklamak isterim.
İki gün evvel MUCİP ATAKLI bana bir mektup gönderdi. Son Güvenlik Kurulu
toplantısı sonucu bildiriye asker kanadın katılması ve bildirinin bir asker
tarafından açıklanmasının fena karşılandığı özet olarak bildiriliyor, mümkünse
işlerin nasıl cereyan ettiği hakkında bilgi vermemi ve kendileri ayrı bir bildiri
yayınlarlarsa sonuçtan gocunmamamızı rica ediyordu. Kendisine durumu takdir
etmelerini ve sıkıntılarımızı telefonda bildirdim.
1. Böyle bir hareket zorunlu olduğu zaman iki nokta üzerinde dikkatle durmak
gerekir;
a. Türk kamuoyu
b. Dünya kamuoyu
a) Hakiki komünistler
b) Ilımlı reformistler (ki zannederim biz buna dahiliz) ,
c) Düzenin muhafazasını menfaatleri icabı isteyenler (ki bunlar da bizi kendi
emellerine hizmet için kullanmak istemektedirler).
d) Sağcılar, yobazlar, v.s.
4. Sizin hâl tarzınızda tam bir Anayasa ihlâli vardır. Biz kendi tesirimizi hiç
belli etmeyeceksek ve sistemi alenen desteklemezsek bu iş nasıl yürüyecek?
Sonra yolların hepsini denemeden niçin direkt Anayasa ihlâline kendimizi ve
meclisi zorlayalım?
Memduh Paşa bana verdiği cevapta... «İyi anlatılırsa, fikri çok destekleyecek kişi
ve ekseriyet bulunur. Fransa nasıl Clemenceau’yu buldu?... biz de buluruz...»
Org. Batur: Ben buna iştirak etmiyorum, çok iyimser düşünüyorsunuz. Siz
Kontenjan Senatörü olsanız bu teklifi kabul eder miydiniz?
Org. Batur: Bir kasaba avukatı karşımıza geçiyor, bir mühendis sözü alıyor, anlar
geçiniyor ve saatlerce konuşuyor ve memleketi idare ettiğini iddia ediyor da biz
niçin yapamayalım. Gayesiz ve plansız hareket olmaz, eğer reformlara
inanmıyorsak ve anarşi düzeltilmesi ile herkesi susturmak istiyorsak bu
diktatörlük veya faşist idare olur.
Bu sebeple programın ilânından hemen sonra hemen tayinli sivil bir hükümet,
yarısı tayinli yarısı seçimli bir Kurucu Meclis teşkili ve bu organlar vasıtasıyle
nisbeten demokratik bir yolla gerekli reform ve kanunları bizim gösterdiğimiz
yolda yaptırmak uygundur. Bundan sonra, zaman tayin etmiyorum, ne zaman
durum elverirse yeni kanunla seçime gidilir.
Toplantı bittikten sonra Faruk paşa ve Eyiceoğlu amiralle bir araya gelerek
konuştuk. Tağmaç paşanın düşünceleri ile uyum halinde değildik. Genel Sekreter
General Cihat Alpan’a durumu anlatalım, Cumhurbaşkanına gidip anlatsın,
istiyorsa biz de Cumhurbaşkanıile görüşebiliriz kararına vardık, ama bu
düşünceyi uygulayamadık.
* * * * *
* * * * *
2nci Soru: Durumu, dünyanın her yerinde böyle haller olabilir, ilgililer, yani
Hükümet ve Meclisler duruma hal çaresi bulabilir şeklinde mi, yoksa
bulamayacak şeklinde mi değerlendiriyorsunuz?
4ncü Soru: Varsayımla diyelim ki bir müdahale yapıldı. Katılır mısınız, katılmaz
mısınız?
* * * * *
Memduh Paşa oldukça uzun ve sinirli bir konuşma yaparak özetle, «Silâhlı
Kuvvetler olarak günlük politikanın dışında kalacağız. Anarşik olaylar, anarşik
uçlar ve bilhassa aşırı sol mihraklar tarafından kasten çıkarılmaktadır. Vaziyet
çok vahim değildir. Meselelerin halledilmesi için gereken çareleri bölünmeden
bulacağız. Komutanlarınıza kayıtsız şartsız güvenin. Milli Güvenlik Kurulu’nda
görüşlerimizi açıklıyoruz. Karar vermekte gecikmeyeceğiz, tedbirliyiz, ne
yapacaksak biz yapacağız» dedi.
* * * * *
Bir saatten az süren bu toplantıya sayın devlet adamlarımızdan (!) bazıları ile
çok ciddi şakacı yazarlarımız «Pastalı - çaylı» toplantı adını taktılar nedense.
Halbuki kendi özellikle çok ikramı sever yaradılışta olan emir subayımca ikram
edilmiş olsa bile kimsede pasta yiyecek hal yoktu, zaten biraz sonra
Genelkurmay Başkanı’nın vereceği yemeğe gidecektik.
«9 Mart» ne idi, ne değildi? Sonraları çok konuşuldu, çok yazıldı... «bir darbe
girişimi toplantısıydı», «bir darbe girişiminin durdurulduğu toplantıydı» denildi.
Her olayda ve her konuda siz veya karşınızdaki insan düşüncelerinin bir kısmını
gizliyorsa, doğru tanımlama yapmak çok zorlaşır. Bu sebeple «9 Mart’ın» ne
olduğunu kısaca özetlemek gerekirse... eğer alttan bir hareket komutanlara
rağmen yapılmak istense idi, yapılırdı. Başarılı mı, yoksa başarısız mı?., onu
olaylar gösterirdi.
KARA KUVVETLERİ
1. Org. ZEKİ İLTER
2. Org. SEMİH SANCAR
3. Org. EŞREF AKINCI
4. Org. FAİK TÜRÜN
5. Org. KEMALETTİN EKEN
6. Org. HAMZA GÜRGÜÇ
7. Korg. HAMZA GÜRALP
8. Korg. KEMAL TARHAN
9. Korg. H. DOĞAN ÖZGÖÇMEN
10. Korg. N. KEMAL ERSUN
11. Korg. FEHMİ BAŞER
12. Korg. HAYATİ SAVAŞÇI
13. Korg. MUZAFFER HEPER
14. Korg. TURGUT SUNALP
15. Korg. ZEKİ ERBAY
16. Korg. ALİ FETHİ ESENER
17. Korg. ATIF ERÇIKAN
18. Korg. HAYRİ YALÇINER
19. Korg. KENAN EVREN
DENİZ KUVVETLERİ
1. Oramiral KEMAL KAYACAN
3. Koramiral BÜLENT ULUSU
4. Koramiral NECMETTİN SÖNMEZ
HAVA KUVVETLERİ
1. Korg. NAHİT ÖZGÜR
2. Korg. REMZİ YELMAN
3. Korg. AHMET DURAL
4. Korg. MEHMET EZİLER
5. Korg. İRFAN ÖZAYDINLI
Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç yaptığı açış konuşmasında, «Bugüne gelişin
sebepleri ve politika üzerinde durulmayacak, ORTAM Nedir? ve NE
YAPILMASI LÂZIMDIR? sorularına cevap istendiğini belirtti.
Değinmek istediğim diğer bir konu; devleti yöneten bir saym siyasimizin, bizim
dönemimizde söyleyip söylemediğini bilmediğim, ama basında ve kitaplarda yer
alan bir sözü var... Bu siyasimiz Memduh Paşa’nm bir sözü üzerine «altına
hâkim olamayan Kumandan olamaz» demiş. Çok doğru bir teşhis, ama tek
yönlü, «altına hâkim olamayanın Türkiye’ye hiç hâkim olamayacağını» acaba
sonradan öğrendi mi?
1. Korgeneral ....;
* Bugün bir ihtilâl ortamı her şeye rağmen vardır. Devletin bütün müesseseleri,
iktidardan şikâyetçidir. Hükümet, bütün organları hasım olarak karşıya almıştır.
Bir şey yapılması lâzımdır. Bu nedir?... Sosyal ve ekonomik reformlar
yapılmalıdır. Gençliği ve milleti Kemalizm etrafında toplamak lâzımdır.
2. Korgeneral ....;
* Ortam kâfi derecede dile getirildi. Siviller hep, kurtuluş ümidinin Silâhlı
Kuvvetler’de olduğunu söylerler.
* Ortamı yaratan çıbanın başı Anayasa’da... sağ ve sola açık kapı ve hâkimler
diktatoryası,
3. Korgeneral ....;
4. Korgeneral ....;
Korgeneral ....;
Hangi şartlar tahakkuk ettiği zaman müdahale edilmelidir? Bu bir görüş ve karar
meslesidir.
* Aşikâr bir geri kalmışlık var, bunun da bir hırçınlığı var. Bu hırçınlık bir
sorumsuzluk meydana getirmiştir. Herkeste kendine ve büyüğüne güven
kalmamıştır. Karşılıklı düşmanlıklar belirmiştir. Dışarıdan ve içeriden
körüklenmeler vardır. İdare ve yargı, gününden ve yarınından emin değildir.
* Tekliflerim şunlardır:
7. Korgeneral ....;
* Önce Anayasal demokratik rejimin devamı için koalisyon, yeni seçim gibi
hal tarzları üzerinde durulmalı.
8. Korgeneral ....;
* Anayasa değiştirilmeli,
9. Korgeneral ....;
* Türkiye’de sağ yoktur. Sol ve gericilik vardır. Sol’u sağ’la karşılamak hiçbir
yerde iyi netice vermemiştir. Sol ve sağ karşıya alınmalıdır.
* Er, assubay ve yedek subaylar, genç muvazzaf subaylar yeni cereyanlara tabi
olarak geliyorlar. Bu sebeple Silâhlı Kuvvetler’de fikir ayrılıkları tabiidir.
* Komuta zincirine tabi kılalım, bir iyi niyet ve duadan ibarettir. Silâhlı
Kuvvetleri tutulmakta olduğu hastalıktan kurtarmanın zamanı henüz geçmiş
değildir. Ben tehlikeyi büyük görmediğim için burada belirtilen idareye el
koyma hareket tarzına katılmıyorum. Durum ümitsiz değildir.
* Fransa gibi, idare sistemini değiştirecek uzun vadeli bir tedbirin bugün
faydası yoktur.
1. Amiral ... :
— Bugün Ordudaki genç kuşak bir kaynaşma içindedir, fakat şimdilik eyleme
geçecek durumda değildir.
2. Amiral ... :
* Bugün toplum bir bölünme içindedir. Birkaç sene sonra durum daha da
vahim olacaktır.
3. Amiral ... :
* Bu ortam devam ederse biz bölünürüz. Sistem otursun diye biz hep
kendimizi feda ettik. Karşı taraf tek fedakârlık yapmadı.
4. Amiral ... :
Bir karar safhasına gelinmiştir. Bıı karan da Komuta Katı verir. Silâhlı
Kuvvetler’in bölünmemesi, aşın görevlere yönelmemesi sayanı arzudur.
* Memlekette bir istikrar mevcut olduğunu ifade etmek çok zor. Gençler
arasında fikirlerde, iki aşırıya ayrılış vardır. Bunların önlenmesi yerine
(önlemekiçin kanunlar müsaittir) çatıştırılması tercih edilmiştir.
* Artık Komutanlar bir şey yapamıyor, biz yapalım fikri işlenmektedir. Bu hal
meydana gelirse memleketin durumu vahim olur.
* Bu sebeplerle; duruma emri komuta zinciri içinde el konulması lâzımdır.
* * * * *
Bu konuşmalarda bir nokta daha dikkatimi çekti... müdahale konusuna bir şey
demiyorum, o bize ait bir karar, ama İKAZ sözünü bir türlü anlayamıyordum,
çünkü kelime sanki çok rahat ve kolay yapılacak bir şeymiş gibi telaffuz
ediliyordu, ama bana göre yerine getirilmesi usul bakımından Müdahale’den
daha zordu.
* * * * *
Faruk Paşa ve ben, kendisine cevap vererek... “evet, tansiyon çok yüksek,
birtakım hazırlıklar olduğunu sezinledik ve emir vererek durdurduk» dedik. Ben
ayrıca şu ilâveyi yaptım... «içinde yaşadığımız durumun sebebi politikacıların
hatası kadar, bizim ataletimizden doğmaktadır. Şimdiye kadar hep bizim bir
şeyler yapmamız beklendi, halbuki ne bir gaye ve ne de bir planımız var.»
* * * * *
Gece saat 21.30’da Faruk Paşa, yanında Garnizon Komutanı Korgeneral Zeki
Erbay olduğu halde eve geldi. Ankara’daki kara birliklerinde tansiyonun çok
yüksek olduğunu söylediler ve Başbakanı eve çağırarak istifa ettirelim dediler,
gene karşı çıktım ve «bana göre Başbakan, bütün liderler ve Parlamento aynı, bir
tarafı karşıya almak lüzumu yok» dedim.
Memduh Paşa’nm içine kapanık bir kişiliğe sahip olduğunu söylemiştim. Meselâ
o gece çeşitli ihtimaller tartışılırken, kendisi Cumhurbaşkanı ile ne görüştüğünü
bize söylemekten kaçındı, her zaman da böyle hareket ederdi, yaptığı
temaslardan bizleri haberdar etmez, haberimiz olsa da konuyu bize açıklamaz,
ama hep bizim düşüncelerimizi öğrenmek isteyen bir yol izlerdi. Evet, o geceki
tartışmalarda da kendisi sık sık fikir değiştirdi, sonunda hazırlanacak olan
bildiriyi yarın imzalayacağını söyledi.
* * * * *
Bilgilerinize.
* * * * *
Muhtıra verilmiş, Hükümet istifa ettirilmiş, yeni bir dönem açılmağa çalışılmıştı,
ama bundan sonraki gidiş ve sonuç ne olacaktı? Acaba gerçekten muhtıranın
istekleri yeni bir taraftan otorite buhranı ve anarşi yok edilirken, Atatürkçü
çizgide yapılacak reformlarla düzen iyileşecek miydi, yoksa yalnızca yasa
değişiklikleri ve otoriter bir yöntemle anarşi kontrola alınıp durdurulmakla mı
yetinilecekti? Bunu tabii zaman gösterecekti, ama Muhtırayı imzalamadan önce
de ve hemen sonrasında da işlerin benim ve Faruk Paşa’nın istediği yönde
gelişmeyeceği kuşkusunu taşıdığımı itiraf etmek isterim. Nedenine gelince,
Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı yerlerindeydiler ve de her zaman iyi
anlaşıyorlardı, bunlardan birincisi statükocu ve güçlüden yana, İkincisi ise
Anayasa ve özgürlüklerin bize uymadığı inancını değişmez bir şekilde
benimsemiş kişiliklere sahiptiler. Siyasi parti ve Meclisler de aynen varlıklarını
ve kendilerine özgü düşüncelerini muhafaza ediyorlardı. O halde bizim
mücadele gücümüz ve kendi görüşlerimiz doğrultusunda başarı ihtimalimiz var
mı idi? veya bu gücü ne derece kullanabilecektik? bunları olayların gidişi içinde
göreceğiz.
12 MART DÖNEMİ
Muhtıra, değişik kesimlerde olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler yarattı. İstifa eden
Başbakan’dan sonra CHP Genel Başkanı İnönü de muhtıranın karşısında cephe
aldı. MİT Başkanı General Fuat Doğu’nun kendisi ile görüşmesinden sonra fikir
değiştirdi. Sol kesim ümitli, fakat ihtiyatlı bir yaklaşım içindeydi. Bir bölüm
ilerici ise Muhtırayı yetersiz bulmuştu. Silâhlı Kuvvetler’de genel bir
memnuniyet ve bekleyiş havası vardı.
GENERAL VE AMİRALLER
KARA KUVVETLERİ
1. Tümg. ŞÜKRÜ KÖSEOĞLU, Genelkurmay Merkez Daire Başkanı
2. Tümg. CELİL GÜRKAN, Kara K. K. Plan ve Prensipler Başkanı
3. Tuğg. ALİ AKAR, Milli Savunma Bakanlığı Teftiş D. Başkanı
KARA KUVVETLERİNE MENSUP SUBAYLAR
1. Kur. Alb — BAHATTİN TANER
2. Kur. Alb. — NEDİM ARAT
3. P. Alb — ÖMER ŞANLI
4. P. Alb. — KADRİ TANDO&AN
5. Tnk. Alb. — CAVİT BAYAR
6. Tnk. Alb. — KADİR OK
7. Top. Püot Alb. — HİDAYET ILGAR
8. Mu. Alb. — MUAMMER NAMNIL
Ertesi gün tekrar toplandığımızda Memduh Paşa, kendi genel sekreteri
Tuğgeneral Tuğcu’yu emekli edeceğini söyledi ve bana dönerek... dördü
Kurmay, biri sınıf subayı olan 5 Hava subayının ismini verip, bunları derhal
emekli etmemi istedi. «Niçin?» diye sordum. «Bunlar ihtilâl dosyası
hazırlamışlar» dedi. «Ben bu hazırlıkları biliyordum, Faruk Paşa da biliyordu,
sizin de Korg. Erçıkan vasıtası ile bilmeniz gerekir» dedim. Faruk Paşa... «ben
bilmiyorum» diye cevap verdi... «Aman Faruk Paşa, nasıl bilmezsiniz?»
dememüzerine tekrar «bilmiyorum, haberim yok» cevabını verdi.
Ben Memduh Paşa’ya... «bu Albayları emekli edemem, hem çok yetenekli
subaylardır, hem de siz bunların rütbelerine bakmayın, hava kurmay kıdemleri
ile Albay olmuşlar, fakat henüz emeklilik hakları yok» dedim. Konuyu, bu
Albayları Ankara dışına atama ile kapattık. Sonradan öğrendiğime göre, olayın
ortaya çıkış şekli şöyle cereyan etmiş... Muhtırada bir 3 üncü madde var... tabii
bu maddenin işletilmesi ihtimali de var, fakat Genelkurmay’da buna ait hiçbir
hazırlık yok. Kuvvetlerden temsilci isteyelim, komisyonlar kurulsun, hazırlıklar
yapılsın emri verilmiş. Komisyonların başına Korg. Atıf Erçıkan ve Anayasa
Komisyonu başına da Tümg. Rüştü Naipoğlu getirilmiş. Hava Kuvvetlerinden
toplantıya gidecek Albayların kıdemlisine... «toplantıda düşüncelerinizi
söyleyin, fakat ortaya dosya çıkarmayın» talimatını vermiştim.
Eğer bir veya birkaç toplantıda bir araya gelip Türkiye’nin içinde bulunduğu
durumu görüşmüş, düşüncelerimizi dile getirmiş, çözüm yollan aramışsak, buna
hemen “Cunta oluştu” mu demek lâzım? Eğer cevap evet ise o gün de, bugün de
Türkiye’de binlerce cunta vardı ve var demek gerekir. Bir Kuvvet Komutanının,
hayatta hiç tanımadığı, görmediği, konuşmadığı ve konuşma ihtiyacını da
duymadığı (kimseyi küçümsemek için söylemiyorum) kimselerle bir cunta
içinde bulunmasına ne gerek var? Bir ihtilâl veya müdahale yapılacaksa bir
Komutanın kendi gücü yetmez mi? Eğer etrafına insan toplayarak güçlenmek
istiyorsa o Komutan zaten zayıf demektir. Ve eğer bir Komutanın düşünceleri,
Güvenlik Kurulu’nda ve başka yerlerde yaptığı konuşmalar biliniyor ve ast’lar
bu düşünceleri paylaşıyorlarsa veya Komutan ast’larının doğru gördüğü
düşüncelerini kabul ediyorsa bu hatalı bir tutum mudur?
12 Mart olayında, iyi niyetli olduklarından asla şüphe etmediğim bazı general ve
subaylarımız da bu yanlış değerlendirmelerin içine düşmüşlerdir zannediyorum.
En başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere bizlerin hatası yok mu?... elbette
vardır. Ast kademelerdekilerin faaliyetleri hakkında çeşitli kanallardan aldığı
haberlerle, Genelkurmay Başkanı içimizde en fazla bilgiye sahip olandı... ismen
tek tek kimin ne yaptığını biliyordu. Örneğin... Tümg. Celil Gürkan’ın, daha
İzmit’te Kolordu Komutan Vekili iken yaptığı temasları biliyor ve kendisini
takip ettiriyordu ve bu durumu bizlere söylemişti. O halde önleyici ve zecri
önlemleri zamanmda almamıştı?... Bu durum, Silâhlı Kuvvetler’de eskiden beri
var olan bir hastalıktı. Nitekim önceki dönemlerde de zamanında askerlik
disiplinine yakışır önlemler alınsaydı 22 Şubat ve 21 Mayıs olayları patlak
vermezdi.
* * * * *
«Buna inanmak mümkün değildir. Şayet bu doğru ise «Niçin muhtıra verdiniz?»
diye sorarlar. Muhtırada nasıl bir Hükümet istendiği, bunun ne yapacağı
yazılmıştır. Muhtıranın taleplerinin hükümete, onun programına ve icraatına
aksedip etmemesi şayet muhtırayı verenleri alâkadar etmiyorsa kimi alâkadar
edecekti? Ayrıca muhtıranın müeyyidesi de vardır. İlk iki maddede söylenenler
yapılmazsa Silâhlı Kuvvetler’in idareyi üzerine alacağı hususu üçüncü maddeyi
teşkil eder. Bu itibarla da biz muhtırayı verdik, sonrası ile alâkadar olmadık
demek bir anlam taşımaz.»
«Tarih tekerrür etmez» derler, eder de etmez de, yalnız tarihten ve yapılan
hatalardan ders alınır. İşte bizim 12 Mart’taki hatamızı gören 12 Eylül’ ün
Komutanları, aynı hatayı tekrarlamadılar ve ne garip tesadüf (!) o tarihte gene
Başbakan olan Sayın Demlrel’i ve bütün parlamenterleri evlerine göndererek,
sorumluluğu tam ve bölünmez şekilde üzerlerine aldılar ve sonradan yapılacak
polemikleri önlediler.
ÇOK GİZLİ
T.C.
T. S. K.
DEVRİM KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI KARARGÂHI
HRK. İSTİH : 1401 -1 - 71 Dev. Hrk.
23 MART 1971 KONU : MUHTIRASAL olaylar ve sonrası
Sayın Muhsin Batur ORGENERAL Hv. K. K. .
ANKARA
Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, özellikle alt kademelerindeki devrimci güçleri
bünyesinde toplamış ve örgütlenmiş olan «DEVRİM KUVVETLERİ
KOMUTANLIĞI»nca 12 Mart 1971 tarihli muhtıradan önceki ve sonraki olaylar
dikkatle izlenmiş ve aşağıda belirtilen hususların, Genelkurmay Başkanlığına ve
Kuvvet Komutanlıklarına arz edilmesinde memleketin menfaatleri açısından
zorunluluk olduğu kanısına varılmıştır.
1. Komutanlığımızca, muhtırasal hükümetin devrimci uygulamalara
girişebilmesine mevcut sosyo-ekonomik ve politik koşulların elverişli olmadığı
bir gerçek olarak kabul edilmesine rağmen Atatürkçü istikamette yürütüleceği
belirtilen çabalarm bir süre izlenmesi uygun görülmüştür.
2. Atatürkçü istikamette yürütülecek hükümet uygulamalarından sapmalar
tesbit edilmesi halinde, şimdiye kadar tahditli olarak desteklenmiş olan devrimci
eylemin, yeraltma kaydırılarak Devrim Kuvvetleri Komutanlığının yetki ve
sorumluluğunda organize edilip yürütülmesi karar altına alınmıştır.
3. 12 Mart 1971 tarihli muhtıranın 3 üncü maddesinin uygulanması halinde,
önceden tespit edildiği ve bilindiği üzere yasama ve yürütme yetkilerine sahip
«DEVRİM KONSEYİ»nin tüm devrimci kesimleri kapsayacak şekilde kurulması
sağlanmalıdır.
4. Yukarıda belirtilen konularda sapmaların belirmesi halinde, Türk Silâhlı
Kuvvetleri bünyesinde meydana gelebilecek bölünme ve silâhlı çatışmaların tüm
sorumluluğu, Silâhlı Kuvvetler Komuta kademesine ait olacaktır.
Arz olunur.
Dev. K. K.
* * * * *
Ben, Sayın Erim’i, 1967 yılında Cumhurbaşkanı ile Amerika’ya yaptığımız 10
günlük resmi ziyaret esnasında tanımıştım. Cumhurbaşkanı’na refakat eden
heyette o parlamenter, ben ise askeri müşavir olarak bulunuyorduk. Fiziği,
kültürü, hafıza gücü ve ciddi konuşmaları ile bende olumlu izlenim bırakmıştı.
Tabii yöneticilik yeteneğini bilmiyordum, ama onu da görecektik ve ben genelde
kendisinden ümitliydim.
Göreve atandıktan sonra diğer Komutanlar gibi ben de kendisini ziyaret ederek
başarı dileklerimi bildirdim. Başbakanlık’tan çıkarken basın mensupları etrafımı
çevirdiler, aramızda şu konuşmalar geçti...
Batur: Uygundur.
— Toprak reformu
— Mali reformlar
Yanında değildik ki eteğini çekelim veya Meclis’te her zaman yapıldığı gibi
kürsüye pusula gönderip durumu düzeltelim.
* * * * *
* * * * *
5 Temmuz günü Org. Tağmaç, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile bir görüşme
yaptı, ertesi gün de Faruk Paşa beni çağırarak yaptığı görüşmeyi anlattı.
İsmet İnönü kendisine özetle şunları söylemiş... «Tutucu olan iktidar (AP’yi
kastediyor), Türkiye’yi bugünkü duruma getirmiştir. Milli Güvenlik Kurulu’nda,
Hükümetin desteklenmesi yolundaki bildiriye Komutanların niçin imza
attıklarını ve kısa bir süre sonra ne sebeple Muhtıra vermek lüzumunu
duyduklarını anlayamadım. Anayasa değişiklikleri içinde yer alması istenen
üniversite idari özerkliğinin kaldırılmasına karşıyım, bu yapılırsa Üniversite
medreseye döner, maddeye kısıtlayıcı kayıt koymak sureti ile mesele
halledilebilir.»
Aynı gün Org. Tağmaç, Org. Gürler ve ben Genelkurmay’da bir araya geldik.
Memduh Paşa yaptığı konuşmada bizlere şunları söyledi... «Silâhlı
Kuvvetlerimiz şimdiye kadar hep siyasi müdahale yaptı, ancak bu defa
ekonomik sistemler üzerinde taraf tutmağa başladı. Bunu anlayamıyorum.
Üniversite özerkliğine, memurların sendika kurmalarına taraftar değilim. Şimdi
yapılacak iş, Anayasa değişikliği ile asayiş ve devlet çarkını yerli yerine
oturtmaktır. Reform, seçim kanunu gibi konular daha sonra ele alınacak
meselelerdir, bunlar da meclislere ait bir meseledir. Bu görüşlerimden
vazgeçmeyeceğim. Şimdi sizlerin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum,
görüşlerimizde ayrılık varsa ve yarın Cumhurbaşkanının yanında yapılacak
toplantıda ekalliyette kalırsam, çekilmeyi düşünüyorum.»
Sıra bana geldiğinde daha evvel hazırlamış olduğum yazılı konuşmamı yaptım
ve dedim ki;
POLİTİK KANAT
ADALET PARTİSİ:
9. Siyasi af.
CHP:
Askerî Kanat:
ŞUBAT:
MART :
12 Mart Muhtırası:
1. Sayın Başbakan ilk beyanatında önce huzur, sonra reformlar demiş, asayişin
sağlanmasıyla önce eldeki kanunlardan yararlanacağını, eğer onlar yetmezse
yeni kanunlara başvurulabileceğini söylemiştir.
2. Hükümet Programı: Programın girişinde 1961 Anayasası’ndan bir şikâyette
bulunulmamış, gerçekleştirilmesi zorunlu yapısal ve kurumsal değişkiliklere
girişilmemiş ve sorunları çözmede olayların arkasında kalındığı, temel nedenlere
inilmediği, reformların ele alınmadığı fikri yer almaktadır ve direkt bir Anayasa
değişikliği ihtiyacmdan bahsedilmemektedir.
MUHTEMEL DURUMLAR :
b — Reddedilir.
10. Son olarak bir önemli noktayı daha ifade etmek istiyorum:
Silâhlı Kuvvetleri direkt politikaya itip fikir ve eylem olarak bölmemek, Komuta
Katını yıpratmamak ve Silâhlı Kuvvetleri son güvenilecek unsur olarak
muhafaza etmek için de bizim, yani Komutanların fiiliyata ve genel prensipler
dışında teferruata girmememizin doğru ve lâzım olacağı kanaatindeyim.
Arz ederim.
* * * * *
Faruk Paşa... genellikle benim söylediğim düşüncelerin aynını, fakat çok dikkatli
seçilmiş, yumuşak kelimelerle ifade etti. Memduh Paşa bu inceliğin pek farkına
varamadı veya varmak istemedi, Faruk Paşa’yı hiç tenkit etmedi, Eyiceoğlu’nu
destekledi ve bana cevap verdi... «Kurucu Meclis katiyen faydalı olamaz, bunu
düşünmemek lâzımdır. Parlamentoya verilecek şekil sonra düşünülür. Şimdi
yapılacak iş... Üniversite, TRTözerkliklerinin kaldırılması ve diğer Anayasa
değişiklikleridir» dedi.
* Şimdi iki hal tarzı olduğu meydana çıkıyor... ya bu tasarıyı olduğu gibi
Meclis Başkanma vermek veya mutavassıt bir hal tarzı bulmak.
* * * * *
Ankara’ya döndüğüm zaman Milli Birlik Grubu üyesi Gen. Mucip Ataklı’dan 8
Temmuz tarihli el yazısı ile yazılmış 11 sayfalık uzun bir mektup aldım.
Ataklı,bu mektubunda endişe ve önerilerini bildiriyordu. Mektuptan bazı pasajlar
almakla yetineceğim...
«12 Mart Muhtırası bir zorunluluğun iyi niyetli eseri olmakla beraber amaca
ulaşmada yetersiz kalmıştır.»
«Özellikle, muhtırayı takip eden zamanda uygulamada hâkim olan tek yönlü
görüş ve asıl suçlu teşhisindeki hata, umud edilen huzur ortamını yeterince
gerçekleştirememiştir. »
«30 Haziran 1971 günü Milli Birlik Grubu olarak Gen. Fahri Özdilek
Başkanlığında beş kişilik bir heyet olarak Org. Tağmaç’ı ziyarete gittik. Biz,
kendisine bu ziyaretimizde Kuvvet Komutanları da bulunsun diye rica etmiştik,
ama herhalde kendisi istemedi. Sayın Genelkurmay Başkanını büyük bir
sorumluluğun altında ezgin, yorgun ve çare bulmada endişeli buldum. Samimi.
ve vatansever duygular içerisinde heyecanlı fakat bazı çevrelerin geniş etkisi
altında kalarak teşhis hataları içinde ve sabit kanaatlerle peşin hükümlü
olduğunu teşhis ettim.»
«Kendisine, asıl suçlunun her türlü imkâna sahip, fakat zihniyeti Anayasaya ters
düşen AP iktidarı olduğunu ve baş suçludan hesap sorulmamasının gelecek için
büyük tehlikeler yaratacağını anlatmağa çalıştık ve dedik ki, AP Genel Başkanı
grubunda ve Temsilciler Meclisi’nde... «Askerler silâhlarını bir defa duvara
dayasınlar, ondan sonra ne yapacağımızı düşünürüz. Şimdilik sükûnet içinde
bulunmalıyız.»
* * * * *
12 Ağustos günü Başbakan Erim, bana telefon ederek İnönü ile konuştuğunu,
11nci madde hariç bir anlaşmaya varmak mümkün olduğunu, artık kendisinin
Memduh Paşa ile bu konuyu bir daha görüşmeyeceğini, Cumhurbaşkanına
ulaştığı neticeyi bildirerek, Memduh Paşa’yı imale etmesini isteyeceğini söyledi.
Kendisine verdiğim cevapta... «inatlaşmakla meseleler hal edilmez... fakat
gerçek şu... sizde ve bizde birer inatçı işi uzatıyorlar» dedim.
* * * * *
Dikkat edilirse gerek Faruk Paşa’nm, gerekse benim sözlerimin içinde genelde
reddedilmekle beraber bazı fikir ayrılıklarının bulunduğunun ima edildiği
görülür, ama bunun aramızda bir bölünmeye sebep olmayacağı da
vurgulanmıştır.
* * * * *
Demirel, belki de fazla ileri gittiğini anladı, mehter takımı gibi, iki adım ileri
gittikten sonra yana bir adım atarak yeni bir demeç verdi... «Hükümetin
çekilmesi için sebep yoktur. Hükümete üye veren bir parti ortaklıktan çekilmiştir.
Bu bir güvensizlik değil, sorumluluğa katılmamaktır. O halde Hükümet vardır.
* * * * *
3 Aralık sabah saat 9.30’da Refet Erim telefonla randevu istedi. Hava Kuvvetleri
Güçlendirme Vakfı Yönetim Kurulu üyesi olduğu için Vakıfla ilgili bir konuyu
görüşmek üzere geleceğini zannediyordum.
Refet Erim geldiğinde oldukça heyecanlı idi. Bana 5 Bakanın istifa edeceğini
söyledi ve isimlerini verdi. Attilâ Karaosmanoğlu’nu telefonla aradım... bana
artık iş yapma imkânı kalmadığım ve istifalarını yazdıklarını söyledi. Kendisine
bu kararı uygun bulmadığımı ve istifa yazısından bir suret göndermesini istedim.
Öğle ajansı istifaları verdi ve benim yapabileceğim bir şey kalmadı. İstifadan
önce çoğunu sevdiğimiz ve çalışmalarını takdir ettiğimiz bakanlar sıkıntılarını
vedüşüncelerini bizlere anlatsalar belki bir hal tarzı bulunabilirdi.
* * * * *
* * * * *
Aynı gün Genelkurmay’da toplandık.'Toplantı çok sert bir hava içinde cereyan
etti. Her üç Komutan, Org. Tağmaç’a yaptığımız anket sonuçlarını açıkladık.
Kara ve Deniz Kuvvetlerinde çoğunluk ikinci hal tarzını benimsemişler. Bu
anlaşıldıktan sonra Memduh Paşa konuşmağa başladı... «Arkadaşlar... ben açık
konuşmasını severim, Komutanların tutum ve görüşleri Kuvvetlerine aksediyor.
Kara Kuvvetleri için TUTUCU ve GERİCİ deniyor. Deniz Kuvvetlerinin
gençleri içinde İLERÎCİ’ler var, Hava Kuvvetleri içinse İLERİCİ ve
REFORM’cu deniyor. Bu durum, Silâhlı Kuvvetleri bölüyor. Nitekim son defa
İzmir’de bir havacı ile bir karacı hâkim-savcı arasında geçen münakaşa bunun
tipik bir örneği. Hava Kuvvetleri Komutanı, gazeteci ve politikacılarla temasta.
Nitekim istifaları önce kendisi öğreniyor (nasıl öğrendiğimi anlatmıştım), bu
durumda nasıl birlik, beraberlik içinde çalışabiliriz?» (Rahmetli Memduh Paşa...
hem açık konuşmayı severim diyor, hem de Nihat Erim, Mesut Erez’in
tayinlerini bizden önce biliyor ve bize söylemiyor... bu nasıl açıklık?)
Kendisine kendi üslûbu ile cevap verdim... «Benim hiçbir gizli tarafım yok, her
işim açık, her düşündüğümü rahatça söylerim. Şunu ifade edeyim ki, 12 Mart’
tan sonra çok yanlış bir yol tuttuk. Bütün kamuoyu, hatta dış âlem, biz
Komutanların her işten haberimiz olduğu, her icraattan, hatta en ufak tayinlerin
bile bizlerin bilgisi içinde cereyan ettiği inancı içinde. Halbuki biz nezaket
gösterdik, Bakanların seçiminden bile haberimiz olmadı. Hazırlanan Toprak
Reformu tasarısı ve diğer tasarılar, Silâhlı Kuvvetler’in tasarıları olarak takdim
ediliyor. Karşı taraf bunun böyle olmadığını biliyor. Biz bu konulardan
anlamayız diye meşgul olmak istemiyoruz. Muhtırayı dördümüzün imzaladığı
unutuldu, bütün temasları siz yapıyorsunuz, bize de hiçbir şey söylemiyorsunuz,
dolayısıyla olanlardan habersiziz. Biz karşımızdaki güçleri yanlış
kıymetlendirmişiz, halbuki zannettiğimizden çok güçlüymüşler. Basın ve
Parlamento, Hükümetin aleyhinde. Hayat pahalılığı yapılan propaganda ile
büsbütün arttırılıyor. Biz de hiçbir şeye karışmayınca bu Hükümet ve Bakanlar
kime dayanarak icraat ve reform yapacaklar. Bu durumda bizim görevden
ayrılmamız ve yerlerimizi alacaklara serbest bir zemin hazırlamamız bana uygun
geliyor.» Diğer iki komutan arkadaşım hemen hemen hiç konuşmadılar, hatta
Memduh Paşa bana istifaları yalnız sen biliyordun diye tarizde bulunduğunda,
Eyiceoğlu, ben de biliyordum demek lutfunda bile bulunmadı.
Nihat Erim: «İlâç meselesini vaki müracaat üzerine inceletmeğe karar verdim ve
Cumhurbaşkanına kararnameyi imzalamamasını söyledim. Attilâ
Karaosmanoğlu ve Türkân Akyol bu meseleyi, iki tarafın inanacağı tarafsız
kişilere inceletmemi istediler, bu inceleme yapıldı, fakat yazılı bir zabıt veya
rapor almamakla hata ettim. Eczacıbaşı firması, Güven Partisi’ne maddi yardım
yaptı, bu sebeple Güven Partisi işe karıştı. İstifalardan önce Bakanlar bana
müracaat ederek şikâyet ve sıkıntılarını dile getirmediler. Mesut Erez, geçen
yılki Mali Reform tasarılarının sahibi olduğu ve onları savunabilecek bir kişi
olduğundan ve DemirePle arasında görüş farkları olduğu için kabineye aldım,
alırken de diğer Bakanlara bilgi vermedim. Öğrendiğime göre Cahit Karakaş
istifa etmeden önce Amiral Eyiceoğlu ile telefonla görüşmüş, Amiral de ona
istifa etmesini söylemiş.»
Ben tekrar söz alarak... «Bu formülün AP’ye taviz ve galebe hissi vereceğini,
istifa eden bakanlar içinde memlekete faydalı insanlar bulunduğunu,
Karaosmanoğlu, Derbil, Babüroğlu, Olcay gibi bakanların çok iyi işler
yaptıklarını, bunlardan faydalanılması gerektiğini» dile getirdim.
* * * * *
Org. Tağmaç, Milli Savunma Bakanı Melen ve ben ayrı toplantılara katılmak
üzere beraberce aynı askerî uçakla Belçika’ya gidiyorduk. 5 Aralık 1971 günü
Esenboğa meydanına gittiğimizde, diğer Komutan ve generaller de bizleri
uğurlamaya gelmişlerdi.
Bir ara, Org. Gürler, Amiral Eyiceoğlu, Org. İlter ve Org. Eken topluca
konuşuyorduk. Ben, biraz da sert sözler sarf ederek... «beni hep yalnız
bırakıyorsunuz, belirli bir fikre sahip değil misiniz? Bir büyükten gelen her türlü
düşünceye hemen tabi oluyorsunuz, benimle yalnız başımıza konuşurken başka
türlü, toplanınca başka türlü konuşuyorsunuz, artık sabrım tükendi, dönünce
ayrılacağım» dedim. Amiral Eyiceoğlu önce eşime gitti... «Ne yapıyor bu
Muhsin?.. Tesir et vazgeçir» dedi ve ondan, «Ben böyle işlere karışmam, o ne
yapacağını bilir, madem ki onun istifa etmesini istemiyorsunuz, neden onun
dediklerini yapmıyorsunuz?» cevabını alınca Memduh Paşa’nm yanına gitti,
uzun uzun konuştu.
Hava Kuvvetlerimize ait bir C -130 uçağı ile havalandık. Bir masanın çevresinde
Memduh Paşa, Ferit Melen ve ben, diğer bir masanın çevresinde eşlerimiz
oturuyordu.
Ben bir saate yakın süre başımı önümdeki gazetelerden kaldırmadım, fakat
Memduh Paşa’nın beni kolladığını hissediyordum. Okumam biter bitmez bana
seslenerek, «Gel, biraz konuşalım» dedi. Merdivenlerden çıkarak pilot
mahallinin arkasından kanapeye oturduk. Memduh Paşa üzgün görünüyordu,
bana... «Bak, ben senin hocanım ve yaşça da senden büyüğüm, vazgeç şu
ayrılmak düşüncesinden» dedi.
Verdiğim cevapta... «sizinle fikren çok büyük ayrılıklarımız var, buna rağmen
sizin ne düşündüğünüzü ben, benim ne düşündüğümü siz biliyorsunuz. Diğer iki
Komutan arkadaşım böyle değiller. Gidişatı iyi görmüyorum, yanlışlarla dolu ve
bu gidişatın düzeltilmesine müessir olamıyorum, o halde niçin bu sorumluluğun
içinde kalayım ve itibarımı yitireyim. Evvelki gün Eyiceoğlu da Bakanların istifa
ettiğini biliyordu... hatta kendisine danışan Cahit Karakaş’a istifa etmesini
söylemiş. Siz bana... bu istifaları yalnız sen biliyordun dediğiniz zaman ağzını
bile açmadı, Başbakan bu durumu söyleyince de kızmakla iftifa etti» dedim.
* * * * *
Ama yıllar geçip ben Senatör olarak Meclis’e girdiğimde... dikkat ederdim,
kuliste karşılaştığımızda beni hep görmemezlikten gelir, selâmlaşma zorunluluğu
doğmasın diye başını başka tarafa çevirirdi. Fakat, örneğin Sayın Çağlayangil
böyle değildi, beni evine yemeğe dahi davet etti, ben de memnuniyetle gittim.
Gene yıllar geçti, Sayın Demirel ile Çanakkale’deki zorunlu ikametleri sırasında
beraber bulunan eski CHP’lilerden Sayın Demirel'in çok insancıl ve sevecen
olduğunu duydum. Gelecekte bir yerde karşılaşırsak belki bana da bu yönünü
gösterir.
* * *
Aradan on buçuk ay geçti, Anayasa tadili ile üç idamdan başka bir şey
yapılmadı. Çok ağır çalışılıyor, özel komisyonlar teşkili ile reform çalışmaları
hızlandırılmalıdır» dedim.
* * *
Benim günler geçtikçe ümidim azalıyor ve tedirgin bir hava içine giriyordum ve
yavaş yavaş konuştuğum kimselere, politik esneklik ve nezakete uymayacak
sözler sarf ediyordum. 24 Ocak günü Pakistan Başkanı But-to’ya verilen
yemekte, karşımda ve yanlarımda DP Genel Başkanı Bozbeyli, Köy İşleri,
Turizm, Sanayi ve Spor Bakanları oturuyorlardı. Yemeğin sonlarına doğru
ayırım yapmadan hepsine hitap ederek... «12 Mart’a memleketi Silâhlı Kuvvetler
getirmedi. Muhtıra; eksik, yanlış, doğru... onu tarih değerlendirecektir. Yanlış
şimdi Muhtıra verilmiş ve fiili bir durum hâsıl olmuştur. Bunu kabul edip
etmeme meselesi var. Çok onurlu olan kabul etmez ve Meclis’ten çekilir gider»
dedim (Yıllarca sonra kürsüde konuşurken bana sataşan bir Senatöre bu görüşe
benzer bir cevap verdim, ileride göreceğiz.)
* * * * *
Toplantıya biz dahil 12 Orgeneral katıldı... Org. Tağmaç, Org. Gürler, Oram.
Eyiceoğlu, Org. Batur, Org. Zeki İlter, Org. Semih Sancar, Org. Nihat Tulunay,
Org. Kemalettin Eken, Hv. Org. Emin Alpkaya, Org. Orhan Yiğit, Org. Doğan
Özgöçmen ve Hv. Org. Nahit Özgür.
Memduh Paşa kısa bir giriş yaptı... «Partiler ve bilhassa İnönü ile Bozbeyli’nin
sözleri üzerinde durarak... bu memleket böyle yönetilemez, artık yeni bir karara
varmamız gerekiyor» dedi. Benim hissettiğim kadarı ile 3ncü maddenin
işletilmesini isteyen bir ruh haleti içinde idi.
Sırası ile söz alan Org. Özgür, Org. Yiğit, Org. Özgöçmen ve Org. Alpkaya...
«hiçbir şey yapılmaması ve söylenmemesi gerektiğini, tarafımızdan yapılacak
bir girişimin bütçenin çıkmasını tehlikeye düşüreceğini, bunun da ekonomik
durumun yeniden bozulmasına sebep olabileceğini» söylediler. Org. Eken...
«yüksek seviyeli bir toplantı yapılmasını, Org. Tulunay... «bir eyleme
girilmemesini, Bayram mesajlarında kullanılan ifadeleri bile doğru bulmadığım»
vurguladı. Org. Sancar... «daha 25 yıl Sıkıyönetime ihtiyaç olduğunu, bir
kuşağın değişmesi gerektiğini» söyledi.
Amiral Eyiceoğlu, benim son hal tarzıma katıldı, Faruk Paşa görüş bildirmedi.
Komuta Konseyi olarak öğleden sonra toplanmak üzere dağıldık.
Öğleden sonra Faruk Paşa ve ben, Eyiceoğlu’nun odasında toplandık, fakat
müşterek bir karara varamadık, Memduh Paşa gene Cumhurbaşkanimn yanma
gitmişti. Ben odama çıktım ve bir deklarasyon müsveddesi yazdım.
Ben, «Eğer bir teşebbüs yapılacaksa bunun hemen gerçekleşmesi lâzım, çünkü
Cumhurbaşkanı bayramı geçirmek için beş günlüğüne Yalova’ya gidiyor»
dedim. Gürler ve Eyiceoğlu’nun pasif tutumları üzerine... Memduh Paşa, «Ben
bayram ertesi kararımı vereceğim ve görevden çekileceğim» dedi. Ben de
cevaben «Madem böyle düşünüyorsunuz, neden beni bundan evvel caydırdınız,
merak etmeyin, böyle bir şey olursa sizi yalnız bırakmam» dedim. Ara bir yol
bulmak için de yazdığım deklarasyon müsveddesini okudum, bu yazıyı 12 Mart
Muhtırası’ndan biraz daha uzun olup aynı benzer görüşleri içeriyor ve sonu
şöyle bitiyordu... «Türk Silâhlı Küvetlerinin yegâne arzusu güçlü bir Türkiye’
nin temellerinin atılması ve normal düzene geçilmesidir. Türkiye’nin hal ve
geleceğini tehlikeye düşürecek beyan, tutum ve eylemlere kimden ve nereden
gelirse gelsin asla müsamaha ve müsaade edilmeyeceğini Türk Silâhlı
Kuvvetleri adına son defa beyan ederiz.»
Memduh Paşa bu metni çok yumuşak buldu, direkt partileri ve şahısları hedef
alan bir bildiri düşündüğünü söyledi, ona da bizler katılmadık ve konu kapandı.
Artık bundan sonra olayların akışına hiçbir suretle hâkim olamazdık. Hedefimiz;
Silâhlı Kuvvetleri fazla yara almadan bu dönemin içinden çekip çıkarmak
olmalıydı. Biz siyaset bilmiyorduk, ama siyasi partiler de en az bizim kadar bu
nosyondan yoksundular. Hiç olmazsa biz bir konu üzerine düpedüz ve asker
terimi ile yalınkılıç gidiyorduk. Onlar ise zikzakları, aldatmacaları, silâhlarını
saklayıp arada bir göstermeyi politika sayıyorlardı.
Başbakan Erim yeniden istifa etti ve hatta yerine yapılacak atamayı beklemeden
İstanbul’a gitti. Sayın Ferit Melen 22 Mayıs 1972’de yeni hükümeti kurmakla
görevlendirildi. Sayın Melen; deneyimli bir siyaset ve devlet adamı idi, çok
terbiyeli, nazik bir insandı. Ancak her Güven Partili gibi, ayrıldığı eski partisinin
(CHP) yöneticilerine karşı bir kompleksi vardı, ayrıca statükoculuğu
reformculuğuna ağır basıyordu.
Faruk Paşa da yaptığı konuşmada aynen bana katıldı ve konu o gün için kapandı.
* * * * *
Ancak, Temmuz sonlarına doğru Faruk Paşa’ya ve bana çok güvenilir bir
kaynaktan önemli bir haber ulaştı. Habere göre, bir büyük siyasi partimizin,
Komuta değişikliği üzerindeki plan ve görüşleri özetlenebilir... «Memduh Paşa
emelilik günü olan 1 Eylül’e kadar görevde kalacak, süreleri 30 Ağustos günü
dolacak olan Org. Gürler ve Oram. Eyiceoğlu tabii otomatikman emekli
olacaklar, ben Askeri Şura’ya alınacağım, Org. Sancar Genelkurmay
Başkanlığına, Org. Faik Türün iseKara Kuvvetleri Komutanlığina getirilecekler
(Her iki Orgeneralimizin de böyle bir kombinezondan haberleri olduğunu
zannetmiyorum.) Haber doğru olmayabilirdi ama her ihtimale karşı, önlem
almak gerekli idi. (Haberin doğru olduğunu teyit eden bir olayı Ağustos 1972
sonlarında bizzat yaşadım. Şura’ya katılan Orgeneraller onuruna Hariciye
Köşkü’nde bir akşam yemeği düzenlenmişti. Yemekten sonra salonun bir
köşesinde Başbakan Naim Talu, Genelkurmay Başkanı Org. Sancar, Bakanlardan
Nizamettin Erkmen ve ben hasbıhal ediyorduk. O esnada Org. Doğan Özgöçmen
Başbakan’a... yeni 1nci Ordu Komutanımız, diye takdim edildi. Org. Özgöçmen
yanımızdan ayrılınca Nizamettin Erkmen ile Semih Paşa arasında şu konuşma
geçti...
Erkmen — Buna Beyefendi çok üzülecek, sizinle altı ay evvel konuşurken böyle
dememiştiniz? Faik Paşa Kara Kuvvetleri Komutanı olacak demiştiniz.
Sancar — Ben böyle bir şey söylemedim, şu anda böyle bir hareket Eşref Akıncı
Paşa’yı azletmek gibi olur.
Ben söze karıştım ve «Sayın Erkmen... hem kışlaya, okula, camiye politika
girmesin dersiniz, hem bu işlere karışırsınız» dedim. Gelecek yıllarda bu gibi
karışmalara tanık olacağımızı tabii ki o anda bilemiyordum.)
* * * * *
Ağustos ayı başmda birliklerimizi denetlemek üzere Faruk Paşa ile beraber
uçakla İstanbul’a gidiyorduk. Faruk Paşa’ya... «gelin, Cumhurbaşkanina gidip
duyduklarımızı açıklayalım» önerisinde bulundum. «Bu konu beni daha fazla
ilgilendirdiği için sen git anlat» dedi.
* * *
Ağustos ortalarında dört komutan bir araya geldik ve aynı konu tekrar açıldı.
Memduh Paşa... «Ben son güne kadar ayrılmayacağım» dedi. Bunun anlamı...
Faruk Paşa’nın emekli olması demekti. Bunun üzerine ben... duyduğumuz haberi
ve Cumhurbaşkanı nezdinde yaptığımız girişimi anlattım. Memduh Paşa
düşüncesinde ısrar edince... «Sayın Orgeneralim... yeni bir yasa çıkarıp görev
süreniz uzatılmadıkça görevde kalamazsınız ki, zaten Meclis’ler tatilde.«Bir
deklarasyonla Biz 12 Mart dönemi bitmediği için görevden ayrılmıyoruz»
diyebilirsiniz, ama bu kararınızı kimse içtenlikle onaylamaz. Gelin, başkalarının
oyununa düşmeyelim» dedim. Uzun süre düşündükten sonra kararını verdi... «O
halde ben bir hafta izinle İstanbul’a gideyim, dönüşte Faruk Paşa’ya görevi
teslim ederim» dedi. Rahatlayarak toplantıdan ayrıldık.
* * *
Birçok defa Faruk Paşa ile askeri değil, fakat politik konularda ayrı düşünce ve
tutumlar içine girmemize rağmen niçin Genelkurmay Başkanı olması konusunda
kendisini destekledim? Anlatayım...
Faruk Paşa; askeri kültürü yanında kuvvetli bir genel kültüre sahip yetenekli bir
kurmay subaydı ve Silâhlı Kuvvetler’de sivrildi. Fazla terbiyeli, biraz çekingen,
biraz da çok yöne angaje olurdu. Belki 2 numara olarak gerekli aksiyonu
gösteremiyordu, ama 1 Numara olursa durum değişebilirdi, ayrıca Silâhlı
Kuvvetler’in büyük kısmının beklediği Gürler - Batur - Kayacan ekibi belki de
daha başarılı sonuçlar alabilirdi. Bunlara ilâveten, doğru veya yanlış, duyduğum
politik oyun da beni etkilemişti. Bütün bunları toplayınca Faruk Paşa’nın
Genelkurmay Başkanı olmasını içtenlikle destekledim, tabii o tarihlerde Faruk
Paşa’nın bizleri bırakıp Cumhurbaşkanlığına doğru yöla çıkacağını
bilmiyordum.
* * * * *
Bize hazin gelen törenlerden sonra emekli olan Orgeneral Tağmaç’ı ve Oramiral
Eyiceoğlu’nu İstanbul’a uğurladık. Orgeneral Semih Sancar Kara ve Oramiral
Kemal Kayacan Deniz Kuvvetleri Komutanı oldular, o yıl Orgeneralliğe terfi
eden Turgut Sunalp da Genelkurmay 2nci Başkanlığı’na atandı. Orgeneralliğe
terfi eden ve üç yıldır güvenerek beraber çalıştığım AhmetDural Yüksek Askeri
Şura üyeliğine atandı ve 2 yıldır 1nci Taktik Hava Kuvvetine komuta eden Korg.
İrfan Özaydınlı'yı da Kurmay Başkanım olarak yanıma aldım.
Vefat etmeden bir hafta önce, eşimle birlikte kendisini hastanede ziyaret ettik.
Hafızası mükemmeldi, benim hatırlamakta zorluk çektiğim konulara değindi.
Bizi uzun süre alakoydu, konuştukça neşelendi. Ayrılırken ikimiz de elini öptük,
gözleri yaşardı... «Sizler benim evlâtlarımsınız» dedi. Cenazesi İstanbul’dan
Ankara’ya gönderilirken bir protokol hatası yüzünden son görevimi
yapamamanın hâlâ üzüntüsünü çekerim.
Org. Faruk Gürler: Ayrı ve özel bir yakınlığımız vardı. Bu yakınlık 1954 -1956
yıllarında beraber görev yaptığımız zaman başlamıştı. Cumhurbaşkanı
seçilmemek değil, fakat Senatörlüğünün uzatılmaması kendisini çok üzmüştü.
Bir gün Gülhane Tıp Akademisine, kan şekeri kontrolümü yaptırmak üzere
gitmiştim. Beni gören General Dr. Saim Bostancıoğlu... «Faruk Paşa hastanede
yatıyor ve maalesef kanser, kendisine bir şey söylemedik. İsveç’e göndermek
için bir formül bulmak gerekiyor, yardımcı olur musunuz?» dedi. Ben o zaman
Senatör olmuştum... «Tabii elimden geleni yaparım» dedim. Oğlu Dr. Çetin
Gürler’le görüştüm (şimdi Profesör), onunla da bir formül bulunması üzerinde
mutabık kaldıktan sonra beraberce Faruk Paşa’yı ziyarete gittik. Öpüştükten
sonra «Faruk Paşa, size hastalık yakışmıyor, zaten hasta filan da değilsin»
dedim. Morali yüksekti... «Bir şeyim yok, kontroldan geçeyim, çıkacağım» dedi.
Öğleden sonra Milli Savunma Bakanı Ferit Melen’i makamında ziyarete gittim,
durumu anlattım ve yardımcı olmasını rica ettim. Sayın Melen ilgi gösterdi, Prof.
Feyzioğlu ve Başbakan Demirel ile görüşüp formül bulacağını söyledi. Sayın
Demirel konu kendisine iletildiğinde... «Derhal tabii, örtülü ödenekten yardım
yaparız» demiş.
Fakat Faruk Paşa çok onurlu bir insandı, bu yardımı kabul etmedi, maddi
durumu da pek parlak değildi, elinde mütevazi tasarruflarından edindiği tahviller
vardı, onları sattı ve İsveç’e gitti.
Dönüşünde, Orhan Kabibay ile birlikte evine kendisini ziyarete gittik. Âdeta
erimiş, bir bacağı incelmişti ama hastalığını küçümsüyor ve neşesini muhafaza
ediyordu. Bir hayli konuştuktan sonra veda ettim, bu kendisini son görüşümdü.
Eşi rahmetli Mürşide Hanım bizi kapıdan uğurlarken... «Ah Muhsin Paşa, evde
çocuklarla hep konuşuyoruz... seni dinlemedi, kendini bu hallere düşürdü» dedi.
Faruk Paşa’yı çok erken kaybettik (23 Ağustos 1975). İstanbul Zincirlikuyu’da
yan yana mezar yeri satın almıştık, ama ailesi Cebeci Şehitliğini tercih etti.
Oramiral Celâl Eyiceoğlu: Özel ilişkilerimiz fevkalâde idi. Yazlan iki lojman
arasındaki iğde ağacı altında sofra kurduğumuzda kahkahalarımız caddeden
geçenler tarafından duyulurdu. Ben İstanbul’a yerleştikten sonra tembel tembel
evin balkonunda otururken, o, spor kıyafetleri içinde sert adımlarla yürüyüş
yaparken bana el sallardı. Birden hastalandığını ve Londra’ya tedaviye gittiğini
duydum, dönüşünü izledik ve hemen evine ziyarete gittik. Kızı bize... «Lütfen
babamı konuşturmayın ve yanında fazla kalmayın» diye tembihledi. Eyiceoğlu
ile içeri girince sarılıp öpüştük, sesi kısık çıkıyordu, ama mütemadiyen
konuşuyordu... «Dur yahu, biraz da ben konuşayım» dedimse de o hep
konuşmağa devam etti. Maalesef onu da 26 Mart 1983’de kaybettik.
* * * * *
12 Mart dönemi esnasında dönemin şartlarına göre çok özgür olan basın ve
siyasilerimiz, gerek dönem esnasında, gerekse sonrasında Silâhlı Kuvvetlere ve
zamanın Komutanlarma karşı bir taarruz kampanyası sürdürdüler. Bu
kampanyada şu tema işlendi... «Silâhlı Kuvvetler Anayasayı değiştirdi» veya
«Silâhlı Kuvvetler Anayasa’nın değiştirilmesine önayak oldu». Evet,
Genelkurmay Başkanı’nın Anayasada değişiklik düşündüğü biliniyordu, ama
bunu fırsat bilen siyasi partilerimizin çoğu da içlerinde sakladıkları bütün
değişiklik arzularını ortaya dökmek fırsatını bulmuşlardı.
3. İdari işlerin yargı denetimi: Anayasa’nın son değiştirilen 114 ncü maddesine
göre yeni Danıştay Kanunu hazırlanmadığı için hükümet tenkit edildi. Meclise
sevk edilmiş olan yeni tasarının yeterli olmadığı, Hükümet ve Meclis’in konu
üzerine eğilmesi kararlaştırıldı.
CHP’NİN TEKLİFLERİ :
Tek maddelik değişiklik teklifi ile geldiler: İcra organında olmamak şartı ile
Profesörler ve öğretim, üyeleri siyasi partilerde faaliyet gösterebilmeli.
4. Lokavt,
7. Bedelli askerlik,
* * * * *
«Zatıâlinize sözlü olarak arz ettiğim Sıkıyönetim uygulamaları ile ilgili hususları
daha geniş olarak bir defa da yazılı olarak sunmayı uygun gördüm. Uygulamada
iki nokta dikkatimi çekmektedir.
1. Zanlılara karşı uygulanan muamele,
2. Tahkikatın yapılış tarzı ve elde edilmek istenen sonuç.
Yazınım bundan sonraki bölümlerinde yapılan eziyet ve işkenceler hakkında bilgi
ve örnekler verdim. Örneğin... «Önce gözaltına alman sonra tutuklanan E. Hava
Kurmay Yarbay ......» hücresinde bileği ayağına çapraz zincirli olarak
tutulmaktadır, hazırlanan yazılı ifade de kendisine zorla imzalattırılmıştır. Suçu
ne olursa olsun bu ordunun üniformasını taşımış, statüsü emekli subay olan bir
kişiye bu muamele yapılamaz» dedikten sonra yazıma devamla...
Halen görülmekte olan... davası ile... konuları ile yapılan soruşturmalarda tertip
edilen sorularla; siz, ben ve Amiral Kayacan’m bu konularla ilişkisi kurulmağa
çalışılmakta, çift ifade ve çift dosya tanzim edilmekte ve hakikatle ilgisi olmayan
dosyalar çoğaltılarak etrafa duyurulmaktadır.
Ancak bir Kuvvetin Komutanlığı üzerimde olduğuna ve 27 Mayıs’tan bu yana
her yerde ve herkesin önünde düşündüklerimi sözlü ve yazılı olarak ve çoğu
zaman da hoşa gitmeyecek tarzda açıkça ifade etmekten kaçınmayan bir insan
olarak, çevrilmek istenen oyunların açıklığa kavuşturulmasını istemek en tabii
hakkımdır.
Kişi olarak bazı karakterler bir makama yalnız yükselmek ve o makamda
bulunmuş olmak için gelmek isterler. Ben bir makama gelmeyi, düşünce ve
ideallerimi realize etmek için isterim. Bazı çevrelerin yaymak istedikleri gibi
komünist veya aşırı solcu olmadığımı, ama bugünkü düzenle Türkiye’nin
problemlerinin halledilemeyeceği fikrinde olduğumu hiç gizlemem. Bu
düşüncelerimi yazılı vesika haline getirmekten de çekinmemişimdir.
Bu eylemleri kimlerin yaptığım, dosya suretlerini kimlere verdiklerini biliyorum,
ama bugün dahi açıklamakta yarar görmüyorum.
Bazı yüksek rütbeli arkadaşlarımız, 12 Mart öncesinde gizli kapaklı işler
çevirdiğimiz, bunları tespit etmekle bizi ifna etmek düşüncesine kapılabilirler...
Bugün de maalesef Yüksek Komuta kademesi içinde bir fikri beraberlik yoktur.
Bu dağınıklık dış çevrelerce de bilinmektedir. 1972 Ağustos ayı içinde komuta
değişikliği esnasmda yapılan teşebbüsler, oynanan oyunlar malumunuz olup, dış
çevrelerde itibarımız zedelenmiştir. Bu sebeple teorik olarak Türkiye’nin en
büyük gücü olan Silâhlı Kuvvetler yüksek kademelerini işgal eden insanların
birbirlerine karşı açık hareketler içinde Atatürk’çü yolda birlik ve beraberlik
içinde olmalarının zaruretine şiddetle inanmaktayım. Meseleleri açıkça ortaya
koymak, gizli kapaklı bir nokta kalmasmasında da fayda görürüm.
Bu meseleler halledilmeden yapılacak 1973 seçimlerinden sonra Türkiye’nin
daha da zorlaşacak sorunları karşısında geleceğe nikbinlikle bağmaya da
olanak görmemekteyim. Arz ederim.»
Doğrusu bu cevap beni tatmin etmedi. Şikâyetlerin devam etmesi üzerine Kava
Kuvvetleri birliklerine bir emir yayınladım... Ve Sıkıyönetime celbedilen bütün
personelin salıverildikten sonra karşılaştıkları muamele ve yaşam şartları
hakkında Komutanlığa rapor vermelerini istedim. Zannediyorum faydası oldu.
* * * * *
O günkü toplantıya biz dört Komutan dahil ve 2nci Başkan dahil 52 general ve
amiral katıldı. Katılanlann rütbe ve adları şöyle idi.
KARA KUVVETLERİ:
1. Org. Faik Türün 17. « Ihsan Göksel
DENİZ KUVVETLERİ :
Org. Gürler bir açış konuşması yaparak içinde bulunulan durumu özetledi ve
aşağıdaki soru ve ihtimalleri ortaya koyarak, bunların kısaca cevaplandırılmasını
istedi...
* * * * *
Bana göre; Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantıları veya generallerle
görüşmeler, Silâhlı Kuvvetler’in eğilimini öğrenmek bakımından faydalı ve
gerekli idi. Ancak bazı özel konularda tolantıya gelenleri yönlendirici tutuma
girmek ve bir kısım generalleri bir amaca hizmet için bağlamak uygun değildi.
Faruk Paşa bana kendi el yazısı ile bana 23 Kasım günü cevap verdi. «Sayın
Batur Paşa kardeşim» diye başlayan mektubunda, «Emir komuta yetkilerimin
paylaşıldığı fikrinin nereden çıktığını anlayamadım. Benim, arkadaşlarımın
yetkilerine ne derece saygılı olduğumu en iyi siz bilirsiniz. Tahmin ederim bir
yanlış anlama var. Teferruata ve iç politikaya girme diye bir şey yok. Ama
Komuta Konseyi’nin istekleri ancak bazı tertip ve tedbirlerle ve zamanmda
olmak şartı ile tahakkuk edebilir.»
* * * * *
25 Ocak 1973 : Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Timisi geldi. Yeni
hazırlanacak seçim yasasında, küçük partilerin Meclise girmesini önleyecek bir
baraj sistemine taraftar olmadığını ve bu görüşünde kendisine yardımcı olmamı
istedi.
1. Yemeğin maksadı:
Hv. K. K. Org. M. Batur ve eşi, Org. A. Dural ve eşi, Korg. K. Göker ve eşi,
THY Genel Md. Em. Korg. R. Yeman ve eşi, Çağlayangil ve eşi, CENTO Genel
Sekreteri, Büyükelçilerden ve halen merkezde bulunan Taha Carım, Alman
Büyükelçisi ve eşi, Kara ve Hava Ataşeleri ve eşleri.
2. Konuşma safhaları :
a. Büyükelçilikte;
b. Hv. K. K. Evinde;
3. Konuşmaların özeti:
a. Çağlayangil'in görüşleri:
(a) İngiliz basınında yer alan hususlar; İngiliz gazetelerinden birinde (Observer
veya Daily Telgraph) 13 Mart Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili yapılan
yorumunda; belirtilen fikirlerin kendi ve AP görüşüne tam tetabuk ettiği için
büyük bir hararetle savunmuştur. Fikrin özeti şudur:
I) Genelkurmay Başkanı Org. Gürler, şimdiden Cumhurbaşkanı olmak istemez.
II) Kendine bağlı güvendiği kişilerin orduda kilit noktalarına getirmek için iki
seneye ihtiyaç vardır. Bu sebeple şimdiki Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’ın iki
yıl daha görevde kalması lâzımdır.
III) 13 Mart’ta bir askerin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi Türkiye’de hakiki
demokrasinin işlemeyeceğine bir işaret sayılmalıdır.
IV) Çağlayangil gazetenin bu fikirlerine ilâveten Genelkurmay Başkanlığı
makamının Cumhurbaşkanlığı’na geçmek için bir basamak veya hak
sayılmasının karşısında olduklarını defaatle ifade etmiştir.
(b) Avrupa siyasi kuruluşlarındaki Türkiye ile ilgili konuşmalar: Brifing ve
basında yer alan bilinen hususları tekrar etmiştir.
(7) Kendileriyle temas eden asker kişilerin ordunun iki-üç gruba ayrıldığını
anlaşma ve fikir birliği olmadığını öğrenmiş olduğunu söylemiştir.
(8) Parti yetkili kişilerinden başka kimselerle temasın bir değer taşımadığı
görüşündedir.
(10) Politikacı olarak dışardan bir kimsenin aday olması taraftarı olmadığı,
esasen partisinin de bunu defaatle açıkladığını, Cumhurbaşkanlığının temsili bir
görev olduğunu bunun bu kadar büyütülmemesini, ilerde iktidar oldukları
takdirde devlet başkanlığını parti kontrolü altında tutma fikrinde bulunduğunu
açıkça ifade etmemekle beraber, devlet başkanlığının büyütülmemesini, temsili
bir görevden ileri gitmediğini defaatle temas etmiş ve tekrarlamıştır.
Cumhurbaşkanlığı makamını Türk örf ve âdetlerine, Cumhuriyet tarihindeki
Cumhurbaşkanlığı anlayışına rağmen yalnız temsili bir makam olduğu görüşünü
savunarak bu makamı partisinin ve parlamentonun dışındaki mevcut güçlerin
tesirinden kurtarmayı realitelere aykırı olarak kabul etmektedir.
(11) Şimdiden Cumhurbaşkanlığı için isim bildirmenin sakıncalı, gösterilen
adayın yıpratılacağı ve mutlaka iftira ve kendisi ile ilgili dedikodularla şaibeli
duruma getirileceği, onun için aday isminin son anda açıklanması tezini
savunmuş, buna rağmen seçimden bir süre önce yüksek kademede istişarenin
mümkün olduğunu belirtmiştir.
(12) Bu arada asker bir adayı düşünmediklerini açıkça ifade etmekte bir
sakınca görmemiştir.
(13) Halen memlekette dört başlı idarenin olduğu; Çankaya, Silâhlı Kuvvetler,
Parlamento ve Sıkıyönetim. Kimin ne yaptığı belli değil ifadesini açıkça
kullanmıştır.
b. Komutan’ın kanaati:
«Genel tutumda bir olmamıza rağmen Batur’la ters düştüğümüz noktalar oldu.
Melen'i yeterince desteklemedi, Sunay’ın müddetinin uzatılmasını istiyor. Ben
Cumhurbaşkanı olursam Genelkurmay Başkanı olmadığı takdirde ayrılacağını
söylüyor. Benim bir de cuntam olduğundan bahsediyor.»
Ama bunun geçici bir karar olduğunu kısa bir müddet sonra görecektim.
Askeri Şura’nın resmi gündemli toplantısı bittikten sonra, Şura üyeleri özel
olarak bir araya geldik. Önce detaya inilmeden Cumhurbaşkanlığı seçiminde
uygulanacak genel yöntem üzerinde duruldu. Org. Türün, Amiral Kayacan, Org.
Ersim, Org. Aktulga, Org. Yiğit, Koramiral Fırat; önce Sunay’ın müddetinin
uzatılması, bu sağlanamazsa Gürler’in adaylığı konusunun ele alınması
doğrultusunda konuştular. Hv. Org. Alpkaya ve Hv. Org. Özgür; önce süre
uzatmayı sonra Muhittin Taylan’m adaylığı konusunu dile getirdiler. Org.
Gürgüç, Org. Tulunay ve Org. Özgöçmen ise partilere isim vererek konuşma
yapılmamasını önerdiler.
Org. Gürler : «Mecliste yapılan oyunlarla Milli Savunma bütçesi kısıldı, seçimde
rol oynayacak Bakanlık bütçelerine ilâveler yapıldı. Dün akşam bazı tartışma ve
karşılıklı kusurlamalarda bulunduk, bu meseleyi o noktada kapatalım.
Politikacılar samimiyetsizler ve oyun yapmaktalar. 12 Mart’ı önce kabul ettikleri
halde şimdi en azından Anayasa’ya aykırı görmektedirler, ama 12 Mart’a gelişte
kendilerini hiç kusurlu görmemektedirler. Silâhlı Kuvvetler içinde ayrılık
çıkartmağa çalışmaktadırlar. Bir de meşruiyet meselesi var, hepimiz
meşruiyetçiyiz. Ancak 12 Mart da meşrudur. Sıkıyönetim Mahkemeleri de buna
istinat ederek karar vermektedirler. O halde 12 Mart müdahalesi istekleri de
meşrudur. Şekli meşruiyeti de sonuna kadar muhafaza etmeğe çalıştık. Eğer
onlar, 12 Mart’ı samimi benimsemiş olsalardı, meşru olduğunu Anayasa’da
tescil ederlerdi. 12 Mart’ı bütün Komutanların benimsemesi lâzımdır. Silâhlı
Kuvvetlere yapılan sataşmalara mani olmalıyız. (Faruk Paşa bu arada Seyfi
Öztürk, Turhan Bilgin ve Orhan Akça’nın yaptıkları ve hakikaten çirkin olan
sataşmalarından örnekler okudu). Siyasi huzur ve istikrarın temini lâzımdır, bu
da ancak devletin başına seçilecek yetenekli bir insan ile ve reformların, partiler
ve seçim yasalarının çıkarılması ile mümkün olur.»
Org. O. YİĞİT : «Bildiri yayınlamak yeni kanuna göre suç değil mi?»
Org. F. TÜRÜN : «Meşruiyet meselesi üzerinde dün gece söylediğim bir iki söz
yanlış anlaşılmış olabilir. Ben 12 Mart’ı meşru kabul ediyorum. Yapacağımız
hareketin sonucunu düşünmemiz lâzım. Nasıl bir rejim gelecek? Bunun avakıbı
ne olacak? Ben yalnız Silâhlı Kuvvetler’in meseleyi ele almasını uygun
görmüyorum. Yalnız bir parti lideri ile değil, başka sorumlularla da görüşmek ve
onlara bir hal tarzı bildirmek icap eder.»
Org. Batur : «Zannederim Org. Türün yalnız Demirel ile değil, diğer partilerle de
aynı teması yapmak lâzım diyor.»
Org. AKTULGA: «Zaruret olursa 3 ncü madde işletilecek mi? Bu konu karara
bağlanmalı.»
Org. ÖZGÖÇMEN : «Politik hayatta çok defa bekle - gör prensibi uygulanır,
itidalli olalım.»
Hv. Org. ÖZGÜR : «12 Mart Muhtırasının geçerliği üzerinde şüphe yoktur. 3ncü
maddenin işletilmesinin istenmediği havası, muhtırayı zayıflatmıştır. Hava
Kuvvetleri Komutam’nın teklifini uygun görüyorum. Meclis’te bazı
pervasızlıklar başlamıştır, bunun durdurulması lâzımdır.»
Hv. Org. ALPKAYA: «12 Mart yürürlüktedir. Silâhlı Kuvvetler içinde ayrılık
yoktur. Karşı taraf bu ajanlığı yaşatmağa çalışmaktadır. Hava Küvetleri Ko-
mutam’nın fikirlerine iştirak ederim. Cumhurbaşkanı’ nm süresi uzatılmalı, bu
mümkün olmazsa benimseyebileceğimiz bir aday empoze edilmelidir. Çaresiz
kalırsak 3ncü madde uygulanmalıdır.»
Org. EKEN : «12 Mart ne pahasına olursa olsun hedefine ulaşmalıdır. İkazlarda
ve eskalasyona gitmekte hassas davranılmalıdır. Bir parti başkanma yapılacak
ikazı uygun görmüyorum. Bütün parti başkanları topluca çağırılmalıdır.
Konuşma yalnız Komuta heyetince yapılmalıdır. Bütçe, reformlar ve sataşmalar
üzerinde durulmalıdır.' 3ncü maddenin işletilmesi çeşitli rizikolar taşır, son çare
olarak ele alınmalı, çok dikkatli davranılmalıdır. Çünkü 3ncü madde üç ay için
işletilmez, işleyince 5-10 yıllık, bir sürede içinden çıkılır.»
Org. Gürler : «Belki Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri de katılabilir. Parti
başkanları tek tek ve fasılalı çağırılmalı. Neticeye göre kamuoyunu kazanmak
için güzel bir bildiri hazırlanmalı, yazılı gündem parti liderlerine
gönderilmemeli. Çünkü basına verip sonra da toplantıya gelmeyebilirler.»
12 Şubat 1973 : Org. Sancar, ben, Amiral Kayacan, Org. Akıncı, Org. Yiğit ve
Org. Suııalp Genelkurmay’da toplandık. Turgut Toker (AP’li) o dönemlerde
Demirel ve AP ile Silâhlı Kuvvetler arasmda iyi-niyetle irtibat elemanı gibi
çalışıyor, uzlaşma çare ve çabaları gösteriyordu, gönderdiği bilgiler
değerlendirildi.
İlk olarak benim evimde, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve yanındaki
heyette bulunan Kâmil Kırık-oğlu, Ahmet Durakoğlu, Hüdai Oral, Hıfzı Oğuz
Bekata ile görüşüldü. Sonra sırası ile diğer komutanların evlerinde DP Genel
Başkanı Ferruh Bozbeyli ve heyeti, Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkam
Prof. Turhan Feyzioğlu ve heyeti ile toplantılar düzenlendi. AP Genel Başkanı
Süleyman Demirel ise bu tarz bir toplantıya katılmayı reddetti.
Toplantıya gelenlere hal hatır sormadan sonra Faruk Paşa söze başlıyor, çok
yumuşak ifadelerle son yılların siyasi gelişmelerini izah ederek, yaşanan güne
geliyor, Silâhlı Kuvvetler’in amaç ve beklentilerini sıralıyor, bu kritik dönemde
Cumhurbaşkanı seçimlerinin önem ve özelliğini belirtiyor ve Cumhurbaşkanı
olacak kimsede Silâhlı Kuvvetlerce aranan nitelikleri sıralıyordu. (27 Mayıs ve
12 Mart’a karşı çıkmamış olacak, şaibesi bulunmayacak, içte ve dışta güven
telkin edecek, ordu ve parlamento arasmda iyi ilişkiler kurabilecek bir aday).
Silâhlı Kuvvetlerin bir adayı olduğunu, bu adayın da kendisi olduğunu ima dahi
etmiyordu. Meselâ; Bülent Ecevit ve heyeti ile bu ölçüler üzerinde konuşulmuş,
bu arada Devlet Güvenlik Mahkemesi konusuna da değinilmiştir. Bülent Ecevit,
haklı bazı endişeler belirtince, ben söz alarak... «Biz Devlet ' Güvenlik
Mahkemelerinin kurulması gereğine prensipte inanıyoruz, ama mahkeme
heyetinin kuruluş tarzı, asker yargıç ve savcı bulunsun diye bir iddia ve isteğimiz
yok» dediğim zaman Sayın Ecevit rahatlamıştı.
Daha yakın görünen veya görünmeyi tercih eden parti ve gruplarla ise
Cumhurbaşkanı konusunda daha detaya inebiliyor ve Faruk Paşa’nın adı ortaya
konabiliyordu. Örneğin... Milli Birlik Grubu E. Org. Fahri Özdilek başkanlığınca
bir heyetle Genelkurmay’a toplantıya geldiğinde Sayın Özdilek kısa bir giriş
yaptıktan sonra grup adına sözü Senatör Ahmet Yıldız’a bırakmıştı. Yıldız da
her zamanki açıklığı ile şu görüşleri ileri sürdü... «Org. Güler’in Çankaya’ya
çıkmasında yarar vardır. Ancak, bu çıkışı yaparken Silâhlı Kuvvetleri güvenceye
alabilmek için Org. Batur’un Genelkurmay Başkanı olması gerekir» deyince ben
ve Semih Paşa değişik hislerle kızardık.
AP Genel Başkanı davete gelmemek bir yana, ikinci sınıf silâhşor sözcüleri
vasıtası ile bir kabadayalık gösterisi havasına girince, evvelce kararlaştırdığımız
gibi bir bildiri yayınlamak farz oldu. 21 Şubat 1973 günü Genelkurmay
aşağıdaki bildiriyi TRT ve basın aracılığı ile millete duyurdu:
Bu bildiri TRT’nin saat 13.00 haberler bülteninde yayınlandı ve aynı gün Sayın
Demirel, bizlere demokrasi dersi veren cevabını yayınladı. Bu cevabı aşağıda
okuyacaksınız. Okuduktan sonra içinizden «Bu ne biçim askeri müdahale
dönemi? Herkes dilediği gibi konuşuyor» diyeceksiniz. Halbuki yıllarca 12 Mart
dönemi için «Bir baskı, bir faşist rejim» deyimleri kullanılmıştı. Döneme bu
isimler takıldı, ama bizler normal demokratik rejimlerdeki insanlar kadar
hoşgörülü idik.
(Sonraları daktilo ile bir liste halinde tanzim edilmiş, AP’den Faruk Paşa’ya oy
vereceklerin isimleri geldi. Listede 135 kadar isim vardı, fakat ancak 17 - 18
imza vardı. «Diğerleri imza etmediler, ama oy vereceklerine söz verdiler» dendi.
Ben bu listeye inanmadım, hatta bir gün Faruk Paşa ile konuşurken... «Bu
listedeki adet doğru olsa, Demirel şimdiye kadar yerinde kalamazdı» dedim.
Fakat nedense Faruk Paşa yalnız lehine gelen haberlere inanıyordu.)
Yalnız, Gürler ismi üzerinde ısrar edilmemesi üzerinde duruldu. Org. Sunalp;
«Nihat Erim ve İsmail Rüştü Aksal giıbi isimler üzerinde durulabilir, fakat bu
sefer Org. Gürler’in şansı kalmaz, derken Korg. Över, «Sonuna kadar Gürler’i
desteklememiz» gerektiğini ileri sürdü. Niçin bilmiyorum, benim bütün
ısrarlarıma ve karşı koymama rağmen Faruk Paşa bu gibi toplantılara bir
sorumluluğu olmayan orgeneralleri ve korgeneralleri alarak kendi istediği
etrafmda bir çoğunluk ve baskı grubu oluşturma yolunu tercih ediyordu.
25 Şubat 1973 : Akşam Org. Sunalp’in evinde dört saat süren bir toplantı yapıldı.
Toplantıya dört komutana ilâveten Org. Akıncı, Yiğit ve Ersun ile Korg. Er-geç
ve Över katıldılar, tabii ev sahibi Org. Sunalp de aramızdaydı. AP'li Vural'ın
iyimser görüşlerine Org. Sunalp, Korg. Ergeç ve Korg. Över’in de katıldıkları
görüldü. Bu arada Senatör Mehmet Yardımcinm Fuat Bayramoğlu’na, Sunay’m
süresinin Meclislerde 12 günde uzatılabileceğini söylediği haberi aktarıldı ve bu
haberin Sunay’m tutumunu etkileyebileceği belirtildi. Toplantıda, ertesi günü üç
Kuvvet Komutam’nın Cumhurbaşkanı ile bir görüşme daha yapması kararı
alındı.
«Senato Başkanı Arıburnu ile iki defa yaptığım görüşmeden hiç memnun
olmadım. Bütün Avrupa'nın gözü bizde. Parti liderleri ile görüşmeyi
düşünüyorum. Ancak Demireiin tutumu ve gelip gelmemesinden endişe
ediyorum... baksanıza ne biçim sözler kullanıyor... Culus, Veliaht gibi laflar.
Partiler rıza gösterir ve yazılı vaatte bulunurlarsa Faruk Paşa’yı senatör
yapabilirim. Silâhlı Kuvvetler birlik ve beraberliğini muhafaza etmelidir.
Partilerden ve şahıslardan gelen vaat, haber ve telkinlere inanmayın.»
Ben söz aldım ve... «Durum oldukça kritik, bir AP'liyi bu dönemde
Cumhurbaşkanı olarak kabul edemeyiz. Ancak partiler, Faruk Paşa’yı
desteklemezse alternatif oluşunuz bizim için büyük handikap teşkil eder, bu
sebeple sizin son bir tarihi görev yaparak bağdaştırıcı bir rol oynamanızı teklif
ediyorum» dedim.
* * * * *
26 Şubat 1973 : Milli Güvenlik Kurulu toplandı. Resmi gündem bittikten sonra
özel görüşmelere geçildi ve Cumhurbaşkanı Sunay uzun bir konuşma yaparak
görüşlerini ve son gelişmeleri anlattı...
Senato Başkanı Arıburun bana müracaat etti. Dedikodu ve haberleri dile getirdi
ve dedi ki... «Silâhlı Kuvvetler’den büyük ölçüde tehdit ve baskılara maruz
kalıyoruz. AP Genel Başkanı ve yakın çevresinin hayatı tehlikeye girmiştir.
Senato Başkanı ikinci defa randevu istedi ve geldi. Bir evvelki endişelerini ve
yapılan baskıları tekrar dile getirdi ve bunlara mukavemet edeceklerini söyledi.
Sayın Cumhurbaşkanımız;
Son günlerdeki olayların zatıâlilerini ne kadar üzdüğünü ve yorduğunu müdrikiz.
28 Şubat ve 1 Mart günleri yapacağınız çok önemli görüşmelerde tahattur
buyurmanız bakımından temel görüşlerimizi, müsaadelerinize dayanarak, kısa
notlar halinde aşağıda sunuyoruz:
1. Silâhlı Kuvvetlere ve onların mukaddes saydığı Atatürk ilke ve prensiplerine
ve bu uğurda meydana gelen 27 Mayıs ve 12 Mart’a karşı dolaylı veya dolaysız
sataşmalara son verilmelidir.
2. 12 Mart, artık münakaşa mevzuu olmaktan çıkarılmalı;
a. Hukukî (kanunî), Ahdî (Protokoler) ve Maddî (makam atamaları) ile güvenliğe
kavuşturulmalıdır.
b. Reformlar, zahiren değil, Anayasa isteklerine, Atatürkçü görüşe ve memleket
gerçeklerine göre, ivedilikle ve seçimlerden önce tahakkuk ettirilmelidir.
c. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, Anayasa’nın ruhuna ve eşitlik ilkesine
göre düzenlenmeli, böylece adil bir seçime dayanan ve iıer türlü tereddütten arı
bir Parlamento teşekkül etmelidir.
3. Cumhurbaşkanlığı konusunda;
a. Zatıâlilerinin hizmet süresinin uzatılması Silâhlı Kuvvetler’in kesin
tercihidir. Görüşmelerde bu husus ilgililere duyurulmalıdır.
b. Bu olmadığı takdirde seçilecek Cumhurbaşkanı;
(1) Bir AP'li veya AP’ye sözlü bir kimse olmamalıdır.
(2) Aşağıdaki vasıfları haiz bulunmalıdır:
(a) Şaibesiz (27 Mayıs’a ve 12 Mart’a karşı olmayan, masuniyeti dolayısıyla
suç dosyalan savcılıkta beklemeyen kimseler),
(b) Tarafsız,
(c) Temsil kabiliyetini haiz,
(d) Ordu - Parlamento - Hükümet münasebetlerini kontrol ve koordine
edebilecek,
(e) Hür Demokratik rejimin gelişmesini sağlayabilecek ve zuhuru muhtemel
buhranları önleyebilecek nitelikte, Silâhlı Kuvvetler’in tercihi olarak bir asker
kişi.
c. Başta zatıâliniz olmak üzere 12 Mart’ın sorumlusu Silâhlı Küvetler bir oldu-
bitti ile karşılaşmayacak ve zatı devletlerine karar ve icraatta serbesti
sağlayacak kadar bir süre evvel aday isimleri, kamuoyuna açıklanmadan size
bildirilmelidir.
Saygılarımızı arz ederiz.
Bunun olabilmesi bugün için ancak Kontenjan Senatörü olarak ayrılması, ondan
sonra partilerin teminat vermesi lâzım geldiğini her iki tarafa da ifade
etmişimdir. Partiler behemehal Cumhurbaşkanı yapacağız diye bana müracaat
eder ve bir protokol imza ederlerse, bu iş mesele değildir. Ama böyle bir şey
olmayınca, ben durup dururken bu tarz bir şej'e tevessül etmeyeceğimi sarahaten
söyledim.
Demirel : Efendim, bizim Erkânı Harbiye Reisi ile bir şeyimiz yoktur. Yani bir
şu ya bu şekilde bir ihtilâfımız yoktur. Zaten olması mümkün değil. Benim
arzettiğim şeyler gayri şahsidir. Yalnız bir hususu nazarı dikkatinize arz
edeceğim bu konuda, bu münasebetle bunlar yanlış şeyler intibaı olabilir. Bu
mesele ordu ile parlamento, ordu ile büyük parti arasında bir şey de değildir.
Bizim düşüncemiz şudur, daha doğrusu benim düşüncem şudur: ve bana da
arkadaşlarım katılırlar. Genelkurmay Başkanı şayet Cumhurbaşkanı seçilecekse,
artık bundan böyle her Genelkurmay Başkanı mutlaka Cumhurbaşkanı olur.
Sizin hali hususiyeniz başkadır. Onu bugünkü hal ile karıştırmamak lâzımdır. Biz
size talip olduk. Şimdi Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı olacaksa,
otomatikman artık Meclisler saf dışı kalır ve Cumhurbaşkanı kimin olacağı
Türkiye’de bellidir. Cumhurbaşkanlığı hitama ermek üzere iken Genelkurmay
Başkanlığı’na kim gelirse o Cumhurbaşkanı olur. Bu durum ordunun içerisine
siyaseti sokar. Ve ordunun içersinde Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı
devresi hitama ererken de Genelkurmay Başkanı olacak kişiler kendi aralarında
kırışırlar, kendi aralarında mücadele ederler. Meclis plâtformunda yapılacak
mücadele gayet basittir. Filanca rey verdi, falanca rey vermedi olmaz o.
Meclis’te kavga ederler, ertesi gün Meclis yine çalışmaya devam eder. Meclis
her şeyini halleder. E, ama ordunun içersinde meseleleri reyle halletmeye, hele
makam ve mevki meselelerini reyle halletmeye götürdüğünüz takdirde o orduda
disiplin diye bir şey kalmaz ve Cumhurbaşkanlığı makamının adeta
Genelkurmay Başkanlığı’nın daha doğrusu Genelkurmay Başkanlığı makamının
Cumhurbaşkanlığı makamının bir ön basamağı haline getirilmesi durumu orduyu
siyasetin içinden hiçbir zaman çıkarmaz. Hep siyasetin içinde olur ordu. Orduyu
paramparça ederiz Sayın Cumhurbaşkanım. Bu büyük bir vebal olur. Yani
buradaki mesele budur. Tamamen gayrişahsidir, tamamen ve biz bu vebalin
altına girmek istemiyoruz. Hakikaten dışarıda çeşitli tesirler vardır. Hangi
taraftan gelir, ne olur, biraz evvel onu ima etmek istedim ve çeşitli faaliyetler
vardır. Bunlar da sükûnetle meseleleri düşünmeye mânidir. Yani buhran burada
çatallaşmaktadır. Ama tedbiri nedir derseniz, tedbirin olabildiğini de tahmin
etmiyorum. Tedbiri nihayet Parla-mento’nun kendi iradesiyle meseleyi
halletmesinden başka bir tedbir de göremiyorum. Fakat dışardaki ortam budur
efendim. Yani biz böyle bir şeye,, böyle bir karambole gelmeyiz.
Gelmeyişimizin sebebini de arz ve ifade ettim. O zaman tabii Genelkurmay
Başkanı Cumhurbaşkanı olur gibi bir kaideyi yazılı olmasa bile yerleştirdiğimiz
takdirde de rejimi istikrarsızlıktan kurtarmak mümkün değildir. Ben
düşüncelerimi naklettim.
* * * * *
Şimdi iki nokta üzerinde durmak istiyorum. Çünkü bunlardan biri tarihi
aydınlatmak bakımından çok önemli, diğeri de Türk politik hayatında siyasi parti
liderlerinin çok kullandıkları bir terim...
«Parlamento’nun hür iradesi» veya «Parlamenterlerin hür iradesi.»
O halde bu nokta bu kadar kati bilinirken niçin Sayın Sunay, Faruk Paşa’yı
kontenjan senatörlüğüne atamıştır? Çeşitli varsayımların değerlendirilmesi
yapılarak belki bir sonuca varılabilir, ama bu sonuç yanlış da olabilir. Sayın
Sunay’ın aklından neler geçti? Neden böyle hareket etti? Herhalde bunların
bütününü yalnız kendi biliyordu.
Pek iyi, şimdi doğruları konuşalım... Faruk Paşa Cumhurbaşkanı adayı olunca,
AP'li Parlamenterler kendi hür idarelerini kullanarak mı oy vermediler? Veya
Sayın Demirel’le Sayın Ecevit aralarında anlaşınca her iki partinin
parlamenterleri kendi hür iradelerini mi kullanarak oy verip saym Korutürk’ü
Cumhurbaşkanı seçtiler. 1980 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 93üncü
turunda benim oylarım 303’e yükselince, 94üncü tur seçimlerine hiçbir AP'li
parlamenter katılmadı, yani bunlar Meclis salonuna kendi hür iradelerini mi
kullanarak girmediler?
* *
(Sayın Demirel’in çok açık olan düşüncelerini bundan evvelki sayfalarda gördük.
O halde Sayın Sunay’da bu intiba nasıl uyandı?)
Sayın Sunay... «Bir defa, daha ne olacağı tam belli değil, İkincisi de benden
müsaade almadan bu kararı verirsen, beni çok müteessir edersin» deyince...
«Faruk Paşa görevden ayrılmazsa mesele yok, aksi takdirde kararımı
uygulayacağım efendim» dedim.
İlk günkü oylamada bütün ısrarlara rağmen, oylama sırasında Meclis Şeref
Locası’na gidip gövde gösterisine katılmayı kabul etmedim, hiçbir Hava
Generalini de göndermedim, çünkü olumlu sonuç alınamayacağı aşikârdı. Çeşitli
rica ve baskılar üzerine sonraki günlerde bir defa Meclise gidip bir seçim turunu
izledim.
14 Mart günü ilk haber Sayın Fuat Bayramoğlu’ndan geldi, kendisi bir önceki
gece Demirel ile görüşmüş. AP Genel Başkanı kendisine, «Ne Anayasa
değişikliği ile Sunay’ın müddetinin uzatılmasına, ne de Gürler’in seçilmesine
muktedir değilim, ancak zaman kazanıp bir hal çaresi bulabilmek için seçim
turları tehir edilebilir» demiş. Amiral Kayacan’m verdiği habere göre ise...
«Tercüman gazetesi sahibi... Semih Paşa, Süleyman beyle diyalog kursa iyi olur»
demiş. Ayrıca Demirel’in muhaliflerinden ve Gürler’e oy veren bir AP’li zat
(!)... «Eğer Demokratik Parti oyları Faruk Paşa’dan yana kayarsa AP’de
çözülme olur ve Gürler’in oyu artar» demiş.
İlk olarak saat 18.00’de Bülent Ecevit ile görüşüldü. Semih Paşa, kendisine şu
sözleri söyledi... «Millet ve ordunun prestijini muhafaza etmemiz lâzım. Bu
sebeple zaman zaman görüşmekte fayda var. Atmosfer malûm, Cumhurbaşkanı
seçimini, 12 Mart Muhtırası içine almak istemezdik. Bu anda Ordu gergin
durumda. Nedeni ise aday meselesi ve oyların dağılımı. Sizin mahfuz kalan
oylarmız var. İstirhamımız, Ordu ve milleti rencide etmemek. Adayın biri eski
Komutanımız, neyi rica ettiğimizi anlarsınız, geldi 200 oya saplandı. Arıburun
da 276’da kaldı. Parlamento’yu zorlayacak değiliz. Bizim bir alternatitifimiz var,
şimdiki Cumhurbaşkanımız. Bu alternatif, statünün muhafazası olur ve ancak iki
büyük parti anlaşırsa Anayasa tadili ile bu formül işler. Bu iki hal tahakkuk
etmezse biz çok sıkıntılı vaziyete düşeriz, bir cunta çıkar, hesapsız hareketlere
girer, bizi selâmete kavuşturun.»
Ben, Sayın Ecevit’e hitaben... «Sayın Ecevit, biz kimsenin galibiyeti veya
mağlubiyeti peşinde değiliz, hatta Gürler olayı dolayısıyla Türkiye’de itibar
kaybettik, fakat zannederim, dünyada kazandık. Bizim sizden ricamız şu
olacak... bize yalnız fikren katılmakla iktifa etmeyin, fakat kendiniz partinizle
birlikte bu fikir doğrultusunda eyleme girin.»
Saat 21.00’de Demokratik Parti’den Dr. Sadettin Bilgiç, Talât Asal ve Haşan
Korkmazcan eve geldiler. Semih Paşa; daha önce Bülent Ecevit’e söylediği
sözleri, konuk siyasilere tekrarladı.
Görüşlerini açıklayan Dr. Bilgiç... «Durum düne kadar başka türlü, bugün ise
farklı mütalâa ediliyor. Düne gelmeden evvelki duruma değinmek istiyorum.
Cumhurbaşkanlığına, Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelinir havası verilmiştir.
CHP. bu meselede prensipte AP paraleline girmiştir. Bazı yanlışlar yapıldı. AP
ile temas yapılamadı, CHP. açıklama yaptı. AP, Genelkurmay bildirisinden sonra
çıkış yaptı. Millet bu çıkışları tasvip ediyor.
Bu iki parti ile anlaşmaya varılmadan Faruk Paşa’nın lanse ediliş tarzı yanlış
olmuştur. Lüzumsuz yere asker-vatandaş karşı karşıya getirilmiştir. Ben sizlere
evvelce de, tek tek parlamenterlerin lâflarma itibar edilmemesini, yetkililerden
söz almak gerektiğini ifade etmiştim, sizler bu fikrime itibar etmediniz. CHP’nin
oylamaya iştirak etmemesi, AP’de tesanüdü daha fazla sağladı. Gürler’in
kazanması ihtimali kalmadı, biz Bozbeyli’yi aday çıkarmasak ve oylarımızı
kilitleme-seydik üçüncü turda Arıburun seçilirdi. İki büyük parti lideri bu yola
imale edilmezse Faruk Paşa seçilemez, Anayasa tadili ise daha güçtür.»
Ben söze karıştım ve... «Sayın Bilgiç, yanlış anladılar galiba, biz birinci önceliği
Sunay’ın süresinin uzatılmasına veriyoruz» dedim.
Talât Asal: «Önce Anayasa değişikliğinin teknik prosedürünü izah ederek...
«Asgari 23 gün süreye ihtiyaç vardır, iç tüzük boşluklarından istifade ederek
belki 18 güne indirebiliriz. Gürler’in seçilmesinin temini, 12 Mart’ın hukuken
tescil edilmesini sağlar» dedi.
Ben... «Sayın Bilgiç, biraz evvel Sayın Ecevit’le görüştük ve Anayasa değişikliği
ile Sunay’ın süresinin uzatılması konusunda birleştik. Semih Paşa da bu gece
Süleyman beyle görüştü, şimdi de sizlerle görüşüyoruz» dedim.
Haşan Korkmazcan; «Türkiye’de meseleler kısa vadeli olarak ele almıyor. Altı
ay evvel Genelkurmay Başkanı olan bir zat ayrılıyor, partilerden bir garanti
alınmadığı halde aday oluyor. Parlamentoda işler tersine döndü. Meclis,
Cumhurbaşkanı, Ordu bu konuda itibarlarım ortaya koydular. Parlamento
seçimlerle kendini yenilediği için itibarını yeniden kazanabilir, ama Ordu itibarı
böyle değildir. Ordu itibarmı, Parlamento itibarından önde tutarım. Ordunun,
değişik alternatifler koymaktan ziyade Gürler’in vazgeçtiği kanısına vardım.
AP'nin durumunu da yanlış değerlendirdiniz. AP, Tekin Anburun’u seçtirmek
için aday çıkarmadı. Bugün, Hükümet Ordu desteğindedir. Eğer Süleyman bey
isteseydi önce Hükümet düşürme mücadelesine girerdi. Bu yolu tutsa idi — ki
bunu CHP ve biz de desteklerdik— Cumhurbaşkanlığı meselesini de hallederdi.
Ecevit de, AP'nin gölgesinde taarruza geçti. AP, Gürler’in seçilmesini istemiştir.
Ancak... CHP, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve DP oy versin, AP'den de 40-50
kişi (sonra onlara hin diyecektir) oy versin, Gürler seçilsin ve sonra halkın önüne
çıksın... «Ben demokratik yoldan yürüdüm, ama olmadı» mücadelesine girsin
ister. Tekin Arıburun bugün Meclis’te, Batur Paşa’nın kendisini desteklediği
propagandasını yapmıştır. Sıkıyönetimin koyduğu yasak, fısıltı gazetesini
kuvvetlendirmiştir. İki alternatifle çıkılırsa pazarlık safhası başlar ve parlamento
içinden çok değişik neticeler çıkabilir. Halk, adam yerine konulmasına fırsat
verdiği için demokrasiye bağlanmış, bu sebeple Ordu ile karşı karşıya
olmamasına rağmen, çok hassas. 1973 seçimlerinden sonra Millet-Ordu
bütünlüğünün sağlanması lâzımdır. Ordu ile halkı karşı karşıya getirecek AP,
CHP gibi partilere kuvvet kazandınlmamalıdır. Partiler, Anayasa tadilini hep
beraber yapmayı şart koşacaklardır. Demokratik Partinin, Cumhurbaşkanlığı
seçiminin bu noktaya getirilmesinde bir suçu yoktur. Şimdi, biz sizin teklifinize
iştirak ettirilmek isteniyoruz. İşte bu sebeple bu Anayasa değişikliğine
katılmıyorum.»
Sadettin Bilgiç; «Şu propaganda yapılmaya başlanmıştır... iki kişi emekli oldu
(Memduh Paşa’yı ve Amiral Eyiceoğlu’nu kastetti), bir kişiyi de aday olun ca
ekarte ettik, Muhsin Paşa da Ağustos’ta emekli oluyor ve böylece biz 12 Mart’ı
imzalayanları tasfiye ederek seçimlere gidiyoruz diyecektir AP. Sunay Paşa,
Gürler’i seçerken yanlış taktik kullandı, garanti olmadı, bu büyük hata oldu.»
Odama, yakın mesai arkadaşım iki generali çağırarak onların yanında Senato
Başkanı’na telefon açtım ve... «Sizi desteklediğimi nereden çıkarıyor ve bu
haberi yayarak propaganda yapıyorsunuz» dedim. Tekin Paşa verdiği cevapta...
«Böyle bir şeyin varit olmadığını, ancak Meclise bazı subay ve generallerin
gelerek tehditlerde bulunduklarını ve olay çıkarttıklarını, bunlara mani
olmamızı» istedi.
Anayasa değişikliğine CHP ne der? Bana gere, eğer AP evet derse, CHP de evet
der. Şimdi Sunay-Gürler alternatifleri içinde hangisi memleket ve ordu için
iyidir? Bunun cevabını sizler verebilirsiniz.»
Toplantı bittikten sonra Semih Paşa ile yalnız konuştum ve kendisine şunları
söyledim... «Bazı sayın generallerimiz politikacılarla konuşurken ikide bir fikir
değiştiriyorlar, bu durum bizleri olduğu kadar karşıdaki siyasileri de şaşırtıyor ve
müşkül durumda bırakıyor. Siz, lütfen bu işi bir düzene koyun, isterseniz
alternatifleri açıkça ortaya koyun ve oylama yapm, hem herkesin durumu ortaya
çıksın, hem de çoğunluk görüşü artık karar olsun ve onun üzerinde yürüyelim»
dedim. Söylediklerimin doğru olduğunu kabul etti.
Bu arada Org. Sunalp ile aramızda bir tartışma geçti. Başbakan Ferit Melen...
«İkinci şık çok zaman alır ve sonunda gene anlaşma olmayabilir, onun için
yalnız birinci şık üzerinde duralım» dedi. Bu görüş benimsenince, hemen
Cumhurbaşkanı ile görüşmeye karar verildi, Sayın Bayramoğlu bu randevuyu
temin etti ve gece yarısı topluca Köşke çıktık. Cumhurbaşkanı bizi hemen kabul
etti ve görüşümüz kendisine anlatıldı. Sezinlediğim kadarı ile Sayın Sunay zaten
konunun bu mecarya gireceğini,tahmin ediyordu... «Partiler kabul ederse, bu
buhranlı ortamda görevden kaçmam» dedi.
* * * * *
17 Mart 1973
19 Mart gecesi Faruk Paşa ve sayın eşi Mürşide; Hanım, bizleri ziyarete geldiler,
iki saatten fazla görüştük. Faruk Paşa yorgun görünüyordu ve morali de oldıikça
bozuktu, kısa süre içinde bir sürü olumsuz olayla karşılaştığı düşünülürse bu
halini normal görmek lâzımdı. Durumu aramızda tekrar değerlendirdik ve
tartıştık. Her ikimiz de tutumumuzun doğru olduğunu savunuyorduk. Faruk
Paşa... benim girişimlerde bulunmamı ve Ecevit’e telkinde bulunmamı ve
desteğini sağlamamı istiyor, partilerin kararlarmda ve izledikleri yolda çok
oynak olduklarından şikâyet ediyordu. Ben de cevabımda... «Bakın, oynak
olduklarını siz de kabul ediyorsunuz... Ecevit’e telkinde bulunsam ve o da kabul
edip size oy vermeye başlasa ve bu da duyulsa, bu sefer hemen Güven Partisi
oylarını sizden çeker» diyordum. Bu arada eşim de söze karıştı... «Ah Faruk
Paşa! Niçin o güzel üniformayı ve Genelkurmay Başkanlığını bıraktın da bu işe
girdin?» dedi. Sohbetten sonra kendilerini sevgi ile uğurladık.
Saat 13.00’de Başyaver Kur. Alb. Topa telefon etti. Cumhurbaşkanı’nın o gün
yapılacak Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı Genel Kurul toplantısına
geleceğini bildirdikten sonra aynı Sayın Ecevit gibi... «Sayın Cumhurbaşkanı
Milli Birlik ve Kontenjan Grubu ile konuşup uzatma konusunda telkinlerde
bulunmanızı rica ediyor» dedi.
Saat 16.00’da Milli Birlik Grubu’ndan Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Muzaffer
Yurdakuler ve Kâmil Karave-lioğlu Karargâha geldiler. Fakat bana gelmeden
önce zaten «uzatılmayı desteklemediklerini» bildiren bir deklarasyon
yayınlamışlardı. Bu konuda artık benim yapabileceğim bir telkin söz konusu
olamazdı. Bana, İsmet İnönü’nün ve Fahri Özdilek’in adaylık konusunu açtılar.
Ben de kendilerine... «Bir 27 Mayıs’cıya AP'nin oy verebileceğini nasıl
düşünüyorsunuz?» cevabını verdim.
Aynı gün saat 20.00’de Faruk Paşa adaylıktan çekildi. 21 Mart günü de Cevdet
Sunay’ın süresinin uzatılması teklifi Meclis Başkanı’na verildi.
Teklifin, Meclis’ten geçmesi için 2/3 çoğunluğa, yani 301 oya ihtiyaç vardı. AP,
CHP ve Güven Partisi bu çözüm tarzına yeşil ışık tuttukları için gerekli oyun
fazlası ile sağlanacağı tahmin edilirken, herkesin yanıldığı görüldü. Oylama
sonuçları ilân edildiğinde teklife 300 olumlu oy çıktığı görüldü, bir oy eksikti.
Meclis Başkanı sonucu ilân ederken bir milletvekilinin koşarak Genel Kurul’a
girdiği ve olumlu oy vermek istediği görüldü, ancak geç kalmıştı. Nedenine
gelince... bu sayın milletvekili Meclis berberinde saç tıraşı oluyormuş,
bilmiyorum kendi mi saçlarına çok düşkündü yoksa berberin mi eli çok ağırdı...
ama olay, tarihin mizah sahifelerine geçecek nitelikte idi.
«Sayın Cumhurbaşkanım...
— Org. Gürler eğer benimle temas edip anlaştıktan sonra CHP Genel Başkanı
ile görüşür ve partide yerleşmiş bulunan Güven Parti'sini ve Ferit Melen’i
desteklediği imajını silebilirse şansı olabilir. Birkaç gün evvel Faruk Paşa’ya
verdiğim cevabı onlara da tekrarladım... «bu artık mümkün değil, olsa bile bu
sefer Güven Partisi Faruk Paşa’ya oy vermez, artık zaten böyle kombinezonlar
kurarak çözüm yolu bulmak gerilerde kaldı» dedim. Alternatif isim olarak İsmet
İnönü ve Fahri Korutürk üzerinde durdular.
Saat 12.20’de Orhan Kabibay telefon etti ve...
* Org. Batur: «Bir taraftan Sunay formülü üzerinde duralım, ama artık Meclis
içinden alternatif isimler tespit etme zamanı gelmiştir.»
* Org. Eken: «İsim vermemiz doğru değil, hatta bir partili seçilirse ne mahzuru
var?»
* Hv. Org. Özgür: «Alternatif isimler olarak tekliflerim... Gürler, Naim Talu,
İlhan Öztrak, Mehmet İzmen, Mehmet Özgüneş ve İsmail Arar’dır. Naim
Talu’yu en iyi Org. Batur tanır.
* Org. Batur: «Mehmet İzmen Meclis üyesi değil, Naim Talu her bakımdan
yeteneklidir.»
* Org. Tulunay (2nci Ordu) «Bizlere hep şu soruluyor... Gürler Ordunun adayı
mıdır? Teminat almışlar mıdır? Teminat alanlar ve verenler kimlerdir? Başbakan
hep komutanlarla beraber... bu beraberlik kendi Başbakanlığının devamı için mi?
Yoksa sahiden bizimle beraber mi? Sayın Sunay aynı duruma düşerse ne olacak?
Siviller, Org. Gürler’in komploya uğradığını zannediyorlar. Ben cevaben; Org.
Gürler’in kendi şahsi kararı ile adaylığını koyduğunu söylüyorum. Sayın
Sunay’ın durumu da müşkül, bir zorlamaya gitmek tehlikelidir. Başbakanın
kesin olarak ne düşündüğü bilinemez, ama herhalde Komutanlar, onun paraleline
girmezler. Küçük rütbeliler rahatsızlık içinde. Yeniden aday göstermeğe taraftar
değilim. Ordu olarak bu seçimle ilgimizin kesilmesini uygun görüyorum.
Sunay’ın üzerinde de artık durmamamız lâzım.»
* Org. Aktolga : «Gürler ister bizim adayımız olsun, ister olmasın ordunun
adayı olarak görülmektedir. Silâhlı Kuvvetler demokratik davranıştadır diye bize
methedebilirler. Fakat sol bunu işlemekte ve küçük rütbeliler tesir altında
kalmaktadırlar. Ordu, ileride bunun intikamını almak isteyecektir. Alt kademeyi
tenvir ve tatmin etmemiz lâzımdır.»
* Org. Tulunay : «Siviller onu da bize mal ediyorlar, onun için bu işe karışıp
bir daha mağlup olmayalım.»
* Org. Özgöçmen: «İstihbarat ve bilgi eksikliği var, Gürler bu hataya kurban
gitmiştir. Biz birlik ve beraberlik içinde değiliz. Meşruiyet esastır. Anayasa ve 12
Mart’ın beraber yürümesi zordur. Meşruluk nasıl sağlanır? Bir tarafta teşrii güç
ve icra varsa, bizde de Askeri Şura, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanları var. Bu iş Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanlarında
bitmeli, bunların altındakiler bu işlerle meşgul olmamalıdırlar.»
* Org. Türün (1nci Ordu K.): 12 Mart hukuki değer taşır, meşrudur. Bence
hedefine ulaşmıştır. Benzer bir formülle sona erdirilmesi iyi olurdu. Bu fırsat
kaçırılmıştır. Bunu Org. Gürler’e arz etmiştim. Çünkü bu muhtırayı millet önce
alkışlamıştı. 12 Mart ile Sıkıyönetimi birbirine karıştırmamak lâzımdır.
Sıkıyönetim devam ederken, Muhtıra dört veya tek imza ile kal-dırılsaydı iyi
olurdu. Gürler’e de seçim için kredi sağlanırdı. Halbuki aksine biz yayıldık.
Modern demokrasilerde baskı grupları vardır, meselâ bizde de Milli Güvenlik
Kurulu gibi. Bir Cumhurbaşkam’nın devletin hayatında rolü' vardır. Silâhlı
Kuvvetleri politikadan çekelim. Sunay’ın desteklenmesi isabetlidir. Bu
konularda temasta bulunmak, Komutanlara helâl bana haramdır. Tecrübeli
Sunay’ın kanuni yollarla yerinde kalması sağlanmalıdır. Atatürk de zamanı
gelince orduyu politikadan çekmişti.»
* Org. Batur: «Ben şahsen, her fikri toleransla karşılayan, tam ters fikirlerle
çatışsak da karşısındakine kırılmayan bir tipim. Yalnız bu meselede sizlerden
farklı bir durumum var. Her ne kadar 12 Mart Muhtırası Silâhlı Kuvvetler
namına verildi, herkes benimsedi diyorsak da, bunu 4 kişi imzaladı, imzacılardan
şimdi içinizde yalnız ben varım. Hukuken biz imzacılar sorumluyuz. Herhalde
bir «X» Orgeneral ile benim durumum aynı değil, belki takdir eden oldu, ama
sizlerle mukayese edilince çok da düşmanım var. Geçen 30 Ağustos’ta, Org.
Tağmaç ve Amiral Eyiceoğlu emekli olurken kişi sorumluluğu bakımından 12
Mart’ı kaldırıp kaldırmamayı aramızda tartışmıştık. Bana göre anarşinin
durdurulması hariç, 12 Mart’ın hemen hemen hiçbir isteği yerine getirilmemiştir.
Diğer taraftan, muhtırayı tesadüfen ben kaleme aldım, fakat hiçbir zaman 3ncü
maddesinin işletilmesini istemedim. Sebebi de affedersiniz... biz memleket
idaresine ait hiçbir şey bilmiyoruz ve bu Orgeneral ve Korgeneral kadrosu ile
idareye el koyarsak memleketi batırırız. 12 Mart niçin başarı sağlayamadı?
Bunda politikacıların olduğu kadar en az bizim de kabahatimiz var. Bir Anayasa
değişikliği tutturduk dokuz ay kaybettik, bir madde şöyle mi yazılsın, yok böyle
mi yazılsın diye Memduh Paşa bize üç ay kaybettirdi. Baskıyı reformlarda
yapsaydık çoktan bu iş biterdi. Ben de demokratik rejime tam geçilmesini
isterim, ama 12 Mart’ın şartları yerine getirildikten sonra. 12 Mart’ı şimdi
yürürlükten kaldırırsak asıl o zaman astlarımızın yüzüne nasıl bakacak, yerinizde
nasıl oturacak ve sokakta nasıl gezeceksiniz? Hata üstüne hata yapıyoruz...
meselâ çok basit görülebilir ama böyle bir dönemde Sayın Sunay’ın Orduevi’ne
yerleşmesi bile hatadır.»
* Org. Türün : «Parlamentonun seçim hakkı var. Biz Sunay teklifi üzerinde
duralım, seçilmezse haysiyet meselesi yapmayalım. Arıburnu’nun eşi
Yassıada’ya girmiş olabilir. Kendisinin seçilmesinin ne mahzuru var?»
* * * * *
1. 12 Mart yürürlüktedir.
a. Cevdet Sunay 17 oy
b. Org. Gürler 15 oy
c. Nihat Erim 12 oy
d. Fahri Korutürk 9 oy
e. Atasağun (AP’li) 1 oy
f. Naim Talu 1 oy
* * * * *
Bu sırada konu üzerinde İsmet İnönü de görüşünü açıkladı ve Sayın Sunay için...
«Şimdiye kadar ne yaptı ki bundan sonra yapacak» dedi. Bu hava içinde Sunay
formülü teklifi Senato’da reddedildi.
Genelkurmay Başkanı Org. Sancar görev icabı yurt dışında bulunurken, Kara
Kuvvetleri K. Org. E. Akıncı ve 2nci Başkan Org. Sunalp ile AP Genel Başkanı
Süleyman bey ve Başbakan Melen bir araya gelerek bir görüşme yaptılar. Ben ve
Deniz Kuvvetleri Komutanı Ankara’da bulunmamıza rağmen, bu görüşme bize
önceden bildirilmedi, yani devre dışı bırakılmıştık, ama bir araya geldiğimizde
hâlâ Silâhlı Kuvvetler erkânının birlik ve beraberlik içinde bulunması gerektiği
edebiyatı yapılıyordu.
Bu sırada iki büyük parti lideri anlaşarak, Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin
Taylan’m, Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerinde birleştiler, fakat bu defa da çözüm
yolu Sunay’dan geçiyordu, yani Taylan’ın Cumhurbaşkanı tarafından Gürler
olayında olduğu gibi Kontenjan Senatörlüğüne atanması gerekiyordu. Sayın
Sunay oynanan oyunlardan bıktığı için bu isteği reddetti ve Taylan’ı senatörlüğe
atamadı.
Saat 19.00’da Faruk Paşa gene telefon etti... «Muhsin Paşa, beni
desteklemiyorsun, sen istesen bu iş olur» dedi. Ben cevabımda... «Benim hatalı
bir tutumum yok, hatayı diğer arkadaşlar yapıyor, bakın bugün sizin lehinize bir
giriş gibi görünen Süleyman beyle, iki Orgeneralin görüşmesinden haberimiz
bile olmadı, bizleri karşısında görmeyen AP lideri aklından ne geçirir acaba?»
dedim.
Buna rağmen Amiral Kayacan ve Sayın Demirel ile görüşebilmek için çok uğraş
verdik, Meclis Başkanı ve bazı Bakanları araya soktuk, muhtelif sebeplerle böyle
bir görüşme gerçekleşemedi.
5 Nisan günü Fenerbahçe Kulübü Başkanı Yük. Müh. Faruk Ilgaz beni ziyarete
geldi ve Süleyman beyin temsilcisi olduğunu, düşüncelerimi öğrenmek istediğini
söyledi. Kendisi ile uzun süre konuştum, dört sayfa not tuttu. Özetle şunları
söylemiştim... «Bakın, Süleyman bey gücünü gösterdi ve Faruk Paşa’yı
seçtirmedi, şimdi isterse seçtirebilir ve böylece olayın galibi, mağlubu kalmaz.
Silâhlı Kuvvetlerle olan sürtüşme de biter. Bir tarafsızın Cumhurbaşkanı
seçilmesi ağır bir hastaya tek aspirin verilmesine benzer, bir partili seçilirse Ordu
ile AP düşman kardeşler olurlar» dedim. Aynı görüşleri o esnada beni ziyaret
eden Abdi İpekçi’ye de anlattım. Faruk Paşa’ya da telefonla bu temaslarımı
naklettim. Ancak, Sayın Ilgaz ertesi gün telefon ederek... «Sizin söylediklerinizi
aynen Sayın Demirel’e naklettim, ancak kendisi Fahri Korutürk üzerinde
duruyor» dedi.
10 Nisan günü Komuta Konseyi olarak toplandık. Org. Sancar bizlere şunları
söyledi... «Başbakan Melen benimle görüştü, eğer kendisini 12 Mart’ın
Başbakanı olarak kabul ediyorsak kendisini desteklememizi, bu takdirde 15
Haziran’a kadar, yani reformlar çıkarılıp Meclisler tatile girinceye kadar
kendisini destekleyerek iş başında kalmasının sağlanmasını istedi. IInci Başkan
Org. Sunalp bu görüşe taraftar, sizler ne düşünüyorsunuz?»
Org. Akıncı bu görüşü destekledi. Amiral Kayacan ise desteklemedi. Ben: «Yeni
Cumhurbaşkanının düşüncelerini bilmiyoruz. Büyük parti liderlerinin ise evvelki
şikâyetlerinden Sayın Melen’i istemediklerini biliyoruz. Silâhlı Kuvvetler olarak
bu isteği desteklesek, bu iş hemen duyulur. Eğer Cumhurbaşkanı bu isteğimizi
kabul etmezse gene itibar kaybederiz. Onun için eğer bize sorulursa; tarafsız bir
Başbakan, kısa bir Hükümet programı, 12 Mart’ın tamamlanmamış isteklerinin
mümkün mertebe yerine getirilmesi ve Türkiye’yi emniyetle seçime götürmek
hedef ve planımız olmalıdır» dedim ve bu görüşüm kabul edildi.
Aynı gün, Cumhurbaşkanı Sayın Korutürk’ü ziyaret ettim, tekrar yeni görevini
kutladıktan sonra kişisel görüşlerimi izahla özet olarak şu konulara değindim: 12
Mart’ın hukuki ve hakiki durumu, bu dönem öncesinde ve devamında Silâhlı
Kuvvetler üst kademesindeki düşünce ve tutumları belirttim, kendisine şu soruyu
sordum... «Haziran’da seçim sathı mailine giriyoruz, 12 Mart Muhtırası’nı
imzalamış tek komutan olarak benim göreve devamım doğru mudur? Yoksa
görevden ayrılmam mı gerekir?»
15 Nisan günü, istifa eden Ferit Melen’in yerine, Cumhurbaşkanı; Naim Talu’yu
atadı ve Talu Hükümeti, 1973 Ekim ayında genel seçimler yapıldığı halde, yeni
Meclis içerisinden bir hükümet çıkmadığından, CHP - MSP koalisyon hükümeti
kuruluncaya kadar yani Şubat 1974 tarihine kadar görevde kaldı ve geçiş
dönemini başarı ile yönetti.
1 Haziran 1973 tarihinde, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Ferda Güley
ziyaretime geldi. Hava Kuvvetleri Kuruluş yıldönümü törenleri dolayısıyla çok
da meşguldüm. Sayın Güley... «CHP Genel Başkanı Sayın Ecevit ve Genel
Merkez üyeleri iyi dileklerini ilettikten sonra konuya girdi ve bana, «Partiye
katılma kararımı beklediklerini, İstanbul’dan veya nereden uygun görürsem liste
başına koyacaklarını ve eğer partiye katılırsam güç kazanacaklarını» söyledi.
Kendisine verdiğim cevapta... tekliflerinin beni gururlandırdığını, politikaya
girip girmeme kararımı henüz vermediğimi, eğer böyle bir karar verirsem,
elbette büyük Atatürk’ün kurduğu CHP’yi tercih edeceğimi ve bana zaman
tanımaları gerektiğini, söyledim. Sayın Güley... «Eğer en geç 3 Haziran’a kadar
karar verip Silâhlı Kuvvetler’den ayrılmazsanız, yasaya göre seçimlere
giremezsiniz» dedi, ben kendisinden gene mühlet istedim.
Dört yıllık komutanlık süremde politik uğraşılar, çalışma hayatımın olsa olsa
yüzde birini almıştır ve bu uğraşa da günün koşulları bizi zorla itmişti.
12 Mart dönemi süresinde, Silâhlı Kuvvetler’in çok büyük bir kısmını politika
dışında tutmaya çalıştık, belirli konu ve hallerde yalnız üst seviyedeki generaller;
politik konularla ancak düzenlenen toplantılarda ilgilendiler. Birlikler, tamamıyla
kendi askeri görevleri içinde kaldılar.
Görevi yüklenen her Kuvvet Komutanı gibi benim de amaçlarım vardı. Örneğin,
daha güçlü, daha eğitimli, daha inançlı ve yavaş yavaş dışa bağımlılığı azalan bir
Hava Kuvveti. Zannediyorum bu amaçlarımın çoğuna ulaştım. Bakım ve onarım
tesislerimiz geliştirilirken, dış yardımlardan temin edilen savaş, nakliye ve
eğitim tipi uçaklarla Hava Kuvvetlerimiz oldukça güçlendi. Büyük uğraşlardan
sonra temin edilen Transall nakliye uçak birliğinin Kıbrıs Barış Harekâtındaki
fonksiyonu unutulamaz.
Atatürk döneminden sonra ilk defa Milli bütçe olanakları ile Fantom savaş
uçaklarının alımına girdik ve anlaşmayı imzaladım. Vakıa bu uçakların alımı
kararı bir hayli polemik ve tenkide yol açtı. Türk-Yunan silâhlanma yarışı konu
edildi. Halbuki eğer bir yarış varsa bunu biz başlatmamıştık. Tenkitler yapılırken
asıl önemli olan nokta unutuluyor veya tenkidi yapan-larca bilinmiyordu. Devlet
ve Silâhlı Kuvvetler’in, çeşitli alanlarda uzun vadeli tahminler ve bu tahminlere
dayalı planlara ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı zamanmda tespit edemezseniz,
konuların çok gerisinde kalırsınız. Parayı verince Marlboro sigarası ithal eder
gibi uçak satın alamazsınız, uçakların yapılması uzun sürer, uçaklar geldikten
sonra uçuş ve yer personelinin yeni tip üzerinde eğitimini tamamlaması bir yıl
alır. Biz, Yunanlı dostlarımızın (!) siyasetlerini, Türkiye hakkındaki
düşüncelerini ve hedeflerini bildiğimiz için onlardan geri kalmamağa çalıştık.
Şimdi, Yunanistan’ın ne tür silâhlandığını görüyoruz, vaktiyle bizi tenkit edenler,
Yunanistan’la ilişkilerimiz kızışınca bu sefer de şunu soruyorlar... «Aramızda bir
savaş çıkarsa Yunan Hava Kuvvetleri mi daha güçlü, yoksa Türk Hava
Kuvvetleri mi?»
1970 yılında kurulan Türk Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı öncülüğünde ise
bugün uçak sanayii kurma girişimine başlanmıştır.
Benim Komutanlık dönemimde her yıl bir ülkede' olmak üzere Amerikan,
İtalyan, Yunan ve Türk Hava Kuvvetleri timlerinin katılması ile NATO Atış
Müsabakaları düzenlenirdi. Seyrüsefer ve hedef bulma (profii uçuşu),
makinelitüfek, değişik bomba ve roket atışlarını kapsayan bu müsabakaların
şartları çok ağırdı,. Özellikle bir yabancı ülkede yapılırken. 1973 yılma
gelinceye kadar yapılan iki müsabakanın ilkinde birinci, sonrakinde ikinci
olmuştuk. 1973 yılı müsabakaları İtalya’da yapılacaktı. Hava Kuvvetleri
birlikleri içinden seçilen atış timi, Balıkesir’de hazırlıklarını sürdürüyordu.
Kendilerini teftişe gittim, yaptıkları atışları izledim ve iyi durumda olduklarını
gördüm. Subay, assubay tim personelini toplayarak bir konuşma yaptım ve
dedim ki;
«Yüksek bir eğitim düzeyine erişmemiz için sizlere,. Hava Kuvvetlerinin bütün
imkânlarım sağladım. Bu bir yarıştır, elbette her yarışta olduğu gibi birinci ve
sonuncu olmak da ihtimal dahilindedir. Dostça yarışın.»
Sonra cebimden bir yazı çıkardım. Bu yazı 6 Haziran 1973 tarihli Ellinikos
Varros adlı Yunan gazetesinde yayınlanmış bir makale idi ve beni dinleyen
havacılarıma okudum...
Ama insan hep sevindirici olaylarla karşılaşmaz ki... 1974 yılı Kasım ayında
CHP’ye katıldığım zaman 23.11.1974 tarihli Son Havadis gazetesinde Tahir
Kutsi adlı bir sayın gazetecimiz, beni partiye girmemden dolayı suçlayan
yazısında ne şekilde bir başlık kullandı dersiniz?
BATIR DEMEDİK
Evet, bundan sonra Muhsin Batur, «fikirli» ve «tutarlı»dır. Şimdiye kadar
«fikirsiz» ve «tutarsız» olan Muhsin Batur, CHP’nin «fikri»ne «angaje»
olmuştur ve kendi deyimi ile «tutarlı» duruma gelmiştir.
Şimdi «taraflı» olmuştur ve ancak şimdi «fikir» sahibi, «tutulacak yanı olan kişi»
durumuna gelmiştir.
Sayın Tahir Kutsi, zannediyorum Yunan basınını çok iyi izliyor ve beğeniyordu
herhalde.
* * * * *
26 Ağustos 1973 günü, Senato Başkanı Tekin Arıburun, Başbakan Naim Talu,
Genelkurmay Başkanı Org. Sancar, Komutanlar, generaller, subaylar ve
assubayların katıldığı unutulmaz bir törenle görevimi Org. Emin Alpkaya’ya
devrettim.
Tören başladı, önce İstiklâl Marşı çalındı, boğazımda hıçkırıklar peydah olmağa
başladı, sonra uçaklar kollar halinde alçaktan üzerimizden geçmeğe başladı, bu
sefer gözlerim de yaşardı. Kürsüye doğru yürürken, uyur-gezer gibiydim ve
konuşacaklarımdan tek kelimeyi hatırlamıyordum.
Bir süre davetlilere baktım ve sonra üniformalı son konuşmamı yaptım...
Sayın Davetliler...
Ben, Havacı olmak arzu ve hevesi ile 1937 yılında Kuleli Askerî Lisesine
girdim.
Arzum gerçekleşti, mesleğe olan sevgi ve bağlılığım her geçen gün ve yıl daha
da artarak şu ana kadar geldim.
Kanunlara göre değil, fakat geleneklere göre bir hava subayının Silâhlı
Kuvvetlerimizde ulaşabileceği en yüksek mevkie, yani Hava Kuvvetleri
Komutanlığina erişerek, 36 yıllık üniformalı hayattan sonra, hizmetimi
tamamlayarak, bu şerefli yuvadan ayrılıyor ve Komutayı Orgeneral Emin
Alpkaya’ya devrediyorum. Kendisine üstün başarılar dilerim.
Arkadaşlar...
Her yol gibi bu yolun da fayda ve sakıncaları vardı, halen de vardır. İmkân
oldukça faydalanmak başka, yegâne yol olarak kabul etmek farklı şeylerdir.
Değerli Arkadaşlarım...
Çok önemli bir jeopolitik duruma sahip Türkiye’ miz, ekonomik ve teknik güç
ve imkânlarına paralel bağımsız bir dış politika yürütebilmek ve icabmda vatanı,
asgari risk ile savunabilmek için, kendi kendine yeterli, kâfi bir askerî güce sahip
olmalıdır.
Bu da, ancak mevcut ve gelişmekte olan endüstriye askerî alanları açmak veya
bazı alanlarda direkt askerî endüstriye yönelmekle mümkün olabilir.
Bu ana görüşten hareketle 3ncü yol olan, Türkiye’ de bir uçak endüstrisi
kurulması zorunluluğunu ortaya attık ve milletimize 1 Haziran 1970’de çağrıda
bulunarak ilgi ve yardım rica ettik.
Arkadaşlar...
Bu oluşumda maddî manevî ve fikrî yardımları ile büyük rolü olan aziz
milletime, Meclislerimize ve Hükümetlerimize, değerli basınımıza, Vakıf Genel
Kurul ve Yönetim Kurulu üyelerine şükran ve teşekkürlerimi sunarım.
Yer seçiminde politik ve hissi etkenler rol oynarsa, tip seçiminde ise askerî
istekler, teknolojik devir nispeti, imalatta yüksek Türk katkısı ve maliyet
faktörleri üzerinde çeşitli etkenler veya tecrübesizlik dolayısıile hata yaparsak,
bunun çok geç telâfi edilebileceği hususuna dikkatlerinizi çekmek isterim.
Değerli arkadaşlarım...
4 yıllık Komutanlığım esnasında Hava Kuvvetlerimizi, Eğitim. Harekât, Lojistik
ve Îdarî alanlarda ileriye götürmek için yapılan bütün hamleler ve iyi işler,
sizlerin gayret ve inançlı çalışmalarınız ve beni desteklemenizle mümkün
olmuştur. Bundan dolayı her rütbe ve görevdeki meslektaşlarıma teşekkür
ederim.
Geniş anlam ve sebepleri ile 12 Mart Muhtırası niçin, neden ve nasıl verildi?
Muhtıraya sahip çıktığı müddetçe varsa şerefi Silâhlı Kuvvetler’e aittir ve eğer
gene varsa kendime düşen siyasî sorumluluğu şerefle yüklenmeğe ve hesabını
açık olarak vermeğe hazırım.
Değerli arkadaşlarım...
Sizlere veda ederken, şimdiye kadar olduğu gibi hakiki Atatürkçülük yolunda,
birlik, beraberlik ve disiplin içinde hareket etmenizi rica eder, hepinize büyük
başarılar ve sonsuz mutluluklar dilerim.
* * * * *
Temmuz başlarında tesadüf eseri eski Başbakan Erim’in apartmanında bir daire
kiralamıştık, bir taraftan ufak tefek tamirler yaptırırken, bir taraftan da yavaş
yavaş taşınıyorduk. 30 Ağustos günü kendi Renault otomobilime bindim, Köşk
personeline veda ederek yeni evimize gittik.
Üzüntü ve sevinç bir arada yaşanır bazen, ben de o karmaşık hisler içindeydim.
Çok sevdiğim, onurlu mesleğimden ayrılmıştım ve üzülüyordum. Ama bu
hizmeti şerefle bitirmenin ve sorumluluklardan sıyrılmanın sevincini
yaşıyordum.
12 Mart genelde başanlı oldu mu? Anarşiyi geçici olarak durdurmak bakımından
evet, diğer istekleri bakımından tam başarılı değil. Neden böyle oldu?... Genelde
AP ve Demokratik Parti Anayasa değişiklikleri ve sert önlemler açısından kendi
isteklerini gerçekleştirirken, olaylann sosyo-ekonomik kökenlerine inip bunları
düzeltme yoluna girmediler. Çünkü bu olguyu olaylarm nedeni için sebep
saymamakta ısrar ediyorlardı. Bu görüş sonraki senelerde de ısrarla sürdürülünce
kötü gidiş daha da hızlandı ve hatta 12 Mart dönemi ile kıyaslanamayacak
boyutlara varınca 12 Eylül 1980’de bu defa tam bir askeri müdahale ile Silâhlı
Kuvvetlerin yönetime tümü ile el koyması zarureti doğdu.
Meclis kürsüsüne ilk defa Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında yapılan gizli
oturumda çıktım ve görüşlerimi açıkladım. Kürsüye bu ilk çıkışımda oldukça
heyecanlıydım, sonraları alıştım, bu heyecan kalmadı.
Biliyorsunuz, ben askeri kariyerden siyasi hayata geçmiş bir insanım. Askerliği
çok severek mesleğimde çalıştım. Ve zannederim ki, biraz başarı göstermiş
olabileceğim için mesleğimin doruğuna varabildim.
Konuşmamda... parti saflarında «bir er gibi» veya «bir nefer gibi» çalışacağım
sözlerini sarfetmedirru, başka bir arkadaşımız tarafından kullanılan bu sözcükler
bana maledilmeğe çalışıldı ve ağır eleştiriler yapıldı. Er veya neferlik onurlu bir
görevdir, şerefsizlik de değildir ve küçümsenmemesi gerekir. Ama ben kendi
rütbemin, emekli de olsam Orgeneral olduğunu unutmamıştım.
SENATO VE PARTİDEKİ
ÇALIŞMALARIM (1974 - 1980)
CHP adına ilk konuşmamı 1975 yılı Milli Savunma bütçesi üzerinde Senato’da
yaptım. Çok uzun ve oldukça teknik ve mali konuları kapsayan bu konuşmamda
iki amaç güdüyordum. Birincisi; askerlikten yeni ayrılmış bir kişi olarak...
modern ve yeterli bir Silâhlı Kuvvetlere sahip olabilmek için ne miktar para
kaynağına ihtiyaç vardır, İkincisi; o güne kadar yanlış an-laşılagelmiş bulunan
gizlilik tabularım yıkarak bu konuları Meclis’te konuşulabilir hale getirmekti.
Batı âlemindeki dış ülkelere yaptığım resmi ziyaretlerde, Silâhlı Kuvvetlere ait
konuların rahatlıkla konuşulup yazılabildiğini, Enstitülerde inceleme ve
araştırmalar yayınlandığını saptamıştım. Halkın da bu konulara ilgisi fazlaydı,
çünkü Silâhlı Kuvvetlere yapılan harcamalar kendisinin verdiği vergilerle realize
ediliyordu. Bugün dış ülktelerde yayınlanan askeri mecmualara baktığımızda
yüzde bir yanılma ile Türkiye’nin elindeki birlik ve silâhların ne olduğunu
öğrenebilirsiniz. Birliklerin nerede bulundukları ise uzay çağım yaşadığımız bir
dönemde hiç gizli değildir. Gizli olan bu birliklerin muhtemel savaş
durumlarında uygulayacakları planlardır. Zannederim yaptığım bu konuşma ile
amacıma ulaştım. Nitekim bu konuşmam 4 gün süre ile Günaydın gazetesinde
yayınlandı ve bir müdahaleye uğramadı.
Öncelikle askeri konular olmak üzere sırası geldikçe genel ve özel konular
üzerinde de kürsüye çıkıp görüşlerimi açıklıyordum ve hatta hiç alışık
olmadığım' ve beğenmediğim halde karşılıklı sataşmalarla yapılan konuşmalara
da istemeyerek de olsa girmeğe başlamıştım. Senato zabıtlarından alıntılar da
bulunarak bu konuşmaların bazılarını buraya aktarıyorum.
Başkan — Konuşma sırası Sayın Muhsin Batur’ da. Buyurun Sayın Batur.
Hakikaten çok nazik bir konu üzerinde tartışıyoruz; fakat konunun nazik olması,
tartışmama sebebi de olmaması gerekir. Halbuki bu konuşmalarla, Silâhlı
Kuvvetlerimize ait bazı gizli problemler deşiliyor, bunu dünya kamuoyu
öğreniyor ve dolayısıyla Parlanmento’ da yapılan bu konuşmalar «faydadan
ziyade, Silâhlı Kuvvetlerimize zarar getiriyor» havası sezinleniyor. Ben, o
kanıda değilim. O kanıda olmadığımı da, Milli Savunma Bütçesi konuşulurken
CHP adma iki defa huzurunuzda açıklama fırsatını buldum. Bugün gizlilik
dünyada bambaşka anlamlarda anlaşılmaktadır ve bugün şurada konuştuğumuz
meselelerin gizlilikle yakından ve uzaktan en ufak bir ilişkisi yoktur.
Değerli arkadaşlar;
İki yıldır aranızda bulunuyorum. Bu iki yıl zarfında Milli Savunma konuları
üzerinde benim üzerimde kalan intibaı şöyle özetleyebilirim:
Bugünkü şartlara göre, ki şartlar çok çok çabuk değişmez, ani değişebilir; fakat
değişen şartlar gene uzun süre sürer. İşte Kıbrıs hadisesinden bugüne kadar ani
olarak şartlar değişti; fakat aynı şartlar hâlâ devam ediyor. Kaç yıl da devam
edeceğini bilmiyoruz. O halde değişen şartlara ve koşullara göre bazı hallerde
kalkınmadan bir süre feragat etıiıek suretiyle bilinçli olarak, savunmaya daha
fazla bir güç ayırmak ihtimali karşımıza çıkabilir. Bunun aksi de varittir. Balanslı
ve çok taraflı bir dış politika uygulamasının bize verdiği güvenç şemsiyesi
altmda ve biraz da riski göze alarak Millî Savunma paylarını azaltmak ve
kalkınmayı hızlandırmak imkânları da her zaman bulunabilir.
Bugün görüştüğümüz esas mesele, 37 küsur zaid 50 küsur milyara kadar varan
bir ödenektir. Ana konu bu, ama esas konunun derinliği var; yani mesele yalnız
şu kadar milyar para vermek değil. Esas konunun derinliği var. Değişen dünya
koşullan ve Türkiye’nin bugün karşılaştığı durumlar karşısında esas mesele;
Silâhlı Kuvvetlerimizin yeniden teşkilâtlanması ve silâhlanması nedir, bunu
Meclis olarak bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeden mi bu paralara «Evet»
diyeceğiz? Bunu önce kararlaştırılıp aramızda konuşmamız lâzım.
Şimdi biz biliyorsunuz NATO üyesiyiz. NATO’nun bize verdiği bazı vecibeler,
mükellefiyetler var. Biz uzun yıllar bu vecibeleri Birinci Plana koymuşuz.
Demişiz ki, bizim millî savunma paylarımızın amacı NATO içinde kendi
savunmamızı temin etmektir ve buna göre bir teşkilât, buna göre de bir para
ayırmışız. Şimdi aynı önemi bizim için NATO muhafaza ediyor mu, Kıbrıs
olaylarından sonra. Yani, karşımıza çıkan durum karşısmda, Türkiye için birinci
öncelik NATO vecibelerini yerine getirmek midir veya NATO vecibelerini
yerine getirirken yeni durumlar karşımıza çıktığına göre NATO vecibeleri zaid,
bu yeni şartları karşılayacak silâhlı kuvvetler kurma ve idame etmek midir? Eğer
bu şekil doğru ise, Ordunun daha da büyümesini icap ettirir, Silâhlı
Kuvvetlerimizin daha da büyümesini icap ettirir. Veya koşullar değiştiğine göre
NATO’nun bizim için güvenirliği biraz azaldığına, bizim ambargo karşısında
düştüğümüz sıkışık durumdan NATO devletlerinin tedirgin olmayıp bize hiçbir
yardımda bulunmadığını gördükten sonra, NATO vecibelerini ikinci plana atıp,
bunları azaltmak ve millî hedefler için uygun bir silâhlı kuvvetler teşkilâtı ve
silâhlanma programı mı uygulayacağız? Bunu biliyor muyuz arkadaşlar? Yani,
Hükümet ne istiyor şu dakikada; bilmiyoruz. Neyi biliyoruz, istenen parayı
biliyoruz yalnız. Pekiyi bunları tartışmayacak mıyız Mecliste, kamuoyu önünde?
Bunları tartışırken hangi gizliliği, yani neyi ihlâl ediyoruz?
Diğer bir konu, Türk - Amerikan Savunma Anlaşması meselesidir. Yine
savunmamızı iştiyakla oraya bağlıyoruz, çünkü bunaldık ambargo karşısmda.
Dünyanın çeşitli memleketlerine müracaat ettik, gazetelerden okuyoruz tabiî.
Olumlu cevap alamadık herhalde, oraya bağlanıyoruz. Şimdi bu anlaşma
imzalanırsa ne olur, imzalanmazsa ne olur? İmzalanırsa bu paralar sarf edilecek
mi? Biliyor muyuz arkadaşlar bunları? Yine bilmiyoruz; pekiyi bilmediğimize
göre tartışmayacak mıyız burada? Mesele Amerikan Türk Savunma Anlaşması
imzalanırsa üsleri açarız, imzalanmazsa üsleri açmayız meselesi midir? Mesele
bu değil ki; denizde bir damla bu mesele. Savunmanı nasıl idame edeceksin, esas
mesele burada, imzalasm imzalamasın; o ayrı.
Yine izah ettiğim gibi uzun seneler NATO içinde yalnız Kuzeye müteveccih bir
savunma ve silâhlanma sistemi içinde kaldık. Bugün yeni durumlar çıktı
karşımıza, ana tehlike ne Türkiye için? Yunanistan, ana sürtüşme konusu ne?
Yunanistan’la aramızda olan mevzular. O halde eski bildiğimiz statüdeki Silâhlı
Kuvvetlerin teşkilâtı ve silâhlanması devam edip bunu; yani bu verdiğimiz
paralarla silâh gücünü aynı sistem içinde mi artıracağız, yoksa başka türlü bir
silâhlanma sistemine, hasmımızm silâhlanma sistemineuygun (yarış demiyorum)
tarzda bir silâhlanma sistemine mi gireceğiz?
Arz etmek istediğim noktalar bunlar. Arkadaşlar bunları bilirsek, daha bilinçli
olarak, daha inançlı olarak Hükümet tasarısını destekleriz, oyumuzu öyle veririz.
Bilmezsek, burada bir robot gibi işte Silâhlı Kuvvetler, bunu istiyor herhalde
bizden iyi bilir, o halde verelim diye parmak kaldırıveririz.
Ben bunları sizlere izah için söz aldım, sabırla dinlediğiniz için teşekkürler
sunarım. (Alkışlar)
Muhsin Batur — CHP Grubu adına ikinci konuşma hakkını ben kullanacağım
efendim.
Başkan — CHP Grubu adına Sayın Muhsin Batur, 15 dakika süreyle kısıtlı
olarak size söz veriyorum; buyurun efendim.
CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Evet, biz kendi adedimize
göre sizden çok fazlayız burada. Rakam biliyorsan say, ondan sonra konuş.
Sözlerime, kronolojik bir sıra takip ederek devam etmek istiyorum. Sözümün
başlangıcı, Türkiye’de demokratik rejimin gelişimi ve Atatürk'ün bize verdiği
direktiftir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk defa23 Nisan 1920’den evvelki
kuruluşunda, Türkiye’deki demokratik gelişimlerden bahsetmek istemiyorum;
fakat o tarihten bu yana, Türkiye demokrasiyle idare edilmeye yönelmiş bir
ülkedir ve Atatürk bunun öncülüğünü yapmıştır ve söylediği söz, bugün
arkamızda asılıdır: «Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir». Bunu bize, bir hedef
olarak vermiştir. Verdiği gün biz bu hedefte değildik elbet. Hepiniz tarihi
biliyorsunuz. O Atatürk ki, bazı meseleler konuşulurken, komisyonda
iskemlenin üstüne çıkmış ve «Değerli arkadaşlar, bu sorun çözülecektir; ama
bazı kelleler uçacaktır.» demiştir; ama adım adım, bizi bu rejime getirme
çabasına girmiştir. Yani, o zaman için Türk toplumu demokratik bir rejime
uygun değildi; ama bunu kademe kademe size sağlamaya çalıştı Atatürk.
Şimdi, bir toplum demokrasiye uygun mudur değil midir?.. Bunu kısaca
özetlersek, dünyadaki tatbikatlarından elde edilen neticeler şöyle ifade edilir: Bir
toplum demokrasiye, demokratik rejime uygun değildir; fakat toplumu idare
etmek şansına malik olanlar, eğer toplumun üstünde bir seviyede ise, elini o altta
olan topluma uzatırlar ve kendi seviyelerine çekerler ve onu demokratik rejime
uygun hale getirmeye çalışırlar. Aksi varitse, yani toplum demokratik rejime
uygun, onu idare edenler buna lâyik değilse, zaten toplum onu idare edenlere
tekmeyi seçimle atıp göndermek hakkına sahiptir ve bunu uygulamıştır.
Franko daha yeni öldü. Franko ölmeden evvel, dünyanın en katı rejimlerinden
birine sahip İspanya’yı NATO kendi içine çekmek için yülarca çalıştı. İçinde
tartışma oldu, alındı, alınmadı o başka. Yani dünyada bazı rejimler, demokratik
olmamasına rağmen hâlâ revaç bulabilmektedirler. Demek ki, dış dünyanın
baskısıyla Türkiye’ye demokratik rejim gelmedi. Türk tarihinde yer almış bir
büyük şahsın hoşgörüsüyle, inancıyla bu rejim Türkiye’ye yerleştirilmeye
çalışıldı.
Nasıl ki, 1971’den önce AP içinde bir dağılma oldu, sonradan bazı yöntemlerle,
bazı partililer dağıtılarak mebus pazarlan açılarak yeniden bir iktidar
oluşturulduysa, bu, bugünkü Millî Cephe Hükümeti de Ankara Oteli’nde bazı
paralar dönerek, bazı rakamlar elde edilerek Meclis içinde inançsız insanlardan
mürekkep, birbirinin kuyusunu kazan dört, partiden ibaret, dört başlı bir
Hükümet oldu. Oldu da ne oldu?.. İşte bugünkü hale geldik. Hani demokrasi?..
130 tane genç öldü. 1960 İhtilâli, iki tane insan öldü diye oldu. 12 Mart, 5 kişi
öldü diye oldu. Bugün, 130 kişi öldü. Kanıksıyoruz, kanıksıyoruz; ama her gün
bu Parlamento Türk kamuoyunda itibannı kaybediyor. Bu neden oluyor?.. Bir
kişinin, Silâhlı Kuvvetlerin müdahalesi ile yerinden inmesinden dolayı itibarını
sağlayabilmek için, 40 milyon insana ben Başbakanım diyebilmek, bunu
yürütebilmek sevdasından ileri geliyor. (CHP sıralarından alkışlar)
Böyle efendim, böyle; her gün Koalisyonun dört partisi, dört ayn Başbakan
olarak, çok ayrı ayrı fikirleri, muhalefetin iktidara karşı ileri süremediği fikirleri
ileri sürerek, birbirini mahvetmek için her türlü çareye başvuruyorlar; fakat siz
bu kanadı sanki Türkiye’nin düşmanı, Türkiye’yi batırmak isteyen bir kanat
olarak gördüğünüzden dolayı, bir türlü bunu dağıtıp, hakikaten Millet ne istiyor,
onu göremiyorsunuz. Huzur istiyor millet. Millet ne istiyor?.. Kuvvetli bir
hükümetle idare edilmek istiyor.
CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Evet, evet biliyorum. Ben
sana söyleyeyim bugün bir askerî müdahale olursa içinizden en evvel istifa
edecek insan benim. Çünkü, bu kürsüde öyle yemin ettim. Kumandanken ettiğim
yemine uygun olarak o muhtırayı imzaladım; ama bugün senatörüm. Bugün bir
askerî müdahale olsa, ben kabul etmem istifa ederim, sen eder misin Sayın
Beler?.. Maaşını alır burada oturursun. (AP sıralarından gürültüler)
Beliğ Beler (İzmir) — Ben milletin reyi ile geldim, sen gelmedin.
İmadettin Elmas (Çanakkale) — Bir gün şu kürsüden laf ettin mi?.. Hep
yerinden müdahale edersin.
CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Hadi efendim, hadi; bunları
açık konuşalım. Koridorda başka türlü, burada başka türlü konuşmayalım. Bu
memleketi kurtarmak hepimizin mesuliyeti, hepimizin vazifesidir.
Türkiye’de 1976 yılı başlarında üzücü bir olay cereyan etti. «Lockheed»
olayından dolayı Org. Emin Alpkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay
Başkanı Org. S. Sancar ile anlaşmazlığa düştü ve emekliliğini istemek zorunda
kaldı. Daha sonra verildiği mahkemede aklandı ama göreve geri dönmesi
mümkün değildi. Hava Kuvvetlerinde iki Orgeneral vardı... Org. İrfan Özaydmlı
ve Org. Ethem Ayan. Buna rağmen Hükümet her iki Orgenerali de Hava
Kuvvetleri Komutanlığına atamadı. Genelkurmayın teklifine karşı çıkaaı
Başbakan Demirel, Hava Kuvvetleri Komutan Vekilliğine Korg. Cemal Engis’i
atadı. Bunun üzerine en kıdemli Orgeneral olan İrfan Özay-dınlı, Yüksek Askeri
İdare Mahkemesinde dava açtı ve bu tayini iptal ettirdi. Bunun üzerine ben
Kuşadası postanesinden Başbakan’a aşağıdaki telgrafı çektim....
Başkan — Millî Savunma Bakanlığı 1977 Malî yılı Bütçe Kanun tasarısının
tümü üzerindeki parti grupları konuşmaları bitmiştir. Şimdi şahısları adına söz
alan sayın üyelere söz vereceğim.
Çok elektrikli bir hava içinde söz almak şanssızlığına uğradım. Benim konum da
biraz elektrikli bir konu, müsamaha ile dinlemenizi rica ederim.
Konulardan ilki, geçen yıl içinde Hava Kuvvetlerine Komutan tayini üzerinde
cereyan eden olaylardır. Bu kapanmış olay, Bütçe Karma Komisyonunda
yeniden deşilmese ve de Sayın Bakanın cevaplanmasına katılabilseydik, biz de
burada konuyu yeniden ele almamayı tercih ederdik.
Sayın senatörler;
Sayın senatörler;
Sayın senatörler;
İşte bu görüşlere katılmak olanaksız. Çünkü, hiç bir orgeneral «Kuvvet komutanı
olmaktır hakkım» diyemez; ama en az 30 hizmet yılından sonra, içinde
Başbakan ve Millî Savunma Bakanının da bulunduğu Yüksek Askerî Şûranın
titiz değerlendirmesi sonucunda orgeneralliğe yükseltilen her subay, artık kuvvet
komutanlığına lâyıktır. Bu liyakat üzerinde tartışılamaz ve hele politikacılar bu
liyakat üzerinde söz söyleyemezler. (CHP sıralarından «Bravo» sesleri.)
Sayın senatörler;
Sayın Bakan devam ediyor; «Düşünün, bir muharebeye giriyorsunuz, belli bir
vasıfta bir insana ihtiyaç var; oraya sevk edeceksiniz. Daha kıdemlisi varken sen
filan adamı gönderdin... Eğer bu düşünüşte olsaydı, Atatürk Çanakkale Savaşını
kazanamazdı. Atatürk’ü Albay olarak vazife başına getirmişlerdi» diyor. Bu
görüşlere, tarihimizi bilmeden söylenen bu sözlere; bir korgeneralin Hava
Kuvvetleri Komutanlığına yanlış yapılan bir tayinini savurmak için, sözü büyük
Atatürk’e getirmeye katılmaya ben hiç imkân göremiyorum ve bu görüşlere
büyük bir üzüntü içinde; fakat sükûnetle cevap vermek istiyorum.
Sayın senatörler;
Sayın senatörler;
Şimdi ikinci konuya geçiyorum; yani Lockheed olayı. Bu olay, 1976 yılının
dünya, çapında bir olayıdır ve adı; Lockheed rüşvet olayıdır. Türkiye açısından
kişisel bazı düşüncelerim var. Bunlar, lehte ve aleyhte bazı varsayımlardan
ibaret. Bu sebeple ben, Türkiye için «Lockheed Rüşvet Olayı» sözünü
kullanamıyorum. Çünkü, rüşvet alınıp alınmadığına dair dökümanter bir bilgim
yok.
Sayın senatörler;
Sayın senatörler;
Sayın senatörler;
Olay kısaca budur. Olay incelenmeli, rüşvet alan veya alanlar varsa, bulunup
meydana çıkarılmalıdır. Hükümet, Genelkurmay, Millet Meclisi Araştırma
Komisyonu, çalışmalarım gizli, süratli ve çok konuşmadan yapmalı ve bu işi bir
an evvel sonuçlandırmalı-dır. Çünkü, esasen binbir güçlükle kısmen
uygulanmaya çalışılan REMO projesi ve normal ikmal yolları ve rüşvet
söylentilerinin Silâhlı Kuvvetlerde ve Hava Kuvvetlerimizde uyandırdığı
çekingenlikle büsbütün zor işler hale gelmiştir.
Sözlerimi bağlarken üzülerek ifade etmek istiyorum ki, gerek Hava Kuvvetleri
Komutanı ve gerekse Lockheed konularında hatalı, bilinçsiz ve iç politikada
basarı uğrunda izlenilen basiretsiz yolların, Silâhlı Kuvvetlerimizde husule
getirdiği tahribatı yabancı ve düşman ajanlar Türkiye içinde yıllarca uğraşsalar
ve milyonlarca lira para sarfetseler elde edemezlerdi.
Sayın senatörler;
İkinci inhada, evet bir orgeneral daha vardı; fakat bir korgenerali teklif etti.
Çünkü o orgeneral Askerî Şûradaydı. Hatta ben Sayın Genelkurmay Baş-kanına
sordum, dedi ki, «Askerî Şûrada önemli mev-zularmıız vardır, çalışan bir
arkadaşımızdır, Askerî Şûrada ona ihtiyacımız vardır, bu sebeple bunu yaptım.»
Nihayet bu bir takdir meselesi. O teklifi de tabiî Genelkurmaydan geldiği gibi
kabul ederek gönderdik ve nihayet bildiğiniz şekilde dava açıldı. İdarî mahkeme
amaç bakımından bu tasarrufu iptal etti ve biz tasarrufa uyarak o tayin
muamelesini ortadan kaldırarak yeni bir tayin yaptık. Muamele, olay böyle
cereyan etmiştir.
Değerli arkadaşlarım;
Burada olduğu gibi Bütçe Karma Komisyonunda da mevzuu ortaya attılar ve ben
şöyle ifade ettim. Aynen burada söylediklerimi hikâye ettikten sonra dedim ki,
«Terfi başkadır, rütbe katetme, ilerleme başkadır, bir makama, bir komutanlığa
tayin başka muameledir. Birisinden sadece sicil, kıdem almabilir; ama ötekisinde
nihayet tayin makamının takdirleri rol oynar. Kanunda bir mecburiyet yok; illâ
şunu yapacaksınız diye bir mecburiyet yoktur. Nitekim, bilmem 4 tane orgeneral
arasında en kıdemsizi bilmem İstanbul'a verilebilir ordu komutanı olarak, ötekisi
Şûraya verilebilir ve bunlar da nihayet tayin makamının takdiriyle halledilir
meselelerdir. Kanunî bir mecburiyet yok.
«Bir orgeneral varken neden oldu?...» Arz ettiğim sebeple oldu ve şunu
söyledim, dedim ki; farz ediniz, ama daima farzedinize bağlı olarak... Evvelâ
şunu arz edeyim; bugün Hava Kuvvetlerine tayin edilmiş olan orgeneral benim
çok saygı duyduğum, hatta takdir ettiğim, bühassa o hâdiselerdeki tutumu
itibariyle gidip kendisine şükranlarımı sunduğum değerli komutanımı zdır.
Vakarım bozmamıştır, «hak benimdir» diye ortaya çıkmamıştır, tam bir askerî
disiplin içerisinde; böyle takdir etmişlerdir diye kabul etmiştir, en ufak bir
şikâyette bulunmamıştır. Bütün bunlardan dolayı da, bilhassa o yönleriyle takdir
ettiğim ve şükran duyduğum bir arkadaştır ve bugün işgal ettiği mevkiyi de
liyâkatla yapmaktadır. O husus hakkında en ufak bir tereddüdüm yok ve böyle
düşünseydim zaten, öteki teklifi imza etmezdim, kaçınabilirdim. Böyle
düşünmediğim oraya imza koyduğumdan da anlaşılıyor.
Yalnız, arkadaşımın bir sualine karşı: efendim, farz edin ki öldü, dedim. Yani illâ
bu makama korgeneral değil, orgeneral tayin edilebilir; farz edin ki, orgeneral
yok o rütbede kimse... (CHP sıralarından «Var, var» sesleri.) O makamı boş mü
^bırakacağız dedim? Birisi vardı, farz edin ki, öldü, o makamı boş mu
bırakacağız?... Farz edin ki, uygun değil, dedim; ama şahsa muzaf olarak değil,
farzedin ki, mücerret olarak, afakî olarak... Söylediğim budur. Yani arkadaşıma;
efendim, bir orgenerali kötülemiş veyahut bir orgeneral hakkında şunu söylemiş,
bunu söylemiş şeklinde saz söylemesini Sayın Batur’a yakıştıramadım. Batur
beni yakinen bilir. En güç şartlar içerisinde beraber çalıştık. Silâhlı Kuvvetler
içindeki durumum, Silâhlı Kuvvetlere hizmetim, Silâhlı Kuvvetlerdeki
vazifelilerle olan münasebetim, büyük bir saygı duydu-ğumu; hepsini bilir. Onun
için kendisine de aynı saygıyı göstermiştim. Benden böyle bir şey sadır olmaz.
Yani bunu kullanıp; efendim, sen falan komutana karşı şunu söyledin... Hayır. O
komutanı takdir ediyorum. Ben kanunî bir durum üzerinde durdum. Sadece
ondan ibarettir. Bunu arkadaşıma tavsiye ediyorum; politikayı biz değil (bizi
itham ediyor) kendisi politika yapmaktadır bugün bu durumda. Ondan dolayı da
üzüntülerimi arz ediyorum. Kendisi ordu içinde politika yapmaya çalışmaktadır
ve bunu yakıştıramıyorum.
Turizm ve Tanıtma benim uğraşı alanım değil; ama kişi olarak gezmeyi, görmeyi
ve öğrenmeyi çok seven bir insanım; bu görgülerimin ışığı altında turizm ve
tanıtıma konusunda birkaç öneride bulunmak istiyorum, müsaadenizle.
Sayın senatörler;
Geçen yıl Portekiz’e gitmek fırsatım buldum, orada bir nokta var. Avrupa'nın en
batı noktası, yani hiçbir özelliği, tarihi hiçbir özelliği yok, coğrafi bir nokta;
fakat ufak bir kulübe kurmuşlar oraya, binlerce turist geliyor, çay, kahve içiliyor.
Zaten o iki memurun parasını o çay kahve geliri karşılar. İnsanın eline şöyle bir
belge veriyorlar, gayet güzel yapılmış, buranın coğrafi yerini gösteriyorlar ve
buraya sizin isminizi yasıyorlar ve iki dolarınızı da alıyorlar. Hem bu memleketi
tanıtma bakımından bir şey oluyor, hem turizm geliri bakımından büyük fayda
sağlıyor. Bizim memleketimizde ben sayma lüzumu görmüyorum turistik ve
tarihi yerleri namütenahi var, dolar olarak alınabilecek böyle bir tanıtma ve
hatıra belgesiyle turizm gelirlerimize büyük katkıları olabilir kanısındayım.
Gene başka bir noktaya değinmek istiyorum. Geçen yıl Amerika’ya gitmek
fırsatını bulduk. NATO Parlamenterleri olarak, ziyaret ettiğimiz yerler arasında
Los Angeles’in cenubunda, San Diego diye bir liman şehri vardı. Kendisi
haddizatında turistik bir yer otelleriyle, plajlarıyla. Bize bir resepsiyon verdiler:
Resepsiyona katılan Amerikalıların hemen hemen hepsi Türkiye’yi görmüşler.
İlgilendim, nasıl görmüşler yani; en uzak yeri Amerika'nın. Yunan seyahat
acentalarımn tertiplediği gezilere katılmışlar, gezilerde hem Yunanistan, Atina,
hem Adalar, hem Türkiye kendilerine bol bol gezdirilecek broşürleriyle
karşılaşmışlar. Kalkmışlar 15 günlük bu Ege turuna katılmışlar. On dört buçuk
günü Yunanistan memalikinde geçirmişler, yarım gün de bize uğramışlar, ya
Efes’i, ya Meryem Ana’yı görmüşler. Yani açıkçası Yunanlılara 500 dolar, bize
de 5 dolar bırakmışlar. Bunu tersine çevirip bizim yapmamamız için hiçbir sebep
yok.
Yine Kuşadası’ndan bir örnek verebilirim. Her gün üç dört tane feribot veya
gemi yanaşır, binlerce turist çıkar, kumanyaları yanlanndaır. Bir otobüs parası
verirler, bir de Meryem Ana’ya veya Efes’e giriş parası iki lira verirler, dönerler.
Halbuki, örneğin: Meselâ, Macaristan’da huduttan girerken kaç gün kalacağınızı
sorarlar, kaç kişisiniz? îki kişi, bir de çocuğunuz var; kişi başına günde 20 dolar,
çocuk başına da 10 dolan hudutta bozdurmaya, döviz olarak mecbursunuz.
Bütün bu öneriler dikkate alınırsa, gerek Türkiye’yi tanıtma bakımından, gerek
Türkiye’ye döviz getirme bakımından bazı eylemlere Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı diğer bakanlıklarla koordine etmek suretiyle girebilir.
Zamanm Turizm ve Tanıtma Bakanı Sayın Alev Coşkun, bana olumlu cevap
verdi ve dedi ki...
* * * * *
Bir önemli noktaya daha değinmek istiyorum. Çok partili demokratik sisteme
ümitle girdik. Beceremedik,27 Mayıs oldu. Tekrar denemeye girdik, 12 Mart
1971’e geldik. Tekrar denemeye girdik. MC hükümetleri çok başarısız bir dönem
yaşattılar Türkiye’ye. Büyük umut, vaad ve iddialarla biz işbaşma geldik.
İnandığımız ve vaadlerimiz doğrultusunda başarı sağlayamadık ve Silâhlı
Kuvvetlerimize yönelerek, devletin bekası için onun yardımmı istiyoruz. Böyle
bir karar alınırsa, eski bir mensubu olarak, Silâhlı Kuvvetlerimize yürekten
başarılar dilerim. Eğer başarılı olurlar ve yurdumuzu huzura kavuştururlarsa,
kendilerine minnettar olurum.
NEDEN BÖYLEYİZ?
Muhsin Batur, Senatör
* Son 60 yıllık yakın tarihimize kronolojik sıra ile bir göz atarsak çok
bunalımlı ve istikrarsız dönemler geçirdiğimizi ve teşhiste beraberlik içinde
bulunmadığımız bir hastalığın mevcut olduğunu görürüz.
* Önce bir Kurtuluş Savaşı dönemi ve sonunda askeri ve siyasi zafer.
* Bugünkü manada kullanmıyorum, vatan tam bir enkaz halinde buna rağmen
üzerinde yeni bir devlet ve kendine «Ne mutlu Türk’üm» diyebilen bir toplum
oluşturulma çalışmaları.
* Başta laiklik olmak üzere toplumun şekil ve içeriğini değiştirici Atatürk
inkılâplarının biribirini kovalaması.
* Bu değişmelere karşı koymalar, isyanlar, Takriri Sükûn Kanunları, İstiklâl
Mahkemeleri, idam sehpaları, tenkitler, örfi idareler.
* Siyasi hayatta çok partili döneme geçme tecrübesi, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, sonuç olumsuz.
* İkinci deneme Serbest Fırka, hem bu seferki biraz danışıklı dövüş, sonuç
gene olumsuz.
* Bir deneyiş daha. 1945 -1946, bu sefer sonuç olumlu gibi. Ama giderek
partiler ve partililer arasında sertleşme ve kutuplaşmalar, köylerde cami ve
kahveler bile ayrılıyor, ekonomik kriz, antidemokratik gelişmeler. Sonuç: 27
Mayıs 1963. Mahkemeler, idamlar, yeni Anayasa ve tekrar çok partili rejime
dönüş.
* Dayanma süresi 10 yıl ve 12 Mart 1971. Daha modem bir askeri müdahale,
uzun süreli Sıkıyönetim, şikâyetler.
* 1973’ten bugüne geliş, yeniden ekonomik kriz, yeniden Anayasa dışı anarşik
ve bölücü eylemler ve Türkiye’nin üçte birinde yeniden sıkıyönetim.
* * * * *
* O halde bu iniş çıkışların bazı sebepleri olması gerekir. Nedir bunlar?
Türkiye gittikçe büyüyen, gelişen, hızla nüfusu artan bir ülke. Son 60 yılda
*
büyük değişmeler, gelişmeler olmuş. Ama geçmişin etkilerinden hâlâ tamamen
kurtulamamış, sosyal, ekonomik, eğitim, sanayileşme sorunlarını hâlâ
çözememiş, hatta hatalı çözüm yollarının seçilmiş olması bugünkü halin
sebeplerinden biri.
* Bir açıdan ve biraz karamsar olarak bakıldığında Türkiye bir tezatlar
ülkesi...
* Bir yerde 5-10 milyonluk lüks dairelerde oturan insanlar, bir başka yerde
insanların ve hayvanların beraberce yaşadığı mağara köyler.
* Bir tarafta nerede ise dilenerek temine çalıştığımız Fuel-Oil ile terleyerek
ısınan insanlar, diğer tarafta tezek yakarak titrememeğe çalışan insanlar.
* Bir bölgeye gidiyorsunuz fabrikalar kilometrelerce yan yana sıralanmış,
başka bir bölgede halk fabrikayı resimde görmüş.
* İş bulamayan insan, sevdiği yurdunu bırakıp göç etmiş Almanya’da yollan
süpürüyor, bulaşıkçılık yapıyor. Ankara’da yüzbinlerce işsiz var. Almanya’dan
dövizle getirttiğimiz makinelerle yolları süpürüyoruz.
* Hââ Türkiye’nin gereksinmelerini karşılayacak bir eğitim sistemi
kuramamışız. Gereksiz bir üniversite mezunu olma ve imparatorluktan kalma
devlet kapısında iş aramak eğilimi var. Araçsız, gereçsiz okullar, bazı dallarda
öğretmen yığılmaları, bazı dallarda büyük boşluklar, fen derslerini okumadan
lisenin fen kolundan mezun olanlar var, bunlar üniversite sınavlarına
hazırlanmak için özel dershaneler önünde kuyruklar teşkil ediyorlar.
* Çarpık bir işveren ve karşısında gene çarpık bir sendika sistemi. İşvereni
mecbur etmezsen boğaz tokluğuna bile yetmeyecek bir ücretle işçi çalıştırmak
eğiliminde. Sendika lâf dinletmiyor, işveren iflasa gitse bile daha fazla ücret
istiyor. Asgari ücret var, fakat tavan yok. İşçi memur ayrımı her geçen yıl daha
da büyüyor.
* Geri kalmışlıktan süratle kurtulmak, özel sektörün yapamayacağı, yapmak
istemediği endüstri alanlarına yönelik KİT’ler fayda yerine ekonomiyi çökertir
bir hale gelmişler, tedbir alma cesareti partiler rekabeti dolayısıyla mümkün
değil.
* Vergi sisteminde adalet yok, vergi alınmayan sahalara yönelme heves ve
cesareti yok, sübvansiyonlu maddelerde devlet ağır ekonomik fedakârlığa
katlanıyor.
* Yalnız doğuda değil, orta, hatta Batı Anadolu’da dahi çok geri kalmış yöreler
var, gelip geçmiş iktidarlar seçim bildirgeleri ve parti programlarında vaat
ettiklerinin onda birini dahi gerçekleştirememişler.
* Etnik ve mezhep ayrılıklarını bazen ağzımıza almaktan çekinmiş, yok
farzetmişiz. Bazen ise kişisel ve parti çıkarları uğruna bu mazlum kütleleri tahrik
yoluna giderek olaylar çıkartmaktayız.
* Geçmişin feodalite ve şıhlık müesseseler!, devletin tam giremediği bölgelerde
hâlâ etkinliğini sürdürebilmekte. Bugün yurt sathında herkesçe tanınan sayın
Ecevit veya sayın Demirel adaylıklarını bağımsız olarak koysalar kazanıp
Meclise girebilme ihtimalleri pek zayıfken, kendi bölgeleri dışında hiç
tanınmamış vatandaşlarımız bağımsız olarak tek başlarına 20-30 bin oy alarak
Meclise girebilmektedirler.
* Bazı aksaklıklarına rağmen çok partili demokratik sistem, en iyi devlet
yönetim sistemidir. Fakat demokratik rejimin kati bir sistematiği yoktur, her
ülkede farklılıklar gösteren uygulama şekilleri vardır. Ancak, biz kişi hak ve
özgürlüğünü devletin üstünlüğüne tercih eden ütopik bir özgürlükçü sistemi
kendimize slogan etmişiz. Bundan yararlanarak Türkiye'de rejimi yıkmak, vatan
bölmek isteyen düşünceleri bir tarafa bırakalım, silâhlı ve örgütlü eylemcilere
karşı dahi yasal sert önlemler almayı, özgürlükçü demokratik sisteme toz
kondururuz, sonra Batı bizi ayıplar diye cesaret edememişiz. Hangi Batı... Batı
ne yapacağını bilir ve yapar. Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da ve İtalya’da
kanundışı davrananlara polisin nasıl bir tutum gösterdiğini basın ve
televizyondan izlemiyor musunuz? Bu gibi hallerde Amerikan polisi
zannedersiniz bir sadistler örgütü, insanı hunharca yerde sürükler, coplar, kan
revan içinde bırakır. İtalya’da anarşistleri mahkemeye demir kafesler içinde
getirdiklerini görmediniz mi? Almanya’da Meinhof çetesi mensuplarının
safiyane (!) intiharlarım duymadınız mı?
* Şimdi sonuca yaklaşmaya çalışalım. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı
tavuktan çıkıyor karşıt görüşlerine uygun olarak, bunalımlar... Sosyal, ekonomik,
mezhep ve etnik konulardaki problemlerin çözülememiş olmasının sebep olduğu
bir tepki ve umutsuzluktan mı kaynaklanıyor?.. Yoksa... Bu konuları ana etken
olarak gösterip bu örtü gerisinde esas amaç rejimi değiştirmek veya devleti
yıkmak mı? Kanımızca bu sebeplerin her ikisi tek tek ve bazen her ikisi
beraberce geçerli olmakta ve sonunda silâhlı eyleme dönüşmektedirler.
* * * * *
* Kişi hak ve özgürlüklerine saygılı olmak, bu haklan yasal güvenceye almak
ne kadar önemliyse, toplumun oluşturduğu devleti ve rejimi koruyucu yasal
güvence önlemleri almak da en azmdan aym derecede önemlidir. Son yıllarda
siyasi partilerimiz kısmen görüş farkları, kısmen de birbirlerinden
çekindiklerinden bu iki unsur üzerindeki önem derecesini saptamada
bocalıyorlar. Bazen, kişi hak ve özgürlüklerinden toplum ve devlet adına nisbi ve
ölçülü bir feragati dahi Faşizm’e veya Dikta’ya gidiş olarak görme hastalığına
tutulduk. Halbuki millet, vatan ve devlet olmazsa ve bu kavram-lar kuvvetle
korunmazsa, ikinci önem sırasında gelen partiler, rejim, hükümet vs. gibi
kavramların manası kalmaz. Bunu da bilmiyor değiliz, her tehlikeli dönem ve
bunalımda bir Anayasa müessesesi olmakla beraber Sıkıyönetimi ve Silâhlı
Kuvvetleri devreye sokuyor ve üzerinde çok hassas göründüğümüz kişi özgürlük
ve haklarını hemen askıya alıveriyoruz. Böylece bir çelişkiler halkası üzerinde
devamlı tur atıyoruz.
* Anayasa ve yasalar yalnızca teorik hukuk görüşleri ile hazırlanmaz. Her
toplumun kendine özgü özellikleri vardır. Durum böyle olmasaydı dünyadaki
bütün devletlerin Anayasa ve yasaları aynı olurdu. Bizim Anayasa ve
yasalarımızda devlet ve icra organı yeteri derecede kuvetli değil. Hep kötü
niyetli iktidarlar gelir ve demokratik hakları kısıtlar endişesi hâkim olmuş,
çeşitli Anayasal balanslar kurulmaya çalışılmış ve icranın, yani hükümetlerin
yetkileri sınırlanmış. Evet, çok önemli ekonomik ve sosyal problemlerimiz var.
Bu problemler geçmiş ve şimdiki bunalımların sebepleri. Fakat anarşiye ve
bölücülüğe yönelik eylem ve bunalımlara çare bulmada hükümetler çaresiz ve
yetkisiz kalıyorlar. Anayasa ve yasalardaki bünyeye uymazlık ve eksiklikler
yüzünden bunalımlı dönemde ya askeri müdahale oluyor veya siyasi iktidarlar
Silâhlı Kuvvetleri sivil yönetim sorumluluğunu almaya davet ediyorlar. Bu hal
ise Silâhlı Küvetlerimizi yıpratıyor, etkinliğini azaltıyor. O halde gerekli Anayasa
ve yasa değişikliklerini yaparak bilhassa banş döneminde sıkıyönetimle Silâhlı
Kuvvetlerimize verdiğimiz yetkileri niçin hükümetlere ve sivil yönetime
vermiyoruz?
Anayasa değişikliği konusu üzerinde uğraş vermek üzere partiler özel
komisyonlar kurmuşlardı, fakat çalışmalarda bir anlaşma ve ilerleme
sağlanamıyordu. Bunu saptadıktan sonra Anka Ajansı muhabirine bir demeç
verdim ve dedim ki:
«1961 Anayasası bir tepki anayasasıydı. Sayın Demirel de, tepki Anayasasına
tepki duyuyor. Olabilir. Ancak benim savunduğum görüş bir tepki değil, devleti
işlerliğe kavuşturacak bir yaklaşımdır.»
«Anayasa değişiklik taslağı meclisler dışında bir kurul tarafmdan
hazırlanmalıdır. Bu kurul sosyolog, ekonomist, pedagog ve uzman kişilerden
oluşmalıdır.
Bu kurulun hazırlayacağı taslak, meclislere sunulmalı ve orada görüşüldükten
sonra yürürlüğe girmelidir. Bu örneği, Türkiye 1960’larda yaşamıştır. Bugün
için de bu gereklidir.»
Sorulan sorular üzerine şu cevapları verdim... «Ben partiler demokrasisinden
yanayım, elbette Meclisler de gerekli Anayasa değişikliklerini yapabilir. Ancak
partiler kendi politik katılıklarının dışına çıkmalıdırlar.» dedikten sonra
Sıkıyönetim hususunda...
«6 aya yaklaşan uygulamaya bakalım. Sivil yönetimin yapması gereken, ama
Anayasal dayanağı bulunmayan görev ve yetkilerini ordu yükleniyor ve haksız
şekilde yıpratılıyor. Bu sakıncalı ve tehlikeli bir durumdur. Anayasa’nm
124’üncü maddesindeki yetki ve görevlerden savaş ihtimali ve hali ile isyan hali
dışındaki güvenlik sivil yönetimin görev ve yetkisinde olmalıdır.» dedikten sonra
Ankara muhabiri son sorusunu sordu... «CHP üyesisiniz. Bu görüşleriniz
CHP’nin ve CHP ağırlıklı hükümetin görüşlerine uyuyor mu?»
Cevap verdim:
«Oymuyor. Ama ben kişisel görüşlerimi açıklıyorum. Bu da bir parlamenter
olarak benim hakkım ve görevim. Kişisel görüşlerimi açıklamam demek, benim
partiler demokrasisine inanmadığım anlamına gelmez. Ben demokrasiye
inanıyorum. Demokrasinin yaşaması için onu yaşatacak önlemlerin de alınması
ve bir an önce yürürlüğe konulması şarttır...»
* * * * *
6 yıllık Senatörlük dönemimde, diğer bir uğraş alanım da NATO ile ilişkili
konularda oldu. Kuzey Atlantik Asamblesi toplantılarına Türkiye, milletvekili ve
senatörlerden oluşan on kişilik bir heyetle katılıyordu. Heyette partiler güçleri
oranında temsil ediliyordu ve her partiden parlamenter bulunuyordu. Beş yıl bu
heyet içinde bulundum, iki yıl üye ve üç yü Başkan olarak. Toplantılara
gittiğimizde, partilerin görüş farkları ortadan kalkıyor, tam bir anlaşma ve
dayanışma içinde bulunuyor, ayrıca kişisel ilişkilerimiz dostluk havası içinde
yürüyordu. Partilerimiz görüşlerini ortaya koyarken örneğin, AP senatörü
Erdoğan Adalı, MHP milletvekili Necati Gültekin, MSP milletvekili Recai
Kutan ve benim aramda hiçbir sert tartışma olmuyordu. Bu duruma çok memnun
oluyor, keşke bu centilmenlik meclis içindeki ilişkilerde de bulunsa
temennisinde bulunuyordum.
1980 CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ
* Bana göre devlet hizmetinde siyasetle uğraşanlarla, bürokrat ve teknokratlar
arasında kişisel beklentiler ve amaçlar açısından oldukça büyük farklılıklar
vardır. Bir subaym amacı general, bir dışişleri mensubunun isteği büyükelçi ve
bir teknokrat veya bürokratın hedefi de Vali, Genel Müdür olabilmektir. Bu
beklentiler doğal olup, zaten mesleğinde yükselme heves ve arzusu olmayan bir
insan hayatta başarılı olamaz.
Eğer bir siyasetçinin amacı Bakan, Başbakan veya Parti Genel Başkanı olmak
ise, bana göre bu insan yanlış yolda demektir. Siyasetçinin en büyük amacı;
görüş, tutum ve davranışları ile memlekete hizmet yolunda uğraş vermek ve
düşüncelerini gerçekleştirmek için taraftar toplamak olmalıdır. Bunu sağladıktan
sonra dilerse istediği pozisyonlara gelmenin çalışmalarını yapabilir.
Ben bu görüşte olduğum için 6 yıllık senatörlük dönemimde herhangi bir görev
veya makama gelmek için bir uğraş vermedim. Evet, Senato Başkanlığı’na ve
Cumhurbaşkanlığı’na aday oldum, fakat adaylıkları kendi hırs veya hevesimi
tatmin için değil, beni bu görevlere lâyık gören arkadaşlarınım istek, destek ve
ısrarları yüzünden kabul ettim.
Havacı iken general olmak, general olduktan sonra da Hava Küvetleri Komutanı
olmak istemiştim, fakat içtenlikle söylüyorum, Meclise girdikten sonra , bir gün
bile Cumhurbaşkanı olma istek ve hevesine kapılmadım.
* 1980 yılına kötü şartlarla girmiştik. 1979 yılı Ekiminde yapılan üçte bir Senato
yenileme seçimlerinde CHP 14 senatörlük kaybetmiş ve Senato’da çoğunluk
AP’ye geçtiği için Senato Başkanlığı da AP’ye geçmişti. Boş bulunan 5
milletvekilliği için yapıan seçimlerin de hepsini AP kazanmıştı. Başbakan
Ecevit, milletin oylarının belirttiği eğilime saygı göstererek, Meclis’te güvenoyu
istemeğe dahi gerek görmeden istifa etmişti. AP Genel Başkam Sayın Demirel, o
tarihe kadar şiddetle karşı çıktığı azınlık hükümeti üzerindeki düşüncelerinden
birdenbire vazgeçmiş ve dıştan destekli bir hükümet kurarak Başbakanlık
görevini yüklenmişti. Sıkıyönetime rağmen anarşi durdurulamıyor ve gerekli
yasa değişiklikleri üzerinde partiler anlaşamadıkları için Meclisten
geçirilemiyordu. Ekonomik durum da hiç parlak değildi. Hâzinenin 70 Cent’e
muhtaç olduğu, sorumlu devlet yetkililerince rahatlıkla söylenir hale gelmişti.
Yaşanan ortamdan tedirgin olmağa başlayan Silâhlı Kuvvetler, istek ve
şikâyetlerini Cumhurbaşkam’na verdikleri bir mektupla dile getirmişlerdi.
* Bu ortam içinde iken 7 Ocak 1980 günü Milli Birlik Grubu’ndan bir Senatör
arkadaşım benimle görüşürken şu ilginç sözleri söyledi... «Türkiye gene zor
günlere doğru gidiyor, Genel Başkanlar dışında bir Başbakan’a ihtiyaç
duyulabilir, bu konuda size görev verilmesi hususunda bazı görüşler var, siz ne
dersiniz?»
Ben; «Böyle bir durumu hiç düşünmedim, bu tarz kurulan hükümetler Meclis’te
güçlü olamıyorlar, bu durumları yakın geçmişimizde de gördük, başarılı
olmayacağı önceden bilinen bir girişime talip olmak doğru değil» dedim.
Senatör arkadaşım devam etti... «O halde Cumhurbaşkanlığı konusuna ne
diyorsunuz?» «Bu düşünülebilir, ama ben kendim için böyle bir girişimde
bulunamam ki» cevabını verdim... «O halde sakıncalı bulmazsanız ben
çalışmalara başlayıp, bu düşünceye taraftar bulayım ve ortam hazırlayayım»
deyince... «Teşekkür ederim, bir sakıncası yok» dedim. Bundan habersiz olan
ikinci girişim, bir gün sonra Prof. Uğur Alacakaptan’dan geldi. Kendisi, bu
ortamda Cumhurbaşkanı makamının önem kazandığını, eğer sakınca
görmüyorsam önce CHP. Senato Grubu içinde benim adaylığım konusunda
çalışma yapacağmı söyledi. Önerisini kabul ve kendisine teşekkür ettim ve o
tarihten itibaren kendimi bu konunun içinde buldum.
* Artık benim pasif bir beklenti içinde olmam o güne kadar Meclis’te
edindiğim deneyimlere göre doğru olmazdı. Çünkü kendinizle ilgili bir konuyu
yakın gördüğünüz arkadaşlarınıza siz açmazsanız ya size karşı bir kırgınlık
uyanıyor, ya da konuşmadığınız bir kişi başkasına angaje oluyor ve sözünden
dönemiyordu.
Bu yolu seçerek yavaş yavaş temaslarıma başladım. Sırasıyla Sayın Halil Tunç,
Mucip Ataklı, Abdullah Kö-seoğu, Rahmi Erdem, Ali Topuz, Cevdet Sunay,
İsmail Akın, M. Ali Pestâlci, A. Emre İleri ile olumlu görüşmeler yaptım.
Prof. Uğur Alacakaptan’la bir öğle yemeğinde tekrar buluşup görüştük ve ben
Cumhurbaşkanlığı hakkındaki görüşlerimi kendisine şu şekilde açıkladım...
«Ben Cumhurbaşkam’nm yeteri kadar yetkiye sahip olması ve bunları
kullanması gerektiğine inanıyorum. O makam yalnızca bir imza ve temsil
makamı değildir. Bakanlar Kurulu’na başkanlık edebilen, Milli Güvenlik
Kurulu’nun Başkam olan bir kimsenin yelkileri var demektir.» Bu düşüncelere
katılan ve Senato Grubu içinde olumlu sonuca varan Prof. Alacakaptan, konuyu
ilk defa 5 Şubat’ta Genel Başkan Ecevit’e açtı. Nereden duyulduysa aynı gece
Cüneyt Arcayürek bana telefon açarak gelişmelerden haberdar olduğunu söyledi.
Bazıları olumlu görüş belirtirken, bir kısım arkadaşlar bir angajmana girmeyi
istemediler. Bu da doğaldı.
* Sayın Ecevit 25 Mart günü parti içinde bir eğilim yoklaması yaptı.
Parlamenterleri tek tek odasına çağırarak onlardan uygun gördükleri bir veya
birkaç aday ismini sözlü veya yazılı olarak kendisine bildirmelerini istedi.
Büyük bölüm görüşlerini bildirdi, bir bölüm arkadaş da bu yöntemi
beğenmedikleri için bu çağrıya katılmadılar. Sayın Ecevit yaptığı bu eğilim
yoklamasının sonuçlarını açıklamadı, gizli tutmayı tercih etti. Bilemiyorum...
belki de Sayın Ecevit’in zihninde tuttuğu isimler üzerinde Grup olumlu eğilim
göstermediğinden bu yolu izledi. Netice şu idi ki... CHP’nin hâlâ bir adayı
yoktu. Bir taraftan turlar devam ediyor, bir taraftan kulis faaliyeti kızışıyor ve bu
durum parti içinde birleşme yerine dağılmağa gidiyordu.**
Bu arada ben, NATO heyeti içinde beraber çalıştığımız MSP’li Sayın Recai
Kutan ve Bağımsızların gaynresmi lideri olarak bilinen Sayın Oğuz Atalay ile
olumlu görüşmeler yaptım.
8 Nisan günü yapılan CHP müşterek grup toplantısında söz alarak bir konuşma
yaptım ve özetle şunları söyledim... «Bana verilen oylar için sizlere çok teşekkür
ederim, fakat bundan sonra parti, bir yöntem ve aday belirleyinceye kadar lütfen
bana oy vermeyin» dedim. Bu sözlerim ertesi günkü gazetelerde yer aldı, fakat
gene bana oy verilmeğe devam edildi.
10 Nisan günü AP resmi adayını ilân etti... Dr. Sadettin Bilgiç... ve MHP bu
adayı destekleyeceğini ilân etti. Dr. Bilgiç ilk oylamada 183 oy aldı. Yani
AP+MHP oyları toplamından 84 oy kadar eksik. Bunun anlamı, kendi partisi de
kendi adayını desteklemiyordu. Ben o turlarda aday olmamama rağmen 100’ün
üzerinde oy almağa devam ediyordum.
Nihayet 11 Nisan günü yapılan CHP Müşterek Grup toplantısında Sayın Genel
Başkan ilginç görüşünü açıkladı... «İsteyenler adaylık için bana müracaat
etsinler» dedi. Görüş belki çok demokratikti, fakat partiyi amaç etrafında
toparlayıcı değil, tam dağıtıcı idi bana göre. Önce 7 kişi adaylık için müracat
etti... Sırrı Atalay, Kemal Kayacan, Kemal Sarıibrahimoğlu, Celâl Ertuğ ve eski
Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan. Turan Güneş önce adaylığa talip oldu, fakat
sonra yöntemi beğenmediği için vazgeçti, ama bu işte kendisinin de var olduğu
mesajını vermiş oldu.
12 Nisan günü aday adayları Sayın Genel Başkan’ın odasında toplandık, basın
mensupları flaşlarını patlatarak bu anı tespit ettiler.
14 Nisan günü CHP Müşterek Grubu’nda gizli oyla bir eğilim yoklaması yapıldı,
aday adaylarının üçü feragat etmiş ve geriye üç kişi kalmıştı.... Sırrı Atalay,
Kemal Kayacan ve ben. Oyumu verdikten sonra sonucu beklemeden eve gittim,
biraz sonra telefon çaldı, arayan Genel Başkan Ecevit idi. Aramızda şu konuşma
geçti:
Ecevit; «Sayın Batur, grubun eğilimi belli oldu, aday sîzsiniz, başarılar
dilerim...»
Ben; «Teşekkür ederim, yarın diğer parti ve gruplarla temas edebilir miyim?»
Sayın Ecevit deneyimli bir politikacı idi ve ben kendisinden, «Sayın Batur, yarın
birlikte diğer parti ve gruplara gidelim, gerekli temasları yapalım» cevabını
beklerdim.
Eğer AP o anda hâlâ aday çıkarmamış olsaydı, Sayın Demirel’e bir nezaket
ziyareti yapar ve düşüncelerimi kendisine açıklayabilirdim, (bilmiyorum, kendisi
ziyaret isteğimi kabul eder miydi?), ama adayı varken kendisi ile ne
konuşacaktım?
* * * * *
Gene basın öyle bir hava yarattı ki... «Hiçbir parti kendi adayını seçtiremez,
Kontenjan Grubu’ndan bir kişi üzerinde birleşmek gerekir» gibilerden. Bu
yüzden Kontenjan Grubu üyelerinin büyük kısmı bir beklenti içine girerek şansın
kendilerine dönmesini beklediler ve adaylara oy vermediler zannediyorum. Bu
tutum da seçimlerin sonuçlanmamasında büyük etken oldu.
Basın özğürlüğünün aleyhinde hiçbir görüşüm yok, her memlekette basın, kendi
milletinin hoşgörü çerçevesi içinde ve olayın durumuna göre istediği mizahı ve
karikatürü yapabilir. Bu konuda da zannederim basınımız pek iyi bir sınav
veremedi. O döneme ait bir iki karikatüre bakarsanız belki bana hak verirsiniz.
Faruk Paşa Cumhurbaşkanı adayı iken Meclis salonlarında tek başına otururken
bir resmi çekilmiş ve basında yer almıştı. Resmin amacı «Yalnız kalmış bir
insanı» göstermekti. Aynı türden bir resmimi çekip basabilmek için basınımız
günlerce uğraş verdi, ama bu fırsatı bulamadılar, çünkü arkadaşlarım beni hiç
yalnız bırakmadılar.
* * * * *
* * * * *
Buna rağmen CHP gene de seçimi kazanabilirdi. Fakat oyların tümünü çeşitli
sebeplerle benim üzerimde toplamıyordu, bu da doğaldı. Bana bir bölüm CHP
oylarının verilmeyişi bir varsayım değil, bunu kendi metodumla kanıtladım.
Seçim turları yapılırken arada bir Sayın Ecevit’le bir araya geliyor ve bana
verilen oyların değerlendirmesini yapıyorduk, benim tahminlerime göre
CHP’den 15-23 oy eksik çıkıyordu, Sayın Ecevit benim bu görüşüme katılmıyor
ve benim parti dışından aldığım oy miktarında iyimser tahmin yaptığımı,
söylediğim miktarda oy alamayacağımı ve CHP içinde bana verilmeyen oyların
bir kaç taneyi geçemeyeceğini söylüyordu. 30 Nisan günü Meclis sıralarını
dolaşarak bana oy verdiklerini tahmin ettiğim CHP dışındaki Senatör ve
Milletvekilleri ile görüşerek kendilerinden şu ricada bulundum... «Bana sebebini
sormayın, ama lütfen bu tur bana oy vermeyin» dedim. Oylama bitip sayıma
geçildiğinde Sayın Ecevit’in odasına gidip kendisine, uyguladığım yöntemi
açıkladım. Kendisi zannederim yaptığım bu işi beğenmedi ve... «Ama şimdi
Sayın Bilgiç’in oyları sizinkini geçecek» dedi, ben de «olabilir», cevabını
verdim. Sonuçlar açıklandı... Dr. Bilgiç ilk defa beni geçmiş 250 oy almıştı, ben
ise 240 oy. İşin ilginç yönü, CHP’den 250 üye oya katılmıştı, yani fire asgari 10
oydu. Bu da gayet normaldi, bir bölüm insan beni beğenmeyebilirdi, bir bölümü
ise sonraki aşamalarda aday olmak isteyebilirlerdi, aynca basında bir «Kelaynak
Kuşları» teması işlenir hale gelmişti.
* 16 Nisan’dan sonra yapılan 4 tur oylamada sırası ile 263, 261, 258, 252 oy
almıştım, yaptığım değerlendirmede oyların kilitlendiğini ve bir sonuç
alınamayacağını görerek adaylıktan çekilmeğe karar verdim ve Genel Başkanı
ziyarete giderek kararımı bildirdim, isteğimi hemen kabul etti ve çekilme
demecimin hazırlanmasına ve çoğaltılmasına yardımcı oldu. Meclise geldiğimde
haber duyulmuştu. CHP’li arkadaşlarımdan çoğu... «Sizi biz aday yaptık, bize
sormadan nasıl böyle bir karar verebilirsiniz, olmaz öyle şey» diye tarizlerde
bulundular ve ben de mecburen kararımı değiştirdim ve o turda oyum ilk defa
290’a yükseldi ve sonra gene düştü.
3 Haziran 1930 günü tekrar adaylığım ilân edildi. Aday olmadığım sürede
yapılan 13 turun 8’inde çoğunluk olmadı. 5 turda aday olmadığım halde bana
524 oy verildi.
* * * * *
Fakat ben, 8 aydır İstanbul’da boş tuttuğum katıma yerleşmek üzere eşyalarımla
beraber yola çıktım, 27 Mayıs’a kadar da İstanbul’da kaldım fakat telefonlara
cevap vermekten eve yerleşmek için çok az vakit bulabiliyordum. Tekrar ve
ısrarla Ankara’ya çağnldım. 29 Mayıs’ta Ecevit-Erbakan görüşmesi yapıldıktan
sonra Sayın Ecevit benimle de görüştü ve tekrar aday olmam hususunda karar
almdı. 2 Haziran günü Sayın Yüksel Çakmur’dan beraberce, bir çay içme teklifi
aldım, meclisteki beni beklediği odaya girdiğimde yalnız olmadığını, başta eski
bakanlarımızdan Sayın Mahmut Özdemir olmak üzere 7 CHP’li parlamenterin
daha bulunduğunu görünce... «bu kadar kalabalık olduğunuzu bilmiyordum»
diyerek güldüm. Basın tarafmdan kendilerine «Kelaynaklar» adı verilen bu
arkadaşlarım, bana oy verdiklerini söylediler.
303
Muhsin Batur haftasını kapadık.
Faik Türün haftasını açtık.
Ancak, Batur’un 303 oya kadar yükselen haftasına iyice bakmadan, bu haftadan
ve daha sonraki haftalardan sonuç beklemek güç.
Zira...
03 hiç de küçük sayı değil.
3
Hem de «İki büyük partinin liderine rağmen»..
Gerçi..
Ecevit, Batur’a oy verdi ama..
Siyasi kulislerde hep şu sözler söylendi:
«—Ecevit’in ikinci defa Batur’u aday göstermesi biraz grubun zorlamasıyla
oldu... Biraz da Batur’un kızıp... kırılıp... darılıp... liderlik mücadelesine girişini
önlemek maksadıyla.»
Şimdi dilerseniz 303’ün dökümüne geçelim.
İLK ÜÇ OY
Parlamento’da iki tane «Eski Cumhurbaşkanımız» var: Cevdet Sunay ve Fahri
Korutürk.
Korutürk İstanbul’da.
Sunay ise..
Her gün Meclis’te.
Batur’a 303 oy çıktığı gün, Sunay Paşanın oyunun rengi belliydi: Muhsin Batur.
İşte 303 oydan birincisi.
Parlamento’da 3 Cumhuriyetçi Güven Parti’li var.
İki senatör ve bir milletvekili.
Senatörler Sami Turan ile Orhan Öztrak.
İkisi de Batur’a oy verdiler.
Cumhuriyetçi Güven Parti’nin tek milletvekili ise Genel Başkan Turhan
Feyzioğlu.
O, Batur’a oy vermedi.
Şimdi yapalım toplamayı:
1 Eski Cumhurbaşkanı, iki de Cumhuriyetçi Güven Parti, etti 3.
İşte 303’ün 3’ünü bulduk.
KONTENJANLAR
(Sayın Donat’ın bu değerlendirmesine pek katılamıyorum. Kontenjan
Grubundan bana yanlızca üç üye. oy veriyordu: Prof. Nermin Abadan Unat,
Şerif Tüten ve Halil Tunç, önceleri oy veren Sayın Hüsamettin Çelebi, Kayseri İl
Başkanı cenaze töreninde namaz kıldığım için bu oyunu benden çekti. Bu
kararını saygı ile karşıladım.)
Gelelim şimdi kontenjan senatörlerine.
Düne kadar sayıları 15’ti.
Bugün 10 kişi kaldılar.
15’ten biri Batur’du.
iğer 14 kişiden 6’sı, «303’lük oylamada» Batur’a oy kullandı.
D
Kim bu 6 kişi?
En başta Halil Tunç.
Ve 4 kişi daha.
Kontenjanların 8’i ise Batur’a oy vermedi.
Mesela Sadi Irmak, mesela Zeyyat Baykara, mesela Kemal Cantürk, mesela
Adnan Başer Kafaoğlu, mesela Namık Kemal Şentürk.
Bir de «Veriyor bilinenler» var.
Safa Reisoğlu gibi.
Ama..
O da vermedi.
Hesaba yeniden göz atalım.
İlk 3 oya, şimdi 6’da kontenjanı ekleyelim, 9’u bulalım.
MSP KANADI
MSP’ye gelince.
15 kişi Batur’a oy verdi.
Kimi Erbakan gibi «gönüllü.»
Kimi de Erbakan’m baskısı karşısında «kerhen.»
Oy verenlerin başında Erbakan’ı, Oğuzhan Asiltürk’ü, Süleyman Arif Emre’yi,
Hasan Aksay’ı, Şener Battal’ı, Recai Kutan’ı sayabiliriz.
MSP’den 14 kişi ise..
Batur’a oy atmadı.
Kim bu 14’ler?
İçlerinde Korkut Özal da var. Tahir Büyükkörükçü de, Yaşar Göçmen de. İlk 9
oyluk hesaba şimdi MSP’ nin 15 oyunu da ekleyelim.
Ve 24 oya ulaşalım.
MİLLİ BİRLİKÇİLER
Milli Birlik Grubunun 18 üyesi var.
Kimin ne oy attığını kesinlikle bilmek elbette imkânsız.
Ama, bütün hesaplar «Kuliste söylenenlere göre» yapılmıyor mu?
«Zirve kulislerine göre»...
Milli Birlikçi 17 senatör Batur’a oy verdi.
Batur’a oy vermeyen tek kişi ise Mehmet Özgüneş.
24 oya, Milli Birlikçilerin 17 oyunu eklersek 41’i buluyoruz.
(Sayın Özgüneş’in oy vermediği düşüncesine katılmıyorum.)
BAĞIMSIZLAR
ağımsızlara gelince.
B
10 tanesi «banko» Batur’a oy verdi.
Oğuz Atalay dahil, Mete Tan dahil, Şerafettin Elçi dahil, Akın Simav dahil.
Üç bağımsızın ise oy vermediği kulise yayıldı: Abdülkerim Zilan, Orhan Alp ve
bağımsızlığı dün sona eren Faruk Sükan.
41’i biliyorduk, 10 ekledik, 51’e ulaştık.
CHP’DE 10 FİRE
MHP Meclis’e girmedi.
AP’den ise tek bir kişi bile Batur’a oy vermedi. Geriye ne kalıyor?
CHP.
CHP’nin Parlamento’da 262 oyu vardı.
Bu 262 oyun tamamının Batur’a verilmesi halinde... Daha önceki 51’e 262’yi
ekleyelim.
313 ediyor.
Oysa Batur 303 oy aldı, işte CHP’nin verdiği 10 fire.
Batur’a oy vermeyen on kişi kim?
«Rivayete göre» Turan Güneş, Sırrı Atalay, Kemal Güven gibi Cumhurbaşkanı
adayları ile...
İki tanesi Ecevit kabinesinde, üç tanesi şimdi parti üst yönetiminde bulunan
«yakın çevre.»
VE SON
303 büyük bir sayıydı.
CHP’deki 10 firenin «kontrol edilmesi» halinde 313’e ulaşılacaktı.
İşte bu hesap Süleyman Demirel’i heyecanlandırdı ve terletti.
Bülent Ecevit de tedirgindi.
Kuliste bir söylenti dolaştı:
«—Sayı 313’e ulaşırsa, AP’deki eski Demokratlar Batur’a oy verebilir.»
Bu sözler eski Demokratları sinirlendirdi.
Şöyle dediler:
«—Bizim bazı şikayetlerimiz var. Demirel’in her konuyu gruba getirip
tartışmasını istiyoruz. Bunu yapmayışına kızıyoruz. Ama nasıl Batur’a oy
veririz? Bizi yıpratmak için iftira ediliyor.»
Bu arada...
«303’ü gören» eski DP’lilerden Bilecik Senatörü Mehmet Erdem bir mide
spazmı geçirdi.
İlk yardım sırasında sayıklıyordu:
«—27 Mayıs 1960 günü Menderes’le beni aynı uçakta götüren Batur Paşa yoksa
köşke gidiyor mu?..»
Bazı AP yöneticilerinin «iki bağımsızla» diyaloga girişip «transfer teklif ettiği»
görüldü.
Bu arada...
CHP’li iki profesör Muammer Aksoy ile Uğur Alacakaptan «fireleri
toparlayacak formül» aradılar.
Bulamadılar.
İşte 303 oyun hikayesi.
Batur şimdi elinde kağıt kalem, İstanbul Şaşkınbakkal’da, daha temelden girdiği
3 oda ve 1 salondan meydana gelen evinde hep bu hesaba bakacak. Ve hiç ama
hiç konuşmayacak...
* * *
3 Hazirandan başlayarak devam eden son seçim turları esnasında Meclis Genel
Kurulunda çok ilginç bir olay cereyan etti. CHP.Milletvekili Prof. Muammer
Aksoy kendi inisyatifini kullanarak yazıp çoğalttığı bir bildiriyi hem dağıtıyor,
hem de Meclis Başkanından, Meclise okunmasını istiyordu.
Sayın Aksoy, 12 Mart döneminin gadrine uğramış bir hukuk profesörü idi, tıpkı
Prof. Uğur Alacakaptan gibi. Benim şahsıma karşı da 12 Mart dolayısıyla en
azından bir soğukluk duyması doğaldı. Kendi de hazırladığı bu yazının içeriğinin
teorik hukuk kaidelerine uymadığını elbette biliyordu.
3 Haziran 1980’de ikinci defa aday olurken, aynı gün AP, E. Org. Faik Türün’ü
aday çıkardı. 6 Haziran akşamı adaylıktan çekildim. Çünkü 7 Haziran’da
Senatörlüğüm sona eriyordu.
Cumhurbaşkanı seçilmek için 318 oy alınması gerekli idi. Ben toplam olarak
10257 oy aldım, fakat bazısının o tarihlerde güzel bir buluşla isimlendirdiği
nafile oylardı bunlar. Ben Meclisten ayrıldıktan sonra 7 Haziran ile 12 Eylül
arasındaki üç ay zarfında ancak 17 seçim turuna girildi, bunun da 14’ünde
çoğunluk sağlanamadı. Cumhurbaşkanının seçim oyununa ve nafile turlara daha
çok süre devam edilecekti ama 12 Eylül bu oyunu durdurdu.
Kim bana oy verdi, kim vermedi?... Bunu bilmeme imkân yok, gerek yok. Hele
vermeyenler (AP'liler hariç - onların bana oy vermemeleri en tabii hakları idi)
benim kişiliğimi beğenmedikleri için oy vermemişlerse, kararlarını saygı ile
karşılarım. Tabii aynı saygı duygusunu... «Batur seçilemeyip adaylıktan çekilse
de sonra ben aday olsam» veya «Batur’un Senatörlüğü 7 Haziran’da bitiyor,
sonra ben aday olurum» diye düşünenlere karşı beslemem mümkün değil.
Buna karşın CHP’den çok çok büyük adette parlamenterin beni desteklemelerini
ve sarfettikleri gayretleri unutmam mümkün değil. Bir Metin Tüzün’ü nasıl
unutabilirim, aşağıdaki resme lütfen bakın... Diğer üç Grup Başkan Vekili
Erdoğan Bakkaîbaşı, Al tan Öymen ve Coşkun Karagözoğlu da gecelerini ve
gündüzlerini devamlı bu konuya ayırıp uğraş verdiler.
* * *
ğım Silâlılı Kuvvetlerle diyaloga girmek sureti ile bir çözüm bulunabileceği
ümidini taşıyordum. Sayın Cüneyt Arcayürek o dönemde yazdığı ve beni tenkit
ettiği bir makalesinde şu anlama gelen bir düşüncesini sergilemişti... benim için
«Sivil 12 Mart’ı Çankaya’ya çıkaracak» diyordu. Doğru bir tahmin yapmış...
askeri 12 Eylül’ün Çankaya’ya çıkması yerine Meclisleri ve siyasi partileri açık
tutacak bir yöntemle o günkü tehlikeli gidişi durdurucu bir formülü denemekten
yani sivil 12 Mart’ı denemekten başka bir çare kalmış mıydı?
* * * * *
* ÖNEMLİ OLAYLAR:
c. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra başta Kur. Yarbay Enver bey (paşa) in
bulunduğu küçük bir subay grubu ile Babı-alî (Başbakanlık) baskını
gerçekleştirilmiş ve yetersiz görülen Hükümet devrilmiştir.
g. 12 Eylül 1980’de Silâhlı Kuvvetleri temsil eden beş Komutan’ca bir askeri
müdahale yapılmış ve yönetime bütünü ile el konulmuştur.
d. Serbest Fırka
e. AP
f. MHP
TÜRKİYE CUMHURBAŞKANLARI
a. Atatürk (Asker)
c. Celâl Bayar
* BaşbakanLAR :
Cumhuriyetin ilânından sonra bugüne kadar 19 kişi Başbakanlık yapmıştır.
Bunlardan 7’si asker kökenlidir.
İÇ BÜNYEMİZİN SOSYO-POLİTİK
AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ,
SİLAHLI GÜÇ-SİYASİ GÜÇ
İLİŞKİLERİ
Yukarıdaki izahlarımız sonunda ilginç bir tablonun ortaya çıktığı görülmektedir.
Subay adedinin, nüfus içindeki küçük yerine kıyasla yüklendiği misyon çok
fazladır. Bunun elbetteki birtakım sebepleri vardır. Bu sebeplerin bir bölümünü
şöylece sıralamak mümkündür:
b. Çağ’a göre modern Harp Okulu 1834 ve Harp Akademisi 1847 yıllarında
faaliyete geçmiştir.
Atatürk’ün; Harp Akademisi öğrenimi sırasında el yazısı ile siyasi içerikli gazete
çıkardığını, Akademiyi Kurmay Yüzbaşı olarak bitirdiğinde YILDIZ’da
sorgulandığını, ilk görevinin sürgün sayılabilecek ŞAM (Suriye) olduğunu,
Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin kurulmasındaki katkısını, gizlice Selânik’e
gidişini ve sonra oraya atanmasını, İttihat Terakki Fırkası’nın kurulma
çalışmalarına katüışmı sanki olaylarm içinde kendimiz de yaşarcasma öğrendik.
I nci Dünya Savaşı’ndaki başarılarını, savaşın geleceği ve sonucu üzerindeki
düşünce ve tekliflerini hiç çekinmeden üst’lerine rapor ettiğini, adeta tek başına
denebilecek bir atılımla Anadolu ihtilâlini başlatmasını, askerlikten istifasmı ve
Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasını ve Cumhuriyeti ve yeni' bir bağımsız devlet
kuruşunu ve bu eylemler sırasında yaptığı insanüstü mücadeleleri beynimize
yerleştirdik.
12 Eylül Harekâtından sonra Devlet Başkanı Org. Evren, Harp Okulunda yaptığı
konuşmada aynı nasihatlerde bulunmuş ve şunları söylemiştir...
* Devleti yönetmeğe talip olanların büyük kısmı normal olarak sivil kökenli
insanlarımızdır. Bu kesimde batı’ya yani çağdaş uygarlığa ilk açılan kesim önce
Mühendis 36 11 47
Siyasal Bilgiler 27 18 45
Ticaret 42 42
Asker 14 28 42
Doktor - Dişçi 20 15 35
Ekonomi 20 13 33
Çiftçi 32 32
Milli Eğitim 25 7 32
Yönetici 18 8 26
Din işleri 19 2 21
Maliyeci 13 13
Basın 12 12
Ziraat 11 11
Mühendisi
Orman 11 11
Mühendisi
Sendikacı 10 1 11
(Az da olsa askerler içinde de Masonlar vardı, ben Mason olma teklifi almadım.)
— Kendilerini zor koşulların insanı olarak takdim eden, hakikatte çoik partili
demokratik rejimi pek de benimsememiş olan, zaman ve şartlara göre Çankaya’
ya, partilere, basına mesaj verebilen ve «birlik, beraberlik içinde birleşip
Atatürk’çülük yolunda yurdu girdiği bunalımdan çıkaralım» sloganı ile hareket
eden ve bir müdahale olunca her dönemde bir makama gelebilen tipler. Bunların
isimlerini vermek gereğini duymuyorum, ama bu bölüme giren politikacıların
bazılarının ne hikmetse 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinden bir, iki
veya üçünde de görev alabilmiş olmaları çok ilginçtir.
— Siyasi partilerde disiplin şarttır, fakat bizde bunun yerini lider hegemonyası
almakta ve partilerin Meclis gruplarına genellikle oy vermek makinesi gözü ile
bakılmaktadır.
Bütün bu sıraladığım olumsuz yönlere karşılık, halkımız genelde çok büyük bir
sağduyuya ve adeta altıncı hisse sahip bir toplum manzarası göstermektedir.
İlgilenmiyor gibi göründükleri siyasete, zaman gelince bütün ağırlıklarını
koyabilmekte ve yurt yönetiminde söz sahibi olduklarını kanıtlayabilmektedirler.
Bunun örneklerini yakın geçmişimizde ve hatta günümüzde görebiliriz... 1950
seçimlerinde Demokrat Parti’yi büyük çoğunlukla iktidara getirmeleri, bu parti
yöneticilerinin başarısızlığını gördükçe milletvekili adedini 30’lara indirdiği
muhalefeti 1957 seçimlerinde 188’e yükseltmesi, 1965 ve 1969 seçimlerinde tek
başma iktidara getirdiği AP’i 1973 ve 1977 seçimlerinde ikinci parti durumuna
getirişi, kendisine umud bağladığı CHP’nin yetersizliğini saptayınca 1979
seçimlerinde bu partiye verdiği oyları geri aldığı hepimizin belleklerinde
tazeliğini korumaktadır. Gene aynı halk, 12 Eylül 1980 harekâtını benimsediği
ve onayladığı halde 1983 genel seçimlerinde kendine 1980 yönetiminin sivil
yönetimi görüntüsü vererek iktidara gelmeyi garanti gören bir partiyi oyları ile
sonunculuğa iti verdiği gibi, 1984 yılı yerel seçimlerinde de evvelce oy vererek
Meclise soktuğu iki partiyi baraj limitinin altına düşürüverdi.
27 MAYIS, 12 MART VE 12 EYLÜL
ASKERİ MÜDAHALELERİ
ÜZERİNE KİŞİSEL
DEĞERLENDİRME
MÜDAHALENİN GEREKÇESİ VE MÜDAHALE ŞEKLİ :
c. 12 EYLÜL 1980 : «Her geçen gün hızını arttıran anarşi, terör ve bölücülüğe
karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanması, Anayasanın getirdiği geniş
hürriyetleri kötüye kullanarak Türkiye’yi komünizme, şeriat düzenine ve
faşizme götürecek eylemlere son vermek. Devlet otoritesini yemden kurmak ve
demokratik sistemin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak»
gerekçesi ile Silâhlı Kuvvetler ülke yönetimine tümü ile el koymuşlardır.
27 MAYIS 1960
1. Yönetimi 38 general ve subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi devralmıştır.
Devlet Başkanlığı’ na Org. Cemal Gürsel getirilmiştir.
2. Meclis feshedilmiş, yeni bir Hükümet kurulmuş, bir süre için parti
faaliyetleri durdurulmuştur.
5. Yeni siyasi partiler kurulmuş ve serbest bir eleştiri süresinden sonra yeni
Anayasa halkoyuna sunulmuş ve kabul edilerek yürürlüğe girmiştir.
12 MART 1971
1. Dönem süresince Meclisler faaliyetlerine devam etmişler ve Meclislerden
çeşitli Hükümetler çıkmıştır.
3. Anarşi durdurulmuştur.
12 EYLÜL 1980
1. Yönetimi 5 generalden kurulu Milli Güvenlik Konseyi devir almış, Devlet
Başkanlığına Org. Kenan Evren getirilmiştir.
2. Meclisler feshedilmiş, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur.
5. İki siyasi parti lider ve yöneticileri hakkında (MSP ve MHP) dava açılmıştır.
8. Anayasa geçici maddeleri ile iki büyük partinin (CHP ve AP) milletvekillerine
ve senatörlerine Konseyce siyasi kısıtlama ve yasaklamalar konmuştur.
11. Konseyce kurucuları veto edilmek veya kapatılmak suretiyle bazı partilerin
seçime girmesi önlenmiştir.
27 MAYIS 1960 : Müdahaleyi yapan 38 general ve subaydan 14’ü bir süre sonra
Komite’den çıkarılmış, di-* ğerleri 1961 yılında kabıü edilen yeni Anayasaya
göre ömür boyu Tabii Senatör olmuşlardır. Bunlardan istifa eden ve vefat edenler
dışında kalanlar 12 Eylül 1980 tarihine kadar bu statülerini korumuşlardır.
12 Mart 1971 : Müdahale muhtırasını imza eden dört Komutan için bir hak veya
güvence istenmesine gerek görülmemiştir, hatta dönem devam ederken
Komutanlardan ikisi emekli olmuşlardır.
Atatürk döneminde Türkiye, tek parti ve tek meclis sistemi ile yönetilmiş, Devlet
- icra - parti - hükümet iç içe girmişlerdir. Milletvekilleri seçimleri iki dereceli
sistemle yürütülmüş, adayların hemen tümü Atatürk -İnönü İkilisi tarafından
tespit edilmiştir.
Tek parti yönetimine karşı şikâyetlerin artması karşısında bir yeni parti
oluşturmak amacı ile Atatürk; en yakın ve güvendiği arkadaşlarından biri olan
Fethi Okyar’ı gürevlendirdi. Okyar, liberal ve uygar yapılı bir insandı. Buna
rağmen, kurduğu partiye, kendi hiç istememesine rağmen çoğunlukla
statükocular ve devrimler karşıtı kesim dolmağa başlayınca partiyi kapatma
zorunluluğunu duydu.
Bana göre, Atatürk tarihimiz içinde gelip geçmiş en büyük Türk devlet adamı
olmasına ilâveten en büyük devrimcidir. Türk toplumunu çağdaş uygarlık ve
yaşantıya ulaşmaktan alakoyan bütün manileri yıkmış ve yerine yepyeni bir
düzen kurmağa çalışmıştır. Elbette bu çabalarına karşı çıkanlar vardı ve yaptığı
devrimler, klasik özgürlükçü bir rejim içinde hem gerçek-leşemezdi, hem de
yerleşemezdl Bu sebeple o dönemi... çağdaş uygarlığa bir atılım ve demokrasiyi
yavaş yavaş yerleştirmeyi amaçlayan kendine özgü bir rejim dönemi olarak
kabul etmek daha doğru olur.
SORU — Soıı olarak, yeniden Türkiye’de her 10 yıllık dönemde, kısır döngüye
düşmüşçesine askerleri müdahaleye zorlayacak nedenlerin ortadan tümden
kaldırılabilmesi için neler yapılması gerektiğini düşünmektesiniz?
ANIT — 57 yıllık Cumhuriyet döneminde 3 askeri müdahale gerçekleşti... 27
Y
Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül. Bunlar olacağı görmek istemeyenler hariç, belli ve
hatta milletçe istenir haldeydi. 27 Mayıs ve 12 Mart dönemleri sonunda görünen
kırıklıklar, burukluklar ve hatalar, istenilen ile ulaşılan sonuç beklentileri
arasındaki farktan doğmuştur. 12 Eylül dönemi sona ererken umut kırıcı
sonuçlarla karşılaşılmasını, eminim Türkiye' ' de hiç kimse istemez. O halde bu
dönemde; makul, siyasî eğilimi ne olursa olsun Türk toplumunun büyük
çoğunluğunun benimseyip, uzun süre uygulayabileceği çözümlere varabilmek
gerekir. Bu sonuca ulaşmayı iki ana nokta üzerinde birleşmemizle mümkün
görüyorum.
Bunlardan birincisini şöyle ifade edebilirim: Önce; Anayasa, partiler ve seçim
kanunlarında gerekli makûl ve toplumca benimsenebilecek değişikliklerle
yetinip, hakiki demokratik rejime geçebilecek miyiz? Yoksa kendine özgü bir
sistem bulup, «bize bu yaraşır» diye, bunun adına demokrasi mi diyeceğiz, bunu
saptamalıyız.
1961 Anayasası üzerinde 20 yıldır çok tartışıldı. Genel anlamı ile bunun tepki
anayasası olduğu, devleti ve icrayı güçsüz bıraktığı ileri sürüldü. İddianın
doğru tarafları olabilir. Ama karşıt görüş de ilkinden daha önemsiz değildir: Bu
da Anayasanın içeriğinin benimsenerek, 23 yıl zarfında tam uygulanmamış
olmasıdır.
O halde yeni anayasanın hazırlanmasında hedef alınacak ilk gaye, bu yenisinin
de 1961 Anayasasına karşı bir tepki yasası olmaktan ziyade, deneyimlerle
bünyemize uymazlık gösteren, bazı bölümlerinin değiştirilmesinden ibaret
kalmalıdır.
Suskun toplumlarda doğruyu bulmak çok zordur. Bugün, toplumun bir bölümü
suskundur ve öyle olması da, Türkiye’yi içine düştüğü girdaptan çıkarabilmek
için gereklidir. Ama toplumun bir bölümü de çok konuşkan olmuştur ve hiç de
özel bir ayrıcalıkları olmadığı halde... Anayasal düzen üzerindeki çalışmaların
başlaması arifesinde toplumun çeşitli kesimlerinin görüşlerinin açıklanmaya
başlatılabilmesi müsaadesi, doğruları bulmakta faydalı olacaktır. Türk
toplumunun hakettiği ve aşamalar yaptığı atılımları durdurmak veya geriye
çevirmek fayda vermez kanısındayım.
İkinci noktayı da şöyle özetleyebilirim: Eğer çok partili hakiki demokratik
sisteme yeniden geçeceksek, artık bu sistemin vazgeçilmez unsuru olan siyasi
partiler lider, yönetim kadroları ve parlamenterlerinin karşılıklı hoşgörü,
anlayış, diyalog, belirli konularda birleşebilmek, parti mücadelelerini eylemli
olarak sokağa dökmemek, milleti kamplara bölmemek, Atatürk ilke ve
devrimlerine sadık kalarak, parti programlarını düzenlemek ve genel anlamıyla
demokrasiyi kurallarına uygun olarak yürütmeyi hedef almaları ve bu yoldan
ayrılmamaları gerekir. Bunlar gerçekleşirse, bir daha Türk siyasi hayatında
askeri müdahale görmeyiz kanısındayım.
SORU — Sizce düşünce akımlarım yasaklamak ve insanları düşüncelerinden ya
da bunlan açıklamış olmalarından dolayı kovuşturmak terörün önlenmesi
açısından geçerli bir yöntem midir? Geçmiş deneylerinizin ışığında bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
YANIT — İsterseniz gene soruyu değiştirelim ve şöyle soralım; sizce, düşünce
akımlarını yasaklamak ve insanları düşüncelerinden ve bunları açıklamış
olmalarından dolayı kovuşturmağa tabi tutmak doğru mudur? Kovuşturma
açmak terörün önlenmesi bakımından geçerli bir yöntem midir? Ve şimdi
yanıtlayalım! Bana göre insan sessiz düşünür, yani düşündüğünü önce yalnız
kendi tylir ve gizlidir. Karşı taraf olarak gizli olan bir şeyi bilemeyeceğinize göre
nasıl yasaklarsınız? Gene insan,düşündükten ve bir fikre sahip olduktan sonra
isterse konuşur. Karşısındaki bunu beğenir veya beğenmez. Dinleyenler
çoğalırsa düşüncenin bir doğru ve beğenilir tarafı var demektir. Buna rağmen
beğenmeyenler olabilir. Ancak siz beğenmiyorsunuz diye nasıl ve hangi ölçüye
ve kurala dayanarak kovuşturma açabilirsiniz? İnsan, düşündüğünü yazabilir
de. Bu, basın yolu ile veya kitap şeklinde olabilir. Bu düşünceleri beğenen o
gazeteyi veya kitabı alır okur; beğenmeyenler de olabilir; onlar da üstelik para
vererek alıp okumazlar. Düşünceler en sert rejimlerde bile yasaklanamadığı gibi,
bunun terörle ilişkisini de ben bulamıyorum. Çünkü terör fanatikleşmiş bir
düşüncenin, toplum üzerinde etkin bir geçerlik kazanamayışımdan duyulan infial
sonucunda, bu .düşüncenin silâh yoluyla ve zorla kabul ettirilmesine dönüşmüş,
yasadışı bir eylemdir ve işte, düşüncenin değil, fakat zor güden eylemin
kovuşturulması ve cezalandırılması gereklidir bence...
Şimdi gene bir ikilem ile karşı karşıyayız. Bir an için çok idealist ve uygarca
düşünelim ve Anayasadaki bu kısıtlama hudutlarım ve yasaklan kaldıralım...
Toplumun geçmişten kalan birikimini, sosyal ve etnik yapısını göz önüne
getirelim, verilecek serbesti içinde kurulacak siyasi partilerin ne gibi faaliyetler
içine girebileceklerini düşünelim ve bu rejimin birkaç yıl sürdüğünü varsayalım.
Çok zaman geçmeden Türkiye, görünüm ve içerik bakımından aşağıdaki
problemlerle karşılaşabilir...
SOL CEPHE :
ATATÜRKÇÜ CEPHE :
Atatürk devrim ve ilkelerine sahip çıkacak toplumun büyük bölümü ile Türk
Silâhlı Kuvvetleri el ele vererek yukarıda sayılan bütün tehlikeleri önleyebilir ve
şimdiye kadar da önleyebilmiştir.