You are on page 1of 10

Erlik ülkesinin halkı o gün güzel, güneşli bir sabaha uyanmıştı yine.

Bugünün de diğer günler


gibi aynı olduğunu düşünerek pahalı kahvelerin satıldığı dükkanlara giriyorlar, alışveriş
merkezi önünde kuyruklar oluşturuyorlar ve arkadaşlarının arkasından birbirlerini
çekiştiriyorlardı. Herkes aynıydı, hatalıydı.

Erlik ülkesinin nezih bir semtinde, savaştan uzak ve sakin bir yerinde, ekmekçinin önünde
yatan evsiz Mecnun'un tek arkadaşı kendisiydi. Kalabalık onu hiçbir zaman fark etmezdi.
Mecnun da fark edilmek istemezdi. Bu kalabalığın içinde kendisini bir balık gibi
hissediyordu, insanları da bu balığın avcısı gibi.

Yıllardır bu ekmekçinin önündeydi. Esnaf ona arta kalan yemekleri veriyor, o da karnını bir
şekilde doyuruyordu. En çok sevdiği şey de tebeşiriyle şekiller çizmekti. Bu sakin, sessiz
adam tebeşiriyle tıpkı bir ressam gibi çizimler yapıyordu. Erlik ülkesinin karanlık yüzünü
yansıtan o duvarları bir harikaya çevirmişti ancak ekmekçinin önündeki kaldırımda bunun
eseri yoktu. Kendisi gibi sade bir çizim vardı sadece. Mecnun'a bu yetiyordu.

Çizimleri, Mecnun gittiğinde çocuklar tarafından bozuluyordu ama o hiç ses etmezdi. Çünkü
o da bir çocuk gibi olmak isterdi. Her şeyi bozmak, ama yine de ona tatlı tatlı kızılmasını
isterdi.

Mecnun geri döndüğünde çocuklar ondan korkup kaçardı. Onun uzun siyah saçlarıyla
karışmış sakalından, eksik dişlerinden, üstündeki yırtık pırtık elbiselerinden ve kirli
ayakkabılarından korkarlardı. Mecnun'a bir lakap takmışlardı: Korkuluk Mecnun...

Zaten halihazırda evsiz denmişti. Sessiz olduğunu görenler "Mecnun" demişti. Şimdiyse bu
zavallıya "Korkuluk" demek epeyce zalimceydi. Ancak onlar çocuktu işte. Çocuklar kötülük
yaparlar ama onlar masumdurlar.

Yine bir gün Mecnun tebeşirle kareler çizerken Ekmekçi Hüseyin ona sıcak ekmek getirdi.
Bugünkü ekmek tazeydi çünkü bugün bayramdı. Mecnun, Hüseyin'e göre "Dilsiz Mecnun",
gülümseyerek ekmeği aldı. Sıcak olduğunu anlayınca da elini kalbinin üstüne götürdü ve
minnet edermiş gibi kafasını salladı. Hüseyin de öyle karşılık verdi. Mecnun ile iyi
anlaşırlardı. Hatta ikisi arasında gizli bir dil olduğunu söylerdi. Ancak şu ana kadar Mecnun'u
pek anlayan çıkmamıştı.

"Bak, Mecnun. İlerde oturan kıza bak. Bahar..." Eliyle işaret etti Mecnun'a. "O da senin gibi
konuşmaz. Yazık! Birkaç gün sonra ölecek belki."

Bahar 10 yaşındaydı. Hüseyin, Mecnun'un bu kızı tanımadığını düşünüyordu ancak


yanılıyordu. Mecnun buradaki herkesi tanırdı. Bu kızın bir lösemi hastası olduğunu, babasının
öldürüldüğünü, annesinin ketum birisi olduğunu da biliyordu.

Çocuklar, Bahar'ın babasının olmayışından istifade ederek babasının Dilsiz Mecnun olduğunu
söyler dururdu. Annesi bu duruma çıldırır, Bahar'ı bu Dilsiz Mecnun'dan uzak tutardı. Ancak
Bahar da tıpkı bu diğer çocuklar gibi kendisini Mecnun'a benzetirdi. Bahar da pek
konuşmazdı, arkadaşı yoktu, zorbalığa uğrarsa sesini çıkarmazdı.

Fakat Mecnun ile farklılıkları vardır elbet. Bahar'ın bir evi vardı, bir annesi vardı. Ancak tıpkı
Mecnun gibi uzun saçları yoktu. Oyun oynadıktan sonra çamura düşüp kirleteceği, yaz
gelince kestireceği, düğün günü şekil vereceği, yaşlanınca boyatacağı bir saçı yoktu.
Lösemiydi. Annesi haberi aldıktan sonra onu özgür bırakmıştı. Hatta Mecnun'un bile yanına
yaklaşmasına izin verir olmuştu. Demek ki ölümü bilmek sıkı kurallarından vazgeçmek
demekti ona göre.

Hüseyin dikkatini Bahar'dan çekip ekmeklerine vermişti ki Ali geldi. Ali... Mecnun'un en
büyük korkusuydu. Eski bir askerdi. Mecnun en çok askerlerden korkardı. Küçükken çıkan bir
savaşta tüm ailesini kaybetmişti. Geriye sonradan kaybedeceği yastığı kalmıştı. Ve tabii asker
korkusu...

Ali, sert birisiydi. Sinirli bakışları vardı hep. Gençti, en fazla 30 yaşındaydı. Bu yaşında bu
sinir nasıl olabilirdi diye düşünürdü Mecnun. Güzel de bir yüzü vardı ancak ne zaman ki
Mecnun’la karşılaşsa, gözüne bakmaya cesaret edemezdi. Yine de bu semtte, Ali'nin yeşil
gözlerine bakmak için her şeyini feda edecek kadınlar vardı. Tabii bunlar eskidendi.

Ali bazen Mecnun'u bir köşeye itip girerdi ekmekçiye. Hüseyin, bu adam bir asker diye sesini
çıkartmazdı. Fakat şimdi bir asker değildi. Duyduklarına göre bir hastalığa yakalanmıştı.
Şimdilerde daha sakin davranıyordu Ali. Yolda geçerken insanlar ona asker selamı verirdi
eskiden. Şimdiyse, neredeyse önünde diz çöken kişiler, onun yüzüne bile bakmıyordu.

"Günaydın, Hüseyin Abi." dedi Ali. Gözlerini arada Mecnun'un üzerinde gezdiriyordu. "4
ekmek alabilir miyim?"

"Hüseyin öncesinde Ali'ye bir robotmuşçasına hizmet eder, ağzını açmazdı. "4 mü? Bugün
biraz arttırmışsınız sayıyı. Fazla gelmesin?" dedi Hüseyin biraz alayla. Yavaşça kafasını
salladı Ali. "Gelmez."

Hüseyin ekmekleri çıkarırken, çocuklar karşıda Bahar'ın görüntüsüyle dalga geçiyordu.


"Senin neden saçın yok? Saçsız!" diye bağırıp duruyorlardı. Mecnun bir hışımla ayağa kalkıp
tebeşirlerini çocuklara fırlattı. Keşke,diyordu Mecnun içinden, keşke sesini çıkartmaya gücü
olsaydı da onları korkutabilseydi. Ancak yapabildiği tek şey, tebeşirlerini onlara atmak ve
savuşturmaktı. Günün sonunda beyaz tebeşirleri kırılır, hepsinin renkleri siyaha dönüşürdü.
Çocuklar, bu tebeşirleri bir ceza niyetine kirletiyorlardı işte.

Bahar içeriye kaçmıştı. Mecnun, çocukların geride bıraktığı tebeşirleri yoldan alıp yerine
döndü. "Korkuluk Mecnun! Korkuluk Mecnun!" Çocukların sesine aldırmadı. Çocuk işte,
diye içinden geçirdi. Ali bu sırada olanları izliyordu. "Buyrun, Ali Bey. Ekmekleriniz..."

"Sağ ol." dedi Ali. Cebinden parayı çıkartıp verdi. Bu sefer elini diğer cebine soktu. Hüseyin,
bahşiş geliyor diye sırıtırken Ali'nin cebinden sadece renkli tebeşirler çıkmıştı.
"Tebeşirleriniz kırılmış. Alın bunları." Elindeki rengarenk tebeşirleri uzattı Mecnun'a.
Mecnun şaşırmış, Ali'nin yüzüne bakıyordu. Bu adamın yüzünde bu ifadeyi daha önce hiç
görmemişti. Yüzünde şefkatle karışık bir acıma yatıyordu. Mecnun, bu adamın eski halini
tasavvur etti. Şimdi ona bakan bu yüzle arasında çok fark vardı. Sert bakan gözleri
yumuşamıştı. Mecnun başını sallayarak tebeşirleri aldı. Eliyle göğsüne hafifçe vurarak
teşekkür ettiğini gösterdi.

"Teşekkür ediyor sana Mecnun." Dedi Hüseyin. Ali kafasını salladı. Mecnun'un yanına
oturdu. "Aman Ali Bey! Bugün temizlemedim kaldırımları! Elbiseniz kirlenmesin!" Büyük
bir telaşla dışarı çıktı Hüseyin. Tezgahın arkasından bu kadar kilolu olduğu belli olmuyordu.
"Önemli değil" dedi Ali. "Artık önemli değil" diye ekledi.

"Peki o halde." Hüseyin şaşkın bir şekilde tekrar dükkanına girdi.

Ali iç çekti, bir süre sessizce oturdular. "Mecnun... İsmin Mecnun değil aslında, biliyorum. Bu
ismi biz sana verdik. Kim bilir adın neydi, hiç umrumuzda olmamış ne yazık ki." Yutkundu.
"Önemsiz birisi olduğunu düşündük belki. Sadece evsiz, dilsiz birisi diye tanıdık seni."
Mecnun dikkatlice dinliyordu. "Çünkü biz kendi gözümüzde büyüttük kendimizi. Halbuki
hepimiz eşittik."

Poşetten iki ekmeği çıkardı. "Bugün bayram, Mecnun. Bu sefer gerçekten bayram olsun."
Diyip iki ekmeği Mecnun'a uzattı. Ekmekler sımsıcaktı. Uzun zamandır Mecnun'un yediği tek
şey bayat ekmekti. Gözlerinde ışıltıyla Ali'ye baktı. Ali de pişman bir yüz ifadesiyle
bakıyordu Mecnun'a. Dayanamadı, ayaklarına kapandı Mecnun'un.

"Ben çok pişmanım Mecnun! Çok pişmanım! Ben seni her gelişimde incittim! Her
gelişimde... Seni ittim, sana kötü baktım, seni korkuttum kendimden! Ne kadar da kötü
birisiymişim, ne kadar!" hıçkırarak ağlıyordu Ali. O kadar çok bağırıyordu ki mahallenin
sağır teyzesi bile penceresini açmış bakıyordu. Çocuklar oyun oynamayı bırakmış, işçiler
çalışmaya ara vermiş bu zavallı adama bakıyorlardı.
"Ne kadar kötüymüşüm, ne kadar! Affet Mecnun, affet!" Ali'nin omzuna dokundu Mecnun.
Onu düştüğü bu durumdan kaldırmak istiyordu. Bir zamanlar onun geçmesini beklerken
selam duran insanlar şimdi onun ağlaması dursun da yüzüne alayla bakalım diye bekliyordu.
Mecnun, "Affettim." diye fısıldadı. "Affettim." dedi tekrar. Ali'nin ağlaması durdu. Yavaşça
Mecnun'un dizlerinden kalktı. Yere dağılan ekmeklerini toplayıp koşarak evine gitti. İnsanlar
ona delirmiş gibi bakıyordu. Kim bir evsize karşı ağlardı ki?

Bir süre sonra çocuklar oyununa, insanlar alışveriş merkezine, Hüseyin ekmek yapımına
döndü. Erlik ülkesinin halkı bugünü kapatmaya başlıyordu yavaş yavaş. Güneş batıyordu.
Kimisi için güzel bir gün olmuştu kimisi içinse berbat. Kimisi bugün bitsin istemiyordu belki.
Mesela Bahar... Ömründen bir gün daha gitsin istemiyordu.

Hüseyin dükkanından çıktı. Mecnun'a arta kalan yemekleri verip gitti. Bir kez bile Mecnun'un
yüzüne bakmadı. Belli ki bugün bahşiş alamamıştı. Mecnun sakin sakin kalan yemekleri
yerken Ali geldi.

"Oturabilir miyim?" dedi Ali. Mecnun kafasını salladı. Yana biraz kaydı ve Ali'ye arta kalan
yemeklerinden bazılarını uzattı. Ali kafasını salladı. "Teşekkür ederim." diyerek oturdu.

Uzun bir sessizlikten sonra Ali konuşmaya başladı. "Ben, ben lösemiyim. Lösemiyim,
Mecnun. Ne yaşamaya ne de gülmeye, eğlenmeye vaktim kalmadı. Sanki kalan her günümü
pişmanlıkla geçirmeliymişim gibi. Kalmadı artık yaşayacağım bir gün. Kalmadı..." iç çekip
ayağa kalktı. "Benimle şuraya kadar gelir misin?" dedi Ali. Mecnun ayağa kalktı, üstünü
başını düzeltti. Yine de karşısındaki eski bir askerdi. Üzerini düzeltmesi gerekirdi.

Camiye kadar yürüdüler. "Bu zamana kadar burada bir cami olduğunu bilmezdim. Ezan sesi
duyardım ama dinlemezdim. Durumu iyi olmayan insanlar yardım isterdi. Duyardım ama
dinlemezdim. Tek duyduğum şey kendi nefsimdi. Beni öldüren şey de kendi nefsim işte.
Şimdi beni yaşatan şey nedir bilmiyorum. Öyle bir şey var mı onu da bilmiyorum." Caminin
önündeki eski bir banka oturdular. Önlerinde tüm mahalleyi görebiliyorlardı. Pahalı
arabalardan inen insanlar, ellerde onlarca poşetler, ağızlarda binlerce dedikodu... Dairelerin
tek tek açılan ışıklarına dikti gözünü Ali. Elini uzatıp işaret etti binaları. Mecnun da dönüp
oraya baktı.

"Bu gördüğün binalar... Aslında ben onları beyaz kahve fincanlarına benzetirim. Dışları
beyaz. Ama içleri simsiyah. İnsanlar da tıpkı bu binalar gibiler bence Mecnun. Dışları çok
güzel, bembeyaz. Ama içleri kapkara." Mecnun'a baktı Ali. Onun kendisini anlamasını
istiyordu. "Bunları söyleyecek bir dostum bile yok. Ben düşünce onlar da yanımdan gitti. O
halde bir düşkünün en güzel yeri neresidir? Başka bir düşkünün yanı!" acı bir gülümseme
belirdi yüzünde.

"Bundan belki 10 gün belki 30 yıl sonra, bu binalarda yaşayan insanlar olmayacak. Ne bir
şatafat ne bir kavga... Hiçbir şey. Bu açılan ışıklar bir gün tamamen kapanacak. O yüzden
anlamam neden hala böyleyiz, neden hırsımıza yenik düşeriz." Mecnun arkasını döndü,
Ali'nin yanına oturdu. Ali'nin gerçekten değişmiş olduğunu görebiliyordu. Ve ona
verebileceği tüm tavsiyeleri içinden geçiriyordu.

"30 yıl boyunca yaşadığımı sandım. Aslında nefes almak yaşamaktır diye düşündüm. Öyle
değilmiş. Bugüne kadar ne kendimi ne hayatı sorguladım. Kıyafetimdeki rütbe beni belirler
sandım. Hani? Bakıyorum şimdi o rütbe yok. Ben o rütbe için neler yaptım neler! Bir bilsen...
Bir bilsen burada durmazdın." Askeri kıyafeti üstündeymiş gibi silkiyordu kıyafetini. Ancak
eski bir gömlekten başka bir şey yoktu üstünde. Cebindeki paraları çıkardı Ali. Hepsini yere
attı.

"Bu paralar iyi işler için harcanmadı. Para ne ki! Para ne! Bunu da biz yapmışız. Bir kağıt
parçasının üstünde sayılar... Hepsi bu! Bunlar için öldürülüyor insanlar. Bunlar için kendi
vicdanımızı öldürüyoruz. Ve ben, ben de öldürdüm." dedi Ali. Gözlerini kapattı ve arkaya
yaslandı.

"Yaşamak sadece nefes almak değil Ali, evet. Değil." Konuşan Mecnun'du. Uzun zamandır
sesi bu kadar güçlü çıkmıyordu. Şimdi bu durum karşısında heyecanını bastıramamaktan
korkuyor ve bağıracağını düşünüyordu. Sanki bir sağırmışta, dinleme cihazını takınca sesini
duymuş gibi bir heyecana kapılmıştı. Ali de o heyecanla onun gözlerine bakıyordu.

"Bazen yaşamak nedir bilir misin? Öldüğünü anlamaktır. Sen 30 yaşına kadar çok vakit
öldürmüşsün hem de çok! Ama anlamışsın. Seni yaşatan şey de bu. Hataların seni yaşatır. Bu
hataları telafi etmek ise kendini sevdirir. Bana baksana... Bu zamana kadar konuşmadım ben.
Yani yaşamadım. Belki konuşsaydım insanlarla ya da küsmeseydim onlara, burada olmazdım.
Belki de kaldırımlara değil de tuvale resim çizerdim. Ama yine de buradayım. Hatamı
anladım. Beni yaşatan şey de bu. Yaşıyorum! Buna sebep olan ise Allah'tır. Biz birer hata
yaparız. Bu bizi bazı yollara iter. Biz o yollarda yürüyebilir miyiz yoksa düşüp ilerleyemez
miyiz, o bize kalmış. Allah bize bu bacakları verdiyse bizim o yollarda koşmamız lazım!"
Dedi Mecnun. Konuştukça sesini ne kadar çok sevdiğini fark etti.

"Haklısın, hem de çok!" Ali biraz daha rahatlamış gibi görünüyordu. "Ne demiş, Neşet Ertaş
'nicesini gelmez yollara gönderir; bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm. Biz bu yollardan geri
dönemeyiz artık. Öyle mi, Mecnun?"

"Öyle. Dönemeyiz. Çünkü artık koştuk. Koştuk ve geride bıraktık her şeyi Ali. Şimdi yaşama
vakti." dedi Mecnun.

"Doğru diyorsun ama benim yaşamaya değil yaşatmaya ihtiyacım var.' Zamanında can alan
kişi şimdi can verir mi, imkansız!' dersin ama, evet verir. Ben eğer yaşayacaksam,
yaşatmalıyım Mecnun! Ben, ben katilim Mecnun. Ben bir çocuğu yetim bıraktım. Bir kadını
dul bıraktım. Ben kendimi günahkar bıraktım yıllarca. Bunun doğru olduğunu sandım.
Hiçbirisi umrumda olmadı. Ne o çocuk ne de o kadın. Umrumda olmadı!"gözlerinden yaşlar
süzülmeye başlamıştı. O kadar çok ağlıyordu ki bir su birikintisi oluşabilirdi.

"Kim bunlar,kimi öldürdün?" Mecnun'un sesi endişeli çıkıyordu. Bu kişileri bilmekten


korkuyordu. Ali gözlerini açtı, gözyaşlarını sildi. Söyleyeceği şeye hazır mıydı bilmiyordu.
Ancak bu sırrı söylemeliydi. "Ben Bahar'ın babasını öldürdüm. Onu öldürdüm. O kızı yetim
bıraktım! O adamın eşini dul bıraktım! Hepsi, hepsi o rütbe içindi. Allah kahretmesin o
rütbeyi!" bir bebek gibi ağlıyordu. Kendisini yine Mecnun'un dizlerine bırakmıştı. Sabahki
gibi ağlarsa insanlar evlerinden çıkıp onu kovabilirdi.

"Çok, çok doğru bir adamdı o. Dürüsttü. Hak ediyordu en güzel şeyi. Ben hırsıma yenik
düştüm. Nefsimi susturamadım. Yükseldikçe yükselmek istedim. Tek olmak istedim Mecnun!
Tek olmak istedim! Ama tek olan tek bir şey var. O da Allah'tır. Ben bunu anlayamadım!
Anlayamadım!"

Ali yere kapaklanmıştı. Mecnun onu yerden kaldırmak istedi. "Kalk, Ali. Kalk! Tek olamadın
ama farkında oldun! Bunu başardın!" Ali'yi kaldırıp banka oturttu. "Görüyor musun Mecnun?
Bahar'ın babasını öldürdüm. O aileye bu üzüntüyü yaşattım. O üzüntü lösemiye dönüştü.
Gencecik kız lösemi oldu. Şimdi ise kader beni lösemi yaptı. Yaşattığımı yaşadım!
Görebiliyor musun?" Mecnun hızlıca kafasını salladı. "Görüyorum evet görüyorum."

Ali hızlı nefes alıp veriyordu. "Ben yaşatabildim Mecnun. Yaşatabildim." Mecnun anlamamış
gibi baktı. "Nasıl?"

"Doktor bir arkadaşım var. Uygun bir ilik çıktı bana. Aynı zamanda Bahar'a da uygun. Kabul
etmedim, Mecnun! Etmedim. Bu ilik birisine nefes olacaksa Bahar'a olmalı. Bana değil! Asla,
bana değil! Şu hayatta düzgün bir iş yapmak istiyorum. O da bu olsun. Birisine nefes olayım
istiyorum. Bugün haberi almış olacaklar. İşte bak, ışıkları açık! Haberi aldılar. Şimdi ne kadar
da mutlulardır. Ben de mutluyum, Mecnun. Ben de! Artık çocuklar ona saçsız diyemeyecek.
Diyemeyecekler! Artık sana da bir şey diyemeyecekler!"

"Bana mı, bana? Nasıl yani?" Mecnun öğrendiği bu bilgilerin heyecanıyla tutuşuyordu. Fakat
Ali gayet sakindi. Poşetinden büyük bir yastık çıkardı ve Mecnun'a uzattı. "Al, Mecnun. Bu
zamana kadar çizdiğin tüm karelerin bir yastık olduğunu biliyordum. Hep onların üstüne
uyuyordun. Kimse anlamadı seni. Artık anlayacaklar." Mecnun büyük bir minnetle Ali'nin
elindeki yastığı kaptı. O kadar mutluydu ki! Artık gerçekten bir yastığı vardı Mecnun'un.
Mecnun yastığıyla oynarken Ali caminin içine doğru koştu.
İçeriye girmeden önce arkasını döndü. Mecnun'a "Sağ ol Mecnun! Yaşayamasam bile
dirildim." dedi. Caminin içine doğru girdi. Mecnun arkasında kalakaldı. Ancak Ali'nin bu
değişimine mutluydu. Bir katildi, bir günahkardı. Ancak bu yolunda elbet iyiye koşabilirdi.

Mecnun ekmekçinin önüne doğru ilerledi. Yastığını, çizdiği karenin üstüne koydu. Artık bu
kareye bir yastık denmezdi. Çünkü gerçekten bir yastığı vardı! Mecnun, gerçekten arkadaş
olmak istediği kişinin bir katil olduğunu ve yakında öleceğini bilerek uyudu o gün.

Ertesi sabah Erlik ülkesi güzel bir güne uyandı yine. Alışveriş merkezi önünde sıralar, top
oynayan çocuklar, dedikodu yapan arkadaşlar... Her şey her zamanki gibiydi. Hatalı.

Fakat bazı değişiklikler de görülüyordu. Bahar evinin önünde değildi. Caminin önünde bir
topluluk vardı.

Birkaç memur apartmanlara bakıyor, birisini arıyorlardı. Memurlar Mecnun'u görür görmez
büyük bir gülümsemeyle ona geldi.

"Merhaba Ali bey!" Dediler. Mecnun'un asıl adı Ali'ydi. "M-merhaha" diye karşılık verdi.
Mecnun, gerçek adını unutmuştu.

"Ali bey, adaşınız ve aynı zamanda arkadaşınız Ali Ülgen size tüm mirasını bıraktı. Acınız
için üzgünüz. Kendisi bu sabah camide ölü bulundu. Size tüm servetini bıraktı. Yaşadığı evi,
parasını... İsterseniz size bunları detaylıca sayabiliriz." Mecnun Ali'nin öldüğünü duyar
duymaz camiye koştu.Ali'nin soğuk yüzünü gördü. Çoktan ölmüştü. Ancak yüzünde bir
gülümseme vardı. Demek ki Ali bu yolda ilerlemişti. Ali'yi yavaşça ceset torbasına koydular.
İnsanlar "Yazık" dermişçesine bakınıyorlardı. Tek gülen Mecnun'du.

Cenaze arabasına yüklenmişti şimdi cesedi. Son bir kez gitmeye hazırdı. Tam o sırada Bahar
ve onun annesini gördü Mecnun. Ambulansa biniyorlardı. İkisinin de yüzünde güller
açıyordu. Top oynayan bir çocuk Bahar'a yaklaştı. "Artık saçın mı olacak?" dedi. Bahar
kocaman kocaman gülümsedi. "Evet!" diye bağırdı. Annesiyle birlikte ambulansa bindi.
Bir cenaze arabası, bir ambulans hazırdı işte. Birisi sonsuza dek gömülmeye gidiyordu. Birisi
de tekrardan yaşama başlamaya. Fakat görünürde böyleydi bu. Çünkü Ali asıl şimdi
yaşayacaktı.

Mecnun'un da artık yastığını koyacağı bir yatağı olmuştu. Evi, parası... Her şeyi olmuştu. İşte
bunları elde etmek için o da bir arabaya bindi. Üç araba, yan yana, farklı yerlere...

Ama en sonunda varılacak yer aynıydı.

You might also like