You are on page 1of 14

TÜRKÇENİN YAZIMINDA KULLANILAN ALFABELER

Tarihte Türkler kadar dillerini farklı alfabelerle yazmış başka bir millet olmadığını söylemek
mümkündür. Dünya dilleriyle kıyaslandığında durum daha iyi anlaşılacaktır: Avrupa dilleri
başlangıçtan bu yana Latin alfabesiyle, Slav dilleri Slav(Kiril) alfabesiyle, Arapça baştan beri Arap
alfabesiyle yazılmış ve yazılmaya devam edilmektedir.

Önemli: Türkçe değişik dönem ve coğrafyalarda Köktürk Soğut, Uygur, Mani, Brahmi, Tibet,
Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve Slav(Kiril) alfabeleriyle yazılmıştır. Bunlardan Soğut,
Mani, Brahmi, Tibet, Süryani, Grek, Ermeni ve İbrani alfabeleri kısa tarihi dönemlerde ve oldukça
sınırlı çevrelerde kullanılmıştır. Geriye kalan Köktürk, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleri ise uzun
sürelerle ve geniş coğrafyalarda kullanılmıştır.

Türkçenin pek çok farklı alfabelerle yazılmasının nedeni, Türk milletinin yaşadığı hayat tarzıyla
doğrudan ilgilidir. Türk milleti, çok erken dönemlerden itibaren göçler ve fetihler nedeniyle
Sibirya’dan İç Asya’ya, Ön Asya’dan Kafkaslara, Karadeniz kıyılarından Orta Avrupa’ya kadar uçsuz
bucaksız bir coğrafyaya dağılmış ve bunun sonucunda da pek çok halk ve kültürle karşılaşmış, içi içe
yaşamış, maddi ve kültürel alışverişlerde bulunmuş, bazen de bu halklar içinde benliğini kaybedip yok
olmuştur.

Bütün tarih boyunca din, kültür ve medeniyet çevresi değişiklikleri, alfabe değişiklerinin başlıca
değişiklikleri olmuştur. Tarihi tecrübe, özellikle din ve alfabenin birbiriyle çok ilişkili olduğunu
göstermektedir. Başka ülkelerin hâkimiyetinde yaşayıp kendini yönetme gücüne sahip olamamama,
alfabe değiştirmenin bir başka sebebidir. Bu durum, istekli bir seçme değil zorla kabul ettirme
durumudur. Sovyetler Birliği döneminde Türk halklarının Kiril alfabesi kullanması bu duruma örnek
olarak gösterilebilir. Türkler, şu anda da dillerini farklı coğrafyalarda üç ayrı alfabe ile yazmaktadır.
Bu alfabeler: Latin, Kiril ve Arap alfabeleridir. Türklerin geçmişte ve bugün kullandıkları alfabeleri
kısaca şu şekilde tanıtılabilir:

1) Köktürk Alfabesi

Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin metinlerle izleyebildiğimiz tarihi boyunca


kullandıkları ilk düzenli, kuralları yerleşmiş yazı sistemi Köktürk alfabesidir. Bugünkü
Kazakistan sınırları içerisindeki Esik Kurganları’nda 4000 civarındaki eşya içinde üzerinde
Köktürk harflerinin ilkel şekilleriyle yazılmış 26 harf ile yazılmış olan bir tas bulunmuştur.
M.Ö. V-VI. yüzyıllara ait olan bu yazı, Köktürk harflerinin kullanılma tarihini Orhun
Yazıtları’ndan yaklaşık 1200 yıl, bugünden ise 2500 yıl geriye götürmektedir.
Önemli: Köktürk alfabesi yabancılarca Run harfleri, Yenisey Run harfleri, Runik alfabe, Türk Run
yazısı gibi terimlerle adlandırmıştır; bu esrarengiz yazıyı okumayı başaran ilk bilgin olan V.
Thomsen, Türk alfabesi olarak adlandırmıştır.

Köktürk alfabesi 38 harften oluşur. Bunlardan 4’ü ünlü 31’i ünsüz, 3’i çift ünsüz sesler için
kullanılır. Alfabede ünlülerin azlığı, ünsüzlerin fazlalığı ile telafi edilmiştir. Köktürk harfleri
çoğunlukla dikey ve çapraz çizgilerden oluşmuştur. Kavisli çizgiler, düz çizgilerden daha az
kullanılmıştır. Yatay çizgi ise yok denecek kadar azdır. Harflerin bu özellikleri, sert cisimler
üzerine kazıyarak yazma tekniğinin tabi bir sonucudur. Köktürk yazısında, bütün ünlüler
gösterilmez: a, e ünlüleri kelime sonu hariç yazılmaz, ilk hecelerden sonraki hecelerde
bulunan ı, i sesleri de genellikle yazılmamıştır. Noktalama işareti olarak sadece üst üste konan
iki nokta(:) kullanılmıştır. İki nokta kelime ve kelime guruplarını ayırır. Köktürk Bengü
taşlarında bulunan yazılar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve satırlar sağdan sola doğru
sıralanmıştır. Büyük/küçük harf ayrımı bulunmaz. Eski Türkçede c, f, ğ, h, j, v sesleri
olmadığından bu seslerin karşılıkları bulunmaz. Seslerde kalınlık ve incelik vardır.
Köktürkler, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Skeller ve Uygurların ilk dönemlerinde Uygurlar
tarafından kullanılmıştır.

Köl Tigin için 1, Bilge Kağan için 1 ve Tonyukuk için dikilen 2 anıtın hepsinde kullanılan
kelime sayısı 6000 civarındadır. Farklı kelimelerin sayısı ise 840’tır. Bunlardan 147’si yer,
kavim, kişi ve at isimleridir. Bu özel isimler çıkarıldığında anıtlardaki tekrarlanmayan kelime
sayısı 693 olarak belirlenmiştir. Şu halde Köktürklerden bize aşağı yukarı 700 kelimelik bir
sözlük kalmış demektir. Ancak bu sözlüğün anlatılan konunun gerektirdiği kelimelerden
oluştuğunu, en temel bazı kelimelerin anıtlarda geçmediği unutulmamalıdır.

a) Köktürk Alfabesiyle Yazılan Orhun Abidelerindeki Türkçenin Özellikleri:


I) Soyut kavramlardaki zenginlik:
Bir dilin gelişmişliğini, zenginliğini gösteren bu ölçüte dayanılarak yazıtlar
gözden geçirildiğinde yazıtlardaki ürünler, kısıtlı konularda ve taşa nakledilmiş
olmalarına karşın soyut kavramlardaki zenginliği yansıtabilmiştir. Orhun
Yazıtları’nda Türkçe sözvarlığının 900 sözcük civarındaki bölümü yer almasına
rağmen yalnızca halk içindeki huzursuzluk ve karışıklığı anlatan dört ayrı sözcük
geçer: bulgak, bulganç, tarkanç ve kamşag. ‘Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr’
anlamına gelen üç ayrı sözcük vardır: tebliğ, kürlüg, ve armakçı. Bunun dışında
beñgü ‘ebedi’, erdem ‘fazilet’, ölgeli ‘fani, ölümlü’, yolug ‘ feda, kurban’,
küregü ‘ itaatsizlik, disiplinsizlik’ gibi pek çok soyut kavramla karşılaşılır.
II) Eş anlamlılık:
Dilbilimde benimsenen bir ilke, hiçbir dilde birbiriyle, bütünüyle aynı anlama
gelen birden fazla sözcüğün bulunamayacağıdır. Bugün Türkiye Türkçesinde tam
eş anlamlı sayılabilecek göndermek ve yollamak gibi öğeler yaşıyorsa bunlar
farklı anlama gelirken zamanla birbirlerine yaklaşmış sözcükler olmalıdır.
Yazıtlarda tam eş anlam taşıyan örnekler görülmekte, bu da bu sözcüklerin bu
duruma gelinceye kadar çok uzun bir süreden geçtiklerini göstermektedir.
Bunlardan ‘eksiksiz, tümüyle, bütün’ anlamına gelen tüketi ve kalısız sözcükleri;
‘sevinmek’ kavramını karşılayan ögirmek ve sebinmek; ‘dinlemek’ için eşitmek
ve tıñlamak sözcükleri örnek olarak gösterilebilir.
III) Çok anlamlılık:
Bir sözcüğün birden fazla anlama gelmesi, dilin geniş bir kullanım alanına sahip
olması, uzun bir süre farklı konularda yazılan yazılarda, bilim ve sanat
yapılarında yer alması ve işlenmesiyle gerçekleşmektedir. Yazıtlarda bu
nitelikleri taşıyan birçok sözcükle karşılaşılır. Agı sözcüğü ‘ipekli kumaş’
anlamından başlayarak zamanla ‘hediye, mal, hazine’ anlamlarını kazanması,
Karahanlıların eserlerinde agıcı’nın ‘haznedar’ için kullanılması dikkat çekicidir.
Bugünkü iç sözcüğünün ‘vücudun içi, karın’ anlamının yanı sıra ‘gizli’ ve ‘saray,
saraya ait olan’ anlamında kullanılması, yine bundan türeyen içikmek eyleminin
‘içine almak, kendisine bağlamak’ anlamında kullanılması, bu duruma örnek
olarak gösterilebilir.
IV) İleri öğeler:
En eski metinlerde belli olan bir kökü geçmediği halde bu kökten türeyen öğeleri
anlatmaktadır. ‘kabul etmek, uygun görmek’ anlamına gelen taplamak ilk
yazıtlarda geçerken o metinlerde bulunmayıp sonraki dil ürünlerinde karşımıza
çıkan tap ‘istek, rıza, güç’ sözcüğünün bu kelimenin kökü olduğu kuşkusuzdur.
Katıgdı ‘sıkı, iyice, dikkatli, çok’ anlamındayken bunun kökü olan kat-
‘sertleşmek’ (bugünkü katı) ilk metinlerde geçmemektedir.
V) Deyimler, atasözleri, ikilemeler:
Yazıtların dilinde kergek bolmak ‘ölmek, vefat etmek’, atı küsi yok bolmak ‘adı
sanı yok olmak’, işig küçig birmek ‘hizmet etmek’ gibi deyimler ve birçok
atasözü bulunmaktadır. Bunların yanında yok çıgaʼn ‘fakir, sefil’, arkış tirkiş
‘kervan’, inili içili ‘küçüklü büyüklü’ gibi ikilemelerin de kullanılmış olduğu
görülür. Atasözleri ve deyimlerin bu denli kullanılması, dilin işlenmişliğinin ve
eskiliğinin kanıtıdır.
VI) Sanatlı anlatımlar:
Yazıtlar incelendiğinde, birçok yerinde halka seslenen kişilerin başvurdukları ve
Doğuda ilmü’l belagat, Batıda retorik adı verilen hitabet sanatının özelliklerini
taşıyan örnekler görülür. Örneğin Kül Tigin yazıtında Bilge Kağan’ın yazdırdığı
anlaşılan “Türk ulusu, yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yağız yer delinmedikçe
senin ülkeni, yasalarını kim yıkıp bozabilir.” biçiminde bugünkü dile
aktarabileceğimiz sözler, bunlardan biridir. Bunun dışında hitabet sanatının
öğelerinden olan karşıt kavramlardan yararlanma, değişik yinelemelere, koşut
anlatım biçimlerine yönelme gibi etkileyici başka yollara da gidilmiştir.

2) Mani Alfabesi
Uygur kağanı Bögü 762 yılında Mani dinini kabul edip halkına da kabul ettirince Mani
alfabesi, bu dini benimseyen Türkler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bu alfabeyle
yazılmış metinler Doğu Türkistan’da Turfan civarında bulunmuştur. Mani alfabesiyle
yazılmış Türkçe metinler, genellikle dini içeriklidir ve fazla da değildir. Manici çevreden
kalma 8 şiir bilinmektedir. Bunlardan ikisinin şairi Aprın Çor Tigin’dir. Adındaki Tigin
unvanından bir şehzade olduğu anlaşılan Aprın Çor Tigin, Türk edebiyatı tarihi açısından son
derece önemli bir isimdir; çünkü o, adı bilinen ilk Türk şairidir. Bir başka ifadeyle şairi belli
olan ilk şiirler ona aittir. Aprın Çor Tigin’in şiirlerinden biri “Mani’ye Övgü”dür. “Sevgili”
adını verebileceğimiz diğer şiiri ise edebiyatımızın ilk aşk şiiridir:

Kasınçıgımın öyü kadgurar men: Yavuklumun düşünüp dertlenirim;


Kadgurdukça Dertlendikçe
Kaşı körtlem, Kaşı güzelim,
Kavışığsayur men Kavuşmak isterim. (Sevgili/ Aprın Çor Tigin)

3) Soğut Alfabesi
Soğut kavmi ile Türkler arasındaki ilişki oldukça eskidir. Birinci Köktürk Kağanlığı
zamanında VI yüzyılda dikilmiş olan Bugut yazıtının Soğut diliyle yazılmış olması, bu
ilişkinin ve Türkler üzerindeki Soğut etkisinin açık göstergelerinden biridir. Soğutlar, Fars
kökenli bir kavim olup Köktürk ve Uygurlar devrinde bölge ticaretinde söz sahibiydiler. Bu
kavim inanç ve siyasette de zaman zaman etkili olmuştur.

4) Uygur Alfabesi
Ötüken bölgesindeki Uygurlar, Bir taraftan Köktürk alfabesiyle yazılar dikerek
Köktürklerdeki geleneği sürdürürken diğer taraftan Soğutlarla geliştirdikleri siyasi ve ticari
ilişkiler sonucunda Budizm’e ve Maniheizm’e yönelmişlerdir. Uygur Türkleri Şamanizm’in
yanı sıra Budizm, Maniheizm hatta Hristiyanlığı benimseyerek geniş bir kültür yelpazesi içine
girmişlerdir. Dinî ilişki, yazının da geliştirilmesine neden olmuş ve Soğut yazı sistemi
geliştirilerek Uygur alfabesi oluşturulmuştur.
Budist, Manici ve Hristiyanlığa ait metinler mektuplar, hukuk belgeleri, yarlıklar (fermanlar),
astronomi ile ilgili metinler, kavim ve tıp metinleri, Türk halk edebiyatı metinleri gibi çeşitli
alanlara ait eserlerin yazıya geçirilmesinde kullanılan Uygur alfabesi köken olarak Soğut
alfabesinden türemiş olsa da kullanım alanları ve süresi dikkate alındığında bit Türk alfabesi
kimliğini kazanmıştır. Uygur alfabesi: Hitaylar, Moğollar, Mançular, Kalmuklar, Buryatlar
gibi halkların alfabelerinde de kaynaklık etmiştir. Moğol İmparatorluğu, sadece Uygur
yazısını benimsemekle kalmamış devlet kademesindeki danışmanlar hep Uygurlardan
oluşmuş, komşu devletlerle haberleşmede Uygur Türkçesi kullanılmıştır. XI-XV. yüzyıllarda
Çağatay, Altınordu ve Kıpçak sahalarına ait bazı eserlerin Uygur harfleriyle yazılmış olması,
bu alfabenin kullanılma süresinin uzunluğunu ve kullanılma alanının genişliğini
göstermektedir.

Önemli: Türklerin İslam dinini kabul etmelerinin hemen ardından Arap alfabesine ani bir geçiş
yaşanmamış, uzun süre bu iki alfabe yan yana kullanılmıştır. Hatta bu alfabenin 13. yüzyıldan sonra
bir süre çok yaygın olarak kullanıldığı da anlaşılmaktadır.

Uygur alfabesi 18 sesten oluşur, bunlardan üçü ünlü on beşi ise ünsüzdür. Uygur yazısı da
sağdan sola doğru yazılır. Uygur Türkleri kâğıt ve matbaayı kullanan ilk Türk kavmi olduğu
bu alfabe ile yazılan pek çok eser bulunmaktadır. Irk Bitig(fal kitabı), Sekiz Yükmek(Sekiz
Tomar), Altın Yaruk(Altın Işık) gibi eserler, Uygur döneminde yazılan en önemli eserlerdir.
Köktürkçe ile Uygurca, aynı dilinin farklı alfabeler kullanılarak yazılmış iki koludur.
Uygurcada görülen az sayıdaki ses ve biçim farklılıklarından bir kısmı ağız farklılığından bir
kısmı ise zaman farklılığından kaynaklanmaktadır. Köktürkçe ile Uygurca arasındaki asıl
önemli fark, söz varlığında ortaya çıkar. Söz varlığında Köktürkçe ile Uygurcayı birbirinden
ayıran ise dindir. Uygurcada bulunan Manicilik ve Burkancılıkla ilgili kelimeler doğal olarak
Köktürkçede bulunmaz. Sanskritçe, Çince, Soğdakça ve seyrek olarak da Toharcadan
alıntılanan kelimeler, çoğunlukla Türkçenin yapısına uydurulmuştur. Ancak Uygurlar dinî
kavramlar için Türkçe kelimeler kullanmayı, alıntılamaya tercih etmişlerdir.

Örnek: Alıntılanan Kelimeler Türkçe Karşılıkları Bulunan Kelimeler


kirit(Sanskritçe) < kirita: taç dharma(Sanskritçe) < kirtgünç: iman
baxşı(Çince) < pâk şi: hoca, üstat kirtgünç köŋül: imanlı gönül
ajun(Soğut) < ajun: varlık biçimi, hayat sudur(Sanskritçe) < nom bitig:şeriat kitabı
Türkçe kelimeler ya birleştirme ve türetme yoluyla ya da mevcut kelimelere yeni anlamlar
yükleme yoluyla türetilmiştir. Bu nedenle dil daha da zenginleşmiştir. Ayrıca değişik alanlara
ait metinlerin bol olduğu bu dönemde soyut kavramlarda da büyük bir artış gözlemlenir.

Örnek: adırmak <ayırmak fiilinden adın, adınmak, adınagu, adınsıgrak, adınta gibi 20 kelime
türetilmiştir.

5) Brahmi Alfabesi
Daha çok Budist Uygurlar tarafından kullanılan ve Budizm’le ilgili eserler yazılan Brahmi
alfabesi Hindistan kökenli bir yazı sistemidir. Din dolayısıyla kullanılan alfabelerdendir.
Hintçeden Budizm ile ilgili kitapların Türkçeye tercüme edilmesi sebebiyle Uygurlara gelmiş;
ancak Türkçe için kullanışlı olmadığından yaygınlaşıp benimsenmemiştir. Bu yazıyla yazılıp
da bugüne ulaşan çok az metin vardır.

6) Tibet Yazısı
Türklerle Tibetliler arasında çok eskilere giden bir ilişki olduğu Köktürk yazıtlarından
anlaşılmaktadır. Türkler arasında Budizm’in yayılmasında da Tibetli misyonerler etkili
olmuştur. Uygur kağanlığı döneminde Tibetlilerle ilişkilerin arttığının bir göstergesi olarak
Tibet yazısının Uygurlar arasında kullanılmaya başlanması gösterilebilir. Tibet yazısı da
Uygurlarca Brahmi yazısı gibi çok fazla kullanılmamıştır.

7) Süryani Alfabesi
Yirminci yüzyılın başlarında Doğu Türkistan’da yapılan araştırmalarda on yedisi bugün
yaşamayan 30 ayrı dilde yirmi dört farklı alfabeyle yazılmış binlerce metin bulunmuştur. Bu
karışıklık ve çeşitlilik o coğrafyada pek çok halkın, kültürün, inancın birlikte yaşadığını
gösterir. Belirtilen bu çeşitliliğin unsurlarından biri de Süryani alfabesinin bir kolu olan
Estrangelo yazısıdır.
Hristiyan misyonerler Türkler arasına ikinci yüzyılda girmeye başlamışsa da bu dinin
Türklerce kabul edilen Nasturi mezhebi VII. yüzyılda yayılmaya başlamıştır. Doğu
Türkistan’ın Turfan şehri çevresinde araştırma yapan bilim adamları, bu bölgede pek çok
Nasturi kilisesine rastlamışlardır. Farklı alfabelerle yazılmış olan bu dine ait metinler, daha
çok bu kiliselerde bulunmuştur. Bunların içinde Estrangelo (Süryani) yazısıyla yazılmış
metinler de vardır.

8) İbrani Alfabesi
Köktürk Devleti’nin en batı ucundaki bir Türk boyu olan Hazarlar, bu devletin hâkimiyeti
zayıflayınca Kafkasların ve Karadeniz’in kuzey bozkırlarında kendi devletlerini kurdular.
Çok dinli ve çok dilli bir siyasi yapıya sahip olan Hazarlarda Köktürk alfabesi yanında İbrani
alfabesi de kullanılmıştır; ancak Hazarlardan günümüze bu alfabe ile yazılmış belge
ulaşamamıştır. Bugün var olan İbrani harfli Türkçe belgeler, Hazarların torunları olduğu
kabul edilen Karay Türklerinden kalmadır.
İbrani alfabesi, inanç sisteminin etkisiyle Türkler tarafından kullanılmış alfabelerdendir. XI.
yüzyılda Museviliğin Karay mezhebine giren Hazar Türklerinin bilhassa kağan sülalesince
kullanılmış olmalıdır. XVI. yüzyıldan beri İbrani alfabesini kullanan Karaylar, bugün bu
alfabeyi yalnızca dinî metinlerde ve ibadet amaçlı kullanmaktadırlar.

9) Ermeni Alfabesi
Ermeni harfli Kıpçak Türkçesi metinleri, özellikle Kafkaslarda ve Karadeniz’in kuzeyinde
karşımıza çıkmaktadır. Bu metinlerin Kıpçak Türklerinin hâkimiyetinde yaşayan ve
Kıpçakçayı ana dili olarak benimsemiş olan Ermenilere mi yoksa Hristiyanlığı benimsemiş ve
kilise yazısı olarak Ermeni alfabesini kabul etmiş olan Kıpçaklara mı ait olduğu konusu
tartışmalıdır. Son zamanlarda ikinci görüş, yani bu metinlerin Hristiyan Kıpçaklara ait olduğu
görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ermeni harfli metinler, çoğunlukla dinî konulu metinlerdir. Dar
bir alanda din dolayısıyla ve kısa bir zaman diliminde kullanılan alfabelerdendir.

10) Grek Alfabesi


Bu alfabe, Anadolu Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı Karamanlı Türkler tarafından
18-20. yüzyıllar arasında kullanılmıştır. Sınırlı sayıda insan ve dar bir alanda kullanılmış
olmasına rağmen Grek alfabesiyle çok sayıda eser verilmiştir. Anadolu, Suriye, Balkanlar ve
Kırım’ın bazı bölgelerindeki Ortodoks Hristiyan Türkler tarafından kullanılmış olan bu yazı
sistemi de yine din dolayısıyla gelen alfabelerdendir. Lozan Antlaşması’yla bu alfabenin
kullanımı sona ermiştir.

11) Arap Alfabesi


Türklerle Müslümanların ilişkilerinin sıklaşması 8. yüzyıl başlarına kadar gider.
Müslümanların tüccar kervanları, dervişler gibi İslam’ı yaymak için çabalayanların uğraşları
sonucunda öncelikle Karluklar, Karahanlılar, İdil Bulgarları ve Oğuzlar arasında yayılan
İslamiyet; Türklerin en uzun süre kullanacağı alfabeyi de beraberinde getirmiştir. Arap
alfabesi bir müddet Uygur alfabesiyle bir arada kullanılmıştır; ancak zaman ilerledikçe Arap
alfabesinin kullanımı yaygınlaşmış ve gittikçe bu alfabe Türklerin en yaygın ve en uzun süre
kullandığı alfabe konumuna yükselmiştir.

Önemli: Arap alfabesinin Türkler arasında oldukça uzun bir süre kullanılması ve din yoluyla gelmiş
olması, Türk dünyasının çok büyük bir kısmında bu yazının kutsal olduğu düşüncesinin yerleşmesine
neden olmuştur. Bu algı nedeniyle birbiriyle hiç ilişkisi olmayan bağımsız iki olgunun (din ve yazı)
birbirine karıştırılmasının da sebebi olmuştur. Bu nedenle Tanzimat yıllarına kadar yazıya en ufak bir
müdahaleden söz bile edilememiş; ancak Tanzimat’tan sonra alfabe tartışmaları başlamıştır.

Arap alfabesi dünyada Latin alfabesinden sonra en fazla kullanılan ikinci alfabedir. Bunun en
önemli sebebi dindir. Kur’an-ı Kerim’in tek bir harfinin bile değişmemesinden dolayı 7.
yy’dan günümüze kadar değişmeden gelebilmiştir. Kökeni Sami alfabesine dayanır. Arap
alfabesinde 28 harf vardır. Bu harflerden 22 tanesi Sami alfabesinden geri kalanı ise Araplara
özgü seslerden oluşmaktadır. Bu alfabe ile yazılan yazılar sağdan sola doğrudur. Alfabede
sesli harf bulunmaz, sesli harflerin görevini seslerin üstüne ve altına getirilerek yazılan
harekeler üstlenir. Harfin üstüne getirilen hareke(üstün) /a/ ve /e/ sesini, harfin üstüne
getirilen başka bir hareke(ötre) ise /o/ ve /ö/ sesini, harfin altına getirilen hareke (esre/kesra)
ise /ı/ ve /i/ sesini vermektedir. Araplar genellikle kelimenin gelişinden hangi ses olduğunu
anladıkları için harekeleri kullanmazlar. Osmanlıca da harekeler kullanılmaz.

Türkçenin yazımında dünyanın çeşitli ülkelerinde bugün de kullanılan biri olan Arap alfabesi,
özellikle İslam coğrafyasında İran, Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelerde yaşayan ve ana
dilleri olan Türkçeyi okuyup yazma imkânına sahip olan Türk toplulukları tarafından
kullanılır. Çin hâkimiyetindeki Doğu Türkistan(Sincan Uygur Özerk Bölgesi) ve Orta Asya
Türk cumhuriyetlerine sınır olan ve büyük çoğunluğunun Uygurların oluşturduğu Türk
halkları da kendi şivelerini Arap alfabesiyle yazmaya devam etmektedir.

12) Kiril Alfabesi


En eski Slav kitaplarının yazıldığı iki alfabeden biri olan Kiril alfabesi, IX. yüzyılda
oluşturulmuştur. Bu alfabenin Rus topraklarına girmesi IX. yüzyılın ortalarından başlar. X.
yüzyılda Hristiyanlığın Ruslar tarafından kabul görmesi, Kuzey Karadeniz ile bütün Sibirya
ve Orta Asya’nın kaderini belirler. Rusların bu dini kabul etmelerinin önemli sonuçlarından
biri alfabe ve yazı diline kavuşmalarıdır. Önceleri küçük şehir devletleri halinde yaşayan
Ruslar, Altın Ordu’nun yıkılışı ile siyasi bir güç olmaya ve Türk topraklarında yayılmaya
başlamışlardır. Rusların yayılmacı politikaları sonucunda Rus olmayan pek çok halk
Hristiyanlaştırılmış ve zamanla da Ruslaşmışlardır. Bu durumdan en çok etkilenenler ise hiç
şüphesiz o coğrafyanın eski yerleşikleri olan Türk halkları olmuştur.
Çuvaş Türkçesinin ilk gramerini hazırlayan ve Kiril alfabesini Çuvaşçaya ilk uygulayan kişi
bir papazdır. Daha sonra Sibirya Türk halklarını Hristiyanlaştırmak amacıyla kurulan bir
misyoner örgütü Yakut, Altay, Şor Türklerinin konuşma dillerine Kiril alfabesini uygulamış ve
mümkün olduğunca küçük parçalara ayırma amacıyla her birinin konuşma dili kendi yazı dili
haline getirilirken Müslüman Türk toplulukları içinde bulunan bazı aydınlar da Kiril
alfabesinin kabul edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Hatta bunlardan bir kısmı kendi
halklarının dillerine ait alfabe ve dil bilgisi kitaplarını Kiril alfabesi ile yazıp yayınlamışlardır.

Önemli: Kiril alfabesi, başta Rusya Federasyonu olmak üzere Ukrayna, Bulgaristan, Beyaz Rusya,
Sırbistan, Makedonya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Moğolistan gibi ülkelerle Başkurdistan ve
Yakutistan gibi Türk özerk bölgelerinde de halen kullanılmaktadır.

1926 yılında yapılan Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin, Latin alfabesini
kullanması yolunda bir karar alınmış ve Çuvaşlar dışında kalan bütün Türk toplulukları bu
kararı uygulamışlardır. Eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk halklarının Rus-Kiril
alfabesini kullanmaları yolunda Moskova’nın aldığı karar üzerine 1939’da Azerbaycanlılar,
Tatarlar, Yakutlar ve Hakaslar; 1940’ta Kazak, Kırgız, Başkurt, Karakalpak ve Özbekler;
1943’te Tuvalılar;1957’de de Gagavuz Türkleri Latin alfabesini bırakıp Kiril alfabesine
geçmişlerdir. Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Türk
Cumhuriyetlerinden bir kısmı, yeniden Latin alfabesini kullanmaya başlamıştır. Bugün Rusya
Federasyonu içerisine yaşayan bütün Türk halklarıyla Kazakistan ve Kırgızistan, Kiril
alfabesini kullanmaya devam etmektedir.

13) Latin Alfabesi


Latin alfabesinin Grek alfabesinden doğduğu kabul edilir. M.Ö. 7. yy’da Yunan alfabesi
örnek alınarak oluşturulan bu alfabeden M.Ö. 5. yy’da 4 ses çıkarılmış Estrük(İtalya’da Roma
döneminden önce kullanılan alfabe) alfabesinden “F,S” sesleri alınarak değiştirilmiştir.
Alfabenin ilk kullanımı büyük harf şeklindedir, küçük harfler daha sonra kullanılmaya
kullanılmıştır. Dünyada en fazla kullanılan alfabe sıralamasında birinci sıradadır. Orijinal
Latin alfabesinde 23 ses bulunur; fakat bu alfabeyi kullanan her ülke alfabeyi kendi diline
uyarladığı için her dilde kullanılan harf sayısı değişir. Türkçeye “ç, ğ, i, j, ö, ş, u, ü” sesleri
eklenerek ve “q, x” çıkartılarak alfabe oluşturulmuştur. Latin alfabesi, Türkçenin yazımında
çeşitli coğrafyalarda XIV. yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Türklerin kendi dillerini bu alfabe
ile yazmaları ise XX. yüzyıl başlarında görülür. 1926’da Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir
Türkoloji kongresi toplanır ve bu toplantıya pek çok Türk halkından temsilci katılır, burada
ayrıca bütün Türklerin Latin harflerine geçmesi yönünde bir tavsiye kararı alınır. Türk
cumhuriyeti topluluklarının hemen hepsinde bu tavsiyeye uyulmuş ve Latin asıllı alfabeler
kabul edilerek karar uygulanmıştır. Aşağı yukarı sekiz on yıl bu süreç devam etmiş; ancak
1938’den başlayarak Sovyet coğrafyasındaki Türkler, zorunlu bir şekilde Kiril alfabesine
geçirilmiştir.
Önemli: Osmanlı İmparatorluğu’nda Latin harflerini kabul etme düşüncesi, ilk olarak 1868’de ortaya
atılmıştır; ancak çok sert tepkiler görmüştür. Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda olumlu
düşüncelere sahip olan II. Abdülhamit’in şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “Halkımızın okuma
yazma bilmemesinde şaşılacak şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir.
Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.”

Osmanlı basınında özellikle XX. yüzyılın başlarında Latin alfabesinin taraftarları ve


karşıtlarının büyük bir tartışmaya giriştikleri görülür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında
duraklayan bu tartışmalar, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından yeniden alevlenmiştir. 1926-
27 yıllarında basında alfabe değişikliği ile ilgili pek çok yazı yayımlanır ve 1927’de alfabe
değişikliği kararı alınır. Kararın uygulanması 1 Kasım1928 tarihinde çıkarılan kanun ile
gerçekleşir. Bu kararın alınması ve uygulanmasında elbette ki Bakü kurultayında alınan
tavsiye kararı etkili olmuştur; çünkü o kurultaya Türkiye’den de temsilciler katılmış ve hep
birlikte karar alınmıştır.

Önemli: Osmanlı içindeki topluluklardan Latin harflerini ilk kullanan Arnavutlardır. Arnavutlar bu
alfabeyi 1880’lerde yaygın olarak kullanmaktaydılar. Arap alfabesinin Türkçenin ses sistemini
karşılamaktan uzak bir yazı sistemi olduğu gerçeği, ilk olarak Osmanlının yetiştirdiği en büyük
aydınlardan biri olan Kâtip Çelebi tarafından 17. yüzyılda dile getirilmiştir. Bu alfabenin yetersizliğini
kabul eden bazı aydınlar da yazı reformundan bahsetmiştir; ancak bir sonuç alınamamıştır. Alfabe
değişikliği, Atatürk’ün direktifleriyle ve TBMM’nin kararıyla gerçekleşebilmiştir.

YAZI VE DİL DEVRİMİ

Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğunun


yıkıntıları üzerine yeni bir devlet kuruldu Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türk toplumunun
yüzyıllardan beri süregelen yönetim, siyaset ve kültür yapısını temellerinden değiştiren devrimler
gerçekleştirildi. Dil ve yazı devrimi de bu baş döndürücü yenilikler halkasının çok önemli bir
basamağı olarak yer aldı.

1 Kasım 1928 tarih ve 1353 sayılı Türk Harfleri Yasasıyla Arap harflerinin yerine, Latin kökenli yeni
Türk harfleri kabul edildi. Bu yasa 3 Kasım 1928’de yürürlüğe girdi. Uygulamada resmi defter, resmi
belgeler gibi alanlarda en son 1930 yılının haziran ayına kadar süre tanındı. Böylece 1,5 yıl gibi kısa
bir sürede yeni harfler bütün yazılarda, yazışmalarda uygulama alanına girmiş oldu.

Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken şöyle seslenir:
“Sevgili arkadaşlarım! Her şeyden önce her gelişmenin ilk yapıtaşı olan soruna değinmek isterim.
Büyük Türk ulusuna onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol dışında, kolay bir okuma yazma
anahtarı vermek gereklidir. Büyük Türk ulusu bilgisizlikten, az emekle, kısa yoldan ancak kendi güzel
ve soylu diline kolay uyan böyle bir araçla sıyrılabilir. Bu okum yazma anahtarı ancak Latin
kökeninden alınan Türk abecesidir. Latin kökenli Türk harflerinin Türk diline ne denli uygun
olduğunu kentte ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne denli kolay okuyup yazdıklarını güneş
gibi meydana çıkarmıştır.”

Günümüzden yıllar, yüzyıllar sonra objektif ve yansız bir incelemeyle Türkiye Türkçesini ele alacak
bir dilci, hiç kuşku yoktur ki, XX. yüzyılda bu dilde sözcükbilim bakımından gerçekleşen büyük
gelişme ve değişmeyi vurgulayacaktır. Bu gelişme ve değişim Mustafa Kemal Atatürk’ün toplum
yaşamının her alanında başlattığı devrimlerden biri olan Dil Devrimi sonucunda meydana gelmiştir.
Atatürk geniş halk kitlelerinin eğitimini kolaylaştıran, Türkçeye her bakımdan daha uygun olan yeni
yazıyı benimsettikten sonra bu yazı devriminin ikinci aşaması olarak Dil Devrimi’ni 12 Temmuz
1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’yle(1932’de Türk Dil Kurumu adını aldı, 1983’te özel bir
yasayla kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bağlı bir devlet kuruluşu haline
getirildi.) başlatmıştır. Türk Dil Kurumu’ndaki çalışmalar esnasında Türkçenin ilk ürünlerinden
başlayarak eldeki metinlerin yayımlanması, bunlardaki Türkçe öğelerin taranması, değişik lehçelerle
ilgili sözlüklerin yayımlanması ve gerçek bir dil hazinesi olan Anadolu ağızlarının sözvarlığından
derlemeler yapılması ön planda tutulmuş; terim oluşturmaya, anadilimizle ilgili dilbilim
araştırmalarına girişmeye yönelinmiş, dil bilgisi ve sözlük hazırlıklarına başlanmıştır. 1932’den
başlayarak dil kurultayları toplanmış, dilin genel gidişine ve kurum çalışmalarının denetlenmesine
yönelik çabalar harcanmış, yabancı bilim adamlarının da katıldığı bilimsel kurultaylar düzenlenmiştir.

Önemli: Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk(Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi Atatürk’ün
sağlığında, Dîvânü Lugati’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi Türk dilinin temel yapıtları ise 1940’lı yıllarda
Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmıştır. Terim sözlükleri, Derleme Sözlüğü, Tarama Sözlüğü
ve Türkçe Sözlük ile ilgili çalışmalar da yine Atatürk döneminde başlatılmıştır. Atatürk, ölümünden
kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’na
bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk’ün mirasından karşılanmaktadır.

1932’de Birinci Türk Dili Kurultayı toplanmış, Türkçenin kökeninin çok eskilere gittiği ve yaygın bir
dil olduğu belirtilmiş, yapılacak çalışmalar şöyle belirlenmiştir:

1) Osmanlıca sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak.


2) Eski belgelerden Türkçe sözlükleri tarayıp yeniden kullanım alanına çıkarmak.
3) Anadolu halkının kullandığı Türkçe sözcükleri derlemek, kullanım alanına sürüp yaymak.
4) Türkçenin tarihini araştırmak, kökenine yönelmek.
5) Türkçenin yapısını, sözcük köklerini, eklerini incelemek, buna göre yeni Türkçe sözcükler
türetmek; özellikle bilim dallarındaki ihtiyacı karşılamak üzere terim yaratma yollarına
gitmek.
1934 yılında toplanan II. Kurultayda derleme, dilbilgisi, kitap tarama ve folklor çalışmaları
sürdürülmüş, soyadı yasadı da yine aynı yıl çıkmıştır. III. Kurultayda ise köken sorunlarını çözmede
bir kuram, bir öneri niteliğinde olan Güneş Dil Teorisi ağırlık kazanmıştır.

Kimi yorumların tersine, Atatürk ölünceye özdeşleştirme çabasından vazgeçmemiştir. Onun koyduğu
erek ve ilkelere bağlı olarak çalışmalar hızlandı. On bir ciltlik Derleme Sözlüğü, sekiz ciltlik Tarama
Sözlüğü ortaya çıktı. Derleme işlerinin yanı sıra dilimizdeki yabancı sözcüklere karşılıklar arandı.
Derleme, tarama, türetme ve sözcükleri birleştirme yoluyla yeni sözcükler bulundu. Atatürk, Sivas’ta
1937 yılında ders vermiş, dili eski diye geometri kitabını yırtıp atmış; üçgen, açı, kenar gibi terimleri
kullanmıştır. Terim çalışmasında onun bu tutumu örnek olmuştur. Bugün Türkçemizi zenginleştiren
etki, katkı, gözlem, yetki, sorumlu, toplum, önem, konu, konut, sınav, öğretmen, öğrenci, taşıt vb. gibi
yüzlerce sözcük bu özleştirme çabaları sonucunda türetme yöntemiyle dilimize kazandırılmıştır. 160
ekiyle dilimiz çok üretken ve doğurgan bir dildir. Yanıt, ulus gibi sözcükler yeniden diriltildi(tarama
yöntemi); doruk, sıvı, konuk gibi sözcükler halk dilinden derlenerek(derleme yöntemi) yazı diline
aktarıldı. Dil devrimi başlamadan önce sözlüğümüzde 30 bin sözcük varken bugün bu sayı 60-70 bin
civarındadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gazetelerdeki Türkçe sözcük oranı % 30’u ancak aşabildiği
halde bugün bu oran % 75’in üstündedir.

Ziya Gökalp’ın 1923’te yayınladığı Türkçülüğün Esasları adlı kitabında Türk dilini kurtarabilmenin
ölçütleri şu şekilde sıralanmıştır(Gökalp, 2004: 120-121):

1) Ulusal dilimizi oluşturmak için Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir yana atarak Halk
edebiyatına temel görevini yapan Türk dilini olduğu gibi benimseyip İstanbul halkının ve
özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
2) Halk dilinde Türkçe eş anlamlısı bulunan Arapça ve Farsça sözcükleri atmak, bütünüyle eş
anlamlı olmayıp küçük anlam ayrımı olanları dilimizde korumak.
3) Halk diline geçip söz ya da anlam bakımından Arapça ve Farsça sözcüklerin bozulmuş
biçimlerini Türkçe saymak ve yazımlarını da yeni söylenişlerine uydurmak.
4) Yerlerine yeni sözcükler konduğu için eski Türkçe sözcükleri diriltmemeye çalışmak.
5) Yeni terimler aranacağı zaman ilkin halk dilindeki sözcükler arasında aramak, bulunamazsa
Türkçenin kurallı ekleriyle ve kurala uygun çekimlerle yeni sözcükler yapmak, buna da
olanak bulunamazsa Arapça ve Farsçadan tamlamasız olmak koşulu ile sözcükler almak.
6) Türkçede Arapça ve Farsça dillerinin kapitülasyonları kaldırılarak bu iki dilin ne çekim ne
yapım ekleri ne de tamlamaları dilimize sokulmamak.
7) Türk halkının bildiği ve kullandığı her sözcük Türkçedir. Halk için alışmış olan ve yapma
olmayan her sözcük ulusaldır. Bir ulusun dili, kendisinin cansız köklerinden değil, canlı
kullanımlarından oluşan canlı bir organizmadır.
8) İstanbul Türkçesinin ses bilgisi yapı bilgisi ve sözlük bilimi, yeni Türkçenin temeli
olduğundan başka Türk lehçelerinden ne sözcük ne çekim ne de tamlama kuralları alınamaz.
Yalnız karşılaştırma yoluyla Türkçenin tümce yapısına ve özel deyimlerdeki söylenişine
varmak için bu lehçelerin derinliğine incelenmesi gerekir.
9) Türk uygarlığının tarihiyle ilgili yapıtlar verildikçe eski Türk kurumlarının adları olması
nedeniyle çok eski Türkçe sözcükler, yeni Türkçeye girecektir. Fakat bunlar terim olarak
kalacaklarından bunların yeniden kullanılması, ölü olanların sözcüklerin dirilmesi niteliğinde
sayılmamalıdır.
10) Sözcükler gösterdikleri anlamların tanımları değil simgeleridir. Sözcüklerin anlamları
köklerini bilmekle anlaşılmaz.
11) Yeni Türkçenin bu esaslar içinde bir sözlüğüyle bir de dil bilgisi yapılmalı ve bu kitaplarda
yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Farsça sözcüklerin ve deyimlerin yapılarına ve tamlama
biçimlerine ilişkin bilgi, dilin fizyoloji bölümüne değil, varlık bilim(palaentoloji) soybilim
(jeneloji) konusu olan türetme bölümüne sokulmalıdır.

Öz Türkçe Akımı ve Güneş Dil Teorisi

Dil devriminin bir parçası olarak 24 Ağustos 1936’da gerçekleştirilen III. Dil Kurultayı’na damgasını
vuran Phil H.F. Kvergic’in Atatürk’e gönderdiği Türk dilinin başka dillerle ilişkisi konusunda yeni bir
teoriye zemin hazırlayan La Psyhologie de queques elements des langues turgues(Türk Dillerindeki
Bazı Öğelerin Psikolojisi) adlı çalışmasından ilhamını alan Güneş Dil Teorisi’dir. Güneş Dil
Teorisi’nde iddia edildiği gibi bütün dillerin Türkçeden geldiğine dair bir tez ortaya koymayan daha
ziyade Antropoloji ve Freud’un psikanaliz yöntemlerinden faydalanarak Türkçenin başka bazı dillerle
akrabalığı olabileceğini ileri süren Kvergic’in Avrupa’da bastıramadığı kırk yedi sayfalık bu tezde
Atatürk, kardeş Türk Tarih Tezi ile Türk Dil Tezini taçlandıracak mükemmel bir müttefik bulmuştu.
Bu tezi esas alarak oluşturulan Güneş Dil Teorisi’ne göre ilk insanlar bütün maddi ve fikrî varlıkları,
güneşe verdikleri isimle birbirlerine anlatırlardı. Bu o kadar açıktı ki herhangi bir kelimenin
etimolojik analiziyle güneşle ilgili belirli mefhumlara ulaşmak mümkündü. Bu teori esasında
dünyadaki mevcut bütün dillerin bir asıldan gelmiş olduğunu varsayan monogenesist bir teoridir.
Buna göre bütün dillerin kaynağında genel bir dilin varlığı, yani Türkçenin varlığı söz konusudur.
Atatürk’ün talimatıyla Güneş-Dil Teorisi hemen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okutulmaya
başlandı ve pek çok dilci bu konu üzerinde çalışmaya başladı. Yapılan araştırmalar sonucu Türk dili,
taş ve maden çağında kültür kavramlarının göç yoluyla bütün dünyadaki dillere yayan çok eski ve çok
büyük bir kültür dili olduğu; bütün dillerin Türkçeden doğmuş olmasının mantıksal sonucu,
yeryüzünde kökü Türkçe olmayan hiçbir kelime sonucuna varıldı. Atatürk hem öz Türkçeciliğin hem
de Güneş Dil Teorisi’ne destek vermiştir; fakat zamanla Dil Devrimi’ndeki aşırılıklardan vazgeçse de
devrimin ana fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bu teoriyle birlikte diğer dillerle gerçekleşen kelime
alışverişinin mümkünlüğü kabul edilmiş; dilde sadeleştirme adı altında pek çok kelimenin atılmasının
önü bir nebze de olsa kapatılmış; dilden atılmak ve halkın artık bildiği, manasını anladığı kelimelerin
yabancı dilden geliyor sanılarak feda edilmesi zarureti ortadan kalkmış ve dil kendi doğal gelişme
seyrine dönmüştür.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Akalın, Ş.H., Eker, S., Türk, V., Cavkaytar, S., Demir, S.A. (2015). Türk Dili 1. Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları.

Aksan, D. (1976). “Eski Türk Dilinin Yaşı ile İlgili Yeni Araştırmalar”, Türk Dünyası Araştırmaları
Yıllığı/ Belleten 1975/1976, s.133-141.

Aksan, D. (2000). En Eski Türkçenin İzinde. Ankara: Simurg Yayınları.

Aksan, D. (2005). Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını. Ankara: Bilgi Yayınevi.

Ateş, K. (2007). Türk Dili. Ankara: İmge Kitabevi.

Demir, G.Y. (2010), “Türk Tarih Tezi ile Türk Dil Tezinin Kavşağında Güneş Dil Teorisi”, Uludağ
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 11, S. 19, s. 385-396.

Ercilasun, A.B. (2007). Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçağ Yayınları.

Ercilasun, A.B. & Alkaya, E. (2007). Çağdaş Türk Lehçeleri. Ankara: Akçağ Yayınları.

Tuna, O.N. (1990). Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi. Ankara:
TDK Yayınları.

You might also like