You are on page 1of 405

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

ANILAR ve GÖRÜŞLER

Muhsin Batur

Milliyet Yayınları - 1985

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Sunuş
Muhsin Batur’un Milliyet Gazetesinde özet halinde yayınlandığında Türk
okurundan büyük ilgi gören “Anılar ve Görüşlerini, tartışmalar tazeliğini
korurken, bütünlüğünde gün ışığına çıkartıyoruz. 1969-1973 yılları arasında
Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan ve 12 Mart 1971 muhtırasına
imza atan Muhsin Batur, emekli olduktan sonra TBMM'de senatör olarak görev
almıştı."Anılar”ını akıcı bir üslûpla kaleme alan Batur'un her şeyden önce
belgelere dayandığı göze çarpıyor.

27 Mayıs, 22 Şubat, 21 Mayıs, 12 Mart gibi son çeyrek yüzyılın en önemli


olaylarının içinde bulunan Batur, bu kitapta 1973 ve 1980 Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin içyüzünü de açıklıyor. “Anılar veGörüşler”in yakın tarihimizin
değerlendirilmesine büyük katkısı olacağı şüphesizdir.

Milliyet Yayınları

Önsöz
Her insanın bir yaşam öyküsü vardır ve kendine göre değerlidir. Ben de kendi
askerî ve siyasi yaşamımda birtakım olayların içinde bulundum. Bunların bazdan
tesadüflerin sonucu da olsa ilginçti. Eski dostlarım ve yeni dost edindiklerimle
konuşurken, içinde bulunduğum olaylara değindikçe; «Niçin bu anılan
yazmıyorsunuz?» sorusu ile defalarca karılaştım.

Fakat kendime özgü bazı düşüncelerle bu işe başlamaktan kaçmıyordum. Beni,


yazmaktan alıkoyan sebepleri şöylece sıralamam mümkün:

* Okuduğum anılann çoğunda genellikle ...ben-sen, ben dedim-o dedi akımı


içinde objektiflikten uzaklaşmalar saptadım ve bu anlatıştan olumlu bulmadım,

* Hiçbir olay tek başına yaşanmaz, çok basite indirelim ve diyelim ki, bir taşla
başınız yanldı, o halde baş sizin olmakla beraber taşı atan biri var demektir.
Devlet hayatında da olaylar insanlar arasında geçer. O insanlar ki... ayn
düşüncelere sahip olsanız ve onlarla mücadeleli bir yaşam sürdürseniz de gene
onlara kınlmamanız, hattâ iyi ve insancıl ilişkiler içinde bulunmanız gerekir. Bir
anı yazılırken hep güzel olaylardan ve uyum içinde olduğunuz insanlardan
bahsedilmez, hattâ çoğunlukla bunun aksini yapmak zorunda kalabilirsiniz. O
halde bazı insan-lan tekrar üzmeyi göze alacaksınız demektir. Bu insanlar
içinden size cevap verebilecekler için sorun yok, bunlan karşılayabilirsiniz.
Fakat hayatta olmayanlar için acaba rühlannı muazzep kılanm düşüncesi
aklınızdan geçmeyecek midir?

* Acaba yazdıklannız ve anlattıklannız tarihe bir vesika bırakmak ve geçmişten


ders almak bakımından faydalı mı olur? Bu soruya kendiniz cevap veremezsiniz,
bunun kararını bu anılan okuyan kişiler verebilir, tabii olumlu veya olumsuz
olarak.

Arada bir başka bir çözüm yoluna saptığım da oluyordu. Amlanmı yazıp
bırakayım, ben dünyadan göçtük-ten sonra bunlar yayınlanır diyordum. O zaman
da aklıma şu soru takılıyordu: bu anılara ve düşüncelerime karşı çıkacaklara kim
cevap verecekti?

Kararımı verip yazmaya başladıktan sonra gördüm ki, o beğenmediğim sen-ben


söyleşilerinden kaçmmak olanaksız. Olabildiğince objektif davranmağa ve kendi
hatalanmı da gizlememeye çalıştım.

Anılarımı yazabildiysem bunu tuttuğum notlara ve sakladığım belgelere


borçluyum. Aksi halde anlattıklanm anı olmaz, öykü olurdu.

Askeri hayatta iken astlanmızla konuşmak ve emir yazmak kolaydı. Senatörken


bu kolaylık ortadan kalktı ve ben kürsüde yaptığım konuşmalan genellikle şu
cümle ile bitirmeyi adet haline getirmiştim. «Sayın Senatörler... beni sabırla
dinlediğiniz için teşekkürlerimi sunanm. Saygilanmla.»

Sizlere de şöyle seslenmek isterim... «Bu kitabı sabırla okuyacağınız için


şimdiden teşekkürlerimi sunanm. Sevgi ve saygilanmla.»

Muhsin Batur, Suadiye - İstanbul, 22 Ocak 1985 — 22 Nisan 1985


İçindekiler
ÖNSÖZ / BİRİNCİ BÖLÜM / Dünyaya geliş ve aile / Antalya / İstanbul'a
Dönüş / İlkokul / Orta eğitim ve meslek seçimi / Harp Okulu stajı, Harp ve
Piyade Atış Okulları / Hava Kuvvetlerine Katılış ve Hava Okulu / Merzifon
yılları, Adana, Mısır (1942-1946) / Hava Harp Akademisi (1946-1949)
/ Kütahya-Balıkesir-Eskişehir-Balıkesir (1949-1954) / Napoli, İtalya’da iki yıl
(1954-1956) / Hava Kuvvetleri Karargâhı (1956-1959) / Eskişehir, 1nci Uçuş
Gurup Komutanlığı (1959-1960) / 27 Mayıs’a doğru / İKİNCİ BÖLÜM / 27
Mayıs, Kütahya Vali ve Belediye Başkanlığı / Askerliğe dönüş, Silâhlı
Kuvvetlerde tasfiye,1nci Üs Komutanlığı / Hava Kuvvetleri’nde cereyan eden
Haziran 1961 olayları, 1nci Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmam
/ İlk generallik yıllarım, Demokrasiye geçiş, 22 Şubat, «11 Hava Subayı» olayı,
21 Mayıs ve Kıbrıs olayları / Hava Kuvvetleri Komutanı General Tansel'le
anlaşmazlık / Genelkurmay Lojistik Başkanlığı (1966-1968) / Yüksek Askeri
Şura Üyeliği (1968-1969) / Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmam (1969) /
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM / Komutan olunca ilk faaliyetlerim / 1969-1070 yıllarında
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ve Güvenlik Kurulu üyesi sıfatı ile ilk
girişimlerim / Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfının kuruluşu / 12 Mart 1971’e
geliş ve askeri müdahale / 12 Mart dönemi / 1972 Ağustosunda Komuta
değişikliği, Org. Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanı oluşu /1973
Cumhurbaşkanı seçimi / Hava Kuvvetleri Komutanı olarak faaliyetlerim ve
emeklilik / 12 Mart döneminin bitişi ve değerlendirilmesi / DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM / Cumhurbaşkanınca Kontenjan Senatörü seçilmem (1974) / CHP’ye
giriş (1974) / Parti ve Senato’daki çalışmalarım (1974-1980) / 1980
Cumhurbaşkanı seçimi / BEŞİNCİ BÖLÜM / Siyasi yaşantımızda Silâhlı
Kuvvetlerin konumu ve etkinliği / İç bünyemizin sosyo-politik açıdan
değerlendirilmesi, Silâhlı güç-politik güç ilişkileri / 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül
askeri müdahaleleri üzerinde kişisel değerlendirme / 12 Eylül sonrası durumun
değerlendirilmesi ve geleceğimiz üzerinde düşünceler / Sonuç


BİRİNCİ BÖLÜM
DÜNYAYA GELİŞ VE AİLE
Elimdeki nüfus cüzdanına göre, 5 Aralık 1920'de dünyaya gelmişim. Albümde
mevcut resimlerin arkasındaki yazı ve tarihler, babam Yüzbaşı Salim beyin
Berlin Kara Ataşe yardımcılığından 1. Dünya Savaşı bitimi ile yurda bekâr
olarak dönmüş olması, doğum tarihini doğruluyor, zaten bayan olmadığıma göre
yaş üzerinde fazla durmak boşuna...

Cumhurbaşkanlığı seçimini yitirdikten sonra rahmetli Ülkü Arman, Hürriyet


gazetesinde şöyle yazmıştı: «Napolyon, — Politika alın yazısıdır— demiş...
Bundan tam 60 yıl önce 1920’de Üsküdar’da Semiha hanım ile Salim bey,
beşiğinde dünyadan habersiz uyuyan biricik oğulları Muhsin Batur’u
seyrederken, onun alnında “politika” yazılmış olduğunu akıllarının ucundan bile
geçirmemişlerdi kuşkusuz... Semiha hanım oğluna ninni söylerken, bütün Türk
analannm ortak duygusunu dile getiriyordu herhalde; benim oğlum, uyuyacak,
büyüyecek, paşa olacak...» Tabu hatırlamıyorum, ama eğer söylemişse isteğini
yerine getirdim.

Elimde düzgün bir aile şeceresi yok... Çeşitli dallardan oluşan büyük bir ağaç...
ancak her dalın zamanın başkenti olan İstanbul’da toplanışının ve OsmanlI
yapısının tipik örneklerinden biri.

Büyükbabam Ağır Topçu Miralayı (Albay) İsmail Hakkı bey; Manastır Harp
Okulu’nu bitirip subay olmuş, Gelibolu’da görevdeyken... Mekke (Suudi
Arabistan) ile İstanbul arasında ticaret yaparken Gelibolu’ya gelip yerleşen Hacı
Sami beyin kızı Ayşe hanımla evlenmiş, babam ve iki amcam dünyaya gelmişler.

Büyükannem, zamanın üst seviyeli yöneticilerinden Muhsin beyin


(Üsküdar’daki ilk köprülü konağın sahibi, ben, yıkıldıktan sonra arsasının bostan
olarak kiraya verildiğini hatırlıyorum), çocuklarından Sani-ha hanımdı. Çok
muhterem, iyi kalpli ve tahsilli bir hanım hanımcıktı, ben üsteğmen iken vefat
etti. İşte bu Saniha nanım Girit eşrafından Kandiyeli Mehmet Efendi’nin oğlu ve
sonraları Şirketi Hayriye’nin (Boğaz vapurları) kuruculuğunu yapan, Bala
rütbesini haiz Hüseyin Haki Efendi’nin on iki çocuğundan biri olan Ahmet
Muhtar beyle kısa bir evlilik dönemi yaşamış ve Semiha (annem) adlı bir kız
çocuğuna sahip olmuş. Evliliği başarısızlıkla sona erince, ağabeyi Fey-zullah
(sivil paşa) beyin (Mabeyn Baştercümanı) Ab-dülhamit tarafmdan verilen
Üsküdar Toptaşı’ndaki konağına yerleşmiş ve annem burada çocuksuz olan diğer
teyze ve dayılarının yanmda biraz da şımartılarak el üstünde büyütülmüş ve
zamanı gelince de Yüzbaşı Salim beyle evlendirilmiş.
ANTALYA
Babamın Harp Okulu’nu bitiriş tarihi 1910, sınıfı İstihkâm... 1911 yılında
Harbiye Nezareti (Milli Savunma Bakanlığı) ve Erkânı Harbiye Reisliği
(Genelkurmay); orduda, bir havacılık bölümü kurulması kararı alarak bir bölüm
subayı İngiltere’ye, bir bölümünü de Fransa’ya pilotluk eğitimine göndermiş.
Babam, Fransa’ya giden grupta yer almış ve pilot olarak (6 no. lu bröveye
sahipti) Türkiye’ye dönmüş. Balkan Savaşı’na ünlü Fethi beyle (şehit havacı)
birlikte katılmış ve sonra sebebini tam olarak bilmiyorum... pilotluktan ayrılarak
tekrar istihkâm sınıfına dönmüş. I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de Atatürk’ün
birliğinde savaşırken İngilizlerin kullandığı Dum-dum kurşunu ile (vücuda
girdikten sonra açılarak büyük tahribat yapan bir mermi türü) ağır yaralanmış,
tedavi için Almanya’ya gönderilmişse de kol sinirlerinin kesilmiş olması
yüzünden eski haline dönememiş. Ben kendisini bildiğimde sol elinin parmaklan
kapalı idi ve bu elini kullanamazdı, malûl gazi bir subaydı. Ama herhalde
içindeki vatan sevgisi tükenmemiş olacak ki, Kurtuluş Savaşı başında gizlice
Anadolu’ya geçmiş, sakat olması sebebi ile Antalya’da bir geri hizmet görevine
atanmıştı. Sonradan annemi, büyükannemi ve beni yanma aldırmış... Büyük
Taarruz sonrası İzmir’e görevle gidilip dönülmüşse de ben bu olayları, o arada
dünyaya gelen ve bebekken ölen kardeşim Nejat’ı hatırlamıyorum.

Antalya anılarım son derece bulanık... evin arkasındaki bahçelerde yere düşmüş
portakal, mandalina ve turunçlarla arkadaşlar arasında savaşlar yaptığımızı,
palabıyıklı, iri yarı Abdullah adında bir emirerimiz, Meryem adında bir ev işi
görenimiz olduğunu, büyük yılanlar gördüğümü ve çok korktuğumu, şelâleler
gördüğümü, büyükannemin tepside çok güzel mısır ekmeği yaptığını, annemin
hiç kimsenin olmadığı bir koyda denize girdiğini hatırlıyorum.

İstanbul’a dönüşümüzde geminin Rodos limanına girdiğini, orada büyük bir


heykel gördüğümü, İzmir’e .girişte geciktiğimiz için aktarma yapacağımız
geminin hareketle yanımızdan geçtiğini, herkesin üzüntü ile bağırdığını
anımsıyorum. İstanbul’a varışımızda bizi karşılayanların kucağından kucağma
kapışılarak alındığım da gözlerimin önünde.
İSTANBUL’A DÖNÜŞ
İstanbul’a döndüğümüzde babam artık emekli olmuştu. Önceleri Üsküdar’daki
konağa yerleştik. Konak... 17 oda, 3 salon, alttan yanan dört kumalı bir mermer
hamam, haremlik - selâmlık bölümlerini içeren koskoca ahşap bir bina idi,
havagazı ile ışıklandırılır, gaz lambası yakılmazdı.

Babam, hem genç olduğu ve hem de az olan emekli maaşı ile geçinemeyeceği
için iş buldu ve çalışmaya başladı.

Önce, şimdiki Hilton Oteli’nin karşısındaki bir sokaktaki apartmandan bir daire
kiraladık ve oraya yerleştik. Daha sonra da bugünkü Divan Oteli’nin o zamanki
Surp Agop Ermeni Mezarlığı’nm karşısında (bugünkü Şan Sineması) yanında bir
eve taşındık. Arada bir Üsküdar’a konağa da gider, orada kalırdık. Bu sıralarda
kardeşim Cahit bir kuş tarafından eve getirildi, yani doğdu.

Üsküdar’da kaldığımız bir gün büyük dayım ve yengem bir gün beni de
yanlarına alarak Karaköy’e dişçiye götürdüler. Dönüşte vapura binmek üzere
Köp-rü’ye geldiğimizde Üsküdar’da bizim civarlarda çok büyük bir yangının
sürdüğünü gördük, ilk vapurla karşıya geçtik, bir faytona bindik ve Toptaşı
yokuşunu tırmandık... Konağa yaklaştığımızda alevler içinde olan konağm ön
cephesinin haşmetle ve büyük bir gürültü ile devrilişini izledik ve sokakta
büyükannem, annem ve kucağmda Cahit ile babamla ailemin diğer fertleri ile
buluştuk. Ayaklarında ayakkabı bile yoktu... Meğerse yangm önce bizim çok
uzağımızda çıkmış... bunlar da bir taraftan yangını seyrediyor, diğer taraftan
Cahid’i yıkıyorlarmış... Sonra sert bir rüzgâr çıkmış ve kızgın alevli parçalar
havada uçuşmağa başlamış ve sonunda bizim sokaktaki binalar çatılarından
tutuşmağa başlamışlar... evdekiler aşırı telâşa kapılmışlar... çeşitli değerli şeyleri
ellerine alıp bıraktıktan sonra hiçbir şey kurtaramadan dışarı çıkmışlar.
Konaktaki avizeler havagazı ile yandığı ve gazın ana vanası kapatılamadığı için
yangm her tarafı süratle sarmış. Caddede yalnızca Sarraf Ahmet beyin konağı
yangından kurtulmuştu. Konağın arkası bostan ve bostanda çalışan insanlar
olduğu için, Ahmet bey kuyudan itibaren bu insanları sıraya dizmiş, ellerine
geçen kovalardaki su ile çatı ve binayı ıslak tuttuğu için binasını kurtarmış.

Geceyi tüm sokak sakinleri o binada geçirdik, ertesi günü ailemin bütünü
Beyoğlu’na bizim yanımıza gelerek geçici olarak yerleştiler.
Yanan binanın, bilhassa selâmlık kısmında binlerce kitaptan oluşan kütüphaneyi,
salonları ısıtan çok çok büyük çini sobaları ve tertemiz mermer kaplı hamamı
hâlâ hatırlarım.

İlkokula Galatasaray Lisesi’nin hemen arkasındaki İtalyan İlkokulu’nda


başladım. Yazma - okumayı çabuk öğrendim, tabii lâtince harflerle. Esas
alfabemiz olan eski harflerle yürütülen Türkçe derslerimizin ders saatleri çok az
olduğu için eski yazıyı daha öğrenemeden 2’nei sınıfa geçtim, bugün Muhsin
Salim (o zamanlar soyadı yoktu) yazmanın dışında eski Türkçeyi bilmiyordum,
yenisini de ufak farkları öğrenince ilk günden okuyup yazmağa başladım.

Üçüncü sınıf m sonuna kadar bu okulda okudum. Üçüncü smıfta İtalyancam


herhalde iyi olacaktı ki ismini unutamadığım öğretmenim Sinyorina Fortini beni,
öğrenci velileri geldiğinde tercüman olarak kullanırdı.

Okulda geçirdiğim üç yılın bende bıraktığı izlenimleri şöyle özetleyebilirim...


Okulda öğrenci olarak biz Türkler ve azınlık vatandaşlarımız olan Yahudiler,
Rumlar, Ermeniler vardı, fakat biz bu ayrımın pek farkmda değildik, hepimiz
çocuk ve arkadaştık. Okula, evden verilen hasır yiyecek sepeti ile gelirdim, fakat
bazen para verirler, yemeği okuldan almamı söylerlerdi. İtalyan usulü makarnayı
o zaman tanıdım ve çok sevdim, hâlâ da severim. İlk ve son dayağı babamdan o
sıralarda yedim. Çok küçük olduğum için sabahları genellikle Galatasaray’a
kadar benimle gelirdi, akşamları da annem gelir alırdı. Bazen okul bitiminde
herkes gider ben yalnız kalırdım ve annemi beklerdim, yalnız başıma tuvalete
gitmem de evce yasaklandığı için çok sıkışırdım. Sonraları yalnız dönmeme izin
çıktı, ben de tramvaya biner eve gelirdim, biraz palazlanınca tramvaydan
atlamak merakına kapıldım, bazen başarılı olur, bazen olamazdım. Bir elimde
okul, diğer elimde hasır yemek çantası ile -boyum kısa olduğu için iki çanta da
yere değerdi- bir gün gene tramvaydan atladım ve beceremeyerek düştüm,
çantalar sağa sola savruldu, ben ayağa kalkıp bir otomobil onları ezmeden
kurtarayım derken... yüzümde bir şamar patladığını ve atanın da babam
olduğunu gördüm... meğerse okuldan itibaren beni izlemeye başlamış.

Bir diğer anım da şimdi Taksim’de bulunan anıtla ilgili... meydanın ortası
tahtaperdelerle kapandı ve aylarca öyle kaldı... bir gün okula giderken tahtaper-
delerin kaldırılmış olduğunu, çok büyük bir şeyin bayraklarla örtülü olduğunu
gördüm... dönüşte bayraklar kalkmış, anıt açılmış ve herkes seyre dalmıştı, ben
de insan kalabalığına karıştım ve büyüklerin bacakları arasından anıtı seyrettim.
Büyük Atatürk’ü gene bu yıllarda ilk kez gördüm... bana bir bahriyeli elbisesi
giydirmişlerdi... Hürriyet-i Abide’ye giderek Atatürk’le Afgan Kralı Emanullah
Han’ın otomobille geçişlerini seyrettik.

Okulda, İtalyanları çok sevmiş olacağım... o zamanlar böyle bir his taşıdığımı
bilmiyordum... yıllar sonra Harp Okulu’nda okurken, Harp Tarihi derslerinde
İtalyanların döğüşken bir millet olmadığını... siperden bölüğünü hücuma
kaldırmak • için emir veren Yüzbaşının yerinden fırladığında erlerin siperde
kalarak, «Bravo Kapitane» diye alkışladıklarım öğretmenimiz anlatınca, içimde
bir yerin sızladığını ve üzüldüğümü hayretle gördüm ve o zamanlar şu sonuca
vardım... yabancı okulda okuyan çocuklar okutuldukları lisanın sahibi olan
ulusların kültüründen etkilenirler. O halde bunu yapmamak lâzım dedim, ama...
kızımı Amerikan Kolej i’nde, oğlumu Saint Joseph Fransız Lisesi’nde
okutmaktan geri duramadım. Bugün, her ikisinin de vatanlarını ve uluslarını çok
sever olduklarını gördükçe yanıldığımı anlıyorum.

* * *

1929 yılında, babam 38 yaşında öldüğünde ben üçüncü sınıfa devam ediyordum,
ekonomik zorluklarla karşılaşmıştık, ona rağmen o yılı İtalyan okulunda
tamamladım. Aile toplantısında, annemin aylık geliri ile . iki erkek çocuğu
büyütmesinin çok zor olacağı ve bu sebeple benim, Selimiye (Üsküdar)’de
yaşayan büyükbabam emekli Albay İsmail Hakkı beyin yanma gönderilmem
kararlaştırıldı.

Yeni evimde; büyükbabam, babaannem, o yıl üniversiteyi bitirmiş yüksek


mühendis olan küçük amcam Sami, babaannemin kardeşi Huriye teyze ve oğlu
Enver ağabey ile evin kızı gibi olan İkbal abla vardı. Beni, çok sevdikleri büyük
oğullarının bir yadigârı olarak gördüler ve bütün ev halkı bana büyük sevgi ve
yakınlık gösterdiler, o zaman dokuz yaşımdaydım.

Bütün iyi davranışıma rağmen onlara uyumda önceleri çok sıkıntı çektim. Bir
defa eski çevremde çok şımartılmıştım, ayrıca biz Beyoğlu tarafında zamanın
modern hayatım (!) yaşıyorduk. Kardeşime ecnebi dadı tutulmuştu, fakat ben
geceleri anne ve babamla sık sık gezmeye giderdim. Hatırladığım kadar; ile No-
votni (ilk fırın sandöviç yediğim yer), Viyana Birahanesi (ilk bayan garson
gördüğüm yer), Belvü, Bomonti Bahçesi (cazda bulunan ve benim iki mislim
boyunda bir bayanla çarliston dansı yaptığım yer), haftada birkaç kez sinemaya
gitmek (sessiz film) gibi hızlı bir yaşantımız vardı.
Üsküdar’daki ev sakinleri ise gerici, tutucu değil,, fakat sakin ve efendice eski
İstanbul yaşantısını sürdürüyorlardı. Kışın pek nadir sinemaya, yazm
Bağlarbaşı’ndaki açıkhava tiyatrolarına gidilir, usûl erkân dahilinde misafir
kabul edilir, evlerde semaver kaynardı. Yanlış hatırlamıyorsam mahalleye
elektrik 1931 yılında geldi. İlk radyoyu Doktor Talât bey isminde bir komşumuz
aldı, yazları pencerelerini açmasını ve radyoyu bağırtmasını civardaki evler rica
etmişlerdi. Bulunduğumuz sokağın uzunluğu 50 metreyi geçmiyordu... sonraları
bu sokaktan iki Orgeneral çıktı, biri ben... diğeri Ali Fethi Esener.

4’üncü sınıfa Selimi Salis (III. Selim) İlkokulu’nda başladım ve önceleri çok
sıkıntı çektim. İtalyan usûlü kaligrafimi öğretmenim hiç beğenmedi... matematik
terimlerini Türkçe olarak bilmiyordum (zaten çok güçtü... örneğin müselles-
üçgen, zaviye-açı, murabaa-kare vs.). Tabii zamanla hepsine uyum sağladım,
şımarıklığı bırakmış, fakat çok yaramaz olmuştum, (belki anne ve kardeşten
ayrılmanın verdiği hırçınlık veya bugünkü moda terim ile «bunalım»). Bu
yaramazlığımı arkadaşlarım da teşvik ettiği için, olmayacak şeyler yapıyordum...
örneğin bir gün okuldan eve gelirken sırası ile, sokakları o zamanlar aydınlatan
havagazı lambalarının camını kırmıştım... eve memurlar gelip kırık camların
parasını isteyince büyükbabamdan çok utanmıştım.

Sınıfımızdaki öğrenciler arasında o zamanlar büyük yaş farkı vardı, (belki


savaştan yeni çıkıldığı için) nitekim büyük olanlardan bir kısmı beşinci veya
altıncı sınıfa geçtiğimizde okulda görünmediler... ama ben onların çoğunu teker
teker gördüm... erkekler tramvaylarda vatman, biletçi, Boğaz vapurlarında
memur olmuşlar... kızlar ise kucaklarında çocukları ile pencerelerden bizlere el
sallarken. Bu büyük yaş farkının elbette ki kötü yönleri de vardı, bazı şeyleri
yalan - yanlış erken öğreniyor, büyüklere özentiden, biz küçükler de sigara
içiyorduk... nitekim ben ilkokul dördüncü sınıfında günde bir iki, fakat beşinci
sınıfında yüz paraya (iki buçuk kuruş) 5 adet Birinci alarak sigara içmeye
başladım... başlayış o başlayış, hâlâ arttırarak devam ediyorum.

Beşinci sınıfa geçtiğimizde okul binamız değişti, yapımı yeni biten modem
Üsküdar 19uncu İlkokulu’na taşındık ve ilk mezunlan da bizler olduk. Okulun
laboratuvannı hiç unutmam... çeşitli araçlar, gereçler vardı..., motor, jeneratör,
lokomotif... elektrik bağlan-tılan, her şey tamamdı ve en önemlisi çoğu yerde
olduğu gibi teftişlik ve göstermelik değildi... derslerimizin bazılarım uygulamalı
olarak burada yapardık... ayrıca derslere paralel olarak bize Tıbbiyeyi, Baytar
Okulu’nu, müzeleri de gezdirirlerdi.
Çalışkan, disiplinli bir Müdürümüz vardı; Suat Bey. Bizlere görevler verdi...
bana da termometre yapımı düştü, beyaz karton üzerine çinimürekkebi ile bir
tarafa santigrat, diğer tarafa Reaumur skala çizecek, kartonu bir tahta üzerine
yerleştirecektim. Cıvalı veya ispirtolu tüpü okul verecekti. Karton, siyah çini
mürekkebi, tirling aldık ve işe başladım... bir... iki... on... yirmi... bir türlü
olmuyor... beceremiyorum... ya mürekkep akıyor... ya cetvel kayıyordu... Sene
sonu yaklaştığında kendimin de beğenmediğim eserimi Müdüre teslim ettim... o
hiç beğenmedi... hattâ bitirme sınavlarında kendisi de gelerek beni sorulan ile
bunalttı ve o dersi «orta» ile geçtim. Çok yaramaz olduğum için hal ve tavır
notum da «orta» idi.

Eksik olmasınlar... Meraklı gazeteci arkadaşlarımız arşivden İlkokul diplomanın


örneğini bulmuşlar... Hürriyet ve Milliyet gazetelerimiz yeri gelince kullanmakta
ve iş bitiricilikte (!) gecikmediler. Halbuki bir noktayı bilmiyorlardı... Karne
konusu, bunu da ben açıklayayım... belki bundan sonra kullanırlar. Evde,
çalıştığımı görüyorlardı ve bu konuda bir diyecekleri yoktu... yaramazlığa
gelince toleranslı değillerdi... o halde benim önlem almam lâzımdı... 5 nci sınıfta
formülü bulduk. Smıf arkadaşım Kemal Er-soy’un (Emekli Kurmay Albay)
babası eczacı Albaydı, Kemal de ilaçları tanıyordu...- Karneyi alınca onların
evine gidiyor, cam çubuğu ilâca batırıyor, Karnedeki «Hal ve Tavır» notunun
«orta» yazısını silip «İyi» yazıyor, karne imzalandıktan sonra tekrar «Orta»
yapıyorduk... ne çare ki sonunda karne delindi ve olay meydana çıktı.
ORTA EĞİTİM ve MESLEK
SEÇİMİ
Artık... çevreye ve aileme uyum sağlamış... yeniden Üsküdarlı olmuştum.
Evdekilerle beraber oruç tutuyor, geceleri Selimiye camiine teravi’ye
gidiyordum. Büyükbabam, Balkan savaşı sonrasında Orduda yapılan büyük
tensikatta kendisine dokunmadığı için Enver paşayı severdi fakat Atatürk’ü çok
büyük insan olarak tanımlar... hep methederdi. Evde, Cumhuriyet ve Akşam
Gazeteleri okunurdu... benimse ne bulursam okumağa çok merakım vardı.
Büyükbabam iki gazeteyi yanma alır ve okumağa başlardı... boş olan gazeteyi
istediğimde... ben okumadan olmaz... derdi... okudukça okur... arada yan gözle
bana bakar, beklenti içinde olduğumu görünce hafifçe güler gene okumağa
devam eder... benimle adeta oyun oynar... sonunda gazetenin birini verirdi...
yıllarca bu böyle devam etti.

1932 yılında Üsküdar Paşakapısı'ndaki Orta Oku» la gitmeye başladım. O


zamanlar; ikili, üçlü eğitim, okul dışı özel dershaneler yoktu, okula sabah gider
akşama kadar kalırdık ve ne öğrenirsek okulda öğrenirdik. Çok iyi
öğretmenlerimiz vardı... hatırlayabildiklerimden tarih öğretmenimiz Reşat
Kaynar sonradan Ordinaryüs Profesörlüğe kadar yükseldi. Edebiyatta Melâhat
hanım, tabiat bilgisinde Tevfik Tanyolaç, İngilizcede Zekiye hanım çok
yetenpkli idiler. Vefalı rahmetli Saim Ağabey ve Kadıköylü Rıdvan beyler
Müdür yardımcısı idiler. Saim Ağabeyin müthiş bir hafızası vardı... Yıllar sonra
Yüzbaşı iken köprüde karşılaştığımda... «merhaba 1664 Muhsin» diye bana
seslendi. Her iki Müdür yardımcısı muhakkak ki iyi insanlardı... fakat sonradan
değerlendirdiğimde... pedagojiden pek anlamadıkları sonucuna vardım.
Derslerim çok iyi idi... hatta 6. ve 7’nci sınıfların son haftasında ben dahil bir
kaç kişiyi artık gelmeyin diye eve gönderdiler... fakat gene aynı derecede
yaramazdım. Bir gün smıfta demokratik bir seçim yapıldı ve sınıf mümessilliğini
ben kazandım (sonraları en önemli seçimleri kaybedeceğimi o zaman
bilmiyordum). Tabii mümessil olunca sınıfın en disiplinli talebesi oldum, bir
süre sonra Rıdvan bey durumu öğrendi ve seçimi iptal etti (antidemokratik
olduğunu o zaman bilmiyorduk) ve ben gene sınıfın yaramazı oldum. Bir gün
bahçede yaptığımız askerlik dersinde Saim bey başka bir arkadaşım yüzünden
bana haksız olarak bağırmağa başladı... eh sınıfta kızlar da vardı... elimdeki
tüfeği kendisine fırlattım... güçlü insandı... hop dedi ve havada tuttu, tanrı rahmet
eylesin. Rıdvan bey de nedense benimle biraz uğraşırdı. 8 nci Sınıf ilk karne
yazılı matematik sorularının yazdırılması biter bitmem yanıma geldi... kağıdımı
aldı... kopya yapacaksın... dedi, cevap vermedim... Karneyi aldığımda matematik
notunun hizası boş bırakılmıştı, ikinci karnede 4 (5 üzerinden) almıştım...
bitirme sınavında 5 almam gerekli idi ortalamanın 3 tutması için... rahatlıkla 5
aldım... ancak ondan sonra boş hane sıfır olarak dolduruldu. Diğer notlarım iki
tane 4 hariç hepsi 5 di ve çok iyi derece ile mezun oldum.

Ancak mezuniyetten biraz önce iki felâket yirmi gün ara ile ailemizin üzerine
çöktü. Önce babaannem hastalandı, kısa bir süre sonra öldü, acısına
dayanamayan büyükbabam da arkasından öldü. İkbal abla ile 7 odalı koskoca
evde yanlız kaldık... ben duruldum... yaramazlığım kalmadı. Bilecik’te Nafia
Müdürü olan Sami amcam bize para gönderiyordu, o yaz (1935) tatili geçirmek
üzere yanma gittim, kendisi henüz evlenmemişti, güzel bir ev kiralamış, yanma
aldığı Huriye teyze ona bakıyordu. Amcam, Bileciğin yol ve köprü yapılan
yerlerini teftişe gittiğinde beni de yanında götürürdü. Pek hatırlayamadığım
Antalya’yı saymazsak, Anadolu ile bu ilk yakın temasım-dı... o zamanların
yolları çok ilkel usullerle yapılırdı, çalışanların çoğunluğu yol parası olan 12
lirayı veremeyenlerden oluşurdu.

İstanbul’a döndüğümde İkbal abla evlenmişti, evin anahtarlarını bana verdi,


arada bir giderdim. Annem, kardeşim, büyükannem, dayım, yengem Vaniköy’de
Fazlı beyin yalısmda (sonraları yıkıldı) kiracı olarak oturuyorlardı, onların
yanma gittim, amcam da küçümsenmeyecek maddi yardım yapıyordu bana. Boş
zamanlarda Cahitle tavla oynardık fakat oyun 5 lik parti üzerine değil sonsuz
rakkamlara doğru... örneğin 654'e 571 gibi... şimdi kimin önde olduğunu
söylersem bana kızabilir... neme lâzım.

1935 yılında Haydarpaşa Lisesine devama başladım, Vaniköy’den vapurla


Üsküdar’a, oradan genellikle yayan... nadiren tramvayla okula gider gelirdim.

Okulu kısmen biliyordum... Tıbbiye olduğu zamanlarda İlk ve Orta Okulda iken
sınıfça getirmişler ve kadavralar üzerinde uygulamalı dersler yapmıştık ve
maalesef ilk çıplak kadın ve erkek (önemli değil) vücudunu orada görmüştüm.
Okul çok büyük ve kalabalıktı... Üsküdar Orta Okulundan gelen küçük bir grup
hariç birbirimizi pek tanımıyorduk... tanıyamazdık ta çünkü yalnız 9’uncu sınıf
10 kısımdı, ben «9 F»de idim... en fazla hatırladığım yeni tanış Fenerbahçeli
Küçük Fikretti... onuncu sınıfta iken ilk defa 1nci Takımda oynadı.
Öğretmenlerimizi, Cemil Sena hariç, Orta Okuldakilerle karşılaştırdığımda pek
gözüm tutmadı ama, öğretmen... öğretmendir... dedik. Ancak acayipliklerle
karşılaşmadık değil... örneğin sene sonu gelince ismini maalesef
hatırlayamadığım Cebir - Hendese öğretmenimiz hepimize teker teker sordu...
«Cebir mi?... Hendese mi?»... bunun anlamı hangisinden bütünlemeye kalmak
istiyorsun idi... ben Hendeseyi seçtim ve yazı geçirdiğim Yüksek Mühendis
Sami amcamın yardımıyla işi sonuca vardırdım.

Ama insanın hayatında bir defa aksilikler başlamağa görsün... dayım Feyzullah
bey şeker komasına girerek öldü, ev gene erkeksiz kaldı, aile Beylerbeyi’n-de
daha ufak bir yere taşındı, amcam bana mektup yazarak evleneceğini ve bu
sebeple yaptığı maddi yardımı keseceğini bildirdi. Biraz param vardı,
Selimiye’deki evi açtım ve Haydarpaşa Lisesi 10 -ncu sınıfına devama başladım.
Büyükbabam ve babaannem öldüklerinde Edirne’de görevli Zeki ve Bilecik’te
görevli Sami amcalarım gelmişler... zannederim para ve mücevherleri
bölüşmüşler, halılar hariç evin hiç bir eşyasına do-kunmamışlardı, param bitince
bunları yavaş yavaş satmağa başladım... hem de yok değerine. Bir gün
karakoldan çağırdılar... komiser; sen daha çok küçüksün... kim izin verdi de sen
bu eşyaları satıyorsun diye sordu. Zeki amcama mektup yazdım... cevabında
dilediğini yap diyordu. Komisere gösterince bir daha ilgilenmedi. Şimdi
hatırladıkça halâ içim sızlar... benim iftiharla saklayabileceğim büyükbabamın
altın ve mücevherli nişan ve madalyaları, altın harflerle el yazısı tarihî bir kitap,
bugün antika sayılan çok güzel porselen gaz lâmbaları da satıldı. Bu arada bir
şey öğrendim... eve çağrılan bir profesyonel alıcı herhangi bir eşyaya bir fiat
teklif etmişse onu hemen satacaksınız... zira haber çok çabuk yayılıyor ve bir
daha o fiatı bulmanız mümkün olmuyor.

Derslerim fena değildi ama kendimde beğenmemekle beraber bazı kötü yollara
sapmağa başladım... örneğin geceleri kahveye gitmeye başladım... nereden
heveslendikse... bir defasmda nargile içelim dedik... bir kaç fokurdatmadan sonra
içim dışıma çıktı, gene bir gece arkadaşlarla Beyoğluna gezmeye çıktık...
içelim... dediler, Kalyoncu yokuşunda bir rum meyhanesine girdik... beş kuruşa
bir bardak şarap ve yanında sembolik üç çeşit meze veriyordu... tabii içki ayarı
diye bir şey bilmiyordum, 25 kuruş verdikten sonra Beyoğlu’nu gezemeden eve
döndüm.

Bu yaşantı böyle sürüp gidemezdi... doğru bir karar vermek ve uygulamak


gerekiyordu. Amcamın yanında geçirdiğim iki tatil döneminde Valiliği çok
beğenmiştim (sanki kolayca olunurmuş gibi... mamafih general olmadan önce
Vali oldum ya!), ancak önce liseyi sonra Mülkiye (Siyasal Bilgiler) yi bitirmek
gerekli idi... fakat beni esas çeken konu başka idi... büyükbabam ve babam
subaydılar... kendilerinden dinlediğim savaşlar, yanımızdaki kışlada yapılan
geçit resimleri, törenler beni o yöne çekiyordu... hepsinden önemlisi... babam
neden pilotluğu bırakmıştı?... eğer subay olacaksam havacı ve pilot olmalıydım.
(Kolayca olunur zannediyordum). Amcama sorduğumda «istifadan korktuğu için
pilotluğu bıraktı» demişti... ben öyle olmayacaktım.

Kuleli Askeri Lisesine başvurdum ve 1937 yılı başlarında 10ncu sınıfın yarısında
okula başladım. Genelde, Askeri Liseye 9 ncu sınıftan başlamayanlara «kaydı
kabul» adını takarlar ve böyle çağrılmaktan insan ömür boyu kurtulamaz, ben
yeni arkadaşlarımca çok çabuk benimsendim ve hiç böyle çağrılmadım, kolay
uyumun sebebi belki kan çekimi idi.

Sınıflarımız kalabalık değildi, biz İngilizce okuyanlar 9ncu ve 10ncu


kısımlardaydık, Anadolunun çeşitli yörelerinden gelenler teneffüslerde
toplaşırlardı ve birbirlerini desteklerlerdi ama genelde arkadaşlık çok iyi idi.
Giyim, yiyecekler, yıkanma, ısınma ve bilhassa spor faaliyetleri kusursuzdu. Ben
de sürat koşucusu, uzun-ve-üç adım atlayıcısı idim. Almanya’dan yeni dönmüş
olan öğretmenimiz Yüzbaşı Hüsamettin Güreli’den (sonra General) çok şeyler
öğrenmeye başlamıştım. Derlerimiz yüklü idi, kuvvetli öğretmenlerimiz vardı,
herbirinin kendine özgü yöntemleri vardı, bazıları çok yumuşaktılar ama yıl
sonunda bütünle-meye bırakırlardı, bazıları da çok serttiler ama sene sonunda iyi
idiler. Coğrafya öğretmenimiz Hüsnü beyi sabah mütalâasından sonra sınıf
kapısında beklerdik... geçerken bizlere günün gazetesini atardı. Derste ise çok
katı idi... örneğin Almanya’yı okuyorsak ve orada 30 önemli şehir varsa... ve
size say dediğinde... siz 27 saymışsanız sonuç bellidir... 3 hafta sonu şehire izinli
çıkmak yasak... bereket bütün öğretmenler aynı yöntemi uygulamazlardı... yoksa
üç yıl sonunda İstanbul'u göremeden Ankara’ya Harp Okuluna gidebilirdiniz.

Askeri öğrencilerin, kendi kendilerine yarattıkları ‘moda’ya da uymak gerekli


idi... bizim zamanımızda bol paça, vatkalı omuzlar, telsiz şapka moda idi... ama
şehirde gezerken sınıf veya inzibat subaylarına yakalanmamak gerekirdi. Ben
ayrıca bir ilâve yapmıştım... havacı olacağım ya... göğsüme bir kuş takıyordum.

Böylece günler, aylar geçti... bitiriş sınavları başladı... hemen arkasından


"Olgunluk sınavı". Liseyi bitirdikten sonra olgunluk sınavını veremezseniz Harp
Okuluna gidemez ve Kâtip Subay olurdunuz.
Şimdi dönüm noktasına gelmiştik... meslek seçimi. Meslek seçiminde bazı
şartlar aranıyordu... örneğin topçu, muhabere, istihkâm olmak için fen
derslerinden notunuzun yüksek olması gerekti... eğer sağlık durumunda bir
aksaklığınız varsa doğru Levazıma. Havacı olmak için ise yalnız sağlıklı olmak
gerekti (halbuki en teknik sınıf ama o sıralarda pek bilinmiyordu). Diğer taraftan
bütün yakın arkadaşlar birbirlerini... piyade daha iyidir... Jandarma ondan da
iyi... diye etkilemeye çalışıyorlardı.

Bu ortam içinde muayenede sağlıklı çıktım ve havacılığa ayrıldım. Harp


Okuluna başlamadan önce kıtalarda 6 ay süre ile er olarak staj yapmak
gerekiyordu... Havacılar, Jandarmalar ve Levazımlar bir trene ilâve edilmiş özel
yolcu vagonları ile Kayseri’deki 19 ncu Piyade Alayına sevk edildik. Sevk’ten
önce bize er elbise ve postalı verilmişti, erlerden giyim farkımız subaylar gibi
manevra kemeri takmamız, yakalarda H.O. harfleri ve şapkadaki ay-yıldızdı.

İstasyonda, aile ile ağlamaklı vedalaştık, tren marş sesleri arasında hareket etti...
Bilecikten sonra Anadolu içlerine doğru ilk defa yola çıkıyordum. İzmit’e
yaklaşırken ufak kese kağıtları içinde kiraz satılıyordu, aldım ve açık camın
önünde yemeye başladım... tren hızlandı... şapkam havalanmağa başladı...
kirazımı atıp şapkamı kurtarayım derken... geç kaldım ve şapka kırlara doğru
uçtu, Kayseri’ye inip, birlik nizamında uygun adımlarla marş söyleyerek kışlaya
doğru ilerlerken yalnız benim başım açıktı... izahat verip yenisini almak için bir
hayli uğraş verdim.
HARP OKULU STAJI - HARP
OKULU VE PİYADE ATIŞ OKULU
19ncu Piyade Alayında bize uygulanan metod şöyle idi... piyade bölüklerine
mangalara birer kişi düşecek tarzda dağıtıldık ve tam bir acemi er eğitimine tabi
tutulmağa başlandık, erlerden ayrı koğuşlarda yatıyor, bizim için ayrı karavana
çıkarılıyordu. Bölük Komutanımız Yüzbaşı Tevfik bey, Kurtuluş Savaşında
bulunmuş deneyimli ve baba tavırlı efendi bir insandı.. (çok seneler sonra Albay
olarak Eskişehir’e geldi, ben Generaldim, kendisine eskisinden daha fazla saygı
gösterdim). Bölükte üç kategori er vardı... normal süreye tâbi olanlar, 6 ay süreli
bedelli askerlik yapanlar ve bizler... Erler bizi, «Okur efendi» diye çağırırlar
fakat bütün açıklamalarımıza karşın ileride bizim subay olacağımıza bir türlü
inanamazlardı: Manga Komutanım olan çavuşun adını hatırlamıyorum ama çakı
gibi bir vücuda sahip, sert mizaçlı çerkez asıllı bir gençti. Talim süresince benim
yavaş hareketlerim karşısında, beğenmez tavırlarını belli eder, belki de içinden...
«İstanbullu muhallebi çocuğu» derdi. Kısa bir süre sonra Alay günü
yapılacaktı... çadırlar ve tenteler kuruldu, şehirden misafirler çağırıldı ve spor
gösterileri düzenlendi. Ben, bölüğüm adına 100 metre sürat ve uzun atlama
yarışlarına katılacaktım, Manga Komutanım da katılıyor ve beni geçeceğinden
emin olarak alaycı bakışlarla beni süzüyordu, tabii benim bu branşlarda Askerî
Liseler arasında yapılan yarışmalarda madalyalı atlet olduğumu bilmiyordu.:,
yarışlarda açık farkla birinci olunca çavuşun ve bölük Komutanım nazarında
itibara kavuştum.

Günlerden bir gün Alayımıza emir geldi... tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek,
bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye
gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek
ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti, Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un
eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak
üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık.
Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan
kaçınıyorum.

Alaya verilen özel görev, Elazığ bölgesinde büyük bir manevra ve resmi geçit ile
bitti... subaylara ve biz-lere Atatürk imzalı birer madalya dağıttılar.
Alaya verilen bu görev bittikten sonra tekrar yük vagonlarına binerek
Gaziantep’e doğru yola çıktık, Narlı istasyonunda indik, iki günlük bir
yürüyüşten sonra bir manevraya katıldık. Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’ın da
manevrayı izlediğini, yapılan taarruzu beğendiği için tekrarını istediğini duyduk
ve tekrarladık. Ateş altında olduğumuz varsayımı ile hedef göstermeden
sürünerek ilerliyor ve kısa sıçrayışlar yapıyorduk, bize böyle öğretmişlerdi...
ancak tatbikat üzüm bağları içinde yapılıyordu... önümüzde daha iyi bir üzüm
salkımı gördükçe öne doğru sıçrıyorduk...uzaktan dürbünle seyreden
komutanların işin iç yüzünü anlamaları olanaksızdı.

Antep’te halkla kaynaştık, onlarm savaş kahramanlıklarını dinlerdik. Çadırlı


ordugâh kurduğumuz bölgede hâlâ siper kalıntıları ve mermi kovanları vardı.
Dört ay sonra evden ilk mektubumu aldım, içinden ayrıca hiç kullanılmamış iki
on liralık çıktı, üç aylık birikmiş Harp Okulu öğrenci aylığımı da alınca zamanın
ölçüsüne göre zengin oldum. Lahmacunu ilk orada tanıdım ve sevdim (o
zamanlar İstanbul’da et lokantaları açümamıştı), kilo ile dondurma satıldığını da
orada gördüm.

Alayımızın Antep’e gelme sebebi, gerekirse Hatay’ın askerî operasyonla ele


geçirilmesiydi, nitekim bir gün güney sınırına doğru yürüyüşe geçtik fakat
hududa yaklaşırken durdurulduk, konu barış yolu ile halledilmişti. O esnalarda
büyük Atatürk hastaydı ve komaya girmişti... komadan çıktığı haberi gelince
Alayda, sabahlara kadar süren eğlenceler tertip edildi.

Antep’teki görev bitince üç günlük bir yürüyüşle Fevzipaşa İstasyonuna geldik...


artık alıştığımız kara yük vagonlarına binerek Kayseri’ye döndük. Kayseri’-de
fırsat buldukça hemen karşımızda bulunan Tayyare fabrikasına gider, uçakları ve
uçuşları yakından izlerdik.

Nihayet staj bitti ve bu defa normal yolcu vagonlarına binerek akşam alaca
karanlıkta Ankara’ya indik ve muntazam bir yürüyüşle Harp Okulu nizami-
yesinden içeri girdik.

Harp Okulu binası daha üç yasındaydı. Dershaneler, yatakhane, gazino,


yemekhane, duşlar çok mükemmeldi, etkilendik ve eğitime başladık.

Kısa bir süre sonra Atatürk vefat etti ve hepimizi mateme büründürdü.
Cenazenin Ankara’ya getirilip katafalka konuşunda ve sonra Etnoğrafya
müzesine götürülüşünde bütün Harp Okulu öğrencileri görev aldık.
Hepimiz Atatürk çocuğu idik... kendimizi bildiğimizden beri onu görmüş...
sevmiş... içimize sindirmiştik... ona adeta tapıyorduk. Münip Gökmen adlı Harp
Okulu öğrencisi arkadaşımız, cenaze töreninde «Süngü tak» komutunu yerine
getirirken süngü gözünü çıkarmış, fakat törenin sonuna kadar Atatürk’e karşı son
görevini yapabilmek için tören yerinden ayrılmamış ve «hazır ol» durumunu
bozmamıştı.

İsmet İnönü... Cumhurbaşkanı olmadan önce bazen at’la Okul civarında gezinti
yapardı... Kendisini selâmlar hatta bazen alkışlardık. Cumhurbaşkanlığına
seçildikten hemen sonra Okula geldi, bizi sinema salonuna toplamışlardı...
sahneden bizlere uzun bir konuşma yaptı... hatırladığım kadarı ile Atatürk’ün
hizmetlerini ve büyüklüğünü, dünyanın ağır bir bunalıma doğru gittiğini, bizlerin
artık Harp Okulu öğrencileri olarak sorumluluk taşıdığımızı, ileride alacağımız
önemli görevlere hazırlanmamız gerektiğini anlattı.

Eğitim yılı ortalarına doğru biz havacılar beklemediğimiz bir olayla karşılaştık.
Bizleri muayene için, Eskişehir Hava Hastahanesinden özel yetiştirilmiş uçuş
doktorları geleceği haberi yayıldı, diğer arkadaşlarımı bilmem ama beni bir
korku aldı, ya sağlıklı çıkmaz ve beni havacılıktan ayırırlarsa ben ne
yapardım?... Evet... heyet geldi ve muayeneye başladılar. Sonraları bu değerli
doktorları... gözcü Dr. Kemal, da-hiliyeci Dr. Fahrettin Yakal, asabiyeci Dr. İzzet
bey gibileri yakından tanıdık... sevdik, dost olduk ama hep uçuculuktan çıkarırlar
diye kendilerinden korktuk... zaten korkumuz boşuna değildi... sonuç felâketti...
130 havacı namzeti öğrenciden yalnız 24’ü (ben dahil) sağlam çıkmıştık...
meğerse ne hastalıklar varmış... örneğin Daltonizm’i (renk körlüğü) o zaman
öğrendik. Çürük çıkanlar diğer sınıflara dağıtıldılar... okulda propoganda
yapılarak havacılığın cazip tarafları anlatıldı (biz de o arada öğrendik) ve
istekliler muayeneye tabi tutularak eksik tamamlandı... ama 78 uçucu, 20 de
hava makine subay namzedi olarak.

Havacı olarak ders bakımından diğer sınıflarla yegâne farkımız haftada bir defa
Türkkuşuna gidip planörle uçmaktı. Diğer bütün derslerimiz kara sınıfına ait
çeşitli derslerdi. Türkkuşuna giderken kumanyalarımızı alır, otobüslere biner...
sevinçle alana giderdik... baş öğretmenler Sabiha Gökçen ve Ali Yıldız’dı. Onar
kişilik gruplara ayrılır... bir planörün başına geçerdik... bir kişi planöre biner
lâstik halatı çekerek gererdik, zamanı gelince «Start» denilir... planör yerde biraz
gittikten sonra havalanır, irtifa alır, süzülüşe geçer ve inerdi... bütün bu uçuş
ancak bir dakika sürerdi. İkinci sınıftaki arkadaşlarımızın deneyimlerinden (!)
hemen yararlanma yoluna saptık... lâstik halatı gererken 10 adım atıp «bir» diye,
20 admı atıp «2» diye bağırırdık... 100 adım çekip «on» diye bağırınca planör
harekete geçerdi... yeni ve gizlice uyguladığımız (!) ‘çünkü bu yaptığımızı
biliyor ve kanmıyorlardı’ metod ise 12 adım atıp «1» diye bağırmak sureti ile
sonuçta halatı 20 adım daha fazla geriyor ve planörün daha fazla uçmasını
sağlıyorduk... bu metodu bir arkadaşımız planörü yönetemeyip yere çakılınca,-ya
ve bel kemiğini zedeleyip Levazım sınıfına geçinceye kadar uyguladık.

İlk yılın sonunda sınıf geçiş notlarımız okundu... ben 22 nci durumda idim... o
esnada öğrendik ki mezuniyet senemizin yanma mezuniyet derecemiz yazılacak
ve ömür boyu bu numara kıdem sıramızı gösterecek... sonradan ağzmla kuş
tutsan bu sıra değişmeyecek... yıllar sonra biz komutanken bu usulü değiştirdik
ve her rütbe terfisinde başarıya göre bu sırayı değişir hale getirdik... nitekim
bugünkü Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren 1970 yılında Korgeneralliğe terfi
ederken, 10 general arasında sonlarda iken... 1974 yılında Orgeneralliğe terfi
ederken birinci duruma yükselmiş ve koyduğumuz yeni uygulamanın faydasını
görmüştü.

İkinci sınıfa geçince ben de kendimi zorlayıp daha iyi derece elde etmek için
uğraştım. Ancak işler çok değişti... 1.Eylül. 1939’da Almanların Polonya’ya
saldırısı ile II nci Dünya Savaşı başladı. Her halde Silâhlı Kuvvetlerin subay’a
ivedi ihtiyacı vardı ki bizi kısaltılmış değil... hızlandırılmış eğitime tabi tuttular...
sabahları erkenden kalkıyor... akşam geç vakitlere kadar ders görüyor... ve sona
süratle yaklaşıyorduk... 1940 başlarında terziler geldi, ölçülerimizi aldılar...
Şubat başında yeni üniformalarımız ve kılıçlarımız dağıtıldı. O yıl ilk defa...
havacı olarak mezun olacaklara mavi üniforma dağıtıldı... her gece
yatakhanelerde elbiselerimizi giyiyor, kılıçları takıyor... prova yapıyorduk. Bu
arada yeni subay çıktığımız belli olmasın diye bir iki santim saçımızı uzatmağa
çalışıyorduk... bölük Komutanımız törenden iki gün evvel saçlarımızı sıfır
numara makine ile traş ettirerek son zevkini yerine getirdi... bazı şeyler vardır
ki... askerlikte sebebi sorulamaz... sorulabilse de kimse cevaplaya-maz...
örneğin... Askerî Lisede sigara içmek katiyetle yasaktı... oldukça sadist sınıf
subayları da vardı... he-lâlara gizlenirler... sigara içenleri yakalayıp...
burunlarında söndürürlerdi... Harp Okulunda ise sigara serbest ve kantinde
satılırdı... Harp Okulunda bir gün önce saçlar sıfır numara traş... ertesi gün
serbest zamanla bunların hepsi düzeldi tabii...

Mezuniyet numaralarımız okundu... ben 98 kişilik sınıfta 8 nci olmuştum,


15.Şubat.1940 günü çok güzel bir törenle subay elbiselerimizi giydik ve
kılıçlarımızı kuşandık... 1 Mart günü İstanbul, Kartal Maltepe’sindeki Piyade
Atış Okuluna katılmak üzere izinli sayıldık.

Eve kavuştum... aile Mareşal olmuşum gibi sevinçli... tabii ben de sevinçliyim...
eski çevremizde dolaşıyor... subay oluşumu ilan ediyordum ama daha maaş
almamıştık... ilk maaşımızı Piyade Atış Okuluna katıldığımızda verdiler... 49 lira
küsur kuruş... büyük, hem de çok büyük para o günler için... okul leyli... yalnız
Cumartesi öğleden sonra çıkıp Pazar akşamları dönüyoruz... okul bizden kahvaltı
ve iki öğün yemek için maaşımızdan 7 lira kesiyor... 42 lira bize kalıyor. O
dönemde Türkiye... zannederim subaylar ve memurlar için bir cennetti... hele
bizim gibi bekârlar için... düşünsenize en iyi ayakkabı 5 lira, İngiliz kumaşı sivil
elbise 30 lira... dönemin Türk müziği yapan ve meşhurların şarkı söylediği
Kristal gazinosu içki-li-yemekli 5 lira idi. Ben de giyinip kuşanmağa...
şıklaşmağa başlamıştım.

Tek sıkıntım vardı... annem arada bir beni yanına alıyor... Hayriye halasına
götürüyordu. Hayriye hala bir eski büyük elçi eşi idi... lisan biliyor ve kültürlü
idi... fakat iki gözü de sonradan görmez olmuştu. Benimle çok yumuşak bir hava
içinde konuşuyor fakat nedense tayyareciliği bırakmam için söz vermemi
istiyordu. Tabii öyle olmasını istemezdim ama ben söz veremeden bir süre önce
vefat etti... evine son defa annemle miras paylaşılması ve müzayedeyi izlemek
üzere gittim ve Hüseyin Haki Efendi ahfadının büyük çoğunluğu ile ilk ve son
defa karşılaştım. Örneğin... Askeri Lisede İngilizce öğretmenim olan Hüseyin
Öztop-rak’ın annemin yeğeni olduğunu orada öğrendim... annem tanıştırınca
sarılıp öpüştüm... bilseydim derslerinde haşarılık etmezdim.

Annem o müzayededen çok değerli eşyalar ve onlara ilâveten 30.000 lira kadar
miras aldı... o zaman bir Reşat altmı 8 lira idi demek ki bugünkü para ile 100
milyonun üzerinde hisse aldı... eksik olmasın ve Allah rahmet eylesin... bana da
bir ipek resmî gömlek ve lastikotin dediğimiz resmi elbiselik bir kumaş hediye
etti ve de 5 yıl sonra bütün parasını bitirerek Merzifon’a yanıma geldi. Ama...
bugün de kendisini hiç kınamıyorum... öyle yetiştirilmişti... iyi piyano çalar,
nakış ve İtalyanca bilir fakat para ve ev idaresini bilmezdi. 28 yaşmda çok
sevdiği kocasından dul kalmış ve bunalım içinde idi... parasının büyük
bölümünü tedavi bahanesiyle bugün bazıları hâlâ sağ olan meşhur Ordinaryüs
Profesörlerimiz yediler. Kaldı ki bugünkü gibi yatır parayı bankaya, köprüye,
baraja,, al faizi usulleri de Türkiye’de bilinmiyordu.

Üç ay çabuk geçti, bir havacı için hiç gereği olmayan bu dönemde arkada kaldı
ve Eskişehir’deki Hava Okuluna katıldık.
Ancak hiç beklemediğimiz bir durumla karşılaştık... Okulda, 1938 ve 1939 Harp
Okulu mezunları eğitimlerini bitirmemişlerdi, bizi de eğitime başlatacak imkân
yoktu... bu sebeple kura ile bizleri çeşitli hava birliklerine stajyer olarak
dağıttılar. Ben, 1nci LYZEN-DER Keşif Bölüğüne düştüm, uçaklar İngiliz yapısı
olup yeni idi, iki kişilikti, pilot önde uçar biz gözetle-yici olarak görev yapardık.
Bölük şimdi Yeşilköy havaalanı içinde kaybolan SAFRAKÖY toprak alanında
bulunuyordu... ikişer kişilik çadırlarda yatardık... biz 5 arkadaş beraberdik ve
Hava Kuvvetleri bünyesi içinde olmak ve o atmosferde yaşamaktan
memnunduk. Büyüklerimiz olan pilotlar bazen havada kumandaları bize verirler,
biz de yalpalayarak uçmağa çalışırdık. 15 Ağustos’ta Teğmen olduk, uçuş
tazminatı da almağa başlamıştık... yalnız hafta sonları şehre iniyorduk.

İlk uçak kazasını burada gördüm... Yeşilköy’de bulunan diğer keşif bölüğüne ait
uçaklar bizim alana inerler, uçuş yaparlar, akşam dönerlerdi. Bir gün 4’lü bir kol
iniş için kademeye geçerlerken iki uçak havada çarpıştı... bir tanesi dikine dalışa
geçti ve büyük bir gürültü ile yere çarptı. Koşucu olduğum için olay yerine ilk
ben yetiştim... yardım etmek istiyor fakat enkaz arasında kimseyi
göremiyordum... arkadan yetişen tecrübeliler elleri ile koymuş gibi iki pilotu
çıkardılar... birinin kafa tası açılmış beyni görünüyor... diğeri hırıltılar çıkararak
nefes almağa çalışıyordu... ikisi de şehit oldular. Pilotlardan biri Hava
Akademisinde öğretmenlik yapan bir İngiliz Yarbayı idi.

Ekim başında Hava Harp Okuluna katıldık. Okul yaşantımız çok iyi idi... halâ
öğrencilikten ve yatılı olmaktan kurtulamamıştık ama havacılık mesleğinin uzun
ve yüksek merdivenlerinin ilk basamağına ayağımızı atmıştık ve sevinçliydik.

Dershane, laboratuarlar; yattığımız yerler, spor olanakları mükemmeldi;


Komutanımız Kurmay Albay İhsan Orgun (sonraları Korgeneral ve 27 Mayısta
Hava Kuvvetleri Komutanı) tarif edilemeyecek kadar sert bir disiplin anlayışına
sahipti, sayesinde Maliye

Bakanlığını zengin ederdik... en ufak cezası 1/8 maaşımızı kesmesi idi. Çok
yıllar sonra dost olduk... o günleri konuşur, tartışır gülerdik. Teorik dersler
öğretmenlerimizin çoğu dış ülkelerde eğitim görmüş yetenekli subaylardı. Hava
Tabiye öğretmenimiz İngiliz Yarbayı Hudlestone’du, genellikle sivil ve çok zarif
giyinirdi... kendisini dikkatle dinler, not alır... fırsat buldukça da giyimine
bakardık. Tercümanlığını, şair ve filozof Rıza Tevfik beyin oğlu Nazif Bölükbaşı
yapardı... çok olgun bir insandı... sonunda pilotluk hariç bizim kadar havacılık
öğrendi.
Pilotaj öğretmenlerimizin hepsi deneyimli Hava Assubayları idi. Benim esas
uçuş öğretmenim Fethi hoca (Bakanoğlu) idi... Hakkı hoca, Zekeriya hoca ve
bana akrobasiyi öğreten Şakir hocayı unutamam... hepsi subay - assubay,
öğretmen - öğrenci ilişkilerini çok iyi yürütecek terbiye - disiplin anlayışına
sahiptiler.

Bir süre teorik dersler gördükten sonra teori ve uçuş eğitimini beraberce
yürütmeye başladık. İlk uçağımız Harriot adlı, fransız yapısı 2 kişilik bir uçaktı.
Programa göre öğretmenle yapılacak ilk 10-12 saat uçuş sonrasında ilk yalnız
uçuşa bırakılacak duruma erişmek gerekiyordu... bunu başaramazsanız ufak bir
ilâve eğitim görüyor ve başaramazsanız uçuculuk hayatınız bitiyordu... bu usul
eğitimin diğer bölümleri için de... örneğin kol uçuşu, akrobasi gibi... geçerli idi.
On saati doldurduğunda Fethi hoca beni l.nci Dünya Savaşı pilotlarmdan Halim
Canko’ya teslim etti... beni kontrol etti... indik ve uçağı durdurdum... pervane
çalışıyordu, kendi uçaktan inerken... git yalnız uç...yalnız, inişte dikkat et,
istikameti pek iyi tutamıyorsun dedi... uçtum... indim... dediği de çıktı... ama
hatam pek azdı.

Yalnız uçuştan sonra pilotluğun timsali olan uçuş brövesini taktılar. Uçuş’lara
devam ederken teorik dersler azalmıştı, boş zamanımız çoktu, akşamları
voleybol oynuyorduk... elime geçen veya satın aldığım çeşitli kitapları
okuyordum... bunların içinde tarihî önemli kişilerin hayatı... Atatürk’ün büyük
nutku (defalarca)... şiir hariç dünya klasikleri ve romanlar vardı... harp tarihine
de çok merak sarmıştım.

Sosyal hayatımız zamanın ölçülerine göre biraz hızlı, havacılara göre normaldi.
Cumartesi geceleri Eskişehir’in iyi lokantalarına gider... içki içmeye özenir-dik...
ne kadar içebileceğimizi bilmediğimiz için genellikle falso yapardık... bir gece
Mucip Ataklı (General-Milli Birlik Komitesi Üyesi) fenalaştı... masadan
kaldırdım, başını lavaboya eğdim ve musluğu açtım... biraz sonra inlemeye
başladı... ne oluyor diye baktım... meğerse musluktan Eskişehirin doğal kaynar
sıcak suyu akıyormuş. Bir gün ben de ölçüyü kaçırmıştım... hem temiz hava
almak hem de Okul otobüsüne binmek üzere dışarı çıktım... beklemeye
başladım... uykum geldi... okul bahçe duvarının üstüne oturdum ve sabahleyin
kendi yatağımda uyandım... odadakilere sordum... faytoncu getirdi dediler
Eskişehir’de o zamanlar çok iyi faytoncular vardı, bizleri de tanırlardı...
bunlardan biri beni uyuklarken görünce arabasına bindirmiş, nasıl izin
alabilmişse Garnizonun kapısından içeri girmiş... yattığımız binayı ve odamı
bulmuş, beni yatırmış... cüzdanımdan da hakkı olan parayı alıp gitmiş.
Pazar sabahları çoğumuzun eğlencesi o zamanlar yepyeni olan ve tabii sıcak
suyu bulunan «Yeni Hamam»a gitmekti. Benim bir kaç sivil elbisem ve iki
pardesüm vardı... arkadaşlar arasında değiş-tokuş adeti vardı. O pazar, sonraları
Orgeneral olan bir arkadaşım pardesümü istedi... verdim. Ben Yeni Hamama
gidip bir kabinde soyundum ve içeri girdim... Benden sonra arkadaşım gelmiş...
fakat her yer dolu... soyunacak kabin yok... oranın görevlisi kendisine... ama
isterseniz giydiğiniz pardesünün sahibi burada, onun kabininde soyunabilirsiniz»
demiş. Akşam, olayı bana gülerek anlattı.

Gelelim... çok çok özel yaşantıma... Cumartesi, Pazar günleri iyi havalarda
yegâne gezilecek yer olan İstasyon caddesinde bir kaç tur atardık... eh!., genç
olduğumuz için de terbiye dahilinde genç kızlara bakmaktan geri kalmazdık. Bir
ara zamana göre modern giyinen... (çizme, kürk kalpak) uzun boylu bir hanım
kızı arada sırada görür oldum... sonraları kayboldu (Erenköy Kız Lisesinde
okuduğunu sonradan öğrendim). Bir süre sonra tekrar sinemada gördüm... «zaten
Eskişehir’in bütün kızları bizleri görmek için (!) Cumartesi günleri sinemaya
gelirlerdi»... fazla boylu gözüküyordu... çıkışta yanında belli etmeden yürüdüm...
ben dört parmak yüksektim. Basit bir tesadüfle tanıştık ve bir süre sonra
nişanlanmağa karar verdik. Anneme gidip durumu anlattım... Eskişehir’e geldi
ve Tanrının izni ile evin kızını... oğluna istedi... bir süre sonra olumlu cevabı
aldık.

Böylece ben Teğmen Muhsin Batur... Eskişehir’de ilk Türk eczanesini açan
merhum Ömer Lütfü beyin ortanca kızı Leman Kantörün ile 21 Mart 1942’de
Or-duevine arkadaşlarımın çattığı kılıçlar arasmda girerek güzel bir törenle
nişanlandım. Leyli öğreniciliğimiz sürdüğü için Leman'la hafta sonları ve
genellikle evde buluşuyorduk. Kısa sürede kayınvaldem Hidayet hanım beni
evlâdı, Leman’m kardeşleri de beni bir küçük kardeş ve ağabey olarak
kabullendiler ve sevdiler... hâlâ da öyle. Rahmetli olan kayınvaldem, Rumelili
olduğu için yemeklerine doyum olmazdı.

Bundan sonraki günler yoğun bir eğitimle çarçabuk geçti ve 2 Temmuz 1942’de
pilot Teğmen olarak Hava Okulundan mezun oldum, 78 kişi eğitime başlamış,
stajda iki arkadaşımızı şehit vermiş ve 47 kişi olarak mezun olmuştuk. Kura’da o
esnada Kütahya’da bulunan fakat Merzifon’a intikal edecek olan 4 ncü Tayyare
Alayı 58 nci Bölüğüne çekmiştim.

Yeni ailem topluca İstasyonda beni uğurladılar ve Merzifon’a hareket ettim,


ikinci basamağa tırmanmıştım...
MERZİFON YILLARI, ADANA,
MISIR (1942-1946)
4ncü Tayyare Alayı; ikişer bölüklü iki tayyare Taburu ve yer destek
birliklerinden oluşuyordu. Birinci Taburun her iki bölüğü P.Z.L. tipi Polonya
yapısı... İkinci Taburun bir bölüğü çift kanatlı Amerikan yapısı Curtis Hawk tipi,
diğer bölüğü —yani benim bölüğüm— zamanın modern tipi sayılan Fransız
yapısı Morane-406 av uçağı ile donatılmışlardı. Alay Komutanımız Albay İsmail
Hakkı Akkuş, 1 nci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarına süvari subayı olarak
katılmış, kurmay olmayan fakat yönetim, komuta ve moral konularında çok
üstün bir insandı. Yardımcısı Yarbay Hidayet Göksel... Fransa ve Amerika’da,
Tabur Komutanımız Kurmay Yüzbaşı Nijat Orkuş... Fransa’da ayrıca Elektrik -
Elektronik mühendisliği eğitimi görmüş yetenekli kişilerdi. Bölük Komutammız
Yüzbaşı Yıldırım Yakar... hem Komutan hem ağabey gibi idi. Bölükte bizden
kıdemli bir Yüzbaşı, dört üsteğmen, bir Teğmen vardı... av pilotluğunu bizlere
bu tecrübeli insanlar öğretecekti, biz beş sınıf arkadaşı aynı bölüğe atanmıştık.

O zamanlar... yeni bir uçak tipi üzerinde eğitime ve uçuşa çok ilkel usullerle
başlanırdı. Uçağın ufak bir el kitabını okuduktan sonra pilot kabinine girer
oturursunuz... tecrübeli bir pilot kanada çıkar ve size uçaktaki şalter, gösterge
saatleri, tekerlek ve flap kolları v.s. yi anlatır... uçağı nasıl çalıştıracağınızı ve
nasıl uçacağınızı on beş yirmi dakikada anlatır... «haydi hayırlı uçuşlar» der ve
kanattan aşağıya atlar ve siz uçuşa çıkardınız. Bana da öyle yaptılar ve ilk defa
bir av savaş uçağı ile tek başıma havalandım.

Yanılmıyorsam 6 nci uçuştan sonra sıra kol uçuşu eğitimine geldi. Kol uçuşunda
yanımızdaki uçağa ne kadar yakın uçar ve bu mevkii bozmadan muhafaza
ederseniz o kadar makbuldür. Lider, Üsteğmen Süleyman Tulgan (sonra General,
Hava Kuvvetleri Komutanı), iki numarada bendim. Uçağm bir özelliği vardı...
istikamet pedalları aynı zamanda sağa sola hareketlerde otomatik olarak fren
yapıyordu... bize büyük pedal hareketleri yaparsamz tekerlekleri kırarsınız
demişlerdi. Kalkışın ortalarına doğru benim uçağım sola kaymağa ve lidere
yaklaşmağa başladı (tabii uçak kendi kendine kaymaz, hata bende idi)...
yapılacak iş sağa direksiyon ve biraz gaz kesmekti... ikisini de yapmadım... sol
kanadımın ucu liderin başı hizasının biraz gerisine vurdu... uçağım biraz gerildi,
geriye kalırken pervanemle lider uçağının kuyruğunu biçtim... o yerde kaldı...
ben inat bu ya... kalkışa devam ettim ve kalktım, uçağım zelzeleye tutulmuş gibi
sarsılıyordu, döndüm... indim. Uçağımın pervanesinin palleri sert madenden
olduğu halde bükülmüştü... yerdekiler bu uçağın nasıl havalandığına hayret eder
ve bana geçmiş olsun derken ben titreyen ellerimle sigaramı yakmağa
çalışıyordum ki Bölük Komutanımız yanımıza geldi... Süleyman sen... numaralı
uçağa... Muhsin sen... numaralı uçağa., haydi dedi. İkimiz de uçaklarımıza
bindik, motoru çalıştırdık, Üsteğmen Tulgan hızla kalkış yerine ilerledi... öyle
kaçıyordu ki yakalaması mümkün değildi, gazı verdi kalktı... yirmi dakika
kendisini kovaladım... yanma yaklaşıp kol uçuşu yapma fırsatını bulamadan uçuş
süremiz doldu, indik. İlk uçak kazam böylece ve pek erken oldu. Sonra
üsteğmen Tulgan’la çok kol uçuşları yaptık... 1961 yılma kadar da çok yakın
mesai içi ve dışı dost, arkadaş olduk, kulakları çınlasın.

Alayda, 103’ün üzerinde subay vardı, evliler azınlıktaydı ve şehirde ev


tutmuşlardı. Biz bekârlar, portatif karyolalarımızı açmış, kalabalık koğuşlarda
yatardık. Günlerimiz; uçuş, ders, konferans, kitap okumak, voleybol ve futbol
oynamakla geçerdi... pek az şehire inerdik... çünkü o zamanlar Merzifon’da
gidilebilecek ufak bir lokanta, kilise’den dönme bir sinema ve Kolordu
Karargâhının yerleştiği Amerikan Kız Koleji binalarındaki basit bir Orduevi
vardı. Alay Komutanımız Albay Akkuş, sıkılmayalım diye kendisinin de
katıldığı piknik partileri düzenlerdi... rütbe farklarını unutur fakat terbiye
dahilinde çok eğlenirdik. Ben her fırsatta okumağa devam ediyordum.

Alayımızda, Turgan Birmen adında Beyrut’a yerleşmiş bir Türk ailesinden olan,
Lise öğrenimini Fransızca yaptığı için hala Fransız aksam ile konuşan bir
üsteğmen vardı, çok uygar tipli idi... takma adı Mösyö idi. Biz gençleri zorla
toplar... «bir hava subayının briç ve bezik bilmesi gerek» derdi ve çoğumuza da
sabırla öğretti.

Böylece günler, aylar geçerken kış sonuna doğru bizim Tabur, uçaklarımızı
Merzifon’da bırakarak trenle Adana’ya intikal emri aldı. İngilizlerin verdiği yeni
Hurricane Av-Bombardıman uçaklarını teslim alacak intibak eğitimini kışın hava
şartları daha iyi olan Adana’da tamamlayacak baharda Merzifon’a dönecektik.
Evliler üzülürken biz bekârlar çok sevinçliydik... hem yeni tip bir uçakla uçacak
ve hem de güneyin eğlence merkezinde biraz yaşayacaktık.

Adana sivil hava alanı içindeki binalara bürolara ve yatmak için civarda kurulan
büyük bir eve yerleştik.
Yeni uçaklarımız çok güzeldi... bizim bölük uçucuları zaten modern olan
Moranc’larda uçtukları için Hurrıcane’lere kolay uyum sağladılar, diğer bölük
ise basit Hawk tipi uçaklardan sonra zorlandı ve çok kaza yaptılar. Tabur
Komutanımız Nijat Orkuş, kazaların artması üzerine bize gece eğlencelerini
yasakladı. Ben gene bir gece bara gitmiş dans ediyordum... bir dirsek darbesi
yedim, irkildim... bir darbe daha yi' yince dönüp baktım... Komutan da dans
ediyor ve bana gülümsüyordu.

Arkadaşlarımız içinde çok deli fişekler vardı... bunlardan biri de Teğmen Selçuk
Okyay’dı (sonra Kurmay Albay); Unutamayacağım ve bugün bile hatırladıkça
halâ güldüğüm iki anı bıraktı bana... İlki: arada bir şehre indiğimizde gece geç
vakit faytonla meydana dönerdik... buradaki faytoncular Eskişehir-deki gibi
çelebi mizaçlı değillerdi... bazen çok para isterlerdi... bir gece gene öyle oldu... o
zamanlar parabellum tabancaları taşırdık... Selçuk çekti silâhını, bir el ateş etti...
bana döndü... «bir mermi 7,5 kuruş» dedi... arabacı kovboy filmlerindeki gibi
atları dört nala kaldırdı ve uzaklaştı. İkinci anı gene atlarla ilgili... her halde
Selçuk atları çok seviyordu... bir gece fazla içmişti... gene faytona binmiş ve
ikimiz arkada oturuyorduk... bir anda Selçuk tırmandı sürücünün yanma oturdu...
dizginleri ve kırbacı eline aldı... ve... atlara... haydi evlâtlarım diye bağırıp
kırbacı havada şaklatmağa başladı... sonra da dayanamayıp atlardan birinin
üstüne atladı fakat kayıp iki atm arasına sıkışınca korkudan bağırmağa başladı...
neyse arabacı atları kontrola alabildi.

Ocak 1943 sonlarında İngiltere Başbakanı Winston Churchill'in Adana’ya


geleceğini duyduk... alanda önlemler alındı, Cumhurbaşkanı İnönü de trenle
geldi... tren hemen meydanm karşısmda özel bir hatta alındı. Churchill, bir
Amerikan bombardıman uçağı ile geldi ve elindeki meşhur purosunu göstererek
indi... bu arada park yerinde uçağı pisten çıkarak çamura saplandı... İnönü ve
Churchill trende kimbilir ne ağır konular üzerinde tartışırlarken... bizler de o ağır
uçağı çamurdan çıkarmak için uğraş verdik. Churcill ve yanındakiler gittiler,
ama iki Amerikalı pilotla kimse ilgilenmedi. Robert Kolejden Askeri Okula
geçmiş olan Üsteğmen Nüzhet Yolaç iyi İngilizce bilirdi. Bana... «var mısın?»
dedi... «varım» dedim. Pilotları aldık... şehre götürdük ve çok iyi şekilde
ağırladık... sabahleyin kendimize geldiğimizde birer maaş borca girdiğimizi
anladık.

Eğitim, Nisan 1943’de bitti ve uçaklarmıızı alarak tekrar Merzifon’a döndük.

Haziranda bir uçağı Kayseri Tayyare Fabrikasına bakım için götürmüştüm, orada
iken bir telsiz emri aldım, Mısır’a eğitimi pekiştirmek üzere gönderiliyordum.
Trene bindim ve Üsteğmen Tulgan’la karşılaştım (Kalkışta çarpıştığım), meğer
beraber gidiyormuşuz. Ankara’da pasaport ve harcırahlarımızı aldık. Harcırah,
yol parası hariç 1800 Lira idi. Merkez Ban-kası’nda bize Amerikan doları
verdiler... doları ilk defa görüyordum. Ne kadar dolar verdiler tahmin
edersiniz?... 1800 dolar... evet yanlış okumadınız bin sekiz, yüz dolar (bugün 4
dolar alamazsınız). îki subay da İzmir’den gelerek bize katıldılar... Kur. Yüzbaşı
Sadi Atikkan ve Kur. Yüzbaşı Nevzat Gökeri (her ikisi sonra general oldular).
Beraberce yola çıktık ve Haleb’e geldik. Nedense bizi orada enterne ettiler,
şehirde gezmek serbest... ayrılmak yasak. Halep’teki üç gün ilginç geçti...
hayatımda bir defada bir taneden fazla muz yememiştim... orada hevenkle
aldım... kebapçıda da kıymanın satır kullanarak hazırlandığını ilk orada
gördüm... sokaklarda halk tabn Arapça konuşuyordu... fakat iki defa kavga
edenlere rastladım... nedense küfürler Türkçe idi. Önce Beyrut sonra Tel-Aviv’e
vardık... şaşırdım kaldım... bunlar ne biçim Yahudi diye... çoğu Almanlar gibi
sert adımlarla yürüyen, çeşitli Avrupa dilleri konuşan bir topluluktular... sonunda
Kahire’ye varabildik. Süleyman Tulgan’la ben, Süveyş kanalı yakmındaki
İsmaili’ye civarındaki bir İngiliz Hava birliğine katıldık, bizden önce gelmiş
arkadaşlarımız da vardı, kalabalıkça bir Türk grubu oluşturduk. Çölün inanılmaz
sıcaklığında, II nci Dünya Savaşında uygulanan en son hava taktiklerini bizzat
uçarak ve ders görerek öğrendik. Uçuş öğretmenimiz savaş deneyimli bir İngiliz
assubayı idi, kursun yarısmdayken Subay oldu, ilk subay gazinosuna girişte
mahçubiyetinden kıpkırmızı olmuştu. Kol uçuşundayken bir tarafmda Tulgan,
diğer tarafında ben kendisine o kadar yakın uçardık ki huzursuz olurdu... artık
tam forma girmiştim ve kimseye çarpmıyordum.

Küçük uçuş disiplinsizliklerine para cezası uygulanırdı... örneğin alçakta yapılan


bir looping (uçakla takla atmak) 5 şilin, tono yapmak (uçağı ekseni etrafında bir
tur çevirmek) 5 şilin gibi. Bazen bir Sterlini gözden çıkarır dört yasağı bir anda
arka arkaya yapardım, yakalanmadan da Süveyş kanalının içine girer alçaktan
uçardım.

İlk otostop’u hayatımda Mısır’da gördüm, Kahire’ye gidiş-gelişi otostop’la


yapardık. Bir değişiklik olsun diye bazı arkadaşlar bıyık bırakmağa ve bunu
fotoğrafla belgelemeye karar verdik, bıyıklarım yeterince gür değildi... kalemle
boyadım resim çektirirken.

Kahirenin en büyük eğlence yeri Badia Bar, en ilginç görülecek yeri Piramitler,
Sfenks ve Hayvanat bahçesi idi. Büyük dükkânların çoğu Rumların ve Er-
menilerindi. Bilhassa Ermenilerden büyük yakınlık görürdük... mağaza
sahiplerinin Türkiye’den ayrıldıktan sonra doğmuş, benim yaşımdaki çocukları
Türkiye’yi hiç görmedikleri halde mükemmel Türkçe konuşurlardı.

Merzifon’a döndüm ve 30 Ağustos 1943’de Üsteğmen oldum, 15 Şubatta erken


subay çıktığımız için önümüzdeki sınıfla birleşmiş ve bir yıl önce terfi etmiştik.
O yıl, 29 Ekim törenlerine katılmak üzere uçaklarımızla Etimesgut meydanına
intikal etmiştik. Atatürk döneminden kalma bir adet vardı... Atatürk, havacıları
çok sevdiği için 29 Ekim gecesi verilen büyük baloda onları görmek istermiş...
bu anane devam ediyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün davetiyesini (hâlâ
saklarım) bana da verdiler. Leman’a da ailesi izin verdi, Ankara’daki dayısına
gönderdiler, beraberce Ankara Palas’taki baloya gittik ve devlet büyüklerimizi
ilk defa çok yakından gördük... çok genç olduğumuz için onlar bize bakarken...
biz de onlara bakıyorduk.

Nişanlılığımız çok uzamıştı... 2nci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam
ediyordu ve Türkiye’nin bu savaşa girip girmemesi gündemde idi, izin almak
çok zordu. 1 nci Hava Tümen Komutanı General Muzaffer Göksenin’in
(sonraları Hava Kuvvetleri Komutanı - Büyükelçi) açtığı ve arkadaşlarımdan
Eskişehir’de bulunanlarm katıldığı güzel bir törenle Ordu Evinde

4 Şubat 1944’de evlendik ve hemen beraberce Merzifon’a geldik... Bizi Havza


İstasyonunda Teğmen Ağası Şen (sonraları Cemal Gürsel’in Emir Sb. Kur.
Albay) karşıladı. Leman önceleri yemek yapmasını bilmezdi, sonradan itiraf
ettiğine göre ilk yaptığı ayva kompostosu fazla şekerden önce ağdalaşmış, sonra
katran gibi olmuş... o da bahçede açtığı bir çukura tenceresi ile beraber
gömmüş... ama iki ay zarfında çerkez tavuğu dahi yapmağa başladı... yavaş
yavaş beni içkiden uzaklaştırdı.

Bir kaç ay sonra, Eskişehir’de açılan Temel Alet Öğretmen Kursuna Üsteğmen
Muharrem Erkutlu (sonra şehit oldu) adlı bir arkadaşla beraberce gönderildik.
Leman evine kavuşacağı, ben de mesleğimde yeni bir şey öğreneceğim için
sevindim. Eskişehir’de, Tümen Komutanının huzuruna çıktık, bizlere baktı...
baktı... «çok ta toysunuz, nasıl öğretmen olacaksınız?» dedi ve bana sordu...
«geçen yıl kaç saat uçtun?.» cevap verdim... «120 saat komutanım...» inanmadı...
çünkü o dönemlerde bir av pilotu yılda 50-60 saat uçuş yapabilirdi. Zili çaldı...
emir subayına... bana geçen yılın uçuş raporlarını getir dedi. Evrak geldi... 58
saat uçuş yaptığım görünüyordu... başını kaldırıp soru sorar gibi bana baktı...
«62 saat Mısır’da uçtum efendim» dedim, tatmin oldu.
Öğretmenlerimiz İngiliz fakat uçaklar ve metod çok ilkel idi. Uçakta ve yerde
elektronik aygıtlar olmadığı, önde öğretmen etrafı görerek uçuyor... biz arkada
körüğü kapatarak ve dışarısını görmeden uçaktaki basit aletlerle uçmağa
çalışıyorduk... gene de bir şeyler öğrendik ve Merzifon’a alet uçuş öğretmeni
olarak döndük.

Yaz başlarında, Muzaffer Paşa teftişe geldiğinde bütün üsteğmenleri yazılı


sınava tabi tuttu. Benim cevaplarımı ve tazı tarzımı beğenmiş olacak ki, beni
Tümen Karargahında Av Eğitim masasında çalıştırmak üzere yanma aldı.
Karargâh hizmeti de zevkli idi ve yeni şeyler öğreniyordum ancak arkadaşlarım
kıt’ada uçarken geri hizmette çalışmayı içime sindiremiyor-dum, izm istedim,
general anlayışla karşıladı ve ben Merzifon’a döndüm, Leman’ı, hamile olduğu
için annesinin yanma bıraktım. 13 Kasım 1944 günü ilk çocuğumun dünyaya
geldiğim ve kız olduğunu telgraf haberinde öğrenebilidm ve ancak 20 gün sonra
görebildim... kucağıma o zamana kadar bu kadar ufak bir çocuğu almamıştım...
korkarak biraz tuttum... kendiliğinden güzel bir kokusu vardı... öptüm... adını
Emel koyduk.

Artık... Kurmay Subay olup olmamak konusu gündeme geliyordu. Havacılar


arasında o dönemlerde iki zıt düşünce birbiri ile çatışırdı. Bir bölüm eski
havacılar derlerdi ki «havacılık bir şövalye mesleğidir... Kurmay olunca insanı
büroya kapatırlar... pilot olarak gelişemezsin». (Bu düşünceye sahip olanlardan
biri de Yz. Tulgan’dı... dayanamadı, benden iki yıl sonra o da Akademiye girdi).
Karşıtları derlerdi ki «Kurmay olmadan meslekte ilerleme ve yükselme şansı
sınırlıdır... kaldı ki her iki iş birlikte yürütülebilir».

Ben ikinci şıkkı seçtim ve Kurmay olmağa karar verdim... (sanki karar vermekle
olunurmuş gibi...). Kitaplar, talimatnameler, eski sınavlarda sorulmuş so-Tular...
hepsini aldım, getirttim ve geceleri evde çalışmağa başladım, dilekçe ile sınava
giriş için müracaatımı yaptım. Hava subayı olarak bizim sınavlarımız
Karacılardan zordu... çünkü biz hem hava hem de kara derslerinden sınava
giriyorduk.

Sınavlar başladı... ilk sınav için hemen evin yakınında olan Kolordu merkezine
gittim. Sınav kağıtlarını ve soruları dağıttılar... yazdım ve yarım saat sonra eve
döndüm. Leman beni görünce heyecanlandı... , «ne oldu?... niye geldin?... yoksa
beceremedin mi?» diye sordu... «çabuk bitti... ne yapayım» dedim. Kara Tabiye
sınavında verilen meseleyi halletmeye çalışıyordum ve cevabı yarılamıştım.
Gözlemcilerden, bana sempati duyan Fethi bey adında bir Kara Kurmay Binbaşı
vardı. Yanıma geldi... yavaşça «ne yapıyorsun» dedi. Kısaca söyledim... «öyle
yapma» dedi ve önerisini söyledi... «değiştirirsem... yetiştiremem» dedim,
sonradan hal tarzları basılınca benim hal tarzımın doğru olduğunu anladım.

1946 yılı başında sınav sonuçları ilân edildi... kapanmıştım. Alayımızda


Uçaksavar Taburu vardı, orada staja başladım. Biraz para tasarrufu yapabilmek
için Leman evi boşalttı, Eskişehir’e gitti... ben de Uçaksavar Taburunda bir
odaya yerleştim.

Briç oynamağa başladığımı anlatmıştım. Hava Kuvvetleri Komutanı General


Zeki Doğan yanma General Muzaffer Göksenin’i de alarak bizi teftişe gelmişti.
Ben gece yemekte bir bardak şarap içmiş, erken yatmıştım. Uyandırıldım...
Komutanlar çağırıyor, dediler. Yüzümü yıkayıp, ağzımı fırçaladım, giyinip
gittim. Briç oynayacaklarmış ve dördüncüye ihtiyaç varmış. Süklüm püklüm
oturdum... oyun başladı. Bir ara Zeki paşa koz deklare etti... ben «kontr» dedim
ve aynı anda masanın altından dürtüklendim... karşımdaki Muzaffer paşa ve
solumdaki Alay Komutanı Albay Ziya Zeyrek bana kaş göz işareti yapıyorlardı...
arif olan anlar... Komutana, kontr demek yasaktı... Biraz sonra bir daha
dürtüklendim... işareti gene anladım... Zeki paşanın kağıdını onun adma ben
dağıtacakmışım... şöyle veya böyle... sevinç ve gurur içinde idim. Komutan
olması bir yana... Zeki Paşa ile oyun oynamak..., o Zeki Paşa ki... Çanakkale
Savaşında, Atatürk kendi inisyatifi ile Tümenini ileri yürütüp en önde ve yalnız
başına tırmandığı Kocaçimen Tepede düşmanla karşılaştığında yanma baktığı
zaman gördüğü ilk subay Üsteğmen Zeki’dir. Zeki Paşa... hayatı
kahramanlıklarla geçmiş... çok sert aynı zamanda da çok değerli bir komutandı...
yanma oturmak benim için de şeref idi (tanrı rahmet eylesin).

30 Ağustos 1946’da Yüzbaşılığa terfi ettim... değil çocukluk... genç olmama


rağmen artık gençlik bile geride kalıyordu yavaş yavaş. Aynı yıl Ekim ayında
Akademi öğrenimine başladım.
HAVA HARP AKADEMİSİ (1946-1949)
1946 yılında Türkiye’nin ekonomik durumu anladığım kadarı ile pek iyi değildi.
Biz havacılar uçuş tazminatı almamıza rağmen sıkıntı çekiyorduk... Subayların
ve memurların geçim şartları gün geçtikçe zorlaşıyordu. Kiralar, maaşımıza göre
çok yüksekti, ayrıca ev sahipleri en azından 6 aylık peşin kira veya hava parası
istiyorlardı. Büyük zorluklarla, mutfağını müşterek kullanacağımız bir evi Deniz
Hakim Üsteğmen Numan Özdalga’larla (sonra Amiral) beraber kiraladık.

Akademide toleranssız bir disiplin anlayışı vardı. Kara, Deniz ve Hava


Akademileri Yıldız Sarayı’nda idi. Havacılıkla ilgili bütün öğretmenlerimiz,
cephelerde savaş deneyimleri geçirmiş ve çeşitli birliklere Komutanlık etmiş
İngiliz subayları idi. Kara ve Deniz dersleri öğretmenlerimiz de deneyimli asker
ve asker emeklisi subay ve generallerdi. Örneğin, Tevfik Bıyık-oğlu. Kurtuluş
Savaşı’nı Atatürk’ün yanında geçirmiş, sonra da onun Genel Sekreteri olmuştu.
Kültür derslerine yetenekli üniversite öğretim üyeleri gelirdi... Örneğin Prof.
Cemil Bilsel, Prof. Fmdıkoğlu, Ord. Prof. Reşat Kaynar gibi. Kara ile ilgili bazı
dersleri müşterek sınıflarda okur, gezi ve tatbikatlara beraber çıkardık. Sonraları
Orgeneralliğe kadar yükselen Kenan Evren, Vecihi Akın, Mithat Kopsavaş’la
aynı sınıfta idik. Karacı öğretmenlerle, İngilizlere yardımcılık eden Türk havacı
öğretmenleri aşırı derecede ev ödevi verirlerdi. Bu sebeple günlük derslerin
dışında, evde bazen sabahlara kadar çalışır ve bu ödevleri yetiştirmeye çalışırdık.
Gene de özel yaşantımız Merzifon’a nazaran çok iyi idi. Üsküdar'daki yadigâr
evi satıp hissemi almca maddi durumum da düzelmişti. Ayda bir Leman’ la
Kristal gazinosuna gider, alaturka müzik dinlerdik. Selâhattin Pmar, bir gün
masamıza geldi... sizleri hep görüyorum... kimsiniz, diye sordu. Kendimizi
tanıttık... hemşeri idik aynı zamanda... sonraları gelir bir kadeh içkimizi içer,
giderdi. Üç yıllık Akademi öğrenimi sırasında iyi-kötü günlerimiz ve
unutulmayacak anılarımız oldu.

Biz, sınıfta 12 havacı subaydık ve hepimiz Yüzbaşı idik. (5 tanesi Harp Okulu
1933 mezunu, 2 tanesi 1939 ve 5 tanesi (ben dahil) 1940 mezunu). 1933
mezunları eski Türkçe yazar-okurlar ve steno yazar gibi rahat not alırlardı. Bir
gün Kara Tabiye hocamız Kur. Alb. Şeref Konuralp (sonra Korgeneral),
meseleyi yazdırırken, sürat temposunu gittikçe arttırmağa başladı... biz arka
sıradakiler... «yetişemiyoruz efendim» deyince bizlere baktı... «eski Türkçe
bilmiyorsunuz da nasıl Yüzbaşı oldunuz?» dedi ve sonra yavaşladı. Haklı idi...
biz nasıl olmuşsa 6,5 yılda Yüzbaşı oluvermiştik. Kendisini çok severdik.

Türk Harp Tarihi öğretmenimiz Kadri Paşa emekli ve oldukça yaşlı bir emekli
Tümgeneraldi... çok muhterem bir insandı. Kendisi 1. Dünya Savaşı’nda Mısır
üzerine yapılan kanal harekâtmda Kurmay Başkanlığı yapmıştı... biz de o yıl
1inci Dünya Savaşı’ndaki Türk Cephelerini okuyorduk. Yazım, kroki ve
haritalarımla hal tarzlarım herhalde uygundu ki, sı nav kâğıtlarımda hep «iyi»,
«çok iyi» paraflan bulunurdu. Kendisi Başkomutan Enver Paşa’yı çok sever ve
methederdi... tabii Atatürk’ü de. Ama hissederdik ki Enver Paşa daha ağır
basıyor... ve methederken de kendisinden... «vatanperver, dürüst, mazbut, cesur»
sözcüklerini işitirdik. Bir gün dayanamadım, söz istedim... (zira ben Atatürk has
tasıydım... hâlâ da öyleyim) . «Sayın generalim... Enver Paşa için bu saydığınız
meziyetlerin her subayda bulunması gerekir... Ancak Enver Paşa bir
imparatorluğu istemeyerek de olsa batırmış... Atatürk ise yepyeni bir devlet
kurmuştur... o halde hangisi büyüktür?» diye sordum. «Tabii... Atatürk» diye
cevap verdi ama... bundan sonraki bütün görev kâğıtlarım: «yanlış...» «böyle
olmaz» diye menfi notlarla doldu. Akademi Komutanımız Kur. Alb. Nijat Orkuş,
bir gün beni çağırdı... ve kulağımı büktü.

1946 seçimleri büyük gürültülerle yapılmış., sonuçlara itiraz edilmişti... biz de


sınıfça parti çekişmelerini izlemeye başlamıştık... iç politika ile ilk ilişkimiz
böyle başladı. Sınıf... yumuşakça ikiye bölündü... bir bölüm, yeni kurulan
Demokrat Parti (DP) liderlerini, bir bölüm ise CHP’yi ve liderlerini tutmağa
başladı. İkinci grubun elindeki en büyük koz... yeni parti kurucularının hemen
hepsinin Halk Partili olmaları ve düşünce farkından ziyade bu atılıma kişisel
sebeplerden ve anlaşmazlıklardan dolayı giriştiklerini öne sürmekti... ben de bu
gruba dahildim.

* *

Birinci yılı fire vermeden geçtik, ikinci yıl 3 arkadaşımız refüze oldu, çok
üzüldük. 1949 yılı Ağus-tos’unda Kurmay stajyer subay olarak diplomalarımızı
aldık. Piyade Yüzbaşı Mithat Kopsavaş (sonra Orgeneral) Akademiler Birincisi,
Hava Yüzbaşı Nahit Özgür (sonra Orgeneral - Büyükelçi) Hava Akademisi
Birincisi, ben de İkincisi olarak mezun olmuş ve törende bana Cemil Bilsel’in
Lozan Kitabı hediye edilmişti. Kurmay stajı için karargâhlara atanmamız
gerekirken, ileriki terfide gecikmeyelim diye staj ve kıt’a hizmetim bir arada
yapmamız düşünülmüştü. Ben, Kütahya’da bulunan 7 nci Tayyare Alayı 1 nci
Bölük Komutanlığına atanmıştım. Ne eşyamız varsa... derme çatma ambalaj
yaptık ve Kütahya’ya göç ettik.
KÜTAHYA-BALIKESİR-
ESKİŞEHİR-BALIKESİR-KORE
Alayımız iki Tabur, dört Bölüktü, bölüklerimiz İngiliz yapısı, savaşta Almanlara
karşı ün yapmış SPIT-FIRE tipi av uçaklarıyla donatılmıştı, uçaklar üstün
manevra kabiliyetine sahip ve süratli idi. Merzifon’da uçtuğum Hurricane’lere
benzediği için kolay uyum sağladım. Alay Komutanımız Albay Rahmi Uçarı,
çelebi yapılı, iyi bir zat idi. Tabur Komutanı Kur. Binbaşı Bedii Kireçtepe’yi, 4
yıl önce Merzifon’da tanımıştım, Akademiyi de benden bir yıl evvel bitirmişti.
Diğer bölüğün Komutanı Yzb. Remzi İlter de Merzifon’ dan arkadaşımdı. Çok
iyi bir geçim ve çalışma hayatımız vardı. Yegâne üzüntüm ben bölüğe katılmak
üzere yolda iken, iki şehit ve iki uçak kaybı vermiş olmaktı. Akademide iken üç
yıl süre ile geri hizmet uçucusu olarak asgari uçuşla yetinmiş ve kıtadaki
arkadaşlarımdan geri kalmıştım, herkes bir saat uçarken, ben iki saat uçup arayı
kapatmaya çalışırken, bölgeyi beklemediğimiz ağır bir kış bastırdı... devamlı
temizleme gayretlerine karşın pisti kar ve buz kapladı, uçuşlar durdu. Uğraşımız
ders ve spordu. Kar ve buza rağmen parlak güneşli günler1 oluyordu, soyunuyor
ve yalnız bir şortla voleybol oynuyorduk... hepimiz simsiyah olmuştuk.
Radyodan meteoroloji raporlarmı izler, soğuk rekorunu bazen bir iki derece ile
Kars veya Erzurum’a kaptırdığımızda üzülürdük.

1950 yılı şubatında Alayımız lağvedildi, pisti büyük bir gayretle temizledik,
bölüğümle son defa topluca kalkıp Merzifon’a indik, uçaklarımızı teslim ettik.
Yeni tayin yerim Balıkesir’deki 9 uncu Tayyare Üssü, 2nci Filo Komutan
Vekilliği idi.

Alay, TUNDERBOLT tipi Amerikan yapısı Av-Av Bombardıman uçakları ile


donatılmıştı. Uçaklar biraz ağır yapılı idi, fakat bomba, roket taşır,
makinelitüfek-leri vardı; ilâve yakıt depoları ile menzili çok uzardı. Alay
Komutanımız Kur. Albay Ragıp Öniz (sonra şehit oldu), muavini Yarbay
Muhittin Turagay (sonra General), diğer Filo Komutanı Bnb. Lemi Tüzün (sonra
General - Akademide aynı sınıfta idik, 2nci sınıfta refüze olmuştu) idi.

Önceleri, Alb. Öniz’le pek uyum sağlayamadım, iyi geçinemedim... Sonraları


beni tanıyınca çok itimat etti. Geçinememek o sıralarda önemsiz bir konu değil...
Çünkü kurmay subaylığa uygun olup olmadığımın ilk yazılı değerlendirme
notunu Albay Öniz verecekti... ters bir sonuç benim üç yıllık ilâve tahsilimi boşa
çıkarabilirdi. En çok sürtüştüğümüz nokta... Alayın, Kara ve Deniz Kuvvetleri
ile yaptığı bütün müşterek tatbikatlara beni, Hava İrtibat subayı olarak
göndermesi idi. Kendi açısından haklı idi, bütün birlikte benden başka Kurmay
yoktu. Ben de kendi açımdan haklı idim... birliğim tatbikata katılırken, ben
başında Öulunamıyordum. Ayrıca çok uçabilme fırsatını da kaçırıyordum. Ama
katıldığım tatbikatların çok faydalı tarafları da oluyordu... Deniz Kuvvetleri’nde
iyi dostlar ediniyordum... Örneğin sonraları Komutan olan Oramiral Necdet
Uran, o zamanlar Kurmay Yarbaydı... Şanlı Yavuz gemimizde ve çeşitli
gemilerde bulundum. Kara tatbikatlarında Tümen Komutanı General Rüştü
Erdelhun’u (sonra Genelkurmay Başkanı) ve Alay Komutanı Albay Muhittin
Onur’u (sonra Orgeneral, Kara Kuv. Komutanı) yakından tanıdım... görgüm ve
bilgim artıyordu.

Bütün gayretimle uçuyordum... 1950 yılı ortalarına doğru aklım bir şeye
takılmağa başladı... sekiz yıldır hiç uçak kazası geçirmemiştim, bu ne biçim
tehlikeli meslekti... acaba kaza geçirsem... itibarım —bilhassa aile ve dost
çevremde— artar mıydı?... Böyle şakacıktan düşünürken, 18 Ağustos günü,
havanm çok sıcak olduğu saatlerde atış görevine kalmak üzere; bomba, roket ve
makinelitüfekli yükle pist başma geldim, motor kontrolü yaptıktan sonra tam gaz
verdim ve ilerlemeye başladım... Pistin dörtte üçüne geldiğimde, uçak kalkış
hızına yaklaşamamıştı... fakat gaz kesip kalkıştan vazgeçmek için de geç
kalmıştım. O andan sonra gaz kessem uçağı durduramayacağım -için araziye
çıkacağım ve uçak kırılacaktı. Bunlar, tabii bir iki saniyede düşünülen şeyler...
kalkışa devam kararı ile pistin sonuna gelirken levyeyi zorlayarak kendime
doğru çektim... uçak güçlükle yerden kesildi... bir iki metre yüksekten havayı
göğüsleyerek uçmağa başladı... tekerlekleri içeri alamadan da yere vurdu... toz
toprak içinde biraz ilerledikten sonra durdu... kapağı açtım, bağları çözdüm,
yavaşça dışarı çıktım... sigaramı, çakmağımı çıkardım, fakat ellerim titrediği için
alev sigaramın ucunu bulamıyordu... o esnada bir bayan elimi tuttu ve sigaram
yandı. Baktım... Halalca köyünün öğretmeni Zekiye Gülsüm, (sonraları 2. devre
AP Çanakkale milletvekili) ve öğrenciler yardımıma gelmişlerdi. Bende pek bir
şey yoktu... yalnız sol kaşım, boks maçlarındaki gibi patlamıştı... fakat uçak
perişandı... tesadüf eseri bomba ve roketler patlamamış ve ben ölümden
dönmüştüm.

Eh... itibarımız biraz arttı... geçmiş olsunlar filân... fakat yeterli değilmiş ki, bir
ay sonra 20 Eylül’ de bir kaza daha geçirdim. Benim liderliğimde 4 uçak,
İzmir’deki Radar Merkezi ile müşterek çalışma yapmak üzere hazırlandık...
Menemen üzerine geldiğimizde birden motorum duraladı, sağımda ve solumda
bulunan uçaklar ileri fırladılar... denedim... motor çalışmadı... döne döne
süzülmeye başladım. Yapılacak iki şey vardı... birincisi, paraşütle atlamak (doğru
hal tarzı)... İkincisi, tekerlekler çıkarılmadan uygun bir yere gövde üzerine
inmek (az doğru hal tarzı). Paraşütle atlamada uçak yok olur, mecburi inişte ise
iniş ve arazi uygun olursa uçak tamir edilerek kurtarılabilir. Ben, belki hata
ama... pilotluğum boyunca uçtuğum uçağı kendi hayatımdan değerli tuttum.
Kaldı ki o dönemlerde paraşütle atlamak bugünkü kadar kolay değildi.
Bembeyaz bir pamuk tarlasına gövde üzerine indim... Kabotaj (yerde uçağın
takla atarak ters dönmesi) da olmadım. (Uçak sonra oradan taşındı ve kısa sürede
tamir edildi).

Paraşütümü aldım, uçaktan çıktım, kaza yerine gelen jandarma komutanına


talimat verdim, uçağın başına nöbetçi diktirdim, yanımda para yoktu...
kendisinden borç aldım... sivil bir vasıta ile Karşıyaka’ya oradan Güzelyalı’daki
Eğitim Komutanlığı’na geldim, geceyi orada geçirdim.

Telefon kolaylıkları bugünkü gibi değildi... pilot eve dönmeden ailesi, yaşayıp
yaşamadığını bilmezdi... Ertesi gün eve dönünce itibarımın arttığını (!) gördüm.

O arada kurmaylığım da tasdik olmuştu... artık evrakın altma imza atarken...


Hava Kurmay Kıdemli Yüzbaşı unvanım kullanabiliyordum.

1951 yılı başlarında, bir yıl içinde Türkiye’ye ilk jet uçaklarının verileceği belli
olmuş, bazı pilotlarımız da Amerika’ya eğitim görmeye gitmişlerdi.

Ben de, jetlere hazırlık olarak Âlet Tekâmül Uçuş Kursu’na başlamıştım...
eğitimi bitirdiğimde "Beyaz Uçuş Kartı"na sahip olacak ve limitleri belirlenmiş
kötü hava şartlarında uçabilecektim. Elektronik yer istasyonları kurulmuş,
uçaklara da mukabil cihazlar konulmağa başlanmıştı. Eğitimi T-2 tipi 2 motorlu,
2 pilotlu bir uçakta yapıyor... fakat üç kişi havalanıyorduk. Öğretmen Üsteğmen
Osman Coşkun, kursiyer olarak ben ve Üsteğmen Haldun Tongal (sonra
General).

Kursun ortalarına doğru bir gün, uçağın fren sistemi ârızalandı, uçağı Kayseri
Tayyare Fahrikası’na tamire götürecek... gidiş gelişte de âlet uçuşu yapacaktık.
Hava şartları kötü idi... yolun ortalarına doğru kesif bir bulut içinde uçarken...
uçağın telsiz ve diğer elektronik âlet uçuş sistemlerinin hepsi birden bozuldu.
Yerle temasımız kesildiği gibi, nerede olduğumuzu da bilmiyorduk. Gene
yapılacak iki şey vardı... paraşütle atlamak, süzülerek buluttan çıkmağa
çalışmak. Bilinmeyen bir arazi üzerinde süzülürken en büyük tehlike bir dağa
veya tepeye çarparak ölmekti... böyle kazalar havacılıkta çok olmuştur... gelişen
tekniğe rağmen bugün de hâlâ olmaktadır. Bizim şansımız varmış... yere 13
metre kala önce araziyi, sonra altımızdaki tren yolunu gördük... ilk istasyona
doğru uçup ismi okuyunca... Afyon civarında olduğumuzu anladık ve Afyon
meydanını bulup indik.

Ağustos 1951’de Binbaşılığa terfi ettim ve 191nci Filo Komutanlığına asaleten


atandım. Kısa bir süre sonra yeni bir atama listesi geldi. İlk jet uçaklarını alacak
filonun komutanlığına Kur. Binbaşı Vedat Hondor, Harekât ve Eğitim
Subaylığına ben atanmıştım. Bir yanlışlık vardı... tenzili makam gibi bir şey. O
esnada bir emir daha geldi... Eskişehir’de, ilk defa açılan Hava Harp Okulu’nda
eğitim başlıyordu... artık Hava subayları... Kara Harp Okulu’na gitmeyecekler,
burada eğitim göreceklerdi. Ben de, Hava Tabiye öğretmenliğine atanmıştım.
Meğerse... ders vermek ne zor şeymiş... Karşımdaki gençler (bugün Tümgeneral
oldular)... hiç havacılık bilmedikleri halde ve ben de hem kurmay, hem de pilot
olduğum halde... onlara bir saat ders verebilmek için ben üç saat çalışıyordum.
Bu çalışmalarım boşa gitmesin diye «Hava Tabiyesi» adlı bir kitap hazırladım ve
Komutanlığa sundum, kabul edildi ve basıldı. Hem öğrenciler, hem de
Akademi’ye girmek isteyen subaylar için uzun süre faydalı oldu sanırım. Bana
da 1350 lira telif ücreti ödediler... dört maaş tutarında bir para... hiç de fena
sayılmazdı.

1952 başlarında ilk jetler Balıkesir’e gelmeye başlamıştı ve benim aklım, oraya
gitmekte idi. Bu arzumu bir vasıta ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Muzaffer Göksenin’e ilettim. Jet devrinin başlaması Hava Kuvvetlerimiz için
büyük bir yenilik ve değişiklik idi. Gönülden uçmak isteyenler ve çekinip uçmak
istemeyenler vardı. Muzaffer Paşa, bana haber göndermiş... «Mektup yazıp
isteğini bildirsin... uçmak istemeyenlere göstereceğim» diye. Haziran 1952
sonunda tekrar Balıkesir’deki 191’nci Filo Komutanlığına atandım.

Balıkesir’e gitmeden biraz önce 28 Haziran’da ikinci çocuğum Enis dünyaya


geldi. Bu da ilginç bir anı... çocuk meydana getirmek kolay da... onu iyi
yetiştirmek zor... ayrıca gezginci bir mesleğim var, bu sebeple başka çocuk
istemiyorduk... dünya bazen tersine döner. Kayınvalidem (11 çocuk dünyaya
getirmiş... altısı hayatta idi) tek çocuğun sakıncaları üzerinde o kadar çok durdu
ve bizi etkiledi ki... eminim yerine getirmeye mecbur olduk... şimdi oğlumla
iftihar ediyorum... Kayınvalidemi de rahmetle anıyorum.

Ben Balıkesir’e katıldığımda filomun uçakları yeni gelmeye başlamıştı. 9uncu


Ana Jet Üssü (Tugay seviyesinde) destek birlikleri hariç 25’er uçaklı 3 Filo’dan
oluşuyordu. Üs Komutanı Albay Enver Akoğlu (o yıl general oldu), Hava
Kuvvetlerimizin dünya çapında tanınan medarı iftiharı pilotlarından biri idi. Çok
iyi Fransızca ve yeteri kadar İngilizce bilirdi... erkeğe güzel denmez, ama o
güzel bir insandı... havacılığın şövalyelik dönemindeki bir sürü öykünün
kahramanı idi... Kendisini sayar, sever, çekinirdik, fakat gene de çok toleranslı
idi. Uçuş Grup Komutanımız Kur. Albay Bedii Kireçtepe (sonra General),
filonun birinin komutanı Kur. Bnb. Süleyman Tulgan, diğerinin Kur. Bnb.
Muzaffer Sonal’dı. Üssün bütün subayları Hava Kuvvetleri’nin çeşitli
birliklerinden seçilmişlerdi. Resimlere baktığımda üs’tekı bu subaylardan,
sonraki senelerde 19’unun, benim Filomdan da 8 kişinin generalliğe yükseldiğini
bu anıları yazarken saptadım.

Jet eğitimine başlamanın formaliteleri çok uzundu. Eskiden olduğu gibi, biri
sana yirmi dakika uçağı anlatsın, sonra uçağı al... uç. Öyle şey yoktu. Çeşitli
dershaneler kurulmuş... Amerika’da kurs görmüş as-subaylarımız... maketler
üzerinde... gövde, motor, yakıt, hidrolik, elektronik ve silâh sistemlerini uzun
uzun anlatıyorlar... sınav veriyor, sertifika alıyorsunuz ve uçuşa hazır hale
geliyorsunuz, eskiden yirmi dakika olan süre şimdi yirmi gün.

Önce iki kişilik T-33 tipi jet eğitim uçağında öğretmen nezaretinde 2-3 sorti
intiba ve intibak uçuşu... sonra F - 84 G tipi tek kişilik av uçağı ile uçuşa
başlıyorsunuz... benim öğretmenim Amerika’da yetişmiş Yüzbaşı Tarık Gökeri
(sonra general) idi.

Üs’ce çok sıkı bir çalışma dönemine girmiş... gece-gündüz uçuyorduk.


Hatırlarım... 1952 yılı 29 Ekim törenlerine, başta; General Akoğlu olmak üzere
60 uçakla' katılmıştık... yeteri kadar uçuş kaskı olmadığı için bazı pilotlar riski
göze alarak eski bez başlıklarla uçmuşlardı.

Eğitimin yanımda birliğimiz ayrıca bir gösteri ünitesi haline gelmişti. Hava
Kuvvetlerimizi, hattâ Türkiye’yi ziyarete gelen asker-sivil yabancı devlet ricali
için uçuş, atış ve yeni teşkil edilen akro-timle akrobasi gösteri uçuşları
yapıyorduk, arada da İtalya’daki Brindizi şehrine gidiyor, yeni teslim edilen
uçakları alıp Türkiye’ye getiriyorduk.
1953 yılı Haziran ayında, Hava Kuvvetlerimizin çeşitli birliklerinden seçilmiş 10
snbay, savaş alanlarında incelemelerde bulunmak üzere iki ay süre ile Kore’ye
gönderildik. O zamanlar jet yolcu uçakları henüz servise girmemişti... bu yüzden
yalnız Hong-Kong’a varmamız iki gün iki gece sürdü. Japonya’daki askeri birlik
ve fabrikaları inceledikten sonra Kore’ye geçtik ve 45 gün süre ile çeşitli
karargâh ve birlikleri inceledik, fiili uçuş yapmadık, fakat savaş yaşantılarım,
yeni savaş usullerini gözlerimizle gördük ve çok şeyler öğrendik. Bu arada savaş
hattında bulunan Kore Tugayımızı da ziyaret ettik ve gece hakiki bir savaşı
izledik... izli mermilerle semâ âdeta aydınlanıyordu... yaralılarımızı da ziyaret
edip iyi dileklerimizi sunduk. Tokyo’da, Ortaasya’dan göç ederek Japonya’da
yerleşmiş ufak bir Türk kolonisi bulunuyordu, en yaşlı olanın evinde ağırlandık
ve lehçe farkı çok da olsa Türkçe anlaşabildik.

Gezimizin bir de özel yönü vardı elbet... bir defa Leman bu göreve gidişime pek
memnun olmamıştı... zira, eksik olmasın gazetecilerimiz gerçeklerle pek ilgisi
olmayan tarzda Japonya ve Kore’yi bize tanıtmışlardı: Eğlence yerleri... Geyşa
evleri... Türk Hamamları gibi yerlerdeki yaşantı tarzı pek abartılarak yazılmıştı.
Biz de, bir grup arkadaş topluca Türk Hamamının birine gitmeye karar verdik...
isminden başka bizim hamamlarla bir ilişkisi yok. Önce binanın dışından resmini
çektim... sonra içeri girdik. Sizi yıkayacak bayanlar... topluca oturuyorlar... şortlu
ve göğüsleri kapalı... siz birini çağırıyorsunuz... o sizi bir kabine götürüyor...
kapı yarım ve içerisi görünüyor... soyunuyorsunuz ve yalnız başınızın dışarıda
kaldığı bir sauna kutusunun içine oturup istediğiniz sürece terliyorsunuz... sonra
bayan sizi banyoya oturtuyor ve yıkıyor... nedense saçınız hariç... onu kendiniz
yıkıyorsunuz. Banyodan çıkınca, el ve ayak tırnaklarınız kesiliyor ve çok teknik
bir masaj uygulaması yapılıyor...bizde iş bitince tellâklar genellikle sırta bir
şaplak atarlar... orada bu usul yok... giyinip çıkıyorsunuz. Her ne kadar pilot ve
cesaretli isek de, tabii bizim gazetecilerimizin yazdıklarına inanmış olan Leman
hanıma bu olayı dönüşte anlatmak imkânsızdı... on seneden fazla bir süre bunu
bir sır olarak tuttum. General olduktan sonra Eskişehir’de İsmail Kanatlı
dostumuzun evinde toplanmıştık... misafirler arasında emekli General İhsan Aras
da vardı ve Kütahya’da Vali idi, hamama da beraber gitmiştik... eski anıları dile
getirirken hanımlar da duydular... «Vay, demek bunca yıl bizden sakladınız»
dediler... fakat artık olgunlaşmışlardı... kızmadılar. Şimdi, artık Japon hamammm
ne olduğunu bilmeyenlere, hanımın yanında rahatça anlatabiliyorum. Kore
dönüşü eve büyük bir yenilik girdi... bir miktar para tasarruf etmiştim...
buzdolabı aldık ve tabii salonun en iyi yerine koyduk, (o zaman âdetti... herkesin
görmesi lâzımdı).
Balıkesir’e dönünce beni heyecanla beklediklerini gördüm. Hava Kuvvetleri
Komutanlığı’na Org. Fevzi Uçaner gelmiş... bizim Üs’ten Grup Komutanı Alb.
Kireçtepe Ankara’ya, Bnb. Tulgan Bandırma’ya atanmışlar, tecrübeli birlik
komutanı olarak yalnız ben kalmışım... Atatürk döneminde Rusya’ya giden bir
hava birliğimizden yıllarca sonra ik defa 16 uçaklı bir Filo, Yunanistan’a
tatbikata gidecekmiş... beni onun için beklerlermiş.

Üs’teki pilotlardan karma bir filo kurduk ve 10 gün süre ile beraber çalıştık,
uçtuk, atış denemeleri yaptık.

Komutan General Akoğlu, ben uçağıma binerken sarılıp öptü, (onun sarılması
demek... felâket... çok kuvvetli olduğu için elinizi sıktığında parmaklarınız
birkaç dakika felce uğrar), başarılar diledi. Ben motoru çalıştırırken de
merdiveni tırmandı... çıkardı bana bir miktar para verdi ve «lâzım olur» dedi.
Tecrübeli insandı... nitekim Atina’daki Meçhul Asker Anıtı’na çelenk koyarken
bu parayı kullandım.

Yer personelimiz bizden önce nakliye uçakları ile Elevsis Meydanı’na


gönderilmişlerdi. Yunanlıların... bizi ne kadar sıcak karşıladıklarını, ne kadar
sevgi gösterisinde bulunduklarım, yardımcı olmak için nasıl yarış ettiklerini
anlatsam... bugün içinde bulunduğumuz anlaşılmaz durum dolayısıyla bana
inanmazsınız. Akropol ve Atina’nın çeşitli yerleri üzerinden 16 uçakla alçaktan
uçmamızı istediler ve bu uçuşları renkli film ve fotoğraflarla belgelediler.

Tatbikata Yunan hava filoları ile bir Amerikan,, bir İtalyan filosu ve benim filom
katılıyordu. Çeşitli görevler alıyor ve yerine getiriyorduk. Bu görevlerden biri de
Atina’nm doğusundaki Maraton Körfezi denilen bir bölgede denizdeki 3x3
metre ebadındaki bir şamandıraya Pike Bombardıman taktiği ile taarruzdu.
Duyduğumuza göre bu şamandıra yıllardan beri orada durur, batmazmış.
Uçaklarımıza ikişer adet 500 librelik hakiki bomba taktık. Gerekli brifingi
yaptık. Ben, uygulayacağımız taktiği, atış subayı Yüzbaşı Samih Alaybeyoğlu
(sonra Korgeneral) da bomba atış tekniğini izah ettik.

Verdiğim emre göre... 4’lü kollar halinde havalanacağız... Kollar arasmda 500
metre mesafe olacak... her kol, hedef üzerine geldiğinde sağa kademeye
geçecek... hafif bir dalıştan sola dönüşle tırmanışa geçerken uçaklar gerekli
aralıkları alacaklar ve büyük bir daire teşkil edeceğiz... her uçak tek dalış
yapacak... iki bomba aynı anda bırakılacak... ama ayrıca ilâve ettim... her uçak
bombasını attıktan sonra telsizde özel bir kanala geçerek bombalarının düşüp
düşmediğini bana rapor edecek... eğer 4 uçaktan fazlasında bomba kalmışsa...
tura devam edip, tekrar birer dalış yapacağız ve bombalar atılacak...

İlk dalışı ben yaptım, zamanı gelince bomba bırakma düğmesine bastım...
tırmanışla sola dönüşe başladım... fışkıran sudan tek bombanın düştüğünü
anladım... bomba şamandıranın yakınma düşmüştü... «İyi» dedim. Telsizle bana
verilen raporları dinlerken, öbür uçakların atışlarını da izliyordum... bombalar
şamandıranın çok yakınma düşüyor... köpükler saçılıyor... şamandıra battı
derken... yalpalayarak su üstüne çıkıyordu. 8 uçakta bomba kalmıştı... ben ikinci
dalışa geçerken, içimden... «Sen, şu Alaybeyoğlu’nun anlattığı Amerikan
usulünden biraz ayrıl da kendinden bir şeyler kat» dedim... biraz daha dik
daldım... biraz daha alçaldım ve bombayı bıraktım... biraz sonra öbür uçakların
telsiz konuşmalarını duydum... «Yaş-şa Binbaşım... hedef gitti»... «Komutanım...
biz bombayı nereye atalım?»... «Denize» dedim.

Büyük bir sevinçle meydana dönüp indik... bütün NATO komutanları kıyıdan
bizi izliyorlardı. Ertesi günü, atış alanındaki hedeflere roket ve makinelitüfek
atışları yapacaktık... duyduk ki müşahitler kendi aralarında hangi filo iyi atış
yapacak diye müşterek bahse girmişler... çoğunluk bizim üzerimize oynamış...
kendilerini mahçup etmedik.

Görev bitti... Balıkesir’e döndük... karşılayanlar arasında Hava Kuvvetleri


Komutanı Orgeneral Fevzi Uçaner de vardı. Filo’ya geldi... brifing esnasında,
Yunanistan’da yaptığımız bütün çalışmaları kendisine izah ettim... memnun
kaldı, teşekkür etti... cebinden bir defter çıkardı... bir şeyler not etti, (bunun bir
manâsı varmış... sonra öğrendik) ve bana; «Seni ilk defa görüyorum» dedi...
«Ben de sizi efendim» diye cevap verdim.

O yıl, Paris’te görevli olan Kur. Albay İrfan Tansel (sonra Orgeneral - Hava
Kuvvetleri K.) bizim Üsse Uçuş Grup Komutanı olarak atandı, çok tecrübeli bir
pilottu, jetlere kolaylıkla intibak etti. Akademi’de kendisi üçüncü sınıfta iken,
ben birinci sınıfta idim, tanışıyorduk, Balıkesir’de uyum içinde çalışmağa
başladık... bana lisanımı ilerletmem için devamlı telkinde bulunurdu... bu arada
fırsat çıktı ve Ankara’da yalnız Silâhlı Kuvvetler mensupları için açılan özel 6
aylık İngilizce tekâmül kursuna beni âdeta zorla gönderdi.

Kurs, sabahlan erken saatlerde başlıyor, öğleden sonra dörtte bitiyordu,


öğretmenlerin hepsi Amerikalı uzmanlardı. Kursun bitiminden sonra boş
zamanımızda birkaç kişi Türkiye Büyük Millet Meclisi oturumlarım izleme
merakına kapıldık... çok hararetli müzakereler oluyor... biz de balkondan
merakla izliyorduk. Meclis’te DP büyük bir çoğunluğa sahipti, Halk Partililer ise
azınlıkta idiler, fakat iyi hatipleri vardı... örneğin Faik Ahmet Barutçu, Suphi
Baykam gibi. Akademi’den sonra amatörce politika ile ilgilendiğim ikinci
dönemdir bu... O sıralarda... Silâhlı Kuvvetlerde... DP iktidarı ile ilgili ufak tefek
soru işaretleri belirmeye başlamıştı. Meselâ... Milli Savunma Bakanlığına
getirilmiş olan Emekli Kurmay Albay Seyfi Kurtbek’in tutumları dillere destan
olmağa başlamıştı.

Kurs bitince tekrar birliğimin başına döndüm... Ağustos gelince Orgeneral Fevzi
Uçaner’in, Yunanistan dönüşümde ufak defterine aldığı notun sebebi hikmeti
anlaşıldı... Napoli’deki Güney Avrupa Müttefik Hava Kuvvetleri Komutanlığına
tayinim çıkmıştı.
NAPOLİ — İTALYA’DA İKİ YIL
(1954 -1956)
Türkiye, NATO’ya resmen 1952’de girmişti, bizler de NATO Karargâhlarına
atanan ikinci devre subaylardık. Kıdemlimiz olan Tuğgeneral Şahap Metel
(sonra Korgeneral) dahil 10 hava subayı, bir ılık Eylül günü Ankara vapuru ile
yola çıktık... Kur. Yarbay Süleyman Tulgan da kafilede idi... elimizde özel
pasaport, lüks kamaralarda seyahat ediyorduk. İlk maaşlarımızı geç alacağımızı
bildiğimiz için ailelerimizi sonradan aldırmaya karar vermiştik.

Çalışma yerimiz, Napoli’nin Kuzey varoşlarında Bagnoli denilen yerde idi.


Karargâhlar çalışma ve sosyal faaliyet bölümleri ile büyük bir kompleks idi.
CINCSOUTH denilen Güney Avrupa Müttefik Başkomutanlığı (başında bir
Amerikalı Oramiral), LAND-SOUTH denilen Güney Avrupa Müttefik Kara
Kuvvetleri (başında bir İtalyan Orgeneral), Airsouth denilen Güney Avrupa
Müttefik Hava Kuvvetleri Komutanlığı (başında bir Amerikalı Hava Korgeneral)
ve Strike Force South denilen Deniz vurucu gücü. Karargâhlarda Amerikan,
İtalyan, Yunan, İngiliz, Fransız ve biz Türk subay ve assubayları bulunuyorduk.
Bizim için İtalya’ya atanmamın tek sakıncası... evde Türkçe, sokakta İtalyanca,
Karargâhta İngilizce konuşulması idi. Maddi bakımdan Türkiye ile
kıyaslanamayacak kadar yüksek maaş alıyorduk... ilk otomobilime orada sahip
oldum... 1955 model yepyeni siyah bir Chevrolet... bu otomobille ilgili ilginç bir
anım var... Türkiye’ye döndüğümde Hava Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhına
atanmıştım... Bir gün elimdeki evrakları imzalattıktan sonra, Komutan Orgeneral
Uçaner’le birlikte koridora çıktık... Orgeneral camın önünden dışarı bakıyordu...
kendisi maiyeti ile şakavari biraz küfürlü konuşurdu... ben çok somurtuk
olduğum için, bana böyle kelimeler kullanmazdı... karşıda üç tane özel araba
park yerinde duruyordu... bana döndü... «Şu itoğlu itlere bak... arabaları var...
ben Orgeneralim, benim yok...» dedi. Ben de cevaben... «O arabalardan biri,
benim efendim» dedim... Acele dönüp odasına girdi... (Tanrı rahmet eylesin).

İki yıl süresince gerek meslek, gerekse kültür ve sosyal alanlarda çok şeyler
öğrendiğimi söyleyebilirim... bu arada İngiltere’ye Kara-Hava işbirliği,
Almanya’ya Nükleer Silâh Kursu’na gittim... Fransa, İngiltere, Yunanistan’da
çeşitli askeri toplantılara katıldım. Harekât Başkanımız Amerikalı Albay Rusell,
Prusya tipi bir subaydı... Amerikalı idi ama... astlarının kendisinin önünde
ayaklarını masa üzerine dayayıp konuşmalarım hiç beğenmez, fakat bir şey
söyleyemezdi... yalnız toplandığımızda arada sırada... «Binbaşı Batur’dan biraz
askerlik öğrenseniz iyi olur» derdi. 1955 Ağustos’unda Yarbay oldum... yabancı
subay arkadaşlarım... Hazreti Muhammed... terfi edince içkiyi yasakladı diye
sormağa başlayınca bir maaş pahasına oldukça büyük bir kokteyl-parti
tertipledim.

* * *

Birinci yıl sonunda Albay Russell beni çağırttı, masasının önündeki sandalyede
yer gösterdi... kahve ikram etti ve önüme bir evrak sürdü. Sicilimi yazdım...
«Oku, düşünce ve varsa itirazlarını söyle» dedi. Şok oldum... bizde siciller çift
aylı gizlilik içindedir... ancak Askeri Şûra üyesi olursanız sicilleri
görebilirsiniz... tabii kendinizinki hariç. Yazdığı sicili okudum... çok iyi, iyi ve
geliştirilmesi istenilen taraflarımı çok objektif olarak değerlendirmişti.

* * *

Aşağı yukarı yirmi kadar Kara, Deniz ve Hava Türk subayı Napoli’de idi,
birbirimizle çok iyi ilişkilerimiz vardı... bunlardan biri de, o zaman Albay olan
Faruk Gürler’di (sonra Orgeneral - Genelkurmay Başkanı), vakıa Akademide
iken bir süre konferans mahiyetinde bize öğretmenliğe gelmişti, ama birbirimizi
yakınen tanımak fırsatını burada bulduk.

Kayınvalidem ve annem de yanımıza gelip kısa süre kaldılar. Annemin,


çocukluğunu dayısı Feyzullah (Sivil Paşa) beyin yanında geçirdiğini
anlatmıştım, kendisi Mabeyn Baş Tercümanı iken Jön-Türkler’le ilişkisi dolayısı
ile Fizan (Libya)’a sürülünce, annem orada İtalyan Okulu’na devam etmiş. Ben
de, 3 yıl İtalyan okuluna gitmiştim. İtalya’ya tayin edilince... lisan unutulmaz...
hatırlarsın dediler, ama bir şey hatırlayamadım... ama annemin rahatça İtalyanca
konuştuğunu görünce, şaşırıp kaldım.

Kızım Emel, İtalya’ya gelirken, 5inci sınıfa geçmişti... Napoli’de Amerikan


subay ve assubay çocukları için eğitim yapan iyi bir Amerikan okulu vardı...
oraya müracat ettim... Müdire hanım bana... «ama bu okul İngilizce okutmaz ki...
ders okutur... Kızınız burada ne yapabilir ki?» dedi. Israr ve ricam üzerine
isteğimi kabul etti... Emel, ilk yıl çok zorlandı ve bocaladı, ikinci yılda konuyu
halletmiş, sınıfının iyi öğrencilerinden biri olmuştu... bu sayede dönüşte Üsküdar
Amerikan Kız Koleji’ne rahatlıkla girebildi.
* * *

Türkiye’den bize yılda iki defa bir nakliye uçağı gönderiyorlar ve biz yıllık
uçuşlarımızı yapmak üzere eski birliklerimize gidiyorduk... hem uçuyor, hem de
vatan hasretini gidermeye çalışıyorduk. İtalya’ya giderken gazetelere abone
olmuştum... biraz geç olmakla beraber Türkiye’de olup bitenleri izliyordum...
6/7 Eylül olayları cereyan etmiş... karargâhtaki Yunan subayları herhalde talimat
almış olacaklar ki bizle selâmı sabahı kesmişlerdi. Partilerarası ilişkiler
sertleşiyor... Türk lirasının her gün değer kaybettiğini para bozdurduğumuz
zaman anlıyorduk... gidişat tehlikeli değildi... fakat iyiye gidiyor da denemezdi...
Kendi aramızda bu konuları konuşmaya başlamıştık.

Rahattık, iyi idik, resmi ve özel yaşantımız çağdaş ve müreffehti... evin


balkonu... Vezüv-Capri dahil geniş ve açık bir ufka sahip idi... yazın sıcak
günlerinde soğuk bira içmenin keyfine diyecek yoktu... fakat hepimizde yurt
özlemi başlamış ve terhis bekleyen erler gibi kalan günleri sayar hale gelmiştik.
HAVA KUVVETLERİ KARARGÂHI
(1956-1959)
Eylül 1956’da gene Ankara vapuru ile yurda döndüm... gümrükte bazı ilginç ve
çirkin olaylarla karşılaştıktan sonra Bahçelievler’de kiralık bir eve taşındık.
Şartlar zorlaşmıştı... subaylara kimse ev vermek istemiyordu... Hava parası veya
peşin kira miktarı çok artmıştı... Neyseki artık para derdimiz bir müddet için
yoktu.

Karargâh’ta Harekât Başkanlığı, Eğitim Grubu Birlik Eğitim Şube


Müdürlüğü’ne atanmıştım... Kısa bir süre sonra Eğitim Grubu Başkanı oldum.
Çalıştığım yer, Karargâhın iş hacmi bakımından en yüklü bölümlerinden biri idi.
Bütün birlik, okul ve kursların eğitim programlarının hazırlanması, birlik ve
pilotların uçuşlarının takibi, personelle işbirliği halinde albaya kadar olan tayin
planlamaları, komutanla birlikte teftişlere katılmak ve raporları hazırlamak
işlerimizin bir kısmı idi.

Sırası ile, Komutan olan Org. Uçaner, Korg. H. Suphi Göker ve Org. Tekin
Arıburnu ile yakınen çalıştım... kendime göre iyi ve hatalı yönlerimi
değerlendirir... beynimdeki teyp’e kaydederdim... bunun ileri yıllarda ve
görevlerde faydasını gördüm. Bu arada Paris’e Halkla İlişkiler Kursu’na,
İngiltere’ye CENTO incelemesine (ilk nükleer santralı o zaman gördüm) ve
Irak’taki büyük manevraya müşahit olarak katıldım.

Irak gezimiz oldukça ilginç idi. Başbakan Menderes Uzak Doğu ziyaretinden
dönerken Bağdat’a indiğinde... Başbakan Nuri Sait Paşa... büyük bir manevra
yapacağız... Subaylarınızı gönderin de izlesinler... teklifinde bulunmuş. Bir gün
içinde biz ilgilenmeden pasaport ve harcırahlarımızı verdiler... bir Kara
Tuğgenerali, 3 Kara, 3 Hava ve bir deniz subayından oluşan kafilemiz askeri C -
47 uçağı ile Bağdat’a gittik ve Semiramis Oteli’ne misafir edildik. Benim o
sıralarda evde vukua gelen oldukça büyük ve tehlikeli bir havagazı patlaması
sonucunda yüzüm ve ellerim fena halde yanmış, uzun bir tedavi görmüştüm ve
yakışıklılığım (!) oldukça kaybolmuştu. Bu gezi, bana bir hava değişimi gibi
geldi... halbuki nerede ise dünyayı değiştirecektik... tabii giderken böyle bir
olayla karşılaşacağımızı bilmiyorduk.
Manevrayı, bizlere tahsis edilmiş olan özel araçlarla izliyorduk... Zırhlı ve
motorlu birlikler... hava kuvvetlerinin desteğinde çölde İsrail sınırına doğru
yaklaşıyorduk. Manevranın bitiminden bir gün evvel Kralın bizi akşam
yemeğine davet ettiğini... Kral hitap etmeden kendisi ile konuşmamamızı... hitap
ederken... «Your Majesty» dememizi sıkı sıkıya tembihlediler. Gece, yemeğin
yeneceği Otağ-ı Hümayun'a girdik. Kral Faysal, amcası Prens Abdülillâh ve
birkaç Iraklı general vardı... yemek, biz yedi Türk subayı onuruna veriliyordu.
Masaların üzerinde yüzlerce kişiyi doyuracak envai türlü yiyecek vardı. Kral’a
kendimizi teker teker takdim ettik... genç, ufak tefek, mahçup bir insan
görünümünde idi, biraz Türkçe anlıyor, konuşamıyordu. Prens olan amcası ise
Galatasaray mezunu ve tabii bizim gibi Türkçe konuşan, yakışıklı, fakat çok içki
içen bir insandı. Bizler yavaş yavaş bize tenbih edilenleri unutmaya başladık...
herhalde Kral da bu tenbihleri bilmiyordu ki, sohbet giderek koyulaştı... Kral,
yaza İstanbul’a gelip nişanlısı olan Türk kızı ile beraber olacağını ve daha başka
şeyler anlatıyor... arada gülüyor... kızarıyordu. İçimizde tek denizci Albay
Samurkaş... oldukça yaşlı, babacan tipli bir zat idi... bir ara dayanamadı... Kralın
yanağını okşadı ve sevgisini belli etti... ve böylece biz, tenbih edilen protokola
uyum sağlamış olduk.

Ertesi gün, bir tepeye çıktık... tenteler gerilmiş... koltuklar yerleştirilmiş...


gözetleme dürbünleri konulmuştu. Kral ve amcası gelip oturdular... hemen
arkalarındaki koltuklara da bizler oturduk. Atışlı tatbikat başladı... iki kilometre
önümüzde bulunan bir tepeye önce uçaklar hakiki bomba ve roketlerle taarruz
ettiler... topçu ateşi başlarken tanklar da taarruza geçtiler. Birkaç batarya tepenin
eteklerine baskı ateşi yapıyordu... biraz sonra 4 toplu bir bataryanın mermileri
kısa düşmeğe ve biraz sonra da tepemizden vınlayarak geçmeye ve biraz
önümüze düşmeye başladılar... herkes yerinden fırladı... emirler verildi... ateş
kesildi... öğrendik ki maksat Kral ve amcasını öldürmekmiş... yoksa bizi değil.

Bağdat’a dönüşte bizi Başbakan Nuri Sait Paşa kabul etti. Türk kahvesi
ısmarladı... Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’daki Harp Okulu’nu
bitirdiği için güzel Türkçesi vardı... Başbakan Menderes’i de bize şikâyet etti...
tarihî Harp Okulu binasının ön cephesindeki merdivenleri yıktırdığı için...

Dönüş için alana geldiğimizde, uçağımızın bir hayli tahrip edildiğini gördük...
onarım için iki gün bekledik. Zaten biz ayrıldıktan sonra da Irak’ta çok kanlı bir
ihtilâl oldu.

* * *
Dönüş yolunda bize hediye verilen paketleri açtık... benim paketimin üzerinde
«Tayyaran Erkânıharp Kaymakamı Muhsin Batur» yazıyordu, hediyeler içinde
en makbul olanı bir kilo çekilmiş mis gibi kahve idi... uçağın kapısı açılınca,
etrafa bu koku yayıldı... gümrükçüler ne yapacaklarını şaşırdılar... fakat devlet
hediyesi idi, ses çıkarmadılar. Türkiye’de kahve bulunmaz olmaya başlamıştı.

Türkiye’de, kahve bir yana... ekonomik sıkıntılar başlamış... o zaman da iktisadi


tedbirler (şimdi ekonomik önlemler oldu) alınmaya başlanmıştı. 1957 seçimleri
çok sert bir ortamda cereyan etmiş, muhalefet Meclis’teki sayısını 186
milletvekiline çıkarmıştı. O zamanlar seçimlerde çoğunluk sistemi
uygulanıyordu... bir ilde bir oy fazla alan parti bütün milletvekilerini kendi
çıkarıyordu... böyle bir sistemde... Ankara’daki seçimi CHP’nin kazanması
büyük önem taşıyordu.

Silâhlı Kuvvetler’de yavaş yavaş huzursuzluklar... söylentiler... başbaşa verip


konuşmalar başlamıştı. Menderes’in... «Gerekirse orduyu yedek subaylarla idare
ederim» (doğru mu, değil mi bugün de bilmiyorum) sözleri, Üst Komuta
mevkilerine atamalarda dış ve iç siyasî etkiler... örneğin Org. Rüştü Erdelhun’un
Genelkurmay Başkanlığına Amerikalılarım etkisi ile, Org. Tekin Arıburnu’nun
Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na eşinin etkisi ile (Sayın eşleri DP Milletvekili
idi) atandığı gibi konular yaşanıyor, görülüyordu. Bu komutanlar, normal
yollarla aynı mevkilere gelebilecek yetenekte idiler elbette... ama oluş şekilleri
bizleri üzüyordu. Subayların maddi yaşantısı çok kötüleşmiş... kendilerine tekrar
«gazozcu» denilmeye başlanılmıştı.

Yarbayken yazdığım tez onaylanmış, bir yıl daha kıdem alarak... bir basamak
daha çıkmış ve 30 Ağustos 1958’de Albay olmuştum. Karargâhta bir yıl daha
çalıştıktan sonra kıt’aya çıkma sıram gelmişti. Eskişehir’de bulunan 1nci Ana Jet
Üs Uçuş Grup Komutanlığına Ağustos 1959’da atandım.
ESKİŞEHİR’DE 1inci UÇUŞ GRUP
KOMUTANLIĞI (1959 -1960)
1inci Ana Jet Üssü (Tugay), Hava Kuvvetlerimizin en eski kuruluşlarından biri
idi. Yeni F-100/D-F uçakları ile modemize ediliyordu. 3 filosu vardı, ilk filonun
uçakları gelmişti, diğer filoların uçakları, ben katıldıktan sonra gelmeye başladı.
Karargâhı, Eskişehir’de olan 1inci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı, Ankara ve
batısındaki muharip hava birliklerine komuta ederdi... o tarihte Komutanlığına
General Bedii Kireçtepe atanmıştı. (Kütahya’da Tabur, Balıkesir’de Grup
Komutanı idi), 1nci Üs Komutanı da o yıl general olan ve şimdiye kadar adı çok
geçen Süleyman Tulgan idi. Ben, üç filonun Komutanı idim. Filo Komutanları
olan Kur. Bnb. Necdet Bayer, Kur. Bnb. Hulusi Kaymaklı (sonra Korgeneral),
Bnb. Tarık Gökeri ve sonra Bnb. Necdet Horasan (sonra her ikisi de general
oldu) çok yetenekli subaylardı. Yeni ve daha modern bir tip’e geçiş olduğu için
1952 yılında Balıkesir’de olduğu gibi, Üs’se Türkiye’nin her tarafından seçilmiş
tecrübeli pilotlar atanmıştı. Eğitim hızla gelişiyor... intibaklar bittikçe
muharebeye hazırlık eğitimine geçiliyor... pilotlar harbe hazır standart’a erişince,
Amerika’dan gelen uzmanlarca özel silâh (Nükleer) eğitimine tâbi
tutuluyorlardı. Eğitimin bu safhalarında rütbe farkı gözetilmezdi... bir üsteğmene
uygulanan eğitim, aynen benim için de şart idi. Bunlar mesleğimizin özellikleri
idi ve biz sevenler için zevkli şeylerdi.
27 MAYIS’A DOĞRU
Ancak, Türkiye’de cereyan etmeye başlayan olaylar bu kadar zevkli değildi ve
biz üst rütbeli subaylar... bu zevksizlikler üzerine yavaş yavaş ve istemeyerek
eğilmeye... problemlerle ilgilenmeye başladık.

Yakın tarihimizi ve Ordu - Politika ilişkilerinin geçmişini bize iyi öğretmişlerdi,


ayrıca isteyenlerimiz resmi eğitim dışında okudukları ve duydukları ile ordunun
politikaya karışmasının her zaman iyi netice vermediği bilincine varmışlardı.

Evet... 1908 Hürriyet mücadelesi ordu-sivil aydın (bu aydın sözü şimdi bazı
çevrelerde alerji uyandırıyor nedense) kesimin işbirliği ile kazanılmış, fakat
sonraları subayların politikaya fazla girmeleri ve hele ikiye bölünmeleri ile
(İttihatçı - İtilâfçı olarak) Balkan savaşı hezimetinin başlıca sebeplerinden biri
olmuştu.

Kurtuluş Savaşı, Atatürk’ün liderliğinde, asker-sivil aydın ve vatanseverlerin


işbirliği ve milletin katkısı ile kazanılmış, fakat savaş sonrasında bazı
Komutanların, Atatürk’ten politik görüş sebebi ile kopmaları... yurdu bir kaos’a
götürmeye yönelince... Atatürk sert önlemler almış, askerlerin «askerlik veya
politika» alanlarından birini seçmelerini sağlayarak, orduyu politikadan
uzaklaştırmıştı. Sonraları, zaten başta Atatürk, sonra da İnönü olduğu için,
askerler politika ve yurt meseleleri ile uğraşmaya gerek duymamışlardı.

Evet... padişahlığı yıkmış... Cumhuriyet’e geçmiştik... ama; Cumhuriyet demek


başlıbaşına, aynı zamanda demokrasiye geçtik mânâsını taşımazdı ki. Başarısız
iki denemeden sonra 1945’lerde tekrar çok partili döneme geçmeği denemiş ve
geçmiştik... fakat genelde şekil dışında içerikli bir demokrasiyi
yerleştiremediğimiz ve buna ilâveten de demokrasi terbiyemiz olmadığı
anlaşılmaya başlanmıştı. Bugün de idare şeklimiz Cumhuriyet ve çok partili
demokrasi... ama hâlâ demokrasiye geçişi tamamlayabildik mi?... takdir sizlerin.

Ekonomik zorlukların artması, muhalefetin güçlenmesi, muhalefetle iktidarın


demokrasi anlayışı arasındaki farklılıkların artması, seçim sisteminin millet
iradesini tam yansıtmaması, asgari müştereklerde anlaşma yeteneğimizin
milletçe az oluşu gerginliği arttırıyordu. Ayrıca Atatürk ilkeleri ve bilhassa
Laikliğin yanlış ve politik maksatlarla kullanılması, biz Silâhlı Kuvvetler
mensuplarını tedirgin ediyordu.

İktidar bir «Vatan Cephesi» sloganı ile her gün radyo ve kendine bağlı
gazetelerle kendini güçlendirme ve güçlü gösterme propagandası yaparken, belki
farkına varmadan milleti ikiye bölüyordu... (1970’li yıllarda bu milliyetçi -
milliyetsiz’e dönüştü) ve maalesef bu Vatan Cephesi faaliyetine bazı subay eşleri
de katılıyordu.

Diğer taraftan muhalefet lideri İnönü, yeni fikirler ve istekler öne sürüyor ve
bunlar ilgi çekmeye başlıyordu.

İnönü’nün her vesile ile yurt gezilerinde halk önünde, basında ve Meclis’te
işlediği ana temalar şöyle özetlenebilirdi...

* Anayasa değişikliği ve Anayasa teminatı, çift meclis kurulması,

* Anayasa Mahkemesi kurulması,

* Nisbi temsil esasına göre yeni, seçim kanunu hazırlanması, seçim güvenliği,

* Hâkim teminatı, Yüksek Hakimler Kurulu teşkili,

* Üniversite özerkliği,

* Yeni bir basın rejimi ve hürriyeti,

* Dinin siyasete âlet edilmemesi.

* * *

1959 yılındaki Uşak, Topkapı olaylarından sonra, 1960 yılı başlarında Kayseri
olayı meydana geldi... iktidarda, muhalefete karşı hoşgörü ve demokrasi anlayışı
diye bir şey kalmamıştı. Anayasa dişi bir tasarrufla Meclis Tahkikat Komisyonu
kurulmuş ve olağanüstü yetkilerle donatılmıştı... dilediğini sorguya çekmek,
tutuklamak, cezalandırmak, yayın yasağı koymak, gazete-kitap toplatmak gibi...
ve, Komisyonun aldığı kararlara itiraz için başka bir merci de yoktu.

Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurulması tartışılırken... İnönü: «Şartlar tamam


olduğu zaman, milletler için ihtilâl meşru bir haktır, bu yolda devam ederseniz...
ben de sizi kurtaramam» diyordu.
İnönü gibi düzenden yana olmakla ün yapmış bir devlet adamının bu sözleri, bir
uyarı olduğu kadar bir ihtilâle yeşil ışık yakmaktı. İnönü’nün bu sözlerini basan
gazeteler toplatılıyordu ama... nasıl oluyorsa, Ankara - Eskişehir arasındaki
görünmez eller... bu toplatılmış gazeteleri, açıklanmayan Meclis tutanaklarını
subaylara ulaştırıyor ve biz de bunları okuyorduk. Hepimiz baskı havasını
üzerimizde hissetmeye başlamıştık... hâlâ hatırlıyorum... bir gün bayiden Akis
mecmuası istemiştim, bayi verdikten sonra vazgeçti... «Bir dakika Albayım...
kâğıda sarayım... elinizde açıkta görmesinler» dedi.

* * *

1 Haziran Hava Kuvvetlerimizin kuruluş yıldönümü günüdür, eskiden beri coşku


ile kutlanırdı... (maalesef şimdi nedense kutlanmıyor).

Komutanlıktan emir aldık... Eskişehir’de büyük bir tören yapılacak... başta


Cumhurbaşkanı Celâl Bayar olmak üzere gelecek devlet erkânına çeşitli uçuş
gösterileri ve uçaklarımızın silâh gücünü gösterecek, hakiki cephane ile atışlar
yapılacaktı.

Bir taraftan Osmaniye atış sahası düzenlenirken, diğer taraftan biz, tam silâh
yükü ile atış denemeleri yapmaya başlamıştık. Genellikle alanlarda yapılan bu
kutlama törenlerine havacıların aileleri de gelir, senede bir de olsa onların ne
yaptıklarını merak ve heyecanla izlerlerdi. Biz çalışmalarımıza devam ederken...
herhangi olumsuz bir olaya sebebiyet vermemek için... (Çünkü; o sıralarda Harp
Okulu Ankara’da bir gösteri yürüyüşü yapmış, Başbakan Menderes Kızılay’da
tartaklanmıştı) Osmaniye atış sahası ile Eskişehir’deki gösterilere hiçbir havacı
subay ve aşsubay ailesinin davet edilmeyeceği... ve bunun karşıtı olarak da, bazı
havacıların... “biz de, hedef yerine tribünlere rahatça ateş ederiz” söylentileri
yayılmaya başladı.

Her subay Türkiye’nin genel politik gidişatını izler. Günlük politika ile ilgileniş
hiçbir zaman tek yönlü olamayacağı için, düşünme ve beğeni farklılıkları başlar.
Sivil hayatta bunun önemi azdır... hattâ demokratik rejimlerde gereği de vardır.
Silâhlı Kuvvetlerde ise düşünce alanındaki farklılıklar önce karşılıklı
itimatsızlıklar doğurur... sonra bölünme ve disiplinsizlikler... Biz de bu duruma
gelmeye başlamış... birbirimizi; güvenilir, her şey konuşulabilir, güvenilemez...
her şey konuşulmaz diye değerlendirmeye başlamıştık. General Tulgan, Kur.
Alb. Azaklı, Binbaşı Necdet Horasan ve Tarık Gökeri ile gidişatı açık kalple
tartışırken... senelerce beraber çalıştığımız 1nci Kuvvet Komutanı General
Kireçtepe’yi, olumsuz tutumlarından ve iktidara aşırı yakınlığından dolayı
dışlamaya başlamıştık.

Şükür Tanrıya... 27 Mayıs takvimlerde 1 Haziran’dan önce idi ve Eskişehir’de


bir felâketle karşılaşmadan, ihtilâl, devrim, inkılâp, müdahale... ne derseniz
deyin... meydana geldi.

* * *

Eskişehir’de 27 Mayıs’a nasıl gelindi?... 27 Mayıs öncesi ve gecesi neler


cereyan etti?... bunları, 25 yıl sonra yeniden yazmak yerine... olayın hemen
ertesinde kaleme aldığım ve Hürriyet Meşalesi adlı kitapta yayımlanan yazımı
buraya aynen aktarmayı tercih ettim...

27 MAYIS İNKILÂBI ve 27 MAYIS OLAYLARI


Anlatan: Hava Kur. Alb. Muhsin Batur

27 Mayıs 1960 tarihine takaddüm eden gün, ay ve yıllarda, yurtta cereyan etmiş
ve etmekte olan hâdiseler aklı selim sahibi vatanseverlerin ruhlarında derin
akisler ve üzüntüler yaratmış ve yaratmakta devam ediyordu. Hele, Türk
tarihinde işgal ettiği önemli rolü ile biz Silâhlı Kuvvetler mensupları, ettiğimiz
yemine aykırı hâdiselerin cereyanı karşısında hareketsiz kalmakla büsbütün
mustarip idik. Türk Havacılığının en büyük merkezi olan Eskişehir garnizon
mensupları, bilhassa 28 Nisan olaylarından sonra; gergin, kederli, azimli, fakat
kararsız bir hava içinde idiler.

İnkılâba ve ihtilâle takaddüm eden son bir ay içinde şahit olduğum basit
gözüken, haddizatında önemli olan 4 küçük hâdiseyi zikretmekle bu havayı belki
biraz canlandırabilirim.

II

Birinci Hadise: Mayıs 1960, ilk haftasmda bir gece evde yalnız otururken kapı
çalındı, açtım. Üsse mensup genç subaylardan Yzb. Ruhi Köni, «içeri girebilir
miyim?» dedi. «Gel bakalım, hayır ola, ne var?» dedim. Oturdu, biraz durdu ve
birdenbire hüngür hüngür ağlamağa başladı. Kendi kendime, «Herhalde büyük
bir şahsi derdi var, ağlasın açılır» dedim. Biraz sonra ağlaması durdu, ciddi bir
ifade ile, «Albayım, bu cereyan eden hâdiseler karşısında ne düşünüyorsunuz?
Biz, hiçbir şey yapmadan böyle bekleyecek miyiz?, benim üç tane çocuğum var,
bunlar büyüdükleri zaman: (Baba, İstanbul’da, Ankara’da talebeler öldürülürken
sen subaymışsın, bir şey yapmadın mı o zaman?) derlerse benim vaziyetim ne
olur?» dedi.

Ben kendisini teskine çalıştım, «farzet ki, kendi çapımızda bir harekete tevessül
edelim, münferit yapılacak işlerden başarı beklenemeyeceği gibi, bu istikbâle ait
ümitleri de baltalayabilir» dedim.

Yüzbaşı Köni ile, senelerce bu gibi nazik meseleleri konuşacak bağlantıda


değildik, kendisi belki bana fazla itimat ediyordu. Fakat yaptığı hareketin
tehlikesini, vatan sevgisinden görecek halde değildi.

İkinci Hadise: Tahkikat Komisyonu’nun faaliyetini kesifleştirdiği en kritik


günlerden birinde şehre askeri otobüslerle mesaiden dönen subaylar, şehrin ana
caddesinden «Dağ başını duman almış» marşını söyleyerek geçmiş, bu hal
Vilâyet ve DP teşkilâtının şikâyetini mucip olmuşsa da alınacak tedbir veya
verilecek cezanın yaratacağı aksülâmelden korkulduğu için olacak, mesele
kapatılmıştı.

Üçüncü Hadise: 25 Mayıs 1960 günü Adnan Menderes, Eskişehir’e gelecekti.


Fakat gelişi mütemadiyen gecikiyordu. Garnizon Komutanı, durumdan pek emin
olmadığı için olacak karşılamaya üst rütbeli subaylardan kimseyi çağırmamıştı.
Mesai saati bitti. Genç subayların, yavaş yavaş, Menderes’in tayyareden indikten
sonra geçeceği güzergâhta bulunan malzeme sandıklarının gerisinde
toplandıklarını ve gizlendiklerini gördük. General Tulgan’la vasıtalarımıza
binerek, evlerimize gittik.

Ertesi sabah, bizim gençlerin karşılama töreninin ne olduğunu öğrendik. Basit


bir karşılama töreni...

Tam Menderes’in otomobil kafilesi mezkûr yere yaklaşırken, subaylar


sandıkların gerisinden ortaya çıkıp muntazam bir sıra teşkil ediyorlar, bu subay
topluluğunu lehte kabul eden Menderes, otomobilini yavaşlatarak selâm almak
için hazırlanıyor, tam selâm vereceği sırada subaylardan biri; «geri dön» komutu
veriyor. Subaylar elleri ile arkada kalan Menderes ve kafilesine, özel bir işareti
verdikten sonrâ; «Dağ başını duman almış» marşını söyleyerek uzaklaşıyorlar.
Garnizon Komutanı 26 Mayıs sabahı Üs’se gelerek, «Bu subayların derhal
bulunmasını, esasen içlerinden bir iki tanesini teşhis ettiğini, bunlar vasıtası ile
hepsini bulacağını ve rütbelerini söktüreceğini» beyan ediyorsa da,
muhataplarının azimli ifadeleri karşısmda başka bir şey yapamadan geri
dönüyor.

Dördüncü Hadise: DP’nin kendinden emin olduğu devirlerde protokole riayet


edilmez, devlet erkânı, protokola tâbi olmak şöyle dursun, fakat bir yemek
masasında oturmasını dahi bilmez kişiler, parti mensubu oldukları için davet
edilirler, fakat bizleri dâvet lüzumu görülmezdi. A. Menderes’in 25 Mayıs’ta
Eskişehir’e gelişinde, herhalde «Silâhlı Kuvvetlerin halihazır idare ve gidişi
destekledikleri mânasına alınsın diye» Garnizon’da bulunan bütün General,
Albay ve Yarbay rütbesindeki subayları akşam yemeğine çağırmak lûtfunda
bulunmuşlar. Bu haber yayılınca, genç rütbeli subaylardan bazıları ve Kuvvet
Lojistik Başkanı Kur. Albay Şekip Saybaşlı tarafından bizlere ricada bulunarak,
«yemeğe icabet etmememiz» istendi. Davetiyeleri almamak için,
makamlarımızda oturmamaya karar verdik. Garnizon Komutanı davetiyeleri,
bizlere resmi evrak tarzında göndermekle tedbirimizi boşa çıkardı ve mecburen
yemeğin verileceği Şeker Fabrikası’na gittik.

Salonun giriş methali gittikçe kalabalıklaşmağa başladı. Öyle bir kalabalık ki,
tâbir belki fena, fakat ne çare ki doğru; «Ayakların baş olduğu, memleketin
idaresinde bunlar mı söz sahibi olacak?» dedirtecek bir topluluk. Subay ve
üniformalı olarak böyle bir parti topluluğu içinde bulunmaktan üzüntü duymağa
ve burayı terketmek çaresini araştırmaya koyulduk. General S. Tulgan, «gece
uçuşunda bir tayyare kırılmış, gidip bakalım, geliriz» diye yüksekçe sesle
konuştu ve Alb. M. Azaklı (General), Albay Çelensü, Albay Atayurt hep beraber
salonu terkettik. Dışarıya çıktığımızda teneffüs ettiğimiz hava bize her
zamankinden daha temiz geldi.

III

İşte, bu anlattığım hâdiseler Eskişehir’de havacıların ruhi durumunu izaha


kâfidir zannederim. 26 Mayıs akşamı, hepimiz üzüntülü, kaygılı, bedbin fakat
aynı zamanda bir hissikablelvuku ile ümitli, heyecanlı ve korkusuzduk.

Saat 20.30 sıraları idi, evde yalnızdım. Eşim, leyli okulda bulunan kızımı almak
üzere İstanbul’a gitmişti. Kapı çalındı, açtım, resmi elbiseli, fakat şapkasız ve
rengi sararmış, heyecanlı bir vaziyette Yarbay Agasi Şen’i gördüm. «Hayrola, ne
arıyorsun burada?» dedim. Aramızda şu muhavere geçti;

— Albayım, hemen resmi giyin, silâhını al gel, gidelim.

— Anladık, gelirim, ama sen gir içeri, anlat... evde kimse yok.

— Yenge, çocuk yok mu?

— Yok...

— Ev sahiplerinden ses işitilir mi?

— İşitilmez, haydi gel içeri.

— O halde kapıda Yarbay Kaymaklı var, onu da çağırayım.

Kaymaklı da geldi, oturduk, kâh biri, kâh diğeri üç dört dakikalık bir izahatla
İstanbul ve Ankara’da icra edilecek harekâtın gaye ve icrasına ait açıklamalarda
bulundular ve «Eskişehir’in, hava birliklerinin en kesif olduğu yer olması ve
Hava Kuvvetleri’mizin de bu harekâta katılması, ayrıca A. Menderes, H.
Polatkan ve takriben 25 kadar D.P. milletvekilinin burada bulunması dikkate
alınarak» hemen icraata geçmeyi teklif ettiler. Heyecan, biraz korku, aynı
zamanda sevinç içinde, yani karmakarışık bir haleti ruhiye içindeydim...

Gerekli tedbirleri alıp icraata geçebilmek için itimat ettiğimiz kuvvet ve


kumanda sahibi arkadaşlarımızla konuşmaya karar verdik. İlk olarak General S.
Tulgan’a haber verilmesini teklif ettim. Yarbay Kaymaklı otomobili ile gidip
kendisini evinden alıp getirdi. Gayet kısa bir izahattan sonra, derhal bize iltihak
etti. Telefonla 4 ncü Hava Üs Komutanı olan Kur. Albay Mustafa Azaklı’yı
(General) aradım. Telefona çıkınca: «Biraz bize gelsene, birkaç arkadaş daha
var, konuşuruz» dedim. «Anladım, geliyorum» dedi. Ve evden içeri girip bizleri
görünce; «Haydi, başlıyor muyuz?» dedi.

Halbuki daha önce bu mevzuda hiçbir konuşma geçmemişti. Demek ki, hepimiz
teker teker aynı şeyi düşünmekte, fakat harekete geçmek için ufak bir işaret
beklemekteydik, önemli bir silâh kudretine sahip uçaksavar birliklerini de
işbirliğine dâvet gerekiyordu. Bu maksatla, eski bir havacı büyüğümüzün kardeşi
olan Uçaksavar Tugay Komutan Muavini Albay Nadir Bürgüt’ü, Yarbay
Kaymaklı otomobili ile alıp getirdi... Albay Bürgüt’e maksat ve gaye anlatıldı,
kendisi memnuniyetle aynı safta yer alacağını, yalnız evinde eşinin ve kızının
telâşlandığını, kendisinin eve dönüp ailesine bir sebeple vazifesine gideceğini
söylemek üzere, yarım saatlik bir zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Üzülerek
itiraf etmem lâzım ki, hepimiz şüpheli nazarlarla birbirimize baktık. «Hiç
ayrılmasak daha doğru olmaz mı?» dedik. Nihayet... «Sizi Yarbay Kaymaklı
götürsün» dedik. Gittiler, yarım saat sonra Albay Bürgüt geldi, seferi elbisesini
giymiş, silâhını almıştı. Hepimiz utandık, sevindik ve gözlerimiz yaşardı.

Bundan sonra, ne tarzda hareket edileceğine dair fikir münakaşaları yapıldı ve


nihai karara varıldı. Kararın gerekçesi ve kendisi şöylece hülâsa edilebilir.

«Ankara ve İstanbul’la irtibat müşkül ve esasen irtibat aramak tehlikeli, gecenin


erken saatlerinde Eskişehir’de harekâta başlamak, herhangi bir sebeple Ankara
ve İstanbul’da bir tehir vâki olursa (ki, bundan evvel olmuş) harekâtın mahalli
olarak açığa vurulması ve neticeye ulaşılmamasını intaç eder, bu sebeple bütün
tedbirleri alıp icraya radyo yayını ile başlamak...»

Bu esasa göre hareket edilerek, Albay Azaklı 1nci ve 4ncü Üs eratı ile
garnizonda yatan genç subayları ve Albay Bürgüt Uçaksavar Birliği’ne giderek,
gerekli ikazları yapıp, tedbirleri aldıktan sonra, eve döndüler.

IV

Gece saat 2’de muhtelif vasıtalarla, arka yollardan meydana geldik, şehir
telefonu ve radyosu bulunan Alb. Azaklı’nın odasına girdik. Yarbay Nüzhet
Yolaç da bize iltihak etti. Zaman mefhumu ve ölçüleri sanki değişmişti.
Dakikalar saat olmuştu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, bazen sanki
hiçbir şey yokmuş gibi şakalaşıp gülüşülüyor, bazen odayı derin bir sessizlik
kaplıyordu. Saat 3’e doğru askeri telefon hattı üzerinden Hava Kuvvetleri
Komutanlığını aradık, cevap alamadık. Biraz sonra şehir telefonu ile İstanbul’da
lâlettayin bir aboneyi istedik. Postanedeki memur; «muhtelif güzergâhlar
üzerinden İstanbul’la irtibat temin edemedim» deyince, heyecanlandık ve
sevindik. Demek, bir şeyler başlamıştı.

Mütemadiyen İstanbul ve Ankara radyolarını karıştırıyorduk. Saat 3.30’da


İstanbul Radyosu cihazının çalıştığı belli oldu. Saat 4.16’da «Kâtibim» sinyalini
vurmaya başladı. Saat 4.30’da «Dikkat» kelimesini duyar duymaz sevinç
gözyaşları içinde birbirimize sarılıp radyo yayınının tamamını dinlemeden
koşarak odayı terkedip otomobillere binerek, meydanın diğer tarafında bulunan
erat karargâhına geldik. Hazır ve cephaneleri bulunan genç subaylar
kumandasında evvelce kararlaştırılmış noktaları tutmaya ve A. Menderes’in
bulunduğu Şeker Fabrikası’m kuşatmaya sevk edildiler. Burada, bir noktanın
kısmen açıklanmasında zaruret vardır. Kuvvet Karargâhında emri kumandaya
sahip olmak, Şeker Fabrikası’ndan sabık başvekilin ve Hasan Polatkan’ın birer
dakikalık fasılalarla mütemadiyen Kuvvet Komutanı ile temas aramaya
çalışmaları ve hazır kuvvetlerin şehre şevki esnasında 15 ilâ 20 dakika kadar bir
zaman kaybedildi. Bu sebeple Albay Azaklı kafilesi A. Menderes’i tevkif için
Şeker Fabrikası’na gittiğinde mebuslardan gayrı kimseyi bulamadı. Vali,
Emniyet Müdürü işin ciddiyetine inanamıyorlar veya korkudan söylenileni
anlamaktan aciz olarak, emrivâkiyi kabul etmek istemiyorlardı. Derhal, cebren
getirilmeleri yoluna gidildi.

Menderes, Polatkan ve ufak çaplı bir maiyetin, otomobillerle şehri terk ettiği
öğrenildi. Bir kısım jet tayyareleri, İstanbul ve Ankara’da ve inkılâbın zafer
tonolarını atmak üzere, kaldırılmışlardı. Menderes’in kaçış haberi gelince, kısa
bir fikir teatisinden sonra bilhassa Konya’ya ilticaı tehlikeli görüldü. Derhal
4ncü Üs’se ait F-86 tayyareleri kaldırılarak kafilenin keşfine gönderildi. Biraz
sonra kafileyi bulan ve otomobillerinin üstünden çarpacakmış gibi, alçak
irtifadan geçen havacılarımızdan haberler gelmeye başladı. «Kafile Kütahya’ya
10 dakikalık mesafede», «5 dakikalık mesafede», «Şeker Fabrikası’nda
durdular», «Hareket ettiler, Kütahya’ya girdiler.»

Kıymetli av bulunmuş, yakalanması kalmıştı. Derhal Kütahya’daki Hava Er


Eğitim Tugayı’na telefon edilerek, «Menderes ve maiyetindekilerin, bir hâdiseye
mahal verilmeden Tugaya getirilmesi ve muhafaza altına alınması» emredildi.
Biraz sonra, Binbaşı M. Âli Biltan’ın idaresindeki C-47 tayyaresi ile Kütahya’ya
doğru havalandık. Vazifeyi almak için, birkaç yolcu tayyarelik gönüllü subay
vardı, fakat bu arzuyu yerine getirmeye imkân yoktu. Gönüllülerden ancak Kur.
Alb. Şekip Saybaşlı, Bnb. Necati Gültekin, (sonra general, MHP Genel
Sekreteri) Bnb. Cihat Üstündağ, Üsteğm. Erhan Suar ve Teğm. Aytekin Bilgi ile
Teğm. Vural’ı almıştım. Hepimizde ikişer tabanca ve yalnız bir genç subayda
makineli tüfek vardı.

Tayyarede, bütün subayları topladım ve ne şekilde hareket edeceğimize dair


kendilerine talimat verdim. Meydana indiğimiz zaman, Tugay Komutanı Alb.
Süleyman Demet ve Vilâyet Jandarma Komutanı Albay Hamdi Alkan tarafından
karşılandık. Alb. Demet, Menderes ve maiyetindekilerin kendi odasında
olduğunu söyledi. Ben ve beraber gelen subaylar derhal binaya girerek üst
kattaki odaya çıktık.

Odaya girdiğim zaman, A. Menderes, Tahsin Yazıcı ve Zihni Üner odanın


ortasında ayakta, H. Polatkan kumandanın masası yanında telefonla görüşmek
üzere idi. Ben ve yanımdakiler, odadakilere askerce selâm verdik.

A. Menderes bana doğru ilerledi. Elimi sıktı ve vaziyet nedir, gibilerden başını
bir tarafa eğerek baktı, bekledi... Kendisine, «Silâhlı Kuvvetler, memleket
idaresini ele aldı, benim vazifem sizi Eskişehir’e götürmektir» dedim. Biraz
duraladı... «Yani beni tevkif mi ediyorsunuz?» sualini sordu. «Sizi emniyet altına
alarak Eskişehir’e götüreceğim» cevabım verdim. «Suçum nedir?» dedi. «Ben
size suç izafe etmekle vazifeli değilim» dedim.

Bu sırada Bnb.. Necati Gültekin masanın yanma giderek, H. Polatkan’m telefon


muhaveresine mâni oldu.

A. Menderes, hepimizin yüzüne teker teker bakıyor, sanki tesir altına almaya
çalışıyordu. «Müsaade ederseniz, ben arkadaşlarımla istişare edeyim» dedi.
«Buyrun, edin» cevabını verdim. Odadan çıkmamızı arzu eden bir halleri vardı.
Alb. Ş. Saybaşlı da bana, «çıkmayalım» işaretini veriyordu. Biz odayı
terketmeyince konuşmaktan vazgeçtiler. Üsteğm. Erhan Suar ilerledi ve
kendilerine, «Tayyareye binecekleri için üzerlerinde silâh araması» yapacağını
söyledi, üzerlerinde silâh çıkmadı.

Sırası gelmişken, o esnada cereyan eden ufak bir husus üzerinde eksik hareket
ettiğimi ifade etmek isterim. Hâdise şu: Emekli General Tahsin Yazıcı, bilindiği
gibi, Kore Tugayımızın ilk kumandanıdır. Şimdi ise, sakıt bir milletvekili idi,
üzerinde silâh olup olmadığı araştırılırken, gözleri yaşla doldu, dudakları
heyecandan titremeye başladı. İşte, o esnada kendisine şu suali sormamakla hata
ettim; «Generalim, üstünüzün sizden yaşça ve rütbece çok küçük bir subay
tarafından aranmasına üzüldüğünüz için mi, yoksa mensup olduğunuz şerefli
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, memleketin uçuruma gitmesinin önüne geçerek sizi
bir yanlışlıkla girdiğiniz, fena bir topluluktan çekip kurtardığı için sevinçten mi
ağlıyorsunuz?» Belki o zaman sorulamayan bu sorunun cevabını ileride kendisi
verir.

Arama işini müteakip, kendilerini ortamıza alarak merdivenleri indik, alt odanın
kapısının önünden geçerken, bir kalabalıkla karşılaşınca, «Kimsiniz siz?» dedim.
İçeride 8 kadar muhafız polis, hususi kalemden ve hâriciyeden birer memur
vardı. Derhal silâh araması yaptırarak silâhları toplattım. Üzerlerinde bizim
kafilenin üzerinde bulunandan fazla silâh çıktı. Polisleri orada nezarette
bırakarak, memurları kafileye katıp tayyareye bindik.

Önce Eskişehir’e indik, fakat tayyareden benden başka kimse yere indirilmedi,
orada 5 dakikalık bir duraklamayı ve yeni talimatı alışı müteakip, Ankara’ya
doğru havalandık Tayyarede; Tahsin Yazıcı ve Zihni Üzer’in bana; «Bu
harekâtın başında kim var?» ve benim de kendilerine; «Bilmem, herhalde biri
vardır» cevabımdan başka bir konuşma geçmedi. A. Menderes, devamlı olarak
sigara içiyordu, nihayet, cebindeki paketi bitirdi, arkadaşlar kendisine sigara
verdiler. Ankara’nın Güvercinlik hava meydanına inip tayyarenin kapısı açılınca,
başta General Burhanettin Uluç olmak üzere kalabalık bir subay grubunun
heyecanla bekleştiklerini gördük.

Eskişehir’deki havacıların ilk safhadaki vazifesi bitmiş, emanetler teslim


edilmişti.

Millet çoğunluğunun ruhen hazır olduğu ve inandığı hamle yapılmış ve başarıya


ulaşmıştı.

Milletimizi böyle kâbus ve başarıların tekrarından Tanrı korusun.

Ankara’ya yaklaşırken, uçağımız İzmir’den gelmekte olan başka bir askeri


uçakla telsiz irtibatına geçti. Uçakta Orgeneral Cemal Gürsel’in bulunduğunu,
yani yönetimin başına geçecek insanın Cemal Gürsel olduğunu ancak o zaman
öğrendim.

Öyle bir ortamda idik ki... herhangi bir kişinin kibriti çakması yeterli idi.
Sorgusuz, sualsiz... kendimizi bu işin içine atmış ve başarısızlık halinde başımıza
neler gelebileceğini düşünmek aklımıza bile gelmemişti.
İKİNCİ BÖLÜM
27 MAYIS — KÜTAHYA VALİ VE
BELEDİYE BAŞKANLIĞI
Geride bıraktığımız son yüzyılın politik hayatını, okuduklarımızdan
anlayabildiğim kadarı ile biliyordum. Akademiden itibaren durum ve gelişmeleri
kendim izlemiştim. 27 Mayıs’a doğru yaklaşırken yaşanan ortam gereği bu ilgim
daha da arttı. Silâhlı Kuvvetlerimizin Albay rütbesine gelmiş bir Kurmay subayı
idim ve askerlik dışında da yurt sorunları ile ilgilenmemek ancak
vurdumduymazlık olurdu. 27 Mayıs’ın planlaması ile bir ilgim yoktu... fakat
kendi bölgemdeki eylemlerine katılmıştım. Halkın büyük çoğunluğu, yapılandan
memnundu... bütün Silâhlı Kuvvetler mensupları gibi ben de sevinç ve hattâ
gurur duyabilirdim... duyuyordum da. Ama o günlerin daha sıcaklığı ve heyecanı
içinde yaşarken yapmış olduğum yazılı değerlendirmede... «Millet
çoğunluğunun ruhen hazır olduğu ve inandığı hamle yapılmış ve başarıya
ulaşmıştı. Milletimizi böyle kâbus ve başarıların tekrarından Tanrı korusun»
sözcükleri ile düşüncelerimi dile getirebilmiştim... yani tipik bir cuntacı veya
ihtilâlci değildim.

Bu duygularım, hayatımın bundan sonraki dönemlerinde de değişmedi.


Değişmedi ama... «duygularla - ortaya çıkan durumlar», ve «duygularla -
görevimin bana yüklediği sorumluluklar» eylemlerde büyük farklılıklar yarattı.
Bu sebeple sürekli ikilemlerle uğraşmak gerekti. Önceleri üniforma taşıdığım...
sonraları da genelde kimseye fazla bir şey kazandırmaz düşüncesi ile zorunlu
olmadıkça açıklamalar yapmaktan kaçındığım için... ama bu tutumum makbule
geçmedi... devamlı ve yanlış tanımlamalarla hücuma uğradım.

27 Mayıs’ta Başbakan Menderes’i, Kütahya’dan Ankara’ya getirmem, Kütahya


Vali ve Belediye Başkanlığı’nda kısa süre de olsa bulunmam... sonraki askeri ve
politik yaşamımda bilhassa karşıtlarım tarafından yıllarca devamlı istismar
edildi... düşünmek gerekirdi ki... bu görevler herhangi bir subay tarafından
yapılacaktı ve zannederim ben de bu görevleri en insancıl biçimde yapmıştım...
bunu kendileri de biliyorlardı, ama... amması vardı işin (!)...
Bu istismar konusu her vesile ile işlendi... Hava Kuvvetleri Komutanı olurken,
12 Mart döneminde, Senatör seçildiğimde, CHP’ye girişimde ve nihayet 1980
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oluşumda...

Aynı gruptan olup... bu konuyu her zaman ve devamlı istismar etmeyenler


bulunduğunu da itiraf etmek bir hakşinaslık olur zannederim... örneğin 1969’da
Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na atanırken Millî Savunma Bakanı rahmetli
Ahmet Topaloğlu ile Başbakan Süleyman Demirel'in tutumları gibi.

* * *

Ortaeğitim çağlarında Bilecik’e gidişlerimde Valiliğe özendiğimi söylemiştim


ama Kütahya’da göreve başladığım zaman itiraf edeyim ki İl ve Belediye
yönetimi hakkında bir bilgim yoktu... hep mantık ve sağ duyu ile hareket etmeye
çalıştım. Vali Muavini, Hukuk İşleri Müdürü, Jandarma Komutanı iyi insanlardı,
özel bölüme Üsküdar Ortaokulunda sınıf arkadaşım olan Bnb. Alaâttin'i aldım.

Muavin bey ve Hukuk İşleri Müdürü... hemen ilk gün bana sordular... «İl ve
Belediye Encümenini ne zaman toplayalım... kendinizi tanıtmayacak mısınız?»
diye. Düşündüm... Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedilmişti...
Kütahya’da meclislere ne gerek vardı... kaldı ki Meclis üyelerinin hepsi DP'li
idiler... Ankara’da ise DP'liler göz altına alınmışlardı. Cevap verdim...
«lağvedeceğim, formül bulun». Formül zaten yasalarda varmış... buldular...
Meclislerin yerini özel şartlarda Vilâyet ve Belediye Müdürlerinden oluşan
kurullar alabilirmiş.

Hayatımda, ilk halk mitingini Kütahya’da gördüm... herkesin heyecanı bana da


geçti... kan’la yapılmış ve hâlâ kurumamış olan bir Türk bayrağı bana hediye
edilince heyecanım daha da arttı. Böyle günlerde hazır hatipler vardır... onlar
için iş kolay... ben ise ilk defa coşkulu bir kitleye hitap ediyordum.

Bütün ilçeleri ve bucakları gezdim... hepsinde görkemli karşılamalar oldu...


konuşmaya alıştım... alkışlanıyordum da... Gediz ilçesi müstesna... orası Celâl
Bayar’ın damadının ilçesi imiş... gittiğimde kimse evinden dışarı çıkmamıştı.

* * *

Kütahya’da göreve 28 Mayıs öğleden sonra başlamıştım, durum hakkında bilgi


alırken Garnizon Komutanı Albay Süleyman Demet bana, DP’nin yerel ileri
gelenlerinin Garnizonda gözaltında bulunduklarını söyledi... gittim, kendilerini
gördüm, yaşam koşulları iyi değildi, gerekli emirleri verdim, aileleri ile de
görüşmelerine izin verdim. Bir süre sonra Savcı’yı çağırdım... «nedir bunların
suçları? haklarında kovuşturma yapıyor musunuz?» diye sordum... cevaben «bir
suçlarını bulamadım... genellikle Demokrat Partililer birbirlerini ihbar etmişler»
dedi. Kütahya’dan ayrılmadan evvel hepsini serbest bıraktırdım.

Kütahya’da genellikle iyi izlenim bırakmış olacağım ki... yıllarca halktan


bayram tebrikleri aldım... ama il, politik hava bakımından sağ’ın kalelerinden
biri idi... sizi sevebilirler fakat karşı görüşle önlerine çıktığınızda oy
vermezlerdi... bu sebeple çok seneler sonra 1979 Senato seçimlerinde CHP'nin
adaylık önerilerini cesaret edip kabul edemedim... çünkü 18 yıldır yapılan senato
seçimlerinde CHP hiç senatör çıkaramamıştı.
ASKERLİĞE DÖNÜŞ - SİLAHLI
KUVVETLERİ TASFİYE

Aklım zaten Eskişehir’de yani bıraktığım birliğimde idi, bir ay sonra


Kütahya’dan döndüm. Kuvvet Komutanı General Kireçtepe, 27 Mayıs öncesi ve
sonrası tutumlarından dolayı Ankara’ya alınınca General Tulgan 1nci Kuvvet’e,
ben de 1nci Ana Jet Üs (Tugay) Komutanlığına vekâlet etmeye başlamıştım.
Başka zamanda olsa seve seve gidebileceğim... fakat bu kritik dönemde hiç
istemediğim bir görev aldım... 1960 Roma Olimpiyatları Türk Kafilesine, Askerî
Liseden öğretmenimiz olan General Hüsamettin Güreli Başkanlık edecek, Kara
Kuvvetlerinden Kur. Alb. Muhterem Özyurt, Denizden Albay Tevfik Böke, Hava
Kuvvetlerinden de ben kendisine yardımcı olacaktık, tabii gittik...
güreşçilerimizin başarılarını sevinerek... diğer dallardaki başarısızlıkları üzülerek
izledik... bu arada kaburga kemiklerim de kırılıyordu... rahmetli büyük güreşçi
Yaşar Doğu’nun kanı bana pek kaynadı... hem sayıyor... hem seviyordu... bir gün
bu sevgisini göstermek için olacak ben farkında değilken arkamdan geldi ve
kendine göre yavaşça sarıldı... sıktı... nefesim kesildi... kaburga kemiklerimin
çatırdadığını hissettim... nur içinde yatsın.

Eskişehir’e döndüğümde, Silâhlı Kuvvetlerde büyük çaplı bir tasfiye yapılacağı


söylentileri vardı... Nitekim Ankara’dan bir heyet gelip listeyi göstererek bizim
de fikrimizi aldı... ben şahsen listede bulunan yakın tanıdığım ve takdir ettiğim
birkaç ismi sildirdim... fakat kimseyi listeye ilâve ettirmedim. Tasfiye doğru mu
idi... «genelde evet» diyebilirim. Tasfiye edilecek insanlara uygulanan kriterler
doğru ve objektif mi idi... bu soruya... «Kısmen doğru» cevabını verebilirim...
bir hayli değeri de çok erken kaybettik. Zaten çoğunluğu muvazzaf subay
sistemine dayanan Silâhlı Kuvvetlerde birikimin ve genç yaşta emekliliğin
önüne geçmek mümkün değildir... bugün de aynı sıkıntının çekildiğini dışarıdan
izliyoruz.

O sıralarda Hava Kuvvetleri Komutanı olan Korg. İhsan Orgun, bir heyetle
birlikte Almanya’ya görevle gitmişti. Ben de, gezinin Güney Almanya ve İtalya
bölümüne katılmak üzere emir aldım ve Münih bölgesinde kendilerine katıldım.
Almanya’da son gecemizde, Amerikalı bir Komutanın kokteyline davetli idik.
Ankara’dan telefona çağırıldığımı söylediler... telefonda bana, «Silâhlı
Kuvvetlerde 232’si General olmak üzere 5000’e yakın subayın emekli olacağını,
tabii bu arada Komutanın da emekli olduğunu... bunu münasip şekilde tebliğ
etmemi, kendisine iyi bir görev verilmesinin düşünüldüğünü ve gezinin İtalya
bölümünü iptal ederek yurda dönmemizi» bildirdiler.

O gece Komutan’a, yalnız İtalya gezisinin iptali konusunu açıkladım. Sabahleyin


törenle uğurlandık, dört motorlu C-54 uçağı ile Türkiye’ye dönüyorduk.
Komutan ve eşi yan yana oturuyorlardı... heyet içinde en kıdemli subay
bendim... ilâveten beni eskiden beri tanıyor ve seviyordu... çağırıp karşısına
oturttu ve başladı Hava Kuvvetlerimizin geliştirilmesi hakkındaki düşüncelerini
açıklamaya... ben, «Efendim, izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum»
dedikçe... kendisi anlatmaya devam ediyordu... sonunda, «ne söyleyecektin
bana?» diye sordu. Sıkılarak ve üzülerek durumu anlattım... kısa bir süre
düşündü ve cevap verdi... «bak Muhsin... benim yıllarca hakkımı yediler... ama
iki ay için de olsa Komutan oldum, onurumu kurtardım... çocuğum yok... bir karı
bir kocayız... bir evim de var... kimseden bir şey istediğim yok... huzurluyum».
Bu kadar olgun bir davranışı o güne kadar kimsede görmemiştim. Ankara’ya
indiğimizde bizi, yeni Komutan Tümgeneral İrfan Tansel karşıladı... şehre
otomobille giderken radyo tayinleri bildiriyordu...

1nci Ana Jet Üs Komutanlığına (kadrosu Tuğgeneral) resmen atandığımı


öğrendim, merdivenin bir basamağını daha çıkmıştım. Süleyman Tulgan da o
Ağustos Tümgeneralliğe terfi etti ve 1nci Kuvvet Komutanlığına asaleten atandı.

Uğraşımın belki yüzde doksan beşini mesleki işlerim dolduruyordu. Politik


gelişmelerle ilgili uğraşımız, hem zoraki ve hem de ikinci eldendi... çünkü her
şey Ankara’da cereyan ediyordu, yavaş yavaş durumlar gene karışıyordu. Milli
Birlik Komitesi içinde ikilik çıkmış ve 14’ler denilen grup mensupları yurt
dışına gönderilmişlerdi. İkiye bölünüş sebebi bize şöyle aksettirildi; 14’ler grubu
iktidarda kalış süresinin uzun tutulmasını, bu sürede köklü reformlar yapılmasını
öngörüyor... büyük grup ise yeni anayasa hazırlandıktan sonra seçimlerin bir an
evvel yapılıp, yönetimin sivillere devrini öngörüyorlardı ve bu grubun
düşüncelerinde direkt olmasa bile indirekt olarak İsmet İnönü’nün etkisi
büyüktü.

Komitedeki havacılar bölünmemişti. 1961 yılının Nisan ayında Komite üyesi


Hava Kur. Alb. Mucip Ataklı Eskişehir’e geldi. Komutan İrfan Tansel’le
görüştüğünü, onun iznini alarak geldiğini söyledikten sonra... Ankara’daki siyasi
düşünce ve gelişmeleri anlattı... yeni ihtilâl hevesleri olduğunu da ilâve etti.
Silâhlı Kuvvetlerin birlik ve beraberlik içinde olmasını hepimizin arzu
edeceğini... bunu sağlamak için üst seviyede Komutanların iştiraki ile bir
«Silahlı Kuvvetler Birliği» kurulmasını öngördüklerini... bunun için yazılı bir
metin hazırlandığını, bunun aynı zamanda bir and olacağını, Hava
Kuvvetlerinden ilk olarak Komutan İrfan Tansel’in metni imzaladığını belirtti.
Düşündüklerini ve açıklamaları uygun gördüm ve General Tansel’in altına ben
de imza attım. Mucip... başta Org. Cevdet Sunay olmak üzere diğer üst
Komutanların da imza verdiklerini söyledi. Ben, imza konusunda biraz hasis
davrandım... bir ast kademede güvendiğim kişilere imzalamakla yetindim.
Maalesef aramama rağmen bu metni bulamadım... yoksa açıklayacaktım.
HAVA KUVVETLERİNDE
CEREYAN EDEN HAZİRAN
OLAYLARI VE 1nci TAKTİK HAVA
KUVVET KOMUTANLIĞINA
ATANMAM
Silâhlı Kuvvetler Birliği ortaya çıktıktan sonra sık sık Ankara ve İstanbul’da
toplantılar yapılmaya başlandı, ben de toplantıların çoğuna katılıyordum. Çeşitli
konular ele alınıyordu... toplantıların ateşli simaları... İstanbul’da, Faruk
Güventürk... Ankara’da Talât Aydemir, Emin Arat, Necati Ünsalan, General
Abdurrahman Doruk’tu. Konuşuluyor... konuşuluyor... karar safhasma gelince...
duraksama oluyordu... Yalnız düşünce ayrılıklarının arttığını da
saptayabiliyordum. Hava Kuvvetleri Karargâhındaki arkadaşlarımızdan
Komutan Tansel hakkında bazı şikâyetler duyuyor fakat bir bölünmeye doğru
hızlanış olduğunu hissetmiyordum... aradan yıllar geçti... bölünen tarafların
düşüncelerini dinledim... hâlâ da kimin haklı olduğuna tam karar verebilmiş
değilim.

Mayıs ayında General Tulgan, birkaç defa Ankara’ya gidip geldikten sonra biraz
içine kapanık hale dönüştü, halbuki resmi-özel her şeyimizi birbirimize
açıklardık... o zamana kadar. Sonunda dayanamayıp durumu bana açıkladı...
Orgeneral Sunay ve Orgeneral Gürsel; kendisi ile görüşmüşler... General Tansel’i
başka bir göreve atayıp... «seni Komutan yapmak istiyoruz... kendine güveniyor
musun?» diye sormuşlar. «Amerika Cumhurbaşkanı Kennedy benden genç,
neden yapmayayım» diye cevap vermiş. Bunları bana anlattığı gün zaten her şey
olup bitmişti. General Tansel Washington’a, General Tulgan da Hava Kuvvetleri
Komutan Vekilliğine atanmıştı, ertesi gün General Tulgan görevi teslim almaya
Ankara’ya giderken ben de 1nci Hava Kuvveti Komutanlığına Vekâlet etmeye
başladım.

* * *
Yaptığım temaslar sonunda öğrendim ki... Karargâh’taki kilit personelin bir
bölümü General Tansel’le ters düşmeye başlamışlar... bu anlaşmazlık General
Tansel’in Amerika’ya yaptığı gezide daha da büyümüş... ters düşen grup Hava
Kuvvetleri içinde General Tulgan ve General Azaklı ile ve Hava Kuvvetleri
dışında Başyaver Hv. Kur. Alb. Agasi Şen ile temas kurmuşlar... Agasi Şen
vasıtası ile Org. Cemal Gürsel etki altına alınmış ve sonuçta General Tansel
görevden alınmış.

İlke olarak... sebep ne olursa olsun... astlarının isteği ile bir Komutanın
değiştirilmesini doğru bulmadım ve ast birliklerimin Komutanlarını Eskişehir’e
toplantıya çağırdım. Bu toplantıya 6ncı Üs Komutanı Kur. Alb. Emin Alpkaya
(sonra Orgeneral Hv. K.K.), 9ncu Üs Komutanı Kur. Alb. Ahmet Dural (sonra
Orgeneral), 1nci Üs Komutan Vekili Kur. Yarbay Hulusi Kaymaklı (sonra
Korgeneral) ve Kurmay Başkanım olan sınıf arkadaşım Kur. Alb. Hüsnü Özkan
(sonra Tuğgeneral) katıldılar. Konuyu tartıştık... ve durumu hepimizin onayladığı
meydana çıktı.

Yeni Komutan General Tulgan’ı Eskişehir’e davet ederek topluca görüşme kararı
aldık, uçakla geldi, ben karşıladım... kendi eski odasına götürdüm. Sıra ile
hepimiz görüşlerimizi açıkladık... genelde söylediklerimiz şöyle özetlenebilir...
«kendisi; sevdiğimiz, takdir ettiğimiz, güvendiğimiz bir komutanımızdır...
elbette, Hava Kuvvetleri Komutanlığına da lâyıktır... ama bu göreve getiriliş
şeklini onaylayamayız... bizler burada görevimiz ve eğitimle uğraş verir ve esas
vurucu kuvvetlere komuta ederken, Karargâhtaki bir kısım subayların ikilik
yaratmasını kabul etmeyiz... bu iş nasıl düzelecek?... Siz, bu işe önayak olan
subaylara karşı ne önlem alacaksınız?».

General Tulgan cevaben... «bundan sonra herkesin görevi ile uğraşmasını, bu işe
karışan subaylara hiçbir şey yapmayacağını ve statükoyu koruyacağını» söyledi.

Bizler için (hele benim için) acı olmakla beraber şu cevabı verdik... «Sizi, artık
Komutan olarak tanıyamayacağız».

Silâhlı Kuvvetler Birliğinin İstanbul ve Ankara’daki ve Milli Birlik Komitesinin


havacı üyeleri ile temas ve işbirliği halinde eylem ve baskıya (Ankara üzerinde
gösteri uçuşları dahil) geçildi... General Tansel tekrar Komutanlığa getirilirken...
General Tulgan, General Azaklı ve bir kısım Kurmay Albaylar emekliye sevk
edildiler.
Geçmişle ilgili okuduğumuz olayların benzerini kendi hayatımızda yaşamaya
başlamıştık... Silâhlı Kuvvetlerde bölünmeler ve meslekten uzaklaştırmalar
gündeme geliyordu... üzülmemek elde değildi... ayrıca normal yasal mercilerce
bir üst göreve atanan General Tulgan... niçin kendisini bu göreve getirenler
tarafından (Genelkurmay Başkanı ve Devlet Başkanı) korunmamış... en azından
başka bir göreve atanma yerine emekliye sevk edilmişti?... bu soruların bugün de
cevabını bulamıyorum.

Bu olay sonunda, henüz Albay olmama rağmen kadrosu Tümgeneral (kısa bir
süre sonra Korgeneral) olan 1nci Hava Kuvvet Komutan Vekilliğine 13 Haziran
1961'te resmen atandım... bir basamak daha çıkmıştım ama içim biraz buruktu.

Silâhlı Kuvvetler içindeki bu sallantılar yalnız Hava Kuvvetlerinde mi


oluyordu?... hayır... Kara ve Deniz Kuvvetlerinde de benzeri olaylar cereyan
ediyordu maalesef.

* * *

O tarihlerde, Türkiye’de yaşanan olayları şöylece özetleyebiliriz...

* DP mensupları hariç, hemen hemen Türkiye’deki her kesimi kapsayan ve


çoğunluğunu değerli üyelerin oluşturduğu Kurucu Meclis yeni anayasayı
hazırlamıştı. Taslaklar bizlere de gönderilmiş ve görüş istenmişti... doğrusu bu
konuların o zamanlar oldukça yabancısı idik... Başkomutanlık ve Genelkurmay
Başkanlığı ile Milli Güvenlik Kurulu’nu açıklayan 113 ve 111nci maddelerle,
atama yolu ile gelecek senatörlerle ilgili maddeler dışında bir görüş bildirmedik.
Yeni Anayasa... Silâhlı Kuvvetlerin... Türk Ulusuna bir hediyesi olarak lânse
ediliyordu... bizler de bu sözlerden gurur duyuyorduk.

* Eski partilere yenileri de ilâve edilmiş ve askeri rejimden beklenmeyecek


hoşgörü içinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı, bazen dozajı da kaçırıyorlardı.
Bilhassa yeni anayasanın halk oylaması öncesi yapılan aleyhteki propaganda
yöntemleri ve kullanılan sözcükler, Silâhlı Kuvvetlerde yavaş yavaş huzursuzluk
uyandırıyordu. Halk oylaması yapılmış ve % 38.3 ret oyuna karşılık % 61.7 lik
olumlu oyla kabul edilmişti.

* İstanbul Üniversitesince hazırlanmış Türkiye’nin çeşitli problemlerini ve


çözümlerini içeren dokümanlar resmi kanallardan Silâhlı Kuvvetler kilit
personeline gönderiliyordu... bunları okudukça insan ne kadar çok şey
bilmediğini anlıyor... ve acaba yeni Meclisler bu konuları çözebilecek mi?
sorusu zihinlerde uyanıyordu.

* Oldukça sert geçen bir seçim propaganda dönemi yaşanıyordu... çoğunluk


sisteminin sakıncaları görülmüş... nisbi temsil sistemine ümit bağlanmıştı...
bakalım nasıl bir sonuç alınacaktı?

* Yassıada davalarının açılması kamuoyunda genelde olumlu karşılanmıştı.


Fakat davaların uzaması ve anayasa ihlâli dışındaki konuların ciddiyetsizliği bir
taraftan kamuoyunda olumsuz tepkiler ve acıma hisleri uyandırmağa başlamıştı.
Kararlar açıklanmadan ve açıklandıktan sonra Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin
İstanbul ve Ankara’daki bazı toplantılarına ben de katıldım. Bir defasında
Genelkurmay alt katında yapılan toplantıya Genelkurmay Başkanı Org. Sunay ve
Kuvvet Komutanları da katıldı... toplantıda Generaller ve bol sayıda Albay da
vardı.

Yassıada kararlarının onaylanması, Geçici Anayasa’ya göre, Milli Birlik


Komitesine aitti. Fakat hakikatte Milli Birlik Komitesi büyük miktarda
fonksiyonunu yitirmiş... güç; Silâhlı Kuvvetlere geçmişti. Toplantıdaki
tartışmalarda iki ana görüş ortaya çıktı. Birincisi... mademki Yüksek Adalet
Divanı bağımsız bir mahkemedir... kararlarını değiştirmek kimseye düşmez.
İkincisi... çok sayıda idam kararı verilmiştir... bunların infazı dış dünyada
olumsuz tepkiler yaratır... yalnız ittifakla verilen kararlar yerine getirilsin...
Tartışmalar sonuca varamadan toplantı bitti, zamanı gelince Milli Birlik
Komitesi kararını açıkladı.
İLK GENERALLİK YILLARIM, 22
ŞUBAT VE 21 MAYIS OLAYLARI
— KIBRIS SORUNU
30 Ağustos 1961’de Tuğgeneralliğe terfi ettim, görev yerim değişmemişti.
Yukarıda da değindiğim gibi...

Çok partili özgürlükçü bir demokratik düzene doğru hıza yönelinmişti ve bu


gidiş çok iyi idi ama... Silâhlı Kuvvetlerin bir bölümünde bazı rahatsızlıklar
hissediliyordu... o günlere ait bir anımı Cumhuriyet gazetesinde dile getirmiştim.
Burada tekrarı faydalı gördüm... yazının başlığı... «İsmet İnönü'yü Anarken» idi
ve şöyle başlıyordu.

Yıl 1961, aylardan Ekim, genel seçimler yapılmış ve sonuçları belli olmuş. Yeni
partilerin (AP ve YTP) kuruluş amaçları, seçim propoganda dönemindeki
işledikleri temalar ve beliren parlamento aritmetiği... Silâhlı Kuvvetler’de,
beklediğini bulamamanın huzursuzluğunu yaratmış... bu durumda ne
yapılabileceği konusu gündeme gelmiş...

O tarihte ben, Silâhlı Kuvvetlerin en genç ve en kıdemsiz bir Tuğgeneraliyim.


Fakat Karargâhı Eskişehir’de olan 1nci Taktik Hava Kuvveti Komutanı olduğum
için görevimi Korgeneral statüsünde yürütüyorum. Hava Kuvvetleri
Komutanlığından, Genelkurmay’da yapılacak toplantıya katılma emrini aldım,
uçağıma bindim, Ankara’ya gittim.

Toplantı, Genelkurmay’da o zamanki Yüksek Askeri Şura Salonu’nda idi.


Buraya ilk defa giriyordum. Sayısını tam hatırlamıyorum, 22-24 General
toplantıya çağrılı idi... Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Kolordu
Komutanları... içlerinde o zamanlar pek tanınmayan, fakat sonraları popüler olan
Komutanlar da vardı... Örneğin İrfan Tansel, Cemal Tural, Necdet Uran,
Memduh Tağmaç, Fikret Esen gibi.

Toplantıyı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay açtı. Toplantının


gündemini de açıkladı; «içinde bulunduğumuz politik ortam içinde Silâhlı
Kuvvetler nasıl bir yol izlemeli?... Meclisin açılmasına ve demokrasiye geçişe
müsaade edilmeli mi? Edilmemeli mi?».

Herkes düşüncelerini serbestçe söyleyebilirdi ve öyle de oldu.

O dönemde hepimiz 27 Mayıs’ı yapan Silâhlı Kuvvetlerin mensubu olmaktan


gurur duyuyor ve hareketin sorumluluğunu taşıyorduk. Zaman geçtikçe bu hisler
azaldı,ve maalesef neredeyse yok oldu.

Toplantıda çeşitli düşünceler ileri sürüldü... Sonuçta Silâhlı Kuvvetlerin


düşüncelerini ve isteklerini belirtir bir yazının kaleme alınması ve bunun siyasi
sorumlulara bildirilmesi kararlaştırıldı.

TC MİLLÎ GÜVENLİK KURULU GENEL SEKRETERLİĞİ, ANKARA


MİLLÎ GÜVENLİK KURULU KARARI
Karar Sayısı: 154
1. Türkiye Cumhuriyetinin yaşaması ve yaşatılması yolunda en başta görev ve
sorumluluk taşıyan hükümetle anayasa müesseselerinin, parlâmenter rejime her
ne şekilde olursa olsun gölge düşürmek isteyen niyetleri, daima hüsrana
uğratacak kudret ve kararlılık içinde bulunmalarına rağmen, vatandaşta
tereddüt ve endişe uyandıracak şekilde öne sürülen görüş, ve anayasa haklarını
kötüye kullanarak kanım ve nizamlara aykırı davranışlarla huzur bozmaya
yönelmiş olayların kesin olarak önlenmesi bir ihtiyaç ve zaruret haline gelmiştir.
2. Üniversitelerimizin özerkliğini korumak üniversite mensupları kadar
hükümetin de görev ve sorumluluğu altındadır. Ancak bu özerkliğin, Anayasa’nın
21 nci maddesiyle tespit edilen, her türlü öğrenimin devletin gözetim ve denetimi
altında serbest olduğu genel ve mutlak hükmünü ortadan kaldıracak bir nitelik
ve kapsam taşımadığı da hiç bir zaman unutulmamak gerekir.
3. Demokratik rejimimizi hedef alan veya yurt bütünlüğünü bozmaya yönelen
güven ve kamu düzenine zararlı faaliyetlerin aşırı uçlardan geldiği ve büyük
huzursuzluklar getirdiği bir gerçektir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan durumları önlemek ve eldeki mevzuatın
boşluklarını doldurmak ve değişen toplum şartlarına cevap vermek üzere yeni ve
ek mevzuata duyulan ihtiyacın süratle giderilmesi zaruri görülmüştür.
Millî Güvenlik Kurulu bu alandaki çalışmalarına devam edecektir.
CEVDET SUNAY, Cumhurbaşkanı
SÜLEYMAN DEMİREL, Başbakan
MEMDUH TAĞMAÇ, Genelkurmay Başkanı
AHMET TOPALOĞLU, Millî Savunma Bakanı
HALDUN MENTEŞEOĞLU, İçişleri Bakanı
İ . SABRİ ÇAĞLAYANGİL, Dışişleri Bakanı
MESUT EREZ, Maliye Bakanı
SEYFİ ÖZTÜRK, Çalışma Bakanı
ORHAN TUĞRUL, Ulaştırma Bakanı
FARUK GÜRLER Kara Kuvvetleri Komutanı
CELÂL EYİCEOĞLU Deniz Kuvvetleri Komutanı
MUHSİN Batur, Hava Kuvvetleri Komutanı

Yazılı metin genelde, «Silâhlı Kuvvetlere sataşılmaması, siyasi af çıkarılmaması,


147’lerin üniversiteye, şeyh ve ağaların yerlerine dönüşlerine izin verilmemesi
ve Orgeneral Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesini» öneriyordu.

Toplantı bitince, Genelkurmay Başkanı hep beraber Çankaya Köşkü’ne


gideceğimizi, ancak toplantıya biraz geç gitmekte fayda gördüğünü bildirdi.
Zamanı gelince, 20 küsur general arabası, yıldızlarımızı ve forslarımızı göstere
göstere Çankaya yokuşunu tırmandık ve kıdem sırası ile toplantı salonuna girdik.
Bu salona da ilk defa giriyordum, ancak çok beğenmiş olacağım ki, 1969
yılından sonra Güvenlik Kurulu üyesi olarak çok girdim.

Salonda Cemal Gürsel, İsmet İnönü (CHP Genel Başkanı), Ragıp Gümüşpala
(AP Genel Başkanı), Ekrem Alican (YTP Genel Başkanı), Osman Bölükbaşı
(MP Genel Başkanı) bizleri karşıladılar, yerlerimize oturduk.

Toplantıyı Cemal Gürsel açtı ve Genelkurmay Başkanı'na söz verdi. O da Silâhlı


Kuvvetlerin düşünce ve isteklerini önündeki kâğıttan okudu. İlk itiraz Ragıp
Gümüşpala’dan geldi... yeni bir parti olduklarını, seçilen milletvekili ve
senatörlerin daha çoğunu tanımadığını, istenilen hususları kabul ettirebilmesinin
zor olacağını söyledi. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay... «madem ki
partinizin başkanısınız... bir horoz gibi tavuklarınızı kanatlarınızın altında tutun»
dedi.

İsmet İnönü söz aldı. Bu gibi toplantılarda konuşma genelde başkana hitap
edilerek yapılır. İnönü ise bizlere doğru döndü... Tok sesi ve kendine özgü şivesi
ile ve biraz da sertçe şunları söyledi:

«Bu anayasa Silâhlı Kuvvetlerin eseri mi?... Bu anayasa ve demokrasiye


inanıyor musunuz?... Eğer böyle ise bu işlere ne karışıyorsunuz?... bunlar
Meclislere ait işlerdir» dedi.

Uzun süre bir sessizlik oldu, sonunda ortak noktalar bulundu ve toplantı bitti.
Ben ve zannederim çoğumuz ilk demokrasi dersini birinci elden almıştık.
Arabalarımıza binip Çankaya yokuşundan aşağıya indik. Gelişimizdeki gibi
cakalı değildik ama kritik olan geçiş dönemi için gerekli insanı bulduğumuzdan
içimiz rahattı.

* * *

Bu arada bazı ufak tefek olaylar olmadı değil... Cumhurbaşkanlığı adaylığına


talip olacağı söylenen Prof. Ali Fuat Başgil’in zorla da olsa İstanbul’a geri
gönderilmesi, Parti Başkanları kabullenir göründükleri halde yapılan
Cumhurbaşkanı seçimine katılan 607 parlamenterin ancak 403’ünün oyunu
alarak seçilmiş olması gibi.

Ekimin sonlarına doğru İstanbul'dan davet aldım fakat gitmedim... sonradan


öğrendim ki bazı general ve subayların katılması ile «21 Ekim Protokolü» diye
bir yazılı metni imzalamişlar ve 25 Ekimden sonraya kalmamak şartı ile
yönetime el koymağa karar vermişler... ben şahsen işi ciddiye almadım... çünkü
buna benzer kararlar defalarca alınmıştı (daha sonraları da alınacaktı ya!) fakat
her defasında çeşitli sebeplerle ertelenmiş veya Komuta katı da devreye
sokulmak istenmiş... bu temin edilmeyince vazgeçilmişti. Başta Cevdet Sunay
olmak üzere Komutanlar katılmayınca bu teşebbüs de akamete uğramıştı... fakat
bu gibi hareketler durdu mu?... Hayır durmadı.

Meclis açılmış, Cumhurbaşkanı seçilmiş, İnönü Başbakanlığa getirilmiş... ilk


koalisyon hükümeti kurulmuş ve demokrasi çarkı dönmeye başlamıştı.

1962 ye girerken ben huzurlu ve çok sevdiğim mesleğimle uğraşmaktan


memnundum... ama bu fazla sürmedi... İstanbul ve Ankara’da çeşitli toplantılar
yapılıyor fakat ben hiçbirine katılmak gereğini duymuyordum... yanlız haberleri
alıyor... ve gelişmeleri izliyordum.

* * *

1962 yılına girdiğimizde, Silâhlı Kuvvetler içinde huzursuzluklara paralel olarak


disiplinsizlikler de artıyordu. Bir türlü kışlaya dönemiyorduk. Bunda,
politikacıların da büyük kusuru yok değildi... adeta olay daha sıcak olmasına
karşın 27 Mayısa karşı bir husumet havası estirilmeye çalışılıyordu... Mecliste
sert tartışmalar ve kavgalar oluyor... subaylara ve eşlerine küfreden bir
milletvekili, subay kökenli bir Genel Müdür tarafından dövülüyor ve
dokunulmazlığı kaldırılıyordu. Başbakan İnönü; deneyimlerine,
soğukkanlılığına, yol göstericiliğine rağmen çalkantıları durduramıyordu. Silâhlı
Kuvvetlerdeki kaynaşmanın başını Talât Aydemir ve grubu çekiyordu ve
nedense adeta «dokunulmazlıkları» vardı... en şaştığım durum ise daha üst
rütbeli birtakım insanların... Albay olan Aydemir’i lider olarak görmeleri idi...
ama bu tipler genellikle ikili oynuyorlardı. İstanbul’da yeni bir müdahale
protokolü hazırlanmış ve imzalanmıştı. Bu toplantıya ben ve bana bağlı
birliklerden kimse katılmadı... biz havacılar, çok büyük bir çoğunluğumuzla
'düzen'den yana ve yeni ihtilâl ve hele maceralara karşı idik Silâhlı
Kuvvetler’de... İhtilâl için söz verip cayanlar, kararsızlar elbette vardı fakat
genelde başta Başbakan İnönü olduğu halde Genelkurmay Başkanı Org. Sunay
ve Kuvvet Komutanları bir harekete karşı idiler.

Talât Aydemir ve yakın arkadaşlarının Ankara dışına atanmaları sonunda 22


Şubat olayı patlak verdi.

* * *

Ben olayın Eskişehir bölümünü yaşadım... Komutan Tansel, uçakla geldi ve


geceyi benim karargahımda geçirdi.

22 Şubat gün ve gecesi Albay Talât Aydemir’in emri ile şehrin bir bölümünü
kontrol altına alan Harp Okulu, telâş ve kargaşa yaratmıştı. Cumhurbaşkanı
Cemal Gürsel, Mürted Havaalanı’na götürülüp güvence altına alınmıştı.
Başbakan İnönü, Hükümet üyeleri ve Parti Liderleri ise Hava Kuvvetleri
Karargâhı’na gelmişler ve geceyi orada geçirmişlerdi.

O gece, benim ajanda sahifelerinde tuttuğum notları Sayın Metin Toker sonraları
benden istetti... İnönü ile yakınlığı dolayısı ile de 1969 yılında kaleme aldığı
«İsmet Paşa ile 4 Buhranlı Yıl» adlı eseri önce gazetede ve sonra kitap halinde
yayınlandı. Ben, detaylı olarak olayın yalnız Eskişehir, Toker ise Eskişehir -
Ankara durumunu biliyordu. Ben de onun için kendim yazmak yerine olayı
Metin Toker’in kaleminden aktarmayı daha uygun buldum..

TANSEL NEREDE?
İsmet Paşa; «Tansel nerede? Bir de Tansel ile görüşeyim...» dedi.

Tansel, Eskişehir’de 1nci Hava Kuvveti Komutanı Tuğgeneral Muhsin Batur’un


nezdindeydi.
Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in, Ankara'nın o ana-baba gecesinde
nerede olduğu hep bir tartışma konusu teşkil etmiştir. «Resmi izah» Tansel’in
bütün gece Ankara üzerinde uçtuğu, hükümet harekâtına oradan fiilen komuta
ettiği, gecenin askeri kurtarıcısının o olduğu tarzındadır. Tansel nedense, bu
masalı yalanlamak ihtiyacını da hiç hissetmemiş, efsanenin devamını tercih
etmiştir. Hatta evvelâ «11 Subay Olayında» en yakınları ile, bu arada Mucip
Ataklı ve Haydar Tunçkanat ile bozuştuğunda, sonra da bugünlerde dedikodusu
yapılan M.D.O. hikâyesini tamamıyla hissi sebeplerden ortaya attığmda 22 Şubat
gecesinin gerçeğini bu kimselerin gayet iyi bilmesi Tansel’e bir takım
kompleksler vermiştir. Düşünmek lâzımdır ki, efsanenin yaratıcısı da, «11
Subay»dan Hüsnü Özkan’dır.

İsmet Paşa, Tansel’in nerede olduğunu sorup onunla görüşmek isteğinde


bulunduğunda Hüsnü Özkan şu cevabı verdi;

«— Paşam —yani Tansel paşa— uçağı ile havada. Harekâtı oradan kontrol
ediyor. Ben sizi kendisi ile, telsiz telefon vasıtasıyla konuşturayım Sayın
Başbakanım».

Özkan, Tansel’i aradı. Fakat havada değil Eskişehir’de. Tansel, İsmet Paşa’yla
görüşmesini Muhsin Batur’un yanından yaptı. İsmet Paşa uzun süre Tansel’in o
gece gerçekten Ankara göklerinde olduğunu sanmıştı. Doğruyu ancak sonra
öğrenmiş ve gülmüştür. Elde mevcut kayıtlar göstermektedir ki, Komutan,
olayların başlaması üzerine 22 Şubat günü saat 16.20’de Karargâhtan ayrılmış,
Etimesgut’tan saat 17.00’de uçmuş, saat 17.53 de Eskişehir’e inmiş ve Batur
tarafından misafir edilmiştir.

Tansel’in kararı doğru bir karardı ve Karargâhı da bunu tasvip etmişti. Hava
Kuvvetlerinin en güçlü birlikleri Eskişehir’de idi. Ankara’dan oraya emir
verecek yerde, doğrudan doğruya orada bulunmak daha iyiydi. İnsanlar,
bozuştuklarında, bozuştukları kimseler hakkında zalim oluyorlar. Tansel
korkusundan Eskişehir’e kaçmamıştır. Tansel işin başından itibaren, bütün Hava
Kuvvetleri gibi, sergüzestçi juntanın karşısında yer almıştır. Ama onun da bir
efsane üzerine çalımlı şöhret bina etmeye kalkışması, gerçeği söylemeye
yanaşmaması, hele demokratik nizamın en az kendisi kadar savunucusu
olduğunu bildiği kimseleri darbeci gibi göstermeye kalkışması fazla parlak bir
karakterin belirtileri olmaktan uzaktır.
İNÖNÜ TANSEL’LE NE KONUŞMUŞTU?
İrfan Tansel ancak 23 Şubat günü saat 14’de Eskişehir’den Ankara’ya hareket
etti. Hava Kuvvetleri Komutanının Başbakanla gece ne konuştuğunu bilmek ilgi
çekicidir. Konuşma, Eskişehir’de, Muhsin Batur’un yanında cereyan etti.

İsmet Paşa, Tansel’e tutumunu söyledi;

«— Silâhlı Kuvvetler, Başkomutanının emrine uymak ve girişilen harekâta


derhal son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmemiş olmasını göz önünde
tutarak, harekâta katılanlar hakkında hiçbir cezaî takibat yapılmayacağına,
Hükümet Başkanı olarak söz vereceğim» dedi.

Telefonu Muhsin Batur da dinliyordu. Batur derhal itiraz etti. Tansel’e affın
doğru olmayacağını söyledi. Ordudaki disiplin ne olacaktı?... Tansel bunu, kendi
fikriymiş gibi İsmet Paşa’yâ aktardı. İsmet Paşa Hava Kuvvetleri Komutanını
ikna için izah etti;

«— Benim düşündüğüm, bunları derhal emekliye ayırmaktır. Şimdiye kadar kan


dökülmemiş olmasını kaydederek kendilerini Divan-ı Harbe vermeyeceğim.
Müstahakları odur. Bu mücadelede çocukların kanının dökülmesi bize hayatımız
boyunca üzüntü verecektir.

Bunun mahzurları çoktur. Israr ederlerse birçok masum kanı akacaktır. Devletin,
Ordunun şerefini muhafaza için yapacağım muamele kâfidir. Hiç kimse
çocukların hayatını kurtarmak için bir âsiye söz vermiş olmaktan kınanamaz.
Cezalarını öyle bulacaklardır.»

Sonra devam etti;

«— Şerefle vazife ettiniz. Bütün ömrünce şerefle hizmet edeceksin. Bu


yapacağınız muamele ile memleketin ve ordunun şerefi kurtulacaktır. En emin
tedbir budur. Devletin şerefi, hayatın bekasının şartıdır. Devlet içinde senin gibi
kumandanların mevcudiyeti teminattır. Tam bir vazife şuuru içinde çalıştınız.

Tansel, «Nasıl emrederseniz Paşam» cevabını verdi. İsmet Paşa şöyle dedi;

«— Sizin anlayışınıza teşekkür ederim. Memleket size minnettar olmuştur. Ben


iki kat minnettar oldum.»
Sanırım bu muhaverenin bir metni General Batur’da hâlâ mevcuttur.

* * *

Metin Toker’in yazısındaki olayların anlatılış ve değerlendirmelerin büyük


kısmına katılıyorum. Komutan Tansel’in, «harekâtı havadan idare etti» konusu;
Karargâhta bulunan Kurmay Başkanı General H. Özkan ve sonradan kendilerine
«11»ler denilen bir grup tarafından deklare edilmiş ve bunda fayda görülmüştü...
(faydası neydi, bugün de anlamış değilim).

General Tansel’le 22 Şubat gecesi aramızda geçen görüşmelerimizde itiraf etmek


gerekir ki, pek uyum içinde değildik. Kendisi, bana çok aşırı gözüken düşünceler
ileri sürüyor... Harp Okuluna karşı çok sert önlemler alınmasını öngörüyordu...
ben ise, bu kandırılmış gençlerin biz korkup, yumuşamazsak bir şey
yapamayacaklarını, buna karşı hareketi başlatanlara acınmaması gerektiğini ileri
sürüyordum.

Komutan Tansel, Ankara’ya döndükten sonra 25 Şubat günü görüşlerimi yansıtır


bir yazıyı kaleme aldım... gereği için kendisine arz, bilgi için ast birliklerime
gönderdim. Bu yazıda;

* Meşruluğu tartışma kabul etmeyen 27 Mayıs’ın getirdiği 9 Temmuz


anayasasına, Meclis ve Hükümetin meşruiyetine inandığını

* Silâhlı Kuvvetler Yüksek Komuta Kademesine güven duyduğunu

* 22-23 Şubat olaylarının;

— Son bir aylık dönemde, bazı partilerin ihtilâl öncesi hareketin hasretini
çeken, 27 Mayıs’ı dejenere etmek isteyen müfrit kanatlarının faaliyetleri ve
malûm bazı gazetelerin zedeleyici ve yıkıcı tahrikleri ile Hükümetin ve Yüksek
Komuta katının lüzumlu önlemleri almakta gecikmiş olması

— Bu gecikmenin yarattığı huzursuzluktan faydalanmak isteyen Silâhlı


Kuvvetler içindeki sağduyu yoksunu ve kısa görüşlü bir zümrenin faaliyetleri
bilindiği halde gerekli ve kuvvetli tedbirlerinin zamanında alınmamış
olmasından patlak verdiğini

* Bu hareketlere sebebiyet verenlere karşı yasal işlem yapılmasını


* Son olaylarda olumlu rol oynamış bazı kişilerin deklaresi ile işin şahsiyata ve
Kuvvetler arası sürtüşmeye yöneltmeye dökmenin yanlış olduğunu

* Kendilerinden her zaman olağanüstü ağır görevler istenen alt kademelerin


olaylar hakkında zamanında bilgilendirilmeleri ve yönlendirilmelerinin doğru
olacağını... arz ettim.

* * *

22 Şubat olayı kapandıktan sonra Komutan Tansel ve Karargâhı bambaşka bir


hava içine girdiler...

22 'Şubat ayaklanmasını ne Silâhlı Kuvvetler ve ne de Hava Kuvvetlerinin tümü


değil de yalnızca Hava Kuvvetleri Karargahındaki (isim de belirtilmek sureti ile)
bir avuç insan bastırmıştı (!). Bu durum, bana göre çok yanlış bir tutumdu...
düşüncelerimi ikinci bir yazı ile Komutan Tansel’e sundum. Özetle:

«22 Şubat olayı Silâhlı Kuvvetlerimizce bastırılmıştır... Kuvvetler arasmda


sürtüşme yaratılmaması lâzımdır... Hava Kuvvetleri içinden bir gurubun şerefi
kendilerine mal etme heves ve gayretleri önlenmelidir... Silâhlı Kuvvetler
mensupları artık politikadan çekilmelidir... yönetim yerine oturuncaya kadar
Silâhlı Kuvvetlerimizin görüşleri, beraberlik içinde hareket edecek Genelkurmay
Başkanı ve üç Kuvvet Komutanınca Milli Güvenlik Kurulunda dile getirilmeli...
bu sağlanırsa Silâhlı Kuvvetler mensuplarının tatmin olacağını...» bildirdim.

Bu görüşlerimde aldanmadığımı da maalesef sonraki olaylar doğruladı... Hava


Kuvvetlerinde yeni bir bölünmenin tohumları 22 Şubat’m hemen ertesinde
atılmıştı.

Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tuğgeneral Hüsnü Özkan çok yakın ve


sevdiğim bir arkadaşımdı. Merzifon ve Balıkesir’de beraber bulunmuştuk... 27
Mayıs’tan sonra 1nci Kuvvet Kurmay Başkanlığına atanmıştı. Haziran 1961’deki
Tansel olayından sonra da Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlığına atanmış ve
aynı yıl General olmuştuk, kıdemce ben öndeydim. Uzun süre ilişkilerimiz çok
iyi devam etti... günde bir kaç defa telefon açardık birbirimize... sonra nedense
gittikçe telefonlar ve ilişkiler azalmağa başladı. Bu sıralarda General Tansel
oldukça ağır hastalandı... evinde tedavi görüyordu ve bir süre göreve devam
edemeyecekti. Kendisini evinde ziyaret ettim ve geçmiş olsun dedim.

İhtilâl’den sonra bir karar alınmış... Komutanların yurt dışına çıkışlarında


kendilerine vekâlet için en kıdemli General Ankara’ya gelmez, günlük işleri
Kurmay Başkanı yürütürdü. Şimdiki durumda ise Tansel’in vekâlet vermesi
gerekiyordu. Hava Kuvvetlerinde ise durum biraz karışıktı... Tümgeneral olan
Reşat Mater, Kuvvet bünyesinde değildi, sonra gelen Tuğgeneral İbrahim Metel
Tugay'a komuta ediyordu... ben ise Kolorduya... Komutan Tansel durumu
Özkan’la görüştüğünde... «bu işin adını koyalım, vekâleti bana verin» cevabını
almış... bana bu cevaptan bahsetmeden düşüncemi sorduğunda... «General
Mater’i Genelkurmaydan geçici olarak alın, vekâleti verin» dedim. Neyse...
Komutan Tansel çabuk iyileşti ve göreve başladı.

1962 yılı sonlarına doğru da sonradan «11 Havacı Subay» diye adlandırılacak
olayın ilk belirtileri açıkça görülmeye başlandı. Olay kapandıktan sonra General
Tansel, konuyu belgelemek için üst kademe komutanlarından konu ile ilgili
yazılı rapor istedi... ben de 25 Aralık 1962’de raporumu sundum. Fazla detaya
inmeden görüşlerimi şöyle özetleyebilirim.

* Hava Kuvvetlerinde bir bölünme olduğunu biliyordum. Bu bölünme:


Komutan ve taraftarları, Kurmay Başkanı General Özkan ve taraftarları,
tarafsızlar ve yalnız kendi çerçevesi içinde vazifesi ile uğraşanlar olarak
tanımlanabilir.

* Bu bölünmenin Muharip birliklere intikalinden endişe ediyordum. Nitekim,


Özkan grubuna dahil oldukları bilinen subayların birlik komutanlığına
atanmamalarını ve atanmışların geri alınmasını rica etmiş fakat bu arzum yerine
getirilmemişti.

* General Özkan, General Demirgüç, Alb. H. Menteş, Alb. F. Arsın, Alb.


Parmaksız, Alb. T. Akkoç, Alb. Yurtsever, Bnb. H. Tamer; kendi aralarında
Komutandan izinsiz toplantılar yapıyorlar ve bu arada Milli Birlik Grubundan
Mucip Ataklı ve Haydar Tunçkanat ile temas halindeydiler. Ataklı ve Tunçkanat,
General Süleyman Tuncel’le de temasa geçince, konuşulanları Tuncel, General
Tansel’e aktarmış ve böylece olay patlak vermişti.

* Ben, askerlik dışı konularda her zaman bir ast kademe Komutanların ve
Karargâh Başkanlarınm düşüncelerini öğrenmek yolunu benimsemişimdir... hem
onları onore etmek ve hem de düşünceleri ortak bir noktaya kanalize etmek
için... bu görüşlerden etkilenip etkilenmemek bana ait bir husus... Karar ise
yalnız bana ait olurdu, bu maksatla Eskişehir’de 18 Albay ve Yarbayın katıldığı
bir toplantıda hazırladığım 4 sorulu bir anketle düşüncelerini tespit ettim. Anket
soruları ve verilecek cevaplar şunlardı:

a) Atatürk devrimlerine bağlılığı ifade ve, 27 Mayıs devrimini meşru sayan


Anayasamızın himayesinde; Türkiye’nin demokratik rejimle idare edilmesinin
doğru olduğuna... inanıyorum/inanmıyorum... veya...

b) İstikbalde anayasayı ihlâl ve 27 Mayıs öncesine dönüşü hedef tutan


olaylarla karşılaşılması ve halk çoğunluğunun bu olaylara cephe alması halinde
statüko’ya karşı gelenlere direnme için Silâhlı Kuvvetler camiasında ilk karar
verme organlarının Silâhlı Kuvvetler Konseyi veya Askeri Şura olduğuna...
inanıyorum/ inanmıyorum... veya...

c) Muhtelif fikir ve cereyanları temsil eden siyasi ve gayrı siyasi teşekkül ve


şahıslarla, ezcümle; partiler, dernekler, tabii senatörler, 14’ler, 22 Şubatçı’lar vs
ile hale ve istikbale muzaf aktif işbirliği halinde çalışmanın ve dolayısı ile Silâhlı
Kuvvetleri bilfiil politikaya sokmanın doğru olmadığma... inanıyorum/
inanmıyorum... veya...

d) Silâhlı Kuvvetler Yüksek Komuta heyetindeki değişiklik ve tayinlere


Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının, Kuvvetler içindeki değişikliğe
ise yalnız Kuvvet Komutanlarının birinci derecede yetkili ve sorumlu
olduklarına, dışarıdan ve alt kademelerden bu hususta tesir, telkin ve bu yolda
gruplaşmalar yapılmasının doğru olmadığına... inanıyorum/ inanmıyorum...
veya...

* Toplantıya katılan bütün subaylar... mevzuların müsbet olan cevaplarına,


yani (a) sorusuna İnanıyorum, (b) sorusuna, İnanıyorum, (c) sorusuna
İnanıyorum, (d) sorusuna İnanıyorum tarzında katıldılar.

* Kendi kuvvetim içinde birliği sağladıktan sonra General Tansel’den izin


alarak Diyarbakır’a giderek 3ncü Kuvvet Komutanı General Alpkaya ve 8nci Üs
Ku. Alb. L. Gündoğdu ile görüştüm. Üzerinde ısrarla durduğum konular...
bölünmemek, Silâhlı Kuvvetler dışı ile olan ilişkileri durdurmak, politika ile
ilgilenmemekti.

* 24 Kasım’da Ankara’ya giderek General Tansel ile görüştüm ve kendisine;


Gen. Tuncel ve arkadaşlarının doğru söylediklerine inandığımı... ancak belki bir
yanlış anlama da olabilir... onun için General Tuncel, General Özkan, General
Ataklı’yı beraberce dinleyelim ve hakikati öğrenelim teklifinde bulundum.
* General Tansel, teklifimi uygun gördü... benim yanımda, Gen. Özkan ve
Gen. Tuncel ile arkadaşlarını çağırarak iki tarafın da söylediklerini dinledi, saat
16.00’da Gen. Ataklı geldi ve toplantıya katıldı. Karşılıklı itham ve serzenişlerde
bulunuldu ve sonunda General Tansel, Ataklı'ya... «Hava Kuvvetlerini hava
generalleri idare eder, sizin Meclis’te başka ve ağır işleriniz var, ne için bizim
işlerimize karışıyorsunuz?» dedi.

* Toplantıdan sonra Gen. Tansel, ben, Özkan, Tuncel odada yalnız kaldık. Gen.
H. Özkan, komutana... «Eğer bana itimat ediyorsanız vazifeme devam edeyim...
etmiyorsanız beni tayin edin» dedi. Gen. Tansel cevaben; «Önce iyi çalıştınız,
fakat benden gizli olarak toplantılara katıldınız, bu yüzden size kırgınım, iyi bir
insansınız, ancak kandırılabiliyorsunuz, durumu tezekkür edeceğim» dedi.

* 29 Kasım’da bana bağlı olan 6’ncı Üs Komutanı Kur. Alb. H. Menteş ve


4’ncü Üs Komutanı Alb. F. Ersin istifa dilekçelerini verdiler.

* 4 Aralık’ta Komutanlık’ta; bütün generallerin, Üs Komutanlarının,


Albayların ve Karargâh kilit personelinin iştiraki ile büyük bir toplantı yapıldı...
ben kendi maiyetimdeki subaylara... prensip olarak Komutanı desteklediğimi,
kendisi ayrılırsa yalnız bırakmayacağımı söyledim.

Böylece «11 Subay» olayı emeklilik işlemleri ile kapandı, konu ile ilgili başka
emeklilik işlemleri de sonraları yapıldı ve Hava Kuvvetleri gene kayıplara
uğradı. Olaylarda «kim haklı?», «kim haksızdı?»... Bunu kesinlikle saptamak
çok zor. Ancak bazı faktörleri göz önüne alırsak:

* 27 Mayıs’ta Silâhlı Kuvvetler’de yapılan tasfiyeden önce Hava


Kuvvetlerinde 60 taneden fazla general vardı... Gen. Tansel’in Komutanlığa
getirilmesi, başta Mucip Ataklı olmak üzere Komitenin havacı üyelerince
gerçekleşmişti.

* Uzun süre Tansel - Havacı Milli Birlik üyelerinin ilişkileri olumlu bir şekilde
devam etmiş... Gen. Tansel’in Washington’a gönderilmeyip tekrar Komutanlığa
getirilmesinde Milli Birlikçiler, Tansel’den yana tutum göstermişlerdi. Acaba bu
durumlar bir tarafta kompleks, öbür tarafta bir üstünlük duygusu mu yaratmıştı?

* Mucip Ataklı, Özkan ve ben, sınıf arkadaşıydık. Eğer Hava Kuvvetleri’nde


Haziran 1961 olayları ve onun sonucundaki tasfiye ve emeklilikler olmasaydı...
Hüsnü Özkan, Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı’na gelemez ve kıt’a
hizmetinde olmadığı için o yıl general olamazdı. Acaba yeni görev kendisinde
bir büyüklük kompleksi mi uyandırmıştı?

* Gen. Özkan’la Mucip Ataklı niçin ve ne sebeplerle Gen. Tansel’e karşı


işbirliğine girdiler?

* Bu olay ikinci bölünme olduğuna göre bu olaylarda acaba Gen. Tansel’in


tutum ve zamanla değişen mizacının ve kusurlarının etkisi yok mu idi?

* Gen. Tansel, uyarılara rağmen niçin olabilecekleri daha önceden kestirerek


gerekli önlemleri zamanında almamış ve olaylar büyümüştür?

Tabii ki bu soruların cevaplarını ben ancak kendime göre verebilirim... ama bu


cevaplar tam doğru olur mu?... bilemem, ancak sonuç olarak; hızını alamamış
ihtilâlin etkilerinin sürmesi... potilikacılarm geçmişten ders almamalarının
Silâhlı Kuvvetleri yeni arayışlar içine itmesi ve bu olayda iki tarafın da kusurlu
hareketleri ile olaya sebebiyet verdikleri ve Hava Kuvvetlerimizin 27 Mayıs’tan
beri üçüncü zayiatını verdiğini... söyleyebilirim.

1963 yılına girdiğimizde ortalık süt liman değildi. Gerek Silâhlı Kuvvetler’de
gerekse emekli olmalarına rağmen Talât Aydemir ve grubunun faaliyetleri
gözetleniyordu. Hatta Ankara’nın göbeğinde, Harp Okulu öğrencileri Talât
Aydemir’in önünde resmigeçit yapabilmişlerdi... ben Kara Kuvvetlerinin disiplin
anlayışı ile bu durumları bir türlü bağdaştıramıyordum. Biz, 1nci Hava
Kuvvetleri mensupları bu atmosferin dışında görevlerimizle meşguldük. Ama
subaylardaki genel eğilim bazı konularda tatminsizlik ve huzursuzluk olduğunu
belirliyordu... AP ve YTP’ye ve bu partilerin işledikleri konulara sempati
duyulmadığı aşikârdı. Çok basit görünen, fakat mânası değişik basit bir olayı
anlatırsam bu hisler daha iyi anlaşılır... General olarak resmi arabam vardı; fakat
bu arabayı hiçbir zaman özel işlerimde ve hafta sonu tatillerinde kullanmayı
sevmezdim (hiçbir zaman da sevmedim, Hava Kuvvetleri Komutanı iken özel
arabam vardı)... Kullanılmış 1959 modeli bir Chevrolet aldım ve Eskişehir’de
plaka çıkarttım (26 AF 111). Arkadaşlarım benim otomobil almama sevindiler...
fakat bir süre sonra bir sözcü gönderdiler... ve «Komutan, rica etsek şu plakayı
değiştirir misiniz?» dediler. «Neden?» diye sordum... «AF» yazıyor, etraftan
yanlış mâna (siyasi af) çıkaranlar olabilir» dediler.

1963 yılı Şubat’ında Meclis’ten «kısmî bir af» yasası çıktı... 22 Mart’ta da Celâl
Bayar, Kayseri cezaevinden şartlı olarak salıverildi... Fakat Ankara’ya gelişinde
çok gereksiz gösteriler yapılmasını sağlayacak alâyişli ve yanlış tutumlar içine
girdi... kandırılmış bazı er’ler dahi silâhlarını bırakarak Bayar’ın elini öpme
yarışma girdiler. 14’ler de yurda dönmüşlerdi. Ben, 1961 yılından beri Talât
Aydemir’i görmüyordum... ama tanıyabildiğim kadarı ile bu albayımız... yurdun
bunalıma girdiği bir dönemde artık hiçbir önemi olmayan Kore birliğine gittiği
için, Milli Birlik Komitesi’ne girememiş... bu sebeple kompleks içine düşmüş,
yerinde duramayan, fakat ne istediği de pek belli olmayan bir ihtilâlci ruha
sahipti... daha doğrusu bir ihtilâl hastası idi.

İtiraf etmek gerekir ki, o zamanlar iki yönlü davranışlar içinde bulunan bazı
yüksek rütbeli kimselerle olan iilşkisi devam ettiği için Aydemir kendisini güçlü
görüyor, ayrıca bazı yanılgılara da düşüyordu... örneğin Hava Kuvvetlerinde
birkaç subaya el atmakla bu kuvveti ele geçirebileceği gibi... nitekim sonradan
anlaşıldı ki... verecekleri emirle bir tek uçağın motorunu dahi çalıştıracak
otoritesi olmayan bazı muvazzaf ve emekli hava subayları da kendisine katılmış.

Böyle bir ortam ve düşüncelerle 21 Mayıs olayı patlak verdi... ben, olayı haber
alır almaz karargâhıma geldim... gelirken de neler yapacağımın planlarını
kafamda hazırladım.

Yaptığım değerlendirmeye göre; olay bir isyan hareketiyid, sebebi kısır ve hatalı
görüş ve şahsi kaprislere dayanıyordu, böyle bir hareketin başarı sağlaması Türk
milletinin ve Silâhlı Kuvvetlerinin geleceği bakımından çok acı neticeler
verebilirdi... O halde verilecek karar, karşı koymaktı. Karşı koyma kararı iki
türlü tatbik edilebilirdi... pasif ve aktif tedbirlerle. Pasif tedbirlerle, aktif olarak
radyoyu ve Ankara’nın yarısını işgal etmiş isyancılara karşı koymanın zaaf
telâkki edileceği ve bu zaaftan istifade edecek asilere yeni katılmalar olacağı
aşikârdı.

Asiler, iki grup halinde mütalaa edilebilirdi... elebaşları ve iştirakçiler...


iştirakçiler kandırılmış, zayıf veya çok genç oldukları için, kardeş kanı
dökülmeden meselenin çözüm yolları aranmalı idi... bunun için de önce asiler
üzerine havadan ikaz edici bir bildiri atılmalı... sonra jet uçakları ile ses duvarı
aşılarak ilk baskı, fiilî olarak gösterilmeliydi.

Ayrıca bu karar ve eylemlerimizden Hava Kuvvetleri ve Ordu Komutanları


haberdar edilmeliydi.

* * *

Önce bütün birlik komutanlarımla tek tek konuştum... durum ve görüşlerimi


bildirdim, birlikleri alârma geçirttim ve aşağıdaki emri verdim.

M. S. B.
1nci Hava Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı
GEREĞİ İÇİN : Kuvvet’e bağlı Üs’ler
Eskişehir Garnizon Birlikleri
BİLGİ İÇİN : Hava Kuvvetleri K.
3ncü Hava Kuvveti K.
Hava Eğitim K.lığı
1nci Ordu K. lığı
2nci Ordu K.lığı ,
1. Türk Milletince kabul edilmiş olan Anayasamızın Meclis veya Hükümet
tarafından ihlâl edildiği hususunda Millet çoğunluğu vicdanında bir kanaat
belirmediği müddetçe ufak veya büyük olsun hiçbir zümre veya kuvvetin meşru
düzeni bozmağa hakkı olmadığına inanmış biz havacılar, bu gibi hareketlere
tevessül edenlere karşı aynı kan ve aynı üniformayı taşıdığımız halde silâhla
karşı koymağa azimliyiz.
2. Bu emrin almışı ile bütün Üs’ler Alârm’a geçecekler, faal bütün tayyareler
bomba, roket ve mermi ile yüklenecek, kalkış ve hedef için emir bekleyeceklerdir.
Garnizon Komutanları mahalli en büyük mülki âmirle işbirliği ederek sükûn ve
huzurun teminini sağlayacaklar ve halka gerekli yayınlarda bulunacaklardır.
3. Emrin alınıp anlaşıldığının bildirilmesini rica ederim.
Muhsin Batur Tuğgeneral
1nci Hava Kuvveti K.

* * *

Havanın ışıması ile birlikte, kalkacak silâhsız uçakları hazırlattım, askerî hava
matbaasını açtırarak bildiri haline getirdiğim emrin birinci maddesini, Ankara
üzerine havadan atmak amacı ile bastırttım.

Türk Milletince kabul edilmiş olan Anayasamızın Meclis veya Hükümet


tarafından ihlâl edildiği hususunda Millet çoğunluğu vicdanında bir kanaat
belirmediği müddetçe ufak veya büyük olsun hiç bir zümre veya Kuvvetin meşru
düzeni bozmağa hakkı olmadığına inanmış biz Havacılar, bu gibi hareketlere
tevessül edenlere karşı aynı kanı ve aynı üniformayı taşıdığımız halde silahla
karşı koymaya azimliyiz.
Türk Milletinin geleceğini şahıs ve isteklerinizin üstünde tutarak arzularınızdan
sarfınazar etmenizi ve kardeş kanı dökülmesini önlemenizi son defa hatırlatırız.
nci Hv. Kv. K.
1

* * *

Sabah olunca General Tansel, telefonla benden Harp Okulu üzerine uçak
göndermemi istedi. Ben zaten uçakları havalandırmıştım... «uçaklar kalktı... iki
dakika sonra Ankara üzerinde» dedim. Bildiriyi havadan attırdım... kendi
birliklerime verdiğim emrin bir örneğini bölgemizde bulunan 1nci ve 2nci Ordu
Komutanlıklarma bilgi için sundum... tutumumuzun ne olduğu açıkça bilinsin
diye.

Ankara’da ise General Tansel, benim komutamda bulunan 4ncü Üs’se direkt
emir vererek (buna yetkisi vardır, komutanların) asi kuvvetlere ateş açtırmış...
ama maalesef yanlış hedefe ateş açılmış ve meşru tarafa zayiat verdirilmiş...

Böylece 21 Mayıs olayları da kapandı ve Talât Aydemir ve arkadaşlarının


Mamak Askeri Mahkemesinde yargılanmasına başlandı.

* * *

İstanbul civarında bulunan Füze birlikleri de Yeşilköy’de yapılan bir törenle 1nci
Kuvvet'e devredilmiş ve sorumluluklarım artmıştı.

Başbakan İnönü de iki defa Eskişehir’e gelmiş, benden durum ve görevim


hakkında bilgi almış, ben de kendisini yakından tanımak fırsatını bulmuştum.

Ben, 30 Ağustos 1963’de Tümgeneralliğe terfi etmiştim, aynı göreve devam


ediyordum. Yıl sonundaki Kıbrıs buhranından sonra 1964 yılı Ağustos’unda
orada gene olaylar patlak verdi. 9 Ağustos’ta uçuş kulesinde... «General Tansel...
Eskişehir’e iniyor» haberini verdiler. Kendisi uçaktan indi, uçağın pervaneleri
çalışmağa devam ediyordu... Kendisini karşıladım. Bana, Kıbrıs olayları
karşısında Hükümet ve Genelkurmayın çekingenliğinden bahsetti, olsa olsa
hükümetin gösteri uçuşu için Kıbrıs’a uçak gönderebileceğini... eğer ben kabul
edersem, bu uçakları silâhlı göndermeyi istediğini söyledi... kabul ettim. 4’lü bir
kol gönderdim, dış tepki gelmeyince resmi emirle Hava Kuvvetlerimiz
kullanılmak sureti ile Yunan katliamı durduruldu.

Bu harekât esnasında Cengiz Topel’i şehit verdik. Yurdun her tarafından telgraf
ve mektuplar alıyordum, tek tek cevaplamak mümkün olmadığı için basına şu
beyanatı verdim...
«Kıbrıs’a karşı girişilecek bir hava harekâtı; modern anlamda jeopolotik ve Hava
Kuvvetlerinin kudret ve kabiliyetini bilenler için icrası istenilen bir hareketti.

Neticenin tam bir başarı olacağını biliyorduk.

Meslekte profesyonel, ruhta amatör olan biz Havacılar, bugünler ve bu vazifeler


için yetişmiş olduğumuzu aziz milletimize ispat etmek istiyorduk.

Üst kademelerden verilen kararı icra ederken; her kademedeki Komutan, uçucu
ve yer personeli ile bir bütün olan Hava Kuvvetleri mensuplarının bu başarıda
müşterek hisseye sahip olduklarını belirtmek isterim.

Yurdun her köşesinden ve çeşitli teşekküllerden aldığım telgraf ve mektuplarda


izhar edilen ulvî hisler karşısında ise bu asîl millete lâyık olmanın zorluğunu
hissediyor ve hepimiz bu kuvvete mensup olmakla gurur ve iftihar duyuyoruz.»

* * *

Silâhlı Kuvvetler, 21 Mayıs olayının sonuçlanmasından sonra düzene girmeye


başlamış, yeni ihtilâl hevesleri azalmaya başlamıştı. Eskişehir’de de subaylarla
AP’liler arasındaki soğukluk yavaş yavaş yok oluyordu... bunda Belediye
Başkanlığı’na seçilen AP’li Sabahattin Günday’ın (rahmetli) büyük payı vardı.

Bir gün iş adamlarından Aziz Bolel’den bir davet aldım, davet yerine gittiğimde
Vali İhsan Tekin ve Sabahattin Günday da vardı. Konu, Eskişehir’de yeni bir
spor kulübü kurulmasıydı... bir protokol hazırladık ve imzaladık... Eskişehirspor
(Es-Es’ler) böylece dünyaya geldi.

27 Mayıs Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra Türkiye’de, dünyada var


olan fakat bizim için yepyeni olan düşüncelerin ortaya atılması ve tartışılması
serbestleşti. Eskişehir’de, Prof. Orhan Oğuz’un gayretli çalışmalarıyla gelişen
Ticari Bilimler Akademisi vardı... daha da gelişmeleri için araziye ihtiyaçları
vardı. Genelkurmay Başkanı Org. Sunay’ı, Eskişehir’e gelişlerinde etkiledik ve
eskiden Uçaksavar Tuğayının bulunduğu bölge Akademiye verildi... şimdiki
üniversitenin temelleri de böylece atıldı.

Yaptığım yoklamalarda, özel sohbetlerde, subayların Türkiye’nin sorunlarına


karşı çok meraklı olduklarını saptadım. Akademide ders veren Profesörlerin
çoğu İstanbul ve Ankara’dan geliyorlardı. Prof. Orhan Oğuz’la anlaştık... her
hafta bir profesör belirli bir konuda subaylara konferans verecek, yalnız değişik
görüşler açıklamak suretiyle beğeni ve seçimi dinleyenlere ait olacak... örneğin
bir hafta sayın Prof. Feridun Ergin, ertesi hafta Prof. Sadun Aren... iç ve dış
ticaret konularında konferans verecekler, ters düşünceler ve tercihler ortaya
atılacak ve fakat iki yönlü dinlenmiş olacak. İki yıl süresince kış döneminde bu
konferansları sürdürdük ve çok faydalandık.

Bir gün Ankara’dan telefon edildi... Genelkurmay bu konferansların amaç ve


programlarını öğrenmek istiyormuş (!)... herhalde bir ileri fikirlinin (!) azizlik ve
ihbarına uğramıştık. İki yıldır uygulanan programın dosyasını alıp gittim... 2nci
Başkan olan General Refik Tulga dosyayı inceledi, çok beğendi, takdirlerini
bildirdi. Ancak ben kırılmıştım... konferansları durdurdum.
HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI
GENERAL TANSEL’LE
ANLAŞMAZLIK
Askerliğin belirli öğelerinden biri "Disiplin"dir. Ama modern disiplin anlayışı,
düpedüz emir kulu olmak değildir... hele generaller arasında.

Bir komutan emir verir ve ast o emri yerine getirir... ama karar ve emir
verilmeden konu tartışılıyorsa —bilhassa barış zamanında genellikle böyledir —
ast’lar düşüncelerini serbestçe söyleyebilmelidir... kişilik sahibi olanlar da
söylerler. İşte bakarsınız bazı hallerde sürekli düşünce aykırılıkları ortaya çıkar...
tabii ki verilen emirler yerine getirilir... fakat karşılıklı güven de azalır. Komutan
Tansel’le geçtiğimiz yıllar içinde birtakım anlaşmazlıklarımız ve görüş
farklılıklarımız elbette ki olmuştu... ama bunlar normal sınırlar içindeydi.

1965 yılından sonra durumlar değişmeye başladı. İlk olay, benden habersiz
olarak Kurmay Başkanım Alb. Faruk Koralp’ın (sonra Korgeneral)
değiştirilmesinde patlak verdi. Ne olur yani?... sana sorulmadan Kurmay
Başkanın alınamaz mı denilebilir. Yazılı bir kural yok, ama gelenekler vardır. Bir
komutan, verilen isimler içinden, kurmay başkanmı kendi seçer... Bu sürtüşme, o
esnada tesadüfen Eskişehir’e gelen Org. Sunay’ın da dikkatini çekti ve beni haklı
buldu.

Hava Kuvetleri’nde benim rütbeme gelip de Amerika’yı görmeyen parmakla


sayılacak kadar azdı... (sonradan 11 defa gittim). O yıl (1966) 5 Hava generalinin
Amerika’ya incelemeye gönderilmesi planlanmıştı... zannederim Amerikan
Yardım Grubu da kıdemli olarak beni önermiş... Amerika’ya gittik ve heyetimiz
olağanüstü ilgi gördü... sonradan anladım ki Karargâhta bu ilgi aleyhime bir
hava yaratmış.

Çok eski bir arkadaşım olan Mucip Ataklı ile görüşmem de rapor edilmiş...
ayrıca istihbarat teşkilâtımızca hakkımda inceleme yaptırıldığını duydum
(duymadım... tahkikatı yapan bizzat bana söyledi... çünkü beni çok iyi
tanıyordu). Gene de General Tansel’le ilişkilerimizde bir kopukluk yoktu ve
normal devam ediyordu.
General Tansel ve sayın eşleri... bazı bayramlarda Ankara’nın monoton
havasından kurtulmak için başka yörelere giderler... bu arada Eskişehir’e
gelirlerdi.

1966 yılı Şeker Bayramı’nda da geldiler. Evde otururken, Sayın Tansel... benim
çok yorulduğumu, hem taltif ve hem de dinlenmem için beni Washington’a tayin
etmek istediğini söyledi. Tedirgin oldum... çünkü o yıl Korgeneral olacaktım... 3
yıllık Korgenerallik süresinin iki yılını yurt dışında geçirmek mesleki geleceğimi
tehlikeye düşürebilirdi. Kendisine, dış göreve tayinin benim için çekici hiçbir
yanı olmadığını, ancak zorunluluk varsa bazı ailevî nedenlerle (oğlum Saint
Joseph Fransız okulunda okuyordu) Paris’e tayini tercih edeceğimi söyledim.

O yıl İstanbul’da yapılan Müşterek Harp Oyunları’nın bitiminde Cumhurbaşkanı


Sunay, Florya Köşkü’nde İstanbul’da bulunan general ve amiraller için bir
resepsiyon düzenlemişti. Kapıdan içeri girenleri Sayın Sunay ve eşleri
karşılıyorlardı... ben eşimle birlikte önlerine geldimizde, bana... «sen Türkiye’yi
bırakıp nereye gidiyorsun, bakayım?... burada lâzımsın» dediler. Ben de...
«Sayın Cumhurbaşkanım... ben askerim, nereye tayin edilirsem oraya giderim...
kaldı ki gitmeyi de ben istemedim» cevabını verdim. Ağustos gelip ben Paris’e
tayini beklerken... tayinim Genelkurmay Lojistik Başkanlığı’na çıktı.

Sayın Tansel’le anlaşmazlık su üstüne çıkmağa başlayınca... uzun yıllardır Hava


Kuvvetleri’nin yarısından fazlasına komuta ettiğim halde... «Haziran 1961» ve
«11 Subay» olaylarında olduğu gibi hiç gruplaşmaya sebebiyet vermemeye ve
Hava Kuvvetleri’ni bölmemeye gayret sarf ettim... Konuyu iki kişi arasında
sınırladım ve o çerçeve içinde uğraş verdim... geçmişten aldığım dersler vardı...
ve de .geçmişteki düzenden yana olan tutumuma ters düşemezdim. Birlikleri
gezdim, vedalaştım ve düşüncelerimi belirten bir mesajı kaleme alarak
yayınladım... o günlerdeki düşüncelerimi (şimdi de değişmedi) taşır bu mesaj...

* * * * *

HV.K.K.
1 nci HAVA KUVVETİ ESKİŞEHİR
29 Ağustos 1956
KONU : Tamim.
1. Askeri kariyerde belirli bir görev için çok uzun bir süre sayılabilecek: beş
yılı aşkın zamandır 1 nci Hava Kuvvetine Komuta ettim.
2. Bu süre içinde, iç ve dış çeşitli meselelerde, birliklerimin emin olduğu kudret
ve bildiğim inançlarına güvenerek ve onları temsilen, aziz ordumuz ve milletimiz
için faydalı olacağına kani olacak yolda hareket ettim.Hareketlerimde başarı
sağladığımız kanısındayım.
3. İnsanlar fani, görev ve makamlar geçicidir. Şu basit kaideyi bilmeme
rağmen, bütün varlığımla mecz olduğum birliklerimden ayrılırken büyük bir
üzüntü duyuyorum. Daima başarılı görmek istediğim mesai arkadaşlarıma
kendilerinden yaş, tecrübe ve rütbece büyük eski bir komutanları olarak bazı
tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
a) Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ve onun bir parçası olan Hava Kuvvetlerinin
mensubu olmakla her zaman gurur duyun.
b) Kitle ve şahsi şerefinizi daima dikkate alarak resmi ve özel hayatınızı
ayarlayın.
c) Askeri ve havacılık kültürünüzü artırmak ve zamana uygun seviyede
bulundurabilmek için devamlı okuyun ve çalışın. Elinizdeki silâhların en iyi
kullanma şekillerini tatbiki olarak öğrenmeye ve yenilikler bulmağa çalışın.
ç) Tarihi parlak devirlerimizin boş gururu ile oyalanmaktansa, şimdiki geri
kalmışlığımızın nedenleri ve giderilme çareleri üzerinde kudretiniz ve
imkânlarınız dahilinde zihin yorunuz ve çalışınız.
d) Türk tarihinde milletinin hali ve geleceği üzerinde daima en önemli role
sahip olmuş ve olacak olan silâhlı kuvvetlerin bir ferdi olarak, dünyanın ve
memleketimizin sosyal ve ekonomik problemleri üzerinde bilgili olacak şekilde
kendinizi yetiştirin.
e) Günlük politika hareketleri bizleri ilgilendirmez fakat Türkiyenin umumi
idaresi, karşılaşabileceği iç ve dış hadiseler, tehlikeli akımlar ve hareketler
daima takibinizde olmalıdır.
f) Pısırık, şahsiyetsiz ve evet efendimci olmayın. Askeri usuller ve terbiye
hudutları içinde, karşınızdaki sizden büyük ve aksi düşüncede de olsa fikrinizi
ifade etmek cesaretine sahip olacak tarzda kendinizi yetiştirin. Belki bazı
hallerde şahsi kayıplarınız olabilir fakat vicdanen rahat olursunuz ve sonunda
muhakkak kazanırsınız.
g) Zayıf karakter, tavizkâr tutum, riyakârlık ve sunî sevgi gösterili karakterlere
iltifat göstermeyin ve inanmayın. Bu gibi tiplerin insanı fena yollara
sürükleyeceğini ve ilk sıkışık anda tek başına bırakacağını unutmayın.
h) Daima iyi olun fakat iyilik ederken çok düşünün. Ekseri iyilik görenlerin
küçüklük kompleksine düşeceğini ve size fenalık etmece çalışabileceğini
unutmayın. Buna rağmen iyi olduklarına inandıklarınıza iyilik edin, aldanmış
olsanız da fazla üzülmeyin.
i) Lâyık olanları daima koruyunuz, yükselmeleri için kendilerine fırsat ve
imkânlar hazırlayın ve bunu iltimas kabul etmeyin.
. Sizlere veda ederken samimi hislerimle hepinize başarılar, daimi üstün
4
başarılar ve mutluluklar dilerim.
Muhsin Batur, Hv. Korgeneral, 1 nci Hava Kv Komutanı

* * * * *

Ben dış ülkeye tayinimi durdurmak için kimseye müracaat etmemiştim...
nedense Sayın Tansel, benim Sayın Sunay vasıtası ile tayinimi durdurduğum
saplantısına kapılmıştı. Önceleri General Tansel'i ziyaret etmedim... Sayın
Sunay’ın Oramiral Necdet Uran aracılığı ile haber göndermesi üzerine karargâha
gittim... Sayın Tansel’le üç saate yakın süre ile konuştuk, tartıştık. Kendisine...
«şimdi randevu alıp Cumhurbaşkanına beraberce gidelim... bu tayin işinin aslı
meydana çıksın» önerisinde bulundum, isteğim yanıtsız kaldı ve kendisi ile
emekli olup Büyükelçi olarak yurt dışına gidinceye kadar bir daha görüşmedik.

* * *

Yıllar geçti... 1974’e geldik... ben Senatör olmuştum, bir gün telefon çaldı...
Konuşan Orgeneral Tansel’di, sesi hemen tanımıştım... «hoşgeldiniz» dedim,
Kanada’dan yeni dönmüştü... bizi ailece yemeğe davet etti ve görüştük... şimdi
de müşterek anılarımız olan iki uygar insan, iki eski komutan olarak
görüşüyoruz. Aradan yıllar geçtikten sonra arada bir düşünürüm... hangimiz
kusurlu idik. Olayların geçtiği dönemlerde... kendime göre ben yüzde yüz
haklıydım... şimdi ise biraz farklı düşünüyorum.

Aynı görevde çok uzun süre kalması ve her zaman herkesin çevresinde
bulunabilecek insanlar Sayın Tansel’i yanıltmışlar ve yanlış yollara sevk
etmişlerdi... belki benim de kabahatlerim olmuştu. Sayın Tansel çok sonraları her
ikimiz de emekli iken bir gün Gümüldür kampında bana... «seni yanıma Kurmay
Başkanı alamazdım, çünkü sen uzun süre tek çalıştın ve komutan mizaçlısın,
Karargâhta bana uyum sağlayamazdın» dedi... doğru bir teşhiste bulunmuştu,
ama bana reva gördüğü muamele pek doğru değildi.
GENELKURMAY LOJİSTİK
BAŞKANLIĞI (1966 -1968)
8 yıldır Karargâhlarda çalışmamış ve Kıtalarda komutanlık yapmıştım.
Komutanlık ve Karargâh subaylığı farklı misyonlardır. Komutanlık’ta, eğer
kullanabilirseniz büyük serbestlik vardır, Karargâhta ise bu serbestlik kısıtlıdır,
yani düşüncelerinizi üstlerinize kabul ettirebilmek için uğraşı vermeniz,
üstleriniz fikirlerinizi beğenmezse onlarınkini, kendi düşüncenizmiş gibi
benimseyip yürütmeniz, yani özveride bulunmanız gerekir. Bunlar, askerliğin
değişmez kurallarıdır ve doğrudurlar da.

Orgeneral Sunay’ın Mart’ta Cumhurbaşkanı seçilmesiyle Org. CEMAL TURAL


Genelkurmay Başkanı olmuştu. Org. Refik Tulga, 2nci Başkan’dı; yani benim
birinci amirim Org. Tulga, ikinci amirim Org. Tural oluyordu.

Orgeneral Tural, 1nci ve 2nci Ordu Komutanı iken, birliklerimi denetlemeye


gittiğimde kendisini ziyaret ederdim, görüşürdük. Havacılara karşı ayrı bir
sempatisi vardı, beni; tanır, sever ve güvenirdi... ayrıca da bana karşı herkese
uyguladığı katı disiplin anlayışını yumuşatırdı... örneğin sigaraya olan
düşkünlüğümü bilirdi ve bir toplantıda sigara yakmakta gecikmişsem... «niye
sigara içmiyorsun?» diye sorardı... bunu diğer generaller de bilir... «sigaranızı
yakın da biz de içelim» gibilerden bana işaret ederlerdi. Org. Tural'ın bana olan
güveni, yanmda çalıştığımız sıralarda daha da arttı sanırım. Org. Tulga; kültürlü
ve uygar yapılı idi. Lojistik Başkanlığı’nın çalışma konuları çok önemli ve
çalışma alanı çok genişti. Her iki Orgeneral de bana büyük yetki verdiler... bu
sayede kısa sürede, esasında yabancı olduğum bu konuda çok rahat bir çalışma
temposuna girdim. Çok çeşitli konular arasında 4’ü çok önemli idi.

a) Amerika Milli Savunma Bakan Yardımcısı Mc Naughton plan ve önerileri,

b) Amerikan Askerî Yardımı,

c) Alman Askerî Yardımı,

d) Ulusal Savunma Sanayii kurulması.


McNaughton Plan ve önerisi:

Ben, Lojistik Başkanı olmadan önce Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Mr.
McNaughton bir heyetle birlikte Ankara’ya gelmiş, PENTAGON’un
değerlendirme ve görüşlerini Genelkurmay’a izah etmiş bulunuyordu. Pentagon;
Türkiye’nin ekonomik ve mali gücünün bir değerlendirmesini yapmış... bu güç
ve buna eklenecek yıllık Amerikan askeri yardım tutarı ile... ne miktar Kara,
Deniz ve Hava Kuvvetleri idame edebileceğimizi... ve yeterli bir Kara
Kuvvetleri ile küçültülmüş bir Deniz ve Hava Kuvvetini elde bulundurmamızı...
Deniz ve Hava Kuvvet ihtiyacının eksiğinin savaş halinde dış takviye kuvvetleri
ile tamamlanmasını öneriyordu. Türkiye’nin ekonomisini zorlayarak daha fazla
kuvvet bulundurmak istemesi halinde, Amerika’nın Türk ekonomisinin gücünü
tesbitte yanıldığı, o halde Amerikan askeri yardım miktarında kesinti
yapılabileceğini vurguluyordu.

Konuya, yalnızca Türkiye’nin mali gücü ve Türkiye’nin savunmasının yalnız


NATO ittifakı içinde yapılacağı noktasından bakıldığında kısmen doğru bir
yaklaşımdı belki. Ama... o tarihte, bugün de ve daha uzun yıllar içinde de
jeopolotik konusu, karşılaşılabilecek milli endişeler ve milli hedefler dikkate
alınmayarak ve Türkiye’nin yalnızca bir ittifak içinde savunulabileceğini
düşünmek bizim kabul edemeyeceğimiz bir hal tarzı idi. Makûl olmak şartı ile
mali gücümüzün üstünde bir Silâhlı Kuvvetleri elde tutmağa mecburduk...
fantazi ve lükse kaçmamak şartı ile milletimiz de bu fedakârlığa razı ve alışıktı.

Amerikan ve Türk görüşleri arasındaki büyük farklar uzun süre devam eden
çalışmalar sonunda giderildi. Bu arada Cumhurbaşkanı Sunay, Amerika’ya
yaptığı resmi ziyarette beni heyetine askeri danışman ve temsilci olarak aldı.
Gitmeden önce Genelkurmay’ da çok dikkatli bir çalışma yapılmış, Türk
görüşleri bir dosya haline getirilmişti. Beyaz Saray’ın misafirhanesi olan BLAIR
HOUSE’da Sayın Sunay ve Dışişleri Bakanı Sayın Çağlayangil’in bulunduğu,
Amerikan yetkililerince düzenlenen iş kahvaltısında Mr. McNaughton’la yan
yana oturduk... görüştük, dosyayı da referans olarak kendisine verdim. Zamanla
görüş farkları giderildi ve anlaşmaya varıldı.

Amerikan Askerî Yardımı:

Her yıl, Amerika Cumhurbaşkanınca hazırlanan dış ülkelere yardım programı...


Temsilciler Meclisi ve Senato’da son şeklini aldıktan sonra yürürlüğe girerdi.
Türkiye ile ilgili bölümü... yani tahsis edilen miktarı ve kendi görüşlerine göre
bu miktarın kuvvetlere bölünüşünü gösterir projeyi, Ankara’da bulunan
Amerikan Askeri Yardım Heyeti Başkanı, Genelkurmay’a getirirdi.

Evvelce Yardım Grubu Başkanları kendilerine... önemli konularda Genelkurmay


Başkanını, ikinci derecede konularda 2nci Başkanı muhatap olarak görürlermiş.
Orgeneral Tural, bu usulü değiştirdi ve beni muhatap kıldı.

Genelkurmay, bu yardımın kullanılış tarzı ve Kuvvetlerin ihtiyaçları hakkında


görüşlerini isterdi... tabii her Kuvvet kendine aslan payının verilmesini arzulardı.
Nihaî karar elbetteki Silâhlı Kuvvetler’in komutanı olan Genelkurmay
Başkanı’na aitti... fakat projeyi yürüten kişi olarak Lojistik Başkanı, bir
Kuvvetin teşekkürünü alırken... diğer Kuvvetin hışmını da üzerine çekebilirdi.
Zannederim iki yıllık süre içinde faza kırgınlık uyandırmadan Kuvvetler arasında
denge kurabildim. Yardım Grubu ile bizim görüşmelerimiz arasındaki farklılıklar
da iyi niyetli tartışmalar sonunda halledilirdi.

Alman Askerî Yardımı:

Tutarı 130 milyon Mark olan bu yardım da her yıl parlamentodan geçtikten sonra
kesinleşiyor ve iki bölümden oluşuyordu. Birincisi, Alman Silâhlı
Kuvvetlerindeki malzeme fazlası (yeni ve kullanılmış) listesinden ihtiyacımız
olanları seçiyorduk, ikinci bölüm ise tahsis edilen para idi, bunu da Alman
sanayiine sipariş vermek veya müşterek imâlat tarzında gerçekleştiriyorduk.
Bakanlar Kurulu’nca verilen yetkiye dayanarak anlaşmaları imzalıyordum.
Heyetlerle karşılıklı birbirimizin ülkelerini ziyaret ediyor, konuların plânlama ve
işbirliğini sağlamaya çalışıyorduk.

Ulusal Savunma Sanayii:

Rahmetli Orgeneral C. Tural bu konu üzerinde hassasiyetle ve içtenlikle


duruyordu, her şeyin de çok çabuk gerçekleştirilmesini istiyor ve çeşitli silâhları,
Lisans ve know-how almak ve hatta taklit etmek sureti ile yapabileceğimiz
inancını taşıyordu. Lisansla yapmak pahalı, fakat güvenilir yoldu, taklit ise
gerekli teknolojik seviyeye gelmiş olmakla mümkündü. Örneğin mevcut modern
15 cm’lik bir topu şekil ve kalıp olarak taklit edebilirsiniz, ama eğer namluda
kullanılan maden alaşımını bilmiyor ve sıradan bir çelikten dökerseniz, orijinali
1000 mermi atabiliyorsa, bizim yaptığımız namlu 10 mermi attıktan sonra
parçalanabilirdi, bu hususları Sayın Tural’a izahta güçlük çekerdik.

Türkiye’de lisans ve know-how ile muayyen dallarda savunma sanayii kurulması


konusunda Amerikalılardan içten bir ilgi görmememize karşın, Almanlar bu
konuda istekliydiler. Bir hayli inceleme ve müzakerelerden sonra Alman tekniği
ve Türk - Alman fon katkıları ile benim dönemimde çağın otomatik tüfeği,
makineli tüfek ve tanksavar silâhı bizde yapılmağa başlandı. Şimdilerde sözü
edilen tank yenileştirme, tank palet fabrikalannda ana yürütme plânlan o
zamanlarda gerçekleşti.

İki yıllık bu görevim esnasında çeşitli yeni konuların içine girdim, uluslararası
ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü öğrendim, karşılaştığım problemlerin çözümü için
kafamda yeni arayış yolları belirlendi, devlet çarkının nasıl döndüğünü, iyi ve
bozuk yönlerinin neler olduğunu kendime göre izledim.

Eğer özetlemek gerekirse...

* Devletlerin, hele bir ittifak içindeyseler dayanışması ve yardımlaşması


elbette ki gerekli ve kaçınılmazdı. Fakat bir devletin, dış tehlikelere karşı
savunmasını, bütünü ile bir ittifak ve dış yardım faktörüne bağlamak hatalıdır.
Dışarıya bağlılık arttıkça, devlet olarak bağımsızlığımız azalır.

* Basitten başlayarak Ulusal Savunma Sanayii’nin mutlaka kurulmaya


başlanması gereklidir... bu başlama ne kadar gecikirse o kadar aleyhimizedir,
ileri ülkelerin eriştikleri teknolojik seviyeyi bir noktada yakalamalıyız... geri
kalmışlıktan kurtulma çabasında olan milletler de bunu yapmaktadırlar.
Örneklemek gerekirse... dünyada bugün televizyon keşfedilmiştir ve
yapılmaktadır, bizim yeniden televizyon keşfetmemize gerek yoktur, yapmağa
başlamalıyız... aynı düşünce savunma sanayii için de geçerlidir.

* Bütçe hazırlanması, takdimi, Meclis’ten geçirilmesi, uygulaması ve


transferlerde herkesçe bilinen fakat giderilemeyen aksaklıklar vardır.

* Anayasanın belirgin hükmüne rağmen (Milli Güvenliğin sağlanmasından ve


Silâhlı Kuvvetler’in savaşa hazırlanmasından Meclis’e karşı Bakanlar Kurulu
sorumludur) savunma konularında askerlerin isteklerinin ağır basması;
ekonomik bozuklukların sebeplerinden biridir.

* Genelde siyasiler ve askerler, kafalarının bir köşesinde karşıt fikirler


taşımakta, ama... bunları içtenlikle birbirlerine aktarıp anlaşmaya varmak yerine
bir protokol terbiyesi ve düzeni içinde uyumlu gözükmeye çalışmaktadırlar...

Genelkurmay’da çalıştığım bu iki yıl esnasında havacılık özlemimi, yıllık uçuş


mükellefiyetimi tamamlamak için gittiğim Eskişehir’de gideriyordum. Albayken
uçmağa başladığım F - 100’lerle uçuyordum. 1968 yılı için gerekli uçuş saatini
doldurmam için son iki saatim kalmıştı... bir kaza daha geçirmek alnımın
yazısıymış... uçağın havalandırma sisteminde bir arıza oldu, ben de
gideremedim... tam inişe geçerken pilot kabini buharla doldu, etrafı göremez
oldum... kapağı düğmesine basıp atmak lâzımdı, fakat Lojistik Başkanı olarak
yeni kapağın gelmesinin ne kadar zaman alacağını bildiğimden... kıyıp
atamadım... uçak kontrolüm dışında piste hızla vurunca burun tekerleği kırıldı...
ama ertesi gün onarılarak uçabilecek hale gelmesi ile teselli oldum.

Aynı yıl Fransa’nın daveti üzerine, Genelkurmayca, iki yılda bir Paris
civarındaki Bourget alanında düzenlenen uluslararası uçak sanayii sergisine
gönderildim. Batı ve Doğunun bütün modern uçakları sergileniyor ve uçuş
gösterileri yapıyorlardı. Bu arada Fransızlar çok öğündükleri MİRAGE uçağı ile
uçmamı teklif ettiler... sağlık muayenesi ve sigorta işlemlerini yaptılar (hiç bu
kadar değerli olduğumu bilmiyordum) ... bir Fransız tecrübe pilotu ile beraber
uçtuk, cidden yüksek performanslı ve ses süratinden iki misli hızlı bir uçaktı.
Fakat bir gün sonra beni çok üzen bir olay meydana geldi... beni uçuran pilot
aynı uçakla Bourget alanı üzerinde akrobasi yaparken uçağı ile yere çakıldı ve
öldü. Daha önce Amerika, Almanya’daki izlenim ve incelemelerime buradaki de
eklenince, kafamda Türkiye’de uçak sanayii kurulabileceğinin ilk tohumları
atıldı.

Hava Kuvvetleri Komutanımız General Tansel’le aramızda çıkan


anlaşmazlıklara değinmiştim. Sicil ve yetki meselesinden konu yeniden canlandı,
1967 yılında Genelkurmay Başkanı’na bir dilekçe ve 1968 yılında da
Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanına Hava Kuvvetlerimizin sevki idaresi
üzerinde düşüncelerimi belirtir bir rapor verdim.

1968 yazını 1nci Ordu’ya ait Fenerbahçe kampında geçiriyordum. Bir gün
Genelkurmay Personel Başkanı General Orhan Yiğit geldi ve Hava Kuvvetleri
Komutanlığına atanacağımı, derhal Ankara’ya dönerek terfi ve tayinlerle ilgili
hazırlıklara başlamamı, Org. Cemal Tural’m emrettiğini tebliğ etti.

Ankara’ya döndüm, hazırlıklarımı yaptım, beklemeye başladım. Cumhurbaşkanı


Sunay yaz dolayısı ile Florya Köşkü’nde idi... bir toplantı düzenlendiğini, bu
toplantıya Başbakan Demirel, Org. Cemal Tural, Milli Savunma Bakanı Ahmet
Topaloğlu ve 3 Kuvvet Komutanının katıldığını duyduk. Orgeneral Cemal Tural,
Ankara’ya üzgün döndü. Benim Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmam kabul
edilmemişti. Çeşitli söylentiler çıktı... «Orgeneral Tansel karşı çıkmış»...
«Başbakan Demirel de bu görüşe katılmış» diye. Sonuç belli olduğuna göre,
doğrusunu itiraf etmek gerekirse olayın ne şekilde cereyan ettiğini öğrenme
merakına kapılmadan... bugün de hakikati bilmiyorum.

Sayın Cüneyt Arcayürek... (Demirel dönemi ve 12 Mart Darbesi) adlı kitabında


konuya şöyle değiniyor: «Cumhurbaşkanı Sunay, Başbakan Demirel’e... «Hava
Kuvvetleri Komutanlığı’na, bilgisi, görgüsü, öteki yetenekleri ile Muhsin
Batur’un getirilmesini» önermişti. Demirel; «Bütün bunları anlıyorum, fakat
ordudaki gelenekleri bozmak da doğru değil, Muhsin Batur şu anda Korgeneral.
Bir Korgenerali Komutanlığa getirmek, yürürlükteki gelenekleri yıkmak
olmayacak mı?... Korgenerallikten Orgeneralliğe yükselsin, gerekeni o zaman
yaparız»... dedi diye yazıyor. Doğru mu?... değil mi? toplantıda olmadığım için
bilemiyorum. [Sayın Demirel sonraları, Org. Emin Alpkaya’nın istifası ile
boşalan Hava Kuvvetleri Komutanlığına Org. İrfan Özaydınlı ve Org. Ethem
Ayan bulunmasına karşın, Korg. Cemal Engin’i getirmiş, bu getiriliş Org.
Özaydınlı’nın açtığı dava sonunda iptal edilince Org. Ayan’ı atamağa mecbur
olmuştu.]

Florya’daki toplantıda, General Tansel ve Amiral Uran’ın emekli olup


Büyükelçiliklere atanmalarına, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Org. Memduh
Tağmaç’ın, Hava Kuvvetleri’ne Org. Reşat Mater’in ve Deniz Kuvvetleri’ne
Oramiral Celâl Eyiceoğlu’nun getirilmesi kararlaştırılırken... herhalde gönül
almak ve prestijimi kurtarmak için olsa gerek... Yüksek Askeri Şûra üyeliğine
atanmam kararlaştırılıyor.

Açık yürekle itiraf edeyim ki, duruma üzülmedim değil... fakat çok az. Çünkü
Korgeneral rütbesi ile Kuvvet Komutanı olmam protokolda ve askerî hiyerarşide
gereksiz huzursuzluklara yol açabilirdi... örneğin bir ast makam olan Ordu
Komutanlarının hepsi Orgeneraldi.
Yüksek Askerî Şûra Üyeliği (1968
-1969)
1968 yılı Eylül ayı başında Yüksek Askerî Şûra üyeliğine başladım. Askerî Şûra
üyeliğinde günlük çalışma konuları yoktu. Görevimiz, Silâhlı Kuvvetlerce
düzenlenen manevra, tatbikat, harp oyunlarına ve çağırıldığımız brifinglere ve
tabii Şura toplantılarına katılmakla sınırlıydı, yani pozisyon ya ileriye yönelik bir
bekleme veya kızağa çekilmek olarak tanımlanabilir.

Buna rağmen ben her gün Genelkurmay’a gidiyor, odamda bol bol okuyor,
ziyaretçi kabul ediyor, ziyaretler yapıyordum.

İkinci bir görevim daha vardı... Genelkurmay Askeri Mahkemesi Başkanı idim
ve yalnız generallere ait davalarla ilgileniyorduk, bir hayli de iş çıkıyordu.
Duruşmalar esnasında ben çok üzülürdüm. Bir generalin üniforma ile sanık
yerinde bulunmasına, duruşma hâkimin bunaltıcı sorularına cevap vermeye
çalışmasını, savcının ağır ithamlarını dinlemesini kürsüden izliyor ve belki de
davası görülen generalden fazla huzursuz oluyordum. Hâkim ve savcılar, asker
olmalarına rağmen, davaya, haklı olarak yalnız hukuk açısından bakıyorlardı...
ama bir de askerliğin özellikleri... disiplin ve otorite sağlanması konuları vardı,
bunlar da pek hukukla bağdaşmıyordu. Bir hayli deneyimden sonra şu kanaata
vardım... hukukçu olmayan Başkan ve üyenin davanın seyri üzerinde bir
etkinliği yok... karar için çekildiğimizde hâkimlere görüşlerimizi aktarıyor, fakat
genellikle etkimiz az oluyordu. Bana göre mahkemenin kuruluş şeklini
değiştirmek lâzımdı... davayı hukukçu hâkim ve savcılar yönetmeli... bizler, yani
Başkan ve üye, mahkeme kürsüsünde görev almamalı, jüri olarak görüşümüzü
bildirmeliydik... bu görüşlerimi anlatmağa çalıştım, fakat bir sonuç alamadım.

Mart 1969’da yüksek komuta katında yeni bir değişiklik oldu... yalnız bu
değişiklik olmadan politikacılar zemin yokladılar, endişeli idiler, yeteri kadar
güven aldıktan sonra Org. Cemal Tural’ı, Yüksek Askeri Şura üyeliğine alıp,
yerine Org. Memduh Tağmaç’ı, Kara Kuvvetleri Komutanlığına da Org. Fikret
Esen’i getirdiler. Milli Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu söz vermiş olmasına
rağmen, ben Hava Kuvvetleri Komutanlığına getirilmedim.

Ben Lojistik Başkanı iken, Korg. Faruk Gürler önceleri Kara Kuvvetleri Kurmay
Başkanı’ydı. Orgeneral olunca Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığına atandı.
Koramiral Kemal Kayacan ise Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı’ydı,
sonrasında Donanma Komutanlığına atanınca Ankara’dan ayrıldı.

Arada sırada birbirimizin evlerinde toplanır, görüşürdük. Ne mi görüşürdük?...


öncelikle askerî konular ve sırasında Türkiye’nin genel durumu. Bazen 14’lerden
Orhan Kabibay (o dönemde CHP milletvekili) ve Milli Birlikçilerden Ekrem
Acuner, Mucip Ataklı bizlerle görüşme isteğinde bulunurlar, biz de toplanıp
konuşurduk. O dönemlerde sola dönük düşünce akımları, düzen değişiklikleri
istekleri ve önerileri basın ve kitaplarda yer almağa ve taraftar da toplamağa
başlamıştı. Meclis’te bu düşünceleri Türkiye İşçi Partisi (TİP), dışarıda Doğan
Avcıoğlu ve arkadaşları temsil ediyordu. Doğan Avcıoğlu’nun «Türkiye’nin
Düzeni» adlı kitabı subaylar tarafından çok okunur hale gelmişti. [Sonraları sağ
basında birliklerime bu kitabı okumaları için emir verdiğim yazıldı, bunun aslı
yoktu... zaten böyle bir telkinde bulunmak gerekse herhalde Saidi Nursi’yi
tavsiye edecek değildim.]

Kabibay ve Acuner arkadaşlarımız, 27 Mayıs’ta tamamlayamadıkları misyonu


yerine getirmek ister bir hava içindeydiler. Genelde ileri sürdükleri düşünce... bu
sistem ve düzenle Türkiye’nin problemlerinin çözülemeyeceği noktasında
toplanıyordu... hissettiğime göre her ikisinin de Silâhlı Kuvvetler mensuplan ile,
Acuner’in ise Doğan Avcıoğlu, Cemal Madanoğlu ve çevresi ile irtibatları vardı.

Ben bu toplantılarda genellikle; haklı bulundukları taraflar olmakla beraber,


Türkiye’de bir müdahale veya yeni bir ihtilâl ortamı bulunmadığını, ayrıca
bulunduğum görev bakımından Hava Kuvvetleri’nin dışında bulunduğumu, bir
eylem birliğine katılmamın küskünlüğüme ve kişisel çıkarlarıma
bağlanabileceğini, durumumun Faruk Paşaya ve Kayacak Amiral’e
benzemediğini ileri sürerdim.

Tabii bu toplantılarımız gerek gizliliğe uymamak, gerekse güçlü görünmek


düşüncelerinden olsa haber almıyordu... zaten o dönemde Zehir Hafiye’ler de
vardı. Bu konuya ileride tekrar değineceğim.
HAVA KUVVETLERİ
KOMUTANLIĞINA ATANMAM
(1969)
Böylece Ağustos 1969’a geldik. Hava Kuvvetleri Komutanı olacağımı,
Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç’tan önce Milli Savunma Bakanı Ahmet
Topaloğlu bana söyledi. Tabii bu ön almanın bir amacı vardı, üzerinde
durmadım, kendisine teşekkür ettim.

Bu hava içinde terfi ve emeklilik konularının görüşüleceği Şura toplantısı


başladı, görüşme sırası Korgenerallikten Orgeneralliğe terfi edeceklere
geldiğinde... Memduh Paşa bana... «Muhsin Paşa, siz dışarı çıkar mısınız?» dedi.
Elbette benim durumum görüşülürken, içeride bulunmam uygun değildi. Biraz
sonra tekrar içeriye çağırıldım... yerime geçip oturdum, Şura üyelerinin
yüzlerine teker teker baktım, lehte-aleyhte bir işaret göremedim ve bir gün öğle
ajansında Komutanlığa atandığım anons edildi... Memduh Paşa da tayin listesini
hazırlamamı bildirdi ve «Niçin gidip görevi teslim almıyorsun?» dedi. «30
Ağustos’u bekliyorum» dedim. «Hemen devir al» emrini verdi.

Hava Kuvvetleri’ne telefon ettim... devir teslim töreni yapılmayacağını, Org.


Reşat Mater’in Genelkurmay’a odama gelerek devir ve teslim yapacaklarını
söylediler, 25 Ağustos’ta geldiler... Bölük Komutanım ve akademiden sınıf
arkadaşımdı, kendisine kahve ikram ettim, odamı da teslim ettikten sonra kapıda
beni bekleyen Hava Kuvvetleri Komutanı’na ait 33 no'lu kırmızı plakalı makam
arabasına binerek Hava Kuvvetleri’ne gittim. Kurmay Başkanı Korgeneral Nahit
Özgür (sonradan Orgeneral, sınıf arkadaşım) beni askerî törenle karşıladı ve
göreve başladım. Bir basamak daha çıkmış ve "Şahika"ya ulaşmıştım.

Biz, uçucu ve kurmay olan havacılar; o dönemlerde muhtelif rütbelerde kıdem


alırdık (şimdi kaldırıldı); ben de... aldığım kıdemlerle kendimden 8 yıl önce
Harp Okulu’ndan mezun olmuş kurmay kara sınıfına ve 12 yıl önce mezun
olmuş kurmay olmayanların sınıfına yetişmiştim... ama hızlı giden çabuk yorulur
derler... bunun sonucunda da 52 yaşında emekli oldum. Benden iki yıl evvel
Harp Okulu’nu bitiren ve Akademi’ye benimle birlikte aynı yıl Yüzbaşı olarak
başlayan bugünkü Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren ise, Kore kıdemine ve
terfilerini zamanında yapmasına rağmen, ben emekli olduktan bir yıl sonra (yani
5 yıl farkla) Orgeneral oldu ve benden çok daha fazla Silâhlı Kuvvetler’de
hizmet fırsatını buldu. Tabii biz havacıların ön alması, biraz haset uyandırıyordu
ama... biz havacılığa gönülle ve hevesle girerken «yaşayabilenler için —çünkü
çok şehit verdik» böyle avantajlarımız olduğunu bilmiyorduk... Kaldı ki şartları
haiz olmak kaydı ile havacılık mesleği herkese açıktı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Komutan Olunca İlk Faaliyetlerim
Komutan olmadan önce çeşitli çevrelerde ve hatta basında, bu makama gelirsem,
Hava Kuvvetleri personel tayinlerinde büyük değişiklik yapacağım dedikodusu
işleniyordu, ben içimden gülüyordum, çünkü böyle bir şeyi hiç düşünmüyordum.
Hava Kuvvetleri’nde 29 yılım geçmişti, son üç yıl ayrı olmama rağmen, bütün
kilit personelini yakınen tanıyor ve yeteneklerini biliyordum. Tabii, kendi
düşüncelerime göre, fakat basit hislere kapılmadan tayinleri tertipledim, Kurmay
Başkanlığıma da Korg. Ahmet Dural’ı getirmiştim. Hatta söylenilenlerin tersine
hareketle, yakından tanıdığım ve beğendiğim, uzun yıllar General Tansel’e emir
subaylığı yapmış Albay Galip Bülbül’ü de aynı göreve getirmiştim.

İkinci işim, Ankara’daki protokol ziyaretlerimi bitirdikten sonra Anadolu’nun


çeşitli yerlerine dağılmış birlikleri dolaştım. Bu geziler bitince Genelkurmay’da
boş zamanlarımda kafamda tasarladığım Komutanlık Direktifi'ni yazıp, bir
kitapçık bastırarak birliklere gönderdim.

Bu direktifte başlıca şu noktalara değindim;

* Komutanlık anlayışım,

* Hava Kuvvetleri’nin problemleri ve çözüm yolları,

* Hava Kuvvetleri’ni yönetmede güdeceğim prensip ve usuller,

* Personelden uygulamasını istediğim hususlar.

Direktifin son bölümünde, son yıllarda Silâhlı Kuvvetler içinde olay ve


bunalımlardan aldığım ders ve deneyimlere göre; «SİLÂHLI
KUVVETLERİMİZ MENSUPLARININ ANAYASA VE İÇ HİZMET
KANUNU MUVACEHESİNDE DURUMU» başlığı altında şu görüş ve
isteklere yer verdim.

«Vazifemiz, kısaca Cumhuriyetimizi dış ve iç tehlikelere karşı korumaktır. Bu


vazife, normal askeri çalışmalar, yani eğitim, harekâta hazırlık, disiplin ve moral
dışında İNANÇ ve GÖRÜŞ BİRLİĞİ ile yapılabilir.
Hava Kuvvetleri mensuplarının gayet tabii olarak, dünya ve yurttaki askeri,
teknolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişme ve akımları bilmesi ve takip
etmesi lâzımdır. Keza, bütün sosyal ve ekonomik ideolojilerin de bilinmesi
lâzımdır.
Ancak, günlük politika yapmak ve ideolojilerden birine ruhen de olsa intisap
etmek doğru değildir. Böyle bir fiilde bulunmak kanunen yasaktır ve cezaî
müeyyideleri de mevcuttur. Fakat önemli olan yasak ve ceza değildir, önemli
olan; bu işlerle meşgul olmanın Silâhlı Kuvvetleri böleceği, parçalayacağıdır.
Bu cereyanlara kapılmış personel; ne harbe, yani ölüme, ne de müşterek bir
karar ve komuta ile bir hareketin üzerine sevk edilebilir. Tarihimizde Silâhlı
Kuvvetlerimizin müstesna bir rolü ve mevkii vardır ve millet ve devlet hayrına
çok olumlu işler başarmıştır, fakat aynı tarihimizde, fikri aykırılıklar yüzünden
savaşlar kaybedildiği veya Silâhlı Kuvvetler mensuplarının birbirlerini tasfiye
ettiği de çok görülmüştür.
Anayasa ve Atatürk ilkelerine riayet, sabır ve çok çalışmakla devletimiz yakın bir
gelecekte muhakkak ki istediğimiz seviyeye ulaşacaktır. Bu sebeple, hiçbir Hava
Kuvveti mensubunu politika ve akımlar içinde görmek istemem. Anayasamız
gereğince Genelkurmay Başkanı ve 3 Kuvvet Komutanı, Milli Güvenlik Kurulu
üyesi sıfatı ile yurt menfaatleri ile meşguldürler, onlara itimat edin ve siz yalnız
vazifenizi en iyi şekilde yapmaya çalışın.»

Ağustos 1969’da Komuta katı şöyle düzenlenmişti... Genelkurmay Başkanı Org.


Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nazmi Karakoç, Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celâl Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı
olarak ben.

Org. Tağmaç; Harp Akademisi’nde Yabancı Harp Tarihi öğretmenimizdi ve bana


nazaran çok kıdemliydi. 1963 sonrası olayları içinde Genelkurmay 2nci Başkanı
olarak görev yapmış, Silâhlı Kuvvetleri kışlasına çekmek için uğraş vermiş,
Cumhurbaşkanı C. Sunay’ın itimadını kazanmış, biraz içine kapanık, oldukça
inatçı, disiplinli ve çok dürüst bir insandı. Askerlik dışındaki konularda kuşak
farkımızın etkisi ile bir hayli değişik düşüncelere sahiptik ve çoğu zaman
oldukça sert tartışmalara girerdik... fakat o, toleranslı davranır, ben saygıda kusur
etmezdim. Org. Nazmi Karakoç'un askerlik dışı konularla bir ilişkisi yoktu...
mutedil, doğru bir insandı, zaten bir yıl beraber bulunabildik, 1970’de emekli
oldu. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eyiceoğlu ile özel, kişisel
ilişkilerimiz çok iyi idi, fakat itiraf edeyim ki beraber bulunduğumuz üç yıl
süresince... ne düşündüğünü... nasıl bir yol izlemek istediğini anlayamadım.

Cumhurbaşkanı Sayın Sunay, Silâhlı Kuvvetlerle ilişkisini kesmemişti, çeşitli


konularda ilgisini gösterirdi... eski Komutanımız ve büyüğümüzdü. Başbakan
Sayın Demirel’i çok az, Milli Savunma Bakanı Topaloğlu’nu çok iyi
tanıyordum.

Komutan olduktan kısa bir süre sonra görevim icabı yeni bilgiler edinmeye
başladım, bunlar Devletin resmi bilgileri idi, Güvenlik Kurulu’ndaki takdimler,
MİT Raporları gibi ve de Türkiye’nin iç güvenlik açısından pek de iç açıcı
durumda olmadığını öğreniyordum. Bu öğrendiklerimizin büyük kısmını da gizli
tutmak zorunda olduğumuz için bazen generallerimizin dahi sorularını
cevaplamak istemiyorduk. Bu hava ve düzende ise başladım.
TÜRKİYE’NİN İÇİNDE
BULUNDUĞU DURUM VE
GÜVENLİK KURULU ÜYESİ
SIFATI İLE İLK GİRİŞİMLERİM
(1969-1970)
12 Mart müdahalesinin gerçekleşmesinin hemen ertesinde başlayan ve hâlâ
devam eden bir tema, Türkiye’de işlenir oldu... Ben; birbiri ardından iki defa
düşüncelerimi dile getirmekle (bu eyleme basın ve kitaplarda; MUHTIRA,
UYARI MEKTUBU, ÜLTİMATOM v.s. adlar verildi), koca Türk Silâhlı
Kuvvetleri’ni arkamdan sürükleyip 12 Mart Müdahalesine götürmüşüm... (Sayın
Cüneyt Arcayürek son kitabında 12 Mart Darbesi terimini kullanıyor... bakalım
ve cesaretini ölçelim 12 Eylül için ne ad bulacak?) ve ben olmasam sanki
Türkiye güllük gülistanlık olacak... demokratik rejim kesintisiz devam
edecekmiş (!). Türkiye’yi benim yönetmediğim ve o kargaşaya benim
getirmediğim unutuluyordu.

Pek iyi, ben hiçbir şey yapmadım mı?... elbette yaptım. Şimdi kronolojik sıra ile
Türkiye nasıl bir ortam içindeydi?... kimler ne düşünüyor?... neler
yapıyorlardı?... ben ne yapıyordum?,., beraberce göreceğiz.

27 Mayıs ihtilâli üzerinden nerede ise on yıl geçmişti. 1965 ve 1969


seçimlerinde Adalet Partisi (AP) üstünlük sağlamış ve yeterli bir çoğunluğa
dayanarak kurduğu hükümetlerle yönetimi elinde bulunduruyordu.

Çok partili demokratik rejim yerleşiyor ve yürüyordu, ama çeşitli sebeplerle


huzursuzluklar artıyordu. Silâhlı Kuvvetler de toplumun bir parçasıydı ve bu
huzursuzluklardan «asker kendi işine baksın» gerekçesi ile soyutlanamazdı. Ben
de bir komutan olarak emrimdeki kuvvetin bana akseden huzursuzluklarına karşı
kulaklarımı tıkayamaz veya başımı kuma gömemezdim.

Ocak 1970 sonunda devlet büyüklerinin katılacağı özel bir toplantı haberini
alınca 20 ve 21 Ocak günlerinde karargâhımdaki 21 generali toplantıya davet
ederek, kendilerinin Türkiye’nin iç durumu hakkında ne düşündüklerini öğrenme
ihtiyacını duydum, toplantı sonunda ben de bildiklerimi ve düşüncelerimi
aktardım.

Bu toplantıda generallerce ileri sürülen bazı görüşleri aşağıda sıralamayı, bir


fikir vermesi bakımından yararlı görüyorum:

General ... :

Ekonomik durum, sosyal bünyeyi birinci derecede etkilemektedir. Devamlı


geçim sıkıntısı ve ahlâkî düzensizlik mevcuttur. Hükümetin unsurları gayrı
kanuni tutum içindedirler, tedbirler alınmamakta, dertler büyümektedir.
Seçmenler kalitesizdir, seçilenler de kalitesiz olmaktadır, dolayısı ile bu tarz
seçimlerin teşkil ettiği hükümetten, daha iyi bir idare tarzı beklenemez.
Hükümetin politikası yoktur. Bir zümreyi memnun etmek, kendi durumunu
idame ederek parlamentoda tutunabilmek, tavizler ve tedbirsizlikler idarenin
zafiyetlerindendir. Anayasa tatminkârdır fakat tam uygulanmamaktadır. Devlet
görevini yapmamaktadır. Partilerin durumu malûmdur. Sağ ve sol hareketler,
Silâhlı Kuvvetlere tesir etmektedir. Hayat pahalılığı, istikbal endişeleri, daha iyi
bir hükümet idaresi gibi hususlar Silâhlı Kuvvetler mensuplarını etkiliyor ve
huzursuzluk yaratıyor. O halde bu işleri düzeltmek için Silâhlı Kuvvetlere
vazifeler düşmektedir. Meclislerde; memleketin tekâmülü için çalışmak
gerekirken bir takım gürültü, patırdı, irtica, sağ-sol kavgaları sürmektedir.
Vazifemiz: aşırı cereyanlara kapılmaksızın birlik ve beraberliği muhafaza etmek
olmalıdır.

General ... :

Temas ettiğim siviller, memleketin anarşiye gittiğini söylüyorlar. Anarşiye


gidişin sebebi; Anayasanın tam tatbik edilemeyişidir. Sosyal güvenlik tam tatbik
edilmemektedir. Ekonomik durum parlak olmamakla beraber, iyiye gitmesi için
çaba sarfedilmektedir. Kültürlü zümrenin mağduriyeti önlenmelidir. Anayasa
çerçevesinde partiler, asgari müştereklerde birleşmelidirler. Af kanununun
(siyasi af) çıkması önlenince, Silâhlı Kuvvetler personelinde büyük bir sevinç ve
komuta katına itimat doğdu, fakat kanun çıkınca itimat sarsıldı. Parlamenterlerin
iyi niyetle hareket etmeleri şarttır. Aşırı sol şu anda tehlike değildir, esas tehlike
büyük tavizlere mazhar olan aşırı sağdadır. İyiye gitmiyoruz. Memleketi idare
için Meclisin çıkaracağı kanunlar, bir zümrenin menfaatini korur şekilde
olmamalıdır.
General ... :

İyi idarecilere sahip değiliz. Üç-beş sene evvel bir Amerikan firmasının
temsilciliğini yapan şahsın, Başvekil olmasını tasvip edemiyor ve dolayısıyle
hükümete güvenemiyorum. Sağ’a çok taviz veriliyor. Hükümette iffetsiz insanlar
var, dirayetsiz olan hükümet esaslı tedbirler alamamaktadır. Mali ve ekonomik
düzensizliğin ilk menşei vergi adaletsizliğidir. % 10 kazanıyor diğer % 90 fakrû
zaruret içindedir. Hükümetin bir politikası yoktur. Hükümet ve Devlet
politikaları aynı olmalıdır. Devlet politikası 300 - 500 seneyi kapsamalıdır.
Yunanistan’daki Türk azınlığı sefalet içindedir, Türkiyedeki Rumlar ise
müreffehtir. Talebeleri, hükümet ikiye ayırdı, memleket ikiye bölündü, Sağ’a
aşırı taviz verilerek din okul ve kursları aldı, yürüdü. Sağ neşriyatta aşırı rol
oynayanlardan bazıları mahkûm oldukları halde serbest dolaşıyorlar. Hükümet
otoritesi yoktur. Sekiz öğrencinin katilleri bulunamıyor. Trafik düzeni yoktur.
Özel sektör aşırı derecede korunuyor. Gençler; Komuta heyetince hükümetin
uyarılarak memleketin süratle kötüye gidişinin önlenmesi fikrindeler.

General ... :

Türkiye’nin birçok problemi vardır. Sosyal düzenin bozukluğunu Parlamentoda


aramak lâzımdır. Şu üç husus üzerinde durulmalıdır: Anayasa, Partiler,
Parlamento ve icra organları. İktidar aşırı uçlara taviz vermemeli, kendi faaliyet
sahaları dışında bulunmamalıdır. Anayasa sol’u mubah görmekle beraber hali
hazırdaki sol faaliyetler derecesinde değildir. Partilerin durumları, anayasa ve
kanunlar çerçevesinde memleket menfaatlerine uygun tarzda düzenlenmelidir.
İktidarın tutumu, sağ ve solun gelişmesine sebep olmuştur. Bu durum gençliği
dejenere edecek noktaya varmıştır. Talebeden memura kadar bir rejim
aleyhtarlığı faaliyeti mevcuttur. Bu faaliyetler önlenememektedir. Kimin ve nasıl
önleyeceği de meçhuldür. Kayseri, Konya, Öktem’in cenazesi, Kanlı Pazar v.s.
olayların temelinde aşırı sağ faaliyetler yatmaktadır. Aşırı sol da
hissedilmektedir. Basın ve TRT sosyal düzene göre ayarlanabilir.

General ... :

Devre; 1950-1960 devresinin bir devamıdır. Çok partili hayatı pek iyi
kavrayamadık. İmkânlar yerinde sarf edilmeyince kriz başladı. İktidar, dört
senenin sonunu düşünerek lüzumsuz yatırımlar yaptı. Oy avcılığı için eski
kişilerden istifade edilmek isteniyor. Bu husus iktisadi düzeni sarstı. Enflasyon
oldu, ihtilâl (27 Mayıs) patlak verdi. İhtilâl hükümeti de kabahatlidir. Anayasayı
yapanların birçok maddelere itirazî kayıtları mevcuttur. Bu sebeple Anayasa tam
bir fikir birliği içinde hazırlanmamıştır. Anayasa, hazmedemeyeceğimiz ileri
fikirler getirmiştir. Seçmenler okur-yazar değil, vergi vermez, bunların seçtiği
kimseler uygun olmuyor. Seçilmek için 100 - 200 bin lira sarfedenler seçildikten
sonra menfaat temin ediyorlar ki bu parayı sarfedebiliyorlar. İktisadi durum
düzeltilince problemler ortadan kalkacaktır. İrtica tehlikelidir, soldan
korkmuyorum. Komünist Partisi serbest olsa üye bulamaz. Bugünkü hükümetle
bu düzen değiştirilemez, memleket refaha kavuşturulamaz. Hükümet yalnız sol’a
cephe alıyor. Sol diye tarif edilenler, iyi işler istemektedirler. Diyanet İşleri 2nci
Başkanı menfur hareketlerde bulunuyor gene de göreve devam ettiriliyor. Düzen
böyle devam ettikçe ve hükümet de kendi çıkarına taviz verdikçe durum
düzelemez. İktisadi düzen bozuktur, özel sektöre azami taviz verilmektedir.
Polisin durumu bozuktur, mal ve can emniyeti yoktur. Seçim düşünülmeden
hareket edilirse iktisadi durum düzelebilir. Bugünkü idarecilerde bu kapasite
mevcut değildir. Para kıymetini kaybediyor, milletin gözü Silâhlı Kuvvetlerdedir,
bize ümit bağlıyorlar. Birinci dava; yönetim kadrosunun kifayetsizliğidir. Durum
böyle devam ederse birşeyler patlayabilir.

General ... :

Ekonomik ve sosyal durum bozuktur. 27 Mayıs İhtilâlinden sonra askerler adeta


rejimin sahibi haline geldi ve bu sebeple bugün hakaretlere maruz
kalmaktadırlar. Emeklilik şartlarının ağırlığı, «yarın» endişesini doğurmaktadır.
Emeklilerin başka yerde çalışmasını yasaklayan kanunun çıkması önlenmelidir.
Havacı assubaylar, tazminat kanunları değişikliği karşısında maddi menfaat
kaybına uğradılar. Geçim sıkıntısı dolayısı ile Silâhlı Kuvvetlerde hareketler
başlamıştır. Anayasanın sahibi sayılıyor ve bu konudaki polemikten alınıyoruz.
Hükümetçe, samimi bir iktisadi politika güdülmelidir. Partilerin durumu bizi
ilgilendirmez. Her parti Silâhlı Kuvvetlere teveccüh göstererek, kendi yanında
bulunduğu intibaını vermek istiyor. Basın ve TRT başka türlü olamaz. Basının
iyisi ve kötüsü vardır, iyisini okumak lâzımdır. 27 Mayıs’ta biz de iş başına
geldik ve birşey yapamadık. Beğenmediklerimizi devirirsek kim gelecek?
Parlamenterlerin bazı haklarının geri alınması uygundur (dokunulmazlık).
Anayasa müesseselerine saygımız var. Biz askerler niçin hassasız? Atatürk
vasiyet etti ama müdahalenin de bir zamanı olmalıdır. Sık müdahale tesirimizi
azaltır, sabırlı olmalıyız.

General ... :
Memleketin iktisadi bir kalkınma içinde olduğu muhakkaktır fakat kalkınma bir
azınlığın refahını arttırmaktadır, geniş kitle bundan nasibini alamamaktadır.
Maddi sıkıntı mevcuttur, devlet memuru sıkıntı içindedir. Kapıcı ve köylü daha
az sıkıntı çekmektedir çünkü ihtiyaçları mahduttur. İktidarlarımız bu geniş halk
kitlesine ve müreffeh azınlığa istinat etmektedirler. Bu hususlar, sıkıntı içindeki
aydın kitlenin rejime itimatsızlığını doğurmaktadır. Silâhlı Kuvvetlerde sosyal
düzensizliğin tesiri altındadır. Gençler daha az müreffeh ve daha çok ateşli
olduklarından bu düzensizliğin daha çok tesiri altındadırlar. Beraberlik içinde
bulunmamız, Komuta Katının Milli Güvenlik Kurulunda, büyük partilerin asgari
müştereklerde birleşmelerini ve memleket problemlerine eğilmelerini sağlayacak
şekilde uyarma yapmaları lüzumu vardır.

Bu toplantılarını grup çalışmaları şeklinde devamını dilerim. Huzursuzluğun ana


sebebi dıştadır. Batı; pazar ve ham maddeye ihtiyaç duyar. Türkiyeyi pazar ve
ham madde kaynağı olarak muhafaza etmek ister. Doğu da aynı paraleldedir. Bir
de Atatürkçü zümre vardır. Dış tesirler ile Atatürkçü zümre arasında gizli ve açık
mücadele mevcuttur. Dış tesirleri kabul etmek sonra da yok etmek ve Atatürk
ilkelerine sahip çıkmak lâzımdır. Silâhlı Kuvvetlerin görevi ve yolu ne
olmalıdır? Beş aydan beri cereyan etmekte olan olaylar karşısmda personelin
tutumunu şöyle özetleyebilirim.. siyasi af konusu itimadı sarsmıştır. Affa,
ordunun ilk müdahalesinin hükümetin tesiri ile olduğu söyleniyor. 69 Deniz
subayı olayı ve bildiri yayınlaması genç subaylarda sevinç uyandırmıştır. Emir
Komuta zinciri içinde yukarıya doğru güven, aşağıya doğru kâfi ve lüzumlu bilgi
aktarılmalıdır.

General ... :

Çok partili düzende sağ ve solun faaliyeti normaldir. Ancak Türkiye’de sivri
uçlar güçlenmektedir. Sorun güçlenme sebebi ekonomik zafiyettir. Aşırı sağ’ın
menşei İstiklâl Harbi’ne kadar geri götürülebilir. Otoriter idare zamanında gerici
çevre sinmiş, çok partili devirde başkaldırmıştır. Bir de oy endişesi ile taviz
verilince rejim tehlikeye düşmüştür. Vatandaşın kendi hakkını kendi koruması
durumu yaratılmıştır. Askerler bundan etkilenmektedirler. Sol'a kaymaktan
ziyade aşırı sağ’a büyük tepki doğmuştur. Bu tepki Silâhlı Kuvvetler bünyesinde
parçalanma yaratmaz ancak gruplaşmalar hasıl edecektir. Bu grupların zararsız
hale getirilmesi için Komuta Katına itimat sağlanmalıdır.

Bir kitlenin hareket yönü, kitleyi teşkil eden ekseriyetin düşüncesi tarzındadır.
Kitlenin düşüncesini öğrenmek maksadı ile Genelkurmay Başkanı’nın geçen
sene verdiği şifahi direktife istinaden birliğimde araştırma yaptım. Sonuçlarını
sunuyorum...

— Devlet otoritesi zayıflamıştır.

— Atatürk ilkelerinden taviz verilmektedir.

— Ekonomik dengesizlik mevcuttur.

— Subaylar idealist olmalarına rağmen ekonomik baskıların tesiri altındadır,


bilhassa assubaylar gecekondu bölgelerinde oturabilmektedirler.

— Dış ve iç ticaret yolsuzluk kaynağıdır.

— Vergilemede büyük adaletsizlik vardır. Müesseelerde çöküntü ve devlete


inançsızlık başlamıştır.

— Anayasa tam uygulanmamaktadır.

— Sağcılara reaksiyon, solculara sempati vardır.

— Parlamento ve partilerin itibarı sıfırdır. Bunlar problemleri çözemezler. Kişi


olarak kalitesizdirler.

— Parlamenterler kişisel menfaatlerini açıkça savunmaktadırlar.

— Siyasi af konusu, Komuta katına karşı olan itimadı sarsmıştır.

— Birşeyler yapılması gerektiği kanaati yaygındır. Komutanlar hareketsiz


dururlarsa bir şeyler beklenebilir.

* * * * *

Bu toplantıdan sonra durum hakkında görüşleri yazılı metin haline getirdim ve


fırsat verilirse bunları dile getirmeyi görev saydım.

25 Ocak günkü bu toplantı MİT (Milli İstihbarat Müsteşarlığı) Başkanlığının


isteği üzerine yapılıyordu ve sonraları basın ve kitaplarda yer aldığı gibi resmi
bir güvenlik toplantısı değildi.

MİT; durum hakkında bilgi verecek, değerlendirme yapacak ve isteyenler


konuşacaktı. Atatürk Orman Çiftliğindeki toplantı yerine gittiğimizde, toplantıya
kimlerin katılacaklarını gördüm... Cumhurbaşkanı C. Sunay, Başbakan S.
Demirel, Milli Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu, İçişleri Bakanı Haldun
Menteşeoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nazmi Karakoç, Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Celâl Eyiceoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı olarak ben ve
MİT Başkanı Korg. Fuat Doğu. Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç hasta olduğu
için toplantıya katılamamıştı.

Fuat Paşa ve ekibi, kendi uzun takdimlerini yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı,


başka söz isteyen olup olmadığını sordu... ben söz aldım ve aşağıdaki konuşmayı
yaptım, benden sonra da Eyiceoğlu söz istedi ve görüşlerini bildirdi. Sonradan
yalan-yanlış yazıldığı gibi, aramızda hiçbir münakaşa ve müzakere olmadı.
Yalnız Başbakan Demirel... «Muhsin Paşa, bana konuşmanın bir metnini
verebilir misiniz» diye sordu... ben de «tabii efendim» dedim ve metnin bir
kopyesini kendisine verdim.

Konuşmam şöyle idi..

«Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başbakan

Belki de alışılmamış bir açıklıkla konuşacağım, yadırgamamanızı ve


samimiyetime inanmanızı peşinen rica ederim.

1. Altı defadır Güvenlik Kurulu’nda, iki defadır MİT Müsteşarlığımızca özel


olarak verilen izahatı dinlemiş bulunuyoruz.

2. Bugün emri komuta makamında bulunan bizler, bir defa ihtilâlin içinde ve
yanında (27 Mayıs), iki defa da ihtilâlin içinde ve karşısında (22 Şubat ve 21
Mayıs) bulunduk.

3. Silâhlı Kuvvetlerde bölünme olduğunda ne fena durumlara düşüldüğünün


bir misali olarak şu ifadeyi okumak isterim:

«Türk Milletince kabul edilmiş olan Anayasamızın Meclis ve Hükümet


tarafından ihlâl edildiği hususunda millet çoğunluğu vicdanında bir kanaat
belirmediği müddetçe ufak veya büyük olsun hiçbir zümre veya kuvvetin meşru
düzeni bozmağa hakkı olmadığına inanmış biz Havacılar, bu gibi hareketlere
tevessül edenlere karşı aynı kanı ve aynı üniformayı taşıdığımız halde silâhla
karşı koymağa azimliyiz. Türk milletinin geleceğini şahıs ve isteklerimizin
üstünde tutarak arzularınızdan sarfınazar etmenizi ve kardeş kanı dökülmesini
önlemenizi son defa hatırlatırız.» (21 Mayıs'ta, Ankara üzerine havadan
attırdığım beyannamedir.)

4. Karşısında olduğumuz iki hareket esnasında dikkatimi çeken başlıca


hususlar şunlardır;

a. Her iki hareketin emareleri belli olmasına rağmen, idari maslahat fikri hakim
olmuş, «belki bir hareket olmaz» temennisi içinde bulunulmuştur.
b. Hareket başladıktan sonra, hem 22 Şubat ve hem 21 Mayıs’ta;
(I) Kararsızlar ve
(II) İki taraflı olanlar büyük yekûn olarak göze çarpmıştır.

5. Her iki hareket esnasında kamuoyu, bugünkü kadar çeşitli akım ve tesirler
altında bulunmuyordu.

6. MİT Başkanmın açıkladığı Balon Projesi meselesinin tamamen yabancısı


değilim. Bazı kimseler bir buçuk, iki yıl evvel benimle de temas aradılar. (Orhan
Kabibay, Ekrem Acuner ve Mucip Ataklı’nm temaslarına daha önce
değinmiştim.) Kendilerine verdiğim cevabın özetini şöyle ifade edebilirim;

a. «İhtilâl yapmış olmak için ihtilâl’e teşebbüs edilmez».


b. «İhtilâl için ne ortam müsaittir ve ne de esaslı bir sebep mevcuttur».
c. «Bu şartlar altında yapılacak bir ihtilâl, silâh gücü ile bir başarı sağlasa da,
Türkiyeyi dış dünya muvacehesinde desteksiz ve itibarsız bırakacağı gibi,
ekonomik bir felâkete de sebep olur.»
d. «Demokratik rejime eninde sonunda dönüleceğine göre, beğenilmeyen bu
dönemlerden gene geçilecek demektir. O halde, toleranslı hareket edip, gerekli
uyarmalarla aksaklıkları düzeltmek çok daha doğru bir yoldur.»

7. Tahmin ederim bu temaslar hakkında sîzlerin ve MİT Başkammızm bazı


bilgileri vardır, fakat kendileri nazik davranarak bir şey ifade etmediler. Şahsen
ben de, bir zaman süresince, bana pek itimat edilmeyen bir şahıs nazarı ile
bakıldığını hissediyordum.

8. Hava Kuvvetleri Komutanı olduktan sonra bütün birliklerimi gezerek, subay


ve assubaylanmla konuştum ve Komutan olarak ne düşündüğümü, ne yapmak
istediğimi ve kendilerinden ne talep ettiğimi açıkça belirttim. Bu konuşmalarım
esnasında iç düzenle ilgili kısmı yazılı direktifimden okumak isterim.

«Vazifemiz, kısaca Cumhuriyetimizi dış ve iç tehlikelere karşı korumaktır. Bu


vazife; normal askeri çalışmalar, yani eğitim, harekâta hazırlık, disiplin ve moral
dışında İnanç ve Görüş Birliği ile yapılabilir.

Hava Kuvvetleri mensuplarınm gayet tabii olarak, dünya ve yurttaki askeri,


teknolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişme ve akımlan bilmesi ve takip
etmesi lâzımdır. Keza, bütün sosyal ve ekonomik ideolojilerin de bilinmesi
lâzımdır.

Ancak, günlük politika yapmak ve ideolojilerden birine ruhen de olsa intisap


etmek doğru değildir. Böyle bir fiilde bulunmak kanunen yasaktır ve cezai
müeyyideleri de mevcuttur. Fakat önemli olan, bu işlerle meşgul olmanın; Silâhlı
Kuvvetleri böleceği, parçalayacağıdır. Bu cereyanlara kapılmış personel; ne
harb’e yani ölüme, ne de müşterek bir karar ve komuta ile bir hareketin üzerine
sevk edilebilirler. Tarihimizde Silâhlı Kuvvetlerimizin müstesna bir rolü ve
mevkii vardır ve millet ve devlet hayrına çok olumlu işler başarmıştır, fakat aynı
tarihimizde; fikir aykırılıkları yüzünden savaş kaybedildiği ve Silâhlı Kuvvetler
mensuplarının birbirlerini tasfiye ettiği de çok görülmüştür.

Anayasa ve Atatürk ilkelerine riayet, sabır ve çok çalışmakla devletimiz yakın


bir gelecekte muhakkak ki istediğimiz seviyeye ulaşacaktır. Bu sebeple, hiçbir
Hava Kuvveti mensubunu politika ve akımlar içinde görmek istemem.
Anayasamız gereğince Genelkurmay Başkanı ve 3 Kuvvet Komutanı, Milli
Güvenlik Kurulu üyesi sıfatıyle yurt menfaatleri ile meşguldürler, onlara itimat
edin ve siz yalnız vazifenizi en iyi şekilde yapmağa çalışın.»

9. Diğer komutanlar mazur görsünler, benim Silâhlı Kuvvetler camiasında


biraz daha geniş muhitim vardır, disiplin ve hiyerarşik durumu bozmadan,
benimle çeşitli mevzular üzerinde rahatlıkla konuşulabilir. Bunun başlıca iki
sebebi vardır.

Birincisi: Kara ve Hava Kuvvetlerinde Albay, Tuğ-Tüm-Korgeneral sınıf


arkadaşlarımın olması.

İkincisi ise: Genç kuşağın, nedense, temsilcisi addedilmem.

10. Son defa Ankaradaki Hava Generallerimle topluca görüşmek lüzumunu


hissettim. Bu lüzumu hissetmemin sebeplerini şöylece özetleyebilirim:

a. Generallerle münferit konuşmalarda ileri sürülen endişeler


b. Assubaylarda bazı tatminsizliklerin topluca belirtilme temayülleri
( I) Maaş
(II) Uçuş tazminatı
(III) Lojman
(IV) Koruyucu elbise
(V) Daha fazla haklar, subaylarla eşitlik.
c. Ramazan ve bunu takip eden devrede
(I) Mesai saatleri tanzimi
(II) Namaz kılmak için mesainin tanzimi.

Nezaketsizlik olmaması için Genelkurmay ve Bakanlıktaki Generalleri davet


etmedim. Ben dahil 22 general, bu ayın (ocak 1970) 23’ünde 3 saat ve 21’inde
2,5 saat süre ile toplandık.

Toplantı Gündemimizi okumak isterim;

«Sayın Generaller... Bugünkü toplantımızın maksadı; Türkiye’de cereyan eden


olayları ve bunların sebeplerini-neticelerini incelemek ve sonunda Türk Silâhlı
Kuvvetlerinin tutacağı yolu tespit etmektir.

Emir komuta makamını işgal eden kişiler olarak şahsî ve ayrıca temsil ettiğiniz
kişiler toplumunun fikirlerine tercüman olarak, açıklayacağım meseleler
üzerinde sizleri dinlemek isterim.

Bu dinleme sonunda çoğunluk kazanan fikirler açıklık kazanacaktır. Bunu


takiben ben de bildiklerimden bazı kısımları ve şahsi görüşlerimi sizlere izah
sureti ile Kuvvet içinde asgari müştereklerde birleşmemizi mümkün kılmağa
çalışacağım.

I. Türkiye’de yeni seçimden çıkılmış olmasına rağmen, anormal ve yoğun bir


iç politika faaliyeti ile beraber;

a. Bir huzursuzluk
b. Tatminsizlik
c. Rejime güvensizlik
d. Aşırı sağ ve sol faaliyetleri ve bunların kendi görüşlerine uygun bir düzen
değişikliği, devrim veya ihtilâl ile (yani legal veya illegal yollarla) iktidara
gelme faaliyetleri
e. Basın ve TRT’de sorumsuzluk ve bilhassa basının büyük kısmının seviye
düşüklüğü
f. Sosyal ve ekonomik sıkıntılar müşahede edilmektedir.
II. Hayatiyet gösteren her bünyede, bu gibi durumlarla karşılaşmak normal ise
de, dozaj kaçırıldığı ve bu sebeple rejimin ve dolayısı ile Türkiye’nin bazı
tehlikelerle karşılaşması varittir.

III. Bu durumlara Silâhlı Kuvvetler mensuplarının ilgi göstermediğini


söylemek hata olur.

IV. Size göre bu halin başlıca sebepleri nedir ve aşağıda sıralanan durumun
amilleri olan faktörleri nasıl kıymetlendiriyorsunuz?

a. Sosyal
b. Ekonomik
c. Ana düzen; yani mevcut anayasamız. Sıkıntılar; anayasanın tam
uygulanmamasından mı veya bünyemize uymamasından mı?
d. Partilerin tek tek durumları
e. Basın ve TRT
f. İcra organı ve Parlamentonun durumu
g. Çeşitli anayasa müesseselerinin tutumu
h. Bütün bu düşünce ve olayların Silâhlı Kuvvetler bünyesindeki akisleri ve
tesir dereceleri

V. Bu vaziyet karşısında, Silâhlı Kuvvetler olarak, bize düşen görev nedir,


utulacak ve takip edilecek yol ne olmalıdır?

11. Bir yüksek rütbeli subayım meseleler hakkında fikri olmadığını beyan etti.
Yirmi General (ki Hava Kuvvetleri mevcudunun 1/3'ü) fikirlerini açıkça ifade
ettiler. Bunlardan üç General birliklerinde yaptıkları fikir yoklamalarının da
izahını yaptılar.

12. Şimdi toplantıda Generallerim tarafından adeta ağız birliği yapılmışçasına


ifade edilen fikirleri açıklamak isterim.

TÜRKİYE’NİN HALİHAZIR DURUMU:

a. MİLLİ BÜTÜNLÜK :

Bugün Türk milleti hââ mütecanis bir sosyal yapıdan mahrumdur. Kürtçülük,
Şiilik, Alevilik faaliyetleri, muhtelif zümre ve siyasi partilerin kendi çıkarları
istikametinde istismarı ile, her biri bünyeyi kemiren birer dert halini almıştır.
Bu hususun tevlit ettiği endişe ve huzursuzluk büyüktür.

Endişenin daha büyüğü; aşırı sağ ve aşırı sol cereyanların yakın bir gelecekte
milleti ikiye ayıracağı ve artık önüne geçilmesi imkânsız hadiselerin patlak
vereceği ve bu durumun, dış ideolojilerin Türkiye içindeki arzularının
tahakkukuna zemin hazırlayacağı görüşünden doğmaktadır.

Aşırı sol hakkındaki fikirler şöyle özetlenebilir; Türkiye’de; memleket


meseleleri üzerinde fikir üreten aydın tabakanın büyük kısmı soldadır. Bu husus;
devletin yönetiminde rol sahibi olan müesseselerin bünyeleri tetkik edildiğinde
açıkça görülebilir. Ancak komünizme kaçan bir aşırı sol tehlikesi henüz varit
değildir. Komünizm, milletin karakterine aykırı düşen bir eylem olması
nedeniyle, ciddi bir tehlike sayılmamak gerekir. Sol olarak ifade ettiğimiz,
«Sosyal adalet ve ilerici eylem» arzuları, fikir, çok azınlıkta olan aşırı solcular
tarafından körüklenerek ve istismar edilerek sağ ve sol uçlar birbirinden daha da
uzaklaştırılmak istenmektedir.

Aşırı sağ faaliyetlere gelince;

Sağcılar bir kitle hareketinin hazırlığı içindedirler. Silâhlanma başlamıştır.


Teşkilâtlanma tamamlandığında, tehlike büyük olacaktır. Aşırı sağın en büyük
tehlikesi, çoğunluğu cahil olan milletimizin bu yol ile kolayca istismarının
mümkün olabileceği hakikatine müstenittir. Sağ: tutucu ve problemlerin halline
set çekici ve dolayısıyle Türkiye’nin ilerlemesini önleyici olarak
vasıflandırılmaktadır. Hükümetin sağa taviz verdiği kanaati yaygındır. Bu kanaat
dolayısıyle hükümete güvensizlik doğmaktadır.

b. TATMİNSİZLİK:

Silâhlı Kuvvetler mensupları, memleketin mevcut imkân ve şartları içinde maddi


bakımdan kendilerini, tatmin edilmeyen zümrenin dışmda görmek asaletine
sahiptirler. (Küçük rütbeliler hariç). Ancak, bu konuda Silâhlı Kuvvetleri
etkileyen huzursuzluk, milletin genel yaşayış seviyesinin en geri milleter
hizasında ve belki de altında olduğu kanısının verdiği bir kompleksin
mahsulüdür.

Türk Ordusu, yerli ve yabancı düşünür ve yazarların her fırsatta ittifakla ifade
ettikleri gibi, bir halk ordusudur. Samimi arzu, halkın refah ve saadetinin temini
yolundadır. İftiharla söylenebilir ki, Türk Ordusu; hakiki milliyetçi ve
vatanperver insanların başka bir saha veya meslek grubunda olduğundan daha
kesif bulunduğu bir topluluktur. Özet olarak, bu şekilde vasıflandırdığımız
insanların, gelir dağılımının anormal farklar gösterdiği ve başkent’te nüfusun %
65'inin gecekonduda yaşadığı bir düzen içinde milletin, bu şartlar sonucu acı bir
tatminsizlik duyacağı tabiidir.

c. ANAYASA:

Bu konuda müşterek kanaat mükemmel bir anayasaya sahip bulunduğumuz,


fakat anayasanın devlete yüklediği görevlerin tam yapılmadığı istikametindedir.

d. PARTİLERİN DURUMU :

Siyasi partilerin; şahıs ve zümre menfaatlerini hakiki görevlerinden üstün


tuttukları, iktidarda veya muhalefette iken memleket menfaatlerinin gerektirdiği
eylemlerin dört senelik devre sonunda elde edilecek oy kaygusu ile bir kenara
itiliverdiği kanaati hakimdir. Seçim sistemi aksaklıkları, memleket davalarına
kifayetle eğilebilecek nitelikten mahrum kimselerin meclise girmeleri neticesini
doğurmaktadır. Seçilmek için yüz binlerce lira harcayan bir şahsm, seçildikten
sonra bu ağır yükün altından kolayca kalkabilmesinin nedenleri zihinlerde
istifham yaratmaktadır.

e. BASIN VE TRT:

Basın ve TRT’de sorumsuzluk ve bilhassa basının büyük kısmında seviye


düşüklüğü görülmektedir. Sağ-sol çizgisi üzerindeki yerlerine göre, yayın
müesseseleri; gizli komünizm propagandası yapabildikleri gibi, açıkça aşın sağ
fikirleri yayabilmekte, hüâfet özlemini dile getirebilmektedirler.

f. EKONOMİK DURUM :

Türkiye’nin ekonomik bir çöküntü içinde bulunduğunu ve çöküntünün


derinleşmekte olduğu... sokaktaki adamın dahi açıkça kabul ettiği, bir hakikat
olarak ifade edilmektedir. İç ve dış ticaretteki ahlâk bozukluğu, devlet
dairelerinde alabildiğine rüşvet, para değerinin mütemadiyen düşmekte olduğu,
vergi sisteminin bozukluğu ve mal emniyetinin artık mevcut olmadığı aile
sohbetlerinin başlıca konuları arasındadır. (On beş yıl sonrasının Türkiye’sinde
de aynı benzerlikler ve konular gündemde. Hayret etmemek elde değil.)

DÜŞÜNÜLEN ÇARELER :
Hava Kuvvetleri mensupları, her ne kadar demokratik düzen içinde arzu edilen
seviyeye yükselinebileceği inancmı henüz kaybetmemişlerse de iyi gidişe işaret
olabilecek köklü tedbirlere hâlâ tevessül edilmeyişinin hayal kırıklığı yaratmakta
olduğunu, hükümet ve rejime itimadın sarsılmakta olduğunu beyan etmişlerdir.

Bu sebeple, hükümetin basiretli davranarak, mümkün olduğu kadar süratle ve


büyük bir cesaretle, aşağıdaki hususları tahakkuk ettirmesi gerektiği ifade
edilmiştir.

a. Vergi reformu
b. Toprak reformu
c. Eğitimde reform
d. Devlet yatırımlarının, oy endişesinden kurtularak, ekonomik kalkınmaya hız
verecek istikamete çevrilmesi
e. Devlet otoritesini temsil eden kuvvetlere milletin saygı ve güvenini
sağlayacak bir veçhe verilmesi
f. Atatürk ilkelerine bağlılık
g. Dış Ticaretin Devletleştirilmesi
h. Seçim kanununun Islâhı

13. Bu toplantının bende bıraktığı izlenimi şöyle özetleyebilirim;

Arkadaşlarım hakiki Atatürkçü, vatansever, Türkiye’nin kalkınmasını gönülden


isteyen, demokratik rejime inançları baki insanlardır. Ancak, bizdeki bilgi teatisi
ve astları tenvir ve inanca bağlama olanağı eksiktir. Silâhlı Kuvvetler
mensuplarının dar ifade kalıpları içinde (örneğin... Atatürk’ün çizdiği yolda,
anayasa düzeni içinde, her türlü akımın ve politikanın dışmda v.s. gibi basit
sloganlarla) doktrine edilmek istendiği, halbuki günün şartları ve fikir akımları
karşısında, bu basit usullerin yetersizliği dolayısıyle, Generalliğe de yükselmiş
olsa, bilgilerinin çoğunu sol akımlı basın ve kitaplardan tek taraflı sağladıklarını
ve bu sebeplerle cereyan eden ve etmekte olan olayları ve fikir akımlarını
kısmen de olsa yanlış müşahede etmekte olduklarını gördüm ve tabiidir ki
üzüldüm.

14. Bu sebeple, ikinci gün yaptığımız toplantıda, gizli meseleleri kısmen ve


diğer meseleleri doğru kanılarda birleşerek, yanlış kanılarda durum, sebep ve
doğruları açıklayarak kendilerini tatmine çalıştım ve hissettiğime göre bu
neticeyi kısmen sağladım.
15. Bu konuşmam esnasında aşağıdaki konulara temas ettim;

a. Türkiye’deki aşırı akımlar ve faaliyetler

(I) Sol
(II) Sağ.
(a) Dini
(b) İktisadi
(III) Talebe, işçi, köylü hareketleri, sağm ve solun bunlara iştiraki
(IV)' Kürtçülük, Alevilik, Hellenizm ve Patrikhane, Ermenilik

b. Partilerin tek tek durumları

c. Anayasamız

d. Anayasa müesseseleri, bu arada Anayasa Mahkemesi, Yargıtay

e. Adliye

f. Mülki idare ve mahalli memurlar

g. Üniversite, TRT ve Basın

h. Ekonomik durum ve bu arada;


(I) Devletçilik
(II) Özel sektör
(III) Karma ekonomi
(IV) Yabancı ve yerli sermaye
(V) Yatırımlar
(VI) Gelir dağılımı
(VII) Vergi sistemi ve adaleti

i. Ağalık, toprak reformu

j. Parlamento ve Hükümet k. Silâhlı Kuvvetler Yüksek Kademesi, yani


komutanların durumları

16. Bu izahatımın ana noktalarını şöyle özetleyebilirim;

a. Sosyal ve ekonomik meselelerin çoğu asırlardan beri mevcuttur. Eskiye


nazaran bariz fark Anayasanın verdiği hürriyetler muvacehesinde ve zamanın
haberleşme imkânları ile meseleler toplumun bilgi sınırları içine girmiştir. Bu
sebeple konuya alâka fazladır.

b. Anayasamız teorik olarak mükemmeldir. Bünyeye uygun olup olmadığı


tartışılabilir. Ayrıca, bugün bazı maddelerinin ifade ettiği mânâlar üzerinde de
değişik görüş ve anlamlar çıkarılmaktadır.

c. Partilerin Anayasayı ve devlet düzenini anlayışta asgari müştereklerde


birleşmesi lâzımdır. Partiler, aşırı akımların destekleyicisi ve temsilcisi olmaktan
vazgeçerek, ekonomik ve sosyal açıdan daha vazıh doktrinlere sahip olmalı ve
bu doktrinler anayasa müşterek anlayışı içinde kalmalıdır.

d. Hiçbir hükümet bu millete fenalık etmek için iş başına gelmez. Hiçbir


hükümetin elinde de asırların meselelerini bir anda çözecek sihirli bir değnek
yoktur. Ancak, var olan meseleleri yok saymak veya küçümsemek doğru
değildir. Artık bazı meselelere ciddiyetle eğilmek, bazı reformlara girişmek ve
sonu rey kaybına da müncer olsa, sebep ve gayeyi millete açıklamak ve milleti,
memleketi kurtaracak gayeler üzerinde birleştirmek lâzımdır.

e. Aşırı sol tehlikeyi küçümseme fikrine katılmam. Aşırı sağ kadar aşırı sol da,
yalnız rejimin ismi bakımından değil, fakat devletimizin ve milletimizin geleceği
bakımından büyük tehlikeler arzetmektedir. Parti farkına bakmaksızın, ana
tehlikeler üzerinde fikir birliğine varılarak, devlet otoritesini sağlayacak yeni
konular meclisten geçirilmeli, alınacak sosyal ve ekonomik tedbirlerle de huzur
ve sosyal adalet sağlanmalıdır.

f. Basın ve TRT baskıya değil fakat mutlak düzene alınmalıdır.

g. Anayasa düzeni içinde olduğu kontrol edilmek şartıyle Hükümetler icraatte


daha kuvvetli hale getirilmelidir.

h. Özerkliğin, «devlet içinde devlet» oluşu gibi yanlış anlamlar, tashih


edilmelidir.

i. Seçim, müessesesinin ıslâhı ve parlamentoya bugünkünün üstünde bir


seviye ve itibar kazandırılması elzemdir.

17. Silâhlı Kuvvetler Komuta heyetinin devlet düzeni içindeki durumuna


gelince, arkadaşlarıma şu noktayı izah etmek zaruretini duydum; Komutanların
Silâhlı Kuvvetler bünyesindeki ve devlet düzeni içindeki yeri bellidir.
Komutanların seçim ve tayinlerinin nasıl yapılacağı da kanunda yazılıdır. İcra
organı yani hükümet, bir komutanı seçerken, gerek askeri görevini yapabilme
niteliği gerekse icra organı ile bağdaşıp bağdaşamayacağı noktaları üzerinde
durur. Seçilen Komutan da vazifeyi kabul ettiğine göre, icra organı ile asgari
müştereklerde beraber demektir. Hizmet süresi esnasında meseleleri
kıymetlendirme ve ic-raatteki görüş farklarını Komutanlar, Güvenlik Kurulunda
ifade edebilirler. Ancak Güvenlik Kurulu isti-şari mahiyettedir. Görüş farkları
giderilemezse, gayet normal bir hak olarak, yetkili otoriteler Komutanı vazifeden
ayırır veya Komutan kendisi vazifeden ayrılır.

NETİCE VE ARZ EDECEĞİM TEKLİFLER :

1. Hava Kuvvetlerinde yapılan toplantıdaki Generallerle şahsıma alt fikirleri


sizlere ifade ettim.

2. Fikirlerde sol'a kayma vardır. Sol yayınların; şahıslar üzerinde cazip etkileri
ve kızdıkları sağ’a karşı, fiili birleşme değil fakat fikri birleşme olanağı yarattığı
görülmektedir.

3. Bu halin, daha genç kuşakta daha kuvvetli olduğu tahmin edilebilir.

4. Bu sebeple MİT müsteşarımız tarafından izah edilen vak’anın önemli


olduğu kanısındayım. Fikirler kitlelere mal edilmeye başlanırsa örgütlenme
kolaylaşır. Örgütlenme hücre çalışmasına geçince takip ve kontrolü çok güçleşir.

5. Bu fiili hareket halinde; kararsızlar, heveskârlar, mağdurlar, iki yüzlülerin


birleşmesi halinde durum kontroldan çıkabilir.

Bu sebeplerle;
a. Silâhlı Kuvvetler içinde politika ile uğraşmayalım, altımız sağlamdır,
otoritemiz tamdır, istediğimizi yaptırırız iyimserliğinden uzaklaşarak
(I) Okullarda yetiştirdiğimiz talebeler
(II) Kıtalarımızdaki subay ve assubayı tayin edilmesi fikir ve gayeler etrafında
doktrine etmeği
b. Hükümetimizin lüzumlu sosyal ve ekonomik tedbirleri almasını ve devlet
nizamını tesis edecek kanunları çıkarmasını uygun bulmaktayım.

Bedbin değilim, nikbin de değilim. Başarırız, yeter ki gerekli tedbirleri alalım.


Arz ederim.

Muhsin Batur, Orgeneral, Hava Kuvvetleri Komutanı

* * *

Bu konuşmanın yapıldığı basına aksetti. İçeriği üzerinde de eksik ve yanlış


haberler çıktı, polemikler başladı... azı lehte, çoğu aleyhte. Mecliste gizli oturum
yapılması istendi, bir soru üzerine Başbakan Demirel; 22. Haziran 1970’de şu
açıklamayı basına yaptı...

«Böyle bir mektup yok. Gazetelerde çıkan, mektup muhtevası diye çıkan şeyler,
genellikle çok yanlış. Yalnız Hava Kuvvetleri Komutanı daha evvelki bir
görüşmemizde bana bazı hususları intikal ettirmişti. Ben de bunları bana bir not
olarak vermesini rica ettim. Bir not olarak verdi. Bu bir muhtıra değildir. Bir
mektup da değildir. Bunun muhtevasını da açıklamak durumunda değilim.
Muhtevası devlet hizmetlerine mütealliktir ve bu kendi hiyerarşi düzeni içinde
cereyan eden bir husustur. Birtakım yanlış manalar çıkarmağa, şu veya bu
istikamette bunu tefsir etmeye mahal yoktur.»

Ne çare ki bu görüşler sonraki yıllarda değişti ve konu devamlı polemiye açık


kaldı.
HAVA KUVVETLERİ
GÜÇLENDİRME VAKFININ
KURULMASI (1970)
Bir havacı olarak Hava Kuvvetlerimizin tarihini biliyordum. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde; dünyadaki birçok yeni buluşu büyük zaman
gecikmeleriyle kabullenmiş olmamıza karşın askeri havacılığa hemen hemen hiç
gecikmeden 1911 yılında başlamıştık. Cumhuriyet döneminde iki defa devlet ve
bir defa özel sektör olarak uçak yapımı girişiminde bulunmuş, sonuç çeşitli
sebeplerle başarılı olamamış ve konu zamana terkedilmişti. Uçak ve silâh
sistemimiz, bakım ve onarım hariç hemen hemen bütünü ile dışa bağımlıydı.

Kıbrıs bunalımı dolayısıyla Silâhlı Kuvvetlerimizin kullanılışı hakkındaki


görüşlerini nezaket kaidelerine bile uymayan ağır ifadelerle belirten Amerika
Cumhurbaşkanı Johnson’un mektubu belleklerde tazeliğini koruyordu. Dış
yardımlar sınırlı, Hava Kuvvetlerimize ayrılan pay nisbeten küçük, milli bütçe
olanakları sınırlı idi. Görüşüme göre; Türkiye’de, ilk aşamada dışa bağımlı da
olsa bir uçak sanayii kurulabilirdi. Halkımızın hem konuya ilgisini çekebilmek
ve hem de bir yardım kampanyası açarak kurulacak sanayiye destek olacak bir
fon kurulmak amaçları ile her yıl 1 Haziran'da kutlanan «Hava Kuvvetlerimizin
Kuruluş Yıldönümü» gününü vesile sayarak televizyon ve basın yolu ile çağrıda
bulundum. Çağrı, umduğumdan çok fazla ilgi uyandırdı, halk ve kuruluşlardan
bağışlar gelmeye başladı. Fakat konu ciddileşmişti, bir esasa bağlanması
gerekiyordu. Çeşitli kimselerle görüştüm. Bunların içinden sayın Kazım Taşkent,
Sayın Rıza Çelebi (AP milletvekili), Sayın Naim Talu (Merkez Bankası Başkanı)
düşünsel katkılarda bulundular ve Vakıf kurulması böylece kararlaştırıldı. Resmi
formaliteler tamamlanarak «Türk Hava Kuvvetleriniz Güçlendirme Vakfı»
kuruldu. Kurucular heyeti ilk toplantısında Yönetim Kurulunu teşkil etti...
Başkan; Org. Muhsin Batur, Yönetim Kurulu Üyeleri; Naim Talu, Prof. İsmet
Ordemir, Cevat Vural, Doç. Dr. Orhan Işık, Refet Erim, Rıza Çerçel, Hv. Tümg.
Hulusi Kaymaklı ve Genel Müdür olarak Hv. Tümg. Sırrı Korcum.

Komutanlığım süresince Vakıf, tanınma ve maddi bakımdan güçlendi. Parola ve


hedef olarak «Kendi Uçağını Kendin Yap» sloganını seçmiştik. Tabii,
herşeyimizde olduğu gibi bu parola da dejenere edilmeye başlandı... «Kendi
dövizini kendin bul», «Kendi okulunu kendin yap», «Kendin pişir kendin ye»
gibi. Eksik olmasınlar önce Deniz sonra Kara Kuvvetlerimiz de Vakıf kurdular
ve gayret bölündü. Buna karşılık teşebbüs ve çalışmalarımız sonunda
Meclislerimizde önce Vakfa gelir sağlayan yasa (ki Atatürk döneminde Tayyare
Piyangosu vardı, sonra bu Milli Piyangoya dönüştürülmüştü, kabul edilen yasa
ile Milli Piyango gelirleri Vakfa tahsis edildi) ve sonra Türkiye Uçak Sanayi AŞ
(TUSAŞ) hakkındaki yasa kabul edildi. Ben emekli olup Vakıftan ayrıldıktan
sonra çalışmalar bazen yavaş bazen hızla sürdürülerek bugün (1984 sonu) Vakfın
maddi varlığı 84 Milyar TL'yi aştı ve Vakfın, Hava Kuvvetlerini, Genelkurmayın
ve hükümetlerin konuya ciddi ve devamlı eğilmesi ile biraz gecikmiş de olsa
1984 yılında Türk Uçak Sanayiinin temeli Ankara’da sade bir törenle atıldı.

Tabii bu işler benim burada kısaca anlattığım gibi kolay olmadı... Genelkurmay
Başkanı Org. Tağmaç; kendisine sormadan bu girişimi yaptığım için hoşnut
olmadığmı belirtti... Basında lehte olduğu kadar aleyhte de yazılar çıktı...
bilhassa Hac Dövizlerinin Hava Kuvvetlerine yardıma ayrılmasını halktan
istemem üzerine basınımızın dindar (!) yazarları acı makaleler yayınladılar...
Siyasiler de pek memnun görünmediler... ama HALK memnundu, mektup ve
dileklerine cevap verebilmek için özel büro kurmak zorunda kaldık.

Ben ise; hayatımda gaye edindiğim bir konunun... daha yaşarken gerçekleşmeye
başlamasının verdiği mutluluk içindeyim.
12 MART’A GELİŞ VE ASKERİ
MÜDAHALE
Olaylar artmağa buna karşın olayları önleme ve kontrola alma gücü zayıflamağa
başlamıştı. Aylık yapılan MGK toplantılarından kamuoyu «bir şeyler bekler»
haldeydi. Bu kurul, yasaya göre ancak tavsiye kararları alabiliyordu, kurulda
hükümet üyeleri çoğunlukta oldukları için onların istemedikleri bir karar zaten
alınamazdı (bana göre bu durum normal ve doğru idi, çünkü devletin
yönetiminden Meclislere karşı hükümet sorumlu idi). Ama... gene de bir şeyler
yapılması, ulusa moral verilmesi gerektiği kanısındaydım. Bu maksatla Güvenlik
Kurulu'nun 28 Mart 1970 günkü toplantısında söz alarak özetle şu konuşmayı
yaptım...

«Sayın Cumhurbaşkanım,

Konuşmamda belki bazı hukukdışı noktalar bulunabilir, ancak gerçekleri dile


getirmek istiyorum. Milli Güvenlik Kurulu’nun ne olduğu Anayasamızda
belirtilmiştir... istişari bir kurul olup, iç ve dış güvenlik konularında hükümete
tavsiyelerde bulunur. Ancak bu teorik bir ifadedir. Hakikat şudur ki... sağduyusu
olan her Türk, bu kuruldan başka şeyler beklemektedir.

Kurula Genelkurmay Başkanlığı’ndan ve çeşitli badirelerden geçmiş bir


Cumhurbaşkanının başkanlık etmesi, Başbakan dahil kabinenin önemli
bakanlarının bulunması ve bilhassa komuta heyetinin de kurulda yer alması,
Kurul’dan istişareden ziyade demokrasinin yerleşmesi sırasında aktif kararlar
istenmesinin sebepleridir.

Bilhassa Silâhlı Kuvvetler mensupları ile, iç tehlikeler büyüdüğü ve devlet


nizam ve güvenliğini sarstığı zaman er geç Silâhlı Kuvvetler’in manevi baskısı
ile bu tehlikenin önüne, bu kurul delâleti ile geçilebileceği ümit ve kanısı
sağduyu sahibi sivil aydınlarda da yerleşmiştir.

Bu sebeple... yüksek kurulumuza beslenen ümitlerin yitirilmemesi için; Türk


milletine, gençliğine, adalet mekanizmasına, Üniversite ve Basın’a hitaben
dikkatle hazırlanmış bir bildirinin yayınlanmasını uygun ve elzem gördüğümü
saygı ile arz ederim.»
Ancak Hükümet benim gibi düşünmüyordu... örneğin benim ilk konuşmam
basına... «İkaz Mektubu»... «Muhtıra» deyimleri ile sızınca, Hükümet
üyelerince... «Önemli değil»... «Zaten MGK istişari bir organdır» gibi bazı
küçümseyici ifadeler kullanılması tercih edilmişti.

1971 yılı Ocak ayında ise Hükümet böyle bir bildiriye bütün gücü ile sarılmak
gereğini duyacaktır ama... o zaman da «iş işten geçmiş» olacaktır.

Nisan ayı MGK toplantısı öncesinde dört Komutan kendi aramızda toplandık ve
her birimiz kendi görüşlerimize göre durumu değerlendirdik. Ben kendi
düşüncelerimi şöyle toparladım;

1. Olayların ana sebepleri ekonomik ve sosyaldir.

2. Sosyal yapı ve bunun oluşturduğu görüş farklarının tarihi çok eskilerden


başlar. Bilhassa "din", "dini tutuculuk", "Teokratik devlet kurma" özlemleri ve
buna zemin hazırlayıcı faaliyetler (sayıları belli olmayan Kur’an Kursu,
Nurculuk v.s. akımlar); bugünkü medeni yaşantısı ve ekonomik koşullar
dolayısıyla, Türkiye’yi geriye götürmek ve batırmaktan başka bir işe yaramaz.
Yeni-eski mücadelesi Türkiye’de asırlardan beri sürmektedir ve eskiye taviz
vermeden iktidara gelmek (Atatürk hariç) şimdiki halde çok zordur.

3. Çeşitli dünya ülkelerinde değişik ekonomik teoriler veya ihtiyaca göre teori
dışı pratik hal tarzları ile düzen yürütülmektedir. Dünyada liberalist, kapitalist,
sosyalist veya karma ekonomi düzeni ile kalkınmış birçok devlet vardır. Keza bu
düzenlerden birinden diğerine geçiş suretiyle kalkınmış ülkeler de vardır. Bu
kalkınmalar esnasında dahi gayrimemnun zümreler her zaman bulunmuştur.

4. Türkiye’de, şimdiki ekonomik düzenden kendi çıkarları bakımından


memnun bir grup vardır. Bugünkü anlamda bunlar, tutucu gücü ifade ve temsil
etmektedirler. Diğer taraftan gelişen milletlerarası ilişkiler ve kolaylıkla yayılan
düşünce akımları dolayısıyla, bugünkü tabirle bilinçlenen ve dış-iç tutucu düzen
tarafından sömürüldükleri kanısında' olan diğer bir grup vardır. Her iki grup da
kendi içlerinde bilinçlenmekte, büyümekte ve organize olmaktadır.

5. Partiler yelpazesinde AP tutucu, CHP ilerici güçleri temsil iddiasında iseler


de, bu daha ziyade teoride kalmaktadır. Çünkü partiler kendi iç bünyeleri
bakımından mütecanis değillerdir.

6. Parlamenterlerin çoğu, maalesef ünvan ve mevkiden yararlanmak suretiyle


özel çıkar sağlayan, birtakım yöresel ve fikrî husumetler yüzünden bir partide
yer alan, memleket gerçeklerini değerlendirecek ve anlayacak kültür
seviyesinden yoksun olduklarından, parlamentoya karşı, bir bölüm iyi niyetli
aydınlar ve bir bölüm art niyetlilerce itimatsızlık belirtileri çok artmış ve başka
çözüm yolları aranmasına başlanılmıştır. .

7. Bugün için görünen çözüm çareleri nedir?

a. Yaşanan ortamın sebeplerini, Anayasaya, aşırı hürriyetlere, yetersiz yasalara


bağlayarak önlem almak cihetine gitmek, apseli bir yaraya üstten kabuk
bağlatarak iyi olduğu zannına varmaktan başka bir işe yaramaz kanısındayım.
b. Meseleyi kökünden, yani sosyal ve ekonomik açılardan ele alarak millî ve
müşterek bir çare bulmak, yapılması zor fakat en doğru çaredir.
c. Ancak, aşağı yukarı fikirler zorbalıkla eylem safhasına girdiği için yukarıda
belirttiğim görüşleri birlikte yürütecek bir icraata girmek daha doğru olur.

8. Bu icraat nasıl sağlanabilir?

a. Bugünkü normal düzen içinde böyle bir icraatı kendiliğinden, Parlamentoyu


teşkil eden partilerden beklemek abestir.
b. Komuta Konseyi görüşü olarak durumu Cumhurbaşkanına açıklamak,
Cumhurbaşkanı başkanlığında 3 büyük partinin üst düzey yöneticileri ile bir
toplantı yapıp, onları asgari müştereklerde birleştirerek gerekli icraat ve
reformları, yol biraz anti-demok-ratik de olsa gerçekleştirmek.
c. Bu sağlanamazsa, maalesef son çare olarak, komuta düzeni içinde meseleye
el koymak, bunun için de ciddi, ilmi ve mantıki bir planlama yapmak gerekir.»

Notlarımdan özetlediğim bu konuşmalar Komutanlar arasında yapılmağa


başlandığına göre, Türkiye’nin siyasi yaşamının yeni bir yolculuğa çıktığı
anlaşılabilir. 24 Nisan 1970 günü Milli Güvenlik Kurulu olağanüstü bir toplantı
yaptı. Toplantıda Cumhurbaşkanı Sunay, Başbakan Demirel, biz dört komutan ve
MİT Müsteşarı vardı. Toplantıya Bakanlardan kimse çağırılmamıştı. Gece 21’de
başlayan toplantı 02.30’da sona erdi.

Önce MİT Müsteşarı söz alarak, öğrenci hareketleri, işçi hareketleri, toprak
işgalleri, basının sorumsuz hareketleri, sol partiler ve örgütler, Parlamento ve
par-tilerarası ilişkiler ve muhtemel bir ihtilâlin hazırlıkları hakkında bilgi verdi.

Durum bir hayli endişe vericiydi...


Öğrenci hareketlerinde; son 4 ayda sağ-sol çatışmaları artmış, bir generalimizin
ve iki Amerikalı generalin otolarına tecavüz edilmiş, 66 boykot, 8 işgal, 9
üniversite kapama olayı meydana gelmişti.

İşçi hareketlerinde, DİSK faaliyetini arttırmış, son iki ayda 12’si DİSK’e ait
olmak üzere 25 işçi hareketi meydana gelmiş, emekçi sınıfının iş başına gelmesi
konusunda DİSK - TİP müşterek eylem içine girmişlerdi.

Basın; olayları ters göstermekte, otoritelere karşı taarruz ve yıpratma


kampanyası açmış durumda... (bizler de basını izliyor ve hakkımızda yazılan
«Faşist generaller», «Amerikan uşağı generaller», «Satılmış generaller»
terimlerini acaba kartvizitlerimize bastırsak mı diye düşünüyorduk (!) ),
sınıflararası sürtüşmeyi ve rekabeti arttırıcı, subay-assubay çatışması yaratacak
yayınlar da bulunuyordu.

Sol partiler ve örgütler: TİP, DEV-GENÇ... Komünizmi, kendi doğrultularında


yapılacak bir ihtilâli ve silâhlı çatışmayı teşvik ediyorlardı. İhtilâl ile ilgili
hazırlıklara gelince, ihtilâl heveslileri bilhassa Ankara’da artmıştır... Em. General
Madanoğlu, Doğan Avcıoğlu, Osman Köksal çalışma içindeler, Milli Birlikçi
Ekrem Acuner de «Devrimci Kemalizm Grubu» olarak muvazzaf ve emekli
subaylarla ilişki halindeler (MÎT tarafından bu muvazzaf ve emekli subayların
adları bildirildi, fakat burada açıklamakta bir yarar görmedim.) Hıfzı Kaçar; Org.
Gürler ve Org. Batur’la ihtilâlin liderliği için temas aramış, bu istek
reddedilmişti. (Böyle bir temas benimle aranmadı.)

MİT Müsteşarı’nm bu bilgileri verdikten sonra yaptığı değerlendirmeye göre;


yakın gelecekte büyük çaplı grev hareketleri, mitingler, Lenin’i anma törenleri
düzenlenecek, Türkiye’de anarşi hızlanacak, fakat ihtilâli icap ettirecek bir
gerekçe yoktu.

Org. Tağmaç söz istedi ve görüşlerini açıkladı...

«1. Hastalığım esnasındaki toplantıda (25 Ocak 1970 günü yapılan toplantıyı
kastediyor) Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarınca ileri sürülen görüşleri
okudum...

2. Ben, ekonomik ve sosyal reformlar üzerinde duracak değilim. Bu mevzular


Silâhlı Kuvvetlere ait değildir.

3. Mesele; bu ortamda Silâhlı Kuvvetler’in durumu nedir? Bunu izaha


çalışacağım... görüldüğü gibi Silâhlı Kuvvetler’de bazı şahıs ve gruplar faaliyet
göstermeye başlamışlardır. Bizde... İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde
askerî birlikler vardır. Amerika ve Avrupa’da böyle bir şey yoktur. Bizde, bu
şehirlerdeki birliklerde bulunan subaylar kolaylıkla ihtilâle kayabilmektedirler.

4. Mevcut 926 sayılı Askeri Personel Yasası, mağduriyetlere sebebiyet


verdiğinden gayrımemnun bir kitle var. (Terfi sistemi bir piramit esasına dayalı,
üstlere gidince kadrolar daralıyor, terfiler sınırlı, genç yaşta emeklilik sorunları
vardı.) Konuş, kuruluş ve mağdurluk, bir ihtilâl ortamının yaratılmasını
kolaylaştırmaktadır.

5. Danıştay bize karşıt bir müessese olarak çalışmakta, Silâhlı Kuvvetler’in


düzenini bozmaktadır. (Yüksek Askeri Şura’ca generalliğe veya bir üst rütbe
generalliğe yükseltilmeyenler veya emekli edilenler Danıştay’a müracaatla
general oluyorlar veya emeklilikleri iptal ediliyordu. Orduda «Danıştay Paşası»
adı ile yeni bir grup oluşuyordu.)

6. Milli Birlik Grubu içinden bazı kimseler de orduyu ihtilâle teşvik


etmektedir.

7. Solcu gençlik, orduya karşı cephe almış vaziyettedir. Silâhlı Kuvvetler üst
kademesi, hükümet paralelinde emperyalizme hizmet eden kişiler olarak
gösterilmektedir.

8. Bu ortam içinde «Silâhlı Kuvvetler bir ihtilâl yapmaz» diye kimse garanti
veremez.

9. Uzun vadeli plan ve reformlarla bu iş halledilemez... bu meseleye zecri


olarak dur demek lâzımdır. Bu seferki ihtilâl 27 Mayıs’a benzemez, 1917 Rus
ihtilâline benzer.

10. Anayasa, Üniversite, TRT ve benzeri kanunlar hemen değiştirilmelidir.

11. Sağ, bir ihtilâle mani olamaz. İhtilâl; sol bir ihtilâl olacaktır ve genç
subayın fikri buna yatkındır.

Org. Tağmaç’tan sonra ben söz aldım ve dedim ki... «Komutan olarak
birliklerimizle yeteri kadar temasımız var. Açık konuşmalarla fikirlerimizi,
tehlikeleri açıklıyoruz. Bizi bu konuşmalarımız esnasında zayıf düşüren yegâne
nokta; parti ve parlamenterlerin durumlarının acıklı oluşudur. Parlamento,
gerekli ve faydalı yasaları çıkarmakta tembeldir. Ben şahsen, astlarımla
konuşarak kontrolü elimde tutabiliyor ve fikir birliğini sürdürebiliyorum.

Org. Tağmaç bana cevap vererek... «Bence, Batur paşanın yaptığı tam doğru
değil, ast’larla münakaşa yolu açacak tarzda konuşmak uygun değildir. Onlara
vazifelerini hatırlatmak, tehlikeleri anlatmak yeter» dedi.

Ben cevaben... «aynı kanıda değilim. Ast’lar, Komutanlarının memleket


meseleleri ile ilgili olduklarını görürlerse tatmin olabilirler ve Komuta katı ile
subayları ayırma çabaları önlenmiş olur. Demokratik ve despotik rejimler
arasındaki fark daima kendilerine izah edilmelidir.

Bu esnada Cumhurbaşkanı Sunay... «Ben de Muhsin Paşa ile aynı fikirdeyim»


dedi.

Başbakan Demirel oldukça uzun bir konuşma yaparak görüş ve düşüncelerini


açıkladı ve özetle şunları söyledi...

«Gayrımemnun subay ve general bulunduğu, basın neşriyatının ordu genç


kuşaklarında tesirler icra etmekte olduğu belirtildi. Ordu üst kademesine
yöneltilmiş tenkitler de vardır.

Basın, TRT, Üniversite ve talebe disipline alınmalıdır dendi. İhtilâl olsa; ordu iç
sıkıntıları veya memleketin sıkıntıları bir zile basmakla hal mi olacak?

Ben, Komutanlarm söylediği fikirlere önem veririm. 1960 ihtilâlinin sebepleri


basın, TRT, üniversitedir. Gene bu mevzua döner ve sert tedbirler alırsak, ihtilâle
hak verdirecek davranışlar içine gireriz. Çünkü bu tedbirler demokrasi ile
bağdaşmaz.

En modern memleketlerde dahi Silâhlı Kuvvetlerin desteklemediği bir rejim


ayakta duramaz. Rejimi korumayı Silâhlı Kuvvetlere anlatamamışsak, istikbale
güvenle bakamayız.

Silâhlı Kuvvetler niçin bir Madanoğlu’nu veya Avcıoğlu’nu başa geçirip


desteklesin? Cuntalar, cunta doğurur.

Bu devre esnasında Türkiye önce Kıbrıs’ı kaybeder, sonra Kürt v.s. dış
problemler ortaya çıkar.
Aslında Türkiye’de yeni bir ihtilâl iç savaşı doğurur. Bu yüksek heyetin vazifesi,
Türkiye’nin emniyetini sağlamaktır. Birkaç grubun faaliyetine mağlup olacak
değiliz. Bunlar rejim düşmanlarıdır. Atatürk ilkelerine bağlı olması icap eden
Silâhlı Kuvvetler mensupları Lenin’ci, Mao’cu olamazlar.

Emeklilik müessesesi nasıl olsa işleyecektir. Bu, ordu mensuplarını rejim


bakımından bedbinliğe atacak bir sebep değildir.

Üniversiteler, büyük bir yönetim sıkıntısı içindedirler. Hükümet; bu yönetimi ele


alamaz, çünkü Anayasaya aykırıdır. Ama, Türkiye’de son iki senede büyük
aşama olmuştur. Polis artık Üniversiteye girebilmektedir ve profesörlerin büyük
bir kısmı bu görüşe katılmaktadır.

Silâhlı Kuvvetler’in beğenmediği kısımlar olabilir, ama büyük çoğunluğun


demokratik rejime inançlı olduğu kanısındayım.

Bana göre Türk demokrasisi çok genç, bundan on sene sonra Türkiye’nin
problemleri daha çok ve daha zor olacak.

Türkiye, esasen büyük çapta sosyalist tatbikatın yapıldığı bir memlekettir.


Hastaneler, okullar, yollar v.s. devlet tarafından yapılır ve bedavadır.

Hükümet; demokrasiyi yaşatmak için her türlü tedbiri almağa hazırdır.


Parlamento gürültücüdür, fakat çalışmakta ve kanunları çıkarmaktadır.

Yargı organının işlemediği bir gerçektir, ama hür yargıdan vazgeçemeyiz. Aksi
halde memleket Faşizm’e gidiyor diye... Silâhlı Kuvvetler ve sokak beraberce
karşımıza çıkar.

İrşat ve tenvir dikkatle ele alınmalıdır, herkesin sırtını okşayarak duruma hâkim
olunamaz, ruh vermek, vazifeleri anlatmak lâzımdır.

Gerekli kanunları hazırladık. Ceza Kanunu, TRT, Bajsm ve Cemiyetler Kanunu


v.s. gibi. Bunlar Parlamentodan geçtikten sonra birtakım şikâyet ve güçlükler
çıkacaktır. Silâhlı Kuvvetlerin bu çıkacak kanunlara destekçi olması lâzımdır.

Netice olarak; birtakım ihtilâl fikirleri vardır, bu fikir sahiplerinin çoğu


profesyonel kişilerdir. İhtilâl için vasat ve sebep yoktur kanaatindeyim. Anarşiye
kuvvetle karşı koyacağız, devletin gücü buna yeterlidir. Hükümet olarak her
türlü tedbiri almağa hazırız. Askeri kanunlarda değişiklik yaparak, orduya
hakaret ve tecavüzleri ağır şekilde cezalandırabiliriz.»

Başbakan Demirel’den sonra Cumhurbaşkanı... «maneviyatın bozulmamasını ve


kıtalara komünistlerin maksadının açıklanmasını» önerdi. Org. Tağmaç ise... «bu
Anayasayı değîştirmek» fikri üzerinde tekrar durdu ve toplantı sabaha karşı bitti.

Toplantının bende bıraktığı genel izlenimi şöyle ifade edebilirim... Sayın


Demirel... demokrasi hakkındaki düşüncelerinde samimi olabilirdi... ama Adnan
Menderes’in durumuna düşmemek endişesini de taşıyordu. Org. Tağmaç’ta ise...
«bu Anayasa ile bu memleket yönetilmez» fikri artık bir saplantı haline gelmişti,
ayrıca kendisi de 27 Mayıs öncesindeki Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü
Erdelhun’un durumuna düşmek istemiyordu.

İsimli, cisimli, örgütlü, teşkilâtlı ihtilâl hazırlıklarının üstüne kimse gitmek


istemiyordu. Cumhurbaşkanı... «inşallah bir şey olmaz» tutumu içindeydi.

1970 yılında, anarşik olayların artması, toplu işlenen suçlar değişik görünümleri
ve bunlar karşısında adli mekanizmanın ağır işlemesi ve yetersiz kalması, yeni
bir düşüncenin ortaya atılmasına gerekçe oldu... «Devlet Güvenlik
Mahkemeleri»nin kurulması.

Gerekçe olarak şu düşünceler ileri sürülüyordu; devleti ve rejimi yıkmak isteyen


eylemler gittikçe artıyor, normal mahkemelerin iş hacmi çok yüklü, mahkemeler
çok uzun sürüyor ve suçluların cezalandırılması bir ibret ve caydırıcı örnek teşkil
etmiyor, çağdaş anarşik eylemcilerin metodları karşısında yeterli bilgi ve
tecrübeye sahip olamayabilen yargıç ve savcılar güçlük çekiyor, Sıkıyönetim
mahkemeleri geçici kuruluşlardır... bu nedenlerle normal hukuk kuralları içinde
ve bir ihtisas mahkemesi niteliğinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmalıdır.
Konu Güvenlik Kurulu’nda da ele alındı. Bakanlardan Mesut Erez ve ben
olağanüstü bir niteliği olmayan bu mahkemelerin Anayasa değişikliğine gerek
kalmadan kurulabileceği düşüncesini ileri sürerken, başta Başbakan ve diğer
üyeler Anayasa değişikliği gereğini ileri sürüyorlardı, çünkü onların düşünceleri
bu mahkemeye atanacak yargıç ve savcıların asker-sivil karması şeklinde olması
tarzında idi, böyle olunca da Anayasada değişiklik gerekti. Tabii o ortamda ve
mevcut parlamento aritmetiği içinde AP’nin gücü bu değişiklik için yeterli
değildi. Bu konu ancak 12 Mart’tan sonra ele alındı.

* * * * *

Ağustos 1970 tarihinde Komuta katında yeni bir değişiklik yapıldı.


Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Genelkurmay Başkanı’nın aralarında neler cereyan
etti, ben bilmiyorum, söylentilere dayanarak da bir şey yazamam.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı için iki aday vardı... 1nci Ordu Komutanı Org.
Kemal Atalay ve 2nci Ordu Komutanı Org. Faruk Gürler. Sonunda Org. Gürler
Komutanlığa getirildi; dış göreve atanmak istenen Org. Atalay ise bu öneriyi
kabul etmeyerek emekliliğini istedi.

Ulusun ve onun oluşturduğu DEVLET’in hayatı statik değil, değişkendir.


Devletin devamlılığı içinde çeşitli olaylar cereyan eder, bunların bir bölümü
önemsizdir ve iz bırakmadan gelip geçerler... bir bölümü ise oluş ve sonuçlarıyla
önemli ve iz bırakıcıdırlar. 1970 yılında da yurdumuzda çeşitli olaylar oldu,
kararlar alındı, hükümet ve komutanlar görüş alışverişinde bulundular.

Türkiye’de Silâhlı Kuvvetler’in çok hassas olduğu bazı konular vardır. Bunların
en önemlilerini şöyle sıralamak mümkün... «Atatürk devrim ve ilkelerinin
korunması, bunların içinde bilhassa laikliğin yozlaştırılmaması ve irticanın
hortlatılmaması ile Bölücülük ve Komünizm. Eğer devrim ve ilkeler
çiğnenmeye, bölücülük ve komünizm tehlike olmaya başlamış ve yöneticiler
(yani siyasiler) çeşitli nedenlerle önlem alamıyorlarsa... Silâhlı Kuvvetler...
duruma bakarak... kendilerine görev çıkartırlar.

Ne gibi olaylar cereyan ediyordu 1970 Türkiye’sinde? Bugün 25 yaşında olan


gençler, o tarihte 10 yaşında çocuklardı... kısaca hatırlatalım...

* Siyasi alanda; bütçe reddedilmiş (Cumhuriyet tarihinde ilk defa oluyordu),


siyasi af gündeme gelmiş, yeni ekonomik kararların getirdiği bazı sıkıntılar
görülmeye başlanmış, AP ikiye bölünmüş ve Demokratik Parti kurulmuştu. Yeni
partiyi kuranlar eski partilerinin yöneticilerine ve başkanına ağır bir suçlama
kampanyası açmışlardı. CHP’de hizip ve partiyi ele geçirme kavgaları
izleniyordu. Bazı siyasilerin yakınlarına çıkar sağladıkları söylentileri
yaygınlaşıyordu.

* Aşırı olarak nitelendirilen sağ ve sol, düşünce alanından silâhlı eylem alanma
geçiyorlardı.

* Bölücü unsurlar faaliyetlerini bir yandan arttırırken, diğer yandan solun aşırı
uçları ile işbirliğine girmişlerdi.

* İşçi olayları grev aşamasını geçmiş, sağ-sol çatışmasına dönüşmüştür...


Haziran ayındaki "Kanlı Pazar" olayları ile (Taksim - İstanbul) ve Bağdat
Cadddesi ile İstanbul-Ankara yolu üzerindeki tahribe yönelik olaylar gibi.

* Genç Deniz subayları anıtlara çelenk koyarak gösterilerde bulunuyor ve


bildiri yayınlayabiliyorlardı.

* Bilhassa Hava assubayları içinde menfi propagandalarla yaratılan


huzursuzluklar, assubay eşlerinin ellerinde pankartlarla yaptıkları protesto
yürüyüşleri ile noktalanıyordu.

* Üniversitelerde çatışmalar, devlet güçlerine silâhla karşı koymalar, direnişler,


boykotlar, özerkliğin yanlış değerlendirilmesi âdeta günlük olaylar haline
gelmişti.

* Ve Silâhlı Kuvvetler’de huzursuzluk ve eyleme geçme hazırlıkları gittikçe


çoğalıyordu.

* * * * *

Ben, sağ terimini kullanırken... ekonomik görüşleri kastetmiyor, yobazlık ve


irticayı dikkate alıyorum.

Şahsen basın özgürlüğüne inanmış bir insanım... ama örneğin «BUGÜN»


gazetesi gibi bir tahrik unsurunu hoşgörü ile karşılayacak kadar değil.

O günlere dönelim ve «Bugün» ve benzeri yayın organlarında hangi konular


işleniyordu görelim... «İslâm tehlikede, din, iman, şeriat tehlikede!.. Kâfirler bizi
her yerden sardılar, hücuma geçtiler. Kadınlarımızın örtüleri tehlikeye düştü.
Allahı ve Peygamberi seven namaza ve semaate koşsun... Namazdan sonra,
gerektiğinde malı ile, canı ile, dili ile, eli ile cihad da farzdır. Sizleri namaza ve
cihad’a davet ederim» ve bu davetler sonunda sağa mensup koşullandırılmış ve
kandırılmış insan toplulukları Sultanahmet’te toplu namaz kıldıktan sonra
Taksim’e kadar yürüyor ve orada kanlı çarpışmalar meydana geliyordu. Bu
tahrikleri yapan gazeteye ve başyazarı Mehmet Şevki Eygi'ye hiçbir şey
yapılmıyordu.

Bu tahriklerin bazı etkileri Silâhlı Kuvvetler’de de görülmeye başlandı. Adetleri


az olmakla beraber, sanki sözleşmişler gibi çeşitli garnizonlardaki subay ve
assubaylar, sözlü veya yazılı müracaatta bulunarak mesai saatleri içinde namaz
kılmak, cuma namazını camilerde kılmak, Ramazan’da mesai saatlerinin oruça
göre düzenlenmesini istemeye başladılar. Bunların isteğini yerine getirmezsek
dinsiz olacak, yerine getirirsek; eğitimi, uçuşu, manevra ve tatbikatları ve hatta
nöbet hizmetlerini durdurup, namaza gidip-dönmelerini beklemek gerekecekti.

Ben, sol terimini kullanırken, kendi devletçilik anlayışım ve sosyalizmi değil,


komünizmi kastediyorum. Örneğin... DevGenç’in... «Marksizm-Leninizm-
Maoizm düşüncelerinin bayrağı altında birleşerek, silâhlanmış eylemci güç
haline gelme» hedefinin gerçekleşmesi ve hele bölücü eylemlerle birleşmesi
halinde, Türkiye’nin ne gibi durum ve tehlikelerle karşılaşabileceğini her Türk
subayı gibi ben de biliyordum.

Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde aşırı sol görüşlü genç subaylar veya milliyetçi -
muhafazakâr - mukaddesatçı (!) subay ve generaller yok mu idi?... vardı, ama
çok küçük bir azınlıktılar... büyük çoğunluk Atatürk’çü kuşağa mensuptu.

Bu akımların dışında, kendilerini ılımlı sol olarak deklere eden o günlerin bazı
tanınmış yazarları; işledikleri temalarla ihtilâl yolu ile devrim yapılmasına
davetiye çıkarıyorlardı.

Evet... Türkiye’de seçimden yeni çıkmış meşru bir iktidar vardı ve o iktidar
Türkiye’yi yönetiyordu. İcranın başı da, Meclis’te yeterli desteğe sahip
Başbakan Demirel’di. Ama Başbakan, olaylara gereğinden fazla soğukkanlı
bakıyor veya öyle görünmeye çalışıyordu. Gücüne güvenme ölçüleri de yalnız
matematiğe dayalıydı. Yapılan eleştiriler karşısında... «Sokaklar yürümekle
aşınmaz», «Bulsunlar 226’yı beni düşürsünler» sözleri siyasi literatürümüze
«vecize» olarak geçecek nitelikteydi.

Olaylar hızla tırmanırken, çözüm üzerinde değişik görüşler ortaya çıkmağa


başlamıştı.

* Cumhurbaşkanı belirli bir görüş ileri sürmüyor... bekle-gör politikasını


izliyordu.

* Başbakan Demirel ise Hükümetin durumun üstesinden geleceğini söylüyor,


fakat eylem olarak ortaya bir çözüm koyamıyordu.

* Org. Tağmaç; Anayasa değişikliği ve zecri önlemlerle sonuca çare


bulunabileceği inancındaydı.

* Biz üç komutan arasında tam bir uyum yoktu. Eğer düşüncelerde bir
birleşme noktası bulunamaz ve eylem birliğine girilemezse daha başka sakınca
ve tehlikeler ortaya çıkabilirdi. Bütün bu durumları dikkate alarak ve Milli
Güvenlik Kurulu üyesi olmama dayanarak, düşüncelerimi yazılı olarak Kurulun
başkanı olan Cumhurbaşkanına gereği için ve kurulun asker üyelerine de bilgi
için sunmağa karar verdim. Maksadımın ilk hedefi önce kendi aramızda bir
görüş birliğine varabilmekti.

21 Kasım 1970 günü Cumhurbaşkanı'na sunduğum yazı şöyle idi...

Ankara, 21 Kasım 1973


Sayın Cumhurbaşkanım,
1. Milli Güvenlik Kurulu üyesi sıfatı ile 25 Ocak 1970 tarihinde görüş ve
endişelerimi açıklamıştım. Aradan geçen 10 ay zarfında Türkiye’mizin durumu
her gün biraz daha kötülemiştir.
2. Halihazır durum hakkındaki görüşlerimi belirtir ikinci raporu zâtı-âlinize
sunarken içten üzüntülerimi, fakat aynı zamanda görevimin icabını yerine
getirmenin vicdanî rahatlığını duymaktayım.
3. Raporu incelemek zahmetini müteakip arzu buyururlarsa;
a. Şahsen görüşmeyi
b. Raporun, Başkanlığınızda toplanacak Komuta Konseyi’nde, veya
c. Raporun, Milli Güvenlik Kurulu’nun bütünü veya tarafınızdan
kararlaştırılacak bölümü içinde görüşülüp bir karara varılması hususlarını arz
ve teklif ederim.
Saygılarımla
Muhsin Batur, Hava Orgeneral, Milli Güvenlik Kurulu Üyesi, Hava Kuvvetleri
Komutanı

EK : Rapor (7 sahife)
I. TÜRKİYE’NİN ÖZET OLARAK HALİ HAZIR ÖNEMLİ PROBLEMLERİNİN
TASVİRİ :
1. Çeşitli fikir ve menfaat gruplarının, belirmiş gayeler etrafında; idame,
gelişme ve sorumsuzca çatışmaları,
2. Çatışmaların çoğu hallerde birbirleri ile ve devlet kuvvetleri ile silâhlı hale
gelmesi,
3. Anayasa dışı sayılan komünizm ve teokratik faaliyetlerin rahatlık ve
fütursuzluk içinde yürütülmesi,
4. Irkçılık, bölücülük, bölgecilik faaliyetlerinin hızla artması.
5. Kamplara bölünmüş ve bölündürülmüş talebe ve işçi hareketlerinin artması,
bilhassa talebe hareketlerinin talebelikle ilgili olmayan sahalara kayması,
. Anayasa anlayış ve tatbikatı üzerinde hatalı tartışmalar,
6
7. 27 Mayıs ve Silâhlı Kuvvetler üzerinde; resmi sıfatlı kişilerin, resmi sıfatlı ve
kişisel davranışları arasındaki gayrısamimi tutumları,
8. Bozuk ve hiç de milli iradeyi temsil etmeyen bir seçim sistemi üzerinde ısrar
edilmesi
9. Seçilmek, «seçmenin genel vekâletini almaktır, seçildikten sonra ne istersek
yapabiliriz» gibi yanlış bir demokrasi ve parlamento anlayışının belirmesi,
10. Hükümet ve parlamentonun gün geçtikçe kuvvet ve itibarını yitirmesi,
11. İşlemeyen ve çoğu hallerde milli menfaatleri anlamaz görünür bir adlî
mekanizma,
12. Çoğu hallerde vazifesinin yalnız Hükümet kar-.şısmda olmak olduğuna
inanan Anayasa müesseseîeri,
13. Yanlış anlaşılan bir özerklik müessesesi,
14. Ekonomik durumun gittikçe bozulması,
15. Mütemadi dış borçlanmalar dolayısı ile ekonomik bağımsızlıktan gittikçe
uzaklaşmak,
16. Devalüasyon sadmesi geçmeden beliren enflasyon tehlikesi,
17. Mevcut düzen ve kazanç menfaatleri üzerinde her türlü değişikliğin
aleyhinde, «Karşılıksız az faizli kredi, çok kazanç, az vergi» parolası ile hareket
eden bir özel sektör,
18. Özel sektör ve siyasi tesir altında çalışan bir Devlet Planlama Teşkilâtı
(Devlet Planlama Teşkilâtı’nın başında Sayın TURGUT ÖZAL bulunuyordu),
19. Bu düzeni değiştirmek için «var olanı da» yıkma çabasına bilerek veya
bilmeyerek katılanlarm gittikçe artması,
20. Devlet, Hükümet, Silâhlı Kuvvetler erkânı üzerinde seviyesiz eleştiri yapan,
komünizmi ve irticai destekleyen, bazılarının hangi sürüm ve kazançla
faaliyetlerini devam ettirdiği meçhul bir matbuat düzeni,
21. Endişesi gittikçe artan bir kamuoyu,
22. Bu menfi gelişmeler dolayısıyla huzursuzluğu artan, muhtemelen idareyi
devir alma plân ve hazırlıklarına girişen bir Silâhlı Kuvvetler.
II. BUGÜNE NASIL GELDİK?
Çok eskilere dönmeden kıymetlendirmenin başlangıç tarihini 29 Ekim 1923, yani
Cumhuriyetin ilânı olarak tesbiti, daha uygun görüyorum.
1. Atatürk, milli egemenik esasından ziyade, bu esasa milleti hazırlayıp
yetiştirici bir sistem içinde Türkiye için lüzumlu reformist hareketlere
giriştiğinde, ilk muhalifler olarak karşısında en yakın arkadaşlarını buldu.
Eski rejime ve hilâfete bağlılıkları daha fazla olan ve reformist hareketlerden
ziyade zamanla Türkiye’yi geliştirmeyi öngören ve haddizatında tutucu diye
vasıflandınlabilecek olan bu grup, 17 Kasım 1924’de kurdukları yeni partiye
«Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası» adını verdiler. Partiye derhal; küskünler ve
padişah, hilâfet taraftarları ile yeni düzenin menfaatleri icabı karşısmda olanlar
katıldı, buna ilâve olarak bölücülükle ve ırkçılıkla ilgili KÜRT isyanı patlak
verdi. Bunun sonucu 3 Haziran 1925’de parti kapatıldı. Cumhuriyetin ilânını
müteakip çok partili olma tecrübesinin özel değerlendirmesi sonucu olarak,
memleketin hemen iki kampa ayrıldığını ve yeni kampa katılanlarm devrim
aleyhtarı olduklarını görürüz.
2. Tek parti hükümetlerinde kontrol ve denetlemelerin az olduğu ve şikâyetlerin
artması üzerine, Atatürk ikinci defa çok partili hayata geçme tecrübesine girişti.
Yeni partiyi kurmağa da çok liberal ve modem anlayışlı bir arkadaşmı seçti:
Fethi Okyar. Yeni parti Ağustos 1930’da kuruldu. Aynen bir evvelkinde olduğu
gibi ve Fethi Okyar’m hiç istememesine rağmen, memleket derhal iki kampa
bölündü ve kendi kampım devrim aleyhtarları doldurdu. Parti üç ay yaşadıktan
sonra 17 Kasım 1930’da kapandı.
3. Atatürk’ün ölümüne ve bunu takiben İkinci Dünya Harbi sonuna kadar
memleket tek parti ile idare olundu. Tek parti devrinde Halk Partisi hiçbir zaman
halkla ilişkisi olan bir parti hüviyetini alamadı. Valilerin parti başkanı oldukları
bu devrede Devlet -Hükümet - Parti fonksiyonları ayrılmaz hale geldi. Memleket
içi zorlamalar, batı dünyasına uyma temayülleri sonucu çok partili hayata
geçildi. Kurulma sırası daha sonra olmakla beraber (Aralık 1945) DP, ana
muhalefeti temsil eder duruma hemen geldi. Yapılışı biraz şüpheli görülen 1946
seçimlerinde de 40 milletvekili ile Meclise girdi. Demokrat Parti kurucularının
son 26 seneyi sevap ve günahı ile beraberce paylaşmış aynı ekipten
ayrılanlardan oluşu, müteakip yıllarda hislerin rol oynadığı yanlış tutumlar
üzerinde memleket hesabına bir talihsizlik olmuştur.
4. Millet Partisi, Türkiye Kalkınma Partisi gibi yan partiler olmasına rağmen,
memleket bilhassa 1950’ den sonra gene iki kampa bölünmüştür. Her iki ana
parti de devrim ve din üzerinde tavizler vermişlerdir. Devre on sene sürmüş,
ekonomik düzen bozukluğu ve Anayasa ihlâlleri sonunda 27 Mayıs ihtilâli ile son
bulmuştur.
5. 1961 seçimleri ile görünüşte, hakikaten çok partili demokratik rejime
dönülmüş, fakat suni yaratıklar olarak görülen diğer partiler çabucak tasfiye
olmuşlardır. Herhalde prensiplere, işbirliğine, fedakârlığa, demokratik rejim
taraflısı gözükmemize rağmen fikri serbesliyete ve münakaşaya, şahsi ihtiraslara
fazla düşkün bir nesle sahip olmanın sonucu, önce Halk Partisi sonra da zahiren
en kuvvetli göründüğü anda AP ikiye bölünmüştür.
III. İLK RAPORUN VERİLİŞİNDEN (25 OCAK 1970) BUGÜNE KADAR
CEREYAN EDEN BAŞLICA ÖNEMLİ OLAYLAR:
1. Bütçenin reddi: Yüksek malûmlarıdır ki, bütçe reddi ile hükümet düşürmek
dünyada pek az tesadüf edilir bir hareket tarzıdır. Bilhassa iktidar partisi
mensuplarının bir kısmının oyları ile bu işlemin yapılması parlamenter
rejimlerde ilk defa olmaktadır. Türkiye’nin bu hareketle bir sene daha medeni
dünyadan geri kalacağım idrak edemeyecek kalitede milletvekilleri, bu hareketi
yapacaklarını millete ifade edip rey alarak mı bu meclise gelmişlerdi?
2. Parlamento içi faaliyetler: Milletvekili alış-verişleri ve bu alış-verişler
esnasındaki çirkin söylentiler, Meclisin itibarına bir darbe daha indirmiştir.
3. Haziran 1970 İstanbul Olayları: Sebepleri haklı veya haksız, kuvvetleri
yanlış kıymetlendirme sonucu, küçümsenen teşkilâtların bir anda ve askeri bir
harekâtı andırır şekilde 50.000 kişilik bir kuvvetle; cana, mala ve Silâhlı
Kuvvetlere saldırılabileceğini gösterir ilk büyük olaydır. Bunu başarısız olarak
va-sıflandırabileceğimiz bir Sıkıyönetim devresi takip etmiştir.
4. Vergi Kanunları: Reformist yeni vergi kanunları kabul edilmiş, fakat
baskılar karşısmda gerilemeler başlamıştır.
5. Devalüasyon: Şayialı bir devalüasyon yapılmış, yan tedbirlerin eksikliği
yüzünden fiyatlar %10 —15 artışın çok üstüne fırlamağa başlamıştır. Bütçe
reddi, devalüasyon, gelir tahminlerinin tahakkuk etmemesi, Personel Kanunu
tatbikatına geçilmesi faktörlerinin menfi yönde bir araya gelmesi enflasyon
tehlikesini görünür hale getirmiştir.
1 Kasım’da açılan Meclis ve Senatomuzun çalışma tarzı ise tam manasıyla iç
karartıcıdır.
IV. HALİHAZIR DURUMUN BAŞKA SEBEPLERİ:
1. Anayasa: 1960 öncesi çekilen sıkıntıların tekerrür etmemesi genel amacı ile
hazırlanmış bu Anayasa, reaksiyoner bir vasıf taşımaktadır. Maalesef, belki çok
daha ileri ve medeni bünyeye uyabilecek bu Anayasa, yanlış anlamalar,
Anayasaca emredilen bazı hususların tatbikine dokuz senedir geçilememiş oluşu,
cemiyetimizin seviyesi üstünde hürriyetler getirmiş oluşu gibi sebeplerle
Türkiye’nin bu hale gelmesinin unsurlarından biridir. Ancak, Anayasa’mn
bünyemize uymazlıkları hakkındaki görüşlerin çok çeşitli olması ve en önemlisi
27 Mayıs düşmanlığı hissi altında değiştirilmek temayülleri, bu arada
Türkiye’nin hiçbir meselesini halle yaramayacak siyasi af ve doğrudan doğruya
rey avcılığını istihdaf eden orman suçlan bölümünün değiştirilmesi, bu mevzu
üzerinde bilhassa Silâhlı Kuvvetler’de allerjik bir izzeti nefis hassasiyeti
meydana getirmiştir.
2. Demokratik Rejim ve Parlamento : Halkın idareye iştiraki ve idareyi
kontrolü, Parlamento içinde fikirlerin serbest münakaşası, memleketin çeşitli
yerlerinden ve çeşitli meslek sahiplerinden oluşan parlamenterlerin; memleket
yararına uygun kanunlar hazırlayabilmeleri, hükümetlerin icraatlarının
denetlenebilmesi ve değiştirilebilmeleri nokta nazarından teorik olarak çok güzel
bir devlet idare şeklidir. Ne var ki; nüfusunun %40’ının okuma-yazma dahi
bilmediği, nüfusunun % 20’sinin bir köyde doğup, büyüyüp öldüğü dar dünyalı
insanların ve gene nüfusunun büyük kısmının Türkiye meselelerine... yalnız kendi
yolu, okulu, camii olduğunu zanneden ve bu kütlenin bir kısmının... mahallî, ırkî,
dinî çıkarcı hislerle vereceği, diğer bir kısmının ne yaptığını dahi bilmeksizin ve
seçim nutuklarında da halka bildirildiği ve tanıtıldığı gibi, çoğu hayvan
amblemli partilerden birine oy vermekle beliren milli irade sonucu meydana
gelen Parlamentonun durumu, çalışma ciddiyeti, memleket meselelerine el
atıcı... parlamenterlerin büyük çoğunluğunun durum, tutum ve yetenekleri... esas
kamuoyunu teşkil eden dünyanın her tarafmda varlığı kabul edilen elit sınıfın
başlıca üzüntüsünü teşkil etmektedir.
Seçimlere takaddüm eden parti programları ile seçimlerde adayların
konuşmaları arasında büyük farklar, aday adaylarının seçim tarzları, asıl
kitlenin daha önceden para dahil çeşitli faktörlerin rol oynadığı... seçilmiş
adaylara, daha doğrusu partilere oy vermesi gibi çeşitli aksaklıklarla dolu seçim
kanunu ile meydana gelen Parlamento, işte bugünkü durumdan başka bir şekilde
gözükemez.
3. Sosyal ve Ekonomik Düzen : Bugünkü düzenle Türkiye ayakta kalabilir mi?...
geri kalmışlıktan kurtulma çabasında tutulan yol doğru mudur?... bu yolun hızı
kâfi midir?... bu hız nasıl arttırılır?... bu hızı arttırmak sanayileşmek, iktisadi,
siyasi ve askerî bağımsızlığa kavuşmak için ne gibi reformlar lâzımdır?... bu
reformları yapmak için hangi menfaat grupları ile ne şekilde çarpışmak
lâzımdır? gibi ana meseleler... Maalesef Parlamento içinde değil, fakat
parlamento dışında münakaşa edilmektedir. Parlamento’nun bu sorular üzerine
eğilmediği, eğilemeyeceği (Parti ve seçim mülâhazası ile), eğilme yeteneğinden
yoksun olduğu görüldükçe de bu rejimin bize uygun olmadığı kanısı kamuda ve
Silâhlı Kuvvetler’de taraftar bulmaktadır.
Evvelce beğenilsin, beğenilmesin hükümetler, Türkiye’de kuvvetli idi ve bir
devlet otoritesi mevcuttu. Bugün, sosyal ve ekonomik olarak çeşitli organize
menfaat grupları oluşmuş, birbirleri ile ve hükümetle ciddi bir mücadeleye
girmişler, buna mukabil hükümet ve devlet otoritesi gittikçe zaafa uğramıştır.
Her hâdiseyi küçümsemek, demokrasinin icabı saymak, hâdiseleri kendi tabii
seyrine bırakmak, kamuoyunun ve Silâhlı Kuvvetler’in temayüllerini dikkate
almamak, memlekette hâl ve istikbal için istifhamlı bir hava yaratmaktadır.
4. Silâhlı Kuvvetler’in Durumu: Ben, Silâhlı Kuvvetler’in sözcüsü değilim. Ocak
1970’deki maruzatımda Silâhlı Kuvvetler’de Türkiye’nin gidişatı üzerinde bir
endişe ve huzursuzluk müşahede ettiğimi, fakat bunun Silâhlı Kuvvetler’in
idareyi ele almayı istemesi şekline gelmediğini zannettiğimi açıklamıştım.
Aradan on ay geçti ve her gün biraz daha kötüye gittik. MİT’ ten aldığım isimler,
benim kendi hissettiklerimle birleştiklerinde, Silâhlı Kuvvetler’in; şahsi istikbal
kaygılarından arî, en çalışkan, akıllı ve ehil kimselerinin, mevcut sistemle
Türkiye’nin meselelerinin hallinden ümit keserek teşkilâtlanmakta oldukları,
Komuta katma karşı şimdilik nisbi bir itimatları olduğu, fakat bunun gün
geçtikçe azalmakta olduğu, bu gidişe dur denilmezse Türkiye’nin kaderinde
yazılı on yıllık devrenin bitmek olduğu sonucunu zat-ı âlinize ifade edebilirim.
NETİCE :
Var olan meseleleri kabul etmek, üzerinde tartışmak, idari, ekonomik ve sosyal
reformları kararlaştırmak üzere, önce kendi aramızda çalışıp neticeye varmak,
neticeyi başkanlığınızda toplanacak Partilerarası yuvarlak masa toplantısına
getirmek, meseleler üzerinde şahıs, parti, menfaat gözetmeksizin birleşerek takip
edilecek yolu çizerek millete açıklamanın şimdilik tek çıkar yol olduğuna
inanıyorum.
Arz ederim.
Muhsin Batur, Hava Orgeneral, Milli Güvenlik Kurulu Üyesi, Hava Kuvvetleri
Komutanı

* * * * *

Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve raporu okuduktan sonra Başbakan


benim görüşlerimin ve değerlendirmelerimin hiçbirine katılmayabilirlerdi. Ama,
Silâhlı Kuvvetler’de bir teşkilâtlanma olduğu ve bir müdahale yapılabileceği
yeteri açıklıkta yazılmıştı. Bana da kimse bu hazırlıklar nedir? Kimler bu
hazırlıkları yapıyor? diye meraklanıp soru sormadı... çünkü olanlar hakkında
benden fazla bilgiye sahiptiler. MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu, Cumhurbaşkanı
ile Genelkurmay Başkam’nın çok güvendiği bir insandı... ve elde edilen
bilgilerin tamamını kendilerine veriyordu, biz Komutanlara da yeteri kadar bilgi
verirdi (doğru bir tutum, bu bilgilerin tamamı herkese verilmez). Ben o dönemde
Fuat paşanın bazı tutumlarını beğenmezdim, birbirimize karşı biraz kapalıydık.
Yıllar sonra kendisi Lizbon’da Büyükelçi iken yedi gün süre ile geçmiş dönemin
konularını görüştük ve tartıştık. O dönemde basına yansıyanın ve bende bıraktığı
izlenimin tersine, kendisinin doğru bir yol izlemiş olduğunu anladım ve takdir
ettim.

Şimdi bir soru daha akla gelebilir... madem ki bizim üstümüzdeki makam
sahipleri ihtilâl hazırlıkları gelişmelerini izliyorlar... o halde neden zamanında
önlem almadılar? Sorunun cevabını benim vermem mümkün değil, ama
tahminim... «bekle-gör», «belki bir şey olmaz» veya «haklılar, biz önlem alırsak,
tepkisi büyük olur» gibi düşüncelerden olsa gerek.
* * *

Üç gün sonra, yani 24 Kasım 1970’de Cumhurbaşkanı beni Köşk’e çağırarak


17.53 - 19.20 arasında bir buçuk saat görüştü. Bana dediler ki... «yazını iki defa
dikkatle okudum, Türkiye’nin durumu senin tasvir ettiğin gibi. Yazıyı bir süre
gizli tutalım... umarım Komutanlar arasında bir anlaşmazlık yoktur.»

Ben cevaben... «Sayın Cumhurbaşkanım... meseleyi şöylece ortaya koyabiliriz:

1. Bugünkü sistem ve düzenle Türkiye’nin sorunları çözülebilir mi? Bu soruya


«evet» veya «hayır» diye cevap verilebilir.

2. Cevap «evet» ise görüşülecek bir mevzu kalmıyor. Cevap «hayır» ise;

a. Bazı palyatif tedbirlerle durum düzelebilir mi?


b. Yoksa köklü sistem değişikliği ve reformlara mı girişmek gerekir?

3. Eğer cevap «b» ise bu değişikliği sağlamak için müdahale gerekmez mi?»
dedim.

Cumhurbaşkanı; Hükümet iyi niyetle memleketi idareye çalışıyor, muhalefet sert


ve yıpratıcı bir tutum içinde, en fena hükümet hükümetsizlikten iyidir...
düşüneceğim, gerekli temasları yapacağım dediler.

* * * * *

Ben, Cumhurbaşkanına düşüncelerimi sunduğum ve kendisinin benimle


görüştüğü tarihlerde, Org. Tağmaç görevli olarak yurt dışında bulunuyordu.
Dönüşünden bir süre sonra 10 Aralık 1970’de Komuta Konseyi olarak toplandık.
Komuta Konseyi terimi o dönemlerde ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanı ve üç
Kuvvet Komutanindan oluşuyordu. Bazı toplantılara Genelkurmay 2nci Başkanı
olan Org. Nihat Tulunay da katılırdı. Kendisi Genelkurmay Başkanlığı
Karargâhının Kurmay Başkanı olduğu için genellikle söze karışmamayı tercih
ederdi, nazik ve kültürlü bir insandı.

Toplantının konusu; iç durumun değerlendirilmesi ve benim Cumhurbaşkanına


bildirdiğim düşüncelerdi. Önce bu raporun verilip verilmemesi görüşüldü. Org.
Tağmaç; memleketin durumunun düzelmesinin artık imkânı kalmadığını ve bu
görüşünü Cumhurbaşkanına da bildirdiğini, bizlerin bu konuda ne
düşündüğümüzü dinlemek istediğini söyledi.
Bana söz verince... «görüşlerimi defalarca sözlü ve iki defa da yazılı bildirdim...
Sosyo-ekonomik düzen değişmedikçe, otorite ve yasa boşlukları
doldurulmadıkça bugünkü sistemle durum düzelmez. Bu sebeple müştereken
yapacağımız bir ikazla, meseleleri parti ve şahıs görüşleri dışında ele alarak
«milli mutabakat» şeklinde halletmek veya yönetime el koymak gerekir» dedim.

Oramiral Eyiceoğlu... «ikazla gerekli yasaları çıkartmak» Org. Gürler de...


«Hava Kuvvetleri Komutanı gibi düşünüyorum, esasen onun da yazısında önce
ikaz var» cevaplarını verdiler. Ben tekrar söz alarak... «İkazın kabul edileceğine
pek ihtimal vermiyorum, şimdiden müdahale üzerinde planlama yapmamız
gerekir» dedim. Memduh Paşa;... «O halde nasıl bir sisteme girmeliyiz» diye
sordu. Ben, sistem hakkında şu görüşleri ileri sürdüm... «Eğer bütünü ile bir
müdahale zaruret haline gelirse... Devlet Başkanı, Yetkili Güvenlik Kurulu,
tayinli bir hükümet, yarısı seçimle-yarısı tayinle oluşturulacak bir Kurucu
Meclis, bir süre Devleti kararnamelerle yönetmek, askerlerin yönetimde görev
almamaları.» Org. Gürler, bu düşüncelerime katıldı. Org. Tağmaç kendisinin
Cumhurbaşkanı ile yeniden görüşeceğini ve bizleri tekrar toplantıya çağıracağını
söyledi.

* * * * *

12 Aralık 1970 günü tekrar toplandık. Cumhurbaşkanına rapor sunduğum basına


sızmıştı, oldukça gergin bir hava içindeydik. Önce Org. Tağmaç bana bir hayli
kinayeli sözler söyledi... «benim askerlik anlayışımı kavrayamadığım, kendisine
sormadan Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nı kurduğumu, bir Kuvvetçe
yapılan politik girişimin kuvvetlerarasına ayrılık sokabileceğini, konuyu Milli
Güvenlik Kurulu’nda ele almamın daha doğru olacağını» belirtti.

Kendisine... «Kuvvetler arasında sevgi ve saygıya dayanan ilişkiler içindeyiz...


Kanunen benim yetkim ve hakkım olan konularda, örneğin Vakıf kurmada aynı
oy hakkına sahip olduğumuz Milli Güvenik Kurulu’nda, size danışmak
lüzumunu hissetmem ve bunun askerlik - disiplin anlayışı ile de bir ilgisi yoktur.
Askeri konulardaki sözlerinizi emir telâkki ederim. Ben bu siyasi konuları ve
endişelerimi defalarca size söyledim... Güvenlik Kurulu gündeminin tanziminde
yetkilisiniz... niçin şimdiye kadar bu konuyu gündeme aldırmadınız?» cevabını
verince, «Ben dış göreve gitmiştim, gitmeden evvel de Eyiceoğlu’na toplanıp
görüşelim demiştim» dedi. Ben de, «yani önce siz yurtdışına gidip geleceksiniz,
sonra Cumhurbaşkanı Fas’a gidip gelecek ve biz bekleyeceğiz!... hâdiseler
beklemiyor ki» cevabını verdim ve ilâve ettim... «Eğer anlaşamıyorsak ben
hemen ayrılayım» dedim. Bu sefer, Memduh Paşa hassaslaştı ve... «ben de
ayrılırım» dedi. Org. Gürler müdahale etti... «Kimsenin ayrılmasına gerek yok,
aramızda en iyi anlaşacak gene bizleriz» dedi.

* * * * *

13 Aralık günü, evde Faruk Paşa ile bir araya gelip dün cereyan eden
görüşmeleri ele aldık. Faruk Paşa, bana... «22 Şubat olaylarında bazı havacılar
Memduh Paşa’ya birtakım terbiyesizlikler yapmışlar, o yüzden içinde bir kırıklık
olabilir, yoksa seni sever, olayı büyütme» dedi. Ben... «ya 15 gün izin alayım
veya ayrılayım» görüşünü ileri sürünce... «izin alman, bu durumlar yaşanırken
doğru değil, ayrılık meydana çıkar... ayrılmaya gelince... sen ayrılırsan ben de
ayrılırım» dedi.

15 Aralık’ta tekrar Genelkurmay’da toplandık. Memduh Paşa, Başbakan


Demirel’in kendisini çağırdığını, benim Cumhurbaşkanına verdiğim yazıyı
istediğini, fotokopi çıkarttığını ve okuduğunu... çok sinirlendiğini ve birkaçı
hariç bütün partilerin ve parlamenterlerin bu yazıya cephe alacaklarını
söylediğini açıkladı. Memduh Paşa, ayrıca gazeteleri takip ettiğini, solcuların bir
şey yazmadığını, maksatlı yazan birkaç kalem hariç, basın bu raporun
karşısında» dedi. (Basında, o zaman bu raporun bazı kısımları yer aldı, yer alan
kısımlarda da yanlışlıklar vardı. Raporun tamamı ve doğrusu ilk defa bu kitapta
yer alıyor.)

Cevaben... «Ecvet Güresin, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk genelde lehte, Cüneyt
Arcayürek, Ahmet Kabaklı ve ne olduğunu hepimizin yakinen bildiği Bedii Faik
aleyhte yazıyorlar. Bu yazılanları normal karşılamak lâzım» dedim.

Faruk Paşa; Ankara’daki Kolordu, Tümen ve Alay Komutanları ile yaptığı


görüşmelerde... Millî Savunma Bakanı’nın, Siâhlı Kuvvetleri incitici sözlerinden
(Milli Savunma Bakanı bazı demeçleri ile Cumhurbaşkanına verdiğim raporu
küçümsüyordu) bu arkadaşların çok gocunduğunu anlattı ve ilâve etti... «bu
memlekette her şey söylenir, her hareket yapılır... Anayasa gereğince denir de...
Silâhlı Kuvvetler sesini duyurur, biz konuşursak aykırı mı olur?... biz de bu
memlekette söz sahibiyiz» dedi.

* * * * *

İç ve dış basında; Türkiye’nin durumu, Silâhlı Kuvetler’in huzursuzluğu ve


istekleri konusunda haber ve yorumlara göz atarsak o günleri belleklerimizde
canlandırabiliriz. Cumhurbaşkanına sunduğum rapor hakkında Sayın Sunay 16
Aralık 1970 günkü Milliyet gazetesine bir beyanat vererek görüşlerini açıkladı.
Beyanat aynen şöyle idi; «Anayasanın sosyal hukuk devleti gereği yerine
getirilmelidir. Sorunların çözümünü bu yolda görüyorum. Anayasa
kuruluşlarından biri olan Milli Güvenlik Kurulu’ndaki kanuni üyeler, kurulun
başkanına, yani Cumhurbaşkanına doğruca başvurabilir ve muhtıra verebilirler.
Bu üyelerden biri olan Hava Kuvvetleri Komutanı da bu yolda hareket etmiştir.
Muhtıranın kapsamı, herkesten önce ve yalnız veren ile alanı ilgilendirir ve bu
husus bugüne kadar böyle cereyan etmiştir. Bu muhtırada, memleketi rahatsız
eden bugünkü genel durumun üzüntüleri belirtilmekte ve milli güvenlik ile ilgili
kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek
üzere gerekli temel görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirmekle ödevli olan Milli
Güvenlik Kurulu’nda ileri sürülen mütalâa ve görüşlerin incelenmesi ve
varılacak sonuçların hükümetçe geliştirilmesi istenmektedir. Binaenaleyh, Hava
Kuvvetleri Komutanı’nın iyi niyetle sunduğu bu muhtıranın kapsamına uymayan
ve sorumsuz kişiler tarafından yapılan yorumlar ve konuşmalar yersizdir ve söz
konusu edilip sürdürülmemelidir. Çünkü memleketimizin huzurunu bozmaktan
başka bir faydası olmayan bu türlü yorumlar ve konuşmalar çoğunluğu rahatsız
etmektedir. Bu gibi konularda, bütün vatandaşlarım ile resmi ve özel
kuruluşlarımızın akılcı, gerçekçi ve serinkanlı davranmaları gerektiğini
hatırlatırım.»

* * * * *

Devletin başı olan Cumhurbaşkanının bu açıklamasına rağmen, doğal olarak


basında muhtıra üzerinde (içeriği tam bilinmemesine rağmen) lehte ve aleyhte
yazılar çıkmağa devam etti. AP'yi ve Başbakan’ı tutan gazete ve yazarlar,
örneğin Bedii Faik, Cüneyt Arcayürek, Emekli Albay Emin Aytekin, Firuzan
Tekil, Ordu Milletvekili Cengiz Ekinci; belki de Başbakan’ın söylemek isteyip
de söyleyemediği düşünceleri dile getiriyorlar ve hatta daha da ileri giderek
Komutanları birbirine düşürecek tahriklerde bulunuyorlardı.

Sayın Metin Toker ise her zamanki hicivli ve kolay çözüm olduğunu belirtir
yazısında, «Yaratılan kaosu parlamento çözmekte biraz daha gecikir, oyalanırsa
bu karışıklık dayanılmaz hal alacak ve Silâhlı Kuvvetler müdahaleye mecbur
kalacaklardır. Bunda belki Demirel’ler bile kendileri için bir kurtuluş yolu
görmektedirler. Eğer orduda bir kudret ve tesir sahibi kimse, gerçekten "Dış
ticaret, bankalar, sigorta şirketleri devletleştirilir. Bir de toprak reformu! Türkiye
düzlüğe çıkar. Ondan sonra arttırırsın ihracatı, tamam" diye düşünüyorsa, bu
kimse mutlaka, hemen bugün, bütün düşüncelerini bir defa daha mantığının ve
sağduyusunun süzgecinden geçirmelidir... Ama ne olacaktır? Bu hal, Anayasa
müesseselerinin ve devlet organlannm tümünden kopmuş, hepsi karşısında,
manen ve maddeten iflâs etmiş bir siyasi iktidar ile nasıl olur da devam eder?...
Alternatif vardır ve ortadadır. Parlamento içinden bir milli şahsiyetin (herhalde
sayın İsmet İnönü’yü kastediyor) etrafında kurulacak bir iktidar memlekete üç
günde hâkim olur. Herkesi yerli yerine oturtur...» diyordu.

Emekli general ve milletvekili Kenan Esengin, Prof. İsmet Giritli muhtırayı


gayet normal ve hatta yapılması gerekli bir görev olarak tanımlarken, Doğan
Avcıoğlu, Metin Toker’e verdiği uzun cevabı «Türkiye, Parlamenter sistem
içinde kalkınamaz» düşüncesi ile bitiriyordu.

Dış basına gelince... Alman basını durumu şöyle değerlendiriyordu;

DİE WELT: «Türkiye’de bir krizin politik emareleri» başlıklı yazısında; Halk
Partisi Başkanı İnönü partinin önemli görevlerle karşı karşıya kalabileceğini
belirtmesi, Sunay’ın Ankara civarında yaptığı askeri birlikleri ani ziyaret,
Orgeneral Batur’un Devlet Başkanına bir memorandum vermesine
rastlamaktadır. Memorandumda Cumhurbaşkanı’ndan talebeler içine yayılan
komünist, anarşist cereyanlara karşı gerekli tedbirlerin alınması hususunda
selâhiyetlerini kullanması talep ediliyor.

FRANKFURTER ALLGEMEINE ZEITUNG: «Türk ordusu Devlet Başkanı’nın


müdahalesini talep etti» «Parlamenter demokrasi kriz geçiriyor» «Müfrit
cereyanlar kuvvetleniyor», «Şimdiye kadarki talebe nümayişlerinde 14 ölü var»
başlıkları altında... Başkan Sunay, Milli Güvenlik Kurulu’nu olağanüstü
toplantıya çağıracak. Bu toplantıya sebep, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın diğer
Komutanların tasvibini alarak verdiği memorandumdur. Bu memorandumda,
anarşi derecesinde karışık duruma son vermek ve görünüşe göre parlamentonun
iktidarsızlığına ve hükümetin karar verme aczine bir an önce müdahale edilmesi
ve seçim kanununun değiştirilmesi istenmektedir.

İngiliz basını durumu şöyle aktarmaktadır:

TIMES : «Türk Silâhlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanını ikaz etti» başlığı altında


Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Batur, Başkan Sunay’a çok önemli bir ikazda
bulunarak öğrenci şiddet hareketlerinin huzursuzluk ve bir hükümet buhranı
yarattığını, parlamentonun hareketsizliğini ve AP hükümetinin acil problemleri
halledememesinden Ordunun duyduğu hoşnutsuzluğu belirtmiştir.

GUARDIAN: «Türk generalleri geniş ölçüde siyasi değişiklikler talep ediyorlar»


başlığı altında... Org. Batur, Başkan Sunay’a gönderdiği muhtırada; siyasi,
iktisadi, sosyal şartlar yüzünden Ordunun endişe duyduğunu ve gerekli
tedbirlerin alınmasını ısrarla istemiştir.

Fransız basını ise:

LE FIGARO : Demirel’e atfedilen suç nedir? Evvelâ kazançları kıskançlıkla


beraber kuşku uyandıran iş adamı iki kardeşinin davranışları ve bilhassa
memleket menfaatlerini korumaktaki gevşekliği. Bu suçlama milletvekillerine de
yöneltiliyor. Bütün ağırlık, Hv. K. K. Orgeneral Muhsin Batur’un Türkiye’nin
ekonomik, sosyal ve siyasi durumunu düzeltmek için Cumhurbaşkanı Sunay’a
yazdığı bir mektupta toplanıyor, diyordu.

* * * * *

28 Aralık 1970 Pazartesi günü Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Benim,
Cumhurbaşkanına 21 Kasım’da sunduğum rapordan sonra yapılan ilk toplantı
idi.

Toplantıyı Cumhurbaşkanı açtı... Üniversite, öğrenci, anarşik, Kürtçülük ve


Komünistlik hareketlerinin artık muhakkak önlenmesi icap ettiğini,
Profesörlerden gelen bildirileri ve birtakım mektupları okutacağını söyledi.
Bildiriler ve mektuplar Genel Sekreter Cihat Alpan tarafından okundu.

Cumhurbaşkanı, benim raporumdan kısaca bahsetti ve memleketin sorunları


üzerinde ilk sözü benden başlamak üzere sırası ile Komutanlara, Bakanlara ve en
son Başbakan’a vereceğini söyledi. (O günkü konuşmaların özetini kendi
notlarımdan aktarıyorum.)

Bana söz verdiğinde şu konuşmayı yaptım.

«Sayın Cumhurbaşkanım;

Zatı âlinize verilmesi üzerinde; usul, yetki ve içindeki fikirler bakımından çeşitli
görüşler ileri sürülen ve isim olarak «Muhtıra - rapor - mektup - ültimatom» diye
adlandırılan konu ile ilgili bana söz verdiğiniz ve dolayısıyla mesele üzerinde
görüşme zemini hazırladığınız için teşekkürlerimi sunarım.
Önce, Anayasamızın 111nci maddesi ve 129 sayılı Milli Güvenik Kurulu
Kanunu’ndan ne anladığımızı ifade edelim. İlişkileri malûm bazı yazarlarımıza
ve hatta bazı parlamenterlerimizce belirtilen fikirler (ki bu fikirlerde
bilgisizlikten mütevellit hatalar olduğuna, inanılamaz, açıkça kastilik vardır)
muvacehesinde meselâ; ben Hava Kuvvetleri Komutanı olarak; sefer halinde
uçak taarruzlarını bildirir alârm şekilleri üzerinde üç uzun düdük veya üç kısa
düdük sesi olsun diye mütalaâ beyan edebilirim fakat; herhangi bir sosyal veya
ekonomik mesele veya meseleler veya Türkiye’nin iç yaşantısında beliren
durum, memleket güvenliğini sarsar hale gelir ve Silâhlı Kuvvetler bu olaylar
karşısında huzursuzluk duyar, hatta kıpırdanmalar başlarsa, bu meseleler
politiktir diye mütalâa beyan edemem.

Önce bu noktayı tayin ve açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Bana göre; 129 sayılı
kanunun 2nci ve 5nci maddeleri yeter açıklıktadır ve bana bu mevzular üzerinde
konuşma yetkisini vermiştir.

Bu arada gene polemik mevzuu olduğu için Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik


Kurulu’ndaki durumumuz üzerindeki görüşlerimi açıklamak isterim...

* Cumhurbaşkanı görevi ile ilgili işlemlerinden sorumlu değildir (Anayasa,


madde 98)

* Fakat, Cumhurbaşkanlarının görevleri vardır...

Bunlar:

— gerekli gördükçe Bakanlar Kurulu’na Başkanlık eder (Anayasa, madde 97)

— Milli Güvenlik Kurulu’na Başkanlık eder (Anayasa, madde 111),

— ve nihayet yürütme yetkisi ile teçhiz edilmiştir (Anayasa, madde 6).

Cumhurbaşkanının Milli Güvenlik Kurulu’ndaki statüsüne gelince;


Cumhurbaşkanı nev’ama Bakanlar Kurulu’nun yardımcısı durumuna
düşürülmüştür. Bu çelişmeli halin herhalde halledilmesi lâzımdır.

Şimdi müsaade ederseniz muhtıra üzerinde görüşelim. Ancak Sayın Bakanlar


muhtırayı okumuşlar mıdır, bilmiyorum. Eğer okumamışlarsa müsaade ederseniz
okuyayım...
Başbakan Demirel: Muhtırayı yalnız ben okudum, Bakan arkadaşlarım
bilmiyorlar.

Cumhurbaşkanı: Okunmasına lüzum yok, muhtıra memleketin halihazır


durumunu tasvir, bunun sebeplerini, alınması gereken tedbirleri ihtiva eden iyi
niyetle yazılmıştır.

Ben, devamla... Saym Cumhurbaşkanım;

Bu muhtıra kaleme alınırken şahıs ve partileri değil, VAKIA’lan ve DÜZEN’i ele


aldım ve eleştirdim. Bama rağmen şahıs, parti ve parlamentoda bazı
tedirginlikler sezinledim.

1924 Anayasası’nda; «Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir» denildikten sonra,


«Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakiki mümessili olup, millet
namma hakkı hâkimiyeti istimal eder» deniyordu.

Bugün de parlamentoyu bu maddenin tesirinden kurtulamamış görüyoruz.

Halbuki şimdiki Anayasamız «Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir»


dedikten sonra, «millet, egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili
organlar eliyle kullanır» diyor. Yani Parlamento organlardan yalnız biridir.
Neticeyi yalnız seçim ve seçim sonu neticeye bağlamanın meseleleri halle kâfi
olmadığı 1960 öncesinde de görüldü, şimdi de görülmektedir. Sosyal ve
ekonomik bunalımlar toplumumuzu sarsmış ve bütün müesseselerde üzüntü,
hoşnutsuzluk, istikbale kaygı beslemek fikirleri yerleşmişse; duruma olağanüstü
çare arama zamam gelmiş demektir.

Bizim asker olmamız sebebiyle; şahıs, parti, bunlar arasındaki fikri ve hissi
çarpışmalar, meşguliyetimiz dışı problemlerdir. Bizim için problem; Türkiye’nin
hali ve geleceği sorunudur.

Partilerin ve liderlerinin kendiliklerinden, tek tek meselelere çıkar yol


bulacaklarına ümidimiz kalmadığı için meseleyi şahıs ve parti mülâhazaları
üzerinde tutan bir çözüm yolu aramağa gittik.

Bu arada, üzerinde önemle durulacak nokta, huzursuzluğun Silâhlı Kuvvetlere


sirâyet etmiş bulunduğudur. Biz Komutan olarak, kuvvetlerimizdeki hissiyatı
bilmezsek veya askeriz diye bilme zorunluluğu duymaz ve bu konuları bizle
görüşmek isteyen en yakın astlarımızı «bunlar siyasi meselelerdir size ne?» diye
susturursak, 27 Mayıs öncesi Komutanların durumuna düşeriz. Bundan önemlisi,
icra organına yanlış bilgi ve emniyet verebiliriz ki, bu da Hükümeti büsbütün
yanlış yollara götürür ve biz Devlet’e ihanet etmiş oluruz.

Eğer doğru olduğuna inandığımız bu hareket tarzını ihtiyar etmez de susar ve


beklenmeyen bir olayla karşılaşırsak, netice daha vahim olmaz mı?... ve biz
vazifemizi yapmış mı oluruz?

Arz ederim.»

Deniz Kuvvetleri Komutam Oramiral Eyiceoğlu;

«Muhtıra içindeki fikir ve görüşlere katılıyorum.»

Kara Kuvvetleri Komutam Orgeneral Gürler;

«Muhtıra; meseleleri sosyal, ekonomik ve Anayasal açıdan ele almış ve bir hal
tarzı teklif etmiştir; ilâve edecek bir şeyim yok ve katılıyorum.»

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Tağmaç; «Muhtıra; durumu eleştirmiş ve


Silâhlı Kuvvetler’deki huzursuzluğu belirtmiştir, katılıyorum. Ancak bundan
evvel de defalarca söyledim, esas sebep; Anayasa’nın getirdiği aşırı
hürriyetlerdir. Basın, TRT, çeşitli kitap v.s.’nin tesirinden Silâhlı Kuvvetleri
durum böyle giderse kurtaramayız. Anayasamızın mutlaka değiştirilmesi
lâzımdır.»

Cumhurbaşkanı Sunay; «Üniversite, işçi, Kürtçülük, Komünizm faaliyetleri


bütün yurt sathına yayılmaktadır. Bütün Türkiye’ye şamil bir sıkıyönetim fikri
bende uyandı, bu konudaki mütalaâlarmızı dinlemek isterim.»

Org. Tağmaç; «Sıkıyönetim için yeni kanun tasarısını henüz hazırlayıp


Bakanlığa gönderdik. İstanbul Sıkıyönetim mahkemelerinin ne hale düştüğünü
gördük. Yurt sathına şamil bir sıkıyönetim, orduyu yıpratır ve halkla karşı
karşıya getirir.»

Org. Gürler; «Böyle bir sıkıyönetim, komutanları ve orduyu «bugünkü iktidarın


emrinde» temasının işlenmesini doğurur ve Komutanlarla astların arasına boşluk
sokar, bu bakımdan uygun görmüyorum.»

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil; Çok uzun bir konuşma yaptı ve
özetle... «27 Mayıs’a karşı bir tarizde bulunduktan sonra, millet reyi ile işbaşına
geldiklerini, bir kitle partisi olarak çoğunlukla seçimi kazandıklarını, doktriner
partilerin halka hitap etmediklerini, bunu da aldıkları reylerin gösterdiğini, bir
Anayasa olduğunu, verilen hürriyetlerin geriye alınamayacağını, dünya
üzerinde... insanların haklarını almak için tarih boyunca mücadele ettiklerini,
kan akıttıklarını, Silâhlı Kuvvetler Komutanlarının ne demek istediklerini tam
anlayamadığını» ifade etti.

İçişleri Bakam Haldun Menteşeoğlu; «Anayasa ve kanunlar dışında hiçbir


harekete tevessül etmeyeceklerini, hükümet olarak anarşik hareketleri önlemek
için her türlü icrai sorumluluğu ve vezaifi yerine getirdiklerini, Üniversite
idarecileri, TRT’den şikâyetçi olduklarını, parti ve Hükümet olarak hiçbir grubu
desteklemediklerini» beyan etti.

Başbakan Süleyman Demirel; Alışageldiğimiz görüşlerini uzun uzun izah


ettikten sonra önemli olarak şu meseleler üzerinde durdu.

* Orgeneral Faruk Gürler’in beyanı beni çok şaşırttı. Yani normal prosedürle
Meclis, Sıkıyönetime karar verirse, Silâhlı Kuvvetler bunu istemiyor nasıl
diyebiliriz? Silâhlı Kuvvetler hükümetin emrinde değil midir, niçin Silâhlı
Kuvvetler iktidarın hizmetinde olmasın? O zaman başka şeyler düşünmeye ve
konuşmağa mecburuz.

* Orgeneral Batur’un muhtırası iç ve dışta bazı endişeler uyandırmaktadır.


Yani Org. Batur, sosyal ve ekonomik problemlerden ne kastediyor? Marks’a mı
dönelim, üretim araçlarının hepsini devletleştirelim mi? Biz milli geliri
hesaplamış, bunun içinden yatırımlara ayıracağımız payı tespit etmiş,
planlamada hangi sektöre ne pay ayırdığımızı kararlaştırmış, bunu Meclisin
tasdikinden geçirmişiz. Yani Org. Batur, plan bölümünde meselâ;
elektrifikasyondan madenciliğe veya sanayiden madenciliğe verilen prioritelerin
değiştirilmesini mi istiyor? bu hususların açıklığa kavuşması lâzımdır.

Orgeneral Gürler; «Ben, Silâhlı Kuvvetler Hükümetin emrinde değildir,


demedim. Ancak yalnız Sıkıyönetim ilân edilir, sosyal ve ekonomik tedbirler de
beraber alınmazsa, bu geçici bir zaman için sükûneti sağlar, problemi halletmez
demek istedim.»

Oramiral Eyiceoğlu; «Bu Anayasayı biz getirdik. Silâhlı Kuvvetler; Anayasa,


Cumhuriyet ve demokrasiye tam bağlıdır, hükümetin de emrindedir. 1963’de
Genelkurmayın önüne talebeler geldiği zaman kapıya ben çıkıp konuşma yaptım
ve Türkiye’de bir hükümet vardır dedim.»

Org. Tağmaç; «Biraz evvel okuduğumuz bir bildiride generaller için «satılmış»
ibaresi vardır, bugün ortam bu hale gelmiştir.»

Ben, tekrar söz alarak şu konuşmayı yaptım...

«Sayın Cumhurbaşkanım...

Sayın Başbakan bazı sualler tevcih etmekle meselenin biraz daha açıklığa
kavuşmasını temin etti. Karl Marks’cı mıyız, demokrasiye inanıyor muyuz gibi
istifhamlara da cevap vermek fırsatı hâsıl oldu.

Önce şunu belirteyim... Türkiye halen bazı sosyal ve ekonomik bunalımlar


içinde midir, değil midir?. Evet... bunalımlar içindedir ve zaten bunu
konuşuyoruz. Bu bunalımlar neden doğmuştur?... tatbikattan doğmuştur. Nedir
sosyal bunalımlar? Bana göre... başlangıç hata noktası şudur; idare edenler
milletin seviyesine mi inmeli? Yoksa milleti kendi seviyelerine mi çıkarmalıdır?.
Çok eski bir milletiz. Bazı geleneklerimiz, inançlarımız, dinî görüşlerimiz var,
milletin bazı istekleri var. Ama bu istekler istismar edilir ve yerine getirilmeye
çalışılırsa... bu millet hiçbir zaman muasır medeniyet seviyesine yükselemez.
Fakat seçim kazanmak için bu yollara itibar edilmektedir. Şimdiye kadarki
konuşmalarda herkes Anayasayı, Cumhuriyeti, Türkiye’nin bütünlüğünü
hararetle savundu. Ama realiteye gelelim. Bugün, bu anayasanın tamamen
aksine eylemler olmaktadır. Bu da hatalı sosyal ve ekonomik tatbikatın
sonucunda meydana gelmiştir.

Meselâ; dini ve bölücülüğü hedef alan bir Alevi partisi rahatça kurulabilmiştir.
Meselâ; dini istismar eden ve teokratik düzeni savunan bir Erbakan çıkmış ve bir
parti kurup faaliyete geçebilmiştir ve meselâ; ırkî bölücülüğü savunan ve Kürtçe
nutuklar atarak seçilen bir rahmetli, Bakan olabilmiştir. Bunlar sosyal problem
değil midir ve bundan milletin çoğunluğu ve Silâhlı Kuvvetler huzursuzluk ve
üzüntü duymaz mı?

Ekonomik tatbikata gelince... ben ne Karl Markscıyım ne de katı sosyalistim.


Sizin söylediğiniz plan -program, prosedüre usul bakımından uygun cereyan
etmektedir. Ama netice nedir?... Devlet; uzun seneler sonra faydası görülecek alt
yapı yatırımlarına büyük harcamalar yapmakta... hemen ve bol kâr getiren bütün
yatırımlar bozuk bir kredi düzeni, vergi ve yatırım muafiyetleri ile kişiler, devlet
eliyle zengin edilmekte, alt ve üst tavan arasındaki sosyal adaletsizlik gittikçe
artmakta ve bu hataları belirten fikirler tabiidir ki taraftar kazanmaktadır.

Kazanılmış mantıkî hürriyetlerin de kaybına asla taraftar değilim, bu hürriyetler


olmazsa burada bu konuşmayı da yapamazdım. Silâhlı Kuvvetler hiçbir akımın
membaı ve sürükleyicisi de değildir. Yalnız... mevcut huzursuzluklar da kendi
eseri değildir. Sayın Başbakan... millî tedbirden kastımın ne olduğunu sordu...
açıklayayım: Problemler vardır... sizler iktidar ve Hükümetsiniz, buyrun
halledin... İşte görülüyor ki halledemiyorsunuz... o halde bütün sorumlular bir
araya gelerek halledelim diyoruz».

Cumhurbaşkanı; rektör, profesör ve parti liderleri ile görüşeceğini ve kurulu


tekrar toplantıya çağıracağını bildirerek oturumu kapattı.

* * * * *

1971 yılına girildiğinde; Silâhlı Kuvvetlerce yapılacak bir müdahale beklenir ve


hatta bazı çevrelerce farklı amaçlarla da olsa (çok gariptir bazen hem aşırı
solcular hem iş adamları askeri müdahale isterler - tabii sonunda solcular
kaybeder, iş adamları yararlanırlar) istenir hale gelmeye başlanmıştı.

Silâhlı Kuvvetler içinde ise çeşitli müdahale yöntemleri tartışılıyor, hazırlıklar


yapılıyordu. Evvelce de değindiğim gibi bu hazırlıkları kısmen veya tamamen
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bizler biliyorduk.

Müdahale nasıl yapılacaktı?... 4 yöntem yavaş yavaş belirmeye başlamıştı;

1. Alt’tan bir müdahale ile yönetime bütünü ile el koyma

2. Alt’tan yapılan bir örgütlenmeye dayanarak bir veya iki Komutanın başta
bulunacağı bir müdahale ile yönetime bütünü ile el koymak

3. Silâhlı Kuvvetlerin komuta düzeni içinde yönetime el koyması

4. Komuta düzeni içinde müdahale ile durumun düzeltilmesi.

* * * * *

Birinci ve ikinci yöntemi düşünenler; yeni bir atılım, yeni bir düzen, bir devrimle
Türkiye’nin konularına çözüm getireceklerine inanıyorlardı. Bu maksatla
toplanıyorlar, görüşüyorlar, hazırlıklar yapıyorlardı. Bu grubu ikiye bölmek
mümkündü... Silâhlı Kuvvetler mensupları ve dışındaki gruplar (örneğin...
Doğan Avcıoğlu, Cemal Madanoğlu, Ekrem Acuner, Orhan Kabibay v.s.
grupları).

Silâhlı Kuvvetlerin Ankara Grubunda en yüksek rütbeli subay Korgeneral Atıf


Erçıkan’dı. Örgüt içinde Tüm ve Tuğgeneraller ve çok sayıda Albay vardı.
Hemen hemen bütün toplantılar sıkı takip altındaydı, zaten Korg. Atıf Erçıkan
her toplantıya katılıyor, Albayları tahrik edici konuşmalar yapıyor ve ertesi
sabah ilk iş olarak ele alınan konuları Genelkurmay Başkanına rapor ediyordu.
Kendisi Mart yaklaşırken örgütten koptu. Zannederim, 12 Mart’tan sonra evinin
bombalanması kendisinin bu oynak ve güvenilmez tutumundan olsa gerek.

Örgüttekiler; 27 Mayıs’ta olduğu gibi plansız bir harekete girişmemek ve/veya


bir veya iki komutanın liderliğinde yapılacak bir müdahale durumunda
Komutanlarına yardımcı olabilmek için bu planları hazırlıyorlardı.

Ocak 1971 sonlarında hazırladıkları dosyayı bana verdiler.* Dosyanın içeriği


genellikle Doğan Avcıoğ-lu’nun görüşlerini yansıtıyordu. Bir DEVRİM
öngörülüyor, Devletin yeni düzenini gösterir bir Anayasa taslağı, Devlet düzeni
şeması, alternatifli isimler içerir Bakanlar Kurulu listesi, Bakanlar Kuruluna
verilecek direktif, Basın-Yayın ve TRT ile ilgili bölümleri kapsıyordu. \

Dosyayı dikkatle inceledim ve gördüm ki

* İlkeler bölümü üzerinde bazı farklı görüşlere

* Fakat uygulama şekli üzerinde çok farklı düşüncelere sahibim ve dosya


içindekileri benimsemem mümkün değil.

(Burada dosya olarak bahsettiğim üç ayrı dosya halindeki dokümanlar 12


Mart’tan sonra Komutanlıktaki bir kasada bulundu ve ben alarak muhafaza
ettim.)

Dosyanın tümünü bu kitabın içine almak mümkün değil, gereği de yok. Biz
özellikle saptanmış ilkeleri, Devlet düzenini gösterir şemayı ve Bakanlar Kurulu
listesini görelim...

Dosyada ilkeler iki değişik tarzda yazılmıştı...


1 nci ŞEKİL (slayt)
1. Toprak reformunun gerçekleştirilmesi
2. Tarım reformunun gerçek anlamı ile uygulanması
3. Sınai alanda reform
4. Eğitimde reform
5. Dış ticaretin devletleştirilmesi
6. Yeraltı kaynaklarının devletleştirilmesi
7. Bankaların devletleştirilmesi
8. Büyük müesseselerin devletleştirilmesi
9. Dış siyasetin bağımsızlık esasına göre yeniden tesbiti
10. Sosyal güvenlik reformu
11. İdari reform
12. Vergi reformu (gerekirse para reformu dahil)
13. Silâhlı Kuvvetlerde reform.

İLKE’ler (2 nci Şekil)
1. Toprak ve Tarım devrimi
2. Dış ticaret, Bankacılık ve sigortacılığın devletleştirilmesi
3. Yer altı kaynakları ve Ormanların devletleştirilmesi
4. Çelik, montaj, hidro-elektrik, ilaç, lastik, margarin sanayiinin
devletleştirilmesi
5. Sahillerin ve gerekli görünen şehir arazilerinin kamulaştırılması ve kamu
yararına işletilmesi
6. İdarenin devrimci ilkelere göre yeniden kuruluşu
7. Vergi devrimi
8. Sağlık hizmetlerinin sosyalize edilmesi
9. Milli Eğitimin devrimci ilkelere göre yeniden kurulması
10. Ağır sanayi kurulması
11. Dış politikada reform
12. Ülke çapında ve halkın her kesimini kapsayacak sosyal güvenlik reformu
13. Silâhlı Kuvvetlerde reform
14. Kalkınmayı sağlayacak iskan ve konut politikası.
BAKANLAR KURULU LİSTESİ
1. Başbakan Yardımcısı:
2. Adalet Bakanı: Prof. Bahri Savcı, Miraç Aktuğ
3. Bayındırlık Bakanı: Yük. Müh. Sedat Özkol, Şükrü Kaya
4. Çalışma Bakanlığı: Necdet Şehmuz, Erciş Kurtuluş
5. Dışişleri Bakanlığı: Sezai Orkunt, Osman Olcay
6. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı: İhsan Topaloğlu, Mehmet Erdemir
. Gümrük ve Tekel Bakanlığı : Sabahattin Teoman, Cemal Silahoğlu
7
8. İçişleri Bakanı : Enver Koray
9. İmar ve İskân Bakanlığı: Selâhattin Babüroğlu, Halit Karababa, İlhan Tekeli
10. Köy İşleri Bakanı: O. Nuri Koçtürk, Cevat Geray
11. Maliye Bakanlığı: Ziya Kayra, Erhan Işıl
12. Milli Eğitim Bakanlığı: Prof. Fehmi Yavuz
13. Milli Savunma Bakanlığı: Fakih Özfakih
14. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı: Prof. Nusret Fişek
15. Sanayi Bakanlığı: Tahsin Yalabuk
16. Tarım Bakanlığı: Oğuz Atalay
17. Orman Bakanlığı: Celâl Göydün
18. Ticaret Bakanlığı : Adnan Başer Kafaoğlu, Selâhattin Özmen
19. Turizm ve Tanıtma Bakanı: Nejat Erder
20. Ulaştırma Bakanlığı: Hilmi Özgen, Nedret Utkan
21. Gençlik ve Spor Bakanı : Halit Çelenk, İrfan Solmazer
22. Devlet Bakanlığı: Memduh Aytür, Nüman Esin
23: Devlet Bakanlığı: Attila Sönmez, Orhan Kabibay
24. Devlet Bakanlığı : Mucip Ataklı, Şaban Demir
25. Plan Koordinasyon Bakanlığı: O. Nuri Torun, Attila Karaosmanoğlu
26. Basın Yayın : Sabahattin Selek, Altan Öymen.

(Sonradan öğrendiğime göre; Bakanlar Kurulu listesini hazırlayanlar bu listede


adları yazılı sivil kökenli Bakan adayları ile hiçbir temasta bulunmamışlardı.
Dolayısıyla listede isimleri olanların durumdan haberleri yoktu.) (Başka
listelerde olabilir.)

Dosyayı inceledikten sonra yazılı görüşlerimi 30.1.1971 günü kendilerine


verdim. Görüşlerimden, dosyada neler olduğunu ve benim hangi hususlara
katılmadığım (aşağıdaki notlar) anlaşılır...

* Rejimin adı güzel, ancak Kemalizm’le alâkası yok ve Atatürk’ün ruhunu


muazzep eder.
* Yemin şekli dosyada yok.
* Hangi devletin anayasasında bağımlıdır diye yazar.
* Siyasal düşünce; yasa önünde eşittir deniyor, halbuki sistem partileri
kapattığına göre hiçbir siyasi eleştiri ve çizdiği sınır dışında serbesti-yet
vermiyor ki
* Kararname ile sendika ve cemiyetler kapatıldığına göre, bunlar lüzumsuz
masrafa sebep olacak kukla örgütler olmaktan ileriye gidemez, aynı zamanda
kısa bir süre sonra devrim’e karşıt bir mahiyet alabilir.
Devrim Kurulu hakkında :
* Devrim Kurulu yalnız asker kişilerden kurulu. Denenmiş ve fiyasko ile
neticelenmiş usulleri ufak farklarla tekrar denemenin ne faydası var (Milli Birlik
Komitesini kastediyorum).
* Orduda askeri hiyerarşi ve disiplin bozulacaktır.
* Biri siyasetle meşgul olur general ve subay, diğeri olmaz general ve subay
diye iki sınıf meydana gelecek. Kıskançlık, tenkit ve derhal karşı örgütlenme
meydana gelecek ve tabii ki 2 nci gurup adeden çok daha fazla olduğu için 1 nci
gurubu ilk fırsatta tasfiye edecek ve bir fasit daire içine girilecektir.
* Devrim kurulu üyeleri; manevi ve maddi kuvvetlerini Silâhlı Kuvvetlerden
alacak, bu; hareketin ilk anında temin edilebilir fakat bu destek kısa zamanda
yitirilir.
* Hem askeri hiyerarşi ve disiplin anlayışı hem de çeşitli rütbelerden kişilerin
bulunduğu Devrim Kurulunda, Genelkurmay Başkam ve Komutanların bir kukla
durumuna düşeceği aşikârdır.
* Devlet Başkammn bugünkü Cumhurbaşkanından fazla bir yetkisi yoktur,
kendi kişiliğini ne dereceye kadar kullanabilecektir, çoğu hallerde Devrim
Kurulunun oyuncağı olur.
* Devrim Kurulu Genel Sekreterliği ile Başbakan arasındaki yetki, sorumluluk
ve icra bakımından sürtüşmelerin önüne geçilemez.
KABİNE TEŞKİLİ:
* Askerlerin, kabinede vazife almasını uygun görmüyorum.
* Bu kabine (ilişik listedeki) bir örnek dahi olsa, kabine teşkilinde daha
şimdiden arkadaşlık, his, vefa, balans kurma faktörlerinin ehliyetin üstünde
tutulduğu görülmektedir.
KABİNEYE VERİLECEK DİREKTİFİN ESASLARI :
* Milli Eğitim Bakanlığı: 15nci madde sarih değil, yani DİN eğitimi şimdilik
bugünkü gibi mi devam edecek?
* Milli Savunma Bakanlığı: Asker olmamıza rağmen 1 nci madde üzerine hâlâ
bir fikrimiz ve hesabımız yok mu? (Bu maddede; Silâhlı Kuvvetler ihtiyacının-
millî olarak karşılanması için konunun ele almacağı ve etüdlere başlanacağı
yazılıyordu)
* Ticaret Bakanlığı: İthalâtın en kısa zamanda devletleştirilmesi doğru ve
mümkündür. İhracatta ise halen kooperatifleşmiş sahalarla, büyük kısmı
üreticiden devlet eliyle alman kalemlerde mümkündür. Tümünün
devletleştirilmesi zaman ve teşkilât meselesidir.
* Basın ve Yayın ve Propoganda Bakanlığı: Basının devletleştirilmesi ne
demektir? O zaman basın diye bir şey ortada kalır mı?
EKLİF VE PROJE ÜZERİNDE ŞAHSİ GÖRÜŞLERİM :
T
1960 hareketi, gasp olunan hürriyetleri geri almak ve daha sağlam bir
demokratik ve sosyo - ekonomik bir rejim kurmak için yapılmış, iç ve dış’ta
tasvip görmüş ve desteklenmiştir.
Hakikati söylemek gerekirse 1960 hareketi, sonunda ve sonrasında kısmen
dejenere olmuş, kısmen istenileni yerine getirememiştir. Son yılların önümüze
çıkardığı yeni meseleler ve bu meseleleri görüp, inanıp üzerlerine
eğilemediğimiz için de, bugünkü ortama gelinmiştir.
Evet, bugün Türkiye’nin bir ekonomik ve sosyal bünye değişikliğine kati ihtiyacı
vardır. Fakat açıklanan sistemde; hürriyetler kısıtlanarak ve insan faktörünün
yaratıcılığı, çalışma hırsı, rekabeti ve hasletlerinden istifadeyi mümkün kılmayan
çok katı bir bünye değişikliğine gidilmek istenmektedir.
Bu şekil bir hareketi, fikri sahada oldukça gelişmiş ve hürriyetleri için zaman
zaman mücadele etmiş Türk toplumunun içtenlikle benimseyeceğine ve
destekleyeceğine inanmıyorum.
Yalnız Silâhlı Kuvvetlere (?), mahdut sayıda bu sisteme inanmış aydınlara ve
sistemden fayda uman çıkarcılara dayanacak bu sistem, ne kadar müddet
sürdürülebilecektir?
Keza bir seyyarede tek başımıza yaşamıyoruz. Dünya üzerindeki devletlerin çoğu
ile siyasî, İktisadî, askeri ilişkilerimiz vardır. Batı alemi bu sistem ve tutumu
tasvip etmez. «Etmez’se etmez» meseleye cevap
teşkil etmez. Taviz verirsek Doğu Bloku ve Kızıl Çin’den destek görürüz, bu ise
Türkiye’nin felâketi olur.
Silâhlı Kuvvetlerin bir kısmının koyu politika İçine sokulması, milletin son
dayanağı olan Türk Silâhlı Kuvvetlerini çok çabuk yıpratır, o zaman Türkiye’yi
kurtaracak başka hangi güce başvurulacaktır.
Sistem; devamlılık esasına dayanmakta, bir geçiş ve yerleştirme döneminden
sonrası için elastikiyet ve başka şekle geçişi tanımamaktadır.
Teklif edilen ekonomik ve sosyal değişiklikler Türk ve dünya kamuoyunca kabul
edilebilecek ve desteklenebilecek sistemler içinde ve hürriyetleri de bu kadar
kısıtlamadan tahakkuk ettirilebilir.
NETİCE :
İnanmadığım bir şekil ve sistem içinde bulunamam.
M.B.

* * * * *

Ben, bu görüşlerimde kimseye «Komünist’lik» izafe etmedim, yazımda da böyle


bir atıf yok. Hatırlamıyorum ama belki istemeyerek söylemiş olabilirim. Bu
sebeple yazımı okuyanlar ve bu sözümü duyanlar çok üzülmüşler (çünkü
hakikaten hepsi vatanlarını seven ve komünist olmayan değerli subaylardı), ve
bana 3 Şubat 1971 günü yazılı cevaplarını verdiler. (Cevap metninin başı ve
sonu aşağıdadır.)

“3 Şubat 1974
Dün akşam (1.2.1971) havacılar bir araya geldik, liderimizin görüşleri enine
boyuna incelendi.
Mütalâanın son cümlesi hepimizi çok tedirgin etti. Milletimizin beklediği ve
bizim de % 100 inandığımız Lider’imiz ile bu derece kesin çizgilerle ayrı
düşmememiz gerekir kanaatindeyiz.
Sizin bize nazaran çok yalnız olduğunuzu, fikri tartışmalar yapamadığınızı
dolayısıyle endişelerinizi gideremediğinizi biliyoruz ve hak veriyoruz.
Nitekim dosya üzerindeki görüşlerinizin % 90’ı müzakereye dahi ihtiyaç
kalmadan tarafımızdan benimsendi. Takdir olunur ki bu çalışmalar mesai içinde
veya açık faaliyetler şeklinde yapılmamakta, kişilerin bir araya gelmesinde
birçok tahditlere tabi olmaktayız. Bu bakımdan dosya’nm uygulanmağa
konmasından önce, birçok tashihler görmesi mümkün ve mukadderdir. Ancak;
Türk milletinin asırlardan beri içinde bulunduğu ve Atatürk ihtilâli ile
yıkamadığı feodal tutumdan kurtulup - muasır medeniyet seviyesine - daha
süratli adımlarla ulaştırılması ana istikametinde ve yeminimizde de sıralanmış
umdelerden. (ki bunlar 25 Ocak 1970 muhtıranızda da mevcuttur) taviz
vermemek esastır.
Dosyayı, Amerika ve Türkiye’de 41 defa Komünizmi tel’in konferansları vermiş
bir arkadaşımız düzenlemiştir (Redaksiyon). Bendeniz ise «...x» de iki yıl
yaşayarak, sistemin; insan tabiatına aykırı olduğunu ve ancak polis devleti
yöntemiyle yaşatılabilece-ğine tanık oldum. Hürriyet ve hürriyetsizlik denilen
mefhumları, «..x»’ye girip çıkarken (defaatle), bir madde imişlercesine elle
tutulur şekilde hissettim. Sistemin en belirli mahzuru olan kişi yaratıcılığını ve
şahsi teşebbüsü yok ettiğini gördüm. Ve yine, beynelmilel literatürde taraftarını
bulduğu gibi, gerek kapitalist - liberal sistemlerin ve gerek komünist - sosyalist
sistemlerin, biri diğeri lehine taviz vererek ve daha ziyade sosyal adalet ilkeleri
istikametinde birleşmekte olduklarını ve bu yolda meselâ Sovyetlerin;
kooperatifleşmeye, şahsi konut mülkiyetine, bireysel çiftçilik yapıp kendi
ürününü kendi satmağa müsaade etmişlerdir. Herşeyin üzerinde SSCB’nin Büyük
Rusya İmparatorluğu olduğunu ve dolayısı ile 120 Milyon Rus’un, geri kalan 80
Milyon azınlığı sömürdüğü, asıl korkunç olanın Komünizm değil, enternasyonal
komünizm yoluyla Rusya İmparatorluğunun dünyaya hakim olma tehlikesi
olduğuna inandım. Bunun ise evrensel denge teorisine göre, A.B.D.’nin yerine
Kıt’a ÇİN’İ vasıtasıyle önlenebileceği kanısına vardım.
Kulağımıza gelen, bizleri komünistlikle itham eder tarzda konuşmanız ve yazılı
mütalâanızdaki -komünizmin kötülükleri olarak-, yukarıda temas ettiğim kişi
yaratıcılığı ve şahsi hürriyetlerin kısıtlanmasından bahseder paragrafınız
dolayısı ile, konu üzerinde durmak gerekti, en hafif tabiri ile hayal kırıklığına
uğradık.
Toplantıda, herbirimiz ithamlarınızı tahfife ve tevile çalıştık. Komutan,
liderliğini belirtmeye çalışıyor dedik.
İşaret ettiğiniz yemin metnini dosya’ya koyduk. Bakanlar kurulu mutasavver
listesini çıkardık ve yerine 203 kişilik adaylar listesini koyduk.
Biz, sizin genel tutumunuz dolayısıyle bizden çok daha bilinçli olarak ve çok
daha ilerici olduğunuza inandığımız için size yemin teklif etmedik. Ancak yemin
metni ile aynen mutabık iseniz, hepimiz kayıtsız şartsız, sizin yarınki liderliğinizi
kabul ediyoruz.
NETİCE :
Bizler, aynı kaynaktan yetişmiş «yalnız Türk Vatanı için» diyen, katıksız Atatürk
Subaylarıyız.
Arz ederim.»

* * * * *

Daha önce değindiğim gibi dört tür müdahale olabilirdi. Bizleri aşarak yapılacak
bir müdahalede zaten biz Komutanlar olamazdık. Bir veya iki Komutanın,
aşağıda oluşan örgütle birlikte yapacakları müdahelede, Komutanlardan kimler
olabilirdi?... Faruk paşa ve ben veya yalnızca birimiz. Böyle bir yöntem
uygulandı mı?... hayır uygulanmadı..., o halde varsayımlar üzerinde tartışma
açmanın ve uygulanmamış bir yöntem taraftarı olarak bizleri lanse etmenin kime
ne faydası oldu ve olacak? anlayamıyorum. Yıllarca sonra dahi bu görüşlerin
ısrarla üzerinde duruldu. Bir örnek vereyim...

"Darbe hükümetinde Gürler Cumhurbaşkanı, Batur Başbakan, İhsan Tekin


İçişleri Bakanı adayıydı. CHP Cunta'nın adamını İstanbul'a vali yaptı."

Yukarıdaki Son Havadis Gazetesinin manşetine bakınız. 12 Mart 1971’in


üzerinden 8 yıl, Faruk paşanın ölümü üzerinden 5 yıl geçmiş!... hâlâ hangi
konular üzerinde durularak insanlar lekelenmek isteniyor.

* * *
Müdahale tarzları üzerinde o zamanlar şöyle bir değerlendirme yapıyordum...

* Alttaki örgütlenme biliniyordu. 27 Mayıs’ta denenen bu yöntemin uygulanma


ihtimali azdı. Başta asker kökenli bir Cumhurbaşkanı ve henüz, alt kademelere
verdikleri güveni yitirmemiş bir Komuta heyeti vardı. Komuta heyeti, aynı
görüşte olmamakla beraber, düşüncelerini Güvenlik Kurulunda dile getiriyorlardı
ve durumu düzeltmek için uğraş veriyorlardı. Ancak durum daha kötüleşir ve
Komutanlar kontrolü yitirirlerse alttan yapılacak bir eyleme kimse dur
diyemezdi, belki çatışma olur fakat eylem gerçekleşebilirdi.

* İkinci ihtimal olan, iki komutanın beraberce veya bir Komutanın liderliği
üstlenip, aşağıdaki örgüte dayanarak eyleme geçmesi üzerinde ise şöyle
düşünüyordum... Bu ihtimal ancak Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org.
Gürler’in; önce kararsız tutumlarından vazgeçmesi ve sonra kuvvetine tam
hakim olması ile gerçekleşebilirdi. Halbuki Faruk paşa, alttaki bazı Ordu
Komutanlarına karşı, tam bir hakimiyet içinde değildi. Bu Komutanları
değiştirmeden, Hava Kuvvetleri ile beraber (belki Deniz Kuvvetleri de dahil,
çünkü Amiral Eyiceoğlu, Faruk Paşa’ya «Beni devre dışında bırakmayın.» dedi)
böyle bir eyleme girişse, Silâhlı Kuvvetler içinde bir çarpışma ihtimali olabilirdi.
Kara Kuvvetlerinin tamamının bulunmadığı bir eylemin içinde veya başında
bulunamayacağımı, ben defalarca söylemiştim. Tuğg. Aydın Kirişoğlunun isteği
üzerine Tümg. Celil Gürkan ve Amiral Vedii Bilget’le, Hv. Kur. Alb. evinde
yaptığım başbaşa görüşmede de kendilerine bu düşüncelerimi söyledim.

Şimdi bir vicdan muhasebesi yaparak... eğer Kara Kuvvetleri benim istediğim
durumda olsaydı... ben böyle bir eylemin içine girer miydim sorusuna... «Evet
girerdim» yanıtını verebilirim. Yalnız... yukarıda içeriğini kısaca açıkladığım
DOSYA yörüngesinde olmamak şartıyle.

* Üçüncü ihtimal olan «dört Komutanın bir müdahale ile yönetimi ele alması (ki
buna Cumhurbaşkanı da katılırdı), benim istemediğim bir eylem tarzıydı.
Kimseyi tenkit etmek için söylemiyorum ve bu hakkı kendimde de görmüyorum
ama... Sayın Cumhurbaşkanı ve biz dört Komutan (Faruk paşa ile benzer
birtakım düşüncelerimiz hariç) kafa yapıları itibarı ile farklı insanlardık. Böyle
bir ekiple yönetimi ele almak çok kolay fakat başarı ihtimali çok çok azdı.
Ayrıca direkt müdahale ile yönetim ele alındığında; Silâhlı Kuvvetlerin tam
manası ile günlük politikaya girmesi, kendi içinde çalkantı, bölünme ve
tasfiyelere yol açacak, kendi görevinden başka konulara giren General ve
subayların bir kısmı bozuk düzenin çarkına belki de farkına varmadan uyarak
lekelenecekler ve Silâhlı Kuvvetlerin temiz olan itiban millet nazarında
zedelenecekti.

* * * * *

Dosyalardan birinde daktilo ile yazılmış iki ayrı dokümanı bu kitaba almakta
fayda gördüm. Bunlar dikkatle okunduğunda; alt kademedeki grubun çalışma,
girişim ve görüşleri ile Faruk paşa ve benim hak-kımdaki değerlendirmelerini
görmek mümkün. Ancak her iki doküman da, bana verilen dosyayı
incelememden ve «katılmıyorum» notunu yazmamdan önce kaleme alınmış.

BİRİNCİ DOKÜMAN
DURUM ÖZETİ
1. 6.1.1971 günü Erci bey (Korg. Atıf Erçıkan), Nuri bey (Tümg. Celil Gürkan)
ile görüştü. Erci bey özetle; Cumhurbaşkanının siyasi parti liderleri ile
Profesörlerle yaptığı görüşmelerin Türkiye’nin problemlerine bir çözüm yolu
getirmeyeceğini, Genelkurmay Başkanı etrafında teşekkül edecek bir
Komutanlar (Kuvvet Komutanları, Ordu K. lan v.s.) birliğinin yönetime el
koymalarının YAHYA HAN usulü bir faşist idare getireceğini ve bu idarenin
bütün ilerici güçleri, sivil aydınları ve genç subayları karşıya alacağmı ve Selim
beyin (Org. Faruk Gürler) örgüte girmesi için zorlanmasının doğru
olmayacağını ve fakat harekât başladığında veya tamamlandığında davet
edildiği takdirde geleceğini ifade etmiştir.
2. 8.1.1971 günü Selim bey (Org. Gürler), Nuri beyi (Tümg. C. Gürkan)
çağırmış ve özetle; «Açık olarak bilinmelidir ki ben gizli bir örgütün içinde veya
başında değilim ve olmayacağım. Ben Türkiye’nin kurtarılmasına çalışan
idealist subaylarla beraberim. Beni Cumhurbaşkanı yapacaklarmış. Bu gibi
lâflara sinirleniyorum. Açıkça söylemek gerekirse, benim için en uygun yer
Genelkurmay Başkanlığıdır.
Silâhlı Kuvvetlerin idareye el koyması kaçınılmaz duruma geldiğinde, Tağmaç
paşa ve Deniz Kuvvetleri K. da devreye alınmalıdır. Tağmaç paşa bizden de
ileridir. Yalnız muhtelif kanallardan, bilhassa Erci bey (Korg. Erçıkan)
vasıtasıyla ikna edilmelidir.
Deniz Kuvvetleri K.'nı böyle bir harekette dışta bırakılmamasını rica etmiştir.
Yavuz bey (Org. M. Batur) hakkında herhangi bir problem yoktur. Onunla tam
mutabakat halindeyiz.»
3. Daha sonra Erci beyle tekrar görüşen Nuri bey, Erci beyin bizimle tam bir
fikir birliği içinde bulunduğunu ifade etmiştir.
4. Bu görüşmelerden sonra Silâhlı Kuvvetler Devrim Örgütü üst seviyede bir
toplantı yapmış ve son gelişmelerle Selim bey ve Erci bey hakkında beliren
kanaatleri somutlamışlardır.
a. Cumhurbaşkanının parti liderleri ve profesörlerle yaptığı görüşmeler
tahmin edildiği gibi olumlu bir sonuca bağlanamamıştır. Ancak bu
görüşmelerden sonra Cumhurbaşkanının, son teşebbüsleri de yapmış bulunan
sorumlu bir kişinin rahatlığı içinde başta kendisi olmak üzere «Komuta Katının
yönetime el koyması» fikrini Milli Güvenlik Kurulunda veya bir özel toplantıda
telkine çalışacağı tahmin olunabilir.
b. Nuri bey ile yaptığı görüşmelerden anlaşıldığına göre Selim beyin fikirleri
de yukarıdaki görüşü destekler mahiyettedir. Veya en iyimser şekli ile, belki
Cumhurbaşkanından değil de, Genelkurmay Başkanından başlayan ve bütün
komutanları ve askeri zinciri içine alan bir teşebbüsü uygun görmektedir.
Bu türlü bir idare tarzı fikrinin üst kademelerde bulunanlar arasında revaçta
olduğunu gösteren başka emareler de mevcuttur.
Cumhurbaşkanı ile görüşen parti liderleri bunu ima etmişler ve Bayan Behice
Boran ise açıkça beyan etmiştir; «Ordu üst kademesinin yönetime el koyması
şeklinde tezahür edecek bir faşist idare kapının arkasındadır».
Ayrıca devrimci yazarlar da aynı endişeyi belirtmekte ve keza dış basın konuyu
açıkça işlemektedir. (The Economist).
Mevcut statükoyu muhafaza edecek olan bu tarz bir idare, Amerika’nın Türkiye
hakkındaki yegâne hal tarzı olarak da kabul edilebilir ve CIA'in bu konuyu
işlediğini tahmin etmek fazla bir akıllılık sayılmamalıdır.
Biz, temsil etmekte olduğumuz devrimci güçlerin ümit ve bağlılıklarına ihanet
haline düşmedikçe, devrimci olmayan bir idarenin yani, içimizdekilerin
yönetimde otorite bulunmadığı bir idarenin kati surette karşısındayız. Bizi bu
kadar kesin konuşturan gücü, tepedeki belirli zatın fikir ve kişiliğinin de etkisiyle
(beni kastediyorlar), altımızdaki genç subayların dinamizminden ve nihayet
bütün ümidini Türk Ordusunun devrimci niteliğine bağlayan Türk
devrimcilerinin desteğinden alıyoruz.
c. Erci bey (Korg. A. Erçıkan), devrim hareketinin içine zorlama ile değil de
kendi arzu ve insiyatifi ile girmiştir. Devrimci fikirlere sahiptir. Kara
Kuvvetlerinde tanınmış ve sevilen bir şahıstır. Beraberinde yüksek rütbeli tutucu
bir kadro getirmemesi şartı ile, Kara kanadının tepesinde bulunması, Kara-Hava
münasebetleri yönünden uygun bir hal tarzı olur. Selim beyin (Org. F. Gürler)
çekimser durumunun devamı halinde Yavuz beyin (Org. Batur) yanında
tamamlayıcı bir unsur teşkil edebilir. Bu takdirde Selim beyin icradan önce veya
sonra davet edilmesinin kararı, Yavuz bey (Batur) ve Erci beye (Erçıkan) ait
olmalıdır.
d. 22.1.1971 günü toplanacak olan Milli Güvenlik Kurulunda zayıf bir
ihtimalle de olsa; her yolun denendiği fakat bir çözüm bulunamadığı gerekçesi
ile, en üst seviyenin yönetiminde bir askeri idare kararı alınabilir veya daha
kuvvetle bir ihtimalle Başbakan istifaya zorlanabilir. Bu ihtimallerden
birincisinin gerçekleşmesi devrim hareketini uzun bir süre erteleyecektir. Çünkü
bu takdirde devrimcilerin tasfiyesi kuvvetle muhtemeldir. İhtimallerden
İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise, mevcut müsait ortam zayıflayacak ve bazı
çevreler nazarında devrimin gerekçesi ehemmiyetini yitirecektir. Bu nedenlerle
harekete geçmek gerekebilir. Eğer bu tarihte hareket mümkün olmazsa, Milli
Güvenlik Kurulu toplantısında, zaman kazanmak bakımından Yavuz beyin bu iki
ihtimale karşı direnmesi ve geciktirici bir rol oynaması devrim ve devrimcilerin
selâmeti için arzu edilen bir hareket tarzıdır.
Not: İstanbul, Şubatın ilk haftasında hazır olacak.

İKİNCİ DOKÜMAN
28.1.1971 günü (Yüksek Komuta Konseyi toplantısının ertesi günü), Faruk paşa
Kara K.K’lığı Kurmay Başkanını ve Daire Başkanlarını toplamış ve memleketin
içinde bulunduğu durum hakkmda mütalâalarını sormuştur. Genellikle "Yahya
Han" usulü idare tarzları ileri sürülmüştür. Paşa, bilâhare kendi görüşlerini de
aşağıdaki şekilde açıklamıştır;
«Bütçenin kabulünden önce hükümetin düşürülmesinin sakıncaları herkes
tarafından bilinmektedir. Bu sebeple Şubat sonunda toplanacak olan Milli
Güvenlik Kurulunda açıklayacağım şu hal tarzlarından birinin tahakkuku için
teşebbüs yapılamaz. Ancak bütçenin kabulünden sonra Milli Güvenlik Kurulu
olağanüstü bir toplantıya çağrılarak, biz askerlerin bugünkü hükümetin
memleketin malûm durumuna bir çare bulunacağına inanmadığımız ve Milli
Güvenlik Kurulu üyeleri olarak sonuçtan doğacak sorumluluğa iştirak
edemeyeceğimiz bildirilir. Başbakan ve Hükümet üyeleri bu bildiri karşısında
kendilerinin aksi kanaatte olduklarını, bir çare bulabileceklerini söylerlerse, bize
şapkamızı alıp eve gitmek düşer.»
Bu sırada Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı (Korgeneral Hayati Savaşçı, emekli
olunca AP’ye girmiş ve milletvekili olmuştur.) «Olur mu Paşam, bu durumda
Silâhlı Kuvvetler tam bir birlik ve beraberlik içinde duruma hakim olmalı ve
memleketi yönetmelidir» 'demiştir. Faruk Paşa devamla, «Ya da Hükümet istifa
eder. Bu takdirde Parti Başkanları, Üniversite sorumluları, Türk-İş gibi baskı
guruplarının temsilcileri toplanır, aranızda anlaşın, memleketi iyiye götürecek
yolu bulun denir. Tabii bunu yapamazlar ve isteğimizi kabul etmezler. Bu
takdirde müdahale edilir. Bir Kurucu Meclis teşkil edilir, bir Başbakan bulunur
ve bir Hükümet kurulur. Gerçekleştirilmek istenen ilkeler Hükümet ve Meclise
verilir ve bu suretle memleket iyi bir istikamete sokulur. (Konuşulanlar ve
konuşma tarzı: Cumhurbaşkanının yerinde kalacağı, askerlerin bizzat yönetime
karışma-yıp şimdiki makamlarında kalarak, yeni hükümet ve meclise bir baskı ve
destek unsuru teşkil edeceği intibaını kuvvetle vermektir).
Paşa, aşağıdaki tarzda konuşmasına devam etmiştir;
«Şimdi durum bu son şekle gitmeyi gerektirirse nasıl yapacağız? Başbakan kim
olacak? Meclis ve Hükümete verilecek direktife esas teşkil edecek ilkeler neler
olabilir?. İşte bu hususlarda hazırlık yapmak lâzım. Resmi işleri daha az olduğu
için Gelil Gürkan Paşa ile İhsan Över Paşa bu konularda bir iki sahifelik bir
hazırlık yapsınlar. Gene hep beraber toplanıp müzakere eder, bir sonuca varırız.
Bu konuyu Ordu Komutanları ile de müzakere edeceğim».
Bundan sonra, hazır bulunan Generallerin fikirleri sorulmuş ve genellikle Faruk
Paşanın teklifi istikametinde cevaplar alınmıştır. Çelil Paşa inancma aykırı
düşen bu teklife olumlu veya olumsuz bir cevap vermemiş, sadece Sayın
Cumhurbaşkanının bu husustaki tutumunu sormakla yetinmiştir. Bu soruya
cevaben Faruk Paşa; «Cumhurbaşkanınm İnönü ile başı-
nın dertte olduğundan yakındığını, İnönü’nün Cumhurbaşkanını Hükümeti
tutmakla itham ettiğini, Cumhurbaşkanının ise bunu kabul etmediğini, her gün
basında kendini tenkit eden yazılan okudukça bunaldığını, mahviyetkârlığım ve
biz askerlere karşı tevazu-unu bozmadığını ve fakat kararında kuvvetin
bulunduğu tarafa yöneltilebileceğini unutmamalı» demiştir.
Yorum:
1. Faruk Paşanın verdiği hazırlık direktifi Batur paşanın verdiği hazırlık
direktifine paralel değildir. (Düşünülen harekâtın zamanı, yapısı, şekli ve
ideolojisi bakımından).
2. Batur Paşa örgütümüzün fikriyat ve fiiliyatını tam olarak bilmekte, belki
teferruata ait bazı hususlar hariç esasta mutabık olduğunu söylemekte ve kendini
örgütün içinde ifade etmekte olduğu halde, Faruk paşanın adı geçen toplantıdaki
hal tarzı, örgütün hal tarzına intibak, etmemektedir.
3. Bu sebeplerle Batur Paşaya arz edilmiş bulunan dosya, henüz Faruk Paşaya
arzedilemez. Çünkü direktif verdiği hazırlıklar değişik istikamette gözükmektedir.
4. Faruk Paşanın bu toplantısında Cumhurbaşkanına yakınlığı bilinen bazı
Generaller de mevcuttu. Temkinliliği ile tanınan Faruk Paşanın böyle bir
toplantı tertiplemesi ve bu tarzda bir konuşma yapması, bizim örgütle ve dolayısı
ile Batur Paşa ile aynı paralelde olan esas görüşüne bir paravana teşkili
maksadına da matuf olabilir. Bu ihtimali işlemek amacı ile Çelil Paşa, mahrem
kaydı ile Faruk Paşa ile yalnız bir görüşme yapacak ve örgütümüzün hakiki
görüşünü belirterek bu görüşe sahip olan kendisinden diğer Daire Başkanlarınm
da bulunacağı toplantıda sorusormamasını istirham edecektir. Şayet Faruk
Paşanın hakiki niyeti bizimki ile aynı ise, mevcut dosya kendisine tümü ile
verilecek ve görüşleri alınarak teferruata ait konularda müzakere ve tashihler
mümkün olabilecektir.
30.1.1971

Yazann notu : Dikkat ederseniz bu bölümde mümkün olduğu kadar fazla isim
kullanmamağa özen gösterdim. Sebebine gelince; hazırlıklar içinde bulunan
genç subaylar vatan sevgisi ile dolu insanlardı. Bu subaylardan bir kısmı 12
Marttan sonra «kendi anlayışları doğrultusunda hizmet ettiklerinden» gadre
uğradılar, hareketin hemen akabinde veya sonrasında emekli oldular. Bugün sivil
hayatta yeteneklerini ispat etmiş durumdalar, aile sorumlulukları var, isimlerinin
afişe edilmesi; yanlış anlayış ve değerlendirmelerle kendilerini yeniden zor
duruma düşürebilir. Bunlardan diğer bölümü ise 12 Mart’tan sonra rütbeleri çok
yükselerek yıllarca Silâhlı Kuvvetlerde hizmet ettiler... hâlâ görevde olanları da
var.

* * * * *

22 Ocak 1971 günü çok yüklü gündemli bir Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı.
Önce Cumhurbaşkanı; bir evvelki toplantıda bizlere söylediği gibi Parti
Başkanları ve Rektörlerle yaptığı görüşmeleri Kurula anlattı ve sonra Bakanlara
söz verdi. Bakanların hepsi hazırlıklı gelmişler... önlerinde yazılı metinler vardı.
Şimdi bu toplantıdan sonra bize verilen özel notları aynen aşağıda veriyorum...

Siyasi parti liderleri ile yapılan görüşmelerde üzerinde durulan konuların bir
bölümü şunlardı;

— Anarşik hareketler

— Sınıf mücadelesi

— Servet düşmanlığı yaratılması

— Özel teşebbüse karşı başlayan tepki

— Irk farkına dayalı bölücülük hareketleri


— Üniversitede başlayan rejim kavgaları

— Laikliğe aykırı hareketler

— Üniversitelerde eğitim yapma hürriyetinin kalmaması, bir taraftan Mao’cu


diğer taraftan ülkü ocakları ile komando eylemlerinin artması

— İşçilerin tahripkâr hareketleri

— Dev-Genç, DİSK ve TÖS’ün yasa dışı faaliyetleri

— İlkokul öğretmenlerinin tutumu

— Parlamentonun çok yavaş çalışması ve gerekli yasaları çıkarmaktaki


gevşekliği

— Silahlı Kuvvetlerdeki huzursuzluk

— Dış olaylar ve tehlikeler.

Durum böyle olduğuna göre, size göre iç, dış, siyasi, iktisadi, sosyal tedbirler ne
olabilir?

İSMET İNÖNÜ İLE GÖRÜŞME: (5.1.1971)


— Geçen yıl Üniversite 3,5 ay tedrisat yaptı.
— Hükümet Yaşar Tunagün dini felsefesini yürütmekte.
— Gerekli tedbirler hükümet tarafından alınmamakta.
— Deliller kafi olmadığı için suçlular bırakılıyor.
— Kanunlar kâfi fakat hükümet aciz, sağı tutuyor, Dev-Genç duruma hakim,
özerklik silahlı bir yere girmeye mani değildir.
— Ü. Öktem hadisesi yeni bir 31 Mart’ı andırıyor.
— Devlet Başkanı hükümet başkanım tutuyor, o istese Başbakan çekilebilir,
vakıa hükümet parlamento içidir, Başbakan değişse durum düzelebilir.
— Bazı Kanunlar meselâ ön seçim üzerinde biz konuşmak istedik onlar
yanaşmadılar, biz des-teklemeseydik Başbakan seçilemezdi, Siyasi affa biz
yanaşınca onlar uzaklaştılar.

REİS-İ CUMHUR İŞTİRAK ETMEDİĞİ HUSUSLARI BELİRTTİ :

1. 31 Mart ile bu hadise kıyaslanamaz. (İnönü hayır dedi, bütün hukukçular


sokağa döküldü.)

2. Başbakanı tuttuğum hususunu nasıl izah ediyorsunuz denildi? Başbakanı


Meclis ve Anayasa tutuyor. Yılbaşı mesajımda her şeyi açıkladım, bunun
neresinde bir partiyi ve başbakanı tuttum. Ülkü ocakları hakkında tek söz
söylemediğim halde beyanlar çıktı. İnönü’ye haber gönderdim tekzip gerekirse
kendisinin yapmasını söyledim. Televizyonda gerekli açıklamayı yaptı.

F. BOZBEYLİ (6.1.1971) :
— Sizin bitaraf olduğunuzu biliyoruz.
— Tedbirler tam alınırsa hükümet zalim, alınmazsa zayıf denir.
— Hükümetle aranızda ve aramızda buhran üzerinde teşhis farkı vardır.
— Sizin ve Genelkurmay Başkanmm mesajları ile Başbakan arasında görüş
farkı vardır, halk bundan tedirgin olmuştur.
— Başbakanın müesseselerden şikayeti vardır bunda haksızdır. Suçu Anayasa
Mahkemesi,Yargıtay, Üniversiteye atmakla bunları kendine düşman ediyor,
randevu ve konuşmaları red-ediyor, hep gensoru konuşulursa meclis çalışamaz,
ama hükümet sorulara cevap vermediği için bu yola gidiliyor, Hükümet
istemediği için İç Tüzük çıkarılamıyor.
- Durumu ben de vahim görüyorum.Dış politika ve ortak pazarda müşterekim
fakat hükümet yeterli açıklamayı yapmıyor. Partileri toplamamak onları hiçe
saymak demektir. Çıkarılan hiçbir kanun tatbik edilemiyor, direnen kazanıyor,
işte personel kanunu. Başbakan itimadı kaybetmiştir.

T. FEYZİOĞLU (7.1.1971)

— Aynı endişeleri paylaşmaktayız.


— GP'nin kuruluşu gelişmelerin tepkisi ile oldu.
— Ş. Süreyya Aydemir önce Komünist idi sonra Kemalist oldu ve CHP
taraftarı oldu. Fikir kulüpleri v.s. ile CHP işbirliği dolayısı ile oradan ayrıldık.
— Hızlı çöküşte AP'nin olduğu gibi İsmet İnönü’nün de rolü vardır.
— İşçi, proleter v.s. gibi mecmualardaki yayınlar anayasaya aykırı olduğu
halde bunlara tedbirler alınmamaktadır. Devrimciler proleter ihtilâl tavsiyelerini
açıkça yapmaktadır.
— Personel Kanunu v.s. kanunlar zorlamalar karşısında bozuluyor, ilk
kabulüne nazaran 8 Milyon artış olduğu halde kimse memnun değil.
— Başbakan ile Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı mesajları arasında
çok fark vardır.
— Tedbirler niçin alınmıyor bir isyan mı bekleniyor? İnönü bile tehlikeyi
gördü.

Hükümetin cesareti yok. Kürt davası almış yürümüş üzerinde durulmamaktadır.
Hükümetin zaafı vardır, otoritesi kalmamıştır. Herkes yürümekte, hükümete göre
herkes suçlu. Kendi çoğunluğuna dahi güvenemiyor. 624 sayılı Memurlar
Kanununa aykırı işler yapılıyor. Meseleler daha önceden izah edilmemektedir.

F. ÖZDİLEK:

— AP bizi karşıya alıyor, halbuki biz hüsnüniyetle tenkit yapıyoruz. AP'liler


Cumhurbaşkanı bizi tutuyor diye propaganda yapıyor. A.P. kendi içinden
çözülüyor. En son Celal Ertuğ hükümetin istifasını istedi.

GÖRÜŞMELERDEN EDİNDİĞİM İNTİBA :

1. Parti Başkanları açıkladığım karanlık noktalara iştirak etmişler, fakat


tedbirlerden bahsetmeyerek Başbakan’m çekilmesi lâzım geldiğini ileri
sürmüşlerdir.

2. Hükümet Parlamentoda düşer, 3 defa düşerse seçime gidilmesi lâzımdır. Ne


düşünüyorsunuz?

İnönü — Seçime gitmek zaruri olur.

Bozbeyli — Seçime gitmek zaruri olur.

Feyzioğlu — Milli bir koalisyonla meseleler halledilebilir (bütün partilerin


iştiraki ile).

REKTÖRLER, AKADEMİ BAŞKANLARI, YÜKSEK OKUL VE ÖZEL


OKUL BAŞKANLARI İLE YAPILAN GÖRÜŞMELER

Ayın onbeşine kadar fikirlerini istedim, hepsi birer muhtıra gönderdiler.

REKTÖR VE YÜKSEK OKUL MÜDÜRLERİ:

— Çevrelerinde öğrenci hareketlerinin siyasi mahiyet iktisap etmiş olduğu.

— Ekseriyetle okullarda solcular, hâkim ve para, silâh, fikir bakımından


desteklenmekte.
— Solcu hareketlere katılanlar az değildir, gittikçe çoğalmaktadırlar. Militan,
sempatizan ve korkudan katılanlar diye bölünebilir.

— Yurtlardaki silâhlanmalar biraz da mukabil cephenin silâhlanması dolayısı


ile gittikçe artmaktadır. Yeni kanun çıkmasına rağmen silâhlanma artmıştır.

— Zabıta kuvvetlerinin tarafsız hareket etmesi lâzımdır. Bu işle iştigal edecek


adli zabıta teşkili ve kalitesinin yüksek olması.

— Üniversite içinde değil, fakat yakınında zabıta bulundurulması ve


istendiğinde, zamanında müdahale etmesi lâzımdır.

— Eğitimde eşitlik fırsatı yaratılması

— Öngörülen reform kanunu çalışmalarına komiteleri içinde katılması.

— Boykotlarda kaybedilen zamanların sömestr sonlarına eklenmesi,

— Öğretimin kesilmesi ve durdurulması (1 sene) cihetine gidilmemesi.

— Yürürlükteki kanun ve yönetmeliklerin tam tatbiki.

— Yıllanmış öğrencilerin kanuni müeyyidelerle okuldan çıkarılmaları,


bunların askerliğe alınması.

— Öğrenci kuruluşlarının azaltılması, seçimlerinin hâkim teminatı altında


yapılması, öğrencilerin yönetime katılması.

— Ekonomik, sosyal ve siyasi konjonktür ve tutum talebeleri çok


etkilemektedir.

Cumhurbaşkanı bu izahattan sonra, «Şimdi sayın üyelerin fikirlerini dinlemek


isterim» dedi ve sırası ile Bakanlara söz verdi.

Orhan Oğuz :

— Uzun yıllar tartışılıp bir esasa bağlanmayan ve yapılması zaruri olan reform
çalışmalarına 1969’ da Üniversitelerle müştereken çalışmaya başladık.

— Senato görüşlerinin Bakanlığa bildirilmesini istedik. Görüşler birbirinden


çok farklı çıktı. Her Üniversiteden yetkili bir şahsın gönderilmesini istedik.
Muhtelif toplantılar yapıldı. Daha ziyade özerk olan üniversiteler bir ortak tasarı
ortaya koyabilirler.

O.D.T.Ü. - Karadeniz - Atatürk - Hacettepe bunun dışında kaldı. Anayasa


teminatı içinde ve dışında, ayrıca kanun teminatı altında veya dışında, ayrıca
Özel Yüksek Okullar gibi çok çeşitli statüde müessese olması işlerin bu hale
gelmesinin başlıca sebeplerinden biridir.

Bu sebeple ortak bir yol bulma yoluna gitmeye çalıştık. Maalesef özerk
üniversitelerin tutumu dolayısı ile bir neticeye varamadık. Mayıs 1970’de
Müşterek Tasarıyı Üniversitelere bir daha tetkik için gönderdik. Ancak Aralık
1970’de cevaplar geldi. Gelen cevaplardan anlaşıldı ki, özerk üniversiteler dahi
ayrı ayrı görüşlerde. Üniversitelerarası bir kurul teşkil edip meseleyi bir daha
incelettik. Cevap: Üniversitelerarası toplu bir görüş bildır-

meğe yetkimiz yoktur, siz yapın dediler. Böylece biz Bakanlıkta bir tasarı
hazırladık, Kamuoyuna da açıkladık. Gene de büyük reaksiyonla karşılaştık.

Gene de dün rektörlerle toplandık. Ortak ilkeler konusunda Üniversitelerimizin


birlik olamayacağını bir daha gördük.

İki fikir :

a. Müşterek ilkeler olsun.

b. Müşterek ilkeler olmasm, gelişmeye mani olur.

— Üniversite dışarıya özerklikte bu kadar hassas davranırken, üniversite


içinde fikir ve eğitim, öğretim hürriyeti kalmamıştır. Profesörler fikirlerini
söylemekten korkmaktadırlar.

Bu meseleyi hal için defalarca teklif istedim. Tek teklif alamadım.

Bugünkü kanun ve yönetmelikler dahi anarşist hareketlerin çoğunu durduracak


yeterlikte. Fakat hiçbir öğretim üyesi tahkik ve disiplin kurullarında vazife
almak istemiyor. Yani talebelerden korkmaktadırlar.

— Anayasa’daki özerklik konusunun bilimsel özerklik olduğu sarahate


kavuşturulmadıkça meseleye çözüm bulamayız.
Cumhurbaşkanı O. Oğuz’dan M.G.K.’ye yazılı bir tavsiye vermesini istedi.

Mesut Erez:

— Muhalefet liderlerinin beyanlarından üzüntü duydum. Muhalefet,


memlekete hizmete değil, iktidara göz dikmişlerdir. Buhranı hal için elbirliği ile
meselelerin halli ve yardımcı olmaları iktiza eder. Prof. Oğuz’un izahatmda
durum belli oldu, herkes kendi görüşüne göıre kanun istiyor, o halde hükümet bir
kanun tasarısını Meclise sevk eder ve muhalefet memleket menfaatlerini dikkate
almadan bu tasarıya karşı korsa, memlekete hizmet mi etmiş olur? Üniversitede
ilmi ve idari muhtariyet var, şimdi mali muhtariyet de istiyorlar, bu, devlet içinde
devlet olmak istemek demektir. Personel Kanunu üzerinde Bozbeyli ve FEYZİ-
OGLU’nun söylediklerine değinmek istiyorum. Kanun çıkarmaya lüzum yok,
çünkü tatbik edemiyorlar, onun için hükümet değişsin diyorlar. Her kim ki
direndi hak alıyor, bu kendi yarattıkları havadır. Kaldırılan ödemeler ve
tazminatlar ve yeni yan ödemeler hakkında açıklama yaptı. Sayın liderler kendi
milletvekili ve senatörlerinin teklifi ile mali portreyi 2 milyon arttırdığını niçin
söylememişlerdir? .

Haldun Menteşoğlu:

— Muhalefet liderlerinin hükümeti düşürmek isteği ve bunun için dayanmağa


çalıştıkları bazı sloganlar var.

Mesela: Hükümet kanunları tatbik etmiyor denilmektedir. Hangi kanunları tatbik


etmediğimiz söylenmiyor. Çünkü biz hükümet olarak failleri yakalıyoruz.
Bundan sonrası başka bir Anayasa mü-essesesi olan yargı organına aittir.

Yeni kanunlara ve kanunları tadile lüzum yoktur diyorlar. Halbuki gelişmeler


karşısında kanunlar yenilenirler. Gösteri ve yürüyüş kanunu ve Dernekler
Kanunu’nUn (46.703 dernek var) bazı maddelerinin eksiklikleri vardır, bu
sebeple tadilleri: zaruridir.

Türk Ceza Kanunu’nda bugün işlenen bazı suçlar için müeyyide yoktur.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik sorunları ele alınmadan ve çözüm yoluna
gidilmedikçe alınacak yeni tedbirlerin faydası yoktur deniliyor. Bu fikir yanlıştır.

Polis tarafsız olmalıdır deniyor, bu tabir de yanlıştır. Polis devlet ve kanundan


yanadır. Polis bir kanadı koruyup diğer tarafa karşı değildir. Tatbikat da bunu
göstermektedir.
Yeni Silah Taşıma Kanunu tesirsiz kalmıştır deniyor. Yanlıştır. Ruhsatsız silah
taşımada % 12 azalma olmuştur.

Ancak aşırı sol, stratejisinde silah kullanma devrine girmiştir. Bu ideolojik bir
meseledir. Üniversite civarmda adli polis bulundurulacak; mesele ile ilgili
değildir. Adli polis vakadan sonra iş görür.

İ. Sabri Çağlayangil:

— Vuku bulan olaylar dolayısı ile alınabilecek bazL tedbirlerin müzakeresi


safhasmdayız. Muhalif liderlerin sözleri beni çok gerilere götürdü. Hafızamda 6
aylık bir kopukluk hariç eskilere dönmek isterim. (6 ay kopukluk Yassıada)

1934’de Hukuk Fakültesini bitirince Emniyete intisap ettim. Üniversite mezunu


5 kişi idik. Şükrü Kaya bana komünizm ve fuhuşla mücadele esaslarını inceleme
ve tesbiti vazifesini verdi. Bu sebeple komünizmi iyice inceledim. Neticede
komünizmi önleyici kanun çıkartmayalım, meseleyi tahrik ederiz, onun yerine
Polis Vazife ve Selâhi-yetleri Kanunu’nu yeniden hazırlamayı teklif ettim, kabul
etti ve bir tasarı hazırladım. Bu kanunla polis ve valilere verilen selâhiyetle
faşist, komünist ve ırkçılar arasında büyük temizlik yapılabildi.

Tabii bu ilkel bir kanundu ve 1946’da kaldırıldı. Bugün hürriyet ile anarşiyi
karıştırıyoruz ve kayıplar veriyoruz. Deniliyor ki, esas sebep hükümetin zaafıdır,
çekilmelidir. Bu yalnız bizim hükümetimiz için değil, bundan sonraki
hükümetleri de zayıf ve itibarsız düşürmek için tutulmuş bir yoldur.
Cumhurbaşkanı hükümeti tutuyormuş, Cumhurbaşkanı Hükümetle mücadele
halinde olacak değil ya.

Hükümetin Laiklik anlayışı yanlışmış. Halbuki hükümetin sağ ve sol faaliyetler


üzerindeki işlemleri dikkate alınırsa, sağ faaliyetlere karşı gösterilen işlem % 10
fazladır.

Sosyo-ekonomik tedbirler alınmalı ve sonra tedbirlere gidilmeliymiş; bunlar 600


senelik meseledir. Diğerleri bugün tedbiri almacak meselelerdir. Polisin 3 türlü
vazifesi vardır:

1) Suçun tespiti ve delillerin tespiti.

2) Bundan sonra adli zabıtanm vazifesi başlar, bu kısımda savcıların da


vazifesi vardır, fakat .profesörler gibi, savcılar da bu safhada vazife görmekten
korkmaktadırlar.

Bir arkadaşımız Milli Koalisyon istemiş, sus payı gibi.

Muhalefetten herkes olaylarm vahametinde müttefik, tedbir almak fikrinden


uzak. Üniversitede olduğu gibi.

Şurada 3 organ kaldık.

1) Cumhurbaşkanı

2) Hükümet

3) Silahlı Kuvvetler

Müttefik miyiz, birbirimize inanıyor muyuz? Mesele kalmaz, değilsek mesele


çok değişir. Bizde fikir ayrılığı olursa sonuç alınamaz, birlik halinde bunu
millete duyurursak mesele halledilir.

Seyfi Öztürk:

Mesele Hükümet meselesi olmaktan ziyade millidir.

Muhalefet mütalaâlan içinde sadra şifa verici bir husus yoktur.

Seçim neticesinde kaybeden taraflar öfkelerini ye-nemezler ve bazı mihraklara


çengel atarak huzursuzluklar yaratırlar.

DİSK’in arkasına CHP’nin aşın sol kanadı geçmiştir. Şimdi Türk-İş’e de çengel
atılmış ve siyasi eylemli harekete geçmesi tavsiye edilmiş, fakat muvaffak
olamamıştır.

Muhalefet liderleri de fikirlerde iştirak halinde değil; meselâ diyorlar ki, Adliye,
Anayasa Mahkemesi v.s. organlar iktidara gücendiği için cephe almaktadırlar. Ve
kanunları tatbik etmiyormuş, bu fikir doğru olamaz.

Muhalefet lideri, eldeki kanunlarla 22 Şubat ve 21 Mayıs’ı bastırdım diyor.


Bunları Silâhlı Kuvvetlerin ve kimlerin bastırdığını biliyoruz. Kendi-sinin bir
rolü yoktur. Suçluların takip ve suçların sonuçlandırılması Adli Zabıta ve
adliyenin, yani toptan yargı organmm sorumluluğudur, hükümetin, yani icranm
sorumluluğu değildir. Hükümet suçlu tutulamaz.

Psikolojik durumun düzeltilmesinde bütün müesseseler işbirliği yaparsa durum


düzeltilebilir.

Yusuf Öniş (Adliye Vekili):

— 10 Kanun Meclise sevkedilmişti, 2 kanunu Meclisten geçirebildik. T. C.


Ceza Kanunu üzerinde 10 maddenin Meclis’ ten geçirilmesini lüzumlu
görüyoruz.

Org. M. Tağmaç :

— Anayasa gereğince bu kurulda görevliyiz ve daha ziyade memleketin


güvenlik meseleleri ile ilgili sorumluluğumuz vardır. Silahlı Kuvvetler
Komutanlarının Anayasa müesseseleri üzerinde fikir beyan etmesini uygun
görmüyorum.

Memleket buhranlı bir durum içindedir, hızla işba derecesine gelmektedir. Milli
Eğitim Bakanı’m üzüntü ile dinledim. Memleketin yegane meselesi Üniversite
değildir. Bütün gençlik, (TÖS) öğretmenlerin ideolojik teşkilâta üye olmaları,
gençlik ideolojik tesirlerle zedelenerek yetişmektedir ve daha endişe vericidir.
İdarecilerin de Sendikası vardır, bunların (Valiler v.s.) toplanması ve hükümet
aleyhinde beyanat vermesi de düşündürücüdür. Memleket ortamı çok karanlıktır.
Tedbirler hakkında tavsiyemiz olamaz. Yetki yasama orga-nmındır, buna politik
olarak müdahale edemeyiz. Sağ ve sol teşkilatlıdır. Sol, bilhassa çok
teşkilatlanmıştır.

İhtilaller bir veya iki şehirde olur. Bu şehirler bu durum içine düşmüştür.

Herkes Silahlı Kuvvetlere bakmaktadır. Yürütme ve Yasama organları Silahlı


Kuvvetlere dayanmak isteyecektir. Ama Silahlı Kuvvetler de bu hava içinde
yaşamakta ve tesir altında tutulmayaçalışılmaktadır. «Satılık Amerikan uşağı»
denilmektedir.

Silahlı Kuvvetler bu tesirden kurtulamaz. Sol, Silahlı Kuvvetleri ele geçirerek


ihtilâl yapmak istemektedir. Resmen Rusya’da da böyle olmuştur. Bizim
vazifemiz bu orduyu disiplinli ortamda tutmaktır. Ortam bozulduktan sonra
Silahlı Kuvvetleri disiplinde tutamayız.
Bugün bütün gazeteler, halk, ne duruyorsunuz, bu memleketi ancak siz
kurtarırsınız, diyor.

Gençler bu tesirden kendini kurtaramaz, «Yap aslanım» dediğin zaman


yapamayacağı işi de yapmağa kalkar.

Bu sebeple biz görüşlerimizde hükümetle aynı görüşteyiz.

Çok cezri ve kısa tedbirlerle durumun düzeltilmesi lâzımdır diyoruz. Bunu da


yasama organı yapar diyoruz.

Orduyu tutan payandalar bir gün alttan ve üstten yıkılacak.

Üniversite kanunu çıkmazsa durum devam eder. Demokrasiyi devam ettirme


fikrimizi bir gün elimizden kaçıracağız endişesindeyiz.

Gidip kıtalarda konuşmaların da bir tesiri kalmamıştır.

İç güvenlik tehlikededir, bir de dış güvenlik tehlikeleri vardır.

Başbakan :

— Konu birçok kereler bu masanın etrafında konuşulmuştur. Konunun adı: 1961


Anayasası’nm getirdiği sistem içinde demokrasiyi devam ettirmektir.

Bizim vazifemiz budur ve ulvîdir. Başka memleketlerde de M.G.K. vardır, bizde


de içinde Cumhurbaşkanı - Başbakan - Silâhlı Kuvvetler Komutanı - Bakanlar -
Kuvvet Komutanları olması ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Hürriyetçi demokrasiyi nasıl devam ettiririz? Karşılaştığımız meseleler büyüktür,


ama için de bulunmayalım, içinden çıkalım. Güvenlik Kurulu’nu hiçbir siyasi
maksadın arkasma koymak istemedik. Silahlı Kuvvetleri de hiçbir maksadın
arkasına koymadık.

Nedir maksadımız?: Anarşi hareketlerine ve sizin açıkladığınız meselelere çare


bulmak. Bunlara çare bulmadan buradan gidemeyiz. Milli Güvenik mefhumu
içinde memleketin güvenliği ve geleceği vardır. Siyasi parti liderleri ile istişarede
bulundunuz, bunları naklettiniz ve kurul üyeleri fikirlerini söyledi. Bundan evvel
de biz kendilerinden tedbir ve çare istedik. Gönül isterdi ki, bir çare söylesinler.
Size de yalnız iktidarı çekiştirdiler.
Siyasi muhalefet husumet derecesine götürülüyor. İktidarı nasıl deviririz, yerine
geçeriz, itibarsız bırakırız, bunu da yadırgamıyorum. Onlar bize şunu demiş, ben
de şunu söyleyeceğim, demeyeceğim. Bizans entrikaları ile uğraşmayacağız. '
Söylenenlerin hiçbirini kabullenmediğimi söylemekle iktifa edeceğim. Mühim
olan muhalefetin, iktidarın ne düşündüğü değil, Milletin ne düşündüğüdür. Millet
de bu kararı vermiştir.

Memleketin büyük ve mühim meseleleri vardır. Üniversite meselesi: Bu mesele


bugün oluvermiş değildir. Bu meseleler üzerinde çalışılmaktadır. Memleketin
meseleleri nedir dersek, çok uzar. Ama Üniversite başlıca meselelerden biridir.
Bu mesele olursa diğer meseleleri bu kadar şiddetli hissetmeyeceğiz. Üniversite
meselelerinin bizim iktidarımızın kifayetsizliğinden meydana geldiğini kabul
etmem. Ne yapmamız istendi de yapmadık. Bu meseleyi hal için çırpınıp
duruyoruz. Meseleler mühimdir. Yalnız başka memleketlerde de vardır dediğim
zaman yanlış anlaşılıyorum ve hadiseleri küçümsediğim söyleniyor. Halbuki
böyle demek istemiyorum. Yalnız başka memleketlerde bu hadiseler olurken,
kimse demokrasiden vazgeçelim demiyor, fakat bizde diyor, fark bu.

Kimseyi amalimize hizmete çağırmak istemiyoruz. Bu siyasi bir mesele değildir.


(Tağmaç’a cevap) Biz Takriri Sükûn Kanunu getirelim demiyoruz. Bu hadiseleri
Anayasa ve demokratik nizam içinde yapalım. İcabediyorsa Anayasa tadili
yapalım. Bu tadil zarureti de vardır. Fakat bugün bu değiştirmeyi Anayasanın
çizdiği yolda değiştirecek durumda değiliz.

Silahlı Kuvvetleri disiplin altmda tutmak için Anayasa değişikliği icabediyorsa


bunu yapmağa çalışalım. Bunlar ne ise bunların üzerinde duralım. Silahlı
Kuvvetler ile ilgili her şeyi Meclis’ten geçirmişizdir. Türk Silahlı Kuvetleri’ni
disiplin içinde muhafaza edemezsek Türkiye Cumhuriyetini ayakta tutamayız.

Sayın Genelkurmay Başkanı bugünkü ortamla 27 Mayıs öncesini birbirine


benzetiyor, buna iştirak etmem. O zamanki hükümet için ileri sürülen iddiaların
bugün hiçbiri yoktur. O ortam hürriyetleri boğma istidadı gösteren bir idareye
karşı yapılmıştır. Doğru mu, değil mi? Münakaşa etmeyeceğim. Bugünkü
idareye karşı yapılan iddia, kanunları tatbik etmemektir. Kanunu tatbikle herkes
mükelleftir. Yalnız hükümet değildir.

Bizim devrimizdeki kadar hiçbir iktidar murakabeye tabi tutulmamıştır. (120


Gensoru). Ama kanunları tatbik etmediğimizden dolayı bir gensoruya muhatap
olmadık.
Bir taraftan memleketi ihtilâl ortamına getiriyorsunuz, diğer taraftan neye
diktatör olmuyorsunuz, diyorsunuz.

Biz genellikle alıngan değiliz, ama müesseseler bize kırgınmış da


karşımızdaymış, bu bizi küçültmez, bu iddiayı ileri süreni ve o müesseseyi
küçültür.

Ankara’ya polis müdürü tayin etmek yetkisi tanınmazsa, biz de o karan


tanımayız.

NE YAPMAMIZ LÂZIM?

Cumhuriyeti savunabileceğimize ve bunun zaruretine kaniim. Bütün meseleler


açıkça görülüyor. İşte bakm meclise, komünisti, diktacısı, alevîsi, sağcısı hepsi
vardır. Bunlar zararsız hale gelince mesele halledilir.

Anayasa vardır, biz uyuyor muyuz, tamamen uyuyoruz, birtakım reformlar


yapılmamış, reformlar bir mali potansiyel meselesidir. (Personel Kanunu ve
tatbiki üzerinde görüşlerini izah etti).

Türkiye’de büyük bir ekonomik değişme vukua geliyor, bu bazı kişileri rahatsız
ediyor, kasten bazı istihlak maddeleri fiyatlarının yükselmesi öngörüldü, ama biz
ithalatçının elinden 4 milyon lirayı alıp köylüye verdik. Vergi zayiatını önleyici
tedbirler aldık, tabii gaynmemnunlar yarattık, ama attığımız adım doğrudur. A.P.
olarak, hükümet olarak aleyhimizdedir, ama milletin lehinedir, şayet
devalüasyon yapmasaydık bugün Türkiye’ de hayat pahalılığı daha artardı. Her
sene % 4 - 5 fiyat yükselmesi Türkiye’de göze alınmalıdır. Bu da her 12 senede
bir devalüasyonu zaruri kılmaktadır. Bu sene dışardaki işçiden 350 milyon dolar
geleceği tahmin edilmektedir.

Ortak Pazar kararı bazi sanayicileri aleyhimize çevirmiştir.

Gümrük duvarı arkasına çekilerek rekabet, yok böyle şey, olmaz.

Dünya piyasasına uymağa mecburuz.

Aslında metod bakımından bir vüzuha varmamız lâzım.

Demokratik yollardan çare arayalım. Öyle ise önce devleti tehlikeye sokan
hususlar üzerinde tedbir alalım. Yasaklama ile mesele halledilmez.
Zorla komünizmin önüne geçilmez. Ama yeni tedbir ve çareler vardır.

Bu ortamı kim yaratıyor.

Basın - TRT - Siyasi organlar - Üniversite, ama bunlar Anayasal hürriyetlerdir.

Ama öyle suçlar var ki, kanunî müeyyideleri yok. İşte - T.C. Ceza Kanunu tadili.

İşte Cemiyetler Kanunu tadili zaruri.

Üniversiteleri reforma tâbi tutalım diyoruz. Bugünkü ortamda, banka


soyguncuları mecliste alkışlanır hale gelmiştir.

Basına bir şey yapamayız.

Partiler Kanunu’nda ve Seçim Kanunlarında değişiklik yapılması lâzımdır ve


üzerinde çalışılıyor. Meclis İçtüzüğü üzerinde çalışılmaktadır.

Parlamentoya istikrar getirme meselesinde Anayasada bazı eksiklikler vardı.

Seçim yenileme mevzuatı eksiktir.

İngiltere’de iktidarın başı seçim yenileme yetkisini haizdir.

Referandum müessesesi Anayasada da yoktur, bu bir eksikliktir.

Gensoru müessesesi üzerinde Anayasa tadili lâzımdır.

TRT çok önemli. Türkiye’de milyonların alâkadar olduğu veya küçük bir
zümreyi alâkadar eden mevzular var. TRT ele aldığı meseleler itibarı ile
tahripkâr ve tahrikçi tutumdadır.

TRT idare heyetinde 3 komünist vardır.

TRT’ye bir şekil vermek lâzımdır. Hiçbir devlet radyosu hükümet ve devlet
aleyhinde yorum yapamaz.

O halde tedbirleri ikiye bölelim:

1) Silahlı Kuvvetlerle ilgili hususlar (?)


2) Diğerleri muhtelif kanun taşanları ve kanun tadilleri.

Şöyle bir sual sorulabilir? Bunları çıkaracak kuvvetiniz var mı? Çıkarmağa
çalışacağız.

Başbakan :

— Bu benzetmeye iştirak edemiyorum. Muhalefet tabii ki iktidarın karşısındadır.


9 çeşitli parti ve fikirler karşımızdadır. Muhalefet bize hiçbir zaman iyi
yapıyorsun demez. Polis bugün talebe ile karşı karşıya değildir. Üniversite ile de
biz karşıkarşıya değiliz. Biz bugün karşılıklı oturmuş anlaşmaya çalışıyoruz.

Halkın büyük kısmı bizim karşımızda değildir. Bir ay sonra seçime gitsek biz bu
seçimi kazanırız. Muhal olan bir farza gidelim. Böyle bir şeyi benim aklım kabul
etmez ama, farz edin, bir askeri junta getirin koyun, ne yapacaktır?

Kanunlarla hareket etmeyecek mi? Kendi mi suçlulara ceza verecek, denize


atacak?

Biz 1961 Anayasası neticesiyiz. 6 senede 4 defa halktan rey aldık. Halk cahildir,
bir şey bilmez yanlıştır. Halk çok şeyi iyi biliyor.

Cumhurbaşkanı:

Türk-İş ile de görüştüm. Yüksek öğretim müesse-seleri başkanları ile de


görüştüm. Siyasi partiler, hükümet aleyhinde bulundular. Bunu bana söylemeyin,
parlamentoya gidin. Sizi bir araya toplayıp bir netice alma ümidi vermediniz. Bu
işi Anayasa ve Parlamento içinde halledersiniz dedim.

Yılbaşı mesajımdan sonra ve parti liderleri ile yaptığım konuşmalar üzerinde çok
yorumlar yapıldı. Şimdi Güvenlik Kurulu’ndan bir şey bekleniyor. Tabiî bu bazı
tavsiyelerden ileri gidemez, burada bir karar almamaz.

Kamuoyunu tatmin için bir tebliğ çıkarılması lâzım diye düşünüyorum.

Kabul edenler?

Org. Tağmaç :

Bazı kanuni tedbirler konuşuldu. Bir neticeye varmış değiliz. Bunun için bir
tebliğ neşretmeyelim. (Genelkurmay Başkanı, biz komutanlara eğilerek yavaşça
red oyu vermemizi istedi.)

Cumhurbaşkanı:

Kabul edenler — Hükümet

Kabul etmeyenler — Askerler.

a. Tebliği Cumhurbaşkanı mı yapsın?

b. Güvenlik Kurulu mu?

Cumhurbaşkanı muhatap alınacağı için doğru değil. Güvenlik Kurulu’nun tebliği


yapmasını reye koyuyorum.

a. Hayır

b. Evet, (Cumhurbaşkanı bizi olumlu rey vermeye zorladı).

Hava Kuvvetleri Komutanı, tebliğ müsveddesini önce görelim, dedi.

Çağlayangil, Öztürk tebliği hazırladılar.

Okundu.

Önce Kuvvet Komutanları istişare edip Genelkurmay Başkanı’na bu tebliğe


katılmayacağımızı söyledik.

Yemek masasında kısmen imzalayanlar olduğu sırada, Org. Tağmaç bir daha
okunmasını istedi. Nereye iştirak etmediğimizi Hava Kuvvetleri Komutanına
sordu. Kuvvet Komutanları da gerekli yerleri çıkardılar.

* * * * *

Hazırlanan orijinal Milli Güvenlik Kurulu bildirisinden bizim isteğimizle «Türk


Silahlı Kuvvetlerinin de tümüyle karşısında bulundukları bu durum ve
davranışların hiçbir veçhile tecviz edilemeyeceği aşikârdır» bölümü çıkarıldı.

Böylece Güvenlik Kurulu karan aşağıdaki şekilde kamuoyuna duyuruldu.


T.C.
MİLLİ GÜVENLİK KURULU GENEL SEKRETERLİĞİ ANKARA
MİLLİ GÜVENLİK KURULU
KARAR SAYISI: 154
1. Türkiye Cumhuriyetinin yaşaması ve yaşatılması yolunda en başta görev ve
sorumluluk taşıyan hükümetle anayasa müesseselerinin, parlamenter rejime her
ne şekilde olursa olsun gölge düşürmek isteyen niyetleri, daima hüsrana
uğratacak kudret ve kararlılık içinde bulunmalarına rağmen, vatandaşta
tereddüt ve endişe uyandıracak şekilde öne sürülen görüş ve anayasa haklarını
kötüye kullanarak kanun ve nizamlara aykırı davranışlarla huzur bozmağa
yönelmiş olayların kesin olarak önlenmesi bir ihtiyaç ve zaruret haline gelmiştir.
2. Üniversitelerimizin özerkliğini korumak, Üniversite mensupları kadar
hükümetin de görev ve sorumluluğu altındadır. Ancak bu özerkliğin, Anayasanm
21 inci maddesiyle tespit edilen, her türlü öğrenimin devletin gözetimi ve
denetimi altında serbest olduğu genel ve mutlak hükmünü ortadan kaldıracak bir
nitelik ve kapsam taşımadığı da hiçbir zaman unutulmamak gerekir.
3. Demokratik rejimimizi hedef alan veya yurt bütünlüğünü bozmağa yönelen
güven ve kamu düzenine zararlı faaliyetlerin aşırı uçlardan geldiği ve büyük
huzursuzluklara getirdiği bir gerçektir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan durumları önlemek ve eldeki mevzuatın
boşluklarını doldurmak ve değişen toplum şartlarına cevap vermek üzere yeni ve
ek mevzuata duyulan ihtiyacın süratle giderilmesi zaruri görülmüştür.
Milli Güvenlik Kurulu bu alandaki çalışmalarına devam edecektir.
CEVDET SUNAY, CUMHURBAŞKANI
SÜLEYMAN DEMİREL, Başbakan
MEMDUH Tağmaç, Genelkurmay Başkanı
HALDUN MENTEŞOĞLU, İçişleri Bakam
AHMET TOPALOĞLU, Milli Savunma Bakam
İ. SABRİ ÇAĞLAYANGİL, Dışişleri Bakanı
ORHAN TUĞRUL, Ulaştırma Bakanı
MESUT EREZ, Maliye Bakam
SEYFİ ÖZTÜRK, Çalışma Bakanı
FARUK GÜRLER Kara Kuv. Kom.
Muhsin Batur Hava Kuv. Kom.
CELÂL EYİCEOĞLU, Deniz Kuv. Kom.

* * * * *

Toplantıdan sonra Memduh Paşa’nm isteği üzerine biz Komutanlar, gazetecilerin


beklediği ÇANKAYA Köşkü’nün ana kapısından değil, arka kapısından çıkarak
görevlerimize döndük. Sonradan haber aldık ki, Güvenlik Kurulu Genel
Sekreteri Org. Emin Alpkaya, bildiriyi çıkış kapısında gazetecilere okumuş,
buna Memduh Paşa çok üzüldü ve kızdı.

Bildiri kamuoyunda... Komutanların Hükümeti desteklediği şeklinde


yorumlandı, işin normali de buydu, ama ortam bunu kabule hazır değildi,
bilhassa Silâhlı Kuvvetler mensuplarının büyük kısmı bizim bu tutumumuz
dolayısı ile hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.

27 Ocak 1971 günü Yüksek Komuta Konseyi olarak, Memduh Paşa’nın çağırışı
ile Genelkurmayca toplandık. Genellikle bu gibi toplantılarda Memduh Paşa
görüşülecek konuyu belirtir, önce bizim fikirlerimizi sorardı ve konuşma sırası
genellikle en kıdemsizden, yani benden başlardı. Bu defa tersine bir yöntem
uyguladı ve önce kendi düşüncelerini söyledi ve dedi ki:

«Şartlar ve durum her gün kötüleşiyor... ben şöyle bir hareket tarzı
düşünüyorum;

— Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından istifa ettirilecek,

— Cumhurbaşkanı Meclise giderek: Memleketin durumu hakkında iyi


hazırlanmış bir konuşma yapacak, gösterilecek Başbakan adayının Kabineyi
kurmasını, bu hükümete geniş ve olağanüstü yetkiler verilmesini isteyecek.

— Muayyen merkezlerde Sıkıyönetim ilân edilecek,

— Yeni zaruri kanunlar, yeni seçim kanunu ve yeni Anayasa Meclis’ce


hazırlanacak.

— Bir iki senede meselelere çözüm yolu bulunarak seçime gidilecek,

— Cumhurbaşkanı bu faaliyeti gösterirken, Silâhlı Kuvvetler kendini hiç


ortaya koymayacak.

— Bu hal tarzını, Cuma günü (29 Ocak 1971) randevu isteyip (bunu basına da
duyuracağım) Cumhurbaşkanına arz edeceğim.»

Şimdi sizleri dinlemek istiyorum, diye sırası ile bizlere söz verdi...
Faruk Paşa; «Söylediğiniz bütün hareketler Anayasa dışı bir tutum, bu nasıl
yürütülecek?»

Oramiral Eyiceoğlu: «Bu, Yahya Han formülüdür.»

Memduh Paşa: «Hayır... De Gaulle formülüdür, orada da Meclis vardı, De


Gaulle’ü destekledi, onun dediklerini yaptı ve Fransa meselelerini halletti.

Ben söz aldığımda şunları söyledim, «ben biraz uzun ve sizin konuşma sıranıza
göre cevap vermek istiyorum, mevzua girmeden bir meseleyi açıklamak isterim.
İki gün evvel MUCİP ATAKLI bana bir mektup gönderdi. Son Güvenlik Kurulu
toplantısı sonucu bildiriye asker kanadın katılması ve bildirinin bir asker
tarafından açıklanmasının fena karşılandığı özet olarak bildiriliyor, mümkünse
işlerin nasıl cereyan ettiği hakkında bilgi vermemi ve kendileri ayrı bir bildiri
yayınlarlarsa sonuçtan gocunmamamızı rica ediyordu. Kendisine durumu takdir
etmelerini ve sıkıntılarımızı telefonda bildirdim.

Şimdi, mesele hakkındaki görüşlerimi açıklayayım:

1. Böyle bir hareket zorunlu olduğu zaman iki nokta üzerinde dikkatle durmak
gerekir;

a. Türk kamuoyu
b. Dünya kamuoyu

2. Türkiye’deki fikir ve menfaat gruplaşmasını dörde bölebiliriz,

a) Hakiki komünistler
b) Ilımlı reformistler (ki zannederim biz buna dahiliz) ,
c) Düzenin muhafazasını menfaatleri icabı isteyenler (ki bunlar da bizi kendi
emellerine hizmet için kullanmak istemektedirler).
d) Sağcılar, yobazlar, v.s.

3. Benim kuvvetle inandığım bir husus, bugünkü Anayasanın reformlara mâni


olmadığıdır. Hatta bazılarının uygulanmasını zorunlu kılmaktadır, ama on yıldır
bu konular ele alınmamıştır. Bazı sosyal ve ekonomik sorunlar ise görüş ve
tatbikat farkmdan doğmaktadır. Meselâ: Yüzde yetmiş kamu, yüzde otuz özel
sektöre dayalı bir programın uygulanmasına Anayasa mâni değildir. Anayasa
tam uygulanırsa Milli Nizam Partisi (MNP) rahatlıkla kapatılabilir. (Yıllar sonra
Sayın Erbakan’ı, İsviçre’den Faruk Paşa ve benim Türkiye’ye getirterek Milli
Selâmet Partisi’ni (MSP) kurdurttuğumuz yalanı basında yer alacaktır.)

4. Sizin hâl tarzınızda tam bir Anayasa ihlâli vardır. Biz kendi tesirimizi hiç
belli etmeyeceksek ve sistemi alenen desteklemezsek bu iş nasıl yürüyecek?
Sonra yolların hepsini denemeden niçin direkt Anayasa ihlâline kendimizi ve
meclisi zorlayalım?

Bu zorlamayı önce Başbakan dinlemez ve karşılaştığı teklifi aleniyete vurursa ve


diğer bütün partiler veya bir kısmı reaksiyon gösterirse ne olacaktır? En iyimser
hesapla Meclis’te bu fikre taraftar 40-50 kişi bulamayız. Meselâ, kim Başbakan
olacak ve çoğunluk kendisini destekleyecek mi? Bir isim verebilir misiniz?

Memduh Paşa bana verdiği cevapta... «İyi anlatılırsa, fikri çok destekleyecek kişi
ve ekseriyet bulunur. Fransa nasıl Clemenceau’yu buldu?... biz de buluruz...»

Bu cevaptan sonra konuşmalar şu şekilde devam etti;

Org. Batur: Ben buna iştirak etmiyorum, çok iyimser düşünüyorsunuz. Siz
Kontenjan Senatörü olsanız bu teklifi kabul eder miydiniz?

Org. Tağmaç: Ederdim.

Org. Batur: Ben, çoğunluğun bu fikri kabul edeceğini zannetmiyorum. Zira bu


hem şahısların, hem partilerin kendi kendilerini inkârları olur. Ben iki hal tarzı
görüyorum;

1. Cumhurbaşkanı önce Başbakanı istifa ettirir veya Parti Başkanlarını


(Demirel de toplantıya Parti Başkanı sıfatı ile katılır) ve bizleri toplar, meseleyi
ve Türkiye’nin durumunu açıkça ortaya koyarız. Kendi aralarında nasıl ve ne
şekilde anlaşırlarsa anlaşırlar, normal usullerle bir parti veya koalisyon hükümeti
ku rarlar. Yeni seçim ve partiler kanunu hazırlarlar, her parti akımları
desteklemekten vazgeçer, hareketler durulur, yeni seçime gidilir.

2. Bütçe’den sonra ( İnci hal tarzı içinde bütçenin çıkmasını beklemeyelim)

a. Hükümetin düşmesini bekleyelim,


b. Hükümet,
(I) Faruk paşanın dediği gibi, perde arkasından bizim zorumuzla düşürülsün,
(II) Veya Cumhurbaşkanı tarafından Başbakan Demirel çekilmeğe mecbur
edilsin.
( III) Meclis kendi içinden çözüm yolu bulmağa çalışsın,
(IV) Bulamazsa,
a. Anayasa içi hareketle seçimlere gitsinler,
b. Biz müdahale edelim,
(1) Ya birinci hâl tarzındaki gibi,
(2) Veya doğrudan doğruya.

Biz müdahale edersek, yapılacak hareket ne olursa olsun harici (sivil


kamuoyundan bir kısım) desteğe ve Silâhlı Kuvvetler’in çoğunluğunun fikri ve
manevi desteğine ihtiyacımız olacaktır. Bu sebeple bir deklarasyonla, yapılması
düşünülen idari - sosyal - ekonomikreformların ve programın kamuoyuna
açıklanması icap eder.

Org. Tağmaç: Biz ekonomiden filan anlamayız, hepimiz bozuk olduğunu


biliyoruz, ama nasıl düzeltileceğini bilmeyiz.

Oramiral Eyiceoğlu: Biz de artık yeteri kadar bilgilendik.

Org. Batur: Bir kasaba avukatı karşımıza geçiyor, bir mühendis sözü alıyor, anlar
geçiniyor ve saatlerce konuşuyor ve memleketi idare ettiğini iddia ediyor da biz
niçin yapamayalım. Gayesiz ve plansız hareket olmaz, eğer reformlara
inanmıyorsak ve anarşi düzeltilmesi ile herkesi susturmak istiyorsak bu
diktatörlük veya faşist idare olur.

Bu sebeple programın ilânından hemen sonra hemen tayinli sivil bir hükümet,
yarısı tayinli yarısı seçimli bir Kurucu Meclis teşkili ve bu organlar vasıtasıyle
nisbeten demokratik bir yolla gerekli reform ve kanunları bizim gösterdiğimiz
yolda yaptırmak uygundur. Bundan sonra, zaman tayin etmiyorum, ne zaman
durum elverirse yeni kanunla seçime gidilir.

Org. Tağmaç: Ben bu yollarla durumun düzeleceğini zannetmiyorum. Bir defa


bu Anayasa durdukça hiçbir mesele halledilemez ve bu hürriyetler varken kimse
memleketi idare edemez.

Org. Gürler: Bundan iyi bir Anayasa bulacağımızı zannetmiyorum.

Toplantı bittikten sonra Faruk paşa ve Eyiceoğlu amiralle bir araya gelerek
konuştuk. Tağmaç paşanın düşünceleri ile uyum halinde değildik. Genel Sekreter
General Cihat Alpan’a durumu anlatalım, Cumhurbaşkanına gidip anlatsın,
istiyorsa biz de Cumhurbaşkanıile görüşebiliriz kararına vardık, ama bu
düşünceyi uygulayamadık.

* * * * *

29 Ocak günü gene Genelkurmay’da toplandık. Faruk paşa Polatlı’da olduğu


için katılamadı. Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı ile görüşmek üzere saat
16.00’da randevu almıştı. Cumhurbaşkanına verilecek yazı hazırlandı. Bu
yazıda; Durumun vahim olduğu, Hükümetin bunalımı çözme yeteneğini
bitirdiği, Silâhlı Kuvvetlere ağır sataşmalar olduğu belirtiliyor ve yeni bir
Hükümet teşkili ve yasama organının parti mülahazaları dışına çıkarak Anayasa
ve demokratik düzen içinde idari - sosyal - ekonomik bunalımlara çare bulmanın
elzem olduğu ve Silâhlı Kuvvetler’in daha fazla hareketsiz kalamayacağı
vurgulanıyordu. Ayrıca bu ziyaret kamuoyuna özellikle duyurulacaktı.

Bu randevu gerçekleşti ve gene Sayın Sunay’m değişmez formülü işledi; «dinle -


bekle - gör.»

* * * * *

Mart ayına girdiğimizde durum daha da hassaslaşıyor ve gerginleşiyordu.


Karargâhtaki kilit personeli, generalleri toplamak ve görüşmek ihtiyacını
hissettim. 2 Mart günü 13 general toplandık. Kendilerine 4 soru sordum ve kısa
olarak cevaplamalarını istedim.

1nci Soru: Türkiye’nin içinde bulunduğu durum hakkında düşünceleriniz nedir?

Cevaplar: 13 general cevaplarında: «Memleket uçuruma gidiyor», «çok karışık»,


«huzursuzluk çok arttı», «süratle düzeltilmesi gereken bozuk bir düzen
içindeyiz» gibi ifadelerle durumu özetlediler.

2nci Soru: Durumu, dünyanın her yerinde böyle haller olabilir, ilgililer, yani
Hükümet ve Meclisler duruma hal çaresi bulabilir şeklinde mi, yoksa
bulamayacak şeklinde mi değerlendiriyorsunuz?

Cevaplar: Bir general «çare bulunabilir» diğer 12 general «çare bulamayacaklar»


cevabını verdiler.

3ncü Soru: Anayasanın getirdiği (belki bazıları bünyemize hakikaten uymayan)


aşırı hürriyetleri ve organlararası çatışmayı önlemeyi amaçlayan ve alınacak
otoriter tedbirlerle ortamı düzeltmeyi öngören otoriter bir askeri müdahaleye mi,
yoksa; düzen ve sistemdeki hastalık ve bozuklukları giderecek gayeli ve planlı
ve reformist bir askeri müdahaleye mi taraftarsınız?

Cevaplar: Bu soruya 10 general cevap verdi. Sekizi reformist, ikisi otoriter


müdahaleden yana olduklarını belirttiler.

4ncü Soru: Varsayımla diyelim ki bir müdahale yapıldı. Katılır mısınız, katılmaz
mısınız?

Cevaplar: 8 general katılacağını, 2 general katılmayacağını belirtti.

* * * * *

Aynı gün, yani 2 Mart’ta Genelkurmay’dan aldığımız emirde Garnizondaki üç


kuvvete mensup subayların 3 Mart günü Hava Kuvvetleri sinema salonunda
toplanacağı ve Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç’ın bir konuşma yapacağı
bildiriliyordu.

Bu toplantının yapılacağından biz üç Kuvvet Komutanının haberi yoktu,


olmayabilirdi de ama, önceden yapılacak bir hazırlıktan sonra müşterek görüşü
ifade edecek bir konuşma yapılması elbette daha doğru olurdu. Nitekim yapılan
bu konuşmanın bazı yerlerini biz de hayretle dinledik ve konuşma genelde çok
kişiyi memnun etmedi.

Memduh Paşa oldukça uzun ve sinirli bir konuşma yaparak özetle, «Silâhlı
Kuvvetler olarak günlük politikanın dışında kalacağız. Anarşik olaylar, anarşik
uçlar ve bilhassa aşırı sol mihraklar tarafından kasten çıkarılmaktadır. Vaziyet
çok vahim değildir. Meselelerin halledilmesi için gereken çareleri bölünmeden
bulacağız. Komutanlarınıza kayıtsız şartsız güvenin. Milli Güvenlik Kurulu’nda
görüşlerimizi açıklıyoruz. Karar vermekte gecikmeyeceğiz, tedbirliyiz, ne
yapacaksak biz yapacağız» dedi.

* * * * *

Mart’ın ilk haftası sonunda Silâhlı Kuvvetler’de tansiyon gittikçe yükseliyordu.


Ankara’ya Türkiye’nin çeşitli yörelerinde görev yapan Kolordu ve Ordu
Komutanları çağrı üzerine gelmeğe başlamışlardı. Faruk Paşa telefon ederek
benim karargâhıma yanında bazı generallerle gelmek istediğini bildirdi. Akşam
üstü saat 17’den sonra yanında; Korg. Atıf Erçıkan, Korg. İhsan Över, Tümg.
Celil Gürkan, Tümg. Şükrü Köseoğlu olduğu halde geldiler. Toplantıya Kurmay
Başkanım Korg. Ahmet Dural ile Tümg. Hulusi Kaymaklı’yı ve Tuğgeneral
Ömer Çokgör’ü de çağırmıştım.

Bir saatten az süren bu toplantıya sayın devlet adamlarımızdan (!) bazıları ile
çok ciddi şakacı yazarlarımız «Pastalı - çaylı» toplantı adını taktılar nedense.
Halbuki kendi özellikle çok ikramı sever yaradılışta olan emir subayımca ikram
edilmiş olsa bile kimsede pasta yiyecek hal yoktu, zaten biraz sonra
Genelkurmay Başkanı’nın vereceği yemeğe gidecektik.

«9 Mart» ne idi, ne değildi? Sonraları çok konuşuldu, çok yazıldı... «bir darbe
girişimi toplantısıydı», «bir darbe girişiminin durdurulduğu toplantıydı» denildi.

Her olayda ve her konuda siz veya karşınızdaki insan düşüncelerinin bir kısmını
gizliyorsa, doğru tanımlama yapmak çok zorlaşır. Bu sebeple «9 Mart’ın» ne
olduğunu kısaca özetlemek gerekirse... eğer alttan bir hareket komutanlara
rağmen yapılmak istense idi, yapılırdı. Başarılı mı, yoksa başarısız mı?., onu
olaylar gösterirdi.

Toplantıdaki Kara generalleri tarafından yapılan konuşmalardan anladığım


kadarı ile, belirli kişi ve birlikler hazırlık durumuna geçmişlerdi, eylem için
düğmeye basmak yeterli idi, hattâ bir generalimiz «artık ok yaydan çıktı, yalnız
yönü belli değil» dedi.

Faruk Paşa oldukça sinirli ve heyecanlıydı, ama direktifini verdi... «hiçbir


harekete tevessül edilmeyecek, varsa hazırlıklar durdurulacak, yarın
genişletilmiş Komuta Konseyi toplanıyor, orada alınacak karar beklenmelidir»
dedi ve toplantı bitti.

Faruk Paşa ve yanındakileri asansöre kadar uğurladım. Odama dönerken


sekreterler bölümünde silahlı teğmenler gördüm, General Ömer Çokgör’e...
«Kimdir bu subaylar, burada ne arıyorlar» diye sordum... «Toplantıda müdahale
kararı alınması halinde görev vermek üzere Kütahya’dan getirttim, bir kısmı da
Etimesgut’ta bekliyor» cevabını verince... «kimden emir alıp da bu harekete
giriştiniz?... derhal birliklerine geri gönderin» emrini verdim. Dosyayı inceleyip
menfi görüşümü bildirdikten sonraki günlerde Gen. Çokgör’ü odama çağırıp
kendisine sormuştum... «Sizden kıdemli ve rütbece büyük çok adette hava
generali varken, sizin dosyada belirtilen Komutanlığınız nasıl gerçekleşecek?»
Bana cevap verdi... «arkadaşlar öyle istiyor»... «hangi arkadaşlar?» soruma
cevap vermedi. 12 Mart’tan sonra emekli olduğumda son defa kendisi ile
konuştum, herikimiz üzgündük... dedim ki, «büyük oynayınca kazanılır da,
kaybedilir de.»

10 Mart 1971 günü Genelkurmay’da Yüksek Askeri Şura salonunda


Genişletilmiş Komuta Konseyi toplandı. Bu toplantıya katılan general ve
amirallerin adlarını, o tarihteki rütbe ve kıdem sırasma göre aşağıdaki listede
görebilirsiniz.

KARA KUVVETLERİ
1. Org. ZEKİ İLTER
2. Org. SEMİH SANCAR
3. Org. EŞREF AKINCI
4. Org. FAİK TÜRÜN
5. Org. KEMALETTİN EKEN
6. Org. HAMZA GÜRGÜÇ
7. Korg. HAMZA GÜRALP
8. Korg. KEMAL TARHAN
9. Korg. H. DOĞAN ÖZGÖÇMEN
10. Korg. N. KEMAL ERSUN
11. Korg. FEHMİ BAŞER
12. Korg. HAYATİ SAVAŞÇI
13. Korg. MUZAFFER HEPER
14. Korg. TURGUT SUNALP
15. Korg. ZEKİ ERBAY
16. Korg. ALİ FETHİ ESENER
17. Korg. ATIF ERÇIKAN
18. Korg. HAYRİ YALÇINER
19. Korg. KENAN EVREN
DENİZ KUVVETLERİ
1. Oramiral KEMAL KAYACAN
3. Koramiral BÜLENT ULUSU
4. Koramiral NECMETTİN SÖNMEZ
HAVA KUVVETLERİ
1. Korg. NAHİT ÖZGÜR
2. Korg. REMZİ YELMAN
3. Korg. AHMET DURAL
4. Korg. MEHMET EZİLER
5. Korg. İRFAN ÖZAYDINLI
Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç yaptığı açış konuşmasında, «Bugüne gelişin
sebepleri ve politika üzerinde durulmayacak, ORTAM Nedir? ve NE
YAPILMASI LÂZIMDIR? sorularına cevap istendiğini belirtti.

Bu gibi toplantılarda Genelkurmay Başkanı ve biz üç Kuvvet Komutanı


görüşlerimizi açıklamazdık. Bunun sebebi ise ast’ları etkilememek ve
düşüncelerini serbestçe söyleyebilmelerini sağlamaktı.

Neler konuşulduğunu açıklamadan önce çok önemli gördüğüm bir konuya


değinmek istiyorum... gerek 12 Mart döneminde ve sonraları ile 12 Eylül öncesi
ve hatta şimdilerde bu gibi toplantılar bazi siyasilerimiz ve basın mensuplarımız
tarafından yadırgandı ve tenkide uğradı, uğruyor. Komuta Konseyi’nin veya
Genişletilmiş Komuta Konseyi gibi kuruluş ve terimler yasalarımızda yoktur...
nedir bu yasal olmayan toplantılar? gibi görüşler ortaya atılıyor. Teoride doğru
olabilir, ama Türkiye’nin en büyük kuruluşu olan Silâhlı Kuvvetler'in
başındakiler o kuruluş mensuplarının düşüncelerini ve genel eğilimlerini
bilmeseler ve onlardan kopuk olsalar mı daha iyidir?, yoksa bu düşünce ve
eğilimleri bilseler, kendi yönlerini çizmekte fayda-lansalar ve dile getirilen genel
görüşlerde hatalar varsa onları düzeltecek ve yönlendirecek girişimlerde
bulunsalar mı daha iyi olur? Bir disiplin mesleği olan askerlikte bu gereksinim
duyulurken (ki bana göre doğrudur); siyasi partilerimizde buna hiç ihtiyaç
duyulmadığını ve bunun sonucunda partileri yönetenlerle, Meclis gruplan
arasında ne büyük kopukluklar olduğunu 6 yıllık senatörlüğüm esnasında hayret
ve ibretle gördüm ve bu görüşümü dile getirirken içimden «meğer biz askerler ne
kadar demokratmışız» dedim. Bugün durum eskisinden farklı mı? hiç değil. Ben
sade bir vatandaş olarak Hükümet kararlarını nasıl TRT ve basından
öğreniyorsam, iktidara mensup bir ANAP milletvekili de benimle beraber
öğreniyor, beğense de beğenmese de bir şey yapamıyor.

Değinmek istediğim diğer bir konu; devleti yöneten bir saym siyasimizin, bizim
dönemimizde söyleyip söylemediğini bilmediğim, ama basında ve kitaplarda yer
alan bir sözü var... Bu siyasimiz Memduh Paşa’nm bir sözü üzerine «altına
hâkim olamayan Kumandan olamaz» demiş. Çok doğru bir teşhis, ama tek
yönlü, «altına hâkim olamayanın Türkiye’ye hiç hâkim olamayacağını» acaba
sonradan öğrendi mi?

Şimdi gelelim asıl konumuza... yukarıda adları yazılı generallerimiz kendilerine


söz verildiğinde görüşlerini dile getirdiler. Ben o gün tuttuğum notlardan bu
görüşleri burada açıklayacağım, fakat hangi görüşün kime ait olduğunu
belirtmeksizin. Nedenine gelince, yukarıda yazılı adları incelediğimizde, sonraki
yıllar içinde bu generallerimizden 7’sinin Kuvvet Komutanlığı, 2’sinin
Genelkurmay Başkanlığı, 2’sinin Siyasi Parti Başkanlığı, l’inin Bakanlık, l’inin
Başbakanlık ve birinin Cumhurbaşkanlığı görevlerini yüklendiğini (Saym Kenan
Evren) görürsünüz. Bunun için kişiler üzerinde durmak yerine düşünceler
üzerinde durarak o günlerin Silâhlı Kuvvetlerinin üst görevlerinde bulunanların
eğilimlerini aktarmayı uygun gördüm. Konuşma sırasınıda isim listesindeki
sıralamaya göre yapmadım ve bilmecenin çözümünü okurlarıma bıraktım.

KARA KUVVETLERİNE MENSUP GENERALLERİN GÖRÜŞLERİ

1. Korgeneral ....;

* Toplum, çeşitli doktrin ve düşünce akımları, eylemler ve ekonomik durum


dolayısıyla huzursuzdur. Herkes ne olacak diye sormaktadır.

* Her sahada bölünme vardır. Bölünme, Silâhlı Kuvvetlere de sirayet etmiştir.


Herkes Silâhlı Kuvvetler bir tedbir alsın diyor, ama Ordu da hastadır. Önce
kendimizi tedavi etmeli, birlik olmalıyız. Ordudaki yüksek kademe bölünmesini
genç kadro da bilmektedir. Şimdilik komuta heyetine bağlıdır, bu da pek kati
değildir. Komutanların fikirlerini bilmek istiyorlar. Bir kısmı, sivil örgütlerle
çalışmağa başlamışlardır. Komutanların görevlerini yapamadıkları fikri
işlenmektedir. Genç kuşakta, bugünkü İsmet Paşa demokrasisi ile Türkiye
kalkınamaz fikri vardır.

* Hazırlıksız ve buna ilâveten bünye içindeki fikir aykırılıkları ve çatlaklıklar


giderilmeden bir hareket yapılamaz. Fikirsiz bir hareket yapılmamalıdır. Her şey
planlı ve programlı olmalıdır.

* Bugün bir ihtilâl ortamı her şeye rağmen vardır. Devletin bütün müesseseleri,
iktidardan şikâyetçidir. Hükümet, bütün organları hasım olarak karşıya almıştır.
Bir şey yapılması lâzımdır. Bu nedir?... Sosyal ve ekonomik reformlar
yapılmalıdır. Gençliği ve milleti Kemalizm etrafında toplamak lâzımdır.

* Durumu düzeltmek için özet teklifim şudur; Silahlı Kuvvetlerin birlik ve


beraberliğini ve inanç birliğini sağlayarak... iktidarın çekilmesini temin, itibarlı
bir kişi etrafında bir hükümet kurmak, bir başarı sağlanamazsa emri komuta
zinciri içinde direkt müdahalede bulunmak.

2. Korgeneral ....;
* Ortam kâfi derecede dile getirildi. Siviller hep, kurtuluş ümidinin Silâhlı
Kuvvetler’de olduğunu söylerler.

* Ortamı yaratan çıbanın başı Anayasa’da... sağ ve sola açık kapı ve hâkimler
diktatoryası,

* Meclis, Anayasa’yı bu açıdan değiştirmez. Silâhlı Kuvvetler’in zoru veya


direkt kendisi, Anayasa’yı değiştirmelidir.

* Askeri idare teessüs edecekse, Anayasa ve kanun müsveddeleri hareket


yapılmadan hazır olmalıdır.

* Kolordu bölgesinde, askerler bu işlerle direkt ilgili değillerdir.

3. Korgeneral ....;

* Bugünkü ortam, 1960’a benzememektedir. Hükümet fiilen memleket


çocuklarını ikiye bölmüştür. Rejimi değiştirme fikir ve eylemleri artmıştır.
Vatandaş, sokakta Hükümet aramaktadır. Huzursuzluğun giderilmesi, ortamın
düzeltilmesi ile mümkündür. Genç subaylar sola meyletmişlerdir. İleride işler
daha bozulacağı için bazı komplolar içine girmişlerdir.

* Yüksek Komuta hiyerarşik durumunda bir değişiklik yapılmadan iktidarın


değiştirilmesi lâzımdır.

4. Korgeneral ....;

* Memleketin durumunu ayrı görüyoruz, fakat kıtalarda Silâhlı


Kuvvetlerimizin durumunun böyle olduğunu bilmiyorduk. Burada herkes
kuşkulu ve şüphe içinde.

Üç hal tarzı vardır...

a. Silâhlı Kuvvetlerin dışında sivil otoritelerin meseleyi hal etmesi,


b. Hiyerarşik düzende iktidara el koymak,
c. Alt kademeden bir hareket beklemek. Buna katılmak hıyanettir.

Silâhlı Kuvvetler erkânının içinde fikir ve aksiyon farkları vardır. Hiyerarşi


dahilinde dahi idare ele alındığında memleketin düzeleceğine kani değilim. Bir
planlamaya geçmek lâzımdır. Bizi, idareyi ele almak istemeğe itenlerin bir kısmı
samimi, bir kısmı bir planın hizmetkârıdır.

Er ve assubaylar, 27 Mayıs’m kişileri değildirler. Kemalizm demekten


çekinmemiz lâzım, Atatürk ilkeciliği daha doğru olur. Kemalizm’i sol istismar
etmektedir.

Korgeneral ....;

Meclis ve Hükümet; Atatürk ilkelerini korumamakta ve kollamamaktadır. Yeni


seçim de aynı şekilde yapılırsa bir şey farketmez.

Bu memleketi Atatürkçü raya ancak ordu oturtabilir.

Hangi şartlar tahakkuk ettiği zaman müdahale edilmelidir? Bu bir görüş ve karar
meslesidir.

Bir müdahale hareketinin planlanılası lâzımdır. Alttan bir müdahaleye fırsat


verecek gibi gecikmemeliyiz.

Komuta zinciri içinde verilecek emre ve karara itaat ederiz.

* Aşikâr bir geri kalmışlık var, bunun da bir hırçınlığı var. Bu hırçınlık bir
sorumsuzluk meydana getirmiştir. Herkeste kendine ve büyüğüne güven
kalmamıştır. Karşılıklı düşmanlıklar belirmiştir. Dışarıdan ve içeriden
körüklenmeler vardır. İdare ve yargı, gününden ve yarınından emin değildir.

* Sonuç; bu tabloya rağmen devletten ümit kesilmez ve kesilmemelidir. Ümit


kesme idareye el koymak demektir. El koymak için durum erken. Şimdi
kolluyoruz, ümit var mı? yok mu? diye düşünüyoruz. Koruma ise kademeli
yapılıyor ve yapılması lâzım. Meselâ; Örfi İdare ilânı bir kademedir.

* Tekliflerim şunlardır:

— Yürütme organı tarafsız uygulama içine girmelidir.

— Görevlerini yapmayanlar için lüzumlu kanunlar çıkarılarak tedbir


alınmalıdır.

— Siyasi af müessesesi art niyetlerle çalıştırılmamalıdır.


— Yargı organının vazife görememe durumu izale edilmelidir.

— Kanun görevlisine karşı gelmeyi herkes akimdan çıkarmalıdır.

— Açıkça silâh taşıyanlar ve okul nizamlarım bozanlar için idareciler de


sorumlu tutulmalıdır.

— Basın, yayın, TRT nizama konulmalıdır.

— Öğretim ve e'ğitim meselesi ciddiyetle ele alınmalıdır.

— Yeterli koruyucu tedbirler şarttır, gerekirse Anayasa tadili ve seçim


kanununun tadili ele alınmalıdır.

— Silâhlı Kuvvetler’in tedavisi şarttır, bölünmez bir bütün olmalıyız.

— Kural’a uygun karan Komuta katı vermelidir.

7. Korgeneral ....;

* Memleketin iç güvenliği kritik bir hale gelmiştir. Parlamento ve Hükümetin


durumu bellidir. Hükümet başkanının, muhalefet liderinin durum ve tutumları da
malumdur. Ordu içinde dışında tertip ve hazırlıklar vardır. Geçen zamanlar; sağ
ve sol’un lehine, Ordu gücünün aleyhine işlemektedir. Alttan gelecek bir hareket
memleketi batırır.

* Dur demenin zamanı gelmiştir.Ordu, Komuta zinciri içinde olmalıdır.

* Önce Anayasal demokratik rejimin devamı için koalisyon, yeni seçim gibi
hal tarzları üzerinde durulmalı.

* Bu başarılamazsa, komuta zinciri içinde verilecek emre amadeyim.

8. Korgeneral ....;

Şahsım ve... adıma konuşuyorum.

* Mevcut hükümet prestijini kaybetmiştir, yeni hükümet kurulmalı, Silâhlı


Kuvvetler yeni hükümete isteklerini bildirmelidir.

* Huzur ve asayiş sağlanmalı,


* Seçim Kanunu değiştirilmeli,

* Anayasa değiştirilmeli,

* Sosyal reform kanunları çıkarılmalı.

* Bu yürümezse, hiyerarşiye sadık kalarak Silâhlı Kuvvetler idareye el


koymalı.

9. Korgeneral ....;

* Silâhlı Kuvvetler, şimdiye kadar hükümetlerin işine karışmamıştır. Ama Türk


Ordusu, bölücülüğe, yurdun yok olmasına göz yumamaz. El koymak zaruri
olduğu zaman (o zaman gelmiştir) gencin bir şey yapmasına fırsat vermeden
başta siz olmak üzere yukarıdan aşağıya yapılmalıdır.

10. Korgeneral ....;

Hep demokrasiyi zedelemeyelim diye işe karışmama yolunu tuttuk. Ama


maalesef el koyma zamanı gelip geçtiği halde hâlâ bir hazırlığımız yok.

11. Korgeneral ....;

* Aşın örgütler Silâhlı Kuvvetlerle de mücadeleye başlamışlardır ve devam


edeceklerdir. Silâhlı Kuvvetler bünyesine de aşın akımlar girmiştir. Biz el
koymağa karar versek hiçbir plan ve hazırlığımız yok. Bunun alttan gelmesini
istemiyoruz.

* Başta sizler olmalısınız. Hazırlık için zaman kazanmak lâzım. Bu safhada


Komutanlar siyasi partiler üzerinde çalışmalı.

12. Korgeneral ....;

* Kanuni ve vicdani sorumluluk taşıyoruz. Cumhuriyetin yıkılmasına


tahammülüm yoktur. Meselenin vahamet ve taktirinin yapılması önemlidir. Bunu
Komuta heyeti taktir eder ve zamanı tespit eder. Örgütlenmiş aşırı sol Rusya’yı
yardıma çağırabilir, bölücülerde bir kopma olabilir. Bu sebeple Yüksek Komuta
heyeti her türlü ahvali düşünmelidir. Sağ ve solun örgütlenmesi ve silâhlanması
küçümsenmemelidir. Orduya sol cereyan girmiştir. Bu hükümete destek olmanın
faydası yoktur. Çok yıpranmış ve lekelenmiştir.
* Hal tarzı üzerinde düşüncelerim şunlardır;

— Nev’ama görevli bir hükümet teşkili, yapılacak işleri empoze etmek,

— İdareyi ele almak (en fena hal tarzıdır),

— Bir ana prensip (Atatürk ilkeleri) va’z edilmek ve icrai planlama


yapılmalıdır. Özel bir planlama grubu ile hazırlık yapılmalıdır.

13. Korgeneral ....;

Demokrasinin sonu gelmektedir. Çeşitli uçlar Silâhlı Kuvvetleri müdahaleye


itmektedir. Kademeli el koyma uygulanmalıdır. Emir, komuta ve karar sizlere
aittir.

14. Korgeneral ....;

* Meseleleri fazla büyütmemek lâzımdır. Meselâ bölücülük evvelce de vardı,


şimdi de var, fakat sonucu gelmemiştir.

* Türkiye’de sağ yoktur. Sol ve gericilik vardır. Sol’u sağ’la karşılamak hiçbir
yerde iyi netice vermemiştir. Sol ve sağ karşıya alınmalıdır.

* Silâhlı Kuvvetler büyükleri yıpratılmakta, bölünmeğe çalışılmaktadır.

* Er, assubay ve yedek subaylar, genç muvazzaf subaylar yeni cereyanlara tabi
olarak geliyorlar. Bu sebeple Silâhlı Kuvvetler’de fikir ayrılıkları tabiidir.

* Komuta zincirine tabi kılalım, bir iyi niyet ve duadan ibarettir. Silâhlı
Kuvvetleri tutulmakta olduğu hastalıktan kurtarmanın zamanı henüz geçmiş
değildir. Ben tehlikeyi büyük görmediğim için burada belirtilen idareye el
koyma hareket tarzına katılmıyorum. Durum ümitsiz değildir.

* Anayasa tam uygulanmalı, sosyal tedbirler alınmalı, memleket darboğazdan


geçmeli,

* Fakir halka devalüasyon tesiri hissettirilmemeli,

* Köyden şehire göç durdurulmalı,

* Sağ faaliyetler durdurulmalı, kanunlar yeterlidir.


* Asın sol liderlerin faaliyetlerine son verilmeli,

* Mevcut hükümetin yeterli oluşu inancı azalmıştır. Hükümet yerini başka


elemanlara terketmelidir.

* Bugünkü kanunla yapılacak yeni seçim çare değildir.

* Koalisyon bir çare değildir.

* Fransa gibi, idare sistemini değiştirecek uzun vadeli bir tedbirin bugün
faydası yoktur.

* Hiyerarşik de olsa bîr askeri müdahale ile idareye el koyma en son


düşünülmeli, iyi bir çare de değildir.

Yeni bir hükümet teşkil edilmeli, dışarıdan Bakanlar alınmalıdır.

16. Orgeneral ....;

* Ordu, cereyanların tesiri altındadır, fakat... orduda bir örgüt olduğunu


zannetmiyorum. Ankara’da karamsar bir hava gördüm. İlk mesele; Silâhlı
Kuvvetler’in bölünmeden kurtarılmasıdır. Silâhlı Kuvvetler’in bir vazgeçiricilik
gücü olmalıdır.

* Silâhlı Kuvvetler içinde başka fikirler besleyenler dışarıya atılmalıdır.

* Tedbir olarak düşündüklerim şudur; son tedbir en önce oynanmamalıdır.


Hiyerarşik düzende dahi bir hareket yapılsa bile biraz sonra ekipler birbirini
yemeğe başlar. Silâhlı Kuvvetler’in alabileceği bazî sıralı eskalasyon yapılabilir.
Her halükârda emir sizden (Genelkurmay Başkanı’nı kastediyor) gelecektir.
Disiplinli ordu her taraftan ses vermez. (Kuvvet Komutanlarını kastediyor), başı
ile konuşur.

17. Orgeneral ....;

* Devrimci Doğu Kültür Ocakları süratle kuruluyor ve çeşitli vakalar çıkıyor.


Emniyet ve asayiş tamdır diyemeyiz. Saymakla bitmez bölünmeler var. Bunlar,
tedbirlerle önlenebilir. Yalnız bu hususta teferruata inmek lâzımdır. Meselâ;
doğuda mahalli memur, hâkim, savcı devleti felce uğratmaktadır. Mesele
Cumhuriyetin bekası, Anayasa ve demokrasinin muhafazası mevzuudur. Bu
Anayasa ve demokrasi ile mesele hal olmaz. Anayasa tatbikatı da fena. Ordu el
atsın deniyor, önümüzde 1960 misali de var. Muvaffak bile olsa sonu ne olacak?,
bu işten nasıl sıyrılacak?

* Hazırlık ve planlama yapılmalıdır. Hükümet mekanizmasını müessir hale


getirmek lâzımdır. Buna rağmen durum daha kötüye giderse Yüksek
Komutanlığın karan ile bir askeri tazyik ve müdahale yapılabilir.

18. Orgeneral ....;

* Anayasa istenileni verememiştir. Ufukta bir ümit ışığı göremiyorum.


Vaziyetin sebepleri şunlardır:

— Anayasa bize uygun değildir.

— Etnik grupların ve mezheplerin faaliyetleri gelişmiştir.

— Liberal ekonomi; fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapmıştır.

— Aşırı ideolojiler gelişme zemini bulmuştur.

— Öğretmen kadrosu aşırı sola kaymıştır.

— Yargı organı aşırı sola hizmet etmektedir.

— Politikacılar maddi ve politik çıkarları peşindedirler.

— Gençlik sol eylemin mihrakı olmuştur.

— Sendikalar sola kaymıştır.

— Bölücülük ve sol beraberdir.

— Yanlış takip edilen eğitim politikası materyalist bir düşünce peşindedir.

— Gerekli Anayasa reformları yapılmamıştır.

— Basın ve TRT memleketin parçalanmasında rol almaktadırlar.

— Sovyet propagandası vahim bir hal almıştır.


— Büyüklere bazı tarihi vazifeler düşmektedir.

* Beklemek, daha parçalanmamıza sebep olacaktır, bazı alttan gelecek maceracı


hareketler olabilir. İn-siyatif ve kudret kaybedilmeden gerekli karar vaktinde
verilmelidir. Fazla zaman kaybedilmemelidir. Ordunun bu işe müdahale etmesi
lâzımdır. Yeni bir Kurucu Meclis kurulmalı, Ordu aktif vazife alıp yıp-
ranmamalıdır. Aşırı solun beli kırılmalı, aşırı sağa önce teveccüh edilmemeli,
öğretmen kadrosu tasfiyeye tabi tutulmalıdır.

19. Orgeneral ....;

Bugünkü Komuta heyetinin, durumu takip etmesini takdirle karşılıyorum. Silâhlı


Kuvvetler’in birlik ve beraberliği temin edilmeli, esaslı bir planlama
yapılmalıdır. Bundan sonra gerekli tedbirler alınabilir. Anayasa’da değişiklik
yapmadan durum düzelmez. Hükümet ve partilere nüfuzumuzu kullanmalıyız.

DENİZ KUVVETLERİNE MENSUP AMİRALLERİN GÖRÜŞLERİ :

1. Amiral ... :

* Marksist ideoloji, baskı ve taktiğini ve eylemlerini arttırmaktadır. Anayasa


sınırları dışına çıkılmaktadır.

* İrtica; memleket çapında müsamaha görmekte, Anayasa sınırlan dışına


çıkılmaktadır.

* İktidar reformları ele almamakta ve hamalı tutumlarda bulunmaktadır.

* Çıkış yolu hakkında şunları düşünüyorum;

— Silâhlı Kuvvetler’de birlik ve beraberlik ve Komuta zincirinden aynlmamak


temin edilmeli, subay vs assubaylar bilinçlendirilmelidir.

— Bugün Ordudaki genç kuşak bir kaynaşma içindedir, fakat şimdilik eyleme
geçecek durumda değildir.

— Yüksek Komutanların GİDİŞE DUR demesi gerektiği genç subaylarca


ifade edilmektedir.

— Kıta Komutanlanna daha fazla yetki verilmesi lâzımdır.


— En kısa zamanda seçime gidilmesi, milli koalisyon veya kuvvetli bir
hükümet kurulması lâzımdır.

— Silâhlı Kuvvetler’in bu esnada kendini cne atıp yıpratmaması lâzımdır.

— Anayasanın öngördüğü sosyo-ekonomik reformların ele alınması lâzımdır.

2. Amiral ... :

* Entelektüel tabaka kalkınmış ve güçlenmiş bir Türkiye istiyor. Bu,


demokratik rejimle olur. Ancak Parlamento ve Hükümetlerin kuvvetli olması
lâzımdır.

* Bugün toplum bir bölünme içindedir. Birkaç sene sonra durum daha da
vahim olacaktır.

* Silâhlı Kuvvetlere bölünmenin sıçramayacağını söylemek güçtür.

* Bu sebeple tedbirler alınması lâzımdır. Komutanlar en iyisini düşünür, yeter


ki bölünmeyelim.

Silâhlı Kuvvetler; kuvvetli parlamento ve hükümet teşkilini emri komuta zinciri


içinde sağlamalıdır.

3. Amiral ... :

* Akımlar ve fikirler bize işlenmeğe başlanmış. Aşırı sağ ve sol, Silâhlı


Kuvvetleri ele almak ve yıpratmak peşmdedir. Bugün için içimize giren akımlar
bir tehlike teşkil etmeyebilir, ama ilerisi için emin değilim.

* Bu ortam devam ederse biz bölünürüz. Sistem otursun diye biz hep
kendimizi feda ettik. Karşı taraf tek fedakârlık yapmadı.

* Bugünkü partiler ve Parlamento istediğimiz Türkiye'yi yaratamaz.


Komutanlar bu meseleyi halletmeli.

4. Amiral ... :

* Olaylar bakımından tedbirlerle bu meseleler halledilebilir. Ancak bu sistemle


Türkiye’nin problemlerine çare bulunmaz. Atatürk’ün ilkeleri bugün yok
olmuştur. Yönetimde bir fikir ve doktrin yoktur. Seçim, başka hükümetle çare
aramak gaflet olur. Ufak tefek tedbirlerle durum düzeltilemez. Zaman, Silâhlı
Kuvvetler aleyhine çalışmaktadır.

* Zamanın takdiri size aittir, yalnız hazırlıklı bulunmak ve Silâhlı Kuvvetleri


bir fikrin etrafında toplama gayretinin gösterilmesi lâzımdır.

HAVA KUVVETLERİNE MENSUP GENERALLERİN GÖRÜŞLERİ :

1. Hava Korgeneral ....;

* Silâhlı Kuvvetler mensupları durumdan memnun değiller, bir karışıklık var,


birçok nedenlerle bugüne gelinmiştir. Siviller de aynı endişede. Mevcut Anayasa
ve aldığımız terbiye; Silâhlı Kuvvetler içinde kendi asli vazifemizi yapmamızı
gerektirir.

* Mevcut Anayasa organları çalışıyor mu?. Bakan ve milletvekilleri de aynı


şeyi soruyor ve konuşuyor ve kendilerine güvenleri yok.

* Bu karışık durumun namütenahi devam etmeyeceği dikkate alınmalıdır.


Ordudaki genç kuşaklar bu mesele ile meşguldürler. Mevcut düzenin
bozukluğunun da bu durumun meydana gelmesinde rolü var. Silâhlı Kuvvetlerin
bu ortamda gittikçe aktif rol alma temayülü artmaktadır.

Bir karar safhasına gelinmiştir. Bıı karan da Komuta Katı verir. Silâhlı
Kuvvetler’in bölünmemesi, aşın görevlere yönelmemesi sayanı arzudur.

3. Hava Korgeneral ....;

* Memlekette bir istikrar mevcut olduğunu ifade etmek çok zor. Gençler
arasında fikirlerde, iki aşırıya ayrılış vardır. Bunların önlenmesi yerine
(önlemekiçin kanunlar müsaittir) çatıştırılması tercih edilmiştir.

* Güneydoğu bir ayrılık havası içine sokulmuştur. Doğu Kültür Ocakları’nm


faaliyetleri yasal sınırların dışına taşmıştır.

* Aşırı fikirler subaylara da bulaşmıştır.

* Artık Komutanlar bir şey yapamıyor, biz yapalım fikri işlenmektedir. Bu hal
meydana gelirse memleketin durumu vahim olur.
* Bu sebeplerle; duruma emri komuta zinciri içinde el konulması lâzımdır.

* Bugünkü Anayasa kötülüklere kapalı, fakat ilerlemeğe manidir. Diğer bir


sebep de seçim sisteminin bozukluğudur.

3. Hava Korgeneral ....;

* Halk efkârı Silâhlı Kuvvetler’den bir karar beklemektedir. Esas konu; bu


karar nasü tecelli etmelidir?, yani Silâhlı Kuvvetler idareye el koysun mu?,
koymasın mı?. Bu mecburiyet ergeç doğacaktır. Silâhlı Kuvvetler buna hazır
mıdır?... meselesi önemlidir.

* Bu şekil başarı sağlamazsa, Genelkurmayın ne yapılacağına dair bir planı


olmalıdır. Emri komuta düzeni bozulmamalıdır.

4. Hava Korgeneral ....;

* Fertler ne bugünden memnun, ne yarından emindirler.

* İktisadi istikrarsızlık ve emniyet olmayınca, durum tabii olarak bu hale


gelmiştir.

* Durumu siz büyükler düzeltirsiniz.

* * * * *

Müdahaleye gerek görmeyen bir sayın Orgeneralimiz hariç, toplantıya katılan


generallerimiz; ikaz, hükümetin değiştirilmesi, Anayasa ve Seçim Kanunu
değişikliği, reformların yapılması ve müdahale edilmesi hakkındaki
düşüncelerini dile getirdiler. MÜDAHALE edilmesi gerektiği düşüncesi büyük
çoğunluktaydı.

Yeni Anayasaya, Silâhlı Kuvvetler’in eseri olarak bakılırken durum değişmiş,


genellikle de bu anayasanın bünyeye uymadığı fikirleri ortaya atılmıştı.
Generallerimizin o gün ortaya koydukları düşüncelere (bir bölümüne katılmasam
da) saygı duydum, bugün de duyarım. Aradan geçen 14 yılı, adları geçen
düşünce sahipleri açısından değerlendirdiğim zaman şu sonuçlarla
karşılaşıyorum... bir bölüm generalimiz; o günlerdeki düşünce ve görüşlerinde
ileriki yıllarda da bir değişiklik yapmamışlar, yani samimi ve tutarlılar. Bir
bölümü ise; o günlerde ağır ifadelerle tenkit ettikleri kişi ve görüşlerin hizmetine
kendilerini vermişler ve gene diğer bir bölümü ise «manevi değerlere» değerek
vererek ve bazı kişi ve çevrelerden icazet alarak oy alma peşine düşmüşlerdir, bu
durumları görmek bana acı gelmektedir.

Bu konuşmalarda bir nokta daha dikkatimi çekti... müdahale konusuna bir şey
demiyorum, o bize ait bir karar, ama İKAZ sözünü bir türlü anlayamıyordum,
çünkü kelime sanki çok rahat ve kolay yapılacak bir şeymiş gibi telaffuz
ediliyordu, ama bana göre yerine getirilmesi usul bakımından Müdahale’den
daha zordu.

* * * * *

11 Mart günü Memduh Paşa’nm çağırışı üzerine saat 17.30’de üç Komutan


Genelkurmay’a gittik ve konuşmağa başladı. Memduh Paşa çok sinirli idi,
bizlere hitaben... «açık konuşalım, son üç gündür bir ihtilâl havası ve hazırlığı
içinde yaşıyoruz, ne oluyoruz?» dedi.

Faruk Paşa ve ben, kendisine cevap vererek... “evet, tansiyon çok yüksek,
birtakım hazırlıklar olduğunu sezinledik ve emir vererek durdurduk» dedik. Ben
ayrıca şu ilâveyi yaptım... «içinde yaşadığımız durumun sebebi politikacıların
hatası kadar, bizim ataletimizden doğmaktadır. Şimdiye kadar hep bizim bir
şeyler yapmamız beklendi, halbuki ne bir gaye ve ne de bir planımız var.»

Başbakanın görevden çekilmesinin temini şekli üzerinde tartışıldı. Ben


muhalefet ettim ve bütün Meclisi karşıya almanın daha doğru olacağını belirttim.
Hemen planlamaya başlamanın elzem olduğu kararlaştırıldı.

Meclise gönderilecek mektubun içeriği üzerinde tartışıldı. Genelkurmay Harekât


Başkanı Kog. Kemal Taran’a bir müsvedde hazırlaması görevi verildi ve
dağıldık.

* * * * *

Gece saat 21.30’da Faruk Paşa, yanında Garnizon Komutanı Korgeneral Zeki
Erbay olduğu halde eve geldi. Ankara’daki kara birliklerinde tansiyonun çok
yüksek olduğunu söylediler ve Başbakanı eve çağırarak istifa ettirelim dediler,
gene karşı çıktım ve «bana göre Başbakan, bütün liderler ve Parlamento aynı, bir
tarafı karşıya almak lüzumu yok» dedim.

Deniz K. K. Amiral Eyiceoğlu’nu eve çağırdık, Memduh Paşa’yı aradık,


Cumhurbaşkanı’na gittiğini öğrendik. Dönüşünü bekledik, gelince Faruk Paşa
alıp benim evime getirdi.

Memduh Paşa’nm içine kapanık bir kişiliğe sahip olduğunu söylemiştim. Meselâ
o gece çeşitli ihtimaller tartışılırken, kendisi Cumhurbaşkanı ile ne görüştüğünü
bize söylemekten kaçındı, her zaman da böyle hareket ederdi, yaptığı
temaslardan bizleri haberdar etmez, haberimiz olsa da konuyu bize açıklamaz,
ama hep bizim düşüncelerimizi öğrenmek isteyen bir yol izlerdi. Evet, o geceki
tartışmalarda da kendisi sık sık fikir değiştirdi, sonunda hazırlanacak olan
bildiriyi yarın imzalayacağını söyledi.

* * * * *

12 Mart sabahı 9.30’da, dördümüz Genelkurmay’da toplandık. Korg. Kemal


Taran, hazırladığı metni okudu. Aramızda müzakere ettik, metni çok uzun
bulduk, içeriği de bizim isteklerimizi pek karşılamıyordu. Ben yeni bir
müsveddeyi yazarken, Faruk Paşa ve Oramiral Eyiceoğlu yanıma gelerek
yardımcı oldular. Metin ortaya çıktı, daktilo edildi, imzaya hazırdı. Memduh
Paşa gene derin bir düşünceye daldı, uzun süre imzalamak istemedi, gözleri
yaşardı. Haklı idi de, sonunun nereye varacağı belli olmayan önemli bir adım
atılacaktı. Saat 12.05’de metin imzalandı ve Tuğgeneral Musa Öğün
başkanlığında bir heyetle okunmak üzere TRT’ye gönderildi. Böylece 12 Mart
Muhtırası 13 haberlerinin başında Türkiye’ye ve dünyaya duyuruldu.

Öğleden sonra 15.30’da tekrar Genelkurmay’da toplandık ve gelişmeleri takibe


başladık. Milli Savunma Bakam Ahmet Topaloğlu’nun müsteşarı olan Org. Zeki
İlter odaya gelerek zemin yokladı... Topaloğlu bizden öğrenmek istemiş...
Hemen istifa mı edelim, yoksa önce Meclis’te güvenoyuna gidelim, sonra mı
istifa edelim? diye. Hemen istifa etmeleri gerektiği cevabı verildi, saat 17.20’de
Hükümetin istifa haberini aldık ve dağıldık. Akşam, Cumhurbaşkanı’nın daveti
üzerine Köşke gittik. Jandarma Genel Komutanı Org. Kemalettin Eken de
davetli idi. Bizler gibi Org. Eken de düşüncelerini söyledi, sonradan bu görüş ve
düşünce, Silâhlı Kuvvetlerin görüşüymüş gibi basında yer aldı ve yanlış
anlamalara sebep oldu.

Hazırlanan ve imzalandıktan sonra Cumhurbaşkanı ve Meclislere gönderilen 12


Mart Muhtıra metni şöyle idi:

1. Parlamento ve Hükümet süre gelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu


anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş,
Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk
ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’ nin geleceği ağır bir tehlike içine
düşürülmüştür.

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam


hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partilerüstü bir
anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve
Anayasa’nm öngördüğü reformlan Atatürk’çü bir görüşle ele alacak ve inkılâp
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik
kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silâhlı Kuvvetleri


kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve
kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa
kararlıdır.

Bilgilerinize.

* * * * *

Muhtıra verilmiş, Hükümet istifa ettirilmiş, yeni bir dönem açılmağa çalışılmıştı,
ama bundan sonraki gidiş ve sonuç ne olacaktı? Acaba gerçekten muhtıranın
istekleri yeni bir taraftan otorite buhranı ve anarşi yok edilirken, Atatürkçü
çizgide yapılacak reformlarla düzen iyileşecek miydi, yoksa yalnızca yasa
değişiklikleri ve otoriter bir yöntemle anarşi kontrola alınıp durdurulmakla mı
yetinilecekti? Bunu tabii zaman gösterecekti, ama Muhtırayı imzalamadan önce
de ve hemen sonrasında da işlerin benim ve Faruk Paşa’nın istediği yönde
gelişmeyeceği kuşkusunu taşıdığımı itiraf etmek isterim. Nedenine gelince,
Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı yerlerindeydiler ve de her zaman iyi
anlaşıyorlardı, bunlardan birincisi statükocu ve güçlüden yana, İkincisi ise
Anayasa ve özgürlüklerin bize uymadığı inancını değişmez bir şekilde
benimsemiş kişiliklere sahiptiler. Siyasi parti ve Meclisler de aynen varlıklarını
ve kendilerine özgü düşüncelerini muhafaza ediyorlardı. O halde bizim
mücadele gücümüz ve kendi görüşlerimiz doğrultusunda başarı ihtimalimiz var
mı idi? veya bu gücü ne derece kullanabilecektik? bunları olayların gidişi içinde
göreceğiz.
12 MART DÖNEMİ
Muhtıra, değişik kesimlerde olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler yarattı. İstifa eden
Başbakan’dan sonra CHP Genel Başkanı İnönü de muhtıranın karşısında cephe
aldı. MİT Başkanı General Fuat Doğu’nun kendisi ile görüşmesinden sonra fikir
değiştirdi. Sol kesim ümitli, fakat ihtiyatlı bir yaklaşım içindeydi. Bir bölüm
ilerici ise Muhtırayı yetersiz bulmuştu. Silâhlı Kuvvetler’de genel bir
memnuniyet ve bekleyiş havası vardı.

15 Mart günü, Memduh Paşa’nın daveti üzerine dört Komutan Genelkurmayda


toplandık. Memduh Paşa, bizlere hazırlanmış bir yazıyı dağıttı ve okuduktan
sonra imzalamamızı istedi.

Yazıda özetle; «Komuta Konseyinin 15 Mart 1971 ve daha önceki tarihlerde


yaptığı toplantılarda, çeşitli gizli istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilerin
değerlendirilmesi sonunda bazı general ve subayların; 211 Sayılı İç Hizmet
Kanunu’nun menetmesine rağmen hiyerarşik mekanizmanın dışına çıktıkları,
Silâhlı Kuvvetlerin disiplin kuralları ile asla bağdaşamayacak siyasi eylemlerde
bulundukları gerekçesi ile re’sen emekliye sevk edildikleri» yazılıyordu.

Ekli Listede de şu isimler bulunuyordu:

GENERAL VE AMİRALLER
KARA KUVVETLERİ
1. Tümg. ŞÜKRÜ KÖSEOĞLU, Genelkurmay Merkez Daire Başkanı
2. Tümg. CELİL GÜRKAN, Kara K. K. Plan ve Prensipler Başkanı
3. Tuğg. ALİ AKAR, Milli Savunma Bakanlığı Teftiş D. Başkanı
KARA KUVVETLERİNE MENSUP SUBAYLAR
1. Kur. Alb — BAHATTİN TANER
2. Kur. Alb. — NEDİM ARAT
3. P. Alb — ÖMER ŞANLI
4. P. Alb. — KADRİ TANDO&AN
5. Tnk. Alb. — CAVİT BAYAR
6. Tnk. Alb. — KADİR OK
7. Top. Püot Alb. — HİDAYET ILGAR
8. Mu. Alb. — MUAMMER NAMNIL
Ertesi gün tekrar toplandığımızda Memduh Paşa, kendi genel sekreteri
Tuğgeneral Tuğcu’yu emekli edeceğini söyledi ve bana dönerek... dördü
Kurmay, biri sınıf subayı olan 5 Hava subayının ismini verip, bunları derhal
emekli etmemi istedi. «Niçin?» diye sordum. «Bunlar ihtilâl dosyası
hazırlamışlar» dedi. «Ben bu hazırlıkları biliyordum, Faruk Paşa da biliyordu,
sizin de Korg. Erçıkan vasıtası ile bilmeniz gerekir» dedim. Faruk Paşa... «ben
bilmiyorum» diye cevap verdi... «Aman Faruk Paşa, nasıl bilmezsiniz?»
dememüzerine tekrar «bilmiyorum, haberim yok» cevabını verdi.

Ben Memduh Paşa’ya... «bu Albayları emekli edemem, hem çok yetenekli
subaylardır, hem de siz bunların rütbelerine bakmayın, hava kurmay kıdemleri
ile Albay olmuşlar, fakat henüz emeklilik hakları yok» dedim. Konuyu, bu
Albayları Ankara dışına atama ile kapattık. Sonradan öğrendiğime göre, olayın
ortaya çıkış şekli şöyle cereyan etmiş... Muhtırada bir 3 üncü madde var... tabii
bu maddenin işletilmesi ihtimali de var, fakat Genelkurmay’da buna ait hiçbir
hazırlık yok. Kuvvetlerden temsilci isteyelim, komisyonlar kurulsun, hazırlıklar
yapılsın emri verilmiş. Komisyonların başına Korg. Atıf Erçıkan ve Anayasa
Komisyonu başına da Tümg. Rüştü Naipoğlu getirilmiş. Hava Kuvvetlerinden
toplantıya gidecek Albayların kıdemlisine... «toplantıda düşüncelerinizi
söyleyin, fakat ortaya dosya çıkarmayın» talimatını vermiştim.

Anayasa Komisyonu toplanıp çalışmağa başlamış, saatler geçmiş, Anayasa’nın


birinci maddesinin yazılması hariç hiçbir ilerleme kaydedilmemiş. Bunun
üzerine bizim havacıların sabrı taşmış... Anayasa taslağı dosyasını çıkarıp ortaya
koymuşlar, herkes pek memnun kalmış, yalnız çok önemli (!) bir değişiklik
yapmışlar, taslakta ne kadar devrim sözü varsa değiştirip inkilap demişler.

Fakat sonradan ya General Naipoğlu veya General Erçıkan, Memduh Paşa’ya


gidip... havacıların toplantıya sol görüşlü bir Anayasa taslağı ile geldiklerini
söylemiş ve olay patlak vermiş.

12 Mart’tan sonra yapılan bu emeklilik ve atama işlemleri yıllarca polemik


konusu yapıldı... Gürler-Batur-Kayacan ekibinin başı çektiği bir cunta ve bu
cuntanın aşağıya doğru örgütlenmesinde yer alan asker - asker emeklisi - sivil
isimlerden bahsedildi. Bu örgütün yana doğru açılmalarla başka sivil-emekli
subay örgütleri ile de temasta oldukları söylendi, yazıldı ve yapılan
değerlendirmelerde biraz bilgiçlik ve ukalalık ve tahrik ederek insanları birbirine
düşürmek gibi yollara sapılarak yanlış sonuçlara varıldı. Emekli olanları niçin
savunmadığımız ve yarı yolda bıraktığımız da çok söylendi.
Kendimden ve tutumumdan bahsedersem, Gürler ve Kayacan’ın durum ve
tutumlarına da açıklık getirebilirim zannediyorum.

Eğer bir veya birkaç toplantıda bir araya gelip Türkiye’nin içinde bulunduğu
durumu görüşmüş, düşüncelerimizi dile getirmiş, çözüm yollan aramışsak, buna
hemen “Cunta oluştu” mu demek lâzım? Eğer cevap evet ise o gün de, bugün de
Türkiye’de binlerce cunta vardı ve var demek gerekir. Bir Kuvvet Komutanının,
hayatta hiç tanımadığı, görmediği, konuşmadığı ve konuşma ihtiyacını da
duymadığı (kimseyi küçümsemek için söylemiyorum) kimselerle bir cunta
içinde bulunmasına ne gerek var? Bir ihtilâl veya müdahale yapılacaksa bir
Komutanın kendi gücü yetmez mi? Eğer etrafına insan toplayarak güçlenmek
istiyorsa o Komutan zaten zayıf demektir. Ve eğer bir Komutanın düşünceleri,
Güvenlik Kurulu’nda ve başka yerlerde yaptığı konuşmalar biliniyor ve ast’lar
bu düşünceleri paylaşıyorlarsa veya Komutan ast’larının doğru gördüğü
düşüncelerini kabul ediyorsa bu hatalı bir tutum mudur?

Hata ne zaman başlar... ast’lar ve sorumsuz kişilerce çengel atılanlar... «Komutan


bizdendir», bir güç oluşturup kendisine yardımcı olalım (buraya kadar doğru),
istediğimizi yaptırmz (işte buradan itibarenyanlış) düşüncesine kendilerini
kaptırırlarsa yanılırlar.

Ve sonradan öğrendim ki... bizlerle konuşan, dertleşen eski asker arkadaşlarımız


kendilerini güçlü göstermek ve taraftar toplamak için bizlerle bir cunta içinde
bulundukları izlemini etrafa yaymışlardır.

12 Mart olayında, iyi niyetli olduklarından asla şüphe etmediğim bazı general ve
subaylarımız da bu yanlış değerlendirmelerin içine düşmüşlerdir zannediyorum.

En başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere bizlerin hatası yok mu?... elbette
vardır. Ast kademelerdekilerin faaliyetleri hakkında çeşitli kanallardan aldığı
haberlerle, Genelkurmay Başkanı içimizde en fazla bilgiye sahip olandı... ismen
tek tek kimin ne yaptığını biliyordu. Örneğin... Tümg. Celil Gürkan’ın, daha
İzmit’te Kolordu Komutan Vekili iken yaptığı temasları biliyor ve kendisini
takip ettiriyordu ve bu durumu bizlere söylemişti. O halde önleyici ve zecri
önlemleri zamanmda almamıştı?... Bu durum, Silâhlı Kuvvetler’de eskiden beri
var olan bir hastalıktı. Nitekim önceki dönemlerde de zamanında askerlik
disiplinine yakışır önlemler alınsaydı 22 Şubat ve 21 Mayıs olayları patlak
vermezdi.
* * * * *

Harp Akademisinden çok sevdiğim sınıf arkadaşım Tümgeneral İzzet Atalay


beklenmedik bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yummuştu. Cenaze töreni
için 17 Mart günü Maltepe Camiine gitmiştik. Biz dört Komutan yan yana
dururken, yanımıza NİHAT ERİM geldi ve bizlere yavaşça Başbakanlığa
atandığını söyledi. Zannediyorum Memduh Paşa hariç, biz durumu orada
kendisinden duyduk. Erim’in Başbakanlığa atanması resmen 19 Mart’ta
gerçekleşti, neyse haberi biz halktan evvel duymuştuk. Bu atamanın nasıl
gerçekleştiği konusunu ne o zaman ne de sonradan kimseye sormadım, bugün bu
konunun doğrusunu bilen Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri General Cihat
Alpan hayatta, eğer kendisi açıklarsa tarihe hizmet etmiş olur kanısındayım.

Aradan yıllar geçti, Cumhurbaşkanı Sayın Korutürk tarafından Kontenjan


Senatörü seçildikten beş ay sonra CHP’ye katıldım, yer yerinden oynadı ve
basının sağlı-sollu hücumlarına uğradım. Bu sıralarda Sayın Cüneyt Arcayürek
benimle bir ropörtaj yaptı ve bu ropörtaj 24 Kasım 1974 gününden başlayarak üç
gün süre ile Hürriyet gazetesinde yayımlandı. Söylediklerime hem Sayın
Demirel ve hem de Sayın Ecevit’ten tepki geldi.

Bu bölümde, yalnız Sayın Demirel'in tepkisinden bahsedeceğim. Arcayürek’in


sorularından biri şu idi... «12 Mart’tan sonra uygulama başladı. Bu uygulamanın
önemli bir bölümü, kamuoyunu rencide etti. Siz ne yaptınız bu durum karşısında
o vakitler? Muhtırayı imza amacıyla olagelmiş olaylar arasındaki farklılıklar
karşısında nasıl davrandınız?»

Kendisine şu cevabı vermiştim... «Kamuoyunda tamamen yanlış bilinen hususlar


var. Bunları kısaca açıklayayım. Biz dört Komutan olarak 12 Mart Muhtırasını
verdik. Sonraki eylemler içinde ne hükümet teşkili, ne Başbakanın seçilmesi, ne
Bakanların seçimi, ne hükümet programının hazırlanması, ne tatbikat, ne de
Sıkıyönetim tatbikatı ile hiçbir ilgimiz yok bizim. Fakat kamuoyu her şeyi
bizden bilmektedir. Bilmekte de haklıdır. Çünkü sorumluluk bizim üzerimizde
idi. Devrenin sorumluluğunu üzerimde taşıyorum.

Çünkü taşımıyorum diye inkâr edemezsin, taşıyorsun... içinde bulunmuşum o


dönemin. Ancak, meselâ herkesin bilmesi lâzımdır ki, Sıkıyönetim Komutanları
ait oldukları Kuvvet Komutanlarına değil, hatta Genelkurmay Başkanı’na bile
bağlı değillerdir. Herhangi bir Sıkıyönetim bölgesinde fena bir şey cereyan
etmişse, bundan sorumlu biz değiliz. Ama mademki, 12 Mart Muhtırası’na imza
attık, o dönemin idaresi sürmüştür, endirekt olarak sorumluyuz. Bu cesareti
gösteriyorum işte, sorumluyuz demekle... Esas pek çok meselede sorumlu olan
bazı kimseler, neden sorumlu olmaktan kaçıyorlar, benim anlamadığım nokta
işte bu...»

Arcayürek’in... «12 Mart’tan sonra Ordu ve küçük rütbesinden en yüksek


rütbesine kadar politikanın içinde miydi?» sorusuna da şu cevabı vermiştim...

«Katiyen... biz Komutanlar olarak Silâhlı Kuvvetleri politikaya sokmadık.


Çünkü tarihimizde bunun acı örnekleri var. Sokmadık, bunun ispatı da normal
düzene geçildikten dokuz ay sonra yapılan Kıbrıs harekâtında, ordunun ne kadar
eğitimli, ne kadar birbirine bağlı olması ile ortaya çıktı. 12 Mart’ın bütün
eylemlerini, tarizlerini üzerimize çekip aldık. Fakat orduda, altımızı talî
meselelerle ilgilendirmedik ve Orduyu politikaya sokmadık.»

Bu sözlerime Sayın Demirel, 3 Aralık 1974’den itibaren Hürriyet gazetesinde


cevap vermeğe başladı... ve bana söyleyeceği sözlerin hiçbir şekilde Silâhlı
Kuvvetleri ilzam etmeyeceğini dikkatle seçilmiş sözcüklerle belirttikten sonra,
benim «12 Mart müdahalesini yaptıktan sonra biz işlere karışmadık» sözlerime
karşılık olarak da...

«Buna inanmak mümkün değildir. Şayet bu doğru ise «Niçin muhtıra verdiniz?»
diye sorarlar. Muhtırada nasıl bir Hükümet istendiği, bunun ne yapacağı
yazılmıştır. Muhtıranın taleplerinin hükümete, onun programına ve icraatına
aksedip etmemesi şayet muhtırayı verenleri alâkadar etmiyorsa kimi alâkadar
edecekti? Ayrıca muhtıranın müeyyidesi de vardır. İlk iki maddede söylenenler
yapılmazsa Silâhlı Kuvvetler’in idareyi üzerine alacağı hususu üçüncü maddeyi
teşkil eder. Bu itibarla da biz muhtırayı verdik, sonrası ile alâkadar olmadık
demek bir anlam taşımaz.»

Kendi söylediklerimi ve Sayın Demirel’in cevaplarını şimdi değerlendirdiğimde


şu hususlar dikkatimi çekiyor...

* Ben... doğruları söylemiştim. Bu doğrular; o zamanlar hayatta olan Sayın


Sunay, Erim, Tağmaç, Gürler, Eyiceoğlu tarafından bilindiği halde, hiç biri,
Sayın Demirel’in sözlerinden sonra Batur’un dedikleri, doğrudur, yanlıştır veya
kısmen doğrudur demek zahmetine bile katlanmadılar.

* İkinci ve daha önemli gördüğüm nokta... Sayın Demirel’in görüşlerinde ve


tenkitlerinde kendi açısından büyük doğruluk payı vardır... itiraf etmek gerekir ki
biz yanlış ve eksik bir müdahale yapmış, siyasi partileri ve meclisleri açık
bırakmış, yalnız hükümeti istifa ettirmekle yetinmiştik.

«Tarih tekerrür etmez» derler, eder de etmez de, yalnız tarihten ve yapılan
hatalardan ders alınır. İşte bizim 12 Mart’taki hatamızı gören 12 Eylül’ ün
Komutanları, aynı hatayı tekrarlamadılar ve ne garip tesadüf (!) o tarihte gene
Başbakan olan Sayın Demlrel’i ve bütün parlamenterleri evlerine göndererek,
sorumluluğu tam ve bölünmez şekilde üzerlerine aldılar ve sonradan yapılacak
polemikleri önlediler.

Her üç Kuvvet Komutanı ve Genelkurmay Başkanınca birlik ve beraberliğin ve


disiplin kurulmasını layan emirlere rağmen Silâhlı Kuvvetler’de sükûnet hâlâ
temin edilmemiş olmalı ki, aşağıdaki yazıyı posta kanalı ile aldık.

ÇOK GİZLİ
T.C.
T. S. K.
DEVRİM KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI KARARGÂHI
HRK. İSTİH : 1401 -1 - 71 Dev. Hrk.
23 MART 1971 KONU : MUHTIRASAL olaylar ve sonrası
Sayın Muhsin Batur ORGENERAL Hv. K. K. .
ANKARA
Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, özellikle alt kademelerindeki devrimci güçleri
bünyesinde toplamış ve örgütlenmiş olan «DEVRİM KUVVETLERİ
KOMUTANLIĞI»nca 12 Mart 1971 tarihli muhtıradan önceki ve sonraki olaylar
dikkatle izlenmiş ve aşağıda belirtilen hususların, Genelkurmay Başkanlığına ve
Kuvvet Komutanlıklarına arz edilmesinde memleketin menfaatleri açısından
zorunluluk olduğu kanısına varılmıştır.
1. Komutanlığımızca, muhtırasal hükümetin devrimci uygulamalara
girişebilmesine mevcut sosyo-ekonomik ve politik koşulların elverişli olmadığı
bir gerçek olarak kabul edilmesine rağmen Atatürkçü istikamette yürütüleceği
belirtilen çabalarm bir süre izlenmesi uygun görülmüştür.
2. Atatürkçü istikamette yürütülecek hükümet uygulamalarından sapmalar
tesbit edilmesi halinde, şimdiye kadar tahditli olarak desteklenmiş olan devrimci
eylemin, yeraltma kaydırılarak Devrim Kuvvetleri Komutanlığının yetki ve
sorumluluğunda organize edilip yürütülmesi karar altına alınmıştır.
3. 12 Mart 1971 tarihli muhtıranın 3 üncü maddesinin uygulanması halinde,
önceden tespit edildiği ve bilindiği üzere yasama ve yürütme yetkilerine sahip
«DEVRİM KONSEYİ»nin tüm devrimci kesimleri kapsayacak şekilde kurulması
sağlanmalıdır.
4. Yukarıda belirtilen konularda sapmaların belirmesi halinde, Türk Silâhlı
Kuvvetleri bünyesinde meydana gelebilecek bölünme ve silâhlı çatışmaların tüm
sorumluluğu, Silâhlı Kuvvetler Komuta kademesine ait olacaktır.
Arz olunur.
Dev. K. K.
* * * * *

Ben, Sayın Erim’i, 1967 yılında Cumhurbaşkanı ile Amerika’ya yaptığımız 10
günlük resmi ziyaret esnasında tanımıştım. Cumhurbaşkanı’na refakat eden
heyette o parlamenter, ben ise askeri müşavir olarak bulunuyorduk. Fiziği,
kültürü, hafıza gücü ve ciddi konuşmaları ile bende olumlu izlenim bırakmıştı.
Tabii yöneticilik yeteneğini bilmiyordum, ama onu da görecektik ve ben genelde
kendisinden ümitliydim.

Göreve atandıktan sonra diğer Komutanlar gibi ben de kendisini ziyaret ederek
başarı dileklerimi bildirdim. Başbakanlık’tan çıkarken basın mensupları etrafımı
çevirdiler, aramızda şu konuşmalar geçti...

Gazeteciler: Yarınki güvenoylaması için bir şey söyleyebilir misiniz?

Batur: Ben mi? O, politika olur.

Gazeteciler: Muhtıradan sonraki gelişmeler, muhtıranın metnine uygun mudur?

Batur: Uygundur.

Gazeteciler: Hükümet, bu programı ile başarıya ulaşır mı?

Batur: İnşallah... istemiyor musunuz başarıya ulaşmasını?

Başbakan Erim, 2 Nisan 1971’de Millet Meclisi ve Senato’da, Hükümet


programını okudu. Programda şu hususlar dikkati çekiyordu.

* Gerçekleştirilmesi zorunlu yapısal ve kurumsal değişikliklere türlü


nedenlerle girişlememiş ve sorunları çözmede olayların arkasında kalınmıştır.
Karşılıklı güvensizlik ortamı doğmuştur. Muhtıranın verilmesi ile tutulan yol,
yurt sorunları karşısında çok hassas olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, demokratik
rejime ve Anayasa düzenine bağlılığının en açık delilidir.
* Anayasa’nm gösterdiği doğrultuda yapılması zorunlu reformların hiç
beklenilmeden gerçekleşmesi zorunludur. Bu nedenle Türk kamuoyu karşısına
«Reform Hükümeti» olarak çıkıyoruz.

* Atatürk ilke ve devrimleri tüm olarak uygulanacaktır. Lâiklik ilkesi tam


olarak uygulanacaktır.

* Ön planda yapabileceğimize inandığımız ve yapmağa kararlı olduğumuz


reformlar şunlardır;

— Toprak reformu

— Milli Eğitim reformu

— Mali reformlar

— Hukuk ve adalet reformu

— Devlet kesiminin yeniden düzenlenmesi (idari reform)

— Enerji ve tabii reformlarla ilgili reformlar.

Görüldüğü gibi, bu program hiç olmazsa teoride; 12 Mart Muhtırası’nın, Silâhlı


Kuvvetlerin ve bizim şimdiye kadar dile getirdiğimiz düşüncelerin tümünü
kapsıyordu. O halde bu programın nesine karışacaktık? Bakanlar Kurulu’na
gelince; Atillâ Karaosmanoğlu, Osman Olcay, Prof. Türkân Akyol, Selâhattin
Babüroğlu, Özer Derbil, Atilla Sav, Hamdi Ömeroğlu, Ayhan Çilingiroğlu,
Şinasi Orel gibi kişiler reform çalışmalarını yürütecek yetenekte ve partisiz
üyelerdi. O halde kabine teşkilinde koyduğumuz basit isteğin (kabinede Türkiye’
yi 12 Mart’a getiren hükümetten kimse bulunmayacak) dışında hükümetin
kuruluşuna niçin karışacaktık? Gerek Hükümet programının reformlar bölümü,
gerekse kabine üyelerinden bir kısmı; Silâhlı Kuvvetler’in ve hatta daha önceki
bölümlerde bahsettiğim Silâhlı Kuvvetler içindeki diğer hazırlıkların içeriğine
büyük benzerlikler gösteriyordu, fark, uygulama yönteminde idi.

Biz gidişattan ümitlenirken Nihat Erim; Hükümet programı Meclis’te


tartışılırken, kendisinden beklenmeyen ve o günün ortamına göre siyasi gaf
sayılabilecek bir söz sarf etti. Meclise hitaben dedi ki... «Bu programı sizlerle,
Parti liderleri ile birlikte gerçekleştireceğiz. Sık sık Sayın Demirel’i ziyaret
edeceğim. O gelmezse ben gideceğim. O, bana bir defa gelirse, ben onun
ayağına yirmi defa gideceğim.»

Halbuki şöyle diyebilirdi... «Ben, Muhtıra’da belirtilen hususları gerçekleştirmek


üzere görev aldım. Bu görevin icaplarını yerine getirirken sizlerin yardım ve
desteğinize muhtaç olacağım. Bu desteği vermezseniz ben göreve devam imkânı
bulamam ve bu durumda Silâhlı Kuvvetler, Muhtıranın 3 ncü maddesini
işletmeğe mecbur kalır, böyle bir hale sebebiyet verirsek tarih önünde hepimiz
sorumlu oluruz.»

Yanında değildik ki eteğini çekelim veya Meclis’te her zaman yapıldığı gibi
kürsüye pusula gönderip durumu düzeltelim.

* * * * *

Nihat Erim hükümeti, Parlamentodan 321 güvenoyu alarak göreve başladı.

Bu program uygulanabildi mi?... büyük ölçüde hayır. Neden böyle oldu?...


Çeşitli sebepler var... Meclis aynı meclis, partiler aynı parti ve hepsinden
önemlisi «Kafa»lar aynı ve bütün bunlara ilâveten iktidardan uzaklaştığı için AP
Genel Başkanı’nda kişisel bir burukluk ve kırgınlık var.

Hepsinden daha önemlisi ise; yavaşlayıp duracağına, tam tersine anarşi


tırmanmağa, olaylar artmağa başlayınca... Anayasa değişikliği, sert önlemler ve
hürriyetlerin kısıtlanmasını isteyenler başta Org. Tağmaç ve bazı siyasi liderler
olmak üzere hak ve güç kazanmağa başladılar.

Halbuki hatırlanırsa, 12 Mart’ta Sıkıyönetim ilânı dahi istenmemişti. Ama


olaylar kötü yönde geliştikçe, önce 11 ilde Sıkıyönetim ilânına gidildi sonra da
Anayasa değişikliği gündeme girdi.

* * * * *

5 Temmuz günü Org. Tağmaç, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile bir görüşme
yaptı, ertesi gün de Faruk Paşa beni çağırarak yaptığı görüşmeyi anlattı.

İsmet İnönü kendisine özetle şunları söylemiş... «Tutucu olan iktidar (AP’yi
kastediyor), Türkiye’yi bugünkü duruma getirmiştir. Milli Güvenlik Kurulu’nda,
Hükümetin desteklenmesi yolundaki bildiriye Komutanların niçin imza
attıklarını ve kısa bir süre sonra ne sebeple Muhtıra vermek lüzumunu
duyduklarını anlayamadım. Anayasa değişiklikleri içinde yer alması istenen
üniversite idari özerkliğinin kaldırılmasına karşıyım, bu yapılırsa Üniversite
medreseye döner, maddeye kısıtlayıcı kayıt koymak sureti ile mesele
halledilebilir.»

Memduh Paşa... «Özerklik kelimesi kaldığı müddetçe çıkarılacak kanunların


Anayasa Mahkemesi’nce iptal edileceğini bu sebeple özerkliğin kalkmasını
ısrarla istiyorum» cevabını vermiş, görüşme pek olumlu bir hava içinde de
geçmemiş...

7 Temmuz günkü gazetelerde... «Özerkliğin kaldırılmasını Silâhlı Kuvvetler


istiyor» haberleri yer aldı ve böylece Ordu bu konuya angaje olmağa başladı.

Aynı gün Org. Tağmaç, Org. Gürler ve ben Genelkurmay’da bir araya geldik.
Memduh Paşa yaptığı konuşmada bizlere şunları söyledi... «Silâhlı
Kuvvetlerimiz şimdiye kadar hep siyasi müdahale yaptı, ancak bu defa
ekonomik sistemler üzerinde taraf tutmağa başladı. Bunu anlayamıyorum.
Üniversite özerkliğine, memurların sendika kurmalarına taraftar değilim. Şimdi
yapılacak iş, Anayasa değişikliği ile asayiş ve devlet çarkını yerli yerine
oturtmaktır. Reform, seçim kanunu gibi konular daha sonra ele alınacak
meselelerdir, bunlar da meclislere ait bir meseledir. Bu görüşlerimden
vazgeçmeyeceğim. Şimdi sizlerin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum,
görüşlerimizde ayrılık varsa ve yarın Cumhurbaşkanının yanında yapılacak
toplantıda ekalliyette kalırsam, çekilmeyi düşünüyorum.»

Ben kendisine verdiğim cevapta... «Sizinle teşhis ve tedbirlerde beraber


olduğumuz ve olmadığımız noktalar var, bunları yarınki toplantıda izah
edeceğim» dedikten sonra hazır ve yazılı olan görüşlerimi açıkladım, memnun
kalmadı.

Faruk Paşa... «Sizden ayrı düşünmüyorum, yalnız kelimeler üzerinde ısrar


ederseniz meseleyi çözümsüz hale getirir ve kendinizi yıpratırsınız ki, bunu
doğru görmüyorum» dedi.

8 Temmuz 1971 günü Florya Köşkü’ndeki toplantıya katılmak üzere Ankara’dan


hareket ettik. Memduh Paşa bizden önce ve ayrı bir uçakla İstanbul’a giderek
Cumhurbaşkanı ile konuşmayı tercih etti. Muhtemelen, İnönü ile yaptığı
konuşmayı ve kendi düşüncelerini yalnızken nakletmeyi tercih etmişti.

Uçakla İstanbul’a gelirken, Adliye Bakanı İsmail Arar bizlere... İnönü-Tağmaç


görüşmesi hakkında şunları söyledi. İnönü, kendisine (İsmail Arâr’a) Org.
Tağmaç’a iletilmek üzere şunları söylemiş... «Konuşma aşırı sert oldu, müteessir
oldum, yalnız Sayın Tağmaç kendi ifade etti... ben Cumhurbaşkanı iken 1945’de
Erzincan’da çok partili rejime geçiş hakkında bir saatlik bir konuşma yapmışım,
kendisi o zaman Binbaşı imiş. Lütfetsin ve hatırlasın ki, kendisinden birkaç yaş
dahabüyük ve biraz daha fazla tecrübeliyim.» Bilmiyorum Sayın Arar bu sözleri
Memduh Paşa’ya nakledebildi mi?

Florya Köşkü’ndeki toplantıya Cumhurbaşkanı Sunay başkanlık ediyordu.


Başbakan Erim, Memduh Paşa, İsmail Arar, Faruk Paşa, Eyiceoğlu Amiral ve
ben katılıyordum.

Cumhurbaşkanı toplantıyı açtı ve İnönü’nün katı durumundan, daha önce


cereyan etmiş olaylardan da örnekler vermek sureti ile bahsetti.

Memduh Paşa, bir gün önce bizlere yaptığı konuşmayı tekrarladı.

Sıra bana geldiğinde daha evvel hazırlamış olduğum yazılı konuşmamı yaptım
ve dedim ki;

«Sayın Cumhurbaşkanım..., kendime göre bir değerlendirme yaptım ve Anayasa


üzerinde politik kanadın, yani Siyasi Partilerin ve siyasi kişilerin ne
düşündüklerini, ne söylediklerini tarih sırasına göre tespite çalıştım. Bu tespite
göre;

ANAYASA VE DEĞİŞTİRİLMESİ ÜZERİNDEKİ GELİŞMELER :

POLİTİK KANAT

ADALET PARTİSİ:

Anayasa’nın kabulüne karşı çıkmakla başlayan gelişme 1969 seçim


beyannamesinde resmen açıklanmıştır. AP’nin istediği başlıca değişiklikler
şöylece özetlenebilir:

1. İnsan hak ve hürriyetlerini bizzat bu hak ve hürriyetleri tahrip etmek ve yine


bu hak ve hürriyetlerin dayandığı Devlet ve Hukuk düzenini yok etmek için
kullanılamayacağına ait hükmün Anayasa’ya ilâvesi.

2. Üniversite : Bu müesseselerin muhtariyet prensibine dokunulmadan ıslahı


zaruridir. Akademik hürriyet, devletin temellerini baltalamanın bir vasıtası
sayılamaz. Üniversitelerarası kurulun Anayasada yer almasında büyük fayda
vardır.

3. TRT : Türk milleti, devlet radyo ve televizyonunun tarafsız olmasına ve


tarafsızlığın teminatı olarak muhtariyetine asla karşı değildir. Türk milletinin
kabul etmediği şey muhtariyetin gayesi dışına çıkılarak tarafgirlik yapması ve
yayınlarda Anayasanın yasak ettiği aşırı cereyanlara müsamaha göstermesidir.

4. Yargı organları: Yargı organı ile yürütme ve yasama organı arasmdaki


münasebetleri dengeli bir şekilde ayarlamak lâzımdır.

5. Kanun kuvvetinde kararname çıkarma yetkisinin Anayasaya ithali.

6. Tabii Senatörlüğün kaldırılması.

7. Referandum müessesesinin Anayasaya ithali.

9. Siyasi af.

MİLLİ GÜVEN PARTİSİ:

1. Hürriyetlerin hür düzeni yok etmek için kullanılamayacağı ve komünizmle


faşizme karşı tedbirlerde Anayasa tadili.

2. Anayasamızın yasaklamamış olduğu fikirleri Parlamentoda temsilini


sağlayacak nisbî seçim sistemi, Tabii Senatörlüğün kaldırılması, Kontenjan
Senatörlerinin vasıflarının tayini.

3. Orman suçlarının affı.

4. Üniversite üyelerinin siyasi partilerin yönetim kurullarında günlük faal


politika ile uğraşmamaları.

CHP:

Genellikle Anayasa’nm savunucusu olmuş, tatbik edilmemesinden şikâyetçi


bulunmuştur.

Askerî Kanat:

1. Sayın Genelkurmay Başkanımız genellikle Anayasa’nm hürriyetler,


özerklikler, sendikalar, Danıştay bölümlerinin değiştirilmesi tezini istikrarlı bir
şekilde iki yıldır savunmaktadır.

2. Sayın K.K.K. ve Dz. K. K. kendi fikirlerini söylerler.

3. Ben, Anayasayı Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne getirdiği, peşin inançsızlık ve


bundan doğan tatbik hataları, tutucu ve çıkarcı zümrelerce istenmediği, bu
sebeple değiştirme fikrinin askerî kanattan gelmemesi fikrini savunmuşumdur.

12 Mart Muhtırası’na tekaddüm eden günlerde partiler erkânının Anayasa


üzerindeki fikirleri:

ŞUBAT:

CHP: Krizin sebebi hükümetin Anayasa ile çatışmasıdır.

AP: Krizin sebebi kanunlardaki boşluklardır.

DEMİREL : Polis, toplum olaylarına alışık değil, 36,5 milyonluk Türkiye’de


sessizlik olmayacak. Getirilecek tedbirlerle aşın hareketleri muayyen ölçüde
azaltacağımızı ümid ediyorum.

AP : Hepiniz bir, araya gelin, 226’yı bulun, hükümeti düşürün.

MART :

DP: Demirel'in direnişi rejim için tehlikelidir.

12 Mart Muhtırası:

Muhtıra muhtevası süregelen tutum, görüş ve icraatı ile Parlamento ve Hükümeti


karşıya almış, Anayasaya telmihte bulunulmamıştır. Mevcut anarşik durumu
giderecek ve Anayasa’nm öngördüğü reformları Atatürk’çü görüşle uygulayacak
bir hükümetin kurulması istenmişti.

Hükümetin kuruluşunu müteakip meydana gelen olaylar ve fikrî gelişmeler :

1. Sayın Başbakan ilk beyanatında önce huzur, sonra reformlar demiş, asayişin
sağlanmasıyla önce eldeki kanunlardan yararlanacağını, eğer onlar yetmezse
yeni kanunlara başvurulabileceğini söylemiştir.
2. Hükümet Programı: Programın girişinde 1961 Anayasası’ndan bir şikâyette
bulunulmamış, gerçekleştirilmesi zorunlu yapısal ve kurumsal değişkiliklere
girişilmemiş ve sorunları çözmede olayların arkasında kalındığı, temel nedenlere
inilmediği, reformların ele alınmadığı fikri yer almaktadır ve direkt bir Anayasa
değişikliği ihtiyacmdan bahsedilmemektedir.

3. 10 Nisan: Sayın Başbakan; uygulanmayan Anayasayı uygulayacağız.


Parlamento anlayış gösterirse Anayasaya el atmadan bu dertlerin çaresi
bulunabilir. Anayasayı uygulamaya çalışacağız, meselâ; Anayasa Mahkemesi,
Danıştay, Yargıtay, mahkemelerin bağımsızlığı, TRT ve Üniversitenin özerkliği...
ben şahsen bunlara çok inanmış bir insan olarak iş başına geldim. Binaenaleyh
şimdi gelip de bunları değiştirelim teklifi ile ortaya çıkamam demiştir.

4. 23 Nisan: Sayın Başbakan; olağanüstü davranışlarla karşı karşıyayız, bu


davranışları olağanüstü tedbirlerle yok edeceğiz. Alacağımız tedbirler 1961
Anayasasının Hukuk Devleti olma ilkesini, insan haklarmı daha da
kuvvetlendirmesidir, ama bu tedbirler tedhişçilere göz açtırmayacaktır. T.B.M.M.
şüphesiz hükümeti daha geniş yetkilerle, güçlendirecek bir Anayasa değişikliğini
hemen gerçekleştirecektir.

5. Bu esnada anarşik olaylar durmadı, hatta arttı ve Sıkıyönetim ilânı zaruri


görüldü.

6. Anayasa noktai nazarında başlıca fikirler şöyle-ce tasnif edilebilir:

a — Anayasa’nm değiştirilmemesi, kanunların tarafsız uygulanması, kanuni


boşlukların doldurulması^ yeni kanunlar çıkarılarak huzur sağlanmaya
çalışılırken reformların ele alınması.
b — Anayasa değişikliğinde zaruret vardır, bu Anayasa varken çıkarılacak
kanunlar Anayasaya uymazlığı bakımından iptal edilir ve mesele halledilemez.
c — Anayasa değişikliğine lüzum vardır, çünkü bu Anayasa iyi değildir ve bazı
maksatların tahakkukuna imkân vermemektedir.

7. Prensip olarak Anayasanın değiştirilmesi fikri kabul edildikten sonra asgari


müştereklerde birleşerek bir tadilin yapılmasının hazırlık çalışmalarına ve
temaslarına başlanıldı. Bu çalışmalar esnasında normal olarak muhtelif empoze
ve fikirlerin tesirinde kalındığı da bir gerçektir. Tasarı taslağı üzerinde genel bir
kıymetlendirme yaparsak, şahsi kanım odur ki; AP hülya dahi etmediği
hususların birçoğuna kavuşmakta ve hevesle müstakbel iktidar günlerini
beklemektedir.

8. Hürriyetler ve özerklikler bahsinde yapılacak dozaj ve fikir hataları, normal


düzene dönüldükten sonra ya anarşik durumun devamına yarayacak veya
Türkiye’nin esas meseleleri olan sosyal ve ekonomik reformlarla uğraşmak
yerine yeniden bir hürriyet mücadelesi ve bu mücadele paravanası arkasında
başka yıkıcı emellerin saklanmasına fırsat verecek bir ortam ve lüzumsuz rejim
tartışmaları devam edecektir.

9. Bu Anayasa tadilleri esnasında evvelce iki defa açıkladığım bir düşüncemi de


tekrar burada izah etmek isterim. Devletlerin hayatında kısa vadeli tedbirler
önem ifade etmezler, esas olan netice ve devamlılıktır. Hürriyetler, özerklikler,
yargı ve icra bölümlerinde yapılacak Anayasa değişiklikleri devletin atisi için
yeterli olmayacaktır. Bugünkü şekli ve fonksiyonu ile bırakılacak yasama organı,
genel seçimleri müteakip Türkiye’yi bir çıkmaza yeniden sürükleyecektir.

Türkiye’nin sosyal yapısını realist olarak kıymetlendirmede hata etmememiz


lâzımdır. Sosyal yapı itibarıyla genellikle ilerici ve tutucu olarak
vasıflandırabileceğimiz yapımız Türkiye’nin idaresine, imkân buldukça
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, DP ve AP düşünüşü dışında bir
partinin gelmesine imkân vermez. Bu noktada CHP’yi veya mevcut partilerden
bir diğerini savunuyorum zehabına kapılmmamasım istirham ederim. Böylece
teşekkül edecek idare de tecrübeyle sabit olduğu gibi, bazen 13, bazen 5 senede
malûm sonucu vermektedir. O halde Meclis ve Senato’nun teşkil tarzı ve
fonksiyonlarında muhakkak bir Anayasa tadili yapılmalıdır.

MUHTEMEL DURUMLAR :

Şimdi karşılaşılması muhtemel durumlar üzerindeki fikirlerimi söylemek


istiyorum:

İki yakın ihtimal var.

a — Anayasa tadilleri Parlamentodan geçer.

b — Reddedilir.

İkinci ihtimal vaki olursa ne yapacağız? Şu hal tarzları uygulanabilir:

1. Muhtıranın üçüncü maddesini işletmek, yani askerlerin idareye el koyması.


Çeşitli sebeplerle ben bu çözüm yolunun karşısındayım.

2. T.B.M.M.’ni feshederek bugünkü hükümetin vazifeye devamını sağlamak, bir


Kurucu Meclis teşkil ederek Anayasa değişikliklerini bu mecliste bir daha
tezekkür etmek ve referanduma sunmak, yeni Seçim Kanunu hazırlamak, yeni
Anayasa, Meclislerin yeni şekli ve yeni Seçim Kanunu ile en geç 1972
Mayıs’mda genel seçimlere gitmek.

10. Son olarak bir önemli noktayı daha ifade etmek istiyorum:

Silâhlı Kuvvetleri direkt politikaya itip fikir ve eylem olarak bölmemek, Komuta
Katını yıpratmamak ve Silâhlı Kuvvetleri son güvenilecek unsur olarak
muhafaza etmek için de bizim, yani Komutanların fiiliyata ve genel prensipler
dışında teferruata girmememizin doğru ve lâzım olacağı kanaatindeyim.

Arz ederim.

* * * * *

Amiral Eyiceoğlu yaptığı konuşmada özetle... «12 Mart Muhtırası’nın yürürlükte


olduğu unutulmamalıdır... İnönü, her zaman olduğu gibi, şimdi de memleketi
kendisinin idare ettiğini ve dediğinin yapılacağını zannediyor, gerekli Anayasa
değişiklikleri yapılmalıdır» dedi.

Faruk Paşa... genellikle benim söylediğim düşüncelerin aynını, fakat çok dikkatli
seçilmiş, yumuşak kelimelerle ifade etti. Memduh Paşa bu inceliğin pek farkına
varamadı veya varmak istemedi, Faruk Paşa’yı hiç tenkit etmedi, Eyiceoğlu’nu
destekledi ve bana cevap verdi... «Kurucu Meclis katiyen faydalı olamaz, bunu
düşünmemek lâzımdır. Parlamentoya verilecek şekil sonra düşünülür. Şimdi
yapılacak iş... Üniversite, TRTözerkliklerinin kaldırılması ve diğer Anayasa
değişiklikleridir» dedi.

Başbakan Erim yaptığı konuşmada... önce neden günbegün fikir değiştirdiğinin


savunmasını yaptı (çünkü önceleri hiç Anayasa değişikliği düşünmezken
sonraları «bu Anayasa bizim için lüks» demişti). Neden bu kadar çok madde
değişikliği ile ortaya çıktığının izahını yaptı ve her zamanki gibi Alman ve
İtalyan Anayasalarından örnekler verdi.

Erim, bu izahatından sonra hangi ihtimallerle karşılaşılabileceğini açıkladı ve


dedi ki;
* Anayasa tadil teklifi için yeterli imza bulunursa, konu halledilir.

* İnönü istemezse, tadil teklifinin kanunlaşması için yeterli oy bulunamaz.

* İnönü, hükümetteki CHP’li Bakanların çekilmesini arzu edebilir. Bu takdirde


Karaosmanoğlu ve Çilingiroğlu da kabineden çekilir.

* Şimdi iki hal tarzı olduğu meydana çıkıyor... ya bu tasarıyı olduğu gibi
Meclis Başkanma vermek veya mutavassıt bir hal tarzı bulmak.

Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı, tasarının olduğu gibi Meclise


gönderilmesini istediler. Cumhurbaşkanı oylama yapacağmı söyleyince ben
itiraz ederek... «Bu toplantıyı ve konuşulanları Sayın Başbakan bir defa daha
Sayın İnönü’ye anlatsınlar, alacağı sonuca göre bir karara varalım» dedim.
Teklifim kabul edildi ve toplantı bitti.

* * * * *

Ankara’ya döndüğüm zaman Milli Birlik Grubu üyesi Gen. Mucip Ataklı’dan 8
Temmuz tarihli el yazısı ile yazılmış 11 sayfalık uzun bir mektup aldım.
Ataklı,bu mektubunda endişe ve önerilerini bildiriyordu. Mektuptan bazı pasajlar
almakla yetineceğim...

«12 Mart Muhtırası bir zorunluluğun iyi niyetli eseri olmakla beraber amaca
ulaşmada yetersiz kalmıştır.»

«Özellikle, muhtırayı takip eden zamanda uygulamada hâkim olan tek yönlü
görüş ve asıl suçlu teşhisindeki hata, umud edilen huzur ortamını yeterince
gerçekleştirememiştir. »

«Büyük Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetimizin komünizme itilmesi ne derece


tehlikeli ise, teokratik ve faşist bir düzenin de ihya edilmesi o derece tehlikeli ve
sakıncalıdır.»

«Bizleri umutsuzluğa düşüren husus, uygulamada AP iktidarı döneminde olduğu


gibi ve onların iddialarına hak verdirecek tek yönlü sindirmeğe ve gelecekte çok
olumsuz sonuçlar doğuracak Anayasa değişikliklerine gidilmiş olmasıdır.»

«30 Haziran 1971 günü Milli Birlik Grubu olarak Gen. Fahri Özdilek
Başkanlığında beş kişilik bir heyet olarak Org. Tağmaç’ı ziyarete gittik. Biz,
kendisine bu ziyaretimizde Kuvvet Komutanları da bulunsun diye rica etmiştik,
ama herhalde kendisi istemedi. Sayın Genelkurmay Başkanını büyük bir
sorumluluğun altında ezgin, yorgun ve çare bulmada endişeli buldum. Samimi.
ve vatansever duygular içerisinde heyecanlı fakat bazı çevrelerin geniş etkisi
altında kalarak teşhis hataları içinde ve sabit kanaatlerle peşin hükümlü
olduğunu teşhis ettim.»

«Sayın Genelkurmay Başkanı’na göre, bugünkü duruma gelişin ve 12 Mart


Muhtırası’nın verilişinin baş sorumlusu... TRT, Üniversite, basındır...»

«Kendisine, asıl suçlunun her türlü imkâna sahip, fakat zihniyeti Anayasaya ters
düşen AP iktidarı olduğunu ve baş suçludan hesap sorulmamasının gelecek için
büyük tehlikeler yaratacağını anlatmağa çalıştık ve dedik ki, AP Genel Başkanı
grubunda ve Temsilciler Meclisi’nde... «Askerler silâhlarını bir defa duvara
dayasınlar, ondan sonra ne yapacağımızı düşünürüz. Şimdilik sükûnet içinde
bulunmalıyız.»

«AP, geniş bir propaganda kampanyası ile Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay


Başkanı, Demirel ile anlaşmışlar... bu anarşik ortamı Orduya bertaraf
ettirecekler, Anayasayı AP’nin istediği gibi değiştirtecekler, ondan sonra iktidarı
DemirePe vereceklerdir, tarzında haberler yayılmaktadır. Grup’ta De-mirel’e...
«12 Mart’a gelineceğini hissetmediniz mi?» sorusu tevcih edildiğinde... Demirel;
Doğu’da yaptığı gezide Ordunun kendisini Devlet Başkam gibi karşıladığını,
General Kep’i giydirerek en büyük generale yapılan ihtiramı gösterdiklerini,
şiltler verdiklerini söylemiştir.»

Ve mektup böylece devam ediyordu... içindeki görüşlere katılmamak da


mümkün değildi.

* * * * *

11 Ağustos’ta tekrar Florya Köşkü’nde toplandık. Başbakan Erim ve İsmail Arar


yaptıkları temasları anlattılar ve Anayasanın 11nci maddesi (Temel Hak ve
Özgürlükler), 38nci maddesi (kamulaştırma), 120nci maddesi (Özerk Üniversite,
TRT), 147nci maddesi (Anayasa Mahkemesi görev ve yetkileri) üzerindeki
anlaşmazlıkları izah ettiler.

Hepimiz gene bilinen kendi fikirlerimizi dile getirdik. Bu arada ben...


«Başbakanın tekrar ya partiler-arası ortak komisyon veya Parti Başkanları ile
görüşmesini ve bir çözüm yolu bulunmasını, CHP’sinden başta İsmet İnönü
olmak üzere yeteri kadar parlamenterin tadil tasarısında imzası bulunmazsa, biz
Komutanların, Silâhlı Kuvvetler ve kamuoyunda müşkül durumda kalacağımızı»
dile getirdim.

12 Ağustos günü Başbakan Erim, bana telefon ederek İnönü ile konuştuğunu,
11nci madde hariç bir anlaşmaya varmak mümkün olduğunu, artık kendisinin
Memduh Paşa ile bu konuyu bir daha görüşmeyeceğini, Cumhurbaşkanına
ulaştığı neticeyi bildirerek, Memduh Paşa’yı imale etmesini isteyeceğini söyledi.
Kendisine verdiğim cevapta... «inatlaşmakla meseleler hal edilmez... fakat
gerçek şu... sizde ve bizde birer inatçı işi uzatıyorlar» dedim.

* * * * *

12 Mart Muhtırası verileli 6 ay olmuştu. Çeşitli sebeplerle Muhtırada yapılması


öngörülen ve Hükümet programmda da yer alan reformların gerçekleştirilmesi
çeşitli nedenlerle savsaklanıyordu.

O yıllarda Kuvvetler, kuruluş günlerini törenlerle kutlarlardı. 28 Eylül günü


Preveze Deniz Savaşı zaferinin ve Deniz Kuvvetlerimizin 433 ncü kuruluş
yılının kutlama törenleri yapılıyordu. Bu vesile ile Komutan bir demeç verdi ve
gazetecilerin sorularını cevaplandırdı Amiral Eyiceoğlu Türk donanmasının
yenilenmesinin ön plana alındığını açıkladıktan sonra... «Türk Silâhlı
Kuvvetlerinin en büyük komutanından en küçük rütbelisine kadar, hiçbir fikir
ayrılığı içinde olmadan Komuta zincirine bağlı, milletin ve memleketin
hizmetinde bulunmakta olduğunu herkesin en ufak şüphesi olmadan bilmesi
gerekir. Reformlar ancak şimdi yapılır. Çeşitli menfaatler ağır basmağa
başladıktan sonra reform yapılamaz» demişti.

Bu sırada Yankı mecmuası başyazarı Mehmet Ali Kışlalı devreye girdi ve


Amiral Eyiceoğlu’na atıf yaparak benden aynı içerikte bir beyanat istedi, olumlu
cevabımı alınca sorularını yöneltmeğe başladı...

Yankı: 12 Mart Muhtırası’nm verilişinden bu yana ortaya çıkan gelişmeler


hakkında ne düşünüyorsunuz? Demokrasinin normal yürümesi için gerekli
unsurlar nelerdir?
Batur : 12 Mart Muhtırası’nm ne sebeple verildiği muhtıranın metninde
belirtilmiştir. Muhtıra üzerindeki kamuoyunun düşüncelerini şöyle
özetleyebiliriz; eylemi büyük çoğunluk tasvip etmiştir. Bir azınlık muhtırayı
yetersiz bulmuş, çeşitli azınlıklar da muhtıranın karşısında yer almışlardır.
ürkiye’nin 12 Mart durumuna gelişinin çeşitli sebepleri vardır. Ana sebep, milli
T
irade sloganını kendine paravana edinen sandıksal demokratik neticelerle,
Anayasal organlar ve elit düşünürlerin Türkiye sorunları ve çözüm yolları
üzerinde bireşememeleridir. Bu birleşme asgari müştereklerde sağlanmadığı
müddetçe ileride de şekli demokraside zikzaklar beklenebilir.
Yankı: 12 Mart Muhtırası neyin karşısmdadır? Reformlarla ilgili görüşlerinizi
biraz açıklar mısınız?
Batur : Muhtıradaki imza sahipleri olarak biz komünizm, bilimsel sosyalizm,
teokratik idare tarzları ile bu idare tarzlarına Türkiye’yi götürecek fikir ve
eylemlerin karşısındayız. «Atatürk’ün bize emanet ettiği yolda, dondurulmuş
kalıplara bağlı kalmadan, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik sorunlarının akıl ve
bilim yolu ile çözümleneceğine inanıyoruz. Sosyo-ekonomik çıkar gruplarının
karşısındayız. En büyük Türk reformisti Atatürk, reformları milli iradeye
dayanarak yapmamıştır. Türk milletini muasır milletler seviyesine yükseltecek
reformları önce yapmış sonra millete maletmiştir.
Yankı: Reformlar mutlaka yapılacak mı?
Batur : 12 Mart Muhtırası üzerinden altı ay geçmiştir. Menfaat gruplarının ve
onların temsilcilerinin planlı olduğu görülen bir askalasyonla direnişlerini
arttırdıkları ve reformlara karşı çıkacakları görülmektedir. İdarei maslahatçılar
reform yapamazlar. Reformlara mevzu itibarı ile inanmamış olanlar ise hiç
reform yapamazlar. Bu direnişler nerede.n gelirse gelsin Türkiye’yi hızla ve
sosyal adalet ilkeleri içerisinde kalkındıracak olan reformlar mutlaka
yapılacaktır. Ele alman reformları daha iyi bir şekle ulaştırmak için tabiidir ki
her türlü tartışma yapılacaktır. Fakat tartışma perdesi altında reformlar dejenere
edilmeyecektir.
Yankı: Komuta kademesinde görüş ayrılıkları olduğundan bahsediliyor?
Batur : Bazı çevrelerde 12 Mart Muhtırası’na imza koyanların çeşitli
mevzularda fikir ve eylem birliği içinde olmadıkları fikrinin yayılmakta veya
böyle ümitler doğmakta olduğunu sezinliyoruz. Hayal ve hayale dayanan ümitle
hareketin sonu hüsran olur. Gayet tabii olarak Komutanlar arasında görüş
farkları olabilir. Fakat bu ayrılıklar hiçbir zaman prensipte olmamıştır ve
olmayacaktır. Böyle bir durum olsaydı, esasen 12 Mart Muhtırası meydana
gelmezdi. «Biz Komutanlar Muhtırayı, Türk kamuoyu ile Silâhlı Kuvvetlerimizin
tümünün eğilimini dikkate alarak ve bu maddi ve manevi güçlerden kuvvet
alarak verdik. Mesleklerimizin en yüksek noktasına erişmiş kişiler olarak her
türlü kişisel çıkarlardan uzak, yalnız Türk milletinin yükselmesini hedef almış bu
hedefe yürekten inanmış herkesin en büyük destekçisi olarak vazife
görmekteyiz.»
Yankı dergisi benden sonra Org. Faruk Gürler’ den de bir demeç aldı. Yankı’nın
soru ve Faruk Paşa’nın cevapları da şöyle idi:

Yankı: Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlarının dergimizin sorularına


verdikleri cevapları gördünüz. 12 Mart’tan bu yana olağanüstü şartlar içinde
yaşadığımızın farkındayız. Acaba komuta kademesinde «fikir ayrılıkları» olduğu
hakkındaki söylentilere ne dersiniz?
Gürler : «İlkönce şunu söyleyeyim ki, Komuta heyeti denince, yalnız 12 Mart
Muhtırasina imza koyan dört Komutanı anlamamak gerek. 12 Mart Muhtı-
rası’na, Silâhlı Kuvvetler emir ve komuta zinciri içerisinde imza koyan dört
Komutan, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin en alt kademesinden en üstüne kadar bütün
Komuta heyetinin ortak görüşünü temsil etmektedir. 12 Mart Muhtırası,
yurdumuzun her tarafından gelen Silâhlı Kuvvetler’in tüm eğilimlerini intikal
ettiren ve her türlü görüşü içine alan Komutanların ortak ifadesidir.»
«Komuta heyetini yalnız kendisine empoze edilen şeyi kabul eden insanlar
topluluğu saymak yanlış olur. Komuta heyeti de bir tefekküre sahiptir. Ancak ana
prensipler tespit edilmiştir ve bunda en ufak bir ayrılık yoktur. Komuta heyetinin
benimsediği ve ısrarla takip ettiği ana prensipler şunlardır;
1. Anayasamızın 11 nci maddesine gölge düşürülmeyecek,
2. Anarşiye son verilecek, huzur ve asayiş sağlanacaktır.
3. Anayasa’nın öngördüğü reformlar Atatürkçü bir görüşle mutlaka
yapılacaktır.
Bu üç prensip üzerinde Komuta heyetinde en ufak bir ayrılık yoktur. Metod’da,
daha doğrusu uygulama alanında ise iş, Komuta heyetinden ziyade teknisyenlere
düşmektedir. Hükümet, Bakanlıklar ve devlet kuruluşları bunların metodlarmı
tespit eder, uygularlar. Biz
sadece Atatürk’ün önceden öngördüğü reformların yapılmasını istiyoruz. Atatürk
yolunun doğrultusundan hiçbir zaman dönülmemesini istiyoruz. Ne bir sol, ne de
bir sağ diktaya asla imkân tanımıyoruz. Sol dikta derken komünizmi ve bilimsel
sosyalizmi kastediyoruz. Sağda da teokratik düzen, şeriat düzenine karşıyız.
Bunun yanında ekonomik, kültürel ve sosyal yapıdaki her türlü aşırı sağ ve aşırı
sol inanca karşıyız. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bir düşüncenin
kesin olarak karşısındayız. Netice olarak şunu söyleyeyim ki, aşırı sağ ve aşırı
sol 12 Mart’m tereddütsüz karşısında olduğu akımlardır.
Bu komuta heyeti tesadüfen birbirini çok iyi tanıyan generallerden müteşekkildir.
Komuta katı derken yalnız Kuvvet Komutanlarını ve Genelkurmay Başkanı’ nı
söylemek istemiyorum. Bütün üst kademeyi ifade etmek istiyorum. Karacılar
Kuleli Askeri Lisesi’nden beri birbirlerini tanımaktadırlar. Deniz ve Hava
Kuvvetlerimize mensup arkadaşlarımızla en azından Harp Akademiler’inde
beraber bulunmuşuzdur. Meselâ Hava Kuvvetleri Komutanı Üsteğmenken
(burada ufak bir yanlış var, Yüzbaşıydım) ben Binbaşı olarak Akademideydim.
Sonradan da devamlı ilişkilerimiz olmuştur. Bu kadar ahenkli bir grubun
Komuta kademesine şimdiye kadar gelmediğini düşünüyoruz. Bu komuta heyeti
içinde fikri ayrılık ya da fikir aykırılıklarının olduğu intibaını verme
gayretlerinin farkındayız. Ama bu gayretler boş, ham hayallerdir. Hiçbir netice
vermez. Komuta heyetinin başmda sizden bir sene büyük olan, sınıfının en
değerli elemanlarından Tağmaç var. Karakterine güveniyoruz, kumanda zinciri
içinde birleşmişiz. Atatürk’ ün emanetini muhafazaya, gösterdiği istikamete
gitmemeğe çalışıyoruz.
Tabii her insanın davranışı, karakteri farklı. Bir komutan fikrini açıkça söyler,
çevresindekilerle konuşur. Diğeri belki konuşmaz. Buna bakıp da «komutanlar
arasında fikir ayrılıkları var» demek büyük hatadır.
Yankı: Reformlar ile ilgili görüşleriniz nelerdir?
Gürler : Biz Atatürk’ün gösterdiği yolu takip ediyoruz. Atatürk üç hedef
göstermiştir. Yurtta sulh Cihanda sulh, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve
Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün muhafazası. Bu hedeflere gitmek için
gösterilen yollar da bellidir: Halkçılık, Devletçilik, İnkılâpçüık, Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik. Osmanlı İmparatorluğu’nun da hedefleri vardı; Allahın ismini her
şeyin üstünde tutmak, araziyi genişletmek ve araziyi dağıtmak. Atatürk’ün
getirdikleri çok daha geçerli ve çok daha dinamik. İşte, biz bu prensiplerden
hareket ediyoruz ve bu yolları takip etmek kararındayız. Reformları da bu
çerçeve içinde görüyoruz. Yankı’da yazdınız, o zaman da söylemiştim, biz
kimsenin adamı değiliz. Biz doğru bildiğimiz yolda yürüyoruz.
Türkiye’nin yukarıda belirttiğim çerçeve içinde ileriye doğru gitmesi için
reformlara ihtiyaç vardır. Toprak reformu, eğitim reformu, adalet reformu, vergi
reformu, bunların hepsi yapılacaktır. Çünkü bu memleketin bu reformlara
ihtiyacı vardır. Bunların karşısına şu veya bu taktikle çıkma bir fayda getirmez.
Bu usuller bilinmektedir. Bizim gerileyeceğimizi sananlar da aldanmaktadırlar.
Zaten böyle bir şey olsa 12 Mart Muhtırasinin mânası kalmaz.»

[Yazarın notu: Org. Gürler’in demecinin tamamını bu kitaba aldım. Sayın İsmail
Cem «12 Mart» Kitabının 2nci cilt 149’uncu sayfasında Reform Güldürüsü!
başlığı altında şunları yazmış... «Atatürk’ün, hepimizin üzerinde durduğu çeşitli
vecizeleri vardır. (Ne mutlu Türk’üm diyene) sözü nasıl bir mana taşıyorsa,
Atatürk’ün (Durmayalım düşeriz) sözünün de özel bir anlamı vardır. Bu söz,
reformları ifade ediyor. îşte, Komuta heyeti, bu inanç içinde reformları sonuna
kadar takip edecek ve gerçekleştirilmesini sağlayacaktır.» Sayın Cem bu
beyanatı nereden bulmuş ve niçin böyle bir başlık koymuş, anlayamadım. Bütün
Komutanlar reform yapılmasını istiyorlardı, eğer bu istek bir "güldürü" ise bir
diyeceğim yok.]

Dikkat edilirse gerek Faruk Paşa’nm, gerekse benim sözlerimin içinde genelde
reddedilmekle beraber bazı fikir ayrılıklarının bulunduğunun ima edildiği
görülür, ama bunun aramızda bir bölünmeye sebep olmayacağı da
vurgulanmıştır.

* * * * *

Arka arkaya verilen ve bütünü basında yer alan bu demeçlere ne tepkiler


gösterildi... Şimdi bunların ufak bir bölümünü görelim...

* Başbakan Nihat Erim:

Erim’in tepkisini, kendisinin basın müşaviri olan Kurtul Altuğ’un kitabından


aynen aktarıyorum...
«Cumhurbaşkanı ile Başbakanı getiren askeri uçak saat 18’de alana indi.
Cumhurbaşkanı, Başbakan’a veda etti. Başbakan, Cadillac’ına doğru yürürken
birden beni gördü, bir şeyler olduğunu sezinlemiş olmalı ki:
«Hayır ola, ne var?» diye seslendi.
Başbakan’a:
«Zatıâlinize arz edilecek önemli konular var» diye cevap verdim.
Erim:
«O halde yanıma gel» dedi ve Cadillac’ına doğru yürüdü. Cadillac’ta ben
Başbakan’m yanma oturdum. Benim yanımda ise Özel Kalem Müdürü Güner
Öztek vardı. Hiçbir şey söylemeden Org. Batur’un demecini Başbakan’a uzattım.
Hava hayli kararmıştı. Başbakan demeci eline almadı ve:
«Sen oku, dinleyelim» dedi. Bu, Erim’in âdetidir. Kendisi okumaktan çok
dinlemeyi tercih eder. Başbakan’a Batur’un demecini okudum. Tepkisini şu
sözlerle ifade etti:
«Sana daha önce de söylemiştim. Günah bizden gitti. Biz üstümüze düşeni
yaptık. Gerisini Demirel düşünsün...»
Başbakan’a sordum;
«Beyefendi, ne yapmak niyetindesiniz?»
Erim cevap verdi;
«Meclis kürsüsüne çıkıp konuşacağım ve diyeceğim ki, «Siz... önce içinizdeki
meseleleri halledin»
Başbakan Mecliste konuştu ve bu sözleri söyledi, sonra açıkladı;
Bir eski Başbakan hakkında eğer bir şaibe isnadı varsa o Başbakan değil
«
makamdan, politikadan çekilmelidir. İngiliz Başbakanı bir kredi meselesinden
çekilmiş, çekilmekle kalmamış politikaya da veda etmiş...»
Başbakan’a;
«Pekiyi Beyefendi, eğer Demirel diretirse ne olur?» diye sordum.
Erim;:
«O zaman olacaklara ben karışmam, şapkamı alır giderim» dedi.

* İsmet İnönü: «Bir defa Komutanların vaziyetini iyi anlamak lâzımdır.
Komutanlar, bir bunalımın zoru ile siyaset sahnesine çıkmışlardır. 12 Mart’ta
geldiler. 11 Mart vaziyeti, memleketin her bakımdan güçlük içinde, ümitsizlik
içinde bulunduğu bir bunalımdı. Ondan sonra Komutanlar, demokratik bir
idarenin süratle kurulması için mümkün olanı yaptılar ve her vesile ile
demokratik bir rejimin süratle kurulmasını ve bunun dışında bu idare tarzına
heves etmediklerini göstermeğe çalıştılar. Bu arzuda samimidirler. Güçlükler
vardır. Güçlüklerin ciddiyetini, kumandanların arzularım, samimiyetini bilerek
bu buhranlardan elbirliği ile geçebilmeliyiz. Bunun için çalışıyoruz. Ümit ederim
ki geçeceğiz. Geçebilirsek kısa zamanda geçeriz veyahut uzun sürer. Uzun
sürerse bir bunalıma varmadan geçebilirsek gene başarıdır.»

* Abdi İpekçi: Miliyet Gazetesi Başyazarının uzun olan makalesinden bazı


pasajlar almakla yetiniyorum... İpekçi şöyle yazıyordu:

«Kuvvet Komutanlarının birbiri ardından «Reformların mutlaka


gerçekleştirilmesi gereğinden» söz eden demeçler vermeleri anlamlıdır. Komuta
heyetinin son günlerin siyasi gelişmeleri karşısında böyle bir uyarmaya ihtiyaç
duydukları anlaşılmaktadır... Durumu demokratik ilkelerle bağdaştırmak güçtür.
Ama olayların yorumlanmasmda sadece soyut ilkeleri dikkate almak gerçekçi
değildi. Bu hatayı yapanların, teşhislerinde daima yanıldıkları son günlerde
görülen taze örneklerle doludur... Türkiye bir bakıma talihlidir. Cumhuriyet
rejiminde ordumuz dikta heveslilerinin daima karşısına dikilmiş ve
müdahalelerini gerçek bir demokrasinin kurulması yönünde yapmıştır. 27 Mayıs,
22 Şubat, 21 Mayıs gibi 12 Mart da bunu doğrulamaktadır.
Şimdi sonucusu üzerinde duralım, 12 Mart Muhtırası niçin verilmiştir?
Parlamenter rejime paydos edip askeri bir dikta kurmak için mi, yoksa
demokratik rejimi karşılaştığı tehlikelerden kurtarıp sağlamlaştırmak için mi?
Her şey ikinci hedefin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Komuta heyeti verdiği
muhtırada rejimi yıkmak isteyen anarşik eylemlerin önlenmesini istemiş ve bu
amaçla Hükümete yardımcı olmak üzere Ordusunu seferber etmiştir. Ama
Komuta heyetinin rejimi tehdit eden karışıklıkların temelinde sosyal ve ekonomik
huzursuzlukların bulunduğunu — her sağduyu sahibi gibi — görebildiği için (*),
aynı zamanda bu huzursuzlukları giderecek tedbirlerin alınmasını, reformların
yapılmasını istemişti... Bu koşullar demokratik ilkelerden söz etmekle değişmez...
Demokrasiye gerçekten bağlı olanların akılcı yolu seçmeleri, her şeyden önce
Ordunun yönetime müdahalesini gerekli kılan nedenlerin ortadan kaldırılmasına
yardımcı olmaları gerekir.»

* Fikret Ekinci: Makalesinde şu görüşleri dile getiriyordu... «Kumandanların


konuşmasına ihtiyaç var mıydı?... Gayet açık yazıyoruz, memleketin açıklığa
ihtiyacı vardır. Bize göre konuşmalar gerekli idi. Herkes konuşacak! Kimi
kendisini Ordunun adamı diye yayacak, kimi kendisini reformcu tanıtacak,
bunlar gidince reformlar yatacak imajını yaratacak, kimi de hâlâ milli irade
demagojisi ile tafra satacak, ama 12 Mart’m sorumluluğunu taşıyan, o
muhtıranın altında imzası olanlar konuşmayacaklar! Bu nasıl mantıktır?

* Altan Öymen: Akşam gazetesindeki köşesinde «12 Mart Muhtırası» başlıklı


çok basit, fakat çok anlamlı yazısında... «Anlaşılıyor ki, unutulanlar çoktur. Hele
bazı kelimelerini hiç hatırlamıyorlar. Şöyleydi metni; dedikten sonra muhtırayı
aynen veriyor ve yazısını şöyle bitiriyordu... «Unutmuş olanların hatırlamalarına
faydası olur diye tekrarladık. Yazımız bu kadar.»

* AP Bolu Milletvekili Ahmet Çakmak: Başbakan’ın cevaplamasını isteyerek,


Meclis Başkanlığı’na verdiği sözlü soru önergesinde şu görüşlere yer
veriyordu... «Devlet memuru sıfatmdaki bazı komutanların TRT ve basında yer
alan demeçleri ağır bir darbedir. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir ilkesi var
olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve icra kuvvetinin başı olarak bu
demeç ve davranışlar hakkında tutumunuz ve tedbiriniz nedir?»

* Başbakan Nihat Erim: 29 Eylül Perşembe günü Meclis kürsüsüne çıkarak,


Ahmet Çakmak ve onun gibi düşünenlerin sorularına cevap verdi ve özetle dedi
ki... «Bu soruyu bugün bana değil, 12 Mart’ta o zaman Başbakan olan kendi
Genel Başkanmıza sormanız lâzımdı. 12 Mart’ı kabul ettik mi? etmedik mi? 12
Mart günü ses çıkartmayıp, sonra bu kürsüde... mevsimi gelince 12 Mart
Muhtırası’m eleştireceğiz demek mertlik değildir. 12 Mart’ta ses çıkarılmayacak,
aylar geçecek, komutanlara devlet memuru dedirtilecek. Bu samimiyet değildir.
Yarayı deşmeyin, sorumlu olursunuz.»

* İsmet İnönü, (CHP Genel Başkanı): «Parlamento görevini yapsaydı,


Komutanlar böyle demeçler vermek zorunda kalmazlardı.»

Komutanların reform üzerindeki görüşlerini açıklamalarından ve Meclis’te


Başbakan Erim’in yaptığı sert çıkıştan sonra 5 Ekim 1971 günü AP,
Hükümetteki Bakanlarını çekmeğe karar verdi. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve biz
Komutanlar buruk bir hava içerisinde İzmir’de başlayacak olan Akdeniz
Olimpiyatları törenine katıldık ve sonra Ankara’ya döndük.

Demirel, belki de fazla ileri gittiğini anladı, mehter takımı gibi, iki adım ileri
gittikten sonra yana bir adım atarak yeni bir demeç verdi... «Hükümetin
çekilmesi için sebep yoktur. Hükümete üye veren bir parti ortaklıktan çekilmiştir.
Bu bir güvensizlik değil, sorumluluğa katılmamaktır. O halde Hükümet vardır.

Demirel’in bu kararma bazı AP'liler uymadılar... Cahit Karakaş ve Sezai Ergun


gibi. Bu arada Cumhurbaşkanı 8 Ekim’de DemirePi Köşke çağırdı. O esnada
İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in Türkiye’yi ziyareti siyasi tansiyonu ve trafiği
geçici olarak düşürdü ama karşılaştığı problemlere çare bulamayan Başbakan
Erim 26 Ekim günü istifa etti ve bunu TRT ile duyurdu.

27 Ekim günü toplanan Milli Güvenik Kurulu istifa konusunu (görevi


olmamakla beraber) ele aldı ve yapılan görüşmeler sonunda istifa kabul edilmedi
ve daha toplantı devam ederken karar, Genel Sekreter Gen. Cihat Alpan
tarafından TRT’ye bildirildi.

Silâhlı Kuvvetler ağırlığını tekrar koyunca, 1 Kasım günü toplanan AP Genel


İdare Kurulu, AP bakanları Hükümetten çekme kararmdan vazgeçti. Balon bir
defa daha patlamıştı, ama bu yeniden şişmeyecek demek değildi.

* * * * *

2 Aralık günü Mesut Erez’in Başbakan Yardımcılığına atandığı haberini


radyodan duydum. Sayın Erez’i Bakanlığı döneminden tanır ve takdir ederdim.
Uygar ve yetenekli bir insandı ve biraz da Sayın Demirel’le ters düşerdi, belki de
ileride Demirel’e bir alternatif olma görüşü ile bu göreve getirilmişti. Ancak bu
atama 12 Mart’ta biz Komutanların aldığı basit prensip kararma uymuyordu ve
Memduh Paşa durumu bildiği halde bize bilgi verme gereğini bile duymamıştı.
Daha ne yapacağımızı düşünmeğe başlamadan olaylar patlak verdi.

3 Aralık sabah saat 9.30’da Refet Erim telefonla randevu istedi. Hava Kuvvetleri
Güçlendirme Vakfı Yönetim Kurulu üyesi olduğu için Vakıfla ilgili bir konuyu
görüşmek üzere geleceğini zannediyordum.

Refet Erim geldiğinde oldukça heyecanlı idi. Bana 5 Bakanın istifa edeceğini
söyledi ve isimlerini verdi. Attilâ Karaosmanoğlu’nu telefonla aradım... bana
artık iş yapma imkânı kalmadığım ve istifalarını yazdıklarını söyledi. Kendisine
bu kararı uygun bulmadığımı ve istifa yazısından bir suret göndermesini istedim.

Derhal telefonla Memduh Paşa’yı aradım... Cumhurbaşkanının yanında


olduğunu söylediler. Genel Sekreter Alpan Paşa’yı aradım, onu da bulamayınca.
Cumhurbaşkam’nm Hava yaverine... «şimdi hemen Cumhurbaşkam’nın odasına
gir, başbakanın istifa edeceğini ve önlenmesi ricamı kendisine ilet» dedim.

Cumhurbaşkanı ve Memduh Paşa haberi alınca şaşırmışlar, hemen Attilâ Sunay’ı


devreye sokarak telefonla Özer Derbil’le konuşturmuşlar ve haberin
doğruluğunu öğrenince, Cumhurbaşkanı, Özer DerbiP-le görüşmek üzere saat
18.00’de randevu vermiş.

Bu haberi alınca tekrar Attilâ Karaosmanoğlu’na telefon ettim, istifada acele


etmemelerini, Özer Derbil'in, gayet sakin ve sivri ifadelerden kaçınarak...
durumu, ne yapmak istediklerini, bunların sağlayacağı faydaları, ne gibi
güçlüklerle karşılaştıklarını ve iş yapamaz hale geldiklerini Cumhurbaşkam’na
anlatmasını rica ettim.

Amiral Eyiceoğlu’na telefon ettim, geldi durumu anlattım. Saatler ilerledikçe


Eyiceoğlu bana birkaç defa telefon ederek istifa eden Bakan sayısının arttığını
bildirdi.

Öğle ajansı istifaları verdi ve benim yapabileceğim bir şey kalmadı. İstifadan
önce çoğunu sevdiğimiz ve çalışmalarını takdir ettiğimiz bakanlar sıkıntılarını
vedüşüncelerini bizlere anlatsalar belki bir hal tarzı bulunabilirdi.

Bu arada bir noktaya değinmek istiyorum... AP ve bir kesim ilk gününden 12


Mart’a karşı çıktılar, bunu normal karşılıyorum. Ancak aradan bir hayli zaman
geçtikten sonra ll’lerden bazılarının da 12 Mart’ı acımasız eleştirdiklerine şahit
oldum. Bir dönem açılacak, bu dönemde Bakanlığı kabul edeceksiniz ve sonra
sebebinde ne kadar haklı olursanız olun, Bakanlıktan ayrıldıktan sonra o dönemi
kınayacaksınız! Bunu anlayamıyorum.

Tarihi bir vesika olması bakımından ayrılan Bakanların istifa bildirilerini bu


kitaba koymakta fayda gördüm.
Ankara : 2 Aralık 1971
Sayın Prof. Dr. Nihat Erim
Başbakan
Ankara
12 Mart müdahalesinin sona erdirmek istediği siyasal ve ekonomik bunalım,
bugün biçim ve görünüş değiştirerek devam etmektedir.
12 Mart Muhtırası’nın yüklediği görevi hızla yerine getirebilmek için Hükümetin
seçimlere kadar sürekliliği ve kabul edilebilirliği fikri yerleşmemiştir. Tam
tersine AP’nin veya AP ile birlikte Meclis’te teşekkül edecek herhangi bir
koalisyonun Hükümeti kolaylıkla çekilme zorunda bırakabileceği kabul edilir
hale gelmiştir. Bu, bir uygun anı seçme sorunu sayılmaktadır. Bu yönde herkesin
gözü önünde türlü denemeler yapılmaktadır.
Hükümeti 26 Ekim 1971’de istifasmı vermeye zorlayan bunalım geçiştirildikten
sonra, bir kısım basın yardımıyla başlatılan fiat artışı kampanyası görüntüsü
altında ve Sıkıyönetimin uzatılması görüşmeleri sırasında siyasal partiler
sorumlularının tutum ve beyanları bu anlayışın açık bir belirtisidir.
Durumun kötüye gitmesinden türlü nedenlerle yarar umanlar; hükümet
değişikliğinde kendilerini iktidara alternatif görenler; Faşizme kayabilecek bir
yönetimin işbaşma gelmesinin kendilerine büyük çıkarlar sağlayacağını
sananlar Hükümeti düşürebilmek için yoğunlaşan bir cephe çalışması
oluşturmaktadırlar.
Bu durum karşısmda bırakılan, fakat olağandışı bir dönemde çok köklü
değişiklikler yapma anlamına gelen reformları yapma sorumluluğunu ve
görevini yüklenen Hükümete hem gündelik işlerin yürütülmesinde, hem de
reformların yapılmasında çeşitli engellemeler uygulanmaktadır. Toprak Reformu
Ön Tedbirler Kanun tasarısı çalışmalarında bunun açık örnekleri verilmiştir.
Hükümet programı içinde «Reformlar» olarak nitelenen değişiklikler Türkiye’yi
çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için gerekli asgarilerdir. Gerçekte
toplumsal ve ekonomik bünyemizde köklü değişiklikler yapmadığımız,
yapamadığımız ve bu değişikliklerin gerektirdiği yönde uluslararası ekonomik
bağlantı ve yükümlülüklerimizi gözden geçirtmediğimiz takdirde sorunların
görüntüleriyle boğuşan bir durumdan öteye geçemeyiz.
Gelişmiş ülkelerle aramızdaki gelir farkı, gittikçe artarak büyüyen istihdam
sorunu çok hızla saniyleş-memizi kaçınılmaz kılmaktadır. Buna engel olan
kaynak sorununun, dış ticaretimiz üzerindeki uluslararası sınırlamaların ve
ekonomik politikamızdaki çelişkilerin ortadan kaldırılması şarttır.
Bir sıçrama yapmak zorundayız. Bu, ekonomik ve sosyal her türlü olanakların ve
kaynakların uygun biçimde biraraya getirilmesiyle gerçekleştirilebilir.
Toplumlunuzun bütün yaratıcı gücünün (entelektüel ve emek enerjisinin)
harekete geçirilmesi esastır. Toplu-mun yaratma gücünün harekete geçirilmesi,
daha iyi yarınlara olan inancının yaratılabilmesi için fedakâr-lıkta eşitlik
uygulamasının mutlaka sağlanması, bu yönde vergi kanunlarının sosyal adaleti
gerçekleştirecek biçimde yeniden düzenlenmesi esas olmalıdır. Uzun yıllardır
bütün hükümetlerin hazırlayıp, Parlamentoya sunmaktan kaçındığı, fakat yüksek
gelirlilerin vergi kaçakçılığının önlenebilmesi için zorunlu olan servet vergisinin,
tarımsal kazançları etkin biçimde vergilendirecek değişikliklerin, veraset ve
intikal vergisinin en kısa zamanda düzenlenmesi gerekir.
Daha iyi hizmet götüren bir yönetim kurabilmek için yukarı idari kademelerde
geniş çapta değişiklik yapılması ve iş yapabileceklerin hiçbir siyasal kaygıya
düşülmeksizin işbaşma getirilmesi gerekir. Bu konuda Hükümet tam yetkili
olmalıdır. Hükümetin atamalarla ilgili seçimlerine tam güvenilmemesi ve türlü
yerlerden müdahelelerde bulunulması, görevlerin tam olarak yerine getirilmesini
önler. Hükümet üyelerinin hepsinin dürüst ve iyiniyetli, bir kısmının enerjik
olması sorunların çözümü için yeterli değildir. Olağan bir koalisyon hükümetinin
görevi ötesinde sorumluluk ve görevler yüklendiği için Hükümetimizin bir
koalisyon hükümetinin zaaflarını bünyesinde bulundurarak başarıya ulaşmasının
beklenemeyeceği ortaya çıkmıştır.
Hükümetimizin yüklendiği ağır sorumluluğu taşıyabilmesi ve görevleri
başarabilmesi için bütününün dürüst, iyiniyetli ve enerjik olması yanında inanç,
düşünce ve görüş bakımından kaynaşabilecek durumda olması ve idareyle aydın
kamuoyundan destek görmesi gerekir. Yaptığı işlerin ulusun bütününün yararına
olması ve toplumun desteğini kazanmasının koşulu da budıır.
Kıt olanaklar içinde kıvranan halkımızın büyük çoğunluğunun yaşama
koşullarını daha iyiye götürebilmek, yoksul fakat yetenekli çocuklarımıza
eğitimde fırsat eşitliği sağlayabilmek, halkımıza ucuz ilâç, topraksız köylümüze
toprak sağlayabilmek, tabii kaynaklarımızı ulusumuzun yararına kullanılabilir
hale getirebilmek için harcadığımız sürekli çabalar sadece çıkarlarını düşünen
çevrelerin açık ya da gizli çabalarıyla engellenmiştir. Bu engelleme teknik ve
politik her seviyede devam etmektedir.
Gerek bu konuların, gerekse kısa vadeli diğer sorunların çözümlenmesinde
ağırlığı olan para ve maliye politikasının en bilgili ve yapıcı biçimde formüle
edilebilmesinin ve uygulanabilmesinin sağlanması gerekmektedir. Bütünüyle AP
Hükümetinden devralınmış, AP devrinin ekonomik politikasının hazırlayıcısı,
modem iktisat ve maliye anlayışından yoksun ve Hükümetimizle işbirliği
yapmaya isteksiz bir Maliye ve Merkez Bankası ekibi sorunların büyüyerek
çözümlerinin güçleşmesine sebep olmaktadır.
Hükümetin diğer konulardaki teknik desteği de eksiktir. Bu eksikliğe ilâve olarak
aydın kamuoyu türlü nedenlerle Hükümet tasarruflannı şüpheyle karşılar hale
gelmiştir. Bu nedenle desteğini esirgemektedir.
Sıkıyönetimin ilânından sonra Hükümet ile Sıkıyönetim arasındaki çalışma ve
yürütme ilkelerinin iyi saptanamaması sonucunda ortaya çıkan bir kısım
uygulamalar gerek dünya kamuoyunda, gerekse Türkiye’ deki aydınlar arasında
kaygılar yaratmıştır. Bu arada gerici, tutucu, çıkarcı ve çoğunlukla AP'li basının
reformlara ve Hükümete karşı faaliyetlerini rahatlıklasürdürmesi reformcu bir
Hükümetin desteği olması gereken bütün güçleri küstürmüş bulunmaktadır.
Silâhlı Kuvvetlerimiz 12 Mart’ta gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra, sorunların
çözümünü Parlamentoya, Hükümete ve yönetime bırakmıştır. Bir müdahaleyi
daha zorunlu kılmaktan dikkatle kaçmmak gerekir. Bu durumda bütün
sorumluların, Parlamentonun, siyasal partilerin, aydınların Türkiye’nin içinde
bulunduğu durumu ve hemen tedbirleri almadığı takdirde gittikçe karanlıklaşan
geleceğini gözönlinde tutarak bir çözüm yolu bulmaları gerekmektedir.
Son Hükümet bunalımı sırasında hazırlayarak siyasal partilere verdiğimiz
memorandum bu yönde bir değerlendirmeye olanak sağlayabileceği halde
tartışma konusu bile yapılmamıştır. AP’ye hükümetteki çalışma arkadaşlarına
danışmadan bir Başbakan yardımcılığı vermeniz ve bu yere 12 Mart
Muhtırasının suçladığı Hükümetin bir üyesini getirmeniz bu konunun bütünüyle
bir yana bırakıldığı düşüncesini vermektedir.
Kolektif bir sorumsuzluk havasmm daha uzun sürmeden etkili ve ciddi bir
değerlendirme yapılması gereğine inanıyoruz. Böyle bir değerlendirmeye ve
çözüm yolunun bulunmasına olanak hazırlamak üzere Hükümetteki
görevlerimizden ayrılmaya karar verdik.
İstifalarımızı yüksek bilgilerinize sunarız.
Saygılarımızla.
Sadi Koçaş - Özer Derbil - Attilâ Karaosmanoğlu - Osman Ölçen - Atilâ Sav -
Şinasi Orel - Hamdi Ömeroğlu - Türkân Akyol - Mehmet Olgun - Selâhaddin
Babüroğlu

* * * * *

Aynı günün akşamı dört Komutan Genelkurmay’da toplandık. Memduh Paşa;


istifa eden bakanlardan bazılarının isimlerini sıralayarak çok ağır sözler sarfetti,
bilhassa istifa bildirisinde Sıkıyönetimle ilgili bölümlere çok kızmıştı. Nitekim
kendisi gene bize hiç sormadan Bakanlar hakkında açık beyanatla ağır
suçlamalarda bulundu. Ben zaten duruma çok üzülmüştüm ve Org. Tağmaç’a...
«12 Mart bir defa daha anlamını kaybetmeğe başladı, bunun da esas sebebi
bizim yanlış ve tutarsız hareketlerimiz. Yarın Karargâhımda generallerle bir
toplantı yaparak durum hakkında ne düşündüklerini tespit edeceğim» dedim.
Org. Gürler ve Amiral Eyiceoğlu da aynı mealde birer toplantı yapacaklarını
söylediler.

* * * * *

4 Aralık günü Karargâh’ta 30 generali topladım. Kendilerine cereyan eden


olayları, sebeplerini ve düşüncelerimi anlattım ve önümüzde üç hal tarzı
bulunduğunu ve bu hal tarzlarından hangisine katıldıklarını açıklamalarını
istedim. Tespit ettiğim hal tarzları şunlardı;

1. Muhtıra’da imzası bulunan Komutanlar görevden ayrılsınlar, böylece yeni


Komutanlar düşünce ve eylemlerinde serbest kalsınlar, isterlerse normal
Parlamento rejimi işletirler, isterlerse müdahale şekline devam ederler.

2. Şimdiki komuta katı; Hükümet icraatı ve bilhassa hazırlanmış ve


hazırlanacak reform tasarıları ile yakından ilgilenir ve bu tasarılar bu ilgi havası
içinde Meclise sevk edilir.

3. Muhtıranın üçüncü maddesi işletilir.

Durum ve görüşlerimi Eskişehir’deki 1nci Hava Kuvveti Komutanı’na da


telefonla anlatarak kendisinin ve emrindeki generallerin görüşlerini istedim.
Oylama yaptığımda şöyle bir sonuç ortaya çıktı... Birinci hal tarzına oy veren
olmadı, ikinci hal tarzını 8 general benimsedi, üçüncü hal tarzının uygulanmasını
ise 25 general istedi. Herhalde düştüğümüz durumun sıkıntı ve üzüntüsünü
hissediyor ve eylem istiyorlardı.

Aynı gün Genelkurmay’da toplandık.'Toplantı çok sert bir hava içinde cereyan
etti. Her üç Komutan, Org. Tağmaç’a yaptığımız anket sonuçlarını açıkladık.
Kara ve Deniz Kuvvetlerinde çoğunluk ikinci hal tarzını benimsemişler. Bu
anlaşıldıktan sonra Memduh Paşa konuşmağa başladı... «Arkadaşlar... ben açık
konuşmasını severim, Komutanların tutum ve görüşleri Kuvvetlerine aksediyor.
Kara Kuvvetleri için TUTUCU ve GERİCİ deniyor. Deniz Kuvvetlerinin
gençleri içinde İLERÎCİ’ler var, Hava Kuvvetleri içinse İLERİCİ ve
REFORM’cu deniyor. Bu durum, Silâhlı Kuvvetleri bölüyor. Nitekim son defa
İzmir’de bir havacı ile bir karacı hâkim-savcı arasında geçen münakaşa bunun
tipik bir örneği. Hava Kuvvetleri Komutanı, gazeteci ve politikacılarla temasta.
Nitekim istifaları önce kendisi öğreniyor (nasıl öğrendiğimi anlatmıştım), bu
durumda nasıl birlik, beraberlik içinde çalışabiliriz?» (Rahmetli Memduh Paşa...
hem açık konuşmayı severim diyor, hem de Nihat Erim, Mesut Erez’in
tayinlerini bizden önce biliyor ve bize söylemiyor... bu nasıl açıklık?)

Kendisine kendi üslûbu ile cevap verdim... «Benim hiçbir gizli tarafım yok, her
işim açık, her düşündüğümü rahatça söylerim. Şunu ifade edeyim ki, 12 Mart’
tan sonra çok yanlış bir yol tuttuk. Bütün kamuoyu, hatta dış âlem, biz
Komutanların her işten haberimiz olduğu, her icraattan, hatta en ufak tayinlerin
bile bizlerin bilgisi içinde cereyan ettiği inancı içinde. Halbuki biz nezaket
gösterdik, Bakanların seçiminden bile haberimiz olmadı. Hazırlanan Toprak
Reformu tasarısı ve diğer tasarılar, Silâhlı Kuvvetler’in tasarıları olarak takdim
ediliyor. Karşı taraf bunun böyle olmadığını biliyor. Biz bu konulardan
anlamayız diye meşgul olmak istemiyoruz. Muhtırayı dördümüzün imzaladığı
unutuldu, bütün temasları siz yapıyorsunuz, bize de hiçbir şey söylemiyorsunuz,
dolayısıyla olanlardan habersiziz. Biz karşımızdaki güçleri yanlış
kıymetlendirmişiz, halbuki zannettiğimizden çok güçlüymüşler. Basın ve
Parlamento, Hükümetin aleyhinde. Hayat pahalılığı yapılan propaganda ile
büsbütün arttırılıyor. Biz de hiçbir şeye karışmayınca bu Hükümet ve Bakanlar
kime dayanarak icraat ve reform yapacaklar. Bu durumda bizim görevden
ayrılmamız ve yerlerimizi alacaklara serbest bir zemin hazırlamamız bana uygun
geliyor.» Diğer iki komutan arkadaşım hemen hemen hiç konuşmadılar, hatta
Memduh Paşa bana istifaları yalnız sen biliyordun diye tarizde bulunduğunda,
Eyiceoğlu, ben de biliyordum demek lutfunda bile bulunmadı.

Akşam davet alarak Çankaya Köşkü’ne çıktık. Cumhurbaşkanı, Erim ve biz


dört’ler toplandık...

Cumhurbaşkanı: «Bu şekil istifaları tasvip etmiyorum, yanlış işler yapılıyor.


Acele, bir ilâç fiyat indirimi kararnamesi getirildi. İstanbul’dan Eczacıbaşı ve
heyeti geldi, itirazda bulundu, Güven Partisi (GP) de bana müracaat ederek
kararnameye itiraz etti, bu sebeple imzalamadım.»

Nihat Erim: «İlâç meselesini vaki müracaat üzerine inceletmeğe karar verdim ve
Cumhurbaşkanına kararnameyi imzalamamasını söyledim. Attilâ
Karaosmanoğlu ve Türkân Akyol bu meseleyi, iki tarafın inanacağı tarafsız
kişilere inceletmemi istediler, bu inceleme yapıldı, fakat yazılı bir zabıt veya
rapor almamakla hata ettim. Eczacıbaşı firması, Güven Partisi’ne maddi yardım
yaptı, bu sebeple Güven Partisi işe karıştı. İstifalardan önce Bakanlar bana
müracaat ederek şikâyet ve sıkıntılarını dile getirmediler. Mesut Erez, geçen
yılki Mali Reform tasarılarının sahibi olduğu ve onları savunabilecek bir kişi
olduğundan ve DemirePle arasında görüş farkları olduğu için kabineye aldım,
alırken de diğer Bakanlara bilgi vermedim. Öğrendiğime göre Cahit Karakaş
istifa etmeden önce Amiral Eyiceoğlu ile telefonla görüşmüş, Amiral de ona
istifa etmesini söylemiş.»

Org. Tağmaç: «Bakanların istifa mektubunda, Sıkıyönetimle ilgili bölümü çok


hatalı buldum. TRT’de yayınlanmak üzere ben de bir bildiri hazırladım, izninizle
okuyayım (ve okudu, bildiri temize çekildi ve toplantı devam edereken TRT’ye
gönderildi). Memduh Paşa konuşmasına devamla... «Sabahleyin Genelkurmay'da
toplandık. Ondan evvel de Komutanlar kendi karargâhlarında generallerle görüş
alış verişinde bulundular. Şimdi hepimiz görüşlerimizi açıklayalım.»

Cumhurbaşkanı her zamanki metodu ile, yani en kıdemsizden başlayarak bizleri


dinleyeceğini söyledi ve bana söz verdi. Ben... «bu sefer izin verirseniz en son
ben konuşayım, diğer Komutanlarla görüş ayrılığım olduğundan, müzakerenin
gidişatını bozabilirim» deyince Cumhur başkamı; «nasıl olsa son söz benim,
önce sen konuş» dedi.

Ben önce Hava Kuvvetleri’nde yaptığım anketi ve sonuçlarını açıkladım ve


konuşmama devam ettim... «Şimdi bakıyorum ortam değişti. Silâhlı
Kuvvetler’in kamuoyunda ve basında dayanağı kalmadı. Parlamento oyunları ile
reformlar çıkarılamaz hale getiriliyor.

Benim, 12 Mart’tan sonraki tutumumuz bakımından Sayın Genelkurmay


Başkanı ve Komutan arkadaşlarımla büyük görüş farklarım var. Memleket
idaresinden, reform kanunlarından söz açıldığında... «biz anla, mayız,
karışmayalım» deniliyor. İsmet Paşa, Recep Pe-ker, Saffet Arıkan v.s. kişiler, bir
özel okuldan mı mezun oldular da bu memleketi batırmadan yıllarca idare ettiler.
Biz 12 Mart’tan sonra hiçbir şeye müdahale etmedik, halbuki bütün kamuoyu
tersini biliyor. Hükümet icraatına ve reformlara aleni desteğimizi koymadık,
karşı taraf bunu biliyor. İstifa tarzım hiç onaylamıyorum... bizlere, Başbakan’a
ve en son da zatıâlinize müracaattan sonra istediklerini elde edemezlerse istifa
edebilirlerdi. Mesut Erez, şahsen iyi, reform niteliğinde, hatta sola kaçan mali
yasalar getirmiş bir zattır, severiz. Ancak düşük Demirel kabinesinde görev
almıştır. Başbakan’m bu atamayı önceden kabinede konuşması, bizim de
haberdar olmamız gerekirdi. Halbuki ben haberi radyodan duydum, Sayın
Genelkurmay Başkanı’1 nin haberi ve tasvibi varmış. Ben artık, 12 Mart’ta
halisane dileklerle yapılmış müdahalenin, anarşiyi durdurma hariç bir şey
yapabilme imkânını yitirdiği kanaatindeyim. Memleketi serbest bırakmak için
dört Komutanm çekilmesi fikrini Silâhlı Kuvvetler kabul etmiyor. Ben de diğer
Komutanlarla uyuşamıyorum. Genelkurmay Başkam’nm düşüncelerini
biliyorum, çoğu ile de uyuşamıyorum. Diğer iki Komutan arkadaşımın ne
istediklerini dahi bilmiyorum. O halde inanmadığım ve anlaşamadığım bir statü
içinde kalmayı lüzumsuz buluyorum ve müsaadenizle görevden geçilmek
istiyorum» diyerek sözlerimi bitirdim.

Diğer Kuvvet Komutanları, kendi karargâhlarında yaptıkları anketin sonuçlarını


bildirdiler ve başka bir şey ilâve etmediler.

Cumhurbaşkanı; Hükümeti kurmağa tekrar Nihat Erim’i memur edeceğini ve


hükümetin daha fazla parlamentoya dayalı olmasını istedi.

Ben tekrar söz alarak... «Bu formülün AP’ye taviz ve galebe hissi vereceğini,
istifa eden bakanlar içinde memlekete faydalı insanlar bulunduğunu,
Karaosmanoğlu, Derbil, Babüroğlu, Olcay gibi bakanların çok iyi işler
yaptıklarını, bunlardan faydalanılması gerektiğini» dile getirdim.

Cumhurbaşkanı ve diğer Komutanlar, hem partilere verilen oranları beğendiler,


hem de istifa eden hiçbir bakana tekrar görev verilmemesini savundular. Erim de
bu görüşe katıldı.

* * * * *

Org. Tağmaç, Milli Savunma Bakanı Melen ve ben ayrı toplantılara katılmak
üzere beraberce aynı askerî uçakla Belçika’ya gidiyorduk. 5 Aralık 1971 günü
Esenboğa meydanına gittiğimizde, diğer Komutan ve generaller de bizleri
uğurlamaya gelmişlerdi.

Ben, iki gün evvelki asabiyetimi üzerimden atamamış ve görevden ayrılma


kararımı değiştirmemiştim, hatta bu konu haber olarak basında da yer almıştı.
Kurmay Başkanım Korg. Ahmet Dural da bu kararımı biliyor ve önlemeğe
çalışıyordu. Kendisine verdiğim talimatta, yurda dönüşte Ankara dışında
bulunan generallerin de katılması ile düzenleyeceğim toplantıdan sonra kararımı
uygulayacağımı ve bu toplantıyı tertiplemesini söylemiştim.

Bir ara, Org. Gürler, Amiral Eyiceoğlu, Org. İlter ve Org. Eken topluca
konuşuyorduk. Ben, biraz da sert sözler sarf ederek... «beni hep yalnız
bırakıyorsunuz, belirli bir fikre sahip değil misiniz? Bir büyükten gelen her türlü
düşünceye hemen tabi oluyorsunuz, benimle yalnız başımıza konuşurken başka
türlü, toplanınca başka türlü konuşuyorsunuz, artık sabrım tükendi, dönünce
ayrılacağım» dedim. Amiral Eyiceoğlu önce eşime gitti... «Ne yapıyor bu
Muhsin?.. Tesir et vazgeçir» dedi ve ondan, «Ben böyle işlere karışmam, o ne
yapacağını bilir, madem ki onun istifa etmesini istemiyorsunuz, neden onun
dediklerini yapmıyorsunuz?» cevabını alınca Memduh Paşa’nm yanına gitti,
uzun uzun konuştu.

Hava Kuvvetlerimize ait bir C -130 uçağı ile havalandık. Bir masanın çevresinde
Memduh Paşa, Ferit Melen ve ben, diğer bir masanın çevresinde eşlerimiz
oturuyordu.

Ben bir saate yakın süre başımı önümdeki gazetelerden kaldırmadım, fakat
Memduh Paşa’nın beni kolladığını hissediyordum. Okumam biter bitmez bana
seslenerek, «Gel, biraz konuşalım» dedi. Merdivenlerden çıkarak pilot
mahallinin arkasından kanapeye oturduk. Memduh Paşa üzgün görünüyordu,
bana... «Bak, ben senin hocanım ve yaşça da senden büyüğüm, vazgeç şu
ayrılmak düşüncesinden» dedi.

Verdiğim cevapta... «sizinle fikren çok büyük ayrılıklarımız var, buna rağmen
sizin ne düşündüğünüzü ben, benim ne düşündüğümü siz biliyorsunuz. Diğer iki
Komutan arkadaşım böyle değiller. Gidişatı iyi görmüyorum, yanlışlarla dolu ve
bu gidişatın düzeltilmesine müessir olamıyorum, o halde niçin bu sorumluluğun
içinde kalayım ve itibarımı yitireyim. Evvelki gün Eyiceoğlu da Bakanların istifa
ettiğini biliyordu... hatta kendisine danışan Cahit Karakaş’a istifa etmesini
söylemiş. Siz bana... bu istifaları yalnız sen biliyordun dediğiniz zaman ağzını
bile açmadı, Başbakan bu durumu söyleyince de kızmakla iftifa etti» dedim.

Memduh Paşa, müstakbel Komutan namzetleri hakkında düşündüklerini


söyledikten sonra... «Neyi kime bırakıp gidiyorsun? Söz veriyorum, dediklerini
yapar, reform tasarılarını inceler sahip çıkarız, ben zaten Mart 1972’de
ayrılıyorum, siz birlik berabferlik içinde kalın» dedi. «Siz ayrılmayın ben de
kalayım» dedi. Bu görüşümü kabul etti ve çıktığımız merdivenlerden İnerek,
Sayın Melen ve Bayanların meraklı bakışları arasında eski yerlerimize oturduk.

Belçika’ya inince Kurmay Başkanıma gelişmeleri telefonla bildirdim ve


yapılacak toplantıyı iptal etmesini söyledim, çok memnun oldu.

* * * * *

5 Ocak 1972 gecesi, Cumhurbaşkanı Sunay, Çankaya’da yıllık resepsiyonunu


verdi. Kendisi, Başbakan ve biz Komutanlar salonun yanındaki ufak bir odaya
geçtik. Etrafta ve basmda büyük bir telaş vardı. Sayın Demirel de normal olarak
davet edilmişti. Basın ve çevre bunu «bir barışma» havası içine soktu, halbuki
bana göre kimse kimseye dargın değildi veya bana öyle geliyordu. Nitekim
Sayın Demirel, büyük salonda herkesin meraklı bakışları arasında yanıma geldi
ve bir süre benimle görüştü. Konuşmamız askeri yardımlar ve Silâhlı
Kuvvetler’in ihtiyaçları üzerinde cereyan etti ve ben kendisine eski bir
Başbakana gösterilmesi gereken bir tutum içinde davrandım.

Ama yıllar geçip ben Senatör olarak Meclis’e girdiğimde... dikkat ederdim,
kuliste karşılaştığımızda beni hep görmemezlikten gelir, selâmlaşma zorunluluğu
doğmasın diye başını başka tarafa çevirirdi. Fakat, örneğin Sayın Çağlayangil
böyle değildi, beni evine yemeğe dahi davet etti, ben de memnuniyetle gittim.
Gene yıllar geçti, Sayın Demirel ile Çanakkale’deki zorunlu ikametleri sırasında
beraber bulunan eski CHP’lilerden Sayın Demirel'in çok insancıl ve sevecen
olduğunu duydum. Gelecekte bir yerde karşılaşırsak belki bana da bu yönünü
gösterir.

* * *

18 Ocak günü ilgili bakanların da katılması ile Genelkurmay’da bir Sıkıyönetim


toplantısı yapılıyordu.

DP Genel Başkanı Bozbeyli o gün bir demeç vererek... Başbakan’ın tutuklanan


yazarlar dolayısıyla Fransız gazetecilerine verdiği beyanatı ağır bir şekilde
eleştirmişti. Uygulama Sıkıyönetime ait olduğu için de Memduh Paşa,
Bozbeyli’ye çok kızmıştı. Devlet Bakanı Doğan Kitaplı havayı yumuşatmak için
«Bu dönemden Ordu ve Hükümet başarılı çıkmalıdır» dedi. Zaten o dönemde
AP’nin sloganı... «Ordu, hep kendini galip hissetmeli ve zannetmelidir» idi.

Başbakan Erim «Meclis Sıkıyönetimin uzatılması ile ilgili görüşmelerde ne ile


karşılaşacağımı bilmiyorum, bu sebeple Türkiye’de cereyan eden olaylar
hakkında Parti liderlerine bilgi verilmesi gerekir» dedi.

Ben söz alarak... «Mademki TBMM’nin üyeleri Türkiye’de cereyan eden


olayları bilmiyorlar (bilmeleri de pek mümkün değildi, sağlı-sollu ve çeşitli
fraksiyonlu o kadar çok örgüt vardı ki), o halde gizli celsede hükümet buradaki
bilgileri meclise açıklasın. (Sonraları muntazam aralıklarla Parti liderleri ve
yöneticileri için Genelkurmay’ca düzenlenen brifinglerde Türkiye’de olanlar ve
örgütlenmeler hakkında bilgi verilmeğe başlandı.) Diğer taraftan yurt sathında
Silâhlı Kuvvetlere karşı güvensizlik ve hayal kırıklığı başlamıştır. Ben şahsen
inci Erim Hükümetini çevremde aylarca savundum... «sabırlı olun, bu hükümet
istenenleri yapacak dedim.

Aradan on buçuk ay geçti, Anayasa tadili ile üç idamdan başka bir şey
yapılmadı. Çok ağır çalışılıyor, özel komisyonlar teşkili ile reform çalışmaları
hızlandırılmalıdır» dedim.

Başbakan Erim ve Bakan Kitaplı... «zaten bu şekilde çalışıyoruz, yakında


tasarılar Meclis’e sevkedile-cek, siz gene bizi savunmakta devam edin paşam»
dediler.

* * *

Benim günler geçtikçe ümidim azalıyor ve tedirgin bir hava içine giriyordum ve
yavaş yavaş konuştuğum kimselere, politik esneklik ve nezakete uymayacak
sözler sarf ediyordum. 24 Ocak günü Pakistan Başkanı But-to’ya verilen
yemekte, karşımda ve yanlarımda DP Genel Başkanı Bozbeyli, Köy İşleri,
Turizm, Sanayi ve Spor Bakanları oturuyorlardı. Yemeğin sonlarına doğru
ayırım yapmadan hepsine hitap ederek... «12 Mart’a memleketi Silâhlı Kuvvetler
getirmedi. Muhtıra; eksik, yanlış, doğru... onu tarih değerlendirecektir. Yanlış
şimdi Muhtıra verilmiş ve fiili bir durum hâsıl olmuştur. Bunu kabul edip
etmeme meselesi var. Çok onurlu olan kabul etmez ve Meclis’ten çekilir gider»
dedim (Yıllarca sonra kürsüde konuşurken bana sataşan bir Senatöre bu görüşe
benzer bir cevap verdim, ileride göreceğiz.)

* * * * *

25 Ocak günü Butto’yu uğurladıktan sonra Genel-kurmay’a geldik. Gündemde


askeri bir konu üzerinde brifing verilecekti. Salona girdik, Memduh Paşa
kürsüye gitti ve söze başlayarak... «Arkadaşlar, son cereyan eden politik olaylar
ve Sıkıyönetim konuşmaları esnasında Meclis’te söylenen sözler, bizi yeni bir
karara götürecek niteliktedir. Şimdi brifingi tehir ediyorum. Bütün Orgeneraller
benim odamda toplanacağız» dedi.

Toplantıya biz dahil 12 Orgeneral katıldı... Org. Tağmaç, Org. Gürler, Oram.
Eyiceoğlu, Org. Batur, Org. Zeki İlter, Org. Semih Sancar, Org. Nihat Tulunay,
Org. Kemalettin Eken, Hv. Org. Emin Alpkaya, Org. Orhan Yiğit, Org. Doğan
Özgöçmen ve Hv. Org. Nahit Özgür.
Memduh Paşa kısa bir giriş yaptı... «Partiler ve bilhassa İnönü ile Bozbeyli’nin
sözleri üzerinde durarak... bu memleket böyle yönetilemez, artık yeni bir karara
varmamız gerekiyor» dedi. Benim hissettiğim kadarı ile 3ncü maddenin
işletilmesini isteyen bir ruh haleti içinde idi.

Sırası ile söz alan Org. Özgür, Org. Yiğit, Org. Özgöçmen ve Org. Alpkaya...
«hiçbir şey yapılmaması ve söylenmemesi gerektiğini, tarafımızdan yapılacak
bir girişimin bütçenin çıkmasını tehlikeye düşüreceğini, bunun da ekonomik
durumun yeniden bozulmasına sebep olabileceğini» söylediler. Org. Eken...
«yüksek seviyeli bir toplantı yapılmasını, Org. Tulunay... «bir eyleme
girilmemesini, Bayram mesajlarında kullanılan ifadeleri bile doğru bulmadığım»
vurguladı. Org. Sancar... «daha 25 yıl Sıkıyönetime ihtiyaç olduğunu, bir
kuşağın değişmesi gerektiğini» söyledi.

Genellikle beklediği cevapları alamayan Memduh Paşa, üzüldü ve sinirlendi.


Ben söz alarak şunları söyledim...

«Şimdiye kadar konuşan Orgeneralerimiz alınmasınlar, rütbelerimiz aynı, fakat


tesadüfen diyelim Muhtırayı biz imzalamışız, ayrı bir sorumluluğumuz var.
Durum hakikaten hiç iyi değil. Bir aksiyon göstermezsek...

1. Bizlerin kamuoyu ve Silâhlı Kuvvetler’deki itibarımız iyice biter,

2. Meclis’te yapılan konuşmaları, bizim görüşlerimiz doğrultusunda


Başbakan’ın cevaplaması düşünülebilirse de, siyasi görüş, tutum ve yapı
karakteri bunu yapmasına müsait değildir.

3. İmzacı komutanların görevden ayrılması bana göre en doğru yoldur. Yeni


komuta katı serbest kalır, gerekli görürse susar, eğer isterlerse bir muhtıra da
onlar verir.

4. Komutanlar yeni bir deklarasyon yayınlarlar veya

5. Bu deklarasyon hazırlanır, önce Parti Genel Başkanları ve ileri gelenleri,


Hükümet, Komutanlar toplanır, durum tartışılır, müşterek bir hal tarzına
ulaşılırsa konu kapanır, aksi halde deklarasyon millete açıklanır.

Amiral Eyiceoğlu, benim son hal tarzıma katıldı, Faruk Paşa görüş bildirmedi.
Komuta Konseyi olarak öğleden sonra toplanmak üzere dağıldık.
Öğleden sonra Faruk Paşa ve ben, Eyiceoğlu’nun odasında toplandık, fakat
müşterek bir karara varamadık, Memduh Paşa gene Cumhurbaşkanimn yanma
gitmişti. Ben odama çıktım ve bir deklarasyon müsveddesi yazdım.

15.30’da tekrar dördümüz toplandık, önce teypten İsmet İnönü’nün konuşmasını


dinledik, Faruk Paşa konuşmayı beğenir bir tavır aldı ve bir harekette
bulunulmamasını istedi, buna karşın Memduh Paşa muhakkak bir girişimde
bulunmamızı istiyordu.

Ben, «Eğer bir teşebbüs yapılacaksa bunun hemen gerçekleşmesi lâzım, çünkü
Cumhurbaşkanı bayramı geçirmek için beş günlüğüne Yalova’ya gidiyor»
dedim. Gürler ve Eyiceoğlu’nun pasif tutumları üzerine... Memduh Paşa, «Ben
bayram ertesi kararımı vereceğim ve görevden çekileceğim» dedi. Ben de
cevaben «Madem böyle düşünüyorsunuz, neden beni bundan evvel caydırdınız,
merak etmeyin, böyle bir şey olursa sizi yalnız bırakmam» dedim. Ara bir yol
bulmak için de yazdığım deklarasyon müsveddesini okudum, bu yazıyı 12 Mart
Muhtırası’ndan biraz daha uzun olup aynı benzer görüşleri içeriyor ve sonu
şöyle bitiyordu... «Türk Silâhlı Küvetlerinin yegâne arzusu güçlü bir Türkiye’
nin temellerinin atılması ve normal düzene geçilmesidir. Türkiye’nin hal ve
geleceğini tehlikeye düşürecek beyan, tutum ve eylemlere kimden ve nereden
gelirse gelsin asla müsamaha ve müsaade edilmeyeceğini Türk Silâhlı
Kuvvetleri adına son defa beyan ederiz.»

Memduh Paşa bu metni çok yumuşak buldu, direkt partileri ve şahısları hedef
alan bir bildiri düşündüğünü söyledi, ona da bizler katılmadık ve konu kapandı.

Artık bundan sonra olayların akışına hiçbir suretle hâkim olamazdık. Hedefimiz;
Silâhlı Kuvvetleri fazla yara almadan bu dönemin içinden çekip çıkarmak
olmalıydı. Biz siyaset bilmiyorduk, ama siyasi partiler de en az bizim kadar bu
nosyondan yoksundular. Hiç olmazsa biz bir konu üzerine düpedüz ve asker
terimi ile yalınkılıç gidiyorduk. Onlar ise zikzakları, aldatmacaları, silâhlarını
saklayıp arada bir göstermeyi politika sayıyorlardı.

Bir süre politik konularla ilgilenmemeyi ve toplantılarda konuşmamayı


yeğledim, havanda su döğmekten bıkmıştım. Böylece günler geçerken
GenelkurmayBaşkanı’nın hizmet süresi bir yıl uzatıldı, yaş haddine uğrayacağı
için bu uzatmanın ancak beş ayından yararlanabilecekti.

Başbakan Erim yeniden istifa etti ve hatta yerine yapılacak atamayı beklemeden
İstanbul’a gitti. Sayın Ferit Melen 22 Mayıs 1972’de yeni hükümeti kurmakla
görevlendirildi. Sayın Melen; deneyimli bir siyaset ve devlet adamı idi, çok
terbiyeli, nazik bir insandı. Ancak her Güven Partili gibi, ayrıldığı eski partisinin
(CHP) yöneticilerine karşı bir kompleksi vardı, ayrıca statükoculuğu
reformculuğuna ağır basıyordu.

Bu arada, çoğunluğu AP'li olmak üzere çeşitli partilere mensup senatör ve


milletvekilleri randevu isteyip Karargâh’a geliyorlardı, genellikle çoğunu
tanımıyordum. Bizlere yardımcı olmak istediklerini söylüyorlar, ne
düşündüğümüzü öğrenmek ister tarzda sorular yöneltiyorlar ve çoğu zaman
Sayın Genel Baş-kanlanndan olan şikâyetlerini dile getiriyorlardı. Meclise
Senatör olarak girdikten sonra, bu saym zatları daha yakından ve asü çehreleri
ile tanımak fırsatım buldum.
KOMUTA DEĞİŞİKLİĞİ VE Org.
FARUK GÜRLER’İN
GENELKURMAY BAŞKANI
OLMASI (1972)
26 Haziran günü bir araya geldiğimizde, hepimizin bildiği fakat o güne kadar hiç
değinmediğimiz bir konuyu, Memduh Paşa şöylece ortaya koydu... «Yürürlükte
olan ve tarafımızdan imzalanmış 12 Mart Muhtırası var, bu dönem henüz sona
ermemiştir. Halbuki Ağustos sonunda benim ve Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın
hizmet sürelerimiz doluyor. Bu durumda ne yapmamız lâzım? Sizler ne
düşünüyorsunuz?»

Sezinlediğime göre Memduh Paşa ve Amiral, bu konuyu evvelce aralarında


konuşmuşlar ve hizmette kalmak için bir formül arıyorlardı ve bu düşünceleri
pek yanlış da değildi, ama çözümü çok zordu.

Bana düşüncem sorulduğunda... «Bu konu, şahsi olarak en az beni ilgilendirir,


çünkü benim bir yıl daha sürem var. Bazı hal tarzları üzerinde durabiliriz...
bunlardan ilki yalnız komutanların ayrılmaması, yanı siz üçünüz için formül
bulunması, ikincisi ise Silâhlı Kuvvetler’deki bütün Albay ve generallerin
hizmet sürelerinin uzatılması. Yalnız Komutanların sürelerinin uzatılması için
çıkartılacak bir yasa büyük tepkiler yaratır. Hele böyle bir yasa teklifi Meclis’te
redde uğrarsa skandal olur. Halbuki 926 sayılı Askeri Personel Yasası’nın
sakıncaları bellidir. Alb.-Orgeneraller için bir uzatma teklifi normal
karşılanabilir. Süresi dolan imza sahiplerinin ayrılması normal bir hal tarzıdır. 12
Mart Muhtırasının geçerliliği üzerinde bir şüphe uyanırsa, 30 Ağustos’ta
teşekkül edecek yeni Komuta Katı, Muhtırayı aynen benimsediğini açıklar ve
konu kapanır» dedim.

Faruk Paşa da yaptığı konuşmada aynen bana katıldı ve konu o gün için kapandı.

* * * * *

Ancak, Temmuz sonlarına doğru Faruk Paşa’ya ve bana çok güvenilir bir
kaynaktan önemli bir haber ulaştı. Habere göre, bir büyük siyasi partimizin,
Komuta değişikliği üzerindeki plan ve görüşleri özetlenebilir... «Memduh Paşa
emelilik günü olan 1 Eylül’e kadar görevde kalacak, süreleri 30 Ağustos günü
dolacak olan Org. Gürler ve Oram. Eyiceoğlu tabii otomatikman emekli
olacaklar, ben Askeri Şura’ya alınacağım, Org. Sancar Genelkurmay
Başkanlığına, Org. Faik Türün iseKara Kuvvetleri Komutanlığina getirilecekler
(Her iki Orgeneralimizin de böyle bir kombinezondan haberleri olduğunu
zannetmiyorum.) Haber doğru olmayabilirdi ama her ihtimale karşı, önlem
almak gerekli idi. (Haberin doğru olduğunu teyit eden bir olayı Ağustos 1972
sonlarında bizzat yaşadım. Şura’ya katılan Orgeneraller onuruna Hariciye
Köşkü’nde bir akşam yemeği düzenlenmişti. Yemekten sonra salonun bir
köşesinde Başbakan Naim Talu, Genelkurmay Başkanı Org. Sancar, Bakanlardan
Nizamettin Erkmen ve ben hasbıhal ediyorduk. O esnada Org. Doğan Özgöçmen
Başbakan’a... yeni 1nci Ordu Komutanımız, diye takdim edildi. Org. Özgöçmen
yanımızdan ayrılınca Nizamettin Erkmen ile Semih Paşa arasında şu konuşma
geçti...

Erkmen — Faik Türün Paşa’nın durumu ne oluyor?

Sancar — Emekli oluyor.

Erkmen — Buna Beyefendi çok üzülecek, sizinle altı ay evvel konuşurken böyle
dememiştiniz? Faik Paşa Kara Kuvvetleri Komutanı olacak demiştiniz.

Sancar — Ben böyle bir şey söylemedim, şu anda böyle bir hareket Eşref Akıncı
Paşa’yı azletmek gibi olur.

Ben söze karıştım ve «Sayın Erkmen... hem kışlaya, okula, camiye politika
girmesin dersiniz, hem bu işlere karışırsınız» dedim. Gelecek yıllarda bu gibi
karışmalara tanık olacağımızı tabii ki o anda bilemiyordum.)

* * * * *

Ağustos ayı başmda birliklerimizi denetlemek üzere Faruk Paşa ile beraber
uçakla İstanbul’a gidiyorduk. Faruk Paşa’ya... «gelin, Cumhurbaşkanina gidip
duyduklarımızı açıklayalım» önerisinde bulundum. «Bu konu beni daha fazla
ilgilendirdiği için sen git anlat» dedi.

Florya Köşkü’ne gidip Cumhurbaşkanına konuyu anlatırken... «Faruk Paşa


nerede?» diye sordu. «Yolda, Kalender Orduevine gidiyor» deyince, zile bastı,
gelen Yaver’e, «Faruk Paşa’ya haber ulaştırın, bekliyorum» dedi. Trafik polisi
vasıtası ile Faruk Paşa’ya bilgi verildi ve kendisi de gelince konuyu yeni baştan
görüştük.

Cumhurbaşkanı bizlere... «birkaç gün evvel de bana Eyiceoğlu geldi. Ağustos’ta


Muhsin Paşa hariç, üçünüzün hizmet süresi doluyor, bir defa da denizciden
Genelkurmay Başkanı olursa ben göreve devam ederim dedi.»

Ben, Cumhurbaşkanına... «Sayın Cumhurbaşkanım, eğer haber doğru ise


herhalde pasif bir durumda kalmamızı bizden beklemezsiniz. Onun için bu
konunun çözümünü elinize alınız» dedim.

Cumhurbaşkanı bana... «O halde sen yarın Ankara’ya dön, Başbakan’a git,


benim selâmlarımı söyle, Hükümet üyelerini Faruk Paşa’nın Genelkurmay
Başkanlığı konusunda fikren hazırlasın ve sonra kararname kazırlığına girişsin»
dedi.

Ertesi gün Ankara’ya döndüm ve Başbakan’a durumu ve Cumhurbaşkanı’nın


isteğini naklettim, anlayışla karşıladı ve gereğini yapacağını söyledi.

O arada benim emrimle Ankara semalarında jetler uçmağa başlamıştı. Ne


yapalım... kimileri el altından maksatlarına ulaşmak isteyince bu yollara sapmak
gerekli oluyordu.

* * *

Ağustos ortalarında dört komutan bir araya geldik ve aynı konu tekrar açıldı.
Memduh Paşa... «Ben son güne kadar ayrılmayacağım» dedi. Bunun anlamı...
Faruk Paşa’nın emekli olması demekti. Bunun üzerine ben... duyduğumuz haberi
ve Cumhurbaşkanı nezdinde yaptığımız girişimi anlattım. Memduh Paşa
düşüncesinde ısrar edince... «Sayın Orgeneralim... yeni bir yasa çıkarıp görev
süreniz uzatılmadıkça görevde kalamazsınız ki, zaten Meclis’ler tatilde.«Bir
deklarasyonla Biz 12 Mart dönemi bitmediği için görevden ayrılmıyoruz»
diyebilirsiniz, ama bu kararınızı kimse içtenlikle onaylamaz. Gelin, başkalarının
oyununa düşmeyelim» dedim. Uzun süre düşündükten sonra kararını verdi... «O
halde ben bir hafta izinle İstanbul’a gideyim, dönüşte Faruk Paşa’ya görevi
teslim ederim» dedi. Rahatlayarak toplantıdan ayrıldık.

* * *
Birçok defa Faruk Paşa ile askeri değil, fakat politik konularda ayrı düşünce ve
tutumlar içine girmemize rağmen niçin Genelkurmay Başkanı olması konusunda
kendisini destekledim? Anlatayım...

Faruk Paşa; askeri kültürü yanında kuvvetli bir genel kültüre sahip yetenekli bir
kurmay subaydı ve Silâhlı Kuvvetler’de sivrildi. Fazla terbiyeli, biraz çekingen,
biraz da çok yöne angaje olurdu. Belki 2 numara olarak gerekli aksiyonu
gösteremiyordu, ama 1 Numara olursa durum değişebilirdi, ayrıca Silâhlı
Kuvvetler’in büyük kısmının beklediği Gürler - Batur - Kayacan ekibi belki de
daha başarılı sonuçlar alabilirdi. Bunlara ilâveten, doğru veya yanlış, duyduğum
politik oyun da beni etkilemişti. Bütün bunları toplayınca Faruk Paşa’nın
Genelkurmay Başkanı olmasını içtenlikle destekledim, tabii o tarihlerde Faruk
Paşa’nın bizleri bırakıp Cumhurbaşkanlığına doğru yöla çıkacağını
bilmiyordum.

* * * * *

Bize hazin gelen törenlerden sonra emekli olan Orgeneral Tağmaç’ı ve Oramiral
Eyiceoğlu’nu İstanbul’a uğurladık. Orgeneral Semih Sancar Kara ve Oramiral
Kemal Kayacan Deniz Kuvvetleri Komutanı oldular, o yıl Orgeneralliğe terfi
eden Turgut Sunalp da Genelkurmay 2nci Başkanlığı’na atandı. Orgeneralliğe
terfi eden ve üç yıldır güvenerek beraber çalıştığım AhmetDural Yüksek Askeri
Şura üyeliğine atandı ve 2 yıldır 1nci Taktik Hava Kuvvetine komuta eden Korg.
İrfan Özaydınlı'yı da Kurmay Başkanım olarak yanıma aldım.

Yıllar geçtikçe bir dönemde beraber bulunduğumuz insanlar yavaş yavaş


dağılıyor ve kendi yaşantımızı sürdürüyorduk. Memduh Paşa ve Amiral
Eyiceoğlu Ağustos 1972, Cumhurbaşkanı Sunay ve Faruk Paşa Mart 1973’de
görevlerinden ayrıldılar, ben de Ağustos 1973’de emekli oldum.

Anılarımda da değindiğim gibi, çeşitli nedenlerle çok defa birbirimizle


anlaşmazlığa düştük, buna karşın o dönemde ve sonraları nasıl bir ilişki
sürdürdük acaba?. Birbirimize kırgın mıydık? Cevap vereyim... hayır, tam
tersine, çok sıcak ve insancıl ilişkiler içindeydik. Nasıl mı?... anlatayım...

Cevdey Sunay: Büyüğümüz, Komutanımız ve Cumhurbaşkanı idi. Özel yaşantısı


çok sade ve mütevaziydi. Bazı geceler yaverler, Komutan evlerine telefon eder...
«Cumhurbaşkanım sizleri çağırıyor, film seyredilecek» derlerdi. Üstümüzde ne
varsa, örneğin dik yakalı bir kazakla Köşke gidebilirdik. Kendisi de aynı
kıyafetle ve ayağında terlikleri ile salona gelir, oğlu Dr. A. Sunay’ın oynattığı
filmi hep beraber seyrederdik, meyve suyu ikramı yapılırdı. Eğer Emel Sayın’a
ait bir film oynuyorsa, Atıfet Hanımefendi eşine takılır... «Bu Cevdet Paşa da az
değil, hep böyle filmler seyrediyor» derdi. Aramızda politikanın «P»sini
konuşmazdık, ama acaba etraf ne derdi? ne diyecek... gene Cumhurbaşkanı ve
Komutanlar Köşkte toplanmışlar... acaba yarın ne olacak?..

Tabii Senatör olup Ankara’ya yerleştikten sonra da hiç ilişkimizi kesmedik,


ailece görüşürdük. Hiç unutmam... Uzun süren 1980 Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde bazen hasta olmasına rağmen her gün Meclis’e gelir, oyunu verir ve
bana... «Haydi Muhsin, vazifemizi yaptık» derdi.

Vefat etmeden bir hafta önce, eşimle birlikte kendisini hastanede ziyaret ettik.
Hafızası mükemmeldi, benim hatırlamakta zorluk çektiğim konulara değindi.
Bizi uzun süre alakoydu, konuştukça neşelendi. Ayrılırken ikimiz de elini öptük,
gözleri yaşardı... «Sizler benim evlâtlarımsınız» dedi. Cenazesi İstanbul’dan
Ankara’ya gönderilirken bir protokol hatası yüzünden son görevimi
yapamamanın hâlâ üzüntüsünü çekerim.

Org. Memduh Tağmaç: Hayatımda gördüğüm en dürüst insanlardan biriydi.


Ailesine çok bağlı, mahçup bir insandı, şaka yaparken veya bir hikâye anlatırken
dahi kızarırdı. Mart 1978 başlarmda bir gün ben evdeyken telefon çaldı, konuşan
Memduh Paşa idi... «Batur Paşa, Ankara Orduevinde’yim, işin yoksa bu akşam
beraber yemek yiyelim» dedi... «Emredersiniz, memnuniyetle» dedim. Özel
dairesinde saatlerce konuştuk, eski anılarımızı tazeledik, Türkiye’nin o andaki
durumunu değerlendirdik, ben artık resmen politikacı olduğumdan daha rahat
konuşabiliyordum. Yemeğe oturduğumuz zaman... «sen içki içersin nasıl olsa,
ben de sana uyayım» dedi ve bardağına bir parmak içki koydu. İstanbul’da
ameliyat olmağa karar vermişti, ben önlemeğe çalıştımsa da... bir defa bir şeye
karar verdi mi vazgeçmezdi, ameliyat oldu ve sonuç maalesef başarısız oldu.
Son görevimizi Türk bayrağına sarih naaşını Etimesgut Meydanı’nda
uğurlayarak yaptık. Şimdi... çok sevdiği ikiz oğullarını (Ahmet ve Mehmet, fakat
ben ikisini karıştırıyorum) gördükçe (ki biraz uzun olanboyları hariç babalarının
aynıdırlar) Memduh Paşa karşımda gibi bir his duyarım.

Org. Faruk Gürler: Ayrı ve özel bir yakınlığımız vardı. Bu yakınlık 1954 -1956
yıllarında beraber görev yaptığımız zaman başlamıştı. Cumhurbaşkanı
seçilmemek değil, fakat Senatörlüğünün uzatılmaması kendisini çok üzmüştü.
Bir gün Gülhane Tıp Akademisine, kan şekeri kontrolümü yaptırmak üzere
gitmiştim. Beni gören General Dr. Saim Bostancıoğlu... «Faruk Paşa hastanede
yatıyor ve maalesef kanser, kendisine bir şey söylemedik. İsveç’e göndermek
için bir formül bulmak gerekiyor, yardımcı olur musunuz?» dedi. Ben o zaman
Senatör olmuştum... «Tabii elimden geleni yaparım» dedim. Oğlu Dr. Çetin
Gürler’le görüştüm (şimdi Profesör), onunla da bir formül bulunması üzerinde
mutabık kaldıktan sonra beraberce Faruk Paşa’yı ziyarete gittik. Öpüştükten
sonra «Faruk Paşa, size hastalık yakışmıyor, zaten hasta filan da değilsin»
dedim. Morali yüksekti... «Bir şeyim yok, kontroldan geçeyim, çıkacağım» dedi.

Öğleden sonra Milli Savunma Bakanı Ferit Melen’i makamında ziyarete gittim,
durumu anlattım ve yardımcı olmasını rica ettim. Sayın Melen ilgi gösterdi, Prof.
Feyzioğlu ve Başbakan Demirel ile görüşüp formül bulacağını söyledi. Sayın
Demirel konu kendisine iletildiğinde... «Derhal tabii, örtülü ödenekten yardım
yaparız» demiş.

Fakat Faruk Paşa çok onurlu bir insandı, bu yardımı kabul etmedi, maddi
durumu da pek parlak değildi, elinde mütevazi tasarruflarından edindiği tahviller
vardı, onları sattı ve İsveç’e gitti.

Dönüşünde, Orhan Kabibay ile birlikte evine kendisini ziyarete gittik. Âdeta
erimiş, bir bacağı incelmişti ama hastalığını küçümsüyor ve neşesini muhafaza
ediyordu. Bir hayli konuştuktan sonra veda ettim, bu kendisini son görüşümdü.
Eşi rahmetli Mürşide Hanım bizi kapıdan uğurlarken... «Ah Muhsin Paşa, evde
çocuklarla hep konuşuyoruz... seni dinlemedi, kendini bu hallere düşürdü» dedi.
Faruk Paşa’yı çok erken kaybettik (23 Ağustos 1975). İstanbul Zincirlikuyu’da
yan yana mezar yeri satın almıştık, ama ailesi Cebeci Şehitliğini tercih etti.

Oramiral Celâl Eyiceoğlu: Özel ilişkilerimiz fevkalâde idi. Yazlan iki lojman
arasındaki iğde ağacı altında sofra kurduğumuzda kahkahalarımız caddeden
geçenler tarafından duyulurdu. Ben İstanbul’a yerleştikten sonra tembel tembel
evin balkonunda otururken, o, spor kıyafetleri içinde sert adımlarla yürüyüş
yaparken bana el sallardı. Birden hastalandığını ve Londra’ya tedaviye gittiğini
duydum, dönüşünü izledik ve hemen evine ziyarete gittik. Kızı bize... «Lütfen
babamı konuşturmayın ve yanında fazla kalmayın» diye tembihledi. Eyiceoğlu
ile içeri girince sarılıp öpüştük, sesi kısık çıkıyordu, ama mütemadiyen
konuşuyordu... «Dur yahu, biraz da ben konuşayım» dedimse de o hep
konuşmağa devam etti. Maalesef onu da 26 Mart 1983’de kaybettik.
* * * * *

12 Mart dönemi esnasında dönemin şartlarına göre çok özgür olan basın ve
siyasilerimiz, gerek dönem esnasında, gerekse sonrasında Silâhlı Kuvvetlere ve
zamanın Komutanlarma karşı bir taarruz kampanyası sürdürdüler. Bu
kampanyada şu tema işlendi... «Silâhlı Kuvvetler Anayasayı değiştirdi» veya
«Silâhlı Kuvvetler Anayasa’nın değiştirilmesine önayak oldu». Evet,
Genelkurmay Başkanı’nın Anayasada değişiklik düşündüğü biliniyordu, ama
bunu fırsat bilen siyasi partilerimizin çoğu da içlerinde sakladıkları bütün
değişiklik arzularını ortaya dökmek fırsatını bulmuşlardı.

14 Eylül 1972’de; Başbakan, ilgili Bakanlar ve Komutanların katıldığı bir


«Anayasa Değişiklik Toplantısı» yapıldı. Şimdi bu toplantıda kimlerin ne
değişiklik istediğini göreceğiz...

* Önce Hükümet, 4 konu üzerindeki değişiklik hakkında görüşlerini ve durumu


belirtti. Konular şunlardı ve toplantıda detaylı olarak tartışıldı.

1. Güvenlik Mahkemeleri: Fransa’da olduğu gibi, kurulması öngörülen bu


mahkemelerin; kuruluş şekli, yetki v.s. konularında anlaşmağa varıldıktan sonra
Anayasa tadiline gidilmesi istendi. Mahkemelerin asker-sivil karışımı hâkim ve
savcılardan oluşması, Baş-kanının sivil olması, yetki sahasının bütün Türkiye’yi
kapsaması, önce bir tane kurulması sonra adetlerinin arttırılması, Anayasanın
11nci maddesi ile ilgili konulara bakması, olağanüstü mahkeme hüviyeti
taşımaması istendi. Hâkimlerin atanması konusunda anlaşma olmadı, üçlü
kararname şekli kabul edilmedi.

2. Meclislerin çalışması: Cumhuriyet Senatosu’ nun kaldırılması (DP’nin


isteği) teklifi benimseniyor. Bazı mevzularda çalışmaları hızlandırmak için iki
Meclisin bir arada çalışması mevzuu üzerinde birleşildi.

3. İdari işlerin yargı denetimi: Anayasa’nın son değiştirilen 114 ncü maddesine
göre yeni Danıştay Kanunu hazırlanmadığı için hükümet tenkit edildi. Meclise
sevk edilmiş olan yeni tasarının yeterli olmadığı, Hükümet ve Meclis’in konu
üzerine eğilmesi kararlaştırıldı.

4. Üniversite konusu : Anayasa'nın 120nci maddesi değiştirildikten sonra


Hükümetçe yeni bir üniversite yasasının getirilmediği vurgulanarak yeniden
Anayasa değişikliği niçin isteniyor dendi. Üniversitelerde tasfiye fikri
uyandıracak bir teklife komisyonun taraftar olmadığı belirtildi.
Bu konuşmalardan sonra siyasi partilerin tek tek Anayasa değişiklik teklifleri ele
alındı. Şimdi bu teklifleri beraberce görelim...

DEMOKRATİK PARTİ'NİN TEKLİFLERİ :

1. Anayasa’nın başlangıcındaki «direnme hakkının» değiştirilmesi,

2. 2nci maddedeki «sosyal devlet» teriminin, Sosyalist devlet anlamına


gelmediğinin açıklığa kavuşturulması,

3. Bayrak, istiklâl maddesinin yeniden yazılması,

4. 11nci madde ; «izm’lere» kapalı olduğunun zikri

5.- 19ncu madde; «lâiklik» ilkesinin yeniden yazılması,

6. 38nci madde ; kamulaştırmada «asıl değer» ve 20 yıl -10 yıl değişimi,

7. 47nci madde; lokavt kaydının ilâvesi,

8. 56ncı madde ; siyasi partilere devlet yardımında eşitlik,

9. Siyasi partilerin yargılanmasının duruşmalı olması,

10. Askerlikte bedel sisteminin kabulü,

11. Senato’nun kaldırılması

12. Yassıadalılara siyasi af,

13. Seçimlerle ilgili maddede değişiklik,

14. Meclis komisyonları ile ilgili maddede değişiklik,

15. Cumhurbaşkam’nın bir defaya mahsus tek dereceli seçimi,

16. Meclis dışından Bakan getirilmesinin tahdidi,

17. Referandum müessesesinin kurulması.

ADALET PARTİSİ TEKLİFLERİ :


Tekliflerin büyük çoğunluğu Demokratik Parti'nin tekliflerine benziyor. Ayrıca:

1. Egemenliğin milletin olduğu keyfiyeti ile organların yetkisinin çatışması


giderilmeli,

2. 21 nci madde 11 nci maddeye göre sınırlandırılmalı,

4. Tabii Senatörlük kaldırılmalı,

5. Anayasa Mahkemesinde kararlar 2/3 çoğunlukla almabilmeli.

CHP’NİN TEKLİFLERİ :

Tek maddelik değişiklik teklifi ile geldiler: İcra organında olmamak şartı ile
Profesörler ve öğretim, üyeleri siyasi partilerde faaliyet gösterebilmeli.

BÜTÜN PARTİLERİN GÖRÜŞMEYİ KABUL ETTİKLERİ TADİL


TEKLİFLERİ :

1. Yassıada’lılara siyasi af,

2. Cumhuriyetin niteliklerinin tarifi,

3. Bayrak, İstiklâl Marşı,

4. Lokavt,

5. Siyasi partilere yardım eşitliği,

6. Siyasi partilerin yargılamalarının duruşmalı yapılması,

7. Bedelli askerlik,

8. Seçimlerin geri bırakılması (Belediye ve İl Meclisi seçimleri),

9. Seçim Kanunu, seçimlerin denetim ve yönetimi,

10. Anayasa Mahkemesi kararlarının nasıl alınacağı.

11. Meclis dışından bakan alınmasının sınırlanması,


12. Partilerin Başkanlık Divaninda temsili,

* * * * *

Sıkıyönetim Komutanlıklarının bazı uygulamaları üzerine şikâyetler çok artmağa


başlamıştı. Şikâyetler daha ziyade sorgulama esnasında uygulanan yöntemler,
yani daha açıkçası eziyet, işkence, zorla istenilen biçimdeki bir ifadenin
imzalatılması üzerinde toplanıyor, inanılır ihbar ve bilgiler bize iletiliyordu. Bu
konuyu birkaç defa Genelkurmay Başkanı Org. Gürler’le konuştum, hatta bir
defasında kendisine şu teklifte bulundum... «İstanbul’a herhangi bir sebeple
gittiğinizde siz, 1nci Ordu Komutanı Org. Türün’ü otomobilde yanınıza alın, biz
de otomobillerimizle sizi takip edelim, doğruca sözü çok edilen Ziverbey
Köşkü’ne gidelim, orada neler yapılıyor tespit edelim... eğer söylenenler yalan
veya mübalağa ise kamuoyuna bir açıklama yapalım, yok hakikat ise önlem
alalım.» Bu teklifimi Faruk Paşa sükûnetle dinledi, fakat hiçbir girişimde
bulunmadı.

Bunun üzerine 27 Ekim 1972 tarihinde Genelkurmay Başkanına gönderdiğim bir


yazıda duyduklarımı ve görüşlerimi bildirdim. O yazıdan bazı bölümleri aşağıda
göreceksiniz;

«Zatıâlinize sözlü olarak arz ettiğim Sıkıyönetim uygulamaları ile ilgili hususları
daha geniş olarak bir defa da yazılı olarak sunmayı uygun gördüm. Uygulamada
iki nokta dikkatimi çekmektedir.
1. Zanlılara karşı uygulanan muamele,
2. Tahkikatın yapılış tarzı ve elde edilmek istenen sonuç.
Yazınım bundan sonraki bölümlerinde yapılan eziyet ve işkenceler hakkında bilgi
ve örnekler verdim. Örneğin... «Önce gözaltına alman sonra tutuklanan E. Hava
Kurmay Yarbay ......» hücresinde bileği ayağına çapraz zincirli olarak
tutulmaktadır, hazırlanan yazılı ifade de kendisine zorla imzalattırılmıştır. Suçu
ne olursa olsun bu ordunun üniformasını taşımış, statüsü emekli subay olan bir
kişiye bu muamele yapılamaz» dedikten sonra yazıma devamla...
Halen görülmekte olan... davası ile... konuları ile yapılan soruşturmalarda tertip
edilen sorularla; siz, ben ve Amiral Kayacan’m bu konularla ilişkisi kurulmağa
çalışılmakta, çift ifade ve çift dosya tanzim edilmekte ve hakikatle ilgisi olmayan
dosyalar çoğaltılarak etrafa duyurulmaktadır.
Ancak bir Kuvvetin Komutanlığı üzerimde olduğuna ve 27 Mayıs’tan bu yana
her yerde ve herkesin önünde düşündüklerimi sözlü ve yazılı olarak ve çoğu
zaman da hoşa gitmeyecek tarzda açıkça ifade etmekten kaçınmayan bir insan
olarak, çevrilmek istenen oyunların açıklığa kavuşturulmasını istemek en tabii
hakkımdır.
Kişi olarak bazı karakterler bir makama yalnız yükselmek ve o makamda
bulunmuş olmak için gelmek isterler. Ben bir makama gelmeyi, düşünce ve
ideallerimi realize etmek için isterim. Bazı çevrelerin yaymak istedikleri gibi
komünist veya aşırı solcu olmadığımı, ama bugünkü düzenle Türkiye’nin
problemlerinin halledilemeyeceği fikrinde olduğumu hiç gizlemem. Bu
düşüncelerimi yazılı vesika haline getirmekten de çekinmemişimdir.
Bu eylemleri kimlerin yaptığım, dosya suretlerini kimlere verdiklerini biliyorum,
ama bugün dahi açıklamakta yarar görmüyorum.
Bazı yüksek rütbeli arkadaşlarımız, 12 Mart öncesinde gizli kapaklı işler
çevirdiğimiz, bunları tespit etmekle bizi ifna etmek düşüncesine kapılabilirler...
Bugün de maalesef Yüksek Komuta kademesi içinde bir fikri beraberlik yoktur.
Bu dağınıklık dış çevrelerce de bilinmektedir. 1972 Ağustos ayı içinde komuta
değişikliği esnasmda yapılan teşebbüsler, oynanan oyunlar malumunuz olup, dış
çevrelerde itibarımız zedelenmiştir. Bu sebeple teorik olarak Türkiye’nin en
büyük gücü olan Silâhlı Kuvvetler yüksek kademelerini işgal eden insanların
birbirlerine karşı açık hareketler içinde Atatürk’çü yolda birlik ve beraberlik
içinde olmalarının zaruretine şiddetle inanmaktayım. Meseleleri açıkça ortaya
koymak, gizli kapaklı bir nokta kalmasmasında da fayda görürüm.
Bu meseleler halledilmeden yapılacak 1973 seçimlerinden sonra Türkiye’nin
daha da zorlaşacak sorunları karşısında geleceğe nikbinlikle bağmaya da
olanak görmemekteyim. Arz ederim.»

27 Kasım 1972’de Genelkurmay Başkanı Org. Gürler’in yazılı cevabını aldım.


Bu cevabın da bazı pasajlarını aktarmakta yarar görüyorum...

«— Yazınızda belirtilen ve soruşturmalarda işkence yapıldığına dair ihbar


mektupları, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına gönderilmiş ve tetkik sonucu
bunların imza sahiplerine ait olmadığı tespit edilmiştir.
— Yine yazınızda belirttiğiniz emekli subay, Adli Müşavirliğe celbedilmiş ve
verdiği ifadede böyle bir muameleye maruz kalmadığını bildirmiştir. (Ekli ifade)
(*)
(*) Ekli ifade zaptında benim ismini verdiğim E. Hv. Kur. Yb...: «Ben herhangi
bir dövülme iddiasında bulunmadım, (nasıl bulunabilir ki, bu ifade de
Sıkıyönetimce alınıyordu), yalnız ifademin iradem dışı alındığını söylemiştim»
ifadesini vermişti.
— Sıkıyönetim Komutanları bu görevleri bakımından Genelkurmay’a bağlı
olmamakla beraber, hepsinin Silâhlı Kuvvetler’de bir makam sahibi olması ve bu
gibi hareketlerin vukuu halinde, neticede Silâhlı Kuvvetlere olumsuz etkide
bulunacağı hakikati karşısında kelndileri, imzasız da olsa alman ihbar
mektuplarından bilgili kılınmakta ve gerekli önleyici tedbirlerin alınması
istenmektedir.
— Bütün bu tedbir ve telkinlere rağmen uygunsuz hareketlerin olması da
ihtimal dışı sayılamaz. Ancak sanıkların verdikleri ifadeler ve beyanlarda,
kendilerine tahmil edilen suça ve tevcih edilen soruya cevap verecekleri yerde
meseleyi yalan yere yaymak, hayali durumlar yaratmak temayülü de gözden
kaçmamaktadır. Bu, esasen eskiden beri sanıkların tevessül ettikleri ve
avukatlarının da bir şantaj vasıtası olarak kulla-nageldikleri bir metodtur.
— Yazımızda belirtilen hususlardan birçoğu tarafından da bilinmektedir.
Kumanda konseyi ve komutanlar toplantısı bu amaçla yapılmıştır. Meseleler,
yerinde ve zamanmda yapılacak müteakip toplantılarda münasip şekilde tekrar
ele alınarak açıklığa kavuşturulabilir. Komuta heyeti olarak, hepimiz ne kadar
birlik ve beraberlik içinde olursak geleceğe o kadar ümitle bakabileceğimizi ben
de takdir etmekteyim. Rica ederim.»

Doğrusu bu cevap beni tatmin etmedi. Şikâyetlerin devam etmesi üzerine Kava
Kuvvetleri birliklerine bir emir yayınladım... Ve Sıkıyönetime celbedilen bütün
personelin salıverildikten sonra karşılaştıkları muamele ve yaşam şartları
hakkında Komutanlığa rapor vermelerini istedim. Zannediyorum faydası oldu.

* * * * *

İç politikada yeni olaylar meydana gelmiş, İsmet İnönü; CHP Genel


Başkanlığından ayrılmış, yerine Bülent Ecevit gelmişti. CHP’si hükümetten
çekilebilir ve yeni sorunlar ortaya çıkabilirdi. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçimi
yaklaşıyordu.

Bu ortam içinde Genelkurmay Başkanı Org. Güler, 6 Kasım 1972 günü


Korgeneral ve Orgeneral rütbesindeki general ve amirallerin katılacağı bir
«GENİŞLETİLMİŞ KOMUTA KONSEYİ» toplantısı düzenledi. İleride
değineceğim, benim teşebbüsümle bu gibi toplantılar bir daha düzenlenmedi.

O günkü toplantıya biz dört Komutan dahil ve 2nci Başkan dahil 52 general ve
amiral katıldı. Katılanlann rütbe ve adları şöyle idi.

KARA KUVVETLERİ:
1. Org. Faik Türün 17. « Ihsan Göksel

2. « Nihat Tulunay 18. « Hamza Günalp

3. « Kemalettin Eken 19. « Atıf Erçıkan

4. « Hamza Gürgüç 20. « Fikret Elbizim

5. « Orhan Yiğit 21. « Kenan Evren

6. « Doğan Özgöçmen 22. « Vecihi Akın

7. N. Kemal Ersun 23. « Hilmi Arman

8. Korg. Zeki Erbay 24. « Abdurrahman Ereç

9. « Vehbi Elgin 25. « Fikret Göknar

10. Sadettin Canberk 26. « Ihsan över

11. cc Adnan Ersöz 27. « Sait özçivril

12. Bahattin Alpkan 28. « İbrahim .Şenocak

13. « Mithat Ceylan 29. « Mazhar Üzer


14. « Ihsan Gürkan 30. « Mahmut Ülker

15. « Fahir Atabek ol. « Arif Koçak

16. « Şecaattin Kuloğulları 32. « Orhan Süerdem

DENİZ KUVVETLERİ :

1. Koramiral Hilmi Fırat

2. Koramiral Bülent Ulusu

3. Koramiral Necmettin Sönmez

1. Org. Emin Alpkaya 7. « Osman Alpsü

2. « Nahit özgür 8. Niyazi Gül

3. « Ahmet Dural 9. « Samih Alaybayoğlu

4. Korg. Mehmet Eziler 10. « Hulusi Kaymaklı

5. İrfan özaydınlı 11. « Cemal Engin

6. « Ethem Ayan 12. « Kenan Göker

Org. Gürler bir açış konuşması yaparak içinde bulunulan durumu özetledi ve
aşağıdaki soru ve ihtimalleri ortaya koyarak, bunların kısaca cevaplandırılmasını
istedi...

1. Her zaman bir Hükümet buhranı beklenebilir.

a. Hükümetin kendi içinde bir anlaşmazlık çıkabilir


b. Bir partinin hükümeti müşkül duruma düşürmesi ile buhran doğabilir.
c. Meclis ekseriyeti hükümeti düşürebilir.

2. Önümüzde Reformlar ve yem yasalar konulan var. Mali reform, Maden


reformu, Toprak reformu, Eğitim reformu, İdari ve Adli reformlarla siyasi
partiler ve seçim yasası gibi. Sayılan bu reform ve yasaların çıkarılması için ne
yapılmalıdır?

3. Yakında Cumhurbaşkanı seçimi gündeme gelecektir. Cumhurbaşkanimn


nitelikleri ve asker veya sivil olması hakkında ne düşünüyorsunuz?

4. Varsa ilâve edilecek görüşleriniz nelerdir?

12 Mart Muhtırası’ndan sonra Silâhlı Kuvvetler, Bakan ve Başbakan atanmasına


bile karışmamış veya karıştmlmamışken, bu defa Cumhurbaşkanı seçimine
kendisini angaje edecekti demek ve toplantıda sorulan Cumhurbaşkanı ile ilgili
soru bana, Faruk Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmak arzusunun ilk sinyalini verdi.

Zannedebilirsiniz ki... bir askeri müdahale dönemi yaşandığına ve toplantıya


katılanlann tümü askelr olduğuna ve sorulan soruya göre katılanlann hepsi veya
çoğunluğu yeni Cumhurbaşkaninın asker olmasını isteyecekler... Notlarıma
bakıyorum... sonç hiç de öyle değil...

1. Asker olmasını isteyenler 15

2. Sivil olmasını isteyenler : 6

3. Sivil veya asker olabilir diyenler : 19

4. Sunay’ın süresinin uzatılmasını isteyenler : 4

5. Bu işe karışmayalım diyenler : 3

* * * * *
Bana göre; Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantıları veya generallerle
görüşmeler, Silâhlı Kuvvetler’in eğilimini öğrenmek bakımından faydalı ve
gerekli idi. Ancak bazı özel konularda tolantıya gelenleri yönlendirici tutuma
girmek ve bir kısım generalleri bir amaca hizmet için bağlamak uygun değildi.

Bu görüşlerimi ve diğer bazı endişelerimi özel bir mektupla 13 Kasım’da Faruk


Paşa’ya bildirdim... Bu mektubumda özetle şunları yazmışım... «Emri Komuta
ve Komuta makamlarının yetki ve sorumlulukları pay-laşılamayacağından
bundan böyle yalnız Komuta Konseyi (dört komutan) toplantılan ile yetinilmesi
doğru olur... 12 Mart Muhtırasinın ana prensiplerinin yürütülmesinden öteye
giden teferruata girilmesi halinde günlük fiili politikaya girme durumu ortaya
çıkar ki, bunun sakıncaları çoktur... ast makam ve rütbedeki arkadaşlarımızı özel
şekilde görevlendirmek ve politik çevrelerle temas ettirmek de çok sakıncalıdır.»

Faruk Paşa bana kendi el yazısı ile bana 23 Kasım günü cevap verdi. «Sayın
Batur Paşa kardeşim» diye başlayan mektubunda, «Emir komuta yetkilerimin
paylaşıldığı fikrinin nereden çıktığını anlayamadım. Benim, arkadaşlarımın
yetkilerine ne derece saygılı olduğumu en iyi siz bilirsiniz. Tahmin ederim bir
yanlış anlama var. Teferruata ve iç politikaya girme diye bir şey yok. Ama
Komuta Konseyi’nin istekleri ancak bazı tertip ve tedbirlerle ve zamanmda
olmak şartı ile tahakkuk edebilir.»

* * * * *

Bu toplantıdan sonra Cumhurbaşkanlığı konusu artık istesek de istemesek de


faaliyet alan ve gündemimize girdi. O günlerdeki faaliyetleri, kişilerin düşünce
ve tutumları ile kimlerle ne temaslar yapüdığmı notlarımdan tarih sırasma göre
ve artık isimleri de vererek anlatmağa çalışacağım...

25 Ocak 1973 : Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Timisi geldi. Yeni
hazırlanacak seçim yasasında, küçük partilerin Meclise girmesini önleyecek bir
baraj sistemine taraftar olmadığını ve bu görüşünde kendisine yardımcı olmamı
istedi.

29 Ocak 1973 : Demokratik Parti'den Dr. Faruk Sükan geldi. Cumhurbaşkanlığı


seçimi üzerindeki görüşlerini anlattı... Suat Hayri Ürgüplü’nün Cumhurbaşkanı
olmasmı arzu ediyor, bir askerin Cumhurbaşkanı olmasmı veya Sunay’m
süresinin uzatılmasına taraftar değil. Siyasi affa karşı çıkmamızı uygun
bulmuyor... Yeni seçim kanunu için Dr. Sadettin Bilgiç’in eski teklifinin yeniden
ele alınmasını istiyor.

1 Şubat 1973 : Senatör Selâhattin Babüroğlu ve Senatör Mehmet Özgüneş


geldiler. Babüroğlu; Cumhur-başkanlığina Faruk Paşa’nın, benim Genelkurmay
Başkanlığı’na gelmemi uygun buluyor. Özgüneş ise; Cumhurbaşkanı Sunay’m
süresinin uzatılması veya Cumhurbaşkanlığına Faruk Paşa’nın, Genelkurmay
Başkanlığı’na benim gelmemi veya başka bir alternatif olarak da
Cumhurbaşkanlığına benim gelmemi, Faruk Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığını
muhafaza etmesini öneriyor.

2 Şubat 1973 : Alman Büyükelçisi, Sefarette bir yemek düzenlemişti.


Davetlilerin seçiminden bir gaye sezinlemek mümkündü. Nitekim yemek
bittikten sonra Sayın Büyükelçi yanıma gelerek... «Belki özel görüşmek
istersiniz» dedi ve Çağlayangiile beni ve yanımdaki iki generali yandaki bir
odaya aldı. Konu, döndü dolaştı ve Cumhurbaşkanı seçimine geldi. Konuşmalar
uzaymca, ben Sayın Çağlayangil’e... «sakınca yoksa bizim evde konuşmalara
devam edelim» teklifinde bulundum, kabul etti... bu defa kendisine... «Org.
Dural ve Korg. Özaydınlı da gelebilir mi?» diye sordum... «Yok» cevabını almca
lojmana gittik, saym eşleri de geldiler, bayanlar kendi aralarında görüşürken, biz
dördümüz yemek bölümüne geçtik ve konuşmalara devam ettik. Ertesi gün de
aramızda geçen konuşmalaarın özetini bir rapor haline getirdik ve üç general
parafe edi~ rek Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdik. Bu özeti burada
sunuyorum...

2 ŞUBAT 1973 AKŞAMI ALMAN BÜYÜKELÇİSİNİN EVİNDE VERDİĞİ


YEMEKTE VE KOMUTAN EVİNDE ÇAĞLAYANGİL İLE YAPILAN
GÖRÜŞMELERİN ÖZETİ

1. Yemeğin maksadı:

Davetliler ve ev sahibesinin tutumu, Komutan ile Çağlayangil’i bir araya


getirerek temas kurdurma olduğu kanaatini kuvvetlendirmiştir. Davet edilenler:

Hv. K. K. Org. M. Batur ve eşi, Org. A. Dural ve eşi, Korg. K. Göker ve eşi,
THY Genel Md. Em. Korg. R. Yeman ve eşi, Çağlayangil ve eşi, CENTO Genel
Sekreteri, Büyükelçilerden ve halen merkezde bulunan Taha Carım, Alman
Büyükelçisi ve eşi, Kara ve Hava Ataşeleri ve eşleri.

2. Konuşma safhaları :
a. Büyükelçilikte;

Hv. K. K. Org. Dural ve Çağlayangil arasında olmuş, konuşma çok kısa


sürmüştür. Teklif üzerine konuşmalara Komutan evinde devam edilmiştir.

b. Hv. K. K. Evinde;

Hv. K. K. Org. Batur, Org. Dural, Korg. Özaydınlı ve Çağlayangil arasında


olmuş, konuşmaların özeti aşağıdadır.

3. Konuşmaların özeti:

a. Çağlayangil'in görüşleri:

(1) Demokrasi anlayışı; mutlak parti hâkimiyeti kabul etmekte, demokrasinin


sıhhatli işlemesinde esas olan Anayasa kuruluşlarını küçümsemekte, parti
otoritesini devlet otoritesinden önemli görmektedir.

(2) Türkiye’nin dıştan görünüşü:

(a) İngiliz basınında yer alan hususlar; İngiliz gazetelerinden birinde (Observer
veya Daily Telgraph) 13 Mart Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili yapılan
yorumunda; belirtilen fikirlerin kendi ve AP görüşüne tam tetabuk ettiği için
büyük bir hararetle savunmuştur. Fikrin özeti şudur:
I) Genelkurmay Başkanı Org. Gürler, şimdiden Cumhurbaşkanı olmak istemez.
II) Kendine bağlı güvendiği kişilerin orduda kilit noktalarına getirmek için iki
seneye ihtiyaç vardır. Bu sebeple şimdiki Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’ın iki
yıl daha görevde kalması lâzımdır.
III) 13 Mart’ta bir askerin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi Türkiye’de hakiki
demokrasinin işlemeyeceğine bir işaret sayılmalıdır.
IV) Çağlayangil gazetenin bu fikirlerine ilâveten Genelkurmay Başkanlığı
makamının Cumhurbaşkanlığı’na geçmek için bir basamak veya hak
sayılmasının karşısında olduklarını defaatle ifade etmiştir.
(b) Avrupa siyasi kuruluşlarındaki Türkiye ile ilgili konuşmalar: Brifing ve
basında yer alan bilinen hususları tekrar etmiştir.

(3) Parti Tüzük ve Programlarına bağlılığını, bundan ayrılmalarının mümkün


olmadığını her vesile ile açıklamıştır.

(4) Seçim mevzuatı üzerinde durulması ve tashih düşünceleri olmakla beraber,


seçimde milli iradeyi tam tecelli yerine parti disiplinim ve otoritesini esas alan
seçmen genişliğini daraltan bir usulü savunmakta, vatandaşın hür iradesini parti
örgütleriyle kanalize etme esasını kabullenmektedir. Nitekim parti örgütleri ve
partili kişiler tarafından daha önceden hazırlanan tercihli oy listelerinin
kullanılabileceğini ve bunun da milli irade olabileceğini rahatlıkla
savunabilmektedir.

5) AP’nin icrada daima destek olduğu, münferit konuşma ve yazılanların partiyi


ilgilendirmediğini belirtmiştir.

(6) Temasları, partilerinden beşinci, altmcı ve hatta daha küçük kademenin


yaptığını, bunlara iltifat edilmemesini söylemiştir.

(7) Kendileriyle temas eden asker kişilerin ordunun iki-üç gruba ayrıldığını
anlaşma ve fikir birliği olmadığını öğrenmiş olduğunu söylemiştir.

(8) Parti yetkili kişilerinden başka kimselerle temasın bir değer taşımadığı
görüşündedir.

(9) Cumhurbaşkanlığı için Genelkurmayın bir kaynak yapılmasının doğru


olmadığı görüşünü savunmuştur.

Dış basın ve Avrupa siyasi örgütleri Cumhurbaşkanlığı seçimini dikkatle


izlediklerini, bunun için parlamento içinden Anayasa esaslarına göre seçimin
yapılmasına, böyle olmadığı takdirde Avrupa siyasi örgütlerinde Türkiye’nin zor
durumda kalacağını, Yunanistan ile Türkiye’nin bir tu-tulmamasım, Yunanistan
aleyhine olan tutumun kolay ve kısa bir sürede izale edilebilir ise de Türkiye
bunu yapamaz fikri müdiri kendisinde hâkimdir.

(10) Politikacı olarak dışardan bir kimsenin aday olması taraftarı olmadığı,
esasen partisinin de bunu defaatle açıkladığını, Cumhurbaşkanlığının temsili bir
görev olduğunu bunun bu kadar büyütülmemesini, ilerde iktidar oldukları
takdirde devlet başkanlığını parti kontrolü altında tutma fikrinde bulunduğunu
açıkça ifade etmemekle beraber, devlet başkanlığının büyütülmemesini, temsili
bir görevden ileri gitmediğini defaatle temas etmiş ve tekrarlamıştır.
Cumhurbaşkanlığı makamını Türk örf ve âdetlerine, Cumhuriyet tarihindeki
Cumhurbaşkanlığı anlayışına rağmen yalnız temsili bir makam olduğu görüşünü
savunarak bu makamı partisinin ve parlamentonun dışındaki mevcut güçlerin
tesirinden kurtarmayı realitelere aykırı olarak kabul etmektedir.
(11) Şimdiden Cumhurbaşkanlığı için isim bildirmenin sakıncalı, gösterilen
adayın yıpratılacağı ve mutlaka iftira ve kendisi ile ilgili dedikodularla şaibeli
duruma getirileceği, onun için aday isminin son anda açıklanması tezini
savunmuş, buna rağmen seçimden bir süre önce yüksek kademede istişarenin
mümkün olduğunu belirtmiştir.

(12) Bu arada asker bir adayı düşünmediklerini açıkça ifade etmekte bir
sakınca görmemiştir.

(13) Halen memlekette dört başlı idarenin olduğu; Çankaya, Silâhlı Kuvvetler,
Parlamento ve Sıkıyönetim. Kimin ne yaptığı belli değil ifadesini açıkça
kullanmıştır.

(14) AP ile ordunun birbirlerini anlayamadıklarını, inanamadıklarını ifade ile


parti saflarına emekli general ve subayların girmesinin kendi açılarından yararlı
olacağı ve bu yolda faaliyette bulunduklarını belirtmiştir.

b. Komutan’ın kanaati:

(1) Konuşmalar esnasmda genellikle kendisi, karşısındaki üç kişiye rağmen en


fazla konuşma temayülü ve ısrarı göstermiş, her üç generalin ileri sürdüğü karşı
fikirleri cevaplandırmaktan ve anlaşmaya gidici bir tutum göstermekten, ziyade
karşı tarafın sözünün bitmesini sabırsızlıkla bekleyerek kendi müteakip fikrini
izah havası içerisinde bulunmuştur.

2) 12 Mart evvelsinden bu yana eğer Çağlayangil AP'yi temsilen konuşuyorsa,


görüş ve iddialarında hiçbir fark yoktur. Ezcümle 12 Mart’a gelişte sosyo-
ekonomik sebeplerle Anayasa’da öngörülen reformların tahakkuk
ettirilmemesini bir sebep olarak görmemekte, bütün suçu Anayasa’nın aşırı
hürriyetlerine, Anayasa müesseselerinin kendilerine karşı oluşuna, icra olarak
görevlerini gerektiği gibi yaptıklarını, ancak adliyenin icraya uymadığını, Silâhlı
Kuvvetler’in 12 Mart’tan sonra hükümetlere sağladığı desteğin kendilerinden
esirgenmiş olduğu fikirlerini ve görüşlerini iki yıl evvel olduğu gibi aynen
savunmaktadır. Bu sebeple genel seçimlerden sonra Silâhlı Kuvvetler’le AP’nin
bidayette sükûnetti de olsa karşılıklı bir itimatsızlık havası içerisine girileceği,
sonrası için ise bir kehanette bulunmanın mümkün olmadığını.

3) Doğru veya yanlış, kendilerine Silâhlı Kuvvetler içinde ya bilgiçlik taslamak


veya söz sahibi olduğunu belli etmek, veya istikbale muzaf şahsi yatırım
gayeleriyle kendileriyle çeşitli temaslar yapılması sonunda, Silâhlı Kuvvetler
içerisinde bir fikri beraberlik olmadığı kanısı uyanmış olduğu görülmüştür.
Ayrıca ordu iktidara gelirse hemen birkaç gün içerisinde birbirlerine kalrşı silâh
kullanacak kadar fikir aykırılıklarının olduğu kendilerine ulaştırılmış
bulunduğunu ifade etmiştir.

6 Şubat 1973 : Senatör Selâhattin Babüroğlu ve Senatör Mehmet Özgüneş tekrar


geldiler ve şu görüşleri ileri sürdüler:

— Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Silâhlı Kuvvetler’in pasif kalması sakıncalı


neticeler verebilir.

— Cumhurbaşkanı Sayın Sunay ile bu konuda yaptıkları konuşmada olumlu


sonuç alamamışlar.

— Türkiye’de iki makam çok önemlidir... Cumhurbaşkanı ve Başbakan.

— Benim Meclise sokularak (Kontenjandan) Başbakan olmamı öneriyorlar.

6 Şubat 1973 : Org. Gürler ve Oramiral Kayacan’la Genelkurmay’da bir araya


geldik. Org. Gürler şunları söyledi:

«Genel tutumda bir olmamıza rağmen Batur’la ters düştüğümüz noktalar oldu.
Melen'i yeterince desteklemedi, Sunay’ın müddetinin uzatılmasını istiyor. Ben
Cumhurbaşkanı olursam Genelkurmay Başkanı olmadığı takdirde ayrılacağını
söylüyor. Benim bir de cuntam olduğundan bahsediyor.»

Ben verdiğim cevapta... «Söyledikleriniz doğru, Genelkurmay Başkanlığı


üzerindeki görüşüm komuta katı içinde en eski Kuvvet Komutanı olmam
dolayısıyla bir prensip meselesidir, yasa da buna müsaittir, ayrılırsam kimseye
kırgın olmayacağım» dedim.

Amiral Kayacan; «Siyasiler bizim kararsızlığımızdan ve ataletimizden


yararlanıyorlar, kati kararımızı vermeliyiz» dedi.

Ben tekrar söz aldım ve «İsterseniz, Kayacan’la beraber Cumhurbaşkanına


gidelim... kendi durumumu, sizin Cumhurbaşkanı olmanızın fayda ve
mahzurlarını, sizi Kontenjan Senatörü yapıp yapmayacağını görüşelim ve bu
görüşme sonucuna göre konuyu Yüksek Askeri Şura toplantısı sonrasında
orgenerallerle de görüşelim» teklifinde bulundum, teklifim kabul edildi ve saat
16.00 için Cumhurbaşkanı’ndan randevu alındı.
Bu arada, aramızda evvelce konuştuğumz bir konuyu Faruk Paşa’ya hatırlattım...
«Semih Paşa’yı Pakistan'a Büyükelçi göndermeyi düşünüyordunuz... bir karara
vardınız mı?» dedim. «Şimdi onu görevden ayırmaya yüzüm tutmaz» cevabını
verdi.

Saat 16.00’da Amiral Kayacan ile birlikte Cumhurbaşkanının odasına alındık,


kendisine görüşlerimizi şu şekilde aktardık... «Cumhurbaşkanlığı sürenizin
uzatılmasını istemiyor ve ayrıca bu maksadın temini için de Silâhlı Kuvvetler’in
bir baskı unsuru olarak kullanılmasını istemiyorsunuz. Bu düşüncenize saygı
duyarız, ancak bu tutumunuz siyasi partilerce de öğrenildiğinden, bu hal tarzının
denenmesi şansı kalmamıştır.

Bizim görüşümüze göre; içinde bulunduğumuz koşullar, Silâhlı Kuvvetler’in


kabul edebileceği, bağdaştırıcı ve birtakım aşırılıkları önleyecek güçte bir
Cumhurbaşkanına ihtiyaç olduğu doğrultusundadır. Buna göre de önümüzde iki
yol var... bunlardan biri; Faruk Paşa’nın aday olması ve adaylığının
desteklenmesi, diğeri; Silâhlı Kuvvetler’in benimseyebileceği Meclis içi veya
dışından bir adayın bulunmasdıdır. Faruk Paşa’nın aday olması ile Silâhlı
Kuvvetler Komuta kademesinde yapılacak değişiklikler bazı huzursuzluklara yol
açabilir. Konuyu yakında başlayacak Askeri Şura, toplantısından sonra aramızda
görüşmek istiyoruz, bu sebeple zatıâlinizin görüşlerini öğrenmeğe geldik.»

Sayın Cumhurbaşkanı bize, gayet açık ifadelerle görüşlerini anlattılar ve dediler


ki:

«Çeşitli ve inanılır yetkililerden topladığım bilgilere göre bilhassa AP, ne benim


süremin uzatılmasına, ne de Meclis dışından bir askerin Senato’ya girmesi sureti
ile Cumhurbaşkanı seçilmesine taraftar değil. Münferit olarak AP’den ve hatta
bayram mesajındaki sert sözlerime rağmen CHP.’den dahi benim süremin
uzatılmasını isteyenler var. Fakat bu istekler bir mana ifade etmemektedir.
Nitekim şimdiye kadar her gittiğim törende yanımda hazır bulunan Senato ve
Meclis Başkanları da benimle teması kesmişlerdir. Benim süremin uzatılmasında
bir baskı unsuru kullanmayı doğru görmediğimize göre ve bu baskıyı siyasi
partiler de kabul etmeyeceklerini bildirdiklerine göre, Genelkurmay Başkaninm
Cumhurbaşkanı olması için baskı kullanmakta doğru olmaz. Millet - Parlamento
- Silâhlı Kuvvetler karşı karşıya gelecek demektir. Bu meseleyi garanti etmeden
Faruk Paşa’yı kontenjan senatörlüğüne seçmem. Benim durumum başka idi. AP
ve CHP, ittifakla beni Cumhurbaşkanı , seçmeyi kabul ettiler. Bugün de AP'den
yetkili bir heyet bana gelip de... Faruk Paşa’yı Cumhurbaşkanı seçmeğe karar
verdik deseler ve garanti verseler, o zaman ancak birini muvakkaten Kontenjan
Senatörlüğünden istifa ettirerek, kendisini Senatör seçebilirim. Böyle bir durum
varit görülmemektedir. Muhtemel aday ve adaylar içinden tercih ve baskı
yapmamızı da uygun görmüyorum. Çünkü karşı taraf milli iradeye dayanıyor ve
hukuki durumları kuvvetli, siz-ler ise gayrıhukuki durumda kalacaksınız. Bütün
mesele emri komutayı işgal eden sizlerin tam bir anlaşma içinde olmanızdır. Siz
beraberce hareket ederseniz karşı taraflar aşırı hareketlere girmekten
çekineceklerdir.»

Bu görüşmeleri gidip Faruk Paşa’ya naklettik. Biraz düşündükten sonra... «daha


iyi, hep beraber çalışmağa devam ederiz» dedi.

Ama bunun geçici bir karar olduğunu kısa bir müddet sonra görecektim.

Askeri Şura’nın resmi gündemli toplantısı bittikten sonra, Şura üyeleri özel
olarak bir araya geldik. Önce detaya inilmeden Cumhurbaşkanlığı seçiminde
uygulanacak genel yöntem üzerinde duruldu. Org. Türün, Amiral Kayacan, Org.
Ersim, Org. Aktulga, Org. Yiğit, Koramiral Fırat; önce Sunay’ın müddetinin
uzatılması, bu sağlanamazsa Gürler’in adaylığı konusunun ele alınması
doğrultusunda konuştular. Hv. Org. Alpkaya ve Hv. Org. Özgür; önce süre
uzatmayı sonra Muhittin Taylan’m adaylığı konusunu dile getirdiler. Org.
Gürgüç, Org. Tulunay ve Org. Özgöçmen ise partilere isim vererek konuşma
yapılmamasını önerdiler.

Ben... «eğer partilerle konuşacaksak bu yüz yüze olacak, el altından istişare ve


teklif olmaz. Sunay’ın süresinin uzatılması teklifimiz ret edilirse hiçbir şey
olmaz, ama Faruk Paşa’yı teklif eder ret cevabı alırsak durumumuz çok fena
olur. Onun için biz önce partilerin ne tip adaylarını kabul edemeyeceğimizi
açıkça bildirmeliyiz» dedim. Faruk Paşa... «meselâ ...... teklif edilirse kabul
edecek miyiz?» diye sordu. Ben de; «Tabii edeceğiz, ne sakınca ileri sürebiliriz»
cevabını verdim.

Öğleden sonraki toplantıda detaya inildi ve aşağıdaki görüşmeler yapıldı:

Org. Gürler : «Mecliste yapılan oyunlarla Milli Savunma bütçesi kısıldı, seçimde
rol oynayacak Bakanlık bütçelerine ilâveler yapıldı. Dün akşam bazı tartışma ve
karşılıklı kusurlamalarda bulunduk, bu meseleyi o noktada kapatalım.
Politikacılar samimiyetsizler ve oyun yapmaktalar. 12 Mart’ı önce kabul ettikleri
halde şimdi en azından Anayasa’ya aykırı görmektedirler, ama 12 Mart’a gelişte
kendilerini hiç kusurlu görmemektedirler. Silâhlı Kuvvetler içinde ayrılık
çıkartmağa çalışmaktadırlar. Bir de meşruiyet meselesi var, hepimiz
meşruiyetçiyiz. Ancak 12 Mart da meşrudur. Sıkıyönetim Mahkemeleri de buna
istinat ederek karar vermektedirler. O halde 12 Mart müdahalesi istekleri de
meşrudur. Şekli meşruiyeti de sonuna kadar muhafaza etmeğe çalıştık. Eğer
onlar, 12 Mart’ı samimi benimsemiş olsalardı, meşru olduğunu Anayasa’da
tescil ederlerdi. 12 Mart’ı bütün Komutanların benimsemesi lâzımdır. Silâhlı
Kuvvetlere yapılan sataşmalara mani olmalıyız. (Faruk Paşa bu arada Seyfi
Öztürk, Turhan Bilgin ve Orhan Akça’nın yaptıkları ve hakikaten çirkin olan
sataşmalarından örnekler okudu). Siyasi huzur ve istikrarın temini lâzımdır, bu
da ancak devletin başına seçilecek yetenekli bir insan ile ve reformların, partiler
ve seçim yasalarının çıkarılması ile mümkün olur.»

Org. T. SUNALP: «Konuşmama bazı vaziyetlerin tespit edilmesi lüzumunu


belirtmekle başlamak istiyorum...

— 12 Mart geçerli midir? Ve herkesçe benimsenmekte midir? Bunun teyidi


gerekir.

— 12 Mart geçerli ise ve istekleri yerine getirilmezse 3 ncü madde işletilecek


midir?

— Bu tip bir uygulama manzumesi, yani 12 Mart’ııı eskalasyonu ne olmalıdır?

— AP Genel Başkam’na ihtarda bulunulması gereklidir.

— Bir muhtıra daha verilerek her türlü seçimin ertelenmesi ve revizyon


edilecek hükümetle göreve devam şekli üzerinde durulmalıdır.

— AP Genel Başkanı’na nasıl ihtar yapılacak? Kimler nereye, nasıl çağrılarak,


ne şekilde konuşulacak? Genel Başkanlar cevap vermeyip konuyu yetkili
kurullarında görüşme bahanesini öne sürerlerse ne yapılacak? Bundan böyle
genişletilmiş Komuta Konseyi toplantılarına ihtiyaç olup olmadığı gibi hususlar
tespit edilmelidir.»

Org. S. SANCAR : «Önce bir bildiri yayınlayarak düşüncelerimizi bildirelim.»

Org. O. YİĞİT : «Bildiri yayınlamak yeni kanuna göre suç değil mi?»

Org. N. K. ERSUN : «Önce konuşmak daha iyidir.»


Org. Batur : «Önce teferruatlı olarak her şeyi AP Genel Başkanı ile görüşmeli ve
denmelidir ki, anlaşma olmazsa durumu bildiri ile kamuoyuna açıklayacağız.»

Org. F. TÜRÜN : «Meşruiyet meselesi üzerinde dün gece söylediğim bir iki söz
yanlış anlaşılmış olabilir. Ben 12 Mart’ı meşru kabul ediyorum. Yapacağımız
hareketin sonucunu düşünmemiz lâzım. Nasıl bir rejim gelecek? Bunun avakıbı
ne olacak? Ben yalnız Silâhlı Kuvvetler’in meseleyi ele almasını uygun
görmüyorum. Yalnız bir parti lideri ile değil, başka sorumlularla da görüşmek ve
onlara bir hal tarzı bildirmek icap eder.»

Org. Batur : «Zannederim Org. Türün yalnız Demirel ile değil, diğer partilerle de
aynı teması yapmak lâzım diyor.»

Org. TÜRÜN : «Evet, ve bu görüşmelerin sonu ne olacak, onu kararlaştırmak


lâzım.»

Org. AKTULGA: «Zaruret olursa 3 ncü madde işletilecek mi? Bu konu karara
bağlanmalı.»

Org. ERSUN : «Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutam, Savunma


Bakanlığı Müsteşarı ve II nci Başkandan oluşan bir heyet kurulsun. Konuşma
metni yazılı hazırlansın. Demirel ile görüşme temininde Turgut Toker aracılık
etsin. Konu, Milli Güvenlik Kurulu’nda da görüşülsün, II nci Başkan sözcü
olsun ve burada; Cumhurbaşkanı seçimi üzerindeki görüşlerimiz, Hükümetin
göreve devam etmesi, Reformlar, Milli Savunma bütçesi ve orduya yapılan
sataşmalar dile getirilsin.»

Org. ÖZGÖÇMEN : «Politik hayatta çok defa bekle - gör prensibi uygulanır,
itidalli olalım.»

Org. GÜRGÜÇ : «3ncü maddenin işletilmesinin fayda sağlayacağı düşüncesinde


değilim. 2nci maddenin geliştirilmesi için gayret sarfedelim. Mesela, Milli
Güvenik Kurulu’nda görüşülsün.»

Org. TULUNAY: «Hissi taşkınlıklara gidilmemelidir. 12 Mart’ı küçümseyen


varsa açıkça ortaya çıkmalıdır. 3ncü maddenin tatbiki kolay ele alınacak bir
mesele değildir. İyice planlama yapmadan ve büyük zaruret olmadıkça
uygulanmamalıdır. Liderlerle konuşma yapılmasını uygun görmüyorum.»

Org. AKINCI: «Mesele Güvenlik Kurulu’nda ele alınmalıdır.»


Org. Batur : «Org. Ersun’un teklif ettiği heyetin teşkil tarzına katılmıyorum.
Nisbi bir meşruluk kazanabilmesi için, Güvenlik Kurulu üyesi sıfatı
taşıdıklarından heyetin dört Komutandan kurulu olması ve tabii olarak
Genelkurmay Başkam’nın heyette olması lâzımdır, sözcülük başkasma
bırakılamaz. Mesele, Güvenlik Kurulu’nda da görüşülemez, çünkü Güvenlik
Kurulu’nda çeşitli partilerden ve Meclis dışından 6 Bakan vardır ve bunların
konuyu çözecek bir güçleri de yoktur. Marmara Köşkü’nde bir toplantı
düzenlenerek Turgut Toker aracılığı ile ve yanında isterse üç kişi getirebileceği
kaydı ile Demirel davet edilmeli, yazılı gündem kendisine önceden
gönderilmelidir. Cumhurbaşkanlığı konusunda belirlenmiş bir görüşümüz olmalı,
Başbakanlık için Sayın Melen’de ısrar edilmemeli, ancak bir AP’linin de
Başbakan olarak kabul edilemeyeceği belirtilmeli, 12 Mart isteklerinin yerine
getirilmesi, seçime nasıl gidileceği, seçim ve partiler kanunları üzerindeki
görüşlerimiz izah edilmeli. Bu toplantıda bir netice alınamazsa bütün Parti
liderleri ile topluca görüşülmeli, anlaşma olmazsa durum bir bildiri ile
kamuoyuna duyurulmak ve ayrıca bu bildiri de partilere değil, fakat
parlamenterlere hitap edilerek çözüm bulmaları istenmeli ve bir süre
belirtilmelidir.»

KORAMİRAL FIRAT: «Güvenlik Kurulu’nun asker üyeleri bütün partilerle bu


teması yapmalıdır ve partilere; 12 Mart’ın yürürlükte olduğu belirtilmeli,
öncelikle Sayın Sunay’m süresinin uzatılması empoze edilmeli, bu sağlanamazsa
konuya karışmamalı, Silâhlı Kuvvetlere yapılan sataşmaların durdurulması
istenmeli, 3ncü maddenin işletilmesi son çare olarak düşünülmelidir. Hava
Kuvvetleri Komutam’nın parlamenterlere hitap edilmesi düşüncesine
katılıyorum.»

Hv. Org. DURAL: «Hava Kuvvetleri Komutanı’nın fikirlerine katılıyorum.


Cumhurbaşkanının süresinin uzatılmasını uygun görmüyorum, çünkü sonradan
politikacıların dediklerine tabi olur. Onun için Silâhlı Kuvvetler’in istediği bir
muvazzaf veya emekli askerin aday olarak tespitini uygun görüyorum.»

Hv. Org. ÖZGÜR : «12 Mart Muhtırasının geçerliği üzerinde şüphe yoktur. 3ncü
maddenin işletilmesinin istenmediği havası, muhtırayı zayıflatmıştır. Hava
Kuvvetleri Komutam’nın teklifini uygun görüyorum. Meclis’te bazı
pervasızlıklar başlamıştır, bunun durdurulması lâzımdır.»

Org. YİĞİT : «12 Mart Muhtırası yaşamaktadır. Huzur ve sükûn tam


sağlanamamıştır. Partilerle teker teker temas yapılmalı, netice alınmazsa bildiri
yayınlanmalı, gene netice alınmazsa 3ncü madde işletilmeli. Cumhurbaşkaninm
süresi uzatılmalıdır.»

Hv. Org. ALPKAYA: «12 Mart yürürlüktedir. Silâhlı Kuvvetler içinde ayrılık
yoktur. Karşı taraf bu ajanlığı yaşatmağa çalışmaktadır. Hava Küvetleri Ko-
mutam’nın fikirlerine iştirak ederim. Cumhurbaşkanı’ nm süresi uzatılmalı, bu
mümkün olmazsa benimseyebileceğimiz bir aday empoze edilmelidir. Çaresiz
kalırsak 3ncü madde uygulanmalıdır.»

Org. SUNALP: «Şimdiye kadar yapılan konuşmalarla 12 Mart'ın tasvip edildiği


tespit edildi. Ben 3ncü maddenin düşmanıyım, ancak sevip sevmesem de, gerekli
olursa tatbik edilmelidir kararındayım. Eskalasyon şu şekilde tatbik edilebilir...
İhtar hususunda Hava Kuvvetleri Komutanının düşüncelerine iştirak ediyorum.
Muhtıra veya bildiriye gelince, seçimler tehir edilirse parti ağalığı çöker.
Korkaklar ve çıkarcıların oyununu bozmak lâzım. Seçim derken her türlüsünü
kastediyorum, yani Cumhurbaşkanı seçimi dahil. Buna karşı çıkan
parlamenterler istifa ederler, geri kalanlar göreve devam ederler. Bu, 3ncü
maddenin tatbiki değildir. AP Genel Başkanı'na ihtar yapıldıktan sonra bir
bekleme devresine girmek lâzımdır. Toplantıya Genelkurmay Başkanı ve 3
Kuvvet Komutam katılmalı, AP Genel Başkanı, yanında istediklerini
getirebilmelidir. Bu buluşmanın teminini de Turgut Toker yapmalıdır.
Konuşulacak konular bir metinle tespit edilmeli ve şu görüşlere yer verilmelidir:

— Bu duruma nasıl gelindiği ve şu anda durumun ne olduğu bir defa daha


anlatılmalı.

— Ordunun iç bünyesi, kuruluşu anlatılmalı, komutan - orta kademe - ast


meseleleri izah edilmeli.

— 12 Mart neden kösteklenmiştir? İzah edilmelidir. 12 Mart kendilerine karşı


değil, kendilerinin yararına yapılmıştır.

— Sen, memleketin durumu hakkında ve gelecek hakkında ne düşünüyorsun


diye sormak gerekir.

— Ordunun birlik ve beraberlik içinde olduğu söylenmeli, orduyu tahrikten


vazgeçmeleri istenmeli.

— Cumhurbaşkaninm süresinin uzatılması telkin edilmeli.


— Reformlar, seçim ve partiler kanunu koşulları ele alınmalı.

— Hükümette restorasyon düşünülebilir.

— Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantılarına lüzum yoktur.»

Org. EKEN : «12 Mart ne pahasına olursa olsun hedefine ulaşmalıdır. İkazlarda
ve eskalasyona gitmekte hassas davranılmalıdır. Bir parti başkanma yapılacak
ikazı uygun görmüyorum. Bütün parti başkanları topluca çağırılmalıdır.
Konuşma yalnız Komuta heyetince yapılmalıdır. Bütçe, reformlar ve sataşmalar
üzerinde durulmalıdır.' 3ncü maddenin işletilmesi çeşitli rizikolar taşır, son çare
olarak ele alınmalı, çok dikkatli davranılmalıdır. Çünkü 3ncü madde üç ay için
işletilmez, işleyince 5-10 yıllık, bir sürede içinden çıkılır.»

Org. TÜRÜN : «Pratik çare aranıyor. Org. Batur’un formülüne katılıyorum.


Toplum psikolojisi dikkate alınmalı, onları kahraman haline getirmemeliyiz.
Kamuoyu askere hak vermeli. Bütçe, bu demarj için ana sebep olmamalıdır.»

ORAMİRAL KAYACAN : «Geç kalırsak tren kaçacaktır. Toplantıya yalnız Milli


Güvenlik Kurulu üyesi Komutanlar katılmalıdır. Hata, yalnız AP'de değildir,
bütün partilerle konuşulmalıdır, yalnız her parti ile tek tek ve değişik tarzda
konuşulmalıdır. Konuşmalarda 12 Mart’ın meşruluğu, bugünkü durum, siyasi
istikrar ve huzur, reformlar, Anayasa, Bütçe, sataşmalar ve Cumhurbaşkanı
seçimi üzerinde durulmalıdır. Hükümetin, seçime kadar devamını istemek doğru
değildir. Tarafsız bir Başbakan bulunabilir. Cumhur-başkaninm süresinin
uzamasını isteriz, ama bu zayıf bir ihtimaldir. İki namzettiniz olmalı ve isimlerini
tespit etmeliyiz. Biri Faruk Paşa olabilir, diğeri üzerinde isim vererek polemiğe
girmek istemiyorum. Liderler toplantıya gelir veya gelmezler, anlaşamazsak
bildiri yayınlanması lâzımdır. Biz, kamuoyunda haklı olmağa çalışmalıyız. 3ncü
madde tehdit unsuru olarak kullanılmalıdır.»

Org. SANCAR : «Genellikle arkadaşlarımla mutabıkım. 12 Mart muhtırası


dayanağımızdır. Tatbikat yönünden ana hatları ile Hava Kuvvetleri Komutanı’na
katılıyorum. Şu farklarla; ihtar yapılmalıdır, ben heyete Jandarma Genel
Komutanı ve Savunma Bakanlığı Müsteşarı’nın da katılmasını uygun
görüyorum.»

Org. Gürler : «Belki Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri de katılabilir. Parti
başkanları tek tek ve fasılalı çağırılmalı. Neticeye göre kamuoyunu kazanmak
için güzel bir bildiri hazırlanmalı, yazılı gündem parti liderlerine
gönderilmemeli. Çünkü basına verip sonra da toplantıya gelmeyebilirler.»

12 Şubat 1973 : Org. Sancar, ben, Amiral Kayacan, Org. Akıncı, Org. Yiğit ve
Org. Suııalp Genelkurmay’da toplandık. Turgut Toker (AP’li) o dönemlerde
Demirel ve AP ile Silâhlı Kuvvetler arasmda iyi-niyetle irtibat elemanı gibi
çalışıyor, uzlaşma çare ve çabaları gösteriyordu, gönderdiği bilgiler
değerlendirildi.

13 Şubat 1973 : Genelkurmay’da dört Komutan toplandık. AP ile temasın


şimdilik mümkün olamayacağı öğrenildi.

Aramızda cereyan eden bu görüşmelerden sonra Parti Genel Başkanları ve


yanlarında getirecekleri heyetlerle Komutan evlerinde, Kontenjan ve Milli Birlik
Grubu temsilcileri ile Genelkurmay’da görüşülmesine, toplantılara askeri
kanattan dört komutan ve Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı Org. Akıncı ile
2nci Başkan Org. Sunalp’in katılmasına karar verildi.

İlk olarak benim evimde, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve yanındaki
heyette bulunan Kâmil Kırık-oğlu, Ahmet Durakoğlu, Hüdai Oral, Hıfzı Oğuz
Bekata ile görüşüldü. Sonra sırası ile diğer komutanların evlerinde DP Genel
Başkanı Ferruh Bozbeyli ve heyeti, Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkam
Prof. Turhan Feyzioğlu ve heyeti ile toplantılar düzenlendi. AP Genel Başkanı
Süleyman Demirel ise bu tarz bir toplantıya katılmayı reddetti.

Toplantıya gelenlere hal hatır sormadan sonra Faruk Paşa söze başlıyor, çok
yumuşak ifadelerle son yılların siyasi gelişmelerini izah ederek, yaşanan güne
geliyor, Silâhlı Kuvvetler’in amaç ve beklentilerini sıralıyor, bu kritik dönemde
Cumhurbaşkanı seçimlerinin önem ve özelliğini belirtiyor ve Cumhurbaşkanı
olacak kimsede Silâhlı Kuvvetlerce aranan nitelikleri sıralıyordu. (27 Mayıs ve
12 Mart’a karşı çıkmamış olacak, şaibesi bulunmayacak, içte ve dışta güven
telkin edecek, ordu ve parlamento arasmda iyi ilişkiler kurabilecek bir aday).
Silâhlı Kuvvetlerin bir adayı olduğunu, bu adayın da kendisi olduğunu ima dahi
etmiyordu. Meselâ; Bülent Ecevit ve heyeti ile bu ölçüler üzerinde konuşulmuş,
bu arada Devlet Güvenlik Mahkemesi konusuna da değinilmiştir. Bülent Ecevit,
haklı bazı endişeler belirtince, ben söz alarak... «Biz Devlet ' Güvenlik
Mahkemelerinin kurulması gereğine prensipte inanıyoruz, ama mahkeme
heyetinin kuruluş tarzı, asker yargıç ve savcı bulunsun diye bir iddia ve isteğimiz
yok» dediğim zaman Sayın Ecevit rahatlamıştı.
Daha yakın görünen veya görünmeyi tercih eden parti ve gruplarla ise
Cumhurbaşkanı konusunda daha detaya inebiliyor ve Faruk Paşa’nın adı ortaya
konabiliyordu. Örneğin... Milli Birlik Grubu E. Org. Fahri Özdilek başkanlığınca
bir heyetle Genelkurmay’a toplantıya geldiğinde Sayın Özdilek kısa bir giriş
yaptıktan sonra grup adına sözü Senatör Ahmet Yıldız’a bırakmıştı. Yıldız da
her zamanki açıklığı ile şu görüşleri ileri sürdü... «Org. Güler’in Çankaya’ya
çıkmasında yarar vardır. Ancak, bu çıkışı yaparken Silâhlı Kuvvetleri güvenceye
alabilmek için Org. Batur’un Genelkurmay Başkanı olması gerekir» deyince ben
ve Semih Paşa değişik hislerle kızardık.

AP Genel Başkanı davete gelmemek bir yana, ikinci sınıf silâhşor sözcüleri
vasıtası ile bir kabadayalık gösterisi havasına girince, evvelce kararlaştırdığımız
gibi bir bildiri yayınlamak farz oldu. 21 Şubat 1973 günü Genelkurmay
aşağıdaki bildiriyi TRT ve basın aracılığı ile millete duyurdu:

1. Sorumsuz veya sorumluluğunu idrak edemeyen bazı politikacılarla sapık


ideoloji ve çıkar çevrelerinin, memleketin yüksek menfatlerini hiçe sayarak ve
Silâhlı Kuvvetler’in vakur bir anlayış içerisinde bulunmasından cür’et alarak,
son aylarda gittikçe temposunu arttıran yersiz beyan ve yorumlarda bulunmaları
esefle müşahede olunmaktadır.
2. Türk vatanı ve milletini maruz kaldığı yok olma tehdidinden kurtarmak ve
güvenli bir geleceğe kavuşturmak amacı ile verilmiş olan 12 Mart Muhtırası’"
rnn Silâhlı Kuvvetlere yüklediği sorumluluğun idraki içinde bulunan Yüksek
Komuta heyeti;
a. Silâhlı Kuvvetlere ve 12 Mart Muhtırası’na doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak yöneltilen küçük düşürücü ve kışkırtıcı sataşma ve beyanların son
bulmasını,
b. Muhtıramn gereği olan yurtta huzur ve istikrarın sağlanması ve devamını,
c. Reformların gerektiği şekilde ve bir an önce tahakkuk ettirilmesini,
d. Siyasi partiler ve seçim kanunlarının milli iradeyi âdil bir şekilde tam
olarak yansıtacak bir temsile ve dürüst bir seçime imkân verecek hale
getirilmesini,
e. Böylece içinde bulunulan bunalım ve olağanüstü durumdan bir an evvel
çıkılarak normal döneme arızasızca geçilmesini sağlamak amacıyla sarfedilecek
çabalar konusunda, başlıca siyasi partilerimizin, kontenjan, Milli Birlik ve
bağımsız grupların lider kadroları ile fikir teatisinde bulunmak üzere görüşme ve
temaslar yapılmasını yurt yararına mülahaza etmiştir.
3. Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri; bu görüşmelere büyük
bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız AP Genel Başkanı, kendisine özgü bazı
nedenlerle yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır. Liderler ve
beraberindeki heyetlerle yapılmış olan bu görüşmeler; şahıs, zümre, parti ve
hükümet icraatı bahsekonu edilmeksizin samimi bir hava içinde cereyan etmiş
olup, bu hususta yanlış istikametlerle yayılmasına çalışılan her türlü haber ve
yorumların hakikat ile hiçbir ilgisi yoktur.
Keyfiyet kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Bu bildiri TRT’nin saat 13.00 haberler bülteninde yayınlandı ve aynı gün Sayın
Demirel, bizlere demokrasi dersi veren cevabını yayınladı. Bu cevabı aşağıda
okuyacaksınız. Okuduktan sonra içinizden «Bu ne biçim askeri müdahale
dönemi? Herkes dilediği gibi konuşuyor» diyeceksiniz. Halbuki yıllarca 12 Mart
dönemi için «Bir baskı, bir faşist rejim» deyimleri kullanılmıştı. Döneme bu
isimler takıldı, ama bizler normal demokratik rejimlerdeki insanlar kadar
hoşgörülü idik.

AP Genel Başkanı Sayın Demirel'in cevabı şöyle idi:

«Türkiye Cumhuriyetinin bir Anayasası vardır. Bu Anayasa siyasi partileri


demokratik hayatın ayrılmaz bir parçası saymıştır.

AP Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın açık hükümlerine göre mevcuttur.


Varlığını Anayasa ve Milletten gördüğü teveccühten almaktadır. Millete karşı
sorumudur. Ve hesap vereceği yegâne merci millettir. Türk Anayasası ile tayin
edilmiş yetkilerin dışmda, hiçbir yetkimizin olmadığına kaniyiz. Yerimizi,
görevimizi ve sorumluluğumuzu doğru anlamışızdır.

Hür demokratik Cumhuriyeti savunduk ve savunmaya devam edeceğiz. Hür


Demokratik Cumhuriyetin tarifi; Türk Anayasasinda yapılmıştır. Onun dışındaki
tariflere iltifat etmek mümkün değildir.

Memleketin buhrandan çıkması için AP’nin katlandığı fedakârlıklar ortadadır.


AP ne buhranın amili ve ne de uzamasının sebebidir. Yetki ve
sorumluluklarımızı biliyoruz. Onu da bu tebliğle ilgili söylemiyorum. Biz kendi
yerimizi nasıl anlarız, bunu ifade etmek için söylüyorum. Bu ülkenin hür
haklarını bilir kimseleriz. Haklarımızın teminatını da Türk Anayasası’nda
buluyoruz.»

23 Şubat 1973 : Deniz Kuvvetleri Komutaninın makam odasında Org. Sancar,


ben, Amiral Kayacan, Org. Akıncı, Org. Yiğit, Org. Sunalp ve Korg. Över
toplandık. Org. Sunalp ve Korg. Över, son üç gün içinde yaptıkları özel temasları
anlatarak bir değerlendirme yaptılar. AP’den Senatör Mahmut Vural ile yapılan
konuşmada... Vural, kendisinin 50 kişiyi temsil ettiğini, Meclis içinde yüzün
üzerinde AP'linin Faruk Paşa’ya oy verebileceğini söylemiş. Ben dahil bazı
Komutanlar bu görüşe katılmadığımızı, bunun gerçek olduğunun anlaşılması için
imzalı bir vesikaya bağlanması gerektiğini söyledik.

(Sonraları daktilo ile bir liste halinde tanzim edilmiş, AP’den Faruk Paşa’ya oy
vereceklerin isimleri geldi. Listede 135 kadar isim vardı, fakat ancak 17 - 18
imza vardı. «Diğerleri imza etmediler, ama oy vereceklerine söz verdiler» dendi.
Ben bu listeye inanmadım, hatta bir gün Faruk Paşa ile konuşurken... «Bu
listedeki adet doğru olsa, Demirel şimdiye kadar yerinde kalamazdı» dedim.
Fakat nedense Faruk Paşa yalnız lehine gelen haberlere inanıyordu.)

Yalnız, Gürler ismi üzerinde ısrar edilmemesi üzerinde duruldu. Org. Sunalp;
«Nihat Erim ve İsmail Rüştü Aksal giıbi isimler üzerinde durulabilir, fakat bu
sefer Org. Gürler’in şansı kalmaz, derken Korg. Över, «Sonuna kadar Gürler’i
desteklememiz» gerektiğini ileri sürdü. Niçin bilmiyorum, benim bütün
ısrarlarıma ve karşı koymama rağmen Faruk Paşa bu gibi toplantılara bir
sorumluluğu olmayan orgeneralleri ve korgeneralleri alarak kendi istediği
etrafmda bir çoğunluk ve baskı grubu oluşturma yolunu tercih ediyordu.

25 Şubat 1973 : Akşam Org. Sunalp’in evinde dört saat süren bir toplantı yapıldı.
Toplantıya dört komutana ilâveten Org. Akıncı, Yiğit ve Ersun ile Korg. Er-geç
ve Över katıldılar, tabii ev sahibi Org. Sunalp de aramızdaydı. AP'li Vural'ın
iyimser görüşlerine Org. Sunalp, Korg. Ergeç ve Korg. Över’in de katıldıkları
görüldü. Bu arada Senatör Mehmet Yardımcinm Fuat Bayramoğlu’na, Sunay’m
süresinin Meclislerde 12 günde uzatılabileceğini söylediği haberi aktarıldı ve bu
haberin Sunay’m tutumunu etkileyebileceği belirtildi. Toplantıda, ertesi günü üç
Kuvvet Komutam’nın Cumhurbaşkanı ile bir görüşme daha yapması kararı
alındı.

26 Şubat 1973 : Sabah saat 9.25’de Cumhurbaşka-ninm yanma girdik. Semih


Paşa müşterek görüşleri şöyle dile getirdi... «Sayın Cumhurbaşkanımız... zatıâ-
linize büyük saygı ve itimadımız olduğu malûmlarmız-dır. Ancak istek ve
beyanlarınız bizleri bağlamaktadır.

Halbuki bu kritik dönemde en uygun hal tarzı sizin hizmet süresinizin


uzatılmasıdır. Bize ifade ve nakledildiğine göre siz bu uzatma keyfiyetini
istemiyormuş-sunuz. Eğer siz arzu ediyorsanız, sürenizin uzatılması hususunda
gerekli temas ve çalışmaları yapmamız mümkündür. Eğer bu istenmiyorsa, bu
dönemde bir muvazzaf askerin, yani hiyerarşik silsileye göre Org. Gürler’in bu
makama getirilmesi Komuta heyetince uygul görülmektedir.»

(Durum hakikatte böyle değildi, fakat toplantılara fazla adette bu görüşe


taraftar general çağırılınca bu şekle dönüşmeğe başlamıştı. Faruk Paşa
Genelkurmay Başkanlığından ayrılınca iki makam, yani Başkanlığa ve Kara
Kuvvetleri Komutanlığı’na yeni tayinler yapılacak, yani iki orgenerale yol
açılacaktı, nitekim de öyle oldu.)

Cumhurbaşkanı Sayın Sunay, bizlere o güne kadar yaptığı temaslar ve kendi


düşüncelerini anlattı ve dedi ki:

«Senato Başkanı Arıburnu ile iki defa yaptığım görüşmeden hiç memnun
olmadım. Bütün Avrupa'nın gözü bizde. Parti liderleri ile görüşmeyi
düşünüyorum. Ancak Demireiin tutumu ve gelip gelmemesinden endişe
ediyorum... baksanıza ne biçim sözler kullanıyor... Culus, Veliaht gibi laflar.
Partiler rıza gösterir ve yazılı vaatte bulunurlarsa Faruk Paşa’yı senatör
yapabilirim. Silâhlı Kuvvetler birlik ve beraberliğini muhafaza etmelidir.
Partilerden ve şahıslardan gelen vaat, haber ve telkinlere inanmayın.»

Ben söz aldım ve... «Durum oldukça kritik, bir AP'liyi bu dönemde
Cumhurbaşkanı olarak kabul edemeyiz. Ancak partiler, Faruk Paşa’yı
desteklemezse alternatif oluşunuz bizim için büyük handikap teşkil eder, bu
sebeple sizin son bir tarihi görev yaparak bağdaştırıcı bir rol oynamanızı teklif
ediyorum» dedim.

Cumhurbaşkanı verdiği cevapta... «Alternatifsiz oluşunuz hiç iyi değil,


Kontenjan Grubu’nda vatansever ve temiz insanlar var.

Bugün yapılacak Güvenlik Kurulu’nda meseleyi açacağım, sizler de


görüşlerinizi orada söyleyin» dedi.

* * * * *

26 Şubat 1973 : Milli Güvenlik Kurulu toplandı. Resmi gündem bittikten sonra
özel görüşmelere geçildi ve Cumhurbaşkanı Sunay uzun bir konuşma yaparak
görüşlerini ve son gelişmeleri anlattı...

«Son zamanlarda devamlı olarak AP tarafından 12 Mart’ı ve Silâhlı Kuvvetleri


rencide edecek beyanlar yapılmaktadır. 12 Mart öncesi artan anarşik hareketlerin
üzerine gidemeyen Hükümet, muhtıra ile çekilmek zorunda kaldı. Partilerüstü
bir Hükümet kuruldu, Anayasa değişiklikleri üzerinde çalışıldı. Devlet Başkanı
olarak bu durumu destekledim ve zaman zaman Parti Başkanları ile görüştüm.
Son bayram mesajımda da kimseyi hedef almadan, çeşitli manâlara gelen beyan
ve yazılara topluca bir cevap verdim. CHP, bu sözlerimle kendilerini kastettiğimi
zannetti ve bir Senatörleri bana cevap vererek ettiğim yemine rağmen
Anayasa’nın değiştirilmesi için baskı yaptığımı ileri sürdü.

12 Mart Muhtırası’nda belirtilen sebeplere dayanarak her partiden üye ve


dışarıdan alman insanlarla, asgari ölçüde partilerarası bir programla bir hükümet
kurulmasını öngördük ve Hiıkümet böylece kuruldu. Anarşik hareketler
durmayınca, Sıkıyönetim ilân edildi. Meclis de bunu kabul etti ve Sıkıyönetim
ilânından sonra anarşik hareketler durduruldu, müesebbipleri yakalandı. Fakat
uzun senelerden beri süregelen sol faaliyetler tam durdurulamadı. Partilerüstü
Hükümete karşı yıpratıcı faaliyetler ve konuşmalar yapılmağa başlandı. Halbuki
bu Hükümetler çok çalışarak faydalı işler yaptıkları halde, Partiler, bunları
görmemezlikten geldiler. Bu gibi durumlar, memleket ahenk ve huzurunu
bozmakta ve gelecek için endişe beslememize sebep olmaktadır.

Anayasaya uyarak görevimi şerefle bitirmek istiyorum. Ayrılacağım zamana


rastlayan bu huzursuzluk beni sıkıntıya sokmuştur. Geçen çeşitli olaylar beni çok
yordu. Anayasa icabı yapılacak bir seçimin, Parlamen-to’nun hakkı olduğunu
kabul ediyorum. Ancak; 12 Mart’a, Silâhlı Kuvvetlere ve Cumhurbaşkanı
seçimine herkes dil uzatmağa başladı.

Senato Başkanı Arıburun bana müracaat etti. Dedikodu ve haberleri dile getirdi
ve dedi ki... «Silâhlı Kuvvetler’den büyük ölçüde tehdit ve baskılara maruz
kalıyoruz. AP Genel Başkanı ve yakın çevresinin hayatı tehlikeye girmiştir.

(Güniz Sokağı’nda emniyet tedbirleri azaltılmıştı.)

Tehdit ve baskılara Partimiz tahammül edemeyecektir, icap ederse Meclisi terk


edeceğiz. AP Genel Başkanı, Komutanların davetine icabet etmemişse bunun
sebeplerinin dikkate alınması lâzım gelir. Silâhlı Kuvvetler önce kısa bir süre
için sizin sürenizin uzatılmasını istemişlerdi, ama bunda samimi değillerdi.
Şimdi de muhakkak kendi adaylarını seçtirmek istiyorlar, bunu kabul
etmeyeceğiz...» Ben kendisine verdiğim cevapta... «Nereden çıkarıyorsunuz bu
öldürme konusunu, böyle bir şeyi kimse düşünmez. AP, Anayasa değiştirmek
oldu mu yardımcı olur, diğer meselelerde ise Hükümeti desteklemez, 12 Mart’a
tecavüz eder, böyle şey olmaz. Komuta Konseyi nedir?... böyle bir şey var mı?
diye söz söylersiniz... elbette Silâhlı Kuvvetler kendini savunacak, emniyete
alacak tedbirler arar» dedim.

Cumhurbaşkanı sözlerine devam ederek... «Hükümet, Ordu erkânı, vatandaşlar


sıkıntı ve görüşlerini belirtmektedirler. Hiçbir şeye karışmak istemezken, bu
sıkıntılı durum karşısında bir müdahale yapıp yapmamayı düşünmeğe başladım.
Ancak iki bakımdan tereddüttün var. Birincisi; davetime gelinmemesi ki, bu beni
çok rencide eder. İkincisi; davet ve konuşma sırasında, acaba bu adam günü
gelmişken ne karışıyor?... bir şey mi koparmak istiyor diye düşünebilecekleri
hatırıma geliyordu.

Senato Başkanı ikinci defa randevu istedi ve geldi. Bir evvelki endişelerini ve
yapılan baskıları tekrar dile getirdi ve bunlara mukavemet edeceklerini söyledi.

Ben kendisine tekrar... 12 Mart ve Hükümete karşı olan hareketlerinizde


hatalısınız, ortada kötü bir gelişme, iki kutup olma hali var, ben bundan endişe
ediyorum dedim. Parti Başkanları ile görüşmek istediğimi söyleyince... «İyi
edersiniz, bu işi O. Sabit Avciya havale etseniz, sizinle Süleyman Bey arasmda
temas kurar» dedi. Ben de... «Bu işi sizin yapmanızı istiyorum» deyince...
«Süleyman Bey bazı şahsi işleri için birkaç günlüğüne İsparta’ya gidecek»
cevabmı verdi.

Cumhurbaşkanı bu şekilde sözlerini bitirdikten sonra... «şimdi sizleri dinlemek


istiyorum» dedi.

Başbakan ve Bakanlarla, Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, Parti Genel


Başkanları ile konuşmanın faydalı olacağını belirttiler.

Ben de söz istedim ve kişisel düşüncelerimi şöylece açıkladım... «12 Mart


Muhtırası hakkındaki karan ileride tarih verir. Ancak bugün bizler nasıl
yaşıyorsak, muhtıra da yürürlüktedir ve hayatiyetini muhafaza etmektedir.
Muhtıra’nın istekleri ile Silâhlı Kuvvetler angaje halindedir. Muhtıra istekleri
dışında bir çözüm yolu bulmak, Silâhlı Kuvetler’in şerefini kırar. Milletin,
Silâhlı Kuvvetlere saygılı bir sevgisi vardır. Bunun haleldar edilmesi ne milletin,
ne de Silâhlı Kuvvetler’in yararınadır. Muhtırada istenilenlerden üzerinde
birleşi-len tek nokta anarşinin ortadan kaldırılmasıdır. Ana-yasa’nın öngördüğü
reformlar meselesine ve zaruretine genellikle inanılmamaktadır. Yalnız Anayasa
değişikliği ve sert tedbirlerle Türkiye’nin meselelerinin çözümleneceğine AP ve
Demokratik Parti inanmıştır. Biz ise karma hal tarzının uygun olduğu
görüşündeyiz.

Bugün içinde yaşadığımız koşullar, Cumhurbaşkanı seçiminin önemini


arttırmıştır. Ortada bir Anayasa, bir Parlamento, bir kamuoyu ve dış dünyanın
bizi izlemesi vardır. Ama bir de 12 Mart Muhtırası ve Silâhlı Kuvvetler gerçeği
vardır. O halde bu iki kutbu, taraflar birbirini kırmadan veya zorlayıcı yollara
sapmadan makûl bir tarzda uzlaştırmak gerekir. Prensipler üzerinde durursak bir
AP'linin Cumhurbaşkanı olmasını uygun görmüyoruz. Çeşitli Anayasa
müesseselerini ve dünyanın her yerinde varlığı kabul edilen baskı gruplarını
balans içinde tutacak bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasmı veya sizin göreve
devamınızı uygun görüyorum. Bu arada hepimize ve bu arada birinci öncelikle
zatıâlinize görev düştüğü inancı içindeyim.»

Genelkurmay Başkanı Org. Gürler... Parti liderleri ve grup temsilcileri ile


Komutan evlerinde yapılan görüşmeleri anlattı ve Silâhlı Kuvvetler görüşleri ile
Liderlerin görüşleri arasmdaki büyük farklılığı vurguladı.

Cumhurbaşkaninın Parti liderleri ile görüşmesi tavsiyesi alındıktan sonra toplantı


bitti.

O gece aramızda yaptığımız toplantıdan sonra Silâhlı Kuvvetler’in görüşlerinin


yazılı hale getirilmesi ve ertesi sabah 3 Kuvvet Komutanı tarafından Cum-
hurbaşkam’na sunulması kararı verildi. Bu yazılı görüş Parti liderleri ile
yapılacak görüşmelerde Cumhurbaşkanı tarafından istenirse kullanılabilecekti. 3
Komutan 27 Şubat sabahı Cumhurbaşkam’m ziyaret ederek, kendilerine
aşağıdaki yazılı metni sunduk.

Sayın Cumhurbaşkanımız;
Son günlerdeki olayların zatıâlilerini ne kadar üzdüğünü ve yorduğunu müdrikiz.
28 Şubat ve 1 Mart günleri yapacağınız çok önemli görüşmelerde tahattur
buyurmanız bakımından temel görüşlerimizi, müsaadelerinize dayanarak, kısa
notlar halinde aşağıda sunuyoruz:
1. Silâhlı Kuvvetlere ve onların mukaddes saydığı Atatürk ilke ve prensiplerine
ve bu uğurda meydana gelen 27 Mayıs ve 12 Mart’a karşı dolaylı veya dolaysız
sataşmalara son verilmelidir.
2. 12 Mart, artık münakaşa mevzuu olmaktan çıkarılmalı;
a. Hukukî (kanunî), Ahdî (Protokoler) ve Maddî (makam atamaları) ile güvenliğe
kavuşturulmalıdır.
b. Reformlar, zahiren değil, Anayasa isteklerine, Atatürkçü görüşe ve memleket
gerçeklerine göre, ivedilikle ve seçimlerden önce tahakkuk ettirilmelidir.
c. Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, Anayasa’nın ruhuna ve eşitlik ilkesine
göre düzenlenmeli, böylece adil bir seçime dayanan ve iıer türlü tereddütten arı
bir Parlamento teşekkül etmelidir.
3. Cumhurbaşkanlığı konusunda;
a. Zatıâlilerinin hizmet süresinin uzatılması Silâhlı Kuvvetler’in kesin
tercihidir. Görüşmelerde bu husus ilgililere duyurulmalıdır.
b. Bu olmadığı takdirde seçilecek Cumhurbaşkanı;
(1) Bir AP'li veya AP’ye sözlü bir kimse olmamalıdır.
(2) Aşağıdaki vasıfları haiz bulunmalıdır:
(a) Şaibesiz (27 Mayıs’a ve 12 Mart’a karşı olmayan, masuniyeti dolayısıyla
suç dosyalan savcılıkta beklemeyen kimseler),
(b) Tarafsız,
(c) Temsil kabiliyetini haiz,
(d) Ordu - Parlamento - Hükümet münasebetlerini kontrol ve koordine
edebilecek,
(e) Hür Demokratik rejimin gelişmesini sağlayabilecek ve zuhuru muhtemel
buhranları önleyebilecek nitelikte, Silâhlı Kuvvetler’in tercihi olarak bir asker
kişi.
c. Başta zatıâliniz olmak üzere 12 Mart’ın sorumlusu Silâhlı Küvetler bir oldu-
bitti ile karşılaşmayacak ve zatı devletlerine karar ve icraatta serbesti
sağlayacak kadar bir süre evvel aday isimleri, kamuoyuna açıklanmadan size
bildirilmelidir.
Saygılarımızı arz ederiz.

Cumhurbaşkanı da bizlere 28 Şubat - 2 Mart tarihleri arasında liderlerle yapacağı


görüşmelerin programını verdi.

Sayın Sunay düzenlediği programa göre Parti liderleri ile görüşmelerini


tamamladı. Bu görüşmelerin hepsinin detayını bilmiyorum. Ama kendileri bize
AP Genel Başkanı ile yapılan ve Cumhurbaşkanınca teybe alınan son bölümünü
gönderdiler. Bu konuşma metnini aşağıda okuyacaksınız...

Sayın Cumhurbaşkanının, AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’le 28 Şubat


1973 Çarşamba günü saat 10.00’da yaptıkları görüşmenin sonuç kısmına ait not:

Sayın Cumhurbaşkanı: Benim daha önce belirttiğim gibi, bilhassa bu son


günlerde böyle bir toplantıya lüzum görmemin en büyük sebebi, adeta iki kutup
halinde gözüme çarpan büyük parti ve Silâhlı Kuvvetler kutuplarının gittikçe
birbirinden uzaklaşarak âdeta karanlık bir duruma doğru seyretmekte ve
huzursuzluğa doğru gelişmekte olan durumun icabı düşündüm. Devlet Başkanı
olarak ve son bir vazife olarak bir hakemlik yapmak mecburiyetini duydum.
Bunu Güvenlik Kurulu’na da izah ettim. Onlar da böyle bir teşebbüsün faydalı
olacağını ve memnuniyet verici bir şey olduğunu söylediler. Şüphesiz benim
hissettiğime göre Silâhlı Kuvvetler’in bütün endişesi, bitaraf bir Cumhurbaşkanı
üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Tabii Parlamentonun seçeceğine göre böyle bir
hususu onların hesaba katmaları lâzım. Silâhlı Kuvvetler’in bana vaki gerek tek
tek, gerek yazılı mü-racatlarmdan aldığım sonuç budur. Hatta benim üzerimde
durmuşlardır. Ben beyanatımı vermiş ve yorgunluğumu, Anayasa’nın sarih
maddesi karşısında böyle bir isteği düşünmediğim gibi, bunu münakaşa
edenlerin de gayretkeş olduğunu ve nihayet ordu baskısı ile orada kalacak bir
insan olmadığımı sarahaten ifade etmişimdir. Ama durum arzu edilmeyen
şekilde, ne diyeyim, biçimsiz bir şekil göstermesi karşısında en iyi çarenin
partilerle görüşmek, ve bu hususta yukardan beri izah ettiğim tavsiyelerde
bulunmaktan başka bir şey düşünemedim. Durum budur. Onların üzerinde ısrarla
durdukları bitaraf bir Cumhurbaşkanı meselesidir.

Tekin Arıburun’un ifadesine göre, sizlere de birçok haberler gönderiliyormuş ve


bilhassa Genelkurmay Başkanı üzerinde durdukları, telkinlerde bulunulduğu,
hatta bu yolda, eğer olmazsa diye tehditler savurulduğunu ondan dinledim.
Şimdi size şunu da söylemek zorundayım; partinizden de bazı kişilerin
Genelkurmay Başkanı üzerinde durduklarını duydum. Bana da söyleyenler oldu.
Kimdir, nedir, bunlar üzerinde şahsiyat yapmayı düşünmediğim için
açıklamıyorum.

Bunun olabilmesi bugün için ancak Kontenjan Senatörü olarak ayrılması, ondan
sonra partilerin teminat vermesi lâzım geldiğini her iki tarafa da ifade
etmişimdir. Partiler behemehal Cumhurbaşkanı yapacağız diye bana müracaat
eder ve bir protokol imza ederlerse, bu iş mesele değildir. Ama böyle bir şey
olmayınca, ben durup dururken bu tarz bir şej'e tevessül etmeyeceğimi sarahaten
söyledim.

Demirel : Efendim, bizim Erkânı Harbiye Reisi ile bir şeyimiz yoktur. Yani bir
şu ya bu şekilde bir ihtilâfımız yoktur. Zaten olması mümkün değil. Benim
arzettiğim şeyler gayri şahsidir. Yalnız bir hususu nazarı dikkatinize arz
edeceğim bu konuda, bu münasebetle bunlar yanlış şeyler intibaı olabilir. Bu
mesele ordu ile parlamento, ordu ile büyük parti arasında bir şey de değildir.
Bizim düşüncemiz şudur, daha doğrusu benim düşüncem şudur: ve bana da
arkadaşlarım katılırlar. Genelkurmay Başkanı şayet Cumhurbaşkanı seçilecekse,
artık bundan böyle her Genelkurmay Başkanı mutlaka Cumhurbaşkanı olur.
Sizin hali hususiyeniz başkadır. Onu bugünkü hal ile karıştırmamak lâzımdır. Biz
size talip olduk. Şimdi Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı olacaksa,
otomatikman artık Meclisler saf dışı kalır ve Cumhurbaşkanı kimin olacağı
Türkiye’de bellidir. Cumhurbaşkanlığı hitama ermek üzere iken Genelkurmay
Başkanlığı’na kim gelirse o Cumhurbaşkanı olur. Bu durum ordunun içerisine
siyaseti sokar. Ve ordunun içersinde Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı
devresi hitama ererken de Genelkurmay Başkanı olacak kişiler kendi aralarında
kırışırlar, kendi aralarında mücadele ederler. Meclis plâtformunda yapılacak
mücadele gayet basittir. Filanca rey verdi, falanca rey vermedi olmaz o.
Meclis’te kavga ederler, ertesi gün Meclis yine çalışmaya devam eder. Meclis
her şeyini halleder. E, ama ordunun içersinde meseleleri reyle halletmeye, hele
makam ve mevki meselelerini reyle halletmeye götürdüğünüz takdirde o orduda
disiplin diye bir şey kalmaz ve Cumhurbaşkanlığı makamının adeta
Genelkurmay Başkanlığı’nın daha doğrusu Genelkurmay Başkanlığı makamının
Cumhurbaşkanlığı makamının bir ön basamağı haline getirilmesi durumu orduyu
siyasetin içinden hiçbir zaman çıkarmaz. Hep siyasetin içinde olur ordu. Orduyu
paramparça ederiz Sayın Cumhurbaşkanım. Bu büyük bir vebal olur. Yani
buradaki mesele budur. Tamamen gayrişahsidir, tamamen ve biz bu vebalin
altına girmek istemiyoruz. Hakikaten dışarıda çeşitli tesirler vardır. Hangi
taraftan gelir, ne olur, biraz evvel onu ima etmek istedim ve çeşitli faaliyetler
vardır. Bunlar da sükûnetle meseleleri düşünmeye mânidir. Yani buhran burada
çatallaşmaktadır. Ama tedbiri nedir derseniz, tedbirin olabildiğini de tahmin
etmiyorum. Tedbiri nihayet Parla-mento’nun kendi iradesiyle meseleyi
halletmesinden başka bir tedbir de göremiyorum. Fakat dışardaki ortam budur
efendim. Yani biz böyle bir şeye,, böyle bir karambole gelmeyiz.
Gelmeyişimizin sebebini de arz ve ifade ettim. O zaman tabii Genelkurmay
Başkanı Cumhurbaşkanı olur gibi bir kaideyi yazılı olmasa bile yerleştirdiğimiz
takdirde de rejimi istikrarsızlıktan kurtarmak mümkün değildir. Ben
düşüncelerimi naklettim.

* * * * *

Şimdi iki nokta üzerinde durmak istiyorum. Çünkü bunlardan biri tarihi
aydınlatmak bakımından çok önemli, diğeri de Türk politik hayatında siyasi parti
liderlerinin çok kullandıkları bir terim...
«Parlamento’nun hür iradesi» veya «Parlamenterlerin hür iradesi.»

Önce birinci nokta üzerinde duralım. Cumhurbaşkanı ile yaptığı konuşmada


Sayın Demirel gayet açık tarzda ve hiçbir umut kapısını açık bırakmadan...
Genelkurmay Başkanlığindan Cumhurbaşkanlığına gelinemeyeceğini, yani
açıkçası Faruk Paşa’ya oy vermeyeceklerini söylemiştir.

O halde bu nokta bu kadar kati bilinirken niçin Sayın Sunay, Faruk Paşa’yı
kontenjan senatörlüğüne atamıştır? Çeşitli varsayımların değerlendirilmesi
yapılarak belki bir sonuca varılabilir, ama bu sonuç yanlış da olabilir. Sayın
Sunay’ın aklından neler geçti? Neden böyle hareket etti? Herhalde bunların
bütününü yalnız kendi biliyordu.

İkinci önemli nökta... Sayın Demirel’in de konuşmasında değindiği gibi...


«Tedbiri, nihayet Parlamentonun kendi iradesi ile halletmesinden başka tedbirde
göremiyorum» sözü. Bu sözleri o zaman da sonraki yıllarda da ve hatta 1983
senesi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çok işittik, yalnız kendisinden de değil,
diğer liderlerden de.

Pek iyi, şimdi doğruları konuşalım... Faruk Paşa Cumhurbaşkanı adayı olunca,
AP'li Parlamenterler kendi hür idarelerini kullanarak mı oy vermediler? Veya
Sayın Demirel’le Sayın Ecevit aralarında anlaşınca her iki partinin
parlamenterleri kendi hür iradelerini mi kullanarak oy verip saym Korutürk’ü
Cumhurbaşkanı seçtiler. 1980 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 93üncü
turunda benim oylarım 303’e yükselince, 94üncü tur seçimlerine hiçbir AP'li
parlamenter katılmadı, yani bunlar Meclis salonuna kendi hür iradelerini mi
kullanarak girmediler?

Bazen idealist demokrat hüviyetine girerek büyük sözler söylüyoruz, ama iş


uygulamaya gelince gene şarklılığımız tutuyor. Sakın aklınıza «parti disiplini»
öğesi gelmesin, çünkü bu ayrı bir konu.

* *

2 Mart 1973 : Faruk Paşa’nın isteği üzerine üç Komutan tekrar


Cumhurbaşkanı’na gittik. Bize giderken de «Lütfen alternatif isim üzerinde
durmayın» dedi. Sayın Sunay özet olarak Parti liderleri ile yaptığı konuşmaları
bize naklettikten sonra, «Yaptığım konuşmalarda aday ismi üzerinde durulmadı,
kendileri de bir taahhütte bulunmadılar, benim süremin uzatılması mevzuu
üzerinde durulmadı. Yaptığım yoklamalar bana, Faruk Paşa’nın seçilebileceği
intibaını verdi.

(Sayın Demirel’in çok açık olan düşüncelerini bundan evvelki sayfalarda gördük.
O halde Sayın Sunay’da bu intiba nasıl uyandı?)

Bu sebeple birkaç gün içinde kendisini Kontenjan Senatörlüğüne atayacağım.


Siz de gerekli temasları yaparak, meselâ Tayfur Sökmen, Özer Derbil veya Cihat
Alpan’ dan birinin, senatörlükten feragatini sağlayın» dedi.

Konuşma bitince, beraber geldiğimiz Komutan arkadaşlarıma; «Siz gidin, ben


Sayın Cumhurbaşkanı ile özel görüşeceğim» dedim. Yalnız kalınca... «Sayın
Cumhurbaşkanım... Faruk Paşa’nın bu ortamda seçilebileceğini hiç
zannetmiyorum. Seçilse de duruma hâkim olabileceği kanısında değilim. 12
Mart’a imza atmış tek komutan olarak ben kalıyorum, benim durumum bu
yüzden diğer komutan arkadaşlara benzemiyor. Bu sebeple, bundan sonra
olacakların sorumluluğuna katılıp ismimi harcatmak istemiyorum. İkinci bir
konu da Genelkurmay Başkanlığı. Üç buçuk senedir Kuvvet Komutanıyım, yani
en eski Kuvvet Komutanı benim, gelenekleri biliyorum, ama niçin yasayı
değiştirip Genelkurmay başkanlığına... Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri
Komutanları içinden atama yapılır dedik. Bu da görevden ayrılmak istememin
ikinci sebebi» dedim.

Sayın Sunay... «Bir defa, daha ne olacağı tam belli değil, İkincisi de benden
müsaade almadan bu kararı verirsen, beni çok müteessir edersin» deyince...
«Faruk Paşa görevden ayrılmazsa mesele yok, aksi takdirde kararımı
uygulayacağım efendim» dedim.

Bu kararımı, yakın mesai arkadaşlarımı 5 Mart günü odama çağırarak sebepleri


ile birlikte anlattım. Ankara dışındaki büyük birliklerin Komutanları ile de
telefonla konuştum. Hepsi düşüncelerimi doğru buldular, hatta teşebbüse
geçelim diyenler oldu, fakat sonuç kısmına, yani Komutanlıktan ayrılma
düşüncesine katılmadılar, ben de bu içten duygular karşısında çoğunluğun
isteğine uydum. Bu ayrılma durumum o tarihlerdeki gazetelerde de yer aldı.
Hükümet kanadı ise istersem Büyükelçilik verilebileceğini söylediler, onlara da
teşekkür ettim.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ
(1973)
5 Mart günü Faruk Paşa emekliliğini istedi ve Genelkurmay’da düzenlenen bir
törenle Silâhlı Kuvvetlere veda etti. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fuat
Bayramoğlu, Cumhurbaşkanı adına Faruk Paşa’ya «ŞEREF MADALYASI»
taktı. Org. Gürler de, Silâhlı Kuvvetler’de görevde bulunan bütün Orgenerallere
«ÜSTÜN HİZMET MADALYASI» taktı. Bizler de Kuvvet şiltlerimizi kendisine
takdim ettik.

6 Mart günü Milli Savunma Bakanı Mehmet İzmen, Kontenjan


Senatörlüğü’nden istifa etti, boşalan yere Org. Gürler, Cumhurbaşkanı tarafından
atandı, 7 Mart günü de Senato kürsüsünden yemin etti. Bu töreni bütün
Komutanlar Senato locasından izledik. 10 Mart günü de emekli orgeneral, yani
Senatör Faruk Gürler’e Orduevi’nde çok neşeli geçen bir yemek verdik.

Faruk Paşa, Meclis içi temaslarına başladı, basında röportajlar ve demeçler


çıkmağa başladı, Musa Paşa TRT’si de kendisine yardımcı oldu.

13 Mart günü Meclislerin müşterek yaptığı toplantıda Faruk Paşa’nın adaylığı


açıklandı ve ilk turun sonuçları belli oldu. AP adayı Tekin Arıbu-run 276, Faruk
Paşa 203 oy. Demokratik Parti kendi oylarını Genel Başkanları Bozbeyli
üzerinde kilitlemeyi uygun görmüştü. Bundan sonraki turlarda da Faruk Paşa
hiçbir zaman 200 oyun üzerine çıkamadı.

İlk günkü oylamada bütün ısrarlara rağmen, oylama sırasında Meclis Şeref
Locası’na gidip gövde gösterisine katılmayı kabul etmedim, hiçbir Hava
Generalini de göndermedim, çünkü olumlu sonuç alınamayacağı aşikârdı. Çeşitli
rica ve baskılar üzerine sonraki günlerde bir defa Meclise gidip bir seçim turunu
izledim.

14 Mart günü ilk haber Sayın Fuat Bayramoğlu’ndan geldi, kendisi bir önceki
gece Demirel ile görüşmüş. AP Genel Başkanı kendisine, «Ne Anayasa
değişikliği ile Sunay’ın müddetinin uzatılmasına, ne de Gürler’in seçilmesine
muktedir değilim, ancak zaman kazanıp bir hal çaresi bulabilmek için seçim
turları tehir edilebilir» demiş. Amiral Kayacan’m verdiği habere göre ise...
«Tercüman gazetesi sahibi... Semih Paşa, Süleyman beyle diyalog kursa iyi olur»
demiş. Ayrıca Demirel’in muhaliflerinden ve Gürler’e oy veren bir AP’li zat
(!)... «Eğer Demokratik Parti oyları Faruk Paşa’dan yana kayarsa AP’de
çözülme olur ve Gürler’in oyu artar» demiş.

(1980 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ben adayken, bu tarz akıl veren birçok


«seçim uzmanı» tanıyacaktım ve tabii sözlerinin boşa çıktığını da görecektim.)

Ben, Semih Paşa’ya... «Her iki taraf da bu konuyu izzetinefis meselesi


yapmaktan vazgeçmeli, görüşme yolu ile Sunay’ın süresinin uzatılması
sağlanmalı, Faruk Paşa’nın artık seçilme şansı kalmamıştır, tarafsız bir kişiyi de
düşünmeğe başlamalıyız» dedim. Parti Başkanları ile tekrar görüşülmesine karar
verildi.

İlk olarak saat 18.00’de Bülent Ecevit ile görüşüldü. Semih Paşa, kendisine şu
sözleri söyledi... «Millet ve ordunun prestijini muhafaza etmemiz lâzım. Bu
sebeple zaman zaman görüşmekte fayda var. Atmosfer malûm, Cumhurbaşkanı
seçimini, 12 Mart Muhtırası içine almak istemezdik. Bu anda Ordu gergin
durumda. Nedeni ise aday meselesi ve oyların dağılımı. Sizin mahfuz kalan
oylarmız var. İstirhamımız, Ordu ve milleti rencide etmemek. Adayın biri eski
Komutanımız, neyi rica ettiğimizi anlarsınız, geldi 200 oya saplandı. Arıburun
da 276’da kaldı. Parlamento’yu zorlayacak değiliz. Bizim bir alternatitifimiz var,
şimdiki Cumhurbaşkanımız. Bu alternatif, statünün muhafazası olur ve ancak iki
büyük parti anlaşırsa Anayasa tadili ile bu formül işler. Bu iki hal tahakkuk
etmezse biz çok sıkıntılı vaziyete düşeriz, bir cunta çıkar, hesapsız hareketlere
girer, bizi selâmete kavuşturun.»

Bülent Ecevit, kendisini cevapladı... «Lütfettiniz, beni görüşmek için çağırdınız.


Bu alternatif bana en çıkar yol gözüküyor. Bu dönemde seçim yapılmaması
uygundur. Ben, Org. Batur’un evindeki toplantıdan sonra Sayın Demirel ile
temas aradım, kaçındı. Açık tartışmalara girildi. Sonraki görüşme taleplerini de
ben kabul etmedim. Sayın Sunay bana, partilerden istek gelirse Gürleri senatör
seçerim dediler ve umud ettim ki bu mekanizma işletilmeden bir anlaşmaya
varılsın, ama olmadı ve açıklamalarımı yapmak zorunda kaldım. Sayın Gürler’in
kişliğine bir diyeceğim yok, fakat getiriliş tarzı çok fena oldu. Seçilse bile,
Parlamentonun da, Sayın Gürler’in de itibarı kalmayacaktı. O sebeple Sayın
Sunay’ın uzatılma teklifine katılırım.»

Ben, Sayın Ecevit’e hitaben... «Sayın Ecevit, biz kimsenin galibiyeti veya
mağlubiyeti peşinde değiliz, hatta Gürler olayı dolayısıyla Türkiye’de itibar
kaybettik, fakat zannederim, dünyada kazandık. Bizim sizden ricamız şu
olacak... bize yalnız fikren katılmakla iktifa etmeyin, fakat kendiniz partinizle
birlikte bu fikir doğrultusunda eyleme girin.»

Akşam Komutanlar Kayacan’ın evinde toplandık, o sırada gelen bir telefon


üzerine Semih Paşa... «Ben bir yere gidip geleceğim» dedi. Döndüğünde
öğrendik ki Son Havadis gazetesi sahibi Mustafa Özkan’ın evinde Sayın Demirel
ile buluşup görüşmüş. Ertesi günü bu buluşma duyuldu, Sayın Demirel önce
inkâr etti ve sonra tarihe geçecek vecizesini söyledi... «Dün dündü, bugün
bugün». Semih Paşa eve dönünce bizlere özetle şunları söyledi... «Sayın Demirel
ile, Jandarma Genel Komutanlığım esnasmda yakın ilişkilerim olmuştu.
Görüşmede Süleyman Bey bana, «Ordunun sıkıntı içine düşmesini istemem, her
iki hal tarzım desteklerim, ancak Gürler’in aldığı oy çok az, bunu nasıl
tamamlayabilirim... Anayasa tadili ile yeni seçime ihtiyaç göstermeyecek şekilde
Sunay’ın uzatılması formülü uygulanabilir» dedi.»

Saat 21.00’de Demokratik Parti’den Dr. Sadettin Bilgiç, Talât Asal ve Haşan
Korkmazcan eve geldiler. Semih Paşa; daha önce Bülent Ecevit’e söylediği
sözleri, konuk siyasilere tekrarladı.

Görüşlerini açıklayan Dr. Bilgiç... «Durum düne kadar başka türlü, bugün ise
farklı mütalâa ediliyor. Düne gelmeden evvelki duruma değinmek istiyorum.
Cumhurbaşkanlığına, Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelinir havası verilmiştir.
CHP. bu meselede prensipte AP paraleline girmiştir. Bazı yanlışlar yapıldı. AP
ile temas yapılamadı, CHP. açıklama yaptı. AP, Genelkurmay bildirisinden sonra
çıkış yaptı. Millet bu çıkışları tasvip ediyor.

Bu iki parti ile anlaşmaya varılmadan Faruk Paşa’nın lanse ediliş tarzı yanlış
olmuştur. Lüzumsuz yere asker-vatandaş karşı karşıya getirilmiştir. Ben sizlere
evvelce de, tek tek parlamenterlerin lâflarma itibar edilmemesini, yetkililerden
söz almak gerektiğini ifade etmiştim, sizler bu fikrime itibar etmediniz. CHP’nin
oylamaya iştirak etmemesi, AP’de tesanüdü daha fazla sağladı. Gürler’in
kazanması ihtimali kalmadı, biz Bozbeyli’yi aday çıkarmasak ve oylarımızı
kilitleme-seydik üçüncü turda Arıburun seçilirdi. İki büyük parti lideri bu yola
imale edilmezse Faruk Paşa seçilemez, Anayasa tadili ise daha güçtür.»

Ben söze karıştım ve... «Sayın Bilgiç, yanlış anladılar galiba, biz birinci önceliği
Sunay’ın süresinin uzatılmasına veriyoruz» dedim.
Talât Asal: «Önce Anayasa değişikliğinin teknik prosedürünü izah ederek...
«Asgari 23 gün süreye ihtiyaç vardır, iç tüzük boşluklarından istifade ederek
belki 18 güne indirebiliriz. Gürler’in seçilmesinin temini, 12 Mart’ın hukuken
tescil edilmesini sağlar» dedi.

Ben... «Sayın Bilgiç, biraz evvel Sayın Ecevit’le görüştük ve Anayasa değişikliği
ile Sunay’ın süresinin uzatılması konusunda birleştik. Semih Paşa da bu gece
Süleyman beyle görüştü, şimdi de sizlerle görüşüyoruz» dedim.

Haşan Korkmazcan; «Türkiye’de meseleler kısa vadeli olarak ele almıyor. Altı
ay evvel Genelkurmay Başkanı olan bir zat ayrılıyor, partilerden bir garanti
alınmadığı halde aday oluyor. Parlamentoda işler tersine döndü. Meclis,
Cumhurbaşkanı, Ordu bu konuda itibarlarım ortaya koydular. Parlamento
seçimlerle kendini yenilediği için itibarını yeniden kazanabilir, ama Ordu itibarı
böyle değildir. Ordu itibarmı, Parlamento itibarından önde tutarım. Ordunun,
değişik alternatifler koymaktan ziyade Gürler’in vazgeçtiği kanısına vardım.
AP'nin durumunu da yanlış değerlendirdiniz. AP, Tekin Anburun’u seçtirmek
için aday çıkarmadı. Bugün, Hükümet Ordu desteğindedir. Eğer Süleyman bey
isteseydi önce Hükümet düşürme mücadelesine girerdi. Bu yolu tutsa idi — ki
bunu CHP ve biz de desteklerdik— Cumhurbaşkanlığı meselesini de hallederdi.
Ecevit de, AP'nin gölgesinde taarruza geçti. AP, Gürler’in seçilmesini istemiştir.
Ancak... CHP, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve DP oy versin, AP'den de 40-50
kişi (sonra onlara hin diyecektir) oy versin, Gürler seçilsin ve sonra halkın önüne
çıksın... «Ben demokratik yoldan yürüdüm, ama olmadı» mücadelesine girsin
ister. Tekin Arıburun bugün Meclis’te, Batur Paşa’nın kendisini desteklediği
propagandasını yapmıştır. Sıkıyönetimin koyduğu yasak, fısıltı gazetesini
kuvvetlendirmiştir. İki alternatifle çıkılırsa pazarlık safhası başlar ve parlamento
içinden çok değişik neticeler çıkabilir. Halk, adam yerine konulmasına fırsat
verdiği için demokrasiye bağlanmış, bu sebeple Ordu ile karşı karşıya
olmamasına rağmen, çok hassas. 1973 seçimlerinden sonra Millet-Ordu
bütünlüğünün sağlanması lâzımdır. Ordu ile halkı karşı karşıya getirecek AP,
CHP gibi partilere kuvvet kazandınlmamalıdır. Partiler, Anayasa tadilini hep
beraber yapmayı şart koşacaklardır. Demokratik Partinin, Cumhurbaşkanlığı
seçiminin bu noktaya getirilmesinde bir suçu yoktur. Şimdi, biz sizin teklifinize
iştirak ettirilmek isteniyoruz. İşte bu sebeple bu Anayasa değişikliğine
katılmıyorum.»

Sadettin Bilgiç; «Şu propaganda yapılmaya başlanmıştır... iki kişi emekli oldu
(Memduh Paşa’yı ve Amiral Eyiceoğlu’nu kastetti), bir kişiyi de aday olun ca
ekarte ettik, Muhsin Paşa da Ağustos’ta emekli oluyor ve böylece biz 12 Mart’ı
imzalayanları tasfiye ederek seçimlere gidiyoruz diyecektir AP. Sunay Paşa,
Gürler’i seçerken yanlış taktik kullandı, garanti olmadı, bu büyük hata oldu.»

Talât Asal; «AP’de bir değişiklik olmadıkça rejim yayma oturmayacaktır.


Demirel’in dosyalan ortaya konulmalı, mesele halledimelidir. Gürler’in
seçilmesi, Demirel balonunu söndürecektir.»

(Sayın Dr. Bilgiç ve Talât Asal sonraları AP yönetiminde bir değişiklik


olmamasına rağmen «Yuva»ya, yani AP’ye törenlerle katıldılar.)

15 Mart’ta Sayın Ecevit telefon etti ve «Yakın arkadaşları ile görüştüğünü,


Sunay formülünü uygun karşıladıklarını, mümkünse Cumhuriyet gazetesinde
konu lehinde bir yazı yazdırmamı» istedi. Sayın Kemal Aydar ve Kurtul Altuğ’a
telefon ederek bu konuda ricada bulundum.

Odama, yakın mesai arkadaşım iki generali çağırarak onların yanında Senato
Başkanı’na telefon açtım ve... «Sizi desteklediğimi nereden çıkarıyor ve bu
haberi yayarak propaganda yapıyorsunuz» dedim. Tekin Paşa verdiği cevapta...
«Böyle bir şeyin varit olmadığını, ancak Meclise bazı subay ve generallerin
gelerek tehditlerde bulunduklarını ve olay çıkarttıklarını, bunlara mani
olmamızı» istedi.

16 Mart’ta yapılan davete Cumhuriyetçi Güven Partisi’den Genel Başkan Prof.


Turhan Feyzioğlu ve Orhan Öztrak katıldılar. Semih Paşa onlara da konuyu ve
görüşlerimizi açıkladı.

Prof. Feyzioğlu görüşlerini şöyle açıkladı... «Biz, CHP’den 25-35 fire


hesaplıyorduk, daha fazla' çıktı. Demokratik Parti, reyleri bloke etmek için
yapıyoruz diyorlar ama, başka politik hesaplar içindeler, AP’nin çözülmesini
bekliyorlar. AP'den yapılan vaatlere kanılmamasını söylemiştik. CHP/ nin son
çıkışları olmasaydı, AP’den 100 oyluk çözülme olurdu. Bir ara umutlandık, fakat
sonradan alınan haberler değişik oldu. Biz bu meselede teşvikçi davranmadık,
yalnız lehte bir miktar kulis yaptık. 12 Mart meşru hale getirilmeden bu
dönemden çıkılamaz. Sayın Sunay’ın süresinin uzatılması üzerinde yapılan
sondaja, AP ve CHP’den menfi cevap geldi. Ecevit’e rağmen, CHP’den azami
50 oy alınabilir. Süleyman bey, ölüm kalım savaşı veriyor ve direnecektir. Ecevit
de bu tutumdadır. Mücadede ile rejim yıkılırmış... bunu göze alacaklardır. AP
bakımından Süleyman bey, ileride Başbakan olup olmayacağının savaşını
vermektedir. Cumhurbaşkanı olacak zat, Silâhlı Kuvvetler’ le bağlantılı olursa
Başbakan olamayacağını bilmektedir. Her türlü riski göze almaktadır. Çünkü
ileride seçimden sonra şahsı bakımından savaş veremez. Onun için Gürler’e oy
vermektense 3ncü maddenin işletilmesini göze alır,1 çünkü bir şahsın
Cumhurbaşkanı seçile-memesi dolayısıyla işletilecek bir 3’ncü maddenin zayıf
olacağına inanmaktadır. Demokratik Parti’nin lider grubunu -ki bunlar 28
kişidir- yanımıza alabiliriz. Biz 70 civarında oya sahibiz. Demirel’in hakiki
adayı Arı-burun değildir. O. Sabit Avcı gibi tipler ona daha uygundur. Bu
duruma göre 120 oya ihtiyacımız vardır. Muhtemel gelebilecek oylar; DP’den
40, CHP’den 40, AP’den 40 oy gelebilir mi?... Son duruma göre CHP’ den ancak
15 oy daha alınabilir. D.P/den ise 25 - 35 oy alınabilir. Demek ki AP’den 40 + 73
= 110 oy gelmesilâzımdır ve sorun budur.

(Prof. Feyzioğlu’nun yaptığı bu hesaplar, Org. Gürler’in seçilebilmesi için


gerekli oy hesaplarıdır.)

Anayasa değişikliğine CHP ne der? Bana gere, eğer AP evet derse, CHP de evet
der. Şimdi Sunay-Gürler alternatifleri içinde hangisi memleket ve ordu için
iyidir? Bunun cevabını sizler verebilirsiniz.»

Ben... «Sunay’ın süresinin uzatılması orduyu tatmin eder, Anayasa açısından da


seçim sonuçlanmadığı için de, Sunay’ın yerini terketmesi ve Arıburun’un
vekâleti mevzuubahis olamaz. Süreyi uzatma yerine yeniden seçme çok daha
prestijli ve garantili olur. Sayın Gürler’in bu fikri destekler bir beyanat vermesi,
ordu ve kamuoyu ile Meclisler bakımından da faydalı olur» dedim.

Amiral Kayacan... «Öncelikle Gürler’in seçilmesini isterim, ama durum


değişince yeni alternatif ortaya koyduk» dedi.

Toplantı bittikten sonra Semih Paşa ile yalnız konuştum ve kendisine şunları
söyledim... «Bazı sayın generallerimiz politikacılarla konuşurken ikide bir fikir
değiştiriyorlar, bu durum bizleri olduğu kadar karşıdaki siyasileri de şaşırtıyor ve
müşkül durumda bırakıyor. Siz, lütfen bu işi bir düzene koyun, isterseniz
alternatifleri açıkça ortaya koyun ve oylama yapm, hem herkesin durumu ortaya
çıksın, hem de çoğunluk görüşü artık karar olsun ve onun üzerinde yürüyelim»
dedim. Söylediklerimin doğru olduğunu kabul etti.

Saat 18.20’de Bülent Ecevit telefon ederek... «Sunay formülünü, Parti


Meclisi’nin kabul etmediğini, fakat yarın tekrar toplantı yapacağını» bildirdi.
Gece, Karargâhtaki generallere toplantı halinde iken telefon geldi ve
Genelkurmay Başkanı’nın beni Meclis’te, Başbakan’ın odasında beklediği
bildirildi. Biz zaten toplanmış, durumu görüşüyorduk, hem yorgun hem de sinirli
idim. Bu hava içinde yanıma Kurmay Başkanım Korg. İrfan Özaydmlı ile emir
subayım Albay Galip BülbüPü alarak Meclise gittim. Yol gösterdiler,
Başbakan’m odasmı bulduk. İçeriye girdiğimde odada; Başbakan, Genelkurmay
Başkanı, Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, 2nci Başkan Org. T. Sunalp ve
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu’nun oturduklarım gördüm
ve hemen söze başladım... «Benim söylediklerim tek tek çıktı, yanlış bir eyleme
girdiğimizi, Meclise gelip gövde gösterisi yapmamamızı rica etmiştim, şimdi
oturup bir çözüm yolu bulalım... Bana göre izlenecek iki yol kaldı... biri
Sunay’ın süresinin uzatılmasının temini, İkincisi alternatif isim veya isimler
bulup bunları partilere bildirmek lâzım» dedim.

Bu arada Org. Sunalp ile aramızda bir tartışma geçti. Başbakan Ferit Melen...
«İkinci şık çok zaman alır ve sonunda gene anlaşma olmayabilir, onun için
yalnız birinci şık üzerinde duralım» dedi. Bu görüş benimsenince, hemen
Cumhurbaşkanı ile görüşmeye karar verildi, Sayın Bayramoğlu bu randevuyu
temin etti ve gece yarısı topluca Köşke çıktık. Cumhurbaşkanı bizi hemen kabul
etti ve görüşümüz kendisine anlatıldı. Sezinlediğim kadarı ile Sayın Sunay zaten
konunun bu mecarya gireceğini,tahmin ediyordu... «Partiler kabul ederse, bu
buhranlı ortamda görevden kaçmam» dedi.

17 Mart sabahı saat 7.00’de dört Komutan, Genelkurmay Başkanı’nın odasında


toplandık. Önce Semih Paşa bize şu bilgileri aktardı... «İnci Ordu Komutanı;
Kolordu Komutanları ile toplantı yapmış ve şu müşterek karara varmışlar... Her
halükârda 3ncü maddenin işletilmesine muhalifler, hatta Meclis kimi seçerse
karışmayalım» 2 nci Ordu Komutanı, «Bu işlere fazla karışmanın doğru
olmadığını» 3ncü Ordu Komutam’nın ise kendisine telefonla verilen bilgiyi
dinledikten sonra cevap dahi vermemiş.»

Semih Paşa herhalde üç komutanm her gün karar değiştirmesinden bıkmış


olacak ki, bizlere birer sahife kâğıt dağıttı ve... «Lütfen Cumhurbaşkanı seçimi
üzerindeki düşüncelerinizi yazıp imzalayın» dedi. Ben kendi düşüncelerimi
yazarken, kendi görüşlerini yazan Org. E. Akıncı ve Oramiral Kayacan’ın
kâğıtlarına göz atmadım, bu sebeple ne yazdıklarım bilmiyorum, ama ben el
yazımla aşağıdaki görüşleri yazdım ve imzamı attım.

1. Sayın Org. Gürler’in, şimdiye kadar hakikate istinat etmeyen değerlendirme


ve umutlara bağlanarak konan adaylığına muhaliftim. Maalesef şimdiye kadar
söylediklerim tahakkuk etti, kendisi bir yana, iç ve dış kamuoyunda Silâhlı
Kuvvetlerimizin prestiji sarsıldı.
2. Partiler ve Parlamento içinden bitaraf bir aday üzerinde toparlanabilme
ümidi de olmadığına göre, yegâne hal tarzı Sayın Sunay’ın göreve devam
şeklinin teminidir.
3. Bu maksadın sağlanması için şahsen Sayın Ecevit’e müessir olduğumu ifade
edebilirim. Beyanlarındaki sivrilikler kendisinin, Partisine ve teşkilâtına hâkim
olabilmesi için söylenmiş sözlerdir. Süre uzatılması hakkında kendi fikrini
değiştirebiliriz.
4.- Sayın Gürler’in bu sırada yapabileceği 2 şey vardır.
a. Kendi arzusu ile riski göze alarak adaylığını koyduğunu, meselenin Silâhlı
Kuvvetlerin prestij ve şerefi ile ilgisi olmadığını açıklaması,
b. Adaylıktan vazgeçmesi.
5. Netice : Artık bundan sonra yanlış adım atmamak, kararda sebat göstermek,
karan icra ettirebilmek için tek hal tarzı üzerinde yürümemiz lâzımdır. Bu da
Sayın Cumhurbaşkanının süresinin uzatılmasıdır. Bu görüş şahsen Komutan
olarak benim ve Hava Kuvvetleri’nin tümünün görüşüdür.
Arz ederim.
Muhsin Batur Hv. K. K.

* * * * *

17 Mart 1973

Yazılı mütalâaları toplayan Semih Paşa, bunları götürüp Cumhurbaşkanı’na


verdi. Herhalde bu görüşlerden istediğini Sayın Sunay görüşmelerde koz olarak
kullanacaktı.

19 Mart gecesi Faruk Paşa ve sayın eşi Mürşide; Hanım, bizleri ziyarete geldiler,
iki saatten fazla görüştük. Faruk Paşa yorgun görünüyordu ve morali de oldıikça
bozuktu, kısa süre içinde bir sürü olumsuz olayla karşılaştığı düşünülürse bu
halini normal görmek lâzımdı. Durumu aramızda tekrar değerlendirdik ve
tartıştık. Her ikimiz de tutumumuzun doğru olduğunu savunuyorduk. Faruk
Paşa... benim girişimlerde bulunmamı ve Ecevit’e telkinde bulunmamı ve
desteğini sağlamamı istiyor, partilerin kararlarmda ve izledikleri yolda çok
oynak olduklarından şikâyet ediyordu. Ben de cevabımda... «Bakın, oynak
olduklarını siz de kabul ediyorsunuz... Ecevit’e telkinde bulunsam ve o da kabul
edip size oy vermeye başlasa ve bu da duyulsa, bu sefer hemen Güven Partisi
oylarını sizden çeker» diyordum. Bu arada eşim de söze karıştı... «Ah Faruk
Paşa! Niçin o güzel üniformayı ve Genelkurmay Başkanlığını bıraktın da bu işe
girdin?» dedi. Sohbetten sonra kendilerini sevgi ile uğurladık.

20 Mart günü CHP Genel Başkanı Ecevit’le telefonla konuştum ve kendisine...


«Sayın Sunay’ın uzatılmasına muhalif olanlardan... örneğin Sayın Kırıkoğlu ve
Bekata ile görüşüp telkinde bulunayım mı?» diye sordum. Bana verdiği
cevapta... «Meseleyi Parti içinde çözümleyeceğini, yalnız Senato’da durumun
müşkül olduğunu, bizlerin Milli Birlik ve Kontenjan gruplarına tesir etmemizi»
rica etti.

Saat 13.00’de Başyaver Kur. Alb. Topa telefon etti. Cumhurbaşkanı’nın o gün
yapılacak Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı Genel Kurul toplantısına
geleceğini bildirdikten sonra aynı Sayın Ecevit gibi... «Sayın Cumhurbaşkanı
Milli Birlik ve Kontenjan Grubu ile konuşup uzatma konusunda telkinlerde
bulunmanızı rica ediyor» dedi.

Durumu ve Cumhurbaşkanının isteğini Semih Paşa’ya bildirdim... «Siz, benim


adıma da konuşabilirsiniz» dedi.

Saat 16.00’da Milli Birlik Grubu’ndan Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Muzaffer
Yurdakuler ve Kâmil Karave-lioğlu Karargâha geldiler. Fakat bana gelmeden
önce zaten «uzatılmayı desteklemediklerini» bildiren bir deklarasyon
yayınlamışlardı. Bu konuda artık benim yapabileceğim bir telkin söz konusu
olamazdı. Bana, İsmet İnönü’nün ve Fahri Özdilek’in adaylık konusunu açtılar.
Ben de kendilerine... «Bir 27 Mayıs’cıya AP'nin oy verebileceğini nasıl
düşünüyorsunuz?» cevabını verdim.

Aynı gün saat 20.00’de Faruk Paşa adaylıktan çekildi. 21 Mart günü de Cevdet
Sunay’ın süresinin uzatılması teklifi Meclis Başkanı’na verildi.

Teklifin, Meclis’ten geçmesi için 2/3 çoğunluğa, yani 301 oya ihtiyaç vardı. AP,
CHP ve Güven Partisi bu çözüm tarzına yeşil ışık tuttukları için gerekli oyun
fazlası ile sağlanacağı tahmin edilirken, herkesin yanıldığı görüldü. Oylama
sonuçları ilân edildiğinde teklife 300 olumlu oy çıktığı görüldü, bir oy eksikti.
Meclis Başkanı sonucu ilân ederken bir milletvekilinin koşarak Genel Kurul’a
girdiği ve olumlu oy vermek istediği görüldü, ancak geç kalmıştı. Nedenine
gelince... bu sayın milletvekili Meclis berberinde saç tıraşı oluyormuş,
bilmiyorum kendi mi saçlarına çok düşkündü yoksa berberin mi eli çok ağırdı...
ama olay, tarihin mizah sahifelerine geçecek nitelikte idi.

Bu neticeye rağmen, yani Meclis’te reddedilmesine rağmen, bir iç tüzük ve tefsir


oyunu ile teklif Senato’ya gönderildi, eğer Senato teklifi kabul ederse, Meclis
konuyu bir daha ele alabilecekti.

22 Mart günü Milli Güvenlik Kurulu gündemindeki konular görüşüldükten sonra


özel olarak Cumhurbaşkanı seçimi konusuna geçildi. Ben söz alarak konuştum.

«Sayın Cumhurbaşkanım...

Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili görüşlerimi açıklarken şimdiye kadar cereyan


eden olaylara değinmeyeceğim. AP hariç diğer partiler ve gruplarla görüştük.
CHP sözcüleri yalnız konu ile ilgili görüşlerini açıkladılar. Fakat diğer partiler...
iki saat olan görüşme süresi içinde, kendilerine en büyük hasım olarak
gördükleri partilerden başlayarak, onlara bir buçuk saat taarruz ettikten sonra
esas konu için otuz dakikalık bir pay bıraktılar ve bende şu izlenim hasıl oldu...
partilerin esas hedefi gelecek seçimler için yatırım ve birbirlerini yıkmak. Bu
fikirler seçim arenasında kullanılabilir, yoksa bizim önümüzde
Cumhurbaşkanlığı seçimi konuşulurken değil... Kontenjan Grubu üyelerinin
hepsi sizin tarafınızdan seçilmiştir. Bu demek değildir ki iradeleri size bağlıdır,
ama bir vefa borcunu da unutmamaları gerekirdi. Milli Birlik grubundaki
arkadaşlarımız da bize bu konuda ters düştüler. Cumhuriyetçi Güven Partisi’ne
gelince... hepimizin malumudur, bu parti 12 Mart dönemi içinde en istifadeli
partidir. Sayın Başbakan alınmasın... bu defaki hareketleri zannederim bütün
Silâhlı Kuvvetleri kırdı.»

23 Mart saat 11.30’da Senatör Özer Derbil ve Mehmet Özgüneş geldiler ve


dediler ki;

— Dünkü uzatma oylaması planlı bir oyundu.

— Org. Gürler eğer benimle temas edip anlaştıktan sonra CHP Genel Başkanı
ile görüşür ve partide yerleşmiş bulunan Güven Parti'sini ve Ferit Melen’i
desteklediği imajını silebilirse şansı olabilir. Birkaç gün evvel Faruk Paşa’ya
verdiğim cevabı onlara da tekrarladım... «bu artık mümkün değil, olsa bile bu
sefer Güven Partisi Faruk Paşa’ya oy vermez, artık zaten böyle kombinezonlar
kurarak çözüm yolu bulmak gerilerde kaldı» dedim. Alternatif isim olarak İsmet
İnönü ve Fahri Korutürk üzerinde durdular.
Saat 12.20’de Orhan Kabibay telefon etti ve...

«Eğer komutanlar “kabul edebilecekleri” adayların isimlerini bildirirlerse,


partilerin kendi aralarında müzakerede bulunmaları kolaylaşır» dedi.

Aynı gün saat 16.30’da toplandık, aramızda şu konuşmalar geçti...

* Org. Sancar: «Silâhlı Kuvvetler son tutumu dolayısıyla iç ve dışta puan


toplamıştır. Ancak bir cunta imajı yaratılmaktadır, yoksa bile bazı kimselere özel
görev verilmesi bu söylentileri yaratmıştır. Bunun önüne geçeceğim...»

* Org. Batur: «Bir taraftan Sunay formülü üzerinde duralım, ama artık Meclis
içinden alternatif isimler tespit etme zamanı gelmiştir.»

* Org. Akıncı: «Fahri Korutürk alternatif isim olabilir.»

* Org. Eken: «İsim vermemiz doğru değil, hatta bir partili seçilirse ne mahzuru
var?»

* Oramiral Kayacan: «Ordunun itibar kazandığı fikrine katılmıyorum,


öncelikle Gürler’i, sonra Sunay formülünü desteklememiz gerekir.»

* Hv. Org. Özgür: «Alternatif isimler olarak tekliflerim... Gürler, Naim Talu,
İlhan Öztrak, Mehmet İzmen, Mehmet Özgüneş ve İsmail Arar’dır. Naim
Talu’yu en iyi Org. Batur tanır.

* Org. Batur: «Mehmet İzmen Meclis üyesi değil, Naim Talu her bakımdan
yeteneklidir.»

* Org. Ersun: «Dışarıdaki söylentilere göre Muhsin Paşa’nın adayları... İsmet


İnönü, Nihat Erim, Fahri Korutürk imiş. Benim adaylarım; Gürler, Sunay ve
Korutürk.»

* Org. Sunalp : «Ordu prestiji bakımından Sayın Genelkurmay Başkanı’nın


görüşlerine katılıyorum, Gürler’i desteklemek fikrinden vazgeçmiyorum.»

* Hv. Org. Dural: «Bir iki aday tespit edip bildirelim.»

24 Mart günü Genelkurmay’da 17 Orgeneral toplandık ve durumu bir defa daha


görüştük ve aşağıdaki görüşler dile getirildi...
* Org. Sancar: «Cumhurbaşkanlığı süresi olan 7 yılın 5+5 yıl olarak
değiştirilmesi, bu suretle Sunay formülünün işlemesi ihtimali var. Bugün
Cumhurbaşkanı Çankaya’dan ayrılır ve Orduevi’ne yerleşiyor. Kendisi
Senato’ya devam edeceğini ve Gürler’in seçilme ihtimalinin çok azaldığını
söyledi, ayrıca 5+5 yıl formülüne itibar edeceğini, kendi adaylığım
koymayacağını, ama seçerlerse kabul edeceğini, 12 Mart’ın yaşadığını, ama artık
aşırı müdahalelerden kaçınmak gerektiğini belirtti. Seçim olursa Faruk Paşa
yeniden aday olur mu olmaz mı bilmiyorum. Başka adaylar da çıkabilir. Bu
sebeple dün alternatif isimler tespit edelim dedik, bazı İsimler de ortaya atıldı.
Bir emrivaki ile karşüaşmamak için bu tespiti yapmamız lâzım. Şimdi
arkadaşların düşüncelerini öğrenmek istiyorum.»

* Org. Tulunay (2nci Ordu) «Bizlere hep şu soruluyor... Gürler Ordunun adayı
mıdır? Teminat almışlar mıdır? Teminat alanlar ve verenler kimlerdir? Başbakan
hep komutanlarla beraber... bu beraberlik kendi Başbakanlığının devamı için mi?
Yoksa sahiden bizimle beraber mi? Sayın Sunay aynı duruma düşerse ne olacak?
Siviller, Org. Gürler’in komploya uğradığını zannediyorlar. Ben cevaben; Org.
Gürler’in kendi şahsi kararı ile adaylığını koyduğunu söylüyorum. Sayın
Sunay’ın durumu da müşkül, bir zorlamaya gitmek tehlikelidir. Başbakanın
kesin olarak ne düşündüğü bilinemez, ama herhalde Komutanlar, onun paraleline
girmezler. Küçük rütbeliler rahatsızlık içinde. Yeniden aday göstermeğe taraftar
değilim. Ordu olarak bu seçimle ilgimizin kesilmesini uygun görüyorum.
Sunay’ın üzerinde de artık durmamamız lâzım.»

* Org. Sancar: «Gürler, ordunun adayı değildir. Kendi talebine yardımcı


olunmuştur. Seçilmese ne olacağı sorulduğunda, Senato’ya gider otururum, dedi.
Başbakan bize bağlı, hürmetkâr, terbiyelidir. Ama takdir herkesin şahsına aittir.»

* Org. Aktolga : «Gürler ister bizim adayımız olsun, ister olmasın ordunun
adayı olarak görülmektedir. Silâhlı Kuvvetler demokratik davranıştadır diye bize
methedebilirler. Fakat sol bunu işlemekte ve küçük rütbeliler tesir altında
kalmaktadırlar. Ordu, ileride bunun intikamını almak isteyecektir. Alt kademeyi
tenvir ve tatmin etmemiz lâzımdır.»

* Org. Sancar: «Sunay’ın da süresi uzamaz veya seçilmezse direkt bizimle


ilgisi yoktur.»

* Org. Tulunay : «Siviller onu da bize mal ediyorlar, onun için bu işe karışıp
bir daha mağlup olmayalım.»
* Org. Özgöçmen: «İstihbarat ve bilgi eksikliği var, Gürler bu hataya kurban
gitmiştir. Biz birlik ve beraberlik içinde değiliz. Meşruiyet esastır. Anayasa ve 12
Mart’ın beraber yürümesi zordur. Meşruluk nasıl sağlanır? Bir tarafta teşrii güç
ve icra varsa, bizde de Askeri Şura, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanları var. Bu iş Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanlarında
bitmeli, bunların altındakiler bu işlerle meşgul olmamalıdırlar.»

* Org. Gürgüç : (3ncü Ordu K.): «Siyasete ve 12 Mart’a isteyerek girmedik,


mecburen girdik. İç hizmetin ilgili maddesi malûm. Bir iç düşman vardı, bu
kısmı ile 12 Mart haklıdır. Cemiyete düştüğü durumu göstermiştir. 12 Mart biraz
Meclislere serzeniş etmiştir, haklı olarak. Bir daha böyle şeyler olmaması için
reformların yapılmasını istemiştir. Reform belirli bir kalıp değildir. Kimi, alınan
yolu az görmüş veya çok görmüştür. Yüzde yüz doğru bir siyasi hâdise ortaya
konamaz. Mesele doğru istikamette olmaktadır. Her şeyi bir haysiyet meselesi
haline getirmemeliyiz. Evlât kusurlu diye öldürülmez. Cumhuriyeti yaşatmamız
lâzım. İstemeyerek girdiğimiz bu siyasetten nasıl çıkarız? Bana göre
ilgileneceğimiz siyasi mesele adedini azaltmalıyız. Cumhurbaşkanı seçimi
meselesi ile uğraşmak bizi tam ilgilendirmez. İlke olarak Cumhurbaşkanı olacak
zattan ne istenecek, onu tespit etmek lâzımdır.»

* Org. Türün (1nci Ordu K.): 12 Mart hukuki değer taşır, meşrudur. Bence
hedefine ulaşmıştır. Benzer bir formülle sona erdirilmesi iyi olurdu. Bu fırsat
kaçırılmıştır. Bunu Org. Gürler’e arz etmiştim. Çünkü bu muhtırayı millet önce
alkışlamıştı. 12 Mart ile Sıkıyönetimi birbirine karıştırmamak lâzımdır.
Sıkıyönetim devam ederken, Muhtıra dört veya tek imza ile kal-dırılsaydı iyi
olurdu. Gürler’e de seçim için kredi sağlanırdı. Halbuki aksine biz yayıldık.
Modern demokrasilerde baskı grupları vardır, meselâ bizde de Milli Güvenlik
Kurulu gibi. Bir Cumhurbaşkam’nın devletin hayatında rolü' vardır. Silâhlı
Kuvvetleri politikadan çekelim. Sunay’ın desteklenmesi isabetlidir. Bu
konularda temasta bulunmak, Komutanlara helâl bana haramdır. Tecrübeli
Sunay’ın kanuni yollarla yerinde kalması sağlanmalıdır. Atatürk de zamanı
gelince orduyu politikadan çekmişti.»

* Org. Batur: «Ben şahsen, her fikri toleransla karşılayan, tam ters fikirlerle
çatışsak da karşısındakine kırılmayan bir tipim. Yalnız bu meselede sizlerden
farklı bir durumum var. Her ne kadar 12 Mart Muhtırası Silâhlı Kuvvetler
namına verildi, herkes benimsedi diyorsak da, bunu 4 kişi imzaladı, imzacılardan
şimdi içinizde yalnız ben varım. Hukuken biz imzacılar sorumluyuz. Herhalde
bir «X» Orgeneral ile benim durumum aynı değil, belki takdir eden oldu, ama
sizlerle mukayese edilince çok da düşmanım var. Geçen 30 Ağustos’ta, Org.
Tağmaç ve Amiral Eyiceoğlu emekli olurken kişi sorumluluğu bakımından 12
Mart’ı kaldırıp kaldırmamayı aramızda tartışmıştık. Bana göre anarşinin
durdurulması hariç, 12 Mart’ın hemen hemen hiçbir isteği yerine getirilmemiştir.
Diğer taraftan, muhtırayı tesadüfen ben kaleme aldım, fakat hiçbir zaman 3ncü
maddesinin işletilmesini istemedim. Sebebi de affedersiniz... biz memleket
idaresine ait hiçbir şey bilmiyoruz ve bu Orgeneral ve Korgeneral kadrosu ile
idareye el koyarsak memleketi batırırız. 12 Mart niçin başarı sağlayamadı?
Bunda politikacıların olduğu kadar en az bizim de kabahatimiz var. Bir Anayasa
değişikliği tutturduk dokuz ay kaybettik, bir madde şöyle mi yazılsın, yok böyle
mi yazılsın diye Memduh Paşa bize üç ay kaybettirdi. Baskıyı reformlarda
yapsaydık çoktan bu iş biterdi. Ben de demokratik rejime tam geçilmesini
isterim, ama 12 Mart’ın şartları yerine getirildikten sonra. 12 Mart’ı şimdi
yürürlükten kaldırırsak asıl o zaman astlarımızın yüzüne nasıl bakacak, yerinizde
nasıl oturacak ve sokakta nasıl gezeceksiniz? Hata üstüne hata yapıyoruz...
meselâ çok basit görülebilir ama böyle bir dönemde Sayın Sunay’ın Orduevi’ne
yerleşmesi bile hatadır.»

* Oramiral Kayacan : «Biz Gürler - Sunay alternatifi üzerinde durduk. Hiçbir


parti bizden başka alternatif istemedi. Gürler seçilemeyince biz ve iki parti
tesadüfen Sunay formülünde birleştik. Şimdi partilerden bize yeni alternatif
isteği gelmektedir.»

* Org. Eken : «Gerek Gürler, gerek Sunay’dan netice alamadık. Yeni


bildireceğimiz isimlerden biri seçilmezse ordu olarak ne yapacağız? Bence hiç
karışmamak daha iyidir.»

* Org. Türün : «Parlamentonun seçim hakkı var. Biz Sunay teklifi üzerinde
duralım, seçilmezse haysiyet meselesi yapmayalım. Arıburnu’nun eşi
Yassıada’ya girmiş olabilir. Kendisinin seçilmesinin ne mahzuru var?»

* Org. Batur : «Bu toplantı bitmeden karar almamız lâzım...

1. 12 Mart kaldırılacak mı? Kaldırılmayacak mı?


2. Kaldırılmayacaksa; AP’li bir Cumhurbaşkanı seçilir, o da AP’li bir
Başbakan atarsa, ne yapacağız?»

* Org. Türün : «Ben bu fikre katılmıyorum. Parlamento ne isterse yapsın. 12


Mart Muhtırası’nın 2 nci maddesi yanlış yazılmıştır. Solcuların sloganlarının
tesirinde kalınmıştır.

* Org. Aktolga : «Sunay’dan başka aday göstermeyelim.»

* * * * *

Bu görüşmelerden sonra Genelkurmay Başkanı konuyu toparladı ve sonuca


bağladı ve dedi ki;

1. 12 Mart yürürlüktedir.

2. Sunay formülleri üzerinde duracağız, sonuç alamazsak alternatif aday tespit


etmemizin faydasına inanıyorum. Fakat bu konuyu oylayacağım...

a) Alternatif adaylar gösterilmesini isteyenler? = 10 orgeneral,


b) İstemeyenler 6 orgeneral, 1 oramiral.

3. Aday isimleri üzerinde yapılan oylamada da şu sonuçlar çıktı:

a. Cevdet Sunay 17 oy

b. Org. Gürler 15 oy

c. Nihat Erim 12 oy

d. Fahri Korutürk 9 oy

e. Atasağun (AP’li) 1 oy

f. Naim Talu 1 oy

4. Sunay meselesi halledilmezse bu isimleri Genelkurmay Başkanı Başbakan’a


bildirecek.
* Org. Gürgüç : «Eğer Cumhurbaşkanı istediğimiz şahıs olursa 12 Mart’ı
kaldıralım.»
* Org. Sancar : «O takdirde culus yapıldı, 12 Mart Muhtırası kaldırıldı denir.»

* * * * *

Meclis’te kabul edilmeyen Sunay formülü, Senato’da ele alınacaktı. 24 Mart


günü Faruk Paşa bana telefon etti. O sırada sağ basın Faruk Paşa’ya karşı
taarruza geçmiş, kendisi ile Madanoğlu dâvası arasında bağ kurmak istiyordu.
Faruk Paşa bu haksız suçlamalara üzülüyordu, bana bu durumu belirttikten
sonra, «Sunay için Senato’da, yapılacak oylamada nasıl oy kullanayım» dedi,
ben de «Eğer kabul oyu kullanırsanız,puan kazanırsınız, etraftan da iki eski
Genelkurmay Başkanı karşı karşıya geldi diye istismar edemezler» dedim.

(Yazarın Notu : 'Bu görüşmeler esnasında bütün konuşanlar kişiler hakkında


konuşurken onları Sunay, Gürler diye değil... rütbe veya Sayın terimi kullanarak
dile getirmişlerdir, ben konuşmaları uzatmamak için bu yazı şeklini tercih ettim.)

Telefonla Senatör Sait Naci ve Mehmet Özgüneş’i aradım ve nasıl oy


vereceklerini sordum. Sait Naci bey «Olumsuz» oy vereceğini, Özgüneş ise
Anayasa Mahkemesi üyelerinden mütalâa sorduğunu, gelecek cevaba göre oy
kullanacağını söyledi.

Bu sırada konu üzerinde İsmet İnönü de görüşünü açıkladı ve Sayın Sunay için...
«Şimdiye kadar ne yaptı ki bundan sonra yapacak» dedi. Bu hava içinde Sunay
formülü teklifi Senato’da reddedildi.

Genelkurmay Başkanı Org. Sancar görev icabı yurt dışında bulunurken, Kara
Kuvvetleri K. Org. E. Akıncı ve 2nci Başkan Org. Sunalp ile AP Genel Başkanı
Süleyman bey ve Başbakan Melen bir araya gelerek bir görüşme yaptılar. Ben ve
Deniz Kuvvetleri Komutanı Ankara’da bulunmamıza rağmen, bu görüşme bize
önceden bildirilmedi, yani devre dışı bırakılmıştık, ama bir araya geldiğimizde
hâlâ Silâhlı Kuvvetler erkânının birlik ve beraberlik içinde bulunması gerektiği
edebiyatı yapılıyordu.

Bu sırada iki büyük parti lideri anlaşarak, Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin
Taylan’m, Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerinde birleştiler, fakat bu defa da çözüm
yolu Sunay’dan geçiyordu, yani Taylan’ın Cumhurbaşkanı tarafından Gürler
olayında olduğu gibi Kontenjan Senatörlüğüne atanması gerekiyordu. Sayın
Sunay oynanan oyunlardan bıktığı için bu isteği reddetti ve Taylan’ı senatörlüğe
atamadı.

Saat 19.00’da Faruk Paşa gene telefon etti... «Muhsin Paşa, beni
desteklemiyorsun, sen istesen bu iş olur» dedi. Ben cevabımda... «Benim hatalı
bir tutumum yok, hatayı diğer arkadaşlar yapıyor, bakın bugün sizin lehinize bir
giriş gibi görünen Süleyman beyle, iki Orgeneralin görüşmesinden haberimiz
bile olmadı, bizleri karşısında görmeyen AP lideri aklından ne geçirir acaba?»
dedim.

Buna rağmen Amiral Kayacan ve Sayın Demirel ile görüşebilmek için çok uğraş
verdik, Meclis Başkanı ve bazı Bakanları araya soktuk, muhtelif sebeplerle böyle
bir görüşme gerçekleşemedi.

5 Nisan günü Fenerbahçe Kulübü Başkanı Yük. Müh. Faruk Ilgaz beni ziyarete
geldi ve Süleyman beyin temsilcisi olduğunu, düşüncelerimi öğrenmek istediğini
söyledi. Kendisi ile uzun süre konuştum, dört sayfa not tuttu. Özetle şunları
söylemiştim... «Bakın, Süleyman bey gücünü gösterdi ve Faruk Paşa’yı
seçtirmedi, şimdi isterse seçtirebilir ve böylece olayın galibi, mağlubu kalmaz.
Silâhlı Kuvvetlerle olan sürtüşme de biter. Bir tarafsızın Cumhurbaşkanı
seçilmesi ağır bir hastaya tek aspirin verilmesine benzer, bir partili seçilirse Ordu
ile AP düşman kardeşler olurlar» dedim. Aynı görüşleri o esnada beni ziyaret
eden Abdi İpekçi’ye de anlattım. Faruk Paşa’ya da telefonla bu temaslarımı
naklettim. Ancak, Sayın Ilgaz ertesi gün telefon ederek... «Sizin söylediklerinizi
aynen Sayın Demirel’e naklettim, ancak kendisi Fahri Korutürk üzerinde
duruyor» dedi.

6 Nisan’da Başbakan telefon etti... «Demirel'in de, Sancar’ın da birbirleri ile


görüşmeye istekleri yok, iki büyük parti bugün Korutürk üzerinde bir anlaşmaya
varabilirler» dedi ve hakikaten bu anlaşma gerçekleşerek parlamenterlerin hür
iradesi ile Sayın Korutürk Cumhurbaşkanlığına seçildi ve aynı gün tebrikleri
kabul etti.

Bu bölüme ait notlarımı sıralayıp anılarımı yazarken, inanın o günlerin sıkıntı ve


bunalımlarını tekrar yaşadım âdeta ve bir an evvel bu bölüm bitse de kurtulsam
dedim.

Bilmiyorum bu yazdıklarımla, politikada dürüstlük olmayınca sorunların


çözümünün ne kadar zor olduğunu ve Silâhlı Kuvvetler’in yalnız üst kademesi
ile de olsa günlük politikaya girdiği ve tabiatlerine uygun olmayan bu
atmosferden ne kadar üzüldüklerini anlatabildim mi?

O tarihlerde bu bunalımdan çıktığımız zaman... «Oh! Şükürler olsun» demiştim.


Pek bu kadar ağır koşullar olmasa da yedi yıl sonra benim de başıma böyle
olaylarm gelebileceğini ve Cumhurbaşkanı adayı olup seçimleri
kazanamayacağımı hatırıma bile getirmiyordum.

10 Nisan günü Komuta Konseyi olarak toplandık. Org. Sancar bizlere şunları
söyledi... «Başbakan Melen benimle görüştü, eğer kendisini 12 Mart’ın
Başbakanı olarak kabul ediyorsak kendisini desteklememizi, bu takdirde 15
Haziran’a kadar, yani reformlar çıkarılıp Meclisler tatile girinceye kadar
kendisini destekleyerek iş başında kalmasının sağlanmasını istedi. IInci Başkan
Org. Sunalp bu görüşe taraftar, sizler ne düşünüyorsunuz?»

Org. Akıncı bu görüşü destekledi. Amiral Kayacan ise desteklemedi. Ben: «Yeni
Cumhurbaşkanının düşüncelerini bilmiyoruz. Büyük parti liderlerinin ise evvelki
şikâyetlerinden Sayın Melen’i istemediklerini biliyoruz. Silâhlı Kuvvetler olarak
bu isteği desteklesek, bu iş hemen duyulur. Eğer Cumhurbaşkanı bu isteğimizi
kabul etmezse gene itibar kaybederiz. Onun için eğer bize sorulursa; tarafsız bir
Başbakan, kısa bir Hükümet programı, 12 Mart’ın tamamlanmamış isteklerinin
mümkün mertebe yerine getirilmesi ve Türkiye’yi emniyetle seçime götürmek
hedef ve planımız olmalıdır» dedim ve bu görüşüm kabul edildi.

Aynı gün, Cumhurbaşkanı Sayın Korutürk’ü ziyaret ettim, tekrar yeni görevini
kutladıktan sonra kişisel görüşlerimi izahla özet olarak şu konulara değindim: 12
Mart’ın hukuki ve hakiki durumu, bu dönem öncesinde ve devamında Silâhlı
Kuvvetler üst kademesindeki düşünce ve tutumları belirttim, kendisine şu soruyu
sordum... «Haziran’da seçim sathı mailine giriyoruz, 12 Mart Muhtırası’nı
imzalamış tek komutan olarak benim göreve devamım doğru mudur? Yoksa
görevden ayrılmam mı gerekir?»

Kendileri verdikleri cevapta... «12 Mart Muhtırasını benimsediğini, bunu


imzalayanlara hukuki teminat sağlamak için Meclis’te uğraş verdiğini, muhtırayı
imzalayanların istekler tamamlanıncaya kadar görevlerinden ayrılmama
görüşünde olduğunu, beni yakından tanımadığını, fakat faaliyetlerimi takdirle
takip ettiğini, Cumhurbaşkanlığı seçiminde izledim yolu bildiğini,
Cumhurbaşkanı olarak «Kendisinin teminatı altında» olduğumu belirttikten
sonra... Orduyu politikadan çekmenizi ve Kuvvetlerinize hâkim olmanızı
isterim» dedi.
Ben... «Hava ve Deniz Kuvvetleri’nde biz Komutan olarak duruma hâkimiz»
dedim. Kendileri; bu konuyu Genelkurmay Başkanı ile görüşeceğini söyledikten
sonra, yeni Hükümet ve program üzerinde karşılıklı görüşlerimizi dile
getirdikten sonra teşekkür ederek yanından ayrıldım.

15 Nisan günü, istifa eden Ferit Melen’in yerine, Cumhurbaşkanı; Naim Talu’yu
atadı ve Talu Hükümeti, 1973 Ekim ayında genel seçimler yapıldığı halde, yeni
Meclis içerisinden bir hükümet çıkmadığından, CHP - MSP koalisyon hükümeti
kuruluncaya kadar yani Şubat 1974 tarihine kadar görevde kaldı ve geçiş
dönemini başarı ile yönetti.

15 Mayıs 1973 günü randevu alarak Cumhurbaşkanı’nı ziyarete gittim. Amacım,


1 Haziran’da kutlanacak Hava Kuvvetleri Kuruluş gününe kendisini davet
etmekti. Kendileri bazı konuları benimle görüşmek istedi ve bana... «Silâhlı
Kuvvetler’in düşünce ve tutumu, Gürler olayı esnasında Kara Kuvvetlerindeki
bazı hareketler ve kişilerin tutumları, Silâhlı Kuvvetler’de yapılması gereken
bazı yenilikler üzerindeki düşüncelerimi» sordu, ben de kendilerine arzettim.

1 Haziran 1973 tarihinde, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Ferda Güley
ziyaretime geldi. Hava Kuvvetleri Kuruluş yıldönümü törenleri dolayısıyla çok
da meşguldüm. Sayın Güley... «CHP Genel Başkanı Sayın Ecevit ve Genel
Merkez üyeleri iyi dileklerini ilettikten sonra konuya girdi ve bana, «Partiye
katılma kararımı beklediklerini, İstanbul’dan veya nereden uygun görürsem liste
başına koyacaklarını ve eğer partiye katılırsam güç kazanacaklarını» söyledi.
Kendisine verdiğim cevapta... tekliflerinin beni gururlandırdığını, politikaya
girip girmeme kararımı henüz vermediğimi, eğer böyle bir karar verirsem,
elbette büyük Atatürk’ün kurduğu CHP’yi tercih edeceğimi ve bana zaman
tanımaları gerektiğini, söyledim. Sayın Güley... «Eğer en geç 3 Haziran’a kadar
karar verip Silâhlı Kuvvetler’den ayrılmazsanız, yasaya göre seçimlere
giremezsiniz» dedi, ben kendisinden gene mühlet istedim.

Gece, Hava Kuvvetleri resepsiyonunda bana yapılan teklifi Sayın Sunay ve


Başbakan Naim Talu’ya açtım. İkisi de acele etmememi, Cumhurbaşkanı
Korutürk ile konuyu görüşeceklerini söylediler. Sayın Sunay o gece masada,
Sayın Talu da ertesi günü Cumhurbaşkanı ile bu konuyu görüştüler.

2 Haziran günü Başyaver Kur. Alb. Topa telefon ederek, Cumhurbaşkanı


Korutürk’ün beni saat 12.00’de kabul edeceğini bildirdi. Cumhurbaşkanı o gün
yaptığımız konuşmayı benim gizli tutmamı istedi, ben de kendisine söz verdim.
Ama aradan 12 yıl geçti, hâlâ bu gizliliğe uyarsam olayların akımında soru
işaretleri belirebilir, onun için artık açıklamakta sakmca görmüyorum.

Sayın Cumhurbaşkanı bana şunları söyledi... «Siz, 12 Mart Muhtırası’nın


imzacısısınız. Ordudan hemen ayrılarak siyasete girerseniz başka manalar
çıkabilir ve bu doğru olmaz, belki de politikacılarla uyuşamazsınız. Sizin isminiz
kamuoyunda önemli, sizden istifade ederler, belki de seçim sonuçlarına tesir
edersiniz. Bilmiyorum, bu da bugünkü şartlarla memleketin lehine mi olur?
Sizden ve tecrübelerinizden bitaraf bir kişi olarak istifade etmek ve gerektiğinde
size müracaat, yurt için daha yararlı olur. Beklerseniz size söz veriyorum,
gelecek sene sizi Kontenjan Senatörü yaparım» dediler. Teşekkür ederek ve
teklifini kabul ederek yanından ayrıldım.

Sayın Ecevit, 3 Haziran’da beni telefonla aradı ve kararımı sordu. Kendisine...


«Şu esnada görevden ayrılmam mümkün değil, Sebebini telefonla açıklayamam,
teklifiniz için teşekkür ederim» cevabını verdim.

Temmuz ayında, Silâhlı Kuvvetler içinde Gürler olayındaki tutumları dolayısıyla


içlerinde Orgeneral ve Korgenerallerin de bulunduğu oldukça büyük adette erken
ve olağandışı bazı atamalar yapıldı. Bu arada Genelkurmay I2ci Başkanı olan
Org. Sunalp de Akademiler Komutanlığına atandı ve böylece Silâhlı Kuvvetler
için 12 Mart dönemi kapandı.
HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI
OLARAK FAALİYETLERİM VE
EMEKLİLİK (1969 -1973)
Yüz sayfayı aşkın bundan evvelki bölümde hep politik uğraşlarımı dile getirdim.
Bunları okurken, belki içinizden geçirmişsinizdir... Muhsin Batur politikacı mı?
Yoksa asker mi? diye. Cevap vereyim: Asker!

Dört yıllık komutanlık süremde politik uğraşılar, çalışma hayatımın olsa olsa
yüzde birini almıştır ve bu uğraşa da günün koşulları bizi zorla itmişti.

12 Mart dönemi süresinde, Silâhlı Kuvvetler’in çok büyük bir kısmını politika
dışında tutmaya çalıştık, belirli konu ve hallerde yalnız üst seviyedeki generaller;
politik konularla ancak düzenlenen toplantılarda ilgilendiler. Birlikler, tamamıyla
kendi askeri görevleri içinde kaldılar.

Görevi yüklenen her Kuvvet Komutanı gibi benim de amaçlarım vardı. Örneğin,
daha güçlü, daha eğitimli, daha inançlı ve yavaş yavaş dışa bağımlılığı azalan bir
Hava Kuvveti. Zannediyorum bu amaçlarımın çoğuna ulaştım. Bakım ve onarım
tesislerimiz geliştirilirken, dış yardımlardan temin edilen savaş, nakliye ve
eğitim tipi uçaklarla Hava Kuvvetlerimiz oldukça güçlendi. Büyük uğraşlardan
sonra temin edilen Transall nakliye uçak birliğinin Kıbrıs Barış Harekâtındaki
fonksiyonu unutulamaz.

Atatürk döneminden sonra ilk defa Milli bütçe olanakları ile Fantom savaş
uçaklarının alımına girdik ve anlaşmayı imzaladım. Vakıa bu uçakların alımı
kararı bir hayli polemik ve tenkide yol açtı. Türk-Yunan silâhlanma yarışı konu
edildi. Halbuki eğer bir yarış varsa bunu biz başlatmamıştık. Tenkitler yapılırken
asıl önemli olan nokta unutuluyor veya tenkidi yapan-larca bilinmiyordu. Devlet
ve Silâhlı Kuvvetler’in, çeşitli alanlarda uzun vadeli tahminler ve bu tahminlere
dayalı planlara ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı zamanmda tespit edemezseniz,
konuların çok gerisinde kalırsınız. Parayı verince Marlboro sigarası ithal eder
gibi uçak satın alamazsınız, uçakların yapılması uzun sürer, uçaklar geldikten
sonra uçuş ve yer personelinin yeni tip üzerinde eğitimini tamamlaması bir yıl
alır. Biz, Yunanlı dostlarımızın (!) siyasetlerini, Türkiye hakkındaki
düşüncelerini ve hedeflerini bildiğimiz için onlardan geri kalmamağa çalıştık.
Şimdi, Yunanistan’ın ne tür silâhlandığını görüyoruz, vaktiyle bizi tenkit edenler,
Yunanistan’la ilişkilerimiz kızışınca bu sefer de şunu soruyorlar... «Aramızda bir
savaş çıkarsa Yunan Hava Kuvvetleri mi daha güçlü, yoksa Türk Hava
Kuvvetleri mi?»

1970 yılında kurulan Türk Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı öncülüğünde ise
bugün uçak sanayii kurma girişimine başlanmıştır.

Benim Komutanlık dönemimde her yıl bir ülkede' olmak üzere Amerikan,
İtalyan, Yunan ve Türk Hava Kuvvetleri timlerinin katılması ile NATO Atış
Müsabakaları düzenlenirdi. Seyrüsefer ve hedef bulma (profii uçuşu),
makinelitüfek, değişik bomba ve roket atışlarını kapsayan bu müsabakaların
şartları çok ağırdı,. Özellikle bir yabancı ülkede yapılırken. 1973 yılma
gelinceye kadar yapılan iki müsabakanın ilkinde birinci, sonrakinde ikinci
olmuştuk. 1973 yılı müsabakaları İtalya’da yapılacaktı. Hava Kuvvetleri
birlikleri içinden seçilen atış timi, Balıkesir’de hazırlıklarını sürdürüyordu.
Kendilerini teftişe gittim, yaptıkları atışları izledim ve iyi durumda olduklarını
gördüm. Subay, assubay tim personelini toplayarak bir konuşma yaptım ve
dedim ki;

«Yüksek bir eğitim düzeyine erişmemiz için sizlere,. Hava Kuvvetlerinin bütün
imkânlarım sağladım. Bu bir yarıştır, elbette her yarışta olduğu gibi birinci ve
sonuncu olmak da ihtimal dahilindedir. Dostça yarışın.»

Sonra cebimden bir yazı çıkardım. Bu yazı 6 Haziran 1973 tarihli Ellinikos
Varros adlı Yunan gazetesinde yayınlanmış bir makale idi ve beni dinleyen
havacılarıma okudum...

«Batır-Batur ve Hava Kuvvetleri»

6.6.1973: — «Türk Hava Kuvvetleri Bayramı münasebetiyle “Milliyet” gazetesi


birinci sayfasının yarısını Kahraman Jetleri ve Hava Orgenerali Batur veya
Batır’ın resimleri ile doldurmuş. Batur yapmış olduğu beyanatta Kahraman Türk
Hava Kuvvetlerinin 62’ci faaliyet yılını tamamladığını söylemiştir. 1974 yılı
içerisinde Türkiye Fantom uçakları da alacak. Amerika ona hediye ediyor — ve
kısa süre içerisinde uçak fabrikası da kurulacak. Hakikaten Türkler gülünecek
durumdadır. Çünkü, 1911 yılında Türklerin sadece develeri vardı. Savaş
zamanmda ilkönce onlar uçakları kullandılar. Ayrıca ilk denizaltı-ları kullananlar
ise, Balkan Savaşı sırasında Yunanlılardı. Türkler’in tek hava faaliyeti, Küçük
Asya savaşı sırasında, Yunan uçağı tarafından bir Türk uçağının düşürülmesi ve
Kıbrıs’ta kiliselerin, kadın ve çocukların bombardıman edilmesidir. Bunun için
bu masalları başkalarına yuttursunlar, Türkiye’de hizmet gören bütün Amerikalı
askerler, Amerika'nın onlara verdiği uçaklara, Türk pilotları yağ koymayı
unutarak yakmaktadır.

Tanklara da aynı şey olmaktadır. 1964’te Mersin ve İskenderun’a hareket eden


tanklarla ilgili bir Amerikan raporunda, bu tankların üçte birinin birbirine
çarparak bozulduğu belirtilmektedir. Böylece Batur -Batır’m söylediklerinden
şunu çıkarıyoruz: Türkiye savaş sanayii kurmak üzeredir. Tabii bu sanayii
Rusya’ ya karşı savunmak için hazırlanmıyor. Çünkü onun karşısında silâhlarını
elinden bırakacaktır. Ve ne de Bulgaristan için hazırlanıyor. Çünkü Bulgaristan
üç zırhlı tümeni ile ve her tümene düşen 90 tankı ile 8.400.000 nüfusu olmasına
rağmen, onu yokedecektir. Bunun aksine Yunanistan’a karşı kullanacaktır.
Yunanistan’a karşı savaş bakımından, Türkiye hazırlanıyor. Yunan tümeninin
bulunmadığı Kıbrıs ve Akdeniz kıyılarındaki Adalar için hazırlıyor. Hakikatleri
gizlemek için biz diplomat değiliz. Gazeteciyiz ve Yunan milletinehakikati
söyleyip onu haberdar ediyoruz.» (E.P. - D.A.-Atina Basın Ataşeliği)

Yazıyı okuyup bitirince karşımdaki personelin yüzlerine baktım, hepsi sapsarı


kesilmişlerdi... Konuşmamı şöyle tamamladım... «İşte dostlarımız bizler için ne
düşünüyorlar, dinlediniz. Eğer müsabakalarda birinci gelirseniz kapanış törenine
gelir sizleri kutlarım, aksi halde ben gelmem, Kurmay Başkanımı gönderirim.
Hepinize başarılar dilerim.»

Yarışmaları saati saatine telefonla izliyordum. Yarışlar bitti ve Türk Hava


Kuvvetleri timi bütün dallarda birinci olurken, tabi takım birinciliğini de aldı.
Kendilerine verdiğim sözü tutarak gururla İtalya’ya gittim, tim elemanlarım
kutladım, eşim de pilotların göğsüne Ankara’dan aldığı ufak nazarlıkları taktı.
Törende kupalar arka arkaya bizim çocuklara verildikçe, yabancı davetliler
şaşkınlıklarını, biraz da sesli olarak ifade ettiler.

Ankara’ya dönüşümde Esenboğa’da basın mensuplarının sorularma cevap


verirken, «Emekli olmadan önce Hava Kuvvetlerinin bana verdiği en büyük
hediye» sözleriyle hislerimi ifade ettim.

Ama insan hep sevindirici olaylarla karşılaşmaz ki... 1974 yılı Kasım ayında
CHP’ye katıldığım zaman 23.11.1974 tarihli Son Havadis gazetesinde Tahir
Kutsi adlı bir sayın gazetecimiz, beni partiye girmemden dolayı suçlayan
yazısında ne şekilde bir başlık kullandı dersiniz?

BATIR DEMEDİK
Evet, bundan sonra Muhsin Batur, «fikirli» ve «tutarlı»dır. Şimdiye kadar
«fikirsiz» ve «tutarsız» olan Muhsin Batur, CHP’nin «fikri»ne «angaje»
olmuştur ve kendi deyimi ile «tutarlı» duruma gelmiştir.

Ne diyor «Kontenjan Senatörü» Muhsin Batur:

«— Eğer bir kişi tarafsızım diyorsa fikirsiz ve tutarsızdır...»

Şimdi «taraflı» olmuştur ve ancak şimdi «fikir» sahibi, «tutulacak yanı olan kişi»
durumuna gelmiştir.

Yazı uzun suçlamalardan sonra şöyle sona eriyordu.

Halkın ağzmda şu söz vardır şimdi:

«— Muhsin bey, biz sana Batur dedik, batır demedik...»

Sayın Tahir Kutsi, zannediyorum Yunan basınını çok iyi izliyor ve beğeniyordu
herhalde.

* * * * *

26 Ağustos 1973 günü, Senato Başkanı Tekin Arıburun, Başbakan Naim Talu,
Genelkurmay Başkanı Org. Sancar, Komutanlar, generaller, subaylar ve
assubayların katıldığı unutulmaz bir törenle görevimi Org. Emin Alpkaya’ya
devrettim.

Törende bir konuşma yapacaktım ve bunun için hazırlıklıydım, daha doğrusu


konuşmayı ezberlemiştim.

Tören başladı, önce İstiklâl Marşı çalındı, boğazımda hıçkırıklar peydah olmağa
başladı, sonra uçaklar kollar halinde alçaktan üzerimizden geçmeğe başladı, bu
sefer gözlerim de yaşardı. Kürsüye doğru yürürken, uyur-gezer gibiydim ve
konuşacaklarımdan tek kelimeyi hatırlamıyordum.
Bir süre davetlilere baktım ve sonra üniformalı son konuşmamı yaptım...

Sayın Davetliler...

Hava Kuvvetlerimizin Değerli Mensupları...

Ben, Havacı olmak arzu ve hevesi ile 1937 yılında Kuleli Askerî Lisesine
girdim.

Arzum gerçekleşti, mesleğe olan sevgi ve bağlılığım her geçen gün ve yıl daha
da artarak şu ana kadar geldim.

Kanunlara göre değil, fakat geleneklere göre bir hava subayının Silâhlı
Kuvvetlerimizde ulaşabileceği en yüksek mevkie, yani Hava Kuvvetleri
Komutanlığina erişerek, 36 yıllık üniformalı hayattan sonra, hizmetimi
tamamlayarak, bu şerefli yuvadan ayrılıyor ve Komutayı Orgeneral Emin
Alpkaya’ya devrediyorum. Kendisine üstün başarılar dilerim.

Arkadaşlar...

Havacı olduğunuz için yaşadığımız çağda Hava Kuvvetlerinin önemini hepiniz


bilirsiniz. İstiklâl Sava-şimızdan bu yana, milletimize büyük faydalar sağlayan
uzun bir barış devresi yaşadık, bu devrenin çok uzamasını temenni ederiz. Ancak
havacılık aynı dönemde gelişti ve biz millet olarak modem bir Hava Kuvvetinin
kullanıldığı bir savaşı görmedik.

İşte bu sebeple, Hava Kuvvetlerinin önemini anlamayanlar ve daha kötüsü anlar


görünüp de anlamayanları acı bir sonuç beklediğinden, 4 yıllık Komutanlık
süremde benden evvelki Komutanların yaptığı ve benden sonraki Komutanların
yapacakları gibi, birinci Öncelikle Hava Kuvvetlerimizin güçlenmesi ve nisbî de
olsa kendi kendine yeterli hale gelmesi için çalıştım.

Hava Kuvvetlerimizi güçlendirmek için önümüzde 3 yol vardı. Yıllardan beri


bunlardan yalnız biri, yani «müttefik askerî yardımlarından faydalanmak» yolu
kullanılıyordu.

Her yol gibi bu yolun da fayda ve sakıncaları vardı, halen de vardır. İmkân
oldukça faydalanmak başka, yegâne yol olarak kabul etmek farklı şeylerdir.

Bu sebeple biz, diğer iki yolu da kullanmağa çalıştık.


Bu yollar; savaş uçağı satın almak ve uçak endüstrisi kurarak uçak imal etmekti.

Böylece; yapılan çalışmalar sonunda, dünyanın en modem ve güçlü savaş


uçaklarından biri olan Fantom-larm satm alınmasına karar verildi. Halen
yapılmakta olan uçaklar gelecek yıl teslim alındığında, Hava Kuvvetlerimize
önemli bir güç katacaktır.

Bu kararm almışında katkı ve hizmetleri olan zamanın Genelkurmay Başkanı


Sayın Orgeneral Tağmaç’a ve Hükümet Başkanı Sayın Erim'e vefa hislerimle
teşekkür ederim.

Ayrıca, bu uçakların alınmasına imkân sağlayan 1601 sayılı kanunu kabulleri


dolayısıyla Yüce Meclislerimize teşekkürlerimi sunarım.

Değerli Arkadaşlarım...

Çok önemli bir jeopolitik duruma sahip Türkiye’ miz, ekonomik ve teknik güç
ve imkânlarına paralel bağımsız bir dış politika yürütebilmek ve icabmda vatanı,
asgari risk ile savunabilmek için, kendi kendine yeterli, kâfi bir askerî güce sahip
olmalıdır.

Bu da, ancak mevcut ve gelişmekte olan endüstriye askerî alanları açmak veya
bazı alanlarda direkt askerî endüstriye yönelmekle mümkün olabilir.

Bu ana görüşten hareketle 3ncü yol olan, Türkiye’ de bir uçak endüstrisi
kurulması zorunluluğunu ortaya attık ve milletimize 1 Haziran 1970’de çağrıda
bulunarak ilgi ve yardım rica ettik.

Çağrımız, umduğumuzdan da olumlu karşılanınca, Hava Kuvvetleri


Güçlendirme Vakfı’nı kurduk.

Davanın doğruluğunu ve kamuoyunun isteğini dikkate alan Meclislerimiz, 1971


yılında vakıfa süresiz devamlı gelir sağlayan kanunu kabul etti.

Vakfın bundan sonraki çalışmaları, 3ncü 5 yıllık plânda uçak endüstrisi


kurulmasını temine ve hükümetlerimizi bu zarurete inandırmağa teksif edildi.

Gayretler başarı ile sonuçlandı ve Sayın Melen hükümeti döneminde, Türkiye’de


uçak endüstrisi kurulması ile ilgili kanım tasarısı hazırlanarak Meclise
sevkedildi. Sayın Talu Hükümeti’nce benimsenen tasarı, Temmuz 1973’te
kanunlaştı.

Arkadaşlar...

Takdir ve tenkit halikı kamuoyunun olmakla beraber, zannımca vakıf 3 yıllık


kısa ömrü zarfmda büyük ve faydalı işler başarclı. Topladığı 485 milyon Türk
lirasına ilâveten, milletimizin bir özlemini «Kendi uçağını kendin yap» cümlesi
ile dile getirdi ve bu özlemin realize edilmesini safha safha oluşturdu.

Bu oluşumda maddî manevî ve fikrî yardımları ile büyük rolü olan aziz
milletime, Meclislerimize ve Hükümetlerimize, değerli basınımıza, Vakıf Genel
Kurul ve Yönetim Kurulu üyelerine şükran ve teşekkürlerimi sunarım.

Bu proje realize edildiğinde yurda kazandıracağı teknik ve ekonomik faydalar


yanında ilk 8 yıl içinde Hava Kuvvetlerimize vereceği 200 modem savaş uçağı
ile yurdun hava savunmasını teminat altına alacaktır.

Sayın davetliler, arkadaşlar...

Şu anda uçak endüstrisi kurulması çalışmalarının en önemli safhalarından biri


üzerindeyiz.

Endüstri için «yer seçimi» ve «yapılacak uçağın seçimi» üzerinde hassasiyetle


durulacak konulardır.

Yer seçiminde politik ve hissi etkenler rol oynarsa, tip seçiminde ise askerî
istekler, teknolojik devir nispeti, imalatta yüksek Türk katkısı ve maliyet
faktörleri üzerinde çeşitli etkenler veya tecrübesizlik dolayısıile hata yaparsak,
bunun çok geç telâfi edilebileceği hususuna dikkatlerinizi çekmek isterim.

Bu sebeple bilhassa yeni kurulacak olan endüstrinin yönetici ve teknisyen


kadrosunun büyük bir dikkatle seçilmesini tavsiye ederim.

Yurdunu ve Silâhlı Kuvvetlerini seven her Türk gibi, benim de en büyük


arzularımdan biri, Türk yapısı, Ay-yıldız sembollü uçakların semalarımızda
uçtuğunu görmek olduğuna göre, bu son önerilerimi lüzumsuz görmezsiniz
sanırım.

Değerli arkadaşlarım...
4 yıllık Komutanlığım esnasında Hava Kuvvetlerimizi, Eğitim. Harekât, Lojistik
ve Îdarî alanlarda ileriye götürmek için yapılan bütün hamleler ve iyi işler,
sizlerin gayret ve inançlı çalışmalarınız ve beni desteklemenizle mümkün
olmuştur. Bundan dolayı her rütbe ve görevdeki meslektaşlarıma teşekkür
ederim.

Halledilemeyen veya hatalı neticeler veren işler olmuşsa bunlardan Komutan


olarak yalnız ben sorumluyum.

Aziz davetliler, arkadaşlar...

Sözlerime son vermeden, yurdumuzun geride bıraktığımız 3 yıl içinde geçirdiği


olağanüstü durumundan bahsetmek istiyorum.

Hatırlarsınız, 1969 sonlarından itibaren Türkiye’ miz bazı sosyo-ekonomik


problemlerle karşı karşıya kaldı. Görüşüme göre, normal demokratik düzen
içinde problemlerin halline çare aranmasında hem geç kaimdi hem de yetkililer
teşhis ve çarelerde görüş birliğine varamadılar. Diğer taraftan, problemleri
Anayasa dışı görüş ve anarşik yollarla çözme heves ve eylemleri belirdi.

Böylece Türkiye’mizin milli güvenliği ve geleceği tehlikeye girdi.

Bu tehlikeyi önlemek için gerekenlerin yapılması gayesiyle 12 Mart Muhtırası


verildi.

Geniş anlam ve sebepleri ile 12 Mart Muhtırası niçin, neden ve nasıl verildi?

Gayesine ne derece ulaştı veya ulaşamadı?

İstenilen gayeye ulaşamadıysa sebepleri nelerdir?

12 Mart Muhtırasını imzalayanlar ve muhatap olanlar .taraf oldukları için bu


sorulara bitaraf cevap vermeleri beklenemez.

Bu sebeple kıymetlendirmeyi zamana ve tarafsız siyasî tarihçilere bırakmakta


fayda görmekteyim.

Bu arada, yapılmış, yapılmakta ve yapılacak olan düşük seviyeli ve haksız


polemikler karşısında şu hususu açıklıkla belirtmeyi lüzumlu addediyorum.
12 Mart Muhtırası, hepimizin varlığının dayanağı olan Türkiye’mize hizmet
gayesiyle askerî hiyerarşik düzen içinde verilmiştir.

Muhtıraya sahip çıktığı müddetçe varsa şerefi Silâhlı Kuvvetler’e aittir ve eğer
gene varsa kendime düşen siyasî sorumluluğu şerefle yüklenmeğe ve hesabını
açık olarak vermeğe hazırım.

Değerli arkadaşlarım...

Biraz sonra Komutanlıktan, Vakıf Başkanlığından ve bana göre en önemlisi


sizlerden ve bu şerefli üniformadan ayrılacağım.

Fakat yaşadığım müddetçe, sizlerle uzaktan da olsa manevî bağlantımı muhafaza


edeceğim.

Sizlerin her başarısı beni sevindirecek, olmasını hiç istemediğim sıkıntılarınız


beni üzecektir.

Sizlere veda ederken, şimdiye kadar olduğu gibi hakiki Atatürkçülük yolunda,
birlik, beraberlik ve disiplin içinde hareket etmenizi rica eder, hepinize büyük
başarılar ve sonsuz mutluluklar dilerim.

* * * * *

Temmuz başlarında tesadüf eseri eski Başbakan Erim’in apartmanında bir daire
kiralamıştık, bir taraftan ufak tefek tamirler yaptırırken, bir taraftan da yavaş
yavaş taşınıyorduk. 30 Ağustos günü kendi Renault otomobilime bindim, Köşk
personeline veda ederek yeni evimize gittik.

Üzüntü ve sevinç bir arada yaşanır bazen, ben de o karmaşık hisler içindeydim.
Çok sevdiğim, onurlu mesleğimden ayrılmıştım ve üzülüyordum. Ama bu
hizmeti şerefle bitirmenin ve sorumluluklardan sıyrılmanın sevincini
yaşıyordum.

Emekli Sandığı’ndan gelen yazıda... fiili ve itibari hizmetlerimin tutarı 56 yıl 11


ay 29 gün olarak belirtiliyor (o tarihte 52 yaşımı doldurmamıştım) ve bunun
karşılığında 4452 lira emekli maaşı ve yaş haddi olan 65 yaşına kadar 1113 lira
tazminat bağlandığı bildiriliyordu.

Emekli olurken, eğer istersem Büyükelçilik verileceği söylendi, teşekkür ettim,


yurtta kalmayı tercih ediyordum. .. Bakalım gelecek neler gösterecekti?
12 MART DÖNEMİNİN ÖZET
DEĞERLENDİRİLMESİ VE BİTİŞİ
1. 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ve yapılan genel seçimlerle Meclis ve
Senato teşekkül ettikten sonra tekrar çok partili demokratik sisteme geçildi, ama
rejim tam rayına oturmamıştı. 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarından sonra bu geçiş
dönemi İsmet İnönü’ nün basiretli yönetimi sayesinde sona erdi. 1965 ve
1969genel seçimlerinde AP büyük çoğunlukla iktidara geldi.

2. 1961 Anayasası’nın getirdiği kişi özgürlükleri, sendika ve derneklerin


örgütlenme kolaylıkları, Üniversite ve TRT özerklikleri, hür basm, kişi ve
topluma yeni ufuklar açtı, yeni düşünce akımlan yayılmağa ve taraftar bulmağa
başladı. Canlı bir toplumun normal gelişmeleriydi bunlar.

3. Anayasa yeni bir zihniyetle bazı atılımlann yapılmasını öngörüyordu. Fakat


bir kesim tarafından beğenilir ve benimsenirken, diğer bir kesim ve siyasiler
tarafmdan beğenilmiyor ve benimsenmiyordu, bunu da normal karşılamak
gerekirdi. Ancak beğenilmeyen bir anayasanın nasıl değiştirilebileceğinin
usulleri vardır ve bu usullere uyarak değişiklik yapılabilir, bu da normaldir.
Normal olmayan... ben bu anayasayı beğenmiyorum diye beğenilmeyen
kısımlarını uygulamaktan kaçınmaktır. Türkiye’de, bilhassa 1965’lerden sonra
bu iki görüşün siyasi mücadelesi partiler arasında yapılmağa başlandı, mücadele
arenası doğru idi, ama orada kalmadı ve Meclisler dışına yayılmağa başladı, bu
da normaldi. Normal olmayan bu düşüncelerin zor kullanarak gerçekleşmesini
isteyen örgütlerin sağlı-sollu devreye girerek silâhlı ve Türkiye’yi bölücü
mücadeleye girişmeleriydi.

4. Özerkliklerin anlamı ve uygulaması üzerinde de yanlışlıklar yapılıyordu.


Üniversitelerde istekler dile getirilebilir, dersler boykot edilebilir, ama üniversite
içinde silâhlı çatışma başlar ve Güvenlik Kuvvetleri Üniversiteye girip olayları
bastırmak istediğinde bunu üniversitenin âdeta iffetine tecavüz ediliyormuş gibi
saymak da büyük hata idi.

5. 12 Mart olayından sonra bazı siyasilerimiz ve düşünürlerimiz, olayın


oluşumunda dış etkenlerin ve hatta CIA gibi dış örgütlerin, haşhaş gibi konuların
rolünün olduğundan bahsettiler. Elbette yaşanan ortam çok önemlidir ve bu
ortam çeşitli yöntemlerle değişik yönlere çevrilebilir. Bu yönlendirmede; ajanlar,
ajan-provakatörler ve hepsinden önemlisi basın-yaym yolu ile propaganda ve
istenilen ortamın oluşması sağlanabilir. Bu elemanlar, 12 Mart ortamının
yaratılmasında kullanılmış mıdır? Olabilir, fakat benim bu konuda bir bilgi veya
yargım yok. Gene bir bölüm düşünürler ve yazarlar, biz Komutanlara... «rejim
önemli değil, istikrar önemli» telkininin bazı büyük müttefiklerce yapılmış
olabileceği olgusunu bir ihtimal olarak belirttiler. Bir Türk’ün böyle
düşünebilmesi için önce kendi ordusunu tanımaması gerekir. Ben komutanlığım
esnasında adedinde yanılmıyorsam 24 defa yurt dışma görevle çıktım ve çeşitli
ülkelerin devlet adamları ve komutanları île görüştüm. Hiçbiri bana siyasi
olaylar bakımından Türkiye’de neler cereyan ediyor diye tek soru sormadı. Ama
Senatörken ve bilhassa 1980’lere doğru yaklaşırken devamlı bu gibi sorularla
karşılaştım.

6. Bunalım tırmandıkça ve iktidarın çare bulamadığı görüldükçe, Silâhlı


Kuvvetler yavaş yavaş devreye girip görüşlerini Milli Güvenlik Kurulu’nda dile
getirmeğe başladılar, fakat günün siyasi iktidarı ile çözüm yollan üzerinde görüş
birliğine varamadılar ve sonunda müdahale zorunlu hale geldi.

12 Mart genelde başanlı oldu mu? Anarşiyi geçici olarak durdurmak bakımından
evet, diğer istekleri bakımından tam başarılı değil. Neden böyle oldu?... Genelde
AP ve Demokratik Parti Anayasa değişiklikleri ve sert önlemler açısından kendi
isteklerini gerçekleştirirken, olaylann sosyo-ekonomik kökenlerine inip bunları
düzeltme yoluna girmediler. Çünkü bu olguyu olaylarm nedeni için sebep
saymamakta ısrar ediyorlardı. Bu görüş sonraki senelerde de ısrarla sürdürülünce
kötü gidiş daha da hızlandı ve hatta 12 Mart dönemi ile kıyaslanamayacak
boyutlara varınca 12 Eylül 1980’de bu defa tam bir askeri müdahale ile Silâhlı
Kuvvetlerin yönetime tümü ile el koyması zarureti doğdu.

7. 12 Mart dönemi ne zamana kadar sürdü? Değişik değerlendirmeler yapılabilir.


1973 Cumhurbaşkanı seçimi ile sona erdi, veya 1973 genel seçimleri ile sona
erdi denilebilir. Bana göre dönemin etkisi Cumhurbaşkanı seçimi ile bitti.
Demokratik ölçülerle değerlendirirsek 1974 yılında meclis kendi içinden
Başbakan çıkarıp CHP - MSP koalisyonu kuruluncaya kadar devam etti ve sonra
tarihin sayfalarma intikal etti.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
CUMHURBAŞKANINCA
KONTENJAN SENATÖRÜ
SEÇİLMEM (HAZİRAN 1974)
Emekli olduktan sonraki günlerimi, okumak, istendiğinde basına demeç vermek,
eski arkadaşlarımla kara avına çıkmak ve yurt içinde seyahatle geçiriyordum. Üç
il hariç Türkiye’nin her yerini görmüştüm, ama bazı tarihî yerleri ziyaret fırsatını
bulamamıştım. Bilhassa ecnebilerle Türkiye’nin turistik zenginlikleri üzerinde
konuşurken yalan söylemek mecburiyetinde kalıyor ve bundan utanç
duyuyordum. Ama bir Efes’i, Göreme’yi, Side’yi, Perge’yi görmediğimi nasıl
itiraf edebilirdim. Yaptığım seyahatlerle bu eksiğimi tamamladım.

Haziran başında Cumhurbaşkanından davet aldım, kendisini ziyarete gittiğimde


beni Senatör seçeceğini yeniden belirtti, ben de kendisine teşekkürlerimi
sundum.

Senatörlüğe seçildiğim resmen Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sayın Fuat


Bayramoğlu’nun imzasını taşıyan bir yazı ile bana bildirildi.

Senato kürsüsünden and içtikten sonra hukukî formalite tamamlanmış oldu.


Yemin törenini Cumhurbaşkanı Korutürk, Senato’daki locasından izlemişti,
sonra biz yeni senatörleri, Senato Başkaninın odasında kabul etti ve her birimizi
niçin senatör seçtiğini açıkladı, beni de «Geçmiş hizmetleriniz ve 12 Mart’ın bir
temsilcisinin Meclis’te bulunmasını uygun gördüğü için seçtiğini» belirtti.

Benimle birlikte Prof. Sadi Irmak, Zeyyat Baykara, Ecvet Güresin ve


Hüsamettin Çelebi de senatör seçilmişlerdi. Basın bu seçimleri genelde olumlu
karşıladı.

Meclis kürsüsüne ilk defa Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında yapılan gizli
oturumda çıktım ve görüşlerimi açıkladım. Kürsüye bu ilk çıkışımda oldukça
heyecanlıydım, sonraları alıştım, bu heyecan kalmadı.

Kontenjan Grubu üyesiydim ve Grup Başkanı Nihat Erim’di. O sıralarda


Kontenjan Grübu’nun kendi iç yönetmeliğine göre Grup adına konuşabilmek
için grup çoğunluğunun konu üzerindeki onayını almak gerekiyordu ve grup bir
partideki insanlar gibi genelde anlaşmış insanlardan oluşmadığı için zorluk
çekileceğini görüyordum. Çünkü grubumuz hepsi kendi alanlarında yetenekli,
fakat ayrı düşünce yapısında 15 kişiden oluşuyordu. Bu da grubun faaliyet
sınırını ve etkinliğini azaltıyordu.
CHP’YE GİRİŞ (1974)
Bu sıralarda CHP-MSP koalisyonu dağıldı ve Başbakan Ecevit istifa etti.
Cumhurbaşkanı uzun müşaverelerden sonra Prof. Sadi Irmak’ı Başbakanlığa
atadı. Sayın Irmak, güvenoyu alması mümkün olmayan bir hükümeti kurma
çabası ve hevesi içinde iken, CHP’ den kendi saflarına katılmam için teklif
aldım. Muayyen aralıklarla Selâhattin Babüroğlu ve emekli olan Amiral Kemal
Kayacan da partiye katılacaklardı. Sayın Babüroğlu, yeni kurulacak hükümette
Bakanlık teklifi aldığı için o tarihlerde partiye girmedi, önce ben, sonra, Amiral
Kayacan partiye katıldık.

Partiden aldığım teklifi olumlu karşılayınca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri


sayın Bayramoğlu’na telefon ederek durumu bildirdim ve Sayın Cumhurbaşka-
m’nın bu husustaki düşüncelerini öğrenip bana iletmesini rica ettim. Birkaç gün
sonra da sorumun cevabını aldım. Sayın Cumhurbaşkanı... «Ben kendisini
senatör seçtim, görevim bitti. Bundan sonrasına karışmam, partiye girmesinin de
sakıncası yoktur» demiş. Bu cevabı alınca rahatladım, çünkü izin vermeseydi ya
partiye giremezdim veya kendisine saygısızlık etmiş olurdum. Konu benim
açımdan olumlu bir yola girmişti, ama bu kararım duyulunca sağlı-sollu basının
beklenmedik bir duyarlıkla bana karşı hücuma geçtiğini gördüm. Tabii bir
hükümeti kurma çabası ve hevesi içinde iken, CHP’ liyordu. Politikada yeni
olduğum için biraz tedirgin oldum, ama vicdanen rahattım, çünkü yapılan
hücumların çoğu mesnetsizdi; beni seçen şahsiyetin, yani seçmenin iznini
almıştım ve herhalde iradem de kimsenin ipoteği altında değildi.

Sade bir törenle partiye katıldığım gün şunları söyledim:

«CHP’ye katılma kararımın çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ikisine kısaca


değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi CHP’nin tarihi misyonu, gelişimi ve
bugünkü durumunun kıymetlendirilmesine dayanmaktadır. Kişisel görüşüm odur
ki, Atatürk tarafından kurulan bu parti, siyasi yaşantı süresi içinde kısa
sayılabilecek dönemler dışında daima çağ içi veya çağın önünde giden bir parti
hüviyetinde görülmüş, son yıllarda da gittikçe bilinçlenen halkla bütünleşerek
Türkiye’ye en faydalı hizmetler yapabilecek, Türkiye’yi çağdaş uygarlık
düzeyine ulaştırabilecek yegâne parti özellik ve niteliğini muhafaza etmiştir.

Bugün Türkiye’de bazı terimler bilerek veya bilinmeyerek birbirine


karıştırılmaktadır. Bunlar, rejim ve düzen terimleridir.

Rejim hususunda, Cumhuriyet ve Demokrasi anlayışı üzerinde birleşim var.


Fakat özgürlükçü demokrasi ve düzen değişikliği deyimleri kullanılmaya
başlandığı an bazı çevrelerde bu deyimler alerji uyandırıyor. Ve bu fikirlerin
sahip ve savunucuları rejim düşmanlığı ile suçlanmak isteniyorlar. Fakat
görünüm odur ki, milletimiz artık hakikatleri ve gerçekleri görmeye başladı.. İşte
1973 seçimleri anlayışı oylan ile göstermeye başladı. Ve bu görüşü yeri de
CHP’nin gösterdiği başarının sırrını burada görüyorum.

O halde, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak fikir ve eyleme sahip


olarak yegâne parti olarak CHP’yi görmüş olmam, bu partiye girişimin birinci
sebebini teşkil etmektedir.

Türkiye’de kavram karışıklığı üzerinde diğer bir Örnek vermek isterim.


Tarafsızlık ve bağımsızlık mefhumlandır. Tarafsızlık fikirlerde bana göre olamaz.
Eğer bir kişi (tarafsızım) diyorsa, o kişi fikirsiz ve tutarsız demektir.

Bağımsızlık olabilir ve bazı hallerde de kişiye insiyatif verebilir. Ancak,


Anayasamızda da açıkça belirtildiği gibi partiler demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları olarak kabul edildiğine göre, parlamento hayatmda
bağımsız kalarak memlekete hizmet yapılamayacağı kararma vardım.

Ve program itibariyle kendime en yakın gördüğüm: CHP’ye girme kararımın


ikinci etkeni de bu oldu.

Biliyorsunuz, ben askeri kariyerden siyasi hayata geçmiş bir insanım. Askerliği
çok severek mesleğimde çalıştım. Ve zannederim ki, biraz başarı göstermiş
olabileceğim için mesleğimin doruğuna varabildim.

Parti içindeki gayem biraz değişik olacaktır. Parti-içi mücadelelere katılmama,


parti kademelerinde yükselmek iddiası gütmeden, partinin bir ferdi olarak
partiye ve her şeyden çok sevdiğim yurduma ve milletime faydalı olmaya
çalışacağım.»

Konuşmamda... parti saflarında «bir er gibi» veya «bir nefer gibi» çalışacağım
sözlerini sarfetmedirru, başka bir arkadaşımız tarafından kullanılan bu sözcükler
bana maledilmeğe çalışıldı ve ağır eleştiriler yapıldı. Er veya neferlik onurlu bir
görevdir, şerefsizlik de değildir ve küçümsenmemesi gerekir. Ama ben kendi
rütbemin, emekli de olsam Orgeneral olduğunu unutmamıştım.
SENATO VE PARTİDEKİ
ÇALIŞMALARIM (1974 - 1980)
CHP adına ilk konuşmamı 1975 yılı Milli Savunma bütçesi üzerinde Senato’da
yaptım. Çok uzun ve oldukça teknik ve mali konuları kapsayan bu konuşmamda
iki amaç güdüyordum. Birincisi; askerlikten yeni ayrılmış bir kişi olarak...
modern ve yeterli bir Silâhlı Kuvvetlere sahip olabilmek için ne miktar para
kaynağına ihtiyaç vardır, İkincisi; o güne kadar yanlış an-laşılagelmiş bulunan
gizlilik tabularım yıkarak bu konuları Meclis’te konuşulabilir hale getirmekti.
Batı âlemindeki dış ülkelere yaptığım resmi ziyaretlerde, Silâhlı Kuvvetlere ait
konuların rahatlıkla konuşulup yazılabildiğini, Enstitülerde inceleme ve
araştırmalar yayınlandığını saptamıştım. Halkın da bu konulara ilgisi fazlaydı,
çünkü Silâhlı Kuvvetlere yapılan harcamalar kendisinin verdiği vergilerle realize
ediliyordu. Bugün dış ülktelerde yayınlanan askeri mecmualara baktığımızda
yüzde bir yanılma ile Türkiye’nin elindeki birlik ve silâhların ne olduğunu
öğrenebilirsiniz. Birliklerin nerede bulundukları ise uzay çağım yaşadığımız bir
dönemde hiç gizli değildir. Gizli olan bu birliklerin muhtemel savaş
durumlarında uygulayacakları planlardır. Zannederim yaptığım bu konuşma ile
amacıma ulaştım. Nitekim bu konuşmam 4 gün süre ile Günaydın gazetesinde
yayınlandı ve bir müdahaleye uğramadı.

Öncelikle askeri konular olmak üzere sırası geldikçe genel ve özel konular
üzerinde de kürsüye çıkıp görüşlerimi açıklıyordum ve hatta hiç alışık
olmadığım' ve beğenmediğim halde karşılıklı sataşmalarla yapılan konuşmalara
da istemeyerek de olsa girmeğe başlamıştım. Senato zabıtlarından alıntılar da
bulunarak bu konuşmaların bazılarını buraya aktarıyorum.

23 Haziran 1976 günü Senato’da Türk Silâhlı Kuvvetlerinin yeniden


teşkilâtlanması, silâh, araç ve gereçlerinin yenüeştirilmesi amacı ile gelecek
yıllara da mali yüklenmeleri amaçlayan Hükümet tasarısının müzakeresine
geçilmişti. Tasarıda eksiklikler vardı ve parti sözcüleri ile Senatörler kendi
kişisel görüşlerini dile getiriyorlardı, ben de söz aldım ve konuştum.

Başkan — Konuşma sırası Sayın Muhsin Batur’ da. Buyurun Sayın Batur.

Muhsin Batur — (Cumhurbaşkanınca Seçilen Üye) — Sayın Başkan, değerli


Senatörler;

Hakikaten çok nazik bir konu üzerinde tartışıyoruz; fakat konunun nazik olması,
tartışmama sebebi de olmaması gerekir. Halbuki bu konuşmalarla, Silâhlı
Kuvvetlerimize ait bazı gizli problemler deşiliyor, bunu dünya kamuoyu
öğreniyor ve dolayısıyla Parlanmento’ da yapılan bu konuşmalar «faydadan
ziyade, Silâhlı Kuvvetlerimize zarar getiriyor» havası sezinleniyor. Ben, o
kanıda değilim. O kanıda olmadığımı da, Milli Savunma Bütçesi konuşulurken
CHP adma iki defa huzurunuzda açıklama fırsatını buldum. Bugün gizlilik
dünyada bambaşka anlamlarda anlaşılmaktadır ve bugün şurada konuştuğumuz
meselelerin gizlilikle yakından ve uzaktan en ufak bir ilişkisi yoktur.

Değerli arkadaşlar;

İki yıldır aranızda bulunuyorum. Bu iki yıl zarfında Milli Savunma konuları
üzerinde benim üzerimde kalan intibaı şöyle özetleyebilirim:

Birincisi: Hükümet genellikle bu konulan açıklıkla Meclis önüne getirmekten


kaçınıyor.

İkincisi: Biz Senatörler veya milletvekilleri olarak Hükümeti zorlayarak bu


konuları önümüze getirmekten kaçınıyoruz ve Milli Savunma ile ilgili gelen
kanun tasarı ve tekliflerini çok çok ivedilikle ve hiç derinliğine inmeden
alelacele çıkarıp geçiriyoruz. Halbuki yine bu iki sene zarfında gördüm; gayet
küçük menfaat gruplarını da ilgilendirse, diğer kanun tasarı ve tekliflerinde
hakikaten derinlemesine faydalı birçok tenkitler yapılıyor ve kanunların daha iyi
bir şekilde geçirilmesine çalışılıyor. Milli Savunma’da maalesef bunu
görememekteyiz.

Zannımca bu iki sebepten ileri geliyor. Birincisi; sözümün başmda değindiğim


gibi, gizlilik mefhumunu bilmemiz lâzım mı, değil mi?. Bu mevzua ne kadar
aşinayız, ne kadar öğrenmek istiyoruz? Bunu kestirememişiz.

İkincisi de; eskiden beri gelen bir alışkanlığın sonucu.

Halbuki, benim kişisel görüşüme göre, ulusal savunma problemleri konuşulur,


tartışılır, kararlaştırılır ve planlanırken âdeta kaziye haline gelen bir ifade var
(hepimiz bunu kullanıyoruz) kalkınma ile dengeli bir savunma harcaması. Bu
sistem üzerine devletimizi bina etmişiz ve bu sistem üzerine yürümek istiyoruz.
Nereye kadar?.. Her zaman için; ama bizim görüşümüze göre, benim şahsî
görüşüme göre, bu görüş her zaman için doğru olmaz ve olmayabilir.

Bugünkü şartlara göre, ki şartlar çok çok çabuk değişmez, ani değişebilir; fakat
değişen şartlar gene uzun süre sürer. İşte Kıbrıs hadisesinden bugüne kadar ani
olarak şartlar değişti; fakat aynı şartlar hâlâ devam ediyor. Kaç yıl da devam
edeceğini bilmiyoruz. O halde değişen şartlara ve koşullara göre bazı hallerde
kalkınmadan bir süre feragat etıiıek suretiyle bilinçli olarak, savunmaya daha
fazla bir güç ayırmak ihtimali karşımıza çıkabilir. Bunun aksi de varittir. Balanslı
ve çok taraflı bir dış politika uygulamasının bize verdiği güvenç şemsiyesi
altmda ve biraz da riski göze alarak Millî Savunma paylarını azaltmak ve
kalkınmayı hızlandırmak imkânları da her zaman bulunabilir.

Bugün görüştüğümüz esas mesele, 37 küsur zaid 50 küsur milyara kadar varan
bir ödenektir. Ana konu bu, ama esas konunun derinliği var; yani mesele yalnız
şu kadar milyar para vermek değil. Esas konunun derinliği var. Değişen dünya
koşullan ve Türkiye’nin bugün karşılaştığı durumlar karşısında esas mesele;
Silâhlı Kuvvetlerimizin yeniden teşkilâtlanması ve silâhlanması nedir, bunu
Meclis olarak bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeden mi bu paralara «Evet»
diyeceğiz? Bunu önce kararlaştırılıp aramızda konuşmamız lâzım.

Şimdi biz biliyorsunuz NATO üyesiyiz. NATO’nun bize verdiği bazı vecibeler,
mükellefiyetler var. Biz uzun yıllar bu vecibeleri Birinci Plana koymuşuz.
Demişiz ki, bizim millî savunma paylarımızın amacı NATO içinde kendi
savunmamızı temin etmektir ve buna göre bir teşkilât, buna göre de bir para
ayırmışız. Şimdi aynı önemi bizim için NATO muhafaza ediyor mu, Kıbrıs
olaylarından sonra. Yani, karşımıza çıkan durum karşısmda, Türkiye için birinci
öncelik NATO vecibelerini yerine getirmek midir veya NATO vecibelerini
yerine getirirken yeni durumlar karşımıza çıktığına göre NATO vecibeleri zaid,
bu yeni şartları karşılayacak silâhlı kuvvetler kurma ve idame etmek midir? Eğer
bu şekil doğru ise, Ordunun daha da büyümesini icap ettirir, Silâhlı
Kuvvetlerimizin daha da büyümesini icap ettirir. Veya koşullar değiştiğine göre
NATO’nun bizim için güvenirliği biraz azaldığına, bizim ambargo karşısında
düştüğümüz sıkışık durumdan NATO devletlerinin tedirgin olmayıp bize hiçbir
yardımda bulunmadığını gördükten sonra, NATO vecibelerini ikinci plana atıp,
bunları azaltmak ve millî hedefler için uygun bir silâhlı kuvvetler teşkilâtı ve
silâhlanma programı mı uygulayacağız? Bunu biliyor muyuz arkadaşlar? Yani,
Hükümet ne istiyor şu dakikada; bilmiyoruz. Neyi biliyoruz, istenen parayı
biliyoruz yalnız. Pekiyi bunları tartışmayacak mıyız Mecliste, kamuoyu önünde?
Bunları tartışırken hangi gizliliği, yani neyi ihlâl ediyoruz?
Diğer bir konu, Türk - Amerikan Savunma Anlaşması meselesidir. Yine
savunmamızı iştiyakla oraya bağlıyoruz, çünkü bunaldık ambargo karşısmda.
Dünyanın çeşitli memleketlerine müracaat ettik, gazetelerden okuyoruz tabiî.
Olumlu cevap alamadık herhalde, oraya bağlanıyoruz. Şimdi bu anlaşma
imzalanırsa ne olur, imzalanmazsa ne olur? İmzalanırsa bu paralar sarf edilecek
mi? Biliyor muyuz arkadaşlar bunları? Yine bilmiyoruz; pekiyi bilmediğimize
göre tartışmayacak mıyız burada? Mesele Amerikan Türk Savunma Anlaşması
imzalanırsa üsleri açarız, imzalanmazsa üsleri açmayız meselesi midir? Mesele
bu değil ki; denizde bir damla bu mesele. Savunmanı nasıl idame edeceksin, esas
mesele burada, imzalasm imzalamasın; o ayrı.

O halde bizim Meclis olarak bilmemiz lâzım gelen (Affedersiniz, biraz


aşıyorum; Hükümetin bilmesi lâzım gelen; ama bildiğine kani değilim) mesele
Türkiye’nin yeni koşullar karşısındaki yeni ulusal savunma konsepti ne
olacaktır? Bunu tayin edip karşımıza getirmesidir. CHP olarak ayrı görüşe sahip
olabiliriz, ayrı beyanlarda bulunabiliriz; o ayrı mesele. Ama, bu millî bir davadır,
burada Senatoda bu meseleler tartışılırken herbirimiz ne kadar bilgiyle
mücehheziz, vicdanımızı ne kadar tatmin edip, böyle tasarılara oy veriyoruz,
bunu bilmemiz lâzımdır.

Yine izah ettiğim gibi uzun seneler NATO içinde yalnız Kuzeye müteveccih bir
savunma ve silâhlanma sistemi içinde kaldık. Bugün yeni durumlar çıktı
karşımıza, ana tehlike ne Türkiye için? Yunanistan, ana sürtüşme konusu ne?
Yunanistan’la aramızda olan mevzular. O halde eski bildiğimiz statüdeki Silâhlı
Kuvvetlerin teşkilâtı ve silâhlanması devam edip bunu; yani bu verdiğimiz
paralarla silâh gücünü aynı sistem içinde mi artıracağız, yoksa başka türlü bir
silâhlanma sistemine, hasmımızm silâhlanma sistemineuygun (yarış demiyorum)
tarzda bir silâhlanma sistemine mi gireceğiz?

Bugünkü gündem dışı konuşmada Sayın İnan Yunanlıların silâhlanmasına


değindi. Onlar maalesef bizden daha bilinçli olarak, Türkiye ile aralarında bir
harp çıkarsa (Hiçbirimiz istemiyoruz çıkmasını) hangi kuvvetlerin nasıl
kullanılacağını daha bilinçli olarak bildiklerinden, işte o söylediği A-7 tipi
tayyareden 60 taneyi ısmarladılar. Yeni bir haber değil bu, birbuçuk senelik
haber, hepimiz biliyoruz. Hükümet olarak ne tedbir aldık bunun karşısında.
Bütçe konuşulurken «Fantom alınacak» dendi. Hükümet bu arada, (Evvelki gün
gazetelerde haber çıktı) «Vazgeçtik F-104 alacağız» dedi. Yani daha ne
alacağımıza karar vermemişiz. Bırakm, silâhlanmanın esas konsepti nedir, şudur;
ne alacağımızı daha bilmiyoruz.
Diğer bir konu: Bütün arkadaşlar değindi, hiçbirimiz eminim, bu paraların
verilmesi karşısında değiliz, bu paraları vereceğiz; ama bu paraları Türk parası
olarak vereceğiz, kâğıt üzerinde Türk parası; dı-şarda geçmiyor, hepimiz
biliyoruz.

Ben bundan on sene evvel Genelkurmay Lojistik Başkanlığı yaptım. O zaman


Alman-Türk yardımında (Yine de var bugün) çok cüzî bir Türk katkı payı vardı,
onun düşen taksitlerini ödemek için ne sıkıntılar çektiğimizi gayet iyi biliyorum,
hatırlıyorum. Bu meblâğların yüzde biri kadardı o paralar.

Şimdi hepimiz matbuattan, basmdan, Merkez Bankası yayınlarından, diğer


ekonomik yayınlardan takip ediyoruz, Türkiye’nin ne kadar büyük bir döviz
sıkıntısı içinde olduğunu. İthalât ve ihracat arasındaki büyük uçurumu da
biliyoruz. Devletin bu yıl için 5 milyar dolarlık Türkiye için genel bir ithalât
rejimi planladığını da biliyoruz. Bunun büyük açık vereceğini de biliyoruz. Zaid
olarak bunlar karşımıza çıkıyor. E, bizim sormak hakkımız değil mi? Kredi ile
mi, borçlanacak mısm, borcun faizi nedir, ne kadar ödeyebileceksin, bütçeye ne
kadar para koyuyorsun, nazarî olarak, Türk parası olarak koyduğun kısımlardan,
döviz karşılığı nedir; bunları burada sorup öğrenmeden mi tasarıya oy vereceğiz?

Arz etmek istediğim noktalar bunlar. Arkadaşlar bunları bilirsek, daha bilinçli
olarak, daha inançlı olarak Hükümet tasarısını destekleriz, oyumuzu öyle veririz.
Bilmezsek, burada bir robot gibi işte Silâhlı Kuvvetler, bunu istiyor herhalde
bizden iyi bilir, o halde verelim diye parmak kaldırıveririz.

Ben bunları sizlere izah için söz aldım, sabırla dinlediğiniz için teşekkürler
sunarım. (Alkışlar)

Başkan — Teşekkür ederiz Sayın Tuğrul. Efendim, Cumhurbaşkanlığınca


Seçilen Üyeler Grubu adına görüşmek isteyen Sayın Üye var mı? Yok.
Olmadığına göre, diğer konuşan gruplar ikinci konuşma haklarını kullanacaklar
mı efendim?.

Muhsin Batur — CHP Grubu adına ikinci konuşma hakkını ben kullanacağım
efendim.

Başkan — CHP Grubu adına Sayın Muhsin Batur, 15 dakika süreyle kısıtlı
olarak size söz veriyorum; buyurun efendim.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur — Sayın Başkan, değerli senatörler;


Benim böyle bir söz alıp, kürsüye gelmek için hiçbir önyargım yoktu; fakat
bundan bir saat evvel Senatonun çok acıklı halini gördükten sonra ve
Başbakanlık Bütçesi gibi önemli bir konunun burada tartışılma sırası geldiğinde,
iktidarın ancak altı senatörünün ve Hükümetin sıfır temsilcisinin burada
olduğunu gördükten ve İktidarın, Türkiye’de demokratik rejimin uygulayıcısı
önderliğini yapma tutumu karşısında, bunun ne kadar geçersiz olduğunu sizlere
izah edebilmek için bu sözü almak mecburiyetinde kaldım.

BELİĞ BELER (İzmir) — Muhalefetten kaç tane vardı?

Başkan — Müdahale etmeyin Sayın Beler.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Evet, biz kendi adedimize
göre sizden çok fazlayız burada. Rakam biliyorsan say, ondan sonra konuş.

Başkan — Efendim, karşılıklı konuşmayın, çok rica ediyorum efendim.


Müdahale etmeyin efendim.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Sayın senatörler;

Sözlerime, kronolojik bir sıra takip ederek devam etmek istiyorum. Sözümün
başlangıcı, Türkiye’de demokratik rejimin gelişimi ve Atatürk'ün bize verdiği
direktiftir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk defa23 Nisan 1920’den evvelki
kuruluşunda, Türkiye’deki demokratik gelişimlerden bahsetmek istemiyorum;
fakat o tarihten bu yana, Türkiye demokrasiyle idare edilmeye yönelmiş bir
ülkedir ve Atatürk bunun öncülüğünü yapmıştır ve söylediği söz, bugün
arkamızda asılıdır: «Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir». Bunu bize, bir hedef
olarak vermiştir. Verdiği gün biz bu hedefte değildik elbet. Hepiniz tarihi
biliyorsunuz. O Atatürk ki, bazı meseleler konuşulurken, komisyonda
iskemlenin üstüne çıkmış ve «Değerli arkadaşlar, bu sorun çözülecektir; ama
bazı kelleler uçacaktır.» demiştir; ama adım adım, bizi bu rejime getirme
çabasına girmiştir. Yani, o zaman için Türk toplumu demokratik bir rejime
uygun değildi; ama bunu kademe kademe size sağlamaya çalıştı Atatürk.

Şimdi, bir toplum demokrasiye uygun mudur değil midir?.. Bunu kısaca
özetlersek, dünyadaki tatbikatlarından elde edilen neticeler şöyle ifade edilir: Bir
toplum demokrasiye, demokratik rejime uygun değildir; fakat toplumu idare
etmek şansına malik olanlar, eğer toplumun üstünde bir seviyede ise, elini o altta
olan topluma uzatırlar ve kendi seviyelerine çekerler ve onu demokratik rejime
uygun hale getirmeye çalışırlar. Aksi varitse, yani toplum demokratik rejime
uygun, onu idare edenler buna lâyik değilse, zaten toplum onu idare edenlere
tekmeyi seçimle atıp göndermek hakkına sahiptir ve bunu uygulamıştır.

Bizde çok partili demokratik rejime geçiş 1946 sonrasında başlamıştır. Bu da


bizim hâlâ aradan 31 yıl geçmesine rağmen, Türk kamuoyunda tartışılan bir
konudur, yani Sayın rahmetli İnönü bunu dış dünyanın zoruyla mı buraya getirdi
Türkiye’ye uyguladı, yoksa hakikaten, içtenlikle Türk toplumunun çoğulcu,
demokratik partili düzene geçmesini mi istiyordu?.. Bunu içtenlikle istiyor
muydu?.. Benim kişisel kanıma göre, bunu içtenlikle isteyerek İsmet Paşa
Türkiye’yi bu hale getirdi. Çünkü şu günkü dünyanın ortamına bakın:

Franko daha yeni öldü. Franko ölmeden evvel, dünyanın en katı rejimlerinden
birine sahip İspanya’yı NATO kendi içine çekmek için yülarca çalıştı. İçinde
tartışma oldu, alındı, alınmadı o başka. Yani dünyada bazı rejimler, demokratik
olmamasına rağmen hâlâ revaç bulabilmektedirler. Demek ki, dış dünyanın
baskısıyla Türkiye’ye demokratik rejim gelmedi. Türk tarihinde yer almış bir
büyük şahsın hoşgörüsüyle, inancıyla bu rejim Türkiye’ye yerleştirilmeye
çalışıldı.

Uydu mu bu rejim bize?.. Uydurulmaya çalışıldı. On sene bocalandı, 1950 ile


1963 arasında uymadığı görüldü. Eğer görülmeseydi 27 Mayıs 1960 eylemi
olmazdı. O eylem, Türkiye’yi battırmak için mi yapıldı?.. Hayır. Soysuzlaşmaya
doğru giden demokratik rejimi rayına oturtmak için yapıldı ve bugünkü
Anayasanın kabul edilmesinin ve bugünkü rejimin mebdei oldu.

1960’dan sonra Türkiye gene bocalamalar devri geçirdi. 22 Şubatlar oldu, 21


Mayıslar oldu. Rejim, daha çok genç olmasma rağmen, bu eylemlere karşı
direndi, Parlamentoya itimat gösterdi. Türkiye’de en iyi usul demokratik'
sistemle idaredir inancı içinde aynı kanı, aynı üniformayı taşıyan insanlar
birbirle-riyle karşı karşıya geldi ve bu müesseseleri korumak uğrunda kendi
arkadaşlarını ifna ederek bu müesseseleri yerleştirmeye çalıştılar Türkiye’de.
Yine, yıllar geçti «Tarih tekerrürden ibaret değildir» derler, öyledir; ama bundan
ders alanlar içindir bu tabiî. Yine ders alınmadı, Türkiye öyle bir ortama getirildi
ki, hiç istenilmediği halde 12 Mart müdahalesi oldu. 12 Mart müdahalesini
yapanlar, ki içinde bir tanesi benim, ne kendimize bir mansıp (daha yukan bir
rütbe yoktur çünkü) ne bir mevki, ne de bir menfaat elde etmek için yapmadık.
Yolundan çıkan demokratik hareketi bir ikazla tekrar yoluna oturtmak için
çalıştık ve sizin Parlamentonuzu tamamen hür irade ile açık bıraktık.
Bir dönem daha geçti, Türkiye 1973 seçimlerine geldi ve hakikaten hiçbir telkin
olmadan, hiçbir şey olmadan normal bir seçim yapıldı ve bunun hâsılası çıktı. Bu
hâsılada 12 Mart'ı yapanlar haksız olsaydı, siz AP'liler eski adedinizle bu
Meclise gelirdiniz. Demek ki, millet sizi hatalı buldu ve oyu vermedi; ikinci parti
haline getirdi sizi.

ADNAN KARAKÜÇÜK (Kahramanmaraş) — Daha çok gelirdik.

ALÂEDDİN YILMAZTÜRK (Bolu) — Bu ne demek Sayın Başkan.

FİKRET GÜNDOĞAN (İstanbul) — Müdahale etme.

MEHMET FEYYAT (İstanbul) — Ders alın ders.

Başkan — Sayın Feyyat lütfen efendim.

CHP GRUPU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Öylesiniz, öylesiniz...


Getirdi ne oldu?.. Önce üç ay bir hükümetsizlik dönemi oldu, sonra normal
parlamenter usullerle iki parti bir araya geldi bir hükümet kurdu. Bir süre devam
etti anlaşamadılar, olabilir, parlamenter hayat bu, anlaşamadılar, dağıldılar.
Dağıldıktan sonra Parlamento aritmetiğine göre, eğer hakikaten benimsemişsek
demokratik rejimi, halkın iradesini kabul etmişsek, o çerçeve altında yeni bir
hükümet teşekkül etmesi lâzımdı bu Parlamento içinden; öyle mi oldu
arkadaşlar, öyle mi oldu?..

Nasıl ki, 1971’den önce AP içinde bir dağılma oldu, sonradan bazı yöntemlerle,
bazı partililer dağıtılarak mebus pazarlan açılarak yeniden bir iktidar
oluşturulduysa, bu, bugünkü Millî Cephe Hükümeti de Ankara Oteli’nde bazı
paralar dönerek, bazı rakamlar elde edilerek Meclis içinde inançsız insanlardan
mürekkep, birbirinin kuyusunu kazan dört, partiden ibaret, dört başlı bir
Hükümet oldu. Oldu da ne oldu?.. İşte bugünkü hale geldik. Hani demokrasi?..
130 tane genç öldü. 1960 İhtilâli, iki tane insan öldü diye oldu. 12 Mart, 5 kişi
öldü diye oldu. Bugün, 130 kişi öldü. Kanıksıyoruz, kanıksıyoruz; ama her gün
bu Parlamento Türk kamuoyunda itibannı kaybediyor. Bu neden oluyor?.. Bir
kişinin, Silâhlı Kuvvetlerin müdahalesi ile yerinden inmesinden dolayı itibarını
sağlayabilmek için, 40 milyon insana ben Başbakanım diyebilmek, bunu
yürütebilmek sevdasından ileri geliyor. (CHP sıralarından alkışlar)

Böyle efendim, böyle; her gün Koalisyonun dört partisi, dört ayn Başbakan
olarak, çok ayrı ayrı fikirleri, muhalefetin iktidara karşı ileri süremediği fikirleri
ileri sürerek, birbirini mahvetmek için her türlü çareye başvuruyorlar; fakat siz
bu kanadı sanki Türkiye’nin düşmanı, Türkiye’yi batırmak isteyen bir kanat
olarak gördüğünüzden dolayı, bir türlü bunu dağıtıp, hakikaten Millet ne istiyor,
onu göremiyorsunuz. Huzur istiyor millet. Millet ne istiyor?.. Kuvvetli bir
hükümetle idare edilmek istiyor.

Bugün Başbakanlık Bütçesini konuşuyoruz, Sayın Başbakan burada yok. Çünkü,


gelse tenkitlere cevap verecek hali yok; ama burada gezer, konuşur, cevap verir
onlar ayrı hikâye. Bunları açık konuşalım arkadaşlar. Bugün memleket, tekrar
demokratik rejimin sarsılması noktasına geliyor. Ben 12 Mart müdahalecisi
olarak muhtıraya imza attığım zaman...

Beliğ Beler (İzmir) — Şimdi senatörsün, senatör.

Abdullah Köseoğlu (Kocaeli) — Şüphen mi var?

Fikret Gündoğan (İstanbul) — Müdahale etme.

Başkan — Efendim müdahale etmeyin sayın üyeler, müdahale etmeyin efendim.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Evet, evet biliyorum. Ben
sana söyleyeyim bugün bir askerî müdahale olursa içinizden en evvel istifa
edecek insan benim. Çünkü, bu kürsüde öyle yemin ettim. Kumandanken ettiğim
yemine uygun olarak o muhtırayı imzaladım; ama bugün senatörüm. Bugün bir
askerî müdahale olsa, ben kabul etmem istifa ederim, sen eder misin Sayın
Beler?.. Maaşını alır burada oturursun. (AP sıralarından gürültüler)

Beliğ Beler (İzmir) — Ben milletin reyi ile geldim, sen gelmedin.

Abdullah Köseoğlu (Kocaeli) — Otomobillerin bagajına girersiniz.

İmadettin Elmas (Çanakkale) — Bir gün şu kürsüden laf ettin mi?.. Hep
yerinden müdahale edersin.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Edemezsin, maaşını alır


burada oturursun. (Gürültüler)

Hüseyin Öztürk (Sivas) — Senin gibileri çok gördük.

Başkan — Sayın Beler, Sayın Öztürk oturun efendim.


CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Edemezsin, edemezsin; ben
açık bono vermiyorum. Bugün bir askerî müdahale olsun, % 100 haklı olsun ben
Senatodan istifa ederim. Mesele, Türkiye’yi o duruma getirmemektir.
Getirmemek için her bir kişi, Senatoda ayda 16 bin lira alan her kişi, kendi
iradesini kullanarak, liderlerin hempası olmaktan vazgeçip, bu memleketin
doğruluk yolunda gitmesini sağlayacak bir hükümetin kurulması meselesidir.
(CHP sıralarından alkışlar.) Evet, burada Başbakanlık Bütçesi konuşuluyor.
Konuşulmaya başlandığı zaman, siz Sayın AP'liler altı kişiydiniz. Burada Sayın
Millî Birlik Komitesi 10 kişi idi; hani demokrasi?... Hani kontrol, Hükümeti?...
Hani söz söylemek, hani düşürmek Hükümeti?...

Alaeddin Yılmaztürk (Bolu) — Beş dakikayla mı değerlendirme


yapıyorsunuz?...

Başkan — Efendim müdahale etmeyin, sayın üyeler rica ederim.

CHP GRUBU ADINA Muhsin Batur (Devamla) — Hadi efendim, hadi; bunları
açık konuşalım. Koridorda başka türlü, burada başka türlü konuşmayalım. Bu
memleketi kurtarmak hepimizin mesuliyeti, hepimizin vazifesidir.

Saygılar sunarım. (CHP sıralarından alkışlar.)

Başkan — Teşekkür ederiz Sayın Batur.

Bu konuşmayı ve içindeki düşünceleri beğenip beğenmemek doğal hakkınız.


Ama ben bu konuşmanın neresinde yeni bir muhtıraya davetiye çıkarttım?.
Şimdi bu konuşma halka nasıl intikal ediyor... salon dinleyici locasında halktan
kimse yoktu, yalnızca birkaç basın mensubu vardı ve onlar aracılığı ile konuşma
basına intikal etti, bu normal ve böyle olmak gerekli. Evet ama nasıl intikal etti?
Aşağıdaki manşete baktığımızda göreceksiniz. İşte bizim basınımızın bir
bölümünün görev anlayışı (!).

Muhsin Batur, SENATODA YENİ BİR 12 MART MUHTIRASI'NDAN


BAHSETTİ... CUMHURBAŞKANI KONTENJAN SENATÖRÜ, ESKİ HAVA
KUVVETLERİ KOMUTANI CHP’Lİ Batur, SENATO KÜRSÜSÜNDEN,
YENİ DARBE ÖZLEMİNİ DİLE GETİRDİ...

CHP Senatörü Muhsin Batur, Cumhuriyet Senatosu genel kurulunda başbakanlık


bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada, kanlı olayların çığırından çıktığını
söylemiş, «12 Mart 5 kişi öldü diye oldu, bugün 132 kişi ölmüştür.» demiştir.
Milliyetçi Cephenin kuruluşu ile ülkede çeşitli sorunların baş gösterdiğini ifade
eden Batur, bugünkü hükümetin kuruluşunu da eleştirmiş «Ankara Otellerinde
paralar döndü, pazarlar kuruldu.» şeklinde konuşmuştur.

AP’li üyelerin sataşmaları nedeniyle zaman zaman konuşmasını kesen Muhsin


Batur, 12 Mart muhtırasında kendisinin de imzasının bulunduğunu hatırlatmış,
şunları söylemiştir:

«Bugünkü durum, 12 Mart öncesinden çok daha endişe vericidir. Bugün


memleket tekrar demokrasinin sarsılacağı hale gelmiştir. Her gün sokaklarda,
gençler birbirlerini Öldürüyorlar. 12 Mart muhtırasının altına imzamı koyarken
asker yeminimin gereğini yaptım. Bugün bir müdahale karşısında bu kürsüden
ettiğim yeminin gereğini yaparım.»

Türkiye’de 1976 yılı başlarında üzücü bir olay cereyan etti. «Lockheed»
olayından dolayı Org. Emin Alpkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay
Başkanı Org. S. Sancar ile anlaşmazlığa düştü ve emekliliğini istemek zorunda
kaldı. Daha sonra verildiği mahkemede aklandı ama göreve geri dönmesi
mümkün değildi. Hava Kuvvetlerinde iki Orgeneral vardı... Org. İrfan Özaydmlı
ve Org. Ethem Ayan. Buna rağmen Hükümet her iki Orgenerali de Hava
Kuvvetleri Komutanlığına atamadı. Genelkurmayın teklifine karşı çıkaaı
Başbakan Demirel, Hava Kuvvetleri Komutan Vekilliğine Korg. Cemal Engis’i
atadı. Bunun üzerine en kıdemli Orgeneral olan İrfan Özay-dınlı, Yüksek Askeri
İdare Mahkemesinde dava açtı ve bu tayini iptal ettirdi. Bunun üzerine ben
Kuşadası postanesinden Başbakan’a aşağıdaki telgrafı çektim....

Sayın Süleyman Demirel


Başbakan, Ankara
«Söylediklerinizle, yaptıklarınız arasındaki farkları yıllardan beri milletçe
izlemekteyiz. Kışla, okul ve camiye politika girmesin dersiniz, ama kendi
açınızdan geçerli ve sizi destekleyecek anlamda ise buralara politika
bulaştırılmasında sakınca görmezsiniz. Kısmen geçmişin hıncını almak ve
galibiyetinizi tescil ettirmek, kısmen de Silâhlı Kuvvetleri kendi paralelinde
kontrole almak üzere giriştiğiniz eylem, Yüksek Askerî İdare Mahkemesinin
ittifakla verdiği karar ile ağır ve acı bir darbe yedi. Hak ve hukukun keyfiliğe
üstünlüğü bir defa daha açıkça ortaya çıktı. Şimdi sizin açınızdan izlenebilecek
üç yol var.
Birincisi, hatanızı kabul edip düzeltmek, ikincisi, istifa etmek. Her iki hal tarzı
devlet adamlığına yaraşır yollardır. Üçüncü yol ise, hiçbir şey olmamış gibi
davranmak ve birkaç gün geçince bir anarşik olaydan faydalanarak, ‘Türkiye
bir hukuk devletidir’, diye beyanat vermektir.
Saygılarımla, Muhsin Batur, Senatör, CHP.»

Mahkemenin verdiği bu karar’dan sonra Org. Ethem Ayan, Hava Kuvvetleri


Komutanlığı’na atandı. Üzerinden zaman geçmesine rağmen bu konu Karma
Bütçe Komisyonu’nda deşildi ve yapılan eleştirilere deneyimli bir siyasetçi olan
Milli Savunma Bakanı Sayın Melen tatmin edici görüşler bir yana, kimsenin
kabullenemeyeceği cevaplar verdi. 1977 Bütçesi Senato Genel Kuruluna gelince
ben de söz alarak kişisel görüşlerimi açıklamak zorunluluğunu duydum ve şu
konuşmayı yaptım...

Başkan — Millî Savunma Bakanlığı 1977 Malî yılı Bütçe Kanun tasarısının
tümü üzerindeki parti grupları konuşmaları bitmiştir. Şimdi şahısları adına söz
alan sayın üyelere söz vereceğim.

Sayın Batur, buyurunuz efendim

Muhsin Batur — Sayın Başkan, sayın senatörler;

Çok elektrikli bir hava içinde söz almak şanssızlığına uğradım. Benim konum da
biraz elektrikli bir konu, müsamaha ile dinlemenizi rica ederim.

İki önemli konu üzerinde kişisel/görüşlerimi açıklamak istiyorum. Bu konulara


eğilip eğilmemek hususunda, kendi kendimle bir mücadele yaptım ve sonunda
konuşmaya karar verdim.

Konulardan ilki, geçen yıl içinde Hava Kuvvetlerine Komutan tayini üzerinde
cereyan eden olaylardır. Bu kapanmış olay, Bütçe Karma Komisyonunda
yeniden deşilmese ve de Sayın Bakanın cevaplanmasına katılabilseydik, biz de
burada konuyu yeniden ele almamayı tercih ederdik.

İkinci konu ise, hâlâ güncelliğini koruyan «Lockheed» olayıdır.

Sayın senatörler;

Şimdi, birinci konuyu ele alıyorum. Konuyu değerlendirirken ortamı dikkate


almakta yarar görüyorum. Ortam nedir?.. Türkiye’ye silâh ambargosu
uygulanmış, Kıbrıs ve Ege sorunları muallakta, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin emri
komuta ve moral bakımlarından her zamankinden güçlü olmasını gerektiren bir
ortam. Zamanın Hava Kuvvetleri Komutam bir olay dolayısıyla istifa ediyor
veya ettiriliyor, Hava Kuvvetleri bazı şaibelerle sarsılıyor; bu kuvveti derleyip
toparlayıcı bir komutanın atanması gerekli. Bu kritik ortamda neler cereyan
ettiğini hepiniz biliyorsunuz. Mevcut iki Orgenerali de iktidar istemedi. Olay,
ancak Yüksek Askerî İdare Mahkemesinin ibret verici kararından sonra
çözümlenebildi.

Sayın senatörler;

Konu, Bütçe Karma Komisyonunda ele almıyor ve bazı eleştiriler yapılıyor ve


Sayın Bakan, ileri sürülen görüşleri cevaplıyor; fakat bakın nasıl cevaplıyor,
pasajlar halinde tutanaklardan izleyelim:

Sayın Bakan, «Kuvvet komutanlarına yapılan tayin ayrı bir muameleyi


gerektirir, otomatik işlemez. En kıdemlisi gelir oturur; böyle bir şey düşünmek
yanlış olur.» diyor. Doğru bir görüş, ben de katılıyorum. Çünkü, hiçbir orgeneral
«Benim kuvvet komutanı olmak hakkımdır.» diyemez.

Sayın Bakan devam ediyor: «Korgeneralin tayini de benim kanaatime göre


kanuna aykırı değildir. Çünkü, farzedin hiç orgeneral yok, öldü.» Burada,
«Vardı» diye müdahale ediliyor. Sayın Bakan devam ediyor; «Varsa uygun değil,
orgeneraldir; fakat o vazifeye uygun değildir diye düşünülebilir. Binaenaleyh,
mecbursunuz.» diyor.

Sayın senatörler;

İşte bu görüşlere katılmak olanaksız. Çünkü, hiç bir orgeneral «Kuvvet komutanı
olmaktır hakkım» diyemez; ama en az 30 hizmet yılından sonra, içinde
Başbakan ve Millî Savunma Bakanının da bulunduğu Yüksek Askerî Şûranın
titiz değerlendirmesi sonucunda orgeneralliğe yükseltilen her subay, artık kuvvet
komutanlığına lâyıktır. Bu liyakat üzerinde tartışılamaz ve hele politikacılar bu
liyakat üzerinde söz söyleyemezler. (CHP sıralarından «Bravo» sesleri.)

_ Kuvvet komutanlarının atama usulü 926 sayılı Kanunla gösterilmiştir. Seçim


ve teklifi Genelkurmay Başkanı yapar. Elbette üçlü kararnamede imza sahibi
olanların da görüş ve yetkileri vardır; fakat bu görüşler politika, geçmiş görüş
ayrılıklarına ve kişisel hınçlara dayanıyorsa, bu doğru bir yol olmaz. Sayın
Bakan, olmayan varsayımlara dayanıyor. Önce yaşayan orgeneralleri öldürüyor
ve sonra da bilmiyorum; bilerek mi, yoksa sürçü lisan sonucu mu, bugünkü
Sayın Hava Kuvvetleri Komutanını da göreve uygungörmediğini söyleyebiliyor.
Bunu bilerek söylemişse, hâlâ nasıl Bakanlık koltuğunda oturabiliyor, hayret
ediyorum.

Sayın senatörler;

Sayın Bakan devam ediyor; «Düşünün, bir muharebeye giriyorsunuz, belli bir
vasıfta bir insana ihtiyaç var; oraya sevk edeceksiniz. Daha kıdemlisi varken sen
filan adamı gönderdin... Eğer bu düşünüşte olsaydı, Atatürk Çanakkale Savaşını
kazanamazdı. Atatürk’ü Albay olarak vazife başına getirmişlerdi» diyor. Bu
görüşlere, tarihimizi bilmeden söylenen bu sözlere; bir korgeneralin Hava
Kuvvetleri Komutanlığına yanlış yapılan bir tayinini savurmak için, sözü büyük
Atatürk’e getirmeye katılmaya ben hiç imkân göremiyorum ve bu görüşlere
büyük bir üzüntü içinde; fakat sükûnetle cevap vermek istiyorum.

Sayın Millî Savunma Bakanımız, kariyeri dolayısıyla Askerî Tarihimizi


bilmeyebilir, o zaman konuşmamalıdırlar; konuşmak istiyorlarsa, önce doğruları
öğrenmelidirler.

Sayın senatörler;

Türk Ordusu Birinci Dünya Harbine, Balkan Harbinde uğranılan hezimetten


sonra yapılan büyük bir tensikat ve reorganizasyonla girdi. Bunun sonucunda,
tümen komutanlarının rütbesi yarbay, kolordu komutanları albay, (mirliva), ordu
komutanları mirliva rütbesindeydiler. Hatta Başkomutanvekili olan Enver
Paşanın rütbesi mirliva idi; yani bugünün anlamı ile tuğ veya tümgeneral
diyebilirsiniz. Dolayısıyla Atatürk de 19ncu Tümen Komutanı olarak yarbay ve
Anafartalar Grup Komutanı olarak albaydı. Ne hiç kimsenin ayağını kaydırarak,
ne de politikacıların tesir ve kararlarıyla o görevlere gelmedi. Tersine, görüş
ayrılıkları olmasına rağmen, askerî yeteneğini bilen Başkomutan vekili
tarafından atanması yapıldı.

Sayın senatörler;

Bir diğer değineceğim konu da şudur: Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ve


sonsuzluğa dek sürüp gidecek Türkiye Cumhuriyetinde bundan böyle hiçbir
Türk generali kendisini büyük Atatürk’le mukayese etmemiştir, etmeyecektir ve
başkalarının etmesinden de hoşlanmayacaktır.

Sayın Başkan, sayın senatörler;


Hava Kuvvetlerinin komutanlık olayının gerçek sebeplerini elbette biliyorum;
ama buralarda açıklamalarda bulunmak şu sıralarda Türkiye’ye hiçbir şey
kazandırmaz. Sayın Millî Savunma Bakanı da Başbakanlığı dönemindeki
görevleri dolayısıyle iki orgeneralimizi yakından tann' ve benim gibi bu konunun
gerçeklerini bilir. Bu olayı bazı sebeplerle yaratmış ve bir şeyler kazandım
zannedenler de hiç şey kazanamadıklarını ve Türk Silâhlı Kuvvetleri
mensuplarım rencide etmekten başka hiçbir şey yapamadıklarım anlayacaklardır.

Bu konuşmayı yapma sebebim, Başbakanlık ve defalarca Bakanlık etmiş Sayın


Millî Savunma Bakanımıza yeni bir fırsat vererek, Bütçe Karma Komisyonunda
yaptığı talihsiz konuşmasını düzeltmesini sağlamaktan ibarettir.

«Sayın Başkan, sayın senatörler;

Şimdi ikinci konuya geçiyorum; yani Lockheed olayı. Bu olay, 1976 yılının
dünya, çapında bir olayıdır ve adı; Lockheed rüşvet olayıdır. Türkiye açısından
kişisel bazı düşüncelerim var. Bunlar, lehte ve aleyhte bazı varsayımlardan
ibaret. Bu sebeple ben, Türkiye için «Lockheed Rüşvet Olayı» sözünü
kullanamıyorum. Çünkü, rüşvet alınıp alınmadığına dair dökümanter bir bilgim
yok.

Sayın senatörler;

Çok hassas ve önemli olan bu konu üzerende Genelkurmay, Millî Savunma,


Millet Meclisi, parti liderlerimiz, politikacılarımız ve basınımız ilgi gösterdiler;
ancak, olay ortaya çıktıktan sonra, ilgili ve yetkililer konuyu incelemeden acele
ve tabiî dolayısıyle yanlış beyanlarda bulundular. Bu yanlışlar düzeltilmeye, tevil
edilmeye başlanınca ortalık daha da karıştı, şüpheler arttı, politikacılar
birbirlerini suçlamaya ve işin kötüsü, haksız ve hatalarla dolu suçlamalara
başladılar. Hükümet, Genelkurmay ve Millî Savunma Bakanlığı da yanlış
tutumlar içine girdi ve neticede iş çığırından çıktı. Durum bugün dahi aynı
karışıklıkta.

Sayın senatörler;

Konunun detayına inmeden ve kritiğini yapmaktan kaçınarak, çok kısa bir


özetini yapmaya çalışacağım.

Başkan — İki dakikanız var efendim.


Muhsin Batur (Devamla) — Kıbrıs Barış Harekâtının hemen sonrasında,
Amerikan Lockheed firmasının Roma temsilcisi Altay firması kanalıyla F-104
uçaklarını satmayı teklif etmiştir. Bu uçaklar, lisans ve know-how ile İtalya’daki
«Air İtaly» Uçak Fabrikasında yapılmıştı. Royalti hakkı Amerika’daki Lockheed
Firmasına aitti. Teklif, Hava Kuvvetlerince Genelkurmaya ve Genelkurmayca
Başbakanlığa ve ilgili bakanlıklara bildirilmiş, gerekli incelemeler ayrı iki heyet
tarafından yapılmıştır. Genelkurmayın 18 uçaklık iki partinin alınmasına dair
isteğine, zamanın Başbakanı Sayın Ecevit’in 9.8.1974 günlü yazılarıyla
muvafakat edilmiştir. Teknik ve malî anlaşma, Millî Savunma Bakanlığınca
teşkil edilen bir heyet tarafından 16 Ekim 1974 tarihinde imzalanmıştır.

22 uçaklık ikinci partinin alınma talebi, 7 Nisan 1975’de Genelkurmay


Başkanlığınca yapılmış, bu isteğe zamanın Başbakanı Sayın Demirel 11 Nisan
1975 günü yazıyla olumlu cevap vermiştir; yani ikinci anlaşma 6 Mayıs 1975’de
imzalanmıştır.

Sayın senatörler;

Olay kısaca budur. Olay incelenmeli, rüşvet alan veya alanlar varsa, bulunup
meydana çıkarılmalıdır. Hükümet, Genelkurmay, Millet Meclisi Araştırma
Komisyonu, çalışmalarım gizli, süratli ve çok konuşmadan yapmalı ve bu işi bir
an evvel sonuçlandırmalı-dır. Çünkü, esasen binbir güçlükle kısmen
uygulanmaya çalışılan REMO projesi ve normal ikmal yolları ve rüşvet
söylentilerinin Silâhlı Kuvvetlerde ve Hava Kuvvetlerimizde uyandırdığı
çekingenlikle büsbütün zor işler hale gelmiştir.

Sözlerimi bağlarken üzülerek ifade etmek istiyorum ki, gerek Hava Kuvvetleri
Komutanı ve gerekse Lockheed konularında hatalı, bilinçsiz ve iç politikada
basarı uğrunda izlenilen basiretsiz yolların, Silâhlı Kuvvetlerimizde husule
getirdiği tahribatı yabancı ve düşman ajanlar Türkiye içinde yıllarca uğraşsalar
ve milyonlarca lira para sarfetseler elde edemezlerdi.

Bu sebeplerle, asgarî müştereklerde birleşilmesi gerekli konularda ve


korunulması gerekli millî kuruluşlar ve mensuplan üzerinde yapılacak her türlü
konuşma, tasarruf ve eylemlerde politikacılarımızı ve basınımızı daha dikkatli
davranmaya davet ediyor ve siz değerli senatörlerin de bu görüşüme
katılacağınızı ümit ediyorum. Eğer bana cevabınız, «Efendim, bizim mü-
esseselere karşı bir tutumumuz yok. Onları karşı almıyoruz, kişiler ve
müesseseler ayrı ayrı şeylerdir.» olursa; ben de derim ki, «Müesseseler kişilerden
oluşur ve müessese mensuplarının tedirgin olmamasına imkân yoktur.»

Sayın senatörler;

Her konuda, yozlaştırır, iç politika meselesi yapar, aslı olmadığım bildiğimiz


halde veya inceleme yapmadan, her gün birbirimizi ve müesseselerimizi ağır
töhmetler altmda bulundurmaya devam eder ve bunu politikanın bir gerçeği
sayarsak ve sonunda Türkiye’de inanılacak ve güvenilecek kişi ve müessese
bırakmazsak, sonumuzun ne olacağını kestiremiyorum. Gelin, bu kötü huy ve
yöntemlerden hep beraber vazgeçelim.

Saygılar sunarım. (CHP sıralarından alkışlar.)

Hava Kuvvetleri Komutanlığına tayin dolayısıyla bazı arkadaşlar, hatta biraz da


sertçe bazı tenkitlerde bulundular.

Evvelâ olayı arz edeyim. Olay şu:

Hava Kuvvetleri Komutanının, bildiğiniz nedenlerle görevinden ayrılması


üzerine Genelkurmay Başkanlığı bir orgenerali, (ki, en kıdemlisi) Hava
Kuvvetleri Komutanlığına inha etmiş ve bunu ben de imza ederek Başbakanlığa
gönderdik; yani bu teklifi inha haline getirerek Başbakanlığa gönderdim.

Kanuna göre bu otomatik cereyan etmiyor tabü; Kuvvet Komutanlığı inha


edildiği zaman, en kıdemli komutan ortaya gelir oturur... Böyle bir şey yok tabiî,
Kanun bunu da bir tayin muamelesine bağlamış ve Kuvvet Komutanlığına tayin
dört imzalı kararname ile çıkıyor. Genelkurmay Başkanı teklif ediyor, Savunma
Bakanı bu teklifi kabul ederek imza ediyor. Hatta Kanunda bir hüküm daha var;
Savunma Bakanı buna katılmazsa, Savunma Bakanını aşabilir. Yani onu aradan
çıkararak doğrudan doğruya Başbakanlığa intikal ettirebilir Genelkurmay. Böyle
bir yetki de var; ama ben şahsen kabul ettim ve bu teklife katıldım, uygun
buldum. Fakat ondan sonraki seferde dört imza tamamlanmadı, Başbakan ve
Cumhurbaşkanı tarafından imza edilmedi, uzun süre bekledi, muamele
tekemmül etmedi.

Vehbi Ersü (Tabiî Üye) — Cumhurbaşkanı imzalamadı mı?...

MİLLÎ SAVUNMA BAKANI Ferit Melen (Devamla) — Cumhurbaşkanına


gitmediği için tabiî.
Muamele tekemmül etmedi. Muamele tekemmül etmeyince, Genelkurmay
Başkanlığı uzun zaman vekâletle idaresini caiz görmediği için; ayrıca o sırada
İzmir’de bir CENTO Toplantısı, Devlet Başkanları Toplantısı, resmigeçit vesaire
olacaktı, acele bir komutan tayinine ihtiyaç görmüş olacak ki, teklifini geri aldı.
Çünkü uzun zaman kalacak, Başbakan imza etmiyor. Tabiî bu onların takdiri;
onları zorla biz imzaya sevk edemezdik, öyle takdir etmiş ve Sayın Başbakan
bana şunu ifade etti görüştüğüm zaman; «Ben, inha edilen komutanm şahsına bir
şeyim yok, bilâkis takdir ederim, sayarım; ama Hükümetin de bir fikri olmak
lâzım. Nasıl ki valilerin tayininde Hükümet karar veriyorsa, Kuvvet Komutanlığı
da mühim bir yerdir. Binaenaleyh, Hükümetin fikri olmak lâzım. Ben bu nedenle
Hükümet arkadaşlarımla konuşmadan bunu gerçekleştiremem.» dedi ve uzun
zamanda bir neticeye varılmadı. Ondan sonra Genelkurmay geri alarak ikinci
inhayı yaptı.

İkinci inhada, evet bir orgeneral daha vardı; fakat bir korgenerali teklif etti.
Çünkü o orgeneral Askerî Şûradaydı. Hatta ben Sayın Genelkurmay Baş-kanına
sordum, dedi ki, «Askerî Şûrada önemli mev-zularmıız vardır, çalışan bir
arkadaşımızdır, Askerî Şûrada ona ihtiyacımız vardır, bu sebeple bunu yaptım.»
Nihayet bu bir takdir meselesi. O teklifi de tabiî Genelkurmaydan geldiği gibi
kabul ederek gönderdik ve nihayet bildiğiniz şekilde dava açıldı. İdarî mahkeme
amaç bakımından bu tasarrufu iptal etti ve biz tasarrufa uyarak o tayin
muamelesini ortadan kaldırarak yeni bir tayin yaptık. Muamele, olay böyle
cereyan etmiştir.

Bütçe Karma Komisyonundaki konuya gelince:

Değerli arkadaşlarım;

Burada olduğu gibi Bütçe Karma Komisyonunda da mevzuu ortaya attılar ve ben
şöyle ifade ettim. Aynen burada söylediklerimi hikâye ettikten sonra dedim ki,
«Terfi başkadır, rütbe katetme, ilerleme başkadır, bir makama, bir komutanlığa
tayin başka muameledir. Birisinden sadece sicil, kıdem almabilir; ama ötekisinde
nihayet tayin makamının takdirleri rol oynar. Kanunda bir mecburiyet yok; illâ
şunu yapacaksınız diye bir mecburiyet yoktur. Nitekim, bilmem 4 tane orgeneral
arasında en kıdemsizi bilmem İstanbul'a verilebilir ordu komutanı olarak, ötekisi
Şûraya verilebilir ve bunlar da nihayet tayin makamının takdiriyle halledilir
meselelerdir. Kanunî bir mecburiyet yok.

«Bir orgeneral varken neden oldu?...» Arz ettiğim sebeple oldu ve şunu
söyledim, dedim ki; farz ediniz, ama daima farzedinize bağlı olarak... Evvelâ
şunu arz edeyim; bugün Hava Kuvvetlerine tayin edilmiş olan orgeneral benim
çok saygı duyduğum, hatta takdir ettiğim, bühassa o hâdiselerdeki tutumu
itibariyle gidip kendisine şükranlarımı sunduğum değerli komutanımı zdır.
Vakarım bozmamıştır, «hak benimdir» diye ortaya çıkmamıştır, tam bir askerî
disiplin içerisinde; böyle takdir etmişlerdir diye kabul etmiştir, en ufak bir
şikâyette bulunmamıştır. Bütün bunlardan dolayı da, bilhassa o yönleriyle takdir
ettiğim ve şükran duyduğum bir arkadaştır ve bugün işgal ettiği mevkiyi de
liyâkatla yapmaktadır. O husus hakkında en ufak bir tereddüdüm yok ve böyle
düşünseydim zaten, öteki teklifi imza etmezdim, kaçınabilirdim. Böyle
düşünmediğim oraya imza koyduğumdan da anlaşılıyor.

Yalnız, arkadaşımın bir sualine karşı: efendim, farz edin ki öldü, dedim. Yani illâ
bu makama korgeneral değil, orgeneral tayin edilebilir; farz edin ki, orgeneral
yok o rütbede kimse... (CHP sıralarından «Var, var» sesleri.) O makamı boş mü
^bırakacağız dedim? Birisi vardı, farz edin ki, öldü, o makamı boş mu
bırakacağız?... Farz edin ki, uygun değil, dedim; ama şahsa muzaf olarak değil,
farzedin ki, mücerret olarak, afakî olarak... Söylediğim budur. Yani arkadaşıma;
efendim, bir orgenerali kötülemiş veyahut bir orgeneral hakkında şunu söylemiş,
bunu söylemiş şeklinde saz söylemesini Sayın Batur’a yakıştıramadım. Batur
beni yakinen bilir. En güç şartlar içerisinde beraber çalıştık. Silâhlı Kuvvetler
içindeki durumum, Silâhlı Kuvvetlere hizmetim, Silâhlı Kuvvetlerdeki
vazifelilerle olan münasebetim, büyük bir saygı duydu-ğumu; hepsini bilir. Onun
için kendisine de aynı saygıyı göstermiştim. Benden böyle bir şey sadır olmaz.
Yani bunu kullanıp; efendim, sen falan komutana karşı şunu söyledin... Hayır. O
komutanı takdir ediyorum. Ben kanunî bir durum üzerinde durdum. Sadece
ondan ibarettir. Bunu arkadaşıma tavsiye ediyorum; politikayı biz değil (bizi
itham ediyor) kendisi politika yapmaktadır bugün bu durumda. Ondan dolayı da
üzüntülerimi arz ediyorum. Kendisi ordu içinde politika yapmaya çalışmaktadır
ve bunu yakıştıramıyorum.

Başka senatörler de bu konuya değinmişlerdi. Sayın Melen hepsine ve bu arada


bana da cevap verdi ve dedi kı...

Sayın Melen’in bu sözlerini üzüntüsüne verdim ve hiç alınmadım, çünkü


vicdanen rahatım, senatör olduktan sonra değil ordu içinde politika yapmak,
görevdeki eski arkadaşlarımla iç politika ve parti işleri ile ilgili konuları
açmamağa büyük özen gösterdiğini biliyordum.
* * * * *

Senatör olarak hep askeri konulara değinmekle yetiniyordum. 1978 Bütçesi


kunuşulurken Turizm ve Tanıtma Bakanlığı üzerindeki görüşlerimi şu şekilde
açıkladım...

Muhsin Batur — Sayın Başkan, sayın senatörler;

Turizm ve Tanıtma benim uğraşı alanım değil; ama kişi olarak gezmeyi, görmeyi
ve öğrenmeyi çok seven bir insanım; bu görgülerimin ışığı altında turizm ve
tanıtıma konusunda birkaç öneride bulunmak istiyorum, müsaadenizle.

Sayın senatörler;

Bilirsiniz insanlar gördüklerini ve amlarmı belgelemek ihtiyacını duyarlar.


Bunun sebebi, yıllar geçtikten sonra nereyi gördük, nasüdı? Bunu hem kendileri
görüp hatırlarlar, hem dostlarına gösterirler. Bu ihtiyaç bugün fotoğraf çekmek
ve film çekmek suretiyle yapılıyor. İnsanların bu ihtiyacından ve bir açıdan da
zaafmdan diyelim faydalanmak isteyen ileri devletler, bunu aynı zamanda bir
tanıtma (Turizm açısından bir tanıtma) ve para sağlama mevzuu haline
getirmişlerdir.

Geçen yıl Portekiz’e gitmek fırsatım buldum, orada bir nokta var. Avrupa'nın en
batı noktası, yani hiçbir özelliği, tarihi hiçbir özelliği yok, coğrafi bir nokta;
fakat ufak bir kulübe kurmuşlar oraya, binlerce turist geliyor, çay, kahve içiliyor.
Zaten o iki memurun parasını o çay kahve geliri karşılar. İnsanın eline şöyle bir
belge veriyorlar, gayet güzel yapılmış, buranın coğrafi yerini gösteriyorlar ve
buraya sizin isminizi yasıyorlar ve iki dolarınızı da alıyorlar. Hem bu memleketi
tanıtma bakımından bir şey oluyor, hem turizm geliri bakımından büyük fayda
sağlıyor. Bizim memleketimizde ben sayma lüzumu görmüyorum turistik ve
tarihi yerleri namütenahi var, dolar olarak alınabilecek böyle bir tanıtma ve
hatıra belgesiyle turizm gelirlerimize büyük katkıları olabilir kanısındayım.

Gene başka bir noktaya değinmek istiyorum. Geçen yıl Amerika’ya gitmek
fırsatını bulduk. NATO Parlamenterleri olarak, ziyaret ettiğimiz yerler arasında
Los Angeles’in cenubunda, San Diego diye bir liman şehri vardı. Kendisi
haddizatında turistik bir yer otelleriyle, plajlarıyla. Bize bir resepsiyon verdiler:
Resepsiyona katılan Amerikalıların hemen hemen hepsi Türkiye’yi görmüşler.
İlgilendim, nasıl görmüşler yani; en uzak yeri Amerika'nın. Yunan seyahat
acentalarımn tertiplediği gezilere katılmışlar, gezilerde hem Yunanistan, Atina,
hem Adalar, hem Türkiye kendilerine bol bol gezdirilecek broşürleriyle
karşılaşmışlar. Kalkmışlar 15 günlük bu Ege turuna katılmışlar. On dört buçuk
günü Yunanistan memalikinde geçirmişler, yarım gün de bize uğramışlar, ya
Efes’i, ya Meryem Ana’yı görmüşler. Yani açıkçası Yunanlılara 500 dolar, bize
de 5 dolar bırakmışlar. Bunu tersine çevirip bizim yapmamamız için hiçbir sebep
yok.

Gene bir noktaya daha değinmek istiyorum. Türk parasının istikrarsızlığından ve


düşüklüğünden istifade eden bütün turistler hemen hemen büyük çoğunlukla
Türk parasmı ceplerine dışarıda koymak suretiyle buraya geliyorlar ve burada
çok az döviz bozduruyorlar.

Yine Kuşadası’ndan bir örnek verebilirim. Her gün üç dört tane feribot veya
gemi yanaşır, binlerce turist çıkar, kumanyaları yanlanndaır. Bir otobüs parası
verirler, bir de Meryem Ana’ya veya Efes’e giriş parası iki lira verirler, dönerler.
Halbuki, örneğin: Meselâ, Macaristan’da huduttan girerken kaç gün kalacağınızı
sorarlar, kaç kişisiniz? îki kişi, bir de çocuğunuz var; kişi başına günde 20 dolar,
çocuk başına da 10 dolan hudutta bozdurmaya, döviz olarak mecbursunuz.
Bütün bu öneriler dikkate alınırsa, gerek Türkiye’yi tanıtma bakımından, gerek
Türkiye’ye döviz getirme bakımından bazı eylemlere Turizm ve Tanıtma
Bakanlığı diğer bakanlıklarla koordine etmek suretiyle girebilir.

Benim önerilerim bu kadar. Eğer faydalı bir katkı yapabildimse mutluluk


duyarım.

Saygılar sunarım. (CHP ve MB Grubu sıralarından alkışlar).

Zamanm Turizm ve Tanıtma Bakanı Sayın Alev Coşkun, bana olumlu cevap
verdi ve dedi ki...

«Sayın Muhsin Batur’un önerilerine, yaptığı çok ciddi ve ilginç konuşmaya


teşekkür ediyorum, getirdiği önerileri ayrıca zabıtlardan çıkararak tek tek
üzerinde duracağım.»

Şimdi düşünüyorum, aradan 7 yıl geçti, ama değindiğim bu konuların hiçbirine


el atılmadı.

1977 Genel Seçimleri kampanya döneminde Genel Sekreter Mustafa Üstündağ,


Prof. Uğur Alacakaptan ve benden oluşan bir üçlü tim halinde Konya ilinde 25
yerde halk önünde konuşmalar yaptık. İtiraf edeyim, ilk önceleri ne
konuşacağımı bile tam kestiremiyordum, fakat süratle uyum sağlamakta
gecikmedim. Hiç unutmam, bir köy kahvesinde konuşma yaparken... ben
komünizm konusunu dile getiriyor, komünizmin bazı uygulamalarını anlatıyor,
buna karşı partimin ne yapmak istediğinin karşılaştırmasını yapıyor ve CHP’nin
komünizmle yakın - uzak hiçbir ilişkisi olmadığım, böyle olunca da bizlerin de
komünist olamayacağımızı söylerken... bir köylü vatandaşımızdan bir kâğıt
geldi, yazdıkları biraz zor okunuyordu, ama şöyle diyordu... (Paşam... Hava
Kuvvetleri Komutanı iken komünist değildin ki Demirel seni Komutan yaptı...
eh, şimdi mi komünist oldun, buna kimse inanmaz... ama sen burada böyle
konuşmayı sürdür, bu dediklerin tutar.»

Eve döndüğümde hiç sesim çıkmıyordu, fısıltı halinde konuşabiliyordum, ama


görev verilince Erzurum ve yörelerine giderek çalışma ve konuşmalarda
bulundum.

* Durumlar gene kötüye gidiş sinyalleri vermeğe başlamıştı. 8 Aralık 1978


günü Cumhurbaşkanı Koru-türk, Kontenjan Senatörlerini Köşke davet etti.
Metin Toker yurt dışında olduğundan toplantıya katılamadı, Cumhurbaşkanı bizi
Güvenlik Kurulu’nun toplandığı salonda kabul etti ve Türkiye’nin içinde
bulunduğu durum hakkında bir durum değerlendirmesi yaptıktan soma bizlerin
düşünce ve daha ziyade önerilerini dinlemek istediğini söyledi. Senatör
arkadaşlar sıra ile görüşlerini ve önerilerini söylediler. Sıra bana geldiğinde ben
mazeret bildirdim... «Bir siyasi partiye mensubum, söylediklerim yanlış
anlaşılabilir» dedim. Israr edilince de özetle şunları söyledim... «Vaktiyle dört yıl
süre ile Milli Güvenlik Kurulu üyesi olarak da tesadüfen aynı iskemlede
oturmuştum. Biz, kendi dönemimizde 12 Mart Muhtırası’m vermeğe mecbur
olmuştuk. İki dönemi karşılaştırdığımda, içinde bulunduğumuz şartlarm çok
daha vahim olduğunu görüyorum. Cumhurbaşkanı olarak zatıâlinize büyük
görevler düşüyor» dedim ve önerilerimi sundum. Bu önerilerde özenle bir nokta
üzerinde durdum... Bu da Silâhlı Kuvvetlerin tutumu üzerinde idi. Silâhlı
Kuvvetlerdin aktif bir girişimde bulunmamalarını Önerirken... iyi niyetle
yaptıkları harekette başarılı olmamaları için herkes elinden geleni yapıyor ve
sonuçta kimseye yaranamıyorlar... onun için size yalnız manevi destek
verdiklerini ima etmekle yetinsinler, siz TRT aracılığı ile milletle diyalog
kurduktan sonra Parti liderleriyle görüşmeler tertip edin, onlan asgari
müşterelerde birleştirmeğe gayret edin. Komutanlar toplantılarda bulunsunlar,
sizi desteklediklerini belli etsinler, fakat tartışmalara karışmasınlar. Yaptığınız
her teşebbüsün sonucunu da millete açıklayın, böylece arkanıza bir gücü alarak,
girişimlerinize tırmanarak devam edin» dedim.
Zannediyorum söylediklerim tasvip gördü ve Cumhurbaşkanı teşekkür etti.

Cumhurbaşkanı seçimleri esnasında Milli Birlik Grubu’nda bana karşı bir


soğukluk sezinledim, en yakın arkadaşım olan Mucip Ataklı'ya gittim ve «Ne
var? Ne oluyor?» diye sordum. Üzgün üzgün bana cevap verdi... «Sen, Cumhur
başkaninın Kontenjan Senatörleri ile yaptığı toplantıda askerlerin müdahalede
bulunmalarını istemişsin» dedi. «Kim söyledi bunları?» dedim, bir isim verdi...
Verdiği isim; 1960 yılından beri her dönemin adamı olmayı, 1980’den sonra da
gene devrin adamı olmayı başarabilecek yetenek ve oynaklığa sahip biriydi.
Neyse, konu toplantıda bulunan diğer senatörlerce yalanlanınca kapandı.

* * * * *

Anarşi hızla tırmanıyor ve hangi hükümet iş basına gelirse gelsin başarılı


olamıyordu. 1978 yılı sonlarına doğru Kahraman Maraş olayları patlak
verince13 ilde Sıkıyönetim ilânı zorunluğu doğdu. Silâhlı Kuvvetler hiç
istemediği halde gene devreye sokulmuştu.

Bu olaylar CHP müşterek grup toplantısında görüşülüp tartışılırken 26 Aralık


1978 günü söz aldım ve istemeyerek de olsa şu konuşmayı yaptım:

«Çekirdekten yetişme bir politikacı ve partici değilim. Hasbelkader, Türkiye’nin


bunalımlı bir döneminde görevde bulunmuş, bu sebeple biraz bilgi ve tecrübe
edinmiş bir arkadaşınızım. Türkiyemiz 1957 - 1977 yıllan arasında çeşitli
bunalımlara girdi ve çıktı. Ama 1978 yılındaki kadar şiddetli ve tehlikeli
bunalıma girmedi. Ne yazık ki, bu seferki bunalımda bizim partimiz iktidarda.
Benim kendime göre bir düsturum vardır. Bir görevi yüklenen kişi veya heyet,
başarı halinde, başarıya lâyık olarak değerlendirilir ve mükâfat-landınlır.
Başarısızlık halinde de, başarısız olarak değerlendirilir ve cezalandırılır. Nasıl
mükâfatlandırılır veya cezalandırılır? Demokratik çok partili sistemde bunu
millet yapar. Nasıl yapar? Oyları ile yapar. Milletimize çok büyük vaadler, çok
iddialı vaadler ve çok çok umut vererek iktidara talip olduk ve geldik. Ben de
içtenlikle aynı umudu taşıyordum. Bırakın bizi, beni, seçimlerde başka partilere
oy vermiş vatandaşlarımız da bize umut bağladılar ve yurdumuzun selâmeti
bakımından başarılı olmamızı istediler. Diğer konulara değinmiyorum. Fakat
yurtta barış sağlanmasında ve anarşinin önlenmesi konusunda bir yıl sonunda
hükümetimizin ulaştığı sonuç, kocaman bir sıfır ve fiyaskodur...

Türkiye’nin sosyal, ekonomik, etnik ve mezhep konularında asırlık problemleri


vardır. Bu problemler bazen duralar, bazen sert biçimde patlak verir. Ayrıca,
Türkiye’de uzun süreden beri Anayasa dışı ideolojilerin eylemli faaliyetleri
vardır. Siyasi partilerimiz bu iki konuyu teşhis, değerlendirme ve önlem almada
birleşmek bir yana, hatta kutuplaşmayı körüklemekte ve hızlandırmaktadırlar.
Buna bizim partimiz de dahildir. CHP olarak biz ve bizim hükümetimiz de,
teşhis ve önlem almada yanılgı içinde bulunuyoruz. Değiliz dersek, kendimizi
aldatırız. Çünkü sonuçlar ortada ve her şey sonuçla değerlendirilir. Eğer bu hatalı
yollarda devam edersek, milletimize istemeyerek de olsa, yapacağımız kötülük
bir yana, çok uzun yıllar bir daha CHP'müm Türkiye’nin en büyük partisi
olmaktan çıktığını hep beraber üzülerek görürüz. Hepimiz insanız, hata
yapabiliriz, ama hatayı kabullenmek ve düzeltmeye çalışmak insanı küçültmez,
büyütür. Fanatik saplantıları bırakalım. Önce hatalı olduğumuzu, bir defa prensip
olarak kabul edelim. Sonra bu hatalarımızın neler olduğunda görüşbirliğine
varmaya çalışalım. Ondan sonra çözüm ve başarı yolunu gene kendi aramızda
araştırır, bulabiliriz. Geç kalır, başka hal tarzları aranmasına sebep olursak,
istemeyerek de olsa devletimize, partimize ve demokrasimize kötülük yapmış
oluruz. Alacağımız önlemlerin, örneğin sıkıyönetimin, yurdumuza, devletimize,
hükümetimize ve partimize ne getirip ne götüreceğini iyi bilmemiz, iyi
değerlendirmemiz gerekir. Çünkü bilinçlenmiş toplumlar devlet adamlarının dün
ne, bugün ne söylediklerini unutmazlar. İşinize gelmediği zaman olaylara dolu
bir dönemin sıkıyönetiminin kötülüklerinden, 12 Mart’taki yönetimin faşist
uygulamalarından söz ediyorsunuz. İşinize geldiği zaman, hiçbir iç olayın
olmadığı, milletin birlik içinde olduğu, Kıbrıs harekâtı dönemindeki
sıkıyönetimin faziletinden bahsediyorsunuz.

Bir önemli noktaya daha değinmek istiyorum. Çok partili demokratik sisteme
ümitle girdik. Beceremedik,27 Mayıs oldu. Tekrar denemeye girdik, 12 Mart
1971’e geldik. Tekrar denemeye girdik. MC hükümetleri çok başarısız bir dönem
yaşattılar Türkiye’ye. Büyük umut, vaad ve iddialarla biz işbaşma geldik.
İnandığımız ve vaadlerimiz doğrultusunda başarı sağlayamadık ve Silâhlı
Kuvvetlerimize yönelerek, devletin bekası için onun yardımmı istiyoruz. Böyle
bir karar alınırsa, eski bir mensubu olarak, Silâhlı Kuvvetlerimize yürekten
başarılar dilerim. Eğer başarılı olurlar ve yurdumuzu huzura kavuştururlarsa,
kendilerine minnettar olurum.

Ama sonunda kendime ve sizlere sormadan edemem. Milletimizin bundan böyle


partilerimize, yöneticilerine ve parlamenter demokratik sisteme güven ve
inançları kalacak mıdır?»
Bu vahim ortamda dahi, Sıkıyönetim; ilân edilsin, edilmesin, uzatılsın,
uzatılmasın tartışmaları yapılıyor, Anayasa ve yasalarda değişiklik yapılması
gerekli noktalar üzerinde partiler arasında görüş birliği sağlanamıyordu. Bir parti
lideri çıkıyor... «Sıkıyönetime evet, Hükümete hayır» diyordu. Bu bir siyasi
görüştü ve söylenebilirdi, ama kendisi de yönetimin başında iken anarşinin
çözümü konusunda bir başarı gösterememişti ki... sonraları da
gösteremeyeceğini milletçe görecektik.

Görüşlerimi basın yolu ile açıklamayı uygun gördüm ve yazdığım makale


Hürriyet gazetesinde 10 Mayıs 1979 günü yayınlandı...

NEDEN BÖYLEYİZ?
Muhsin Batur, Senatör
* Son 60 yıllık yakın tarihimize kronolojik sıra ile bir göz atarsak çok
bunalımlı ve istikrarsız dönemler geçirdiğimizi ve teşhiste beraberlik içinde
bulunmadığımız bir hastalığın mevcut olduğunu görürüz.
* Önce bir Kurtuluş Savaşı dönemi ve sonunda askeri ve siyasi zafer.
* Bugünkü manada kullanmıyorum, vatan tam bir enkaz halinde buna rağmen
üzerinde yeni bir devlet ve kendine «Ne mutlu Türk’üm» diyebilen bir toplum
oluşturulma çalışmaları.
* Başta laiklik olmak üzere toplumun şekil ve içeriğini değiştirici Atatürk
inkılâplarının biribirini kovalaması.
* Bu değişmelere karşı koymalar, isyanlar, Takriri Sükûn Kanunları, İstiklâl
Mahkemeleri, idam sehpaları, tenkitler, örfi idareler.
* Siyasi hayatta çok partili döneme geçme tecrübesi, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, sonuç olumsuz.
* İkinci deneme Serbest Fırka, hem bu seferki biraz danışıklı dövüş, sonuç
gene olumsuz.
* Bir deneyiş daha. 1945 -1946, bu sefer sonuç olumlu gibi. Ama giderek
partiler ve partililer arasında sertleşme ve kutuplaşmalar, köylerde cami ve
kahveler bile ayrılıyor, ekonomik kriz, antidemokratik gelişmeler. Sonuç: 27
Mayıs 1963. Mahkemeler, idamlar, yeni Anayasa ve tekrar çok partili rejime
dönüş.
* Dayanma süresi 10 yıl ve 12 Mart 1971. Daha modem bir askeri müdahale,
uzun süreli Sıkıyönetim, şikâyetler.
* 1973’ten bugüne geliş, yeniden ekonomik kriz, yeniden Anayasa dışı anarşik
ve bölücü eylemler ve Türkiye’nin üçte birinde yeniden sıkıyönetim.
* * * * *
* O halde bu iniş çıkışların bazı sebepleri olması gerekir. Nedir bunlar?
Türkiye gittikçe büyüyen, gelişen, hızla nüfusu artan bir ülke. Son 60 yılda
*
büyük değişmeler, gelişmeler olmuş. Ama geçmişin etkilerinden hâlâ tamamen
kurtulamamış, sosyal, ekonomik, eğitim, sanayileşme sorunlarını hâlâ
çözememiş, hatta hatalı çözüm yollarının seçilmiş olması bugünkü halin
sebeplerinden biri.
* Bir açıdan ve biraz karamsar olarak bakıldığında Türkiye bir tezatlar
ülkesi...
* Bir yerde 5-10 milyonluk lüks dairelerde oturan insanlar, bir başka yerde
insanların ve hayvanların beraberce yaşadığı mağara köyler.
* Bir tarafta nerede ise dilenerek temine çalıştığımız Fuel-Oil ile terleyerek
ısınan insanlar, diğer tarafta tezek yakarak titrememeğe çalışan insanlar.
* Bir bölgeye gidiyorsunuz fabrikalar kilometrelerce yan yana sıralanmış,
başka bir bölgede halk fabrikayı resimde görmüş.
* İş bulamayan insan, sevdiği yurdunu bırakıp göç etmiş Almanya’da yollan
süpürüyor, bulaşıkçılık yapıyor. Ankara’da yüzbinlerce işsiz var. Almanya’dan
dövizle getirttiğimiz makinelerle yolları süpürüyoruz.
* Hââ Türkiye’nin gereksinmelerini karşılayacak bir eğitim sistemi
kuramamışız. Gereksiz bir üniversite mezunu olma ve imparatorluktan kalma
devlet kapısında iş aramak eğilimi var. Araçsız, gereçsiz okullar, bazı dallarda
öğretmen yığılmaları, bazı dallarda büyük boşluklar, fen derslerini okumadan
lisenin fen kolundan mezun olanlar var, bunlar üniversite sınavlarına
hazırlanmak için özel dershaneler önünde kuyruklar teşkil ediyorlar.
* Çarpık bir işveren ve karşısında gene çarpık bir sendika sistemi. İşvereni
mecbur etmezsen boğaz tokluğuna bile yetmeyecek bir ücretle işçi çalıştırmak
eğiliminde. Sendika lâf dinletmiyor, işveren iflasa gitse bile daha fazla ücret
istiyor. Asgari ücret var, fakat tavan yok. İşçi memur ayrımı her geçen yıl daha
da büyüyor.
* Geri kalmışlıktan süratle kurtulmak, özel sektörün yapamayacağı, yapmak
istemediği endüstri alanlarına yönelik KİT’ler fayda yerine ekonomiyi çökertir
bir hale gelmişler, tedbir alma cesareti partiler rekabeti dolayısıyla mümkün
değil.
* Vergi sisteminde adalet yok, vergi alınmayan sahalara yönelme heves ve
cesareti yok, sübvansiyonlu maddelerde devlet ağır ekonomik fedakârlığa
katlanıyor.
* Yalnız doğuda değil, orta, hatta Batı Anadolu’da dahi çok geri kalmış yöreler
var, gelip geçmiş iktidarlar seçim bildirgeleri ve parti programlarında vaat
ettiklerinin onda birini dahi gerçekleştirememişler.
* Etnik ve mezhep ayrılıklarını bazen ağzımıza almaktan çekinmiş, yok
farzetmişiz. Bazen ise kişisel ve parti çıkarları uğruna bu mazlum kütleleri tahrik
yoluna giderek olaylar çıkartmaktayız.
* Geçmişin feodalite ve şıhlık müesseseler!, devletin tam giremediği bölgelerde
hâlâ etkinliğini sürdürebilmekte. Bugün yurt sathında herkesçe tanınan sayın
Ecevit veya sayın Demirel adaylıklarını bağımsız olarak koysalar kazanıp
Meclise girebilme ihtimalleri pek zayıfken, kendi bölgeleri dışında hiç
tanınmamış vatandaşlarımız bağımsız olarak tek başlarına 20-30 bin oy alarak
Meclise girebilmektedirler.
* Bazı aksaklıklarına rağmen çok partili demokratik sistem, en iyi devlet
yönetim sistemidir. Fakat demokratik rejimin kati bir sistematiği yoktur, her
ülkede farklılıklar gösteren uygulama şekilleri vardır. Ancak, biz kişi hak ve
özgürlüğünü devletin üstünlüğüne tercih eden ütopik bir özgürlükçü sistemi
kendimize slogan etmişiz. Bundan yararlanarak Türkiye'de rejimi yıkmak, vatan
bölmek isteyen düşünceleri bir tarafa bırakalım, silâhlı ve örgütlü eylemcilere
karşı dahi yasal sert önlemler almayı, özgürlükçü demokratik sisteme toz
kondururuz, sonra Batı bizi ayıplar diye cesaret edememişiz. Hangi Batı... Batı
ne yapacağını bilir ve yapar. Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da ve İtalya’da
kanundışı davrananlara polisin nasıl bir tutum gösterdiğini basın ve
televizyondan izlemiyor musunuz? Bu gibi hallerde Amerikan polisi
zannedersiniz bir sadistler örgütü, insanı hunharca yerde sürükler, coplar, kan
revan içinde bırakır. İtalya’da anarşistleri mahkemeye demir kafesler içinde
getirdiklerini görmediniz mi? Almanya’da Meinhof çetesi mensuplarının
safiyane (!) intiharlarım duymadınız mı?
* Şimdi sonuca yaklaşmaya çalışalım. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı
tavuktan çıkıyor karşıt görüşlerine uygun olarak, bunalımlar... Sosyal, ekonomik,
mezhep ve etnik konulardaki problemlerin çözülememiş olmasının sebep olduğu
bir tepki ve umutsuzluktan mı kaynaklanıyor?.. Yoksa... Bu konuları ana etken
olarak gösterip bu örtü gerisinde esas amaç rejimi değiştirmek veya devleti
yıkmak mı? Kanımızca bu sebeplerin her ikisi tek tek ve bazen her ikisi
beraberce geçerli olmakta ve sonunda silâhlı eyleme dönüşmektedirler.
* * * * *
* Kişi hak ve özgürlüklerine saygılı olmak, bu haklan yasal güvenceye almak
ne kadar önemliyse, toplumun oluşturduğu devleti ve rejimi koruyucu yasal
güvence önlemleri almak da en azmdan aym derecede önemlidir. Son yıllarda
siyasi partilerimiz kısmen görüş farkları, kısmen de birbirlerinden
çekindiklerinden bu iki unsur üzerindeki önem derecesini saptamada
bocalıyorlar. Bazen, kişi hak ve özgürlüklerinden toplum ve devlet adına nisbi ve
ölçülü bir feragati dahi Faşizm’e veya Dikta’ya gidiş olarak görme hastalığına
tutulduk. Halbuki millet, vatan ve devlet olmazsa ve bu kavram-lar kuvvetle
korunmazsa, ikinci önem sırasında gelen partiler, rejim, hükümet vs. gibi
kavramların manası kalmaz. Bunu da bilmiyor değiliz, her tehlikeli dönem ve
bunalımda bir Anayasa müessesesi olmakla beraber Sıkıyönetimi ve Silâhlı
Kuvvetleri devreye sokuyor ve üzerinde çok hassas göründüğümüz kişi özgürlük
ve haklarını hemen askıya alıveriyoruz. Böylece bir çelişkiler halkası üzerinde
devamlı tur atıyoruz.
* Anayasa ve yasalar yalnızca teorik hukuk görüşleri ile hazırlanmaz. Her
toplumun kendine özgü özellikleri vardır. Durum böyle olmasaydı dünyadaki
bütün devletlerin Anayasa ve yasaları aynı olurdu. Bizim Anayasa ve
yasalarımızda devlet ve icra organı yeteri derecede kuvetli değil. Hep kötü
niyetli iktidarlar gelir ve demokratik hakları kısıtlar endişesi hâkim olmuş,
çeşitli Anayasal balanslar kurulmaya çalışılmış ve icranın, yani hükümetlerin
yetkileri sınırlanmış. Evet, çok önemli ekonomik ve sosyal problemlerimiz var.
Bu problemler geçmiş ve şimdiki bunalımların sebepleri. Fakat anarşiye ve
bölücülüğe yönelik eylem ve bunalımlara çare bulmada hükümetler çaresiz ve
yetkisiz kalıyorlar. Anayasa ve yasalardaki bünyeye uymazlık ve eksiklikler
yüzünden bunalımlı dönemde ya askeri müdahale oluyor veya siyasi iktidarlar
Silâhlı Kuvvetleri sivil yönetim sorumluluğunu almaya davet ediyorlar. Bu hal
ise Silâhlı Küvetlerimizi yıpratıyor, etkinliğini azaltıyor. O halde gerekli Anayasa
ve yasa değişikliklerini yaparak bilhassa banş döneminde sıkıyönetimle Silâhlı
Kuvvetlerimize verdiğimiz yetkileri niçin hükümetlere ve sivil yönetime
vermiyoruz?
Anayasa değişikliği konusu üzerinde uğraş vermek üzere partiler özel
komisyonlar kurmuşlardı, fakat çalışmalarda bir anlaşma ve ilerleme
sağlanamıyordu. Bunu saptadıktan sonra Anka Ajansı muhabirine bir demeç
verdim ve dedim ki:
«1961 Anayasası bir tepki anayasasıydı. Sayın Demirel de, tepki Anayasasına
tepki duyuyor. Olabilir. Ancak benim savunduğum görüş bir tepki değil, devleti
işlerliğe kavuşturacak bir yaklaşımdır.»
«Anayasa değişiklik taslağı meclisler dışında bir kurul tarafmdan
hazırlanmalıdır. Bu kurul sosyolog, ekonomist, pedagog ve uzman kişilerden
oluşmalıdır.
Bu kurulun hazırlayacağı taslak, meclislere sunulmalı ve orada görüşüldükten
sonra yürürlüğe girmelidir. Bu örneği, Türkiye 1960’larda yaşamıştır. Bugün
için de bu gereklidir.»
Sorulan sorular üzerine şu cevapları verdim... «Ben partiler demokrasisinden
yanayım, elbette Meclisler de gerekli Anayasa değişikliklerini yapabilir. Ancak
partiler kendi politik katılıklarının dışına çıkmalıdırlar.» dedikten sonra
Sıkıyönetim hususunda...
«6 aya yaklaşan uygulamaya bakalım. Sivil yönetimin yapması gereken, ama
Anayasal dayanağı bulunmayan görev ve yetkilerini ordu yükleniyor ve haksız
şekilde yıpratılıyor. Bu sakıncalı ve tehlikeli bir durumdur. Anayasa’nm
124’üncü maddesindeki yetki ve görevlerden savaş ihtimali ve hali ile isyan hali
dışındaki güvenlik sivil yönetimin görev ve yetkisinde olmalıdır.» dedikten sonra
Ankara muhabiri son sorusunu sordu... «CHP üyesisiniz. Bu görüşleriniz
CHP’nin ve CHP ağırlıklı hükümetin görüşlerine uyuyor mu?»
Cevap verdim:
«Oymuyor. Ama ben kişisel görüşlerimi açıklıyorum. Bu da bir parlamenter
olarak benim hakkım ve görevim. Kişisel görüşlerimi açıklamam demek, benim
partiler demokrasisine inanmadığım anlamına gelmez. Ben demokrasiye
inanıyorum. Demokrasinin yaşaması için onu yaşatacak önlemlerin de alınması
ve bir an önce yürürlüğe konulması şarttır...»

* * * * *

6 yıllık Senatörlük dönemimde, diğer bir uğraş alanım da NATO ile ilişkili
konularda oldu. Kuzey Atlantik Asamblesi toplantılarına Türkiye, milletvekili ve
senatörlerden oluşan on kişilik bir heyetle katılıyordu. Heyette partiler güçleri
oranında temsil ediliyordu ve her partiden parlamenter bulunuyordu. Beş yıl bu
heyet içinde bulundum, iki yıl üye ve üç yü Başkan olarak. Toplantılara
gittiğimizde, partilerin görüş farkları ortadan kalkıyor, tam bir anlaşma ve
dayanışma içinde bulunuyor, ayrıca kişisel ilişkilerimiz dostluk havası içinde
yürüyordu. Partilerimiz görüşlerini ortaya koyarken örneğin, AP senatörü
Erdoğan Adalı, MHP milletvekili Necati Gültekin, MSP milletvekili Recai
Kutan ve benim aramda hiçbir sert tartışma olmuyordu. Bu duruma çok memnun
oluyor, keşke bu centilmenlik meclis içindeki ilişkilerde de bulunsa
temennisinde bulunuyordum.
1980 CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ
* Bana göre devlet hizmetinde siyasetle uğraşanlarla, bürokrat ve teknokratlar
arasında kişisel beklentiler ve amaçlar açısından oldukça büyük farklılıklar
vardır. Bir subaym amacı general, bir dışişleri mensubunun isteği büyükelçi ve
bir teknokrat veya bürokratın hedefi de Vali, Genel Müdür olabilmektir. Bu
beklentiler doğal olup, zaten mesleğinde yükselme heves ve arzusu olmayan bir
insan hayatta başarılı olamaz.

Eğer bir siyasetçinin amacı Bakan, Başbakan veya Parti Genel Başkanı olmak
ise, bana göre bu insan yanlış yolda demektir. Siyasetçinin en büyük amacı;
görüş, tutum ve davranışları ile memlekete hizmet yolunda uğraş vermek ve
düşüncelerini gerçekleştirmek için taraftar toplamak olmalıdır. Bunu sağladıktan
sonra dilerse istediği pozisyonlara gelmenin çalışmalarını yapabilir.

Ben bu görüşte olduğum için 6 yıllık senatörlük dönemimde herhangi bir görev
veya makama gelmek için bir uğraş vermedim. Evet, Senato Başkanlığı’na ve
Cumhurbaşkanlığı’na aday oldum, fakat adaylıkları kendi hırs veya hevesimi
tatmin için değil, beni bu görevlere lâyık gören arkadaşlarınım istek, destek ve
ısrarları yüzünden kabul ettim.

Havacı iken general olmak, general olduktan sonra da Hava Küvetleri Komutanı
olmak istemiştim, fakat içtenlikle söylüyorum, Meclise girdikten sonra , bir gün
bile Cumhurbaşkanı olma istek ve hevesine kapılmadım.

* 1980 yılına kötü şartlarla girmiştik. 1979 yılı Ekiminde yapılan üçte bir Senato
yenileme seçimlerinde CHP 14 senatörlük kaybetmiş ve Senato’da çoğunluk
AP’ye geçtiği için Senato Başkanlığı da AP’ye geçmişti. Boş bulunan 5
milletvekilliği için yapıan seçimlerin de hepsini AP kazanmıştı. Başbakan
Ecevit, milletin oylarının belirttiği eğilime saygı göstererek, Meclis’te güvenoyu
istemeğe dahi gerek görmeden istifa etmişti. AP Genel Başkam Sayın Demirel, o
tarihe kadar şiddetle karşı çıktığı azınlık hükümeti üzerindeki düşüncelerinden
birdenbire vazgeçmiş ve dıştan destekli bir hükümet kurarak Başbakanlık
görevini yüklenmişti. Sıkıyönetime rağmen anarşi durdurulamıyor ve gerekli
yasa değişiklikleri üzerinde partiler anlaşamadıkları için Meclisten
geçirilemiyordu. Ekonomik durum da hiç parlak değildi. Hâzinenin 70 Cent’e
muhtaç olduğu, sorumlu devlet yetkililerince rahatlıkla söylenir hale gelmişti.
Yaşanan ortamdan tedirgin olmağa başlayan Silâhlı Kuvvetler, istek ve
şikâyetlerini Cumhurbaşkam’na verdikleri bir mektupla dile getirmişlerdi.

* Silâhlı Kuvvetlerin mektubu kamuoyuna açıklandıktan sonra kimse üzerine


alınmadı. CHP, «Ben hükümeti bıraktım» derken, AP, «Ben yeni hükümet
oldum» diyordu. Halbuki mektubun adresi belliydi... Meclisler ve bütün siyasi
partiler.

* Bu ortam içinde iken 7 Ocak 1980 günü Milli Birlik Grubu’ndan bir Senatör
arkadaşım benimle görüşürken şu ilginç sözleri söyledi... «Türkiye gene zor
günlere doğru gidiyor, Genel Başkanlar dışında bir Başbakan’a ihtiyaç
duyulabilir, bu konuda size görev verilmesi hususunda bazı görüşler var, siz ne
dersiniz?»

Ben; «Böyle bir durumu hiç düşünmedim, bu tarz kurulan hükümetler Meclis’te
güçlü olamıyorlar, bu durumları yakın geçmişimizde de gördük, başarılı
olmayacağı önceden bilinen bir girişime talip olmak doğru değil» dedim.
Senatör arkadaşım devam etti... «O halde Cumhurbaşkanlığı konusuna ne
diyorsunuz?» «Bu düşünülebilir, ama ben kendim için böyle bir girişimde
bulunamam ki» cevabını verdim... «O halde sakıncalı bulmazsanız ben
çalışmalara başlayıp, bu düşünceye taraftar bulayım ve ortam hazırlayayım»
deyince... «Teşekkür ederim, bir sakıncası yok» dedim. Bundan habersiz olan
ikinci girişim, bir gün sonra Prof. Uğur Alacakaptan’dan geldi. Kendisi, bu
ortamda Cumhurbaşkanı makamının önem kazandığını, eğer sakınca
görmüyorsam önce CHP. Senato Grubu içinde benim adaylığım konusunda
çalışma yapacağmı söyledi. Önerisini kabul ve kendisine teşekkür ettim ve o
tarihten itibaren kendimi bu konunun içinde buldum.

* Artık benim pasif bir beklenti içinde olmam o güne kadar Meclis’te
edindiğim deneyimlere göre doğru olmazdı. Çünkü kendinizle ilgili bir konuyu
yakın gördüğünüz arkadaşlarınıza siz açmazsanız ya size karşı bir kırgınlık
uyanıyor, ya da konuşmadığınız bir kişi başkasına angaje oluyor ve sözünden
dönemiyordu.

Bu yolu seçerek yavaş yavaş temaslarıma başladım. Sırasıyla Sayın Halil Tunç,
Mucip Ataklı, Abdullah Kö-seoğu, Rahmi Erdem, Ali Topuz, Cevdet Sunay,
İsmail Akın, M. Ali Pestâlci, A. Emre İleri ile olumlu görüşmeler yaptım.

Prof. Uğur Alacakaptan’la bir öğle yemeğinde tekrar buluşup görüştük ve ben
Cumhurbaşkanlığı hakkındaki görüşlerimi kendisine şu şekilde açıkladım...
«Ben Cumhurbaşkam’nm yeteri kadar yetkiye sahip olması ve bunları
kullanması gerektiğine inanıyorum. O makam yalnızca bir imza ve temsil
makamı değildir. Bakanlar Kurulu’na başkanlık edebilen, Milli Güvenlik
Kurulu’nun Başkam olan bir kimsenin yelkileri var demektir.» Bu düşüncelere
katılan ve Senato Grubu içinde olumlu sonuca varan Prof. Alacakaptan, konuyu
ilk defa 5 Şubat’ta Genel Başkan Ecevit’e açtı. Nereden duyulduysa aynı gece
Cüneyt Arcayürek bana telefon açarak gelişmelerden haberdar olduğunu söyledi.

Temaslarıma devamla Ahmet Yıldız, İrfan Özaydınlı, İmadettin Elmas, Hikmet


Savaş, Deniz Baykal, Prof. Muammer Aksoy, Ali Topuz, Şeref Rakşık, Rahmi
Kumaş, Hasan Güven, Mustafa Çelik, Süleyman Genç, Ergim Ertem ile
görüştüm.

Bazıları olumlu görüş belirtirken, bir kısım arkadaşlar bir angajmana girmeyi
istemediler. Bu da doğaldı.

Bu arada Amiral Kemal Kayacan’la da görüştüm, dinledi ve bir cevap vermedi.


Kendisinin de aday olmak istediğini o gün bilmiyordum, onun da bu doğal hakkı
idi, zaten bu sıralarda CHP’den aday olmak isteyenlerin kulis faaliyetleri
hızlanmıştı.

* O sıralarda benim en hayret ettiğim husus şu idi: Mart 1980 tarihinde


Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağı tam yedi yıl evvelinden bilindiği halde iki
büyük siyasi partiyi yönetenler nedense bu konu içine .girmek istemiyorlardı.
Öyle ki... 22 Mart günü seçimturlarına başlandığı zaman iki büyük partinin de
adayı yoktu.

İlk turda bağımsız milletvekillerinden Nurettin Yılmaz, üçüncü turda CHP’den


H. Celâlettin Erman, 15 inci turda MSP’den Lütfü Doğan adaylıklarım koydular
ve sırası ile 80, 81 ve 83’er oy aldılar. O günlerde adaylara ve aldıkları oylara
bakılarak şu değerlendirme basmca yapılmıştı... Güneydoğu, Doğu ve din
faktörleri ortaya konmuş, bu güçler ortalama 80 oya sahip olduklarını
göstermişlerdi.

* Sayın Ecevit 25 Mart günü parti içinde bir eğilim yoklaması yaptı.
Parlamenterleri tek tek odasına çağırarak onlardan uygun gördükleri bir veya
birkaç aday ismini sözlü veya yazılı olarak kendisine bildirmelerini istedi.
Büyük bölüm görüşlerini bildirdi, bir bölüm arkadaş da bu yöntemi
beğenmedikleri için bu çağrıya katılmadılar. Sayın Ecevit yaptığı bu eğilim
yoklamasının sonuçlarını açıklamadı, gizli tutmayı tercih etti. Bilemiyorum...
belki de Sayın Ecevit’in zihninde tuttuğu isimler üzerinde Grup olumlu eğilim
göstermediğinden bu yolu izledi. Netice şu idi ki... CHP’nin hâlâ bir adayı
yoktu. Bir taraftan turlar devam ediyor, bir taraftan kulis faaliyeti kızışıyor ve bu
durum parti içinde birleşme yerine dağılmağa gidiyordu.**

Bu arada ben, NATO heyeti içinde beraber çalıştığımız MSP’li Sayın Recai
Kutan ve Bağımsızların gaynresmi lideri olarak bilinen Sayın Oğuz Atalay ile
olumlu görüşmeler yaptım.

Aday olmadığım halde ilk turda bana 14 oy çıkmış ve bu oylar kendiliğinden


artarak 131’e kadar yükselmişti. Oylarımın yükselişi arkadaşlarımın
çoğunluğunu memnun ederken, bazılarını da tedirgin ettiğini hissediyordum,
nitekim bir gün Genel Merkez üyesi bir milletvekilinin sıralar arasında dolaşarak
yakın gördüğü kimselere... «Batur’a oy vermeyin... Sayın Genel Başkanın
kararını serbestçe vermesine mani oluyorsunuz» dediğini kendim işittim.

8 Nisan günü yapılan CHP müşterek grup toplantısında söz alarak bir konuşma
yaptım ve özetle şunları söyledim... «Bana verilen oylar için sizlere çok teşekkür
ederim, fakat bundan sonra parti, bir yöntem ve aday belirleyinceye kadar lütfen
bana oy vermeyin» dedim. Bu sözlerim ertesi günkü gazetelerde yer aldı, fakat
gene bana oy verilmeğe devam edildi.

10 Nisan günü AP resmi adayını ilân etti... Dr. Sadettin Bilgiç... ve MHP bu
adayı destekleyeceğini ilân etti. Dr. Bilgiç ilk oylamada 183 oy aldı. Yani
AP+MHP oyları toplamından 84 oy kadar eksik. Bunun anlamı, kendi partisi de
kendi adayını desteklemiyordu. Ben o turlarda aday olmamama rağmen 100’ün
üzerinde oy almağa devam ediyordum.

Nihayet 11 Nisan günü yapılan CHP Müşterek Grup toplantısında Sayın Genel
Başkan ilginç görüşünü açıkladı... «İsteyenler adaylık için bana müracaat
etsinler» dedi. Görüş belki çok demokratikti, fakat partiyi amaç etrafında
toparlayıcı değil, tam dağıtıcı idi bana göre. Önce 7 kişi adaylık için müracat
etti... Sırrı Atalay, Kemal Kayacan, Kemal Sarıibrahimoğlu, Celâl Ertuğ ve eski
Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan. Turan Güneş önce adaylığa talip oldu, fakat
sonra yöntemi beğenmediği için vazgeçti, ama bu işte kendisinin de var olduğu
mesajını vermiş oldu.
12 Nisan günü aday adayları Sayın Genel Başkan’ın odasında toplandık, basın
mensupları flaşlarını patlatarak bu anı tespit ettiler.

14 Nisan günü CHP Müşterek Grubu’nda gizli oyla bir eğilim yoklaması yapıldı,
aday adaylarının üçü feragat etmiş ve geriye üç kişi kalmıştı.... Sırrı Atalay,
Kemal Kayacan ve ben. Oyumu verdikten sonra sonucu beklemeden eve gittim,
biraz sonra telefon çaldı, arayan Genel Başkan Ecevit idi. Aramızda şu konuşma
geçti:

Ecevit; «Sayın Batur, grubun eğilimi belli oldu, aday sîzsiniz, başarılar
dilerim...»

Ben; «Teşekkür ederim, yarın diğer parti ve gruplarla temas edebilir miyim?»

Ecevit: «İstediğiniz gibi hareket edebilirsiniz...»

Sayın Ecevit deneyimli bir politikacı idi ve ben kendisinden, «Sayın Batur, yarın
birlikte diğer parti ve gruplara gidelim, gerekli temasları yapalım» cevabını
beklerdim.

* Önemli bir noktaya değinmekte yarar görüyorum... Acaba niçin büyük


çoğunluğu kendi partimden olmak üzere diğer parti, grup ve bağımsızlardan
küçümsenmeyecek adette parlamenter benim aday olmamı istedi ve aday olunca
da destekledi?... Bu konudaki değerlendirme tabii kişisel olacak. Acaba niçin
büyük çoğunluğu kendi partisinden olmak üzere diğer parti ve gruplarla
bağımsızların oldukça büyük bölümü benim adaylığım üzerinde duruyorlar ve
birleşiyorlardı? Çünkü, Türkiye’nin bir çıkmaza doğru gittiği ve ergeç bir askeri
müdahale yapılacağım çok sayıda parlamenter sezinliyordu. Buna çözüm
bulmak Meclislerin görevi idi, ama parti çekişmeleri dolayısıyla bu olanaksız
hale geliyordu. Ben, geçmişim itibarı ile 27 Mayıs, 22 Şubat, 21 Mayıs, 12 Mart
olaylarının içinde veya en üstünde bulunmuş bir insandım. Daha açık bir
deyimle zamanı gelmiş bir ihtilâlin içinde, zamanı gelmiş ihtilâlin karşısında ve
zamanı gelmiş bir askeri müdahalenin tepe noktalarında bulunmuştum, o halde
bir müdahale nasıl yapılır veya önlenebilir konularında deneyimliydim. Buna
ilâveten asker kökenli, ama artık sivilleşmiş bir insandım. Beni yakından
tanıdıktan sonra da despot tabiatlı bir kişi olmadığımı görmüşlerdi. Seçilecek bu
tipte bir Cumhurbaşkanı belki bazı formüllerle bir çıkış yolu bulabilirdi.
Zannediyorum bu gibi sebeplerle adaylığım üzerinde duruluyordu, yoksa
boyumun 1.76, kilomun 76 olmasından dolayı değil.
* 15 Nisan günü, Milli Birlik ve Kontenjan Grupları ile Cumhuriyetçi Güven
Partisi Genel Başkanı Prof. Turhan Feyzioğlu’nu, Demokratik Parti’nin tek
temsilcisi Dr. Faruk Sükan’ı ve MSP Genel Başkanı Prof. Necmettin Erbakan ve
arkadaşlarını ziyaret ederek temaslarıma başladım.

Bu ziyaretleri yaparken basın mensupları beni izliyor ve sorular yöneltiyorlardı.


Bu sorulardan biri de AP ve MHP Genel Başkanlannı ziyaret edip etmeyeceğim
hakkında idi. Kendilerine şu cevabı veriyordum... «AP’nin kendi adayı var ve
seçim turlarına katılıyor, Sayın Türkeş ise AP adayını destekleyeceğini açıkladı,
bu partileri bu sebeple ziyaret etmiyorum.» Bu sözlerim, hatta aklı başında
sayılan gazetecilerimizin bazıları tarafından dahi... «Cumhurbaşkanı olacak kişi
bu görevini tarafsız olarak yürüteceğine göre, iki partiyi dikkate almayan bir
insan nasıl Çankaya’ya çıkar ve tarafsız davranabilir» gibi sözlerle eleştiriye
uğruyordu.

Eğer AP o anda hâlâ aday çıkarmamış olsaydı, Sayın Demirel’e bir nezaket
ziyareti yapar ve düşüncelerimi kendisine açıklayabilirdim, (bilmiyorum, kendisi
ziyaret isteğimi kabul eder miydi?), ama adayı varken kendisi ile ne
konuşacaktım?

* * * * *

Cumhurbaşkanı seçimi süresince basınımızın durumuna da biraz değinmekte


yarar görüyorum. İçlerinde istisnaları hariç, basın genelde konuyu pek ciddiye
almadı ve tutumu ile de demokratik rejimin işlemesi çabalarına olumlu bir
katkıda bulunmadı. Adayları beğenmemek, onları eleştirmek elbette basının
hakkı ve görevidir. Basın; kamuoyunu doğru bilgilendirmede, oluşturmakta ve
yönlendirmede büyük güçtür. Basm, Türkiye’de genellikle bir siyasi görüşe ve
kişiye ya fanatikçe veya çıkar açısından bağlı veya düşmandır; bunu normal
karşılamak gerekir ve doğruyu yanlışı halk seçsin denilebilir. Ama bir görüşü
veya kişiyi savunur diğerini kötülerken dozu kaçırır ve seviyeyi kaçırırsa, basın
inandırıcılığını yitirir. O dönemde partilerin resmi adayı olan Dr. S. Bilgiç, E.
Org. F. Türün ve benim hakkımda yapılan bazı haksız ve seviyesiz tenkitleri
bugün dahi okuduğumda yüzüm kızarıyor. Eğer bu kişilerden biri
Cumhurbaşkanı seçilseydi acaba bu tür basınla ilişkileri nasıl olacaktı,
düşünmeğe değer.

Gene basın öyle bir hava yarattı ki... «Hiçbir parti kendi adayını seçtiremez,
Kontenjan Grubu’ndan bir kişi üzerinde birleşmek gerekir» gibilerden. Bu
yüzden Kontenjan Grubu üyelerinin büyük kısmı bir beklenti içine girerek şansın
kendilerine dönmesini beklediler ve adaylara oy vermediler zannediyorum. Bu
tutum da seçimlerin sonuçlanmamasında büyük etken oldu.

Basın özğürlüğünün aleyhinde hiçbir görüşüm yok, her memlekette basın, kendi
milletinin hoşgörü çerçevesi içinde ve olayın durumuna göre istediği mizahı ve
karikatürü yapabilir. Bu konuda da zannederim basınımız pek iyi bir sınav
veremedi. O döneme ait bir iki karikatüre bakarsanız belki bana hak verirsiniz.

Faruk Paşa Cumhurbaşkanı adayı iken Meclis salonlarında tek başına otururken
bir resmi çekilmiş ve basında yer almıştı. Resmin amacı «Yalnız kalmış bir
insanı» göstermekti. Aynı türden bir resmimi çekip basabilmek için basınımız
günlerce uğraş verdi, ama bu fırsatı bulamadılar, çünkü arkadaşlarım beni hiç
yalnız bırakmadılar.

* * * * *

15 Nisan günü, CHP Müşterek Grup toplantısında, teşekkürlerimi sunduktan


sonra yaptığım temaslar hakkında bilgi verdim. 16 Nisan günü, dört Grup
Başkanvekili’nin imzası ile adaylığım resmen açıklandı. Cumhurbaşkanlığı
seçimleri başlayalı 25 gün olmuştu, diğer bir deyimle 25 gün ve 34 seçim turu
değerlendiril-meyerek kaybedilmişti. O gün yapılan oylamada ben 263 oy, Sayın
Bilgiç 185 oy almıştı. Bu sonuç şöyle değerlendirilebilirdi... CHP’nin tüm
oylarını aldıktan sonra (tabii bunu bilmek olanaksız) artı 11 oy almıştım, Sayın
Dr. Bilgiç ise AP+MHP oylan toplamından 82 oy eksik almıştı.

* * * * *

* CHP kendi içinden birini rahatlıkla Cumhurbaşkanı seçitrmek şansını büyük


ölçüde 1979 seçimleri sonuçları ile kaybetmişti. Çünkü bu seçimler sonunda
Senatör adedimiz 14 eksilmiş, evvelce bizim olan iki milletvekilliği
kazanılamamış ve bir milletvekilimiz vefat etmişti. Yani toplam olarak 17 oy
kaybımız vardı. Ben ise en fazla oyu 93ncü turda aldım... 303 oy, bu iki rakamı
birleştirirseniz Cumhurbaşkanı seçilmek için gereken oyun üstünde olduğu
görülür.

Buna rağmen CHP gene de seçimi kazanabilirdi. Fakat oyların tümünü çeşitli
sebeplerle benim üzerimde toplamıyordu, bu da doğaldı. Bana bir bölüm CHP
oylarının verilmeyişi bir varsayım değil, bunu kendi metodumla kanıtladım.
Seçim turları yapılırken arada bir Sayın Ecevit’le bir araya geliyor ve bana
verilen oyların değerlendirmesini yapıyorduk, benim tahminlerime göre
CHP’den 15-23 oy eksik çıkıyordu, Sayın Ecevit benim bu görüşüme katılmıyor
ve benim parti dışından aldığım oy miktarında iyimser tahmin yaptığımı,
söylediğim miktarda oy alamayacağımı ve CHP içinde bana verilmeyen oyların
bir kaç taneyi geçemeyeceğini söylüyordu. 30 Nisan günü Meclis sıralarını
dolaşarak bana oy verdiklerini tahmin ettiğim CHP dışındaki Senatör ve
Milletvekilleri ile görüşerek kendilerinden şu ricada bulundum... «Bana sebebini
sormayın, ama lütfen bu tur bana oy vermeyin» dedim. Oylama bitip sayıma
geçildiğinde Sayın Ecevit’in odasına gidip kendisine, uyguladığım yöntemi
açıkladım. Kendisi zannederim yaptığım bu işi beğenmedi ve... «Ama şimdi
Sayın Bilgiç’in oyları sizinkini geçecek» dedi, ben de «olabilir», cevabını
verdim. Sonuçlar açıklandı... Dr. Bilgiç ilk defa beni geçmiş 250 oy almıştı, ben
ise 240 oy. İşin ilginç yönü, CHP’den 250 üye oya katılmıştı, yani fire asgari 10
oydu. Bu da gayet normaldi, bir bölüm insan beni beğenmeyebilirdi, bir bölümü
ise sonraki aşamalarda aday olmak isteyebilirlerdi, aynca basında bir «Kelaynak
Kuşları» teması işlenir hale gelmişti.

* 16 Nisan’dan sonra yapılan 4 tur oylamada sırası ile 263, 261, 258, 252 oy
almıştım, yaptığım değerlendirmede oyların kilitlendiğini ve bir sonuç
alınamayacağını görerek adaylıktan çekilmeğe karar verdim ve Genel Başkanı
ziyarete giderek kararımı bildirdim, isteğimi hemen kabul etti ve çekilme
demecimin hazırlanmasına ve çoğaltılmasına yardımcı oldu. Meclise geldiğimde
haber duyulmuştu. CHP’li arkadaşlarımdan çoğu... «Sizi biz aday yaptık, bize
sormadan nasıl böyle bir karar verebilirsiniz, olmaz öyle şey» diye tarizlerde
bulundular ve ben de mecburen kararımı değiştirdim ve o turda oyum ilk defa
290’a yükseldi ve sonra gene düştü.

15 Mayıs günü adaylıktan çekildim.

3 Haziran 1930 günü tekrar adaylığım ilân edildi. Aday olmadığım sürede
yapılan 13 turun 8’inde çoğunluk olmadı. 5 turda aday olmadığım halde bana
524 oy verildi.

Yavuz Donat tanıdığım ve hakikaten takdir ettiğim bir gazetecidir. Kitabıma


aldığım üç makalesini hazırlarken benimle görüşmedi. Fakat değerlendirme ve
görüşlerinde büyük bir doğruluk payı var. Bu sebeple bir basın mensubu gözü ile
olayların dışarıdan nasıl göründüğünü belirtmek bakımından bu yazıları kitabıma
aldım.
CHP’DE SON TANGO
Ve Ecevit sonunda «kerhen».
Kimsede kalmadı mecal ata ata tur.
Adayımız Muhsin Batur demek zorunda kaldı.
Zira...
Ecevit’in adayı Batur değildi.
İş.
Genel Başkan’a kalsa...
Kars Milletvekili Kemal Güven’i aday gösterirdi.
Ama anlaşıldı ki...
Lider kimi aday gösterirse göstersin, parlamenterler götürüp oylarını Batur’a
verecekler?
Ve lideri sıkıntıya sokacaklar...
Ecevit «bari yiğitlik bende kalsın» dedi.
İşte..
Batur böylece «resmen» aday oldu.

ALKIŞLAMAYANLAR
Batur, seçilirse ne yapacaktır?
Kendisi söylesin:
«... Cumhurbaşkanmm yetkileri konusunda ben süresi biten Sayın
Cumhurbaşkanı gibi düşünüyorum... Cumhurbaşkanı diyalogu halkla ve
parlamento ile kurmalıdır...
Yani...
Batur’un sözlerinin eskilerin deyimiyle «mefhum-u muhalifi» şöyle mi:
«—-Korutürk diyalogu başka yerlerde aradı.»
Neyse..
Yorumu bırakalım, Batur’un bu sözlerinin etkisine bakalım.
C.H.P. grubunda Batur kürsüden inince söz sırası İskân Azizoğlu’na gelmişti.
Azizoğlu şöyle dedi:
«—Batur’dan sonra konuşmak bir talihsizliktir. Konuşmayacağım.»
Ve konuşmadı da.
Batur grubun önemli kısmını etkilemişti.
Çok kişi alkışladı.
Ama..
Alkışlamayanlar da vardı.
İşte...
Batur’a CHP’den «tulum oy» çıkmayışı «alkışlamayanların»da
bulunmasındandır.

GÜVERCİNLER-KUMRULAR
Zaten...
Liderin kalbindeki aday başka, kağıda yazdığı aday başka olursa...
Sandıktan da işte böyle oy çıkar.
Nasıl oy?
Bu soruya cevap vermek için CHP’deki son gruplaşmalara bakmak gerekir.
Partide şimdi bir «güvercinler» fraksiyonu meydana geldi.
«Güvercinler» Genel Başkanın sözünden dışarı çıkmayanlar.
Bu grupta liderlik iki İzmirli’de:
Eski Bakanlardan Yüksel Çakmur ile Alev Coşkun.
Gerçi ikisi 15 gün önce, İzmir dönüşü bir otomobilin içinde sertçe tartışıp,
küfürleştiler ama..
Şimdi fraksiyonun çıkarları uğruna...
Eleleler.
«Güvercinlerin» öteki isimleri kimler?
Sayalım:
Sivas Milletvekili Mahmut Özdemir.
Sinop Milletvekili Alaattin Şahin.
Ankara Milletvekili İsmet Çanakçı.
Uşak Milletvekilleri İsmail Aydın ve Salahattin Yüksel.
Manisa Milletvekili Zeki Karagözlü.
İstanbul Milletvekili İlhan Özbay.
Ve daha 17 kişi.
Şey:
Partide «güvercinlerin» yanısıra bir de «kumrular» fraksiyonu kuruldu.
Yani:
«Tam angaje olmayanlar.»
Bu grupta eski Orman Bakanı Vecdi İlhan gibi isimler var.

VE DARILAR
Pekiyi...
Partide başka «fraksiyonlar» yok mu?
Olmaz olur mu?
İşte en güçlü fraksiyon:
«Danlar.»
Ancak...
«Darılar» fraksiyonunda öyle isimler var ki..
Turan Güneş’ten Orhan Eyüboğlu’na, Uğur Alacakaptan’dan Orhan Birgit’e,
Deniz Baykal’dan Ali Topuz’a kadar...
«Darı» değil, çelik mübarekler...
Ne yemek mümkün, ne de yutmak..
Güvercinlerin işi zor olsa gerek.

ON DÖRTLER
Söze Batur’la başlamıştık..
Sahi.
Batur’un adı nereden çıktı?
Haziran ayında senatörlük süresi dolacak olan Batur 1979 senato seçimlerine
İstanbul’dan katılmak istemişti de...
Genel Merkez kendisine «Kütahya’dan girseniz» demişti.
Ve Batur sinirlenmişti:
«CHP 1961’den beri Kütahya’da senatör çıkaramadı ki.. Şimdi mi çıkaracak...
Galiba maksat beni harcamak.»
Sonunda Kütahya’ya gitmedi, aday da olmadı.
Ancak..
Mart ayı başmda Bülent Ecevit’e bir haber yollandı:
«— Batur güçleniyor, bilginiz olsun.»
Ve...
Turların ilk gününde.
Aday olmadığı halde Batur’a 14 oy çıkıverdi.
Kim verdi bu 14 oyu?
Eh...
1. Muhsin Batur.
2. Uğur Alaeakaptan.
3. Muammer Aksoy.
Herhalde 14 kişinin admı yazmamızı istemezsiniz.. Zira içlerinde hayli sürpriz
isim var da...
Güç durumda kalırlar.

SÖZ KANDIRALI’NIN
Pekiyi..
Batur sandıktan çıkacak mı?
Hayır hayır...
Gerçi...
Batur Paşa CHP’lilerin tamamı oy verse sandıktan çıkacağı kanaatinde...
Ama..
CHP’nin Batur’a tam oy vermesi güç.
e tabii Batur’un sandıktan çıkması da.
V
Öyleyse..
İş nereye varacak.
Ecevit...
Gelecek hafta «Batur’u seçemiyoruz, öyleyse bir tarafsız için Demirel’le
konuşalım» diyecek.
Pekiyi..
Demirel ne cevap verecek?
Hele durun.
Demirel’den önce Prof. Turan Güneş var. Ecevit’in karşısına dikilecek:
«— Dur bakalım, ben de adayım.»
Sahi..
Ecevit, «Kandıralı’ya» ne cevap verecek?
Bunca güvercinin, kumrunun bulunduğu yerde «darıya» gerek olmaz mı?

ANKARA’DA SON DURUM
AP Genel Başkan yardımcılarından birine sorduk:
«—Cumhurbaşkanı seçimi ne olacak?»
Şu cevabı aldık:
«— Sadettin Beyden sonra, kimi aday göstersek oy alamaz. Alacağı oy, Sadettin
Beyinki kadar olamaz. Eğer daha önce Faik Türün’ü, Çağlayangil’i veya
Hayrettin Erkmen’i aday gösterseydik, bugün Bilgiç’in aldığından çok oy
alabilirdi. Ama şimdi hiçbir adaym oy alma şansı kalmadı. Seçim kilitlenmiştir.»
Daha da açıkçası...
Bilgiç ve kontrolü altındaki ekip, hiçbir zaman, «AP’nin çıkaracağı başka bir
adaya» oy vermeyecektir.
İşte meselenin AP kanadındaki «kilit.»

CHP’DEKİ KİLİT
CHP’nin «A» takımından» bir parlamentere sorduk:
«—Sizde durum nedir?»
Aldığımız cevap şöyle oldu:
«—Batur’dan sonra, kim aday olursa olsun 290’ı bulamaz. Hiçbir adayımız
Batur kadar oy alamayacaktır, isteyen denesin, görsün. Zira, aday olmadığı
halde Batur’a oy verenler, yarın başka bir adayın çıkması durumunda yine
Batur’a oy vermeye devam edeceklerdir.»
Aynı «A takımından» politikacı «Niçin Batur üzerinde ısrar ediyorsunuz?»
sorusuna da şu cevabı verdi:
«—Batur’un gerçekten seçilebileceğine inanıyorduk. Tabii bizim gösterdiğimiz
samimiyeti lider de gös-terebilseydi.. Ecevit, Batur için ciddi olarak çalışmadı.
Hatta bir-iki yerde de şu sözleri söyledi: Batur, hiziplerin adayı olarak ortaya
çıkmıştır. Batur, Genel Başkan alternatifi olarak hazırlanmaktadır. Bir partide
Genel Başkan, bir aday için böyle konuşursa, o adayın seçim kazanması
imkânsızdır. Ama, aynı şekilde, bir başka CHP’linin Çankaya’ya çıkması da
imkânsızlaş-mıştır.»

ADAYLARIN DURUMU
Adayların durumuna gelince...
Bilgiç için değişen bir şey yok.
Yine akşamları evinde, sabahlan Tunalı Hilmi’deki seçmen kabul bürosunda,
öğleden sonraları Mecliste veya partide çalışmasını sürdürecek..
Pekiyi...
Ya Batur?
Batur, Haziran’da senatörlüğü sona erince İstanbul’a yerleşmeyi ve politikadan
kopmayı düşünüyordu.
Şimdi...
Sanırız «ağır baskılar» karşısında kalmaktadır:
«—Paşa, paşa... Politikayı nasıl bırakırsın? Partide sana bunca destek... oy.,
veren... kulisini yapan... arkadaşın varken İstanbul’a nasıl gidersin?... Ankara’
dan ya da İstanbul’dan aday ol, seçime gir, parlamentoya dön, intikamım al...»
Muhsin Batur önümüzdeki günlerde «taban politikasına» girebilir.
Zira şimdiye kadar hep «tavan politikasıyla» uğraşmıştır.
Delege ile teması pek olmamıştır.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında...
«Genel Başkanlık gibi» bir düşünce Batur’un akimın köşesinde bile yoktu.
Ama şimdi, parti içinde bir grup, Muhsin Batur’u böyle şeyler düşünmeye bile
zorlamaktadır.
Ve şöyle demektedirler:
«—Paşa, sana üç defa (kazık) atıldı, susacak mısın?»

ÜÇ KAZIK
Nedir bu, argo deyimiyle üç «kazık?»
CHP kulisine kulak vermek kâfi.
İşte üç «kazık.»
1. Batur, Cumhuriyet Senatosu Başkanı olmak istemişti. Ortada iki aday vardı:
Sırrı Atalay ve Muhsin Batur. Lider Ecevit bu iki adaya oy istemek için
Kontenjan Grubu ile Milli Birlikçilerin kapısını çaldı. Ve döndüğünde şöyle
dedi: Milli Birlikçiler Batur’a oy vermeyeceklerini söylediler. Sonunda Batur
çekildi, Sırrı Atalay da Cumhuriyet Senatosu Başkanı seçildi. Ancak.. Bir süre
sonra Milli Birlikçiler, Batur’a şöyle dediler: Biz Sayın Ecevit’e «Batur’a oy
vermeyiz» demedik.
Bu olayın tüm şahitleri şu anda politikada.
Ve bu olay, Batur’un «siyasi kaderini» etkiledi.
İşte birinci «kazık» bu ve hâlâ unutulamadı.
2. Batur, «politikaya devam etmek için» 1979 kısmî senato seçimlerine
katılmak arzusundaydı. «Tabanla» diyalogu yoktu. «Kontenjan» istiyordu.
Düşündüğü yer İstanbul’du. Batur’a «evet» denildi. Ve seçim günü yaklaşınca,
gideceği yer gösterildi: Kütahya. Oysa, Cumhuriyet Senatosu kurulduğundan
beri CHP Kütahya’dan senatör çıkaramamıştı. Taze taze, sıcak sıcak duran
ikinci «kazık.»
3. Ve hâlâ konuşulan üçüncü «kazık». Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında
Batur’un lider ve çevresi tarafından desteklenmeyişi. Hatta CHP grubunda bu
konuda Ecevit’in yüzüne karşı şu sözler bile söylendi: Beyefendi, Batur
adaylıktan çekilince çok rahatlamış görünüyorsunuz.

KİLİDİ KİM AÇACAK?
Seçim böylesine kilitlendiğine göre..
Kilidi kim açacak?
1973 yılındanberi Türk siyasi hayatının «anahtarını» elinde tutan MSP mi?
Yok, yok...
MSP’nin «çilingirliği» artık bu konuda geçerliğini kaybetti.
MSP «Batı kulüp» sözüyle, bazı «flaş» isimlerin aday olmasını önledi ama..
Anahtar da elden gitti.
Hatta.
Geçtiğimiz günlerde..
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, MSP’nin bir «yönetici-
milletvekiline» şöyle dedi:
«— Ordunun silahları Batıdan geliyor... Uçakları Batıdan geliyor... Gidip Sayın
Erbakan’a lütfen söyleyiniz: Ben de Batı kulüptenim. Anlaşıldı mı?»
Evren’in bu sözlerine şu ana kadar hiçbir cevap verilemedi.

EVREN’İN ŞANSI
Evren dedik de..
Şeyi söylemedik:
«—Evren Cumhurbaşkanlığı için aday mı, değil mi?»
İsterseniz..
Meclise gidelim ve bir «mini kamuoyu yoklaması» yapalım.
P ve CHP’nin «popüler» beş kişisine şu soruyu sorduk:
A
«—Cumhurbaşkanlığına kim seçilecek?»
Bir kişi «Karakaş», bir kişi «Turan Güneş», bir kişi de «Çağlayangil» cevabını
verdi.
— Üç kişi «sözleşmişçesine» şöyle dedi:
«—Bir Kontenjan Senatörü Cumhurbaşkanı seçilir. Ama bu mevcut Kontenjan
Senatörlerinden biri mi olur, yoksa Haziran’da geleceklerden biri mi? İşte
o ortada..»
Pekiyi...
Kenan Evren Cumhurbaşkanı olabilir mi?
Aynı üç kişinin, bu soruya cevaplan ise şöyle:
«—Olur olmasına da... Konuşmazsa, Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmesi
kolaylaşır. Konuştukça kendi seçimini güçleştiriyor.»

* * * * *

15 Mayıs günü adaylıktan çekilmeğe karar verdim ve bu kararımı uyguladım. Bu


tenkitimi hem parti içinde ve hem de dışından bir bölüm parlamenter
onaylamadı. Bu arada Prof. N. Erbakan, Asiltürk ve Kutan benimle ikinci defa
görüştüler.

Fakat ben, 8 aydır İstanbul’da boş tuttuğum katıma yerleşmek üzere eşyalarımla
beraber yola çıktım, 27 Mayıs’a kadar da İstanbul’da kaldım fakat telefonlara
cevap vermekten eve yerleşmek için çok az vakit bulabiliyordum. Tekrar ve
ısrarla Ankara’ya çağnldım. 29 Mayıs’ta Ecevit-Erbakan görüşmesi yapıldıktan
sonra Sayın Ecevit benimle de görüştü ve tekrar aday olmam hususunda karar
almdı. 2 Haziran günü Sayın Yüksel Çakmur’dan beraberce, bir çay içme teklifi
aldım, meclisteki beni beklediği odaya girdiğimde yalnız olmadığını, başta eski
bakanlarımızdan Sayın Mahmut Özdemir olmak üzere 7 CHP’li parlamenterin
daha bulunduğunu görünce... «bu kadar kalabalık olduğunuzu bilmiyordum»
diyerek güldüm. Basın tarafmdan kendilerine «Kelaynaklar» adı verilen bu
arkadaşlarım, bana oy verdiklerini söylediler.

303
Muhsin Batur haftasını kapadık.
Faik Türün haftasını açtık.
Ancak, Batur’un 303 oya kadar yükselen haftasına iyice bakmadan, bu haftadan
ve daha sonraki haftalardan sonuç beklemek güç.
Zira...
03 hiç de küçük sayı değil.
3
Hem de «İki büyük partinin liderine rağmen»..
Gerçi..
Ecevit, Batur’a oy verdi ama..
Siyasi kulislerde hep şu sözler söylendi:
«—Ecevit’in ikinci defa Batur’u aday göstermesi biraz grubun zorlamasıyla
oldu... Biraz da Batur’un kızıp... kırılıp... darılıp... liderlik mücadelesine girişini
önlemek maksadıyla.»
Şimdi dilerseniz 303’ün dökümüne geçelim.

İLK ÜÇ OY
Parlamento’da iki tane «Eski Cumhurbaşkanımız» var: Cevdet Sunay ve Fahri
Korutürk.
Korutürk İstanbul’da.
Sunay ise..
Her gün Meclis’te.
Batur’a 303 oy çıktığı gün, Sunay Paşanın oyunun rengi belliydi: Muhsin Batur.
İşte 303 oydan birincisi.
Parlamento’da 3 Cumhuriyetçi Güven Parti’li var.
İki senatör ve bir milletvekili.
Senatörler Sami Turan ile Orhan Öztrak.
İkisi de Batur’a oy verdiler.
Cumhuriyetçi Güven Parti’nin tek milletvekili ise Genel Başkan Turhan
Feyzioğlu.
O, Batur’a oy vermedi.
Şimdi yapalım toplamayı:
1 Eski Cumhurbaşkanı, iki de Cumhuriyetçi Güven Parti, etti 3.
İşte 303’ün 3’ünü bulduk.

KONTENJANLAR
(Sayın Donat’ın bu değerlendirmesine pek katılamıyorum. Kontenjan
Grubundan bana yanlızca üç üye. oy veriyordu: Prof. Nermin Abadan Unat,
Şerif Tüten ve Halil Tunç, önceleri oy veren Sayın Hüsamettin Çelebi, Kayseri İl
Başkanı cenaze töreninde namaz kıldığım için bu oyunu benden çekti. Bu
kararını saygı ile karşıladım.)
Gelelim şimdi kontenjan senatörlerine.
Düne kadar sayıları 15’ti.
Bugün 10 kişi kaldılar.
15’ten biri Batur’du.
iğer 14 kişiden 6’sı, «303’lük oylamada» Batur’a oy kullandı.
D
Kim bu 6 kişi?
En başta Halil Tunç.
Ve 4 kişi daha.
Kontenjanların 8’i ise Batur’a oy vermedi.
Mesela Sadi Irmak, mesela Zeyyat Baykara, mesela Kemal Cantürk, mesela
Adnan Başer Kafaoğlu, mesela Namık Kemal Şentürk.
Bir de «Veriyor bilinenler» var.
Safa Reisoğlu gibi.
Ama..
O da vermedi.
Hesaba yeniden göz atalım.
İlk 3 oya, şimdi 6’da kontenjanı ekleyelim, 9’u bulalım.

MSP KANADI
MSP’ye gelince.
15 kişi Batur’a oy verdi.
Kimi Erbakan gibi «gönüllü.»
Kimi de Erbakan’m baskısı karşısında «kerhen.»
Oy verenlerin başında Erbakan’ı, Oğuzhan Asiltürk’ü, Süleyman Arif Emre’yi,
Hasan Aksay’ı, Şener Battal’ı, Recai Kutan’ı sayabiliriz.
MSP’den 14 kişi ise..
Batur’a oy atmadı.
Kim bu 14’ler?
İçlerinde Korkut Özal da var. Tahir Büyükkörükçü de, Yaşar Göçmen de. İlk 9
oyluk hesaba şimdi MSP’ nin 15 oyunu da ekleyelim.
Ve 24 oya ulaşalım.

MİLLİ BİRLİKÇİLER
Milli Birlik Grubunun 18 üyesi var.
Kimin ne oy attığını kesinlikle bilmek elbette imkânsız.
Ama, bütün hesaplar «Kuliste söylenenlere göre» yapılmıyor mu?
«Zirve kulislerine göre»...
Milli Birlikçi 17 senatör Batur’a oy verdi.
Batur’a oy vermeyen tek kişi ise Mehmet Özgüneş.
24 oya, Milli Birlikçilerin 17 oyunu eklersek 41’i buluyoruz.
(Sayın Özgüneş’in oy vermediği düşüncesine katılmıyorum.)

BAĞIMSIZLAR
ağımsızlara gelince.
B
10 tanesi «banko» Batur’a oy verdi.
Oğuz Atalay dahil, Mete Tan dahil, Şerafettin Elçi dahil, Akın Simav dahil.
Üç bağımsızın ise oy vermediği kulise yayıldı: Abdülkerim Zilan, Orhan Alp ve
bağımsızlığı dün sona eren Faruk Sükan.
41’i biliyorduk, 10 ekledik, 51’e ulaştık.

CHP’DE 10 FİRE
MHP Meclis’e girmedi.
AP’den ise tek bir kişi bile Batur’a oy vermedi. Geriye ne kalıyor?
CHP.
CHP’nin Parlamento’da 262 oyu vardı.
Bu 262 oyun tamamının Batur’a verilmesi halinde... Daha önceki 51’e 262’yi
ekleyelim.
313 ediyor.
Oysa Batur 303 oy aldı, işte CHP’nin verdiği 10 fire.
Batur’a oy vermeyen on kişi kim?
«Rivayete göre» Turan Güneş, Sırrı Atalay, Kemal Güven gibi Cumhurbaşkanı
adayları ile...
İki tanesi Ecevit kabinesinde, üç tanesi şimdi parti üst yönetiminde bulunan
«yakın çevre.»

VE SON
303 büyük bir sayıydı.
CHP’deki 10 firenin «kontrol edilmesi» halinde 313’e ulaşılacaktı.
İşte bu hesap Süleyman Demirel’i heyecanlandırdı ve terletti.
Bülent Ecevit de tedirgindi.
Kuliste bir söylenti dolaştı:
«—Sayı 313’e ulaşırsa, AP’deki eski Demokratlar Batur’a oy verebilir.»
Bu sözler eski Demokratları sinirlendirdi.
Şöyle dediler:
«—Bizim bazı şikayetlerimiz var. Demirel’in her konuyu gruba getirip
tartışmasını istiyoruz. Bunu yapmayışına kızıyoruz. Ama nasıl Batur’a oy
veririz? Bizi yıpratmak için iftira ediliyor.»
Bu arada...
«303’ü gören» eski DP’lilerden Bilecik Senatörü Mehmet Erdem bir mide
spazmı geçirdi.
İlk yardım sırasında sayıklıyordu:
«—27 Mayıs 1960 günü Menderes’le beni aynı uçakta götüren Batur Paşa yoksa
köşke gidiyor mu?..»
Bazı AP yöneticilerinin «iki bağımsızla» diyaloga girişip «transfer teklif ettiği»
görüldü.
Bu arada...
CHP’li iki profesör Muammer Aksoy ile Uğur Alacakaptan «fireleri
toparlayacak formül» aradılar.
Bulamadılar.
İşte 303 oyun hikayesi.
Batur şimdi elinde kağıt kalem, İstanbul Şaşkınbakkal’da, daha temelden girdiği
3 oda ve 1 salondan meydana gelen evinde hep bu hesaba bakacak. Ve hiç ama
hiç konuşmayacak...

* * *

3 Hazirandan başlayarak devam eden son seçim turları esnasında Meclis Genel
Kurulunda çok ilginç bir olay cereyan etti. CHP.Milletvekili Prof. Muammer
Aksoy kendi inisyatifini kullanarak yazıp çoğalttığı bir bildiriyi hem dağıtıyor,
hem de Meclis Başkanından, Meclise okunmasını istiyordu.

Sayın Aksoy, 12 Mart döneminin gadrine uğramış bir hukuk profesörü idi, tıpkı
Prof. Uğur Alacakaptan gibi. Benim şahsıma karşı da 12 Mart dolayısıyla en
azından bir soğukluk duyması doğaldı. Kendi de hazırladığı bu yazının içeriğinin
teorik hukuk kaidelerine uymadığını elbette biliyordu.

Ama yaptığı hareketle kendini hem geçmişin olaylarından sıyırabilmiş, hem de


hukuka biraz aykırı da olsa düşüncelerini serbestçe ve cesaretle ortaya
koyabilmiştir. Aşağıdaki düşüncelerini okuduğumuz zaman geleceği nasıl doğru
tahmin ettiğini göreceksiniz.

ÖZETİ: Cumhurbaşkanı seçimine ilişkindir; derhal okunmasını saygılarımla rica


ederim. Muammer Aksoy.

Değerli Parlamenter arkadaşım,


Ülkemizde terörün hangi boyutlara ulaştığını ve artık içsavaşın
(Lübnan’laşmanın) eşiğinden içeri girmiş bulunduğumuzu görmemek
olanaksızdır. Önümüzdeki günlerde çok daha feci ve düzeltilemez durumlarla
karşı karşıya gelirsek, halkımızı ve evlâtlarımızı içinde zor yaşanır bir toplum
yaşamına sürüklemiş olmanın sorumluluğunu, istisnasız her parlamenter
omuzlarında taşıyacaktır. Görevinin ve sorumluluğunun bilincine sahip bir
Cumhurbaşkanını DERHAL seçebilirsek, ülkemiz ve halkımız büyük bir
felâketten kurtulabilir. Çünkü «hangi yönden gelirse gelsin şiddet eylemlerine ve
bölücülüğe karşı yasaları tarafsız ve eşit olarak uygulatma» sayesinde terörün
kaynaklarını kurutmaya azimli bir Cumhurbaşkanı, anarşinin sona
erdirilmesinde büyük bir role ve olanaklara sahiptir. Yıpranmaktan çekinip,
etliye,-sütlüye dokunmayarak '7 yıl Çankaya’da oturmayı değil, Devleti ve Ulusu
bir felâketten kurtarma uğrunda her fedakârlığı göze alacak bir Cumhurbaşkanı,
«Devletin gerçekten devlet sayılması için kaçınılmaz şart olan «kişi güvenliğinin
Devlet güçleri sayesinde sağlanması» sonucuna ulaşmada en büyük hizmeti
görebilecek durumdadır.
AP yöneticileri, Cumhurbaşkanının derhal seçilmesi için şart olan «Partiler
arasında anlaşmaya varma (diyalog)» yolunu reddederek Anayasa değişikliğine
karar verdiğine göre, bir Kontenjan Senatörü ya da tarafsız bir Milletvekilinin
Cumhurbaşkanı seçilmesi olanağı da artık kesin biçimde ortadan kalkmıştır. Bu
günden sonra yeni ortaya çıkacak partili bir adayın üye tam sayısı salt
çoğunluğunun oylarını toplayabilmesi olanağı da artık söz konusu olamaz.
Anayasa değişikliği yolunu benimseyerek, adayım dahi bu gerekçe ile geri çeken
AP’nin General Faik Türün’ü aday göstermesi -onun seçilemeyeceğini yüzde yüz
bildiği halde- sadece ve sadece Muhsin Batur’a oy verecek bazı
parlamenterlerin, şu yada bu niteliklerinden ötürü Türün’e oy vermesini
sağlayarak, Batur’un değerli 8-10 oy kaybetmesi taktiğini uygulamak amacma
yöneliktir.
ÖZET... Partili ya da partisiz bir parlamenter olarak şunu kesin olarak
bilmeliyiz ki, bugün artık Cumhurbaşkanı seçiminde sadece iki seçenek
karşısındayız:
1 — Ya Batur’a oy vererek üye tam sayısı salt çoğunluğunu sağlayacak ve
Cumhurbaşkanı seçimini sonuçlandıracağız- ki CHP, MSP, MBG, C. Başkanı
Kontenjan Senatörleri, ve bağımsız Milletvekillerinin oyları buna yeteceği gibi,
Demokratik düzenin ve Ulusal Birliğin kurtulmasına gerçekten önem veren bir
kısım AP’li parlamenterlerin vereceği oy da bunu perçinliye-cektir-;
2 — Yahut da «Cumhurbaşkanının yeniden aylarca seçilememesinin
doğuracağı sayısız toplumsal sakıncaların ve bu arada tırmanan terörün ve iç
savaşa dönüşen gelişmelerin yaratacağı büyük felâketlerin memleketimiz ve
halkımız üstüne çökmesinin ezici günah ve suçunu» omuzlanacağız!
Üçüncü bir seçenek yoktur!
Batur’a verilecek oy, artık Batur’a değil, «demokratik rejimin yaşaması ve
terörün sona erdirilmesi için verilen oy» haline gelmiştir. Batur’a verilmeyen oy
-Sayın Parlamenter bunu istesin ya da istemesin, düşünsün ya da düşümesin-
sonuçta «Cumhurbaşkanı seçiminin daha aylarca sürmesi sonucu bunalımların
ve terörün tırmanmasına ve böylece memleketin maceralara sürüklenmesine»
verilen oy demektir.
İvazsız ve garazsız samimi olarak dile getirdiğim görüşlerimi böylece duyurur,
saygılarımı sunarım.
NOT: Bu yazımdan partimin ve Batur’un haberi yoktur.
Muammer Aksoy

3 Haziran 1980’de ikinci defa aday olurken, aynı gün AP, E. Org. Faik Türün’ü
aday çıkardı. 6 Haziran akşamı adaylıktan çekildim. Çünkü 7 Haziran’da
Senatörlüğüm sona eriyordu.

Oy tablosu değerlendirildiğinde oldukça ilginç bir nokta dikkati çekiyor... Sanki


oyların dağılımı görünmez bir güç tarafından yönetiliyordu. Ben 303 oya ulaşıp
bir sonraki turda da 298 oy alınca, AP'li parlamenterler sonraki tur seçimine
sokulmadılar. 298 oya ulaştığımda boş ve geçersiz oylar toplamı yalnızca 28 idi.
Bu oylar benim için de veya diğer aday Türün için de verilmemiş olabilirdi. Tek
aday olarak bundan sonraki turda ise bana verilmeyen oyların toplamı birdenbire
51’e yükseldi. Demek ki yalnız AP'li değil, içeride bulunup oy kullanan üyeler
de seçilme ihtimalim kuvvetlenince hemen oylarını değiştirmişlerdi.

Cumhurbaşkanı seçilmek için 318 oy alınması gerekli idi. Ben toplam olarak
10257 oy aldım, fakat bazısının o tarihlerde güzel bir buluşla isimlendirdiği
nafile oylardı bunlar. Ben Meclisten ayrıldıktan sonra 7 Haziran ile 12 Eylül
arasındaki üç ay zarfında ancak 17 seçim turuna girildi, bunun da 14’ünde
çoğunluk sağlanamadı. Cumhurbaşkanının seçim oyununa ve nafile turlara daha
çok süre devam edilecekti ama 12 Eylül bu oyunu durdurdu.

Kim bana oy verdi, kim vermedi?... Bunu bilmeme imkân yok, gerek yok. Hele
vermeyenler (AP'liler hariç - onların bana oy vermemeleri en tabii hakları idi)
benim kişiliğimi beğenmedikleri için oy vermemişlerse, kararlarını saygı ile
karşılarım. Tabii aynı saygı duygusunu... «Batur seçilemeyip adaylıktan çekilse
de sonra ben aday olsam» veya «Batur’un Senatörlüğü 7 Haziran’da bitiyor,
sonra ben aday olurum» diye düşünenlere karşı beslemem mümkün değil.

Buna karşın CHP’den çok çok büyük adette parlamenterin beni desteklemelerini
ve sarfettikleri gayretleri unutmam mümkün değil. Bir Metin Tüzün’ü nasıl
unutabilirim, aşağıdaki resme lütfen bakın... Diğer üç Grup Başkan Vekili
Erdoğan Bakkaîbaşı, Al tan Öymen ve Coşkun Karagözoğlu da gecelerini ve
gündüzlerini devamlı bu konuya ayırıp uğraş verdiler.
* * *

Bazıları zannedebilir ki Cumhurbaşkanı seçilmemem beni çok üzmüştür. Bütün


içtenliğimle söylüyorum, hiç üzülmedim. Atatürk’ün kurduğu partinin
Cumhurbaşkanı adayı olmam beni yeteri kadar onurlandırmıştı. 6 Haziran akşam
saatlerinde CHP müşterek Grubunda bir veda konuşması yaparak Meelis’ten
ayrıldım. O tarihten bugüne kadar da ziyaretçi olarak dahi oraya gitmedim,
bundan sonra gidip gitmeyeceğimi de bilmiyorum.

Bu bahsi kapatmadan önce önemli gördüğüm ve her zaman cevaplamak zorunda


kaldığım iki konuya değinmek istiyorum. Bunlardan ilki; beni seven ve tanıyan
dostlarımdan ve hatta asker arkadaşlarımdan çoğu, benimle yaptıkları
söyleşilerde devamlı bir düşünceyi dile getirmişler ve halâ getirmektedirler...
«Siz bir siyasi partiye girmekle hata yaptınız, eğer kontenjan senatörlüğünde
kalsaydımz rahatlıkla Cumhurbaşkanı seçilebilirdiniz». Bu iyi niyetli
düşüncelere ben de şöyle karşılık vermeğe çalıştım ve çalışıyorum... «Eğer ben
bir partiye girmemiş olsaydım, hemen hemen hiçbir hücumu üstüme çekmeden
Mecliste altı yıl rahat oturup maaşımı alır, belki birkaç defa kürsüye çıkar,
kimseyi kızdırmayacak bir konuşma yapar ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri
başladığında aday olarak hiç kimsenin aklına beni düşünmek gelmez ve eğer
kendim adaylığımı koyarsam bir oy alırdım, o da kendi oyum olurdu. Nedenine
gelince... bir defa çok partili bir rejim içinde yaşadığımıza göre her parti kendi
adayının seçilmeisini ister, eğer bu mümkün değilse üzerinde birleşilebilecek
tipte yani halk deyimi ile «etliye sütlüye karışmayacak» bir insan arayışı içine
girerler... ben ise bu tarife uymuyorum. İş bu kadarla bitse gene iyi ama devamı
var... Çünkü bir büyük siyasi partinin yapılmasını ve sonuçlarım benimsemediği
bir 27 Mayıs olayının içine girmişim, bu yetmemiş, rahmetli Menderes’i
Kütahya’da tutuklayıp Ankara’ya getirmişim ve hepsinden önemlisi 12 Mart
Muhtırasına öncülük ederek bu siyasi partiyi zor kullanarak iktidardan
uzaklaştırmış bir insanım. O halde hak’ça düşünürsek bu siyasi partinin benim
adaylığımı desteklemesi doğal olarak mümkün değildir. Diğer büyük siyasi
partiye yani CHP’ye gelince... 12 Mart döneminin yani «Faşist» yönetimin
uygulanmalarının sorumluluğunu taşımış bir insanı niçin Cumhurbaşkanı
seçelim diye düşünmelerinden doğal ne olabilir ki. O halde nasıl oldu da bu
partide bir dönüşüm oldu ve beni aday çıkardılar?. Çok basit, çünkü içlerinde
bulunduğum beş buçuk yıl içinde beni yakından tanıdılar, düşüncelerimi
öğrendiler ve ikinci elden yapılan hakkımdaki tanımlamaların yanlış olduğunu
gördüler. O halde ben CHP’ye katılmasaydım (ki katılma maksadım
Cumhurbaşkanı adayı olmak değildi herhalde) böyle bir sonuca nasıl
ulaşabilirdim?

Bunlara ilâveten Mecliste 14 tane Kontenjan Senatörü vardı ve bunların çoğunun


kalbinde de Cumhurbaşkanı olmak arzusu yatıyordu, hatta bazıları kulis de
yapıyorlardı... niçin biri adaylığını koyamadı?, veya neden partiler bu saym
senatörlerden biri üzerinde anlaşmağa varıp adaylığını desteklemediler, hepsi de
kendi alanlarında değerli insanlardı.

İkinci değinmek istediğim konu ise... Cumhurbaşkanı seçilmem halinde ne


yapabilecektim?., daha açık bir deyimle bir askeri müdahaleye mani olabilecek
miydim?. Olmamış bir olgunun ne sonuç vereceğini bilmeğe elbette imkân yok.
Ama benden beklenen bu isteği gerçekleştirmek için hatta detaylı sayılabilecek
bir program ve eylemler zincirini planlamıştım. Televizyon-radyo-basın aracılığı
ile halkla temas ve destek sağlayarak Siyasi Parti liderleri ve yabancısı olmadı

ğım Silâlılı Kuvvetlerle diyaloga girmek sureti ile bir çözüm bulunabileceği
ümidini taşıyordum. Sayın Cüneyt Arcayürek o dönemde yazdığı ve beni tenkit
ettiği bir makalesinde şu anlama gelen bir düşüncesini sergilemişti... benim için
«Sivil 12 Mart’ı Çankaya’ya çıkaracak» diyordu. Doğru bir tahmin yapmış...
askeri 12 Eylül’ün Çankaya’ya çıkması yerine Meclisleri ve siyasi partileri açık
tutacak bir yöntemle o günkü tehlikeli gidişi durdurucu bir formülü denemekten
yani sivil 12 Mart’ı denemekten başka bir çare kalmış mıydı?

* * * * *

Senatörlüğüm sona erdikten sonra bir taraftan hiçbir görev ve sorumluluğu


olmayan sade bir vatandaş gibi yaşamanın rahatlığı, diğer taraftan biraz
düşünebilen herkes gibi olabileceklerin endişesini hissediyordum. Bir askeri
müdahaleye muhakkak nazarı ile bakıyordum. 30 Ağustos’ta Genelkurmay
Başkam... «Erbakan, 30 Ağustos’a karşı mı değil mi? diye sorunca günlerin
yaklaştığım anladım. Merakım... ne tür bir müdahale olacağı idi... onu da 12
Eylül 1980 sabahı öğrendik.
BEŞİNCİ BÖLÜM
SİYASİ YAŞANTIMIZDA SİLAHLI
KUVVETLERİN KONUMU VE
ETKİNLİĞİ
Konuya; 20 nci yüzyılda Silâhlı Kuvvetler Komutanlarının veya mensupları ile
kökenleri subay olanların, Türk siyasi hayatındaki önemli olay ve siyasi
örgütlenmeler ile yüklendikleri siyasi görevlere değinerek girmekte yarar
görüyorum.

* ÖNEMLİ OLAYLAR:

a. Padişah 2nci Abdiilhamid’in mutlaki yönetimine son vermek amacı ile


Rumeli ve Selanik’te, Enver bey (paşa), Resneli Niyazi bey ve Atıf bey gibi
subayların öncülük etmesi ile girişilen ayaklanmalar sonucunda, 1908 yılında
anayasa tekrar yürürlüğe konmuş, meclisler açılmış ve meşrutî yönetime geçiş
sağlanmıştır.

b. 31 Mart 1909’da İstanbul’da yobazlar ve tutucular tarafından çıkarılan isyan


Hareket Ordusunun iııisyatifi ile bastırılmış ve Padişah Abdülhamit taht’tan
indirilmiştir.

c. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra başta Kur. Yarbay Enver bey (paşa) in
bulunduğu küçük bir subay grubu ile Babı-alî (Başbakanlık) baskını
gerçekleştirilmiş ve yetersiz görülen Hükümet devrilmiştir.

d. Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı başlatılmış, zafere ulaşılmış


ve j^eni bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

e. Silâhlı Kuvvetleri temsilen bir gurup General ve Subay tarafından 27 Mayıs


1960’da ihtilâl yapılarak, yönetime bütünü ile el konulmuştur.

f. Silâhlı Kuvvetleri temsilen dört komutan 12 Mart 1971’de siyasi bir


müdahale ve uyarıda bulunmuştur.

g. 12 Eylül 1980’de Silâhlı Kuvvetleri temsil eden beş Komutan’ca bir askeri
müdahale yapılmış ve yönetime bütünü ile el konulmuştur.

* ASKERLERİN VEYA ASKER KÖKENLİLERİN LİDERLİĞİ VEYA


KATKISI İLE KURULAN SİYASİ PARTİLER:

a. İttihat Terakki ve Hürriyet-İtilâf Fırkaları

b. Halk Fırkası (sonraları CHP)

c. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

d. Serbest Fırka

e. AP

f. MHP

g. Büyük Türkiye Partisi

h. Milliyetçi Demokrasi Partisi

TÜRKİYE CUMHURBAŞKANLARI

a. Atatürk (Asker)

b. İsmet İnönü (Asker)

c. Celâl Bayar

d. Cemal Gürsel (Asker)

e. Cevdet Sunay (Asker)

f. Fahri Korutürk (Asker)

g. Kenan Evren (Asker)

* BaşbakanLAR :
Cumhuriyetin ilânından sonra bugüne kadar 19 kişi Başbakanlık yapmıştır.
Bunlardan 7’si asker kökenlidir.
İÇ BÜNYEMİZİN SOSYO-POLİTİK
AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ,
SİLAHLI GÜÇ-SİYASİ GÜÇ
İLİŞKİLERİ
Yukarıdaki izahlarımız sonunda ilginç bir tablonun ortaya çıktığı görülmektedir.
Subay adedinin, nüfus içindeki küçük yerine kıyasla yüklendiği misyon çok
fazladır. Bunun elbetteki birtakım sebepleri vardır. Bu sebeplerin bir bölümünü
şöylece sıralamak mümkündür:

* EĞİTİM (Osmanlı İmparatorluğu döneminde): Batı’ya daha doğru bir deyimle


Türk toplum kesimleri içinde çağdaş uygarlığa açılan ve o uygarlıkla ilk ilişkiyi
kuran kesim Ordu olmuştur. Biliyoruz ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihi yaşam
süreci içinde; kurulma, büyüme, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerini
yaşamıştır. Gerileme ve çöküş’ü durdurabilme veya en azından geciktirebilmek
amacı ile 18nci ve 19ncu yüzyılda birtakım önemli önlemler alınmağa ve Ordu,
gerek eğitim, gerekse silâh sistemi bakımlarından çağdaş düzeye getirilmek
istenmiştir.

Kısaca yapılanlara göz atarsak:

a. 1773 yılında Mühendishane-i Bahri Humayun ve 1795 yılında


Mühendishan-i Berri Humayun okulları açılarak, ilkinde deniz, İkincisinde topçu
ve istihkâm subayları yetiştirilmeğe başlanmıştır.

b. Çağ’a göre modern Harp Okulu 1834 ve Harp Akademisi 1847 yıllarında
faaliyete geçmiştir.

c. 1846-1872 yılları arasında İmparatorluğun çeşitli yörelerinde Askeri


Rüştiyeler (ilkokul-orta okul karışımı) ve Askeri İdadiler (Lise) açılmıştır

d. Bu yeniliklerin gerçekleşmesi için Fransız, İngiliz ve Alman uzmanlardan


istifade edilmiştir.
* Cumhuriyet döneminde ise çağdaş eğitim devam ederken çok önemli bir
müşterek ideal, her Türk subayına «beyin yıkayarak değil» fakat «inandırılarak»
aşılanmıştır... Atatürk ilke ve d evrimleri ile Türkiye Cumhuriyeti devletine
sahip çıkmak fve bunlan iç ve dıs düşmanlara karşı savunmak.

Bizim kuşağımıza; yetişme ve eğitim çağında iken, tarihimiz ve devlet


hayatımızda görev almış insanların ve bilhassa askerlerin yaşantıları en ufak
detayına kadar öğretildi veya bizler Öğrenmeğe çalıştık. Her konuda büyük
Atatürk’ü ve yakın arkadaşlarını örnek aldık.

Atatürk’ün; Harp Akademisi öğrenimi sırasında el yazısı ile siyasi içerikli gazete
çıkardığını, Akademiyi Kurmay Yüzbaşı olarak bitirdiğinde YILDIZ’da
sorgulandığını, ilk görevinin sürgün sayılabilecek ŞAM (Suriye) olduğunu,
Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin kurulmasındaki katkısını, gizlice Selânik’e
gidişini ve sonra oraya atanmasını, İttihat Terakki Fırkası’nın kurulma
çalışmalarına katüışmı sanki olaylarm içinde kendimiz de yaşarcasma öğrendik.
I nci Dünya Savaşı’ndaki başarılarını, savaşın geleceği ve sonucu üzerindeki
düşünce ve tekliflerini hiç çekinmeden üst’lerine rapor ettiğini, adeta tek başına
denebilecek bir atılımla Anadolu ihtilâlini başlatmasını, askerlikten istifasmı ve
Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasını ve Cumhuriyeti ve yeni' bir bağımsız devlet
kuruşunu ve bu eylemler sırasında yaptığı insanüstü mücadeleleri beynimize
yerleştirdik.

Bizim kuşaklarımız subay olup rütbelerimiz ilerledikçe, hayatımız boyunca


daima bir ikilemle karşılaştık... «Gerçekler ve nasihatler».

Gerçekler; gerektiğinde subayların politika ile uğraşı vererek vatanı


kurtardıklarını gösterirken, söylenenler ve nasihatler başka türlü oluyordu.
Kurtuluş Savaşı; Atatürk’ün önderliğinde asker-sivil siyasi kadrosu ile milletin el
ele vermesi ile başarıya ulaşmıştı. O dönemde Komutanlarm çoğu, rütbelerine
göre birliklere komuta ederken aynı zamanda milletvekili ve Bakanlık yapıyorlar
ve bu siyasi görevleri yaparken üzerlerinde üniforma taşıyorlardı. Kurtuluş
Savaşı’ndan sonra da bu durum bir süre devam etti. Ne zaman ki en yakın silâh
arkadaşlarının bir kısmı Atatürk ila çeşitli sebeplerle anlaşmazlığa düştüler...
Atatürk askerleri ve Orduyu politika dışına çekmek gereğini duydu ve
Komutanlara, milletvekilliği veya askerlikten birini seçmelerini istedi. Bir kısım
komutanlar siyaseti seçtiler ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurmakta
gecikmediler ve hayatı boyunca askerlik ve siyaseti, gerektiği için beraber
yürütmek zorunda kalan Atatürk şu sözleri söyledi...
«Komutanlar, askerlik görevi ve gereğini düşünürken ve uygularken, dimağını
siyasi düşüncelerin etkisinde bulundurmaktan kaçınmalıdır. Siyasi gerekleri
düşünen başka görevliler olduğu unutulmamalıdır. Memleketin genel yaşamında
Orduyu siyasetten arındırmak ilkesi, Cumhuriyetin daima sözünü ettiği bir esas
noktadır. Şimdiye kadar izlenilen bu yolda, Cumhuriyet Orduları, vatanın emin
ve metin hamisi olarak, hürmet ve kuvvet mevkiinde kalmışlardır.»

27 Mayıs ve 12 Mart döneminde de ihtilâl ve müdahaleyi yapan Komutanlar


astlarına bu gibi sözler söylemiş ve nasihatlerde bulunmuşlardır. Rahmetli İsmet
İnönü gerçekçi bir görüşle 12 Mart döneminde şu sözleri sarf etmiştir...

«Türkiye zaman zaman restorasyon (tamir) dönemlerine girer. O dönemlere


girildi mi Ordu müdahale eder, bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer ve biz
politikacılar işleri yine bozarız, yine Ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve
bu onarım dönemleri de gitgide sıklaşacaktır».

12 Eylül Harekâtından sonra Devlet Başkanı Org. Evren, Harp Okulunda yaptığı
konuşmada aynı nasihatlerde bulunmuş ve şunları söylemiştir...

«Evlâtlarım... Hiçbir zaman asker olduğunuzu unutmayın. Bu yaşlarda sakın ola


ki politika ile uğraşmayın... ne zaman ki bir Ordu politikanın içine girmiştir, o
ordu yavaş yavaş disiplinini kaybetmeğe ve yavaş yavaş çökmeğe başlamıştır...
onun içindir ki bizim yaptığımız harekâtı kendinize sakın ola ki misal olarak
almayınız ve sakın ola ki politikaya karışmayınız».

* Bazı siyasilerimiz ve düşünürlerimiz, özür dilerim, bazen biraz safça bir


düşünceye kendilerini kaptırmaktadırlar. Silâhlı Kuvvetler İç Hizmet Yasası
«Silâhlı Kuvvetlerin görevi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye
Cumhuriyetini kollama ve korumaktır» demektedir. Bu maddenin ilk bölümü
Silâhlı Kuvvetlere askeri, ikinci bölümü ise siyasi içerikli görev vermektedir. İşte
bu noktadan hareketle denir ki... bu maddeyi değiştirelim, siyasi görev kısmı
kalmasın,, böylece askeri müdahale sebebi ortadan kalkar. Askerlikte değişmez
bir kaide vardır... «durumdan görev çıkarma» . O halde bu maddenin içeriği
değiştirilse ve kaldırılsa, Ordu; Cumhuriyetin tehlikeye girdiğini görüp... ama bu
tehlikeyi önlemek benim görevim değil diyerek seyirci mi kalacak?. Tabii bu
mümkün değil.

Zannediyorum Silâhlı Kuvvetler Komutan veya mensuplarının karşı karşıya


kaldıkları bu zoraki ikilemi anlatabildim. Bu iki ikilemi ortadan kaldırmak ise
İsmet İnönü’nün dediği gibi siyasetçilere düşüyor... ne demişti İnönü... «biz
politikacılar işleri bozarız, ordu müdahale eder.» Mesele siyasetçilerin yurdu
yönetirken beceri göstermeleri ve müdahale ortamı yaratmamaları ile
çözümlenebilir. Batı ülkelerinde bir bunalım çıktığında bunu Komutanlar
çözmeğe kalkışsalar, yönetim onları hemen bir kliniğe sevk ederek akli
dengelerini teste tabi tutar. Bizde ise Komutanlar bunalıma müdahalede
gecikseler, halk.. «ORDU NEREDE KALDI?» diye sorar.

SİVİL KÖKENLİ SİYASİLERİMİZ:

* Devleti yönetmeğe talip olanların büyük kısmı normal olarak sivil kökenli
insanlarımızdır. Bu kesimde batı’ya yani çağdaş uygarlığa ilk açılan kesim önce

Tıbbiyeliler, sonra Mülkiyeliler olmuştur. Yabancı dilde öğretim yapan okullar


da batı’ya açılışta rol oynamışlardır. Bir dönemin siyasi hayatında öncelik
Galatasaray Lisesi ve Mülkiyeli kesimde idi, buna bir de Masonluk eklenince
etkinlik (ben nedenini bilemiyorum) daha da artıyordu (*). Sonraları Hukukçular
siyasi hayatımızda üstünlük sağladılar. Yaşadığımız dönemde ise Mühendisler
egemenliği göğe çarpmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri Meclislerde temsil
edilir hale gelmiştir. Örneğin 12 Eylül 1983’de faaliyetine son verilen

Meclis ve Senatonun başlıca mesleklere göre bölümü şöyle idi:

Meclis Senato Toplam

Hukukçu 122 89 211

Mühendis 36 11 47

Siyasal Bilgiler 27 18 45

Ticaret 42 42

Asker 14 28 42
Doktor - Dişçi 20 15 35

Ekonomi 20 13 33

Çiftçi 32 32

Milli Eğitim 25 7 32

Yönetici 18 8 26

Din işleri 19 2 21

Maliyeci 13 13

Basın 12 12

Ziraat 11 11
Mühendisi

Orman 11 11
Mühendisi

Sendikacı 10 1 11

(Az da olsa askerler içinde de Masonlar vardı, ben Mason olma teklifi almadım.)

* Meclis dışında yüzeysel, fakat Meclis içinde bulunduğum 6 yıllık sürede


politika içinde uğraş veren kişileri kendi izlenimlerime göre şöyle
sınıflayabilirim:
— Siyaset ve parti faaliyetlerini kendilerine meslek edinenler: Bu tipler
demokratik rejimle idare edilen bütün ülkelerin siyasi hayatında yer alırlar ve
gereklidirler. Zamanla deneyim kazanıp çok faydalı hizmetler görebilirler. Bir
bölümü ise partiler gibi kendilerini siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru olarak
kabul ederler ve kendileri olmazsa Türkiye’nin iyi ellerde yö-netilemeyeceği
kuruntusuna kendilerini kaptırırlar.

— Amatörler ve hevesliler: Kendi mesleklerinde bir müddet çalıştıktan ve


hatta başarılı olduktan sonra kartvizitlerine Senatör ve Milletvekili yazdırmak
isteyenlerdir. Bu tiplerin içinden çok iyi politikacılar yetiştiği görülmüştür.

— Parlamenterliği kendi veya ilişkili olduğu konu üzerinde kişisel çıkarlarını


yürütebilmek ve geliştirebilmek için basamak olarak kullanan tipler. Bu tiplere
her ülkede rastlamak mümkündür, yaşadığımız dönemde ise bizde bu tiplerin
adedi çok artmıştır.

— Kendilerini zor koşulların insanı olarak takdim eden, hakikatte çoik partili
demokratik rejimi pek de benimsememiş olan, zaman ve şartlara göre Çankaya’
ya, partilere, basına mesaj verebilen ve «birlik, beraberlik içinde birleşip
Atatürk’çülük yolunda yurdu girdiği bunalımdan çıkaralım» sloganı ile hareket
eden ve bir müdahale olunca her dönemde bir makama gelebilen tipler. Bunların
isimlerini vermek gereğini duymuyorum, ama bu bölüme giren politikacıların
bazılarının ne hikmetse 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinden bir, iki
veya üçünde de görev alabilmiş olmaları çok ilginçtir.

— Parlamenterlerin siyasi uğraş alanları değerlendirildiğinde çoğunluktan


azınlığa doğru... ilçe, il, Türkiye, Dünya sorunlarını kavrayabilen bir yetenekte
oldukları saptanabilir. Daha açık deyimle büyük çoğunluk, Türkiye gibi hızla
büyüyen ve sorunları artan bir ülkenin problemleri yerine bölge sorunları ile
uğraşmayı ve bu ilgileri dolayısıyla seçmenleri nazarmda puan toplayıp yeniden
seçilmeye birinci öncelik vermektedirler. Bu da toplumda Meclise karşı olan
güveni azaltmaktadır.

— Siyasi partilerde disiplin şarttır, fakat bizde bunun yerini lider hegemonyası
almakta ve partilerin Meclis gruplarına genellikle oy vermek makinesi gözü ile
bakılmaktadır.

* Politikacı-Asker ilişkileri: Türkiye’nin ekonomik kalbi nasıl İstanbul, İzmir


gibi şehirlerde atıyorsa, siyasi kalbi de Ankara’da atmaktadır. Ankara’da politika
her gün sıcaktır. Ayrıca Ankara’da nedense çok miktarda askeri birlik, okul ve
subay vardır. Silâhlı Kuvvetlerdeki general sayısının nerede ise yarışma yakını
gene Ankara’daki muhtelif görev yerlerinde çalışmaktadırlar. Genelkurmay
Başkanı ve Kuvvet Komutanları aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu
üyesidirler. Bütün bu askeri kesim, istese de istemese de bu sıcak siyasi atmosfer
içinde yaşamakta, resmi ve özel yaşantılarında siyasilerle ilişki kurarak onlan
daha yakından tanımak ve bunalımlı bir döneme girildiğinde onların
yeteneklerini, eksikliklerini, yanlışlarını, zaaflarını görebilmektedirler.

Önceleri siyasileri izlemek, sonraları uyarmakla yetinmekte, fakat Devlet ve


Cumhuriyet tehlikeye girince fiili müdahale zorunluluğu duymaktadırlar.

* Ben de Türk’üm ve bununla iftihar ederim, ama bazı geriliklerimiz ve


saplantılarımız olduğunu da itiraf etmek gereğine inanırım. Türkiye’de yazma
okuma oranı % 70’lere çıktı, ama. okuduğunu anlayan insan yüzdemiz herhalde
bunun çok altındadır. Halkumzm büyük çoğunluğu asırlardan beri geri
bırakılmışlığm ve ekonomik zorlukların altmda ezilmiştir. Devlet; genelde
vatandaşı, savaşlara sürülecek ve vergi toplanacak olan bir birey olarak görmüş
ve kendisinin de görev ve sorumlulukları olduğunu görmezlikten gelmiştir.
Halkın büyük çoğunluğu devletin süregelen ilgisizliği karşısında köyüne yol
yapılması, içmfe suyu getirilmesi, manyetolu bir telefon bağlanması gibi
hizmetlerle sevinir ve yetinir olmuştur. Halkımızın oldukça büyük bir bölümü;
demokrasi, hak ve özgürlükler, yönetime ilgi ve katılma bakımından fazla ilgi
göstermemekte ve belirli aralıklarla yapılan seçimlerde oy vermekle siyasi
görevini yapıp bitirdiği düşüncesindedir. Gene halkın büyük bir bölümü
çıkarlarının hangi siyasi parti tarafından destekleneceği konusunda zaman zaman
yanılgıya düşebilmektedir. Emek gücünü oluşturanların bir bölümü bu emeği
değerlendirmeyi amaçlayan bir parti yerine, sosyal tutkularım tahrik eden, ama
kendilerine ekonomik açıdan hiçbir şey vermeyecek bir partiyi oyları ile
destekleyebilmektedir. Buna karşın, İstanbul’da Şişli ve Adalar sosyetesine
mensup bir kesim sol bir partiye oy verebilmektedir.

Bütün bu sıraladığım olumsuz yönlere karşılık, halkımız genelde çok büyük bir
sağduyuya ve adeta altıncı hisse sahip bir toplum manzarası göstermektedir.
İlgilenmiyor gibi göründükleri siyasete, zaman gelince bütün ağırlıklarını
koyabilmekte ve yurt yönetiminde söz sahibi olduklarını kanıtlayabilmektedirler.
Bunun örneklerini yakın geçmişimizde ve hatta günümüzde görebiliriz... 1950
seçimlerinde Demokrat Parti’yi büyük çoğunlukla iktidara getirmeleri, bu parti
yöneticilerinin başarısızlığını gördükçe milletvekili adedini 30’lara indirdiği
muhalefeti 1957 seçimlerinde 188’e yükseltmesi, 1965 ve 1969 seçimlerinde tek
başma iktidara getirdiği AP’i 1973 ve 1977 seçimlerinde ikinci parti durumuna
getirişi, kendisine umud bağladığı CHP’nin yetersizliğini saptayınca 1979
seçimlerinde bu partiye verdiği oyları geri aldığı hepimizin belleklerinde
tazeliğini korumaktadır. Gene aynı halk, 12 Eylül 1980 harekâtını benimsediği
ve onayladığı halde 1983 genel seçimlerinde kendine 1980 yönetiminin sivil
yönetimi görüntüsü vererek iktidara gelmeyi garanti gören bir partiyi oyları ile
sonunculuğa iti verdiği gibi, 1984 yılı yerel seçimlerinde de evvelce oy vererek
Meclise soktuğu iki partiyi baraj limitinin altına düşürüverdi.
27 MAYIS, 12 MART VE 12 EYLÜL
ASKERİ MÜDAHALELERİ
ÜZERİNE KİŞİSEL
DEĞERLENDİRME
MÜDAHALENİN GEREKÇESİ VE MÜDAHALE ŞEKLİ :

a. 27 MAYIS 1960 : «Demokrasinin içine düştüğü bunalım ve kardeş


kavgasına meydan vermemek» gerekçesi ile Silâhlı Kuvvetler ülke yönetimine
tümü ile el koymuşlardır.

b. 12 MART 1971 : «Parlamento ve Hükümet, yurdumuzu anarşi, kardeş


kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş ve Türkiye
Cumhuriyetinin geleceği tehlikeye girmiştir. Mevcut anarşik durumu giderecek
ve Anayasa’mn öngördüğü reformları Ata-türk’çü görüşle ele alacak ve inkılâp
yasalarmı uygulayacak bir hükümetin demokratik kurallar içinde kurulması»
gereği ile yazılı bir ikaz yapmakla yetinilmiş, Silâhlı Kuvvetler ülke yönetimine
el koymamış ve sorunun çözümünü, belirlediği görüşler doğrultusunda
Meclislere bırakmıştır.

c. 12 EYLÜL 1980 : «Her geçen gün hızını arttıran anarşi, terör ve bölücülüğe
karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanması, Anayasanın getirdiği geniş
hürriyetleri kötüye kullanarak Türkiye’yi komünizme, şeriat düzenine ve
faşizme götürecek eylemlere son vermek. Devlet otoritesini yemden kurmak ve
demokratik sistemin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak»
gerekçesi ile Silâhlı Kuvvetler ülke yönetimine tümü ile el koymuşlardır.

* MÜDAHALE DÖNEMİNDE YAPILAN ÖNEMLİ


İŞLER:

27 MAYIS 1960
1. Yönetimi 38 general ve subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi devralmıştır.
Devlet Başkanlığı’ na Org. Cemal Gürsel getirilmiştir.

2. Meclis feshedilmiş, yeni bir Hükümet kurulmuş, bir süre için parti
faaliyetleri durdurulmuştur.

3. Demokrat Partili milletvekilleri ve düşük Cumhurbaşkanı, Anayasayı ihlâl


suçundan Yüksek Adalet Divam’n a sevk edilmiştir.

4. Partilerin ve toplumun çeşitli kesimlerinin temsil edildiği bir Kurucu Meclis


teşkil edilmiş ve yeni Anayasa hazırlanmıştır.

5. Yeni siyasi partiler kurulmuş ve serbest bir eleştiri süresinden sonra yeni
Anayasa halkoyuna sunulmuş ve kabul edilerek yürürlüğe girmiştir.

6. Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerden soma Meclisler açılmış, normal


demokratik düzene geçilmiş ve yeni Cumhurbaşkanı Meclislerce seçilmiştir.

12 MART 1971
1. Dönem süresince Meclisler faaliyetlerine devam etmişler ve Meclislerden
çeşitli Hükümetler çıkmıştır.

2. Anayasanın bazı maddeleri değiştirilmiştir.

3. Anarşi durdurulmuştur.

4. TRT ve Türk Hava Yolları hariç askerler ve asker emeklileri yönetimde


görev almamışlardır.

5. İstenen reformlardan bir bölümü yapılabilmiştir.

6. Yeni Cumhurbaşkanını Meclisler seçmiştir.

12 EYLÜL 1980
1. Yönetimi 5 generalden kurulu Milli Güvenlik Konseyi devir almış, Devlet
Başkanlığına Org. Kenan Evren getirilmiştir.
2. Meclisler feshedilmiş, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur.

3. Dört siyasi partinin genel başkanları, Silâhlı Kuvvetler güvencesinde


gözaltına alınmıştır.

4. Konseye karşı sorumlu bir Hükümet teşkil edilmiştir.

5. İki siyasi parti lider ve yöneticileri hakkında (MSP ve MHP) dava açılmıştır.

6. Bir Danışma Meclisi kurulmuş, bu Meclisce bir Anayasa taslağı


hazırlanmış, kısa bir dönem bu taslak üzerinde kamuoyunda tartışma açılması
serbest bırakılmış, sonra bu izin kaldırılmış ve Devlet Başkanı yurt sathını
gezerek halka hitap etmiş ve Anayasanın izahını yapmıştır.

7. Mevcut siyasi partiler feshedilmiş, mal varlıklarına el konulmuştur.

8. Anayasa geçici maddeleri ile iki büyük partinin (CHP ve AP) milletvekillerine
ve senatörlerine Konseyce siyasi kısıtlama ve yasaklamalar konmuştur.

9. Anayasa halk oylaması ile Cumhurbaşkanı seçimi bir arada yapılmıştır.

10. Siyasi partilerin kurulmasına izin verilmiştir.

11. Konseyce kurucuları veto edilmek veya kapatılmak suretiyle bazı partilerin
seçime girmesi önlenmiştir.

12. Kurulmasına izin verilen ve vetolanmayan adaylarla yapılan 1983 genel


seçimlerinden sonra T. Büyük Millet Meclisi açılmış ve kendi içinden bir
Hükümet çıkarmıştır.

13. 1984 yılında, Genel Seçimlerden sonra kurulan partilerin de katılmasıyla


yerel seçimler yapılmıştır.

* MÜDAHALEYİ YAPANLARA TANINAN HAKLAR:

27 MAYIS 1960 : Müdahaleyi yapan 38 general ve subaydan 14’ü bir süre sonra
Komite’den çıkarılmış, di-* ğerleri 1961 yılında kabıü edilen yeni Anayasaya
göre ömür boyu Tabii Senatör olmuşlardır. Bunlardan istifa eden ve vefat edenler
dışında kalanlar 12 Eylül 1980 tarihine kadar bu statülerini korumuşlardır.
12 Mart 1971 : Müdahale muhtırasını imza eden dört Komutan için bir hak veya
güvence istenmesine gerek görülmemiştir, hatta dönem devam ederken
Komutanlardan ikisi emekli olmuşlardır.

12 Eylül 1980 : Müdahaleyi yaparak Konseyi oluşturan beş komutandan biri


olan Sayın Org. Kenan Evren Cumhurbaşkanlığına seçilmiş, diğer dört komutan
Anayasa gereğince 6 yıl süre için Cumhurbaşkanı Konseyi üyeliklerine
getirilerek, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin sahip oldukları özlük
haklarına ve dokunulmazlığa sahip hale gelmişler, kendilerine ayrıca konut ve
makam otosu tahsis edilmiştir.
12 EYLÜL DÖNEMİ SONRASI
DURUMUN
DEĞERLENDİRİLMESİ VE
GELECEĞİMİZ ÜZERİNE
DÜŞÜNCELER
Bugünü değerlendirebilmek için önce kısaca Cumhuriyetin ilânından sonraki
rejim gelişmelerine kısaca göz atmakta fayda görüyorum.

Türkiye Devleti bir Cumhhuriyettir ve bundan kimsenin şüphesi yoktur, ama


demokratik bir rejim, Cumhuriyetin ilânı ile birlikte bugüne kadar sürüp gelmiş
midir? Ve bugün tam anlamı ile bir demokratik re jim içinde miyiz? Bunun
cevabı kişilere göre değişebilir. Zaten demokratik rejimin matematiksel bir tarifi
de yoktur. Öyle olsa bu rejimle yönetilen ülkelerin Anayasa ve yasaları aynı
olurdu. Yalnız şurası gerçektir ki-, Cumhuriyet ile demokratik rejim birbirleri ile
muhakkak Özdeş değildir. Seçimle gelmiş bir Meclise ve Cumhurbaşkanına
sahip olmak, bir ülkede demokratik rejimin varlığına dayanak teşkil etmez.

Atatürk döneminde Türkiye, tek parti ve tek meclis sistemi ile yönetilmiş, Devlet
- icra - parti - hükümet iç içe girmişlerdir. Milletvekilleri seçimleri iki dereceli
sistemle yürütülmüş, adayların hemen tümü Atatürk -İnönü İkilisi tarafından
tespit edilmiştir.

Gazi Mustafa Kemal devrimlerine henüz yeni başlamış, padişahlık ve Hilafeti


kaldırmıştı ki, en yakın eski arkadaşlarından bir grubu karşısında buldu. Onlar da
bir parti kurmuşlar, Cumhuriyet sözünü yeterli görmeyerek başına Terakkiperver
kelimesini ekleyerek yeni kuruluşa Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adını
vermişler, fakat parti programına... «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası itikadı
diniyyeye hürmetkardır» maddesini koyarak, Atatürk’e karşı olan kesime
mesajlarını vermişlerdi. Mesajı alan statükocular ve geçmişe Özlem duyanlar
partiye dolup, eylemler başlayınca, parti 3 Haziran 1925’de yedi aylık bir
faaliyetten sonra kapatılmıştır.
Zaten, Cumhuriyet’in kurulması kolay olmasına karşın korunması hiç de kolay
olmamıştır. İsyanlar, Takrir-i Sükûn yasaları ve İstiklâl Mahkemeleri
dönemlerinin yaşanması gerekmiştir. Yobazlık ve gericilik her zaman
hortlayabileceğini göstermiş, hatta Cumhuriyetin ilânmdan yedi yıl sonra
Kubilây adlı genç bir ye-deksubay, bir tarikata mensup dindarlar (!) tarafından
halkın gözleri önünde boğazı kesilerek öldürülmüş ve kesilen başı, yeşil
bayrağın tepesine takılarak Menemen sokaklarında gezdirilebilmiştir.

Tek parti yönetimine karşı şikâyetlerin artması karşısında bir yeni parti
oluşturmak amacı ile Atatürk; en yakın ve güvendiği arkadaşlarından biri olan
Fethi Okyar’ı gürevlendirdi. Okyar, liberal ve uygar yapılı bir insandı. Buna
rağmen, kurduğu partiye, kendi hiç istememesine rağmen çoğunlukla
statükocular ve devrimler karşıtı kesim dolmağa başlayınca partiyi kapatma
zorunluluğunu duydu.

Bana göre, Atatürk tarihimiz içinde gelip geçmiş en büyük Türk devlet adamı
olmasına ilâveten en büyük devrimcidir. Türk toplumunu çağdaş uygarlık ve
yaşantıya ulaşmaktan alakoyan bütün manileri yıkmış ve yerine yepyeni bir
düzen kurmağa çalışmıştır. Elbette bu çabalarına karşı çıkanlar vardı ve yaptığı
devrimler, klasik özgürlükçü bir rejim içinde hem gerçek-leşemezdi, hem de
yerleşemezdl Bu sebeple o dönemi... çağdaş uygarlığa bir atılım ve demokrasiyi
yavaş yavaş yerleştirmeyi amaçlayan kendine özgü bir rejim dönemi olarak
kabul etmek daha doğru olur.

1938 -1950 yıllan arasında Cumhurbaşkanlığı görevini İsmet İnönü yüklenmişti.


Bu dönemin yarısı müd-detince II nci Dünya Savaşı sürmüş ve tek parti
yönetimli rejim devam etmiştir. 1945 yılından itibaren çok partüi döneme
girilmiş, iki askeri müdahale süreci hariç bugüne kadar bu sistemden
vazgeçilmemiştir.

Cumhuriyet döneminde çok partili rejim yaşantımız 40 yılı doldurdu, ama


rejimimiz, demokratik hak ve özgürlükler bakımından hâlâ çok kısıntılı bir
sistem içinde. Acaba neden böyle oldu? Bana göre, eğer 1945 yılında çok partili
döneme geçtiğimizde bütün siyasi partiler hiç olmazsa bir süre için Atatürk
devrim ve ilkelerini benimseyerek, program farklarını başka alanlara
kaydırsalardı ve bir kısım partiler eski özlemleri, özendirici ve kışkırtıcı vaatler
ve eylemler içine girme-selerdi, geçmişin iyi taraflannı da benimseyerek
yetişecek yeni kuşaklar Türkiye’nin çehresini şimdi değiştirmiş olurlar ve
demokratik rejim Batüı anlamı ile rayına oturmuş olurdu.
Tek başına değil, fakat bir açıdan bakıldığında rejimlerin mihenk taşı
Anayasalardır. Bu sebeple siyasi yaşantımızdaki Anayasalara kısaca değinerek
bugüne gelmekte yarar vardır. 1924 Anayasasının gelişen Türkiye’nin
gereksinmelerini karşılayamadığı, ayrıca Mec-îis’te çoğunluk partisi
diktatoryasma engel olamaya-rak demokrasiyi felce uğrattığı görüldü. 27 Mayıs
ihtilâlinden sonra yürürlüğe giren yeni Anayasa, genelde bir tepki Anayasası idi.
Toplumun ortalama seviyesinin ilerisinde olmakla beraber, iyi uygulanırsa
toplumun gelişmesini engelleyici bütün manileri ortadan kaldırmayı
amaçlamıştı. Anayasa bir yandan bazı siyasi partiler tarafından benimsenmez ve
bazı bölümleri uygulanmak istenmezken, diğer taraftan Anayasal organların
çoğu ve bireyler kendilerine tanınan yetkileri ve özgürlükleri kullanmakta
aşırüıklara ve hatalara yöneldiler. Örnekleri çok bu gibi hareketlerin, birkaçına
kısaca değinelim... Anayasa Mahkemesi 1974 yılı Genel Affı’nda Meclislere ait
bir yetkiyi kendi kullandı ve af kapsamını genişletti. Üniversite özerkliği de
yanlış anlaşılan konulardan biri oldu. Bir sendikamız, hakkı olan bir yasal
mitingi düzenlerken, hakkı olmayan eylemlere girdi, Taksim Alanı, Lenin ve
Mao’nun büyük posterleri ile dolduruldu. Düşünce özgürlüğü istismar edilerek
bölücü akımlar ve eylemler hızla büyüdü. Zaten haklar bilinçli bir mücadele
sonucu elde edilmezse değeri anlaşılmaz, bizde ise bu haklar ya yukarıdan
verilmiş veya kısıtlanmıştır.

1961 Anayasası’nın verdiği hak ve özgürlükler, 12 Mart döneminde anarşiyi


önlemek amacı ile ufak sayılabilecek bazı değişikliklerle kısıtlanınca, toplumun
bir bölümünde olumsuz tepkiler doğmasına sebep olurken, 12 Eylül öncesi
ortamının anarşi ve huzursuzluklarından bıkkınlık getiren millet, her ne kadar
tek taraflı yönlendirilmenin etkisi varsa da, büyük bir çoğunlukla ağır
kısıtlamalar getirmesine rağmen yeni Anayasa oylamasında KABUL OY’u
verdi. Şimdi bu olumlu oy verenlerin bir bölümünde pişmanlık duygulan
uyanmağa başladı. Bunlar, kazanılmış ve alışılmış haklardan vazgeçmenin
hatasını görmeğe başladılar. Ben şahsen bir rejim ve Anayasa uzmanı olmadığım
halde, rejimin geleceği hakkındaki görüşlerimi 1981 yılı başlarında ve Anayasa
taslağı üzerindeki düşüncelerimi de 1982 yılında dile getirmiştim.

12 Mart’ın yıldönümü vesilesiyle Cumhuriyet gazetesi benimle bir söyleşi


yapmış ve bana çeşitli sorular yöneltmiş, ben de yanıtlarını vermiştim...

SORU — Soıı olarak, yeniden Türkiye’de her 10 yıllık dönemde, kısır döngüye
düşmüşçesine askerleri müdahaleye zorlayacak nedenlerin ortadan tümden
kaldırılabilmesi için neler yapılması gerektiğini düşünmektesiniz?
ANIT — 57 yıllık Cumhuriyet döneminde 3 askeri müdahale gerçekleşti... 27
Y
Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül. Bunlar olacağı görmek istemeyenler hariç, belli ve
hatta milletçe istenir haldeydi. 27 Mayıs ve 12 Mart dönemleri sonunda görünen
kırıklıklar, burukluklar ve hatalar, istenilen ile ulaşılan sonuç beklentileri
arasındaki farktan doğmuştur. 12 Eylül dönemi sona ererken umut kırıcı
sonuçlarla karşılaşılmasını, eminim Türkiye' ' de hiç kimse istemez. O halde bu
dönemde; makul, siyasî eğilimi ne olursa olsun Türk toplumunun büyük
çoğunluğunun benimseyip, uzun süre uygulayabileceği çözümlere varabilmek
gerekir. Bu sonuca ulaşmayı iki ana nokta üzerinde birleşmemizle mümkün
görüyorum.
Bunlardan birincisini şöyle ifade edebilirim: Önce; Anayasa, partiler ve seçim
kanunlarında gerekli makûl ve toplumca benimsenebilecek değişikliklerle
yetinip, hakiki demokratik rejime geçebilecek miyiz? Yoksa kendine özgü bir
sistem bulup, «bize bu yaraşır» diye, bunun adına demokrasi mi diyeceğiz, bunu
saptamalıyız.
1961 Anayasası üzerinde 20 yıldır çok tartışıldı. Genel anlamı ile bunun tepki
anayasası olduğu, devleti ve icrayı güçsüz bıraktığı ileri sürüldü. İddianın
doğru tarafları olabilir. Ama karşıt görüş de ilkinden daha önemsiz değildir: Bu
da Anayasanın içeriğinin benimsenerek, 23 yıl zarfında tam uygulanmamış
olmasıdır.
O halde yeni anayasanın hazırlanmasında hedef alınacak ilk gaye, bu yenisinin
de 1961 Anayasasına karşı bir tepki yasası olmaktan ziyade, deneyimlerle
bünyemize uymazlık gösteren, bazı bölümlerinin değiştirilmesinden ibaret
kalmalıdır.
Suskun toplumlarda doğruyu bulmak çok zordur. Bugün, toplumun bir bölümü
suskundur ve öyle olması da, Türkiye’yi içine düştüğü girdaptan çıkarabilmek
için gereklidir. Ama toplumun bir bölümü de çok konuşkan olmuştur ve hiç de
özel bir ayrıcalıkları olmadığı halde... Anayasal düzen üzerindeki çalışmaların
başlaması arifesinde toplumun çeşitli kesimlerinin görüşlerinin açıklanmaya
başlatılabilmesi müsaadesi, doğruları bulmakta faydalı olacaktır. Türk
toplumunun hakettiği ve aşamalar yaptığı atılımları durdurmak veya geriye
çevirmek fayda vermez kanısındayım.
İkinci noktayı da şöyle özetleyebilirim: Eğer çok partili hakiki demokratik
sisteme yeniden geçeceksek, artık bu sistemin vazgeçilmez unsuru olan siyasi
partiler lider, yönetim kadroları ve parlamenterlerinin karşılıklı hoşgörü,
anlayış, diyalog, belirli konularda birleşebilmek, parti mücadelelerini eylemli
olarak sokağa dökmemek, milleti kamplara bölmemek, Atatürk ilke ve
devrimlerine sadık kalarak, parti programlarını düzenlemek ve genel anlamıyla
demokrasiyi kurallarına uygun olarak yürütmeyi hedef almaları ve bu yoldan
ayrılmamaları gerekir. Bunlar gerçekleşirse, bir daha Türk siyasi hayatında
askeri müdahale görmeyiz kanısındayım.
SORU — Sizce düşünce akımlarım yasaklamak ve insanları düşüncelerinden ya
da bunlan açıklamış olmalarından dolayı kovuşturmak terörün önlenmesi
açısından geçerli bir yöntem midir? Geçmiş deneylerinizin ışığında bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
YANIT — İsterseniz gene soruyu değiştirelim ve şöyle soralım; sizce, düşünce
akımlarını yasaklamak ve insanları düşüncelerinden ve bunları açıklamış
olmalarından dolayı kovuşturmağa tabi tutmak doğru mudur? Kovuşturma
açmak terörün önlenmesi bakımından geçerli bir yöntem midir? Ve şimdi
yanıtlayalım! Bana göre insan sessiz düşünür, yani düşündüğünü önce yalnız
kendi tylir ve gizlidir. Karşı taraf olarak gizli olan bir şeyi bilemeyeceğinize göre
nasıl yasaklarsınız? Gene insan,düşündükten ve bir fikre sahip olduktan sonra
isterse konuşur. Karşısındaki bunu beğenir veya beğenmez. Dinleyenler
çoğalırsa düşüncenin bir doğru ve beğenilir tarafı var demektir. Buna rağmen
beğenmeyenler olabilir. Ancak siz beğenmiyorsunuz diye nasıl ve hangi ölçüye
ve kurala dayanarak kovuşturma açabilirsiniz? İnsan, düşündüğünü yazabilir
de. Bu, basın yolu ile veya kitap şeklinde olabilir. Bu düşünceleri beğenen o
gazeteyi veya kitabı alır okur; beğenmeyenler de olabilir; onlar da üstelik para
vererek alıp okumazlar. Düşünceler en sert rejimlerde bile yasaklanamadığı gibi,
bunun terörle ilişkisini de ben bulamıyorum. Çünkü terör fanatikleşmiş bir
düşüncenin, toplum üzerinde etkin bir geçerlik kazanamayışımdan duyulan infial
sonucunda, bu .düşüncenin silâh yoluyla ve zorla kabul ettirilmesine dönüşmüş,
yasadışı bir eylemdir ve işte, düşüncenin değil, fakat zor güden eylemin
kovuşturulması ve cezalandırılması gereklidir bence...

Anayasa taslağı Danışma Meclisi’nce hazırlanıp basında yer alınca,


düşüncelerim sorulduğunda ise şunları söylemiştim...

«Taslak, Türk Ulusu’nun bireylerine ve toplumun bazı kesimlerine güvenmeyen,


şüpheci ve suçlayıcı bir ana görüşü baz kabul edip, çeşitli hak ve özgürlükleri
sınırlayarak devleti güvence altına alma isteğini de aşarak özgürlük ve hakların
özünü ve varlığını kullanılamaz hale getirmiştir.

İcrayı ve Cumhurbaşkanı’nı kuvvetlendirmek için yaptığı düzenlemeler tam ters


tepecek tedbirler olarak görülmektedir. Cumhurbaşkanını sorumsuz tutarken,
akla getirilmesi dahi zor ve lüzumsuz yetkilerle donatmıştır. Meclis dışından
Cumhurbaşkanı adayı seçilebilmesi yöntemi ile ulusaıl iradenin temsilcisi olan
TBMM ve üyeleri küçümsenmiştir.»
(Bir partilinin Cumhurbaşkanı olması halindeki endişeleri belirtmek bakımından
söylenmiştir.)

Cumhuriyet ve çok partili deneme geçildikten bugüne gelinceye kadar


demokratik sistem, sağda ve solda çizilmiş hudutlar içinde işlemektedir. Sağda
teokratik ve faşist yönetimler, solda komünist yönetim tarzı yasaklanmıştır.

Şimdi gene bir ikilem ile karşı karşıyayız. Bir an için çok idealist ve uygarca
düşünelim ve Anayasadaki bu kısıtlama hudutlarım ve yasaklan kaldıralım...
Toplumun geçmişten kalan birikimini, sosyal ve etnik yapısını göz önüne
getirelim, verilecek serbesti içinde kurulacak siyasi partilerin ne gibi faaliyetler
içine girebileceklerini düşünelim ve bu rejimin birkaç yıl sürdüğünü varsayalım.
Çok zaman geçmeden Türkiye, görünüm ve içerik bakımından aşağıdaki
problemlerle karşılaşabilir...

* Devletin dini esaslara ve şeriat yasalarına göre yönetilmesini isteyen parti


veya partiler kurulabilir, oy potansiyeli mevcuttur ve artabilir. Aşağıdaki istekler
doğrultusunda toplumun küçümsenmeyecek bir bölümü yönledirilebilir...

— Türk - İslâm sentezi çerçevesinde eğitim faaliyetlerinin yönlendirilmesi.


Bugün dahi bunun belirtilerini yavaş yavaş görmekteyiz.

— Arapça ve eski harflerle eğitimin serbest bırakılması ve teşviki.

— Zaviye, tekke ve türbelerin açılması, her türlü tarikat toplantı ve ayinlerinin


serbest bırakılması.

— Kıyafet Kanunu’ndaki yasakların kaldırılması ile fes, kalpak, çarşaf, peçe


kullanılabilmesi.

— Medeni Kanun’da yapılacak değişikliklerle, dinî nikâh ve çok evlilik.

* Faşist, ırkçı, diktatoryal rejimler kurulması faaliyetlerini öngören partiler


kurulabilir, oy potansiyeli de mevcuttur ve artabilir.

SOL CEPHE :

* Milletin genel yapısı ve özlemleri komünizme yatkın değil, tam tersine


karşıdır. Bu sebeple, kurulacak bir komünist partisinin halkın oyu ile iktidara
gelmesi, hatta Meclis’te bir grup oluşturacak güce erişmesi beıklenemez. Ancak
bugiin komünizmin kendi içinde mücadelesi vardır. Bizde de benzer mücadeleler
geçmişte olduğu gibi tekrarlanabilir. Kari Marks, Lenin, Mao yanlısı gruplar
gtiçbdrliği yaparak eylemci bir sol ihtilâl yapmak isteyebilirler. Ayrıca bu
gruplar, bölücülerle de işbirliği yapabilirler.

* Cumhuriyet dönemindeki Doğu ve Güneydoğu isyanları ile daha birkaç yıl


öncesinde Güneydoğu bölgesindeki bir şehrimizin BAŞKENT olarak ilân
edildiği hatırlardadır. Biz; Kıbrıs, Bulgaristan, Batı Trakya Türkleri için uğraş
verirken, bu bölgede birinci aşamada muhtariyet, ikinci aşamada Türkiye, Irak
ve İran’ın bu bölümünü kapsayan bir Devlet oluşumunu bekleyen iç ve dış
odaklarm faaliyetlerini görebiliriz, bunun sonucu da Türkiye’nin bölünme
tehlikesi olur.

ATATÜRKÇÜ CEPHE :

Atatürk devrim ve ilkelerine sahip çıkacak toplumun büyük bölümü ile Türk
Silâhlı Kuvvetleri el ele vererek yukarıda sayılan bütün tehlikeleri önleyebilir ve
şimdiye kadar da önleyebilmiştir.

Ancak sınırlamalar kalkar, eylemler legal kabul edilirse, gereksiz mücadeleler ve


toplum çalkantılarının önüne de geçilemez. O halde rejimin' yürümesi ve
Devletin devamı için birtakım sınırlamalar kaçınılmazdır. Önemli olan bunun
dozunu iyi tayin edebilmektir. Herkesi ve her kuruluşu suç işleyebilir varsayarak
kısıtlama koymakla, suç işleyenlere karşı gerekli önlemleri almanın farklı
olgular olduğu konusunda birleşi-lebilirse bugünkü kısıtlamaların çoğunu
kaldırmak kolaylaşır.
SONUÇ
* Kişisel kanıma göre, yeni Anayasada devlet güvenliği -hak ve özgürlükler
dengesinde ibre- devlet güvenliğine kaydırılırken dozaj biraz ağır basmıştır. Halk
(siyasi partilere kayıtlı olanlar hariç) adeta politik yaşamdan uzaklaştırılmıştır.
Anayasamız dolaylı olarak Batı anlamında bir Sosyal Demokrat veya
Demokratik Sol parti kurulmasını önler içeriktedir, çünkü bu tür partilerin
dayanağı olan sendika, kooperatif ve derneklerin siyastle uğraşması ve siyasi
partilerle ilişki kurması yasaklanmıştır. Buna karşın benim aralarındaki farkı
anlamktan aciz olduğum sağ partiler ortaya çıkabilmiştir. Bireylerin politikaya
katkıları ancak 5 yılda bir oy vermekten ibaret kalmıştır.

* Düşünce üzerine kısıtlamalar, bugünkü demokrasilerde artık rastlanmayan


bir görüş tarzıdır. Kimseyi düşünmekten ve düşündüğünü konuşmaktan ve
yazmaktan men edemezsiniz. Bu düşünceleri yasak ve tehlikeli saymak kişilere
göre değişir, değerlendirme objektif değil, sübjektif olur. Basit sola dönük
fikirler taşıyan bir makale dolayısıyla hakkmızda bir dava açılmış ve sağ görüşlü'
bilirkişilerden oluşan bir heyeti mahkeme (bir kastı olmadan) seçerse... rahatlıkla
komünist propagandası yapmakla suçlanabilirsiniz, tabii bunun tersi de
geçerlidir ve örneklerini sık sık görmekteyiz. Demokrasi genelde bir hoşgörü ve
tolerans rejimidir. Beğendiğiniz konulara ve davranışlarla düşüncelere kızmak ve
hele kin beslemekle konuyu çözemezsiniz. Sizin beğenmediğiniz bir görüşü
çoğunluk beğenir ve destekleyebilir.

* Bugün bazı siyasilerimiz ve düşünürlerimiz bir Geçiş Dönemi yaşadığımızı,


temkinli ve sabırlı dav-ramlması görüşünü savunuyorlar. Böyle bir geçiş dönemi
olduğu ne Anayasada ne de diğer yasalarda yazılı değil. Eğer bu düşünce 12
Eylül müdahalesini gerçekleştirmiş Sayın Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı ve
dört eski Komutanın Cumhurbaşkanı Konseyi üyesi olmalarından
kaynaklanıyorsa bu yanlış bir değerlendirme olur, çünkü bu sayın kişilerin
Anayasadaki konumları bellidir.

* 12 Eylül yönetimi yeniden çok partili demokratik döneme geçme karan


verirken, dayanaklarını bilemediğim bir durum değerlendirmesi yapmış ve buna
göre kendine bir eylem plam çizmiştir. Bu plan; ancak uygun görülen partilerin
ve kişilerin seçimlere girebilmesi esasına dayamyordu. 6 Kasım 1983 Genel
Seçimleri bu şartlar altmda yapıldı ve yapay bir siyasi arena doğdu. Evet,
seçimler ve onun sonucunda kurulan meclis meşrudur. Fakat milletin eğilimlerini
temsilden de uzaktır. Bu uzaklık yeni kurulan partilerin de katıldığı yerel
seçimlerde ispatlandı. Anayasanın geçici maddelerine konan siyasi kısıtlama ve
yasakların; objektif ölçülere dayanmaması, eşitlik ilkesini bozması ve hukuki
dayanağı olmadığı tenkit edilebilir. Bunun ötesinde «deneyimli politikacılardan
yoksun oluş», «birinci takımlar yasaklı, ikinci takımlarla memleket işte bu kadar
yönetilir» gibi yargılara kapılmak ise bana göre (ben de 5 yıl yasaklılar grubuna
dahilim) yanlış ve pek önemli değil. Hele hele Türkiye’yi yönetecek mevkilerde
bulunmuş ve sebepleri ne olursa olsun başarısızlığı tescil edilmiş kişilerin hâlâ
iddialı düşünce ve hevesleri varsa bu millete yazık olur. Bu işin doğrusunu da
1960 yılından beri bir türlü bulamadık ve bu tipleri tepeden tasfiye yerine,
bırakalım da millet tasfiye etsin sabrını gösteremedik.

* Bugünkü poitik yaşantımızda iki konunun gündemde olduğu veya gündeme


getirilmek istendiği görülmektedir. Bunlardan birincisi mevcut meclisin milletin
siyasi eğilimlerindeki değişmeyi temsil etmediği, İkincisi ise Anayasa ve bazı
yasalann kendisi ve uygulaması, yani daha açıik bir deyimle bir erken seçim ve
Anayasada ve bazı yasalarda değişiklik. Bu isteklerin bugün için gerçekleşmesi
zor, fakat siyasi tartışmanın yapıldığı da bir gerçek. Öte yandan bu Anayasadan
çok memnun ve değiştirilmesinden yana olmayan bir kesim var, her ikisini de
doğal karşılamak gerektiğine inanarak bazı noktalara değinmek istiyorum...
Konu ne olursa olsun, tartışmaları eskiden olduğu gibi kavgaya
dönüştürmeyelim ve bazı girişimleri yalnız siyasi partilerden beklemek
alışkanlığından vazgeçelim. Örneğin, sendikal haklar, basın özgürlüğü, YÖK
yasaları ve uygulamalarındaki aksaklıklar, mevcut yasalar ihlâl edilmeden önce
bu kuruluşlar tarafından ele alınmalı, aksaklıklar belirtilmeli ve değişiklik
önerileri millete açık-lanmalıdır. İkinci aşamada, isteyen siyasi partiler bu
görüşlere sahip çıkmalılar ve siyaset yolu ile bu istekleri yasallaştırmağa
çalışmalıdırlar. Bizde ise mekanizma şimdiye kadar hep ters işlemiş, bu
kurumlar suskunluk ve atalet içinde bulunurlarken onlar adına siyasi partiler
kendilerini ortaya atmışlardır. Kaldı ki bu istekleri benimseyecek ve karşı
çıkacak partiler de mevcuttur. Bugün açıkça görülmektedir ki, sağdaki partiler
statükonun muhafazasmı istemektediler, çünkü çok istedikleri, fakat
gerçekleşeceğini hayal dahi etmedikleri bir Anayasaya ve suskun bir topluma
kavuşmuşlardır. Yalnızca bir sağ parti Anayasada değişiklik istemektedir, o da
topluma yönelik bir hizmet kaygısından doğmamakta ve istek yalnızca siyasi
kişilere konan yasakların kaldırılmasından ibaret kalmaktadır.

* Halkı beceriksiz politikacıdan soğutmakla, politikadan soğutmak arasında


büyük fark vardır, belki istenmemiştir, ama halk politikacı ile birlikte politikadan
da soğumuş ve ilgisi başka yönlere çekilmiştir. Halbuki, şu veya bu kişiler
önemli olmamakla beraber yurdu elbetteki politikacılar yönetecektir.
Seçimlerden sonra iktidar da bu yolda devamı faydalı görmüş ve halkın büyük
çoğunluğu... «Enflasyon düştü, düşecek» «İhracat patlaması oldu» «Para -
kazanç - faiz - tahvil -banka-köprü, baraj kâr ortaklığı» konulan ile uğraşır hale
gelmiştir. Halbuki halkın yurdun yönetimine katılma arzu ve hevesinin
arttırılması gerekir, siyasi partilerimizden bu beklenirdi. Bu yapılmayıp yasaklar
ve kısıtlamalarla toplum suskun hale getirilirse, eğilimler bilinemez, kontrol
edilemez, yönlendirilemez ve bakarsınız toplum bir gün patlayıvermiş. Eğer bir
elektrik devresine fazla yük bindirirseniz sigorta atar. Eğer sigorta atmasm diye
kalın tel koyarsanız kendinizi aldatırsınız, çünkü sigorta görevini yapamaz ve
yangın çıkar. Yasaklar ve kısıtlamalar da böyledir, her şeyi kontrol ve emniyet
altına aldım zannedersiniz, ama aldandığınızı görebilirsiniz. Eğer toplumda bazı
sancılar ve yapı bozuklukları varsa, yasaklar bu akımları yeraltına iter, legal
çalışmak yerine illegal örgütlenmeler ve silâha sarılmalar gündeme gelir ve bu
durumları yakın geçmişimizde yaşadığımızı herhalde unutmamı-şızdır. Bu
sebeple varlığı bilinen konuları saklamak ve zorla örtmek yerine sabırla ve
öncelikle üzerine eğilerek eğitim, ekonomik ve sosyal alanlarda ciddi
girişimlerle çözümlemeğe çalışmak herhalde daha doğru olur.

* Türkiye, geleceği büyük ümitler veren bir ülkedir. Bu ülkenin yönetimi


üzerinde değişik görüşler olabilir, olmalıdır da. Bu görüşlerin değerlendirilmesi,
milletçe ve serbestçe yapılır hale gelince zaten sorunların çözüm yolu bulunmuş
demektir ve ergeç bu yola gireceğimizden umutluyum.

You might also like