You are on page 1of 1241

. . . . .

TURK EDEBiYATI TARiHi

1 - iV
A TA TÜRK KÜLTÜR, D İL VE TAR İ H YÜKSEK KURU MU
T Ü R K T A R İ H K U R U M U Y A YI N L A R I
- . 11. Dizi - Sayı:2
IV/ A-22

. . . . .

TURK EDEBiYATI TARiHi

1 - iV

İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

TÜRK TARİH KURUMU BASIMEVİ - ANKARA


2011
Ertaylan, İsmail Hikmet, 1889-1967
Türk edebiyatı tarihi, 1-IV /İsmail Hikmet Ertaylan.- 1. bsk.­
Ankara : Türk Tarih Kurumu, 2011.
4 c. l c.'de (xxviii, 1210 s.) : res. (mk.); 24 cm. - (AKDTYK
Türk Tarih Kurumu yayınlan; IV/A-2-2.11. Dizi-Sa. 2).

İndeks var.
ISBN 978 - 915 - 16 - 2364- 5

1. Türk edebiyatı_Tarih. 2. Edebiyat, Türk_Tarih. il. E.a.


111. Dizi.

81 0. 9

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kumlu'nun 02.02.2011


tarih ve 629/33 sayılı karan gereği 4000 adet basılmıştır.

ISBN 978 - 975 - 16 - 2364- 5

Ha<:,ırlayanlar:
Prof. Dr. Abdullah Uçman başkanlığında;
Mehmet Çelenk, Seda Işık, İpek Şahbenderoğlu,
Özge Şahin, Bengü Vahapoğlu, Sibel Işık.

Raportör: Prof. Dr. DERYA ÖRS

İlk Baskı: Azer Neşr, Bakü 1925- l 926


(4 ayn cilt halinde)
Türk Tarih Kurumu'nda 1. Baskı, 2011
(Dört cilt bir arada)

Türk Tarih Kurumu Basunevi


Akhun Caddesi No: l
Sincan Organize Sanayi Bölgesi / ANKARA
Tel:(0312)26716 il
FİHRİST
Kitap Üzerine Birkaç Söz, Pref. Dr. Abdullah Uçman ........................................ XIII
Bir İki Söz, İsmail Hikmet [Ertaylan] . . .... .. . . .. . ........... .... . ...... . XXIII
. ... . .. . .... ...... . . . ... .

BİRİNCİ CİLT

BİRİNCİ KISIM
On Se kizinci Asrın Şian ( 1800-1838) . .. ... ......... .. . ... ..... ........................
. .. .. . 3

Keçecizade İzzet Molla . ....................... .....................................................


.. 9
Hususi ve Resmi Hayatı ..... .. .. . .. ........ . .
.. . . . . . .....................................
. . ....... .... 9
Lisanı ve Nazını ....... ..................................................................................... 12

Şeyhülislam Arif Hikmet Bey . . .. ........ ................................ ........... ...........


. 17
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi ..................................................................... 17
Lisan ve Sanatı ....... . ......... ........... . .. ........ ........................ ..............................
. 19

Akif Paşa ............................................................................ ............................ 29


Hayat-ı Hususiye ve Edebiyesi ...................................................................... 29
Lisanı ve Kıymet-i Edebiyesi. . ... ... ... . .. .. . ...
.. . ... .. ... . ......
.... ...... . . ................... ... . 34

Abdurrahınan Sinıi Paşa . .... . . . . . .. .. . ..


. .... . . ... ... . .. ... .. .
.............. .......... ..... ...... . . 45
Hususi ve Resmi Hayatı ................................................................................ 45
Lisan ve Efkarı ........... ..... .... . ... .
. .. .. . .
. . .
.... ...... ....... ........
.... . ...... ......... ............ .. 48

İKİNCİ KISIM
Devr-i Teceddüd (1838-1876) .... .. ... ..... ... .. ......... .. ......
. .. ... .. .
... .... .. . ............... 51

İbrahim Şinasi ............................ . . ........ ... .... ....... ... . ... . .............. .
. . . .. .. . .. .. . .. ... . . 59
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi................. . . . .. ... . . .. .. ................
. . . . . . ... .......... ... . 59
Şinasi'nin Veladet ve Sabaveti ...................................................................... 59
Şinasi Osmanlı Edebiyatında Ne Yaptı? ... .. .... . . . . ......................
. .... . . ... .......... 64
Hukuk ve Mehakim ....................................... . .................................................. 66
Şair Evlenmesi ......................... . .
..... . .
. ... . ......... . . ..... ... .. ... ....
...... ...... . ...... .. ... ... . . . 69
VI FİHRİST

Fa tin Da vud.................................................................................................... 79
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi..................................................................... 79
Lisanı ve Şiiri................................................................................................ 81

Kazını Paşa ................................................................................................... 87


Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi.................................................................... 87
Lisanı ve Sanatı ........ .................................................................................. . 89

Leskofça lı Galib........................................................................................... 93
Hayatı.......................................................................................................... 93
Lisan ve Efkan .................. ........................... .......................................... .... . 100

İbrahim Hakkı............................................................................................. 109


Hayat-ı Resmiye ve Edebiyesi ..................................................................... 109
Şiiri ve Sanatı .............................................................................................. 111

Edhe nı Pertev Paşa ..................................................................................... 121


Hayatı ve Hususiyeti ............. ......................................................................
. 121
Lisanı ve Sanatı .............................. ............................................................. 123

Hersekli Arif Hiknıet ................................................................................ 129


Hususi ve Resmi Hayatı .............................................................................. 129
Fikri, Lisanı ve Sanatı.................................................................................. 142

Abdülha nıid Ziya Paşa .............................................................................. 149


Veladeti ve Sabaveti ...... ......................... ... ........... ......................................
. 149
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi.................................... ................................ 151
Ziya Paşa'nın Lisanı ve Şiiri ........................................................................ 160

Niınık Ke nıal .............................................................................................. 183


Veladeti ve Tufüliyeti ................................................................................... 183
Resmi Hayatı ve Gençliği............................................................................ 188
Avrupa'ya Firan ............................................................ .............................. 193
İstanbul'a Avdeti ......................................................................................... 199
Kemal'in Asan ve Tesiri ................ .............................................................
. 208
Eş'an ........................................................................................................... 213

Ahmed Ve fik Paşa...... .................................................................................


. 219
Hayatı ............................................ ............................................................
. 219
Lisana Hizmeti ve Sanau ........................................................................... 221
:(or Nikahı ..................................................................................................... 224
FİHRİST VII

İKİNCİ CİLT

ÜÇÜNCÜ KISIM
Edeb iyat-ı Cedide ( 1876-1895) ..... . . . ... .... . . . ... . . .. . . . .. ... . .. ... .
. ... ........ ............ 249

Reciizade Mahmud Ekre nı ... . ... ... ... .. ... .. . . . . . ..... . .. .. .. ..... . .... ... ................... 257
Veladet ve Tufiiliyeti . .. . . . . . .. . .. . . . .
.. ........... ........ . ... ... .. .. .... ..... . .... .. . ................ . . 257
Ekrem'in Lisanı ve Sanatı .......................................................................... 280

Abdülhak Hinıid .... .. ... ... ....... .. . ... ..... .......... ............ .. . ..... ... ..
. .. . . ....... ... .. . . . . . . . 297
Hayat-ı Edebiye ve Resmiyesi ................................ .......:.......................... ... 297
Hamid'in Şiiri ve Sanatı .. . . . .. . .. ........... . ... .... . ....
...... ..... ... .. ..... .... .......... .... . . ... 371

Sa nıi Paşazade Sezai . . . .. .................. ......................... .......


... ... ................. .. .. 399
Hayat-ı Edebiye ve Resmiyesi . . .. . .. ... ......... .... .. ... . .. . .....
.... ... .. . . .... ... . ..... .... . .. 399
Lisanı ve Sanatı . .. .. .. .. .. . . . . . . .. . .. . . .. . .. .. . . ... . .. .. .. .. . .. .. .. .. .. .. .... .... . ..... .. .. .. .. . .. .. .. .. .
. 402

Sadullah Rinıi Paşa ........ .. .......................................... ......................... ...... 411


Sadullah Paşa'nın Lisanı ve Hususiyeti....................................................... 413

Ahıned Midhat ............................................................................................. 421


Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi.................................... ..... ......................... . . 421
Lisanı, Eserleri ve Tesiri ............ ............... .................................... ....... ......
. . 429

Hüseyin Nazı nı Paşa............ ... ........ ..... ... ....................... ....... ...................
. . . 435
Lisan ve A san .............................................................................................. 438

Yenişehirli Avni ............................................................................................ 441


Veladet ve Hayatı . . ...... ... . . . . . . . . . . .... ......... . .. . . .. . . .. .. . . .. . . . . . . . .. .... . . ... . . .. . . . . . .. .. . ... .. 441
Lisanı, Sanatı ve Fikirleri............................................................................. 445

Mualllln Naci. .. . .. . .. . . .. ....... . ...... ... .... . . . ............. .. ........ ......


.. . . . ..... ....... . .. .. . . ... . . . 451
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi . . . .......... ... ..... . ... .. . ... ..... .. . .. ... ... .... . ..... ...... . .... 451
Fikri, Lisanı, Sanatı .. .. .. ... . ... . . .
............... . ......... . .. . .. .......... .. ..... .................... 466

Şeyh Vas fi ...................................................................................................... 485

Mualllln Feyzi ... ..... . . . ..... .. .


...... ..... .. .... .
. . .... .. .... ......... . ..
. ... .. . ... ........................ 489

Ali RUlıi .... ....... ........... .................. .. .......................... .......... ........ .................. 495
.

Dili ve Sanatı .... . . ....... ..... . . . .... ... . .. . ..... .. .......... . .....
...... . . . . .. ... .. .. .. .. .. . . . ..
........ .. . 498
VIII FİHRİST

İsmail Saia . ......................................................... ............... .........................


.. 503
Hayat-ı H ususiye ve Edebiyesi .............. ... .. .. ..... . .. .. ..... . . .. .. . ... ... .. .. .
. . .. .. . .. . . . . . 503
Lisanı, Sanat ve Kanaati . ........... ................................................................. 5 15

Nabizade Nazım ... . .. ... ........... . ... .. .. . .... . ....... ..


. ... . . ... ..... ..... .. ... . . .. ..... .. .... .... ... 523
.

Hayau .......................................................................................................... 523


Lisan ve Sanau ................ ...... . ... . ..... .. .. .... . ..
... ... . . . .. ...... ... ... ..... . .............. ..
... . 524

Mahmud Samk..... .... .. ... . .. .. .. . . . .. ... ... ...


. .. .... .... . ...... . .......
.. .. .. . ...... ... .. . ........ .. . .. 529
Hayatı .. ... . .. ..... ... ...... .... .... . . ..
. . .. .. .. . .. . ... . ..... . ... . .... .. ..
.... ... . ................ ... .. . .. . . ... . 529
Lisanı , Mefkuresi, Tesiri.. . .... . . ... . ..... . .... . .. .... . . ... .. ... .. ... . ... . ...
.. . . ... . .. .. . . ... . ... .. . . 532

Ni gar Hanım................................................................................................. 539


Hayau.. . .. . .
. ... . . . . .. . ..... . .. .. ... ... . . ........ .. . .. . . . ...... .... . . .... ..
. . ...... . .. . . . ... . . . ... .. .. . ... . .. . . 539
. .
Eser1e n, Lisanı ve ş·· 110 .. . ...... .. . .. . ... . ....... ......... .. ...
. . ......... . .. . . ... ...
. . .. . . . ...... . . .. . . 545

Ahmed Rasim ..... . . .... . .. .... . . . . . ................... ...


.... . . . . ................ ........
. . ... . ............ 55 1
Hayatı... ......... .... .. . .... .. ... .... .. .. .. ............. ... ... . . . .. . . ..... . .. . ...
. ...... . . . ... . .. . .. ... .... . . . . 55 1
Lisanı, Üslubu, Sanau ................................................................................. 555

Hüseyin Rahmi ............................................................................................ 56 1


Hayatı .. ..... . ..... ....... ... . ...... .. .... . ...... . ... . .. ... . . ... ... . . . ... . . ...
. .. . .. . . . .. . . .... . .. . .. . ... .... ... 56 1
Eserleri , Üslubu, Telakkisi, Sanatı. .............................................................. 564

Abdullah Cevdet .......... . .. . .. . .... .............................................................


. ... .. . . 57 1
Hayatı....... .. ... ...... .... ...... . ... . ... .. .... ... ... . ..... .... . .... ... .. ......
. . . .. . . ... .. . . .. .. .. . ........... 57 1
Lisan ı, Üslubu, Sanatı ... ... . ..... ..... .. ... ......... .. ... . . ... ..... . .. .. . ... .... . ..
.. . .. . ... .. ... .. . . . 57 6

ÜÇÜNCÜ CİLT

DÖRDÜNCÜ KISIM
On Do kuzuncu Asır Osmanlı Edebiyatı: 1 324 [ 1908] İnkılabına
Kadar (1895-1908} .......... .. . .. .................. ... ..... . . . .. .... .. . . . .. . . . .. . . . ............ .... . . .. . . 583

Tevfik Fikret . ... ...........................................................................................


. . 59 1
Veladeti ve Hayatı . ...... ................... .......... ........ ....... .................................... 59 1
Lisanı, Deha-yı San'au, Mesleği ve Zevk-i Bediisi .. . . ... .... .. .. .. . .. . .. . . . ... . ...... .. 639

Rıza Tevfik .................................................................................................... 653


Çocukluk ve Gençliği.................................................................... ... ........ ... 653
Şiiri, Sanatı, Lisanı ve Mesleği . ....... .. . . ..... . . ........ . . . . .. ...... ..... . . ... .. . .. .. .. ..... .. .. . 670
FİHRİST IX

Hilid Ziya ......... .... .... ... .. ........ ........ .. ... ..... ... .......... .. .. .. .... .. ............. .... ..... .... .. 687
Veladet ve Hayatı .. ... ............ ... .... ... ... ....... ...... .. .. ... ... ........... .... ... .... ... .... ... ... 687
Eserleri, Lisanı ve Sanatı...... ... ..... .. .... .. .......... .. ... ... ...... .. ....... ..... .. ....... ........ 695

Cenab Şahabeddin .... .. ..... ........ ..... .................. ...... ... ... ................. ... ... ......... 707
Hayat-ı Hususiye ve Edebiyesi........... .. ..... .. .... ...... ....... ..... .. .................. ..... . 707
Lisanı ve Sanatı, Sanat Hakkındaki Telakkisi .......... ..... ... .............. . ... ... .. . . 719

Süleyman Paşazade S3ıni.. ........ ...... ......... .. ...................... ... ... ..... .............. 739
Hayatı.. .. ................. .... ...... ... ......... ... .. ........ ....... .. ...... ......................... ......... . 739
Lisanı, Üslubu, Sanatı. ... .......... ......... ...... ..... .... ... .......... ..... ......... ..... ...... ..... 743

Hüseyin Cahid ..... .. ......... ....... .. ...... .............. ... ....... ......... .. .... ........ .. .. .. ........ . 753
Hayatı........ .. .. ..... ................ ......... ............. . ....... ........ ......... .... ... .. .. .......... ....
. 753
Lisanı, Eserleri ve Meslek-i Edebisi ..... ... ... ........ .. ... ....... ................... ........... 756

Mehıned Rauf........ ............ ... ..... ............. .. .... ..... ...... ........ .. .. ... .... .................. 763
Hayatı ..... ...... ......... ....... .. ...... .... .... ...... .. ...... ........ .......... .. ....... ..... .. ... ............ 763
Eserleri, Lisanı, Sanatı ....... ... .. .... ............ ...... ................... .. ... ... ..... .............
. 768

Ahıned Hikınet...... .. . .... .. ... ....... .. .. .. ................. ...... ................... ... ... .. ...
. . . . . .. . . 781
Hayatı ............... .... ... ... .... ..... .... ...... ................ ... ....... .. ... .. ..... .... ....... ... .......... 781
Lisanı, Üslubu, Sanatı .... .. .................. ..... .. .. ............... .. ... .. ................ ..... .. ... 785

Hüseyin Suad....... ...... ... .............. .. . ..... ................. ...... ... .. ........... ... ....... .. ......
. 795
Hayatı... .. .. ...... ................ ......... ...... ..... ... ...... .... .. ....... .... .. ... ......... ........ .. ..... .. 795
Üslubu, Şiir ve Sanatı ..... ........... .. ....... ................. ....... ............... .. .. ..... ...... ... 799

Hüseyin Siret................................................................................................ 805


Hayatı... .. ............... ... .................... ........ ..... .......... .. .... ... ............. ... .. .. .. ... ...... 805
Lisanı, Şiiri, Heyecanı ............................... ...... ............................................ 81O

Süleyman Nazif.. .... .... ... ...... ........ .. ........... ..... ... ....... .... ..... ......�... ..... .. ...... .... 817
Hayatı .......................................................................................................... 817
Nesri, Nazmı ve Üslubu .... ..... ... ..... .. ........ ...... ....... ..... ..... ..... ...... . . ..... .. .......
. 823

Faik Ali........................................................................................................... 831


Hayatı .......................................................................................................... 831
Lisanı, İlham ve Sanatı..... .. .......... ... ..... .. .. .. ..... .. ......... .. ............ ......... ......
. . . . 833

Keınalzade Ali Ekrem. ......................................................... ...................... 841


Hayatı.......... .. .. .... ... .. ......... .. .... ........ ... .. ..... ............ .... ... .. .... .. ................ .... .
.. 841
Lisanı ve Nazını ...................... ......... ............. ............ .................................. 844
x FİHRİST

H. Nazını (Ahmed Reşid) ....... ... . . .................. . .. .. ...... .. . . . .


...... . . .. . . . .. ... ... . . .... 857
Hayatı . . ..... .... .. ..
...... . . . . .... ..... .. . . . . .. .
......... .... .................. . . ... . . . . ....................... 857
Lisanı ve Sanatı ..........................................................................................
. 859

Celil Sihir .. ... .... ..... ... . . ....... ... . .. . . .. ... . . . . . . . .


..... .. .. . . . . .
. .... . ... . .. .. . . .... ... .............. ... 865
Hayatı ........................................................................................................... 865
Lisanı, Sanatı, Hassasiyeti ............. ..... ...... .... ....... ............. ...... .. .. ... . . .....
. .. . . .. . 870

DÖRDÜNCÜ CİLT

YİRMİNCİ A SIR
1324 [1908] İnkılabından Sonra........... . . . .... ........ . . . ... . . . . . .. . . . . .. .. . . . . .. . .. ... .. . 879

Şahabeddin Süleyman................................................................................ 889


Hayatı .......... ..... ..
...... .. . ........ ... ................ ... ..... ..... ... ... ... .. .. . . .. ... ..
... ....... .. . . . . . 889
Lisanı ve Üslubu ... ... . ...... . . ..... ...... ......... ........ ...... .. ... . . . .
. .... ... . . . .. . . . .. ... . ..... ... . 890

Köprülüzade Mehmed Fuad........ .. ..... ...... .... ..... ... ............ ...... ... ... . ....... .. .. 897
Hayatı . . . .. . .
. .. .. . ....... ... .. ... ..... .... .. ... ...... .. ...... ... ..... ..... ...... ..
. ...... ............... . . . .. . . 897
Lisanı, Nazmı ve Nesri. ... . . .... . ................................. ... ..... ... .. . . . ..
... . .. . . ... . . .. ... 898

Yakup Kadri. .. .. . .. . ...... ... . ......... .. .. ..... ... ..... ..... ............ .. ... ... ..
................ .. . . . . . ... 907
Hayatı. .. . . ... ... . .
. . . .. . . .. .. .. .. .
... .... ........... . . .. .......... . ..
....... . . .. . . ..
.... ....... .. . ....... . ... . . 907
Lisanı ve Sanatı .. ......................................................................................... 908

Refik Hilid ................................................................................................... 915


Hayatı .. . .... .. . .... ..
.. . ... .. . . .. ..... .
.. ........... . . . ..... ... ... . . .
.... ..... . . ...... ...... ..... . .... . ..... . . 915
Lisanı, Üslubu ve Sanatı. ...... . . . ... . . ... . . .. .... .. ... ..
... ... . . . ......
... ...... .... . . ... .. .. . ...... . 917

Filih Rıflu ....... ... .... ..... .. . ........ ... . ... .... .. . ..... ..... ..... .. .. .. ... ... ... .. . ....... .
. .. . . . . .. ... . . . . 925
Hayatı. . ..... . .... . ..... .. . . ... . .. .
. ... . .. . ... . .. .
. . . .. . .. .. . ...... .
.... . ... . ...
. ........ . ....... .. . . ....... .. . . 925
Lisanı ve Üslubu ... ..... ............................... .......... ................ ......... . ....... . . .. ... . 926

Ahmed Haşinı . ................... ......................................................................... 933


Hayatı ......................................................................................................... 933
Lisanı ve Sanatı .......................................................................................... 934

Emin Bülend................ .. .............................................................................


. 941
Hayatı ... ... ... ............. ... ......... . . . . . ... ... .... .. . . .. . ... ... . . . . ....
.. .. . . . . . .... .. ... . . .. . . . . . . .. . .. . 941
Lisanı ve Nazmı ......................................................................................... 942
FİHRİST Xl

Tahsin Nahid .................................................. ............................................. 949


Hayatı .............. .................................. ......................................................... 949
Lisanı ve Sanatı .. . ... .. . . ..... .. . . .. . . . . .. .. . . ... . . .. . . .. . . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . .. . . .. . . . .. . . . . ... . . . . . 950

Yahya Kemal .... .......................................... ........... ................... ................... 953


Hayatı.. ......................................................... ............................................ 953
. .

Lisanı ve Sanatı.. . ........ ... . . . .. . ... . . .. ... . .. .. ....... .. . . . . . . . .. .. . .. . . . . . .. . . . . . . . . ... . .. . . .. . . . . ... 956

Fazıl Ahmed................................................................................................. 967


Hayatı........................................................................................... ....... ....... 967
Lisanı ve Sanatı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 968

Ali Canib ...... ... ................... ....................... . .................................. ............. 979


. . . .

Hayatı........ .............................. ........ ............................ ............................. 979


. .

Lisanı ve Üslubu ............. ............................... .... ..................................... 984


. . .

Ömer Seyfeddin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . ...... .. . . . . .. . .. . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . 989


Hayatı......................................... ....... ........................................................ 989
.

Lisanı ve Sanatı. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . ... . ... . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . ... .. .. .. . . . ... . . . . . . . .. . . . . . ... . . . . 992

İ br ahim Alaeddin .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....... .. ...... .. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . ... . . . . . . .. .. . . . . . . . . . . . . . 1007


Hayatı........................................................................................... ............ 1007
Lisanı ve Nazmı .......................... ............................................................. 1010

Ercünıend Ekrem...................................................................................... 1O19


Hayatı............................................................... ......................................... 1019
Lisanı ve Sanatı. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . .. ...... .. . . . . .. .. . . . .. . . . .. . . .. . . .. . . .............. .. . ....... 1020

Halide Edib................................................................................................. 1027


Hayatı . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . .. . ... . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . 1027
Lisanı ve Eserleri. .. . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . .... ... . . . . .. .. . . . .. . . . . . . . .. . . .. . . . . ............ .. . . . .. . . . 1031

İhsan Raif.................................................................................................... 1035


Hayatı.............................. ........................... ................... ........................ 1035
.. . .

Lisanı, Şiiri ve Heyecanı............................................................................ 1037

Mehıned Eınin ................... . . ..... ................ ............................. .................... 1043


Hayatı...... ..................................................................... ............................ 1043 .

Lisanı ve Sanatı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1047

Ziya Gökalp .. . . . . .. . . ... .. . . .. . . . . .. . . .. . . .. ... . . . .. . . ..... .. . . . . .. .. . .. . .. . .. . . .. . . . .. . . . ... . . .. . ... . ..... 1059


Hayatı................................... ......................... .......................................... 1059
. .

Lisanı, Kanaati ve Sanatı . . . . . . . . . .. . .. . . . .. . . ... . . .. . . . . .. . . . .. . . . . .. . . . . . . . . . . . . ........ .. . . . .. .. 1066


XII FİHRİST

Melınıed Akif........................... .... .......................................................... 1079


.. ..

Hayatı........................................................................................................ 1079
Lisanı, Üslubu, Sanatı.. .. . .... ......... .... .... .......... ... ....................................... 1080
.

Midhat Cemal .... . . .. . . . ..... . . . . . ... . . . . ..... . ... ... .. . . ..... .. . .... . .. . . . .... .. ............ ...... . .. ... 1091
Hayatı, Lisanı ve Sanatı .. .. .... .. ...... .. .... ...... .... .............. .... .. ............ .... .. .. .... 1091

Hamdullah Suhbi .. ..... ... .. .. .... .. ...... .. .. ...... .. .. .. .. .... .. .. .. .. .. .. ...... .. .... ..... .. . . .. . .. 11O1
Hayatı........................................................................................................ 11O1
Lisanı ve Sanatı.. .. .. .. .. .. .. .... .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. . .. .. .. 1102

Reşat Nuri ............................ ...... ............... .................................................. 1115


Hayatı............... ........... ... .. . ....................................................... ... . ...... 1115
.. .. . . .

Lisanı ve Sanatı ...... .. ........................ ... .. ...... ...... .. .. .... .... ........ ...... .. .. .. .. .. .. .. 1116

Halit Fahri............................................................................................. ...... 1121


Hayatı....................... ........ ................................................................ ... .... 1121
. .

Lisanı ve Şiiri .... ..... ....... ........ ............................................................. .... .... 1123

Yaşar Nezihe............................................................................................... 1133


Hayatı........................................................................................................ 1133
Lisanı, Üslubu ve İlhamı ........................................................................... 1136

Orhan Seyfi................................................................................................. 1141


Hayatı ........ .. ..... ... .. ........................................................................... .... ... . 1141

Yusuf Ziya .......... ...... . . .. .. ..... ... .................... ... . . . ... . . . . . . ... . ................. ... . . . . . .. . . 1155
Hayatı ..................................... .. ........................................ ........................ 1155

Faruk Nafiz . .. . ......................................................... ............................. ..... 1165


.

MÜTAREKE'DEN SONRA EDEBİYAT .. ......................................... ..... 1183

İNDEKS .. .... ....... ... . . ........ . .. ...... .......... ... .. . . ....................................... .... 1189
. . .. .. . .
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

ABDULLAH UÇMAN

Edebiyat tarihi genel anlamda, bir milletin tarih boyunca ortaya koyduğu
ve belli bir sanat ve estetik değer taşıyan edebi ürünleriyle bu ürünleri veren ede­
bi şahsiyetlerin ele alınıp incelenmesi, yani bir bakıma bunların muhasebesinin
yapılması diye tarif edilmektedir.
Yeryüzündeki hemen bütün milletlerin az veya çok, tarihin eski çağlarından
başlayarak bugüne kadar gelen sözlü ve yazılı edebiyatlarının varlığı bilinmek­
tedir. Ancak bu edebi ürünlerle birlikte bunları ortaya koyan ve adına şair, ya­
zar veya sanatçı denilen kişilerin belli birtakım ölçüler dahilinde ele alınıp
değerlendirilmesi, yani edebiyat tarihçiliği, her nedense, oldukça geç bir zaman
diliminde, XIX. yüzyılda ortaya çıkar. Bu geç kalışta, değerleri itibariyle ortaya
konuldukları zamanı ve çağı aşarak klasik kabul edilen eserlerin mutlak değer
taşıdıklarına olan inancın da etkisi söz konusu olduğu ileri sürülmüştür. XIX.
yüzyılda ilk defa Madame de Stael'in Edebiyata Dair (1880) adlı kitabında, her mil­
letin ve her çağın edebiyatının birbirinden ayrı ve değerlerinin de izafi olduğunu
belirtmesiyle birlikte, tarihsel süreç içinde farklı özellikler gösteren bütün milletler­
in edebi eserlerine yeni bir bakış açısıyla bakılmaya başlanır.
Mme de Stael'den sonra Villemaine, edebi eserlerin siyasi, fikri ve dini
akımlarla olan ilişkisini araştırırken, Sainte-Beuve de edebi şahsiyetlerin hayatlarına
ve psikolojilerine eğilmek suretiyle bu alanda bazı denemeler yapar. Esas itibari­
yle Avrupa'da edebiyat tarihçiliği Gustave Lanson'la başlatılır. Doğrudan doğruya
Hippolyte Taine'in meşhur "Irk, muhit ve tarihi zaman" görüşünden hareket
eden Lanson, edebi eseri genel anlamda sosyal hayatın bir yansıması olarak ka­
bul etmiştir. Onun çalışmalarını, edebi türlerin gelişmesini ve birbirine etkisini
esas alan Brunetiere ile edebi nesilleri ve edebi eserlerin iç gelişmelerini izleyen
A lbert T hibaudet'nin denemeleri takip eder. Ama yine de bunlar arasında, bir
edebi eseri çevresi, yani onu ortaya koyan yazarın hayat hikayesi, yaşadığı devir
ve o eserden önceki edebiyat geleneği ile eserin ortaya çıktığı devrin şartlarını esas
alarak açıklayan Lanson metodunun edebiyat tarihçiliğinde uzun süre geçerliğini
koruduğu görülür.
xıv KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

XX. yüzyılda edebiyat tarihçiliği anlayışına yeni bir görüş getiren Rene
Wellek ise, edebi eserin şekil, yapı ve üslup bakımından sadece dış şartlarla
açıklanamayacağını; edebi eserlerin de kendi bütünlüğü içinde ele alınması
gerektiğini, bundan dolayı edebiyat tarihinin şair ve yazarların hayat hikayeleri
yerine doğrudan doğruya edebi eserlerin tarihi olması gerektiğini ileri sürer.
Bizde "Edebiyat tarihi" adını taşıyan ilk eser ise, Abdülhalim Memduh'un
Tô.rih-i Edebiyat-ı Osmô.niye'sidir (1306/1890). Onu Faik Reşad'ın Tô.rih-i Edebiyat-ı
Osmdniye'si (1327/1911), Şahabeddin Süleyman'ın Tarih-i Edebiyiit-ı Osmaniye'si
(1328/1912) ve Mehmed Hayreddin'in Tiirih-i Edebiyat Dersleri (1328-1329/1913)
ile Fuat Köprülü'nün Şahabeddin Süleyman'la birlikte hazırladığı Yeni Osmanlı
Tô.rih-i Edebiyatı (1332/ 1916) adlı eserleri takip eder.
Bizde bilimsel anlamda edebiyat tarihçiliğinin kurucusu kabul edilen Fuat
Köprülü, 1913 yılında Bilgi Mecmuası'nda yayımlanan "Türk Edebiyatı Tarihinde
Usul" adlı oldukça kapsamlı makalesinde, asırlar öncesine uzanan çok eski bir
geçmişi bulunan Türk edebiyatı örneklerinin nasıl ele alınıp incelenmesi gerektiği
meselesi üzerinde aynntılı bir şekilde durmuştur. Fuat Köprülü ilk defa burada,
geniş bir coğrafya üzerinde ve yüzyıllan içine alan oldukça zengin Türk edebiyatı
tarihi için, "İslamiyet'ten Önceki Türk Edebiyatı", "İslamiyet'in Kabulünden
Sonraki Türk Edebiyatı" ve "Batı Tesiri Altındaki Türk Edebiyatı" şeklindeki
meşhur tasnifi yapmıştır. Edebiyat, tarih, sosyoloji ve hukuk tarihi alanlannda da
geniş bilgisi ve otoriter şahsiyetiyle daha sonra yazılan birçok edebiyat tarihine yol
gösteren Köprülü'nün bu tasnifi geçerliğini hala korumaktadır.
Burada, Türk edebiyatının aynı zamanda medeniyet tarihinden ayn
düşünülemeyeceği üzerinde de ısrarla duran Fuat Köprülü, büyük ölçüde, esas
olarak edebi şahsiyeti merkeze alan, ancak edebi şahsiyeti ve eserini değerlendirirken
yazann yetiştiği çevre ile devrin sosyal ve siyasal şartlannın da göz önünde
bulundurulması gerektiğini savunan Lanson'un metodunu benimsemiş görünme­
ktedir. Fuat Köprülü, Aşık Tarzının Menşe ve Tekamülü (1915) ile Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar (1919) adlı eserlerinden sonra, bu görüşünü daha geniş bir şekilde
1926 yılında ancak ilk cildi yayımlanabilen Türk Edebiyatı Tarihi'nde uygulamaya
koymuş, daha sonra Edebiyat Araştırmaları (1966) adıyla bir araya getirilen makalel­
erinde de aynı görüşün çeşitli örneklerini vermiştir.
Fuat Köprülü'nün arkasından, onun açmış olduğu yoldan İbrahim Necmi
Dilmen, İsmail Habib Sevük, İsmail Hikmet Ertaylan, Sadettin Nüzhet Ergun,
Mustafa Nihat Ozön, Agah Sırn Levent, Vasfı Mahir Kocatürk, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Nihad Sami Banarlı ve Ahmet Kabaklı gibi, bir kısmı onun da talebesi
olmuş edebiyat tarihçileri Türk edebiyatı tarihini çeşitli yönleriyle ele alan eser­
ler kaleme alırlar. Ancak bu isimler arasında A . H. Tanpınar'ın XIX Asır Türk
Edebiyatı Tarihi adlı eserinin ayn bir yeri vardır. Eser, tamamlanamamış olmasına
rağmen, gerek muhtevası, gerekse ele aldığı meselelere farklı bakış tarzı ve ken­
dine özgü metot ve üslubuyla, sadece Türk edebiyatıyla meşgul olanlann değil,
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ xv

XIX. yüzyıldaki Türk kültür ve medeniyetindeki değişme ve yenileşmeyle ilgile­


nen yerli ve yabancı birçok araştırmacı tarafından hfila ilk elden bir kaynak olarak
kullanılmaktadır.
Yeni Türk Edebiyatı adı verilen ve Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar uzanan
dönemle ilgili olarak Pro( Dr. Orhan Okay'ın Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı
(2005) ve Pro( Dr. İnci Enginün'ün Yeni Türk Edebiyatı-Tanzimat'tan Cumhuriyefe
(2006) adlı eserleriyle birlikte Talat Sait Halman'ın editörlüğünde çeşitli akademi­
syen ve araştırmacıların katılımıyla ortak bir çalışma halinde hazırlanan dört cilt­
lik Türk Edebiyatı Tarihi (2006) de, bu alanda ortaya konulan en son örnekler olarak
hatırlanmaktadır.
Y ıllardır bizatihi kendisi de tek başına bir Türk edebiyatı tarihi yazmakla
meşgul olan Pro( Dr. Ömer Faruk Akün ise, yıllar önce Türk edebiyat tarihçiliği
üzerine kendisiyle yapılan bir mülakata verdiği cevapta, günümüzün her tür­
lü geniş ve zengin imkanlarına rağmen, yıllann birikimine sahip bir kişinin tek
başına mükemmel bir Türk edebiyatı tarihi yazabilmesinin çok zor olduğunu, hat­
ta mümkün olmadığını söylemiştir ("Bir Türk Edebiyatı Tarihi Yazmak Mümkün
Müdür? ...", Dergdlı, sayı l , Mart 1990).
Tabii, edebiyat tarihi yazmaya niyetlenen bir kişinin bazı özelliklere de sahip
olması gerekir. Edebiyat tarihi yazacak şahıs öncelikle geniş bir kültüre ve zengin
bir bilgi birikimine sahip olmalı, hemen her konuda objektif davranabilmeli, yeni
metotlardan haberdar olmalı ve gerektiği durumlarda bunları Türk edebiyatına
da uygulayabilmelidir.
Genellikle VIII. yüzyılın başlarına ait yazılı ilk örnek kabul edilen Orhun
Abideleri ile başlayıp farklı coğrafi ve kültürel sahalarda yüzyıllar içinde dallanıp
budaklanarak günümüze kadar gelen Türk edebiyatının, bizde XX. yüzyılın
başlarından itibaren birçok araştırma ve incelemeye konu olmasına rağmen,
halledilememiş daha birçok meselesi mevcuttur. Dolayısıyla, Türk edebiyatı tarihi
bir bütün olarak ele alındığı takdirde karşımıza belli başlı iki yol çıkmaktadır: Ya,
on üç asırlık bir zaman süresini içine alan bu büyük ve zengin edebiyatı bugüne
kadar genellikle yapılmaya çalışıldığı gibi tek bir kişinin bütünüyle kucaklamaya
kalkması veya yukarıdaki bazı örneklerde olduğu gibi, ekip çalışması yapılması
gerekmektedir.
Ancak bu her iki yaklaşım tarzının sağladığı imkanlar kadar sakıncaları da
mevcuttur. Bırakın tarihi dönemleri, sadece XX. yüzyılda şiir, hikaye, roman,
tiyatro, deneme, hatırat, günlük, gezi notları, mektup gibi değişik türlerde yü­
zlerle ifade edilebilecek yazar ve binlerce eserin varlığı söz konusu olunca, tek
başına bir edebiyat tarihi yazmaya kalkışan kişinin belli bir birikim ve tecrübenin
arkasından, yani belli bir yaştan sonra, bir dönemi, hatta belli bir türün gelişimini
bile hakkıyla incelemesi oldukça güç görünmektedir. Yani günümüzün her türlü
iletişim ve kaynaklara kolayca ulaşabilme imkanına rağmen, yine de tek kişinin
xvı KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

mükemmel veya eksiksiz bir edebiyat tarihi yazabilmesi, bir ömre sığabilecek bir
iş olarak görünmemektedir.
Ekip çalışmasında ise, edebiyat tarihindeki belli dönemler veya birtakım
meselelerin değişik kişiler tarafından ele alınıp incelenmesi ilk anda daha kolay
görünmektedir. Ancak bu tür çalışmalardaki sakınca ise, her yazarın farklı bir biri­
kime, farklı bakış açısına ve üsluba sahip olmasında, yani her bakımdan bir bütün­
lük göstermesi gereken edebiyat tarihi için gerekli şartlara pek uyulamamasındadır.
Dolayısıyla yukarıda isimleri zikredilen edebiyat tarihçilerinin eserlerinin bir
kısmında T ürk edebiyatının belli bir dönemi ele alıp incelenirken, bir kısmında
ise bir tür tezkirecilik geleneğinin devamı gibi, ayrıntılara girmeden, oldukça
muhtasar bir şekilde edebi devirler ve edebi şahsiyetlerin gözden geçirildiği görül­
mektedir.

Bütün bu örnekler arasında İsmail Hikmet Ertaylan'ın Türk Edebiyatı Tarihi


(4 C., Bakü 1925-1926, 1454s.) adını taşıyan eseri, üzerindeki isim dolayısıyla, ilk
bakışta her ne kadar sanki başlangıcından itibaren bütün Türk edebiyatını kapsar
gibi görünmekteyse de, bu tamamen yanıltıcıdır. Hatta eserin giriş kısmında
yazarın bizzat kendisi, bunun başlangıcından itibaren geniş kapsamlı bir edebiyat
tarihi olacağını, Fuat Köprülü'nün yaptığı tasnif gibi İslamiyet'ten önceki, İslami
dönem, Uygur, Çağatay, Azeri ve Osmanlı edebiyatlarını, hatta halk ve tasavvuf
edebiyatlarını da kapsayacak mahiyette geniş çaplı bir çalışma olacağını belirt­
mesine karşılık, eser, sosyal ve siyasal anlamda yenileşme hareketlerinin başladığı
XIX. yüzyıldan itibaren 1. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar olan devreyi içine
almaktadır. Bunun için esere Yeni Türk Edebiyatı Tarihi veya Yenileşme Dönemi
T ürk Edebiyatı Tarihi denmesi kanaatimizce daha uygun görünmektedir.
Daha önce lise seviyesinde çeşitli okullarda T ürkçe ve edebiyat hocalığı ya­
pan, Düşünce (1918-1922) adıyla bir dergi çıkaran ve Türk edebiyatı üzerinde
araştırmaları bulunan, edebiyat üzerine çeşitli makaleler ve kitaplar yayımlayan
İsmail Hikmet, başta Tevfik Fikret ve Rıza Tevfik olmak üzere, yaşadığı döne­
min çeşitli edebiyatçılarıyla da yakın temas halinde olması dolayısıyla, T ürk
edebiyatının çeşitli meseleleri hakkında belli bir bilgi ve birikime sahiptir. Rusya'da
komünist rejimin tam anlamıyla hakim olduğu bir sırada, 1925- l 926 yıllarında
Bakü Üniversitesi'nde görevli bir öğretim üyesi olarak verdiği derslerin ürünü
olduğu anlaşılan bu eserde, belki devrin havası, belki de bulunduğu yer dolayısıyla,
özellikle divan edebiyatına son derece olumsuz bir bakışı açısı ile yaklaştığı derhal
dikkati çeker.
Esasen sadece Tanzimat'tan sonraki dönemle l 920'li yıllan içine alan eserin
özellikle giriş kısmından başlayarak yer yer daha sonraki ciltlerde de görülen divan
edebiyan hakkındaki indi ve sübjektif değerlendirme ve küçültücü ifadeler, hangi
şartlar altında olursa olsun, yazarın bir edebiyat tarihçisi için ön şart olan objektifliği
hatırına bile getirmediğini göstermektedir. "Daha başlarken itiraf etmeye mecbur
olduğumuz bir hakikat varsa o da edebiyatımızın çok çürük, çok ufünetli, çok ölü
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ XVII

olduğudur. Esasen doğarken bir uglilta (monstre) olarak doğmuştur." (s. VII) gibi
ifadeler sadece mukaddime ile sınırlı değildir. İsmail Hikmet zaman zaman bir
devri anlatırken de, adeta birilerinden hesap sorarcasına, mesela devrin padişahı
Sultan Abdülaziz veya önde gelen devlet adanılan Aıi Paşa ile Fuad Paşa için de
son derece yakışıksız sözler sarf etmekten nedense kendini alamamaktadır.
Eser, divan edebiyatı üzerine yer yer Namık Kemal'e dahi rahmet okutacak
karalamalarla dolu mukaddimeden sonra, asıl konuya XIX. yüzyılın başlarında,
Tanzimat öncesine rastlayan yıllarda (1800 - 1838), eski edebiyatın son temsilcile­
rinin ele alınmasıyla başlar. Burada Batı tesirinden uzak bulunan ve tamamen
eski geleneğin devamı olan Keçecizade İzzet Molla, Şeyhülislam Arif Hikmet ve
Abdurrahman Sami Paşa üzerinde durulur. Bunlar arasında uzunca bir bölüm
ayırdığı Akif Paşa'yı, Tanzimat'tan önceki yenilik hamlesinin ilk ve en önemli ismi
olarak yücelten İsmail Hikmet, onun "Şeyh Müştak'a Mektub"unu, sadelik, sa­
mimiyet ve selaset itibariyle Şinasi'nin Paris'ten annesine yazdığı mektuptan bile
daha önemli bulur.
Tanzimat sonrasını ise "On Dokuzuncu Asır Başlan", "On Dokuzuncu Asır
Ortaları", "On Dokuzuncu Asır Sonları" ve "Yirminci Asır" şeklinde ayn ciltlere
ayırmak suretiyle, esas itibariyle yenileşme dönemi Türk edebiyatını inceler. İsmail
Hikmet'in, eserinde başından sonuna kadar bir devri incelerken o devrin esas
karakterini veren edebi topluluklar, edebi cereyanlar ve edebi tartışmalar üzerinde
durmak yerine, daha çok edebi şahsiyetleri ele alıp genellikle sübjektif ölçülerle
değerlendirme yoluna gittiği görülmektedir. Yani önce, ele alınan edebi şahsiyetin
hayat hikayesi anlatılmakta, daha sonra dili, üslubu ve sanat anlayışı üzerinde ayrı
ayn durulmakta, en sonunda da bir kısım eserlerinden çeşitli örnekler verilmek­
tedir. K itaba aynca bütün şair ve yazarların tarama suretiyle yapılmış birer resmi
de konulmuştur.
Edebiyat tarihinde "Devr-i Teceddüt" adını verdiği yenileşme dönemine
Şinasi ile başlayan İsmail Hikmet'in onun hakkındaki görüşleri de pek olumlu
değildir; çünkü ona göre Şinasi yazı dilinde cümlelerin kısaltılmasında, terkiplerin
çözülmesinde bir dereceye kadar başarılı olmuşsa da, "munis ve tabii T ürkçe yaz­
mak" konusunda Akif Paşa'dan, Koca Sekbanbaşı'dan, hatta Katip Çelebi'den
bile geride kalmıştır.
İsmail Hikmet, Şinasi'den sonra, kronolojik olarak tekrar geriye giderek Fatin
Davud'un arkasından Encümen-i Şuara topluluğuna döner ve bu bölümde Kazım
Paşa, Leskofçalı Galib ve Üsküdarlı Hakkı Bey'i ele alır. Edhem Pertev Paşa'yı ise
"Eski ile yeni arasında bir devre-i ittisal teşkil edenler" arasında gösterir. Onun
arkasından da sırayla Hersekli Arif Hikmet, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmed
Vefik Paşa gelir.
Eserin ikinci cildi 1876- 1895 yıllan arasını kapsar. Bu cilde 1. Meşrutiyet'in
ilan edildiği, Meclis-i Mebusan'ın açıldığı ve Kanun-ı Esasi'nin yürürlüğe girdiği
XVIII ABDULLAH UÇMAN

1876 yılı ile başlanır ve sırayla şu isimlere yer verilir: Recai.zade Mahmud Ekrem,
Abdülhak Hamid, Sami Paşazade Sezai, Sadullah Paşa, Ahmet Midhat Efendi,
Nazım Paşa, Yenişehirli Avni, Muallim Naci, Şeyh Vasfi, Muallim Feyzi, Ali Ruhi,
İsmail Sala, Nabizade Nazım ve Mahmud Sadık. Bundan sonra "Müstakil Çalışan
Şair ve Edipler" şeklinde bir bölüm açan İsmail Hikmet buraya da sırayla Nigar
Hanım, Ahmed Rasim ve Hüseyin Rahmi'yi dahil eder. Bu cilt İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin kuruculanndan biri olan Abdullah Cevdet'le son bulur. Bu ciltte,
edebiyat tarihinin üzerinde en geniş şekilde durulan şahsiyeti Abdülhak Hamid'e,
tabii çeşitli manzumelerinden, diğer eserlerinden ve mektuplanndan da bol bol
örnekler verilmek suretiyle, küçük bir kitap hacminde tam 135 sayfa aynlmıştır.
"On Dokuzuncu Asır Osmanlı Edebiyatı" başlığı konulan ve 1895- 1908
yıllan arasını içine alan üçüncü ciltte ise esas olarak "Yeni Edebiyat-ı Cedide"
dediği Servet-i Fünun topluluğu içinde sırayla Tevfik Fikret, bu topluluğa fiilen
katılmamakla beraber Rıza Tevfik, Halid Ziya, Cenab Şahabeddin, Süleyman
Paşazade Sami, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf, Ahmed Hikmet, Hüseyin Suad,
Hüseyin Siret, Süleyman Nazif, Faik Aıi, Ali Ekrem, H. Nazım ve Celal Sahir ele
alınır. Bu ciltte de 84 sayfa ayrılmak suretiyle üzerinde en geniş şekilde durulan
edebi şahsiyet Tevfik Fikret'tir.
Eserin son cildi ise Servet-i Fünun hareketinin dağılmasını takip eden
süreçte, daha doğrusu il. Meşrutiyet hareketinin hemen arkasından kurulan Fecr­
i Ati topluluğu içinde yer alan Yakup Kadri ile başlar. Onu yine sırayla Refik
Halid, Falih Rıfkı, Ahmed Hfışim, Emin Bülend, Tahsin Nahid, Yahya Kemal,
Fazıl Ahmed, Ali Canib, Ömer Seyfeddin, İbrahim Alaeddin, Ercümend Ekrem,
Halide Edib, İhsan Raif, Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Mehmed Akif, Midhat
Cemal, Hamdullah Subhi, Reşat Nuri, Halit Fahri, Yaşar Nezihe, Orhan Seyfi,
Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz takip etmekte, arkasından da "Mütarekeden Sonra
Edebiyat Başlıklı" kısa bir değerlendirme ile eser sona ermektedir.
Görüldüğü gibi kitap XIX. yüzyılın başlarından itibaren XX. yüzyılın
başlanna kadar gelmekte ve aşağı yukan yüz yıllık bir devreyi siyasal, sosyal ve
edebi olaylar da dahil olmak üzere, topluca ele alıp incelemektedir Ancak yukarıda
.

da değindiğim gibi, İsmail Hikmet'te bir edebiyat tarihçisinde bulunması gereken


ilk vasıflardan biri olan tarafsızlıktan eser yok gibidir. Yazar, kitap boyunca, birçok
siyasi veya edebi konuda tamamen keyfi hükümler vermekte, takdir ettiği kişileri
göklere çıkarırken beğenmediklerini adeta yerin dibine batırmaktadır. Tabii bu
şekilde keyfi ve sübjektif davranmasının bir sonucu olarak da, bir takım tutarsızlıklar
ve ölçüsüzlükler de dikkati çekmektedir. Mesela hemen bütün edebiyat tarihçile­
rinin Türk edebiyatında yenilikleri başlatan biri olarak ele aldık.lan Şinasi'ye bu­
rada 18 sayfa yer verilirken, Üsküdarlı Hakkı'ya 9 sayfa, Leskofçalı Galib'e 16
sayfa, Hersekli Arif Hikmet'e İse 20 sayfa aynlmıştır. Bu çerçevede, başka edebiyat
tarihlerinde bir edebiyatçı olarak üzerinde durulmayan Abdurrahman Sami Paşa,
Hüseyin Nazım Paşa ve daha çok bir gazeteci olarak tanınan Mahmut Sadık'a yer
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ XIX

verilirken, bu ciltte mutlaka bulunması gereken ilk romancımız Şemseddin Sami


nedense unutulmuş, Keçecizade İzzet Molla'mn hemen yanı başında yer alması
gereken Enderunlu Vasıf ile divan sahibi Osman Nevres, daha sonraki ciltte de
Ebüzziya Tevfik ile Servet-i Fünun döneminin yegane münekkidi Ahmed Şuayb
atlanmıştır.
İsmail Hikmet, Nfunık Kemal'in yaklaşımı doğrultusunda divan edebiyatım
ağır bir dille eleştirirken, birçok edebiyat tarihçisinin tam aksine, yeni edebiyatın
kurulmasında Namık Kemal'den ziyade Ziya Paşa'yı ön plana çıkarmakta, hatta
Namık Kemal üzerinde bile Ziya Paşa'nın büyük etkisi olduğundan söz etmek­
tedir. Daha sonra Recfüzade Ekrem'in görüşlerini esas alarak Muallim Naci ile
"Naci peyrevi" olmakla itham ettiği Şeyh Vasfi ve Muallim Feyzi'yi tenkit etme­
kte, üçüncü ciltte ise bütünüyle Tevfik Fikret'i merkeze almak suretiyle hüküm­
ler verdiği dikkati çekmektedir. İsmail Hikmet burada bir yandan dünya görüşü
ve sanat anlayışı itibariyle Tevfik Fikret'in karşısında gördüğü Mehmed Akif'i
ağır ifadelerle eleştirirken, öbür yandan diğer bütün Servet-i Fünun topluluğu
mensuplarım da doğrudan doğruya Tevfik Fikret'in sanat anlayışı açısından
değerlendirmekte, Fikret'e olan hayranlığını hemen her fırsatta dile getirmektedir.
Yazarın, belirtmeye çalıştığım objektiflikten uzak tek yanlı tutumu, ele aldığı
şahısların hayat hikayeleriyle edebi şahsiyetlerini incelerken belli bir ölçüye ri­
ayet etmemesi, iktibas edilen metinlerin fazlalığı; belki farkında olmadan veya
konu gereği ister istemez bazı tekrarlara düşmesi gibi zaaf ve kusurlarına rağmen
elimizdeki Türk Edebiyatı Tarihi, yine de yazarın üslubu, yer yer ele aldığı meselelere
yaklaşım tarzı, malumat zenginliği ile son derece renkli ve son asır Türk edebiyatı
için ihmal edilemeyecek nitelikte kaynak bir eserdir.
Muhtemelen, eserinin aynı zamanda bir antoloji fonksiyonu taşımasını da
düşünen İsmail Hikmet, hemen her şair ve yazardan şiir ve nesir olmak üzere
bazen sayfalarca tutan örnekler almış, hatta Şinasi'nin Şair Evlenmesi piyesi ile
Ahmed Vefik Paşa'mn Moliere'den adapte ettiği Zor Nikahı'nın tamamına yer
vermiştir.
Çeşitli bahislerde birtakım özel bilgiler veya anekdotlarla ele aldığı edebi
şahsın hayat hikayesini zenginleştiren ve renklendiren İsmail Hikmet'in, daha ön­
ceden böyle bir edebiyat tarihi için uzunca bir hazırlık yaptığı tahmin edilebilir.
Ancak öyle zannediyorum, çalışmasında kullandığı kaynakların eser basılırken
görevli olarak bulunduğu Bakü'de tamamına ulaşamaması, bir kısım bilgilerin
hafızasını zorlayarak ortaya konulmasına, dolayısıyla birtakım kişilerin doğum,
ölüm ve azil tarihlerinde çeşitli maddi hatalara yol açmış, bir kısım metinlerde ise
bazı atlamalar veya karışıklıklar olmuş, çok az olmakla beraber bazı yerlerde de if­
ade düşüklükleri ortaya çıkmıştır. Dikkatimizi çeken bu tür hataların hemen hepsi
elden geldiğince yazarın kullandığı asıl kaynaklara gidilmek suretiyle düzeltilerek
mümkün olduğu kadar düzgün bir metin ortaya konulmaya çalışılmıştır. Yapılan
bir kısım ilave ve düzeltmeler dipnotlarında gösterilmiş, bizim koyduğumuz
xx ABDULLAH UÇMAN

dipnotlan ile yazara ait olan dipnotlan ayn ayn belirtilmiştir.

Bu eserin, İsmail Hikmet'in Bakü Üniversitesi'nde görevli bulunduğu sırada


1925- 1 926 yıllannda Azerbaycan'da yayımlanmış olması, basılı nüshalann
Türkiye'ye girmesine, dolayısıyla Türkiye'de gereği gibi tanınmasına bir en­
gel teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü bugün hfilen Türkiye'nin önde gelen
kütüphanelerinin birçoğunun raflannda bulunmayan, aynca alınıp satılmak
üzere sahaflara bile nadiren düşen bu eser, bu sahada çalışan araştırmacıların
çoğu tarafından bilinmemekte, bu yüzden de çalışmalarında kaynak olarak
kullanılmamaktadır.

Şahsen ben de bu eserden, 80'li yıllarda Rıza Tevfik üzerinde doktora


çalışması yaptığım sırada haberdar olmuş ve çalıştığım konuyla ilgili buradaki
ilk elden bilgileri tezimde kullanmıştım. İşte biraz da bundan dolayı, yani bu
eserden Türkiye'deki genç araştırmacı ve akademisyenlerin de haberdar olması,
gerektiğinde buradaki bilgileri de kullanabilmeleri düşüncesi uzun zamandan
beri kafamda vardı. Dört yıl kadar önce, mensubu bulunduğum Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü'ndeki bir grup yüksek lisans ve doktora öğrencimize sömestr ve yıl sonu
ödevi olarak ne vereyim diye düşünürken birden hatırıma bu eser geldi ve dört
cildi aralannda eşit olarak paylaştınp yeni harflere çevirtmeye başladım. Neticede
iki yıl gibi bir zaman içinde birtakım eksik ve hatalarla da olsa metin ortaya çıktı;
ama tabii eserin bu haliyle yayımlanması mümkün değildi. Doğrusunu söylemek
gerekirse, bu işe başlarken yayımlama gibi bir niyetimiz de söz konusu değildi.
Ancak daha henüz hazırlanma safhasında özel bir yayınevinin bu eseri basmaya
talip olması, öğrencilerimin şevk ve gayretini biraz daha arttırdı. Bölüm bölüm
ortaya çıkan metin, ders aralannda ve boş saatlerimizde aslıyla mukabele edi­
lerek karşılıklı olarak okundu, birtakım hatalar düzeltildi; iktibas edilen metinlerde
doğruluğundan şüphe ettiğimiz bir kısım parçalarla atlanan kısımlar asıllarıyla
karşılaştırıldı, gerekli görülen bazı açıklama ve ilaveler yapılmak suretiyle yayıma
hazır bir duruma getirildi.

Bu tür çalışmalarda hala bir problem olmaya devam eden imla konusunda da
kendi içinde tutarlı olmaya çalışılmış; başta kişi adları olmak üzere, gazete, dergi ve
kitap adları ile tamlamalar ve bugün yazı dilinde kullanılmayan bir kısım kelimeler
mümkün olduğunca asli imlasına yakın bir imla ile yazılırken çok kullanılan ke­
limelerin ise bugünkü yaygın şekilleri tercih edilmiştir.

Bu çalışma esas itibariyle, benim gözetim ve denetimim altında, o sırada Yeni


Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans öğrencilerimizden Mehmet Çelenk,
Seda Işık, İpek Şahbenderoğlu, Özge Şahin ve Bengü Vahapoğlu ile Doktora
öğrencimiz Sibel lşık'ın ortak çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Onların hazırladığı
kısımlar, önce bölümümüz öğretim üyesi Dr. Seval Şahin tarafından her biriyle
birebir karşılıklı okunarak kontrol edilmiş; düzeltilen metnin tamamı daha sonra
Sibel Işık'la benim tarafımdan yine karşılıklı olarak okunmak suretiyle eksiklik ve
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ XXI

hatalar asgariye indirilmiştir. Bizden sonra metnin tamamı bir defa da Prof. Dr.
Orhan Okay tarafından okunmuş ve gözden kaçan bazı hatalar düzeltilirken, bir
kısım eksikliklere de işaret edilmiştir. Hocanın tashihinden sonra metnin tamamı
son olarak bir defa daha tarafımdan gözden geçirilmiş, basılmak üzere TTK'na
gönderildikten sonra da kurum tarafından Prof. Dr. Derya Örs'e incelettirile­
rek elinizdeki metin ortaya çıkmıştır. Tabii bu uzun ve gerçekten yorucu çalışma
sırasında hepimizin karınca kararınca bir şeyler öğrendiğimizi özellikle belirt­
meliyim.

Bu çalışma sonunda bütün samimiyetimle aynca şunu da ifade etmek istiyo­


rum: Üzerinde çalıştığınız ve sadece eski yazıdan yeni yazıya çevirmek şeklinde
basit bir faaliyet gibi görünen eser matbu bile olsa, başka birine ait bir metni alıp
düzeltmek ve yayına hazırlamak, dışarıdan göründüğü gibi hiç de öyle kolay ve
zahmetsiz bir iş değilmiş. Bu yüzden, bütün gayret ve dikkatimize rağmen eliniz­
deki kitapta yine de bazı hatalar veya eksiklikler olabilir; bunları da okuyucunun
anlayışla karşılayacağını umuyor, iyi niyetle yapılacak her türlü uyan ve eleştirinin
dikkate alınacağını da belirtmek istiyorum.

Bu münasebetle şu noktayı açıklamakta da fayda görüyorum: Yıllardır benim


de içinde bulunduğum akademik çevrede, bazı istisnalar dışında, grup çalışmasının
zorluğu, hatta imkansızlığı öteden beri bilinmektedir. Bundan dolayı, bizim bu
mütevazı grubumuzda yer alan ve yukarıda isimlerini sıraladığım öğrencilerimle
meslektaşlarımın hepsi bu eserin düzgün bir şekilde ortaya çıkması için canla
başla çalıştılar ve büyük bir gayret gösterdiler; bunun için hepsine müteşekkirim.
Onlann gayret ve çabası olmasaydı, tek bir kişinin bu süre içinde toplam 1 500
sayfayı bulan böyle hacimli bir eserin altından kalkması pek de kolay olmazdı.

Bu vesileyle eserin asıl sahibi İsmail Hikmet Ertaylan'ı rahmet ve minnetle


anarken hazırlamış olduğumuz metni baştan sona kadar büyük bir dikkat ve
sabırla gözden geçiren hocamız Prof. Dr. Orhan Okay'a; büyükbabasının ese­
rinin yayımlanmasına müsaade eden torunu sayın Cengiz Ertaylan'a; elinizdeki
çalışmanın kitap halinde basılmadan önce metnin tamamını dikkatle okuyup ge­
rekli tashihlerde bulunan, aynca Farsça parçaları aslına uygun şekilde okuyup
tercüme eden Prof. Dr. Derya Örs'e; çalışmanın bir an önce tamamlanması hu­
susunda beni devamlı teşvik eden ve kısa sürede itinalı bir şekilde basılmasını
sağlayan Türk Tarih Kurumu başkanı, aziz arkadaşım Prof. Dr. Ali Birinci'ye
teşekkür etmek isterim.
BİR İKİ SÖZ

İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

T ürk Edebiyatı Tarihi hakkında biraz izahat verirken maddi ve müşahhas


(concret) bir teşbih yapmak isterim. Gözümüzün önüne bir büyük çay getirelim.
Uzak kaynaklardan fışkırarak akıp gelen o su, geçtiği yerlerin arızalannı, güzel­
liklerini, çirkinliklerini, ıssızlıklarını, vahşiliklerini veya medeniliklerini nasıl bir
ayna gibi kendi sinesinde aksettirir, gösterirse bir cemiyetin, bir halkın edebiyatı
da o cemiyetin, o halkın fikri ananelerini, hayati duygularını, insani kanaatleri­
ni, doğru yanlış düşüncelerini, istidat ve tabiatlarını, seciye ve kudretlerini öyl­
ece aksettiren bir fikir cereyanıdır. Asırlardan beri akıp geldiği dimağların bütün
anzalarını, bütün canlı veya cansız, maddi veya mevhum mümkün veya muhal
bütün emellerini, ihtiraslarını gösteren bir sanat ve bediiyat aynasıdır.

Bir halkın medeniyeti, içtimai, iktisadi, hayati kabiliyeti hakkında doğru bir
fikir almak ister isek, o halkın edebiyatı tarihini yakından tetkik etmeliyiz. Ne de­
receye kadar canlı bir halk olduğunu, medeniyet aleminde tuttuğu sıranın ehem­
miyetini ondan anlamak [kabil] olur.

İşte Türklerin de, bugün içinde yaşadığımız şu yirminci asra gelinceye ka­
dar yaşayışlanndaki hayati mahiyeti, içtimai hayattaki mevkilerini, fikri hayat­
taki kıymetlerini görmek, ondan ciddi, hakiki bir netice çıkarmak için uzun za­
manlardan beri tarih boyunca nasıl bir yürüyüşe, ilerleyişe (evolution) tabi olarak
geldiğini görmek için, bu hayatın gözgüsü olan edebiyatlan tarihini yakından ve
etraflıca gözden geçirmeliyiz, çünkü iktisadi ve içtimai hayatta devam eden tahav­
vülat ve tebeddülat dimağlann, efkar ve hissiyatın dahi taharrük ve tebeddülünü
hazırlıyor. Nasıl yeni tasarrufat ve içtimai hayat kuruluşunun üzerinde eskisinin
belli bir nüfuzu olursa yeniden kurulacak edebiyat üzerinde eskiden kurulmuş
edebiyatın da, birçok cihetlerden, tesiri varclır. Yaşayacak, gencelecek, dirilecek
bir edebiyat yapmak ancak geçmiş asırların bıraktığı mirası gözden geçirerek
sağlam ve çürük noktalarını kurcalayarak kuvvetli bir teşhis (diagnostic) ile hakiki
marazını bulup çıkarmak sonra da kat'i bir cerrahi ameliyeye (operation) tabi tut­
mak elzemdir. Daha başlarken itiraf etmeye mecbur olduğumuz bir hakikat varsa,
XXIV BİR İKİ SÖZ

o da edebiyatımızın çok çürük, çok ufünetli, çok ölü olduğudur. Esasen doğarken
bir ugluta (monstre) olarak doğmuştur. Kuruluşunda yaşayacak, gürbüzleşecek bir
istidat ile kurulmamıştır. Ana atası asırlarının tereddisine (degenerescence) varis,
şiar (caractere) ve şuuru gevşemiş, pıhtılaşmış, zevki (gout) ve heyecanı (emotion)
yıpranmış, kurumuş bir nesilden geliyordu. Tesalübten tesalübe (croisement)
geçerek ırkının saf, taze, canlı ve asıl (original) seciyesini kaybetmiş, şekilsiz, arık ve
akim (sterile) bir ugluta halinde idi . Dimağının da, kalbinin de, vücudunun da asil
ve fıtri bünyesi değişmiş, bozulmuştu. Ancak doğduğu ve büyüdüğü "bozkır"larda,
dağlar, dereler içinde tutunabilen, yabancı ve köhne medeniyetlere merkez olan
şehirlerden uzaklarda yaşamaya muvaffak olan zümreler o iptidai kuwet ve ci­
yadetini saklayabilmiş, saf, samimi (sincere) heyecanlarını sinelerinde yaşatmıştı.

Şehirlerin boğunuk, sisli, zehirli havalarını koklayan, ufünetli, paslı, rutubet ­

li hayatına atılanlar bütün o zahiri şaşaalarına, bütün o azametli saltanatlarına


rağmen ölü bir vücuttan, süslü bir tabuttan başka bir mahiyet ve haysiyeti haiz
değillerdi.

Büyülü, ağulu bir hava onların hüviyetini öldürmüş, canlı bir cenaze haline
getirmişti . Dünyanın hemen her tarafına kol kol, takım takım yayılarak, asırlarca
devam eden, parlak hükümetler kuran Gazncviler, Harezmiler, Selçukiler,
Osmanlılar . . . o zahiri ihtişamlanna, o saltanatlı hükümetlcrinc rağmen fikren de
[s. V III] ikıisaden de, il men de mahkum ve esir idiler Esaret boyunduruklarını
.

kendi elleriyle kendi boyunlanna geçiriyorlardı, kılıçlarıyla almaya çalıştıkları hür­


riyeti, kanlanyla temine çalıştıklan istiklali mevhumane (prejuge) gafilane ve zel­
ilane bir surette baş eğerek kurban ediyorlardı . Fikret'in dediği gibi :
Bilmeden görmeden iman ettim
Varlığı yokluğa kurban ettim
diyerek gözlerinin önünde duran koca dünyayı hayalata, tevehhümata, esir
ediyorlardı . Bu dalalet (egarement) yıllarca, asırlarca sürdü; milyonlarca insan
kitlesi de hayvanlar gibi izansızca, heyecansızca süründü. İnsanlık asırlarca ter­
akkiden, tekamülden geri kaldı. Bu gafletten, bu şaşkınlıktan istifadeyi düşünen
şarlatanlar, riyakarlar kendilerine menfaatli bir saltanat, bir mutlakiyet kurdular,
asırlarca vicdanlara tahakküm, insanlara tasaltun (troner) ettiler.

Türklere bu meş'um tesiri getiren, ülkelerini baştan aşağı mezaristana çevi­


ren, bağlannı, tarlalannı ot bitmez, çimen yetmez çorak birer virane haline so­
kan Araplar olmuştu. Bu tesir altında ilk defa azmi kırılan, iradatı ezilen, hüviyeti
sarsılan Türk bir daha, bükülen dizlerini doğrultamadı, bir daha kendini toplayıp
ayağa kalkamadı, daha menhus (funeste), daha öldürücü, çürütücü tesir altında
varlığını, kudretini ezdirdi . Bu muhtelif noktalardan gelen muzır ve mudill tesirl­
eri başlıca üç mcnbaa irca edebiliriz:
1) Arap tesiri
2) Acem tesiri
3) Bizans tesiri
BİR İKİ SÖZ xxv

Anadolu'nun içerilerinden saf, temiz bir avuç insan kümesi halinde Konya'ya
kadar göçeri halinde gelerek Selçuklardan yardım dileyen Kayı Han Türkleri,
kurtlar kuşlar kadar hür hayatlannı yavaş yavaş, adım adım, bilmeden, anlama­
dan, birtakım efsungerlere esir etti.

Din efsanesinden bi-haber olan Ertuğrul birinci defa olarak, o hiç tanımadığı
ve anlamadığı kitabın önünde huşu ve tevekkülle eğildiği dakikadan itibaren
Türklük Araplığın ebedi bir esiri olmuştu.

Oğlu Kara Osman, kara gözlü bir kızın hatın için Şeyh Edebali adlı bir
dervişin önünde diz çöküp el öptüğü zaman bütün bir halkı serseri, menfaatperest,
tembel, riyakar, tufeyli (parasite), mutaassıp (fanatique) bir zümreye kul etmişti.

İşte o dakikadan itibaren kurmaya çalıştığı cemiyetin bütün hayati, içtimai,


iktisadi menbalan kurumuş, kanı, canı çekilmiş, doğmadan ölmeye mahkum
olmuştu.

Yepyeni, taptaze bir halkın kuracağı o canlı, o heyecanlı cemiyet yerine, sükun
ve tevekkül (resignation), hazın ve kanaat ile kanlan uyuşmuş, hisleri körelmiş in­
san yığınları peyda olmaya başlamıştı.

İnsanlığı faaliyete (activite) götürecek hayati kabiliyetleri yükseltecek, iktisadi


kudretini arttıracak irfan ocakları, medeniyet tezgahlan yerine atalet ve ölüm tavsi­
ye eden tekkeler, zaviyeler, mescitler açılmaya başladı. Şeyhler, dervişler, hacılar,
hocalar dünyanın dört tarafından bu taze cemiyete üşüşerek elde yalın kılıç saltan­
atlar deviren hayat adamlannı manen esir ederek hayattan uzaklaştırdılar.

Kendileri gibi başlanna külah, sırtlanna aba giydirdiler, işsiz güçsüz bir sürü
hane-berduş bu tenbel hayatını kendilerine bir iktisat kapısı yaparak Anadolu içer­
ilerine yayıldı ve bütün saf, sevadsız, zavallı halkı bin bir yalan, bin bir efsun ile
aldattı. Fikirlerini, hislerini büyüledi, bin bir tarikat bütün damarlara yayılan ağu
gibi memleketin en kuytu, en hücra köşelerine kadar yayıldı. Bir meskenet hayatı,
bir mezellet neşesi doğdu.

Mamur, şen, faal, medeni şehirler yerine harabeler, harabatlar kaim oldu.
Tasavvuf (mysticisme) namı altında intişara başlayan İslami bir felsefe yaşayanlara,
yaşamak isteyenlere, yaşamaktan zevk alanlara hayatı kirli, çirkin, manasız, asılsız
gösterdi. Bütün yüzleri yokluğa, maba'de't-tabiiyata (metaphysique) çevirdi,
medeniyet öldü.

Fikir, hayal, mefkure (ideal) bu cereyanın esiri oldu. Bunun içindir ki, bütün
Türklerin edebiyatı münacat, ilahi, naat . . . tan ibarettir. Bunun içindir ki bütün
şairlerin divanlan Allah, peygamber sözleriyle ve Kur'an'ın ayetleriyle doludur.
XXVI BiR lKi SOZ

İşte burada, bu kitabımızda bu muzır tesiri anlatırken ve bütün zararlarını,


hayatı, ruhu, heyecanı, bir kelime ile, bütün insanlığı öldürdüğünü ispat ederken
o numuneleri göstererek edebiyatın ne kadar yanlış, ne kadar çorak, ne kadar
medeniyetten uzak, hayattan ayn bir yol aldığını muhakeme ederek anlatıyoruz.
Tasavvufun ne demek olduğunu anlayan ve hatta anlamayan birçok şairlere bile
lisan ve edebiyat dolayısıyla nasıl tesir ettiğini gösteriyoruz. Bu muzır cereyanı
göstermek, gençliği doğru yola götürmek, yaşadığımız asnn icap ettirdiği çok daha
maddi, çok daha hayati yollan tanıtmak için lazım bir zarurettir. Burada bir teşrih
ameliyesi yapıyoruz. Bu içtimai ve edebi hastalığın, lisanımızın, sanatımızın, zev­
kimizin, mefkuremizin en can alacak yerlerine kadar nasıl işlediğini göstererek ilmi
ve edebi bünyemizi o marazdan kurtarmak lazım geldiğini bilfiil ispat ediyoruz.

Kayı H aniler daha hükümetlerinin ilk temel taşlarını atarken ikinci bir tesir
altında kalmışlardı ki bu da Acem tesiri idi. Bu da sanat ve zevk üzerine derin bir
iz bırakarak edebiyatta doğacak olan samimiyet (sincerite) ve asaleti (originalite)
öldürdü.

Fıtraten mübalağaya (exageration) , hayal-i muhale meyyal olan Acem zevki,


sanatı (art) tasannuda (artifice) görmüştü. Onun kavrayışınca, onun kanaatince
sanat, herkesin yapamayacağını yapm aya çalışmak, görülmemiş, işitilmemiş bir
enmuzec (type) yaratmaktı. Bundan da tabiat ile (nature), hakikat ile (reel), sa­
mimiye t ile (si ncente), hayat ile hiçbir alakası olmayan muhayyel (imaginaire) ve
uydu rma, yakıştırma bir sanat istihalesi hasıl olmuştu. Bunda hakiki sanat yoktu.
Bi r marifet, bir mahare t vardı, fakat ilim yoktu; esas çürüktü. Zahiri süslerle, harici
ve lafzi ahenklerle dil, saffetinden, sadegisinden uzaklaşıyordu.

İşte bu külfet-i tasannuun nümayendelerinden birçokları bu yeni kurulan


hükümete akıp geliyor ve bu genç halkın zevkini, hayalini, mefkuresini o kalıplar
içinde terbiye ederek yetiştiriyordu. Bundan da asıl değil müstear, mukallit (imite)
bir edebiyat hayat buluyordu.

Türklerin asıl yurtlarından beraber getirdikleri, kendi ananelerinin o se­


vimli, o sıcak hatıralarıyla dolu, hisli heyecanlan soluyor, zayıflıyor, herkes, hatta
sevadsızlar bile manasını, maksadını anlayamadıkları bu yaldızlı, cilalı edebi­
yata heves ediyordu. Burada bu cereyanın da zevk ve sanat itibariyle hatalarını,
zararlarını göstererek gençliği bugünün sağlam mefkureleriyle muvafık, canlı
ve hayati zevklere alıştırmak, istidatlarını o yola sevk etmek, ilhamlarını halk
arasından, yaşayan, duyan insan kitleleri içinden çıkarmak için yol gösteriyoruz.
Eski şairlerimizin İran nüfuzu altında yarattıkları manzume ve şiirlerin ne kadar
cansız, ne kadar dar, ne kadar kuru ve manasız olduklarını misalleriyle gösteri­
yoruz.

Üçüncü muzır tesir de bütün bütün içtimai münasebetlerle, komşulukta geçen


ömrün görenek, temas, tesalüp suretleriyle hasıl ettiği nüfuz ile meydan alan tesir-
BİR İKİ SÖZ xxvıı

dir ki bütün sefahatler ve ahlaki, hissi sefaletler, zevki ihtilatlar ve tereddiler içinde
kıvrana kıvrana yıkılan o tantanalı, saltanatlı Bizans İmparatorluğu'nun tesiridir.

Küçük hükümetleri biraz inkişafa başlar başlamaz kız alıp vermek derecel­
erinde Bizanslılarla münasebata girişen Osmanlı sultanları o köhne Bizans'ın göz
kamaştıran yaldızlı ve yıldızlı saraylarına benzer saraylar yaratmakta, haftalarca,
hatta aylarca süren türlü türlü düğünler, eğlenceler yaratarak sefahatler icat etme­
kte gecikmediler. Sefahatle beraber mecnunane israflar da başladı. Saray etrafını
alarak nihayetsiz ihsanlara, payansız arazi ve kentlere mazhar olan hacılar, hoca­
lardan maada bir tufeyli (parasite) sınıf daha hasıl oldu. Bunlar da kasideci saray
şairleriydi.

Her yeni yapılan binaya tarihler söyleyerek, her yeni doğan sultan veya
şehzadeyi methederek, her tahta çıkan padişahı alkışlayarak avuç [s. XI I] avuç
elmaslar, altınlar alan, samur kürkler, müzehhep hil'atlar giyen meddahlar sınıfı
meydana geldi. Edebiyat yeni bir safhaya girmişti. Mamafih bu saflıada da mürşit
ve mukallit olan İran'dı.

Saray yeni iktisadi bir kapı açmıştı. Eli kalem tutan, yakın uzak, bütün
şairlerin gözleri o kapıya dikilmiş kalmıştı.

Sultanlar, şehzadeler, vezirler, paşalar, ağalar hep bu hususta birbirleriyle


müsabakada idiler. Her birinin etrafında şairlerden, ediplerden birer hfile vücuda
geliyordu. Hepsi akla fikre gelmeyen hayallerle zevke, hisse sığmayan tasannfilar­
la kasideler yazıyorlar, ihtiraslar, hatta iftiraslar peşinde koşuyorlardı. Bir mevki
için, bir rütbe için, bir şeref için boğdurulan şairler, kestirilen vezirler çoğaldıkça
çoğalıyordu.

Cemiyet başlıca iki kısma bölünüyordu:

1) Saray etrafında toplanan yerli ve ecnebi şair, edip ve alimler,

2) Bu zümre ile hiçbir alakası olmayan halk tabakası. . .

Aynı zamanda bu iki tabakaya hitap eden ve onların tercüman-ı efkarı olan
iki dil, iki edebiyat vücut buluyordu.

Saraya mensup olan sun'i, sahte ve müstear bir edebiyata mahsus dil ve üs­
lup, diğeri de halkın sinesinde kalan ve yaşayan tabii, samimi ve kalbi ifadedir ki
tamamen inkişafa mazhar olamamışsa da tamamen de ölmemiştir. İşte zamani
(chronologique) bir tetkike, edebi ve beliğ bir tahlile (analyse) tabi tuttuğumuz bu
kısımların hepsine ait muhtelif misaller ile, yarın için yetişecek gençliğin muzır
tesirlerden sıyanetiyle asri, maddi ve hayati bir zevk ile techiz edilmelerine, iktisadi
amilleri gözeterek ölü fikirlerden, kokmuş hayallerden uzaklaşmalarına müsait ve
müstait bir zemin hazırlamış oluyoruz.
XXVIII BİR İKİ SÖZ

Geçmiş asırların bu kadar boş bıraktığı zemine acımamak, tamamiyle


yeniden kurulacak olan edebi, bedii, ilmi heyecan ve zevkin bir an evvel doğup
canlanmasına çalışmamak eskilerin müzmin hatalarına iştirak demektir.

Türk Edebiyatı Tarihi Türklerin zuhurundan bugüne kadarki


edebiyatlarından bahsedecektir. Bunun için de bir nice kısma ayrılması tabiidir.
İslam'dan Evvelki Türk Edebiyatı - İslam Tesiri ile Vücuda Gelen Türk Edebiyatı
- Uygur Türklerinde ve Çağataylarda Edebiyat - Azeri Türklerinde Edebiyat -
Osmanlılarda Edebiyat. . . Bunların - İslam tesiriyle başlayan kısımlarında- şöyle
bir plan götürülmüştür; evvela Halk Edebiyatı seciyesi, hususiyetleri, sanat ve
zevk noktasından tahlilleriyle gösterilmiştir. Sonra din tesiriyle doğarak saf halkın
gönüllerini istila eden Tekke Edebiyatı ve tasavvuf tesiri (mysticisme) gösterilecek
ve Nev-Felatuni (nfoplatonique) ve intihabi (eclectique) bir felsefe olduğu halde
İslami kanaatlerle karışarak bütün İslam Türklerinin edebiyatlarına derinden de­
rine tesir gösteren tasavvuf hakkında izahat verilecektir.

Nihayet kurulan hükümetlerde sultanların, hanların etrafında canlanan


ve tasalluf (snobisme) v<.> tasannu (artifice) göstererek dili ve edebiyatı hakiki
gidişinden ayıran ilmi cereyan yani Şark Klasik Edebiyatı tahlil olunacaktır.

Tabii bütün bu gidişte lisanın iyi ve fena ilerleyişi levolution) izah edilecek­
tir. Arap ve Acem'in müşterek tesirleri altında galiz bir şekil alan bu edebiyatı
rehbersiz tetkik imkanı olmadığı gibi okuyanlara da bir kolaylık temini için es­
erin sonuna galiz kelimelere mahsus bir lügatçe ilave ettik. Bazı ıstılahların La­
tincelerini de beraber yazdık. Bazı ecnebi ve Garp şairlerinden isimleri geçenler
hakkında kısaca malümat verdik. Edebi cereyanların hangi tesir altında ve nerede
doğduğunu gösterdik. Bu eser, nevinde hemen birinci adım demek olduğundan
noksanları olabilir ve olması da tabiidir Onları ihtar edecek, ilmi ve edebi esaslara
.

istinaden tahlil ve tenkit eyleyecek mütehassıslara hemen şimdiden teşekkürü bir


borç biliriz.
BİRİNCİ CİLT
BİRİNCİ KISIM
1 800- 1838

On Sekizinci Asrın Şiirı - İçtimai Vaziyette Tereddi - Etkir ve


Hissiyata Tesiri - Sultan Seliın-i Silis'in Islahat Teşebbüsleri -
Hezimet ve Şahadeti - Mahıniid-ı Sini - Vak'a-i Hayriyye -
Edebiyatın Vaziyeti - Teceddüt Eın3releri - Biriz Simalar:
Keçecizade İzzet Molla - Şeyhülislanı Arif Hikmet Bey - Akif Paşa -
Abdurrahman Simi Paşa

On Sekizinci Asrın Şii.rı Uoıuıni Vaziyetteki Zaaf ve Hüzil İdi


Bütün cihana olduğu gibi Türkiye'ye de siyasi, içtimai, ilmi ve edebi birçok
hayırlı ve mesut inkılaplar getiren on dokuzuncu asrın ilk seneleri de geçen asrın
müzminleşen, kökleşen bu zaaf ve hüzfiline varis olmuştu. Sıhhatini kazanmak
için kuvvetli bir tedaviye muhtaç idi.
Açık fikirli, ince ruhlu, terakkiyi sever, tekamül için çalışır, şair, musikişinas
bir padişah olan Selim-i Salis on sekizinci asrın son yansında dünyaya geldiği
zamanlar, memleketi siyasi, içtimai, ilmi ve fikri bir buhran, bir hercümerc
içinde bulmuştu. Memleketin bütün kuvvetleri şiddetli bir tereddiye doğru
sürüklenip gidiyordu.
Avrupa'da vukua gelen hayırlı inkılapları dumansız, rllid bir nazarla
gören, memleketinin bu dağılışına, bu yıkılışına bir hail olmak isteyen Selim-i
Salis bulabildiği işe yarar adamlarla esaslı bir ıslahat çaresi düşünmeye,
memlekete taze bir kuvvet, taze bir hayat, taze bir istidat getirecek mesut bir
inkılap tedbiri aramaya başlamıştı. Bütün bu hazırlıklar, bazı ufak tefek
tedbirlerle on dokuzuncu asrın ilk senelerine kadar devam eden hayatı, saltanata
göz dikmiş, tahakküme susamış, anasının teşviki ile [s. 2] desiselere başlamış,
arkasını, her şeyi kınp döken, her salaha, terakkiye karşı koyan, her yeniliği, her
inkılabı fena gören cahil, mutaassıp, azılı Yeniçeri kuvvetine, zorbalar ocağına
dayamış, şuursuz, idraksiz, divane bir şehzade olan iV. Mustafa'nın ihtirasatıyla
tehlikeye girince 111. Selim tahtını o mecnunun ellerine teslim edip çekilmişti. O
çekilmiş, bütün ıslahat ve inkılabat emelleri, ümitleri, hazırlıkları da ölmüştü.
Memleketin istikbali için derin, karanlık, tehlikeli, ölümlü bir hayat
uçurumları açan bu aks-i inkılabın, bu iz'ansız irticaın önüne geçmeyi herçi
badabad göze aldıran beş altı fedakar, Rusçuk'ta toplanıp bazı kararlar vererek
4 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Alemdar Mustafa Paşa kuvvetiyle İstanbul'a girip Selim-i Sfilis'i iclası


düşünmüşlerdi. Selim'in iclası memleketin ihyası demekti.

Ne fayda ki teşebbüsün neticesi Selim-i Sfilis'in ölümünü tacil etmekten başka


bir şeye yaramamıştı. İşi anlamış, hayatlarının muhakkak bir tehlikeye girdiğini
sezmiş olan zorbalar mahlu padişahı işkenceler, eziyetler içinde şehit etmişlerdi.
Alemdar saraya girdiği vakit kurtarmaya ve tahta çıkarmaya geldiği padişahın
kanlar içinde yatan cesediyle karşılaşmış ve ancak hayatı tehlikede bulunan genç
şehzade Mahmud'u kurtarabilmişti; fakat vaziyet kurtarılamamıştı. Bir dakika
tesvilattan geri durmayan divane padişahı ortadan kaldırmaktan başka çare
kalmamıştı. İsyanın arkası kesilmiyordu.

Nihayet mecnun Mustafa'yı anasının odasında saklandığı sandık içinde


boğup kurtuldular.

On dokuzuncu asrın ilk padişahı Hicri 1223 Miladi 1806'da cülfıs eden
Mahmlıd-ı Adli'dir.

Saltanatının ilk senelerini azgınlıktan bastırmakla geçiren Sultan Mahmud


1241 [ 1826J tarihinde Vak'a-i Hayriye denilen bir ıslah teşebbüsüyle hayırlı bir
inkılabın mukaddimesini yapmış, memlekette tatbiki düşünülen bütün yenilikler,
bütün [s. 3] inkılapların karşısına çılgın bir cüret, azgın bir mukavemetle çıkan
Yeniçeri Ocağı'nı, bir daha ateş almamak üzere söndürmüştü. Memlekete de
biraz sükun ve huzur verebilmişti.
*

İçtimai hayatın bir ma'kesi olan edebiyat, şüphe yok ki, o hayatın gösterdiği
tecelliden fazla bir şey gösteremez.

On sekizinci asnn inhitat halinde bulunan, tereddiye uğrayan içtimaiyatının


edebiyatta da akisleri, intibaları görülüyordu.

Lisan zayıflamış, hisler, hayaller yıpranmış, heyecanlar sönmüş, kalplerin


çarpıntısı yerine dudakların iniltisi kaim olmuştu.

Selim-i Sfilis'in şiir ve musiki merakıyla edebiyatta ve musikide biraz eser-i


hayat görülmeye başlamış ise de, umumi tereddinin önüne geçmek kabil
olamamış, kansız, yorgun, hayati kuvvetleri bitmiş ihtiyarlan andırır, bir
sürüklenme hareketinden başka bir ciyadet gösterememiştir. Bu tereddi edebiyat
içinde, fıtratın bir imtiyaz-ı mahsusu olarak yetişen tek tük kuvvetli simalar yok
değil. Fakat bunlar bütün cereyanı canlandırabilecek irşatkar, ihya-hiz bir
kudreti, bir harikayı haiz şahsiyetler olamamışlardır.

İşte bu mütereddi asnn on dokuzuncu asra miras bıraktığı edebiyat da


solgun, yorgun, kansız, cansız bir edebiyat olmuştur.

On dokuzuncu asnn ilk senelerini idrak eden ihtiyar şairler bu yeni asnn
yeni ruhuyla mütenasip ne bir taravet, ne bir kudret gösterebilmişlerdir. Hisleri
hasta, hayalleri ank, fikirleri cılız kalmıştır. Keçecizade İzzet Molla, Şeyhülislam
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 5

Arif Hikmet Bey gibi bir iki şahsiyet pek mahdut bir sahada küçük bir
mevcudiyet gösterebilmişlerse de pek de asnn yüzünü ağartacak bir dereceye
yükselememişlerdir.

[s. 4] Fakat sonralan yetişen kuvvetli bazı şahsiyetler müteferrik ve münferit


surette birer yıldız gibi sağda solda parlayarak gerek nesir, gerek nazım
vadilerinde bir istisna teşkil edecek şahsiyetler gösterdikleri gibi belki biraz la­
şuuri (inconscient), biraz fıtri bir saika ile birtakım yenilik emareleri bile
göstermişlerdir. Ekserisi hükümetin yüksek hizmetlerinde bulunan vezirler,
paşalardır ki hem resmi lisanı ıslah edecek bazı yararlıklar göstermişler, hem de
umumi ve edebi dilde aşikar bir yenilik, bir suhfilet, bir matbfüyet vücuda
getirmişlerdir. Bu da asnn salah ve inkılaba, teceddüde kat'i bir ihtiyacı
olduğunu ispat eder. Akif Paşa'lar, Abdurrahman Sami Paşa'lann nesirde ve
şiirde gösterdikleri yenilikler bu cümledendir.

Fakat edebiyatta hakiki inkılabı yapacak, hakiki teceddüdü vücuda getirerek


bütün manasıyla bir devr-i teceddüt (Renaissance) yaratacak olan şahsiyetlerden
bazısı henüz doğmuş, bazıları ise henüz rahm-i madere bile düşmemişti.
Keçeci:::,dde İzzet Molla
KEÇECİzADE İZZET MOLLA

Hususi ve Resmi Hayatı


Abdülhamid-i Ewel'in son zamanlarında 1200 [l 785] tarihinde İstanbul'da
dünyaya gelmiştir. Abdülhamid-i Ewel'in sudı'.irundan Salih Efendi'nin oğludur.
Çocukluğu İstanbul'da geçmiştir, 1. Abdülhamid'in vefatında henüz üç
yaşlarında bir çocuk olan İzzet, hükümetin en gaileli zamanlarında yaşamıştır.
111. Selim'in, iV. Mustafa'nın saltanatlarında yaşamış ve şahadetlerini
görmüş, il. Mahmud zamanının safasını da sürmüş, cefasını da çekmiş,
menlalarda ölmüştür. Babası tarik-i ilmi saliklerinden olduğu için oğlunu da
kendi mesleği dahilinde tahsil ve terbiye vererek büyütmüştür.
Selim ve Mustafa zamanlarını arızasızca atlatıp 1 238'de [ 1 822/ 1823] otuz
sekiz yaşlarında iken il. Mahmud zamanında Galata mevleviyetine nail
olmuştu. !
Keçecizade İzzet'in ikbfili de idban da aynı tarihten başlar. B u memuriyeti
çok uzun sürmeden vazifesinden çıkarılarak Keşan'a nefyedilir. Nefyi
meselesinde, zamanının fısk ve tezvir ile nam almış, meşhur Tepedelenli Ali
Paşa'nın katline sebep olmuş ve nihayet kendi de katledilerek vücudu ortadan
kaldırılmış olan, Hfilet Efendi'nin dahli vardır. Keçecizade İzzet, Hfilet
Efendi'nin siayet ve denaetiyle nefyedilmişti.
Gelibolu civarında Keşan'da bir sene kadar mihnetle zaman geçirdikten
sonra affolunarak İstanbul'a getirilmiş ve Sultan Mahmud'un teveccühünü
kazanarak padişahın nedimleri ve musahipleri zümresine dahil olmuştur.
Lisanındaki talakat, tabiatındaki zarafet ve hoşsohbetliği sayesinde kendisini
padişaha sevdirmiştir.
İzzet Molla Hazan-ı Asar'ında 1 240 [1 824/ 1 825] tarihinden ewel bir rüya
gördüğünü ve rüyasında padişah kendisine bir fıkra anlattıktan sonra:

"Fıkrayı etti tamam ol hakan


Dedi: "Ey şair-i pilize-beyan!

1 İzzet Molla'nın Galata kadılığına getirildiği yıl 1 820'dir. (Haz. notu)


10 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Etmedim gerçi seninle sohbet,


Vardır eş' ann ile ünsiyet!"

Dedim: "Ey şah-ı cihanım var ol!


Bin sene şevket ile hünkar ol!
Nur-ı çeşmimle berabersin sen,
Sana manzur değilsem dahi ben!"

Bu kelamım ile oldum bidar,


Yine görseydim, uyurdum tekrar.

O veliyü'n-niam ol han-ı himem,


Bana rü'yada dahi etti kerem.

Gelmedi şüphe deruna kat'a


Hayr-ı mahz olduğuna bu rü'ya

Pertev-i zahir ü batındır o şah,


Gece gündüz doğa çün mihr ile malı . . . "
diye iltifatta bulunduğunu ve kendisinin bu tatlı rüyayı hayra yorduğunu
anlatıyor.
Aradan iki sene geçmeden rüyanın bir hakikat olduğunu:

"İki yıl geçmiş idi bu rü'ya


Gör ne gösterdi Cenab-ı Mevla

Bak o ayineden esrar-ı kader


Suret-i ayineyi verdi haber

Padişah arz-ı keramet kıldı,


Hak bu kim keşf-i velayet kıldı. . . "
beyitleriyle teyit ediyor ve 1 242 Ramazan'ında [Mart/ Nisan 1 827) Ayasofya
Camii'nde iken Sultan Mahmud'un camie gelerek kendisiyle de görüşüp iltifat
ettiğini söylüyor:

"Azm-i şehrah edip ol şahenşah


Sayesi kaldı bize ca-yı penah

Servler gibi hıraman oldu


Koca cami bana zindan oldu
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 11

Olıcak ser be-giriban-ı hafa


Der-akab yadıma geldi rü'ya

İki yıl geçmedi Sübhanallah


Eyledi aynını ihsan Allah

Dedim ey padşeh-i mülk-i vücı1b


Beni ol şahtan etme mahcub

Ömrüm oldukça edip hizmetini


Edeyim ed'iyye-i -i devletini . . . "
1241 [1 826] senesi Vak'a-i Hayriyye'nin tatbikiyle yeniçerilerin ilgası
memlekete hayırlı bir inkılabın müjdesini verirken İzzet Molla da bu Vak'a-i
Hayriye'yi alkışlamış ve vak'adan sonra Ağa Kapısı'nın Bab-ı Fetva ittihazı
üzerine bir manzume ve tarih söylemiştir. Manzume kapının üzerinde
mahkuktur: Tarihi ihtiva eden mısraı:

"Bab-ı tezvir idi Hak kıldı makam-ı ifta"


dır. O sene kendisi de Mekke-i Mükerreme ve bir sene sonra 1 242'de [1 827]
İstanbul mevleviyeti payelerini ihraz eylemiştir.
İzzet Molla'nın bu devre-i ikbali uzun sürme�tir. Esasen padişahın
iltifatlarını [s. 8] kendisine çok gören düşmanları Molla'yı yine padişahın
gözünden düşürebilmek için fırsat beklemekte idiler.
Keçecizade başına bir felaket gelebileceğini, çünkü ikbale erenlerin akıbeti
idbar olacağını adeta bir sevk-i tabii ile biliyor ve:

"Kişver-i devlete düşmanlarımı nefyetmem


Yayılıp filemi ifsad eder ashab-ı garaz"
diyordu. Ve :
"N'ola evradım olursa bu dürud
Yaşasın bin sene Sultan Mahmud
Görmedi böyle inayet ceddim
Değil iffi-yı teşekkür haddim."
neşidesi ile velinimetine dualar ediyordu. Nihayet 1 245 [1829] senesi geldi.
Memleketin başına bir harp belası açıldı2. Erkan arasında harbi istemeyen,
memleketin sulh ve sükuna büyük bir ihtiyacı olduğunu söyleyenler de vardı.
Keçecizade İzzet Molla da memleketi seven, selamet ve huzurunu arzu eden

2 Bahsedilen 1 828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'dır ve Hicri tarih olarak 1 245 değil 1 244

senesinden başlar. (Haz. notu)


12 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

zümre arasında idi. Düşmanları Molla'nın bu fikrini bir fırsat telakki ederek
siayete başladılar. Nihayet Molla'yı Sivas'a sürdürdüler. Molla fıtraten hür ve
hamiyetperver idi. Hükümetine de sıdk u ihlas ile merbut bulunuyordu. Sivas
Valisi bulunan İsmail Hakkı Paşa bu hakikati anlamış, Keçecizade'ye de iltifat
ederek teselliye çalışmıştı. Molla şükran makamında Paşa'ya bir kaside tanzim
etmiştir:
"Terahhum etmese hakkımda Hakkı-i kerem-pira
Aceb kimler teselli-bahş olurdu bu dil ü cana

Müşir-i zemzem-i eltaf İsmail Paşa kim


Türab-ı payını Hak menhel etmiş nehr-i ihsana"
Keçecizade İzzet Molla bu menfa hayatına tahammül edememiş, 1245
[1 829] senesinde Sivas'ta menffisında vefat etmiştir. Muasırı ve dostu olan
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey vefatına:

İzzet şaire de kıydı cihan 3


mısramı tarih düşürmüştür. 1335 [1 9 1 6] senesinde Keçecizade Reşad Fuad Bey
ceddi bulunan İzzet Molla'nın bakiye-i izamını Sivas'tan İstanbul'a naklettirerek
Avratpazan'nda Canbaziye Mahallesi'nde Mustafa Bey Mescidi haziresinde
medfun bulunan babasının yanına defnettirmiştir. Merhumun Bahdr-ı Ejkiir ve
Hazdn-ı Asar unvanıyla iki divanı ile Gülşen-i Aşk ve Afihnet-i Keşan unvanlı iki
manzum risaleleri vardır4. Milınet-i Keşan rindane yazılmış bir eserdir. Almancaya
da tercüme edilmiştir.

Lisanı ve Naznıı
Zamanının büyük şairlerinden sayılan Keçecizade hadd-i zatında yüksek
bir şair değildir. Selim-i Sfilis zamanında zayıflamış, inhitata yüz tutmuş olan
edebiyatın o arık, o cılızlığını giderecek bir hususiyet, bir mümtaziyet gösterecek
dehaya mfilik değildi.
Vasıfın sade lisanı Keçecizade'nin lisanına da tesir etmişti, fakat fikirlerinde
parlaklık, lisanında oynaklık ve şakraklık yoktu. Basmakalıp tabirlerle, sönük
hayaller, yıpranmış istiareler, kelime oyuncakları çoktu. Hasılı Şark zihniyetinin
tekellüf ve tasannfıun fazla ihtiyarladığı devir idi. Lisanında umumi bir fakrü'd­
dem, umumi bir hüzal meşhuttur. Esasen bütün on sekizinci asır müddetince
süren bu kansızlık ve cansızlık on dokuzuncu asrın ilk nısfını da istiladan geri
kalmamıştı. Filhakika on dokuzuncu asır eski edebiyatta da yeni edebiyatta da

3 Bu tarih, "Kayd-ı tarihi olup hüzn-ah1d / İzzet şaire de kıydı cihan" şeklindedir. (Haz. notu)
4 Diğer eserleri Deolıatü'l-Meluimi.d fi Tercemeti'l- Vıili.d, Şerh-i Lı1glit-i Koca Rfigı.h Paşa ve iki
layihasıdır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 13

fevkalade bir hayat eseri göstererek canlanmıştı, fakat o ruhu gösterip


canlanıncaya kadar bu zaaf sürüklenmişti:

"Zülfünle oldu divane gönlüm


Uslandı varsa divane gönlüm

Artık yapılmaz, artık yapılmaz


Virane gönlüm, virane gönlüm

Allah n'olsun zünnar-ı zülfün


Gördükte geldi imana gönlüm

yakmazdı canı nar-ı televvün


Bir şem'a olsa pervane gönlüm

Derd-i humar-ı cam-ı hıredden


Azade-serdir mestane gönlüm

Hem havf-ı Hakk var hem ol sanem var


Hem Kabe'dir hem büthane gönlüm

Hun-ı ciğerdir sahba-yı nahı


Oldu evvelden meyhane gönlüm

Kul etti İzzet şah-ı hakikat


Meyi eylemez bir hakana gönlüm

***

Mübtela canlar, ciğerler hançer-i ebrusuna


Kalmadı hacet füslın-ı gamze-i cadusuna

Her biri zencir-i cuya bend olup başın salar


Servler divane olmuş kamet-i dil-clısuna

Çekseler kühl-i silahani gazfilan-ı Huten


Benzemez iklim-i Rum'un sürmeli ahusuna

Zülf ü hattı fark olunmaz bağban-ı sun'-ı hüsn


Öyle kattı bağ-ı hüsnün sünbülün şeb-blısuna

Dil-rübfilardan ziyan gelsin mi hiç olmaz ise


Kurtulur bim-i ecelden duş olan bed-hlısuna
14 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Eyler agfışu der-agfış-ı mecaziden tehi


Fikr-i merg ile bakan ayine-i zanusuna

Afıtab-ı malım eylerdi kef-i efsus-ı reşk


İzzetin gerdun baksa afet-i meh-rusuna

Padişehler ser-füru etti hem eyler daima


Hazret-i şahın kul olmaz var mıdır kapusuna"
gazellerinde ne ibda ve icat kabiliyeti, ne hayal ve istiare kudreti itibariyle bir
mümtaziyet görülür. Hep o asır-dide teşbihler, istiarelerdir. Denebilir ki Sivas'ta
menfi iken Vali İsmail Hakkı Paşa'ya yazdığı kaside, eserlerinin en kuwetlisidir.
Çünkü biraz tahassüs, biraz heyecan, biraz hüzün vardır. Kalbi bir edayı
haizdir:
"Sürerken mihr-veş yüz hak-i pa-yi zıll-i Yezdan'a
Sürüldü nasiyem Sivas ilinde hak-i hızlana

Gubar-ı asitanın dide-i can sürme eylerken


Sirişk-i a.I-i hasret cismimi döndürdü mercana

Seyahatle çıkıp keçkul be-dest-i ku-yi kend oldum


Mürid-i hanikah-ı lütfiken ol kutb-ı devrana

O tı'.ıtiyem ki kand-ı iltiffi.t-ı şahtan durum


Helahil-zar-ı mihnettir gidersem şekkeristana

Gül-i ruhsar-ı bağ-ı ş<ihdan mehcı'.ır olan bülbül


Bakar mı gülşen-i fanide artık bağ u bostana

Olup ayine-i didar-ı zıllullahtan mahrum


Müşabih görmez oldum şeklimi ben şekl-i insana

Füruzan şem'ini kendi eliyle söndüren mücrim


Değil kim kal'abend olmuş sezadır konsa zindana

Cenab-ı Adem'e bir de bana oldu bu alemde


Na'im-i cenneti terk eyleyip çıkmak beyci.bana

Terahhum etmese hakkımda Hakkı-i kerem pira


Acep kimler teselli-bahş olurdu bu dil ü cana

Müşir-i zemzem-i eltaJ İsmail Paşa kim


Türab-ı payini Hak menhel etmiş nehr-i ihsana
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 15

O düstur-ı kerem-mevfüra kat'a nisbetim yokken


Sufil etti perişan-hatır-ı zan vezirana

Şehinşfilı-ı cihanın bende-i matrudu hakkında


Bu rütbe merhamet hürmettir ol sultan-ı zişana

Ya makblıl-i hüdavend-i zaman olsam da gelsemdi


Beni mfilik ederdi şüphesiz bu kan-ı imkana

Hususen zadımı ol asaf-ı ekrem kerem kıldı


Yine müstağrak oldum ni'met-i sultan-ı devrana

Hüner-perver makadir-ılşina düstur-ı fili-şan


Fazilet ademiyyet her cihetle laik akrana

Olur nakd-i ümidi sa.il ihsarn habibinden


Dü desti münhasır zira ki kilk-i tig-i bürrana

Adalette, hünerde eyledi Sfilıib-i Ata'yı sebk


Anınla fahr ederdi nesl-i Selçlık Aı-i Osman'a

Müşira bu perişanlıkla yazdım vasfım lakin


Değil şayeste zatın böyle elffiz-ı perişana

Gülerken görmedin oldukça bir şair idi İzzet


Murad eylerse gül tasvir ederdi çeşm-i giryana

Meram eylerse ağlatmak yem-i evsaf-ı dlızahta


Tebahhur eyleyip derya yazardı nevk-i müjgana

Sana göstermesin Hak hur-ı bade'l-glın dünyada


Bana sor kim neler oldu olur alemde insana

Huda Mahmud Han'ın ömr ü ikbfilin füzun etsin


Yine kendi halas eyler girersem dahi nirana

Dimağ-ı canda hala şekker-i nutk-ı hümayı1nu


O lezzetle deva-saz olmada Mevla bu hicrana

Misfilirken hayfili sadr-ı şevket-hane-i dilde


Tenezzüldür sala. geldin demek bir gayr-ı mihmana

O hakanın kemfil-i lütfuna ger olmasam vakıf


Yeni baştan bozardı aklım bu eski divane
16 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Olup mansur hizmetler beğendirdikçe devlette


Gelip vakti olur müsmir şefaat derd-mendana

Unutma bende-i naçizini vaktiyle yad eyle


Müsaittir o şahenşah-ı dil-hah-ı müşirana

Seni şaha, anı bu ümmete bağışlasın Allah


Budur ancak niyazım daima dergah-ı Sübhan'a."
ŞEYHÜLİSLAM ARİF HİKMET BEY

Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi


Ahmed Arif Hikmet; ulemadan İsmail Raif Paşa'nın oğlu es-Seyyid
İbrahim İsmet Bey'in mahdumudur. Üçüncü Sultan Selim'in saltanatı
zamanında 1 201 Muharrem'inin yirmi beşinci [1 7 Kasım 1 786] gecesi dünyaya
gelmiştir.
O zamanın itiyat ve adabı muktezasınca aldığı iptidai malumat ve terbiye
on yaşına kadar devam etmiştir. 12 1 1 [1 796/ 1 797] tarihinde ulılm-ı diniyeye
başladığını tarik-i ilme sülılk ettiğini göstermek üzere:

"Aldı rüılsu ilm ile Arif Bey erdi kamına"


mısramı tarih düşürmüşlerdir. Zeka ve dirayeti, terbiye ve gayreti sayesinde hem
ebeveyn ve akrabasını, hem de muallimler ve müderrislerini memnun ederek seri
bir terakki göstermeye başlamış, otuz yaşına kadar nefis ve zekasını terbiye
eylemiş, 1 2 3 1 senesi Ramazan'ında [Temmuz/Ağustos 1 8 1 6] ilk defa olarak
Kudüs Kadılığı ile memuriyete girmiştir. Beş sene mezkur vazifede kaldıktan
sonra vazifesi Mısr-ı Kahire mevleviyetine tahvil edilince Kudüs'ü terk ederek
Mısır'a seyahat etmiştir. Gerek Kudüs gerek Mısır'da tesadüf ettiği ulema ve
fuzalanın muhadara ve muaşeretiyle hayli istifade etmiş, kendi fazilet ve irfanını
da tanıtarak namını yükseltmiştir. 1239 [1823] [senesinde] Tayyibe-i Tahire5
mevleviyetine tayin edilmiş, 1242 [1826] tarihinde de İstanbul payesini ihraz
etmiştir. 1245 [1829] senesi esnasında hükümet Rumeli taraflarına nüfus
tahririne memuren bir heyet göndermiş, Ahmed Arif Hikmet de o heyete
memur edilmiştir. Bir sene kadar süren bu Rumeli seyahatinden avdetinde 1246
[1830] tarihinde "nekabet-i sadat" mansıbı uhdesine verilmişti.
Babası İsmet Bey'in vefatından bu 1 246 [1 830] tarihlerine kadar
Boğaziçi'nde Anadolu cihetinde Kuzguncuk'ta büyükbabası Raif İsmail
Paşa'dan müntakil sahilhanede oturmakta idi. İlmi, edebi musahabeleri pek
sevdiği için, ilim ve fazl sahibi olanlara teveccüh ve ihtiramda kusur etmez,
ikametgahı da irfan sahiplerinin ziyaretgahı olurdu.
1246 [1831] senelerinde biraz işleri bozulmuş, Kuzguncuk'taki yalıyı terk
etmek zarureti karşısında kalmıştı; o zaman da Üsküdar' da Eski Hamam

5 Medine Kadılığı. (Haz. notu)


18 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

civarında tedarik ettiği bir evde ikamete mecbur olmuştu. Mamafih orada da
ziyaretçilerini ikram ve iltifat ile karşılamaktan geri kalmamıştı.
1 249 [1 832] senesi iptidasında Anadolu payesini ihraz etmiş, fakat ertesi
sene nekabetten istifa ederek uzlet ve inzivaya çekilerek taat ve tetebbu'la
meşguliyeti tercih etmişti. Dört sene kadar süren bu sükun devresinde ilmi ve
edebi bazı eserler yazmaktan da hfili kalmamıştı; esasen tetebbuu çok sever,
kitapları içinde manevi bir zevk duyardı.
1 254 [ 1838] tarihinde Rumeli sadareti payesi verilmişti. Sultan
Abdülmecid'in tahta çıktığı zamanlarda, 1 255 [1 839] tarihinde Tanzimat-ı
Hayriye ilanıyla içtimai ve idari inkılaba teşebbüs olunduğu sıralarda Ahmed
Arif Hikmet Bey de Meclis-i Vfila-yı Ahkam-ı Adliye'ye memur edilmişti. Biraz
sonra Rumeli ahvfilinin tetkik ve teftişine lüzum hasıl olmuş ve o tarafa
gönderilmişti, avdetinde Dar-ı Şura-yı Askeri azfilığına tayin edilerek 1 262
[ 1 845/ 1 846] senesine kadar memlekete faydalı ve hayırlı işlerle meşgul olarak
ilmi kudretini ispat etmişti.
O sene Zilhicce'nin ikinci cumartesi günü [28 Kasım 1846] altmış bir
yaşında iken Makam-ı Meşihat'a tayin edilmiş ve kendi tayinine:

"Şeyhülislam eyledi Yezdan beni"


mısraıyla bizzat kendisi tarih söylemiştir.
Meşihatta yedi sene, altı ay, on dokuz gün kalmış; bu esnada padişahın
birçok ihsanlarına, iltifatlarına mazhar olmuş, hatta kendisine taraf-ı şahaneden
Rumelihisarı'nda bir de sahilhane verilmişti.
1 270 senesi Cumadelahire'sinin yirmi birinci salı günü [2 1 Mart 1 854]
Makam-ı Meşihat'tan infisfil ederek Rumelihisan'ndaki yalısına çekilmiş, yine
tetebbuat ve taat ile meşgul olmaya başlamıştır.
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey ilmi, maarifi çok sevdiğinden kendi namına
ve kendi masrafıyla Medine-i Münewere'de güzel, büyük bir kütüphane
yaptırmış, kitapları muhafazaya memur olanlarla hademeye mahsus odalar
tahsis etmiş ve yedi bin cilde kadar kıymettar ve nefis kitap göndermiştir.
Kütüphane işlerinin tamamen tesviyesinden sonra kendisi oraya çekilerek
ömrünün sonunu orada geçirmeyi niyet etmişti fakat:

"Düştü dehrin bir sütunu yine bu tarihte


Oldu Hikmet Beyefendi reh-rev-i suy-i beka"
beytinin de gösterdiği vechile 1 275 senesi Şaban'ının on altıncı gecesi [2 1 Mart
1 859] yetmiş dört yaşını mütecaviz bir çağda dünyaya veda eylemişti.
Üsküdar'da Nuhkuyusu civarında, cadde üzerinde ailesine mahsus
kabristana defnedilmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 19

1 245 [ 1 829/ 1 830] senesinden itibaren Arif Hikmet Bey'den istifaza


etmekten hfili kalmayan mevfiliden Seyyid Mehmed Said Ziver Efendi
müşarünileyhin tercüme-i hfilini yazmış, matbu divanına dibace suretinde
dercetmiştir. Meşahirin tercüme-i hfillerini havi olarak Mecmuatü't-Terô.cim
unvanlı bir esere başlamış, fakat bitirememiştir. Zf!Yl-i Keşfo'z-,Zünun unvanıyla
başlayıp tamamlamış olduğu eserin müsewedatı da Osmanlı Müellifleri sahibi
sabık Bursa mebusu Tahir Bey tarafından tetkik ve [s. 1 8] mütalaa olunmuştur.
Ahmed Arif Hikmet Bey üç lisanda da şiir söylerdi. 1 250 [ 1 834/ 1 835] tarihine
kadar geçen iki yüz on şairin tercüme-i hfili ni havi bir de Tezıilir-i Şuara tertip
etmiş, bunu da Mecmua-i Şuara mukaddimesinde yazmıştır. Fakat maatteessüf,
eser ele geçememiştir. el-Ahkiimü'l-Mer'iyye fi'l-Arazi'l-Emfriyy/> unvanlı matbu
Türkçe bir eseri de vardır.7
Dini merasim ve adat miyanında olan Hırka-i Saadet ziyareti esnasında
Ramazan'ın on beşinde üzeri yazılı destmfiller dağıtılır; o destmfillerde yazılı
olan şu kıta da ArifHikmet Bey'indir:

"Hırka-i Hazret-i fahr-ı rüsüle


Atlas-ı çarlı olamaz pay-endaz,
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl şefı-i ümeme arz u niyaz"

Lisanı ve Sanatı
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey on dokuzuncu asır Osmanlı şairlerinin
edebiyat-ı atika kısmına dahil olanlarındandır. Onun lisanında da, sanatında da,
hikmetinde de eski şiirin mahsusatından başka bir şey görülemez. Arabi, Farisi
ve Türki kısımlarını havi olan divanı, İslam ve Türk şuara-yı kadimesinin klasik
divanlarının aynıdır. İçinde görülen tarz-ı kadim nazmın şekillerinden ibarettir.
Naatlar, münacatlar, gazeller, kıtalar, beyitler. . . Fazla olarak tarih ile de iştigal
ettikleri bir hayli tarih ile bazı eserlere yazdıkları takrizler mevcuttur.
Dine ve şarie karşı olan ihlası bir heyecan-ı mahsus uyandıracak raddelerde
olduğundan, hac yolunda söylediği şu manzumede hem bir suhulet-i beyan hem
de bir haz ve heyecan, bir lirizm vardır. Evini, yurdunu, ehibba ve akrabasını
bırakıp özlediği ve gözlediği o mukaddes makama kavuşmaktan mütehassıl bir
zevk-i ittika ile mahzuz olan bir kalp hissolunuyor:

6 Eserin Arif Hikmet'e ait olup olmadığı belli değildir. Bilal Kemikli, eserin Şeyhülislam Arif

Hikrnet'e ait olmadığını, yazara ait takrizin "Takriz" başlığı koyulmadan eserin sonuna
eklenmesinin ve altında yazann adının geçmesinin bu yanılgıya yol açmış olabileceğini belirtir. bk.
Bilal Kemikli, Şair Sryhülisldm ArifHilrmet Bı:yefendi, Ankara 2003. (Haz. notu)
7 Hülasatü'l-Makaldtfi Meciilisi'l-MükdlRTTıet (10. Ktph. , nr. 5832) adlı bir eseri de vardır. (Haz. notu)
20 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Terk-i dar u diyar edip gidelim


Gurbeti ihtiyar edip gidelim

Şerer-i ah-ı iştiyakı gönül


Meş'al-asa nisar edip gidelim

Dem-be-dem dağ-ı suziş-i dilden


Her yeri lfile-zar edip gidelim

Sür'at-i seyr ü şevk-i şadiden


Alemi pür-gubar edip gidelim

Eşter-i şevk-i rah-ı maksad da


Terk-i can-ı mehar edip gidelim

İştiyak-ı vusul-i matlab ile


V asl-ı leyi ü nehar edip gidelim

Cuşiş-i eşkle çü seyl-i bahar


Kat'-ı sehl Ü kufar edip gidelim

Dağ-ı şe vk eyledikçe hande çü gül


Seyl-i fasl-ı bahar edip gidelim

Feyz-i baran-ı eşk-i şadiden


Her yeri sebze-zar edip gidelim

Cümle ihvanı sıdk-ı hullet ile


Arz-ı ihlasa ibtidar edip gidelim

İştiyak-ı vuslıl-i matlab ile


Su-be-su ah u zar edip gidelim

Terk-i cah u vatan hikayesini


Tuhfe-i rlızigar edip gidelim

Her kademde ümid-i tevfıki


Rehber-i reh-güzar edip gidelim

Gül-sitan olsa da vatan Hikmet


Nale-i sad-hezar edip gidelim

Kat'-ı rişte-i alayık ile


Kaydı hep tar-ü-mar edip gidelim
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 21

Şevk u şadi vü neş'e vü ferahı


Pişimizde katar edip gidelim

Dlı.ş-i ahbaba verse de sıklet


Arz-ı ihlası bar edip gidelim

Neş'e-i şevkle sirişki müdam


Bade-i hoş-güvar edip gidelim

Arzu-yı vuslı.l-i menzil ile


Hatavatı hezar edip gidelim

Dlı.stana dua-yı hayrımızı


Sıdk ile yadigar edip gidelim

Hırka-i fakrı duş-i rağbette


Satir-i iştihar edip gidelim

Hakka tefViz edip umurumuzu


Fazlına intizar edip gidelim

Sünnet-i hicreti kılıp ihya


Nefsimiz bahtiyar edip gidelim

Vech ile meşy edip bu yolda müdam


Zillete iftihar edip gidelim

Dil-i germ iştiyaka ta-be-seher


Meş'ali gam-güsar edip gidelim

Dil-i hasret-keşi kadem-be-kadem


Vayedar-ı mesar edip gidelim

Kise-i dilde nakd-i ihlası


Gün-be-gün iddihar edip gidelim

Nefs-i emmareye esir olduk


Bari sırren firar edip gidelim

Fi'limizde olan kabayihden


De bir kerre ar edip gidelim

Pılte-i dilde nakd-i ihlası


Zer-i hfilis-ayar edip gidelim
22 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Belde-i fahr-ı filemi dilde


Cay-gah-ı karar edip gidelim

Hfil-i dünya ki her-karar olmaz


Kavlimizde karar edip gidelim

Guşe-i Tayyibe'de tahassun için


Terk-i dar-ı hisar edip gidelim

Meslek-i aczi ihtiyar edelim


Sanma arz-ı vakar edip gidelim

Şeref-abad-ı dar-ı hicrette


Arzu-yı civar edip gidelim

İ tiraz eyleyen ehibbaya


Acz ile i'tizar edip gidelim"
Manzumede tasannu ve tekellüf nakiseleri hemen yok denecek kadar az. Ve
lisanı heyecanına tercüman olmuş, söyleyip gitmiş. Belki efkar ve hissiyatın
muhtelif şekillerde tekerrürü var. Fakat kudemanın hepsinde bu noksan görülür.
Esasen tarz-ı atik-i şi'rde hemen her beyit ewelkinin başka bir istiare, başka bir
teşbih ile tekerrüründen başka nedir?

"Terk-i cah u vatan hikayesini


Tuhfe-i nizigar edip gidelim

Gülsitan olsa da vatan Hikmet


Nfile-i sad-hezar edip gidelim"
beyitleri sari bir hüzün veriyor. Belli ki kaili ruhunda bir şeyler duymuş; hüznü,
teessürü, firkat ve hicretten doğan elemi yaşamış. Sanatın sırr-ı muvaffakiyeti de
duymak, yaşamak ve duyduğunu, yaşadığını duyurmak, yaşatmak değil midir? İşte
kudema arasında bu kadarağı da bir muvaffakiyettir. Çünkü onlar kalplerinde
duyduklarını, hislerinde yaşadıklarını değil, zihinlerinde tasarladıklarını, fikirlerin­
de yarattıklarını terennüm etmekte, hem de tasannillar, tekellüfler, kelime oyun­
caklarıyla terennüm etmekte sanat ve zevk ararlardı.
Arif Hikmet'in bütün eş'arı bu kadar sade, bu kadar tabii, bu kadar safiyane
midir? Hayır. Onun sanat göstermek, maharet satmak istediği zamanlar olmuş, o
da eziyetlere katlanmış, külfetlere boğulmuş, nihayet muvaffakiyetsizlik hüsranına
düşmüş, suniyete kurban olmuştur:

"Lll-i nahın cam-ı naza kim o dem sahba idi


Çeşm-i mestin fileme şur-efgen-i gavga idi.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 23

Bar-ı minnetle mukavves etmese kaddin felek


Tfıl-i ömre nail olmak devlet-i uzma idi.

Kays-ı Mecnun şöyle çak etmişti cib-i aklını,


Kim o çakin müntehası damen-i sahra idi.

Şimdi seddetmiş tarikin hayf kim derd-i tama',


Herkese mülk-i kanaat ca-yı ruh-efza idi.

Dilleri ahir hedef etti siham-ı gamzesi,


Şekl-i kavs-ı ebruvan ol nükteye ima idi.

Gül-sitan-ı işvede kıldım temaşa subh-dem,


Kameti ol gülnihalin servden bfila idi.

Dil garik-i şevk idi cuş u huruş-ı aşk ile,


Eşk-i hun-aluda çeşmim kim o dem mecra idi,

Kays-ı kem-namın sevad-ı dud-ı ah u nfilesi,


Kfıhl-i revnak-bahş-i çeşm-i şöhret-i Leyla idi.

Cfış-ı ma'nadan zeban-ı kilk-i Hikmet bir zaman,


Gevher-efza olmada güya leb-i derya idi."
gazelinde şemme-i tasannu aşikardır. Basmakalıp istiareler, teşbihlerden vareste
değildir. ArifHikınet'in şuhane ve rindane gazelleri de çoktur:

"Gerden-i safın temaşa eyleyip mina gibi,


Ll'l- i nab-ı dilberi nuş eylesem sahba gibi

Sfı-be-sı1 geşt eyledi seyyah-ı hatır-ı filemi,


Bulmadı bir cay-ı rahat genc-i istiğna gibi.

Halime gevher-nisar-ı iltifat olmaz o şuh,


Eşk-i çesm-i hayretim cı1ş etse de derya gibi.

Gerdenim ser-halka-i zendr-i zülfe bend edip,


Eyledi aklım perişan illet-i sevda gibi.

Eşk-i hfın-filı1d-ı çeşmim fikr-i la'linle müdam,


Neş'e-mend eyler derunum bade-i hamra gibi.

Ol nihal-i ser-bülend-i işve bağ-ı cilvede,


Çeşmime oldu nümayan servden bala gibi.
24 İSMAİL HİKMET ERTAY1AN

Cennet-i hüsnünde ey şuh-ı melek-sima ne hoş,


Duşuna düşmüş o kakül saye-i Tuba gibi.

Nazra-senc oldukça mir'at-ı ruh-ı dildar ile,


Nutk ederdim ben de Hikmet tuti-i glıya gibi."
Şair Nedim'in;
" Haddeden geçmiş nezaket yal ü bfil olmuş sana,
Mey süzülmüş şişeden ruhsar-ı al olmuş sana"
matlalı gazelini tanziren yazdığı:

"Ateş almış reng-i gül ruhsar-ı fil olmuş sana,


Anda anberler yanıp püskürme hal olmuş sana.

Kıl nesim-i naz ile arz-ı temayül daima,


Kametin ey gülşen-i işve nihal olmuş sana.

Gerdenin ey filem-i hüsn olsa da subh-ı münir,


Hal kevkeb, zülf şeb, ebru hilal olmuş sana.

Şah-ı hüsne kılmaya arz-ı tazallüm mu-be-mu


Safha-i ruhsar-ı pür-hatt arz-ı hfil olmuş sana.

Kakülün baştan çıkıp eyler hemişe piç ü tab


İşbu, fitne bais-i sad kil ü kal olmuş sana.

[s. 25] Nim-habi vü siyeh-mesti olup hem-bezm-i nas


Sonra çeşminde nigah-ı bi-mecfil olmuş sana.

Seyr-i reftannla rahında dil-i üftadede,


Saye-veş ey nahl-i nahvet pay-mal olmuş sana.

Kalbini sermest-i hasret etmeye Hikmet müdam,


Şevk-i la'li bade-i cam-ı hayal olmuş sana! .. "
gazeli Nedim derecesinde olmasa bile ibda ve tahayyül itibariyle güzeldir. Eski
lirik şiirimizin yegane sahası olan gazel-serfilıkta da en iyi numuneleri verenler
-gariptir ki- hep kazaskerler, şeyhülislamlardır.
Arif Hikmet de onlardan biridir. Gerçi Arif Hikmet, Baki derecesinde
hakim, Yahya derecesinde beliğ, Nedim derecesinde de şuh olamamıştır,
mamafih bunlardan sonra gelen eski şairlerin de birçoğundan çok ileri gitmiştir.
"Zahida eri nihada şerbet-i semdir şarab
Rind-i safi-meşrebe iksir-i a'zamdır şarab
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 25

sözünü duyanlar "Şarabın ibfilıesi hakkında Şeyhülislam A rif Hikmet Bey fetva
vermiştir" iddiasında bulunsalar hata etmemiş olu rlar. Görülüyor ki pek dindar,
pek müttaki olan A rif Hikmet kör taassup kurbanı olan kuru slıfılerden, riyakar
zahidlerden değildir. Ruhen de yüksek, tabasbustan, riyadan müteneffirdir:

"Çeşm-i dili mahblıb-ı şühlıd eyleme Yarab!


Ayinemijengar-nümı1d eyleme Yarab!

Takat-şiken-i gamla yıkıp tak-ı emanım,


Ah-ı dilimi çarha amı1d eyleme Yarab!

Dünyayı temennide perestişle kibara,


Cebhem mutasaddi-i sücı1d eyleme Yarab!

Ruhum ki çıka vakt-i pesin kfilbüdümden


Mihnet-zede-i nefs-i anı1d eyleme Y arab!"

[s. 26] diye yalvarır; maşı1kuna:

"Saye-veş pa-mfil olup üftaden ey serv-i ümid!


Her kademde hak-i paye çehre-sa olmak diler."
ve:
"Bı1si-i zir-i pa-yı yare gönül
Buriya ferş eder cebininden"
diye aşıkane mahviyetler, tenezzüller, tezellüller gösteren koca Şeyhülislam:

"Dünyayı temennide perestişle kibara


Cebhem mutasaddi-i sücı1d eyleme Yarab!"
temennisiyle şahlara ve şehinşahlara bile boyun eğmekten müstağni bir fıtratta
yaratıldığını gösterir. Eski şairlerden kimleri tercih ettiğini gösterir küçücük bir
de medhiyesi vardır ki zevk-i edebisini göstermek itibariyle zikretmeye değer:

"Bili vü Nef i vü Nabi vü Necati vü Fehim,


Sabit ü Ragıb u Sami vü Fuzlıli vü Nedim;

Reh-nümayan-ı esalib-i sühan bunlardır.


Birinin mesle ğine peyrev olur tab'-ı selim;

Çire-destan-ı hünerden niçe mahir dahi var


Silk-i telfıka olur her sühan-ı dürr-i Nazim;
26 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Maadası müteşairdir eder cem'-i hurlıf


Edip evzan ü kavafiye muvafık tersim;

Kimisi sank-ı mazmun u kimi hatib-i leyl


Kiminin sebki rekik ü kiminin lafzı sakim;

Nev-i insanda heyfıla dahi la-yuhsadır


Sureta olsa dahi kabil-i vech-i ta'lim;

Nice seng-i siyehi güher etmiş Hikmet


Ezeli terbiyet-i mihr-i tecelli-i kerim."
AkifPa;a
AKİF PAŞA

Hayat-ı Husüsiye ve Edebiyesi


Akif Paşa kuzattan Ayıntabizade Mehmed Efendi'nin oğludur.
Sultan Mahmfı.d-ı Sani ahdinde XIX. asır evailinde ve 1 202 [1 787) tarihinde
Yozgat sancağında Bozok'ta dünyaya gelmiştir. Çocukluğunu maskat-ı re'si olan
Yozgat'ta geçirdiği gibi tahsil-i ibtidfilsini de orada ikmal etmiştir. Bir müddet
memleketi Ayıntab'dan olan Cebbarzade Süleyman Bey'in kirabet-i husfı.siyesinde
hizmet etmiş ve ilk gençliğini orada geçirmiştir. Nihayet 1 228 [1 8 1 3) tarihlerinde,
yirmi altı yaşlarında iken İstanbul'a gelmiş ve akrabasından olan reis-i esbak
Mustafa Mazhar Efendi'nin delaletiyle Divan-ı Hümayun Kalemi'ne girmiş ve az
zamanda iktidarını ispat etmiş, amirlerinin takdirini kazanmış, altı ay kadar bir
müddet sonra Amedi Odası'na memur olmuştur. 1 241 [ 1 826) tarihinde Vak'a-i
Hayriye denilen içtimai inkılabın resmi ellerle tatbik edildiği sıralarda Amedi-i
Divan-ı Hümayun'a geçmiş, bir sene sonra 1 242'de [1826) beylikçi ve 1 2458
tarihinde de reisülküttap olmuştur. Memuriyet-i resmiyesinde kullandığı lisan bile
kendisinde fıtri bir teceddüt istidadı bulunduğunu gösteriyor, bir saik-i mahsfı.si ile
ifadeyi sadegiye doğru götürüyordu. 1 25 1 [1835) tarihlerine doğru yapılan bazı
idari ıslahat miyanında Reisülküttaplık unvanı tebdil edilerek Hariciye Nezareti'ne
kalbedilmiş, Akif Paşa da rütbe-i vezaretle ilk Hariciye Nazın olmak üzere o
mevkie gelmiştir, fakat bu mevkie irtikası dostlarını memnun etmişse de düşman­
larını aleyhine tahrike sebebiyet vermiş, [s. 28) bilhassa Mülkiye Nazın unvanını
taşıyan ve hasm-ı canı olan Pertev Paşa'nın hasedini alevlendirmiştir.
1 25 2 [1 836] senesi evailine tesadüf eden Churchill Vakası'ndan bil-istifade
bin türlü hile ile aleyhine tezvirata başlayan Pertev Paşa'nın tesvilatıyla Hariciye
Nezareti'nden azledilmiştir. Bu hususta kendisi Tabsıra'sında:
"Şu Churchill kaziyesinden dolayı ser-i hümayun-ı şahaneyi tasdi etmemek
niyet-i acizanesinde idim, lakin aleyhimde olanlar bu maddeyi alet ederek hakk-ı
bendeganemde tagayyür-i teveccühat-ı seniyyeye çalışmakta ve manen şan u
şevket-i şehinşahi muktezasına mugayir gitmekte olduklarından hasbe'l-ubfı.diyye
arz-ı hale mecbur oldum."
diyor. Ve Pertev Paşa ile münasebetleri hakkında da Tasv'ir-i EJ'al'inde:
" . . . ve kaza ve tabiattan başka galiben beynimizde de hiç münasebet-i
semaviye olmadığından, yıldızımız barışmamış olup, ancak Sadrazam Rauf Paşa
hazretlerinin sadaret-i fı.lası hengamında bunun tayin ve atiye ve mevkfı.fütı

B Akif Paşa Reisülküttaplığa 1 247 (1832) yılında getirilir. (Haz. notu)


30 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kesilerek, oradan ihracı üzerine bir müddet paşasının divan kitabetiyle Anadolu
tarafında geşt ü güzardan sonra Dersaadet'e gelip yılan gibi sürünerek bir takrib
ile yine odaya girmiş olduğundan ve sabıkan ve lahıkan Ordu-yı Hümayun'da ve
Dersaadet'te keyfıyat-ı halini bilenler beyninde 'Galib Paşa'nın mahlıd Pertev'i!'
unvanıyla şöhret-i şayiasına mebni odada bulunduğumuz esnada ve badehu
amedcilik ve beylikçilik gibi, maiyet mansıblannda kasri ve zaruri tezkiyesini
düzeltmek için desiseye mebni cebr-i nefs ve ihtimam-ı azim ile . . .
"

ifşaatında bulunarak Pertev Paşa'nın seyyiat-ı idare ve ahlakını ispat ettikten


sonra aralarındaki nifak ve münaferetin sebeplerini de anlatmış oluyor. Biraz
daha aşağıda:
"Mukaddimede beyan olunduğu vechile Ferik Paşa'nın tarziye için irsfilini
"havadis ve hakareti mucip olur." diye tecviz etmeyen yadigar, acaba Hariciye
Nezareti'nin tebeddülünden hasıl olan züll ü nakiseyi nasıl tecviz etmiş? Ve
Fransa ve Nemçe elçileriyle Mavroyani bile Ponsonby'nin ayağına gitmekliğimi
layık görmemiş iken, müşarünileyh hakaret-i azl ü tebdilimi ne vechile caiz
görmüş? [s. 29] Ve bu suretleri dava-yı diyanet ve sadakate nasıl sığdırmış
olduğu meselelerine ecvibe-i müskite bulabilir ise "İşte levh, işte kalem, işte
kütüb, işte fuhfıl!" itiraf-ı vahi, iştibah-ı sahi:
-Pertev Paşa fart-ı fetanet ve şart-ı sadakatte cümleye tefevvuku daiyesinde
ve namazlı niyazlı, zikirli fikirli bir mutaassıp adam tavrında görüldüğüne
nazaran bu derece fezahau irtikab etmemek lazım gelirdi.
Cevab-ı şafi, delil-i kafi:
Vakıa ashab-ı uküldendir; lakin mesela Sofistaiyyenin hakayık-ı eşyayı inkar
etmeleri cehd ü beladetten olmayıp, adem-i tevfikten naşi olduğu gibi,
müşarünileyh dahi itina-yı müfritle aşın hod-bin-i vücud-pesend olmak
hasebiyle bu makuleler hakkında adet-i İlahiye öyle cari olduğu vechile öteden
beri aklını hayır ve salah tarafına istimale muvaffak olamadığı malfım-ı alemiyan
olduğundan maada, hasbe'l-cibille hubb-ı cah ve hırs-ı dünyada nefs-i
emmaresine gayetle esir ve daima kendi menfü.at-i mahsusa ve agraz-ı
nefsaniyesini tahsilde amiku't-tedbir . . .
"

sözleriyle tasvir ediyor.


Akif Paşa bu gibi desiselere kurban olarak mevki-i memuriyetten infikak
ettiği halde hukuk-ı siyasiyeyi muhafaza yolunda tek başına çalışmaktan geri
durmamış, bu azim ve metaneti de Sultan Mahmud tarafından etrafıyla
anlaşılmıştı. O zamandan itibaren padişahın hakkındaki teveccühü bir kat daha
artmıştı. Hatta uzun sürmemiş, Pertev Paşa cezaen azledilmiş, Mülkiye Nezareti
unvanı da Dahiliye Nezareti unvanına tahvil edilerek [ 1 253] [ 1 83 7) birinci
Dahiliye Nazın olmak üzere yerine Akif Paşa tayin edilmiştir. Bu suretle iradet
ve metanetinin bilhassa ehliyet ve hüsn-i hizmetinin mükafatını gören Akif Paşa,
Sultan Mahmud'un vefatına kadar bu hüsn-i itimadı muhafaza etmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 31

Sultan Mahmud'un vefatından sonra Akif Paşa için yeni bir devr-i idbar
baş göstermiştir; bu sefer de rakip ve düşmanı olarak karşısına Büyük Reşid Paşa
çıkmıştır.

Akif Paşa ecnebi lisanlarına :lşina olmamakla beraber muvaffakiyetli işler


görmüştür. Kendisinin lisan ve edebiyata olan hizmeti de büyüktür. Gerçi
gençliği edebiyat-ı atikaya büyük bir inhimak ile geçmiş, mütevaggıl olduğu
Arabi ve Farisinin tesirinden kurtulamamıştır.

[s. 30] Reşid Paşa da, Akif Paşa'nm lisan bilmemesini, siyasete aşina
olmamasını vesile ittihaz ederek yapacağı ıslahat-ı zihniyetle o eski zihniyet-i
idariyenin istinas edemeyeceğini ileri sürerek azledilmiş ve bir müddet
menkuben bir köşede kalmıştır. 1 256 [ 1839] tarihinde Kocaeli eyaletine tayin
edilmiş, bilahare oradan da azledilerek Edime'ye nefyolunmuş ve bir müddet
sonra affolunarak Bursa'da ikametine müsaade edilmişti. Bunu oğluna yazdığı
hususi bir mektubunda açıkça anlatıyor:

"Hakirin tarih-i veladetim iki yüz iki senesi olup cennet-mekan merhum
pederim on iki senesinde vefat etmekle hal Ü hayatlarında sabi-yi gayr-i mürahik
bulunarak hamden lillahi'l-müstean hilaf-ı rızalarında bulunmadım. Bu cihetle
evladımın bana ukuk ve isyan etmesiyle yoluma gelecek nesne yoktur. Mamafih
tarafınızdan na-mülayim bazı evza-ı gayr-i layıka vuku bulduysa da fıtratınız
iktizasından olmayıp beher hal şeyatin-i ins makulesinin suret-i hulfısta müessir
olan iğffil ü taglitinden neş'et etmiş olduğunda iştibahım yoktur. Bu cümle ile
beraber geçenlerde usretlı1 valideniz lisanından itiraf ve istifa-yı kusur
olunduğundan, peder ile evlat beyninde affolunmayacak kusur olmayacağını
yazmıştım. Vaki' hfil budur. Ancak hatır yıkıklığı gibi bazı şeyler zuhur etti.
Bina.berin isterim ki ceriha-i fuadımıza iltiyam-ı tam gelip hiç eser-i inkisar
kalmaya.

Malumunuzdur ki hasm-ı eledd ü eşeddim olan Reşid Paşa dilediği gibi bizi
çiğneyip ezdiği zamanda ahar bir uzak mahalle nefyetmek elinde iken o esaeti
etmeyip Edirne'ye gönderdi, fakat el-hfiletü hazihi İstanbul'a gelmemiz
istenilmediğinden, Bursa'da ikametimize emrolundu. Her ne ise bu kazaya dahi
ser fürı1-bürde-i teslim Ü rıza olduk. Gelirken Tekfur Dağı'nda birkaç gün
tevakkuf olunup cevdet-i hevasına vakıf olduğundan başka geçinmesi dahi eshel
ü ehven ise de bir nevi inkıyatsızlığa mahmul olmamak için sürünerek Bursa'ya
gelip lakin Bursa'mn havası vahim olduğundan başka bir rabıtalıca konak
bulunamamak ve bulunsa bile icaresi halimize el vermemek hasebiyle üç odalı
bir evceğizde ikamet üzere isem de keyifsizlikten ve yalnızlıktan pek [s. 3 1]
sıkılıyorum; bazı mesire ve kaplıcalar gibi mahallere racilen gidilmek mümkün
olmayıp hayvana dahi binemediğim gibi araba dahi gayet sarstığından na-çar
sabahtan akşama dek bir odanın içinde tek ü tenha oturup durmaktan ıstırab-ı
derunum pek ziyade oluyor. Devletlı1 Kani Beyefendi Hazretleri itmam-ı
memuriyetle Dersaadet'e avdet buyurup keyfıyet-i hfil ve müzayaka-i bfilime
vukuf-ı küllileri olmakla biis-i terahhum olacak ahvfilimi size bildirecektir. Rica
32 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ederim ki arbk şu beliyyeden beni tahlis edip ahir vaktimde gönlümü yaparak
duamı almaya himmetiniz ez-derun memfıl ve mes'fil-i acizanemizdir oğlum!"
1 258 [1 842) tarihinde yazdığı mektuptan sonra aynı tarihte yine oğluna bir
mektup yazarak o aralık dünyaya gelen, Şehzade Sultan Abdülhamid için de bir
tarih-i veladet yazarak Sultan Abdülmecid Han'a verilerek kendisinden Bursa
kazasından kurtarılmasını rica etmiştir:
"Mah-ı Cumadelihire'nin yirmi biri tarihiyle gelen mektfıb-ı beşaret­
üslfıbunuzda Ramazan-ı şeriften ewelce mülakatımız müyesser olmak emeli
vaad ve tebşir olunmuş olduğundan zihninize dağdağa vermeyeyim diye yazıp
durmadım, amma tahassür ve intizar ne güç şeydir! Ol tarihten beri leyi ü
nehanmın her dakikası bir hafta gibi geçerek ah u enin ile ne hal ise Ramazan-ı
şerif gelip üç gün kalmakla, gündüzleri dursun geceleri dahi uykular haram
olarak, her an Ali bendenizin vüruduna terakkup olunmaktadır ki gaflet basarsa
bile sayıkladığım odur. Bir haftadır adem göndermek isterim, bir vekilharc ve bir
Seyyid ile Hurşid üç adamdan gayri yanımda kimse kalmadı. Yani tabipler,
cerrahlar da gelmese yalnızlıktan cünun getirmek derecesine geldim. Ne çok
günahım varmış! Bin gün ahım ile bir günahım affolmadı! Mektubunuz dahi
kesilmekle hiç teselli bulunmaz olup hasılı halimi tarif bile müşkil oldu, ewelcc
makam-ı sadaret ve riyasete tebriknameler irsalini iş'ar eylediğinizde ınakam-ı
sadaret tebriknamesi birkaç gün ewel Sanın Beyefendi'ye gönderilmiş
bulunduğundan devletlu Halil Paşa Hazretleri'ne yazılan tebrik taraf-ı
saadetinize gönderilmiş ise de hiç vusfılü [s. 32] haberi dahi gelmedi. Bir
mümaileyh bilmem arizamızı beğenmemiş mi nasıl olmuş ise 'kusuru var' diye
takdim etmediği ağızdan bazı gidip gelenlerden işitilmiş olmağın bu defa tekrar
bir tebrik yazılıp ve maa'l-acz ve'l-kusfır veladet-i hümayun için dahi bir tarih
söylenip tarafına irsal olundu. Ve şayet yine bir bahane ile takdim buyurmazlar
diye tarihin bir nüshası dahi matviyyen canib-ı püseranenize gönderildi. Gerçi
tammü'ş-şuur olmadığımdan zengin ve dil-nişin vaki olamayıp, bir de 'ıtlak'
lafzını dere için kaf kafiyesiyle aradığım cihetle dil-hahım vechile düşmediğinden
başka üç tane dahi ziyadesi olmakla bfila-yı çarlı yani 'çarlı' lafzının yukanki
harfi ki cim olup çıkar kelimesi 'cimi çıkar' demek manasına remz ile tamiye
şeklinde vaki olarak, her çend taşradan gönderildiğine ve şöhret-i kazibemize
mebni takdim şayan değilse de, mir-i mümaileyh tarafına göz kulak olup eğer
yine arizamızla beraber takdim etmezler ve nezdinizde münasip görülür ise
cenab-ı saadetinize takdim buyurasınız! Belki mesmu ve müteyakkımm olan sa'y
ü gayretinize bir nev-i medar olur. Bir de şevket-maab efendimiz hazretleri nam­
ı hümaylınlannın 'abd' lafzıyla telaffuzunu severler ise hakkedip 'şehinşah-ı
cihan Abdülmecid Han-ı himem-pira yahut 'kerem-güster' lafızlanyla tashih
buyurasınız!
Burada meşayihten bir ihtiyar ve hoş-meşreb zat vardır. Hasib Paşa
Hazretleri'nin şeyhi imiş. Bendenizin halime vakıf olup merhametinden gaibane
müşarünileyhe ıtlakımı iltimas etmiş imiş. Bu defa müşarünileyhin 'Babıfili'ye bir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 33

arzuhfil yazdırıp bana gönderin, sizin hatırınız için çalışayım!' diye cevabı gelmiş
olduğunu tarafımıza bil-vasıta ihbar ederek, öyle bir istirham-ı arzuhfili alıp
emanetçi ile gönderdiler. Bu dahi mfilum-ı saadet oldukta iktizası ne ise ona göre
himmet edin! Aman oğlum, evladım! Ne yapar iseniz yapıp Ramazan-ı şerif
içinde bari beni kurtarmaya sa'y ü gayret buyurmanızı pek rica ederim . . . "
[s. 33] Şehzade Sultan Abdülhamid'in tarih-i veladeti olan 1 258 [1842]
tarihini havi kaside-i tarihiye de şudur:

"Şehin-şah-ı cihan Abdülmecid Han-ı kerem-güster


Ki teshir eyledi yekser kulubu hüsn-i ahlakı

Adaletle, inayetle edip dünyayı abadan


Füruğ-ı şevket-i filem-şümulü aştı nüh takı

Olup ömrü mezid, ikbfil Ü iclfili mezid olsun


Adusu varsa suzan eylesin şemşir-i berrakı

Doğunca sulb-i pilinden yine şehzade bedr-asa


Uylın-ı halkı ruşen eyledi ser-ta-ser işrakı

Edip ihya-yı nam-ı cedd-i filişanına himmet


O şahın vasf-ı paki bir dahi doldurdu evrakı

Serir-i saltanatta ta kıyamet her-karar olsun


Olup zat-ı hümayunun hemişe hıfz-ı hakk vili

Beca olmaz mı bu eyyam-ı ferruh-fal-i şadide


Niyaz etsem dua-glıyane ben de afV u ıtlakı

Mübarek günde geldi mah-ı ihsan u atadır bu


Sevindirsin beni şah-ı güzinin rahm u eşlakı

Çıkar bala-yı çarha "Ak.ifa" tarih-i miladı


Gelip Sultan Hamid etdi münevver cümle afakı"
Akif Paşa takdim ettiği bu tarih sayesinde Bursa'dan tekrar İstanbul'a
gelmiş. Bir müddet ikamet ve uzletten sonra 1 263'te hacca gitmiş o vazifeyi de
ifadan sonra l 264'te avdetinde hastalanmış ve bir müddet yatıp kaldıktan sonra
aynı senenin Recep ayında İskenderiye'de ölmüştür9.

9 Akif Paşa'nın hacca gittiği yıl 1 260 ( 1844), ölüm tarihi ise 3 Rebiyülfıla 1 26 l 'dir ( 1 2 Mart

1 845). (Haz. notu)


34 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Akif Paşa fıtratındaki kuwet ve istidat saikasıyla edebiyatta bir "tarz-ı


cedid" çığın açmıştır. Garptan gelen cereyandan çok ewel mesut bir cereyan [s.
34] hazırlayan Akif Paşa, Avrupa görse ve lisan bilse idi şüphe edilemez ki bir
Şinasi'nin tesirinden çok fazla bir tesir-i mes'ud vücuda getirirdi.
Tabsıra unvanlı eseri Fransızcaya da tercüme edilmiştir. Tercüme-i hfili
1 29010 tarihinde bastırılan ufak bir münşeatında münderiçtir.
Akif Paşa Halveti-i Şabani tarikatına mensup idi. Bu tarikat dolayısıyla
biçarenin başına bir de Şeyh Müştak musallat olmuştu. Hatta mazuliyetinden
sonra iş başına gelir gelmez Şeyh Efendi'den aldığı garibü'l-meal bir mektuba
nevmid ve münfail bir lisan ile cevap veriyor ve:
"Gönderilen mufassal ve meşruh tevbihnameniz mütalaa olunup, sizce
varlıktan, bence teessüften gayrı bir mana verilemedi; zira ben memur olalı daha
kırk gün olur olmaz güya aylar, seneler geçmiş, ve evlad u ıyal ve
müteallikatımıza iradlar, zaviyeler, maaşlar yapılmış da size bakılmamış gibi, bu
derece sitemlere, serzenişlere neden müstahak olduğumuz bilinemedi?"
diye uzun uzadıya bizar olduğunu anlattıktan sonra:
"Seni ben nasbettim bilir misin? Şöyle etmedin azledeyim mi? Böyle
etmedin değişti reyim mi?" gibi abur cubur maddelerin iki günde bir başımıza
kakılıp durulacak ve bu muamele iş güç olacak ise tahammül eder dururum
desem yalan söylemiş olurum; ne yapalım el-hükmü lillah? ... "
diyor.

[s. 35] Lisanı ve Kıymet-i Edebiyesi


Akif Paşa lisan itibariyle büyük bir inkılap yapmış bir edibimizdir.
Hususiyle daha inkılab-ı edebinin temel taşlan bile atılmadığı sıralarda sırf
fıtratının sevki, münhasıran istidadının icabıyla vücuda getirdiği sadelik her
vechile şayan-ı takdirdir.
Birçok kimseler üslubunun tamamiyle şive-i Acemaneden kurtulamamış,
seci-perdazlık hücnetinden halas olamamış bulunduğunu ileri sürerlerse de Akif
Paşa'nın dünyaya geldiği muhiti, gördüğü tahsili, aldığı malumatı göz önünde
bulundurmak kendisinin ne kadar büyük ve mesut bir inkılab-ı ila.de, ne kadar
azim bir teceddüd-i üslub yarattığını derhal teslim ettirir. Kemal Bey bir
mektubunda Tabsıra'dan bahs ile:
"Tabsıra'nm esaslı bir kusuru vardır, ki o da lisan-ı resmide yazılmış bir risale
veya edibane tahrir olunmuş bir makale suretinden birine benzememesidir.

ıo Münşeıit·ı el-Hac Akif Efendi ve DWançe adlı bu eser, İstanbul'da 1 259 ( 1 843) yılında
basılmıştır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 35

Siyasiyattandır denilse içinde birçok ebyat, birçok ıstılahat var; edebi­


yattandır denilse eğer sahifeleri o zamanın lisan-ı resmisi üzeredir. Şuraya dikkat
lazımdır: Devletin zuhurundan beri siyasi evrakın çoğu mukaffi. ve mustalah bir
tarzda yazılmıştır; birtakımı da düz yolda tahrir olunmuştur, fakat bunlardan
muteber olanların hiçbirinde 'mahbus elbisesi' gibi, iki renkten tertip olunmuş
bir eser gösterilemez."
der. Fakat bu na-be-mahal tarizi merhum Kemal'in mizac-ı ateşine bağışlamak
lazım gelir, tesiri de, tahassüsü pek süratli olan Kemal merhum birçok
isticallerinde hata, birçok hatalarında da istical etmiştir. Merhumun asarını
burada tetkik doğru bir keyfiyet değildir. Fakat şurası doğrudur ki hiçbir terakki
ani olmaz, çünkü olamaz. Hiçbir inkılap mükemmel olarak doğmaz; çünkü
doğamaz; tekamüle tabidir. Akif Paşa Tabsıra'sını yazmasa idi, Namık Kemal de
Cezmi'sini Abdülhak Hamid de Eşber'ini yazamazdı. (s. 36] Geçilen köprü ibtidai
de olsa, eksik, arızalı da olsa köprüdür. Onu kuranın bir hizmeti, bir gayreti, bir
fazileti olmuştur. O nasıl inkar edilir? Şüphe yok ki Akif Paşa,Şark terbiyesi
almış, Şark zihniyetiyle tahsil-i irfan ve kemalat etmiş bir zattır. Öyle olmakla
beraber resmi lisanın zihni alt üst eden, dimağı düğümleyen o ta'kitlerini,
teselsüllerini kırmış, açmış, temiz, selis, vazıh bir lisan yapmıştır. Akif Paşa biraz
Fransızca bilse, biraz tercümeler yapabilse, biraz Avrupa'yı dolaşsa idi, o
kabiliyet-i fıtriye ile bize hem nazım hem nesir vadisinde çok, çok büyük
yenilikler verebilirdi. Bir kere nazım vadisinde Namık Kemal'in üstadı olan
İbrahim Şinasi merhumdan eski değil, ondan çok yaşlı olmakla beraber çok da
yenidir, nesrinde de, hususiyle Şeyh Müştak'a yazdığı mektupta Şinasi'den
selasetçe de, sadelikçe de aşağı değildir. Samimiyet ve tabiiyet cihetiyle ise çok
yukarıdır. Sanatta samimiyet birinci şerita-i muvaffakiyettir. Gençliğinin bir
büyük kısmını Anadolu'nun bir köşesinde, Yozgat'ta geçirmiş olan, tahsilini yine
Yozgat'ta yapmış bulunan Akif Paşa, Arabi ve Farisiden başka bir lisan
bilmediği, edebiyat-ı atikamn zincirleme bir muamma olan l isanından başka bir
numune görmediği halde bir Tabsıra ibda etmiştir. Şüphe yok ki lisana,
lisanımıza büyük bir inkılab-ı hayr, büyük bir teceddüd-i na-geh-zuhur
getirmiştir. Merıkabe-i Hezl-amiz'inden aldığımız şu parçayı tetkik edelim:
"Bir tarihte Dağıstan hanları, İran üzerine asker çekerek, Azerbaycan'ın
ekser mahallerini zapt ile Tebriz'i dahi muhasara etmişler idi. Tebriz ham
Hudadad Han, Meraga ve Muş ve Hakkari taraflarından ve sair mahalden
istimdat ile mektuplar itare ederek, divan katibine 'İmdadımız yetişinceye kadar
Tebriz ahalisi muhasaradan sıkılıp alacalık etmemek için on on beş gün kadar
şunları avutmaya bir tedbir olsa' dediğinde divan katibi: 'Ben onu yapanın' deyip
leylen mahfıce beş altı tatar ihraayla, bunların bazısı sabahleyin ve bazısı öğle ve
ikindi vakitleri başka başka Tebriz kapılarından na'ralarla girip, sual edenlere
mesela 'Muş paşasından ve filan mahalden şu kadar bin (s. 37] asker geliyor;
Hudadad Han'a onun haberiyle geldim.' diyor. Söylemek üzere her birine tenbih
ve talim ederek, bu vechile her taraftan müjde tatarlarının vürlıdundan Tebriz
ahalisi canlanıp top ve tüfek şenlikleri ettikten sonra, o akşam divan katibi hanesine
36 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

geldiğinde, babası Mirza Zaman 'Ay oğul! Bu mahsuriyetle halimiz ne olacak?


Dağıstanlılara istiman ile Tebriz'i mi vereceksiniz, yoksa akça ile, bohça ile
yalvararak defin bir çaresini mi bulacaksınız?' diye hasbihfil etıneyini, divan katibi:
'Baba! Niçin endişe ediyorsun? Bugün tatarlar geldi; filan yerden bu kadar bin
asker geliyor. Dağıstanlılan şöyle keser ve böyle biçeriz.' diyor. Şevk ve şidumam
ile cevap vericek babası: 'Hane-harabsın, bence bu senin kendi yaptığın yalandır;
sevine sevine ne söylüyorsun!' demiş ."

Şu ifadelerdeki sadelik, samimilik ve teessür bugünkü muharrirlerin bile


birçoğunda görülemiyor.
Nesirde bu suhıilet-i beyanı ibda eden Akif Paşa nazımda da bir kudret-i
dahiyane göstermiştir. Şu "Adem Kasidesi"yle:

"Can verir ademe endişe-i sahba-yı adem,


Cevher-i can mı aceb cevher-i mina-yı adem!

Çeşm-i im'an ile baktıkça vücı1d-i ademe,


Sahn-ı cennet görünür ademe sahra-yı adem.

Galat ettim ne reva cennete teşbih etmek,


Başkadır ni'met-i asayiş-i me'va-yı adem.

Tutalım anda da olmuş ni'am-ı gı1na-gı1n


Öyle muhtac-ı tenavül müdür fila-yı adem.

Kimse incinmedi vaz'ından anın zerre kadar.


Besledi bunca zaman alemi baba-yı adem,

Var ise andadır ancak yoğise yoktur yok;


Rahat istersen eğer eyle temenna-yı adem.

Ne gam u gussa ne rene ü elem ü bim ü ümid;


Olsa şayeste cihan can ile cı1ya-yı adem.

[s. 38] Yok dedikçe var olur, yok mu garabet bunda,


Nam-ı hesti mi nedir hall-i muamma-yı adem.

Etse bir kerre telatum hep eder kevneyni,


Garka-i mevc-i fena clışiş-i derya-yı adem.

Mader-i dehr mevalidi ki durmaz doğurur,


Der-kenar etmek içindir anı baba-yı adem.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 37

Çarhın evladını baştan çıkarır daye-i dehr,


Etmese terbiye sık sık anı lfila-yı adem.

Herkesin kısmeti yokdan gelir amma bilmez,


Yeri var fileme men eylese selva-yı adem.

Merdümi neş'et-i Adem'de yok oldu gitti,


Vechi var dense beni Adem'e ebna-yı adem.

İki kağıttan olur bu nüsah-ı kevn ü mekan,


Biri ibka-yı vücud ü biri ifna-yı adem.

Sanının masraf u iradı gelir hep başa baş


Oldu serra-yı vücuda göre darra-yı adem

Herkese bar-ı bela kendisinin varlığıdır,


Gam u filamdan azade beraya-yı adem.

Biz bu mihnet-geh-i hestiye küçükten geldik


Yoksa kim eyler idi terk-i kühenca-yı adem

Ber-murad olmayıcak ben yere geçsin filem,


Necm ü mihr ü mehi olsun eser-i pa-yı adem.

Ben o bi-zar-ı vücudum ki dil-i gam-zedeme,


Üns-i mavtın görünür vahşet-i sahra-yı adem.

Şafak-ı subh-ı bekadır nazarımda gılya,


Mevce-i bahr-ı siyah-ı şeb-i yelda-yı adem.

[s. 39] Öyle bimar-ı gamım kim olamam asude,


Came-hab olsa bana şeh-per-i anka-yı adem.

Dil-harabım ben o hey'ette ki nisbetle bana


Beyt-i ma'mur olur hane-i bica-y1 adem.

Öyle bimar-ı gamım sahn-ı fenada gılya,


Yaptı enkaz-ı elemden beni benna-yı adem.

Ahter-i matlabım afük-ı felekten doğmaz,


Günde bin şey doğurur leyle-i hubla-yı adem.

Cevheri su kesilir tabiş-i ye'simle eğer,


Çeşm-i ümmidime duş olsa meraya-yı adem
38 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yoğ olur ismi dahi aynı müsemması gibi,


Emelim olsa eğer dahil-i hulya-yı adem.

Bi-vücıidum o kadar ben ki aransak ikimiz,


Ben bulunmam bulunur belki müsemma-yı adem.

Hayretim çarha sükıin-aver-i tab'-ı ta'til,


Vahşetim bais-i peydayi-i sevda-yı adem.

Vfilihim öyle ki aks-i nigeh-i germimden,


Reng-i hayret alır ayine-i derya-yı adem.

Bulanır girye-i hıininim ile bahr-ı vücıid,


Saranr ahım ile sebze-i sahra-yı adem.

Buna takat mı gelir ya buna can mı dayanır?


Meğer imdad ede hesti-dih-i ecza-yı adem.

Aferin ey ney-i kilk-i hüner-i İsi-dem,


Eyledin nefha-i i'caz ile ihya-yı adem.

Ariran yokluk ile etmede isbat-ı vücud,


Ben ise varlık ile eyledim inşa-yı adem.

[s. 40] Yoğu var eylemeye hayli çalıştım lakin,


Oldu sa'y ü talebim hep !ev ü levla-yı adem.

Sığmadı çünkü dehan-ı dile nutk-ı hesti,


Eyledim hame-i mu'ciz-demi gıiya-yı adem.

Bu kaside kaleme Kaf-ı fenadan geldi,


Olsa namı yakışır beyza-yı Anka-yı adem.

Kimisi nisti-yi gamla beka-cfı-yı vücıid ,


Kimi hesti-yi elemle taleb-efza-yı adem.

Mahv-ı hak-i reh-i şahenşeh-i kevneynim ben,


Ne tevella-yı vücud ü ne teberra-yı adem . " 1 1

1 1 69 beyitten oluşan "Adem Kasidesi"nden yapılan alıntıda 15-19, 2 1 -27, 29, 3 1 -33, 35, 42,

48-49, 5 1 , 54-63. beyitler atlanmıştır. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 39

Akif Paşa şu bir tek kasidesiyle edebiyat-ı atikadaki kudretini ispat ediyor,
divanlar dolduracak kadar naatlar, kasideler, mersiyeler yazmayan Akif Paşa
şiire ancak dolup taştığı zamanlar müracaat ettiğini göstermiş olur. Şu "Adem
Kasidesi", hakikatte elemler içinde kıvrana kıvrana her gün biraz daha ölen,
biraz daha ye's ve hırmana kapılan bir vücut için yazılmış uzun bir mersiyeden
başka bir şey değildir. Ademe kaside yazmak vücuda mersiye değil de nedir?
Ademi bu derece sitayiş için insanın vücuttan, hayattan, cihandan ne derecede
bezmiş, bıkmış, istikrah etmiş olması lazımdır. Yaşadığı müddetçe bühtan,
adavetten başka bir şey görmeyen hicran ve hasretten maada mükafata mazhar
olmayan Akif Paşa:

"Herkese bar-ı bela kendisinin varlığıdır,


Gam u alamdan azade beraya-yı adem.

Biz bu mihnet-geh-i hestiye küçükten geldik


Yoksa kim eyler idi terk-i kühenca-yı adem

Ber-murad olmayıcak ben yere geçsin alem,


Necm ü mihr ü mehi olsun eser-i pa-yı adem."
[s. 4 1 ] diye bütün kalbiyle bağırmakta muztardır. Hamid'in Makber'deki
feryatları ne kadar samimi, ne kadar tabii ise, Akifin "Adem"deki şehkalan da o
kadar tabiidir. Kaside-i risaiyesi baştan aşağı okunurken her mısraında, her
terkibinde, her kelimesinde yorgun, yıkık, na-hoş, na-hoşnud (bfuse") bir ruhun
çırpınışlan görülüyor. Kendisini, ne aguşa atıldığı tarikat, ne din, ne kanaat, ne
de tevekkül teskin ve tesliye edebiliyor ne de Melamilik. Nihayet zulmet-i
nevmidiyi düşünüyor, kara bir bedbin müthiş bir (.pesimiste) oluyor. Gözleri
bulanıyor. Bütün varlığı, bütün nuru bulanık, kara, bütün cihanı bir hiçi-i
muzlim, bir gayya-yı adem görüyor:

"Ben o bi-zar-ı vücudum ki dil-i gam-zedeme


Üns-i mavtın görünür vahşet-i sahra-yı adem"
diye yaşamaktan ne kadar yorulmuş olduğunu, sükun-ı mevte ne derecede
muhtaç bulunduğunu kat'i bir lisan ile haykırıyor:

"Öyle bimar-ı gamım sahn-ı fenada glıya


Yaptı enkaz-ı elemden beni benna-yı adem."
Ye'sin, o simsiyah ye'sin derinliği, nihayetsizliği baş döndürüyor.

"Valihim öyle ki aks-i nigeh-i germimden


Reng-i hayret alır ayine-i derya-yı adem.
40 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Bulanır girye-i himinim ile bahr-ı vücud


Sararır ahım ile sebze-i sahra-yı adem."
beyitlerinde hizbe-i matemle dimağı durmuş bir vücudun korkunç sükut ve
bühtünü görüyoruz. Akif Paşa bir heykel-i matem mehabet ve vahşetiyle
gözlerimizin önüne dikiliyor. O hizbenin, o acı, o kıncı hizbenin ilk uyuşturucu
tesiri biraz geçince gözlerden yakıcı, zehirli bir elemin boşandığı görülüyor:

"Aritan yokluk ile etmede isbat-ı vücud,


Ben ise varlık ile eyledim inşa-yı adem."

[s. 42] T ezadı bir nihilist ruhu kadar karanlık ve hazindir:

"Yoğu var eylemeye hayli çalıştım lakin


Oldu sa'y ü talebim hep lev ü levla-yı adem."
Akif Paşa nasıl ümitler, emellerle çırpına çırpına, nasıl bir ziyaya, bir nura,
güneşe doğru koşarken dimağına hücum eden siyah şüpheleri eze eze ilerlerken
karşısına bu başlar döndüren, gözler, gönüller bulandıran, dolmaz,
doldurulamaz, derin kara uçurumun; ademin birdenbire açılarak, bastığı
toprakların oynadığını, aktığını, yıkıldığını bütün vuzuhuyla anlatıyor. Nevmid
nazarını son defa bu hayal-hiine-i vücuda çevirerek:

"Kimisi nisti-yi gamla beka-cı'.ı-yı vücı'.ıd


Kimi hesti-yi elemle taleb-efza-yı adem"
diye istihfaf ve istikrah ile gülümsüyor, ruhunun bütün ulviyet-i lakaydisiyle:

"Mahv-ı hak-i reh-i şahenşeh-i kevneynim ben,


Ne tevella-yı vücüd ü ne teberri'ı-yı adem . .. "
deyip çıkıyor: İşte manevi bir intihar, işte nevmidinin son merhalesi ... Şeyh
Müştak'a yazdığı mektubun sonunda da öyle demiyor mu?: " . . . Tahammül eder
dururum desem yalan söylemiş olurdum; ne yapalım el hükmülillah!.." İtikad­
perver bir müridin bezginliği, isyanı, nevmidisi de ancak bu sözlerden ibaret
olur.. Anlaşılıyor Akif Paşa "Adem"ini son zamanlarında yazmıştır. Kaside derin
ve acı bir lirizm ile doludur. Büyük bir ihlas (sinceritl) ile yazılmıştır. Söyleyen
dimağ değil, yanan, kaynayan, duyan bir ruhtur. Akif Paşa ıstıraplı, hicranlı
hayatının bütün zehirlerini yaşaya yaşaya bu zehirli, bu siyah ilhamı, ruhunda
duymuştur. [s. 43] Edebiyat-ı atikanın kasidesi tarzında verdiği bu şiirle
mütehassis, hazin bir (ellgi,aque) olduğunu gösteren Akif Paşa hafidinin vefatına
yazdığı o samimi, o ruhi "Mersiye"cikle de o fıtrat-ı me'yüsesini, risailiğini ispat
etmiştir.
"Tıfl-ı nazeninim unutmam seni,
Aylar, günler değil geçse de yıllar..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 41

Telh-kam eyledi fıra.kın beni,


Çıkar mı hatırdan o tatlı diller? ..

Kıyamaz iken öpmeye tenin,


Şimdi ne haldedir nazik bedenin?
Andıkça gülşende gonca-dehenin
yansın ahım ile kül olsun güller!..

Feleğin kinesi yerin buldu mu?!


Gül yanağın reng-i ruyun soldu mu?!
Acaba çürüdü toprak oldu mu?!
Öpüp okşadığım o pamuk eller?!

Tagayyürler gelip cism-i semine,


Döküldü mü siyah ebru cebine,
Sırma saçlar yayıldı mı zemine,
Dağıldı mı kokladığım sünbüller?!"
İşte saffet ve samimiyete, işte şefkat ve merbutiyete en canlı bir şahit! .. Akif
Paşa bir büyükbaba ruhuyla inliyor. Açık, sade, müessir bir lisfuı-ı ruh ile
inliyor..
Aruzun bütün i'vicacatını "Adem"inde gösteren Akif Paşa hece vezninin en
beliğ, en müessir, en sağlam bir numunesini de bu küçücük mersiyesiyle ortaya
koyuyor. Yaptığı bütün bu teceddütleri, sakin, vakur ve mütevazı bir sa'y ile [s.
44] yapıyor.. "Ben de şu yeniliği lisana getirdim!.." bile demiyor. Akif Paşa'nın
bir iki mektubuyla şu mersiyeciğindeki ince, rakik, saf, temiz ve hassas lisanı ne
Şinasi'lerde, ne Ziya'larda, ne Kemal'lerde görebiliriz; onu bize ilk duyuran
Recaizade Ekrem, sonra da Feylesof Rıza Tevfik olmuştur.
Akif Paşa bu lisanıyla şüphe yok ki lisana yenilikler getiren büyük ediplerin,
şaya.n-ı ihtiram şairlerin başındadır:

"Sırma saçlar yayıldı mı zemine


Dağıldı mı kokladığım sünbüller!.."
Türk lisanı yaşadığı müddetçe yaşayacak okuyanların gözlerini yaşartarak
Akif Paşa namını hürmetlerle kalplere yazdıracaktır.
Sami Pa,şa
ABDURRAHMAN SAMİ PAŞA

Hususi ve Resmi Hayatı


Sultan Selim-i Salis'in zaman-ı saltanatında 12 1 O [ 1794] tarihinde
Tropoliçe kasabasında dünyaya gelen Abdurrahman Sami çocukluğunu maskat­
ı re'sinde geçirmiştir.
Babası Tropoliçe'nin meşhur müderrislerinden ve tarikat-ı Halvetiye
saliklerinden Şeyh Ahmed Necib Efendi isminde maruf bir zat idi. Gerek ilim ve
fazlı, gerek şiir ve hikmeti ile halkın hürmet ve rağbetini kazanmıştı.
Abdurrahman Sami Efendi tahsilini ikmal ile, zeka ve istidadını kafi
derecede terbiye ve tenmiyeye muvaffak olunca babasının derslerine devama
başlamış ve büyük bir istifadeye mazhar olmuştur. Arabide, Fariside biraz
mümarese peyda ettikten sonra bu iki lisanın edebiyatını tetkik ve tetebbu ederek
ulum-ı edebiyedeki malumatını derinleştirdiği gibi ulum-ı diniye ve hikemiyat-ı
İslamiyeye vukuf peyda etmiş, hakayık-ı mutasavvifeyi de öğrenmiştir. Sakin ve
devamlı bir surette takip ettiği bu tahsil devresi otuz altı yaşlarına kadar
arızasızca geçmiştir. O tarihte baş gösteren Yunan Vukuatı bu ailenin de saadet­
i hususiyesine kadar tesir etmiştir. Vaka esnasında muhasara altında kalan birçok
kasabalar gibi, Tropoliçe de muhasarada kalmış, bu muhasara da altı aydan
fazla devam etmiştir. Neticede Şeyh Ahmed Necib Efendi bütün ailesi erkanıyla
asiler eline esir düşmüş, bir müddet sonra da kendisini şehit etmişlerdir.
Abdurrahman Sami diğer erkan-ı ailesiyle üç sene bu esarette kalmışlar. Nihayet
l 239'da [1823] esaretten kurtularak Mısır'a hicret etmiştir. O esnalarda
Mora'nın tahlisine [s. 46] memur olan Mehmed Ali Paşazade İbrahim Paşa,
hususi kitabetine getirerek onunla beraber Mora'ya dönmüş, o galibiyet
tantanası içinde Mora'nın her tarafına sükun ve asayiş iade ettiren İbrahim Paşa
maiyetinde, 1 2 43'e [ 1 82 7 / 1 828] kadar orada kalmıştır. Bu tarihte Avrupa'nın
teklifi üzerine İbrahim Paşa, Mora'yı terk ile Mısır'a dönmeye mecbur olduğu
sırada Abdurrahman Sami de beraber dönmüş ve 1245 [1829] Mısır Vekayii
Nezaretiyle beraber Mülkiye Meclisi azalığına tayin olunarak iki sene dirayet ve
ciddiyetle hizmet etmişti. l 247 [183 1] tarihinde Mehmed Ali Paşa'nın başmua­
vinliğine geçmişti.
On sene sonra 1257 [ 1 84 1] tarihinde Mısır'dan murahhas olarak Said Paşa
maiyetinde İstanbul'a gelmişti. Ertesi sene tekrar me'muriyet-i mahsusa ile
İstanbul'a gelip tekrar Mısır'a dönmüş ve 1 259 [1 843] tarihinde tebdil-i havaya
muhtaç olduğundan İtalya'ya gitmişti. Bir müddet İtalya'da tebdil-i havadan
sonra seyahat maksadıyla Fransa ve İngiltere'yi de dolaşarak tekrar Mısır'a avdet
46 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

etmışur. 1 265 [1 849] tarihinde Abbas Paşa'nın valiliği bidayetinde Babıali


tarafından Tırhala Mutasarnflığı'na tayin edilmiştir. Bu münasebetle Mısır ile
olan alakasını bütün bütün keserek Tırhala'ya gitmiştir. Dikkat ve ciddiyetle
vazifeye bağlanan bu zat on iki sene Tırhala'da kalmış ve sadakat ve reviyyetle
hizmet etmiştir. Bütün bu seyahatlerin ve memuriyetlerin fikri inkişaf ve
tekamülüne büyük bir tesiri olmuş, tecrübe ve malumatı artmışur.
1 267 [ 1 85 1] senesinde ehliyet ve dirayetine mükafaten rütbesi müşiriyete
terfi edilerek Umum Rumeli Müfettişliği'ne tayin edilmiştir.
Bu memuriyette de bir sene kalan Abdurrahman Sami Paşa l 268'de [ l 852]
Bosna Valiliği'ne nasbedilmiş, fakat daha Bosna'ya gitmeden memuriyeti tahvil
edilerek Trabzon'a gönderilmiştir.
Bütün bu seyr-i seyahatlerinden sonra bir yorgunluk duyan müşarünileyh o
sene Trabzon vilayetinden istifa ederek İstanbul'a dönmüş, fakat dinlenmeye
meydan bulamadan Vidin eyaletine gönderilmiş, Kının Muharebesi esnasında
Kınm'da bulunmuştur.
[s. 4 7] Hayatı hemen daimi bir seyahat haline giren Sami Paşa l 272 [ 1 856]
tarihinde Tanzimat Meclisi azalığına tayin edilerek istanbul'a çağınlmış, bir sene
geçmeden 1 273 [ 1 856/ 1 857] bidayetlerinde Edirne Valiliği'ne gönderilmiş,
sekiz ay sonra yine Tanzimat Meclisi azalığına çağınlmıştır.
Müşarünileyhin dirayet ve muvaffakiyeti herkesçe müsellem olduğundan
bütün müsellem vazifelere kendisi gönderiliyor ve hepsini muvaffakiyetle tesviye
ediyordu.
Bilahare Maarif Nezaretine tayin olunmuş iken 1 274 [ 1 858] sonlarında
başgösteren Girit Vukuatını izale için Maarif Nezareti uhdesinde kalmak üzere
Girit Valiliği de tevcih edilmişti. Bir sene sonra kemal-i muvaffakiyetle İstanbul'a
dönmüş ve imtiyaz nişanıyla taltif olunarak tekrar Maarif Nezareti'ne gelmiş, üç
sene orada kalmıştır.
1 278'de [ 1 86 1 ] Maarif Nezarati'nden çekilerek biraz sükun ve uzlet içinde
yaşamak emeliyle evine çekildi. l 2 79 [ l 863] senesinde bazı hususi işlerini hal
için Mısır'a gitmiş fakat o sene Sultan Abdülaziz de Mısır'a seyahat etmiş,
�örüşerek onu Meclis-i Vala azalığına nasbetmiş idi. Bilahare de Meclis-i
Aliye'ye memur edilmişti. Sultan Mecid ve Sultan Aziz devirlerinde birçok
yüksek memuriyetlerde ila-yı hizmet eden Abdurrahman Sami Paşa, Sultan
Hamid-i Sani devrinde de 1 293'te [1 877] açılan Meclis-i Ayan'a aza olmuştu.
Arabi ve Farisi lisanlarını pek mükemmel bilen müşarünileyha bilahare damat
olan kendi oğlu Necib Paşa ve daha sair bazı zevat ile beraber Abdülhak
Hamid'e de Hafız-ı Şirazi Divan'ını okutmuştu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 47

Paşanın faziletine hayran olan Hamid 1 295 12 senesinde Paris'te sefaret


katibi iken vefatım haber alarak fevkalade müteessir olmuştur. Oğlu Damat
Necib Paşa'ya yazdığı bir taziyetnamede:
"Etmedi sımm aklım temyiz,
Hame-i hayreti ettim tehziz;
Ne acebdir ki yazarmış adem,
Ta'ziyetname-i tebrik-imiz !..."
[s. 48] "Cihan edebiyatında kıyamet kopmuş, bizim burada haberimiz yok.
İnsan-ı kamil suretinde mücessem bir asr-ı azim-i maarif fena-abad-ı maziye
inkılap etmiş, edvar-ı atiye-i edeb siyeh-reng olsa becadır !
Bilcümle ulema ve üdeba ağlasınlar ki kutb-ı kerim ve muhteremlerinden
dur oldular. Bundan böyle mekan-ı mukaddes arandıkça arş-ı filaya bakılsın ;
nam-ı Sami-i mübareği yad olundukça 'Allah Allah !' desinler ! "
diye uzun uzun teessür ve matemini teşrih ettikten sonra şu :

"Tasdi ise de bu ah u zarım,


Affeyle ki yoktur ihtiyarım !

Her kim var ise bugün cihanda.


Nabud olacak yakın zamanda.

Sen hikmete benden ilşinasın,


Müstağni-i filem-i fenasın.

Benden sana tesliyet ne mümkün!


Kim bende de var o hüzn-i müzmin"
beyitleriyle feryad-ı matemine nihayet veriyor.
Seksen beş yaşlarında vefat eden Abdurrahman Simi Paşa hem şair, hem
edip, hem hakim, hem filim, hem siyasi bir zattı. İstanbul'da Sultan Mahmud-ı
Adli türbesine defnedilmiştir.
Rumu:::.ü 'l-Hikem unvanlı hakimane ve mutasavvılane yazılmış bir eseri ve
1 3 1 2 [1894/ 1 895] senesinde üdeba-yı Arabdan Trablus-Şamlı Abdüllatif Efendi
tarafından Arabiye tercüme ve tab edilen Kışver-i Derfin adlı hikmet-i ahlaktan
bahis bir risale ve matbu eş'arı ile bir münşeatı vardır.
On dokuzuncu asır edebiyat-ı atika müntesiblerinin ser-efrazamndandır.
Sadrazam Fuad Paşa vefatına söylediği mersiyesi meşhurdur.

12 Abdurrahman Sfuni Paşa, 1 298 (1882 yılında) 88 yaşında iken vefat etmiştir. (Haz. notu)
48 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 49] Lisan ve Efkan


Abdurrahman Sami Paşa'nın lisanı edebiyat-ı atika lisanı olmakla beraber
kudret-i ilmiye ve fazilet-i hikemiyeye burhan olan kuvvetli bir lisandır.
Babasından tahsil ettiği tasavvufun, efkarı üzerine derin tesirleri olmuştur. Fuad
Paşa merhuma kendi lisanından söylediği mersiyede de aşikar bir şemme-i
tasavvufla beraber metin bir eda-yı şa'iriyet görülür:

"Ey zair-i sahih-nefes!


Hubb-ı sivadan meyli kes,
Dünyada kalmaz hiç kes ;
Allah bes, baki heves.
Her ten biter bir dcrd ile.
Geh germ ile, geh serd ile.
Uğraşmağa bir ferd ile ,
Değmez bu dünya-yı ahes!
Ben de Fuad-ı asr idim,
Fass-ı nigin-i sadr idim ,
Nakş-i hümaylın-satr idim:
Gösterdi çarh ruy-i abes.
Dil-hasta oldum bir zaman,
Tedric ile bitti tüvan,
Uçtu nihayet mürg-i can,
Çünkü harab oldu kafes.
Söndü çerağ-ı afiyet,
Zulmette kaldı şeş cihet,
[s. 50 ] Açıldı subh-ı ahiret,
Envar-ı Hak'tan muktebes.
Buldum o dem Sübhanımı,
Arz eyledim isyanımı
Matlub edip gufranımı,
Rahmetle oldum dad-res.
Ya Rab bu abd-i ru-siyah;
Ettimse de yüz bin günah,
Dergahını kıldım penah,
Affındır ancak mültemes!"
Suhulet-i nazma kabiliyeti nispetinde ibda-ı şi're de kudreti olan Sami
Paşa'nın da hazin ve hakim bir risai şair (eligiaque) olduğunu görüyoruz. Esasen
zühd ve ittika lazimesi olan coşkunluk, o heyecan (emotion !Jrique), mcrsiycsinin
hemen her mısraında okunuyor:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 49

"Ey zair-i sfilıib-nefes!


Hubb-ı sivadan meyli kes,
Dünyada kalmaz hiç kes ;
Allah bes, bili heves."
kıtasıyla bütün İslami tarikatların mabilıi'r-rulıunu bir düstur-ı hakimane
halinde tebliğ ediyor . . .
Sami Paşa'nın mutasavvıfa.ne ve rindane yazılmış eş an ve gazelleri de
'

vardı r:

"Hasretinle cam dağ-ı laledir çeşmanıma


Katre-i mey la!siz tebha!edir çeşmanıma

Tar u plı.du ri şte-i mevc-i nigahımdır benim


Samiyi bu nev-gazel pergiiledir çeşmanıma."
maktaı da bir hüccet-i rindanesidir.
İKİNCİ KISIM

DEVR-İ TECEDDÜT
(1838-1876)

Yeni Padişah, İçtiı:nai İnkılabın Zarurileşınesi - Tanziınat-ı Hayriyye


- İnkılabı Hazırlayan Aınnıer - Gülhine Hatt-ı Hümayunu ve Muhtelif
Sahalara Tatbiki, Büyük Reşid Paşa İçtiı:nai Islahat- Maarife Verilen
Eheınıniyet - Avrupa'ya Talebe İ'ziını Fikirleri -Tanzimat
Hareketinin Noksanları - Tahsil ve Terbiyede İkilik, Zihniyet ve
Medeniyette İkilik İntaç Eder - İbrahim Şinasi - Avrupa ile Münasebet
- Avrupa'da Edebiyat - Devr-i Teceddüt - Matbuat Ali ve Fuad
-

Paşalar - Sultan Abdülaziz Zamanı - Encüınen-i Şuara ve Türkiye'de


Vaziyet·İ Edebiye ve Şairler İstibdat Emareleri Genç Osmanlılar
• •

Cemiyeti - Ziya Paşa - Niınık Keınal - Avrupa'ya Firarları - Edebiyat-ı


Cedide - Edebiyat-• Atika, Devr-i İttisü.

Yeni Padişah Abdülınecid 1838 Tarihinde Tahta C ülus Etmişti


1 838 tarihi Türkiye tarih-i millisinde pek büyük bir ehemmiyet-i
medeniyeyi haizdir. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Tanzimat-ı Hayriyye nin '

ilanı vakası herhangi bir milletin hayatında ancak bir veya iki kere görülebilecek
esaslı değişikliklere sebebiyet veren mühim ve hayati bir inkılaptır. Bu inkılabın
neticesindedir ki; fikirlerin, hislerin, telakkilerin hatta ahlaki, manevi, vicdani
kanaatlerin hey'et-i umumiyesinde bir tebeddül, bir istihale, bir teceddüt husule
gelmiştir.
Tanzimat hareketi, Mahmud-ı Adli zamanındaki Vak'a-i Hayriyye'yi
hazırlayan ve bilhassa Selim-i Silis ahdında akamete uğramış bir teşebbüs
halinde kalan içtimai bir dirilişin (resurrechon sociaw) doğurduğu mesut bir
inkılaptır.
Mahmud-ı Adli zamanında biraz daha kuvvetlenen Avrupa ile temas bu
inkılabın en kuvvetli amillerinden biri olmuştu. Resmi ve siyasi vazifeyle
Avrupa' da bulunan ve Avrupa lisanlarına vukuf peyda eden zeki, şuurlu ve dur­
endiş bazı şahsiyetler de memlekette içtimai bir istihalenin elzemiyetine iman
52 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

etmiş, siyasi [s. 52] dolayısıyla milli hayaun devamı için inkılabın bir şart-ı esasi
olduğuna kat'iyetle kanaat getirmişlerdi.
Abdülmecid'in cülusuyla İstanbul'a gelerek Hariciye Nezaretine geçen
Büyük Reşid Paşa bu şahsiyetler arasında temayüz ve tebarüz edenlerden biri ve
belki birincisi idi.
Mahmlıd-ı Adli ölmeden ewel iyi kötü intizama, tertibe alışmış oldukça
güvenilebilir bir müsellah kuwet, az çok vaziyeti bilir, hiç olmazsa zayıf, hasta
cihetleri gözle görülebilir bir hale gelmiş bir içtimai heyet bırakmışu. İstiklfili
kaybetmek korkusu azalmış, yaşamak istidadı çoğalmışu.
İşte Abdülmecid nispeten pürüzleri ayıklanmış, dikenleri sökülmüş,
işlenebilecek bir vaziyete getirilmiş, hazır, müstait ve müsait bir zemin bulmuştu.
Yeni padişahın bahtiyarlıklarından biri ve belki en büyüğü de etrafında iş
bilir, çalışmaktan yılmaz, lisan-3.şina, siyasete vakıf, tecrübeli, haysiyetli, itimada
layık vezirler bulması olmuştu.
Gerek Selim-i Salis, gerek Mahmlıd-ı Sani zamanlarının dahili ve harici
gaileleri, hakiki, samimi, hayırlı bir inkılabı yaşatacak olan maarifi yaratmaya
kat'iyen müsaade vermiyordu. İçtimai hayan göz önünde bulundurarak
Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı'nı hazırlayan Büyük Reşid Paşa en ziyade bu
noktaya ehemmiyet vererek 1atbikata başlar başlamaz Avrupa'ya genç, müstait
efendiler gönderip tahsil ettirmeyi düşünmüştü.
Avrupa maarifi, Avrupa medeniyetiyle bu muarefe, bu unsıyet
teşebbüsünün kıymeti pek büyük olduğunda hiç şüphe yoktu. Tanzimat-ı
Hayriyye'nin en meşkur himmetlerinden biri bu cihetti. Fakat kat'i bir inkılaba
uğrayan bu maarif ve medeniyetin şamil ve vasi bir surette memlekette tatbik
edilememesinden tabii olarak birtakım mahzurlar hadis olmuştu.
Bir taraftan Avrupa'da tahsilini ikmal ederek yeni bir tahsil, yeni bir
terbiye, yeni bir zihniyetle yetişecek gençlerin memlekete getirecekleri zihni, ilmi,
içtimai, medeni hayat ile tahsil ve terbiyesi Şark zihniyetini, Şark kanaatiyle
[s. 53] medreselerde alarak hayata atılacak görgü, anane, kanaat itibariyle
yeniliklerle kat'iyen istinas edemeyecek olanların aralanna açılacak o kara, o
menhus uçurumu doldurmak müşkil, belki de muhal olacaku.
İşte Tanzimat'ın en büyük noksanı da bu idi. Fakat o zaman bu ciheti, bu
noksanı telafi imkanı da hemen hemen yok gibi idi. Elde mevcut olan mahdut
kuwetlerle o kadar geniş, o kadar engin bir ilim ve terbiye sahasını idare
edebilmek imkanı yoktu. İki zıdd-ı nakizi karşılaştırmamak için tedrici bir
inkılaba intizar da milli ve siyasi hayau ebedi bir ölüm tehlikesine atabilirdi. İşte
bu kat'i zaruret karşısında mümkünü muhale tercih ederek işe girişmişlerdi.
Avrupa'ya ilk gönderilen gençlerden biri de İbrahim Şinasi olmuştu.
Avrupa ile başlayan münasebet sadece siyasi bir mahiyette kalmaktan çıkmış,
genişlemiş, içtimaileşmiş, medenileşmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 53

Paris'e tahsile giden Şinasi, Fransa'yı irfan ve medeniyet bilhassa edebiyat


sahasında yepyeni bulmuştu. 1 280 [1863- 1864] tarihinde başlayan edebi bir
inkılap bütün halk tarafından hararetlerle karşılanmıştı. Tamamiyle klasik
(classique) bir duygu, klasik bir zevk ile yazılan eserler artık kalplerde bir heyecan
uyandıramaz olmuştu. Gayr-ı şahsi edebiyat yorgun, bezgin gönüllerde bir
hararet uyandıramıyor, yabancı feryatlar bir sereyan husule getiremiyor, tesir
gösteremiyordu.
Yeni bir heyecan arayan halka aradığı ateşi, enfüsi (sulljectiJ5 bir telakki
vermeye başlamıştı. Alman ve İngiliz hayat-ı fıkriyesiyle temasta bulunan Fransa
'Klasizm' çenberinden sıyrılmaya, eskileri taklit, eskileri tanzir ile düşünmekten,
eskilerin duygusu, eskilerin kanaatiyle yaşamaktan bezmişti. Biraz da kendi
benliğini, biraz da kendi varlığım yoklamak, kendi emelleri, kendi hayalleri,
kendi mefkureleri arkasında koşmak istiyordu. Bu yolda giden Almanların ve
İngilizlerin yarattıkları güzellikleri tetkik etıniş, büsbütün yeni bir heyecan, yeni
bir zevk duymuştu. Artık ruhen Fransa da bir idealizm (idealisme) arkasından
koşmaya başlamıştı.
[s. 54] Böyle yeni mefkureler, idealler arasında koşan gençlerin vücuda
getirdiği edebi mesleğe Romantizm (Romant:isme) unvanı verilmişti.
Cereyanı canlandıran meşhur ve yüksek simalardan biri de Lamartine idi.
Lamartine'in adeta la-şuılri denecek bir tarzda açtığı bu yeni cereyana riyasetten
istiğna gösterecek kadar lakayd meşrepli olması cereyanın riyasetini daha canlı,
daha ateşli bir şaire bırakmıştı: Victor Hugo ...
İşte Şinasi'nin Fransa'da tahsilde bulunduğu devirde bu iki büyük şair de
yaşıyordu. Gerçi Romantizmin tesiri, daha doğrusu ateşi 1850'den sonra
azalmaya başlamış, onun da kuweti ilk heyecanlan uyandıramayacak kadar
zayıflamıştı, fakat mübdi'lerinin hfila hayatta bulunmaları ve daimi bir feyz ve
velıldiyetle eserler vücuda getirmeleri cereyanı yaşatıyor ve muanzlan olan klasik
edebiyat taraftarlarına göz açtırmıyorlardı.
Bunun yanında garami ve risai !Jyrique et e!igi,aque) bir cereyan da yaşamakta
idi. Yeniden yeniye canlanan edebi mesleklerin hemen hepsinde tecelli eden şiar
yine idealizm idi. Artık 'Klasizm'e dönmek imkansız görülüyordu. Fransa'da
Türk dostluğuyla şöhret kazanmış Sacy delaletiyle Şinasi hem o büyük şair ve
dahilerden Lamartine'i, hem de meşhur alim Littre'yi tanımış, musahabetle­
rinden, muarefelerinden bir çok istifadeler temin etmişti.
Türkiye'de hakiki bir 'devr-i teceddüd' (Renaissance) Tanzimat ile başlar.
Şinasi, İstanbul'a döndüğü zaman, gerek içtimai gerek ilmi bir muhitin teşekkül
etmek üzere bulunduğuna şahit olur.
İbtidai ve rüşdi tahsili temin için mektepler açılmış, tıbbiyeler,
mühendishaneler, harbiyeler, sultaniler teşkil olunmuş, matbaalar vücuda
gelmiş, ilmi ve iktisadi risaleler neşrine başlanılmış, Encümen-i Daniş vücuda
54 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

getirilmiş bulur. Kendi de Avrupa'dan getirdiği hamlıle-i irfan ile bu faaliyet


sahasına atılır.
1 860'ta Agah Efendi namında bir zat ile müştereken Tercümdn-ı Ahval
gazetesini neşre başlar. İşte yeni fikirlerin, yeni kanaatlerin geniş bir salahiyetle
[s. 55] ortaya atıldığı hakiki teceddüt devresi Tercümdn-ı Ahvdl'in intişanyla
başlamıştır. Şinasi'nin maarif sahasında, medeniyet ve içtimaiyet aleminde
gördüğü en büyük hizmet, matbuata hizmetidir. Şinasi lisanıyla, üslubuyla,
fikriyle, kanaatiyle, zihniyetiyle büsbütün yeni, büsbütün inkılapçı bir gazeteci
olmuştur.
Bilhassa iki sene sonra Abdülaziz'in cülusunda kendi başına neşre başladığı
Tasvfr-i Efkô,r gazetesiyle memlekette hakiki cereyan-ı edebiyi vücuda getirecek
olan gençleri yetiştirmişti.
Tanzimat hareketi Türkiye'yi Avrupa'ya yaklaştırmış, maişette, zevkte,
hayat ve medeniyette tamamiyle bir yenilik hasıl etmiştir, fakat bu bir başlangıç
halinde kalmıştır. Bilhassa edebiyat sahasında yeniliği yerleştirebilmek için zevki
ve şairliği deha derecesinde yüksek olmayan Şinasi'nin kuvveti kafi
gelemediğinden o sadece ıslahkar (renovateur) bir gazeteci mevkiinde kalmıştır. Aıi
ve Fuad Paşalann istirkabı ve zamanın pek kuvvetli birer şahsiyeti olan edebiyat­
ı atika taraftarlan edebiyatta yeniliğe meydan bırakmıyorlardı.
İnkılap cereyanı başladığı gibi kuvvetle devam edebilseydi, şüphesiz hayırlı
neticeler verebilirdi. Medeniyet yeni bir kisve ile tecelli ediyor; bütün manası,
bütün müeddasıyla bir 'devr-i cedid' başlıyordu.
Yeni bir devir, yeni bir medeniyet demektir. Şu itibar ile görüşlerin,
düşünüşün, duyuşlan n , yaşayışlann tarzı değişince medeniyet değişmiş olur.
Yeni devir (NouveUe epoque) başlar. Tanzimat, hayat-ı milliyede ilk hakiki
inkılap, ilk 'devr-i teceddüd' idi.
Fakat Sultan Mecid'in de etrafındaki kuvvetli şahsiyetlerin de vefatı, yerine
gelen padişahta da, vezirlerinde de aynı himmet ve celadetin bulunamaması,
cereyanı umumileştirememiş, bilakis muhtelif kısımlara parçalamış, hem
kuvvetini hem taravet ve ciyadetini kırmıştı.
Memleketi için çalışan padişahlar yerine keyfi için yaşayan, halkı
arzulannın esiri addeden müstebid hükümdarlar, kendi menfaatlerini tatmin için
müstebitlere [s. 56] kul ve köle olan haysiyetsiz, alçak vezirler memleketin
parlak, saf, güneşli, semasını ilelebet bulutlandırmışlarclı.
İlk zamanlannda hayırlı işler görmek arzulan gösteren, Reşid Paşa
terbiyesiyle yetişen Aıi ve Fuad Paşalann kiyaset ve ihtiyatıyla idare olunan
Sultan Abdülaziz, Mahmud Nedim gibi vicdansız vezirler siayetiyle bir nemrut
kesilmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 55

Cülusun ilk senelerinde memleket harice karşı haysiyetini muhafaza


edebiliyor, dahili sükunete de halel getirmiyordu. Bu sükunetten istifade eden
millet içtimai faaliyetinde, ilmi teşebbüslerinde devam ediyordu.
Edebiyat aleminde de Leskofçalı Galib'ler, Kazım ve Ziya Paşa'lar,
Herseldi Arif Hikmet'ler ve nihayet Namık Kemal'ler gibi kuvvetli ve belagatlı
simalar yetişiyordu. Bir ara bütün bu zümre bir araya toplanarak şair Nefi ve
Niiili-i Kadim vadisinde edebiyatı yükseltmek emeliyle bir Encümen-i Şuara
teşkil etmişlerdi.
Şinasi'nin matbuat ve lisan-ı matbuata getirdiği yenilik, edebiyatın ne nesir
ne de nazım kısmına bir tesir icra edemediğinden, hatta kendisi de vadi-i
kadimde şiir yazmaktan kurtulamadığından, "edebiyat-ı atika" kendi hususi
çehresini muhafaza ediyordu. Nesirde de bir yenilik husule getirmiş olan Akif
Paşa'nın verdiği sade şiir numunesiyle tek tük yenililder beliriyorsa da kuvvetli
bir cereyan temin edemiyordu. Asnn ve zamanın getirdiği sadelik lisan üzerinde
seyr-i tabiisini takip edip gidiyordu. Filhakika yazılan eserler nisbeten açık,
nisbeten selis idi; fakat yine eski şekillerde gazeller, kasideler, terkib ve terci' -i
bendlerden ibaretti.
Teşekkül eden Encümen-i Şuara uzun müddet devam edemedi. Şinasi de
İstanbul'da kalamadı. Aıi ve Fuad Paşalann haset ve rekabetine uğradı.
Avrupa'ya savuştu. Tasvfr-i Ejkdr'ı Namık Kemal'e bıraktı. Namık Kemal fitraten
idealist (idealiste), tab'an romantik (Romantique) ve antuziast (enthousiaste) yaratılmış
bir edip idi. Aıi ve Fuad Paşalar nezdinde de takdire mazhar oluyordu. Fakat bu
iki vezirin muhafazakarlıklannı memleketin terakkisine muzır gören bazı
hamiyetli [s. 5 7] gençlerin Genç Osmanlılar unvanıyla teşkil ettikleri siyasi bir
cemiyete intisabı, işleri değiştirmişti. 1 863 senesinden itibaren Kemal, önünde
edebiyat iileminin haricinde yeni bir saha, siyasiyat sahası açıldığını görmüş ve
ateşli bir fırkacı, heyecanlı bir ihtilalci olmuştu 1 3•
Siyasi ve içtimai bir inkılap vücuda getirilerek memleketin Ali ve Fuad
Paşalann ellerinden kurtanlması lüzumuna bütün imanıyla kani olmuş, bu
hususta Ziya Paşa ile hemfikir olarak çalışmaya başlamıştı.
Hükümet muhiti bu gençlerin ihtilalclıyiine hareketlerini sezmiş, meseleyi
gürültüsüzce geçiştirebilmek için ileri gelenlerini resmi memuriyetlerle zahiren
taltif, hakikatte memleketten teb'it etmeyi siyaset muktezasından addetmişti.
İşte bu teb'it hadisesi üzerine Avrupa'ya firar ederek orada siyasi bir fırka
vücuda getirerek hükümeti devirmeye çalışan gençler arasında, edebiyatın
inkılabına büyük hizmetler eden Ziya Paşa ile Namık Kemal de bulunuyordu.

I3 Namık Kemal, Tasvir-i E;Jkdt'da Teşrin-i Evvel l862'de yazmaya başlar; ancak Yeni

Osmanlılar Cemiyeti'nin kurııluşu Mayıs 1 865'tir. (Haz. notu)


56 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Evvela Londra'da Muhbir14, sonra Paris'te lbret15 gazetelerini çıkararak


fikirleri ihtilale, inkılaba hazırlamakla uğraşan bu gençlerin birkaç sene
Avrupa'da kalmalan, Avrupa medeniyet ve irfanıyla ülfet peyda etmelerini ve
netice itibariyle de memlekete bir feyz-i mahsusu getirmelerini intaç etmiştir.
Gerçi Aıi ve Fuad Paşalar da terakki taraftan ve fikri, medeni terbiye sahibi
vezirlerdi.
Gerek terakki gerek teceddüt hususlarında tekamül-i tedrici (ivolution
progressive) taraftan idiler. Bunlann müteenni fikirleriyle derhal inkılap isteyen
ihtilalci gençlerin fikirleri uzlaşamıyordu.
Ziya da Kemal de birer ateş-zeban gazeteci olmuşlar. Bir ihtilal matbuatı
tesis etmişlerdi.
Şüphesiz bu neşriyatın efkar-ı umumiye üzerinde derin tesirleri oluyordu.
Fakat bu tesirler hayırdan ziyade memleket için şer ve felaket hazırlamakta idi.
Ziya'nın ve Kemal'in hem canlannın hem de vatanlannın düşmanları
addettikleri Aıi ve Fuad Paşalar ölmüşler, kendileri İstanbul'a dönmüşlerdi. [s.
58] Fakat sadarete gelen Mahmud Nedim Paşa'nın denaetleri memleket için
meş'um bir istikbal hazırlamıştı .
Ne Ziya ne de Kemal, İstanbul'da iyi bir nazarla görülemedikleri için bin bir
bahaneyle uzaklaştırılıyorlar; feryatları, isyanlan istedikleri tesiri veremiyordu.
Nihayet Abdülaziz'in hal'i ve intihan ile neticelenen inkılap memlekete bir
meşrutiyet-i idare kazandırmış, fakat tatlı bir rüya kadar müphem ve muvakkat
olmuştu.
Siyaset ve içtimaiyat aleminde tamamiyle muvaffak olamayan teşebbüsler
hepsinden ziyade edebiyat aleminde canlı ve heyecanlı tesirini gösteriyordu.
Şinasi'nin ektiği tohum, yaprak ve filiz veriyor, Ziya'nın ve bilhassa
Kemal'in eserlerinde yaşattığı coşkun bir romantizm süratle intişar ediyordu.
Edebiyat aleminde bir ikilik hadis olmuş, fakat Şinasi de Ziya da Kemal de
tamamiyle edebiyat-ı atikadan aynlamamışlar, Garp zihniyetini hakkıyla
hazmedememişler. Kemal daha ziyade bir vatanperver (.patriote) ve ihtilalci

1 4 Muhbir, Haziran 1867'de Londra'da Ali Suavi tarafından çıkanlmıştır. (Haz. notu)
ıs ibret gazetesi Paris'te değil, İstanbul'da 1870-1873 yıllan arasında yayımlanan siyasi bir
gazetedir. (Haz. notu)
İbrahim Şinasi
İBRAHİM ŞİNASİ

Hayat-ı Hususiye ve Resıniyesi


Şinasi'nin Veladet ve Sabaveti
Şinasi'nin veladeti, sabaveti de Osmanlı Devleti'nin dahilen ve haricen en
buhranlı, en müşkilatlı zamanlarına tesadüf etmiştir. Sultan Mahmud 1 24 1
[1826] senesinde Yeniçeri azgınlarını te'dip için etraftan yardımcı kuvvetler
toplamış, talimli muntazam bir askeri teşkilat vücuda getirmeye karar vermişti.
İşte bu "Vak'a-i Hayriye"yi meydana getirmeye çalışan hükümet ve
teceddüt taraftan olan kuvvet arasında bulunan Bolulu bir topçu yüzbaşısı da
vardı.
Bu, özü sözü doğru Türk yiğidi, bu teceddüt ve tekemmül meftunu Türk
mücahidi, asilere, hainlere karşı canla başla çalışıyor, vücuda getirilmek istenilen
emr-i hayra olanca kudret ve kabiliyetiyle iştirakten geri durmuyordu. Bu zat
İbrahim Şinasi'nin babası idi.
Şinasi, Tophane civarında küçücük bir evde daha memleketi çalkalayan
kalbindeki çarpıntıları teskin etmeye muvaffak olamayan bir zamanda 1 242
[1826] senesinde dünyaya geldi.
Babası bir taraftan iştirak ettiği o büyük vazifenin verdiği, diğer taraftan da
tatlı tebessümleriyle munis gözlerini açan bu mini mini yavrunun yarattığı
neşelerle adeta kanatlanmıştı.
Ne yazık ki; zaman ve takdir bu küçücük ailenin de saadetini çok görmüştü.
Daha üç sene geçmeden dahili karışıklıklardan istifade ederek Rusya ilan-ı
harb etmişti.
Şinasi'nin babası da kendi saadet yuvasını bırakarak 1 244 [1828] senesinde
muhafaza-i vatana koşmuştu.
[s. 60] Bütün Türk ailelerini bekleyen hasret ve hicran bu küçücük aileye de
yüklenilmiş, bütün Türk yavrularına mukadder olan öksüzlük, boynu büküklük
Şinasi'ye de yetişmiş, bütün Türk kadınlarının nasibi olan dulluk ve yoksulluk
Şinasi'nin anacığını da sert, ezici kollan arasına almıştı.
O kahraman Türk askeri Şumnu Muhasarası'nda şehit olmuştu.
Henüz iki yaşını bitirmemiş bulunan mini mini Şinasi'nin her şeyden
bihaber o gül dudakları, şirin, asude bir saadet hayatının lezzetlerini değil,
mahrum ve bineva bir öksüz ömrünün, ciğerler paralayıcı zehirlerini tatmıştı.
60 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Aslen İstanbullu olan anacığı bu mini mini öksüzüyle acı, muzlim, meçhul bir
istikbalin tehlikeli uçurumları önünde bulunuyordu.
Fakat bu karanlık uçurumlar, bu fecaatti tehlikeler o genç ve tecrübesiz
kadıncağızı yıldıramamıştı. Bilakis olanca gayret ve metanetini toplamış, ilelebet
gülmeyecek, gülemeyecek olan gözlerinin yaşım silmiş, o dakikadan itibaren iki
büyük, iki necip, iki mukaddes vazifeyi ilahi bir azim ile zayıf omuzlarına
yüklenmiş, Şinasi'nin hem anası hem de babası olmuştu.
Mamafih kadıncağızın akrabaları onları böyle yapayalnız, o kara talihleriyle
bırakıvermeye razı olamamışlar, ana ile oğulu yanlarına almışlardı. İşte Şinasi ilk
terbiyelerini bu fedakar ananın akrabası yanında aldı. Onların yardımı, onların
delaletiyle terbiye edildi.
Tabiidir ki; çocukluğu şad ve azat bir hayata namzet değildi. Türklerin:
"Yetim nasıl güler, yanılır da güler" darb-ı mesellerine ma-sadak bir surette ıssız
ve sessiz geçti. Bittabi bu hayatın derin ve acı izleri Şinasi'nin bütün ruhu, bütün
hüviyeti üzerinde keskin intibalarını bırakmıştı. Elemin kucağında büyüyen bu
yavru gençliğinde de düşünceli, temkinli, vakarlı, ağır ve sükuti olmuştu.
Şinasi'yi içinde yaşadığı mahallenin mektebine vermişlerdi. İstikbaldeki
hayatın bütün meşakkatlerine, bütün eziyetlerine kendisinden başka [s. 6 1]
göğüs gerecek kimsesi olmadığını hatifi bir sacla bu küçücük yetimin kulaklarına
söylemiş gibi bir dakikasını bile boşuna geçirmeden olanca kabiliyet ve ciddiyeti
ile çalışmaya, hocalarını memnun etmeye başlamıştı. Sormagir Mahallesi'ndeki
bu iptidai mektebi bitirmişti. Zekası kendisini mütemadiyen çalışmaya,
öğrenmeye sevk ediyor, götürüyordu.

Şinasi'nin Gençliği ve Faaliyeti


1 255 [ 1 839] tarihinde henüz on sekiz yaşında iken cülus eden Sultan
Abdülmecid bilhassa Hariciye Nazın Büyük Mustafa Reşid Paşa'mn telkinatıyla
Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nu kıraat ettirmiş, Tanzimat-ı Hayriye'nin esaslan
kurulmuştu.
Şinasi o sıralarda on üç yaşlarında idi. Anasının akrabası delaletiyle
Tophane Dairesi'ne mülazemetle kaydolunmuştu. Orada hulela-yı kadimeden
İbrahim Efendi ile ihtida ederek Reşad Bey namım alan Fransız Chateauneufe
mülazemete ve ders almaya başladı. Birinden edebiyat-ı Şarkiyeyi diğerinden
lisan ve edebiyat-ı Garbı öğreniyordu. Bir ara Avrupa'ya adam gönderileceğini
duydu. Kendi de gitmek istedi. Fakat münzeviyane bir mahviyetle geçen hayatı
Avrupa'ya gitmesini temin edecek kuvvetli bir hami bulmasına mani oluyordu.
O zaman on sekiz-on dokuz yaşlarında bulunan İbrahim Şinasi bu
mahrumiyetten fevkalade müteessir olarak Fransızca hocası Reşad Bey'e
arzusunu ve teessürünü açmıştı. Reşad Bey, Şinasi'yi götürüp Tophane Müşiri
Fethi Paşa'ya takdim ederek Avrupa'ya gönderilmesine delalet etti. Filhakika
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 61

Şinasi, Avrupa'ya gıttı. Ve o zaman Tophane Müsteşarı bulunan Ziver


Efendi'nin iltifat ve himayetine nail olduğundan kendisine Avrupa'dan birçok
mektuplar gönderirdi. Ziver Efendi, Tersane Nazın olmuştu. Fakat Şinasi
mektuplarının arkasını kesmedi. İstidadının parlak birer numunesi olan
mektuplarını Ziver Efendi, Fethi Paşa'ya gösterirdi. O da Reşid Paşa'ya bahis ve
arz etti. Şinasi takdirlere mazhar oldu. Kendisine teşviknameler gönderildi.
[s. 62] Fransızcayı hakkıyla öğrendikten sonra Reşid Paşa'ya bir mektup
göndererek devletçe hangi fenni tahsil etmesi tensip olunduğunu sordu, "Fünun-ı
maliye" öğrenmesi tavsiye olundu. Şinasi, füm1n-ı maliyeyi elde edebilmek için
riyaziyata başladı. Tabiiyat tahsil etti. Fünun-ı maliyeye hasr-ı dikkat eyledi. Bu
mektep dersleri haricinde de suret-i hususiyetle tabiatının kendisini sürüklediği
edebiyata merak ve iştiyak ile sarıldı. Şark lisanlanndaki rüsubu cihetiyle meşhur
Sacy ailesiyle dost oldu. Onların dostluğu ve delaleti sayesinde de şaşaalı büyük
bir şöhret kazanmış bulunan Lamartine'in meclisine devama başladı.
Alphonse de Prat Lamartine ismini taşıyan bu meşhur Fransız şairi 1 790
senesinde doğmuş ve 1 869 senesinde ölmüştür. Keskin ve ateşli bir kral taraftan
olan babası Lamartine'i adeta bir prens gibi terbiye etmişti. Fransa'da
Restorasyon Devri'ne kadar seyahat eden Lamartine o devirde siyasete girmiştir.
1 820 senesinde neşrettirdiği Meditations namındaki mecmı1a-i eş'ar ile kazandığı
fevkalade şöhret, hayatının sonuna kadar türlü türlü vesilelerle arta arta
gitmiştir. Şarka seyahat etmiş, gördüğü yerlerden aldığı intibaatı Şarka Sl!Jahal
unvanıyla tab'ettirmiştir. Tab'an büyük bir şair, dahi bir sanatkar olan
Lamartine şair, seyyah, siyasi, mebus ve nihayet bir müddet de reis-i hükumet
olmuştur. Hayatının son senelerinde çok sıkıntı çeken bu koca şair durmadan,
dinlenmeden çalışmak ve kazanmak mecburiyetinde kalmıştır.
İşte İbrahim Şinasi bu büyük şair, bu yüksek dahi ile münasebetlerde
bulunmuş, bilahare vatanı olan İstanbul'a döndüğü zaman da dostunun
şiirlerinden bazılarını nazmen Türkçeye nakil ve tercüme etmiştir. Avrupa'da
kaldığı müddetçe edebiyatı tetkik etmiş, Fransız mahsulat-ı fikriyesine
tamamiyle vakıf olmuştur.
Bu vukuf neticesinde de Tasvfr-i Ejkdr namında çıkardığı gazetedeki üsllıb-ı
beyanı elde etmiştir.
[s. 63) İbrahim Şinasi, İstanbul'a döndüğü vakit Reşid Paşa kendisine
Meclis-i Maliye hem de Maarif azalığını teklif etmişti. Fakat Şinasi sade maarifi
tercih etti. O aralık açılan Encümen-i Daniş'e de dahil oldu'6. O esnada Reşid
Paşa'ya bir "Kasfde-i Rô:jyye" yazarak şu beyti zikretmişti:

16 Şinasi, Encümen-i Daniş üyesi olmamıştır. (Haz. notu)


62 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

"Huzurun encümen-i daniş olmuş ehl-i dile


Kim anda nüsha-i zatım olunmada tevkir"
Reşid Paşa'nın himayet-kerdesi olan Şinasi'yi Aıi ve Fuad Paşalar
çekememeye başlamışlardı. Hatta Reşid Paşa tarafından Memleketeyn'de (Eflak­
Boğdan) Osmanlı ordusunun bulunduğu müddet cereyan eden maliye
muamelerinin tetkikine memur edilmişken araya bir sakal meselesi çıkararak
hem o vazifeden hem de Encümen-i Daniş'le, Meclis-i Maariften atolar.
Şinasi, Paris'te bulunduğu zaman sakalına saçkıran üşmüş ve saçlanna
sirayetini men için doktorlann tavsiyesiyle sakalını tıraş etmiş, aradan beş sene
geçtikten sonra bu meseleyi tazeleyerek vesile ittihaz etmiş ve azline İrade
almışlar. Kendisini tahkir için de Sadaret'te yazılan buyurulduya: "Rütbesinin
refi, memuriyetinden defi ve maaşının kat'ı" ibaresini yazdırmışlardır. Bu
muameleye fena halde muğber olan Şinasi, Reşid Paşa'ya yazdığı mezkur
"Raiyye"de Şeyhülislam Arif Efendi ile Aıi ve Fuad Paşalara da telmihlerde
bulunmuş, bundan dolayı da kendisini muahezeye kalkışmışlar ise de o aralık
tekrar mevki'-i iktidara geçen Reşid Paşa, Şinasi'ye memuriyetini iade ettirmiştir.
Reşid Paşa'nın vefatından sonra Şinasi'yi Yusuf Kamil Paşa müdafaa ve
himayeye başlamıştır. Ali ve Fuad Paşalar da onun hatın için uğraşmaktan
vazgeçmişlerdir.
Şinasi 1 276'da [l 860J Agah Efendi namında bir zat ile Tercümdn-ı Ahval
gazetesini çıkarmaya başlamıştı. Fakat altı ay sonra kendisi çekildi. 1 2 7 8 [ 1 86 1 J
senesinde Sultan Abdülaziz cülus ettiği sırada Tasvır-i Ejkdr'ı fs. 64] neşre
başladı1 7. İşte edebiyat-ı cedide denilen tarzın manevi ziynetlerle müzeyyen olan
numuneleri o gazete sütunlannda halka arz edilmiştir. "Mebhlısetün anha"
meselesi o zamana kadar yazılan yazılardan hiç birisine benzemeyen edebi bir
mübahese idi. Şinasi o makaledeki tasvirin ehemmiyeti ile kudreti ve ehliyetini
aleyhtarlanna bile tasdik ettirmiştir.
Fuad Paşa terakkiyi sever bir zat olduğundan Şinasi'ye reva gördüğü
muamelelerine cidden pişman olmuş ve kendisiyle ünsiyete başlayarak Ceride-i
Askerı"'yi çıkardığı zaman fikren ve kalemen muavenette bulunmuştur.
Yusuf Kamil Paşa hamisi, Fuad Paşa da dostu olunca Aıi Paşa'nın da
hiddet ve şiddeti geçer gibi olmuştu. Şinasi'yi ula-eweli rütbesiyle meclis
azalığına tayine karar vermişlerdi. Fakat o sırada Tiran hanedanından ve
Şinasi'nin Paris arkadaşlanndan bulunan Said Sermedi Bey'in siyasi bir
teşebbüsünde alakadar olması, Said Bey'in de o aralık tevkif edilmesi üzerine
Courrier d'Orient gazetesi müdürü Giampietri'nin ı s yardımıyla Paris'e savuşmuştu.

1 7 Tasvlr-i Ejkdr, 1 279 ( 1 862) senrsinde yayımlanmaya başlamıştır. (Haz. notu)


18 İsmail Hikmet'in parantez içinde okunuşuyla (Jan Petri) olarak belirttiği isim, Fransız
gazeteci Giampietri'dir. Yeni Osmanlılar Tari/zı" nde Ebüzziya Tevfik, Fransız gazeteciden Giampietri
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 63

Paris'te kaldığı beş sene zarfında boş oturmamış, Şark ilimlerindeki vukufu
sayesinde bir lugat yazmaya başlamıştı. Meşhur Millet Kütüphanesi'nde eline
geçen elverişli kitapları inceden inceye tetkik ederek başladığı o muntazam eseri
bitirmişti. Ne yazık ki; basılmadan kalmış olan ve her biri biner sayfalık on dört
ciltten ibaret bulunan o kıymettar eserin bir kısmı hala Fransa Encümen-i
Şarkisi'nde diğer kısmı da Danyal Silaki kitaplarıyla beraber Peşte Darülfünunu
Kütüphanesi'ndedir.
Sultan Abdülaziz, Avrupa'ya seyahate gittiği zaman Fuad Paşa, Paris'te
İbrahim Şinasi ile görüşerek birçok iltifatlarda bulunmuştu. İstanbul'a getirmeye
çalışmış, muvafakatini almıştı. Fakat tekrar müsaade istihsal ederek bazı işlerini
düzelterek yazılarını ve kitaplarını alıp gelmek üzere Paris'e gitti. O esnada Fuad
Paşa'nın beray-ı tedavi Nice'e giderek orada vefat etmesi Şinasi'nin [s. 65] bir
müddet daha Paris'te kalmasını intaç etmiştir. Şinasi, Almanya- Fransa
Muharebesi başladığı sırada İstanbul'a dönmüştür. Fakat altı sene imtidat eden
uzun ve üzüntülü meşguliyetleri dimağını fevkalade yormuş, beyin ufünetine
müptela olmuştu. Bir buçuk sene bu illeti çekti, nihayet 1288 senesi Receb'inin
beşine müsadif olan 1 87 1 senesi Eylül'ünün on üçüncü çarşamba günü Ali
Paşa'nın vefatından bir hafta sonra vefat etmiştir. Beyoğlu'nda Almanya
Sefarethanesi karşısındaki mezaristanda medfundur.
İbrahim Şinasi tab'an sükun ve sükuta mail ve mütefekkir idi. Az söyler,
kısa kısa cümlelerle ve gayet açık söyler, haşviyattan içtinap eder. Pek ciddi ve
hafif gülümserdi.
Mübahase esnasında itidalden ayrılmaz, hatta muarızları, terbiye haricine
de çıksalar o, edepten ayrılmaz; ciddi şeylerde de tehzil ve istihzadan nefret
ederdi.
Birçok hakimane sözleri darb-ı mesel olacak kuvvettedir. Hasılı Şinasi asrın
ihtiyacıyla mütenasip sade, açık, ciddi bir eda-yı tebliğ ile tercüman-ı efkar
olmaya muvaffak olmuştu.
Fakat mübalağa edilecek derecelerde ne bir kudret-i şairane gösterebilmiş,
hatta ne de lisan-ı şi'rimizde bir yenilik vücuda getirebilmiştir. Şinasi sadece
lisan-ı nesirdeki o sakim elfüz-perestliği kırmış, uzun ve anlaşılmaz cümleleri
kesmiş, basit ve vazıh bir lisan-ı beyan getirmiştir. Fakat Avrupa'da yaşayan
yeniliği hakkıyla kavrayamamış, lisan ve edebiyatımızın beklediği ciyadet-i
hakikiyeyi idrak edememiştir.

olarak bahsetmektedir; bkz. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi (Haz. Ziyad Ebüzziya), C. III,
İstanbul 1 974, s. 47 1-472. (Haz. notu)
64 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şinasi Osmanlı Edebiyatında Ne Yaptı?


Şinasi o zamana kadar lisana yerleşip, kökleşmiş olan uzun ve müselsel bir
surette giden eski üslubu kırmak ve fikirleri mümkün olduğu kadar kısa ve açık
cümlelerle ifade etmek istiyordu. Bunu da yapmaya muvaffak oldu. Tasvfr-i
Ejkdr'da çıkan müteaddit makaleleri buna delildir. Bu kadarla da kalmıyordu.
Şinasi lisana fazla bir yük olan anlaşılması kamuslara, burhanlara ihtiyaç [s. 66]
hissettiren çetin, mustalah, muakkat, Arabi ve Farisi terkipleri de kaldırmak,
yerlerine kolay anlaşılan Türkçe terkipler koymak emelinde idi. Kısmen de bu
emelini elde etti.
Şimdi meseleyi biraz inceden inceye tetkik edelim:
Lisanda yenilik, lisanda terakki bundan ibaret midir? Elbette hayır. Bir kere
Şin asi açık ve kısa cümlelerle ifade-i fıkr etmek, munis ve tabii Türkçe yazmak
hususunda eskilerden ne Katip Çelebi'ye ne Koca Sekbanbaşı'ya hatta ne de
Akif Paşa'ya yetişebilmiştir. Mesela Şinasi'nin yazılarıyla Katip Çelebi'nin
M�anü'l-lıakk'ını •9, Koca Sekbanbaşı'mn meşhur .Layiha'sını, Akif Paşa'nın Şeyh
Müştaka Mektup'unu mukayese etsek derhal görürüz ki; bu berikilerin ifadeleri
daha sıcak, daha samimidir.
Şinasi'nin "Seele" unvanlı makalesinden bir iki cümle alalım:
"Mebna-yı temeddün madde-i teavün olmasıyla efradın kifaf-ı nefs
tedarikinden aciz kalmasına himmet etmek, hey'et-i ictimaiyenin birinci
vazaifindendir.
Binaenaleyh esas-ı medeniyeti hikmet üzerine mübteni olan memleketlerde
seelenin müstehakları esbab-ı mütenevvia ile ikdar olunur ve cibillet veyahut
terbiyet-i redi'esi iktizasınca istihsfil-i taayyüşte tabii olan meşakk ve mihenden
kaçınarak, bu yola süluk edenler dahi men ile kar u kisbe icbar kılınır ki; bu suret
hem umumun şanını nakiseden himaye ve hem de efradı zilletten vikaye
eylediğinden, ciheteyne dahi bir nev'i merhamettir.
İşte bu sebepten dolayı böyle yerlerde sa.il nedret üzere olup, asıl bunların
kesreti, idaresi istiklal üzere olan memleketlerde bulunduğu mücerrebattandır!"
Şimdi Şinasi'nin şu cümleleriyle Koca Sekbanbaşı'nın .Layiha'sından birkaç
cümleyi karşılaştıralım. İddiamız daha sarih olarak meydana çıkar:
"Yeniçeri askerinin ahvali bu vechile şerh ü beyan olununca hakkı kabul
edenlerin kimi sükılt u itiraf eyler. Kimi 'Ocaktan beş on akçem var. Eğer
Nizam-ı Cedid çoğalıp da iş görürlerse korkanın ki Yeniçeri [s. 67] Ocağı'na

1 9 İsmail Hikmet'in /ı:}ıfirü'l Hak olarak belirttiği eser Katip Çelebi'nin Mkdnü'l-hakfi ihtiylbi'l­
ehak adlı eseridir. Metinde de Mkdnü'l-hak olarak düzeltilmiştir. Bu eser hakkında daha fazla bilgi
için bkz: Orhan Şaik Gökyay, "Katip Çelebi", Diyanet Vak.fi lslfim Ansikwpedisi (DIA), C. XXV,
Ankara 2002, s. 36-40. (Haz. notu)
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 65

devletin itiban kalmayıp uh1femizi alamayız. Yoksa iradımıza zarar gelmeye­


ceğini bilsek Allah versin bütün halk Nizam-ı Cedid askeri olsun.' diye mafız­
zamirini söyler oldular.
Okumak, yazmak, saz çalmak ve sair sanatları icra etmek hep meşk ve talim
ile olur. Cenk ilmi ise can pazarlığı olduğundan ziyade talime muhtaçtır."
İşte iki ifade arasındaki fark!
Koca Sekbanbaşı'nın ifadesi daha tabii, daha sıcak olduğundan şüphe mi
var?
Halbuki Koca Sekbanbaşı hicretin on ikinci asr-ı evasıtından Sultan
Mahmud-ı Sani'nin evail-i saltanatında yaşamış ve doksan yaşlarında ölmüş bir
pirdir. Değil Avrupa görmek, Sacy'ler, Lamartine'lerle görüşmek, belli başlı bir
terbiye-i ilmiyeye bir tekzib-i fikriye bile nail olmamıştır.
Şinasi'nin en açık ifadesi olan "Validesine Mektubu"ndan bir iki parça
okuyalım:
"Geçenki aldığım mektubunuzda bir yıldan beri hasta olduğunuzu bildirmiş
idiniz; lakin bundan anladığıma göre canınızla uğraşır mertebeye gelmişsiniz!
Öyle ise efendim, niçin bu zamana kadar bildirmediniz? Eğer bildirmiş
olsaydınız, çarçabuk tahsilin arkasını alıp, şimdiye dek .Asitane'ye gelirdim;
çünkü bundan mukaddem daha kolaylıklar vardı; her ne ise şu günlerde işimi
bitirmek üzereyimdir." ilh.
Biraz da Sultan Mahmud-ı Sani zamanı erkanından olan Akif Paşa'nın
Şeyh Müştak'a yazdığı cevabi mektuptan birkaç cümle alalım:
"Hatta 'anahtarı geriye göndereyim' dediniz; 'Bakalım ilerde ne yaparız;
varsın anahtar da sizde dursun' demedim mi? Ve nezr olarak, ifade ve ita olunan
bin iki yüz kuruştan başka, tasadduk için akçe istediniz mi? 'Hacı Efendi ne
isterse yapıver!' diye kethüdama sipariş etmedim mi? Ve Ohannes üç bin kuruş
borcunuz için sizi sıkıştırdı mı? Yoksa [s. 68] 'lazımdır' denilen üç bini ve cariye
bahasını istediniz, vermedi mi? Yoksa bana danıştı da 'Verme!' mi dedim?" ilh.
Şu iki ifade arasında farka dikkat edelim.
Şinasi'nin anasına yazdığı ifadede bir sun'ilik, adeta bir yabancılık var.
Hakiki samimiyetin, hakiki hararetin cezbesine tesadüf edemiyoruz. Belki birkaç
kere yazılıp silinmiş cümleler, düşünülmüş, düzeltilmiş, terkipler var. Yine de
öyle iken beklediğimiz kadar da sade değil. Halbuki Akif Paşa'nın yazısı konuşur
gibi basit, sade, samimi, tabii ve irticali... İt'ab-ı fikr etmemiş, kalemi almış,
düşünmeden yazmış, kalbinin harareti, hissinin ateşi, fikrinin samimiyeti her
cümle, hatta her kelimesinden anlaşılıyor.
Demek ki, mesele yalnız ifade meselesi değil, tarz-ı tefekkür, siyılk-ı tahassüs
meselesidir. Şinasi'nin diğerlerinden yeni olması da bu cihettendir.
66 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şinasi, manzumelerinde, siyak-ı ilade, siyak-ı fıkr, siyak-ı tahassüsü itibariyle


eskilikten tamamiyle ayrılamamıştır. Hatta pek açık lisanla yazdığı manzumeleri
bile hissen ve fikren eskidir. Çeşme ve kışla tarihleri, kasideler, medhiyeler,
naatlar,20 ilahiler yazmıştır.

Halbuki ona nispetle çok daha tumturaklı lisan kullanan N3.mık Kemal, çok
daha muğlak ifade istimal eden Hamid, Şinasi'den yüzlerce sene daha genç, yüzlerce
sene daha yenidir. Çünkü düşünce yenidir, kanaat yenidir. Yoksa yenilik Arabi ve
Farisi kelimelerde değil, zevkin nüzheti teşbih ve istiarelerdeki hünerdedir. Bunlar
tahayyül ve tasavvurun tarzlarına tabidir. Demek oluyor ki, Şinasi de yenilikle
eskiliği hakkıyla kavrayamamış, ikisi arasındaki mümeyyiz ve kaşif vasfı tayin
edememiştir. Cenab Şahabeddin: "Şinasi nazmı itibariyle tamamiyle Şarklı kaldığı
gibi, nesri itibariyle de bir gazeteciden yukarı çıkamamıştır." diyor.
Maksat Şinasi'nin itibarını az al tmak, ona hünersizlik, kabiliyetsizlik isnat
etmek değil, bilakis bir müceddit sıfatıyla Şinasi'nin neler yapabildiğini hakkıyla
görmek ve göstermektir.

olunan neticeye göre Şinasi hissen bir


[s. 69) Bütün yazılarından istidlal
eskilikten mahiyet-i hakikiye itibariyle anlayıp
müceddit olmuştur, aklen yeniliği
ayırmaya muvaffak olamamış, arada hadd-i fasılı tayin ede memi ş , şuursuz bir
müceddit idi.

Kemal bu ciheti daha iyi kavramı ş ve şiddetle mecazlara, istiarelere hücum


o siyak-ı nazarı yıkmaya çalışmış ve yıkmıştır. Hakiki
etmiş, o tarz-ı tefekkürü,
binayı kuran dahi-yi marifet Hamid'dir. Lisanı be lki Nefi'nin lisanı kadar ağır,
belki daha ağır ve daha muğlak olan Hamid hakikaten yenidir.

Şimdi şu esas nokta anl aşıldıkta n sonra İbrahim Şinasi Efendi'nin manzum
ve mensur bazı parçalarını kıraat ve tetkik edelim:

"Hukuk ve Mehakiın
Her insanın bulunduğu hal nisbetinde müstahak olduğu bazı aidatı olur ki,
lisanımızda hukuk tesmiye kılınır. Herkesin hukuku kendince bittab' ve akvam-ı
mütemeddine beyninde de bil-iltizam mukaddestir. Bir İnsan ki, hukuk-i
mukaddesesini istifad eden aciz ve mahrumdur, esir ve mazlumdur. Alemde ne
kadar hey'et-i medeniye zuhura gelmiş ve ne kadar hükümet teşekkül etmiş ise
cümlesi bu hukukun muhafazası daiyesiyle başlayıp, so nradan su-i isti'mal at ile
mahv u münkarız olmuşlardır. Çünkü bir şahıs ne kadar ceri ve bahadır olsa
hukukunu ebna-yi cinsinin agrazından vikayeye kifayet edemeyeceğinden ve iki
şahs-ı müteanzinin her birisi kuvve-i idrakiyesi nisbetince iddiasında kendisini
haklı görerek hukukunu muhafazaya çabalayacağından her kuwet-i münferi -

20 Şinasi'nin bilinen bir naan mevcut değildir. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 67

deye galib olacak ve emr ü hükmü tarafeyn-i mütenaziine cebren kanaat verecek
bir kuvvet-i galibe ve hakime ika'ına lüzum görünerek ve cemiyetin her ferdi
ecza-yı taayyüşünden bir miktannı terk Ü feda ederek şu hükümetler meydana
gelmiştir. Devletler dahi bir maksad-ı esasiyi bildiklerinden muhafaza-i hukuk
reayaya kafıl olacak kavanin Ü nizamat, tanzim Ü kavanin [s. 70] ve nizamatı
kema-yenbagi icra edecek mahkemeler teşkil etmişlerdir. Şimdiye kadar
yeryüzüne gelip gitmiş olan akvamdan tarihleri mazbut olanlann bu maksat
üzerine husfıle getirdikleri asar birer birer ma'raz-ı im'an Ü tahkike çekildiğinde
görülür ki; her kavmin vikaye-i hukuku için tanzim olunan kavanin ü nizamat iki
sınıfa münkasımdır. Bir takımı yalnız muamelat-ı dünyeviyeye ve muhalefet ü
muaşeret-i beşeriyeye müteallik olarak kat'iyen ruhaniyete dokunmaz. Hükema­
yı Yunaniyenin ve Roma Cumhuriyeti'nin yaptıkları kanunlar gibi ki; bunların
vazı' ve müessisleri insan ve insan ise me'lıif-ı noksan olmak haysiyetiyle her
kanun nihayet birkaç yüz sene devam edebilerek akıbet ihtiyacat-ı asriyeye tatbik
Ü ikmal daiyeleriyle bozulmuş ve onların bozulması kavmin fesad-ı ahlakını ve
kavmin fesad-ı ahlakı dahi hey'et-i medeniyenin neş'et ü izmihlfilini müeddi
olmuştur."
O zamana nazaran çok selis, çok metin ve çok açık olan bu ifade hakikatte
bir nesr-i edebi değildir. Cenab'ın dediği gibi bir gazeteci lisanından ibarettir.
Nazmına gelince; o ruh itibariyle tamamen eskidir. En açık müedda
itibariyle de en yeni ve en ciddi olan eseri "Münacat"ıdır:

"Hak-Tefila azamet aleminin padişehi


La-mekandır olamaz devletinin taht-gehi

Hasdır zat-ı İlahisine mülk-i ezeli


Bi-hudud anda olan kevkebe-i lem-yezeli

Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı


Dolu boş cümle yed-i kudretinin icadı

İzzet ü şanını takdis kılar cümle melek


Eğilir secde eder piş-i celalinde felek

Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket


Değişir tazelenir mevsim-i feyz ü bereket

Pertev-i rahmetinin lem'asıdır ayla güneş


Tab-ı hışmından alır alsa cehennem ateş

Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar


Anların şu'lesi gök kubbesini yaldızlar
68 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kimi sabit kimi seyyar be-takdir-i Kadir


Tann'nın varlığına her biri bürhan-ı münir

Varlığın bilme ne hacet küre-i filem ile


Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile

Göremez zatını mahlukunun adi nazarı


Hisseder nurunu amma ki basiret basan

Vahdet-i zatına aklımca şahadet lazım


Can ü gönlümle münacat ü ibadet lazım

Neş'e-i şevk ile ayatına tapmak dilerim


Anla var Hfilik'ıma gayrı ne yapmak dilerim

Ey Şinasi içimi havf-ı İlahi dağlar


Suretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar

Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe


N'eyleyim yüz bulamam ye's ile afvım talebe

Ne dedim tövbeler olsun bu da fi l-i şerdir


'

Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir.

Nlır-ı rahmet niye güldürmeye ru-yı siyehim


Tann'nın mağfiretinden de büyük mü günehim

Bi- nihaye keremi aleme şamil mi değil


Yoksa filemde kulu aleme dahil mi değil

Kulunun za'fına nisbet çoğ ise noksanı


Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı

Sehvine oldu sebeb acz-i tabii kulunun


Hem odur filem-i ma'nide şefi'i kulunun

Beni afveylemeye fazl-ı ilahisi yeter


Sanma haşa kerem-i na-mütenahisi biter."
Bunda nazara çarpan sade, lisandaki sadelik değil, aynı zamanda mana
itibariyle birçok fenni ve ilmi malumatı da havi olmasıdır ki; nazmına da kısmen
talimi (didactique) bir mahiyet vermektedir.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 69

[s. 72] Şair Evlenınesi


Oyunu bir fasıldan ibarettir.
İşbu oyunun21 fıkrası22 gelin odasında vuku bulur.
Takım:
Müştak Bey : Güvey ve Kumru Hanım'ın aşığı
Hikmet Efendi : Müştak Bey'in mahrem dostu
Kumru Hanım : Müştak Bey'in sevgilisi ve Sakine Hanım'ın küçük
hemşiresi Ziba Dudu : Kılavuz
Habbe Kadın : Yenge
Ebüllaklakatü'l-Enfi: Sakine Hamm'ın nikahını kıyan imam
Batak Ese : Mahalle Bekçisi
Atak Köse : Mahalle süprüntücüsü
Bazı Mahalleli : Esnaftan

BİRİNCİ FIKRA
Müştak Bey Hikmet Efendİ
-

Müştak Bey - Hele bu akşam güvey giriyorum ya..


Bereket versin, bugün nikahım kıyıldı. Yoksa aşk ile telaşımdan az kalsın
nikahsız güvey girecektim.
Hikmet Efendi - Hiç öyle şey olur mu?23
Müştak Bey - Öyle ya aşk ve muhabbetsiz evlenen geçinebilirse aşk olsun!
Ya ben Kumru Hanım'ı niye alıyorum? Ancak sevgilim olduğu için! Ne dersin,
şunu delicesine sevdiğime akıllılık etmemiş miyim?
Hikmet Efendi - İhtimaldir.
[s. 73] Müştak Bey - O tazelikte hüsnü gibi huyu da güzel, bence her
halinden memnunumdur.
Ah! Ama zavallı Kumrucuğumun karga suratlı büyük hemşiresi olmasa...
Hikmet Efendi - Gerçek, onun ismi ne idi?

2 1 Mu'terize içinde bulunan kelam yalnız hfili tarif içindir. Bazı kelimelerin imlasında mahsus
olan yanlışlıkta mütekellimin telaffuzunu taklit içindir. �smail Hikmet'in notu)
22 "Fıkra" kelimesi burada vak'a manasına ve diğer şiirlerde meclis" manasına kullanılmış.
�smail Hikmet'in notu)
23 Bir diyalog atlanmıştır: "Müştak Bey - Niye olmaz; buna ;işık evlenmesi derler.
Hikmet Efendi - Acayip. . . " (Haz. notu).
70 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Müştak Bey - Sakine Hanım değil mi ya? Miskinin adını bile sevmiyorum.
Hikmet Efendi - Niçin?
Müştak Bey - Bize engel olduğu şöyle dursun, çehre züğürdü olarak kırk
beş yaşına kadar evlerde kaldığından akıl cihetiyle de iflasa çıkmış. Hasılı, bir
büyük kamburundan başka göze görünür bir şeyi yok. Ah! Böyle bir baldızım
olduğuna alemden hicap ediyorum.
Hikmet Efendi - Ne çare? Gülü seven dikenine katlanır.
Müştak Bey - Gel, şunu sana vereyim be! Amma nikahla ha!
Geçinemeyecek ne varmış? Ya o akıllanır, ya sen çıldınrsın .
Hikmet Efendi - Sakın Kumru Hanım yerine onu sana verip d e bir dek
etmesinler! Alem bu ya! Zira büyük dururken küçüğü kocaya vermek adet
değildir.
Müştak Bey - Yok bak, ben öyle latife istemem. Latife latif gerek.
Hikmet Efendi - Ya sen bana onu latifeyle peşkeş çekiyorsun ya?
Müştak Bey - Ben sana onu latifeyle mi vermek istiyorum? Gerçekten a
canım?
Hikmet Efendi - Özrün kabahatinden büyük.
Müştak Bey - Hiç özür dilemiyorum.
Hikmet Efendi - Ya!
Müştak Bey - Aman, sus! İşte kılavuzum Ziba Dudu geliyor. Galiba benim
Kumrucuğumu getiriyorlar. Hadi, sen selamlıkta otur. Birazdan yine görüşürüz.

İKİNCİ FIKRA
Müştak Bey Ziba Dudu
-

Ziba Dudu - Müjde evladım, müjde! Gelin hanım geliyor. Yoldadır.


Müştak Bey - Ah, benim valideciğim! Sen olmasan, ben hasretime kavuşur
muydum? Bununçün sana ne iyilik edeceğimi bilmiyorum.
[s. 74] Ziba Dudu - Ay oğul! Böyle hayırlı işlerde bulunmadıktan sonra
yalancı dünyada neye duruyorum. Hele bu mürüwetini de gördüm, bundan
sonra yaşamak neme lazım, istemem. Fakat gözüm kapanmadan bir de
evlalannı ak sakallı göreydim.
Müştak Bey - Artık beni erdirdin ya, yaşa ömrün oldukça (Neşatından
sıçramaya, oynamaya başlar)
Ziba Dudu - A kuzum, biraz ağırbaşlı olsana! Artık başından nikah geçti.
Azıcık utan, utan!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 71

Müştak Bey - Vay, adam evlenirken utanmalı mıdır ya! Benim bildiğim
bunun aksinedir. Her neyse! Sen haydi var hanımı dışarda bekleyedur. Ben de
burada biraz kendi kendime utanmayı meşk edeyim.

ÜÇÜNCÜ FIKRA
Müştak Bey - (Kendi kendine) Şimdi benim Kumrucuğum kafesine girecek
ha! Ah, bir kere kanadının altına girebilseydim! Fakat insan kısmının yediği bir
yem vardır. Adına para derler. Eğer ondan isteyecek olursa mesela. Ey ne olmuş,
elimden geleni esirgemem ya! Verebileceğim şey çok mu? Topu bir teselli! Bir
de, yüzgörümlüğünü nasıl etmeli? Adam sen de, o da kolay! Birkaç beyit
veriveririm vesselam.
Şarkı
Bir Kumrusun sen tab'a muvafık
Yapsam yuvanı sinemde layık
Can u gönülden ben oldum işık
Yapsam yuvanı sinemde layık
Benim gibi fakir şairin vereceği yüzgörümlüğü bu kadar olur.

[s. 7 5] DÖRDÜNCÜ FIKRA


Müştak Bey Ziba Dudu Sakine Hamın
- -

Ziba Dudu - Evladım, gelin hanımı getirdik. Gel koltuğuna gir de köşeye
oturt!
Müştak Bey - (Neşatından türlü türlü tuhaflıklar ederek, Sakine Hanım'ı
Habbe Kadın koltuklamış olduğu halde karşılar) Vay!
Ziba Dudu - (Habbe Kadın'a) A dostlar! Damat Bey gelin hanımı görür
görmez sevincinden bayıldı.
Müştak Bey - Hayır, sevincimden bayılmıyorum, kederimden yüreğime
ınıyor.
Habbe Kadın - (Ziba Dudu'ya) Aa! Zavallı gelin hanımı bir titreme aldı.
Amanın al basmasın (Sakine Hanım'ı sandalyeye oturtur.).
Ziba Dudu - İşte ömrün oldukça sana can yoldaşı olacak sevgili ayalin
Siline Hanım!
Müştak Bey - O bana can yoldaşı olacağına canım çıksa daha canıma
minnettir.
Ziba Dudu - (Habbe Kadın'a) Aa! Damat bey sayıklamaya başladı. Galiba
saI'asından aklını şaşırmış.
72 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Habbe Kadın - ( Ziba Dudu'ya) Biçare, hasretine kavuştuğu içün sevinç


delisi oldu.
Müştak Bey - (Hüzün ile) Ah, Ah, Ah.
Ziba Dudu- Ağlama beyim! Sen ağlayacağına düşmanların ağlasın.
Müştak Bey - Ah düşmanlarım bu halimi bilseler nasıl gülerler.
Ziba Dudu - Haydi kuzum! Gelin hanımın duvağını aç da yüzünü gör.
Biraz gönlün açılsın.
Müştak Bey - Neme lazım. Yüzünü göreyim de bir kat daha yüreğim mi
kalksın?
Ziba Dudu - Aç evladım aç! Sevgilin olduğuna şüphen kalmasın. (Habbe
Kadın ile beraber, Sakine Hanım'ın duvağını Müştak Bey'e açtırmak için
cebreder.)
Müştak Bey - İstemem! (Elini çekerken Sakine Hanım'ın duvağıyla eğreti
saçı kazara eline ilişir, kalır ve Sakine Hanım'ın yüzü ve ak saçları açılır.) Bu ne?
Ziba Dudu - Vay! Zavallı kızcağızın sırma gibi nazik saçlarını çıkardı.
Müştak Bey - Ey, vakıa ak saçları beyaz sırma gibi. Baksana, nasıl panl
panl parlıyor.
Ziba Dudu - Ay, o lakırdı ona değil, yenge kadınla banadır. Ben sana harf
atmayı öğretirim. (Habbe Kadın'a) Haydi, yenge kadın! Gelin hanımı çabuk
dışan [s. 76] çıkar da, nikahını kıyan efendiyi çağırt. Yanımızdaki kahvededir.
Orada bulunan mahalleyi de alsın gelsin. Şuna meram anlatsınlar.

BEŞİNCİ FIKRA
Müştak Bey Ziba Dudu
-

Müştak Bey - Vay! Mahalleli beni zorla güvey mi koyacaklar?


Ziba Dudu - Evet. Ya güvey koyarlar, ya hapse.
Müştak Bey - Böyle kanyla bir evde yatmaktansa safa-yı hatırla hapiste
yatmak daha hayırlıdır.
Ziba Dudu - Hele sen bir kere hapse gir de bak çekeceğin eziyetler
yüzünden ne dertlere uğrarsın.
Müştak Bey - Adam sen de! Sayende peyda ettiğim borçlulanmın duası
berekatıyla pekala, sapasağlam yaşanın.
Ziba Dudu - Ya hasta olursan ez-kaza?
Müştak Bey - Ya borçlularını da bana hekim göndermeyip baktırmazlarsa
faraza?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 73

Ziba Dudu - Ay, ne yapabilirsin?


Müştak Bey - Sonra kendilerine de büyük zaranm dokunur.
Ziba Dudu - Ne zararın dokunacakmış bakayım?
:Müştak Bey - Kör olayım, onlara nispetime ölürüm ha!

ALTINCI FIKRA
Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe Kadın Ebüllild.3.ka -
-

Batak Ese - Mahalleli


Ebüllaklaka - (Başında bir dildade ile tebdil-i kıyafet ve lisanıyla ayınları
çatlatarak ve kafları patlatarak ) Sanki bir telaş ile beni böyle uykudan kaldırıp
da getirmenin ne manası var? Ortaoyununa çıkar gibi, bakın şu kıyafetime!
Ayıp! Gürültünüz ne oluyor?
Ziba Dudu - (Entarisinin ön eteğiyle başını örtmüş olduğu halde
Ebüllaklaka'nın elini öper) Amanın efendim, güvey olacak herif, isteye dileye
aldığı hanımı şimdi istemiyor. Bütün saçını başını yoldu. O şöyle dursun, yenge
[s. 7 7] kadınla bana bir söylemediği edepsizlik kalmadı. Size nakletmeye
utanıyorum.
Ebüllaklaka - (Müştak Bey'e) Vay namussuz vay!
Ziba Dudu - (Müştak Bey'e) Vay namussuz vay!
Müştak Bey - Efendim kerem ediniz, bendeniz de bildiğim kadar hakikati
size anlatayım.
Ebülliklika - Sen sus sefih! Kadın ninen gibi biçare hatun yalan mı
söyleyecek?
Ziba Dudu - Bu kızı mutlaka almalıdır.
Ebülliklika - Almalı ya! Almazsa ırzına leke sürmüş demek olur.
(Mahalleliye) Öyle değil mi komşular?
Mahalleli - Hay! Hay!
Müştak Bey - Alamam efendim! Bunda bir yanlışlık var. Zira bana nikah
ettikleri kız bu değildir. Bunun küçüğüdür. Ben onu isterim.
Ebülliklika - Hayır, sana nikah ettiğim büyük kızdır.
Müştak Bey - Değildir.
Ebülliklika - Vay! Sen beni de yalancı çıkarıyorsun ha? Bu ne
yüzsüzlüktür.
Batak Ese - Efendi biliyor musunuz ki ben bunun daha bilmiş nelerini
bilürün. Durun size deyivereyin. Ben bekçi olduğumdan içün geceleri
74 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

mahallede dolanırken çat pat çak sokak ortasında rast geliyorun. Bir kere
kendiciğine "Nereden geliyon?" diye soracak oldum. Bana ne garşuluk virse
iyü. "Teratordan (tiyatro) geliyon" demesin mi? Bu beni masharalığa almak
değil de ne demektir? Bakın şu ahmağa!
Müştak Bey - Vay ferasetli adam vay!
Batak Ese - Feres atlı adam sensin, ulan hayvan! Bana kötü laf söyleyip
durma. Şimdi sana fanfin dememi gosteririn.
Ebüllaklaka - Bu herif hem edepsiz hem deli.
Batak Ese - Benim aklıma kalırsa hem hapishaneye koymalı, hem
tımarhaneye.
Ebüllaklaka - Bana danışırsanız, her şeyden ewel edepsiz ilamını alalım da
bir daha mahallede oturtmayalım.
Mahalleli - İstemeyiz!

[s. 78J YEDİNCİ FIKRA


Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe Kadın - Ebüllaklaka -
Batak Ese - Mahalleli - Atak Köse - Hikmet Efendi
Atak Köse - (Arkac;ında küfe ve bir elinde süpürge ile) İstemeyiz.
Hikmet Efendi - (Hikmet Efendi dahi Atak Köse'nin arkasından yetişerek)
Ne istemiyorsunuz?
Atak Köse - Ben ne bileyin? Mahalleli "istemeyiz" diyor. Ben de öyle
diyorun. Elbette adamlann böyle demelerinde hakkı var.
Hikmet Efendi - Ay! Mahallelinin neden hakkı var?
Atak Köse - Hakkı olduğunu pek yavuz bilürin. Ama bak doğrusu neden
hakkı olduğunu bilmiyin.
Hikmet Efendi - Öyle ise bilmediğin şeye ne kanşıyorsun?
Atak Köse - Vay neden kanşmin? Ben de bu mahallenin galbur üstüne
gelenlerinden değil miyin?
Hikmet Efendi - Sen kim oluyorsun?
Atak Köse - Daha hala sen benim kim olduğumu bilmiyon?
Hikmet Efendi - Hayır!
Atak Köse - Öyleyse, sen de bilmediğini ne soruyorsun? Hay cahil hay!
Şimdi durup da sana anlatacak mıyın ki, ben öteki mahallede kiraciyin ve bu
mahallede sürpüntücü başıyın diye.
Hikmet Efendi - Hay şaşkın hay!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 75

Atak Köse - Senin de aklın olaydı benim gibi şaşkın olurdun. Maslahatta
ne vamış? Haydi oradan süpürüver bakayın!
Ebüllaklaka - (Müştak Bey'i göstererek) Vay! Sen şunun gibi bir kabahatliye
sahabet ediyorsun ha, Rıza-yı kabahat ayn-i kabahattir. Sen de onun gibi cezaya
müstahaksın.
Hikmet Efendi - Aman efendim, ben kendi kabahatimi anladım, ama onun
kabahati n'oluyor anlayamadım.
Ebüllaklaka - Daha ne olsun, kendisine nikah ettiğim kızı istemiyor da
onun küçüğünü istiyor. Bu ne demektir?
Hikmet Efendi - Efendim, gazaplanmayınız. (Gizlice bir para kesesi
göstererek) Küçük kızı senden isteriz.
[s. 79] Batak Ese - Efendi, nedir o? Rüşvet mi alıyorsunuz?
Ebüllaklaka - (Batak Ese'ye) Ben öyle şey mi kabul ederim. (Hikmet
Efendi'ye gizli) Yan cebime ko. (Hikmet Efendi gizlice cebine koyar.)
Batak Ese - Gizlice yan cebime ko mu diyorsunuz?
Ebüllaklaka - Hayır, yan canibimde durma git diyorum; ta ki benden şüphe
etmeyesiniz.
Atak Köse - Galiba parayı almışa benziyorsunuz.
Ebüllaklaka - Haşa, sümme haşa! Eğer ben paraya elimi sürdümse ellerim
kırılsın.
Hikmet Efendi - Aman efendim, hakikat her ne ise layıkıyla meydana
çıkarın da ona göre şanımza düşeni işleyin.
Ebüllaklaka - Böyle kibarane yoluyla meramınızı ifade buyurmanızdan
gönlümdeki hiddet gitti de yerine merhamet geldi. (Mahalleliye) Yahu, mahalleli!
Ben bu işte bir başka türlü hakkaniyet görmeye başladım. Zira, sonradan
hatırıma bir şey geldi.
Mahalleli - Nedir o?
Ebüllaklaka - Kanı, nikahını kıydığım hanım büyük kızdır diye deminden
ikrar etmiştim.
Mahalleli - Öyle ya!
Ebüllaklaka - Fakat büyük kız demekten muradım, yaşça büyük değildir,
boyda büyük demek manasınadır. Zira büyük kız kırk yaşını geçmiş olduğu
halde damat beyin dengi olamaz. İ şte benim bildiğim bu kadardır. Her bir
zamanda her bir mekanda böyle doğrucasına şahadet ederim.
Batak Ese - Siz buncılayın dil ile ikrar ettikten sonra bizde kalb ile tasdik
ederiz.
76 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Mahalleli - Hay hay!


Ebüllfil<lili - (Habbe Kadın'a) Yenge kadın! Boyda büyük, yani yaşta
küçük olan asıl gelin hanımı var getir. Kendi elimle damat beye teslim edeyim,
bir daha yanlışlık olmasın. (Hikmet Efendi'ye) Daha başka bir yanlış olmuş şeyler
varsa söyleyin, onları dahi hasbice düzelteyim. Zira bu maküle hayırlı hizmette
bulunmayı kendime büyük iftihar biliyorum.
[s. 80] Batak Ese - (Müştak Bey'e) Beyefendi, deminden siz dediğim
ilafların hepiciği şaka içündü. Sizi gasavetiniz vaktinde guldurup eğlendirmek
isteyordum.
Atak Köse (Hikmet Efendi'ye) Efendim, tövbe olsun, bir daha mahallenin
-

sürpüntüsünden başka bir işine karışursam adam değilin.

SEKİZİNCİ FIKRA
Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe Kadın - Ebülli.kli.ka -
Batak Ese - Atak Köse - Hikmet Efendi Kumru Hanını
-

Habbe Kadın - (Kumru Hanım'ı bir halde getirir ki, kah ağlar gibi
gözlerini oğuşturur, kah bir eliyle yüzünü kapayıp parmaklarının arasından yan
yan Müştak Bey'e bakar) İşte efendim asıl gelin hanım!
Ebüllaklaka - (Habbe Kadın'a) O neye ağlıyor? Sakın damat beyimizi
istememezlik etmesin?
Habbe Kadın - (Kumru Hanım'la kulak kulağa fısıldaştı ktan sonra)
Efendim, ağlamasının sebebini sordum, anladım; öyle zannettiğiniz gibi
değilmiş.
Ebüllaklaka - Ey, nasılmış?
Habbe Kadın - Ah, zavallı dertli tazecik! Evveli damat beye varamadım
diye kahrından pek çok ağlamış. İşte o boş yere döktüğü gözyaşlarına acıyıp da
şimdi ona ağlıyo rm uş.
Ebüllaklaka - (Kumru Hanım'a yavaşça) Ağladığını gördükçe öyle yüreğim
kalkıyor ki, merhametimden yengeliğini kendim edeceğim geliyor. (Kumru
Hanım'ı Müştak Bey'e el ele vererek) Alınız efendim, artık yüzünü güldürmenin
çaresine bakınız. Hemen hoş-ha! ile geçinmenizi can u gönülden dua ederim.
(Hikmet Efendi'ye ) Bunca daha bir işiniz kaldı mı?
Hikmet Efendi - Hayır. Fakat güveyle gelinden başka, evde bulunanların
cümlesini beraber götürmenizi rica ederim.
Ebüllaklaka - Rica ne imiş , emrediniz efendim! (Mahalleliye) Haydi
mahalleli! (Ziba Dudu'ya) Haydi, kılavuz kadın! (Habbe Kadın'a) Haydi yenge
kadın.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 77

[s. 8 1] DOKUZUNCU F1KRA


Müştak Bey - Hikmet Efendi Kumru Hamın
-

Müştak Bey - (Kumru Hanım'ı koltuğuna almış ve birbirlerine naz ile yan
yan bakarak mütehayyir kalmış gibi, vay sen mahalleliyle gitmiyor musun? Artık
senin burada bir işin kaldı mı ya?
Hikmet Efendi - Hayır, Sana bir iki la.kırdım var.
Müştak Bey - A canım, sabah gel de bir iki bin tanesini söyle, bak o zaman
nasıl can kulağıyla dinlerim.
Hikmet Efendi - Yok yok! Şimdi söyleyeceğim.
Müştak Bey - Ey, haydin, çabuk ol! (Başını Kumru Hanım'dan yana
çevirip Hikmet Efendi'nin likırdısına kulak vermez.
Hikmet Efendi - Ey benim sevgili dostum!
Müştak Bey - Daha bitmedi mi?
Hikmet Efendi - Vay! Dur bakalım, başlayayım.
Müştak Bey - Amma uzunmuş ha!
Hikmet Efendi - Benim gibi bir dostuna danışmadan evlendiğine tövbe mi?
Müştak Bey - Aman, sen de günah mı çıkarıyorsun nedir bu?
Hikmet Efendi - İşte kendi menfaati için aşk ve muhabbet tellallığına
kalkışan kılavuz kısmının sözüne itimat edenin hali budur.
Müştak Bey - Ah, a kardeş! Gideceğin yere amma geç kalıyorsun ha! Öyle
işinde geri kaldığına asla razı olmam.
Hikmet Efendi - Sen ve ayalin birbirinizi her cihetle tanıdığınız halde,
evlenirken ne belalara uğradın, anladık.
Müştak Bey - Vay! Evlenmezden evvel istihareye yatmak istiyordum; her
nasılsa unutmuşum. Aman aklımda iken varayım istihareye yatayım. Göreceğim
rüyaları sonra yine sana tabir ettiririm.
[s. 82] Hikmet Efendi - Ya birbirlerinin ahvalini bilmeyerek ev bark sahibi
olanların hali nasıl olur? Var, bundan kıyas eyle.
Müştak Bey - (Gözlerini oğuşturarak) Ofl Nasihat sıkıntısıyla bir uykum
geldi ki, tarif edemem. Ruhsatın olursa azıcık varsam, uyku kestirsem olmaz mı?
Hikmet Efendi - İşte ben gidiyorum. Var, artık ne yaparsan yap. Fakat
aldığın dersi unutma ha!
Müştak Bey - Adam, hiç unutur muyum? Ben o dersi alıncaya kadar az
zahmet mi çektim? Her ne ise, evlenmenin ilmini pekala öğrendim. Me'mlıl
ederim ki, ameliyatının güzelce icrasında hiçbir kusur etmem."
FATİN DAVUD

Hayat-ı Hususiye ve Resıniyesi


Drama ayanından Hacı Hfilid Bey namında bir zatın oğlu olan Davud
1 229 [ 1 8 1 3/ 1 8 1 4] sene-i hicriyesinde Drama' da doğmuştur.
Çocukluğu Drama'da babasının yanında geçmiş, tahsil-i ibtidaisini de
Drama'da yapmıştır. Babasının nüfuz ve itiban zaman ve muhitinin terbiyesini
hakkıyla temin etmiştir. O zamanın eşraf ve beylerinden olan babasının kapısı
irfan ve edep ehli olanlara açık bulunduğundan Davud daha çocuk iken bu gibi
zevatın musahabetlerinden hayli istifade etmiş, tab'ındaki şairlik istidadı bu
vesilelerle de fark olunmadan bilenmiş ve nemfilanmıştır. 1 243 [ 1 828/ 1 829]
tarihlerinde Mısır'da, Kahire'de bulunan amcası Mehmed Bey'in yanına giderek
sekiz sene kadar orada kalmış ve ikmiil-i tahsil eylemiştir.
Bu seyahatten ettiği istifade bittabi sadece tahsilden ibaret olmayıp aynı
zamanda yeni bir memleket görmek, yeni bir muhitin adap, adat ve an'anatıyla
temas etmek, genç yaşında iken birçok tecrübeler elde etmek gibi kazançlan da
olmuştur. Bu seyahat ve bu tahsil fikrinin inkişafı, hislerinin terbiyesi üzerinde
büyük bir tesiri görülmüştür. Usı'.'ıl-i kitabeti, ulum-ı edebiyeyi de Mısır'da tahsil
etmişti. o zamanlar Mısır, payitahta nispetle daha sakin, daha asude bir halde
idi. Mamafih Mısır'ın gaileli zamanlannı da gördü. Mehmed Ali isyanında
Mısır'da bulundu.
Sultan Mahmud'un evahir-i saltanatı zamanlannda 1 252 [ 1 837/ 1 838]
tarihinde Mehmed Emin Rauf Paşa'nın sadareti esnasında İstanbul'a gelmiştir.
O sene Divan-ı Hümayun Kalemi'ne çerağ edildi. Divan-ı Hümayun
Kalemi'nde bulunanlara [s. 84] bir tahallüs vermek eskiden beri müttehaz bir
usul olduğundan Davud Efendi'nin fıtri dirayet ve fatanetini takdir ettiklerinden
kendisine de "Fatin" mahlasını verdiler. O zamandan itibaren yazdığı şiirlerde
"Fatin" mahlasını kullandığı gibi dostlan ve arkadaşları tarafından da "Fatin"
ismiyle yad olunmaya başlanmıştır. 1 255 [1 839/ 1 840] senesinde Sultan Mecid
tahta cülus ettiği zaman:

"Şahenşeh-i 'iili himem


Ol menba'-ı cı'.'ıd u kerem
Ol padişah-ı muhterem
Şah-ı cihan Abdülmecid
Layıkdı tac u devlete
Taht u serir-i şevkete
80 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hükm eylesin her millete


Hak ömrünü kılsın mezid

Ey hame-i mu'ciz-eda
Evsafına yok intiha
Şimden geril eyle dua
A'dası olsun na-bedid

Mevla muin olsun ona


Nuh ömrünü kılsın ata
Etsün heman zevk u sala
Ya'ni ila-yevmi'l-va'id

Tlıti-i tab'ım ruz u şeb


Olmak.da iken beste-leh
Tahta cüllısuyla aceb
Geldi bana şevk-i cedid

Ehl-i hüner fahr eyleye


Bu resme tarih söyleye
Mevla cülusun eyleye
Abdülmecid Han'a sa'id"
tarihini söylemiştir.
Küçük büyük şiir ve edep erkanı arasında bir şöhret-i mahsusa kazanan şair
Fatin, Mektubi-i Sadr-ı Ati Odası'na tahvil-i me'muriyet etmiştir. Orada 1 264
[ 1 847 / 1 848] tarihine kadar bulunmuş ve o esnalarda kaleme mülazemeten
çerağ edilen meşhur şair Abdülhamid Ziya Paşa'yı daima musahabetinde
bulundurmuştur. Ziya Paşa, Fatin Efendi'nin muarefesinden istifade ettiğini
söylermiş. 1 264 [ 1 84 7 / 1 848] tarihinde vazifesini terk ederek Ticarethane-i
Amire'de İ'lamat Odası'na devam etmeye başlamıştır. Daimi sa'yi ve mütemadi
devamı sayesinde az zamanda kendisini tanıttırarak terakki etmiş ve
mukabelecilik hizmetini elde eylemiştir.
1 269'da [ 1852 / 1 853] Tezk;ire-i Fatin unvanlı tezkiretü 'ş-şuarasını
tab'ettirmiş ve buna mukabil de rabia rütbesiyle taltif olunmuştur.
[s. 85] Mezkur tezkire Hdtimetü'l-Eş'dr namıyla tab'edilmiştir. Tezk;ire-i
Salim'in zeyli makamında mündericatı l l 35'ten [l 722/ 1 7 23] itibaren 1 270
[ 1 853 / 1 854] tarihine kadar geçen şairlerin muhtasar tercüme-i hallerinden
bahistir.24

24 Fatin Divanı üzerinde çalışan Mehtap Erdoğan, Hdtimetü'l- Eş'dr hakkında şu bilgileri
vermektedir: "Hdtimetü'l-Eş'dr, Salim Te<,kiresı'ne zeyl olarak yazılmışur. Sfilim'in bırakuğı 1 1 34
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 81

Fatin Davud Efendi l 283 senesi Safer'inin sekizinci günü [22 Haziran
l 866] vefat etmiş ve Boğaziçi'nde Anadolu Hisan'nda Göksu Deresi'ne nazır
kabristana defnedilmiştir. Divan'ıyla Tezki,retü'ş-Şuara'sından başka bir hayli eseri
daha vardır.
Divan'ı l 288 [187 1/ 1 872] tarihinde Çemberlitaş'ta İzzet Efendi Matbaası'nda
tab'edilmiştir.

Dar-ı Şfıra-yı Askeri Başkatibi Senih:


"Bi-bedel divandır nazın ile tarihin Senih
Tab' olundu cümle-i asar-ı makbfıl-i Fatin"

Ticarethane-i Amire İ'lamat Başkatibi Rişid:


"Bir ziyade nakısı yoktur dedim tarihini
Müjde Raşid tab' olundu defter-i şi'r-i Fatin"

Ahkam-ı Adliye Evrak Odası Hulerasından Agah:


Yadgandır oku vezn et ser-a-ser nüktesin
Pür-ma'anidir basıldı şimdi Divan-ı Fatin
tarihlerini söylemişlerdir.

[s. 86] Lisam ve Şiiri


Edebiyat-ı atikanın son mümessillerinden olarak kalan bir zümrenin
oldukça şöhret bulmuş bir rüknü de şair Fatin idi. Fatin'in lisanı da, hayali de,
heyecanı da hatta lisanı da Hakkı Bey'lerin, Kazım Paşa'lann, Leskofçalı
Galib'lerin, Hersekli Arif Hikmet'lerin asan yanında pek donuk, hatta sönük
kalır.
Yusuf Kamil Paşa'ya yazdığı kasidenin girizgahından alınan:
"Özge bir sayfbedid oldu Sitanbul'da bu sal
Bulmadı sebze çemen tazelenip neşv ü nema

Mevsim-i berf geçip fasl-ı bahar olmuş iken


Ermedi gayete bir suret ile vakt-i şita

Görmedik lutf-ı hevadan çemenistanda eser


Duymadık gülşen-i atemde henüz bfıy-i sara

(172 1 / 1722) yılından 1 259 (1853) yılına kadar gelmiş geçmiş 683 kadar şair hakkında bilgi verir."
Fatin DWıim (Haz. Mehtap Erdoğan), İstanbul 2007, s. 23. (Haz. notu)
82 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şiddet-i berdden azürde olup sünbüller


Pay- mfil olmuş idi gonce-i pilize-eda

Bülbül-i dil-şüde bihude ederdi feryad


Açmamış idi gülistanda verd-i ra'na
Kangı iklime güzer etdi deyü ebr-i bahar
Cüst-cu eyler idi şems ü kamer subh u mesa

Meger ol asaf 'fili-himem-i devranın


Hcik-i dergahına 'azın itmiş imiş bad-ı saba

Makdem-i paki ile geldi bahftr-ı hoş-dem


Bağ-ı filemde eser koymadı gamdan asla

Yusuf-ı Mısr-ı hüner Hazret-i Kamil Pcişa


Fahr eder zat-ı şerifiyle vezir ü vüzera"
beyitlerinde kaside girizgıihlanna mahsus olan Şark hayalleri, Şark mübalciğa­
lanndan [s. 87) o parlak, o süslü, o yaldızlı, teşbihler, istiareler ve telmihlerden
hiçbirine tesadüf edilmez. O ne Baki gibi hakimane ne Nef 'i gibi mütekell ifane
ne de Nedim gibi şuhane yazar. Hayalleri sönük , teşbih ve istiareleri kullanıl­
maktan eskimiş, yıpranmış, ifadesi yorgun, ağır ve sadedir.
Şüphe yok ki; edebiyat-ı kadimenin parlak bir yıldızı sayılamaz. Vüzeradan
Sami Paşa'ya yazdığı kaside-i Nuniye ' nin :

"N'oldı bilmem feleğe döndü muradımca yine


Na-müsa'id idi çokdan berü bu tali'-i dun

Nice yıllar idi ki yok idi bir dad-resim


o sebebden bu kadar olmuş idim zar u zebun

Hasılı deşt-i melamette idim l eyi ü nehar


Ah iderdi dil-i divane misal-i Mecnun

Geceler subha kadar nale-i cankah ederek


Canıma geçmiş idi bu elem-i guna-gı'.'ın"
beyitleri kuvvetli bir şair olmadığını ispat eder. Ruhunda kaynayan ve kaynatan
bir taşkınl ık, sözlerinde yanan ve yakan bir coşkunluk yoktur. O daima solgun,
daima solgundur. Kendisi de tabiat-ı şi'riyece zayıf olduğunu anlamış olmalıdır
ki; edebiyat-ı kadimenin tasannulara, tekellüflere, temeddühlere en müsait bir
şekli olan kasidecilikte o kadar kalem yürütmemiş, eşkal-i kadimeden en ziyade
tarihi, tabiatına müsait bulmuştur. Herhalde şöhretini temin eden cihet kısmen
hayatını da tatmin ederek biraz yüzünü güldürmüş olan Tezki,retü'ş-Şuarii'dır.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 83

İştiharım mucip olan daha ziyade o tezkireciktir. Olanca ihtişamını göstererek


Nefi' nin rebiiyyesindeki o parlak kelimelerden istifade ederek "Fahreddin Efendi"
isminde bir zata yazdığı en parlak kasidesi bile cansız ve kuwetsizdir:

"Barekfillah mevsim-i şadi vü hengam-ı safa


Levhaşallah makdem-i nevriız-ı ferhunde-lika

Geldi fasl-ı nev-bahar irdi yine ürd-i behişt


Sahn-ı gülşen benzedi semt-i behişte ca-be-ci"

[s. 88] sözlerini Nefi'nin rebiiyyesindeki:

"Esdi nesim-i nev-bahar, açıldı güller subh-dem


Açsın bizim de gönlümüz sili meded sun cam-ı Cem

Erdi yine ürd-i behişt oldu heva anber-sirişt


Alem behişt ender behişt, her gılşe bir bağ-ı İrem"
beyitleriyle karşılaştırılınca evvelkinin sönüklüğü derhal meydana çıkar. Nefi bu
kasideyi padişahın huzurunda irticalen söyleyivermişti. Öyle olmakla beraber
ifadede nefse itimadı gösterir bir kuvvet, bir celadet, bir ahenk, bir sanat
mevcuttur. Fatin'in lisanında o azamet, o şiddeti göremeyiz. Fatin kuvvetli bir
sanatkar da değildir. Eserlerinde aşk ve heyecanın takallüsleri, teşennüçleri,
ıstırapları görülmediği gibi zevk ve sanatın cazibeleri, efsunları, gamzeleri de
görülmez.
O; sultanların, şehzadelerin, vezir-zadelerin veladetlerine, padişahların
cüluslarına, paşaların mevki almalarına, müesseseler inşasına uzun kısa tarih
söylemekten bir zevk alır. Bu hususta kudema-yı şuaradan "Süruri" vadisine
atılmıştır.
Gariptir ki; kendisinden sekiz on yaş küçük olduğu halde yine o asnn
şairlerinden olan ve edebiyat-ı cedideye temel koyan İbrahim Şinasi de
chronogramme'lı tarihler25 yazmaktan kendini alamamıştı. Şairlik ve sanatkarlık
itibariyle Şinasi ile Fatin arasında bir mukarenet-i tabliye, bir müşabehet-i
hakikiye görünür. Denebilir ki; Şinasi , Avrupa'ya gitmese ancak bir Fatin
olabilirdi. Yahut Fatin, Avrupa'ya gitseydi ancak bir Şinasi olurdu.
Şinasi, Avrupa'yı dolaştığı, hakiki şiirin, hakiki sanatın ne olduğunu anladığı
Romantique şairlerle yaşadığı, muaşerette bulunduğu, Şark'ta gazeteciliği ıslah
ettiği , lisanı sadeleştirdiği halde tarih-nüvislik garibesinden, gazeller, kasideler
yazmak iptilasından kendisini kurtaramamıştı.

25 "chronogramme"lı tarihin divan şiirindeki karşılığı ta'miyeli tarihtir. (Haz. notu)


84 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Bir lazıl-ı yegane allame-i zamane


Ostad-ı bi-bahane buldu m akam-ı a l a
'

Çıktı bir ehl-i tevhid tarihin etti tesvid


Oldu Cenab-ı Tevhid müfti-i dar-ı şura"
[s. 89] kıtalanyla 1 272'de [ 1 865/ 1866] müftü olan Tevhid Efendi'lerin tarihini
söylemekte bir sanat buluyor:

"Çıkardım kulzüm-i endişeden bir misli yok tarih


Dü vapiır-ı meôn ilka olundu su-i deryaya"
zevzekliğini bulmuş olmakla iftihar ediyor. İşte onun zevki de, mahareti de, sanatı
da, "su" ile "deryayı" yan yana getirip, "vapur" kelimesini vezne sokabilmekten
ibaret . .
.

Fatin'in:
"Değme bir şuhda bu an z-ı gül-gun olmaz
Binde bir servde bu kiimet-i mevzun olmaz

Şekl-i insanda bir nur-ı mücessem gibidir


o peri işveye adem nice meftun olmaz

Dide-i m esti ni n ılşüftesidir nergis-i ter


Zülf-i şeb-busuna sünbül nice mağbun olmaz

Dehen-i tengine reşk etmededir subh u mesa


Ne şekil gonce-i neşküfte ciger-hfın olmaz

O mehin güher-i dendanını vasf etmededir


Sözleri nice Fatin'in dür-i meknfın olmaz"
gibi birçok gazelleri de vardır. Fatin sözlerinin dürr-i meknun olmasını vasf ettiği
mehlerin güher-i dendanından bekler ve nihayet:
" Burc-ı sa'da nakl eder bir günde necm-i nahsımı
inkisar etmem demem ben tar u mar olsun felek

Dönmedi bir kerre ömrümde muradımca Fatin


Bari gaddarlık ile şöhret-şi'ar olsun felek »
inkisanyla kendi kanaat ve tevekkül köşesine çekilip:

"Bin can ile dil-dadenim ey serv-i bülendim


Allah'ı seversen bana hor bakma efendim.
[s 90]
. Ağyar gibi tutma beni ey zülf-i kemendim
Allah'ı seversen bana hor bakma efendim"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 85

diye şarkılar söyler, bazen biraz da ileri gider:

"Her ne rütbe vasf edersem var yeri


Çar-ebru bir mühendis dil-beri
Etdi alemde beni de serseri
Çar-ebru bir mühendis dil-beri

Etdi aşkı sinede vaz'-ı esas


Halimi etme benim gayre kıyas
Aklı gönlüm etmemişken iltimas
Çar-ebru bir mühendis dil-beri

Ma'il oldum kamet ü reftanna


Ka'il oldum cevr ile azarına
Etdi dil-beste beni etvanna
Çar-ebru bir mühendis dil-beri

Neş'e-bahşa lutfu da azan da


Revnak-efza tarzı da etvan da
Eyledi aşık Fatin-i zan da
Çar-ebru bir mühendis dil-beri"
diye şuh-meşrepliğe, harf-endazlığa kalkar; mahbub-perestlik eder.

Fatin'in lugazlan, kıtalan, beyitleri de vardır. Divanı küçük olmakla


beraber klasik olan tertibe göre tanzim edilmiş, teferruat da unutulmamıştır:
Bütün eski şairler gibi cinaslan, ihamlan, kelime oyuncaklarını Fatin de pek
sever:
"Bu izdiham arasında eşekle böyle geziş
Efendi söyle eşeklik değil de başka nedir

[s. 9 1] Kıl kaldı kalem füş alıp aklımı başdan


Bir katib-i nev hat beni Mecnun edeyazdı

Bir siyakat hatlı katib der-kenar etmek için


Muktezasın la'l-i lebden sordu defter-dar-ı aşk

Çekdim aguşa o meh-pareyi sordum ismin


Yanarak yakılarak buse verüp Yanko dedi"
Mülatefelerle eğlenir ve nihayet elemler, ıstıraplarına rücu ederek geçirdiği
hayatın bütün safahatını uzun uzun yorgun gözlerinin önünden geçirerek geçmiş
hatıraları içinde, kalbinde en ziyade yer tutan tatlı gençlik sergüzeştleri yaşatan
Mısır'ı, Kahire'yi amcasının yanında geçirdiği o şevk ve hayal dakikalarını yad
ederek Nosthalgi,que bir eda, Romantique bir hicran ile:
86 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Elem ki hatıra gelmezdi Mısr-ı Kahire'de


Çürütdü eyledi ifna beni bu dairede . . .
"

İşte Fatin'in bütün hulasa-i hayatını, bütün fezleke-i alamını şu iki satırda
bütün meraret ve belagatiyle okumak kabildir.
KAzIM PAŞA

Hayi.t-ı Hususiye ve Resıniyesi


Aslen Arnavut olan Kazım Paşa, Arnavutluk'ta Koniçe kasabasında
dünyaya gelmiştir. Tarih-i veladeti Türkiye'nin hayli iğtişaşlı zamanı olan on
dokuzuncu asnn hidayetlerine tesadüf eder. Tepedelenli Ali Paşa'nın idam
edildiği 1 237 [ 182 1] tarihindedir. Asıl ismi Şemseddin Sami Bey'e göre Musa,
Bursa meb'us-ı esbakı Tahir Bey'e nazaran İbrahim'dir.
Mora Vakayii üzerine Rumeli cihetleri hayli karışmıştı. Babası Hüseyin
Bey, Kazım'ı da beraber alarak İstanbul'a gelmişti.
Tahsil-i ibtidiisini İstanbul'da ikmal eden Kazım birçok emsali olan gençler
gibi Divan-ı Hümayı1n Kalemi'ne çerağ edilerek hakiki terbiyesini orada alır.
Gerek zamanın, gerek sair birçok sebeplerin tesiriyle gençlik devresi muhtelif
mesleklere sülukunu intaç eder. Bir müddet de Mühimme Odası'na devamdan
sonra tebdil-i me'muriyetle Maliye Mektfıbi Kalemi'ne geçer. Orada da uzun
müddet kalmaksızın kitabetle Asakir-i Hassa silkine tahvil eyler. Fıtratındaki zeka
ve istidat sayesinde kendini amirlerine sevdirir ve az zaman içinde Liva
Kitabeti'ne irtika eder. Bilahare harp sınıfına dahil olarak muhtelif yerlerde ifü-yı
hüsn-i hizmetle feriklik rütbesini ihraz eyler. Zamanı siyasi ve içtimai birçok
inkılabata zemin olduğundan bazılarına bir ilca-yı tabii ile iştirak etmek
mecburiyetinde kalmıştır.
Sultan Mahmud zamanındaki Vak'a-i Hayriyye'de daha dört beş
yaşlarında bir çocuk olan Kazım, Sultan Mecid zamanında Gülhane Hatt-ı
Hümayı1nu kıraat olunduğu 1 255 [1 839] senesinde on sekiz yaşlarında bir genç
idi. İyiyi, kötüyü tefrike kabiliyettar olduğu gibi fıtratındaki isti'dad-ı mahsusu
saikasıyla şiir ve inşaya da [s. 93] başlamıştı. Kendisiyle aynı çağlarda bulunan
ve asırlarının güzide birer şairi olan Hersekli Arif Hikmet ve Leskofçalı Galib
Bey gibi zevat ile ülfet ve muaşeret ederek şiir ve inşadaki kudretini ileri
götürmüştü. Bu zevat vadi-yi kadimde şiir inşadıyla maruf idiler. Hatta bilahare
Ziya Paşa'lar, Namık Kemal'ler de vadi-i sühana atılarak bu heyete katılmışlardı.
Bilhassa daha on yedi yaşında iken:
"Zuhur-ı reng-i kesret pertev-i nur-ı Huda'dandır
Televvün heyet-i eşyada te'sir-i ziyadandır
matlalı gazelini neşrederek bütün bu zümre-i üdebanın dikkat ve takdir
nazarlarını celb etmiş olan Namık Kemal ile birleşerek bir encümen-i şi'r de
teşkil etmişlerdir.
88 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Encümenin mukalledi olan eski şairler bilhassa Nefi ile Fehim idi.
Bunlardan maada tarz-ı kadimde şiir söyleyen birçok şairler mevcut idi.

Kazım Paşa vadi-yi şi'r ve inşada birleştiği Ziya Paşa'lar ve Namık


Kemal'ler ile siyasiyat ve içtimaiyat alemlerinde birleşemiyordu. Tabiatında
fazla muhafazakarlık mevcut idi. Aynı zamanda fazla müttaki, hatta mutaassıp
olması yeni fikirlerle imtizaç edememesi için de bir sebep teşkil ediyordu.
Göreneklerin, ananelerin küflü zincirleri fikrini dar bir dairenin hududu haricine
bırakamıyordu.

Kazım Paşa bir iki tarikata da intisap etmişti. Hem Tarikat-ı Bedeviye'den
hilafet almış, hem de Tarikat-i Halvetiye'den taç giymiştir.

Bu itibar ile yazdığı eserlerin kısm-ı küllisi dindarane ve tarikat-perverine


olurdu. Mekalid-i Aşk unvanlı eseri evlad-ı peygamberi hakkında söylediği
mersiyelerden müteşekkildir. Bu hususta Muallim Feyzi merhum:

"Bir gün Kazım Paşa ile görüşüyordum, Hazret-i Hüseyin hakkında bir
mersiye söylediğimi hikaye ettim ve:
Düştü Hüseyn atından sahra-yı Kerbela'ya
Cibril koş haber ver Sultan-ı Enbiyaya

bendini de okudum, çok beğendi, takdir ve tahsin etti. Fakat o hafta bir mersiye
yazarak benim beytimi kendi söylemiş gibi mersiyesine kaydetti. Bu Kazım Paşa
gibi [s. 94] bir büyük şaire yakışır mı?"

diye şikayet ederdi. Kazım Paşa'nın bir de divançe-i eş'an vardır.

Mündericatının kısm-ı küllisi münacatlar ve naatlardan ibarettir. Ehl-i


Beyte intisap ve muhabbetle şöhret bulmuştur. Bundan maada keskin hicviycleri
de vardır.

l 293'te [ 1 876] açılan Meclis-i Mebusan dağıldıktan sonra Midhat Paşa,


Avrupa'ya gitmişti. Bu vaka üzerine Kazım Paşa zamanın eHbirine yaranmak
kastıyla Midhat Paşa aleyhinde birçok ta'n ve teşnide bulunmuş, çirkin ve bi­
edebane hicviyeler yazmıştı. Bunlardan birinde:
"Midhat'ı tard etti mülkünden emirü'l-mü'minin.
Nitekim şeytanı cennetten çıkardı Kirdigar! .. "

diyordu. O zaman Avrupa'da Paris Sefareti Başkitabeti'nde bulunan Abdülhak


Hamid'e yazmışlar ve hicviyeyi göndereceklerini bildirmişlerdi. Hamid vakaya o
kadar müteessir olmuştu ki yazdığı cevapta:

"Kazım-ı bi-hayanın hicviyesini değil, methiyesini bile müstekreh


göreceğimden bu mektubu aldığınız tarihe kadar göndermedinizse şimdiden
sonra göndermemenizi ihtar ve maa-ziyadetin sizin de öyle rezfill asar
mütalaasına tenezzül etmemenizi tavsiye ederim." demişti.
'TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 89

Gerek içtimaiyat, gerek edebiyat sahasında bir inkılap vücuda getirmeye


çalışanlarca Kazım Paşa menfur olmuştu . . . Edebiyat-ı kadime taraftarlarının ise
hem ser-efrazı hem ser-tacı idi.

Salik oldukları mekteb-i şi'r ve edebin -ıslah ve tecdit edilmek şartıyla da


olsa- devamına şiddetle çalışanlardan biri olan Muallim Naci, Kazım Paşa'nın
vefatına:
"Göçtü ya Hay diye Hassan gibi Kazım Paşa"

mısra-ı mücevherini tarih söylemi�ti.

Kazım Paşa, 1 307 [1 890] tarihinde İstanbul'da ölmüş ve Üsküdar'da


Hüdai Dergahı haziresine defnedilmiştir.

[s. 95] Lisanı ve Sanatı


Kazım Paşa on dokuzuncu asırda Şark zihniyeti ile şiir yazan edebiyat-ı
atika taraftarlarının en ileri gelenlerindendir. Kendi refiklerinden olan Hersekli
Arif Hikmet ve Leskofçalı Galib gibi kendisinin de gerek Ziya Paşa, gerek Namık
Kemal üzerinde müsellem tesirleri vardır.

Lisanı açık, selis, kuvvetli ve metindir.

Bir naatından alınan şu parça:

"Çeşmin ki zı1r-ı meyle n'idem hı1n-çekan olur


Manend-i cür'a cevher-i can rayegan olur

Gamzen ki tig-ı kine çeker katliam için


Tır-i kazaya semt-i selamet nihan olur

Aguş-ı ebruvana tir-i müjen batar


Bfilin-i mevt-i aleme hatır-nişan olur

Bürhan-ı haşn kaim eder serv-i kametin


Damen-bedest-i naz olarak kim revan olur

Yok kurtuluş elinden o gisı1-yı pür-hamın


Cibril olursa :lşıkı hali yaman olur

Hattın egerçi ser-sipeh-i fitnedir veli


Darat-ı hüsnüne sebeb-i kesr-i şan olur

Ebrı1lann ki saye salar püşt-i la'line


Uşşak-ı zara hatt-ı berat-ı eman olur
90 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ben n'eyleyim emanı bana her tegafülün


Arayiş-i muhabbet Ü aram-ı can olur

Dürdi-keş-i piyfile-yi aşkım itab u naz


Gamzenle bana vasıta-i dil-sitan olur

Olmak şehid-i şivesi ol tig-i gamzenin


[s. 96] Bin nimet-i hayat değer armağan olur

Başlarsa güft ü glıya o çeşm-i kirişme-saz


Her bir nigahı akla medar-ı ziyan olur

Gam çekmezem bela-yı nigehden bela bu kim


Baht u felekte bana rekabet-resan olur

Ne hiisn-i iltifat ii müdara eser kılar


Ne muttasıl tahammüle tab u tüvan olur

Baht eylese iane döner aksine felek


Kılsa felek müsaade bahtım yaman olur

Elbette bir hasudu ederler bela bana


Kim her kelamı canıma dağ-ı nihan olur

Vaz'-ı sakil-i kuh-ı giran-canı andmr


Vech-i abusu bum-ı ecel aşiyan olur

Takib edip biribirin emvac-ı bahr-i gam


Sabr eyledikçe yar belası giran olur

Tig-i zebana n'ola edersem müracaat


Mehdi zuhur edince cihan pür-eman olur

Yok aczi dar u gire siper eyle tab'ımın


Hamem o kuy-ı mefsedete savlecan olur

Nevk-i kalemle hıfz ederim tab'-ı şuhumu


Kenz-i define mar-ı siyeh pas-ban olur.

Ol şuh-tab'-ı rind-i cihanım ki meşrebim


Revnak-tıraz-ı cam-ı mey-i erguvan olur.

Ol şair-i hadid-lisanım ki himmetim


Hayret-feza-yı makderet-i hüsrevan olur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 91

İsi-beyan u Hızr-nişamm ki her nedem


Bak.ure-i sühan bana ratbü'l-lisan olur.

[s. 97] Fikrim cemfil-i şahid-i ma'naya an verir.


Nutkum vücud-ı nükte vü mazmuna can olur

Hassan-ı Rum u Ka'b-ı zamanım ki nazmımın


Bang-i nufıtu filem-i kudse ezan olur.

Sıytım hasudu suret-i bi-cana döndürür,


Zikrim muhibbe maye-i rfıh-ı revan olur.

Kerrar-ı tab'ım eylese meyl-i keman u tir


Mağllıb-ı desti bin müje vü ebruvan olur.

Müjgan ü ebruvana dahi çekmem ihtiyac,


Hamem hadeng ü kavs-ı benanım keman olur.

Bilmez bu hal ile yine bir kimse kadrimi,


Dünyaya her sözüm ki medar-ı ziyan olur.

İlla o şehriyar-ı melaik-hadem ki Hak


Hulk-ı azim ü ekremine na't-han olur.

Hurşid-i asman-ı risalet ki nurunun


Bin afıtaba zerresi haver-sitan olur.

Şahenşeh-i serir-i nübüwet ki hutbesi


Minber tıraz-ı bar-gehi lamekan olur.

Suıtan-ı Enbiya ki reh-i asitanının


Hak.-i zemini buse-gehi asuman olur. . . "

kudret-i şairanesine kuwetli bir delildir. SuhUlet ve selaset-i ifadesi istidad-ı


fıtrisini gösterir. Dar bir daire içinde dolaşmak mecburiyetinde kalmasa güzel
eserler meydana getireceğinde şüphe yoktu. Ziya Paşa üzerindeki tesiri de
aşikardır. Esasen Baki lisanına benzer bir lisanı vardır. Tarikatlara süluku Ehl-i
Beyte olan aşkını, Ehl-i Beyte olan aşkı da şahidi olduğumuz şu kudretli risfü
(eligi,aque) zevkini tanımaya itmiştir:
"Bu küşte-i garib Hüseyn'in değil midir?
Bu nur-ı dil-fırib Hüseyn'in değil midir?

[s. 98] Efzun teninde yare-i hançer sitareden,


Bu server-i hasib Hüseyn'in değil midir?
92 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu hak ü hun içinde yatan ser-büride ten


Serdar-ı pür-şekib Hüseyn'in değil midir?

A'da elinde al-i ıyali esir olan,


Bu seyyid-i nesih Hüseyn'in değil midir?

Tig-i kazaya sinesini eyleyen siper,


Bu daver-i rebib Hüseyn'in değil midir?

icra-yı şer'-i pakin için nakd-i can veren,


Bu saf-der-i nedb Hüseyn'in değil midir?

Mazlumlukla haşre dek ibka-yı nam eden


Bu hüsrev-i lebib Hüseyn'in değil midir?"
Bütün bu manzumelerde görülen suhlılet ve selascte rağmen şiiriyet yok
gibidir. Çünkü samimi heyecan, şiirin lazime-i tabiiyesinden olan galeyan
yoktur. Evvelki naatın, sena-yı peygamberiye ait olan kısmı kaldırılsa tarz-ı
kadim-i kavfild ve levazımına mutabık yazılmış bir kaside girizgahı karşısında
kalınz. o kadar umumidir. Kimin namına ithaf olunursa onun için yazılmış
demektir. Basmakalıp fikirler, basmakalıp istiareler, teşbihlerden ve bitmez
tükenmez kelime oyuncaklanndan ibarettir.
Fikret'in Neri'ye dediği gibi bütün bu feyiz-kar tabiatlar, bütün bu nüma­
kar kuvvetler çorak yerlerde akıp gitmiştir.
İşte on dokuzuncu asır inkılab-ı edebisi meydana geldiği zamanlar bu
edebiyat-ı atika taraftan olan zümre olanca kuvvetleriyle bu yeni ve hayat-bahş
cereyana karşı koymaya çalışmışlardı. Gariptir ki bu cereyanın lüzumuna bütün
samimiyetleriyle kail ve kani olan Ziya Paşa'lar, Namık Kemal'ler bile, şiir
vadisinde bu an'ane te'sir-i müzmininden ruhlarını kurtaramamışlardı. Onlar da
naatlar, münacatlar, kasideler, terci ve terkipler, onlar da şarkılar, kıtalar
yazmışlardı.
[s. 99] Tabii Kazım Paşa'ya bir meslek-i edebi izafe etmek mümkün
değildir. Şu kadar diyebiliriz ki samimi olduğu yerlerde �yri,que bir şairdir. Fakat
bu lirizmi ihlal eden cihetler de samimiyet ve tabiiyetten uzaklaşmasıdır. Hakiki
sanat samimiyet oluşuna nazaran bu şiirlerde hakiki sanat da yok demektir.
Çünkü edebiyat-ı atikacılann sanatlan tasannudan ibarettir.
LESKOFÇALI GALİB

Hayatı
Mustafa Galib Bey 1 244-- 1 245 [1 828/ 1829] sene-i hicriyesinde Leskofça'da
doğmuştur. Hersekli Arif Hikmet Bey merhum 1 244 [ 1 828] tarihinde
doğduğunu, Fatin Te;ddresi de 1 245'te [1 829) dünyaya geldiğini söylüyor. Bu iki
zat da Leskofçalı Galib'in hem muasırı hem müşiliri idiler.
Galib Bey merhum:

"Gül-i mecmua-i eş'arına dünya olur Galib


Hezar-ı bağ-ı aşk Ahmedl'dir Mustafa Galib"
beytiyle kendi isim ve mahlasını meydana koymuştur.
İlk tahsilini iptidai surette Leskofça'da almıştır. Sırbistan'ın muhtariyeti ilan
edildiği sırada sancak merkezi Alacahisar'dan Leskofça kasabasına nakledilmiş,
ayanlık naibi de kaymakamlığa tahvil edilerek Galib Bey'in pederi İsmail Paşa'ya
verilerek rütbesi de mir-i miranlığa terfi edilmişti.
İsmail Paşa'yı çekemeyenler Paşa'nın serazat hareketlerini zulüm ve taaddl
mahiyetinde göstererek merkez-i hükumete yazmışlar. 1261 senesi Rebiülahır
ayının beşinde [ 1 3 Nisan 1 845] Takvim-i Ve�i narmndaki resmi gazetede:
"Leskofça kaymakamı sabık İsmail Paşa'nın uygunsuzluğu ve ahali ve tebaa
hakkında taaddlsi tahkik ve istihbar olunarak, ol babda gönderilen istilam­
nameye cevaben Rumeli Ordu-yı Hümayı1nu Müşiri atufetlü Reşid Paşa
Hazretleri tarafından vürı1d eden tahrirat mealine nazaran Paşa-yı
müşarünleyhin oradan def ve teb'idi lazimeden ve icab-ı ma'delet-i seniyyeden
bulunmuş olduğundan kendisinin oradan kaldırılarak emsali misillu familyasıyla
Anadolu tarafına göçürülüp Karahisar-ı Sahib'de iskan ve ikame ve mahallinde
[s. 1 0 1 ] bulunan emlak ve akarının suret-i tesviyesi diğerleri misillu kapı
kethüdfilanndan Muhtar Bey'e havale olunması Meclis-i Vala'da tensip ve tasvip
birle keyfiyet hak-pay-ı hümayun-ı hazret-i şahaneden lede-1-istizan ol babda
müteallik buyrulan irade-i seniye-i mülukane mucibince Paşa-yı muma-ileyhin
mahall-i mezkurda iskan olunması babında iktiza eden emr-i ali ısdar ve müşir-i
müşarün-ileyh hazretlerine tisyar olunmuştur."
diye neşredilen karar-ı hükumet ile İsmail Paşa, Karahisar-ı Sahib'e nefy
edilmiştir.
94 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

O zamanlar Mustafa Galib on aln, on yedi yaşlarında bir genç idi ve bütün
zamanını da ecdadından irsen intikal eden yiğitliğe hasretmişti. Ata binmek, cirit
oynamak, silah kullanmak, ava gitmek gibi riyazetlere ve idmanlara büyük
ehemmiyet veriyordu."
Bununla beraber tabiat-ı şairanesini de göstermekten hali kalmıyordu. Şiire
pek genç iken başlamıştı. Fakat babası kendi şairliğinden haberdar değildi.
İsmail Paşa, babası Şehsuvar Paşa ile hükümete büyük yararlıklar
göstererek Sırbistan'da Alacahisar sancağı ayanlığına nail ve Niş sancağıyla
Ürgüp ve Leskofça kasabalarında vasi mfilikanelere mazhar olan ceddi Hasan
Paşa'dan kalan yerleri yüz üstü terk ederek Karahisar-ı Sahib'e gelen İsmail Paşa
orada iki sene menfi olarak kalmıştı. 1 263'te [ 1 846] affedilerek ailesiyle beraber
İstanbul'a getirtilmişti. Galib Bey, biraderi Dilaver Bey ve valideleri Tuti Hanım
da beraberlerinde idi.
İsmail Paşa 1 266 [ 1 849/ 1 850] senesinde Yeniil kaymakamlığına tayin
edildiği sırada oğlu Mustafa Galib de Sadaret Mektubi Kalemi'ne dahil olarak
İstanbul'da kalmıştı. O zaman yirmi bir, yirmi iki yaşlarında bir gençti.
Kendi kudret ve dirayetini İstanbul'da az zaman içinde akranına da,
amirlerine de tanıtmış ve takdir ettirmişti. Galib Bey o tarihten itibaren
pederinden ayrılmış bulunuyordu. 1 272 [ 1 855/ 1 856] tarihinde babası Hakkari
ve Van valiliklerine tayin olunduğu müddete kadar ayn ayn vazifelerde
bulunmuşlardı. İsmail Paşa, Kayseri, Maraş, Çıldır kaymakamlıklarında
bulunduktan sonra 1 2 7 1 [1 854/ 1 855] tarihinde vezaretle [s. 1 02] Kars
muhafızlığına nasbedilmişti. O zaman Sadaret Mektubi Kalemi Hulefalığında
bulunan diğer oğlu Hafız Şehsuvar Ragıp Bey kapı kethüdalığına tayin edilmişti.
Mustafa Galib Bey de 1 268 f i 85 1 / 1 852] tarihinde, esbak sadrazam Giritli
Mustafa Naili Paşa'nın oğlu Veliyyüddin Paşa'nın Bosna Valiliği esnasında
Divan Kitabeti'ne nasb edilerek Bosna'ya gitti. Aynı senede Bosna vilayeti
kazalarından Banaluka'ya kaymakam oldu. Bir sene kadar o vazifede kalarak
infısaJ etmiş ve 1 269'da [ 1 853] İstanbul'a dönmüştü. Muharebe ilanı üzerine
Bahriye Ordusu Kitabetiyle Kınm'a gitmiş, 1 272'de [ 1 855/ 1 856] babası İsmail
Paşa'nın Van vilayeti valiliğine tayini üzerine kendisi de Van'a Divan Katibi
olarak izam olunmuştur.
Galib Bey, Van'da çok tefeyyüz etmiştir. Mahalli bir şöhret-i ilmiye
kazanmış olan ulema ve şuara ile münasebette ve muişerette bulunmuş, en ileri
gelen alimlerden Arabi ve Farisi tederrüs ederek Arabi ve Farisi edebiyatını da
tetkik eylemiştir.
Esasen fıtri bir şairlik istidadı olduğundan genç yaşından beri şiir yazıyordu.
Bütün bu yazdıklarını toplamış ve Rah-ı Sdnf unvanıyla bir divan-ı eş'ar vücuda
getirmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 95

Van'da bulunduğu sırada oturdukları ev yanmıştı; o esnada bütün


eşyalarıyla beraber o gençliğinin bir yadigar-ı ilhamı olan divanı da yanıp
gitmişti. Galib Bey o zaman Fuzfili'nin:
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!"
mısramı tahmis ederek:

"Bir zaman görmedi hiç n1y-ı sala didelerim


Geçti eyvah, bütün ah ile şam u seherim
Oldu ateş-gede-i derd ü bela şimdi yerim
Kalmadı ah-ı ciğer-suz ile tenden eserim
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!

[s. 1 03] Başımı aştı çıkıp göklere derd ü alam


Edemem kimseye bir vechile halim itham
Gözüme oldu benim iki cihan şimdi haram
Komadın ah felek rind gönülde aram
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!"

Ciğerim, can u dilim, cism-i nizanın yandı;


Yüreğim, eşk-i terim, dide-i zannı yandı;
Tutuşup ah-ı şerer-bar ile danın yandı,
Eserim kalmadı hep ateşe vanm yandı.
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!"

Sana üftade olan gönlümü bir dem bulamam


Tir-i çeşmin harem-i sineye mahrem bulamam
Derd Ü mihnet gibi hiç kendime hem-dem bulamam
Ciğerim dağına bir vechile merhem bulamam
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!"

Bana düşmen olanın düşmeni Allah olsun!


Canı yansın duzahiler ile hem-rah olsun
işi alemde bütün nale-i can-kah olsun
Ey gönül hanesinin yıkımı bir ah olsun
"Nice ah eylemeyim ah yanıktır ciğerim!"
diye bir muhammes yazmış ve yanan bütün varıyla beraber eserının de
yandığına ciğerinin de yandığını ilave etmiştir.
O zaman Galib Bey ancak yirmi yedi yaşlarında ateşin bir gençti. l 276
Zilkade'sinde [Mayıs/Haziran l 860] babası Halep'e tayin olunduğu zaman
Galib Bey, İstanbul'a dönerek [s. 1 04] Sadaret Mektubi Kalemi'ne devama
başlamıştı. Aynı senede Dersaadet Emtia Gümrüğü Tahrirat Başkitabeti'ne tayin
edilmişti. Gümrüğe gittiği zaman Namık Kemal ile Halet Bey'i de beraberinde
götürmüştü. O zaman gümrük emini Kani Paşa idi. Kani Paşa fevkalade doğru
96 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ve fevkalade de hiddetli bir adamdı. Galib Bey de sabahtan akşama kadar bed­
mest idi. Böyle olmakla beraber Paşa kendisini ve iktidarını fevkalade takdir
ederdi. Hatta bir mükafata mahsus olmak üzere memuriyetinin ismini Gümrük
Tahrirat Müdürlüğüne tahvil ettirerek irade-i seniye ile Galib Bey'e verdirmişti.
Mühim bir şey yazdıracağı zaman Galib Bey'i çağım, "Galib Bey rica ederim,
bugün i çme, şu işi yaz!" der imiş. O zaman Galib Bey, Namık Kemal'i muavin
yapmıştı. Namık Kemal, Sofya'dan geleli ancak iki sene olmuştu. Daha da on
dokuz yaşlarında bir gençti. Galib Bey, Kemal'in iktidar ve istidadını görmüş ve
sahabetine almıştı ve teşkil ettiği Encümen-i Şuara'nın ser-amedi kendisi idi.
Bütün genç ve yaşlı şairler Lcskofçalı Galib Bey'i üstad addederlerdi.
Kani Paşa bir gün Galib Bey'e rüsumatın idare-i umumiyesine dair talimat
şeklinde bir tahrirat tarif etmiş. Galib Bey bunu yazmak için bir hafta mühlet
i stemiş , muavenet için de kendisine Kemal Bey'le Selanikli Faik Paşa terfik
edilmiş. H ep beraber mezunen Galib Bey'in evine gitmişler. Musahabat-ı
edebiye ve ayş u işretle bütün haftayı geçirmişler. Tamam kapı vaktine iki saat
kalarak Galib kalemi almış, yirmi kağıt doldurmuş, müsveddeyi Kani Paşa'ya
götürmüş. Paşa ertesi sabah Galib Bey'i davetle "Böyle mühim bir talimat bir
haftada yazılır mı?!" diye taaccüp ve teşekkür etmiş.

Sür'at-i kalemiyesi o kadar meşhur idi ki, bütün dostlarınca darb-ı mesel
hükmüne girmiştir. Bu süratten yazısı da okunamayacak derecelerde karışık ve
fe na olurmuş. Maiyetindeki katipler şi kayetle rini kendisine de duyururlarmış.
Kendisi de hak verir " Lakin ne yapayım kalemimi tutamıyorum!" dermiş.

[s. 1 05] "Kalıp Ncfi-i mu'ciz-gı'.'ıdan evreng-i sühan mahlUI


Sühan-sencan-ı Rum olmuştu her bir asrda talih
Edince şimdi da'va tab'ım ol cah-ı muallayı
Dedi hükkam-ı divan-ı kaza "el-hükmü li'I-Giilib

kıtasıyla meydan okuyan Galib'i, o zamanın Şark zihniyetiyle yazı yazan en


muktedir gençleri Hersekli Arif Hikmet, Namık Kemal, Halet ve arkadaşları
umumiyetle reis olarak kabul etmişlerdi.
Ebüzziya Tevfik merhum:
". . . Leskofçalı İsmail Paşazade Galib Bey merhumu tanımış ve hal ve
tavrına ve vecahet-i simasıyla talakat-i harikuladesine ve hususan Hersekli gibi,
Kemal ve Kazım Beyler gibi etvar-ı laubaliyane ve güftar-ı bi-bakaneleriyle
meşh ur olanların, onun huzurunda şakk-ı şefe etmeksizin mebhutane onu
dinlediklerine hayrette kalmıştım. Pos bıyıklı, kumral ve gür sakallı, hadekaları
şiddet-i nazar infaz eden çeşmanındaki ulviyyet-i mehibe ile beraber gayet
mültefit olan bu zat bazen evzayla öyle bir halet-i şekime izhar ediyordu ki, insan
o azametin karşısında bayağı lerze-nak-ı hiras oluyordu. Piş-i nazarda güya ki
Nefi canlanmış da Siham-ı Ka�a'sından da bir beyit okuyormuş gibi bir halet-i
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 97

haşyet tecelli ediyordu. Galib Bey'in vechen Midhat Paşa merhuma garip bir
şebaheti vardı."
der.
Arif Hikmet merhum da:
"Muasırin-i şuaramızdan Leskofçalı İsmail Paşazade müteveffa Galib
Beyefendi ki gerek ben, gerek Kemal Bey kendisinden telemmüz ederek nev­
heveslik zamanlarımızda her ikimizin de üstadı idi."
der ve:
"Müstefid-i feyziyim Hikmet, cenab-ı Galib'in
Nazm-ı paki vird-i canımdır hayfil-i kalb ile

Mürşid-i kül, mülhim-i envar-ı ma'nadır k'olur


Cami'-i Seb'u'l-mesani iştimal-i kalb ile"
diye sitayişte bulunmuştur.
Namık Kemal merhum da müteaddit yerlerde Leskofçalı Galib'in medh ü
senasında [s. 1 06] bulunmuş, hatta Ziya Paşa merhuma karşı yazdığı Tahrib-i
Hardbdt'ta Galib'i ıtra yollu birçok mütalaalar serd etmiş Galib'e kafi derecede
ihtiram göstermediği için Ziya Paşa'ya tariz etmiştir. Bir kıtasında da Galib'in
"el-Hükmü li'l-Galib" iddiasını tasdiken:

"Hırka-pı'.'ışum şimdi hikmet-hane-i endişede


Mürşid-i a!i-cenabım Gfilib-i agahtır

Reşk eder divan-ı Şevket nüsha-i asarına


Hükmü Galib kendi mülk-i nazma şahenşahdır"
demiştir.
Galib'in riyaset ettiği bu Encümen-i Şuara Nefi, Nfüli-i Kadim ve Fehim
yolunu ihtiyar etmişti. Galib şakirtlerine hemen her vesile ile Nfüli-i Kadim'i
tavsiye edermiş. Bu hususta Arif Hikmet merhum:
" . . . Üstad-ı müşarün-ileyh cevdet-i kariha, cevdet-i mahfüzat ile hasıl
olabileceğinden ve Naili ciyadet-i lafz ve mana itibariyle pek mümtaz bir sühan­
ver olduğundan onun mesleğine taklidi tavsiye buyururlardı."
diyor.
Galib kendisi de birçok gazellerini Nfüli-i Kadim ve Fehim-i Kadim'i
tanziren yazmıştır. Bu encümenin en müthiş seyyiesi içkiyi fevkalade ifrata
vardırmış olması idi. Nitekim birçokları bu seyyienin kurbanı olmuşlardır. Başta
Leskofçalı Galib kendisi, sonra da Namık Kemal gibi cidden kıymettar edip ve
şairler bu illetin kurbanı olmuş, genç yaşlarında ölüp gitmişlerdir. Arif Hikmet de
98 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

son devre-i hayatında o müthiş illetin seyyiesini müthiş illete bir mübtela olmak
suretiyle çekmiştir.
Mustafa Galib Bey 1 278'de [ 1 86 1] Trablusgarp Eyaleti Gümrük Emane­
tine tayin edilmişti. Orada vali bulunan Mahmud Nedim Paşa ile geçineme­
diğinden birkaç sene sonra istifa edip dönmüştür.
1 28 1 [1 864] tarihinde Midhat Paşa, Tuna valisi olduğu zaman Galib Bey'i
Meclis-i İdare-i Vilayet Başkatibi olarak götürmüş, aynı zamanda Tuna Gazetesi
muharrirliğini de uhdesine vermişti.
[s. 1 07] Galib Bey bulunduğu yerlerde tesadüf ettiği gençleri himaye ve şiir
ve edebe sevk ve teşvik etmekten hali kalmaz bir üstad idi. Tuna'da iken Ahmet
Midhat merhumu bulmuş, onu teşvik etmeye başlamıştı. Ahmet Midhat
merhum Muallim Naci'ye yazdığı bir mektupta:
"Gençliğimde ben de şiirle iştigal ettim. Tuna Vilayeti Mektı'.ıbi Kale­
mi'nde iken mektı'.ıbimiz, mümeyyizimiz ve ba-husus erkan-ı Mesiidi'nin ser­
amedi olan Galib Bey merhum gibi behre-i edebiye ile mümtaz olan
büyüklerimiz, bize birtakım nüsha-i edebiye vererek tanzirlerini emrederler ve
nazım ve nesirde terakkimize bir gayret-i hayr-hahane ile himmet buyururlardı."
diyor.
Halep bir vilayet olarak teşkil edilmekte iken Cevdet Paşa valiliğe tayin
olunduğu sıra Babıali Tuna vilayeti muktedir memurlarından, mektupçuluk ve
muhasebecilik için iki zat istemişti. Galib Bey iktidarıyla pek büyük bir şöhret
kazanmış olduğundan 1 282 Ramazan'ında [Ocak/Şubat 1 866] mektupçuluğa
tayin edilmiş ve Mütemayiz rütbesiyle de taltif olunarak 1 6 Şevvalde [4 Mart
1 866] Cevdet Paşa ile beraber Halep'e gitmişti. Fakat giderken şiir ve edebiyatta
yetiştirdiği gençlerden Halet Bey'i de yanına muavin olarak almıştı. Bu zat
mektupçuluğa göz dikmiş, haris ve ahlakı da zayıf bir genç olduğundan Galib
Bey'le Cevdet Paşa'nın arasını açmakta gecikmemişti. Galib Bey beş altı ay sonra
istifa ederek İstanbul'a dönmüş, yerine de 1 8 Cumadelula l 283'te [28 Eylül
1 866] Halet Bey tayin edilmişti.
Galib bundan sonra Girit'e gitmişti. Sebeb-i seyahati pek malum değilse de
vaktiyle Divan Kitabetinde bulunduğu Veliyüddin Paşa'nın tavsiyesi üzerine
müşarünileyhin pederi Mustafa Naili Paşa'nın l 283'te [ 1 866/ 1867] Girit'e
giderken kendisini hizmet-i kitabetle götürmüş olması muhtemeldir. Naili Paşa
aynı sene zarfında İstanbul'a dönmüştü. Galib Bey de beraber gelmiş, başka bir
memuriyete girmemişti. Henüz genç denecek bir sinde otuz dokuz yaşında iken
1 4 Şaban 1 284'te [ 1 1 Aralık 1 867] vefat etmiştir. Hersekli Arif Hikmet Bey,
Topkapı Kabristam'na defnedildiğini söyler. Kendisinden sonra vefat eden
babasının kabri yanında medfun imiş. Vefatının sebeb-i hakikisi sarhoşluktur.
[s. 108] Ziya Paşa merhum, Galib Bey'in sarhoşluğundan şikayet ederken
"Kilerci işret tepsisini eline alıp hareket eder etmez sarhoş olurdu." dermiş.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 99

"Mest-i sahba-yı elestim izzet ü zillet nedir


Bir gelir dehrin ser-a-pa kfıh u hanı-Unu bana"
diyecek derecelerde rind-i laubali olan Galib kendisini ayş u işrete kaptırmış
gitmiştir. Nihayet kendi de işretin elemlerini sezmiş ve:
"Mey Ü mahbfıb ile gel zevk ü sa.ladan geçelim
Bu salalar bizi bin derde giriftar etti."
demek mecburiyetinde kalmıştır.
Babası İsmail Paşa 1 284'te [1867] Üsküp'te vali imiş. O zaman bazı ıslahat
için Prizren'e gönderilen Afif Bey'le Seyfeddin Efendi'nin hizmet-i kitabetinde
bulunan Mucib Bey'e büyük bir teveccüh göstermiş ve akşam sabah konağına
davet edermiş. Bir gün ağlayarak:
"Oğlum Galib'in vefatını haber aldım, mükedder oldum. Biçare, işret
yüzünden mahvoldu. Ben bilmezdim, meğer şair imiş. Şair olduğu halde yine
benden para çekerdi. Bana divanını verdiler, ben de sana vereyim, sahibi gibi
zayi olmasın, bir aralık bastırırsın!"
demiş.
İşte bu DWan, Asar-ı Müfide Kütüphanesi komisyonu delaletiyle tab' ettiril­
miştir. Bu divan Leskofçalı Galib'in RUh-ı Sdnf unvanını verdiği ilk divanının
ihtirakından sonra yazdığı on senelik asarından ibarettir. Divanı müteaddit defa
tab'edilmek istenilmiş ise de muvaffak olunamamıştır. Hatta bir teşebbüs esnasında
merhum Recaizade Mahmud Ekrem Bey manzum bir takriz yazmıştı. Divan bas­
tırılamamış, Ekrem Bey'in takrizi de 1 298'de [ 1 88 1] tab'edilen Birinci Zemzeme'de
intişar etmiştir:
[s. 1 09] "Bir Takriz
Kaza ma'dum edince "Galib"-i rindane etvarı
Soran almazdı bir doğru haber Dfodn-ı Gfilib'den.

Meziyyatın bilenler şair-i mağfurun amma kim


Yine hiç etmedi sarf-ı nazar Dfodn-ı Galib'den.

Makadir-dan-ı inan ba'zı ihvan-ı vefa-perver


Bulup cem' eyledi hayli eser Dfvdn-ı Galib' den.

Zehabımca sezadır bahtiyar addeylese kendin


Tedarik eyleyen bu muhtasar Dfodn-ı Gfilib'den.

Te'emmül eyleyen her bir kelam-ı neş'e-bahşasın


Me'al-i hikmet istinbat eder Dfvdn-ı Galib'den.

Aceb mi lafz-ı şirin, ma'ni-i nuşin ile olsa


Iyan amiziş-i şir ü şeker Dfvdn-ı Galib' den.
1 00 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sevad-ı hatt-ı lafz u nur ma'nasıyla layıktır


Iyan olsa füylızat-ı seher Dfvan-ı Galib'den!

Dür ü gevher demekse fi'l-mesel alemde rengin söz


Saçılsın her yana dürr ü güher Dfvan-ı Galib'den.

Gel insaf eyle hasid işte eş'ar-ı selef tekmil


İçinde var mı bir makbul eser Dfvan-ı Galib' den?

Bilirler kadrini kıymet-şinasan-ı edeb Ekrem


Sana bahseylemek artık yeter Dfvan-ı Galib'den!

ls. 1 1 0] Lisan ve Efkirı


On dokuzunca asrın iptidalarında büyük bir kudret, feyyaz bir kuvvetle
canlanan edebiyat yine Şark zihniyetinde birçok büyükler yetiştirmişti. Hakim
zihniyet yine skolastik, yine klasisizm, yine mistisizm idi (tasavvuD . .Mahdut bir
dairenin haricine çıkamayan feyyaz dehalar, olanca kudret ve kabiliyetlerini
akim bir sahada bırakıp heba olup gidiyorlardı. Bu şayan-ı takdir ve hayret olan
kuvvet ve şahsiyetlerden biri de şüphe yok ki Leskofçalı Mustafa Galib'dir.
Pek genç yaşında üstat olan, pek genç yaşında da sönüp giden bu feyizli
dimağ bir yıldız gibi zamanında parıldamış, birçok kimselerin gözlerini
kamaştırmış, nihayet müebbet bir zulmet içinde bir hiç olmuştur.
Mustafa Galib natuk, cerbezeli, vakur, lisanına sahip ve hakim, canlı,
hicranlı ve heyecanlı bir şair idi. Namık Kemal gibi, Hersekli Arif Hikmet Bey
gibi bi-perva ve hak-perest insanlar hep onun verdiği fiili ve hayati dersten
istifade ve istifilza eyleyen gençlerdi.
Galib'in lisanında Neriyane bir satvet ve şiddet görülür. Bununla beraber
teşbih ve istiareleri o kadar da iğrakkarane değildir. Daha makul, daha tabiata
yakındır. Hemen bütün yazılarında tasavvufi bir eda, tasavvufi bir müedda
vardır. Bunda da kendisinin Tarikat-ı Nakşiye'den olmasının büyük tesiri vardır.
Meşayih-i Halidiye'nin büyüklerinden Mevlana Feyzullah Efendi'ye mensup
imiş:

"Mazhar-ı nur-ı Reslılullah olan Nakşileriz


Sırr-ı mir'at-ı Cemalullah olan Nakşilcriz

Pişvamız, pirimiz Sıddik-i A'zam'dır bizim


Fahr-i ins ü can ile hem-rah olan Nakşileriz

Ser-te-ser eşya olur envanmızdan Nakşibend


Asman-ı feyze mihr ü malı olan Nakşileriz
TÜRK EDEBİYA11 TARİHİ !Ol

[s. 1 1 1] Sarf-ı enfas eyleriz daim tari:k-i aşkta


Hanikah-ı dilde vakf-ı ah olan Nakşileriz

Zikrimiz zikr-i hafidir gahi amma cezbede


Ehl-i aşka nale-i can-kah olan Nakşileriz

Hande eyler atlas-ı gerdune çak-i hırkamız


Aıem-i ma'nide sahib-cah olan Nakşileriz

Rabıta-bend-i hulusuz sırr-i Feyzullah'dan


Ruz-ı mahşer mazhar-ı dil-hah olan Nakşlleriz

Cennet-i a'Iada "Galib" Haliclin olsun n'ola


Aşık-ı nur-ı Cemalullah olan Nakşileriz!"
gazeliyle kendi intisabını da, tarikatını da, kanaatini de açıkça söylüyor. Galib
kuvvetli bir mutasavvıftır (rnystique). Bu neşve-i aşk ile söylediği gazelleri çok
kuvvetlidir. Edasında bir gurur, müeddasında bir iman vardır; öyle yerler gelir ki
orada bir cezbeye tutulur (exalte) olur, heyecanı artar, coşar {yrisme'i lisanıyla
heyecanını birleştirir, hem-ahenk kılar:

"Suret-i sırr-ı heyı1la muhtelif eczası bir


Cünbüş-i nlır-ı tecella muhtelif mecrası bir

Aıem-i vahdette yeksandır meal-i küfr Ü din


Zahir-i ahkam-ı esma muhtelif ma'nası bir

Sırr-ı insandır sevad-ı nüsha-i kübrayı gör


Şekl-i elfüzı ser-a-pa muhtelif ma'nası bir

Her tabiat bezm-i vahdetten alır bir gı1ne feyz


Neş'e-i cam-ı musaffa muhtelif sahbası bir

Hikmet-i Hakk'dır zuhlır-ı her dü-alemden murad


Reng-i gı1na-gı1n-ı eşya muhtelif mebnası bir

Her nigehden dehre Galib seyr-i canandır garaz


Ah vaz'-ı can-ı şeyda muhtelif sevdası bir . . . "
gibi ve:
[s. 1 1 2) "Anılsın ol bela ahdi ki mey nuş ettiğim demdir
Gam-ı dünya vü ukbayı feramuş ettiğim demdir.

Anılsın ol zaman-ı şuriş-abad-ı "Ene'l-hak" kim


Dili keyf-i mey-i vahdetle bi-hılş ettiğim demdir.
1 02 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Anılsın ol şeb-i mi'rac-ı vuslat kim sarasından


Leb-i naz Ü niyazı ifil Ü hamfış ettiğim demdir.

Zihi derd-i alayik-sfız mihr-i filem-i vahdet


Ki imkan-ı vücfıbu dfış-ber-dfış ettiğim demdir.

Zihi hengame-i naz u hicib-ı "len-terani" kim


Ser-a-pa gönlümü Mfısa gibi glış ettiğim demdir.

Kanı ol devr-i bezm-i güft ü glı-yı sırr-ı "la-yüs'el"


Ki akl-ı evveli bir sözle medhlış ettiğim demdir.

Zaman-ı girye-i can-suzumu yad eyle ey Galib!


Heva-yı aşk ile tufan gibi cuş ettiğim demdir."
gazeli gibi derin bir vecd (extase) ile dolu ve coşkun olarak teheyyücle sarsıldığı
demler çoktur.

"Ta hak-i derin kıble-i hacat ederiz biz


Arş üzre vanp arz-ı münacat ederiz biz

Ta cevher-i ayine-i esrar-ı bütunuz


Bin suret ile vahdeti isbat ederiz biz

Lezzet-şiken-i kevser olur cam-ı safümız


Ma'mure-i firdevsi harabat ederiz biz

Peykan-ı du' a-yı dil-i endfıh-keşanız


Cibril-sıfat azm-i semavat ederiz biz

B ala-rev-i aşk-ı samediz arş-ı berini


Evvel kadem-i himmete mirkat ederiz biz

[s. l l 3] Mişkat-ı ziya-pılş-ı tecella-yı cemfiliz


Yek berk ile tenvir-i şu 'unat ederiz biz

Gfilib biziz ol şari-i vahy-aver-i ma'na


Kim şi'r ile isar-ı füyfızat ederiz biz"
Galib o rind ve laubali nazar ile fileme yukarıdan aşağıya doğru şöyle bir
baktıktan sonra:
"Şime-i filemde insaf u mürüvvet kalmamış
İnhiraf etmiş tabiat istikamet kalmamış
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 03

Sıiret-i ihsanı nez etmiş heyı'.lladan Huda


Nüsha-i ella.zda ma'na-yı himmet kalmamış

Akl-ı evvel masdar-ı cehl ü inad olmuş meğer


Mebde-i feyyazda feyz-i letafet kalmamış

Eylemiş te'sisü'l-eşkfil-i neşatı çak çarlı


Tarumar olmuş devair şek! ü suret kalmamış

Şıire-zar etmiş cihanı şfile-i nar-ı nilak


Gülşen-i ülfette asar-ı taravet kalmamış

Devlet-i dünyadan i'la eylemiş Hak himmetim


Hamdülillah çarh-ı na-hemvara minnet kalmamış

Bir aceb devrindeyiz Gfilib ki bezm-i filemin


Badesinde rıih yok camında safVet kalmamış."
diye istihfafkarane tehzil ediyor ve bütün zihniyetini şu gazeliyle tespit ve itiraf
ediyor:
"Ne esir-i matlabım, ne kam-ran-ı himmetim
Hamdülillah müsterih-i imtinan-ı himmetim

Evc-i istiğna-yı teslim ü rızadır merkezim


Mihr-i aşkım dağ-ı sıiz-ı asman-ı himmetim

[s. l 1 4] Abd-i mahzım hatırım varestedir endişeden


Fariğu l b al-i muradat-ı cihan-ı himmetim
' -

Ye's ü matlabdan ibaretdir nihayet hikmeti


Hızr-ı irfan vakıf-ı raz-ı nihan-ı himmetim

Dehri kıldım devr edip kam-ı dü-filemden güzar


Pir-i dergah-ı nza Kehfü l-eman ı himmetim
' -

Tuttu tıifün-ı gına-yı mülk-tab'ım filemi


Hamdülillah safha-şıi-yı dasitan-ı himmetim

Galib etmem gönlümü azürde-i ye's ü murad


Rind-i aşkım afet-i nam u nişan-ı himmetim."
Leskofçalı Galib bütün istidat ve feyz-i tabiatına rağmen yazılarının kısm-ı
küllisini nazire suretiyle vücuda getirmiştir ve kendisine müritlik, şakirdlik eden
gençleri de nazireciliğe sevketmiştir. Bu kudretiyle ibdaya meyletse hiç olmazsa
takip ettiği saha ve zihniyette yüksek ve asıl (origi,na� bedialar meydana
1 04 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

getireceğinde şüphe yoktu. Hususiyle Avrupa'dan intikal eden teceddüt


cereyanına yetişememesi, pek erken ölüp gitmiş olması fıtratından me'mul olan
şaheserlerden edebiyatımızı mahrum etmiştir:

"Ser-te-ser dağ dağdır gönlüm


Bü'l-aceb bağ u rağdır gönlüm

Mah u hurşidi kem-şua eyler


Ateşin bir çerağdır gönlüm

Rfıh-ı kudsiye eylemez minnet


Hızr-ı inan sürağdır gönlüm

Şa.h-ı sevda el üzre tutsa reva


Bezm-i aşka ayağdır gönlüm

Galib etmez bu hak-darıda karar


Nesr-i evc-i ferağdır gönlüm"
[s. 1 1 5] gibi kıvrak ve seyyal şiirler Galib'de istidadını hakkıyla terbiye
edememiş. İcat ve ibda kabiliyetini tenmiyeye muvaffak olamamış bir sanatkar
ruhu var. Onda yaratmak kuwetinden ziyade taklit ve tanzir kabiliyeti var.
Gözünün önündeki en sanatkarane yapılmış levhaları asılları kadar güzel, bazen
de asıllarından parlak taklit ettikleri halde kuwe-i hayiliyelerinden hiçbir şey
yaratamayan ressamlara benziyor. Fikr-i ibdadan (espri! d'invent:ions) mahrum bir
artist halet-i rfıhiyesi gösteriyor. En güzel yazıları Naili-i Kadim ile Fehim-i
Kadim'e yazdığı nazirelerdir. Gerçi kendi karihasından yazdığı gazeller de yok
değil. Fakat tanzir ettikleri, iktidarına da, istidadına da nakise verecek kadar çok!
Eski edebiyatın en fena usullerinden, sanatta şahsiyeti ve dehayı öldüren
itiyatlanndan biri ve belki birincisi bu nazirecilik olmuştu. Bütün gençler üstad
telakki ettikleri bir muktedayı takip ve taklitten ayrılmazlar. Onun eserlerini
birer enmfızec-i kemal (Jype de perfecrion) addederlerdi ki bu da classique edebiyatın
bir nevi istibdadı, bir nevi tahakkümü idi.

"Ya Rab beni azade-i derd i.i keder etme


Her mfıyunu can u dile bir nişter etme

Bir başka tecelli ile kıl gönlümü hoş-hal


Maksudumu mevklıt-ı kaza vü kader etme

Üftade isen şule-yi didarına ey dil


Pervane-sıfat kendini mahv et hazer etme
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 05

Şeh-baz-ı dilin hem-reviş-i ah-ı derun et


Ta arşa çıkar şevk ile muhtac-ı per etme

Manzfır-ı Huda'dır dil-i erbab-ı muhabbet


Ey hace sakın ılşıka sen kec nazar etme

Gfilib gam-ı gayretle dil ü canını mahv et


Ta derd-i dilinden dilini ha-haber etme"

diyen Galib şüphe yok ki heyecanlı, coşkun, rind ve laubali, mutasavvıf ruhlu
yüksek bir şairdir. Ömrü vefa etse ve nazirecilikten de vazgeçse idi elbette
eserleri her vechile şayan-ı takdir olurdu.
İbrahim Hakla
İBRAHİM HAKKI

Hayat-ı Resmiye ve Edebiyesi


Sultan Mahmud'un devre-i saltanatı idi. Memleket dahili gailelere nihayet
vermeye, içtimai bir inkılap vücuda getirmeye çalışıyordu. Henüz Vak'a-i
Hayriye ilan edilmemiş, hazırlıklar yapılıyordu. 1 238 [ 1 822- 1 823] senesi idi.
Misori Muhafızlığı'nda bulunan meşhur İsmail Paşa'nın bir oğlu dünyaya
gelmişti; Paşa oğluna sağlam ve salim bir terbiye verdirmek için oğlunu sfıret-i
husfısiyede okutturuyordu. Memlekette içtimai yeniliklerin husulüne çalışıldığı
halde el'an bir netice elde edilememiş, maarif sahasında teceddüt vücuda
getirmek için daha bir asra kadar beklemek zarureti tabii bulunmuştu.

İsmail Paşa, oğlu İbrahim Hakkı'ya Şark ananesine bağlı bir tahsil ve terbiye
verebilmek için o zaman erkan ve eiizırnımn takip ettiği yolu takip etmekte muztar idi.

Nitekim de öyle oldu . . . İbrahim Hakkı babasının sağlığında Türkçe, Farsça


ve Arapçayı resmi ve hususi vasıtalarla elde etmeye başlamıştı. İyiyi, kötüyü
seçebilecek bir çağa geldiği zamanlarda İbrahim Hakkı o kadar büyük bir zeka
ve kabiliyet göstermişti ki, muallimleri gibi babasının da takdirini kazanmıştı . . .
İnkılap vücuda gelmiş, maarif sahasına da teşmil olunarak meyvelerini
husule getirmeye başlamıştı. Sultan Mecid'in tahta, Büyük Reşid Paşa'nın
sadarete gelmesiyle maarif sahasında geniş bir faaliyet mevcudiyetini göstermeye
başlamıştı.
1 258 [ 1 842- 1 843] senesinde İsmail Paşa İstanbul'a dönmüştü; oğlu İbrahim
Hakkı da, [s. 1 1 7] beraber idi. Henüz yirmi yaşlarında bir genç idi. 1 259 [1 843-
1 844] senesinde Evkaf-ı Hümayun Hazinesi muhasebesine devama başlamıştı.
Sekiz sene kadar mezkur memuriyette bulunmuş ve ikdam ve iktidarı, gayret
ve ehliyetle, arkadaşları ve amirlerinin teveccühünü kazanmış, asrın içtimai ve
resmi terbiyesini almıştı. Tabiat-ı şairanesini işletmekten de hali kalmıyordu.
Gazeller, kasideler yazarak bir hayli memduh buluyor, medhediyordu. 1 267
[1850- 1 85 1] tarihinde EvkafHazinesi Mektfıbi Odası'na geçmişti.
Fıtratında şairlik istidadı kendini göstermiş, zamanı şuarasını tanziren
gazeller, kasideler yazmaya başlamıştı.
Şark zihniyetiyle, İran'a takliden yazılan eserlere nazireleri herkesin takdir
ve istihsan nazarlarını celb ediyordu.
Bu tarihlerde müptela olduğu rahatsızlık dolayısıyla şiir ve inşa ile de
meşgul olamaz bir hale gelmişti. 1 285 [ 1 868- 1 869] senesine kadar tamam on
1 10 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sekiz sene bu rahatsızlığın tesiriyle hiçbir eser vücuda getirememişti. 1 285 [ 1 868-
1 869] tarihinden sonra yine yazmaya başlamış, Avrupa'da bu seyahatten sonra
dönerek memlekette kuvvetli bir donanma vücuda getirmek hevesine düşen
Abdülaziz'e ve vükela-yı devlete kasideler tanzim etmişti.
İran şahı Muzafferüddin Şah Kaçar İstanbul'a geldiği zaman:

Rô.nd ez-behr-i sryıihat Husrev-i gfti-sitdn


Dôver-i lran-zemin Dô.rô.-yi gerdun-pô.sbô.n26
matlalı ve tebrik-i kudümü havi kaside-i nılniyeyi inşad ederek şaha takdim
etmişti.
Sadrazam Şirvanizade'ye şair-i meşhur Nef'i'yi tanziren:

"İdüp ey hame reh-i sihr ü beyana aheng


Vasf-ı destur-ı cihan-ban ile kıl filemi deng"
matlalı kasideyi tanzim etmiş ve mazhar-ı iltifat olmuştu. Bilhassa vükela-yı
devletten şair ve fazıl Abdurrahman Sami Paşa ile oğlu Suphi Paşa'ya kasideleri
[s. 1 1 8] ve medhiyeleri ile intisap etmiş, o sayede de Abdülaziz'e yazdığı
ka�ideleri huzura takdime muvaffak olarak terfiye mazhar olmuştur.
Sami Paşa merhuma biri:

"Zihi lutfu ata-yı mahmidet-efza-yı sübhani


Ki memduh-ı güzinim etti bir destılr-ı zi-şanı"
diğeri:
"Vezan oldu yine bad-ı baharfın bağ u bostana
Ser-a-pa döndü gülşen sahn-ı sünbül-zan ndvana"
matlalanyla başlayan iki uzun kaside yazmıştır.
Asir'in fethi üzerine tebriği mutazammın ve Nef'i'yi tanziren uzun bir
kaside-i rfıiye yazarak Sami Paşa'ya takdim etmiş. Sami Paşa da:

"Aferin ey zafer-araste hfilran-ı dilir


Hayder-i devr-i zaman padişeh-i arş-ı serir"
matlalı kasideyi Sultan Aziz'e, bir gün huzurda bulunduğu sırada takdim
etmiştir. Sultanın pek hoşuna gitmiş ve Hakkı Bey'e nakdi atiye ve ihsanlarda
bulunduğu gibi maaşına da bir mislinden fazla zam ettirmiştir.

26 "Dünyayı zapteden Husrev, İran ülkesinin hakimi, felek bekçili Dara, seyahat için (aonı)
sürdü."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 111

Bu suretle de ilti:fat-ı padişahiye nail olan Hakkı Bey, Üsküdar'daki


hanesinde yarı münzevi bir hayat geçirmektedir. Müşarünileyh Nefi'yi taklit
eden son Şark şairlerinin en ziyade muvaffak olanlarındandır. Üsküdarlı Hakkı
Bey namıyla şöhret bulmuştur.
Divançesi 1 292 [ 1 875- 1 876] tarihinde Bursalı Eşref Bey tarafından
Hüdavendigar Vilayeti Matbaası'nda tab'edilerek şairin resmi de ilave edilmiştir.
Zamanının en nam-dar şairlerinden bulunan ve Hakkı Bey gibi Üsküdar'da
[s. 1 1 9] oturan ve o zaman Üsküdar mutasarrıflığı daire mümeyyizlerinden
bulunan Yenişehirli Avni Bey'in:

"Söz kalbüd-i kadr-i beni Adem'e candır


Söz vasıta-i rabıta-i alemiyandır"
matlalı meşhur kaside-i takriziyesi, divanı tab' ettiren EşrefBey'in de:

"Muvaffak oldum Eşreftab'ına hem de dedim tarih


Bu divanıyla Hakkı kişver-i ma'nada sultandır"
tarihini havi takrizi vardır.

[s. 1 20] Şiiri ve Sanatı


Hakkı Bey teceddüt devri erkanından, yani on dokuzuncu asır Osmanlı
şairlerinden olmakla beraber, teceddüt cereyanlarına kat'iyen alakadar
görünmemiştir. Kendi kanaat ve zihniyetince, bütün Şark zihniyetiyle
düşünenlerin kanaati gibi, şiir ancak kudemanın yazdıklarıdır. Muvaffakiyet de
onları tanzir edebilmek, onlara yetişebilmekten ibarettir.
Şu itibar ile Hakkı Bey on dokuzuncu asırda edebiyat-ı kadimeyi temsil eden
kudretli şairlerden biridir. Onda arayacağımız bedii meziyetler, şiiri kıymetler
kendinden evvel gelmiş ve kendisine meşk-i taklid olmuş bulunan şuara-yı
kadimede ve onların ser-efrazlarından biri olan Nefi'de arayabileceğimiz
meziyetler, bulabileceğimiz güzellikler ve kıymetlerden ibarettir. Şurası muhakkak
ki, vadi-yi kadimde en güzel numune vermek iddiasında bulunan devre-i
teceddüd, edebiyat-ı aôka şairleri içinde Hakkı Bey ser-efrazdır.
Bilhassa kaside-gıllukta Nefi'ye hakikaten yaklaşmıştır. Tarz-ı kadimden
ayrılamayan, tarz-ı nevine de giremeyen Naci'ler, Feyzi'ler, Şeyh Vasfi'ler Hakkı
Bey'in yanında pek sönük, pek şaşaasız kalırlar.
Nefi'yi takliden yazdığı kasidelerini Nefi'nin kasideleri ile karşılaştırmak bu
hakikati görmek için kafidir.
İfadesi metin, selis ve mutantandır. Nefi'yi tanziren Sultan Abdülmecid'i
medh için yazdığı şu kasidenin lisanı Nefi'den ne ahenk, ne hayal, ne tasvir, ne
de şaşaa itibariyle aşağı kalır:
1 12 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Geldi ol dem kim Cenab-ı Hfilık-ı can-aferin


İde ceyş-i müslimini mazhar-ı feth-i mübin,

Geldi ol dem kim beray-ı nusret-i İsiamiyan


Fevc-i ervah-ı mücerredle dola rfıy-ı zemin

[s. 1 2 1] Geldi ol demler ki filıeng-i şitab-ı rezm ide


Husrevan-ı milket ma'mıire-i hakka'l-yakin

Vaktidir ola be-izz-i lutf-ı Hallak-ı ezel


Gulgul-i kıis-ı zaferden tas-ı gerdı1n pür-tanin

Habbeza devran-ı sa'd ahter ki göstermektedir


Mü'minine sıiret-i ümniyye-i nusret rehin

Habheza hengam-ı rüsta-hiz eser kim olmada


Müşrikine ahir-i cemiyet-i hızlan-karin

Nice galib olmaya küffara ol şücan kim


Her birinin nuhbe-i efkarıdır i'la-yı din

Nice mansur olmaz ol şah-ı müeyyed kim çeke


Hasm-ı din-i Ahmed'e şemşir-i ateş-tab-ı kin

Ol şehinşah-ı kader kudret [ki] layıkdır eğer


Padişahan etseler dergahı na vaz'-ı cebin

Tac-bahş-ı ser-veran sultan-ı gerdı1n-asitan


Malik-i mülk-i cihan arayiş-i taht u nigin

Şah-baz-ı evc-i himmet pençe tab-ı ser-keşan


Şir-i gerdı1n-ı celadet kahraman-ı ma u tin

Zı1r-ı bazı1-yı kader haklin-ı İskender-siyer


Kuvvet-i enzar zafer sermayc-i re'y-i rezin

Hazret-i Abdülmecid Han-ı mualla-paye kim


Zatıdır kevn ü mekana lutf-ı Rabbü'l-alemin"
İşte maki bir girizgah! .. Fakat Nefi'nin teşbihleri, Nefi'nin iğraları, Nefi'nin
mübalağaları , hasılı Nefi'nin hataları, Nefi'nin dehaları . . .
Bu vadide Şinasi'nin söylediği kasideler acemi bir müteşair sözü kadar kuru
ve sönüktür. Onun da Sultan Mecid'e kasideleri vardır. Onun da Nefi'ye
nazireleri vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 13

[s. 1 22) Nef'i'nin Gürcü Mehmed Paşa'ya yazdığı "Kaside-i Nuniye"nin


girizgahından da bir iki mısra okuyalım:

"Müjde halk-ı aleme kim lutf-ı Rabbü'l-filemin


Kainatı devlet-i sermedle kıldı kam-bin

Müjde hayl-i müstaiddan-ı perişan-ı hale kim


Oldu nadim aksine devr etmede çarh-ı berin

Müjde erbab-ı kemal ü ehl-i mülk ü male kim


Yine ma'mur olmaya meyi eyledi dünya vü din"
Şu parçayı yukarıki girizgah ile beraber okusak aynı kasidenin bir parçası
olmadığını iddia edecek kimse bulunmaz . . . O kadar aynı lisan, aynı ruh, aynı
kuvvet, aynı kanaat, aynı zihniyettedir.
Asir fethi münasebetiyle Sultan Aziz'e verdiği kaside-i rfilyenin girizgahındaki şu:

"Merin ey zafer-araste haklin-ı dilir


Haydar-ı devr-i zaman padişeh-i arş-ı serir

Beyt-i ma'mur-ı Huda feth olalı gelmedi hiç


Dehre zatın gibi bir fütih-i kahhar u kadir

Eyledin barika-i tig-ı şerer-barınla


Mülk-i pehna-yı pür-aşub-ı Asir'i teshir

Eyledin hükmüne sükkanını münkad bütün


Haricinin edüp ayan-ı usatın tedmir

Berk-i kahrın Yemen'e saldı ki bir şur-ı azim


Oldu eflake bütün zelzele-bahş-ı te'sir"
ile, vezir-i a'zam Hüsrev Paşa medhinde Nef'i'nin yazdığı kasidenin girizgahından
alınan şu parçayı da görelim:

"Merin ey alem-efrahte serdar-ı dilir


Saf-der-i kal'a-güşa saf-şiken-i kişver-gir

[s. 1 23) Feth-i Hayber olalı eylememiştir kimse


ZU.r-ı bazu ile bir böyle hisarı teshir

Barekallah zihi devlet-i feth ü nusret


Levhaşallah zihl atıfet-i hayy-ı kadir
1 14 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gulgul-i kı1s-ı zafer tuttu cihanı o kadar


Cünd-i ervah u melek birbirin etti tebşir

Başladı gı1ş idicek sı1re-i Feth'e Cibril


Eyledi Hızr ile İlyas dua vü tekbir . . . "
İşte şu misaller de teyit ediyor ki Hakkı Bey zamanının Nefi'si olmuştur.
Hakkı Bey yalnız kaside yazmakla kalmamış, aynı zamanda Kazım Paşa gibi
mersiye de yazmıştır. Tabii mersiye-gı1lukta Kazım Paşa derecesini bulmuş
değildir. O yalnız terkib-i bend şeklinde Şehid-i Kerbela namına bir mersiye
yazmıştır. Eski şairlerin bilhassa eligi,e yani resfü şiir yazan şairlerin kudret-i
tammesini göstermiş.
Bu cihetle kendisine eligiaque demek için bir salahiyet vermiştir:

"Ey dil yakıp harimine bin dağ-ı pür-gamı


Mecra-yı hı1n-ı eşk ede gör çeşm-i bi-gamı

Ey sine vaktidir ki çekip ah-ı şule-bar


Döndür sabaha leyle-i zulmat-ı matemi

Bcrk-i kazaya menzil ola öyle sine kim


Matem deminde çekmeye pek ateşin demi

Tir-i belaya ola hedef ol gönül k'onun


Mah-ı Muharrem içre olur kan hurremi

Çıksın o göz ki saçmayıp ateşli demleri


Fark ede subh-ı ruşen ile şam-ı azlemi

Demdir bir ah-ı serd ile erbab-ı vecd ü hil


Ser-ta-be-pay döndüre nar-ı cehennemi

Demdir cihanı lücce-i tufan edip gözüm


Emvac-ı huna bastıra çarh-ı m uazzamı

[s. 1 24] Demdir ki ah-ı şule-verim aşikar edip


Mevkuf-ı yek-şerare edem kar-ı ilemi

Yad eyledikçe vakıa-i Kerbela'yı ah


Satur-ı matem ile yaram levh-i sinemi

Şah-ı şehidi yad ile ol rütbe ağlayım


Reşk ettirem dü-çeşmime ta ayn-ı zemzemi
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 15

Afakı yaktı vakıa-i şah-ı Kerbela


Tutsun cihanı nale-i dil-sı'.iz hasreta"
Hakkı Bey'in şu kaside-i risaiyesinde de Bill'nin Kanuni Sultan
Süleyman'ın vefatına yazdığı terkib-i bend-i risaiyenin çeşnisini görmemek
mümkün değildir.

"Döksün sehab kaddin anup katre katre kan


İtsün nihfil-i narunu nahl-i erguvan

Bu acılarla çeşm-i nücı'.im olsun eşk-bar


Afakı tutsun ateş-i dilden çıkan duhan

Kılsun kebı'.id camelerin asman siyah


Giysün libas-ı matem-i şahı bütün cihan

Yaksun derı'.in-ı sine-i üns ü peride dağ


Nar-ı firak şah Süleyman-ı kanıran"
diyen Baki'nin rı'.ih-ı matemini Hakkı Bey'in mersiyesinde de aynı ateş, aynı
heyecanla duyuyoruz. Sade aynı aheng-i ye's ve hicranı ifade için aynı vezni
intihap etmek, şehik-i matemi tasvir edecek tınnette kelimeler kullanmakla
kalmıyor, hatta şekli bile Baki'den alıyor, tesiri en canlı, en heyecanlı ifade için
terkib-i bend'i tercih ediyor. . .
Her kıtaya ilave ettiği bentlerde ruhundan taşıp gelen matem nevhalanna
bir iki ateş veriyor:

"Çıksın sipihre zemzeme-i sı'.iz-ı işıkan


Tutsun zemini velvele-i asmaniyan"
feryadıyla inliyor.
[s. 1 25] Vadi-yi kadimde şiir yazan Hakkı Bey'in bir fazileti de, zaten pek
mahdut bir çerçeveden ibaret olan kadim şiir sahasında bir yenilik göstermek
imkanından ümidi kesince, o sahada en şayan-ı hayret bir mümtaziyet ve
belagatla yükselen kemal ehillerini kendine meşk-i taklid intihap etmiş olmasıdır.
Kasidede Nefi'yi taklit ve tanzir ile büyük bir muvaffakiyet gösterdiği,
mersiyede Baki'ye nazir olabileceğini ispat ettiği gibi, eski rebabi (fyrique)
şiirimizin yegane vadisi olan gazelde de o vadinin en dil-sı'.iz, en işık, en hakiki
kahraman-ı feridi olan Fuzı'.ili'yi mukteda addediyor:

"Tarf-ı rı'.iyında o meh zülfün perişan eylemiş,


Ehl-i aşkın başına dünyayı zindan eylemiş . . .
1 16 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ta Huda evc-i felekte mihri rahşan eylemiş


Didesin envar-ı ruhsannda hayran eylemiş

Aşk-ı zülfünle şafak zann eyleme ahu-yı mihr


Na.fesin çak eyleyip bağrın kızıl kan eylemiş

Kanla doldurmuş sebu-yı kalb-i erbab-ı dili


Ta ki gerdun çeşme-i hurşidi rizan eylemiş

Sanma encümle felek takdir-i Hakk bi-hadd çerağ


Halka-i 3.h-ı şerar-nakimle gerdan eylemiş

İmtinanın n'olsun ey hurşid-i dehre feyz-i aşk


Sen gibi bin mihri bir <lağımda pinhan eylemiş

Eyleyen ruh-ı musavver peyker-i matbuunu


Kalıb-ı fersudemi derd ile bi-can eylemiş . . .

Gamzeni edip kaza cellad u bi-rahm u eman,


Çcşmini garetger-i saman-ı iman eylemiş.

Ey Fuzuli var mı bir Hakkı gibi ateş-zeban


Açtığın vadide ta bu rütbe cevlan eylemiş? .. "
Hakkı Bey bu fahriyesiyle Fuzuli vadisinde de cevelan eylediğini söylüyor.
fs. 1 26] Evet cevdan fakat Fuzlıli gibi 3.şıkane değil. Bu vadi Fuzuli vadisi . . .
Ondaki hüzn-i samimiyi, ondaki hicran-ı aşıkaneyi eda için yanmış, dağlanmış
bir gönül ister. Hakkı Bey'in gazelleri gerek tertip, gerek tanzim itibariyle belki
Fuzuli'nin gazellerine faiktir. Çünkü ifadesi daha pürüzsüz, sözleri daha
düzgündür. Fakat şiiriyeti o mertebeden çok uzaktır. Hakkı Bey'de ne o li rizm
(Jyrisme), ne de o enthousiasme vardır. Hakkı Bey dimağıyla yazıyor, Fuzuli kalbiyle
yazardı.

"Pervane-i şem harem efruz-ı ferağız


Zann etme bizi bülbül-i destan-zen-i bağız

Fevvaremiz olmuştur iki dide-i nevmid


Ser-ta-be-kedem çeşme-i hlın şule-i dağız

Sermest-i kaza cür'a-i hun-ı dilimizden


Meyhane-i takdirde bir köhne ayağız

Pervanemiz olmuştur ezel tair-i kudsi


Fanus-ı melamette yanar özge çerağız
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 117

Bigane-i bezm-i hırediz biz dahi Hakkı


Mecnun ile hem siret ü hem hal ü dimağız"
diyen Hakkı, Fuzuli'den çok uzaklaşır, fakat bu tefekkür ve bu kanaatiyle daha
ziyade Ruhi-i Bağdadi'ye yaklaşır. Hem de şu yukandaki gazeli mahiyet-i
tahassüs, şive-i tefekkür, eda-yı heyecan itibariyle bir gazel olmaktan ziyade
Ruhi'nin terkib-i bendi gibi bir terkib-i bend olabilir; herhalde:

"Biz mest-i mey-i meykede-i alem-i canız


Ser halka-i cem'iyyet-i peymane-keşanız"
diyen Ruhi'de daha fazla lirizm (jyrisme) vardır. Hakkı Bey'in hemen bütün
gazellerinde bir kaside girizgahı çeşnisi görülür. Esasen kendisini bir gazel-sera
[s. 1 27] olmaktan ziyade bir kaside-nüvis olarak kabul ederiz. O itibar ile de
yüksek bir mevkii vardır.

"Rencide olup deşt-i ecel har u hasinden


Geçtim feleğin sünbül-i bağ-ı hevesinden"
kaili olan Hakkı Bey, hayatını pek dar bir çerçeveye geçirmiş, onun haricinde ne
şiir, ne hayal, hatta ne de hayat tanımıştır.
Edhem Pertev Paşa
EDHEM PERTEV PAŞA

Hayatı ve Hususiyeti
Edhem Pertev, MahmCıd-ı Sani zaman-ı saltanatında 1 240 [1 824]
tarihinde Erzurum'da doğmuştur. Babası Söylemez-zade Timur Fenni Efendi
Kiğı beyleri yanında hazinedarlık edermiş. O tarihlerde Kiğı beylerinin tenkilleri
üzerine halen ve mellen birçok zarara uğramış ve ailesini alarak Erzurum'dan
çıkmıştır.
Edhem Pertev yirmi yaşına kadar babasının memuren dolaştığı yerlerde
dolaşmış, Canik, Gümüşhane ve Şarki Karahisar sancaklannda bulunmuştur. Bu
seyahatlerin çocuğun hem uzvi, hem manevi inkişafına büyük tesiri olmuştur. Bir
kere vücutça mukavim, seyr ü sefer, meşak ve mezahime mütehammil bir
kabiliyet kesbetmiş, diğer cihetten de gezdiği yerlerde tesadüf ettiği edipler,
şairler ve alimlerle temas ve musahabette bulunarak ilmi kudretini yükseltmiş,
fikir ve dimağını terbiye ve tenmiye etmiştir. Hakiki bir mürebbi-i hayat olan
seyahat, Edhem Pertev'i de genç yaşında agılşuna almıştır, bu seyahatler
esnasında meclislerinde, muaşeretlerinde bulunduğu füzıllardan feyz alarak
isti'dad-ı edebisi de uyanmıştır.
İçtimai inkılaplann cereyangahı olan İstanbul'dan uzakta geçen hayatı
1 260 [1 844-1 845] senesine kadar imtidat etmiştir. O tarihte babası Fenni Efendi
Trabzon'da vefat etmiş ve bütün bir ailenin gailesi henüz yirmi yaşlarında bir
genç olan Edhem Pertev'in omzuna yüklenmiştir. Fakat o zaman Trabzon'da
vali bulunan Hazinedar-zade Abdullah Paşa memleketin namuslu bir
emektannın ailesini genç bir çocuğunun başına bırakıverecek kadar hissiz,
vazifesiz adamlardan olmadığından Edhem Pertev kendi terbiye ve sıyaneti,
ailesini de muavenet ve himayeci altına almıştır. Bu mürüvvet-dide genç vezir
Abdullah Paşa'nın Divan Kalemi'nde bir taraftan usfil-i idareyi, diğer taraftan
da kitabet-i resmiyeyi tahsil ediyordu. Bu suretle muhakkak bir [s. 1 29] sefaletten
kurtulmuş olan bu ailenin nisbi saadeti ancak iki sene kadar devam edebilmişti.
1 262 [1845-1 846] tarihinde Vezir Abdullah Paşa vefat etmiş, Edhem Pertev yine
kimsesiz, mültecasız kalmıştı. Fakat tfilii bu yirmi yaşındaki genci hain
tesadüflere bırakmamış, Trabzon'a vali olarak gelen Damat Halil Paşa bu genç
divan efendisinin terbiye ve zekasını, malumat ve istidadını keşif ve takdir ederek
vilayet mektupçuluğuna terfi etmiş, kapudanlıkla İstanbul'a döndüğü zaman da
kendi dairesinde kalmak üzere hamise rütbe ve nişanı ile taltif ve Sadclret-i Uzma
Mektupçu Odası'na tayin ettirmiştir.
122 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Edhem Pertev de bu yeni hamisinin her vechile himayetine layık olduğunu


ispattan bir an geri durmamış, olanca kudret ve gayretiyle çalışmış, Halil
Paşa'dan ayrılmamış, onunla beraber, İzmir, Cezayir-i Bahr-ı Sefıd,
Hüdavendigar vilayetlerini dolaşmış, vali paşa da kendisini hakiki bir evlat gibi
sevmiş, talim ve terbiyesine bezl-i himmet etmiştir. Edhem Pertev, hamisi
Damat Halil Paşa'nın himmet ve teşvikiyle Fransızcayı da öğrenmeye muvaffak
olmuştu.
Halil Paşa üçüncü defa kapudanlığa nasbolunarak Hüdavendigar'dan
İstanbul'a avdet ederken, Edhem Pertev Efendi'yi de beraberinde getirmiş ve
Bedin Sefareti'ne tayin edilen Mektepler Nazın Kemal Efendi'nin yanında,
başkatip nasbettirerek, Almanya'ya göndermiştir. Halil Paşa'nın bu yeni lütfuyla
Edhem Pertev Efendi yeni bir saha-i terakkiye girmiş oluyordu. Nitekim üç
seneden ziyade Berlin'de Sefaret Başkatibi bulunmak sayesinde Alman lisanını
da öğrenmiş, kendisi için yeni bir menba-ı istifade temin etmiştir. Ve otuz yaşını
geçmiş iken tabiatındaki iştiyak-ı tekemmül ve ibtila-yı ilm ile yeniden ders
almaya başlamış ve birtakım ilimlerle resim de tahsil etmiştir. O zamana kadar
yüzüne gülen tali' birdenbire vefasızlık göstererek yüz çevirmiş, Edhem Pertev
Efendi için o andan itibaren gittikçe kararan yeni bir devre-i hayat baş
göstermiştir.
Ailesini himaye ve ikdar eden Damat Halil Paşa vefat etmiş, hamisiz,
zahirsiz, kimsesiz kalan ailesi, bu felaketlerin mukaddime-i meş'umesi olan
haberi kendisine [s. 1 30] bildirince onların idarelerini tanzim mecburiyetiyle
mezuniyet alarak İstanbul'a dönmüştü. Fakat bu dönüş muvakkat değil, maalesef
müebbet olmuştu. O daha aile hususatını tesviyeye zaman bulmadan Kemal
Efendi Beriin Sefaretinden kaldırılmış, o miyanda kendi vazifesine de hitam
verilmiştir. Bu ikinci felaket biçare Edhem Pertev'i o kadar hahiş, o kadar
tehalükle sarıldığı tahsilden ebediyen ayırmıştı.
Denebilir ki bu iftirak Edhem Pertev Paşa'nın hayatında maruz kaldığı,
elim iftiraklann en acısı, en yakıcısı olmuştu, bu acıyı ölünceye kadar
unutamamış, Berlin'den bahsedildikçe gözleri yaşarır, içini çeker, teessürlerini
acı acı anlatırmış.
Fıtri istidadı, cewal zekası kendisini otuz yaşlarında iken tahsile
sürükleyecek derecelerde mütekemmil olan bir adamın tahsilden mahrum
kalmasından daha elim ne tasawur edilebilir? Bir taraftan velinimeti olan Damat
Halil Paşa'nın ölümü, diğer taraftan insanlığının mürebbisi bulunan tahsil-i
irfandan ayrılış acısı ciğerine çöken derin bir felaket olmuştur.
Bir müddet yeni memuriyeti olan Babıali Tercüme Odası'na devam etmiş,
bilahare ihdas olunan Pasaport Odası'na müdür tayin edilmiştir. Bu
memuriyette de bir sene kadar kalmıştır. Sonra politika memuriyetiyle Yanya'ya
gönderilmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 123

Bundan sonra hayat-ı me'muriyetinde bütün bütün bir karışıklık peyda


olduğu görülür. Bir müddet kaymakamlık, mutasarrıflık gibi mülkiye
memuriyetlerine gönderilir. Salise rütbesini haiz iken rütbesi ha.mise
zannolunarak iki kere salise rütbesi verilir. Bir müddet de gümrük ve maliye
işlerinde istihdam olunur. Bu tarz-ı hayat bittabi ahval-i ruhiyesi üzerinde de
muhtelif, aynı zamanda da muzır tesirler bırakmıştır. Tab'ındaki metanet,
seciyesindeki kuvvet, ahlakındaki salabet bu gibi avanza pek ehemmiyet
vermesine kuvvetli bir mani teşkil ederse de, hiç de müteessir olmamak tabii
mümkün olmaz. Nihayet Hariciye Mektupçuluğuna tayin edilerek bir müddet
orada kaldıktan sonra rütbe-i bala tevcihiyle makam-ı Ser-askeri Müsteşarlığı'na
terfi olunur.
[s. 1 3 1] Fakat Fuad ve Aıi Paşa'lann birbirini müteakiben vefadan üzerine
bütün bütün karışan idare işleri memlekette karanlık bir hayat vücuda getirir, bu
kargaşalıktan istifade ile çoktan beri elde etmeye çalıştıŞı mevki-i sadarete
Bahriye Nazın olan Mahmud Nedim Paşa gelir. . . Ali ve Fuad Paşa
mensuplarını idare-i hükumetten uzaklaştıran bu deni tabiatlı vezirin şerrine
uğramayan kimse kalmaz, koca bir aile besleyen Edhem Pertev Efendi -anlaşılan
bu yılanın şerrinden nefsini vikaye emeliyle olacak, Mahmud Nedim Paşa'yı
medih yollu:

"Ey asaf-ı cihan, hidiv-i zi-şan


Yegane-i devran, ferid-i zaman
Cenab-ı efhamın bi-reyb ü güman
Bahtı kutluların pişvasıdır."
kıtasıyla biten bir destan yazar ve güya makam-ı taltifte, haiz olduğu rütbe-i
balanın iki derece dununda, Rumeli Beylerbeyliği payesiyle Edhem Pertev
Efendi Edhem Pertev Paşa olarak Kastamonu vilayeti valiliğine tayin edilir. Her
vazifeyi bir namus borcu bilen bu hamiyetkar adam kemal-i sabır ve sükun ile bu
vazifesine atılır ve bir sene geçmeden 1 249 senesi 1 8 Zilka'de'sinde [29 Mart
1 834] ve 49 yaşında bütün faziletkar insanların son mükafatı olan ecele kavuşur.
Itlaku'l-efkdr fi akdi'l-ebkdr unvanlı bir eseri, Av'ave-ndme'si ve Yusuf Kamil Paşa
merhumun talebi üzerine kendi büyük biraderinin mektubuna yazdığı şathiyat­
amiz şerhi meşhurdur.
Edhem Pertev Paşa hayatının unfuvanında maruz kaldığı mahrumiyet-i
inana uğramasaydı lisanımıza edeceği hizmet, kat kat fazla olacağı şüphesiz
olurdu.

[s. 1 32] Lisanı ve Sanatı


Edhem Pertev Paşa'nın lisanı edebiyat-ı ati:ka tesirinden tamamen
kurtulmuş olmamakla beraber tamamiyle da o daire-i fa.side dahilinde
kalmamıştır.
1 24 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sanat itibariyle eski zihniyete bağlıdır. Ziya'ların, Nfunık Kemal'lerin hatta


Şinasi'nin bile kurtulamadığı seci-perdazlık Edhem Pertev Paşa'da da görülür,
fakat bulunduğu zamana nazaran bunu tayip etmek doğru olmaz. Tuttuğu tarik-ı
terakkide devam mümkün olsaydı kendisinden çok yenilikler beklemek de
mümkündü. Yazılarım karii sıkmadan okutacak bir üslub-ı mahsus ile yazan
Edhem Pertev Paşa'yı eskilerle yeniler arasında bir devre-i ittisal teşkil eden
zümre üdebasının yazılarından addetmek zaruridir. Bazı ifadeleri Şinasi, Ziya,
Kemal ifadeleri kadar metin, selis ve vazıhtır:

"Avrupalıların heyet-i ictimaiyelerinde nisvanın haiz oldukları makam-ı naz


ve nüfüz, onlara dair husı1satta efkar-ı ricali tagyir ve hiç olmazsa söz sahiplerine
iltizam-ı sükut ettirecek derecede tesir eylemektedir . . . "

cümlesi edebiyat-ı atika taraftarlarının kullandığı iğlakat ve iğrakattan


münezzehtir. Edhem Pertev Paşa Itlaku'l-ejktir'ını elbette daha açık, daha sade bir
lisan ile yazabilirdi. Devre-i ittisal (transition) erkanından olması lisanının da iki
zihniyetle rabıta temin eden bir şekilde tecellisini intaç etmiştir.

Tab'an şathiyata mail olması bazı yazılarını mizah-gfıyane yazmasını


mucip olmuştur. Büyük kardeşinin mektubuna yazdığı "şerh" tab'ındaki
şathiyatın kuvvetine delildir.

Mizah tarzında ve muhavere şeklinde yazdığı Av'ave'si selaset ve besatet


itibariyle kuvvetli bir eserdir:

"Kıtmir - (Bir ayağını sürüyerek) Vay, vay, vay!..

Hakim - (Bulunduğu glışe-i ferağ u temaşadan bu biçare hayvanı görüp)


Vah, vah!.. Biçare hayvan! (kendi nefsine) Şu hayvanın acz ve meskenetine ve
insanların kudret ve gafletine bak! İlahi! Tertib-i meratib-i ha!ayıkta bais-i tercih
nedir? Öyle ise onun illeti ne idi? Yoksa kainat keyfe-me't-tefak mıdır?

[s. 1 33] Kıtmir - (Kendi nefsine) Vay, vay!.. Şu adem insaniyetten konuşup,
hayvaniyette karar verdi!

Hakim - Ne söylersin?

Kıtmir - Sen ne eylersin?

Hakim - Ben senin suret-i ibtila ve ıstırabına ağlanın!

Kıtmir - Ben de senin netice-i efkarına gülerim; amma yazık ki zaaf ve


inkisann mani oluyor.

Hakim - Sebep?

Kıtmir - Sebep şudur ki: Asar-ı su'-i sani'alarını kah hilkate ve kah tabiata
isnat ile kendilerini pike çıkarmak, ebna-yı cinsimize tabiat-i saniye olmuş, sen
de vazife-i insaniyeti inkar-ı Ha!ıkla çürütmek istersin. Bak ben itlik aleminden
memnunum; hatta tüyüme hata gelse feryat eyleyişim o aleme muhabbet ve
vikayesine mecburiyetimi ispat eder. Cemi'-i mahlukat, mi-fevkinden mahcup
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 25

bulunduklarından insan gibi, rütbe kavgaları yoktur, iştikfunız mecitib-i


hilkatten değildir; ancak surette tekrim-i hilkatle mümtaz ve sirette cehl ü gafletle
idraki bizden az olan adem kıyafetli canavarların dest-i ta'addilerindendir."
muhaveratı ile başlayan parça bugün konuşulan lisana pek yakın, açık bir
Türkçedir. Edebiyat-ı atikada buna muadil olacak selaset ve vazahatta yazılmış
eser yoktur. Şu da Paşa'nın tabii bir tekamüle tebeiyetle husule getirdiği sadeliği
meydana çıkarır.
Vadi-yi şi'rde ihtiyar ettiği dasitan-serfilık da bu sadelik aşkının, bu
tekamüle doğru gidişin parlak bir numunesidir. Herkesin memduhlarına tarz-ı
atikada gazeller, kasideler inşad ettiği bir zamanda Edhem Pertev Paşa vaktin
sadrazamı olan Mahmud Nedim Paşa'yı medh sadedinde hece vezniyle, Türk
ruhuyla destan yazıyordu:

"Bu deli gönlümün coşkunluğu var,


Zannım o yosmanın mübtelasıdır.
[s. 1 34] Yitinniş sabrını bilmem ne arar,
Aşk ilinin eski budalasıdır.

Öyle yosmadır kim hiç yoktur eşi?


Kim görse beğenmez o mahveşi?
Güzellik göğünün parlak güneşi
Muhabbet ufkunun bir ziyasıdır.

Kurulmuş kaşları kaza kemanı,


Titretir kirpiği oku her yanı,
Katında helfildir kamunun kanı;
Bu da hilkatinin muktezasıdır.

Merhameti yoktur dinlemez ahı,


Bin aşık öldürür her bir nigahı,
Ecel dedikleri emr-i İlahi
Gamzesinin kadim aşinasıdır.

Pek yahşidir onun şirin likası


Her sözü, sohbeti, tavr u edası,
Zerre denli amma yoktur vefası,
Dem ursa da kuru iddiasıdır

Devadır kan yutma derdli özüme,


Ciladır ağlamak yaşlı gözüme
Bir nazar eyleyen soluk yüzüme,
Der ki aşıkların bi-riyasıdır.
1 26 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sıdk ile zamanda Sıddık-i Ekber,


Adl ü siyasetle hazret-i Ömer,
Zühd ile hayası Osman'a benzer,
İrfan ile vaktin Murtaza'sıdır.

[s. 1 35] Bağışlar kalemi bizlere kuvvet,


Re'yiyle intizam bulur memleket,
Verilmiş kendine her türlü hikmet;
Edep meclisinin Baykara'sıdır.

Devr-i samisinin halka her günü,


Oldu semahatle sevinç düğünü,
Bermeki denilen İran düşkünü
Bab-ı ihsanının bir gedasıdır.

Ey asaf-ı cihan, hidiv-i zi-şan


yegane-i devran, ferid-i zaman;
Cenab-ı efhamın bi-reyb ü güman
Bahtı kutluların pişvasıdır! .. "
Ruhumuza munis ve samimi gelen bu Türkçe methiye bir taraftan ihlası
(sinceritl;, diğer taraftan coşkunluğu (!Jırisme) ve hassasiyetiyle gözümüzün önünde
parlak ve her vechile taklide layık bir şiir ve sanat enmuzecidi r. Hece vezniyle
destan şekliyle de bedialar yaratılabileceğine canlı bir şahittir.
Şairin bütün tercüme-i hissiyatını, bütün mahrıimiyet-i ömrünü şu:

"Devadır kan yutma derdli özüme,


Ciladır ağlamak yaşlı gözüme,
Bir nazar eyleyen soluk yüzüme
Der ki aşıkların bi-riyasıdır"
kıtası bize bütün belagat ve fecaatiyle okuyor. 49 yaşında heder olup giden
Edhem Pertev Paşa fıtraten bir şair, hassas, elem-aşina, lirik bir şairdir: "Eğer
maksıid eserse mısra-ı berceste kafidir" onun bir mısraı değil, berceste bir şiiri
gözümüzün önünde . . .
Hersekli ArifHikmet
HERSEKLİ ARİF HİKMET

Hususi ve Resmi Hayatı


1 255 senesi Ramazan'ının 1 6'ncı Çarşamba gecesi [23 Kasım 1 839
Cumartesi] Mostar'da doğmuştur. Babası Zülfikar Nafiz Paşa, büyük babası da
Hersek Valisi İstolçalı Ali Paşa'dır. On beş yaşlarına kadar büyük pederinin
yanında kalmıştır. Daha on bir yaşında iken büyük pederi inha ederek kendisine
timarlı süvari miralaylığı tevcih ettirmişti. Şu suretle askerliğe süluk etmiş olan
Arif Hikmet, babasıyla büyük babasının vefatı üzerine ailesiyle Hersek'ten
Bosna'ya gitmiştir.
1 270'te [1853/ 1854] İstanbul'a gelerek tahsile başlamıştır; 1 272 [1 856]
tarihinde Mısır Kapı Kethüdası Muhtar Bey'in delaletiyle miralaylık rütbesi,
rütbe-i haceganiye tahvil edilerek Sadaret Mektubi Kalemi'ne memur edilmiştir.
Yedi sekiz sene kaleme devamdan sonra memuriyetten çekilmiştir. Daha Sadaret
Mektubi Kalemi'nde bulunduğu sıralarda 1277 [1 860/ 1 861] senesi nihayetlerinde
Ziya Paşa, Kazım Paşa, Lebib Efendi, Şeyh Osman Şems Efendi, Namık Kemal
ve Arif Hikmet bir Encümen-i Şuara teşkil etmişlerdi. Encümen, Hikmet Bey'in
Lfileli'de Çukurçeşme'deki evinde toplanırdı. Manastırlı Hoca Naili Efendi, Hfilet
Bey, Recfuzade Ekrem'in büyük biraderi Celfil Bey gibi şiir ve edep müntesipleri
Encümen'e devam ederlerdi. Encümen'in şiirde ihtiyar ve intisap ettiği meslek
Naili-i Kadim vadisi idi. Bilhassa Hikmet Bey bunu her zaman söyler ve bununla
iftihar edermiş, hatta Naili'nin tercüme-i halini yazan Müstecabizade İsmet Bey'e
gönderdiği bir tezkirede:
"Şuara-yı muasırinimizden Leskofçalı İsmail Paşazade mütevefla Galib
Beyefendi ki, gerek ben gerek Kemal Bey kendisinden telemmüz ederek nev­
heveslik zamanımızda her ikimizin de üstadı idi. Üstad-ı müşarünileyh, cevdet-i
kariha, cevdet-i mahfüzat ile hasıl olabileceğinden ve Naili, ciyadet-i lafz u mana
itibariyle pek mümtaz bir sühan-ver [s. 1 37] olduğundan onun mesleğine taklidi
tavsiye buyururlardı. Bu tavsiye benim meşrebime tevafuk eyleyerek tabiatımı
taaşşuk edercesine eser-i güzin-i Naili'ye sevk etmeye çalıştım ve ekser
gazellerine nazireler söyledim."
diyerek bu mesleğini ispat etmiştir. Esasen Encümen içinde de belagatle mümtaz
olması Encümen'in bizzat kendi evinde toplanmasıyla da müsbittir.
Arif Hikmet'in pek yakın dostlarından bulunan ve tercüme-i hfilini yazan
İbnülemin Mahmud Kemal Bey der ki:
1 30 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Arif Hikmet Bey, bezm-i ülfetlerine şeref-yab-ı duhfil olduğum üdeba ve


hükemanın eazımındandır. o edipler, hakimler içinde müşarünileyh ka'bında
camiü'l-fazail bir merd-i kamil görmediğimi itiraf ederim. Hikmet -Tevfik Efendi
merhumun Kefüe-i Şuard'da da söylediği vechile 'necabet-i asliyesini, fazail-i
edebiye ile tezyin eden zadegandandır.'
Necabetin icabat-ı cemilesindendir ki -kemfilat-ı ilmiyesiyle beraber- safVet-i
kalb, mürüvvet-i tab', ulüvv-i cenah, tevazu'-ı hakiki, hamiyet-i ciddiye,
istikamet-i vicdaniye gibi birçok fazail-i ahliliyenin de misfil-i müşahhası idi.
Bu zat-ı muhterem, mebadi'-i neş'etinden beri pek çok eazımla hem-bezm
olmuş, her işittiğini zaptetmiş, haiz olduğu nüfü.z-ı nazarla hakayık-ı kevniye ve
şü'unat-ı dehriyeyi tetkik eylemiş, birçok seyahat etmiş, her mesleğe girmiş, her
vadiye sapmış, meyhanelerde oturmuş, camilerde, tekkelerde yatmış, bir zaman
aşık-ı nale-kar olmuş. Gül yüzlü dilberlerle dem-güzar olmuş, bülbül gibi feryat
etmiş, feryadından istimdad etmiş.
Sırr-ı hubb-ı ezelf der heme eşya sarf
Ver-ne ber gul ne;:.edf bülbül-i bfdilferydrJ27
beyt-i latifinin gösterdiği hubb-ı ezelinin, aşk-ı hakikinin ne olduğunu anlamaya
çalışmış, erbab-ı seyr ü süluk ile düşmüş kalkmış, birçok esrara vakıf olmuş,
savmaalarda çileye soyunup çilekarlar gibi mükerreren alemden tecerrüt etmiş,
germ ve serdi görmüş, geçirmiş, sademat-ı dehriyeye göğüs germiş, bin derde
uğramış, derya-yı mevvac gibi buruşan olmuş, yanardağlar gibi feveran etmiş, [s.
1 38]
Aranmaz neş'e-i temkin rind-i laübfilide
Gehi mest ü gehi huşyar, gabi rast, gabi keç
mealine ma-sadak olmuş.
Elhasıl bin türlü muamelat-ı tasfiye gördükten sonra nihayet -zer-i hfilisü'l­
'ayar gibi- mevki-i itibara çıkmış, bir Arif Hikmet olmuş.
Mfiliımdur ki ademi adem eden filem-i tecrübedir. Ta'bir-i ma'rlıf vechile
'feleğin çenberinden geçerek' sermaye-i kemfilatını tecarub-i giın-a-giın ile
takviye edenler, tabaka-i hükemanın efilisinden ma'diıd olurlar. İşte Hikmet o
hakimlerden idi. Müşarünileyh, her vakit: 'Ben kimseye benzemem, hatta yazım
da başkasının yazısına benzemez.' derdi. Filhakika öyle idi.
Fazail-i insaniyetle 'nev'i şahsına münhasır adam' unvanını kazanmak
ticarethane-i kainatta pek büyük bir kazanıştır ki Hikmet de bu unvanı kazanmış
olan zevat-ı nadireden idi.

27 "Ezeli sevgilinin sım bütün dünyaya sirayet etmiştir, yoksa aşık bülbül gül için feryat

etmezdi."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 131

B u büyük adamın e n büyük bir meziyeti de -muhayyirü'l-ukül olan kuvve-i


hafızası idi. Kırk sene evvel hıfzettiği bir manzume-i tavileyi bir kelimesinde hata
etmeksizin serapa okurdu. Muhatabının -başını, gözünü yararak- okumaya
çalıştığı bir şiirin der-akab altını, üstünü kıraatla huzzarı vakf-ı hayret ederdi. Şu
hal, mükerreren nefsimizde vaki oldu.
Bir aralık şair Satvet Efendi merhumun "Beranje" unvanlı manzumesini
görmek arzusunda bulundum. Başvurmadığım yer kalmadı. Sühan-şinasan-ı
ehibbadan iki üç zat, manzumenin ancak iki üç beytini okuyabildiler. Bir gün
Hikmet'e hikaye-i hal ettim. 'Şinasi ile Satvet merhuma giderdik. Münevver bir
zat idi. Bize eş'annı okurdu. Beranje manzumesini de okumuştu. Hoşuma
gittiğinden o vakit hıfzetmiştim. Manzumenin garip bir fıkrası da vardır,
nakledeyim . . Ama aradan yarım asır geçti, bilmem manzumeyi tahattur edebilir
miyim' dedi. Fıkrayı nakletti. Müteakiben manzumeyi okudu. 'Hatırımda bu
kadar kalmış, belki noksanı vardır' dedi.
[s. 1 39] Müşarünileyhin vefatından iki, üç sene sonra sahaflarda tesadüf
ettiğim bir mecmuada -yirmi iki beyitten ibaret olan- o manzumeyi gördüm.
Koca hakimin bir kelimesinde bile hata etmediğini anladım. Kuvve-i hafızasına
hayran oldum.
Arab'ın, Acem'in, Türk'ün en ceyyid eş'arı, elazıl-ı ümemin en mühim
akvali o metin hafızada istenildiği zaman müheyya bulunur. Zemin ve zaman
icap ettikçe o fem-i muhsinden kemfil-i letafet ve selaset ile dinlenir idi.
Cevdet-i mahfüzatı, müşarünileyhi cevdet-i kariha erbabının en büyükleri
sırasına koymuştu. Ne okumuş ise iyi okumuş, iyi anlamış, okuduğunu, işittiğini
bir daha unutmamış idi . . .
Nesirde de ibraz ettiği kudret, bir tarz-ı müstahsen ibda eylediğine zevk-i
selim erbabını ikna eder. Zira her türlü mesail-i mu'dile, her türlü mebahis-i
gamıza onun kaleminden çıkınca kesb-i vuzıl' eyler . . . .
Hikmet'in asarını mevki'-i istisnada bulunduran halattan biri de her ne
yazarsa kemfil-i sür'at ve sühulet ile yazması idi. Cebr-i tabiatla yazı yazmak
onun bigane bulunduğu bir hal idi."
Hikmet'in evinde toplanan bu Encümen-i Şuara ancak bir sene kadar
devam edebilmiştir.
Encümen'e devam eden aza, hafta içinde vücuda getirdikleri eş'ar ve asan
içtima günü getirirler. Namık Kemal de bu eserleri okurdu.
Kemal, Hikmet'i üstadı mevkiinde tutar ve hürmet ederdi. Birçok
gazellerine de nazireler yapmıştır. Mahmud Kemal Bey der ki:
"Ebüzziya Tevfik Bey mecmuasında Şinasi merhumla bir mülakatından
bahsettiği sırada der ki: '- . . . . Ne kadar laubali-meşrep olursa olsun bir adam
Şinasi'nin nezdinde hetk-i perde-i hürmete cüret-yab olamaz idi. Biz Hersekli
Arif Hikmet Bey gibi fazail-i zatiyesini maarif-i müktesebesiyle tezyin etmiş ve
1 32 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

meşreb-i laubalisi zamanının sigar u kibarını bile ser-füruya mecbur eylemiş bir
zatı o meclis-i edebde [s. 1 40] muhafaza-i mekanet ve ila-yı hürmetle mukayyet
görmüş idik. Halbuki Şinasi, laubaliyane söz söyleyen zevattan hoşlanır idi.
Bahusus Arif Hikmet Beyefendi hakkında mütehattimü'l-ila bir hiss-i hürmet
besler idi'.
Bizim Hikmet -her türlü tabiriyle- bezm-i inan idi. Orada herkes,
meşrebine göre sala-yab olur, derece-i isti'dadına göre istifade ederdi.
En mühim mebahis, en latif fıkarat, en ruh-nevaz eş'ar o mahfil-i edebde
işitilirdi. Yakası yırtılmamış, bikri izfile edilmemiş sözler, o merd-i sühandan
sudur eylerdi.
Sözlerinde tekrar, nadiren vaki olurdu. Tafsili icmal eder, sami'ini
sıkmazdı. Huzuru, en mağmum adamlara inbisat verirdi.
Kuvve-i mefkuresi, talakat-ı lisaniyesi, hayret-bahş-ı ukul idi. Ne zaman
arzu etse en ciddi mebahis-i filiyeden en tuhaf mevadd-ı hezl-engize kadar söz
söyler, istenildiği yolda fıkralar, menkıbeler, bahisler tertip ve tasni edebilirdi. O
kadar kudret-i beyana malik idi ki isterse muhatabını güldürür, isterse ağlatırdı.
Bahsettiği mesele ciddiyattan olsun, hezliyattan olsun nihayetinde savt-ı bülend
ile -mutlaka 'Ey, böyle bu.' derdi. Encümen azası bazen müşterek ve irticali
şiirler söylerlerdi.''
Kazım Paşa, Namık Kemal ve Halet Bey'le müştereken söyledikleri bir
gazelden:
"Kazım - Aleme erbab-ı aşkın i'tibann görmedik
Kemal - Cah ile ehl-i kemalin iştiharın görmedik
Kemal - İktibas-ı pertev etmiştir çerağ-ı Tur'dan
Halet - Yandı dil mahvoldu hala bir şerarın görmedik
Halet - Ta ezelden teşne-leb sahra-neverd-i mihnetiz
Hikmet - Biz bu vadi-i cünıinun cuy-bann görmedik
Hikmet - Ser-te-ser alem diyar-ı merge puyandır henüz
Kemal - Sarsar-ı ömr-i şita.banın gubarın görmedik
[s. 1 4 1 ] Kemal - Biz humar-alud-ı ye'siz telhi-i eyyamdan
Kazım - Bezm-i imkanın şarab-ı hoş-güvarın görmedik
Kazım - Biz neler gördük geçirdik bender-i amilde
Hikmet - Arz-ı kala-yı kemalin bir medarın görmedik
Hikmet - Ehl-i nahvet, irtila-ı caba mağrur olmasın
Halet - Kasr-ı ikbalin cihanda payidarın görmedik
Halet - Neş'e-i bezm-i cemfile aferin, sad aferin
Kemal - Bade-nıiş-ı aşkının asla humarın görmedik
Kemal - Her heva-yı mihnetin gördük hitam u gayetin
Kazım - Bahr-ı bi-payan-ı hicranın kenarın görmedik
Kazım - Lütfu var olsun hadeng-i gamze-i cidusunun
Halet - Dağlardan başka dilde yadigarın görmedik
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 33

Halet - Naleye pervane na-mahrem hevaya andelib


Hikmet - Mübtela-yı derd ü aşkın gam-güsarın görmedik
Hikmet - Cam-ı feyz olmuş meğer işkeste-i seng-i cefa
Kazım - Bade-i bezm-i visalin neş'e-darın görmedik
Kazım - Yana yana kıldılar pervaneden mahv-ı vücud
Kemal - Küştegan-ı aşkının hak-i mezarın görmedik
Kemal - Fülk-i dil kaldı esir-i çar mevc-i ıztmlb
Halet - Biz bu dehrin bir müsaid ruzigarın görmedik
Hfilet - Ll-mekan-ı seyr-i tecriddir gamınla her biri
Kazım - Salikan-ı hayretin dar u diyann görmedik
Kazım - Mani'-i tedbirdir dünyada teşviş ü nifak
Hikmet - İttihad-ı re'y ü efkarın kararın görmedik
Hikmet - Bulmadı feyz-i taravet gonce-i maksudumuz
Kemal - Biz bu bağ-ı mihnetin bir nev-baharın görmedik
[s. 1 42] Kemal - Mürg-i dil can attı dam-ı zülfüne amma yine
Halet - İltifat-ı gamze-i hatır-şikarın görmedik
Halet - Bi-revac olsa n'ola ali-meta'-ı ma'rifet
Hikmet - Aıem-i irfana vakıf bir kibann görmedik
Hikmet - Ermedi dest-i iradet damen-i irşadına
Kazım - Ah kim dest-i hakikat şeh-süvarın görmedik
Kazım - Şair-i Hikmet-şinasan-ı cihandan Kazıma
Kazım - Namık u Halet gibi şöhret-şiarın görmedik . . . "
Daha bunun gibi Namık Kemal ve Halet'le, sade Namık Kemal'le
müştereken söyledikleri gazeller de vardır. Hasılı Encümen-i Şuara'nın nasıl bir
faaliyet gösterdiğini, neler yaptığını görüyoruz. Şunu da pek güzel istidlal
ediyoruz ki Şinasi de dahil olduğu halde, edebiyat-ı cedidenin temellerini atmış
olan Ziya'lar ve Kemal'ler o zaman bu ruhtan tamamiyle uzakta imişler, nitekim
sonra da nazım vadisinde hiçbir yenilik göstermemişler, gösterememişlerdi. O
teceddüt Hamid'le başlamış, Recaizade ile tedvin ve teşmil olunmuştur.
Bir ara tekrar doğduğu yerlere, Hersek ve Bosna taraflarına seyahat ederek
beş altı ay sonra tekrar İstanbul'a dönmüştür.
1 285 Muharrem'inde [Nisan/Mayıs 1 868] Cevdet Paşa'nın sevkiyle Divan-ı
Ahkam-ı Adliye ve Muhakemat-ı Cezaiye Dairesi'ne, 1 285 Zilkade'sinde
[Şubat/Mart 1 869] de iki bin kuruş maaşla Temyiz-i Hukuk Dairesi Zabıt
Kitabeti' ne, 1 288 Receb'inde [Eylül/Ekim 1 8 7 1] iki bin beş yüz kuruş maaşla
Dersaadet Birinci Hukuk Dairesi Mümeyyizliğine, 1 289 Ramazan'ında
[Kasım/Aralık 1 8 7 2] Mahkeme-i İstinaf Hukuk Kısmı Mümeyyiz-i S aniliğine
tayin olunmuştur. 1 297 Rebiülihır'ında [Mart/Nisan 1 880] maaşından tenkihit
yapılarak bin iki yüz kuruşa tenzil edildiğinden istifa etmiştir.
1 300 senesi Zilhicce' sinde [Ekim/Kasım 1 883] üç bin beş yüz kuruş maaş
ile Erzurum, sonra da Hüdavendigar Merkez Bidayet Mahkemesi Hukuk
1 34 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dairesi Riyasetine tayin kılındı; üç sene sonra validesinin Dersaadet'te irtihali


üzerine istifa eyledi.
[s. 1 43] Her tayin olunduğu vazifede büyük bir adaletle i!a-yı vazifeden
hiçbir suretle ayrılmadığı, en korkulacak şeylerden bile kat'a yılmadığı için büyük
de bir şöhret kazanmıştı. Muallim Naci merhum kendisine yazdığı bir mektupta:
"Bursa'da bulunduğunuz zamanlan i!a-yı me'mı'.'ıriyet yolunda ıcra-yı
adaletle geçirmiş olduğunuzu tevatür derecesinde işittikçe bütün adalet
muhitleriyle beraber iftihar ediyorum."
demiştir.
Muallim Naci ve Şeyh Vasfi, Hikmet Bey'in ziyaretine giderlermiş . . . Bir
gün yine üçüncü bir zat ile beraber Hikmet'in evine gitmişler. Mahmud Kemal
Bey der ki:
"Hikmet'in tuhaf bir merakı vardı. Sevdiği birkaç zatı karşısında görünce
alelekser 'Haydi şerbet yapalım. -dedikten sonra- Tuti, şerbet, şerbet. Bardak
getir, tepsi getir, ne varsa getir, şerbet yapacağız! diye çocuk gibi- bağınrdı.
Şerbet yapışı görülecek hallerden idi. Portakalı keserken, sıkarken, bahusus -

şerbetin dörtte üçünü tepsiye dökmek şartıyla- bardaklara koyarken beyitler,


gazeller okurdu. Huzzara cilveler yapardı. Bir bardak şerbetin la-aka! bir
çeyrekte içilmesi, vacibü'r-riaye bir kaide idi."
O gün de Naci'yi görünce 'Şerbet efendim. Şerbet. . . ' demeye başlamış,
merasim-i mu'tade ile şerbet yapılmış. Herkes yudum yudum içerken yeni
misafir bir nefeste bütün bardağı bitirivermiş; Hikmet bunu görünce: 'Efendi,
senin içişin gibi avuçla yalaktan su içerler. Şerbet öyle içilmez. Ne tabiatsız adam
imişsin be!' diye herifi yerin dibine sokmuş. Muallim Naci ile Şeyh Vasfi gülmeye
başlamışlar, fakat Hikmet'i kızdırmamak, adamcağızı da fazla utandırmamak
için dişlerini sıkmışlar.
1 306 Rebiülewel'inde [Kasım/Aralık 1 888] Yanya Vilayeti Bidayet
Mahkemesi Hukuk Dairesi Riyaseti'ne tayin olunarak üç sene orada kalmıştır.
1 309 Rebiülewel'inde[Ekim/Kasım 1 89 1] Kastamonu'ya gitmiş ise de uzun
müddet kalmayıp 1 3 1 0'da [ 1 892/ 1893] Adana'ya tahvil-i me'mı'.'ıriyet ederek üç
sene de orada vazife ifa etmiştir.
Kastamonu'da mahkeme reisi iken taşındığı evi düzeltmekle meşgul [s. 1 44]
iken adliye memurlarından bazılan müsaade almadan içeri dalmışlar. Hikmet
hiddetle bakmaya başlayınca bunlar itizar makamında: "Kapıyı aralık bulduk da
girdik!" demişler. Hikmet bütün bütün hiddetlenerek: "Köpek de kapıyı aralık
bulunca girer. Bir haneye nasıl girileceğini Kur'an tarif ediyor. Be adamlar,
edebi Hazret-i Kur'an'dan öğreniniz!" demiş. Yine Kastamonu'da iken Hasan
Efendi isminde sade-dil bir adam yanına gelerek: "Efendim, siz herkesi kovar
imişsiniz. Beni de kovmayınız!" demiş. Hikmet de "A Hasan'ım, ben insanları
kovanın" cevabını vermiş.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 35

1 3 1 3 Ramazan'ında [Şubat/Mart 1 896) Cezayir-i Bahr-ı Sefid Vilayeti


Bidayet Mahkemesi Hukuk Dairesi Reisi olmuştur. On üç sene imtidat eden bu
dönüp dolaşma ruhunu sıkmıştı. Aslen Çerkes olan validesi Ayşe Hanım'ın vefatı
üzerine hayatta bütün bütün yalnız kalmış demekti, çünkü kendisi evlenmemişti.
1 3 14 [ 1 896/ 1 897] senesinde mezuniyet alarak İstanbul'a gelmiştir. Ve Adliye
Nazın Abdurrahman Paşa'nın delaletiyle 1 3 1 5 senesi CumadelUla'sının on
ikisinde [9 Ekim 1 897 Cumartesi] iki bin beş yüz yirmi kuruş maaşla -Dersaadet
İstinaf Mahkemesi Azfilığına tayin edilmiş ve 1 3 1 8 Safer'inde [Mayıs/Haziran
1 900) de maaşı üç bin kuruşa iblağ olunmuştur. Aynı senenin Şevval'inde
[Ocak/Şubat 1 90 1] İstinaf Hukuk Riyasetine terfi olunmuş ve 1 3 1 9 Receb'inde
[Ekim/Kasım 1 90 1) de altı bin kuruş maaşla Mahkeme-i Temyiz Azalığına
tayin edilmiştir. 1 273 Ramazan'ında [Nisan/Mayıs 1 85 7) rütbesi Salise iken
1 302'de [ 1 884/ 1 885) Mütemayiz, 1 3 1 6'da [ 1 898/ 1 899) Üla Sanisi, 1 3 1 8
Nisan'ında [Nisan/Mayıs 1 902] da Üla Eweli yapılarak ikinci rütbeden Meddi
nişanı verilmiştir.
Hiddet ve şiddeti, huşunet ve gılzetiyle şöhret bulmuş olan Arif Hikmet
filhakika gençlik zamanlarında fevkalade asabi, hırçın ve küfürbaz imiş. Hemen
her zaman sarhoş olur, hatta davet ettiği adanılan bile pencereden kovar;
anlaşılmaz ruhlu bir adam imiş; en ufak bir sözden alınır, en küçük bir şeye
kızar, yüzüne baksalar bağırır, hafifçe gülseler küfredermiş . . . Sonralan tabiatı
biraz daha mülayimleşmiş, fakat yine bazı [s. 1 45] sevmediği adanılan hiç
çekemez, haşlar ve taşlarmış, hususiyle ilim ve irfan sahibi olmayan adamlara
karşı büyük bir gayzı varmış. Hatta ricalden, kibardan da olsa tezyif ve tahkirde
fırsat kaybetmezmiş .. Bu gibi adamlara kapı açtırmaz imiş: "İkimiz de rahatsız
oluruz." dermiş. Hizmetçiler de gelenlerin onda dokuzunu: "Efendi uykudadır.",
"Beyefendi evde yoktur." diye savarlarmış. Bazıları bu cevabı aldıkları halde
gitmek istemezler, mutlaka girmeye çalışırlarsa pencereden başını uzatarak: "Be
herif, buradayım ama seni kabul etmeyeceğim. Benimle ne görüşeceksin.
Kahvehaneye git, kendine layık kafadaş bul!" diye bağırdığı çok vaki imiş.
Mahmud Kemal Bey der ki:
"Ceheleden biri meclisine ferce-yab-ı duhUl olsa iş başkalaşırdı. Bin türlü
cevahir-i hakikat saçan fem-i Hikmet, evbaşane laflar savurmaya başlardı,
Ubeyd-i Zakani'nin, Süruri'nin, Karu'nin, şunun bunun eş'ar-ı müstehcenesini
okur, izah eder, erbab-ı hayayı utandıracak surette hikfıyat-ı vekahat-engiz
nakleyler, nakliyatını evza-ı vazi'ane ile katmerlendirir idi ki hal Ü kaline
baktıkça Hikmet'in bir hakim-i edeb-amı1z değil, ser-amedan-ı herze-vekilandan
bir kallaş-ı ayyaş olduğuna hükmetmek tabii görülürdü.
Bu türlü etvar-ı tarraranesinden mükerreren şikayet ettim. Canım efendim,
insaf ediniz, şu eşek herife ne söylenir? Hikmetten bahsetsem anlamaz. Şiirden
dem vursam şuuru yok. Va'z etsem uyur. Bu kabil eşhasa söylenecek söz . . . . den,
. . . den ibarettir. Bunlar benden ne isterler, benim sözümden ne anlarlar, evime
niçin geliyorlar? Kahvehaneye gitsinler. Mahalle halkıyla çene yarışına çıksınlar.
1 36 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Artık evimde de rahat etmeyecek miyim, ben birtakım nadanlann gönül


eğlencesi miyim? Amma efendim edepsizlik ediyorlar, dedi. Merhum hiddetli
demlerinde bağırarak 'Amma efendim' sözünü pek çok söylerdi.
Evail-i muarefede bir gün ziyaretine giderken sokakta iki üç zat, arkamıza
takıldı. Kapının önünde birkaç zata da tesadüf ettik. Cemm-i gafır olarak
huzuruna daldık.
[s. 1 46] Züvvar miyanında hoşlanmadığı bir iki kişi vardı. Vechinde asar-ı
işmi'zaz görünmeye başladı. Bir fırtına zuhuruna muntazır olduk.
Mevsim, bahar idi. Bir aralık Vecdi'nin:
Benimdir nevbet-i feryad bülbüller hamfış olsun
Figanım ehl-i aşka maye-i cfış u hurfış olsun
beytini kemfil-ı vecd ile okudu. 'Sadabad'a gidelim, bahardan istifade edelim'
dedi. Her taraftan 'Hayhay' nida-yı kabulü işitildi. Hayhaycılara nazar-ı acib
atfetti. Mindere uzandı. 'Hele siz konuşun da ben biraz uyuklanayım!' dedi.
Kendisini cuş u hurfışa getirecek yolda bazı mebahise giriştik. Tahammül
edemedi, kalktı. Saded-i bahse ait birçok hakayık u dakayık serdetti. O bahs-i
ciddiye -ber-mu'tad- enva-ı hezliyat karıştırdı.
Huzzardan biri gülmeye başladı. Hikmet 'Niçin gülüyorsun?' dedi. O zat,
büsbütün kahkahaya koyuldu. Hikmet, hiddetle 'Oğlan ne gülüyorsun?' dedi. Bu
defa umum huzzar hande-künan oldular.
Hikmet 'Amma efendim. Rezalet ediyorsunuz. Be herifler ..... mı açık.
Yoksa Karagöz mü oynatıyorum, gülecek ne var, ben maskara mıyım, niçin
evime geliyorsunuz, burası tiyatro-hane midir? Amma efendim, hezeyan
ediyorsunuz' diye huzzan tekdir etti.
İşin önünü alıncaya kadar akla karayı seçtik. Fakat o günden sonra
huzzann bir kısmı Hikmet'in kapısını açık bulamadılar."
Bir gün adliye memurlarından bir zat ile konuşmakta iken o zatı tanıyan bir
adam yanına gelerek gevezeliğe başlamış. Hikmet kızmış ve bil-irtical:

"Cevr ü cefası dehrin bitmez Halil Efendi!


Bu çilleye tahammül etmez Halil Efendi,
Lutf eyleyip de bari hurdan Huda gidersin
Kendiliğinden asla gitmez Halil Efendi ..."

[s. l 47] kıtasını söyleyip herifi koca bir küfürle yanından kovmuş.
Arif Hikmet son zamanlarda değişmişti. Bulunduğu meclislerde cahil de
bulunsa, saçma sapan da söylese kızmıyor, ehemmiyet vermiyordu.
Lakırdılarında utanılacak söz söylemekten çekiniyordu. Fakat kibir ve azamet
satanlara karşı kendini tutamıyor, ağzına geleni söylüyordu. İlim ve fazıl sahibi
olmakla beraber çok kibirli, çok azametli bir zat bir gün Hikmet'in de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 37

bulunduğu bir mecliste hararetle faziletten dem vurmaya başlayınca Hikmet


kızmış, dayanamamış:
" .... canım...... Efendi, neye kibir ediyorsun? İlmim var dersen, senden bin
derece büyük filimler var. Malım var dersen ayağında çorabın yok. Cemalim var
dersen senin gibi benim gibi, heriflerin yüzüne mahza sadaka olarak bakarlar.
Amma efendim, insaf et, bu kibir ve huşunete sebep ne?"
demiş ve yine aynı zat bir gün Hikmet'in meclisine gelerek en yukarı cihete geçip
oturmuş. "Beyefendi, yanıma geliniz de size latif bir gazelimi okuyayım." demiş.
Hikmet bu zatın şu azametine esasen kızmış olduğundan bu teklifine bütün
bütün öfkelenerek: "... Efendi, bana bak. Sen, beni ayağına davetle şiir okuyacak
adam değilsin. Sen, benim önüme gel de okuyacağını oku. Amma efendim,
münasebetsizlik ediyorsun!" demiştir.
Mahmud Kemal der ki:
".. Hikmet bir merd-i derya-dil olduğu halde aşinalarının ekser etvar ve
güftarına ilişirdi. Ama kendi güftar ve etvanna ilişilemezdi. İlişilirse hal yaman
olurdu. Bizi evladı gibi sevdiğinden kusurlarımıza bakmazdı. Ne söylesek, ne
yapsak gücenmezdi.
Hüsn-i imtizacımıza bizim hasailimizden ziyade onun fazaili sebep olmuştu.
Eğer bizim cüret-karane sözlerimize, itirazlarımıza gücenseydi daha evail-i
ülfette kat'-ı münasebet ederdi. Binaenaleyh fazilet, bize değil, ona aittir.
Her biri amik bir tetkikin, ali bir irfan ve faziletin mahsulü olan asarım
kimseye göstermezdi. Halbuki ne vakit ziyaretine gitsek kitaplarını çıkarır, kırk
elli sayfasını bana okuturdu. Bizden her suretle emin idi, bizi mahrem-i esrar
ittihaz etmişti.
[s. 1 48] Bir gün eserlerini halktan gizlemesinin sebebini sordum. Dedi ki:
'Halkın bir kısmı casustur, deyyustur. Eserlerimi görürlerse gammazlık ederler.
Fitne çıkarırlar. Beyhude yere başıma iş açarlar. Allah belalarını versin. Halkın
bir kısmı en'amdan adal birtakım zavallılardır. Bunlar acz ve cehillerini
unutarak yazılarımı okumak istiyorlar. Bazen maal-mecburiye gösteriyorum.
Birinci satırından hezeyana başlıyorlar. İkinci satırında içine ...şiyorlar. Ama
efendim, edepsizlik ediyorlar. Ben, senin gibi okuyanlardan, anlayanlardan zevk
duyarım. Sen okudukça kitapları birlikte yazdığımıza .kani oluyorum. Sen
okudukça nazarımda eserlerimin kıymeti de artıyor. Ey, böyle .. .' derdi.. ..
Şunun bunun hanesine gitmek mutadı değildi. Bizim külbe-i fakiraneye
-şevk ve hahiş ile- gelir, huzuruyla huzurumuzu müzdad ederdi.
Ramazanlarda iftarımıza rağbet ettiği zamanlar arzusu vechile -bazı yaran-ı
sühan-şinasan da celbolunur, ruh-nevaz sözler söylenir, mühim bahisler cereyan
ederdi.
1 38 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bir akşam yine iftarımıza gelmişti. Üdebadan, şuaradan sekiz on zat da


hazır idi. Kemfil-i neşat ile yemek yendi. Ba'de't-taam cidd-amiz, latife-engiz o
kadar latif bir musahabe vuku buldu ki tarifi müşkildir.
Bir aralık Edirneli Güfti'nin vadi-yi hezlde yazdığı manzum Tez:}ciretü'ş-Şuara
elime geçmişti. Bu tezkire tarzında, fakat ciddi hezline galip olmak üzere bazı
daniş-veran-ı yaranın menakıbını yazmak istemiştim. Hatta yedi sekiz zatın
menkıbesini bir iki gecede karalamıştım. Bir herze-vekil, beni teşebbüsümden
tenfır e ttiğinden Te$re'yi daha fatihasında iken hatmetmiştim.
Hikmet, ewelce bunu görmüş, pek ziyade beğenmiş idi. İftardan sonra
sohbetin en hararetli deminde Te;:Jare'yi istedi. Te;:Jare'ye dahil olan huzzardan
ikisi, menkıbelerinin böyle bir cemiyet huzurunda okunmasını arzu etmezlerdi.
Bina.berin Te;:Jare'yi Hikmet'e okutursam bunlar bana muğber olacaklardı.
[s. 1 49] Hikmet'e meseleyi anlatmak, fikrinden döndürmek kabil
olamayacağından erbab-ı zamire lisan-ı hal ile -itizar ettikten son ra Tez:}cire'yi
getirdim, istikbale şitab eden Hikmet'in eline sundum.
Ewela kendi menkıbesini bir tavr-ı hande-ferma ile okuduktan sonra -
meşreb-i mazbiituna nazaran kızacağı muhakkak olan- Hoca Hayret Efendi'nin
menkıbesini de kendine has olan insicam ve letafet ile okudu. 'Efendim, bu zat
siz misiniz?' dedi. Muhatabından -nıaal-kerahe- 'Evet' cevabını aldı. Huzzar
hande-künan, sahib-i menkıbe la-havle-glıyan oldu.
Herkesin menkıbesini bu su retle sıralayıp bitirdi; diğer bir zatın da müşmeiz
olduğunu görerek şu fıkrayı nakletti :
'Bursalı Şeyh Zaik merhum kable't-Tanzimat Bursa eşrafından birçok
adamı 'Kariin-ı Bursa'. 'Mel'iin-ı Bursa' kafiye ve redifli bir manzume ile
hicveder. Herifler, valiye müracatla bast-ı şikayet ederler. Vali onlar hazır iken
Şeyh'i celbeyler, Şeyh maddeyi anlar, telaşa düşer. Vali, manzumeyi nazımına
okutarak isimleri geçtikçe 'Mel'iin-ı Bursa kimdir?' diye sorar. Eşraftan biri
kıyam ve temenna ederek 'Kulunuz efendim' der. Manzumede ismi muharrer
olan eşhasın her birine bu suretle sorup cevap aldıktan sonra 'Be adamlar, bana
niçin şikayete geldiniz? Zaik Efendi size ne nam vermiş ise kabul etmişsiniz.
Kabulünüzü burada da itiraf ediyorsunuz. Artık şikayete mahal var mı?' der.
Zaik, zaika-senc-i safa olur. Herifler de mahciiben avdet ederler.'
Hazret, bu fıkrayı o kadar hoş bir tavır ile nakletti ki müşmeizler ubı'.ıseti,
beşaşete tahvil, bana münatıf olan nazar-ı infiali de nigah-ı iltifata tebdil ettiler. "
Arif Hikmet haysiyet-i zatiyesini bilir, faziletten, adaletten ayrılmaz, hatta
herkesi inkıyat ve sükfıta mecbur eden büyük adamlarda da adaletsizlik görse
hücum etmekten çekinmez bir adamdı. Hırs-ı cah beslemez, haset nedir
bilmezdi. Fakat faziletin layık olduğu hürmete mazhar olmamasından şikayet
ederdi:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 39

"Nedir cürm-i fazilet kim anın erbabını ya Rab,


Perişan-hal ü mahzun u hakir ü bi-neva gördüm!"
[s. 1 50] derdi. Kendisi esasen rind ve derviş-meşreb bir adamdı, süse,
ziynete de bakmaz, evinde basma bir takke ve bir aba ile otururdu.
Bir gün bir mahkemede hakkı iltizam ve adaletle sıyanet hususunda ne
kadar mütecellidane bir harekette bulunduğunu Mahmud Kemal Bey şöyle
naklediyor:
"Asrımızda vekayi'-i adileden olduğu Ü:tere ba:tı erbab-ı kalem, 'asar-ı
muzırra' neşriyle itham ve 'sm bilfesad' namıyla mahkemeye izam olunur.
'Usulü dairesinde' ba'de'l-muhikeme nefiylerine karar verilir.
Keyfiyet Mahkeme-i Temyiz Ceza Dairesinde telkik edildiği sırada Hikmet
muvakketen o mahkemede bulundurulduğundan karar-ı vakie itiraz eder. Der ki
'Bir katili mahkum etmek için filet-i katli görmek lazım geldiği gibi nefyine
hükmedilen müfsidin de alet-i resadını görmek icap eder. 'Asar-ı muzırra' ne
imiş ortaya konsun görelim, yegan yegan tetkik edelim, sahibinin 'sfil bil-fesad'
olduğuna kanaat-ı vicdaniye hasıl edelim, ondan sonra bir hüküm verelim.
Amma efendim, böyle körkörüne hüküm olmaz. Ahkemü'l-hakimin bizden
sorar'.
Aza-yı mahkeme, erbab-ı namustan oldukları halde biz-zarure kelam-ı
Hikmet'i işitmemiş gibi davranırlar. Hikmet, o sözleri kemfil-ı talakat ve mekanet
ile tekrar edince azadan biri 'Canım Bey asar-ı muzırra denilen varak-pareler
tetkik edilip de muzır olmadığı tebeyyün etse bu hakikati kim ortaya koyabilecek,
acaba o yiğit nerede?' der.
Hikmet de zade-i tab'ı olan:
Anılmaz oldu icabat-ı hürriyyet mahakimde,
Esaret hükmünü icra meğer hükkama düşmüştür.
beytini okuyarak, ehl-i zamana lanet-han olarak mahkemeden çıkar.
Birkaç gün sonra macerayı bize anlatırken yine buruşan oldu. Mutadı
vechile yakamıza sarılarak biraderle beni odanın bir köşesine sürükledi.
Hiddetini teskin edemedi, bülend-avazla: 'Be adamlar, batıyoruz, bitiyoruz.
Hakkı muhafaza etmeyen bir memleket halkına Hakk, gazap eder. Biz
mağzubuz, [s. 1 5 1] merduduz. Bu zulm-ı Yezidaneye niçin razı oluyoruz.
Zalimlerin kafalarını niçin ezmiyoruz? Haydi onları kahredelim, biz de
kahrolalım' diyerek bizi odanın bir tarafından öbür tarafına götürdü getirdi."
Ekser şairler, bilhassa kendi zamanının şairlerinden olan Ziya Paşa'lar,
Namık Kemal'ler, Aıi'ler ve saire gibi Hikmet de işrete iptila derecelerinde
düşkün imiş. Hususiyle ihtiyarlık zamanlarına kadar geçen taşkınlık ve azgınlık
zamanlarında adeta evini bir meyhane haline sokmuş, birçok sarhoşlarla oraya
kapanır:
1 40 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"lyş u nuş eyle bugün anma gam-ı ferdayı


Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı"
deyip sabahlara kadar içerler imiş, öyle ki sarhoşlukta Arif Hikmet de Bekri
Mustafa gibi bir nam kazanmış . . . İşte bu devirlerde, hususiyle işret esnasında
davet ettiği adamları tekdirler ve küfürlerle kovarmış. Son zamanlarında küfrü,
işreti de bırakmıştır. Her zaman:
"Birçok seyahat ettim. Birçok alemler gördüm. Her tarike, her mesleğe
girdim, çıktım. Birçok para sarfettim. Dünyanın germ ü serdini tecrübe eyledim.
Üssü'l-esası saadet olarak şu dört şeyi buldum:
Sıhhat, hesabını bilmek, hüsn-i ahlak, kalbi zikrullah ile meşgul etmek."
dermiş.
Kendisine hizmet eden Dudu yetmiş yaşlarında bir Ermeni kadını imiş.
Uzun müddet Arif Hikmet'in yanında bulunmuş. Bir sabah Hikmet erken
kalkmış. Sofanın bir köşesinde Dudu'nun ibadet etmekte olduğunu görmüş,
kadın sıkılmış. Hikmet: - Dudu sıkılma gel! Allah'ımıza birlikte tapınalım!
dediğini ve kemfil-i aşk ile birlikte tapındıklarını müteessirane hikaye ettiğini
dostlarından Mahmud Kemal Bey, merhum-ı müşarünileyhin tercüme-i hiilinde
naklediyor.
Arif Hikmet gençliğinde evlenmemiştir. Yanya'da memuren bulunduğu
sıralarda fistül çıkmış ve hastalık devam ettiği müddetçe kendisine bakacak
mahrem bir kadına muhtaç olmuş nikahla yaşlıca bir kadın almış; fakat kadın
işve-bazlığa başlamış Hikmet de kızmış "Be kadın ben seni kan diye almadım,
hizmetçi diye aldım, hezeyan ediyorsun!" diye boşamış, kovmuş.
[s. 1 52] Son zamanlarında evlenmiş. Bir saraylı almıştır. Kadın çok temiz
ve terbiyeli imiş Arif Hikmet'e çok rahat ettirmiştir.
1 320 [Ramazan; Aralık 1 902] senesinde Arif Hikmet'in boğazında bir illet
zuhur etmiş, doktorlar "hunnak" demişler. Halbuki illet-i seretan imiş ve
ameliyata lüzum var imiş. Vücutça zayıf, since de ilerlemiş olduğu için ameliyat
yapılamamış, fevkalade ıstırap çekmiştir. Hatta acısının şiddetinde "Ameliyat
esnasında ölürsem ailemin davaya hakkı olmayacağına dair senet veririm."
demiş fakat doktorlar: "Biz cellat değiliz, tabibiz, mertebe-i bedahette bulunan
bir tehlikeyi göze aldırarak vicdanen mesul olamayız." demişlerdir. Rahatsız
iken ziyaretine giden Mahmud Kemal Bey:
"İstinye'de ikamet etmekte olduğu sahilhaneden Aksaray'da halası Şakire
Hanım'ın hanesine nakleylediği haber alınarak biraderle ziyaretine gittik.
Perişan bir halde bulduk. Sesi kesilmiş, rengi solmuş idi. İlk nazarda hayatından
kat'-ı ümid ettim.
Bizi dizinin dibine oturttu. Aıem-i rü'yada bir pir zuhur ederek İstinye'de
oturmamasını, oturursa öleceğini ihbar ettiğinden kemfil-i dehşetle uyanıp
İstanbul'a kaçtığını, boğazından pek mustarip olduğunu söyledi.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 141

Bir müddet melul melfil birbirimizin yüzüne baktıktan sonra bir sada-yı
mühtezle dedi ki: 'İnsan altmış yaşına girdikten sonra yaşamamalıdır. Çünkü
görülecek şeyler görülmüş, bilinecek şeyler bilinmiş, her şeyden gına gelmiş
oluyor. Ben yaşamak istemem. Benim için ölüm en büyük hayattır, dün şu beyti
söyledim:

Bimari-i hicran ile bizar-ı hayatız


El-minnetülillah müteheyyi-i mematız

Bu sözleri müteakiben ağladı, bizi de ağlattı. Kemfil-i zahmetle 'Allah afiyet


ve huzılr-ı kalb ihsan buyursun.' diyebildim. Huzur-ı kalbin ne demek olduğunu
derhal anlayarak 'Bundan sonra afiyet ümit olunmaz. Fakat huzur-ı Hakk'a
huzılr-ı kalb ile gidiyorum. Kalben hiçbir suretle müteezzi değilim. Hfilıkımın
lütuf ve merhametine itimad-ı tanımım vardır. . . ' dedi. O hfil-ı ıztırabda filem-i
lahut [s. 1 53] ve nasfıta dair bin türlü hakayık ve dakayık irad etti. Esna-yı
vedada yine görüşmek arzusunda bulunduğunu girye-bar olarak söyledi.''

diye anlatıyor. Son mülakatlarında da tebdil-i havaya ihtiyacından


bahsedildiği sırada: 'Tebdil-i hava edeceğim yer, bundan sonra mezardır. Beni
validemin yanına götürürsünüz, orada tebdil-i hava ederim' dediğini söylüyor.

Arif Hikmet 7 Mayıs 1319 ve 22 Safer 1321 Çarşamba gecesi [20 Mayıs
1903] Şehzadebaşı'nda naklettiği evde vefat etmiştir.

Adliye Nazın Abdurrahman Paşa'nın padişaha arzı üzerine cenazesine sarf


edilmek üzere saraydan bin beş yüz kuruş gönderilmiştir. Cenazesi -Fatih
Camii'nde namazı kılındıktan sonra- kendini takdir eden birkaç dostuyla dört
hamalın omuzunda validesinin mezan yanına gitmiştir. Topkapı haricinde
kabristanın sol tarafındadır. Vefatına birçok tarihler söylenmiş, en güzeli
Üsküdarlı Talat Bey'in tarihi bulunmuş ise de çok uzun olduğundan
yazılamamış ve taşına Mahmud Kemal Bey tarafından tertip olunarak şu kitabe
yazdırılmıştır:

"-Fatiha-
Fer verip cism ü can ü kalbimde
Eser-i la ilahe illfillah
Şeb-çerağ-ı mezarım olsa benim
Güher-i la ilahe illfillah

Kıtasıyla zemzeme-saz-ı tehlil olan şair-i hakim Hersekli Arif Hikınet Bey'in
sükun-zar-ı ebedisidir.

Veladeti 1 6 Ramazan 1 255 Çarşamba gecesi


Vefatı 22 Safer 1321 Çarşamba gecesi"

Levtıilıii'l-hikem' Levami'ü'[-efl-& :-"


r:JlllUI ' Seviinihü'l-bmıdn' M W,,,.ôlt
ısbôlıü'l-;,.'. unvanlı tasavvufi1
hikemi ve siyasi mühim eserleri vardır. Mecelle'nin bazı maddelerini tenkide dair
1 42 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

de bir risale yazmıştır, bazı eserleri ile beraber devr-i İstibdad'da Mahmud Kemal
Bey'in yanında mahfüz bulunan DWan'ı Asar-ı Müfide Kütüphanesi heyeti
tarafından tab'ettirilmiştir. DWan'ın başında mufassal tercüme-i hfiliyle resmi ve el
yazısı vardır.

[s. l 54] Fikri, Lisanı ve Sanatı


Arif Hikmet Bey de, on dokuzuncu asırda edebiyat-ı atikaya yeni bir şaşaa,
yeni bir kudret veren büyük şairlerdendir. Hatta edebiyat-ı cedideyi tesise çalışan
Şinasi'ler, Ziya Paşa'lar, Namık Kemal'ler onun fikirlerinden, edebi
kanaatlerinden, sanat hakkındaki mülahazalarından istifade ettikleri, hususiyle
teşkil ettikleri Encümen-i Şuara ile şiirde aynı yolun yolcuları olduklarını ispat
ettikleri gibi, Kazım Paşa'lar, Lebib Efendi'ler gibi eski edebiyattan hiçbir zaman
aynlmamış olan şairler de bu meclise dahil olmuşlardı. Sonralan Muallim Naci
ve Şeyh Vasfı gibi edebiyat-ı kadimede bir salah husule getirerek edebiyat-ı
cedide denilen cereyanı boğmaya çalışan neo-classicisme taraftaranı da Arif
Hikmet'in meclisine devam etmişlerdir.
Arif Hikmet'in zamanı da, meclisi de edebiyatta mühim bir rol oynamıştır.
İki cereyanın menşei de orada toplanmıştır. Teşekkül eden cemiyetin felsefedeki
şian tasavvuf, sanattaki şian ise tasannlıdur. Yani tamamiyle Şark zihniyetidir.
Arif Hikmet'in bizzat lisanıyla anlattığı gibi üstadlan Naili-i Kadim'dir, içlerinde
Neri vadisinde gidenler de vardır. Hususiyle Ziya Paşa gibi bazıları Ruhi'yi
tanziren terci' ve terkipler de yazmışlardır ki, bu da adeta bir moda haline
girerek birçok kimseler tarafından tekrar edilmiş, hatta Naci bile terkip
yazmaktan hfili kalmamıştır. Cerbezesi ve nükte-glıluğu, hoşsohbetliği itibariyle
Arif Hikmet mühim bir mevki tutmakta idi. Şurasını da ilave etmeliyiz ki o
meclisi teşkil edenlerin hemen hepsi üzerinde zamanın en meşhur şairi demek
olan Leskofçalı Galib'in mühim bir tesiri vardı. Hikmet de, hatta Kemal de
Galib'in şakirdleridir. Şu da tarihen ispat eder ki edebiyat-ı cedide zuhur ettiği
zaman itibariyle Şark zihniyetinden, Şark sanatından tamamiyle aynlamamıştır.
Kemal'ler, Ziya'lar, Avrupa'dan dönüp geldikten sonra da kendilerini bu
tesirden kurtaramamışlardır. [s. 1 5 5] Asıl edebiyat-ı cedidenin temelini atan,
asan itibariyle Hamid, kavaidi itibariyle de Ekrem olmuştur.
Arif Hikmet şahsı itibariyle garip bir hilkate, kimseye benzemeyen bir
mizaca malikti. Bütün sözleri, bütün fikirleri, bütün hareketleri bu garabetin
canlı birer şahididir. "Ben kimseye benzemem, hatta yazım da başkasının
yazısına benzemez." Deyişi, kendisinin de, kendi mizacını anladığına delildir,
hafızasındaki kuvvet, muamelatındaki asabiyet, etvanndaki şiddet, sözlerindeki
sürat ve sühulet hep o fevkaladeliği intaç eden tabii ve fıtri sebeplerdir.
Yaradılışı itibariyle bir müfrit (exaltl), bir asidir (rivolti). Her mesleğe girmiş
çıkmış, tasavvufta karar kılmıştır. Ramazanda bir gün Fatih Camii'nde iken
kalabalığa bakarak: "Benim bildiğimi şu halk bilse aleme ihtilal gelir!" demiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 43

Geçirdiği çılgınlık devreleri yaradılışında coşkun bir hilkatle yaratıldığını gösteriyor.


Fakat hayatında, harekatında, sözlerinde ve muamelelerinde gösterdiği o coşkunluğu
-maalesef- şiirinde gösterememiştir. Ne o hiddet, haşlayan ve taşlayan hiddet, ne o
cinnet, kıran kuduran cinnet, ne de o sirayet, cezbeye getiren, kendinden geçiren
sirayet vardır. Sebebi de lisanen birçok eski şairlerden daha sade, daha parlak, daha
yüksek olmasına rağmen basmakalıp ifadeden tamamiyle sıyrılamamış coşkun
kalbinin, çılgın dimağının lisanını, tercümanını bulamamış, hakikati, sanatı
kavrayamamış olmasıdır. Eğer o tahsile, o ilme süllık etse, o vadide yetişse idi
Türkiye'nin bir Baudelaire'i olacağında şüphe yoktu. Halbuki hayatında bir camiü'l­
ezdad olmuştur. Hem coşkun bir mütteki hem de çılgın bir ayyaş. . . Hem derviş,
hakikat-aşina bir hakim, hem küfürbaz, adi bir serseri. . . Hasılı muv:lzenetsiz,
muhtellü'l-i'tidfil bir detmqui. . .
lttıratsız bir terbiye, gelişigüzel bir tahsil fıtratında meknuz olan o feyyaz
kabiliyeti sağa sola çekiştire çekiştire heba etmiştir.

"Susun o rütbe dıraz etmeyin zebanınızı!


Tutun duçar-ı nedem olmadan dehanınızı!

[s. 1 56] Dil-i şerer-figenim fevkalade naziktir


Dokunmayın yakanın sonra ben de canınızı

Cihanı dar ederim çeşm-i ser-bülendinize


Ararsınız o zaman arz u asümanınızı

Açın dü-dide-i mestur-ı intibahınızı


Görün adu-yı kalem-ran-ı bi-emanınızı

Biraz harim-i edeb, had-şinas olun yoksa


Yakar, yıkar veririm bade hanümanınızı. . . "
diyen Arif Hikmet fikrindeki şiddeti hiç de lisanıyla ifade edemiyor. Lisanda bir
ağırlık var, adeta sürükleniyor, vezin bir kere o şiddeti yumuşatıyor; o heyecanı,
o tehevvürü, o cinneti gösterecek keskinliğe, kuvvete mazhar değil, kelimeler
pamuklara sarılmış kurşun tesirini veriyor, insan eline alsa sert bir maden, bir
çelik hissi duyamayacak. . . Bir barut kokusu, bir ateş yakıcılığı alamayacak.
"Açın dü-dide-i mestur-ı intibahınızı"
o kadar zayıf, o kadar miskin bir emir ki, rica kadar da tesir veremez.
Hele: "Dokunmayın yakanın" tehdidinden sonra gelen "sonra ben de
canınızı!" kaydı, adeta tuhaflık için söylenmiş bir mısra hissini veriyor. Koca
Dertli'nin:
"Tekbir külüngüyle zahid la-kiber
Kametin bükerim bilmiş olasın
1 44 İSMAİL HİKMET ERTAYI.AN

Ey ma'den-i riya kalbi pür-keder


Temelin sökerim bilmiş olasın"
kıtasıyla başlayan Divan'ındaki şiddetin onda biri yok! Halbuki Arif Hikmet'in
Dertli'den kıyas kabul etmez derecede yüksek bir mutasavvıf ve yüksek bir şair
olduğu bedihi . . .
Burada Dertli'ye o kuweti veren lisanının açık, kullandığı veznin hece
[s. 1 57] vezni olmasından, tekellüfe, tasannfıa kalkışmayarak, samimiyetten
ayrılmamasından ileri geliyor.
Bazen:
"O hak-sar-ı cünunuz bu tab-hanede kim
Gubar-ı derd ederiz cism-i natüvanımızı"
bazen de:
"Öyle pür-cürm ü hatayım var ise baht-ı siyah
Name-i a'male ser-levh-i sevabımdır benim"
diye isyanlarını sayıp döker, cihandan bıkar, usanır ve:
"Bir can değil mi başına çalsın sipihr-i dun
Bilmem nedir cihanda bana imtinan-ı merg"
diye coşar, o zamanlar lisanı da biraz daha kuwetlcnir. Bazen aşka düşerek:
"Aceb mi cfışa gelirse heva-yı aşkla dil
Derun-ı sinede bir kanlı cfıy-banm var"
der ve:
"Beni bir mertebe ser-baz-ı cünun et ki Huda
Varayım mahşere sad-pare giriban olarak"
diye feryat eder, nihayet:
"Der-i meyhaneden ayrılma aklın var ise Hikmet
Salası alemin ancak mey ü dilberde kalmıştır"
diye yine eline kadehi alır:
"Her dem süzerim badeyi meyhane miyim ben!
Sarhoş mu, ya saki mi, ya peymane miyim ben!

Bir hayrete düştüm ki özümden haberim yok


Akil mi, ya divane, ya mestane miyim ben!

Bilmem ne tecelli bana gösterdi cemalin,


Daim yananın aşk ile pervane miyim ben!?

[s. 1 58] Ya Rab! Şu tabiat denilen kuvvete karşı


Tab-aver olur lani-i ferzane miyim ben?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 45

Pa-mfil-i felaket olacak diğeri yok mu?


Bu hirmen-i icadda bir dane miyim ben!

Derk edemedim hfilini gül-zar-ı cihanın,


Hilkatte aceb sebze-i bigane miyim ben!

Hikmet bu harabat-ı cihanda bilemem hiç


Ma'miıre-i hikmet mi ya virane miyim ben!..."

gazelini inşad eder. Hakimane sözleri, temiz, pürüzsüz, darb-ı mesel olacak
kuvvettedir. Tasavvufi gazelleri o tarzda yazılanların en güzellerindendir:
"Hakayık-bin olanlar niırü'l-envar-ı tecelladan,
Görür sırr-ı cemfilullahı mir'at-ı mücelladan

Avalim hadisat-ı bahr-ı gevher-hiz-i mutlaktır.


Bu ma'na anlatır emvac-ı giın-a-giın-ı deryadan

Hakikatte cihanın mahv u na-biıd olduğun bilse


Geçerdi ehl-i hikmet nefy-i cüz'-i la-tecezzadan

Husiıl-ı siıret-i makbiıle-i insan-ı kamildir,


Garaz hep cevher ü a'raz u icad-ı heyı1ladan

Cihan müstağrak-ı niır-ı şu'iınat olduğun anlar,


Füyuzat-aver-i idrak olan esma-i hüs nadan

Bulanlar nur-ı "ma-zaga'l-basar"dan şu'le-i irffin,


Görür hep kainatı, guşe-i çeşm-i süveydadan.

Serapa şu'le-i cevvale-i mihr-i tecelladır,


Gamınla fark olunmaz dağ-ı sinem Tur-ı Sina' dan,

Ene'l-hak gu-yı tevhidim ki giış-ı canıma şimdi


Sada-yı "semme vechullah" erer hep kuh u sahradan

[s. 1 59] Mezaya yı kemal-i tab'ım idrak eylemez Hikmet


-

O kim bi-behre-i ilm ü hünerdir feyz-i Mevla' dan."


Arif Hikmet'in nazmı kuvvetlidir. İmaleleri ve zihaflan eksik değilse de,
selasetive salabeti yerindedir. Hele bazı parçaları çok selis ve irticalidir. Kuvve-i
hafızası nispetinde de kuvve-i irticaliyesi ol duğu anlaşılan şair tarz-ı kadim şiirin
üstadlarındandır. Tabii tekmil arkadaşları gibi onda da edebiyat-ı sahiha,
edebiyat-ı hakikiye numuneleri aramak doğru değildir. Asıl ondan sonra
gelenler, yani Ziya'lar, Kemal'ler, biraz da Ekrem'ler ve arkadaşları bir ellerini
1 46 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şark'a bir ellerini Garp'a vererek edebiyat-ı atika ile edebiyat-ı cedide arasında
bir hadd-i ittisfil (transition) teşkil etmişlerdir.
Arif Hikme t heyecan-ı şairanede (Jyrisme) de:
"İçeriz badeyi yar aşkına biz serhoşuz,
Neş'e-i aşkı bilir rind-i mükemmel-hfışuz

Reşk olunmaz mı b u şeb kim o peri-tal'at ile


Sine-her- sine vü leb-ber-leb ü hem-aguşuz . . .

Yanarız şu'le-i ruhsanna pervane gibi,


Keşf-i raz eylemeyiz kimselere ha.muşuz . . .

Hüsn-i güftan na meftun olalı can ü gönül,


Mahz-ı hayret kesilip aşk ile çeşm ü guşuz.

Sen de ser-mest-i harab eyle çekinme saki


Biz ezelden beri mahmfır-ı elem-medhfışuz

Atlas-ı nüh feleğe hande-künanız Hikmet


Sureta gerçi ki ayyaş-ı nemed-berdfışuz. "
manzumesinde görüldüğünden ileri gitmez. Tabii heye dn-ı mutasavvıfa.nede de
Ncsimi derecesinde değildir. Bununla beraber eski şairler silsilesinde birinci
derecede şairlerden olduğu muhakkaktır:
[s. 1 60] "Sfız-ı aşk il tihab var dilde,
Sanki bir afitab var dilde . . .

Dü-cihan fıh ris-i mebahi sidir,


Şerha gelmez kitab var dilde.

Olamaz yad Ü aşina mahrem


Öyle bir ıztırab var dilde.

Galiba zülf-i yaredir meyli


Yine bir piç-tab var dilde.

Oldu nadide-kam feyz-i şuhfıd


Ma-sivadan hicab var dilde . . .

Hikmet ilzam-ı nükte-sencana


Kilk-i mu'ciz-hitab var dilde"
gazeli kuwe-i şairanesine canlı bir misaldir.
Z!Ja Paşa
ABDÜLHAMİD ZİYA PAŞA

Veladeti ve Sabaveti
1 245 [ 1 8 29] senesinde Vak'a-i Hayriyye memleketi felaketten felakete,
iğtişaştan iğtişaşa sürükleyen Yeniçeri zorbalarının ocaklarını söndürürken
İstanbul'un ıssız, sakin bir köşesinde yeni bir irfan ve hamiyet güneşi
parlatıyordu. Bu zulüm ve vahşet karanlıklarıyla örtülen sema-yı cem'iyette mini
mini bir yavru parlak gözlerini ilk defa olarak açıyordu; Abdülhamid Ziya Bey
dünyaya geliyordu.
Galata Gümrüğü katiplerinden Feridüddin Efendi'nin bu küçücük göz bebeği
bilahare büyümüş milletinin, devletinin de gözü, göz bebeği olmuştu. Çocukluğu
Boğaziçi'nde Kandilli'de geçmişti. Bir müddet Kandilli İptidaisi'nde okumuştu;
fakat Feridüddin Efendi, oğlunu terbiyeden hfili kalmadığından, çocuğu haylazlığa
sürükleyen Ömer ismindeki kölesini kovmuş ve her gün mektebe götürüp getirecek
bir adam, bir lala tayin etmişti. Küçük Ziya İstanbul'da Süleymaniye civannda
oturduğu zaman kendisini devam ettiği "Edebiye" mektebine goturup getiren
İsmail Ağa ismindeki bu lalaydı. Ziya Paşa'ya lalasının pek mühim tesirleri
olmuştur. Bu intibaatını şu aşağıdaki satırlarda bildiriyor:
"Acaba bizde buralarını düşünür babalar, analar ve hamiyet ashabı var
mıdır? Hiç yoktur; demek belki mübalağa olur; lakin var ise de pek nadirdir.
Çekilen mesaib ve devahinin menbaı işte budur.
Hele sabavetimizde nasıl ellerde büyüyoruz. Ne maklıle kimselerden terbiye
görüyoruz; buraları bir kere düşünür isek bu kadar da olduğumuza
şükretmeliyiz. Çerkez dağlarından gelmiş, ömründe insaniyete dair söz işitmemiş
dayelerimiz, Anadolu'dan kaçmış, adabın elifini görmemiş lalalarımız bize ne
makule edep ve ahlak tfilim edebilirler?
[s. 1 62] Bizde en mühim iki memuriyet, yahut vazife-i insaniyet vardır ki
nedendir bilinmez; güya bil-iltizam en kabiliyetsizlere havale olunur. Onlardan
birisi çocuk lalalığı, diğeri de kaza müdürlüğüdür."
diyor ve bu tarz-ı terbiyenin çocukların ruhunda ne elim intibalar bıraktığını, ne
muzır, ne sakim neticeler tevlid ettiğini söylüyor.
Ne gariptir ki latalardan şikayet eden Ziya Paşa daha mini mini bir yavru
iken yed-i terbiyetine tevdi edildiği lalasından pek büyük yararlıklar, varlıklar
görmüştür. Pederi çok mutaassıp bir adam imiş. Ziya Bey iptidai tahsilini bitirip
Bayezid Rüşdiyesi'ne devama başladığı sıralarda mektepte bazı arkadaşları gibi
Farisi okumak istemiş. Fakat pederinin taassubu buna mani olmuş. Bu hali de
1 50 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Abdülhamid Ziya, Defler-i A 'mdl ismiyle yazdığı tercüme-i halinde itiraf


etmektedir. Cahilane bir taassubun kurbanı olan bir zümre "Kim ki okur
Farisi/Gitti dinin yansı" zehabıyla çocuklarının Farisi öğrenmelerine mani
olurlarmış . . . Halbuki diğer bir zümre de kendi hakiki lisanı olan Türkçeyi bile
unutacak kadar Farisiye kapılır; Farisi yazar, Farisi okur ve Farisi düşünürdü.
İşte, babasının bu garip mümanaatına rağmen Abdülhamid Ziya Bey'i Farisi
okumaya teşvik eden, o "Anadolu'dan kaçmış, adabın elifıni görmemiş ümmi
lalası. . " olmuştur.

Açık fikirli, maarif kadri bilir babalar çocuklarına aynca Farisi de okutmak
için mektebin müdürüne haber gönderirler, rica ederlerdi. Bazıları da edebiyat-ı
Farisiye ve Arabiyeyi çocuklarına evlerinde tedris ederler, zamanın ilim ve fazl
ile temeyyüz etmiş adamlarına yalvarıp çocukları nı onların piş-i ir!anına
atarlardı. Mekteplerde Farisi tedrisi tamamen ihtiyari idi.
Abdülhamid Ziya Bey lal asını n
delalet ve teşvikiyle zamanının en parlak, en
yüksek Farisi-hanlarından olan ve mekteplerine hocalığa gelen meşhur İsa
Efendi'den Farisi öğrenmeye başlam ı ştı.

Bu zeki çocuk Farisi'den lezzet almaya başladığı zaman lalasına anlatmış ve


yine o saf Anadolulu lalanın teşviki ile şiir söylemeye başlamıştır. [s. 1 63]
Lalasının teşvikiyle, daha heveskarlık zamanlarında söylediği şiirlerin mahiyeti
hakkında Harfıbdt unvanlı eserinde şöyle söyler:

"On beşte değildi sinn ü salim


Kim nazın ile vardı iştigalim

Mevzun söze can verirdi gıişum


Eş'ar okusam giderdi hlışum

Verdi bana ewela merakı


Meydan şuarasının nühakı

Gahice Garibi'yi okurdum


Aşık Kerem'e yanar dururdum

Aşık Omer'i ki gah alırdım


Uçkur sözüne şaşar kalırdım

Tahsinle de etmeyip kanaat


Yağmaya da geh gelirdi cür'et

Her defter-i şi'ri kim tanırdım


yok nüsha-i ahan sanırdım
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 151

Kendim de nazire der idim gah


Amma ne söz el-ıyazu billah

Guş etmesin öyle söz kulaklar


Aıudesi olmasın dudaklar

Divançeme anlan yazardım


Mümkün olsa taşa kazardım"
Lalası kendisine Garibi'den, Aşık Omer'den, bazı beyitler okur. Onların
insana verdiği hazzı kendi köylü ruhu, köylü duygusuyla anlatır; izah eder, şiirin
ve şairin ulviyeti, kutsiyeti hakkında uzun uzadıya izahat ve telkinatta
bulunurdu. Ziya Bey o sözlerin, hakiki bir kanaat, fıtri bir ışıktan doğan sözlerin
füsunkar tesiri altında kala kala ruhundaki [s. 1 64] isti'dad-ı şairiyeti meydana
atmıştır. İlk yazdığı yazılan tabii ilk şiir hocası olan lalasına okumuş; ihtiyar,
sevincinden ağlamış ve Ziya Bey'i alkışlara ve takdirlere boğmuştur.
Ziya Paşa'nın dediği gibi:
"Şair, şair doğar anadan
Asan görünür ibtidadan"
sözü kabiliyet-i şairanenin fıtratta mevcut olması lüzumunu gösterirse de, yine
kendisinin kabul ettiği gibi şair olmak için de ikinci şart 'tahsil-i maarif Ü
fazilet'tir.
"Sani-i şurlıtu şairiyet
Tahsil-i maarif ü fazilet

İlm olmasa şair olmaz insan


Dilsiz söze kadir olmaz insan"
Diyebiliriz ki Ziya Paşa gibi, Türklerin yüzünü ağartan büyük bir dahi şairi
millete kazandıran o ümmi, o vahi lala olmuştur. Elindeki cevherin kabiliyet ve
kıymetini anlatan o gevher-şinas öyle cahil, ümmi denilerek kandırılıp atılacak
adamlardan değilmiş. Bir kere velev Aşık Garip'leri, velev Aşık Ômer'leri olsun
okuması, şiir ve inşaya, bir merbutiyet-i kalbiye göstermesi, şiir okundukça derin
bir hazz-ı vicdani duyarak dinlemesi, dili döndüğü kadar şiir söylemeye
çabalaması o zavallı köylünün de ruhunda cevherini gizli bir kuvvet, fıtri bir
kabiliyet olduğuna kuvvetle delalet eder. Fıtratın bir imtiyaz-ı mahsus ile halk
ettiği adamlardan biri de o lala imiş; ne yazık ki istidadı mahpus kalıp ölmüştür.

[s. l 65] Hayat-ı Hususiye vu Resnıiyesi


Ziya Bey rüşdiyeyi bitirince Babıfili'ye çerağ edilmiş, Sadaret Mektubi
Kalemi'ne girmişti. Daha on yedi yaşlarında idi. O devirlerin terbiyet-gah-ı
hakikisi olan devair, hakikaten birçok feyz ve bereket tevlid eden bir muhittir.
1 52 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Zamanın bütün cevherlerini, bütün kabiliyetlerini sinesine cem eden bu resmi


daireler kendi havza-i inan ve edeblerine aldıkları gençlerdeki istidadı derhal
canlandırır, meydana çıkarırlardı.
Abdülhamid Ziya Bey de Babıali'de zamanının irfan sahibi birçok
kimselerle muarefeye başlamıştı. Bilhassa Tezki,retü'ş-şuard sahibi şair Fatin Efendi
ile dost olmuştu. Kendi itirafına göre şiir inşadı hususundaki iktidarı bu
muarefeden sonra artmıştır.
On beş yaşlarında şair olan Abdülhamid Ziya o zamanın mihadınca
şairlerle ediplerin toplandıkları ve hem müşaere, hem de ayş u nuş ile meşgul
oldukları Gümüş Halkalı, Altın Oluk, Servili, Kılıç adlı kahvehane ve
meygedelerde ta-be-sabah alem-i ab ederlerdi.
Mevsimin müsaadesine göre bu isimlerini saydığımız mahallerden birinde
toplanan zamanın urda ve zürefası ya şairlerin birinden bazı parçalar inşad
ederler, ya Hafız'dan, Sadi'den, Feyzi'den okurlar, yahut yazdıkları nazire veya
gazelleri ortaya atıp tahlil ve tenkit ile vakit geçirirlerdi. Bu suretle geçen
zamanlan gençlik zamanlarının en mesutlanndan sayılırdı. Ziya Bey de bunlar
miyanında bulunurdu. Hatta şiirde, inşada hepsine tefevvuk ettiği gibi içkide de
hiçbirinden aşağı kalmazdı. Bu isli sisli meyhanelerde, bu izbe, ıssız viranelerde
canlı bir neşe, heyecanlı bir şair, hassas bir ruh olan Abdülhamid Ziya bütün
arkadaşları içinde ateşli bir bülbül gibi çakar, şakırdı. Şiirleri alkışlarla karşılanır,
sözleri takdirlerle kabul [s. 1 66] olunurdu. Adeta etrafındakiler bu tab'an şair,
ruhen rind yaratılmış arkadaşlarından el-hazer derlerdi. Çünkü hiciv ve tehzil
etmediğini, söz atıp taş fırlatmadığını bırakmamıştı. Bu halini zımnen kendisi de
itiraf ediyor:
"Kim şi'rime atsa ta'ne taşı
Uğrardı benimle derde başı
Hicv idi muanza cevabım
Şemşir-zeban idi kitabım"
Alaycılığı, hicviye-giiluğıı, laubaliliği ve bilhassa irtidldeki kudreti, tahrir ve
takdirdeki belagat ve sarimiyeti Babıali Mektupçu Kalemi'ndeki arkadaşlarım,
mümeyyizlerini, hatta mektupçulan ve müsteşarları bile yıldırmışu. Ziya Bey
amirlerinden herhangi birini, hatta en yüksektekileri bile hicvetmekte tereddüt
göstermiyordu.
Bir kere de masasının önüne geçince nefsine itimadından, arkadaşlarına,
mütefevvik olmak arzusundan doğan keskin bir gayret, fıtratından nebean eden
yaratıcı bir kabiliyetle en güç, en dolaşık yazılan müselsel, muttasıl, mustalah ve
müsecca bir ifade ile akarsu gibi yazıp gidiyordu. Bu kudret-i tabiiyesi herkesi
önünde hürmet ve takdir ile eğilmeye mecbur ediyordu.
Daha o zamanlar daireye mülazım sıfatıyla devam ettiğinden muayyen bir
maaşı da yoktu. Akşam olup da ıyş u nuş alemine atılıp keyfe başladığı sıralarda
yaptığı masrafları ve israfları babasından aldığı para ile tesviye ediyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 53

Mamafih bu hususta zerre kadar düşüncesi de yoktu. Onun maksadı


malumatını arttırmak, ilim ve edep vadisinde terakki etmekti. Bu noktada
karşısına çıkan her haili bila-tereddüt yıkıp deviriyordu. Bu ayş u nuş ve bu cuş u
huruş alemlerinde kendisiyle beraber bulunan Galib'ler, Halet'ler, Emin
Firdevsi'ler daha genç yaşlarında ya ölüp gitmişler, ya tecennün etmişlerdi. Ziya
Bey'i bu vartadan kurtaran evvela seciyesindeki kudret, saniyen taliindeki isabet
olmuştu.
Ziya Bey bir taraftan yazdığı şiirlerle zamanın en yüksek şairlerinden olan
LeskofÇalı Galib, Hersekli Arif Hikmet ve Hakkı Bey'ler, Kazım Paşa'lar
derecesine çıkıyor, hatta daha yükseliyor, diğer taraftan da arkadaşları değil, [s.
1 6 7] amirleri olan münşileri, edipleri gölgede bırakacak bir kudret ve
muvaffakiyet &:österiyordu. Bu iktidar ve kemalini gören sadrazam Reşid Paşa ile
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, Ziya Bey'i layık olduğu mevkie çıkarmayı
kendilerince bir vecibe bilmişlerdi.
Reşid Paşa'mn delaletiyle 1 272 [1 855] tarihinde Ziya Bey Mabeyn'e
üçüncü katip tayin edildi. Ziya Bey bu mevkie sırf kendi liyakat ve ehliyeti, kendi
dirayet ve kilayeti sayesinde yükselmişti. O andan itibaren kendi iktisadi
istiklalini de kazanmış oluyor, babasının eline bakmaktan kurtuluyor, o ihtiyar
adamcağızı da kendi bitmez, tükenmez isralatına para yetiştirmek
mecburiyetinden kurtarıyordu.
Mabeyn Kit:ibeti'ne tayin edilmek Ziya Bey'in halet-i rılhiyesi üzerinde
garip bir tesir bırakmıştı. Eski laubaliliğinden, eski rindliğinden, eski ayş u nuş
iptilfilanndan eser kalmamıştı. Bu nokta-i nazardan bir hüsn-i te'sir hasıl olmuş,
Ziya Bey neticesi muhakkak olan bir sefület-i hayatiyeden kurtulmuştu. Nöbeti
olduğu geceler dairede yatıyor, sair günler sabahleyin erkenden geliyor,
gurubdan sonra avdet ediyordu. Hayatında bir intizam, bir ıttırat husul
bulmuştu. Adeta bu muhteşem saray muhitinin Ziya Bey üzerinde sihirkar,
füsun-aver bir tesiri olmuştu. Eski gülüp söylemek yerine, derin bir dalgınlık,
daimi bir sükutilik gelmişti. Artık Ziya Bey eski Ziya Bey değildi. O zamana
kadar ne zaman eline kalem aldıysa irticalen yüzlerce mısra, yüzlerce beyit
yazan, bir cümlede sekiz on tabaka kağıda Meclis-i Has kararlan tesvit eden o
cevval zekı1lı, o ateşin mizaçlı şair bir mısra inşad edemez, bir satır yazamaz
olmuştu.
Bu cihetten de muzır bir tesirin zebunu oluyor; sıhhatini, kuvvetini
kaybediyordu. Bu hali, o zaman Mabeyn feriki olan, Sadrazam Edhem Paşa'nın
nazar-ı dikkatini celb etmişti. Ziya Bey'in siması, ruhunda, maneviyetinde hasıl
olan inkılab-ı elimi pek aşikar gösteriyordu. Edhem Paşa, Ziya Bey'i bu manevi
ve ruhani sukuttan kurtarmak için Fransızca öğrenmeye teşvik etti. Bu teşvik [s.
1 68] hakikaten mesut ve ihyakar bir netice verdi. Ziya Bey otuz yaşına kadar bir
an terk etmediği şiiri bile feda ederek kendisini tamamiyle lisan öğrenmeye
hasretti ve altı ay kadar kısa ve mahdut bir zamanda Fransızca okuyup
anlayacak ve hatta tercümeler yapacak derecede ilerledi.
1 54 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Alb ay sonra Fransız müverrih ve ediplerinden Viardot'nun Endülüs


Tarihi'ni muvaffakiyetle Türkçeye nakletmiştir.
O andan sonra Ziya Bey'in üslup ve edasında fikir ve muhakemesinde
başka bir revnak, başka bir hüsün peyda olmuştur. Meşhur "Terci'-i Bend"ini de
bu tarihten sonra yazmışbr.
Mabeyn Kitabeti'nde yedi buçuk seneye kadar bulunmuştur. Bu müddette
Moliere'den Tartuife'ü ve Viardot'nun Engi,zisyon Tarihi'ni o zaman tercüme
etmiştir. 28 Fakat neşir ve ta'mim hususlarında henüz hevesi uyanmamış
olduğundan vefabna kadar kimsenin gözüne ilişmemiştir. Ziya Bey, Ffoelon'un
Telimaque'ı ile La Fontaine'in hikayelerini de nazmen tercüme etmiş ise de kimin
eline geçtiği, nerede heder olduğu malum değildir.
Kendisini yakından tanımış olan şair Mehmed Nazım Paşa, Abdülhamid
Ziya Paşa'nın bir tercüme-i halini yazmış ve Ziya Paşa'nın Jean Jacques
Rousseau'dan tercüme ettiği Emife29 namındaki eserinin Reji Komiseri Nuri
Bey'de, Defler-i A 'mtil ismindeki tercüme-i halinin de Abidin Paşa'da kaldığını
ifade etmiştir. Zefenuime'si ve bilhassa "şerhi'', muhtevi bulunduğu letaif itibariyle
Türkçede bir misli daha yazılmamış eserlerdendir.
"Terci" ve "Tcrkib-i Bcnd"leri sabık Halep mebusu Mehmed Beşir Elgazi
Efendi tarafından nazmen Arapçaya tercüme ol unarak 1 3 1 6 l 1 888- 1 899]
tarihinde Mısır'da Haddiku'r-rind unvanıyla bastırılmıştır. Ziya Bey Harabat
unvanıyla üç büyük ciltten müteşekkil ve Türk, Acem ve Arap şuariisının
müntahap eserlerini havi bir müntahabat mecmuası tertip ve tab'ettirmiştir.
[s. 1 69] Bu eser müna.,ebetiyle kendi fikir ve kalem ve içtihat arkadaşlarından
olan Namık Kemal ile arası açılmış, kendi eş'arından mecmuaya pek az alındığım
gören Kemal merhum, alınarak hiddet etmiş ve Tahrib-i Harabat unvanıyla yazdığı
bir eserde Ziya Bey'i tenkit etmeye çalışmıştır.
Bu mesele hakkında, yakından vakaya şahit olan şair-i hakim esbak Zaptiye
Nazın Hüseyin Nazım Paşa:
"Ben daha on sekiz, on dokuz yaşlarında idim. Paris'e tahsile gitmek üzere
bulunuyordum. Ziya Paşa daha paşa olmamıştı, beydi30: Harabat'ı yeni
neşretmişti. Namık Kemal merhum da Kıbrıs'ta Magosa'da menfi idi. Esasen
Kemal babamın dostu idi; kendi şiirlerinden Ziya Bey'in Hardbat'a pek az
numune almış olmasına kızmış ve Tahrib-i Harabat unvanıyla yazdığı tenkitname

28 Erıgiz4;Yon Tarihi (İstanbul 1 299) adıyla yapılan tercüme Teophile Lavallee ile
Cheruel'dendir. (Haz. notu)
29 Mezkur tercüme Asar-ı Müfide Kü tüph anesi Cemiyeti reisi Süleyman Nazif Bey'dedir.

(İsmail Hikmet'in notu)


30 Ziya Bey, 1 8 6 1 'de Kıbns mutasamflığı göreviyle paşalığa yükseltilmiş, 1 867'de Avrupa'ya

kaçınca rütbesi geri alınmışur. 1877'de vezirlik rütbesiyle Suriye Valiliğine gönderilmesiyle ikinci
defa paşa olmuştur. Hardbdt'ın yayımlanması ise 1874- 1 875 yıllanndadır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 55

müsveddelerini bir mektupla bana göndererek Ziya Bey'e götürmemi nca


etmişti. Biz o zaman Kemal'e perestiş ederdik. Bütün arzularımız onun gibi
ateşli bir muharrir olmaktı. Fakat Ziya Bey'in şiirlerini de doyulmaz bir lezzet,
derin bir zevk ile okurduk. Hele ben Terd-i Bend'le Terkib-i Bend'ini muska gibi
üzerimde taşır, yüzlerce kere okur ve ezberler idim. Tahrib-i Harabat
müsveddelerini aldım; Şair Ruhi ile beraber Ziya Bey'in evine götürdük. Ziya
Bey'le birinci defa görüşüyorduk. Bizi hüsn-i kabul etti. Maksad-ı ziyaretimizi
söyledik; defteri aldı; baştan, ortadan, sondan, şöyle açıp baktı. Gülümseyerek:
'Kemal Bey bu hususta pek haksız - ben kendi eserlerini almadım diye kızıyor.
Fakat kabahat benim mi? Meslek ve siyaset arkadaşı olduğum halde hiçbir
eserini bana göstermez, benden saklar. Eserlerini bilmiyorum ki alayım . . . ' dedi.
Bu suretle Kemal'in kendi tenkidinden korktuğunu, yazılarını göstermekten
çekindiğini anlatıyordu. Sonra: 'Siz inşallah Paris'e gideceksiniz, Fransızcayı iyi
öğreniniz. Büyük şairlerin eserlerini dikkatle okuyunuz, Kemal Bey'in o parlak
parlak cümlelerinin hepsini Fransız şairlerinden, Fransız muharrirlerinden
tercüme ettiğini göreceksiniz?' dedi. Ben Ziya Bey'in bu sözlerini bittabi biraz
daha yumuşatarak Kemal Bey'e yazdım. Kemal Bey o zaman Ziya Bey'i [s. 1 70]
'Gençliği harabata, meyhaneye, mey-perestiye teşvik ediyor.' diye itham
ediyordu. Halbuki yazdığım mektubu aldıktan sonra şairliğini ispat daiyesiyle bir
Saki-name yazarak gönderdi Ziya Bey'le yine yazışmıştı. Ben İttihad gazetesinde
idim. Bir sabah baktım Ziya Bey'le Namık Kemal kol kola matbaaya giriverdiler.
O günden sonra hemen her gün matbaaya beraber gelirlerdi. Hakikatte Ziya
Paşa çok temiz ve centilmen adamdı. Halbuki Kemal bu hususta çok daha
lakayttı. Çok işret eder, göğüs bağır açık gecelik entarisiyle oturup kalkardı."

diyor.

Avrupa ile teması, teceddüt fikirleri, Fransız İnkılab-ı Kebiri tesirleri


Türkiye'de, İstanbul'da da kendini göstermeye başlamıştı. El altından birtakım
cemiyetler teessüs etmeye, istibdat aleyhinde, hürriyet lehinde çalışmaya
koyulmuşlardı. Bu miyanda memleketin harabiye doğru sürüklendiğini gören ve
onu muhakkak bir inkıraz felaketinden korumak isteyen birçok büyük adamlar
bir araya toplanarak Genç Osmanlılar Cemiyeti diye bir cemiyet yapmışlardı.
Cemiyetin müessisi Sağır Ahmed Bey namında bir zatın oğlu Mehmed Bey idi.
Mehmed Bey vatanı kurtarmak, ahalinin gasp edilen hukukunu iade etmek,
hükümeti Avrupa'nın meşruti idarelerine göre tanzim ve tesis eylemek,
parlamentarizm usulünün vaz'ıyla padişahın hukukunu tahdit etmek azminde
idi. Bu cemiyete bilahare Kıbrıs mutasarrıfı olan Reşad Bey, nezaretlerde ve
sadarette bulunan meşhur Şirvanlı Mehmed Rüşdü Paşa, meşhur Ahmed Vefik
Paşa31 , Reji Komiseri Nuri Bey ve o zaman daha bey olan Ziya Paşa da dahildi.
Ziya Paşa Sadrazam Ali Paşa ile geçinemeyerek Mabeyn Kitabeti'nden
ayrılmıştı.

31 Ahmet Vefik: P�a, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi olmanuşnr. (Haz. notu)
1 56 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Cemiyet mümkün olduğu kadar memleketin büyüklerini sinesine çekmek


tasavvurunda olduğundan Kemal'i de bu cemiyete almak niyetiyle Nuri Bey'i
suret-i hafiyyede göndermişlerdi. Nuri Bey Kemal'in samimi arkadaşı idi. Kemal
esasen kabul ettiği bu fikri daha iyice konuşmak üzere kendi evinde bir mülakat
tertip etmişti. Orada uzun bir münakaşadan sonra Mehmed Bey, Kemal'i iknaa
muvaffak olmuştu.
[s. 1 7 1] Ziya Paşa'nın da Namık Kemal üzerinde büyük bir tesiri vardı.
Kemal hemen birçok yerde Ziya'nın fikirlerini tervic ve takip ediyordu. Ziya Bey
o aralık Meclis-i Vfila başkitabetinde idi. Meşhur Ali Suavi de tevkif edilerek
mahkemeye verilmişti. Muhakemesi Meclis-i Vfila'ya havale edilmişti. Suavi,
Ziya Paşa'nın müdahale ve sahabetiyle kurtuldu ve Muhbir gazetesini çıkarmaya
başladı.32 Vatan-perverane yazılarıyla teveccüh-i ammeyi kazanıyordu. Onu
Genç Osmanlılar Cemiyeti'ne almışlardı. Nuri Bey bu adamı "adi bir şarlatan,
kötü bir menfaat-perest" olarak gösteriyor. Nitekim gazetesine yazdığı bir
makalede bu gizli cemiyet azfilarının Babıfili karşısında Arzuhfilci Ali Efendi
namında birinin evinde toplandıklarına varıncaya kadar ifşa edivermişti. Polis
orayı basmış ve ithamı mucip hiçbir vesika ele geçmemişti. Mamafih, Sadrazam
Ati Paşa her ihtimale karşı bu pek ateşli gençleri dağıtmaya azmetmişti. Bunun
için de cemiyetin nafiz azalarını memuriyetle payitahttan uzaklaştırmayı
düşünmüştü.
Suavi o makale yüzünden hapse atılmıştı. "Asayiş-i memleketi ihlal, efkar-ı
halkı tağşiş ediyor" denmişti. Genç Osmanlılar toplanarak umumi bir münakaşa
yapular, bazı fazla ateşlileri, hapishaneyi basıp Suavi'yi kaçırmayı teklife kadar
varmışlardı. Fakat bu lüzumsuz kahramanlık hiçbir zaman kabil-i tatbik olacak
bir çare-i tesviye değildi. Suavi serbest bırakılmış, memuriyetle Kastamonu'ya
gönderilerek ikamete memur edilmişti.33
O aralık Mısır prenslerinden meşhur Mustafa Fazıl Paşa hıdiviyette veraset
hakkını ilelebet kaybetmiş, sadrazamla fena halde arası açılmıştı. Hıdiv İsmail
Paşa rüşvet ve hediyeler ve çevirdiği dolaplar sayesinde bütün hıdiv hanedanı
zararına ve kendi lehine birçok imtiyazlar elde etmişti. Fazıl Paşa Avrupa'ya
iltica etti. Abdülaziz ile vezir-i azamı aleyhine şiddetle hücuma başladı.
İstanbul'da teşekkül eden bir gizli cemiyeti haber alınca İstanbul'da bulunan
dostu ve cemiyetin azasından şair Manastırlı Faik Bey'e müracaatla cemiyete

32 Muhbir, öncelikle 25 Şaban 1 283-23 Muharrem 1 284 (2 Ocak 1 867-27 Mayıs 1 867)
tarihleri arasında İstanbul'da yayımlanır. Başmuharriri Ali Suavi'dir. Ancak gazete çıkmaya
başladığında Ali Suavi, Filibe'dedir, yazılannı oradan gönderir. Muhbir, Londra'da 3 1 Ağustos
1 867'den itibaren Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına Ali Suavi tarafından çıkarılır. 3 Kasım 1 868'de
Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar'ın ileri gelenleriyle düştüğü anlaşmazlık ve Mustafa Fazıl Paşa'nın
maddi desteğini çekmesi üzerine gazetenin yayımı sona erer. (Haz. notu)
33 Ali Suavi, Kastamonu'ya memur olarak değil, Muhbir'deki vazıları sebebiyle sürgün olarak

gönderilmiştir. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 157

[s. 1 7 2] dahil oldu ve cemiyet azasını Avrupa'da etrafına toplayarak masraflarını


vermeyi ve bir gazete tesisini düşündü.
Bu suretle Hıdiv İsmail'in adi birer vasıtası olan Ali ve Fuad Paşalardan
intikamını almış olacaklardı. Suavi'yi davet etti. O da Kastamonu'dan savuşarak
Paris'e gitti.
Ziya Paşa da sıkı bir tarassut ve takibe maruz idi. Hükümet ondan da
Kemal'den de ürküyordu. Filhakika ikisi de hükümetin şiddetle aleyhtarı idiler;
hele Ziya Paşa, Aıi ve Fuad Paşaları kat'iyen çekemiyordu.
Cemiyet bir in'ikadında en faal ve en kıymetli azasından olan Ziya ile
Kemal'in bir an evvel Avrupa'ya firarlanna karar verdi. Prens Fazıl, Paris'te
onları bekliyordu. Orada maksad-ı mukaddesleri için çalışmak daha kolay, daha
serbest olacaktı.
Hükümet de bir taraftan tedbirlerinde kusur etmiyordu. Ziya Bey'i (Paşa)
ikinci defa olarak Kıbrıs mutasarrıflığına Kemal'i de Erzurum' a vali
muavinliğine tayin ediyordu. Fakat bunlar hükümetin gönderdiği yere değil,
Avrupa'ya Prens Fazıl'ın yanına, evvela Paris'e sonra Londra'ya gittiler. Suavi
Londra'ya yerleşmiş, Muhbir gazetesini orada neşrediyordu. Bir müddet sonra da
Avrupa'ya giden Nuri, Reşad ve Agah Beyler, Paris'i tercih ediyorlardı.
Fazıl Paşa Muhbir ve Hürriyet gazetelerinin neşri için bol bol sarfı.yatta
bulunuyordu. Maatteessüf cemiyet azasının tevhid-i fikr etmesi kabil olamıyor,
her biri bir tarafa, herkes kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Kanaat-i siyasiye
ve idariyeleri tebellür etmiş bir halde olmadığından işe nereden ve nasıl
başlayacaklarını bilemiyorlardı. Herkes bir tarafa dağıldı; Kemal Fransız lisan ve
edebiyatı ile hukuk tahsiline koyuldu. Ziya Paşa muvakkaten Reşad Bey ve Agah
Efendi ile İsviçre'ye gitti. Ziya Bey (Paşa) memleketin kurtulmasını ve serbestiye
mazhar olmasını Sultan Aziz'e hulfil ile mevki-i iktidara gelmekte görüyordu.
Kemal de hemen hemen aynı fikre gidiyor, fakat tebeddül-i saltanatı arzu
ediyordu.
[s. 1 73] Hasılı aralan Fazıl Paşa ile de açılmıştı. Cemiyet de tefessüt etmişti.
Bütün iğbirar ve fesatta Ali Paşa'nın parmağı vardı; o zahiren Prens Fazıl ile
barışmış ve uzlaşmış, hakikatte Genç Osmanlılar Cemiyeti'ni dağıtmıştı.
Aıi Paşa'nın vefatı meseleyi halletmişti. Yerine sadrazam olan Mahmud
Nedim Paşa, Mehmed Bey'in amcası idi. Bu suretle evvela Mehmed Bey, bir
hafta sonra da diğerleri afv-ı umumiden istifade ile İstanbul'a gelmişlerdi34.
Ziya Bey (Paşa) Cenevre'de Hürriyet gazetesini çıkarıyordu. Oradan Paris'e
gelip arkadaşlarına iltihak etti.

34 Namık Kemal, İstanbul'a 1 8 70'te döner. Ali Paşa'nın vefatı ise 6 Eylül 1 8 7 l 'dedir. Fakat
Namık Kemal yeniden yazmaya ancak Ali Paşa'nın vefatından sonra başlayabilir. (Haz. notu)
1 58 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İşte manzum ve mensur yazılarıyla, efkar-ı teceddüd-perveranesiyle


memleketinde hürriyetin teessüsüne uğraşan Ziya Bey (Paşa) Sultan Abdülaziz'in
ibtida-yı cülusunda Zaptiye Müsteşarı olarak Mabeyn'den ayrılmış, iki gün sonra
Atina Sefaretine, oraya da gitmeden Mir-miran rütbesiyle Kıbrıs mutasamflığına
tayin edilmiş, yedi ay bu memuriyette kalmıştır. Bu ilk mutasamflığıdır. İkinci
defasında Avrupa'ya firar etmiştir. Üç defa Meclis-i Vfila azisı olmuş, iki defa
Deavi Nezareti'ne gelmiş, bir kere Beğlikçi, bir kere Maarif Müsteşarı olmuş,
Amasya ve Canik mutasamflıklannda bulunmuş, Abdülhamid'in cülusunu
müteakip vezaretle Suriye valiliğine tayin olunmuş, oradan da Konya'ya,
Konya'dan da Adana'ya gitmiştir. Adana vilayetinde diğer vilayetlerde de olduğu
gibi birçok asar-ı ümran vücuda getirmiş, Adana halkının hürmet ve muhabbet-i
mahsusasını kazanmıştır. 1 297 [1 880] tarihinde Adana'da vefat eden bu büyük
Osmanlı şairi tab'an zarif ve hoş sohbet, natuk ve latife-glı, mizahı sever,
muhadaratta misli bulunmaz bir harika-i zeka idi.
Ziya Paşa Adana'da vefat ettiği zaman yanında ne oğlu Haydar Bey, ne de
bilahare paşalığa irtika eden Hamdi Bey bulunabilmişlerdir. Hatta Paşa'nın
kalan yazılarını Yıldız Sarayı'na göndermişlerdir . . . Şunun bunun elinde kalan
bazıları da zıyaa uğramış, hatta Engizisyon Tarihi Tercümesi'nin müsveddeleri
kadirbilmezin biri tarafından beş kuruşa satılmıştır. Merhum Ebüzziya Tevfik
mezkur tercümeleri tab'ettirerek zıyadan kurtarmıştır.
ls. 174) Sultan Abdülhamid'in istibdaından korkan halk paşanın kabrine
bir kitabe bile yazdırmaya cesaret edememişken sultanın hışmından da,
istibdadından da hazer etmeyen vergi müdürü Hasan Rıza isminde bir zat
Paşa'nın mezar taşına:
"Adana vilayeti valisi Abdülhamid Ziyaeddin Paşa merhumun fazl ve
kemali asarıyla müsbit ve ulüvv Ü kadrini beyan ve tavsifte zeban-ı üdeba-yı
zaman hl-kudret ve tarih-i ve!atını nazımda şuara-yı benam-ı Osmaniyan izhar-ı
acz ü hayret eylediklerinden doksan yedi senesi Cumadelahire'sinin sekizinci
pazartesi günü gülşen-sera-yı bekaya rıhlet ve darü'l-huld-i ukbaya azimet
eylediklerini vilayet-i mezkure vergi müdürü es-seyyid Hasan Rıza nesren bu
vechile tahrire ictira eyledi. Rahmetullahi aleyh rahmeten vasiaten merhum
müşarünileyhin ruh-ı şerifleriyle sair ervah-ı müminin için rızaen-lillahi teale'l­
!atiha."
Fi 8 c 1 297 [1 880]
Ziya Paşa kendi resminin altına:

"Cism-i zannı hakde pinhan olunca isterim


Bir zaman olsun Ziya filemde namım paydar
Siretim asar-ı hamemden kılınsın ictihad
Suretim bu resm ile kalsın cihanda yadigar"
kıtasını yazmıştır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 59

Namık Kemal de beraber çıkardıklan bir resmin arkasına:

"Hem muanz hem muvafıkn Ziya ile Kemal


Şu'le-i berkiyyede mevcud iki kuvvet gibi

ittihad ettikçe amma başına zalimlerin


Yıldmmlar yağdmrdık nur-ı hürriyyet gibi

Bir Ziya'dır hake düştü arşa etti in'itaf


Mahzan bu hak olan bin nur-ı ulviyyet gibi

Nur-ı Hakk'a iltihak etti Kemal-i zannı


Tek bırakn yeryüzünde sevdiği millet gibi"

feryad-ı hicranını nakşetmişti.

[s. 1 75] Ziya Paşa'nın bir takdirkar-ı daimisi olan dam-i şi'r Hamid de o
büyük şairin vefatına şu şiiriyle ağlamıştı:

"Ziya saisi bir kavm-i garibin


Sen oldun arş-ı Rabb-i Zü'l-Celal'e.
Ne oldu der-geh-i Hakk'dan nasibin?
Ne derler asmaniler bu hfile?
Nigahın nezd-i Hakk'dan sfililine
Düşüp imalini kılmakta tecdid.
Olur tig-i zebanın zfilimine
Hakikat birle berk-engiz-i tehdid.
Dolar sahn-ı vatan ol dem Ziya' dan,
Anarlar nimını yerden, semadan . . .
Bu halka tercüman olmaktasın sen
Gidip sıytın zeminden asmana;
Huzfır-ı hakim-i mutlaktasın sen
Gelir nfilişlerin bu hakdana
Fezası la-mekan mahşer melekden,
Ederler intizar-ı hükm-i i'lam;
Eğer dersen ki mazlum oldu İ slam;
Sana şahid çıkar yerden, felekten.
Ziya sensin bu cem'iyette ma'sum,
Kalanlar cümleten mes'fıl ü mahkum . . . "

Adana'da nimı bugün büyük bir takdir ve hürmetle anılan Ziya Paşa'nın
Jeanjacques Rousseau'dan tercüme ettiği Emile, Paşa'nın hafidi Doktor Fahri Bey
tarafından Asar-ı Müfide Kütüphanesi Cemiyeti'ne verilmişti. Tab'olunamadan
cemiyetin ta'til-i faaliyet etmesi üzerine müsveddeler cemiyetin reisi Süleyman
Nazif Bey'de kalmışnr.
1 60 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1 76] Ziya Paşa'nın Lisanı ve Şiiri


Me�lekette mesut ve medeni bir inkılabın teessüsünü samimen arzu eden
ve bu arzunun fiili ve ameli surette tatbikini temin için rahat ve hayatlarını
fedadan çekinmeyen bir avuç hamiyet erbabı içinde bulunan Abdülhamid Ziya
Paşa cidden büyük tesirler bırakmış, büyük bir münşi, kudretli bir şairdir.
Fıtratındaki şairlik kabiliyeti değil Şinasi asrının, hemen bütün eski
şairlerininkinden çok daha feyyaz, çok daha velut olduğundan, aruz vezninin
irticrue mani olduğunu şikayet tarzında anlattığı halde, bir hamlede irticalen
yüzlerce beyit inşad etmekten geri kalmazdı. Bu kudret-i beyan ve irtical bilhassa
Gaıp'a nazarlarını tevcih ettikten sonra sırf zati gayreti, zati himmeti ile
Fransızcayı öğrenmeye başlayıp altı ayda tercümeler yapacak bir kudret-i harika
gösterdikten sonra tekamül etmiştir.
On dört on beş yaşlarında şiire başlayan Ziya Paşa kendi çağındakileri
değil, kendine isnat olabilecek çağdakileri susadurdurmuş feyyaz bir fıtrattır.
Eski Şark usulünde söylediği kasideler, gazeller, şarkılar, nazireler tanzir
ettiği asıllarını çok zaman fersah fersah geçmiştir. Şeklen, Şinasi gibi Şarklılıktan
ayrılmayan Ziya Paşa manen ve hissen Şinasi'den çok ilerilere gitmiştir. Şinasi,
Ziya Paşa'nın ateş-i şairiyetini gösteremediği gibi, onun bıraktığı derecede asar
da bırakamamıştır. Ziya Paşa hem siyaset, hem edebiyat vadisinde çalışmış, hem
nesirde hem şiirde bir kudret-i feyyaze göstermiştir. Hatta şeklen belki Ziya
Paşa'ya laik eserler vücuda getiren Namık Kemal şiirde paşanın kab'ına
varamamıştır. Çok zaman istirkab ettiği bu zeki arkadaşının derecesine
çıkamamıştır. Filhakika Ziya Paşa Avrupa'dan mülhem olarak büyük bir asalet
[s. 1 77] (originalitl) göstermiş değildir. Fakat şiire bir nevi felsefe, bir nevi hikmet
sokmuştur. Gerçi bu felsefesi de tamamiyle Gaıplı değildir. Çünkü Ziya Paşa'nın
Gaıpla teması mahdut olmuştu. Hamid'ler gibi tahsilini Avrupa'da almış bir şair
değildi. O sırf kendi içtihadıyla Avrupa'nın faydalı addettiği noktalarını
benimsemeye ve onlardan da vatanına bir nasibe çıkarmaya çalışmıştır. Ziya
Paşa şiirde ve inşada aklının selameti, muhakemesinin kudretiyle temayüz eder.
Şu itibarla da ilhamını fikrinden, muhakemesinden alıyor demektir,
fıkriyılndandır. lntellectualisme cereyanının tesiri altında bulunur. Mamafih
kuvvetli bir hissiyat (sentimentalisme) ile yazdığı rebabi-lirik eserleri de vardır.
Yazdığı şarkılar buna canlı birer misaldir.
Ziya Paşa iki cereyanın tesiri altında yetişmiş bir şairdir.
Şark terbiyesi, Şark zihniyeti, Şark felsefesiyle edebi terbiye almış birçok
muktedir şairlerle iştirak ederek encümen teşkil etmesi Ziya Paşa'ya kuvvetli bir
Şark cereyanı tesiri vermişti. Şiirlerinde şeklen Şarklı kalması, birçok nazireler
yazması, gazel ve kaside vadilerinde dolaşması hep bu sebeptendir.
Fransızca öğrenerek Gaıp'tan tercümeler yapması, firar suretiyle de olsa
birkaç sene Avrupa'da bulunarak Gaıp içtimai, iktisadi, ilmi ve edebi hayatına
az çok temas etmesi, kendi yaşadığı zamanda memlekette uyanan Gaıp
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 161

cereyanının tesiri altında da bulunması, hatta o cereyana kendisinin fikirleri ve


yazılanyla yardım etmesi bu sebeptendir.
Nesrindeki selaset ve sadelik de bu cihetten gelmektedir.
Nazmında şeklen klasik kalan Ziya Paşa esasen idealisttir. Memleketinde
terakki ve inkılap görmek, yeniliğe ve kemale karşı bir aşk beslemek bu
idealistliğindendir.
Evet Ziya Paşa nesirde de taklide la)1k bir sellka sahibi idi. Hele Emile
tercümesi, Defter-i Amal gibi yazılannda akarsu gibi cana yakın, sıcak, sevimli,
sade, kuwetli ve selis bir Türkçe kullanmıştır.
[s. 1 78] Defter-i Amtil inden aldığımız şu parçaya bakınız:
'

"Anası babası sulehadan bulunan bir çocuğu hal-i sabavetinde


külhanbeylerinin içine bırakın, onlarla düşüp kalksın; büyüdüğünde elbette bir
merd-i afifve perhizkar olamaz.
Bir çingene çocuğunu beşikte iken alıp bir salih hanedanın dest-i terbiyesine
verin, büyüsün; me'lı"ıf-ı salah olur. Çingeneyi deni ve bed-ahlak eden çingene
olması değil, belki çingene terbiyesinde büyümesidir. Sahavet ki ömr-i insaninin
en saffetli zamanıdır; ne makı"ıle sever ve eşkale mukabil olursa ayine gibi cezb
eder. Şu kadar farkı var ki ayinede sı"ıret-pezir-i intiba' olan şekil, asl-ı aksin
zevaliyle zail olur. Lakin mir'at-ı isti'dadda bir kere cilve-ger olan sfıret-i
misaliye, ke'n-nakşfi'l-hacer,35 yerleşir, kalır.
Ancak bu sözden her terbiye gören çocuk mutlaka insan-ı kamil olur demek
çıkmaz; zira tertib-i hilkatte nice ihtilaf-ı esbab vardır ki ukül-i beşeriye onlan
ihata ve idrakten henüz aciz ve kasırdır ve istidat ve kabiliyetin tetavüt-i dereci'ıtı
dahi bundandır. İmdi, eğer terbiye vaz'-ı tabiiyi muhafaza yolunda olur,
ekseriyet hıfz-ı ahlak cihetinde bulunur, şevaz ve nevadir ise kaide-i muhkeme
tesis edemez.
Medeniyet ki saadet-i beşeriyeyi müstelzim olacak surette olan hfilet-i
cem'iyet manasınadır. Hüsn-i ahlak-ı milliyeden mütevellid .bir velettir. Ahlak-ı
milliyesi olmayan akvamda medeniyet olmaz. Ve hangi kavm-i medeni ki ahlakı
bozulmaya başlar, medeniyet onda durmaz.
Bütün büyük adamlar medeniyet ve ahlak-ı milliye ile muttasıf olan _

milletlerden zuhur etmiştir. Asar-ı sfilifede gelen ve hfila eserleri ve fiilleri ibret­
bahş-ı enam olan büyük feylosoflar ve erbab-ı belagat ve marifet ve büyük
pehlivanlar ve cihangirler hep Yunanilerden, Romalılardan, Mısırlılardan
geldiler. Sonradan afitab-ı medeniyet-i İslamiye pertev-saz-ı ufk-ı filem olmakla,
bu yıldızlann revnak ve fürı"ıgu kalmadı ve İslamın yedi sekiz yılda yetiştirdiği
erbab-ı fazl ve [s. 1 79] kemfilat a'sar-ı sfilifenin iki bin senede vücuda

35 "Taşa kazınmış iz gibi!" (Haz. notu)


1 62 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

getirebildiği ashab-ı imtiyazı hem ilmen hem adeden sebkat eylediler. Gariptir ki
şimdiki Yunanistan ve Roma, hükema ve fuzala yerine haydut yetiştiriyor.. !"
Ziya Paşa sade üslubuna değil o üslubu giyen mananın da ehemmiyet ve
kıymetine büyük bir dikkat hasrediyordu.
Ruhen inkılapçı yaratılan Paşa, memleketinde mevcut olmayan, mevcut
olan kısımlan da faydadan ziyade zarar tevlid eden en canlı, en esaslı bir noktaya
parmağını basıyor, en müzmin, en müteaffin bir içtimai yarayı deşiyor, salim,
r hakiki, milli bir terbiyenin bir millette teessüs edecek medeniyetteki tesirlerini
göstermeye çalışıyor. Bu pek yeni mevzuu yaşayarak duyan Ziya Paşa pek derin
bir kanaatle açıp döküyor. Vücuda getirmek istediği inkılabın ancak sağlam bir
zeminde temel tutabileceğine kani olduğu için işe terbiyeden başlamayı, sağlam
bir terbiye ile sağlam bir nesil yetiştirmeyi teceddüt ve medeniyet tohumlannı o
neslin dimağına zer' etmeyi düşünüyor.
Ve kendisine bu ilhamlan veren çocukluk hayatını canlı bir numune olmak
üzere, bugün bile herkesin tatlı tatlı, seve seve okuyabileceği bir dil ile yazıyor:
"Benim pederim, Galata Gümrüğü'nde katip ve işini gücünü iyi bilir,
vazifesiyle kanaat eder bir merd muhasipti. Benim hengam-ı sabavetimde yaz kış
Boğaziçi'nde Kandilli'de sakin olurduk. Benimle beraber mektebe gidip gelmek,
hem de evin sokak işlerini görmek için on yedi on sekiz yaşlannda ve Ömer
namında bir köle almıştı.
Köle, memleketinde hırsızlıkla terbiye olunduğundan kiraz, üzüm mevsim­
lerinde beni bağlara götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalardı; birlikte
yerdik. Tahminime göre altı yedi yaşlarında idim. Bir gün köle ile beraber
Kaptan-ı Esbfık Damat Halil Paşa'nın Kandilli üzerinde vaki bağlanndan [s.
1 80] Havuzlu Bağ derler, bir bağa gittik. Bağın etrafı dikenli çalılarla mahfuz
olmakla köle bir medhal bulup da giremedi; elindeki sopa ile çalıları aralayarak
güçle bir küçük delik açabildi. Bana hitap ile 'Ben buradan sığamam; sen
küçüksün; içeri gir, yakındaki kütüklerden üzümleri kopanp bana ver; birlikte
yiyelim!' dedi: 'Peki!' dedim. İçeri daldım ve üzüm devşirmekle meşgul oldum.
Meğer Halil Paşa merhum o esnada nişan atmak için o bağa gelmiş; nişan testisi
bittesadüf tamam benim çapul ettiğim mahalle konulmuş olmakla beni görmüş;
merhumun dairesi kavaslanndan Kandillili Ahmed Bey derler, koca bıyıklı bir
kavası vardı ki her bar rastgeldikçe bıyıklarından korkardım. O gün Paşa'nın
yanında bulunmuş; ve Paşa beni ona gösterip yanına götürmesini tenbih ile
göndermiş.
Ben ise dünyadan bihaber! Muttasıl üzüm salkımlarını kopanp çalı
arasından köleye vermekle meşgul iken ansızın arkamdan biri gelip kucağına
kaptı ve korkutmayarak bilmem ne sözlerle temin ve tesliyetler ederek Paşa'nın
yanına götürdü. Önünde duran birkaç tabak üzümü benim önüme sürüp yemek
teklif eyledi; onun bu nevazişi korkuyu ve hicabı büsbütün zail edip bila-tekellüf
yemeye başladım. Kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne semtte olduğunu sordu;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 63

ben de söyledim. Niçin üzüm çaldığımı sorunca hiç ketmetmeyip kölenin


talimaunı tamamiyle naklettim. Benim sadakat ve saffetim besbelli merhumun
hoşuna gitti; zira elime bir hayli para verdi ve Ahmed Bey'e teslim ile hanemize
gönderdi.
Garabet-i ittilakiyedendir ki merhumun son kaptanlığında, hasbelkader
hizmet-i şahanede bulunduğum bir gün Sara.y-ı Hümayıln'a geldi. Kendisiyle
sohbet ederken hatınma gelip: 'Bundan on altı on yedi sene evvel Kandilli'de,
Havuzlu Bağ'da nişan atmak esnasında iken yeşil cübbe giymiş bir çocuğu [s.
1 8 1] üzüm çaldığı sırada görüp, Kavas Ahmed Bey ile tutturarak celb ve taltif
buyurduğunuz hatıra gelir mi?' diye sual ettim. Paşa merhum, gayet fatin ve zeki
olmakla derhal tahattur etti. Ve 'O çocuğa hala acının; zira babası her kim ise
yanına bir hırsız köle katmıştı, yoksa çocukta asla fenalığa istidat görmedim.
Çünkü vukuatı hiç ketmetmeyerek bana nakletti ve pek hoşuma gitti. Sonra
Ahmed Bey dahi çocuğu tasdik eyledi. Lakin o çocuğu ve bu vakayı siz neden
biliyorsunuz?' dedi; ben de cevabımda: 'İşte o gün sizin bağınızdan üzüm
çalarken yakayı ele veren ve layık olmadığı halde mazhar-ı iltila.tımz olan çocuk
sakallandı. Ve karşınızda yine iltila.tınıza nail oluyor; yani bendenizim.' dedim.
Ben bunu söyler söylemez güya hırsızlığı kendi etmiş gibi kemfil-i edebinden
kızardı ve bana teşekküre meydan vermeyip müstağrak-ı taltila.t eyledi.
Bu köleyi biraz vakit sonra peder merhum azad edip memleketine gönderdi.
Beni dahi o esnada İmamzade merhumun nezareti tahtında Süleymaniye
civannda yeni açılmış olan "Mekteb-i Edebiye"ye verdi. Ve terbiyeme bakmak
için İsmail Ağa namında, elli beş yaşlannda bir lala tuttu.
Bizim lala, Kayseriye kazası dahilinde Efke karyesinden olup Yeniçeri
devrinde taşra vüzerasına iç ağalığı etmiş; çok şey görmüş, oldukça dünyayı
anlamış, hakikatte pişkin ve edip ve evlat harisi bir adamdı. Şu kadar ki gece ve
gündüz dert ve fikri beş on kuruş kazanıp bir gün evvel memleketine gitmek ve
filıir vaktini çocuk çoluğuyla beraber geçirmekten ibaret olmakla para hanesi
gelince lala her türlü hayat-ı insaniyesini unuturdu. Mesela peder merhumun
lalaya ve bana birinci tavsiyesi, cami avlusuna gidip çapkınlarla oynamamak
iken, her gün mektepten çıkıldıkta şeriklerimle beraber biz soluğu Süleymaniye
Camii avlusunda alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa pederden aldığım
gündelikten cebimde kalan yirmi para yahut otuz kırk parayı eline sıkıştınrdım;
[s. 1 82] derhal yüzü gülüp; 'Haydi, ben ikindi namazını kılmadım; sen biraz
oyna, ben de namazı kılayım!?' derdi. Ve namazdan sonra ekseriya son cemaat
yerinde uykuya vanp bir iki saat beni halime terk ederdi. Sonra avdet
edeceğimizde niçin geciktiğimizi şayet peder sorarsa ikimizin cevabı bir olmak
için birlikte yalan hazırlardık.
Lakin bu hal ile beraber lalam beni daima dersimde devam ve sınıfımda
çocuklara sebkata ikdam için elinden gelen teşvikatı icrada kusur etmezdi hatta
nazm-ı eş'ara başlayışım o adamın himmet-i mahsusası ve bir garip vesile ile
olduğundan burada naklini faydadan hfili göremem."
1 64 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Bizim lalanın eş'ara pek muhabbeti vardı; hatta kendisinin yazısı güç
okunur derecede imlasız olduğu halde Aşık Omer ve Gevheri asarından
mahfüzu bulunan beyitleri münasebetli münasebetsiz sıra getirip okur ve ara
sıra, kendi de kıta ve gazel gibi şeyler nazmedip içinde mevzun olanları
bulunurdu. Bu matla onun gazelindendir.

Derunum derdin arz ettim bu kırtasa kalemlerle


Görelim ne zuhur eyler, ne söyler gonca-femlerle
Mektebe İsa Efendi namında bir Farisi muallimi tayin edilmişti; her hafta
salı günü gelirdi; çocukların bazıları ondan ders alırlardı; lakin benim mektebe
gönderileceğim vakit peder merhumdan, 'Sakın olmaya ki Farisi okuyasın: Zira
her kim okur Farisi, gider dinin yarısı!' diye almış olduğum nasihat, kulağıma
küpe olduğundan Farisiye heves şöyle dursun, okuyanlara dinsiz nazarıyla
bakardım.
Lala bu hale vakıf olmakla gizlice bana Farisinin her şeye lazım olduğunu
ve dine dokunmaksızın okunması mümkün idüğünü ve her Farisi okuyan dinsiz
olmayıp hatta İsa Efendi, pek salih ve mütedeyyin bir adam [s. 1 83] olduğunu ve
kendisi bile vaktiyle okuyamadığına nadim olup şimdi elinden gelse ak sakalıyla
okuyacağını ve eğer ben okumazsam imtihan vaktinde şeriklerimden geri
kalacağımı ve pederin bana böyle demesi kendinin Farisi anlamadığından
olmakla eğer ben şimdi ondan gizlice öğrenecek olursam hem pederimi geçmiş,
hem de imtihanda birinci çıkıp onu memnun etmiş olacağımı öyle bir lisanla
anlattı ki artık Farisi okumayı iyice zihnimde kararlaştırdım ve güya gizli bir
kabahat eder gibi mektebin demirbaş kitaplarından bir Tuhfi-i Vehbi istiare edip o
hafta derse başladım.
İyice hatırımdadır ki, henüz Tuhfa'yi tamam etmemiştim; bir gece lala ile
beraber, karşılıklı oturup el değirmeni ile bulgur öğütmekle meşgul idik;
değirmeni çevirirken sıra bana geldi; ben çevirmekle meşgul iken gördüm ki lala
gözlerinden yaş döküp muttasıl ağlıyor. Sebebini sordum; cevabında: 'Sen daha
çocuksun, anlamazsın!' dedi. Ben ısrar ettim; nihayet aciz kalıp: 'Bu değirmen
lisan-ı hal ile ne diyor biliyor musun?' dedi.
Ben değirmenin lakırdı söylediğini o vakte kadar işitmediğimden hayran
hayran lalanın yüzüne baktım: 'Aman, değirmenin nasıl lakırdı ettiğini bana
söyle!' diye ibrama başladım. Lala, derunundan bir ah çekip: Evet, değirmen
söyler; ve bizden daha fasih ve makul söyler. Fakat onları işitmeye kulak ister!
İşte bu değirmen lisan-ı hal ile diyor ki:
'Ey bana nazar eden gafiller, gözlerinizi iyice açın, bana iyice bakın! Zira
ben bu dünyanın bir misaliyim; bana koyduğunuz buğdaylar dahi dünyaya gelen
insanların aynıdır; koyulan daneleri iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp
ufaltınm ve matlup olan mertebe-i kemale geldiklerinde - ki bulgur olurlar -
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 65

onları dışarı atanın, yeni gelenlerle meşgul [s. 1 84] olurum. Nitekim dünya dahi
kendine gelen insanları zemin ve sema arasında enva-i belaya ve imtihanat ile
ezip geçirip kemale yani her şahıs kendine mukadder olan nisaba baliğ oldukta
mezara defeder, diğerleriyle meşgul olur. Hatta bu mana üzerine şöyle de bir şiir
hatırıma geldi ve şimdi bil-bedahe nazın ettim.' dedi ve 'Asiyabı devreden
ahenge nazar kılmışım.' mısraıyla birkaç beyit okudu. Hayla ki diğer mısralar
hatırımda kalmadı.
Ben bu sözün medlulünü anlayacak yaşta olmadığımdan asiyabın böyle
güzel söylemesinden ziyade lalanın fazl u kemaline hayran oldum, asiyab ve
ahenk kelimelerinin manasını anlamakla Farisi okumaya zevk ve hevesim bir kat
daha tezayüd etti.
Ve lalanın gözünü kaşım eğerek kemal-i telezzüzle ve bilmediğim bir tarzda
okuduğu şiirin edası manasından ziyade hoşuma gidip şiiri bana öğretmesini
ricaya başladım. Lala; cevabında 'Şiir dedikleri bazı ibada mahsus atıyye-i
İlahiyedir; tevaggul ve tahsil ile ol maz. Eğer Cenab-ı Bari sana da mukadder
etmiş ise şair olursun; ve illa hiçbir vesile ile bu şerefe nail olamazsın. Hoca
Numan Efendi her ilimde mahir bir lazıl-ı mütebahhir iken şiir söyleyebiliyor
mu? Bak, İsa Efendi Fariside yekta olduğu halde tabiat- i şi'riyeye malik mi?! İşte
şiir bir dad-ı Hak'tır; ilim ile ele geçmez!' dedi. Bunu işitir işitmez güya içimde
küllenmiş bir ateş kümesi varmış da o körüklenmiş gibi kendimde bir galeyan
hissettim; karara mecalim kalmadı; değirmeni bı raktım; ağlayarak lalanın
boynuna sarıldım ve şiirin nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için
yalvardım.
Lala, ehl-i aşk ve bağrı yanık bir kimse idi. Bana nazar-ı terahhurnla baktı
ve bir tarz-ı dil-nüvazane ile; 'Sende bu aşk ve heves oldukça umanın ki şair
olursun dedi. Ve şiir denilen adeta söz olup, fakat evzan-ı aruz dedikleri 'lailatün
melailün'lerin harekat ve sükununa muvafık olmasını ve mısraların ahiri
birbirine uymak lazım geleceğini [s. 185] bildiği kadar tarif ettikten sonra
'Mademki şiire hevesin var; iptidili nazmın teberrüken bir Na't-ı Nebeviye
olsun. Haydi bu gece çalış! O yolda bir şey yazıp yarın bana göster, uymayan
mahallerini düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun!' dedi ve rediflerinin ya
'Resulallah!' olmasını tavsiye eyledi. Ben o sevinç ile merdivenleri dört el ile
çıkarak odama koştum; kapıyı kapadım. Önüme bir tabaka kağıt koydum;
hemen kalemi elime aldım, güya zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyler
yazacaktım. Düşün bire düşün! Aklıma bir şey gelmez! Vezin, aruz nerede? Adi
kelimeler bile güya bizi tutup da zorla silsile-i vezne sokacak havfiyla zihnimden
firar ederlerdi. Velhasıl hatırıma hiçbir söz getiremedim. Böylelikle sabah oldu.
Gözüme bir lahza uyku girmedi. Nasıl olursa olsun! dedim, kağıda birkaç satır
saçma sapan şeyler yazdım; fakat satırların sonlarına 'Ya Reswallah!' redifıni
ilavede kusur etmedim! Bunları birkaç kere tekrar tekrar okudum ve zihnimce
hepsini mevzun ve pek ala buldum. Lakin mana hiç hatırıma gelmedi.
1 66 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ortalık ağanr ağarmaz sevinerek, lalanın odasına koştum ve henüz


yatağından kalkmış, abdest alırken yakaladım ve muzafferane kağıdı eline
tutuşturdum. Lala, bir kere gözden geçirdi, kağıdı yine bana verdi ve tebessüm
ederek 'Bu da fena değil ama şiirde vezin, her satınn harekat ve sükunu birbirine
muvafık olmak demektir; bunun ise kimisi 'failatün' kimi 'müstefilün'
olduğundan başka hiçbirinden bir mana çıkmıyor. . . Kelimeler birbirine 'dargın
öküz' gibi bakıyorlar; fakat bu gece dediğim yolda söylemeye çalış; yann
göreyim!' dedi.
O zaman ben de şiirimi tekrar okudum. Lalanın dediği kusurlann hepsini
gördüm; artık ders kimin kaydına, şair olmak bence cihana malik olmaktan
kıymetli olduğundan o gün akşama kadar mektepte şiir düşündüm; cami
avlusunda ceviz oynarken yine şiir tasavvur ettim. Nihayet o gece de sabahlara
kadar uğraşarak bir şey karaladım. Ertesi gün lalaya gösterdim; [s. 1 86] lala
kağıda göz gezdirirken benim yüreğim oynardı; acaba, ne diyecek diye
gözlerinin içine bakardım. Bilmem beni teşvik için miydi; yoksa sahihan vezni,
manası var mıydı? 'Aferin, artık şair olacağında hiç şüphem kalmadı; baban
değil kim men ederse etsin; artık korkmam! ' dedi. Birkas gün gündeliğimden
tasarruf edip lala ile beraber gizlice sahaflara gittik; bir Aşık Ömer mecmuası
aldık; geceleri onun mütalaasıyla meşgul olurdum. Pek az müddette lalanın
okuduğu ve yaptığı şiirlerin na-mevzun olanlannı temyiz etmeye ve hatta
okuduğum Aşık Ömer ve Gevheri eş'anndan beğendiklerime nazireler bile
söylemeye başladım! Fakat mana cihetine çokluk aklım ermezdi, ta ki merhum
Fatin Efendi ile görüştüm; ben kendimi olmuş bitmiş bir şair-i mahir ve Aşık
Ömer hazretlerini cihana misi ü naziri gelmemiş bir üstad-ı mütebahhir sanıp
dururken Efendi merhumun ihtaratı bu kusurumun ikmaline sebep oldu. İmdi
eğer mevzun söyleyene şair ıtlakı sahih ise bu vesile ile bizim lalanın saye-i feyz ü
himmetinde, ben de şair oldum.
İşte eğer köle bizde kalıp ben onunla daima düşüp kalkmış olsaydım, başı
açık bir hırsız olmazsam da mutlaka afıf-manzar mürtekiplerden biri
bulunurdum. Eğer lalanın iyiliği galip olmayıp da yalnız paraya irtikap ile beni
heva ve hevesime terk edeydi ben şair olamadıktan sonra baldın çıplak bir
tulumbacı olurdum.
Ah, İstanbul'daki lalaların hepsi bizim İsmail Ağa'ya benzeseler yine
çocuklara ne mutlu! Eğer insan-ı kamil olamazlarsa bari şair olurlar. Lakin
onların birtakımı para hususunda tamamiyle İsmail Ağa'ya benzerler fakat
ta'lim-i adabda behreleri ve himmetleri yoktur; birtakımı da bizim ma'hud
kölenin yaşlılarıdır; Allah çocukların yardımcısı olsun. Zira elin bağından üzüm
çalan her çocuk, müsaade-i baht ile hizmet-i müllıkineye nail olamaz ve Emik
kitabını tercüme edip nefsinde vukua gelen hatiatı beni nevine misal-i ibret
olmak için meydana koyamaz!.."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 67

[s. 187] Jeanjacques Rousseau'nun Emile'ini bu gayret ve kanaatle tercüme


ediyor. Emik tercümesinin mukaddimesinde usfıl-i kitabet ve tahririmize de haklı
ve kuvvetli bir hücum gösteriyor:
"Bizde usfıl-i kitabet denilen tarz-ı ma'hud icabınca, lisanımızın birçok
esma' ve effili ve sıfat ve edevatı asla kullanılmayıp, onların yerlerine Arabi ve
Farisi kullanılmak ve suret-i ifa.dece dahi ne türlü şey yazılırsa yazılsın mutlaka şu
mütearif olan şive dairesinden harice çıkılmamak bir nevi zarafet ve adet
olduğundan her biri bir bahr-ı azim olan üç lisandan mürekkep olduğu halde
Türkçemiz öyle daralmıştır ki şive-i ma'rufa sığmayan her türlü manayı
bizzarure terk ve feda olunmak ve artık meani-i cedide ihtira'ından vazgeçerek,
kudemanın mallarını garetle geçinmek lazım gelmiştir.
Ben bu tercümede o zarafet ve adete riayet etmedim. Saniyen, esna-yı
tercümede mümkün olduğu, yani lisanımızın şivesi tahammül ettiği kadar asıl
nüshanın şive-i ibaratı ve medlfıl ve mefhumunu sadıkane nakle ihtimam ettim.
Lakin bazı ibarat-ı müteselsile vardır ki, hükm-i şive-i lisan olarak, Fransızca pek
güzel olduğu halde eğer aynıyla, yani her kelimesine mukabil lisanımızda bir
kelime bulmak vechile tercüme edilse bize pek çirkin ve vahşi görüneceğinden
maada, manayı is'ab ve iğlak edeceğinden, böyle ibareleri icabına göre iki ve üç
ibareye taksim ve münasebet-i mahalliyeye göre bazı edevat-ı rabtiye ilavesiyle
yine ma'na-yı asliyenin bozulmaksızın nakline çalıştım."
diyor.
Babıfili'nin daire-i terbiyeci, muhit-i irfanı içinde yetışıp o müselsel, o
tumturaklı ifadelerle otuz yaşına kadar Meclis-i Has kararlan yazan o koca Ziya
Paşa'nın şu üslubuna, şu ifadesine bakınız. Hususiyle tercüme sadedinde
söylediği sözler bugün hakiki bir lazıme-i lisan olmuştur. Büyük bir ifadeyi
parçalamadan tecüme etmek kadar manasız ve muzır bir gayret olamaz. işte bu
hakikat-i zaruriyeyi, bu ihtiyac-ı lisanı Ziya Paşa o parlak zekası sayesinde daha o
zaman kendiliğinden bulmuş ve zamanının lisan ve beyan mutaassıplarına karşı
[s. 1 88] tereddüt eseri göstermeden neşir ve ilan etmiştir. Fikrindeki isabeti daha
kuvvetli anlatmak için devam edelim:
"Salisen Rousseau Fransa fusehasının ser-efrazlarından olarak, ibaratı gayet
selis olduğu halde ifadede icaza ve az kelime ile çok mana beyanına mail
olmakla, bunlardan pek mühim olanları tavzihte kusur etmedim. Ve bir takımı
ki müphem suretinde ise de az tefekkürle istinbat olunabilir, onları halleri üzere
bıraktım.
Rabian ibareleri imkan müsait olduğu kadar Türkçeye kelimat ile terkibe
ve suret-i imlfilan vücuh-ı mütearife üzere zabt ve tahrire sa'y ettim. Ve bu tariki
tercüme için gayet eshel buldum. Görülecektir; lisanı bir derece daha tevsi
eyledim. -Hususen lisanımızda adab ve hikemiyata dair elfüz ve tabirat yoktur;
ve elsine-i muntazamadan bu misillu fünuna dair bir kitabın tercümesi mümkün
değildir- zu'munda olanlara bununla bir numune gösterdim."
1 68 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor. Evet; bir numune, fakat cidden kıymetli, cidden muvaffakiyetli ve kıymetli
bir numune . . . Kullandığı lisan o kadar tabii ki insan yorulmadan okuyup
gidiyor. Lisanı hakikate tevsi ediyor. Hem de onu dediğimiz gibi tumturaklı
kelam meraklıları zamanında yapıyor. Bu hususta mukaddimesinin biraz
aşağısında şu suretle anlatıyor:
"Bilirim ki fesahat meraklısı olanlar, böyle bir yeni şivede kitabet
gördüklerinde taaccüp edecekler ve insafı olmayanlar tarizden hfili olmaya­
caklardır. Birtakım hoca hakkı almamış aklam beyleri ibarelerden mefil çıkara­
mayıp, - Bu ne saçma şey? - diyecekler ve kitabı bir köşeye atıp okumaya rağbet
etmeyeceklerdir. Lakin bu kitap ne evvelkiler, ne de ikinciler için yapılmış
olduğundan, ikisi de benim kaydımda değildir. Ben yalnız söylemiyorum. Haşvi­
yatla evrak doldurmuyorum, mana tefhim ediyorum.
Yalnız elbise-i zahiriye göstermeye kani olmuyorum. Maksı'.id-ı bizzatı her
türlü tezyinat ve tecemmülattan ari olarak olduğu gibi göstermek istiyorum.
Hüner satmak daiyesinde değilim ki celb-i tahsin arzusunda bulunayım. Ben
insanım; ve insaniyet meftunuyum. Bu emeği insan olan aba-yı cinsime hizmet
için sarf ettim. İmdi, insanlardan bir ehl-i insaf, namımı bir kere hayır ile yad
ederse [s. 1 89] bin kere aferin demekten bence müreccahtır. Ve din ve milletime
bu kadarcık bir yadigar bırakmaya muvaffak olduğumdan dolayı nefsimde
duyduğum lezzet bana her türlü tahsin ve mükafattan elez ve abladır. "
sözleriyle ifadesini bitiriyorum.
En büyük adanılan felaketler doğurur, felaketler yetiştirir sözü ne doğrudur.
İşte memleketinden kaçmak felaketini biz Osmanlılara Ziya Paşa'lar, Namık
Kemal'ler gibi eazım kazandırdı.
Ziya Paşa Cenevre'de Hürriyet gazetesini neşrettiği zamanlarda bir taraftan
da bu kadar samimi, bu kadar sahih bir aşk ile sevdiği milleti için, o milletin
yetişmekte olan gençliği için Jean Jacques Rousseau gibi efkar ve kanaat-ı
beşeriyetle ihtilal denecek kadar kuvvetli bir inkılap yaratan bir feylesofun, bir
mürebbinin Emik'ini tercüme ediyor. Ziya Paşa'nın bu hizmeti "namı bir kere
hayır ile yad" edilmekle ödenmez ve ödenemez. İlelebet minnet ve şükranla yad
olunur.
Ziya Paşa iki zümreye işaretle: "Lakin bu kitap ne evvelkiler, ne de ikinciler
için yapılmış olduğundan, ikisi de benim kaydımda değildir." diyor. Evet, Ziya
Paşa'nın düsturu kat'idir, sarihtir.

"İtiraz eylerse bir nadan Ziya hamılş olur


Çünkü bilmez kadr-i güftann sühan-dan olmayan"
der ve geçer.
Vatan ve millet uğrunda didişen bu koca şair öyle zamanlar olurdu ki artık
üste yığılan emellerden bezer, birden isyankirane haykırırdı:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 69

"Yarab ne eksilirdi derya-yı izzetinden


Peyrnane-i vücuda zehr-ab dolmasaydı
Azade-ser olurdum asib-i derd Ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı"
Tanzir ettiği eslaftan çok yükseklere çıkan Ziya Paşa meşhur "Terkib-i
Bend"inde:
"Yarab nedir bu dehrde her merd-i zu-fünun
Olmuş bela-yı akl ile aramdan masun
Yarab niçin bu arsada her şahs-ı arifin
Mikdar-ı fazlına göre derdi olur füzun"
diye şikayet eder. İçinde "mahrum" yerine "masun" kullanmak gibi zaruret-i
kafiye [s. 1 90] dolayısıyla yapılmış hatalar bulunmakla beraber "Terci" ve
"Terkib"leri Osmanlı edebiyatının en hakimane, en beliğane yazılmış asar-ı
muhalledesindendir.
Ziya Paşa bütün bulunduğu memuriyetlerde şiir söylemiş, bazen hikemiyata
bazen kalenderiye bazen aşka ram olmuş, her hususta da kudretini göstermiştir.
Amasya'da iken 1 280 Rebiülahın'nın 20. günü [4 Ekim 1 863] :

"Bir gün olacak ben gibi nalan olacaksın


Ettiklerine sen de peşiman olacaksın

Tevsi-i ma işette bütün zikr ile fikrin


'

Şeyhim ne zaman söyle müselman olacaksın

Bu işve bu reftar ki var sende küçükten


Bilmem ne yaman afet-i devran olacaksın

Bu naz ü reviş sende ki var taze nihfilim


Bilsen ya nasıl serv-i hıraman olacaksın

Çün hatırımı yıktın eya çerh-i sitemkar


Çok geçmeyecek sen dahi viran olacaksın

Bir gün gelecek hayf Ziya'ya diyeceksin


Ettiklerine sen de peşiman olacaksın"
gaz eliyle kalbinin teessürlerini ifşa ederken 1 282 Safer'inde [Haziran/Temmuz
1 865] yine Arnasya'da:

"Zannetme ben Amasya'da paşalık eyledim


Buldum yetim halkını babalık eyledim
1 70 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dil-hahım üzre bir işe baş olmadım diıiğ


Mecliste gerçi ben dahi azalık eyledim

Ey hoş o şeb ki yana yana bezm-i yarda


Manend-i şem' encümen-aralık eyledim

Ne sufıye ne rinde yarandım zamanede


Mescidde sübha bezmde sahbalık eyledim

Buldum huzur-ı kalb Ziya cümle karımı


Tefviz-i kabza-i kader-i Halık eyledim"
[s. l 9 1] gazeliyle tali'-i na-sazını anlatıyor bu vefasız alemde kimseye
yaranamadığını saf, sade bir lisan ile söylüyordu bir nevi tevekküle kadar varıyor.
Nihayet:
"Alır her lahza zevke ömrü bir meyhanedir alem
Verir her katresin bin cana bir peymanedir alem

Cihan ateş-perest-i pertev-i ikbal ü devlettir


Eğer suzan olursan, şem 'ine pervanedir alem

Heman bir var imiş bir yok imiştir hasıl-ı devran


Ser-a-ser ibret-efza bir gaıib efsanedir alem

Cünun u aklı temyiz eylemek manide müşkildir


Hele ma'kul olan şu ak! ise divanedir alem

Harabi-i cihan umranına nisbetle vakidir


Ne rütbe olsa ma'mur ol kadar viranedir alem

Ne Hüsrev'ler ne Cem'ler geldi geçti cilve-gahından


Nice baziçe görmüş bir tiyatro-hanedir alem

Ziya bin karban-ı akil güzar etti zemininden


Bilinmez, bilmedi hem kimseler hala nedir alem"

diye endişe-i hakimane ile sükut edip teselli buluyordu.


Bazen de kendini bir şuhiye kaptırarak:

"Acebdir herkes evza'-ı felekten dada gelmiştir


Gelen glıya bu mihnet-gaha hep feryada gelmiştir

Kanaat eyledim şemm ile zülfün neş'e halinde


Sarılmakta egerçi hatır-ı na-şada gelmiştir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 171

Dil-i bimara gılya taze can geldi selamından


Bu ihsanın bana doğrusu fevkalade gelmiştir

Aceb bir hüsne mfiliksin ki endam-ı dil-aramın


Ne fıkr-i Mani'ye ne hatır-ı Behzad'a gelmiştir

[s. 19 2] Güzer-gah-ı cihan bender-geh-i şehr-i hakikattir


Gidenler ol diyara bu harab-abada gelmiştir

Nedir bilmem Ziya bu şive-i i'caz nazmında


Meger Ruhu'l-Kudüs endişene imdada gelmiştir"
felsefesine biraz neş'e-i tasavvuf katar ve haklı ve küçük bir tela.hürle gazelini
imza eder.
Lisanı adeta lisan-ı tekellüme yaklaşmıştır.
1 288'de [ 1 870] Cenevre'de iken:

"Görmeden asar-ı nisanın bahar elden gider


Güller ahir ram olur amma hezar elden gider

Nev-civan sevmekte ben piranı ta'yib eylemem


Hüsn olur kim seyr ederken ihtiyar elden gider

Rızk-ı maksuma kana'attir me'ali hikmetin


Gih hırs-ı nev-şikar ile şikar elden gider

Sar-ban-ı vakt isen hazın eyle zira vakt olur


Bir topal merkeb belasıyla katar elden gider

Kıllet-i idrakten sanma Ziyi'nın gayretin


Neylesin kim yer gelir sabr ü karar elden gider"
diye kalbi bir tahassürü, gizli, gömülü bir hicranı terennüm etmiştir. Yine orada
iken 1 287 Ramazan'ında [Kasım/Aralık 1 870] :
"Ne kanfrna, ne cebr ü zura, ne hünkara tabidir
Bu bender-gehte herkes dirhem ü dinara tabidir

Felek bir mih-ru aşkıyla devrettirdi dünyayı


Benim bahtım aceb bir kevkeb-i seyyara tabidir36

36Bu gazelin şu üçüncü beyti eksiktir:


"Müselsel bir esarettir zaruret her hükumette
Ki sultan n3zıra, n3zır da hizmetkara tabidir." (Haz. notu)
1 72 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Giden gelmez gelen meşkuktur bil kadrini halin


Bu dehrin mihnet ü zevki bütün efkara tabidir

[s . l 93] Sehab-asa yürürler yerde camid gördüğün dağlar


Bütün zerrat bir kanun-ı istimrara tabidir

Ahali tabi-i metbudur şaha hakikatte


Yekı'.'ınun hükmü balasındaki mikdara tabidir

Ziya efkar-ı asra ittiba' et rahat istersen


Has ü haşak zira cuşiş-i enhara tabidir"
diye bu mülevves ve süfli ruhlu cihanın başına koca bir taş fırlatmış, "efkar-ı asr"
dedikleri manasızlıklara ittiba ile miskinane bir zahmet esiri olanları "has Ü
haşak" kadar zelil ve ruhsuz bulduğunu derin bir nefretle anlatmıştır.
Vaktin şeyhülislamı Arif Hikmet Bey'i sitayiş sadedinde söylediği atideki gazeli,
gazel vadisinde yazılan eserlerin en selis, en mükemmel ve en kuvvetlilerindendir:

"Mürg-i lahutum ki nasut aşiyan olmaz bana


Tair-i kudsüm zemin ü asüman olmaz bana

Mün'akis ayine-i tab'ımda nakş-ı kainat


Suret ü ma'nide bir sırr-ı nihan olmaz bana

Rind-i fili meşrebim hum-hane-i endişede


Tas-ı ma'kus-ı felek bir cur'adan olmaz bana

Var nigah-ı hışmına çeşm-i işinfilık sinede


Gamze-i dilber bela-yı nagehan olmaz bana

Şair-i sırdır heva-yı ruzganm hame-veş


Vasf-ı zülf-i dil-rüba akd-i lisan olmaz bana

Ol Felatun-ı hikem-amuz-ı tahkikim ki ben


Bu-Ali şakird-i ders-i imtihan olmaz bana

Kahraman-ı heft-han-ı mihnetim Rüstem gibi


Defter-i eflak levh-i dastan olmaz bana

[s. 1 94] Yek-taz-ı arsa-i nazın ü beyan oldum Ziya


Şeh-süvaran- ı belagat hem-inan olmaz bana

Dergeh-i vfila-yı müfti'l-asra etdim intisab


Andan özge bir mu'alla asitfuı olmaz bana
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 73

Arif-i esrar-ı hikmet kim desem şayestedir


Raz-ı mir'at-ı dil-i alem nihfuı olmaz bana

Bahs-i ilm etdikçe layıkdır dese İbn-i Kemfil


Meclisimde bir Nedim-i nükte-dan olmaz bana

Yad edip lutf-ı cemilin der zebfuı-ı rüzgar


Bundan a'Ia bir hayat-ı cavidan olmaz bana

Haşre dek Yarab makam-ı şer'a zib-efgen ola


Bu duadan gayrisi vird-i zeban olmaz bana"
Hele şu aşağıdaki gazeli tamamen bir şive-i Nedimine ile yazılmış, bir
ma'na-yı rindane ile tanzim edilmiştir:

"Renc-i hatır vermesin feryad ü efganlar sana


Gülizanm sen hemfuı sağ ol feda canlar sana

Çok mudur ser der-heva-yı zülfün olmak rüzgar


Bir pensin kim musahhardır Süleyman'lar sana

Cünbiş-i müjganını hatır-nişan kıl muttasıl


Bergüzar-ı yardır ey dil bu peykanlar sana

Sen ki şah-ı hüsn ü ansın elverir mi sevdiğim


Dil-şikenlikler bu nakz-ı ahd Ü peymfuılar sana

Kandesin ey damen-i ümmid bilmem kandesin


Çak çak-i hasret olmuştur giribinlar sana

Sen hıram etsen gelir cuşa melekler şevkten


Ya nasıl sabretsin insaf eyle insanlar sana

[s. 1 95] Hey ne sengin dilsin ey kafir ki te'sir eylemez


Ahlar, feryadlar, çak-i giribanlar sana

Aşıkane bir zemin-i taze gösterdin Ziya


Gıpta eylerlerse şayandır sühan-danlar sana"
Bütün şu gördüğümüz misaller ve şahitlerle anlıyoruz ki Ziya Paşa çok
kuvvetli, çok velud bir şairdir, mamfilih şekl-i eda ve şekl-i nazın itibariyle yine
Şarklılıktan ayrılmamıştır. Gerek ahenk, gerek kuvvet-i beyan, gerek vüs'at-i
kariha, gerek ciyadet-i fikr cihetiyle Şinasi'den çok yüksek, zamanının en muktedir,
en natlık şairlerinin fevkindedir. Hikemiyatı sever, hemen bütün gazeliyatında
biraz tefelsüften kendini alamaz, hele herkesin lisanında hürmetler, takdirlerle
1 74 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gezen "Terci'-i Bend"leri, "Terkib-i Bend"leri tamamen hakimanedir. Paşa


rindleştiği zamanlarda da cidden şuh, zarif ve rlıh-firib şarkılar ve gazeller inşid
ed er, şiirlerindeki hikemiyat ve felsefıyatı Garp'ın füylızatıyla doludur. Şark'ın
ru huyla şiir yazdığı zamanlarda en yüksek şairlerimizin derecesinden bir zerre dahi
aşağı düşmemiş, belki yukanda mevki tutmuştur:

"Toplamış bir deste sünbül yar perçem koymuş ad


Katre kalmış badeden ağzında gül-fem koymuş ad

Bir aceb ateş bırakmıştır ki mihrin sineme


Geh ana uşşak yare gah merhem koymuş ad

Mürde diller can bulur her katresinde neş'eden


Hayfkim ab-ı hayata mey deyü Cem koymuş ad

Perde perde san'at ibraz etmeğe üstad-ı sun'


Bir tiyatro-hane yapmış sonra alem koymuş ad

Etmeden tahkik-i hfil-i dehri erbab-ı lügat


Mateme şıldi demiş, şadiye matem koymuş ad

Hey ne kudret, hey ne san'attır ki Hallak-ı ezel


Bir avuç toprağı tahmir etmiş Adem koymuş ad

[s. 1 96) Halka halka ahlardır kim sarılmış payına


Ey Ziya canan ana gisu-yı pür-ham koymuş ad."

Kıbrıs Mutasarnfı olduğu zaman [ 1 4 Ramazan 1 278 / 1 5 Mart 1 862]


hükümet mührüne atideki kıt'ayı hak ettirmişti:

" İstikamet yürür adaletle


Asr-ı Abdülaziz Han'dır bu
Fukara-yı ra'iyet el-hasıl
Müsterih olacak zamandır bu"

Amasya'dan avdetinde Sultan Abdülaziz ile görüşmüş ve makiim-ı


teşekkürde atideki şarkıyı söylemiştir:

"Derdinle görsen ne hale girdim


Varımı canımı yoluna verdim
Yıllarca vasim özledim durdum
Dünya gözüyle ben seni gördüm
Ö mrümde bugün murada erdim
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 75

Üç yıl cihana bakmadım asla


Hicrinle zindan olmuştu dünya
Ölsem de artık gam yemem zira
Dünya gözüyle ben seni gördüm
Ömrümde bugün murada erdim

Can ü cihandan me'ylıs olurken


Rü'yada gahi vechin görürken
Mahşere kaldı vuslat sanırken
Dünya gözüyle ben seni gördüm
Ömrümde bugün murada erdim

Şanınla senin dünyalar dolsun


Sebeb olanlar o kadar bulsun
Bin kerre Hakk'a şükürler olsun
Dünya gözüyle ben seni gördüm
Ömrümde bugün murada erdim"
Ziya Paşa'nın yazdığı şarkıların hemen hepsi bestelenmiş, her tarafta büyük
neşe ile okunmaktadır. Ferah-nak makamından bestelenmiş olan atideki şarkısı
Paşa'nın rind-meşrepliği, şuhi-i mizacı hakkında bir fikir verebilir:
[s. 1 97] "Gel unuttuk sohbet-i meyhaneyi
Eyle ihya meşreb-i rindaneyi
Mahrem etme meclis-i biganeyi
Doldur ey saki getir peymaneyi
Neş'e-yab eyle dil-i divaneyi

Fikr-i gam artık yeter halim harab


Şişelerde yok mu bir katre şarab
Etme ömrüm van etme ictinab
Doldur ey saki getir peymaneyi
Neş'e-yab eyle dil-i divaneyi

Uykusuz mu neş'esinden mi neden


yattı aguşuma ol simin-beden
Yare zahmet olmasın gel bari sen
Doldur ey saki getir peymaneyi
Neş'e-yab eyle dil-i divaneyi

Akl u endişem hayalim kalmasın


Halimi fikre mecalim kalmasın
Ta bu suretle melalim kalmasın
Doldur ey saki getir peymaneyi
Neş'e-yab eyle dil-i divaneyi"
1 76 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bir gün padişah nişan talimi yaparken attığı kurşun nişangah vazifesi gören
testiye isabet etmemiş. Yanında hazır bulunan Ziya Paşa irticalen:
"Padişahım sanma kim urmaz nişanı kurşunun
Mahı çak eyler tüfengin girse mihrin koynuna
Satvet-i şahaneden biçare desti havf edib
Belki kurşun işlemez bir nüsha takmış boynuna"
kıt'asını söylemiştir.
1 272 [ 1 855] tarihinde yazdığı "Terci'-i Bend"i meşhur:
"Alem hayal-hane-i hikmet-feşanedir
Kevn ü fesad şive-i hüknı-i zamanedir
Hesti vü nisti-i cihan hep bahanedir
Mecmıia-i dü-kevn seraser fesanedir
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

[s. 1 98) Konmuş bu çar-suya bir ayine-i hayat


Suret-ver olmuş anda temasil-i kainat
Tutmuş cihanı pertev-i mişkat-ı vech-i zat
Cevher kadim ü reng-i tesavir-i bi-sebat
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Etmiş vücud-ı muhtelifat ile imtizac


Her sureti kabul eder ayine-i mizac
İllet ilaca lazımedir illete ilac
Her şeyde işikar-ı müselsel bu ihtiyac
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Devran ki sad-hezar Cem'i eyleyip zebun


Kılmış nice piyale-i ser-şan ser-niglın
Olur yine bu bezme aceb arzıi-füzun
Bundan ziyade akla göre olamaz cünun
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Mizan-ı Hakk'da bu dahi bir özge ma'delet


Menfür olur hüner-ver ü cühhal mültefet
Mağlub-ı zümre-i cühela ehl-i ma'rifet
Pa-maldir kemal ü hüner har u has-sıfat
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 77

[s. 1 99] Sa'y eyle keşfe mukni'a-i raz-ı mübhemi


Anla nedir hamire-i ecza-yı filemi
İdrak eyle cevher-i nefs-i mukaddemi
Fehm et me'al-i nüsha-i kübra-yı ademi
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Asar zahir olmadadır gerçi mk ü bed


Birdir bakılsa çeşm-i hakikatle kfilbed
Olsa füzı'.'ın ne mertebe ta'dadda aded
Her bir adedde yine celi ma'ni-i ahad
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Geh ceng ü gah sulh ü gehi hubb ü geh nifak


Geh fark u ihtilaf u gehl cem' ü ittifak
İdbar içün te' essüf ü ikbfile iştiyak
Bir ömr-i yek-dü-rı'.'ıze için cümle bu meşill
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

Sath-ı zemin ü küngüre-i asüman nedir


Fasl-ı bahar ü sayf ü şita vü hazan nedir
Asar-ı dil-şikari-yi her nev-civan nedir
Şevk-ı şarab Ü sı'.'ıziş-i nay Ü keman nedir
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir

[s. 200] Ber-mukteza-yı şive-i ahkam-ı rı'.'ızgar


Her nev ü cins bir cereyan üzre bi-karar
Mebde Ziya ayan ü mi'ad ise aşikar
Yokdur dirig gelmede gitmekde ihtiyar
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir"
1 2 8 l 'de [ 1 864/ 1 865] vefat eden şair Beşiktaşlı Kamil Bey'in vefatına
söylediği atideki tarih hem bir sehl-i mümteni hem de bezle-gı'.'ıluktaki kuvvetine
bir şahid-i kavidir:

"Yine bir şa'ir-i sühan-perver


Eyledi terk-i alem-i dünya

Bezm eylerdi hande-riz-i sürur


Söze geldikçe ol sühan-pira
1 78 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Her kelamında vardı bir nükte


Her sözünde var idi bin ma'na

Aşk-ı yar ile cam-ı işretten


Ömrü oldukça geçmedi asla

Bir aceb fıkra buldu çünkü vukü'


Dem-i fevtinde eyleyim imla

Fevtine kalmış idi üç sa'at


Gitmiş ahbabdan birisi ana

Halini çünkü etmiş istifsar


Gülerekten demiş ki ey dana

Bir zaman mücrimin birisi için


Serini kat'a emr eder paşa

[s. 20 1] Bilmez imiş meğer ise cellad


Ser bedenden nice oluna cüda

Bir iki kere tig urup açmış


Duş u unkunda zahm-ı can-peyma

Geçer ol demde bir refık-ı şefik


Şahs-ı mecruha eyleyip ima

Mücrim ah eyleyip demiş "Ey yar


Gam yemem öldüğüme ben amma

Düşmüşüm destine şu celladın


Acemidir ki kesmiyor hala

İşte ben de tamam iki senedir


Hastayım ölmedim yine cana

Acemi Azrail elinde kalıp


Gah ölür, gah dirilirim glıya

Var kıyas eyle hal-i muhtazan


Ola bu fıkra ile hande-nüma

Hoş-sühanlıkta gelmedi misli


Rahmet etsin ana Cenab-ı Huda
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 79

Biri fevt olsa der idi merhum


Kim filan etmiş irtihil-i beka

Kendi ta'biri üzredir tarih


Etti Kamil Beğ irtihil-i beka"

[s. 202] Hece vezniyle yazdığı bir şarkı:


"Akşam olur güneş batar şimdi buradan
Garip garip kaval çalar çoban dereden
Pek körpesin esirgesin seni yaradan
Gir sürüye kurt kapmasın gel kuzucağım
Sonra yardan ayrılırsın ah yavrucağım

Çünkü Mevlam kul eyledi sana özümü


Bastığın yerlere sürsem yüzüm gözümü
Uyma ağyarın fendine dinle sözümü
Gir sürüye kurt kapmasın gel kuzucağım
Sonra yardan ayrılırsın ah yavrucağım

Dağları duman bürüdü ağyar seçilmez,


Avcı yolda tuzak kurmuş yara geçilmez.
Vefasızın meclisinde bide içilmez . . .
Gir sürüye kurt kapmasın gel kuzucağım,
Sonra yardan ayrılırsın ah yavrucağım!"
Ndmık Kemal
NAMIK KEMAL

Veladeti ve Tutüliyeti
Namık Kemal, Sultan Mecid ahd-i saltanatının Tanzimat-ı Hayriye ile yeni
bir devre-i kemfile girdiğini, Büyük Reşid Paşa'nın olanca dirayet ve kiyasetiyle
memleketi ıslaha çalıştığı sırada 1 256 [ 1 840] senesinde Edirne vilayeti
livfilanndan Tekfur Dağı'nda Şevval'in 26'sında [2 1 Aralık] dünyaya gelmiştir.
Kendisi aslen Arnavut'tur. Babası Koniçeli Mustafa Asım Bey'dir. Bursalı
Mehmed Tahir Bey "babasının Yenişehirli, fakat anasının Koniçeli" olduğunu
söyler. Rıza Tevfık Bey babasının Koniçeli olduğunu ve Toska'lardan
bulunduğunu bildiriyor. Herhalde asil bir ailedendir. Ecdadı sıra ile Şemsedin
Bey, Ahmed Ratib Paşa, ondan sonra da Nadir Şah'ı iki kere mağlup eden
meşhur vezir-i a'zfun Topal Osman Paşa'dır. Bütün bu aile Osmanlı
hükümetinde mühim mevkiler işgal etmiş ve büyük yararlıklar göstermişlerdir.
Şemseddin Bey, Sultan Selim-i Sfilis'in ser-karini, babası Ahmed Ratib Paşa da
Bahriye Nazırlığı (kapudan-ı derya) etmiş, şair bir vezirdir.
Namık Kemal'in ecdadı arasında kısm-ı mühimmi �airdir. Ahmed Ratib
Paşa mürettep divan sahibidir. Onun diğer oğullarından Asaf Mehmed Paşa ile
Naşid Bey de şairdirler. Süleyman Nazif Bey:
"Şehid Osman Paşa, Konyalı Bekir Ağa'nın oğludur. Mora'da çiftlikleri
olduğundan Moravi zannolunmuş ve bazı tezkire ve tarihlerimize sehven bu
suretle geçmiş idi. Bekir Ağa'nın pederine dair elde malumat yoktur."
diyor. Namık Kemal'in ecdadı padişahlara çok hizmet etmişler.
Padişahlardan da çok iltifat ve ihsan görmüşlerdir. Hususiyle Ahmed Ratib Paşa
sultanın hemşiresiyle izdivaç etmişti.
Ebüzziya merhum bu hususta:
" . . . Kemal Bey neseben dahi hakikaten fezail [s. 204] ve eda.il ile areste bir
hanedanın ferzend-i necibi idi. Mamafih Kemal, maruf bir hanedana mensup
olmamış olsa dahi, kendisi bir hanedan-ı şeref vücuda getiren eali-yi fıtrattan idi.
Çünkü Kemal ecdadı ile iftihar edenlerden olmadığı halde zamanı onun
vücuduyla iftihar eylerdi. Binaenaleyh onun silsilesi kendisinden başlaması
tabiidir, çünkü müşarünileyh başlı başına bir devir teşkil eden eazım-ı
ruzigardan idi."
diyor. Filhakika Kemal de nesebiyle iftihar etmiyor. O bilhassa iftiharı mucip
olacak hasletleri insanın nefsinde arıyor, insanın nefsinde görmek istiyor:
1 84 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Necabet insan için hakikat-i halde istenilmeyecek şeylerdendir diyemeyiz.


Tahir bir nesebden gelmek, bir rezil babanın oğlu veya piçi olmaktan
-insaniyetin kaffe-i meziyahnı idrak edenlerce- elbette müreccahhr. Şu kadar var
ki sevabık ile iftihar etmek mesela kuwe-i cismaniye veya zekavet-i mevhı1be ile
mübahat, tahdis-i nimet dairesinde tutulursa naklen ve aklen makbul olabilir.
Yoksa Kabil (Cain) sulb-ı Cenab-ı Adem'den, Muaviye-i saniye (radiyallahü anhu
ve erdahu) Yezid'in neslinden gelmekle birincisinin ikincisine rüchclniyeti iddia
eylemek, fezclil-i ademiyeti bir erkekle bir kadının -hatta müşahedelerinden bile
teeddüp olunacak- bazı yerlerinden zuhur etmeye hasreylemek kabilinden olur."
kanaatinde bulunuyor.
Kemal'in babası Asım Bey ayyaşlığına rağmen çok sağlam, mizaç itibariyle
de çok nikbin, çok şen ve bilhassa pür-gı1 ve zarif imiş. Namık Kemal'in
vefatından on iki sene kadar sonra seksen yaşlarında iken İstanbul'da vefat
etmiştir.
Abdülhak Hamid'e ilk yazdığı mektuplardan birinde veladeti hakkında:
" . . . Ha! Allah'ı seversen yaşını bilmiyorum; benim tarih-i veladetim
1 256'dır [ 1 840] . Tekfur Dağı'nda doğmuşum. O zaman şairlerinden Arif Efendi
namında bir adam veladetime tarih olmak üzere 'Erdi şeref bu dehre
Mehemmed Kemal ile' hezeyanını söylemiş."
diyor.
Ve yine kendi yazdığı küçük bir tercüme-i hfilde:
"Çocukluğumda bir müddetçik Bayezid ve Valide Mekteplerinde
bulundumsa da hiçbirinde bir fen tahsil etmedim. [s. 205] Acizane bazı fünuna
intisabım sa'y-i mahsusumun semeresidir."
teffihürünü kaydediyor. Namık Kemal fıtraten mağrur, fıtraten azizü'n-nefs
yaratılmış bir şahsiyet idi. Bütün müddet-i hayabnda o izzet-i nefsin te'sirat-ı
daimesi görülmektedir.
Zamanının en meşhur ve en muntazam mekteplerinden sayılan Bayezid
Rüşdiyesi'ne on iki yaşında iken girmiş ve ancak üç ay kalabilmiştir. 1 5 Muharrem
1 265'te [ 1 1 Aralık 1 848] girerek sekiz ay kadar da Valide Mektebi'nde
okumuştur.37 Gördüğü muntazam tahsil bundan ibarettir.
Namık Kemal ilk terbiyesini tam bir Türk terbiyesi olarak almıştır: Ata
binmek, cirit oynamak, ava gitmek, silah atmak hep tecrübe ve talim ettiği
oyunlardandı. Daha küçükken validesinin babası Abdüllatif Paşa ile dolaşmaya
çıkmış ve Kars'tan Sofya'ya kadar her tarafı gezmiş, dolaşmış, görmüştür.
Denebilir ki Kemal'de vatan muhabbetini, vatan aşkını, vatan hamiyetini

37 Ömer Faruk Akün, hu tarihte Valide Mektehi'nin olmaıhğını belirtir; bkz. Is/dm
Ansi1'wpedisi, C. IX, İstanbul 1964, s. 55. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 185

doğuran, bu seyahatlerdir. Abdüllatif Paşa, Kemal'i çok sever, onu ıyı


yetiştirmek için hiçbir fedakarlıktan geri durmak istemezdi.
Dimağ ve ruhuna intiba eden bu serazat hayatı Cezmi'sinde tamamiyle
yaşatmıştır. Çünkü bizzat kendi yaşamıştır.
Namık Kemal ecdadının taç ve tahtına olan sadakat ve merbutiyetlerine
rağmen, son derece serbest, son derece hür bir fıtratla yetişmiştir. Bu hususta
hakikaten kendi benliğini hazırlayan kendi olmuştur.
Rıza Tevfik; Kemal için "tavuk altından çıkmış şahin yavrusu" der.
Filhakika vatanperverlik hususunda gösterdiği ateş-i asabiyet ve civaniyetle
ecdadından uzaklaşıyordu.
Kemal şiire Sofya'da iken başlamıştır. O zamanlar henüz on dört yaşında
imi ş .
1 253 [ 1 83 7 / 1 838] sene-i Hicriyesinde Bursa'dan İstanbul'a gelerek
Harbiye'ye dahil olarak Meşrutiyet'e kadar irtika eden şair-i meşhur Bursalı
Eşref Paş a, Kemal'e şiirde Namık mahlasını vermiştir:

[s. 206] "Hafid-i ekremi Abdüllatif Paşa'nın


Kemal Bey ki mücessem kemaldir tahkik
Zihl ki kesb-i kemalata bezl-i himmet edip
Lebid-i tab'ına yar oldu bikr-i fikr-i dakik
Olur Kemal-i Hucendi kemaline tahsin
Eder tabiatını rah-ı Enveri tasdik
Dehan-ı kilkinin avazesi siyfıkat-ı feyz
Devat-ı fikrinin aşüftesi hat-ı ta'lik
Cemal-i tab'ına meftun arayiş-i ilham
Kemal-i nazmına merhun nefüyis-i Tevfik
Ulüvv-i kadrine Allahü ekber oldu imad
Devam-ı ömrüdür eyyamı umre vü teşrik
Sabuh-ı feyzini kılsa ihale-i iksir
Sabah-ı fikrine mizab-ı vahy olur inbik
Metin selaset-i endişesi teali ile
Ki şi'rini eder i'caz ü vahy ile tatbik
Muhibb-i Aı-i Aba' dır o safder-i irfan
Hemişe feyz-i Ali'dir ana sühanda refik
Güzide mersiye-gfıdur ki Kerbela kerbin
Yazar sahife-i feryadda ariz ü amik
Kabfıl kıldı tevazu'la nutk-ı naçizim
Edince zatına Namık tahallüsün teşvik
Zihi telemmüz-i mergfıbu habbeza üstad
Biri meal-i tevazu biri müfüd-ı şefik
Seması havsala-i zabta sığmaz ey Eşref
1 86 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dua-yı mahlasını ba'dezin tensik


Hemişe mahlas-ı piliyle mısra-i ömrün
Kıla nemika-i te'yidde Huda tenmik"

[s. 207] Şiire başladığı zamanlar elinde yegane medar-ı taklid Sünbülzdde
Divdnı'ndan ibaretmiş. Binaberin bütün bu yazdıkları da Vehbi'yi nev-hevesane
bir taklittir. 1 274 [ 1 858] senesinde Sofya'dan İstanbul'a dönmüşlerdir. Kemal
on sekiz yaşlarında idi. İstanbul'da, bilahare Dahiliye Nazın Memduh Paşa olan
Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey'ler, Hfilet Bey'ler, Hersekli Arif Hikmet
Bey'ler başlarında Leskofçalı Galib Bey bulunduğu halde gençlerden müteşekkil
bir edebi zümre teşkil etmişlerdi. Kemal de bu zümreye karışmış, yeni türeyen
şairlerden olmuştu. Daha o zaman Kemal'in, büyükleri ve küçükleri hayret ve
takdire atacak manzumeleri vardı.

"Zuhur-ı reng-i kesret pertev-i mihr-i Huda' dandır


Televvün hey'et-i eşyada te'sir-i ziyadandır"

matlalı gazeli bilhassa nazar-ı dikkati celp etmişti. Şair Naili'nin zaman-ı iştihiirı
da o zamandı. Encümen müessisleri Nefi ve Fehim vadisinde şiir söylüyorlar, bir
ikisi istisna edilirse Kemal hepsine tefevvuk ediyordu.

Fakat gittikleri vadi, vadi-yi kadim idi.


Kemal bu arkadaşlarına çok bağlı idi, hususiyle Leskofçalı Galib Bey'le
yukarıda ismi geçen Eşref Paşa'yı layık oldukları derecede Hardbdt'ta zikretmediği
için Tahrib-i Hardbtit m da Ziya Paşa'ya hücum etmişti.
'

Leskofçalı Galib Bey de an-asıl Arnavut'tur. Kuvvetli bir şairdir. Arif


Hikmet Bey de Herseklidir. Onun da kudret-i şairanesi zamanınca müsellem idi.
Müşiriyete kadar irtikii ederek vefat eden Kazım Paşa da hem kuvvetli, hem
tab' -ı zarif sahibi yüksek bir şair idi.

Kemal bu gazelinde bir eda-yı mutasavvılane almıştı. Aynı zamanda bir


idealist ruhu da vardı.
Kemal hakkında hususi bir tenkitnarne yazan feylosof-ı şehirimiz Rıza
Tevfik:

"Bu şiirinde göze çarpan ikinci nokta da İbn-i Sina'nın keşfettiği hasıra
prensibine yapılan bir telmihtir."

diyor ve mutasavvılane yazılan eşar hakkında ber-vech-i ati kıymetli izahat


veriyor:

[s. 208] "İran edebiyatında slıfiyane eş'ar pek çoktur. (u noumene-Dieu) bu


eş'arda (L'Etre absolu) vücud-ı mutlak saf ve sermedi bir nur olarak telakki edilmiş
ve onun şaşaadar taayyünü filem-i maddi (monde olijectif manifestation) dediğimiz
rengarenk hayatı vücuda getirmiştir. Sufiler buna televvünat-ı vücfıd tabirini
kullanırlar. Kemal'in bu şiiri aşağıda vereceğim numune ile karşılaştırılacak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 87

olursa gerek fikir, gerek şekil, gerek tabir ve üslup itibariyle tamamiyle original
olmadığı görülecek, mamafih bu da şaşılacak bir şey değildir. Bu 'ilahi nur'u (La
Di,vine-Lumiere) Zerdüşt müntesiplerinden daha mükemmel terennüm eden
olmamıştır.
Ey m1r-i tu der cümk-yi eşya zdhir!
V'ez manzar-i çej1Tt ehl-i irfan nazir.
Akm heme ez-nur-i tu rUşen geşte:
Hem evvel-i fn silsikf hem dhir!

Der kevn o mekdn nfst !Jıan cuzyek nur


:(dhir şode an nur be-enva'-i zuhur
Hak nur o tenevvu-i zuhureş akm
Tevhıd hemin-est o diger vehm o gurı1r38

"Fahreddin-i Iraki"nin:
Afitab-i vücM kerd işrdk
Nur-i u ser-be-ser gi.rfli 4fdk39
beyti ile başlayan cidden nefis terci'-i bendini, Mahmud-ı Şebüsteri'nin Gülşen-i
Raz'mı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin, Feyzi-i Hindl'nin eserlerini de tetkik
ediniz, hepsi bu kabil nefis beyitlerle doludur. Meşhur Gazali de Mişkdtü'l-Enviir
unvanlı eserinde aynı tarikı talim ediyor."
diyor.
Kudret-i şairanesi bu suretle parlayan ve şöhreti günden güne artan Kemal,
Encümen-i Şuara içinde parlak bir yıldız şfilesi veriyordu. Maalesef bu
Encümen'in hayatı uzun sürmedi. Bu da pek tabii idi. Çünkü Encümen'i [s. 209]
teşkil edenlerin hakikatte şiirde gayeleri, edebiyatta nokta-i nazarları pek farklı
idi. Hersekli Arif Hikmet Bey tamamiyle eski mektep taraftan idi. Kazım Paşa
bir noktaya kadar biraz istisna götürebilirdi, mamafih hepsi iyi dost, iyi arkadaş
idiler. Bilhassa hepsini bir noktaya bağlayan, bir araya toplayan şiir ve edepten,
bedi' ve sanattan ziyade ayş u işret idi. Böyle topluca içip söylemek tatlı bir
zemin-i ünsiyet teınin ediyordu. Nitekim Kemal hayatının sonuna kadar rindan-ı
üdeba namını verdiği bu samimi cemiyetin bir hatırası olan o sakim itiyadı
bırakamadı. Bu menhus ve mukadder tesadüf olmasa ahlaken cidden metin ve
ali-cenap olan Kemal hususiyle o kaviyyü'l-bünye vücuduyla daha genç
yaşındayken ölüm döşeklerine düşüp gitmeyecekti.

38 "Ey nuru bütün eşyada zahir olan! Ve iıfan ehlinin gözünde önünde görünen! Alem
bütünüyle senin nurundan aydınlanmışnr. Sen bu zincirin hem başısın hem de sonu."
"Varlık fileminde tek bir nurdan başka görünen bir şey yoktur. O nur, çeşitli görüntüler
hiilinde ortaya çıkmışnr. Tanrı, nur; görüntülerin çeşitliliği ise filemdir. Tevhid budur işte, ötesi
vehim ve aldanış."
39 "Varlık güneşi doğunca, onun nuru bütün ufukları tuttu."
1 88 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Resmi Hayatı ve Gençliği

Kemal 20 Rebiülevvel 1 274 [8 Kasım 1 857] senesinde Tercüme Odası'na


mülazım sıfatıyla tayin edilmişti. Kendisi:
"Hizmet-i devlete Tercüme Odası hulefalığı ve binaenaleyh mülazemet ile
yetmiş dört senesinde dahil olmuş ve tarih-i veladetimden malum olacağı üzere o
zaman 1 8 yaşında bulunmuş idim."
diyor.
Bu tarihlerde Kemal'in Babıali arkadaşlarından Kani Paşazade Rıfat Bey,
Petersburg Sefareti Kitabetine tayin olunmuş, Kemal, bu refikine yazdığı bir
mektupta ayrılıktan mütevellit teessür ve tahassürlerini zikrettikten sonra pek
hürmetle sevdiği Leskofçalı Galib Bey'den bahsediyor:
" . . . bu halatın gönlümde ıstırabıyla mahzun mahzun bir müddet esbab-ı
inbisat taharri eyledikten sonra üstad-ı celilü'l-menakıb Galib Beyefendi'nin
yastık üzerinde bulunan Dfvdn'ı gözüme iliştiğinden derhal sarılıp açınca garip
haldir ki ibtida-yı sahifede:
Olup mecrı1h-ı peykan-ı havadis tair-i devlet
Demadem hun akar çeşmim gibi şehbal-i milletten"
beyti zuhur eyledi. Kıraatinden teessürümü nasıl tarif edeceğimi bilemem.
Dünyada ne kadar ruam ve ekdar var ise cümlesi başıma üşüp bi-ihtiyar sokağa
fırladım: Tavr u hareketimi gören mutlaka divane zannederdi . . . "
diyor. [s. 2 1 0] Filhakika Kemal'in efkar ve hissiyat-ı şairanesi üzerinde Leskofçalı
Galib Bey'in büyük bir tesiri olmuştur. Nitekim şu yukanki beytin verdiği ilham
Kemal'e en güzel kasidelerinden birini yazdırmıştır.
Genç yaşında evlenmiş olan Kemal aile hayatında da sükun ve rahata
ermemiştir. Zevcesi çok hırçın, çok sinirli bir kadın imiş, Kemal'e rahat yüzü
göstermemiştir. Her gün bin bir gaile ile uğraşıp yorgun, bitkin bir halde ailesi
agı'.işuna atılacağı sırada ayaklan geri geri gidermiş. Kansının sinirliliklerinden
bezmiş, nefret etmiş olduğundan kendisini bütün bütün harice vermiş,
dostlarının arasında kalmaktan onların harim-i meveddetinde bulunmaktan
derin bir haz alırmış.
Babıfili'de mülazemeten devam ettiği Tercüme Odası'na dört dört buçuk
sene kadar gidip gelmiş, bütün bu müddetçe de san'at-ı tahrirdeki kudret ve
kabiliyetini arttırmıştır.
Mamafih kendisine kat'i bir yol açamamış, Nefi yoluna gitmiştir. Henüz
tab'olunmamış bir divanı vardır ki gençlik zamanının mahsı'.il-i fıkrisidir. Hiçbir
fevkaladeliği olmayan o zamanki şiirlerinde bile bir hiddet-i ifade, bir kudret-i
üslı'.ib görülür. İşte kendisini zamanının şuarasına takdir ettiren bu kabiliyet ve
kudreti idi.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 89

Zamanın kudretli şairlerinde görülen hususiyet yine Şark'ın ilhamı, Şark'ın


ruhu idi. Yine nazireler yazılıyor, yine kudema taklit olunuyordu. Teceddüt fikri
kimsenin zihnini işgal etmiyordu. Halbuki Kemal'in o zaman yazdıklarında bile
bir başka nefha olduğu görülmekte idi. Nazarların ona teveccüh etmesindeki
hikmet de bundan ibaretti. Şiirlerinin esasında da manasında da ruhunda da
hatta şeklinde de hiçbir fevkaladelik olmamakla beraber üslup kimsenin
üslubuna benzemiyor, mümtaz bir hususiyet gösteriyordu.
Denebilir ki Nefi zamanından beri görülmeyen bir kudret-i beyan bir
talakat-ı ifade canlı bir surette taşmaktaydı. Kendisine meclup olanlar bilhassa
üslubunda Nef'iyane bir kudret gördüklerinden meclup oluyorlardı. [s. 2 1 l ]
1 279 yani 1 863 Miladi tarihinde Şinasi ile tanışıp da onun teşvikiyle çalışuğı yeni
Kabe-i edebe teveccüh edinceye kadar Kemal iptidai tarzdan kendisini
kurtaramamışur. Bu yeni tarikata girdikten bir müddet sonra, Tasvir-i Ejkô,r'ı
kendi idare etmeye başladıktan sonra kendi de değişmeye başlamışur.
O zamana kadar Leskofçalı Galib'in tasavvufi kanaatleriyle beslenen
Kemal o andan itibaren tasavvufa veda ediyor, Şark'ın mübalağalı şiir ve
hayallerinden uzaklaşıyor, hakikatin kucağına aulıyor, fiili bir mücahedeye
koyuluyordu.
Kemal'in başlıca üç üstadı vardı: Eşref Paşa, Galib Bey ve Şinasi.
Fakat burada Ziya Paşa'nın Kemal üzerindeki tesirini söylememek her
vechile hata olur. Kemal'in Genç Osmanlılar Cemiyeti'ne girmesine,
vatanperverlik hissinin tealisine, şiir ve inşada ilerlemesine Ziya Paşa'nın büyük
bir tesiri vardır. Nitekim Harabdt'ın Ziya Paşa tarafından neşri üzerine Kemal'in
yazdığı Tahrib-i Harabat bile o koca veziri gücendirmemiş, belki onun geniş bir
müsamaha ile dolu ta'rizi Kemal'i kudret-i şairanesini göstermek için daha
büyük bir sa'ye sevk etmiş. Eserlerinin en şairanelerinden biri olan Sakiname'sinin
tanzimine sevk etmiştir.
Tahrib-i Harabat'ı Kemal'e maatteessüf bir mevki vermemiş, bilakis kendisini
küçültmüştür. Tasvfr-i Efkar, Türkiye' de teessüs eden gazetelerin en ciddisiydi. Bu
gazeteye makale yazan Kemal'i Ali ve Fuad Paşalar tanımak istemişlerdi.
Evlerine davet ettiler. Kemal de kendilerini dostane ziyaret ederdi.
1 280 ( 1 863/ 1864) senesine kadar her şey yolunda gitmişti. O tarihten
itibaren Kemal'in edebi olduğu kadar da siyasi olan mevkiini ve kabiliyetini
taayyün etmiş görüyoruz.
Çünkü Kemal o tarihte Genç Osmanlılar Cemiyeti'ne giriyor ve hayaunın
en canlı ve heyecanlı safhası bundan sonra başlıyor. Kemal, Fatih Camii'ne
yanın saat kadar mesafede Hobyar'da oturuyordu. Genç Osmanlılar
Cemiyeti'nin genç müessisi olan Sağır Ahmet Beyzade Mehmet Bey [s. 2 1 2]
arkadaşları Reşad Bey, Ziya Bey (Meşhur şair Ziya Paşa), meşhur Şirvanlı
Mehmet Rüşdü Paşa ve Nuri Beylerle müşavere ederek Kemal'i cemiyete
1 90 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

almaya karar vermişler. Kemal ile görüşmek vazifesini onun en iyi dostu ve
arkadaşı olan Nuri Bey'e tevdi etmişlerdi.
Nuri Bey bu vazifeyi memnuniyetle kabul etmişti. Çünkü Kemal'i çok
sever, her gün kendisiyle görüşmeye gider, yanından ayrılmak istemezdi. Kemal
hakkında yazdığı hatıralarında:
"Kemal Bey o esnada Babıali Tercüme Kalemi huleffisından olup meşrebi
gayet laubali, şahsı ise pek sevimli olduğu gibi, edebiyat-! hfızıranın vazı'-ı esası
olan o muktedir kaleminden tereşşuh eden o letafet-i ma'na, her mütehassis kalp
için safa-bahşa olmasından naşi herkes dahil-i bezm-i ülfeti olmak ister ve
doyulmayan meclis-arfilığına mebni kendisini bir gören bir daha yanından
ayrılmak istemezdi."
derdi.
Nuri Bey arkadaşlarıyla muaşerette bulduğu Kemal'i başka bir odaya
çeke rek meseleyi anlatmış ve esas itibariyle fikri tasvip ettirmişti, yalnız vasıta ve
suret-i tatbiki hakkında etraflıca görüşülmek üzere bir mülakat günü
kararlaştırılmıştı. Bu mülakat hemen ertesi günü cemiyetin reisi Mehmet Bey'in
de huzuruyla Kemal'in evinde ve kemal-i ciddiyetle icra edilmişti. Uzun uzun
münakaşalardan sonra Mehmet Bey koca şairi ikna etmeye muvaffak olmuştu.
İşte o andan itibaren Kemal, Nazim ve Nefi divanlarına veda ile bu mukaddes
gayeye atılmış, kendisine o güzel vatani parçalan yazdıran ilhamı bizzat kendi
hissiyatından toplamaya başlamıştır.
Kemal'in ilk yazılarına bakılacak olursa derhal göze çarpan bir cihet var; o
da ilk yazılarının pek alelade olduklarıdır. Kemal'i Kemal yapan ve kemale
erdiren hiç şüphe yok ki bu ulvi, bu mukaddes gayedir. Kemal mefkuresinde
canlandırıp, mefkuresinde yaşattığı bir hakiki sevgilisinin aşkıyla hakiki bir aşık
olmuştur. Ne zaman o maşukasından bahsetse sözleri ateş, hisleri ateş, figanları,
heyecanlan ateş olur. Şahsiyetinin bütün kudret-i telkiniyesi bu noktadadır.
[s. 2 1 3] O esnada Ali Suavi'yi İstanbul'a getirerek polise vermişler ve
tahdiş-i ezhanı mucip harekatından dolayı muhakemesini Meclis-i Vala'ya
havale etmişler. Meclis-i Vala, Ziya Paşa'nın müdahalesi üzerine herifi serbest
bırakmıştı. Ziya Paşa bu garip tavırlı, koca sarıklı mollada gizli bir zekanın
mevcudiyetini hissetmişti. Fakat herif sonralan Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin
başına bela kesilmiştir. Nuri Bey: "Herif hakikaten büyük bir şarlatandı." der.
Kendisini vatanperverane arzularının kurbanı olan bir hürriyet taraftan olarak
sattı, Aluhbir gazetesini tesis etti ve gazetesiyle efkar-ı umumiyeye tesir edebilmek
için fırsat intizanna koyuldu. O fırsat da gecikmemişti. Osmanlı hükümeti
Belgrad Kalesi'ni Sırplara teslim etmişti. Halk bunu kabinenin lıir entrikası
nazarıyla görüyordu. Başta Ali Paşa olduğu halde bütün kabine erkanını tecrim
ediyordu. Suavi bu fırsatı kaçırmamış, muğber olan ahalinin fikrini teyit yollu bir
makale ile hükümete hücum etmişti. Büyük bir şöhret kazanmış, Genç
Osmanlılar Cemiyeti'ne de azadan olarak kabul edilmişti. Hükümet bu fikrin
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 191

menbaını araştırmayı kendi muhafaza-i mevkii icabından bildiği için sıkı takibata
başladı. Suavi diğer bir makalesinde de Genç Osmanlıların Babıali karşısında
Arzuhalci Ali Efendi'nin evinde toplandıklarını anlatılmaz bir garabetle ifşa
edivermişti. Polis evi basmış, azadan bir kısmını tevkif etmiş, fakat vesile-i itham
olacak hiçbir vesika elde edememişti. Fakat Ali Paşa her ihtimale binaen bu genç
ve ateşli adanılan payitahttan uzaklaştırmaya karar vermişti. Evvela Suavi
tahdiş-i ezhanı mucip makaleler neşri töhmetiyle hapse atıldı. Genç Osmanlılar
hararetli bir münakaşa, ciddi bir içtimadan sonra herifi kurtarmak için meclise
hücum ile, çıkarmak ve açıktan açığa hükümete ilan-ı isyan etmek gibi
mecnunane bir karara kadar varmıştı, fakat bu fikrin tatbikine imkan
olamayacağını anlamışlardı. Esasen iki gün sonra Suavi'yi ıtlak ile Kastamonu'ya
bir memuriyet verip menfiyen göndermişlerdi.

O esnada meşhur Mısırlı Prens Mustafa Fazıl hıdıviyet hakk-ı verasetini [s.
2 1 4] müebbeden kaybetmiş, Sadrazam Ali Paşa ile fena halde bozuşmuştu. Ali
Paşa hıdıviyeti sair aile erkanının zararına olarak İsmail Paşa'ya verdiriyordu.
İsmail Paşa, Ali Paşa ile gayet dostane geçiniyor ve mütemadiyen ağır hediyeler
göndererek entrikalar çeviriyordu. Mustafa Fazıl hakkından mahrum kalınca
Avrupa'ya kaçmış. Sultan Aziz'le veziri Ali Paşa'ya karşı beslediği gayz ve garazı
ateşlendirecek bir vesile arıyordu. Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin teessüsünü
haber alır almaz Prens Fazıl cemiyetin azasından olan dostu şair Manastırlı Faik
Bey'e bir mektup yazarak cemiyete girmek istemişti.

Prens'in cemiyete girmesi işlerin safhasını değiştirmişti. Prens düşman­


larından iyi bir intikam almak tehalüküyle cemiyet azalannı etrafına toplamaya
karar vermişti. Evvela Suavi'ye yazdı. O da Kastamonu'dan firar ile Paris'te
Mustafa Fazıl'a mülaki oldu. Halbuki hükümet Kemal ile Ziya'yı takipten hfili
durmuyordu. Onlann vücudu kendi hayatı için muzır olduğunu biliyordu.
İhtilalkarane hareketlerden tevakki eden ve yalnız tekamül ile terakkiye kail olan
[AJi] ve Fuad Paşalar bu Genç Osmanlıların fikirlerini her vechile zararlı
görüyorlardı.

Fakat Kemal bir taraftan Ali ve Fuad Paşalarla temastan geri durmuyordu.
Türkiye'de Fransız efkar ve kemalatının mürevvic-i hakikisi olan ve fakat gerek
mevki gerek siyaset icabı hakiki arzularını izhar edemeyen Fuad Paşa, Kemal'i
için için takdir eder, mamafih yine ona karşı gizli ve deruni bir korku
beslemekten kendini alamazdı.

Bir gün kendisinden Kemal hakkındaki fikrini sormuşlardı. manidar bir


nükte ile: "Kemal'i asmalı da sonra gidip ayaklarının altında ağlamalı!" demiştir.
Kemal, Avrupa'ya fıranndan bir iki gün evvel Fuad Paşa'yı ziyarete gitmiş,
aralarında açılan siyaset bahsi üzerine Kemal, Fuad Paşa'nın nabzını yoklamak
istemiş ve Türkiye'nin muhtaç olduğu ıslahatı ileri sürerek 1 789 [s. 2 1 5]
İhtilali'ni hatırlatmış ve memlekette de genç vatanperverlerden paşanın
riyasetinde bir gizli cemiyet teşkilinin faydalı olup olmayacağını sormuştu.
1 92 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Fuad Paşa ahalinin eski ananelere ne derece mutaassıbane bağlı ve esir


olduğunu iham ile:

"Eğer böyle bir cemiyet teşkilinin bir faydası olacağına ihtimal


verebilseydim onu tesise uğraşacaklardan biri, belki birincisi ben olurdum, çünkü
kendimde bu teşebbüse herkesten ziyade bir kabiliyet görüyorum. Fakat bizim
için bütün bunlar birer hayfil-i muhfil!"

demiştir. Bu sözlerden nevmid olan Kemal memleketin bütün fenalıklarına


müsebbip olarak Ali ve Fuad Paşaları görmeye başlamış ve padişahı ellerinde
oyuncak gibi oynatan bu iki müstebit vezire karşı derin bir kin ile mütehassis
olmuştur.

Bu kini telkih eden de müfrit ve canlı vatanperverliği olmuştur. Bu küçücük


boylu fakat demir iradeli eğilmez ve bükülmez tabiatlı bu mütereddi, Sadr-ı
Ali'ye karşı diş bilemeye başlamıştı. Kendi mefkurelerinin vücut bulmasına
ma'ni-i hakiki bu küçük adamın küçücük vücudu idi.

Kemal'in bütün gayreti, bütün içtihadı da o vücudu ortadan kaldırmak


olmuştu. Çünkü Kemal de Ziya Paşa'dan müteessir olmuş, Paşa'nın fikirlerini
doğru bulmuş ve Türk milletinin seciyesine en mutabık tarz-ı idarenin makul ve
adil bir idare-i mutlaka olacağını kabul ve tasdik etmişti.

Kemal ile Ali Paşa'nın arasını açan Kemal'in vatanperverliği ve bu


husustaki şahsi fikirleri idi. Yoksa aralan fevkalade iyi olduğu gibi Kemal de Ali
Paşa'yı takdir ve tevkir ederdi, hatta vezire verdiği resminin altına yazdığı kıta ile
de bunu ispat etmişti. Nitekim Ali Paşa'nın da Kemal'e karşı teveccüh ve takdiri
vardı.

Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin faaliyete geçmesi üzerine aralan açılmıştı.


Cemiyet azası mevkilerini tehlikeli görerek umumi bir içtima akdetmişler ve
cemiyetin en faal ve en göze çarpan azfilan olan Ziya ile Kemal'in mümkün
olduğu kadar süratle Türkiye'dcn uzaklaşarak kendilerini Paris'te bekleyen [s.
2 1 6] Prens Fazıl'ın yanına gitmelerine karar vermişlerdi. Mukaddes
maksatlarına ermek için orada daha serbest ve daha muvaffakiyetli surette
çalışacaklardı. Hükümet de tedbirinde kusur etmiyordu. Cemiyet azasına karşı
cebir ve şiddetle değil nfk ve hürmetle muamele etmeyi siyaset-i hakikiyeye daha
muvafık buluyordu. Nitekim Ziya'yı ikinci defa olarak Kıbns'a mutasarrıf tayin
etmiş, Kemal'i de Erzurum vilayetine vali muavini yapmıştı.

Kemal bizzat:

"Tercüme Odası huleffilığında birinci defa olarak uhde-i acizaneme 283


( 1866- 1 867) tarihinde rütbe-i saniye tevcih olundu ve yine 283 tarihinde
Erzurum vali muavinliğine 4500 kuruş maaş ile memur oldum. O sırada Saniye
Mütemayizliğini de ihraz ettim"

diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 93

Kemal bir taraftan borç içinde bulunuyor, diğer taraftan ailesi zengin
olmadığından bu uzun seyahat için para tedarikinde güçlük çekiyordu. Fakat
kendi seyahatiyle yakından alakadar görünen hükümet para tedarikiyle "atiyye"
olarak Kemal'e vermişti.
Kemal bu atiyyeyi hürmetkarane bir vakar ile reddetmişti. Ve o zaman
Meclis-i Vala başkatibi bulunan ve esbak Paris sefiri Münif Paşa'nın babası olan
Mahmud Paşa'ya bir mektup yazmış ve mazeretini bildirmişti:
"Evkaf-ı Hümayıln hazine-i celilesinde derdest-i tesviye bulunan bir kağıdın
hitam bulmak derecesine gelmesi cihetiyle bugünlerde ele bir otuz bin kuruştan
fazla para geçeceğini geçen gün taraf-ı fili-yi kerimanelerine ifade etmiştim. Elde
mevcut olan akçeyi karşılık göstererek bugün bir istikraz akdetmiş olduğumdan
bunun mahsulü düyıln-ı muhtelife-i kemteranemi tesviye ettikten başka yol
mesarifıne kifayet edecek derecede bulunmuştur. İşte şimdiye kadar Dersaadet'te
ikamet-i acizanem esbabından biri olan ihtiyaç bertaraf oldu; ve vükela-yı fıham
hazeratı tarafından inayeten tertip buyurulmakta olduğu, tebşirat-ı vakıa-i
devletlerinden müsteban atiyyeye hacet kalmadı.
Bu halde zikrolunan atiyyeyi almaklığım lazım gelse hem müşarünileyhim
hazeratının [s. 2 1 7] işbu fazilet-i muhsine-i aciz-pervazlarını mahalline masrıl­
fıyet şeritasından ayırmış ve hem de öteden beri kemal-i şiddet ile zaruret
çekmekte iken muhafazasında sebat eylediğim meşreb-i kanaatkariye halel
getirmiş olacağımdan şimdiki halde böyle bir niyet-i atıfetkari ile ispat buyurulan
teveccühat sine-i bende-perveranenin bittabi kalb-i ahkaraneme bahşettiği
gencine-i fahr u ibtihac ile iktifa ve huslı.1-ı fiiliyatının bir ihtiyac-ı sahih
zamanına ta'likını istida eylediğimin bir münasebetle efendilerimize arz ve
beyanını -hakk-ı kemteranemde bu atıfet-i celilenin zuhuruna vasıta olan­
inayet-i seniyye-i mekirim-karilerinden slı.ret-i mahslı.sada istirham eylerim. Fi
12 Muharrem sene 1 284 [ 1 6 Mayıs 1 867] Kemal."

Avrupa'ya Firarı
Kemal bu mektubu da gönderdikten sonra cemiyetlerinin verdiği karara
imtisfilen Ziya ile beraber Avrupa'ya Prens Fazıl'ın yanına gitmeye
hazırlanmıştı. Zahiren hükümetin tayin ettiği memuriyetlere gidiyorlardı. Birkaç
gün sonra İstanbul'da bulunan ecnebi gazetecilerden birinin delfiletiyle bir
ecnebi vapuruna binip Marsilya'ya çıkmışlardı. Oradan Paris'e, sonra da
Londra'ya geçtiler.
Suavi, Londra'ya yerleşmiş Muhbir'ini çıkarıyordu. Bir müddet sonra
Avrupa'ya gelen Nuri ve Reşad Beyler ve Agah Efendi ile Ziya ve Kemal, Paris'i
makar ittihaz etmeye karar vermişlerdi. Paris'te Hürriyet gazetesini neşre
1 94 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

başladılar.40 Suavi Londra'da kalmış, gazetesini idare ediyordu. Her iki


gazetenin mesarifini de Prens Fazıl veriyordu.
Başmakaleleri hep birden imza eden bu arkadaşlar arasında nokta-i nazar
farkı da yok değildir. Hem sade siyasi ve içtimai fikirlerinin uygun olmamasıyla
kalmıyordu. Hiçbirisi sarih, vazıh, muayyen bir fikir veremiyor, hatta maksad-ı
hakikisinin ne olduğunu bilemiyordu.
Namık Kemal'in hayat-ı hususiyesine dair en doğru ve en mükemmel
malumatı veren hatıralarını Rıza Tevfik'e tevdi eden sabık Reji Komiseri Nuri
Bey altı aylık faydasız münakaşalar, acemice tecrübelerden sonra ameli bir
neticeye [s. 2 1 8] varacak bir yol açmak, siyasi hatt-ı hareketlerini tayin edecek
çare bulamadıklarını söylüyor.
Kemal de arkadaşları da mukaddes maksatlarını temin edecek malumatları
olmadığını, ulfım-ı siyasiyeden bihaber olduklarını anlamışlardı.
Kalpleri vatan hisleriyle ateşlenen bu genç arkadaşlar müzakere esnasında
bugünkü "demokrasi" şekilleriyle Eski Yunan ve Eski Roma idarelerini birbirine
karıştıracak kadar saffet göstermekte idiler. Hasılı bütün bu münakaşalar
neticesinde bir memleketin fikri ve fıtri bünyesiyle, tarihi ananeleri neticesinde
teessüs eden şekl-i hükumetin öyle zannolunduğıı kadar kolay değiştirileme­
yeceğine kanaat getirmişlerdi ve zamanlarını beyhude geçirmemek için kendi
başlarına çalışıp mfilumatlannı tevsie karar vermişlerdi.
Nuri ve Reşad Beyler Fransızca öğrenmeye başlamışlar. Kemal de Fransız
dili ve Fransız edebiyatı tetkikiyle beraber kendini hukuka vermişti. Agah Efendi
muvakkat bir müddet için Ziya Paşa ve Reşad Bey'le İsviçre'ye gitmişti. Nuri
Bey hatıratında:
"Mchmed Bey bir müddet Londra'da ikametten sonra Reşad Bey'le birlikte
Paris'e avdet etmekle Londra'da yalnız Kemal Bey kaldı. Fakat Paris'te müctemi
olan rüfeka beyninde evvelki rabıta dahi inhilale yüz tuttuğundan eski revnak
kaybolmaya başladı. Evvela kendimden bahsedeyim: Hırs-ı mütalaa sayesinde
bir dereceye kadar cehlim zail olmaya, gözüm açılmaya başladıkça fikrimde dahi
o nisbette inkılap istidadını hissetmeye başladım. Bir memleketin ıslahı öyle üç
beş kişinin arzusuyla kolaycacık mümkün olamayacağını teferrüsle, mesaimizin
mahalline masruf olabilmesinde bir büyük şüpheye düştüm. Muarefesiz hakikate
iktiran etmekteki imkansızlığı idrak ile elime geçmiş olan fırsattan istifade
arzusuna düşerek kendimi Paris'e tahsil için gelmiş bir talebe farzı ile o yolda bir
mevki ittihazını arzu etmekte idiysem de, bu arzumun icrasınca mevcut olan
manii pek kuvvetle görüyordum. Arkadaşlar buna başka mana vereceklerdi: [s.
2 1 9] Bana mütelevvin ve sebatsız bir adam diyeceklerdi. Bu mülahaza bende
cesaret bırakmıyordu; lakin arkadaşların efkarına iştirakte ben dahi eski lezzeti

4-0 Hürriyet gazetesi Paris'te değil Temmuz 1 868'de Londra'da neşre başlanmışbr. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 95

duyamıyor ve cereyan eden mübahesat ve müzakeratta nokta-i isabete iktiran


hususunca şüpheden bir türlü kurtulamıyordum . . .
Mehmed Bey memleketimizde usıll-i serbestinin tamamiyle teessüsünü milli
bir harekete mütevakkıf görür idi.
Ziya Bey; bu maksadın istihsali çaresini Sultan Aziz'e hulul ile haiz-i iktidar
olmakta bulurdu. Agah Efendi ise te'min-i maksada medar olabilecek mevaki' -i
mühimmeye geçebilmek için -inde'l-iktiza!- erkan-ı devletle te'lif-i beyne
çalışmayı da lazımeden addeder idi.
Kemal Bey'e gelince, Osmanlı kavmi metbualan olan hanedan-ı Osmani
efradının eserine iktiza adetiyle me'luftur; bizde, padişah cidden arzu etmeyince
hiçbir şey yapılamaz itikadında bulunduğundan zamanın ilcaatını takdir ile
devletin te'min-i hayatına bais olacak ıslahatın mevki-i icraya vaz'ı azm-i
kavisinde bulunan hüsn-i niyet sahibi bir padişahın makam-ı saltanata
gelmesinden başka te'min-i maksada kafi hala bir çare yoktur, fikrinde idi. Rifat
Bey ise, mesail-i riyaziyeden zihnini çeviremeyen riyaziyyıln gibi zihnen meşgul
bulunduğu hukuk kavaidinin icra-yı tatbikatı arzusundan kendini bir türlü
alamadığından husıll-i maksad zımnında edilecek her nevi teşebbüsatın usıll-i
hukuka tetabuku lüzumunu beyandan vazgeçmez ve kendisi ne yapılmak lazım
geleceğini izah etmediği gibi diğerlerinin bu babdaki mütalaatını da makul
görmez idi. Reşad Bey dahi içinden çıkılamayacak bir gırivede bulunduğumuzu
his ile beraber aynca bir mütalaada bulunmayıp imkan mertebe ma'lfımat-ı
zatiyesini tevsie çalışmayı en hayırlı bir iş farz ederdi. Gelelim Suavi'ye:
Suavi'nin meşreb-i mecnunanesiyle su-i ahlakı ve menfaat-i şahsiyesinden ibaret
olan maksadı cümlemizce muhakkak olduğundan, bizim için ayrıca bir maksat
dahi bu herifin [s. 220] hakkımızda su-i tesiri mucip bir harekette bulunmaması
için hüsn-i idaresine say' etmek idi . . .
"

diyor.
İşte Nuri Bey'in şu ifşaatından pek güzel anlıyoruz ki, artık Kemal
cemiyetlerinden kat'iyen ümidi kesmişti; hatta Nuri Bey'le beraber her biri bir
tarafa dağılmış olan arkadaşlarının fikirlerini bir noktaya toplamaya uğraşıyordu.
Fakat onlardan bir kısmı Paris Sefareti etrafında dönüp dolaşmaya başlamışlardı.
Bütün bu gayretler boşuna gitmişti, kendilerine de, payitahtta bulunanlara da
cemiyetin bu gayretinden hiçbir fayda hasıl olamayacağı kanaati gelmiş, kuvve-i
ma'neviyeleri tamamiyle kırılmıştı.
Hele bir ara Prens Fazıl ile de aralan açılmıştı. Prens'in sefih bir kibar
hayatı yaşaması bunları da o yola sürüklemesi bu demokrasi ruhuyla hareket
eden Genç Osmanlıları rencide etmiş, Prens'in arzularına mümaşat etmemeye
karar vermişlerdi. Ondan sonra geçinmeleri de elim bir safhaya girmişti. En
mel'un darbe de bu olmuştu:
Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Aıi Paşa bir vasıta bularak Prens Fazıl Paşa'yı
elde etmiş ve birtakım vaatlerle diğerleriyle arasını açmış ve bi'n-netice Prens'i
1 96 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

de tezli! etmiş, cemiyeti de tıirümar eylemişti. Bu küçücük adamın idare-i ahali


hususunda büyük bir kabiliyeti olduğu münker değildir.
Kendi arzularıyla vatandan uzaklaşan ve vatan uğrunda çalışan bu
hamiyetli gençler az zaman sonra tabii olarak birer hod-perver, birer hod-endiş
olmuşlardı. "Felaket insanı düşürtür" derler, çok doğrudur. Fakat bunlar ancak
nefislerinin, istikballerinin endişesine düşmüşlerdi. İstanbul'a dönmek, çektikleri
sefaletin acısını çıkarmak istiyorlardı. Daüssıla hemen hepsinin yüreğinde yer
etmişti. Fakat Paris'ten çıkabilmelerine imkan yoktu. Yegane çare Sadrazam Ali
Paşa'nın ölümü olabilirdi.
[s. 22 1] Kemal bütün mahrumiyetlerden, bütün meylısiyetlerden mütevellit
kinleri, garazlanyla Aıi ve Fuat Paşaları istihdaf ediyor, onları bir türlü
affedemiyordu. Ve:

"Acımaz mı bakıp ahvfil-i perişanımıza


Dil ü canıyla seven devletini, milletini?
Nice zar olmayalım saltanatın haline kim,
Nice demdir çekiyor sadr u Fuad illetini"
diye zehirli oklarla Sadr-ı Ali'ye ve arkadaşı Fuad'a şiddetle hücum ediyor,
onunla da gayzını teskin edemeyerek:

"Ali! Bu devleti sana muhtaç gösterip


İkbal mesnedinde bekadan ümidi kes!...
Bilmem nedir lüzumu vücfıd-ı habisinin?
Dünyayı boynuzun mu tutar hay öküz teres?!"
diye nefretler, hakaretler yağdırıyordu:
Aıi Paşa ağır surette hastalanmış, yatağa düşmüştü. Bu haber Avrupa'ya
geldiği zaman sonbahar da gelmişti. Sadrazam hem müteverrim hem de göğüs
illetinden mustaripti. Doktorlar ümitlerini kesmişler, hususiyle sonbaharın
gelmesini bir şeamet telakki etmişlerdi, çünkü sonbahar bu hastalık için çok
vahim idi. Kemal bu haberi alınca geniş bir nefes alarak:

"Yağmaya başladı güz baranı


Müjdeler teşne-dilan-ı vatana
Ger çıkıp kavl-i etibba sadık
Sadr-ı Aıi geberirse bu sene
Dinleyin nushumu ey varisler!
Vermeyin para mezar ve kefene
Na'ş-ı murdarını seylaba atın
Sürüdürler köpeği öldürene"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 97

diye vatandaşlarına müjdeler veriyordu. İkinci bir haber bu vatan-cüda Genç [s.
222] Osmanlıları bütün bütün sevindirmişti. O da kalpten mustarip bulunan
Fuad Paşa'nın bera-yı tedavi Nice'e gelmiş ve ani surette vefat edivermiş
olmasıydı. Aıi Paşa'nın vefatı da gecikmedi, bu ufacık tefecik koca vezir de bir iki
hafta azap ve ıstırap ile kıvrandıktan sonra, ilelebet gözlerini kapayıp gitmişti.41
Oh bu ne unutulmaz bir haber, bir kurtuluş haberi olmuştu. Genç
Osmanlılar birbirlerini tes'id ediyorlar.

"İşte meydan-ı hamiyyet kaçma ey cellad-ı zulm


Ya seni mahveylesin dünya cihanda ya beni

Çekmedim ömrümde zencir-i esaret barını


Kayd-ı dünyadan müberrayım bilir dünya beni"
diye Aıi Paşa'ya meydan okuyan ve:

"Kurban edip vücudumu ben rah-ı millete


Terkeyledim hayatımı fıkr-i hamiyete

Cismim ademde olsa da hunum boğar seni


Vermem mecal b en sana halka hıyanete"
diye ölse bile elini yakasından çekmeyeceğini anlatan Kemal hemen hepsinden
daha ziyade seviniyor ve kendi kanaatince "vatan düşmanı" olan bu çifte
vezirlerin yıkılıp gitmelerine tarih-i velat söylüyordu:

"Duzaha gitmiş idi suz-ı fuadından Fuad


Sadrı da sadr illeti mahv ü adim etti hele
Hake defnettiklerinde söyledim tarihini
"Yere geçti Sadr-ı Aıi vardı derk-i esfele"

"lnne'l-mün4fikine fi'd-derki,'l-eşfeli mine'n-ndn�'42 ayetine telmih ile Ali Paşa'yı


münafıklar zümresine idhal ediyordu.
[s. 223] Artık bu gençler için vatanlarına dönmekte bir mahzur kalmamıştı.
Hail addettikleri vücutlar zail olmuştu.
Sadarete gelen Mahmud Nedim Paşa da Genç Osmanlılar Cemiyeti reisi
Mehmed Bey'in amcası oluyordu. Bu da kendilerine fazla bir ümit vermişti.

41 Fuad P�a'mn vefan 1 2 Şubat 1 869, Ali P�'mnki ise 6 Eylül 1 87 1 tarihindedir. (Haz.
notu)
42 "Şüphesiz ki münafiklar, cehennem ateşinin en �ağı tabakasındadırlar." (Nisa suresi, ayet
1 45).
198 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Fakat bu ümitleri boşuna idi; çünkü Mahmud Nedim, Ali ve Fuad Paşaların
ka'bına varamayacak kadar adi, sefil, menfaat-cu, mürtekip, alçak bir herifti.
Nuri Bey hatıratında:
"Afi Paşa'nn vefatıyla Mehmet Bey'in amcası Mahmud Nedim Paşa'nın
makam-ı sadarete geçmiş olduğu haberi gazetelerde neşrolundu. Memleketimiz
için mebde-i felaket ad ve itibarına seza olan o haber-i musibet -fart-ı teessüf ile
itiraf ederim!- bizi pek memnun etmişti. Ali Paşa'nın vefatıyla güya her fenalık
mündefı olmuş, kariben memleketimizde ahrarane birçok ıslahat icrasıyla usfıl-i
serbestinin bile tesisine arUk hiçbir mani kalmamış gibi gafletimizden mütehassıl
teessüf bence ne kadar i'zam edilse sezadır; nefsimce dahi medar-ı tesliyet varsa
ancak o zamanki gençliğimle tecrübesizliğimdir.
Mehmet Bey amcasının sadarete gelişine memnun olmuştu. Lakin bu
memnuniyeti mücerret İstanbul'a avdetine sebep olur diye idi. Amcasının kendi
efkarına göre icraata muvaffak olacağı ümidinde değildi. Mehmet Bey'in
itikadınca efkar-ı millet galeyana gelmeden hiçbir şey yapılamazdı; yapılmış olsa
esas tutamazdı. Binaenaleyh bir ayak evvel İstanbul'a gelerek yine eski bıraktığı
noktadan işe başlamalı idi.
Ali Paşa'nın vefatından pek az bir zaman sonra politika müttehimleri
hakkında canib-i Bab-ı Afi'den afv-ı umumi ilan edilmiş olduğu da gazetelerde
görülmekle hep birden Paris'e azimeti kararlaştırdık. Agah Efendi afv-ı
umuminin ilanından evvel Paris'e gitmiş; Ziya Bey dahi Paris muhasarasından
evvd Hürri_yet gazetesine mahall-i intişar ittihaz etmiş olduğu Cenevre'den oraya
gelmiş olduğundan yine cümlemiz Paris'e toplandık.
İstanbul'a azimet için lazım gelen pasaportların verilmesi zımnında Paris
sefaretine vuku bulan müracaatımıza cevaben ilan edilen afv-ı umuminin bize
şümulü olup olmadığı sefaretçe meçhul olmasıyla [s. 224] kable'l-istizan
müracaat-ı vakıamızın is'af edilmeyeceği bildirilmekle bittabi istanbul'dan
gelecek cevaba intizar eder olduk. Biraz sonra yalnız Mehmet Bey'in İstanbul'a
avdetine müsaade buyrulmuş olduğu sefaret vasıtasıyla bildirildi. Mehmet Bey'in
bu istisnaya canı sıkıldı ise de müsaade vakıaya karşı bir ters muamelede
bulunması cümlemiz için iyi olamayacağı ve ale'l-husus bizim de kariben avdete
mezun olmaklığımızın me'mul edildiği sefaretin cümle-i tebligatından
bulunduğu cihetle kendisinin serian hareket etmesine tarafımızdan müttefikan
lüzum gösterilmekle Mehmet Bey ertesi günü İstanbul'a müteveccihen Paris'ten
hareket etti.
Hatırımda pek iyi kalmamış ise de Mehmet Bey'in azimetinden ancak bir
hafta sonra bizim için de müsaade-i avdet vaki olmakla, hayli zamandır
hasretkeş-i didarı olduğumuz vatan-ı azizimize lehü'l-hamd avdet müyesser
oldu."
tafsilatını veriyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 99

İstanbul'a Avdeti
İşte Kemal'in arkadaşlarıyla Avrupa'dan İstanbul'a avdeti 1 Ramazan 1 287
[2 Kasım 1 872] tarihine müsadiftir.43
Kemal, İstanbul'a avdetinden sonra İbret gazetesini neşr ile vatani hizmetine
devama başlamıştı, hatta Sultan Murad ile de te'sis-i münasebet etmiş, hatta
Sultan-ı mağfılra bir zamanlar hocalık eylemişti. Maksadı pek ulvi idi. Sultan
Murad'ı mülk ve millete hadim, açık fikirli, vatanperver bir padişah görmek
istiyordu.
Maalesef İstanbul' da ikameti uzun sürmedi. İbret'i öldürmek için 1 7 Şaban
1 289 [20 Ekim 1 872] senesinde Kemal'i Gelibolu'ya mutasarrıf tayin ettiler,
fakat o yine (B.M.) imzasıyla İbret'e makale yazmakta devam ediyordu. Çok
sürmedi 22 Şevval 1 289 [23 Aralık 1 872] senesinde Gelibolu'dan azlettiler. İbret'i
de hükümetin emriyle kapadılar. Kemal:
"Daima merd olmayı ahd eyledim canımla ben
Hüccet-i namusumu imzaladım kanımla ben,
[s. 225]
Bir esil.et eylesem yüz bin itab eyler bana
Dılzahı dünyada gördüm kendi vicdanımla ben"
diye haykırmaktan çekinmiyordu. Kemal'i İstanbul'da oturtmadılar. 1 1 Safer
1 290 [ 1 0 Nisan 1 873] tarihinde Sultan Abdülaziz'in tuğrasını hamil bir ferman
ile Kıbns'a nefiy ve hapsettiler. İşte o kara yüzlü fermanın tuğrasıyla suretini de
buraya dercediyoruz:

Tuğra
Düstılr-ı mükerrem müşir-i mufahham nizamü'l-alem müdebbir-i umılrü'l­
cumhılr bil-fikri's-sakıb müteammim-i mehami'l-enam bi'r-re'yi's-sfilb
mümehhid-i bünyanü'd-devle ve'l-ikbfil müşeyyid-i erkanü's-saade ve'l-iclal, el­
mahfüfü bi-sunılf-i avatıfi'l-meliki'l-a'la asakir-i nızamıye-i şaha.nem
müşiranından Zabtiye Müşiri olup birinci rütbe Meddi ve ikinci rütbe Osmani
nişan-ı zişanlarını haiz ve hamil olan vezirim İzzet Paşa damallahu Teala
iclfilehıl ve emirü'l-ümerii'l-kiram kebirü'l-küberi el-fiham zü'l-kadr-i ve'l­
ihtiram sahibü'l-izz-i ve'l-ihtişam e'l-muhtass bi-mezidi gayeti'l-meliki'l-a'la
Rumeli Beylerbeyliği payelülerinden Kıbrıs ceziresi mutasarrıfı ve Meddi nişan-ı
zişanının ikinci rütbesinin haiz ve hamili Veysi Paşa damet maalihi ve kıdvetü'n­
nüvvabi'l-müteşerriin Magosa naibi Mevlana zide ilmuhu tevki-i refi-i
hümayunum vasıl olıcak malum ola ki İbret gazetesinin muharriri Kemal Bey'in
bazı neşriyat-ı muzırraya ibtidarı cihetiyle te'dib ve terbiyesi lazım gelmiş

43 Namık Kemal'in İstanbul'a dönüşü Aıı Paşa'nın ölümünden önce 24 Kasım l870'tedir.
(Haz. notu)
200 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

olduğundan kendisinin liecli't-te'dib Magosa Kalesi'nde kalebend olmak üzere


Kıbns'a tard ve nefyi hususuna emir ve irade-i aliyyem müteallik olmuş olmağın
sen ki zabtiye müşiri müşarunileyhsin mumaileyhi me'mur-ı mahsusa terfıkan
kalebend olmak üzere hemen Kıbns ceziresine nefy ü irsfile sarf-ı rü'yet eyleyesin
ve siz ki mutasamf-ı müşar ve naib-i mumaileyhimasız vüsulünde merkümu
kalebendlik cezası hakkında olan usllle tatbikan kalebend olarak meks ü ikamet
ve mahall-i ahara hareketine irae-i ruhsat olunmayıp her halde firardan
muhafazasına begayet itina ve dikkat ve bila-ferman ıtlakından mücanebet ve
vüsulünü Dersaadet'e tahrir ve iş'ara mübaderet [s . 226] eyleyesiz. Tahriren fı'l­
yevmi'l-hadi 'aşer min şehr-i Saferi'l-hayr es-sene tis'ine ve mieteyn ve elf.'44
İrade-i seniyeyi Kıbns Mutasamflığı'na bildiren sadaretin tahriratı sureti de
ber-vech-i atidir.

Kıbns Mutasamjlığı'na
Saadetlu Efendim Hazretleri,
Ba-irade-i seniyye Kıbns'a menfıyen i'zam olunan İbret gazetesi muharriri
Kemal Bey'in Magosa'da kalebend edilmesi bu kere müteallık buyurulan irade-i
seniyye-i cenab-ı padişahi iktiza-yı alisinden bulunmuş olmağın icabının icrasıyla
diğer tahrirat muhibbi de beyan olunduğu vechile merkumun bir tarafa firar
edememesi zımnında takayyüdat-ı mütemadiyenin itasına himmet eylemeleri
siyakında şakka-i muhibbi terkim kılındı.
1 1 Safer sene 290 [ 1 0 Nisan 1 873]
Sadrazam Ahmed Es'ad
İşte bu fermanlar, bu tahriratlarla Magosa zindanına atıp otuz iki ay45
inlettikleri Kemal'i karanlık yollarda alçakça sürükleyip götürürlerken Kemal bu
denilerin suratlarına tükürüp "Siz istediğiniz kadar sesimi boğmaya çalışınız , ben
yi ne olanca kuvvetimle haksızlığa, mel'anete karşı haykıracağım." diyor ve:

"Vatan olsa ne rütbe bi-perva


Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız!..
Merkez-i hake atsalar da bizi,
Küre-i arzı patlatır çı kanz!. . "
kıtasını okuyordu.
Mahmud Nedim Paşa alçağının memleketin sinesine açtığı yara nihayet
kendi azliyle kapanır gibi olmuştu, bu mühim vaka Sultan Abdülaziz'in hal'i ve

44 Bu ibare 1 1 Safer 1290 tarihini vermektedir. (Haz. notu)


45 Namık Kemal Magosa'da otuz sekiz ay kalmıştır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 20 1

yerine Sultan Murad-ı Hamis'in iclasıyla neticelenmişti. Sultan Murad, Kemal'e


hürmet ederdi.
[s. 227] 1 290 [ 1 873] tarihinde çirkin bir ferman ile Kemal'i menffilara
gönderen Abdülaziz şüphesiz Kemal'in o vatan-perverane yazılanyla galeyana
gelen milletin isyanıyla hal' olunup menkuben tahtından çekilip kendisine "Aziz
Efendi" diye hitap eden bir miralayın emri altında Topkapı Sarayı'na Selim-i
Salis'in şehit edildiği odaya hapsedilmeye götürülürken bütün gururunun
kınldığını duymuştu.
Bir melun vezirin idlfilatıyla tebaasının hukuku, hürriyeti ve hissiyatıyla
oynayan bu koca sultan, Kemal'in nefyinden üç sene sonra 1 293 [1 876]
tarihinde nefiy ve hapsedilmiş ve kanlı mahbesinden atideki mektubu kendi eliyle
yazarak Sultan Murad'dan, başka bir yere naklini istirham etmişti. Kemal bu
suretle intikamını almış oluyordu:

Sultan Abdülaziz'in Sultan Murad ı Hıinıis'e Mektubu


-

"Evvela Cenab-ı Allah'a ba'dehu atebe-i şevketlerine sığınınm. Cülus-ı


hümayunlannı tebrik ile beraber hizmet-i millette sarf-ı mesai etmiş isem de
hoşnudi hasıl edemediği ve zat-ı mülukanelerinin hoşnudiyi müstelzem olacak
işlere muvaffakiyetlerini temenni ederim. Devletin i'la-yı şanına ve muhafazasına
vesile-i müstakille olabilecek filat ve eşyayı zat-ı mülkdarilerine amade etmiş
olduğumu feramuş buyurmazlar ümidindeyim. Kendi elimle silahlandırdığını
askerin beni bu hale koyduğunu tahattur buyurmalannı arz ve tavsiyeye ibtidar
ederek muruvvet ve insaniyet, sıkılmışlara yardım etmek meziyetını
gösterdiğinden bulunduğum tengna-yı ıstırabdan halas ile bir mekan-ı mahsus
için inayet-i şehriyarilerini rica eder ve saltanat-ı Osmaniyeyi Abdülmecid Han
hanedanına tebrik eylerim."
İşte tarihin zabtettiği bu mualla hakikat insanlar için büyük ve derin bir
ders-i ibrettir.
Sultan Abdülaziz gibi bir padişah, Mahmud Nedim gibi bir deninin iğffilat
ve tesvilatıyla tebaasının muhabbetini kaybederek tahtından indirilip
hapsedilirken vatan ve milletinin tealisine çalıştığı için zindanlarda çürütülen o
hamiyetkar [s. 228] şair Kemal de Magosa zindanından şahane bir vakar ile
alkışlar, ihtiramlar arasında agfış-ı hürriyete atılıyordu.
Kemal 6 Cumadilula 1 293 [30 Mayıs 1 876] senesinde Kıbns'tan avdet
etmişti. Ve nihayet aynı sene Sultan Murad'ın malum olan hal'i ve Abdülhamid­
i Sani'nin iclas vakası akabinde sadarete gelen Midhat Paşa'nın himmetiyle
vatanında Kanun-ı Esasi'nin ilan edildiğini de görmüştü.
Evet; o yıllardan beridir gözlediği ve özlediği şahid-i hürriyetin sevimli
simasını görmüş ve:
202 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

"Ne efsunkar imişsin ah ey didar-ı hürriyet!


Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten."
diye kalbinin bütün neşesiyle haykırıyor, çektiği elemleri, sitemleri unutuyor,
affediyordu. Ne fayda ki gördüğü bu korkulu rüyadan başka bir şey değildi. O
hürriyet de o Kanun-ı Esasi de birer dram, birer faciadan ibaretti.
Bütün vatanperverlerin, bütün vatan evlatlarının kanlarıyla boğuldu ve
ilelebet söndürüldü.
5 Ramazan 1 293'te [24 Eylül 1 876] Şura-yı Devlet'e aza tayin olunan
Kemal bir sene geçmeden 22 Muharrem 1 294'te [6 Şubat 1877] tevkif ediliyor,
hapsolunuyordu ve:
"Görüp ahkim-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükumetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten


Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir


Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin


Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten

Ne gam pür-ateş-i hevl olsa da gavga-yı hürriyet


[s. 229] Kaçar mı merd olan bir can için meydan-ı gayretten

Kemend-i can-güdazı ejder-i kalır olsa celladın


Müreccahtır yine bin kerre zencir-i esaretten

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler


Ki edna zevki aladır vezaretten sadaretten

Vatan bir bi-vefa nazende-i tannaza dönmüş kim


Ayırmaz sadıkan-ı aşkını filam-ı gurbetden

Müberrayım reca vü havfden indimde filidir


Vazifem menfaatten hakkım agraz-ı hükumetten

Civan-merdan-ı milletle hazer gavgadan ey bi-dad


Erir şemşir-i zulmün ateş-i hun-ı hamiyetten

Ne mümkün zulm ile bi-dad ile imha-yı hürriyet


Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyyetten
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 203

Gönülde cevher-i elmasa benzer cevher-i gayret


Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

Ne efsunkar imişsin ah ey didar-ı hürriyet


Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme


Cemalin ta-ebed dur olmasun enzar-ı ümmetten

Ne yar-ı can imişsin ah ey ümmid-i istikbal


Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infaz et


Huda ikbalini hıfz eylesin her türlü afetten

Kilab-ı zulme kaldı gezdiğin nazende sahralar


Uyan ey yareli şir-i jiyan bu hab-ı gafletten"46
kasidesiyle o namertlere ulvi olduğu kadar metin bir cevap veriyordu. 47
[s. 230] Hasılı İstanbul'da vücudu mahzurdan salim görülmeyen Kemal
mutasarnflıklarla uzaklaştırılıyor, o zamanın siyaseti mucibince "ikamete
memur" ediliyordu.
Midilli, Gelibolu48 ve Sakız mutasamflıklannda bulunan Kemal gün
günden sıhhatini kaybederek hastalanmıştı. Kemal'in bir pehlivan vücudu kadar
kavi ve metin olan vücudunu ölüm döşeklerine seren iki hain düşman olmuştu:
Biri içki, biri zindan!..
Evet Kemal iri, geniş omuzlu ve sağlam yapılı, san ipek gibi saçlı ve iri başlı
yakışıklı bir adamdı.
Müzmin bir hal alan ayyaşlık biçarenin zindanlarda rutubetlerin tesiriyle
çürüyen vücudunu kırmış geçirmişti. Sakız'da mutasamf iken hastalanmış ve
muayene neticesinde zatülcenb ile zatürrenin ihtilat ettiği anlaşılmıştı.
Vefaundan evvel Ebüzziya Tevfık'e kısa bir mektup yazmıştır. Ebüzziya
merhum bu mektubun Kemal'in vefatından üç gün sonra eline geçtiğini
söylüyor:

46 3 1 beyitten oluşan "Hürriyet Kasidesi"nin buraya alınan beyitleri sırasıyla


1 .,2.,5.,20.,1 8.,1 9. ve 2 1 .-3 1 .'dir. (Haz. notu)
47 Nfunık Kemal'in "Hürriyet Kasidesi" adıyla tanınan "Besfilet-i Osmaniye ve Hamiyyet-i
İnsaniye" adlı manzumesi bu tarihten on yıl kadar önce 1 868-1869'da Londra'da bulunduğu sırada
yazılmış ve bazı parçalan Hürriyet gazetesinde yayımlanmıştır. (Haz. notu)
48 Nfunık Kemal'in Gelibolu mutasarrıflığı daha öncedir. Bu dönemdeki vazifesini Midilli,
Rodos ve Sakız'da ira etmiştir. Gelibolu yerine Rodos getirilmesi doğru olacaktır. (Haz. notu)
204 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Ben on günden beri keyifsizim. Bir fena soğuğu almışım; bronşit, mide
fesadı, basur, birbirine karıştı, anamı ağlattı. İki üç gün evvel iyiliğe yüz
tutmuştum bugün arızalar bütün bütün savuştu gibi görünür. Allah verse de
nüksetmese!.. Keyifsizliğin yorgunluğu bundan ziyade yazmaklığıma meydan
vermiyor. Bili dua.
l 7 Teşrin-i Sani 1 304 (29 Kasım 1 888] Kardeşin Kemal."
İşte Kemal mektubu yazdığının ertesi günü yeniden hastalanmış ve ayın
yirminci günü 26 Rebiülevvel l 888 -30 Kasım 1888 Miladi tarihinde ikindi
zamanına doğru vefat etmişti.49
Şair vefatından evvel, pek sevdiği, o saf ve mezayasını yad ve tahrir ettiği
Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki kabri civarına defnini vasiyet etmişti.
Hiç beklenmeyen bir zamanda haber-i velau İstanbul'da şayi olunca
hükümet [s. 23 l ] mehafili bile inanmak istememişti. Derhal haberin derece-i
vüsıiku hakkında merkezden isti'lam olunmuştu.
Süleyman Nazif Bey, Kemal'in vefatından mütevellit tahassüsaunı şöyle
anlatıyor:
"Vefaunı haber aldığım günün hali bu sabahın vekayiinden daha kuvvetli
ve daha zinde hatırımdadır. Çemberlitaş'ta Matbaa-i Osmaniye'nin caddeden
bakıldığı zaman sağ tarafına düşen köşesindeki kıraathaneye ber-mıitad gazete
okumak için bir sabah gitmiştim. Bilmem hangi uğursuz gazetenin ilk
sayfasındaki sütunların birinde gözüme şu satırlar ilişti.
'Cenab-ı Hakk ömr-i iclaI-i Hazret-i padişcihiyi rfız-efzfın buyursun. Sakız
mutasarrıfı edib-i şehir Kemal Bey'in müptela olduğu zatürreden reha-yab
olamayıp irtiha!-i dar-ı beka ettiği varid olan telgrafnameden maattessüf
anlaşılmıştır. Rahmetullahi Teala'
Evvela gözlerime, sonra gazeteye inanmadım. Ve o günkü ceridelerin
hepsine orada birer birer baktım. Aynı heyecansızlıkla, aynı kayıtsızlıkla ve aynı
soğuklukla dercedilmiş aynı kara haber. Kendi kendime : - Hayır, başka Kemal
de olabilir! dedim. Fakat daima gözlerime ve kulaklarıma hoş ve munis gelen
'edib-i şehir' terkibi ne kadar zalim ve bi-aman kesilmişti; bu iki kelime her
tereddüdümü, yani tereddütlere sığınmak isteyen ümidimi kahretti. Hemen eve
koştum. Babam Mir'atü'l-iber'i telif ile meşgul idi ve mesaisini haleldar etmemek
üzere başka hiçbir şeyle o sırada iştigal etmiyordu. Gazetelerle mecmuaları ben
muntazaman okur, şufınun mühimlerini hülasaten söylerdim. Ve şayet aynen
görmesi icap eden bir şey olursa o nüshayı tedarik eder, getirirdim. Namık
Kemal'in vefatını babama söyledim. Birdenbire kalemi atarak gözlüklerini
çıkardı; efrad-ı aileden birinin vefatını haber vermiş olsaydım, pederim, yine o

i9 Namık Kemal'in vefatı 28 Rebiülevvel 1 306 (2 Aralık 1888) tarihindedir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 205

kadar derin bir teessür gösterirdi, bembeyaz sakalına doğru gözlerinden birkaç
damla yaş yuvarlandı: 'Kemal Bey mi ölmüş? Vah, vah. Vah!..' diyordu. Yaşlı
gözleri ilelebet dolmayacak bir boşluğa dikilmiş gibi, bir müddet daldı. 'Vah vah
vah!..'lar tekerrür [s. 232] edip duruyordu. Babam dindar adamdı. 'İnna lillahi
ve inna ileyhi raciun' ayet-i kerimesini okuduktan sonra aynen şu sözü söyledi:
'Zavallı Kemal Bey de öldü!.. Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti. '
Babam, Namık Kemal ile asla görüşmemiş, aralarında n e bir satır yazı, n e bir
selam teati olunmuştu, bununla beraber Namık Kemal'in haber-i vefatıyla
babamın mütevekkil gönlünde kopan kıyamet-i teessürün saik ve sebebi kim ve
ne idi? Bunun cevabını vermeyeceğim, çünkü bazen cevap, sualin ibhamını
değil, belagatini izfile eder.
O, Teşrin-i sani gününün havası pek mağmum, İstanbul'un afakı kesif
bulutlarla kapalı idi. Evde oturmak mümkün olmadı. Aşina ve tesliyet aramak
için Babıali Caddesi'ne indim. Asır Kütüphanesi'nde sahibi Kirkor Faik Efendi o
günkü eşhas ve eşya gibi mağmum idi. Birkaç dakika sonra Abdülhalim
Memduh pür-teheyyüc geldi. Ve ilk sözü: 'Kirkor, bu dükkanın içine dışına niçin
siyahlar asmadın? . .' oldu.
O müstehzi, o mütemeshir Memduh o gün ne kadar değişmişti! Ağlıyor ve
ağlıyordu. Hadiseyi babamın ne suretle telakki etmiş olduğunu benden sordu.
Gördüğümü, işittiğimi söyledim. 'Oh!.. Millet dedi -millet dedi- millet dedi gitti,
ne güzel, ne doğru bir mısra!.. Said Paşa bunu söylerken belki mevzun olduğuna
dikkat bile etmemiş. Yazacağım mersiyeye bu mısraı da ilave edeceğim.' dedi.
Filhakika babam bu sözü bila-ihtiyar söylemiş, mevzun olduğunun farkına
vardığını itham etmemişti.
Memduh kırk sekiz saat zarfında inşa etmiş olduğu elli altmış beyitli bir
mersiyeyi bize okudu. Mersiye muhtelif vezinlerle terkip olunmuş, babamın
nida-yı telehhüfü de bir mısra şeklinde tazmin edilmişti. Birkaç sene muhafaza
ettiğim o neşideyi, çok teessüf ederim ki, kaybettim. Ne kadar güzel ve hissi bir
eserdi!.. Hatırımda kalan birkaç beyti şunlardır:

Siyah doğdu güneş haver-i vatanda bugün


Hayalimizdeki atiye döndü ye's ile hfil

[s. 233] Vatan hadikasının bağban-ı ma'rifeti


Veya o ca-yı felaketteki yegane nihfil

Olunca sakına bir sarsar-ı sümı'.im vezan


Türaba doğru yıkıldı, tükendi cib u mecal.

Ol ferd ki ömründe hamiyet dedi gitti


'Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti.'
206 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yine o mersiyeden:
Ey kabr, eya bab-ı hasin-i ebediyet,
Agtışuna ettin koca bir <lehri emanet . . .
Koynunda yatan hazret-i mazluma dokunma.
Baykuş öter ol bülbülün eyvah başında!..
Ey murg-i felaket, sen o mağmıima dokunma.
Sultan Hamid Müşir Süleyman Paşa'yı zulüm ve kahır ile Bağdat'a tagrib
ettiği zaman, şair Deli Hikmet Bey, Paşaya manzum bir mektup göndermişti.

Düşün bir kerre: Mazlum olmasan ey mihnet-i yekser,


Irak'a aldınr mıydı seni evlad-ı Peygamber? ..
Vatan hoşnıid senden hazır ol bezm-i mükafata.
mısralan o mektuptandır. Abdülhalim Memduh 'Vatan hoşnıid . . . ' mısramı da
Namık Kemal'e olan mersiyesinde tazminen irad ediyor. Bundan vücuda
getirdiği elvah-ı şivenden ikisi işte:
Kuyıid-ı zulmü çak etmek için zencir-bend oldun,
Fakat her zalimin boynunda müdhiş bir kemend oldun,
Hakikat sahibinden varsa şayan-ı pesend oldun,
"Vatan hoşnıid senden hazır ol bezm-i mükafata."

Kopardım mevtini duydukta bir feryad-ı hürriyet,


Heman etrafa bakum, ermedi imdad-ı hürriyet,
[s. 234] Yetim oldu bu mülk ey eşref-i hürriyet.
"Vatan hoşm'.ıd senden hazır ol bezm-i mükafata."
Memduh'tan sonra Asır Kütüphanesi'ne Ali Kemal ile Süleyman Paşazade
Sami geldiler. İkisinde de aynı teessür, aynı heyecan, aynı matem. Sami,
Mekteb-i Mülkiye'ye girmek için Bağdat'tan İstanbul'a gelirken, Midilli'de bir
gece yanın saat kadar Namık Kemal'i görmüş. Babasının halini yad ederek
beraber ağlamışlar. Bu macerayı zavallı Sami yine ağlayarak anlauyordu.
Ali Kemal de, Sami de o zaman Mekteb-i Mülkiye'nin son sınıfında idiler.
Talebeyi ayaklandınp edib-i a'zamın cenazesini İstanbul'a naklettirmek için
müctemian Yıldız Sarayı'na gitmeyi müzakere ediyorlardı. Bu tasavvuru hayyiz-i
husule isal ümidiyle mekteplerine gittiler. Mekteb-i Mülkiye o zaman - şu
dakikada mahall-i hasbihalimiz olan Darü'l-Muallimin-i Aliye konferans salonu­
bu bina dahilinde idi. Biraz sonra haber aldık ki Ebüzziya Tevfik Bey tarafından
vuku bulan müracaat üzerine cenazenin Bolayır'da Şehzade Süleyman Paşa'nın
kabri kurbuna defnolunmasına irade çıkmış. Gelibolu'da mutasarrıf iken edib-i
a'zam bir vasiyet şeklinde Bolayır'da defnolunmasını ta o vakit tilmiz ve
muhibbine söylemiş olduğu için milletin o kabre yazılacak bugünkü ser-nüvişt-i
siyahını habide-i muazzamı da kırk sene evvel tanzim etmiş:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 207

Sen oldun cevrine ey dil-şiken mahzun, ben mahzun


Felek gülsün, sevinsin işte sen mahzun, ben mahzun
Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.
demiştir.
Ali Ekrem'in ZıW-i /Uıam'ında bir neyyir-i ilham gibi parlayan mersiye-i
müessiresinden burada bahsetmeye nefsimde cüret, yani salahiyet bulamıyorum.
Zıyfuna herkesin ağladığı bir adama kendi oğlu herkesten ziyade ve herkesten
güzel ağlar. Bu necip şair de öyle ağladı. Fakat ben burada başka bir hicranın [s.
235] mateminden bahsedeceğim: Erzincan'da Dördüncü Ordu'nun o vakit vazi
bir katibi veya ketebesinden biri olan Erzurumlu nazım, hiç yüzünü görmediği
ve gıyaben bile tanışmadığı edib-i a'zamın vefatını haber aldığı gün, odasının
cidar-ı tevkirindeki tasvir-i Kemal'e şu yolda feryat ettirir:
Bizim için görünür mü cemfil-i hürriyet? . .
Düşündüğüm b u idi hfil-i ihtizanmda .
Egerçi silit-i mevtim, fakat bu millet için
Saba-yı haşre kadar ağlanın mezarımda.
Ali Emiri Efendi de şu güzel tarihi yazmıştı:
Nur idi lahuta oldu münkalib rlıh-ı Kemal
İzmirli Şefik Bey'in tarihi de şudur:
'Söndü mihr-i edeb karardı cihat'
Süleyman Nazif Bey'in yukarıki ifadatı bize o zaman Kemal'in vefatı nasıl
bir çalkantı hasıl ettiğini pek güzel tasvir ediyor. Filhakika Kemal'in büyük küçük
bütün efrad-ı millet üzerinde derin bir tesiri vardı.
Cenazesinin Bolayır'a nakli için padişaha istida verilmişti. Abdülhamid
büyük bir alaka göstererek o zaman her-hayat olan babasına yaver-i mahsus
göndermiş ve: "Mübarek ellerinden öperim, bir oğlu öldüyse bir oğlu da benim."
tarzında taltifatta bulunmuş, cenazenin Bolayır'a nakil ve defnine müsaade
etmiş. Kemal'in oğlu Ali Ekrem'i de vazife-i kitabetle Mabeyn-i Hümaylın'a
almıştı.
Cenazeyi Bolayır'a nakletmek için merhumun damadı Menemenlizade
Rifat Bey'le yakın akraba ve eviddasından bir heyet gitmişti. Bu hususta Rıza
Tevfik Bey:
"Kemal'in vefatından birkaç ay sonra Gelibolu'ya gitmiştim. Tatil
zamanımı orada geçirecektim. Babam on seneden beri orada müdde-i umumi
idi. O zaman Gelibolu'da Giritli Nuri Paşa isminde bir adam mutasarrıf imiş. Bu
adam artık kendisinden korkulacak hiçbir şey kalmayan bu cenaze hakkında
ahalinin son ihtif'alatına bile müsaade etmemek için saraydan kat'i emirler almış
olduğunu babam bana anlatmıştı.
208 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 236] Mutasamf, Kemal'in cenazesini, yanındaki heyetle şehirden üç


çeyrek saat kadar uzakta bulunan o ıssız, tenha Hamzabey sahiline indirterek
şairi hib-gih-ı ebedisine kadar teşyie koşan halkı polislerle dağıttırmış ve hemen
yanına jandarmalar katarak Bolayır'a naklettirmiştir.

Ben, şairin mezannı ziyaret etmek üzere iki kere Bolayır'a gitti m , o zaman
yeni örtülmüş bir yığın toprak halinde idi."

diyor.

Bolayır; Gelibolu sancağına üç saat mesafededir. Şehzade Süleyman Paşa


ölümünü intic eden kazadan ewel o küçücük köyde bir cami yaptırmıştı.
Türbesi de hemen o camiin ittisfilindedir. Kemal'in kabri de bu camiin
havlusunda küçük demir parmaklıktan girince sol tarafta camiin duvanna
muttasıl gibidir.
Kemal'in damadı Menemenlizade Rifat Bey bir müddet sonra mezan
ziyarete gitmiş ve artık:
"Musımm, sabitim ta can verince halka hizmette;
Fedfilcann kalır ezkan daim kalb-i millette.
Denir -bir gün gelir de- saye-i feyz-i hamiyette:
Kemal'in seng-i kabri kalmadıysa namı kalmıştır!. .. "

diye can veren koca şairin kabri yerinde yeller estiğini görmüştü r Bu acı, bu
.

ağlatıcı manzara biçareyi o kadar sarsmış, okadar yüreğini sızlatmıştır ki bütün


aile erkanına bir suzişli mektup yaz arak artık mezann tamirine başlamamak
mümkün olamayacağını bildirmiştir.
Ş air-i merhumun oğlu Ali Ekrem padişaha bir istida takdimiyle babasının
şaheser-i san'atı olan Ce/4l'i tab'ettirerek
kabrini tamir için müsaade istemiştir.
Padişah eserin tab'edilmesini hiçbir suretle tasvip edemediğinden, Kemal'e bir
mermer mezar inşasını irade etmiş ve mesarifıni ceyb-i hümayundan vermiştir .

Kabrin kitabesi:
"Şair Namık Kemal Bey'in kabridir. Fatiha"
sözlerinden ibarettir.

[s . 237] Kemal'in Asan ve Tesiri


Kemal Bey uzun sürmeyen ve pek dağdağalı, pek üzüntülü ve elemli geçen
hayatı zarfındapek çok eser meydana getirmiştir. Hepsi aynı kıymeti haiz
olmamakla beraber i çl e rin de ebediyete namzet alanlan da vardır.

kısmı tarih, bir kısmı hikaye, bir kısmı temaşadır. Bütün bu


Bunlardan bir
eserlerinde hakim ve mütebariz olan seciye vataniliktir. Kemal'de vatan bir
mefkure olmuştur. Bütün hisleri, bütün heyecanlan bu kelimenin etrafında
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 209

canlanır, bu kelimenin etrafında galeyana gelir. Kemal vatan kelimesini duyunca


gayr-i ihtiyari coşar:
"Hem yarın için mevte hazırlanmak, hem de hiç ölmeyecek gibi, tahsile
çalışmak bir büyük kaide-i hikmettir, ki saadet-i halin esası onun hükmüne
ittibadan ibarettir.
Elbette insan dakika-be-dakika mevte muntazır olunca zahr-ı ahıretini
tedarikte kusur etmez. Lakin hayatına bir had tasavvur ettiği halde de bir gün aç
kalmak muhatarasma düşmüş olur; çünkü ademe bir an ölümden aman olmadığı
gibi, hayat için ömr-i tabii dahi bir hadd-i muayyen değildir. Bahusus, ki insan
fena bulur; ama insaniyet dünya durdukça bakidir.
Bir kere düşünelim! Dünyada yeni doğmuş çocuktan aciz bir şey var mıdır?
Biçare bu mihnethaneye bin türlü ihtiyaç, bin türlü istidat ile gelmiş: Halbuki iki
zayıf kolundan başka levazımını tedarike aleti yok! Hava merhametsiz; bürudet
ve rutubet ile cana kasdeder. Toprak hasis, lazım olan cevahir-i esman sine-i
hırsında saklar. Yine böyle iken, her ihtiyacını istilaya, her istidadını izhara
muvaffak oluyor.
Buna medar olan esbabp, hep bizden evvel gelenlerin semere-i gayreti değil
midir? Öyle ise eslafa olan deyn-i teşekkürümüzü ahlafa ifa etmek lazım gelmez
mi? [s. 238] Hakikat! İnsan lani olduğu halde yine hayat-ı ebediyeye mazhar
olacak gibi çalışmalıdır. Yoksa herkes sa'yini müddet-i hayatı nisbetiyle tahdit
ederse ömrü daimi olan insaniyet fena bulur.
Dünyanın her neresine gidilse meşakkatsizce naz ü naime müstağrak olmuş
nice beyzadeler görülüyor; ve onların haline bakılınca, bahtiyar olmak, bahtiyar
doğmaya tevakkuf edermiş yollu hasretler çekiliyor!
Bakalım; acaba bu tahassürler reva mıdır? Acaba o naz ü naimde
gördüğümüz adamlar halce gıpta-keşlerden ala mıdır? Elbette değil; çünkü insan
için baht denilen şeyin hakikati kudretin zihnine, kavline ihsan ettiği hassadan,
bahtiyarlık ise o hassaların hüsn-i isti'malinden ibarettir.
Hiçbir serveti mutasarnf-ı evveli ketm-i ademden beraber getirmemiştir.
Dünyada mal ıtlak olunur ne var ise ikdam ile toplanır. Sa'y ile vücuda gelir. Bu
halden dolayı muzayakaya semere-i atalet, zarurete mahsôl-i selahat, demek
revadır.
Ya bari sefahat ve ataletin bu meşakkatieriyle beraber arzuya değer bir
zevki olsa!
Atalet içinde sefahat mezaristana kurulmuş bir meclis-i işret gibidir. Ona
mülazemet edenler cismani her türlü mazarratına uğrarlar; fakat neşata bedel
hüzünden başka ruhani bir tesirini bulamazlar.
Evet! Atalet mevtin küçük kardeşi, sefahat hayatın büyük düşmanıdır."
210 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyen Kemal burada Şinasi'nin, Ziya Paşa'nın mukallidi ve muakkibidir. Bir


Hürriyet, bir ibret muharriridir. Lisanındaki saffet ve sadegi numune ittihaz
olunacak kuvvetli ve sağlam meşaklardandır. Yine ibret muharriri, yine Şinasi
muakkibi olan Kemal vatandan bahsettiği zaman lisanına başka kuvvet, başka
hayat, başka şiddet, başka hiddet verir:

[s. 239] "Şir-harlar beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler maişetgahını,


ihtiyarlar guşe-i feragati, evlat validesini, peder ailesini ne türlü hissiyat ile
severse insan da vatanını o türlü hissiyat ile sever."

diye başlıyor ve birdenbire hem lisanını, hem heyecanını yükselterek:

"Bu hissiyat ise sırf sebepsiz bir meyl-i tabiiden ibaret değildir; insan
vatanını sever; çünkü mevahib-i kudretin en azizi olan hayat, heva-yı vatanı
teneffüsle başlar. İnsan vatanını sever; çünkü ataya-yı tabiatın en revnaklısı olan
nazar, lemha-i iftitahında hak-i vatana taalluk eder. İnsan vatanını sever; çünkü
madde-i vücudu vatanın bir cüzüdür. İnsan vatanını sever; çünkü etrafına
baktıkça, her köşesinde ömr-i güzeştesinin bir yad-ı hazinini tahaccür etmiş gibi
görür. İnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti, rahatı, hatta menfaati vatan
sayesinde kaimdir. İnsan vatanını sever; çünkü sebeb-i vücı'.'ıdu olan ecdadının
makbcre-i sükutu ve netice-i hayatı olacak evladının cilvegah-ı zuhuru vatandır.
İnsan vatanını sever; çünkü ebrnl-yı vatan arasında iştirak-i lisan ve ittihad-ı
menfaat, ve kesret-i muvaneset cihetiyle bir karabet-i kalb ve uhuwet-i efkar
hasıl olmuştur. o sayede bir adama dünyaya nisbet vatan, oturduğu şehre nisbet
kendi hanesi hükmünde görünür. İnsan vatanını sever; çünkü vatanında mevcut
olan hakimiyetin bir cüzüne tasarruf-ı hakiki ile mutasarrıftır. İnsan vatanını
sever; çünkü vatan öyle bir galibin şemşiri, veya bir katibin kalemiyle çizilen
mevhum hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet, tasarruf,
hakimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yad-ı şebabet gibi, birçok hissiycit-ı
ulviyenin içtimaından hasıl olmuş bir fikr-i mukaddestir."

diye üsllı.pçuluğa başlar, sanat gösterir. Teşbihler, istiareler, mecazlar, tekrir,


tedriçlerle lisanını süslemeye başlar.

Hele tarihe girince artık Kemal'de bir müverrih meziyeti aramak doğru
olamaz. O tarihi tarih için değil, heyecan için intihap eder. Mevzulan tamamiyle
vatanidir. Kahramanları tamamen vatanperverdir, takip ettiği [s. 240] gaye din
ve vatan, hürriyet ve şandır. Memduhunun hiçbir kusurunu görmez. Nazarında
te'lih eder. Yükselir, yükseltir, arş-ı alaya çıkarır. Meziyet-i müşahhasına, fazilet-i
mücesseme yapar. Bittabi yazdığı tarihlerin hiçbirinde hakiki bir tarihin evscif-ı
mahsusasını bulmak kabil olmadığı için tarih kıymeti de verilemez. Kemal'in
hayalinde canlanan bir "tip'', bir "kahraman" vardır. Tavsif ettiği, o
kahramandır. Bütün &rdk-ı Perişdn'ı o kahramanlarla doludur. Bir Selim, bir
Fatih, bir Adil Giray, bir Celfil, hatta bir Abdullah Çavuş o kahramanların birer
m üheykel simasını taşır.

Emir .Nevnız mukaddimesinden aldığımız şu parçayı gözden geçirelim:


TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 211

"Hiç şüphe yoktur, ki altı bin bu kadar senelik alem-i insaniyetin müptela
olduğu deva.hl içinde tufandan sonra en şiddetli bela, istila-yı Tatardır; Cengiz
gibi kaplandan yırtıcı, yılandan hain, şeytandan müdesses bir re'is-i cebbarın
saika-i amaI-i hunharanesiyle Karakurum sahralanndan Asya'nın her tarafına
yayılan milyon milyon vahşiler memleket yıkmakta, insan telef etmekte tufandan
bile geri kalır afetlerden değil idi.

Tı1fan-ı kebir, tı1fan-ı mai ise, zuhur-ı Tatar da tufan-ı ateş veya tı1fan-ı hfın
denmeye şayestedir; çünkü bir fırkası bir şehre hücum etse behemehal yerinde
kemik yığınından bina, hakisterinden başka bir şey kalmazdı.

Bir ordusu bir sahraya uğrasa, elbette atlan diz kapaklanna kadar kan ile
yoğrulmuş çamura batmadan geçmezdi.

Sübhanallah! Böyle bir beliyye-i cihansuzu İslam üzerine o zaman İslamın


makam-ı hilafetinde bulunan Nasırüddün İlallah taslit eyledi!

Birbiriyle keşakeşten hiçbir vakit hali olmayan tavaif-i mülfık içinde ise
Sultan Alaeddin Mehemmed Harzemşah'tan başka kudreten, mülken, hala
mevkien Cengiz'e karşı duracak bir fert yok idi.

O da yalnız bi-intibahane Cengiz muharebaunın zuhuruna sebep olduktan


sonra dört yüz bin askere malik olduğu halde, fakat bir kere meydan-ı Cengiz'e
[s. 24 1] girebilmekten ve onda da galip, mağlup, namalı1m ve belki
Harzemşahiler Tatarlardan ziyade galip ıtlakına şayan iken, bila-sebeb kuvasına
istila eden vehm-i namerdane ile elinde bulunan ve o zamanlar hükmünce
alemin en mamur-ı cihan olan koca bir mülkü bir naire-i bela içinde bırakarak
ve hatta, validesini, ezvacını, evladını rastgeldiği kalede Tatarın şemşir-i kahrına
terk eyleyerek, ta Bahr-ı Hazer içinde o zamana kadar insan ayağı basmamış bir
cezirede ihtira etmekten başka bir şey yapmaya muktedir olamadı! Sultan
Mehemmed o hal-i mezemmet ve cebanette, halife olacak yadigar ise
Harzemşahilerden güya Tatar kuvvetiyle intikam almış olmak gibi, bir vehm-i
garib ile meserrette oladursun; Cengiz'in dört evladı ve birkaç seraskeri yüz
binlerle Tatar gaddarlannın başına geçerek, Asya'nın her tarafın a 'Narullah-ı
muvakkade' hükmünü gösterdiler. Her biri Londra, Paris, İstanbul gibi yirmi,
yirmi beş şehr-i azimi yerle yeksan ettiler, her biri vaktiyle bir padişaha cihangir
dedirmiş yirmi, yirmi beş kişver-i cesimi ateşler, kanlar içinde bıraktılar.

Hulefüya gösterdikleri perestiş-karane mutavaat ve selatin ve ümeradan


gördükleri ta'diyat ile ahlakı a'za-yı meyyit gibi, bir inhilal-i külli halinde
bulunan akvam-ı İslam'ın umumuna bir derece yılgınlık gelmiş idi ki - ekser
müverrihlerin ittifakı üzere - Moğol, Harezm memleketini zapt ettiği zaman her
Tatarın idam ettiği adam yirmi dörde baliğ olmuştu! Meraga'da bir Tatar kansı
bir saray halkını ale'l-umfım katletmiş; ve hiçbirinden mukavemet değil, tahlis-i
cin için bir hareket-i mezbuhine bile görmemiş idi.

Tatarlar uğradıkları yerlerde mesacid-i İslam'a beygir bağlar; mekabir-i


şühedada işret meclisi kurar; sokak başlanna ya Cengiz'in veya evladından
212 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

birinin tasvirini rekzederek umumu ser-be-sücfıd ta'zim eder; gerden-i feraz-ı


ictinab olanların başını bieyyi hal pa-yı saneme gaitan eyler idi. İslam'ın uzeması
ise devlet-i Cengiziye hizmetinden istifade etmek, ümera-yı müşrikine kız ve
hatta sultan vermek birkaç günlük devlet-i dünya için emir ve vezirin, idamına
çalışmak rezilelerinden [s. 242] başka bir şey düşünmezlerdi! Hatta ağrebdir, ki
gerek Cengiz'in ve gerek evladının vüzerası, ümerası, müsteşarları, askerleri,
hasılı İ slam'ın kahn için kullandıkları vesaitin en müessirleri ekseriyet üzere ehl-i
İslam idi.
Ulema kitaplar yazar; mukaddimesini Cengiz'in evsafında Firdevsi'ye
yaraşırcasına mübalağalarla telvis etmek, bir Tatar cebbanndan iltifata nail
olmak veya birkaç kuruş kapmak için rütbe-i ilmi haziz-i redaetinin esfel-i
derek:itına tenzilden hicap etmezler idi!
Ukalası bir rey keşfeder, o kuvvetle bir müşrik Tatarı bir koca İ slam
memleketi enkazından yapılmış bir taht-ı saltanat üzerine geçirip de kansına
secde etmekten başka mahsfıl-ı ma'rifetleri saıf edecek mahal bulamazlardı,
ilh ...
"

tarzında tumturaklı bir ifade, yaldızlı ve süslü terkipler yaparak ve tantanalı


tabirler tarihi vakalann hakikati ihlal etmekten tabiatları, mizaçları, kabiliyetleri,
zulmet içinde köreltip bırakmaktan başka bir şeye yaramıyor.
Kemal Bey; dosdoğru maksadına gidiyor. O gaye de memduhunu
yükseltmek, ifadesini lisanını yükseltmek ve kıymetlendirmektir.
Hasılı Kemal Bey'in aradığı tarih değil, parlak bir vaka; saf, temiz, hakiki
bir çehre değil, kahraman simasıdır.
Hasılı Kemal bütün ihtirasları, bütün ihtilaçlanyla bir vatan şairi, bir vatani
şairdir. Bu hususta kendisini mukayese edebileceğimiz diğer bir edip veya
şairimiz daha yoktur, o da nev-i şahsına mahsustur. Bilhassa kendisini tesciye
eden hususiyet ve mümtaziyet üsllıb-ı beyanındaki kudret-i harikadır. Rıza
Tevfik'in dediği gibi Rüya unvanlı eserinde Türk şairi kisvesine girmiş bir
Gambetta görürüz. Esasen birçok yerlerde Kemal bu rolde görülmektedir. Ateşli
manzumeleri, heyecanlı şiirleri milletin ruhunu heyecana getirmekten hali
kalmaz.
Kemal'de hafıza gayet kuvvetli, zeka gayet keskindi. Alelekser yazdıklarını
istiktap ettirir, çok zaman da ayn ayn mevzulara ait makalatı aynı zamanda
muhtelif adamlara yazdırırdı.
[s. 243] Kemal'in hemen bütün eserlerinde bir seciye-i müştereke
görülebilir. O da şekilcilik. . . Kemal şekle, üsllıba ait hususatta bir artisttir.
Yazıyı, parlak bir üslup, tantanalı, şaşaalı bir ifade için vasıta addeder. Daha
gençliğinde iken akranına tefewuk edebilmek, Nefiyane ifade kullanmak
gayesiyle başlayan bu arzu bir itiyat haline girdi ve kaldı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 213

Eskilere tefevvuk edecek bir kabiliyet-i fıtriyeye mahzar olduğunu ispat için
eski tarzda Barika-i Zefer'i yazmıştır. Hakikaten Veysi'lere, Nergisi'lere taş
çıkartmıştır.
Kemal'in üslubu imzası hükmündedir, nerede görülse tanımak mümkün
olur. Bu da şeklinde dahi tenewü olmamasındandır. "Üslub-ı beyan aynı
insandır" sözü bir hakikat ise de tenewü bu hakikati cerh etmeyen bir lazime,
bir fariza-i san'attır. Kemal Edebiyat-ı Cedide'nin mübeşşirlerinden iken sırf
eskilere tefevvuk edebilmek gayesi eskilikten ayrılmak şöyle dursun, çok zaman
eskiliğin terakkisine, tekamülüne ve teessüsüne yardım etmiştir. İstanbul'un
fethine hasrettiği makale-i tasviriye Nergisi'nin klasik üslubundan başka bir şey
değildir. Fakat bu tarz ve şekilde yazılmış eski manzumelerin, hemen hepsine
faiktir.
Roman, hikaye, temaşa, tarih, mizah gibi hemen muharrerat şekillerinin
hepsinden tecrübeler yapmış hayli de muvaffakiyet göstermiştir.

Eş , irı
Eş'anna gelince; Kemal şiirde yüksek bir şair değildir, sırf bir heyecan-ı
vatani ile yazılmışları milletin, vicdanın, samimimiyetin birer tecelligahıdır.
Cidden yüksek, cidden güzeldir. İnsanın kalbini ila eder, göğsünü şişirtir,
gözlerini yaşartır. Denebilir ki Kemal hayata Şahnôme yazmak için gelmiştir.
Sair şiirlerini bir tarafa bırakalım gazellerinde bile rebabi bir heyecan
bulmak kabil değildir:

"Herkesin ta'n eyleyen kala-yı isti'dadına


Kar-gah-ı fıtratın ta'riz eden üstadına

Neşve-i devletle olsun fahnn ey mest-i gurur


[s. 244] Sen misin badi bu bezm-i alemin icadına

ihtiraz et rişte-i ayine-i sad-pareden


Değme ehl-i inkisann hatır-ı na-şadına

Bulmasın imdad ya Rab rahmetinden ta-ebed


Sarf-ı makdur etmeyen hem-cinsinin imdadına

Ta ki icra-yı te'avündür temeddünden murad


Farz olur ıslah her cem'iyetin efradına

Etmeyen ifna vücudun eylemez ihya-yı mülk


Hod-perestidir sebeb her devletin berbadına
214 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Eyledi sermaye-i izz ü sa'adet devleti


La'net olsun alemin tavr-ı cela mu'tadına

Ba'is-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal


Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına"
İşte şu gazelinde bir nebze garamilik, bir zerre rebabilik bulunamaz. Bu
tamamiyle hakimane yazılmak kasdıyla tanzir olunmuştur. Nefiyane yazılan
vardır. Fehim'e, Nazim'e yaklaştığı çoktur. Fakat Fuzlıliyane bir eseri, Nedimane
bir şiiri yoktur. Kemal'in bütün heyecanı, bütün heyecan-ı bediisi vatani
şiirlerinde tecelli etmektedir; orada coşuyor, orada lirizm gösteriyor;
Kemal de Şinasi'ler ve Ziya Paşa'lar gibi nazımda bir yeni şekil
getirmemiştir. Şu aşağıdaki vatan parçası "Vaveyla" da şeklen şarka yabancı
değildir.

Vaveyla
Feminin rengi aks edip tenine
Yeni açmış güle misal olmuş
İn'itafıyla bak ne fil olmuş
Serv-i simin salalı gerdenine
O letafetle ol nihfil-i revan
Giriyor göz yumunca rü'yama
[s. 245] Benziyor aynı kendi hülyama
Bu tasawur dokundu sevdama
Ah böyle gezer mi hiç canan
Gül değil arkasında kanlı kefen
Sen misin? Sen misin?! Garib vatan!
*

Bu güzellikte hiç bu çağında


Yakışır mıydı boynuna o kefen
Cisminin her mesamı yare iken
Tuttun evladını kucağında.
Sen gidersen bizi kalır sanma
Şühedan oldu mevt ile handan
Sağ kalanlar durur mu hiç giryan
Tende yaştan ziyadedir al kan
Söyleyen söylesin sen aldanma
Sen gidersen bütün helak oluruz
Koynuna can atar da hak oluruz!
*

Git vatan Ka'be'de siyaha bürün


Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat
Birini Kerbela'da Meşhed'e at
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 215

Ka'inata o hey'etinle görün!


O temaşaya Hakk da aşık olur
Göze bir filem eyliyor izhar
Ki cihandan büyük letafeti var
O letafet olunsa ger inkar
Mezhebimce demek muvafık olur:
[s. 246] Aç vatan göğsünü İlah'ına aç
Şühedanı çıkar da ortaya saç!
*

De ki Ya Rab! Bu Hüseyn'indir
Şu mübarek Habib-i Zi-şan'ın
Şu kefensiz yatan şehidanın
Kimi Bedr'in kimi Huneyn'indir
Tazelensin mi kanlı yareleri?
Mey dökülsün mü kabr-i Ashab'a?
Yakışır mı sanem şu mihraba?
Haç mı konsun bedel şu mizaha?
Dininin kalmasın mı bir eseri?
Adem evladı birtakım canı
Senden olsun mu sar-i şeytani"

şiiri baştan aşağı vatanperverliğin verdiği bir hazz-ı bedii ile doludur. Şeklen
nispeten yeni olduğu gibi ahenk, eda itibariyle de kuvvetli, vezin ve kafiye
itibariyle temizdir, istiareleri, teşbihleri iyi intihap edilememiş telmihleri hep dini
hayallerle gösterilmiştir. Hepsinin fevkinde nazara çarpan bir cihet de pek sade
ve açık lisanla yazılmış olmasıdır. Şekilce Hamid' den mülhemdir.
Kemal aynı zamanda dindar bir şair idi. Eski eda ile yazılmış naatları da
vardır:
"Edip fülk-i cihan-peyma-yı dil azm-i yem-i ma'na
Açıldı b:id-ban-ı aşk Bismillahi mecraha
Zehi fülk-i cihan-peyma ki zeng-i had-hanından
Gelir gül-bank-i Bismillahı mecraha ve mersaha
Hoşa metn-i derun kim rôşenadır her sevadından
Kemal-i kudret-i Bari me'fil-i hikmet-i eşya
[s. 2 4 7] Sen ol mescud-ı filemsin ki zülf ü ebruvanındır
Nıtak-ı Ka'be-i ulya revak-ı Mescid-i Akscl.."
Şu devam edip giden naattaki bütün teşbih ve istiareler Şark ruhuyla, Şark
itikadı, Şark ananesi, Şark terbiyesi, Şark zihniyetiyle yapılmıştır.
"Dili fülk-i cihan-peymaya, manayı yeme teşbih etmek, Bismillahı mecraha
aşkını da ona bad-b:in yapmak işte Şark zihniyeti, işte Şark ruhu, işte Şark
hususiyeti .. "Vaveyla"sındaki "serv-i simin salalı gerden" tabiri de tamamiyle
Şarklıdır, hasılı Kemal'in yazılarında ve bilhassa şiirlerindeki çeşni de, sanat da,
216 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

zihniyet de, heyecan da, hat da hep Şarklıdır. Garplılık asıl Hamid'le başlar ve
devam eder.
Kemal'in külliyat-ı asan miyanında Renan Müdafaanamesi, Karabeta (Beş
fasıldan müteşekkil facia) Makalat-ı Sryasiye ve Edebrye, Rüya, Vatan, Gülnihal, Akif
Bey, Zavallı Çocuk, Eş'ar-ı Kemal, CeWeddin Harzemşah, Mekdtib-i Hususiye, Evrôk-ı
Perişan, Müntehdbô.t-ı Tahrirat-ı Resmrye - Cezmi, lntibah, Takib ve Tahrib-i Harabat,
Tarih-i Osmanf vardır. En büyük eseri de yetişmekte olan gençler üzerinde
tesiridir. Tarih-i edebiyatın büyük bir takdir ile kaydedeceği bu edip ve şairler
arasında bilhassa Ekrem'ler, Hamid'ler, Nazım Paşa'lar, Kemal Paşazade Said
Bey'ler, Kani Paşazade Rifat Bey'ler, Sami Paşazade Sezfü'ler, Ebüzziya
Tevfık'ler hep bu miyandadır.
Bütün gençlik Kemal'i takip ve taklit eder, Kemal gibi parlak ve ahenkdar
bir üslup sahibi olmaya çalışırdı. Kemal'in her gazeli tanzir, her gazeli tahmis
olunurdu. Kemal de biraz istidat gördüğü gençlere mektuplar yazar, teşvik eder,
muanzlara karşı müdafaa eylerdi. Üstad Ekrem'i, şfür-i a'zam Hamid'i, Nazım
Paşa'yı mektupsuz bırakmazdı. Şinasi'den kendisine müdevver Tasvir-i Ejkar'ı
Recaizade Ekrem'e emanet eden, Ebüzziya'yı yanına arkadaş veren Namık
Kemal'dir.
Nazım Paşa'yı lttilıad gazetesine başmuharrir yapan, "Nazım Sultan" diye
mektuplar yazarak gördüğü isti'dfıd-ı fevkaladeyi alkışlayan ve ateşleyen Namık
Kemal'dir. İşte her biri bir dahi-i şi'r ve sanat olan garbın füylızatını şarka
aşılamaya çalışan bu kıymetdar şairleri tetkik ettiğimiz zaman Kemal'in en
muntazam eserlerini anlamış olacağız.
. ..... J
.j"".. ı; " -
·1.1;:��
1 .:l:J�·-; Ahmed Vefi,k Paşa
�\ - .-ı
__

___________

_
AHMED VEFİK PAŞA

Hayatı
Ahmed Vefik Paşa, Rfıhüddin Efendi namında bir zatın oğludur. Gerek
babası, gerek Yahya Naci Efendi namındaki büyük babası ilim ve edebin zevkini
tatmış, mahiyetlerinde bir hususi mevki tutmuş adamlardı.

Zamanın Gaıp irfanına teveccüh ettiğini görmüş ve memleketin bu


husustaki ihtiyacını takdir etmiş olduklarından oğullarına o ihtiyaç ile mütenasip
bir terbiye vermeyi tabii görmüşlerdi.

İlk tahsilini kendi öz vatanında gören Ahmed Vefik tahsilini ilerletmek,


malumatını genişletmek için Paris'e gönderildi.

Tanzimatçılığın açtığı cereyan Avrupa medeniyetinin, bilhassa Fransız


hayat-ı ictimfilye ve edebiyesinin Türkiye'de de tanziriyle neticeleniyordu. Gerek
hükümet tarafından tahsile gönderilen, gerek kendi hesaplarına Avrupa'ya
okumaya giden gençler, memleketlerine döndükçe iş başına geçerek yeni
cereyana yeni bir kuwet vermeye çalışıyorlardı.

Zeka ve gayreti sayesinde Fransa'da tahsilini ikmal ederek Fransız lisanını


hakkıyla öğrenmiş olan Ahmed Vefik birkaç lisan daha biliyordu.

İstanbul'a döndükten sonra 1 267 [1850- 1 85 1] senesinde Fransa


Akademyası'nı tanziren açılan Encümen-i Damş'e Ahmed Vefik de azadan
olarak dahil olmuştu. İbrahim Şinasi'ler de o mecliste azadan idiler5o, Ahmed
Vefik Paşa bir müddet bu encümende çalışmış, ilme ve edebe olan merakı
gittikçe çoğalarak hususi ve kıymetli bir kütüphane tesisine başlamış tetebbuata
koyulmuştu. Rumelihisarı'nda Bektaşi Tekkesi altlarında tedarik ettiği vasi
arazide [s. 249] Boğaziçi'ne nazır yüksek bir mevkide tabii bir kaya üstüne güzel
bir kütüphane bina ettirmişti. Bu güzel ve sakin mevkide kendi fileminde çalışan
Ahmed Vefik Paşa memleketine faydalı birçok eserler telif ve tercüme etmiştir.
Yeni edebi cereyanın terakki ve tenmiyesine elinden geldiği kadar uğraşmıştır.
Bilhassa meşhur Fransız sahne-nüvisi Moliere'in komedyalarından en
meşhurlarını tercüme ve tatbik ederek tanıtması hizmetlerinin başlıcalarından
birini teşkil eder.

Türk lehçelerini merak ettiği için bir kısmını öğrenmiş, hatta Çağataycadan
tercümeler yapmıştı Ebü'l Gazi Bahadır Han bin Arab Muhammed Han'ın Uşdl

50 Şinasi, Encümen-i Daniş üyesi olmamıştır. (Haz. notu)


220 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Şecere-i Türki"sini tercüme ederek kendi Encümen-i Daniş refiki İbrahim


Şinasi'nin çıkardığı Tasvfr-i Ejkô.r'a tefrika suretiyle yazmaya başlamıştı. uhçe-i
Osmdnf unvanlı Türkçe kamusu kıymetli bir tetkik ve tasnif eseridir.
Eski Darülfünun gibi mekteplerde tedrisatta bulunmak suretiyle de maarife
hizmeti olmuştu. Küçük Tarih-i UmtJ.mi gibi ve Darülfünun'da tedris ettiği
derslerden teşekkül eden Hikmet-i Tarih gibi eserleri faaliyetine birer şahittir.
Ahmed Vefik Paşa yorulmaz, bıkmaz bir mevcudiyetti. Faaliyeti sade maarifte
değil, Dahiliye ve Hariciye mesleklerinde de görülmüş, muhtelif memuriyetlerde
bulunmuş medeni bir fikr-i tenkid ile çalışarak birçok ıslahat yapmıştır.
Sultan Aziz zamanında Maarif Nezaretine tayin olunmuş, sonra da Paris'e
sefir olarak gitmişti. Resmi hayatında bile bazı garip halleri vardı; laubali ve
serbest idi, sözünü saklamaz, özünü sıkmaz bir adamdı. Paris Sefaretinde
bulunduğu zamana ait garip bir fıkra hikaye ederler. Vefik Paşa sefarette iken
İmparator Üçüncü Napolyon'un beyaz arabası gibi bir araba yaptırmış, ne
zaman o araba ile gezmeye çıksa ahali arasında bir karışıklık olur, herkes:
"İmparator geliyor!" diye telaşa düşermiş. Fransa hükümeti sefirin bu halinden
İstanbul Hariciye Nezaretine bir kağıt yazarak şikayette bulunmuş. Oradan da
Vefik Paşa'ya arabayı kaldırması hakkında bir teklif vaki olmuş. Bunun üzerine
Ahmed Vefik Paşa İstanbul'a yazdığı cevapta [s. 250] "Fransa Hariciye Nezareti
İstanbul'da sefirine emir versin de sultanın kayığını taklit eden kayıkla gezmesin,
ondan sonra sıra bizim arabayı kaldırmaya gelir. Fransa, sefirinin Boğaziçi'nde
ne yaptığını haber almıyor mu?" demiş. Bu cevabı da Türkiye hükümeti Fransa
Hariciye Nezaretine bildirmiş ve Fransız sefirine emir gönderilerek kayık
kaldırılmış Ahmed Vefik Paşa da arabasını siyaha boyattırmış.
Ahmed Vefik Paşa'nın böyle garip ve exentrique hallerine çok yerde tesadüf
edilir.
Bursa'da vali olarak bulunduğu ve evkafta nazırlık ettiği zamanlara ait ve
icraatıyla alakadar bazı fıkraları daha vardır ki seciyesini (caractire) göstermeye
yarayacağı için zikretmek muvafık olur. Evkafta nazır iken imaretleri gezer ve
fukara için pişirilen yemekleri teftiş edermiş. Bir gün bir imarette koca bir kazan
kaynadığını ve ne olduğu anlaşılmayan bir yemek piştiğini görmüş . . . "O nedir?"
demiş; "Zırva! .. " demişler. Taaccüple bakmış ve biraz istemiş, parmağının ucuna
alıp ağzına götürerek tatmış; tatsız tuzsuz, manasız bir yemek olduğunu görerek;
"Mübarek hakikaten zırva imiş! Bir daha bundan pişirmeyiniz!" diye
imaretlerden zırvayı kaldırtmıştır.
Bursa'da valilik ettiği zaman hükümet konağında oturduğu bir gün bir
ihtiyar kadın yanına gelerek: "Paşam benim anadan kalma bir gümüş saatim
vardı, yok oldu; kayıp mı ettim, çaldırdım mı bilemiyorum. Bana dediler ki senin
bir tek gözlüğün varmış, onu takıp bakınca kaybolanı da çalınanı da görür
imişsin! Ne olur şu benim saatime bir bak!" diye yalvarmış. Ahmed Vefik Paşa
kadına saatinin ne şekilde olduğunu sorduktan sonra: "Haydi sen şimdi git;
akşam üzeri gel beni gör!" demiş. Kadın gittikten sonra hizmetçisini çağırıp
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 22 1

ihtiyarın saatine benzer bir saat alıp getirmesini emretmiş. Biraz sonra hizmetçi
saati getirmiş, akşam da kadın gelmiş. Vefik Paşa kadına: "-Valide! Baktım
saatini buldum [s. 25 1] ama biraz güç oldu, çünkü sen onu çaldırmamışsın,
kaybetmişsin, fakat bundan sonra dikkat et bir daha kaybedersen bulunmaz;
çünkü benim gözlüğüm kaybolanı değil çalınanı görür!" demiş, kadıncağız dua
ederek memnuniyetle çıkıp gitmiş. Paşa'nın bu hareketini garip görenlerden biri
sormuş: "Bu kadar zahmete ne lüzum vardı, kadını sava idiniz olur biterdi!"
demiş. Vefik Paşa gülerek onun sebebi var, bu saf halk benim gözlüğün çalınanı
gördüğünü duyarsa tesiri büyük olur, elli altmış kuruş için bu keramet kuvvetini
feda etmek doğru olmaz!" cevabını vermiştir.
Bursa'da yollar açtırıyormuş, bir gün vilayetin kadısı, mektupçusu ve sair
erkanıyla camiden geliyormuş, telaşla yanına gelmişler: "Paşam! Yolun önüne
bir türbe çıktı . . . Kaldırsak ahalinin taassubundan korkuyoruz, bıraksak yolu
değiştirmek lazım gelecek!" demişler. O hiç sesini çıkarmadan elindeki tespihini
çekerek türbenin olduğu yere kadar gitmiş ve ellerini açarak duaya başlamış,
yanındakilerin hepsi duaya iştirak etmişler, ellerini yüzüne sürerek: "Bu dedenin
adı nedir? .. " demiş. "Yürü Dede!"dir cevabını vermişler. Yüksek sesle üç kere:
"Yürü, Ey Dede!" diye haykırmış, sonra da: "Haydi yürüdü, gitti, bu mübarek
türbesini de ayak altında bırakmayalım, şöyle bir kenara götürelim!" diye eğilip
bir taşını almış, etrafındaki memurlar ve köylüler hep beraber akşama kadar
çalışarak türbeyi kaldırmışlar, yol arızaya uğramadan geçmiştir.
Vefik Paşa'nın böyle halkın taassubunu tahrik etmeyecek, ahalinin psiko­
lojisine göre hareket edecek surette idaresi vardı.
1 293 [1876- 1 877] tarihinde açılan Meclis-i Mebusan'a reis olan Ahmed
Vefik Paşa iki defa da başvekil, yani sadrazam olmuştu.
Özü sözü doğru ve açık olduğundan bazı kimselerin hoşuna gitmezdi. 1 308
tarihinde Şaban ayının yirmi ikisinde ölmüştür [2 Nisan 1 89 1 ] . Rumelihisarı
Mezarlığı'nda medfundur.

Lisana Hiznıeti ve Sanatı


Lisana hizmeti bilhassa tercüme ettiği Moliere külliyatından Zor .Nıkôlıı,
Zoraki, Tabib, Tartujfe gibi bazı mudhikalarla (comedie), Ebü'l-Gazi Bahadır Han
bin Arab Muhammed Han'dan Türkçemize naklettiği Uşôl Şecere-i Türk? gibi
kıymettar eserlerle sabittir.
Henüz tiyatronun tekniği cihetleri hakkıyla anlaşılamamış olan bir muhitte,
Garp cereyanının yeni canlanmaya başladığı bir zamanda Fransız tarih-i
edebiyatında müstesna bir mevki'-i şeref tutan Moliere gibi bir mudhika-nüvisin
eserlerini tercüme etmek suretiyle canlı numune vermeye çalışan Ahmed Vefik
Paşa'nın edebiyata hizmeti pek ılşillidır.
222 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bundan maada ilk açılan Dfuülfünun'da okuttuğu Hikmet-i Tdrih dersleri ki


bilahare kitap suretinde de tab'edilmiştir -hem ilim hem de edep cihetiyle bir
büyük hizmettir.
Ahmed Vefik Paşa tiyatroyu çok severdi; şu itibar ile de kendi öz
memleketinde bu nefis sanahn canlanıp yerleşmesini arzu etmiştir.
Resmi lisanı ile tercümelerindeki edebi dili arasında haylice mühim bir fark
görülen Ahmed Vefik Paşa'nın dilini etraflıca anlamak üzere iki lisanı arasında
bir ifadesi demek olan ve uhçe-i Osmanf unvanlı lugat kitabına mukaddime olarak
yazdığı şu parçayı okuyalım:
"Lisan-ı Osmdni'de müsta'mel Arabi ve Farisiyü'l-asl lugatler büsbütün
istisna olundukta yalnız ortada mütedavil asılları Türki ve ecnebi olan elfaz-ı
Osmaniye'nin Arabi ve Farisi' den nakil ve bazen kılığı tebdil olunarak sırf diğer
manada ıtlak olmuş tabiraun bil-cümle tertip ve tahdidi ve üscidanın isti'mfil
etmedikleri kelimat-ı Arabiye'nin men' -i tedavülü suretinde sahih belagat-ı [s.
253) Osmaniyeye rücu kılınması niyetiyle müdevven işbu ucfile ashab-ı
himmetin nazar-ı lutfuna arz olundu.
Hakikat-i halde, bu, yalnız halen lisan-ı Osmanide geçer olan Türkiyü'l-asl
kelimeler Ahteri gibi huruf-ı heca sırasında kayıt ve manaları Kamus revişinde bir
asla havale kılıp mecmuunun tesvid-i şerhi makamına, Osmanide istimali caiz
olan Arabi ve Farisiyü'l-asl kelimat-ı müteradife dere ve ıstılahat-ı fenniyenin
maadasında, tabirat-ı muğlakanın tenkihine ikdam olunup, güya kelimat-ı
Osmaniye kamilen sebt ve bazı sırf Türkçe tabirat ilave olundukça, lisan-ı
Osmanide müsta'mel olmadıklarına işaret ve fusahanın isti'mal ettikleri lugat bu
suretle tahdit ve tenkih olunarak, avamın değil belki havassın usul-i iştikakı
zabteylemeleri teshil olunmakla, muallimlere bir düsturü'l-amel cem ve tanzim
için yol açıldı. Fakat lisan-ı Osmaninin kavaid-i iştikakiyesi bir nebze zahire
çıkmak ve asla rücu ile imlaları düzelmek için kelimelerin tarifatı öylece asla
havale kılındı. Zira cümle müştakkatın bir yerde icazen tarifi maaninin vazıhan
istinbatına kafi filet olur.
Mürekkebattan iki yerde yazılanlar yalnız birinde şerh olundu. Türkide sıra
ile bir cinste hareke gelirse fakat ikincisinin izharı adeti Arabi resm-i hatta
ittiba'en cari mesela başka, bayağı, çukur, yanaşmak yerine ihtisaren (başka,
bayağı, çukur, yanaşmak)51 imlası caiz bulunduğundan, bunların bazısı, iki yerde
gösterildi. Lakin teksir-i sevad-ı hatadan içtinaben çoğunda bu tekellüften vaz
gelinip yalnız kelimat-ı asliye ketb kılındı, kelimatın doğru okunulması için (kaDın
envaına ve (zamme) alameti olan (vav)lann ecnasına işaret-i mahsusa takılıp
rumuzat cetvelinde harfi sırasında tarif olundu.

5 1 Osmanlıcaya ait bir unsurdur. Buna göre, ilk hecedeki sesli harfler gösterilir, ikincisi

gösterilmez. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 223

Elsine-i Türkiye'de an-asi fetha-i murakkaa mefkud olduğundan hilen fetha


ile mesela "el, er, erken, ergen, etmek, benimsemek, gelmemek" kelimeleri
aslında "il, ir, irken, irgen, inmek, benimsimemek ve gelmemek" telaffuz
olunduğundan [s. 254] bunlar (yay-ı mechfile) ile yazılan (elif) faslında ve fusul-i
sairede iki şekilde zabtolundu.
Kavmd-i sarfiyenin, tahdit eylediği ebvab ve müştakkatın zikri bi-Iaide
olmakla bunlardan ma'na-yı mahsusu olmayanların ve Türki ve Arabi ve Farisi
kelimelerden mana değiştirilmeyerek terkip olunan (tertiplemek, rasatlamak,
nizamlamak, perdelemek, destelemek) gibi sözlerin tefsiri meşakkat-i zaide
göründüğünden icmalin Kiimus kadar büyümemesi için nice bin o makule
müştakkat sahife-i mesaviden tayyolunan bu suretle hacmi sagir, fevmdi kesir bir
muhtasarın tesvidine bezl-i sa'y-i makdur ve lisan-ılşinayan-ı havassa ihda
kılındığı tekraren ihtar olunur. Kelimat cüz'-i sanide ellaz-ı Türkiye ile şerh ve
tefsir olunur. İnşallahu-tefila lisan-ı Osmamnin vüs'atı hadd-i ta'riften artık ise de
sülusanından ziyadesi bu kitaba dere ve hisse-i acizaneye düşen miktarı
cem'olundu.
Bir lisanın ve ehl-i himmet cemaatinin ittifakıyla mükemmel lugat kitabının
meydana gelmesi behemehal el birliğiyle yapılmasına ve bu kar-ı hayra cehde
karışmamasına menılttur. Eğer üdeba ittifak birle (fetha-i mürakkaka)ya dahi bir
alamet-i münasibe va'z ederlerse resm-i harfin artık eksiği kalmaz.
Elsine-i Türkiyyede en mukaddem münteşir olan Oğuz şubesi Tataristan ve
Türkistan, bir zaman bahr-i Şarki'den Macaristan'a kadar kavrayıp, hala Guz
lisanı denir. Onun yenisi Türkmen lisanı, İran ve Suriye'yi kaplayıp Anadolu'ya
inmiş, mürôr-ı zaman ile lehçe-i Osmaniyi tevlid etmiştir. Fergana'dan Hind'e
doğru yayılıp Halacı lisanı Afgan'a karışmıştır. Eski şubelerden Kıpçak lisanı,
Hive'den Sibirya ve Kırgız ve Kuman ve Bulgar gibi Kazan etrafını istila
etmiştir. Ve Uygur dili Çin taraflarında Kaşgar'a doğru yayılıp; ondan "yedi
yüz" tarihlerinde Çingiziyan akvamı Türk ve İslamiyet'e duhul eylediklerinde,
Çağatay lisanı mütevellit olup, "sekiz yüz" a'vamında ziyade şüyu' bulmuştur.
El-yevm, Uygur ve Kıpçak ve Çağatay kitapları Mahbabü'l-kulub telifi gibi güzel
eserleri ve hususa "altı yüz"den "sekiz [s. 255] yüz"e kadar meydana gelen
Selacıka, Türkmani ve Osmanlı kitapları kesretle tab'olunup, bunların
tetebbu'uyla lisanımızın şubelerinin ihtila:ffi.tı anlaşılmalıdır. "Himmetü'r-rical
takla'u'l-cibdf'. 52
Vefik Paşa'nın bu lisanı zamanı erkanının dillerine nazaran çok açıktır. Bazı
Arabi ve Farisi terkipleri arasında birçok Türkçe terkipleri vardır.
Vefik Paşa sade lisanın sadeliğine ehemmiyet vermekle kalmamıştır. İmlayı
müşkül bir hale sokan smtsizlikleri de görmüş o müşkülün ortadan kalkması için
çare düşünmüş. Mesela muhtelif (zamme)leri işaret etmek üzere (vav)lara

52 "Büyüklerin himmeti dağlan yerinden oynatır."


224 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

muhtelif işaretler koymak teşebbüsünde bulunmuş ve öyle harfler döktürerek


Lehfe-i Osmdni'sini tab'ettirmiştir. Bu da kendisinin dil işleriyle alakadar olduğunu
gösterir. Lisanı hakkında daha sarih bir fikir almak için nüshaları güç ele geçen
tercümelerini gözden geçirmek muvafık olur.
1 338 [1 922] senesinde Moliere'in üç yüz yıllığı jübilesi münasebetiyle,
Ahmed Vefik Paşa'nın tatbiklerinden Merdk:f unvanlı piyesi, Türk Tiyatrosu
sahnede göstermişti. Ahmed Vefik Paşa'nın bu tatbiki eserleri o zaman için çok
açık ve sade bir dilde yazılmıştı. Pi,nti, Bilgi,ç Kadınlar, Zoraki Tabip, Zor .Nikdhı
namlanyla tatbik ettiği komedyalann bir kısmı bugün de sahnede seyredilebilir.
Zor Nıkdhı tatbikini numune olarak buraya dere ediyoruz:

[s. 256] "Zor Nıkdhı53


Eşhas
Pırpın İvaz Ağa Katip Müstecib Çelebi
Hoca Üstad Senai Hakim Semü
Hanedandan Büyük Ağa Oğlu Küçük Ağa
Kızı Ziba Hanım İki Çingene Kansı
Paşalı Hüsrev Bey Ziba Hanım'ın Uşağı

Birinci Meclis
İVAZ AÔA - Ben şimdi gelirim ha! Eve iyice bakın, etrafı gözetin, eğer
birisi para getirecek olursa çabuk beni Müstecib Çelebi'de bulun. Yok, para
istemeye gelen olursa, taşra çıktı, artık akşama dek gelmez deyiverin.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Oh! Canım ne akılane tenbih.
İVAZ AÖA - Hay aman! Müstecib Çelebi ne güzel rastgeldi, ben sizin
ayağınıza varıyordum.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Hayrola! Efendim. Niçin zahmet buyurursunuz?
İVAZ AÖA - Alı, canım Müstecib Çelebi! Başımda bir dert var, size onu
anlatıp danışık edeceğim. Sizden rica edip de bir akıl öğreneceğim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim başım üstüne, ni'met-tesadüf tamam
buracıkta asude sohbet ederiz.
İVAZ AÖA - Ay canım öyle ise binişleri çıkaralım. Rahat söyleşelim.
Bana bir başlıca iş teklif ediyorlar; dostlara danışmazdan iş görmemesi pek iyidir.

53 Moliere'in Le Mari.oge Force unvanlı eserinden nakledilmiştir. (İsmail Hikmet'in notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 225

[s. 257] MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim eş dost içinde duacıya rağbet


buyurmanıza memnun oldum. Canıma minnet, bana her ne ise ifade buyurunuz
bakalım.
İVAZ AGA - Ama canım Müstecib Çelebi, peşin size bir şey yalvarayım.
Şübbana müdara etmeyesiz, hemen derununuzdakini dosdoğru, tastamam bana
olduğu gibi söyleyiniz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim mademki böyle istek buyurursunuz. Artık
rey-i acizanemi ayan beyan söylerim.
İVAZ AGA - Aman Müstecib Çelebi! Dostlukta sözü tertemizce
söyleyivermemekten daha fena, mezmum şey göremem.
MüSTECİB ÇELEBİ - Öyledir efendim, hakkınız var.
İVAZ AGA - Ah, zamanede öyle halis dost nerede!
MüSTECİB ÇELEBİ - Doğrusu da budur, sultanım!
İVAZ AGA - Öyle ise kuzum Müstecib Çelebi, bana söz veriniz,
gönlünüze geleni doğruca bildiriniz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Pekiyi efendim, boynumun borcu olsun. Size söz
vereyim.
İVAZ ACA - Aman canım Müstecib Çelebi, evladınızın başı için bir
yemin edin, bir and için.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Pekiyi efendim, dostluk aşkına kasem olsun.
Merak etmeyiniz, aklımın kestiğini doğruca söylerim. Siz hemen işinizi anlatın
bana.
İVAZ ACA - İki gözüm Müstecib Çelebi acaba ben evlensem nasıl olur,
iyi eder miyim?
MÜSTECİB ÇELEBİ - Kim, siz mi?
İVAZ ACA - Öz vahit ben kendim evlenmek isterim. Buna ne
buyurursunuz, siz ne münasip görürsünüz?
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim sizden iptida bir şey soranın, bir köşeyi
anlamak [s. 258] isterim, cevap verilip müsab oluna. Sinn-i şerifiniz acaba ne
sulardadır?
İVAZ ACA - Benim mi?
:MÜSTECİB ÇELEBİ - Evet efendim. Sizin sinn-i şerifiniz?
İVAZ ACA - İmanım ne bileyim ben, ama gücüm kuwetim hep yerinde,
hamdolsun bir eksiğim yok.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim takriben olmazsa bile tahmini olsun
sinn-i şerifinizi şöyle bilemez misiniz?
226 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İVAZ AGA - Hayır canım bilmem. Adamın aklı yaşında mı olur ya? Yaş
lakırdısı ne demek!
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim bendenize bir buyurunuz bakayım: Şu
ilk iptida biz cişina olduğumuzda sinn-i şerifiniz nerelere baliğ olurdu?
İVAZ AGA - Eh o zaman yirmi beş yaşında var yok idim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ey Bursa'da beraber kaç sene oturduk?
İVAZ AGA - Sekiz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Andan Şam'a gidip ne kadar gezdiniz?
İVAZ AGA - Yedi yıl.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ey sonra Mısır'a geçtiğinizde?
İVAZ AGA - Beş buçuk yıl kadar.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Buraya avdetiniz ne kadar oldu?
İVAZ AGA - Elli ikide döndüm.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Elli ikiden altmış dörde zannım on iki sene olur.
Beş de Mısır'da, on yedi olur. Şam'da yedi daha yirmi dört eder. Sekiz de
Bursa'da birlik olduğumuz otuz iki sene eder. İlk ülfetimiz avanında olan yirmi
ile işte elli iki eder. Tastamam sinn-i şerifiniz kendi ikrannızla elli ikinci veyahut
elli üçüncü sa.le vasıl demektir.
[s. 259] İVAZ AGA - Kim! Kim! Ben mi? Ne münasebet! Yanlışınız var,
bu olmayacak lakırdı!
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ay efendim, işte doğru hesabı meydanda, işte
kendi ikrannız! Binaenaleyh size dostane ve halisane vaadim vefkınca
deyivereyim ki teehhül bahsi sizin asla harcınız değildir. Gençler bile bu kan
iyice düşünmedikçe tutmamalı, hele siz yaşta olan zevat hiç yanına varmamalı,
asla hayale getirmemeli, çünkü deliliğin en büyüğü evlenmektir demişler ise artık
ol deliliği akıllanacağımız vakitte işlemek ne aşın mecnunluk olur ve ne kadar
na-beca, na-reva görülür. Siz tahayyül buyurunuz. Hasılı ben fikrimi bu babda
saklayamam, size temizce söylerim. Teehhülü kurmanızı ebedü'l-abad nasihat
etmem. Doğrusu bu saate kadar azade durup da şimdiden gerü en ağır zinciri
gerdana salmakta size güleceğim geliyor.
İVAZ AGA - Ben de size diyeyim ki evlenmeyi kurdum, niyetlenip
azmettim, kız istedim. Sanki benden niye gülecek gelsin. Ya alacağım kızı
bilseniz tarize hiç yer kalmaz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ya öyle mi efendim? Bu başka lakırdı, siz bana
öyle demediniz sultanım.
İVAZ AGA - Kızı pek beğendim, içerim sevdi, gönlüm ısındı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 227

MÜST ECİB ÇELEBİ - Ya, gönlünüz mü ısındı? Artık derfın-i dilden


muhabbetleri olmuş demek.
İV AZ AGA - Ya muhabbetleri oldu! Hem de babasından istedim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - V ay hemen istediniz ha!
İV AZ AGA - Hay hay! Söz de verdim, bu akşam nikah olacak.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ya efendim öyle mi! Ey artık benim bir
diyeceğim yok, hemen akdediveriniz, düğünler etmeye bakın efendim.
[s. 260] İVAZ AG A - Ya zahir! Ben ettiğim niyetten döner miyim ya! A
Müstecib Çelebi? Ben evlenmekten feragat edecek kıbfilde mi adamım? Yaş
bahsi bir yana kalsın: Bizim işin aslına bakalım. Otuz yaşında alanlan benim gibi
ter ü taze görür müsünüz? Benim kadar gücü mü var? V ücudumun ten­
dürüstlüğü mü, harekatı mı ewelkinden azaldı? Y oksa yürüyüp koşmaya bende
mecal mi yok? Arabaya mı ihtiyacım var? T eskereye mi minnet? Dişlerim mi
tamam değil, bakınız, yoksa günde üç kere taamımda mı kusur ederim? Acaba
benim gibi bir kimsede böyle demir mide var mı? Canım bakınız! Oh! Üffi
Ôhhö! Hımın! Ne buyurursunuz?
MÜST ECİB ÇELEBİ - Canım efendim! Hakkınız var ben yanlış
varmışım. İnsan bu ya, hata olur. Siz hemen isabet buyurursunuz, evlenip
düğünler yapın.
İV AZ AG A - Ewelisi gönlüm istemezdi ama şimdi kavi sebepler var ki
evlenmeyi iktiza etti . Bir güzel ehlim olup bana bakar, hizmetime pervane gibi
döner, yorulsam oğuşturur, arkamı kaşır, ama bu zevklerden başka şunu
kuruyorum ki böyle bekar kalsam bizim sülalemiz dünyadan kesilir. İvazlar
hanedanı söner, halbuki ev bark olursam iş başka türlü söker. Etrafımda benden
çıkma birtakım küçücük mahluklar yetişip nefsimi onlarda ayna gibi görürüm,
güya onlann vücudunda yine kendim yaşanın! O ne safadır ki o mini mini
çehreler elmanın yansı gibi bana benzerler. Evin içinde har gür ederler. Ben
geldiğimde: «Baba! Baba!» diye bana tırmanıp omzuma çıkarlar. Aman şimdi
bile dediğim olmuş gibi [s. 261] beş altısı etrafımda döner dolaşır sanıp da
hazlanıyorum.
MÜST ECİB ÇELEBİ - V akıa efendim, bundan lezzetli bir şey yoktur
hemen evlenmeye bakın.
İV AZ AGA - Ya, gerçekten mi bana bu öğüdü edersiniz?
MÜST ECİB ÇELEBİ - Zahir efendim, bundan iyi ne olabilir?
İV AZ AG A - Ben de gerçekten memnun olurum. Sizin halis dost gibi
bana öğüt verdiğinizi anlarım.
MÜST ECİB ÇELEBİ - Ey efendim! Alacağınız kimdir?
İV AZ AGA - Ziba Hanım.
228 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

MÜSTECİB ÇELEBİ - Acaba Büyük Ağa'nın kızı mı?


İVAZ AGA -Evet.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Şu zarif, yosma Ziba Hanım mı?
İVAZ AGA - Evet.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Kanı (Hani?) şu meçsiz, kılıçsız gezmez Küçük
Ağa'nın hemşiresi mi?
İVAZ AGA - Ta kendisi.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Maşallah kırk bir kere! Neuzübillah!
İVAZ AGA - Ne buyurursunuz?
MÜSTECİB ÇELEBİ - Aman efendim, bulunmaz kelepir. Çabucak
durmayıp düğünü edin.
İVAZ AGA - Anı (Onu?)beğendiğimi iyi etmemiş miyim ya?
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ne demek efendim, bu ne münasip evlenmek
olacak, hemen acele tutunuz.
İVAZ AGA - Gözüm nuru Müstecib Çelebi! Sözünüz beni memnun
eder, rey vermeye himmetinizden müteşekkirim. Lütfunuzdan mahcubum,
akşam sizi cemiyete davet ederim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Kusur etmem gelirim efendim. Bir varıp temizce
giyineyim, velimenize hürmet olsun.
İVAZ AGA - Safa geldiniz sultanım!
[s. 262] MÜSTECİB ÇELEBİ - Büyük Ağa'nın genç kızı: Ziba Hanım ile
Hacı İvaz Ağa! Yaş da elli üçe baliğ! Vay gidi hayırlı iş, vay! Hay gidi akilane
teehhül! (Hem gider, hem tekrar eder.)
İVAZ AGA - Bu bir hayırlı nikahtır, herkese ferah veriyor, kime söylesem
gülüyor. Oh ne mutlu adammışım, işte buna çok hazzettim.

İkinci Meclis
ZİBA HANIM- Oğlan, önüne bak, öyle sıftınıp oynama, eteğimi güzel
kaldır.
İVAZ AGA - Aman! İşte gönlümün sahibi geliyor! Bu ne melahat, ne
letafet, aman ne reftar, ne endam! Buna gözü ilişip de evlenmeye yeltenmeyen
de acaba adam mıdır? Uğurlar olsun, sultanım! Teşrifler böyle nereye? Ey
işvebazım! A sevgili nişanlısının aziz yavuklusu.
ZİBA HANIM- Şunu bunu almaya çıktım.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 229

İVAZ AGA - A dilber-i ranam! Bize, sana ve bana bundan sonra ne


saadettir ki teklif ve tekellüfsüz bir yerde olacağız. Benim helalim olacaksın, ah!
O güzelim sehhar gözceğizler! Ah! O küçücük dil-fürlız buruncağız! O tatlı
dudaklar. O dilaşup kulaklar, bak şu küçücük fettan çeneye! Bak şu turunç
memeye! Bak şu ... Ah efendim! Seni seven sana kurban olsun! Ey bana vardığına
hoşlanmıyor musun a ciğerim ferruhu?
ZİBA HANIM- İnanınız Ağa ki pek memnun oldum, zira babamın
sertliği beni şimdiye değin dünyanın en çekilmez sıkıntısında tuttu. Bilmem, nice
zamandır ki hiç aman zaman [s. 263] vermemesinden, bir nefes aldırma­
masından canıma tak etti. Sabrım çak oldu, eza ve ceraya bende mecal ve
tahammül kalmadı. Onun elinde bağlı esir kaldığımdan artık mustarip olup yüz
kere arzu ettim ki eziyetten beni kurtarıp bir ere vere, ben de kendi dileğimle her
bildiğimi yapmaya muktedir olayım, enikonu civanlığıma doyayım. Hele
hamdolsun, siz bu merama vesile olup çıkageldiniz. Bundan gayri ancak safa ve
zevk etmeye, eğlence aramaya hazırlanıyorum. Ahdım olsun ki, geçmiş eyyamın
acısını çıkarayım. Siz bir edip ve zarif adamsınız. Yaşayıp hoş geçinmek nedir
bilirsiniz. Birlikte hüsn-i zindegani edeceğimize şüphe etmem. Siz öyle kanlarını
umacı gibi tenhada kapanmasını kuran kocalardan olmazsınız, doğrusunu ikrar
edeyim, ben öyle zoru çekemem. Bir lahza yalnız kalsam, bir tasa, bir kasavet
basar ki anlatamam. Ben konuşmayı, oyunu, cemiyetleri, ziyafetleri, seyirleri,
hasılı türlü eğlenceleri bütün severim, arife tarif hacet değildir. Siz benim
mizacımda bir ıyale malik olmaktan elbette şad olursunuz, hiç nizfumız,
dedikodumuz olmaz. Sizin bir işinize karışıp mani olmam, siz de umanın bana
çaparız gelmezsiniz. Zira benim aklımca iki tarafta müsaade olmalı. Bir adamın
birine vanp da onu kızdırıp kükretmeye uğraşmamalı. Hele biz ikimiz dünya
halini bilenler izince gideriz. Mümişat ve müdarayı elden komazız. Beynimize
vesvese, kıskanç girip de küduret iras etmez. Benim sadakatimden emin olmak
size kafidir. Benim sizlere emniyetim va.fi. [s. 264] Hele görürsünüz . . . A canım
ağa? Size ne oluyor? Çehreniz bozuldu, bir hal oldu.
İVAZ AGA - Başıma buhar çıkıverdi, bilmem ne hal oldu?
ZİBA HANIM- Bugünlerde çok kişiye olağandır. Ama düğünümüzden
sonra geçer. Huda'ya emanet, ben gideyim. Şu arkamdaki pırtıları atmak için
adamca esvap peydalamaya can atıyorum. Buradan doğru çarşıya vanp lazım
olan eşyayı alır, esnafı size gönderirim.
MüSTECİB ÇELEBİ - Vay İvaz Ağa! Sizi hala burada bulduğuma
memnun oldum. Bir kuyumcuya rastgeldim. Sizin zevcenize hediye etmek için
bir yüzük aradığınızı işitmiş, size tavsiye etmemi pek rica etti. Onda bi-nazir bir
elmas var imiş efendim.
İVAZ AGA - A canım şimdi ne hacet, acelesi yoktur ya!
MüSTECİB ÇELEBİ - Nasıl acelesi yoktur. Bu ne demek sultanım! İzhar
ettiğiniz şitab ü rağbet ne oldu, meyl-i tamam ü iştiha nice oldu?
230 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

İVAZ AGA - Aman Müstecib Çelebi! Evlenmek hususunda bana şimdicik


bazı ince vesveseler arız oldu. İş ileri varmazdan şunu kökünden bir araştırıp
karıştırmak, ötesini berisini fikretmek isterim, bir de dün gece düş gördüm, şimdi
hatırıma geldi onun tabirini isterim. Siz bilirsiniz ki, rüya gaybın aynasıdır,
başımıza gelecek şeylerin hepsi onda keşfolunur. Ben güya bir gemide imişim.
Deniz de kaynayıp ta göğe çıkar, dalgaların çırpıntısıyla güya ben ...
MÜSTECİR ÇELEBİ - Aman efendi, bir manim var. Şimdilik sizi
dinleyemem. Rüya tabirinde hiç ser-riştem yoktur. Teehhül mübahasesine [s.
265] gelince: Sizin hakim ve edip iki komşunuz var. İstediğiniz kadar
mübahaseye girişirler. Mezheb-i hakimaneleri mütegayyir olduğundan onların
muhtelif ve mütebayin reylerini siz mütalaa edebilirsiniz. Bendeniz hemen
murahhas olayım. Huda'ya emanet efendim!
İVAZ AGA - Hakkı vardır. Varayım biraz şu hakimlerle konuşup
meşveret edeyim, bulunduğum meraktan kurtulup tereddütte kalmayım.

Üçüncü Meclis
ÜSTAD-1 SANİ- (Geldiği yere dönüp hitap eder.) Haydi dostum! Haydi
yıkıl. Sen bir bi-edebsin. Adab-ı mübahaseden bi-haber, hadika-i hünerde bi­
semer bir cahilsin. Öyle echelsin ki cahiller seni techil eder. Belki bir echelsin ki
beyza'-i bürr ü maariften ta'ziz ü takri ile tard ü teb'ide müstahak bir
derbedersin.
İVAZ AGA - Ha işte tamam! .. Hakimlerin birisi geldi.
ÜSTAD-1 SANİ - Evet, sana ber:ihin-i kaviyye ile ispat ederim ki, sana
hakimü'l-hükema Mevlana Aristatalis ile ve bütün mümkün ve mutasavver olan
enva'-i kazaya vü beraya ve kıyasat ü eşkal ile ve mantıkıyyim efendilerimizin
ara'-yi muknia-i müttefikasıyla gün gibi zahir ve ayan ederim ki sen bir cahilsin,
echelsin, mücahil ve mütecahil ve müstechelsin ey bihaber!
İVAZ AGA - Besbelli birisiyle kavga, niza etmiş ola. Efendim ben . . .
ÜSTm-I SANİ - Seni mütecasir! Seni mütekasir! Sen mübahaseye
karışırsın, mukayeseye girişirsin de hala akl ü kıyasın esas ü usulünü bilmezsin, a
mütekamil! Ey ahmaku min gaytan. Ey azlamu min habzelemülkehlan!
[s. 266] İVAZ AGA - Darılmış, hiddetinden gözünü duman bürümüş,
beni görmesine mani oluyor. Efendinim yahu! Ben ...
ÜSTm-I SANİ - Memalik-i vesia-i hikmet ve feyafi-i fesiha-i felsefiyette
senin bu kıyasın sertaser rnerdlıt olur, a nadan! Kahih ü fazih! Tarih!
İVAZ AGA - Pek danltmışlar ki gözleri kararmış. Yahu efendim!
Baksana. Efendim, ben...
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 23 1

ÜSTm-I SANİ - Ey garik-i yem-i dalcll! Ey mudill-i sem safsata vü hayal!


Asamın ü ebkem ü ama, darir-i, cerir-i, şerir-i vadi-i fena! Ey kerih-i k'anses!
İVAZ AGA - Efendim, hoca hakim mübarek ellerinizi öperim.
ÜSTm-ı SANİ - Berhudar ol komşu!
İVAZ AGA - Acaba efendim size...
ÜSTm-I SANİ - Evet! Bu ettiğin yolsuz söz nedir bilir misin? Bu bir
kaziye-i butlandır ha! İşte bu kadar!
İVAZ AGA - Ben efendim size ...
ÜSTill-I SANİ - Kübran batıl, sugrin atıl, neticen katil! İşte bu kadar.
İVAZ AGA - Ben size ...
ÜSTill -I SANİ- Çatlarım, seni de patlatırım da yine dediğini teslim
etmem a ebü'l-haneş! Kavlimi de mürekkebimin son katresi iraka oluncaya
kadar iddiadan geri durmam, işte bu kadar!
İVAZ AGA - Olur mu ki size ...
ÜSTm-ı SANİ - Evet! Evet! Sözümü ispat ve ikame ederim. Bila-yadi
vel ercal bi-1-müncerr ü elminkar velçengfil! İşte bu kadar!
İVAZ AGA - Yahu hoca Aristatalis! Ne oldu? Böyle dargınlığa ne bais
oldu, bilelim.
ÜSTm-ı SANİ - Alı, ah! Yeryüzünde en firaklı ve belki en haklı bir
matlaptır ki bfus-i hiddet Ü gazap olmuştur.
[s. 267] İVAZ AGA - Canım pek güzel ama ne oldu?
ÜSTAD-İ SANİ - Daha ne olacak! A ihvan-i bi-sala! Cahilin biri bir
kaziyye-i batıla ikamesine kalkıştı. Ve bir kaziyye ki hem müthiş, hem mübhit,
hem muhbit, hem müstekreh, hem müberra!
İVAZ AGA - Ya öyle mi? Ey acaba ne idi? Ne dedi?
ÜSTm-I SANİ - A İvaz Ağa! Zamanede her şey zir ü zeber, kişi kişiden
bihaber, hep gir ü dar ü kerr ü cerr! Alem umumen dalalete düştü. Zir-destan
bagi vü isyana inhimakle birer hükümran-ı zir-dest-i pür-azar! Kimesnede perva
kalmadı. Tuğyan-ı filemiyan dehşet-amiz. Tasaddiyat-ı cühhfil fitne-engiz!
Nazım-ı nizam-ı umı1r-ı cumhur ve kasır-ı licam-i ehl-i şerr ü şı1r makamına
mansup bulunan zabitan-ı belde ve hiliman-ı ülke hayalarından ölsünler ve
gussadan canlarım hedere versinler ki bu çekilmez rezalete ve hazmolunmaz
şekavete rıza verirler, bir an müsaade ve zecr Ü tenkilden tarfatü'l-ayn gurabü'l­
beyn misali müsamaha ederler!
İVAZ AGA - Aman efendim ne oldu?
232 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ÜSTAD-1 sANi- Daha ne olacak ey ya.ran-ı ba-vefa; insaniyet elden gitti,


beşeriyet hayvaniyetten kalmaz oldu. Haya kalmadı, bitti. Bu bir kabih-kar değil
mi? Bu intikam-ı semai ve gazab-ı ledünni davet etmez mi? Üstümüze zulüm
yağmaz mı? Canlar dayanıp akıllar takat Ü tahammül getirir mi ki alenen cüret
edip de fila melain külahın heyeti desinler?
İVAZ AGA - Nasıl! Nasıl aman nasıl!
üsTAD-1 SANİ - Ya. . . Külahın heyeti desinler, zalimler utanmasınlar,
çekinmesinler! Ben çend defa, belki daha ziyade iddia ve ispat etmedim mi ki
külahın sureti demeli ve la külahın heyeti: Zira heyet ile suret tabirlerinin
miyanında şu fark caridir ki, heyet ecsam-i zevi-1-ervahın teşekkül-i zahiri [s.
268] ve haricisine ve suret, ecsam-ı bi-ervahın teşekkülat-ı zahire-i muayyenesine
ıtlak olunur. İmdi külah bir cism-i cesim-i gayr-i latif-i bi-rı'.'ı.htur: Öyle ise
külahın sureti demeli, heyeti dememeli. (Geldiği tarafa hitabeder) Ya, a ebleh-i
bi-iz'an! Hitap şanından olmayan müdbir-i kaküvan! Böyle söylemeli. Üstadımız
Hakim Aristatalis'in kemmiyet ve keyfiyet babında malız bu tabir ile tarifi
musarrahtır.
İVAZ AGA - Ya! Bu muymuş! Ben ise cihan elden gitti sandım. Efendim
hocam, siz bunu efkar edinmeyiniz. Ben . . .
ÜSTAD-1 sANi- Bir hiddet aldı ki havassımı kaybediyorum, kendimi
bilemiyorum. Bıisıra nerede? Şame ne oldu? Samia nicedir? Ah zaika! Ah
lamise! Seni bimürüvvet, biinsafl Echelü men fil-arz! Eş'emü men beraz!
İVAZ AGA - Aman efendim lütfeyleyiniz, kendinize geliniz, yüreğinize
yazık değil mi? Ben size . . .
ÜSTAD-1 sANi- Habis! Bana bir böyle butlanı iddia etmek Hakim
Aristatalis'in hükmettiği bir maddede izhar ü ısrar ü inattır.
İVAZ AGA - Hocam siz haklısınız, o halt eder. Ben size!...
ÜSTAD-1 sANi - Ama hükm-i kat'i-i mahz ile hail Ü fasl Ü hasın eylediği
bir maddede ...
İVAZ AGA - A canım hakkınız var! O belli şey. (Bu dahi taşraya hitap ile)
Evet, hoca haklıdır. Sen bir ahmak, erzel herifsin, sen, okur yazar hoca ile müna­
kaşaya, mübahaseye kalkışırsın. Seni gidi seni! İşte bu iş oldu, herif halini gördü.
Şimdi rica ederim: Beni dinleyiniz! Bir işte mütereddit kaldım, sizden bir nasihat
almaya gelirim. Evlenmeyi, evime bir kadın almayı kurdum. Hatun güzel, rana;
pek de beğendim. Bana varmasını ister. Babası da razı olup [s. 269] veriyor.
Ama şu hani malum olan... Kaziyyeden korkuyorum ve beni ürküttüler. . . Bu bir
beladır ki kimesne acıyıp vah demez. Siz hakim, feylesofsunuz. Bana fikrinizi
bildirin. Bu işte reyiniz nedir?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 233

ÜSTAD-1 SANİ- Evet, külfilıın şekli tabirini tasdik etmekten ise el hala
fil-filemüttabiatü caizün kaziyye-i müellimesini teslim ederim. Yahut kendim bir
ahmak olduğumu itiraf eylerim.
İVAZ AGA - Canı çıksın böyle hakimin! A, hocafendi, a okumuş, adamı
biraz dinle! Bak size, bir saattir söz danışıyor, sizde hiç cevap yok.
ÜSTAD-1 SANİ- Aman, affeyle Ağa, zihnimi bir gayz ü bir gazap
bürüdü.
İVAZ AGA - Ey efendim, onu artık bırakın. Biraz da beni dinleyin.
ÜSTAD SANİ- Peki ne diyeceksiniz bakayım. Hem de ne lisan
kullanacaksınız?
İVAZ AGA - Ne lisan mı?
ÜSTAD-1 SANİ- Evet. Yani ne dille, söyleyeceksiniz
İVAZ AGA -(Bakındı) Ne dille imiş! Ne dil olacak, işte ağzımdaki dil.
Komşununkini kullanacak değilim ya.
ÜSTAD-1 SANİ- Canım öyle değil! Ne lisan, yani ne lugat, hangi lehçe?
Arapça mı söyleyeceksiniz?
İVAZ AGA - Hayır!
üsTAD-ı SANİ- Farisi mi?
İVAZ AGA - Hayır!
üSTAD-ı sANİ. - İbrani mi?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD- ı sANi. - Süryani?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ - Yunani?
[s. 270] İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-ı SANİ- Latini?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ- Fransızca mı?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ - İngilizce mi?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ- Nemsece, İtalyanca, Rumca, Ermenice, Hinduca?
234 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İVAZ AGA - Hayır canım! Hayır! Hayır! İşte Türkçe söyleşiyoruz ya,
Türkçe söylerim.
ÜSTAD-1 SANİ -Ey peki Türkçe olsun canım. Çünkü Türkçe
söyleyeceksin, beri tarafa geç. Zira bu kulak elsine-i kadime ve ilmiyeye
mahsustur. Öbür kulak, elsine-i adiye ve zeban-ı maderzadiye muayyendir.
İVAZ AGA - Öyle ise çattık, aman bu adamlann tekellüfü! Bunlann
yanında bin resm Ü teşrifat saymalı.
üsTAD-1 SANİ- Ne istiyorsunuz buyurun bakalım.
İVAZ AGA -- Efendim bir müşkülüm var, onu danışacağım.
ÜSTAD-1 SANİ- Ha! Ha! Bildim. Elbette bir müşkil-i hikmet meselesidir.
İVAZ AGA - Hayır efendim, ben . . .
ÜSTAD-1 SANİ- Anladım cevher ile arz-ı zat hakkında ta'birat-ı
müteradife midir, müştebihe midir? Onu bilmek istersiniz.
İVAZ AGA - Hayır o değil. Ben . . .
ÜSTAD-1 SANİ - Hı... Bildim! Mantık fen midir, yoksa ilim midir? Bunu
soracaksınız.

İVAZ AGA - Hayır! Ey efendim. Ben . . .

ÜSTAD - l SANİ - H a... Bildim. Mantığın mevzuu a'mal-i selase-i zihniye


midir, yoksa yalnız sfilise-i a'mal-i mebhı'.'ısetü anha mıdır? Burasını
anlayacaksınız.
[s. 27 1 ] İVAZ AGA -Yok. . . Ben . . .
ÜSTAD- ı sANi - Bildim, bildim. Ukul-i aşereyi kanştıracaksınız.
İVAZ AGA - Yok, yok canım bendeniz . . .
ÜSTAD-1 sANi- Netice kıyasın aslından mıdır, fer'i midir? Burasını. . .
İ VAZ AGA- Aah yok, ben size . . .
ÜSTAD-1 sANi- Hayr mahz-ı isti'daddan m ı yoksa idrakten mi?
İVAZ AGA - Of değil o, ben . . .
üSTAD-1 sANi- Hasenat gayat ile mütenasip mi yoksa değil mi?
İVAZ AGA - Değil işte, değil . . .
ÜSTAD-1 SANİ - Gayet bize vücı'.'ıd-ı malız ile mi, yoksa vücı'.'ıb-ı garzi ile
mi müessir olur?
İVAZ AGA - Değil, değil, o da değil! Tanrı layığını versin, değil!
üSTAD-1 SANİ- Ya nedir, gözüm söylesene! Zihnindekini ben ne
bileyim, meramını beyan etsen ya!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 235

İVAZ AGA - A hocam, söyleyeceğim ama siz dinlemelisiniz ki malum


olsun. Diyeceğim iş şudur ki: Ben evlenmek isterim, hatun güzel (ikisi birden
söyler) rana! Pek de beğendim, babasından istedim, korkanın ki.
ÜSTAD-I SANİ- Nutuk insana efkarını beyan için ita olunmuştur. Ve
efkar, eşyanın tasawurlan olduğu misillu; kelimat dahi bizim efkanmızın resm ü
teşkili olmaktan naşi... (İvaz, hocanı n ağzını tekrar tekrar tutar) Ancak bu tesavir
diğer tasvirlerden şu cihetle mübayin ve mütegayyirdir ki diğer tasvirler her
zaman da her mekanda asıllarından müteferrik ve münferit olup halbuki tasvir-i
,

kelam aslını cami ve havi... Çünkü hakikatte bu tasvir asıl fikrin bir alamet-i
zahire ile malız bir ibrazı demek olur. Binaenaleyh haza zihinlerinde [s. 272]
hüsn-i nizam ile tefekkür edenlerin hep hüsn-i nutk ve eblağunnizam ile
söylemeleri işbu münasebetin mukteziyat-ı müsellemesindendir. İşte siz de
fikrinizi kelamınızla hemen beyan buyurun ki kelam ala.im ve vesailin en fasih
ve beliğ ü mübelliğıdır.
İVAZ AGA - Lanet uğursuz gevezeye!
ÜSTAD-I SANİ- Elkelamü sılatulmütefkellim. Evet, kelam ruhun alet-i
lamisesi ve nazar-ı tahkik-i istiksasıdır. Kelam, tercüman-ı kalb ve aks-i havass-ı
ruh u vicdan! Evet! Kelam, bir mir'at-ı sadıktır ki efradın serair-i meknunesini
safice bize natıktır. Ey . . Mademki tefekkür ve tekellüm hassaları müctemian
.

sende vaki ve mütevazi bulunmuştur, nutku isti'cfil ile efkarını bana beyan
etmekten imtinaın neden naşi ve müterettip olmuştur?
İVAZ AGA - İşte öyle ediyorum. Hem de daha söyleyeceğim ama hoca
dinlemiyorsunuz.
ÜSTAD-I SANİ- Dinlerim hemen söyle.
İVAZ AGA - İşte hoca efendi, diyorum ki ...
üsTAD- ı sANi - Ama kısa tut, hayrülkelam makalle ve delle.
İVAZ AGA - Evet.
ÜSTAD-I sANi- Tatvil-i kelama ıtnaba düşmekten ictinap eyle ha!
İVAZ AGA - Evet, ben ...
ÜSTAD-I SANİ- Nutkun bir darb-ı mesel-i Himeyri gibi surette muciz,
manada dırazkes.
İVAZ AGA - Ben size ...
ÜSTAD- 1 SANİ -Öyle dur ü dıraz tetavvülden, sözü dura-dur ita.leden
ihtiraz eyle ha! (İvaz Ağa yerden taş alıp hocaya atar.) Vay! Beyan-ı hfil ve ifade-i
fi-1-bal edecek yerde darılıyor musun? Sen de bir sersem-i ba-vebalsin, bana
külahın heyeti [s. 273] demeli diye dava eden biedep küstahtan bed-ter ve berter
ebter bir derbedersin! Sana, her tesadüf ü ittifakta ve her mcclis-i mübahase ve
şikakta delail-i muknia ve berahin-i şafiye-i müskite ve kazaya-yı kat'iyye-i katıa
236 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ile ispat ederim ki sen mazide bir batıl-ı battfil, cahil-i mihval maskarasın ve
müstakbelde de maskara olacaksın. Ben ise öteden beri ve bundan sonra, fakih-i
fıkheyn-i nakl ü akl hace-i üstad-ı sanı merd-i ba-kemaı huş-i kafi ... A.dem bıi­
dirayet ü liyllit-i şafi...
İVAZ AGA - Aman, ne geveze; ne patlak körük!
Ü STm-I sANi - İ nsan-ı kamil fı-külli'l-ulfımu'l-filiye ve'l-aliyye, gavs ü
asl ve'l-hikemiyye ü ve't-tabiiyye ve's-siyasiyye...
İVAZ AGA - Daha söyle, daha söyle!
ÜSTm-ı SANİ- (Sağdan sola yordamla gelir gider) KafTe-i usul Ü
fusfılde allame-i ulema; katıbe-i nusfıs u fusfısda gıbta-i kümmelin-i üdeba! Bahir
ü lahir mütebahhir-i tarih ü edebiyat... Ferzane-i meydan-ı nahv ü şiir! Alim-i
fünfın-ı bahs ü necm ü tıbb u cifr! Pehlivan-ı vega-yi riyazi ve rasat... Gavvas-i
mütecasir-i teşrih ü kimya vü simya vü mumya. . . Kari' -i mukari-i ebvab u
meknunat u gayb-i halaya...
İVAZ AGA - Halkı dinlemez böyle bir hakim cehenneme! Ama bana
demişlerdi ki o Hoca Aristatalis bir yaramaz gevezedir diye. Bari varayım
öbürünü bulayım. Belki o daha mülayim akıllı, daha kamil-i vakur ola. Yahu!
Tak! Tak! Yahu!

Dördüncü Meclis
HAKİ M SENAİ - Hayrola, İvaz Ağa! Emriniz nedir?
İVAZ AGA - Efendim, hocam, şeyhim, azizim, bir işçeğizim var, sizden
danışıp bir akıl öğrenmek isterim. Sizin de reyinizi dilerim, onun için geldim. O !
Ne ala! Bu, adamı dinliyor.
[s. 274] HAKİM SENAİ - İvaz Ağa, bu tabirinizi ve işbu va'z-ı takririnizi
rica ederim, tağyir eyleyiniz: Zira bizim tarik i felasifede kaziyye-i kat'iyye
-

tefevvühünü menederiz. Her şeye iştibah ile tereddüt miyanında beyan etmeyi
tayin ve hükmü tereddütte tavik eylemeyi talim ederiz. Bu sebeple siz, onun için
geldim cümlesinden hükm ü kat'ı kam' edip de geldim dememeli, sanırım ki
gelmişim, demelisiniz.
İVAZ AGA - Nasıl sanırım ki?
HAKİM SENAİ - Evet.
İVAZ AGA - Bakındı elbette sanırım ki ya! Sanmam da ne halt ederim.
İ şte meydandayım, geldim gitti.
HAK İM SENAİ - Burası netice-i zarlıriye-i hükmiye değildir.
İ VAZ AGA - Bu ne demek canım! İ şte ben buraya geldim. Bu sahih vaki
değil mi?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 237

HAKİM SENAİ - Hayır, meşkfıktur: Zira biz her şeyde iştibah üzre
olmalıyız.
İVAZ AGA - Canım, ben burada değil miyim? Siz bana söz söylemiyor
musunuz?
HAKİM SENAİ - Nazarıma öyle geliyor ki siz buradasınız ve
zannederim ki sizinle söyleşiyorum, ama bunlarda hakikat mutlaka bilhikmet
sabit olamaz. Belki öylece değildir. Ben tehaşi ederim, tecahül ederim,
mütereddit kalının.
İVAZ AGA - Bizi istihza ediyorsunuz, maskaraya alıyorsunuz. İşte ben,
işte basbayağı siz, kendiniz bunun sanınmkisi yok, tecahülü tegafülü yok. Ama
oyuncaktan feragat gelin, rica ederim. Şu işimi söyleşelim. Benim buraya gelişim,
size evleneceğimi söylemek içindir.
HAKİM SENAİ - Ne bileyim ?
İVAZ AGA - İşte söylüyorum ya.
HAKİM SENAİ - Olabilir !
İVAZ AGA - Alacağım kız güzel, genç, pek kıvrak.
[s. 275] HAKİM SENAİ - Eh muhal değil.
İVAZ AGA - Evlenip de onu alsam iyi mi ederim, yoksa fena mı ederim?
HAKİM SENAİ - Ya o olur, ya bu olur.
İVAZ AGA - Ya! İşte başkalaştı bela, zidna fıttanburi nağınetün uhra.
Canım söylediğim kızı alsam iyi eder miyim diyorum?
HAKİM SENAİ - Rastgele, rastgele.
İVAZ AGA - Fena mı ederim?
HAKİM SENAİ - Baht işi.
İVAZ AGA - Aman canım efendim! Lütuf ve kerem eyle. Adamca bir
cevap söyle.
HAKİM SENAİ - Benim de maksudum odur.
İVAZ AGA - Kıza ziyade meylim var.
HAKİM SENAİ - Olur ya.
İVAZ AGA - Babası veriyor.
HAKİM SENAİ - Olabilir ya.
İVAZ AGA - Ama alsam şu belli ya kanı... Zürafa olmaktan korkarım.
HAKİM SENAİ - Mümkün şeydir.
İVAZ AGA - Ama, ne zannedersiniz?
238 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

HAKİM SENAİ - Halat-ı mümkinatta istihale yoktur. Her şey olağandır.


İVAZ AGA - Ama, siz, benim yerimde olsanız ne yaparsınız?
HAKİM SENAİ - Ne bileyim ki?
İVAZ AGA - Ey... Bana ne öğüt verirsiniz, ne yapayım?
HAKİM SENAİ - Beğendiğinizi işleyin.
İVAZ AGA - Aman, çatlıyorum.
HAKİM SENAİ - Benim müdahalem yoktur. Ben tehclşi, teberri ederim,
el yunanın.
İVAZ AGA - Cehennem olsun bu uğursuz meselci de!
HAKİM SENAİ - Olan olur, mümkün imkanın bulur.
[s. 276] İVAZ AGA - Seni cellat! Seni uyuz feylesof köpeği? Ben sana
perdeyi, nağmeyi değiştirtirim şimdi! (Hakime muştalar vurur.)
HAKİM SENAİ - Aman! Ay aman! Vaveyla!
İVAZ AGA - Ha, işte makam değişti, pis softalar ecrine erişti. Ben de
memnun oldum.
HAKİM SENAİ Vay bu ne demek! Ne cüret! Ben gibiye böyle hetk-i
- ·-

hürmet! Benim gibi anka hakimi darba cesaret! Bu ne demek olsun! Eyvah, bu
ne isyan! Ne hıyanet!
İVAZ AGA - Hakim baba! Bu tabirinizi ve bu yüzden takririnizi, rica
ederim, tagyir buyurunuz. Her şeyde şüpheli gibi söylemeli, iştibah etmeli . Beni
darba cesaret ettin diye kati söylememeli, sanının ki beni darb edersin, beni
döversin zannediyorum, diye edibane ve hakimane söylemeli.
HAKİM SENAİ - Gideyim mahalle zabıtasına şikayet götüreyim. Dayak
yediğimi anlatayım.
İVAZ AGA - Ben karışmam, teberri ederim, el yunanın.
HAKİM SENAİ - Lekeleri vücudumda, her yanım bere oldu.
İVAZ AGA- İmkanda istihale yoktur, dediğin olabilir.
HAKİM SENAİ - Sensin bunları eden.
İVAZ AGA -- Olmaz şey değil.
HAKİM SENAİ - Aleyhine hüküm alının; ilam çıkartırım !
İVAZ AGA --- Ne bileyim ki.
HAKİM SENAİ - Huzur-ı kanunda mahkum olursun.
İVAZ AGA - Mümkün imkanın bulur, olan olur.
HAKİM SENAİ - Seni sitemkar! Ben sana gösteririm!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 239

İVAZ AGA - Hainin ağzından bir doğru söz alınmaz! Eş'ari'nin köpeği
gibi müştebih, mütereddit, müteşekkik! İ nsan iptidasında ne kadar bilirse
ahırında da onunla kalır! Acaba halim bu evlenmekten nereye [s. 277) müncer
olur! Böyle merakta kalıp ne yapsam! Hiç kimse benim gibi böyle sıkıntıya
uğramış mıdır! Ah dertli başım ah! İşte çingene karılan geliyor. Bari onlara fal
baktırayım! Ne eşbeh leventler. Cingözlü kara kediler! Bakınız kızlar! Benim
bahtıma bir fal bakar mısınız?

Beşinci Meclis
B İRİNCİ Ç İNGENE KARISI - Ah fal bakar, güzel ağacığım fal bakar.
İşte biz ikimiz sana baht yorar, tali' yoklar, fal bakarız!
İKİNCİ - Ah Ağa, elcüğünü ver bana! Elcüğünde niyetcüğüzünü tut. Bak
sana ne muştalıklar vereyim.
İVAZ AGA - İşte ellerimin ikisi de, istediğiniz de içinde.
BİRİNCİ - Ağacığım ne güzel bahtın var! Ne açık baht!
İKİNCİ - Bahtın ne açık ağacığm. Sen bir gün bir şey olacaksın, yakında
evleneceksin.
BİRİNC İ - Senin bir güzel yavuklun var Ağacığım. Yakında alacaksın.
İKİNCİ - Evleneceksin, Ağacığım! Bir yosma kadın alacaksın, yosma
kadın alacaksın.
BİRİNCİ - Belli bir yosma kadın ki herkes onu sever.
İKİNCİ - Bir kadın ki yüzünden çok dost peydalayacaksın.
BİRİNCİ - Bir kadın ki senin evine mal getirir, bereket yağdırır,
Ağacığım, bereket yağdırır.
İKİNCİ - Bir kadın ki sana büyük şöhret verecek Ağacığım, onun
yüzünden meşhur olacaksın,
BİRİNCİ - Bir kadın ki onun yüzünden sana itibar ederler, Ağacığım,
sana halk çok itibar edecek.
[s. 278] İVAZ AGA - Güzel ama bana deyiver bakayım, acaba korku var
mı? Şu ... Şey hani... Nasıl olacak? Ne bakıyorsun . . . Söylesene, kurumsaklık var
mı, söyle bakalım.
İKİNCİ - Kurumsak mı?
İVAZ AGA - Evet.
İKİNCİ - Kurumsak
İVAZ AGA - Ha. Kurumsaklık korkusu var mı? (Kanlar sıçrayıp oynar.)
Ne halt eder, bu cevap mı? Gelin bakayım, anlayım, ikinizden de sorayım?
240 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

BİRİNCİ - Siz mi kurumsak?


İVAZ AGA - Evet.
İKİNCİ - Siz kurumsak ha? (Kanlar oynayarak giderler)
İVAZ AGA - Evet. . . Nasıl olacak bileyim. Hay çatlayası postallar! Beni
merakta koyup gittiler. Şu teehhülün sonu ne olacak bilmeliyim. Bari halkın
methettiği şu büyücü karıya gideyim, aynaya baktırıp marifetle insanın gözüne
istediğini gösterirmiş . . . Vay bu gelenler kim? .. Zannım sihirbaza gitmeye hacet
yok! İstediğimi bunlardan öğrenmek kabil olacak bir kenara gizleneyim.
Göreyim. (Bir köşeye saklanır.)

Altıncı Meclis
HÜSREV BEY- Vay, güzelim Ziba Hanım, şaka değil mi, ciddi mı
söylüyorsunuz?
ZİBA HANIM - Latifesiz böyle.
HÜSREV BEY- Gerçekten ere mi varıyorsunuz?
ZİBA HANIM - Gerçek.
HÜSREV BEY - Ey, düğün de hemen akşam mı olacak?
ZİBA HANIM - Evet, bu akşam
[s. 279] HÜSREV BEY - A zalim mürüvvetsiz! Benim size aşkımı böylece
unutup, bana olan vaatleri ve ahitleri nasıl inkar edeceksiniz?
ZİBA HANIM- Ben mi, Hüsrev Bey? ... Hayır, ben henüz sözümden
dönmüş değilim. Size ben evvelki nazarla bakanın. Kaldı ki bu ere varışımdan
sakın siz esef etmeyiniz . . . Herife ben meylimden gitmiyorum, malına nazaran
kendisini kabule mecbur oluyorum. Bende servet yok.. Sizde de öyle. Ey siz de
biliyorsunuz ki cihanda onsuz olmaz. Ömrümüz fena geçer. Ne suretle
fedakarlık lazımsa etmeli ne kıymetle olursa almalı, mal edinmeli, sa'yi elden
komamalı. İşte ben refaha nail olmaya bu vesileyi buldum, hemen sarıldım.
Vardığım koca heriften yakında halas olmak ümidine düşüp bu zinciri
gerdanıma takındım. Az geçer geçmez herif mürd olur gider. İçinde altı aylık
ömür yoktur. Size dediğim mehl içinde vefatına zamin ve kefil olurum. Dulluk
devletini arzu edecek çok mühlet beklemem! Ondan tasam yoktur. Ha İvaz Ağa!
Buyurun! Sizin sohbetiniz oluyordu. Kabil olan vasfınızı izkar ediyordum. İşte,
Hüsrev Bey, beni zevceliğe alan bu Ağadır.
HÜSREV BEY - Efendim, inayet buyurup, müsaade eyleyiniz de sizin
teehhülünüzü tebrik ile beraber sıdk-ı ubudiyet-i hakiranemi size arz edeyim.
İnan olsun ki bir iffet ve ismet-i nadire hatun alıyorsunuz. Size hanım yümn
addederim ve sizinle beraber bu akdi tes'id ve tebşir ederim ki böyle
bahtiyarmışsınız. Kutlu, mutlu zevce rastgelmişsiniz, daha iyisi olamaz. Ağanın
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 241

çehresi iyi şehverliği andırır. Evet Ağa, ba'd-ezin, sizinle dost olmak isterim.
Rabıta-i ülfet ve meveddet-i miyanemizde bent ile size gelip gitme ve seyr ü sara­
larda birlik gezme muamelesiyle şirket, ünsiyet ederiz.
ZİBA HANIM - Bu iltifat ve böyle [s. 280] nıücamele ikimizin hakkında
mezit lütuftur. Hele gidelim. Vakit dardır. Bundan sonra birlikte sohbete fırsat
çoktur.
İVAZ ACA - Artık işte ben bu evlenmekten bütün bütün soğudum.
Bezdim. Hemen vanp söz verdiğim gibi döndüğümü varıp bildirsem kem olmaz.
Vakıa biraz akçe gitti; ama ol kadarının kaybolmasına rıza verip daha fena
tehlikeden sakınmak evla, bin kat evladır. (Büyük Ağanın kapısını çalar.) Şöyle
ustalıkla sıyrılıp yakayı kurtaralım . . . Yahu!..

Yedinci Meclis
BÜYÜK ACA - O! Bizim damat Ağa! Hoş geldiniz. Safalar getirdiniz.
Buyurunuz bakayım!
İVAZ ACA - Efendim, Rabbim ömürler versin, duacınızım. Lütfunuz
müzdad olsun!
BÜYÜK ACA - Akd için mi teşrifıniz?
İVAZ ACA - Af buyurunuz . . . Hayır efendim.
BÜYÜK ACA - Niçin canım? İnanınız ki benim de sizin gibi sabrım
yanıyor. Hemen bitsin diyorum.
İVAZ ACA - Efendim bir diğer husus için geldim.
BÜYÜK ACA - Cemiyet levazımını bütün ısmarladım.
İVAZ ACA - Maksut o değil efendim.
BÜYÜK ACA - Çalgı tuttum. Ziyafeti tehiyye ettirdim. Kızım da giyinip
kuşandı, size terakkup eder.
İVAZ ACA - Gelişim onun için değil efendim.
BÜYÜK ACA - Hasılı maksada vasıl olur, memnun kalırsınız.
Meramınızın teehhürüne bais hiç bir mani ve meramım yoktur.
[s. 281] İVAZ ACA - Aman Yarabbi! Ay efendim muradım başkadır.
BÜYÜK ACA - Haydi efendim içeri buyurunuz. Haydi!
İVAZ ACA - Efendim size bir kelime ifadeciğim var.
BÜYÜK ACA - Aman canım! Resm-i tekellüfü kaldıralım. Buyurunuzdu,
çabuk olunuz bakalım!
İVAZ ACA - Yok... Yok... Mazur tutunuz efendim! İhtida size bir
diyeceğim var?
242 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

BÜYÜK AGA - Bana mı söyleyeceksiniz?


İVAZ AGA - Evet efendim.
BÜYÜK AGA - Buyurunuz, nedir dinleyelim.
İVAZ AGA - Efendim . . . Büyük Ağa! Sizin kerimenizi vakıa zevceliği
istedim, siz de müsaade ettiniz ama görüyorum ki yaşım geçkin, o nev-civan; ben
ihtiyar. Fikrediyorum ki ben onun layığı değilim.
BÜYÜK AGA - Affedersiniz Ağa, kızım sizi olduğunuz gibi beğendi,
kendine pek münasip gördü. İyi bilirim ki sizinle hoş geçinir. Memnun olur.
İVAZ AGA - Ne gezer Ağa, mümkün değil! Bazen ifrat tersliğim tutar!
Bed huyluğumdan elbette muztarip, bizar olur.
BÜYÜK AGA - Benim kızım hakikatlidir. Görürsünüz size uyar.
İVAZ AGA - Vücudumda marazlar var ki onu iğrendirir.
BÜYÜK AGA - O ne demek olsun? Bir haya sahibi hatun ehlinden bir
vakitte iğrenmez.
İVAZ AGA - Hasılı deyivereyim mi? Sizi tergıp etmem. Sakın kızınızı
bana vermeyiniz.
BÜYÜK AGA - Beni mi? Zevkleniyorsunuz? Ölürüm de sözüme hulf
etmem! Benim vaadim dcyindir!
İVAZ AGA - A canım ben sizi muaf tutanm! Hem de ...
[s. 282] BÜYÜK AGA - Yok... Yok. .. Öyle lakırdı olmaz. Size vade
verdim. Cihana rağmen kızımı alırsınız. Bana bakınız, benim size hassaten bir
hürmetim ve rağbetim vardır. Kızımı bir mclikzadeye olsa vermem, size teslim
ederim.
İVAZ AGA - O! Bu ne bela ya? Efendim Büyük Ağa, bana izzet ve
kereminizden müteşekkir ve mecburunuzum. Ama size ilan edeyim ki artık
evlenecek değilim.
BÜYÜK AGA - Kim . . . Siz mi?
İVAZ AGA - Evet. . . Bendeniz.
BÜYÜK AGA - Sebep ne oluyor?
İVAZ AGA -- Sebep mi? İşte sebep bu ki ben kendimde ev bark sahibi
olmaya istidat göremiyorum. Ben dahi babama ve ecdadıma, soyuma sopuma
uymak isterim ki birisi evlenmemiş de hanedana nikah girmemiştir.
BÜYÜK AGA - Bak İvaz Ağa! Herkesin ihtiyarı elinde. Ben kimseye
ibram ve icbar edecek adama benzemem. Kızımı almaya bana söz verdiniz. Her
şey de hazır oldu. Şimdi vaatten dönmek istiyorsunuz. Vanp bakayım burası
nasıl olur, ne ettireceğimi yakında duyarsınız.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 243

Sekizinci Meclis
İVAZ AGA - Bereket versın. Zannettiğimden uslu çıktı. Yakayı
tahminimden ucuz kurtardım, doğrusu, düşündükçe, ölçüp biçtikçe bu işten
sıyrıldığıma pek akıllılık ettiğimi ben de anlıyorum. Bir reftar edecektim ki. Hele
gazalar mübareği! İşte oğlu geliyor, bana cevabını getirir.
KÜÇÜK AGA - Ağam vaktiniz hayrolsun! (Gayet tatlı tatlı söyler) Sizin
bende-i muhlisinizim, çaker-i rukiyet-perverinizim, sultanım!
[s. 283] İVAZ AGA - Safa bulduk. Ben de sizin efendim. Ben de sizin.
KÜÇÜK AGA - Efendim, peder der ki, siz sözünüzü geri almaya
gelmişsiniz.
İVAZ AGA - Evet Ağam. Doğrusu buna tasalandım ama.
KÜÇÜK AGA - Hey ağa! Bunda bir beis yoktur.
İVAZ AGA - İnanınız ki gücüme gidiyor. Arzu eyler...
KÜÇÜK AGA - Ay efendim, bu bir şey değil diyorum sıze. Emsali
çoktur. (Eteği altından iki kılıç çıkarır.) Efendim, işte sıze iki kılıç!..
Beğendiğinizi alınız.
İVAZ AGA - Beğendiğimi mi?
KÜÇÜK AGA - Evet efendim! Kurbanın olayım, şunun birini alınız!
İVAZ AGA - Canım, kılıç neye gerek?
KÜÇÜK AGA - Ağam, mademki söz verip de sonra kız kardeşimi nikah
etmekten nükı11 edersiniz zannıma göre size gelip edeceğim hahişi ve nev'-i
ikramı na-beca görmezsiniz.
İVAZ AGA - Nasıl hahiş! Nasıl nev'-ikram!
KÜÇÜK AGA - Evet . . . Başkası olsa velvele çıkarır, size gayz ve gazap
eder. Ama biz işimizi tatlılıkla bitirenlerdeniz. Ben gelip size kemfil-i hulus ile arz
ederim ki eğer lütuf ve mürüvvet yüzünden tasvip buyurursunuz, birlikte bir kılıç
çekip müsayefe edelim, boğazlaşalım.
İVAZ AGA - Bu ne bir ters hulus! Ne karışık riayet!
KÜÇÜK AGA - Diyindi efendim! Haydindi! Birini beğenin de elinize
alın.
İVAZ AGA - Ağam, köleniz olayım. Benim kestirecek boğazım yoktur.
Öfl Bunlar ne çirkin söz söyleşirler! Aman şimdi afallayacağım!
KÜÇÜK AGA. - Lutfu kereminizle bu böyle olacak.
[s. 284] İVAZ AGA - Ay efendim bu teklifi ortadan kaldırınız.
Keskin sözü kılıf içine koyunuz.
244 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

KÜÇÜK AGA - Efendim, seyf-i intikam der-niyam olmaz. Meğer ki


madde-i husumet serancam bula. Hemen çabucak tutun. Canım beni beklerler,
iş var, ziyade alıkoymayınız.
İVAZ AGA - Ah böyle şey istemem diyorum! Artık lakırdı lazım mı ya?
KÜÇÜK AGA - Şimdi dövüşmeyecek misiniz?
İVAZ AGA - Hayır gözüm. Dövüşmek niye ya?
KÜÇÜK AGA - Gerçek mi?
İVAZ AGA - Ey zahir gerçek ya! (Küçük Ağa değneğiyle onu döver.)
Aman! Dur canım ! Ah! Eyvah!
KÜÇÜK AGA - İşte efendim. Hiç olmazsa sizde şikayete yer olmasın!
Görürsünüz ki bendeniz her şeyi yoluyla yapıyorum. Siz sözden dönersiniz. Size
meydan okurum. Er meydanına çıkmaktan imtina edersiniz, sizi değnekle
döverim. İş yeri ni bulur. Usule muvafık davranılır. Hamdolsun, siz zarif
adamsınız. Elbette bu mişvanmı tahsin buyurursunuz. Doğru söz guş-i huşunuza
ziver olur.

İVAZ AGA - Aman adam bu ne musibet herifl Dayak yediğime mi


yanayım. Böyle acayip sözler yutturur, ona mı çıldırayım? ..

KÜÇÜK AÔA - Gel efendim, işi yüz aklığıyla bitiriniz. Zora


bindirmeyiniz. İsteğinizle olsun, bari alınız şunun birini.
İVAZ AGA - Yine mi kılıç?
KÜÇÜK AGA - Efendim benim, gücüm, zorum yok. Ama ya beraber
dövüşmemiz lazım gelir ya hemşireyi alırsınız.
İVAZ AGA - Canım ağacığım. İnan ki ne onu yapabilirim ne de bunu.
Ben bunca yıl ticarette gezdim, hacı da oldum böyle şey görmedim! Aman, ben
öyle şeyler bilmem. Evlenmem de dövüşmem de. Ben kendimi bilmez miyim?
Bana Hacı İvaz derler.
[s. 285] KÜÇÜK AGA. - Efendim, ciddi mi söylersiniz?
İVAZ AGA - Ey ciddi ya! . .
KÜÇÜK AGA - Ey öyle ise, e fendimi n izn-i şerifiyle. (Değneğiyle döver.)
İVAZ AGA - Ay . . . Aman! Ah!
KÜÇÜK AGA - Efendim, size böyle soğukça muameleye mecbur
oluyorum. Dünyalar kadar esef ediyorum. Canım üzülüyor ama ne çare. İzn-i
şerifinizle sizi böyle tasdi'imden fariğ olmam. Ta ki benimle dovüşmeye and
edesiz ya hemşireye akd-i nikah eyleyesiz. Efendim ruhsatınızla. (Değneği
kaldırır.)
İVAZ AGA -Pekiyi, aman dur ağacığım dur! Nikah ederim, alının, dur
etme! Dur! Aldım, aldım!
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 245

KÜÇÜK AGA - Ah efendim, sizin böyle tarik-i akla gelişinizden ve inad


ü fesattan dönüşünüzden aşın mesrur ve işimizin tatlılıkla bitişinden dünyalarca
mahzuz oldum. Zira herhalde siz benim en ziyade sevdiğim ve hürmet ettiğim
adamlardansınız. A, Hacı İvaz Ağa, size yemin edeyim, eğer ısrar edip de beni
hakkınızda bir bed muameleye icbar etmiş olsaydınız pek meyus ve mükedder
olurdum! Varayım pederimi çağınp her hususta uyuştuğumuzu haber vereyim.
İVAZ AGA - Ah kolun kanadın uyuşsun. Kopsun berzah herif, kopsun.
KÜÇÜK AGA - Efendim, peder-i azizim ! İşte Ağa söz anlıyor. İşte aklı
erdi. Hüsn-i rızasıyla talip olur. Maslahatı gönül hoşluğuyla bitirmek ister. Artık
hemşireyi ona verebilirsiniz efendim!
BÜYÜK AGA - İşte Ağa, kızımın eli. Siz de elinizi verin bir yere geliniz.
Şükürler olsun. Ben o yükten kurtuldum. Artık şimdiden geri durup dinlenmesi
ve reftannın mesuliyeti sizin boynunuzadır. Hemen vanp meserretler edelim. Bu
hayırlı akdi dostlarla tes'id ve teşhir eyleyelim.
İKİNCİ CİLT
ÜÇÜNCÜ KISIM

EDEBİY.AT-1 CEDİDE
(1876-1895)
1 293 (1876] İnkılabı - Kanfuı-ı Esasi İl.anı ve Meclis-i Mebusiıı'm
Küşadı - Abdülhaınid'in Entrikaları - İstibdat Daha Şiddetle Başlıyor
- İstanbul'da Vaziyet-i Umfuniye - Maarif, Matbuat ve Edebiyat -
Garp'tan Gelen Cereyanın İçin İçin Devamı - Edebiyat-• Cedide -
Romantizın - Kenıal'in Tiyatroları, Makaleleri - Ahmed Vefik
Paşa'nm Moliere'den Tercümeleri - Muhtelif Gazeteler - Reca.izi.de
Ekrem - Ta'lim.-i Edebiyat - Hamid ve Makber'i, Şiirde İnkılap - Sami
Paşazade Sezai; Nesirde İnkılap - Nazını Paşa - Ahmed Midhat -
Tercümlin-ı Hakikat - Muallim Naci - Asri Klasizm Kisvesinde Edebi
İrtica - Edebiyat-• Atika-Edebiyat-ı Cedide Mücadeleleri - Avrupa'da
Klasizm-Romantizm Kavgası - Abdülhaınid'in Edebi Mücadelelere
Verdiği Ehemmiyet - Ekrem ve Naci Taraftarı Gençler - İsmail Safi ­
Mirsad - Nabizade Nazım - Servet-i Fünii.n - Mahmud Sadık, Müstakil
Çalışan Şair ve Edipler: Nigar Hanını, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi
- Edebiyatta Durgunluk - İnkılap İhtiyacı - Tıbbiyeliler, İttihat ve
Terakki Cemiyeti - Abdullah Cevdet ve Arkadaşları, Gençlerin
Avrupa'da Faaliyetleri

Ne Mahmud Nedim riyakannın Sadaret'ten uzaklaşması, ne de hatta


çılgınlıkları günden güne artan Sultan Aziz'in tahttan indirilmesi memlekete
bütün manasıyla ilmen, iktisaden, siyaseten hür ve medeni bir idare teminini
başarabilmişti. Hakkında birçok ümitler beslenilen, namus ve iktidarına hakiki
emeller bağlanan V. Murad tahta çıktığı günden itibaren dimağen ihtilal
emareleri göstermiş, muvakkaten de olsa tahttan indirilerek tedavi altına [s. 290]
almak bir zaruret halini almıştı. O iyileşinceye kadar vekaleten gelen Şehzade
Abdülhamid, beslediği gizli emelleri halka sezdirmemek için halkın bütün
arzularına taraftar görünüyor, istenilen Kanun-ı Esasi'yi kabul ediyor, Meclis-i
Mebfısan'ı resmen açıyordu. Maksadı V. Murad'ı unutturarak tahtı ve tacı
benimsemek, ondan sonra da halkı istibdat zinciriyle kıskıvrak bağlayarak nefes
almaktan bile mahrum etmekti. Topladığı taraftarlarla oynadığı rolde de
muvaffak oldu.
250 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hürriyet kahramanı Midhat Paşa'yı mahkemelerde süründürdükten sonra


idama mahkum ettirdi. Sonra da Avrupa'ya karşı merhametli ve ma'delet-kar
görünmek emeliyle idam cezasını affederek kalebentliğe tahvil edip Taif
zindanına hapsettirdi.
Kanun-ı Esasi ve Meclis-i Mebusan için çalışan genç ihtiyar, milletin bütün
ahrarını birer tarafa sürüp çıkararak para ile satın aldığı alçak, haysiyetsiz
vezirleriyle memlekette zalim ve elim bir istibdat tatbikine başladı. Memleket
gerek iktisat, gerek medeniyet cihetiyle inhitata doğru sürüklenip gidiyordu. Öyle
ki bu hal memleketin dahilinde yaşamayı imkansız bir hale getiriyor, hatta
hariçten müdahale teşebbüslerini bile canlandırıyordu. Abdülhamid kanlı bir
siyaset takip ediyor, anasır arasına fesat ve husumet atacak tedbirler görüyordu.
Ne siyasette düz bir yol, ne içtimai hayatta bir can görülüyordu. Maarif de
memleketin ihtiyacı derecesinde bir inkılap gösteremiyordu. İlk zamanlarda
matbuat kısmen hürriyetini muhafazaya çalışmış, Kemal'ler, Ziya'lar,
Ebüzziya'lar hatta daha sonralan Ali Şefkati'ler, Nazım'lar keskin bir lisan ile
efkar-ı umumiyeyi inkılaba, serbestiye hazırlamakta devam etmişlerdi. Fakat
yavaş yavaş Kemal de, arkadaşları da gazetelerinden uzaklaştırılmış, zahiren
taltif, hakikatte nefiy ve teb'id maksadıyla memuriyetlere tayin edilip
gönderilmişti. Fikirleri uyanık bir halde tutabilmek için edebiyat vadisinde
çalışmaktan başka çare kalmamıştı.
[s. 29 1] Şinasi'leıin, Ziya'lann, Kemal'leıin Garp'tan getirdikleri yeni
edebiyat cereyanı ölmemiş, öldürülememiş, yalnız o, için için devam etmekte idi.
Abdülhamid'in halifelik sıfatından istifade ederek dindarlık kisvesi altında
hürriyet ve medeniyet fikirlerini ortaya atıyorlardı. Kemal'in tiyatrolarını okuyan
halk ve bilhassa gençler bir vecd-i dindaraneye (extase religi.euse) kapılarak
romantizme, idealizme doğru gidiyorlardı; Kemal'in tarih kahramanları bile
kendi hayalhanesinde yaratılmış birer celadet numunesi, birer kemal enmuzeci
(!Jpe) idi. Eserlerindeki o parlak, şaşaalı sözler halka bir coşkunluk veriyordu.
Birçok müstait gençler Kemal'i tanzir ediyor, Kemal gibi ateşli bir gazeteci,
mahir bir temftşa-nüvis olmak istiyorlardı. Bir taraftan Avrupa'da tahsilini bitirip
gelen gençler tiyatrolar yazıyor, Ahmed Vefik Paşa Moliere'den tercümeler
yapıyor, Şinasi ile Kemal'in şakirtleri olan Recaizade Ekrem'le Ebüzziya Tevfik
Tasvir-i Ejkdr ile fikirleri açmaya uğraşıyor, bunlardan başka lstikldl, Terakki,
Gqyret, lttilıad54 namlarıyla birçok gazeteler çıkıyordu.
Bunlar sırasına göre edebiyattan, tenkitten, sanattan, ilim ve fenden de
bahsediyorlardı. Bütün bu faaliyetlere rağmen edebiyat tamamıyla teceddüde
mazhar olmuş sayılamazdı. Nesre büyük bir kuvvet ve azamet veren Kemal, şiiri

54 Burada adlan geçen gazete ve mecmualardan Terok/r:i 1 860- 1870, lttihad 1876, Gayret 1886-

1887 tarihlerinde çıkmış, adı geçen tarihlerde lstilddl adıyla herhangi bir gazete yayımlanmamışur.
(Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 25 1

eskilikten, kaside ve gazel şekillerinden, mey ve mahbup mazmunlarından,


hikmet-i tasavvuf neşvesinden kurtaramamıştı.
Yeni edebiyatın ne olduğunu anlatan hutı'.it ve hududunu çizen, kanunlarını
vaz'eden, Recai.zade Ekrem olmuştu. Senelerce devam eden edebiyat
muallimliklerinde tedris ettiği dersleri Ta'lfm-i Edebiyat unvanıyla ortaya atmış,
kendisine bol bol ve güzel güzel numuneler yaratan şair-i dahi Hamid'i de halka
tanıtmıştı.
Asıl Osmanlı şiiri Hamid'le hakiki inkılabını yaşıyordu. Hamid yalnız
zihniyette, yalnız telakkide, yalnız kaidede değil şekilde, serbestiyette, sanatta ve
[s. 292] zevkte de tamamıyla yeni, zemin ve zamanı için anlaşılamayacak kadar
muamma-amiz bir originalite idi.
Osmanlı şiirinde hakiki inkılabı Abdülhak Hamid vücuda getirmişti. Bunun
yanında nesir de terakkiye doğru gidiyordu. Sami Paşazade Sezai hakiki
manasıyla ilk romanı yazıyordu. o zamana kadar yazılan romanlar ya "teknik"
itibarıyla yahut da dil veya mevzu itibarıyla noksan veya hatalı idi. Halbuki
Sezai, romanları ve hikayeleriyle nesre de lazım gelen inkılabı getiriyordu. Fakat
bütün bu yenilikleri kavrayamayanlar, lüzumunu, faydasını anlayamayanlar
eksik değildi.
Nitekim eski zihniyetliler, Hamid'in Makberi çıktığı zaman çılgınca hücum
etmişlerdi. Kemal ve Ekrem, Hamid'i müdafaada yek-vücut idiler. Ahmet
Midhat da Tercüman-ı Hakfkat'inde Hamid'i müdafaa edenler miyanında idi.
Aleyhtarları arasında da sivrilenlerden biri Muallim Naci idi. Tab'an kuvvetli bir
nazım olan Naci şiirin, bilhassa yeni şiirin manasını anlayamıyor, yenilik
taraftan görünürek lisanı da, şiiri de kadrosundan çıkarmamak şartıyla
asrileştirmek istiyordu. Bir nevi Neo-classicisme yapmak istiyordu. Bu, teceddüd
cereyanına karşı sarih bir irticadan başka bir şey değildi. Tabii olarak iki
zihniyet, iki kanaat taraftarları arasında şiddetli bir mücadele, şiddetli bir
müsademe başlamıştı. Tıpkı Fransa'da romantizmin hayat bulduğu sıralarda
klasizm taraftan olan eski şairlerle genç romantikler arasında açılan polemik
(polimique) gibi bir kalem münakaşası açılmış, hatta biraz da çirkin bir şekle
girmişti.
Abdülhamid bu münakaşalardan memnun görülüyordu. Ateşli gençlerin bu
noktaya çevrilen fikirleri, kendi cinnet ve denaetleriyle uğraşacak zaman
bulamayacaktı.
Ekrem, Hamid ve Sezai ile istikrar bulmaya başlayan teceddüd hareketi
Naci ve taraftarlarının bu hücumlarıyla sarsılmadıysa da, ağırlaştı, hatta bir ara
irticai zümre galip gelir gibi göründü. Halbuki bu, eskiciliği [s. 293] hükümsüz
bıraktı. Fakat edebiyat aleminde bir nevi kansızlık ve renksizlik husule geldi.
Naci'yi tanzir vadisinde kalanlar, genç ihtiyar, yine nazirelerini, gazellerini
yazmakta devam ediyorlar, yeni edebiyata taraftar olanlar da o sahada
kalemlerini tecrübe eyliyorlar; fakat pek de ruhlu ve esaslı eserler meydana
252 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

koyamıyorlardı. Tahsil ve tetebbularındaki kifayetsizlik, mevzularındaki


yeknesaklık, edebiyatı yeni bir durgunluğa götürüyordu. Canlı bir eser meydana
gelemiyordu.
Muallim Feyzi, Şeyh Vasfi, Ali Ruhi gibi Naci'nin çizdiği çığırda
yürüyenler, Nabizade Nazım gibi şiirde Hamid'i, nesirde Sezai'yi takip edenler,
İsmail Sala gibi Naci ile Ekrem arasında ittisal vazifesi görenler, Nigar Hanım
gibi Ekrem'i tanzir edenler, Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim gibi müstakil bir
yolda gidenler de vardı.
Nabizade o zamanın en canlı mecmualarından biri olan Servet-i Fünı1n'da
Sezai'den sonra en güzel romanları, Ekrem'den sonra en güzel tenkitlerini
yazıyordu. Mahmud Sadık fenni makaleleri ile halkı tenvir ve terbiyeye
çalışıyordu. İsmail Sala çıkardığı Mirsad unvanlı mecmuada bir taraftan
Naci'den aldığı intibaları, diğer taraftan Ekrem'den öğrendiği yenilikleri, bir
taraftan da kendi asıl (origi,na� fikirlerini neşrediyordu. Aynı zamanda mektepten
henüz çıkmış olan Tevfik fikret'i de lvfirsarfa yazı yazmaya teşvik ediyor,
Kemalzade Ali Ekrem'i hatta Rıza Tevfik 'i mecmuasında bulundurmak
istiyordu. Ahmed Rasim'le, Hüseyin Rahmi asil ve hususi bir mizah ruhuyla
memlekette zihniyetin müsaadesi nispetinde bir realwme ile romanlar ve hikayeler
yazıyorlardı. Mamafih edebiyatta aranılan can henüz kendini gösteremiyordu.
Eski edebiyat ihtiyar ve yorgun, yeni edebiyat da çocuk ve zayıf idi.
Naci taraftarları, Naci kadar da fesahat ve vuzuh sahibi değildiler. Ekrem
taraftarları da tamamıyla yeniliği hazmedecek kadar tahsil görmüş değillerdi.
Nihayet bu yorgunluk ve durgunluk, dimağlarda bir rs. 294] aks-i te'sir hasıl etti.
Birtakım heyecanlı gençler şiirdeki bu sükuneti ahval-i ictimaiye ve iktisadiyedeki
halsizlik ve kudretsizliğe verdiler. Ona kan ve can verebilmek için yeni bir
inkılaba ihtiyaç gördüler. Halbuki Abdülhamid idaresinin zulüm ve vahşeti her
türlü inkılabı boğacak bir mahiyette idi. Ufacık bir hürriyet teşebbüsü ölümü
intaç edebiliyordu. Bununla beraber vaziyeti pek iyi kavrayan ve Abdülhamid'i
esasından sarsmak isteyenler vardı. 1 892'de o zaman Bursa Maarif Müdürü olan
Ahmed Rıza, memleketin dahili ıslahı için Abdülhamid'e rapor veriyor ve
takibata maruz kaldığı için Avrupa'ya kaçıyordu. Orada Meşveret gazetesini
çıkarıyordu.
1 894'te Abdülhamid'in kanlı ve zalim idaresi altında ne yaşamak, ne de
okumak imkanı göremeyen bazı Tıbbiyeli gençler arasında bir gizli cemiyet
teşkili düşünülüyordu. İshak Sükuti, Abdullah Cevdet ve İbrahim Temo, İttihat
ve Terakki Cemiyeti'ni teşkil ediyorlardı.55 Bu da kafi değildi.

� Adları sayılanlarla birlikte Mt>hmed Reşid ve Hüseyinzade Ali adlı Tıbbiyeli gt>nçler

1 894'tt' değil, Fransız İhtilfili'nin 1 00. }lldönümüne denk gdt>n 1 889'da İ ttihad-ı Osmani adında bir
cemiyt>t kurarlar. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 253

Cemiyet her gün miktarını artırıyor, fakat bir türlü müsterih olamıyorlardı.
İ stedikleri kadar çalışamıyorlardı. Nihayet Avrupa'ya firara karar verdiler. Hatta
Mizan gazetesi sahibi Murad Bey de Avrupa'ya kaçmıştı. Mizan da bir müddet
Avrupa'da, bir müddet de Mısır'da çıkarak hem istifade teminine çalışıyor, hem
de müstebit hükümdarın olanca hatalarını ihtar ediyorlardı.

Bu hadiseler Abdülhamid'in ve etrafına toplanan menfaatperver, münafık


vezirlerin uykularını kaçırıyordu. Gençleri elde etmek, avlamak için gece ve
gündüz çare arıyorlar, hile düşünüyorlardı.
Recdizdde Mahmud Ekrem
REcAİzADE MAHMUD EKREM

Veladet ve Tuffiliyeti
Recaizade Mahmud Ekrem, Sultan Mecid'in son senelerinde 1 263 [184 7]
tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Zamanında fazilet ve irfanı, şiir ve inşası ile
şöhret bulmuş ve asar-ı kadimenin Şakiiyılr; Tercümesİ, ve Zf!Yl-i Şakiiyılr; gibi
hakikaten nefis ve kıymettar olanlarını büyük bir himmet ve gayretle tab'ettirmiş
olan babası Recai Efendi Takvimhane n:lzın idi.
Tab'-ı şairanesi büyük takdirlere mazhar olan Recai Efendi'nin müdevven
divan-ı eş'an, maalesef, henüz tab'ettirilememiştir. Recai Efendi'nin divanından
maada mensur birçok eserleri de vardır. İşte bu şair ve fazıl babanın sulbünden
dünyaya gelen Mahmud Ekrem ilk terbiyelerini onun ihtimamk:lr şefkatleri
altında almış; dadılar, lalalarla büyümüştür.
Ekrem merhum bu kıymetli dakikalarının tatlı hatıralarım tatlı bir lisan-ı
tahassür, saf bir eda-yı iştiyak ile l 303'te [ 1 887 / 1 888] bastırdığı Teftkkür unvanlı
eseriyle .Nijad Ekrem'inin ikinci cildinde bize uzun uzun hikaye eder. Çocuğunun
masum, sevimli hallerini görerek müteessir olan Ekrem, vaktiyle Vaniköyü'nde,
Boğaziçi'nin açık mavi sularına karşı derin bir sükıln-ı vecd içinde uzanıp giden
o mini mini köyceğizin kollan arasındaki yalıda geçirdiği çocukluk zamanlarını
hatırlıyor:

"Alı bir zamanlar ben de böyle değil miydim?


Vaniköyü'ndeki yalının hamam dairesi tutuşup yandığı gün herkes telaş
içinde, mükedder bir halde iken ben ne kadar sevinmiş idim .... Çünkü bizim
yangına da İcadiye'den toplar atılmış idi!
[s. 296] Yine o yalıda iken tufanı andırırcasına yağan yağmurdan her tarafı
seller basarak umum ev halkı azim havf ve halecan içinde olduğu bir gün ben ne
derece bahtiyar olmuş idim... Çünkü harem dairesi avlusunu bir havz-ı vasi'
haline getiren sular üzerinde kayık yüzdürmek benim için asan olmuş idi!
Yine o yalıda iken bir kış iki arşına yakın kar yağdığından yolların münsed
olduğu ve hususuyla fırınların ekınek çıkaramadığı badiresiyle herkes beht ü
dehşet içinde bulunduğu gün ben ne kadar hoşlanmış idim... Çünkü evde ne
kadar adam varsa cümlesinin bahçeden sokak kapısına müntehi olan uzunca bir
yolu açmak için sabahtan akşama kadar uğraşmaları benim için şayan-ı hayret
bir temaşa vücuda getirmişti!
258 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yine o yalıda iken bir gün validemle Paşabahçesi'nde o zamanlar mevcut


olan billur fabrikasına denizden gidiyorduk. Bir hayli ilerledikten sonra
birdenbire hava karardı, müteakiben dehşetli bir yağmurdur başladı. Biz kayık
içinde idik, sığınacak bir yer bulamadık, fena halde ıslandık. Zaten fabrikaya da
az bir mesafe kalmıştı, oraya çıkıldı. Validem ve yanında bulunanlar o hadiseden
pek çok müteessif oldukları halde bilakis ben pek memnun olmuştum... Çünkü
onların bir tarafta korunmak kaydında bulunmaları fabrikanın bahçesinde öteye
beriye atılmış renk renk billur çubuk yığınlarının güneşe karşı bin türlü elvan
içinde parıl parıl yandığını doya doya seyir ve temaşa ile eğlenmeye benim için
meydan vermişti!
Yine o yalıda iken bir gün büyük biraderimle bahçede bulunuyorduk.
Biraderim beni nasılsa düşürdü, dudağım patlayarak kanlar akmaya başladı.
Zavallı biraderim ziyade telaşa düştüğü halde ben gizlice seviniyordum..
Gözlerimden akan yaşlar dikkat olunsaydı ıstırabımdan ziyade memnuniyetimi
gösterirdi!.. Çünkü ben dört yaşında kadardım. Benden dokuz sene evvel
dünyaya gelen, binaenaleyh bana her hususta tahakküm eden birader-i
mağrlırumun beni susturmak, tatyib etmek için birtakım iltifatlar, muhabbetler
bezletmesi; birtakım çareler [s. 297) düşünmesi, birtakım ihtimamlarda,
takayyütlerde bulunması ziyadesiyle hoşuma gidiyordu!...
Yine o yalıda iken bir gün beni hamama sokmuşlardı. Hamamdan çıktıktan
sonra bir aralık iskeleye indim. İskelenin bir tarafında bir deniz havuzu vardı,
oraya boyalı tenekeden mamul kalemdanımı evvelce düşürmüş idim. Kalemdan
nazarıma tesadüf etti. Havuz bir arşın kadar derinlikte ve bir ciheti ise daha
ziyade sığ idi. Kalemdanı bir değnekle ite ite havuzun sığ olan cihetine götürmek
için uğraşmaya başladım. İskeleye ise boyanmak için bir sandal çekilmiş. Ben
beri tarafta uğraşıp dururken sandalın desteğine çarpmışım. Sandal o tarafa
doğru yattığı gibi beni iterek havuzun içine düşürüverdi. Derhal haykırmaya
başladım. Geldiler.. . Beni çıkardılar. Tekrar soydular ... Hamama soktular. . . .
Azarladılar. Ağlamaya başladım. Bu aralık kalemdanı da çıkarmışlar .. .
Getirdiler. Bana verdiler ... Derhal teessürüm zail oldu ... Sevindim; her şeyi
unuttum, ertesi sabah uykudan uyandığımda o kalemdanı baş yastığımın
üzerinde bulmuştum! .. "
Bu samimi ifadatıyla çocukluğunu bize anlatan Ekrem ilk tahsillerini de
mahalli iptidai mekteplerinde görmüştü. Bilahare devama başladığı Askeri
Rüşdiyesi'ni ikmal ederek Mekteb-i Harbiye'ye dahil olmuştu. İlk zamanlarında
riyaziyeye merak saran Ekrem zamanının edebi cereyanlarından derin bir tesir
duymaya başlamış, fıtratında mündemiç olan isti'dad-ı edebi daha pek genç iken
ispat etmişti .
Avrupa'dan Şinasi'ler ve Kemal'ler vasıtasıyla memlekete giren romantizm
cereyanı zamanın bütün gençleri, bütün mütehassis ruhları üzerinde kuvvetli
izler bırakıyordu. Kemal'in yazılan ve bilhassa şiirleri adeta efsunkar bir tesir ile
damarlara kadar nüfuz ediyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 259

Ekrem de bu tesirden kendisini kurtaramamıştı. On altı on yedi yaşlannda


iken şiire başlamıştı. İntisabı daha o yaşlarda kendisini Harbiye'den ayıramamış,
tuttuğu yolda
Mevkib-i Hümayfın Mülazım-ı Evvelliğine kadar yükselmişti.
[s. 298] Daha Harbiye talebesi iken on sekiz yaşlannda:

"Yar her sudan hüveydadır şeb-i mehtabda


Can u dil mest-i temaşadır şeb-i mehtabda"
gazelini tanzim ederek nazar-ı dikkati celb etmişti. Nağme-i Seher unvanlı eseri on
altı yaşında iken yazmaya başladığı şiirlerden vücuda gelmiş bir mecmuadır.
Ekrem, yalnız şiire intisap ile kalmadı. Asrın bir ihtiyaç haline giren
temayülatına da kapıldı. Birçok gençler gibi Fransız lisanına bir ehemmiyet-i
mahsusa verdi ve çalıştı. Ve o sayededir ki Fransızların klasik ve romantik
eserlerini okuyarak hissiyat-ı şaıranesını yükseltti. Klasiklerden yaptığı
tercümeleri 1 286 [1870/ 187 1] senesinde kitap halinde tab' ve temsil ettirmişti.
Ekrem o zaman yirmi üç yaşlarında idi. İki sene sonra mevcudu kalmayan bu
eserini bilahare La Fontaine'den tercüme ettiği hikayeleri de ilave ederek l 30 1
[1884/ 1 885]_tarihlerinde Nıiçi4, unvanıyla tekrar tab' ve neşrettirmiştir.
Ekrem'in bu isti'dad-ı mahsusunu gören Namık Kemal merhum onu kendi
sahabet-i edebiyesine almış, teşvik ve tergibden geri durmamıştı, hatta Avrupa'ya
giden İbrahim Şinasi'nin Namık Kemal'e bıraktığı Tasvfr-i Ejkô,r'a Ekrem de yazı
yazmaya başlamıştı. Bilahare Kemal, Ziya Paşa ile beraber İstanbul'dan firar ile
Avrupa'ya gideceği sırada 1 2 Muharrem 1 284 [ 1 6 Mayıs 1 867] tarihinde Tasvir-i
Ejkar'ı tamamıyla Recaizade'ye bırakmıştı. Ekrem o zaman yirmi yirmi bir
yaşlarında bir gençti. Gazeteyi büyük bir muvaffakiyetle Şinasi Avrupa'dan
avdet edinceye kadar idare etmiştir.
Ekrem 2 7 Zilhicce 1 288 [8 Mart 1872] senesinde Terakki Matbaası'nda
Atala tercümesini bastırmıştır.
Atala on dokuzuncu asrın en meşhur muharrirlerinden Chateaubriand'ın56
eseridir: [s. 299] Ekrem, Atala tercümesine yazdığı "Mukaddime"de, eseri bir
sene evvel tercümeye başlayarak Hakiiyık gazetesinde neşre başlamışken bilahare
bırakmış olduğunu söyledikten sonra:

56 Chateaubriand on sekizinci asır nihayetlerinde 1 768 taıih-i miladisinde Saint-Malo'da


doğmuş, Amerika'ya seyahat etmiş, İhtilfil-i Kebir'de Fransa'ya dönmüş 1 796 senesinde muhaceret
etmiştir .
"Restorasyon" devrinde Hariciye Nezareti'ne kadar çıkmıştır. Vefatı 1 848 tarihindedir.
Üslubunun şaşaa ve serveti, hayal ve hassasiyetinin vüs'at ve kuvvetiyle tasvirlerinin renkliliği ve
canlılığıyla fevkalade bir şöhrete mazhar olan bu romantik edebiyatı rüknünün meşhılr-ı alem olan
eserlerinden biri de Atala' dır. (İsmail Hikmet'in notu)
260 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Bunun 288 sene-i hicriyesi Ramazan'ında [Kasım/ Aralık 1 87 1] ihlfil-i


zihn etmeyecek bir anza-i vücudiye ile ben on güne kadar mecburen bir tarafa
çıkamadığımdan ve işsiz canım dahi sıkıldığından, kendime eğlenceli bir
meşguliyet-i müfide taharri eyledim. Hatırıma Atala tercümesini ilerletmek layıh
olduğundan ve o müddet içinde biraz şey tercüme ederek ve ondan sonra dahi
akşamlan ve sabahlan meşagil-i mahsusa ve mukanneneden hali ve masun kalan
ekall-i sa'atimi bu işe hasreyleyerek üç ay zarfında tercümenin ikmaline
muvaffak oldum. Ve bizim üdebaya naçizane bir yadigar olmak üzere şu suretle
tab'ına dahi cüret eyledim."
diyor.
Mahmud Ekrem 1 29 1 f l 874/ 1 875] senesinde İstanbul'da Matbaa-i Tasvir-i
EfKar'da Mes Prisons tercümesini bastırmıştır. Bu tercümeye hadd-i zatında
Atala'dan daha ewel, yani Fransızcaya yeni başladığı zaman -biraz da hocasının
"tavsiye-i müşkil-pesendane"si üzerine- teşebbüs ettiğini "Mukaddime"sinde şu
suretle anlatır:
"Mes Prisons tercümesine Fransızca'ya yeni heves ettiğim zaman ki bundan
beş sene akdem tecrübe-i kalem yolunda başlayıp on dokuzuncu mebhasa
kadarını ol vakit dahi çıkmakta bulunan Terakkı� gazetesiyle tefrika suretinde
neşrettirmiştim ki buna dair gönderdiğim mektup ile tercümenin birinci mebhasi
gazetenin 6 Cumadelula 1 286 1 1 4 Ağustos 1 869] tarihli nüshasıyla çıkmıştı.
Bunu söylemekten maksadım tercümenin yeni bir şey olmadığını anlatmaktır.
Tecrübe-i kalem içine sehlü'l-ibare bir şey arayıp bulmak iktiza ederken
Mes Prisons'u tercümeye kalkışmaklığım lisan hocasının tavsiye-i müşkil­
pesendcinesine fırifte olmaktan ileri gelmiştir. Yoksa bunun ahlak, hikmet-i
edyan, [s. 300] kelam gibi ulum-ı aliyeye müteallik olarak tazammun ettiği
birtakım mesail-i dakika ve mütfilaat-ı amikanın kuwet ve ma'na-yı aslisi izale
veya tagyir olunmaksızın Türkçeye nakil ve tercümesindeki suubet ve müşkilatı
iptidadan takdir etmiş olaydım ihtimal ki hiç başlamazdım.
Halbuki bunun gazete nüshaları üzerinde münteşir olan tercümeleri - her
neden ise - me'mulümden çok ziyade olarak nezd-i erbiib-ı maarifte karin-i
nazar-ı rağbet olmak şerefine nail olmuş ve hatta tercümenin inkıtii'-ı neşrinden
sonra buna devam ve itmam olunması bir hayli zeviit tarafından ihtar ve tavsiye
buyurulmuştu.
Tercüme hadd-i zatında bir şey değil ise de, mademki Fransızcayı tahsile
heveskarlığımın ilk eseridir ve mademki vaktiyle buna haylice emek ve vakit sarf
olunmuştur, evrak-ı perişan üzerinde kalmakla sahife-i alemden bütün bütün nii­
bud ve bi-nişan olmak hatargahında bulunmasına gönlüm kail olamadı.
Binaenaleyh şu suretle risale suretinde dahi tab' ve temsiline şevk ve cesaretim
hasıl oldu ... "
diyor ve bu suretle l 29 l 'de [ 1 874/ 1 875] tab'olunmasına rağmen Mes Prisons
tercümesi çok ewel başlamış olduğunu gösteriyor.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 26 1

Bütün şu ikrarlardan bir hakikate daha vakıf oluyoruz ki o da


Recfüzade'nin Tasvir-i Ejkdi'dan maada Hakayık ve Terakkf gazetelerine de
muavenet-i tahririyede bulunduğudur.
Ekrem tam inkılap senelerinde 1 293 [ 1 87 7 / 1 878] tarihlerinde edebiyat
muallimi olmuş, tam zihinlerin galeyanlı, ruhlann heyecanlı bulunduğu devirde
idare-i hissiyata başlamıştı. Kemal'lerin, Ziya'lann menfalanndan döndüğü,
Midhat Paşa'ların, Hüseyin Avni Paşa'lann, Süleyman Paşa'lann himmetleriyle
Kanfın-i Esasi'nin -velev muvakkat bir zaman için- hürriyet ve müsavata susamış
olan halka nefes alacak bir hak bahşettiği zamana tesadüf etmişti. Böyle mesut
sayılacak bir devirde bilhassa [s. 301] Galatasaray Sultanisi mutlak denecek bir
hürriyet içinde sade Ekrem'den değil belki kendilerine edebiyat, felsefe, tarih ve
fünun tedris eden Fransız profesörlerinden de istifade ediyorlardı.
İşte o nurların intibaı idi ki Fikret'e bilahare "Doksan Beşe Doğru"
bediasını yazdırmıştı.
Henüz otuz yaşlarında bir genç olan Ekrem de en canlı, en ateşli devre-i
hayatında bulunuyordu. En ateşin hamileri etrafında idi. Büyük bir şevk ile
çalışıyor, asrın bediiyat, edebiyat, sınaat hakkındaki yeni telakkilerini karşısındaki
zeki, cevval gençliğe aşılıyordu. Yenilikle eskiliği mukayese ediyor, eski şairlerin
de bir kıymet-i bediiyeyi haiz, la-yemılt olan simalarını tanıttırmayı
unutmuyordu. Kendisine de birer menba' -ı ilham, birer mürşid-i edeb olan
Sinan Paşa'ları, Fuzılli'leri, Baki'leri, Nefi'leri, Nedim'leri, Şeyh Galib'leri
okutuyor, tedkik-i mehasine çalışıyor; Osmanlı edebiyatında güzel birer iz
bırakan bu yüksek düşünceli büyüklere hürmeti telkin ediyordu.
1 299 [ 1 88 1] tarihlerinde tab'ettirdiği Birinci Zemzeme'de erbab-ı mütalaaya:
"Zemzeme -ki mündericatı fasl-ı hazan gibi bir zaman-ı fütılra tesadüf olan
perişan nagamat-ı hamenin birer işaretnamesi hükmündedir- umumiyeti
itibarıyla şu vakitte okunur, dinlenir şeylerden değil iken neşrine cesaretim
evvelce Nağme-i Seher'in umumdan nail olduğu rağbet-i müşevvikaneye
iğtirarımdandır.
Zemzeme ise muahharen söylediğim eş'arımın kaffesini cami demek
değildir."
diyor. Zemzeme'leri Ebüzziya Matbaası'nda basılmış, üçü de birer sene !asıla ile
meydan-ı intişara çıkmıştır. ikinci Zemzeme'nin başında "İlade-i mahsılsa"sında:
"Zemzeme'nin kesilmesini temenni yolunda name-perdaz-ı zarafet olan bazı
ashab-ı irfanın bilhassa afüvlerini temenni ile beraber asar-ı hakiranemi layık
olduğundan pek çok ziyade bir rağbetle telakki buyuran erbab-ı mütalaaya
teşekkürler ederek şu ikinci kısmı dahi neşrediyorum ... "
diyor, Ekrem bundan evvel Ta'lfm-i Edebiyat'ı neşretmişti. Ta'lWı-i Edebiyat
Ekrem'in en kıymetli, en [s. 302] büyük eseridir, diyebiliriz. Recfüzade otuz,
otuz bir yaşlarında iken Galatasaray Sultanisi ile Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'ye
262 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

edebiyat muallimi tayin olunmuştu. İşte Ta'/1m-i Edebiya� Ekrem'in bu iki


mektepte tedris ettiği derslerden vücuda gelen bir kitaptır:
Ta'lfm-i Edebiyat'a gelinceye kadar Türkçede muntazam bir edebiyat kitabı
yoktu. Edebiyat mefhumunu da hakkıyla anlayan mevcut değil gibiydi. Ekrem;
şiir ve şair hakkındaki Garp fikir ve telakkilerini cem ve tedvin etmiş, bir kitap
haline getirmişti. Bu suretle de kavaid-i edebiyeyi zabt u raht altına almış oluyor
ve bir insicam-ı mahsus tahtında edebiyat tedris ediyordu. Tabii güzellikleri
öğretiyor hissimizi, zevkimizi terbiyeye medar oluyordu. Ekrem bu kitabıyla
Şinasi'lerin, Ziya Paşa'ların, Namık Kemal'lerin yapmak istediklerini fiilen ve
şamilen yapıyordu. Yeniliği bütün genç dimağlara, genç ruhlara aşılıyordu,
bundan dolayı da karşısına birçok muarızlar çıkıyordu.
Fakat bütün bu muarızlara bir cevab-ı müskit olan Kemal'in takrizi sözün
kıymet ve kudreti hakkında birçok hakikatler serd ettikten sonra:
"Ne hacet, lisanımız da daha birkaç sene evvel edebiyat tarz-ı hakikisine
meyletti. Tabiata mutabık birkaç misal meydana geldi. Şimdiki eserlerde görülen
letafet ve hususuyla o asar-ı latifeyi meydana getirmekte olan suhulet muhtac-ı
ta'rif değildir.
Milletin edebiyata olan kabiliyet-i külliyesini tarik-i istikmale sevk için lazım
olan esbabın biri de kavaid-i edebin bize mahsus bir tarzda tedvini idi;
meziyatını ithama namını zikretmek kafi olan edib-i ma'rifet-perver Ekrem Bey
Ta'lfm-i Edeb!Jdt'ında bu ihtiyacı ifa eyledi. Müellif eserinin birinci olduğundan
ve o cihetle noksanından bahsediyor. Filhakika eser lisanımızda birincidir. Ve o
cihetle noksanı değil, hakk-ı takaddüm gibi bir fazlı vardır. Mamafih ihtimal ki
noksanı da bulunabilir; fakat bir millette edebiyat gibi ekser-i kaviiidi zaman ve
mekan ile tebeddül eden bir fenni tedvin etmekte mevcut olabilecek noksan yine
başka bir lisandan tercüme etmekte gösterilecek kemfilata gıbta-resan olur.
Ta'tım-i Edeb!Jat nevresidegan-ı [s. 303] ma'rifete ne kadar büyük bir hizmet ise
min-gayr-i istihfil mensuplarından addolunduğum tarz-ı cedid taraftarlarından
bir birader-i vicdanın mahsul-i inanı olduğu için nefsimce dahi o kadar mutena
bir medar-ı mefharettir. . . ilh."
diyor.
Kemal'in bu takrizi ve müdafaa yollu yazdığı mektuplar Ekrem'e büyük bir
kuvvet veriyordu.
Ekrem bir taraftan mekteplerdeki tedrisatıyla diğer taraftan hariçteki
neşriyatıyla etrafına birçok genci toplamış, bir mekteb-i edeb teşkil etmiş, "Üstad
Ekrem" olmuştu.
Şakirtlerine:
"Bedayi-i fıkriyeye bir sıfat-ı kaşife tayin etmek isteyen dakayık-perveran-ı
edebden birisi 'En güzel eserler insanı ağlatanlardır' demiş, ben olsam sadece
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 263

'En güzel eserler onlardır ki, okunduktan sonra da insanı bir müddet düşünmeye
mecbur eder. ' derdim.

Filhakika mütalaası gönülde rikkat, gözde rutubet, husfılüne sebep olan asar
mutlaka güzel addolunsa bile, her güzel eser mucib-i girye değildir."

diye yeni telakkiler, yeni görüşler, yeni duyuşlar telkin ederek:

"Ulviyet-i hakikiyeden bi-nasip olduğu halde yalnız lafza ulviyeti müş'ir


sözler balon gibidir: Heva-yı iştiharda bir aralık, i'tila-nüma olsa bile bilahare bir
zemin-i mechuliyet ve mensiyete düşer kalır! Hakikat-i hissiyeden mahrum
iken ateşten, kıvılcımdan bahseden manzumeler şeb-taba benzer:
Zalam-ı evham içinde fiiruzin görünse bile hiçbir kalp üzerinde bir eser-i
ihtirak husule getirmeksizin kendi kendilerine söner, mahvolur!"

kanaatini de ilaveden sonra:

"Asar-ı edebiyede ve bilhassa şiirde üç nevi güzellik takdir olunur ki,


birincisi mehasin-i fıkriyeye, ikincisi bedayi-i hayfiliyeye, üçüncüsü de sünuhat-ı
kalbiyeye mahsustur. Bu güzelliklerden ruha nafiz olan sünuhat-ı kalbiyeye
mahsus güzellik olduğu için diğerlerine takaddüm eder. Bundan sonra gelen
bedayi-i hayfiliyedir. Mehasin-i fikriye üçüncü derecede güzel addolunurlar.

[s. 304] Mehasin-i fikriye letaif-i hissiye ile karışırsa, tabiidir ki eserin
güzelliği bir kat daha artacağı gibi kendilerinde letaif-i hissiye ile bedayi-i
hayfiliyenin aheng-i imtizacı bulunan asar, letafetçe bir mertebe-i fili'l-fila vasıl
olur!

Mesela Şinasi merhumun:

Ziya'-ı akl ile tefrik-i hüsn ü kubh olunur.


Ki nlır-ı mihrdir elvanı eyleyen teşhir
sözü yalnız fikren güzel olan asardan maduttur ki bunu fikir takdir eder.

Nedim'in bir sahilhane vasfındaki neşidesinden:

Kıllı u derya iki canibden der-aglış eylemiş


Sanki derya dayesi küh-sar ise lalasıdır
Kuh sakınmakta ruh-sarın doğan günden anın
Bahr ise ayine-dar-ı tal'at-ı zibasıdır.

beyitleri hayalen güzel olan asardandır ki, bunu da zevk takdir eder. Nabizade
Nazım Bey'in:

Zevk-i sevda duymadın aşık-perestar olmadın


Ol kadar sevdim de aşkımdan haber-dar olmadın
264 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bahtiyar olmaktı sevdadan meramı tab'ımın


Bahtıma düşmen kesildin tab'ıma yar olmadın!
beyitleri sünfıhat-ı kalbiyedendir ki bunlar da his ile anlaşılır. Halbuki Mahmud
Bey merhumun:

Ey yadı bana enis ü gam-har!


Ey yadı bana rakibsiz yar!
Yadın gibi dil bulur mu dil-dar?
Yadında velasızım vela-var!
[s. 305] kıtasında zarafet-i fikriye ile rikkat-i hiss iki yar-ı muvfilik gibi mümtezic
göründüğünden kıta hakikaten pek dil-nişin iken Hamid Bey'in:

Severim ba'zı ben şeb-i tarı


Veririm subh-ı nev-baharı ona,
Duş-ı nazında zülf-i zer-tarı
Görünür yarimin hayali bana.
Yetişip hal-i ıztırabımda;
Yüzüme nur-ı hüsnünü serper
Sanırım bir peri-i zerrin-pcr
Dolaşır külbe-i harabımda;
manzume-i müntehabesi en latif bir his ile en nazik bir hayalin hacle-gah-ı visali
addolunmaya layık olduğu için likr-i hakiraneme göre yukarıki sözlerin
cümlesinden daha dilber, cümlesinden daha ruh-istinastır! Ve okunduktan sonra
insanı bir müddet tefekküre düşürmekte, bu yoldaki neffüs-i nadireye mahsus bir
meziyettir."
şevahidiyle te'yid-i iddia eyliyor.
Ekrem'e karşı hücumlar da asıl bundan sonra başlıyor. Çünkü Ekrem'in bu
sözleri şair ve muallim geçinen ve eski edebiyat taraftarlığında musır görünen
birçoklarını sahne-i edebiyattan silip götürüyor. Bilhassa:
"Hakikat-ı hissiyeden mahrum iken ateşten, kıvılcımdan bahseden
manzumeler şeb-taba benzer zalam-ı evham içinde fürôzan görünse bile hiçbir
kalp üzerinde bir eser-i ihtirak husı'.'ıle getirmeksizin kendi kendilerine söner,
mahvolur."
sözleriyle kendi muanz-ı hakikisi olan Muallim Naci'yi hırpalıyor "Ate1-pare"
"Şeni.re", "Fürık,an" unvanlı eserlerin isimlerinden başka insana ateş hissi verecek
bir kıymet-i edebiye, bir kıymet-i bediiyeyi haiz olamadıklarını bütün gençlere,
onlarla beraber de bütün ihtiyarlara gösteriyordu.
Bu biraz, hatta birçok da haklı olan hücumlar karşısında şaşalayan Naci ve
taraftarları da müttefikan Ekrem'e karşı bir mukabil hücuma geçmeyi [s. 306]
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 265

zaruri görüyorlar ve kendi taraftarları olup da Ekrem'in derslerinde bulunan


birkaç talebeyi ellerinde vasıta olarak kullanıyorlardı.

Ekrem, Galatasaray Sultanisi'nde edebiyat muallimi bulunduğu sıralarda


Naci zümresinin en kuvvetli, en bariz bir uzvu olan Muallim Feyzi de
Galatasaray Sultanisi'nde Edebiyat-ı Farisiye muallimi idi. Ekrem Bey'in dersleri
hakkında talebeden yalan yanlış malumat alan Feyzi, gidip Muallim Naci'ye
anlatıyor. Mesela "Ekrem Bey bugün edebiyat dersinde talebeye 'falan' kelimeyi
yanlış anlatmış." diyor ve bunun üzerine Muallim Naci'nin çıkardığı mecmuanın
o haftaki nüshasında Üstad Ekrem'e karşı istihza-kar bir tariz görülüyor. Bu
haksız tehacümlere kat'iyen ehemmiyet bile isnat etmeyen Ekrem, talebesinin
tahrif-i hakikatle yaptığı bu gammazlıklara müteessir oluyor, gençliğin doğruyu
yanlış gösterecek kadar alçalmasını hazmedemiyordu.

Edebiyatta bir Ekrem, Naci fırkaları vücuda getiren ihtilaf gittikçe artmış,
gittikçe büyümüştü. Hakikatte bu bir şahıs münazaası, bir şahıs muhasedesi
değildi. Bu darbelene darbelene yıkılmakta olan "eski mekteb"le canlana
canlana büyüyen, kuvvetlenen "yeni mekteb"in musaraası idi. Ekrem ile Naci bu
sahnede en canlı rolleri ifa eden aktörlerden başka bir şey değildi. Şu kadar var
ki Ekrem bu yeni mektebi bir nizama vaz' ile bütün şemailiyle meydana çıkaran
bir şahsiyet olduğu gibi Naci de eski mektebe yeni bir ruh vermeye, can çekişen
telakkiyi, kanaati, diriltmeye uğraşan bir mevcudiyetti.

Gençlerin bir kısmı Ekrem'in, bir kısmı da Naci'nin etrafında


toplanıyorlardı. Musaraa hayli şiddetli oldu. Fakat en çok hücum edenler en
evvel yoruldular. Ekrem müdafaa vaziyeti aldı, muhacimlerinin silahlarını pek
iptidai, pek zayıf buluyor, bir iki hücumdan sonra silahsız kalacaklarını biliyordu.
Nitekim de öyle oldu.

Evvela Naci'nin zümresinde iken Ekrem'in yeniliğindeki cazibeye kapılan


bir genç [s. 307] Menemenlizade Tahir Bey yazdığı manzumeleri toplayıp Elhan
ismiyle bastırmak istemişti. Evvela Ekrem'in nazar-ı tenkidine arz etti.

Ekrem bu genç şairin eserini hakiki bir muallime yakışacak kıymet-şinas bir
dikkat ve ehemmiyetle ciddi surette tedkik ve tenkid ederek Takdu-i Elhan
unvanıyla tab'ettirdi. Recaizade gençliğe hakiki şiir ve edebiyatı telkin ve telkih
için hiçbir fırsatı fevt etmek istemiyordu. Kendi muarızı olan Naci de
şakirtlerinin eserlerini tenkit ve takdir ederdi. Fakat onun tenkitleri hiçbir zaman
eserin mahiyet-i hakikiyesine, kıymet-i hissiye ve bediiyesine kadar nüfüz etmez,
Muallim'in mecmuasına "teberrüken" dercedilen "nazire"nin altına bir veya iki
satırlık bir cümle-i taltifiye ilavesinden ibaret kalırdı.

1 30 1 [1 884/ 1 885] senesinde Mahmud Bey Matbaası'nda bastırdığı Takdfr-i


Elhan'ında Recaizade, Tahir Bey'e hitaben uzunca bir Mukaddime'de:

"Eş'arınızdan bir mecmua tertip ve neşrini size ben de birkaç kere ihtar
etmiş idim. O cihetle Elhan'ı o unvan-ı latif altında ve mürettep bir halde
gördüğüm gibi sevindim.
266 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Mekteb-i Mülkiye-i Şahane' de edebiyata dair takrirat-ı ahkaranemi bundan


dört beş sene mukaddem istima etmiş olan müstaiddan-ı şübban arasında siz de
mevcut bulunduğunuzdan dolayı mecmuanızın mündericat-ı latifesine atf-ı
nazar ettiğim zaman nefsimce bir mübahat dahi hissetmeye başladım. Sade
mübahaum haksız olduğunu yine derhal anladım, çünkü her şair-i hakikide
olduğu gibi sizde dahi asan meşhfıd olan füyfız-ı ulviye mücerret tabiaun
ihsanıdır. Hepimiz o tecellikar kudretin birer acemi şakirdiyiz."
dedikten sonra bir yerde de:
"Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım gelmez ... Her şiir mevzun
ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi."
kaydını ilave ediyor ve şiirleri birer birer gözden geçirerek tetkik ve tenkide
başlıyor. Fikri, hissi, bedii güzellikleri takdir, hissi, tabiau inciten aykırılıklan
tenkit ediyor. Nihayet bir yere geliyor ki orada:
"Şu ta'dad ettiğim evsafın [s. 308] hemen umumundan mahrum olan
acezenin burada meydanı hfili bularak tenkid veya intikad veya muaheze veya
temyiz-i asar namıyla şunun bunun eserlerinden oldukça iyileri hakkında
garazkarane ve hasidane zeban-dıraz, fenaları hakkında züylıf-perverane
medhiye-perdaz olmalarında hikmet-i şarlatanlıkla iktisab-ı şöhrete çalışmaktan
ve bir de saye-i şahanede ekserisi mekatib-i aliyede tahsil-i fünfın etmiş, her şeyi
doğru düşünmeye alışmış, edebiyatın da sahihini gayr-ı sahibinden fark ve
temyize istidat peyda eylemiş olan gençlerden kendi hallerince neşr-i asara
heveskıir olanları yegane filet-i tehdidleri olan lisan-ı taarruz ve tecavüzleriyle
korkutup 'Muallim-i şuara -Şeyhü'l-üdeba- muhyi-i edebiyat-ı Osmaniye' gibi
gayet azametli, gayet bfila-pervazane unvanlarla kendilerine maa'l-kerahe
sitayişhan ve meslek-i sakimlerinde hah u na-hah pfıyan etmek emeline
hizmetten başka bir şey olmadığı erbab-ı dikkat nazarlannda hafi kalan
şeylerden değildir.
Evet, daha imla öğrenmeden şiir ve şairi tarife kalkışmak şarlatanlıktır.
Türkçe iki satır dürüst yazı yazmaya muktedir değil iken lisan-ı Osmani'nin
kifayetinden, mükemmeliyetinden bahse girişmek şarlatanlıktır. Fransızcanın
elifbasını öğrenir öğrenmez -Türkçe karaladığı yaveler arasına Fransızca hurlıf
ile bi-ser ü bün ibareler katarak: 'Biz hazretleri Fransızcayı da işte pekala
öğreniverdik' yollu nümayişlerde bulunmak şarlatanlıktır. Bir iki defa Morceaux
choisies57 okutturup dinlemekten ve tercümeleri kendisine ihsan olunan bir ikisini
de yalan yanlış lailatün lailatüne tevfik etmekten başka edebiyat-ı Garbiye ve
Şarkiye ile münasebeti yok iken Şark ve Garp edebiyatı arasında muvazene
yapmak Voltaire'ler, Racine'ler Alfred de Musset'ler, Lamartinc'ler, Victor
Hugo'lar gibi her yerde nadir yetişen dühat-ı edebi istihla.fa ve eserlerini kendi
yaveleriyle mukayeseye kalkışmak, hele hepsinden büyük şarlatanlıktır."

�7 Seçilmiş parçalar. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 267

diye b aşında Muallim Naci bulunan bir zümreye bir sille-i te'dib indirmekten
kendini alamıyor. Filhakika muarızlarına karşı yeni bir silah elde edebilmek
kastıyla Muallim Naci'ler, Muallim Feyzi'ler de Fransızca öğrenmeye ve tercü­
meler yapmaya savaşmışlardı.
[s. 309] Bu da kendilerinin -velev gayr-ı şuuri de olsa- yeni cereyanın
mağlubu olarak sürüklenip gittiklerini gösterir.
Ekrem Takdfr-i Elhiin'ında bir noktaya daha dokunuyor:
'gark-ı nur' redifinde bir neşidenizi mecmuanıza kaydetmiş iken sonra yine
çizmişsiniz, pek isabet olmuş zira:
Astini pençe-i hurşiddir entarimin
Hem-nişini gonce-i nahiddir destanının
İstesem asar-ı Şark u Garb'a tı11an-hiz olur
En kemini lücce-i tenkiddir güftanmın
yollu büyük büyük lafızları cami ve fakat manasızlıkları -edib-i hakim Ahmed
Midhat Efendi Hazretleri'nin himmet-i hakayık-cuyane ve gayret-i terakki­
perveranesiyle- bugünkü günde her tarafça bir emr-i şayi olan:
'Ne tarik-i reviş-i taze ne vadi-i kadim'
tarifine dahil batıl sözler ki nerde görsem bana -'cübbeli astinli - kunduralı
lapçinli - müşekkel ve müheykel - mülebbes ve mükehhel - nahnaha-saz-ı galat­
perdaz'- zuhuri kolu kavuklulannı ihtar eder, sizin gibi milletin şan ve mevkiine
layık ve münasip ve terakkiyat-ı fikriye-i filemle mütenasip surette edebiyatına
hizmet etmek istidadını haiz olan gençlerimizin asan içinde mahal bulacak
şeylerden değildir... "
tarzında tenkidatına acı ve zehirleyici bir tarzda devam ediyor. Bu suretle tehzil
olunan tarafta durmak istemiyor, cevaplarında, mukabelelerinde -daha galiz,
daha adi bir tarzda - ısrar ediyordu
Naci, Zemzeme'ye mukabil çıkardığı Demdeme'de bir muallime yakışır surette
nezahet ve ciddiyetle tenkit değil gılzet ve sakaletle teşnilerde bulunuyordu.
Vaktiyle takdir ettiği yazılarından numuneler aldığı Ekrem'in yazılarını değil
şahsını istihdafa ve istihfüfa çalışıyordu. Üstad Ekrem'in günden güne artan,
kendi şilirtlerini elinden alan, şöhretini kırmak, şerefini ihlal etmek istiyordu.
Esasen sekiz on senedir muallimlik eden ve Mekteb-i Sultani ve Mülkiye'de
[s. 3 1 0] ders-i edeb vererek bihakkın "Üstad Ekrem" namını alan Recaizade,
Mekteb-i Sultani talebesinin yukarıda zikrettiğimiz tahrifkar gammazlıklan
dolayısıyla müteessir olmuş ve bir gün derste bu çirkin hareketi inceden inceye
teşrih ederek çıkıp gitmiş, bir daha mektebe dönmemiş, istifa etmişti.
Ekrem'in istifası kendi taraftan olan talebeyi fevkalade müteessir etmişti.
Bunların başında bulunan Fikret merhum Recaizade'den bahsederken:
268 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Ekrem Bey bütün manasıyla bir edebiyat muallimi idi. O, şiir ve edebi
nefsinde yaşatırdı. Ders anlatışı, söz söyleyişi, sual soruşu, duruşu, oturuşu her
şeyi canlı bir edep, canlı bir nezahetti. Onun lisanında kelimelerin başka bir
ahengi, başka bir musikisi, başka bir kuweti vardı. Onun mektebi terk etmesi
edebiyatın ölümü idi!"

derdi.

Ekrem'in Sultani'den çekilmesi Naci taraftarlannın ekmeğine yağ sürmüştü.


Bu onların kat'i bir zaferi sayılabilirdi.

Nitekim Ekrem'in yerine Sultani'ye edebiyat muallimi olarak Muallim


Naci'yi göndermişlerdi.

Bu hareket o zamanın en yanlış, en muzır, en gayr-ı terbiyevi bir hareketi


idi.

Bu tayin-i garibin Üzerlerindeki tesirini o zaman Sultani'de talebe olan


fikret anlatırken:

"Ekrem'in yerine Naci'yi gönderdiler. Oh bu sukut-ı hayali, bu inkisar-ı


ümidi tarif edemem. Naci rengi solmuş sof ceketi, geniş fesi, ağzını kulaklarına
kadar açan geniş handesiyle sınıfın kapısından girerken biz donup kalmıştık.

Ekrem Bey kürsüye oturur; güler yüzü, sevimli çeh resi, temiz taranmış
sakalı, yüksek, vakur alnı, necip tavnyla akarsu gibi saf ve billurin ifadesiyle bize
derslerini takrir ederken biz schhar bir musiki dinler gibi vecd içinde kalırdık.
Naci gelir, Arabi'den tercüme ettiği manalı manasız, maksatlı maksatsız bir sürü
kaideleri bize imla eder, misal bulamadığı yerlerde başını [s. 3 l ll kaşıyarak bir
mısra veya bir beyit söyler, sonra da memnuniyetini gösterir geniş bir hande ile
ağzını kulaklarına kadar açarak kendi kendini alkışlar:

Hoş düştü! derdi. Biri Üstad Ekrem biri Muallim Naci unvanını taşıyan bu
iki edebiyat hocası arasında iki kutup arasındaki mesafe kadar uzun ve uzak bir
mesafe vardı . . . "

derdi.

Naci mektebe muallim olduktan sonra Ekrem taraftan olan Fikret'ler ve


arkadaşları en önde oturdukları sıraları terk ederek sınıfın en arka sıralarına
çekilmişler, mevki-i muhalefete geçmişlerdi. Naci daima bu zeki, cewal ve tab'an
şair ve aynı zamanda da sınıfın en ileri gelen şakirtlerinin ta'riz ve taarruzundan
hatta mektepten sonra da kurtulamamıştı.

Ekrem, Naci'nin Demdeme'sine cevap vermeyi tenezzül addetmişti.


Haysiyete layık olduğu kıymeti vermekten çekinen bu adam hakkında o zaman
Zabtiye Nezareti mevkiini işgal eden ve kendisi gibi Namık Kemal'in
takdirkarlanndan olan Nazım Paşa'ya meselenin çirkinliğini bildirmişti. Nazım
Paşa, Naci'ye haber göndermiş ve Demdeme'nin ikinci cüzünün intişarına marn
olmuştu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 269

Mamafih bu Ekrem-Naci muarazası yalnız iki muarız-ı mübariz arasında


kalmamış; tabii olarak kalamamış, daire-i sirayetini artırmış, bütün gençler
arasına yayılmış, bugüne kadar devam edip gelmiştir. Çünkü muaraza şahsi değil
zaman! idi.
Çarpışan zahirde göründüğü gibi Ekrem ile Naci'nin şahsiyeti, Ekrem ile
Naci'nin zihniyeti değil asrın, zamanın zihniyeti idi. Terbiyenin, telakkinin,
mefkurenin muarazası idi. Asırlardan beri karşısında hiçbir rakip, hiçbir muarıza
tesadüf etmeden serbest bir reftar-ı serseriyane ile sermest ve ser-bazane gelen
Şark zihniyeti birdenbire karşısında hiç görmediği, hiç tanımadığı bir yabancı,
bir ecnebi rakip bulmuştu: Garp zihniyeti! . . .
İşte çarpışan b u iki rakip zihniyetti: Şark ve Garp ...
Garp'ın ilmi hakikatlere istinat eden bu genç zihniyeti karşısında gurur-ı
bed-mesti ile kağşamış, dizleri kesilmiş, damarları katılaşmış, örselenmiş bir
ihtiyarı andıran [s. 3 1 2] Şark zihniyeti gah taşıp köpüren gayz ve garazına, gah
canlanıp gencelmek isteyen azim ve rezmine rağmen sendeleyip düşmekte
gecikmedi.
Naci, Şark edebiyatını, Şark zihniyetini ihyaya çalışıyor, salim ve asri bir
mecraya sokmak istiyor bir nevi yeni klasizm (neo-classicisme) yapmak istiyordu.
Fakat iş güçtü. Çünkü sağlamak istediği binanın ayakta duracak mecali yoktu.
Asrın ihtiyacı, teceddüde, inkılaba susamış olan ruhların iştiyakı başka şeyler
arıyor, başka tahassüsler, başka teheyyüçlerle sarsılıyor, yeni zihniyet, yeni
mefkure arkasında koşuyordu. O koca nehir, o muazzam cereyan mecrasını
değiştirmişti. Onun önüne durmak ölümden başka bir netice veremezdi. Nitekim
de öyle oldu. Vaktinden pek evvel, daha genç denecek bir sinde cihanı terk
ediveren Mes'ıld-ı Harabati'nin müritleri bütün çırpınıp çarpınmalarına rağmen
elim bir hezimetin zehirlerini tatmaktan kur':ulamadılar.
Ekrem alnındaki zafer çelengiyle etrafına koca bir zümre, bütün bir gençlik
toplamış, emin ve vakur adımlarla inkılaba, terakkiye, tekamüle doğru ilerleyip
gidiyordu.
Yetiştirdiği şakirtlerin bu terakkisini görmekle iftihar eden Üstad Ekrem
Afife Anjelik, Yadigar-ı Şebab, Vuslat yahut Süreksiz Sevinç, Şemsa, Muhsin Bey
isimleriyle hikayeler, manzumeler yazıyor ve neşrediyordu. Bilhassa Tefekkür'ü
büyük bir takdire mazhar olmuştu.
305 senesi on beş Martında [27 Mart 1 889] tab'ettirdiği Pefmürde'sinin
Mukaddime'sinde:
"Pefmürde'ye giren şiirler ise umumen bir fikr-i ceyyidi mübeyyin. . . Bir
hayal-i bedia mukarin olmaktan baid oldukları halde yalnız her biri enhar-ı
edvar-ı cihan misillu cuy-bar-ı i'mar-ı insanın da dökülüp gittiği umman-ı bi­
keran-ı hiçahiçe katarat-ı mevhume-i sirişk gibi karışıp bi-nişan olan bir lahza-i
270 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

şevk ve neşatın, bir dem-i ye's ü matemin sevimli bir yadigar-ı hazini olduğu için
kendilerinden sarf-ı nazar etmeye gönlüm razı olmadı."
diyor.
Pejmürde'yi tedvin eden, mecmua halinde toplayıp bir de manzum takriz
[s. 3 l 3] yazan, Üstad Ekrem'in sevgili şakirdi Tevfik Fikret olmuştu. Ekrem
Pejmürde'nin sonuna ilave ettiği "İlade-i Mahsôsa"da Fikret'i hem takdir hem de
erbab-ı takdire takdim ile iftihar ediyor:
"Mahviyyet hfili içindeki refet-i kemfili:
"Hak ol ki Huda mertebeni eyleye fili"
Hakikat-i ürela-pesendanesinin ma-sadak-ı mefili olan Tevfik Bey Efendi -
ki ateşin renklere müstağrak, müzeyyen ve müzehhep bulutlarla muakkap
bularak kemfil-ı darat ve ihtişamatıyla cihan-ı ma'naya elveda-gôya olan
bugünkü mihr-i garib-i edebiyatın yarınki şa'şaa-i tulô'unu öyle bir sabih-ı feyz­
a-feyzin kevkebe-i ikbfiline yakışacak eş'ar-ı can-şikar-ı aheng.. Elhin-ı dil-rüba-i
ferheng ile istikbal için tetebbu'-ı kitab-ı tabiat, ta'kib-i fikr-i hikmetle tenmiye-i
cevher-i kabiliyet.. Tevsi'-i sermaye-i liyakat eden hüner-veran-ı şübban-ı
üdebadan bir şılir-i zi-fazilet. Bir hukuk-perver-i ma'rifettir - zaten perişan
evrak-ı bi-kıymetten ibaret iken himmet-i kilk-i gayretiyle bu şekl-i mazbôtiyeti,
bu suret-i intizam ve matbuiyeti iktisab etmiş olan Pejmürde'yi takdiren neşide-i
atiyeyi ibda buyurdu, ben de bi'l-iftihar zlb-i hatime-i kitab ittihaz etmekten
çekinmedim.
Bir şems-i tfili'in lemeat-ı salası bir harabeye mün'atıf olur, bir murg-ı
seherinin şevki bir vadi-i hazana aksederse o harabe, o vadi-i hazan böyle bir
lutf-ı tezada mazhariyetle elbette bahtiyar görünür, işte öyle bir halette o
harabeye bakıp dalmaktan mahzuz olan nazarlar, yine öyle bir halette o vadi-i
hazana süzülüp gitmekten münbasit olan fikirler -münewer bir fikretin mahsul-i
ma'rifeti .. mülewen bir hayalin eser-i san'atı olan bu neşide-i ta.bende-mealin
şanında:
Dahme-i sanihat-ı efsürde!
demekten başka bir vasf-ı hakiki bulunamayan Pf!fmürde'ye pertev-endaz-ı iltilat
olmasını na-hoş görmezler sanının? .. "
diye Fikret'in yazdığı manzumeyi ilave ediyor:

[s. 3 1 4] Pejmürde!
Ta'lfm . . . O heykel-i hünerdi.
Takdfr ona başka tab verdi;
Bir hikmet-i ruh idi Tefekkür;
Eş'ar-ı bedi'-i pür-teessür;
Muhsin, Şemsti birer güherdi;
Her Zemzeme bir latif eserdi..
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 271

Reşk-aver-i Nağme-i Seher' di


Pejmürde .
. Bu başka bir lisandır:
Kim perde-şikaf-ı raz-ı ma'na,
Bülbül gibi nağme-saz-ı ma'na,
Pejmürde . Bu başka bir beyandır:
.

Her lafzı pür-ah u rab-ı ma'na,


Her nüktesi bir hirab-ı ma'na,
Her yaprağı bir kitab-ı ma'na!
Pejmürde -Nümune-i tabiat-
Bir namiye-zar-ı bi-kerandır!
Pejmürde. . Bu bir misfil-i kudret,
Pejmürde .. Bu bir büyük cihandır:
Pür-şi'r ü taralı cihan-ı ma'na,
Pür-kevkebe asüman-ı ma'na
Nadide harim-i can-ı ma'na
Bir mahşer-i kün fe-kan-ı ma'na!..

19 Teşrinisani 3 1 1 L I Aralık 1 895]

Tilmiz-i aciz M. Tevfik Fikret"


[s. 3 1 5] Ekrem Garp cereyanı taraftan olmakla beraber eski Şark şairlerinin
kudret-i şairane gösterenlerini takdir etmez değildi. Kendisi aslen Şarklı olan
Recruzade bir zamanlar taklit ile, tanzir ile uğraştığı o büyük adanılan da takdir
eder, onların, sanat ve dehaetleri hakkında mütalaalar beyan ederdi. Nitekim
hocalığı zamanında ders olarak takrir ettiği bazı şairlerin tercüme-i hfilleri ile
tenkid-i asarını 1 3 03'te [ 1 887 / 1 888] tab'ettirmeye delfilet eden meslek arkadaşı
Ebüzziya'ya; Kudemadan Birkaç Şair unvanlı eserinin mukaddimesini teşkil eden
"Kariine"sinde:

"Her ne ise Ta'lim-i Edebryat'm tedrisiyle meşgul olduğum on sene müddetçe


işime yaramış olan bu ehemmiyetsiz müsveddat, Ta'lim'den husfile gelen
hizmetin ziyfüyla beraber mahv u na-bedid olmamak için bunların bu suretle
kisve-puş-ı intiba olmasına kadir-şinasane himmet buyuran saadetlu Ebüzziya
Tevfik Beyefendim Hazretlerine arz-ı şükran ederim."

diyordu.

Kudemddan Birkaç Şair büyük bir eser olmamakla beraber büyük bir tesir
bırakmıştır. Çünkü okunan şair ve eseri hakkında bir fıkr-i tahlili uyandırıyor,
eserlere bir nazar-ı tenkid ile bakmayı öğretiyordu.

Ekrem'in hayati tesirlerinden biri ve belki en büyüğü "Edebiyat-ı Cedide"yi


tesis eden gençleri tutması, sıyanet etmesi olmuştur. Servet-i Fünun edebiyatı
Üstad Ekrem'in kanatlan altında hararet almış, kanatlan altında doğmuş ve
inkişaf etmiştir. Üstad Ekrem Pgmürde'sinde:
272 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Mahviyyet hali içindeki rifat-i kemali:


"Hak ol ki Huda mertebeni eyleye ali!"
hakikat-i urefü-pesendanesinin ma-sadak-ı meali olan Tevfik Bey -ki ateşin
renklere müstağrak müzeyyen ve müzehheb bulutlarla muakkab olarak kemal-i
darat ve ihtişamatıyla cihan-ı ma'naya elveda-glıya olan bugünkü mihr-i garib-i
edebiyatın yarınki şa'şaa-i tulu'unu öyle bir sabah-ı feyz-a-feyzin kevkebe-i
ikbaline yakışacak eş'ar-ı can-şikar-ı ahenk... Elhan-ı dil-rüba-yı ferheng ile
istikbal için tetebbu'-ı kitab-ı tabiat [s. 3 1 6] ta'kib-i fikr-i hikmetle tenmiye-i
cevher-i kabiliyet... Tevsi'-i sermaye-i liyakat eden hüner-veran-ı şübban-ı
üdebadan bir şair-i zi-fazilet .. Bir hukuk-perver-i ma'rifettir .. "
takdiratıyla sitayiş ettiği Fikret'i Serl'et-i Fünun'a müdür olarak vermişti.
İşte Ekrem'in teşvik ve himayesiyle doğan Servet-i Fünlın edebiyatı
Hkret'in müdiriyet-i edebiyesiyle Osmanlı edebiyatının her zaman yüzünü
ağartacak bir kemale mazhar olmuştu.
Bu son eser-i feyzini de gören Ekrem artık köşesine çekilmiş, ruhunun
muhtaç olduğu sükunu arıyordu.
Esasen tab'ında dine karşı bir zaaf, bir i ncizap bulunan Recaizade hayatın
kendisine hazırladığı elemler, matemler elinde hırpalana hırpalana bütün bütün
zayıflamış, bütün bütün mu'tckid, bütün bütün mütevekkil olmuştu.
Memleketine hizmet edebilmek için hiçbir fırsatı fevt ettiği yoktu. Şlıra-yı
Devlet'te mekteplerin ıslahı, programların tadili için Sadullah Rami Paşa
merhumla beraber çalışıyordu. O aralık yani 1 306 Rumi ve 1890 Miladi
senesinde Trablusgarp'tan bazı şikayetler vukua gelmiş, payitahttan da bu
şikayetleri mahallinde tahkik ve esbabının izalesi neye mütevakkıf ise ifa ve
tatbiki için bir heyet göndermeye karar verilmişti. Bu heyetle Trablusgarp'a
gitmek üzere Recfüzade'ye bir teklif vaki olmuştu. Ruhunun ihtiyac-ı sükununu
temine medar olur ümidiyle Ekrem bu uzunca seyahati ihtiyara karar vermiş ve
bir müddet İstanbul'dan uzaklaşmıştı. Pek çok sürmeyen bu seyahatten avdette
Ekrem merhum filhakika maddeten ve manen hayliden hayliye sükun ve huzura
mazhar olmuştu.
İyi, rahim, müşfik bir aile babası olan Recfüzade bütün acılarını yine bu
sevdiği, esiri olduğu ailenin ruhundan alıyordu. Ecel çok sevdiği evlatlarını bu
zavallı babanın elinden birer birer koparıp götürüyor, bu dindar, bu fedakar
babayı yavaş yavaş fakat acı acı öldürüyor, azaplarını derinleştire derinleştire,
matemlerini, siyahlaştıra siyahlaştıra her gün biraz daha çökertiyor, her saat
biraz daha eziyor, her an biraz daha yok ediyordu.

[s. 3 1 7] "On beş sene sonra kabrini ziyaretle:


Ah kim Piraye'nin işte bu yerdir meskeni!
Şu siyeh topraklar olmuştu o nurun mahzeni
Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 273

Ey mezaristan bana ettirme ah u şiveni!


Rahm edip agah edin ey servler, taşlar beni!
Bi-nişan terk eyledim eyvah evladım seni!
Söyle yavrum eyleyim şadab-ı giryem hakini
Hangi topraktır senin örten vücud-ı pakini?"
"Tahassür"üyle ölümüne ağladığı "Piraye"sini, elinden alan acı, Ekrem'i:

"Fahire'm dört buçuk yaşında senin


Yaraşır mıydı toprağa bedenin?

Gömleğin çak edip yaman eller


Biçtiler cismine göre kefenin

Şimdi ıslak durur sirişkimden


Koklayıp öptüğüm o pirehenin

Söyle yalnız mısın ciğer-parem


Isıtan yok mu hak içinde tenin

Bülbül-i natıkan neden sustu


Soldu mu ah gonca-i dehenin

Hun eder kalbi zikr-i her halin


Ağlatır çeşmi yad-ı her sühanın"
diye ağlatmış, nihayet bütün hayatının emellerini, şevklerini bağladığı; hayatını
hayatı uğruna vermeye hazırlandığı Nijad'ını da kaybedince Ekrem manen
ölmüştü.
[s. 3 1 8] Hayat onun için Nijad demekti. Nijad'ın ölümü Ekrem'in ölümü
olmuştu.
Ekrem'i manen ve ruhen öldüren bu felaket 1 3 1 5 [1 898] senesine tesadüf
etmişti. Ekrem bu faciayı Nijad Ekrem unvanlı iki cilt eserle anlatıyor. 3 1 5 'te
[ 1 898] yazmaya başladığı eseri ancak üç yüz yirmi altı [ 1 9 1 0] senesinde bitirip
bastırabilmişti. Recaizade'nin bütün ruh-ı samimiyetini, bütün hüzn-i ruhunu,
bütün deha-yı te'sirini ihtiva eden şaheseri Nijad Ekrem'dir. Bu dindar babanın
halet-i zihniyesini göstermek için İkinci, Nijad Ekrem'den aldığımız şu noktalar
kafidir:
"Nijad'ın ufülünden iki gün evvelki Salı günü bir şey satın almak için
sokağa çıkmış idim. Alınan şeyi uşakla eve gönderdikten sonra ben yalnızca
Taksim'e doğru giderken Muallim Küçük İsmail Efendi'ye tesadüf ettim.
Selamlaştık, yanıma geldi, şayan-ı ihtiram tavr-ı edeb ve hürmetiyle bana refakat
etmeye başladı. Biliyordum ki Nijad'ın hastalığından kendisinin haberi yoktu,
274 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

söyledim. Bu zatın Mekteb-i Sultani'de akaid dersi verdiğini, Nijad'a hüsn-i


muamele ile izhar-ı asar-ı teveccühten ha.Ji olmadığını işitmiş idim. Onun için
hastamızın şiia.-yab olmasına dua etmesini suret-i müekkedede rica ettim. Bir
akaid hocasının duasında başka bir tesir olacağını düşünerek bu tesadüfü fal-i
hayr addediyordum."
İşte Ekrem'in itikadı!.. Bir akaid hocasına tesadüften bile bir mana
çıkararak müteezzi ruhuna biraz sükun arıyor. Nitekim Nijad'ın vefatından
sonra da bütün tanıdığı ulema-yı din ile de görüşür, yüreğinde bir şüphe olarak
kalan meseleleri sorar: "Ö lüm nedir? Ölen insan ne olur? Tekrar dirilecek
miyiz? Bir daha Nijad'ımı görebilecek miyim?" derdi. Bununla da iktifa etmez,
bu bahisler hakkında feylesofların reyini almak, onların da kanaatlerini bilmek
isterdi. Bu hususta kaç kere Rıza Tevfik'le konuşmuş, bu elim yaralarını açmıştır.
Ne gariptir. O Ial-i hayr addettiği tesadüften sonra diğer oğlu [s. 3 1 9]
'Ercümend'ini görmek için mektebe gitmiş, fakat bahçede oynayanlar arasında
oğlunu göremeyince yüreği burkulmuş. Müdürün yanına çıkmış, onun da hasta
olduğunu öğrenmek felaketiyle karşılanmıştı.
Bu hadise, bu zavallı baba için, maneviyetin ne acı, ne elim bir istihzası idi.
Ekrem o gün Ercümend'i mektepten almış, tedavi için o zaman Ada'da bulunan
Nijad'dan ayn bulundurmak maksadıyla Üsküdar'da oturan akrabadan birinin
evine göndermişti. Ertesi günü rahatsızlığın hafiflediğini haber almıştı. Fakat
deruni bir vesvese Ekrem'i rahat bırakmıyor, gidip oğlunu görmek istiyordu.
Ercümend'in iyiliği arttığı haberi gelen perşembe günü, Ekrem'in en büyük
felaket günü, Nijad'ını sevgili Nijad'ını toprağa attığı, ilelebet gömdüğü gündü.
Bu feci vazifeyi ifa eden, Nijad'ını aglış-ı ebediyete yatırıp dönen Ekrem,
ertesi cuma günü Ercümend'den haber almamış, adeta mecnun gibi bir halde
Üsküdar'a, çocuğu görmeye gitmek üzere karar vermişti. Bu ziyaretini Nyad
Ekrem şöyle anlatıyor:
"Ah! Ben pek zayıf ve nakıs yaradılmışım, fakat 'Artık gayret edeyim, artık
biraz metin olayım da ağlamayım.' diyerek kendi kendime cesaret vermeye
çalışıyor ve daima ilerliyordum. Bu esnada ileride Tevfik Fikret'i gördüm ki iki
refikiyle beraber bana doğru geliyordu. Hep birden durduk. Nereye gitmekte
olduğunu sordum. Beni ziyaret maksadıyla çıktıklarını söylediler. Ben de kendi
maksadımı anlattım ve bana refakat etmesini Tevfik Fikret'e teklif ettim. Derhal
kabul etti. Bulunduğumuz noktada hep duruyorduk. Nijad'ın eski yeni
fotoğraflarından birkaçı üzerimde idi. Bunların en yenilerinden birisini Tevfik
Fikret'e uzatarak: 'İ şte dün Göksu'ya bıraktığımız Nijad! Mümkün ise bunu
Servet-i Fünun'a geçirin. Civanlığına ınerhameten. Belki ruhuna birer Fatiha
gönderecek birkaç sahib-i haynn nazanna tesadüf eder.' dedim. Bu dakikada
biraz evvelki [s. 320] mülahazat-ı felsefeden zihnimde hiçbir şey kalmamış,
ruhum, kalbim teessürat-ı felaketime tamamıyla mağlup olmuş idi. Yanımızdan
gelip geçenlerin istihlaflı nazarlanna rağmen ben ağlıyordum."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 275

diyor. İşte şu fıkra da Ekrem'in nasıl bir hfilet-i ruhiye ve zihniyetle olduğunu
göstermek için iyi bir şahittir. Ekrem bu matemini ancak dostlarının taziyetiyle
teskin edebiliyor, ancak başkalarının kendi teessürlerine iştirakinden küçük fakat
derin bir haz alıyordu. İşte ispatı:
"Şimdi canımın istediği yalnız bir şey var: 'Tefekkür'e bir nazire, bir
'Teessür' yazmak. Eyvah ki bu perişan-ı efkar ile ona da muktedir olamayacağım
zannediyorum.
Seyahat fena olmayacaktı. Fakat dediğiniz gibi bir iki ay için değil..
Müebbet seyahat. Ben onu istedim.

Allah'ı bulup, ravza-i aramını sorsam...


Kevkebleri, cennetleri seyran edebilsem.
demiştim. Buna izin çıkmadı. Öbür dünyaya gidemedikten sonra bu dünyada
ben nereye gidebilirim? Gidebileceğim yer, Nijad'ın görmediği iyi, hoş bir yerse
ben onu kendimden kıskanırım."
dedikten sonra biraz aşağıda:
"Geçenlerde Tevfik Fikret'le Halid Ziya Bey gelmişlerdi. Ben Nijad'ın bazı
metrukat-ı kalemiyesini kanştmp yine muttasıl ağlıyordum. Beni bu halde gören
bu iki muhibb-i vefa-kanın kim bilir ne derece müteessir oldular ki onlar da,
belki arzulan hilafına, bila-ihtiyar girye-riz olmaya başladılar. O zaman,
yüreğimin üzerinde dağlar kadar sıklet-bahş olan bar-ı azim-i felaket birdenbire
her-taraf oluvermiş gibi bir hfil-i hiffet hissettim. Ben yine ağlıyordum ama artık
o ağlayış acı değil bilakis pek tatlı, pek ruh-perver idi.
[s. 32 1] Zannımca girye-karan-ı mesfüb ve nevaibi cidden müteselli edecek
bir şey varsa dertlerine müşarik çıkan birkaç kişiyi kendileri gibi ağlar görmekten
. ibaret olacak."
fikrini ilave ediyor. Bunları da okuduktan sonra Ekrem'i, hissen, ruhen daha iyi
tanımış oluyoruz.
Fikret'in 469 numaralı Servet-i Fünun'da çıkan "Nijad"ın vefatını müş'ir
tesiratını "Nijad Ekrem"e "Aziz ve Muhterem Bir Şerik-i Matemin Teessürat-ı
Giryam" ve Uşşakizade Hfilid Ziya'nın Nijad'ın mezayasını sayan, zekasını,
kabiliyetini gösteren makalesini de "Bu da Nijad İçin" unvanları ile kaydederken
duyduğu minnettarane hazzı tarif mümkün olmaz.
Artık bu baba için hayatta kuvvetli bir teselli kalmamıştı. 1 324'ten (1 908]
vefatına kadar geçen devre-i hayatım anlatmak için sözü oğlu Ercümend
Ekrem'e bırakıyoruz:
" 1 323 (1907] senesi iptidfilannda idi. Manevi ıstıraplar ile günden güne
biraz daha yorulan, biraz daha zayıflayan vücudunu dinlendirmek istedi. Esasen
bir iki senedir Şlira-yı Devlet'e devam etmiyordu. Ahlakı gayet bozuk,
276 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

jurnalciliği herkesçe malum bir herifin oraya tayini kendisini iğzab etmiş, artık
ayak atmamıştı.
Büyükdere'nin sırtlarında bir işiyan edindi, oradan her gün Nijad'ının
medfeni olan Kandilli'ye tevcih-i enzar eder, maziye, Nijad'ın hayaliyle dolu
mazi-i mes'iıduna irca'-ı hatırat ile mütemadiyen düşünürdü.;sonra bütün bu
tefekküratını o latif, sevimli yazısıyla birer bedia olarak kağıda naklederdi ki
bunlar .Nijad Ekrem'in ikinci cildini teşkil etmiştir. Bütün tefekkür ve tahrir ile
geçen bugünlerin akşamı elinde bastonu, kıra çıkar ve bir iki saat dolaşırdı. Bu
gezintileri esnasında yine Nijad'ını düşünmekten, ona için için ağlamaktan geri
durmazdı ...
Fikrini, vücudunu dinlendirmek, bütün bakiye-i ömrünü şiire, edebe hazır
etmek istedi. O vakit sadrazam bulunan Ferid Paşa'ya verdiği bir istida ile
tekaüdünü talep etti. Artık nail-i emel olacaktı. Kitaplarını bastıracak [s. 322) ,
pek sevdiği Osmanlı gençliği için çalışacak, Ta'lim-i Edebiyat'ı ıslah ve ikmal
edecek, Darülfüniın'da, Mülkiye'de edebiyata istidadı olan gençleri etrafına celb
ve cem ile onların tekamülüne hasr-ı hizmet edecek idi. Galiba bu amatini bir iki
ıişinasına söyledi. Hakan-ı sabıkın kulağına gitti, aleluslıl muamele gördükten
sonra kendisine arz rdilcn istidayı hıfzetti. Babam buna ICvkalade kızdı.
Mabeyn'e müracaat etti. Abdülhamid Han, mukarrebininden birisiyle şu sözleri
tebliğ ettirdi. "Ben krndileıini pek mühim hizmetlerde İstihdam edeceğim,
henüz tecrübe ve vukuflarından istifade olunacağı bir zamanda hizmet-i
devletten çekilmek arzu etmeleri miıcib-i teessüfüm oldu. Arzu etmiyorlarsa
Şiı ra'ya devam etmesinler, fakat tekaüdlüklerini talep etmekten sarf-ı nazar
etsinler." Naçar bu emr-i padişahiye inkıyad etti. Yine Büyükdere'de
tefekküratına, mesaisine devam eyledi.
Meşrutiyet istirdat edildi. Büyükdere ahalisi oturduğu dağa kadar
tırmanmaya üşenmediler. Üç gün mütemadiyen fevc fevc nümayişçiler, Ekrem
Bcy'i alkışlamaya, ellerini öpmeye geldiler; o, yaşaran gözleriyle, titreyen sesiyle
bu hürriyet ıişıklarına beyan-ı teşekkür ve itizar ederken yalnız bir şeye müteessif
oluyordu: Nijad, sağ olup da bu hürriyet bayramını görmeliydi! Onun için
herkesin şenlik yaptığı Temmuz'un on ikinci gecesi babamın hüngür hüngür
ağladığını gördüm . . .
***

. . . Evkaf Nazın oldu. Kabineyi teşkile memur olan zat kendisine telgrafla
Şiıra-yı Devlet Riyaseti'ni teklif etmiş, o musirren reddetmiş idi. Kamil Paşa'nın
son bir telgrafı kendisini ikna etti.
Bunun meali şöyle idi. "Millet sizi istiyor, onun arzusunu reddetmeyiniz."
Millet. . . Aşkıyla yandığı, bugünkü namuskar, hamiyetli ricalini meydana
getirdiği bu muazzam, fakat mazlum kitleyi -arzusunu reddederek- gücendirmek
istemedi. Mademki millet kendisine ıtımat ettiğini söylüyor, Babıali
koridorlarında, gazete sütunlarında, mektep odalarında ilan ediyordu; (s. 323] o
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 277

yorgun mevcudiyetini onun uğruna feda edecek, elinden geldiği kadar onun
tealisine çalışacaktı. Kabul etti. Gece vürud eden bir telgraf kendisine Evkaf ·
Nezareti'ne tayin olunduğunu, ertesi cuma günü alelusw Selamlık resmine
gitmesi lazım geldiğini tebliğ ediyordu. Buna canı sıkıldı ve adem-i kabw, yahut,
istifanın belki bir buhran-ı vükela intac edebileceğini düşünerek çaresiz kabul
etti.
Abdülhamid'i senelerden beri görmemiş, muayedesine gitmemiş, ondan bir
lütuf talebinde bulunmamıştı. Mecburen o cuma Selamlık'a gitti. Abdülhamid
Han bu yeni Evkaf Nazın'na, mahfilde huzuruna kabul eylediği vakit, şöyle
hitap etmiş: "Gördünüz mü Ekrem Bey? Tekaüdünüzü tervic etmediğim ne
kadar isabet olmuş! Sizi bu makama getirdim!" Hakan-ı sabıkın bu istihzası
merhumu hayli sıkmıştı.
***

Zaman geçti. Evkaf Nezareti'nin böyle cuma günleri kurb-ı Hamid Hani de
bulunmak mecburiyeti kendisini üzdüğü cihetle Maarif Nezareti'ne tahvilini
talep etti. Sonra Ayan Azalığı'na nakl-i me'muriyet etti. Artık günden güne
ihtiyarlıyordu. Memleketin, vatanın ferda-yı Meşrutiyet'te uğradığı zayiat ve
mesaib onu pek sarsıyordu. Trablusgarp Muharebesi zuhur etti. Safahat-ı harbi
kemfil-ı dikkat ve halecan ile takip etti. Senelerce evveli tanıdığı o güzel beldeyi
gözlerinin önüne getirir, kendi kendine, için için ağlardı. Hele Balkan Harbi'nin
netice-i müellimesi bütün bütün hayatını sarstı. Babam, Çerkezköy
Mütarekesi'nin imzalandığı günden itibaren ölmeye başladı."
Burada Ayan Azalığı zamanına ait bir hatırayı zikretmeden geçmek
istemedik. Seciye ve tabiatını hakkıyla kavramak için bu hatırata layık olduğu
kıymeti vermek doğru olur. O zaman Meclis-i A'yan Başkatibi olan İsmail
Müştak diyor ki:
" Meşrutiyet'in bilmem kaçıncı senesi idi. Meclis-i Mebusan açılmış, nutk-ı
Hümayun okunmuştu. Şimdi bu nutka bir ariza-i cevabiye yazılacaktı. [s. 324]
Meclis-i A'yan kendi arasında bir üstad-ı edeb bulunduğunu hürmetle
hatırlayarak Recaizade'yi Ariza-i Cevabiye Encümeni'ne aza, Encümen de
kendisini reis intibah etmişti. O sene Mebusan'da da, Ayan'da da hükümete
karşı m uhik bir galeyan vardı. Artık saklanmaya lüzum görülmeyen hamlelerle
kabineye hücum ediliyordu. Bu umumi infiali Üstad'ın yaşlandıkça güzelleşen
simasından seri ve samimi çizgilerle okumak mümkündü. Beni yanına çağırdı .
Arkadaşlarının nokta-i nazarını birkaç cümle ile tespit ederek bu esaslara göre
bir ariza-i cevabiye müsveddesi hazırlamamı emretti. O gün üstad-ı muhteremin
bu iltifat ve itimadından duyduğum zevk, hayatımın nadir huzuzatından biridir.
Ekrem Bey, arkadaşlarının infial ve itirazlarını, nutk-ı iftitahının zayıf
cihetlerini bir tenkid-i edebi yaparcasına teşrih ederken sesinde öyle sevimli,
insanı bütün başka düşüncelerden ayırarak yalnız bu sesin seyr-i engamına
bağlayan öyle cazip bir ahenk vardı ki ben Ayan azasından Ariza-i Cevabiye
278 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Encümeni Reisi karşısında vazife telakki eden bir başkatib olduğumu unuttum ve
hürmeti daima yüksek tutan bir samimiyet içinde, tıpkı bir musiki dinler gibi
üstadın münkati, ölçülü, sanki yağmurlu bir günde güneşle aydınlanan bir sema
parçası kadar inşirah verici sesine daldım. Üstad bilhassa infıallerinde çok necip
bir insaf ile çok insani idi. Kim bilir onun nesc-i tahassüsü nasıldı, herhalde
telleri başka Ia.nilerinkinden daha çok rakik, daha çok hassas, ihtizazatında
teessür ve tesir hassaları çok daha seri idi.
Resmi vazife bitti. İkimiz de susmuştuk. Pencereden Marmara'nın gölgeli
sathı görünüyordu.
- Bak, dedi.
Ve ben gösterdiği tarafta görülecek bir şey ararken ilave etti:
- Deniz ne kadar güzel! İnsanlar da böyle olsaydı . . . İşte kusursuz bir
tabiaun kenarında baştan aşağı kusurlu bir sürü mahluk!"
Burada sözü yine Ekrem'in oğlu Ercümend'e bırakıyorum:
[s. 325] "Onun felaketzede ömrünü son zamanlarda neşelendiren bir
mevcut, zalam-ı ruhunu tenvir eden bir güneş vardı: Hafidi Muvakkar! Bu dört
yaşındaki yavru ile saatlerce, çocuk gibi musahabe eder, kendisine vakur, nazik,
mültefit edasıyla hitap ederdi: "Evlat! .. Mon ami . "58 Nijad'a olan aşkını kısmen
. .

bu oğluna tahsis etmişti. Vefatından bir ay kadar ewel Muvakkar bir cama
vurmuş ve mini mini elini derince kesmiş, bizler telaş ettik; babam biraz rahatsız
yatıyordu. Mamafih kalktı. Çocuğun yarasını sardı, gözyaşlarını sildi, feryatlarını
susturdu validesini temin ve tatyib etti.
Hülasa ömrünün son senelerini -Meclis-i A'yan'ın tatil olduğu zamanlar- üç
şey işgal ediyordu . .Nıjad Ekrem'in tashihleri, vatanının mesaibi, Muvakkar'ın
tebessümü! .. İlk ikisinin hararetini sonuncusu izaleye muvaffak olamıyordu.
Nihayet hasta oldu. Yani kendisini öldüren maraz-ı mel'unun ilk tesiratını
gördü. Bir gün ben hasta idim. Yatıyordum. Odama geldi. Birkaç günden
beridir kendisinde bir fenalık hissettiğini ve artık kariben bize veda etmesi
muhtemel bulunduğunu söyledi. Biz onu temin etmek istedik. Sureta kanar gibi
oldu. Bir ay böylece geçti.
Kanun-ı Saninin on altıncı Perşembe günü [29 Ocak Perşembe] sabahı
henüz güneş doğarken, yattığım odanın kapısı şiddetle vuruldu. Kalkıp açtım.
Kapıyı vuran hizmetçi: 'Beyefendi rahatsız oldu, sizi istiyor! .. ' dedi. Babacığımın
yanına gittiğim zaman pek bitap gördüm. Kollarına biraz ağrı gelmiş, nefesinin
daralmış olduğunu beyandan sonra: 'Evladım!- dedi. Bu illet beni götürecek,
biliyorum. Mezarda, benim ruhumu şad etmek istersen, şu çekmecede ewelce
yazıp bıraktığım vasiyetlerimi harfiyen icra et. Hizmet-i devlette doğruluğu

su Dost, ahbap. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 279

menfaatine daima tercih et. Vatanın için icap ederse öl, evladına bırakacağın
nam temiz olsun.' Kesik kesik söylüyor, ıstıraptan yüzünde işmi'zazlar
görülüyordu. O gün hali vahamet kesbetti, ıstırabatı arttı. Gece gelen tabip kat'-ı
ümid eylemiş olacak ki kaçamaklı [s. 326] sözler ile bana metanet tavsiye etti. O
gece anbean bir netice-i vahimeye muntazır olarak sabahı ettik. Sabah oldu.
Hastanın hfili iyileşmiş gibi görünüyordu. Merhumu samimi bir evlat
muhabbetiyle seven komşumuz Doktor Kilisli Rifat Bey geldi. Bugün evvelkine
nisbeten marizin halinde büyük bir fark gördü ve bize biraz ümit verdi.
Teneffüsü biraz daha muntazam oluyordu, ıstırabı çok azalmıştı. Merhum bizi,
refıkamla beni taltif etti. Yanına oturttu. Şundan bundan görüştü. Öğleye doğru
kendisine Peydm'ın tefrika-i edebiyesini cehren okumaklığımı istedi. O hafta
Peyam Ali Kemal Bey'in Ömrüm namıyla neşreylediği hatırat kısmında Mekteb-i
Mülkiye'den, babamın hocalığından, Naci merhum ile aralarında geçen
maceradan bahsediyordu.
Babacığım gözlerini kapamış, ben okudukça, vukuatı hayalen takip
ediyordu. Kıraatı bitirdim. Gözlerini açtı. Bir çeyrek kadar bana Mekteb-i
Mülkiye'den, o vakitki talebesinden sohbet etti. Sonra gramofon çaldırmamızı
istedi. Tanburi Cemil'in bir iki taksimini dinledi.
Hastalandığı vakitten beri Muvakkar'ı yanına bırakmıyorduk. Çocuk ise
pek sevdiği büyükbabasını görmeye can atıyordu. Geldi, kapıyı karıştırdı. Babam
içeri getirilmesini arzu etti. Çocuk girdi ve büyük pederiyle hafıd bir hayli
oynaştılar. Artık ümidimiz artmış, müsterih olmaya başlamış idik.
***

Akşam üzeri Doktor Rifat Bey yine geldi. Hastanın hfili büsbütün iyi
denecek kadar kesb-i salah eylemişti. Rifat Bey'le konuştu. Yalnız nefes alırken
hançeresinde peyda olan hırıltıdan şikayet ediyordu. Rifat Bey, eğer biraz terler
ve uyursa ertesi sabah daha iyi olacağını kendisine de bize de söyledikten sonra
ümit ile evine gitti. İhtiyaten halazadem Doktor Hikmet Hamdi Bey -ki merhum
onu benden farksız olarak severdi- o gece bitişikteki odada yatacaktı. On bire
kadar hastanın yanında hep birlikte oturduk. On birde bize: 'Beni bırakın
uyuyacağım, siz de gidin [s. 327] rahat edin!' dedi. Ve bu cümleyi musırren
tekrar etti. Odalarımıza çekildik. Uyuduk, keşke uyanmasa idim!..
Sabahleyin babamın hizmetine şitab eden refikam onu ölmüş olarak buldu.
Feryadıyla uyandım, koştum .. Artık ben de yetim idim. Babacığım, velinimetim,
refikim, nasibim, musahibim, melceim . . . Hep ölmüş, yıkılmış, dünya bana
zindandan da muzlim olmuş idi."
1 329 senesi Kanun-ı Sani'sinde [3 1 Ocak 1 9 1 4] hayata ebediyen veda eden
Ekrem iki aileyi yetim bırakıyordu: Biri kendi ailesi, biri de aile-i edebiyattı.
Bütün matemlerini ruhuna gömerek derin bir tevekkül ile hayatını nihayete
erdiren Ekrem bir nevha-i isyan dahi çıkarmamıştı.
280 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Üstadının hizmet ve necabetini tasvir eden Tevfik Fikret bu şefkatli babanın


ıztırab-ı vicdanını görmeye tahammül edemeyerek coşuyor, "Nijad'ın Babasına"
ithafıyla yazdığı "Resminin Karşısında" unvanlı bedia-i şi'riyesinde en gür
sesiyle haykırıyor:

"Elbette senden isteyecek her maraz şiffi,


Her kalb ümid ü neş'e, bütün başlar i'tila.
Gözler ziya, düşen tutacak şey, ölen, necat,
Her dilde bir terane ve her tende bir sacla:
Vahşi bir erganun sesi feryad-ı kainat;
Elbette bu yükselip sıkacak asümanını,
Elbette sen yerin, bu usanmaz figanını
Bir gün terahhumen duyacaksın; o gün benim
Her sayha-i şikayetin üstünde şivenim
Dehşetle titreyip soracak: - İşte bi-karar
Bir heykel-i gubar u şeb .. Ey Rabb-i müntakim,
Mahluk-ı eşrefin şu oyuncak mı tarümar?
[s. 328] Ey Rabb-i müntakim, bize lazımsa bir vüclıd
Lazım mı bir cahim-i sefület ki bi-hudud?
Varlık değil bu yokluğa bir rahne-i güzar . . .
Elbet bunun da bir yeri var, bir hesabı var
Levhinde; lakin anla(ma)mak, bilmemek azab;
İnsan azaba katlanamaz bi-sebeb, sorar,
Elbet sorar bu köhne mu'ammaya bir cevab . . .
Elbet şu muhterem baba ulvi Nijad'ının
Bir sıfr olan hesabını senden arar yarın!"
diye haykırıyordu.

[s. 329] Ekrem'in Lisanı ve Sanatı


Recciizade bir dcha-yı şiir ve sanat değildi. Onda ne Kemal'in ihtişim-ı lisanı,
tantana-i üslubu, ne de Ziya'run engin ve çok kere rengin beyanı görülürdü.
Ekrem'in lisanı tatlı, ılık bir haz veren bahar güneşini andırır. Yakıcı değildir, fakat
yaşatıcı, yetiştiricidir. Ekrem hatta en derin elemlerini, en kesif matemlerini
inlediği zamanlarda bile coşup taşmamıştır. Müzeyyen, müessir ve müteessir, rakik
bir lisanı vardır. O daima muhakemesinin murakabesi altında yaşayan, nizamdan
intizamdan aynlmayan, kanuna riayetsizlikten ürken melül bir ruhtur. Düşünmek
için tenhaları, ağlamak için karanlık.lan arar. Elemiyle başkalarını müteellim
etmekten çekinir. İstemez değil.. Ağlarken ağlatmak, ağlarlarken minnetinden,
şükranından ye'sini oyalamak ister, fakat buna cesareti yoktur. İsyana dili varmaz.
En büyük taarruzu, nazikane bir tarizden öteye geçemez. Onda kıncı, koparıcı bir
deha değil, düzeltici, tensik edici bir eda vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 28 1

"İlahi padişahlar padişahı


Ne hayret-bahştır sun'un ilahi!"
diye tevhid-glıyan olduğu kuvvete karşı madame'l-hayat izhar-ı acz ve hayret
etmiş, onun tecelli eden bütün kuvvetleri karşısında daima, dai ma eğilmiştir.
Kırlarda gezerken gördüğü mini mini bir çiçeği seyrederken de, çayırda otlayan
küçücük bir kuzuyu okşarken de zihni hep o kuvvetin icazı ile doludur:

"Ya Rab sana doğru fikri i'la


Etmez mi bu cenneti temaşa"
diye arz-ı hayret ve ubudiyet eder.
Bütün sanatı samimiyetinde, bütün kıymeti de tabiatındadır.
[s. 330] Ekrem emel değil, elem şairidir. Yazdıklarında derin, sakin,
mütevekkil, dindar bir ıstırap okunur. Kızının:

"Bir avuç hak-i mübarekden ibaret kabrini"


ziyaret ederken yüreğinde tabiatın, hilkatin bu haksızlığına, bu zulmüne karşı bir
isyan değil bir galeyan bile bulamaz, bütün acılan, bütün zehirleri içine
sindirerek ezilir, ezilir. Azamet-i esrar önünde küçülür, bir hiç olur ve nihayet
için için döktüğü gözyaşlarıyla:

"Söyle yavrum eyleyim şadab ı giryem ha.kini


-

Hangi topraktır senin örten vücud-ı pilini?"


diyebilecek bir cüret gösterebilir:
"Şiddetlice bir rüzgar tahrik-i ağsan ile bir düziye hasıl ettiği matem-feza
şematet içinde gönlüm aşağıki mersiyeyi terennüme başladı. Gözlerimden tane
tane ve birer Ia.sıla-i mütesaviye ile önümde bulunan bir taş parçasına düşen
yaşlar güya ki o terennümün usulünü tutardı. Bu rahmani nağmeden şeytan
müteezzi oldu kaçtı. Melek ise bilakis izhar-ı inbisat ederek masumane
handeleriyle ruhumu okşadıktan sonra bir nur-ı mücennah gibi alem-i bala-yı
saraya süzüldü ve nazarımdan kayboldu. "
der ve müteselli olur.
"Emced"ine, "Nijad"ına ağlarken de fazla bir galeyanına tesadüf edilmez.
Nihayet:
"Endişe-i ferda ile pür-ye's ü füturum,
Aciz kulunum .. Mu'terif-i acz ü kusurum.
Deryuze-i afV istiyorum merhametinden;
Reddetme kapından beni, ey Rabb-i gafürum!"
diye yine ebvab-ı mağfirete dehalet eder. Felsefesinde büyük bir derinlik, büyük
bir reybilik yoktur. Dindarane kanaati hayatı da, mematı da sükun u huzur ile
282 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

görmeye alışurmıştır Kaza ve kadere büyük iman ile tevekkülden aynlm amıştır.
.

Tesadüfün belki yanlış bir telakkinin neticesi olarak ilk süluk ettiği askerlikle ne
ruhu, [s. 3 3 1 ] ne idraki, ne kanaati, ne de tıyneti istinas edebildiğinden istifa
ederek saha-i edebiyata aulmışu. Bütün bedii, hayati felsefesi şu "Tefekkür"
unvanlı manzumesinde yaşamaktadır:

"Düşünmeyi severim mahrem-i melfilimdir


Odur beni düşünen hfil-i iğbiranmda.
Düşünmeden geçemem yar-i bi-hemfilimdir
Odur beni arayan hin-i inkisanmda.
Benim nedime-i ruhum tefekküratımdır.
Dem-i tefe kkürüm en hoş dem-i hayatımdır.

O dem ki şam-ı garibana rfı-yı a.takı


Siyeh-nikiib ile manzı.'.ır-ı çeşm-i rikkat eder.
O dem ki bad-ı şebangeh çemende evrakı
H azi n eda ile me'lfıf-ı ah-ı hasret eder;
Dikip nezaremi bir necm-i pertev-efşana
Düşünmeyi severim muttasıl hamfışane.

Benim gibi o da meyyfil-i zevk-i vahdettir,


Benim gibi o da mahzı.'.ız-ı reng i zulmettir;
-

Benim gibi o da müstağrak-ı sükunettir;


Bana şerik-i elem, hissedar-ı mihnettir;
Benim nedime-i ruhum tefekküraumdır.
Dem-i tefekkürüm en hoş dem-i hayatımdır.

Ona mukiiri n olur sanihat-ı şi'riyyem


Odur mürebbiyesi zade-i tabiatımın.
[s. 332) Odur medar-ı kıyam-ı hayat-ı şi'riyyem
Odur muallimesi mekteb-i belagatimin
Hazinedan odur hiss-i pür-teessürümün
Sürfıd-ı zemzeme ahengidir tefekkürümün.

Eden izfile odur dideden bu nasfıtu,


Eden idame odur inbisat-ı vicdanı;
Onunla tayyederim kargah-ı imkanı;
Onunla seyrederim huld-zar-ı lahfıtu;
Benim nedime-i ruhum tefekküratımdır.
Dem-i tefekkürüm en hoş dem-i hayatımdır.

O dem ki dalgalan unsfır-ı hurfışanın


Bana peyam okur edvar-ı bi-nihayetten,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 283

O dem ki lem'alan filem-i şebistamn


Dile sala verir envar-ı sermediyyetten;
Düşüp tefekküre pirane kudretullfilıi
Kemfil-i acz ile tıflane ağlanın gabi!

O dil-rüba ki durup manzanmda hüzn-filud


(Lebiyle hande-nüma . . . Gözleriyle girye-nümud)
Okur neşayid-i ulviyye bi-neva vü sürud;
Eder derunumu meşhun-ı zevk-i na-mahdud.
Benim nedime-i ruhum tefekküratımdır.
Dem-i tefekkürüm en hoş dem-i hayatımdır."
Şu manzumeyi biraz tahlil ve tetkik edecek olursak Ekrem'in bütün [s. 332)
hissiyatını, bütün bediiyatını onda bulmak mümkündür. Şeklen bir "terd-i bend­
i müseddes" olmaktan öteye gidemeyen şu manzume şeklen tamamen Şarklıdır.
Ekrem onda bütün isti'dad-ı fıtratım söylüyor:

"Benim nedime-i ruhum tefekküratımdır,


Dem-i tefekkürüm en hoş dem-i hayatımdır."
İşte bu bir hakikat!.. Ekrem fıtraten mail-i tefekkür. . . Onu tabiat eli
çenesinde yaratmış .. Daima, daima düşünür. Doğduğu demden öldüğü deme
kadar düşünmüştür. Denilebilir ki hayatı seraser bir düşünceden ibarettir. En şen
zamanında da, en meyus zamanında düşünür, düşünceden aldığı zevki hayatın
başka hiç şeyinden almazdı. Ekrem'in heyecan-ı bediisini canlandıran, hissiyat-ı
şairanesini gıcıklayan hep, hep bu düşüncedir. Ekrem'i her şeyden evvel rebabi
([yrique) sonra da romantik (Romant:ique) bir şair yapan yine bu düşüncedir.

"Bu yerlerdir esir-i aşk-ı canan olduğum yerler,


Bu yerlerdir nigah-ı rahma şayan olduğum yerler,
Bu yerlerdir edip derd-i dil-i bimanmı teşrih,
Lebinden talib-i daru-yı derman olduğum yerler.
Bu yerlerdir tutup destim sıkınca bağteten bilmem
Ne türlü hissin icabıyla lerzan olduğum yerler.
Bu yerlerdir itab u lutfa hep birden olup mazhar;
Olurken zar u giryan şad u handan olduğum yerler.
Bu yerlerdir gezerken el ele fıkr-i fırakıyla,
Gidip bir glışede tenhaca giryan olduğum yerler."

tarzında çifte redifli, Şark ruhlu bir manzume yazarken bile "lirizm"den
ayırmayan o düşüncedir.
[s. 334) Ekrem; bütün bu şiirlerinde sakin, sessiz, deruni bir heyecanın şair-i
mütehassisidir. Yukarıda da anlattığımız gibi onda his ve heyecan coşmaz,
284 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

taşmaz. Üstadı olan Namık Kemal'in kıncı, kahredici lirizmine tesadüf edilmez.
Ekrem; için için yanan bir ateş gibidir. O; yakmaz, fakat yanar. Eriye eriye, söne
söne yanar. Şiiri de, zekası da münfaildir. infial onda bir tabiat-ı saniyedir;
Ekrem küçük bir Lamartine'dir.

"Bu yerlerdir nigah-ı rahma şayan olduğum yerler,


Bu yerlerdir gezerken el ele fikr-i firfiloyla,
Gidip bir gfışede tenhaca giryan olduğum yerler"
diye tasvir-i ma-sebak eden, geçmişi yada getiren, ser-mest günleri canlandıran
evocatij bir edası, bir romantizmi vardır. Diyebiliriz ki bizde ilk hakiki romantik
şair Ekrem olmuştur. Teessür, tahassür, tevekkül bütün eserlerinin ecza-yı la­
yenfekkidir:

"Nerde o dem ki bülbül-i şuha çemende dil,


Bir nağme-i hazin ile hem-dastan idi?

Nerde o dem ki neş'e dilenmezdi badeden,


Hi-cam kl"ndi kendine dil ser-geran idi?

Nerde o dem ki böyle mükedder değildi dil,


Gerçi bela-yı aşkla hali yaman idi?

Nerde o dem ki yar ile naz u niyazda,


Bin mübhemata gözlerimiz tercüman idi?

Nerde o dem ki şevk ile hem-seyr-i yar isem,


Her semt bir latif ü müferrih mekan idi?

Nerde o dem ki hüzn ile tenha-neverd isem,


Bağ-ı İrem de olsa melamet-resan idi?

[s. 335 J Ncrde o dem ki hasılı vardı bir afetim,


Kim dil-nüvaz u işve-ger ü nükte-dan idi?

Nerde o dem ki Ekrem için her dakikası,


Bin ömr-i cavidani değer bir zaman idi?"
manzumesini okuyalım; hazin bir tahassür, derin bir teessürden başka ne
görürüz. Ekrem bu şiirlerini 1 293 [ l 876] senesi gibi memleketin heyecanl ar,
galeyanlarla çalkandığı senelerde yazıyordu. Kemal olanca cezfilet ateşi, olanca
belagat aşkıyla: "Vatan! Vatan!" diye feryat ederken, Ekrem böyle için için
ağlıyordu. Garp'ta doğan romantizmi ne Şinasi, ne Ziya, ne de Kemal Şark'ta
hakkıyla temsil edebilmişti. Çünkü onlann her birisi başka bir hayal, başka bir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 285

kemal, başka bir mefkure arkasından koşuyor, şiir ile, edebiyat ile uğraşmaları
bir gaye olmaktan ziyade bir filet, bir vasıta oluyordu. Kemal halkı coşturmak,
vatanı kurtarmak istediği demlerde silah-ı şiire sarılıyor, "Kaside"ler,
"Vaveyla"lar ibda ediyordu. Ekrem hatta askerliğini bile terk etmiş, menlalara,
zindanlara atılacak serbaz ve sergüzeşt-eli cüreti ruhunda bulamıyordu.

Ekrem'in mevzularını tetkik etsek hep hüzün, hep melfil, hep giryeden
ibaret olduğunu görürüz: "Pek Severim" adıyla Abdülhak Hamid'e nazire olarak
yazdığı şu manzumeden birkaç parça alalım:

"Ruhuma sengler verir sıklet,


Çekemez bar-ı duşu mahviyyet;
Yeter üstündeki çemen zinet;
Hey'etinden gönül bulur rikkat;
Hak-ber-ser mezarı pek severim.

[s. 336] Yaşatan gönlümü muhabbettir,


Hüzn-i sevda, sala-yı işrettir;
Aşkla girye başka lezzettir;
Ki sebep giryeme bir afettir.
Ağlanın ah u zan pek severim."

Şairin şiiri de, şian da seraser melaldir. Ona bir şair-i melfil demek çok
doğru olurdu. Seçtiği serlevhalar içinde: "Teevvüh"ler, "Teessüf'ler
"Mersiye"ler, "Tarih-i Velat"lar, "Makber"ler doludur, "Ferda-yı Tedfin"ler
vardır. Onun ruhu elemlerden hoşlanır, matemlerden zevk alır: Acı bir zevk!

Denebilir ki fıtrat hin-i hayatında ruhuna bir füsfın-ı elem katmış... Hayatı
bütün o elemlerin muhtelif istihaleleriyle geçmiştir. Öyle ki nihayet Ekrem'e son
şaheser-i san'atı olan .Nijad Ek:rem'i o his, o elem yazdırmıştır, o elem ilham
etmiştir.

"Yakacık'ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık Alemi" unvanlı manzumesi o


zamana kadar yazılan Osmanlı şiirlerinin en güzellerinden biridir. Şüphe yok ki
onda bir meşk-i taklid ittihaz ettiği Bili'nin, o "Sultanü'ş-şuara"nın Kanuni
Süleyman Mersiyesi'ndeki tantana-i kelamı aramak hata olur; ondaki teşbihleri,
istilareleri bulmaya çalışmak manasızdır. Esasen Ekrem'in sanatı da heyecan-ı
şairanesi gibi mütevazıdır, sakindir:

"Bir şebdi köyde azim-i geşt ü güzar idim


Ahyaya dfır-geşte vü emvata car idim
Metruk bir mezarlık idi meskenim benim
yalnızca anda hak-nişin-i mezar idim
Topraktı her mezar-ı fakirane bi-ruham
Faknmla ben de zair-i zi-ibtisar idim.
[s. 337) Cismimle çün alamet-i makber sükfın-nüma
286 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Fikrimle lik muztarib u bi-karar idim


Vahşetle hıizınin nazar-endaz idi bana
Zira ki içlerinde garibü'd-diyar idim
Etrafpürdü nale-i glık u hezar ile
Lakin sükiit-ı mevkie ben glış-dar idim!
Giryan idim . . . Fakat gözüm azade-i dümô'
Yoktu lehimde nale .. Fakat nale-kar idim!
Çökmüştü ol kadar dile bar-ı giran-ı derd
Andım o bi-vefayı garibine ağladım
Geldi hayali dide-i giryane ağladım

Semtin sükun u zulmeti artardı dem-be-dem


Guya çekerdi ka'nna doğru bizi adem!
Dehşetle doldu hane-i kalbim fakat yine
Asla hayal u ha.tınma gelmedi nedem.
Na-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücud
Bir kahraman-ı işve ... Mehabetli bir sanem!
Emvac-ı nôr-van vücud-ı latifini
Örterdi nim-sütre-i beyzası ham-be-ham.
Müdhişti gözleri -deheni lerze-dar-ı hışm.
Gisusu tar u mar idi- ebrulan bebem.
Nür-ı nigahı berk-i beladan nişan idi
Seyyil bir alevdi lebinden çıkan sitem!
Rereyleyip hevaya tehevvürle bir elin
Takrib ederdi nezdime kendin kadem kadem.
[s. 338] Ettim kıyam düşmek için pay-ı kahrına
Eyvah! . Uçtu gitti o nlır-ı sema-harem.
Andım o bi-vefayı garibane ağladım
Geldi hayili dide-i giryane ağladım!"

Henüz otuz yedi yaşlarında iken yazdığı bu manzumede Ekrem şeklen de,
lisanen de Şarklıdır. Terkipleri, istiareleri, teşbihleri Şark zihniyetinden
muktebestir. "Azim-i geşt ü güzar", "Ahyaya dôr-geşte" gibi tabirat eski lisanın
şivesi, eski lisanın hüsnü idi. "Hane-i kalbin dehşetle dolması" "nim-sütre-i
beyzası ham-be-ham, gözleri müdhiş, deheni lerze-dar-ı hışm, gisusu tar u mar,
ebrulan behem, nur-ı nigiliı berk-i bela, lebinden çıkan sitem seyyal bir alev
olan bir kahraman-ı işve" tasavvuru cidden Şarklıca bir düşünüş, Şarklıca bir
buluştur. Fakat Şark zihniyetince de güzeldir.

Ekrem bu yazılarında hakiki Ekrem değildir. Hakiki Ekrem hüznün füsôn-ı


şiirine kendini terk eden Ekrem'dir. O zaman sanattan uzaklaşır, ilhamı ile,
teessürüyle baş başa kalır. Düşünür, duyar, söyler, inler, ağlar .. "Tanzir" ettiği,
"tazmin ettiği bütün parçalar bir hüzn-i saridir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 287

İşte "İnkisar"ı:
"Gamım bi-intihL Enduh u derdim bi-hesab olsun!
Hayalim tire-i mihnet..dilim pür-ıztırab olsun!
Eninim bezm-i hırmanımda çak.. eşkim şarab olsun!
Esir-i hicr-i yarim can bitip cismim türab olsun!
"Yıkıldı hatırım şimdengeri alem harab olsun!"

Rahim ümmid ederdim sevdiğim na mihriban çıktı


-

Hakikatsiz .. Vefasız .. bi-mürüvvet. . bi-eman çıktı


Bütün peymanı kazib,. Va'd ü ahdi hep yalan çıktı.
Neler gördüm neler amma bu hepsinden yaman çıktı
"Yıkıldı hatırım şimdengeri alem harah olsun!"

[s. 339] İşte bir diğeri:


"Bilmem Kiminçün Ağlarım?
En büka-engizidir eş'ardan müstahzanm
Zevk-yab-ı giryeden kalb-i melalet-masdanm
Bu tecelliye sabavetten beri ben mazharım:
Vahdetimde bir su -ya bir dağ olunca manzanm
"Ağlanın amma niçin bilmem kiminçün ağlanın!"

İşte "Ferda-yı Tedfin"i:


"A'mar-ı beşer her gün her lahza bulur noksan.
Asan da 1anidir anlarda da var payan.
Bir yandan olur peyda bir yandan olur pinhan
Kendi gibi devranı bitmekte sanır insan.
Alem yine ol alem devran yine ol devran.

Lakin neye mahvetti o genci felek bilmem?


O genci ki etmişti her yolda Huda mükrem!
Ahbabı tutar sandım birkaç gecelik matem.
Baktım ki giden gitmiş dünyadakiler hurrem!
Alem yine ol alem devran yine ol devran.

Ol zata tahassürle sandım ki zaman ağlar.


Umdum ki yüzü subhun bir reng-i hazin bağlar!
Gördüm ki güneş doğmuş, pür-hande bütün dağlar
Bülbüller öter şadan pür-neş'e sular çağlar!
Alem yine ol alem devran yine ol devran!"
Ekrem ilk devresinde lisan itibarıyla da, şekil itibarıyla da Şark zihniyetinde
bir şair idi. Fazla olarak zamanında bulunan ve hatta kendinden evvel gelen
[s. 340] Ziya Paşa'lar, Kazım Paşa'lar, Arif Hikmet'ler, Hakkı Bey'ler
288 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

derecesinde de bir şair değildir. Ekrem bütün muvaffakiyetini bilhassa Garp


üdeba ve şuarasını tetkik ede ede, tercüme ede ede elde etmiş ve bilhassa
Abdülhak Hamid'in o cevval zekası, o ateşin dehası kendini gösterdikten,
meydana çıktıktan sonra onu taklit ve tanzir ile elde etmiştir.
Hamid muasırlanndan bahsederken: "Hayret ve hürmetle okuduğum
cazımımız Recaizade Ekrem merhumla Namık Kemal merhumdu" der ve
Ekrem'le muarefesini şu tarzda anlatırdı:
" Ekrem ile muarefemiz hayli garip olmuştu. Bozdoğan Kemeri'nde oturur
idik. Bizim ön kapısından ekseri akşamlan zarif giyimli, kibar edfilı bir genç
aheste aheste yürüyerek gelir gider, ben de görürdüm. Birbirimize uzun uzun da
bakar idik: Nihayet bir akşam Ekrem: 'Beyefendi, iltifatınıza nail olamıyoruz.'
diye tanışmaya yol açtı. Artık birbirimizle pek senli benli olduk.
Ekrem bi-hakkın bana üstatlık etmişti. Ben idare-i kalem şöyle dursun,
idare-i kelama bile muktedir değil iken onun ötede beride görülen bendleriyle
tezyin-i dimağ eder idim. Ekrem bendenize çok şeyler ilham etmiştir. Tasavvur
edemeyeceğiniz kadar aşın sevişirdik. Allah rahmet eylesin Ekrem, pek haysiyet­
şina�, pek tekellüf-perverdi. Yazılarında bile bu hali vardır değil mi? Mizacıma
muvafık gelmeyen bir tabiatı da çarçabuk alınganlığıydı. Canım, benim
sözlerime bile bazı alınırdı? Bm de, çekinirdim."
Hamid'in bu mahviyetkar sözlerine rağmen Ekrem'in Hamid'den aldığı,
Hamid'e verdiğinden çok, çok ziyadedir. Hamid hakiki bir dehadır. Ekrem
nezih, hassas bir şairdir: Dediğimiz gibi Ekrem'de en bariz seciye teessür-i
hayatıdır Recaizade hissi bir şairdir. Reca.izcide romantiktir fakat coşkun bir
romantik değil, aşkı, ihtirası hiçbir zaman, hiçbir hususta bir feveran
göstermemiştir. Romantizmin o cinnet galeyanı Kemal'de, Hamid'de görülür.
Ekrem'in lisanı ölçülü, tartılı, temiz ve kibar bir lisandı.
[s. 34 1] İlk zamanlan fazla tekellüflü iken gittikçe sadeleşmiş, gittikçe
samimileşmiş, gittikçe tabii bir güzellik almıştı.
Tenkitkar, hurde-gir, dakika-bin bir zevke mfilik olan Ekrem bu müstesna,
bu mümtaz kabiliyeti sayesinde muvaffakiyetli, mesut bir edebiyat hocası, bir
"Üstad Ekrem" olmuştu. İnce tahlilleri, bedii tenkitleriyle lisana ettiği hizmet
şairliğinden kat kat yüksektir. Kendisinden hürmetle bahseden Samipaşazade
Sezai:
"Recaizade Ekrem'in güzel, ali şiirleri vardır. Sonra edebiyatın ruhuna
nüfuz eden bir nazarı vardı. Ve bir adam, hayatında şairliğinden daha yüksek
bir şahsiyet sahibi olmak kabilse Ekrem o idi. Ben, edebiyatın ruhunu bunun
kadar anlayan bir adam tanımadım. Mesela, Tevfik Fikret daha mektep
sıralarında iken onun istikbalde en büyük şair olacağını bize Ekrem söylerdi.
Halid Ziya'yı da ilk o keşfetti. Sonra mesela, Paul Bourget yeni yeni eser
yazmaya başladığı zaman bu adam fena değil ama üsllıbu o kadar büyük bir
üslup değil diye o söylemişti. Sonra sonra Avrupa'ya gittiğim zaman salahiyet-
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 289

dar adamlardan Paul Bourget hakkında aynıyla Üstad'ın fikrine tevafuk eden
fikirler işittim. Edebiyatı Ekrem, Kemal'den iyi anlardı. Ona, şüphe yok. Onun
bir eseri beğenmesi, onun bir edibi takdiri sahihen eserin muvaffak olmasını
temin ederdi. Bence o kadar emin bir zevki vardı. Şüphe yok, kanaat-ı tammem
vardır." diyor ki doğrudur. Ekrem'in kudret-i takdiriyesi kudret-i şftiranesinden
çok yüksektir. Yaptığı edebi tahliller bedii tenkitler ile etrafında toplanan hfile-i
şebaba iyi bir ders-i edeb verdi. Filhakika kendi yazılarında da tasallüfe kapıldığı,
rhetorique yaptığı vardır. Fakat asıl hususiyeti ve mümtaziyetini teşkil eden
tabiiyet-i safıyaneden ayrılmak istemez. "Nev-bahar" unvanıyla:

Mukim-i rağ ol ey gönül füyuz-ı nev-bahftrı gör


ŞükUfelerde mevc uran sala.-yı hüsn-i yari gör
[s. 342] Ne san'at eyler aşikar hezar-ı nağme-karı gör
Kenar-ı havz-ı pakte dıraht-ı saye-darı gör
Verir hayata ihtizaz huruş-ı cuy-ban gör!

Döner benefşe - gül - semen mücevheratajaleden


Verir çemende !fileler birer nişan piyaleden
Şarab nehrin andırır su aks-i reng-i laleden
Dolar derun-ı murg-zar tarabla cuş-ı nfileden
Seherde seyr-i bağa çık sabah-ı feyz-ban gör!

Eda-yı dil-şikar ile şükUfe-çin ü dem-füruş


Hıram-ı işve-bar ile direng-bahş-ı ak! u huş
Elinde gül -başında tül- kaba-yı fil-i zib-i duş
Riyaz-ı buldu kim arar gelir mi hatıra süruş
Çemende naz ile gezen benat-ı meh-izan gör!

Ser-i dırahta müşt-zen - hıyftz-ı bağa berg-riz


Gusun içinde pür-gıriv - şükufelerle pür-sitiz
Nihfil-i gülde teb-nüma - yem-i çemende mevc-hiz
Çemen çemen zemin güzer - zaman zaman sema giriz
Heva-perest ü pür-heves nesim-i bi-karan gör!

Dilinde aşk-ı neşve-riz - lebinde şevk-i hande-ver


Yolunda her çemen na'im - gözünde her çiçek güher
Şarabı ab-ı hoş-güvar - gıdası şir Ü şehd-ter
Değil melale ftşina kelfilden de bi-haber
Çoban kıyafetindeki garib-i kam-kan gör!

(s. 343] manzumesi hiç de Ekrem'den beklenmeyen Arab-kftri bir bediadır.


Adeta "arabesk" bir tablo, Mosaique bir sahnedir. Şark minyatürlerinden bir
290 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

numunedir Ekrem Bey'in böyle ince sanatlar gösterdiği yerler de vardır. Bunun
kadar şuh bazı şarkılarına da tesadüf olunur:

Sonbaharın zevki hoştur,


Tut elinden yari koştur.
Düşünme filemi boştur,
Tut elinden yari koştur.
gibi şen, şuh ve hoppaları bile vardır. Fakat bunlar enderdir. Ekrem hakikaten
zamanının şairidir. Klasik olduğu ve tamamen Şark'ı taklit ettiği devreleri
çocuklukla gençlik devri arasındaki hadd-i vasldır. Romantik devri de gençlik
zamanıdır. İ htiyarladıkça asrının bir esaret-i mutlakaya münkad olan cemiyeti
derin bir süküt-ı zelilaneye kapıldığı zamanlarda da Ekrem o acı ve ağlatıcı
devrin bir tercüman-ı giryanı olup kalmış, hakiki bir "lirik" şair olmuştu. Hatta
son zamanlarında yetiştirdiği gençlerin Servet-i Fünun'da vücuda getirdikleri
parnasyen (Parnassien) mektebi asarını da beğenmiş, onları tanziren de bazı
eserler yaratmıştır. Ekrem'de şiir itibarıyla kudret-i ibda'dan ziyade hassa-i ittiba
vardı. Kendinden sonra gelen Hamid'i de, daha gençleri de seve seve ve takdir
ede ede tanzir etmekte tereddüt bile etmemiştir."
En saf, en temiz, en sade en samimi lisanını Nyad Ekrem'inde görüyoruz.
"Yağmur hızlandı. Akşam da ilerlemişti. Gerek Nijad'ın, gerek ona komşu
verdiğimiz Belma'nın ruhlarına tekrar Fatihalar ihdasıyla bu iki taze kabre birer
nazra-i veda atfettikten sonra kabristanın yukarı cihetinden yola indim.
Anadoluhisan'na gitmek .. Oradan da İstinye'ye geçmek için Küçüksu'ya doğru
yürüyorken o beyaz başlı şahsın yine bir şeyler söyleyerek bana geldiğini
görünce olduğum yerde .. Tamam, Nijad'ın kabrinin nazır olduğu bir noktada
durdum. Fesini yağmurdan muhafaza için üzerine beyaz mendilini [s. 344]
geçirmiş olan bu şahsa yakından bakınca biraz evvel mezar işlerinde hizmet edip
ücretini de alanlardan birisi olduğunu tanıdım. Bana mülaki olur olmaz dedi ki:
-Bir beşlik ver de, bizim orada biri var, bu akşam bir Yasin-i Şerif
okutayım!
-Beşliği vermek kolay ama ya okutmazsan?
-Gerçek okuturum .. O okumazsa ben okuyuveririm be!
Beşliği aldı. Kandilli'ye doğru yürüyordu.
Yalnız kalınca ben düşünmeye başladım, hakiki, keskin poyrazla yağmakta
olan hızlı yağmura şemsiyemi siper ederek titreye titreye hem gidiyor, hem kendi
kendime söyleniyordum:
'Demek ki şu adamın yanın saatten beri beni göz hapsine alıp ara sıra
mınldanmaklarla da bi-huzür etmesi bir beşlik daha koparmak içinmiş. Fakat bir
mevtanın ruhuna Yasin-i Şerif okumak veya okutmak gibi bir emr-i uhreviyi
dünyalık namı verilen ma'den-i menhus-ı mütedavilin en hasis bir kısmını ele
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 291

geçirmeye vesile etmek ne kadar çirkin bir irt:ilcib. Ne derece şayan-ı istikrah ve
nefret bir tama'! Bu adam beni Yasin okuyamaz mı zannediyor? Öyle
zannediyorsa boz, kaba bir adam imiş ki en zayıf bulunduğum bir yerde beni en
zayıf tarafımdan yakaladı!
Lakin benim de ona karşı 'Ya okutmazsan?' diye emniyetsizlik gösterişim
onun mürtekib olduğu halden belki daha ziyade çirkin değil mi? Yalan söylemek.
Aldatmak, insaniyete nasıl bir şeyn ise bu yolda sı1-i zanda bulunmak da yine
insaniyetçe aynı bir nakise addolunmaz mı?
Kim bilir? Belki bu adam evladımın acısı yüreğime pek ziyade çöktüğünü
anladı ve hasbe'l-insaniye müteessir oldu da merhumun ruhunu şad, beni de
müteselli etmek için mücerred hüsn-i niyetle öyle bir teklifte bulundu, pekiyi ama
böyle bir hizmet hasbetenlillah olmak iktiza etmez miydi? Pek çokların [s. 345]
dediği gibi o da bana demez miydi ki: 'Halinizden anlıyorum, çok keder
ediyorsunuz. Yüreğiniz yanıyor. Lakin takdire rızadan başka çare var mı?
Geçmişe esefin ne faydası olacak? Sabrediniz, kendinizi o kadar harap etmeyiniz
ki ecrini bulasınız. Merhuma okuyunuz .. Dua ediniz, inşallah bu akşam ben de
bir Yasin-i Şerif okur da, onun ruhuna yollanın. Haydi selametle yolunuza
gidiniz.'
O zaman bir beşlik değil, onun üç beş mislini benden minnetsizce alırdı
veyahut hasbetenlillah olacak bir hizmetin yalnız sevabım kazanmak için
dünyalık kabulünden kat'iyen i'raz ederdi. İnsanlığa yakışan da bu idi.
Hayır! Bu adam bir tama'kar-ı mürtekib ki yürek sahibi bir insan ağzına
yakışacak bu sözlerin hiçbirisini tefevvühe lüzum görmeksizin beşliği kapnğı gibi
gitti. Ben de onun bu irtikab-ı tama'karisini yüzüne çarpar gibi bir muamelede
bulunmakla insaniyete karşı kabahatli oldum."
İşte Ekrem'in en son nesri basit, sade, samimi ve açık, bugünkü lisan da
bundan farklı değil. Şüphe yok ki asıl "Edebiyat-ı Cedide"nin yani Servet-i
Fünı1n edebiyatının nesri bundan çok daha ağır, çok daha süslü, çok daha istiari
bir lisandır.
Ekrem de, Şinasi ve Ziya Paşa gibi bazı manzum hikayeler tercüme etmişti.
Bilhassa Fransız hikayenüvisi La Fontaine'den bir hayli efsaneyi lisanımıza
nakletmiştir. Bunlardan hem hece vezni hem de aruz ile tercüme ettiği "Ağustos
Böceğiyle Kannca"sını biraz tetkik edelim:
"Etti ağustos böceği tebeh-kar
Bütün yazı tegannilerle imrar

Vakta ki geldi mevsim-i bürudet


Kendini gösterdi fena zaruret

Ne sinek lokması var ne de solucan


Oldu fakir mübtela-yı halecan
292 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 346] Hem-sayesi karıncaya giderek


Istıraptan feryatlar ederek,

Gelecek yıla dek bir ianecik,


Olmak üzere ödünç birkaç danecik;

Buğday veya arpa niyaz eyledi."


Aruz ile yazdığı parçadan da biraz okuyalım:

"İş edip kendine aheng ile zevk eylemeği


Yazı bihude geçirmişti ağustos böceği

Geldi birdenbire vaktaki zaman-ı serma


Başladı kaht ü gal a olmaya dehşet-ferma

Ne örümcek kurusu var.. Ne de bir sivri sinek


Yok idi hasılı bir habbecik olsun yiyecek."
Birincinin "on bir hece" ile ve "parmak hesabı" ile yazılmış olmasına
rağmen ağır, mustalah ve karışık bir lisan ile yazılmış olduğunu görüyoruz. Hece
vezninde aruzda olduğu gibi zaruretler de mevcut olmadığından takdim ve
tehirle r olmamalı, daha açık lisanla yazılmış bulunmalı idi. Ekrem hikayelerini
tercüme ederken çocukluğu hiç de gözünün önüne getirmemiş olmalı; "tebeh­
kar" keli mesinin orada manası ve vazifesi "imrar" ile kafiye olmaktan başka bir
şey değil gibi görülüyor. Bu tarz tercümelerde bu da bir büyük kusur sayılır..
"Vakta ki geldi mevsim-i bürudet, Kendini gösterdi fena zaruret" pürüzsüz,
temiz, düzgün bir Türkçe değil, hele "sinek lokması" pek garip! "mübtela-yı
halecan"lar, "Hem-saye"ler bu küçücük hikayeciğine yakışmayacak kadar
büyük ve şişkin sözler.. Mesela, Tevfik Fikret merhumun yazdığı "Ağustos
Böceğiyle Kannca" okunursa gayr-ı ihtiyari takdir olunur; çünkü Fikret'in gayesi
mallımdur, o efsanesini bilhassa çocuklar için yazmıştır. Ekrem ise gayesini tayin
etmemiş, belki de tercümeden başka gaye takip etmemiştir. Aruz ile yazdığı
hikayede lisan daha tabiidir.
[s. 347] Ekrem tercüme ettiği hikayelerin hemen hepsinde aynı halet-i
ruhiyesini göstermiştir. İşte "Karga ile Tilki " si :
"Bir dıraht üstüne çıkıp karga
Peynire çalmak istiyordu gaga

Bunu bir tilki görmesiyle heman


Attı zir-i dırahta hırs ile can"
Daha başlarken kullandığı "dırah t" kelimesi gösteriyor ki Ekrem çocukları
düşünmemiştir. Sonra; manada da zihni teşviş eden bir cihet vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 293

Dıraht üstünde peynir olmaz ki karga ona gaga çalmak İstesin. Ağaca
konduğu zaman ağzında peynir olduğunu söylemek lazımdı.

Hele "Kurbağa ile Öküz"ü çok ağır bir ifade ile yazılmıştır:
"Kocaman bir öküz görüp bir glık
Olmak ister o kalıba mesbuk

Yok iken cüssede yumurta kadar


Büyümek kasteder misfil-i bakar!

Ikınır şişmeğe eder gayret


Ta ki olsun öküzle hem-azamet."

İşte "Tilki ile Keçi"si:

"Olmuş idi ma-sabakta rubah


Bir teys-i dıraz-karna hem-rah

Klıteh-nazar olduğu kadar büz


Rlıbah idi layık-ı taharruz."

İşte "Ölüm ile Oduncu"su:


"Sal-hurde fakir bir hattab
Bin meşakkatle kestiği hatabı

[s. 348] Yüklenip sırtına misfil-i devab


Naki içinde çekerdi bin taabı."

Red.izade merhumun tercüme ettiği hikayelerdeki lisanı temiz ve selis bir


lisan değildir. Sair tercümeleri iyidir, bilhassa Matmazel Saron'dan nesren
tercüme ettiği "Bir A'ma Çocuğun Tahassürü" zamanına nazaran çok güzeldir:

"İşitiyorum ki: Güneş pek güzel. Çay kenarında suyun üzerine doğru
sarkan çiçeklerin manzarası pek latif imiş. Ve nazik nazik öten kuşların, havai
böceklerin uçuşu da görülecek şeylerden imiş!

İşitiyorum ki: Geceleri gökyüzünde gizli ışıklar görünürmüş ... Dalgalan gibi
hazin olan deniz içinde dahi beyaz yelkenli gemiler akıp giderlermiş!

İşitiyorum ki: Çiçeklerin renkleri rayihalarından letafetçe daha bfila imiş.


Dereler, dağlar, çayırlar, sular, ormanlar ve hususuyla fecir zamanlan o kadar
latif, o kadar şirin imişler ki bu kadar azamet ve ihtişama karşı insan zanu-zede-i
zemin-i hayret olmak lazım gelirmiş.

Lakin ben ne o gürültüsünü işitmekte olduğum denizi, ne o rengin çiçekleri,


ne gökyüzünü, ne güneşi, ne ormanları, ne o güzel meyveleri, ne kuşlan, ne
aydınlığı göremediğimden dolayı müteessif değilim. Hayır Allah'ım, hayır! Şu
fani alemin letaifinden hiçbirisini arzu etmem ilh... Heyhat! Anaoğımı
göreydim!"
Abdülhak Hamid
ABDÜLHAK HAMİD

Hayat-ı Edebiye ve Resnıiyesi


Tanzimat denilen devrin en parlak, en yüksek yıldızı olan Abdülhak Hamid
1 267 senesinde Kanun-ı saninin yirmi dördüncü günü [5 Şubat 1 852]
İstanbul'da Boğaziçi'nin en zarif, en dilrüba bir köyceğizi olan Bebek'te büyük
babası Abdülhak Molla'nın yalısında dünyaya gelmiştir.
Hamid'in büyük babası Abdülhak Molla da zamanında güzel şiirleri
bilhassa rubaileriyle şöhret bulmuş bir şairdi. istanbul'un derin mai seması
altında kıvrılıp giden Boğaz'ın firuze renkli sularına karşı kanat geren yalısında
şairane ilhamlar toplayan bu zarif Molla aynı zamanda da ilim ile muttasıf bir
zat idi. Bir zamanlar hekimbaşılık eden büyük biraderi Behçet Efendi'nin yerine
hekimbaşı olmuştu ve eczalarını koyduğu odaya da:

"Ne ararsan bulunur merge devadan gayrı"


mısramı nazmetmiş ve astırmıştı. Selefi ve büyük biraderi Behçet Efendi'nin
tıbba dair bir risalesi, küçük biraderi Hafız İlyas Efendi'nin de Letaif-i EnderUn
namında bir eseri vardır. Görülüyor ki Hamid, fikir aleminde büyük hizmetler
görmüş bir ailenin nevzad-ı mütevarisi idi.
Hamid'in babası Hayrullah Efendi de alim, şair ve lazıl bir zattı. Fazla
olarak tarihe de meraklı idi Ta:rih-i B([Yt-i Dilıkan namıyla bir eseri de vardır.
Encümen-i Damş riyasetinde, Mekteb-i Tıbbiye Nezareti'nde ve Tahran
Sefareti'nde bulunmuştur. Validesi de Kafkasyalıdır. Hamid, Validem unvanlı
manzum eserinde babasıyla validesi hakkında:

"Birinin nam u şanı bir tarih


Birinin hanedanı efsane
[s. 350] Oğulun nesli pür-fer ü ziver
Ufku bir harik-i duradur
Kızın ecdadı hak ü hilister,
Karlar altında bir şeb-i medfün
O oğul vfilidim, o kız da ninem.
Birinin aslı bir geniş mazi,
Birinin aslı bir büyük nisyan!"
298 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor. Ve küçücük iken Kafkasya'dan kaçırılıp Sohum'a, oradan da bir yelken


gemisiyle İstanbul'a kadar getirilerek esir olarak satılan annesinin Çamlıca' da bir
köşkte terbiye edildiğini ve babasının da diğer bir köşkte komşu olarak
bulunduğunu ve orada sevişip evlendiklerini anlatıyor:

"İki köşkün biri bu kızcağızın


Terbiyet-gahı, şimdi virane,
Biri de hacle-gahı, şimdi ahur!
Birinin pek yakın civarında
Birinin karşısında, şimdi ise,
Duruyor seng-i kabr-i pür-nuru ! . .
Ben onun oğlu rlıh-ı Fatiha-han."

diye bugün o köşklerin acı ve ağlatıcı halini tasvir ediyor.

Hamid'in doğduğu yalı esasen büyük babası Abdülhak Molla'nın değil,


biraderi Behçet Efendi'nin idi ve Hekimbaşı Yalısı denmekle ma'rlıf idi.
Hamid'in baba'>ı Hayrullah onu Mütercim Rüştü Paşa'ya satmıştı. Bilahare
Cevdet Paşa'ya, ondan da Sultan Hamid'in mabeyncilerinden Faik Bey'e geçti.
Ondan da Sultan Hamid satın alıp Şadiye Sultan'a verdi. Bugün yerinde yan
kalmış bir bina harabesinden başka bir şey yoktur.

Hamid ilk tahsil ve terbiyesini bu şairane köyde, Bebek'te almıştı. Orada


İptidai Mektebi'ne devam etmişti, oradan sonra Bebek'teki Fransız Mektebi'ne
devama başladı. Ve dokuz, on yaşlarında iken Paris'e giderek iki sene [s. 35 1 ]
kadar o irfan ve hürriyet şehrinde irfan ve lisanını kuvvetlendirdi. Daha genç
yaşında iken sinesine atıldığı bu gurbetin Hamid üzerinde derin derin intibaları
olmuştur.

Hamid, Paris'te Bac Sokağı'nda, Hortous College'de okumuştur. O


zamanlar Fransızlar hfil-i harbde bulundukları Avusturyalılarla İtalyanları
mağlup etmişlerdi. Hamid mağluplara çok acımış, hatta mektepte arkadaşları ile
oynarken kendisi Avusturya cenerali rolünü alır ve yanındaki neferleri ile Fransız
efradı olan arkadaşlarına bir taş ateşi ederek hepsini kaçırır, mağlup edermiş.
Tuhaftır bu mağlubiyetin Hamid'de huslıle getirdiği intiba gittikçe
derinleşmiştir. İki sene sonra İstanbuİ'a dönmüş ve Meclis-i Maarif Reisi olan
Selim Sabit Efendi'den Arabi ve Farisi, Bahaeddin Efendi namında bir zattan da
Türkçe okumuş, edebiyata da birinci defa olarak o Bahaeddin Efendi'nin
delaletiyle başlamıştır. Bu hususta Hamid:

"Edebiyata başlayışım, bilmem bir tuhaf olmuştur. İlk hocam Bahaeddin


Efendi ki el-yevm her-hayattır, inmelidir, zavallı, şu bildiğimiz Göksu Deresi yok
mu, onun civarında bir evde oturur. İnmeli değil de epi,ne dorsale'inde59 bir
sakatlık vardır. Bana Türkçe öğretirdi. Bir gün dikkatimi Tasvir-i Ejkar üzerine

�9 Belkemiği, omurga. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 299

celb etti: 'Hele şunu oku' dedi. Gösterdiği şey, lahik Avusturya İmparatoru
tarafından irad olunmuş bir nutk-ı metindi. Galiba İtalya'nın Magenta
Bozgunluğu üzerine olacak, Tasvfr-i Ejk/rr' a Şinasi kalemiyle geçirilmişti. İşte
bana ilk edebiyat şevki veren yazı bu olmuştur."
diyor.
Hamid'in bu bahsettiği nutuk kendi Paris'te iken Fransızlara mağlup olan
Avusturyalıların İmparatoru Françoise Joseph tarafından verilen müessir ve
müteessir nutkun metni idi. İşte Hamid'de garib bir tesir ika eden, istidadının
inkişafına sebep olan bu nutkun tercümesi idi.
Hamid daha on üç yaşında iken babası Tahran'a sefir olmuştu. Hamid de
kendisiyle beraber gitti. Hamid'in ilk dimağ] inkişafı burada olmuştur.
İstanbul'da başladığı Farisi'yi iyiden iyiye tetebbu etmişti. Bu hususta da kendisi:
[s. 352] "Daha sonralan öyle münhasıran edebiyat merakı saikasıyla çalışmış
değilimdir! Yalnız o ara peder İran'a tayin edilmişti, orada onun hususi
mektuplarını tebyiz eder idim. O bendenize bir nevi tahrir mümaresesi teşkil eder
imiş zahir. Farisi'yi konuştuktan sonra Sa'di, Kani, Şevket, Hafız ihtiyacat-ı
ruhiyeme enis oldular, ilk zevk-yab olduğum edebi mütalaat Acem asandır."
diyor. Biri garba, biri de şarka yapılan bu iki seyahatin Hamid'in hüviyet ve
zihniyeti üzerindeki tesirleri pek mühim ve pek barizdir. Filhakika Hamid hem
Şark'tan, hem de Garp'tan feyz almış bir bahtiyar dahidir.
Hamid daha on altı yaşında iken yetim kalmıştır. Babası Hayrullah 1 283
[1 866- 1 867] senesinde Tahran'da sefir iken vefat etmiştir. Hamid bunu da
Validem unvanlı eserinde şöyle anlatıyor:

"Peder İran' dan etmedi avdet,


Ona gitmişti validem hasret.
Daderim kıldı onlara ric'at.
Şad-ruh oldular ki cümlesini,
Ebeveyniyle, ümmehatıyla,
Bütün ecdadımızla bir arada,
Garka-i rahmet eylesin Rahman.
Biri Hayrullah ibn-i Abdülhak;"
Diğeri Münteha Hanım, kadını . . .
Abdülhak Hamid çok sevdiği validesi Münteha Hanım'dan Validem'de şöyle
bahsediyor:
"Validem ümmiyeydi, ümmiyenin
Var idi ezberinde birçok ilim.
Konuşurken siyiik-ı hale göre
Öyle eş'ar okurdu mürtecilen
[s. 353] Ki sadasındaki halavet ile
300 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Tarz-ı takrir-i dil-pezirinden


Sanki bir kat daha olurdu melih.
'Neme lazım benim o gonca-i ter
Bana gönlümdeki bahar yeter'
Gibi eş' ar ile terennüm eder,
Ve hususuyla bir melek gibi o
Ne mübarek dururdu, ben bilirim,
Ediyorken tilavet-i Kur'an!"

Abdülhak Hamid babasının vefatı üzerine İstanbul'a avdetinde on altı


yaşlannda bir genç idi. O zamanlar Çamlıca'da otururlardı. Hamid bu sinde
iken edebiyatla uğraşmaya başlamıştı. Gariptir o zamanlar kendisinde de eski
mustalah yazılan taklit etmek hevesi varmış! . . Bütün gençler gibi o da ihtiyarlan
tanzir ve taklit ile işe başlamış . . . Bir ara Mektubi Maliye Kalemi'ne çerağ olmuş
henüz on sekiz, on dokuz yaşlannda bir genç imiş . . . Bir gün yağmura tutulmuş,
yanında bulunan Ziver Paşazade Bahaeddin Bey ıslanmayı gözüne aldırarak
şemsiyesini Hamid'e vermiş. Hamid evine avdetten sonra hem şemsiyeyi iade
etmiş hem de atideki tezkereyi göndermiştir:
"Dün akşamki yağmur hengamesinde mutribe-bahşa-yı vuku olan
muamele-i ehibba-ncvazileri bcndenizi hakikaten müstağrak-ı derya-yı sürur
etmiştir. Şu kadar var ki bu bahşayiş-i kerem-nümayiş, kulunuzu sıyanet yolunda
kendinize rah meti zahmet edecek bir nevaziş demek olduğu içi n manend-i
sehab-ı deride-nikab, arak-riz-i şerm ü hicab olduğumu da ketmedemem. Keşf-i
küleh-bahş-ı gül-nakşım hafsalam gibi teng ü pay-i girive-peyma-)1 iktidanm
peyveste-i damen-i husul olamayan dest-i ümidim gibi leng olmasaydı asar-ı ber­
güzidelerini devlet-hanelt"rine kadar isal edecektim.

Her ne ise akşamdan beri ziver-i zeban eylediğim terane-i şükraneyi


amihte-i keyf-i mlıtad-ı seher-hizi kıldığımın arz u işan ve ma'al-mahcubiyye
matrabe-i mezburenin ifade-i iade ve tesyarı şu teşekkür-name-i acemanenin
tahririne mecburiyet ve rm i ştir."

[s. 354] Siyak-ı ifadesine nazaran -mizah-amiz dahi olsa- eski tarzda yazı
yazmaya karşı bir nevi hevesin mevcudiyetine delalet eden şu vesika pek
kıymetlidir. Çünkü Hamid'in de ilk zamanlarında Şark'ı taklit ile birtakım
eserler vücuda getirmiş olduğuna iyi bir numunedir.

Hamid yirmi yaşında iken ilk eseri olan Macera-yı Aşk piyesini yazmıştır. O
zaman Çamlıca'daki köşklerinde oturmakta imişler. MacerdJl Aşk'ı n müsved­
delerini yeşil kağıtlar üze rine yazıyormuş . . . Bir gün köşklerine Amedi hulefasından
Memduh Faik Bey6° gelmiş. Hamid'i masa başında yazı ile meşgul görmüş . . .
Hamid, derhal kı:lğıtlan saklamış fakat Memduh Bey ısrar ile alıp okumuş ve:

so Bilahare Dahiliye Nazın olan Memduh Faik P�a'dır. (İsmail Hikrnet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 301

"Küçük Bey ne derlerse desinler; devam ediniz -Büyük bir şöhret-i


müstakbeleniz olacak . . . "

diye teşvik ve taltif etmiştir.


Çamlıca; o tabii güzellikleri, o tabii cazibeleri ile Hamid'in dehasını tenzih
ve terbiyeye çok yardım etmiştir. Güzel, yüksek ağaçlan; renk renk çiçekleri;
temiz ve saf havası; bol ve yaşatıcı güneşiyle Çamlıca hakikaten şiirler ilham
eden bulunmaz bir mevkidir. İşte Hamid, Sezai ile beraber gençliğini, belki
gençliğin en tatlı, en cevval demlerini burada, bu Çamlıca korularında geçirmiş,
mehtabın Boğaz'ın titrek sularına çizdiği serv-i siminleri seyretmiş, Sezai'yle, o
sevgili dostuyla bülbül yavruları dinlemişti. Sezai bu güzel günleri tahassürlerle
yad eder:
"Bununla beraber bu hıyabanda fikr-i şairaneye mirkat-ı i'tila olacak kadar
meşe gibi, şemşir gibi büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar da vardı.
Bazen bir karatavuk hıyabanın medhalinden girip ıslık çalarak bu yeşil kubbenin
altından sür'at-i tayaranıyla geçerdi; bazen gurub bu meşcereye aks edince
ağaçların tepeleri ziya-dar bir yeşil, ortaları uçuk pembe, kökleri mai görünürdü.
Bazen şafak bu meşcereye nurani bir pencere yapar, o [s. 355] pencereden uçup
gelen bir kuş, kanatlarını ziya-yı nev-zuhUra karşı sallayarak o esnada hal-i
heyecanda bulunan kalbe zılam-ı şebihat arasında uzaktan uzağa hatırladığı
bilmem hangi alem-i nuraniden dem vururdu. Bir bülbülün, nücum-ı zahirenin
ta ufuklara kadar dokunduğu bir şeb-i ahter-darda, siyah bir nokta kadar küçük
gözlerini sema-yı bi-intiha-yı laciverdiye çevirerek cerrettiği nagamatı, o bülend
ve ruh-perver sadası kalbimde yuva yaptığı için hala gözlerimi kapayıp dinlesem,
bir harabede yükselen avaz-ı hazin ve müessir gibi kulaklarıma aks-endaz olur;
bazen benden uzaklaşarak gah galeyanda, gah !asıla vererek deruni bir sacla ile
öter. O sacla gecenin sükuneti içinde uzaktan bir havz-ı şeffafa damlayan su gibi
damla damla ruhumun içine döküldüğünü hissetmiştim. O gece ta-be-sabah
gözlerimi bir dakika bile yummadım."
diye o tatlı devreyi hatırlatıyor. Hamid de Fransa'dan, Paris'ten yazdığı bir
mektupta Sezai'den 1 5 Nisan 1 297 [27 Nisan 188 1] tarihinde aldığı bir mektuba
cevap olarak:
"Lezaiz-i hayattan mahrumiyet ve belki de kendi kendimden me'ylısiyet ile
geçen şu eyyam-ı hlçide bilmezsin ki senin hicibet-i gıyabiyen vicdanıma ne
kadar şevk-resan, ruhuma ne derecelerde tesliyet-bahş oldu. Bulunduğum
maskat-ı hücra-yı sefalette hem-hal-i esafil olduğuma kemal-i ye's ile hükmedip
dururken sandım ki bir sada-yı ulvi bana: 'Yok, yok senin bu hükmün na­
becadır; ben sana gezdiğim la-tenahi-sera-yı me'alide yer hazırlıyorum!' hitabını
serd etti. O zaman hayal-i ebediyet temessül ve karşımda Kemal ile Ekrem'den
ve Sezai'den ibaret bir sema teşekkül ederek muhit olduğu ma'rifet ve hakikat-i
kainata müteveccihen nefsimi reh-yab-ı irtika buldum. Ne büyük mazhariyet!
Mektubundaki sözlerinle Çamlıca'ya olan sevdamı uyandırdın bilmem ki sen
Çamlıca'nın ulviyet-i cismaniyesi misin, yoksa Çamlıca senin hatıra-i ulviye-i
302 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

mücessemen midir? Çamlıca'da bülbül yavrusu dinlediğimizi ben nasıl


unuturum? O bizim tabiat tiyatromuzun Adelina Patti'si idi. Bu kadın pek çok
şairleri aşık ettiyse o kuşcağız da pek çok müsta'idd-i muhabbeti şair eylemiştir.
Ben eminim ki biz Çamlıca safasını ne yeni dünyada sürebiliriz, ne [s. 356] eski
alemde, ne Amerika ormanlannda buluruz, ne İtalya müzelerinde, çünkü o
mübarek yer vatanımızdır; dediğin küçük hanende-i kudretten aldığımız hiss-i
ulviyi ise ne Nelson telkin edebilir ne Albani, Ne Paris'in Grand Opera'sı ihzar
eder, ne Viyana'nın askeri muzikası; çünkü o aciz mahluk bizim
vatandaşımızdır.

Çamlıca yalnız vatanımız değil efkar-ı şairanemizin de maderidir; bülbül


yavrusu yalnız vatandaşımız değil hem de birader-i hissimiz, birader-i ah Ü
zanmızdır. Hatta bazı kere ben onu kendi zade-i tab'ımıza benzetirim.
Gönlümdeki sevda aks ettiği zılam içinde feryad ediyor gibi gelirdi.

Ya umumen kuşların saye-i şefkatinde icra ettikleri o hüsn-i sada


çağlayanının letafetini avaze-i medeniyet dediğimiz araba gürültüleri, velvele-i
terakki bildiğimiz para çıngırtılan bize nasıl andırabilir?

Şüphe yoktur ki bizim gibiler füyfızat-ı edebiyeyi bedayi'-i tabiattan iktibas


ederler. Efrad-ı beşer istidatlanna göre hep inkılabat-ı tabiattan mülhem olur;
şuara baharın yetiştirdiği mahlukattandır; her telif-i latif bir mevki'-i tabiinin
tasvir-i manevisi, her müellif bir mesire-i kudretin mahluk-ı bedayi'idir, her
cuybar bir hiss-i teheyyüc, her ağaç bir fıkr-i sakin, her sehab bir hayfil-i ulvidir.

Tabiat, o ne fevkalade şair ki bütün asan da şuaradan zuhur eder; o ne


büyük Hfilık'tır ki mahlukatı da iktidar-ı halk ile mütahallik! Ey temişa-yı
kevclkible ihya ettiğimiz geceler nerdesiniz? O ziya-yı şafağa doğru uçtuğunu
söylediğiniz kuşlar, ki seyyar bir şüklıfe-zara benzer, gönlümüzde olan hissiyat-ı
ilahiyeyi hamil olup gittikleri için dergah-ı sermediyete gönderilmiş sfillerimiz
addolunsa seza değiller mi? ..

Ey tulu'-ı daimi ki bir inkılab-ı mütenavibesin; ey gurub, ki sana bir cihan-ı


mütezelzil desem veya bu alem için seni bir numune-i sukut addetsem becadır.
[s. 357] Ey mahitab ki bezm-i ilahinin saye-yi müstatili senin kadar dil-rübadır! ..
Ey temıişa-yı kevclkible ihya ettiğim geceler! Ey mamure tabiat nerdesiniz,
nerdesiniz?!

Yıldızlan eyledim temişa


Eş'ar ki Halık etmiş inşa
Saatlerce kıraat ettim
Şekten kesb-i beraat ettim
Yok hiç birisinde o fazilet
Vechindeki cilve-i hakikat

Hakikat, yıldızlar ki sema denilen uluhiyetin o fili sera perde-i seram


etrafında ukulün nüfuzuna haylfılet için nigeh-ban olan meleklerin enzar-ı
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 303

pertev-nisan denilmeye şayandır; bana senin mektuplann derecesinde bir şevk


ve meftU.niyet vermiyor; Hamid'e Sezai kadar takrir-i me'fili ettiremiyor! Ara sıra
mazalle-i leyfilide işittiğim ve birtakım vahşiye kadınlar manzara-i fenaya
kahkaha-zen-i istihlaf oluyor gibi dinlediğim baykuşlann sadasım Golos ahpap
ve ahalisinden cümlesinin musihabetine tercih ediyorum.
Buranın tabiat-ı mevkiiyesini çürütmem. Aıak-ı şarkiyeye mehasin-nisar
olunan letaif-i kudretten burada dahi dağlann etekleri dolmuş, kırlar, sahralar
donanmıştır. Galiba Çarnlıca'dan gelen bir rüzgar Sezai'nin yad-ı tahassürüyle
beraber mevsim-i bahan da getirerek bu eski ilaheler harabesi bir gülistandan
misal oldu. Kırlarda, tepelerde sürüler serbest serbest gezer; kuzular meler;
günlerce dolaşılsa tükenmeyecek bir saha-i dil-rüba üzerinde vaki büyük bir
zeytin ormanı balkonumun zir-i nezaretinde lerzandır. Mahsur olduğum cibfil-i
filiyeye beyaz beyaz köyler serpilmiş; bilmem hangi mahh1kat-ı semaviye oralara
yuva yapmış gibi durur. Birtakım filihe ittihaz-ı mesken etmiş zannolunur.
Şehrin dağlarla muhat olan sakin körfezi yere inmiş semaya benzer; tulı'.'ı'dan
ewel bülbüllerim uyanır; gurı'.'ıbdan sonra ishaklanm başlar; lis Miserabks'i61
ihtar eder; [s. 358] bir kırlangıç odamda iane-sazdır; penceremden girip kapıdan
çıkar; Londra ve Paris'in parfümlerini (pm:fames) andınr latif bir rüzgar mevaki'-i
vahşet müvekkileleri gibi rayihalar neşr eder, eser; havası sünbüli, sabahı rengin,
mahitabı ulvidir."
İşte meftı'.'ın-ı tabiat bir rı'.'ıh-ı mütehassis olan Hamid'in gençliğini geçirdiği
Çamlıca hakkındaki ihtisasları ve bütün tabiata karşı olan tahassüsleri! Hamid
hakikaten Çamlıca'dan çok şeyler almıştır. İlk eserini orada yazmaya başlamıştı.
Çamlıca birçok şairlerimizin mevlid-i ilhamı olmuştur.
İşte o dakikadan itibaren saha-i edebiyata atılan Hamid daima, daima en
ön safta ve en ileride yürümüş, kendisine takaddüm eden olmamıştır.
Hamid,
"Eee, gençliğimde okumadım değil! Mütalaadan fevkalhad lezzet-yab
olurdum! Lakin ben kendimi bilirim; öyle arzu ettiğim derecede çok ve
muntazam tetebbu edememişimdir!"
diye bir nevi tevazu gösteriyor.
Hamid, muasırlanndan en ziyade Kemal'den müteessir olmuştur. Nitekim
muasırlarıyla nasıl tanıştığım anlatırken bunu da söyler:
"Kudemadan müstesna, hayret ve hürmetle okuduğum eazımımız
Recaizade Ekrem merhumla Namık Kemal merhumdu."
dedikten sonra Şinasi'yi, Ziya Paşa'yı, Kemal'i, Ekrem'i hangi vesilelerle
tanıdığını nakleder:

61 Sefiller. (Haz. notu)


304 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Taksim'de 'Flamme' isminde bir kahve kaindi. Şinasi merhum sık sık
oraya çıkar idi. Kahvenin orta yerinde çalgıcılara mahsus tümsekçe bir yer var
idi. İki İtalyan kemancı kız orada hem çalar, hem söyler idi. İşte Şinasi o
tümsekçe yerin dibinde kendi kendine oturur idi. Bastonunu hafif hafif
dudaklarına dokundurur, iştiyak çektiği Avrupa filemi.ne dair tefekkür eder gibi
dalgın durur idi, bir akşam o kahvede görüşmüştük. Beni Vefik Paşa'nın
mahdumu Refik Bey takdim etti. Şinasi kırca sakallıydı, o meseleyi bilirsiniz ya,
sakalını tıraş ettirdi diye biçare adamı azletmiştiler! O ara Kemal, Ziya Paşa filan
Londra'da Hürrfyet isminde bir gazete çıkarırlar idi. Orada Ziya [s. 359] Paşa'nın
Rüya'sı neşredildi idi. 'Onu okudunuz mu?' diye sordum, başını manidar bir
surette salladı, 'Onlar şimdi İstanbul'u rüyada görüyorlar!' dediydi, bugünkü gibi
hatırımdadır. Şinasi beni babamın oğlu gibi tanırdı. Yoksa bir şair, bir muharrir
olarak filan değil! Bir satırımı bile okumamıştır.
Ziya Paşa ile bir defa bir davette beraber bulundu idik, bizim Sezai'nin
babası Sami Paşa merhum da orada idi. Ziya Paşa ağır başlı, düzgün kıyafetli,
muhterem ve ciddi bir adamdı. Fakat görüşmek nasip olmadı.
Kemal'i ilk defa Ebüzziya Matbaası'nda gördüm. Ben evvela tanımadım.
Ebüzziya ona bir makale okuyordu. Kemal de ayakta bir aşağı bir yukarı
dolaşıyordu. Birkaç defa Fransızca "tout de bon, tout de bon" 62 dedi. Çıktı gitti. Bu
tanışmak sayılmaz öyle değil mi?
A�ıl Paris'ten İstanbul'a avdeti hengamında tanıdım. Daha nefyedilmemişti,
Vefa'da otururdu. Gittim gördüm, misafirleri de var idi. 'Size iştiyakımdan
dolayı geldim.' dedim. Evvelce mu arefemiz filan yok, beni yazılarımdan da
tanımıyor. Onun için hususi bir ehemmiyet vermedi. O sıralarda memuren
Paris'e tayin edilmiştim. 'Madem Paris'e gidiyorsun dedi, -birkaç kütüphane ismi
sağlık verdi- orada şu kitaptan oku.' Sonra ben İstanbul'da yokken İçli Kız
basıldığı zaman Ekrem sena ile ilan etmişti. Eseri Kemal de okumuş. Ekrem'e:
'Bu hangi Hamid Bey oluyor, bizim bildiğimiz mi?' diye yazmış, işte
muhaveremiz de bu suretle başlar."
O zaman Hamid Paris Sefareti'ne katip tayin olunmuş ve ilk feyz aldığı bu
hürriyet ve medeniyet memleketine tevsi-i ma'lumata gitmişti. "Frenklerden de
bilahare Corneille'yi, Racine'i, Voltaire'i, Lamartine'i, Musset'yi tedkik ettim."
diyor ki bütün bu tetkikata işte bu sefaret katipliği zamanında güzel bir fırsat
bulmuştu. Nitekim sonradan vücuda getirdiği eserler bütün o bedayi-i asardan
muntabı'dır.
[s. 360] Kemal'in, kendisini bir şair olarak tanıdıktan sonraki mülakatları
da şöyle tasvir eder:

62 "Her şey yolunda, her şey yolunda."


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 305

"Bilahare Kemal sürgünde iken bir defa altı saat kadar Midilli'de
görmüştüm. O vakit beyaz bir gecelikle kabul etti idi, muttasıl geziniyordu.
Daimi bir heyecan içinde idi, fakat nutkunda eski cerbeze-i fevkalade, eski
kuvve-i iknaiye baki ve hatta mütezayid idi.
Son defa görüşüşüm de Rodos'tadır. Altı dakika kadar mülaki oldum,
uyuyormuş. Yanındaki odada da damadı Rifat Bey yatıyor idi. Ona söyledim:
'Aman müsaadem yok, görüşmek istiyorum.' dedim uyandırdılar. Kemal Bey
ateşin bir adamdı. Harika idi diyebilirim, kadri bilinmemiş eazımdandır."
Hamid, Paris'e Abdülaziz'in evahir-i saltanatında gitmişti. 1 292 [ 1 875-
1 8 76] tarihlerinde Paris'te bulunuyordu. Vatanı hakkında malumatı ailesinden
aldığı mektuplardan daha etraflı, daha geniş öğreniyordu. İnkılap'ta İstanbul'da
bulunmamıştı. Bir ara Sultan Aziz'i tahttan indirip yerine Sultan Murad-ı
Hamis'i iclas ederek meşrlıtiyet-i idareyi tesise uğraşan hamiyet erbabını uzaktan
uzağa alkışlamaktan, kalbiyle bu inkılap bayramına iştirakten geri durmuyordu.
7 Temmuz 1 292'de [ 1 9 Temmuz 1 87 6] Sami Paşazade Necib Paşa
merhuma gönderdiği bir mektupta Paris'ten ve kendisinin oradaki hayatından
bahsederken:
"Bilmem nasıl oldu da siz buradasınız, dokuz ay kadar oturabildiniz! .. Ben
nasip olursa çok durmayıp döneceğim. Sonra niyetimi değiştirirsem bilmem a!
Şimdilik Paris benim için değildir, Paris güzel bir kan; benim için bir kızdır.
Yahut kızdır ki bana göre resim gibi cansızdır. İnsan resme yalnız bakar, yalnız
bakmaktan ise elbette bıkar. Evet, Paris bakir ise güzeldir. Hem de süslü,
ziynetlidir. Hem de marifetli dirayetlidir. Hüsn ü ziynet cihetlerince bekarsam,
bana resim geldiyse dirayet bahsinde ne suret, ne bakirdir, önünde rahle-i
istifaza bir üstad-ı mahirdir. Endam-ı nazenini mestur ise esrar-ı kalbi zahirdir.
İşve-i dilberisini seyredemezsem pend-i hıred-mendanesini istimi ederim.
Vuslat-ı şeytan-firibine karşı meraret-i çin-i me'ylısiyet isem haslet-i melek­
[s. 361] pesendanesine mukabil lezzet-yab-ı me'nlısiyet olabilirim. Demek
istiyorum ki Paris'in zevkıyatından müstefıd olamazsam maarifinden istifade
etmek iktidarım vardır.
Eğlenceli bir yerde tahsil etmek elbette tahsil esnasında eğlence
düşünmekten evladır. Bu halde bana şöyle bir istifham-ı mukadder varid olmaz
mı? Mademki çalışmak arzusundasın, Paris gibi meşagil-i ilmiyeye her yerden
ziyade kabil olan bir tederrüsgah-ı umumide iki üç sene kalmayı istemez misin?­
Hayfa ki bu suale vereceğim cevap bir ah-ı ye'se zamimeten -Paris'te o kadar
kalmayı isterim. Ne çare ki ister istemez kalamayacağım- sözünden ibaret olur."
diye Paris hakkındaki tahassüsatını bildiriyor. Hamid, Paris'e yalnız gitmişti,
bundan da ayrıca sıkılıyor, tab'ındaki zevk ve eğlence ihtiyacını da istidadını da
tatmin edecek kadar parası olmaması da bu sıkıntıyı bütün bütün artırıyordu.
Fakat Hamid'i bu sıkıntılar yetiştirdi. Kendini sefılhate kaptırmadı. Okumaya,
yazmaya verdi. Onun neticesinde de o güzel eserlerinin en kıymetlilerini orada
306 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

yazdı, gençliğinin dördüncü mahsul-i zekası olan Duhter-i Hindu'yu daha


Abdülaziz zamanında yazmışn, belki Paris'e bile gitmemişti. Duhter-i Hindu gerek
nesri gerek nazmı itibarıyla lisana, şiveye, şiire bir yenilik getiren eserlerinden
biridir. 1 292 [ 1875- 1 876] senesinde Tasvir-i Ejkdr matbaasında, tab'ettirdiği bu
eserin sonuna ilave ettiği mütalaa kendisinin tiyatro hakkındaki fikirlerini
bildirmek itibarıyla bir kıymet-i mahsusayı haiz olduğundan burada zikrini
faydalı addediyoruz:
"Şimdi halkımızın rağbeti milli tiyatrolara münhasır gibidir. Tercüme
olunan ve mündericatı ahlak-ı milliyemize tevafuk etmeyen oyunlara nazar-ı
iltifat ile bakılmıyor. Hele tercüme olmayıp da icabından mesela İran veyahut
Çin kavimlerinin adat ve ahlakına dair bir oyun hatıralara bile layıh olmuyor.
Ya milli namıyla çıkan eserlerimiz hadd-i asliyette ötekilere laik midir? Benim
itikadımca değildir, çünkü bir milletin tarihince fahrolunacak bir azametini veya
uzemasından bir müştehirin sergüzeşt-i lahiranesini ihtar etmediği halde
efradının bugünkü suret-i imtizac ve adetini bildirecek yolda bir tiyatro yazmak
bir [s. 362] şahsın yüzüne karşı ayna tutmak gibidir ki şeklinin müşahedesinde
bildiği şeyi bir daha öğretmiş olmaktan başka fazilet yoktur, o yolda bir eser-i
milliye tiyatro değil ahlak risalesi denebilir. O yolda bir eser namına milli
denildiği için değil hadim-i ahlak olduğu için mütalaa olunmalıdır. Mesela
benim içli Kız tiyatrosunun mevzuu bugün vukuu muhtemel bir vakadan başka
bir şey değildir. Sevabıkımızca hiçbir malumat arz etmez. Tarihimizden me'huz
hiçbir fıkrası yoktur. Halbuki içli Kı::. da milli namıyla çıkan tiyatrolar
idadındandır. Halbuki lazım olduğu gibi milli değil o da yalnız ahlak risalesi
addolunabilir.
Türkçe tiyatro oynamalı diyebilmek için ya Lazlar ya Arnavutlar, ya
Kürtler ve saire idadından yani millet-i Osmaniye efradından olup da adet ve
tabiatları halkımızca etrafıyla malum olamayan akvamın tesavir-i ahvaline dair
olmalıdır: Müelliflerinin himmet-i millet- perveranesini inkara mecal olmayan
Ecel-i K�a gibi, &sa, Delik ile Ebül'ala gibi, yahut tarih-i İslamca bazı havarik-ı
vukuat ile yine İslam'dan vücud-ı fahre sebep bir şöhret-i azime sahibinin
tercüme-i halini müş'ir olmalıdır. Üdeba-yı Garb'ın tarihlerden istihrac ile alem­
i marifete pek çok misalini yadigar ettikleri halde bizde henüz bir eseri
görülemediği gibi veyahut mündericatı Osmanlıların halde, mazide i'tila-yı
şanını mucip bir vakayı musavvir olmalıdır!
Nazirini görmemekle muttasıf olduğumuz Akif Bry ve Silistre nam eserler
gibi. Sırf bugünkü ahvalimizden mesela bir ailenin macera-yı ülfeti hakkında bir
tiyatro insana arz-ı mir'at kabilinden olunca tarihini yazmak da sinn-i kemale
ermiş bir adama gençliğindeki resmini göstermek gibidir ki her nazarda hatıra-i
şebabın letafet-engiz-i tekerrür olmasından müstefıd ola. Hele kabail-i tabia
ahvalini tasvir edenler ise bir insana vücudundan ma'd(ıd olup da nazar-ı
tabiisinin isabet edemeyeceği azasını irae derecesinde müfıd olur. Hatta bugünkü
adet ve ülfetimizi tasvir eden bir oyunun temaşa veya mütalaası, [s. 363] vasıta-
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 307

nüma-yı istifade olmakta, belki diğer milletlerin suver-i tabayi ve muaşeratını


gösteren asar-ı müterceme derecesinde bile itibar olunamaz, çünkü tercüme
olunmasını görmekte adat-ı ecnebiyeden hiç olmazsa azdan az malumat alınmak
vardır. Hele bu vasıta ile edebiyat-ı Garbiye meşahirinin akıllara hayret veren
bedayi-i edebiyesi meydanda iken elsine-i avamda ve ahlak-ı milliyemize dair
olduğu için efsane tarzında yazılan tiyatrolarımızın madfınunda tutulması hiç de
mükteza-yı gayret değildir.

Türkçe ahvali meçhulümüz olan akvam hakkında yazılanlara gelelim:


İtikadımca bunlar dahi istisna ettiklerimden sonraya kalan ve mim namıyla çıkıp
hakikatte ahlak risalesinden başka namı olmayan tiyatrolarımıza tercih olunur,
çünkü ahlaka hizmet etmek halka ibret vermekle beraber mevki ve tabayiine
vakıf olmadığımız bir millet ahvalinden bahseder. Macerii-yı Aşk -bir dereceye
kadar bu neviden olduğu gibi- Atala nôm te'lif-i latif ile bu Duhter-i Hindu dahi
akvam-ı mezkure adetlerinden haber verdiği için o idada dahildir. Atala benim
indimde Vuslat'tan, ona mümasil ahlak tiyatrolarından hem daha müfid, hem
daha mükemmeldir. Çünkü Vuslat ne tarihi ne de urban ile ekrattan söyler. Fakat
Atala hal ve hareketleri bizce bilinememiş bir taife tarif-i icmalisini müş'irdir.
Nitekim Zavallı Çocuk eser-i edibanesiyle İçli Kız dahi Vuslat gibi İstanbul'da
cereyanına imkan-ı tasavvur olunan bir vakıayı musavvirdir ki, faydalan
mücerret ahlaka hizmet cihetine münhasırdır.

Demek istiyorum: Mademki milli tiyatrolar telif ve mütalaaca -Antony gibi


tercüme veya Atala ile Duhter-i Hindu gibi -ecnebi- addolunan bir oyun ya
Osmanlıların şanını ila edecek surette tarihçe muhtasar geçilen bir vakanın
tarife-i kemalini veyahut evsaf-ı edilesi sahayif-i tevarihe vüs'at-bahş olup
dururken her nasılsa lisanlara zinet-res-i intikal olmayan kübera-yı İslam' dan bir
nihririn tercüme-i halini muhtevi olmalıdır. Bu mütalaaların zihnime tebaüd-i
mütevalisinden milli olmamak üzere yazdığım şu Duhter-i Hindu faciasının [s.
364] tab ve neşrine cesaret-yab oldum. Yine bu mütalaaların sevk-i tabiisiyle
rağbet-i umumiye hilafına şöyle bir tiyatro yazdığımdan dolayı kendimi mes'ul
tutmuyorum. Sair nekaisinin af ve merhamet nazarıyla görüleceğine de, bundan
evvelki eserlerimin mazhar-ı iltifat olmasına istinad ile itimadım vardır.

Her kusur ile beraber şunu da itiraf edeyim: Duhter-i HindU yazılışında tiyatro
kaidesiyle tatbik kabul etmez, huzzardan bazısının tafsilli muhatabatı hele ma'raz-ı
temişada büsbütün garabet-engiz olur, bunun sebebi, emelim tasvir-i hayal
olduğundan, esna-yı tahririnde ma'raz-ı temaşaya vaz' olunup olunmayacağını
düşünmediğimle beraber mertebe-i efkarı tiyatro aktörlerinin kasvet-engiz takriri
derecesine tenzil etmediğimdendir.

Bir de bilmem itiraz olunacak mı? İkinci fasıldaki manzume edebiyat-ı


Osmaniyede emsali mevcut olmayan tarz-ı Garbi üzeredir. Maksadım o vadide
nazmın Türkçede ne şive kesbedeceğini tecrübe idi. Binaenaleyh anladım:
Lisanımız ki her yolda ifüde-i meram için müsaittir, bu zemin üzere de letafetini
kaybetmeyecek."
308 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Hamid bu mütaalatıyla tiyatroya nasıl bir nokta-i nazarla baktığım bize pek
açık surette gösteriyor. Hatta değil sade bu Duhter-i Hindı1'da, bütün
tiyatrolarında, hiç de ehemmiyet isnad etmeden, tekrarladığı muhatabatı
uzatmak -hatasını kendi de itiraf ederek- kendince bulduğu sebepleri izah ediyor.
Fakat bütün tiyatrolarında görülen o ulüvv-i cenah, o vakar-ı insani, o
hubb-ı şeref bunda da vardır. Hamid tiyatroyu gaye diye almıyor. Bütün
yazılarında yaptığı gibi onu da kendi ulvi hislerini, ulvi heyecanlarını, ulvi
fikirlerini izhar için bir vesile, bir vasıta ittihaz ediyor. Bunun için de hiçbir nev'-i
edebinin şerait ve kavaidine imtisfili nefsi için bir mecburiyet addetmiyor. Hele
şiirde Şark'ın mevcut şekilleri, mevcut vezinleri ona çok dar, çok kifayetsiz
geliyor, mütemadiyen tenevvü, mütemadiyen teceddüde doğru gidiyor. İşte daha
1 292 [1 875- 1 786] tarihinde iken Garp'ın bütün nazım şekillerini tecrübe
suretiyle Şark'a sokmaya çalışıyordu. Nitekim de soktu. Ve o şekilleri hakikaten
ilk kabul ve tatbik eden de Hamid oldu:

[s. 365] "Ne hoş eyler muhabbeti tarif


Şu garib bülbül ıişiyanında
Ben de gıiya idim zamanında
Aşiyanımdı bir nihfil-i zarif
Gezdiğim demde gülsitanlarda
Beni yadındır eyleyen taltif
Duyanın nefhanı hafif hafif
Ruzgar estiği zamanlarda

Aksinin mihridir tenevvür eder,


Ab-ı çeşmimde, ka'r-ı canımdır
Dağlara akseden fıgiinımda
Seni sevdim sözü tekerrür eder"
tarzında rubai gibi dört mısralık kıt'alardan teşkil ettiği manzume o zamana
kadar Şark'ta tecrübe edilmemiş bir şekildi: Halbuki Garplıların pek çok
kullandıkları bir şekildir. Bunun tatbikiyle şiir sahası biraz daha yenileşmiş,
genişlemiş, gazel, kaside, mesnevi gibi mahdut kıyafetlerden sıyrılmış oluyordu.
l l Ağustos l 292'de [23 Ağustos 1876] Bahaeddin Bey'e yazdığı bir
mektupta biraz halinden şikayet ediyor ve:
"Millet Medisi'nin yıkıldığını işittim. Teessüf olunur ki onun harabı pek çok
ebniye-i filiyenin münkalib-i enkıiz olmasına deliilet ediyor. Yapıldı mıydı ki
yıkılacak? Temeli konulmuş gibi idi. Bizden ne muvaffakiyet beklenilir? Hal' ve
idasta muvaffak olduğumuza hamdedelim!
Padişahın hastalığı zihne dokunur şeydir. Teessüf olunur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 309

Okuyorum, fakat istediğim kadar değil. Mamafih istifadeden hali olduğum


yoktur."
diye yazıyor. Bahsettiği hal' ve iclas meseleleri [s. 366] israfve sefahati tahammül
olunmaz derecelerini bulan, arada bir vasıta-i irtişa olan Sadrazam Mahmud
Nedim Paşa rezilinin teşvikleriyle rüşvet alabilmek için milleti de, memleketi de
sefil ve hadi edecek yollara sapan Sultan Abdülaziz'in tahtından indirilerek
yerine Sultan Murad-ı Hamis'in iclas edilmesidir. Bu vakayı bütün Osmanlılar
hayırlı ve beşaretli bir hadise olarak kabul etmişlerdi; çünkü istibdad-ı idareye
nihayet verecekler, Kam1n-ı Esasi'yi ilan ederek Millet Meclisi'ni açacaklardı.
Maalesef bu tatlı ümit de çok sürmedi. Hamid'in de mektubunda işaret ettiği gibi
padişahın yani Sultan Murad'ın anza-i dimagiyesi her şeyi zir ü zeber etti.
1 293'te [1 876] vak'a-i cülusu meserretli toplarla ilan edilen Sultan
Murad'ın bu suretle hastalanarak bir ay kadar az bir müddette tahttan
çekilmesi63 Osmanlılar'ın felaketine bir mukaddime sayılır. İşte Hamid'i Paris'te
fevkalade müteessir eden noktalardan biri de bu idi. O zaman Genç Osmanlılar
Cemiyeti erkanından olan Sadık Paşa Paris'te sefir bulunuyordu. Çok geçmeden
İstanbul'a giderek bu hadisata karışmış ve hatta başvekalette de bulunmuştu.
Hamid 1 6 Ramazan 1 293 [5 Ekim 1 876] tarihinde yine Bahaeddin Bey'e
yazdığı bir mektupta:
"A birader! Ahval-i zatiyemden ne yazayım? Geldim geleli havassıma istila
eden ve belki Tuna Boyu'ndan Paris'e kadar benimle beraber gelip, hatta yatak
odamda bile tecessüm-nüma-yı dehşet olan muharebe hayalatıyla zihnim
lebaleb; efkarımı cem' edip de bir gün rahat olduğumu bilmedim .
Bedayiden n e göreceğim? Paris bir bedia demek değil mi? Vaktimin imran
tahsil ile; fakat başlıca bir derse başladım. Hamdolsun, hiçbir kan ile alışverişim
yok, uzaktan seyr ile iktifa ediyorum.
Suavi ile pek çok görüşüyorum. Halini, fikrini istediğimden, beklediğimden
ala buldum. Bizde ziyan edilmemesi adet olan efazıldan ve pay-mal-i hakaret
edilen defınelerden biri de Suavi Efendi'dir. Beş on güne kadar İstanbul'a
gidiyor. Zannederim ki onu dahi Kemal Bey gibi Şura-yı Devlet'e tıkarlar.
Benden beklediğiniz tafsilatı kariben size şifahi olarak arz [s. 367] edeceğimi
me'mıll ediyorum. İstidlalim öyledir. Bu yolda istidlaıatımın ekseri de muvafık-ı
hakikat tesadüf eder.
Padişah-ı cedidi pek alkışlamıyorsunuz. Fakat Millet Meclisi olacak. Sultan-ı
na-Murada kalsaydı, daha imtidad edecekti. Tantana-perest olması hakkındaki
ihbarınız da sair rivayata muhaliftir. Bana bilakis hissetinden ve tasarrufa
riayetinden bahsediyorlar, ama sizin yazdığınızı daha sahih göreceğim tabiidir."

63 Sultan Murad'ın tahtta kalına süresi üç aydır. (Haz. notu)


310 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor.
Bu tatlı rüya uzun sürmemişti. Açılan meclis dağılmış, erbab-ı iffet ve
ehliyet birer birer nefy ve tagrib edilmişti. O miyanda Midhat Paşa merhum da
Avrupa'ya gelmişti. Hamid, paşa hakkında yazdığı mektuplarda bu cihete ait
hislerini, fikirlerini söylüyor ve bilhassa birkaç mühim şahsiyetten bahsediyor ki
bunlardan biri Koniçeli şrur-i meşhur Kazım Paşa'dır. Hamid, Kazım Paşa'nın
bir daha ismini bile ağzına almak istemiyor. Sebebi de Kazım Paşa'nın zamanı
erkan ve ekabirine yaranmak kasdıyla o zaman Avrupa'ya çekilen Midhat Paşa
aleyhine hicviyeler yazması, bi-edebane taarruzlarda bulunmasıdır. Kazım Paşa,
Midhat Paşa'nın vefatına kadar tariz ve taarruzdan, hiciv ve düşnamdan geri
durmamıştır, hatta bir hicvinde:

"Midhat'ı tard etti mülkünden emirü'l-mü'min


Nitekim şeytanı cennetten çıkardı Kirdigar"
beytiyle ta'n etmişti.
Hamid, Pirizade İbrahim Bey'e 5 Mart 1 293'te [ 1 7 Mart 1877] gönderdiği
bir mektupta:
"Kazım bi-hayasının hicviyesini değil, methiyesini bile müstekreh
göreceğimden bu mektubu aldığınız tarihe kadar göndermedinizse şimdiden
sonra göndermemenizi ihtar ve maa'-ziyadetin sizin de öyle rezail-i asar
mütalaasına tenezzül etmemenizi tavsiye ederim."
diyor.
Bu ara Hamid büyük bir teessür içinde kalıyor; bir taraftan hususi hayatını,
diğer taraftan memleketinin vaziyetini düşünüyor. Hayat-ı hususiyesinde biraz
sıkıntı çeken, borçlanan Hamid bu inkılap dolayısıyla kendisinin de [s. 368]
mevkiinden çıkanlma'!ı ihtimalini düşünüyor:
"Bakalım Halil Paşa beni değiştirir mi? Bir kere valideniz hanımefendiye
söyleseniz de işi Peder Beyefendimize açsalar, zira beni azlcderlerse borçtan
dolayı halim bütün bütün yaman olur."
diyor. Fakat asıl kendisini meyus eden nokta memleketin umumi vaziyeti.
Harbin aldığı berbat şekil. . . 27 Teşrin-i Evvel 1 293'te [8 Kasım 1877] yine
İbrahim Bey'e yazdığı mektupta:
"Muhtar Paşa öteki acıyı unutturmadan bir yara daha açtı, Deveboynu
mevakiini de terk etmiş. Eğer müşarünileyh böyle imdatsız bırakılırsa Trabzon'a
kadar ricat etmeye mecbur olacaktır. Bu da tabiidir."
sözlerini yazıyor.
1 7 Mart 1 293'te [29 Mart 1 877] Pirizade İbrahim Bey'e yazdığı mektupta:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 311

"Basfret'lere de aynca teşekkür ederim. Nutk-ı Hümayun oldukça


matlubumuza makrun görünür. Mamafih ondan daha güzel olmak da mümkün
idi.

Edirne'dekiler Çamlıca'ya gitmiş. Siz de yalıya nakletmek üzere imişsiniz.


Allah cümlenize afiyetler ihsan buyursun. Doğrusu , o tarafları pek arzu
ediyorum. Uyanık iken Paris'te isem, uykuda daima İstanbul'dayım. Gündüz
ecnebilerle geceleri de sizlerle görüşüyorum.

Ah Halil Paşa'dan benim için bir müsaade istihsal olunsa da iki ay kadar
İstanbullu olsam! Bu müsaadenin Halil Paşa'dan oraca istihsali mümkün olduğu
halde diriğ buyrulmamasını birader beyefendiye yazdım."

diyor. Ve Paris'te geçirdiği hayat hakkında şöyle malumat veriyor:

"Benden havadis istiyorsunuz. Ne yazayım! Bir tarafa çıkamıyorum ki


gördüğümü yazayım? Yalnız geçen gün sefaretin bahçesine çıktık. Bahar kokusu
baharımızı başımıza çıkardığından deli gibi koştuk, yorulduk. İki gündür
dizlerim ağrıyor; baharımız buhar oldu. Dün sabah da yataktan kalktığımda
kandili kokmuş buldum, kızdım. O danın havasını değiştirmek için pencerelerin
hepsini açtım. Bir ala soğuk aldım. Şimdi belimi kımıldatamıyorum. İşte
züğürtlerin eğlencesi böyle olur, yani eğlencelerimiz hep sefaret dahilindedir.
Sokakta, yani hariçte hiçbir şey yaptığımız yok. Tiyatrolann, baloların
kapısından bakıp, [s. 369] meyusane avdet etmekle iktifa ediyoruz. Sükunet
denilen hfili de hakikaten göreceğim geldi. İnsan ne tarafa gitse bir nehir şarıltısı
işitiyor. Bu da araba gürültüsüdür. İşte bu medeni ve sun'i memleketin enhan
böyledir. Kuşları da, muzika alatıdır. Kiliselerden ziyade bankaları mukaddes
biliyorlar. Papazlan sarraflar, ma'budları paradır. Tabiat denilen sani-i ezeli
basir olsa bu memleketin kendi asanndan olmadığını görürdü. Fransızların
cenneti de cehennemi de Paris'tedir. Kimin bir külliyetli iradı varsa o adam
cennetlik addolunuyor. Bu halde bizim sefareti gayya kuyusu addedeceklerinde
şüphe yoktur. Halil Paşa gelse de sefarette yemek çıkarsa diye bekliyoruz. Hiç
olmazsa ziftlenmek gailesinden, yani yemek parası aramak zahmetinden
kurtulurduk."

Fakat hemen bir ay kadar sonra 28 Nisan 1 294 [ 1 0 Mayıs 1 878] tarihinde
Bahaeddin Bey'e gönderdiği mektubun hamişinde: "Devletin suret-i vefatı bir
iftihar-ı erzelaneden ibaret olduğunu kim inkar eder." diyor. Biraz daha aşağıda:

"Evet, biz öldük. Bugün vatanımızda görülen harekat-ı hayatiye ölmüş bir
vücuda istila eden kurtlann harekatı ve hayatımız da onlann hissiyatı
nevindendir. Şimden sonra bizim için tebdil-i kalıp ve kıyafet etmekten başka bir
çare kalmadı.

Devletli ederse ger-tebeddül


Millet neden eylesin tahavvül? ..

sualini irada salahiyetimiz vardır değil mi? .. "


312 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

mütalaatmı da ilave ediyor.


İşte bütün samimiyetle anlattığı bu hayat-ı hususiyesinin, yani parasız ve
sefarette oturmaya mahkum oluşunun büyük bir faydası dokunmuştur. Hamid
çok okumuş, çok tetkik etmiş ve bilhassa çok yazmıştır. Eserlerinin denebilir ki en
mühimlerini Paris'te vücuda getirmiştir.
Fransızların klasiklerinden hususuyla Corneille'den çok istifade etmiş,
birçok yerde de o dahi-i sahneyi taklit ve tanzir eylemiştir.
Nesteren unvanlı eserini de Comeille'in Le Cid'ini iktibasen Paris'te iken
yazmış ve Paris'te bastırmıştır. Sonra da İstanbul'a dostlarına akrabasına birer
ikişer göndermiştir:
[s. 370] 26 Mayıs l 294'te [7 Haziran 1 878] Ziver Paşazade Bahaeddin
Bey'e cevaben gönderdiği bir mektupta:
"Yakında size imzasız filan bir kitap göndereceğim: Benimdir. Burada
tab'ettirdim. İmzasını hakkettiğim hem sizi, hem kendimi muhafaza içindir."
diyor.
9 Haziran 1 294'te (2 1 Haziran 1 878] Recaizade'ye gönderdiği mektupta:

"Ma'rlız-ı fakiranemdir.
Asar-ı aci'zanemi meşmlıl-i nazar-ı iltilat edenlerden olduklarını bilmekle
müftehir ve hakk-ı fakiranemde mebzul olan niam-ı teveccühat-ı kerimanelerini
başka suretle tahdise gayr-ı muktedir meftunan-ı faziletlerinden olduğum için
yeni tab'ettirilmiş olan Nesteren ndmlı risalemi taraf-ı devletlerine tesyir ediyorum.
Me'mul ederim ki sair neşriyat-ı şilirdanemin zat-ı vala-yı üstadilerinden
gördüğü asar-ı iltifata bu defaki tecrübe-i kalemiyem de mazhar olur.
Nesterm, Midilli'ye dahi gidecektir. Bakalım orada nasıl telakki görür. Pek
ziyade meşgul oldukları bir zamanda bu cesaretim mahz-ı tasdi ise de yine o
zaman meşcigılde bendenizin yazmış olduğuma terahhumen zat-ı devletleri de
okumak zahmetini ihtiyar buyurursunuz.
Ziyade olarak ilave-i mütalaada buyurulursa işte o zaman hakikaten
sa'yimin mükafatını görmüş olurdum. Bili ihlas ve uhuvvet."
diyor. Hamid bu mektubuyla Ekrem'e bir Nesteren gönderdiğini söylüyor ve
mütalaasını istiyor. Çünkü Ekrem'in tenkit hususundaki isabet-i nazarına
emniyeti var, aynı zamanda Midilli'de bulunan Nclmık Kemal'e de
göndereceğini bildiriyor. Filhakika göndermiştir. Kemal merhum Nesteren'den
pek hazzetmemiş bilhassa hece vezniyle yazılmış olmasını muvafık bulmamış ve
hece vezninin tiyatroya tatbik edilirse muvaffakiyet elde edilemeyeceğine de
Nesteren'i delil göstermiştir. Nesteren'i Recaizade de tenkit etmiştir.
Hamid'in korktuğu akıbet başına gelmiştir, yani Nesteren Paris'teki
memuriyetinin ilgasına sebebiyet vermiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 313

[s. 3 7 1] Hamid aynı mektupta Namık Kemal'e nazire olarak yazdığı şu


gazeli de Üstad Ekrem'e göndermiştir ki bu da Hamid'in eski tarzda yazı
yazmakta ne kadar kudretli olduğuna güzel bir şahit olduğu için buraya alıyoruz:

"Bu mülkün halkını söylet sana feryad lazımsa,


O halkın mülkünü seyret harab-abad lazımsa!
Sana bidad-ı devran-ı zamandan dad lazımsa
Zaman dad etmesin mi senden ey bidad lazımsa!
Bugünkü sahibanıyla harim-i hak mavtındır
Nigah-ı ibrete bir mecmaü'l-ezdad lazımsa
Kes istikbalden ümmidi hengam-ı hükumette
Nizam-ı hal için maziden istimdad lazımsa
Düşersin al ü evladınla hiçistan-ı nisyana
Ulüvv-i şan deyip ecdadını ta'dad lazımsa!
Ser-i ma'sum-ı halkı düşmene teslime mucib yok
Ki katliama erkanın yeter cellad lazımsa!
Hep evlad-ı vatan mı na-muradane yetim olsun?
Sana ey dader-i hun-riz bir damad lazımsa!
Yıkılsın yaptığın ma'mure bünyad-ı harabidir
Eğer i'mar-ı mülke dest-i istibdad lazımsa!..
Müneccim kavline hikmet nedir kim istinad ettin?
Hatayı sonradan yıldızlara isnad lazımsa
Saray ashabım zindanda hep zencire çeksinler
Esaretten vatan mecnununa azad lazımsa
Zevalinde Kemal izhar eder hurşid-i hürriyet
Menazilgah-ı Namık'tan geç istişhad lazımsa
[s. 372] Bak ol bala-rev-i idbare mirkat-ı sukutunda
Haziz-i satvet üzre nefsini irşad lazımsa
Yine ey Hamid, ol allame-i şarkıyye kafidir
Şu babü'l-feyz-i garbide sana üstad lazımsa."
Hamid Paris'te vaktini boşuna geçirmiyordu. Aıem-i edebiyata ölmez
eserler yetiştiriyor, feyz-i dehasını İstanbul'un kurak ve çorak muhitine
serpiyordu.
Hamid'in Paris'te geçirdiği hayatı bize mektuplan hemen olduğu gibi
gösteriyor. Mesela 1 294 senesi Temmuz'un 1 4'ünde [26 Temmuz 1 878]
Bahaeddin Bey'e gönderdiği bir mektupta şu tafsilatı elde ediyoruz:
"Mektubun buraya kadarım Paris'te yazdım. Burasını da Frenk kalemiyle -
Enghien- denilen köyde yazıyorum. Benim alemden bıkmış olduğum için midir,
nedir bilmem, numune-i alem olan Paris yine bir dünya modeli demek olan
ekspozisyon münasebetiyle alem-i alem içinde alem oldu. Binaberin ben de bu
köyde bir cihan-ı itizale çekilmeye mecbur oldum. Cuma günü postayı sefarette
çıkardıktan sonra şimendifere binip Ferid'le beraber köye geliyoruz. Ta pazartesi
314 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sabahına kadar Paris'e gitmiyoruz. Pazartesinden cumaya kadar gündüzleri


Paris'te, geceleri de köyde bulunuyoruz. Bu köy hem bizim memleketin mevili-i
latife-i tabiiyesini andınr nevahlyi cami, hem de Paris'in etrafında bulunan en
medeni, en mamur nevahidendir. Mesela, köyün bir cihetine bir centilmen süsüyle
gitmek lazım geliyor. Diğer cihetine gecelik elbise ile gidilse cfilib-i dikkat
olmayacak. Nazarım gibi oturduğum evin pencereleri dahi bu sınai ve tabii
manzaraların ikisine de nezaret ediyor. Bir yandaki pencereden baksam bir derya­
yı nurani hfilinde Paris'i görüyorum, öteki pencereye geçince, tabiatın safü-yı
sükunet-i azimesine, gecenin seyr-i zulmaniyet-i şfil r-pesendine gark o lduğum
halde şafak söküyor. Enghien'de bir de göl var, etrafı ağaçlarla m uh at . Bu
ağaçların içinde kübera-yı şehrin dil-nişin köşkleri, bülbül aşiyanı, gül fidanı
denmeye sezadır. Gölün ortasında bir de küçük bir ada var. Gayr-i [s. 373]
meskun, fakat gayet muntazam, gayet latif. Gece o adaya gidip de kendi kendime -
hususa mehtaba karşı- vatanımı düşünmek en büyük mazhariyetlerimdendir
diyebilirim. 'Adaya ne ile gidiyorsun ? ' derseniz, sandal ile, hem de kendim kürek
çekiyorum."

Hamid'in Paris'te nasıl şai ran e bir hayat geçirdiğini, nasıl sayd-ı ilham
eylediğini görüyoruz. İşte Enghien'nin Ham id'e verdiği intibalar:

"Enghien
Enghien'in bahçesinde, bağında,
Daimi bir seher takarrür eder.
Nev-bahara bakılsa anda eğer,
Bir güzel kız denir yatağında.
Andınr mahitabı da seheri;
Hele benzer sehiba gölgeleri.

Gündüz emvac-ı renk renkle çöl


Sanki aynıyla bir yem-i cari.
Gece bir tarh-ı nil-gı1ndur göl;
ŞU.leden halkolunmuş ezhan.
Asmanın mu kabilinde an a,
Bir küçük asman denilse beca.

Andajardin dö Roz64 demekle benam,


Vardı badi-i şevk bir gülz<lr.
Bir de bir karhane-i ezhar
Vasfına layık öyle bir hammam.
Bir muattar buhar idi sıcağı;
Zannedersin o bir peri ocağı!

64 Jardin de Rose: Gül bahçesi. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 315

[s. 374] O gölün ortasında bir ada var;


Medeniyet içinde vahşet-gah.
Ne kadar rfı.z-ı rfı.şen olsa civar;
Geceyi andırır o berr-i siyah,
Yani perverde ettiği eşcar
Vermiyor :lfıtaba rah-ı güzar.

Ya kenanndaki hıyabanlar
Hepsi bir başka cameye bürünür.
Her ağaç bir büyük çiçek görünür,
Yeniden açtığı zaman anlar
Bence bir şeye benzemezdi o hal;
Ona ancak o hal olurdu misal.

Hareket eyledikçe kollanmız,


Tahtımızsa revan olurdu suda;
Arkamızda kalırdı kullanınız;
İnce bir çizgiden ibaret o da.
Her nazarda bu seyr-i bi-b:lke;
Uçuyorduk sanırdım eflake!
Odasında olan saf:lyı bana,
Ne kayık arzeder, ne at, ne balon,
Hele birlikte çıktığım balkon:
Bir rasad-gah idi behişt-nüma.
Gösterirdi bana olunca şerik,
En uzak bir cihanı en nezdik!

[s.37 5] İki ay sürdü nev-bahar gibi;


Orada başlayıp dem-i vuslat!
Geçti amma ki cfı.y-bar gibi
Bir letafetle geçti ol müddet!
Ebediyetten akdem ah o mürur,
Bin azaba bedeldir öyle huzur!

Şimdi ar:lm-gah-ı mazidir:


Enghien! Enghien! O bir mezar-ı hazin;
Bir hayfil-i müebbed anda defin;
Buna da can-ı hasta razıdır.
Ne kadar aşkla severdi beni,
Acaba şimdi nerdedir Öjeni?"
B u şuh şiir Hamid'in hususiyatını bize en derin, e n ince noktalarına kadar
bildiriyor. Ailesini, vatanını, milletini düşünmekten bir an hali kalmayan şair,
tabiatın güzelliklerini temaşa ederken, Enghien'injardin de Rose'unda gezerken,
316 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

"bir küçük asman denilse beca" dediği gölünde kendi kürek çekip yüzerken,
gölün ortasındaki "afıtaba rfilı-güzar" vermeyen sık ağaçlarla dolu adacıkta
dolaşırken, koluna Eugenie'nisini takmaktan da bir an lariğ olamıyordu.
"Bir şişe şarapla bir semen-had"
tabirine ma-sadak bir hayat i hülya-biz yaşıyordu. . . Lamartine'in yaşadığı o
-

vecd-filud hayat ı şi'r ve hülyayı yaşıyor. Tabiatın sine-i sükununda sevgilisinin


-

aglış-ı füsununda ilham çiçekleri topluyor, şiir nağmeleri kokluyordu. lmpres­


sionniste bir şair oluyordu.
[s. 376] 7 Teşrin-i Evvel 1 294'te [ 1 9 Ekim 1 878] yine Bahaeddin Bey'e
yazdığı bir mektupta:
"Mektubunuzun cevabını hatime-i makalatınızdan başlayarak i'ta
edeceğim. Midilli melikiyle geçerken görüşmüşs ünüz de sizin kağıda melfufen
aldığım mektubuna cevap yazmadığımı beyan buyurmuş. Ben o zat-ı
muhtereme bir endaze eninde sayfalı olmak üzere on, on beş sayfalık bir mektup
yollamıştım ki kendisinden mukaddema ona yakın hacimde aldığım risalenin
cevabı idi. Cevabı idi ama daha mufassal idi. Fakat zat-ı muhterem, cevabımın
cevabı olarak iki hitabı havi bir varak-pare savurdu. Yazdığım şeyleri ya red
yahut kabul, velhasıl nasıl telakki ettiğini bilmeliyim ki beyan-ı efkarda devam
edeyim, değil mi ya?.. Mamafih kendisine birkaç kere mektup başladım. Önce
başladığımı iki gün sonra emvac-ı evrak içinde kayıp ve sonra başladığımı ikmal
edememek muvaffakiyetsizliğinde devr-i tecarib ede ede nihayet kat'-ı ümid ile
bir hayli zaman imrannda muztar oldum. Bu defaki ihtannız üzerine -ihmaline
galebe ettiğim halde -imha! etmem zannederim. Ekrem'e, Hamid'e, size bundan
akdem, benim asanmdan olarak bir kitap yollamıştım. Hamid teşekkür yolladı.
Ekrem muahaze de yazacakmış. Siz sükut ettiniz. Acaba kitab-ı fesahat-hitabımı
almadınız mı? .. "

dedikten sonra sitemlerine bir müddetçik nihayet vererek yine kendi hususiyetine
dönerek:

"Ancak ben hfila ·köydeki evi bırakmamış olduğumdan akşamlan yatmak


için terk-i cemiyet-i yaranı göze almak mecburiyet-i alaka-karanesinde ve
binaberin geceleri minel-kadim müptela olduğum bir güzel bela ile hem-dem-i
ibtila ve bir yandan azab-amuz-ı vicdan-ı bi-mihr ü vila olduğum halde Ambert
köyünün filem-i bedeviyane şebane-i aşık-pesendanesinde bulunuyorum. Hatta
dediğim bela-yı dil-rüba şu hasbıhal-nameyi yazdığım sırada -ayağıma mı
dolaşmak istiyor, nedir bilmem? -Potinlerimi giydirip kaytanlannı bağlamakla
isbat-ı sıdk u vefa ediyor . . . "
sözlerini de ilave ediyor ve sabahleyin köyde başladığı bir mektuba öğleyin
Paris'te, sefarette devam ederek bir yerinde:

"Beni soruyorsunuz alemimden yukanda bilvesile bahsettim. Daha tafsilata


[s. 377] girişsem pek uzun olacak. Şimdilik Paris'i terk etmemek mecburi­
yetindeyim. Azlederlerse orasını bilmem . . . "
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 317

diyor. Ve evvelce hoşuna gitmeyen Paris'e artık ısındığım, çünkü ruhunu ısıtacak
bir güneş bulduğunu ihsas ediyor. Hasılı Hamid, Paris'te bulunduğu müddetçe
yukarıda gördüğümüz "Enghien" manzumesi gibi birçok hatıralar kaydetmiş ve
bunların hepsine birden BeW.e unvanım vermişti. 1 293-1 294 (1 877- 1 878]
senelerinde yazdığı bu manzumeleri bilahare 1 303 'te ( 1885] DWaneliklerim
unvanıyla tab'ettirmiştir.
DWanelilderim Dikran Karabetyan Matbaası'nda basılmıştır. Mukaddimesinde:
"Tabi'in gösterdiği arzuyu tervicen mevki-i intişara konulan bu ufacık kitap
bundan dokuz on sene evvel Paris'te yazdığım eş'ardan teşekkül ettiği için
mündericatımn bugünkü şiirimle, halimle asla münasebeti yoktur. Bugün ben o
eş'an mazi içinde nisyandan bir misal, belki de zulmani bir hayal olmuş bir
adamın asan olmak üzere mütalaa ettiğim gibi diğer okuyacaklar dahi sanının ki
bu kitapta yeni bir şey bulmazlar.
Vaktiyle kim bilir ne kadar makul ve müstehab bildiğim bu şiirleri ahiren
gözden geçirdiğimde hepsine bir nam vermek kabilinden olarak DWaneliklerim
demek icap etti.
Dfvaneliklerim'in evvelki ismi BeW.e -idi ki- Sahra namıyla çıkardığım eserden
daha evvel yazılmıştı. İsteyen Be/,de tesmiye ederse kitabı ism-i kadimiyle yad
etmiş olur.
Bu değersiz eserin mütalaasıyla ben maziden birkaç günümü iade etmiş
kadar bahtiyarım fakat asıl bahtiyar o şairdir ki meydanda böyle bir nişane-i
müteşairiyeti olmaya."
diyen Hamid'in o zamanki efkarım, o zamanki sanat ve şairiyetini anlamak ve
Makber şairinin gerek dimağ gerek zihniyetinde hasıl olan istihale ve inkılabı
öğrenmek için bu küçük kitaptaki asan biraz tetkik etmek faydalı olur. Hamid
gençliğin bütün şevk ve ateşiyle hareket ettiği zamanlar "insanı melek, cihanı
cennet" görüyordu, "gözünde her çiçek melek yolunda her çemen naim"
oluyordu. Paris'e gittiği zamanlar [s. 378] bu mutantan şehirde pek sıkılacağını
zanneden Hamid sonralan Paris'i terk ederse sıkılacağını itiraf etmeye
başlamıştı, kendisini orada tutan kuvvetler ne idi?! Bütün gençliği ateşli sinesine
çeken gençlik cenneti . . . On sene sonra bu hakikati anlayan Hamid, Belde unvanlı
eserine de Dtvaneliklerim ismini veriyor. İşte DWaneliklerim:

"Ville d'Avray
Kuş görünmez akseder naz u niyaz
Zannedersin kim ağaçlar nağme-saz,
Sanki her nahlinde pür-slız u güdaz,
Bir semavi tair olmuş andelib.
Böyle cennet görmedim rü'yamda:
Bir bahar-ı daimi aramda.
Ruhum hep kalmayı ihramda
318 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Razıyım olsam da matrud u garib.


Böyle Vil Davri'de kalsak her gece,
Bir ağaç altında yat�ak gizlice."
tarzında kıtalar yazan Hamid hem ruhunun gizli heyecanlarını terennüm ediyor,
hem de Şark nazmına yeni şekiller sokuyordu. Bu alafranga terci'-i bencileri gören
eskiler de gayz ve garazlanndan köpürüyorlardı. Yalnız o kadar olsa bir şey
değildi. Hamid'in yazılan yalnız şeklen değil manen de yeni, işitilmemiş şeylerdi.
Ekrem'ler, hatta Namık Kemal'ler bu şekilleri Hamid'den öğrendiler, Hamid'den
aldılar. Bütün Cite d'Antin'ler, Auteuil'ler, Skating'ler, Ventadour'lar,
Renaissance'lar, Theatre Française'lar. Bütün çılgınlık, şuh ve zarif çılgınlık
devresinin mahsulleridir, fakat bunların arasında "Pere-Lachaise" gibi derin bir
teessür-i ye's-engizin hatıraları da yok değildir:

"Daha na'şında can takarrürde:


Hissolunmakta kalbinin sıcağı
Gül gibi penbe sade bir yanağı
Ki o da an-be-an tagayyürde!

[s. 379] Benzi solmuş teneffüsü durmuş


Zührc'nin bir nazire peykerine!
Gökyüzünden likii-yı bi-ferine
Sanki bir saye-i beyaz urmuş!

Dense layık vücuduna şeffaf


Münkeşif haricinden esrarı.
İşte kalbinde zahir asan
Daha mahvolmamış ümid-i zilafl

Bister-i aşka benziyor kucağı


Ne kadar nenn ü nazenin o beden!
Gözünün rengi belli haricden,
Örtülüyken müebbeden kapağı!"
diye bir cenaze alayı tasvir ediyor. Sanki Makber şairi daha Paris'te iken kendini
elemlere, hicranlara, matemlere alıştırmak istiyor, kalemini, lisanını tecrübe
ediyordu. Biraz sonra bu muvakkat matemi terk ile yine hayatın mecnun piç ü
tablanna kanşıyor "Vaudville"ler, "Yine O"lar yazıyor:

"Ahvalimi etmektesin ihbar,


Atimi de zannım bileceksin,
Layıktır edersem şunu tekrar:
Sevdimse de candan seni ey yar,
Fark etmedim ancak ne meleksin!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 319

Her zevkimi senden duyarım ben;


Gönlüm mü hayalim mi nesin sen?"
diye "Saint Germain"lerde dolaşıyor, "Enghien"lerde geceliyor, "Rendez­
vous"lan kaçırmıyordu:

"Gerçi hali kalmamıştım yaddan İstanbul'u,


Pek alıştırmıştı seyrana beni Kaskad yolu .
[s. 380] Ya hele Vinsen'le Arjantöy; Otöy 'le Sen Kulu
Bir melek takip ederdim seyr ile sağı solu.

Lak'ta, Kaskad'da anınla randevular var idi;


Kuvveden fı'le çıkar bin arzular var idi!"
Evet İstanbul'u hatırlıyordu, fakat Üçüncü Ahmed saltanatını, Damad
İbrahim Paşa zamanını, şair Nedim'in, o İstanbul bülbülünün:

"Sinede evvel ne muhrik arzular var idi


Lebde serkeş ahlar, ateşli hfilar var idi
Böyle bi-hfilet değildi gördüğüm sahra-yı aşk
Anda mecnun-bidler, divane-cfilar var idi."
cuşış-ı aşıkanesini duyuyor, Paris'te o nağmelere "Rendez-vous"larla cevap
veriyordu. Kağıthane alemlerinde lale çerağlan yerine "Champs-Elysee"lerde,
"Montmorency"lerde randevular icat ediyordu.

Evvelce de bilvesile söylediğimiz gibi Nesteren vesilesiyle Paris'ten azledilen


Hamid muztar bir halde kalmıştı. Bunu 1 Zilkade 1 296 [ l 7 Ekim 1 879]
senesinde Bahaeddin Bey'e yazdığı bir mektuptan da anlıyoruz:
"Melfü.f mektubu velinimet Paşa efendimize siz takdim edeceksiniz, neye
dair olduğunu size Midilli'den yazmışlardır. Takdim ettikten sonra ne irade
buyururlarsa Abdülhak Hamid'e yazacaksınız. İşte bu bir rica-yı icbar-gı'.'medir.

Abdülhak Hamid'i, elbette unutmamışsınızdır. Kendisiyle on iki senelik bir


hukukunuz vardır. Bir buçuk sene evvele gelinceye kadar hatta mükatebe de
ederdiniz. Ancak sonraları size göndermiş olduğu mektupların cevaplan
gelmediğinden muhabere kesilmişti. İşte Abdülhak Hamid o yadigardır. Paşa
efendimize lazım gelen sözleri söyleyiniz de şu biçareyi oraya celbediniz.
Kaymakamlığa da razıdır."

diyor "Paşa Efendimiz" dediği, o zaman Suriye Valisi olan Midhat Paşa
merhumdur.
Hamid, İstanbul'da bulunuyor, yeni tayin edildiği Berlin'e gitmek üzere [s.
38 1] hazırlanıyordu. 20 Kanun-ı Evvel 1 296'da [1 Ocak 1 881] Bahaeddin Bey'e
gönderdiği diğer bir mektupta:
320 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Bundan bir sene evvel bir mektubunla bir resmini almıştım. Mektubun, ne
yalan söyleyeyim!.. yanımda değil, fakat resmin gözümün önündedir. Hatta
Berlin'e de beraber gidecek. Sakalsız resmin Paris'i görmüş idi. Sakallı resmin de
Berlin'i görecek."
dedikten, biraz da İstanbul'un eski harabi ve eski iptidailiğin de ber-devam
olduğunu istihzalı bir lisan ile anlattıktan sonra:
"Memleketimizin şu haline tahassüründen olmalı, asmandan bir de kevkeb
nüzı'.il edip ebedi surette ihtiyar karar eyledi!.. Şimdi ben bir kısmı semavi bir
kısmı esfel-i safilinde bulunan bu memleketi nasıl terk edip de Bertin gibi bir
yahistan-ı bürfıdet-engize gideceğim bilmem. Bugün Kam1n-ı Evvel'in on
dokuzu, cumartesidir. Nasib olursa, inşallahu teala iki gün sonra Hoca Bey
tarikiyle revan olacağım. Mektubumun cevabını oraya göndermeni rica ederim."
diyor. Kevkeb kelimesiyle de Abdülhamid'in Yıldız'ını, otuz üç sene milleti
şeametiyle donduran o kanlı sarayı kastediyor.
Hamid iki gün sonra Berlin'e gitmeye hazırlanırken herhangi bir sebebe
mebni Berlin'e gidemeyerek İstanbul'da kalmış, kendisine Poti Şehbenderliği
teklif olunmuş, oraya gitmekte de tereddüt etmiş, o zamana kadar sefaret
kitabetlerinde dolaşırken şehbenderliğe geçmek kendisine tebdil-i meslek etmek
gibi gelmişti. Biraz tebdil-i hava kasdıyla biraderinin mutasamfı bulunduğu
Lazistan kazası merkezine, Rize'ye gitmişti.
9 Mart 1 297'de [2 1 Mart 1882] Sami Paşazade Damad Necib Paşa'ya
Rize'den yazdığı bir mektupta Rize'ye nasıl gittiğini yazıyor:
"Eda-yı vecibe-i vcdaa vicahen muvaffak olamadığımdan müteessirü'l­
cenan ve fakat tclakki-i selam-ı afiyet encam-ı devletlerine mazhariyetle
müteşekkir-i ihsan-ı cenab-ı Rabbü'l-mennan olduğum halde Kayseriye nam
sefine-i gav-reftara rakiben dar-ı dirin-i satvet-karib-i hilafetten mübciadet ve iki
gün kadar müddet miyane-i bahr-ı zahirle bad-ı sarsarda tahammül-i meşakk-ı
bi-gayetten sonra cibal-i Kaf emsalinin esfel-i memalik olan sahat-ı süfliyesi
aram-gah-ı bahar-ı dil-sitein [s. 382] göründüğü halde, asitan-ı melaik olan
tabakat-ı fevkaniyesi hem-reng-i zemistan ve merkez-i liva-yı fakr-ihtiva-yı
Lazistan (Rize), kasaba-i vahşet-mastabasına muvasalat olundu."
dedikten ve ne suretle istikbal olunup mutasarrıflara mahsus olan sahilhaneye
maa-aile gittiğini tasvir eyledikten sonra:
"Rize, balada ihtizciz-aver-i hame-i ifade olduğu misüllü, zir ü balası
zemherir-i şerir-i sem tesiriyle saba-yı dil-rüba-yı sıhhat-bahşaya küşade ve
Memfilik-i Mahrıisa-i Saltanat'ın katTe-i büldan-abadanı gibi, mamfıriyet-i
tabiiyesi umran-ı sınaisinden bin kat ziyade bir mevki-i hoş vaziyettir ki vakide
Bahr-ı Siyah-ı kef-efşan hiddet ve şiddet ve duşunda şevahık-ı beyza çehre­
nüma-yı azamet ve vahşettir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 321

Birununda hiçbir yer beyaban olmayıp her canibi hıyaban iken, derununda
hiçbir cihet abadan olmayıp her taraf virandır ki işte buna binaen fikir ve nazar-ı
insan daima dahilinden haricine şitabandır." sözleriyle Rize'nin selalet-i halini
de anlattıktan sonra kendi haline intikal ile: "Bu fakir-i bi-nevaya gelince,
revzen-i beytü'l-hazenden emvac-ı kuh-misal ile silsile-i cibale rabt-ı hayal
eylemek gibi tembel-pesendane bir iştigal ve Elhamdülillahi Teala müşahede-i
evlad u ıyal ile münbasıtü'l-bal isem de lahuttan nasılta intikalimden beri rahber
ve beraberim olan derd-i serden burada dahi halim beter ve şu günlerde irade-i
kader taalluk ederse Berlin'e firar etmekliğim mukarrerdir. Bakalım Rabbimiz
ne kısmet eder!"
1 Haziran 1 297'de [ 1 3 Haziran 1 88 1] Rize'den Sami Paşazade Abdülbaki
Bey'e gönderdiği bir mektupta:
"Kendine bir meslek tayininde aciz olan benim gibi bir herifin kusurunu
affedersin. Müfarakatımızdan beri sana mektup göndermemek benim için
hakikaten pek teessüf edecek şeylerdendir. Fakat şu zamanda kim ne yapabilir ki
kusur olmasın!..
Almanya'ya gitmek nasip olmadı. Öyle bir yerdeyim ki içinde kendi
halimden başka bahsedecek bir şey bulamıyorum. Benim halimi ise sen pekala
bilirsin. En büyük teessüfüm arada sırada sizleri göremediğim ve meclis ve
mesirelerinizde bulunamadığım içindir. Gazetelerde bir Hazfne-i Evrôk
görüyorum. İçinde bütün sevdiğim isimler var. Etraftan yazdıklarına nazaran
müessislerden [s. 383] biri de senmişsin. Ekrem Bey'imize bir mektup yazıp bu
encümen-i üdebaya benim dahi girmek arzusunda olduğıımu, yani o hazine-i
murassaata bir de adi bir taş atılsa hoş olacağım bildirdim; bir de numune
gönderdim. Bak, işinize gelirse kabul edersiniz. Manzumdur. Ekrem size ide ve
i'ta buyurabilir.
Hazfne-i Evrôk'tan yanımda bir nüsha olsa mündericatını anlar da ona göre
şeyler yazıp yollardım. Ekrem'e yolladığım "Bir Va'ize Bir Mev'ize"dir. Buna
mümasil ve ahlak ve adat ve edyan üzerine mübahesatı şamil bende birkaç
manzume daha olduğu gibi, bir perestar-ı hayalin yazabileceği surette şairane,
aşık-pesendane birtakım hezviyat dahi vardır.
Rize'de matbaa yok ki asanmı 1stanbul'da yaptığım gibi, mecmua-i
mahsusa olarak bastırayım. Şimdi boş durmamak için yazdığım şeyleri böyle
perakende olarak tab'ettirmekten başka çarem yoktur."
diyor.
Hamid, Rize'de iken boş durmamıştır. O vahşet-abad tabiatın, o dağ gibi
dalgalarla, tahaccür etmiş dalgalann arasında bir vecd ve istiğraka dalmış,
topladığı ilhamları zabta başlamıştır. Fakat yazdığı şeyleri bastıramamak kendisi
için bir elem olduğıından 1 Haziran'da Abdülbaki Bey'e gönderdiği mektupta
bu cihetten şikayet etmişti.
322 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hamid'in Rize'de vücuda getirdiği en mühim eser 1 297 [ 1881] lbn-i


Mı2sıi'dır. lbn-i Mı2sd, Tank bin ..Qydd'ın zeylidir. Rize'de yazdığı bu kıymettar
eserini bilahare 1 333 [ 1 9 1 4- 1 9 1 5] tarihlerinde Beyoğlu 'nda Sıraserviler'de
oturduğu zamanlar tadil etmişti ki, 1 335'te [ 1 9 1 7] Asar-ı Müfide Kütüphanesi
neşriyatını idare eden heyet tarafı ndan tab'ettirilmiştir. Ve yine orada iken
vaktiyle kendine Hôfi;:,-ı Şirıkt .Di.vıinı'nı okumuş olan asnn en güzide erbab-ı
kaleminden Abdurrahman Sami Paşa'nın vefatını duyarak oğullan Abdülhalim
ve Abdurrahman Hasan Beylere 23 Mayıs 1 297'de [4 Haziran 1 88 1 ] yazdığı
taziyet mektubunda:
"Şu zayi 'a-i nageh-zuhura yalnız zat-ı devletlerinizle bendeniz değil, millet
ağlası n . İslamiyet ağlasın, kadr-i alisini takdir edenlerin [s. 384] nazarında bu
fena aleminin artık hiçbir ehemmiyeti kalmasa becadır. Cennet-mekan benim de
manevi bir peder-i mün'imim idi. Dünyada halime acır bir velinimet,
müstağrak-ı bahr-ı mağfiret olan eb-i muhterem ve mükerreminiz idi. Meclis-i
irfan ve edebinde kesb-i terbiyet ettim, mektebinden yetiştim. Bu babda zat-ı
alilerinize ne söyleyim ki kendim dahi tesliyet ve ta'ziyete muhtacım. Benim
yegane velinimetim gitti. Felek o muhabbet-i uhuwetkarane ile devam eden
cemiyetimizi perişan etti. Mademki nihayet böyle mahrum, me'yus ve mükedder
olacakmışım, keşke mütehassir kaldığım l ika-yı ruhanisinin temaşa-yı feyz­
engizine eweld«:>n beri mazhar olmasaydım! . .

Feryıid besi kerdem oferyıid-rest nfst


Gılya ki der tn gunbed-i devvıir kesi nfst65
diyor.
Kendisine vaktiyle Hôfiz-ı Şirık;f .Di.vıinı'ını okutmuş bulunan Abdurrahman
Sami Paşa'nın 1 295 [1878] senesi vaki olan vefau üzerine Hamid fevkalade
müteessir olmuştu . Büyük bir hürmetle sevdiği bu muhterem hocasının
gaybubetine, Sami Paşazade Damad Necib Paşa'ya yazdığı bir me ktupta:

"Etmedi sırnnı aklım temyiz,


Hame-i hayreti ettim tehziz.
Ne acibdir ki yazarmış adem,
Ta'ziyetname-i tebrik-amiz! . .
Cihan-ı edebiyatta kıyamet kopmuş, bizim burada haberimiz yok. İnsan-ı
kamil suretinde mücessem bir asr-ı azim-i ma'arif, fena-abad-ı maziye inkılab
etmiş, edvar-ı atiye-i edeb siyeh-reng-i matem olsa becadır!..

65 "Nice feryat ettim, feryadıma yetişen yok; sanki şu dönen kubbede (dünya) kimse yok."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 323

Bilcümle ulema ve üdeba ağlasınlar ki kutb-ı kerim ve muhteremlerinden


dur oldular. Bundan böyle mekan-ı mukaddesi arandıkça arş-ı filaya bakılsın;
nam-ı Sami-i mübareki yad olundukça 'Allah Allah!...' desinler!..."
diye başlıyor ve:

"Tasdi' ise de bu ah u zannı


Affeyle ki yoktur ihtiyanm!..
[s. 385] Her kim var ise bugün cihanda,
Nabud olacak yakın zamanda,
Sen hikmete benden �inasın,
Müstağni-i filem-i fenasın,
Benden sana tesliyyet ne mümkün!..
Kim bende de var o hüzn-i müzmin!!.."
parçasıyla ta'ziyetini b itiriyor.
Hamid nihayet Rize mutasarrıfı bulunan biraderi Naslıhi Bey'in yanından
ayrılarak memuriyeti bulunan Poti Şehbenderliği'ne gitmişti. 1 7 Teşrin-i Evvel
1 298'de [29 Ekim 1 882] Poti'den Recaizade'ye gönderdiği ve Poti'deki azap ve
ıstırabını şerh eden mektubu aynı zamanda edebi kanaatlerini de gösterdiğinden
burada zikri lazım görüyoruz:
"Bundan iki ay evvel dest-res olduğum letafetnameni bugün bir kere daha
okudum. Ta'lim-i Edeb'!Jıat'ı ise her gün okuyorum. Bana senin makalin değil,
hayalin bile bir ders-i edebdir. Yazdığın şeylerden istifade ettiğim gibi seni
düşünmekten de müstefid olurum. Çünkü memleketimizde benim istidadımı bi­
hakkın takdir edenlerin -ikincisi diyemem- birincilerindensin. Aile-i edebiyat
içinde bir yetim olduğum halde Kemal ile sen bana peder, birader oldunuz. Seni
daha öğrenmediğime nasıl hükmedersin bilmem? .. Şu yukarıda söylediğim şeyler
vicdanımdan sadır oldu. Buna da kendi istidadımdan bahsedişim bir alamettir.
Evet ben müstaidd-i ilm ü kemfilim; fakat cahilim. Kemal az şeyde çok şey
öğrenmiştir, sen ise az çok öğrenmiş olduğun şeyleri herkesten iyi
öğrenmişsindir. Malumatımız derece-i kfiliyede olsaydı üçümüz de bizim
meınleketin değil, fakat dünyanın en büyük şairlerinden olurduk. Görüyorsun ki
vicdanımda olan mermuzatı söylüyorum. Bir gün sen bana -Şinasi nedir? .. -
demiş idin .. Filhakika Şinasi ne idi? .. Ne olsa o bizim memleketimizde hiçbir şey
olmaz idi. Onun en büyük fazileti Kemal'i meydana çıkarmasıdır; [s. 386]
edebiyat kütüphanesinin miftahlarını öyle mahir bir ele vermesidir. O harf
yapmış idi. Kemal onu mantığa götürdü. Sen çok şeyi Kemal'den öğrendin.
Fakat istidadı ondan öğrenmedin. Zeka, fetanet filan, onlar mekteb-i ilahide
okunan derslerdendir.
Bana gelince: Edebiyat meyli bana senden geldi, Kemal'den gelmedi.
Tasvir-i Ejkô,r çıktığı zamanlarda ben çocuk idim. Senin Hakayıku'l- Vekayf'ye,
Terakkt'ye yazdığın şeyler ve sair asarındır ki beni edebiyat yoluna sevk etti.
324 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hatta ismini, şahsını bilip de ülfetine mazhar olmadığım zamanlarda seni


gördükçe içimden 'İşte o güzel şeyleri yazan bu adam değil mi? Aıı mümkün
..

olsa da ben de şunun gibi edibane şeyler yazsam!..' derdim. O zamanlarda idi ki
senin asar-ı matbuanı takliden odamda kapanıp şiirler tanzim eder, hayaller
tasvir eylerdim. Bilmem nasıl bir kuvve-i mümeyyize ve yazdığım şeylerin
seninkiler kadar güzel olmadığını bana tefhim ederdi. İşte o zamanlarda idi ki
sana Bozdoğan Kemeri'nde, hatta kemerin altında tesadüf ettim. Uzaktan
geldiğini gördüğüm vakit 'Yaralı! Nasıl olsa da şu içimin sevdiği adamla ülfet
etsem!' demiş idim. Birbirimize yakın geldiğimizde iptida sen gülerek bana dedin
ki : 'Daima ülfetinize muntazır oluyorum, niçin diriğ buyuruyorsunuz? .. ' Onun
üzerine selamlaşmaya başladık. O tarih benim için bir kere gelmiş bir bayram
idi. Ondan sonra Bahaeddin zuhur etti. Ülfetimizin hem devamına, hem
te'kidine sebep olan odur. Ben senin pek büyük olduğunu anlamış idim ve
seninle konuşurken bunu da düşünür idim, fakat sen kim bilir benim için ne
derdin? Seninle konuşmak bana bir edebi kitap okumak gibi gelirdi. Demek
isterim ki işte o zaman sen benim gönlümde edebiyat için bir büyük şevk husı1le
getirdin. O şevk ile yazdığım şeyleri tashih ve ikmal eden Kemal'dir. Şimdi bana
hocalıkta hanginiz birinci oluyorsunuz? Orasını sen düşün.
Buralarını yazdığım, senin mektubunda okuduğum 'Beni öğrendikten sonra
hakkımdaki galat-ı nazarından dolayı ne dersin acaba?' sözü üzerinedir. [s. 387]
Ve bu fikrin ne kadar galat olduğunu anlatmak içindir. Nesteren meselesinde
münasebetsizlik etmiş idim. Bunun için o kadar i zhar-ı nedamet ettiğim hAlde
bir daha yüzüme vurmak layık mıdır? Nesteren'e yazdığın mütalaa pek doğru idi.
Fakat Allah için olsun doğru söyle, yazılışı da pek doğru mu idi? Bazı yerleri
tezyif-giıne değil miydi? Olmasa bile ben öyle gördüm, benimle beraber
okuyanlar da öyle gördüler. Onun üzerine ma'kus bir cevap verdim. Mamafih
Allah 'ı işhad ederek söylerim ki o cevabın bir fıkrasına senin verdiğin mana
hatınma gelmemişti. Her ne ise geçmiş unutulur. Ben de her şeyi unuttum. Sen
beni affettiğin gibi benim gönlüm de kemaliyle tamir olundu. Beynlerinde bir
muhabere-i vicdaniye mevcut olanlar için bu şeylerin tezkan, hususuyla tekran
caiz değildir.
Mektubunun cevabını bugüne kadar veremedim, niçin? Bilmezsin değil mi?
Şunun için ki ben bu Poti denilen berzaha düştüğüm günden beri müsteskal
olmuş bir misafir gibi oturuyorum. İstizan teşebbüslerine geldiğim gün iptida
ettim. Her İstediğimin aksini veren tali', yahut tesadüf, Allah, yahut insaniyet
bizden o mezuniyeti diriğ etti. Bir belaya uğradım ki ondan kurtulmak da
beladır. Yani izin vermiyorlar diye kalkıp gidecek olsam mesul olacağım, yıllarca
ma'zfil kalacağım. Ma'zul kalmak benim için aç kalmak değildir. Fakat
boğazından geçmeyerek yemek yemektir. Hal böyle olmasa benim için
ma'zı1liyetten, belki menkubiyetten büyük devlet olmazdı. Şehbenderliğim için
maaş azsa da sefaret maiyetlerinde kitabetlere nisbet müstakil gibidir, diyorsun.
Vakıa gayr-ı müstakil değil, istiklfil-i tam ile müstakil, fakat maaşı da az değil, hiç
yok! -Çoluk çocukla beraber geliyorum. Bu ne büyük saadet!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 325

Fakat onlarla beraber müzayaka çekmek veya müzayakama onları teşrik


eylemek ne büyük musibet! Bu babda seninle İstanbul'da söyleşiriz. Artık firara
karar verdim. İsterlerse asker firarisi addetsinler. Kokozluk bir tuhaf tabirdir,
ama onun altından açlık denilen dehşetli kelime çıkıyor. Bu tuhaf sözün manası
pek acıdır.
(s. 388) Senin Sadullah Bey'e olan Ta'lim-i Edebiyat'ını bizim hemşire pek
istiyordu. Ona gönderdim. Elbette danlmazsın. Ona nispetle Sadullah Bey
üstad, Sadullah Bey'e nispetle hemşire şilirddir. Bir eserden istifadeyi ise
üstaddan ziyade şilird eder. Müşarünileyh o vakit yazıp da bana verdiğin
mektup zayi veyahut kaybolmadı. Ama bendedir. ArUk benim tasarrufuma geçti
sayılır, öyle değil mi?.
Rize'nin mevili-i tabiiyesi, hani o senin dediğin kitab-ı tabiatın en manidar
muhteviyatından olan ormanlar, filanlar burada yoktur. Burası tabiatın daimi
surette içine işemekte olduğu bir yataktır, tabiri ma'zur ola. Görüp de sevdiğim
yerler, düşünüp de beğendiğim mevkiler gözümün önüne gelmese benim için
burada tevakkuf mümkün mü olurdu? .. Hiç!..
Ekrem, sen de tabiatın bedayiinden ve kudretin en güzel sanayiindensin.
Seninle öyle bir yerde bulunmaya benim için lüzum yoktur, seninle bulunmak
kafidir. Rize'nin cühhfil ve mutaasıbini Poti'de aranıyor diyebilirim.
İkinci mektubumda senden cevap almadığımı Berlin'den kağıdımı aldıktan
sonraya ta'llk-i muhabere ettiğine hamleylemiş olduğum halde alt tarafta sitem
söylediğimi garip görüyorsun. O sitem nasılsa kalemin ağzından kaçıyormuş.
Gönülden çıkma bir kitabe değildir. Affedersin.
Züğürtlük sair ilel-i sariye gibi değil de hepimizi birden öldürecek diyorsun.
İşte ben de öyle görüyorum da hep beraber ölmek için İstanbul'da bulunmak
istiyorum. Çünkü burada züğürtlükten ölmek ayıptır. Bense dünyada Türklerin
lekesini temizleyecek şey ölmektir itikadında)1m.
Üstad-ı muhteremle yukarıda dediğim gibi bizim muhabere vicdanen
oluyor. Hazfne-i Evrak'ın birkaç nüshası elime geçti. Senin La Fontaine pek
hoşuma gidiyor. Şinasi'nin o yolda şeylerine benim nazarımda birkaç kere
müreccahtır. Bili'nin üslubunu sen de beğenmeye başladın mı? Dediğin gibi o
çocuk kalemine sahiptir. Yazdığı şeylerin çoğu mütercem ise de üslup ve ifadesi
daima kendisinindir. Benim gibi icada taklitten gitmedi. Çünkü ben taklitten
başladım. [s. 389) Şimdiki çığının başkadır zannediyorum, ama yine pek emin
değilim. Orasını siz bilirsiniz. Sezai, Kemal'in şivesini taklit ediyor. İleride o da
değiştirir elbette.
Sami Paşa'da acınacak hal şüphe yok ki öyle ihtiyar bir edibin zevfilidir.
Ziya Paşa'nın Tartıiffe'ünü gördüm. Zannederim ki onun tab'ından müellifle
mütercimin ruhları şad olmamıştır. O nedir öyle Allah aşkına!
326 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İbn-i Kemal'in hfili de ma'lum. 'Onun hakkından Ebüzziya gelsin, bizim


nemize lazım diyorsun.' doğrudur.
Dur bakalım, yine Tartu.ffe tercümesine geliyoruz galiba. Benim dediğim
Tartu.ffe bir eseri hakkıyla iptida nesren tercüme ettikten sonra onu takfıyede Ziya
Paşa için bir güçlük yoktur demek idi. Bunda istinadım Paşa merhumun
ictihadına değil, Paşa merhum hakkında Kemal'in itikadınadır. Çünkü,
merhumu ben iyi bilirim. Fakat iyi tanımam. Mamafih sözüm bir iddia değil idi,
hasbıhfil idi. Bu gibi mesailde sana İbn-i Kemal kadar değil, belki Kemal'den
ziyade itimadım vardır.
Çünkü bazı kere Kemal bir adamı hatır için de iltizam eder. 'Ziya Paşa
tercümeyi bitirdikten sonra peşiman olmuştur.' demekten bataet-i temyiz isnadı
çıkacağını düşünemedim. Bazen bende vaki' oluyor ki bir eseri yazdığıma hem
başladıktan sonra, hem yazdığım sırada, hem de bitirdikten sonra pişman
oluyorum. Fakat nedamet ne başladıktan sonra devama, ne bitirdikten sonra
tab'etmeye mani olmuyor. Ziya Paşa için bu hal belki bir mania olabilmiştir.
Burada Ziya Paşa ile mukayese-i nef.-; etmekte bir mübalaga-i şairine yapıyorsam
affet, kafiyesiz bir manzumeyi, hani o çocuğun manzumesini beğendiğimi
söylemiştim. Mukaffa olsa daha ziyade beğeneceğimi söylemiştim. Mukaffanın
daha ziyade hoşumuza gitmesi itiyad belası değil midir? Eski şiir, eski yolda şiir
imiş, yani Homer'in yazdığı da kafiyesi olmadığı halde şiir imiş. Sonra bir kafiye
bid'atı çıkmıştır. Kudcmanın mevzun ve fakat gayr-i mukaffa olan sözlerine şiir
dememek caiz olur mu? Mukaffa şiir daha parlak olduğunu iham etmiş idim.
Evet daha parlak [s. 390] oluyor. Fakat kafiye sözü bana daha tabii geliyor.
Bununla beraber kafiyesiz hiçbir şiir söylediğim yoktur. Yalnız kafiyesiz bir
sözün mevzun olduğu için şii r olduğuna kail oluyorum. Kail olmak da değil,
inkar etmiyorum.
Manzum dediğin Neslnen'in mevzun olmadığını sen de muahezende
meydana koymuş idin. 'Kaffe-i elsinede asar-ı kalemiyenin inkısam ettiği neviler
nesir ile nazımdan ibaret iken' pek fila lakin Fransızca 'en prose'66, 'en vers67,
yollarından başka bir de 'en rime'68 yolu var. Bunun 'en vers' ile bir manada
olup olmadığını Paris'te iken iyi tahkik edemediğimden şüpheden
kurtulamamıştım. Her ne ise, ne olursa olsun 'Türkçede bunlardan başka
mukaffa namıyla bir 'genre'69 daha ihdasa çalışıyorsun' diyorsun. ihdas benim
işim değil ama, ihdas olunsa fena mı olur? İhdas olunsa da -manzum ve
mensurdan fazla olarak- ismine mukaffa yahut mühecca denilse olmaz mı? Bana
kalırsa heceyi de on beşin haricine çıkarmamak üzere tahdit etsen. Yani ta'dad-ı
heca külfetini tahfif ile o yolda yazılan bir şeye yalnız mukaffa desen hoş olur.

66 Nesren.
67 Nazmen.
68 Mukafla.
69 Tür.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 327

'Ekrem'e nisbet için bir emr-i mühimme muhalefet Hamid'e çespan düşer
mi dersin?!' Bu nasıl söz kardeş!? Yine mi vehme başladın? Benim maksadım -
işte sana içimdekini söyleyeyim- hecaya da pek itibar etmeyerek nesre de
benzememek şartıyla mukaffa namında bir genre ihdas etmektir. Muvaffak
olursam ne ala! Olamazsam kıyamet kopmaz a! .. Bu yolda çok şeylerim var ki
daha basılmadı. Yalnız bir tanesini, en ufak parçasını Hazf,ne-i Evrak'a yolladım;
numune olarak değil fakat, çünkü en beğenmediklerimdendir. ismi yahut unvanı
'Melekut'tan Safiline Bir Nazar'dır. Eğer tab'lanna hoş gelirse basarlar,
gorursun. Şu ben sana nıçın nispet ciheti arayacakmışım. Burasını
anlayamıyorum. Kafiyesiz manzumda, manzum-ı gayr-ı mukaffada bakıyorum
ki hiçbir ihtilafımız yok. Çünkü sen 'Mukaffa olmayan manzumatın [s. 391] söz
itibarıyla her türlü letafet ve meziyetten hali bulunacağını söylemedim.' diyorsun
ve söylemiyorsun. Ancak gayr-ı mukaffa manzum, mukaffa kadar hoşa
gitmediğini söylüyorsun ki ben de aynıyla bu fikirdeyim.
Ziyade olarak ben hoşa gitmemek hali me'lufiyet icabıdır demiş idim.
Musset'nin mecalis-i edebiyesinde kafiyesiz şiirlerini beğenenlerin autorite'lerini
ben de bilmem. Bilmeye de lüzum görmem. Zira şiirler Musset'nin, dediğim
consert musical'ler dahi hususi mahallerdir, umum için olan Cafe chantant'lardan70
değil; yani her biri şiir ile musikinin akd-i uhuvvet ettiği bir dershane-i üdeba.dır.
Bunlar ise kafiyesiz şiiri tabiilik nokta-i nazarından bakarak beğenirlerdi
zannediyorum. 'On sekizinci asırda bir aralık manzum tiyatro yazılmasını men'e
kalkıştılar.' diyorsun. Bu teşebbüs Fransa'da hala bakidir. 'O asırda ise buna
Voltaire mani olmuş.' diyorsun: Zannederim ki Voltaire'den ziyade Comeille ile
Racine'in asan marn olmuştur. Hatta Voltaire kafiyeyi ilgaya kıyam etse yine
müsmir olmazdı. Çünkü edebiyatta o kadar nüfuzu yok idi. Bugün kezalik ben
öyle bir davaya kalkışacak olursam, Kemal'in, senin asannız meydanda
dururken ne ehemmiyeti olabilir? Ehemmiyeti olsa bile ısga olunmaz. Şiirden de
kafiye ilga olunmaz. Sizin bile o kadar iştihannızla beraber eserinizi ıktila
edenler bir ekalliyet değil midir?
Nesteren hakkındaki mütalaanın isabetini anladığımdan bahsedişim cemile
filan değil hakikati beyandır. Mütalaan umumiyet itibarıyla doğrudur. Bir iki
yerde haksızlık hala görüyorum. Lakin bir iki yerde. Ha::::.ine'ye verilse istifade
olunurdu ama istemiyorsun. Bizim 'Bir Vaize Bir Mev'ize' manzumesinin hiçbir
yerini değiştirmemişsin, basılmış gördüm; fakat Maarif berbat etmiş, nısfından
ziyade tayyolunmuş. Sonradan gönderdiğim 'Mazi Yolcusuna Ati Yolu'nun da
tecellisi öyle olmak imiş. Bilseydim, Tercümdn-ı Hakfkat'e göndermeni rica
ederdim. Çünkü Midhat bastırırdı. Artık sözü kesiyorum. Yakında mülakatımızı
ümit ederim . . . "

70 İçinde şarkı söylenen, içkili eğlence yeri.


328 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 392] Hamid bu mektubunda -bir mahviye t perdesi altında olsa da­
yaptığı ve yapmaya çalıştığı bütün yenilikleri gösteriyor. Hatta Ekrem'le
nazikane bir muarazada bile bulunuyor. Burada şu ciheti tekrara bir lüzum
görüyoruz ki o da Ekrem'in edebiyata fevkalade hizmet etmiş olmasına rağmen
hiçbir yeniliği doğrudan doğruya tatbike cüret edememesidir. O kaidelerin,
kanunlann haricine çıkamayacak, daire-i ma'kuliye tten aynlamayacak kadar
şiraze-perest, merasim-perverdir. Halbuki Hamid fıtratındaki hürriyet-i mahsusa
ile her bendi, her zinciri kıracak, kayıt ve kanun tanımayacak kadar serkeş bir
dehaya mazhardır. O tabiatı sayesindedir ki edebiyata birçok yenilikle r onun
kalemiyle girmiş, onun himmetiyle yerleşmiştir. Mesela bütün noksanı ve
garabe tiyle hece veznini tatbike o uğraşmıştır. Filhakika bu yolda birinci kendisi
olmadığını biliyoruz. Mesela Ziya Paşa'nın hece vezniyle ve kafiyesiz olarak
Tartulfe'ü tercüme etmesi -muvaffak olmamış olsa bile- cesur bir tecrübe olmak
itibanyla bir hakk-ı takaddüm te'min eder: Fakat sade mukaffa denilen tarzda ilk
yazı yazan Hamid olmuştur.
Hamid, Poti'de iken Golos'a tcbdilen tayin edilmişti. Ailesiyle İstanbul'a
döndüğü zaman ailece istirahat ve tedaviye muhtaç bir halde olduklan halde
bırakmamışlar. Ancak yirmi gün kadar kalabilmişti. l 297 senesi Kanun-ı Evvel'i
[Aralık-Ocak 1 88 1 - 1 882] bidayetinde Golos'a gitmişti. Kanun-ı Evvel'in yirmi
yedisinde Golos'ta bulunuyordu. 9 Şubat 1 297'de [2 1 Şubat 1 882] Bahaeddin
Bey'e yazdığı bir mektupta:
"Ah bilsen birader! Hem vatanından uzakta olmak, hem de vatandan
aynlmış bir memlekette bulunmak ne müşkil hal imiş!.. Bulunduğum memleket
dahi benim gibi garibü'd-diyar veya vatan-cüdadır. Buradaki memuriyeti bana
Poti'de iken verdiler. İstanbul'a geldiğimde o kadar isti'cfil-i azimet ettil er ki
familyaca hepimiz tedaviye muhtaç olduğumuz halde yirmi günden ziyade
oturmak kabil olamadı. Sürülür gibi bir süratle buraya geldik, düştük.
İstanbul'da Baki'l er, Ekrem'lerle birkaç kerre mülakat olundu. Acaba hiçbir
[s. 393] ictim3.ımız var mıydı ki onda senin iftirakından feryat etmeyelim! Biz
Allah aşkına böyle rüya eşhası veya roman heroes'lan gibi hep gaibane mi
görüşüp gideceğiz, kağıtlar üzerinde mi birleşeceğiz? Geçmişimiz hazin bir
hayal, halimiz o hayale bir cilve-gah, istikbalimiz ise ne kadar . . . ama ne kadar
zulmet-abad . . . "
diyor. Hamid; Golos'ta pek sıkılıyordu. Hatta Ekrem'e yazdığı bir mektubunda:
"Golos beni berbat edecek, malumunuz ola. Kemal'e de bugün
yazabilirsem muvaffakiyet olur. Hele Sezai'ye de cevap veremedim, ne kadar
mahçup ve nadimim. Ne yapıyorum bilir misin? . . Sabahtan akşama kadar
düşünmek; uykuda yine düşündüğünü görmek: İşte meşguliyetim! . . Kendimi
mahbusi zannediyorum. Halimle amalim mezar kovuğundan semavata
bakmak! .. Kabahatimi affet Ekrem! .. Bana cevap yazarsan sayende bil ki bir
kara sevdadan kurtulurum. Sevdanın her türlü re nklisi başımdan geçti. Yalnız
karasına uğramadığım kaldı."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 329

diyor. O aralık Hamid'i bütün bütün sinirlendirecek bir hadise zuhur ediyor. O
da meydan-ı intişara çıkan Ta'lim-i Edebryat'ın tenkidi!.. Recaizade'nin Mekteb-i
Sultani ve Mekteb-i Mülkiye'de verdiği derslerin mecmuundan husUle gelen
Ta'lim-i Edebryat saha-i matbuata çıkar çıkmaz bir vaveyladır kopmuştu. Her
taraftan itirazlar, tarizler, taarruzlar yağmaya başlamıştı. En çok taarruza hedef
olan da Hamid idi. Bütün matbuatı dolduran bu münakaşat-ı kalemiye Hamid'i
rahatsız ediyordu. O an Pirizade Osman Sahih Bey'e yazdığı bir mektupta bu
meseleden bahs ile:
"Ahmet Midhat iyi müdafaalar yazdı. Ne fayda ki onun müdafaatı ekseriyet
nazarında pek makbul tutulmuyor. Mamafih beni pek ziyade memnun etti.
Kendisine bilhassa teşekkür yazdım. Kemal'den müdafaa bekler idim. Sükfü
etmesi biraz gücüme gitti. Sükutunun meşru bir sebebi var ise bana bildirmek
yok mu? Lakin Ekrem' den bu hafta aldığım bir mektupta Kemal'in de meydan-ı
sohbete çıkacağı yazılıyor. Hiç me'mul etmem, ama bakalım.
Ekrem beni müdafaaten bir şey yazmalıydı, korkuyorlar diyemem. O fikrin
[s. 394] yanlış, belki korkmuyorlar. Kendimi onlara zor ile iltizam ettiremem ki,
gösterdikleri sükut ve mücanebet için sitem yazayım."
diyor. Fakat teessürünü, iğbirarım da saklayamıyordu. Bilahare 7 Teşrin-i Evvel
1 298' de [ 1 9 Ekim 1 882] Golos'tan Tercüman-ı Hak:lkat gazetesiyle neşredilmek
üzere şu "Te'minat" unvanlı makaleyi göndermişti:
"Ekrem Beyefendi emin olsun ki Ta'lim-i Edebryat'ın cem' ve te'lifine masruf
olan himmeti ashab-ı fikr-i selim indinde ilelebed meşkiirdur; ki edebiyat-ı
Osmaniye bu yadigar-ı fili için kendisinin daimi surette minnettarıdır ki; bu
hizmet-i celile-i edibanesine mukabil umumdan göreceği mükafat kariben şiir ve
inşamızda göreceği terakkidir; ki tul-i idrak ve teferrüsü mahdud ve mutavvel
olan dühat-ı nuhatın -o kütüb-i Arabiye usUl-i beyaniyesinden- başka bir
medar-ı cedel, bir silah-ı ta'riz bulamayan. . . hazeratın itiraz yolundaki
laklakalan birbiri üstüne vaz'olunup da yıkılan -pilav, zerde kaselerinin çıngırtısı
kabilindendir; ki ulvi ve semavi bir harika zuhur ettiği vakitte en ziyade sesi
çıkaran kimler olacağı cümlemizce malumdur; ki Ta'lim-i Edebryafın filem-i
beyanda tulu'uyla Elhac İbrahim Efendi gibilerin mazleme-i efkarında kıyamet
kopmuş, güneş garptan doğmuşçasına bir lerze-i beht ve dehşet ser-zede olacağı
için kendilerinden birçok 'kale yekülü'71 sadaları çıkmak dahi zaruridir.
Elhac İbrahim Efendi emin olsun ki sülüsan-ı insaniyete eşia-nisar olan bu
subhü't-tulu'-ı hakikatte, bu yevmü'l-kıyam-ı üdebada cevvfile-i mezar olan ziya­
yı kazibe tecelli-i irfan nazanyla bakılmayacaktır; ki zulemat içinde görünen
hayaletlerin ecsam-ı latifeden olmayıp ayn-ı evham olduğu bilindiği için bir
lisanın kavaid-i beyaniyesini her lisana mantık-ı belagat itibar etmek sadedinde
bulunan mürde-pesendan-ı fersude fikrin makalatı ızam-ı emvattan rüzgarın

71 "Dedi, dendi: Dedikodu."


330 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

çıkardığı esvata nazir addolunacaktır; ki zir-i kabus-ı Arabide habide-i gafle t olan
siyeh-mest 'kahve-i ta'b-ı fersa-yı ülfet' olan 'kazgan-ı nevfil-ı 'ata' gürüsne-gan-ı
fesahatinden duyacağımız nikiit-ı belagat şeb-zinde-i tahsil-i ma'rifet bulunan
perhiz-karan-ı lisanü'l-edeb zaikalannda her türlü şemme ve lezzetten ari ve
müstesna tutulacaktır; ki sahari-i bedavette dolaşan efkar-ı kalenderanelerine
ma'mure-i medeniyet kapılan müebbeden seddolunmuş [s. 395] olduğu gibi,
kendileri de bugün bir tabaka-i arziyeye tahavvül etmiş olan devr-i mensi-yi
huraffitta yaşar, ebatil-i kümmelinden ma'dud olacaktır; ki bizce öylelerin
tefevvüh ettiği elffizı tefehhüm nasıl müyesser olamıyorsa onlar da bizim
tasavvur ve tasvir ettiğimiz meaniyi hatta telaffuz etmek bile nasip olmayacaktır.

Bir iki sual:

Tercüman-ı Hakikat gazetesının 27 Eylül 1 298 [9 Ekim 1 882) tarihli


nüshasında münderic Elhac İbrahim Efendi, makalesinde Nesteren'den menkul
birkaç beytin Türkçe olmadığı ehl-i insaftan sual ve o beyitlere ma'tufunu lafz u
manası olmayan tabiri ile ma'ni-şinaslıkta olan hasise-i zi-vukuffineleri averde-i
makal olunuyor ki gördüm. Ebyat-ı mezkurenin Ta'lim-i Edebi;yat gibi muteber
bir eserde ca-yı kabul ihrazına ve hususuyla hüsn-i misal olarak nakledilmek
imtiyazına hiçbir vakitte layık olamayacağı ve bunun mahza bize bir saika-i şevk
olmak için irae buyurulmuş olacağı Nesteren müellif-i nev-hevesinin rana
malumudur. Ancak bu şeyler Türkçeliğini temyizde tereddüt külfetini ihtiyar
eden ucube-i ilmü'l-beyan-ı Arab , allame-i bü'l-aceb Arapça olmayan lakırdılara
Türkçe dememek mi ister? Burası da öteden beri nezd-i cahilanesinde mechul
olan mevaddandır. -Lafzı olup manası olmayan şeyler ve Türkçe yazılıp da
Arapça okunmak lazım gelen -nesneler- veyahut nesteler ekseriyetle mantık-ı
mahsusu olan Hadfkatü 'l-Beyan'da görülüyor. Fakat kendinin dediği gibi hem
lafzı, hem de manası mefkud bir söze misal, nutkü'l-lisan-ı insaniyeti olan kütüb-i
beyaniye-i Arabiyenin hiçbirinde görülemiyor. Acaba nev-zuhur kühen-füruş,
Türklere elfaz ve meaniden münezzeh ve müberra başka bir lisan öğretmek mi
ister?. . Yoksa kendisinin her nasılsa öğrenemediği bir lisanın lisan
addolunmaması daiye-i vahiyesinde midir?

Yine Te'minat:

Hadfkatü'l-Bryan sahibi şundan da emin olsun ki sözden anlamayanlar


zümresine idhal etmek istediği fakir, yazı yazmağı güneşin -şebnem
kazımasından- ve insanların lisanını tuti kuşlarından öğrenmek istemez. [s. 396)
Cahildir, fakat cehlinden mutazarrır olmadığı kadar Ta'lim-i Edebiyat muterizinin
de ilm-i küllisinden istifade etmez. Nesteren müellifi ne Fatih medreselerinde
çalışmış, ne Paris darülfünunlarında okumuştur. Lakin sahib-i itiraz efendi gibi,
pek çok hocaların mühtedi sıfatıyla bile giremeyecekleri bir mektepte doğup
büyümüştür.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 331

Lahika:
Hatırımızdadır ki Ta'lim-i Edebiyat müellifinin edebiyat-ı cedideden ziyade
edebiyat-ı atikaya mukarin bir tarz ile yazılmış Mes Prisons72 namında bir eseri ve
bir de ekser-i kasaid ü neşaidi kudema yolunu andırır Nağme-i Seher'i vardır.
Bunlar müeellif müşarünileyhin inşa-yı kadim erbab-ı temayüzü içinde dahi
haiz-i nisab-ı iktidar olduğunu gösterdiğinden müteakıbü'z-zuhıir olan nev­
zemin eserleri ve be-tahsis ma-hazar-ı edebiyata bir reng-i teessüs veren Ta'lim-i
Edebiyat'ı, müeellifin eski yolda acz ve noksanım değil, fakat Şinasi bedayiinden
olan tarz-ı nevinin eski yola rüchanım isbat etmek lazım gelir. Bunun hilafına
olarak iyi, fena mütekaddimin esasına müstenid olan sözleri tercih etmek ise
İbrani'nin Arabi'ye takaddümünü istilzam edeceğinden, bugünkü ashab-ı itiraza
kendilerini beğendirmek ıçın Osmanlı üdeba-yı hazırasımn Yahudice
yazmalarını tavsiye kabilinden olur.
Hatime:
Allame bize muttasıl müstearün-lehle müstearün-minhden, teşbihten,
müşebbihün-bihden, kütüb-i Arabiye kavaidinden, Ta'lim-i Edebiyat'ın o kava.ide
muhalif itibarat-ı muhtelifesi bulunduğundan bahsediyor. Her neden bahsederse
etsin, biz o itibaratı -ihtiyarat-ı üdeba- olmak üzere kaide ittihaz edeceğiz. Ve
hata ve savabımızı kavaid-i Arabiye'den ziyade o ihtiyarata tatbik eyleyebi­
leceğiz. Ve bedayi' düşmanlarının kal Ü kıylini, dava ve delilini kabul etmeye­
ceğiz. Ve Hadzkatü'l-Beyan'ı okumayacağız. Ve müellifini üdebadan saymaya­
cağız. Ve mahsur olduğumuz zalam-ı cehl içinde barika-ı ilham ile göreceğimiz
hakayıkı hiçbir vakitte ondan sormayacağız. Ve
[s. 397] Babam için öl, benim için yaşa!..
mısraı gibi üdeba için manalı ve humaka için lafz u manadan ari olan sözlerle
zekadan zekaya isal-i ziya kabilinden olarak birbirimize ifham-ı fikr ü meram
edeceğiz. Ve sözlerimizi anlamayan kudema-yı bülega-yı katibin kendileri ve
kendilerine mümasil güruh inde-i mutaassıbin olduğunu gördükçe kariin-i kiramı
yemin ile temin ederiz ki iftihar eyleyeceğiz."
Hacı İbrahim Efendi hem Tercüman-ı Hakfkat'te , hem de Vakit gazetesinde
Ekrem 'e de, Hamid'e de hücum etmişti. Hamid de yukarıki makaleyi Tercümiin-ı
Haktkat ile neşrettirmek üzere yazmıştı, fakat mübahesenin resmen men' edilmiş
olması intişarına mani olmuştu.

72 İtalya müteahhiıin-i üdebasından Silvio Pellico'nun eser-i meşhurudur ki unvanının


manası "Mahbeslerim"dir. Kırk iki sene mukaddem Mahmud Ekrem Bey tarafından bir kısmı
tercüme ve tab'olunmuştur. Namık Kemal Bey'in bu tercümeye uzun bir muahezenamesi vardır.
�sınai! Hikmet'in notu)
332 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

9 Teşrin-i Evvel 1 298 [2 1 Ekim 1882] tarihinde Hacı İbrahim Efendi'nin


Vakit gazetesine yazdığı makaleye Golos'tan 20 Teşrin-i Evvel'de cevap
gönderen Hamid makalesine ser-levha olmak üzere:

"Olmadan rah-ı rahmete azim


Size bir hacc-ı dünyevi lazım! .. "

beytini yazmış ve mu'terize uzun uzadıya cevaplar verdikten sonra:


"Siz ma'hfıd makalenizde -esbi cemelden, deşti cebelden fark ve temyiz
edemeyen Ta'lim-i Edebiyat mı bu ümmete edeb öğretecek? .. - sualini kime
hitaben irad ettiniz bilmem?..
Hatm-i kelam etmeden evvel:
Biz huraffttı bedayie, harabau ma'mureye, bedaveti medeniyete, mazıyı
istikbale, tedenniyi terakkiye, Nergisi'yi Şinasi'ye, Hadikatü'l-Bryan'ı Ta'lim-i
&lıbiyat'a tercih eden saadetlü Elhac İbrahim Efendi hazretlerine cevap veririz
ki: Evet!
Makalenin lahikasına
yahut
İbrahim Efendi'nin M. Hamid imzalısına:
Yazı makinesinin meydana çıkardığı romanların içinde erbab-ı itiraza
benzer pek çok mahlukata tesadüf olunur. İki yüz kadar müellefüt-ı edebiye [s.
398] ve siyasiyesi milletin elinde olan harikulade gayur ve mukaddem bir
müellifin karşısına siz şu M. Hamid nam eserinizle mi çıkacaksınız?
Buyurulmuş ki -bizim terakkiyata muhtaç olduğumuzda şüphe yok ise de
tagayyür ve inkılaba muhtaç olmadığımız dahi erbab-ı hakikat ve insaf nezdinde
bedihidir.- Erbab-ı ta'assub-ı ıstılahide biraz tehacüm görseniz belki bu şüpheyi
de ihtiyar buyururdunuz. Muhtaç olmadığımız tagayyür ve inkılap terakki
levazımındandır. Belki terakkiyat-ı edebiyeyi huslıle getiren vesait, tagayyür ve
inkılaptır. Bize ne Mirabeau lazım, ne de Voltaire'in iktizası vardır- diyenlerin
ne Osmanlılara lüzumu vardır, ne de aleme!.. Yazı makinesinin bunlara ca-nişin
olup olmayacağı sizce ne kadar ma'lum ise öyle bir ca-nişin lüzumunu muhal
farz edenler dahi hangi yere geçmek lazım geleceği bizce o kadar müsellemdir.
Hele şunu tekrar tekrar sormak isteriz: Bir elinde kemalat-ı garbiye ufkunun
sehaib-i rengarengi, bir elinde vüs'at-i kariha deryasının emvac-ı bi-nihayeti ile
huzlır-ı mahkeme-i efkara çıkan Ahmed Midhat'ın yanında, siz bu 'Bize ne
Mirabeau lazım ve ne de Voltaire'in iktizası vardır.' kıyafetiyle mı
duracaksınız? ..
"

diyor ve mu'terizlerin evvela kendine, sonra Recaizade Ekrem'e, sonra da çok


yazı yazdığı için makam-ı tezyifte "yazı makinesi" namını verdikleri: Ahmed
Midhat merhuma karşı olan itiraz ve tarizlerine cevap veriyordu. Fakat bu
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 333

makale de tab'edilememişti, şu kadar ki elden ele, ağızdan ağza Hacı İbrahim


Efendi'lerin ellerine ve kulaklarına kadar varmıştı.
Hamid bir türlü hürmeti beklemiyordu. Bu çeneleri düşük, akıllan güdük
herze-vekillere bir ders-i edeb vermek mahiyet-i bi-edibanelerini göstermek
istiyordu. O aralık Recaizade Ekrem'in büyük biraderi Celil Bey'in haber-i
vefatı geldi. Hamid 18 Kanun-ı Evvel l 298'de [30 Aralık 1 882] yazdığı taziyet­
namede:
"Alı Ekrem'im kardeşim! Bugün mektubunu ne kadar bekliyordum! Körü
körüne bir intizar, keşke beklemeseydim. Kağıdın beni ağlattı. Ağlamaya
alışığım. Onun ehemmiyeti yok. Ağlatan haber yaman. Amma ne çare kardeşim!
Hep öleceğiz. [s. 399] Zaten dünyada çektiğimiz ayrılıktan ibaret değil mi? Sana
tesliyet veremem. Belki elemini artırırım. Yok, belki onu da yapamam. Çünkü
sen hayatı da, mematı da benden iyi bilirsin. Biraderin vefat etmiş. Vah
Ekrem'ciğim!.. Sen sağ ol. Ah keşke yanında bulunsaydım! Biz ne bedbaht
adamlarız. Görüyor musun? Pek meraklandım Ekrem! . . Bu haber pek fena halde
bana dokundu. Sen sağ ol, sen sağ ol kardeşim.
Mektubunu şimdi aldım. Cevabı bir büyük kitap olsa yetişmez. Hazret-i
üstadın mektubunu leffetmişsin. Daha okuyamadım. Gelecek hafta iade ederim.
Şimdi okusam bile, sana yemin ederim ki, anlayamam. İki gündür hazırladığım
bir manzumeyi sana takdim edeceğim. Ben hiç beğenmiyorum. Bir kere de sen
oku. Beğenmediğin yerlerini bana yaz. Islah edeyim. İşte sözü kesiyorum
kardeşim."
dedikten sonra hamişinde
"Manzume bastırılırsa hoş olur. Lakin tashih olunacak yerleri varsa rica
ederim ki bi-taralane haber ver. Birbirimize müdahene değil a. Maksat
muarızların burnunu kırmak."
diyor ve manzumeyi de mektubuna leffediyor.

"Tebrik ve Teşekkür73
Ekrem ki asrımızda üstad-ı muktedadır,
Ders olmasın mı bir söz andan olunca sadır?
Kilk-i beyanı olmuş san şahbal-i Cibril,
Eflak eder ki inşa, peyveste-i Huda'dır.
Destinde bahr-i ma'na bir mevce-i kef-efşan,
Vechinde burc-ı daniş şevk-aver-i senadır
Çeşm-i dehi-pesendi subh-ı sala-yı vicdan,
Pişani-i bülendi ulviyyete semadır,

73 Manzumenin tam adı "Ta'lim-i Edebiyat İçin Üstid-ı Sani'ye Tebrik ve Teşekkür'dür."
(Haz. notu)
334 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Asanna nazar kıl, vicdanını görürsün,


Ta'rizden hazer kıl, Mevla'ya iftiradır.
Şamil kitab-ı zatı esrar-ı kai nata;
[s . 400] Her açtığım sahife bir devr-i i'tiladır
Lafz u kelamı lazım görmem beyan-ı hile.
Dillerdeki mefile hakkıyla aşinadır.
Ekrem gibi dehaya kendi eder dela!et.
Gösterdiği kavaid asar-ı Kibriya'dır.
Asar-ı kaib-i safı, ziynet-res-i hakikat,
Envar-ı fikr-i paki, pertev-zen-i dehadır.
Nesrin gören sanır kim, raksetmede kevakib.
Şi'rin duyan görür kim, hurin nagam-seradır
Geh mahtaba benzer bir hi ss-i ruh-perver,
Gahi şafak misfili bir fikr-i dil-rübadır.
Akl-ı şümus-ı ferdir tenvir-saz-ı fikret
Vicdane şule-güster ma'na-yı meh-likadır
Gahi kılar hayfili şam-ı garibi ihtar
Bir ncizenin-i esmer, bir hüzn-i zi-safüdır.
Gahi büyüklüğünden muzlim gelir uklıle,
Şebdir ki ahteranı bfila-ter-i zekadı r.
İ nan mektebinde tekvindir kitabı,
Üstadı ol edibin Mevla ' dır ey m un azır!
Mantık, ana sorarsan mehtab, ya çemendir,
Cemiyyet-i maarif girdap, ya Süha'dır
Piş-i fetanetinde, ta'riz-i fitne-cuyan,
Berk-ı me hib önü nde, şeb- tab-ı bi-miradır
Cehlin kılıp del a!et, zahir olur hakayık
Fe rda-yı şeb, hemişe subh-ı bedihe-zadır.
İnsafa gel musahhih, yad ettiğin hata!ar
Gösterdiğin sahiha nisbetle hep atadır.
[s. 40 1] Esfel-güzin olanlar ulvi nedir bilir mi?
Elvanı farkeder mi bir göz ki pür-'amadır?
Humkın zekaya karşı ta'rizi şöyle dursun
Tebriki bir nakise, takrizi bir beladır.
Ehl-i kema!e ta'nı, feryadıdır haslıdun
Nar-ı hased, dilinde bir daimi cezadır.
Nefret kılan özünden takbih eder umumu
Me'yustur o bi-kes, zannetme hod-sitadır.
Devran geri döner mi ağraz sadmesiyle
Her in kılabı dehrin atiye reh-nümadır.
Ma'tuhlar şebaba hükmeylemek hayali,
Pir-i sipihre dehşet-bahş eylese becadır.
Kasır gelir ukı'.'ıle mahdud olan kavaid ,
Ati yolunda ric'at, merdud-ı ezkiyadır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 335

Efkar-ı sermedidir; etmez kabul-i tahdid,


Allah'a munsab olmuş bir başka maceradır.
Bi't-tecrübe şu sabit, ber-mukteza-yı hilkat:
Nezdinde herze-gCı:nun her ferd-i jaj-hadır!
Elbette zevk-i vicdan ol zümreyi doyurmaz
Sorsak pilav ü zerde şirinterin gıdadır
Caiz mi bir hayali indi deyip de tezyif?
Her şeye biz cihanda indi desek revadır
Bir nev-zuhı"ır ilmin maziye istinaden
İnkanna tasaddi, bilmem ne iddiadır?
Te'sis eden esası bir fikrdir müsellem
Maksı"ıda "muntabıksa", her hatıra binadır.
Bir encümen karan bir ferd re'yidir ki
[s. 402] Kanun olur o bir dem, na-kabil-i fenadır.
Asra göre velakin ma'lı"ımdur ki, her şey
Tedric ile değişmek meşru' u müctebadır.
Mahiyyet itibari, tenkidler iradi
Zatında her hakikat aynıyle hulyadır.
"Aynıyle hlılyadır" fikri dahi tahayyül
Evlası itibarda cumhı"ıra iktidadır.
Cumhı"ır ise cihanda cemiyyet-i beşerdir,
Kavmiyyet anda ahar bir bahs-i mutenadır.
Kavmiyyeti ararsan Türkler Arap değildir.
Hem-diniyiz o kavmin kim borcumuz senadır,
Osmanlılarca amma Ta'lim'i ol edibin
Üssü'l-edeb bilinmek tevcih-i bi-riyadır
Üstadlık nişanı gördüm ben ol eserde,
Şakirdiyim, vazifem tebrike ibtidadır.
Zamime
Ekrem, erişti gördüm, meşkı"ır ber-güzann
Vicdan lisanı aciz, can çeşmi ruşenadır.
Hamid ne söylesin ki bir millet etti tahsin
Üstad ise buyurmuş: Namın sana senadır."
Hamid bu manzumesinde kendi muanzlan olan Hacı İbrahim Efendi'yi
hayli sarsaladıktan, alaya aldıktan sonra:

"Elvanı fark eder mi bir göz ki pür-amadır"


mısraıyla da Efendi merhumun za'f-ı hasara müptela olduğunu hatırlatıyor.
"Zaten senin gözlerin görmez. Bu güzellikleri nasıl kavrayacaksın?" diyor.
Ekrem'i takdir ve tevkir ederek Ta'lim-i Edebiyat'ı sena ediyor. Ve "bir milletin
tahsin ettiği üstad-ı azam Kemal'in Ta'lfm-i Edebiyat'a olan takrizinde . . . ".
"Meziyatını ithama namını zikretmek kafi olan edib-i ma'rifet-perver Ekrem
Bey . . . " [s. 403] ibaresiyle takdir eylediği Üstad Ekrem hakkında "Hamid fazla
336 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

söyleyebilir" diyor. Manzumenin Tercümdn-ı Hakikat ile neşnnı de si'ıret-i


mahsi'ısada iltimas ediyor.

Hamid'in Kemal'le muhaveran pek çoktur. Kemal kendisini bi-hakkın


takdir etmiş ve bilahare yazdıklarını idrakten aciz olan birtakım ki'ıteh-binlerin
manasız ve arsız hücumlarına karşı Hamid'i müdafaa eden Kemal olmuştu:

"Hamid!

Seni muhatap etmeye adından büyük bir kelime bulamıyorum! .. Birçok


zamanlar mektup yazamamıştım. Meşgul idim, keyifsiz idim. Bunlardan başka
şiirden, inşidan hediye gönderecek bir eser de yok idi.

Daha sonra mübahesat-ı edebiye meydana çıktı. Yazılan şeyleri bi'z-zari'ıre


veya ta'bir-i sahihle kelaretü'z-züni'ıb olarak okumak lazım geldi. Hfili
zamanlarımın bir haylisini de o meşguliyet ifna etti.

Mübahaseden ben cidden müteessir oldum. Çünkü Şinasi'yi, Ekrem'i, seni


hasılı gerçekten edip olanları nazar-ı hakaretle görenlerin kalinde, kaleminde
benim eserlerim müsteşhidattan gösterilmekte, benim namım Edebiydt-ı Cedide
dedikleri edebiyat-ı sahihanın mucitleri sırasında yad olunmakta idi.

O temyiz ashabına karşı benim için memduh olmaktan ziyade ne türlü


makduhiyet tasawur edebilirsin? Fakat zannetmem ki sen müteessir olasın,
elbette müteessir olmamışsındır! Belki uğradığın tarizlerle iftihar etmişsindir.

Hiç öyle sözünü güneş gibi parlak bir fikirden iktibas eden, mehtap kadar
saf bir vicdan, şunun bunun gün yüzüne taş atmak kabilinden olan tarizatına
ehemmiyet vermek kabil midir?

Amma Şinasi'nin açtığı rayet-i edeb, ilm-i cehalet imiş, ne mani! Şimdi o
ilm-i cehciletin altında bizler bulunuyoruz; eserlerimiz de meydandadır.

Edebiyat-ı atika veya la.side taraftarları şu Bdrika-i Zefer'e şu Mes Prisons


tercümesine, Duhter-i Hindu'ya birer nazire yazsalar, edebiyat-ı sahihaya mukallid
olmakla beraber sana taarruz ls. 404) edenler benim Viivryld'nın, Ekrem'in
Mir'at-ı Alem'deki "Kuzu" tasvirini ve senin Tank'taki şiirinin -Şeyh Galib
merhum tarafından irad olunan teklif gibi beş beytine değil- en beğenmedikleri
bir beytine bir nazire söyleseler ne olur?

Ne olacak, hiçbir şey olmaz! Fakat mu'terizler yalnız itiraz etmeği bilirler
de, öyle şiir söyleyemezler, söyleriz derlerse edep dairesinden çıkmasınlar da
söylesinler, umumun efkan bir imtihan meydanıdır. O zaman herkesin kudreti,
mahiyeti malum olur.

Senin ne vazifen Hamid! Sen tarih dediğimiz umman-ı zulmetin a'mak-ı


halasına gir! Bize Eşber gibi kitaplar yaz! İskender'in ahlakından büyük ahlak
tasawur ve tasvir et! Selim-i Ewel'in türbesini ziyaret eyle! O ziyaretindeki
hissiyatı, o padişah-ı azimü'ş-şana nedim-i has olan Hasan Can'ın vicdanından
sudur etmiş kadar ruhani bir belagatle tarif et! Selim-i Evvel'in meziyet-i
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 337

siyasiyesini Osmanlı ashab-ı kalemi arasında en evvel tarife nesren muvaffak


olan Kemal, nazmına nazire söylemeye çalışsın! Sana kudretin mevhibe-i
mahsılsası onu iktiza eder.
Amma biz -çünkü edebiyat-ı sahiha taraftarlarını, hususuyla senin gibi,
Ekrem gibi o yolda sa'y ettikleri için hakaret görenleri kendimden ayıramam­
üdebadan değilmişiz de mu'terizlerin te'vilat-ı zarila.nesine göre kabak mecmuu
imişiz. Ne mani? Aıem-i neşriyatta bizlere halef olmak isteyen zevatı da bazı
zürela., badincan kabilinden addedebilir. O halde ise 'Kedil lffiM biidincan ber
amed'74 meseli iki tarafın hfiline bir garip muarref olur. Yahut başka bir rivayete
göre -eşek- imişiz, onun da zararı yok. Raviler insan olduklarına pek mu'temed
ve mağrur ise, biz edebiyat hürmetine olarak hayvanlığı da kabul ederiz.
Yukarıda da söylemiştim ya; iki tarafın eş'an, asan meydanda duruyor.
Mukayese olunuversin! Kuvve-i natıka hangi tarafa ait olduğıı pek kolay zahir
olur. Hele tarih, elbette bir zaman olacaktır ki, herkesin meziyetini meydana
koyacaktır.
İleride o ashab-ı edebin iddiası gibi bizlerin 'eşek' olduğıımuza efkar-ı
umumiye karar verirse bari eşekliğimizi anlamış da kimseye taarruz etmemiş [s.
405] olduğıımuz dahi sabit olacağından, haddimizi bildiğimiz için olsun
muahezeden kurtuluruz.
Gariptir ki insanlar her nasılsa bizim nehiklere diğer takımın nağme­
lerinden ziyade rağbet ediyorlar! Ne yazarsak halk indinde adem efendilerin
asarına tercihen makbul oluyor, satılıyor, okunuyor. Bu delail-i tecrübeye o
zevatın bizi göstermek istedikleri kadar muhakkar olduğıımuzu pek de ispat
edemez değil mi?
Bana gelen bir mektubunda:
Yüksel hünerinle kani' olma
İhsan-ı Huda'ya mani' olma!
beytimi beğendiğinden bahsetmiş idin! İtikadımca aşağıdan yukarı atılan taşlara,
yukarıdan aşağı bir nazar-ı ehemmiyetle bakmak dahi ihsan-ı Huda'ya bir nevi
maniliğe çalışmaktır. Ne olmuş? Semadan zemine nazil olan o evamir bile
ta'rizat-ı gayr-ı muhıkkadan kurtulmuş mu ki, senin asanndaki ulviyet şunun,
bunun muanedesine mani olabilsin!
Yine cevap verme! Güneşin hayt-ı şıllesi mezbeleye de düşer. Fakat o
sukutu görmek, istenilecek hallerden değildir.
Allah zihnini güneş kadar parlak yaratmış; fikrin de ziya gibi daima tefili ile
muttasıf olmak kadrine daha şayan olur.

74 "Kabak düştü, patlıcan göründü."


338 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Çalış! Çalış! Ben Edebiyat-ı Osmaniye için tasavvur ettiğim ulviyatı bin
türlü hissiyat ile kanştırdım; ;isanmı istediğim dereceye getiremedim, bakalım
sen getirebilir misin? Getirebilirsen bir milletin mürcbbiyan-ı irlanından ma'dfıd
olursun. Ben daima Şinasi'yi yad edegeldiğim gibi sen de Kemal'i yad edersin.
Vaktiyle bir kere bakıp da yeni doğmuş kamerin bulutlar arasına yayılan
hıyat-ı şu'a'ına benzettiğin saçlarımı şimdi görsen, mehtabın küreden ayrılırken
sehab içinde ara sıra bıraktığı in'itaflar kadar karalı, beyazlı bulursun.
Edebiyat için pek çok zevat ile uğraşmıştım. Halbuki şimdi o mu'terizlerden
bazıları yine beni edebiyat mücedditlerinden addedip duruyorlar. [s. 406]
Mücedditlik hakkı ise ya Şinasi'nin, yahut senindir. Ben arada bir hatt-ı ittisfilim.
Zanneder misin ki o mu'terizler bir zaman bu hakikati de teslim etmesinler.
Tarih-i hicri itibarıyla kırk beş yaşına girmiş bir büyük veya tabir-i sahibiyle
müsin kardeşinin sözüne itimat et, ki, hakk-ı irfanın mu'terizleri indinde de
bütün bütün zayi olmaz. Ben vaktiyle bilmem ne mütalaaya zahib olmuştum da
edebiyat aleminde bulunmaya layık olmayacak birtakım bahislerle gaze­
telerimizin bir hayli sütunlarını doldurmuştum. O ayıp bana ait, bu
tl"nezzülsüzlük sana ve seninle beraber edebin iki manasıyla vardığı dereceye
racidir.
Seni istedikleri kadar bagetle, jaketle hırpalasınlar dursunlar. Sen mevki-i
edebinde kaim ol! Hakimin hiç olmazsa istikbal olacaktır.
Önünde na-mütenahiliği kılar tasvir
Peyinde sayesi kalmış bu devlet ü millet
beytiyle:
Zırlama, zırlama aman sus, sus!
Hacı Baba yemiş bu şeb kuskus
beyitleri gibi asarın mahiyetindeki fark ise ne zaman olsa zahire çıkacaktır. Baki
istikbal-i edebden kalben emin ol! Edep ebedidir kardeşim, Hamid'im."

4 Rebiülewcl sene 1 299 [24 Ocak 1 882]


Kemal"
Hamid o zaman tam otuz yaşlarında idi. Edebiyat alemine atılalı da daha
on sene oluyordu. Hamid meslek ve zihniyet arkadaşı olduğu Ekrem'le
muarefesini de şöyle anlatır:
"Ekrem'le muarefemiz hayli garip olmuştu. Bozdoğan Kemeri'nde oturur
idik. Bizim evin kapısından ekseri akşamlan zarif giyimli, kibar edalı bir genç
aheste aheste yürüyerek gelir gider. Ben de görürdüm. Birbirimize uzun uzun da
bakar idik. Nihayet bir akşam Ekrem: 'Beyefendi, iltilaunıza nail olamıyoruz.'
diye tanışmaya yol açtı. Artık birbirimizle pek senli benli olduk.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 339

Ekrem bi-hakkın bana üstadlık etmişti. Ben idare-i kalem şöyle dursun,
idare-i kelama bile muktedir değil iken, onun ötede beride görülen bentleriyle [s.
407] tezyin-i dimağ eder idim. Ekrem, bendenize çok şeyler ilham etmiştir.
Tasavvur edemeyeceğiniz kadar aşın sevişirdik. Allah rahmet eylesin Ekrem, pek
hakikat-şinas, pek teklif-peıverdi. Yazılarında bile bu hfili vardır değil mi? Benim
mizacıma muvafık gelmeyen bir tabiatı da çarçabuk alınganlıktı. Canım benim
sözlerime bile bazı alınırdı. Ben de çekinirdim."
Hamid'e fılhakika Ekrem'in de bir tesiri olmuştur, fakat Hamid'in Ekrem'e
tesiri çok daha ziyadedir. Hamid yukanki sözleri kemal-i mahviyetinden
söylüyor. Nitekim Kemal bile kendisini tanzire uğraştığım kemfil-i iftihar ile itiraf
ediyor. Ekrem'in en büyük rolü Hamid'i halka tanıtmak olmuştur. Hatta Ta'lim-i
Edebiyat'ına aldığı misallerin birçoğunu Hamid'den intihap etmiştir.
Hamid'in asan pek çoktur. Mdcerli-yı Aşk, İçli Kız, Sabr u Sebat, liberte; Eşber,
Tezer, Bir Seff,knin Hasbıhali, Ölii, Bunlar Odur, Sahra, Nesteren, Zeynep, İllzan, Makber,
Duhter-i Hindu, Tlink bin zjylid, Hade, Turhan, Validem, Tf!Y.flar Geçidi, Finten, Blilôdan
Bir &s ve saire . . .
Sabr u Sebat'ı Ahmed Vefik Paşa'nın75 tavsiyesi üzerine ve Türklere dair
yazdığını söylüyor. Ahmed Vefik Paşa: "Eserin ötesine berisine de darb-ı
mesellerimizden serpiştir!" demiş. Hamid yazıp götürdüğü zaman Vefik Paşa
bakmış "Canım bu kadar da darb-ı meselle doldur demedik." diye gülmüş . . .
Liberte'yi 1 293 tarihinde 1 5 Nisan'da [27 Nisan 1 877] yazmıştır. Hece vezniyle
yazdığı bu piyes hakkında yazdığı bir mektupta kendisi şu malumatı veriyor:
"Liberte, daha uzun olabilirdi. Mevzuu müsait idi. Eski hfili, eski tarihiyle
bırakmak istedim. Midhat Paşa'nın İstanbul'dan Avrupa'ya teb'idini yazmış
idim. Bunun alt tarafını da yazmak mümkündür Kafiyelerini, beğenmediğim
.

beyitleri kurşun kalemiyle işaret ettim, görürsünüz. Tashih ve ıslah da


edebilirsiniz. Abdülhalim Memduh merhum bu eseri okumuş, bazı mısraları
hesabü'l-benana gayr-ı muvafık bulmuş, yani on bir hece yerine on veya on iki
olmak gibi şeyler ki bendenize de göstermiş ve tasdik ettirmişti.
[s. 408) Tekrar muayeneye mecalim yok. Şu kadar diyebilirim ki aruz
,
evzanı bendenize bu parmak hesabından kolay geliyor. . . ,

Hamid 1 293 [1 878] irticfünın kalbine verdiği nefreti; kinai, istiari birtakım
isimlerle ne bariz surette serd ediyor:

"Ya gönlüm nasyona merbut iken,


Vücudum başkasının olmak neden?
Ya hükümdarımız bu kadar adil

75 Ahmed Vefik Paşa Abdülhak Hamid Bey'in pederi Hayrullah Efendi'nin dayısının oğludur.
�smail Hikmet'in notu)
34-0 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bilindiği halde kurenıisına


Kapılarak Hulagulara muadil
Zulümlerle halkın fenıisına
Çalışmak neden iktiza ediyor?
Neden bir şahsın husiıl-i meramı
Yolunda bir millet kurban gidiyor?
Neden kimi katil, kimi hanimi,
Kimi şeytan, hepsi bed-hah-ı millet. .. "
Hamid; Abdülhamid tahta çıkmadan Tank bin ,Qyıid'ını yazmış; edebi, bedii
ve felsefi dehasını göstermişti. Daha o zaman yirmi beş, yirmi altı yaşlarında bir
gençti.
Hamid Tô:nk'ın Asdr-ı Miifüie Kütüphanesi tarafından basılmak üzere alındığı
zaman l 2 Eylül l 332 [25 Eylül 1 9 l 6] senesinde yazdığı mukaddimede:
"Tank bin Ziyad nam şehir-i tarihisiyle münteşir olan bu kitap ki musavvir-i
ahlak ve asar-ı İslamiyedir, şehr-i ezvak ve efkar-ı gayr-ı müslime olan bir şehirde
iktitab edilmiş idi; intiş:in ise sefaret kitabetiyle bulunduğum Paris'ten
Darülhilafe'ye avdetimden birkaç sene sonra müyesser oldu. Paris'te ben Tank'ı
yazarken Gazi Osman Paşa Plevne'de, Gazi Ahmed Muhtar Paşa Gedikler'de
bulunuyor ve mühim ve muazzam gazavat ve galebat ile t:irih-i Osmaniye şan ve
şeref sayfalan ilave olunurdu.
[s. 409] O zamanlarda hususi ve umumi birçok takdirata mazhariyet iktisap
eden bu kitap, üstad-ı layemut Kemal'in şevk-i tilmiz-perveıini tezyid ile beraber
müfıd ve muhtasar birkaç tenkid-i teveccühkannı isticlab etmiş ve üstad-ı sani
Ekrem'in de Ta'lim-i Edeb!;ıat'ında bence müstelzim-i iftihar olacak bir surette
tahattur kılınmış idi. Hatta, s:iika-i aşk-ı hakikatle midir bilmem, kendim de bu
eserde gördüğüm nakiseleıi göstermek istediğimden Tank hakkında imzasız bir
makale-i tenkidiye inşa ederek Ahmed Midhat merhumun Tercümdn-ı Hakikat'i ile
neşrettirmiş idim.
Tank bin ,Qyôd o zamanlarda hükümran bulunan evhama badi-i izdiyad
olmasıyla nüsah-ı mevcudesi kitapçılardan toplattmlarak imha edildiğinden,
birtakım acemi tabiler tarafından ihyasına kıyam olunarak suvcr-i hafide ve
serapa sehv ve hata nüshaları bi'd-defaat tab' ve temsil kılınmış ve yakın
zamanlara gelinceye kadar bu nüshalarda, galiba maJ-i mesriık olduğundan, pek
ucuz fiyat ile satılmakta bulunmuş idi.
Sanki benim yazdığım Tank bi-günah olarak zindan-ı nisyana ve bu sahte
ve hata-alude Tank'lar ise bir cür'et-i cahilane ile meydan-ı isyana atılmış idi!
Bu defa maaıif-perver bir nazmmızın himayesinde bir hey'et-i muhte­
remenin himmetiyle benim bildiğim Tank bin ,Qydd işte iade-i hayat ediyor. Ve
onun daha vefat etmeden ewel çıkan hortlakları saha-i matbu'attan tard ve
teb'id olunuyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 341

Tank bin .<,iyad, Mısır'da münakkah ve mütegayyir bir tarzda Arabiye ve


Bosna ve Hersek'te Sırp lisanına tercüme edilmiş ise de mütercimlerin sahih
veya gayr-i sahih bu iki nüshadan hangisini me'haz ettikleri malumum değildir.
İbn-i Musa namıyla Tank'a zeyl olarak yazdığım bir diğer eser de kariben
neşrolunarak Tank'ı takip edecektir. Takip edecek ise de beraber gidebilecek
midir? Bunu havi olduğu vukuatın derece-i ehemmiyet ve mahiyeti tayin eder.
[s. 4 1 0] Tank-pesend olan bazı zevatın benim bir daha Tank kuvvetinde bir
eser yazamayacağıma zahib olduklarını kendilerinden işitmiş idim. Bu zehab ne
dereceye kadar musibdir, bilemem. Dedikleri kuvvet Tank namındaki eserde değil
Tank namındaki serdarda olsa gerektir. Asıl cfilib-i istihsan olan meziyet bu
muellif-i acizin sünuhatından ziyade, Endülüs'ü fetheden Musa bin Nusayr ile
Tank bin Ziyad'ın fütuhatındadır.
Binaenaleyh Hamid bir daha Tank yazamaz demekten ise Tank bin Ziyad
ile Musa bin Nusayr, İspanya'yı bir kere daha feth ve teshir edemezler demek
daha doğru olur.
Abdülhak Hamid"
Hamid görülüyor ki, Tank bin ZiJ!Mı da Paris'te iken ve Liberte eserini
yazdığı tarihte yazmıştır. Bu haluk ve itikat-perver gencin hfilet-i zihniye ve
ruhiyesi üzerinde derin ve ulvi intibalar ve inkılaplar hasıl eden 1 293 Rus
Muhaberesi [1877- 1 878] Tank bin Zi;ıdr!ı ilham eden kuvvetli sebeplerden
biridir. Nitekim Hamid:
"Paris'te ben Tank'ı yazarken Gazi Osman Paşa Plevne'de, Gazi Ahmed
Muhtar Paşa Gedikler'de bulunuyor ve mühim ve muazzam gazavat ve galebat
ile tarih-i Osmaniye şan ve şeref sahifeleri ilave olunuyordu."
diyor. Hamid'in hassas ruhunda hadisat-ı asriye kuvvetli izler bırakıyordu.
Abdülhamid-i Sani devrinin bu karışıklıklar, bu korkular ve ümitlerle geçen
tezatlar, taarruzlar, tenakuzlarla dolu hayatı henüz hfil-i inkişafta bulunan genç
şairin dimağında türlü türlü ihtilaller hasıl ediyor, kalbini, din, millet kaygılan,
merhamet ve insaniyet duygulan ile çarptırıyordu. Hatta vatan için bin bir
belaya giren, bin işkenceye göğüs geren, din için bir ateş-i himayet, bir feveran-ı
asabiyetle çarpınıp çırpınan Vatan rahut Silistre'ler, Akif B�'ler, Celaleddin
Har:::,em;ah'lar yazan Kemal bile otuz iki yaşındaki Hamid'e:
"Senin ne vazifen Hamid! Sen tarih dediğimiz umman-ı zulmetin amak-ı
halasına gir! Bize E;ber gibi kitaplar yaz! İskender'in ahlakından büyük ahlak
tasavvur ve tasvir et! Selim-i Evvel'in türbesini ziyaret eyle! O ziyaretindeki
hissiyatı, o padişah-ı azimü'ş-şanı nedim-i has olan Hasan Can'ın vicdanından
sudur etmiş [s. 41 1] kadar ruhani bir belagatle ta'rif et! Selim-i Evvel'in meziyet­
i siyasiyesini Osmanlı ashab-ı kalemi arasında en evvel tarife nesren muvaffak
olan Kemal, nazmına nazire söylemeye çalışsın! Sana kudretin mevhibe-i
mahsusası onu ikitiza eder."
342 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

demekten, takdir ve teşvik etmekten kendini alamıyordu.


7 Kanı1n-ı Sani l 298'de [ 1 9 Ocak 1 883] Bahaeddin Bey'e gönderdiği bir
cevap-namede:
"Seni İstanbul'a avdete teşvikim, ben de bilmem ki ne için idi! Belki sen
İstanbul'da bulunursan beni de buradan tebaüde, ihtiyari infisfile tahrik edecek
bir sebep halkolunmuş olur mütalaasıyla idi. Biz burada kaldık. Çürüyoruz.
Geleli bir sene olduğu halde ömrümün yansı geçti sanıyorum. Bir taraftan da
günler o kadar çabuk geçiyor ki önümdeki cakndrier'nin76 evrakını çevirmeye
vakit bulamıyorum. Bari idare edebilsem. O da yok. Her ay on lira borç
ediyordum. Ömürler lani olmasa bu meşak ve metaibe hiç ehemmiyet vermez
idim. Lakin malum a!.. Bugün varsak yarın yoğuz. Şimdi rahat etmez isek ne
zaman müsterih olacağız?.. Mezarda yılanlar, çıyanlar içinde mi?. . Az kaldı
unutacaktım . . . . . . ... 'in aleyhimde ne kadar namusa dokunur şeyler yazdığını
görmüşsündür. Onun için mahkemede ikame-i dava edeceğim, buna ne dersin?
Kemal, Ekrem öyle tavsiye ettiler . . . "
diyor. Bütün bu hadiselere inzimam eden yalnızlık ve parasızlık Hamid'in
sinirlerine dokunuyor, adeta hasta ediyordu. Asıl Hamid'i hasta eden elemler,
öldüren matemler bundan sonra başlıyor.
Hamid, İstanbul'a büyük bir huzur ve sükun ümidiyle, Kemal'lerine,
Ekrem'lerine, eski refiklerine, dostlarına, akrabasına kavuşmak emeliyle çırpına
çırpına dönerken felaketlerle karşılaşıyor; uzunca bir zamandan beri geçirdikleri
üzüntülerle yıpranmış, maneviyetleri ezilmiş olan aile derin bir istirahata muhtaç
bulunuyordu.
Hamid, bu ihtiyacı pek iyi bildiği için ailesini bir doktora muayene ettirmiş
ve acı elemler, ağlatıcı matemler, çağlatıcı bir haber almıştı. Karısına veremdir
demişlerdi. Hamid hem bu kabus-ı matemi bir korkulu rüya gibi boğmak,
yalancı çıkarmak, hem de uzun ve eğlenceli bir tebdil-i [s. 4 1 2] hava ile o elim
ihtimali bütün bütün yok etmek emeliyle ailesini alıp Bombay'a gitmeye karar
vermişti. Hayatının bu elim safhasını Bombay'dan Bahaeddin Bey'e yazdığı 25
Kanun-ı Ewel 1 299 [6 Ocak 1 884] tarihli mektupta anlatıyor:
"Benim İstanbul'da neler çektiğimden, bilahare familyamla beraber buraya
geldiğimden haberin var mı? Alı İstanbul'da neler çektim ben!.. Etibba
haremime verem dediler. İşte sana bu kadarcık söylemek elverir. Sonra yola
çıktık. Yola çıktığımız günden bugüne gelinceye kadar gören hekimler haremimi
o hastalığa, fakat yalnız müstaid buldular ve o istidadın izalesini kabil gösterdiler.
İşte şimdi Hekim-i mutlaktan ümid-i şila ediyorum.
Hep Bombay'dayız. Burası fena yer değil, adeta pek güzel bir memleket.
Lakin masrafımız pek çok oluyor. İstanbul'daki nedim-i nahasım, mürebbi-i bi-

76 "Takvim"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 343

ihtisasım Ahmed Ağa keratası benimle beraber gelmeye tenezzül etmedi ki


açtığım sefahat kapılannı bendetsin.
Latife hoş amma, sefahat filan değil. Her şey pek pahalı. At, araba almak
mecburiyetleri, yirmi kadar uşak. Kalem dairesi şehirde, ikamet mahalli
sayfiyede olmak gibi şeyler. Arada ziyafet vermek, ziyafet iade etmek, evin on beş
odasında, aralıklannda, bucaklannda her gece aydınlık bulundurmak. Halife-i
ruy-ı zeminin şehbenderliğini azametli, ihtişamlı göstermek gibi halat. Bunlar
hep zaruri."
diyor. Zavallı Hamid, tamam biraz rahat edeceği müstakil bir hayatın zevk ve
huzurunu süreceği bir anda tam can alacak noktasından vuruluyor. Kalbine
giren kurt artık bir dakika rahat bırakmıyor.
Puna yahut yeşil memleket dediği şehirden 2 Temmuz 1 884- 1 300 tarihinde
Recaizade'ye yazdığı mektupta:
"Birfıder-i muhteremim efendim, Ekrem'im, bu mektubumda biraz
söyleneceğim. Elimden gelse sana biraz gücenmeyi bile isterdim. Ya sen bir şeyi
çok düşünüyorsun yahut ben az düşünüyorum. Hemşirezadem İbrahim yazıyor
ki Ruhi Bey'e yazdığım mektupta nezdinde olan bazı asanın için 'Eğer evrak-ı
perişanlanna kanşmadıysa' dediğime [s. 4 1 3) pek ziyade muğber olmuşsun.
Biçare Hamid, hfila senin ehemmiyetini kazanamamış; İbrahim de tutmuş da
birtakım te'vilat arz eylemiş. Halbuki ben kendim o ibareden ne mana
çıkardığını hala bilmiyordum. Eserlerim evrak-ı perişanına kanşmadıysa demek,
nice evrakın içinde kaybolmadıysa demekten başka bir şey değildir. Bundan
başkaca bir maksadım varsa o maksatla beraber kahrolayım. Hususuyla ben
Ruhi Bey'e olan o mektubu bir tezkiresine girecek asan evvelce ve doğruca sana
gönderdim. İbrahim'e de yazdım ki eğer sen münasip olmaz isen Ruhi Bey'e
gidecek şeyleri bana iade etsin. Mademki o mübarek söz gücüne gitmiş,
kaleminle izale ediversen kıyamet mi kopardı? Yahut Ruhi'ye olan mektubu
tevkif etsen de yalnız şiirleri göndersen ne olurdu? .. Ne olacak? .. Ben böyle
mükedder olmaz idim, senin bana, bilirim muhabbetin vardır. Fakat görüyorum
ki emniyetin yok. Sen mi emniyet etmez bir kardeşsin, yoksa ben mi emniyet
olunmaz bir adamım? Orasını Allah bilir. Ben öyle iğbirar filan bilmem. Şu
sözden ne mana çıkardığını bana da yaz da bileyim. Pek müşkil mevkide
bulunuyorum . . .
"

tarzında sitemlerden sonra:


"Evvelce gelen bir mektubuna Mathiran'dan uzunca bir cevap yolladığım
gibi, <:,emzeme'ye karşı da bir mektup göndermiştim. Bu iki kağıdıma da henüz
mukabele etmedin. (Mektuplanm daha cevaplan yazılmadan evrak-ı perişana mı
kanşıyor?) Bak, bu sualden maksadım belki seni kızdırmaktır. Yazdıktan sonra
çıfıtlar gibi gülmeye başladım.
Sezai senin <:,emzeme'n hakkında bir şey yazmış. Bugün aldığım mektubunda
öyle söylüyor.
344 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Zemzeme'de olan "heb-lehel" ve "münhel" sözleri benim bildiğim gibi değil;


senin yazdığın gibi imiş. Burada tahkik edip anladım. Senin beğenmediğin;

Lehlerin çarhtan kılıp isfil,


Öper ezhan şems bi-perva
beytini Sezai de beğenmiyor.
[s. 4 1 4] Kemal'den hiç haber alamıyorum. Mathiran'dan buraya nasıl
geldiğimi bilir misin? Vagonda gelirken yanımda iki İngiliz vardı. Acıktım.
Yemek sepetiyle yanıma yiyecek koymuşlar. Biraz ziftleneyim! .. dedim. Mübarek
sepet iki tarafından açılır, kapaklı, kulplu, bir çamaşır sepeti. Kapaklarının
iliştirecek yeri olmadığından adam içinden bir eliyle yemek çıkarmak için diğer
eliyle kapaklarını tutmak lazım geliyordu. Açıp baktım ki içinde şunlar var: Bir
kase içinde kavurma ki birazı dökülmüş, bir tabak içinde birkaç yumurta ki hepsi
kırılıp havluları ve Hariciye'ye gidecek bazı evrakı berbat etmiş; tavuk, ekmek,
sekiz tane bıçak, bir çatal, bir de sana bu hafta göndereceğim manzume. Bir
taraftan şimendifer yıldırım gibi uçuyor, bir taraftan ben yemek yiyecek oldum.
Elimi sokar sokmaz sekiz bıçakların birisiyle parmağımı kestim, İngilizler bıyık
altından gerek benim hfilime, gerek sepetin hfiline gülüyorlardı. Sepeti açmış ve
yemeye hazırlanmış bulunduğumdan artık parmağım kesildi diye nasıl durayım?
Utandım. Ziftlenmeye başladım. Hicabımdan ise su içinde kalmıştım. Her ne hal
İse yiyeceğimi yedim. Kibrit kutusu dahi sepetin içinde imiş, sigaramı yakmak
için lazım oldu. Lakin ne mümkün! .. Tamam yanın saat kibrit kutusu aradım
sepetin iç inde . Ne varsa birbiri ne karıştı. Hariciye'ye gidecek raporların halini
görme, bu hikayeden maksadım atideki manzumenin vech-i tesmiyesini
anlatmak. Lakin İngilizlere karşı o gün adeta rezil oldum. Bereket versin ki
başımda seyahat külahı var idi. Bir de benim evrakıma bazı kere böyle
yumurtalar, kavurmalar karışıyor. Senin evrakına benim hezeyanlarını
karışamaz mı?
Puna şehrini bilmek istersen dağlarla muhat, gayet geniş bir ova tasavvur
et. Ova nihayetsiz bir çimenle, çimen ise nihayetsiz bir hıyaban ile müzeyyen.
Evler hep birer kat, bu ağaçların arasına saklanmış ve hepsi yek-diğerinden uzak
beyaz yollar. Avrupa gibi, akşamlan bir iki saat kadar Avrupa görüyoruz: Bir
büyük şehir. Birkaç muzıkalı millet bahçesi. Nehirde bir [s. 4 1 5] şelale ki nedim
ittihaz ettim. Kuşlar Mathiran'da olduğu kadar çok değil. Çiçekler dahi hane
bahçelerine münhasır gibi ise de, kadınlar her tarafta görülüyor. Bunlar
onlardan daha güzel değil midir? .. "
dedikten sonra bahsettiği manzumeyi yazıyor:

"Ne filemdir bu alem, tende canım bi-karar eyler!..


Hep i 'cazat-ı Kudret piş-i çeşmimden güzar eyler.
Semavi handelerdir gökyüzünden Hak, nisar eyler,
Seraser nurlardır renklerle istitar eyler,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 345

Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,


Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Neye duş olsa çeşmim bunda her dem taze vü terdir,


Bulutlar kenz-i gevherdir, murassa-saz-ı meşcerdir,
Şua-ı mihr-i enver pare pare kirm-i ahterdir,
Doğar akşamlan bir mai yıldız rılh-perverdir
Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Şafak bir nehr-i hüzn eyler reh-i ümmidi hılnundan


Münevver mahtabın fikr nılr-ı nilgılnundan,
Düşer bin şi'r-i muzlim ol ziyanın her sütunundan,
Mükedder hüsnü yarin manzar-ı sevda-nümılnundan,
Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Şevahıktan suküt etmekte menba'lar menar-asa,


Bütün dağlar ağaçlıktır, ağaçlar hep çenar-asa
İnip bir şey semadan gönlüm okşar zülf-i yar-asa
Revan etsem aceb mi eşk-i çeşmim cılybar-asa
[s. 4 1 6] Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

İşaret kılmada eşcar, semt-i latenahiyi,


Öper emvac kalkıp perde-i Kudret-penahiyi,
Eder kevkeblere isfil tairler ilahiyi,
O hatiflerde, gel, seyr eyle takrir-i vicahiyi.
Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Sabaha karşı dolmuş afitaba muntazır ezhar,


Tulıl-ı nur ile her gonca eyler handesin tekrar,
Sezadır maşnkı addetse adem matla'-ı eş'ar,
Ne şairdir ki Kudret, şi'r söyler yaptığı asar!..
Çemendir, bahrdır, kılhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Saba eyler kudum-i nevbahan kılhtan tebşir,


Eder tıfl-ı muhabbet asiyab-ı alemi tedvir,
Gelir bir yanda sengistandan avaz-ı peleng ü şir,
Olur berk-ı kaza urdukça ruşen çehre-i takdir,
Yahut
Olur şimşeklerin aksiyle rılşen çehre-i takdir,
346 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Çemendir, bahrdır, kuhsardır, subh-ı rebiidir,


Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir! ..

Seher bin cuybar-ı hüsn-i aheng ü sada-yek-dem,


Kılar meksettiğim vadi-i samtı hüzn ile hurrem,
Gelir mihr ü meh-asa fikrim ihyaya Kemal, Ekrem,
Döner karşımda her dem şi'rden masnu bir filem:
[s. 4 1 7] Çemendir, bahrdır, kuhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir! ..

Şu vahşi külbeyi menus-ı hubb-ı maderi gördüm,


Ki pek çok hankahı ben o ziynetten beri gördüm,
Hususa anda sakin bir yeşil gözlü peri gördüm;
"Benim mülküm" dedi, mülkünde gezdim, her yeri gördü m :
Çemendir, bahrdır, kuhsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir!..

Bu canibde vatandır, bunda hep şevk-ı hamiyyettir,


Bu yanda fikr-i hürriyet ki nur-ı ademiyyettir,
Bu yanda lacivt>rd ü sebz giymiş sermediyetti r,
Bu şeyler şairiyettir, fazile ttir, meziyyetti r,
Çemendir, bahrdır, kühsardır, subh-ı rebiidir,
Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiidir! .. "
Hamid manzumenin altında:

"Manzumenin -ki evvelki ismi 'İkinci İstiğrak' idi- bazı parçalarını


değersizlikleri cihetiyle buraya yazmadım. Z aten manzume, senin beğendiğin
'İstiğrak' manzumesine bilmem ki muadil midir, değil midir? Daha yazacak çok
şey varsa da keyifsizlik, mücadele bırakmıyor . "

sözlerini ilave ediyor.

Manzumede bir hayli eskilikler, imaleler, kusurlar bulunmakla beraber


kendi tabiriyle "her dem taze vü terdir". Görüş, duyuş, yazış hemen hepsi
yenidir. Hamid'in bütün lirizmini de, romantizmini de şu manzumede görürüz.
Hamid gönderdiği bu eserciklerle muarızlarının ağzını tıkayacak, dillerini
tutacak numuneler veriyordu. Eğer zamanının Hacı İbrahim'leri tıynetinde ve
zihniyetinde muarız ve mu'terizleri gibi münekkid ve mu'terizleri olmasa idi,
ihtimal ki Hamid eskilik çerçevesinden bütün bütün sıyrılır, bize bü tün bütün
taze, bütün bütün yeni ve nev-zemin şiirler verirdi. Bu kadar mustalah, bu kadar
yüklü bir üslup kullanması o köhne-füruşların yanında gerek [s. 4 1 8] mallıınat,
gerek inşad hususunda onlara mütefevvik olduğunu göstermek daiyesi lisanın
sadeleşmesine kuvvetli bir mani teşkil etmiştir. Mamafih Hamid bu vadide de
birçok gençler yetiştirmiştir. Rıza Tevfik'ler, Faik Aıi'ler hep onun mektebinin
zade-i feyzidir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 347

Hamid:
"Daimi bir nesim-i gfiliye-sa
Bahr-ı pür-nakş-ı mevce-i beyza
O cihet servlerle belde-i samt
Bu cihet neysit:ln-ı nağme-sera
Kelebekler sükfıt ile uçuşur
Hiç sükut eylemez tuyur amma
Lehlerin çarhtan kılıp tavsil
Öper ezhan şems-i bi-perva
Fart-ı hizzetle her çiçek bayılır
Açılır şerm ile güler şeyda
Handeler buselerle hem-ser olup
San olurlar çemende rayiha-za
Yirmi revzenli bir büyük t:llar
Hepsi revzenlerin behişt-nüma
Zir ü balayı arzeden nazara
Kimi bir levhadır kimi mecla
Sebzi-i arz bir yeşil zulmet
Mai bir nur-ı laciverd sema
Gezinir hod-be-hod elimde kalem
Anda bilmem ne eylerim hulya
Resmi çıkmış gibi bu manzaranın
Kağıt üstünde şi'r olur peyda"
diye "Hindistan'daki Odam" ser-levhalı şiiriyle tarif ve tasvir ettiği [s. 4 l 9] o
cennet-asa odada Hamid Türk şiirine la-yemut numuneler, la-şerik bedialar
verdi. Şiirin çok defa san'at-ı tasviriyeden (art visue� olduğuna güzel bir misal
olan bu küçücük bediasıyla Hamid kendi kudret-i ressamanesini de göstermiş
oluyor. Büyük sanatkar tabii biraz da üslubuna ehemmiyet verse o kadar ihmal
etmeseydi şiir ile sanatı te'lif etmiş bir nadire-i bedii ü beyan olurdu. l 303 [1 885]
tarihinde Dikran Karabetyan Matbaası'nda tab'ettirdiği Bunlar Odur unvanlı
eserciğindeki o küçük incileri Hamid bize Hindistan' dan getirdi.
Hamid, Ahmed Ağa'yı da Bombay'a aldıktan sonra kalben biraz daha
müsterih olmuştu. Yukarıda gelmeye tenezzül etmediğinden bahsettiği Ahmed
Ağa'yı getirmek için hayli uğraşmıştı:
"Biraderime yaza yaza Ahmet Ağa'yı nihayet Bombay'a getirdik. Geleceği
zamandan haberimiz yoktu. Bir gün Puna'da sayfiyede idik. Bombay'a geldiğini
Ahmed Ağa bize yalnız pasaportunu göndermekle bildirdi. Çoluk çocuk hep
sevinerek hemen şimendifere koştuk ve birkaç saat yolculuğu ihtiyar ettikten
sonra Ahmed Ağa'yı alarak sayfiyeye döndük. O vakitten ta Londra'ya gidinceye
kadar yanımdan ayrılmadı. Hem beni pek ziyade sever, hem her hal ve
hareketime ve bilhassa para sarf edişime itiraz ederdi."
348 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor. Hamid Ahmed Ağa'yı çok severdi. Nitekim Ahmed Ağa da onu hem
evladı hem efendisi gibi severmiş. 'Kendisinin hem oğlu, hem efendisi gibi idim.'
diyor. Ahmed Ağa evin emektarı ve emniyetlisi olduğu için daima içeride
bulunur, hatta Hamid'in sevgili refikasıyla Hindistan'da iken tavla oynar, onlan
güldürür, hepsini meşgul edermiş.
Hamid'le de akşamlan yemekten sonra deniz kenannda saatlerce
gezerlermiş. Görülüyor ki, Hamid'in en saf, en hakiki, en vefalı arkadaşı imiş.
Nitekim en dertli, en matemli günlerinde de onun yanından aynlmamış. Saf,
kanaatkar, itikad-perver tesellileriyle Hamid'i avutmaya çalışmıştır. Ne fayda ki
[s. 420] takdirin hazırladığı akıbet-i feda adım adım yaklaşıyor, Hamid'e derin,
zehirli, sağalmaz bir hicran getiriyordu.
Hamid'in refikası hastalanmıştı. Ye'sinden ne yapacağını bilmeyen Hamid
elemler, ıstıraplar içinde Bombay'dan dönüyordu.
Bu seyahat Hamid'in hayatında unutulmaz, fakat zevk ve neşesiyle değil,
kahır ve endişesiyle unutulmaz bir seyahat olmuştu. Hasta her gün biraz daha
fenalaşarak, her gün biraz daha ölerek Hamid'i de öldürüyordu. İşte bütün bu
matemle didiştiği dakikalarda yanında teselli vermeye çalışan o fedakar Ahmed
Ağa'sından başka kimseciği yoktu:
"Bombay'dan Beyrut'a gelirken Bahr-ı Muhit-i Hindi'de, Umman'da,
Bahr-ı Ahmer'de hasta bulunan sevgili refikamın son nefesine intizar ile geçen o
elim lcyfili seyahatimde bu adam benim yanımda bulunuyordu."
diyen Hamid'in şu küçücük cümlesinde ne derin bir eda-yı şükran, ne kalbi bir
ma'na-yı imtinan var.
Bcyrut, zavallı Hamid'e bir darülhüzn, bir müebbed medfrn olmuştu.
Hamid sevgili zevcesini kumlara gömmüştü:
"Baki o enis-i dilden, eyvah!..
Beyrut'ta bir mezar kaldı."
Hamid'i bu derin, derin olduğu nispette de zehrin olan mateminde inha
eden yine Hamid'in o fedakar Ahmed Ağa'sı idi. Giden gitmiş geri dönmez
hakikatini her okumuştan daha iyi anlamış, çünkü kitab-ı tabiatta okumuş, uzun
tecrübelerle takdir etmiş olan Ahmed Ağa, sevgili efendisini, Hamid'ini bir
felaketten kurtarmayı düşünmüştü. Cenaze çıkarılacağı zaman o hemen Hamid'i
alıp şehir haricine çıkarmış, avutmuş, oyalamış, gezdirmişti:
"Beyrut'ta zuhur-ı musibetinin akabinde refıkamın cenazesi binlerce halk
ile mezara gidiyorken beni bu adam bir araba ile şehrin haricine götürüyordu.
Merhumenin mezarını kırk gün ikametim müddetince Beyrut'ta gece gündüz bu
adamla beraber ziyaret ediyordum."
diyor. Hamid'in bu sözlerinde: [s. 42 1 ]
"Belde halkında görmedim hayfa
Gördüğüm ünsü ehl-i vahşette"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 349

itiraf-ı samimanesi duyuluyor.


Evet, işte bu filem-i vahşet-perverdesi adamcağız, Hamid'in şerik-i matemi
hem en kalbi şerik-i matemi olarak gece gündüz Hamid'le, o biçare efendisiyle
kabirden kabre sürüklenmiş; biri matemlerini inlemiş, biri matemlerini dinlemiş,
biri çağlamış biri ağlamış!
Hamid o ye's-i kahirin tesiri altında ne yapacağım bilmez, zevcesine ebedi
bir Makber hazırlar, sermedi bir mabet yaparken diri diri gömüldüğü kabir içinde
Ahmed Ağa'sım da yanında görürmüş: "Beyrut'ta Makber'i yazdığım bir yer altı
odasında yanımda yatan bu zat idi." diyen Hamid; kalbinin en har, en ateşin
telleriyle bu Ahmed Ağa'cığına, bu sevgili Kurt Musa'ya nasıl bağlanıyor!
1 7 Mayıs 1 301 'de [29 Mayıs 1 885] Beyrut'tan Recaizade'ye gönderdiği bir
telgrafta:
"Ellerinden öperim. Nefsimden başka kimseye dargın değilim. Bir ayağım
mezarda olduğu için gelemiyorum. Mamafih ihtiyar validem beni çekiyor."
diyor. Mateminin bütün fecayii, bütün derinliği şu iki satırın içinde!..
Makber'i neşrettiği zaman da Hamid müthiş bir tlılan-ı itiraz, bir girdbad-ı
ta'riz ve taarruzla karşılanmıştı. Bu mu'terizlerin başında Muallim Naci ile
Salahi Bey vardı. Bunlar yalnız muhteviyatına değil, ismine bile hücum
ediyorlardı.
Hamid'in en muazzam eseri Makber'idir. En çok taarruza uğrayan da odur,
diyebiliriz. Daha isminden başlayarak hissine, fikrine, manasına varıncaya kadar
tenkit, tenkit değil, tariz ettiler. Mamafih Hamid en çok onu sever, en ziyade
Finten'i beğenir:
''Makber, o benim samimiyetimdir, yazılarım miyanında en edebi denecek
kıyafetlisi yine Finten'dir. Onu sairlerine tercih ederim."
der. Afakber'in o acı, zehirli hicranlarını, figanlarını ilham eden fılcia-yı iftirak
vaki olmuştu.
[s. 422] Hamid daha yirmi bir yaşında bir genç iken 1 288 [ 1873] tarihinde
Edirne'de evlenmişti. Gençliğinin bu nedime-i hissiyat ve hevesatını ne kadar
sevmiş, beraber geçirdikleri on üç seneyi nasıl bir cennet-i sevda içinde geçirmiş
olmalı idi ki l 30 1 [1 885] senesinde Bombay'dan avdetinde Beyrut'ta kaybettiği
zamanlarda kendini de, hayatım da, aklım da kaybeder gibi olmuştu, işte Makber
o cinnet-i hicranın, o hiddet-i sevdanın ilham-ı ateşini idi.
Henüz otuz üç, otuz dört yaşlarında bulunan Hamid kendisine oğlu
Hüseyin Hamid'le kızı Hamide Nasib'i birer canlı ve heyecanlı hatıra bırakarak
ilelebet veda eden refıka-i hayatı, enise-i sa'adetine Makber'iyle ağlamış,
Makber'iyle hüngürmüştü. Makber hakikaten bir şaheser-i hicrandır. Onda bütün
bir kalbin ihtilaçları, teşennüçleri yaşar:
350 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Eyvah!.. Ne yer, ne yar kaldı,


Gönlüm dolu ah u zar kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
***

Ben gittim, o hfilcsar kaldı,


Bir glışede tar u mar kaldı;
Baki o enis-i dilden, eyvah!..
Beyrut'ta bir mezar kaldı.
***

Nerde arayım o dil-rübayı? . .


Kimden sorayım o bi-nevayı? . .
Bildir bana nerde, nerde Yarab? . .
Kim atu beni bu derde Yarab?"
feryadıyla başlayan Makher'i, Maarif Nezareti'nin ruhsat-ı mahsusasıyla 1 303
[ 1 885] senesinde İstanbul'da tab'ettirmişti.
[s. 423] Kalbi ile beraber Beyrut'ta bırakıp geldiği o yar-ı canın, o dil­
rübanın seng-i mezanna:

"Ah ry :;,mr
Mevtin pençesinde pir ü cüvan zebundur. Kabristan türab haline gelmiş
esrar-ı ilahiye ile meşhundur. İşte şu gördüğün yere Abdülhak Hamid'in nur-ı
dide zevcesi Fatıma Hanım'ı gömdüler. Merhume Pirizade Hanedanı'ndan bir
yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden dar-ı gurbette irtihal etti. O vücud-ı hüzn­
nüınun şimdi senden Fatiha ister bir ruh-ı zi-sükundur.
Salı Beyrut, 6 Receb sene 1 302" [2 1 Nisan 1 885] "
kitabesini hakkctirmişti.
Makber anlaşılmıyor diyenlere mukaddimesindeki şu sözler bir cevab-ı
şafıdir.
"Makber gönlümden doğmuş bir tesiri havi iken bazı taraflannca benim
rivayet olunan şairliğime büsbütün ecnebidir. Okuyan birbirine benzemez iki
lisan bulur ki Makber'in belki iki adam tarafından yazıldığına zahib olur.
Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki manalarını kendim
de anlayamam."
Makber'i ilham eden matem-i hicran, Hamid'in hayatı üzerinde derin bir
inkılap vücuda getirmiş, orada varlığa da ta kalbinin derinliklerinde müstehzi bir
isyan duymuştu. Hatta ondan sonra geçirdiği hayat bu hali tamamıyla
müeyyeddir. Hayatında vaki bu ani darbe yaşayışını da, düşünüşünü de,
görüşünü de tamamıyla değiştirmişti. Tıfl-ı ekber unvanını alan Hamid bu
unvana o elim hicrandan sonra hak kazanmıştır. Makber mukaddimesinde:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 351

"Makber'in vukuunu haber verdiği musibet her halimle beraber eş'arıma da


bir büyük inkılap getirdi. Bu inkılabın sadmesiyle fikrimin ettiği hareket tedenni
yahut terakki midir? Orasını ihvanım temyiz eder."
diyor.
O inkılap halince yaşayışınca belki bir tedenni fakat düşünüş ve yazışınca
büyük, pek büyük bir terakki getirdi. Hamid'in bürkan-ı dehasına bir saik oldu
fakat acı bir saik!

[s. 424] "Konmuştu bir altına nihfilim


Bin kerre daha kırıldı bfilim
Cananın o günkü hfili eyvah
Eyvah benim o günkü hfilim"
Eyvah o günkü, dünkü, bugünkü haline hep eyvah! Hamid'in o hicrandan
sonraki haline eyvah!
Bu öyle bir darbe olmuştu ki ondan sonra Hamid ayılamadı! Bütün
müddet-i hayatında onun uyuşturucu, öldürücü tesirini yaşadı.
Miladi l Haziran 1 885 ve Rumi 1 30 1 tarihinde Bahaeddin Bey'e yazdığı
mektupta:
"Şam'a gitmek isterdim. Lakin adamın istediği daima hasıl olur mu? .. İşte
ben bugün hiç istemediğim bir surette İstanbul'a gidiyorum. Ümid-i dur-a­
durum ileride Bombay'a gitmek üzere yine buraya gelmektir. Bakalım her
istediğini yapan Cenab-ı Allah ne yapar!.. İşte o zaman, yahut sağ olursak bir
başka zaman görüşürüz . . . "
diyor. 1 30 1 [ 1 885] Haziran'ında İstanbul'a dönen Hamid elemlerinin, matem­
lerinin bir kısmını da orada yaşamıştı. Dostlarının, akrabalarının vücudu, bilhassa
Ekrem'in tesellileri biraz sükuneti mucip oluyordu.
Hamid yukarıki mektupta dilediği gibi Bombay'a değil fakat Londra'ya
gitmişti. Hamid üzerinde bu Londra hayatının derin intıbfiları vardır. O
medeniyeti, o zib Ü zineti, o irfan ve fazileti o kadar candan, o kadar derinden
sevmişti ki hatta ihtiyarladığı senelerde bile biraz mütehassir, biraz nevmid bir
halde dostlarına:
"Mevlana o kemal ü cemal memleketini bırakıp da bu hammfil-i cemmfil
memleketine neden geldin?" demekten kendini alamaz olmuştu.
Hamid'in bu "kemal ü cemal" memleketine gitmesi kederlerinin sükun
bulması, yaralarını kısmen ve muvakkaten olsun sağalması demekti. Zaten pek
sevdiği o haşmet ve debdebeye, o izdiham ve ihtişama kavuşmuş ruhunu
oyalayacak bin bir vesile-i medeniyet bulmuştu.
[s. 425] Hamid'in gerek terakkiyat-ı fıkriyesine, gerek ibdait-ı edebiyesine
Londra'da bulunmasının pek büyük tesiratı olmuştur. Vaktiyle takdirlerle
352 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

tetebbu ettiği Fransız edebiyanna İngiliz edebiyah tetkikatından hasıl olan faza.ili
de zammeden Hamid kendi isti'dad-ı dahiyanesine geniş bir sılha-i cevelan
bulmuştu.
Londra'da iken de birçok eserler vücuda getirmişti.
Hamid'de bir Fuzfıli ruhu var; o sade şair değil aynı zamanda aşık, kalbi
daimi bir ateş-i sevda ile yanıyor, kavruluyor; o, sevmek, daima daima sevmek
için yaratılmış bir ruha sahip ki aşk ile tagaddi ediyor, onun için ihtiyarlamak,
ölmek yok, en feci, en siyah, en hakiki ölüm aşksız, ateşsiz kalmak. İşte o zaman
tahammül edemiyor.
6 Ağustos 1 887- I 303'te Londra'dan Recaizade'ye yazdığı mektupta bu
ihtiyac-ı fıtrisini ne ateşin bir eda ile anlatıyor:
"Yine mektubun imdadıma yetişti. Var ol, sen beni tuttukça ben
düşmeyeceğim! Seni gözlerim görmüyorsa da kalbim duyuyor. Olduğum yerden
güneş gibi dur isen de şuaın yanımdadır. Hayır, ben senin ulüvv-i kemalinden
müstefiz oldukça ateh getirmeyeceğim!
Sevmek, ah sevmek! Şimdiye kadar ne yaptımsa hep sevmek yüzünden
değil midir?

Bilirim sen de benden anlarsın,


Belki benden iyi sen anlarsın! ..
Ah benim pervanelerim kendileri yanacak yerde beni yakıyorlar! Gecenin
ulviyeti malum, ben kendime teşbihte yalnız zulmeti murad etmiştim ki, güneşin
istirahata gittiği zamanda peyda olur, muvakkattir, musta'id-i zevaldir, ayn-ı
zılaldir, öyle değil mi? Ulviyeti ise semanın, şemsin, kamerin, nücı'.'ım-ı
zahiresinin sayesindedir. Onda bu meali meşhud, yahut bu meal münfehim
olmasa, nazar-ı idrak ve tahayyülde amadan ne farkı kalır? Hatta o kainat-ı
münevvere tefekkürüne bir de bir güzel tahassürü munzam olmalıdır ki gecede
maziye dair düşünülecek yahut müstakbale ait düşündürür bir hal olabilsin. El­
hasıl nur olmasa zulmet hiçtir. Vakıa nurun da kemali zulmetle taayyün eder.
Ancak bu, Halık'ın büyüklüğü mahlukatından [s. 426] anlaşılmak gibidir. Her
ne hal ise sizinle ben, envar ile zulmet gibi edebiyat-ı Osmaniye hizmetinde sarf-ı
eyyam u leyal edip duruyoruz."
dediktl'n sonra biraz aşağıda Londra'dan bahs ile:
"Londra'nın havaca şimdi en güzel mevsimidir. Cennet ise de meleklerin
çoğu uçup gittiler. Ben ise İsviçre'de bir dağ tepesinde olan meleğimle muhabere
ediyorum. Bu güzelin her yeri nur, fakat kalbi zulmettir; zulmet olduğuna göre
yukarıda geceye teşbih olunan bedbahta bir taalluku olmalı değil midir? .. Hayla
ki bir nokta kadar nisbeti yok!.. İşte benim sevdama dokunan burasıdır."
diyor. Ve Malcber'de de söylediği gibi . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 353

Kalbi bir nur iken cismi bir zulmet olan refıkasının, o hakikatin yerine, bu
"her yeri nur, fakat kalbi zulmet" olan mecaza hasr-ı aşk ve hayat etmekten
kendini alamıyor: "Sevmek, ah sevmek! Şimdiye kadar ne yaptımsa hep sevmek
yüzünden değil midir?" diye derin derin inliyor. Evet sevmek yüzünden, hatta o
sevgiliyi mezara, mezarlara sürüklemek bile biraz da sevmek yüzünden değil mi
idi?
Biraz daha aşağıda dostu bulunan ve altı cilt üzerine İngilizce Osmanlı Tarih­
i Edebiyatı yazan meşhur müsteşrik Mister Gibb'den bahisle Maarif Nezareti'nin
la-kaydisinden şikayet ediyor:
"Mister Gibb'i MüniP7 nişan ile taltif etmediyse sen bir mektup ile meclub
etmelisin zannederim."
sözleriyle Ekrem'i bir vazife-i medeniye ve edebiyeyi ifa hususunda irşad ediyor
ve Londra'da iken yazmış olduğu ,Zryneb'i gönderdiğini de şu suretle bildiriyor:
"Sana posta ile ,Zryneb'i gönderiyorum. Okuduktan sonra henışire­
zadelerime isfil edersin. Mütalaanı da ben isterim. Bence kitap pek kusurludur.
Bile bile tashih etmiyorum. Bununla beraber nekayısı senin tarafından
gösterilirse bana daha ziyade kanaat gelir. Elbette bir şey dersin, sükut edersen
fena alamet."
diyor.
,Zryneb'in mukaddimesinde Namık Kemal'le, Recaizade Ekrem'e ve
Samipaşazade Sezai'ye şu küçük küçük ithaflara tesadüf ediyoruz:
"Üstad-ı muhteremim Kemal! Bu kitap senin feyzinle yazılmıştır. Havi
olduğu eş' an serapa manzum yapamadım. Serapa mensur yazmaya ise muvaffak
olamadım. Şakirdin [s. 427] Hamid'in bu kusurunu affet, rnihr-i ali-kemalinden
bir şa'şa'a-i tenezzülüne kail ol ki eserim mazleme-i nisyanda zail olmasın.
Bl-misl ü nazir Ekrem! Bu kitabı lütfen sen tetkik edeceksin, mensur ve
manzum cihetlerinde hangisi ercahtır, sen tefrik eyleyeceksin. Nazar-ı dikkatini
bilirim; tabakat-ı efkar ve hayalattan amak-ı hissiyata kadar kainat-! edebin
hiçbir noktası yoktur ki o şua-ı nilglın dehanın meşmulü olmasın. ,Zryneb dediğim
bir cesedi sen teşrih edip ruhunun nerede olduğunu sen bildireceksin.
Ulvi Sezai! Bu kitap sana yadigar-ı biraderanem olsun ki ebediyet
namından istimdada muhtaçtır. Korkanın bendeki tedenni-i edebiyi sen de
tasdik edeceksin, herkesin başladığını bir sinde Hamid'in bitirdiğini göreceksin."
,Zryneb'i 1 324- 1 908 senesinde İstanbul'da İkdam Matbaası 'nda tab'ettirrnişti.
Eşber'in son tab'ına yazdığı mukaddimede şöyle yazıyor:

ıı Maarif Nazın Münif Paşa'dır. (İsmail Hikmet'in notu)


354 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

''Nesteren Paris'teki memuriyetimin ilgasına filet olmuş idi. Londra'daki


mevkiimden infısfile Z,eyneb illet olduğu gibi. Bu iki eserin macera-yı garibi
müessirin tercüme-i haline girebilir; hissedar-ı ser-nüviştidirler, şerik-i ser­
güzeştidirler."
Recaizade Ekrem, Z,eyneb'i Hamid'in o zamana kadar yazdığı bütün eserlere
faik bulmuş. Hamid bu hususta da:
"Recaizade merhum, merhum Kemal'in beğendiği Eşber'i muakkad bulmuş
ve cidden müteessif olmuş idi. Nesteren'i pek haklı olarak tenkit etmiş; Tezer'i çok
sevmiş ve bugün nam u nişanı kalmayan Z,ryneb'i ondan ewelki asarımın
fevkinde görmüş idi. Validem eserini bizzat müellifin sair asarı n a tercih etmekte
olduğu gibi."
diyor.
Nisan 1 894- 1 3 1 O tarihinde yıne Londra'dan Recaizade'ye yazdığı bir
mektupta:
"Fahreddin Bey le gönderdiğim selamı bir sitemle iade etmişsin, ben sana
'

karşı ettiğim sükuttan dolayı zaten müteessir idim. Bu sitemle o teessürüm


müzdad oldu. Ancak süklıtumun iki sebebi vardır: Birincisi, ewelce bi't-tecrübe
sabit olduğu üzere, seni benimle muhabereye gayr-ı mail görüşüm, ikincisi de
yazacağım sözlerin feryad u fıgandan ibaret olacağını bilişimdir. ls. 428] Seninle
mükatebcden mahrumiyet benim daim a hissettiğim bir ukubet iken seni
unutmaklığım nasıl kabil olur? Bu mahrumiyetten başka benim birçok
muvaffakiyetlerim de vardır ki onlar da daima bana seni ihtar ve izhar ederler. İş
bununla da bi tmez . Benim kendime mahsus bir diyanetim, bir tarz-ı ibadetim
vardır. O diyanet iktizasınca yine ke ndi me has olan dualarımda seni unut­
mamaya mecburum."
diyor. Filhakika Hamid'in ibadeti de, duaları da kendisine hastır. Onun
itikadınca:
"Taat-i Hakk deruna aiddir
Ma'bcd ü iktida zevaiddir"
Hamid birçok yerlerde Hayyam'ın bir mürid-i hayretkarı, bir hemreh-i
hakikat-şiarıdır. O yüksek felsefe ile kainata, hayata ve hissiyata bakar. Onun
nazarınca da deyr ü Kabe aynı taştan, aynı topraktan yaratılmıştır. Fazla olarak
i ki si de zevai ddir.
"Ahter-i sabit-i ziya-güster
Şemme-i ma'bede olur kaim
Şeceristan cemaat mescid,
Ki gelip nefh-i biid ile vecde
Hazret-i fıtrata eder secde"
diye Hamid namaz, niyaz, mescid, cami gibi şeyleri yıkıp deviriyordu, tabiatın o
güzelliklerinden başka tapılacak mescud tanımıyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 355

Hamid aynı mektubunda Recaizade Ekrem'e:


"Senden ne kadar acı sözler işittiğimi bilirsin. Beni çok kere kırmak
istediğin halde kırılmadım. Niçin? O acı sözlerin bana acıdığından ve biraz da
kendi acılarından neş'et ettiğini biliyorum da onun için. Daha iyi yapılmış bir
adam görmek maksadıyla kırmak istediğinden eminim de onun için
kırılmıyorum. Hal böyle olmasa şimdi zehirlenmiş, hem de kim bilir, belki zehirli
bir halde bulunurdum. Sana karşı benim gönlümde hiss-i şükran u minnet, hiss-i
ni'met Ü hürmet ve hiss-i kemal (s. 429] ü faziletten ve bir de iştiyak ve hasretten
başka hissiyat olamayacağını bildiğini isterim, bilmeni rica ederim.
Bazen beni nail-i hitab et. Kemal ile Ekrem'in Hamid'e vermiş oldukları o
güzel namı muhafazada ben senin zannettiğin derecede kusur etmediğimden
eminim. Elbette hatırlardadır ki sen bir zaman beni şöhret-perestlikle -hem de
tahriren- itham etmiştin. Bir gün de Ahmed Midhat'ın yanında benim için: 'Bu
şair şimdi mahir oldu.' demiştin. Evvelki töhmet o zamanlar az çok mevcut idi.
Fakat sonraki hiçbir zamanda vaki olmamıştır. O maharet maharetten başka her
şey olabilir. Bende herkesi sevmek, yahut her şahsın sevilir yerini bulup
beğenmek ve bütün kusurlarını affetmek hasleti, yahut gafleti vardır:

İfritlerin de kalbi vardır


Kalbinse tarik-i celbi vardır
diyorum. Buna bir de havailik zammedersen Hamid'in asl u esası şu halden
ibaret kalır."
diyor. Filhakika Hamid'in haslet-i asile ve nedbesi bu tarif ettiği haldedir. Bu da
nikbinliğin üssü'l-esasıdır. Hamid sade herkesin değil, her şeyin sevilecek cihetini
görmeye çalışmış ve buna alışmıştır. O bütün seyyiatın üstüne kalın, siyah bir
örtü çekip geçer. Kainata karşı nazarı fıtratı icabı olarak optimistedir. Acemin
civanmert ruhlu şairiyle hem-zeban olarak:

Bi-afa kdr-i.fatuvvet temam ni.st


Der afa lezzeti.st ki der intikam nzst78
deyip geçiyor.
Hayatta, en bedbin insanlardan daha bedbin bir ruh ile kopardığı feryatlar
birer geçici kasırga, birer ani bir bürkindan ibarettir. Ağlamaktan şikayeti
gülecek vesile bulamamasındandır. Bu fıtratı itibarıyla tamamen Fransızların
dahi şairi, civanmert evladı Lamartine'in bir nazire-i beliğidir. Hayatta daima
affetmiş, haklı olarak da affa muntazır olmuştur.
Ekrem'e yazdığı o mektupta:

70 "Af olmadan yiğitlik tamam olmaz; afta, öc almada olmayan bir lezzet vardır."
356 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Edebiyat ile iştigal edilemiyor değil mi? [s. 430] Senin orada hiç olmazsa
Tevfik Fikret'in var. Ben ne yapayım? Vakıa Londra denilen kainat içinde filem-i
edebiyat da mevcuttur. f'akat benim pencerelerimden, yahut dürbünümle
görünemiyor, görülemiyor veyahut pek az gözüküyor. O, ne kadar olsa bizim
için ecnebidir. Biz de onun için garibiz. Her kuşun dili başkadır. Ben kendi
dilimde ötmek ve kendi ilimden olan kuşlarla ötüşmek isterim. Halbuki bizim
kuşlar hep mahkfım-ı sükfıt. Yukarıda dediğim feryat başlayacak. Bari susayım."
diyor. Fakat hiç şüphe yok ki mektubu postaya attıktan sonra bastonunu eline
alıp, tek gözlüğünü gözüne takıp bir İngiliz dilberinin peyrev-i incizabı olup
gidiyordu.
Hamid'in hayatı hulasa edilse: "Sevmek, oynamak, kırmak, affetmek ve af
beklemek . . .
Sevgili Feylesof Rıza Tevfik'in dediği gibi:
"Hamid diyorsun! 'Bildin mi nedir o tıfl-ı ekber?"'
demeye mecbur kalırız. Çocuğun kini olur mu? Çocuğun matemi kaç dakika
sürer? Çocuk oynamaz mı, kırmaz mı? O bütün bunları kemfil-i safvetiyle
yaptığı gibi kcmal-i safvetiyle de affını bekler . . . Bilmem bu da hakkı değil mi?
Hcimid, Edirne'de iken, yani yirmi bir, yirmi iki yaşında iken yazdığı
Sardanapal namındaki eseri bac;tıracağı sırada 20 Haziran 1 303 [2 Temmuz
1 887] tarihinde Londra'dan bir de mukaddime yazmıştı. Bu mukaddimede
bilhassa Hamid'in mevzuu nasıl elde ettiğine dair olan ifşaat ve itiraf:itı calib-i
dikkattir:
"Sardanapal namına bundan on bir sene mukaddem yazdığım bu eser,
eb'ad-ı muzlime-i şükfık içinde kalan bir vak'a-i tarihiyenin, naire-i aşk ile tenvir
olunarak gösterilmesidir ki meşmıil-i nazarları olacak erbab-ı dikkat bunda
tarihe mutabakattan ziyade bir şiir ve inşa hevesinin ilcaatına muvafakat
bulurlar."
Eserin tarihçe olan nekayis ve zevaidini bu söz ile itiraf etmiş olduktan
sonra,
"Bir vak'a-i tarihiyeyi hissiyat-ı şair:ineye tevfik için tağyir [s. 43 l] etmekten
ise, o hissiyata göre bir f:icia-i hayaliye tasvir etmek evla değil midir?" yolunda
varid olacak suale cevap olarak, derim ki:
-Vukuat-ı filemi daima kalplerinde hissedercesine şair yaratılmış olan
erbab-ı kudret için, bir şey yazmak istedikleri zaman, tevarih-i kadimeden
istimdada ihtiyaç yoksa da, ben yazdığım şeyin mevzuunu tarihten almak
zaruretinde bulunan acezedenim.
Esası bu vechile tedarik edip, sonra onu kendi eflci.rıma göre vaz'etmek
adetimdir ki Tezer, Eşber, Tarık hep bu yolda yazılmış şeyler olduğu gibi,
Sardanapal de öyledir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 357

Sardanapal'i yazdığım zaman üstad-ı muhteremimiz atlıfetlfı Kemal


Beyefendi hazretlerine haber vermiş olduğumdan, kendileri cevaben Lord
Byron'ın, Fransızca'ya mütercem, bu namda bir eseri bulunduğunu ihtar ile,
mütaalasını tavsiye buyurmuşlar idi. Okudum. Tatbik ettim. Byron'ın yazdığını
bittabi güzel, benim yazdığımı fena, fakat büsbütün başka buldum. Erbab-ı
mütalaadan bu iki eseri tatbik buyurmak isteyenler dahi, zannederim ki, dediğim
adem-i mutlakını tasdik ederler, SardanapaI'in edebiyatça olan nakiselerine
gelince, başlıcası Eşber ile Tezer gibi bunun da kavafı-i mukayyede ile yazılmış
olmasıdır ki eseri şart-ı evvel-i asar olan tabiilikten çıkarıyor. icbar-ı tabiatla
ihtiyar olunmuş bir tarz-ı ifadeye müstenid olursa en tabii hissiyatın bile tabiatı
mahvolur.
Bir heykel ne kadar güzel olursa olsun ruhsuzdur. Halbuki bir heykelin de
güzelliği tabiiyete olan mukareneti nispetindedir.
Edirne'nin bir köşesinde yirmi beş gün inziva edip de yazdığımı düşünerek
neşrine mecbur olduğum bir eserden hiçbir mütalaamın zevk-yab olamayacağını
bilirim. Yalnız gönül ister ki bu kafiye-i mukayyede kusuru, kitabın sair
hatalarını hem ispat, hem de mahveder, bir kusur addoluna! ..
Bu tazarrfıdan erbab-ı mütalaa içinde, içindeki fena-yı müdhiş-i azimi
düşünemeyip de bir kabrin taşındaki sözlerde nakise-cfı olanlar, Sardanapal bu
yolda mukaffa olmasa hatadan münezzeh bulunurdu manasını istihracda
muhtardırlar.
[s. 432] Ben ihvanıma söylerim ki, insan muhti olduğundan eseri hatasız
olmak mümkün değildir . . ."

İşte Hamid bu sözleri tiyatro yazmak hususunda nasıl bir fikir beslediğini
bize anlatmakla beraber Makber gibi kalbi bir feryada türlü manalar icat ile
hücumdan çekinmeyen Naci'lere, Salahi"lere koca bir seng-i ta'riz fırlatmaktan
çekinmiyor.
1 292 tarihlerinde yazılıp 1 33 1- 1 9 1 5 senesinde ta'dil ve tecdid olunan
Sardanapal 1 335 [ 1 9 1 9] tarihinde Hamid'in Asar-ı Miffeie Kütüphanesi miyanında
neşrolunan külliyatıyla beraber İstanbul' da Matbaa-yı Amire'de tekraren tab' ve
neşredilmiştir.
23 Nisan 1 302'de [5 Mayıs 1 886] Rec:lizade'den aldığı bir mektuba yazdığı
cevapta:
" 1 9 Nisan 1 302 [l Mayıs 1 886] tarihiyle şimdi bir uhuvvetnameni aldım.
Sabahleyin senin sözlerinle uyanmak ne kadar rfıh-perver oluyor. Muhabere sık
olsun da mektuplar kısa olmuş zararı yok, zaten ben Golos'ta iken seninle bu kısa
yazmak yolunu bulmuştuk da o sayede uzun uzadıya görüşürdük.
358 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Takdir'i79 bana Osman Bey gönderdi. Senin gönderdiğin vasıl olmadı.


Burada olduğu gibi İstanbul'da da bir kitap postası olsaydı bu endişelere
düşülmezdi. Kim bilir, onu bizim postahanemiz kime okutmuştur. Ne ise ben
Osman Bey'in gönderdiği Takdir'i okudum ya. Tahir Bey ona bir mukabele
hazırlamış öyle mi? Sanının ki mukabelesi teşekkürden ibaret olur. Zira Tahir'e
düşen odur.
Hazret-i üstad-ı muhteremden mektup almışsın. Tebrik ederim. Cevap
yazdığın vakit tebrik ettiğimi ve iştiyak ve hasretle ellerinden öptüğümü de
yazarsan minnetdann olurum. Ah ben onun muhtic-ı hitibıyım, amma ne
yapayım! . .
Dün burada Hindistan Ekspozisyonu açıldı. Hindistan'da Hindistan bu
kadar görülemez. Daireleri, dükkanlan arasında gezerken haremimi arayacak
gibi oldum. Geçelim.
[s. 433] Şimdi Tahir'den bir mektup geldi, bugün vaktim olursa cevap
yazanın. İstediğim Gayret'leri80 almak, görmek nasip olamadı. Akşam
ekspozisyonda taam ettim ki kandilleriyle yıldızlar inmiş denecek derecede
donanmış, bahçesi perilerle dolu idi. Hizmetçiler huri olduğundan kendimi
cennette sandım. Cennet taamı ettik diyeyim mi? .. Bu bahçe altı ay bu halde
devam edecek imiş. Bizim de hayat devam ederse ne mutlu! .. "

diyor.
Görülüyor ki Londra hayatı Hamid'in kalbi elemlerini avutacak bin bir
çare-i medeniyeye mazhardır. Nitekim onların da tesirini görmedi değil. Bir ara
Ali Ferruh, Kerbeld unvanlı eserini Hamid'e göndererek takriz istemiş. Hamid
buna bir şey yazamadığından itizar etmiş. l 7 Eylül 1 303 'te [29 Eylül 1 88 7]
Recaizade'ye gönderdiği mektupta hem bundan bahsediyor hem de kendisine
gönderdiği ..('ryneb'i alıp almadığını soruyor.
"Biri ..('ryneb'in gönderildiğine, biri de bilmem neye dair sana geçenlerde iki
mektup yollamış idim. İkisinden de bir eser zuhur etmedi. Yani bi-cevap
kaldılar. Yoksa ..('ryneb'i bizim hemşirezadeler sana itada ihmal ve imha! ettiler de
onun için mi cevap yazmadın?" diyor ve sonra Sezai senin evlendiğini haber
almış ve kendisine bir tebrikname göndermiş olduğunu söyleyerek kendisine
vermesine ve kendisi için de mezuniyet rica etmiş olduğu halde bir cevap
çıkmadığını söyleyerek meselenin canlandırılmasını Ekrem'den rica ediyor.
"Sezai teehhül etmiş. Lutf u ihsan eder de tebriknamemi kendisine isal edersen
ne kadar memnun olurum. Canım ben bizim eniştemizden benim için bir
mezuniyet istihsalini rica etmiştim. Ne evet, ne hayır, hiçbir şey söylemediler.

79 Recaizade'nin Takdir-i Ellıdn unvanlı eseridir. (İsmail Hikmet'in notu)


80 O zaman İstanbul'da çıkanlan bir gazetedir. �smail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 359

Eğer beni özledin ise bu işi sorarsın. Yoksa Londra cemiyeti yakında avdet eder
de ben de içinden bir sene daha çıkamam."
diyor. Bir taraftan mektupsuzluktan, beri taraftan tahassürden yorulmuş
olduğundan İstanbul'a dönmek arzusu gösteriyor. 2 Şubat 1 306 [ l 4 Şubat 1 89 1]
tarihinde Londra'dan Bahaeddin Bey'e yazdığı mektupta:
"Evet, bizim Londra ikameti biraz uzun sürdü. Sanki İstanbul'da, [s. 434]
yahut başka yerde bulunsam birbirimizden daha ziyade mi istifade edecektik? Bu
bizim iftiraklar.
Behr-i cem'-iyyet-i dil-hdst perişdnt-yi mii8 1
kabilinden de değil. Maziyi tahayyül ile istikbal için Allah'a tevekkül etmeden
başka çare yok. Ne diyecektim? .. Evet oğlum burada mektepte, kızım da
İstanbul'da mektepte. Sen ailenle berabersin, bahtiyarsın. Ben ailesizim. Fakat
gailesiz değilim. Sıhhatim rahnedar oldu. Ondan dolayı Avrupa'dan bir türlü
istifade nasip olmuyor. Usandım, bıktım.
Sudi Efendi ile senin düğünde bulunmuşuz. Lakin ikimiz de birbirimizi
hatırlayamıyoruz.
Evet, birader dağıldık, dağıldık. Necib, aşıklardan başka herkese uzak
görünen Bağdat'ta yıllandı. İbrahim, alem-i balada bulunuyor. Kemal arş-ı alaya
çıktı. Sen orada, ben burada muhtefi. Baki'nin hali ise bir sırr-ı mechıll u hafi!..
Daha ne diyecektim? .. Ara sıra haberleşsek ne hoş olurdu. Ölmüş fikrimin
fosforu kabilinden olan bu mektubumu bilmem nasıl telakki edeceksin.?
Ekrem'in Trablus seyahatine bilvasıta muttali olmuştum. Allah hayırlısıyla
avdetini mukadder etsin. O beni çoktan beri vefat etmiş zannediyorsa da, ben
onun hayatına dua ile meşgulüm . . . "

feryatlarını yazıyor. Evet feryatlarını diyorum çünkü burada Abdülhak Hamid


Makber'deki Hamid'dir. Bütün bedbinliği, bütün nılşadlığı üstünde . . . Birçoğu
yanında, birisi İstanbul'da onları düşünüyor, sevdiklerinin her biri bir tarafta,
onları düşünüyor, Ekrem Trablusgarb'a gitmiş, onu düşünüyor, Necib Bey,
Bağdat'a gitmiş, onu düşünüyor. Bütün bu mesafeler nazarında büyüye büyüye
bir ebediyet, bir layetenahiyet peyda ediyor. Hepsinin fevkinde Kemal'i görüyor.
O da ahirete intikal etmiş. "Kemal arş-ı alaya çıktı . . . " diye feryat ediyor. Bu
feryadında bir tahassür var. O tahassüründe bir matem çağlıyor. Hamid gözleri
yaşararak: "Ben ailesizim!" diyor. İşte [s. 435] bütün bedbinisinin sırr-ı hakikisi,
ailesizlik, yetimlik, kimsesizlik. Cihanı hüsran ve niran eden kimsesizlik. . .
Hamid'in hiç tahammül edemediği cehennem budur. Nitekim çok geçmeden
sema-yı kalbinde doğan güneşler bütün sisleri, zulmetleri dağıtıyordu. Hamid

aı "Bizim perişanlığımız gönüllerin bir araya gelmesi içindir."


360 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

yine hakiki ve tabii nikbinlik gözlüğünü takarak "İ nsanı melek, cihanı cennet"
görmeye başlamıştı.
2 1 Mart 1 307 [2 Nisan 1 89 1 ] tarihinde Pirizade İ smail Bey'e gönderdiği bir
cevapnamede:
"Londra gazetelerinde Ahmed Vetik Paşa'nın irtihal telgrafnamesini
görerek pek müteessif oldum. Biçare adam hasta mıydı? Yoksa fü'ceten mi vefat
etti? Umanın ki hidemat-ı kadimesine mükafaten taraf-ı Şihane'den ailesine bir
maaş tahsis buyurulur. Şaban ayında -Allah başka emsal göstermesin- bizim
familyamızdan pek çok rıhlet edenler bilirim. Bir derecede ki her ne zaman
Şaban kedersiz geçerse ben Ramazanın ilk gününü bir ıyd-ı meserret
addediyorum.
Sefaret tekliflerin pek hoş, ama teşebbüs müsmir olacağından emin değiliz
ki bir şey yapalım. Bmse eğer bir şey istida eder de red cevabı alırsam pek ziyade
meyus ve mükedder olurum. Eğer terakki-i memuriyet benim için mukadder ise
vakt-i merhununda zuhura gelir. Hem kendiliğinden olan şeyler, istenilerek
huslıle gelen şeylerden daha hayırlıdır. Mamafih temenni bir kabahat
olamayacağından inşallahü Tcfila mezunen İstanbul'a geldiğim zaman bir
tecrübe-i tfili'de bulunurum."
diyor. Ve aynı senenin 18 Nisan'ında (30 Nisan 1 89 1 ] Pirizade İsmail Bey'e
yazdığı cevabi mektupta da:
"Yazdığın zıiir teşbihi pek güzel! Gönlümde sönük sönük yanmakta olan
şevk-i edebiyi bu kabilden nefehat-ı zeka ve irfana muhtaç buluyorum. Avdeti
müstahil olan mazi bana uzaktan mütebessimane iltifatlar ediyor veyahut bir
hasret-cngiz rüyanın hüsn-i ta'biri geliyor sanıyorum. Bir zamandan beri bir
filem-i garibin seyyah-ı bi-ihtiyan olan fikrim, vatan-ı kadimi bulunan sahra-yı
tabiat-sera-yı edebiyatı muvakkaten ziyarete mezun olmuş gibi oluyor da
iğtirabım gidiyor."
mütalaasında bulunuyor. Nikbinliği avdet ediyor. Yine cihanı nurani görmeye
başlıyor.
[s. 436] 1 3 Temmuz 1 3 1 0'da [25 Temmuz 1 894] Pirizade İbrahim Bey'e
yazdığı mektupta şikayetler başlıyor:
"Buraya ben geldim geleli hemen her gün yağmur yağıyor. Londra'nın
meşhur-ı alem olan mevsimi pek rezil bir şey oldu.
Telgrafımı almışsınız. Mektupla haber verdiğiniz halde bittabi telgrafla
cevap yazmaya hacet görülmez. Benim işlerim bozulmaya başladı. Sizin de
tahmin edeceğiniz veçhile paralan hadd-i hitama reside eyledik de onun için.
Tezyid-i maaş müracaatına başladık bile. Lakin tesiri olmuyor. Memleket yıkılıp
ahali kan ağladığı zamanda pis boğazım için müracaat hem de tekrar müracaat
etmeği gönül sevmiyor. . ."

diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 361

Hamid bir ara Lahey Sefareti vekaletine tayin edilmiş ve bu münasebetle de


İstanbul'a gelmişti. Bunu da 1 0 Zilhicce 1 3 1 2 [4 Haziran 1 895] tarihlerinde
bayram münasebetiyle Bahaeddin Bey'e yazdığı mektupta bildiriyor:
"Memuriyet-i cedidemi tebrike masrılf olan himmet ve inayet-i
biraderanenizden dolayı arz-ı şükran u mefharet ederim ve yakında sizin de
muavinlikten valiliğe irtika ettiğinizi görmeği avn-i Bari ve eltaf-ı şehriyariden
bekler ve dilerim.
İstanbul'a geldiğinizi ve nereye indiğinizi bilseydim elbette ziyarette kusur
etmezdim. Sağlık olsun. Sağlık olunca nice dağlıklar bağlık olduğu görülür."
diyor.
24 Mart 1 3 1 4'te [6 Nisan 1 898] Pirizade İsmail Bey'e yazdığı cevabi
mektupta biraz daha müsterih olduklarını ve ikinci zevcesi Nelly Hanım'ın da
müsterih bir halde olduğunu anlatıyor:
"Bizler de hamdolsun afiyetteyiz. Nelly Hanım köyden avdet eyledi.
Yazdığın selam ve kelamlara teşekkür ve mukabele eder. Hüseyin de ellerinizden
öper. Hüseyin sefarethanede oldukça münasip bir odaya sahiptir. Paşa bana da
kendi odasının yanında bir oda verdi ki yalnız oturmaya ve çalışmaya
mahsustur. Lahey'den gelen mahud sandıklar ve asker takınılan filan da yine
odanın yanında bir aralıkta mahfuz bulunuyor. Ordular sığacak kadar yerim var
demektir. Ancak yatak odası olmadığından biz hariçte oturmaya ve muvakkaten
konduğumuz apartmanda daimi ikamet caiz olmayacağından [s. 437] başka bir
mesken aramaya mecburuz. Apartmanın yeri iyi ise de iki oda ve bir de hamam
ve kenef aralıklarından ibaret olduğundan dar geliyor. Haftada dört buçuk
İngiliz lirası vermek de ağır geliyor. Başkitibin burada olup olmaması bence
siyyandır. Benim hizmet-i kitabette bulunduğum yoktur. Paşa ile yalnız
müzakerat ve müşaveratta bulunuyoruz. Her işi benimle bi'l-müşavere görüyor.
Kendisi gayet nazik ve terbiyeli ve sevimli bir zattır. Hususuyla kendisinden
taamiye de almayacak olursam beni sefir ve kendisini müsteşar addedeceğinde
şüphe yoktur. Bana taamiye verip vermeyeceği bu ayın nihayetinde belli olacak.
Sağlık olsun da inşallah her şey yoluna girer."
diyor ve Lahey'den avdetini anlatıyor.
Hamid bütün hissiyat ve hayatını yeni bir aşka, yeni bir emele bağlamıştı.
O da ikinci zevcesi bulunan Nelly Hanım'dı. Şüphe yok ki bunda ilk hareminin
hüsnünü yaşatan, onu hatırlatan bir cihet, bir füsun görüyordu. İşte ispatı:

Makber'inde:
"Fikrim gibi nutk-ı bi-zebansın,
Hüsnün görünür de sen nihansın.
Hüsnünde nühüftedir vücudun,
Ruhum gibi bendedir sürudun.
Sen mfilike-i safa-yı cansın,
362 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Esrar-ı vücuddan nişansın.


Tecsis kılınsa, ben bakarken,
Bir başka güzelde sen ıyansın.

İmkan bulamaz ya hiç bu suret!..


İnsan bu ya, ger olup da kısmet.
Bir başka yüze güler isem ben,
Zannetme bunu muhabbetimden.
[s. 438] Bil kim sanadır o arz-ı hasret,
Ondan seni istemektir elbet;
Me'llıf senin hakikatinle,
Eyler mi gönül mecaza rağbet? .. "
diyor. Evet bu kanaatini Nelly Hanım'ın muhabbetinde göstermişti. Aynı fikri o
devirlerde yazdığı Zeyneb unvanlı tiyatrosunda da tekrar etmiyor mu?
"Mevlevi Hidayetullah: Ewelki hareminizin ruhaniyetini unuttunuz mu?
Abbas: Bilakis. Ben ewelki haremimin ruhaniyeti tecessüm etmiş de
Zeyneb olmuş itikadındayım. Hem de mutlak öyledir. Öyle olmasa ilk görüşte
bir muhabbet-i kadime hasıl etmiş gibi olmazdım, gönlümün, zihnimin nısfı
onda imiş gibi efkar u hissiyatımın nısfı ona ait olmazdı. Bu pek garip bir haldir
ki ben onu hariçte bulmaktan nevmid olduğum zaman kendimde aramaya
başlıyorum. Hatta bazı kerre kendisini görmediğim halde yanımda bulunduğunu
hisseder gibi oluyorum. Hatta şu dakikada bu çadınn içinde mevcut olmadığına
hükmedemem. Sanıyorum ki burada hazır da mükakmemize iştirak ediyor.
Ancak bu fani olan gözlerim ebediyeti göremiyor: Görmenin fevkinde bir
hal ile vücudun fevkinde bir hayalin gözlerimden zihnime nüfü.z ettiğine ise
bütün hey'et-i ma'neviyem şehadet ediyor. Hal böyle iken ben yine kani değilim.
O temaşa-yı rlıhaniden gözlerimin de mütefeyyiz olmasını istiyorum."
Evet burada Abbas da Zeyneb de birer mecazdan başka bir şey değildir.
Kasıt ve irade olunan hakikatte Abdülhak Hamid'le Nelly Hanım'dır. Hamid
kendi ruhunu, kendi kalbini, kendi beynini söyletiyor.
1 90 1 senesinde Abdullah Cevdet Lyre Turque unvanıyla yazdığı Fransızca
bir mecmua-i eş'ardan bir tane Hamid'e gönderiyor. Hamid de, aynı senenin 24
Haziran'ında yazdığı bir mektupta:
"Hediye-i edebiyenizden pek memnun oldum. [s. 439] Milletimizin nam u
şanını ila ettiğinizden dolayı siz de, biz de iftihar etmeliyiz. Bu eseriniz isti'dad-ı
şi'ri ve kabiliyet-i edebiyemizi Avrupalılara göstermek için benim de çok
zamandan beri arzu edip de nail olamadığım bir muvafTakiyettir ki hakikaten
cedir-i tebrik ve tehniyettir . . . "
diyor.
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 363

Ertesi sene Viyana Sefareti Tabibi bulunan Abdullah Cevdet, R.qfale de


Pm:fam unvanıyla neşrettiği mecmua-i eş'annı gönderdiği zaman da Hamid l
Teşrin-i Sani 1 902 tarihli mektubuyla şu tarzda teşekkür ediyor:
"Azizim Cevdet Beyefendi, ikinci hediye-i edebiyenizin teşekkürünü henüz
ifa edemediğim için pek mahcubum. Şimdi o vazife-i uhuvvetkaraneyi ifa
ediyorum. Fransızcada olan bu eş'ar-ı Osmaniye hakkındaki müta.Iaamın
hulasası hayret ve takdirden ibaret olacağını tahmin buyurabilirsiniz. Avrupa'nın
sahib-i seyf olduklarını bi't-tecrübe itiraf ettiği Türklerin sahib-i kalem de
olabileceklerini bir maharetle gösteriyorsunuz. Cevap yazmakta vukua gelen
teehhüre kesret-i meşagılden başka sebep yoktur.

Sizi Bombay'dan avdetimde Çamlıca'da tanımış idim. Ondan sonraki


musahebaumız kısm-ı azamı itibarıyla gıyabidir, değil mi? Gönül bazen de
musahebat-ı vicahiye arzusunda bulunuyor. Siz yalnız edip değil, hem de
tabipsiniz. Ben de yalnız edebiyat ile değil, biraz da tedavi-i derd-i hayat ile
meşgulüm. Bu tarafa seyahat mümkün değil ise bari nakl-i memuriyet
edebilseniz beni iki cihetle ihya etmiş olurdunuz."

Hamid mektubunda da, söylediği gibi hakikaten iki suretle teselli bulmak
istiyor. Hem lisan, hem vicdan arkadaşı arıyor. Yalnız medeniyet tantanası kfili
gelmiyor. Hissettiği yalnızlığı başka suretlerle doldurmaya uğraşıyor. Boş
zamanlan da, pek ziyade sevdiği satranç oyununa hasrediyor, hususuyla
oynayacak kimse bulamadığı zamanlarda kendi kendine oynuyor ve hatta bazen
gazetelerin ilan ettiği bir nevi satranç muamma veya bilmecelerini hal ile vakit
geçiriyordu.

23 Teşrin-i Evvel 1 905 tarihinde Pirizade Sahih Bey'e yazdığı bir mektupta:

"Londra gazeteleri, erbabı taraflanndan halledilmek üzere sık sık satranç


[s. 440] mansubeleri ilan etmekte olduklarından ve bunlar bazen taraf-ı
acizanemden dahi halledilmekte bulunduğundan, niyet-i çakeranem en müşkül
mansı'.'ıbelerden bazılarını beylere dahi gönderip hallettirmektir. Zannederim ki
İsmail Bey içlerinde birinci çıkar. Geceleri başka meşgale olmadığından kulunuz
bir zamandan beri bu mansı'.'ıbelerle meşgul oluyor."

diyor.

Hamid satranca çok meraklıdır. Kendisi gibi fevkalade meraklı olan


Bahaeddin Bey ve sıhriyeti dolayısıyla kendi akrabasından olan İsmail, Osman,
İbrahim Bey'lerle daima oynamakta idi. Süleyman Nazif Bey:

"Abdülhak Hamid'in en güzel eserini en hakk-ı naşinasane tenkit edenlere


karşı lakayd dururken, satrançtaki bir mansubesine itiraz edilmekte müteessir ve
bundaki maharetinin takdir ve sena olunmasından, mesela Fitnen ve Tank'a
yazılacak bir takriz-i ıtrakaraneden ziyade, müftehir olurlar."

diyor.

Hfunid de Baha Bey' e yazdığı bir mektupta:


364 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Ah satranç ıih!.. Burada beni mağlup edebilecek adam yok, bir kere oraya
gelirsem görürsünüz, hepinize ihrac-ı seng ederim!.."
fahr u iştiyakıyla meydan okuyor. Hamid'in merakı bundan ibaret de değildir.
.

Bu tıfl-ı ekber, sade satranç oyunuyla iktifa edemez. Onun dimağında mahsur
kalamayan fikirleri, daimi bir iştigal ister, bir iş arar bunu da kendi kurşundan
askerleri, toplan, tüfenkleri, kaleleri teşkil eder. Bunlan kendi keyfine göre sevk
ve idare ile sevkiyata başlar. Ordular çıkanr, harpler tertip eder ve nihayet bütün
bu oyunlardan netice bir bedia-i san'at doğar. Bu tıfl-ı ekber ilhamlarını bu
çocukça oyunlarla avlar. Hayatı bir oyun telakki eden bu dahi-i san'at
oyunlardan da bir hayat çıkarmayı bilir.
20 Mayıs 1 907 tarihinde Pirizade Osman Sahib Bey'e yazdığı mektupta:
"Bizim de hamdolsun ahvıil-i sıhhiyemiz iyileşti. Nelly Hanım'la beraber
resmi mclfüf olan nekahethanede bulunuyoruz. Lakin havalar berbat,
memaJikinde güneş batmayan İngiltere'nin tahtgahında güneş doğmaz oldu.
Dünya gibi bu taraflarda güneş de yalancı. . ."

diyor. Ve ne ile meşgul olduğunu anlatmak için:


"Filvaki bir aralık yazı ile meşgul oldum. Ancak bu günlerde bir şey [ s. 44 1]
yazdığım yok, hilkatin her tarafa gidip de yalnız bu tarafa gelmeyen yazı ile
meşgul olmak ar.lUsundayım. Nelly Hanım ve Hüseyin ile beraber resm-i selamı
ifa ve şimdilik bu kadarcıkla iktifa edeyim. Meydan-ı satrançta yegane ve
Rüstem-i zamane oldum."
kayıtlarını ilave ediyor.
Biçare Hamid bi r zamanlar İsviçre dağlarında, tebdil-i havaya gönderdiği
bu ikinci zevcesi Nelly Hanım'ı şimdi de Londra Sanatoryumlan'nda tedaviye
çalışıyor. i lk refıka-i vicdanının ye's-i hicranını avutan bu ikinci nedime-i ruhunu
kurtarmaya uğraşıyordu. Heyhat bir fayda göremiyordu. Nihayet İstanbul a '

getirdi. l 323 [ l 905- 1 906] senesi yazını Boğaziçleri'inde, Çamlıca tepelerinde


geçirdi. Doğduğu, yaşadığı yerleri bu güzel meleğine temaşa ettirdi, fakat şarkın
bu cenneti de garbın hurilerine hakk-ı hayat vermiyordu. Yalancı bir sıhhat yine
Hamid'in nazarından birçok acı hakikatleri gizliyordu.
7 Şubat l 907 tarihinde Pirizade Osman Bey'e yazdığı mektupta :
"Satranç meşgalesine biraz fasıla verdim. Şu aralık vaktiyle yazmaya
başladığım ilhan n amındaki manzum faciaya devam ediyorum. Bunda eşhasın
her biri bir başka vezinde tekellüm ediyor. Mesela:

Şebhunu mu eylemiş diyelim bir muhaddere


Hıyanet etmemek üzere emanet-i pedere . . .

Dahil olanları elbet kabul eder bu makam.


Aıa, fakat neden oluyor bahs-i intikam?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 365

Müşkil, fakat sen ister isen sehl olur bu kar.


Yine bir kar-ı müşkil var ki olmaz kabil-i inkar.
yolunda şeyler. Biraz güç, lakin fena olmuyor. Zaten kolay iş görmekten tabiatım
hazzetmez. Bir eser hem musanna, hem tabii olsun istiyorum. Fakat görüyorum
ki sinnim arttıkça iktidarım azalıyor."

diyor. Hamid'in bu sözleri de sanat hakkındaki telakkilerini bize vazıh surette


anlatıyor: "Kolay iş görmekten tabiatım hazzetmez." diyebilmek de kudretine,
istidadına, dehasına güvenmekten ileri gelir.
[s. 442] Hfunid de bu sayede yeni yeni tecrübeleri, yeni yeni numuneleriyle
Osmanlı edebiyatında bedialar yarattı. Onun zamanına gelinceye kadar takarrür
edemeyen edebi teceddüd, edebi inkılap, Garp zihniyeti, onun zamanında
tamamıyla teessüs etti. Kendinden ewel gelen, kendine üstatlık edenler bile
kendisinin şilird-i ma'rifeti oldular, işte Hamid'in dehası!..
Hamid uzun müddet kaldığı Londra Sefaret Müsteşarlığı'ndan Madrid
Sefareti'ne tayin edilmişti; bu münasebetle birçok dostları kendisini tebrik
ediyorlardı. Bunlardan biri de Bahaeddin Bey idi. 27 Mart 1 324 [9 Nisan 1 908]
tarihinde gönderdiği teşekkür-namede Hamid:82
"Memuriyet-i cedidemi tebrik için lutfettiğin telgrafnameden dolayı beyan-ı
şükran ve minnetdan eder ve bu münasebetle istanbul'a gelerek nasiye-i necabet
ve uhuwetini takbile muvaffak olmağı Cenab-ı Hak'tan niyaz u temenni
eylemekte olduğumun arzına müsaraat eylerim."
diyor.
Hamid filhakika bu tayin dolayısıyla İstanbul'a gelmiş ve ailesini de
getirmişti, fakat gittiği memuriyet Madrid Sefareti olmadı. Brüksel Sefareti oldu.
İstanbul'da iken tahvil-i memuriyet etmişti. 1 908 senesinde Brüksel'de
bulunuyordu.
Hamid maruz kaldığı bazı haksızlıklardan şikayet ediyor, İbnülemin
Mahmud Kemal Bey'e 5 Şubat l 909'da yolladığı bir mektupta:
"Ben artık kimse ile mükatebe edemez oldum. Yeniden yazı yazmaya
sıhhatim müsait değil. Bunda ne devr-i sabıkın, ne de devr-i lahıkın asla dahli
yoktur. Bendeniz kendimde yazı yazmaya istidat gördüğüm zaman herhangi
devirde olursa olsun istediğimi yazarım. Evet, İstanbul'da istediğimiz gibi
görüşemedik. Tfili vücuh ile müsaadesiz bulundu. Yaran-ı nev-zuhılr
buyurduğumuz zevat içinde her kiminle muhabere veyahut muhavere etmiş
isem neşr-i asar suretiyle tehvin-i zaruret etmek saikasıyla olmuştur. Zira benim
bunca senelik hidematıma Hariciye Nezareti birçok sademat ile mukabele etti.

82 İnci Enginün tarafından hazırlanan Abdülhak Hô.mUl'in Mektuplan'nda bu teşekkürnfune yer


almamaktadır. (Haz. notu)
366 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hakkım olan terakkiyi diriğ ettikleri şöyle dursun, maaşımdan da on bir bin
kuruş kesip birtakım öküzlerle keçilerin aylıklarına zamime ettiler. Bir dostumun,
geçenlerde yazdığı [s. 443] gibi, ben hürriyet yolunda birçok fedakarlıklar
edebilirim. Lakin o hürriyeti istihsfil için eflci.r-ı umumiyeyi hazırlayanlardan
olduğum cihetle hükümet de beni feda etmemek lazım gelirdi. Zaten bizde
nankörlük pek ziyade hüküm-fermadır . . . "
diye iğbirarım da gösteriyor.
Uzun bir sene bile geçmedi. Hamid, camekanlarda itinfilar ihtimamlarla
beslenen çiçekler gibi, İsviçre'lerin sıhhi, can verici dağlarında Londra
etraflarının köylerinde, mükemmel sanatoryumlannda sıyanete, muhafazaya
çalıştığı ikinci nedime-i hayatını, ikinci enise-i ruhunu ölümün pençesinden
kurtaramadı. Onun da matem-i hicranını sinesine çekti. Onun da elem-i
iftirakıyla yüreğini yaraladı. Onun da makber-i samutunda hıçkırmak felaketine
uğradı.
2 1 Şubat 1 9 1 1 tarihinde Recci.izade'ye yazdığı mektupta:
"M benim mukaddes Ekrem'im, büyük biraderim!
Hitib-ı uhuwet-nisabınla benim imdadıma yetiştin. Nasıl tarif edeyim?
Bilmem ki. Beni giryan-ı şükran ve şadan-ı ahzan ettin. Evet kur'a-i musibet yine
aynı şekl-i heybeti ile bu dader-i bedbahtına isabet etti. Şüphe yok ki hep
ölümün taht-ı tehdidindeyiz. Lakin bu türlü darbeler insanı hayattan bizar ve
belki de memata intizar ile dem-güzar ediyor.
Ben maneviyata mutekidim, yahut daha doğrusu mutekit olmak için birçok
sebepler arayıp bulmuşumdur. Şimdi bu sahifenin öbür tarafında okuyacağın
hfili bir kere tefekkür buyur. Geçen gün bir dostumla beraber merhumenin
mezarcığına çiçek götürmüştüm. Ah o çiçekleri pek severdi!.. Hep bir aileden
idiler değil mi ya?.. Mezaristanı bulamıyorduk. Yanlış mezarlığa gittik, dağlar,
dereler aştık, ince ince yollardan geçtik; üç saat kadar dolaştıktan sonra nihayet
merkade vasıl ve maksada nail olduk. Bu üç saat zarfında bizi bir saniye olsun
bırakmamak üzere on yedi, on sekiz yaşlarında hiç bilmediğimiz bir güzel kız
refakatimizde bulundu. Çiçekçiyi gösterdi, çiçekler yapılıncaya kadar bekleyecek
yer gösterdi, sonra da [s. 444] mezaristanı ve mezarı gösterdi. Bu kız hiç
yanımdaki adama bakmıyor, daima bana bakıyordu. Çiçekleri benim mezarın
üstüne koyduğumu ve dökülen gözyaşlarını gördükten sonra, üç saatten beri hiç
binmediği ve eliyle çektiği velospitine binerek süratle kayboldu. Bu kız aynıyla
benim, birinci haremim merhumeye benziyordu. Yanımdaki zata hitaben 'Alllah
şu velospitle giden kıza rahmet etsin!..' dedim. Meğer o zat da benzetmiş, bana
söylemiyormuş.
Sonra Londra'ya taşçıya gittik. Taş ısmarlayacaktık. Bana numune olarak
bir taş resmi gösterdiler. Bu taş resminde görülen isim 'filanın sevgili zevcesi
Nelly' idi. İkinci merhumenin ismi. Bu bir tesadü( Lakin evvelki nümayiş
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 367

tesadüfe benzemiyor. Ver elini büyük Ekrem, kemal-i hürmet ve muhabbetle


öpeyim de sükut edeyim. Sükut-ı feryad-amiz, baki uhuwet ve dua-yı afiyet."
dedikten sonra:
"Bana lütfet de bir Ny'ad Ekrem irsal ettir. Beraber ağlamış gibi olalım."
diyor. Ve 6 Mart 1 9 1 1 'de yine Ekrem'e yazdığı diğer bir mektupta:
"İstediğim kitabın gönderildiğine dair olan iltifat-nameni aldım. Kitap da
salimen vasıl oldu. Birçok yerlerini okuduğum bir kitap, yahut bir muazzam
kitabe-i alem-i türab beni ne kadar ağlattı!.. Ve bunun için senin ne derece
minnetdarınım!.. Zira ağlamaya pek ihtiyacım var. Musabiyet-i hazıranın bunda
asla dahli yoktur diyemem. Fakat başımda bu taze bela-yı musibet olmasa,
omuzlarımda birer seng-i mezar, birer melek cenazesi bulunmasa da bu kitap
beni ağlatacak idi. Senin için, Nijad'cığın için ve insaniyetin hfili için
ağlayacaktım. Evet, hani ya, nerede senin Nijad'ın gibi evlat!.. Fakat hani ya,
nerede senin gibi bir peder-i ali-nijad! ..
Kitabında da hikayesini ağlayarak okuduğum 2 Şubat 1 3 15 [ 1 4 Şubat
1 900) tarihindeki araba ile seyahatiniz benim hatırımdadır, yanımdaki kadınla
beraber size ne kadar acımıştık!.. İstikbal matem-engiz arabanızı takip ediyordu.
Hatta o aralık bizim arabaya da bir iltifatta bulunmuş da ben görmek
istememişim. Şimdi hissediyorum. Bizim ile de eğlenmiş! Senin ilaç meselesinden
münbais olan [s. 445) te essürat-ı nedametkaraneni ben zaid, hatta kendi nefsine
iftira gibi telakki ettim. Hastalar ewela Hekim-i Mutlak'ın, sonra da hekimlerin
elindedir. O ilacı tabip vermeseydi hasta şifa.yalı olacak mı idi? .. Bilinmez ki . . .
İlacın verilmesine mani olaydın da yine o netice-i vahime görülmüş olsaydı belki
o zaman sen kendine itab edebilirdin. Hal-i hazırda masumsun, fakat asli
günahkar benim. İşte o tarihte yanımda gördüğün kadınla beraber bulunmak
gibi zevce-i meşruama işlediğim günahtan dolayıdır ki kendimi bir türlü
affedemiyorum. Son pişmanlık da bir şeye yaramıyor. Onun için matemim pek
büyüktür. Bizlerin, yani şairlerin teessüratı başkalarınkine benzemiyor. Derin,
lüzumundan ziyade derin düşünüyoruz. Sonra da başkalarının önceden
düşündükleri bir hali biz sonradan düşünüyoruz.
Kitabın için 'Eski edebiyatın ölü simaları bir numune-i bardı.' diyorsun. Bu
kitap ki bence bütün asar-ı edebiye-yi Osmaniyenin ilelebed fevkinde tecelli
edecek, düşündürecek, gözyaşları döktürecek ve birçok nasihatlar ve teselliler
verecek, mükemmel ve mualla bir yadigar, muazzam ve muhteşem bir eser-i
üstadanedir. Var olasın kardeşim.
Bir de eski edebiyat ne demek oluyor? Edebiyat güzellikleri eskimez. O
kızlar benat-ı fikir denilen güzeller. Melekler gibi her dem tazedir. Ve hangi
kıyafete girseler ihtiyar görünmezler.
Fecr-i Atı'de de pür-şebab, gurub-ı mazide de malik-i ah u tab görünürler
ki, pekfila bilirsin.
368 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Fecr-i Ati'den hatırıma geldi: "Ben Celal Sahir'i pek beğeniyorum.


Diyebilirim ki, genç şairlerimiz içinde yeganedir.
Kemalzade Ekrem bana taziye kılıklı bir şey yazmadı. Belki haberdar
olamamıştır, diyorum. Başka ne diyeyim?
Ben hala bildiğin halde, fakat Brüksel'de bir oteldeyim. Kendimi her yerde
misafir gibi bulduğumdan yazmak istediğim şeyleri başımdan ellerime geçirmeye
muvaffak olamıyorum. Yoksa 'Medfen' namıyla bir Makber daha yazmaya, [s.
446] yahut mezar kazmaya meylim pek ziyade. Cismani ve ruhani eski kuvvetim
yok, hani bundan yirmi beş, otuz sene evvelki Hamid? Gel seninle beraber onun
için de:
Mahvoldu o hep, vehm Ü hayal oldu değil mi?
diyelim." diye hicranlarını döküyor.

Reşad Fuad Bey'den aldığı, Hüsrev-i Dehlevi'nin:


Gn- nev-beluir dyed o porsed zi dustan
Gı1 9 sabd ki an-heme gullui laya şodend83
beytini havi mektuba [7 Mart 1 9 1 l J yazdığı cevapta:
"Felaketimden müteessir olacağını bildiğim halde senden yine bir kclime-i
teessür, bir satır-ı ta'ziyet bekler idim. İş beklediğim gibi oldu. Teşekkürler
ederim. Hele mektubundaki o Farisi beyit beni ne kadar ağlattı bilmezsin.
Derdimin ne kadar elim olduğunu şundan anlamalı ki yalnız ağlamaktan
hazzediyorum.
Ben bu taraflarda çok kalamayacağım. Nelly'ciğimin taşını rekzettirdikten
sonra mezunen, yahut bi-iznillahi Teala İstanbul'a geleceğim . . . "

diyor ve söylediği gibi 1 9 1 1 ( 1 327) senesinde İstanbul'a dönüyor. Ve teza'uf etmiş


olan zehr-i matemini unutabilmek için yazdığı tiyatroları vaz'-ı sahne ederek
tesliyet-yab olmaya çalışıyor.

3 Eylül 1 9 1 1 'de Filorinalı Nazım Bey'e Beyoğlu'ndan yazdığı bir mektupta:


"Bir şair sevk-i tabii ile ittihaz ettiği tarzda devam ederse elbette muvaffak
olur. Şunu da ilave edeyim ki akl-ı kasıranemce eş'arınızdan bir kısmı, belki de
kısm-ı küllisi mübalağadan ari değil, bunun bir nakisa olup olmadığını tayin
etmek kolay görülmez. Herkes istediği yolda zevk-yab-ı edebdir. Nefi mübalagat
ile mali olduğu halde bugün en büyük şairlerden addolunuyor. Benim
yazdıkları mda da hayalat-ı müfrite, hatta haşviyat doludur. Lakin eminim ki

83 "Eğer ilkbahar gelir de dostlardan sorarsa, ey sabah yeli ona bütün çiçekler soldu, de!"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 369

onları bir daha yazacak olsam, bu nekayisten kurtarmaya gayret [s. 447]
ederdim." diyor.
Hamid'in bu itirafı mühimdir. Bilhassa zaman ve zihniyet itibarıyla
mühimdir. Bu da zaman değiştikçe zevk ve zihniyetin nasıl değiştiğini bize pek
güzel gösteriyor.
Hamid, İstanbul'da yerleştikten sonra da hayat yolunda muzayakaya duçar
olmuştu. Bu münasebetle de tehvin-i ihtiyac kasdıyla muhtelif yerlere eser
gönderiyor, tiyatrolannın bir kısmını oynatıyordu. Bu hal son zamanlara kadar
devam etmişti.
Bebek'te ikamet etmişti. Çocukluğunu sahillerinde yaşadığı bu güzel
Boğaziçi köyceğizini artık ihtiyarlamaya, ikinci çocukluğa düşmeye yaklaştığı
zamanlarda gönlü çekiyordu. Akşamlan bastonu elinde, tek gözlüğü gözünde
kendine mahsus kibarane vaz'ıyla bu sahillerde dolaşırdı. Meşrutiyet'in ilk
seneleriydi. Hemen her taraftan mecmualar çıkıyor, hepsi de yaşayabilmek için
büyük şairlerden hediye olarak eser istiyor, hatta bazıları müsaade bile almadan
eserleri benimseyip bastırıyordu. Bu miyanda kendisine tab'ettirdiği Asar-ı
Nef1se'yi hediye ederek mukabilinde çıkardığı mecmuaya hediye eser isteyen
Mehmed Cevdet Bey'e [ 1 4 Ağustos 1 9 1 3] yazdığı mektupta:
"Teessüf ederim ki hal ve mevkiim şu aralık eser ihdasına müsait değildir.
Muzayaka-i şedide içinde bulunduğumdan yalnız tehvin-i hal için bazı ceriid ve
resaile eserler, fakat büyükçe eserler veriyorum. Bundan ziyade tafsilat itasına
lüzum görmezsiniz . . .
"

diyor. Zaten tafsilat-ı kafiye verilmiştir. Hamid kalemiyle hayatına yardım etmek
zaruretinde olduğunu açıkça söylüyor.
1 9 1 5 ( 1 33 1) senesini de Nesteren 'l e, Duhter-i Hindu'yu temsil ettirmiştir.
Mümessil Burhaneddin Bey'e Duhter-i Hindu'daki bazı hataların tashihi
maksadıyla yeniden gönderdiği 1 0 Kanun-ı Evvel 1 9 1 5 tarihli mektupta:
"On beş günden beri keyifsiz bulunduğum cihetle bu akşam tiyatroya
gelemeyeceğim."
dedikten sonra:
"Refikam diğer bir hanımla beraber bugün tiyatroya gideceğinden oyunun
ne tesir husfıle getirdiği hakkında akşama onlardan malumat alının.
[s. 448] Duhter-i Hindu'yu ben hatta Bombay'a gitmeden evvel yazmış
olduğumdan, içinde İngiliz lakap ve unvanlarına ait olan yanlışlıkların tashihini
arzu ederim."
sözlerini ve bazı izahatı ilaveden sonra:
"Zira oyunun ne zaman yazıldığım bilmeyenler ve hususuyla İngiltere ve
İngilizce'yi bilenler Londra'da yirmi sekiz sene bulunmuş olan bir adamın
eserinde böyle yanlışlar görürlerse ta'yib ederler."
370 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor. Ve ilave ettiği bir hamişle Duhter-i Hindı1, gençliğinde Sultan Abdülaziz
zamanında yazdığı eserlerin dördüncüsü olduğunu da bildiriyor.
Hamid, Brüksel'den avdetinde yalnız değildi. Evli idi. Beraberinde getirdiği
genç, zeki kadına az zamanda kendi eserlerini inşad edebilecek, hem bir san'at-ı
mahsusa ile inşad edilecek derecede hem kıraat hem de telaffuz itibarıyla
kuvvetli surette Türkçeyi öğretmişti. Hamid son zamanlarına kadar bu
refikasıyla yaşadı. Millet kendisine karşı olan hürmeti ibrazda kusur etmiyordu.
Daha İstanbul'a gelirken bir cemm-i gafir-i edeb istikbaline gelmiş, şerefine
Tokatlıyan Oteli'nde ziyafetler vermiş idi.
Hamid Meclis-i Ayan Rcis-i Saniliği'ne kadar yükselmişti. Ayanda eski
dostu kendi tabirince üstadı Recaizade ile de buluşmuştu, fakat şiirde ona
tefevvuk ettiği gibi mevkide mansıpta da tefevvuk etmişti.
Son zamanlarda Meclis-i Ayan'ın lağvı üzerine açıkta kalan Hamid,
Viyana'da bulunuyordu. Süleyman Nazire yazdığı hususi ve manzum bir
mektupta bu zarureti bildirmiş, fakat yazdığı mektubun mahrem olduğunu da
ilave etmişti.
Süleyman Nazif, mezkur mektubu Tanin gazetesiyle neşr ve ilan etti. Bunun
ilanı, efkar-ı umumiyeyi pek müteessir etmişti. Yapılan teşebbüsler üzerine
Hamid İstanbul'a davet olundu ve kendisine tekaüdiye olarak bir maaş tayin
edildi. Filhal İstanbul'da bulunmaktadır. Ebediyen kaybettiği Recaizade'lerin ve
sevdiklerinin hayaI-i girizanını tem3.şa ile yaşıyor denebilir.

;:,e:yneb l 324 f i 909) tarihinde İstanbul'da ikdam Matbaası nda basılmıştı.


'

/Uzan 1 329'da [ 1 9 1 3) Tanin Matbaası'nda tab'edildi.


Turhan 1 332'de [ 1 9 1 6) Yeni Osmanlı Matbaası'nda basılmıştır.
[s. 449] Tıldigar-ı Harb 1 335 [ l 9 1 7] Asar-ı Mi,ifi,de Kütüphanesi'ni neşrettiren heyet
tarafından Matbaa-i Amire'de tab'ettirildi.
Sardanapal aynı heyet tarafından 1 335'te [ l 9 l 7] Matbaa-i Amire'de
tab'ettirilmiştir.
İUıam-ı Vatan 1 334 1 l 9 l 6] tarihinde yine aynı cemiyetin delaletiyle
bastınlmıştır.
Tank yahut Endülüs Fethi de 1 335 [ l 9 1 7] tarihinde aynı cemiyet tarafindan
tab' ettirilmiştir.

Hamid'in de adet itibarıyla hemen Shakespeare'in asarından eksik değil,


belki fazla asan vardır. Shakespeare'in mecmu-i külliyatı otuz üç parça idi.
Hamid'in ufak tefek asarını sayar isek kırkı da bulur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 371

[s. 450] Hamid'in Şiiri ve Sanatı


Şiirin ve sanatın Şark'taki telakkisi hakiki mahiyetini kolay kolay
değiştiremiyordu. Esasen Avrupa'dan yeni telakkiler getiren Şinasi'ler,
Abdülhamid Ziya Paşa'lar, Namık Kemal'ler şiire yeni numuneler
veremiyorlardı. Avrupa'daki telakkiyat-ı edebiye ve şiiriyenin yalnız zevahiriyle
ülfet edebilmişlerdi. Hiç Avrupa görmeyen Akif Paşa'nın "Mersiye"si bir yeni
şekil gösteriyor, fakat o da Avrupa tarzı olmaktan ziyade Şark'ın eski nazım
numunelerini, destanları, divanları tanzir ediyordu. Şinasi'nin bazı tercümeleri
ile Sadullah ve Pertev Paşa'ların bazı tercümeleri şeklen biraz yenilik gösteriyor.
Fakat kuwetinden emin olmayan adımlar gibi sendeleye sendeleye gidiyor,
arkasından kimseyi sürükleyip götüremiyordu. Çünkü Kazım Paşa'lar, Arif
Hikmet'ler, Avni ve Galib ve Hakkı Bey'ler vaziyet ve zihniyete galip ve hakim,
şiir ve sanata da mütehakkim bir halde bulunuyorlardı. Nesirde büyük bir
yenilik, bir kudret göstermiş olan Ziya Paşa'lar ve Kemal'ler nazma gelince en
güzel eserleri gazel, kaside, tercii ve terkib vadilerinde meydana getiriyorlardı.
Onları takiben gelen Recaizade de bu hususta ileri gitmeye hem tabiatı, hem de
kabiliyeti itibarıyla muvaffak olamıyordu. Şiiri bu dar çerçevede hapseden,
sanatı esir eyleyen zincirleri kıracak kuwetli bir azim, serazad bir deha
bekleniyordu. İşte bu kahraman-ı san' at Hamid olmuştu.
Akıllara hayret veren bilhassa on iki harikasıyla esatir aleminin minnet ve
istihsanını davet ederek bir mab'ud-ı kuwet olan esatir-i ewelin kahramanı
Herkül gibi Hamid de alem-i şi'r ve sanatta harikalar yaratan kudret ve
kabiliyetiyle az zamanda bir ma'bud-ı san'at olmakta gecikmemişti.
Eserlerinin her biri edebiyat alemine yeni bir ihtilal, yeni bir inkılap
getiriyordu. Bu teceddüd feyzini her vechile takdir eden Kemal bile o ateşin
ifadesiyle:
"Edebiyat için pek çok zevat ile uğraşmıştım. Halbuki (s. 45 1] şimdi o
mu'terizlerden bazıları yine beni edebiyat mücedditlerinden addedip duruyorlar.
Mücedditlik hakkı ise ya Şinasi'nin yahut senindir. Ben arada bir hatt-ı ittisalim.
Zanneder misin ki o mu'terizler bir zaman bu hakikati de teslim etmesinler."
diyordu. Kemal'in hakkı var, fakat mücedditliği Şinasi'ye değil, Hamid'e
vermekte!.. Çünkü hakiki müceddit, hakiki inkılapçı Hamid'dir. Çünkü o bilfiil
bir teceddüd, bir inkılap, bir şiir, bir sanat getirmiştir.
Fransız münekkid-i şehiri Emile Faguet:
"Şair hayal ve hissiyattan müteşekkildir. Bunlardan biri de, kudretli ve
güzel olmak şartıyla kafidir. Fakat ikisinin imtizac ve iştiraki asan
fevkaladeleştirir. Bunlardan birinin diğerine füikiyeti veya yek-diğerine karşı
mevcut olan nispetleri şairin hüviyetini ve hususiyetini tayin eden bir seciyedir."
der.
372 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İşte, Hamid'de, bu dahi-i şiirde, biz bu iki kabiliyeti de derece-i kusvada


buluruz.
Bilnıem Kimin İçin

Güzelliğin de olurmuş meğer bedi'alan


Ki kısm-ı a'zamını sizsiniz eden icad;
Tabiatın o baha olmayan sani'alan
Zebun-ı hüsnünüz olmuş! Ne derseniz münkad,
Uyar mehasin-i fıtıiyyenizle san'atınız,
Bu yüzden olsa gerek şaddır tabiatınız.

Kebud gözleriniz gah olur siyaha şebih


Gülerseniz açılıp gonca, dürr olan peyda
Takarrüb etmesin atiye eyleyin tenbih,
Sabahtan daha hoştur bu leyle-i ulya;
Bu şeb ki levh-i semaya olunsa ger tasvir,
Ederdi rucmi bir zühre-i diğer tenvir.

Bütün sanayi'niz hüsn ü aşka dairdir


Sizi görüp de ne mümkündür olmamak şair?
Bu mürde-dil ki sükunetle bunda zahirdir;
[s. 452J Aceb mi tazelenip olsa bir söze kadir,
Değil o! Dant u Şekspir84 misali heykeller
Huzurunuzda sizin ruh-ı taze kesbeyler.

Hubub eder gibi refüinnız ne halettir,


Aceb nesim-i seherden mi aferidesiniz?
Siz ol hakimi -ki sun'-ı bülend-i Kudret'tir,­
Düşündürür gibi bir şi'r-i naşinidesiniz.
Bu dem ki tabişinizden gelir dü nabzıma teb,
Kalem bu hali yazarken tutuşmuyor ne aceb! ..

Bütün nücum-ı sema, burc burc olur garib,


Fakat sizin gibi bir mahveş gurub etmez,
İçimde mihriniz olmuş, diyorsunuz, gaib:
Emin olun ki o yerde güneş gurub etmez,
Nedir bakınca size yadıma bahar gelir,
Bahar çeşmime sizsiz fakat buhar gelir.

84 Dante ve Shakespeare. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 373

İşte Hamid!.. Ona gelinceye kadar bu tarzda, bu şekilde, bu ruhta, bu


manada şiir gören olmamıştı. Şark'ın nazarı yeni bir füsun, yeni bir hayret içinde
kamaşmış kalmıştı: Hayalin ve hissiyatın bu inceliği ancak ve ancak Hamid'de
görülüyordu:

"Hubub eder gibi reftarınız ne hfilettir


Aceb nesim-i seherden mi iferidesiniz!"

Şu hayalin inceliğine, şu şiirin samimiyetine, şu sanatın zarafetine bakınız!..


Şark zihniyeti ile meşbu' olanlar bittabi bu inceliğin farkına varamadılar. Bu
manzumedeki esiriyet onların zevkini okşamadı. Onun ruhaniyetinden bir şey
anlayamadılar. Şiiriyetini kavrayamadılar. Nihayet "Bu nedir?", "Bu ne
zevzekliktir? Buna şiir denir mi?" gibi ateh-filud muhicemelerle, hiçliklerini,
zavallılıklarını anlattılar. . .

[s. 453] Onlar, o, burunlarından ilerisini göremeyen şair taslakları hakikatin


üryan şa'şaası önünde gözleri körelmiş şaşkın şaşkın söylenirlerken, Hamid şiir ve
ilham perisini füsunkar omuzlarına almış Şark'a koşturuyor ve bu rikkat ve
hüsne müştak olan Şark ruhunu coşturuyordu.

Kemal'lerin, Ziya'ların getirmeye uğraşıp tamamıyla muvaffak olamadan


yoruldukları, Ekrem'in sarılıp ayrılamadığı romantizmi Hamid, kendi kudret-i
dehasına bendetmiş, Fransa'dan Bombay'a, Bombay'dan İstanbul'a, İstan­
bul'dan Londra'ya sürükleyip götürüyordu.

Şark'ın rind ve lakayd fıtratına romantizmi aşılayan ve tutturan, güzel güzel


çiçekler yetiştiren Abdülhak Hamid'dir. Şark'ta Garp'ı bütün manasıyla temsil
eden ilk dahi sanatkar hiç şüphesiz Hamid'dir.

Hamid yaşadığı o kemal ü cemfil memleketlerinin güzelliklerindeki bütün


sihri ve şiirlerindeki bütün ateşi İstanbul'a taşımış ve dolaştığı çiçeklerin
kokularındaki usareyi eme eme şirin ve şiirin ballar yapan arılar gibi nazenin bir
sanat dokumuştu.

Hamid bu sanatındaki sihri, dehasındaki füsunu nereden aldı? Tercüme-i


hfilini gördüğümüz sıralarda da bir nebze söylemiştik. Dokuz yaşında Paris'e, on
üç yaşında İran'a seyahat eden, yirmi dört, yirmi beşinde yine Paris'e dönen,
otuz otuz iki yaşlarında Bombay'a giden Hamid, Şark ve Garp'ın dehasını meze
ve te'lif ederek öyle nazenin bir sanat nesicesi dokumuştu ki sırf Hamid, sade
Hamid olmuştu.

Sanat ve dehasının bütün sihir ve füslınunu Şark'ın esiri, latif, derin


semalarından, nihayetsiz, engin denizlerinden topladı. Garp'ın marifet ve
medeniyet harikalarıyla işledi.

Corneille'ler, Racine'lerle classique oldu. Eşber'leri, Nesteren'leri yazdı.


Lamartine'ler, Hugo'larla romantiqueleşti. Makber'leri, Baladan Bir Ses'leri [s. 454]
374 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ölü'leri, Bir Sefiie 'nin Hasbilıali'ni verdi. Eşber'inde Aristo lisanından tefelsüf eden
şairin kalbindeki azameti dinleyelim:

"Aristo
Yarab, bu ne şuriş-i kıyamet!
Hengame-i haşre mi alamet? ..
Ol nefs-i haris-i pür-leamet
Etmez mi bu fi'line nedamet? ..

Bir nam alacak o şah-ı zalim;


Dünyaları kaplıyor mezalim.
Almaz bunu havsalam, hayalim:
İnsanda nedir bu cehl-i muzlim? ..

Hem-cinsini makbere delalet,


I ras-ı mazarrat u sefalet:
Yarab, bu ne vahşiyane haslet!. .
Aya b u m u bizdeki adalet? ..

Kan akmada rayet-i zaferden:


Ma'dud oluyor bu zib ü ferden.
Azade olaydılar seferden,
Bir ordu çıkardı bir neferden.

Bir köy bularak şehirle şöhret


Bir millet olurdu bir aşiret
Bir mülkde bir cihan-ı hayret! ..
Kabil iken, ey beşer! Bu suret,

Bir katre görüp güzel bu nehri,


Hiç eyler o mülk ile o şehri,
Hem sonra olup zebun-ı kahn
Bir şahsta seyreder bu dehri!

İnsanı görüp erike-pira,


Lazım mı tezellül ü müdara? ..
[s. 455] Her hükmünü eyliyor icra.
Göstermedi mi o hükmü Dara? ..

Ey cehl ile çak çak olan halk,


Evham ile ra'şe-nak olan halk,
Bir ordu değil helak olan halk,
Akvam idi ser-be-hak olan halk!..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 375

Bir mülk ya bir şehir değildi!..


Dehrin kad ü kameti eğildi;
Nısfı beşerin yere çekildi.
Bir zalim için alem dikildi!.."
Hiç şüphe yok ki bu hisler, bu hayaller, bu tasawurlar ve bu tasvirler
Corneille'den zerre kadar geri kalmaz. Hamid cerbeze-i kelamda, hiddet-i
efkarda, kudret-i ihatada büyük, pek büyük bir sanatkar, pek büyük bir şairdir.
Hem fikri hem vicdanı ve hissi, lisanı tevhid ediyor. Bütün bu muvaffakiyetlerine
rağmen lisanında büyük bir mübalatsızlık, cinaslar, kelime oyuncakları, kafiye-i
mukayyede düşkünlükleri gibi Şark'a mahsus ananevi zaaflardan, ırsi
tasannt'.'ı'lardan, ibtilfil lafız-perestliklerden kurtulamıyor.
Hiçbir kayda boyun eğmeyen, hiçbir boyunduruğa gerden vermeyen şair
bütün kaideleri zir ü zeber edecek bir serbesti ve bir Iakaydi ile yürüyüp gidiyor.
Kalbi feryatlarını, ruhi elemlerini, hicranlarını, heyecanlarını gah aruzun
dar ve mu'vec çemberleri içine sokuyor, hem de tıpkı eski Şark sanatkarları gibi
zihaflardan, imalelerden çekinmeden, tereddüt etmeden sokuyor; gah hece
vezninin serbest sinesine Arap ve Acem'in en milli, en mahalli kelimelerini
yerleştiriyor. Bazen de kafiyeden başka bir kayıt tanımak istemiyor. Her şey zaid,
her kanunu, her kaideyi lüzumsuz bir zincir, öldürücü bir zulüm addediyordu.
Hepsinde de şair, hepsinde de dahi oluyor. Fakat şekil , lisan ve sanatça kusurlu
görülüyordu. Hasılı o bütün ulviyatı, bütün [s. 456] nevakısıyla bir insan, fakat
dahi bir insandı. Eserlerinde kalbi okunur, ruhu görülür. Eğer Hamid lisanına da
ehemmiyet verseydi sanatı da ihmal etmeseydi kab'ına varılmaz bir deha-yı şi'r,
bir harika-i edeb olurdu. Mamafih bugün de daha kab'ına varılamamıştır.
Hamid sistemi hazmedemeyen bir şairdi.
İşte "Sefile"sinden bir parça:

"Er isen harbe, yiğit oğlu yiğit


Canavarsan dahi ormanlara git!
Ne beyaban bu, ne saff-ı düşmen,
Bu taraflarda gezinmez reh-zen
Burada saklanamaz el uşağı
Haremi sanma harami yatağı!
Burc-ı ismettir, emin ol, hamım
Gördüğün kt'.'ıhlar istihkamını!
Bunda herkes iyi, her şey ma'sum
Burayı sen sevemezsin ma'lı1m
Deri mesdt'.'ıd-ı hıyanet aşka­
Giremez kimse, ninemden başka!
Acz ile meskenete bir mesken,
Ca-yı feryad, mahall-i şiven,
Sence bir hayli fena yerdir bu!
376 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Mekteb ü ma'bed ü makberdir bu!


Mamafih kılarsa icab
Bunda tab-aver olur her bitab:
Silleye pençe bulur tige siper
Isırır bi-kesi, miskini teper!"

İşte bir parça ki fikri, hissi, vicdani, insani, bedii ve edebi bütün tezatların
mecmuu!.. "yiğit-git" kafıye-i mukayyede ve cinasıyla "siper ve teper" kafıye-i [s.
457] mukayyedesiyle bitinceye kadar birçok kelime oyuncakları ile dolu fakat
fikir kuvvetinden bir şey kaybediyor mu? İffet ve redaetle çarpışan bir ruhun en
keskin, en hırçın telaşlan, tezatları, ısuraplan canlanıp yaşamıyor mu?

Şu vicdani azaba, şu insani ıstıraba bakınız:

"Ana koynunda iken ülfet-yab


Kaldınmlarda dolaşmak bi-hab? ..
Davet etsin diyerek bir murdar,
Hasta hfilinde çıkıp geşt ü güzar! ..
Bir taş üstünde görünmek rahat;
Uyumak üç gecede bir saat! . .
Ahann keyfi için nuş-ı şarab,
Mezeler birle, muhabbet işrab!..
Var iken aklı, görünmek bihuş;
Dane-i mühlike açmak aglış! ..
Göz göre hakkı feramuş etmek;
Zehri memnun olarak nuş etmek! ..
Nefes almak diye azm-i mahbes;
Zabt-ı ah etmek için habs-ı nefes!..
Soyunup kirli yatağa girmek
Anda bir hasma teselli vermek
Rahat etsin diyerek bir kanlı,
Ezilir bir döşek olmak canlı! ..
Buse vermek ona nefretlerle;
Almak aglışuna dehşetlerle! ..
Kabrini duşuna almak zinde,
Yine hiç inlememek zirinde!..
Hasılı böyle geçip eyyamını,
Daha berbad olacak encamını.
[s. 458] İşte keşfeylediğim istikbal,
Belki de bence mücerreb bir hal
Bu da mahza kuru bir ekmek için;
Yani aç kalmayarak ölmek için!..
Şevk olur suziş-i dil matemde;
Aç kalan zehri de yer alemde!.."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 377

Hamid'e kadar bu şiirin çişnisini Şark'ın dimağı tatmamıştı. Bu kudret-i


beyanı, bu heyecan-ı ruhu görmemişti. Hamid'in ruhiyatçı nazarı, bu sefaleti
olanca hakikat ve tabiatı ile gözlerimizin önünde canlandırıyor. Burada Hamid
bir Emile Zola kadar sert ve haşin bir realist (realiste) olmaz mı?

Tasavvurlarında muazzeb bir kalbin bütün kıvranışları, bütün çnpınışlan


görülmüyor mu? Bu nevhayı ne Kemal'de, ne Ziya'da, ne de Ekrem'de
görebilmiştik.

"Yetiş ey naire-i zulmet-per,


Berk-ı can-suz-ı bün1det-perver;
Yetiş ey rah-zen-i alem-g]r,
Maraz-ı mühlik-i derman-tesir;
yetiş ey sa'i-i sultan-ı ezel,
Hamil-i merhamet-i azze ve cell;
Yetiş ey yar-ı cehennem-aglış,
Ebkem ü asfer-i mahşer-berduş;
Yetiş ey dilber-i teşrih-lika,
Münferid bedreka-ı rah-ı beka;
Yetişir bunca mücazat; yetiş!
Yetiş ey hadim-i lezzat yetiş!..
Sensin anlara galib mahllık,
Bana şimden geri sensin ma'şuk.
Payinin sadmesidir zur-aver;
O tezelzül ki verir zelzeleler;
[s. 459] Savtının aksi demek velvele-zen,
O sadfilar ki gelir harikadan!
Hüsnünün pertevi dersem benzer,
O hayaller ki makabirde gezer.
Bu azamet-i tezadı hangi şairimizde görürüz. İşte Hamid'in bütün benliği,
bütün hususiyeti ve şahsiyeti, bütün şiiri ve dehası. Hepsi, hepsi bu tezatlarında,
bu ıttıratsızlıklannda, bu taşkınlıklarında. O tıpkı bir fırtınalı deniz gibidir.
Daima, daima çalkantı hfilinde. Gah dağlara tırmanan ulu, cüretkar, çılgın
dalgalarla yükselir, yükselir, gah bulduğunu ezip, kırıp götüren girdaplar,
uçurumlar hfilinde denizin diplerine çekilen siyah siyah gayyalar kadar derin ve
siyah bir dalgadan mezar olur. Arkasından yetişmek isteyen ya semalardan düşer
ve ezilir, ya derinliklerde boğulup kalır. . . Noksansız insan olur mu? Hamid de
insandır, Hamid de herkes gibi noksanlarla dolu bir insandır. . .

Hem o kadar hassas, o kadar mütehassis bir insandır ki gülerken hıçkırır,


hıçkırırken kahkahalar atar. Kahkahası bir hüngürüş, ağlayış, bir gülüştür.

Şiir de bu değil mi? Bu kıvranış, bu çırpınış, bu gülüş, bu ağlayış değil mi?


"İşimiz nekbete karşı gülmek,
Gülerek, eğlenerek bir ölmek!"
378 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

felsefesinin kanaatkarı olan Hamid bütün müddet-i hayatında nekbete karşı


gülmüştür.

Fakat bazen bu gülüş bir hıçkırık, bir hüngürüş olmuştur:

"Gülünüz siz, gülünüz zenginler,


Biz ise ağlayalım miskinler.
Biz fena, sizse güzel bir mahh1k;
Yani biz cişıkayız, siz ma'şuk.
Bize ağlarken eden bahş-ı vüclıd,
Sizi handan iken etmiş mevclıd.
Olmuşuz kevn Ü fesadın zinde
Biz fesadında ve siz kevninde.
[s. 460J "Öyle akmış ezeli bir menba',
Seher-i hilkatin olmuş matla'
Bize kcizib, size sadık ciheti:
Bu imiş, çare ne, layık ciheti!
Ağlamam ağlamam ol hain için
Hem inanmaz ise gelsin görsün.
Gel de seyreyle de ateş püskür
Güleyim ben sana hüngür hüngür
Fahişe namı alan her bir zen
Nale tarzında olur kahkaha-zen.
Gülmemi gör de tahayyül kıl sen
Nasıl ağlar acaba böyle gülen? . .
Ôlmeğe meylediyordum y a demin!
Tevbe olsun, ederim hem de yemin!..
Ki eğer şimdi gelip Azrail
Pençesinde beni ezse tekmil
Şu vücudum tükenip kalsa eğer
Anda bir zerre hayatımdan eser
Kasem olsun yine yüz bin kerre
Kısmet olmaz sana ol bir zerre
Bana senden iyidir fuhşiyat,
Eyledim şimdi ona vakf-ı hayat"

İşte Hcimid'in şiirini tesciye eden hususiyet ve mahsusiyet!..

Hamid'i kendi muasır, hatta kendi seleflerinden ve haleflerinden ayıran bu


kalbi feryatları, bu insani isyanları, bu asabi zaafları ve kuvvetleridir. O bütün
manasıyla bir şairdir. Nizam ve intizamı düşünemeyecek kadar tabii ve fıtri bir
şairdir.

[s. 46 1] Küçücükten beri zayıfa karşı merhamet duymuş, zayıfa el uzatmış,


kaviyi ezmiş, kalemiyle, başıyla ezmiş. Bir deha olan Hamid'in bütün eserlerinde
bu ulüvv-i kalb görülür. Bütün eserlerinde bu kalp oyununu, bu kalp faciasını
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 379

oynayan Hamid, hatta klasikleri taklit ve tanzir ettiği zamanlarda bile hakiki bir
klasik olamamıştır. Mamafih olamaması da şayan-ı takdirdir. Eğer olsaydı hakiki
romantik Hamid'i hakiki dramatik, hakiki trajik Hamid'i belki de kaybederdik.
Kalbinin elemlerinden, mateminin derinliklerinden, siyahlıklanndan bahseden
Hamid şeklin kemaline, üslfıbun kemaline, kısaca kemfil-i surete ehemmiyet bile
isnad etmemiştir. Mesela eserlerinin hemen hiçbirisinde bir Racine olamamıştır.
Fakat hemen hepsinde bir Corneille, bir Shakespeare'dir. Hususuyla
Shakespeare'dir. Bir kere Shakespeare'in dehaet-i san'atını -kendi memleketine
göre- Hamid'de de bulabiliriz. Hamid de onun kadar velud ve feyyaz, onun
kadar müstakil ve serazattır. Shakespeare heyet-i mecmu'ası itibarıyla otuz altı
eser bırakmıştır. Hamid'in asan da tetkik edilse ondan aşağı değildir. Hem
Hamid bunları bir solukta denebilecek bir kudret-i veludiyetle yazmıştır. Yirmi
beş yaşında iken Paris'te yazdığı Tdnk bin ,Zrydd'ı deha.etine hüccettir.
Hamid yalnız o noktadan değil, sanatı telakki ve tatbik nokta-i nazarından
da bir Shakespeare'dir; çünkü Shakespeare zamanına kadar sıkı sıkıya tatbiki
bütün memleketlerde bir itiyat olan ve bilhassa Yunan-ı kadimde mevzu
bulunan dram kaidelerine hiç ehemmiyet vermemiş, bütün o bağlan, o zincirleri
koparıp atmış. Hatta "vahdet-i zaman", "vahdet-i mekan" gibi kayıtlara bile
boyun eğmemiştir.
Bundan dolayı da İngilizlerce Shakespeare tiyatronun hfilıkı
addolunmuştur. Hamid, Victor Hugo'nun bir perestişkar-ı hayranı olan Hamid,
Shakespeare'e büyük bir ehemmiyet isnat etmemiş olmakla beraber ondan çok,
pek çok şeyler almış, belki fıtri dehası ikisi arasında fıtri bir uhuwet-i fikriye
yaratmıştır. Hamid de Shakespeare gibi temaşa kavaidini mühimsememiştir.
Hatta Samipaşazade Sezai ile bir mübahese-i edebiyesinde Fransa'yı ve Fransız
şairlerini İngiliz şairlerine tercih ettiğini bildirmiş, Sezai'nin:
"Byron'ı beğenmiyorsun, Shelley'i tahattur [s. 462] etmiyorsun! Byron'ın
meziyeti için seninle bahse girecek kadar asarıyla iştigal etmedim. Şu kadar var
ki bazı şeylerinden istidlalen öyle bir tarafa bırakılacak şuaradan olmadığına
eminim. Shelley 1 792 sene-i miladisinde dünyanın İngiltere kısmında tevellüd
etmiş ve 1 833'te yine İngiltere'de dünyadan gitmiş bir büyük şairdir. Fransa
üdebası İngiltere şuarasından hemen de kıyas kabul etmeyecek derecelerde
çoktur; diyorsun! Halbuki İngiltere şuara ve üdebası kesretle Fransa'dakilerin
pek madununda bulunduklarını tasdik edemem: "İngiltere Cohaucer, Spencer,
Mala, Jonson, Milton, Dryden, Pope, Cavalier, Gray, Coleridge, Shelley, Byron,
Cesrichet, Tennyson, Browning, Soenier, Morsey, Rossetti gibi her biri içlerinde
zuhur ettikleri millete medar-ı iftihar olacak şuara ve üdebaya mazhar olmuştur.
Bunların içinde bir ikisi de muasırindendir. Namlarını daha ayn ayn yazmaya
lüzum görmediğim birçok şuara ve üdebayı da bir tarafa bırakalım; hiç
Shakespeare'e malik olan İngiltere'nin, edebiyatı Fransa'dan öğrenmesine imkan
tasavvur olunur mu? İngiltere'de darülfünun yok iken Fransa'da bulunması
edebiyatça Fransa'ya ne bir takaddüm-i fazl, ne de bir fazl-ı takaddüm
380 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kazandırır. Bir Shakespeare'in zuhuru bin ma'rifethane-i edebden daha şerefli,


daha istifadeli, daha parlaktır. O halde edebiyatın Fransa'dan Almanya'ya,
Almanya'dan İngiltere'ye seferber olması istib'ad olunur. Memfilik-i
mütemeddine dediğimiz cihan-ı ma'rifette insaniyet ve medeniyetin vücuda
getirdiği kemfilat ve bedai'-i ma'rifet güneş gibidir. Ümem-i İazıla beynlerinde
birbirlerine sirayet ve intikal eden bedayi-i medeniye ve kemfilat-ı insaniyeyi
tefrik ve tayin etmek bazen pek de mümkün olmuyor. Mesela İtalya'da zuhur
eden bir ihtira'-ı medeni İngiltere'de ikmal edilir; İngiltere'den giden bir harika-i
insani Fransa'da ihya olunur; Fransa darülfünununda bir mu'cize-i ma'rifet
keşfedilirken Almanya darülfünunlannda tedrise başlanır. O cihetle bazen şeref
ve fazilet hangisine ait olduğunu tayinde fikir aciz kalır. Şu kadar var ki: Bu
fazail-i ma'rifetin bir derece-i mütetavitede olduğu görülür; bugün dünyanın en
birinci milletlerinden biri olan Almanlar aksam-ı ma'rifetin bazılarında [s. 463]
İtalya'nın şakirdi addolunabilir. Bununla beraber yine İtalyanlar bugün
Almanlar sırasına geçen milletlerden değildir. Benim itikadımca dünyanın en
birinci milleti İngilizler'dir. O cihetle ikinci derecedeki milletlerde veya sonradan
Avrupalılara taklit eden akvamda görüldüğü gibi üssülesas-ı insaniyet olan
edebiyat ve hürriyeti Fransa'dan, Amerika'dan öğrendiklerine ihtimal tasavvur
olunamaz.
Asr-ı ahir-i edebe gelelim: 'Ekseriyet-i üdeba Londra'dan ziyade Paris'te
bulunduğunu teslim et.' diyorsun!.. Ma!Umdur ki üdeba ve edebiyatta aranılan
kesret değil, meziyettir. Vakıa bugün Fransa Victor Hugo'ya mfilik bulunuyor.
Her büyük milletin her asırda bir dehaya (egenie) mfilik olmasına imkan-ı fıtrat
müsaade etmediğinden bugün İngiltere'de Hugo'ya muadil bir şair gösterilemez.
Şimdi Londra'da bulunan ve kraliçenin kendi eliyle tetvic edilen Tennyson lirik
yolunda Hugo derecesinde addolunuyor. Fakat ben bunu tasdik etmeye mecbur
değilim. Fransız şuarası içinde Shakespeare tarzını ihtiyar edenlerin en birincisi
Fransa'da ve hatta dünyanın her tarafında cumhur-ı üdebanın pişvası olan
Victor Hugo'dur. Kim ne derse desin, Shakespeare'in Hamkt'i, Macbeth'i, Romeo
ve ]uliet'i, Othello'su okunduktan sonra Victor Hugo tiyatrolannın Shakespeare

tarzında bulunduğu malum olur. Müsellemdir ki bugün Sardou'ya kadar bütün


Fransa şuarası derece-i mütefavitede tiyatrolarında Shakespeare tarzını ihtiyar
etmişlerdir."
tarzında İngiltere'yi müdafaasına meydan veren mektubunda Hamid:
"Milton, Shakespeare, Byron gibi şuara ve üdebası olan bir milletin
edebiyatı Fransa'dan öğrendiklerine nasıl hükmolunabilir, diyorsun. İptida
Byron'ı bir tarafa bırakalım ki o mübareği hiç sevmem, hem de dünyaya on
sekizinci asnn en son senelerinde, daha doğrusu milattan bin yedi yüz sene sonra
gelmiş, filem-i matbu'ata ise Victor Hugo'dan evvel gelmemiştir. Shakespeare
bin beş yüz şu kadar sene, sonradan bin altı yüz evasıtına kadar saltanat-!
edebiyesini sürmüştür. Malumdur ki tarih-i edebiyat milattan evvel Homeros'ta,
Virgille'de, ve sairede iptida ve Sophokles'te, Euripes'te, Cicero'da, Achlille'de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 38 1

ve sairede devam ederek Quintilien'de ve sairede nihayet bulmuş ve bu Yunan


ve Romen havankının ilim ve irfan meziyetlerine hatta [s. 464] kudret ve
şiddetlerine en evvel İtalyalılar varis olmuştur ki İtalya'nın o hadd ü hesabı
olmayan meşahirinden Dante'nin, Petrarch'ın, Boccaccio Arioste'nun, Botos'un
ve sair isimlerini şimdi tahattur ve ta'dada hacet görmediğim hükema-yı edebin
zuhuru işte o tarihte yani bin iki yüz, bin üç yüz ve bin dört yüz senelerindedir.
Bu tarih ki dediğim eazımın nisbetle umumiyeti içinde olarak Onuncu Leon
devri demekle maruftur. Dört büyük devr-i edebin birincilerinden addolunur.
Bunlardan çoğu Fransa'da vaktini geçirmiş ve bilhusus Anfıyeri memleket-i
hürriyet orasını bulduğu için Paris'e hicret etmiştir. İçlerinde Fransa'da doğup,
Fransa'da ölenler bulunduğu şöyle dursun ekser asar-ı edebiyeleri Latince
olduğundan bittabi en evvel Fransa'da sıyt ü şöhret bulmuşlardır. Yunan'ın,
Roma'nın, İtalya'nın measir-i edebiyesini bin yüzden, bin yedi yüze kadar
Fransa üdebasından olarak bildiğimiz Guillon Dolorie'ler, Duşambe'ler,
Kulubini'ler, Abelard'lar ve daha bilmem kimlerin nakil ve iktibas ettikleri ve
Almanya'nın yukanda dediğim iktibasat-ı hikemiyesine bu suretle mukabele
eyledikleri müsbittir. Hem ne hacet milletlerin edeben, marifeten yekdiğere olan
kıdemleri darülfünunlannın tarih-i küşadını tahatturla malum olur. Paris
Üniversitesi filem-i medeniyetin birinci darülulumu, birinci ma'rifethane-i edebi
olarak onuncu veya on birinci asr-ı miladide teşekkül etmiştir ki milel-i saire hep
bu numune üzere o mebna-yı ma'rifeti tesis eylediler. Fransa üniversitelerinden
sonra sırasıyla İspanya meydana geldi. Hem Fransa'nın hem Avrupa'nın ikinci
tahtgah-ı ma'arifı olan Paris Üniversitesi, Giyon de Shambro, Doloriele,
Abelard'lan ve sairenin sebeb-i neş'etleri olmuştur ki o asırda İngiltere ne
Guillaume de Champeaux bir üniversiteye mütemalik ne de bir Chaucer'a mfilik idi.
Medeniyet ise malumdur ki doğduğu yerde kalmayıp, bizim memleketten başka,
Avrupa'nın her tarafında seyahat eder. Bu hal İtalya'dan, Fransa ve Almanya'ya
muhaceret etmiş olan edebiyat ile hikemiyatın saydığım delfiletlerle oralardan
dahi İngiltere'ye seferber olması pek de istib'ad olunmamak lazım gelmez mi?"
diyordu.
[s. 465] Hamid bu suretle Fransız edebiyatına ve bilhassa asnnın en yüksek
deha-yı şi'r ve sanatı olan Hugo'ya meftunluğunu açıktan açığa söylüyordu.
Hugo'yu fevkalade takdir ettiğini Bir Sefiknin Hasbihali'ne yazdığı küçücük
mukaddimecikte de şu sözleriyle tesbit ediyor:
"Beş altı sene evvel yazmış olduğum nesir ve nazımdan ibaret bu eserin
evvelki ismi Kahpe idi. Bu defa tebdili lazım geldi. Tanziminden maksat bazı kere
bir kahpenin bir masum olabileceğini göstermektir. Bunu gösterenler pek çoktur.
Hatta Victor Hugo'nun Fantine'inden sonra bize yazmak düşmez, ne çare ki
yazılmış bulundu . . .
"

Hamid'in Paris'te bulunduğu sıralar Victor Hogo'nun olanca şaşaasıyla


parladığı sıralardı. Hamid, Hugo'dan o rlıh-ı beyanı almış fakat şekle hiç de
ehemmiyet vermemiştir. Lisanı hiç mühimsememiştir.
382 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Bilahare hayat-ı medeniyesi içine atılarak kemfil ü cemfil memleketi diye bir
an takdirden hfili kalmadığı İ ngiltere'nin o dfilıi-i sahnesi Shakespeare'i de
taklitten bir an iariğ olmamıştır. Hasılı Hamid, Shakespeare ile Hugo'yu
mezcederek almış, her ikisinin de ayrı ayn olan meziyetlerinden bir kısmını biraz
fikri, biraz da itiyadi bir lakaydi ile ihmal etmiştir. Mesela Shakespeare'in en
mühim ve en büyük meziyetini, tipler yaratmak ve tiplerin kalıplanna girerek
kendi şahsiyetini sahneden silmektir, sahnede yaşayan, konuşan Shakespeare
değil eşhas-ı vak'adır. Halbuki Hamid'deki eşhas ayn ayn birer Hamid'dir.
Hamid'in dimağı düşünür, Hamid'in lisanı söyler, Hamid'in kalbi çarpar.
Nitekim Namık Kemal' de de böyle idi.
Hamid, bu nakiseyi tamamıyla Hugo'dan almıştır. Hugo'da da bütün eşhas
Hugo'dur. Onlann ayn ayn mevcudiyetleri, ayn ayn hüviyetleri, ayn ayn
zihniyetleri yoktur. Hepsi Hugo'dur. Bu da Hugo'nun pek kuvvetli, pek bariz
olan ferdiyet ve dehaetinden ileri geliyordu. Hamid' de de aynı hfilet vakidir.
Hamid'in Hugo'dan bilhassa aynlan noktası lisanı idi. Hugo ne kadar
muntazam ve hem-var ise Hamid o kadar lakayd ve perişandır. Hamid'in
dudaklan arasından dökülen yaralı, mustarip kalbidir. Hugo'nun lisanından
serpilen musiki-i efkandır.
[s. 466] Kalbin lisanı klasisizmin dar ve ince çerçevesine ne girebilir ne de
sığabilir! .. Ona çarpınıp, çırpınacak hür ve bi-nihaye bir cihan lazım . . . Ağlayan
aheng-i musikiyi, kıvranan, yanan kanun-ı teşrifatı nasıl gözetir. . . İ şte Hamid'in
romantizminde böyle yakıcı, kıvrandırıcı bir fecaat, bir hayat-ı hakikiye fecaati
vardır.

"Eyvah! .. Ne yer, ne yar kaldı,


Gönlüm dolu ah u zar kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir glışede tannar kaldı;
Baki o enis-i dilden, eyvah! ..
Beyrut'ta bir mezar kaldı.

Nerde arayım o dil-rübayı?..


Kimden sorayım o bi-nevayı? . .
Bildir bana nerde, nerde Yarab? . .
Kim attı beni b u dt'rde Yarab? . .
Derler ki: "Unut o aşnayı,
Gitti tutarak reh-i bekayı . . . "
Sığsın mı hayfile bu hakikat? ..
Görsün mü gözüm bu macerayı?..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 383

Sür'atle nasıl değişti halim? . .


Almaz bunu, havsalam, hayalim.
Bir şey görürüm, mezara benzer,
Baktıkça alır, o yara benzer.
Şeklerle güzar eder leyalim,
Artar yine matemim, melalim.
Bir sadme-i inkılabdır bu,
Bilmem ki, yakın mıdır zevalim?"
[s. 467] diye inler, kıvranır, feryat eder. Acı ve yakıcı bir fücia-i hayatı bütün
ruhu, bütün hassasiyetiyle yaşar, ne yapacağını bilmez, durup oturamaz:

"Çık Fatıma lahdden kıyam et,


Yadımdaki haline devam et,
Ketmetme bu razı söyle bir söz,
Ben isterim ah, öyle bir söz . . .
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağ-ı dile çare bul, meram et:
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle
Eyyam-ı hayatımı tamam et.

Makber mi, nedir şu gördüğüm yer? ..


Ya böyle reva mı ca-yı dilber? ..
Bir tecrübedir bu, hiledir bu . . .
Yok, mahvıma bir vesiledir bu.
Bak bak, ne değişmiş ol semenber! ..
Gül çehresi, bak, ne yolda muğber . . .
Nefrin, bu siyah bahta nefrin,
Feryad bu hale ta-be-mahşer. . .

Yarab, bana bir melek ıyan et,


Bir de beni öyle imtihan et:
Doğsun göreyim o malı yerden,
Nurum çıka ey İlah yerden.
Maksud-ı hayatı dermiyan et! ..
Ferda-yı beşer nedir beyan et
Ya fikrimi ruhuna kıl isal
Ya ruhumu hakine revan et."
tekmil bu perişan sözler hayattır. Çünkü tekmil o hayat perişandır:
[s. 468] "Cananın o günkü hali eyvah
Eyvah benim o günkü halim! . . "
384- İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İşte bu levha hakikaten trajiktir. Feciadır. Bu halde bulunan bir insan


lisanının intizamını, yazısının şeklini düşünebilir mi? Bu fecaat karşısında
ağlayan hıçkınklannın bilmem hangi makam-ı musikiye tevafuk edip etmediğini
düşünecek kadar histen, heyecandan sıyrılabilir mi? Sıyrılabilirse ona şair demek
mümkün olur mu? Belki bütün bunlar mümkün olabilirdi. Bu lacia-i hayatın
darbe-i elemi doğrudan doğruya kendi kalbini istihdaf etmesiydi . . . Hamid'in
deha-yı elemi, elem-i dehası dudaklarında inledikçe Hamid yetişilmez bir şair,
bir dahiye-i şiir olmuştur. Onun dehasını terbiye eden bu ebedi matemidir. Bu
ebedi matem ki hayat ve maneviyet aleminde muta' ve mukteda namına ne
varsa hepsine, hepsine karşı isyan, hepsini hepsini inkara kadar vardırıyor!

"Bu sıfr nedir hisab içinde?..


Erkam ona inkılab içinde.
Bir hiçi-i zi-vücud, yahut,
Bir kabrdir ıztırab içinde."
diye meşum, feci bir hayrete düşüyor.

"Makber, sonudur dakayıkın bu,


Bir sırr-ı garibi Halık'ın bu.
Bir nur ki meyledince haha,
İnmekte şu bir yığın türaba.
En yükseğidir şevahikın bu,
En müdhişidir hakayıkın bu.
Bedbaht, o hakikat anlaşılmaz,
Şanın bu, cihanda layıkın bu."
diye tevekküle yaklaşırken birden isyan ile:

"Yok ben bu tahavvüle dayanmam,


Kanmam meleğim, bu derde kanmam.
[s. 469] Haşre kadar ağlasam yetişmez,
Haşre kadar ağlasam usanmam.

Lahut nedir, nedir ya nasfıt,


Feryadıma karşı emr-i meskfıt
Bir sırr oluyor bütün bu esrar,
Mana bitiyor kılınca tekrar."
diye feryada başlıyor. Bu enin i ıztırab ve nevmidi içinde inlerken lisanından
-

sadır olan hatıralan bile bile ve seve seve muhafaza ediyor. Mesela "emr-i
meskut"u yanlışlığına ehemmiyet vermeden ihtiyar ettiğini, kullandığını itiraf
ediyor, bununla da kalbinin heyecanını, lisanını ifadeden aciz kaldığını
gösteriyor. İşte şiir. Hem de hakiki ve tabii şiir! Tıpkı zaptedilemeyerek gözden
dökülen bir damla yaş gibi . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 385

Hamid her zaman böyle perişan mıdır? Hayır, muhakemesinin hakim,


fikrinin mütehakkim olduğu zamanlarda Hamid mükemmel bir klasik kadar
sanatkar ve kanun- şiardır, şu lisandaki azamet ve kudrete bakınız. Fatih'te
gördüğü ulviyet ve kudreti ne ahenkdar , ne mutantan, ne muşa'şa bir gulgule ile
anlatıyor:

"Her gılşesinde dehrin nam-ı beka-medarın,


Şayestedir, denilse, filem senin mezarın.
Kaldın cihanda bir an, her anın oldu bir devr,
Mülk-i ezeldi guya tahtında hem-civarın.
Sensin ki ol şehinşeh, ki bu ümmet-i nedbe,
Emsar bahşişindir, ebhar yadigarın.
Meydan-ı harbi kıldın sen tahtgah-ı şevket,
Leşkerdi hep müsellah etba-ı bi-şümarın.
Sen cism idin fena-yab, ol ruh-ı cavidani,
Düştün cüda sen amma, bakidir iştiharın.
Ettin muvahhidine mülk-i cihadı meftuh,
Sulh oldu, anda cari ferman-ı feyz-barın!
Mazi o perde-i gayb ükşade-i huzurun,
Ati, o rah-ı muzlim amade-i güzarın.
Tevhid idi meramın İslam ile enamı,
Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın.
Beyt-i Huda'ya konmuş cahın muta-ı İslam
Durmuş başında bekler bir kavın türbedarın.
[s. 470] Takında müncelidir hep beyyinat-ı mana
Esrar-ı lemyezelden masnu olan bu darın ss

Her dem sana açıktır ebvab-ı arş-ı rahmet,


Türbendir en azimi fethettiğin diyarın.

Gösterdiğin ma'ali ehramdır müselsel,


Kuhsarlar umumen bfilin-i ihtizann.
Perverdigara nazır bünyad-ı ser-bülendi,
Safıllerin elinde tabı1t-ı pür vakarın.
İster idin ki olsun düşmenle yar yek-dil,
Devran idi rakibin, Allah idi nigarın,
Tahtın getirdi bir dem umkiyyeti kıyama,
Eyler rükua da'vet ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl,
Bihuş-ı hfiletindi erkan-ı huşyann!

85 Bundan sonraki 24 nusra atlanmıştır. (Haz. notu)


386 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hala dahi ukulün serhaddidir geçilmez,


Seyl-i dümu' birle mahsur olan cidann.
Agtış-ı madenden hak-i vatan eazzdır,
Andan daha muazzez bir nurdur gubann!
Ser-pençe-i kazadan bi-fark idi deminde,
Zeyl-i nzayı sarmış bazu-yı zi-medann.
Titrerdi secdegahın oldukça sen cebin-say,
Hala gelir zeminden tekbir-i zar zann.
Her azmin eylemişti tefsir-i ayet-i Hak,
Zahirdi nasiyende asan Çar-yann,
Seyyare-i vatandır ardınca peyk-i harın,
Eyler tavaf her su ruh-ı fütuhkann.
Sen yattığın döşekte bisterdi gülle-i tuh,
Tuffin-ı hun u ateş gülzar-ı nevbaharın.
Eyler bu dem başında leyi ü nehar manend,
Teşkil-i nur u zulmet sayen ile çenann.
Kılmış tulu yerden gözler bu inkılabı,
Bir devrdir mücessem destar-ı hun-disann.
Kahhar-ı muntakimden hiç kalmadı mahafet,
Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sarın!
Açtı sana cenahın canan-ı sermediyyet,
Etti anı deraglış can-ı cihan-sipann.
Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hamid ey şah,
Kıl bu sevabını sen afv ol günahkarın.
Medhinde şairane ilhamlar gerektir,
Ta'rifi yerde bitmez arşa çıkan kibarın."
Hamid burada bir sanatkardır. Hem de Şark ve Garp'ı mezcetmiş bir
sanatkardır. Şarkın malzemesiyle Garp'ın sanatını birleştirmiş bir abide-i şi'rin
vücuda getirmiştir. Şeklen de, ma'nen de, ahenk itibanyla bir mersiyeden ziyade
bir [s. 4 7 i l kaside çeşnisini veren şu manzumede (eligi,que) resai bir ruh buluruz.
Ağlamıyor, çarpınıp çırpınmıyor, matem ile ihtiram ediyor. Merasim ile
hicranlarını döküyor. Vezni, kafiyesi, tavn, şekli ifade etmek istediği ma'na-yı
ulviyetle o kadar iyi tevafuk ediyor, o kadar iyi uzlaşıyor ki birinden biri bırakılsa
bütün manası sarsılacak, belki dökülecek gibi geliyor. İşte sanat, işte san'at-ı
tasnifiye classique!.. İçinde Şark'ın bütün bedi' ve beyanı, Garp'ın hayal ve
heyecanı, hepsi, hepsi mevcut. . .
Fakat biz Hamid'i daha ziyade lirik ve romantik olarak görmeye alışığız.
Hakiki Hamid, şair Hamid, dahi Hamid, Ölü'lerin, Malcber'lerin ihyakarı olan o
icazkar Hamid'dir!

"Bin hayret ile olurdu zahir


Halinde garib yüzlü bir sır
Azherdir o şimdi makberinde
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 387

Sübhanallah Hayy ü Kadir


Ben anlar idim o ruy-ı zerdi
Kim şi'rime reng-i şi'r verdi
Billah düşündüğüm yazılmaz
Elbette kalemle dağ kazılmaz"
dedikten sonra derin bir feveranla:

"Bir tane idi o malı gitti


Aylarca olup tebah gitti . . .
Görsem yeridir seni karanlık
Nurum benim ey İlah gitti!"
diye siyah bir hakikati siyah bir kudrete karşı haykırır . . .

"Allah dedim işittim Allah


Feryadıma hayret oldu hem-rah
[s. 4 72] Herkes nazarımda gitti bir gün
Ben fevtine sonra oldum agah
Yarab! Bileyim nedir hakikat?
Hicran mı demek bu sırr-ı hilkat
Yok farkı ne yolda inlesem ben
Bir meşcerenin iniltisinden
Her şey verir oldu cana firkat
Her şey gelir oldu kalbe rikkat
Eyvah ne zehr imiş hayatım
Bunca acıya gelir mi takat
Yok şüphe ki zehrdir hayatım
İçtikçe gelir dem-i mematım
Teşrih-i vücud kıl ademdir
Ta'mik-ı neşat kıl sitemdir
Ölmekte midir aceb necatım
Kalmakta n'ola muhassenatım
Sun'un başıma yıkıldı Yarab
Zirinde nedir benim sebatını
Dursun yetişir sümum-ı kahnn
Tuğyanı yeter bu nehr-i zehrin
Dursuri bu süylıl-i bi-tebahi
Bir cür'aya kailim İlahi!
Aldı beni mevcesi o nehrin
Çöktü bana toprağı bu şehrin
Hala yaşanın nedir lüzumum!
Bir uzvu muyum vücud-ı dehrin
Mir'atı mıyım celalinin ben
388 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ya aksi miyim cemalinin ben


[s. 473] Benden bu cihan ne anlar eyvah
Me'ylıs ederim ukulü billah!
Bir lafzı isem mealinin ben
En çirkiniyim zılalinin ben
Cilven olamaz mı tam bensiz
Noksanı mıyım kemalinin ben"
diye istiknah-ı hakikat ediyor ve:

"Hiç bitmez iken bela-yı hilkat


Alem kılıyor sena-yı hilkat
Etmez misin ey Cenab-ı Halık?
Mahlukunu cişna-yı hilkat?
Sen Halık'ımızsın ettik iman
Bir sende bulur bu ye's payan
Sen varken olur mu ahiret yok
Yok şüphe ki sende mağfiret çok
Duydum seni istiyor bu vicdan
Bildim sana vasıl oldu canan
Tekrar buyur fakat hayatın
Can ver ona vermedinse derman!
Bi-laide gördü çok cefalar
Bigane bulundu aşnalar
Ben neyleyeyim büyükse devran
Taksiri nedir küçükse insan
Kar etmedi verdiğim devalar
Geçti yere ettiğim dualar
Gördük seni ey Hakim-i Mutlak
Ey hastalara veren şifalar!
[s. 474] Ben kendimi zannederdim insan
Ettin bana sen kusurum ilan
Hayvan imişim diriğ ben hem
Teşhire beni sebeb ne bilmem!
H{mum haşerata zib-i dendan,
Bir fosfor imiş bu nur-ı irfan;
Beynimse çıyanlann gıdası,
Makberde olur bu sır nümayan!
Efkar yerinde mar u gejdüm,
Adem mi kalır gözümde mürdüm!
Bu seng, bu mevc-i ye's ü matem
Bu hak, bu zulmet-i mücessem,
Ettikçe uyun ile tesadüm
Mümkün mü ki fikr ede takaddüm
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 389

Ölmekse garaz maraz ne lazım?


Ölsün fakat etmesin teverrüm . . . "

diye takdir-i ezeliyi tahtie ve tehzil ediyor. . .


İşte Hamid bütün gayr-ı tabiilikleri ile tabii ve hakiki bir şairdir. Daimi bir
infial içinde çırpınan kalbi ona büyük bir coşkunluk, derin bir taşkınlık
vermektedir.
Hamid'in en büyük kusuru ilhamının kuvvetine, hayal ve hüsnünün
kudretine hiç de sığmayacak, yakışmayacak bir çocukluk olan cinaslar, lafzi
süsler, mukayyet kafiyeler, müfrit tezatlar iptilasıdır. Şüphe yok ki Hamid'in
şiirine en büyük kuvveti veren kuvvetli ve mu'ciz tezatlandır. Fakat Hamid'in
şiirini birçok yerlerde kuvvetten düşüren de çok zaman ifrata varan o
tezatlandır.
Hamid'in bütün dehası elemler yaratan, facialar doğuran bedbin bir
garibe-i san' at sayılmasın! Onun bütün İnceliklerden daha ince şiirleri, birer tabii
çiçek sadeliği ve güzelliğiyle parlayan nefis parçalan da vardır. Eski Yunan'ın [s.
4 7 5] çobani (pastorale) şiirlerini hatırlatacak tabii ve zarif manzumeleri de vardır.
Hamid her safhada tecrübe-i kalem etmiş, her noktada ihraz-ı zafer etmiş bir
şairdir. Bu noktadan da Hugo'ya pek benzer. Sahra unvanıyla yazdığı manzum
eserinden aldığımız şu parçalar da sade fakat yıldız kadar parlak, çiçek kadar
zarif, tabiat kadar güzel parçalara bakınız:

"Bir zamanlar karar-gahım idi,


Bedeviler gibi beyabanlar,
Buna mfıcib de iştibahım idi:
Nasıl imrar-ı vakt eder anlar
Belde halkında görmedim, hayla
Gördüğüm ünsü, ehl-i vahşette!
Bedeviler sükun u rahatte
Sürdüğü daima ganemle sala.
Beledi muttasıl esir-i cela,
İntiaş aleminde zulmette!
Biri endişeden aman bulmaz;
Biri endişeye zaman bulmaz."
Bu kadar safiyane terennüm ettiği bu hissiyat gozumuzun önünde ne
kuvvetli bir füsun ile canlanıyor. O tabii vahşet alemiyle şu suni, riyakar
medeniyet filemi arasındaki tezat ne kuvvetli bir çehre ile önümüze çıkıveriyor.
Burada Hamid bir ressam, bir pittoresque şiirler yazan sanatkardır. Bir iki fırça
darbesiyle gözümüzün önünde birçok canlı tabiat levhaları çizen kuvvetli bir
sanatkardır.
390 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Dağda şahin bakışlı bir duhter


Gezer ahu gibi tevahhuş ile
O cibfilin perisine benzer,
Zihni işgfil eder tahaddüş ile.
[s. 476] Aşka vakıf değilse de layık,
Hüsnü mevki gibi tabiidir,
Şevk-i sevda dilinde mer'idir,
Fıkra-i aşk u şöhret-i aşık
Yad olunsa fakat değil fank.
Sanki bir gülbün-i rebi'idir,
Zemherir öyle berg Ü ber vermiş,
Kış gününde kemale erdirmiş."
Tasvirindeki hayal kudretini, mana genişliğini kendisini bu vadide taklit ve
tanzir eden Recı\izade Ekrem'de bulamayız. O daha muhakemeli, daha
tekellüflü, daha urı\şide yazmış, kelimelerinin intihabına, vezninin ahengine,
kafiyelerinin süsüne daha fazla itina etmiştir. Fakat bundaki evocatif hatıra-hiz
edayı verememiştir.

"Ne hoş eyler muhabbeti tarif


Şu garip bülbül ı\şiyanında.
Ben de güya idim zamanında.
Aşiyanımdı bir nihfil-i zarif,
Esti bir zemherir-i zehr-efşan,
Ne çemen kaldı akıbet ne fidan!
Beni gezdikçe gülistanlarda,
Yine asar-ı bad eder meşgill.
Duyanın nağmesin usul usUI
Ruzgar estiği zamanlarda
Yad-ı vechiyle döktüğüm yaşlar
Hep çiçek suyu kokmaya başlar!
Berf-puşide gül nihfil üzre
Aksedip afitab-ı subh-ı besim,
Zülf-i zer-tarını eder tersim
Zib-i duş ettiği misal üzre.
[s. 477] o beyaz camesiyle dense yeri:
Yere inmiş sehab içinde peri!"
tarzında yazdığı manzumeler, yeni şekilleri edebiyatımıza Hamid sokmuş hatta
Kemal'ler, Ekrem'ler tarafından nazirelerle karşılanmıştı.
Hamid bu küçük küçük şiirleri ile Garp'ın hem lafzi, hem manevi, hem
bedii ve şekli güzelliklerini Şark'a taşımış, hem de yalnız taşımakla kalmamış
sevdirmiş, alıştırmış, millileştirmiştir. Tabiattan pek uzakta yaşayan eski şairlere,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 39 1

hakiki ve müessir şiirin tabiatın sinesinde olduğunu bil-fiil ve bil-misal ispat


etmiştir.
Diyebilirim ki Cenab'a o güzel, şakrak, nazenin şiirlerinin mevzuunu, az

çok şekli ve ahengini de ilham eden bile Hamid olmuştur:

"Lazım mı sana kisve-i ziba?


Ayineler endamına hayran!
Serpuşun olan kakül-i zerrin,
Döksen kılar endarmnı tezyin.
Camen var iken böyle serapa,
Sanmam ki vücudun kala uryan.
Ol ukde-i gisu ne beladır?
Her bendi için bin gönül üzgün.
Saç kakülünü gel güzelim gel,
Gülşende beraber gezelim gel.

Ey gülşen-i canımda açan gül,


Bir handene bin gonca fedadır.
Gül kim yüzünün nuru saçılsın,
Gönlümde biraz güller açılsın.
Sevdim seni ey saçları sünbül,
Aklımda esen hep bu hevadır,
[s. 478) Gel ey gül-i bağ-ı emelim gel,
Vuslat günü olsun gülelim gel."
Hamid'in Bombay'da, o Hindistan bağlarında topladığı nadide sanat
çiçeklerinden bir ikisinin güzelliklerini, inceliklerini göstermeden geçmek bilmem
nasıl kabil olurl.. Hamid o deha-yı ilham-sazıyla gezdiği, gördüğü ülkelerin
hüsünlerini o kadar derinden emmiş, o kadar yakından sıkmış, benimsemiş ki
bize anlatırken söylerken de o yakınlığı, o benimseyişi açıktan açığa görüyoruz.
Deruni bir haz, hissi bir incizab ile onlara bağlanıyoruz, işte:

"Hacer-i Müteharrik"i:
"Ne hoş bir köylü kız gördüm geçende
Tek ü tenha oturmuş bir çemende
Ki baksan korkulurdu uzletinden
Meali kılmış etrafa sirayet
Verirdi mevki'e hüsn ü letafet
Periler şad olurdu vahşetinden
Kenar-ı ab idi zıll-ı sanavber
Öperdi payını hurşid-i enver
Anı mutlak görürlerdi semadan
Uyurdu tıfl-ı sevda makdeminde
392 İSMAİL HİKMET ERTAYI.AN

Dil-i masumu titrerdi feminde


Ki akdesdir bu hfilet bir duadan
Saffi-yı hüsn ile yek-ser meserret
Denirdi dense bir dilber meserret
Seririnden yana oldum revane
Gidilmez nezdine koymaz çiçekler
Sanırdım bekliyor birçok melekler
Bakardım gah ona gah asmana
[s. 479] Açık mai gibi çeşmanı bi-reng
Nigahı ca-yı şübhe ayn-ı nireng
Bakılmazdı fakat bakmak zaruri
Görür müydü o gözler bilmem amma
Bakardı reh-güzara merdüm-asa
Denirdi cennete müştak huri
Evet bir mai gözlü hem de esmer
Değildi öyle ben dersem de esmer
Olur mu öyle esmerlik ne mümkün
Fakat mer'ada vermiş de ma'işet
Biraz gendüm-nüma kılmış tabiat
İki hatve daha oldum mukarin
Beni hiç bakmadan gördü eminim
Kanştı şevkine hfil-i hazinim
Değildi gerçi maksudum rekabet
Siyehti saçlan yadımda kalmış
Bu pek belliydi bir sevdaya dalmış
Muhabbet doğrusu kılmış isabet
Görürdüm hüsn Ü aşkı yek-nişimen
Ki layıktır desem bir aşk-ı ahsen
Ki elyaktır desem bir hüsn-i aşık
Henüz akşam değil gün gaib oldu
Sehab-ı subh glıya mağrib oldu
O meh bekler fakat bir başka maşnk
Ederdi kendini gerçi idare
Yine bakmaz değildi reh-güzare
Nüfüzuyla dil-i nev ihtizazın
Görürdüm bunda bir sır var nümayan
[s. 480] Sanırdım bekliyor cananı canan
Veyahut ruhudur bir cism-i nazın
Merakımdan mı bilmem her nedense
Sezadır iştiyak.ımdan da dense
Tabiidir bu halata tahassür
Kızı görmek için yanyla mahzuz
Edindim kendime bir ca-yı mahfüz
Kılardım geh temaşa geh tefekkür
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 393

Bu hfil üzre takarrüb-saz iken ben


Kıyam etti teheyyücle yerinden
Nasıl kim ruze-i mahşerde mevti
Yakın gelmişti bir tfili'li mahluk
Güzel miydi bu aşıktan o ma'şuk
Tereddüt kılsa şayesteydi sevda
Olurdu görmeğe hail dırahtan
Mülaki oldular hizan u üfran
Gelirdi nfilc-i can-sıiz-ı buse
Dedim kimdir aceb olmaz mı ma'lum
Çıkıp baktım ki bir buzgal-i ma'sum
Ne muhiş namzed ol nev-arlısa
Beraber koştular haber birader
Benim de akl Ü temkinim beraber
Tehevvürler tahayyürlerle kaldım
Ne oldum sanki ben oldumsa insan
Daha munis peri-veşlerce hayvan
Tefekkürler tahassürlerle kaldım
Şitaban oldular meydana doğru
[s. 48 1] Giderdim bense kabristana doğru
Ne suretle giderse bir cenaze:
Muhabbetmiş bu sahra fileminde
Benim yok muydu mahbubem deminde
O hüsn-i tazeden bin kerre taze!
Devam ettim yolumda bi-tesadüf
O yolda kimseler kılmaz tehfilüf
Vanp bir semte sordum nerde dilber
Elimle kendime ettim işaret
Dedim işte! Aman Yarab cesaret
Yürürdü üstüme bir seng-i muğber"
Bu eda ve bu müeddada, bir bedia-i şi'r ve sanat görmeyen biçareler
bunların karşısında hissiz ve dilsiz kalmışlardı. Anlayamıyorlardı. Tabii
anlamazlardı. Eski yazılann çok söyleyip hiçbir mana ifade etmeyen
numunelerine alışanlann böyle sükutu bile bin bir ma'na-yı hüsn, bin bir ma'na­
yı şi'r okuyan bu bedifilar karşısında dilleri tutulacağı şüphesizdir. Tabiatın
karşısında müzmin bir hissizlikle taş kesilen o ruhlann bu tasvir-i tabiattan hiç,
hiçbir şey duyamayacaklan pek tabiidir.
Hamid burada da bir impressionniste ressam oluyor. Hurdegir bir nazar-ı
san'atla kainatı seyrediyor ve ruhunun mütehassis, rakik intibalannı gözlerimizin
önüne seriyor. İşte o renk ve ziyadan terekküb eden bu levha bir şiirdir. Yepyeni,
394 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ter Ü taze bir şiirdir. Şu küçücük şiirine, hem de serapa hüsn, serapa resim olan
şiirine bakınız:
Kanıbala HiIB6
Eyliyordum geçende geşt ü güzar
Bir güzel yerde mecma'-ı eşcar
Olduğum mesken-i hazine karib
Gezinir gördüm anda ben tenha
[s. 482] Hem-ser olmak için gibi hem-pa
Taze bir kızla bir civan-ı garib
Ağlamışlar bakılsa gözlerine
Gülüyorlar bakılsa yüzlerine
Ne ararlardı bilmem erkence
Kimseler yoktu her taraf sakit
Oluyordu şu hal ile sabit
Bunlann kimsesizliği bence
Mütefekkir bürehne-pa idiler
Yek-diğerden biraz cüda idiler
Hüsn ile aşk yek-vücud olmuş
Yakalar çak çak ve saç dağınık
Galebeyle hicab idi karışık
Bir nedametle çehreler solmuş
İşitilmezdi sözleri lakin
Anlaşılmak değildi na-mümkün
Leb-i pür-tebde gizlenen mefhum
Olarak bi-irade bi-aram
Kuwe-i galib-i tabiata ram
Suçlu düşmüşseler de pek masum
Hasret ey hande-i şebab sana
Zulmetim olmasın nikah sana
Bize yoktur bu yolda gayn nasib
Bunda ben zaidim kem olmalıyım
Dilde suziş cehennem olmalıyım
Bu iki yare olmadansa rakib
Diyerek böyle ye's ile birden
Eyledim arz-ı canib-i mesken
[s. 483] Külbesi hem-civar idi birinin
O taraflarda hayli gezdimdi
Görmez oldum ben anlan şimdi
Saçlan tar ü mar idi birinin"

86 Bombay'da bir dağ. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 395

En canlı bir realisme'i kendine mahsus şuh ve mütehassir bir eda ile
mezceden şair gözümüzün önünde bin bir hayal ve haöra yaşatan gençlik,
çılgınlık, aşk ve nedamet levhaları çiziyor.
Emile Zola: "Sanat bir mizac-ı insaniden görülen hakikattir." demiştir.
Burada da biz hakikati Abdülhak Hamid'in mizacından seyrediyoruz. Bu da bir
nevi natüralizm daha doğrusu realizmdir. Fakat kuru, cansız bir tablo halinde
değil, his, heyecan, tahassürle dolu bir şiir halinde . . .
Hele şu "Mahim"87 unvanlı manzumeciği Hamid'in fantazya içinde nasıl
derin bir hakikat yaşattığını, mizahı, hicvi andırır bir şakraklıkla en felsefi bir
kanaati ortaya attığını gösterir:
"Gözledim saklanıp bir ormanda
Su kenarında bir sürü manda
Bir siyeh-reng seng-zara şebih
Yıkanırlardı gah gah anda
Kiminin bar-ı duşu bir rubah
Kiminin şahı üzre zag-ı siyah
Kiminin dünbesinde mar-ı kerih
Bundan olmazdı hiç biri agah
Gezinir ca-be-ca şebek maymun
Fareler muttasıl kılar şeb-hun
[s. 484] Konuşur filler cibal-asa
Haşerat u siba'-ı glın-a-glın
Mandalar farig in ile andan
Fark olunmazdı cism-i bi-candan
Hepsi dehşetle kaçölar amma
Ben zuhur eyleyince ormandan"88 .

sıMahim: Bombay'da bir yer. (Haz. notu)


88Abdülhak Hamid Tarhan, 1 3 Nisan 1 937'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1 935'te Hakan adlı
oyunu Akşam Matbaası'nda yayımlanmıştır. Mektuplan ve hatıraları İnci Enginün tarafından
hazırlanmıştır: Abdülhak Hdmid'in Mektuplan-], İstanbul 1 995, 464 s.; Abdülhak Hdmid'in Mektuplan-2,
İstanbul 1 995, 381 s.; Abdülhak Hdmid'in Hdtıralan, İstanbul 1 994, 464 s.
' ':.•

Sami Paşazdde Sezai


SAMİ PAŞAZADE SEZÜ

Hayat-ı Edebiye ve Resmiyesi


Sami Paşa'nın bu tab'an şair ve romantik (romantique) yaratılmış oğlu, iyi ve
şuurlu bir terbiye ve takayyüt altında geçirdiği çocukluğunda çok derin intibalar
almıştı. Tahsilinin bir mühim kısmı hususi olmuş, evde tahsil etmiştir. Bunu
kendi de anlatırken:
"Pederimin yüz kişiye ikametgfilı olan konağında tertip edilmiş derslerimizi
bitirdikten sonra akşam üzeri ekseri Taş Kasap'tan Bayazid'e kadar yayan gidip
gelirdim."
diyor.
Ecnebi lisanlan tahsili de zekasını aynca tenmiye etmiş, muhakemesindeki
kuvveti, müşahadesindeki sıhhati, ifadesindeki rikkat ve hassasiyeti artırmıştır.
Gençliği, zamanının en ileri gelen eazımı ile en kıymettar gençleri arasında
geçmiştir. O devrin Ziya Paşa'lar gibi büyük adamları, Abdülhak Hamid gibi
büyük çocukları Sami Paşa'nın konağında birleşirlerdi.
Abdülhak Hamid: "Ben Ziya Paşa'yı bizim Sezai'nin babası Sami Paşa'nın bir
ziyafetinde tanıdım." diyor.
Sezai'nin gençliği, Abdülhak Hamid, Recaizade Ekrem, Suphi Paşazade
Ayetullah gibi fıtraten mümtaz yaratılmış gençler arasında geçmişti.
Sezai, Küçük Çamlıca Tepesi'ni çok severdi. Hatta "Çamlıca Tavsifi" de
yazmıştı. Alelekser bu mütefekkir gençler sakin akşamlarını, mehtaplı gecelerini
orada, Çamlıca'da vecd ve istigrak içinde geçirirler, saatlerce düşünürlermiş.
Bazen kendilerine Kemal de iltihak edermiş. Çamlıca'nın en yüksek bir
noktasında iki geniş kayadan tabiatın vücuda getirdiği büyük bir kürsü üzerinde
kurulan bu şiir ve hülya meclisi bütün bu gençlerin en canlı hatıralarını, en
saadetli günlerini teşkil eden meclislerdendir. O kayaya "Kürsi-i İstiğrak"
namını vermişlerdi. Abdülhak Hamid'in bir "Kürsi-i İstiğrak" manzumesi de
vardır.
Bilfilıare siyasiyat aleminde aynı mesleğe süluk eden Hamid'le Sezai [s.
486) mektuplaştıkları zamanlar hep bu Çamlıca hatıralarından tahassürlerle,
iştiyaklarla bahsederler.
30 Nisan 1 297 [ 1 2 Mayıs 1881] tarihinde Londra'dan, Paris'te bulunan
Abdülhak Hamid'e yazdığı cevapnamede:
400 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Bir ruhun bir ruhu okşayışı, bir vicdanın bir vicdana teselli verişi meğer ne
kadar ilahi imiş! Mektubun hissiyat-ı aliyeyi uyandırmakta kainat-ı hüsnün
sabah-ı rfız-ı ebedisi olmak için yaratılmış iki güzel mai göze benziyordu.

Çamlıca'da bülbül yavrusu dinlediğimizi unutmamışsın: Ben de unutmadım


ki; şimdi dinleyecek olsam kalbimde belki aks-ı sadasını işitirim. Paris'in,
Londra'nın operalarındaki musikiler o kuşçağızı bize unutturamayacağında şüphe
yok! o bülbül yavrusu dediğimiz mahlı1k-ı semavi kim bilir kimin uluhiyete karşı
müştillne feryat eder ruhu idi. Kim bilir o mehtaplı gecede bir kalp içinde
muhabbet gibi gizlendiği çalının içinde bizimle hasbihfil ediyor ve bize birçok
şeyler anlatmak istiyordu. Galiba nagamatı semaviyesinin notası yıldızlar idi ki; o
küçük gözlerini semaya dikmişti. O cihan-ı letafet ve sükunet niçin bir zerre kadar
olan o mahluku o derecelerde mi sabr ü aram etmiş idi? Acaba o kuş geçen
asırların birinde birbirine mütehassir iki gencin o mevki'-i clşıkaneye aks etmiş yad­
ı hazin-i muhabbetleri miydi? Mektubunda tasvir ettiğin veya lisan verdiğin o
temaşi-yı ruh-efza-yı ilahi kaç günler fikrimin meşguliyet-i meftunane ve kalbimin
heyecan-ı ibadetkaranesine sebep oldu. Ah ben Hamid'i, yıldızlı geceyi, na­
mütenahiliği pek severim! Bilirsin ya, bazı geceler yıldızların kesretinde reng-i
sema görünmezdi. Marmara in'ikas-ı ziya-yı ahteran ile papatyalar açmış koyu bir
çemen-zara benzerdi. Şurada bir ishakın samiaya aks eden sadası bitiyor. Ötede
bir bülbülün feryadı kesiliyor. Uzaktan uzağa gelen bağ bekçilerinin ıslıklan
gecenin sükuneti içinde mahvoluyorken; birçok yıldızlar bir ufkun üzerine toplanır,
her sönüp parlayışlarında clide-i vicdana ebediyet için birer nurani reh-güzar
açarlar. Öbür tarafta iki tev'em yıldız sakin sakin ağlayan [s. 487] bir kalbin içine
teselli için ziyalarını döker.

O yıldızlar ki; istikbal ile aramızdaki zalam-ı amik-i nisyan içinde bizlere
görünür zerrat-ı hakayıkur! Ah ben o temaşanın gönlüme verdiği hissiyatı,
vicdanımın karşısında o hissiyatın lisanı olan Hamid'i yanımda görmek isterim!
Her cuybar, fikri dışa getirdiği her ağaç, kudret-i ilahiyeye secde-ber-i şükran
olduğu, her sehab bir başka şevk ile semaya uçup gittiği zaman ben Hamid'i
isterim. Bir tarafta yüz binlerce güneşler gurfıb, diğer tarafta yüz binlerce aylar
tulu' eden ufuklara o tulfı' ve gurubun envan içinde kalmış bir sema, o semada
da Hamid'i isterim!

Benim öyle senin gibi sabahlan beni uyandıracak bülbüllerim, geceleri


uyutacak ishaklanm yok."

tarzında hem Çamlıca'ya tahassür ediyor, hem de Hamid'e . . .

Sezai, Hamid'den yaş itibarıyla daha küçüktür. B u hususta, Tanzimat


hareket-i edebiyesinden bahsederken Sezai:

"Avrupa'da o zaman romantikler fevkalade rağbette, Hugo'lar, Lamar­


tine'ler, Vigny'ler aşkı terennüm ediyor, ihtirasatı terennüm ediyor, vatanı teren­
nüm ediyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 401

Bizde ise hfila bir şeyler yok. Kemal Bey gibi cewal bir adam tabii bu
mahrumiyete katlanamazdı. Onun için var kuwetiyle çalıştı ve tabii böyle
müthiş eksiklikleri imlaya uğraşan bir müceddid-i saf, bir lirik (fyrique) olamazdı.
Onun yetiştiği zaman, onu böyle cewal, ateşin her meseleyi kurcalar bir adam
haline koymuştu. Ben Kemal kadar da bizim Hamid kadar da yaşlı değilim. Bu
anlattığım teceddüd hareketi vuku bulmakta iken ben on yedi on sekiz
yaşındaydım. Ve Kemal Bey'i o sıralarda tanıdım. Kendisini ziyarete gittim.
Hani kitaplarda falan yazarlar ya, büyük adamın huzuruna gidince yüreği
çarpmış diye, işte ben Kemal'i gördüğüm zaman kendimde hiç mübalağasız
söylüyorum, öyle bir heyecan duydum ve elini öptüm. Bence Kemal'in dehası da
Türk'tür, nakiseleri de Türk'tür. Onda bir cihangirlik vardı, kendisine
ecdadından intikal eden bir cihangirlik vardı. İşte onun filem-i edebiyatta
kopardığı fevkalade fırtına esnasında idi ki; ben de edebiyata girdim.
[s. 488] Benim muhakemanm falan o vakitler tekmil Kemal Bey'di.
Fransa'da hani bir "Hugolatre"lar vardı ya, ben de Kemal'e karşı öyle bir
haldeydim. O iyi derse iyi, o fena derse fena idi, bilmem benim için böyleydi.
Hem o vakitler öyle birbirimize karşı garaz falan ne gezer, bilakis aramızda
birbirimize karşı büyük bir "enthousiasme" vardı. Sonralan Kemal'in tesirinden
kurtulduğum zaman eskileri de okudum ve gördüm ki; onlarda da nefis şeyler
var."
Sami Paşazade Sezai, kendi itirafından da anlaşıldığı üzere, bilhassa
Kemal'den müteessir olmuş, Kemal'in irşadı ile yürümüş, edebiyat vadisinde
eserler vücuda getirmeye çalışmıştır.
Gençliğinde Hazfne-i Evrtik'ta intişar eden ilk yazılan "Çamlıca Tavsifi"
nesirde sessiz bir inkılap hazırlıyordu. Kemal'in çok tantanalı, çok mübalağalı,
çok ateşli yazılan dimağı yoruyordu. Hakiki bir nesr-i edebi vücuda getirmiş olan
Kema, onun bütün inceliklerini bulup verebilecek kadar sükunet-i kalbe mazhar
değildi. Zamanı da bu işe müsaade etmiyordu.
Bu nesri veren Sezai idi. Bilhassa Londra'ya memuriyetle gittikten sonra
oradan aldığı intibaları Londra Mektuplan unvanıyla Gayret mecmuasına yazmaya
başladığı zaman bütün bir gençlik kalben kendisine bağlanmıştı.
Abdülhamid'in zalim siyasetinden, kanlı ve keyfi idaresinden istikrah ederek
milletin azat bir insan kitlesi olarak yaşamasını arzu eden ve bu hususta
ellerinden geldiği kadar çalışmaya karar veren Ahmed Rıza, Murad, Ali Saib
gibi birçok hamiyetli ve heyecanlı gençler Avrupa'ya firar etmişlerdi. Orada
gazeteler çıkararak İstanbul Hükümeti'nin cinnetlerini, cinayetlerini bütün
medeni cihana ifşa ediyor, memleketi ve milleti esaretin boğucu havasından
kurtarmak için uğraşıyordu. Sami Paşazade Sezai de bu gençlerin arasında idi.
O da onlarla beraber çalıştı, didişti. Ahmed Rıza'ya yardım etti. Bir zamanlar
da Şı1rıi-yı Ümmet gazetesinin başmuharrirliğinde bulundu.
402 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sezai, Avrupa'da geçen hayat-ı siyasiyesi esnasında çok malumat kazanmış,


çok tecrübeler görmüştü. 1 297 [188 1 - 1 882] tarihlerinde Londra'da bulunan
Sezai, [s. 489] bir ara da Paris'e geçmiş, oraları da gezmiş, dolaşmıştı. Sezai de
müştak-ı hürriyet bir fıtrattı. Madrid Sefareti'ne kadar irtika' etmiştir. Hayat-ı
edebiyede bi-hakkın üstat namını kazanması iktidarını göstermeye delildir.
Rumı1;::,ü 'l-Edeb, Küçük ŞP;yler, Sergüzeşt unvanlı eserleriyle Şfr namında bir de
tiyatrosu tab' ve neşredilmiştir.

Sergü;::,eşt'i 1 306 [ 1 888] senesinde tab' edilmiştir.


Tevfik Fikret, Sezai'den bahsettiği sırada:

"Londra Mektuplan Gqyret sahayifinde intişar ettiği zaman Mek!Rp'te idim.


Hafta başlan teskini kabil olmayan bir dil-teşnelikle Babıali Caddesi'ne koşar,
edebiyata müteallik o günlerde ne kadar mecmua, risale, kitap çıkmışsa
yüklenirdim. Sezai Bey'i bir gün böyle bir hafta başı, o cadde üzerinde görüp
tanımakla müşerref oldum. Bu muvaffakiyeti, bu saadeti de mesleğime ait her
türlü muvaffakiyetlerimin, saadetlerimin masdar-ı y<"ganesi olan Üstad Ekrem
sayesinde istihsal etmiştim. Eserlerini lezzet ve istifade ile okuduğumuz üdeba ve
şuaranın şahıslarını görüp, tanımak bir ihtiyaç, bir iştiyaktır ki; huslılü pek
samimi bir saadet ve memnuniyet tazammun ediyor.

Sezai Bey, başında kırmızıca kalıpsız fesi, arkasında koyu renkli zarif
kostümüyle asabi parmaklar arasında daima sıkılmaktan ileriye doğru biraz
fırlamış gibi duran mütefekkir cephesiyle . . . Mütefekkir nazarlarıyla . . .
Mütefekkir ve mütehassis hal ve şanıyla, hal ve şan-ı asaletiyle o zamanki Sezai
Bey gözümün önüne geldi. Üstadını çalışkan bir mektepli sıfatıyla bu edibe:
Mahcubiyet ve memnuniyetimden karşısında ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi
bilemediğim bu edib-i haluka takdim ediyordu . . . Sergüzeşt müellifi için o gün
hissettiğim hürmeti her zaman hala hissederim."

diyordu.

[s. 490] Lisanı ve Sanatı


Teceddüd devrinin en bariz ve şayan-ı dikkat bir siması da Sezai'dir.
Sezai'nin nesirde yaptığı inkılap hakikaten pek esaslıdır. Sezai'nin üslubu ne
Kemal'in üslubu gibi tantanalı, şaşaalı, velvelelidir, ne de Hamid'in üslubu gibi
metin, beliğ ve ulvidir. Sezai bilhassa lisanının samimiyeti, rikkati, nezaheti ve
itidaliyle mümtazdır. Ne güzelliklerinde ifrata, iğraba varır, ne tahayyüllerinde
muhale kadar yükselir. Sakin, hassas, rakik bir romantique olarak yaşar.

Tevfik Fikret: Çamlıca Tavsi.fi ile Londra Mektuplan'ndan bahsettiği sırada:


"Mütehassis bir hayalin, rakik bir hissin, hassas bir kalemin mahsıil-i
müştereki olan bu eserler şimdi de sevilmeye, takli t edilmeye layıktır. Ve işte bu
haysiyetledir ki; Sezai Bey edebiyat-ı sahihamızın adedi üçü, dördü geçemeyen -
esatize-yi kemalinden ma'duddur."
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 403

Sergüzeşt'ten bahsederken de:


"Sergüzeşt. . . İşte bir eser ki bizde edebi hikaye-nüvisliğin ilk numunesidir.
Küçük Şf[Yler nuvellerimizin mebdei olduğu gibi Sergüzeşt'te öyle parçalar
vardır ki intişarından beri hele bir aralık küçük ediplerimizin hemen her
eserlerinde kerrat ile iktibası ve tekrar edile edile ezberleme cümleler sırasına
geçmiş, bir zamanın bütün yazılan muktebes ve muharref Sergüzeşt
kırıntılarından ibaret kalmıştır.
Küçük Şf[Yler'e gelince bunların şeffaf, hassas, bi-karar, hatta bazı cihetlerinde
nalan bir üslup ile yazılmış bu nefis "teşrih-i edebi" numunelerinin de kıymet ve
ehemmiyetinden bahsetmek burada fazla bir külfet olur. Sezai Bey bütün hilkat-i
necibe ve rakikasıyla gerek bu eserlerinde ve gerek daha evvel, daha sonra
yazdığı bütün asarında mevcuttur.
En küçük bir dikkat bu asarın beşeriyete ait ıstırabı ile müteessir ve
mustarip bir rı'.lh-ı asilden çıktığına hükınettirir. Hemen hepsinde hakikat-i
ictimaiyenin bir köşesi tekmil bedahet-i girye-fermasıyla manzurdur.
Sezai Beyefendi edebiyatta şahsiyet taraftarıdırlar. "Mesalik-i edebiye,
mekatib-i [s. 49 1) edebiye bu kadar olamaz" derler ve bu mütalaalarında şüphe
yok ki, haklıdırlar.
Mamafih kendileri kendilerine mahsus bir mekteb-i ali-i edebin muallim-i
yekta-yı belagati oldukları bizce şüphesizdir" diyordu.
Sezai Bey hakkında Le Temps gazetesi muharrir-i edebisi Gaston
Deschamps, "Bosphorus'un Maupassant'ıdır."
demiştir.
Sezai Bey, "Mesalik-i edebiye yoktur." demesine rağınen hayal ile hakikati
mezcederek bir meslek-i edebi tesis etmiştir. Cenab Şahabeddin, "Devr-i
Teceddüd" nesrinden bahsederken der ki:
"Mensur hikayeleri ya roman şeraitini cami' olmayan bir eser-i edebi idi
Cezmi gibi, yahut evsaf-ı edebiyeden mahrum romandı Hasan Mellah gibi."
İşte bu iki nev'-i nesir arasında Sezai ikisinin meziyetini tevhid ederek evsaf-ı
edebiyeyi haiz ilk romanı yazmış, Sergüzeşt'i neşretmişti. Evsaf-ı hakikiyeyi haiz ilk
roman Sergüzeşt'tir diyebiliriz. Sezai hemen bütün yazılarında romantizm ile
realizmi birleştirmiştir. Adeta Fransızların meşhur romancılarından olan Georges
Sand tarzında bir meslek tutmuştur.
Cenap:
"O devrin genç bir unsuru vardı. Sami Paşazade Sezai Bey ki; hizmeti pek
büyük olduğu halde bilmem niçin namına kafi derecede izhc1r-ı şükran
olunmuyor. Sezai Bey, "devr-i teceddüd"ün en güzel romanını, en edebi
404 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

makalaunı, en mutedil ve mergub nesrini vücuda getirdi . O itikattayım ki; 'devr-i


teceddüd'le bizim devrimiz arasında Sezai bir hatt-ı vasldır."
diyor.
Filhakika gerek neffiset gerek hassasiyet, gerek nezahet, gerek zevk itibarıyla
o zamanın mensur eserleri içinde Sezfil'nin eserleri ayarında edebi bir eser
mevcut değildi. Edebiyat-ı Cedide romancıları ve hikayecile ri hemen
umumiyetle Sezfil'ye medyundurlar.
Terkiplerinde bazen fazla tetabu'lar bazen de kaideye mugayeretler
bulunmakla beraber lisanı çok temiz ve çok incedir. Tasvirdeki kudreti ve
zevkindeki selametiyle bir müstesna mevki ihraz eder:

iki Yü� Elli Kuıuşa Bir Asır


"Ziynet-saz-ı cihan olan bahar-ı ruh-perver her yerden ziyade Çamlıca
Tepesi'nin [s. 492] eteklerini mfil-a-mal izhar eder. Çamlıca ise lakaydane ve
cişıkane surette bıraktığı uzun etekleriyle o mevsimde, her tarafa rayihalar,
çiçekler saçar. Bu etek dolusu çiçekler, Çamlıca' nın o mevki-i sema-karinin
zemine bir hediye-i baharisidir.
Evet! Dest-i san'atkan tabiatın güller, erguvanlar, laleler, yasemenlerle
nakşettiği bu yeşil damen-i letafeti şükr-güzarane ve bedayi'-perestane surette
takbil eden bir hıyaban taraveti, bir ormancığı tamyacağınızda şüphem var:
Şu hakikati itiraf etmeliyiz ki; bizler ekseriyet üzere en uzak bir yerde
bulunan bir ailenin mahremiyet-i ahvaline vakıf olduğumuz halde oturduğumuz
yerin bir saat ötesini bilmeyiz.
Gerçek! İnsan Çamlıca Tepesi'nin o eteklerinde etrafa ihale-i nazar ettiği
zaman Boğaziçi'nin iki tarafında yeşil sevahilini dolaşarak cereyan edip giden
sulan en sevdalı halecanlardan, en gizli telakilerden, en sakit rüzgarlardan en
rakik bulutlardan, en hafif renklerden, en büyük alemlere kadar semada bulunan
bil-cümle bedayi'-i kainatı irae eder.
Hafif bir mehtaplı gecede a.Iak-ı laciverdide yüzen şeffaf, beyaz bulutlar
gibi Büyükdere önlerinde görünerek birbirini takip ile suların mailiği içinde
sessiz sedasız takarrüb eden yelkenler, biraz yükseldikçe havaya kalbolan beyaz
islimleriyle yolcu vapurları Boğaz'ın ortasından aşağıya akar, arkalarında yine
beyaz izler bırakarak geçen Şirket vapurları iki taraf-ı sevahile yanaşıp, yine
ayrılır. Kayıklar mevzun endam-ı dil-rübalanyla aşıkane surette cereyan edip,
gider. Hep bu harekat bir sükun ve sükunet içinde vuku' bulur. Yalnız ara sıra
esen rüzgar bir kalb-i rakikten güzar eden bir hiss-i müessir gibi bütün bu
temcişaya bir ihtizaz ve heyecan verir. İşte bu Boğaziçi, Çamlıca'nın yılankavi
yapılmış bir nehridir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 405

Semadan dökülen şua ise karşı taraftaki Marmara'nın yansından büyük bir
kısmını ihata ederek nazar, ziyanın çuşişini, sath-ı deryada [s. 493]
dalgalanmasını temaşa eder. Vakitler güzar edip de güneş gurub etmeye
başlayınca Marmara'da ufuklardan sevahile kadar yine yollar hasıl olur. Ta karşı
taraflardaki ufuklarda gurub eden güneşin hizasına gelen gemiler al atlastan
yelkenler açmış gibi görülür.
İşte bu Marmara, Çamlıca'nın bir 'lac'ıdır. Bu pembeliği havi olan bulutlan
semaya doğru sevk eden hafif bir rüzgar, bahsettiğim ormancığa dahil olarak
bütün bir filem-i zi-bfil-i nağme-sazın bin heva ve vezindeki ahenklerini
bulunduğum yere semadan geliyor gibi döker.
Bu hıyaban-ı letafet, sema-yı zi-sala-yı şarkın zir-i nuranisinde, şedid olduğu
derecede medid bir aşk ve muhabbet saikasıyla altmış seneden beri na-kabil-i
iftirak bir surette birbirleriyle kucaklaşmış ağaçlardan vücuda gelmişti ki;
Çamlıca çayırlığının nihayetinden başlayarak Bektaşi Tekkesi'ne kadar imtidad
ederdi. Vakıa bu ağaçların cümlesi sema-paye denilecek kadar yüksek olmadığı
gibi bu ağaçlıkta nihayetsiz ormanlara mahsus vahşet-i ulviye ve birtakım serair-i
arnika içinde kaybolup gitmiş letaif-i hattiye mevcut değildi. Hatta bazı nispetsiz
surette küçük ağaçlan olduğu gibi seyrek yapraklılan da vardı.
Hala düşündükçe gözümün önüne gelir: Orada, o meşcerenin pür-zib ü fer
olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dallan, yapraklan, sarkarak müteessir,
mütefekkir bir halde duruyordu. Sonralan en hafif rüzgara karşı titrer, damla
damla akan yaşlan gibi küçük küçük yapraklan yere dökülür idi.
Vücud-ı nazenini akşamların rutubetinden teessür etmeye, reng ü huyu
sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler
gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat
içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.
Bir zaman mev'id-i telakileri olduğu halde artık kelebekler etrafında
uçuşmamaya kuşlar, ser-sema efserini teşrif etmemeye başladılar. Müessir şey!
Dallarında ne [s. 494] yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde
ne bir kuş! İşte bu hal ile kuruyup, bitti.
B ununla beraber bu hıyabanda fikr-i şairaneye mirkat-ı i'tila olacak kadar
meşe gibi, şimşir gibi, büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı.
Bazen bir karatavuk hıyabanın medhalinden girip, ıslık çalarak bu yeşil
kubbenin altından sür'at-i tayaranıyla geçerdi. Bazen gurub bu meşcereye
aksedince ağaçların tepeleri ziyadar bir yeşil, oraları uçuk pembe, gökleri mai
görünürdü. Bazen şafak bu meşcereye nurani bir pencere yapar, o pencereden
uçup gelen bir kuş, kanatlarını ziya-yı nev-zuhiıra karşı sallayarak o esnada hfil-i
heyecanda bulunan kalbe zalam-ı şübehat arasında uzaktan uzağa hatırladığı
bilmem hangi alem-i nuraniden dem vururdu. Bir bülbülün, nücum-i zahirenin
ta ufuklara kadar dokunduğu bir şeb-i ahter-darda siyah bir nokta kadar küçük
gözlerini sema-yı bi-intiha-yı laciverdiye çevirerek icra ettiği nagamatı, o bülend
406 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ve ruh-perver sadası kalbimde yuva yapuğı için hfila gözlerimi kapayıp, dinlesem
bir harabeden yükselen avaz-ı hazin ve müessir gibi kulaklarıma aks-endaz olur.
Bazen benden uzaklaşarak gah galeyanda, gah fasıla vererek deruni bir sada ile
öter. O sada gecenin sükuneti içinde uzaktan bir havz-ı şeffafa damlayan su gibi
damla damla ruhumun içine döküldüğünü hissetmiştim. O gece ta-be-sabah
gözlerimi bir dakika bile yummadım.
Bir gece birkaç ahbabımla beraber o hıyabanın medhalinden geçiyorduk.
Gece gayet parlak bir mehtapla münevverdi. Ayın ziyası karşı taraftaki
ufuklarda, o saatte derin bir uykuya dalmış gibi görünen ve tülden bir yorgan
gibi gayet hafif ve şeffaf bir sisle mestur olan İstanbul'u irae ediyor, suların
üzerinde çırpınıyor.
Dur-a-dur ufuklarda bi-tab-ı muhabbet olarak semanın mai gözlerini
öpüyor. Kuşlarla naz u niyaz ediyor. Hafif bir rüzgar ihtizaz eden ağaçların
yapraklarından meşcerenin içine damlıyordu. O esnada etrafımızda bir ses
işittik. Bu ses bir asrın güzar ettiği yoldan uzaklaşıp gidiverdi:
Kt'mfil-i dikkatle dinledik:
[s. 495] Gönlümü duçar eden bu hale hep
Kara kaşlım, kara gözlümdür sebeb
Ettiğim ah u figana ruz ü şeb
Kara kaşlım, kara gözlümdür sebeb
Hemen her tarafta gizli gizli sevdalar işgal eden bu nurani gecenin sükun ve
sükuneti içinden zuhur edip gelen bu sacla yanımda bulunan gençlerden bir
ikisine hayli dokunmuş olmalıdır ki kemal-i tehalükle: 'Nereye gidiyorsun? Biraz
buraya gelmez misin?' diye bağırdılar. Hemen yanımıza geldi. Kara kaşlardan,
kara gözlerden feryat ve figan eden bu adam, ak sakallı bir pir-i sefıd-ser idi. O
dakikada benim büyük Sadi'mi n :
Ey sfm- ten-i siJıdlz-gfsıl
E�fikr serem sepftl kerdf. 89
beyt i aşıkanesini hatırladım. Ayın ziyasına karşı gelen bu beyaz sakala, saçlara
-

baktıkça, muhabbetten, mehtaptan ağarmış gibi görünüyordu.


Müridi olduğu Bektaşi Tekkesi'ne gidiyormuş. Arkasında bir zenbili ,

zenbilinin içinde kimse duymasın bir şişe de rakıcığı vardı. Etrafımdaki erbab-ı
asfiletin kendisine gülerek verdiği mecidiyeleri korkarak alıyordu. Paralarını
sayarak, şarkısına devam ederek bizden tebaüd edip gitti. O esnada memleketten
üç sene gaybubet ettim. Londra'da bulunduğum o senelerde bazen mahşer-i
medeniyetin dağdağasından bi-tab olarak otuz beş saatten beri sönmeyen
lambamın ziya-yı müzeyyeni alu nda sabahı özleyen ama gibi o nurani
Çamlıca'yı, o yeşil hıyabanımı düşünürdüm.

89 "Ey gümüş tenli, siyah saçlı (güzel), seni düşünmekten saçlanmı ağarttın.".
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 407

Uzun bir müddet iftiraktan sonra yine Çamlıca'ya avdet ettim. O günlerde
her hangi bahçenin içinden her hangi araziden geçsem, her cihette hüküm­
ferma-yı tahrib olan dehşetli bir balta sesiyle yürekler dayanmaz surette aa acı
feryat ederek birtakım ağaçların yere yıkıldığını görüyordum. Suver-i bedayi'-i
tabiat arasında endam-ı dil-rübfilanyla temayüz ederek bir [s. 496] filem-i zi­
bfilin kainata karşı ettikleri feryada gökten zemine dökülen aheng-i ilahiye
minber ve muhit olan ağaçlan o sene katliam ediyorlardı.
Bu avaze-i inhidam arasından mahzun mahzun geçerek her yerde zib-i
hayalim olan hıyabanıma doğru takarrüb ettim. Ne göreyim? O güzel hıyaban
her dert ve elemle bir beyaban olmuş. Vakit vakit esen bir rüzgarın kaldırdığı
guban ye's-efza içinden haşerat-ı muzırra yağar toprak renginde bir bulut şeklini
almıştı.
Ne bir ağaç! Ne bir kuş! Şurada burada kalıp, kurumuş bazı ağaç kökleriyle
orası bir Afrika mezaristanına dönmüştü. Her şeyi çürüten temmuzun o ateşin
güneşi yolun kenarında kalmış bazı çalıları, yangından çıkan yeşillik gibi yakmış.
Ötede beride yağmurdan biriken sular ise kurtlandığı için taaffün ediyorlardı.
Yoldan yürümeye başladım. Güneşin zemine dokunan ateşin bir hayt-ı şufü
içinde, nihayetsiz bir sürat, yorulmak bilmez bir hareketle yukarıya aşağıya çıkıp,
inen bin türlü sinekler ağza, gözlere giriyor, başımın üzerinde kaynayan bu
güneş de her tarafı kavuruyor, ayağımın altından ise kertenkeleler kaçışıyorlardı.
Oradan geçen bir bağcıya: 'Buraya ne olmuş!' diye sordum. Yüzüme biraz
hayretle baktıktan sonra: 'Buranın sahibi bu ağaçları iki yüz elli kuruşa Üsküdar
odunculanna sattı!' cevabını verdi. "
işte şu realist hikayedeki tasvir ve ifadedeki kuvvet, nlh-ı manadaki tariz ve
istihzadaki derinlik, üsluptaki sadelik ve samimiyet Sezfü'nin nesre ettiği hizmeti
göstermek için kuvvetli bir numunedir.90

90 26 Nisan 1 936 tarihinde vefat eden Sami Paşazade Sezai'nin İclal adlı eseri 1 924 yılında
yayımlanmıştır. 1 934- 1 935 yıllarında Konak adıyla bir roman yazmaya başladığı, fakat
tamamlayamadığı bilinmektedir. Bu konuda bkz: Güler Güven, "Sami Paşazade Sezfil'nin
Bitmemiş Bir Roman Müsveddesi: Konak", Türk Dili ve Edebiyatı Derfjsi, C. XX, İstanbul 1 973, s.
97-1 1 3. Sami Paşazade Sezai'nin bütün eserleri Zeynep Kerman tarafından topluca
yayımlanmıştır: Bkz. Sami Paşazade Sezdi'nin Hikaye, Hatıra, Mektup ve Edebi Makaleleri, İstanbul 1 98 1 ;
Sami PQfazdde Sezdi'nin Bütün Eserleri I-II-III, Ankara 2003. Aynca bkz. Güler Güven, Sami PQfazade
Sezqyi ve Eserleri, İstanbul 2009.
Sadullah Rami Paşa
SADULLAH RAMİ PAŞA

Tanzimat Devri'yle başlayan ve İbrahim Şinasi delaletiyle yerleşen yeni


zihniyetin en mukaddem, en asil taraftarlanndan biri de Sadullah Rami
Paşa'dır. Ziya Paşa'lar, Namık Kemal'ler, Recaizade Ekrem'ler, Abdülhak
Hamid'ler gibi Sadullah Paııa da edebiyat-ı cedide denilen cereyan-ı edebinin
hakiki mümessillerinden, samimi ve ciddi gönüllülerindendir. Ayaş Müftüsü
Hasan Efendi'nin oğlu olan babası Esad Muhlis Paşa, Osmanlı vezirlerinin şeref
ve haysiyet, rü'yet ve ehliyetle şöhret bulanlanndan biri olduğu gibi, şiir ve sanat,
edeb ve belagatle de benim olanlarındandır. 1 239 [1823 1 1 824] senesinde
Sultan Mahmud devrinde vezir olmuş ve Edirne, Konya, Erzurum, Sivas,
Halep, Musul, Diyarbekir gibi muhtelif vilayetlerde isbat-ı ehliyet etmiş bir
vezirdir.

"Herkesin filemde bin mi-fevki, bin ma-dunu var"


mısraı gibi darb-ı mesel olarak dillerde dolaııan açık, selis ve kuvvetli mısralar ve
beyitlerle dolu matbu' bir divançe sahibi bulunan bir şiir-i vezirin sulbünden
dünyaya gelen Sadullah Paşa şairlik kudreti ve kabiliyetini hem fıtrat hem de
veraset gibi iki büyük kuvve-i feyyazeden alıyor.
Sadullah Rami Paııa 1 254 [ 1838] tarihinde Sivas'ta dünyaya gelmişti.
Babası Esad Muhlis Paşa o zaman Sivas'ta vali bulunuyordu. Fevkalade merasim
-perver ve biraz da azamet-güster olan bu koca vezirin hayli şöhter- şiar halleri
vardı. Hem edip hem zarif olan bu takayyüd-perver babanın müşfik ve muvaffak
ihtimam ve şefkatleriyle büyüyen bu küçük Sadullah daha mini mini yaşında
iken bir zeka-yı mahsus alameti gösteriyor, hem ebeveyninin hem de etrafın­
dakilerin takdir ve hayretini celbediyordu.
Babasıyla birçok yerleri gezdi.
Dirülmairifte elde ettiği malumat ve müktesebatı bilahare Ba.bıfili [s. 498]
Tercüme Odası'na · çerağ olarak tevsi ve ikmale başladı. Suret-i hususiyede
Fransızca tederrüs ediyordu.
Bu devre kendisi için sadece bir tederrüs ve tekemmül devresi olmakla
kalmamış aynı zamanda bir de tetkik ve tetebbu devresi olmuştur. Sadullah
Paşa o daire-i resmiyede gördüğü muhaverat ve muhaberatı ihtiyac-ı teceddüd
ve ıslah ile dolu olan ruhuna muvafık görememiş, o muğlak, o müselsel ve
muttasıl resmi lisanı fıtratına has olan bir hususiyetle yükseltmiş, İnceltmiş ve
hafifletmiştir.
412 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sadullah Paşa, Abdülhak Hamid ve Recaizade Ekrem 'in arkadaşlarından


idi. O da Hamid gibi Hariciye memuriyetlerinde dolaşmış, memlekete hem
kalemiyle hem de hüsn-i idaresiyle hizmet etmiş bir şahsiyet-i mümtazedir.
Hamid, Poti'de iken Recaizade'ye yazdığı bir mektupta:
"Senin Sadullah Bey'e olan Ta'lfm-i Edebiydfını bizim hemşire pek istiyordu.
Ona gönderdim. Elbette darılmazsın. Ona nispetle Sadullah Bey üstad,
Sadullah Bey'e nisbetle hemşire şfilcirttir. Bir eserden istifadeyi ise üstattan ziyade
şfilcird eder. Müşarünileyhe o vakit yazıp da bana verdiğin mektup zayi veyahut
kaybolmadı. Ama bendedir. Artık benim tasarrufuma geçti sayılır, öyle değil
mi?"
diyor. Şu da gösteriyor ki; o zaman birbirinden ayn bulunan Ekrem, Hamid,
Sadullah Paşa arasında muhabere ve mükatebe devam etmekte imiş.
Sadullah Paşa, aynı zamanda ilim ve siyasete de vakıf bir kemal ehli idi.
Şura-yı Devlet Maarif Dairesi'nde Recaizade Ekrem'le beraber aza olarak
bulunmuşlardı. O zaman diğer arkadaşlarıyla beraber bir maarif nizamnamesi
hazırlamış ve bunun esbab-ı mucibe mazbatasını da Sadullah yazmıştır.
Sade bu mazbatayı okumak Sadullah Paşa'nın iktidar ve irfanına canlı ve
mükemmel bir numunedir. İfadesi tanzir olunmaz bir sehl-i mümtenidir. Açık,
sade ve münakkahbr. Bilahare Cevdet Paşa merhumun maarif nazırlığı
zamanında kendisi de maarif müsteşarı olarak bulunmuş ve Paşa ile beraber
iptidai ve rüşdi mekteplerin ıslahı için büyük bir gayret ve himmet ve feraset
göstermiştir.
[s. 499] Abdülhamid'in pek hoş nazarla göremediği bu hamiyetli vatan­
perver de güya taltifen, hakikatte ise teb'iden sefaretlerde dolaştınlmış, vatandan
uzakta yaşamaya, hatta ölmeye, evet hatta ölmeye mahkum edilmiştir.
Berlin'de, Paris'te ve Viyana'da bulunmuştur. Gezdiği yerlerin hususiyatı
hakkında birçok yazılarla faydalı malumatlar vermıştır. Ez-an-cümle
Charlottenbourg Sarayı, 1 878 Paris Ekspozisyonu bu tarzda yazılmış asardandır.
Bulunduğu yerlerde hem siyaseten hem de tarihen mensup olduğu milleti
müdafaadan geri durmuyor.
Viyana'dan o zaman Çetine Sefareti'nde bulunan sabık Berlin sefiri Tevfik
Paşa'ya yazdığı bir cevapta Fransız müverrihlerinden Guizot'ya karşı vatanı
müdafaa yollu yazılar yazıyor:
"Müverrih Guizot'nun memleketimiz hakkındaki fikrine dair fıkra,
tarihçesinden istinsah ile gönderilmiş. Okudum. Bize müteallik Avrupa hükema
ve müverrihlerinin te'li!atına bu derece ehemmiyet verdiğinize pek memnun
oldum. Eğer bu itina hem vatanlarımız ezkiyasının ekserinde olacak olsa öyle sil­
i tefe'ülat ve mütfilaat rehin-i butlan olurdu.
Guizot, reyini asrına hasr ile istikbali karıştırmamış bulunsa ve bir
müşahedeyi bir kaide şeklinde koymamış olsa idi diyecek yok idi. Çünkü 1 843
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 413

Türkistan'ıyla 1 890 Türkistan'ı beyninde çok fark vardır. Guizot'nun asnnda


Hristiyan'ın şahadeti dinlenmez katili kısasdan kurtulamaz. Her yerde zelil ve
mahkum ve bir yerde itibar ve hakimiyeti görülmez idi. yalnız muamelat-ı
resmiyetle değil, ta'birat-ı inşa.iyede bile hulasa hukuk-ı adiyye ve medeniyetle ve
siyasiyede harac-güzar-ı re'aya tabiriyle tabaka-ı tebaanın saff-ı nifilinde idi.
Guizot bu hallere bakmış da istediğini söylemiş ve bulunduğumuz
mecburiyet-i asriye ve mevkiiyenin tehiye eylediği tahavvülat-ı atiyeyi görmek
istememiştir. Guizot idareye itiraz yerine kavme itiraz etmiş. Bence hatası esasen
bu cihettedir. Bir memleketin bir vakitteki su-i idaresiyle kavmin istidadına
hükmolunamaz. Ma'muriyet ve terakkilerine gıpta eylediğimiz milletlerin idare
ve itikatça ne tavırlardan geçtikleri malumdur..."

tarzında mütalaat ve reddiyatta bulunuyor.


[s. 500] Sadullah Paşa'ya Guizot'nun ithamatı çok ağır gelmiş olacak ki,
müteaddit yerlerde ve müteaddit makale ve mektuplarda aynı meseleyi
kurcalayarak vatanını bu ithamdan tebrieye uğraşmıştır.
Sadullah Paşa, fitraten ve ruhen pek hassas, pek rakik idi. Vatan-cüda
yaşamak, sevdiği yerlerden uzaklarda ömür geçirmeye mahkum edilmek asabım
ezmiş, üzmüş, maneviyetini zayıflatmış, hastalanmıştı. Gece gündüz zihnini
oyalayan bu hfilet-i maraziye nihayet yüreğinde bir nostalgie, bir daü'l-vatan, bir
daüssıla uyandırmış ve bu mahrumiyet-i elimeye, bu iftirak-ı feciaya tahammül
edemeyerek Viyana Sefüret-i Seniyesi'nde sefir iken 1 309 ( 1 89 1) tarihinde hava
gazıyla intihar ederek kendince pek acı gördüğü hayatına nihayet vermiştir. Pek
sevdiği, aşkım ruhunun en müşfik noktalannda sakladığı memleketine daha çok
hizmetler edebileceği bir zamanda böyle heder olup gitmesi memleket ve gençlik
namına bir mahrumiyettir, bir bahtsızlıktır. Cenazesi İstanbul'a getirilerek
Sultan Mahmud-ı Adli Türbesi Haziresi'ne defnedilmiştir.
Birçok menkıbelerle tercüme-i hali Sadullah Paşa yahud Mezardan Bir Nıda
unvanıyla sabık ve merhum Dahiliye Nazın Said Efendizade Mehmed Galib
Bey tarafından neşredilmiştir. Avrupa romantiklerinden bazı tercümeleri
Fransızcadaki kuvvetine delildir. Hele Lamartine'den nazmen tercüme ettiği
"Lac" unvanlı manzumesi pek meşhurdur.

[s. 50 1] Sadullah Paşa'nın Lisanı ve Hususiyeti


Sadullah Paşa da Ziya Paşa'lar, Kemal Bey'ler, Recaizade'ler, Hamid'ler
gibi hem nazmen hem de nesren lisan ve edebiyata hizmet eden zevattandır.
Aynı devrin, aynı kanaatin, aynı mesleğin sfilikleridir. O da Avrupa'nın en
yüksek mevkiini tutan romantiklere bir mevki'-i mahsus bahşetmiş, bilhassa
Lamartine'den, o dahi-i fıtrat, o harika-i şi'r ve san'attan muntabı' olmuştur.
Sadullah Paşa'nın hassasiyet-i müfritesi Lamartine'in hassasiyeti ile işina çıkmış
o Fransız dahisinin eserlerini seve seve, duya duya okurken ruhunda derin izler
414 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bırakan meşhur "Lac"ı, "Göl" unvanlı o bedia-i şi'riyeyi lisana nakletmeden,


lisandaşlanna hissettirmeden geçememiştir.
Sadullah Paşa, "Lac" unvanlı manzumesinde denilebilir ki; Lamartinc'in
his ve fikrindeki o tahassürü, o sevda-yı hazini, o inkisar-ı hayali pek güzel
yaşatmıştır. Hatta şekli bile kısmen yenileştirmiştir. Fakat ifade itibarıyla
eskilikten tamamıyla kurtulamamıştır. Esasen Sadullah Paşa nesrine verdiği
hususiyet ve mümtaziyet hassasını şiirlerine verememiştir. Bu da tıpkı Ziya
Paşa'larda, Namık Kemal'lerde, Recaizade Ekrem'lerde gördüğümüz tesir ve
teessürün aynıdır. Bir kere zamanlarının an'ane-i nazmiyesinden ayrılmak,
saniyen zamanlarının, muasırlarının pek kuvvetli olan Şark zihniyetine taklit
mecburiyetinde bulunmaktır. O devrin en kuvvetli şairleri hep Şark zihniyetinde,
hep an'ane-perverlik ve muhafazakarlıkta kalmışlardı. Bu edebiyat-ı cedide
tarafdarfını şiirlerine, yeni bir mana, yeni bir ruh, yeni bir meyil, yeni bir sevda
aşılamakla beraber onu hem sureten hem de sireten asri bir hale
getirmemişlerdi. Bir kere şairliklerini, sanatkarlıklarını tasdik ve te'yid
ettirebilmek için muanzlannı, muarızlarının silahlarıyla ilzam etmek, onların
yapuklannı kendilerinin de aynı kuvvet ve maharetle yapabileceklerini ispat ve
kabul ettirdikten sonra yeni vadiye dökülmek ıztırarı altında bulunuyorlardı. Bu
köhne, bu küflü zincirleri koparıp atan Hamid bile arsız ve iz'ansız itirazlar,
duygusuz ve vicdansız [s. 502] taarruzlar karşısında hasımlarına, mütearrızlarına
aynı silah ile mukabeleye, hatta hücuma mecbur oluyordu. Hem Hamid'in
yaratıcı, tabi' değil metbu' olmaya müsait ve müstaid bir dehası vardı. Onun
zamanına gelinceye kadar Osmanlı şiiri Şark zihniyetinden, Şark kalıplarından
yakasını kurtaramamıştı.
Sadullah Paşa, serin, metin bir zekaya malikti. Fakat şüphe yok ki; bir dahi
değildi. Lisana ve edebiyata hizmeti pek çok ise de ne arkadaşlarından olan
Recıiizıide kadar uzun ve derin ne de meslektaşlarından bulunan Hamid kadar
kahir ve esasi olabilmiştir. Hamid şiire de hatta nesre de bir inkılab-ı muhayyer
getirdi. Ekrem o inkılabı yaşattı ve ta'mim etti. Sadullah Paşa kendi muhit-i
irfanında temiz, mümtaz ve nev'i şahsına münhasır bir üslup ile bu yeniliğe
hizmetten geri durmadı. Memleketine ettiği hizmetler yalnız vadi-i edebiyatta
kalmadı, o daha mütetebbi, daha nizam-perver, daha hukuki bir zekaya
mazhardı. Ruhlarında besledikleri inkılap emelini bir hakikat haline koyabilmek
için lazım gelen zemin-i mes'udu hazırlamaya çalıştı. Mekteplerin ıslahına,
programların ta'dil ve ta'yinine ehemmiyet-i mahsusa atfetti. Onlarla uğraştı.
İlmi sahada çalıştı.
Mesleğinin, resmi mesleğinin muktezası vechile saha-i siyasette de çalıştı.
Cevval zekası, faal sevdasıyla vatanını, milletini her tariz, her taarruzdan
korumak için zayıf fakat iradetli vücudunu siper etmekten hiçbir an çekinmedi.
Lisan-ı nesri o zamanın ifadesine kıyasen çok selis, çok vakur, çok neciptir.
En büyük hizmeti de bu lisan-ı safi bulunduğu me'muriyet-i resmiyelerde de
kullanarak resmi lisanı ıslaha çalışmış olmasıdır. Sadullah Paşa'nın lisanı
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 415

hakikaten taklit olunması güç bir hususiyeti, bir mahsusiyeti haiz, "sehl-i
mümteni" demek becadır. Teessüf olunur ki; ne asar-ı nazmiyesi ne de asar-ı
nesriyesi cem' ve tedvin edilebilmiştir.
Sadullah Paşa fıtratı itibarıyla bir romanti.que'dir. Yaradılışındaki bu istidadı
besleyen sebeplerden biri de Avrupa'da ve bilhassa Berlin'de bulunuşu olmuştur.
[s. 503] Berlin'den aldığı intibaatı yazdığı bu mektupta açıkça gösteriyor:
"Bir ay kadar Avrupa'yı seyahate çıkmış idim. Şimdi Berlin'e avdet edildi.
Esna-yı seyahatimde Avrupa'nın bir hayli bilad-ı meşhfıresi görüldü. Garb'ın
ma'mfıriyet-i hfili görüldükçe Şark'ın mağmuriyet-i ahvaline teessüf olunmamak
kabil değildir. Bu seyahat sıhhatime pek çok hizmet eylediği gibi, idare-i
mülkiyece meşhfı.dat ve meksfıbatımı dahi tezyid eyledi.
Kütüb-i siyasiyeyi mütfilaa fenn-i tedbir-i müdünde tevsi'-i nazarı mucib ise
de, kavaid-i fennin tatbikatını görmekte fevaid-i azime müsellemdir. '�se'l­
haberii ke'l-ryan.'91
Avrupa görülmedikçe elsine-i revanda ve sahayif-i matbuatta mervi olan
medeniyet-i Garbiye ne demektir, bilinmez. Efkarın bedayi'-i asar-ı hayret-fezası
gözden geçirilmedikçe havass-ı insaniyenin mertebe-i meziyeti anlaşılamaz.
Hikmeten sabittir ki tasavvurat, a'yan-ı sabiteye nazaran ala-tariki'l-kıyasdır.
Binaenaleyh medeniyetçe mertebesi dun olan bir memlekette terakkiye hizmet
da'iyesinde bulunanlar kemalat-ı medeniyesi müsellem bir mülkün ahval ve
esbab-ı intizamını müşahede ve mütalaa etmemiş olurlar ise ıslahatça edecekleri
tasavvur ve tedbir, bulundukları dairenin derecesine kıyasen olur. Terakki-i
sahih ise filem-i insaniyetin terakkiyat-ı müktesebine vukuf ile huslıl bulur.
Bugünkü gün Paris sergisi maarif-i asriyenin teşhirgahı olduğundan
memalik-i mütemeddinenin her cihetinden, her sınıf halk san'aten ve ilmen
mensup olduğu kısma müteallik tahkikatı icra için, fevc fevc sergiyi temaşaya
gelmekte ve malfımat-ı sabıkalarına munzam olan tahkikat üzerine yerli ve
ecnebi erbab-ı hibre sergi dairesinde akd-i meclis-i mübahese etmekte oldukları
halde, bizim dünyadan haberimiz yokmuş gibi muamelelerimize hayret elverir!
Sadr-ı İslam'da medeniyet-i Arab'ın terakkisine başlıca sebep, erbab-ı
himmetin aktar-ı alemi seyr ve seyahat ile tahkikat-! ilmiyelerini neşretmeleri idi.
Artık cehil ve taassup bizde bir dereceye gelmiştir ki; tahatturu bile mfıcib-i
nefrettir.
Kadınlarımız evlerine kapandıkları gibi, erkeklerimiz dahi memleketlerine
kapandıklarından, cem'iyat-ı beşeriyenin, ahval-i terakkiyatından o derece gaflet
üzereyiz ki, [s. 504] etrafımızı muhit olan akvam günden güne ilerlemekte ve bu
sayede manen ve maddeten bize galebe etmekte oldukları halde, biz yine dört el

91 "Nakli bilgi, gözle görülen şeyin yerini tutmaz. "


416 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ile cehil ve taassuba sanlıp ondan ümid-i necat ediyoruz. Fe-subhdnalldlıi'l­


müt.edl.92
Hülasa-i kelam insaniyet ve medeniyetin ne büyük bir devr-i terakkisinde
bulunduğumuzun delfill-i mülzemesini görmek isteyenler Paris Sergisi'ni
seyretmelidir. Aktar-ı Şarkiyede terakkiyat-ı Garbiyeyi icra arzusunda
bulunanlar, kemfilat-ı beşeriyenin mahall-i tecellisi olan Avrupa bilad-ı
Garbiyesinde hakayık-ı umranı tetkik için gezmelidirler.
Artık söz bir bahs-i mühimme intikal etti ki; böyle bir varak-parenin değil,
bir büyücek risalenin havsalası mütehammil değildir. Onun için burada hatm-i
kelam edelim."
Sadullah Paşa'nın şu mektubu lisanının güzel bir numunesidir. Bunda tetkik
edecek iki mühim nokta vardır: Biri Sadullah Paşa'nın tıpkı Ziya Paşa'lar, Namık
Kemal'ler, hatta Ekrem'ler ve Hamid'ler gibi secilere ehemmiyet verdiğidir. Bu
hal "edebiyat-• atika" ile fazlaca ülfetin verdiği bir itiyattır. "Garbın
Ma'muriyeti" , "Şarkın Magmıiriyeti" gibi cinaslardan istifadeyi unutmuyor.
Diğeri de bütün bu eski görenekler, eski i'tiyatlann fevkinde açık, temiz bir
ifade, düzgün muntazam bir ibare, selis, ahengdar bir lisan ile fikirlerini tebliğe
muvaffak oluşudur. Kullandığı Arabi ve Farisi kelimeler az değildir. Fakat
cümlelerinin tertibi o kadar akıcı, o kadar açık, ibareleri o kadar sade ve kısa ki
zihin hiçbir güçlüğe tesadüf etmeden manayı anlıyor, hatta manayı bazı
kelimelerin manasını anlamayan, bilmeyenler bile tertib-i siya.kından istidlalde
gecikmiyorlar. İşte Sadullah Paşa'nın hususi ve mümtaz olan ciheti budur. Hele
bazı yazılannda daha samimi ve daha sadedir. Üslub-ı resmisi de, üsllıb-ı
samimiyesine yakın bir sadeliğe mazhardır. Bu cihetten de lisana ettiği hizmet
büyüktür.
Lamartine'den tercüme ettiği "Lac" unvanlı şiiri istisna edilirse Sadullah
Paşa'nın manzumeleri tarz-ı atikin biraz ıslah edilmiş bir şekli [s. 505]
halindedir. İfade ve nazmı Şinasi'nin ifade ve nazmından biraz daha kuwetli
fakat aynı ruhtadır. Kalbi bir ifade olmaktan ziyade fikri bir tebliğdir. Bilhassa şu
"On Dokuzuncu Asır" unvanlı manzumesi tasviri bir nazım (vers descriptijj
numunesidir denilebilir:

"Erişti evc-i kemalata nıir-ı idrillt


Yetişti rütbe-i imkana kısm-ı mümteniat

Besait oldu mürekkeb, mürekkeb oldu basit


Bedahet oldu tecaıible hayli meçhıilat

92 "Yüce Allah yetersizlik sıfatlarından münezzehtir."


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 417

Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz


Yıkıldı belki esasından eski ma'lumat

Mebahis-i felek ü arz ü hikmet ü kimya


Değil vesavis-i ezhan ü vehm ü temsilat

Mesail-i nazariye tecarib oldu sened


Erişti hadd-i yakine fusul-i zanniyyat

Ukul-i zahire said feza-yı ecrama


Kuva-yı cazibe kanunu paye-i mirkat

Nüfüs-ı la.kire nazil kaare-i arza


Delil-i mebhas-ı tekvin defüyin-i tabakat

Hava vü berk ü ziya vü buhar u mıknatıs


yed-i tasarruf-ı insanda unsur-ı harekat

Ziya hayalen iken şimdi bilfiil sfil


Zılfil zail iken şimdi ziver-i mir'at

Sada hisab-ı mesafatta muhbir-i sadık


Buhar zulmeti tenvirde ebda'-i ayat

Cihat-ı erbaaya berk nakil-i ahbar


Buhar bahr ü her üstünde Hızr-ı nakliyat

Tefahür eylemesin mi bu asr a'sara


Kısalttı bu'd-i mekan Ü zamanı muhteriat

[s. 506] Ne kaldı çeşme-i hayvan ne daru-yı Sührab


Ne kaldı nüsha-i efsun ne hükm-i tılsımiyat

Ne kaldı sa'd-ı tevali, ne kaldı nahs-i kıran


Ne kaldı remi ü kehanet, ne kaldı cifriyyat

Ne var hümada saadet, ne var şeamet-i bum


Mukayyed asl-ı iradata cümle mec'Ulat

Ne Atlas filemi hamil ne Zühre füil-i küll


Değil ukul-i Felatun uslıl-i tekvinat

Ne kaldı zann-ı tenasüh ne kaldı nar-ı Mecus


Değil ukule Ekinim kıble-i hacat
418 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Esas-ı hikmet-i asr oldu vahdet-i Bari


Taammüm eyledi aslü'l-usul-i mu'tekadat

Bulur gider cihet-i vahdetin umum milel


Vücud-ı vahdeti müsbit olunca m a' kulat

Hudud-ı hakk u vezaif muayyen ü sabit


Ne kaldı cebr ü tagallüb ne kaldı keyfıyyat

Hukuk-ı şahs ü tasarruf masun taarruzdan


Verildi alem-i umrana başka tensikat

Ne Amr Zeyd'in esiri ne Zeyd Amr'a veli


Müesses üss-i müsavata nass-ı mevzuat

Münevver eyledi ezh anı intişar-ı u l tım


Mükemmel eyledi noksanı feyz-i matbuat

Megarib oldu diriga metfili'-i irfan


Ne kaldı şöhrct-i Rum u Arab ne Mısr u Herat

Zaman zaman-ı terakki cihan cihan-ı ulum


Olur mu cehl ile kabil beka-yı cem'iyyat"
Burada Sadullah Paşa'nın ancak nazımdaki kuvvetine şahit oluyoruz. Tabii
buna şiir namını da veremeyiz. Çünkü şiirin şartlarından hemen hiçbiri mevcut
[s. 507] değildir. Realiste bir manzume bile diyemeyiz. Adeta nazmedilmiş bir
hikaye-i zaman, on dokuzuncu asır te rakkiyatı nın manzum bir fihristidir. Şu
itibar ile de yeni şiir telakkisiyle tevafuk edecek bir noktası yoktur. Esasen yeni
şiiri Ekrem'le, Hamid'den itibaren görmeye başlıyoruz.
Sadullah Paşa bilhassa Lamartine'den tercüme ettiği şiirle şairliğini ispat
etmiş oluyor...93

93 Daha geniş bilgi için bkz. Ali Akyıldız, "Sadullah Paşa'', DlA, C. XXXV, İstanbul 2008, s.
432-433.
Ahmed Midhat
AHMED MİDHAT

Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi


"Hucir" kabilesi Çerkeslerinden biri asil bir Çerkes ailesinden bir kıza
taaşşuk etmiş, kızı ailesinden istemiş, talepler, niyazlar, tehditler boşa çıkmış..
Talip kızın küf\rü olmadığı için reddetmişler. Gecesini uykusuz, gündüzünü
kaygılı geçiren Çerkes derdine bir tek çare bulabilmiş: Kızı kaçırmak!
Çerkeslerde pek ma'rfıf olan bu usule o da riayet ederek bazı dostlarının ve
akrabasının muavenet ve delaletleriyle kızı alıp Anapa taraflarına kaçırmış. Tabii
mesele bu kadarcıkla kapanıp gidivermemiş .. Kız ailesi takibe koyulmuş, günler,
haftalar, belki de aylarca münazaalar, gürültüler hatta dövüşler uzamış gitmiş,
kızı nikahla alan Çerkes'ten ayırmak istemişler fakat meseleyi yine kızın kendisi
halletmiş: "Ben zevcimden memnunum!" demiş, ailesi de gayz u garazı unutup
dönmekten başka çare bulamamışlar.
Aradan bir hayli seneler geçtikten sonra o taraflarda ticaret maksadıyla
dolaşan Süleyman Ağa isminde bir Türk bu mesut ailenin dostluğuna nail
olmuş, dostluk samimiyet derecesini bulmuş; esasen bütün Çerkesler arasında iyi
bir nazarla görülen Süleyman Ağa bilhassa bu ailece büyük bir ihtiram mevkii
kazanmış. Fakat günün birinde aile erkanının vefatı yıllarca mücahede,
mudarabe neticesinde kazanılan saadeti kınvermiş, birkaç çocuğuyla kadıncağız
yalnız, ailesinin yanına da dönemeyecek bir vaziyette kimsesiz kalmıştır. Nihayet
kocasının pek sıkı dostu ve arkadaşı olan Süleyman Ağa ile izdivaç ederek onunla
beraber İstanbul'a dönmüştür. Tophane'de, Humbaracı Yokuşu'nda Karabaş
Mahallesi'nde bir eve yerleşmişlerdir.
[s. 509] İşte bu Çerkes kadının ikinci izdivacından 1 260 [1 844] tarihlerinde
İstanbul'da bir erkek çocuğu dünyaya gelmişti: Ahmed Midhat.
Ahmed Midhat dünyaya geldiği vakit annesi Nefise Hanım kırk beş yaşında
imiş, hatta bu yaşta çocuk doğurduğundan loğusalığında gelip gidenlerden çok
sıkılmıştır.
Ahmed Midhat'ın babasının Çerkes olduğu rivayetleri de vardır. Bu rivayet
Süleyman Ağa'nın uzun müddet Çerkesler arasında bulunmasından, bir de
validesinin ewelce bir Çerkes'le evlenmiş olmasından hasıl olmuş yanlışlıklardır.
Ebüzziya Tevfik Bey merhum da bu hataya düşmüş, Ahmed Midhat'ın
babasının bir Çerkes olduğunu söylemiştir. Meselenin tamamıyla tavazzuh
edememesi, Ahmed Midhat merhumun bizzat kendi hayatta iken yazdığı kendi
hayatım anlatan tarihin el'an basılamamış olmasındandır.
422 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ahmed Midhat çocukluğunu İstanbul'da Tophane'de geçirmıştır.


Tophane'de mahalle mektebinde ilk tahsiline başlamış, hatta birkaç ay kadar da
biraderi İsmet Efendi'nin Mısır Çarşısı'ndaki attar dükkanında çıraklık etmiştir.
Ahmed Midhat'ın doğduğu ev, zamanın tesiriyle yıkılıp harap olmuş,
bugün sadece viran bir arsası kalmıştır.
Çocukluğunda da pek yaramaz, ele avuca sığmaz imiş. Bir gün
mahallerindeki müezzine kızmışlar. Bütün arkadaşlar toplanıp "Ne yapalım!"
diye düşünmüşler ve ceza tertibini Ahmed Midhat'a bırakmışlar. O da müezzin
minareye çıktığı vakit, kandil sepetini merdivenin basamaklanndan birinin
üzerine bırakıp namaza durmuş; zavallı müezzin minareden inerken sepete
çarparak beraber yuvarlanmış ve bütün vücudu yara bere içinde kalmıştır.
Validesinin ilk kocasından olan ve bilahare paşalığa irtika eden oğlu Hafız
Ağa o esnalarda Niş vilayetinde mahpus imiş. Merhum Midhat Paşa 1 27 7
[ 1 86 1 ] tarihinde vezaretJe Niş'e vali olarak gittiği zaman Hafız Ağa'yı da
hapisten çıkartmıştı. Merhum Ebüzziya Tevfik Bey, Hafız Ağa'nın validesi, [s.
5 1 0] hemşiresiyle beraber, ana cihetiyle kardeşi olan Ahmed Midhat'ı da oraya
çağırttığını söylüyor. Ahmed Midhat'ın bu sıralarda on yedi yaşlarında olduğu
anlaşılıyor. 1 28 1 'de [ l 865J Midhat Paşa Tuna vilayetini teşkil etmiş istikamet ve
metanet-i ahlakıyla kendini gösteren Hafız Ağa'yı da, kardeşi Ahmed Midhat'ı
da kendi yanına almış ve Ahm<'d Midhat'ı Mektlı.bi Kalemi'ne çerağ etmiştir.
Vücutça da uzun boylu, iri kemikli, sağlam yapılı ve kuwetli bir adam olan
Ahmed Midhat'a Rumeli'de bulunduğu sıralarda kırda gezerken hücum eden
bir boğayı merhumun serinkanlılıkla boynuzlanndan yakalayıp böğrüne
indirdiği bir yumrukla sersemleştirerek canını kurtardığını hikaye ederler.
Romalılarda bir "Ursus" yetişip boğalan bileği kuvvetine yerlere sermeye
muvaffak olduysa bu kudret ve galibiyeti gösterecek bir Türk de yetişmiştir.
Ahmed Midhat da bileğinin bu kuwetini göstermiştir.
Ahmed Midhat vilayetin merkezi olan Rusçuk'ta resmi vazifesine devam
ettiği sıralarda Tuna gazetesine de makaleler vermeye başlamıştı. Fakat fıtri
zekası sayesinde malumatının noksanını anlamakta da gecikmemişti. Hususi
surette coğrafya, tarih ve riyaziye dersleri okumaya, "Dragan Çankof' isminde
bir zattan da Fransızca öğrenmeye başlamıştır.
Zeka ve gayreti sayesinde kendisini Midhat Paşa'ya sevdirmiş, 1 285 [1 869)
tarihinde de Tuna gazetesine başmuharrir olmuştu. Bir sene sonra Midhat Paşa
Bağdat vilayetine tahvil-i me'mı'.iriyet edince Ahmed Midhat da beraber giderek
orada Zevra gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Bağdat'ta tesadüf ettiği İbrahim
Bakır Can Muattar isminde fazıl bir Hintliden "ulı'.im-ı diniye ve hikemiye"
okumuş, coğrafya ile tabiiyattaki tetebbu'unu artırmıştır. Bağdat müftüsü
bulunan merhum Zühavi Efendi ile muarefe peyda ederek meclislerine devam
etmiş, musahabelerinden istifade etmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 423

Ahmed Midhat'ın, bilhassa halkı göz önünde tutarak, neşriyata başlaması


bu zamandan ibtidar eder,öğrenip faydalı gördüğü malumatı halka da [s. 5 1 1]
vermek için basit, herkesin anlayabileceği kolay bir lisan ile Hdce-i Evvel ismindeki
ilim ve fenne ait kitap silsilesini neşreder.
Ahmed Midhat boş zamanlannda tabii riyazetlere de ehemmiyet verir. Ata
biner, nişan talimleri yapar. Bu hususlarda da maharetini dener, etrafındakilere
kuvvetini takdir ettirirmiş, hatta Bağdat'ta iken başına gelen bir at kazasından
cesaret, çeviklik ve i'tidfil-i demi sayesinde canını kurtarmıştır. Merhum Paşa'nın
Ahrec ismindeki Arap atına binmiş dörtnala giderken birden karşısına bir ağaç
çıkıvermiş, Ahmed Midhat derhal ağacın dallanna atılarak altındaki atı
bırakmak suretiyle kendini pek kat'i olan ölümden kurtarmıştır.
Ahmed Midhat'ın Bağdat'taki ikameti pek uzun sürmemiştir. Ancak iki
sene kadar kalabilmiştir. İstanbul'a avdetinde İbret isminde bir gazete çıkarmaya
başlar, bir de matbaa açar.94
Burada faaliyet itibarıyla Ahmed Midhat ile Fransızların Honon� de
Balzac'ı arasında sıkı bir müşabehet vardır. Balzac yılmaz gayreti, kırılmaz
iradetiyle bütün hayatını yazmaya ve çalışmaya hasretmişti. Bir zamanlar
matbaacılık etmiş, kendi eserlerini kendi yazmış, kendi dizmiş, kendi basmıştır.
Bizde de Ahmed Midhat şahsi gayretin, teşebbüs ve icidatın canlı bir
numunesi, yaşar bir timsali olmuştur. Açtığı matbaada çoluk çocuk, kadın erkek
hep beraber çalışmışlar, beraber didinmişlerdir. Herhalde Ahmed Midhat,
Garbın o dahi romancısı Balzac'tan çok daha mesuttur. O bedbaht, sa'yinin
hiçbir semeresini görmeden, göremeden, dağ gibi cismini mahsulsüz, neticesiz
elemler, yükler altında eze eze eritmiş, aile hayatının bir sene bile zevkini
süremeden elli bir yaşında iken ilelebet göçüp gitmiştir. Halbuki Ahmed Midhat
uzun seneler yaşamış, maddi, manevi ektiği tohumların feyizlendiğini görmüş,
halka vermek istediği faydadan halkın hakikaten istifade ettiğini görmekle
mükafatını hayatında iken almış bahtiyarlardandır. O dakikadan itibaren
Ahmed Midhat, durmadan dinlenmeden tercüme, te'lif, ilmi, fenni, dini, edebi
sayfalarca, ciltlerce eserler, kitaplar vücuda getirmiştir. [s. 5 1 2] Bu rniyanda bir
hayli yenilikler vücuda getirdiği gibi birçok işsizlere de gayret numunesi
olmuştur.
Denebilir ki halk arasında okuma hevesini, okuma merakını uyandıran
Ahmed Midhat olmuştur. Bu husustaki hizmeti her vechile şayan-ı takdirdir.
Halkın ihtiyacını göz önüne almış, seviyesini de düşünerek 1 288 [1872]
tarihinde Letdi.fi Rivaydt unvanlı bir hikaye silsilesi bastırmıştır. Zamanında
yetişen gençliğin hemen hiçbir ferdi yoktur ki Ahmed Midhat'ın yazdığı

94 İbret gazetesini çıkaranlar Nfunık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Menapirzade Nuri Bey'dir.

Ahmet Midhat Efendi bu tarihte Devir ve Bedir gazetelerini çıkanr. (Haz. notu)
424 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

hikayeler veya romanlardan birkaçını okumamış ve onlardan bir istifade elde


etmemiş olsun.
Bir sene sonra da hikayeden, tarihten, fenden, ilimden bahseden Kırkanbar
unvanlı bir diğer kitap silsilesi neşretmiştir.
o zamana kadar bütün kitaplann bin ikişer yüz nüsha basılması bir adet
hükmünde iken Ahmed Midhat a'şaıi usulü tatbik ile vahid-i kıyas olarak
matbuatta bin adedini kabul etmiştir. Bağdat'tan İstanbul'a döndüğü zaman
Feyzi Paşa merhum - Ceneral Kohmann riyaseti altında toplanan bir heyet
delaletiyle Ceride-i Askeriye'nin beş altı ay kadar başmuharrirliğini etmiştir.
1289 [ 1 8 7 1] ibtidasında da Basiret gazetesinde Avrupa gazetelerinin
ehemmiyetli bentlerini icmal veya tercüme etmiş, siyasi makaleler yazmıştır.
Aynı gazetede bulunduğu zaman Bosna'da Gülşen-i Seray namıyla çıkan bir
gazetenin Şakir ismini taşıyan muharriri ile kalem münakaşasına girmiş, hayli
müddet devam etmiştir. Midhat Paşa sadarete geldiği zaman Ahmed Midhat
kendi namına Devir gazetesini çıkarmış; fakat derhal tatil edilmiştir. Ondan sonra
çıkardığı Bedir gazetesi de on birinci nüshasında kapanmıştır, daha doğru
kapatunlmışur.
Hiçbir anzadan yılmayan, hiçbir maniaya aldırmayan Ahmed Midhat fütur
eseri göstermedi, Dağarcık namını vererek fenni bir mecmua çıkarmaya başladı.
Halka birçok hakikatleri anlattı. Akçuraoğlu Yusuf der ki:
"Ahmed Midhat Efendi'ye, Türkiye'nin Tolstoy'u diyenler büsbütün
yanılmıyorlar; Midhat ile Tolstoy arasında bir hayli [s. 5 l 3] vech-i müşabehet
vardır. Cismen sağlamlık, çok yaşamak, büyük bir aile sahibi olmak gibi maddi
hususattan maneviyata te'sir-i azimi olduğunu bilmekle beraber -sarf-ı nazar
etsek bile- Midhat'ı Tolstoy'a benzeten cihetler yine az kalmaz: Her ikisi de
yorulmak bilmeyen hakikat arayıcısı ve uslanmak bilmeyen insaniyet hizmetçisi
idi. Hakikati bulmak ve insanlara müfıd olmak için, her fikri tetkik ederek, her
ilme, her sanata başvurarak çalıştılar. Her ikisi de insanlara saadet bahşeden bir
mehdi, bir mürşit olmak ateşiyle yanıyorlardı. Tolstoy bu uğurda asker, zabit,
muharrir, şair, edip, hakim, çiftçi, ibtidaiye hocası, kunduracı, hasta bakıcısı,
gazeteci ve nihayet seyyah - derviş olmuştu; Midhat da, aynı maksatla
memurluk, muharrirlik, ediplik, alimlik, hakimlik, tabiplik, askerlik, matbaacılık,
müverrihlik, hocalık etti. Tolstoy da, Midhat da feylosof, hem feylosof-ı ilahi
idiler (İsteyenler, her ikisine mütefelsif desinler!); Tolstoy da, Midhat da mutekid
ve nikbin idiler; her ikisi hemen aynı şiddetle zavallı Schopenhauer'ı çekiştirdiler.
Tolstoy, "Yasnaya Polyana"da birkaç sene çocuklara elifba okuttu, yeni bir tarz-ı
ta'lim ve terbiye tatbik etti; Midhat, menlası Rodos'ta Usı1.l-ı Savt:iye'yi Osmanlı
Türkçesine ilk defa idhal ve tatbik ile aldığı şevk üzerine, koca Medrese-i
Süleymaniye'yi vücuda getirdi. Çok yazmakta, mütenevvi yazmakta ve çabuk
yazmakta Türklerin Midhat'ı Tolstoy'u fersah fersah geçer. Tenevvü ve kesret-i
asarıyla Midhat, eski Arap muharrirlerini, hani ya şu bilmem kaç deve yükü
kitap yazmış İmam Suyüti'leri andırır. Geçen hafta hayli uğraştığım halde
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 425

Midhat Efendi'nin asan miktarını sahih olarak, bir türlü öğrenemedim.


Herhalde yüz elli cildi mütecavizdir; gazete makaleleri de hesaba katılırsa, iki
yüz elli cildi geçer. Eserlerinin miktar ve tenevvü'ü ile Tolstoy'a galebe çalan
Midhat, eserlerinin kıymetiyle, ehemmiyetiyle, şahsiyetiyle (origi,nalitl)
Tolstoy'dan pek çok aşağıda kalır. İşte bu mühim sebepledir ki Tolstoy'un
şöhreti cihan-şümul iken, kitapları her lisana tercüme olunup okunurken Ahmed
Midhat'ı, vatanı haricinde ancak bazı müsteşrikler [s. 5 1 4] tanır, kitaplarından
da başka lisanlara tercüme olunanları yok denecek kadar azdır. Lakin Midhat'ın
Tolstoy olamaması, onun şahsi nekaisinden ziyade, doğduğu, yaşadığı muhitin
netice-i te'siratıdır. Tolstoy, medeni bir memleketin zengin ve asil bir ailesi
içinde doğup, daha küçücük çocukken pek çok malfımat toplamış, Rusçadan
maada İngilizce, Almanca, Fransızca öğrenmiş, isti'dad-ı fıtrisini muhitinin
tesiratıyla inkişaf ettirmiş ve pek erken dı1rülfünuna girmiş idi. Midhat ise
Tolstoy'un darülfünuna girdiği yaşta me'ser-i medeniyenin pek çoğundan
mahrum köy gibi bir kasabanın idadiye mualliminden Garp efkarına az çok
mahrem olabilmek için Fransız elifbasını, hecelemekle meşguldü . . . Midhat'ı Rus
edib-i hakimiyle mukayese ederken, Türklerin yüzünü kızartacak bir cihet de
seciyelerindeki (karaktzr) telavüttür. Midhat Efendi, asla karaktersizlikle itham
olunamaz: Mesaisindeki intizam ve şiddet, halka müfid olmak yolunda gösterdiği
fevkalade gayret ve himmet, nilıayet bazı efkanndaki (Mesela terakki-perverlik,
Garp'a teveccüh, Şark için lüzum-ı teceddüd) sebat ve cesaret, cidden karakter
sahibi olduğunu irae ve ispat eder. Lakin bazı mu'terizler, meslek-i felsefi ve
siyasisinde bazı temevvücat gösterebilirler. Hayat-ı fikriyesinde meslek-i felsefisi
hiç tagayyüre uğramayan insanlar mefkud gibidir. Meslek-i siyaside tebeddül ve
tekamül edebilir. Ancak Midhat Efendi'nin fikr-i siyasisi tekamül ederken bir
münhani-i muttarit çizmediği göze çarpar. Hakikatte müşahede olunan Midhat
Efendi'nin fikrinden ziyade, ilade-i fıkriyesidir. Ve bunun böyle olması,
mu'terizlere daha çok hak kazandırır. Midhat Efendi'nin asan arasında,
mukaddes Sinod'un tekfirine karşı, feylosof Tolstoy'un yazdığı mektubun bir
eşine, maatteessüf rast gelinmez, fakat birinci Osmanlı Meclis-i Mebusanı
başkatibinin Seroet-i Fünı1n'da çıkan malum makalesi hatıra gelir . . . Bu elim bahsi
çabuk kapatalım; fakat Hace-i Evvel'imizi tebriye etmeden değil: Bütün bu
vakayi'de dahi mesul, kanaatimce muhitimizdir; Ahmed Midhat Efendi, ne
kadar sağlam [s. 5 1 5] bir karakter olursa olsun, muhitine bir vergi vermeden
geçemezdi; memleketine ettiği ciddi hizmetler, Midhat'ın bu "zelle"sini
unutturmaya kafidir."
Yusuf Akçura şu sözleri de ilave ediyor:
"Midhat Efendi'nin Türkçülüğü, İkdam'ın Asar-ı Eslaf Kütüphanesi'ni tesis
ettiği zamanlardan, yani on beş on altı sene evvelinden itibaren iyiden iyiye
mahsustur. Necib Asım'ı, Veled Çelebi'yi Türkolojiye teşvik eden Midhat
olmuştu. İnkılaptan sonra Midhat'ın Türkçülüğü daha ziyade kesb-i sarahat etti
ve küşayiş buldu. 1 324 [1 908] senesi Türk Derneği müessislerinden olmayı kabul
buyurmuştu. Rusyalı Türk talebe tarafından tertip edilip, İstanbul'da Türklük
426 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

fikrinin ilk tezahüratında bulunan bir büyük konferansında, Midhat Efendi,


Türk tarih ve etnografyasına dair pek kıymetdar malumat vermiş, kendi
içtihadına göre Afrika'da yaşayan Tuvarek'lerin, bile Türk olduğunu
söylemişti . . . "

Ahmed Midhat Dağarcık'a yazdığı fenni makaleler miyamnda "Duvardan


Bir Sada" unvanıyla iki makale yazmış, bundan dolayı da dinsizlikle itham
edilmişti. 1 290 [ 1 873] tarihinde bir felakete uğramış, Rodos'a nefyolunmuştu.
Metin ve sağlam seciyeli bir kadın olan annesi Nefise Hanım metanetini
bozmamış, oğlu sürülürken: "Benim oğlum ne büyük adam imiş ki düşmanı bir
padişahtır." demiş; fakat bir sene sonra da o iftirakın tesiriyle ölmüştür. O
zamanlar Ahmed Midhat, kardeşi Cevdet'le beraber
İttihdd gazetesini
çıkarıyordu. Kendisi Rodos'a nefyedilince gazete başsız kalmıştı. İstikbal gazetesi
başmuharriri Nazım Bey'e bir mektup yazarak İttihM'ın başmuharrirliğini
almasını ve kardeşi Cevdet'le görüşmesini rica etmişti. Nazım Bey bilahare -

Zaptiye Nazın ve Suriye valisi olan Nazım Paşa'dır - Genç Osmanlılar Cemiyeti
azasından ve Namık Kemal'in yetiştirdiği gençlerden imiş. Kendi:

"Ahmed Midhat, Rodos'ta menfi idi, İttihad gazetesini çıkanyordu. Bir


mektup gönderdi, kardeşi Cevdet'le görüştüm. Bana: 'Sen orada bin kuruş
alıyorsun yazık değil mi; biz sana iki bin veririz.' dedi. Ben: 'Öyle ama Kemal
Bey danlır!' dedim. [s. 5 1 6] Çünkü beni İstikbdfe mu ha rrir yapan Namık
Kemal'di. Cevdet: 'Biz Kemal Bey'in müsaadesini alırız.' dedi ve mektup yazıp
rica ettiler. Ben de lttihM'a başmuharrir oldum."

der.

Ahmed Midhat menfasında da boş durmamıştır. Mustafa namında bir


çocuğa Usı1l-ı Savt!>'e'yi birinci defa
olarak tatbik ile okumayı öğretmiş ve
muvafTakiyetini görünce bazı kimselerin delalet ve himmetleriyle Rodos'ta
İbrahim Paşa Camii avlusunda Medrese-i Süleymaniye'yi tesis etmiştir. Bu
s u retle de millete hizmetten hali kalmayan bu gayur adam Sultan Murad'ın
tahta cülusu üzerine 1 293 [1 876] tarihinde diğer menfa yoldaşlarıyla İstanbul 'a
dönmüştü; fakat tekrar Rodos'a Tahrirat Müdürlüğüyle giderek başladığı işi,
Medrese-i Süleymaniye'yi tamamlamıştı. Programlan, tedris usullerini bitirip
öğrettikten sonra tekrar İstanbul'a avdet etmişti.
Ahmed Midhat İstanbul'da hem gazete çıkarıyor, hem de memuriyetlerde
bu lu n uyordu .
Ta/o:;fm-i Vekayi' ve Matbaa-i Amire müdüriyetlerine tayin olunmuş
ilk Mebusan Meclisi'nin zabıtnameleri ni yazmış ve basmıştır.
1 300 [ 1 882/ 1 883] tarihinde Karantina Başkitabeti'ne geçmiş, on iki sene
sonra Karantina'ya reis olmuştur.
Recaizade Ekrem'in Ta'lfm-i Edebryıit'ını n intişarı üzerine açılan münakaşata
iştirak etmiş, Ekrem'le Hamid tarafını iltizam ederek m üdafaatta bulunmuştur.
Bu suretle de terakki ve teceddüde taraftar olduğunu göstermiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 427

1 305 senesinde [ 1 887 / 1 888] Stockholm'de sekizinci Müsteşrikin Kongresi


toplanmıştı İstanbul'dan da Ahmed Midhat memur olarak gönderildi. Üç buçuk
ay Avrupa'da dolaşmıştır.

Ahmed Midhat nihayet Tercümdn-ı Hakikat gazetesini neşre başladı. Damadı


Muallim Naci merhum da bu gazeteye yazardı.

Bir zamanlar Ekrem'leri, Hamid'leri müdafaa etmiş olan Ahmed Midhat


1 3 1 1- 1 3 1 2 [ 1 893/ 1 894] senelerinde Servet-i Fünun'a muarız bir vaziyet aldı.
Yazdığı "İmla", "Klasik", "Dekadan" gibi makalelerle tenkitler, [s. 5 1 7] tarizler
yağdırdı. Tabii diğerlerin de cevaplan hayli şiddetli idi. Adım "Kırkanbar"
koymuşlardı. Bilhassa her fenden bahsetmesi muarızlarına kuvvetli bir silah
vermişti. "Çok bilen çok yanılır" darb-ı meseline istinaden onlar da kendisini
hırpalıyorlardı. Fikret'in şymbolique bir şiiri müthiş bir tarraka ile intişar etmişti:
"Timsfil-i Cehalet".

Bu muaraza ve münakaşa bu kadarcıkla kalmamıştı. Meşrutiyet'ten sonra


da devam edip gitmişti. Servet-i Fünun'dan sonra Tanin'i kuran muarızları,
bilhassa Hüseyin Cahid fırsat düştükçe Ahmed Midhat'ı hırpalamaktan büyük
bir haz duyardı.

Hatta Lastik Said namıyla anılan Kemal Paşazade Said Bey ile -ki Şura-yı
Devlet Tanzimat Dairesi reisi idi - aralarında açılan bir münakaşa-i kalemiyede
biraz fazlaca istihza eden Said Bey'i Babıali Caddesi'nde yakalayarak şemsiye ile
dövdüğü meşhurdur.
1 324 [1 908] Temmuz'u inkılabıyla Ahmed Midhat da tekaüd edilmişti.
Yalnız Darülfünun"da tarih-i umumi, tarih-i edyan ve felsefe muallimliklerine
tayin edilmişti. Tevfik Fikret merhum da edebiyat muallimi bulunuyordu . . Bir
meclis-i mualliminde verilen kararlara Fikret talebenin menfaati ve
darülfünunun haysiyeti namına itiraz etmiş iken Midhat ekseriyetin tarafını
iltizam etmiş, sonra da eğilerek Fikret'in kulağına: "Ben de senin fikrindeyim
ama ne yaparsın idare-i maslahat .. " deyinc,e Fikret yerinden fırlayıp kalkmış ve
doğru müdürün odasına giderek: "Bu koca sakallı riya.karlarla benim bir arada
çalışabilmeme imkan yoktur." diye istifasını verip çekilmiştir.

Böyle zaafları, mübfilatsızlıklan istisna edilirse, Ahmed Midhat'ın


memleketine ve millete hizmeti pek çoktur.

Vazifesine pek mukdimdir. Ancak üç gün derse gelmediği görülmüş, onun


ikisinde sis dolayısıyla vapurlar işlememiş, birinde de yatağından çıkamayacak
derecede hasta imiş. Bir çok müessesat-ı ilmiyede vazifeleri vardı.
Darülmuallimat'ta ilm-i terbiye (pedagogi,e); Medresetü'l-Viizin'de Tarih-i Edyan
[s. 5 1 8] muallimi ve Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye tarafından idare olunan
Dirüşşafaka'da ders nazın idi. Bir buçuk sene kadar bulunduğu bu sonuncu
vazifesinde haftada bir gece kalırdı. Yine böyle nöbette bulunduğu 1 324 senesi
428 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kanun-ı Ewel'inin on altıncı Pazar [29 Ocak 1 909]95 gecesi bu fahri vazife
başında vefat etmiştir.

Ahmed Midhat merhum Boğaziçi'nde Beykoz'da otururdu. Her sabah


zavallı beşte kalkar; sütünü, kahvesini içer; kitaplarının da bulunduğu büyük
salona girer; yazıyla meşgul olurmuş. Hele son zamanlarda vapurda alt
kamaraya iner, Köprü'den Beykoz'a gidinceye kadar geçecek zamandan istifade
ile yazılarını yazardı. Türkler arasında Ahmed Midhat kadar vaktin kıymetini
takdir eden pek azdır. İhtiyarlığına rağmen gençlerden fazla çalışırdı. Son
zamanlarında doktorlar yazı yazmaktan men ettikleri için o da kendi yazılarını
doktor damatları Rıza ve Muhlis Beylere imla ettirirmiş. Darülfünun'da
tedrisatta bulunduğu sıralarda muallimin heyeti ile talebe, vaktiyle kendinin
rüşdiye mekteplerinde okunmak üzere yazmış olduğu, bir tarihi, "Çok
mufassaldır. İhtisar ediniz" diye rica etmişler, Ahmed Midhat merhum fevkalade
müteessir olarak ağlamış ve: "Darülfünun arzu edilen tekemmül derecesinden
çok uzak! .. " dermiş.

Ahmed Midhat kalben iyi, merhametli bir adamdı. Kendisinin "fukara


babası" olduğunu, Beykoz'da onun muavenetine nail olmayan bir fakir
bulunmadığını söylerler.

Merhumun bazı hususiyetlerini anlatırlar. Tabii, bünyesinin icabı olarak


yiyip içmeyi severmiş. Bilhassa fasulye piyazıyla hamur işlerine fazlaca düşkün
imiş. Meyvelerden dutu, portakalı, kavunu çok sever; suyu da maşrapa veya
sürahi ile içerse kanarmış. Bozayı da çok severmiş.

Geceleri zavallı dokuzda yatar, ona kadar m ütalaa ile vakit geçirirmiş . İşsiz
olduğu günler, esasen pek çok olan çoluk çocuğunu etrafına toplar, para vererek
kendisine masal söyletirmiş: "Bunlann çoğunda hikmet vardır." dermiş. Oyunda
yenilen çocuklara da ceza olarak masal söylettiğini naklederler.

[s. 5 1 9] Tenha günlerde Beykoz çayırına çıkar, açık havada boylu boyuna
bir ağaç gölgesinde çimenlerin üzerine uzanır, yatarmış .. Evde de yorgun olduğu
zamanlar yere, halının üzerine arka üstü uzanır dinlenirmiş. Yazın çalışırken de
çıplak ayak ve kollan sıvalı oturmak itiyadı imiş .. Gece uykusunda bağıra bağıra
sayıklar, dişlerini gıcırdatırmış, bazen uyku içinde naim-i sair (somnambule) gibi
dolaştığı da olurmuş .. Hatta bir gece kalkarak, gündüz bahçesine ektiği semizotu
tohumlarını suluyorum zannıyla, odayı sulamıştır. Ertesi sabah odadaki
ıslaklıklan gösterdikleri zaman gece kalktığını hatırlamıştır.

Ahmed Midhat'ın yedisi kız dördü erkek olmak üzere on bir evladı dünyaya
gelmiştir. Damatlanndan Muallim Naci öldüğü zaman teessüründen asabi bir
rahatsızlığa uğramış ve kollan sıvalı, elinde Revolver, on on beş gün kırlarda,
dağlarda dolaşmıştır.

95Ahmed Midhat'ın vefatı 28 Aralık 1912'dir. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 429

Memleketin kıymetli adamlarından biri veya sevdiği insanların biri ölürse


asabileşir, müteessir olurdu.

[s. 520] Lisanı, Eserleri ve Tesiri


Ahmed Midhat her şeyden evvel bir gazetecidir. En büyük hizmeti de bu
yolda görünmüştür. Rumeli'de Midhat Paşa'mn maiyetinde iken neşre başladığı
Tuna gazetesinden İstanbul'da neşrettiği muhtelif gazetelere, bilhassa lttihdd ile
Tercümô.n-ı Halrikafe varıncaya kadar bütün gazetelerde halkı alakadar edecek
birçok malumatın intişarına vasıta olmak şerefini kazanmıştır.

Midhat yorulmaz bir yazıcı idi. Bu kabiliyetinden kinayeten de kendisine


"yazı makinesi" denmişti. Midhat; bütün bir muarız heyetin Ekrem'le Abdülhak
Hamid'e hücum ettikleri zamanda onları müdafaa etmiş, edebi teceddüde
taraftar olduğunu göstermiştir. Bilhassa Tercüman-ı Hakı"kat, Hamid'in eserlerini
hırpalamaya uğraşan Hacı İbrahim Efendi'ye karşı Hamid'i müdafaa etmişti.
Hamid de kendisini müdafaaten Tercüman-ı Hakı"kat'e bazı makaleler göndermişti.
Hatta akrabasına yazdığı mektuplardan birinde Ahmed Midhat'tan
memnuniyetle bahsediyordu:

"Ahmed Midhat iyi müdafaalar yazdı; ne fayda ki onun müdafaatı ekseriyet


nazarında pek makbul tutulmuyor. Mamafih beni pek ziyade memnun etti.
Kendisine bilhassa teşekkür yazdım . . . "

diyor. Ve yazdığı bir makalede,

"Bize ne Mirabo lazım, ne de Voltaire'in iktizası vardır."

diyen muarızlara mukabil:

"Hele şunu tekrar tekrar sormak isteriz: Bir elinde kemfilat-ı Garbiye
ufkunun sehfilb-i rengarengi, bir elinde vüs'at-ı kariha deryasının emvac-ı bi­
nihayeti ile huzur-ı mahkeme-i efkara çıkan Ahmed Midhat'ın yanında, siz bu -
Bize ne Mirabo lazım ve ne de Voltaire'in iktizası vardır - kıyafetiyle mi
duracaksınız?"

diye Ahmed Midhat'ı da müdafaa ediyordu.

Midhat bu teceddüdün taraftan idi. Kemal'e karşı da bir teveccüh-i


mahsus} beslerdi hatta Kemal Bey'in yetiştirdiği gençlerden olan Zaptiye Nazır-ı
esbakı Nazım Paşa'yı o zaman istikbal gazetesinden alarak lttihdd'a başmuharrir
yapmak için de Kemal Bey'e müracaat etmişti. Bütün ateşli muharrirlere karşı
Ahmed Midhat'ta [s. 52 1] bir meclubiyet vardı. Gençliğin gayretini alkışlıyordu
ve gençliği terbiyeye uğraşıyordu.

Ahmed Midhat'ın lisanı, bir gazeteci lisanıdır. Onda büyük bir meziyet-i
edebiye yoktur. Ziya Paşa'ların, Kemal'lerin, Ekrem'lerin, Hamid'lerin lisan­
larıyla mukayese edilemez. Hatta kendi damadı Muallim Naci'nin lisanındaki
430 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

vuzuh ve selaset de yoktur. Aynı zamanda halkın anlayacağı kadar da sade


değildir. Midhat'ın edebiyatı enamileştirmek (vulgariser), halkın anlayabileceği bir
seviyeye getirmek gibi takdire seza olan arzusuna bu lisanı şüphe yok ki mani
olmuştur. Zamanında Ahmed Midhat'tan çok açık yazanlar vardı:

"Beşer denilen milyonlarca nüfüs-ı akıle ve efkar-ı müdakkikeden mürekkep


hey'et-i ma'neviye en ziyade kendisini iyiyi, fenayı temyizden aciz olmak üzere
tasavvur edenlerin tasavvuratını beğenememekte olup matbuatın neşriyat-ı
mevkute ve gayr-i mevkutesine atf-ı nazar-ı tenkid hususunda efkar-ı umu­
miyenin kudret-i temyiziyesi daima iyiyi fenadan temyiz ve tefrikada nihayet
derecede akilane bir istidat göstermiştir.

Binaen-fila-zfilik hey'et-i umumiye-i beşeriyenin terakkiyat-ı maddiye ve


maneviyesi emrinde taglit-i ezhana sfil erbab-ı müfsidenin cesaretlerini en büyük
sansürler kıramadıklan halde, enzar-ı umumiyenin bu misillu türrehata adem-i
rağbetleriyle erbabını techil ve tahcilleri en büyük kuvvet-i mania hükmünü
almıştır."

ibaresini okuyup anlayan her fert o zaman yazıcılarının, Kemal'lerin,


Hamid'lerin lisanını da kolayca anlar. Ahmed Midhat tuttuğu mevkii de,
kazandığı rağbeti de lisanındaki sadelik ve açıklık sayesinde kazanmış değildir.
Onun muvaffakiyetindcki sır da, sanat da başka cihettedir. Avrupai yazıcılar
arasında lisanlan temiz ve hakkıyla edebi olmadığı halde eserleri merak ve
heyecanla okunan muharrirler vardır. Hususuyla son zamanlarda Nat
Pinkerton'lar, Sherlock Holmes'lar gibi merak verici, gıcıklayıcı hikayeler halkın,
çocuklann ellerinden düşmüyor. Ahmed Midhat'ın mevzulan da daima böyle
merakı, heyecanı artıran romanlardı. O devir nesrinden bahsederken Cenab
Şahabeddin:

"Mensur hikayeleri ya roman şeraitini cami' olmayan bir eser-i edebi idi,
Cezmi gibi, yahut evsaf-ı edebiyeden mahrum romandı, [s. 522] Hasan Melldh
gibi."

der. Filhakika Ahmed Midhat'ın yazdık.lan birer romandı; fakat Cenab'ın da


dediği gibi evsaf-ı edebiyeden mahrumdu. Ahmed Midhat bugünkü manasıyla
ne edip idi, ne de şair.. Hiçbir fennin mütehassısı olmayan Midhat hemen her
fende yazmış, her fende çalışmış, her fende münakaşalara girişmiştir.

Halka birçok faydalı malumat vermiş, halkın zihnini açmış ve bilhassa


okumak merakını, okumak zevkini vermiştir.

Ahmed Midhat'ın karileri muayyen bir zümreden idi. Şüphesiz onu bila­
istisna, herkes anlamazdı. Fakat anlayanlar seve seve okurlar ve bu mütalaa
sayesinde de birçok malumat alırlardı .

Eserlerinde tarihe, coğrafyaya, muhtelif fenlere ait birçok malumat bulmak


kabildir. Bu sayede okuyan tabaka -cüzi de olsa- bu hususlarda malumat
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 43 1

kazanıyor, ilmin zevkini alıyor. İşsiz, güçsüz vakit öldürmek seyyiesinden


kurtuluyordu.
İşte Midhat'ın en büyük tesiri bu noktada idi. Terbiye sahasında çalışmaya,
elifba okutmak, kıraata alıştırmak usullerini tedris gibi, tatbik gibi pedagoji
sahasında çalışmaya başlayan Midhat İlmen yükselememiş, terbiyeten mahdut
kalmış, sinni de ilerlemiş; erkeklerle kadınlara iyi, faydalı bir iştigal zemini
hazırlamıştı. Bugün buradaki tabir ile Ahmed Midhat· "sevadsızlığa" karşı harp
açmıştı. . O halkın okumayı, düşünmeyi sevmesini istiyor, bütün gayretlerini bu
noktaya tevcih ediyordu.
Zamanında, Ahmed Midhat, karşısında birçok muarızlar bulmuştu.
Bunların da kısm-ı küllisi mütehassıslar idi. Midhat, her fenden, her ilimden
bahsettiği ve bu hususta bazı hususi ve indi kanaatlere, içtihatlara istinat eden
iddialarda bulunduğu için bu tarizlerden, hatta taarruzlardan kurtulamıyordu.
Filhakika, ağızsız, dilsiz, gözsüz, görgüsüz bir halkı dile getirmek;
görgüsünü artırmak için çalışmak, uğraşmak; bildiğini bildiği kadar, gördüğünü
gördüğü kadar söylemek ve göstermek bir borçtur. Ahmed Midhat da bu
hizmeti itibarıyla şayan-ı takdirdir, şayan-ı teşekkürdür.
[s. 523] İhtisası cihetine gelince, her fenni sahibine bırakmak da ilmin
haysiyetini takdir etmek olduğundan, bu da ilmi seven şahsiyetler için bir
vazifedir.
Midhat tab'an şair olmadığı için şiire, edebiyata ait hususlarda da
muvaffakiyetli bir temyize varamıyordu. Edebi zevki hakkıyla terbiye görmüş
değildi, bu noktadan da yazdığı eserler edebi bir kıymeti haiz olamıyordu.
Kemal, Hamid, Ekrem, Sezai zamanlarının romantik bir heyecan ile
yazılan edebi eserleri, romanları karşısında Midhat'ın eserleri sönük kalıyordu.
Hususuyla Halid Ziya'lar, Rauflar, Cahid'ler roman yazmaya başladıkları
zaman bedii zevk, edebi telakki bütün bütün değişmiş, incelmiş, marziyet
kesbetmiş olduğundan Ahmed Midhat ı okuyanlar da, takdir edenler de
'

azalmıştı.
Ahmed Midhat'ın bir meziyeti de hikayelerinin mevzularında bir milli şiar
aramaktı. Alelekser mahalli ve kavmi hislerden, şahıslardan, adetlerden
bahsederdi. Memlekette mevcut muhtelif unsurların adatından, adabından,
maişetlerinden numuneler alırdı Arnavutlardan, Lazlardan bahseder, gayr-i
Müslim anasırın usullerini, adetlerini anlatır. Teceddüd cereyanlarından
bahsederken haklı olarak tesirini anlatan Halid Ziya:
"Bilemem niçin, memleketin hayat ı irfanından ve hususuyla son hareket-i
-

milliyeden bahsedilirken ismi mesklıt geçilmekte ittifak olunan Ahmed Midhat


Efendi'nin Hasan Melliih'ı, Hüseyin Felliih'ı, Feliitun Beyle Rakım F;Jendi'si o
zamanlarda bile ihtisasat-ı milliyeye hiç kimsenin bigane kalmadığına delalet
etmez mi?"
432 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diye Ahmed Midhat merhumun unutulmasından şikayet ediyor.


Ahmed Midhat'ın romanlan, hikayeleri olmasa, halk onlan okumaya,
sevmeye alışmasa, onlar dolayısıyla mütalaa zevkine varmasa idi, Ekrem'ler,
Hamid'ler, Sezai'leri de Hfilid Ziya'lan, Rauflan, Cahid'leri, Hikmet'leri de
okumayacak, sevmeyecek, hatta anlamayacaktı. Ahmed Midhat eserleriyle biraz
iptidai, biraz pürüzlü, biraz süssüz ve çiçeksiz de olsa müsait bir zemin hazırladı.
Eserlerinin salim, ahlaki · bir neticeye ermesi fedakarlık, namuskarlık gibi ulvi
timsaller göstermesi edebi ve bedii noksanlarını telafi ediyordu.
[s. 524) Midhat merhum dimağının, zihniyetinin, ilminin müsaadesi
nispetinde milletine fayda temin etmişti. Faydalan, hizmetleri gibi yanlışlıkları da
olmuştur. "Parlamento Rezaletleri" unvanlı eser de o hatalardan biridir.96
Kemal Paşazade Said Bey'le açılan münakaşa-i kalemiye neticesinde
Babıali Caddesi'nde Said Bey'i şemsiye ile dövmeye kadar varması ne kadar
çirkin ise kendisine karşı alınan tezyilkar vaziyet de o kadar teessürü muciptir.
Hususuyla Servet-i Fünun cereyanına karşı kendi sinni ve ilmi, tecrübi
haysiyetiyle mütenasip olmayan hareketleri de filem-i edebiyatta ve matbuatta
namı için pek de şerefi mucip olmayan ve bilhassa Tevfik Fikret gibi ilmin,
haysiyetin de ezeli bir müştftkı olan bir şairin lisanından "Timsal-i Cehalet" gibi
bir şiirin dökülmesini intac etmiştir.
Ahmed Midhat merhumun faziletlerinden biri ve belki birincisi de kör,
cahilane bir taassubun önüne geçmeye çalışmasıdır. "Tarih-i Edyan" dersleri
verdiği sıralarda Şark'ın ve Garp'ın yüksek feylesoflanndan verdiği misaller ve
numunelerle şakirtlerini daimi ve geniş bir müsamahakarlığa davet etmesidir.

96 Ahmed Midhat'ın bu başlık altında bir kitabı yoktur, sadece bir makalesi yayımlanmıştır.

(Haz. notu)
Hüsryin Nazım Pa.Ja
HÜSEYİN NAzIM PAŞA

Bu teceddüd zamanının yetiştirdiği şairler ve edipler arasında Ekrem'ler,


Hamid'ler Sezai'lerden başka büyük bir kıymeti, mühim bir hizmeti olan birçok
şair ve edipler de yetişmiştir. Bunlar miyanında bilhassa Kemal'in büyük bir
teveccühüne mazhar olan, Ziya Paşa'ların, Arif Hikmet'lerin, Leskofçalı
Galib'lerin takdirlerini kazanan, musahabet ve muaşeretlerinde bulunanlardan
biri de Hüseyin Nazım Paşa'dır.
Hüseyin Nazım Paşa, Kemal'in hem siyaset hem ictihat arkadaşlarından
Yeni Osmanlılar Cemiyeti erkanından Hasan Tahsin Bey'in oğludur. Aldığı
kuvvetli tahsile inzimam eden feyyaz fıtratı, vakur tabiatıyla daha pek genç iken
gazetecilik suretiyle matbuat alemine atılmıştır.

Namık Kemal, Avrupa'ya firar ettiği sırada babası Kıbrıs'a nefyedilmişti.


Nefıyden evvel hapis ve istintak edilen babasını görmeye gittiği zamanlar
zabıtadan duyduğu nefret kendi çocuk ruhunda acı intibalar bırakmıştı. Bu elim,
bu haksız muhitten çıkıp babasıyla beraber Kıbrıs'a giden Nazım Paşa, bu
menfa devresinden çok istifade etmiştir. Kıbrıs'ta "Acem İzzet" denilen şöhret­
şiar alimlerden İzzet Bey'den Farisi öğrenmişti. O zaman henüz rüşdiye tahsilini
bitirmiş bir çocuktu.

Ali ve Fuad Paşaların vefatından sonra Sadaret'e gelmeye çalışan Mahmud


Nedim Paşa'nın bu emeline muvaffakiyetle Sadaret'e tayini müteilib ilan edilen
afV-ı umumiden istifade ederek istanbul'a dönmüşlerdi.

Genç, zeki Nazım, Namık Kemal'in yazılarına bayılıyordu. Babasının bu


ateşli,bu coşkun şair arkadaşıyla tanışmaya can atıyordu.
Bu hususta kendisi:
"O zaman ben Namık Kemal'in yazılarına bayılırdım. Kemal'in bir
Ermeni uşağı vardı: İsak Efendi. Gelir giderdi. Kemal, babamın [s. 526] çok iyi
dostu idi. İsak'la kendisine bir mektup gönderdim. İsak avdetinde bana bir cevap
getirdi: 'Nazım Sultan!' elkabıyla başlıyordu. Yalnız içindeki 'Bende' işaretine
tariz ediyordu: 'Hiç hürriyet ve müsavata mazhar olanlar 'Bende' tabiri
kullanırlar mı?' diyordu. Artık benim koltuklarım kabarmıştı. Rast geldiğime
Kemal'in mektubunu çıkarıp gösteriyordum.

Ondan sonra Kemal Bey'le daima mektuplaşırdık. Ben siyasiyattan


bahsederdim ; o da bana sayfalarla cevap verirdi. Ben dört satır yazarsam o kırk
sayfa yazardı. Hatalarımızı yüzümüze vurmaz, kalbi dürüst, namus-ı mücessem
bir adamdı."
436 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor. Kemal ile başlayan bu muhavere ve muhabere kendisindeki ateş-i fıtrau


alevlendirmişti. O zaman daha Ziya Paşa ile muarefeleri yokmuş. Ziya Paşa ile
ilk muıirefelerini şu suretle anlatır:
"Ben henüz yirmi yaşlarında idim, Paris'e tahsile gitmek üzere
bulunuyordum. Ziya Paşa o zaman daha Bey idi97: Hardbdt'ı neşretmiş
bulunuyordu. Namık Kemal merhum Kıbns'ta Magosa'da menfasından Tahrib-i
Hardbô.t'ı yazıp göndermiş idi. Biz o zaman Namık Kemal'e perestiş ederdik. Ben
Ziya Bey'in şiirlerini de büyük bir lezzet ve zevk ile okur Terd'-i Bend'ini, Terkib-i
Bend'ini yüzlerce kere okur, muska gibi üzerimde taşırdım. Şair Ruhi ile ben
Tahrib-i Harabdt'ı Ziya Bey'in evine götürdük. Defteri aldı. Baştan, ortadan,
sondan şöyle açu gülümseyerek: 'Kemal Bey bu hususta pek haksız. Ben kendi
eserlerini almadım diye kızıyor. Fakat kabahat benim mi? Meslek ve siyaset
arkadaşı olduğum halde hiçbir eserini bana göstermez, benden saklar, eserlerini
bilmiyorum ki alayım.' dedi. Bu suretle Kemal'in kendi tenkidinden korktuğunu
yazılannı göstermekten çekindiğini anlatıyordu. ilave etti: 'Siz, inşallah Paris ' e
gideceksiniz; Fransızcayı iyi öğreniniz , büyük şairlerin eserlerini dikkatle
okuyunuz Kemal Bey'in o parlak parlak cümlelerinin hepsini Fransız şairlerinde,
muharrirlerindc daha parlak olarak göreceksiniz.' Ben Ziya Bey'in bu sözlerini
bittabi biraz daha yumuşatarak Kem al Bey'e yazdım. Kemal Bey [s. 527] o
zaman Ziya Bey'i: 'Gençliği harabata, meyhaneye mey-perestiye teşvik ediyor!'
diye itham ederken isbat-ı şairiyet da'iyesiyle bir 'Sdkindme' yazarak gönderdi.
Ziya Bcy'le banşmışlardı. Ben lttihad gazetesinde idim. Kemal de menfasından
gelmişti. Bir gün Namık Kemal ile Ziya Bey kol kola gi rmiş matbaaya
geliverdiler. Ondan sonra hemen her gün matbaaya beraber gelirlerdi . "
Nazım Paşa gençliğinde hangi gazetelere yazı yazdığını anlatırken o
zamanın matbuau hakkında da şayan-ı dikkat malumat veriyor: Ewela Andon
isminde birinin neşrettiği Ejkdr gazetesine bedava muharrirlik edermiş. Bilahare
Namık Kemal Bey kendisini on lira aylıkla istikbal gazetesine muharrir yapmış.
lstikbdfin de Hayô.fin de sahib-i imtiyazı Kasab Teodor isminde bir adammış.
lstikbdfin başmuharriri de Genç Osmanlılar azasından Ali Şefkati imiş. Kendisi
Ali Şefkati'nin Avrupa'ya firan üzerine İstikbdfe muharrir olmuş:
"Rum'dan dönme kalleş bir Faik vardı Eşek isminde bir gazete çıkarırdı,
dehşetli satılırdı. Gazeteye fevkalade merak vardı. Benim de dünyada en büyük
emelim Namık Kemal gibi büyük bir gazete muharriri olmak, onun gibi vatani
piyesler yazmak idi. O zaman Ahmed Midhat Rodos'ta menfi idi. lttihad
gazetesini çıkanyordu. Bir mektup gönderdi. Kardeşi Cevdet'le görüştüm. Bana:
'Sen orada bin kuruş alıyorsun! Yazık değil mi? Biz sana iki bin veririz!' dedi.
Ben: - Öyle ama Kemal Bey danlır dedim.

97 Ziya Paşa'nın Namık Kemal'le birlikte Mayıs 1 867'de Paris'e kaçmasıyla paşalık rütbesi
geri alınmıştır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 437

'Biz Kemal Bey'in müsaadesini alırız!' diye mektup yazıp rica ettiler, ben
de İttihad'a başmuharrir oldum. Artık memnuniyetime payfuı yoktu."
diye sergüzeştini nakleder.
Babası Genç Osmanlılar azasından olan Nazım Paşa daha küçücükten bir
inkılapçı ruhuyla beslenmişti. Kendini bilmeye başladığı zamanlarda düşüp
kalktığı adamlar hep memleketin teceddüdünü isteyen, içtimai, iktisadi, ilmi bir
inkılap yaratmaya çalışan Kemal'ler, Ziya'lar, Ali Şefkati'ler olmuştur.
[s. 528] Bu isyankar ruhun tesiri Nazım Paşa'nın hemen bütün yazılarında
görülmekte idi İttihad'a yazdığı makaleler müthiş bir tesir bırakmış, pek büyük bir
şöhret almıştı. Din, sanat ve hayat hakkında yazdığı hürriyet-perverane, inkılab­
cı'.'ıyane yazılar Yıldız Sarayı'nı endişeye düşürmeye başlamıştı.
Abdülhamid, Sadrazam'ı çağırıp: "İttilıa.d başmuharriri Nazım Bey'i çağır
da tatyib et, gazetede bu kadar ileri gitmemesi hususunu kendisinden ümit
ettiğimizi söyle!" demiş o zaman Sadrazam, Müze Müdürü Hamdi Bey'in pederi
Edhem Paşa imiş. Haber gönderip Nazım Bey'i davet etmiş. Fakat o Mabeyn'e
gitmek istememiş. Tekrar yaver gönderip götürmüşler. Ve Sadrazam'a: "Nazım
Bey geldi!" demişler. "Buyursun!" demiş. Sadrazam elbisesinin düğmelerini
ilikleyip ciddi ve resmi bir tavır takınarak saçlı sakallı, yaşlı başlı bir adam
zannettiği İttihad başmuharririni beklerken karşısında on dokuz yirmi yaşlarında
bir genç çocuk görünce evvelce iliklediği düğmelerini çözerek laubali bir tehdit
ile: "Bir daha gazeteye böyle şeyler yazmayacaksın! Yoksa seni falakaya
yıkanın!" demiştir. Sadrazamın bu garip tehdidi üzerine Nazım Bey ertesi günü
daha şiddetli bir lisan kullanmış, Abdülhamid de Sadrazam'ı çağırıp tekdir
ederek: "Neden Nazım Bey'i çağırıp söylemedin?" demiş. Edhem Paşa:"
'Çağırdım karşıma bir çocuk çıktı. Hatta kendisini tehdit ettim." cevabını vermiş.
Sultan: "Ben sana tehdit et demedim, 'Tatyib et!' dedim!" demiştir.
Abdülhamid, Nazım Paşa'nın babasını ve faaliyetini çok yakından tanıdığı
için onun oğlunun da tehdit ile yola gelmeyeceğini pek güzel biliyordu.
Nazım Paşa, Avrupa'dan gelip iş başına geçtiği zamanlarda da fıtratındaki
doğruluktan ayrılmamıştır. Şehremaneti Mektupçuluğu zamanında ecnebilere
bir şirket imtiyazı meselesinde Emanet Meclisi azalarının nasıl suistimal
ettiklerini, rüşvet aldıklarını ortaya atmıştır. Bir sabah evine gelen şirket müdürü
büyük bir zarf bırakıp gitmiştir. Nazım Paşa bir istida zannıyla açıp [s. 529]
kendisine otuz bin franklık bir rüşvet bırakıldığını görünce hayret ve gazabından
deli gibi olmuş ve Emanet Meclisi'nde mesele müzakereye konup şirkete imtiyaz
verilmesine karar çıkacağı esnada kalkıp; "Ben bu kararın aleyhindeyim!" diye
otuz bin frankı zarfıyla beraber ortaya koyup: "Bana bu rüşveti getiren elbette
başka yerlere de götürmüştür. Namus-karine iş görecek bir şirket kimseye rüşvet
vermez. Otuz bin frank rüşvet veren şirketin ise memleketten otuz milyon
çalacağında şüphe yoktur. Ben imtiyazın verilmesine kat'iyen muarızım!" demiş,
Meclis'i fena bir vaziyette bırakarak karar verdirmemiştir. Fakat bir gün şirket
438 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

müdürüne tesadüf etmiş adam kendisine: "Nazım Bey, goruyorum siz çok
tecrübesizsiniz; o parayı biz size bir hediye olarak verdik, yoksa imtiyazı bizim
alacağımızda şüphe yoktur. Abdülhamid kendisine verilen milyonları alırken
sizin bu küçücük hediyeyi reddetmeniz ne fayda verir!" demiştir. Filhakika bir
hafta sonra da imtiyaz o şirkete hem de Meclis-i Vükela kararıyla verilmiştir.
Sarayın rüşvet aldığı, rüşvet alanlara da göz yumduğu muhakkaktı. Hatta
Abdülhamid bu hususta "Bal tutan parmağını yalar!" darb-ı meselini kullanmayı
adet etmişti.
Nazım Paşa, Zaptiye Nazırlığı'na kadar çıkmış ve Abdülhamid'in keyfine
hizmet etmemiştir; daima hürriyet için çalışanları el altından tutmuş, tevkif
olunanları birer vesile ile bıraktırmıştır. Hatta Abdülhamid'e de hürriyet­
perverane telkinlerde bulunurmuş.
Avrupa'da gazete çıkararak hükümet aleyhine çalışanlardan Ali Şefkati
kendi arkadaşlarından imiş. Ona bir vesile ile maaş bile yaptırmış, onun
kardeşini memuriyete koydurmuştur. Fakat nihayetinde Abdülhamid ile
uyuşmak mümkün olamamış, kendisini valiliklerle İstanbul'dan uzaklaştırmıştır.
Bütün bulunduğu vilayetlerde kendini halka sevdirmiş, daima memleketin
nerine ve hürriyetine çalışmıştır. Abdülhamid [ s. 5301 zamanının gerek dahili,
gerek harici siyasetindeki gizli noktalan ortaya atan çok şayan-ı dikkat bir
Hdtırdt'ı vardır. Yazık ki tab'edilememiştir.
Nazım Paşa birçok gazetelere hürriyet-perverane yazdığı ateşli maka­
lelerden başka Sahı2m, Al.eksaniç, Beld-yı Hicret namlarıyla üç tiyatro yazmış, büyük
şöhrete mazhar olmuştur. Bundan maada o zaman intişar etmiş birçok
manzume ve şarkıları da vardır. Kendisi de 1 324 İnkılabı'nı hazırlayan İttihat ve
Terakki azasından idi.

[s. 53 1 ) Lisan ve Asan


Nazım Paşa edebiyat ve matbuata pek erken atılmış şair ve
ediplerimizdendir. Tercüme-i hiilinde görüldüğü gibi iki mühim simanın tesiriyle
çalışmıştır: nesirde Namık Kemal, nazımda Ziya Paşa.
Gerek gazetelere yazdığı ateşin makaleler, gerek kaleme aldığı tiyatrolar ile
hakikaten Kemalane bir kudret ve Kemalane bir sanat göstermiştir. Eski İttihad
nüshaları buna şahittir. Zamanında büyük bir şöhret alan Nazım Paşa'nın
tiyatroları her sahneye konuşta halk büyük bir haz ile alkışlar, mutlaka muharriri
sahneye davet ederlermiş.
Nazım Paşa yazdığı üç piyesiyle o zaman sahneye büyük hizmet etmiştir;
ancak Kcmal'lerin yazdığı, Vefik Paşa'lann ve Ali Bey'lerin tercüme ettikleri
piyeslerle dirilen sahneye başkaca can vermiştir. Şu itibar ile tarih-i edebiyatta
kıymetli bir yeri vardır. Yazık ki matbuu hemen hemen kalmayan bu piyeslerden
bir numune vermek de mümkün olamıyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 439

Akksaniç birinci defa sahneye konulduğu zaman Namık Kemal de tiyatroda


bulunmuş ve genç muharririni hararetle tebrik etmiştir.
Eserlerinde vatani bir his, dini bir heyecan vardır, Namık Kemal'in ruhu
görülmektedir. "Namık Kemal gibi bir gazeteci olmak, onun gibi vatani piyesler
yazmak" isteyen Nazım Paşa o gayesine ermişti.
Nazımda Ziya Paşa'yı mukteda bilen Nazım Paşa da onun gibi terkib ve
terci'-i bendler yazıyordu. Bilhassa şarkılar vücuda getiriyordu. Şaire Nigar
Hanım ile muarefe ve mükatebeleri vardı. Arapça ve Farsçaya da tercüme
edilmiş bir Terd'-i Bend'inden aldığımız şu parçalarda Ziya Paşa'nın tesiri
görüldüğü gibi dini bir eda da vardır. Şekil ve lisan da Şark şiirinin numunesidir.

"Nedir bu hilkat-i eşya, ne bundaki maksud!


Neden bu kevnin olur muktezası bud u nebud
[s. 532] Ne türlü hfile girer bu avfilimin suru?
Takallübat-ı cihanda neler olur meşhud
Tagayyür eylemez asla nizam-ı mevcudat
Halel cihat-ı kavamn-i aleme mefkud
Bu ıttırad-ı kavamn-i kainat nedir?
Neden neden oluyor hadisat-ı turfe-nümud
Esas-ı rabıta-i imtizac eşyadır
Olursa da ne çıkar madde daima mevcud
Teşekkülat-ı avalim teselsüle tabi'
Nedir bu silsile-i hilkat ey Huda-yı vedud
Tekemmülatına bak her vücud-ı uzvunun
Ne istihfile-i hayret-fezadadır mevlfıd
Adem adem denilen kar-gah-ı hilkattir
Bu kar-gaha cihandır suver-nüma-yı halfıd
Bu sırr-ı hikmeti idrak mümkün olmadı ah
Nedir bu hikmetin ey la-yeza! olan Ma'bfıd
Çıkar girive-i cehle nihayet-i irfan
Ne mümkün eylemek idrak hikmet-i Yezdan

Nedir semada bu a'dada sığmayan ecram


Nedir ava!im-i şemsiyyede bu hüsn-i nizam
Nedir bu cazibe vü dafia kavanini
Nedir kuva-yı tabiattaki tevazün-i tam
Nedir bu devr-i dem-a-dem bu muntazam harekat
Nedir nizam-ı cihanda esas olan ahkam
Cihan cihanı muakkib fezada bir had yok
Ne semt-i na-mütenahiyedir bu azm-i hıram
Bütün zemin ü semada nizam-ı hilkat bir
Fezada kevkeb ü seyyarede bu kudret-i anım
[s. 53 3] Bütün müesseridir bir müessirin ekvan
440 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Müessir olmasa olmaz nizam üzre devam


Hayfil-i mahz-ı beşerdir tasavvur-ı na-bud
Vücud-ı vacibi eşya eder iken ifham
Eğer tefakkud olunsa tabayi'-i eşya
Delil-i vahdet olur fikr-i hikmet-i İslam
Yoruldu kaldı gönül gitti fikr-i istiksa
Tebeyyün etti ukule tagallüb-i evh:lm
Ne cüst ü cu ile geçti şeb:lb ol dem ah
Yine tarika-i hayrette bi-neva encam
Çıkar girive-i cehle nihayet-i irfan
Ne mümkün eylemek idrak hikmet-i Yezdan ... "

Nazım Paşa'nın İslami ve felsefi bir nazarla yazdığı bu manzume ve naatleri


hayli eskidir. Kendisinin şuhane yazılmış şarkıları da vardır.
İyi bir Garp terbiyesi almış olan Paşa bugün cihanı büsbütün hür bir
nazarla görmektedir. Hamid'in, Ekrem'in hatta Naci'nin de arkadaşı olmuştur.
Ekrem ile Naci arasında tahaddüs eden münakaşatı Nazım Paşa menetmişti.
Hamid'i pek severmiş, kardeş gibi yaşamışlardır. Hamid için: "Şüphe yok ki en
büyük şairimizdir!"der. Tevfik Fikret ve Rıza Tevfik'i de çok sever. Vaktiyle
Rıza Tevfik'i tevkif ettikleri zaman kendisi Zaptiye Nazın imiş. Genç feylesofu
hapsedilmeye bırakmamış, kendi evine götürmüş. Üç gün kendisiyle edebiyata,
felsefıyata dair konuşmuştur. Sonra da serbest bıraktırmıştır.
YENİŞEHİRLİ AVNİ

Veladet ve Hayatı
Yenişehir Feneri denilen kasabada dünyaya gelmiştir. Bekir Paşazade
demekle maruftur. Pederi Yenişehir Feneri eşrafındandır. Çocukluğunu
doğduğu bu ülkede geçiren Avni tahsilini de orada yapmıştır. Zeki, vakur, metin,
mütevazı olduğu nispette de merdüm-girizdir. Bilahare İstanbul'a gelerek
devair-i hükumete girmiş, Üsküdar Mutasamflığı maiyetine kitabetle girmiş,
1 292 [ 1 876/ 1 877] tarihlerine doğru mezkur liva "Hukuk Dairesi" Mümey­
yizliği'ne irtika etmişti.
Kendisi gibi Üsküdar'da oturan şair İsmail Paşazade Hakkı Bey gibi
zamanının tarz-ı kadimde şiir yazan bazı muktedir şairleriyle akd-ı ülfet etmiş,
uzlet ve inziva içinde bir hayat geçirmiştir.
Şeyh Nazif-i Mevlevi'nin damadı olmuştu.
Garp'tan istila.za ederek "yeni edebiyat" denilen meslek-i edebiyi vücuda
getiren Şinasi'lerin, Kemal'lerin, Ziya'lann yetiştirdikleri Recaizade'lere,
Abdülhak Hamid'lere karşı kuvvetli bir muaraza açan Muallim Naci birçok
fikirlerini Avni Bey'den mülhim olmuştur. Avni Bey'in "edebiyat-ı kadime" ve
"edebiyat-ı cedide" hakkında beslediği kanaatleri benimseyen Naci merhum,
tarz-ı kadim şiiri, aynı zihniyet haricine çıkmamak şartıyla, ıslah ve tecdit ederek
bir nev'i yeni tasnifi meslek, Neo-classicisme vücuda getirmeye çalışmış, etrafına
topladığı taraftarlarla bir zümre-i edebiye teşkil ederek uğraşmış, çarpışmış; fakat
yavaş yavaş zayıflayarak muvaffak olamadan ölüp gitmiştir.
Bu Neo-classicisme cereyanının mübdii hakikatte Naci değildir Avni'dir. Avni
tab'an inziva-nişin, ve merdüm-giriz olduğundan münakaşata iştirak etmemiş,
esasen hakimane bir mahviyete meftfın olduğundan yazdığı eserleri bile çok
zaman [s. 535] neşretmemiştir. Kendisiyle Yenişehir Fener'de iken tanışan
Muallim Naci Mecmı1.a-i Muallim'inde:
"Müşarünileyh ile birinci defa olarak Yenişehir Fener'de görüşmüş idim.
Bir nadire-i inan idi. Musahabetinden pek çok istifade ettim. Lisan-ı Farisi ile
olan tevaggulü cihetiyle ekseriya edebiyat-ı İraniyenin en müntehablannı
mevzu-ı bahs ederdi. Tarikat-ı Mevleviye sfiliklerinden olduğundan Mesnevf'nin
en fili beyitleri dem-be-dem lisanından işitilirdi. Hazret-i Mevlana hakkında
kalbi pek kuvvetli bir hiss-i takdisi muhafaza etmekte olduğu ezcümle
Sünbülzade Vehbi'nin:
442 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Naye tazyi'-i nefes eylemeli,


Üfleyip ya'ni anı neylemeli!
Çalma öyle düdüğü Mevlana!
Ki denir adına Neyzen molla!

demekle affolunmaz bir terbiyesizlik ettiğine kail olmasından anlaşılırdı. Eş'ar-ı


mutasawıla.neden, başkaca zevk-yab olurdu. Bir gün Usiili merhumun:
Aşk ile tenniir-ı dilden cfış eder tiila.n henüz ,
Bu gözümün yaşlan derya-yı bi-payan henüz,
Şah-ı aşkın taht-ı dilde hükm ederdi can gibi,
Mısr iline Yusuf olmamış idi sultan henüz,
Firkatün nişini çak ok gibi urdun canıma
Çıkmadı kaldı kara bağrımda ol peykan henüz,
Omr erişti ahire buldu nihayet ruzgar.
Ey diriga bulmadı gayet şeb-i hicran henüz!
Kubbe-i çarha alemler çekti ahı m ateşi,
Almadı siiz-ı deriinumdan haber nadan henüz

Gazelinden söz açarak tanzirini teklif etmesi üzerine ferdası:


Meşhedimden şevk-i kıiyunla revandır kan henüz,
Görmedi tigın benim ka'bımda bi r kurban henüz,
[s. 536] Derd ile can verdim istimdad-ı derman etmedin,
Derd-nak-ı imtina' mıdır dil-i de rm an henüz.
Hir şehid-i dem-hurıişanım ki guş-ı canıma
Riih-ı Yahya'dan gelir avaz-ı istihsan henüz ...

naziresini kendisine takdim etmekte fevkalade memnun olarak birtakım


tenbihat-ı terakki-perveranede bulunmuş idi.

Yenişehir'den İstanbul'a avdet edeceği esnada "Vedciiye" olmak üzere:

''Naci çuy4fti eser-i kurb-i ma'nevi


Gamgin meıev zi duri-yi SU.ri huve'l-mu'in''9B
beytini havi kıtayı yazıp huzuruna arz eylediğimde ise daha ziyade izhar-ı
memnuniyet ederek 'Bunu Ia.tiha makamında bizim Divan'ın başına yazmak
suretiyle ilan-ı iftihar edeceğim.' demiş idi.

Bunun üzerine hayli zaman geçti. Biz de İstanbul'a avdet etmiş


olduğumuzdan ara sıra müşarünileyhin ziyaretine giderdim. Bir aralık
Üsküdar'da ikamete mecbur olduğundan görüşemez olmuş idik."

diyor.

98 "Naci, manevi yakınlığın izini bulunca, şekli uzaklık yüzünden kederlenme, Allah muindir,

yardım eder."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 443

Avni Bey, İsmail Paşazade Hakkı Bey'in 1 292 [1876/ 1 877] tarihinde
tab'edilen Divdn'ına uzun bir kaside-i takriziye yazmıştır. Hfil-i hayatında eş'an
tab'edilememişti. 1301 [1884] tarihinde İstanbul'da vefat ederek kayınpederi
Şeyh Nazif-i Mevlevi'nin medfün bulunduğu Bahariye Mevlevihanesi'nde
zevcesinin makberine defnolunmuştur. Divdn'ımn Türkçe kısmı kendi damadı
Şevki Bey tarafından tab'ettirilmiştir. Farisi şiiri de pek kuvvetli imiş.
Muallim Naci, Avni Bey'in vefatından bahis ile:
"Bir gün Tercümô.n-ı Hakikat Matbaası'nda bulunuyordum. Nfun-ı
acizaneme olarak bir mektup geldi. Açtım içinde şu tarihi muharrer buldum:

'Hayf bir günde iki şair-i hoş-gıi gitti,


Birisi Hazret-i Hilmi, biri Mir-i Avni,
[s. 537] Yazılır cümleye tarih gelir bir gün olur,
Kodular ah iki şair-i mahir kevni'
1 30 1 "Csküdarlı Talat"

Ertesi gün çıkan Tercümdn-ı Hakikat nüshasına dercedilen bu tarihin zeylinde


mülahaza-i atiye görüldü:
'Kemal-i teessürde Talat Beyefendi ile iştirak etmemek elimizden gelmez,
tesiri iki dağ-ı derun besler bir hüzne mukariniz.'
Trabzonlu Hilmi Efendi ile Yenişehirli -Bekir Paşazade- Avni Bey asrın
yetiştirdiği üdebamızın, şuaramızın ser-amedanından idiler, hele Avni Bey hakikat­
te zübdetü'l-ahkab denmeye layık olan ef'azıl-ı sühan-veran-ı Osmaniye'den bir
vücud-ı nadir idi. Lisanında tutukluk olduğu halde pek çok natuklan ifil edecek
sözler söylerdi.
Tasavvuf fili meslek-i arilanesine şiddet-i intisabı cihetiyle afet-i şöhretten
ihtiraz üzere bulunmasından olmalıdır ki bir divan-ı azim teşkil edebilecek
kesrette olan eş'ar-ı üstadanesinden bir kısmını olsun tab'ettirerek istilade-gah-ı
umumiye çıkarmamıştır. Neşrolunmuş asan ise kaside-sera-yı meşhur -İsmail
Paşazade- Hakkı Beyefendi'nin Divdn-ı matbuu gibi bir iki kitaba yazdığı rengin
takrizlerle Hardbdt-ı ..Qya'yı tenvir eden bazı ebyat-ı ber-güzidesinden ibaret
gibidir.
Şimdi hatırımıza, imtihan-ı kuvvet-i kalb için vakt-ı mahzunide nüzul
etmek üzere teahhur etmiş bir ilham-ı girye-ferma gibi müşarünileyhin:

Gel ser-i kabrimde dur bir lahza ey simin-beden,


Nurdan bir serv dikmişler kıyas etsin gören.
beyti geldi. Mahzuniyetimiz nasıl mahdud kalsın?
444 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Avni Bey edebiyat-ı Osmaniye'de olduğu gibi edebiyat-ı İraniyede dahi


mümtaz idi. Birçok asar-ı Farisiyesi vardır. Bunlar muasırinimizden bazı şuara-yı
Osmaniyenin yazdıkları parçalar gibi lisan-ı Farisiyi gerçekten bilenlerce adi
addolunacak şeyler değil, fusaha-yı Acem'i dahi mecbur-ı tahsin edecek
eserlerdir.
[s. 538] İtikadımıza göre Avni Bey nazm-ı eş'ar-ı Farisiye cihetince
şuaramız beyninde münferit idi."
Avni'nin gaybubeti gibi bizce na-kabil-i izale bir elem ancak asarının tab'
ve neşriyle tadil olunabilir ... İntiha.
Avni Bey "alafranga" denilen yolda şiir tanziminin aleyhinde bulunmakla
lisan-ı kudemanın -tabiat-ı asra göre- ıslahını arzu edenlerden idi. Kendisine
'Edebiyat-ı Garbiyenin bazı mehasini inkar olunamıyor. Bunlardan niçin iktibas
etmemeli? Böyle şeylerde taassup etmek 'terakki etmeyelim' demek değil midir?'
denildikçe: 'Terakki edelim. Fakat gençlerimizin bazı asarında görüldüğü üzere
iktibas namıyla manasız söz söylemeye alışmayalım.' cevabını verirdi."
diyor.
İşte Muallim Naci'nin bir "düstur-ı edebi" telakki ederek diline doladığı
nağme Avni Bey merhumun bu sözleri idi. Avni Bey bu telkinat-ı edebiyesi, bu
kanaat-i mahsusasıyla Muallim Naci'nin mürşidi, Neo classicisme cereyanının
muhdisi addolunabilir.
Muallim Naci, merhumdan çok iltifat görmüş olduğundan teşviklerine
büyük bir ehemmiyet atfederdi. Her vesile ile kendisinden bahseder, her tavrını,
her hareketini, her halini takdirlerle zikreylerdi. Şeyh Vasfi'ye yazdığı bir
mektupta:
Nerede bulayım bizim merhum Avni gibi şair-i arifi ki asan hakkında her
ne söylense o babdaki itikad-ı rasihine halel getirmek mümkün olsun?
Müşarünileyh:

"Demiş Mansur Ene'l-Hak-glıy olup bala-yı dar üzre


Kişi na-hak yere alemde ber-dar olmasın ya Rab!
beytini pek beğendiği için henüz tanımadığı şahsını bir kere olsun görmek için
kendisini tezkire-i mahsusa irsaliyle bir gece konağına davet eden bir büyük zata
karşı bi-hakkın istiğna göstermiş ve ikbal-cuyan-ı riızgara garip görüneceğinde
şüphe olmayan bu tavr-ı ali-cenabanesiyle erbab-ı hakikatin bir kat daha
teveccühünü kazanmış idi.
Koca Avni işte böyle büyüklüklerle muttasıf olduğu için:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 445

Fark-kame99 dest-i reddimdir çeleng-i iftihar


Rezm-i aşkın zur-bazı'.'ı-yı Neriman'ın gören

demiş idi." diyor.

[s. 539] Lisanı, Sanatı. ve Fikirleri


Avni Bey on dokuzuncu asırda yeni bir şaşaa ile parlayan ve birçok kudretli
mümessiller arz eden "edebiyat-ı atika"nın en ileri gelen erkanındandır.

Lisanı vakur, temiz ve kuwetlidir. Eş'annın kısm-ı küllisi hakimane ve


mutassavıfanedir. Tab'an ciddiyata mütemayil olması, yazılannda da tesirini
göstermiştir. Pek tabii olarak "edebiyat-ı cedide" cereyanını hoş bir nazarla
göremeyen, çocukluk addeden, manasız ve maksatsız bulanlardandır. Onun
kanaatince bir terakki lazımdır; fakat o terakki Garp'tan istifuadan ziyade, aynı
zihniyet içinde bir nevi tekamülden ibarettir. Bu da onun mevkiinde olan, o
terbiyeyi alan, o zihniyetle yaşayan her şair için tabii görülür. Muhit-i hususisi
haricine çıkmayı zaid gören, dar bir dairenin havsalası içine sıkışıp kalan bir
dimağ için daha serbest, daha müsamahakar davranmak müstehildir.

"Terakki edelim, fakat gençlerimizin bazı asannda görüldüğü üzere iktibas


namıyla manasız söz söylemeye alışmayalım." demek bile zaruri bir
müsamahadan başka bir şey değildir. Gözünün önünde şair, sanatkar, dahi
olarak Fuzfili'leri, Baki'leri, Yahya'lan, Nedim'leri bulunduran, biraz daha ileri
giderek İran muhit-i san'atına giren, Şark bediiyatından başka numune
görmeyen; zihnen, fikren o zevk, o terbiye ile meşbu' olan bir şairin vereceği
hüküm bundan daha fazla hakikate mukarin olamaz. Garp terbiye-i fikriyesiyle
hiçbir alakası olmayan o zevki, o zihniyeti haiz olmayan, o tarz-ı ifadeden de, o
şekl-i san'attan da bir şey anlamaz, anlayamaz, anlayamamakta da mazurdur:

"Söz kfilbüd-i kadr-i beni Ademe candır,


Söz vasıta-i rabıta-i filemiyandır.
Söz bir nefes-i sazec-i bi-rengdir amma,
Berhem-zen-i sı'.'ıret-gede-i kevn ü mekandır.
[s. 540] Ya Rab! Bu ne kudret; bu ne te'sir, ki bir söz
Revnak-şiken-i ma'reke-i seyf ü sinandır!
Ya Rab! Bu ne hfilet ki serapa-yı memalik
Ferman-ber-i şemşir-i cihangir-i zebandır!
Bir başka güherdir ki avanzla bozulmaz,
Söz gerçi mizac-ı feleğe bar-ı girandır.
İnsan ona derler ki bilip kadr-i kelamı
Hayvandır o kim tfilib-i ma'ü'l-hayevandır.

99 Dizgi yanlışından dolayı doğru okunamadı. (Haz. notu)


446 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Maksud maani ise güftar u sadadan


Bi'l-cümle lisanlar sebeb-i fazl ü fülandır
Söz yok güher-i elsine-i aleme amma,
Ey hace lisan-ı şuara başka lisandır!
Zira şuara zümresinin tab'-ı selimi
Ayine-i ilham-ı hudavend-i cihandır.
Bin safsata bir mısra'-i bercesteye değmez,
İndimde esatir-i Felatun hezeyandır
Sen şairi zannetme o adem ki mücerred
Mevkuf-ı temenna-yı alef-zar-ı cenandır.
Şair o hümadır ki iki fileme pinhan,
Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü't-tayerandır.
Kadr Ü şeref-i şairi şair bilir ancak,
Ruhü'l-Kudüs'ün sırn Sirafil'e ayandır.
Takdir-i baha eyleyemez sayrefi-yi dehr
Bir cevhere kim hak-i siyah içre nihandır.
Bir kenz-i halidir kalem-i ehl-i sühan kim
Piraye-dih-i debdebe-i kayser ü handır,
[s. 54 1 ] Etvar-ı dilirane ile suk-i sühanda
Azade-ser-i dağdağa-i sud u ziyandır.
Bir nokta ile arbede-engiz-i kıyamet
Bir nükte-i tahzir ile cişub-nişandır.
Amma ki bu ta'rif olunan şair-i mahir,
Nadir bulunur cevher-i na-yab-ı zamandır.
Bu rütbeyi ihrazda sahib-yed-i tUla
Fahrii'ş-şuara padişeh-i nükte-verandır.
Üstad-ı sühan Hazret-i Hakkı Beyefendi,
Kim zau vücud-ı hünere ruh-ı revandır.
Ol mahşer-i enva.-ı fazail, ki vücudu
Badi-i mübahat-ı ediban-ı zamandır.
Ol daver-i i'caz ki şemşir-i zebana
Hasiyyet-i elmas-dih-i seng-i fesandır.
Endişesinin sur-ı hümayun-ı sühanda
Her lem'ası bir dahme-i hurşid-feşandır.
Bim-i sademat-ı kalemiyle dil-i düşmen
Sim-ab gibi lerze-huruş-ı halecandır,
Bir mislini ibraz edemez bezm-i cihanda
Tedbir-i felek kim deveran-her-deverandır.
Ayine-i tahkik ile mir'at-ı zamiri,
Yek-diğere hem ayine hem ayine-dandır.
Teşbih hatadır sözünü cevher-i cana
Teşbih hatadır dediğim sehv-i lisandır.
Can cevheridir kim sühanı ta-be-kıyamet
Cavid-kün-i kevkebe-i nam ü nişandır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 447

[s . 542] Bir rütbede pakize ki eş'ar-ı selisi


Firdevs-i hakikatte revan ab-ı revandır,
Ol rütbe metin kim eser-i tab'-ı latifi
Sedd-i reh-i seyyare-i ömr-i güzerandır.
Nazmında ne halet bu ki bir kez okuyanlar
Vareste-i naz u sitem-i pir-i mugandır.
Ta'bir edemem neş'e-i güftarını zira
Raz-ı dem-i İsi gibi bir sırr-ı nihandır.
Sevgend o cihan-dara ki fcrman-ı azimi
Hamyaze-keş-i çerh-i seri'ü's-seyerandır.
Yok kuvvet-i ma'nada o İsi-deme hem-ta,
Var ise yine Neri-yi şemşir-zebandır.
İ 'cazını Allah bir inkar edemezler
Ol taife kim münkir-i Rabb-i dü-cihandır.
Kemter-güher-i nazmına sarraf-ı hakikat
İsar-kün-i ma-hasal-i kulzüm ü kandır.
Peymane-i humhane-i irfanına nisbet
Ser-çeşme-i can-glıdek-i na-şüste dehandır.
Ol hüsrev ü ma'ni ki feza-yı dil-i Cibril
Şebdiz-i süveydasına cay-ı cevelandır
Dfvan'ını tertib ile manende-i Şevket
Tab'ınca da ibraz-ı şükı'.'ıh ettiği şandır,
Dfvan-ı celilinde tesavir-i meani,
Saf-beste-i ta'zim durur cünd-i beyandır.
Mecmua değil cami'-i esrar-ı felektir,
Dfvan değil ayine-i gül-zar-ı cenandır.
[s. 543] Her beyt-i felek-rifatı bir Ka'be-i tahkik,
Her mısraı bir zemzeme-cay-ı cereyandır.
Avni şehidallah ki bu da'va-yı kemale
Her bir sözü bir şahid-i bi-reyb ü gümandır.
Ta ki o kerem-pişeyi ta'rifte ıtnab,
Hurşid-i mualla gibi meşhfır-ı cihandır.
Ta hilim-i divan-ı kaza hükm-i kalemdir,
Ta nazım-ı ahvfil-i cihan nutk u beyandır.
Ta ab-ı hayat-ı kelimat-ı şuaradan
Firdevs-i maarif ebediyyü'l-reyeandır
Hak zatını hıfzeylesin ekdar-ı zamandan
Zira ki vücudu beden-i ma'niye candır.
Şakirdiyiz ol mürşid-i agah-kem filin
Da'vatı bize vacibe-i ruz u şebandır"
Kaside-i takriziyesi baştan aşağıya kadar Nefiyane iğraklar mübalağalar,
,

tekellüfler ve tasanm1larla doludur. Bittabii tabiat ve tabiattan, dolayısıyla da


448 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

samimiyet ve safvetten uzaktır. İnzivayı sevmesi meşrebince ahbap


bulamamaktan ileri geldiğini sübıltuyla pek güzel anlatıyor:
"Haram olur bana zevkimce olmayan işret
Şarabı neyleyim ahbab meşrebimce değil."
Mutasavvılane sözleri çoktur:
"Şekl-i bedi'-i suret-i insana kıl nazar,
Esrar-ı raz-name-i Rahmana mahrem ol

Aşıklara ol gün ki tecelli edecektir.


Didar bana suret-i cananda görünsün."
Aşıkane sözlerinde bile hakim olan fikir ve hayaldir. His ve heyecan ikinci
derecede kalır:
[s. 544] "Öyle mest et bizi ey saki-i rfıh-efza kim
Huş-yar olmayalım subh-ı kıyamette bile ...

Ben senin ab-ı hayat-ı lehinin teşnesiyim,


Tfilib-i çeşme-i hayvan isem insan değilim"
Lisanında tabii bir tekamülün tesiri barizdir, sade fakat metin sözleri
çoktur. Hatta bir kısmı darb-ı mesel haline girerek hafızalara yerleşmiş, dillerde
dolaşıp durmaktadır:
"Mücerreban-ı umurun kelamı gerçek imiş,
Yalan dedikleri dünyayı böyle bilmez idim ...

Gazel
Bu cuş u hurfış nereden ab da bilmez
Bu devr-i garibaneyi dolab da bilmez

Ebru-yı işaretle bilinmez yola girdik


Bu kıble-i mestureyi mihrab da bilmez

Tanbur gibi boş yere ah eyleriz amma


Bu nağme nedendir reg ü mızrab da bilmez

Dil aciz olur bilmeden esrar-ı vücudu


Bu ayinenin sırrını sim-ah da bilmez

Ağyar ne bilsin benim ahvalimi Avni


Raz-ı dil-i mahzlınumu ahbab da bilmez"
Muallim .Naci
MUALLİM NACİ

Hayat-ı Hususiye ve Resıniyesi


Ömer Naci; Saraçhaneli Ali Bey' in oğludur. 1 266 [ 1 849 / 1 850] tarihlerine
doğru İ stanbul' da doğmuştur. ı oo
Tahsil-i ibtidilsini İstanbul'da başlamış ve tahsil-i idadisini Varna'da devam
ettiği medreselerde takip etmiştir. Evvela talebe-i ulumdan olan Ömer Naci
Varna'da medresede oturur, sarıklı bir molla imiş, bir zamanlar Varna'da
rüşdiye muallimliği de etmiştir. Ömer'in ÇocukluğundanIOI diye çocukluk devresine
dair yazdığı hatıralarda iptidai hayatının nasıl geçtiğini kendi lisanıyla anlatır.
Rumeli'nde iken Yenişehir Feneri'nde şair-i meşhur Avni Bey merhum ile
nasıl müşerref olduğunu ve merhumun kendisini nasıl teşvik ve İrşad ettiğini şu
suretle anlatır:
Müşarünileyh ile birinci defa olarak Yenişehir Fener'de görüşmüş idim. Bir
nadire-i irla.n idi. Musahabetinden pek çok istifade ettim. Lisan-ı Farisi ile olan
tevaggulü cihetiyle ekseriya edebiyat-ı İraniyenin en müntehaplannı mevzu-ı
bahs ederdi. Tarikat-ı Mevleviye sfiliklerinden olduğundan Mesnevf'nin en ali
beyitleri dem-be-dem lisanından işitilirdi. Hazret-i Mevlana hakkında kalbi pek
kuvvetli bir hiss-i takdis muhafaza etmekte olduğu ezcümle Sünbülzade
Vehbi'nin:

"Çalma öyle düdüğü Mevlana


Ki denir adına Neyzen Molla

demekle affolunmaz bir terbiyesizlik ettiğine kail olmasından anlaşılırdı. Eş'ar-ı


mutasavvıffineden, başkaca zevk-yab olurdu. Bir gün Usfili merhumun:

[s. 546] Aşk ile tennur-ı dilden cuş eder tulan henüz,
Bu gözümün yaşlan derya-yı bi-payan henüz . . .
gazelinden söz açarak tanzirini teklif etmesi üzerine ferdası:

ıoo Şemseddin Sami Bey aslen Rumelili olduğunu söyler. Bu, atasının aslen Yamalı

olmasından ileri gelen bir yanlışlıknr. (İsmail Hikmet'in notu.)


ıoı Doğrusu Ömer'in Çocukluğu'dur. (Haz. notu)
452 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Meşhedimden şevk-i kuyunla revandır kan henüz,


Görmedi tigm benim ka'bımda bir kurban henüz . . .

naziresını kendisine takdim ettiğimde fevkalade memnun olarak birtakım


tenbihat-ı terakki-perveranede bulunmuş idi.

Yenişehir' den İstanbul'a avdet edeceği esnada "Veda.iye" olmak üzere:

Naci çüy4fli eser-i kurb-i ma'nevf


Gam-gin meşev zi dıJ.ri-yi sıJ.ri huve'l-mu 'fn lO'l.
beytini havi kıtayı yazıp huzuruna arz eylediğimde ise daha ziyade izhar-ı
memnuniyet ederek 'Bunu Fatiha makamında bizim Divan'ın başına yazmak
suretiyle ilan-ı iftihar edeceğim.' demiş idi."

diyerek Naci de iftihar eder.

Henüz bir iptidai muallimi iken Naci'ye bezl-i iltilat ile şiir ve inşa hakkında
talimatta bulunan Avni merhum, Muallim Naci'nin şiir ve inşa hususunda
mürşidi olmuştur. Naci:

"Bunun üzerine hayli zaman geçti. Biz de İstanbul'a avdet etmiş


olduğumuzdan ara sıra müş<irünileyhin ziyaretine giderdim. Bir aralık
Üsküdar'da ikamete mecbur olduğundan görüşemez olmuş idik."

diyor. Bir yerde de:

"Avni Bey, alafranga denilen yolda şiir tanziminin aleyhinde bulunmakla


beraber lisan-ı kudemanın - tabiat-ı asra göre - ıslahını arzu edenlerden idi.
Kendisine, 'Edebiyat-ı Garbiyenin bazı mehasini inkar olunamıyor. Bunlardan
niçin iktibas etmemeli? Böyle şeylerde taassub etmek terakki etmeyelim demek
değil midir?' denildikçe 'Terakki edelim, fakat gençlerimizin bazı asarında
görüldüğü üzere iktibas namıyla manasız söz söylemeye alışmayalım., cevabını
verirdi."

diyor.

İşte Avni Bey'in bu sözleri Naci'nin vadi-i edebiyatta rehberi olmuştur.


Müddet-i hayatında diline doladığı bu düsturdan ayrılmak istememiştir. Naci
sarığını başından çıkarmış; fakat molla zihniyetini çıkaramamıştır. Muanzlannın
[s. 547] istihzalan, kendisinin de arzulan ve muhitin görenekleriyle biraz
tekamüle çalışmış; fakat ileri gidememiştir. İstanbul'a geldikten sonra bazı
gazetelere yazdığı makaleler ve manzumelerle nazar-ı dikkati celbeden nam-ı
müstean kendisini Ahmed Midhat merhuma tanıtmış ve o münasebetle
Tercüman-ı HaAfkat muharrirleri miyanına dahil olarak kendini tanıtmaya

1 02 "Naci, manevi yakınlığın izini bulunca, şekli uzaklık yüzünden kedrelenme, Allah muindir,
yardım eder."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 453

başlamıştır. Bilahare Tercüman-ı Hakikafte bir edebiyat kısmı da açarak etrafına


şiir ve edep heveskarlanndan birçok kimse toplamış onların bazı eserlerini
mecmuaya dercederek haklarında kendi zevk ve zihniyetine göre tenkitler,
takdirler yazmaya başlamıştır. Ahmed Midhat merhuma damat olduktan sonra
şöhreti daha ziyade artmış ve manzumelerine attığı Mes'ud-ı Harabati nam-ı
müstearım Muallim Naci'ye tahvil etmiştir.

Aıem-i matbuatta Edebiyat-ı Cedide'nin en faal uzuvlarından olan ve


Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ile Mekteb-i Sult:fuıi'de edebiyat muallimliği eden
Üstad Ekrem'le bir münakaşa-i edebiyeye tutuşmuştu.

Naci esasen iyi, kudretli bir nazım olmasına, suhfilet ve selasetle manzume
yazabilmesine rağmen pek sönük bir şairdi. Hatta çok zaman şair denemeyecek
kadar aşağı eserler meydana getirirdi. Edebiyat-ı Cedide'nin manasını dahi
kavrayamadığı, kanaat-i edebiye ve şi'riye namına Arapçadan nakil suretiyle
vücuda getirdiği ve ders diye mekteplerde okuttuğu lstılôMt-ı Edebiye adlı
kitaptaki malumat haricinde hiçbir telakkiye mazhar olamadığı için bütün
yeniliklere karşı hücum ediyor. Avni Bey'in tabiri vechile: "Alafranga denilen
yolda şiir tanziminin aleyhinde bulunmakla beraber lisan-ı kudemanın

-tabiat-ı asra göre - ıslahını arzu" ediyordu.

Üstad Ekrem'in Mekteb-i Sulrani'de verdiği derslere varıncaya kadar


hepsini muahezeye başlamış, bir taraftan Mekteb-i Sultani'de edebiyat-ı Farisiye
muallimi bulunan Muallim Feyzi, diğer taraftan da kendi zihniyetleri taraftan
olan talebe delaletiyle elde ettiği yalan yanlış malumatı gazetelerle teşhir etmek
gibi nezahete de, ciddiyete de uymayacak hallerde bulunuyordu.
[s. 548] Asıl münakaşatın mebdei Üstad Ekrem'in, Menemenlizade Tahir
Bey'in Elhan unvanlı mecmua-i eş'anna yazdığı takdirname olmuştu. Ekrem
merhum, Takdfr-i Elhan unvanlı eserini tab'ettirmiş, içinde de tarz-ı kadimde
yazılan gazellerin ve nazirelerin manasızlığından faydasızlığından bahsetmiş, o
,

miyanda Naci'nin de bazı gazelleriyle, bazı eserlerine ilişmişti. Bir yerinde:


"Her mevzun ve mukafla lakırdı şiir olmak lazım gelmez. Her şiir mevzun
ve mukafla bulunmak iktiza etmediği gibi . . . "

dedikten sonra diğer bir yerde:


"Şu tadad ettiğim evsafın hemen umumundan mahrum olan acezenin
burada meydanı hali bularak tenkit veya intikat veya muaheze veya temyiz-i asar
namıyla şunun bunun eserlerinden oldukça iyileri hakkında garazkarane ve
hasidane zeban-dıraz, fenaları hakkında züyuf-perverane medhiye-perdaz
olmalarında, hikmet-i şarlatanlıkla şöhrete çalışmaktan ve bir de saye-i şahanede
ekserisi mekatib-i filiyede tahsil-i fünun etmiş, her şeyi doğru düşünmeye alışmış,
edebiyatın da sahihini gayr-i sahihinden fark ve temyize istidat peyda eylemiş
olan gençlerden kendi hallerince neşr-i asara heveskar olanları yegane alet-i
tehdidleri olan lisan-ı taarruz ve tecavüzleriyle korkutup 'Muallim-i şuara -
454 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

şeyhü'l-üdeba - muhyi'-i edebiyat-ı Osmaniye' gibi gayet azametli, gayet bata­


peıvazane unvanlarla kendilerine maa'l-kerahe sitayiş-han ve meslek-i
sakimlerinde hah u na-hah puyan etmek emeline hizmetten başka bir şey
olmadığı erbab-ı dikkat nazarlarında hafı kalan şeylerden değildir. . . "
diyor; ,Zemzeme'lerinde de:
"Hakikat-i hissiyeden mahrum iken ateşten, kıvılcımdan bahseden
manzumeler şeb-taba benzer, zalam-ı evham içinde fiirôzan görünse bile hiçbir
kalp üzerinde bir eser-i ihtirak husule getirmeksizin kendi kendilerine söner,
mahvolur!"
mütalaatını serdediyordu. Muallim Naci bu tarize köpürmüştü. Ewelki tariz
doğrudan doğruya nefsine değil, belki mensubu olduğu ve başında bulunduğu
zümreye ait olabilirdi. Fakat bu son cümle, ateşten, kıvılcımdan fürlızandan
bahseden cümle doğrudan doğruya kendisine kendi Ateşpdre, Şerare, Füruzan
unvanlı eserlerine bir [s. 549] hücumdu. Naci de gazeteyi bıraktı. Bir risale ile
mukabil hücuma geçti. Zem.zeme'ye mukabil Derndeme çıkardı; fakat tenkid-i asar
ve ta'riz-i efkcin bir tarafa bırakarak doğrudan doğruya şahsa ve şahsiyete
saldırdı. Dmıdmıisinde "Hin-i hacette adedi artacaktır." diyordu. Muarazanın
bu çirkin şekilde devamı hem matbuat alemini, hem de gençliğin zihnini
kirleteceğinden o zaman Zaptiye Nazın bulunan Hüseyin Nazım Paşa
tarafından resmen menedildi.
Ekr<'m bu vekayi üzerine Mekteb-i Sultani'yi terk edip çekilmişti. Yerine
Muallim Naci'yi edebiyat muallimi tayin ettiler. Naci, Mekteb-i Sultani'de
edebiyat tedris edecek bir seviyede değildi. Bilhassa Recaizade'den sonra
Naci'nin edebiyat muallimliğine tayini kadar yanlış ve çirkin bir tedbir olamazdı.
Kavaid-i cdebiyeyi Ta'lim-i Edebiydt ve Üstad Ekrcm'in Takdirlerinden öğrenen
talebe, lstıldJıdt-ı Edebiye'yi Muallim Naci'nin lisanından öğrenemezdi. Naci
derslerini takrir etmez, tahrir ettirirdi. Düşünüp, anlayıp anlatmaz; tercüme edip
yazdırırdı. Bu kifayetsizliğini Muallim Naci kendi de anlamış hatta
arkadaşlanndan ve hem-fikrinden olan Muallim Feyzi merhum ile Fransızca
öğrenmeye de başlamışlardı. Naci otuz yaşından sonra Fransızcaya başlamıştı.
Bazı nesren ve nazmen tercümeleri de vardı. Üstad Ekrem'in bir tarizi de bu
noktaya idi:
"Fransızca'nın elifbasını öğrenir öğrenmez Türkçeye karaladığı yaveler
arasına Fransızca hun'.'ıf ile bi-ser Ü bün ibareler katarak: 'Biz hazretleri
Fransızcayı da işte pek ata öğreniverdik!' yollu nümayişlerde bulunmak
şarlatanlıktır. Bir iki defa morceaux choisisl03 okutturup dinlemekten ve tercümeleri
kendisine ihsan olunan bir ikisini de yalan yanlış failatün failatün'e tevfik
etmekten başka edebiyat-ı Garbiye ve Şarkıye ile münasebeti yok iken Şark ve
Garp edebiyatı arasında muvazene yapmaya, Voltaire'ler, Racine'ler, Alfred de

103 Fr. Seçilmiş parçalar.


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 455

Musset'ler, La Martine'ler, Victor Hugo'lar gibi her yerde nadir yetişen dühat-ı
edebi istihla.fa ve eserlerini kendi yaveleriyle mukayeseye kalkışmak hele
hepsinden büyük şarlatanlıktır."
demişti.
Naci filhakika biraz Fransızca öğrenmiş, hatta birtakım tercümeler de
[s. 550] yapmıştır. Yaptığı mütercem manzumelerin, tercümeleri -Üstad
Ekrem'in de yukarıda söylediği gibi- başkaları tarafından verildiği de rivayet
edilmektedir. Mamafih son zamanlarında okuduğunu anlayacak ve tercüme
yapabilecek kadar öğrenmişti. O yaştan sonra bir lisan öğrenmek ve o lisanda
tercümeler yapabilmek hem bir hususi istidada, hem de kuvvetli bir iradete
delfilet eder. Şüphe yok ki Naci atılacak bir mevcudiyet değildir, birçok kabiliyet
ve meziyetleri vardır. Telakki ve zihniyet hususlarındaki geriliği kendisinden
ziyade aldığı talim ve terbiyenin, içinde yaşadığı muhitin, biraz da temasta
bulunduğu kimselerindir. Bütün noksanları kendine yükletmek doğru olamaz.
Naci İstanbul'a gelmese, o muhite düşmese daha iptidai kalırdı. Terakkiye,
tealiye ne kadar müştak bir adam olduğunu adeta bir hırs-ı iştiha beslediğini
farkında bile olmadan bütün sadeliği ve sade-dilliği ile itiraf eder; eserlerine karşı
büyük bir zaafı vardır. Tela.hürü sever, tela.hürünün, temeddühünün bir şekli de
harabatilik, rindlik, melamlliktir.
Mes'lı.d-ı Harabati tahallüsü de bunun en canlı şahididir. Şeyh Vasfi'ye
yazdığı bir cevapta:
"İnsanın mahslı.l-i karihası olan bir sözün diğerleri tarafından takdiren hıfz
ve tilavet olunmasından ne derecelerde mesrur olduğunu şairiyetiniz cihetiyle -
elbette bi'd-defaat nefsinizde tecrübe ederek anlamışsınızdır.
Zannederim ki bu babda benim de, sizin kadar ilmim vardır. Çünkü
tecrübem pek çoktur. Nev-hevesi iken söyleyip rast geldiğime na-kabil-i ta'rif bir
şevk ile okuduğum gazellerin bir beytini, bir mısramı olsun hiçbir kimsenin lisan­
ı istihsan ile okuduğunu işitmeye muvaffak olamadıkça canım öyle sıkılırdı ki bu

ıstırabın azıcık daha tezayüdü takdirinde mutlaka çatlayacağıma hükmederdim.


Kendi tabiatımın, asarımın meftun-ı mütekebbiri olduğum gibi tahsin-i
halkın dahi aşık-ı mütehassiri idim. Lakin bu hali kime söyleyebilirim? Söylesem
de bir hande-i istihfüftan başka ne hasıl edebileceğim? Nihayet yine hasbıhalim:

Feryadını isma' edemez ol mehe çatlar


Glı.ya dil pür-ateş ağustos böceğidir
[s. 55 ı] yollu acizane şikayetler olup kalacak değil mi?"
diyor. Şimdi bu hfilet-i rlı.hiyede olan bir adamın eserlerini takdir edenlere karşı
besleyeceği muhabbetle onları tenkit edenlere karşı da göstereceği gayzı anlamak
güç bir şey değildir. Mamafih bu ihtiras biraz terbiye edilirse kuvvetli bir terakki
amili, feyizli bir tekamül müşevviki olacağında da şüphe yoktur. Kendini
456 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

beğendirmek i htiyacıyla yanıp tutuşan bir ruhun ister istemez terakkiye,


tekamüle doğru gideceği bedihidir. Nitekim Naci de kendisini tanıtıncaya kadar
o iştiyak ile çalışmış, hayli terakki de etmiştir. Fakat İstanbul'a avdetinden sonra
etrafını alarak türlü mübalağalar, türlü iğvfilarla gururunu besleyen
mutabasbıslar zavallı Naci'yi tanınmaz bir hiile getirmişlerdir. Öyle azamet-furuş
bir hal almıştır ki bütün yazılarında bunu kolayca okuyabiliriz. Herkese karşı
mütefevvik, mağrur bir ilade-i muallimanesi vardır ki:

"Menem diger nzsf'104


demek ister. Şeyh Vasfı'ye yazdığı aynı mektupta Naci'nin bu ruh-ı mağrlırunu
bütün açıklığı, bütün çıplaklığıyla görüyoruz:
"Hatırıma geldikçe güleceğim gelir: Münasebetsiz şuaramızın
marifetlerinden, yahut şuaramızın münasebetsiz adetlerinden olduğu üzere sene
başı gelince bin bela ile birkaç tarih nazmeder, tab'olunmak için gazetelere
gönderirdim. Bunları bir kere gönderdim mi, artık alırdı beni bir elem-i intizar;
halbuki gazetelerde bunlardan bir kelime olsun eser göremezdim.
Tarihlerimin tab'ından ümidim münkatı oluncaya kadar meşgul olduğum
hayaller hfilime göre fevkalade idi.
Ah! Gazeteler tarihlerimi tab'ettikleri sırada bana 'maarif-mendan-ı
asrdan" yahut 'bülega-yı şuaradan' deseler! Eserlerimi bütün alem beğense! Hiç
benim gibi tarih söyleyen bulunmasa! Su ru ri-i zaman kesilsem! - Payitaht
haricinde böyle bir şair-i mahir nasıl yetişmiş? Doğrusu fevkalade! - diye bana
bütün İstanbullular hayran kalsalar! Şöyle olsa! Böyle gitse ! " gibi vehmiyat-ı
hod-pesendane zihnimi işgal eder dururdu.
[s. 552] Hiçbir gazeteye hiçbir tarihimi tab'ettirmeye muvaffak olamadım
mı sanıyorsunuz? Oldum. Tuna gazetesi nasılsa tenezzül buyurdu da bir tarihimi
neşretti. O da sanki iyi mi yaptı? Keşke neşretmeyeydi! Bir kere ettiği işe bakınız!
Benim o, gözümden kıskandığım güzel tarihime yazdığı ser-name şundan ibaret
idi:
' . . . . . Efendi'nin tab'ı iltimasıyla matbaamıza gönderdiği sfü-i cedid
tarihidir.'
Gazetenin, vürudunu aşıkane değil, adeta mecnunane beklediğim o nüshası
elime geçip de hakkımda yazdığı kelimeler, alelhusus 'tab'ı iltimasıyla' kayd-ı
menfüru gözüme ilişince pür-gazab kesilerek Tuna aleyhinde haylice atıp tutmuş
idim. Hiç Tuna oralarda mı? Tufanlar görmüş geçirmiş!
Böyle her sene başı oldukça, çeşmeler yapıldıkça tarih yazmakla uğraşa
uğraşa o yolda hayli terakki etmiş idim. Hoşça tarihlerim de vardır.

ı<M "Bir ben vanm, benden başkası yok!"


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 457

Civarımızda bir cami vardı. Müezzinine - seher-hiz ve hoş-avaz olduğu için


- Horos Baba derlerdi. Biçare kümes gibi bir evde otururdu. Bir gün bu adam
vefat etti. Hizmetine müdavim, hallık bir zat olduğu cihetle gaybubetine herkes
müteessir oldu. Ben de irtihfiline şu tarih-i mu' cemi söyledim.

Dar-ı ukbaya horos attı kümesten kendini

Fena mı söylemişim?

Bu tarihim bi'l-bedaheten söylenmemiştir. Amma tarih-i atiyi bi'l-bedahe


söylemiş idim:

Ettiler bir deliyi dar-ı şifadan teb'id

Bu da mu'cemdir. 'Deli kim oluyor? Dar-ı şifa neresidir?' diye merak


edecekseniz söyleyeyim: Dar-ı şifa bir mektep! Deli de ben! Elhasıl bu tarih
benim mektep hocalığından necat oluşum için söylenmiştir.

Vakıa biraz delicesine ise de bu dahi beğenilebilir zannederim.

Maksadım mektubunuzun fatihası olan 'Geçenlerde bir mahfil-i edebde


bulunmuş idim. Ehl-i meclisin pek çok asar-ı filiyeniz levha-i hatırlarında menkuş
olmalıdır ki esna-yı mübahasede sözlerini birer beytiniz ile tenvir ediyorlardı.
Zannederim ki [s. 553] kuwe-i hafızası en az olanın hiç olmazsa yirmi parça
eseriniz mahfüzudur.' fıkrasını hasbe'l-beşeriye bir hiss-i müftehicine ile
okuduğumu arz etmek idi. Münasebetle eski demleri yad edince sadedden çıkmış
gitmişim. Yine geleyim:

Geçenlerde bir gece beynimizde ülfet olmadığı halde Fener Gazinosu


komşularından olduğunu bildiğim bir zat şir-girane diye tavsif edebileceğim bir
reftar ile sokakta önüm sıra gidiyordu. Hanesi kapısının önüne yaklaşınca irkilir
gibi olarak na'ra-i mestane perdesinin az madiinunda bir sacla ile şu beyti okudu.

Gelişim dil-güşa değil mi nasıl?


Açıl ey şairane beytim açıl!

Ne ketmedeyim? Bu tesadüften memnun oldum. Biraz sonra o civarda


bulunan hürriyethane-i mes'iida girdiğim zaman yüzümde niir-ı tebessüm reng-i
şarab gibi mevc urmakta idi.

Ne kadar müstağni, ne kadar vahşi olursa olsun bir şairin gönlünü


avlamanın en kestirme yolu nedir bilir misiniz? Yanında bazı ebyatını tahsin
olarak okuyuvermek!

Sair ashab-ı asarda dahi sitayişe kapılmak hfili bittabi mevcut ise de bizim
şairlerimizde pek zahirdir . . . "

diyor.
458 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Naci'de fıtraten mevcut olan azamet-fünişluk etrafını alan Şeyh Vasfi'ler,


Muallim Feyzi'lerin alabildiklerine koltuk vermeleri bu "Payitaht haricinde böyle
bir şfilr-i mahir nasıl yetişmiş? Doğrusu fevkalade!" diye kendisine bütün
İstanbulluların hayran kalmasını isteyen Mes'ud-ı Harabati'yi, kendisini
Muallim-i küll addedecek bir hod-pesendlik derecesine çıkardılar. Şeyh Vasfi:
"Huzur-ı Mes'ud-ı Harabati'ye" ser-levhasıyla başladığı bir mektupta:

"Dürd-i azmayan-ı zamaneden bir rind-i harabat-nişin yoktur ki eş'ar-ı


;lşıkaneniz ile şirin-mezak olmasın. Evet! Harabatiyan:

Mii-dord-keşdn hdk-i der-i pir-i mugiinfm


Ab-i roh-i cem'ryyet-i rindiin-i cihiinfm105
[s. 554] mantukunca der-i himmet-medannıza cebin-sa olarak kesb-i
temeyyüz ettiklerinden mürde-dilan-ı zühhada karşı mübahat ile şirin-mezak
olurlar.

Güftar-ı edibaneniz fırka-i Naci'ye-i rindana bir meş'al-i feyzdir ki o


meş'alin perteviyle kulub-ı arifanelerinde cilve-ger olan meani-i münire ile filem-i
edebiyau tenvir etmektedirler. Fakiriniz efkar-ı ahraraneniz ile zihn-i vekkadları
hayret-dih-i erbab-ı hikmet olan a<ıhab-ı tabiatten değil isem de asar-ı tefili­
perveranenizden istilaza etmekte olduğum cihetle bahtiyarım. İşte o bah­
tiyarlığın neşvesi Tercümdn-ı HaJôlrat'e asar-ı dervişanemin takdimine cesaret
veriyor. Hele edebiyata dair müdavele-i efkar etmek için bizim . . . Efendi ile sık
sık birleşmemizin yegane vasıtası o bahtiyarlığın neşvesidir.

diyor. Naci yazdığı cevapta biraz mahviyet göstermeye çalışmakla beraber


gururunu ketmedemiyor ve "Şeyhim!" diye başladığı cevapta:

Efkar-ı irşad-asarınızdan yeni bir numune olan mektub-ı arifü.nenizi


mütalaa ile bir kat daha takviye-i fikre muvaffak olduğum cihetle müstefidan-ı
kemalinizden addolunabileceğimi düşündükçe iftihar ediyordum:

Olmada gittikçe dir;lşende-ter


Fikr-i münevver bana rehber yeter

dememiş miydim? İşte yine diyorum.

Harabatilikle iştiharımdan naşi hiçbir şeyh-i takva-perverin uzaktan uzağa


olsun nfill-i iltifatı olamamaklığım lazım gelirken sizin böyle en müntehi
sfiliklerinize gıpta-bahş olacak derecede mazhar-ı teveccühünüz oluşum medar-ı
mübahatim olmasın mı?

105 "Pir-i muganın kapısının toprağında tortulu şarap çeken bizler, dünyadaki rindler
topluluğunun yüzsuyuyuz."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 459

Bu kabilden olarak göreceğim fevkalade iltifatlannızdan ziyade hakkımdaki


teveccühünüzün istikran beni memnun edecektir.

Devam-ı teveccühünüze emin olayım mı?

Size böyle bir sual tevcih edişimi garip görmeyiniz. Menşe-i sufili arz

edersem istigraba mahal kalmaz sanının.

[s. 555] Bundan bir buçuk iki sene ewel kendi filem-i rindanemde gailesizce
yaşıyordum. Münzevi gibi idim.

Cı'.iyende-i sadr-ı meclis olmam


Sübhan gibi olsa irticfilim

Pür-gı'.ilar ile müvanis olmam


Vahdette sala bulur hayalim

kıtasıyla tarif ettiğim hfile tamamıyla mazhar olmuştum.

Vakta ki İstanbul'a gelerek Tercüman-ı Hakfkat'e yazı yazmaya başladım, o


vahdet kesrete tahavvül etti. Birçok ahibba peyda edildi. Bunlarla ihtilata
başladık hakayık-ı ahvfil-i insanı anlamak için ettiğim tecrübelerin pek nakıs
olduğunu o zaman bir kat daha anladım . Bizim şu nev-zuhı'.ir ahibbadan birçoğu
ewelden hakkımda izhar eyledikleri muhabbeti sonradan gösteremez oldular.

Bunun için müteessif mi oldum? Hayır! Bilakis ikmfil-i tecrübe ettiğim için
müteşekkir oldum. Bana hakikatte muhib olmayan adamların benimle ihtilattan
çekinmeye başlamaları az nimet midir?

Bunları şu hareketlerinde haksız görmem. Ben o harabatilerden değilim ki


muhabbeti Meclis-i arakta bir iki kadehten sonra beyhude çene yarıştırmaktan
ibaret zannederler.

Benim bildiğim muhabbet takdis olunacak bir ittihat husule getirebilecek


olan muaşeret-i halisanedir. Beni adem denildiği zaman kardeş oldukları
anlaşılan insanların yek-diğere muhabbetleri dediğim yolda olabilse saadetin
mana-yı hakikisi anlaşılırdı. Dünya hakikaten sevilecek bir dar-ı sata olmak üzere
görülürdü.

Zannetmeyiniz ki o ahibbadan birçoğu hl-sebat çıktığı için yaramın


azalmıştır. Azalmadı. Azalmıyor. Çoğalıyor. Çünkü mevcut ehibbadan birtakımı
muhabbet-i hfilisanede sebat gösteremeyip ricat eyledikçe yeniden yeniye peyda
olan diğer muhibbin onların yerini tutuyor da artıyor bile! Binaenaleyh bizim
defter-i ihya daima dı'.içar-ı mahv u isbat olup gidiyor.

[s. 556] Muhabbet-nümayan-ı dehrin böyle muttasıl tenakus ve tezayüdde


bulunmalarını görmek de tuhaf bir temaşa-yı şairane sayılamaz mı?

B ununla beraber şeref-yab-ı tanziriniz olan bir gazelimdeki:


460 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Muhibbanımda hem güftar, hem kirdar alidir,


mısraının ifade ettiği mana bir hayal-i mes'udane değil, ayn-ı hakikattir. Özü
sözüne uyar muhiblerim de vardır ki bunların her biri bir hakikat-ıişina, her biri
'vahid-i kalif tavsifine sezadır.

Nışan-i ehl-i ditı dşıkist bıi hod dar


Kı der meşıiyilz-i şehr Cn nişan nemf-bfnem1 06
mütalaalarında bulunuyor. Hadd-i zatında fena kalpli olmayan ve pek de
kendini dev aynasında görmeyen bu adamı çıldırttılar. Kabına sığamaz bir hale
getirdiler. Şeyh Vasfı diğer bir mektubunda:
"Fakat bendeniz ahibbanız idadına dahil değilim ve olamam da! Ulviyetin
misal-i müşahhası olan zatınız gibi bir sahib-i fazilete karşı ibraz-ı uhuvvete
kalkışmam hod-na-şinaslık değil midir? Hiçbir değerim yoksa da haddimi
bilmekle müftehirim. Dühata karşı ibraz-ı uhuvvet değil, ilan-ı ubudiyet benim
için en büyük şereftir. "
Bir diğer mektubunda da:
"Edebiyat-ı Osmaniyeye ettiğiniz hizmeti takdiren her gün bir makale
yazmış olsam yine hakkıyla takdir etmiş olamam. Bunu cihanda teslim
etmeyecek bir kimse tasavvur olunur mu? Olunsa bile onun takdiri, adem-i
takdiri müsavidir.
Mücedditsin! Sen gülşen-i edebiyatta nağme-piri olalı andeliban-ı
sühanda başka bir avaz-ı dil-nişin işitilmeye başladı.
Evvelleri bir gül-ruha:

Layık değilsem nakd-i visale


Koğma kapından bari fakiri
sözüyle arz-ı aşk edilecek olsa zarafet sayılırdı.
Şimdi ise böyle zarafetleri şan-ı ahraranelerine yakıştıramayan sühan­
serayan [s. 557] merdane sözlerle gazel-han oluyorlar. Bu ise himmet-i
teceddüd-perveranenizin ufacık bir numunesidir.
Hiç:
Rütbe-i ulviyetin fıkr et dil-i bidanmın
Arş-ı istiğna tenezzül-gahıdır efkanmın
matla'-ı bercestesini işiten bir mert öyle güftar-ı miskinaneyi dinler mi? Lamia
Mihriban Hanım kadınlığıyla beraber merdane söz söylüyor.

1 06 "Gönül ehli olmanın alameti işıklıktır, kendine dikkat et; çünkü bu şehrin şeyhlerinde o
alameti görmüyorum."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 46 1

Ne teceddüd ki nazenirıle bile zemzeme-i zenaneye sürfıd-ı harabatiyaneyi


tercih ediyorlar:
Müşarünileyhamn filem-i matbuatta görülen eser-i civan-merdanesi:

Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyaya zen gibi


Merdane var, sade dil ol terk-i ziver et
diyen şaire-i meşhure Zeynep Hanım'ın ruhunu cezbe-dar etmez mi?
Evet müceddidsin! Sayende ruh-ı Zeyneb'i gıbta-han edecek Lamia
Mihribanlar zuhur etti."
diyerek Naci'nin değil sade bir mübdi, adeta bir vahiy-kar olduğunu kadınlara
bile merdane bir talakat bahşedebilecek kudret-i sehharaneye mfilik
bulunduğunu söyleyecek derecelerde cüret gösteriyorlardı. Naci:
"Yalnız benim edebiyat-ı Osmaniyeye ettiğim hizmetten bahsettikçe
hakkımda teveccühünüzün kemalinden olmalı ki 'Mücedditsin!' gibi fevkalade
hitaplara mazhar edildiğimi görüyordum da meslek-i muhlis-nevazanede itidale
riayet buyurmamakta olduğunuzu size ihtar edeceğim geliyor."
cevabını vermekle beraber kendi "müceddit!"liğine de iman etmeye başlıyor ve
artık işe girişiyor.
Şeyh Vasfi bir akşam bir mecliste bulundukları sırada şair-i meşhur
Sami'nin:

"Hazır ol bezm-i mükafata eya mest-i gurur


Rahne-i seng-i siyeh, penbe-i minadandır"
beytine mana verilemediğini ve kendisi de: "Bu beytin halli kailini kabirden
kaldırıp bizzat istizah etmeye mütevakkıftır." dediğini yazarak Naci'den beytin
[s. 558] manasını zımnen soruyor. Naci cevabında beytin manasızlığına ufak bir
işaretle geçiyor; fakat günün birinde Muallim Feyzi:
"Hayır, Sami'nin beyti manasız değildir belki pek hakimanedir. Onun
manasını anlamak için Sami'nin yaşadığı zamanın adatını bilmek gerektir.
Kendi cehlimizden mütevellid noksanı eski şairlerimizin şiirlerine atfedip de
manasız demeyelim. Vaktiyle şişelerin ağzına tıpa yerine pamuk koyarlardı, bu
pamuklar kullanılmaz hfile gelince muayyen birtakım adamlar onları toplar ip
yaparlardı, o ipler de kuyularda kullanılır ve su çekildikçe kuyuların ağzındaki
kara taştan yapılmış bileziklerde bir oyuk hasıl ederdi. İşte Sami'nin kastettiği bu
manadır."
diye beytin manasını izah ve tefsir ile bu zümrenin ihtiramına mazhar oluyordu.
Artık yavaş yavaş zümre tamamlanmış bulunuyordu.
Muallim Naci başta Muallim Feyzi'ler, Şeyh Vasfı'ler, gibi hocalar
etrafında arkalarında bir alay kalabalık hücuma hazırlanıyorlardı. Mekteb-i
462 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hukuk, Mekteb-i Sultani gibi iki mühim mektepte edebiyat hocalığına geçmiş
olan Naci artık tereddüde mahal görmüyordu. Vaktiyle Avni'den aldığı ilhamı
kuvveden fiile çıkarmaya "lisan-ı kudemayı

-tabiat-ı asra göre- ıslah" vazifesine girişiyor yani Edebiyat-ı Cedide cereyanına
karşı bir aksülamel-i nev-ama bir "asri klasisizm" (/Veo-classisme) cereyanı
yaratmaya uğraşıyordu. Bunun için yapılacak ilk iş yeni cereyanın üstadı olan
Ekrem'i mağlup etmekti. O da ilk hücumu ona tevcih etmişti. Aynı zamanda
efkar-ı umumiyeyi de hazırlamak lazımdı. Bunun için de yeni cereyanı,
Avrupa'dan istifade etmesini vesile ittihaz ederek, tekfir etmek, alafrangalıkla
itham eylemek kafi idi. Gerçi Avrupa edebiyatının mucib-i istifade olan cihetleri
pek çoktu, burası kabil-i inkar değildi, hatta kendisi bile öğrenebildiği kadar
Fransızca ile tercümeler yapmaya başlamıştı, şimdi doğrudan doğruya bunun
aleyhinde bulunamazdı. Naci de arkadaşlarıyla beraber suret-i zahirede yeni
cereyana - bir derece-i makuliyette bulunmak şartıyla - taraftar görünerek efkarı
avlamaya kalkıştılar. Şeyh Vasfi:

[s. 559] "Fıtratta ihtilaf yoktur amma herkes milliyeti dairesinde terakkiyi
ar.tu eder ve bu arzu dahi tabiidir. Mesela bir adam . . . Paris'e gitse birkaç
mahtan sonra canı sıkılıp elbette vatanını görmeği ister. Halbuki . . . intizamı
Paris'e nispetle hiç mesabesindedir.

Tarih-i musiki de bu sözümü teyit ediyor. Mesela dünyanın her tarafında


bundan bir iki asır evvel İtalyan muzikası intişar etmiş idi. Almanlar bu hali
milliyetlerine elvermeyeceğinden 'Ne demek? İtalyan muzikası bize ecnebidir.
Ne için kabul edelim?' dediler. Bir Alman muzikası meydana getirdiler.
Fransızlar, İngilizler . . . . de böyle yaptılar."

diyor. Naci bunu vesile ittihaz ederek:

"Böyle insanca harekete ne demeli? Mizac-ı millisine muvafık olmadıkça


insan dinlediği muzikadan o kadar zevk alamazsa - bir hiss-i mukaddese malik
demek olacağı için - sezavar-ı sena görülmelidir.

Bazı efrad-ı milletimizde görüldüğü üzere 'Osmanlı muzikası pek nakıstır. '
diye onu takbih ile milel-i saire muzikasına münhemikane temayülün manasını
hiç anlayamam. Muzikamız nakıs ise onu zem ile iktifa edip de ikmaline
çalışmamak noksanın daha büyüğü değil midir.?

Aıı! Daire-i milliyetimizden kat'a çıkmaksızın bizce mümkün olan her türlü
terakkiyat bir kere meydan-ara-yı zuhur olsa da görseniz! Dünyada birinci millet
olduğumuzu birinci düşmanımız dahi itirafa mecbur olurdu.

Bir adam milletine mensup olan şeylere -velev nakıs olsun- gönlünde
meydan hissetmiyorsa mutlaka ya bed tabiattır, yahut te'sir-i taklid ile meyl-i
tabiisinden zühlıl etmektedir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 463

Daima sevilen şeyler milli şeylerdir. Mesela Fransız üdebasının asarından


tiyatrolar tercüme ediyoruz. Mevki-i temaşaya konuyor, halkımız seyreyliyor.
Sonra bir tiyatro da kendimiz yazıyoruz. O da icra ediliyor, seyrolunuyor.
Ahalimiz hangisinden memnun ve müteessir oluyor? Elbette bizim
yazdığımızdan! Çünkü bizim yazdığımız ahval ve ahlak-ı milliyemize muvafık
bulunuyor.
[s. 560] Ama Fransız edibinin eseri bazı rivayata göre ali şey imiş. Bizimki o
kadar değil imiş. Varsın şimdilik olmasın. Çalışır isek ileride bizimki de ali
olmayacak mı? Öyle fili olacak ki, onun yanında asar-ı ecnebiye safıl görünmeye
başlayacak.
Edebiyatımızı Fransız edebiyatına yetiştirmek mümkündür ama kalb-i
milliyet müstehil olduğundan bizi Fransız hissiyatıyla istilzaza alıştırmak
mümkün değildir.
Hissiyat-ı milel beyninde tevafuk da görülür. Buraları sadedden hariçtir.
Mesela Fransızlığı bize yutturmak yok mu, işte bu olamaz demek istiyorum.
Hasılı her millet kendi milliyetini muhafaza ederek terakki aramalıdır.
Hususuyla Millet-i Osmaniye
- ki mevki'en, istidaden gıbta-bahş-ı mileldir - bundan kat'en
ayrılmamalıdır.
'Milel-i saireden iktibas etmeyelim mi ya?' diyecek kadar söz anlamaz bir
Osmanlının asrımızda vücudunu tasavvur edemem. Zira iktibassız hiçbir terakki
husule gelemeyeceği bedihiyattandır.
Taklidine özendiğimiz milletlerden hangisi iktibassız terakki etmiş?

Nerde hikmet görürse ehl-i hüda


Anı almak vazifedir amma
Farık-ı hikmet olmalı evvel
Sonra ahzetmeli anı ne güzel"
tarzında cevaplarla bütün kanaati, bütün zihniyet ve bütün maksadını açıkça
izah ediyor. Fakat zavallı bilmiyor ki, kimse bunun aksini iddia etmiyor.
Herkesin "Farık-ı hikmet olmasını" tavsiye ettiği halde kendisi ondan fariğ
oluyor.
Şeyh Vasfı'nin:
"Bugünlerde filem-i matbuatta bir eseriniz görülemiyor. Yoksa Havari gibi
sız de glışe-i inzivaya mı çekildiniz? Nev-restegan-ı cihan-ı edeb asar-ı tefili­
perveraneniz ile tenvir-i ezhan etmek istiyorlar. Söyleyiniz! Güftar-ı
hakimanenizden müstefız olsunlar. [s. 561] Sözleriniz dm-ı sabuh gibi bais-i
neşve-i ruhtur. Erbab-ı tabiat sımah-ı caruarını sarir-i hamenize vakfetmişler, hiç
başka bir terane kulaklarına girer mi?
464 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Söyleyin Allah için bir kimseden bak etmeyin


Sizin böyle hamuşane duruşunuz nev-zebanan-ı vatanın sükutuna bais
oluyor. Söz ki yegane ha.dim-i i'tila-yı beni beşerdir. Sühan-serayan ı milletin -

gfışe-i inzivayı ihtiyar ile sükut-ı sufiyaneye muvazabeti caiz olur mu?
Her millet lisanlarının irtikası kadar itila edegelmiştir. Lisan-ı üdeba
ümmetin sükutuyla değil süruduyla irtika eder.

Bülbül-i arşend sohan-peroeran


Baz çe manend be fn dfgeranıo;
sözleriyle bir mektubundaki teşvikata ve yeniden mükatebata arzu iriiesine
cevaben yazdığı cevapta mükatebenin ne kadar faydalı olduğu ve Garplılardan
birçok eazı mın mektuplar tarzında eserler vücuda getirdiklerini söyleyerek adeta
kendisini en ileri gelen zevat ile ölçecek bir derece-i azamete vasıl olduğunu
gösteriyor:
"Mükatebe veya muhavere tarzında yazılmış olan eserler daha ziyade
lezzetle okunur. Bunun sebebi ise meydandadır İki adamın yek diğere yazdıkları
.

mektuplardan veya söyledikleri sözlerden birini okuyan zat buna karşı mucip
tarafından ne denildiğini anlamaya bittabi müteşevvik olur. Bu teşvik gençlerde,
hususuyla çocuk tabir ettiğimiz mini mini insanlarda daha ziyade bulunur.
İşte buna mebnidir ki üdeba-yı Garbdan bir haylisi çocukların, gençlerin
teshil-i istifadeleri noktasını nazar-ı dikkate alarak mükatebe ve muhavere
tarzında birçok eserler meydana koymuşlardır.
Amerika kıtasının Kristof Kolomb tarafından suret-i keşfine dair Fransız
lisanı üzere yazılmış güzel bir tarihçe vardır ki çocukların hevesle okumaları
maksadına mebni bir pederle evladı beyninde geceleri cereyan etmiş bir
muhavere hii.line konulmuştur.
[s. 562] Hardbel.er müellifi meşhur Volney dahi Konun-ı Tahif ser-levhalı eser­
i hakimanesini sual cevap tarzında yazmıştır. Fontenelle'in Kesret-i Avalim unvanlı
kitabı da o yoldadır.
Jean Jacques Rousseau'nun Nouvelle Heloise'i Montesquieu'nün Lettres
Persanes'ı gibi bir hayli asar dahi vardır ki mükiitebattan addolunur.
Şarkta dahi bu tarz üzere yazılmış kitaplar o kadar çok bulunamazsa da hiç
de yok sayılamaz. Ezcümle ekabir-i ehl-i tasavvuftan müceddid-i elf-i sani' '

unvan-ı mefhareteni almış olan İmam Rabbani'nin Mektflbdt'ı, mütfilaasından


hakikaten istilzaz ve istifade olunur bir cild i güzin değil midir?
-

101 "Söz sahipleri arşın bülbülleridir, şu ötekilere nasıl benzerler!"


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 465

Demek isterim ki tutmuş olduğumuz meslek-i mükitebe meslek-i erbab-ı


kalemin en güzellerinden biridir. Bundan sonra dahi şu meslekte devam edecek
olur isek çirkin bir iş yapmış olmayız, zannederim."
Muallim Naci saf bir adamdır. Onu istenilen yola sevk etmek kabildir. Biraz
gururunu okşamakla akla, fikre uymayan tafra-fün1şluklan yaptırmak, işten bile
değildir. Yaptığı işin de iyi olduğuna kani olarak yapar. Kendi hakikatte, tab'an
şair olmadığı halde, alelade manzum bir sözünü en güzel bir şiir addetmekte
tereddüt etmez. Bununla da tela.hüre kalkar tabiatta bir adamdır. 1 305
Muharrem'inin 24'üncü günü /Eylül 1 303 [ 1 2 Ekim 1 887] Mecmua-i Muallim
namında çıkardığı mecmuada mukaddime olarak:
<<Afecmua-i Muallim saye-i terakki-vaye-i padişahide elinden geldiği kadar
edebiyata hizmet edecektir. Mekatib-i şahanede acizane verilen derslerin
hulasalanyla beraber sair her türlü asar-ı edebiyeyi havi bulunacaktır.
Muharriri hem mütaallim, hem muallimdir. Taallümden, hiçbir kuvvet hfili
kalmak istemez. Bilmediğini öğrenmeye, bildiğini öğretmeye çalışır. Bilmediğini
öğrenebildikçe faide-yab olur. Bildiğini öğretebildikçe faide-bahş olur. Mesleği
böyle istifadeden, ifadeden ibarettir. İtikadınca en güzel meslek de budur. İnsan
için dünya mekteb-i alisinde gerçekten müstefid, yine [s. 563] gerçekten müfıd
olmaktan fili ne şeref tasavvur olunabilir? İnşallaah bu şerefi hakkıyla ihraz
edenlerden olur."
Mecmua-i Muallim haftadan haftaya çıkar bir "kavaid mecmua"sıdır.
denebilir. Zaten Naci'nin edebiyatçılığı bir silsile-i tasallüftür. Bir silsile-i
malumat-füruşluktur. Kaidelerle uğraşır, Arabiden, Farisiden topladığı sarf,
nahiv ve kavaid-i edebiye bahislerini evvela mekteplerde ders olarak okutur,
sonra da mecmualarda makale olarak neşreder. Şiire müddet-i hayatında aklı
ermemiştir.
Naci'nin hiç anlayamadığı bir şiir, bir edebiyat varsa o da Hamid'in
edebiyatı, Hamid'in şiiri, Hamid'in lisanı idi. Zaten basit hilkatte, basit düşünceli
bir adam olan Naci, Hamid'e cinnet izafe ediyordu. Lisanı mahvediyor, tahrip
ediyor diye propaganda yapıyordu. Mamafih Naci bütün yaygaralarına rağmen
ne Ekrem'i ne de Hamid'i susturabildi. Esasen mesele bir Ekrem-Naci
meselesinden ibaret değildi, asrın ruhu Naci irtica-ı edebisini hazmedemiyordu.
Taraftariinının çokluğuna rağmen Naci mağlubiyete mahkumdu. Çünkü asrın
ihtiyacı, fikri, bedii bir inkılabı zaruri kılıyordu.
Mes'ud-i Harabati pek münhemik olduğu içki ile vücudunu da, dimağını da
harap ediyordu. Son zamanlarında saraya alınarak "Tarih-nüvis-i Aı-i Osman"
olmuştu. Daima muazzam eserler yapmak arzusuyla çırpınan ruhu bir Şehname
vücuda getirmek hevesine düşmüş ve Osmanlı tarihini manzum olarak yazmaya
başlamış ancak birkaç padişah zamanını yazabilmiştir. Nihayet 1 3 1 O senesi
Ramazan'ının yirmi beşinci Çarşamba günü [ 1 2 Nisan 1 893] ancak kırk dört
yaşlarında iken füc'eten ölmüştür; Sultan Mahmud Türbesi'ne gömülmüştür.
466 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hayatta iken Teselya'ya, Sakız'a, el-Cezire'ye, Trabzon'a seyahatler etmiş,


bu vesile ile bazı intibalarını da yazmıştır. Bağdat seferi esnasında:

"Mavtınımdan tebaüd etmiş idim


Sorma amma nasıl tebaüd ediş?
[s. 5 64] Sonra Bağdad'a doğru gitmiş idim,
Unutulmaz o aşıkane gidiş . . . "

diye "Dicle" unvanlı manzumesini yazmıştır.


Filhakika başladığı aks-i inkılab-ı edebi kendisinden sonra da sürüklenmiş;
fakat hiçbir kudret ve kabiliyet gösterememiştir. Bugün hala Naci taraftaranı
vardır. Hizmeti yok değil belki çoktur, fakat şair olarak değil muallim olarak,
hem de şiir ve edebiyat değil, sarf ve nahiv muallimi olarak.
Yalnız bir cildini neşrettirebildiği
lstılôluit-ı Edebiye unvanlı eseri Arapça
eserlerden iktibas olunmuş kavaid-i edebiyeyi iza h maksadıyla yazılmış ve bugün
kıymet-i edebiyesini hemen tamamıyla kaybetmiş bir eserdir. Vaktiyle
mekteplerde tedris maksadıyla yazdırdığı kaidel e rdi r. Mecmı1a-i Muallim namıyla
çıkardığı mecmua da yine Hukuk ve Sultani mekteplerinde verdiği derslerle bazı
şairlerin muhtasar tercüme-i halleri ve manzumeleriyle Arapça, Farsça ve
Fransızcadan bizzat yaptığı bazı tercümelerden müteşekkildir.

Esami unvanlı ve meşhur bazı şairlerle hükemanın tercüme-i hallerini havi


muhtasar bir risalesi matbudur. Tab'olunan ve olunmayan diğer asan da: Şerare,
AtLşpdre, Fürüı:.an unvanlı üç küçük manzume mecmuasıyla İbnü'l-Gazan108,
Mehmed Muztif[er Mecmuası, Muallim, Muammd-yı İlıihi, Sanihdtü'l-Arab, İ'caz.-ı Kur'an,
Nevtidirü'l-ekdbir, Mektuplarım, Slinihatü'l Acem, Şöyle Böyle, Medrese Hatıra/an, yan
kalmış bir lugatçe, lntikad, Tercüme-i Emsa-il Ali, Ubeydiye, Mütercem, Hikemü'r-Rıifai,
Sünbüle, Emil Zola'dan mütercem Thirese Raquin, Sdib'de Söz, Ta'lfm-i Kıraat,
Numıine-i Sühdn ile Ruhi-yi Bağdadi'yi tanziren yazdığı Terkib-i Bend'den
ibarettir. Bunlardan maada -?,atü'n-Nıtdkayn yahut İbnü'z- Zübeyr isminde manzum
tarihi bir vakası; Recaizade Ekrem'i tenkit maksadıyla -?,emz.eme'lere mukabil
çıkarılmış Demdeme'si; Ahmed Midhat ile muhaberelerini muhtevi Muhdberat ve

Muhaverat unvanlı bir risalesi, Heder unvanlı devr-i istibdadı tasvir maksadıyla
yazılmış dört fasıllık bir tiyatrosu vardır.

[s . 565] Fikri, Lisanı, Sanatı


Muallim Naci basit, sade fikirli bir adamdır. Hiçbir eserinde ulvi, yakıcı ve
yırtıcı bir fikre tesadüf edilmez. Alelade düşünür, alelade ve sade söyler; fakat
yüksek düşünüyorum ve yüksek söylüyorum zanneder.

ıoa Eserin adı Mdsli bin Ebi'l Gazanyahut Hamfyyet'tir. (Haz. notu)
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 467

Lisanı bazı yerlerde taklide şayan bir sadeliğe mazhardır fakat çok yerde
adilikten, ibtizfilden kurtulamaz.

"Tenefför, teneffur, teneffur, teneffur


Gedayane sözden, gedayane sözden!"

diye belagat ve zarafete meftun olduğunu anlatırken mudb-i teneffur olacak


sözler söyler.

"Muhibbammda hem güftar hem kirdar alidir"

diye bütün ahali ile dem-güzar olduğunu iddia eder:

"Rütbe-i ulviyyetin fikr et dil-i bidanmın


Arş-ı istiğna tenezzül-gahıdır efkanmın"

gibi sözleri, boş, bi-mağz sözleri belagat-ı sırfa addeder ve iftihar eyler.

"Söyle ey hikmet-nevaz bir rfıh-perver şi'rimi


Bir nida-yı hatifi zanneylesinler şi'rimi"

diye temeddühten kendini kurtaramaz. Ruhen, hissen, tab'an çocukluktan


çıkamamış, dimağını tenmiye edememiş, bir garip adamdır. Zamanının
eazımından olan Hersekli Arif Hikmet gibi, Avni gibi şairlerin meclisinde
bulunması gururunu artırmış, hususuyla Arif Hikmet ve daha sair bazı şairlerin
kendi gazellerini tanzir edecek derecede takdir eder görünmeleri tab'an saf olan
bu adamı göklere çıkarmıştır. Arif Hikmet ile meşreb-i ayyaşane itibanyla da
uyuştuklanndan Naci'yi severdi. Matlaı yukanda mezkur gazeline:

"Var hayfil et vüs'atin idrak-i vahy-asanmın


Bu'd-ı mutlak saha-yi cevlanıdır efkanmın

[s. 566] Mest-i ilham olmayan humhane-i tenzilden;


El-haberdir neşvesinden bade-i güftanmın

Fariğim hiç hay ü hfıy-i dehr girmez gfışuma


Habgah-ı nazıdır filem dil-i bidanmın.

Nar-ı hasret şerhalar açtı riyaz-ı sineme


Dağ-ı hiinindir medar-ı ziyneti gülzanmın

Peyrevim her hfilde Hikmet Harabatilere


Hep budur mahiyyetin mes'fıd, eden eş' arımın . . . "

naziresini yazmıştır.
468 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Mes'iid" ve "Harabati" sözleri Naci'nin şiirde mahlası olan Mes'iid-ı


Harabati'ye telmihtir. Hikmet, Naci'den çok yüksek şairdir. Naci'nin birçok
yazılan çok açık; fakat çok basit şeylerdir. Naci bir lisan muallimi olmak
itibarıyla hayli hizmet etmiştir. Arabi ve Farisiye iyice vakıf olan Naci
Türkçesinde de bir suhiilet ve selaset vücuda getirmişti. Hususuyla nesri gayet
açıktı. Fakat alelekser, ibtizfilden kurtulamıyordu. Naci'nin şiir, güzellik, zevk
hakkındaki kanaatlerini anlamak için talebesine ders olarak telkin ettiklerini
görmek kilayet eder:

"Şiir edebiyatın en güzel parçalandır. Bu halde şiir edebiyattan bir kısm-ı


has olmuş olur."

diyor ki koca bir cümle ile hiçbir şey ifade etmiyor. Şiirin ne olduğunu kat'iyen
anlamadığını gösteriyor. Güzel nedir? İşte Naci'nin müddet-i hayatında cevap
veremediği sihirkcir bir sual. Naci bu sualin karşısında ifil ve hayran can verdi.

Naci:

"Edebiyat denilen beliğ sözlere tabiat -derece-i belagatına göre- az çok


müncezib olur. Bu incizabı hasıl etmeyen hiçbir söz diire-i edebiyata giremez.
Edebiyat içinde tabiatın en ziyade müncezib olduğu sözler şiirdir."

dediğini dinleyenler onu, manasını kat'iyen anlamadan, ezberlediği kaviid


dersini okuyan durgun beyinli, kör zekalı bir mektep çocuğuna benzetmekte
muztar kalırlar. ls. 567] Naci'nin nazannda "zevk-i selim!", "mi'yar-ı edebiyat!"
denilmeye şayan bir "kuwe-i celile!"dir

Naci akıl erdiremediği fikirlerin tercümanı olan kelimelere birer kudsi sıfatı
terdif etmeği bir nevi tefsir, bir nevi izah addedecek kadar çocuk fikirli bir
adamcağızdır. Sağdan soldan işittiği, anlamadan anlatmaya çalıştığı "şiir"
hakkında en doğru söylediği:

"Dünyada şiirsiz adam olamaz. Şiir ümit gibidir. Şu kadar var ki herkesin
şiiri kendi zevkine göredir."

sözüdür. Naci'nin şiiri de kendi zevkine göredir.

Naci'nin hem lisanına, hem zevkine, hem meşrebine, hem de kanaatine


canlı bir misal olan bir mektubunun şu kısmı pek açık bir numunedir:

"Ben bir zaman Diyarbekir'e giderken Mardin'e u�amış idim. Orada


kaldığım gecelerin birinde çektiğim metiib-i seferiyenin tesirini tadil edecek
esbab-ı tarab aramakta iken memurinden bir bildik güzel kanun çalar bir zat ile
münasebeti olduğunu beyan ederek beni aldı, evine götürdü.

Yolda giderken bizim kanuninin oldukça ahenk-aşina olduğunu dahi


söylemiş idi. Evde memnunen meclisi donattık. Kanuni efendiye bir iki de cam-ı
ser-şar sunduk.

O da, biz de neşvedar olmaya başladık. Çalıp söylemesine muntazır olduk.


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 469

Herif tıngırtıya başladı. Baktım ki kanuna eli iyice yakışıyor. Arkadaşıma


'Güzel bir de şarkı okursa işimiz iştir!' dedim. Refikim tebessüm ederek evet!
'Fakat şarkılar İstanbul'dan buraya gelinceye kadar güftece bir hayli tagayyürata
uğradığı gibi bestece dahi bütün bütün değişiyor. Allah verse de meşrebinize
muvafık bir şey okuyabilse!' der demez kanuni müthiş bir avaz ile şu satırları
okumaya başladı:

Mardin'in önü taşlık


Ne gezersin kardaşlık?
Sormak ayıp olmasın
Cebinde var mı harçlık?
[s. 568) Ben bunu işitince besbelli herifin suallerine cevap veremeyeceğimi
düşünmüşüm, birinci suali gözüme kestirmekle beraber ikincisine cevap bulmak
biraz müşkül olacağını nazar-ı dikkate almışım ki o zamana kadar nefsimde
tecrübe etmediğim bir teessür-i adb ile hanende-i memduhü's-sükutun çehre-i
nilgılnuna bakakaldım.
Güç hal ile kendimi topladım. Mardin'de yerli türkü dinlemeye muvaffak
olmak da benim için bir mesudiyet sayılabileceğini refikime anlatmaya çalıştım.
Gülmeye de çalışıyordum. Ama herifin suallerinden hasıl ettiğim tesir tadil
olunabilir mi?
Hem böyle sözler söylüyorum hem de ne gezersin kardaşlık ha?
'Vay . . . Evet! Sormalı ya! Ben Mardin'de sanki ne arıyordum? Memleketimde
niçin oturmadım? Hayvan üzerinde şu tükenmek bilmeyen ıssız çölü katedinceye
kadar neler çektim! Ya şu ikinci sual . . . !' yollu mütalaat-ı zihniyemi yoruyordum.
Bir de bu aralık makam değişti. Bizim mutrip başka bir şey okumaya
başladı. Dikkat ettim. Diyordu ki:

Şu dağı aşanı dedim,


Aşanı dolaşanı dedim,
Bir vefasız yar için,
Herkese paşam dedim
Bunu okurken biçarenin yüreği garipsemiş olduğu reng-i rılyundan
anlaşılıyordu. Bu garipsemek halinin zuhuruna mutribin ikinci türküye
başlamazdan evvel bir dolu daha çekmiş olması da haylice yardım etti
zannederim.
Bu türkü dahi bittikten sonra herifi bir teşekkürle susturdum. Dereden
tepeden lakırdıya başladık. Meğer bu türküler, o havali halkının [s. 569] en
ziyade bayıldıkları şeyler imiş. Evet! Onlar bayılabilirler, fakat sen gel de
Mes'fıd-ı Harabati'nin külahına anlat:
Eder mi saz-ı sinem değme bir mızrabdan feryad
470 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

deyip duruyor.

Ben size bir şey söyleyeyim mi şeyhim! Bu alem-i ihtilafta:


Herkesi-ra behr-i kari sdlıtend
Meyl-i ôn-rd der dikş enddlıtend 109
kavlince herkes bir şeyden haz alır. Herkes kendi zevkinin zevk-i selim olduğu
iddiasında bulunur. Bu böyle gider. Dünyanın safasını süren ise asıl zevk-i selime
malik olandır:

Gönüller olsa bütün işina-yı zevk-i sühan


Cihan esiri olur şive-i beyanımızın

değil mi?

Kayabaşı muhibleri varsınlar istedikleri gibi çalsınlar, çağırsınlar, biz kendi


alemimizde olalım. Arzu ettiğimizi söyleyelim söyletelim, dinleyelim, safü-yab
olalım.

Geçen gece bir sokaktan geçiyordum. Bir Hristiyan evinden kulağıma güzel
bir sesle karışık piyano sadası geldi. Durdum biraz dinledim. Şevki Beyefendi
tarafından geçenlerde bestelenmiş olan:

İbret oldum ah aşk erbabına


şarkısı söyleniyordu. İnsan kendi eserini ne kadar sever bilirsiniz ya! Şarkı
bitinceye kadar oradan ayrılamadım.

Sarir-i hamem demek olan böyle bir sesi hiç ummadığım bir tarab-haneden
işittiğim için doğrusu iftihar da ettim. Demek oluyor ki biz de aleme
beğendirecek söz söyleyebileceğiz.

İş bir şeyin hakikaten güzel olmasındadır. Onu daima beğenecek adam


bulunur."

İşte nesr-i Naci!..

[s. 570] Naci, Avrupa şair ve ediplerinden birkaç tanesini, az da olsa,


kısmen tanıdıktan sonra onlardan tercümeler yapmaya başlamıştır. Bu kendi
zihniyet ve sanatını, bilhassa yazılarını sadeleştirmeye, canlandırmaya
yaramıştır. Bazı tercüme ettiği eserlerin tesiriyle öz yazılarında da bir kat'i intiba
hissedeceğiz, realisme'e doğru bir gidiş var mesela; şu aşağıdaki Ömer'in
Çocukluğundan unvanlı parça canlı bir numunedir! Fakat Fransız realist romancısı
Honon'� de Balzac'ın eserlerinde uğradığı nakiseye uğramıştır: fazla ve lüzumsuz
tarif ve tasvirler, birçok lüzumsuz tafsilat ve tasvirat. . .

109 "Herkesi bir iş için yarattılar ve gönlüne onu yapma isteği koydular."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 47 1

"Kıztaşı dört yol ağzından Sofular'a doğru inerken İbni Melek Haz­
retleri'nin medfün bulunduklan yüksek mezaristan sağda bırakılarak biraz daha
gidilince yine sağda bir akar çeşmeye tesadüf olunur; o civar ahalisini bunca
zamandan beri sair uzak çeşmelere müracaattan müstağni ettiği için gurur
getirmiş gibi mütecellidane durmakta olan bu çeşmenin hemen karşısında hayli
uzun bir sokak görünür ki Nureddin Dergahlarından birine müntehi olur;
dergahın sol cihetine meyil ile orada incelen yoldan ilerleyecek adam, kendini
imtidadı ötekinden ziyade olan Çelebi Sokağı'nda bulur, bu sokağın
müntehasındaki taş mektebin önünden sola dönülünce görülecek yokuş cadde,
Saraçhanebaşı'na çıkar; bir gün o yokuştan iniyordum. En sevgili hırkam,
arkamda idi; bu hırkayı içinde, dışında ikişerden dört cebi olduğu için pek sever
idim. Cepler yemiş ve ufak tefek oyuncak koymaya ne kadar iyi gelirdi. Diğer
hırkalanmda ikiden ziyade cep bulunmazdı. Nevbet-i telebbüs dört cepli hırkaya
gelince yüzüm gülerdi. Yüreğimde o derece sevinç hasıl olurdu ki hemen
ellerimle hırkanın göğsüme gelen iki cihetini okşamaya ve 'Oh! Oh!' diye odanın
içinde raks ederek dönüp dolaşmaya başlardım.
İptidaiye mektebinin hizasına geldim. Bir iki adım daha atarak eve gitmek
üzere Çelebi Sokağı'na saptım. Birdenbire karşıma kuyruğu kesik bir köpek çıktı.
Havlayarak üzerime hücum etti. Beni mektebin duvarına [s. 5 7 1] sıkıştırdı.
Göğsüme doğru pençelerini atmaya kalkıştı. Ben ağlayıp haykırmaya başladım.
Bir taraftan kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşırmış idim. Kimden istimdat
edeyim. Sokakta köpek ile benden başka kimse yok! Caddeden geçen
bulunmuyor; besbelli feryadım işitilmiş. Mektebin karşısındaki konağın alt
katında pencereden iri bıyıklı bir ağa başı göründü. Bir veya iki kere 'Oşt!' dedi;
köpek benimle uğraşmakta devam ediyordu. Nasılsa bir aralık önünden
savuşarak kaçmaya yeltendim. Arkamdan yetişti. Omuzlarıma doğru sıçradığını
hissettim. Feryadı artırdım. Bu hali pencereden seyretmekte olan ağa, lütfen
daha bir kere 'Oşt .. ' diye bağırdı. Hayvanın pençeleri sırtımdan sıyrılarak indi.
Korkumdan dönüp arkama bakamıyordum. Sesim de kesilmiş idi. Hem ağlıyor
hem koşuyordum. 'Selameti buldum.' diyecek kadar koştuktan sonra soluk
soluğa denilecek bir halde durdum, arkama baktım, köpekten eser yok. Bir parça
kendime geldim; köpeğin bir şey yapıp yapmadığını anlamak için sağ elimi
sevgili hırkamın ensesine doğru uzattım. Ense yok. Meğer köpek hırkanın
yakasından tuttuğu gibi eteğine üç dört parmak kalıncaya kadar yırtmış idi.
Hırkayı sırtımdan çıkardım. Biçarenin haline baktım. Gözlerimden yeniden yaş
boşandı. Ne hazin manzara! Ne büyük meyusiyet! Hırka koltuğumun altında
olduğu halde eve vasıl olduğum zaman bakıye-i büka olarak içimi çekmekte
idim. Valide beni o hey'ette görünce telaş ile: 'Sana ne oldu oğlum? Ne
ağlıyorsun? Hırkanı neye çıkardın? Vah vah nedir bakayım, söyle!' diye izhar-ı
teessür etmeye başladı. Hırkayı koltuğumun altından aldığı sırada dedim ki: '­
Köşe başında kuyruksuz bir köpeğe rast geldim de ... Üzerime atıldı. '

Valide daha ziyade müteessir görünerek beni kucakladı. İşte asıl o vakit
ağlamaya başladım. Bir felaketzedeyi en ziyade gamgüsan ağlatır.
472 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu vaka bana o köşe başını hiç unutturmaz.


[s. 5 72] Geri dönelim: Çeşmenin hemen karşısında dediğim sokağa girile­
rek sol baştaki hanenin bahçe duvarı takip edilince iki katlı bir ev müşahede
olunur ki, kapısının önü basamak taşlanyla haylice terfi edilmiştir. Bugün
üzerinde 70 numarası görülmekte olan bu evin vaktiyle içerisine girilse alt üst
katlannda dört oda ile iki sofa ve arkasında yedi sekiz ayak ile çıkılır genişçe bir
bahçe bulunduğu görülürdü: Bundan bir müddet ewel o evde sakin olanlar
şunlardan ibaretti:
Peder - Ali
Valide - Fatımatü'z-Zehra
Büyük oğlu - Mehmed
Küçük oğlu - Ömer
İşte bu Ömer benim.
Pederin kırk altı yaşında olduğu halde irtihalinde, ben tahminen sekiz
yaşında idim; kıyafeti hala gözümün önündedir: Orta boylu, geniş omuzlu,
kaviyyü' l -bünye, büyücek başlı, değirmi çehreli, kalınca kara kaşlı, ela gözlü,
irice kara bıyıklı, beyaz tenli, mehibü's-sima, başına giydiği büyük Tunus fesinin
üzerine büyücek bir yemeni sarar; geniş göğsünü güççe kapayabilen kaytan ve
sırma işlemeli çuha, belindeki düğmelerin kısm-ı küllisi hemen yaz kış çözük
bulunur; yeleğin üzerindeki sade çuha saltanın kollan biraz kısadır. İri, dolgun
bilekler daima göze çarpar. Belinde, alasından zemini beyaz çiçekli bir Acem şalı
görülür. Bunun san zeminli bir eşi de omzunda yahut kolunda bulunur. Bunu
ekseriya mendil makamında kullanır. Belindeki şalın içinde mestur olan
mahfazalı, iri George Piryol saatin sırma, örme işlemeli, ortası düğmeli kösteğini
yeleğinin kısm-ı alisindeki düğmelerin birine iliştiriverir, dizlerinden bir parça
aşağı inmekte olan çuha şalvann alt taraflarını beyaz Ahıska tozluklan
setretmiştir. Ayaklan Galata-kari az üstlü, zarif kırmızı [s. 573] yemenilere
alışıktır. Üzerinde eski değil, rengi tagayyür etmiş bir şey bulunmaz, pek
yakışıklı, dolgun vücutlu bir Osmanlıdır. Bununla beraber, şişman denilecek bir
halde değildir. İstanbul'da doğmuş, büyümüş fakat kendisini bilmeyenler
İstanbullu zannetmezler. Saraçhane halkından Ali Bey'i tanıyanlar henüz az
değildir . . .
"

Naci'de rebabilik (Jyrisme) görülmez. Birkaç gazeli müstesna, Şark'ın en lirik


şiiri olan gazelde bile Naci sahte bir heyecan, ca'li bir tahassüs, zayıf bir fıkrilik
(int.eUectualisme) yapmıştır. En canlı eserlerinden biri şu aşağıdaki gazelidir ki hafif
bir yürek çarpıntısına şahadet eder:

"Nedir o nevha şu viranenin civannda


Dokundu hannma hal-i inkisannda
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 473

Değil garib bulunsam müdam mest ü harab


Misafirim vatanın bir harabezannda

Hevada yaprağa döndürdü rlızigar beni


Hazana muntazınm ömrümün bahannda

Ederse dil yeri vardır veda-ı mülk-i vüclı.d


Garibe yer bulunurmuş adem diyannda

Karar-yab olamam gerçi mest-i ser-şfulm


Hased o rinde ki asudedir mezannda

Gönül o nev-sefer-i nur-ı tal'atın Naci


yanar kıyamete dek nar-ı intizannda"

Bundan maada:
"Tepeden nasıl iniyor bakın
Şu kızın nişanlısı şanlıdır
Yaradan nazardan esirgesin
Koca dağ gibi delikanlıdır

[s. 574] Fese bak fese ne güzel de al


Ne de hoş belindeki morlu şal
Demedim ya ben sana bak da kal
O kadar da bakma ziyanlıdır

Ne darıldın Ahmed'in oynaşı


Darılır mı adama kardaşı
Sana benziyor şu dağın başı
Ne zaman bakılsa dumanlıdır"
diye "Köylü Kızın Türküsü" unvanıyla yazdığı manzumede tabii bir sadelik
göstermeye çalıştığı yerler de vardır. Şu kadar var ki Naci iyi nazım olduğu
derecede şair ve sanatkar olamamıştır. Şiir ve sanat hakkındaki kanaat ve
duygulan çok basit, çok iptidaidir. Nitekim tenkitleri de öyle basit ve iptidai
olmuştur. Ufk-ı ru'yeti çok dardır.
Naci'nin vefatından çok sonra 1 920 senesinde Naci meselesi yeniden
canlandı. Naci taraftarları yine ayaklandılar. Naci'yi bir mehdi-i lisan gibi
yükseltmeye çalıştılar. Eskiden beri kendi taraftan olan Ali Kemal'le beraber
Sabah gazetesinde müdafaaya koyuldular Cenab Şahabeddin'e karşı Naci'yi
yükseltmeye çalışıyorlardı.
Cenab der ki:
474 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Sanatın kıymeti, verdiği heyecan ile ölçülür. Muallim'in hangi sahifesi


içinizi titretti? Ben kendi hesabıma onun sözlerinde kalbini hissetmiyorum ve
bilmiyorum kalbi zi-hayat mı idi . . . Onun nesri hiç ağlamayan ve haykırmayan,
fakat ancak söyleyen ve dürüst söyleyen bir adamdı. Hatt-ı bediisini münhasıran
Naci'den almak isteyen ruhlann isti'dad-ı ihtizazı, eminim, görülmüştür. Kırk
yılda bir şair Naci bir beyaz gül açmak istese Muallim Naci derhal üstüne bir
avuç kül atardı. Fesahat aşkına!.
Yoook, başında tac-ı vuzuh ile edebiyattan geçen merhumun bir
hükümdar-ı nesr olduğuna ben kendimi mümkün değil, inandıramayacağını.
[s. 575] Barut kın içinde ateş-i kılıç: Bence şair kalemi budur. Her hareketi
sisli veya sakit bir şimşek olmalı. Halbuki Naci'nin bütün diyar-ı nesrinden, uzak
bir yangın kızıllığı yahut hafif bir velvele-i sema hissetmeksizin çıkarsınız.
Edebiyat son tahlilde güzel bir rü'ya-yı hayattır ve edebiyata her şair kendi
kalbindeki rü'ya-yı hayatı getirir. Ben nesr-i Naci'de bir hisse-i rü'ya bulamadım.
İ sterdim ki külliyat-! mensuresinde ara sıra Marmara üzerinde Büyükada gibi bir
sepet köşk, çam, gençlik ve sürur bulayım, hayır, o bir çöl, fırtınasız ve serapsız . . .
Cenab-ı Hak Naci'ye elfazı ve idare-i elfaz kuwetini ihsan buyurmuş, lakin
gözyaşı, sem'-i musıki ve ateş-i aşk vermemişti. Sözlerinde ne taravet-i şefkat
hissolunur, ne humma-yı ızdırab ..
Satırlan boş ve savruktur, hayatsızlığı hatırlatır. Öyle diyeceğiniz gelir ki
kitab-ı ilhamının bir sahifesi sarf ve bir sahifesi nahiv idi; nazannda ufuk bir
'medhal-i kavaid' ve deniz güya bir 'bahr-i arlız'du. Kelimelerini vecd ile
kucaklamadı; cümleleri kalbinin maşukalan değildi. o ki baba gibi bürlıdet-i
resmiye ile sözü elinden tutar ve saha-i beyanda yanı sıra uslu ve mahcup
yürütürdü.
Şüphe yok ki Naci bir coşkun şair mizacı ile yaratılmamıştı ve hayatı kitap
aralığından gördü ve kitap satırlanyla tespit etti. Sevadsız ve hummasız yaşadı.
Hararetsiz ve muhabbetsiz okudu ve yazdı. Elini göğsü üstüne koyarak: 'Burada
düzgün laf çarpıyor!' diyebilirdi, fakat şiir, hayır.
Her muharririn kürsi-i üslubu cümle-i asabiyesidir. Nesrine bir şair
kendisini dercetmez. Mamafih tahlil ediniz: Nesrini kendisi ile memlu
bulursunuz. Çünkü eserini kendi slıret-i dehaiyetinde ibda' eder. Nesr-i Naci'ye
nazaran Naci pek mübtela-yı intizam bir şahsiyettir: yüksek bir nasir olamazdı.
Ona tarik-i nesri Tazarru-name gösterdi. Yürümek için arkasına dönüp bu
kadar uzağa bakan, nasıl ileri gidebilir? Naci riyah-ı takdirin asnmıza [s. 576]
getirdiği bir mazi nasir ve nazımı idi. Namık Kemal ve Hamid edebiyatı ile
Halid Ziya ve Fikret edebiyatının mültekasında bir Muallim Naci hiç olmazsa
bir sekte-i tarihiyedir. Korkanın ki müverrihin-i edeb onu bir gün bir maraz-ı
tekamül gibi telakki etmesin.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 475

Naci güzelliği anlamadan şehrah-ı edebiyatı tayyetti. Zira 'Her güzel söz
şiirdir.' demek güzelliği anlamak değildir. Bir muharririn nazariye-i bediiyesi
asar-ı ilhamında ve bilhassa ahkam-ı intikadiyesinde görülür. Halbuki Naci'de
fikr-i intikad ne kadar fena neşv ü nema bulmuştu. Mecmı1a-i Muallim'i göz önüne
getiriniz: Başkalannın asan karşısında vaz'-ı intikad ile Naci'yi tasavvur edince
biraz inatçı bir koç hatıra gelir: Çekilir, çekilir sarf ve nahiv hatalanyla muhtelif
imalelere tos vururdu. Bu ancak bir rüşdiye intikadı idi. Bir zaman Tuna
sahilinde Cevdet Paşa'nın Kavdid-i Osman!Ye'sini okuttuğunu Naci hiçbir zaman
unutamadı. Onun makam-ı layıkı kürsi-i tedristi ve nesrinin tahtgahı ancak rahle
olabilir.
Pek zayıf bir münekkit olduğu için kendisini fena tashih eder ve fikirlerini
güzel giyindiremezdi. Naci kendisi için büyük bir talihsizlik eseri olarak asrına
uymadı. Selameti zevk-i mazide görmüştü: Bu bir gaflettir. Ancak zarf-ı zaman
ile birlikte yürüyen sanatkar tayy-i mekan eder. Modayı takip etmedikçe belki iyi
giyinebilirsiniz, fakat güzel gitmezsiniz; fikirlerimiz de böyledir. Yeni şekillerin
bir velayet-i bediiyesi hissedildiği inkar olunamaz. Nesr-i Naci makuldü, zarif
değildi; şart-ı zarafet, içinde yaşadığımız zamana ve mekana uygunluktur. Naci,
Namık Kemal'e yüksekten baktı, Hamid'in yüksekliğini göremedi ve
Recaizade'yi beğenmedi. Onlardan aynlmak için asrından ayrılmaya ve geriye
dönmeye razı olurdu. Muallim merhum - tekrar edeyim, - haluk bir zattı; fakat
bu haluk zatın bir kusuru vardı: Gurur . . . Ooo, Naci müstesna bir nispette
mağrurdu. Aharin kendine taalluk eden sözlerinde yalnız medh Ü senaya
inanırdı. Ahmed Midhat Efendi, merhum ile başlayan silsile-i meddahini Naci'yi
mesti-i gururunda sızdırdılar. Bana öyle gelir ki pek [s. 577] ziyade iltizam-ı
vuzuh bile Naci'de bir mahslıl-i gururdu: Herkesi kendi tabaka-i dimağının
dununda hissettiği için sanırdı ki o kadar açık söylemese hiç kimse anlamayacak.
Kendisini beğenmeyen yaşlıların ve gençlerin sözlerine kulak asmaya layık
görmedi. Gafletinde ısrar etti. Tarih-i edebiyatta da bir mahkeme vardır,
müptelasını sağırlatan gurura ukubetini hazırlar, asar-ı Naci muvacehesinde
halin tereddüdünü görüyorum ve istikbalin takdirkar olacağını hiç tahmin
etmem. Ben bu gün Muallim'in sine-i nesrini kalpten hfili buluyordum; orada
kalbin Zemzeme galeyanı bence yoktur. Onun için diyordum ki Naci sanatkar
değildi ve nesri nesr-i şair olamadı. Bir eski şairimiz - Revani Çelebi- kağıdı
göğüse ve şair yazısını saçlara benzetir. Bence de öyledir. Sanatkar ona derim ki
ruhunu perişan saçlar gibi sadr-ı asarına döker."
Naci'nin nesri gibi nazmı da şiir değildir. Naci şiirin ne olduğunu anlayacak
ne terbiyeye ne de tahsile mazhar olabilmişti. Naci'de Ekrem'in zihniyetini,
Ekrem'in telakkisini aramak tabii yanlış bir iştir. Naci zümresini teşkil edenlerin
edebiyatta bir irtica vücuda getirmeleri pek tabiidir. Gerek görgüleri, gerek tahsil
ve terbiyeleri, gerek an'ane ve muhitleri itibarıyla, bu adamlar bir asr-ı evvelin
evlatlarıdır. Kıyafet değişir; fakat tıynet değişmez. Bu zihniyette olanlardan da
kabiliyetlerinin, kifayetlerinin fevkinde bir sanat beklemek hakikati idrak
edememek demektir:
476 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Naci'nin pürüzsüz, temiz, selis ve hatasız bir nazmı vardır. Fakat şiiri yok
denecek kadar azdır. Naci'de şiir varsa, denebilir ki, kendi tabiannın değil
tesadüfün bir lutf-ı mahsusudur. "Gazi Ertuğrul" Bey namına yazdığı:
"Ey Fırat! Ey nime-i Şattü' 1 -Arab
Sende mevc vurmakta hem gam, hem tarab

Derken ettin hüzne müstağrak beni


Kurb-ı Sıffın'den geçer gördüm seni

[s. 578] Emr-i aşka inkıyad ettim yine


Haydar-ı kemin yad ettim yine

Reh-güzanndır diyar-ı Kerbela


Yad olunsun şehr-yar-ı Kerbela

Kerbela yadıyla can agah olur


He r nefes ya ah, ya Allah olur

İşte en hayret-feza bir ha'ile


Ba'd-ezin lazım mı gitmek Babil'e

Bak ne istiğraka sevk ettin beni


Gözyaşı zanneyliyor çe şmim seni!

Zikre şayandır Fı rat'ın her yeri


Ben ki bir Türküm unutmam Ca'ber'i

Türk olan nimet-şinas olmak gerek


Var yeri gitsem mezar-ı Türk'e dek"
manzumesinde şiir denecek hiçbir yer yoktur. Bir Türk kahramanı olan
Ertuğrul'un şehamct-i diliranesinin Naci'ye verdiği ne heyecan-ı şairane, ne
galeyan-ı vatan perveranedir. Bütün manasıyla bir talk-ı lisandır. Naci sade
-

söylüyor. Ne bir şevk (enthousiasme) ne bir heyecan (emotion) vardır. Kalbinde bir
çalkantı görül me z :

"Türk olan nimetşinas olmak gerek"


gibi bayağı, adi hikmet-i ahlak numuneleri verir. En yüksek hayal-i şairanesi :

"Gözyaşı zanneyliyor çeşmim seni"


teşbihindedir. Naci'nin kanaatince güzel de budur, beliğ de budur, şiir de budur.
Naci bir cereyan-ı edebinin başına geçmek gibi bir guriır-ı ser-bazane gösterdiği
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 477

halde eski şairlerin ikinci saffını teşkil edenler derecesinde bile şairiyetten nasibe­
dar değildir.
Bağdat'a gittiği zaman, o koca bir medeniyete, koca bir maziye ve bir
şevkete saha-i hayat olan o yerleri gezmiş, o muhteşem maziden his, hayal,
heyecan, hüsün hasılı şiir namına şu zavallı manzumeyi getirebilmişti: "Dicle"

[s. 5 79] "Vatanımdan tebaüd etmiş idim


Sorma amma nasıl tebaüd ediş
Sonra Bağdad'a doğru gitmiş idim
Unutulmaz o aşıkane gidiş
Eşk-i hasret eser-nüma-yı hurı1ş
Ser heva-dar, sine gam-perver
Dil hayfil-i vatanda, leh hamuş
Yine amma kalem nagam-perver
Badın ol suya uğradıkça rehi
Kesilir sath-ı Dicle mahşer-i mevc
Sedd-i rah olmak istedikçe gehi
Cenk eder senglerle leşker-i mevc
Cuşa başlar görünce seyl-i dilim
Laübali revişli enhan
Akar enhara ma'-i meyl-i dilim
Severim ser-hoşane reftan
Bir gelir, şöyle bir latif döner
Gidemez hep bir istikamette
Her dönüş arz eder cihan-ı diğer
Her cihan başka bir letafette

Nedir ey cuy-ı hoş-reviş! Bu şitab


Acaba Basra Körfezi'nde ne var
Durma, git, git ki etti Hfilık-ı ab
Bahri nehr-i revana cay-ı karar
Ben de bir başka cuy-ı cuşanım
Nice vadiden eyledim cereyan
Firkat-i bahr ile huruşanım
Bende senden ziyadedir feyezan
[s . 580] Feyezanın tezayüd ettikçe
Tuna cuş eyliyor hayalimde
Tunalaştın gözümde gittikçe
Yine var inkılab halimde
Tuna'nın geldi yadıma gidişi
Ah-ı memdudum oldu hem-rahın
Ya tabii değil mi ah edişi
Onu yad eyleyen dil-agahın
478 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Acaba hangi asrın asan


Ne bu viraneler sevahilde
Oldu nakşı hayalime sari
Kaldı yer yer harabeler dilde
Olsa kaşaneler civarında
Tazelense ümid-i istikbal
Olsa ma'mıireler kenarında
Ne güzel arzu! Ne tatlı hayfil !"
Bu manzumede en ufak bir kalp çarpıntısı bile görmek mümkün değildir.
Onu Naci ruhu duymadan söylemiş, hissetmemiş. O yerleri yaşadığı müddetçe
görmemiş, sadece tarihini okumuş bir şair bundan çok canlı, çok buhranlı ve
heyecanlı bir manzume yazabilirdi. Eski hayatı eski şaşaayı göz önünde
canlandıracak bir küçük davet-i mazi (evocation) bile yok . Naci hemen hiçbir
eserinde lirik ve hissi (sentimanta� olamamıştır. Onun manzumelerinde yalnız
kelimelerin zahiri manfilan vardır.

Gülerse onlar güler, ağlarsa onlar ağlar, lafızdan başka bir şey değildir.
Naci'de ne şiirin musikisini duyacak kulak, ne hüsnün rengini görecek göz
vardır. Hayalleri (images) basit, sade ve kurud ur. Gördüğü levhayı canlandıracak,
yaşatacak bir ressam olamamışur. Kıvranan , çarpman fs. 58 1 ] bir kalbin eninini
duyuracak bir musikişinas da değildir. Onda sanatkar kudreti yoktur.

Naci'nin ne meşreb ve ne zihniyette olduğunu şu "Kalender" unvanlı


manzumesi pek güzel anlatır:

"Külfet-i ikbalden azadeyim


Rütbe-şinas-ı reviş-i sadeyim
Kimseye yok naz ü niyazı m benim
Öyle esaret neme lazım benim
Aynlınm bin dü r-i yek-daneden
Ayrılamam si ret- i merdaneden
Terk-i hakikat eden olmaz mı pest?
Olmayan insan mı hakikat-perest?
Ben ne Mesihi ne Mesihi-demim
Zevki hakikatte arar ademim

Hayli zaman alemi devr eyledim


Halka değil kendime cevr eyledim
Anladım ahviilini insanların
Sevmedim etvannı fettanlann
Suret ü siretteki zıddiyyeti
Fehm ile selb eyledim emniyyeti
Akla muvafık mı ki olsun ni!ak?
Hakim-i afak durur iken ve!ak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 479

Ben ne Mesihi ne Mesihfı-demim


Zevki hakikatte arar ademim
Var ara bir müşteri-i mürde-huş
Aldatamazsın beni hikmet-füruş
[s. 582) Dinlemem ey münşi-i sathi-sühan
Her sühanın bence ke'en lem-yekün
Söyleme ey şair-i kizb-ittisfıf
Dinleyemem öyle müdahince laf
Git beni irşaddan ümmidi kes
Kendine gel şeyh-i Mesihfı-nefes
Ben ne Mesihi ne Mesiha-demim
Zevki hakikatte arar ademim

Zulmete ashab-ı ama bendedir


Nur ise binalara tabendedir
Olmada gittikçe dırahşanda ter
Fikr-i münevver bana rehber yeter
Mühlik ise ben olayım haliki
Başka tarikin olamam saliki
Olsa cehUlane cihan düşmenim
Münkalib olmaz yine fikrim benim
Ben ne Mesihi ne Mesiha-demim
Zevki hakikatte arar ademim"
Ruhi-yi Bağdadi'yi tanzir eden Sami'leri, Ziya Paşa'lan görerek kendi de
"Terkib-i Bend" yazmaya yeltenir ve çalışa çabalaya, istidat ve tabiatını zorlaya
zorlaya bir ucı1be-i nazmiye vücuda getirir ve makam-ı iftiharda da:

"Dağılsın aleme terkib-i bend-i hikmet-funizi.


Bu rıhlet-gehte Naci'nin de nfun-ı naçizi"
der.
Terkib-i Bend
Saki bize en puhtesini sun mey-i nahın
Zira işimiz himmetine kaldı şarabın
[s. 583) Aşkın ne bilir zevkini sı1fi-i asel-nı1ş
Anlar mı ayık neş'esini filem-i ahın
Beyt-i dilini daniş ile etmeyen abad
Ma'mur sanır sadrını her hane-harabın
Sir-ab olurum sanma kuru bir görünüştür
Çok teşne yoruldu hevesiyle bu serabın
Fırsat deminin eyle temişa güzeranın
Ol dide-güşa seyrini seyr eyle sehabın
Bilmez kişi kadrin ni'amın gitmeden elden
480 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sor pirlere kıymetini ahd-ı şebabın


Ahvalini tatbik eder şer'-i kavime
Ahvalini endişe eden rfız-i hesabın
Zulmü ayak altında bıraktı onu seyr et
Efrasa cefa olmağın ayini rikabın
Rahat bulur olmağla tenine ehl-i kana'at
Canın düşürür tehlikeye hırsı zübabın
Kes halktan ümmidi mukim-i der-i Hak ol
Şahane eder naz-ı gedayanı bu babın
A'da-yı adüvvün bulunan nefsini zabt et
Geç her dü-seradan dilini Hfilık'a raht et

Rfıhi'nin o sade, o tezyifkar, o katı lisanı;


Ziya Paşa'nın o metin, o vakur, o
yüksek fikri yanında bu cılız sözler, bu kuru hayaller, bu boş fiki rler ne soluk, ne
ruhsuz, ne zavallı kalır. Cebr-i nefs ile d uymadan, hissetmeden yazmanın en ağır
cezası muvaffakiyetsizliktir. Naci muarızların a karşı mücehhez olmak için
Fransızca ogrenmeye çalışarak lisan-aşina dostlarının da muavenetiyle
tercümeler yapmaya da başlamıştı. Bu devreden sonra yazdıkları güya yeni
tarzda şeylerdir. Fakat ruhen şair yaratıl mamış olduğu gibi şiiri de (s. 584] bir
türlü kavrayamadığından yazdıkları selis birer manzume olmaktan ileri
gidememiştir.

Bir günRecaizade Ekrem merhuma Naci ile arkadaşlarından olan Hayret


Efendi'den ve Darü't-ta'lim müessisi Hacı İbrahim Efendi'den bahsetmişler,
lisanları hakkında mütalaatta bulunmuşlar Recaizade merhum aralarındaki
münafereti kale bile almadan: " İç le rinde Edebiyat-ı Cedide'ye karib olanı yine
Naci'dir!" demiştir. Naci'nin bütün yazılarında bir gurur, bir lakaydi vardır.
Fakat sahte bir gurur, sahte bir la.kaydi . . . Herkese karşı müteazzim görünmekte
garip bir zevk-i tıfl-ane duyar:

" Ge lişim dil-gü şa değil mi? Nasıl

Açıl ey şairane beytim! Açıl


Varsa sensin mekan-ı hürriyet
Eve girmiş cihan-ı hürriyet
Olamam onda münşerih sanırım
Komşum olsa behişti güç tanırım
Ederim hande nar-ı Rıdvan'e
Giremem cennete esirine
Tig-ı minnetle dil olunca dü-nim
Görünür cennetin içinde cahim
Hem-dem ol evde bir semen-her ile
Nene lazım! Behişti anma bile
Daima böyle inziva ol maz
Olsa bir dilberim fena olmaz
O da olmazsa hiç kayd etmem
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 481

Olur olmaz gazfili sayd etmem


Mfil ü ferzende bağlanır mı hakim
Yaşasın sinesinde kalb-i selim
Hane viran olsa da ben değilim
Beyti ma'mı'.'ırdur yegane dilim"

[s. 585] "Evim" unvanlı manzumesinin en ateşli parçalan olan şu beyitlerde


bir ufacık samimiyet kıvılcımı da bulmak mümkün değildir. Naci'de çarpman
kalp değil dildir. Havass-ı zahiresinde duygularını kalbine, dimağına kadar isfil
edecek kuvvet yoktur. Bütün ihtizazlar satıhtadır. Derinleşememiş Naci'nin kalbi
Bahr-ı Lı'.'ıt'a benzer ka'nna nüfuz mümkün değildir. Onda fıtraten bir sıklet-i
dafia vardır. "Süh:i'ya" unvanıyla yazdığı şu aşağıki beyitlerde hiçbir titreyiş,
hiçbir kımıldanış bulmak kabil değildir. Gözleri görür, lisanı söyler, eli yazar.
Hiçbir eserinde bu üç uzvun hareket-i sathiyesinden başka bir hareket yoktur.
Feryad-ı istimdadıyla na'ra-i şadisi arasında bir ihtizaz farkı bulmak mümkün
değildir. Ne ağlaması ağlatır, ne gülmesi güldürür. Heyecanlarında ne bir
kıvranış, ne de bir kıvrandınş vardır. Müntahap kelimeleri yanmadan sönen
kibritler gibidir. Yakmak değil yanmak için kuvveti yoktur.

"Ey ebr-i latif reng-i seyyar


Pek şa'şafilı nümayişin var
Füshat-gede-i sipihr içinde
Derya-yı ziya-yı mihr içinde
Mahi gibi hoş sebihatin var,
Dur, dur! Ne de çok seyahatin var!"

Şu görüş, şu duyuş şu benzetişten daha iptidai, daha sathi bir tahassüs


tasavvur olunabilir mi? Naci bundan sonra da hikemiyata girişir:

"Vüs'atta isen de mustaribsin


Bir kuvvete sen de müncezibsin
Var hüsne benim de incizabım;
Senden daha çoktur ıstırabım"

sözleriyle yine nefsine, yine kendine, yine benliğine avdet ediyor. Naci'de
ferdiyet, enfüsiyyet (sulljectivisme) değil, hod-peresôdir (egoisme). Lisanı, kendinden
bahsetmek için bir vasıta olduğu için sever.

[s. 586] Açmak istediği neoclassisme devri kendi vefatıyla beraber sönmüş,
3 1 O [ 1 893] tarihinden sonra yaşayan taraftarları o zaman canlanan ve bütün
gençliğin azmi ve iradetiyle kucaklanan "Yeni Edebiyat-ı Cedide" cereyanının
akışı önünde duramamıştır.
Şffh Vasfi
ŞEYH VASFI

Devr-i teceddüdü takiben meydana çıkıp Muallim Naci'nin meş'al-keşliği


ile alevlenen irtica'-ı edebi z;Ümresi içinde görülen bariz ve kuvvetli simalardan
biri de Şeyh V asfi'dir. Şeyh V asfi, Naci'nin pek yakın ve pek kıymetdar
arkadaşlarından olmuştur. Onun vücuda getirmek istediği "asri edebiyat-ı
atika!"ya -ki bir nev'i Neo-classicisme cereyanı idi- kuvvetli malzeme getirmiştir .
Asıl ismi Ali V asfi'dir, İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Tahsilini üç lisan
üzerine, Arabi, Farisi ve Türkçe olarak tederrüs etmiş, gayret ve ciddiyeti
sayesinde büyük bir kudret-i inan göstermiştir. Kendisi "tarikat-ı
Nakşibendiye"ye sfilik olmuş ve Kefevi Dergahı postnişiniliğini ihraz etmiştir.
Bundan dolayı "Şeyh V asfi" lakabını almıştır.
Bazı mekteplerde hocalığı da vardır . Lisanı sade ve metin, üslubu da selis ve
vazıhtır. Edebiyatta zihniyet ve kanaat itibarıyla Naci vadisinde gittiğinden
aralannda sıkı bir rabıta hasıl olmuş daima beraber çalışmış, beraber
yaşamışlardır. Mektuplan Şijyle Bijyle unvanıyla ve Naci'yle müşterek olarak
yazılmış ve neşredilmiştir. 1 302 [ l 884/ 1 885] tarihinde İstanbul'da kitapçı
Arakel vasıtasıyla Tozluyan Matbaası'nda bastırdıkları Şöyle Bijyle'ye yazdıkları
müşterek mukaddimede:
"İtikadımıza göre mektuplanmız edebiyat-ı Osmaniye'nin terakkisine
hizmet edecek birtakım mütalaatı havi bulunduktan başka asar-ı ber-güzide-i
eslaftan bir hayli parçalarla da müzeyyen olduğundan nevresidegan-ı alem-i
edebin nazar-ı rağbetini celbedebilecektir.
Şi'r-i Osmani'nin nasıl olması arzu edildiğine dair bu mektuplarda
serdeylediğimiz efkar zannederi z ki na-kabil-i inkardı r Bizce dünyada ne kadar
.

güzel söz var ise cümlesi edebiyattan ma'dılddur. Ne kadar çirkin söz var ise
cümlesi edebiyattan matrılddur.
[s . 588] Bu tarife göre bir sözün edebiyattan olup olmadığına dair hüküm
vermek pek kolay bir şey gibi görünür. Halbuki öyle değildir. Alemde hüsn Ü
kubhu temyizden güç ne var?
Sözdeki güzellik, çirkinlik halin, zamanın, mevkiin ihtilafıyla tebeddül
,

edebilir. Mesela, bir asır evvel herkesin sevdiği bir söz bugün herkesin menfılru
olmak derekesine tenezzül eder.
Terakkiyat-ı edebiyede asıl dikkat olunacak nokta da budur . Efkann
tahavvülatına göre sözün de değişmesi tabii değil midir?
486 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bir zaman edebiyat-ı Osmaniye aleminde asar-ı Nefiyane birinci derecede


addolunduğu halde şimdi o yolda şiir söyleyenler celb-i nazar-ı istihsan
edemedikten başka ma'yilb dahi oluyorlar.

Bugün bir şair ne kadar muktedir olursa olsun Nef'iyane tarz-ı şi'rin iade-i
ikbaline muvaffak olamaz. Onun hüsnü o zamana göre imiş. Zamanımızda ise
hüsn-i diğer aranıyor.

İşte hakikaten ashab-ı iktidardan oldukları halde meydana koydukları asan


umuma beğendirmeye muvaffak olamayan mültezimin-i tarz-ı dirin bu cihetle
yanılıyorlar.

Bir zaman gedayane bir gazel eş'ar-ı :lşıkaneden sayılırken zamanımızda


şevahid-i pesti-i tabiattan addolunuyor. Şimdi şiirinde kuy-ı cananda dolaşır bir
dilenci olduğunu söyleyen şaire kimse aferin demez. Zira umumun lisanı:

Teneffıir, tenefftir, tenefftir, tenefftir!


Gedayane sözden, gedayane sözden!

demektedir.

Binaenaleyh söz hale, zamana, mevkie göre söylenmelidir ki makbul


olabilsin.

İşte şu mektuplanmııda buraları göstermek istedik... "

diyor ve şiir hakkında, edebiyat hakkında bütün kanaatlerini -biraz da fazlaca


itimat ve gurur ile- açıkça söylüyorlar.

Şark zihniyetiyle kuwetli manzumeler yazan Şeyh Vasfı de Muallim Naci


gibi şiirin [s. 589) hakiki manasını kavrayamamıştı. Onun da Naci'yi tanzirden
taklide yükselen manzumeleri aynı ruhtan ayrılamamıştır. Şeyh Vasfı'de de Naci
gibi derinleşebilmek istidadı yoktur. Naci balon gibi havada uçmayı kudret-i
şairane zanneder ve daima içi boş, dışı parlak, süslü sözler söylerdi. Şeyh Vasfı
de o yolda gitmişti.

"Huzlır-ı Mes'ud-ı Harabati'ye" diye yazdığı ilk mektupta:

"Derd-i azmayan-ı zamandan bir rind-i harabat-nişin yoktur ki eş'ar-ı


aşıkaneniz ile şirin-mezak olmasın. Evet! Harabatiyan:

Ma dord-keşan lıdk-i der-i pir-i muganim


Ab-i roh-ı cem'iyyet-i rindan-i cihanimı ıo

mantukunca der-himmet-i medannıza cebin-sa olarak kesb-i temeyyüz


ettiklerinden mürde-dilan-ı zühh:lda karşı mübahat ile şirin-mezak olurlar.

ı ı o "Pir-i muganın kapısının toprağında tortulu şarap çeken bizler, dünyadaki rindler

topluluğunun yüzsuyuyuz."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 487

Güftar-ı edibaneniz fırka-i Naciye-i rindana bir meş'al-i feyzdir ki o


meş'alin perteviyle kuhib-ı ari:fanelerinde cilve-ger olan maani-i münire ile filem­
i edebiyatı tenvir etmektedirler. Fakiriniz efkar-ı ahraraneniz ile zihn-i vekkadleri
hayrette erbab-ı hikmet olan ashab-ı tabiattan değil isem de asar-ı tefili­
perveranenizden isti:faza etmekte olduğum cihetle bahtiyarım.
İşte o bahtiyarlığın neşvesi Tercümdn-ı Hakikat'e asar-ı dervişanemin
takdimine cesaret veriyor."
mukaddimesiyle Naci'yi takdir ve tevkire başlıyor.
Şeyh Vasfi'nin nesri temiz ve düzgündür. Lisanın sarf ve nahviyle hayli
uğraştığı görülüyor. Yine o sa'yin neticesidir ki yazdığı muhtasar, fakat
muntazam sarf ve nahiv kitapları uzun müddet mekteplerde okutulmuştur.
Vasfi'nin lisanında da, tıpkı Naci'nin lisanında olduğu gibi, nesr-i edebiden
kolayca uzaklaşıveren ve ibtizfile çok yaklaşan, adiliğe geçiveren bir sadelik
vardır. Şiirlerinde de Naci vadisinden ayrılmaz, Naci'yi tanzir ettiği:

"Bir melami-meşrebim yaranı tebcil eylerim


Daima ağyar-ı bi-iz'am tenkil eylerim

[s. 590] Vaiz-i efsane-gıi cennetle tebşir etse de


Meslek-i zühdü tarik-i aşka tebdil eylerim

Vaz' -ı na-bercasına dehrin tahammül eylemem


Gönlüme bar-ı giran-ı aşkı tahmil eylerim

Kıyl Ü kfil etmem miyan-ı saki-i gül-çehreden


Mebhas-i zülfün ser-a-ser gerçi tatvil eylerim

Pay-busuyla tefeyyüz eyleyip pir-i meyin


Destime peymaneyi aldıkça takbil eylerim

Mihr-i pertev-bar-ı hikmet Vasfiya her subh-dem


Maşnk-ı dilden tulu' ettikçe tehlil eylerim"
gazelinde klasik (classique) ve skolastik (scolastique) çerçeveden harice çıkamıyor.
Melami-meşreb olmak, yaranı tebcil, ağyar-ı bi-iz'anı tenkil eylemek gibi şiirle
hiçbir alaka ve münasebeti olmayan sözler söylemekten, vaize ta'n u teşni
etmekten, zühdü aşka tebdil eylemekten, "tahammül"ler, "tahmil"ler arasında,
iştikak sanatı aramak, kıyl ü kallerle miyanlar, mebhas, zülf, ser-a-ser, tatviller,
mihr, pertev-bar, subh-dem, maşnk-ı tulu'lar arasında tenasübler aramak gibi
mazmun-perdazlıklardan kurtulamıyor. İşte bütün bunlar sathi bir telakkiden
edebiyat-ı sahihayı, hakiki şiiri anlayamamaktan, zevki hakkıyla terbiye
edememiş olmaktan ileri geliyor. Bir dfüre-i :fa.side içinde dönüp durmak
488 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gafletinden yakalarını sıyıramıyorlar. Naci'nin asrileşme cereyanı bu


noksanlardan hiçbirini kaldıramamış, belki eski derin ve mutasavvıfüne ve
aşıkane şiirlerdeki vecd ve azameti, huşu ve heyecanı da zayıflatmış,
öldürmüştür.
Şeyh Vasfı'nin bazı Arabi ve Farisiden tercümeleri de vardır. Enveri'den,
Şeyh Attar'dan, Molla Cami'den bazı parçal an nesren lisanımıza nakletmiştir.
Tercümelerinde lisan bilhassa Sinan Paşa'nın Ta;:,arrndt-ı aşıkanesini andırır seci'­
perdazanedi r: "Münacat-ı Cami"
" İlahi! Senin zat-ı ehadiyetin bizim sıfatımızdan pak, hakikat-ı ferdaniyetin
haric-i havsala-i idraktir.
[s. 59 1] Nücfım-ı baziga pertev-i ulfıhiyetin ile münevver; kusur-ı eflak
kudret-i kayyumiyetin ile ber-ter değil mi? Mahsfıd-ı iblis-i pür-telhis olan
Adem'i ervah-ı m ukaddeseye karşı lutf-ı mahsusun ile mükerrem kıldın. Yoksa
makam-ı va-pesin zerre-i hfık-i hüveydaclır.
Çerh-i berin her sabah senin mihrinle came-i nil-glınunu çak eder.
Gül ü lale gibi har ü haşak dahi senin perverde-i ebr-i rahmetin ve ihsan-ı
dide-i rübubiyetindir. Tarik-i aşkın reh-zenan-ı bi-pak ile hatar-naktir. Yaveri-i
h<'draka-i inayetin olmaksızın menzil-i maksuda vusul nasıl mümkün olabilir?
İ lahi! Menşur-ı levlak ile kadr-i va!ası kaffe-i mahlukata karşı terfi olunan
peygamber-i ahirü'z-zamanın hakkı için Cami yi kalenderan-ı
' hakikat
meclisinde bad c-i aşkın ile medhuş eyle ki hicab-ı hestiden halas olsun!"
Şeyh Vasfı 1 328 ( 1 9 1 OJ tarihinde füc'eten ölmüş ve Fatih civarında
Zi ndrlikuyu tarafinda babasının medfün bulunduğu Dırağman Camii haziresine
gömülmüştür. F!Jz_-dbdd, Barika, Hikemiydt-ı İslamiye, Münşeat, Saif-ı Osmdni, Nahv-i
Osmanf, Sevdtı', Metdli', Bed4yi', Levıimi', Ce;:,ebdt unvanlı e se rleriyle Muallim Naci
ile müştere ken yazdıkları Şöyk Böyk'si vardır.
MUALLİM FEYZİ

='J:ici zümre-i edebiyesinin en hfilz-i kudret bir siması da Muallim Feyzi'dir.


Muallim Feyzi aslen İran Türklerindendir. İstanbul'da tavattun etmıştır.
Muhtelif mekteplerde muallimlikte bulunmuş, bilhassa Galatasaray Sultanisi
Edebiyat-ı Farisiye muallimi olmuştur.
Arapça ve Türkçede de kuvvetli bir terbiye-i ilmiyesi vardı. Uzun müddet
Galatasaray Sultanisi'nde bulunmuş, Ekrem ve Naci zamanlannda da
münakaşat-ı edebiyeye girişmiş ve bilhassa Naci tarafını iltizam etmiştir.
Hamid'in Makbdine tariz ve taarruz edenlerden biri de kendisidir.
Edebiyat-ı Cedide zamanında epeyce hücuma maruz kalmıştır.
Bir ara da Galatasaray Sultanisi edebiyat muallimi merhum Ata Bey,
Vilayat-ı Selase Müfettişliği'yle Rumeli'ye gitmişti. O esnada vekaleten Muallim
Feyzi Ata Bey'in yerine edebiyat muallimliğine devam etmişti.
Muallim Feyzi, Galatasaray Sulcinisi'nde büyük bir rağbete mazhardı.
Mektep yandığı zaman:

"Dediler yandı bu şeb medrese-i Sultani


Olamaz bence, dedim, bu kazanın imkanı"
beytiyle başlayan uzun bir kaside-i risfilye yazmıştır.
Lisanı açık, selis ve temizdir. Kavaid-i fesahata çok riayet-kardır.
Farsçadan lisanımıza bazı tercümeleri vardır, Ömer Hayyam'ın
Rubdiyat'ından bir kısmım da tercüme etmiştir. :(,ebıin-ı Farm unvanıyla telif ettiği
Farisi tedrisatına mahsus kitap Galatasaray Sultanisi'yle diğer mekteplerde el'an
tedris edilmektedir. Muallim Naci'ye nazireleri, mersiyeleri ve sair hakimane,
rindane gazel ve manzumeleri vardır. Naci'nin tuttuğu çığırdan ayrılmayan
şairlerdendir.

[s. 593] "Düştü Hüseyn atından sahra-yı Kerbela'ya


Cibril koş haber ver sultan-ı enbiyaya"
beytini havi bir mersiye yazmış ve meşhur mersiye-nüvis Kazım Paşa'ya
okumuş, Paşa bu beyti beğenmiş ve kendi mersiyelerinden birine -me'haz
zikretmeden- dercetmiş. Muallim Feyzi bu hadiseyi iğbirar ile nakil ve şikayet
ederdi. Şair Sami'nin, herkesçe manasızlığına hükmolunan:
490 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Hazır ol bezm-i mükafata eya mest-i gurur


Rahne-i seng-i siyeh penbe-i minadandır"

beytini:

"Vaktiyle şişelerin ağzına mantar tıpa yerine pamuk tıkarlardı; bilahare atılan bu
pamuklan toplarlar ve onlardan ip örerek kuyulardan su çekmek için
kullanırlardı. Bu ipler de kuyuların kara taştan yapılmış ağızlık.lan üzerinde
rahneler açardı. İşte Sami:

Rahne-i seng-i siyeh penbe-i minadandır

demekle kuyuların da ağzındaki o siyah taşların rahneleri şişelerin ağzındaki


pamuktandır, demek istiyor."

diye tefsir ederek kudemayı hayretlere düşürmüştü. Filhakika Sami'nin beyti de:

"Sabr ile koruk helva olur dut yaprağı atlas"

mısraının aynıdır. Sami'nin mısraı biraz daha kapalıdır; çünkü telmih ettiği adet
herkesçe malum değildir.

Muallim Feyzi, Tercümtin-ı Halrfkat gazetesine ve daha sair bazı gazetelere


yazardı. Şiirinde bilhassa gazellerinde Naciyane bir eda ve rindane bir müedda
vardır:

Gazel
Mucişiran nice bir gam elinde can çekelim
Gelin gelin gidelim sagar-ı giran çekelim

Bize yakışmaz imiş meygede-nişin olmak


Durup ayakta ayağ-ı meyi heman çekelim

[s. 594] Çekilmez oldu celası acuze-i dehrin


Biraz da sineye bar-ı gam-ı civan çekelim

Cemal-i dost bizim ni'met-i behişt sizin


Ko ey fakih bu sevdada biz ziyan çekelim

Biraz da hane-beduş-ı diyar-ı ruh olalım


Yeter ne vakte kadar kayd-ı hanüman çekelim

Mübariz-i feleğe karşı biz dahi Feyzi


Silah-ı tize bedel hame-i beyan çekelim"

Meşrutiyet'i müteakip Tevfik Fikret Galatasaray Sultanisi'ne müdür olduğu


zaman kendi eski edebiyat-• Farisiye hocası Feyzi'yi yine muallim bulmuştu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 49 1

Feyzi'nin bir imtihanında bulunmuş çocuklardan birine bir sual sormuş.


Feyzi hiçbir mürneyyize sual sormak hakkını vermek istemezdi. Fikret'in sual
sorduğu şakirde:
-Sen beni dinle! Aleme kulak asma! demiş. Fikret müteessiren çıkıp gitmiş,
biraz sonra tekrar dönüp gelmiş, yine bir efendi imtihan oluyormuş, tahtada
"na-tıraşide" kelimesi yazılı imiş. Feyzi şakirde sormuş: -Na-tır:lşide ne demek?
Şakirt cevap verememiş. Fikret: -Ne demek oğlum? Yontulmamış değil mi?
Odun!.. Odun!.. deyip çıkıp gitmiş.
Feyzi bir müddet sessiz oturduktan sonra dalgın ve müteessir bir sesle:
"Herif yine bizi mat etti ne dersin!" demiştir. Bilahare Feyzi tekaüde sevk
edilmişti. Vefatında Mekteb-i Sultani'nin iki sınıfını cenaze merasiminde hazır
bulunmak üzere Fikret göndermişti.
Feyzi'nin tercüme ettiği bazı manzumelerle yazdığı bazı fıkarat nesir
vadisinde Naci tarzından ayrılmadığını ispat eder (Hayyam'ın iki rubaisi).

Rubai
Na-kerde günah der cihan kfst biga!
V'an kes ki guneh nekerd çUn zfst biga!
[s. 595] Men bed konem o tu bed mukdflit diki
Pesfark-ı mfyan-i men o tu çfst bigı1.
Hayyam bir gece güruh-i rindana mahsus gayet tekellüflü bir bezm-i ayş u
tarab tertip etmiş ve evvel şebistan-ı mestanı nur-ı dil-efruzuyla reşk-aver-i ruz u
nevruz eden bade-i enduh-sfızdan fazla olarak bir de müteaddid şem'alarla
münevver ve çerağan eylemişti. Besbelli bu bezm-i tarab açık bir mahalde
kurulmuş imiş ki ez-kaza bir serd-i ruzgarın hübub ve hücumuyla serapa
şem'alar mey-keşanın ocağı gibi sönmüş ve:

Hangi gün vardır efendi akıbet şanı olmadık?


medllılünce bir dakika evvel maşrıkü'l-envar-ı zevk ü sürur olan o mecma'-ı safa
bir dakika sonra zulmet-abad-ı matem olmuştur!
Artık icab-ı tabiat ve mukteza-yı zulmet olmak üzere 'Bu sırada kadehler
kırıldı, şişeler devrildi.' sözünü de kariin-i kiram hazeratı bizden beklemezler ya!
Çünkü kaziyenin nihayet bu neticeyi intac edeceği umlır-ı ma'lfımedendir.
Hasılı bu fıtne-i na-geh-zuhlırdan muaşirane tari olan hal-i mesaib-iştimfilin
tafsilatı bizce meçhul ise de Hayyam'ın hfil-i garabet-encamı ra'na
malumumuzdur. Fakat ihtida şurasını kıyas etmeli ki her türlü kayıttan azad bir
rind-i işret-i mu'tadın felek-zedelik ve sitem-residelik icbarıyla hasıl etmiş olduğu
galeyan-ı efkar üzerine 'ümmü'l-habais' denilen badenin şur u pür-zur-ı sfilibü'ş­
şuuru munzam olunca bu rind ne perde-birunluklar eylemez?! Ne şathiyat
söylemez? Nasıl ki bizim Hayyam'da da bunun aynı zuhur eyledi şöyle ki:
492 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Rüzgarın sadmesiyle bezm-gah-ı ayşın rarümar olmasını müteii.kib Hayyam


büsbütün mizac-ı tabiisinden çıkarak ve unsür-i Yezdanisine sevda-yı Ehremen'i
galip gelerek derhal zirdeki rubaiyi söylemeye cesaret eyledi:"
[s. 596] lbrik-i TT19'-i mera şiir.esti Rabbi
Ber men der-i ryş ra bibesti Rabbi
Ber hô.k birihti mey-i ruib-i mera
Hô.kem be-dehen meger tu mesti Rabbi
Mefili şu oluyor ki: 'Ey Rabbim! Benim şarap ibriğimi kırdın, zevk ve sara
kapısını yüzüme karşı kapadın. Benim mey-i safımı toprağa döktün: Ya Rab
ağzıma toprak! Yoksa sen sarhoş musun?!'
Hayyam bu kelam-ı vehamet-encii.mın ma'na-yı su-i te'siratını ileride
görmeye meydan kalmayıp hemen o anda bu sözden tahaddüs eden sümum-ı
kahr-amiz, yıldırım gibi Hayyam'ın başına inmiş ve bi'l-fiil eser-i magzubiyet
olarak çehresi kömür gibi simsiyah kesilmiştir.
Hayyam'ın işbu hfilini görünce ehl-i bezmin hemen ürküp kaçmaları ve
kendisine derece-i kemalde hüsn-i zanları olduğu halde yine ta'n ve teşnie kıyam
etmeleri tabiidir.
Bakalım Hayyam kendisi ne yaptı? O dahi kendisinde bir inkılab-ı maddi
ve manevi hissedince derhal ayineye müracaat eyledi ve süret-i halini böyle
menffır ve mağzıip görünce kendisinden nefret edenlere hak vermeye başladı.
Fakat bu müthiş hal kendisinin mabuduna olan kema!-ı emn ü itimadına asla
halel getirmedi. Ve yine gülerek beyan-ı ma'zeret ve arz-ı nedamet makamında
dergah-ı Rabbü'l-izzete hitaben balada muharrer rubaiyi inşada başladı ki
rubainin hitamıyla beraber 'Yemhullahü mayeşaü ve yüsbit'1 1 1 cii.nib-i
akdesinden makhuriyetine kalem-i afv ü safh ile hatime çekildi ve 'Ya Rabbi zü,
şest lebbeyk zi Huda'l l2 mefhumunca bir tazarru'-ı halisane ve münacat-ı
rindanesiyle yine eski hfil-i selametine rücu eyledi.
Meii.1-i rubai: 'Ey benim Rabbim! Dünyada günah işlemedik adem kimdir?
Ve günah işlemeden adem nasıl yaşayabilir? Ey Rabbim! Ben fena iş işlediğim
vakit sen de fena ceza verdiğin surette beynimizde ne fark kalır?'"

ııı "Allah dilediği hükmü kaldınr veya yerinde bırakır." (Ra'd, 39).
1 12 "(Bir kez) Ya Rabbi demek ondan, altmış (kez) buyur Qebbeyk) demek Allah'tan."
Ali Rtıhf
ALİ RÜHi

"Devr-i teceddüd" Encümen-i Şuarasının yetiştirdiği gençlerden biri de Ali


Ruhi merhumdur. Ali Ruhi, Kemal'lerden hatta Hamid'lerden birçok şeyler
almış hatta Nazım Paşa ile beraber çalışmış bir genç olmakla beraber Şark
zihniyetinden aynlamamış, bilhassa Avni'nin vadisinde hikemiyane ve
mutasavvıfüne eserler yazmıştır. Bilhassa Naci ile temasta bulunan merhumun,
Muallim'in tesiri altında kaldığı görülüyor.
Kayseri Mutasarnflığında vefat eden Darbazzade Veysi Paşa'mn oğludur.
1 270 [ 1 854] tarihlerinde dünyaya gelmiş, tahsilini zamanının en iyi
mekteplerinde ikmfil etmiş bilhassa Şark lisanlarında derin bir vukuf peyda
etmişti. Pek genç iken şiir ve inşaya başlamıştır. Büyük biraderi Zeynelabidin
Reşid Bey de erbab-ı kalemden idi. Hem nesirleri, hem nazımları vardı.
Esasen muhit şair ve edip yetiştirmekte müstesna bir feyze mahzardı.
Hemen bütün okuyup yazanlar az çok şiir söyleyecek bir kudret gösteriyorlardı.
Ali Ruhi de isti'dad-ı mahsusunu gazetelere yazmak suretiyle ispat etmişti.
Ahmed Midhat'ın Tercümdn-ı Hakfkat'ine yazdığı eserler daima Naci'nin
takdirlerine mazhar olmuştu. Ali Ruhi yazdığı gazellerde melamilik ve
mutasavvıflık ve rindlik gibi hususiyetler göstermektedir. Biraz özür ve
tahakkümü de vardır.
Başlıca eseri 1 302 [1886/ 1 887] tarihlerinde tab'ettirmiş olduğu Lemedt
unvanlı mecmua-i eş'andır. Bunda gazelleri, mersiyeleri ve bilhassa kudret-i
şairanesini göstermeye çalıştığı kasideleri vardır. Nazımda bir sühulet ve selaseti
haizdir. Yükselmek istediği yerlerde Şark'a mahsus olan mübalağalardan, garip
hayallerden kurtulamaz; kendini rindi veya tasavvufa-verdiği zamanlar rakik ve
müessir hisleri, işıkane tasavvur ve teheyyüçleri görülür. Bazı [s. 598] Farisi
manzumeleri de vardır. Muallim Naci, Rı1hi'nin Lemedt'ını okumuş ve:

"Ey Ruhi ervah-ı fürfızun Lemeafı


Yansan da seni hafızalar saklayacaktır.
Gönlüm gibi filemde hezaran dil-i rı1şen
Her beytini bir lem'a-i hikmet sayacaktır."
kıtasıyla tebrik ve takdir etmiştir. Ruhi de birçok gençler gibi Naci'nin
takdirkarlanndan idi. Mamafih Ekrem'lere, Harnid'lere de hürmet-i mahsusası
vardı. Zihninin müsaadesi nispetinde onları takdir ederdi.
496 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ruhi'de, vaktiyle Nazım Paşa ile birlikte Tahrib-i Harlibat müsveddelerini


evine götürmek suretiyle tanıştığı meşhur Ziya'nın büyük tesiri görülür. Ziya
Paşa zamanının gençliği üzerinde derin izler bırakmış büyük bir şairdi. Terd ve
Terkib-i Bend'lerini Muallim Naci'den başlayarak hemen bütün gençlik tanzir ve
taklit etmişti. Adeta bir Terd ve Terkib-i Bend devri açmıştı. Ali Ruhi de asan
miyanında bu tesiri gösterecek eserler bırakmıştır:

"Ayet-i nur-ı ruhun her-dem ki tertil eylerim


Ruh-ı Davlıd'u menakıb-han-ı tebcil eylerim
Var iken vechin nigah eylerse mihr-i aleme
Her şurun dide-i giryana bir meyi eylerim
Vuslatında handemi hem-şevk-i berk-i asüman
Firkatinde giryemi hem-cuşiş-i Nil eylerim
Nistiyle öyle hoş-halim ki imkan olsa ah
Aıem-i kevni adem-abada tahvil eylerim
Bir benim "Ruhi" hakayık-aşina sahih-kalem
Levhden lcvh-i dile nakş-ı temasil eylerim."
nazire-i Naciyanesiyle Mes'ud-ı Harabati'yi tanzirden başlayan Ruhi, Muallim
ile rabıtasını çok kuvvetlendirmişti. Hele Naci'nin Ateşplire'si intişar ettiği [s. 599]
zaman Ruhi'nin yazdığı:
"Şu'le-i cevvfile-i efkanyla tenvir-i hacle-gah-ı matbu'at etmekte olan
barika-i edeb Muallim Naci Efendi Hazretlerinin bu kerre şerare-paş-ı i'caz olan
Ateşpare'si nur-ı nahl-ı tecella gibi beni bi-huş etti. Her beyt-i ateşini nur-perestan­
ı inana bir ateş-gede-i ma'rifet olduğundan münhasıran Rum'da değil
Hindistan'da bile mazhar-ı ta'zim ü tevkir olacağı rlışendir. Hele fırka-i Naciye-i
muvahhidinin dua-yı nuru olmaya ahra olan Tevhid'indeki "Allah nedir
deyince gafil" "Allah deyip hamuş olur dil", "Olmaz mı hıred-güdaz-ı ümmet"
Peygamberi ifil eden hakikat" gibi münteha-yı hadd-ı i'caz-ı belagate irtika eden
beyitler okundukça müşarünileyhin ulüvv-i iktidannı teslimden başka hatıra bir
şey gelmiyor.

Cihana etti Ateşpare neşr-i nur-ı Naci'den


Edeb-cuyan olan yarana aruk dideler Ruşen."
takrizini yazıp Tercümlin-ı Hakikat'e göndermesi Naci'yi mest etmişti. Tercümlin-ı
Hakikat, "Hazret-i Ruhi ise hakk-ı Naci'de ne kadar parlak bir teveccühü
olduğunu" lem'a-i vicdan tesmiyesine şayan olup Ateşpare'ye şu'le-plış-ı mübahat
eden bu takriz-i beliğiyle yine bir berk-i iltifat parlatmıştır:
''Ateşpare kadar bir manzlıme-i şükran yazılsa yine hakkıyla mukabelesinden
itiraf-ı acz etmeye mecbur olacağımızı sahibine azim azim teşekkürler takdimiyle
iftihar eyleriz."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 497

mukabelesinde bulunuyordu. Cevabı yazan bizzat Muallim Naci idi. Ali Ruhi de
bu zümrenin yaranından olmuştu. Zümrenin şian şiirden ziyade nazımdı.
Bilhassa kelime oyuncaklanna, cinaslara, tenasüplere, ihamlara, telmihlere
büyük bir ehemmiyet isnat ediyorlardı ki ne hissiyat, ne de ruhiyat ile
alakadardır. Bu sebeple de gerek lisanlarında, gerek eserlerinde bir sathilik
hükümran oluyordu.
Ruhi, takrizinde: "Şule, tenvir, banka, şerare-piş, ateşpare, nur-ı nahl-i
tecella, ateşin, nur-perestan, ateşgede, rfışen, hıred-güdaz" gibi ziyaya, ateşe,
nura taalluk eder ne kadar kelime varsa hemen hepsini zikrediyordu. İşte Naci'yi
ebed-mest edecek yegane çare. Bu saman alevi gibi hemen [s. 600] parlayıp
hemen sönen ziyalar Naci'nin gözlerini kamaştırmak için kafi idi. Adeta onda bir
çocuk ruhu vardı, bütün etrafına toplanan zümreye de bu ruhu aşılamıştı.
Ali Ruhi bir ara Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş, orada Rahmetullah Efendi
isminde bir fazıl ile görüşmüş ve ona Farisi bir kıta göndermişti Muallim Naci
mezkur vakayı şöyle naklediyor:
"Mefhar-i melamiyyfın şair-i bi-sükun Ali Ruhi Beyefendi kalenderane bir
tavr-ı garib ile Mekke-i Mükerreme'ye gittiği zaman orada bu kerre şehrimizi
teşrif etmiş olan fazıl-ı yegane Rahmetullah Efendi Hazretleri'nin nail-i şeref-i
mülakatı olarak kendilerinden istifaza emelinde bulunduğunu müş'ir kıt'a-i
atiyeyi takdim eylemiş ve fazıl-ı müşarün-ileyh kıtayı tahsin etmekle bizim
Ruhi'ye şair-nüvazane pek çok iltifat buyurmuştur:

Kıt'a
Ddştem ummfd ezfeyz-ifezdil-gosteret
Ba kemal-i cehl hod men nfz bdşemfeyz-yab
Baz porsfdem zi hatifmf-şeved fnyd ne, gofl
Bes buved la taknatu bin rahmetillahet cevabı ıs
Ali Ruhi'nin nesren yazdığı parçalar da vardır. Hükema-yı mutasavvıfin
büyüklerinden olan Kıtab-ı Hikem müellifi İbn-i Ata' İskenderi'nin
hikemiyatından bazılarını tercüme etmiştir. Bir de na-tamam kalmış Tezki,retü'ş­
şuara sı vardır:
'

1 308 [1 890] senelerinde "Ertuğrul" sefinesiyle ulema, üdeba ve şuaradan


mürekkep bir heyet japonya'ya gitmişti. Ertuğrul, Japonya sulannda bir kazaya
uğrayarak batmış, kazazedeganın kısm-ı a'zamı boğulmuştu. Gariptir:

"Meramın can ise ey navek-i dil-dar tenden geç

1 1 3 "Faziletler yayan feyzinden benim de ümidim vardı; bütün cehaletime rağmen ben de

feyiz bulurum diye. Bu olur mu olmaz mı diye o gizli sese sordum: "Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyiniz" (ayeti) sana cevap olarak yeter, dedi."
498 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Derlın-ı hısn-ı kalbi fetha şeb-hlln et bedenden geç


Ko cism-i zan delmiş cana geçmiş okların bahsin
Dahi bir yare açma ey keman-ebru geçenden geç
Geçilmez oldu tavrından vatanda gayrı ağyarin
Gönül azm-i diyar-ı gurbet et artık vatandan geç

[s. 60 1 ] Çemen-zar-ı hakikattir hatt-ı husare-i ma'ni


Taravet-bin-i suret olma hadra-yı dimenden geç
Meta'-ı dehr-i fani na-sezadır merd-i tecride
Ölürsen de şehid-i aşk olup "Ruhi" kefenden geç"
gazelindeki:

"Gönül azm-i diyar-ı gurbet et artık vatandan geç"


mısraındaki iradeye ittiba'la vatandan hakikaten ve ebediyen geçmiş "azm-i
diyar-ı gurbet" etmiş vejaponya'nın o uzak gurbetleri, hicranları içinde dalgalar
arasında ebediyen göz yumarak:

" Ölürsen de şehid-i aşk olup "Ruhi" kefenden geç"


mısram da inlediği elemli emelleri dinle ye rek kefenden de geçmiştir vefatında
henüz otuz sekiz yaşlarında idi.

[s. 602] Dili ve Sanatı.

"Ol peri teshirine zahid heman esma çeker,


Arif esmanın müsemmasın bulup sahba çeker.
Eylesin der-hatır ukbanın tükenmez ömrünü
İ ki günlük ömr için ol kim gam-ı dünya çeker..
Eşk ü ahından reh-i hicrana kıl tertib-i zad
İ htiyat et ey gönül kim hayli ol sahra çeker
Cezbe-i şevk-i leb ü halinle geldim kuyuna
Ab u dane ademi ey şuh-ı müstesna çeker.
Kimse çekmez zülfünün sevdasını bir kayddır
Çekse çekse Ruhi-i la-kayd-ı bi-perva çeker."
gazeli gibi neşve-i tasawufla, şive-i aşıkaneyi mezcettiği yazılan çoktur. Ruhen
sufı (mystique) yaratılmış olan Rlıhi'de bir tevekkül (resignation) vardır. Bazı
parçalarında sakin, hissi bir garamilik bir fyrisme de görülür.
Çok sevdiği genç bir zatın vefatına söylediği:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 499

"Alem bir aceb gülşen idi gitti sarası


San eşk ile ah oldu onun ab-ı hevası
Mecmua-i evrak-ı gülü oldu perişan
Bülbüllerinin bitti ferah-nak-ı nevası
Nergislerinin girye ile çeşmi ağardı
Bir bir açılıp lalelerin dağ-ı anası
Taştan taşa urmakta başın cuy-ı revanı
Servileri boynun eğerek tutmada yası
Bu hale taaccübde iken pir-i muganın
Guş-ı dilime geldi bu tarz ile nidası:
"-Ey rind-i cihan tut reh-i teslim ü rıza kim
Hakkın bu imiş şive-i takdir ü kazası
[s . 603] Oldu olacak şimdi mey iç bak ruh-ı file
Koy mazi vü müstakbeli şükr ile bu hale"

bendiyle başlayan "Terci'-i Bend"de biraz Bili'nin Sultan Süleyman'a yazdığı


mersiyenin kokusu duyulur. Fakat Ruhi'nin lisanı daha açık, daha sade, fakat
ruhen o heyecanı haiz değildir: Kaza ve kadere bu fart-ı iman, bu sükun ve
uzlet, bu melamilik ruhu, bu rindlik i'tiyadı ateş-i heyecanı kırıyor. Kudret-i
beyana bir zaaf, bir keselan veriyor:

"Tedbir ile takdir olamaz kabil-i tağyir,


İcra eder ahkamını şahen-şeh-i takdir..
Bir hükmü yazar katib-i divan-ı meşiyyet
Mümkün mü ki imzada kaza eyleye taksir?
Bir kasrı harab eylese ger tişe i kudret,
-

Kadir mi onu bir yed-i acz eyleye ta'mir?


İm'an ile bir kez nazar et bunca vukuat
Ayat-ı kitib-kaderi etmede tefsir
Bu mülk Huda'nındır eder kendi tasarruf
Efalini ta'lil edemez cebr ile tedbir
Bildik ki eden her işi takdir Huda' dır
Var ey dil-i şılride heman eyleme te'hir
Oldu olacak şimdi mey iç bak ruh-ı ale
Koy mazi vü müstakbeli şükr ile bu hale"

bendi i'tikad ve tevekkülünü bütün vuzuh ve sarahatiyle izhar ediyor. Rılhi'nin


Abdülhamid'e yazdığı:

"Matla'ü'l-envardan olmuş ziya-güster güneş,


Hikmetü 'l-işrakten bahseylemek ister güneş
" Sılre-i ve'ş-şems"e bir tefsir yazmak istemiş
Eylemiş hattü'ş-şua' -ı nurdan müzmir güneş
[s. 604] Her seher feyz-i azimetle "dua-yı nur" okur
500 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Çok mudur afakı teshir etse ser-ta-ser güneş


Aldı hep maşrık zemini kabza-i teshirine
Oldu zer-efserle şimdi hüsrev-i haver güneş
Durmayıp maşnkta şeb-hun etti mülk-i mağribe
Muttasıl hayl-i kevakibden çekip leşker güneş
Böyle olmazdı fütuhü'l-gayba mazhar galiba
Oldu der-ban-ı der-şah-ı kerem-perver güneş."
girizgahıyla başlayan "Güneş" redifli kasidesi, kaside-seralıkta da akranından
aşağı kalmadığını gösteriyor. İkinci Sultan Murad'ın şairi Atayileri ve Sultan
Fatih'in veziri ve hocası Ahmed Paşaları hatırlatıyor. 1 14

ı ı 4 İ vaz Paşazade Atayi'nin İ kinci Sultan Murad'a, Veliyüddinzade Ahmed Paşa'nın

da Fatih Sultan Mehmed'e " Güneş" redifli birer kasideleri vardır. (İ smail Hikmet'in notu)
İsmail Sefd
İSMAİL SAFA

Hayat-ı Hususiye ve Edebiyesi


Safa aslen Trabzonludur. Pederi Hicaz Mektupçuluğunda bulunan şair
Behçet Efendi de Trabzon muteberanındandır. Kendisi Mekke-i Mükerreme'de
1 283'te [1867] dünyaya gelmiştir. Çocukluğunu, kendine mahsus olan saf ve
seyyal lisanıyla, bütün tahassürleri, bütün iştiyaklanyla anlanr:

Hatıra-i Mukaddese
Bir zaman bir sabi idim yaramaz,
Pür-şetaret, güler, koşar, oynar.
Bir oyuncak değerdi dünyalar,
Onu buldukça başka şey aramaz.
Sanır eğlence ra'd ile berki
Yoktu indinde hükmü velvelenin,
Beşiğin cünbüşüyle, zelzele nin
.

Bir eninin de ninniden farkı.


O zaman ben, evet bu şimdiki ben
Böyle miydim? Değil, oyum ancak
Bir sabi, bir de genç olan iki ben
Sonra bir gün, yaşarsa, pir olacak!
Ah ey mehd-i akdesim Ka'be!
Ey güzer-gah-ı ömr-i tıflanem!
Yadı ey lerze-bahş olan kalbe
Mekke ey dilde mürtesim lanem!
Develerle kavafıl-i haccac,
Bedevilerle haymeler, çöller,
[s. 606) Ki serapa serabdır güller
Ki bütün ab-ı rahmete muhtac.
Mekke hac vakti aynı mahşerdir,
Her tarafta sefi:di-i ihram
Eylemişler kefenleriyle kıyam
Hepsi gufran ile mübeşşerdir,
Yad edip Ravza-i Mutahhara'da
Sanki Peygamber ümmeti dinler,
Bang-i "Lebbry!(' akseder inler
Bang-i tehlil kuhdan, dereden;
Lücceler, akın akın puyan,
504 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Oraya toplanır, kılar avdet..


Beşeriyyette münceli vahdet,
Münceli kibriya-yı bi-payan.
Arz-ı bathada gösterir tepele r,
Pür-savaik semaya, heybetini,
Şeş cihet çar-yan arz eyler
Yüce dağlar sahabe hey'etini.
Bir fakirin dil-i perişanı
Onda eyler telafı-i ma-füt,
Şariin işte heykel-i şanı
Cebel-i arş-ı paye-i Arafat.
Sekiz on yaşlarında bir ma'sum,
Titretirdi beni o manzaralar,
Ki sabiler, pirler ağlar
Bu teessürledir necat-ı umum."
Çocukluğunun bütün ruhi masumlukları, bütün teessursuz, kayıtsız
heyecanlan [s. 607) gençliğinde bütün daüssılalan (nosta!,gi,e), bütün hicranları bu
satırlarda saffet ve samimiyetle yaşamaktadır.
Görüyoruz ki Safa sekiz on yaşına kadar ilk çocukluğunu Mekke'de
geçirmiştir.
Saffi'nın asıl tahsil ve terbiyesiİ stanbul'dadır. İ stanbul'a geldikleri sırada
Safa Darüşşafaka'ya girmiş ve bütün tahsil ve irfanını, memlekete hemen her
hususta birçok kıymetli vücutlar veren, o feyiz ve marifet ocağında almıştır.
Abdülaziz'in hal'i, Sultan Murad'ın ferağı, Sultan Hamid'in cülusu gibi karışık
ve karanlık devreyi mektepte çalışmakla geçiren Safa rüşeym halinde hazırlanan
hayırlı bir edebi inkılaba yardım için kuvvet topluyordu.

Safa mektebini bitirdikten sonra Telgrafhane'de küçük bir memuriyete


girmiş ve tab'ındaki kuwetli saika ile şiire başlamıştı. Bulunduğu zaman Naci ve
Ekrem zamanı idi. Ekrem'le henüz teması olmadığından Naci taraftarlığına
başlamış, bilhassa Naci'nin sühuletle yazdığı açık ve sade nazımlar heves ve
temayülünü mucip olmuştu. Kendisi de Naci tarzında açık ve sade yazılar
yazmaya, Naci'nin manzumelerini, gazellerini tanzir ve taklit etmeye başlamış,
Naci' ni n de takdirlerine mazhar olmuş, hatta koca Muallim'den edebi bir
mükafat olarak "Şair-i mader-zad" unvanını kazanmıştı. Muallim'in edebi
riyaseti altında çıkan mecmualara da manzumelerini, nazirelerini göndererek
neşrettiriyordu.
İlk yazılan bütün nev-resideganın yazılan gibi Mecmua-i Muallim'in kabında
intişara başlamıştı. Mecmua-i Muallim in 22 Haziran 1 304 [4 Temmuz 1 888]
'

tarihinde çıkan nüshasının mavi renkli kabında Naci: " İsmail Sala. Beyefendi
diyor ki:" sözünü ilave ile Safü'nın Fuzuli'ye bir naziresini neşrediyor:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 505

Fuziili'ye Sade Bir Nazire


Her olur olmaz güzellik eylemez hayran beni,
Sende bir yüz var ki meftun eyliyor her an beni,
Aşk senden geldi ey hüsn-i ilahi gönlüme
Derde ancak sen giriftar ettin ey derman beni!
[s. 608) Bir yanardağdan çıkar seyyale-i ateş-mizac
Ağlıyorken ben onunçün sandılar volkan beni!
Sevdiğim vaslın kadar vermez bana lezzet cinan
Ateş-i hicran kadar yakmaz hele niran beni!
Kamet-i mevzununu andım figanlar eyledim
Ben figan ettikçe şair belledi yaran beni!
Kendimi aşık tanıtmak istemezken halka ben
Boşboğazsın ey kalem, etmektesin i'lan beni!
Can bedenden ayrılır da biz yine ayrılmayız
Ben onu terk eylemem, terk eylemez canan beni!
Zevk-i şi'ri sözlerinden aldı İsmail Safa
Ey FuzU!i! Şair etti yazdığın divan beni."
Bu, hakikaten Naci'yi keyfinden uçuracak bir nazire idi. Yanardağlar,
seyyale i ateşler, volkanlar, hele "Boşboğazsın"lar hep Naci'nin güzide tabirleri,
-

gözde terkipleri manzumede toplaşmışlardı. Naci: "Şair-i mader-zad" demekte


muztar idi. Nitekim ondan sonra İ smail Safü'nın manzumeleri Mecmua-i
Muallim in şefkatli sinesinde bir ihtiram mevkii kazanmıştı.
'

Safa, kendi gibi şair olan ortanca biraderi Vefa ile bazen müşaare ederdi.
Bir gün biraderiyle yaptığı Naciyane bir müşaerele rini Muallim'e göndermişti. 25
Mayıs 1 304 [6 Haziran 1 888) nüshasında mecmuanın birinci sayfasında: "Vem
ile Safa Arasında Bir Müşaare" unvanıyla neşredilmişti:

"Vela -Elimde sagar isterim,


Yanımda dilber isterim.
Terane-perver isterim,
Yerim de gülşen olmalı!
[s. 609] Sala - Humarı var, mey istemem,
Uzun gider, ney istemem,
Hülasa; bir şey istemem;
Fakat, gönül şen olmalı!
Vela -Cihanı tuttu dlıd-ı gam,
Görünmüyor hudud-ı gam,
Alay alay cünud-ı gam,
Nasıl muzaffer olmalı?!
Sala -Hücum edince gam sana!
Benim gibi görün ona,
Durur mu karşı bak bana!
Er olmalı! Er olmalı!
506 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Vela -Zamane halkı bi-vefa,


Nedir bu çektiğim cefa,
Cihanda görmedim safa
o başka alem olmalı! ..
Sala -Sen alet-i cefa iken,
Cefadan iştika nedir! ?
Veffilı adem isteyen
Vefalı adem olmalı! . ."
Safa hakikaten ismiyle müsemma, saf, hem vefalı bir adamdı. Erliğine de
diyecek yoktu, fakat zamane halkı hakikaten bi-vefü idi. o nahif, o hasta o
veremli vücudu "alay alay" gelen "cünud-ı gam"a karşı muzaffer olamayacaktı.
Safa ismini halka tanıttıktan sonra Mirsad unvanlı bir mecmuanın başmuharriri
olarak matbuat sahasına atılmıştı. Bu sahada Safa'nın hizmeti takdire şayandır.
Safa uzun müddet Naci'ye bağlanıp kalmamıştı. Gerek zevki, gerek zihni ve
kuwe-i mümeyyizesi Naci'den çok kuvvetli olduğundan yeniliklere [s. 6 1 0]
karşı -biraz ihtiyatla da olsa- bir hüsn-i kabul göstermekten geri durmuyordu.
Ekrem'i de takdir ediyordu. Hu susuyla Tevfik Fikret'e karşı başka bir teveccüh
besliyordu, Saffi'nın küçük kardeşi Ali Karni der ki:

"Büyük ağabeyim bir gün:


'Karni, dedi, yal nız H ami d, Kemal, Ekrem değil. Şimdi gençlerden de ne
güzel şiir yazanlar var! Hele Mekteb-i Sultani'den mezun bir Tevfik Fikret Bey
var. Şiirlerini bir görsen.' O zaman ağabeyim lıtfirsad isminde bir mecmua-i
edebiyenin ser-muharriri idi. Arada sırada 'Şair-i güzide-sühan Mehmed Tevfik
Beyefendi'nindir.' mukaddimesiyle Mirsad'da şiirler görünmeye başladı . . . "
diyor. Sala. mecmuasında Fikret'in yazılarını neşretmekten, onlan halka
tanıtmaktan bir zevk alıyordu . Yeni ve güzel manzumelere karşı bir duygusu
vardı. Sala 25 Nisan 1 307 [7 Mayıs 1 89 1] tarihinde intişar eden 7 numaralı
Mirsad'da: "Mekteb-i Sultani mezunlarından Mehmed Tevfik Beyefendi
tarafından ihda buyurulmuştur" diye Fikret'in:

"Bahardır, bugün sala-yı cennet aşikardır"


mısraıyla başlayan "Bahar" unvanlı manzumesini neşrediyor altına da:

"Ne rütbe-dil-nişin ise çemende nağrne-i hezar


Ne mertebe latif ise baharda şükufe-zar
Bahara karşı söylenen bu şi'r-i ter de öyledir
Latif ü dil-nişin olan bu şi'r-i ter de bir bahar"
kıt'asıyla takdir eyliyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 507

Sala bu hareketi ile Naciyane fakat ondan çok daha yüksek, çok daha
samimi, biraz daha Ekrem'e yakın, yani daha temiz ve necip bir tarz-ı takdir
vücuda getirmiş oluyordu.

Sala, bundan sonra Tevfik Fikret'le sıkı bir dost, hakiki bir kardeş olmuştu;
kendi tab'ındaki saffet Fikret'in ruhundaki nezahet ve ulviyetle [s. 6 1 l] o kadar
imtizac etmişti ki artık ondan ayrılamıyordu. Hatta sarayın akıl ve fikre
sığmayan tevehhümleri ile Mirsad kapattırıldıktan sonra da Sala ile Fikret daima
buluşur, konuşur hatta müşaare ederlerdi.

Fikret Servet-i Fünı1n'un müdiriyet-i edebiyesine geçtikten sonra Safa da


Servet-i Fünı1n'a yazmaya başlamıştı. Bu devreden sonra Safa artık yeni cereyanın,
edebiyat-ı cedide cereyanının malıdır.

Sala bazı geceler yazdığı şiire bir kafiye-i mukayyede bulamayarak gece
yansı Fikret'in evine koşar, kapıyı açtırır, Fikret'i kaldırır ve o sevimli saffet ve
laubaliliğiyle: "Fikret, şuna bir kafiye, bana bir yatak!" der ve harem kapısını da
vurarak: "Bana bir su, bir kahve!" diye bağırırdı. Fikret'le sabahlara kadar
oturup müşaare ettikleri vakidir. Hatta Fikret, Safa'nın kafıye-i mukayyede
sevdasını telmihen:

"An asıl Lazdı dönüp Kürt oldu


İllet-i kafiyeden mürd oldu"

demiş, gülüşmüşlerdi.

Servet-i Fünı1n yaranı arasında Hüseyin Cahid gibi Safa'nın talebesi olanlar
da vardı. Safa, Vefa İdadisi'nde edebiyat muallimliği de etmişti.

1 3 1 2 [ 1 896/ 1 897] senesinde doktorların tavsiyesi üzerine Midilli adasına


tebdil-i havaya gitmişti. Sıhhatçe bir düşkünlük duyuyordu. Safa oradan
dostlarına mektuplar gönderiyor, sıhhati hakkında malumat veriyordu. Çok
zaman beraber gezip yaşadıkları Ali Ekrem:

"İsmail Safa Bey biraz zamandan beri tebdil-i hava için Midilli'de
bulunuyor kendisinden gelen son mektupta cennetten aglı.ş-ı bahre atılmış bir
tecelli-gah-ı mehasin ıtlakına seza-var olan Midilli adasının bazı menazın tasvir
edildikten sonra 'Havadan ettiğim istifade tahminimizden pek ziyadedir' ibaresi
memnuniyetle görülüyor. İnşallah sevgili şairimiz yakında o cezire-i behiştinin
heva-yı ceyyidinden hakkıyla istifade ederek zaten pek ehemmiyetsiz olan
za'fından hiç eser kalmadığı halde İstanbul'a avdetle biraderan-ı vicdanım
[s. 6 1 2] müştakan-ı fazilet ve irfanını müstağrak-ı sürur eyler. Şah-rah-ı feyzinde
yine evvelki gibi müceddiane şedd-i merahil ederek tedrisat-ı üstadanesine
devam edebilmesi için -ne kadar güzel olursa olsun- Midilli'den bir an evvel
gelmesi en samimi temenniyatımızdandır."

diyor.
508 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sala, o hasta ruhu, o hasta vücuduyla dolaştığı, yorgun, yıpranmış


ciğerlerine temiz, ılık havasını doldurduğu Midilli'yi:

"Nazar-firib manzaran Midilli ey güzel ada!


Cebellerin latiftir, ne hoş liman bu ortada!
Semada gah toplan an bulutlara naziresin,
Denizlerin içinde bir naziresiz ceziresin!
Heva-yı ceyyidin ile marizler reha bulur,
Zaman olur ki toprağın karış karış baha bulur! . . . "
diye tasvir ediyordu.

Saffi'nın:

" Kardeşim,

Fidanlar yapraklarını güneşe tevcih eder; çemenler şebnemlerini, kuşlar


nağmelerini semaya refeyler; nazm -pe rdazlar da eserini vücuda getirir getirmez
fikri münevver, hayali ulvi bir şaire göste rmek ister.
Şu mecmuanın havi olduğu asarı n hemen beş parçası yoktur ki ilk okuyan
sen olmayasın; fikrinden istifade eder<' k, hayalini takip ile itila eyleyerek inşad
et tiğim eserleri yine en ziyade senin teşvikinle işte neşrediyorum, bunu senin
nam ı n a ithaf ile iftihar ederim. Şu tuhfe-namede mech1b olduğum faza.ilinden
bahsetmek lazım gelir mi, gelmez mi diye düşündüm! O medayihin bugün haiz
olduğun hüsn-i sıyte hiçbir şey ilave edemeyeceğini cezmettim. Zaten zuhur-ı
sitare-manendin az vakitte hüsn-i nuranisini, feyz-i ruhanisini o kadar bahir
göstermiştir ki mahiyet-i ulviyesi hakkında hele benim gibi bir acizin sözleri zaid
kalır. San ayi '-i nefiscden şiir ile resim gibi iki bedla-i hayfiliyeye vasıta-i tecelli
olan ellerini öpmekle fs. 6 1 3J iktifa ederim kardeşim!"

sözleriyle Tevfik Fikret'e ithaf ettiği Mensiyat unvanlı şiir mecmuası 2 Teşrin-i
Sani 1 3 1 2 [ 1 4 Kasım 1 896] tarihinde, Safa Midilli'de iken, Servet-i Fünun
Matbaası'nda tab'cdilmişti. Kendisine de matbu kitaplardan göndermişlerdi. Bu
hususta Tevfik Fikret:

"Üç gün evvel Midilli'den, Mensiyat sahib-i zi-iktidarından da bir mektup


aldım, şair-i mader-zad kendisine gönderilen Mensiyat nüshalarının vusulünden
bahsettiği sırada diyor ki: 'Kitabım geldi; tam yirmi nüsha. .. Şimdiye kadar
gecikmesine pek ziyade üzülüyordum. Eserim ne güzel olmuş! İlhami'yi
öpercesine yüzüme gözüme süreceğim geliyor, hele beğenildiğini gördükçe ben
de beğeniyorum. Ne yalan söyleyim? Teveccühüm arttı. Basılmadan evvel bu
kadar sevmezdim . . .
Ötesinde, berisinde ufak tefek bazı tertip sehvleri var, onlar bir şey değil;
fakat "Bahan İstikbal"in ilk mısraı:

Ey bahr-ı vesi'-i çemen, ey saha-i hadra


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 509

olacakken -Ey saha-i gabra- olmuş! Bu fena işte!... Çünkü manika


münasebetsizliğinden başka üçüncü mısrada kafiye olarak bir "gabra" daha
geliyor:

Ey namiye, ey feyz-i çemen-güster-i gabra!

Bir de 'Faziletli Zevce' manzumesinde bir mısra unutulmuş:

Akl vücudun ki reha-karıdır,


Zıddına gitmek süfeha-kandır.
beyti mısra'-ı saniden mahrum bırakılmış, Servet-i Fünun'da şu iki noksanı tashih
edersek memnun olurum. Kitap eyadi-i mütalaaya henüz geçmişken bu
tashihlerin icrasını tavsiyeye müsaraat ederim.'
Sala Bey biraderim tarafından Mensiyat nam-ı hakiraneme ihda edilmek
suretiyle hakkımda büyük bir cemile-i taltif-karine ibraz edilmişti. Buna karşı
hissiyat-ı minnetdaranemi alenen beyan etıneği pek ziyade arzu ediyor, fakat bir
vesile bulamıyordum. Bugün şu münasebetle vazife-i şükranımı da ila eylerim.
[s. 6 1 4] Kadr-şinasan-ı matbuat tarafından Mensiyat'm intişanyla beraber
yek-avazane ibzal edilen takdirat-ı cedire arasında benim gibi acizin, müteşekkir
ve şerm-sar, çıkarabileceği sada-yı tebrikin hiçbir taraftan işitilemeyeceğini
bildiğim için o zaman sükut etmiştim. Şimdi de yalnız beyan-ı teşekkürle ikti!a
ediyorum. Çünkü ne kitap, ne de müellif-i bedayi' -nisab hakkında söyleyeceğim
şeylerin tamamıyla bi-taralane olduğuna kimseyi, hatta kendimi bile
inandıramayacağıma eminim. Yalnız şu ukde-i hatırı halletmek isterim: Her
parçası bir değerli bürhan-ı iktidar-ı şairane olan o neşayid-i nefıseden erbab-ı
takdirin intihab ettikleri şiirler arasında mesela 'Makbere-i Maderde Bir Nevha-i
Yetimane' unvanlı manzumeye ne için tesadüf edemedik? Bana kalırsa Sa!a
Bey'in en samimi, en müessir numune-i tabiatı bu kıtalardır:

Şu mezarlıkta kim bilir ne kadar


Kişi vardır ki sağlığında gidip,
Bir mezarın başında girye edip
Söylemiştir benim gibi sözler!
Şu mezarlıkta kim bilir ya Rab
Ne kadar aşıkane efganlar
Eylemiştir zavallı insanlar;
Nerdedir şimdi, sağ mıdır onlar?
Kimi ölmüş, kimiyse ruh-be-leb;
Kimisi kendini avutmuştur,
Gideni büsbütün unutmuştur.
Budur işte mezarı validemin;
510 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Arıyordum sabahtan beridir.


Ağlayım şimdi; ağlayım yeridir
Kapanıp bir kenarına ademin.
Validem! A h muhterem hatun!
[s. 6 1 5] Nerdesin, nerde zevc-i merhumun?
Büyüdü bak o tıfl-ı ma'sumun,
Lihye-dar oldu işte mahdumun,
Senin oğlun bu za'ir-i dil-hun!
On sekiz yıl mukaddem, ey mader!
Seni gömmüş idi bu kabre peder.
Ah! Gaybübetin idi sebebi:
Çekilir bir kenara ağlardım,
Azıcık nik u bedden anlardım:
Ne idim? .. Bir sekiz yaşında sabi!
Müteselli idim hayalinle . .
Hatırımdan çıkar mısın? Heyhat!
İşte geldim mezarına bizzat,
Eyledim iştiyakımı isbat;
Beni dil-şad kıl visalinle,
Bir hayal ol da çık görün gözüme,
Validem! Bir cevab ver sözüme!
Fikrimi asumana celbediyor
Gördüğüm nur-pare-i şefkat;
Beni lakin şedid bir kuvvet
Merkez-i arza doğru cezbediyor:
Biri ruhun, biri vücudundur!
Buna ateş-mizac bir mayi'
Ki gözümden akar, olur zayi'?
Oluyor bir hazin sacla şayi':
Ağlanın, duyduğum sürüdundur. . .
Gerçi ben süreta güler gibiyim,
Ağlamakta yetimler gibiyim!
[s. 6 1 6] Calib-i intibah u dikkattir;
Giriyor toprak altına insan,
Onu mahveyliyor mürür-ı zaman;
Bu ne dehşetli bir hakikattir!
Ötüyor kumru işte ah yine
Sesi var, kendisi aceb nerede?
Gider amma o başka bir yere de,
Ekseriya durur bu makberede;
Bu senin ruhun olmasın anne?
Sanki bir aşıkane şi'r okunur,
Bana bilmem bu ses niçin dokunur?
Oturup gahvaremin başına
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 511

Uyuturdun o ninnilerle beni;


Ebediyyen ecel uyuttu seni!
Ben de şimdi mezıirının taşına
Kapanıp eylemekteyim feryad
Galibi hiç işitmiyorsun hiç
Bana bir hande etmiyorsun hiç,
Göz önünden de gitmiyorsun hiç;
Kendini sensin ettiren bana yad:
Görmedikçe vücud-ı za'ilini
Ağlarım yad edip faza.ilini !
Hele:
Validem, ah muhterem hatun!
Nerdesin, nerde zevc-i merhumun?
Büyüdü bak o tıfl-ı ma'sumun,
Lihye-dar oldu işte mahdumun,
.... ilh .
[s. 6 1 7] parçasını okurken nazar-ı uhuwet iki katre-i teessür arkasından
Salacığın o lihye-i zerrin ile müzeyyen çehre-i mütebessimini fark etmemek kabil
midir?!"

diyor.
Şu yazılarından da görüldüğü gibi Sala anasına, babasına kalben bağlı,
şükr-güz:ir bir evlattır. Aynı zamanda da evlatlarına bağlı şefkatli, rahim bir
babadır.

"Sala beyt-i atide lafzen ve ma'nen


Musarrah tamamıyla tarih-i tamı:
Bin üç yüz dokuzda sala geldi dehre
Süleyman Selami, Süleyman Selami"
ve:
"Yaşasın, görmesin benim gibi o
Nekbet-i tali'-i siyeh-lamı .
Tam tarihi mülhem oldu bana:
Müjde doğdu Selim İlhami!"
diye oğullarının veladetlerine l 3 1 2'de [ 1 894/ 1 895] tarih söyler. Nasihatler
yazar, "Hayrü'l-halef'ler, "Hayrü'l-enisler" " Ç alış kan Çocuklar" gibi manzum
mev'izelerle çocuklarını terbiyeye çalışır. " Selami' nin Validesi İçin Mersiyedir"
unvanıyla:

"Gaybubetin oldu bais ey malı!


Ben kendimi gaib ettim eyvah!..
Sen gelmemek üzre gittin artık
Ben kendime hiç gelir miyim ah!
512 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ey neyyir-i şarik-i civani


Kıldındı gurlıb bir seher-gah.
Sen cennete hicret ettiğin gün
Alem bana dlızah oldu billah!
Birlikte beni götürmeliydin,
'Hem-rahını terkeder mi hem-rah?'
Feryad ile gayr-i ihtiyari
Eyyüb'e teveccüh eylerim gah;
[s. 6 1 8] Lakin ne ağaç, ne taş, ne toprak
Bir şey beni senden etmez agah.
B aşlar bu dil-i şikeste-ümmid
Bir slız u güdaza hah u na-hah:
yok mu ona asümanda bir yer?
Layık mı o maha böyle bir çah;
Bir taze nihai bir zılfile,
Bir gonca-türaba münkalib vah
Bir sır ki, bilinmez, anlaşılmaz:
Hikmet mahdlıd, akl klıtah!
İnsan bunu bilse de ezelden
Sabreylcmek ah gelmez elden!"

feryad-ı Hamidanesiyle terkib-i bendler yazarak zevcesi Refia Hanım için


gözyaşlan döker ve:
"Züvvar! Bu kabr-i zi-meale
Çeşmanınızı edin imale;
Döndürdü yine yalancı dünya
Bir nlır-ı hakikati hayale!
Sağken bu şehide-i verem. Ah
Malikti kemal ile c emale;
Ahlakı muhaddarat içinde
Şayan idi hüsn-i imtisa.Ie.
Kalbetti IClek üç ayda, eyvah!
Ol neyyir-i ismeti zılale
Gördükçe bu macerayı insan
Etmez mi dümlı'unu isale?! . .
[s. 6 1 9] Ma'şlıkamı yirmi yaşlarında
Sensin koyan, ey verem, bu hale!
Feryad senin elinden ey mevt!
Feryad, Sala! Bu irtihfüe . . .
Çıktı iki gözyaşıyla tarih:
Yükseldi "Refia" zü'l-celale!

1 309 [1 893]
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 513

sürfıduyla hem "Tanlı", hem "Kitabe-i Mezar" yazarak teselli arar. Ôksüz­
lüğünü hatırlar, çocukluğunu düşünür:

"Darü'ş-şafaka la.yıkı her türlü senanın;


Öksüzlük içinde çekilen rene ü inanın
Mahisi o kaşanesidir belki cinanın.
Mihman-ı yetimiydim, evet, dar-ı fenanın..
Ben saye-i sakfında yetiştim bu binanın."
diye kendisine gıda-yı irf'an veren "Darüşşafaka"ya methiyeler yazar, "Makbere-i
Maderde Bir Nevha-i Yetimine" diye annesine mersiyeler yazar:

"Ah gaybubetin idi sebebi:


Çekilir bir kenara ağlar idim,
Azıcık nik u bedden anlar idim,
Ne idim?. . Bir sekiz yaşında sabi!
Müteselli idim hayalinle,
Hatırımdan çıkar mısın? Heyhat!
işte geldim mezanna bizzat
Eyledim iştiyilimı isbat;
Beni dil-şad kıl visalinle
Bir hayal ol da çık görün gözüme,
Validem! Bir cevab ver sözüme!"
[s. 620] diye yetimine ağlar. Nihayet vücudu hastalığın kahnna mukavemet
edemez; zayıf halsiz cisminin nöbetlerle sarsıldığım duyar, hicranlar, şehkalarla:
"Hastalık Eseri"ni yazar:

"Yine geldi işte nevbet,


Daha geçmedi musibet!
Ne şarab olur ilacım,
Ne de türlü türlü şerbet.
Acaba ecel mi geldi?
Buna ben demem isabet...
Ne reva otuz yaşımda
Olayım defın-i türbet!
Ufacık çocuklanm var,
Benim eyleyen sahabet;
Üçünü büyütmek üzre
Ederim hayata rağbet.
Büyüdü biraz Selami
Ediyor benimle sohbet;
Ne Selim'dir ne Selma
Daha kabil-i hitabet.
514 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İki kalb-i zara ma'tuf


İki nazra-i icabet.
Bilirim sefil olurlar
Gidecek olursam elbet,
Olur onlara eminim
Bu vatan diyar-ı gurbet.
Sırası değil mematın,
Beni kurtar ey tababet!
[s. 62 1] Ne kadar nahcifetim var,
yaşamakta bir suubet.
Beni içitir kuraklık.
Dokunur bana rutubet.
Bu nasıl dem-i civani?
Bu ne tfili'imde nekbet?!
Herem ü şebabın asla
Arasında yok karabet,
Yine meyl-i zindegide
İkisi eder rekabet.
Düşününce bunda insan
Buluyor biraz garabet:
Adt>min vücudu menfi,
Kişinin bekası müsbet;
Ne içindir öyle derde
Şu eceldeki mehabet?
Bu küçük muhakememle
Geliyor bana salabet;
Görürüm hayatı müdhiş,
Bulamam ecelde heybet ...
Küsüyor cihana gönlüm,
Yine bitmiyor muhabbet!"
diyordu. Heyhat! İş işten geçmişti. Sala yatağa düşmüştü 1 3 1 4 [ 1898/ 1 899]
senesi idi. Bir gün bütün arkadaşlar, Fikret'ler, Ali Ekrem'ler, Cahid'ler, Siret'ler
hep Sala'nın yatağı etrafında toplaşmışlardı. Uzun uzun konuştular, dertlerini
döktüler. Bu samimiyet meclisi son meclisleri olmuştu. Arkadaşlanndan biri
görüştüklerini tahrif ile Sala'yı, Siret'i, Fikret'i jurnal etmişti. [s. 622] Evleri
basmışlar, aramışlar, bilhassa Sala ile Siret'in evlerinde çok eza ve cefa
etmişlerdi. Biçare hasta bi-aman bir tarzda payitahttan çıkanlmıştı. Sala, Sivas'a
nefyedilmişti. Zayıf vücudu Sivas'ın havasına, gurbet ve menlanın kahır ve
cefasına tahammül edemedi. Abdülhamid'in kanlı ve lain zulmüne kurban oldu.
1 3 1 8 ( 1 900/ 1 90 1 ] senesinde:

"Kurtar beni kahr u şirretinden


Fevtimde zemin ile zamanın;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 515

Toprakta vücudumu bırakma,


At haricine şu asumanın!"
diye sönüp gitti.
Tab'edilen eserleri: Sünahat, Hissiydi, Mensiydt, Mağdure-i Sevdd, Müldhazdt-ı
Edebiye, Huz Md Sefd, Da' Ma Keder , Mevlid-i Pederi :(,iydret, "lntdk-ı Hakk"ın
Tahmfsi'dir.

[s. 623] Lisanı, Sanat ve Kanaati


Safa her şeyden evvel selaset-i tab'a malik kuvvetli bir nazımdır.
Tasannusuz, tekellüfsüz yazılan pek çoktur. Mamafih tekellüfe kapıldığı yerler
de vardır. Hususuyla kafıye-i mukayyede derdinden bir türlü kendini
kurtaramamıştır. Tab'ındaki sühulet nazım dolayısıyladır ki pek çok manzum
musahabe ve mektuplan vardır. Safa'nın Osmanlı nazmına büyük hizmeti
olmuştur. Lisanın sadeleşmesine, ifadenin Türkçeleşmesine çok yardım etmiştir.
Naci'nin nazımda yaptığı selaseti, Safa fıtratındaki isti'dad-ı mahsusu ile daha
ileri götürmüştür. Safa herhalde şairdir. İnce, hassas, mütehassis, rakik, içli bir
şairdir. Şiirinde bir azamet gulgulesi, bir hikmet vekan aranmaz; fakat bir
samimiyet sıcaklığı, bir saffet sevimliliği vardır.
Mensiydt'ından bahsederken Ali Ekrem :
"Safü'nın eş'an kendisi gibidir. Her beyti, her mısraı samimiyet-i merdane,
fazilet-i şairanesine bir tecelli-gah-ı ntir-a-nur olur. Alnı açık, yüzü pak
adamların mahsusatından olan selamet-i ifade, vuzuh-ı efkar, ulviyet-i vicdan
eş'ar-ı Safü'da cezzab-ı ruh olacak kadar mevcuttur. Hele mevhibe-i şairiyetine
revnak veren kudret-i nazmiyesi hakikaten şayan-ı hayrettir:

Destinde misal-i mum terkib


Kasdettiği şekl ile bulur zib
Mensiydt yukarıdan aşağıya kadar okunulsun, bir yanlışa, bir noksan ifadeye
tesadüf olunamaz; şairin bütün eş'arından iki üç müsamahası bile görülemez. O
eş'ar-ı kıymet-dar hem-revan-ı nesim-i bahar olan enhar-ı gülistan gibi hoş­
cereyandır; letaif-i tabiiye, mehasin-i bedialan vecd-aver-i fıkr ü vicdandır. Böyle
güzel güzel, parlak parlak şiirleri o kadar selaset ve ahenk, hüsn-i üslub, vuzuh-ı
beyan ile hangi şairimiz söyleyebilir? Bakınız "Vadi" unvanlı manzumesindeki şu
kıtalara:
[s. 624] Dindirir fırtınayı ab-ı latif-i nisan
Ki buluttur yatağı;
Gülüyor der o çiçeklerle görünce insan;
Bulut altında dağı!
Gah sisler arasından görür insan uzağı;
O ne fevkalade,
516 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ne güzel manzaradır, yan yana birkaç buzağı


Koşuşur merada
Bundan eğlenceli alem mi olur dünyada?
Olamaz .. Ah ancak
Görse gönlüm bu gece sevdiğimi rüyada
Daha memnun olacak!

Hemen her kıtası bunlar kadar güzel olan şu manzumede şair birçok elvfilı-ı
tabiatı tersim ediyor. O büyük ressamlar gibi ki levhalarına itina ettiklerini
göstermeksizin özenirler; bütün kafiyeler mukayyed, fakat hiçbiri zorla bulunmuş
değil; her beyit, her mısra bülend-aheng, fakat tabiilikten asla tebaüd etmemiş.
Sade-dilanelik tırazına bürünerek bir kalb-i mecruhun eninini ifade eden son kıta
ise sahibinin rikkat-i hissine ne güzel delildir. Bir de şu şiiri okuyalım:

Hazin
Evrakı düşüp yerlere, kalmış yine üryan;
Eşcarda manzurum olan manzara barid;
Yağmur yağıyor, sanki bu dem her yeri giryan
Bir heykel-i camid!
Çıktı yine bir sarsar-ı bih-efgen-i serma,
Kuşlar çekilip tanelere vardı süklıta;
Tufan gibi baran oluyor gulgule-ferma
Hatta melekuta.
[s. 625] Kurtuldu mu merkezde olan cazibeden yem?
Emvac oluyor sanki semavata huruşan;
Bir başka cihandan mı boşandı yere bilmem
Bir koskoca umman!
Çarpar kayalar üstüne kükrer, köpürür hem;
Emvac değil, dağlar eder dağlara savlet
Esvat çıkar göklere ma'nfilan mübhem,
Ya Rab bu ne hfilet;
Bir silsile-i ebr ki yek-diğere peyrev
Benzer o kesafet ile seyyar-ı cibfile;
Yahud karanp müncemid olmuş -diyorum- bu,
Baktıkça o hfile.

Bunlarda birtakım elvah-ı tabiat ki şairin vüs'at-ı karihasına, şiddet-i


hayaline ulviyet-i efkanna meraya-yı inciladır. Sala Bey bu parlak tasvirleri
yapar, yapar da şiirini yine kendi mahsusatından olan o sevimli tabiiliğine
düşmedikçe bitiremez:
Nerde o yeşillikler, o şeffaf havalar?
Hoş-reng çiçekler hani, yok muydu bu yerde?
Nerde kelebeklerle o kuşlar, o nevfilar?. .
Bülbül hani, nerde?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 517

İşte bu son kıta şairin tabiat-ı harikasını ne güzel tayin ediyor. Her şiirinde
bu tabii şirinliğe, bu ruha tesir eden sadeliğe tesadüf olunur.
Mensiyat'ın mündericatı serapa güzeldir, hepsi mükemmeldir; mamafih bu
eş'ar arasında 'Kızıl Toprak', 'Şükufe-i Perran', 'Güzel Sesli Güzel', 'Bahan
İstikbal', 'Sayf u Şita Mahslılüdür', 'Bir Temaşa-gah', 'Rüyada Geşt ü Güzar',
'Neşve-i Hayat', 'Fazilet', 'Tazmin', 'Tayf-ı Siyah' unvanlı manzumeleri
diğerlerine Iaik bulurum. Hele on ikişer beyt-i garradan mürekkeb ve altı bent
üzerine müretteb [s. 626] mersiyeyi. O bir kalb-i ceriha-darın muharrik
feryatlarını yüreklere isma eden beliğ, muacciz mersiyeyi Safa Bey'in en güzel
şiiri, en büyük eseri addederim."
diyor.
Safü'da risai (e!igi,aque), talimi (didactique) ruh galiptir. Mersiyeleri hemen
bütün manzumelerine tefevvuk edecek bir samimiyet ve hassasiyetle doludur.
Öksüzlüğünün bu istidadını tenmiye ettiğinde şüphe yoktur. Gerek zevcesinin
vefatına, gerek ninesinin ölümüne söylediği mersiyelerde ruha sirayet eden öyle
bir hüzün vardır ki insanı ağlatır. Bu yazılarında bazen Hamidane bir ruh taşır.
Safa Kemal'i, Hamid'i, Ekrem'i sevmiş, okumuş ve takdir etmiştir. Ömrü vefa
etse, genç yaşında topraklara serilmeseydi, tabiatındaki o veludiyetle çok güzel
eserler vücuda getireceğinde şüphe edilemezdi.
Eserlerinde talimi numuneler verişinde de kendi meftur olduğu ahlak ile, iyi
bir aile babası, müşfik bir muallim olmasının pek büyük dahli vardır: "Haylaz
Çocuk, Hayrü'l-halef, Hayrü'l-enis, Faziletli Zevce" bu tarzda yazılmış eserlerin,
en sade ve en güzellerindendir.
Safa aynı zamanda zararsız bir liriktir (jyrique), bazı tasviri ve realist şiirleri
de vardır:

Öksüz Ahmed
Çocuk değil mi ne yapsın? Gürültü etse biraz
Azarlanır, dövülür, her ne yapsa hırpalanır,
Ne yapsa çok görülür; hızlı gülse, haykırsa
Bu bir büyük suç olur. Bir su bardağı kırsa
Duyan gürültüleri bir cinayet oldu sanır!
Çocukluğuyla beraber değildi pek yaramaz,
Fakat konakta alışmıştı dövmeğe eller. ..
Asıl kabahati hizmetçi oğlu olmaktır:
Zavallı validesi bir çocukla dul kalarak
Gelir bu haneye hizmetçilik rica eyler.
[s. 627] Kolay mı bir dul için öksüzüyle yer bulmak?
Bulursa lokmada bir imtinan muhakkaktır.
Evet kablılü boğaz tokluğuyla kabil olur
Maaşa çünkü çocuk masrafı mukabil olur.
518 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

* * *

Kınk, dökük bir oyuncak elinde Ahmedcik


Evin içinde gezer korka korka herkesten,
Ne tatlı söz, ne gül er yüz, ne bir küçük iyilik
Ne de, evet, nineden başka bir sahabet eden.
"Gürültü etme; otur! Yat, zıbar yumurcak piç!"
Bütün işittiği söz, gördüğü muamele bu!
Kadıncağız mütehammil, demezdi bir şey hiç
Semfım-ı kahr ile, gözyaşlanyla kalbi dolu.
Bu hfile bir sene ancak tahammül etmişti.
Yazık ki düştü vücudu ecel döşeklerine
Hayata kudreti bir yıl içinde bitmişti ...
yazık sabiye! yazık maderin emeklerine!
Budur, bu haldir işte yürekleri yakacak,
Kadıncağız da giderse yetime kim bakacak!
* * *

Bu bir su:ll ki bi-çarc hastanın okunur


Zıl:ll-dar-ı ecel zi-sükun cebininde!
Sualdir ki cevab-ı mukadderi dokunur
Duyanlara yine biçarenin enininde.
Fakat suali, cevabı çocuk bilir miydi?
Niçin bükülmüş idi boynu öksüzün acaba?
[s. 628) Mariz bir ninesinden niçin ederdi iba?
Kesildi miydi bu tıflın sıyanet ümmidi?
Ümidi yoksa n iç in eyliyordu maderi yad?
Birinden incinerek etm iş olsa bir feryad.
* * *

Nazarlan bulanık bir kadid rengi uçuk


Sükuta vardı müebbed bu ruh-ı naliş-ger . .
Evet, o zıll-i hiras-aver-i mematı çocuk
Cebin-i maderde görse muntabi' ürker.
"Cenazeyi, dediler, görsün eylesin nefret.
Bütün gün özleyerek etmesin muaccizlik."
Demek değil yaramazlık o girye-i hasret.
O na!eler bile çoktur bu evde Ahmedcik!.
Ne oldu öksüzün asla değildi ma'lfımu
Cenaze nezdine doğru sabi-i ma'sfımu!
Getirdiler. . . Biri na'şın nikabını açtı
Görünce annesini "İstemem!" deyip kaçtı.
Safa'nın şiir ve nazım hakkında da kendine mahsus kanaatleri, kendine
mahsus telakkileri vardı. O tamamıyla eski zihniyette kalmış değildi, fakat
tamamıyla da yeni zihniyeti benimseyememişti. Sırf kendine mahsus bir nokta-i
nazan, bir tefsiri vardı:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 5 19

"Şiir ile nazmı büsbütün ayn gördüğüm için bir manzumeyi teşkil eden
ebyattan, hatta mesari'den bazısına şiir, bazısına nazım diyorum. Şiiri kimse
benim söylediğim gibi söylemedi, benim ayırdığım gibi ayırmadı, bu telakki, bu
tefrik indidir.
Herkesin ihtisas ettiği meslekte kendine göre bir zevki, zevkine göre bir
icadı, herkesin rüsuh-ı fikrisine, muhikeme-i akliyesine göre [s. 629] bir ictihidı
vardır. İnsan yalnız okumakla kalmamalı; okuduğunu düşünmeli, düşündüğünü
yazmalıdır, erbab-ı ihtisas asar-ı san'atı ya taklit eder yahut tecdid. Bir eser-i
icad, bir fikr-i ictihad ya beğenilir, makbul olur yahut tashih edilir, reddolunur."
dedikten sonra şiir hakkında hususi bazı mütalaatta bulunuyor ve:
"Bir tasvir aynı mevzuun, mevzu güzelse demek ki bir şiirin -çizgisi, gölgesi,
boyası muvafık düşmüş- bir resmi, -vezinli, kafiyeli ise- fasih, beliğ, musanna' bir
nazımdır. Bizzat şiir değildir. Tasvir bizatihi şiir olmak için şair-i meşhurunun
letafet veya dehşetiyle, aheng-i ulviyetiyle, te'sir-i fecaatiyle velhasıl her hal ve
meziyetiyle mütenasib ve mütevafık olarak buna kendiliğinden, sermaye-i
şairiyeti olan hayalinden bir şey ilave etmelidir. Şiiriyet yalnız mevzuda ise
şairiyet yalnız tabiatta mütehalli demektir. Tabiatın yaptığı şiiri söylemek başka,
şiir söylemek başkadır. En adi bir teşbih, en mübtezel bir istilare yahut bir
mecaz-ı mürsel bile bendenizce bir eserin şiiriyetini temin eder. Ancak buna pek
hiyide, pek bayağı bir şiir derim. Şiiri bir kere kat'iyen nazımdan ayırmalı.
Sonra şiirin de nazım gibi iyisini, kötüsünü seçmeli. Bir esere 'Şiir değil' demek
onu beğenmemek değildir. Güzel bir nazım çirkin bin şiirden elbette iyidir."
dedikten sonra fikrini şu suretle hülasa eder:
"Şiir, teşbih ve istilare olmadıkça fe sahatle, belagatle, bedi' ile, hikmetle
-

felsefe ile, tarih ile - tecelli etmez. ilm-i beyan -ki mecaz ve envaı ile kinaye gibi
turuk-ı ifadeyi bildirir- şiirin mihekki, şiirin lazım-ı gayr-ı münfekkidir. Diğer
aksam-ı edeb kelamı ayniyetten kurtarmaz. Hayal şiirin menba-ı sünuh u
suduru, ilm-i beyan ise hayalin düsturudur."
diyordu. ı 1 5

ı ıs İsmail Sa!a'nın aile şeceresi, bulunamayan bazı şiirleri ve çocuklarının hatıraları için bkz.

Türk Düşüncesi, C. 1, sayı 5, 1 Nisan 1 954. (Haz. notu)


Nabi;:/ide Nazım
NABİzADE NAzIM

Hayatı
Garptan esen inkılap ve teceddüd rüzgarlarının tesiriyle şiir ve edep
vadilerinin temizlendiği bir zamanda İstanbul'da doğan Nabizade Nazım iptidai
tahsilini bitirip, Beşiktaş Rüşdiye-i Askeriyesi'ne girmişti. Ziya Paşa'lann,
Kemal'lerin tesiri birçok gençler üzerinde clşikar surette okunuyordu. Mamafih
edebiyattaki eski ruh, eski neşve tamamen zail olmuş değildi. Mekteplerde
edebiyat yine eski tarzda okunuyordu. Nabizade de o eski tarz-ı ta'lim ile kendi
edebi hüviyetini tenmiye ve terbiye ediyordu. Bu yolda kendisine ilk rehberliği
eden Muallim Cudi Efendi olmuştu.
Muallim Cudi Efendi Şark zihniyetiyle yetişmiş, Farsça ve Arapça
malumatı geniş bir muallimdi. Ruhen, mesleken ve zevken Muallim Naci
zümresinden idi. O da kuwetli lisana malik bir nazımdı. Fakat şairliği o nispette
değildi. Eserlerinde ruhu titreten rakik hislere, kirpikleri yaşartan ateşli
heyecanlara tesadüf edilmez. Mamafih o da Fransızcadan bazı eserler tercüme
eder, o da şiir ve edebiyatta bir nevi teceddüdün vücuduna taraftar görünürdü.
Fakat menbaını Avni Bey'den alan ve teşebbüsünü Muallim Naci'de bulan bir
asırlık cereyanın bir Neo-classicismefo taraftan idi. Bu ise eski zihniyetin ufak tefek
ta' dillerle devamından başka bir şey değildi.
İşte Nabizade Nazım da bu fıtrat ve bu kabiliyette bir üstaddan edebiyat
okumaya başlamıştı.
Bu intibalarla terbiye gören bu şair ruhlu genç Mekteb-i Harbiye'ye girerek
askerlik mesleğine sülfık etti. Yaradılışında hüzne, teessüre meyyal olan
Nabizade'nin askerliğe süluku tesadüfün yanlış ve istihzalı bir cilvesidir.
Zeki ve çalışkan bir genç olduğundan fenne çok merak etmişti. Ulum-ı [s.
631] tabiiyeyi çok seviyordu. Hatta Harbiye'yi ikmal ederek erkan-ı harb olarak
mektepten çıktıktan sonra kimya hakkında Yeni Kımya diye bir eser çıkarmış,
Mesail-i Riyaziyeden Cebir unvanlı bir kitap yazmış, fenne olan merak ve
merbutiyetini fiili olarak göstermişti.
Nabizade Nazım askerlik, fen-şinaslık ve şairlik gibi üç hasisayı birleştirmiş
bir fıtrattır.
Zamanında yazı yazan bütün gençler gibi o da birçok cereyanlara tabi
olmaktan kendini alamamıştır. Bütün arkadaşları gibi, Kemal'den, Ekrem'den,
Sezai'den, Hamid' den, birçok izler eserlerinde görünmektedir. O tesirlerle de
birçok eserler yazmıştır. Velud bir muharrir olan Nabizade pek genç iken ölüp
524 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gitmeseydi; memleketine ve edebiyata çok hizmet edebilecekti. Ekrem'lerden,


Sezai'lerden sonra Tevfik Fikret'ler, Halid Ziya'lardan ewel Se17Jet-i Fünun' da en
canlı, en güzel, en hissi eserleri yazan Nabizade Nazım olmuştur.
Bir taraftan aldığı ilk bedii ve edebi terbiyenin tesiriyle eskiliğe bir taraftan
istidadındaki kuwetle yeniliğe temas eden şair, Sezai Bey'den sonra en hakiki ve
kuwetli romanı yazan muharrir olmuştu.
Şiirleri, matbudur. İlk şiirleri Heves Ettim, unvanıyla basılmıştır. Bundan
başka da eserleri vardır. Zehra adlı romanı Sryyie-i Tesamüh adlı tenkit mecmuası,
Esatir, Müsabaka, Ayine/er namı ndaki eserlerinin birçoğu basılmıştır.
Nabizade daha pek genç iken 1 307 [ 1 893] tarihinde İstanbul'da vefat
etmiş, Miskinler Tekkesi'nden Saraçlar Çeşmesi'ne giden cadde üzerinde
hazırlanan makbereye gömülmüştür.

[s. 632] Lisan ve Sanatı


Nabizade'nin lisanı azametli, yüksek, şaşaalı bir lisan değildir. Fakat rakik,
hissi, samimi, kalbi bir dildir. Yüreğini kemiren marizin tabii bir hüzün
(melancolie) yarattığına hükmolunabilir. Dalgın, açık nazarları, tabiatın
genişliklerinde anlaşılmaz bir şi'r-i hazin okur. Çimenlerden, çiçeklerden
süzülerek mezarlıklara dikilir, kalbinin yaralan tatlı tatlı kanamaya başlar:
Anadolu Hisan 'nda Mezarlık unvanlı şiirini yazar:
"Bu sükıit-ı beliğ Ü hüzn-i fasih
Hutbe-i bi-makal-i ruhani
San'at-ı kudreti eder tavzih!
Bu ne ulvi cihan-ı nurani
Ne neşclt ü safa-yı vicdani!

Bu ne vahşet içinde ünsiyyet


Bu ne zulmet içinde nıir-ı beka!
Bu feza-yı semada bin hayret
Nice bin afitab-ı fikr-ara
Yağdırır nur hey'etinde safa!

Taş değil gördüğün o seng-i harab


Şair-i mu'ciz-i tabiattır
Ne beligane eylemekte hitab
Sanki bir nüsha-i fesahattir
Mütehaccir misal-i ibrettir!

Her giyah ı zemini başka zeban


-

Her avuç haki bir diğer filem


[s. 633] Her varak bin kitab ile yeksan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 525

Bu füyuzatı fıkr edip her dem


Mütehayyir mi kalmasın adem! 1 1 6

Uğradıkça saba b u fırdevse


Geçemez der-akab safüsından
Başlayıp her şüklıfeyi lemse
Bir taravet alır temasından
Hisse almak diler hevasından

Ne kadar nazlı nazlı gitmededir


Hele bir atf-ı dikkat et dereye
O da ilan-ı hayret etmededir
Sanki meftun gibi bu makbereye
Göksu hasret çeker bu meşcereye!

Servler ihtizaz ettikçe


Nağme-i dil-fırib olur peyda
Ebediyyet içinde gittikçe
Kaybolur mevc-zen olup o sacla
O ne kuds! heva ne tatlı neva!"
Nabizade'nin bu manzumesi şekil itibarıyla yenidir. Abdülhak Hamid'lerle,
Ekrem'lerin, tatbik ettikleri şekillerdendir İfade ve üsllıba gelince o da eski
.

değildir. Lakin Servet-i Fünan'da Fikret'lerle Cenab'lar zamanında canlanan üslup


kadar da yeni ve tamamıyla Garplı değildir Bunda Ekrem'in hüznünü, Sala'nın
.

saffet ve sadeg!sini görürüz. Esasen mizacen de tfili'en de Safa ile Nabizade


arasında bir mukarenet mevcuttur. İkisi de hain bir illetin elinde ve genç iken
ölüp gitmişlerdir. Nabizade'de daha derin bir şairlik ruhu ve heyecanı olduğu
görülür. Yaşasaydı belki daha canlı eserler bırakmaya muvaffak olacaktı.
Nabizade'nin rebab! (!yrique) ve sufi (mystique) bir ruhu var:
"Taş değil gördüğün o seng-i harab
Şair-i mu'ciz-i tabiattır
Ne bellgane eylemekte hitab
Sanki bir nüsha-i fesahattir
Mütehaccir misal-i ibrettir."
diyecek kadar manevileştiriyor, şairleştiriyor. Mezarlarda sükutlar içinde belagat,
hüzünler içinde fesahat okuyacak b!-müfad ruhani hutbeler işitecek kadar hassas

1 1 6 Bundan sonraki bent atlanmıştır:


Burada münzevi sükun u edeb
Burada ca-nişin demek azamet
Zahir olmuş kemal-i kudret-i Rab
Sanki bir kainat-ı pür- hayret
Berk urur her taraftan hürriyet. (Haz. notu)
526 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ve müteheyyiçtir. manada zihniyet ve taklide yenilikle eskiliği mezcediyor.


Üslubu rakik ve müteessirdir.
Bilhassa ince hisleri ifadeye pek müsait bir fıtratı vardır. "Valide Ninnisi"
diye yazdığı şu manzumeciği okuyalım:
"Yavrucuğum uykuya dal naz ile
Cünbüş-i gehvare-i i'zaz ile
Yat uyu, ey tıfl-ı safa-perverim
Zevkine dünyamı feda eylerim ı ı 7
Dal yine ezvak u hayfilatına
Haydi, meleklerle mülakanna
Gönlümü sevgin uyutur ben seni
Ben seni taltif ederim sen beni ı ıs
Gaile-i filemi çekmek muhal
Şimdi uyu naz ile asudc-hfil ! 1 19
[s. 635] İfadede samimiyet (sinemle") Ekrem'in şiirlerindekinden de ziyadedir.
Nabizade çok zaman ilhamını ha'>sasiyetinden (sentimentalisme) alan heyecanıyla
şevke gelen şairlerdendir. Onun kalbinde gizli gizli kanayan için için inleyen bir
hüzün, bir elem var.
Ekrem'e, Hamid'e bazı nazireleri de vardır. Bilhassa Fatih hakkında yazdığı
bir manzumesi vardır ki, şekli, ifadesi, üsllıbu, tezatları, terkipleri itibariyle
tamamen Hamidane'dir denilebilir.
Avrupalı şairlerden mesela Alfred de Musset'den de bazı tercümeleri vardır:
"Zevk-i sevda duymadın aşık-ı perestar olmadın
Ol kadar sevdim de aşkımdan haberdar olmadın
Bahtiyar olmakdı sevdadan meram-ı tab'ımın
Tab'ıma düşmen kesildin bahtıma yar olmadın"
kıtasını okurken insan samimi bir kalbin derin tesirini, acı ta'rizini duyuyor. Ve
Fatih'lerin Bayezid-i Sinilerin asnna revnak veren Mihri Hanım'ın:
"Ben umardım ki bana yar-ı vefatlar olasın
Kim bilirdi ki seni böyle cefakar olasın"
matla'ıyla başlayan o sade fakat rakik gazelini hatırlatıyor. 120

111 Bundan sonraki iki mısra atlanmıştır:


Valideni sanma dalar gaflete
Uyku girer mi nazar-ı dikkate. (Haz. notu)
ı ı e Bundan sonraki iki mısra atlanmıştır:

Sen de büyürsün çocuğum bir zaman


Sen de bilirsin ne yamanmış cihan. (Haz. notu)
ı 1 9 İ smail Hikmet, manzumenin devamını almamıştır. (Haz. notu)
120 Nabizade Nazım hakkında aynntılı bilgi için bkz. Himmet Uç, Şair ve Romancı Nıibi;:.lide
Nıi;:.ım, İ stanbul 2007.
\,

Mahmud Sadık
MAHMUD SADIK

Hayatı
Türk edip ve muharrirleri içinde kıymetli bir mevki, şöhretli bir isim sahibi
olan ve "Şeyhü'l Muharririn" unvanını kazanan Mahmud Sadık'tır.
Mahmud Sadık tahsilini bilhassa o zamanın en yüksek mekteb-i filisi olan
Mülkiye-i Şahane' de bitirmiştir. Mektebin en güzide, en zeki, en ciddi şakirdi idi.
Gerek arkadaşlarının hürmetini, gerek muallimlerinin muhabbetini kazanmak
hususunda Mahmud Sadık'tan daha bahtiyar bir şilird yok idi denebilir.
Mahmud Sadık matbuat için halk olunmuş bir mevcudiyettir denebilir.
Mektepteki dersler kendisini ikna ve itmi'nana kafi gelmediği için ders
kitaplarından maada fenni ve hikemi birçok risale ve mecmualar da alır, daima,
daima okur ve bilhassa arkadaşlarına bu hususlarda malumat verirdi. Bilhassa
nutkundaki kuvvet, lisanındaki cerbeze ile de arkadaşlarını kendine bend etmişti.
Söyler ve güzel söylediği için bütün yoldaşları kendisini seve seve, sevine
sevine dinler, bezmez, usanmazlardı.
Kendi mektep refiki bulunan Semet-i Fünun sahibi Ahmed İhsan Bey,
Mahmud Sadık hakkında:
"Benim ile beraber siz de Mekteb-i Mülkiye'de bulunsaydınız, paydos
zamanlan bahçede dolaşan şilirdan miyanında seri hareketli, mütebbessim
çehreli bir çift billur-pare arkasından bile lemean-ı zekası, kemal-i şiddetle in'ikas
eden parlak nazarlı bir efendi derhal nazar-ı dikkatinizi davet ederdi. Sınıfa
girince muallimlerin irad eyledikleri suallere herkesten evvel yine o efendinin
cevap verdiğini görür, daha ziyade nazar-ı dikkati açar idiniz."
diyor.
Mahmud Sadık, Mekteb-i Mülkiye'nin daha ikinci sınıfında iken 1 298- 1 299
[ 1880-1881-1 882] senelerinde [s. 637] matbuata intisab etmişti. O zaman
çıkınakta olan Mir'at-ı Alem ve Manzara unvanlı mecmualara makaleler yazmaya
başlamıştı. Fıtratın yazıcılık hususunda bahşetmiş olduğu istidad-ı mahsusu bu
suretle fiili ve canlı bir surette ispat etmiş oluyordu.
1 Mahmud Sadık bir taraftan tetebbuatı, diğer taraftan yazılarıyla zekasını,

kabiliyetini, tenmiyeye devam etmekte iken ziraat tahsili için Almanya'ya talebe
gönderileceğini işitmişti. Teşebbüs etti. Gidecek talebe arasında kendi de
Almanya'ya gitmeye muvaffak oldu. Bu tahsil seyahatinin Mahmud Sadık'ın
inkişafına çok tesiri olmuştur. Fakat o, uzun müddet Almanya'da kalmak
530 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

istemedi. Herhalde matbuatta çalışmak, fikirlere ilim ve irfan tohumlan ekmek


kendisine toprak sürüp tohum ekmekten daha cazip, daha ruhlu görünüyordu.

Bir sene kadar Almanya'da bulunduktan sonra tekrar İstanbul'a dönmüş ve


Mekteb-i Mülkiye'ye avdetle derslerini bıraktığı yerden başlayarak ikmal etmişti.

Arada geçen bir sene zamanı faaliyet ve dirayetiyle telafi etmiş, yine
arkadaşlanyla beraber şahadet-name almaya muvaffak olmuştu.

Mahmud Sadık mektebi de bitirdikten sonra artık bütün emellerini teşkil


eden muharrirliğe mani olacak hiçbir şey görmüyordu. O andan itibaren
yazıcılığa başladı. Matbuata intisab etti ve denebilir ki; Mahmud Sadık'ın, her
çıkan gazetede, risalede, mecmuada mutlaka bir kaç makale, mutlaka birkaç
imzası görülürdü. Hemen hepsinin kuruluşunda Mahmud Sadık'ın hasbi bir
yardımı, hemen hepsinin yaşayışında samimi bir gayreti görülürdü. Bütün
matbuat aleminde zevk-i selimi, hüsn-i tabiatı, fikr-i icadı, kuvve-i ibdaıyla şöhret
almıştı.

Ceride-i Havadis, Tarik, Sabah, Saadet, İkdam, Tercüman-ı Hakiktıt gazetelerinin


hepsinde çalışmıştır. Hususuyla Tarik ile Tercümdn-ı Hakiktıt'te siyasi muharrirlik
etmiştir.

Mahmud Sadık canla başla çalıştığı bu gazetelerde daimi bir terakki ve [s.
638] tekamül eseri gösteriyordu. Bu suretle elde ettiği tecrübeler sayesinde bütün
manasıyla bir gazeteci olmuştu. Bir ara hanımlar için bir gazete çıkarmak
düşünülmüştü. O zaman yine Mahmud Sadık'a müracaat olundu. Mahmud
Sadık bu gazetenin bütün planını ve programını hazırladı. Hanımlara A1ahsus
Ga�ete unvanıyla intişara başladı.
Mahmud Sadık yılmaz ve usanmaz bir yazıcıdır. Kendi mektep refiki
Ahmed İhsan Servet-i Fünı2n'u tesis ettiği zaman ona yazılanyla muavenete
başlamış, bu güne kadar hala Ahmed İhsan'da çalışmaktadır.

Servet-i Fünı2n da
' bazen "Kadri", bazen de "Osman Galib" imzalarıyla,
bazen sırf kendi imzasıyla fenni, içtimai, mili, iktisadi makaleler yazar,
musahabe-i fenniyeler tertip ederdi.

Hususuyla Tevfik Fikret'in edebi riyaseti altında yeni Edebiyat-ı Cedide


cereyanı başladığı zaman Mahmud Sadık da bu yeni gençlere iltihak ederek
çalışmış, onlann azim ve iradetinden kuvvet almış kendi azim ve iradetiyle
onlara kuvvet vermiştir. Gazetenin fenni kısmını daima idare ve temin etmiştir.

Mahmud Sadık matbuata hizmetten bir an geri durmadığı halde bile


mekteplerde de hocalıktan hali kalmamıştır. Bir taraftan matbuatta halkı faydalı
makaleleriyle tenvir ve irşad eder, diğer taraftan ilmi ve malumatı ile gençleri ve
yavrulan talim ve terbiyeye hasr-ı hayat eylerdi.

Filhakika Mahmud Sadık'ın yazılan tetkik edilirse kendisinde hem bir


ruhiyatçı (,psychologue) hem de bir mürebbi (educateur) ruhu olduğu görülür. Onun
matbuata intisabı tıpkı maarife intisabı gibi öğretmek ve terbiye etmektir. O
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 53 1

umumu, halkı, ahaliyi terbiye etmek, bir cemaat mürebbisi olmak, memlekette
fenni esaslar üzerine müesses bir hey'et-i ictimaiye yaratmak emeliyle çııpınır.
Abdülhamid idare ve istibdadının bütün genç ve münevver zekalara
düşman olan siyaseti Mahmud Sadık'a da tesirini göstermişti. Nazar-ı dikkati
celbetmeye başlayan ahrarane hareketi şüphe ve ihtirazı uyandırdığından
Mahmud Sadık 1 3 1 5 [ 1 89 7-1 898] senelerinde [s. 639] muhitten uzaklaşmak
zaruretini hissetmişti, evvelce bir aralık Hariciye ve Maliye memurluklarında da
bulunmuştu. Bu sefer de Kudüs-i Şerif Tahrirat Müdürlüğünü alarak
İstanbul'dan uzaklaştı. Bu uzaklaşış altı sene kadar devam etmişti. Nihayet 1 3 2 1
[ 1 903-1 904] senesinde tekrar İstanbul'a dönerek sevgili mesleği gazeteciliğe
atıldı. İkdam'da, Sabah'ta makaleleri görünmeye başladı. Bir aralık Tercüman-ı
Hakfkat'in başmuharrirliğini yaptı.
1 324 [1 908] İnkılabı Mahmud Sadık'ı alem-i matbuatta bulmuştu. O
zaman yevmi olarak intişara başlayan Seıvet-i Fünı1n un riyaset-i tahririyesini
'

Mahmud Sadık deruhte etmişti. Kıymetdar makaleleriyle halkı İrşad ediyordu.


Yol gösteriyordu. Fikirleri hazırlıyor, Meşrutiyet'e, hürriyete alıştırıyordu.
Bir aralık Şı1ra-yı Ümmet gazetesine yazmaya başladı. Nihayet Abdullah
Zühdü'nün neşre başladığı Yeni Gazete'ye geçti.
Mahmud Sadık yalnız siyasi, fenni, ilmi, iktisadi, makalelerle değil, mizahi
parçalarla da halkın fikrini tenvire çalışıyordu. reni Gazete'de iken yazdığı
"Takvimden Bir Yaprak" ser-levhalı parçalar zamanının canlı, parlak, ince,
zarif, istihzalı birer tarihçesidir. Hemen her biri hakikaten takvim-i hayattan
koparılmış, heyecanlı bir yapraktır. Bunlar bilahare toplanarak Takvimden
Yapraklar namıyla kitap halinde neşredilmiştir.
Bundan maada Mahmud Sadık ictimai ve tahlili romanlar da yazmıştır.
Tekamül, Şark, Sevda ve Kalb i Şeyda121 unvanlı eserleri matbudur.
-

Mahmud Sadık'ın çok kuvvetli tercümeleri de vardır. Kuvvetli bir


tenkitçidir (critique). Meşrutiyet'i müteakip yeni bir program ile canlanan
Mekteb-i Mülkiye'ye Mahmud Sadık da maliye dersleri müderrisi olarak
gönderilmiş, birkaç dersten sonra talebenin hazır olmadığını görerek istifa
etmişti.
.Meşrutiyet'ten sonra çıkan birçok mecmua ve risalelere de Mahmud Sadık
iştirak etmektedir. Bugün saçları ağarmış bir halde olan Mahmud Sadık otuz
seneyi mütecaviz bir zamandan beri matbuatta çalışmaktadır. [s. 640] Ahmed
İhsan'ın Meşrutiyet'ten sonra İstanbul'da Cağaloğlu'nda Tanin Matbaası
yanında yaptırdığı matbaayı idare eden Servet-i FüntJ.n'u çıkaran Mahmud Sadık

ı2 ı Enver Naci, 28 Temmuz 1930 tarihinde vefat eden Mahmut Sadık'ın Rüşvet adlı bir
romanı da olduğunu belirtir, ancak Şark adlı romanından söz etmez. Bkz.Enver Naci, "Matbuatın
En Eski Emektan Mahmut Sadık'', Yanm Ay, sayı 1 46, 1 942, s. 6. (Haz. notu)
532 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

neşesinden bir zerre bile kaybetmemiştir. Matbaanın üst katındaki mını mını
odasına çekilir, makalelerini yazmak, gazeteyi tertibe koymak, gelen
ziyaretçileriyle görüşmekle vaktini geçirir. Aynı zamanda maliye müfettişidir.
Umı'.'ır-i maliye hususundaki ihtisası Maliye Nezareti'ne bağlı kalmasını da intac
etmiştir.

Akşamlan çakırkeyif olarak başına geçip, oturduğu masa önünde


memleketinin istikbalini, milletinin inkişafını düşünmekle vakit geçirir.

Lisanı, Mefkuresi, Tesiri


Mahmud Sadık'ın sade, samimi, seyyal bir lisanı vardır. Okuyanı sıkmadan
okutacak uzun hem de fenni, ilmi ve içtimai makaleler yazabilir. Bütün bu
cereyanlann yenileşmesini, tekamülünü takip eder ve yazdık.lan daima yeni,
daima taze, daima faydalı ve güzeldir.

Her zaman için gayesi ilim ve fmni halkın anlayacağı, istifade edebileceği
bir hale getirmek, vulgariser etmektir. Ahaliyi içinde bulunduğu o kara, o derin
cehaletten kurtarmak, korumak, hayatı onun idrak edebileceği bir halde
kendisine anlatmaktır. Bütün emelini, bütün mefkuresini (idea� bu hususa
bağlamış, bunun için çalışmıştır. Yazılan hep bu gaye ile yazılmıştır. Bu
maksadını Düşünce mecmuasının intişarı esnasında yazdığı şu, "Düşünce bir
maraz-ı ictimai mi?" unvanlı makalesinde de kısmen bildirmiştir:

"Düşünce'nin birinci nüshasını muhterem Hikmet Bey lütfen verdi . Baştan


aşağı bütün muhteviyatını dikkatle okudum. İstifade euim. Fikren lezzet buldum.

Bu güzel mecmuayı ele alır almaz ihtida ismi üzerinde biraz tevakkuf
etmiştim. Bu pek manalı ve şümullü bulduğum bir kelime beni birçok
düşüncelere sevk etmişti.

Düşünce'nin birinci nüshası mündericatını hatmettikten sonra tekrar- belki


de gayr-i ihtiyari- ismi üzerine geldim.

Birkaç sene oldu bir refik-i tahrirle bir gün yazıcılık ve gazetecilik üzerine
söyleşiyorduk. Diyorduk ki: Ah her şeyden evvel h alkımızı mantıki ve ilmi
düşünmeye alıştırabilirsek. Bilmem, ben mi yanlış görüyorum? Müşahedelerim
beni mi aldatıyor! Yoksa şuradan buradan bir kınntıcık edinebildiğim malumatı
iyi anlamamışım yahut hazmedememiştim de müşahedelerimi bunlarla
tanıdığım için garip garip neticeler mi [s. 642] çıkarıyorum! Hatta isterseniz
zihnimin bir noktaya saplanmış, bende bir 'fikr-i sabit' hasıl olmuş olduğunu da
farz edebilirsiniz!

Kırıntı malı'.'ımatıma, müşahedelerime yahut 'fikr-i sabit'ime göre


memleketimizde 'düşünce'nin yolunu ekseriyetin, halkın bilemediğine, öğrene­
mediğine kaniim . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 533

Kanaatim o derecede ki; herhalde talim ve terbiye için, ne yol tutulursa


tutulsun, nasıl bir esas konulursa konulsun her şeyden ewel halkı mantıki ve ilmi
bir surette düşünmeye alıştırmak lil.zım . . .

İnsanlar münferiden alınırsa bunların içinde birtakımları illetlerle maluldür.


Malfilleri, marizleri tedavi ve tenkit ile tababet uğraşıyor. Memleketimizde olsun,
daha müterakki ve mütemeddin memleketlerde olsun ictimaiyat filimlerinin bir
kitle-i ictimaiyeyi bir fert gibi tasavvur ettiklerini, bunun marazlarını
araştırdıklarını, teşhis koymaya, çare-i şilasını bulmaya çalıştıklarını görüyoruz.

Hele şu harp burada olduğu gibi sanırım ki; bütün muharip muhitlerde
emraz-ı ictimaiyeyi teşdid etmiştir. Bizim burada gördüğümüz, hem de pek
apaşikar gördüğümüz, bu hususta kendi hesabımıza şüphe ve tereddüde mahal
bırakmıyor! Bir kere mektepteki küçük çocuklardan başlayınca zengin, refah
içinde maişetini tanzime muktedir olan mahdud kimseler müstesna en yaşlılara
kadar çıkınız! Hemen her tabakayı fizyolojik, plıysiologi,que bir sefaletin istila etmiş
olduğunu görürsünüz!

Ahlak-ı umumiyedeki tereddiyattan bazı gazetelerimiz pek yana yakıla


bahsediyorlar, haklarını inkar edebilir miyiz? Bu hfile şahit değil miyiz? Bu
maişet gailesinde, bu boğaz buhranında fezail-i ahlakiyesini muhafaza
edebilenler de galiba kendilerini ferih ve fahur geçindirebilenler kadar mahdud
ve ma'dud kaldı! Hiç kendilerinden me'mfıl olmayan, senelerden beri
mazbutiyet-i ahlak.iyesi mücerreb bulunan işçilerden birçoğunun -zaruret
saikasıyla- hırsızlıklar yaptıklarım maatteessüf bir iki senedir göregeldim. Herkes
de görmüştür.

Sonra nüfus meselesi . . . Iskat-ı cenin meselesi . . . İşret meselesi . . . [s. 643]
Huzuzat-ı nefsaniye ve şehevaniyeye fazla derecede inhimak meselesi . . . Zaruret
ve sefaletin bunun üzerine aks-i ameli . . . Emraz-ı ictimaiyemiz o kadar çok ki;
doktorların birçok hastalıklara birden tutulmuş, tabib-i müdaviyi hangi tarafı
tamire başlayacağında mütehayyir bırakmış olan marizlere 'koleksiyon patalojik'
(collection pathalogi,que), mecma'-ı emraz dedikleri gibi bizim de hey'et-ı
ictimaiyemize böyle dememizi hatıra getiriyor.

Fakat harp sebebiyle teşeddüd ve tebarüz eden, şu birkaçını işaret ettiğimiz


emraz-ı ictimaiye miyanında hayli senelerden beri, yani harp ve harplerden çok
evvel, ben kendimce 'düşünce'yi emraz-ı ictimaiyemizden biri olarak telakki
etmiş, bunun tedavisine çalışılması lüzumuna kani olmuştum. İşte 'fikr-i sabit'im
budur.

Niçin? Böyle bir kanaat hasıl etmeme saik ne oldu? Felsefe kitaplarını,
psikoloji kitaplarım karıştırıyor, bir insanda düşüncenin nasıl doğduğunu, bunun
gelişigüzel doğup pek az ömür sürdükten sonra batan, yeni bir şekilde doğan
fikirlerden, yani çocuklarda görülen düşüncelerden nasıl ayırt edildiğini
anlamaya çalışıyordum. Mekanizmalarını araştırıyordum. 'Kavun' diye
düşünmekle vakıa zihinde bir fikir doğarsa da kavunun envfu çok olduğu,
534 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

nev'ine, biçimine göre, lezzetleri de tehalüf ettiği ıçın fikri tespit etmek
kavunların enva'ını tasnife, düşünülen kavunun hangi nev'den ve ne hassada
bulunduğunu tayine ihtiyaç var! Müphem, efradı şümullü fikirlerin başka
müsbit, muayyen ve mücerreb düşüncelerin hadisata ta'mimi ise büsbütün başka
şeyler . . .
Velhasıl düşüncenin müphem ve şamil olmaktan kurtarılması tam düşünce,
kanaat haline getirilmesi için dimağ bir mekanizmaya tabi . . . Böyle olmazsa
büyüklerin düşünceleri tıpkı çocukların düşünceleri gibi oluyor . . .
Bizde ortaya konulan düşüncelere, bunlara istinad ettirilen fiillere, amellere
[s. 644] bakıyordum. Yakından temas edebildiğim, düşüncelerini dinlediğim
birçok kimselerin de düşünmeleri tarzına bakıyordum . . . Düşüncenin halkımıza,
umumiyetimize göre çocuk düşüncelerinden farksız yahut ona yakın olduğunu
görüyor ve çırpınıyordum.
İşte böyle böyle 'Düşünce'nin de bizde maraz-ı ictimai şeklinde olduğu fikri,
düşüncesi dimağımda yer tuttu!
Kaniim ki; ictimaiyatçılanmızın, terbiyecilerimizin, ahlakiyatçılarımızın,
diğer emraz-ı ictimaiyemizi teşhis ve tedaviye çalışırken 'düşünce' meselesini
ehemmiyetle tetkik ve tetebbu etmeleri de elzem! Çünkü bir düşüncenin
dimağımızda tayininde, tekvininde henüz tufüliyet devrindeki gibiyiz! Ve bu
hususta sinn-i rüşde, rüşd-i medeni ve ilmiye vasıl olmaya çalışmak
ihtiyacındayız!"
Mahmud Sadık halk terbiyesini (education du peuple) istihdaf eden ruh-şinas
mürebbilerdendir.
İstediği derece vasi' bir muvaffakiyetle gayesine erememiş, fakat o uğurda
hayatını yıpratmış, çalışmış ve hala da çalışmaktadır.
Bütün yazdığı eserlerde ruhi tahliller yapar, hakikate yakından temas eder,
neşteri tam yaranın üstüne vurur. Bu husustaki uzun tedkik ve tecrübeleri kat'i
bir hazakat peyda etmiştir.
Fennin bütün hayat-ı tekamülünü (evolution) adım adım takipten bir zevk
aldığı için asrın terakki ve temeddününü idare eden kuwetlerin fende, ilimde
olduğunu takdir etmiş ve asrın bu nokta-i nazardan, bu gayeden edebiyata da
yaklaşan ediplerini tetebbu' etmiş, realisme'i bilhassa içtimai yaralan teşri' ve
tahlil için kuwetli bir meslek-i edebi telakki etmiş, hayalat peşinde koşmaktan
ihtiraz etmiştir. Acı da olsa, katı da olsa şifayı hakikatte aramış, hakikatte
olduğunu göstermeye çalışmıştır. Yazdığı romanlar da aynı ruh ile yazılmıştır.
Tetkiki eserlerdir. Mahmud Sadık'ın fikri ve ruhu mizaha da maildir. Nafiz
nazarlarına birer dürbün-i hakikat olan gözlüklerinin altından bu hayat
sahnesini temaşa ederken göremediğimiz, rollerini [s. 645] ayırmadığımız ne
kadar kahramanlar bulur, çıkarır ve bize gösterir, kudret-i zekasını takdir
etmemek elden gelmez. Takvimden rapraklar'ı hayat-ı ictimaiyeden günü gününe
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 535

alınmış levhaların, sahnelerin bir mecmuası, bir koleksiyonu, bütün yaşayan ve


bir hay u hı'.'ıy-ı ıstırab ve teşennüc içinde kıvranan alemin teselsül eden hayatını
gösteren bir sinema şerididir. İnsan onları okurken tabii bir sinema seyreder gibi
vakit vakit neşesinden güler, vakit vakit tesirinden mustarip olur. Herhalde
görür, duyar ve yaşar. Tasvirleri canlı, tahlilleri kuwetli, timsalleri hakikidir.
Mahmud Sadık haklı olarak uzun senelerden beri devam eden bir sa'yin
mükafatı olarak "Şeyhü'l-Muharririn" unvanını almış ve tamamıyla yeni ve
Garbi zihniyetle hayatı ve hadisatı görmüş ve göstermiş muktedir bir muharrir,
müdekkik ve rakik bir ediptir.
Nıgdr Hanım
NİGAR HANIM

Hayatı
Nigar Hanım Macar mühtedilerinden Osman Paşa'nın kızıdır. Kibar bir
aileye mensup olan annesi tab'an şair yaranlmış, şiiri çok sevmiş, yazamamış ise
de mütemadiyen okumuş ve okumaktan zevk almış bir kadındır.
Bir taraftan validesinden aldığı incelik ve hissilik verasetiyle diğer taraftan
ecnebi bir muhitte elde ettiği tahsil ve terbiyenin verdiği zihniyet ve itiyatlanmn
tesiri Nigar Hamm'da aristocrate zevkini kökleştirmiş, çok rakik, çok asabi, çok
marazi bir halet-i rCıhiyeye sahip olmuştu.
Şiire nasıl heves ettiğini kendisi bize şöyle anlatır:
"Bana ilk şiir hevesini veren, hilkatimdir. Çünkü ben on iki yaşında bir
çocuktum, kardeşim kazaen vefat etti ve benim en evvelki şiirim de, maatteessüf
bir mersiye oldu. Türkçeyi ben Kadıköy'ünde Fransız Mektebi'nde iken tederrüs
ettim. Pederim muallim olarak, Celal Sahir Bey'in kayınpederi olan Ebüllisan
Şükrü Efendi'yi intibah etmişti.
İlk yazılanın intişar ettiği zaman ben on dört yaşımda idim. Diyebilirim ki
şairlik zevkini validemden aldım. Çünkü validem gayet çok şiir okurdu. Zavallı
hasta olduğu zaman daima beyitler okurdu. Mamafih en büyük mülhimem
vatanımdır.
Bu sema, bu derya, bu Boğaz, beni onlar tehziz etti. Ben yazıyor ve
biriktiriyordum. Muhit müsait değildi. Sonra pederim rüfekasından bazılarına,
bazı manzumatımı gösterdiği zaman, niçin tab'edilmediğine dair itiraza maruz
kalmış; "bu teşvik neticesinde zaten tecemmü' etmiş olan Ejsus intişar etmişti."
- -

[s. 647] Nigar Hanım'ı şair eden amiller içinde, yaşadığı hayatın da tesiri
çoktur. Daha küçücükten beri aldığı terbiye kendisini çok naz ü naime
alıştırmıştı. Yedi yaşında iken Kadıköy Kız Mektebi'ne geceli olarak girmiş, fakat
aile şefkatinden dur olmamıştı.
Sinni biraz ilerleyip Almanca, Fransızca ve Rumca okuyup anlayabilecek
bir çağa geldiği zaman şairliği çoktan takarrür etmişti. Şimdi fıtri hassasiyetine
bir de gençliğin ve kadınlığın hayalperestliği ve asabiliği inzimam ediyordu.
Gençliğini gah Adalar'da, gah Boğaziçi'nde geçiren Nigar Hanım zevke,
eğlenceye, tenezzühe, musikiye pek meftun idi:
540 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Hayaumın en güzel zamanı şiir yazdığım anlardır, sonra da musiki


dinlediğim anlar; ben yalnız alafrangayı beğenip alaturkayı sevmeyen ecnebi­
perestlerden değilim. İkisi de güzeldir."
der.
Nigar Hanım'ın şairliği on yedi, on sekiz yaşlarında takarrür etmişti.
Yazdığı şarkılar nağmeler bestelenmiş, birçok yerlerde teganni edilirdi.
O seneler, o eğlence seneleri aynı zamanda Nigar Hanım'ın matem seneleri
idi. 1 3 1 3- 1 3 l 4 [ 1 895- 1 897] senelerinde annesini, babasını topraklara gömmüş,
genç ve mütehassis olan ruhu elemlerle dolmuştu. Bu intibaların zehirli tesirleri
"Aks-ı Sada!" unvanlı eserinde görülmüştür. 1 3 1 3'te [ 1 895- 1 896] vefat eden
validesinin kabrine kitabe olarak:
"Şurada medffm olan Osman Paşa'nın haremi, Nigar'ın validesidir.
Hakkında rahmet-i ilahiyeyi niyaz ile zairden ruhu için Fatiha temenni ederim.

Zair, şu seng-i kabre nigah ettiğin zaman.


Pişinde bir kitib-ı elemdir olan ı'yan:
Tam yirmi yıl esir idi müdhiş bir illete,
Zirinde haha dalmış olan cism-i bi-revan;
Medflın onda zevcelerin en vefalısı,
Bir mader-i şefıka vü hem-raz u mihr-ban;
[s. 648] Kıymctlisiydi duhter Ü zevcin o vfilide;
Onsuz refiki zar, kerimeyse girye-hun!
Matemle şimdi hep ser-i kabrinde bekliyor,
Mevküf:.ı girye şu iki kalb-i elem-nişan;
Durmakta münkesir ser ü payında daima,
Olmuşlar, ah! Merkadine sanki pas-ban.
Hayfa ki ah u nfilemize vermiyor cevab,
Etti o şimdi rahmet-i rahmana iktiran!"
manzumesini yazmış, mersiyeler söylemişti. Ara sıra babasıyla annesinin kabrine
kadar gidiyor, orada ağlaşıyorlardı. Nihayet bir sene sonra babasını topraklara
teslim etmişti. O zaman da:
"Mekteb-i Harbiye-i Şahane mualliminden merhum Osman Paşa'yı buraya
defnettiler. Kerimesi Nigar ruh-ı peder için zairden Fatiha niyaz eder.
Tarih-i velau: l 7 Mayıs 1 3 14 [29 Mayıs l 898] .

Namus-ı mücessemdi şu medfende yatan zat;


Askerdi, muallim idi, meftun-ı kemfilat.
Baştanbaşa bir rah-ı fazilet idi ömrü;
Mahiyeti hikmetle, sadakatle mübfilit.
Meyyal-i adfilet idi, meclub-ı nelais;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 541

Efal ile bu hasletini eyledi isbat.


Matem-zede bir duhteri bi-çare bıraktı
Bu ömre veda ettiği gün ye's ile heyhat!
Kimden kime kalbimde olur takat-i şekva?
Kanun-ı tabiat oluyor mucib-i afat.
Yadın, pederim, dilde senin yare-i müdhiş,
Ta mevte kadar yok buna imkan-ı müdavat.
Baktıkça şu deryaya iner eşk-i hazinim,
Pişimde döner, ah, o dehşetli hayalat."
[s. 649] diye bir kitabe-i seng-i mezar ile uzunca bir mersiye yazmıştı. O
tarihten sonra Nigar Hanım'ın yegane tesellisi şiir ve hülya olmuştu.
1 896- 1 897 seneleri ki Servet-i Fünun edebiyatının da çok parladığı
zamanlardı, Nigar Hanım'ın da şöhret bulduğu parlak bir devirdi. Nigar Hanım
bu zamanı kendisi şu suretle anlatır:
"O vakit beni en mütehassis eden şair Cenab'dı. Faik Aıi, o zamanlar yeni
yetişiyordu ve nazar-ı dikkatimi celbediyordu. Göksu'da her akşam, ya iki çifte
bir sandalla veya ehramlı bir kayıkla dolaşırdım ve dere o zamanlar Rendez vous -

de highlife122 idi; bütün kibarlar, orada telaki ederlerdi. Hakikaten de bir baştan
bir başa şiirlerimin okunduğunu isterdim."
Rumelihisarı'nda sahilde kendi yalılarında oturan Nigar Hanım gerek
deniz, gerek kara eğlencelerinden hiçbirini kaçırmazdı. Bilhassa kurduğu aile
hayatında umduğu saadeti, aradığı neşe ve ruhu bulamayınca, ruh ve zihniyet
itibarıyla kendisiyle mütenasip olmayan zevciyle imtizac edemeyince ye'sini
boğmak, elemlerini, mahrumiyetlerini unutmak, ruhi ihtiyaçlarını başkaca
tatmin edebilmek için kendisini serbest ve eğlenceli bir hayata atmış salonunu bir
mahfıl-i edebi ve bedii haline koyarak kibar ailelerden, ecnebi sefir ve
konsoloslardan birçok kimselere açmıştı.
Yahya Kemal:
"Kadınlarımız ve erkeklerimiz miyanında Fransızcayı en iyi konuşan bu
ince şaire, Almanlarla Heine'denl23, Almanca bahsedebiliyor. İstanbul
Rumcasına en tatlı bir telaffuzla sahiptir. Boğaziçi'ndeki sayfiyesi,
Nişantaşı'ndaki konağı, yalnız kendi eliyle süslenmiş o salonlar, nukuş-ı [s. 650]
beyciye. . . Şairenin yalnız ırki değil, hissi asaletinden de birer numunedir ... "
diyor.

122 "Kibar tabakanın mev'id-i mülakatı" demektir. �sınai! Hikmet'in notu)


1 23 Heinrich Heine 1 799'da Düsseldorfda doğmuş 1 756'da Paris'te ölmüş bir muharrir ve
şairdir. Hazin kinayeli ve elemli şiirleri ve Almanca ve Fransızca yazılmış kuwetli seyahat hatıraları
vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
542 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Nigar Hanım bu mahafilde zarafet, nezahet ve malumatıyla büyük şöhrete


mazhar olmuştu. Bilhassa milli adaba riayet gibi hususiyetleriyle de meşhur idi.
Yaşmak ferace ile gezmek, Boğaz'ın şeffaf mai sulannda iki çifte kayıkla
dolaşmak, cuma, pazar gibi muayyen ve kalabalık günlerde Boğaziçi'nin eğlence
yerlerine devam ederek orada kendi gazel, şarkı ve ninnilerini okuyan meşhur
hanendeleri, musiki-şinaslan ve musikiyi dinlemek hiçbir zaman terk etmediği
sevgili itiyatlanndan idi.
Çalınan bazı mücevheratını buldurmak hususunda büyük bir rü'yet ve
muvaffakiyet göstermiş olan zamanının Zaptiye Nazın meşhur şair ve edip
Nazım Paşa ile de tesis ettiği muarefe zamanında çok şayi olmuştu. Nigar
Hanım'ın müteaddit mektuplan, müteaddit manzumeleri vardır. Aralannda bir
nevi müşaare de geçmiştir.
Bütün İstanbul'un yüksek aileleri Nigar Hamm'ı tanırdı. Hayatı, yaşayışı
düşünüşü, görüşü, duyuşu itibarıyla Nigar Hanım yüksek sınıf şairlerinden canlı
bir enmuzecdir (!Ype).
Aile hayatında uğradığı inkisar, çocuklarına karşı kalbinde derin, köklü bir
şefkat yaşatmış olmakla beraber onlara maddeten bağlanabilmesine hayatının
zevklerini onlann huzuruyla, onların neşe ve elemlerine iştirak ile elde etmesine,
yaşamasına kuwetli bir mani teşkil etmiştir.
Çocuklan bu hassas, bu rakik, bu şefik, bu ince ve şair ananın marazi ve
asabi şefkatlerine rağmen birer garip öksüz hayatı yaşamışlar, boyunlan bükük
büyümüşlerdir. Ana sinesinde büyümek o aşkı, o harareti tatmak saadetinden
uzak yetişmişlerdir.
İnkisar-ı emele (desillusion) uğramış bir hayatın acılıklan, üzüntüleri,
hırçınlıklanyla zehirlenen aşkı hakkıyla tatmin edilememekten mütevellit ve
sürekli [s. 650] bir hicran ve halecan ile bütün hayatına tahakküm etmiş, bütün
hayatını pençesi altında ezmiştir. Bu yaralı ve çalkantılı kalpte yaşayan evlat
sevgisi varlığını canlı ve heyecanlı bir surette gösterecek pek az fırsat bulabilmiş,
pek az vesile göstermiştir. Ancak müteessir ve meyus dakikalarında müftekır
olduğu teselliler arasında bir iki manzume, bir iki şiir, bir iki ninni bu gizli kalan
muhabbetin bu gömülü yaşayan ateşin şerareleri halinde görünebilmiştir. Nigar
Hanım devr-i teceddüdde yetişmiş, Ekrem'lerden, Hamid'lerden çok istifade
etmiş bir şairedir. Bilhassa eski Osmanlı şiir ve şairlerinden ilham alarak yazıya
başlamıştır. Ejsı1s'u o tesirler altında büyümüş ve yazılmıştır. Kendisi:
"O zamanlar ben eski divanları okurdum. Leyla, Şeref Divanları, Esad
Muhlis Paşa Divanı ... O vakitler sabahlara kadar dirseklerim yazıhane üstünden
kalkmazdı. .. Hep eski divanları okurdum ... Eskiler arasında beni en çok Fuzfıli
mütehassis etti. Fuzuli ve Nedim. Bunlann ikisi arasında o kadar fark vardır ki
birisi sevdavilikte derin ... Ötekini de şuhluğundan, şakraklığından severdim . . . "
diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 543

Eskilerden büyük intibalar aldığında şüphe yok, fakat çok sevdiği Hamid'le
Ekrem'den de pek çok şeyler almıştır. Ekrem'in pek umumi olan tesiri Nigar
Hanım' da da pek aşikar surette görülmektedir.

"Benim o mülhem-i eş'ar u sanihatımdır


Baid olsa dahi hilim-i hayatımdır"

beytini okuyup da Ekrem'in "Tefekkür"ünü bilhassa:

"Benim nedime-i ruhum tefekküratımdır


Dem-i tefekkürüm en hoş dem-i hayatımdır"

beytini hatırlamamak mümkün olur mu?

"Mevsimin subh-ı nefha-darında,


Gecenin saye-zar-ı tarında,
[s. 652] Ömrümün her-dem-i mesarında,
Her dem-i şevk ü iğbirannda,
Gönlümün hal-i bi-kararında
Anarım sevdiğim seni anarım!

Gece vakf-ı sükun olur derya,


Bir lisan-ı beliğ eder peyda;
Mütekellim gibi bütün eşya...
Dereden akseden o tatlı sacla
Dile verdikçe meyl-i hüzn ü büka
Anarım, sevdiğim, seni anarım!

O sükunet şebin mefili midir?


Hilkatin ya lisan-ı hali midir?
Gizli sevdaların melali midir?
Hissimin bir ziyan-ı lali midir?
Diyerek, aks-i infiali midir?
Anarım, sevdiğim, seni anarım!

Şu müzerkeş sütfın-ı pür-envar


- Ki bütün canibine şu'le-nisar -
Oluyor mevce mevce lerziş-dar. ..
Onda muzmer meani-i ebkar
Ediyor namını bana tekrar.
Anarım, sevdiğim, seni anarım!
544 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

o siyeh sayelerle aks-i cibal


Sahilin hüsnünü eder ikmal;
[s. 653] Bu mehasin, bu nurlar, bu zılal
Ruha verdikçe vüs'at-i amal
Olurum yada çeşmini meyyfil,
Ananın, sevdiğim, seni ananın!

Ananın hasılı seni her an,


Seni ey mlınis-i dil ü vicdan,
Seni ey nur-ı dide, neşve-i can,
Seni ey maksad-ı hayat-ı cinan ...
Zir ü balaya ben olup nigeran
Ananın, sevdiğim, seni ananın!"
manzumesini okurken de Ekrem'in "Yad et beni gamlı gamlı yad et" mısraıyla
"Yad Et" unvanlı manzumesini, biraz da Hamid'in:

"Severim ba'zı ben şeb-i tan


Veririm subh-ı nev-bahan ana
Duş-ı nazında zülf-i zer-tan
Görünür yarimin haya.Ji bana... "
manzumesinin ruhunu, izlerini okumak mümkündür.

Nigar Hanım üzerinde izler bırakanlar sadece bunlar değil, Edebiyat-ı


Cedide şairlerinin, Fikret'lerin, Cenab'lann ve arkadaşlarının da tesirleri vardır.
Dt>nebilir ki Nigar Hanım bu iki cereyanın bir hadd-i vaslıdır (trait d 'union).
"Aks-i Sada"sı intişar ettiği zamanlar Servet-i Fünun bu eseri takdir etmişti. Nigar
Hanım'ın şöhretini işaaya çalışmıştı. Nigar Hanım o zaman ancak Efius'unu
neşretmiş genç ve ateşli bir şaire idi. Asıl eserlerini ondan sonra vermiştir.

Saraylara gınp çıkan, sultanlarla münasebet peyda eden Nigar Hanım


bilhassa harpten evvel sabık halife ve son sultan olan Vahideddin Altıncı
Mehmed'in [s. 654] kızlanna, sultanlara muallimelik ediyordu. Son zamanlarına
kadar bu yüksek hayatta devamdan büyük bir lezzet alan Nigar Hanım, ecnebi
şairlerden de çok tesirler görmüştü. Hugo, Musset, Lamartine gibi şairleri, hatta
Sully Prudhomme'lan ve diğer parnasyenleri de okuyordu. Türk şaireleri içinde
büyük bir kıymet ve şöhreti haiz olan Nigar Hanım "tifüs" hastalığına tutularak
Hamidiye Etffıl Hastahanesi'ne nakledilmiş ve bu hastalıktan kurtulamayarak
1 334 [ 1 9 1 8] senesi evvellerinde vefat etmiş ve Rumelihisan'nda sahil
kabristanına defnedilmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 545

[s. 655] Eserleri, Lisanı ve Şiiri


Efrus, Niran, Aks-i Sada ve Sefahat-ı Kalb namında eserleriyle kudret ve
şairiyetini ispat eden Nigar Hanım'ın lisanında biraz eskiliğe çalar çeşni vardır.
Vezin ve kafiyenin hatırı için ihtiyar olunmuş kelimeler, bazı eski terkipler
görülür. Pek temiz ve pürüzsüz olmayan lisanı, sanatın ruhu'r-rılhu olan ihlas ve
samimiyetle (sinceritt) doludur. Ruhunun bütün iltivfilannı, i'vicaclannı
gizleyemeyen bu şaire Türklerin Madam Desbordes-Valmore'udur.124 Nigar
H anım da tıpkı bu ateşli Fransız şairesi gibi kalbi elemlerini terennüm etmiş,
hicranlannı, buhranlannı, ıstırap ve heyecanlannı çağlamıştır. Teselli
bulamayan ruhunun eninlerini inlemiştir. Hummalı dudaklanndan dökülen
teskin edilememiş öksüz bir aşkın hıçkınklan gözlerinden serpilen anlaşılamamış
bir şefkatin yakıcı yaşlandır:

"Gücenme, muztaribim, na-şikib-i hicranım;


Gücenme, münkesirü'l-hatınm, perişanım;
Gücenme, merhamet et, bi-nasib-i vuslatına;
Gücenme, yaralıyım Aslı iştiyakınla,
Gücenme, Aslı harabım senin fırakınla...
Düşün ... Kaçar mıyım, ey yar, ihtiyanmla?

Mücahid olmadayım kalb-i bi-kararımla


Tahammül etmek için ıztırab-ı firkatine..
Bu hasta kalbime dünyada tesliyet yokken
Gücenme, kırma beni bir de iğbirar ile sen.
[s. 656]
Tevahhuşunıla nıüsebbib benim bu hicrana;
Bu ıztırab müşabih azab-ı vicdana.
Tahatturuyla bunun sızlıyor cerihalanm;
Niçin bu yareleri açtın iltilatınla;
Mürüwetinle, o gösterdiğin sebatınla?

Amik-i hüzn ile perverde-kalb-i rencidem,


Hayal ü hatıranı artık siyili-reng-i elem.
Bütün cevanibe nafiz gibi bugün kederim:
Senin görünmediğin yerler, ah, pek mağmum...
Gücenme, Aslı yetişti bu tfili'-i meş'um:"

m M. Desbordes-Valmore l 786'da doğmuş 1859'da Paris'te ölmüş elemler ıstıraplar içinde

yaşamış romantique bir Fransız şairesidir. Birkaç şiir mecmuasıyla gençlik için bir hayli romanlar
yazmıştır. �sınai! Hikmet'in notu)
546 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diye sitemler, niyazlar, itiraflar yaşatan Nigar Hanım da ilham itibarıyla upkı
Recaizade gibi hissiyyundan (sentimentaliste) meslek-i edebi itibarıyla da bir
hayalidir (romantique).

Yazılarında yaşanmış, duyulmuş, ra'şe-dar bir rebabilik (!yrisme) vardır.


Birçok şarkıları, (irotique) garami şiir parçalarıdır:

"Şarkı
yandı derd-i hicr ile canım, yetiş!
intizar öldürdü, cananım, yetiş!
Pür-teessür, pek perişanım, yetiş!
İntizar öldürdü, cananım yetiş!..

Clıy-barı neylesin sensiz gönül,


Ömrü, hatta, yar-ı gül-tensiz gönül;
Döndü hıiristana gül-şensiz gönül;
İntizar öldürdü, cananım yetiş."

Şaireler arasında en çok şarkı yazan Nigar Hanım olmuştur. Şarkıların


[s. 657] hemen hepsi de aşktan, hicrandan, elemden bahseder, hepsi yanık ve
yakıcıdır.

Nigar Hanım'ın hemen bütün yazılarında sari bir elem, şamil bir ısurap
vardır:

"Seninle söyleşelim gel menakıb-ı aşkı


Cebelde, yan yana, mehtaba karşı, ey dil-dar;
Bitirme, söyle melek, söyle, söyle et tekrar
Bütün o ahd-i garamı, terane-i şevki;
Şikayet et bana benden, vefasız addeyle,
Beni tazallümün üzsün fakat yine söyle!"

teranesi kalbi ifade, hakiki teessürün canlı bir numunesidir. Nigar Hanım'ın
yazılarında kadınlığın bütün hassasiyeti, bütün maraziyeti, bütün asabiyeti
yaşamaktadır. İnsan o kalbi birçok yerlerde bütün çıplaklığıyla görüyor.

Muazzez ölülere ait en küçük şeyler, tıpkı Recaizade Ekrem gibi, Nigar
Hanım'ın da ruhunda çalkanular peyda ediyor, risai (eligiaque) hassasiyeti
kabarıyor, için için ağlarken taşıyor. İşte "Kardeşimin Fesi" unvanlı şiiri:

"Sevimli anneciğim, işte na-gehan, şimdi


Yine hüviyyet-i matem-nisarın oldu ı'yan;
Gözümde parladı birden o vaz'-ı pür-halecan
Ki en acıklı gamın bir nişan-ı kahrı idi!
Şehid-i nekbet olan kardeşim ufülüyle
Seni silinmeyecek derde eylemişti esir,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 547

Bütün bakıyye-i ezmanına şümlılüyle


Huzilr u ömrünü etmişti tar u matem-gir!
Sinin geçti, fakat geçmedi senin kederin;
Relakatinde götürdük o ye'si makberine...
Göründü, bak, yine birden o hal-i derbederin
Derin tahassüsü hicranla şimdi duhterine:
[s. 658] Süylıl-i matemi isar eder iken, bir gün,
Donuktu gözlerinin reng-i dehşet-ah1du;
Dü-destinin biri göğsünde, diğeri düşkün ...
Görüp o hali ben, o vaz'-ı cinnet-filı1du
Koşup sarıldım o dest-i nahifıne der-an
Ve göğsünün o yanan noktasında gizlediğin
Onun fesiydi; çıkardım. Gözünde yaş ile kan,
Figanlar eyledik öptük, yine nihan ettik. . .
Diyordu gözlerinin ma'ni-i bülendi bana:
"Hayır, bunu alamazsın, kader, ecel mi adın?
Tasavvurundan, evet eyle şimdi isti'la:
Müekkili olamaz ellerin o celladın..... "
Çocukluğumda geçen bu felaketin el'an
Bugün de yırtılıyor işte yad-ı kahrıyla
Şu hasta kalb-i elem-kar u zar u nfile-künan;
Azim olan o gamın yad-ı kahr u zehriyle
Gözümden inmede zehrin ü ateşin yaşlar;
Firakınız beni işte bugün de etti harab!
Ne oldu ah! O muazzez, o sevgili başlar?
Türab ... Vfilid ü mader. .. Biraderim de türab
Ve ben bu hak-i siyahın şu sath-ı tannda
Sürüklerim bu siyah ömrümün elemlerini,
Nasib-i gam-zedemin gam-feza kenarında
Çeker, durur, giderim tfili'in sitemlerini!"
Nigar Hanım'ın nesri de nazmı gibi samimi ve kalbidir. İntişar eden
eserlerinde mensur parçalan da vardır. Aks-i Sada'smdaki "Valideynim" adlı
parçası canlı bir numune teşkil etmektedir:
[s. 659] "Yazmak ihtiyacı... Evet bunu hisseyliyorum. O da imdada
gelmezse bilmem bu gece ne yaparım? Bütün gün o aram-gah-ı ebedinizde,
ayaklarınız ucunda döktüğüm sirişk-i elem tahfıf-i ıztıraba kilayet edemediğini
hala şu dakikada takattur etmekle ilan ediyor.
Gidip gidip de ser-i kabrinize tekrar ric'at etmek suretiyle ruhum ervah-ı
mukaddesenize taalluk edip kaldığı o evan-ı matemde acaba kerime-i felaket­
didenizin nasıl bir ye's-i hıred-sı1z ile müteessir, derd-i fırakınızla ne derece dil­
hı1n olduğunu hissettiniz mi?
548 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Azab-ı hasreti valideminkinden daha yeni olan babacığım! Geçen sene bu


zaman seninle birlikte onun, o ikimizin de kıymetlisi anneciğimin ser-i kabrine
gittiğimiz zaman ona daha çabuk kavuşmak için benden aynlmağı temenni
eylemiştin; ben ise o gi rye-i me'yusane arasında, bana acımadan böyle bir
arzunun beyanına kalbinin nasıl razı olduğunu, ikinizin hasreti beni ne hale
getireceği ni niçin düşünmek istemediğini sual etmiştim. Nur-ı vech -i asilin
cevher-i siıişk ile pinlye-dar olduğu halde seni de o sevdiğim, sevdiğim için orada
defin-i hak olmak istediğim noktada, refıka-i fa.niyenin ta yanında hake tevdi
etmemizi tavsiyeden sonra yine ona teveccühle 'Allah'a emanet ol!' deyip
yürümüştük. Ah! Babacığım, bunlar hatın nda mı?
Acaba tecennün mü ediyoru m?
İ şte şimdi sen kurb-ı maderde yatıyorsun. Ben de sıklet-i cisme tab-aver
ol amayan zanu -yı ra'şe-danm üzerinde ervahınıza Fatiha-han olarak ağlıyorum.
Ağlıyorum. Her taraf sakin, mezarınız kadar sakit. Ne bir kayık geçiyor, ne bir
vapur şamatası işitiliyor, sanki Boğaz'da amed-şüd eden vesait-i nakliye, bir
müdde t için, bendeki ye's-i arnika hürmeten ta'til-i iştigal etmiş, tabiat
hıçkınklanmı dinliyor...
İ şte şimdi sizi, o sevdiğim sahildeki anlm-gah-ı ebedinizi terk (s. 660] ile
vahdet-geh-i hazinime kapandım; bütün hatıratım sizinle meşhun... O şam-ı
garibane, o gurub, bu menıizınn cümlesi teessünltımı teşdid ediyor.
011 Bu karşıdan gelen musiki sesi, bu keman yüreğimi yırtıyor, güya kalbim
bütün tar-ı elemden müteşekkil imiş gibi her birini ayn ayn koparıyor; değil mi,
anneciğim? Sen kemanı filat-ı m üsikiyenin hepsine tercih ederdin?
Hatırında mı, babacığım? Sen bana yeni piyano talim ettirdiğin zaman
kendi kendime meşk ettiğim sırada bir ''fausse-not,e" yapsam bir iki merdiven
inmek zahmetini ihtiyar ederek ta yanıma gelir de onu ihtar ederdin, her şeyden
ziyade musikiyi severdin; hasta olduğun günlerde bana kamilen "Norma"
operasını çaldınrdın; zaman-ı afiyetinde ise kendi asar-ı irfanın olan parçalan
çaldığım geceler bana gitar ile refakat eylerdin . ..
Bütün bu elvah bu gece yine gözlerim önünde canlandı. Sen neredesin?
Validem nerede? Ben nerede kaldım? Niçin kaldım? Heyhat teksir-i taksirat
için . ..
Bir gün benim de çocuklanm ser-i kabrime gelecek, onlar da benim için
ağlayacak ben Allah-ı zü'l-cela!den şunu temenni ederim ki bütün hayatımda
ben sizin için ne düşündüm, ne hissettimse onlann da kalbinde bana dair öyle
hissiyat bulunsun; rahmet-i ilahiden sonra bu benim için kafidir." 125

1 2� Nigar Hanım hakkında daha geniş bilgi için bkz. Nazan Bekiroğlu, Şair Nıgô.r Hanım,
İstanbul 1998.
Ahmed Rasim
AHMED RASİM

Hayatı
Bahaeddin Efendi isminde bir zatın oğlu olan Ahmed Rasim 1 283'te
[ 1 865] İstanbul'da Sangüzel'de doğmuştur.
Ana ve babasının dizi dibinde büyüyen bu İstanbul çocuğu da bütün hem­
sinleri gibi mahalle mektebinde ilk tahsiline başlayarak zeka ve istidadının ilk
emarelerini göstermeye başladığı sıralarda babasını kaybederek yetim kalmış ve
tabii babasızlığın bütün mahrumiyetlerini tatmış, eziyetlerini çekmiştir. Rasim
çocukluğuna ve mahalle mektebine ait hatırayı şöyle hikaye ediyor:
"Valide beni Sofular Mektebi'ne götürdüğü gün hocaya:
-Eti senin, kemiği benim . . .
demiş idi. Bilmem ki bu sözü bilerek mi, yoksa bilmeyerek mi söylemiş idi?
Zevahir-i ahvale bakılırsa bilmeyerek söylemiş olacak! Çünkü bana bir fiske
vurmaya kıyamayan o vücud-ı muhterem, elbette beni sopa, falaka altında
kıvrım kıvrım, giryan ve perişan görmekten zevk alamaz, okumak namına böyle
işkencelere, azaba girdikçe rıza gösteremezdi.
Pek iyi hatırlanın ki Sofular Mektebi'nin hocası halim selim bir zat idi. Beni
ne dövdü, ne azarladı, ne hırpaladı. Bildiği kadar öğretmeye çalıştı. Fakat nakl-i
hane münasebetiyle Hafız Paşa Mektebi'ne gitmeye başladığım zaman hoca
yüzünden hayat-ı sabavetimin en müthiş devrelerini gördüm. Kulağımda bir ses,
muttasıl bana şu cümleyi tekrar ederdi:
-Bu hoca falaka altında birkaç çocuk öldürmüş!
Filvaki öldürdüğünü görmedim ama bayılttığını gördüm. Bir sabah [s. 662]
hıfza çalışanlardan bir tanesini falakaya yıktırdı. Bütün şakirdanın çeşm-i
medhuşu önünde bir yanlış hatırası için belki kırk değnek vurdu. Darbelerini
oturduğu minderden kalkıp indiriyordu. Şimşirden çekilmiş, kısa bir sopa biçare
hafızın tabanlarına indikçe bağırıp inliyordu. Falakanın birer ucundan yapışıp
tutan kalfa ile çömezin gayreti dü-bfila oluyordu.
Bir an oldu ki mazrub teslim-i ruh etmiş gibi sakit ve camid kaldı. Hoca
merhamete gelmiş olmalı ki:
-Alın musluğa götürün!
diye emir verdi. Zavallıyı sürüklediler. Başını yerlere vura vura bahçeye kadar
götürdüler. Hep bakıyorduk, çıplak ayaklarını muslukların altına soktular.
552 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Tırnaklan mosmor olmuş idi. Su, kan oturmuş tabanlannı ıslatıp da oradaki
uyuşmuş hayatı kımıldanmaya başladıkça zavallının da gözleri açılıp
kapanıyordu.

Ben baktıkça öyle korktum, öyle korktum ki ilk fırsatta cüz'ümü, cüz kesemi
bırakarak kendimi sokağa attım, tabanlan kaldırarak eve doğru var süratimle
koştum, kapı açılıp da içeriye girdiğim zaman kendimde değil idim. Taşlığa
yatıvermişim!

Gözümü açtığım zaman ser-balinimde mahalledeki teyzelerimi gördüm !


Ağlıyorlardı. Bana soruyorlardı.

-Oğlum sana ne oldu?

Evet bana ne oldu? Bilmiyordum. Yalnız gözlerimin önünde sedli bir


muhit, onun içinde müthiş bir darp ameliyesi, bir feryat, bir sükun-ı mevtfü, bir
sürünme, dirilmek için bir çabalanma tecessüm edip duruyordu. Mahfıf bir
halet-i rfıhiyeye düşmüş idim, validem, melul ve mahzun içeri girince yerimden
fırladım, ayaklanna kapandım.

-Beni bir daha o mektebe gönderme!

[s.663] diye ağlaya ağlaya yalvardım.

-Niçin?

diye sormadı bile. Bende büyük bir korku gördüğü cihetle:

-Peki, göndermem dedi . . . "

Memleketin en buhranlı, en karanlık, en bedbaht zamanlarından olan 1 292


[ 1 876] tarihlerinde içtimai inkılablann meydan aldığı, siyasi dolaplann devrana
başladığı, bin bir türlü iğtişciş ve ihtilalin üst üste geldiği dahili kanşıklıklar
tamamıyla yatışmadan harici gürültülerin baş göstermeye başladığı sıralarda
anasıyla yalnız kalan Ahmed Rasim bazı hayr-hah delaletler, müşfik
himayetlerle o zamanın en mükemmel ve muntazam irfan müesseselerinden
olan Darüşşafaka mektebine yazılmıştı.

Bunu da Ahmed Rasim kendi lisanıyla bize nakl Ü medh ediyor:

"Mektebe girdiğimde 1 292 [ 1 876] bir tarafının da etfül-i inasa tahsisen


inşa edilmiş olduğuna dair rivayetler de var idi. Hatta o zamanlar dershanelerin
bulunduğu üçüncü katta, iki daire arasında ve Haliç'e nazır cephe üzerinde bir
saha-i fasıla hizmetini gören gayetle büyük, kavisli bir dershane var idi ki
burasının mahza bu maksada mebni olarak yapılmış olduğu söyleniyordu.

Zaman geçtikçe bu tasavvur kale alınmaz oldu. Hele Darüşşafaka halden


hale, idareden idareye geçtikten ve nizam ve intizamı külli halel-dar olduktan
sonra bütün bütün unutuldu. O Darüşşafaka ki mebadi-i tesisini takip eden
senelerde şfilcirdanının terbiyesi, itaati, kanaati, çalışkanlığı, terbiye-i umumiye
nokta-i nazanndan haiz olduğu etvar-ı edibanesi, mektepte, sokakta, hanelerde
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 553

izhar eylediği evza'-ı mahsılsası şehirde adeta darb-ı mesel hükmünü almış, her
kadirşinasa, her vatanpervere bir şevk-i tahsin getirmişti. Fakat azim azim
teessüflere sezadır ki bu terbiye biraz zaman sonra bozulmaya ve müessesenin
şiraze-i intizamı na-ehil ellerin temasıyla çözülmeye başladı. Ne müdüriyet, ne
meclis, ne de erkan-ı tedrisiye bir kere elde edilmiş olan bu mühim Iaide-i
ictimaiyenin kıymetini bilemediler . . .
"

diye teessüflerini de ketmedemiyor.


[s. 664] Darüşşafaka'ya yazılış Ahmed Rasim için saadetin yüz göstermesi,
taliinin gülmesi demektir.
Fıtratının dimağına nakşettiği ateş-i zekayı, ruhuna aşıladığı kabiliyet-i
terakkiyi gösterecek feyyaz bir zemin, müsait bir muhit bulmuştu. Harbin
felaketli, sefaletli ve süfliyetli zamanlarını mektebin teselli-kar, metin ve sahabetli
duvarları arasında emin ve müsterih bir kalp ile geçirmiş, kendisini olanca şevk
ve hararetiyle sa'y ve tahsile vermişti.
Hiçbir arızaya uğramadan muntazam (systematique) ve neşeli geçen bu sekiz
senelik tahsil devresi Ahmed Rasim'in benliğinde büyük, derin ve kat'i tesirler
bırakmıştı. 1 300 [1 883] tarihinde şahadetnamesini alıp çıkarken Rasim nefsine
itimat besler, ilmi ve sa'yi sever, bilhassa matbuata karşı kalbinde derin bir zaaf
duyardı.
Tabii bu duygulan daha mektep sıralarında kendini göstermiş, edebiyatı
çok sevmiş, yazı ile fazlaca alakadar görünmüştü. Bütün bunlar yaradılışında
mevcut olan isti'dad-ı mahsusun tabii sevkinden ileri gelirdi. Nihayet muhtar ve
müntehab mesleği olan yazıcılığa intisab etmekte gecikmemişti.
Ahmed Rasim de, meslektaşı Mahmud Sadık gibi, matbuatı çok seven,
matbuattan hiç aynlmak istemeyen muharrirlerdendir. Kendisinden birkaç sene
ewel yazıcılığa başlamış olan Mahmud Sadık fenni, içtimai makaleleriyle halkı
terbiyeye uğraştığı halde Ahmed Rasim daha ziyade edebi, tarihi ve mizahi
vadilerde yürümüştür.
Bütün muharrirlerin pek bağlı oldukları Babıali Caddesi, Ahmed Rasim'in
gözdesi idi. Mektepten çıkar çıkmaz onun sinesine, onun kucağına atılmış,
bugüne kadar o hararetli sineden ayrılmamış, vefasızlık göstermemiştir.
Ahmed Rasim de tıpkı Mahmud Sadık gibi hemen her yeni çıkan risale ve
mecmuaya yardım etmiş, yevmi, üsbUi, nim-mahi bütün gazetelere yazı yazmış
bir muharrirdir. İlk yazmaya başladığı gazete Ceride-i Havadis olmuştur. Sonralan
Tercüman-i Hak:ikat'te çalışmaya başlamıştır.
[s. 665] Ceride-i Havddis te Hüseyin Rahmi ile beraber çalışır, hususuyla
'

Fransızca'dan tercümeler yapardı. Yazıcılık hayatına hemen Hüseyin Rahmi ile


beraber başlamış gibidir. Aynı zamanda mizahi (satirique) yazı yazmak hususunda
aralarında bir nevi karabet de vardır. Rahmi daha ziyade romanlara ehemmiyet
vermiş, Rasim küçük hikayeleri tercih etmiştir.
554 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Rasim ikdam, Sabah, Tarik, Saadet, Malumat, Servet, Tasvir-i Ejktir, Hak
gazeteleri gibi yevmi cerfüdde birçok makaleler yazmıştır. Bundan maada Rasim
haftalık mecmualarda da yazı yazardı. Servet-i Füntln'da, Resimli Gazete'de MalUmat
ve Mekteb'de de makaleleri, hikayeleri vardır.
Ahmed Rasim'in en ziyade tab'ına münasip gelen nevi (genre) mizah sahası
(humoristique) olmuştur. Bu vadide yazdığı müteaddid makaleleri bilahare kitap
halinde de basılmıştır. Ciddiyata bile çok zaman bir eda-yı hezl vererek ifade
eder. Bazı eserleri taklit ve tanzirden vareste denecek kadar kuvvetlidir,
muvaffakiyetlidir.
Bu hayata karşı beslediği hakiki aşk saikasıyla daha pek çok eserler vücuda
getirmiştir. Hem asrın, hem matbuatın, hem bazı eşhasın tarihine, tercüme-i
haline yardım edecek kuvvetli ve faydalı mallımatlan haiz olan birçok eserleri
vardır.
Dört cilt teşkil eden Ömr-i &kbfsi asıl (origi,na� ve samimi (sincere) bir eserdir.
Ki.tabe-i Gam unvanlı eserleri de bütün halk tarafından sevile sevile okunan
eserlerdendir.
Rasim yalnız bu romanları ve küçük hikayeleri ile iktila etmiş, edebilmiş
değildir. Bundan maada memleketin lisanına her vechile birçok faydalar temin
edecek olan mektep kitaptan da yazmıştır.
Mesela tarihe, Tarih-i Osmanf ve İslam'a, sarf ve nahve, imlaya, hesaba dair
iptidailer için eserleri vardır. Bu küçükler mektepleri için yazdığı eserlerin adedi
her halde yirmiden fazladır.
Şehir Mektuplan, Mudhikat-i Dehr gibi mizahi eserlerinin kıymeti de inkar [s.
666] edilemez. Şurası da şayan-ı nazardır ki Ahmed Rasim bu güne gelinceye
kadar feyz ve füsununu kaybetmemiş zinde bir ediptir.
Mendkıb-ı lsMm, Külliyat-ı Say ve Tahrir, Tarih ve Muharrir gibi ciddi ve tarihi
eserleri de vardır. Ahmed Rasim hemen her nevi yazıda kalemini tecrübe etmiş,
hepsinde de asıl (origina� ve nevi şahsına mahsus bir çığırda yazmıştır. Oldukça
geniş bir tetebbu'a malik olan Ahmed Rasim geniş de bir malumat elde etmiştir.
O sayede yazdığı yazılannda bir lübbü, bir mağzı, bir kıymeti vardır. Vukuf ve
ihatası kuvvetli, muhakemesi sağlam bir muharrirdir.
İstibdat zamanlannda da Abdülhamid'in bütün vesveselerine, bütün
tevehhümlerine rağmen muntazaman yazmakta devam eden, matbuat
aleminden kat'iyen el çekmeyen, sade kalemiyle geçinen bir tek muharrir sadece
Ahmed Rasim'dir denebilir. Kalemi idare etmeği bilmek sayesinde istibdadın
nefiy ve tagribine uğramaktan nefsini kurtarabilmiştir.
Hayatı feylesolane bir neşe içinde geçen Ahmed Rasim kendisini fazlaca
içkiye kaptırmıştır, keyfi de sever. Bütün eğlence yerlerinde ve bilhassa meşhur
musikişinaslann ve üstatlann çalıp çağırdıkları yerlerde Ahmed Rasim'i bir
köşeye çekilmiş mezesi, içkisi önünde baş açık bir vecd ve istiğraka dalmış musiki
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 555

dinlerken görmek mümkündür denilebilir. Tabiatın tabii bir meftunu, bir


mecnunudur. Papazınbağı, Kuşdili, Mısırlıoğlu gibi mesirelerde bir hazz-ı
ruhani bulur. Güler, söyler, söyletir, dinler bazen okunan şarkılara kalbi bir eda
ile iştirak eder, sinesinde çırpınan yaralı bir kuş vardır.
"Dilberimsin sevdiğim yoktur nazirin bi-riya
Doldu gönlüm lem'a-i aşkınla oldu neşe'-za
Nergis-i mestanına canlar dayanmaz ey şeha
Sensin ey ümmid-i aşkım derdime ancak deva"
gibi kendi tarafından yazılmış ve meşhur bestekarlar tarafından bestelenmiş [s.
667] ve halk arasında daima terennüm edilen birçok şarkıları da vardır.
Yorulmaz dimağının, yorgun vücudunun bir hazzı da bu şarkılarının derin bir
neşe ile okunup çalındığım dinlemektir.
Ahmed Rasim, 1 324 İnkılabı'ndan [ 1 908] sonra da birçok gazetelerde
yazmıştır el'an yazmaktadır. Bir zamanlar Sabah'ta yazardı, bir zaman İleri'de
yazdı. Esasen Rasim rindmeşrep bir zattır. Para aşkı için yazı yazanlardan
değildir. Yazdığı yazılara göre de para almaz.
Meşrutiyet'ten sonra yazdığı eserler içinde bilhassa büyük bir kıymeti olan
eseri dört cilt üzre tab ve neşrettiği Osmanlı Tarihi'dir. Bu eseri uzun bir tetkik ve
tetebbu'un, yorulmaz ve yılmaz bir sa'y ve iddiharın mahsulüdür.
Romanları, mizah eserleri, ciddi telifleri toplanırsa Rasim'in eserlerinin
mecmu'u yüzden fazlaya bfiliğ olur. Bu kadar sa'y ve himmeti takdir etmemek
mümkün müdür?
Rasim de Hüseyin Rahmi gibi populaire bir edip, bir halk yazıcısı olmuştur.
Her gün bilhassa Rasim'in yazılarını okumak için gazete alan okuyucular vardır.

[s. 668] Lisanı, Üslubu, Sanatı


Ahmed Rasim lisanı, üslubu, tarz-ı tahassüsü ve tefekkürü itibarıyla
zamanının diğer yazıcılarından ayrılmış kendine has bir yol tutmuş origi,nal ve
müstakil bir şahsiyettir. Üslubu pek zengin ve rengin olmamakla beraber metin
ve selistir.
Yazıları halkın anlayabileceği bir sadeliktedir. Filhakika bazen ibtizfüe
(trivialite") de düşer. Hususuyla mizahi (humoristique) yazılarında nev'in !genre)
istilzam ettiği rikkat ve vakarı hakkıyla muhafaza edemez, bayağılığa düşer.
Taklit vadisinde yazdığı eserlerde fazla mübalağa ve ifratlar görülür,
tabiiyyundan (naturaliste) olmak istediği yerlerde üslı'.lbunun tabii nezahiyetini
koruyamaz.
Ahmed Rasim avami l.populaire) bir ediptir. Mahmud Sadık fenni
avamileştirmiş (vulgariser), halkın anlayacağı bir derekeye getirmiş, Ahmed Rasim
de edebiyatı halklaştırmış l.populariser) etmiştir. Şu kadar var ki Mahmud Sadık
556 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bahsettiği fenlerde de nezahet-i lisanını hakkıyla muhafaza ve idare etmiş bir


yazıcıdır, Ahmed Rasim hususuyla son yazılarında çok sendelemiştir. Bazı
yazılan timsaliyeye (symbolisme) yaklaşacak şekillerdedir. Bazı tasvirleri de
hakikaten canlı ve ateşlidir. Şüphe yok ki iyi ve çok zaman derin ve etraflı bir
görüşü vardır. Halkın içinde yaşaya yaşaya halk ruhiyatını yakından görmüş ve
kavramıştır. Yarattığı bazı tipler (Jype) hakikate çok yakındır. Birçok tasvirleri çok
tabii ve tablo gibidir lpittoresque).
Ahmed Rasim'in bediiyat (esthetique) ciheti kuwetli değildir. Eserlerinin
güzelliğiyle, sanatıyla tesirinden ziyade güldürücülüğüyle (comique), şuhluğuyla,
rindliğiyle tesirine fazlaca ehemmiyet verir gibi görülür.
İfadesinde, üslubunda, fikirlerinin tensik ve tercümesinde göze çarpan bir
laübalilik, bir derbederlik vardır. Denebilir ki bunda kendi tarz-ı hayatı da derin
bir iz bırakmıştır, çünkü Rasim hususi hayatında da laübali, rind ve derbederdir.
[s. 669] Hayata karşı lakayd bir bakışı vardır. Şüphe yok ki kat'i bir hürriyet-i
iktisadiye içinde yaşamış, memuriyet zincirine boyun vermemiş, istiklal-i fikir ve
kalemini muhafazaya çalışmış hakiki bir kasibdir. Bu nokta-i nazardan da şayan­
ı hürmettir.
Rasim yalnız hikaye ve şathiyat yazmakla iktifa etmemiştir. Zamanına göre
ciddiyat ile de uğraşmıştır. Mamafih onlarda da bir hafiflik bir rehavet görülür.
Yazıcılığı bilhassa amelidir lpratique). Yaşadığı zamanın en canlı cereyanı olan
Servet-i Fünun edebiyatına yaklaşmadığı gibi birçok yerlerde o cereyana muarız
görünecek vaziyetler bile almıştır. Diyebiliriz ki Rasim'le o cereyanı temsil
edenler arasında bir görenek, bir tahsil ve terbiye, bir kanaat ve telakki, bir idrak
ve zihniyet farkı mevcut idi. Şu itibarla da Rasim o cereyanlara karşı lakayd
kalmağı, bazen hafif bir tariz ile geçip gitmeği tercih etmiş, kendi vadisinde kendi
yalnız kalmıştır.
Oldukça uzun sa'ylerin ve tetebbu'lann mahsulü olan tarihi eserleri de
tamamıyla asri bir zihniyet ve siyak (systeme) ile tertip ve tahrir edilmiş olmamakla
beraber, çok kıymetli ve hakiki ve mevsuk (authentique) malumatı haizdir. Rasim
mesut sayılacak muharrirlerdendir. Gerçi hayatında çok kazanmış, zengin ve
müreffeh yaşamış değildir. Fakat hiç olmazsa halk tarafından çok okunmuş ve
çok sevilmiş bir muharrirdir.
Ahmed Rasim ta'bir-i mahsusuyla harc-ı alem bir hikayeci, bir mizah-nüvis
olmuştur. Türklük aleminde onu bilmeyen, tanımayan yok gibidir. Bilhassa
gazetecilikte eskiliği ve emektarlığı dolayısıyla "Ağabey" unvanını da almıştır.
Ahmed Rasim'in unutulmayacak hizmetlerinden biri de mektepler için
yazdığı eserlerdir. Rasim yüksek bir deha temsil eden sanatkar muharrirlerden
değildir. Şu kadar var ki zeka ve zevkini seciyelendiren bir hasleti vardır. O da
selamettir. Bu zihin ve zevkin selameti sayesinde halka çok hizmet etmiş ve çok
fayda temin eylemiştir: Muamma-yı mesuliyet:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 557

"Bizde şöyle böyle neşv Ü nema bulmuş bir sınıf 'zihn-i evvel' erbabı vardır
ki mesela lambanın fitilini kesmeği beceremezler de kendilerine:

[s. 670] Ol nedir ki su içinde bir yılan


Başına bir kuşcağız konmuş heman

Kuş yılanı yer, yılan suyu içer


Kuş vefat eyler, yılan eyyam sürer

muamması söylenir söylenmez derhal hallederler, bulduk 'lamba' derler.

Filvaki bir buluştur. Zihnin açıklığına, dürus-ı eşya ile çokca uğraşnğına
delalet eyler. Bir aferin veyahut bir bravo hakkıdır. Hem insanı icap edecek bir
mahiyet-i atiyeye malik olması hasebiyle şayan-ı dikkat bir meleke-i fikriye
nişanesidir. Fakat asıl lambayı bilemeyen bu zihnin şöyle bir melekesinden
müstefid olacak kimdir? Bunu bir anda tayin etmek mümkün değildir. Çünkü
hüner lamba kelimesinde değil lambanın kendisini yapmaktadır.

Lambayı bir tarafa bırakalım oyuncaklara ait hünerler bile bizde


mefkuddur. Yalnız fikrin hiçbir şeye yaramayan mübheman delip yararak
içinden çıkışına 'zeka' deyip geçiyoruz. Bu kanaatle muhan bulunduğıımuz
müşkilat-ı rlız-merreyi de böylece halletmeye çalışıyoruz.

Evet, püf deyince lambanın şulesi söner, fitil kalır. Lamba, azadedir. Ne
yanar, ne yakar. Halbuki biz böyle mi istiyoruz? Millet daimi bir şuleden hisse­
dar-ı tenevvür olmağı talep ediyor.

Diğer taraftan ihtiyarımız da, gencimiz de mesuliyete dayanamıyor. İşte


bizim lambaya püfl diyen zihn-i dil-azar budur. Lamba söndü mü daldığımız
karanlık yetmez imiş gibi garip garip sesler çıkarmaya, bu türlü teşebbüslerimizle
ötekini berikini korkutmaya başlıyoruz, umacı taklidi yapıyoruz. Emin olun ki
bunu yapanlar, korkutacak olanlar daha korkak oldukları için ötekilerden sudur
edecek feryatlarla müteselli olmak isteyenlerdir.

İçimizden bir zihn-i evvel çıksa da bize şu muamma-yı mesıiliyeti


hallediverse! Zira hepimizin dilinde:

-Ben mesuliyetten korkanın !

mealinde deveran edip gidiyor. Acaba bu söz:

-Ben bu işi beceremem. Beceremeyeceğimi aklım kesiyor da onun için


deruhte edemiyorum demek midir? Yoksa:

-Her ne kadar ben kendimi ehil olmak üzere ortaya sürmekten haz alır
isem de foyamın meydana çıkmasını istemem, demek midir? Buralarını etrafıyla
izah etse!

Hoca merhuma tura oynayalım! demişler

-Şimdiden sayım suyum yok demiş.


558 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

-Öyle ise saklambaç oynayalım; demişler.


---Gördünüz mü oyunun tatlısını! diyerek sıvışmış gitmiş. Buhranlı
zamanlar adam yetiştirir derler. Her zaman söylediğimiz gibi şu zamanımız en
sıkı bir 'vazife-şinaslık' zamanıdır. Vatanda kendilerini bizden ziyade alakadar
görenlerin bihasıl durmaları yine kendileri için en büyük mesuliyeti davet eder.
Hiç olmazsa ehliyetlerini lekeler.
Ne yaman ders-i ibrettir ki bir mevki-i münhali dolduramamaktan
mütcvellid bir buhran içinde kaldık. Akıbet düşmanın istedikleri birer birer
başımıza geldi. Onda husı'.ilünü ümit ettiklerimiz bizde zuhur eyledi!"
İşte Rasim'in üslı'.ibu . . .
Rasim ifadesinde zarafet ve mizah ile beraber tariz ve kinayeden, telmih ve
tevriyeden dt" vazgeçmez . . . Latifeyi sever, temsili bir hikaye ile mevzu una bir
girizgah yapmak itiyadıdır. Hasılı nevinde yegane, vadisinde müstakil, halkçı
!populaire) bir muharrir ve ediptir.1 26

126 Ahmed Rasim'in �stanbul 1865- 2 1 Eylül 1932) yukanda belirtilen gazete ve mecmualann

dışında Şefak, Gülşen, Sebat, Hamryet, Güneş, Envar-ı Zekô., Maarif, Ha<.ine-i Fünı1n, Mecmı1a-i Ebuarya,
Pul, Musavver Fen ve &leh, lrtika, Türk rurdu, reni Mecmua, Milli Mecmua, Resimli Ay gibi mecmualar ile
Basiret, renigün, Cumhuriyet, ileri, Vakit, Akşam gibi gazetelerde de yazılan ve şiirleri yayımlanmışur.
Ahmed Rasim'in sayısı 1 40'a yaklaşan eserlerinden yukanda belirtilenlerin dışındaki belli
başlılanndan bazılan şunlardır:
Hikaye ve rom.anları: ilk Sevgi.ti (1891), Bir Se.filenin &rılk-ı Metrııksi (1893), Meşak-ı H�at
(1 892), Afifi (1 894), Sevdd:Jll Sermedi (1897), Ülfet (1 900), Hamamcı Ülfet (Ülfet'in 2. kısmı, 1 922).
Hatıraları: Gecelerim (1896), Falaka (1927), Fulış-ı Atik (1924), Muharrir, Şair, Edib (1926),
Ramazan Sohbetleri (1967).
Gözlem. ve incelemeleri: Makalıit ve Musahebılt ( 1907), Eşkô.l-i Zaman ( 1918), Cidd ü Mizah
(1920), Gülüp Ağlodıldanm ( 1926), Muharrir Bu Ya (1 927).
Tarihleri: Krifülc Tarih-i /skim ( 1890), Kıiçük Tarih-i Osman! (1 890), iki Hatua Üf Şahsiyet (1916),
istibdattan Hıikimryet-i Mil/iyeye (2 cilt, 1 926).
Monografi: ///r; Bi!Jük Muharririnden Şinasi ( 1 927).
Gezi yazısı: Romanya Mektuplan ( 1 9 1 6).
Hüsryin Rahmi (Gürpınar)
HÜSEYİN RAHMİ

Hayatı
Hüseyin Rahmi 1 28 1 - 1 282 [ 1 7 Ağustos 1 864] tarihlerinde İstanbul'da
Beyoğlu cihetinde Ayaspaşa'da bugün Almanya Sefarethanesi olan muazzam
binanın yerinde bulunan "Bağ Odalan" namındaki evlerden birinde doğmuştur.
Babası Mirliva Said Paşa, Sultan Abdülaziz'in yaverlerinden imiş. l 285
[ 1 868-1 869] senesi nihayetlerinde babasıyla beraber Girit'e gitmişti. Hüseyin
Rahmi o zamanlar daha henüz dört yaşına basmıştı. Bu küçücük yaşına rağmen
evde sıkılmasın diye çocuğu mektebe vermişlerdi. Orada Hanya'da sarıklı bir
hocadan okumaya başlamış, zeka ve dirayeti sayesinde üç dört ay sonra harekeli
cüzlerden sökmeye başlamış. Onun bu okuyuşu evdekilerin hoşuna gider
gelenlere çıkarır okutur ve gülerlermiş. Girit'te bir sene kadar kalan Hüseyin
Rahmi tekrar İstanbul'a dönmüş ve Aksaray'da Ağa Yokuşu denilen yerde
Yakubağa Mektebi denmekle meşhur olan iptidai mektebine vermişler.
Oturdukları ev Tevfik Fikret'in evinin karşısında imiş; fakat iki aile arasında
tanışıklık olmadığı için görüşmezlenniş. Sonra Hüseyin Rahmi tekrar Girit'e
gidip dönmüştür. 1 29 1 [ 1 874- 1 875] senelerine tesadüf eden bu dönüşte Hüseyin
Rahmi, Mahmudiye Rüşdiyesi'ne devama başlamıştır. On on bir yaşlarında iken
büyük bir zevk-i tahsil gösteren Hüseyin Rahmi bütün hocalarının muhabbet ve
teveccühlerini kazanmakta gecikmemişti. Çocukluğunun verdiği imkan
dairesinde ciddi bir gayretle çalışarak her gün yeni bir tekamül ve inkişaf eseri
gösteriyordu.
Nihayet rüşdiyeyi ikmal ederek Mülkiye İdadisi'ne devama başlamıştı. İki
üç sene kadar devam ettiği bu mektepte bütün hocalarının, bilhassa tarih [s. 673]
muallimleri olan Abdurrahman Şeref Bey'in nazar-ı dikkat ve takdirini
celbetmeye muvaffak olmuştu. Hüseyin Rahmi'nin bu ciddiyet ve gayretinden
memnun olan Abdurrahman Şeref Bey: "Seni burada bırakmam." demiş ve
Mekteb-i Mülkiye'ye almıştı.
Mekteb-i Mülkiye'nin o zamanki nizamına göre mektebe dahil olanların
yaşlan on sekizden aşağı, yirmi beşten yukarı olınamak icap ediyordu. Halbuki
Hüseyin Rahmi o zaman yalnız on dört yaşında bulunuyordu. Mektebin müdür-i
sanisi olan Recai Bey çocuğa yaşım sormuş, on dört olduğunu öğrenince mektebe
kabul edilemeyeceğini söylemişti, fakat Abdurrahman Şeref Bey'in delaletiyle
yaşını biraz büyük göstermek suretiyle kabul olunmuştu.
Mekteb-i Mülkiye'de bulunduğu iki sene zarfında gördüğü tarih-i tabii,
hikmet, kimya derslerinden çok istifade etmiş, fikren çok inkişafa mazhar
562 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

olmuştur. Fakat babasının hastalığı devamına mani olmuş, 1 297 [1 879- 1 880]
senelerinde Yanya'ya o zaman orada bulunan babasının yanına gitmiştir.
Bu seyahatler Hüseyin Rahmi'nin çok işine yaramıştır. Nüfüz-ı nazarı,
tetkik ve tahsil kabiliyeti sayesinde pek çok şeyler öğrenmiş, adat, adab, ahlak
gibi hususiyetleri yakın görmek suretiyle zihnine nakşetmiştir.
Yanya'ya babasının yanına gittiği ve orada kaldığı müddetçe de boş
durmamıştı. Babası, Tahir Efendi isminde bir muallim bulmuş, Hüseyin Rahmi
bu zattan Fransızca öğrenmeye başlamıştır. Yanya'dan dönüşünde Adliye
Nezareti'ne girmiş ve Umur-ı Cezaiye Mukayyidi'nin yanına vermişler, muavin
olmuş . . . Biraz sonra aza mülazımı namıyla Ticaret Mahkemesi'ne
göndermişler . . . Birkaç ay devamdan sonra sıkılmaya başlamış, bu hayat ile
imtizac edememiş ve nihayet istifa ederek çekilmiştir.
Fıtratında yazıcılığa karşı derin bir meyil duyan Hüseyin Rahmi matbuat
alemine atılmakta gecikmemiştir.
İlk eseri "İstanbul'da Bir Frenk" unvanlı eserdir. Cenae-i Havddis'te intişar
etmiştir.
fs. 674] Hüseyin Rahmi matbuat alemine Ceride-i Havddis'te yazı yazmakla
girmiştir. Orada Ahmed Rasim 'le beraber bulunurlarmış. Oradaki hayatından
bahsederken Hüseyin Rahmi:
"Rasim yirmi beş santimlik mavi Fransız kitaplarından tercüme yaparken
sahib-i imtiyaz Mehmed Efendi'nin biraderi Ömer Efendi omzundan eğilir okur,
bana 'İyi değil!' gibi bir işaret ederdi. Ben de gülerdim. Galiba Ömer Efendi ben
de yazı yazarken Rasim'e aynı işaretlerde bulunurdu!
diyor.
Ceride-i Havadis'tc intişar eden bu "İstanbul'da Bir Frenk" makalesi Hüseyin
Rahmi'yi tanıtmış ve şöhretini temin etmişti. Kendisini Tercüman'a çağırmışlardı.
Beşir Fuad da o zaman "Bu çocukta espri komik (esprit comique) var." demiş.
Hüseyin Rahmi bu suretle kendisini matbuatta az çok tanıttıktan sonra Şık
namında bir eser yazarak Ahmed Midhat merhuma göndermişti. Ahmed
Midhat eseri çok beğenmiş ve Hüseyin Rahmi'yi takdir ve teşvik ederek "Senin
istidadın var, ne müşkilin olursa bana gel!" demiş. Hüseyin Rahmi kendisi:
"Hakikaten ne için müracaat ettimse bana pederlik etti, hatta "veled-i manevim"
derdi." diyor.
Bundan sonra Hüseyin Rahmi tercümelere başlamıştı. Tercüman'da yazılan
makalelerini Ahmed Midhat, Müntahabat-ı Hüsryin Rahmi unvanıyla iki üç cilt
kitap olarak tab'ettirmişti.
" 1 1 3 Numaralı Cüzdan", "Bir Kadının İntikamı" gibi hikayeler tercüme
etmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 563

Aradan bir sene geçmemişti ki Paris'te Bir Teehhüfü ondan sonra da Alfred
de Musset'den Frederic il.e Bemerette namında hazin bir roman tercüme etmiştir. Bu
aralık İkdam gazetesi intişara başlamıştı, Hüseyin Daniş İkdam'a geçiyordu.
Hüseyin Rahmi de beraber İkdam'a geçmişti.
Fakat istibdat hükümeti zamanında sadece yazısıyla geçinebilmek biraz
müşküldü. Yazılan eserlerin sansürden geçirilebilmesi, zülf-i yare
dokunmamasına [s. 675] itina edilmesi hayli güç mesele idi. Hüseyin Rahmi de
İkdam'a yazmakla beraber Nafia Nezareti Tercüme Kalemi'ne de devama
başlamıştı.
İkdam'da Paul Bourget'den Andre Comelis'yi tercüme ile tefrika olarak
neşrediyordu.
Hüseyin Rahmi'nin asıl hayat-ı edebiye ve tahririyesi kendi tabiri ve tasdiki
vechile bundan sonra başlamaktadır. Hüseyin Rahmi bu geçen devreyi bir
tecrübe-i kalemiye telakki etmektedir.
O zamanın Namık Kemal genre'ında yazı yazan bir romancısı vardı bu da
Vecihi idi. Halk Vedhi'nin romanlarını büyük bir heves ve iştiyakla okurdu.
İkdam'a tefrika yazan da o idi. Halbuki kendisi fazla ayyaş ve laubali bir adamdı,
tefrikalarını vaktiyle yetiştirmez, daima geciktirirdi. Siliib-i imtiyaz Ahmed
Cevdet bu adamdan usanmıştı. Bir gün Hüseyin Rahmi'yi görmüş ve: "Şu
Vecihi'yi takliden bir şey yaz!" demiş, Hüseyin Rahmi de fffet ismindeki
romanını yazmıştır. İ.ffet tamamıyla Vecihi tarzında yazılmıştır. Hatta bunu
okuyan Vecihi bile: "Yahu şu romanı her sabah okurken acaba ben mi yazdım?
diye hayret ediyordum" demiştir. İ.ffet, Vecihi tarzında yazılmış bir eserdir.
Hüseyin Rahmi asıl bundan sonra kendi genre'ı olan romanlara başlamıştır.
Onların da birincisi Mürebbiye'dir. Sıra ile Mutallaka, Muddele-i Sevda, Metres,
Tesadef, Nimetşinas intişar etmiştir.
Nimetşinas'ı kitap forması şeklinde gazetede tefrika edilmişti. Tamam olup
bittikten sonra milli hikaye tab' ve neşri resmen menedilmişti. İstibdat hükümeti
hikayelere kadar ceberut ve tahakkümünü teşmil etmekten geri durmuyordu.
Hüseyin Rahmi de bundan sonra yine tercüme sahasına atılmak mecburiyetinde
kalmıştı.
Paul de Kock'un Mösyö Dupont ismindeki eserinden Biçare Bakkal'ı tercüme
etmişti. Onu bile sansür delik deşik etmiş, yarısından ziyadesini bozmuştu.
[s. 676] 1 3 24 İnkılabı'ndan [1 908] sonra Hüseyin Rahmi yeniden faaliyet
sahasına atılmış muhtelif gazetelere tefrika edilmek üzere yeni eserler yazmıştı.
Evvela Sabah gazetesinde Şıpsevdi, sonra da Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivac tefrika
edildi ve sonra kitap şekline kondu. Ziya gazetesinde Sevda Peşinde tefrika olarak
çıktı. Nihayet yekdiğeri arkasından sıra ile Gu{yabani, Cadı Çarpı;yor, Şekavet-i
Edebiyye tabedildi. Bir aralık yenilerle Hüseyin Rahmi Bey arasında bir
münakaşa-i kalemiyye hadis oldu. Bir hayli devam eden bu münakaşa Hüseyin
564 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Rahmi Bey'i hayli asabileştirmiş ve hatta Şekavet-i Edebiye'yi bu münasebetle


yazmıştı. Bu hususta kendisi: Cadı'nın intişarı üzerine bana artık ölü nazarıyla
bakıldığını söyleyenler ve artık yazamayacağımı iddia edenler oldu. Halbuki
bugün benim on eserim intişar ettiği halde hücum eden otuz kişinin meydanda
bir eseri bile yok!" diyor. Filhakika Hüseyin Rahmi çok feyyaz, çok velut bir
romancımızdır. İlhamı pek semahat-kardır. Harb-i Umumi esnasında da İlen
gazetesinde Hqyattan Sahifeler, Son Arzu, Cehennemlik, Zaman gazetesinde Tebessüm-i
Elem, Memleket gazetesinde Toraman, Söz gazetesinde Hakka Sığındık, lkdam'da
muharebeden evvel Hazan Bülbülü Mütareke'den sonra da Eşkıya ininde, Kesik Baş,
Muhabbet Tılıımı, Tutuşmuş Gönüller romanlarını tefrika etmiştir.
Bundan maada Hüseyin Rahmi'nin bazı küçük hikayeleri de vardır.
Vaktiyle Haiid Ziya'nın lkdam'a küçük hikayeler yazdığı zamanlarda Hüseyin
Rahmi de lkdam'a küçük hikayeler yazıyordu. Sonralan da tek tük hikayecikler
yazmıştır.
Hüseyin Rahmi el'an yazmakta bulunan romancılardandır.
Feyz-i ibda'ı hala canlı, yazdığı eserler hala heyecanlıdır. En çok eser
vücuda getiren muharrirlerdendir. Kendisini Edebiyat-ı Cedide zümresinden
saymak mümkün değildir. Başlı başına bir genre yaratmış ve o nevide de yalnız
olarak yürümüştür. Gerçi kendi vadisinde yazmak isteyenler olmuş ise de [s.
677] çok t>saslı noktalarda ayrılmışlardır. Hüseyin Rahmi populaire bir edip,
halkçı bir muharrir, bir ahali romancısı olmuştur. Ahmed Midhat'tan sonra en
çok yazı yazan kendisidir. Fakat Ahmed Midhat gibi her telden çalmamış, kendi
sahasından ayrılmamış, mizaha fazla temayül göstermiş, halkın ruhunu iyi teşrih
etmiş bir romancıdır.

[s. 678] Eserleri, Üslubu, Telakkisi, Sanatı


Hüseyin Rahmi kırka yakın eser yazmış bir romancımızdır. Ta
çocukluğundan beri başladığı tetkikatını gittikçe derinleştirmiş, gittikçe yakından
tahliller yaparak hey'et-i ictimcliyede gördüğü hareketlerin gülünç (risible)
cihetlerini, comique taraflarını ince, zarif ve mizahi (humoristique) tasvirlerle teşrih
ederek meydana çıkarmış. Hele bazı yerlerde kahkahalar tevlid edecek
muvaffakiyetler göstermiştir. Mamafih Hüseyin Rahmi bununla kalmamıştır.
Eserlerinin bir çok yerlerinde kalbi, garami (jyıique) ve hissi (sentimenta� olmuş ve
karilerini derin heyecanlara sevk etmiş, çok yerlerde de sıcak ve acıklı yaşlar
döktürmüştür.
Müteessir olduğu ve sevdiği Avrupalı muharrirlerden bahsederken:
"Balzac'la başladım. Alfred de Musset'yi sevdim. Onun emsali yoktur.
Okurken adamın kalbini görürsünüz!"
diyen Hüseyin Rahmi, Alfred de Musset'nin hissiliği (sentimentalisme) ve
enfüsiliği (subjectivisme) tesirinden çok mütehassis olmuştur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 565

Görülüyor ki Hüseyin Rahmi yaşadığı zamanın romantizm ile realizm


arasında çırpınan ve bir türlü hatt-ı hareketini olanca kat'iyetiyle çizemeyen
bütün muharrirler gibi nihayet bu iki edebi mesleği yekdiğerine mezcederek
benimsemeye mecbur olmuştur. Bu da eserlerinin kısm-ı küllisinde görülür. Ruhi
tahlilleri, tabii tasvirleri göz önüne getirilirse tabiiliğe (naturalisme) yaklaşan bir
hakikiliği (realisme) müşahede edilir. Hassasiyeti tetkik edilirse enfüsiliğe doğru bir
temayülü olduğu göze çarpar.

Herhalde muhitinden enmuzecler almak, ölmez tipler yaratmak itibanyla


Hüseyin Rahmi sanatkar (artiste) bir ediptir.
Bazı eserlerinde biraz fazlaca ifrata vardığı görülmüştür. Bazı taklitlerde
ısran hoş görülmeyebilir. Fakat eserlerinin öyle mümtaz sayfalan vardır ki
yetişilmeyecek bir kudret-i tasvir, bir isti'dad-ı tahlil göstermiştir.

Hüseyin Rahmi muhitini, bilhassa çokça tetkik ettiği bir kısım muhitini
hemen her edibimizden iyi ve esaslı tanımıştır.

[s. 679] Eserlerinin kısm-ı küllisinde mahalli bir renk (couleur loca� vardır.
Tiplerin çoğu eski ve yeni İstanbul'dan tarihe geçen, hatıralarda dolaşan yahut
da bilfiil gözlerimizin önünde duran hfila yaşayan insanlardan istinsah olunmuş
numunelerdir.

Hüseyin Rahmi'de bilhassa ayn ayrı iki hassa görülür. Biri her şeyde
gülünecek, eğlenilecek bir nokta, bir cihet arayan ve bulan daima, daima gülen
istihzakar, müzeyyif bir nokta; diğeri en mütebessim çehrelerde bir gözyaşı izi
sezen, en şen gönüllerde bir gizli elem gölgesi hisseden, en lakayd kahkahalarda
bir hıçkırık aksi duyan, rakik, müteheyyic, öksüz bir kalptir. Bu iki tezadı biz
Hüseyin Rahmi'nin eserlerinde bazen yan yana, bazen birbirinden ayn ve uzak
olarak görürüz.

Hüseyin Rahmi'nin lisanı da sade, üslubu, fikri ve modasıyla uygun ve


imtizaclıdır. Eşhasın lisanından Hüseyin Rahmi'nin fikirleri duyulmaz, o
tamamıyla şahıslarının kalbine girmeği, kendi benliğini, şahsiyetini silerek kendi
kahramanının ruhuna temessül etmeği bilir. Bundan dolayıdır ki eserleri de halk
arasında büyük rağbet kazanmıştır.

Çok sevdiği edip ve şairlerden Paul Bourgetl27, Mauppasantl2S, Alphonse


Daudet, Edmond Laureau'dan çok intibalar almıştır.

1 2 7 Paul Bourget, 1 852 tarihinde doğmuş bir Fransız münekkid ve romancısıdır. Fransa

Akademisi azasındandır. Bilhassa eserlerinde ruhi tahlilleriyle şöhret olmuştur. İyi bir ruhşinas
!psychologue) cemiyetinin ruhunu iyi tetkik etmiş, iyi anlamıştır. Birçok eserleri içinde Terre Promise
"Arz-ı Mev'ı'.'ıd", Cruelle Enigme Z alim Muamma", Mensonges "Yalanlar'', Le disciple "Mürid" unvanlı
"

eserleri meşhurdur. �smail Hikmet'in notu)


128 Guy de Maupassant 1 850'de doğmuş ve 1 893'de ölmüş meşhur bir Fransız romancısıdır.

Üslubu sarih, sadık ve kat'idir, tam bir hakikidir (realiste). Birçok eserleri vardır. Bel-ami "Güzel
Dost" Türkçeye de tercüme olunmuştur. Fort comme la mort "Ölüm Kadar Kavi" Bu da Türkçeye
566 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 680] Sahne haline vaz'edilmiş olan Mürebbiye'si bizde hayat-ı tabiiyeden
alınarak yazılan mudhikelerin en güzellerindendir. Bir Muddele-i Sevda unvanlı
hikayesi de rakik ve necip hislerin canlı numunelerindendir. Üslubuna bir küçük
misal olmak üzere 1 327 [ 1 9 1 1] tari hinde tabettirdiği Şıpsevdi unvanlı hikayesinin
"Hayat-ı İctimaiyemiz ve Alafranga" unvanlı mukaddimesinden şu "Üçüncü
Nevi Alafrangalık" adlı parçayı alıyoruz:

"Hikayemizin kahramanı Meftun Bey işte bu çerçeveye girer. Bu üçüncü


nevi 'tip' şehrimizde mebzlıl değilse ender de değildir. Müsait havalarda
sokaklara dökülen Beyoğlu mütenezzihini içinde görülür. Alamet-i farikası
yakalığının fevkattasavvur irtiffudır diyebilirim.

Mağlub-ı hiffeti olup da bazen 'fır' diye döndüğü zaman fistan gibi açılan
arabacı-vari uzun ve 'ankloş' etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri,
baston narinliğinde zarif şemsiyesi kendinin nevi hemen zatına münhasır
modada teferrüde heveskar bir şeyda-yı zamane olduğunu gös terir .

Üzerinde darlığa, bolluğa, kısalığa, uzunluğa, inceliğe, kalınlığa dair ölçüce


nisbeti modaya taalluk eder neler varsa hep zevk-i selimce ve adeta her nevi
mcsaha-i akliyedcn taşkın ve birundur.

O, yüksek yakalığının altında ekseriya plastron boyun bağının üzerindeki


mcvki'-i müntahabı saatlerle tayin edilebilmiş iri iğne, elinde oku, çıplak bir aşk
timsali kabili nden mitolojik bir süjedir. Yanılıp da bu iğnenin zarafetinden
bahsetseniz Mon chn vouk;:,-vou;:, ecout,er l'histoire de mon epingle 'Azizim iğnemin
hikayesini dinlemek ister misiniz? cevabı hazırdır. Bu iğne sivri ucu ile Paris'teki
fütuhat-ı aşıkanesinin hep birer hatıra-i mühimmesini eşeler çıkarır. Söz, samiin
derece-i tahammülüne doğru uzanır gider.
Etrafı şeritli, önü açıkça levnen elbise ile mütebayin bir yelek . . . Üst cebinde
derece-i ayan meşkuk bir sağma kordon ucunda vak'a-i tarihiyesi gayet meraklı,
mühim nevadirden bir sikke .

[s. 68 1 ] Şıkın üzerinde ağızlık, tabaka, gözlük, yüzük nevinden hatta


gömlek, yeleğin düğmelerine vanncaya kadar neler varsa bunlar da kendi gibi
acib ve medid birer sergüzeşt sahibidir, tarihi, sınai bir hatırayı bir ehemmiyet-i
mahsusayı haiz olmayan bir şeyi üzerinde taşımaz.

Sağ elinin şahadet parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı,
harfli halkalarla müzeyyendir. Bunun sebebi sorulsa hep Paris'teki dil-dadeleri
yalnız o takılması şartıyla bunlan birer hediye-i muhabbet olarak vermiş
olduklannı söyler.

Şekil ve kıyafetçe belki Meftun'un birkaç naziri bulunabilsin, fakat garabet-i


ahlak, adat ve etvarca bir müşabihini bulmak hemen muhaldir. Şövalyelikte

tercüme olunmuştur. Mauppassant'ın, küçük hikayeler ve realist romanlar yazan muharrirlerimizin


hemen hepsi üzerinde oldukça derin tesiri vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 567

Cervantes'in Don Kışot'u ne ise Şark alafrangalığı aleminde de Meftun Bey işte
odur. Garabette kahramanımız bir nadire-i hilkat, bu hikaye ise nev-a'ma
Fransızların fantezi ifantaisie) dedikleri asar-ı keyfiye ve hayfiliyeden gibidir.
Bundan kimseye bir hisse-i tezyif fırlamaz.
Sözü burada ne uzatalım. Sahaif-i atiye-i hikayemiz bu mir-i garabet­
semirin tasvir-i zatına hasredilmiştir.
Meftun daü'l-efrenç-perestiye müptela bir mecnun mudur? Hayır.
Göreceğiz ki o da değil. . . Bazı mahdud zamanlarda hllş-yari anlan görülmesine
nazaran seyrek nöbetli sıtma gibi aklı gelir gider takımdan olması akvadır. " 129

129 Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın (İstanbul 1 7 Ağustos 1 864-8 Mart 1 844), yukanda belirtilen
gazetelerin dışında Son Telgraf, Tevhfd-i Efkar, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet, reni Sabah gazetelerinde de
romanlan tefrika edilmek suretiyle yayımlanmıştır. Hüseyin Rahmi'nin burada belirtilmeyen
eserleri ise şunlardır:
Romanları: Efsuncu Baba ( 1924), Meyhanede Hanımlar (1 924), TutuşmuJ Gönüller (1926; yazılışı
1 922), Billur Kalp ( 1926; yazılışı 1 924), Evlere Şenlik-Kaynanam Nasıl Kudurdu? ( 1 927; yazılışı 1 922),
Mezarından Kalkan Şehit (1 928; yazılışı 1 926), Kokotlar Mektebi (1 928), Şeytan İJi ( 1 933; yazılışı 1 928),
Utanma<; Adam ( 1 934; yazılışı 1 930), Gönül Bir Yeldeğfrmenidir Sevda Öğütür ( 1 943; yazılışı 1 922), Ölüm
Bir KurtulUJ mudur? (1945; yazılışı 1 93 1 ), !Arilen İskelet ( 1 946; yazılışı 1 923), Dünyanın Mihveri Kadın mı
Para mı? ( 1 949; yazılışı 1 934), Deli Filozef ( 1 964; yazılışı 193 1), Kaderin Cilvesi (Başımıza Gelenler,
1 964; tefrika 1 925), İnsanlar Maymun muydu? ( 1968; tefrika 1 934), Can Pazarı ( 1 968; yazılışı 1 923),
Ölüler Yaşıyor mu? ( 1 973; yazılışı 1 932), Namuslu Kokotlar (1 973; yazılışı 1 929).
Hikayeleri: Kadınlar Vaizi (1 920), Namusla Açlık Meselesi ( 1933), Katil Puse (1 933), iki Hb"düğün
Seyahati (1933), Tünel,den İlk Çıkıj ( 1 934), Gönül Ticareti ( 1939), Melek SanmıJtım Şeytanı ( 1 943), Eti Senin
Kemiği Benim ( 1 963).
Oyunları: Kadın ErkekleJince ( 1933), Tokuşan Kafalar ( 1 973; yazılışı 1 923), İki Damla YilJ ( 1 973)
(Haz. notu).
Abdullah Cevdet
ABDULLAH CEVDET

Hayatı
Abdullah Cevdet hicretin l 286'ıncı ve miladın l 869'uncu senesi Eylülünün
dokuzuncu günü Ma'muretü'l-aziz'de doğmuştur.
Çocukluğunu tamamıyla doğduğu yerlerde geçiren Abdullah Cevdet iptidai
tahsilini de orada bitirmişti. Memleketindeki askeri rüşdiyesini bitiren bu zeki
Anadolu yavrusu tahsilini ilerletmek üzere İstanbul'a gelmiş Boğaziçi'nde Kuleli
İdadisi denmekle maruf askeri idadisine girmiştir. Zamanının en muntazam
idadileri, askeri idadileri olduğundan Abdullah Cevdet de Kuleli İdadisi'nde
muntazam ders görerek ikinci dereceli mektebi de bitirmişti. Yüksek tahsilini
görmek üzere Askeri Tıbbiyesi'ne girmiş ve tahsilini ikmal edinceye kadar orada
kalmıştır.
Fıtraten zeki ve ateşli bir müteşebbis olarak yetişen Abdullah Cevdet
mektepte iken hocalarının nazar-ı dikkat ve takdirini celbetmiş ve istidadının
sevkiyle şiir ve inşaya da başlamıştır.
Askeri Tıbbiyesi'ni bitirip genç bir yüzbaşı doktor olarak şahadetname alıp
çıktığı zaman genç, dinç, canlı ve heyecanlı bir şairliği de vardı.
İsyankar, inkılap-perver (revolutionnaire) fikirlerle meşbu olan genç doktor,
ateşli şiirler de yazıyordu. İlk yazılarında, Kemal ile Hamid'in canlı intibaları
görülüyordu. O heyecanlı fıtratının sevk ve tesiriyledir ki Abdullah Cevdet daha
Tıbbiye'de talebe iken Abdülhamid'in kıtallerine, cinayetlerine göz
yumamayarak isyanı göz önüne almıştı.
Kendi gibi ser-azade, hür insanlığın kıymet ve şerefini anlayan, tabii
hakkım istemeği bir vicdan borcu bilen birkaç arkadaşıyla görüştü. [s. 683]
Aralarında verilen karar üzerine 1 894 senesindel30 arkadaşlarından Doktor
İshak Sükuti ve Doktor İbrahim Temo ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni teşkil
etti.
Daha o zamanlar Abdullah Cevdet felsefi ve fenni eserleriyle, edebi
makaleleri ve şiirleriyle kendisini tanıtmış bir mütefekkir muharrirdi.

1 30 İttihat ve Terakki Cemiyeti, Fransız İhtilfili'nin 1 00. yıldönümü olan 1 889'da, İttihad-ı

Osmani Cemiyeti adıyla Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, İshak Sükuti, Hüseyinzide Ali ve
Mehmed Reşid adlı beş Mekteb-i Tıbbiye öğrencisi tarafından kurulur. (Haz. notu)
572 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Cemiyetin teşkilatını tamamıyla gizli tuttular, fakat propaganda için de her


vasıtaya müracaat ettiler. Memlekette bir inkılap yaratmak, hükümetin şeklini
değiştirmek, istibdadı kökünden yıkarak yerine meşruti bir idare getirmek,
hükümdarı mesul tutmak gibi esaslı hükümlerle dolu bir program hazırladılar.
Bunun için birçok risaleler bastırarak el altından dağıttılar. Birçok komiteler
yapıldı. Umumi bir merkez teşkil edildi, Harbiye Nezareti Muhasebe Dairesi
mümeyyizlerinden Hacı Ahmed de reis seçildi. İş bu kadarla da kalmamıştı.
Abdullah Cevdet ve arkadaşları Tıbbiye'den çıkar çıkmaz faaliyetlerini
artırmışlar çalışıyorlardı, gazeteler, risaleler çıkarıyorlardı. Hatta vatanperverliği,
hürriyeti ve iktidarıyla şöhret bulan Murad Bey'i de cemiyete almaya muvaffak
olmuşlardı. Murad Bey de çıkarmakta olduğu Mfzdn gazetesiyle bu fikirleri yan
örtülü, yarı açık yazıyordu. İkide birde gazetesi kapatılan Murad Bey
Abdülhamid'e bir proje vermiş ıslahat ve inkılap istemişti. Bu hareket fayda
yerine zarar verdi. Murad Bey tecessüs altına alındı. Abdülhamid ateş kesilmişti
fakat Murad Bey Avrupa'ya kaçtı ve A1fzdn'ı orada çıkarmaya başladı.
Abdülhamid kuduruyordu, İstanbul'da birçok gençleri tevkif edip hapis ve
nefyettiler. Bunlar içinde Abdullah Cevdet de vardı.
Abdullah Cevdet'in edebiyat sahasına atıldığı zaman Namık Kemal'in
fikirlerinin, vatanperverlik, inkılapçılık heyecanlarının şiddetle hüküm sürdüğü,
Ali Ferruh, Abdülhalim Memduh gibi Kemal'i tapınırcasına seven ve taklide
çalışan gençlerin yaşadıkları zamandı. Bu gençlik üzerinde kısmen Muallim
Naci'nin de tesiri [s. 684] görülüyordu. Naci lisanının sadeliği, fikirlerinin
basitliğiyle gençler üzerinde bir nüfuz kazanıyordu. Hususuyla Avrupa
zihniyetiyle münasebette bulunmayan, sırf Şark tahsili ile yetişen gençler
üzerinde bu tesir pek tabii ve bariz idi.
Abdülhalim Memduh ve kendisine büyük bir tesir ika etmiş olan
Abdülkerim Sabit ve Ali Ferruh, Naci'den daha fazla Kemal'in açtığı çığırda
ilerleyen gençlerden idiler.
Abdullah Cevdet bunların şöhret buldukları zamana yetişmişti. Bütün bu
gençlik Babıfili'de kitapçı dükkanlarında, matbaa odalarında toplanır, edebiyat
ve bazen de siyasiyat mübahaseleri yaparlar, ateşlenirler, ilhama gelirlerdi;
aralarında nazireler yaparlardı.
Abdullah Cevdet, Abdülhalim Memduh ile pek yakından tanışmış ve dost
olmuştu; pek ateşli, pek hayalperest (romantique) bir genç olan Abdülhalim
Memduh'u o zamanın gençleri pek takdir eder ve severlerdi, Memduh ekseriya
Babıfili Caddesi'nde Asır Kütüphanesi'ne devam ederdi. Kütüphane sahibi
Kirkor Faik de Memduh'u çok severdi. Memduh alaycı, istihzayı sever canlı ve
heyecanlı bir şairdi.
Abdullah Cevdet bu Abdülhalim Memduh'tan çok istifadeler ettiğini
söylemektedir. Kendi heyecan ve ateşine hitap eden Memduh'u çok sevmiştir.
Ve nihayet ruhunda canlanan inkılap aşkı kökleşmiş, bu yüzden de birkaç
kereler hapsedilmiş, tazyik edilmiş, memleketten sürülmüş, menladan menlaya
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 573

dolaşmıştır. Nihayet Trablusgarp'a sürülmüş, oradan da Fizan'a nefyolunmak


üzere iken Avrupa'ya firara muvaffak olmuştur.
Bu suretle firarından sonra Avrupa'da arkadaşlarıyla birlikte yine hürriyet
uğrunda çarpışmaya başlamıştı. Abdülhamid bunları taltif ile avlamağı
düşünerek hepsine ayn ayn memuriyetler teklif etti. Yalnız kalan Abdullah
Cevdet çalışmaktan ayrılmamak şartıyla Avrupa'da teklif olunan [s. 685] sefaret
doktorluğunu kabul etti Viyana Sefareti maiyetinde bir müddet kaldı.
O zaman sefaret kitabetlerinde dolaşan Abdülhak Hamid'le muhabereye
girmiş, tab'ettirdiği eserlerini Hamid'e göndermiştir. Hamid de Abdullah
Cevdet'e mektup gönderiyor, takdir ve teşvik ediyor, hatta onu Londra
Sefareti'ne becayişe tergib eyliyordu.
Fıtraten cevval ve müteşebbis yaratılmış olan Abdullah Cevdet iktisadiyatın
kıymetini de hakkıyla takdir etmiş, içtimai hayatta teşebbüsün (entreprise)
ehemmiyetini göz önünde tutmuş, bilhassa yerleştiği İsviçre'de Cenevre şehrinde
iken İctihad Matbaası'nı tesis etmiş ve inkılabi ve içtimai eserler tab' ve neşrine
başlamıştır.
Uyanık zekalı, korkusuz yürekli, hür düşünceli, bir genç olan Doktor, İctilıdd
namıyla bir de mecmua neşrine başlayarak kendi kanaatlerini, duygularını, arzu
ve emellerini işaa etmiştir. Vazifeden de çekilmiş, gah Avrupa'da gah Mısır'da
ser-azad neşriyatına devam eylemiştir.
Edebiyat derecesinde ictimaiyata, felsefiyata da merak saran Abdullah
Cevdet Büchnerl31 Kari Fichte, Hegell32 Spencer133 gibi feylesofları okumaya,
onlardan bir zevk ve intiba almaya başlamıştır.
Bütün bu tetebbuatı genç doktoru sa'ye, faaliyete, hürriyete biraz da ihtilale
sevk etmiştir. Fikri mücadelattan bir an hali kalmayan Abdullah Cevdet, [s. 686]
dine (religion), batıl ananelere (prejuge), muzır itiyadlara karşı şiddetli bir harp
açmıştır. Doktor Abdullah Cevdet'in iştirak etmediği bir hareket-i ihtilfiliye
yoktur. İttihat ve Terakki'nin ilk müessislerinden biri de odur.
Gerek İsviçre'de gerek sonra naklederek matbaasını da götürdüğü,
İctihdd''ını çıkardığı Mısır'da birçok eserler tab'etmiştir. Eserlerinin ekserisi,
içtimai, siyasi ve edebidir. İçtimai meselelerden, din, sıhhat, nüfus ve maarif

l 3 1 Büchner 1 824'de doğmuş ve 1 899'da ölmüş Alman maddiyyılnundan bir feylesof ve

tabiptir. Force et matiere "Madde ve Kuwet" unvanlı eseri meşhurdur (İsmail Hikmet'in notu).
132 Hegel l 7 70'te doğmuş 1 8 3 1 'de ölmüş ve Alman tekamül-i fıkriyesine büyük bir tesir

bırakmış meşhur bir Alman feylesofudur, felsefesi Hegelianisme namını almıştır. Kant, Schelling ve
Fichte felsefelerinden münşaib ve müştaktır. Panthfume denilen "hikmet-i işrakiye"ye vahdet-i
mutlakaya mütemayildir (İsmail Hikmet'in notu).
133 Herbert Spencer 1 820'de doğmuş l 903'te ölmüş bir İngiliz feylesofudur İngiltere'de
tekamül felsefesinin müessisi addolunur. Edııcation "Terbiye" unvanlı eseri meşhurdur ve bir
zamanlar fevkalade itibarda idi (İsmail Hikmet'in notu).
574 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

meseleleriyle çok uğraşmıştır. Bu hususta eline geçen faideli eserleri tercüme


etmiştir edebiyata ait eserleri içinde ihtilfil-perverane ve vatan-perestane
manzumelerle dolu Kalıriyydt unvanlı bir mecmua-i eş'ar basmıştır. Doktor'un
birkaç tane Fransızca mecmua-i eş'an da vardır.
Biri l 902'de Viyana ve Paris'te basılan La !Jıre Turque (Türk Sav) unvanlı
eseridir ki Gustave Kahu tarafından bir mukaddime yazılmıştır.
Biri l 903'te Paris'te bastırdığı Les quatr<ri.ns maudits et /,es reves orphefinsl34 adlı
eseridir.
Biri de 1 905 senesinde Cenevre'de bastırdığı Rqfiıles de paıfamsl35 "Rih-i
Revayih" unvanlı eseridir.
Bunlardan maada Abdullah Cevdet 1 896 senesinde Kahire'de Schiller'in
Guillaume Telfini tercüme ve neşretmiştir. l 895'te İstanbul'da Fikrin Fizyolojisi ve
aynı sene Diyarbekir'de Kolera unvanlı eserleri bastırmıştır.
1 900 senesinde Paris'te "Necessite d'une ecole pour les educateurs sociaux"
"İçtimai Mürebbiler İçin Bir Mektep İhtiyacı" unvanlı bir muhtıra yazarak
İçtimai Terbiye Beynelmilel Kongresi'ne vermiştir. Aynı eser Mösyö V.
Eiseuschiml Hugo tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
1 90 l 'de Viyana'da Fiivre d'Ame "Humma-yı RUh" namında Fransızca bir
mecmua-ı eş'ar bastırmıştır. Esere Ernest Raynaud bir mukaddime,
Bourguiguon da bir tercüme-i hal yazmıştır.
[s. 687] Abdullah Cevdet, Dozy'nin Tarih-i lslamiyet'ini tercüme ettikten
sonra dinsizlikle itham edilmiş, bilhassa mutaassıp tabakanın şiddetli
hücumlanna maruz kalmıştır. O dakikadan itibaren Abdullah Cevdet aleyhine
başlayan muaraza son günlere kadar devam etmiştir.
Abdullah Cevdet, Meşrutiyet'ten sonra da lctihad'ına devam etmiş, Mısır'da
bulunduğu zaman kendi ihtisası olan göz doktorluğu ile ve matbaasıyla geçinirdi,
İstanbul'a geldiği zaman matbaasını da beraber getirmiş ve İstanbul'da yeniden
tesis etmiş birçok eserler basmıştır. lctihdd namındaki gazetesini neşre başlamıştır.
lctihdd, dini, içtimai hatalara muharebe açmıştı.
l 904'te tesis ettiği lctihdd'ı on yedi sene sonra İstanbul'da belki üçüncü defa
yeniden tesis ederken: "/ctihdd hayati, felsefi, içtimai fikir gazetesi" demiş ve
mesleğini de: "lctihdd'ın şian" unvanıyla şöyle ilan etmiştir:
"Hürriyetlerin en mukaddesi ve en birincisi hürriyet-i fikriyedir.
Düşündüğünü söylemeyen kimse ruhunun yansını kaybeder; küçülür, alçalır;
tefessüd ve ifaad eder, saf ve samimi bir itikadın en mühim sıfat-ı kiişifesi
kendisine zıt itikatlara da hürmetkar olmaktır. İçtimai ve medeni sahada Şark'ı

1 34 "Lanetli Dörtlükler ve Öksüz Rüyalar"


1 35 "Güzel Kokular Rüzgarı"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 575

Garp'ın dununda bırakan en mühim funil kadının Şark'taki vaziyetidir.


Hürriyetlerin akdem ve akdesi fikir ve vicdan hürriyeti olduğu gibi şahsi, maşeri,
siyasi istiklallerin anası da iktisadi istiklaldir. Harp hiçbir ihtilafı fasledemez. Her
tecavüz! harp melundur, fertler ve cemiyetler ihtilafları ancak itilaf fasl ve izfile
edilebilir, cihanın bütün serveti bir damla kanın bir kere dökülmesine değmez,
bir kavmin mesaibinin diğer bir kavim için fevaid olması zu'mu sefil ve batıl bir
zu'mdur. Bütün cemiyet-i beşeriyenin tam mesudiyeti ancak bütün efrad-ı
beşerin saadet ve refahıyla mümkündür. Ve tek bir adama yapılan bir haksızlık
umum için bir tehdit teşkil eder. Edebiyat, sınaat, şiir, musiki ruhlara incelik
vererek samedani bir kudret ve kuvvet izafe eder. Güzel iyidir, iyi güzeldir.
Bütün müessesat-ı diniyenin gaye-i sübhanisi umum ebna'-yı [s. 688] adem
arasında kardeşlik; müsalemet ve muhabbet tesis etmektir. Maddi ve manevi
kuvvetlerle kuvvetli fert veya cemiyetlerdir ki hiçbir zaman isti'mfil-i kuvvete
mecbur olacak bir vaziyete düşmezler kuvvet hakka takaddüm etse de hakka
temessül eylemez."

Abdullah Cevdet etrafına topladığı, Hüseyin Kazım, Rıza Tevfik, Mustafa


Satı, Ali Karni, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid ve Hüseyinzade Ali Bey gibi
matbuat ve fen ve edebiyat aleminde tanınmış simalarla İctihiid'ını
canlandırmıştı. Birkaç kere kapanan bu mecmuayı her defasında diğer bir nam
ile tecdid ediyordu. Bir ara da Kılıçzade Hakkı Bey'in medreselere hücumuyla
başlayan makaleleri İstanbul muhitinde büyük bir gürültü peyda etmiş, bütün
medrese-nişinler ile medreselerden yetişenler Abdullah Cevdet aleyhine
kalkmışlardı.

Abdullah Cevdet bir müddet resmi memuriyetlerde bulunmuştur. Son


memuriyeti Sıhhiye Müdür-i Umumiliği idi. Çalışmaktan yılmayan Doktor bu
hususlarda çok uğraşmış ve işe yaramayan bazı adanılan işten çıkardığı için
birçok kimseler aleyhine kalkmışlar. Amirler de mütemadiyen iş çıkaran bu
adamı vazifeden uzaklaştırmaktan başka çare bulamadılar. Son zamanlarda
İctihad'da yazılan Bahailik hakkında bir makale üzerine Abdullah Cevdet'i
dinsizlikle itham ederek son sultan ve halife olan Altıncı Mehmed Vahideddin'in
emriyle mahkemeye çağırdılar. Belki de ağır bir cezaya mahkum edeceklerdi;
fakat Kuva-yı Milliye askerlerinin İstanbul'a girmeleri ve Sultan Mehmed
Vahideddin'in de İstanbul'dan firarı üzerine din hamisi maskesiyle hürriyet-i
fikriye ve vicdaniyeye tasallut eden bu son müstebidin şerrinden yakasını
kurtarmaya muvaffak olmuştu.

Abdullah Cevdet'in Cağaloğlu'ndaki İctihad Evi unvanlı matbaa ve evi


haftada bir kere toplanan üdeba ve şuaraya bir mahfıl-i edeb olmaktadır. Orada
içtimai, siyasi ve edebi musahabeler olur. İctihad'a girecek veya girmiş makaleler
okunur, şiirler tetkik edilir; yeni intişar etmiş terbiyevi, felsefi, edebi veya içtimai
kitaplar hakkında görüşülür, memleketin atisine dair düşünceler geçer.

Abdullah Cevdet'in bu durmaz ve yıpranmaz faaliyeti ve teşebbüsü gençlik


için [s. 689] iyi bir numunedir. O hiçbir zaman iktisadi esarete kurban olmamış.
576 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kendi sa'yi, kendi dimağıyla çalışmışbr. Doktor, Gustave Lebon'un birçok


eserlerini Türkçeye nakletmiştir. Ruhü'l Akvam onlardan biridir. Dün ve Yann da
Gustave Lebon'dan tercümedir. Doktor'un bütün külliyatını tercümeye karar
vermiş gibidir. Abdullah Cevdet'in Farsça şiirleri de vardır. Dii-mestf-i Mevlana
unvanlı bir eser neşretmiş, Ömer Hayyam'ın rubailerini tercüme ve
tab'ettirmiştir.

[690] Lisanı, Üslubu, Sanatı


Abdullah Cevdet heyecanlı (emotionne') bir ruha mazhar olduğundan yazdığı
eserler çok zaman heyecanlı olur. Kısa (concis), keskin ve canlı bir lisan kullanır,
kelimeleri sert ve yakıcı, tabirleri, terkipleri ateşli ve kırıcıdır. Ruhunda gömülü
olan hürriyet aşkıyla istibdada, zulme, melanete karşı haykırmaktan kendini
alamaz, hiddetli <.passionnl), rebabidir (Jyrique).
l 904'de Cenevre'de iken Abdülhamid'in Hapishanc-i Umumi'de ölünceye
kadar tevkif ettiği bir zavallı için yazdığı şu "Mersiye "de fikrinin bütün isyanları,
asabiyetinin, nefretinin bütün galeyanları görülür:

"Gözümde gaib ü hazır, hamüş u nfiliş-kar


Dönen bu makberenin kalb-i nur u narından
Çıkar semaya derin bir sükut-ı istihkar,
Geçer zemine sema vakfe-i vakarından.
Önünde diz çökerek ağlayan bu tayf-ı nizar
Muhabbet-i ebedidir, doğar gubarından.
Hamiyet ü recüliyyet, adalet-i edvar
Garik-i şerm olaraktan geçer civarından.
Bu toprağa gömülen mihr-i iffet ü şefkat
Boğar huzurunu her lahza taç lı katilinin
O iktidarı tokatlar, yıkar bu ac ziyye t ,
Bir iğtirab-ı muazzam, bu inhizam-ı berin
Suylıf-ı barika-i intikama tab olacak
İlah-ı ma'delete sermedi itab olacak."
Abdullah Cevdet kelimelere büyük bir ehemmiyet verir. Adeta fikirlerini
canlandırmak ister, Hamidane tezatlara büyük bir ibtilası vardır. Ta
çocukluğundan, gençliğinden beri çalışmaya, iktisadi hayatta bir hürriyet-i
mutlaka sahibi olmaya fs. 69 1] azmetmiş bulunduğundan meskenet ve atalete
karşı derin bir gayz ve garazı vardır. Gaflet uykusuna dalanları yakaları ndan
tutup sarsmak, cehalet içinde bulunanları silkip kaldırmak ister. Şarkın batıl
ananelerden, müfsid itiyadlardan doğan düsturlarını kırıp atmaya çalışır, yazdığı
bir makalede:
"Geç olsun da güç olmasın" prensibini vaz ve takip eden kafalarımızda
"Güç olsun da geç olmasın" dedirtecek bir tahavvül ve tekamül hasıl olmadıkça
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 577

Türkiye ve Müslümanlar için müstakil, hür, mesut olmak emniyeti hasıl


olmayacakur."
düsturunu ortaya atmıştı. Kahramanfuıe (chevakresque) tabiatları çoktur.
Siyasiyata mütemayil olduğu gençlik zamanlarında Kemal'in tesiriyle yazdığı
eserlerinde müstesna bir kabiliyet göstermişti. O ruh ile kendini sadece şiire verse
idi en canlı heyecanlı destanlanmızı yazar, kuvvetli bir hamasiyat (epi,que) şairi
olurdu. Kahriyyat o unfüvanm ruh-ı isyankanndan (revolte) doğmuş nağmelerdir,
baştan aşağı istibdada hücum, vatanı taziyetten ibarettir.
Abdullah Cevdet birçok sahada çalışmış hem fenne, hem edebiyata intisab
etmiş keskin bir zekadır. Yalnız şiirle iştigal etseydi çok kıymetli eserler
yaratabilirdi. Fakat şiiri coşkunluk zamanlarının canlı bir tercümanı olarak
kullanmışur. Eş'ar-ı Osmaniye Tarihi namıyla beş büyük ciltlik bir eser vücuda
getiren Mister Gibb Abdullah Cevdet'i tanımış ve Shakespeare hakkında
Doktor'un yazdığı Türkçe manzumeyi de İngilizce'ye tercüme etmiştir.
Doktor'la görüşmüş ve sonralan da mektuplaşmakta devam etmiştir Abdullah
Cevdet de Avrupa'da Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre ve Viyana'da tanınmış
Mısır'da şöhretini kazanmış bir fen ve edeb adamıdır. Kalbinde derin bir yer
tutan insanlık aşkı, uhuvvet ateşi kendisini insanları birbirine düşman eden baul
itikatlara, mel'un riyalara karşı bi-aman bir düşman etmiştir. Bir zamanlar
İctihiid'da açtığı "Şime-i Muhabbet" unvanlı bir mücadele ile hayli düşman
kazandı. Abdullah Cevdet insanlar arasına nifak ve şikak atan dini de, asabiyet-i
milliyeyi de red ve tel'in eden geniş ve insani bir gaye ve bir zihniyet (conception)
ile [s. 692] yaşayan coşkunlardandır. Bu ruh ile yazdığı şu "Gazel" fikirlerinin
zübde halinde bir enmuzec-i beliğidir:

"Bu bir sahra-yı ah ü tabdır, bunda serab olmaz,


"Bu bezmin bade-nuşu mest olur, amma harab olmaz."
Serapa nur u nağme, mesti-i can, şu'le-i aheng,
Muhabbet kişveri muhtac-ı mah u afıtab olmaz.
Gönüllerle beraber gönlümüz şad u mükedderdir,
Dil-i tevhidimizde münferid hazz u azab olmaz.
Yanar vicdanımızda sermedi bir meş'al-i şefkat:
Bu sübhani güneşte inkisar ü iğtirab olmaz.
Müheyya, bi-muhaba, bi-riyadır meşreb-i ikan:
İtab u aferin yoktur, hata olmaz, savab olmaz.
Hayat u kainat üzre gerilmiş bill-i re'fettir,
"Fenafıllah"ımızda hakk-ı red ü intihab olmaz."
Bir ruh-ı mutasavvırane (mysticisme) ile yazılan bu gazelde Abdullah Cevdet
bir mystique değil bir sosyalisttir (socialiste). Onda hôd-gamlıktan (egoisme) ziyade
diger-gamlık (altruisme) vardır, bu itibarla da Tevfik Fikret'e yaklaşır:

"Gönüllerle beraber gönlümüz şad u mükedderdir,


578 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dil-i tevhidimizde münferid hazz u azab olmaz.


Yanar vicdanımızda sermedi bir meş'al-i şefkat:
Bu sübhani güneşte inkisafu iğtirab olmaz."
diyen Abdullah Cevdet:
"Taşının kalb-i şafak-peymada
Beşerin aşkını, ilamını da"
diyen Fikret'le tevhid-i fikir ve emel ediyor.
Fikret bu mefkuresini (idea� yepyeni bir lisan ile söylemiş Abdullah Cevdet
ise bir çehre-i tasavvufla görünmek istemiş, o hasbilik o incizab-ı (s. 693] aşk ve
kemal-i lisanını heyecanına daha ziyade muvafık bulmuştur. Abdullah Cevdet'in
bu sufıliği bir istilareden (metaphore) başka bir şey değildir. Eda (expression)
itibarıyla bir cilvedir.
Abdullah Cevdet'in şiirleri de, nesri de bir hususiyet ve mümtaziyeti
haizdir. Üslubu da kendine mahsus bir asaleti (origi,nalite) haizdir. Heyecanı,
coşkunluğu yalnız manzumelerinde değil mensurelerinde de, içtimai, fenni,
edebi makalelerinde de mevcuttur. "Davamız" unvanlı makalesinden aldığımız
şu satırları tetkik etmek kafidir:
"Ümmi, fakat vicdan gözüyle en ince hakayıkı görmekte yekta olan şair
Milton'un136 şu alevli sözü daima zihnimizi tenvir, teshin ve iş'fil eder:
'Nefıri alıp uzaklara bir nefha isfil etmeği emrettiği vakit, söylenmesi ve
söylenmemesi lazım gelen sözleri seçmek iktidarı irade-i beşere verilmemiştir.
Murad-ı sübhaninin haricine kim çıkabilir? İrade-i sübhani ile uzaklara, yani
hakikat ve muhabbetten uzak gönüllere bir nida-yı hak ve muhabbet isfil et!
Emr-i mehib ü muazzam-ı ilahisiyle iştifil eden bir yürekten söylenmesinde hayır
olmayan bir kelime sudur edebilir mi?'
Ne kadar beliğdir. Paul-Louis Courier137 'laissez-vous pendre, mais publiez
vos pensees' yani 'Bırakınız ne derlerse desinler, sizi takbih etsinler, mahkum
etsinler, hapsetsinler, salbetsinler fakat fikirlerinizi neşrediniz.'
(s. 694] Faziletin, muhabbetin sulh ve uhuvvetin dünyada hükümranlığını
isteyen hiçbir kimseye buğz edemeyen, her sefile acıyan, herkesi seven bir
yürekten, münteşir fikirlerin intişarından kim mutazarrır veya mustarip olabilir
ve böyle bir yürek, fikirlerini, iştiyaklarını neşr ve ifade etmekten daha yüksek ve
daha samedani zevki nede bulabilir? Bu bir mertebe-i hikmettir. Şarih-i Füsı1sü'l-

136 Milton 1608'de doğmuş 1 674'te ölmüş meşhur bir İngiliz şairidir. Meşhur Cromweel'in
katipliğini ederdi. O öldükten sonra fakir, sefil, kör ve perişan olmuştur "Kaybolmuş Cennet" unvanlı
meşhur ve ölmez eserini kansıyla iken kızına istiktab suretiyle yazdırmıştır. (İsmail Hikmet'in notu)
137 Paul-Louis Courier I 772'de doğmuş 1 825'de ölmüş meşhur, mütebahhir bir Fransız

muharriridir. Yazdığı siyasi hicviyeler parlak ve dikenlidir. Mektuplan zeka ve nükte ile doludur.
Meşhurdur. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 579

Hikem Abdullah Bosnavi merhumun kavlince 'bu mertebe-i hikmete vasıl olmak
için yetmiş bin kişi tarafından tekfir edilmek, hakkında dinsizdir' denilmek
lazımdır. Mustafa Lütfi El-Menfuliti'nin dediği gibi 'İmam Gazali tekfir
olunmadı mı ve Hüccetü'l-İslam olarak ölmedi mi?' Hazret-i Halil'e ateşi gülzar
eden şaikadan bihaber olanlara dert veya deva anlatmak müşkilatı malumdur.
Hastalar her içtiklerini acı bulurlar. Acılık içtiklerinde değil, ağızlanndadır. Bir
şair bunu ne güzel söylemiştir:

Ve'l-'qynu tiinkiru dav'a'ş-şemsi min remedi


Ve'l-femüyünkiru ta'm el-ma'i min sakamil 38
Midelerini tatmin, cismani huzuzatı istihsal saikasından başka saik, paradan,
servetten, mailiyet-i dünyeviyeden başka matmah-ı nazar tanımayanların,
münhasıran hakikat ve i'la-yı hakikat şevkiyle, cihan-şümı'.il muhabbetin, kainata
şamil merhametin ferman-ferma, avalim-gir vecd bahanesiyle yanan ruhlara,
satılmış yahut meczub nazarıyla bakmaları mazurdur. Bu vaziyet karşısında idi ki
afü.vdeki bülend ve bi-manend hazz-ı ulvi ile mest ve mülhem olarak ve fazilete
hitaben:

Ruhumu etmeden ewel güneşin der-aglış


Ne derin bir gece duydum, ne kadar bi-kestim!
La-yemut abidinim ey samedi ma'bed-i afv
İhtirasatımı bir bir sana kurban kestim
demiştik . . . " 139

ı3a "Toz bulutu ışığı görmeye mani ise, hastalık da suyun lezzetinin almaya manidir."
ı39 Abdullah Cevdet'in (Arapkir 9 Eylül 1 869-İstanbul 28 Kasım 1 932) yukarıda adı
geçmeyen diğer eserleri şunlardır:
Fikri ve siyasi eserleri: iki Emel (1 898), Uyanınız! Uyanınız/ (2. bs. 1 908), Hadd-i Te'dib
( 1 903), Kajkasya'daki Müslümanlara B�anname (1 905), Fünun ve Felsefe (1906), Mahkeme-i Kübrd (1 908),
İstibdat (2. bs. 1 908), Bir Hutbe (1 909), lstanbul'da KOpekkr (1 909), Yaşamak Korkusu ( 1 9 10), Cihdn-ı lsMma
Dair Bir Nazar-ı Tarihi ve Felsefi (1 922).
Diğer Şür Kitapları: Hiç (1 890), Tultıat (1 890), Masumiyet (1 893), Karlıdağ'dan Ses ( 1 93 1),
Düşünen Musiki ( 1 93 1). Abdullah Cevdet hakkında daha geniş bilgi için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir
Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1 98 1 . (Haz. notu)
ÜÇÜNCÜ CİLT
DÖRDÜNCÜ KISIM

ON DOKUZUNCU ASIR OSMANLI EDEBİYATI:


1324 [1908] iNKILABINA KADAR
1895-1908

İçtimai vaziyete bir nazar - Sarayın cinnet ve cinayetleri - Hariç ve


dahildeki tesirleri - İçtimai smıfların ade:m-i :me:mnôniyetleri -
Mirsad, Mizan, Malumat ve sair gazeteler - Servet-i Fiinun, Yeni
Edebiyat-ı Cedide - Sanat sanat içindir - 1313 Yunan Harbi ve
neticeleri - Servet-i Fiinun'un kapatıl:ması - Abdülha:mid'e suikast
teşebbüsü Dahil ve hariçte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyeti
-

- İnkılap hazırlıkları

Abdülhamid'in mecnunane siyaseti gittikçe şiddetini artırarak devam


ediyordu. Hafiye ve casusların rezaleti, ocak söndürmek, hanüman yıkmaktaki
taşkınlıkları akıllar almaz bir dereceyi bulmuştu. Bütün bu ahlaksızlıklara,
haysiyetsizliklere inzimam eden, o kanlı sarayın ardı arası kesilmeyen israf ve
sefahatleri memleketin iktisadi hayatını öldürmüş; bitirmişti. Zaruret, sefalet
memleketi kaplamış, ye's ve zulmet halkı sarmıştı. Suistimaller, rüşvetler,
irtikaplar arttıkça artıyor, yiyecek ekmek bulamayan zavallıların kanlarını,
iliklerini emmeye çalışıyorlardı. İltimas veya intisap imkanı bulamayan biçareler
açlıktan kıvranıyorlarken hafiyelikle Yıldız'a yanaşanlar geniş bir saadet ve
sefahat içinde ömür sürüyorlardı. Bütün içtimai sınıflar, bütün muhtelif unsurlar
bu cehennem hayatından usanmış, bezmiş, isyan hisleriyle kıvranıyor; istibdadın
zulmünden baş kaldıramıyordu.
İktisadi hayadan hükümet hazinesine bağlı olan memur sınıfı son derece
muztar ve perişan bir halde bulunuyordu. Aylarca maaş alamamak orta halli
memurları borç içine batırmıştı.
[s. 706] Mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıflarına mensup bütün bu memur
zümresi, bu idareden nefret etmekte idi.
Sarayın muhafızlığını ettikleri için her ay muntazaman maaşlarını alan ve
her türlü rezalet ve cinayeti yapmakta kendilerini haklı sayan Hassa
Alaylar'ından başka asker içinde de rahat yüzü gören yoktu. Ne yiyecekleri,
yiyecek; ne giyecekleri giyecek, tütün parasından bile mahrum olan bütün ordu,
584 İSMı\İL HİKMET ERTAYLAN

terfi ve taltiften yıllardan beri uzak ve mehcur kalan bütün zabitler hükümetin
şiddetle aleyhinde idi.
İktisadi vaziyetleri esasen perişan olan bütün Rumeli ve Anadolu köylüsü
bütün kazandıklarını bir taraftan hırsız ve mürtekip idare memurlarına
kaptırmaktan, bir taraftan sarayın isralatına yetiştirmekten bıkmıştı. Gencini,
ihtiyarını asker; kazancını, vannı vergi olarak vermek Anadolu'yu ölüme
mahkum etmişti. Bütün vilayetlerde de bir memnuniyetsizlik hüküm sürüyordu.
Halife namını taşıyan o kanlı hükümdara intisap ile kannlannı doyuran ve
menfaatten başka bir düşünceleri olmayan başları sarıklı bir sürü riya.kardan
başka saraya taraftar hiçbir fert mevcut değildi. Ziraat, ticaret berbat bir halde
olduğu gibi, maarif ve matbuat da perişan idi.
Mektepler sıkı bir murakabe ve teftiş altında tutuluyor, lugat kitaplarından
isyan, ihtilfil, inkılap kelimeleri, tarih kitaplarından "İhtilaJ-i Kebir" bahisleri
çıkarılıyor, edebiyat kitaplarından Kemal, Hamid isimleri siliniyor; vatan­
perverane, hürriyet-perestane eserler yakılıp mahvediliyordu. Ecnebi muallimleri
bulunan tek tük mekteplerde ancak bu gibi bahisler geçebiliyordu. Matbuat da
aynca tazyik altında idi, sansürün elinden yazı geçirmek pek müşkül oluyordu.
Mi;:,an gibi hak, adalet, hürriyet için çalışan gazetelerin yaşayabilmesine
imkan yoktu. Murad Bey İstanbul'dan kaçarak Avrupa'ya gitmişti.
Tanzimat'ın getirdiği yenilik cereyanını takip eden gençlerin, Fikret'lerin,
[s. 707] Rıza Tevfik'le rin yazdıkları bir mecmua olan, İsmail Safa'nın Mirsad'ı
sarayın emriyle kapatılmış, Tevfik Fikret'in çıkardığı Malumat140 da aynı akıbete
uğramıştı.
Diğer gazetelerden bir kısmı Abdülhamid'den tahsisat alarak sarayın
dal kavukluğunu etmekte, bazıları da zalim sultanın kendine vermek istediği
halifelik süsünden istifade ederek dini makalelerle sütunlarını doldurmakta idiler.
Bu cihetin bir küçük faydası da olmuştu. Rus-Japon Harbi üzerine çarlığa karşı
çıkan isyan, Abdülhamid'i çok korkutmuştu.. Halka karşı mevkiini
kuvvetlendirecek çareler düşünüyordu. O esnalarda Kırım'da İsmail
Gasprinski'nin gazetesi çıkmaya başlamıştı. İstanbul gazeteleri de malumat
vermek arzusuyla "Alem-i İslam" diye bir sütun açtılar. Abdülhamid halifelik
sıfatının kuvvetleneceğine zahip olarak buna memnun olmuştu. Bu vesile ile bazı
hürriyet-perverane yazılar da sıkıştırılıyordu.
Fakat bundan istifade düşünen bazı menfaatculara da bir dini cereyan
yaratmak için vesile olmuştu. Abdülhamid'in gururunu okşamak ümniyesiyle bir
"İttihad-ı İslam" (Pan lsldmisme) fikri ortaya atılmıştı ki memleketin vaziyetini
aynca tehlikeye koyuyor, anasır arasına da zıddiyet sokuyordu. Bu cihetten

ıw Bu Malı1mat, Baba Tahir'in Malı1mat'ı değil, 22 Şubat 1 894-3 Mayıs 1895 tarihleri arasında
48 sayı çıkarılan dergidir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 585

kuşkulanan Avrupa emperyalistlerine bilhassa, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi


anasır İslam'la alakası olanlara karşı bu cereyanın ne kadar sathi ve çürük
olduğunu ispat için Avrupa'da bulunan Sabahaddin şöyle yazmıştı:

"Hükumet-i Osmaniye dört asırdan beri merkez-i hilafettir. Mamafih şu


son senelere gelinceye kadar İ stanbul'da akvam-ı İslamiyenin ittihat politikasına
çalışıldığı hiç görülmemiştir. Devlet-i Osmaniye devr-i ikbal ve kemfilinde böyle
bir şeyi düşünemedikten sonra bundan sonra mı düşünecek? Selim-i evvel bu
meseleyi büsbütün kapatmak için hilafeti İstanbul'a nakletmiş ve yakın
zamanlara gelinceye kadar da İ slam padişahları unvan-ı hilafeti badi-i mefharet
bir nam olmak üzere haiz bulunmuşlardır. Hatta vesfük-i resmiyede [s. 708]
ekseriya bu unvan zikir bile edilmemiştir. Yalnız Abdülhamid devr-i saltanatının
nısf-ı ahirinde nüfüz-ı ruhanisine fazla bir ehemmiyet vermeye başlamıştır. Fakat
şunu da biliyoruz ki Abdülhamid hiçbir zaman hilafeti, hakiki İ slamlar gibi
telakki etmemiştir. İstanbul'da sırf dahildeki İ slamlar üzerine icra-yı te'sir için
dini politika iltizam edilmektedir. Bu politikanın esbabını şerh ve izah için,
Türkiye' de vukua gelen tebeddülat-ı fikriyeye seri bir nazar atfetmek iktiza eder.

Bütün akvam-ı İslamiye içinde Türkler, vaz'iyet-i coğrafyalarından dolayı


medeniyet-i Garbiye dairesinde en seri tekemmül etmişlerdir. Türk gençleri
daima medeniyet-i Garbiyeye münceziptirler; hepsi de medeniyet meftunudur.
Havza-i ictimaiyatta hiçbir hadise vukua gelmez ki gençlerimiz tarafından tetkik
ve tetebbu edilmesin, idare-i hazıra Türk kavminin tekemmülat-ı iktisadiyesine
mani olduğundan şebab-ı Osmaniye, tetebbuat-ı fikriyeye hasr-ı vücud etmişler
ve daimi bir gayret ve mesai sayesinde düşüncelerini sırf yeni bir şekle idhal
eylemişlerdir.

Artık böyle bir dereceye gelmiş ve fikr-i taassub kamilen içinden çıkarılmış
bir muhit dahilinde irticai ve Avrupa aleyhinde bir politika öyle muvaffakiyetle
neşr ve tamim edilemez. Fakat hükümet ne kadar meşru ve elzem olursa olsun
her türlü ıslahata açıktan açığa düşman olduğundan bugün temelleri lerze-nak
olmaya başlayan bina-yı istibdadı kurtarmaya çalışmak için kendisini bir sütre-i
ruhani ile göstermeye mecbur olmuştur."

Şu sözler bu cereyanın ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu, sahte bir


siyasetten başka bir kıymeti olmadığını göstermeye kafidir.

O aralık arkadaşlarıyla beraber Servet-i Fünı1n'da "Yeni Edebiyat-ı Cedide"


cereyanını açan Tevfik Fikret bu mukassi muhite hiç olmazsa edebiyat kisvesi
altında biraz can verebilmek için çalışmış ve o zaman Avrupa' da moda hükmüne
giren "Sanat için sanat" düsturunu ortaya atmışlardı. Bu sayede o karanlık içine
biraz ziya, bir nur seıpmeye muvaffak olmuşlardı.

[s.709] Aynı zamanda da yenililik cereyanını ileri götürüyorlardı. Naci'den


sonra kalan taraftarları çok zayıflamışlardı. Ortada bir Ekrem cereyanı vardı, bir
de hiçbir cereyanı tanımak istemeyen gençlere kendi fıtri istidatları, kendi tabii
asaletleri (origi,nalite] dahilinde inkişaf hak ve serbestisini vermek taraftan olan tek
586 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

tük gençler vardı. Bunlardan biri de Rıza Tevfik idi ki Ekrem cereyanının tesirini
azaltmak için bir makale yazmış, karşısında hocası Ekrem'i müdafaaya atılmış
olan Fikret'i bulmuştu. Bu iki eski arkadaşı aynı meslekte, aynı maksatta
olduklarını ispat ile yine Üstad Ekrem uzlaştırmıştı. Servet-i Fünun, "Sanat için
sanat" prensibinden istifade ile sembolizm (symbolisme) örtüsüyle örtünerek
sarayı, zalim padişahı, haysiyetsiz vezirleri hiciv ve tehzil ediyor, sansürün
gözünden bu yazılan kaçırmaya muvaffak oluyordu. O kara muhitte gençleri
biraz müteselli eden bu Edebiyat-ı Cedide cereyanı idi.
1 3 1 3 [ 1 897] senesinde Yunanistan ile açılan muharebe memleketteki dini
cereyana bir kuvvet vermiş olmakla beraber, milli bir cereyan da uyandırmış,
Türklük, Türkçülük sözleri de meydan almıştı. Abdülhamid Türkçülük
sözünden korkmakla beraber bunu sade lisan hususlarında kaldığı müddetçe
müsamaha ile görüyordu. Nitekim gazetelerde başlayan münakaşalara mani
olmadıktan başka memnun da oldu. Türkçeyi sadeleştirmek, halka doğru gitmek
meseleleri ortaya atılmış; tenkitler, münakaşalar ilerlemişti. Nihayet Mehmed
Emin'in Türkçe Şiirler'i Rıza Tevfik'in takrizi, Tevfik Fikret'in takdir ve teşvikiyle
neşredilmişti.
Fakat bu faaliyet de çok sürmedi. Servet-i Fünun gençlerinin içtimai sahada
da çalıştıkları hissedilmişti. &rvet-i Fünun kapatıldı. Fikretlerin, Siretlerin,
Safalann evleri basıldı, aranıldı Siret'le Safa nefyedildiler: Ortalık yine kesif bir
zulmete boğulmuştu.
Bu hali gören Avrupa emperyalizmi de istifade hırsına düşmüştü. Çar
Rusyası ile İngiliz İmparatorluğu İstanbul'a göz dikmiş, Türkiye'yi [s. 7 1 0]
taksimi düşünüyor, bu hususta planlar hazırlıyorlar, mülakatlar yapıyorlardı.
İtalya, Trablusgarp'a saldırıyor, Almanya iktisadi nüfuzunu tevsie uğraşıyor,
Bağdat demir yollarını elde etmek istiyordu. Yunanistan Girit'i, Avusturya
Bosna-Hersek'i gözlüyordu.
Bu umumi suikast karşısında Genç Türkler dehşete düşmüşlerdi. Avrupa'da
İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni teşkil ile gazete çıkaran bazı gençlerle,
Abdülhamid'e ağır mektuplar yazarak firar etmiş olan Damat Mahmud Paşa'nın
oğlu Prens Sabahaddin ve bazı Hristiyan unsurlardan ihtilal taraftarları faaliyete
başlamışlardı.
Evvela Paris'te bir kongre akdettiler. Kongre neticesinde üç muhtelif
cemiyet hasıl olmuştu. Biri Şurıi-yı Ümmet gazetesini neşreden İttihat ve Terakki
Cemiyeti, ikincisi Terakki, ve Yeni Filr:i.r141 gazetesini çıkaran Prens Sabahaddin'in
Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsi Cemiyeti, üçüncüsü de bir ihtilal
komitesi idi. Prens Sabahaddin meseleye içtimai bir nokta-i nazardan bakıyor,
yarayı daha yakından görüyor ve:

1 4 1 Prens Sabahaddin'in çıkardığı gazete ve dergiler arasında Yeni Fikir adında bir dergi

bulunmamaktadır. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 587

"Za'f-ı ictimaimizin esas-ı hakikisi terbiye-i milliyemizde ve terbiye-i


milliyenin tebayi'-i mümeyyizesini teşkil eden Teşebbüs-i Şahsi'nin fıkdanında
aranılmalıdır. Türklerde bilhassa ziraat, ticaret ve sanayiile iştigal eden tabaka-i
nasta bu hal tamamıyla mevcuttur. Fakat bu tabakayı teşkil eden efrad-ı millet
malumat ve sermayeye malik bulunmadığı cihetle kendi muhit-i ictimaisinden
çıkarak yükselmeye muvaffak olamıyor ve bu sebepten dolayı da ziraat hfil-i
ibtidaisinde kalıyor. Sanayi mevadd-ı adiyeye inhisar ediyor. Ticaret ise hfil-i
tevakkufta bulunuyor.
Sunllf-ı mutavassıtaya gelince, bu sınıfı teşkil eden efrad-ı nasın kısm-ı
azamı hükümet memuriyetlerine koşarak ya memur veyahut zabit oluyorlar.
Mahafıl-i filiye-i resmiyetle ise her ne suretle olursa olsun idare-i mutlakanın
bekası tecviz olunduğundan memurlardan erbab-ı namus ve faaliyetten olanlar
kabul edilmiyor. O derecede ki bu tabakada da bir nevi ıstıfa vukua geliyor ki,
bu ıstıfa fıkr-i teşebbüsün zararına, atalet ve ahlaksızlığın ise lehinedir. Şu halde
şuabat-ı idarenin [s. 7 1 1] kaffesinde ve bunun aks-i te'siri olmak üzere de hayat-ı
hususiye dairesinde umumi bir fetret husfile gelmesi tabiidir."
diyor ve işi bir içtimaiyatçı, bir iktisatçı gözüyle görüyordu.
Hasılı Avrupa'da olanca gayretleriyle çalışan bu gençlerin İstanbul'da da
bir tesirleri vardı. Esasen İttihat ve Terakki'nin merkezi İstanbul'da idi. Saray
hafiyelerinin geceli gündüzlü tecessüslerine rağmen birçok şubeler açıyordu.
Mekteb-i Harbiye'de Hüseyin Avni Komitesi, Süleyman Paşa Komitesil42
namlarıyla iki şube açmıştı. Hürriyet ve inkılap fikirleri talebeye sirayet etmişti.
Harbiye talebesi Tıbbiyelilerle birleşip Yıldız'a karşı ihtilalkarane bir nümayiş
yapmaya karar vermişti. Fakat mektuplan tutulmuş, içlerinden seksen bir kişi
mahkum olmuştu, yapılan eziyetler ve işkencelere nihayet yoktu. Abdülhamid
bir taraftan bu gençleri menlalara gönderir, denizlerde boğarken Avrupa'daki
gazeteleri kapatmak, kendi aleyhine çalışan gençleri rütbeler, nişanlar,
memuriyetlerle taltif ederek susturmak için de elinden geleni yapıyordu. Buna
kısmen de muvaffak olmuştu. Menla.ya gönderilen gençlerin affedilmeleri şartıyla
bazı gazeteleri kapamaya razı olmuşlardı.
Abdülhamid hem bu teklifi kabul ediyor, hem de bazı ıslahat yapacağını
vaat eyliyordu. Bütün bu vaatler riyakarane ve müzevvirane idi. Yine gençler
sürülüyor, öldürülüyordu.
Bazı gazeteler Avrupa ve Mısır'da yine Abdülhamid'in aleyhine çalışmakta
devam ettiler. İstanbul'da da ümitsizlik son derecede idi. Bu elim vaziyetten, bu
mülewes idareden bizar olan anasırdan Ermeniler bir Belçikalı ile birleşerek
Abdülhamid'i öldürmeye karar verdiler. Ve bütün hazırlıklarını yaparak bir

1 42 Hüseyin Avni, Abdülaziz'in tahttan indirilmesine çalışmış, Süleyman Paşa da o zaman


Mekteb-i Harbiye müdürü bulunmuştu. (İsmail Hikmet'in notu)
588 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Cuma Selamlığı'nda bir bomba atular. Ne fayda ki Abdülhamid'in tesadüfi


küçük bir teahhuru bu işi bir felakete çevirmişti.
[s. 7 l 2] Fikret bu hayırlı işin böyle neticesiz ve zararlı bitişine o kadar
müteessir olmuştu ki "Bir Lahza-i Te'ahhur" manzumesini yazarak:

"Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikam;


Lakin unutma'iln şunu taıih-i sifle-kam:

Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen ...


Bir lahza-i te'ahhura medyun bu keyfini!"
diye hiddetle inlemişti.
Abdülhamid bir taraftan bu vakaya, bir taraftan da Avrupalı
muharrirlerden Fesch'in AbdüUıamid'in Son Günlerinde lstanbul unvanıyla yazdığı
eserlerden fevkalade sinirlenmiş, kudurmuştu. Cinnet-i istibdadını düğünleri bile
men edecek dereceye vardırdı.
Fakat halka da büyük bir galeyan gelmişti. İhtilfil ateşi damarlan
tutuşturuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti her tarafta şubeler açıyor,
beyannameler gizli gizli her tarafa dağılıyor, bir zemin hazırlanıyordu.
Abdülhamid bu faaliyeti haber aldıkça çıldırıyor, gözüne uyku girmiyordu.
Rumeli'de, Üçüncü Ordu'da inkılap hazırlıklan başlamıştı. Tevfik
Fikret'in yazdığı "Hürriyet Şarkılan" okunuyor, Avrupa'da çıkan gazete
nüshalan dolaşıyordu. Ye'sinden kuduran padişahın Selanik'e gönderdiği heyet
bütün tazyiklerine rağmen mağlup olmuştu. Zabitlerden bir kısmı çetelerle
dağlara çıkarak hürriyete mani olmak isteyen paşalan öldürdüler. 9 Temmuz
l 324'te [22 Temmuz 1 908] Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamid'e
bir telgraf çekerek Kantin-ı Esasi'yi ilan ve Medis-i Mebtisan'ı küşad etmesini,
aksi takdirde isyan edeceklerini . . . " bildirdi.
Tevfik Fikret
TEVFİK FİKRET

Veladeti ve Hayatı
Fikret, İstanbul'da Kadırga Limanı'nda Bostan-ı Aıi Mahallesi'nde, bugün
Yağlıkçı Nuri Efendi veresesinin sahip olduğu hanede, 1 284 senesi Şaban'ının
yirmi sekizinci Salı gecesi [25 Aralıkl867] dünyaya gelmişti.
Babası Hüseyin Efendi aslen Çankırı Sancağına tabi Çerkeş kazasındandır.
Büyük babası Ahmed Ağa Çerkeş eşrafından idi. Oğlu Hüseyin'i okutmak için
İstanbul'a gelmiştir. Hüseyin Efendi o zamanın en mükemmel mektebi olan
"İrfan!" Rüşdiyesi'nde tahsil ederek Hariciye Mektubi Kalemi'ne memur edilmiş
ve orada kitabet ve Babıali terbiyesi görmüştü. Hususi surette de Arabi ve Farisi
tahsil etmişti. Çalışkanlığı ve doğruluğu takdir edilerek Fatıma Sultan kahyası
olan meşhur İhtisap Ağası Hüseyin Bey'in maiyetine verilmişti.
Hüseyin Bey bu genç adaşının gayret ve istikametini gözden kaçırmıyordu.
Nitekim kendisi Sultan Aziz'in validesi Pertevniyal Valide Sultan kahyalığına
geçtiği zaman, Hüseyin Efendi'yi de katip olarak almıştı. Nihayet kendi hususi
katibi olan ve İzmir'de iken ihtida ederek maiyetinde kalan Hüsrev Efendi ile
yine Sakız Rumlarından ihtida ederek pek küçük iken Hüseyin Bey'e evlatlık
olan Saliha Hamm'ın kızı Hatice Refia'yı Hüseyin Efendi'ye vermişti. Bu Hatice
Refia Hanım, Fikret'in validesidir. Görülüyor ki, Fikret baba tarafından halis
Türk, ana tarafından adalıdır.
Fikret'in dünyaya gelmesi o senenin kışını pek hararetle geçirmişti. Adını
Mehmed Tevfik koydular. Refet isminde bir zat veladetine bir kaside-i tarihiye
yazmıştı.

[s. 7 14] Kaside


Hamdülillah yine ikbale şeref oldu sadik
Eyledi hatır-ı yaram meserret teşvik
Eyledi müjde-i teşrifi cihan-ı tebşir
Makdeminden dile enva'-ı ferah buldu tarik
Şah-ı gülden hele me'mfıl idi çok gonca-i nev
Nahl-i ikbale güzel goncalar oldu ta'lik
Ya'ni ferzend-i şeker-hand-i Hüseyin Efendi
Geldi dünyaya felek kadrini etti tasdik
Peder-i emcedi beyne'l-urefü yektadır
Olamaz pertev-i idraki güneşten tefrik
Öyle ehl-i dil Ü pür-himmet Ü nazikdir kim
592 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şimdi emsali bulunmaz bu cihanda tahkik


Faz! u ihlas u sadakatle müsellemdir hep
Hurdcbindir eder evvelce umuru tedkik
Seıver-i ehl-i vefa, ayine-i sıdk u sara
Tac-ı fark- ı urera, zümrc-i ihvana şefik
Ömrün efzun ede Hak devlet ü ikbal ile ta
Haşre dek avn-i Huda olsun ana yar ü refik
Yazdı mevlı'.idüne tebrik ile Re'fet tarih
Geldi dünyaya behiyyetle Mehemmed Tevfik
1 284 [ 1 867]
İhtisap Ağa'lı Hüseyin Bey'in vefatından sonra Hüseyin Efendi asaleten
vakıf kaymakamı olmuş, aynı zamanda Şehr-Emaneti meclis azalığına da tayin
edilmişti. Defterhane'de tevkiilik memuriyeti de uhdesinde idi.
Hüseyin Efendi Aksaray'da Ağa Yokuşu altında bir konak inşa ettirerek
ailesini oraya nakletmişti. Fikrct'in çocukluğu o Aksaray'daki konakta geçmiştir.
(s. 7 1 5] Küçük iken ele, avuca sığmaz, şeytan, afacan, yaramaz bir çocuk
olan Fikret büyüdükçe sakinleşmiş, bir itidal ve vakar sahibi olmuştur.
Henüz üç buçuk yaşında iken dikkate şayan bir aşk vakası geçirmiştir.
Aksaray'da oturduk.lan zaman birçok misafirler gelirdi, bunlar arasında bir
de Paçacılar kahyasının kızı Naciye Hanım vardı. İşte bu Naciye Hanım'a aşık
olmuştu. Ne zaman evlerine gelse yanından ayrılmaz, ayrılınca da başını yastığın
altına sokar, saatlerce ağlardı.
Yine küçüklüğünde a'lkerliğe merak etmiş, bir paşa elbisesiyle kılıç, kalpak
almışlar. Bu aşk, yaşı ilerledikçe ilerlemiş, biraz büyüdükten sonra kılıç
talimlerine kalkmış kimseye görünmeden evin harem dairesine geçmiş ve misafir
odasına girerek kanepelerin örtülerini kaldırarak, kılıcıyla hücuma başlamış ve
bütün minderleri, kanepeleri parça parça etmiş, bu kahramanlıktan ki msenin
haberi yokmuş ... Fakat bir gün evde temizlik yapıldığı sırada her şey meydana
çıkmış. Fikret de bu sessiz faciadan sonra askerlikten vazgeçmiş!
Biraz daha büyüdükten sonra Fikret büyük kardeşi Şevki Bey'le beraber
Pertevniyal Valide Sultan'ın Aksaray'daki cami yanında yaptığı Mahmudiye
Valide Rüşdiyesi'ne devama başlamıştır. Zeka ve istidadı sayesinde az zamanda
bütün hocalarına kendini sevdirmiştir.
Fakat 1 293 Muharebesi [ 1 877- 1 878] bütün fecaatiyle gelmiş ve İstanbul'a
gelen muhacirleri camilere, mekteplere ve medreselere yerleştirmeye
başlamışlardı. Valide Rüşdiyesi de muhacirlere verilmiş, dersler de yüzüstü
kalmıştı. Fikret daha o zamanlar dokuz yaşlarında idi. Babası onu Mekteb-i
Sultani'ye verdi.
İki üç sene sonra Fikret validesini kaybetmişti. Bir ara validesinin büyük
biraderi Hüseyin Nuri Bey hacca gitmeye karar vermişti. Fikret'in validesi de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 593

kardeşiyle beraber hacca gitmek istemiş, fakat o sene orada zuhur eden şiddetli
koleradan her ikisi de vefat etmişlerdir.
[s. 7 1 6] Dayısı ba'de'l-hac Vadiyü'l-Fatıma'da, annesi de Medine-i
Münevvere'ye bir günlük mesafede, çölde defnedilmişlerdir. O zaman daha
acılığını anlayamadığı tahassürü, hemşiresi de ölünce hakkıyla anlamış ve 3 1 8'de
[ 1 902] "Hemşirem İçin" diye yazdığı mersiyeyi ninesine ithaf etmiş, ilk
parçasında, kalbinde örtülmüş, küllenmiş sandığı yaralarının hala işlediğini, hala
kanadığını anlamıştı:

"Biz çocuktuk, seni defn eylediler


Bi-veta kumlara bi-kayd eller.
O zamandan beri, müştak u zebun,
Ne zaman kıbleye dönsem dil-hun,
Seni bir mahfede puyan görürüm;
Sonra kumlarda perişan görürüm.
Bir diken belki delil-i kabrin,
Develer belki ziyaretçilerin;
Kim bilir, belki de, pamfil-i gubar,
Ne diken var, ne ziyaret, ne mezar;
Ne de sen... Bense bugün derdimle
Seni inletmeğe geldim, dinle.
Dinle her nerde isen, her ne isen:
Toz, bulut, ruh, melek, taş, ya diken."
demişti. Fikret üvey ana elinde kalmamıştı. Babası Hüseyin Efendi bütün
muhabbet ve şefkatini çocuklarına hasretmişti. Bir daha evlenmedi. Fikret'i de
diğer kardeşlerini de dadılar, lalalar büyütmüştü. Fikret'i hakiki bir ana şefkatiyle
büyüten ninesi Naime Hanım olmuştu. Fikret de ninesini ana gibi severdi . . .
Fikret'in çocukluğundan beri ruhen sekinet ve murakabeye (meditation)
meyyal olduğu görülüyor. Uzlet ve inzivaya çekilerek ruhunu dinlemeyi, hayatın
güzellikleri, tabiatın inceliklerini derin derin okumayı sevdiği [s. 7 1 7] anlaşılıyor.
Bu temayülü evde de, mektepte de, geçirdiği hayatta da görülmektedir. Birçok
kimselerin, hatta Fikret'in son zamanlardaki münzevi hayatına bakarak
kendisine merdüm-giriz (misantrope) demeleri onun bu temayülünden husfile
gelmiş bir zehabtır. O koca Fuzuli'nin:

"Dimezem vahşiyim tabiat ile


Tfilib-i zevk-i sohbetim amma
Bir diyar içreyim ki halkından
Eylemez hiç kim bana perva"
dediği gibi Fikret de tab'an vahşi değil belki pek munis ve pek muaşeret­
perverdir. Bu fıtratı daha küçücükten kendini göstermiştir. Fakat mürailer,
594 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

müzevvirler ve desise-karlarla münasebeti insanlık haysiyetine münafı gören


ruhu bu reddi tabiatlı mahluklarla münasebetten kendini uzaklaştırmıştır.
Fikret mektepte bulunduğu zamanlar bütün oyunlara iştirak eder, hem de
muvaffakiyetlerle diğer arkadaşlanna tefevvuk eylerdi. Fakat insani vakannı,
vicdani haysiyetini incitecek her türlü hareketten çekinirdi. Bu çekiniş adeta
vehbi (inne) idi. Bütün arkadaşlan, hocalan ve müdürleri arasında müstesna bir
mevki, bir teveccüh kazanmıştı. Kendi mektep arkadaşlanndan olan Rıza
Tevfik, fıtraten bütün bütün başka ruhta yaratılmış bir çocuktu. O da hiç kabına
kacağına sığamaz, düz duvarlara çıkar, cezalanır, hapsedilir, hatta mektepten
tard olunurdu. Her ikisinin de isimlerinin "Tevfik" olması mülabesesiyle baze n
Rıza Tevfik'in cezalan Tevfik Fikret'e yazılı rdı. Fakat Rıza Tevfik de ruhen
necip ve izzet-i nefs sahibi olarak yaratılmış bir çocuk old uğundan bu sarih
haksızlığı kabul etmez, cezanın kendisine ait olduğunu söyleyerek arkadaşını
haksızlıktan korurdu. Fikret ise cezanın başkasına ait olduğunu bile
söylemeyecek kadar fedakar ve hasbi yaratılmış bir fıtratlı.
Evde- de Fikret'in kendine mahsus bir odası vardı. Mektep ten geldiği [s.
7 1 8J günler hemen soyunur, elbisesini değiştirir ve bu te rbiyet-ga hına atılırdı.
Evet Fikret'in bu hususi odası onun için bir terbiyet-gah, bir tatbikathane, zevk
ve şiiri, haz ve s ükunu, aşk ve fedakariyi, hakikat ve ulviyeti telkin eden bir cihan
idi. Denebilir ki Fikret'in bütün istidatları bu odacıkta nemalanmış, bu odacıkta
terbiye görmüş, bu odac ı kta ibda kuwetini kazanmıştır. Bu odacık Fikret'in ilk
":işiyan"ı idi. Nitekim Fikret bütün hasletleri, bütün kudret ve kabiliyetleri ,
bütün hususiyet ve asaletleri (origi.nalitl) ile Fikret olduktan sonra bu Aşiyan 'ı da
bi r kemale (Jıerfiction) mazhar olmuştur ki bugün şairin milletine ve memleketine
ithaf olunmuş bir küçüc ük sanayi-i nefise müzesi gibi her sene vefatının sene-i
devriyesinde bütün gençler ve kendini takdir edenler tarafından bir huşu-i
vicdani ile ziyaret edilmektedir.
Fikret o odacıkta ilk resimlerini yapmış, ilk yazılarını yazmış, ilk insani
fikirlerini, hislerini yaşam ıştır. Burada Fikret'in yalnız şiir ve sanatı, yalnız şefkat
ve insaniyeti değil aynı zamanda hassasiyet ve aşkı da doğmuş ve beslenmiştir.
Fikret bu odasında sık sık ziyafetler tertip, kendi haslet-i ictimaiyesini, kendi
medeniyet-i fıtriyesini de ispat eylerdi.
Odanın önünd e kocaman bir incir ağacı vardı. Fikret ziyafet günleri bu
ağacı donatır, ren kli kağıt fenerler asar, ağacın altında ziyafet sofrasını hazırlar,
misafi rlerini beklerdi. Bu halet-i ruhiyesi kendisinin ne kadar muaşerete düşkün,
musahabete meyyal ol duğunu gösterir. Ziyafetlerin daimi davetlileri büyük
yengesi, dayısı ve d ayısının kızı ve bütün diğer akrabası idi.
İ şte Fikret; bilahare zevcesi olan dayısının kızıyla bu odacıkta sevişmiş
aşkın, vefanın, samimiyetin, m erbutiyetin , fedakarlığın, şiirin, heyecanın bütün
ateşlerini, bütün keşmekeşlerini tatmıştı .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 595

Fikret bu semahat ve bu muaşeret zevkini babasından almıştı. Saf olduğu [s.


7 1 9] nispette sadık ve namuskar olan babası doğruluğu asabiyet derecesine
vardırmış insanlardan idi. Nitekim o doğruluğunun kurbanı olarak vatanından
sürülmüş, menfü.larda çürütülmüş, ailesinden, çocuklanndan, evinden
yurdundan uzaklarda, gurbet illerinde mehcur ve müştak can vermiştir. Fikret
babasından bahsederken: "Babam titiz, fakat eğrilmek bilmez derecede doğru
bir adamdı. Bağınr, çağınr, hiddetli fakat çok temiz, çok iyi kalpli idi." der.
Filhakika babası çok temiz, çok iyi kalpli ve merhametli idi. Kendisi
mutekit bir adam olduğundan itikadiyata ait merasime riayetten ayrılmazdı.
Mesela Ramazanlarda konağında her akşam sofralar kurulur, ziyafetler verilirdi.
Fakat zamanın birçok yüksek tabaka erkanı gibi bu ziyafetler paşalara, beylere
inhisar etmezdi, kısm-ı küllisi aşağı tabakadan fakirlere, kimsesizlere, muhtaçlara
tahsis edilirdi.
Fikret insaniyetin bu yoksul tabakasına merhameti o dakikalardan
öğrenmiş, hayatta muhtaç bir kitlenin, sefil ve ser-gerdan, perişan ve aç bir
zümrenin yaşamak için sürüklendiğini çocukluğunda hissetmişti. Bu hissi onun
büyük kalbinde derin izler bırakınış, onu nihayet bir inkılapçı, bir insaniyetçi
olarak meydana çıkarmıştı.
Fikret'in tabiatı üzerinde ana tarafından büyük babası olan Hüsrev
Efendi'nin de pek büyük bir tesiri olmuştur. İntizam ve zarafet hissini, necabet
ve vakar numunelerini ondan almıştır. Nihayet hayatta kendisi için bir düstur-i
hareket hazırlamıştır:
Kıran da olsa kırıl, düş, fakat eğilme sakın!
Kıran çok olmuş, kendi de çok kırılmış, fakat bir an için olsun eğilmemiş,
nerede haksızlık, nerede zulüm, nerede vahşet ve cinayet gördüyse oraya şiddetle
hücumdan bir an hfili kalmamıştır. Bütün hayatı zalimler, caniler, mutaassıp
riyakarlarla daimi bir mücadele ile geçmiştir. Fikret'te şiir kabiliyeti çok erken
inkişaf etmiştir. Henüz on dört, (s. 720] on beş yaşlarında iken Mekteb-i
Sultani'nin birinci, ikinci sınıflarında bulunurken şiire başlamıştı.
İlk yazdığı gazel Müntehabdt-ı Tercüman-ı Hakikat'te çıkmıştı.143

"Takviyet vermekle adem rişte-i tedbirine


Düşmemek kabil mi dehrin ukde-i tezvirine
inhizamı pek güç olmaz nahvet-i cananenin
Ger müsavi olsa h1tfu ettiği tahkirine

I43 Fikret'in refikası Nazıma Hanım ilk neşrettiği gazel bu olduğunu söyler. Gazel Münteluibiit-ı
Tercüman·ı Hakfkafın 533'üncü sahifesinde neşredilmiştir. Gazelin Tercüman--ı Hakikat'e Fikret'in
edebiyit-ı Firisiye muallimi olan M uallim Feyzi tarafından verildiği anlaşılmaktadır. �sınai!
Hikmet'in notu)
596 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Öyle bir yıkmış ki mülk-i hatırım ceyş-i elem


Kadir olmaz bir yere gelse cihan ta'mirine
Feyzi seyret hançer-i ıişık-küşünde ol mehin
Nur iner her şeb mezar-ı küşte-i şemşirine
Fehmeder elbet hatasın gül diyen ruhsanna
Bir nigah etse eğer zihnimdeki tasvirine
Mısr-ı hüsne öyle pertev-bahştır mihr-i ruhun
Kim sezadır Yusuf-ı zerrin-resen ta'birine
Sende ey şuh-ı peri-peyker o cadu gamzeler
Çekmedik dil mi bıraktı şişe-i teshirine
Cevr ü nazından şikayet etse de sen afv kıl
Bakma sultanım dil-i divanenin taksirine
Ürpe rir cismimde mı1lar hep birer peykan olur
Başlayınca hame tir-i gamzenin tahririne
Name parlar hame çatlar şu'lesinden Nazmiya
Her ne dem azmeylesem suz-ı dilin takririne"
[s. 72 1 J Nazımda ilk tahallüsü "Nazmi" olmuştur. Fikret o zaman Mekteb-i
Sultani'nin Türkçeden dördüncü ve Fransızcadan ikinci sınıfinda
bulunuyordu.ı« Artık matbuat aleminde de ismi tanınmış, Tercümdn-ı Hakikat'e
muallimi Feyzi Efendi delaletiyle manzumeler vermeye başlamıştı.
Fikret, Muallim Feyzi'nin dela.letiyle eski zihniyette gazcl-serfüık ve kaside­
tırazlıkta kalemini tecrübe eyliyordu. Fikret Seroet-i Fünun da yazdığı bir makalede
'

kendi şiire başladığı zamanlara ait bir hatıra kaydediyor ve onda:


"Mektepteydim . . . Lisan-ı edebi hecelemeye henüz başlamıştık. Halbuki
ben dört seneden beri mevzun tekellüm ediyordum. Şiir namına yazdığım
hezeyanlar hocalarımın, arkadaşlarımın delalet ve himmetiyle gazetelere,
Tercümdn-ı Hakikat'e bile girmiş, ismime şair sıfatı çoktan izafe edilmiş idi.
O sene daha ilk defa olarak edebiyat dersinde bulunuyor; tenafür-i huruf
ve kelimatı, ta'kid-i lafzi ve maneviyi, za'f-ı te'lifleri, tetabulan, garabetleri,
tekrarlan o her satır yazımızda birkaç misaline birden tesadüf olunabilen şevaib-i
fesahati daha ilk defa olarak işitiyor, ilk defa olarak öğreniyorduk. Nihayet
imtihan günleri, imtihan saatleri geldi yetişti. Hocalarımız toplandılar, mevki'-i
imtihana birer birer çekilmeye başladık. Mektebimizde mesela Arabi, Farisi,
Türki edebiyat muallimleri bir odada birleşir aynı zamanda bu üç dersin
imtihanı birden icra edilirdi. Nevbet-i sual muharrir-i acize geldi. Geçende

ı+ı Kendi sınıf arkadaşlarından olan ve bir zamanlar Mekteb-i Sultani'dc ders nazırlığı,

Fikret'in müdüriyeti esnasında da müdür-i sanilik eden, son zamanlarda da Maarif Nezareti
İstatistik Müdüriyeti'nde bulunan Cemil Bey, Muallim mecmuasının nüsha-i mahsıisasında çıkan
gazel için: "Tevfik'in müptedilik zamanında söylediği eş'ardandandır. 99 sene-i maliyesi nısf-ı
ahirinde Tercümıin-ı Hakilr.at gazetesiyle neşredilmiştir. O zaman merhum Mekteb-i Sultilni'nin
Türkçe'den dördüncü ve Fransızca'dan ikinci sınıfında idi" der. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 597

talebemden birinin 'gayret ve ataletimizin tecrübe-gahı, cevher-i liyakatimizin


mehekk-i siyahı' diye tarif ettiği ma'hut kara tahtanın başına geçtim. İptida
Arabiden imtihan ettiler. O bila-vukuat [s. 722] geçti, sonra edebiyat-ı
Osmaniyeden soruldum: Söylediğim kaidenin bir de mevzun misali vardı: Pür­
tumturak u hoş eda, onu da okudum. Bunun üzerine hoca efendilerden hangisi
idi, pek iyi tahattur edemiyorum, biri şüphesiz, benim sıyt-ı afak-gir şairiyetime
istinaden- okuduğum neşidenin veznini sordu. Oraya kadar bir iki ufak
tereddütten başka eser-i acz göstermemiş olan şilird-i şair (pek amiyane ama) ve
dahi turralar noktasında haib Ü hasır kalakaldı? Sualin tekerrürü üzerine
lisanından birkaç 'failatün, feıllün' terkibi döküldü ise de . . . Hayır, manzumenin
vezni onların hiçbiri değildi. Nihayet, yine o müziç suali irad etmiş olan zat:
'Aruz okumamışlar; bunu sormaya zaten hakkımız yoktu.' yolunda zül-ciheteyn
bir itizar ile kusuru üzerine almak inayet-i acz-nevazanesinde bulundu. İyi kötü
bir numara verdiler; Farisi imtihanına geçildi, evvela Farisiden Türkçeye bir
tercüme yaptırıldı, bu Bostan'dan uzunca bir parça idi. Sonra Türkçe bir beyit
yazdırdılar. Muallim efendinin ihtarıyla bunu lisan-ı Sadi'ye manzum olarak
nakle çalıştım; şu iki mısra vücuda geldi.

Be-dam-i mekrumet Ankii-şikiir-i Kiif-i himmet şev


Merencan hatır-i muri eger hilhi Suleymanil45
Tercümem esasen bir şeye benzemiyordu; fakat manzum oluşu hey'et-i
imtihaniyeyi hakkımda sitayiş-han etti ve deminki şiirin veznini bulamayışıma
şimdi adeta istiğrap edildi. O zaman söylediler, okuduğum neşide bahr-ı
mütekaribden imiş: feı'.l.lün-feı1lün-fefilün-feı11: Ben ise yazdığım mısraların da
hangi vezinden olduğunu bilemiyordum."
diyor.
Fikret bu hikayesiyle bir hakikati meydana koymuş oluyor. O da kendisinin:
"Mevzun yazmak için mutlaka aruz okumaya hacet yoktur, şiir söylemek
için mevzun yazmaya ihtiyaç olmadığı gibi.
Eğer insanlarda tabiat-ı şi'riye mevhubat-ı fıtriyeden ise bu kaidenin doğru
olduğundan şüphe edilemez. Hilkaten 'Alıenk-şinas' bir tab'a mfilik olanlar için
[s. 723] mevzun yazmak, dili olanların söz söylemesi kadar tabii değil midir?
Bildiğim, görüştüğüm erbab-ı 'zevk' arasında arzu etmiş, megul olmuş da
vezinli bir söz söyleyememiş kimse tanımıyordum. Halbuki nice arzu eden,
meşgul olan zatlar biliyorum, ki hatta vezni dürüst bir mısra söylemekten bugün
acizdirler."

145 "Kerem tuzağıyla, himmet Kafında Anka avla, Süleymanlık istiyorsan bir karıncanın bile
hatırını incitme."
598 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

mütalaasından da anlaşılıyor ki ilk şiirlerini aruz hakkında hiç de kat'i bir


malumatı olmayarak sırf sevk-i tabiatla ve fıtri bir cişimü ahenkle yazmıştır. Daha
talebeliğinde şiire intisap eden Tevfik Fikret yine o talebeliği esnasında
hocalanndan birkaçının tesiri altında kalmıştı. Bunlardan biri kendi yazılannı
Tercüman-ı Hakikat'e vermeye delalet eden Muallim Feyzi'dir. O zam an
muhaberede bulunduğu Harbiye Mektebi talebesinden Receb Vahyi'ye 146
yazdığı bir mektupta: "Bizim Feyzi Efendi'ye takliden söylediğim bir bahariye,
pek Acemanedir ama, her ne ise!..' dedikten sonra bahariyeyi yazıyor:

"Sala-yı ruhuma oldu sebeb bahar bahar


Ben olmasam kim olur gayri bahtiyar-ı bahar
Küşad-ı gonce-i nev-nizu fehm ü cezmettim
Gelince giışa seher nağme-i hezar-ı bahar
Etekle gülşene saçtı nuküd-ı ezhan
Ulüw-i kadrini gösterdi şehriyar-ı bahar
Tebessüm etmede her küşesinde çehre-i hı'.ir
Teffihur etse seza hulde lfile-zar-ı bahar
"Zamanı hoşça geçir" der ahfili-i çe mene
Akar da şevk-i dem-a-demle clıyibar-ı bahar
Çekip simcit-ı neşcitı çemen ziyafetine
Aup şerab ü kebabı be-aşk-ı yar-ı bahar
[s. 724] Mucişıran geliniz zevk-i cividan bulalım
o ruhtan ki saçar bad-ı müşk-bar-ı bahar
Kaçırdı kanımızı şiddet-i humar-ı hazan
Gelin gelin olalım bari badc-har-ı bahir."
Feyzi Efendi'ye yazdığı nazireler çoktur. Muallim Naci'ye, Şeyh Vasfı'ye
yazdığı nazireler de vardır.

Muallim Naci'ye Nazire


Her yare dilde suz-ı muhabbet nişanıdır
Her dane gözde aşk-ı yem-i bi-keranıdır
Vech-i eşi'a-bannı ol mfilı-ı hüsnümün
Setreyleyen tütuk değil, filıım dumanıdır
Hiç bakma, anlamazsın a, bigane-i elem
Güftar-ı andelib, bela dasitanıdır
Blıs-ı dehana layık, o gül, bir dil istiyor.
Mahvol! Gönül ki arz-ı liyakat zamanıdır

1 46 Receb Vahyi, Harbiye Miralaylığı'ndan mütekait bir zatur. İyi de şairdir. Bu zat Fikret'in
mektep refiki olan Cemil Bey'in rüşdiye arkadaşlarındandır. O zamanlar Harbiye Mektebi'nde
talebe idi. Fikret'le kendisini tanışuran, Cemil Bey olmuştur. Mektepte iken Fikret'in bu zat ile bir
çok muhaberau vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 599

Ey gam merfunın üzre akıt seyl-i eşkirni


Sahra-yı derd ü gfille cfı-yı revamdır.
Mecnfına döndüm ey saçı Leyla gamınla ben
Fevk-i serim tuyfır-ı bela aşiyamdır?
Fikret bu nazirelerini Tercüman-ı Hakikat'te bastırdığı gibi arkadaşı Receb
Vahyi'nin eserlerini de bastırmaya delalet ediyordu. Artık o matbuatça tanınmış
bir şahsiyetti. "Mehmed Tevfik Nazmi" imzasını herkes tanıyor ve biliyordu.
Ara sıra kendi kuvve-i ibdaiyesini de işletmekten hali kalmıyordu. Eski
zihniyet Fikret'in ibda'-kar ruhunu İncitiyor fakat aradığı yolu da tamamıyla
kestiremiyor, yeni zihniyeti kendi kendine olanca şaşaasıyla meydana atamıyordu.
Herhalde daha talebe iken bir teceddüt taraftan olduğıı görülüyordu. [s. 725]
Mesela yine o arkadaşı Vahyi'ye yazdığı bir mektupta, "Mes'udiyet-i Aşk"
unvanıyla:
"Aşk olduğıı anda serde meknun
Gönlümde değişti resm ü kanun
Pür-zulmet iken gözümde dünya
Nur içre olup o dem hüveyda
Her bir cihetinde nur-ı lami
Aıem mi bu matla-i leva.mi?
Her su tarab u nagamla doldu.
Bir yerde elem görülmez oldu.
Olmakta sara-yı ruha badi
Allah! Nedir bu feyz-i şıldi
Mevc-i nagamat-ı bülbülam
Boğmakta safa-yı kalb ü cam
Her zehre kokar meserret-amiz
Bak şi'rlere ne ferhat-engiz
Ruhum nasıl olmasın safa.da
Gezmekte gumfım zir-i pada
Bir damla yaş akmıyor gözümden
Envar-ı mesarr akar yüzümden
Aşkım ki eder bana hidayet
Eyler dili gussadan himayet
Gönlümdeki cevher-i muhabbet
Vermekte karihama metanet
Ey lemha-i aşk sanek-Allah
Bir cilvene bin tebarek-Allah
Sen geldin elem yıkıldı gitti
Mihnet de tükendi, gam da bitti.
[s. 726] Zulmet-gede-i gam u kederden
Oldun da bu kalbe pertev-efken
Gittikçe tevessü etti gönlüm
Bundan da temettü etti gönlüm
600 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Günden güne eyleyip te'fili


Terk eyledi hubb-ı can u mali
Diktim nazarı semaya doğru
Rahım gider ol Huda'ya doğru
Bir şey ki beri feyz-i Hak'tan
Elbette olur benimle düşman
Yok şeyhe filana intisabım
Olmaz bu cihetten ıztırabım.
Bir şem'a-i şevk-i riıh-perver
Etrafıma oldu lem'a-güster
Bir surgeh-i sürura döndü
Guya ki feza-yı Tur'a döndü
Bir nur oluyor ki pertev-efken
Hurşid yanar eşi'asından
Her safhada mürtesim sa'adet
Bir lutf-ı Huda bu, hınk-adet!
Ewel bana gam veren gülistan
Olmakta saffı-feza-yı vicdan
Her hande-i naz goncelerde
Der: "Eski gam u melal neme ?
Güllerde tebessüm eyliyor zevk
Her !file sunar piyfile-i şevk
Yok dildeki zevk ü şevke gayet
Bulmaz ferahını da hiç nihayet
[s. 727] Gönlüm lemean-ı zevk içinde
Ruhum ise mahz-ı şevk içinde
Olmaz bana tir-i gam müessir
Sevdam ana karşı bir siperdir.
Güldürmek için bu kalb-i safi
Cananımın iltifatı kafi
Bünyad-ı gam u melali yıktın
Dilden koca bir zaferle çıktın
Halimde tagayyür oldu zahir
Olsam da seza sizinle ffihir
Bir mahfaza-i neşat kıldın
Pür-neşve vü inbisat kıldın
Asar meserretinle doldu
Endişe-i dehri tarik oldu
Ruhumda cihana yok temayül
Var rahmet-i Halıka tevekkül
Asl-ı emelim taabbüd-i Hak
Tahsil-i nza-yı Rabb-i Mutlak
Cananımı hayli sevdim amma
Hüsnünde göründü nur-ı Mevla
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 601

Aşkım bana mürşid- i hakiki.


Etmekte inle hakk tariki
Ben bu yolda tarik olmam
Bir başka tarika sfilik olmam."
manzumesini yazıyor: "Bilmem beğenildi mi? Daha bu yolda şiir söylemeye yeni
başladım da!" kaydını da ilave ediyor.
Bu esnalarda Recai.zade Ekrem'in Galatasaray Sultanisi'ne edebiyat
muallimi [s. 728] tayin edilmesi Fikret'i diğer muallimlerin tesirinden
uzaklaştırmıştı. Kendisi gibi birçok arkadaşları da Ekrem'in nezaket ve
nezahetine meshur olmuşlardı. Fakat çok geçmemişti. Ekrem'in yeni zihniyetle
verdiği dersleri hazmedemeyen eski muallimler aleyhtarlığa başlamışlar,
talebeden de kendilerine taraftarlar peyda etmişlerdi. Bu aleyhtarlık gazete
sütunlarına kadar sirayet, etmiş başta Muallim Naci kaleme sarılmıştı. Naci'nin
muhacemeleri İlmen çürük, lisanen kaba, ahlaken zayıf idi. Ekrem'in cevaplan
daima nezihine ve edibane oluyordu. Fikret, Ekrem taraftan olmuştu.
Bu taraftarlığın sebeplerini Fikret'in şu sözlerinde pek açık, pek aydın
olarak görüyoruz:
"Ekrem Bey edebiyat hocamız olmuştu. Bizdeki memnuniyete nihayet
olamazdı. Ekrem saçını, sakalını tarayışı, yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, selam
verişiyle canlı bir edebiyat muallimi idi. Nezaket ve nezaheti, ntk ve zarafeti,
evzfuyla tarif eder bir muallimdi. Sözlerinden, derslerinden bir tanesini
kaçırdığımızı bilmem. Selis, temiz, pürüzsüz söz söylerdi. İzahlannı, tefsirlerini,
mütalaalarını intihapta büyük bir kayd-ı zarafet, derin bir endişe-i edeb
görülürdü. Bir gün ruhumuzu incitecek bir muamelesine tesadüf etmedik.
Dersleri takrir eder, izah eder, açık güzel misalleriyle zihnimize hakketmeye
çalışırdı. Sınıflarımız canlı ve sevimli idi.
Naci Efendi'ler, Feyzi Efendi'ler Ekrem'i çekemediler. Çekemezlercli.
Telakki başka, zihniyet başka, hayatı görüş, anlayış başka idi. Bu kadar başkalık
içinde yaşayan insanlar fikren, hissen, zevken bir olamaz. Elbette düşünceleri de
başka olacaktı. Mektepte Feyzi Efendi taraftan olanlar edebiyat dersleri
hakkında yalan yanlış lakırdı taşırlar. Bu lakırdılar Muallim Naci'ye, Naci'nin
naşir-i eflcin olan sahayif-i matbuata kadar akseder, güya Ekrem'i tezyifen
makaleler, fıkralar yazarlardı. Yazılanlar meydandadır. Ekrem bunlara cevaptan
bile müstağni idi. Onu sinirlendiren ne yazanlar, ne de yazılanlardı .. Belki sözleri
tahrif ile koşturanlardı. Ekrem bir [s. 729] dersinde hepimizi ince ince, fakat acı
acı iğneledi. Bir daha kendini görmedik. Yerine Naci Efendi tayin edildi. Hiç
unutmam ilk derse geldiği gündü, boyun bağı bir tarafa gitmiş, ceket yerine
giydiği sofun rengi güneşin te'sir-i cilve-kanyla birkaç renk olmuş, sakalı bıyığına
karışmış, geniş bir hande ile kapıdan girince soğuk bir duş yapmıştık. İlk derse
giren muallimin talebe üzerindeki te'sir-i sihir-karını bilemeyenler Ekrem'den
sonra Naci'nin edebiyat derslerine tayininde hiçbir beis göremezler, fakat biz o
beisi görmüş ve bir daha zihnimizden, hafızamızdan da silememiştik.
602 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Derslerimiz eski feyz-i füsfın-kannı, eski reftar-ı nazenini kaybetti, eski canlılık
yerine bir uykuculuk kaim olmuştu. Sınıf bir ölü halini almıştı. Naci Efendi
derslerini uzun kağıtlara yazar, sınıfta bize yazdırır, matbaada mürettiplere
dizdirirdi. Edebiyat dersleri imla ve ezber dersleri olmuştu.
Bazen fazla neşelenir, başını kaşır; bir beyit tanzim ve inşad eder, sonra da
ağzını kulaklarına kadar açan geniş bir hande ile 'Hoş düştü!..' cümle-i
mu'tadesiyle kendi kendini takdir ederdi."
l 304 [ l 888] senesinde birincilikle Mekteb-i Sultani'den çıkan Tevfik Fikret,
Recaizade'yi tanzir ve takibe devam ediyordu. Aynı zamanda da bütün
gazetelerde Ekrem'i müdafaa ediyordu.
Fikret, Mekteb-i Sultani'den çıktıktan sonra Babıali Hariciye İstişare
Odası'na devama başlamıştı. Bin bir merasime, bin bir istibdada tabi olan bu
riyillr hayatın Fikret gibi tab'an serazat, ruhen vakur yaratılmış bir fıtrata
muvafık gelmeyeceği pek tabii idi. Fikret bu sıkıcı hayatta kendi faal ve cevval
ruhunu tatmin edecek iş bulamıyordu. Kalem efendilerine en ağır, en çapraşık
gelen yazılan o bir kere gözden geçirip hallediveriyor, sonra da oturup resim
yapmakla vakit geçiriyordu.
Kalem arkadaşları Fikret'in bu kudret ve muvaffakiyetinden hayret ve
mahcubiyete düşüyorlardı. Fikret işsizlikten usanmış, nihayet istifa etmişti.
Kaleme [s. 730] girdi gireli tedahüle kalmış ve alamamış olduğu bütün
maaşlarını evine göndermişler. Kabul etmemiş. Gelen zatı hürmet ve iltifat ile
karşılamış fakat getirilen parayı alamayacağını söylemiş: "İş görmeden para
almak mu'tadım değildir!" demiştir. Edilen ısrarlara rağmen parayı kabul
etmemiş ve o zaman teşekkül etmiş olan ve muhacirlere iane toplayan
komisyona göndermiştir.
Cevad Paşa'nın sadareti zamanında Sadaret Mektubi Kalemi'nde
Mühimme Şubesi açılmıştı. Fikret'in akrabasından olan Bülbül Tevfik Paşa,
Fikret'i sekiz yüz kuruş maaşla bu şubeye aldırmıştı. Fikret bir zaman devam
ettiği bu şubeden: "Hizmet takdir olunmuyor.'' diye çıkmış, tekrar İstişare
Odası'na geçmiş ve 1 6 Zilhicce 1 306 ve l Ağustos sene 1 305 [ 1 3 Ağustos 1 889]
tarihinde irade-i seniye ile İstişare Odası Muavini unvanını almıştı.
Hem Babıali'ye devam ediyor; hem de o zaman Gedikpaşa cihetinde
bulunan Ticaret Mektebi'nde Fransızca ve Türkçe hüsn-i hat dersleri veriyordu.
Bir ara Mekteb-i Sultani'de bir hocalık açılmıştı. Fikret hocalığa davet
olundu. İkinci bir namzedin zuhuru bir müsabakaya meydan açtı.
İki rakip ikisi de genç, ikisi de zeki, ikisi de şairdi..
Fikret müsabakadan çekinmiyordu. O zaten kendi ihtiyarıyla müsabakalara
giriyor, birinciliği kazanıyordu. Bunda da kazandı. Mekteb-i Sultani'nin iptidai
üçüncü sınıfına Türkçe hocası oldu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 603

Fikret 1 306 [1 890] senesinde evlenmiş, dayısı Mustafa Bey'in kızını almıştı.
Artık "aşiyan"ını kurmuş olan Fikret hayata başka bir ruh, başka bir
merbfıtiyetle bağlanmıştı. Halılk'u dünyaya geldikten sonra faaliyeti başka
kuvvet almıştı:

"Benim olanca huzurum, sürılrüm işte feda


Çocukça, nazlı, küçük bir dakika şevkın için;
[s. 7 3 1] Büyür gözümde seninle hakikat-i ferda:
Bugün çalışmalıyım ben yannki zevkin için"
diyordu.
Fikret'in şairliği bütün İstanbul'da duyulmuş ve bir büyük şöhret almıştı.
Muhtelif mecmualar Fikret'ten manzume, şiir almak için uğraşıyorlardı. Buna
hepsinden ziyade muvaffak olan Mirsad mecmuası olmuştu. Mirsad'ın
başmuharriri İsmail Safa idi. İsmail Sala., Tevfik Fikret'i hem takdir etmiş hem
de takdir ettirmeye uğraşmıştır. Bu hususta kendi kardeşi Ali Kami'nin şu sözleri
açık birer şahittir:
"Onu ilk defa olarak ne zaman tanımıştım? Bu o kadar eskidir ki sisli ve
derin bir vadinin amakına süzülür gibi senelerin derinliğine dalarak, sislerini
açarak, orada Fikret namına 'Mehmed Tevfik' Bey isminde esmerce, beşuş bir
gencin simasını teşhis etmek lazım, biz genç mektepliler o zamanlar
muasırlardan ancak Hamid, Kemal, Ekrem ve Naci'nin asarıyla meşbu idik ve
onların yüksek payelerine yetişecek gençler bulunmasına ihtimal veremez dik.
Bununla beraber büyük ağabeyim bir gün:
Karni, dedi, yalnız Hamid, Kemal, Ekrem değil. . . Şimdi gençlerden de ne
güzel şiir yazanlar var! Hele Mekteb-i Sultani'den mezun bir Tevfik Bey var ..
Şiirlerini görsen . . .
O zaman ağabeyim Mirsad isminde bir mecmua-yı edebiyenin sermuharriri
idi. Arada sırada 'Şair-i güzide-sühan Mehmed Tevfik Beyefendi'nindir'
mukaddimesiyle Mirsad'da şiirler görünmeye başladı. Bunlar Rübdb-ı Şikeste'nin
"Eski Şeyler" unvanlı kısmına bile dahil olamayacak derecede eskidirler.
Mirsad mecmuası bir müsabaka-i edebiye açmıştı. Zamanın üdebasını bir
'Tevhid' yazmaya davet ediyordu. Müsabakaya şair-i güzide-sühan Tevfik Bey
de iştirak etti ve birincilik onda kaldı. Daha o zaman Fikret namı yoktu. Hep
Mehmed Tevfik Bey deniyordu fakat o, artık meçhul bir Mehmed Tevfik Bey
değildi. Mehafıl-i [s. 732] edebiyede İ smail Safa kadar ondan da bahsolunmaya
başlamıştı."
diyor. Müsabakada birinciliği kazanarak Mirsad'ın 13 Haziran 307'de [25
Haziran 1 89 1 ] çıkan 14 numaralı nüshasındaki şu "Tevhid"i:
"Allah! Ey meali direng-aver-i hayal; ey zat-ı paki berter-i her fıkr ü her meal:
Ey bi-zevfil rahmeti gülzar-ı fıtrata revnak-dih-i kemfil olan Allah-ı zül-celfil! Ey
604 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

mübdi-i yegane! Senin hikmetinledir, hükmünledir ki alemde bu hayat, hayatta bu


füylızat rlı-nümadır.
Ey saru-i bi-behane! Tecelliyat-ı avaıim-fürlız-ı azametin akla, -o senin bizlere bir
şa'şa'a-dir-ı ihsinın olan- cevher-i demlke hayret-bahşadır.
Eya Hfiliku'l-kevn! Bütün bu mükewenat bar-g.ili-ı kibriya penah-ı rüblıbiyetine
yek-avazane i'la-yı aheng-i münacat eder; zerrattan şümusa kadar hep bu kainat
tebdl-i ncim-ı celilinle i'lan-ı mübahat eyler.
Bir subh-ı dil-pezirde gül, bülbül, afıtcib, bir leyle-i münirde ecram-ı bi-hisab;
şevk-i bahar, hüzn-i hazan; pertev ü zalcim; seng ü nebat ü bahr ü berr ü zerre vü
hevcim .. Hep kudret-i bedianı tezkire leb-güşci, hep kibriya-yı zatım teşhir için -cehri
ve kalbi nağme-piradır.
Bu ulvi sürud-ı umuminin aks-i ebediyet-peyvesti miyanında bir sacla; -g.ili
peyda vü gah na-peyda- tar.il>sera-yı le:-m-yezeliye doğru süzülür, gider. Bu sacla bir
şciir-i ifil ü cezbe-dcinn zemzeme-i tevhidi, bir bülbül-i zar ü bi-karann feryad-ı
safa-bedididir.
Yarabbi! Ey muhit-i avalim! Semi' ü basirsin. O sürud-ı bi-nihaye arasında bu
cnin-i hazini işitir, bi-add olan mahlukinn içinde bu acizi görür ve bilirsin. Yarabbi!
B<ına ruhu, vicdanı, lisinı veren sen�n. o ruhu ki daim sana incizab eder; o vicdanı ki
daim seni takdise şitab ede r; o lisanı ki daim senin tahdis-i ni'metinle feyz-i diger
iktisab eder. İlahi! Ruhun seni müşahede-i gaibanesi... Yokluk içinde varlığın bir
nişanesidir:
İlahi! Birsin. İkr.ir-ı vahdciniyetinde;
[s. 733] Fustil ü encüm ü ezhcirdır, kühsar-ı alidir.
Şühud-ı vahdetin kim bi-tcnihi, zi-tevalidir.
Denir mi zannı tevhidden asar halidir.
Bu kesret-g.ili nur-ı vahdet-i zatınla malidir!
Sinihası terane-i vicdanımdır.
İlahi! Kadirsin ... Tezkar-ı kudretinde!
Delil-i bi-kercinı kudret-i ulviyenin ebhar;
Müessirsin ki te'sirindir ancak mlıcid-i asar;
Zihi te'sir kim elwan anın feyziyledir bidar
Zihi kudret ki takdirinde hab-filud-i acz, efkar!
Teranesi vird-i lisanımdır.
İlahi! Kalpler vardır ki aşkınla münewerdir,
İlahi! Ruhlar vardır ki vaslınla mübeşşerdir.
Benim kalbim de Yarab ! Aşk ile ... Ol nura mazhardır.
Benim ruhum da neyl-i vaslına, Yarab! Taleb-gerdir!
Füruğ-ı hüsnüne, ey şems bir muzlim tecelli-gah!
Huzur-ı izzetinde ser-be-hak-i hayretim her gcih.
Değildir kulluğundan başka lezzetten gönül agah.
Senin llıtfundur ümmidim, senin meczlıbunum. Allah!"
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 605

tamamıyla Sinan Paşa'nın tesiri altında yazmıştır. Tazarruatın en güzel, en canlı


bir naziresidir.
307 [1889- 1 890] senesinde Mirsarfa yazmaya başlayan Fikret, Ekrem ve
Hamid'i tanzir ediyordu. Ekrem'in "Yakacık' ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık
Alemi" unvanlı en kuvvetli parçalarından birini numune olarak alıyor.
Ekrem'in:

"Bir şebdi köyde azim-i geşt ü güzar idim


Ahyaya dur-geşte ve emvata, car idim
[s. 734] Metruk bir mezarlık idi meskenim benim
yalnızca anda hak-nişin-i mezar idim
Topraktı h er mezar-ı fakirane bi-ruham
Faknmla ben de zair-i zi-ibtisar idim
Cismimle çün alamet-i makber sükun-nüma
Fikrimle lik muztarib ü bi-karar idim
Vahşetle hazırun nazar-endaz idi bana
Zira ki içlerinde garibü'd-diyar idim
Etraf pürdü nale-i gfık u hezar ile
Lakin sükut-ı mevkie ben guş-güzar idim
Giryan idim fakat gözüm, azade-i dümu'
Yoktu lehimde nfile fakat nfile-kar idim
Çökmüştü ol kadar dile bar-ı giran-ı derd
Kim ah çekmeğe bile bi-iktidar idim
Andım o bi-vefayı garibine ağladım
Geldi hayfili dide-i giryana ağladım"
kıtasıyla başlayan "Terci'-i Bend"ini: "Uzlet-geh-i Maderi Ziyaret" unvanıyla:

"Bir şebdi.. Came-hab-güzin-i melfil idim.


Hasretle zar, hayret ile payimfil idim.
Vermezdi gam göz açmaya bir dem müsa'ade,
Göz yummak istedim ana da bi-mecfil idim
Hiç intizama girdiği yok gerçi halimin
Lakin bu şeb bütün bütün işüfte-hfil idim
Aldımdı piş-i fıkrete hicran-ı mideri
Bu fıkr ile melfıl ü perişan-hayal idim;
Pür güft ü gfı-yı hüzn idi filam ile derfın
Zahirde ben tehacüm-i hayretle ifil idim;
[s.735] Urdukça hab-gahıma envar-ı mah-i t:lb
Allah'a karşı secde-ber-i ibtihfil idim.
"Yarab ne oldu" derdim- o demler ki şevk ile
Aguş-ı madende mekin-i celfil idim?
Ruhum sıkılma bilmez idi, hatırım melfil.
606 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Azadegi-i mihnete ben bir misal idim.


Titrerdi her dem üstüme bir saye-i şefik
Ol saye-i salada masun-ı kclal idim
Hicraru pek dokundu dil ü garn-nihadıma,
Geldikçe ağladım o hazin hande yadıma!
Feryad çıktı arşa dil-i nale-kardan,
Matemler indi çarh-ı felaket-medardan
Her şey kuvama aksine te'sire başladı.
Beynim karardı nur-ı meh-i tab-dardan;
Sabnm tutuştu, yandı sebat ü karanın ah!
Bir demde ah-ı serd-i dil-i bi-karardan
Dermanı cüst ü cusuna düştüm cerihamın
Bir çare-i halas aradım inkisardan;
Çıktım hezar za'f ile, sad ızurab ile
Ol hab-gah narrunı almış mezardan
Düştüm heman tarik-ı garn-abad-ı makbere
yoktu henüz eser bile nur-ı nehardan
Hükmeyliyordu aleme dehşetli bir sükut,
Gelmezdi bir sacla bile su-yi hezardan.
Ebr içre mahtab verirdi haber bana
Kabr içre hfil-i mader-i şefkat-şiardan.
Alem sönerdi didede geçtikçe gah gah
Sönmüş cemali hatır-ı zulmet-disardan
[s. 736] Hicranı pek dokundu dil-i gam-nihadıma;
Geldikçe ağladım o hazin hande yadıma!
Oldum epeyce merhale-peyma-yı ıztırab,
Kesmezdi ah ü nalcyi hala dil-i harab;
Bir mecma-i meserret idi; oldu gusse-gah
Bir an içinde buldu bütün alem iğtirab
Arak sanki halimi tanzire başladı,
Bir hfil-i matem etti garibine iktisab:
Hem-halet oldu - gfilib olup nuruna zalam­
Misbah-ı müntafı-i ümidimle mahtab
Zulmette kaldı baht-ı siyahım gibi felek,
Ruyum misali kalmadı bir yerde ab ü tab
Gaybeylemişti şa'şa-i dil-füruzunu
Bi-nur olan gözüm gibi giryan idi sehab
Düştükçe geh teakuba şiddetle ra'd Ü berk
Düşmek dil ü hayale tabiiydi irtiab
Ahzan ü ıztırabını bir yanda mevkiin
Tezyid ederdi nevha-i hüzn-aver-i gurab
Geldi hayal-i mader o dem buldu izdiyad
Gönlümde yer tutan o tevahhuş, o iktirab
Hicranı pek dokundu dil-i gam-nihadıma,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 607

Geldikçe ağladım o hazin hande yadıma!


Bi-gaye zannederken o deycur-ı mihneti
Baktım ki zahir oldu tulu'un bidayeti
Baran kesildi. Kaldı bulut yani giryeden,
Güldürdü ru-yı kevni sabahın şetareti
Lakin gönül ... Gönül yine meşhUn-ı derd idi;
Eksilmiyordu hüznü, büka&, harareti;
7] Maziyi fikr ile görerek anda maderi,
[s. 7 3 Döktükçe dökmek istedi göz eşk-i hasreti
Bin piç ü tab-ı gamla kapandım mezanna,
Ettim o nfu-ı ayn'a şu yolda hitabeti;
"Ey cezb eden cihana beni şevk-i vuslatı!
Ey teng eden cihanı bana hüzn-i firkati!
Aya gelir mi gıJ.şuna ah-ı tahassürü.
Ol bi-kesin ki gitti seninle iradeci?
Etmez mi incilam taleb, ey nühüfte nur!
Gönlüm nasıl görür sana layık bu zulmeti
Heyhat! Bir cevaba dahi nail olmadım;
Tuttum kemfil-i hasret ile rah-i avdeti
Hicranı pek dokundu dil-i gam-nihadıma
Geldikçe ağladım o hazin hande yadıma"
mersiyesiyle tanzir ediyordu. Başlayıp yanda bıraktığı manzume bir piyesle bir
muhaddere lisanından "Girye-i Matem" unvanlı şiiri de Hamid'in sadık ve
kuvvetli bir tanziridir.

"Seni görmek, sana ah etmek için,


Seni ta'kib ederek gitmek için,
Koşanın ye's ile, amma nereye?
Koşarım pencereden pencereye!
Çıkamam, kaldım odamda mahbUs,
Zar ü giryende... Melfil ü me'yıJ.s.
Çıkamam ortaya, 'iffet mani'
Bu kadınlık... Bu kabahat mani'
Çıkamam, çıkmaya bulsam da tüvan
Ne bulur ortada çeşm-i giryan?
[s. 738] Beste-dem, nfile-feza bir tabfü,
Ruhsuz bir hareket, bir de sükut!
o tezahum-geh-i matem-perver
Ne hazin manzara-i dehşet-eser!
O ne? .. Tekbir alıyorlar, feryad!
Gidiyor anneciğim, ah imdad!
Geliniz... Rahm ediniz, dad ediniz.
Gittim elden bana imdad ediniz!
608 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Geliniz kim gelecek? Bihude!


Ettiğim velvele pek bihlıde!
Gelecek yok, giden amma gitti;
Bence ümmid-i sa'adet bitti.
Yürüyor işte -garibane eda­
Mahşeri hey'et-i matem-pirL .. "

Mirsad, Abdülhamid'in bir tevehhümü neticesinde lağvedilinceye kadar


Fikret şiirlerini oraya göndermişti. Safa ile tanışmalan samimi bir arkadaşlığa,
vicdani bir kardeşliğe kadar ilerlemişti. Safü'nın birçok zamanı Fikret'in yanında
geçerdi. Vakitli vakitsiz Fikret'in evine gider, bulamadığı bir kafiyeyi Fikret'ten
isterdi. Safa kafiye-i mukayyedeye pek meraklı idi. Hatta bu münasebetle Fikret
kendisi hakkında:

"An-asi l.azdı dönüp Kürd oldu


İllet-i kafiyeden mürd oldu"
latife-i zaıifesini söylt'mişti. Çok zaman Fikret'le ikisi otururlar sabahlara kadar
müşaare ve musahabe ederler bazen de kafiye oyuncakları yaparlardı. Şu
"Kamer Hanıma Hitab" manzumc-i mizahiyesi de onlardan biridir:

"İneydiniz şu dehlize
Kolaylaşırdı pek bize
Konuşmak öyle diz dize
Değil mi ya Kamer Hanım
[s. 739] Benim gülüm benim canım
Oyun havası curcuna
Ne olsa uk da burcuna
Kurul şerefle burcuna
Satana bak Kamer Hanım
Benim gülüm benim canım
Şu pür-nücum kontuarl47
Size olur mu dortuarl48
Uzandı gitti istuarl49
Gelindi gel Kamer Hanım
Benim gümüşlü kalkanım
Sarardı soldu benziniz
Tıkandı varsa genziniz
Sırıttı hurda kafiye
Nasılsınız Kamer Hanım

H7 comptoir (Fr.): tezgah.


1 48 dortoir (Fr.): yatakhane.
1 49 histoire (Fr.): hikaye.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 609

Benim gülüm, benim canım


Sizin sedefli çekmece
Dolu içinde bilmece
Küşad edilse bir gece
Nasıl olur Kamer Hanım
Benim gülüm, benim canım
O çehre-i müdevverin
Yüzünde hali ha.verin
Gönül senin semaverin
Fıkırdıyor Kamer Hanım
Ne dersiniz buna canım"
Fikret, Mirsad kapandıktan sonra matbuat aleminden çekilmiş, hiçbir [s.
740] mecmuaya yazı yazmıyordu. Sade mecburiyet hasıl oldukça üstadı
Recaizade Ekrem'i müdafaa için gazetelere makaleler veriyordu. Fakat birçok
gençler Fikret'le görüşmek için can atıyor, onun riyaset-i edebiyesi, müdiriyeti
altında yeni bir edebi mecmua çıkarmak istiyorlardı. Fakat istibdad-ı idarenin
vicdanlara kadar kulaklannı uzatan casuslan üç kişinin bir araya gelmesine
meydan vermiyorlardı. Bu hususta Kemalzade Ali Ekrem der ki:
"Bu 'Tevhid'in intişanndan sonra Mirsarfa yazı yazan gençler için yeni
şairle görüşmek bir ihtiyac-ı ruh olmuş idi. Fakat onu bulmak o kadar kolay bir
şey değildi. Mirsad idarehanesinde toplanmak. . . Ne mümkün! Mecmua da,
muharrirleri de tarumar ediliverir. Zaten şair-i güzide-sühan da oldukça
merdüm-giriz .. Ne yapmalı? O zaman ben bir çare düşündüm. Kadri Beyzade
Kazım Bey, Tevfık'in görüştüğü bazı zevatı tanıyordu. Genç şairi bir gece evine
getirebilirse Kemal'in gayr-i matbu şiirlerini, hususiyle, "Celdf'ini okuyacağımızı
Kazım'a söyledim. O, vaadimi fevkalade meserretle, heyecanlarla telakki etti.
Derhal Tevfık'e haber uçurdu. Daha birkaç genç de beraber bulunacaktı.
Tenhaca bir sokakta ikamet ediyordu. Hafiyelerin enzar-ı tehabbüsünden
oldukça baid olan bu izbe meskende muhatarasızca toplanabilecektik, mamafih
ihtiyata riayette kusur göstermeyerek davetlilerin adedini altı kişiye tahdid ettik.
Ev sahibi ile beni de ilave edince sekiz kişi oluyorduk: Yanın düzineden iki
fazla! Bu da istibdadın son zamanlanna göre gayr-i kabil-i tahammül bir cemaat­
i muazzama ise de o vaktin zabıta-i hafiyesi için havsala-suz müsamaha
addolunamazdı. Hususiyle davetlilerirnizin hepsi gelmez sanıyorduk. Filhakika
iki zat gelmedi, gelemedi; altı kişi toplandık." dedikten sonra Fikret'i tasvir
ediyor. "Celdf'i nasıl okuduklannı anlatıyor. "Geldi" bittikten sonra:
[s. 741] "Şimdi ne yapacağız? Bu namütenahi eser nasıl bitti? Bari şiirleri
okuyalım. Mecmud-i Eş'dr'ı getirmediniz mi?
-Getirdim efendim ama, onu okuyacak halimiz kaldı mı ya!
-Hakkınız var. Şiirleri lütfen bendenize verirsiniz, okurum, şimdi yalnız
görebilir miyim?
610 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Babamın perişan evrak üzerine yazılı yeni şiirlerini uzattım. Hepsinden


güya birkaç cüz teşkil ediyordu. Tevfik Fikret bunu görünce dedi ki:
'Aman efendim, bu nedir? Kemal'in şiirleri böyle perişan bırakılır mı?
Müsaade buyurursanız ben onları hem okuyayım, hem hepsini bir güzel deftere
yazayım. Yazım o kadar güzel değilse de herhalde bu yazıdan temizdir. Kazım
Bey bilir, sorunuz!
-Kardeşimizin yazısı, kendisi kadar sevimli, ruhu kadar temizdir.
-Eş'ar-ı Kemal için ne mazhariyyet!
-Estağfurullah.'
Öteden bir ses duyuldu: 'Artık işten bahsedelim mi? Bizim iş unutuldu.'
Fikret rencide bir nazarla baktı! İ şten bahsetmeyi Maliye Mektubi Mümeyyizi
Fuad Bey teklif ediyordu. Ben de işin ne olduğunu biraz biliyordum. Yeni bir
risale çıkarmak, Fikret'e onun sermuharrirliğini deruhde ettirmek, hepimiz de
etrafına toplanmak. Benim bulduğum 'Malumat' ismiyle tevsim edilecek olan bu
risalenin, ruhsatı da Fuad Bey'in namına alınmış idi. Kazım, Fuad Bey, orada
bulunan diğer arkadaşlar yeni zuhur eden 'şair-i güzide-sühan'a bu gazetenin
sermuharrirliğini deruhde ettirirlerse, hele Kemal'in bazı eserlerini bir nam-ı
meçhul altında olsun neşredebilmek için benden koparmaya muvaffak olurlarsa
mecmuanın kat'iyen revaç bulacağından emin idiler. Lakin Fikrct'i ikna etmek,
ona bu vazifeyi kabul ettirmek gayet müşküldü. Fikret, Saffi'nın A1irsad'ı
Mabeyn'den tasawurlara sığmayacak kadar garip bir tevehhüm ile tatil
ettirildikten sonra hiçbir risaleye yazı [s. 742] yazmamaya karar vermişti.
Hazırlın benden imdat bekliyorlardı. Tevfik Fikret'i bir köşeye çektim . Yarım
saat konuştuk. Onu iknaa muvaffak oldum. Elhamdülillah ki buna muvaffak
olabildim. Fikret yalnız iki şart der-miyan ediyordu . . .
1 - o gece orada hazır bulunan zevatın muavenette kusur etmemesi.
2 Sahib-i imtiyazın gazetenin umur-ı tahririyesine müdahale göster­
-

memesı.
Bu iki şartı umum memnunen kabul etti. Ve Malumat'ın ilk nüshası 1 O
Şubat 1 309 [22 Şubat 1 894] tarihinde intişar ediyordu. Bu birinci nüshanın
birinci sayfasındaki 'Tebrik-i Veladet' şiiri Fikret'in, padişaha yazılan kaside ile
onu takip eden mensure de benimdir. İ şte memleketimizde Fransa'daki muhtelif
mesfilik-i edebiyenin ma'kes-i zuhuru olarak senelerce intişar etmiş ve "Servet-i
Fünun Mekteb-i Edebi" namını ihraz ile Kemal'lerin, Ekrem'lerin, Hamid'lerin,
Cenab'ların, Fikrct'lerin, Halid Ziya'ların, mesalik-i mahsusasını takip ve tevsi
ederek bir tekamül-i edebiyi temsile muvaffak olmuş olan Servet-i Fünun
mecmuasının intişar ve inkişafında o kadar sebat ve devama bu Malumat
mecmuası sebebiyet vermiştir. Yanlış anlaşılmasın; bu ilk intişar eden Malumat,
birkaç sene sonra Baba Tahir'in neşrine başladığı Musavver Malı1mat'tan büsbütün
başkadır: Bu birinci MalWrıat'ın sahib-i imtiyazı Fuad Bey, sermuharriri Tevfik
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 61 1

Fikret idi. Hatta bundan dolayı ömrü uzun sürmedi: Yirmi dört nüsha kadar
çıktıktan sonra külliyen tatil edildi. Lakin Tevfik Fikret saha-i faaliyete atılmıştı.
Onu tatil etmek artık kabil değil gibiydi. Bir müddet sonra Recaizade Ekrem
Bey, Ahmed İhsan Bey'in ricası üzerine Seroet-i Fünun'u ıslah etmeyi der-uhde
etmiş ve gazetenin sermuharrirliğini kemalatına meftun olmaya başladığı Tevfik
Fikret'e tevdi ettiği gibi onun muavenetine de o zamanki nam-ı müstearlarıyla
'Ayın Nadir', Ali Ekrem'i ve ' H. Nazım'ı; Ahmed Reşid Bey'i vermişti . . .
Birkaç ay sonra Halid Ziya ve Cenab Şahabeddin Beyler de kendi
peyrevleri ile [s. 743] beraber Seroet-i Fünun'a geldiler. Tarih-i edebiyatımızda
cidden haiz-i kıymet-i ebediye bir mevkii ihraz eden Servet-i Fünun mektebi
teessüs ve takarrur etti. Şu halde Servet-i Fünun'un mebde-i zuhuru Kazım
Bey'in hanesindeki küçük içtimadır ve o içtimada Kemal'in ruhu riyaset
etmiştir."
diyor.
İşte "Edebiyat-ı Cedide" Fikret'in riyaseti altında bu suretle doğmuştu.
Fikret hem Bab-ı Ali'ye devam ediyor, hem Mekteb-i Sultani'ye gidiyor, hem de
Servet-i Fünun cereyan-ı edeblsini idare eyliyordu.
O zamana kadar "Mehmed Tevfik Nazmi" imzasını kullanan Fikret,
Servet-i Fünun'a geçtikten sonra "Fikret" mahlasını almıştı. Bu mahlası
hakkında Abdurrahman Şeref Bey:
"Tevfik Fikret'in bana çok hürmeti vardı. Benim oğlumun ismi de Fikret'ti.
İhtimal bana olan hürmeti 'Fikret' mahlasım almaya sevk etmiştir." diyor.
Kayınpederi merhum Mustafa Bey de bu mahlası: "Babıali'de Mühimme
Şubesi'ne devamı esnasında bir daha Servet-i Fünun'la şiirlerini neşrettirmemesine
dair tenbih edilmesi sebebiyle asarında 'Tevfik Fikret' namını istimale başladı."
diyor.
Fikret; Seroet-i Fünun un ruhu idi. Gece yarılarına kadar çalışırdı. "Yatarsam
'

uyurum, tashihleri yapamam!" diye yatağına bile gitmez, babasının oturduğu


mindere oturur, mütemadiyen çalışırdı. Tab'an titiz, temizliğe ve doğruluğa ftşık
olduğundan her şeyi güzel, her şeyi temiz, her şeyi muntazam isterdi. Seroet-i
Fünun'daki resimlerin bile bir kısmı kendi kaleminden çıkmıştır. Servet-i Fünun'un
bütün inceliklerini kendine mahsus bir nüfüz-ı nazarla, bir dikkat-i rü'yetle
görüp tasarlayan üstad Fikret'ti. Seroet-i Fünun'dan gönderilen bir mektubun
zarfına karalayıverdiği şu manzume vefatından sonra evrakı arasından çıkmıştı.

"Bana "Kimsin?" diye sordun meleğim


Pek güzel dinle de izah edeyim
Nam-ı naçizime "Fıkret" derler
Şi're de nisbetimi söylerler
[s. 744] Kaldığım varsa da gah ekmeksiz
Kalmadım şimdiye dek mesleksiz
612 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Nur bekler gibi rıısf-ı şeb<le


Bekledim on iki yıl mektepte
Sonra çıktım ne için bilmeyerek
Bu da bir cilve-i baht olsa gerek
Babıfili'ye müclavimlendim
Ehl-i nc1mtis diye mimlendim
Şimdi bir hayli eser sc1hibiyim
"Ahmed İhsan"da musahhih gibiyim
Saye-i lutf-ı cihan-banide
Haceyim Mekteb-i Sultani'de"
Ehl-i namus diye mimlenen Fikret, Babıali'ye müdavimlenmekten bir fayda
görmemişti. İşsiz güçsüz gidip gelmekten, boşuna para almaktan ruhu eziliyor,
vicdanı üzülüyordu. Nihayet alakasını kesti, istifa etti. 3 1 1 [ 1 893- 1 894] tarihinde
yüzde on nispetinde bir tenzilat yapılmıştı. Bu suretle bütçe açığı kapatılıyordu.
Fikret'in aklı bu akılsızca tedbirden anlamıyordu. Memurlarının rızkından
keserek hesaplarını düzeltmeye çalışan bu hesapsız istibdat ve keyif idaresine
hizmeti haysiyetine yedirememişti.
Bütün milleti kasıp kavuran sarayın keyfine, sarayın sefahatine sultanların,
damatlann,şehzadelerin başıboş, azgın ve taşkın israflarına para yetiştirmek için
milletin ilim ve irfanına biraz ışık vermeye, biraz can ve ruh katmaya uğraşan,
emektarlarının ekmeklerini kesen haysiyetsiz, vicdansız bir idareye bağlı kalmayı
en büyük bir zillet addediyordu.
O zamanlar Mekteb-i Sultani'nin, sultani üçüncü sınıfında muallim idi.
Orayı da bıraktı. Oradan da istifa etti.
O zaman Sultani'de müdür bulunan Abdurrahman Şeref Bey:
"Mektepte bu kadar [s. 745) yumuşak ve muti olan Tevfik Fikret
memuriyette başka bir şahıs oluvermiştir. Sinninin ilerlemesiyle muhakemesinin
artması kalbinde o kadar ciddi ihtisasat ve fikrinde o kadar ince düşünceler
uyandırmıştı ki merhum bizim hayat-ı me'muriyet ile bir türlü ülfet edememiştir.
Bir müddet Babıali aklamına devam ederek gördüğü haller ruhuna ıstıraptan
başka bir şey vermediğinden kalemi terk edip gitmiş ve mümeyyizleri, müdürleri,
hatta müsteşarı, nazın tarafından vuku bulan ihramlar ve ricalar bi-sud
kalmıştır.
1 3 1 O f 1 893] senesinde Mekteb-i Sultani müdüriyetine nakleylediğimde
Tevfik Fikret'i orada muallim buldum. Babıfili'yi terk etmiş idi.
Ertesi sene bütçesinde bilumum maaşattan yüzde on tecil kılındı. Tevfik
Fikret istifa etti. Muallim maaşından tenzilat icrasını ve maaş kesmek suretiyle
bütçenin tevazün ettirilmesini bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Kendisine birçok
izahat verdim. Rica ettim. Amirlik ve hocalık nüfuzumu istimfil ettim, bir türlü
teskin ve iknaa muktedir olamadım. Mantıksız bir hükümete hizmet etmeye
vicdanı tahammül etmiyordu, hükümetin her nevi cevr ü kahrına alışmış olan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 613

biz memurlar miyanında Tevfik Fikret'in zuhuru bir harika idi. Hususa ki
kendisi aile sahibi olmuş, servet-i zatiyeden mahrum idi. Devam ile meşrut
olmayan Babıali maaşını, birkaç gün dersi vermeye mukabil ve tezyidi mev'ud
olan mektep maaşını, ayağıyla tepmesini garip görenler çok idi. İşte Tevfik
Fikret'i hayat-ı resmiyede tek kılan bu nevi ciddiyetleridir."
diyor.
"Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim ta.irim"
diyen Fikret azamet-i ruhuna, süfliyet-i imtinanı sığdıramıyordu.

"Kaldığım varsa da gah ekmeksiz


Kalmadım şimdiye dek mesleksiz!"
diyor ve ekmeksiz kalmayı mesleksiz kalmaya tercih ediyordu:

[s. 746] "Ey mi'delerin zehr-i takazası önünde


Her zilleti bel'eyleyen efVah-ı kadide
Ey fazl-ı tabi'atle en amade vü mün'im
Bir fıtrata makrun iken aç, atıl u akim
Her ni'meti, her fazlı, hep esbab-ı rehayı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki . . . mürayi
Ey savt-ı kilab, ey şeref-i nutk ile mümtaz
insanda şu nankörlüğe tel'in eden avaz!..."
diye sesleri çıkaran riyakar, miskin bir kitleye haykırarak canlandırmaya çalıştı.
Evet servet-i zatiyesi yoktu .. Zengin değildi. Ona her ay binlerce liralar getiren
irad ve akarı yoktu. Fakat bitmez, tükenmez bir hazineye malikti: Çalışmak!
Elinin emeği, alnının teriyle çalışa çabalaya evinde ekmek bekleyen ailesini
geçindirecekti .. Haluk'unun sesini duyarak:

"Benim olanca huzurum, sürurum işte feda


Çocukça, nazlı, küçük bir dakika şevkın için;
Büyür gözümde seninle hakikat-i ferda:
Bugün çalışmalıyım ben yarınki zevkin için"
diye sa'yin kucağına atılıyor ve çalışıyordu.
Fikret olanca aşk ve gayretini edebiyata vermiş, Seroet-i Fünun'da kendi tabiri
vechile "musahhih gibi" çalışıyordu. Evet musahhih gibi!..
Fikret orada lisanı, şiiri, zevki, hissi, zihniyeti, terbiyeyi, heyecanı, sanatı,
ruhu; kısaca yolunu şaşırmış haib ve ser-gerdan kalmış olan insanı tashih etti.
Boğaziçi'nde Rumeli Hisan'nda oturuyordu. Geceleri geç vakte kadar
oturur Seroet-i Fünun'a girecek makaleleri birer birer gözden geçirir, tashih ederdi.
614 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

3 1 2 [ 1 897] senesinde "Robert Kolej (College)" namındaki Amerikan [s. 747]


mektebi muallimliğine davet edilmişti. Kendisine maaş olarak beş lira teklif
olunmuştu. Fikret kabul etmiş ve derslerine başlamışu. Mekteb-i Sultani'de
tedahüle kalan dört aylığını da o sıralarda mektebin müdürü göndermişti. Fikret
dört aylığın birden çıkmış olmasına taaccüp etmişti. Maaş getiren muhasebeci:
"Hayır maaş çıkmadı efendim, siz mektebi terk ettiğiniz için müdür bey
maaşlannızın te'diyesini lazım gördüler." demiş, Fikret gülerek parayı iade etmiş
ve ne zaman maaş çıkar arkadaşlan para alırsa, kendisinin de o zaman
alabileceğini söylemiştir. Bu hususta Abdurrahman Şeref Bey:
"Tevfik Fikret hususi surette te'diyata razı olamayacağından kat'iyen
reddeylemesin mi? Veznedar paralan geri getirdi. Muhasebe defterinden çıkmış
olan bu paralar yeniden irad kaydolundu. Ve maaşat çıktıkça kendisine de birer
birer te'diye kılındı.
İster meslek deyin, ister huşunet, ister inat, ister bazılannın kavlince kaçıklık
diyin, Tevfik Fikret emsaline uymaz, fel eğe boyun eğmez bir ferd-i münferid
idi . . . "
diyor.
Fikret bütün manasıyla bir meslek, bir seciye sahibi idi. Onu mesleğinden
döndürecek hiçbir kuvvet yoktu:

"Ben utanmam, yüzüm ak, alnım açık


Sen utan yaptığın işten be alık"
demeye mecbur olan Fikret öldüğü dakikaya kadar alnı açık ve yüzü ak
yaşamıştır. Fikret, Servet-i Fünıin'da açtığı teceddüt vadisinde bütün
arkadaşlannı müdafaa ederek yürüyordu. O zaman edebiyat aleminde üç
mühim müessir, üç büyük cereyan, üç kuvve tli sulta (autoritl) vardı: Hamid,
Ekrem ve Naci. Bunun haricinde bütün bütün serbest, bütün bütün müstakil
kalmak taraftaranı olanlar da vardı ki bunlann da biri Feylosof Rıza Tevfik idi.
Daha mektepte talebe iken kendini kayd Ü bende merbut görmek istemeyen
Feylosof hayatta hiçbir kayda esir olmaya nza göstermiyordu.
[s. 748] Esasen Hamid kendi vadisinde yalnızdı. Açtığı cereyanda müstakil
kalmış fakat rehberlik, pişvalık etmiyordu. Onu taklit ve tanzir edenler kendi
arzu l anyla taklit ediyorlardı. Naci taraftarlan Naci'nin vefatıyla zayıflamışlar ve
Ekrem cereyan-ı edebisiyle bütün bütün sarsılmışlardı. Ortada canlı bir surette
Ekrem tahakküm-i edebisi vardı. Buna hücum edenler pek çoktu, fakat Fikret'in
sanatkar ve bedia-şinas eline geçen silih-ı müdafaa zaferle çıkmış, Ekrem üstatlık
şerefiyle mübahi ve serazat geziyordu.
Şüphe yok ki Fikret, Ekrem cereyanının da fevkine çıkmak, onun da
tahakkümünden sıynlmak, bütün bütün yeni, sağlam ve güzel bir bina kurmak
istiyordu. Fakat vicdanen merbut bulunduğu üstadına karşı borçlu vaziyette
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 615

gördüğü nefsini, üstadına atılan silahlara siper ediyordu. Bu hücumların en


kuvvetlisi Fikret'in hiç ummadığı bir taraftan gelmişti: Feylosof Rıza Tevfik!..
Feylosof n e Hamid, n e Ekrem, n e Naci taraftarı idi. O bütün sanatta olduğu gibi
edebiyatta da serbesti taraftan idi ve o zamanlar yetiştirmekte olduğu Nureddin
Ferruh'a bütün bu cereyanlardan azade bir kanaat-ı edebiye vermek, şakirdinin
öz kabiliyetini, öz sanatını nemalandırmak istiyordu. Bunun için de ortada
kuvvetli olarak hakim-i münferid halinde kalan Ekrem cereyanına hücum
etmişti. Fakat Ekrem saha-i faaliyette değildi. Müdafaa vazifesini mecburen
Fikret alrnış. İki arkadaş, Mekteb-i Sultani mü rarekatinden beri uzun seneler
birbirlerini görmeyen iki arkadaş meydan-ı muarazada karşı karşı kalmışlardı.
Hakikatte ne Fikret'in Rıza Tevfik'e, ne de Feylosofun şaire bir itirazı vardı.
Kanaat ve zihniyetçe müttehit idiler. Fakat ortada bir vaka vardı, Feylosof,
Ekrem taraftarlarına itiraz etmiş, bir cevap bekliyordu. Fikret bu cevabı yazmıştı.
O haftanın Servet-i Fünan'unda manzum bir "Musahabe-i Edebiye" çıktı:

"Diyor ki -aczine rağmen- muharrir-i aciz:


Bu gün de nazın ile ziynetlenip musahabemiz.
[s. 749] Sahayif-i edeb-i dehre yadigar olsun:
Hakir namını tezkire bir medar olsun.
Bu bir emel ki muhal olsa da tabiidir!
Beka ümidi hayfil olsa da tabiidir!
Evet, musahabe bir nefha, bir nefes demedir;
Nefes, heva... o nasıl kayd-ı vezne raht olunur
Demem ki nazın ile sohbet latif olur, sevilir;
Yazılmış olsa fakat şi're hürmeten okunur.
Ne derseniz deyiniz, nazrnımız güzeldir pek;­
Hüner tabi'atı zevk-i edeble meze ederek
o musıki-i semaviyi hasıl etmektir
Ki ruha, bir bulutun dfış-ı ihtizazında,
Kurar zarif ü mutarra bir işiyan-ı garam;
o musikiir-ı muhabbet ki tar-ı nazında
Kanatlı nağmeler eyler peri misali hıram.
"Kanatlı nağme..." bu ta'biri siz beğenmediniz
Değil mi? ... Hikmete pek uymuyor; fakat şair
Kanat verir neye isterse, bir nihayetsiz
Kanat hazinesidir hücre-i hayali onun.
Zaman olur ki bir asude ruh manzaranın
Remide-hatır olup hfilet-i sükunundan,
Ne sihr eder bilemem, nagehan kanatlanarak
Önünde uçmaya başlar bulut, çiçek, yaprak!
Bugün ceridemizin belki her sütfınundan
Ziyade rağbete mazhar sütun-ı şi'riyyat,
Niçin? .. O hikmeti ben bilsem iftihar ederim;
616 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Fakat biraz düşünürsem - müdekkikine - derim


Ki şi'r eder yine elbette şerh-i şi'r-i hayat.
[s. 750] Diyorsunuz ki: Bütün şi're hasr-ı bahsederek
Mukayyed olmuyoruz hiç esıis-ı san'ade;
Güzel bu fikriniz amma, sebeb ne olsa gerek
Zavallı şi'ri telakkiye hep hakaretle?
Diyorsunuz ki: Zunfınun fünfına tercihi
Değil muvafik-ı akl u hakikat ü hikmet;
Güzel bu zannınız amma, zunfına teşbihi
Neden sayılmalı şi'rin muvafik-ı nasfet? ..
Bugün hakikat-i fenn bizce şi're dahildir,
Zumin buyurduğunuz şey fünlınu şamildir...
Şu havz-ı pake bakın, bir avuç sudur mahdud;
O bir avuç suda lakin bütün sema meşhfıd.
Yetişti felsefe, hadd-i hayati aşmayalım.
Kazalıdır uçurumlar, yakın dolaşmayalım!"
Bu manzum musahabeye Feylosof nazmen cevap vermiş münakaşa
kızışmıştı. Bütün matbuat filemi bu mübahese-i edebiyenin sonunu merakla
bekliyordu. Ekn•m'den hıncını alamayanlar Feylosofun meydana atılmasından
memnun oluyorlardı. Feylosof hem kuvvetli bir şai r hem de tamamıyla yeni
fikirler, yeni zihniyetlerle dolu idi. O sıralarda da "Sfenks" unvanlı bir şiiri intişar
etmişti. Üstad Ekrem şiiri pek beğenmiş, İsmail Safa'ya da "Bu adam kimdir?"
diye sormuştu. Safa "Buna Feyl osof Rıza derler" demişti. Üstad, genç Feylosofla
görüşmek istediğini söylemişti. Bir gün sokakta tesadüf etmişler, Safa, Feylosofla
Üstad'ı tanıştırmıştı. Ekrem, Rıza Tcvfik'i evine davet etti.
Bu davette Fikret, Ali Ekrem, Halid Ziya da bulunmuşlardı. Ekrem bu
suretle bedh ahları n ın ümitlerini temelinden yıkmıştı. Çünkü kanaat-ı edebiye
i ti barıyl a aralarında bir zıddiyet olmadığı kolayca anlaşılan Fikret'le Rıza Tevfik
birleşmişl erdi. Hatta Fikret, Rıza Tevfi k'i n şairliğini takdircn: Şu "Zeka" unvanlı
şiiri yazmıştı.

[s. 75 1) "Zeka tefelsüfe maildi. .. Muttasıl düşünür.


Okur, okur ve o hatmettiği resailden
Birer hulasa-i hikmet yapardı; sonra gelen
Gelen geçen ne kadar aşinası varsa tutup
Mü talaatını söyler: Filan nasıl düşünür,
Nasıl yazar, nasıl icmal ü ictihad eyler,
Bütün bu şeyleri te krar ederdi . . . Gah unutup
Gurur-ı hikmeti, şairlenirdi; ben ekser
Onun bu halini tercih eder de beklerdim
Ki bi r neşide sünuh eylesin hayalinden.
O gün o şi'rini elbet gelir okurdu bana:
Bu şi ' ri fikrime kimdir bilir misin mülhim?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 617

Hakikat... Ah hakikat! Onun zılalinden


Vücuda gelmişe benzer hayat, ruh, zeka.
Ne der güzelliği ta'rif ederken Eflatun:
Güzel hakikatin enmi'ızec-i letafetidir. ..
Bu söz bu işte hakikatlerin hakikatidir.
Hakikat, ah hakikat; onunladır meşhi'ın
Bütün şu alem-i camid; o bir nefes gibidir
Ki her vüclı.d-ı cemadiye bir hayat verir;
O bence ri'ıh-ı şü'i'ın-iiferin-i hilkatdir.
Oku, önündeki manzi'ıme bir hakikatdir;
Hayale benzetiyorsun, ya anlamazsın ki ...
Bu bir hakikat-i mü'lim, hakikat-i mübki!
Şiir demem, ne için yazdığım neşidelere?
Ya şi'ri bir tutuyorlar hayiil-i batıl ile;
Benim hakikate hasr ettiğim büyük esere
[s. 752] Geçende -şi'r!- diyorlardı birtakım cebele ...
Yolunda bir de hararetli nutk edip irad
"Şiir değil!" diye bühtan ederdi ber-mutad
Hayal ü his ile mali güzide bir gazele...
Evet, bu dar-ı hakiiyıkda her eser mutlak
Şikiir-ı niihun-ı tenkid olur; zekanın da
Günün birinde bütün siinihiitı yoklanacak,
Ve hep o felsefe hulyalan miyanında
Hayatının kalacaktır yegane mii-hasali
Hayal Ü his ile mali güzide bir gazeli!.."
Fikret; Rıza Tevfik'in şiirlerini çok beğenirdi. Artık ikisi arasında muaraza
yok idi. Diğer muarızlara gelince Fikret onlara acır, "Zavallı!" derdi. Edebiyat-ı
Cedide'den bahsederken SaI'a'nın küçük kardeşi Ali Karni:
"Artık 'Edebiyat-ı Cedide' sevimli bir çocuk vaz'ıyla sahne-i san'atta
kendini gösteriyor ve Fikret bu çocuğun elinden tutup koşturuyordu. O zaman
sahneyi göremeyen, anlayamayanlar tarafından bu çocuğa ne kadar taşlar atıldı;
fakat taşlar ona yetişemiyor; o koştukça, uçtukça serpilip büyüyordu. Bütün o
dekadanı top atan alaylarına, bütün o tarizlere, tenkitlere, hatta sövmelere cevap

ı "Dekadan" tabiri bazılarının iddiasına göre (decadisme) kelimesinden gelen "Dekadan"

kelimesinin maklim-ı tezyifte konulduğu şekildir. Bu isim 1883 senesinde "Sembolizm" edebiyatıyla
beraber realisme'e karşı doğan edebi bir meslek olmuştu. Mariz bir hey'et-i ictimaiyenin uyandırdığı
müfrit bir hassasiyet ve ferdiyetten doğmuş bir mekteb-i edebidir. Bu mesleğe sfilik olanlar halkın
tezyifine cevap olmak üzere Dekadan (Decadent) unvanlı bir gazete neşrederek sermulıarrirleri
Anatole Pazu bu yeni edebi mektebin nazariyesi "Hayatı, kalbi inceden inceye talılil ve her şey
hakkında hususi bir fikir edinmek. . . " olduğunu ortaya sürmüştü. Dekadan aslen decadence
kelimesinden gelir ki inhitat demektir. Yeni Edebiyat-ı Cedide zamanında da eskiler genç şairleri bu
tabir ile tezyif etmek istiyorlardı. (İsmail Hikmet'in notu)
618 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

olmak için Fikret'in bir 'Zavallı, Evet'i kafi idi. [s. 753] Böylelikle Edebiyat-ı
Cedide hiçbir taşla yıkılamayacak derecede büyüdü ve gürbüzleşti. Eğer bu
çocuğun mürebbisi o zamanın hükümet-i müstebidesi tarafından susturulmamış
olsaydı elbette o çocuk sonralan tereddiye düşmekten kurtulmuş olacaktı.
Edebiyat-ı Cedide'nin şiirde anasır-ı erbaası hükmünde olan Fikret'le Cenab,
Ayın Nadir'le İsmail Safa yazık ki hep susmuşlar, yani susturulmuşlardı."
diyordu. Evet diğer muanzlar doğrudan doğruya Edebiyat-ı Cedide'ye hücum
ediyorlar. "Lisanı öldürüyorlar! Lisan bitti" tarzında yaygaralar yapıyorlardı.
Fikret bunlara cevap vermekten geri durmuyordu. Bunlara bir kere Servet-i
Fünun'da toptan cevap vermişti:

Zavallı Evet
Evet muhatabımın fikri pek musarrahdı:
"O muğlakat-ı hayfiliyyeden ne anlaşılır?
Meali yok, yine asar-ı her-güzide adı;
Şu hfil-i cehline erbab-ı fikretin şaşılır!
Nedir bu sizdeki aşk-ı teceddüd ü icad?
Ne gördünüz gazeliyyatdan, kasayidden?.,
Diyor, ve koskoca bir defter-i neşayidden
Numuneler okuyup eyliyordu istişhid.
Benim o dem geliyordu sımah-ı dikkatime
Salalı 'aksi gibi gizli bir müşıi'arenin
Hazin terane-i billuru bir küçük derenin.
Bununla hükm edin isterseniz gacibetime:
O boş lakırdılan dinledim de bir müddet,
Sonunda boynumu büktüm, dedim ki: "Öyle, evet!
Fikret'in bu nezih, bu ınce istihzfilan muanzlannı kudurtuyor,
öldürüyordu.
Gazelden, kasideden başka şiir olamayacağına hükmeden bu zavallılara,
Fikret [s. 754] "Öyle evet" diye acı acı gülmekten başka cevabı lüzumsuz
görüyordu.
Fikret, Servet-i Fünun'da eski edebiyatın ruhsuzluğunu, sahteliğini misallerle
gösteriyor, edebi musahabelerinde gazel-serfilığı, nazire-perdazhğı boş buluyor:
"Taklidin bizde maruf olan sureti edebiyatımız için hiç faydalı sayılamaz!" diyor,
bir iki sene evvel iştirak ettiği nazire-perdazlığın faydasızlığını söylüyor; aslın
nazireye faik olduğunu misallerle ispat ediyordu: "Şükürler olsun ki mehasin-i
hakikiye-i fikriye ve hissiyat-ı samimiye-i kalbiye ile perverde-i letafet ve belagat
olarak gittikçe kesb-i vüs'at ve kıymet eden tarz-ı cedid-i edebimizde öyle
mazmun-nevazlığa, nazire-perdazlığa artık hiç de mahal yoktur." diyor. Bir
diğer yerde lisan-ı şi'rin; lisan-ı tahassüs, lisan-ı ruh olduğunu anlatıyor: "Evet
manzum olsun, mensur olsun, şiirin kendine has bir lisanı, bir tavr-ı bedi-i
beyanı vardır; onu ruh söyletir, ruh dinler, ruh anlar." diyor ve "Evet Edebiyat-ı
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 619

Cedide 'zerrattan şümusa kadar her güzel şey şiirdir!' hakikatini meydana
koydu; üdeba-yı cedide bu hakikati onun kadar parlak asar ve emsal ile ispata
muvaffak olurlar." sözlerini ilave ederek şiirin eskilerce ne kadar yanlış anlaşılmış
olduğunu gösteriyordu.
Fikret'in açtığı bu tarz-ı cedid-i edebi takdiren yazmış olduğu bir makalede
Cenab: "M. T. Fikret"in bize yeni, ama hakikaten yeni, hem yeni olduğu
nispette güzel bir tarz-ı edeb küşade eylemiş olduğunu bi-şüphe anlamışlardır.
Bu müceddid kimdir? Bu tarz-ı nev-küşade nedir!" dedikten sonra: "Hayır!
Tevfik Fikret Bey" hüner-veran-ı şübban-ı üdebadan biri değildir; o, genç bir
üstad-ı edebdir. Evet genç bir üstad-ı edebdir. Zira makbul ve müstahsen bir
tarz-ı nevin-i edeb ihdas etmiştir." diyor. Biraz daha ileride: "Edebiyatın ayine-i
mahsusat ve vicdaniyat olduğu hakikati el-yevm müsellem olduğundan hiç
kimsenin akab-girliğine rağbet etmeyerek matbuat-ı mahsusa-i ruhiyesini,
[s. 755] olduğu gibi, ruy-ı beyaz kırtasa aks ettirmeye muvaffak olan Tevfik
Fikret Bey'e bir 'müceddid-i edeb' bir 'meslek-i edebi vazıı bir ' üstad' demekte
tereddüt etmeyiz." diyor.
Edebiyat-ı Cedide'ye en çok taarruz edenlerden biri Muallim Naci
merhumun kayınpederi Ahmed Midhat merhum olmuştu. Fikret Ahmed
Midhat'a "Timsal-i Cehalet" manzumesiyle cevap vermişti:

Merkuz idi leylin nazar-ı hadşe-nisan


Af'ak-ı şühlıda;
Olmuştu bütün lem'alann ma'kes-i tan
Emvac-ı gunude.
Bir samt-ı siyeh-reng ile meşbu'-ı hayalat,
Dağlar dereler sanki birer mahfıl-i emvat,
Yalnız koca bir fem,
Bir dağ gibi adem
Dikmiş nazar-ı gayzını, bi-havf ü mübalat,
Eylerdi o boş aleme irad-ı makalat...
Kükrer, bağırır; dağlara çarpar da sadası
Bi-faide, eylerdi bütün kendine avdet;
Ablak yüzünün lihye-i carub-nüması
Enzar-ı temaşaya verip sıklet ü vahşet,
Titrerdi civarındaki, pişindeki eşya
Nutkundan uçan zehr-i bürudetle; o hala
Pür-cür'et ü nahvet
Eylerdi hitabet;
Eş'ar u fonun hep o dudaklarda müheyya
Çirkab-ı taarruzdan ederlerdi tehaşa...
[s. 756] İnsanlığı muhtac idi şayan-ı tefekkür
Binlerce güvaha;
620 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Atmıştı bu manzar beni hem-reng-i teneffür


Bir havf-ı siyfilı.a!
Bu müthiş tasvir Ahmed Midhat merhumu hem iskit, hem de ibhat etmişti.
Fikret'in silah-ı tezyifi, hücum-ı tehzili pek yaman ve bi-amandı.
Servet-i Fünun yaranı vakit vakit toplanır, aralarında edebi ve fenni
musahabelerde bulunurlardı. Fikret'in en sık görüştüğü dostları Sara, Kazım ve
Cahid Beylerdi. Sara daima Fikret'in evinde bulunurdu. Cahid esasen komşu
denecek kadar Fikret'e yakın otururdu. Fikret'in gece kaldığı bir tek yer vardı. O
da Kazın Bey'in evi idi. Fikret'e Halid Ziya'lar, Mehmed Rauflar Ahmed
Şuayb'lar Cavid'ler de gelirlerdi.
Ahlakın büyük zaafa uğramış olduğu Abdülhamid-i Sani devrinde böyle
sekiz on arkadaşın bir gaye uğrunda çalışabilmeleri şaşılacak harikadandı.
Nitekim bu hal de pek uzun sürmemişti. İsmail Safa hastalanmış ve yatağa
düşmüştü. Bir gün evinde toplandılar, konuştular mübaheselerde bulundular.
Arkadaşlarından biri bu müsahabedt• geçen sözleri tahrif ederek Siret, Sara ve
Fikret'i jurnal etmişti. İstintak olunduktan sırada Siret arkadaş diye aralarına
aldık.lan o yalancı, o iftiracı herifin suratına tükürmüştür.
Fikret'in evde bulunduğu bir cuma günü saraydan gelip: "Sizi başkatip
istiyor." diye alıp götürmüşlerdi. Fikret o gece gelmemişti. Hasan paşa
Karakolu'nda bir odaya hapsedilmişti.
Fikret akıbetinin ne olacağını bilmeden hapsedildiği bu odada vaktiyle
babasını da elinden alıp sebepsiz sırf bir vehim ile nefyeden bu menhus
İstibdada, bu zalim idareye karşı kalbi lanetler ederek evde kendisini bekleyerek
[s. 757] ağlaşan Haluk'uyla annesini düşünüyor ve kirpiklerini ıslatan ateşli
yaşlan silerek cebinde bulabildiği eski bir mektup zarfı üzerine şu:

HalUkçuğa
Ağlayan kim ninen mi yavrucuğum
Bizi pek çok seven mi yavrucuğum
Sen Haluk'um, o nazlı ma'şfıkum
O mu kıymetli, sen mi yavrucuğum
Sizi bir an tahattur etmeyecek
Hangi mel'un o ben mi yavrucuğum?
kıt'a-i elimesini yazıyordu.
Fikret'in ne olduğunu haber alamayan ailesi Şfıra-yı Devlet'te bulunan
kayınbiraderi İhsan Bey vasıtasıyla Gani Paşa'ya müracaat etmişler ve :"Merak
etme oğlum gelecektir" cevabını almışlardı.
Fikret'i arkadaşları da çok merak etmişlerdi. Ahmed İhsan ailesini yokluyor
ve etraftan malumat almaya çalışıyorlardı. İkinci gece karanlıkta Fikret'in evinin
kapısı önünde bir araba durmuş, içinden dört karaltı inmişti. Bunlardan biri
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 62 1

Fikret'ti. Diğer üçü sarayın bendelerinden paşalar, beyler idi. Eve girmişler,
etrafı aramışlar, babasından gelen mektupları bir mendile bağlayıp Fikret'i de
beraber alıp gitmişler. Fikret ailesiyle bir söz bile teati edememişti. Fakat bu
tahribat pek hafif geçmişti. Çünkü Siret'le Saffi'nın evlerinde türlü cefalar,
eziyetler etmişlerdi. Aradıkları zaman da Fikret'in iki gün evvel yazarak bir
Fransızca tarih kitabı arasına sıkıştırıverdiği Sultan Hamid hicviyesini
bulamamışlardı.
Fikret ertesi akşam serbest bırakılmıştı. Fakat göz hapsine alınmış, nereye
gitse birçok hafiyeler arkasında dolaşırdı. Hatta Rumeli Hisarı'nda deniz
kenarındaki yalısının önünden ayrılmayan sandalcı bile [s. 7 58] resmen tayin
edilmiş bir hafiye, bir casus idi. Bunu Fikret pek güzel bilirdi. Fakat bunlara
ehemmiyet isnat etmiyordu.
Bir defa da ailesiyle Robert Kolej'de bir davete gittiği için Hasanpaşa
Karakolu'na çağmlmış Hasan Paşa: "Oğlum ben seni severim, bir daha ailenle o
gavurların mektebine gitme evladım!" diye nasihat ederek bırakmıştı.
Artık eskisi kadar serbestçe de toplaşamıyorlardı. Arkadaşlarının bazıları
arasına da bir soğukluk girmişti. Esasen evvelce aralarından çıkanlar için Fikret:

Ayın Nadir hakaret gördü gitti


H. Nazım başka hikmet gördü gitti
Sezai fazla hürmet gördü gitti
Hele Tahir Bey'in, esbabı malum
O Tahir'le karabet gördü gitti
kıt'a-yı tariziyesini yazmıştı.
Fikret bu istibdat ve tahakkümün ve ahlak ve vicdan zaafının uyandırdığı
nefretle ve lanetlerle mütehassis ve müteheyyiç olarak birçok şiirler yazıyordu.
Nihayet 3 1 5 [1900] senesinde Rübdb-ı Şikeste'si birinci defa olarak Servet-i Fünfın
Matbaası'nda tab'edilmişti. Fikret'in yazılarında ruh-ı istibdadı iğneleyen çok
fikirler ve hisler vardı. Fakat bunu o zamanın hükümeti ve erkanı görüp
anlayamıyordu.
Fikret o sene bir de Servet-i Fünun'un Sanqyi-i Neflse Panoraması unvanlı küçük
bir eser neşretmişti. Bu; Servet-i Fünun'un intişara başladığı zamandan beri dere
ettiği büyük tablolardan intihap edilenlere mahsus yazılmış manzumelerle o
tablolardan müteşekkil bir koleksiyondu.
3 1 5 [1 900] tarihinden sonra Fikret saha-i matbUata pek az şey vermişti. 3 1 6
[1 900- 1 90 1] senesinde Servet-i Fünun'da bir Musahabe-i Edebiye yazmış, bir de
"Son Nağme" [s. 7 59] unvanlı manzume neşretmişti. Artık kendini ailesinin
arasına atmış, Robert Kolej'e devam ediyor ve o mülevves muhiti uzaktan
seyreyliyordu. 19 Ağustos 1 3 1 5 [3 1 Ağustos 1899] cülus şehrayininde Fikret
evinin bir penceresinden donanmış yalıları, köşkleri, sarayları seyir ile:
622 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yine bir simsiyah ... Bütün Bosfor


Heyecanlar, ziyfilar, alkışlar,
Neş'eler, na'ralarla çalkanıyor.
Her ağustos bu infılak-ı mesar;
Sanki yıllarca kayd içinde iken
Zincirinden kaçan ve mest-i firar,
o çalınmış ferağ-ı aniden
Her safüsıyle istifade için
Türlü yollar, vesileler düşünen
Bir esirin, esir-i pür-ye'sin
Mütehewir neşat-ı ser-şan...
İşte bir dümbelek, düdük ve demin
Kıyıdan sallanıp geçen haşarı
Serserinin içinde hopladığı
Kayık; al, mor, turuncu, mavi, sarı,
Bütün elvan bu muhteşem kayığı
Kuzahi bir ziyaya gark etmiş.
İşte bir muş, başında bir çalgı;
Bir yığın sandal, orta yerde geniş
Süslü bir tekne; hepsi nura-nur
o ne rindane, aşıkane geçiş...
Rehgüzannda mevceler meshlır,
Mütelişi bir ihtizaz-ı sürur,
Sanır insan ki bir hakiki sur.
[s. 7 60] Her taraf neş'e, her taraf heyecan;
Yalılar, dağlar, asümane kadar
Bütün eşbah-ı şeb celi, taban
Bir şetaret içinde; yıldızlar
Gökten i'lan-ı ibtihac ediyor;
Hele mehtab, onun da bayramı var
Zannedersin; hep imtizac ediyor
Yer gök izhar-ı şad-karnide,
Sanki yer gökle izdivac ediyor.
Şu büyük cünbüş-i umumide
Yine biz yaslı, bizde bir şeb-i tar:
Ne sönük bir hayfil-i ümmide
Benzeyen gizli bir tenevvür var,
Ne küçük bir pırıltı, bir şeb-tab;
Koca ev sanki bir gunude mezar.
Hayır, ıssız değil bu dar-ı harab;
Yaşayan var, ziya da var, ancak
Pek seçilmez yerinde, pek na-yab.
Bir küçük şahs, önünde bir bayrak,
Bir vatan bayrağıyla yanmak için
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 623

Bir yığın al fener; o müstağrak


Bunların karşısında, kalben emin
Ki bu şeylerle bir zaman yapacak
Bir mukaddes cülfısa şehrayin.
parçasını yazarak o mukaddes inkılabı özleye gözleye ümitler, heyecanlarla dolu
bekliyordu.
[s. 761] Fikret yine kendi murakabesine (meditat:ion) başlamıştı. Derin, nafiz,
tenkit-kar ve ihlas-perver nazarlarıyla hadisat-ı dehri tetkik ve müşahededen
geçiriyordu. Bu murakabenin ilk zade-i ilham ve sanatı 1 8 Şubat 1 3 1 7 [3 Mart
1 902] senesinde yazdığı "Sis" manzumesi olmuştu.
İ stibdadın derin korkular, melfın ürpermelerle karşıladığı bu bedia-i san'at
her tarafta arandığı, tab'ı ve neşri şiddetle men edildiği halde o bütün zulmet ve
melanet sislerini delip geçen, yırtıp parçalayan bir ziya-yı ihya.kar gibi vicdanlara
kadar nüfuz edip gidiyor, herkesin ellerinde ve dillerinde birer tılsımlı nüsha gibi
dolaşıyor, gizli gizli matbaalarda tab'ediliyor, uzaklarda kardeş ülkelerde
yayılıyordu.

"Sarmış yine alakını bir dfıd-ı muannid,"


diye inleyen Fikret nihayet:

Milyonla banndırdığın ecsad arasından


Kaç nasiye vardır çıkacak pak ü dırahşan?
diye ölü gibi uyuyan o köhne Bizans'a soruyor ve:

Ey bar-ı hazerle iki kat gezmeğe me'lfıf


Eşraf u tevabi, koca bir unsfır-ı ma'rfıf;
Ey re's-i füru-herde, ki ak pak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu takibe koşan genç;
Ey mader-i hicran-zede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, avare çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler...
diye pinekleyen cansız, kansız ruhları kımıldatmaya çalışıyor, bir isyan, bir
ihtilal; feyizli, haysiyetli, namuslu bir inkılap hissi uyandırmaya uğraşıyor ve
nihayet istikrah ile:

Örtün, evet, ey haile ... Örtün, evet, ey şehr;


Örtün, ve müebbed uyu, ey facire-i dehr!..
demeye mecbur oluyordu.
624 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

[s. 762) 3 1 7 [1 902) senesi Fikret'in coşkun bir senesidir. O bütün inkılabı
bir heyecanla çırpınan ruhunun ilhamlarına bir saha-i cereyan vermiştir.
Çarpma çırpına yürüdüğü o "Hürriyet Yolunda" kendi "İzler"inden başka
bir iz göremeyen Fikret:

Yürürdüm biraz güç, biraz bi-huzur


Dikenlik, çetin, taşlı bir sahadan;
Önüm bir yokuş, hep çakıl, hep diken;
Yürürdüm fakat ben muannid, sahur.
Bu yol böyle saiddi bir minbere;
Cevanib mehabetli bir makbere,
Fezasında al bir güneş mübtesimdi ...
Mübeşşer adımlarla ettim mürur
Demin muztarib geçtiğim sahadan;
Yolum aynı şey: Hep çakıl, hep diken;
Yürürdüm fakat ben mübeşşer, vakur.
Geçerdim basıp birtakım izlere;
Eğildim, biraz dikkat ettim yere:
O izler benim, hep benim izlerimdi.
diyor. Ve nihayet biraz meyus, biraz mefluc Hallık'una hitaben "Hayat"
manzumesını yazıyor.

Bugün hayatı, müselsel bir ihtiyac-ı siyah,


Bugün saadeti, gafil bir iştiyak-ı tebah,
Bugün teneffüsü yorgun, kadid bir sürü "Ah!"
Olan bu cem'iyyet;
Bugün zehirlerinin kacr-ı neş'esinde yüzen,
Bugün doğan çocuğundan terane beklerken
[s. 763) Figan duyan beşeriyyet, bu nuhbe-i hilkat,
Nedir bilir misin, oğlum? .. Ününde harelenen
Şu mai safhaya bak; şimdi ansızın seni ben
Tutup da fırlatıversem onun derinliğine,
Düşün biraz ne olur? .. Korku bilmesen de, yine
Tahammül eyleyemez, çırpınırsın, ağlarsın;
Zavallı kollarının hükmü yok ki kurtarsın!
o mai şey seni yuttukça, haykırır, bağırır,
Fakat halas olamazsın; omuzlarından ağır,
Haşin, demir iki el muttasıl itip zedeler;
Ve çare yok ineceksin... Bu işte ömr-i beşer.
Hayır, bu zehrime sen varis olma, evladım;
Yann, ümid ediyorlar ki, bir genişçe adım,
Bir atlayış, -ne diyorlardı pek de anlamadım,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 625

Hayatı kurtaracak;
Beşer, bu şimdi muazzeb sürüklenen mefluc
Adım adım edecek zirve-i halasa uruc...
İnan, Haluk, ezeli bir şiladır aldanmak!
diyordu. Fikret; bu zillet ve zulmet altında nefes alamadan yaşayan zavallı
insanların haline için için ağlıyor, zehirleniyor, ölüyordu. Evet, o; bütün insanları
hür, müsavi ve insan görmek istiyordu. Onları bu behimiyet, bu esaret hayatında
görmek bir ölümdü. İşte bu hayatı, bu mezelleti görmemek için kör olmayı tercih
ediyor, "Perde-i Teselli"yi yazıyor:

İşte bak ben de, ben de muhtacım


Öyle bir perde-i teselliye!
diyor.
1 7 Teşrin-i Evvel 1 3 1 8'de [30 Ekim 1 902] "Hemşirem İçin" diye yazdığı
mersiyede hem hemşiresine hem de bütün kadınlara ve kadınlığa ağlıyor . . .
Bütün insaniyet-i muzlimeyi kurtaracak [s. 764] mesut bir dakikaya hasr-ı emel
ederek bekliyor. 1 3 2 1 [1 903-1 904] 'de Cenab'ın bir mektubuna yazdığı cevapta:
"Olamaz, anlayan, gören mes'ud!"
diyordu. 1 322 [ 1 906] senesinde pek gayr-i muntazar bir vaka bütün hürriyet­
perestleri sevindirmişti. Sultan Abdülhamid Cuma Selamlığı'na çıktığı zaman
kendisine bir bomba atılmıştı. Ne fayda ki Abdülhamid biraz gecikmişti. Bu
gecikiş kendisini muhakkak olan ölümden kurtarmıştı.
Bu sefer intikam hırsı yine birçok zavallıların ölümünü intic etmişti. Fikret
bu teessürle "Bir Lahza-i Teahhur"unu yazdı.

Bir darbe... Bir duman... Ve bütün bir güruh-ı sur,


Bir ma'şer-i vazi'-i tem:lşa, haşin, akur
Tırnaklarıyla bir yed-i kahrın, didik didik,
Yükseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik ...
Ey darbe-i mübeccele, ey dud-ı müntakim,
Kimsin? Nesin? .. Bu savlete saik, sebeb ne? Kim?
Arkanda bin nigah-ı tecessüs, ve sen nihan,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, reha-feşan.
Mfilik sesin o suret-i ra'din-i gayza ki
Her yerde hiss-i hakk u halasın muharriki.
Sadmenle pay-ı kahiri titrer tagallübün,
En gırra tac-ı haşmeti sarsar takarrübün.
Silkip ukud-i ribka-i a'san, en çetin
Bir uykudan uyandırır akvamı dehşetin.
Ey şanlı avcı, damını bihude kurmadın!
Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
626 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sükun,


Yahut o durmasaydı, o iklil-i ser-niglın,
[s. 765] Kanlarla bir cinayete pek benzeyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
Lakin tesadüf.. . Ah o kaviler münadimi,
Acizlerin, zavallılann hasm-ı daimi.
Birden yetişti mahva bu tedbir-i harikı;
Söndürdü bir nefeste bu ümmid-i barikı;
Nakşetti bir tehekküm için baht-ı bi-şu'ur
Taıih-i zulme bir yeni dibace-i gurur.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi i ntikam ;
Lakin unutmasın şunu tarih-i sifle-kam:
Bir kavmi çiğnemekle bugün e ğlene n ...
Bir lahza-i te'ahhura medy(ın bu keyfini!

Herkesin korkudan iki büklüm gezdiği zamanlarda Fikret bu zalim padişahı


itham ediyor ve bu hayırlı suikastın böyle neticesiz çıkmasına teessüfler
den aet le
ediyordu. Bu yazılan manzumeler basılamıyor, fakat elden ele dolaşıp gidiyordu.
Bu eziyetli, üzüntülü intizar seneleri nihayet bulur gibi olmuş, 1 324 senesi On
Temmuz'u [23 Temmuz 1 908] gelmiş , yıllardan beri tahassürler, teheyyüçlerle
beklenen inkı lap da gelmişti. 1 1 Temmuz 'da [24 Temmuz 1 908] Fikret "Doğan
Güneşe" manzumesini yazıyordu.

Doğacaktın ... Bu kal bi mizde hafı,


Pek hafı bir ümid-i bi-rengin
Pt>k belirsiz bir iltim a ' ıydı .
Gecenin sayha-i veda'ıydı
O sadalar ki dağlann berfın
Tepesinden inip derin, mahfı
Köşeler, gölgelerde gizlenmiş
Her teselliyi ürkütür, kaçırır;
[s . 766.J Ve bu kuşlar kanatlannda sakat
Bir cesaretle bekleşirdi. Fakat
Gece artık o müfteris ve ağır
Gecenin gölgesiydi; hep müdhiş,
Hep muharrib ve müfteris, lakin
Ne zalamında eski hevl-i anif,
Ne riyahında eski nefha-yı glıl.
Belki bir gizli ihtilac-ı ufül,
Gizli bir ra'şe, bir hüzfil-ı kesif...
İşte karşında titriyor, miskin!
Akıbet ufk açıldı, sen doğdun
Bütün filayişinle; şimdi feza
Seni alkışlıyor, bütün gözler
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 627

Sende, şevkınla parlıyor her yer;


Ve o karşında titriyor hala
Müfteris, müntakim, fakat solgun.
Doğan güneş, milletin iştiyaklarla beklediği hürriyet güneşi, titreyen
müfteris, müntakim gecede o menhus, o kara istibdattı. O istibdadı yaşatan kanlı
gölge, kanlı Sultan da hala tahtında bir kanlı gölge gibi oturmuş fırsat-ı intikam
gözlüyordu. Fikret'in yazılan her tarafta hürmetler, iştiyaklarla okunuyor,
aranıyordu. Fikret aynı günde "Sis"ine bir de "Rücu"' yazmıştı.

Hayır, hayır, sana raci değil bu tel'inat,


Bütün bu levm ü teellüm, bu ibtikcl-yı hayat
Hayat-ı milleti ta'zib eden, muhakkar eden,
Çamurlayan ne kadar levs varsa hep birden
Kucaklamış, taşımış bir muhite aiddi;
O mel'anet gecesinden uzaktayız şimdi.
diyordu.
[s. 767] Fikret bu inkılaba büyük bir ümit bağlamıştı. Gençliği, atiyi
istibdadın pençesinden kurtarmak için bir kuvvetli mübareze açmak, haysiyet ve
hürriyet düşmanlarıyla pençeleşmek için inkılabı içtimaiyat, fikriyat sahasına
teşmil etmek emeliyle çırpınıyor ve hazırlanıyordu. Gençliği hürriyet, uhuvvet ve
insaniyet fikirleri ile teçhiz etmek istiyordu. Her şeyi, hayatı, işi, ekmeği
hükümetten bekleyen esir ruhlu yetişen gençlerin hayatı yükseltemeyeceklerini
biliyor, onlara hayat-ı ictimaiyede müstakil ve namuskclr bir mevki tutabilecek
kabiliyetler vermek, iktisadi hürriyetlerini kazanacak iyiliklerle teçhiz etmek
arzularını besliyordu. Hayat-ı ilmiye ve içtimaiyede kudret ve kabiliyetin ancak
bu suretle mümkün olabileceğine İman ediyordu. Bunun için de ilk iş cehaletle
çarpışmak, taassupla vuruşmak genç dimağları köhne itikatlardan, muzır,
öldürücü, müteaffin an'anelerden ayırmak; sağlam düşünceli, haysiyetli, alnının
teri, elinin emeğiyle yaşamaya azimli, fedakar bir cemiyet yaratmak olduğunu
görüyor. Ve bu yüksek mefkureye doğru yürüyordu. Kendisini bir gazete
çıkarmaya teşvik eden arkadaşlarından bu hususta vaat almadan yerinden
kalkmadı. Hepsi söz vermişti. Fikret'in açmak istediği "yeni mektep"te hoca
olarak fedakarclne çalışacaklardı. O zaman Fikret sırf içtimai ve ilmi ve terbiyevi
bir gaye ile Tanin'i çıkarmaya teşebbüs etti. Bu umdeyi temin edecek olan
haftalık Tanin hazırlanıncaya kadar revmi Tanin neşrolundu. Fikret gazetenin
başında yine eski musahhihlik vazifesini omzuna yüklenmiş, sırtına amele
gömleğini giymişti.
Bütün Anadolu Tanin'e abone kaydolunuyordu. İlk çıkan nüshasında
Fikret'in "Sis"i ile "Rücu"'u bütün aktar-ı clleme yayılıyordu. Fikret'in bu neşeli
ümidi çok sürmemişti. Kendine muaveneti vaat eden ve kendi nam ve
şöhretinden istifade eden arkadaşları onu insani, içtimai ve terbiyevi gayesinde
yalnız bırakıp dağılıvermişlerdi. O da onları siyaset vadisinde yalnız bırakarak
628 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Tanin' den çekildi. Olanca ümidini istikbale bağlayarak Aşiyan'ına çıktı.


Tenkitkar nazarlarını oradan etrafa atfedip oturdu. Bütün hataları, bütün [s.
768] sarhoşlukları, bütün günahlarını o temiz, güneş kadar saf ve parlak
Aşiyan'ından temaşa ve tenkit etti. Oradan gençleri, oradan kadınlan, kızlan,
oradan çocukları, zayıfları, hastalan, kimsesizleri, emekçileri müdafaaya
koyuldu. Bütün insaniyet için haykırdı, en gür, en belagatlı sesiyle haykırdı.

Ne Maarif Nezareti'ni, ne sair teklif olunan yüce mevkileri kabul etti.


Hepsine güldü, geçti. Sade Galatasaray Sultani'si müdüriyetini seve seve de aldı,
çalıştı. Oradan memlekete hizmet edecek, insaniyeti ve İnsanları sevecek,
insanları kardeş bilecek gençler hazırlamaya karar verdi. Yeni İnsaniyetin iman
şartlarını onlara anlatmaya çalıştı. "Haluk'un Arnentüsü"nü yazdı:

Bir kudret-i külliye var ulvi ve münezzeh


Kudsi ve mu'filla, ona vicdanla inandım.
Toprak vatanım nev'-i beşer milletim ... İnsan
İnsan olur ancak bunu iz'anla, inandım.
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
Fıtratta tekamül ezelidir; bu kemale
Tevrat ile, İncil ile, Kur'an'la inandım.
Ebna-yı beşer birbirinin kardeşi . . . Hulya!
Olsun, ben o hulyaya da bin canla inandım.
İnsan eti yenmez; bu teselliye içimden
-Bir an için ecdadımı nisyanla- inandım.
Kan şiddeti, şiddet kanı besler; bu mu'adat
Kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.
Elbet şu mezar ömrünü bir haşr-i ziya-hiz
Ta'kib- edecektir, buna imanla inandım.
Aklın, o büyük sahirin i'cazı önünde
Batıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.
[s. 769] Zulmet sönecek, parlayacak hakk-ı dırahşan
Birdenbire bir tabiş-i bürkanla, inandım.
Kollar ve boyunlar çözülüp bağlanacak hep
Yumruklar o zincir-i huruşanla, inandım.
Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın,
Her şey olacak kudret-i irf'anla. . . İnandım.

diye insani telkinat veriyor "Ferda"larıyla, "Promete"leriyle gençliği azme, sa'ye


fedakariye, insanlığa sevk ve teşvik ediyordu.

Fakat Fikret'in bu gayretinden kendi menfaatlerine büyük zararlar


geleceğini görenler halkı sıkı bir iktisadi esaret altına alarak keyiflerine kul ederek
içtimai hayatın inkişafına, cehl ve taassubun kalkmasına, avamlığın kaldırıl­
masına razı olamayan saltanatçılar telaşa düştüler. Dört taraftan Fikret'in
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 629

aleyhine propagandalara başladılar. "Halfık'un Amentüsü"sünü, "Tarih-i


Kadim" ve daha bir çok inkılabi ve insani ruh ile yazılmış eserlerini ortaya
atarak Fikret'i dinsizlikle ithama vardılar. Maksatları Fikret'i gözden düşürmek,
onun halk nazarındaki itibar ve kıymetini azaltmaktı. Fakat bütün bu gürültüler
Fikret'in kadrini daha ziyade arttırıyordu.
Yıllardan beri memlekete bir feyz-i hayat, bir şan-ı hürriyet getireceği
ümidiyle beklenilen inkılap muhafazakarlıklar, istibdatlarla köreltilmeye
başladıkça Fikret durup oturamıyor, asabileşiyor, hiddetleniyor, köpürüyordu.
Nihayet Meclis-i Mebfısan'ın yeniden açılmak vaadiyle kapatıldığını bildiren
irade-i padişah! okunurken mebusların bu iradeyi alkışlamaları Fikret'in ruhunu,
vicdanını, hürriyetini incitmişti. Bin bir vaatle açılan, bin bir desise ile kapatılan
ilk Meclis-i Mebusan'ı hatırladı. Bütün bütün meyus oldu. Sultan Abdülhamid
elan yaşıyor, Boğaziçi'nde Beylerbeyi Sarayı'nda mahlfı ve mahbus oturuyordu,
fakat bütün vukuata şeametli bir seyirci olarak oturuyordu. Onu güldürmek bile
Fikret için bir elemdi. Bu ye'sin, bu elemin ilham-ı feciiyle iki [s. 770] büyük, iki
bedii manzume yazdı. İkisi de İstanbul'un afak-ı müteheyyicesinde müthiş ve
müselsel fırtınalar kopardı. Ruhlarda, gönüllerde derin sarsıntılar, uzun akisler
uyandırdı. "Doksan Beş'e Doğru" manzumesi ani bir yıldırım dehşetiyle
patlamış, ortalığı haşyet ve korku içinde bırakmıştı. Fikret; kim olursa olsun,
istibdada, tahakküme benzer bir hareket gösterirse olanca mehabetiyle ona
hücum ediyordu. Bu da şahsi bir düşünceyle değil insani bir gaye, vicdani bir
saikle hücumdu.
Mamafih bu hücumlardan jlinirlenen menfaatperestler ne yapacaklarını
bilemiyorlardı. "Doksan Beşe Doğru" 6 Kanfın-ı Sani 1 327 [ 1 9 Ocak 1 9 1 l]
tarihinde intişar etmişti.

Bir devr-i şeamet: Yıne çiğnendi yeminler;


Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bülendi
Kamili diye topraklara sürtüldü cebinler;
Kanlın diye, kanlın diye, kanlın tepelendi...
Bihude figanlar yine, bihude eninler!
Eyvah! Otuz üç yıl o zehir giryeleriyle
Hüsranları, buhranları, ahvfili, melali,
Amaı ü devahisi ve sulh ü seferiyle
Bir sel gibi akmış, mütevekkil, mütehfili...
Yazsın bunu tanh-i iber hatt-ı zeriyle!
Ey bir dem-i rü'ya gibi geçmiş kara günler,
Bir lahza edin seyr-i cahiminizi tekrar;
Dönsün bize mazi, o derin nazra-i muğber...
Heyhat! Otuz üç yıl, otuz üç yıl bütün ekdar;
Heyhat!.. Ne bir ders, ne bir fikr-i mukarrer!
Silmez fakat elvarum tanh-i muannid;
Doksan beşi aç: Gölgesi bir rac-ı harisin
630 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Saklar mütelılşi, mütereddit, mütemerrid


[s. 7 7 1 ] Evza-i şeb-engizini bir bum-ı habisin,
Hala o vesavis, o desayis, o melasid.
Hala o şebin zeyl-i temadisi bu azlam;
Hala o cehalet, o tecahül ve o techil;
Hala vatanın hissesi bir tude-i alam;
Hala düşünen başlara hep latme-i tenkil,
Hala sırıtan dişlere hep lokma-i in'am
Hala tara.fiyyet, hasebiyyet, nesebiyyet;
Hala "Bu senindir, bu benim!" kısmeti cari;
Hala gazab altında hakikatle hamiyyet...
Hep dünkü terennüm, sayıdan saygıdan ari;
Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet!
Millet yaşamaz, hakka tahassürle solurken
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse;
Millet yaşamaz, meclisi müstahkar olurken
İğfal ile, tehdid ile titrer ve sinerse;
Millet yaşamaz, ma'şer-i millet boğulurken!
Kanun diyoruz; nercle o mcscud-ı muhayyel?
Düşman diyoruz; nercle bu? Haricte mi, biz mi?
Hürriyetimiz var, diyoruz, şanlı, mübeccel,
Düşman bize kanun mu, ya hürriyetimiz mi?
Bir hamlede biz bunlan kahrettik en evvel
Bir hamle-i mahmum-ı tegallüble değiştik
Hürriyeti şahsiyete, kanunu gurura;
Heyhat! Otuz üç yıl geri düştük ve bu mühlik
Yoldan şu nedametli ve gafletli mürlıra;
Bi-şübhe o humma-yı cünun oldu muharrik.
Ey millete bir sille olan darbe-i münker,
[s. 772] Ey hürmct-i kanunu tepen sadme-i bi-dad,
Milliyeti, kanunu mukaddes tanıyan her
Vicdan seni lanetle, mezelletle eder yad...
Düşsün sana - meyyfil-i tahakküm- eğilen ser,
Kopsun seni -bir hak diye- alkışlayan eller!...
B u manzume üzerine Fikret'e hücuma başladılar. Kendi şıınnın son
mısramı tahrif ile: "Kopsun seni -Fikret- diye alkışlayan eller!" diye cevap
verdiler. Fikret olanca vakar ve azametle güldü. Evvela 1 5 Kanun-ı Sani 1 328
[28 Ocak 1 9 1 2] tarihinde "Revzen-i Mahllı"' şiirini yazdı:

Heyhat! .. Hep hata mı tecellisi ümmetin?


Biz bab-ı ihtişamını ikbcil-i milletin
Alkışla, hutbelerle kaparken ve boş yere
Kanunu hırpalarken, uzak bir harabeden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 631

-Altında korkular dolaşan, süngüler gezen­


Bir gizli, bir kilitli ve nekbetli pencere
Pür-inşirah açıldı ve mağrur u müntakim
Bir kahkahayla güldü... "Aman, görmeyim!" dedim.
Ey ser-nüviştimizle bizim oynayan fuhı'.'ıl!
İsterseniz, şu anda kapansın kütüb, ukül;
Günler kararsın, ufk-ı teselli de gülmesin;
İsterseniz, şu gözler, ağızlar... Biraz bakan,
Bir parça farkeden, düşünen ... "Hak, şeref, vatan,
Kam1n!" diyen ne varsa silinsin, görülmesin;
Hatta sema yüz üstü kapansın ve ağlasın ...
Yalnız, aman, o revzen-i meş'um açılmasın;
Yalnız o gülmesin!
diyordu. O kanlı sultanın içinden ne kadar mahzuz olduğunu, [s. 773)
memleketin irticaa doğru gittiğini görmekle ne kadar sevindiğini anlatıyordu.
Kendi inkılapçı ruhu buna razı olamıyordu. Bütün bir gençlik Fikret'le hem­
avaz olarak haykırdı. o zaman Seruet-i Fünı1n'da yazı yazan Fecr-i Ati şair ve
edipleri; Fikret'in namına bir nüsha-i mahsusa neşrederek Fikret'i müdafaa
ettiler. Bu hadise Fikret'i memnun etmişti. Gençlikte ümit ettiği heyecan ve
haysiyeti, aşk-ı hürriyeti görüyor, müdafaa-i hakk hususundaki cesaretlerini,
faziletlerini takdir ediyordu. Bu kutsi ilham Fikret'e bir bedia-i san'at ibda ettirdi.
"Rübab'ın Cevabı!"
1 9 Kanun-ı Sani 1 327 [l Şubat 1 9 1 1] tarihinde küçük bir risale halinde
basılan bu neşide Osmanlı şiirinin en asil, en temiz, en beliğ ve en bi-nazir bir
enmuzec-i san'atıdır. Hiçbir şairimiz bu kadar kudret ve kuwetle ilhamını
tercümeye muvaffak olamamıştır.
1 328 senesi Haziran'ında [Haziran/Temmuz 1 9 1 2] Fikret; memleketi ve
halkı unutarak sırf kendi ihtiraslarına, kendi menfaatlerine düşen beyler, paşalar
için "Han-ı Yağma" manzumesini yazmıştı.
Bu sofracık, efendiler, -ki ilt:ikama muntazır
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muzdarib, şu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır. . .
Yiyin, efendiler, yiyin; b u han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;


Yiyin, yemezseniz bugün yann kalır mı, kim bilir?
Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftehir,
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...
Yiyin, efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safü sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
632 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 774] Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortaklıkta say:


Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay.
Bütün sizin, bütün sizin hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksınnca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar,


Gurur-ı ihtişamı var, süriır-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar.
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar. ..
Yiyin, efendiler, yiyin; bu han-ı can-feza sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa: malini


Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini,
Bütün fcrag-ı halini, olanca şevk-ı bfilini
Hemen yutun, düşünmeyin; haramını, helalini ...
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!


Yann bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştınn, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin, efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Fikret bütün mukavemet-i vücfıdiyesine rağmen maddi ve manevi elemlere
katlanamamıştı.
[s. 775] Sen zanneder misin ki benim hep demlerim
Heyhat! Ben nevaib-i eyyamı inlerim
diyen Fikret'i nevaib-i eyyam ecel döşeğine sermişti. Mamafih o, canıyla,
hayatıyla uğraştığı dakikalarda da boş durmadı. Mini mini yavruları düşündü.
Onlar için unutulmaz, zarif, inci tanesi gibi saf ve kıymetdar hediye bıraktı:
Şmnin.
Şmnin çocuk edebiyatının layemut bir numune-i girin-babasıdır.
Eli kalem tutamadığı, yapılan ameliyat neticesinde parmaklan oynamadığı
zamanlarda ya istiktab suretiyle, ya sol eliyle yazmak suretiyle bu mini miniler
şiirlerini yazıp bitirdi.
Harb-i Umumi bütün dehşetiyle devam ediyordu. Harpte bir muvaffakiyet
kazanmak vahimesiyle cihad-ı ekber ilanına kalkışan, taassuba sanlanlan biraz
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 633

yola getirmek, yaptıkları işin manasızlığını, yirminci asırda din masallarına


ehemmiyet verecek kulak kalmadığını anlatmak istedi. Memleketin hfilini,
perişanlığını, halkın harabisini, yoksulluğunu tasvir etti. "Liva-yı Şerif
Huzurunda" manzumesini yazdı müfti'l-enama ithaf ile neşretti.

O esnalarda idi. Robert Kolej 'den şahadetname alan bir Türk gencinin
verdiği nutku tahrif ederek hükümete bildiren Salahi Dede'ye fena halde
hiddetlenmişti. Başlarında gah sarık, gah sikke taşıyan, fakat içlerinde ar ve
vicdan taşımayan bu riyakar sofulara ateş püskürüyordu. Hasta hasta "Hey
Teres" manzumesini yazıp mektupla gönderdi.
Geldi derinden yine bir turfa ses:
-"Kim bu!" - Salahi Dede! Öyleyse bes
Biz biliriz, onca nedir nıültemes.
Dön geri, ey Mevlevi-i har-nefes;
Çekme o boş çilleyi ümmidi kes.
Tavla değildir bu yer; etme heves,
[s. 776] Öpme ayak, olmak için dest-res,
Sen de bilirsin ki hayfilin abes;
Ba çi, tu bô:ver nekoned hiç kes
Hfre-seri nfst tu-ra pf,ş o pesıso
Her sıfatın bir sıfat-ı muktebes;
Din ü diyanet, o dahi muhteles;
Herze savurmakta misfil-i ceres;
Cifeye konmakta, himfil-i meges;
Hubs-ı tabiatça gurab-ı ehes;
Kendine sor: TCıti-i zerrin - kafes,
Şahsı muhannes, özü aynı denes;
Kalbi dolu his yerine har ü has;
Hace-i haç der-bagal ü bül-heves;
Şimdi sarık, şimdi külah, şimdi fes,
Aç başını, söyle nesin? Hey teres!
Hey teres!

Fikret bilhassa din perdesi altında menfaat-i şahsiyelerine hizmete alışmış


olan riyakarlara hadlerini bildirmek için adeta umumi bir mübareze açmıştı.
Yazdığı Safahat unvanlı eserin ikinci kısmında Fikret için:

Şimdi Allah'a söver. . . Sonra biraz bol para ver


Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

diyen, Mehmed Akife "Tarih-i Kadim'e Zeyl" unvanıyla verdiği cevapta bu


günkü gençlik için bir düstfır-ı hareket olarak fikirler serd ediyor:

ı ;o "Sana neden hiç kimse inanmaz bilir misin?; dik başlısın, ne önün var ne ardın."
634 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ben ki üç, beş pulu tercihinden


Protestanlara zangoçluk eden
Şairim. Ziver-i kürsi-i yakin,
Şair-i müctehid-i din-i mübin,
[s. 777] Hazret-i Molla Sırat'a, edebi,
İhtiramatımı takdim ile bi­
Tereddüd diyorum: Zangoçluk
Llıtf-i tavsifine şayan olduk,
Lakin aldanma sakın, üstadım,
Ben de bir parça muvahhid-zadım.
Bana anlatma o ra'na dini,
Bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de kitab-ı gaybı;
Dinledim ben de hitab-ı gaybı.
Ben de zatın gibi cami cami
Dolaşıp Hfilik'a oldum raki'
Şevk-i cennetle hayalim meşgul,
Yüreğim havf-ı cehennemle mellıl.
Ben de tırmandım ulu Tlıba'ya,
Ben de çıktım mele'-i a'laya.
Ben de <i.şıktım ezan nağmesine;
Bir koşardım ki o Allah sesine;
Ben de tesbih ü dua, savın ü salat
Hepsini, hepsini yaptım, heyhat!
Çünkü telkinlere, aldanmıştım,
Kandığın şeylere hep kanmıştım;
Bilmeden, görmeden iman ettim.
Varlığı yokluğa kurban ettim
Sevdim Allah'ı da, peygamberi de,
O alay kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü hakikat başka
Başka yoldan varılırmış hakka.
[s. 7 78] Saydığın harikalar, mu'cizeler
Birer efslın-ı zekadır ki, beşer
Bi-tevakkuf açıyor sırlarını;
Mu'cizat ehli unutmuş yarını.
Muğfıl ü muğfel o İsa, Musa;
Köhne bir kizb-i mutalsamdır asa.
Beşerin böyle dala.Jetleri var,
Putunu kendi yapar, kendi tapar
Ara, git deyrini, gez Ka'be'sini,
Dinle tekbiri, işit çan sesini.
Göreceksin ki bütün boşluktur
Umduğun, beklediğin şey yoktur,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 635

Düzme Allah'ı gibi şeytanı,


Buda'sı, Ehrimen'i, Yezdan'ı;
Topunun mübdi'i bir vehm-i cebin!
Gölgeler gölgeler! Onlarda derin
Bir karanlık sezerek çevrildim,
Acı bir darbe yeyip devrildim.
Şimdi bi-kayd-ı cinan u yezdan
Süzerim fıtratı hayran hayran.
Ben ne ma'bud, ne mu'bid bilirim,
Kendimi hilkate abid bilirim.
Gökte binlerce mesacid görürüm.
Onda vicdanımı sacid görürüm.
Bu sücud işte benim ta'atim,
Bu ibadette geçer sa'atim,
Bu ibadette fahur u hurrem,
Ben beni bir kayadan fark etmem.
[s. 779] Bir küçük kuşla birim tapmakta;
Ben de tehlil ederim ishak da.
Doğruluk, hubb u vefa, mahviyyet
Merhamet, hayr ü hamiyyet, nısfet,
Sonra, bir şaire zangoç dememek. . .
İşte vicdanıma bunlar mahrek.
Düşünüp işlemek ayinimdir,
Yaşamak dini benim dinimdir.
Mü'minim, varlığa imanım var,
Her kanat bir melek eyler ikrar.
Enbiyadan yaşanın müstağni,
Bir örümcek götürür Hakk'a beni.
Kitabım sahn-ı tabi'at kitabı,
Bendedir hayr ile şer esbabı.
Varının böyle der-i merkade dek;
Ba's ü ukbaya mahal görmem pek.
Taşının kalb-i şegaf-peymada
Beşerin aşkını, filamını da.
Din-i hak bence bugün din-i hayat
Sen ne dersin buna hey Molla Sırat!.
Fikret'in bu manzumesine cevap veremediler. Çünkü kanaatini gizlemeden,
açıktan açığa söylüyordu.
Aruk hayat için yetişir bunca infı'fil,
Dinlenmek isterim ki ta'bdar-ı mihnetim;
Artık tehi vücud, tehi dil, tehi hayfil
Dünyada şimdi ben dahi bir fazla sıkletim
636 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyen Fikret bütün namuskar, kadirşinas muhitini ürküten o menhus [s. 780]
şeker hastalığından kurtulup kalkmış iken l 33 1 Ağustos'unun beşinci günü [ 1 8
Ağustos 1 9 1 5] birdenbire vefat etmişti. Cenazesi Eyüpsultan'da ailesi
kabristanına gömülmüştür, 151 Her sene tarih-i vefatında bütün Türk gençliği,
yaşadığı müddetçe kendileri için çarpan:
Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir.
diyen o büyük ruhlu, insan düşünceli, metin tabiatlı şaınn mezarı etrafında
toplanıp hicranlı göz yaşlan dökerek şiirler okuyor, meziyetlerini sayıyor, sonra
da dönüp Boğaziçi'nde, Rumeli Hisarı'nda millete bir küçük sanat ve nezahet
müzesi gibi ithaf edip gittiği Aşiyan'ını ziyaretle teselli bulmaya çalışıyor.
Fikret'in ölümüne her gün yeni bir mersiye yazılıyor. Mamafih içlerinde
hemen her zaman kendisini müdafaa eden hatta öldükten sonra da birçok hasud
ve riyakarlara, sofulara ve softalara karşı Fikret'in mesleğini ve kanaatini
müdafaa eden Feylosof Rıza Tevfık'in mersiyesi bir dürr-i yetim gibi eşsiz ve
emsalsiz kaldı. İla-nihaye de öyle kalacaktır. Feylosof bu mersiyesinde yar-ı
kalbinin ebedi ziyaına ruhunun bütün elemleri, bütün acıları, bütün
hicranlanyla ağlıyor:
Dediler ki ıssız kalan türbende,
Vahşi güller açmış! -Görmeye geldim!
O cennet bağının hakine ben de,
Hasretle yüzümü sürmeğe geldim!
Dediler ki sana emel bağlayan,
Kabrinde diz çöküp, bir dem ağlayan,
Bcr-murad olurmuş! -Ben de bir zaman
Ağlayıp murada ermeğe geldim!
Şu hicran yılının son baharında
Jaleler titrerken çemen-zarında,
[s. 78 1 ] Gün doğmazdan ewel, ben mezarında
Matem çiçekleri dermeğe geldim!
Seni andım bütün gam çekenlerle,
Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle,
San gonca veren şu dikenlerle
Taşına bir çelenk örmeğe geldim!
Yadın ölüm gibi bir sırr-ı mübhem! ..
Neş'e-i sevda mı bu hiss-i elem?!
Ruhumda ne füsun eyledin bilmem? ..
Bu gün sana gönül vermeye geldim!

ısı Tevfik Fikret'in mezan 24 Aralık 196 1 tarihinde Aşiyan'ın bahçesine nakledilmiştir. (Haz.
notu)
Teqfik Fikret
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 639

[s. 782] Lisanı, Dehi.-yı San'atı., Mesleği ve Zevk-i Bediisi


Fikret bütün Türk şairleri içinde lisana en çok ehemmiyet veren büyük bir
şairdir. Lisanda gösterdiği sanat ve muvaffakiyet deha derecesine varmıştır.
Eline geçen lisanın solmuş, yıpranmış, istenilen hisleri ve fikirleri ifade
edemeyecek kadar zayıflamış olduğunu gören Fikret, her şeyden ewel ona bir
hayat, bir can, bir kudret-i beyan vermeye çalıştı ve verdi. Bu sayede hiçbir
şairin muvaffak olamadığı bedialan yarattı, harikalan gösterdi. Lisanı her emrini
ika ve ifadeye hazır bir bcnde-i ferman-her haline getirmişti.
Fikret'in riyaset-i edebiyesi altındaki bu teceddüde itiraz edenlere karşı
Fikret, takip ettiği mesleği muhtelif edebi musahabelerle müdafaa ederdi.
Lisanlanna itiraz edenlere karşı şu musahabeyi yazmıştı.
" . . . Onlar? Onlar kim? Edebiyat-ı Cedide mensubini mi? Eğer öyle ise
beyhude sıkılıyorsunuz, çünkü üdeba-yı cedide her şeyden ziyade lisanlarının
tezyin ve tevsiine çalışıyorlar. Hem dikkat edin, bunlann en çok değiştirdikleri
etvar-ı iradedir; ellazın yalnız ibtizfilini çekemezler. Bakınız ne gibi, mesela:
'Afıtab-ı cihin-tab hiver-i istitardan ru-nüma oldu.' cümlesini alalım. Onlann
indinde sadece 'Güneş doğdu' deyivermek, bu koca terkip yığıntısına bin kere
müreccahtır. Niçin? Ewelki cümle mustalah, müzeyyen, diğeri sade olduğu için
mi? Hayır, daha ne kadar mustalah, ne kadar müzeyyen cümleler olur ki yerine
göre en sade sözlere tercih ederler. Bunun kusuru ellaz ve terilibin bayide,
mübtezel, mütefessih olmasıdır. Bir de bilfarz güneşin 'cihan-tab' olduğunu
söylemeye ne ihyiyaç var, derler! Bu bir sıfat ki 'güneş' fikrine fazla hiçbir şey
ilave etmiyor. 'afıtab' denilen kurs-ı newann 'cihantab' olmadığını iddia eden
mi var ki böyle bir teyide lüzum olsun? Oradaki 'cihin-tab' sıfatı büsbütün lafzi
ve adi bir ziynetten ibaret; bir vasf-ı tahsini kuwetini bile haiz değil, [s. 783]
onlar işte bu ibtizali istemiyorlar; kelimelerin bi-lüzum yer tutması hoşlarına
gitmiyor; hiç olmazsa tarz-ı isti'mfillerinde bir yenilik olsun; mütalaasında
bulunuyorlar. Şu mütalaa biraz daha tevessü edince etvar-ı iradenin tenevvü' ve
teceddüdünü müntec oluyor. Şimdi sizin beğenmediğiniz nokta bu mu?"
dedikten sonra biraz aşağıda:
"Bana gelince kardeşim, ben eskiden ne isem, yine oyum. Tuttuğum
mesleği daima bir meyl-i terakki ile takip ederim; muvaffak olamıyorsam,
kabahat benim değil. Hiçbir vakit dediğiniz gibi metin ve kaide-şinas olamadım;
bununla beraber yazdığım şeylerde -ki ekseriya manzumdur- zihaf gibi, imale
gibi, hatalara düştüğümü bilmiyorum. 'Çocukluğumdan beri bu sanatta
çalışının, elan bir imale sahibi değilim!" desem yalan söylemiş olmam. İlk
gazelim Müntehabdt-ı Tercüman-ı Hakikat'te münderiçtir, son manzumemi
Selanik'in geçen haftaki Mütalaa gazetesi neşretti; bu iki eser arasında ne kadar
yazdıklanm varsa bir yere toplayalım; zaten hepsi bir avuç hezeyandır. Ummam
ki içinde bir imaleye bir zihafa tesadüf edilsin. Bu ehemmiyetli bir şey olmadığı
için söylüyorum. Keşke dediğiniz gibi olsa! On beş senedir vezin ile, kafiye ile
640 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

uğraşıp da hfila imale, zihaf gırivelerinden kurtulamamak . . . şayan-ı gıbta bir hal
olsa gerek!..."
sözlerine ilave ediyor ve biraz daha aşağıda:
" 'Yazık oluyor, Türkçe elden gidiyor.' diye gösterdiğiniz telaştır. Merak
etmeyin, azizim Türkçe bir yere gitmiyor; Türkçe gelişiyor, güzelleşiyor,
süsleniyor.
Farz edin ki ötesine berisine bir iki yapma çiçek, soluk yaprak da
iliştiriyorlar, zarar yok; fidan iyice gürbüzlenip de bir kere silkindi mi onların
hepsi dökülür; yalnız kendi letafeti, kendi letafet ve harareti kalır, o zaman
seyrine doyamazsınız!
Demin Hfilid Ziya Bey için: 'Edebiyatımızda, üslubumuzda mesut bir
teceddüd vücuda getirmeye çalışan o genç üstad hitabet-i lafziyenin hasm-ı
canıdır. Bir sakim terkip kaleminden sehven çıkar, bugün çıkarsa yarın çıkmaz . . .
Bir kalem ki [s. 784J 'roman' kelimesini kullanmamak, 'hikaye'mizle iktifa etmek
kadar muhafaza-i ismet-i lisaniyemize riayet eyler. Elbette öyle kaide-şikenlikleri
tecviz etmez, demiyor mu idiniz? İşte hakikat budur."
diyor.
Fikret mevcut lisanı iffide-i hissiyata kafi görmüyordu. Lüzumsuz terkipler,
manasız teşbihler ve istiareler, ibtizfile uğramış atıf ve tefsirler lisanı kuvvetten
düşürmüştü. Fikret lisandaki bu muzahrafatı süpürüp atıyordu. Halbuki
ellerinden bu yalancı ve cılız vasıtaların çıktığını gören eskiler tahammül
edemiyorlardı. Çünkü onlarca lazım olan hissiyatı, efkarı ifade edecek ceri ve
çfilak, kavi ve şamil tercümanlar değil belki vezin dolduracak, kafiye olacak kuru
şekiller lazımdı.
Fikret, esasen vezni de kafiyeyi de, vezin hususundaki kanaati de, kafiye
hakkındaki zihniyeti de yıkmış, kırmıştı. Eskiler bunu da anlayamıyorlardı.
Fikret'in lisana, nazma, kafiyeye, vezne, ahenge, şiveye verdiği ciyadet ve kuvvet
üslup ve ifadeye getirdiği yenilik (innovation) ve inkılap eski kafaların kavrayacağı
şeylerden değildir. Bu tekamül (evolution) bir ihtilal (revolution) neticesi idi.
o zamana kadar yenilikten bahsedenler tamamıyla yeni numuneler
verememişlerdi. Ekrem kavaidi tayin ve tespit etmiş, fakat kat'i bir tarzda kınp
atmamış, atamamıştı. Onda o cesaret-i edebiye yoktu. Hamid, usulü kırmış
geçirmiş bir intizam altına alamamış, lisanı mühimsememiş o hususta çok laubali
görünmüştü. Fakat Fikret hem kınyor hem yerine en güzel, en kavi, en beliğini
ikame edecek bir deha-yı san'atkarane gösteriyor, bir üstad (maitre), bir deha­
perver sanatkar (artiste genia� olduğunu ispat ediyordu.
Fikret her şeyden evvel lisanın sadeleşmesine, samimileşmesine, tabiileş­
mesine taraftar görünüyor ve bu cereyanı şiddetle alkışlıyordu. Lüzumu
olmayan, his veya heyecanı, fikir veya manayı daha açık, daha selis, daha doğru
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 641

veya daha kuvvetli ifadeye yaramayan herhangi bir kelime veya terkibi
kullanmanın şiddetle aleyhinde bulunuyordu.
[s. 785] Fikret'in nazarında kelime veya terkibin bir vazifesi vardı. Fikrin
sadık, hakiki, samimi bir tercümanı olmak.. Hangi kelime, hangi terkip bu
vazifeyi en muvaffakiyetli, en salahiyetli bir surette yapabilirse o; diğerlerine
tercih olunmalıydı. Nitekim de öyle yaptı.
Fikret'in lisanı en sade, en basit, hatta bütün çocukların anlayacağı temiz,
güzel ve açık bir lisandan başlayarak en yüksek, en parlak, en s:lhir ve ahenkd:lr
lisana kadar yükselir. Fikret'te lisan, hissiyatı takip eder, fikrin ardınca yürür.
Boş, lüzumsuz, kıymetsiz bir lafzı yoktur. Her kelimeyi dehak:lr zevkiyle seçmiş,
sanatkar nazarıyla evirmiş çevirmiş tetkik etmiş, maharetkar elleriyle yerlerine
koymuştur. Yazılan mine gibi işlenmiş bir eser-i san'attır. Renkten, ahenkten,
ziyadan müteşekkil bir nesice-i kıymettardır. Lisanın tasfiyesi hakkında yazdığı
bir makalede:
"Şu son zamanlarda üdebamızdan birkaçı ön ayak olarak lisan-ı tahririmiz
avama doğru teveccüh göstermeye başladı. Bu meyil nasıl telakki olunuyor, bu
teveccüh ne hisle karşılanıyor, henüz tayin edilemez. Bunu tayin edecek avamın
kendisidir. Kendi hakkında kendisi için böyle düşünüldüğüne... Kendi diline, kendi
kulağına göre de yazılar yazılmasını düşünenler, buna çalışanlar bulunduğuna,
zavallıak, acaba vakıf mıdır? Acaba hissediyor mu ki şimdiye kadar, daima, gözlerinin
önünde karanlık, hallolunmaz muamma yığınları teşkil eden, bu gözlere,
hususiyle o beyne hiçbir şey söylemeyen, hiçbir cevap vermeyen, daima
kendisine dargın gibi, yabancı gibi duran bu lisan nihayet işte onunla barışıyor,
nihayet işte ona bir şeyler söyleyecek, ona da bir şeyler anlatacak, öğretecek..."

diyor ve bu hususta samimiyeti tavsiye ederek bu kıymetli fikri tervic ve teşvik


ederek:
"Samimiyetle bakarsak görürüz ki lisanımız hizmetsiz kalmıyor, bununla
beraber daha pek çok hizmete ihtiyacı, ihtiyacı kadar da kabiliyeti var. Fakat bu
hizmeti mübahaseler değil, eserler ifa eder; hatta bu mübahaselerin de yazı, eser
olmak itibarıyla bunda epeyce dahli olur. Daha sekiz on sene evvel bir sohbet
şimdiki kadar kolaylıkla, şimdiki [s. 786] kadar vuzuh ve metanetle idare
edilemezdi. Bir iki hame-i deha istisna edilince kalemler bugünkü :lzadegi
cevelan ile yürüyemiyor, işleyemiyor, bu günkü sarir-i şetaret ve suhuletin yerine
hemen her kalemden 'Of, lisanımız lisan değil ki!' nevha-i şikayeti işitiliyordu.
Mamafih lisanımızda bu kabiliyet öteden beri vardı; öteden beri Osmanlıca
diğer lisanlar gibi bir lisan olmaya, diğer lisanlar gibi bu da her türlü hissiyat ve
efkara tercüman olmaya müstait idi. Yalnız bugün o istidat her zamankinden
kuvvetli delaletlerle göze çarpıyor."
kaydını ilave ediyor. Biraz daha aşağıda: "Halkın istifadesi aranıyorsa bu istifadeyi
temin ve tacil edecek asar vücuda getirmeli. Bunun için sırf Türkçe bir lisan
teşekkül etmesine intizar, vakit kaybetmekten başka bir şey değildir. Şimdiye
642 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kadar neşrolunan birkaç numune ispat etti ki pek sade, pek vlıı.h şeyler de
yazmaya lisanımız hiç mani değil, bilakis elverişli.
Esasen, ifadenin sadeliği, vuzuhu, fikrin sade ve vlıı.h olmasından ileri gelmez
mi? Mana basit oldukça lafız sade olur. Basit bir fikri muğlak bir ifade ile süsleyip
örtmek zamanlan -bi-lüzum seciler, kafiyelerle beraber- çoktan geçip gitmiştir.
Bugün, şükürler olsun, hiçbir muharrir makalesini bitirmek için 'Bahis burada
bitti.' demek dururken 'rişte-i kelam ve neşide-i bahs ü meram bu nokta-i
berceste ve nükte-i serbestede rehin-i inkıta ve ihtimam oldu!' yolunda
gevezelikler etmek merakında değildir."
diyor.
Fikret, bilhassa kendisinin sahası olan nazım vadisinde çok yenilikler ve
sadelikler vücuda getirmiştir. Şu:

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su destinden


Bugün sıcak yine pek, sanki ortalık yanıyor
Güzel çocuk senin olsun hayatım istersen
Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?
(s. 787] Güzel çoban, ne kadar tatlı söylüyorsun sen
Yalan da olsa içim doğru söyledin sanıyor
Güzel çocuk, bana bak, aldatır mıyım seni ben?
İçin bu yaşlan boş anlıyorsa aldanıyor
Güzel çoban, bir içim, bir yudum su destinden
Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyor
manzumesi gibi tamamıyla sade, açık fakat kalbi bir lisan için en canlı
numuneler vermiştir.
Rübdb-ı Şikestt'sinde "Balıkçılar'', "Hasan'ın Gazası", "Para ve Hayat"
"Nesrin" gibi birçok parçalarıyla hayatının son deminde, hasta yatağında mini
mini yavrular için yazdığı Şermin unvanlı eseri baştan aşağıya kadar tekmil bu
samimi, bu nezih, bu temiz lisanla yazılmış şiirlerle doludur:

Kör ile Kötürüm


-Bak, arkadaş, ne ben sağlam
Bir adamım ... - Ne ben tamam
Bir insanım. - Ben kötürüm.
-Ben de körüm; hem anadan doğma körüm.
-Ben de kırk yıldır kötürüm;
Değil iki adım atmak,
Ayağa kalkamam hatta.
-Ya ben? Değil görmek, bana
Kirpiğimi kıpırdatmak
Bile nasib olmamıştır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 643

-Böyle yaşamak pek ağır


Bir yük; şundan kurtulaydım!
-Ben de günlerimi saydım,
[s. 788] Bitip tükenmedi gitti.
Dünyaya geldiğin gibi
Gitmek de elinde değil.
- Çekmek kolay, ölmek müşkil!
- Neyse, kısmet, çekeceğiz.
Ben düşündüm ki ikimiz
Tam bir insan olmak için
Her şeye malikiz: Senin
Kuvvetli bacaklann var,
Benim gözlerim de bakar.
Ben senin gözün olurum,
Gecen, gündüzün olurum.
-Ben de sana bacak, ayak.
-Öyleyse hiç düşünme, kalk;
Senin için
Ben bakarım ve görürüm.
Ben de seni istediğin
Yere alır, götürürüm.
Böyle işte:
İki mihnet birleşince
Bir teselli hasıl olur,
Mihnetliler de kurtulur.
Fikret'in bu sade ve samimi lisanı yanında yüksek bir de edebi lisanı vardır.
Bu lisanın vücuduna meydan veren sebepler de o zamanın hayat-ı ictimfilye ve
edebiyesinden, zihniyet-i lisaniye ve bediiyesinden doğmuştur. Bu lisan
Edebiyat-ı Cedide'nin, Servet-i Fünun'un, yani Türkiye'de Fikret'in tesiriyle,
Cenab'ın yardımıyla hayat bulan Pamassien'lik cereyanının lisanıdır. Türkiye'de
on dokuzuncu [s. 789] asrın sonları ile yirminci asnn başlannda yaşayan bu
edebiyat Avrupa'nın on dokuzuncu asn ortalarında başlayan edebiyatın aynı
olmuştur. Servet-i Fünun Türkiye'nin Pamasse'ı olmuştur.
Fransa'da üç büyük şahsiyetin vücuda getirdiği yenilik ve güzelliği
Türkiye'de bir tek Fikret vücuda getirmiştir.
Francois Coppee'nin Fransız şiirinde birinci defa olarak vücuda getirdiği
inkılabı, ifade ve üsluptaki sadelik ve seyyalliği, Leconte de Lisle'in şiire verdiği
azameti, şekle verdiği kemali (Jıeı:fection), kelime ve terkiplere verdiği şaşaayı
(splendeur), Sully Prudhomme'un, lisana, beyana, üslılba fikre ve hissiyata
bahşettiği necabet, ismet, rif'at, rikkat ve nezahati Fikret tamamıyla Türk şiirine
bahşetmişti. "Bir Ayyaşın Karşısında", "Ken'an", "Valide", "Verin Zavallılara"
Türk nazmının en bedii, en sanatkarane yapılmış, en harikulade numuneleridir.
644 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Adeta manzum bir nesir halindedir. Ahengi, vezni, muvaffakiyet ve selaseti o


kadar tabii (naturel), o kadar samimi (sincere), o kadar asil (original)'dir. Bu
muvaffakiyeti Fikret'ten başka gösteren olmamıştır. Fikret veznin yeknesak
(monotone) ahengini kırmış, lüzumsuz tannaniyetini (sonorite') yumuşatmış, munis,
tatlı bir şive haline getirmiştir. Adeta gözü yormadan okşayan rengaren k ziyalar
gibi tatlılaştırmıştır ki Coppee'nin Fransız şiirinde yaptığı ancak bu füsun idi. Şu
kadar var ki Türk lisanı Fransız lisanından çok daha serkeş, çok daha vahşi ve
haşindir. Onu bu kadar munis, bu kadar ehli, bu kadar muti bir lisan hfiline
getirmek ancak Fikret gibi bir deha-yı san'ata müyesser olabilirdi.

Üstadlık ve sanatkarlık cihetiyle, hususiyle ahlak (moral) ve seciye (caractire)


dolayısıyla Türklerin hakikaten bir Lcconte de Lisle'idir. İkisi arasında bir fark
varsa o da Leconte de Lisle'in bedbinliğe !pessimisme) meyli Fikret'in ise, birçok
kimselerin iddialanna rağmen, kat'iyen bedbin olmamasıdır. Fikret [s. 790] tam
manasıyla bir büyük (idtalistt) idi. Bunu da bütün eserleri ispat etmektedir.
Gözünün önünde cereyan eden sahnelerin fecayiinden, demlerinden,
ıstıraplanndan mütehassis olarak bağırdığı, coştuğu, inlediği ve bütün kainatı
simsiyah gösterdiği zamanlar da olmuştur. Fakat hiçbir dakika ümidinden bir
zerre bile kaybetmemiştir. Halılk'un Deft,eri unvanlı eserindeki "Ümid Ölmez"
manzumesi ile bu hakikati teyit etmiştir.

Fikret de, Leconte de Lisle gibi bir üstad olmuş, etrafına Servet-i
Fünun'daki arkadaşlannı toplamış ve eski (Scolastique) edebiyatı devirecek hakiki
bir edebiyat yaratmıştır. Bütün arkadaşları Fikret'in bu üstadlığını da tasdikte
müttchiddirler.

Leconte de Lisle'in tasvir-i tabiat hususunda yaptıklarım, kemfil-i şekilde


gösterdiği mahareti Fikret Türk edebiyatında, Türk şiirinde, Türk nazmında
göstermiştir. Bir heykel gibi !plastique) bedialar vücuda getirmiştir; mükemmel bir
tablo gibi (pittoresque) şiirler yaratmıştır.
Bir "Sis" manzumesi bir şaheser-i san'attır. Hangi memlekette, hangi
lisanda olsa taravet ve ciyadetini, kıymet ve azametini muhafaza eder.

Leconte de Lisle'de çok zaman tenkit edilen hissizlik, katılık (impassiblit,e') da


Fikret'te görülmez. Fikret, daimi bir heyecandan ibarettir.

Mehmed Rauf:

"O her halinde şairdir. Sözünde, hareketinde, dostluğunda, ailesinde, her


halinde şairdir; yanında bulunup sözlerini dinleyen, bir şiirini okuyorum
zanneder. Onda şairliğin bütün alametleri vardır: Çocukluklar, büyüklükler,
rikkatler, ulviyetler, fedakarlıklar, kahramanlıklar ve bütün bunlar mübalağa ile
cfışandır. Mecrasına sığamayan bir nehr-i mütehevvir huruşuyla meşhud olur.
Ruhu sanki hayatına sığamaz. Köpüre köpüre dalga, duman, bulut, esir olur. Ve
bunun için de, bütün temayülat kendinde birer ihtiras olduğu için de şairdir."

diyor. Fikret ilham cihetiyle tamamıyla hissi (sentimentalist,e) bir şairdir.


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 645

Bu hassasiyetini en küçük bir şey tahrik edebilirdi, bir ziya parçası, [s. 791]
bir renk, bir şekil bunun için kafidir. Fıtraten coşkun (jyrique) yaranlmış bir
adamdı. "Tefekkür" unvanlı şu:

Zaman olur ki düşünmekten ihtiraz ederim;


Müfekkirem o zaman bir nihfile benzer ki
Alil ü ra'şe-nüma şah-sar-ı bi-berki
Şikest olur küçücük darbesiyle bir kanadın;
O gün, fasih u mu'akkad, bütün neşidelerim
Harab-ı girye birer levha-i te'essürdür.
Bu gözyaşıyla silinmiş nukuş-ı hasretten
Bakıp çıkarmağa sa'y eylerim de bir ma'na,
Şu gafletimden edip sonra kendimi istihya
Derim: "Zavallı! Hayfil-i muhale aldandın;
"Çıkar mı reng-i hakikat ukus-ı hayretten?"
Bu söz bakılsa bir enmuzec-i tefekkürdür...
Hayır, ifuıeti yoktur tefekkürün bunda,
Bütün şi'rlerimin ruhu bir tekeddürdür
Ki dem-be-dem duyanın kalb-i na!e-meşhunda.
şiirinde fikrin ianetini reddediyor, intellectualisme'i kabul etmiyor. Filhakika
yazdığı şiirlerin kısm-ı azamı bir uzun veya bir ani tekeddürün ilhamıyla
yazılıvermiş, hem de bir kelimesi bile değiştirilmeden, sanih olduğu gibi tab'a
verilmiştir. Filhakika, Fikret'in derin bir sanat, keskin bir zevkle tartarak yazdığı
şiirler de yok değildir. Onlar da birer tablo, birer musiki parçasıdır. "Aveng-i
Tesavir"i, "Aveng-i Şühur"u bu nevi manzumelerdendir. "Fuzfili"de, "Nefi"de,
"Nedim"de hepsinin lisanlarını, heyecanlarım, ruhlarını, telakkilerini ne büyük
bir maharetle yaşatmıştır. Fikret'in gözü ve kulağı iki hassas vasıta-i san'attı.
Fikret çok zaman en şedit intibaları gözü vasıtasıyla telakki ederdi. Onun için de
basari hayalleri (images visuels) keskin, [s. 792] cazip ve sarih olurdu. Tertip ve
terkip hususunda gösterdiği ahenk kendisinde hakiki bir artist, sanatkar ruhu
olduğunu ispat eder. Gerek ibda, gerek terkip, gerek eda itibarıyla "Tarih-i
Kadim", "Sis", "Rübabın Cevabı" taklit olunmaz birer şaheserdir (Chef-d'oeuvre).
Denebilir ki Fikret hemen bütün meslek-i edebiyeye numune olacak eserler
yaratmıştır. İstibdadın en koyu zamanlarında Symbolisme'in ianetinden istifade
ederek Abdülhamid'in etrafına toplanan bir sürü haini bütün redaet ve
sefaletleriyle halkın nazannda ne güzel yaşatmış, sansürden de eseri ne güzel
kurtarmıştır. "Hande-i Bum" o menhus devrin en canlı bir tasvir-i timsalidir.
Ahmed Midhat merhum için yazdığı "TimsaJ-i Cehalet" ve kendisini kastettiği
"Heykel-i Sa'y" da güzel birer sembolik şiirdir.

Şevahiktan kopan bir hande-i şankla zulmetler


Perişan bir bulut halinde titrerken bevadide,
Derin gurrende aks-i savletiyle ra'd-ı hevl-aver
646 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kımıldar bir siyah ejder gibi agılş-ı vadide.


Bütün afakı isti'ab eden boşlukta nfiliş-zen
Hayaletler gezer, hep birbirinden har u müsteskal
Bu muhiş, müfteris hengame-i zulmette bir heykel
Bakar la-kayd u ulvi, bir sütun-ı ahen üstünden
Sükun, ey ra'd ü berk, ey sarsar-ı hırs u emel, ey şan!
Bütün ebna-yı hilkat en mutantan bir mezelletle
Bulurken her küçük nefhanda bir matem veya bir sur,
Şu ulvi sa'i-yi bi-hab u rahat işte gayz-efşan
Durur karşında -her şeyden uzak, her neş'eden mehcur­
Eğilmek bilmeyen bir cebhe-i mağrur-ı san'atla!
[s. 793] Fikret'in tabiatı tasvir için yazdığı şiirleri (poesies descriptives) de
çoktur. "Verin Zavallılara", "Ken'an'', "Hasan'ın Gazası", "Balıkçılar",
"Sarhoş" gibi tamamıyla natüralist (naturaliste) manzumeleri de kendi nevilerinde
mükemmel birer enmuzec-i san'attır. Fikret kalemini her sahada tecrübe etmiş,
ht"psinde de bedialar yaratmıştır. Fakat canlı eserlerini enfüsiyet (subjechvisme)
tesiriyle yazdığı şiirler teşkil etmektedir. Fikret burada hakikaten bir Sully
Prudhomme kadar İnce, hassas, mahir ve elemli bir şairdir. Eserine güzel bir
tasvir-i tabiatla başlar. İnsan okurken natüralistçe yazılmış bir tasvir okuyorum
zanneder. Nihayet yaralı bir kalbin eninini, elemli bir nazarın yaşlarını görür.
Yani ruhunun tekt"ddürünü (trouhk) anlatır. Tasvir ve hikaye ettiği tabiat arada
bir vasıtadan başka bir kıymeti haiz değildir:

Zerrişte
"Yaz, aşkına dair" dediniz... İşte: Çocukken
Gayet afacan bir kedi sevdim ki elimden
Bir lahza bırakmazdım; uyurken kucağımda
Ruhumdaki şefkat
Hep üstüne titrer; gece ba'zan yatağımda
Birlikte uyurduk. Bırakıp mektebe gitsem
Dil-tengi-i hasret
Mutlak beni dikkatsiz eder, "Hey, koca sersem!"
Tevbihi tokatlarla gürül derdi başımda.
Ben aşık-ı şeyda,
Her kahra tahammülle severdim .. O yaşımda
.

Sevmekteki te'sir ü teselliyi bilirdim,


Herkes gibi; hatta
[s. 794] Ba'zan da sebepsizce olurdum müteellim ...
Zerrişte, bu ismiydi onun, sanki haberdar
Mahfi kederimden,
Yaltaklanır, atlar, sürünür, okşatır, okşar;
Tatyibime elbette o gün çare bulurdu;
Lakin üzerimden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 647

Bir kerre o hüzn oldu mu zail, kurulurdu:


"Sayemde bu neş'en!" demek ister gibi mağrur
Mağrfır u muhakkir,
Başlardı velasızlığa; ben, aciz ü meshur,
Her türlü huzuzatına, her keyfine tabi';
Ba'zan mütehayyir,
Ba'zan mütehakkim; yine aciz, yine kani';
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım,
Bi-çareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım
"Yaz aşkına dair." dediniz . . . İşte misali;
Sevdiklerimin ben

Hepsinde bu tırnaklan, hepsinde bu hali,


Hepsinde bu hırçın kedi simasını gördüm . . .
Bir ömr-i cahlmin bütün ezvakını sürdüm!
"Aşiyan-ı Dil", "Akşam", "Heykel-i Giryan" hep enfüsi bir zihniyetle
yazılmış enfes şiirlerdir. Hele "Krizantem" unvanlı şiiri Sully Prudhomme'un
"Le Vase Brise" (Kırık Billur) unvanlı zarif, rakik, esiri şiiri kadar güzeldir.

Fikret'te fazla olarak (eligi,aque) bir ruh da vardı. "Hemşirem İçin" ile:

Hepsi en bi vefü emellerden


-

En samimi tahayyülata kadar,

[s. 795] Hepsi kalbimde şimdi bir medfen,


Bir penah-ı sükun u hasret arar.
diye başlayan "Bir Mersiye" unvanlı şiiri risfü' şıınn en güzel, en müessir
enmuzeçleridir .

Fikret'in hassasiyeti tahrik eden mevzulardan biri ve belki en mühimi insani


ve içtimai mevzulardır .

"Tarih-i Kadim"ini, "Sis"ini, "Doksan Beş'e Doğru"sunu, "Revzen-i


Mahlu"'unu "Rübab'ın Cevabı"nı "Halfık'un Vedaı ın ı "Ferda"sını hep o aşk
"

ile yazmış, hep o heyecan ile ibda etmiştir.

"Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim?


Heyhat! Ben nevaib-i eyyamı inlerim"

diyen Fikret hep o aşk ile yana yana, kavrula kavrula erimiş gitmiştir. İnsanları
birbirine yediren ayrılıkların hepsine düşman olan Fikret, oğluna verdiği
nasihatlerde:
648 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

"Adem evladı bıkmamış cidden


Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten"
dedikten sonra:
Buna razı değil ukul, elbet
Haktadır, hakur en büyük kuwet.
Dün sönük titreyen bu şüphe yarın
Bir müşa'şa hakikat... Ey yarının
İnkılap ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte: Kuwet = Hak!
Ve bu düstur elinde, bi-perva
Yürü, dünyayı fetheder bu liva.
[s. 796] diyor. Fikret haksızlığı hiçbir surette kabul edemiyordu. "Devenin
Başı" unvanlı şiirinde de:

"Haksızlık eden başlan bir gün koparırlar."


demişti. O baş da Abdülhamid idi. Dediği gibi de koparıldı.
Fikret'in Servet-i Fünı'.ın'da açtığı teceddüd-i edebi kendi arkadaşlarından
başka birçok gençler tarafından da taklit ve takip ediliyordu. Tıpkı Avrupa'da
tereddiye uğrayan parnassims'ler cerryanı gibi Türkiye'de Fikret'in açuğı yolu da
tereddiye uğrattılar. Hiçbir maksat, hiçbir fikir, hiçbir esas gözetmeden birçok
yeni ve garip kelimeler, yeni ve manasız, yanlış terkipler kullandılar. Lisan tabii
ve bedii kıymetini kaybetti. Mamafih Fikrct'in lisanı bütün güzelliği, bütün
kudret ve cazibesiyle ter Ü taze duruyordu. Bu tereddüdün önüne geçildikten
sonra lisan daha sade, daha zarif, daha sahih bir şekilde meydana çıktı. Fikret'in
dediği gibi "Fidan gürbüzlenip de bir kere silkinince bütün sahtelikleri,
sun'ilikleri döküldü ve seyrine doyulmaz letafet ve taravetiyle kaldı." Bugünkü
lisan hiç şüphe yok ki Fikrct'in başladığı lisanın kemale ermiş gürbüz, sağlam ve
neşeli bir evladıdır.
Fikret'in getirdiği teceddütler içinde manaya ve şekle ait cihetler de vardı.
Eski şiirler perakende ve natamam eserlerdi. Ne vahdet-i mevzu, ne vahdet-i fikir
vardı. Hatta Hamid'in, Kemal'in, Ekrem'in şiirleri bile bir çerçeve içine alınmış
tam bir tablo şeraitini haiz değildi. Servet-i Fünıin edebiyatı şiire bu vahdet ve
tamamiyeti getirmişti. Fikret'in on dört mısralık bir sone (sonnet) içine sığdırdığı o
mükemmel fikirler bütün etrafındaki gençlik için bir numune oluyordu. Şekil
itibarıyla eski edebiyatın, eski nazmın şekilleri bırakılmıştı. Hep yeni şekiller
kullanılıyordu. Fikret'in en ziyade ihtiyar ettiği şekil sonnet'lerdi. Hem sağlam,
hem kıvrak, hem temiz, hem zarif bir şekildi .
Fikret eski müstezatlan genişletmiş, da.ssique şiirin kabul ettiği yeknesak
müstezadın zincirini kırmıştı. Yapılan itirazların hiçbirine ehemmiyet [s. 797]
vermemiş, her vezinde ve her şekilde müstezatlan tecrübe ve tatbike başlamıştı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 649

Kendisini biraz daha muhafazakar olarak İsmail Safa takip etmiş, nihayet
Cenab Şahabeddin daha cesurane bir surette Fikret'i takip ve tergib etmişti.
Fikret vezinlerin de fazla ahengdar olanlarını terk etmişti: "Şiirlerimize
ekseri o tabi' -güdaz, o yek-avaz değirmen ahengi veren şey vezinlerimizdir."
diyor. Hususiyle uzunca manzumelerde o kadar fazla ahenkli vezinleri muzır
görüyordu; hem böyle vezinleri terk ettiler hem de ıttıradı (monotonw) kırdılar.
Fikret'in tesiri hem lisan, hem sanat, hem zevk, hem şekil itibarıyla olmuştur.
Rıza Tevfik (Bölükba,şı)
RIZA TEVFİK

Çocukluk ve Gençliği
Rıza Tevfik baba cihetiyle Arnavut, ana cihetiyle Çerkestir. Bunu:

"Babam Arnavuttu anam Çerkes


Bilmeyen varsa öğrensin herkes"
beytiyle de anlatmıştı.
Büyükbabası Debre-i Bala ahalisinden Ahmet Durmuş Bölükbaşı isminde
bir sergerde imiş ... Yunan istiklali zamanında Yunan eşkiyasına karşı gösterdiği
celaletli ve celadetli mukavemetlerle Osmanlı hükümetine gösterdiği yararlıklarla
büyük bir şöhret kazanmış, aynı zamanda da eşkiya ve taraftarlarının kanlı
kinlerini, katil adavetlerini üzerine celbetmişti. Birçok melun düşmanların sinsi
ve deni takibatı durmuyordu. Nihayet bir gece bir hıyanete uğradı, Cuma-i
Bala'da öldürüldü.
Bu fedakar Ahmet Durmuş Bölükbaşı'nın Mehmet Tevfik namında, dört
yaşlarında bir yetimi kalmıştı. İşte bu Mehmet Tevfik, Rıza Tevfık'in babasıdır.
Mehmet Tevfik Efendi, İstanbul'da Fatih ve Çarşamba medreselerinde
ikmal-i tahsil ederek icazet almış, o zamanlar tesis edilmiş bulunan Mekteb-i
Mülkiye'ye girerek tahsil-i filisini de bitirmiş, şahadetnamesini alarak çıkmıştı.
Fakat fıtri bir istidat ile kadim felsefeleri iyiden iyiye tetebbu etmiş, bir ara
da İstanbul' da bazı kübera ve bilhassa Mümtaz Efedizade Rıza Paşa merhum ile
biraderi Reşid Paşa'ya ders vermişti. İlim ve fazlı sayesinde kendini tanıtmakta
gecikmemişti. Ve Hoca Mehmet Tevfik Efendi namıyla maruf olmuştu. Mekteb­
i Mülkiye'den mezun olmak dolayısıyla da Mülkiye memuriyetlerine intisap
etmiş, eski Cisr-i Mustafapaşa'ya kaymakamlıkla gönderilmişti.
[s. 799] Hoca Mehmed Tevfik Efendi, eski Cisr-i Mustafapaşa'da
kaymakam iken 1 285 [1869] Ramazan'ının yirmi üçüncü günü, sabahleyin pek
erken, bir çocuğu dünyaya gelmiş, adını Ali Rıza koymuştu.
İşte bu mini mini Ali Rıza bugün Rıza Tevfik namıyla anılan kıymetdar şair
ve feylesoftur. Beş yaşlarına kadar çocukluk hayatını Cisr-i Mustafapaşa'da
geçiren Rıza Tevfik 1 290 [1874] tarihlerinde çıkarak bir müddet Edirne'de
bulunmuş, sonra tekrar Cisr-i Mustafapaşa'ya gitmiş, bir zaman da Babaeski'de
kalmıştı. Bütün bu seyahatler bu zeki, bu afacan çocuğun inkişafa müsait ve
müstait dimağında mesut tesirler bırakmıştı. Gerek tabiatın güzelliklerinden,
654 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

seyahatin intibalanndan aldığı derin dersler kemale erdiği zamanlarda feyyaz


mahsuller, velut semereler vermişti. Nihayet 1 293 [1877] Harbi'nden altı yedi ay
evvel ailesiyle beraber birinci defa olarak İstanbul'a gelmişti.
Üsküdar tarafında oturm uşlardı . Nihayet harp, elemleri, felaketleriyle geldi,
bu felaketli harbin bütün sefaletlerini gözleriyle gördüğünü Rıza Tevfik kendi
nakleder. İlk zamanlar terbiyesini bizzat babası deruhte etmişti. Kendi okutuyor,
kendi öğretiyor, kendi terbiye ediyordu. Bir müddet sonra babası kendisini
Alliance İsraelite cemaatinin Sion Mektebi'ne tevdi etmişti.
Rıza Tevfik'in fikri terbiyesine ilk hizmet eden bu Sion Mektebi olmuştu.
Medrese tahsili görerek yetişen babasının oğlunu bir Musevi mektebine verecek
derece hür ve geniş düşünceli bi r zat olması, oğlunun tahsili ve terbiyesi üzerinde
mesut tesirler bırakmıştı. Rı za Tevfik ilk ciddi tahsiline o mektepte başlamış,
serbest ve faydalı bir heve sle derslerini öğrenmeye, o kuvvetli, o keskin zekasını
göstermeye; o metin, sağlam hafız ası nı tanıtmaya başlamıştır.
Az bir müddet bulunduğu o mektepte öğrenmeye başladığı Musevi lisanını
bugün hakiki bir Musevi kadar suhulet ve salahiyetle konuşan Rıza Tevfik, bir
sinagogda Yahudice konferans verdiği zaman kendisinin bir Osmanlı Türk'ü [s.
800) olduğunu anlayan olmamıştı. Bir müddet sonra Rıza Tevfik, Sion
Mektebi'ni bırakmaya mecbur olmuştu. Çünkü babası İzmit'e müdde-i umumi
olmuştu.
İzmit, Rıza Tevfik için hayırlı bi r yer olmamıştı. Evvela sevgili annesini
kaybetmişti. Validesi Şahsi kabilesinden, genç, dinç bir Çerkes imiş; kadıncağız
İzmit'in kurbanı olmuştu. Orada iken de Ermeni mektebine devama başlamış
olan Rıza Tevfik, zekası, feraseti sayesinde Erme niceyi de okuyup kon uşmaya
başlamıştı.
Ailenin saadetini kemiren bu elim felaket kendilerini İstanbul'a avdete
mecbur etmiş, Rıza Tevfik de mektebini terke mecbur o lmuştu .
İstanbul'da iki sene kadar kalmışlardı. Bu esnada bir de üvey ana kahn
çekmeye muztar kalan Rıza Tevfik, yine babasının tedrisi ve terbiyesi altında
yetişiyordu. Bu defa Gelibolu'ya müdde-i umu milikle gönderilen babası ailesini
de beraber almıştı. Rıza Tevfik'in gerek fikri, hissi inkişafına bitmez tükenmez
bir menba'-ı feyyaz olan Gelibolu çocuğun fıtratında meknuz olan o parlak, o
keskin, o rakik, o hassas şairi yetiştiriyordu.
Tarihin birçok şahametlerine, birçok kahramanlıklanna, celadetlerine bir
cereyan-ı daimi sahası olan o şanlı Gelibolu tabiatının güzelliği, göz önünde
genişleye genişleye açılıp giden semalan, enginleri, arizadar, muavvec sahilleri,
kayalan, koylan, kırlan çayırlanyla Rıza Tevfik'i serazat, feyyaz bir hayata
alıştırmıştı. Kendi itirafı da bize Gelibolu'da yaramaz bir hayat geçirdiğini
anlatıyor.
TIJRK EDEBİYATI TARİHİ 655

Rıza Tevfik, Gelibolu'yu çok sever, adeta bir aşk-ı tabiatla sinesinde
neşeler, emeller yaşadığı o Hamzabey hakkında anlattığı hatıraları dinlemek bir
hakiki şiir dinlemek kadar haz-perverdir.

Afacanlıklar, serazatlıklar, yaramazlıklarla geçirdiği hayatından bezmiş,


usanmış olan babası bir sene sonra kendisini İstanbul'a getirerek Galatasaray
Sultanisi'ne leyli yazdırmıştı. O serbestiye, o kırlar, dereler hayatına alışmış olan
[s. 80 1] Rıza Tevfik'e mektep bir zindan hayatı kadar karanlık ve sıkıcı gelmiştir.
O kendisini mektebin müstebit kanunları, keyfi idareleriyle mukayyet görmüyor,
o yine kendi hürriyetini muhafazada devam ediyordu. Bu yüzden de daima
cezalanıyor, hapislere atılıyordu. Mektep hayatından bahsederken:

"Ben ele avuca sığmaz, düz duvara çıkar, yaramaz bir çocuktum. Hemen
her hafta izinsiz alırdım; ismim Tevfik olduğundan, bazen cezalanmı Tevfik
Fikret'e yazarlardı. Halbuki Fikret melek gibi uslu bir şakirt idi. Bir gün işlediğim
bir hatadan dolayı beni hapse atmışlardı; hapishanenin ne camı, ne çerçevesi
vardı. Bu karanlık zindanda oturmak hiç işime gelmiyordu. Halbuki bana bir
kuru ekmek verip üstüme koca bir kilit vurup kitlemişlerdi. Kim bilir beni kaç
gün bu zulmetgehte bırakacaklardı.

Düşündüm, üstümüzde sınıflar vardı. Ben olanca sesimle bir şarkı


tutturdum, o kadar yüksek sesle söylüyordum ki, nihayet ders okuyamadılar,
gelip beni zindandan çıkardılar. Bir defasında da fareler vardı, onlarla karanlıkta
beraber yatmama inıkan yoktu; feryadı koyuverdim. O zaman da gelip
çıkardılar. Bir defasında da mektebin verdiği abayı keserek Cizvit papazlarının
abaları haline koydum, beline zünnar makamında bir kuşak bağladım, fesi
keserek takke yaptım; potinlerimi keserek rahip sandalı şekline soktum. Tamam
bunları bitirmiştim ki hapishanenin kapısı açıldı beni çıkardılar. Bu ıtlaka pek de
mana verememekle beraber hiçbir şey sormadan çıktım ve çılgınca koşarak,
zıplayarak gitmeye başladım. Tam mektebin büyük saatinin altından geçip
meydana çıkınca babamı karşımda görmeyeyim mi? Hayret ve haşyetimden
donakalmıştım. Babam ufak tefek, zayıf, kuru fakat doğruluğun verdiği ciddiyet
ve metanetle mehabetli bir adamdı. Benim bu halimi görünce bir kere yukarıdan
aşağıya kadar süzdü, 'Yürü!' dedi. Ne hale geldiğimi anlatamam."

der.

Nihayet mektep idaresi bu yaramaz şakirdinden bıkmış ve kendisini tenbih


ve terbiye için muvakkaten tarda karar vermiş ve on beş gün müddetle
mektepten çıkarmıştı. [s. 802] Bu fırsatı ganimet bilen Rıza Tevfik derhal
babasının yanına, o can attığı Gelibolu'ya gitmişti.

"Öteden beri meftun olduğum Hamzabey sahiline kavuştum. Pederim asi


tabiatımı zorlamadı, rüşdiyeye gönderdi ve bizzat ders vermeye takayyüt etti.
Orada istediğim gibi vahşi ve serbaz bir ömür geçirdim. Ara sıra yazmaktan
kendimi alamadığım heveskarane şirlerde Gelibolu'nun te'sir-i ruhaniyeti ve
serazat büyümüş bir çocukluğun neş'e-i hayatı vardır, sanının."
656 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diyor.
Rıza Tevfik, Şark'ın irfanını layıkıyla ihata etmiş bir babanın terbiye ve
talimi ile daha pek küçükten Türkçeyi ve Farisiyi öğrenmeye başlamıştı. Hatta
Hafız'ı, Sadi'yi bile dikkatle okumuştu. Bunun da kendi tabiat-ı şi'riyesini
terbiyede büyük tesiri vardı. Babasında şiire hiç istidat olmadığını söyler, hatta
bazı manzumelerin vezinlerini bulmakta müşkülat çekermiş. Rıza Tevfik tabii
bir istidada vezinleri bulurmuş. Halbuki babasının felsefeye büyük bir kabiliyeti
mevcut imiş. Rıza Tevfik'in felsefeye istidadı irsi, şiire istidadı ise fıtridir.
Mamafih validesi cihetinden bir isti'dad-ı şairanenin aşılandığı da vardır. O
ruhen şair yaratılmış bir kadın imiş. Fakat asıl ilhamlarını veren, denizlerinde
gece gündüz yüzdüğü, kırlarında sabah akşam dolaştığı o güzel Gelibolu'dur, o
Hamzabey sahilleridir. İşte şahidi kendi sözleri:
"Vapurla Çanakkale'ye doğru hareket etmek üzere Gelibolu önünden
geçerken dikkat etseniz sağ tarafta bir güzel sahil görürsünüz ki bazı yerleri
yüksek ve mütekebbir taşlarla nazar-ı dikkati cfiliptir. O sahilin en mühim ve en
güzel kıtası Hamzabey dedikleri küçük ve kumsal bir koydur. Koyun garp ciheti
yine yüksek taşlarla mahduttur. Bazı yerlerde yirmi metreden ziyade yükselen o
taşlar ahcar-ı bahriyeden ve küçük midye kabuklarından müteşekkil bir
mecmua-i asar-ı mazidir ki tarih-i hilkatin acayibatından bahis olan sahaifinden
addolunsa sezadır. O dişli taşlar Musalla denilen mürtefi bir mevkiin temel
direkleri hükmündedir.
Anadolu yakasından Rumeli cihetine geçen kahramanlar, iptida Hamzabey
sahiline [s. 803]çıkmışlar ve Musalla'da ilk sabah namazını kılmışlar, Mevlid
sahibi Süleyman Dede, fatih-i memleket Süleyman Paşa Hazretleri'nin fırtınalı
bir gecede kırk kişiyle bir sala binip Rumeli'ye geçişlerini takdiren tebrik için bi'l­
irticfil:
Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın
Yakasın Rumeli'nin pençe-i himmetle almışsın
beytini söylemiş imiş.
Osmanlılığın şerefli tarihini bilenler bu avaze-yi takdiri o memleketin
ufkundan işitir gibi olurlar; o yerlerde başka bir hal vardır:

O yerlerde güneş mahmur-ı fikret bir peridir ki


Doğar sevdalı akşamlar nigah-ı vapesininden . . .
O yerlerde saba bir bestekar-ı serseridir ki,
Perişan nağmeler perran olur güya enininden.

Mübarektir o topraklar! Gaza etmiş, şehid olmuş


O sahilden en evvel yol açıp tekbir alan erler.
Mezarlar na-bedid olmuş, ağaçlar hep kadid olmuş,
Mefil-i ayet-i Feth'i bugün maziden ezberler.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 657

Vukuatın bulup tarihini tenvir eder güya


Nigah-ı ateşini her gece bir necm-i şebtabın.
Kefen-her-ser çıkıp ervah içinden ka'r-ı nayabın
Uzun bir sergüzeşt-i pür-şeref takrir eder güya.

Durur ulviyyet-i İslam camid kıble-gahında,


Temevvüc eyler avaz-ı zafer-pişinde mihrabın;
Olur nur-ı tecella ruşena cew-i siyahında,
Denizden reng-i fosforisi aksettikçe mehtabın.

Mübarektir o topraklar! İbadethaneler vardır


Ki beş asnn vukuatı serilmiş asitininde;
-Verir aks-i sacla gezdikçe- çok viraneler vardır
Ki ma'muriyyetin tarihi medfündur zemininde.

[s. 804] Nazar camid görür lakin derlınu şi'r-i pür-ahenk


O taşlıklar ki muzlimdir hayaletlerle mfilidir.
,

Düşüp deryaya mevcamevc olan mehtab-ı rengarenk,


O zulmetgehte her şeb mültemi fecr-i şimfilidir.

Uyur samt-ı leyali gündüzün umkunda deryanın


Mücella sathı bazen cilve-gah-ı malı ü mahidir,
Uzaklar hep serab olmuş vücud-ı la-tenahidir,
Tefekkürler verir, mübhem durur ufkunda deryamn.

Henüz gün doğmadan sisler gezer engin fezasında;


Değildir aks-i te'sir-i sacla . . . Bir ağlayan vardır!
O vahşi sahili tehdid eden taşlar hizasında
Tükenmez giryeler ilham eden bir ç ağlayan vardır.

O medd Ü cezr kim mahsüs olur her şeb nesiminde,


Leyalin neflıa-i bi-ruhudur, asude,
hab-alud ..
O yüksek taşlann didar-ı mahmur u besiminde
Bütün geçmiş zamanın nazra-i lakaydıdır meşhud.

Neler görmüş neler! Yadındadır fersude ahcarın;


Aceb kaç defa sahil bezm-gah ü rezm-gah olmuş?
Tekasüf eylemiş akşamlan edvar ü a'sarın,
Bugün mabedlerin divan sertaser siyah olmuş!

Yazılmıştır şuun-ı hilkatin her yerdema'nası:


O sengistan-ı pür-ibret mezarlık taşlarındandır.
Zemininden biten vahşi çiç ekler insan azası,
Çemenz annda şebnemler bütün göz yaşlarındandır.
658 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Okurdum bir hakikat sahne-i dünyada, gördükçe


Huraffit-ı hayatı muntabi taşlarda, izlerde;
Süreksiz ömrümün timsalini rü'yada gördükçe
Gezerdi fıkr-i çalakim nihayetsiz denizlerde.

[s. 805] Denizler! Pek küçük yaştan beri mir'at-ı endişem;


Denizler her zaman cevlan-geh-i fıkr ü hayalimdir,
Gehi rakid, gehi pür-cılş o hayran olduğum alem,
Benim timsal-i ömrümdür, hayatımdır, mea!imdir.

Denizlerdir bana bir başka varlık gösteren mir'at


Serab-ı zindegide, neş'e-i rü'ya-yı hestide,
Nesim-i subh ile bidar olur ufkunda ilhamat
Zaman-ı hicr ü hasrette, dem-i pür-şevk-i mestide

Uyurken kumrular hamuşi-i deycılr-ı hailde,


Leyfil-i künc-i tenhayi o taşlıklarda çağlardı;
Serin bir yerde bir asude menba' vardı sahilde,
Onun dchliz-i tarikinde daim bir kız ağlardı.

Dökülmüştür şeb-i yelda onun gisıl-yı tarından,


Seher bir nazra-i mahrumudur ufk-ı tecellaya,
Olup şellalcler peyda sünld-ı tarmanndan,
Şafak vaktinde akseylcr sevahilden Musalla'ya.

Sekiz yıl ben o hüzn-efza temaşagah-ı ibrette,


Dolaştım şad ü avare, bugün dil-hasta, mehctlrum,
Arar dalgın nigahım aşina bir çehre hilkatte,
o taşlıklarda zahirdir, onun hüsnüyle meshurum.

O sahiller ki hala gtlşuma geçmiş zaman söyler,


Sahfüftir kopup kalmış kitab-ı hatıratımdan;
Verir aks-i sacla her dalgası bir dastan söyler,
Yıkılmış kainatımdan, hayfil olmuş hayatımdan!"
İşte Gelibolu'nun, işte Hamzabey sahilinin Rıza Tevfik'e verdiği intibalar.
Gelibolu'daki hayatının Rıza Tevfik'i şairliğe sevk etmesinin sebeplerinden,
müşevviklerinden biri de orada muntazaman dinlediği saz aşıklarıdır. Kendi
yazılan, hatta şekilleri üzerinde bile bu ıişıklann derin tesirleri olmuştur. [s. 806)
Coşkun, hicran-zede, sevda-şiar bir hayatın heyecanlarla (emotion), lirizm ile dolu
dakikaları nafiz füsunuyla Rıza Tevfik'in ruhunda gizli intibalar bırakmıştı:
"Zaten çocukluğum Gelibolu'da geçtiği için orada aşıkların bezmini de pek iyi
bilirdim. Çünkü daima gelir giderlerdi. Ben de onlan dinlemekten çok
hazlanırdım." diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 659

Rıza Tevfik, Gelibolu'da yaşadığı o vahşet-perver hayatı tahsilden başka


hiçbir şeye feda edememişti. Nihayet tekrar İstanbul'a gelerek Mekteb-i
Mülkiye'ye girdi. İşte Rıza Tevfik'in şairliğini meydana çıkarmaya vesile veren
hadise bu mektepte vaki olmuştur. O yine mektebin olanca şiddet ve ciddiyetine
rağmen eski, serbest hayatından ayrılamıyordu. Zekası derslerle uzun uzadıya
meşgul olmasına ihtiyaç hissettirmiyordu. Günün birinde arkadaşlarından biri
bir iki gazel yazmış ve arkadaşları arasında da, sınıfta da şairlikle şöhret bulmaya
başlamış. Bunun yazdığı şeyleri de Rıza Tevfik beğenmemiş ve tenkit etmiştir,
arkadaşı ve bir iki taraftarı da kendisiyle alay etmişler. "Sen ondan iyisini yaz da
görelim!" demişler. Hiddetlenmiş; arkadaşım tezyif etmiş ve "Elbette yazanın,
görürsünüz!" demiş. Filhakika yazdığı uzunca bir manzume ile iddiasını da ispat
eylemiş, arkadaşlarım da hayrette bırakmıştır. Ondan sonra da daima kitabet ve
edebiyat derslerinde birinci çıkmıştır.
O ilk yazdığı hezl-amiz manzumeyi Namık Kemal'in Tahrib-i Harabôi'a
yazdığı manzum mukaddimeyi takliden yazmıştır.
Rıza Tevfik'in edebiyat derslerinden birinci çıkması mektep idaresini
memnun etmek için kafi değildi. Mektep kendisini bir kuzu kadar muti ve
münkad görmek istiyordu. Halbuki o bir ceren gibi dağdan dağa, taştan taşa
atlamaya alışmış olduğundan müstebit kanunlara boyun eğmek istemiyordu.
Bundan dolayı da itham altında kalıyor, cezalanıyordu:
"Fakat bir haftada otuz beş izinsiz alarak yaramazlık ve hele serkeşlik
töhmetinde birinci çıktığımı bilen arkadaşlarım bugün nadir değildir. Tabiidir ki
bu mektepten de tard olundum. [s. 807] Dördüncü sınıfa da henüz geçmiştim. O
sene pederim Gelibolu'da vefat edince hemen oraya koştum."
Rıza Tevfik babasından da ayrı düşerek bütün bütün yalnız kaldığı bu
alemde elemlerini avutmak, ıstıraplarını unutmak için kendini o seyrine
doyamadığı, engin ve rengin seherlerinden, dalgın ve baygın ufuklarından, vaat­
kar, ümit-bahş tulu'larından, hazin ve dilhun gurublarından şiirler toplayarak,
nihayetsiz asümanlarında, mai denizlerinde, hülyalar kurarak, rüyalar görerek,
teselliyle yaşayarak yetim ruhunu avutuyordu.
Rıza Tevfik bir sene sonra Tıbbiye-i Mülkiye Mektebi'ne girmişti. Bütün
bir sene arızasızca geçirdi, fakat istibdat idaresinin keyfi tahakkümleri, hiçbir
mantığın, hiçbir idrakin kabul edemeyeceği zulüm ve ceberutları her daireye
sirayet edip gidiyordu. Mektepler de birer tazyik ocağı, birer işkencehane
olmuştu. İkinci senesinde Rıza Tevfik'i Tıbbiye'den de tard etmişlerdi. Fakat bu
tard ediliş Rıza Tevfik'e bütün evvelkilerden ağır gelmişti. Çünkü sırf bir gadr,
sarih bir haksızlık idi. Bu haksızlığa boyun eğmek istemeyen Rıza Tevfik bir
istida yazarak Tophane Müşiri Zeki Paşa'ya müracaat etmiş ve kat'i, ceri ve
kuvvetli bir lisanla macerayı anlatmış ve şikayet etmişti. Zeki Paşa,
Abdülhamid'in itimad-gerdelerinden idi. Rıza Tevfik'in istidasına alaka
göstermiş, tarz-ı müracaatından, serbest ifadesinden hoşlanmış ve kendisine
teveccüh göstermişti. Kendisinin haklı olduğunu, mektebin açık bir adaletsizlikte
660 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bulunduğunu anlamış ve derhal mektebe emir vererek kabul ettirmiş, idare


erkıinını da ciddi surette tevbih etmiştir. Rıza Tevfik bu emirle mektebe
geldikten sonra mektep erkanı kendisine adeta ihtiramkir bir tavırla muameleye
başlamıştı. Zeki Paşa gibi bir rükn-i istibdada intisabı olana iltifat etmemek hangi
idare adamının elinden gelirdi?
Fakat tesadüfatın Rıza Tevfik'e karşı gösterdiği cilveler o kadar mudhik ve
istihzakar idi ki tarif edilemez. Ertesi sene aleyhinde verilen bir takım jurnaller
üzerine Rıza Tevfik zabıta tarafından taht-ı tevkife alınmıştı. [s. 808] Saçlarının
fazla uzun, kitaplarının çokça olması aleyhinde birçok şüpheleri celb etmiş, yolda
giderken tutup hapsetmişlerdi. O zaman Zabtiye Nazın olan Hüseyin Nazım
Paşa'ya Fransızca bir istida yazmış, yanına da uzunca bir manzume leffederek
göndermiş, başına gelen macerayı anlatmıştı. İstida ve manzumeyi okuyan nazır,
Rıza Tevfik'e büyük bir teveccüh göstererek derhal kendi yanına celb etmiş ve
Rıza Tevfik'i üç gün kendi konağında tutarak görüşmüş, musahabetinden, zeka
ve intikalinden, malumat ve dirayetinden memnun olmuştu.
Fakat evvelce tard ettikleri halde Zeki Paşa'nın emriyle tekrar kabul etmeye
mecbur kalan mektep idaresi bu fırsatı ganimet bilerek tekrar Rıza Tevfik'in
ismini mektep defterinden silmişlerdi. Mevkuf bir talebe mektebine devam
edemezdi. Artık o mimlenmiş, muzır şahıslar arasına kaydedilmiş demekti.
Zabtiye nazırının Rıza Tevfik'i kendi konağına celb ettiğini ve beraber
oturup konuştuğunu ve kendisine iltifat ettiğini bile Sultan Abdülhamid'e jurnal
etmişlerdi. Mamafih Nazım Paşa, Rıza Tevfik'i hem serbest bırakmış, hem de
tekrar Tıbbiye Mektebi'ne aldırmıştır. Tophane Müşiri Zeki Paşa da meseleye
alakadar olmuştu. Hasılı Rıza Tevfik bütün İstanbul muhitinde tanınmış bir
sima idi.
Nihayet Tıbbiye'yi ikmal ederek şahadetnamesini alan Rıza Tevfik artık
hayata atılmıştı. Genç, dinç, zeki ve ceri bir adamdı. Hayatın bin bir hücumuna
karşı koymaya amade bir vaziyette idi. Tab'ındaki mütalaa arzusu, istidadındaki
şiir heyecanı, fıtratındaki felsefe merakı kendisini tetebbuatın sinesine atmıştı.
Sıhhat ve vücudundaki inkişaf da riyazet-i bedeniyeye karşı olan hevesini
artırmıştı. Rıza Tevfik hem okuyor, hem yazıyor, hem de her türlü jimnastikler
ve güreşler yapıyordu. Ata binmek, yüzmek, kuwet talimleri yapmak, zamanının
en meşhur pehlivanlarıyla güreşmek, gülle kaldırmakla şöhret almıştı. Rıza
Tevfik'in bu serbest ve laubali halleri de birçok nazarları kendisine celb
ediyordu. Kimseye benzemeyen bir kıyafeti, müstakil etvarı, hür ve lakayd
hareketleri vardı.
[s. 809] Mesleği olan tababete süluk arzusuyla ewela Karantina İdaresi'ne
müracaat etmişti. Kendisini muvakkat bir hizmetle Hicaz'a tayin etmişlerdi.
Fakat genç ve feylesof doktoru daha Çanakkale'ye varmadan yoldan çevirip geri
getirmişlerdi. Avrupa'ya firarından korkuyorlardı. İstanbul'a geldiği zaman
Cemiyet-i Tıbbiye azalığı ile Gümrük'te doktorluk vazifesi vermişlerdi.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 661

Rıza Tevfik bu suretle İstanbul'da kaldığı zaman kendisini bilhassa üç şeye


hasretmişti. Biri riyazet, biri felsefe , biri de şiir idi.

Fıtraten neşeli ve nikbin (optimiste) yaratılmış olan Rıza Tevfik hiçbir


hadiseden müteessir olmaz, kendisini ye'se, eleme kaptırmazdı. Bir tabiat aşıkı
olduğu için de tabiatın bütün güzelliklerine, bütün inceliklerine, bütün şiirlerine
karşı bir alaka gösterir, onlarla baş başa yaşamak isterdi. Evinde bir at besler, her
gün atla gezmeye gider, dostlarının davetlerine gider, her sabah, her akşam
muayyen surette muntazaman jimnastik yapardı. Bu kadar şen, bu kadar neşeli,
bu kadar nikbin olmasına rağmen esrar-ı hilkate, ma'na-yı tabiata karşı daima
istiknahkar bir nazarla bakar; hakikat-! alemi, hakikat-! hilkati anlamaya çalışır,
zihninde daima bir şüphe, bir muamma ve bütün bu şüphe ve muammaları halle
sürükleyen bir sual bulurdu.

İşte bu sual onu felsefenin kucağına atmıştı. Bu aşk ile okudu; aradı, gezdi,
öğrendi. Murakabeye vardı, nihayet bir intibah hasıl etti.

Evlenmiş, çok okumuş, çok iyi terbiye görmüş inteUectueUe bir hanımla
evlenmişti. Fakat onun meyyfil-i seyr ve temaşa ruhunu aile ocağına bağlamak
mümkün değildi . . . o tab'an bir kuş kadar hür, bir ahu kadar serazat yaratılmıştı.
Dağlar, taşlar, gökler, dereler, denizler, ülkeler hepsi onun ıişiyanı, hepsi onun
vatanı, hepsi onun yurdu idi.

Her sahada mutlak bir serbesti taraftan olan Rıza Tevfik şiir ve sanat
sahasında da tamamen müstakil idi. Köylülerden vezirlere varıncaya kadar
yüzlerce dostu, yüzlerce tanıdığı vardı. Bunlar arasında kendisinden ders alanlar
da [s. 8 1 0] mevcut idi. Genç feylesof, genç şair şakirtlerine genç fikirler veriyor,
eskilerin mütefessih kadroları içine sıkışıp kalmalarına meydan vermek
istemiyordu. Aynı zamanda yazdığı manzumeleri de muhtelif mecmualarda
neşrediyordu.

Şakirdlerinden biri olan Nureddin Ferruh'u kendi isti'dad-ı tabiisi ile


yetiştirmek için mevcut ve cari tesirlerin hepsinden uzaklaştırmak istiyordu.
Bunun için de o cereyanların sultalarına (autorite') hücum ediyordu. Bir ara ortada
Ekrem cereyanından daha bariz, daha kavi hiçbir cereyan kalmamıştı. Rıza
Tevfik onun da nüfuzunu kırmak için ortaya atılmıştı. Halbuki Ekrem zaten
saha-i edebiyattan çekilmiş olduğu için yenilik sahasında çalışmakta olan ve
etrafına hep yeni zihniyetle yetişmiş genç arkadaşlar toplamış bulunan Fikret'le
karşı karşıya geldiler. Fikret kendi üstadı olan Ekrem'i müdafaaya mecbur kalmış
ve Rıza Tevfık'in önüne atılmıştı. Fikret'in tercüme-i halinde zikredilen manzum
"Musahabe-i Edebiye" Servet-i Fünun'da intişar edince Rıza Tevfik de manzum
bir cevapla mukabelede bulunmuştu. Münakaşayı yatıştıran ve iki eski arkadaşı
yeniden yoldaş eden yine Recaizade Ekrem olmuştu.
662 İSMAİL HİKMET ERTAYI.AN

Rıza Tevfik'in "Sfenks" nclmıyla yazdığı uzun bir manzume Malumat


gazetesinde intişar etmişti. Hayyamane bir zihniyetle yazılan ve Agnostisizm 152
felsefesinin bir emmuzeci olan bu şiir Recfilzftde'nin pek hoşuna gitmişti. O
zamandan beri Rıza Tevfik'i tanımak istiyordu. Bir gün Rıza Tevfik, İsmail Safa
ile konuşarak Galata'dan geçmekte iken Recai.zade tesadüf etmiş, İsmail Safa
feylesoftan biraz ayrılarak Ekrem'le konuşmaya başlamış, o da [s. 8 1 l ] "Niçin
beni Rıza Tevfik Bey'le tanıştırmıyorsun?" demiş, İsmail Safa da ikisini
görüştürmüştür.
Ekrem, Rıza Tevfik'i tatyib ederek evine çağırmış ve davette bulunan Hfilid
Ziya, Ali Ekrem ve Fikret'le de tanıştırmıştır. Rıza Tevfik eski mektep arkadaşı
Fikret'le burada uzun, derin konuşarak aralarında hiçbir nokta-i ihtilafı
olmadığını bir kere daha görmüş ve bir daha ayrılmamak, uzaklaşmamak üzere
birleşmişlerdir. Fikret, Rıza Tevfik için "Zeka" unvanlı manzumeyi bundan
sonra yazmıştı.
Rıza Tevfik'in filem-i edebiyatta bir kıymet-i mahslısası vardır. Bütün edebi
cereyanlara iştirak etmiş, birçok yenilikler yaratmıştır. Yazdığı yazılarda da hem
aruz, hem de hece vezni kullanmıştır. Bu hususta kendisi de:
"Ara sıra yazmada devam ettiğim her iki vezni de kullandım, fakat vezn-i
milliyi daha sonralan istimale başladım. Ona da sebep tasavvuf hakkında felsefe
dolayısıyla tahkikat yapmak ve sonra bir eser tahrir etmekti.
On sekiz yirmi sene kadar yavaş yavaş tahkikatıma devam ettim. O esnada
öyle güzel nefesler,m destanlar elime geçti ki, bugün benim nazarımda şiir için
değil, fakat tasawuf, tarih-i edyan ve tarih-i felsefe için bile en kıymetli vesaikten
ma'dud olarak zembilimde mahfuzdur. Bittabi bunlar bana tesir etti . . . Bütün bu
tesirlerin sevkiyle en ewel bir iki divan yazdım. Eş dost hoş gördüler. Ben de
tabiatımda böyle bir arzu gördükçe ve hariçte de vesile buldukça yazmakta
devam ettim."
diyor.

ı 52 Agnostisizm felsefesi Şark'ta "Laedriye" unvanisini almışur. Plautinus'un "Hakikat-ı


uliıhiyeti, insanın şu aciz ve mahdut zekası idrak edemez, bilemez ve hiçbir vakit bilemeyecektir."
iddiasından alınmışur. Fakat asıl agrıosticisme tabirini bir ıstılah olarak kabul ve istimal eden pek
yakın zamanda vefat eden Profesör Huxley'dir. Bu kanaat Şark felsefesine geçmiştir. (İ smail
Hikmet'in notu}
1 53 Tekke edebiyau şekillerinden biridir. Ayin esnasında okunur. Hardbf'nin şu aşağıdaki
kıt'alan bir nefesinden alınmışur:
Beyt-i Hudadır ey şah Uşşaka asitarun
Hem kıblegah-ı tahkik Mabeyn-i ebruvanın
Cay-ı niyazımızdır Didar-ı pakin ey dost
Kur'an'adır imanı Elbette müslümanın .
. .

�smail Hikmet'in notu}


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 663

Rıza Tevfık'in meydana çıkardığı istidatlardan biri de Halide Hanım'dır.


Sanatta [s. 8 1 2] istidadın inkişafına yardım etmekten başka hiçbir tahakküm
veya tesiri caiz görmeyen Rıza Tevfik, Halide Hanım'da da böyle bir inkişafın
vücuduna hizmet etmiştir. Bu hususta kendisi:
"O hanımı tanıyışım tuhaf bir tesadüftür. Pendik'te o zaman ahbaplardan
biri otururdu. Ben de ziyaretine sıkça giderdim, orada Halide Hanım'ın
pederine rastgeldim.
Kızı için pek müteessir oluyordu. Onda verem var diye korkuyordu.
Yanımıza çağınttılar. Biz de harem tarafında büyücek bir odada idik. Baktım
yeldirmeli bir hanım girdi, amma gayet zayıf, küçük, mini mini bir hanım, on
yaşında bir kız sandım. O vakit Amerikan mektebine devam edermiş. Reji Nazın
Nuri Bey: "İyi piyano çalar Halide Hanım." dedi. Ve hanım kız öyle
yapmacıktan utanmak gibi, çekinmek gibi hfiller göstermeden çaldı ve terennüm
etti. Sesi de iyi idi. O gün ben de bazı şiirler okudum. Halide Hanım Osmanlı
şairlerini tanımıyormuş. Bu şiirlerle pek alakadar oldu. O gün baktım
konuşmaya, düşünmeye, okumaya meraklı bir kız. Bilakis ben, neden bilmem,
öyle hiç babası gibi, hastalığı var diye bir şey zannetmedim. Çünkü kız
konuşmak istiyor, içini dökmek istiyor: "Bırakın konuşsun! dedim. Hasılı ben iyi
ederim, okurum, söylerim, masal anlatırım." dedim. Farisi okudum. O bir
kelime bilmiyordu. Derken keyfe geldi, bu işlere merak sardırdı. O vakit
beygirim vardı. Ona atlar, sonradan taşındıkları Sultantepesi'ne derse giderdim.
Okumak, konuşmak suretiyle edebiyat dersi yapardık. Böyle galiba altı sene
gittim geldim.
Halide Hanımın tabiatı birdenbire bir fevvare gibi fışkırdı ve ondan sonra
da ilham itibarıyla öteye gitmedi. Bir anda coştu. Benim hizmetim kendisine
aynca bir şey öğretmek değil, kat'iyen tabiatını bozmuş değilim; belki
keşfettirdim. Bunu kemal-i memnuniyetle söylerim ki bazı kabiliyetleri evvelden
gördüm, haber verdim ve onlar da doğru çıktı."
diyor. Filhakika Rıza Tevfik'in bu keşif ve gayreti memlekete bir Türk edibesi
kazandırmıştı. Fazla olarak Rıza Tevfik, Mehmed Emin'i de tutmuş ve müdafaa
[s. 8 1 3] etmişti. 1 3 1 3 [ 1898] senesinde Emin Bey Türkfe Şiirler'ini neşrettiği
zaman Rıza Tevfik uzun bir makale ile Emin Beyi takdir ve teşvik ediyordu.
Rıza Tevfik'in gençleri teşvik hususunda gösterdiği gayreti cidden ş:iyan-ı
takdirdir. Felsefeye olan merakı yalnız yukarıda kendi söylediği gibi tasavvufu
tedkik ile bırakmamış, kendisini hemen bütün tarikatları ta'mik ve tahkike de
sevk etmiştir. Birçok tarikatlara intisap suretiyle mahiyetlerini tedkike muvaffak
olmuştur. Bir kere tarikat-ı Bektaşiyenin ruhuna vakıftır. Bektaşi nefesleri
tarzında yazdığı nefesler de o nevin (genre) en bedii enmfızeçleridir. (Jype)
Anadolu' da Rıza mahlaslı nefesleri, devriyeleri, divanları, destanları okuyan
halk Rıza Tevfik'i göbeğine kadar ak sakallı, sırtı abalı, eli asalı bir pir derviş
sanırlar ve akın akın kendisini görmek üzere İstanbul'a evine gelirler; ve sfıfiyane
664 İSMAtL HİKMET ERTAYIAN

yazılmış birçok yazılar getirerek Rıza Tevfik'e verirler. Rıza Tevfik halkın
nümayendeleri olan bu saf, mutekit ve mütevekkil (resigne) adanılan, alelekser
sokaklarda limon, portakal, enginar ve saire satan bu perişan-hal emekdaşlan
evine kabul ve tatyip ederek onlarla görüşür, dertleşir, onların elemlerine,
hicranlarına iştirak eder; onların duygularını çok iyi anlar, çünkü ruhlarını bilir.
Gurur ve azametten bir zerre taşımayan insaniyet-perver feylesofun nazarında
şah ile geda, bey ile bekçi arasında hiçbir fark yoktur. Ruhi-i Bağdadi ile:

"Bu filem-i fanide ne mir ü ne gedayız


A'lalara a'lfilanırız pest ile pestiz"
diyen Rıza Tevfik bütün manasıyla rind-meşreb, kalender-şiar bir insan-ı
kamildir. Bu hfilet-i nihiyesi kendisini feylesof yapmıştır. Fakat buna rağmen bir
derya-yı heyecan olan gönlünün öyle daimi bir çalkanışı, öyle mütemadi bir
kaynayışı vardır ki onun her cilve-i füsunu bir şiir bediası, bir sanat harikası
olarak zuhura gelir.
Rıza Tevfik bütün manasıyla şairdir.
[s. 8 1 4J Kendisine üç kız evlat bırakarak solup giden refikasıııın vefatına
ağlarken kızı Selma'sına ne hazin hitap etmiş; ne acı bir teselli vermişti:

Selma, Sen de Unut Yavrunı


Bir akşamdı l"vİmizde ecel kanat germişti!
Anneni -bir cellat gibi- vurup yere sermişti.
Ölüm ile pençeleşen bir hayatın güleşi,
Sekiz yıldan sonra dinmiş: Nihayete ermişti!
Adalar'ın denizinden batan akşam güneşi,
Sönük, ölgün ışığını çamlıklara dökmüştü!
Evde yoktun, sonra geldin! .. Dağda, kırda gezmiştin!
Lcikin bilmem!.. Bu yokluğu nerden? .. Nasıl sezmiştin!
Güzel ela gözlerine bir öksüzlük çökmüştü.
Göz yaşımda dehşetli bir sır arayan gözlerin,
Issız kalan vicdanıma karanlıklar serperdi.
"Baba! Annem nerde?" dedin. Hep tüylerim ürperdi!
Hançer gibi ta ruhuma battı yaman sözlerin.
O gün bu gün, "Annem nerde?" diye bazı sorarsın
Gülümserim!- Gözyaşlanm sakin sakin akarken,
Uzaklarda bir şey arar, ufuklara bakarken,
Benim dalgın gözlerimde -hayalini- ararsın
O tfili'siz biçareyi bak ben bile unuttum!..
Gönlümdeki iniltiyi ninnilerle uyuttum!..
Unut kızım!.. Sen de unut!.. Anma artık adını
Yabancıdır bize!.. Sorma o zavallı kadını!..
Sorma kızım!.. Sorma yavrum! .. Ben de bilmem nerdedir!..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 665

Onu örten kara toprak bir karanlık perdedir! ..


-O ağaçlar neresidir? diye sorma güzelim!..
[s. 8 1 5] Gel seninle yapayalnız çamlıklarda gezelim! ..
O ağaçlar batıp giden güneşlerin gölgesi! . .
O serviler hayal olan varlıkların ülkesi! ..
Bak bu yanda daha dilber fidanlar var.. Kuşlar var!..
Beyaz penbe çiçek açmış: Gelin gibi ağaçlar!. .
Bahar olmuş!.. Bak her yerde hayat nuru saçılmış!..
Göz yaşların döküldüğü yerde güller açılmış!..
Güneş senin, bahar sensin!.. Bak sen de bir çiçeksin!..
Gülmek için yaradılmış bir sevimli meleksin!..
Gül ki benim küskün gönlüm o gülüşe özensin! ..
Sessiz dağlar kahkahana cevap versin, bezensin! ..
Ölüm şeklindeki sırnn ma'nasını düşünme!..
Gölge gibi bir varlığın rü'yasını düşünme!..
Sabahı yok nihayetsiz karanlıklar içinde
Bir kıvılcım gibi, bir an beliririz, söneriz!
Varlık budur benim için!.. Hatta senin için de! ..
Bir hakikat var mı? .. Derken bir hayale döneriz.
Nice yüzler gördüm, geçti, ben unuttum besbelli,
Her çehre bir hayalettir bir süreksiz rü'yada!..
Unut yavrum!.. Sen de unut! .. Bu ölümlü dünyada,
Her cefayı unutmaktır bizim için teselli.
Sonbaharın matemini gözlerimde okuma! ..
Rumca, Ermenice, İspanyolca, Farsça, Arapça, Türkçe, İtalyanca,
Fransızca, İngilizce gibi dokuz lisan ile okuyup yazmak kabiliyetini nefsinde cem
etmiş olan Rıza Tevfik bu kabiliyete hafızasındaki feyyaz kuvveti, zekasındaki
harikulade sanmiyeti de ilave ederek kendisini tetebbuata vermişti. Edebiyat,
felsefe gibi ihtisası ilimlerinden başka vasi' (encyclopedique) bir malumatı da [s. 8 1 6]
haizdir. Uzun müddet tetebbu için bulunduğu Londra'dan çok kıymettar feyizler
almış, çok da ehliyetli alim ve feylesoflarla dost olmuştur.
Bazen seyahat, bazen mütalaa ile mütemadi bir meşguliyet içinde inkılap
devresine kadar ömür süren Rıza Tevfik inkılabın başlangıcında en tehlikeli ve
en şayan-ı takdir vazifeleri ifa etmiştir. Abdülhamid-i Sani'nin saray
muhafızlarına hükmedecek bir mevki almıştır. Bu vaziyetinden ürken kanlı
Sultan, bendelerinin yüzlerce kere: "Padişahım, emret, şu herifin kanını içelim!"
dedikleri halde; "Sakın ona dokunmayınız!" diye tenbihlerde bulunmuştur.
Rıza Tevfik ilk Meclis-i Mebusan'da milletvekili sıfatıyla bulunmuş,
Edirne'den intihap edilmişti. Vicdanından başka saik tanımayan Feylesof
arkadaşlarının memnuniyetini kazanamadı. Bazı hareketlere, kanlı zulümlere,
çalıp çırpmalara göz yummadığı için göze batmaya başladı. İkinci intihap
esnasında Gümülcine'de silret-i mahsusada hazırlanmış, para ile tutulmuş
666 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

tulumbacılar, külhanbeyleri vasıtasıyla baş yardırmışlardı. Bu vakadan evvel


Fikret "Hakikatın Yıldızı"154 unvanıyla yazarak "Yegıine Feylesofumuza" diye
Rıza Tevfık'e ithaf ettiği şiirinde bir hiss-i kablelvuku ile bu çirkin vakayı
keramete benzer bir keşif ile görmüş ve göstermişti:

Pür-tahakküm soruyorlardı: -Niçin herkesten


Ayn durdun? Ne için istenilen, titrenilen,
Koşulan şeyleri tahkir ederek, çiğneyerek
Alemin zıddına, pür-çin Ü ta'ab, bir meslek
İhtiyar etmeğe mecbur oldun?
Ne için? Söyle, tecerrüdde ne lezzet buldun?
Neydi sevk eyleyen amfilini bi-hfıde yere
En çetin yollara, en huşk Ü haşin sadmelere?
Neydi ruhunda o illet ki muharris müzmin?
Doğruluk, hubb-ı hakikat mı?. Fakat sen delisin!
O süktit etti; ve bir katre-i barid asabi
Bir tebessümde sinen girye gibi
Titreyip kaldı cebinindc
-Evet, sen delisin!
Bütün insanlar akılsız, bütün alem miskin,
Bütün efkar-ı beşer kör de şu dünyada gören,
Anlayan bir senin aklın mı? Neden, söyle, neden
Herkesin gittiği yoldan saptın
Herkesin yıktığı evhamı hakikat yaptın,
Tapıyorsun?
O muannid, mütegifıl bakıyor.
Sanki bir heykel. . .
-Evet, sen delisin, hem mağrur
Ve muzır bir delisin, haddini aştın, artık
Seni iğmaz edemez, hazın edemez insanlık . . .
Ve bütün kafile taşlarla mücehhez, mahmfım,
Ettiler "Hak!" diyerek hakka hücum.
Ona her darbe şita, her acı söz bir müjde;
Taşlar indikçe sızan kanlar o kudsi yüzde
Bir küçük nokta bırakmıştı . . . Bakıp zalimler
Doğdu zannettiler alnında beyaz bir ahter!
Rıza Tevfik birçok kereler ta'n ve teşnilere uğramış, 1 327 ( 1 9 1 2] senesinde
hapsedilmekle işe başlanmıştı. Feylesof o mahpesinden o zaman intişar etmekte
olan Rübdb gazetesine yazdığı "Sabah-ı İntibah" unvanlı makalesinde:

1 �4 Bu şiir Gümülcine Vak'ası üzerine yazılmış ve ilk defa Vazife (nr. 15, 4 Nisan 1 9 1 2)
dergisinde yayımlanmışur. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 667

"Misafir, fakat mücrim bir misafir gibi işgal etmekte olduğumuz odada bir
gecenin ne şairane, ne sfilıirane cilveleri var!"
diyor ve nihayet memleketin gençlerine hitap ile:

"Evet bu memlekette, bu güzel, bu sevgili vatanın ufkunda elbet güneş


doğacak! Elbet bir sabfilı-ı intibah olacak! Ve mutlaka 'İrfan ve ilim' kubbesinin
arkasından güneş doğacak!
Ben ancak bir müezzinim! Size vicdanımın nidası budur:
[s. 8 1 7J 'Ey genç, civanmert evlatlar! Ey vatanın ümid-i istikbali olan
müfekkireler! Uyumayın!"'
Rıza Tevfik memleketin kurtuluşu için çalışmak ,ancak maarif cephesine
yardım etmekle kabil olacağını açıktan açığa görmüş ve anlamıştı, şimdi olanca
gayretini o cihete hasrediyordu.
Üç kızı, iki oğlu vardı. Bunların da tahsil ve terbiye görmeleri lazımdı,
beslenip büyümeleri lazımdı. Kendisi ancak elinin emeği, alnının teriyle yaşar bir
adamdı. irad ve akarı yok, servet ve samanı yok; servet ve saman için boyun
eğecek, hasiyetini satacak istidadı da yoktu. Esaret-i iktisadiyeye girecek,
istiklalini, hürriyetini feda edecek fıtratta Y-aratılmamıştı. Doğru gördüğünü
doğru, eğri gördüğünü eğri demek şiarı (caractere) idi.
Tab'an çok şuh, güler, söyler, eğlenir bir rind-meşrep olması, her fenalığa
göz yumabileceği kanaatini vermiş olmalı ki arkadaşları kendisini hiç
mühimsemeden akıllarına geleni işlemek istemişler, fakat hususi meclislerinde
şen, laubali, ihmalkar, af-şiar olan feylesofu ciddiyatta, millet işlerinde de öyle
olacak sanmışlar ve aldanmışlardı. Artık onu aralarında görmek istemiyorlar,
hatta vazife de vermek arzu etmiyorlardı.

Nihayet Meclis-i Sıhhiye'ye aza tayin olunmuştu. Bundan sonra kendisini


ilme, felsefeye verdi. Muhtelif gazetelerde, mecmualarda gençlerin edebi, bedii,
felsefi, ilmi malumatlarını tevsi edecek kıymetdar makaleler, manzumeler ve
bahisler yazarak büyük bir fayda veriyordu.
Rıza Tevfik bazı mekteplerde de ders veriyordu.

Harb-i Umumi açıldığı zaman Rıza Tevfik Boğaziçi'nde Arnavutköyü'nde


oturuyordu. Amerikan Kız Mektebi'ne giden kızlarıyla Robert Kolej'e giden
büyük oğlunun mekteplerine yakın olmaya çalışıyordu.
Tevfik Fikret'in vefatı üzerine Amerikan Kız Mektebi Türkçe ve edebiyat
derslerini kendisine tevdi etmişlerdi. Aynı zamanda Boğaziçi'nde açılmış olan
Rehber-i İttihad-ı Osmani namındaki mektepte felsefe dersleri göstermesini [s.
8 1 9] rica etmişlerdi. Rıza Tevfik sırf gençliğe bir hizmet olmak üzere bu teklifi
kabul etmişti. Kendisine verilen maaş vapur parasına kifayet etmeyecek derecede
azdı. Rıza Tevfik bu mektebe devam ettiği müddetçe verdiği dersleri toplamış ve
Felsefe Dersleri namıyla tab'ettirmişti. Henüz o kıymette bir eser vücuda
668 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

getirilememiştir. Darülfünun'un ıslahı maksadıyla Almanya'dan profesörler celb


olunduğu zaman bir profesör de felsefe için davet olunmuştu. Rıza Tevfik'le
görüşen bu adam kendisinden çok istifade etmiş ve Darülfüm1n'a müderrisliğe
davet olunmayıp da Almanya'dan profesör çağrılmasına hayret ve biraz da
teessüf etmiştir. Bu hal sırf nefsaniyetten ileri gelmekteydi.
Nihayet Maarif Nezareti kendisini davet ve rica ederek İnas
Darülfünlınu'na felsefe müderrisliğini teklif etmiş, fakat bütçenin
müsaadesizliğine binaen kendisine sadece altmış manat verilebileceğini itizar
makamında bildirmişti.
Rıza Tevfik:
"B<'n idaremi bilir bir adamım. Çok paraya da ihtiyacım yoktur, mademki
gençliğin istifadesi mevzuu bahistir, ben o parayı da istemiyorum, meccanen bu
dersi veririm."
demiştir. Rıza Tevfik Harb-i Umumi esnasında çok sıkıntı çekmiş, ihtikarın
fevkalade artması üzerine yakacak neft bulamamış, geceleri sabahlara kadar ateşi
sönmüş, külleri soğumuş bir mangalın başında, bir tek mumun ziyasında
gençliğe ve edebiyat ve felsefe meral<lılanna bir yadigar-ı kıymettar olan
Hdmidndmt'sini bitirmiş, Kamus-ı Ftlsefe'sine başlamış, mütemadi makaleleriyle
yeni yeni malumat vermiş ve hevesler uyandırmıştır.
Fikret'e karşı, öldükten sonra da hücuma kalkışan garezkarlara şedit
cevaplarla mukabelede bulunarak clşık-ı hak ve hakikat olan Fikret'i müdafaa
etmiştir. Birçok mecmualara yazı yazmıştır.
Bu sefalet ve sefahat devirlerinde memleketin haline bakarak müteessir olan
hassas şair tabiatındaki mizah kuvvetiyle birçok mizahi (satirique) şiirler ve
karikatürler yazmıştı. "Olur mu ya", "Şöyle Bir Hasbıhal" bu nevi şiirlerdendir.
Harb-i Umumi esnasında üdeba ve şuaradan birçoklarına erzak ve saire ihsan
olunduğu sıralarda kendisine de teklif olunanları hiçbir suretle kabul etmemişti.
Harbiye Nazın Enver Paşa'nın rica ile başlayıp tehdit-glıne biten
tekliflerine gülmüş; ordu için külliyetli bir meblağ mukabili talep olunan Türkçe
şiirlerini Harbiye Nezareti'ne vermemişti.
"O kadar masrafa ne hacet, lüzum varsa Kanaat Kütüphanesi'nde
bastıracağım; oradan yüzlerce kere daha ucuz tedaıik onlarca kabildir, benim
Harbiye Nezareti'yle alakam yoktur. Harbiye Nezaretinin de asker için istikraz
olunan parayı israfa hakkı olamaz."
demişti.
Rıza Tevfik'in bu dürüşt hakikatleri, herkese baş eğdiren mütehakkimlere
hoş gelmiyordu. O; ailesini geçindirmek için köylere gidip erzakını kendi alıp
getiriyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 669

Mütareke gelip memleketin akıbeti meşkuk bir hal aldığı sıralarda Rıza
Tevfik Darülfünun emini155 ve tarih-i felsefe müderrisi olmuştu. Cansiperane
muhafaza-i haysiyete uğramıştı.
Bilahare teşekkül eden kabinelerde Maarif, Posta-Telgraf nezaretlerinde
bulunmuş, Şura-yı Devlet reisi olmuştu; kendisini Amerika'dan davet etmekte ve
bir silsile konferans istemekteydiler. Bir nokta-i nazar ihtilafı üzerine esasen
siyaseten İstanbul'u terk etmeye mecbur kalmış ve Amerika'ya gitmek üzere
çıkmıştı.
Fikret hakkında, Fuzfili ve Nedim hakkında birer eserle, başladığı Kiimus-ı
FelsefC'yi ve kendi kanaat-ı felsefiyesini tedvin etmeden memleketinden ayrılmış
olması elim bir ziyadır. Aruz ve hece vezinleriyle yazdığı o emsalsiz şiirlerinin
tab' ve neşredilemeden böyle perişan bir halde kalmaları da bütün edebiyat
müntesiplerini dağdar eden bir felakettir.
Rıza Tevfik son harbin kendi vicdanında husule getirdiği elim intibalar
üzerine uzunca bir manzume yazmaya başlamıştı.
[s. 82 1] Manzume tamamıyla impressioniste'çe yazılmıştır. Serlevhası
"Karanlıklarda Gördüğüm O Menhus Adam"dır. Vezni aruz,. lisanı da bil­
iltizam terkipli ve mustalahtır. Manzume, Osmanlı edebiyatının en bedii
numunelerindendir. Düşünce mecmuasında mukaddimesi neşredilmişti.
Feylesofun asar-ı matbuası miyanında Hamidnô.me'siyJe156 Kamus-ı
FelsefC'sinden birinci cilt ile ikinci cildin birinci cüzü, Felsefe Dersleri vardır.
Bunlardan maada Hurufiliğe dair Avrupalı feylesofların talebi üzerine uzun ve
müdellel Fransızca bir risale yazmıştır ki Avrupa'da tab'edilrniştir. Bir de
Osmanlı edebiyatı tarihi hakkında beş büyük cilt eser yazan İngiliz Mister Gibb
vefat edince eserleri tamamlamak isteyen Cambridge Darülfünunu edebiyat-ı
Farisiye profesörü Browne, dostu Rıza Tevfik'e müracaat ederek bu muazzam
eserin son cildini yazmasını rica etmişti. Rıza Tevfik de altıncı cildi mufassal
surette Fransızca olarak yazıp Londra'ya Profesör Browne'a göndermiştir.
Profesör Browne eseri İngilizceye tercüme ederek neşretmiştir. 157

1 55 Darülfünun emini: Rektör. Rıza Tevfık'in böyle bir görevi olmamıştır. (Haz. notu)
1 56 Eserin adı AbdüUıalc Hamid ve Mülıihazdt-ı Felsefiyesi'dir (İstanbul 1 9 1 8). Eser, Abdullah
Uçman tarafından bir incelemeyle birlikte yeni harflerle neşredilmiştir (İstanbul 1 984). (Haz. notu)
ı ;1 Bahsedilen eser Gibb'in, A History ef Ottoman Poetry adlı eserinin VII. cildi olarak
yayımlanması planlanmıştır. Rıza Tevfık'in, Namık Kemal'den başlayarak l9l l 'e kadar uzanan
son devir Türk edebiyatı hakkında Fransızca olarak yazdıklarını Browne'a gönderdiği
anlaşılmaktadır. Ancak bu cildin tamamlanıp tamamlanmadığı ve tercüme edilip edilmediği belli
değildir. Yayımlanmayan bu cildin müsveddeleri de henüz ortaya çıkmamıştır. Ayrıntılı bilgi için
bkz.: Abdullah Uçman, "A History ef Ottoman Poetry'nin Yayımlanmamış VII. Cildi", MÜ Türklük
Araştımıalan Dergisi, sayı 9, Mart 200 l . (Haz. notu)
670 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şüri, Sanatı, Lisanı ve Mesleği


Rıza Tevfik için Abdülhak Hamid "En büyük şairimiz odur!" demiştir.
Hakikaten Rıza Tevfik en rakik, en hassas, en vehbi şairimizdir. Onun kadar
yazdığını duyarak, kalbiyle, ruhuyla, heyecanıyla yaşayarak yazan hiçbir şairimiz
yoktur.
Sanatta samimiyeti, ihlılsı (sincirile) düstur-ı hareket ittihaz eden Rıza Tevfik
gerek hece vezniyle, gerek aruz ile öyle şiirler yazmışnr ki, Türk lisanı yaşadıkça
yaşayacak, okunacak, tekrar okunacaknr. Çünkü hissin, heyecanın, kalbin
lisanıdır. İnsan o şiirleri okurken ruhunun çırpındığını, kalbinin çarpnğını
duyuyor. İnsana hakiki bir heyecin-ı bedii (emotion esthitique) veriyor.
Rıza Tevfik'te üç muhtelif menba'-ı heyecan görürüz. Onun şairlik
ilhamlarını temin eden üç ayn cereyan vardır:
1. Sırf kavmi bir ruh ile yazdığı şiirlerdir ki eski saz şairlerinin ruhunu ihya
ederek hakiki bir tekamüle (lvolution) mazhar etmiştir.
Bu ruh ile yazdığı bedialar bütün Anadolu'nun heyecanım, şevkini yaşattığı
gibi payitahtın da zevk-i bediisini canlandırmış, yeni bir cereyan uyandırmıştır. Bu
yolda Rıza Tevfik'i takip ve taklit eden yeni ve genç şairler de güzel yazılar
yazmışlarsa da Rıza Tevfik'e yaklaşmak mümkün değildir. Sebebi ise pek a�ikar.
Rıza Tevfik bu milli duygulann menbalannı araştırmış, en asil (originalj
enmuzeçleri bulmuş, on sekiz yirmi sene bunlar üzerinde tetkikat yapmış, fazla
olarak buna kendi irfan, vicdan ve heyecanını da ilave etmiştir. Gençler ise ancak
onu taklit ile yazıyorlar, bu da asil bir bedia meydana getirebilmek için kafi
değildir. Yazdığı divanlar, destanlar, koşmalar birer inci kadar saf, birer pırlanta
kadar temiz, birer canlı kalp kadar sıcak ve heyecanlıdır.
Rıza Tevfik kendinden bahsederken; "Mücedditlik iddiasında değilim,
yalnız şunu hiç çekinmeyerek iddia edebilirim ki benim lisanım eski divancıların,
[s. 823] eski nefesçilerinkine nispetle çok düzgün olduktan maada felsefesi de
biraz daha yüksekçedir. Fakat bunu İstanbul halkı, hususen üdeba ve şuara kısmı
bilmediği için yeni bir şey zannettiler. Ben bu tarzı ihya etmedim. Çünkü bu tarz
olanca kuvvetiyle Anadolu'da ve hatta İstanbul'un tekkelerinde yaşıyor. Ben
bunu ifşa ettim, biraz da biçime koydum, o kadar . . . "

diyor. Fakat bu da şairane bir mahviyettir. Filhakika tarz eskidir. İlk Türklerde
bile bu tarzı, bu şekilleri görüyoruz. Fakat lisan, ruh, heyecan bütün bütün
yenidir. Rıza Tevfik şüphe yok ki şekli de, tarzı da eski aşık tarzından, eski tekke
edebiyatı şekillerinden almıştır, fakat onlarda nasıl bir füsun, nasıl bir sihir peyda
etmiştir ki okuyanları cezb ve teshir ediyor. Mesela Tevfik Fikret'in vefan üzerine
yazdığı o risai bedianın (elegi,e) aslını sufi şairlerinden Gevheri'nin:
Kara gözlüm gayet güzel dediler
Gül cemalini ben görmeğe geldim
Lehlerin hastaya şifa dediler
Gerçek mi sevdiğim sormağa geldim.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 67 1

kıtasıyla başlayan çok samimi fakat çok noksanlar, kırıklıklar, düşüklüklerle dolu
şiirinden almıştır. Enmuzeç (Jype) odur, fakat ruh, hassasiyet, sanat ve rikkat Rıza
Tevfik'indir. O iptidai numuneyi nasıl bir gaze-i sanatla süslemiş, nasıl bir kisve-i
şi're bürümüştür.
O eda-yı hazin samimiyet nedir? O aheng-i rakik füsun nedir? O kafiyelerin
mümtaziyet ve asaleti nedir?
Rıza Tevfik bu nevi şiirlerinde hakiki bir aşıktır. O kadar derin ve sari bir
rebabiliği (jyrisme) vardır ki insan mısralarından uçan tesirin vücudunda,
asabında seyeranını duyar. Yazdığı eserlerde aşk-ı sıla (nostalgique), [s. 824] hazz-ı
garam (erotique) cilvegerdir. Bütün hicran, bütün öksüzlük, bütün sevda, bütün
gözyaşıdır. İşte bir divanı:
Canandan ayrıldım, hastayım candan,
Eller gurbet elde yaramı bağlar.
Haylidir avare düştüm vatandan,
Hicranlı bağrımı kaygular dağlar.

Gene bahçelerde seyran oldu mu?


Güzeller bezminde divan oldu mu?
Bozulup da yoksa viran oldu mu?
Gölgesinde güvem bitiren bağlar?

Farkı var mı benden şeyda bülbülün


Ben de meftunuyum bir gonca gülün.
Tutamam zannı bu dertli gönlün;
İçimde kimsesiz bir öksüz ağlar!

Sen! Öksüz vatan, sen!.. Sevdalı ana!..


Gönlümden inleyen hep sensin bana! ..
Ne nazlı ümidler verirdim sana!..
Geçti mi büsbütün şimdi o çağlar? ..

Gamınla boş geçen şu zamanımda,


Eninin akseder her fıganımda,
İsmini andıkça glış-ı canımda
Ruhuma aşina ninniler çağlar!

Hey Rıza! Alı etsem şu taşlar erir;


Tfiliim ne aceb cilve gösterir!
Vatan hasretiyle bana ses verir,
Söğütlü dereler, dumanlı dağlar!
Bütün bu mısraların içinde kimsesiz bir öksüz ağlıyor, yaralı bir gönül
sızlıyor, kanıyor. Bütün bu mısralar elemleriyle, hicranlanyla, [s. 825]
672 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

hüzünleriyle birer layemut şiirdir. Bu lisanda, bu heyecanda yazılmış kaç tane


şiir gösterilebilir ki bu tarz evvelden de vardır diyebilelim. Bundaki ruh
tamamıyla yeni ve tamamıyla Rıza Tevfik'in kalemiyle canlanmış ve yaşamıştır.
En sarih bir impressionisme, en derin ve samimi bir sul?Jectivisme insanın ruhunu
hiss-i bi-menendine meftun ediyor.
Empressionisme'in en parlak, en füsünkar numunesini Rıza Tevfik'in şu
"Şam-ı Gariban" unvanlı bedia-ı şi'riyesinde buluyoruz.
Şılnı-ı Gariban
Bir akşam kırlarda kaldım avare,
Perilerle her yer meskundur sandım.
Hayretle baktıkça o vahşetzare,
Esrar-ı hüsn ile meşhundur sandım.

Yürürken benimle, dağ taş yürürdü;


Her ağaç peşinde gölge sürürdü.
İnandım ki beni her şey görürdü;
Huzurumla filem memnundur sandım.

Ezelden beridir o hücra yere,


Ninniler söylermiş bir serin dere,
Sırnnı bana da açtı meşcere,
Gençliğim orada medfündur sandım.

Çamlar, kanat açmış bir hüma gibi!


Çayırlar, mükt>vkeb bir sema gibi!
Çiçekler, acayib muamma gibi!
Ne gördümse şaştım; efsundur sandım!

Sevdfılar dcmiydi: Bülbül çilerdi.


Servistan içinde bir ses gülerdi.
[s. 826] Çiçekler kuşlardan buse dilerdi.
Kainat aşk ile mecnundur sandım! ..

Senenin sonbahar faslı gibiydi;


Toprak, bulut, yaprak paslı gibiydi.
Serviler kararmış yaslı gibiydi,
Düşünen kayalar mahzundur sandım.

Mağribi yakmıştı firkat ateşi;


Yuvaya dönmüştü her kuşun eşi.
Dağlara yaslanıp yatan güneşi,
Yaralı hastadır; yorgundur sandım.
�:
:'.I<-�·
:·, · .·0·

. ...

...r-�.:f> "loi't.:�· .:.:w.•�: J;!.


,_

Rıza Tev.fik (Bölükbfl§l)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 675

Nuş ettim güneşin akan rengini.


Ruhumu -hazz ile- yakan rengini.
Ufukta görünce o kan rengini.
Felekler ben gibi dil-hundur sandım.

Sıradağlar mordu, sular kırmızı.


Sulan beklerdi bir peri kızı.
Alnından öperken -akşam yıldızı­
yeşil gözlerine meftundur sandım.

Su kenarlarında laleler vardı;


Göllerde ateşin haleler vardı;
Uzaktan akseden nfileler vardı;
Bir ahu kalbinden vurgundur sandım.

Reng-i hüsn emerdi ay, ülker, çemen;


Günün -can çekişen- solgun lebinden.
O akşam her şeyi penbe gördüm ben!..
O yerin mehtabı gülgundur sandım!..
[s. 827] Rıza Tevfik aşık tarzında yazdığı o incecik, nazenin, zarif
koşmalarla bir feylesof şair Sully Prudhomme ruhu göstermiş, en eski Türk
şiirleri şeklinde de garbın en bedii, en güzel şii rleri için bir çerçeve olan sonnet'lere
gıpta verecek bedialar vücuda getirmek m ümkün olacağını ispat etmiştir: İşte
"Serzeniş"i:

Yürü! Ey bi-vefü hercai güzel!


Gönlüm o sevdadan vazgeldi geçti.
Soldu açılmadan gonca-i emel,
Sonbahara erdik, yaz geldi geçti!

Sana şerh ederken hicran-ı aşkı,


Dizinde okudum destan-ı aşkı,
Buselerle aldım peyman-ı aşkı,
Unutma! Arada söz geldi geçti!

Hüsnünle bu kadar neden öğündün?


Bir yanar ateştin sinemde; söndün!
Ahd ü peyman ettin; sözünden döndün;
O da bir hevesmiş, tez geldi geçti!
Şu üç kıtacıktan ibaret şiirde bütün bir sergüzeşt-i aşkın safahat-ı alamını
okuyoruz, güzariş-i hicramna şahit oluyoruz; emellerini, heveslerini, ihtiraslarını,
elemlerini duyuyoruz. İşte hakiki şiir budur. Bir değil bin kere okunsa
taravetinden, ciyadetinden bir zerresi eksilmez.
676 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Harab Ma'bed" unvanlı şu şiirindeki evocation ne kadar derin ve


müessirdir. Bütün bir Romantisme'i efsanevi ruhu temsil ediyor. Aynı zamanda bir
tablo gibi pi.ttoresque'tir:
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış!
Ulu mihrabında yazılar gördüm,
Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?

[s. 828] Batan güneşlerin ölgün nigahı,


Karartıp bırakmış o kıblegahı;
Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı
Viran kubbesine gölgeler salmış!

İslamın bahtiyar bir zamanında,


Ab-ı hayat varmış şadırvanında,
Şimdi harab olan saye-hanında
Dem çeken kuşların ömrü azalmış!

Ayat ı hikmet var kitabesinde,


-

Bir ders-i ibret var hitabesinde,


Bağ-ı cennet olan harabesinde
Tekbir sadalan artık bunalmış

Hey Rıza, secdeye baş koy da inle;


Taşlar dile gelsin senin derdinle;
Efsane söyleyim ağla, hem dinle;
o şerefli mazi meğer masalmış!
Hele şu "Uçun Kuşlar" isimli şiiri saffet, samimiyet ve rikkat itibanyla taklit
olunmaz bir enmfızec-i safvettir.
Uçun kuşlar, uçun! Doğduğum yere;
Şimdi dağlannda mor sünbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde san gül vardır.

O çay ağır akar yorgun mu bilmem !


Mehtabı hasta mı solgun mu bilmem!
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem!
Yüce dağ başında siyah tül vardır. ..

Orda geçti benim güzel günlerim;


[s. 829] O demleri anıp bugün inlerim;
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 677

Uçun kuşlar, uçun!. Burda vefa yok;


Öyle akarsular, öyle hava yok;
Feryadıma karşı aks-i sacla yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.

Hey Rıza, kederin başından aşkın;


Bitip tükenmiyor elem-i aşkın;
Sende -derya gibi- daima taşkın;
Daima çalkalanır bir gönül vardır. . .

Bu tarzda yazdığı şiirlere yaklaşan olmamıştır. Rıza Tevfik nevinde yegane


kalmıştır. Bu nevi yazılarda kendisini en ziyade mütehassis eden bir asır evvel
Bayburtlu Zihni'nin yazdığı şu bedia-i şi'riye olmuştur:
Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı;
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş,
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda görsem ben o maralı


Hangi çölde bulsam çeşm-i gazali
Leyla'sın yitirmiş Mecnun misali
Dağdan dağa gezer yoktur durağı

Laleyi, sünbülü, gülü har almış


Zevk u şevk ehlini ah u zar almış
Süleyman tahtını sanki mar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

[s. 830] Zihni cevr elinden her zaman ağlar


Gördüm ki bağ ağlar, bağban ağlar
Sünbüller perişan, güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı!

il- Rıza Tevfik'in ikinci nevi şahsiyet-i edebiyesi de sufiliktir. Yine eski
edebiyattan, tekke edebiyatından numuneler alan Rıza Tevfik o nevide de bütün
eslafına takaddüm etmiş ve saha-i ma'rifette rakipsiz kalmıştır. Mystique ruh ile
yazdığı nefesler, devriyeler, kalenderiler Anadolu'nun en kuytu bucaklarına
varıncaya kadar girmiş, tekkelerde okunmuş, ayinlerde tekrar edilmiş, "Rıza
Baba"ya birçok dervişler gıyaben mürit olmuşlardır. Rıza Tevfik için bu garip
bir mazhariyettir.
Gizli bir nur idim subh-ı ezelde
Cilveler gösterip a'yana geldim
Feyz-i aşkı ilham eden güzelde
Kelam-ı sırr idim beyana geldim.
678 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kıtasıyla başlayan uzun bir "Devriye"si tasavvufun en güzel, en canlı ve


heyecanlı bir numunesidir. Şu güzel "Kalenderi"si15B de mutasavvılane bir ruh
ile yazılmış şiirlerindendir:

Harabat ehliyiz; bademiz semdir,


Başka alemde dem sürenlerdeniz!
Hesap sorma bizden; biz hayli demdir,
Defter-i a'mfili dürenlerdeniz!

Hun-ı dil nuş ettik bezm-i salada;


Zevk-i cavidani bulduk rızada;
İia-yı ahd için vakt-i belada,
Tir-i kahra göğüs gerenlerdeniz.

[s. 83 l ] Bu nefs-i hodkamı çekip de dara,


Gülerek ser verdik ulu serdara,
Bir gamze uğruna, didar-ı yara,
Canla, başla gönül verenlerdeniz!.

Dt'rs alıp cananın fettan gözünden,


Şiir meşk eyledik, şirin sözünden,
Kestirme bir yoldan, batın yüzünden,
Ka'be-i maksuda erenlerdeniz!.

Nur-ı aşk inince dil-i agaha,


Mürg-i ruhu saldık, ta kurb-gaha
Baba ocağıdır!... Biz, o dergaha
Destursuz, pervasız girenlerdeniz! ..

Teveccüh kılmadık bab-ı niyaza;


irfanla eriştik rütbe-i naza.
Aşina çıkmışız şa'bede-baza,
Perdenin ardını görenlerdeniz!...

Arifsen, kamiller önünde eğil! ..


İlminle öğünme!.. Sen kendini bil! ..
Bağ-ı ma'rifette, biz -bir gül değil­
Deste deste çiçek derenlerdeniz!..

158Kalenderi: Aşık tarzında yazılan eski şiirlerin bir nevidir. Kendine mahsus bir makam ile
teganni edilir ve sazla çalınır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 679

Hey Rıza! . . Arifiz, derviş-nihadız!


Alayık kaydından çözüldük; şadız! . .
Mest-i la-ya'kılız; gamdan azadız! . . .
Postu meyhaneye serenlerdeniz ! . .

Rıza Tevfik'in karakteristik eserlerinden olan şu "Nefes"inil59 yazıyoruz:

Bana sual sorma cevab müşkildir,


Her sırrı ben sana açamam hocam!
[s. 832] Hakk'ın hazinesi dan değildir,
Cami avlusunda saçamam hocam!

Kayd-ı ahiretle düşmem mihnete;


Ben burda memurum şimdi hizmete;
Hayvan otlatırken gidip cennete,
Sana hulle donu biçemem hocam!

Mi'racı anlatma eşek değilim!


Bildiğin kadar da melek değilim!
Günahkar insanım ördek değilim,
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam!

Halka korku verme velvele salıp


Dünya ve ahiret bu köhne kalıp
Ben softa değilim cübbemi alıp,
İmaret imaret göçemem hocam!

Ölümden ürker mi tez ölen kimse?


Çoktan mazhar oldum ben hak nefese!
Bu demi sürerken ecel gelirse,
İşimi bırakıp kaçamam hocam!

Şarabı men'etme, o değil hüner;


Aşıkım, badesiz pek başım döner!
Gönlümde muhabbet ateşi söner,
Özrüm varsa da su içemem hocam!

Nar-ı cehennemi önüme serme,


Günahımı döküp kaygular verme,
Kitapta yerini bana gösterme
Ben o yazıyı seçemem hocam!

159 Şiirin adı "Sorma Hocam"dır. (Haz. notu)


680 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 833] FeylesofRıza'yım dinsiz anlama!


Dini ben öğrettim kendi babama;
Her ipte oynadım canbazım amma;
Sırat köprüsünü geçemem hocam!
111- Rıza Tevfik'in üçüncü şahsiyet-i edebiyesi de feylesof şairliğidir. Felsefi
düşünceleri şiire sokmuş ve Abdullah Cevdet'in tabirince "Onlarla figan
etmiştir." Rıza Tevfik'e gelinceye kadar hiçbir şairimiz ilhamına felsefeyi bir
menba ittihaz etmemiştir.
Rıza Tevfik bu sahada da yalnızdır ve rakipsizdir; fıtraten sanatkar olan
ruhu burada da ihlastan, samimiyetten (sinemle') ayrılmamıştır. Hiçbir zaman
sanat yapmak için sanata düşmemiştir. İlhamında bir kuvvet, bir kabiliyet, bir
olgunluk görmeden yazı yazmamıştır. Onun için yazdığı eserler de bir kıymet-i
mahsusayı haiz olmuştur.
Rıza Tevfik bu tarzda yazdığı yazılan için aruzu en muvafık bir vasıta
bulmuştur. Onun ahenginde daha yüksek bir vakar, daha derin bir uğultu, daha
aşikar bir celal var ki bu da mevzuun azamet ve ciddiyetiyle mütenasiptir. İşte
"Fecr-i Evvelin"i

Bir şeb sabaha karşı bidar idim Bebek'te;


Zihnim kapıldı gitti girdab-ı mübhemata.
Bir ihtida düşündüm ma'mure-i hayata;
Fikren seyahat ettim Menfıs'te Baa'lbek'te.

Bir an-ı vecd içinde tayy eyledim mekanı;


Birçok harabe gezdim, birçok denizler aştım;
Bidar edip şeban-geh, bi-hlış olan zamanı
Tarihi rehber ettim, maziyi hep dolaştım.

Mechulü cüst ü cuda bilmem ne neşe vardır;


Varmaz nazar hududa, ufk-ı hayal dardır.
[s. 834] Yokluk ukule reh-zen, varlık nedir bilinmez;
Bir şüphe var ki ruşen, bilmekle hiç silinmez!

Evvel ne, akıbet ne? Bilmez yetim insan!


Bir dem vukuf-ı neş'e, bir dem hayat, kuvvet.
En sonra zıll-i hiçi . Matem, sükut, nisyan!..
.

Ey gam-feza hakikat, ey nur-ı mübhemiyyet! . .

Sahn-ı vücuda her şey ruşen gelir, gider de


-İnsan düşünse mutlak fikret teselsül eyler­
Müphem kalır hakikat .. Nerde o eski şeyler? ..
Babil ne oldu? .. Menfıs nerde? O devr nerde? ..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 68 1

Ben ihtida sorardım, lakin susardı hilkat! ..


Asar-ı ömr-i mazi, yer yer tahaccür etmiş . . .
Avaz-ı ceng-i fetret, sur-ı muzafferiyyet,
Putlar, sükut, ma'bed yekser tahaccür etmiş . . .

Menfıs, o şanlı Menfıs, Menfıs ki taşlarında


Enkaz-ı devr-i şevket hfila nazar-rübadır;
Saf saf duran o putlar, putlar ki başlarında
Mazi; o dünkü rü'ya bir hale-i fenadır . . .

Menfıs, evet o Menfıs, hakister-i hayata


Zıll-i fena bırakmış bir meşher-i iberdi;
Zihnim koşardı daim pek eski hatırata;
Lakin o gamlı yerler nisyana rahberdi.

Nisyan! O son nigahı bir muhtazır vücudun;


Nisyan! O samt-ı hiçi-pervaz-ı sermediyyet;
Nisyan! O maverası mazi-i bi-hududun;
Nisyan! O mevt-i daim, nisyan o herm-i zulmet!..

Nisyan! O leyl-i yelda, çökmüş harabe-zara


Hayla. o şanlı dehrin, toprakta rengi solmuş.
[s. 835] İbret gözüyle baktım bir muhteşem mezara;
Silmiş o ismi devran "Ramses!" okunmaz olmuş.

Sakf-ı bina-yı ma'bed, heybet-nüma direkler.


Viran!.. O seng-sarın asude gölgesinde!
Şeb-perreler oturmuş, vakt-i gurubu bekler!..
Yalnız enin kalmış baykuşların sesinde.

Ewelki secdegahın otlar bitip yerinde


Vahşi çiçekler açmış, mihrab u minberinde;
Tak-ı zafer yıkılmış, balası hake düşmüş,
Bi-kes harabe-zara binlerce kuşlar üşmüş . . .

Sordum harabelerden, daim bu sım sordum,


Mübhemdi pek uzaktan aks-i sada-yı mazi;
Maşrık görünmüyordu, bica hayali yordum,
Her sude bi-nih:lyet muzlim rida-yı mazi!

Bir ma'bed-i harabın müdhiş deliklerinde


Meş'al sönüp nihayet zihnimde tab azaldı;
Bihfıde cüst ü cudan, fikrim yıkıldı kaldı,
Mazi-i pür-sükunun viraneliklerinde!..
682 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu ciddi lisanı kullanan Rıza Tevfık'in keskin, şakrak, şuh ve müstehzi bir
üslubu da vardır. Mizah-perverane yazdığı manzumelerinden maada aynı ruh
ve aynı hisle yazdığı makaleleri de taklit olunmaz seyyal ve cevval bir lisana
mfiliktir. Garp lisanlanna derinden derine vukufu Türkçeyi de kendi hislerine,
fikirlerine, heyecanlanna hadim edecek bir kudret-i mahsusa vermiştir. Felsefi ve
edebi birçok ıstılahata en kuvvetli ve en hakiki mukabilleri bulan kendisi olduğu
gibi samimi ve saf ocakbaşı Türkçesinin unutulmuş güzelliklerini meydana
çıkaran da yine kendisi olmuştu. Türk halkiyatının (Folklore) ölmemesini, canlanıp
yaşamasını çok isteyen Rıza Tevfik buna dair birçok yazılar yazmış, gençleri
tetkike teşvik etmiştir. Lisanın sadeleşmesi ve güzelleşmesi [s. 836] hususunda da
bir hayli makaleler yazarak kanaatlerini serdetmiştir. İçtihad'a yazdığı bir
musahabede:
"Enderun lisanını biz bırakalım. Biz ona temellük etmedikçe o bize iltifat
etmez. Onun tavn, üslubu mağrurane ve mütekebbiranedir: Ecnas-ı edebiyeyi
de levazım-ı san'at ve hususiyet-i üsllıbu ile şöyle bir kenara koyalım. Çünkü
medeni bir hayaun muhtelif muhtelif cilveleri vardır ve her birinin levazım ve
havaici diğerininkine benzemez. İnsan bir akademi, bir saray, bir hükümet
bina�ı yapacak olursa, onun üslubunu da haysiyet ve mahiyeti ile mütenasip bir
surette "muhteşem" bir resim üzre tayin eder; daha müzeyyen (decoratif! yapar.
Bir hastahane binası gibi sade düz yapmaz. Memleketin idarece demokrat
olmasıyla bunun hiç münasebeti yoktur. Amerika'da Washington parlamentosu,
Paris'te Büyük Saray, Küçük Saray ve daha bu türlü binalar, pek muhteşem, pek
aristokrat ve müzeyyen üsluplann numunesidir. Sanat, çok defalar bu
tezeyyünden, bu ihtişam-ı üsluptan geçemez. İlham orada aynı surette değilse
bile, üslup ve eda, ancak surette kendini gösterir ve mevzuuna göre taayyün ve
tehalüf eder. Bunu da ben Türkçülük meselesinden hariç tutuyorum.
Biz avam lisanını organiser etmeliyiz. Ona fıtraten ve ha.ta müstait olduğu
şekl-i kemfili verebilmeye çalışmalıyız. Sonra, lisan oyuncak değil,
maneviyetimizde vasıtadır. Birbirimizi ancak o sayede anlar tanınz. Lisan bir
olmazsa millet parça parça yaşar. Kımıldansa bile bir müddet yaşar, sonra
inhilfil eder. Çünkü ayn ayn yaşayan lehçeler (diakctes) zaman ile büsbütün
aynlmaya ve büsbütün ayn birer lisan olmaya meyyaldir. Bu da bir hakikat-ı
ilmiye ve tarihiyedir. Latinceden doğan lisanlar bidayette böyle birer lehçe idi.
Aynlınca, o lehçe üzre konuşan unsur-ı milleti de ayırdı götürdü. Vahdet-i
lisanın siyaseten, sanaten, edeben, hikmeten ehemmiyeti buradadır. Farklı
lehçeler teşkil edecek surette parçalanan lisan yerine umumi ve milli bir lisan, bir
visıta-i beyan kaim olmazsa tehlike yakın demektir.
İşte Türkçülüğün gayretinden beklenilen en büyük hizmet bu tehlikeyi
ma'na-yı hakikisi ile ve olanca ehemmiyeti ile telakki etmek ve umumi bir lisan-ı
Türki [s. 837] vücuda getirmek için malzeme-i inşiiye hazırlamak ve kalfalar,
muktedir kalfalar yetiştirmektir. Yoksa zamanımızın en büyük hünerverleri olan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 683

Fikret'e, Hfilid Ziya'ya ta'n etmek değildir. Onlar vakıa Arap ve İrani bir üslup
ile binalar yapıyorlar, fakat o üslupta güzel şeyler vücuda getiriyorlar.

Biz postahane ve bazı mebani yaptığımız zaman mimarlarımız, başka bir


üslup ile mi eda-yı hüner ediyorlar? Ben hiç zannetmiyorum! Çünkü Osmanlı
üslubu yalnız -benim anladığıma göre- cevamı-ı şerife binasında
keşfolunabilmiştir. Fakat başka binalar için hakiki Türk veya Osmanlı çehre-i
üslubunu henüz keşfeden olmadı; herkesin yaptığı eser yine Arap ve Acem
karışığı bir şeydir. Bir kemer, bir Mühr-i Süleyman'lı kapı, bence bir terkib-i izafi
veyahut bir vasf-ı terkibinin fenn-i mimaride yalnız aynı değil; bir gazeldir, bir
kasidedir.

O halde Fikret'lere, Halid Ziya'lara reva görülen ta'n ve tariz, niçin


mimarlarımıza reva görülmüyor? Türkçülük her şeyde Türklüğün asil çehresini
bulsun, hususiyet-i edasını, üslubunu keşfetsin.

Malzeme-i inşaiyeyi -ewela- şöyle yığsın! Sonra onlardan Türk üslub-ı


hakikisine göre bir bina yapmak lazım gelince ben eminim ki yine onu en güzel
şekil ve eda üzre yapacak Fikret ve Halid Ziya gibi mimarlar ve hünerverlerdir."

Rıza Tevfık'in felsefede tuttuğu meslek subjectivisme mesleğidir. Şiirlerinde de


bunun izleri görülmektedir.

Haddizatında tabiatın his ve füsununa aşık olan Rıza Tevfik bütün o


güzellikleri gönlünün ihtizazlarını, kalbinin heyecanlarını ifşa ve ifade için birer
güzel vasıta olarak kullanır. lmpression'larım kendine mahsus rakik ve nazan bir
belagatle tercüme eder.

"Güldüm, o gülüş benden eziyyet gibi geçti . . . " der. 160

160 Rıza Tevfik Bölükbaşı 30 Aralık 1 949'da İstanbul'da vefat enniştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Mıiba'de't-tabiiyiit Derslerine Ait Vesaik (İstanbul 1919), Ontolııji Mebii/ıisi, (İstanbul 1920), Esutik
(İstanbul 1920), Bergson Holrlr:ında (İstanbul 192 1 ; yeni harflerle yayımlayan: Erdoğan Erbay, Ali
Utku, Konya 2005), Rubtiiyiit-ı Ömer HfEJ!Y°"1 (Hüseyin Daniş'le birlikte, İstanbul 1 922), Seriib-ı ömriim
(Lefkoşa 1934; 2. b. İstanbul 1 949), Tevfa Fılr:ret (İstanbul 1945; Rıza Tevfık'in Tevfik Fikret
hakkındaki diğer yazılannın da ilavesiyle yayımlayan: Abdullah Uçman, İstanbul 2005), Ömer
HfEJ!Yam ve Rübaileri (İstanbul 1945),
Ölümünden sonra kitaplaşnrılan eserleri� Rıza Tevfa'in Tekke ve Haflc Edebiyatı İle ltgi,li
Malral.ekri (Haz. Abdullah Uçman, Ankara 1982; 2. b. İstanbul 2001),
Biraz da Ben Konuşl9'lm (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1993; 2. b. 2008), Şiiri ve Sanat Anlayışı
Üzerine Rıza Tevfa'Un Ali ilmi Fiiniye Bir Mektup (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1 996),
Rıza Tevfa'in Sanat ve Esutilde İ/gi,li Yazılan-! (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 2000), Seriib-ı
ömriim ve Diğer Şiirleri (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 2005), Diirini!ft.inı1 Felsefe Ders Notlan (Haz. Ali
Utku-Erdoğan Erbay Konya 2009). (Haz. notu)

Halid Zfya (Uşaklıgi0


HALİD ZİYA

Veladet ve Hayatı
Halid Ziya İzmir'le İstanbul arasında halı ticaretiyle iştigal eden
Uşakizadeler'den Hacı Halil Efendi'nin oğludur. Babası ve atası bilhassa
İzmir'de şöhret kazanmış büyük tüccardandır. Büyükbabası ailece İzmir'de
otururdu. 1 282 [1 865] tarihinde İstanbul'da Zeyrek yokuşunda dünyaya gelen
Halid Ziya ilk tahsilini İstanbul'da Taş Mektep'te, Fatih Rüşdiyesi'nde elde
etmiştir.

Fıtraten pek zeki olan Halid Ziya daha küçücük iken tiyatroyu pek
severmiş. Kendisinde mütalaa zevkini uyandıran saiklerden biri ve belki birincisi
bu tiyatro merakı ve muhabbeti olmuştur. O sayede de ze.kası nemalanmış,
inkişafa başlamıştır.

Halid Ziya'nın çocukluğu on iki yaşına kadar İstanbul'da geçmiştir. Sonra


ailesiyle beraber İzmir'e büyükbabasının yanına gitmişti.

Bu seyahat Halid Ziya için büyük bir nimet olmuştur. Babası Hacı Halil
Efendi Fars edebiyatına çok meraklı, bilhassa Sadi ile Mevlana Celfileddin-i
Rumi'ye meftun olduğu gibi büyükbabası edebiyat muhibbi idi. Hususiyle,
büyükbabasının İzmir'deki konağı bir nevi mahfıl-i edebi hfilinde idi. Zamanın
eşraf ve muteberanı orada toplanır, yeni neşredilen, İstanbul'dan gelen romanlar
okunur, dikkat ve lezzetle dinlenilirdi.

Büyükbabası, zeka ve irfanına pek bağlı olduğu torununu pek sever ve


terakkisini şiddetle arzu ederdi. Toplanılan bu meclislerde romanların kıraati
vazifesini Halid Ziya'ya tevdi etmişti. Bu vazife çocuğun inkişafına yardım
ediyordu. Yanlış okuduğu kelimeler de meclisin fuzalclsı tarafından tashih
olunuyordu. Mecliste okunan eserler Süleyman Musli, Hasan Mellôh gibi [s. 839]
milli ruh ile yazılmış eserlerdi. Fakat her yerde Ponson du Terrail'ın 1 6 I Xavier de
Montepin'inl62 cinai ve feci romanları büyük bir rağbet gördüğü halde Hfilid
Ziya'nın okuyuculuk ettiği bu meclislerde Dumas Fils'inl63 Octave Feuillet'ninl64

1 6 1 Ponson du Terrail 1829'da doğmuş 187 1'de ölmüş bir Fransız hikaye-nüvisidir. Exploits
de Rocambo/,e namıyla meşhur yazılarıyla şöhret bulmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
1 62 Xavier de Montepin 1823'te doğmuş 1902'de ölmüş bir Fransız hikaye ve facia-nüvisidir.
Gazetelere tefrika olarak birçok hikayeler yazmıştır. Bilahare o hikayelerden facialar tertip etmiştir.
(İsmail Hikmet'in notu)
1 63 Alexandre Dumas Fils 1824'te doğmuş 1895'te ölmüş meşhur bir Fransız hikayecisidir.
Bilahare tiyatrolar yazmaya başlamış ve kuruluş itibarıyla sağlam, gaye itibarıyla ahlaki birçok
688 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

hayali eserlerine daha fazla merak gösterilmekte idi. Bu da Hfilid Ziya'nın


inkişaf-ı zekasına, terbiye-i fikriyesine yardım ediyordu.
Aynı zamanda da İzmir Rüşdiyesi'ne devam eyliyordu. Fakat bu rüşdiye
tahsili çocuğun gayret ve zekasını tatmin edemiyordu. Daha mektebin son
sınıfını bitirmemişti. Büyükbabası torununun tahsil ve terbiyesini düşünerek
Auguste de Jaba isminde meşhur bir dava vekilinin yanına vererek Fransızca
ogrenmesine himmet etti. Bir müddet sonra, Halid Ziya, bir gece
büyükbabasının yanına kıraat okumaya geldiği zaman Ponson du Terrail'dan
tercüme ettiği bir romanı okur. Atası torununun bu gayret ve muvaffakiyetinden
çok memnun olur ve kendisini taltif makamında İzmir'de Mechitariste
Mektebi'ne verir.
Halid Ziya Mechitariste Mektebi'nde çok istifade etmiştir. Çocuğun
zekasını gören mektep müdürü Pere Nicolas kendisine sıkı bir alaka göstermiştir.
Is. 840] Bilhassa Pierre Vandel ve Raymond Pere isimlerinde, edip ve fazıl
iki edebiyat muallimi Halid Ziya'daki İstidadı terbiye ve zevk-i bediiyi tenmiye
ederek çocukta edebiyat hevesini canlandırırlar.
Pierre Vandel Hfilid Ziya'ya klasikleri okutur. Kendisi: "Her sayfayı ayn
ayn tahlil ederek okuduk, kanş kanş bilirim." dermiş. Denebilir ki Türk edipleri
arasında klasikleri Halid Ziya kadar derinden derine tetebbu etmiş bir edip daha
yoktur.
Mektepte gördüğü dersleri kafi bulamayan Halid Ziya tarih-i tabiiye merak
sarar ve LclUis Figuier'nin eserlerini tetebbua başlar. Vilqyet gazetesinde ilk defa
neşredilen eseri "Uyku Nedir?" makalesidir.
Hemen daima tercüme ile meşgul oluyordu. Bu tercümelerin de Halid
Ziya'nın hem lisanına, hem fikrine pek büyük yardımı olmuştur. Ara sıra edebi
parçalar da yazıyordu. Bunlar " Mechitariste Mektebi Şakirdanından Mehmed
Halid Ziya" ismiyle İstanbul'da çıkan Ha:(ine-i Evrak risalesinde basılıyordu.
Hfilid Ziya mektebin edebiyat bazı manialar
sınıfında birinci çıkmış, fakat
dolayısıyla felsefe sınıflarını takip edememişti. Klasikleri tamamlamış idi. Hem
ressam, hem edip, hem de musikişinas olan diğer muallimi Raymond Pere Hfilid
Ziya'yı zamanının yeni şair ve romancılan olan Pamassiensler ile tabiiyylına
{/Valuralistes) celb eder. Hugo'lardan165, [s. 84 1] Musset'lerden166, Lamartine'ler-

eserler vücuda getirmiştir. Türkçeye de tercüme edilmiş olan La Dame aux Camelias'sı meşhurdur.
(İsmail Hikmet'in notu)
1 64 Octave Feuillet 182 l 'de doğmuş l 890'da ölmüş bir fransız hikıiyecisidir. Hayali eserler
yazan romantiklerdendir. Eserlerinin bir kısmında zevki rencide edecek kadar gayr-i tabiilik
görülür. (İsmail Hikmet'in notu)
165 Victor Hugo 1802'de doğmuş 1 885'te vefat etmiş on dokuzuncu asnn en meşhur şairidir.
Feyyaz ve bi-nihaye eserleriyle edebiyat aleminde hemen hiçbir şairin elde edemediği yüksek bir
mevkii kazanmıştır. Şiirleri, romanları, tiyatroları, siyasi nutuklarıyla şöhret almıştır. Romantik
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 689

den167, Sully Prudhornrne'Iaral68 kadar okur. [s. 842] Balzac'lanl69 F1aubert'leri'70


takip eder. Bir gün pederinin mağazasında oturmuş Madame Bovary'yil71 okurken

mekteb-i edebinin reisü'r-rüesasıdır. Siyasi cereyanların birçoklarına iştirak etmiştir. Sefille r (Les
Miserabks) unvanıyla yazdığı eseri dünyanın bütün lisanlarına tercüme edilmiş insani bir eserdir.
Lisanı parlak, azametli ve şaşaalıdır, hayali canlı, heyecanlı ve keskindir. Osmanlı şairlerinden
Abdülhak Hamid Bey, Victor Hugo'dan çok istifade etmiş, şairin dehasını takdir eylemiştir. (İsmail
Hikmet'in notu)
166 Alfred de Musset 1 8 1 0'da Paris'te doğınuş, 1 857'de ölmüş meşhur bir Fransız şairidir.
Romantik mekteb-i edebindendir. İnce, zarif mudhikeleri de vardır. Maraziyet derecesine varan
hassasiyeti, [yrimıe'ini son derecelerde artırmıştır. Mustarip ruhlu, hasta maneviyetli bir şair idi. En
kıymetdar eserlerini gençliğinde yazmış, otuz yaşından sonra edebi bir akamete uğramış artık
kıymetdar bir şey yazamamıştır. Gecel.er (Les .Nuits) unvanlı manzumeleri his, hayal, heyecan ve şiir ile
mali birer nefise-i san'attır.
Fikret devr-i edebisi ve haleflerine çok tesir etıniş bir şairdir. Fikret, Musset hakkında yazdığı
bir şiirinde şaire hitaben:
Kaplar dil-i bi-tabımı hayret
Pervazını etdikçe temaşa...
Karşında senin -Alı ne zillet!­
Şair mi denir bizlere? Hişa!
kıtasıyla sitayiş-haan olmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
167 Alphonse de Lamartine l 790'da doğmuş, 1 869'da ölmüş bir Fransız şair ve siyasisidir.
Romantik mekteb-i edebinin ihya-kandır. Tab'ında bir ihtiras-ı mahsus beslemediği için o mektebin
riyasetine geçmeyi hatırına bile getirmemiştir. Kendisinden sonra yetişen Victor Hugo o şerefi
kazanmıştır Lamartine Fransız şiirinin en bedii, en tabii, en la-yemılt enmılzeclerini yaratmıştır.
Fıtraten şair doğmuş bir dehadır. Her şeyde reis olmak üzere hayata gelen Lamartine hükümet
riyasetine kadar çıkmış fakat ihtirassız, büyük ruhlu bir insan olduğu için o mevkide yapışıp
kalmamış temiz bir aile hayatı kurarak yaşamıştır. Şark'a Seyahat'i vardır. Orada sevgili kızını
kaybetmiştir. Şiirlerindeki aheng-i tabii, rikkat ve nezahet o derin huzur ve sekinet hiçbir şairde
görülmemiştir.
Gençliğinde yazdığı Graziell,a ismindeki ince ve rakik roman Türkçeye de tercüme edilmiştir.
Türkiye'de edebiyata Garp zihniyetini aşılamaya ilk teşebbüs eden İbrahim Şinasi, Avrupa'da
bulunduğu zaman bu meşhur şairin musahabet ve muaşeretinde bulunmuştur. (İsmail Hikmet'in
notu)
1 68 Sully Prudhomme 1839'da doğmuş 1907'de ölmüş meşhur bir Fransız şairidir. Fransa'da
Parnassiensler diye şöhret bulan zümre-i şuaradandır. Hayatının en rakik, en nezih hissiyatını ifade
ve tercüme etmekle şöhret bulmuş bir feylesof şairdir. Bu cihetle diğer arkadaşlarından aynlır.
Parnasyenler bilhassa lisanlarının temizliği, ahengi asalet ve mümtaziyetiyle meşhurdurlar. Sully
Prudhomme'da bu meziyetlerden başka hassasiyet, rikkat ve samimiyet vardır. SufdectWisme'in de en
güzel enmılzeçlerini vermiştir.
Kınk Billur (Le Vase Eris!) unvanlı küçücük sonesi yalnız Fransız şiirinin değil bütün cihan
şiirinin en bedii, en derin, en zarif, en ölmez bir numunesidir. (İsmail Hikmet'in notu)
169 Honon� de Balzac l 799'da doğmuş, 1 850'de ölmüş meşhur bir Fransız hikayecisidir.
Parlak ve velud dehasıyla şöhret bulmuştur. Yarattığı tipleri tabiattan alan Balzac realiste mekteb-i
edebinin müessislerindendir. Müşahadeleri hakiki ve keskin fakat çok zaman lüzumsuz teferruat ile
memlUdur. Muhayyilesi kuwetli, tasvirleri ince ve keskindir. İnsani ihtirasları olduğu gibi tasvire
muvaffak olmuştur. Asan pek çoktur. Hakiki bir kasibtir. Evinde tesis ettiği küçük matbaada
eserlerini ailesiyle tertip eder, tab'eder ve satardı. Bu suretle geçirdiği hayat o kadar dar, o kadar
mahrumiyetli ve ezici olmuştur ki demir gibi vücudunu elli bir sene içinde eritip bitirmiştir. K'ôy
Hekimi (Medecin de Campagne) unvanlı eseri her lisana tercümeye değer bir kıymettedir.
690 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gören bir Almanın hayretle: "Bu yaşta bir Türkün elinde Flaubert'i görmek!"
dediğini kendisi nakleder.
Halid Ziya on sekiz yaşlarında iken mektepten çıkmış idi. Matbuata intisap
etmiş, diplomat olmaya karar vermiş fakat hocasıyla da alakasını kesmemişti.
Nihayet bu emeller peşinde İstanbul'a gelmişti. Birkaç arkadaşıyla birleşerek
Nevn2z isminde bir mecmua çıkarmaya başladı. Garptan Şarka. SfJ!Ydle-i Edebiye
isminde büyük bir eser de yazıyordu ki ancak medhali basılabilmişti. Validesinin
İzmir'de hastalanması bütün ümitlerini kırmış, diplomatlıktan da, gazetecilikten
de -velev muvakkaten olsun- çekilmeye mecbur kalmış, İzmir'e koşmuştu.
İzmir Rüşdiyesi'nde bir Fransızca muallimliği alarak orada kaldı. Bir
müddet sonra idadi Fransızca hocalığına geçerek Osmanlı Bankası'na memur
olmuştu. Aynı zamanda edebiyata olan aşkı, içinde daimi ve ateşli bir heves
halinde yaşıyordu. Bu aşk ve hevesin teşvikiyle Hizmet isminde bir [s. 843] gazete
çıkarmaya başladı. Yanına birkaç arkadaş da almıştı. Artık Halid Ziya hayat-ı
edcbiyeye bütün ciddiyetiyle atılmış demekti. Mekteplerde hocalık, bankada
memurluk etmekle beraber halkı tenvir maksadıyla da gazetede çalışan Halid
Ziya bütün manasıyla bir emekçi olmuş, kendi zati hayatını öz gayretiyle
kazanarak iktisadi hürriyetini ele almıştı.
Hizmtt'in ilk nüshasıyla çıkmaya başlayan eseri Sefile adlı bir milli romandı.
Gariptir ki tefrika olarak neşredilen bu eseri kitap halinde tab'ettirmek için
müracaat eden Halid Ziya'ya sansür müsaade etmemiş, "Bu eser gayr-i
ahlakidir, basılamaz!" demiştir. Bu muameleden müteessir olan Halid Ziya eseri
parçalayıp atmıştır. Bu gün mevcut nüshası da yoktur. 1 72
Halid Ziya çıkardığı Hi::,mtt gazetesiyle zamanın kara zihniyetli,
muhafazakar ruhlu, mutaassıp kafalı kitlesinin tariz ve taarruzuna hedef
olmuştu. İlk nüshasından neşre başladığı Mensur Şiirler unvanlı parçalarının lisan,
meal ve hatta isminden bir şey anlamayan halk tuğyana başlamıştı. Halid Ziya'yı
meyus edecek bir muhacemeye başlamışlardı. Bu çalışkan ve azim-perver genci
teselli ve tergip eden Recaizade'nin gönderdiği taltif-kar ve teşvik-perver bir
mektup olmuştu. Üstad Ekrem, Halid Ziya'yı meslek ve lisan itibarıyla şayan-ı
takdir görüyordu. Halid Ziya aldığı bu kuwetle muarızlarının irticakarane
tasallutlarına hiç ehemmiyet isnat etmeden yürümeye başladı. Bir taraftan da fen

1 70 Gustave 1-laubert 1 82 1 'de doğmuş, 1 880'de ölmüş realiste bir Fransız hikayecisidir. İnce
ve keskin bir ruh-şinas olan flaubert hayat-ı beşeri teşrih ve tasvirde yetişilmez bir muvaffakiyet
göstermiştir.
Üslubu sade, canh, şedit, parlak ve münakkahur. Adedi çok olmayan romanlannın kıymet ve
ehemmiyeti çoktur. (İsmail Hikmet'in notu)
1 7 1 Madame Bovary, Gustave Flaubert'in en meşhur eseridir. (İsmail Hikmet'in notu}
1 72 &jüe yazıldığı zaman sansür tarafından basılmasına izin verilmemiştir. Kitap halinde ilk
baskısı 2006 yılında Özgür yayınlan tarafından yapılmışur. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 691

ile uğraşıyor Mebhasü't-k:ıhj, Bukalemun-ı Kımyd, Hesap Oyuntan, Hamt ve Vaz'-ı Hamt
namında eserler de yazıyordu.
Halid Ziya asıl bundan sonra kendi edebi mesleğini yaşatan ve namını
yükselten eserlerini meydana koymaya başlamıştı, daha on dokuz yaşlarında
ateşli bir gençti. Evvela Hizmet'te tefrika suretiyle Nemtde'yi yazdı. Arkasından sıra
ile Bir Ölünün Defleri, Ferdi ve Şürekdsı romanları çıktı. Bir Muhtıranın Son Yapraklan,
Bir İzdivacın Tarih-i Mudşakası, Bu muydu?, Hf!Yhdt, Dil hikayeleriyle Mensur Şiirler,
Mezardan Sesler gibi eserleri intişar etti [s. 844] . Bunlardan maada bir kısmı Ndkil
namıyla bir iki cilt kitap haline konulan Fransızca ve İngilizceden tercüme
edilmiş küçük hikayeleri çıkmıştı.
Halid Ziya bir de tarih-i edebiyat külliyatı vücuda getirmek arzusuyla Rus
ve Sanskrit edebiyatlarına dair tetkikata koyulup bir hayli makaleler de yazmıştı.
Üç yüz sekiz senesine kadar Halid Ziya, İzmir'de kalmıştı. O senenin kışı
gelmişti. O esnada Reji İdare-i Merkeziyesi Tercüme Kalemine başkatip tayin
olunan Halid Ziya da İstanbul'a gelmişti.
Sultan Hamid istibdadının en karanlık günlerinden olan bu senelerde
İstanbul'un afakına bir sessizlik, bir ıssızlık kabusu çökmüştü. Muallim Naci
edebiyatının zayıf düştüğü Ekrem edebiyatının da tamamıyla canlanamadığı bir
devrenin tereddütleri hükümran oluyordu. Sansürün ve Encümen-i Teftiş ve
Muayene'nin tazyikatı arttıkça artıyordu.
Çocuklara mahsus olarak çıkarılan bir Mekteb gazetesi vardı. İsmail Hakkı
Bey bu gazeteyi edebi bir mecmua haline koyarak hem Şark hem Garp
edebiyatlarından bahsetmek teşebbüsünde bulunmuştu. Bu teşebbüs neticesinde
Halid Ziya'ya da müracaat olunmuştu. Halid Ziya teklifi kabul etmiş, Sanskrit
edebiyatına dair bahisler yazmaya başlamıştı. Servet-i Fünun'a da küçük hikayeler
veriyordu.
Bir gün Halid Ziya, Zaptiye Nezareti'ne çağınlarak isticvab edildi: Nazır
Paşa: "Sanskrit Edebiyatı namıyla meslek-i maddiyılnu neşre çalışıyormuşsunuz?
Hatta Encümen-i Teftiş ve Muayene bile yazdıklanmzı anlamıyormuş?" demiş,
Halid Ziya da: "Encümen-i Teftiş ve Muayenede anlaşılmayan bir eserden kim
ne anlayabilir ki bir mahzur tasavvur olunabilsin?" cevabıyla kurtulmuş ve evine
avdetinde birçok kitaplarıyla yazılarını ve mektuplarını yakmıştır.
Bundan sonra Halid Ziya bir devre-i sükı1ta dalmıştır.
1 3 1 0 [1 895] senesinden beri canlanan Servet-i Fünun kendi etrafında
zamanın en kıymetli, en muktedir şairlerini ve ediplerini toplamaya başlamıştı.
Fikret Malumat gazetesi kapatıldıktan sonra Servet-i Fünun un başına geçmiş,
'

Malt1mat'ta başladığı [s. 845] yenilik cereyanını daha kuvvetle tatbik ve takip
ediyordu. Mekteb gazetesi başında bulunan Cenab Şahabeddin de arkadaşlarıyla
gelerek Servet-i Fünun'a iltihak etmişti. Bütün bu gençler bilhassa Mehmed Rauf,
Halid Ziya ile tanışmakta idiler.
692 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hfilid Ziya'nın yeni ruhta yeni zihniyette, yeni lisanda yazdıkları kendisine
birçok gençleri bağlamıştı. Mehmed Rauf daha o zaman bazı hikayeler yazarak
İzmir'e Hfilid Ziya'ya göndermiş o da Hizmet gazetesinde neşretmiş o zamandan
beri aralarında bir münasebet-i edebiye hasıl olmuştu. Daha o zaman Mehmed
Rauf mektep şakirdi idi.

Halid Ziya müstaid gençleri yeniliğe doğru sevk etmek, sıyan et eylemekle
nesir vadisinde genç bir üstat oluyordu. Esasen bi rkaç seneden beri Seroet-i
Fünı2n'a da küçük hikayeler veriyordu. Bu zamanlarda o da bütün bütün Servet-i
Fünı2n'a iltihak ederek yeni edebiyat ı cedidenin nesir kısmını idare eden bir üstat
-

olmuştu. 1 3 1 2'de f l 897] İkılam'a "Hikaye-i Müntahabe" unvanı altında ufak


ufak mensur şiirler yazıyordu. Daha o zamanlardan lisanının yeniliğine,
tah ayyülat ve tasavvuratının yeniliğine, şive ve üslubunun yeniliğine
alışamayanlar kendisini Avrupa edebiyatından intihalatta bulun makla i tham
ediyorlardı. O zaman Tevfik Fikret kendisini müdafaa ile: "Bu gün belki ekser
erbab-ı mütalaa tarafından neka}ısı meziyatına galip görülen Hfilid Ziya lisan-ı
edebinin yarın için şive-i um umu beyan hükmünü alacağını söyleyenler
hükümlerinde ne dereceye kadar şayan-ı itimaddırlar? Şu suali hal için o kadar
gayb-şinas olmaya hacet yoktur. Sanırım; daha bugü nden -sanat-ı tasvir ve
tahkiyede isbat-ı iktidar edenlerin- zeban-ı beyan la rında o şiveni n bir lerzişi,
rekaketi, gayr-i iradi bir eser-i sirayeti hissoh ın muyor mu? .. El-yevm layıklıca
tahsil ve terbiye görenlerimizin duyuşları nda, görüşlerinde , düşünüşlerinde bir
başkalık var ki bunu dünkü lisan-ı tahrir artık tebliğe muktedir değildir. Halid
Ziya bu mükemmdiyet-i tahsil ve terbiyeye mazhar olanların bir fıtrat-ı
mümtaze ile teferrüd edenlerinden olduğu için tabii tasavvurat ve hissiyatında
bir başkalık, bir yenilik görülmekte. Bu tahavvül ve [s. 846] teceddüd kendi
lisanına, sonra da -yine öyle bir tahsil ve terbiye neticesi olarak- kendisi gibi
görüp düşünenlerin l isanları na inikas etmektedir.
'Halid Ziya Bey bu nları Fransızcadan al ıyo r; hep o tasavvurlar, hep o
tasvirler Frenk üdebası n ın .' fikrinde bulunanlar yanılıyorl ar; çünkü hiç öyle
değil. Fikr-i acizanemce şimdi Mdi ve Siyah müellifinin tarz-ı tahririne kusur
bulmaktan ziyade muvaffakiyatını tebrik ve temenni etmeli. Bir nüfüz-ı na­
mahsus ile uruk-ı tahrire süzülerek, yayılarak yarın bütün asar-ı cdebiyede
birden görünüverecek olan bu ruh-ı bedii-i şi're alışmalıyız.

Uşşakizade'nin o küçük fıkralarıyla tezyin ettiği gazete sayfaları , çok değil,


bundan bir iki sene sonra, görürsünüz, ne büyük bir hahişle aranacaktır. İhtimal
ki o zamana kadar bu şive-i tahrir de yıpranır, eskir; fakat emin olmalıdır ki on u
ihya edecek, yenileyecek yine Halid Ziya'lardır.
Halid Ziya'nın sanatına nasıl bi r iştiyak-ı pe restiş-karane ile merbut
olduğunu bilmek; bize o Ferdi ve Şürekd1arını, o Mai ve Sryah'larını okutuncaya
kadar sarf ettiği mesfil-i fikriyeyi düşünmek bu genç üstat için kalbimizde bir
hiss-i ihtiram huslılüne kafidir." diyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 693

Hfilid Ziya Seroet-i Fünun'a yazmaya başladığı zamanlar ewela "Cambaz


Kız" hikayesini neşretmişti. Sonra yazdığı "Mükafat", "Halka", "Leke" unvanlı
hikayelerinin kimi Seroet-i Fünun'da kimi Mekteb mecmuasında çıktı.
1 3 1 2'de [1 896] Fikret'e iltihak ettiği zaman Seroet-i Fünun'a yazmaya
başladığı ilk büyük hikaye Mai ve Siyah'ı olmuştu.
Hfilid Ziya kendisini müdafaa eden Tevfik Fikret'in sanatına hayret ediyor,
genç üstadın kabiliyetine hayran oluyordu. "Bir Bedia-i San'at" unvanıyla
yazdığı makalede:
"Bir büyük deha-yı edeb tarafından bütün hissiyat-ı takdiriyesine tercüman
olacak bir cümle ile bana 'Her cihetle harikulade bir adam' diye tasvir olunan
Tevfik Fikret'in havarik-i san'at ve sıfatından bilmem hangisini beyan-ı hayret
etmeli, bilmem hangisinden bahsolunmalı? Hepsinden bahsetmek için [s. 847]
fıkdan-ı imkana rağmen şedit bir arzu var, fakat bu o kadar zengin bir zemin ki
bir cildin havsala-i istiabını bile kafi görmüyorum. İşte onun bu havarik-i
sairesini unutarak yalnız bir harikasından bahsedeceğim: Genç üstadın elinde
nazım ...
Son manzumelerinden birini - şu bir iki senelik mahsfilat-ı bediasından
mesela bir küçük parçayı - okuduktan sonra bunu ihtiva eden bahtiyar risale
elinizden bir hiss-i hayret ve dehşetin tesiriyle düşerek büyük bir garibe
gördükten sonra hasıl olan taaccüb-i amikle 'Nasıl yapıyor?' diyor musunuz?
Biz, her perşembeden sonra ilk tesadüfümüzde, biz biçare nasirler,
önlerinde vasi bir meydan-ı serbestiyle, kolları, ayakları her türlü kuyuddan
azade iken zemin-i nesr üzerinde yine sakat sakat yürüyerek her hatvede bir ye's­
i adem-i muvaffakiyete tesadüf eden biz biçare nasirler, beri tarafta Tevfik
Fikret'i, ufak bir lüknet-i lisandan bile ari güzide bir nesr-i manzum ile nesrin
daire-i vasiasına giremeyecek şeyleri nazmın türlü kuylıd-averinin sine-i
muzikasına sıkıştırmış gördükçe dudaklarımızda büyük bir nida-yı hayretle
birbirimizin yüzüne bakarak: 'Evet, nasıl yapıyor?' diyoruz; Hüseyin Cahid
gülerek önüne bakıyor, Mehmed Rauf gözlüklerinin altında dönüyor ve bu
sualin cevabı gelmiyor."
diyordu. Fikret'in açtığı teceddüt çığırında büyük bir salahiyet-i san'at, kuwetli
bir kabiliyet-i vukuf ile yürüyen Halid Ziya nesir vadisinin hakiki hakimi oldu.
Cenab'ın sırf şahsına mahsus olan üslub-ı ifade ve san'at-ı hikayesi istisna edilirse
Halid Ziya nesrinden müstefit olmayan nesirci, edip yoktur diyebiliriz.
Ewelce yazdığı eserlerinden Bu muydu? unvanlı hikayesi 1 3 1 2 [ 1 896]
senesinde tab' ve neşredilmişti.
Halid Ziya'nın Mdz ve Siyah'taki üslubu ewelki yazılarına nazaran bütün
bütün başkalaşmış, bir hususiyet almıştı. Çok daha zenginleşmiş, çok daha
süslenmiş ve inceleşmiş bir lisandır.
694 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

[s. 848] Halid Ziya'nın yarattığı tipler uzun müddet İstanbul'da, hayat
sahnesinde taklit ve tatbik edilmiştir. Mai ve S!Jıah 'ın başlıca kahramanı olan
Ahmed Cemil, İstanbul'un sinesinde senelerce yaşadı. Canlandı. Babıali
yokuşunda, edebiyat sahasında yüzlerce Ahmed Cemil'e tesadüf edildi. Birçok
aileler çocuklannın ismini Ahmed Cemil koydu. Denebilir ki Hfilid Ziya hayat-ı
muaşeret, muhit-i ictimai, terbiye-i aile etrafında bir değişiklik husule getirecek
tesirler yapıyordu. Ahmed Cemil bütün zaaflan, bütün noksanlan, bütün
meziyet ve faziletleriyle taklit edildi.
Mai ve S!Jıah 'ı n kitap olarak ilk tab'ı musavver idi. Bilahare Edebiyat-ı
Cedide silsilesinde ve resimsiz olarak basılmıştır .
Halid Ziya ikdam ve Sabah gazetelerinde de küçük küçük hikayeler
yazıyordu. Bunlardan bir kısmı ve Strvet-i Füm1n'da çıkan bazı küçük hikayeleri
toplanarak Solgun Demet, Bir fozın Tarilıi namlanyla tab'edildi.
Halid Ziya feyyaz ve yaraucı kuvvetiyle çalışıyor, büyük küçük hikayelerle
alem-i matbuatı tezyin ediyordu.
Aşk-ı Memnü'u da basıldıktan sonra Seıvet-i Fünün'a /ünk Hqvatlar unvanlı
eserini tefrika etmeye başlamıştı. Fakat eser yarıda kalmıştı. Çünkü Servet-i Fünt1n
tatil edilmişti. Cahid'in yazdığı bir makale üzerine mahkemeye davet
edilmişlerdi. Bu hadise matbuat muhitine ye ni bir sükCıt getirdi. Servet-i Fünt1n
yazıcılan kalemlerini bir kenara atıp köşelerine çekilmekte muztar kalmışlardı.
Bu vakfe-i sükut inkılaha kadar sürmüştü.
1 324 [ 1 908] senesinde Halid Ziya Reji Tercümanı ve Başkatibi idi. On
Temmuz İnkılabı'ndan sonra, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa çıkanlmış, yerine
Reji Komiseri Cevad Bey başkatip tayin edilmişti. Hfilid Ziya Bey de Reji
Komiserliği'ne getirildi.
O tarihten itibar<>n Halid Ziya Bey yine faaliyet sahasına atılmıştı . Sabah
gazetesi başmuharriri olmuştu. Aynı zamanda Nesl-i Ahir romanını da Sabah'a [s.
8491 tefrika etmeye başlamıştı. Tevfik Fikret'in Tanin'in başına geçmesi eski
Servet-i Fıinıln hayatını uyandırmak gibi bir emel yaşatmıştı. Halid Ziya da Tanin'e
her hafta bir küçük hikaye veriyordu. Birçok yeni çıkan gazetelere de edebi
makaleler gönderiyordu. İnkılabın tahakkuku Hfilid Ziya'nın faaliyetine yeni bir
zemin açmıştı. O da Darülfünun gençliğine terbiye-i fikriye vermekti:
Darülfünun Hikmet-i Bedayi ve Edebiyat-ı Garbiye Müderrisi oldu. Bu vazifede
Otuz Bir Mart vak'a-i irticaiyesine kadar devam etti.
İstibdadın bir kere daha taliini tecrübeye kalkması üzerine Abdülhamid'in
tahttan indirilip yerine Beşinci Sultan Mehmed'in iclas edilmesini müteakip
Hfilid Ziya Mabeyn Başkatibi tayin edilmişti. Saltanata yaklaşmak edebiyattan
uzaklaşmak oldu. Bir müddet Hfilid Ziya imzası saray muhitinden sadır olan
kağıtlara inhisar etmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 695

Halid Ziya'nın hayatında bu devre bir dem-i rü'yaya benzer bir devredir.
Nihayet o yine kendi saha-i faaliyetine rücu etti. Yine gazetelere yazmaya
başladı. Yine Reji'ye avdet eyledi. Bugün el'an Reji İdaresinde Meclis-i İdare
Azalığı'ndadır, eserleri yeniden Muhtar Halid Kütüphanesi tarafından
neşredilmiştir. Son yazılan eski kıymet ve taravetini kaybetmiştir. Fazla yüklü ve
mustalahtır.

[s. 850] Eserleri, Lisanı ve Sanatı


Avrupa zihniyetiyle ilk hikayeyi yazan şüphe yok ki Halid Ziya' dır. Şu itibar
ile de üstatlık şerefi doğrudan doğruya kendisine aittir.

Hikayeyi nasıl telakki ettiğini Hikaye unvanıyla yazdığı bentte uzun uzadıya
anlatmış, halka da öğretmeye çalışmıştır:

"Milel-i mütemeddine-i saire nezdinde hikaye edebiyatın en mühim, en


mutena bir mevkiini işgal ediyor.

Bir hikaye-nüvis, bir hakim, bir mütefennin kadar asrının eazımından


addolunuyor.

Bir hikaye-nüvisin bir eseri bir şairin bir mecmua-i eş'an kadar ve belki
daha ziyade ehemmiyetle telakki olunuyor. Zira bir şair kalb-i beşeri tasvir
ediyorsa bir hikaye-nüvis bir insanı hey'et-i umumiyesiyle arz ediyor.

Kalb-i beşerin en mutena hissiyatı, cem'iyet-i insaniyenin en mühim ahvfili


hikayelerde mizan-ı tedkikten çekiliyor. Hikayeler öyle bir mir'at-ı hayat-ı beşer
addolunuyor ki fenn-i menafıü'r-ruh mesailinin en mühimlerine ca-yı tedkik
oluyor, meydana gerçekten insanlar; birer kalbe malik adamlar çıkarıyor,
yaşatıyor; ahval-i beşeriyeyi herhalde, her suretinde irae ediyor . . . "

diyor.

Şu küçücük parça ile Halid Ziya'nın hikaye hakkındaki kanaatini bir nebze
anladıktan sonra yazdığı eserlerde neler görmeye, neler araştırmaya çalıştığını da
öğrenmiş oluyoruz.

Halid Ziya kırk seneye yakın bir müddetten beri devam eden edebi hayatı
esnasında küçük büyük birçok eserler yaratmış feyyaz ve velut bir ediptir.

Türkiye'nin Servet-i Füm1n'1a başlayan edebi teceddüdünde nesre babalık


eden Halid Ziya ilk yazılarım bir tecrübe-i kalemiye kabilinden yazdığı için bazı
tereddütler, noksanlar bulunmasına rağmen üslubu, ifadesi, hayali, tasvir ve
tasavvuru tamamıyla yeni ve Avrupalıdır.

Halid Ziya daha ilk eserleriyle genç nesil üzerinde bir te'sir-i mes'ud
bırakmaya başlamıştı. Mamafih şurasını da şimdiden söylemeliyiz ki Halid
Ziya'nın Nemide'deki [s. 85 1] Bir Ölünün Defieri'ndeki üslubu pek saf ve samimi idi.
696 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gittikçe güzelleşen, süslenen üslubu, tabiilikten sun'iliğe doğru bir teveccüh de


göstermiştir. Bunda da sanat bir büyük rol oynamıştır.

Hfilid Ziya'nın ilk eserlerinde o zamanlar büyük bir aşk ve lezzetle okuyup
haz aldığı romantiklerin tesiri görülür. Eserlerindeki tipler gerek mizaç ve tabiat,
gerek zihniyet ve hareket cihetlerince hayale yakın, ifrata mütemayildir. Hfilid
Ziya bu eserlerinde bir ruh-şinas (psychologue) olmaktan ziyade bir şairdir. Bir
realist,e olmaktan fazla bir romantique'tir. Bunda da hem sinninin, hem
tetebbuatının, hem de mualliminin tesiri aşikardır.

Yavaş yavaş kendisinde tabiiyyuna doğru bir çıkış görülür. Şüphe yok ki
eserleri sıra ile takip edilirse hem fikri, hem bedii, hem de lisani ve felsefi bir
terakki tedricinin vücudu hissedilir.

Hfilid Ziya'nın eserleri başlıca iki kısımdır: Küçük hikayeler, büyük


hikayeler.

Küçük hikayeleri üslup itibanyla daha şuh, daha kıvrak, daha zengindir.
Büyük hikayelerinde ruh tedkikatı, zihniyet ve hayat telakkileri uzun
müşahedelerle gösterilmiş olduğundan daha derin bir tetebbua, daha kuvvetli bir
nüfüz-ı nazara, daha esaslı bir tahlile tabi tutulmuştur. Parlak, rengarenk ziyalı
bir üslup ile yazan Hfilid Ziya ince tasavvurlar rakik hayaller, asil ve temiz
tetkiklerle eserlerini süsler. İfadesindeki teselsüllerin bazen dimağı yoracak kadar
uzaması bir nakise teşkil eder ki, ilk eserlerinde bu noksana pek az tesadüf
edilmektedir.

İlk eserlerinin şian (caractiristique) ince birer dasitan-ı aşk olmalandır. Her
şeyden ziyade kalbi tetkik ve tasvir ediyor. Büyük bir tahlil-i ruhi, büyiik bir fikr-i
felsefi yoktur, fakat çırpınan bir kalp vardır.

Nemide'si, Bir Ölünün Defini tetkik edilirse görülecek şeyler en ziyade mea!iye,
fezaile, mehasine karşı bir iştiyak, hakikatten, tabiattan bir uzaklaşıştır.
Kahramanlarında mübalağalı vasıflar vardır.

[s. 852] Bizzat Nemide bir taraftan, öksüzlüğün verdiği hassasiyet ve


maraziyet, diğer taraftan nevaziş ve ihtimamların, debdebe ve servetlerin
bahşettiği naz ve istiğnaların tesiriyle bir esiriyet kesbeden muhayyel, şımarık bir
tip olmuştur. Daha çocukluğundaki sinir buhranlarını görenler, hayatının
açılacak yeni yapraklarını simsiyah, kapkara olarak görmekte gecikmezler;
muhabbetiyle adaveti seçilemeyecek kadar sinirlerinin esiri, kurbanı bir hayattır.

Buna mukabil yarattığı Nail, lakayt, hafif-meşrep, hercai-mizaç bir erkektir.


Karşısında kendisini seve seve, aşkını gizlemeye çalışa çalışa eriyen genç, güzel,
hassas, ince bir kızı öldüreceğini bildiği, verem edeceğini duyduğu halde bir
diğerine ilan-ı aşk edecek kadar katı yürekli, soğukkanlı bir ruh . . .

Fakat Hfilid Ziya fıtratın kendine bahşettiği o deha-yı san'at sayesinde


tabiilikten uzaklaşan bu tipleri büyük bir muvaffakiyetle tasvir ediyor. Nemide
bütün kıskançlıklarına rağmen nişan yüzüğünü çıkarıp Nail'e veriyor, onu
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 697

sevdiği diğer kızla izdivaçta serbest bırakarak ölüyor. İşte bir fedakarlık ki
hayatta misli pek nadir görülür. Tamamıyla romantik bir tip . . .
Aynı fedakarlığı daha ulvi bir misaliyle Bir Ölünün Defter?nde tasvir eden
Halid Ziya'nm lisanında, tasvirlerinde gittikçe kuvvetlenen, gittikçe canlanan bir
tekfunül eseri görülüyor. Bir Ölünün Defi,eri'nden alman şu parça tahkiye lisanının
en güzel, en kalbi, en canlı, en selis bir numunesidir:
"Validem bi-hod yatıyor, pederim mütefekkir oturuyordu. Müthiş bir
sükı1tun sıkleti hüküm-ferma idi.
Bir aralık pederimin yavaşça çıngırağın ipini çektiğini gördüm, dadım girdi,
babam beni gösterdi, bu işaret o kadar hakimine idi ki ayağa kalktım; bilmem
ne için yaş ile memlı1 olan gözlerimi valideme çevirdim, gözlerini açık, giıye-nak
bir nazarla mukabele ediyor gibi zannettim; dadımın elinden kurtulmak, yatağa
atılmak istedim; heyhat! Kapı açıldı. Beni dışarı çıkardılar.
[s. 853] Bahçede idim, kelebek kovalamak üzere ağımı da beraber almış
idim. Dadımı bir köşede bırakmış, deli gibi dolaşıyor idim. Gül fidanlarının
yanından geçerken kelebekler ürkerek kaçıyordu, bu tayyar çiçekleri
toplamaktaki maharetim bugün beni terk etmiş gibi idi. Gözlerim bunların
pervaz-ı latifini değil, validemin pencerelerini seyrediyordu.
Ne kadar zaman dolaştığımı bilmiyordum, fakat gözlerim o pencereleri bir
saniye terk etmedi.
Esası intizanmm, sebeb-i tecessüsümün sahibi olarak perişan bir meşy ile
yürürken ayağıma bir taflan dolaştı. Yere düştüm; henüz kalkmamış idim ki bir
gürültü oldu. Validemin penceresinin camı kırıldı, tiz bir feryat işittim.
Kalktım koşmaya başladım, arkamdan dadım yetişti. Önüme lalam çıktı.
Bağırdım:
- Anne! Anne!
Heyhat! Her vakit feıyadımm aks-i sadası olan cevab-ı latif meskı1t kaldı."
Hilid Ziya Ferdi ve Şürekası ile hayat ve hakikate daha yakından temas
etmiştir. Realisme'e daha ziyade yaklaşmıştır. Tamamıyla realist ruhuyla yazılmış
bir eserdir diyemeyiz, fakat hayal ile hakikati muvaffakiyetle mezcetmiştir.
Vakada hakim olan diğer iki eserde olduğu gibi sade aşk değil, burada para da
bir büyük rol oynamaktadır. Kalp ile hayatın, aşk ile servetin muvaffakiyetle
idare edilmiş bir mücadelesi görülüyor. Eserde Tayfur, Hacı tiplerinde tamam
olmasa da bir şemme-i hakikat duyulur. Fakat Hasan Tahsin Efendi öyle bir
tiptir ki onun misline hayatın her adımında tesadüf etmek mümkündür. Birçok
acı tecrübelerin, birçok canlı sergüzeştlerin temadi eden terbiyesiyle yoğrulmuş
ruhu hayatın bütün cilvelerine karşı taş kesilmiş her vakayı ancak hayattaki
kıymetiyle ölçecek bir soğukkanlılığa sahip bir tiptir.
698 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 854] Mamafih esere bir kıymet vermek lazım gelse yine romantik
(Romantique) bir eser de denmekte tereddüt edilmez. Halid Ziya daima hissen
romantik, fikren realist olmuştur. Aşk-ı Memnu'a kadar bütün eserlerinde bu iki
mekteb-i edebi arasında bir tarz kullanmıştır. Fıtraten hassas bir şair oluşu Halid
Ziya'yı daima ve daima romantizme sürüklemiş, fakat aldığı kuvvetli terbiye,
yaptığı ciddi tetebbuat, bilhassa Avrupa'da son cereyan-ı edebinin realisme'e
doğru gidişi de kendi mesleği üzerinde büyük tesirler icra etmiştir.
Mesela Maf ve Sryah'mda da romantizmin tesiri galiptir. İşte Ahmed Cemil
hem romantik, hem de dekadan bir romantiktir. Diğer tipleri de romantiktir.
Halid Ziya realizme yaklaşmak istemesine rağmen romantik kalmıştır. Bütün
muasırlan gibi bunda kendi mizaç ve hilkatinin, terbiye ve görgüsünün, mevki ve
muhitinin tesirleri kat'idir. Tiplerindeki hakikilik bile tasavvur ve tahayyül
edilmiş bir hayatın hakikilikleridir. Mamafih yukanda da bilvesile söylediğimiz
gibi bu tipler İstanbul'da hayat bulmuştur. Bunda da Halid Ziya'nın eserleri
birer numune ve örnek olmuştur. Nitekim Halid Ziya Aşk-ı A1emnı1'unu yazdığı
zaman Tevfik Fikret bu mesele hakkıııda aralaıında geçen bir muhaverede Halid
Z iya romanlannın halk üzerindeki bu tesirini kabul ederek: "Ooo, hiç şüphe yok,
hayat romanlan değil romanlar hayatı yapıyor!" demiştir. Te\'fik Fikret:
"Şu hükümde biraz fazla şümul, biraz mübalağa olmakla beraber inkar
edilemez ki esa<ıen bu pek doğru bir hakikattir. Bütün hayat-ı beşeriye
romanlardan çıkmıyor; lakin romanlann yaptığı yahut bozduğu birtakım ahval-i
hayatiye var ki Halid Ziya Bey'in 'hayat' dediği şey işte onlardır."
diyor ve biraz aşağıda: "Hayatı yapan romanlar ise romancılann vazifesi biraz
daha ağırlaşır... " sözlerini ilave ediyor. Bugün hakikat olan bir şey varsa o da
Hfilid Z iya'nın yarattığı tiplerde yetişen kadın erkek birçok gençlerin
mevcudiyetidir. Mamafih bugün o tesir azal mış, çünkü eskimiş, modası geç­
mi ştir: Zamanında; Halid Ziya'nın yarattığı tiplerin ecnebi olduğunu, Türk
hayatından, Türk muhitinden alınmadığını iddia edenler, [s. 855] hatta bu
nakiseyi bütün Edebiyat-ı Cedide'ye teşmil eyleyenler olmuştur. Hiilid Ziya bu
müddeilere cevaben:
"Edebiyat-ı Cedide Garp'ın vesait-i san'atını, uslıl-i telakki ve rüyetini almış
olmakla beraber kendi milliyetinden tamamıyla başını çevirmiş değildi.
Nazmında bütün teganni ettiği şeyler, nesrinde bütün tasvir ettiği hislerine, ka'r-ı
milliyetinden nebean eden şeyler ve hislerdi. Edebiyat-ı Cedide'ye münhasıran
Garp'ın tesiri altında kalmış, milliyetinden uzak düşerek lisanıyla Garp kalbi,
Garp fikri taşımış bühtanını reva görenler o zamanın idaresine karşı Edebiyat-ı
Cedidc'yi gözden düşürmeye çalışan ve onu şayan-ı nazar bir tehlike gibi
göstermeyi muvafık-ı menfaat addeden bir zümrenin siyasetinden ibaretti. Bu
bühtan o zamandan bu zamana kadar aksinin sahih olabileceği düşünülmeksizin
devam edegelmiş ve nasıl revaç bulmuşsa yine öyle teessüs etmiş bir akideden
ibarettir ki indimde tamamıyla batıldır...
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 699

Gaıp edebiyatının a.Iat ve edevatı iktibas edilirken parmakların onlardan


ahz-ı elvan etmemesi mümkün değildi. Belki Edebiyat-ı Cedide'nin şiirleri o
zamana kadar yalnız Garp edebiyatında açılmış olan ataktan ahz-ı sünı1hat
eylediği için, belki Edebiyat-ı Cedide'nin nesrine en ziyade zemin olan
hikayelerinde eşhas, Şark'tan ziyade Garp numunelerini andıran temasil idi.
Fakat buna rağmen bütün bu eşka.I ve zevahirin altında yine bir Türk duygusu
yok muydu? Eğer olmasaydı Fikret'le Cenab'ın şiirleri bütün o zaman neslinin,
ne diyorum, hatta bu zaman şübbanının lisanında tertil edilir miydi? Hikayelere
gelince bunlar arasında belki yukarıda işaret edilen iddiayı muhik gösterecek
numuneler vardır, bunu inkar etmem. Fakat bunlar biraz Garp edasına malik
olmakla beraber muhitimizde emsaline tesadüf edilmeyen şeyler miydi? Yahut
Garp'a veya Şark'a taalluklanndan kat'-ı nazar, bunlar birer beşer numunesi
değil midir? Bir edebiyat; mutlaka filan veya falan bayrağa sarılmak
mecburiyetinde midir? Bunların haricinde edebiyat-ı beşeriye yok mudur ki
herhangi bir milletin lisanına tercüme edilirse edilsin, teferruata ait bazı
hususiyattan kat'-ı nazar güya o milletin lisanında yazılmış gibi insaniyet
edebiyatının ma.I-i umumisi olsun . . ."

diyor.
[s. 856] Ha.Iid Ziya'nın lisanında kendisine mahsus bir hususiyet vardır:
Üslı1bunun, taklit edenleri hatalara ve hatarlara düşürecek, teselsülleri, girinti ve
çıkıntıları, süzüle-süzüle, genişleye-genişleye gidişl eri vardır. Cümleleri hususiyle
tam Edebiyat-ı Cedide silsilesinde yazdığı eserlerde, nefesi yoracak, dimağı
üzecek derecelerde uzundur. İlk yazılan ne kadar selis ve açık idiyse sonrakiler o
kadar m ustalah, tetabu'-i izafüt ile dolu ve ağırdır. Halid Ziya'ya bir üslupçuluk
(styliste) merakı gelmiştir ki, hemen bütün yazılarının büyük bir nakisesi
ha.Iindedir. Tasvirleri çok canlı ve güzel olmakla beraber uzun ve aynı zamanda
da külfetlidir: Hqyat-ı Şikeste'sinden alınan şu fıkrayı okuyalım:
"O zaman benim için bir intizar-ı medid başladı; bu tramvay hususiyle şu
saatlerden beri yorulmaz bir suküt-ı mütemadi ile boşanan yağmurun altında
çamurlu tahtalarıyla, sisli camlarıyla, mülevves ziyasıyla hazin ve melul bekleyen
bu son tramvay ne kadar kasvet-a.Iud; sıcak ahırlarına gitmek için sabırsızlanan
beygirler, yorgunluktan kırılmış, vücudunu derin bir uyku için atacak yere
intizaren şurada şimdiden ihtiyac-ı haha ilan-ı mağlubiyet eden bu arabacı, her
gün sabahtan akşama kadar hayatının yegane sahne-i tecellisi olan şu tramvay
hattının temaşa-yı yek-tarzından biraz hayale çıkabilmek için ceridesine dalan şu
biletçi ne kadar mela.I-engiz idi."

İşte bir tasvir ki, ince, mu-şikaf, hissi, fakat fazla tumturaklı (emphatique) fazla
sun'idir ifastice).
Bunu kendisi de gördüğü içindir ki:

"Lisan kendi kendisine tahavvülat-ı tekamüliyeden geçtiği gibi hepimizde


de bir tahavvül ve tekamül hadis oluyor. Bugün bir nazar-ı ric'i ile otuz şu kadar
700 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sene içinde yazdığım şeylere bakarken bunları hep ayn ayn zamanlara mensup,
ayn ayn adamların yazılan gibi görüyorum. Ve elbette bugün yazı yazarken ben
.Mai ve S!Jıalı'ın, Aşk-ı Memnu'un müellifi değilim. Siz bana kimin kimden teessür­
yab olduğunu soruyorsunuz, bu, şahıs tayiniyle pek mümkinü'l-hal değildir.
Fakat ben kendi hesabıma umumiyet üzere diyeceğim ki ben her okuduğumdan
müteessir oluyorum, [s. 857] ve eminim ki gençler arasında her güzel bulduğum
sayfa bende yeni bir tesir bırakıyor. Size doğrudan doğruya saha-i edebiyat
haricinde misal göstermek istemem. Sahayı tahdit ederek en mütebariz genç
simalardan bahsetmek lazım gelirse, mesela nasirler arasında bir hususiyet-i
müstesnaya mfilik addettiğim, daha dün bir çocuk olan Falih Rıfkı var.
Şahıslarını pek az ve uzaktan tanıdığım Yakup Kadri'yle Ömer Seyfeddin var.
Daha başka isimler ta'dadına lüzum görmüyorum. Fakat ne zaman bunlardan
birinin güzel bir sayfasını okusam parmaklarımda derhal aynı güzelliğe vasıl
olmak isteyen bir gıcıklanma lerzişinin koştuğunu hissediyorum." ve biraz
aşağıda: "Size kendi geçirdiğim bir istihaleyi hikaye edeyim: Edebiyat-ı
cedidenin bir devre-i melülesinden bahsetmiştim. O esnada ben de acib terkipler
yapardım. Ezcümle üçüzlü terkipler vardı. O eserlerimden birinin tekrar
tab'ında matbaa müsveddelerini tashih ederken bila-ihtiyar üçüzlüleri ikizlilere
tebdil ettim. Bu hikayeden şunu anlatmak istiyorum ki sadeliğe doğru tabiatıyla
yürüyen bir lisanın daha ziyade tesri-i hatavatına çalışmak fazla, belki hatar-nak
bir teşebbüstür."
mütalaasını ilave ediyor.
Halid Ziya'nın tarz-ı hayat, tarz-ı tekellüm ve tarz-ı telakkisinde dahi fıtri
bir tekellüf vardır. Hiçbir edip onun kadar ıstılahlı ve tekellüflü bir lisan
kullanmaz, herkesin konuştuğu lisan ile yazdığı lisan arasında mühimce bir fark
görülür; halbuki Hfilid Ziya'da öyle değildir, o yazdığı gibi konuşur.
Konuşulduğu gibi yazmak lisanı tabiiliğe yaklaştırır ise de böyle mustalah yazıp
yazdığı gibi de konuşmak insanı bütün bütün tabiilikten uzaklaştırıyor, fakat
Halid Ziya için böyle değildir. Çünkü tekellüf onun fıtratındadır, binaberin onun
için tabiidir.
Mehmed Rauf; Halid Ziya için: "O; nihayetsiz bir menba'-ı şi'r ve hayale
maliktir; sanatın renk ve ziyası için hudut yoktur: Bunlar kendileri için mevsim
kaydı olmayan çiçekler gibidirler. Ruhuna gelince: Rikkat, heyecan, sirişk [s.
857] sonra istihza, en şuh ve şen bir zarafet, daha sonra elemler, handeler,
tebessümler... İşte onun ruhu bunlardan mürekkeptir." diyor.
Herhalde Türk edebiyatına en güzel hikayeleri, hakiki manasına ve evsafına
mutabık olarak veren ilk edip Halid Ziya' dır. Bu itibar ile de taıih-i edebiyattaki
mevkii yüksek ve sarsılmaz bir mevkidir. Bugünün o münis, sade, tabii ve temiz
Türkçesinde onun lisanı bir babalık hakkını haizdir. Bugünün genç edipleri onun
birer manevi evladıdır.
O; ciddi, vakur, kibar ve la-kayd görünüşü altında sakladığı ruhun
hassasiyetini göstermek için şu küçücük mensur şiiri canlı bir misal teşkil eder:
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 701

Ağlarun
Sahra-nişin olsam:

Tuh1un, hazin bir gurubun tem:lşası beni müteessir eder: Ağlanın!...


Münevver bir gecede kameri, semanın arza karşı bir hande-i istihzası gibi
parlayan kevilibi seyrederim; nazarım a'mak-ı gayr-ı mütenahiyede
mütehassirane dolaşır: Ağlanın! . .

Zalamın hüküm-ferma olduğu bir şeb-i deycı1rda mevcudatın hey'et-i


müdhişesi nazarımı celbeder; kalbim hissiyat-ı vahime ile mfili olur: Ağlanın!...
Çemen-zara müsadif olan bir çiçek, samiamı elhan-ı hüzn-averiyle tehziz eden
bir bülbül, hafif ahenklerle çağlayan bir şelale, derenin kenarında hazin hazin
kaval çalan bir çoban müteharrik-i alamını olur: Ağlanın.

Şehr-nişin olsam:

Sefaletin hfil-i dü-taiye iltika ettiği bir ihtiyar, bir kaşane-i filinin
pencerelerini ta'dad ile imrar-ı vakt eden melcasız bir çocuk, zayıf kollarıyla
nafakasını tedarike mütehalikane koşan hamisiz bir kız müsadif-i nazarım olur:
Ağlarım!

Kuvve-i ma'neviyesi mahvolmuş bir mey-har, saika-i mezellet ve felaketle


ihtiyar-ı cinayet etmiş bir sefil, rikkat-i kalbimi mucip olur: Ağlanın!

Hayatın güzeranından mütehaşi, zamanın imtidadından müteezzi, hayata


münhemik, memata meyyalim; şu tereddüd-i vahimi düşünür: Ağlanın!

[s. 859] Istırabımdan mustarip, gözyaşlarımla müteellim; mütalaa ederim;


ıstırabım artar; nursuz, kuvvetsiz gözlerimden seyelan eden gözyaşlarını
mülahaza ederim: Ağlanın; daima ağlanın!..."

Edebiyat-ı cedidenin bir şiarı da milliliğin fevkinde insani bir edebiyat


olmasıdır. Bütün zümreyi teşkil eden edip ve şairlerin eserlerinde bu mühim
nokta görülmektedir. Bir beynelmileliyet (cosmopolitisme) bir insaniyet (humanite}
neşvesi vardır. Bundan dolayı da taassub-ı milli (chauvinisme) ve taassub-ı dini
(fanatisme) taraftarlarının daimi taarruzlarına maruz kalmışlardır. Bu cereyan da
on dokuzuncu asrın beynelmileliyet fikirlerinden, Hugo'lann, Lamartine'lerin
eserlerinden doğmuş, Türkiye' de de yüksek bir akis bulmuştur.

Hayil-i Giryan
Hüseyin Cahid Bey'e

" ....Hasta bir muhayyilenin biçare mürde-zadları. Hepsi de vücuda


gelmemelerinin intikamını kalbime yakıcı bir tahassür bırakmakla aldılar."

H.C.

On altı yaşında idim, o belki on üçünde vardı, ta küçüklükten kalmış bir


itiyat ile komşu çocuklarıyla beraber bizim evin bahçesine dolarlar, ben
702 İS.MAİL HİKMET ERTAYLAN

penceremde bir mecmı'.'ıa-i eş'ar-ı aşıkaneye, yahut bahçenin bir kenarında bir
hikiye-i hülya-pervere dalarken onlar ağaçların arasına salıverilmiş bir alay
rengarenk çılgın kuşlar gibi gürültüleriyle benim on altı yaşımın rüyfilarına
tarab-gir olurlardı.

Hepsinin güzeliydi; biraz küçükçe, biraz yumukça gözlerinin içinde siyah


bir ateş var idi ki bütün simasına, birer menba' -ı ziya-yı neşve gibi, mevcamevc,
handahand iltimalar serperdi; kısa, tombul parmaklarının arasında birer
mesken-i buse gibi gülümseyen çukurlu elleriyle dizlerinin bir karış aşağısına
kadar ancak inen kısa esvabını kaldırarak, ağzının [s. 860] içinde yekpare bir
kavs-i sedef gibi parlayan dişlerini göstererek kendisini kovalayan çocuklardan
geri geri bir kaçışı, siyah gergin çoraplarının yarısına kadar yükselen uzun konçlu
mini mini potinleri üzerinde öyle havadar bir uçuşu, bazen bütün bu güruhun
önüne düşerek arkasında esvabının kıvnklarını sallaya sallaya, omuzlarını gere
gere bir yürüyüşü, sonra bir rakibcyi düşürmeye muvaffak olunca, yahut
kaçılamayacak bir berzahtan kurtulunca öyle musiki-perdaz, billur-aheng bir
gülüşü var idi ki onu bütün bahçemize müdavim olanların fevkine kordu.

Bt·n, güzelliğiyle, şfıhluğuyla hepsine tefevvuk eden bu kıza haset ediyor;


onu bu derece fevkaladf' bulmaktan, füikiyetini vicdanen inkar edememekten
mütevellit bir f'za-yı garib-i derun ile ondan nefret ediyordum; evet, on altı
yaşımın bütün meyl-i küşayiş-sevdasıyla sevecek yerde bu latif mah!Uka derin bir
husumetle düşman idim.

Onun bilakis bana ibtilası vardı, sevilmediğini hisseden kızlara mahsus bir
meclı'.'ıbiyetle, mutlaka galip çıkmak isteyen bir heves-i tahakküm-i nisviyetle beni
mağlup etmeye çalışır, bana sokulurdu; fakat hissediyordum ki bu kanatlarını
yüzüme süren kebfıter-i sevdaya dimi uzatacak olursam bana bir küçük tüyünü
bile bırakmaksızın firar edecekti.

Ah! Bu hayalin sevda-yı muhal olduğuna bir hiss-i mübhemle kanaat eden
vicdanım ona ne büyük kin taşıyordu! . .

İsterdim k i oyunlarda daima mağlup olsun; bilakis daima onun kahkaha-i


billurin galibiyetiyle üzülürdüm . . . İsterdim ki birisinin düştüğünü işittiğim
zaman başımı kaldırarak onu tozlara bulanmış, bir tarafı incinmiş, güzelliğine
halel gelmiş göreyim; bilakis onu daima yere kapanmış bir rakibenin karşısında
sekerek ilan-ı zafer ediyor görürdüm . . .

isterdim ki onu bir gün tokatlasınlar, o iltima'ından bir azab-ı tahammül­


fersa duyduğum gözleri ağlasın; bilakis ve daima pür-neşve, bütün bu mini mini
[s. 86 1] halkın önüne düşer, sağ kolunu bir kılıç gibi havalara kaldırarak -"Arş!-"
hepsini eteklerine takarak çeker götürürdü .

Her defa-i muvaffakiyetinde bana bir bakışı yahut nefes almak için yanıma
gelip oturarak güya kitabımla gözlerimin arasına girmek istercesine kıvırcık saçlı
başını bir uzatışı var idi ki "Beni sevmiyorsunuz, öyle mi? Niçin bakayım,
seveceğiniz bahtiyarı şu benim eteklerime yapışarak koşuşanlardan mı intihap
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 703

edeceksiniz?" demek isterdi; sonra bu ma'na-yı istihzayı bir omuz silkinişiyle


takviye ederek yine uçar giderdi.
Bu kıza galebe çalmak için ne büyük hırsım vardı! Artık bunalıyordum; bir
şey yapmak, onu tahkir ederek mağlup etmek istiyordum; onda da benimle şu
medid muharebe-i silitede daima teehhür eden galibiyetten mütevellit bir
hiddetin yavaş yavaş feveranı hissediliyordu, nihayet bir gün . . .
Bir gün . . O gün pek neşvesi vardı; o gün her vakitten ziyade gülüyordu; o
.

gün gözleri daha beliğ bir mana ile, "Beni sevmiyorsunuz öyle mi?" diyordu; ve
o gün ben her günden ziyade sıkılıyordum. Nihayet, nagehan koşarken küçük
çocuklardan biri ağaca çarptı, bir dakika içinde üstü başı kana boyandı, çocuğun
burnu kanıyordu; bu manzara hepsini korkuttu, bir dakika evvel kaynaşan çılgın
alay şimdi dehşetten donmuş idi; o da, onu mağlup etmek isteyen de şimdi
benden medet bekleyerek duruyordu; ben yerimden fırladım; oh: Artık galip
çıkmaya azmetmiştim; çocuğa koşacak yerde ona, evet doğru ona gittim;
üzerinden nagehan bir sehab-ı ra'şe-i hiras uçan çehresine sokularak "Niçin
çocuğa çarptın?" dedim; fakat sesim beni ürküttü, aman Yarabbi! Bu haksız
yalanla bağıran ses, bu vahşi, bu çirkin ses benim sesim mi idi?
Bir adım geri çekilerek evvela ellerini kavuşturdu, sonra birden o parlak
gözleri örten birer iri katre yaş ile, yanaklanndan fışkıran ateş ile bana baktı;
hiddetinden boğuk bir sesle "Ben mi?" dedi, gayr-ı muntazır bir [s. 862] dane-i
mühlik.le sinesi delinmiş mecruh bir kuş nigah-ı serzenişiyle bana "Beni
sevmiyorsunuz, öyle mi?" manasını bir daha, son bir defa daha ifade ettikten
sonra utanarak ve artık beni görmek istemeyerek kaçtı.
Heyhat! Bu defa yine ben mağlup olmuş idim ve ilelebet.
O vakitten beri seneler zehr-füud cerihalar açarak geçti. Şimdi bazen
üzerinden muharrib-i şita geçmiş bir bostan-ı perişanın bekiiya-yı evrak-ı
pejmürdesi şeklinden ısfırar-sima-yı haziniyle bana boşa çıkmış aşklardan, tehi
kalmış emellerden, hep netice-i hasretle bitmiş hülyalardan, bütün bi-baht
geçmiş bir şübbanın matem-engiz şiirlerinden bahseden eski kağıt parçalannın
karşısında ara sıra düşünüp ağlamak istedikçe, yanı başımda hücre-i tenhamın
süklın-ı rü'ya-perveri içinde, o on altı yaşımda sevemediğim için nefret ettiğim
latif mahlukun hayal-i giryanı kıvırcık saçlanyla başını yüzüme sürerek uzatır ve
bir serzeniş bir sada-yı mühtezle: "Beni sevmiyorsunuz, öyle mi? Niçin bakayım,
bu kağıt parçalarını mı sevmek istediniz?" der. . " 1 73 .

1 73 Halid Ziya Uşaklıgil 27 Mart 1945'te İstanbul'da vefat etmiştir. Yazann diğer eserleri
şunlardır:
Roman: Kınk Hayatlar ( 1 924), Nesl-i Ahir ( 1 990).
Hikaye: Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikdye-i Sevda ( 1 924), Hepsinden Acı ( 1 934), A;ka Dair
(1 935), Onu Beklerken (1 935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1 939), İzmir Hikijyeleri ( 1950). (Haz.
notu)
�-·
Cenab Şahabeddin
CENAB ŞAHABEDDİN

Hayat-ı Hususiye ve Edebiyesi


Abdülaziz devrinin son seneleriydi. Saray ve saltanatın israflanyla gün
günden iflasa do� giden memleketi Reşid Paşa'nın yetiştirdiği vezirlerden
yapayalnız kalan Ali Paşa hem Sadareti hem Hariciye Nezarcti'ni idareye hem
de padişahı hil-i i'tidale ircaa uğraşıyordu. Memleketin zayıfladığını gören
komşular bu fırsattan istifadeye hazırlanıyor, adeta yakın uzak dağlardan barut
dumanlan, barut kokulan geliyordu.
Cenab, işte bu hengamede 1 286 Hicri ve 1 870 Miladi tarihlerinde
Manastır'da dünyaya gelmişti. Babası Mekteb-i Harbiye'den neşet etmiş güzide
bir Osmanlı zabiti idi. İlmin, terbiyenin, medeniyetin zevkini tatmış hatta bir de
Numune-i İnşa kaleme almış olan bu genç zabit Osman Şahabeddin Bey , oğlu
mini mini Cenab'ını istediği gibi okutmayı düşünüyordu. O bu elemli kaygılarla
düşünüp gittiği müddetçe Cenab büyüyor, gürbüzleşiyordu. Tabiatın saf ve
zümürrüdin sinesinde kuşlar, kelebekler gibi serazat bir hayat geçirerek iki
şefkatli kanadın himayesi altında fıtratın bahşettiği o cewal, o ateşin zekayı
tenmiye ediyordu. Ne fayda ki çocukluğun hakkı olan zevk-i saadete doymadan
daha yedi yaşında cihandan hl-haber bir yavru iken takdirin acı bir darbesine
uğramış, ilerideki hayatı üzerinde derin izler bırakacak acı bir hakikatle
çarpışmıştı.
1 293 [1877] senesi kanlı muharebeleri, hicranlı günleriyle gelmiş, nagehan!
bir bela gibi halkın üzerine çökmüştü. Abdülaziz'in son tedbirkar veziri Aıi Paşa
da öldükten sonra hem memleket, hem de saltanat için en kara, en elemli
şeametli günler başlamıştı. Hayat-ı siyasiyedeki perişanlık, hayat-ı ictimaiyeye,
dolayısıyla hayat-ı samimiye ve hususiyeye de tesir etmişti. Birçok kadınlan [s.
864] dul ve yoksul, birçok yavruları öksüz ve boynu bükük bırakan o menhus
muharebe başlamıştı. Dağıttığı elemlerden, matemlerden Cenab da ailesi de
hissesini almakta gecikmemişti. Genç bir binbaşı olan babası Osman Şahabeddin
Bey de muharebeye memur edilmişti. O zaman mini mini bir çocuk olan Cenab
yirmi sene sonra 1 3 1 3 [ 1 897] tarihinde açılan Yunan Harbi'nde "Eytim-ı
Şühedaya" unvanıyla yazdığı makalede babasının bu ölümlü, bu hicranlı
gidişini, o dakikadan itibaren babasız, öksüz kalışını ne samimi bir lisan-ı
giryanla yazıyor:
"Yirmi yıl geçti. Bu kadar zamanın perde perde keşide ettiği tabakat-ı
nisyan arasında kalan bir dimağ-ı sabiden size bir hikaye-i tesliyet çıkaracağım
bir yevm-i mahsus, bir yevm-i müstesna idi. O rütbesinin işarat-ı resmiyesi, bir
708 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

seyl-i ziya gibi yazılarına dökülen parlak apoletleri ile -sim ü zerden yapılmış bir
hale-i iftihar içinde esmer bir mah-ı zafer gibi- göründü; dest-i asabisi kabza-i
seyfınde, geniş göğsü bir heva-yı hücum ile memlu, nasiye-i berini lemean-ı
metanetle, nazarı kemal-i emniyetle taburuna mün'atıftı; kır atının pa-yı ahenini
bi-sabırane eşiniyor; kaldınmlan koparıyordu. O, kolundaki üç sırma şeride
salahiyet veren ilk fermanı henüz kurumamış bir genç zabit. O, benim
babamdı."

diye yaptığı tasvirde o elemli iftirak günü, babasını son defa gördüğü, onun son
buseleriyle tatyip olunduğu ve ayrıldığı günü anlatıyor, o günün zapt olunmuş
hicranları, akıtılamamış gözyaşları hep, hep bu makaleye toplanmıştır. Cenab o
günkü tahassüslerini kendine mahsus olan o rikkat-i i!ade, o hassasiyet-i beyan ile
birer birer söylüyor. Babasının kumandası altında harbe gitmek üzere hazırlanan
o heybetli taburun kendi üzerindeki tesirini anlatırken:

"-Aman Yarabbi bu taburun şiddet-i hücumuna karşı hangi cihan ayakta


kalabilir, diyordum, çünkü bana onlar yürüdükçe yer sarsılıyor gibi geliyordu;
doğrusu ben korkmuştum.

Sonra o yeşil yolun başında bütün zabitler birer kere haykırdı: Büyük tabur
durdu! Herkes durdu. Ah o zaman ben ne olacağımı [s. 865] anlamış gibi
mahzun oldum; hayır, bu durmayı istemiyordum; boru sesleri trampete
gürültüleri arasında yürürken ben yavaş yavaş her şeyi unutmuştum: Daha
yürümeli idik; ben zayıf bacaklarımda bugün her zamandan ziyade kuwet
hissediyordum; hiç yorulmadım, fakat durduk, çünkü bütün zabitler birer kere
haykırdı; büyük tabur, bütün kalabalık birbirine karıştı.

Abani sarıklı, kır sakallı, beyaz kuşaklı adamlar askerleri kollarının arasına
alıyor, sıkıyor, öpüyor, bir daha öpüyor, alnından, yanaklarından, çenesinden,
yüzünün rast gele bir noktasından öpüyor, kırmızı mendilini çıkarıyor, kendi
gözlerini kuruluyordu; ötede bir nefer yan çıplak bir köylü çocuğunu kokluyor,
daha ötede bir köy delikanlısı bir onbaşının göğsünden ayrılamıyordu. Bunlar
hep analar, babalar, kardeşler, evlatlar kucaklaşıyorlar, tekrar kucaklaşıyorlardı;
gözlerinin etrafında kırmızı bir dolgunluk, seslerinde şişkin bir lerze vardı . . . Biri
de üst dudağı gölgeli, pek genç bir mülazım -şüphesiz mektepten o sene çıkmış
tabura gelmişti- bir kaya üstüne oturmuş, yumruğu şakağında, dalgındı; sanki
rüyada rakid bir havuza bakıyordu. Onun orada kucaklayacak, öpecek, sarılacak
hiç kimsesi yoktu. Orada . . . Fakat uzakta?

Bilmem ne için, ben o zaman orada yalnız duran gence acımıştım; eğer
utanmasam mutlaka gidecek, ona bir şeyler söyleyecektim. Sanıyordum ki o
kendi kendine siyah bir şeyler düşünüyor; mesela İstanbul'da bir valide, bir alil
peder, bir genç hemşire . . .

Babam, zavallı babam beni kucağına aldı:

-Yaramazlık etme; anneni üzme . . . Bak sonra danlının, diyordu; beni


öpüyor, okşuyordu; ben gittikçe mahzun oluyor, niçin onun yüzüne
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 709

bakamıyordum!.. O daima bir şeyler söylüyor, nasihatler, vaatler ediyordu; ben


adeta:

-Eğer sen gitmezsen hiç yaramazlık etmem. Uslu otururum, diye yemin
etmek, onu alıkoymak için bir bahane bulmak istiyordum; [s. 866] çocukluk! . . . "

diyor. Babayı evlattan ayıran, hem de ebediyen ayıran o gizli kuvvetin zulmünü
mini mini ruhuyla nasıl kavradığını bu canlı tasvir ile anlatan Cenab edilen
duaların, yine tabur olup giden askerlerin, evde dul kalan taze ninesinin o günkü
hallerini, halledilmez, anlatılmaz ve anlaşılmaz bir maneviyetin kabus-ı esrarını
adeta keskin renklerle resmeden bir sanatkar, bir ressam gibi çiziyor. Kalplerde
akan kanların zehrini gösterecek kudretkar bir fırça kabiliyetini alan kalemi bir
levha-i hicran çiziyor:

"Sonra herkes bir halka şeklinde toplandı; ortada beyaz sakallı, yeşil sarıklı
bir efendi vardı. Efendi gözlerini kapadı, ellerini kaldırdı. Herkes 'Amin!..'
diyordu. Ses dağlara kadar gidiyor; sonra dağlardan avdet ediyor gibi oluyordu.
Ben hiç anlamıyordum; fakat bu anlamamazlık beni herkesle birlikte: 'Amin!..'
demekten men edemiyordu: Benim küçük ellerim de semaya karşı açılmıştı . . .
Yalnız ötede üçer üçer çatılmış duran süngüler dinliyor, sükı1t ediyordu.

Birdenbire halka dağıldı; bir karışıklık daha oldu. O zaman babam beni bir
daha, bir daha, bir daha öptü; dedi ki:

-Artık alın çocuğu, götürün . . .

O zaman içimde, ta kalbimin içinde bir şeyin kırıldığını hissettim; o kınlan


şey şişiyor; bütün göğsümü dolduruyor, boğazıma doğru bir tıkanıklık gibi bir
şey geliyor, taşmak istiyordu. Mahzun, pek mahzundum . . .

Bilmem neden eve girmek için istical ediyordum. Adeta koşuyor, beni
elimden tutan uşağı çekiyor, sürüklüyordum. Uzakta, ta uzakta boru sesleri,
trampete gürültülerine kanşıyordu. Kendi kendime: 'Gittiler, gittiler. . . '
diyordum.

Taze bir kadın iniyor, çıkıyor, geziniyor, dağınık çamaşırlan topluyor, açık
kalmış bir sandığı kapıyor, masanın çekmecesini iade ediyor, çekmecenin
anahtarlarını çeviriyor, duramıyor, dolaşıyor, bir seferinin [s. 867] hanesinde
terk ettiği yadigar-ı perişanı ıslaha çalışıyor, bütün bu harekat esnasında sessizce
ağlıyordu.

Bu, benim validemdi.

Kardeşim �o zaman üç yaşında bir hl-haber- koca bahçenin çamurlu bir


köşesinden yorgun gelmiş, mütehayyir bakıyordu. Kim bilir, belki de gidenin her
akşamki avdetini bekliyordu. Hizmetçi kız, aşçı kadın, hepsi orada idiler; yalnız
bir kişi eksikti . . .

Bir yavuk kadar aklımla bir dakika düşündüm: Giden babamdı, babam
benim için bir mütteka, bir siper, bir hami idi; ben bir sepet gibi onun koluna
710 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

asılır, korktukça onun göğsüne saklanır, bütün şikayetimi ona söyler, daima
ondan istimdat ederdim. Şimdi o gitmişti; ben bunların hepsinden mahrum
kalmıştım . . . Gitmişti; 'Yine gelecek.' diyorlardı. Fakat, ya gelmeyecek olursa. . .
O zaman içimde, ta kalbimin içinde kınlan şeyin nazik bir oyuncaktan,
güzel bir bebekten daha pek çok sevgili bir şey olduğunu anladım; göğsümde
şişmiş duran şey birdenbire feveran ve tuğyan ederek bir tfıfan-ı şehik ile
düştüm . . .
O zaman ağladım, o zaman pek çok ağladım . . . O kadar ağladım ki,
sessizce ağlayan validemi susturdum.
-Aman Yarabbi, evladıma hastalık gelecek. . . Aman yarabbi, hıçkırıklar
evladımı boğacak . . . Su, su çabuk biraz su getirin!
Bütün kendi matem-i iftirikını unutmuştu, benim yüzümü yıkıyor, beni
tesliye ediyordu. Zavallı kadın!
O gece, hiçbirimiz akşam taamında kendimizde iştiha bulamamıştık. Ben
yatağımda uykuyu taklit ettiğim zaman validem: 'Aman yarabbi, evladıma bir
güzd rüya!' diye mırıldanıyordu.
O gitti; bilmem nereye? Galiba Plevne'ye gitti. Gitti ve gelmedi. Bir daha
hiç, hiç gelml·di . . . "
diyor.
[s. 868J Evet babası gitmiş hem de Plevne'ye gitmiş, bir daha hiç, hiç
gelmemişti. Şehit olmuştu. Artık mini mini Cenab için güle oynaya "o koca
bahçede" çamurlar, topraklar içinde koşmak, eğlenmek, çocukluğun verdiği hak
ile şen ve serazat kuşlar gibi, kelebekler gibi yaşamak yoktu. Herkesin hisse-i
matemini ayıran, herkesin kitabe-i ıstırabını yazan gizli, demir bir el
Cenab'ınkini de yazmıştı. Artık o bir öksüzdü. Gülmeye, eğlenmeye hakkı yoktu.
Babasının koluna bir sepet gibi asıldığı günler birer hayal olup gitmişti. Çünkü
müttckası, siperi, hamisi, her şeyi olan babası gitmişti. Onunla beraber bütün
huzuru, bütün saadeti, bütün süruru da gitmiş demekti. Artık korktukça göğsüne
saklanacak, bütün şikayetlerini söyleyecek, daima kendisinden istimdat edecek
kimsesi yoktu. O bir yetimdi. Şimdi erkeksiz, iki küçük çocuğuyla erkeksiz kalan
ninesi yaşlı gözlerini onun mini mini vücuduna dikmiş, kalbinin gizli bir
köşesinde canlanan hislerle atiye bağlı bütün ümitlerini Cenab'a hasretmişti.
Çünkü ailenin rüknü, aile müttekası oluyordu.
Bu acı fakat şerefli yükün ağırlığını, pek erken omuzlarında hisseden Cenab
olanca kabiliyetini sa'y ve gayretine vermekte gecikmemişti.
Bu iftirak-ı müebbedden sonra İstanbul'a gelen Cenab, Feyziye Mektebi'ne
girmişti. Feyziye Mektebi o zamanın bilhassa lisan öğretmekle şöhret bulmuş en
iyi mekteplerinden biri idi. Küçük Cenab bugün lisanında gördüğümüz o
kelimecilik hevesini, o şairlik ruhunu bu Feyziye Mektebi'nde almıştı. Birçok
gençler gibi o da Tulife-i Vehbf'yi ezberlemiş, mini mini dimağında mevzun bir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 711

intiba hasıl olmuş bir vezin ve ahenk itiyadı canlanmıştı. Kelime öğrenmek,
kelime bulmak hevesi canlanmıştı. Nitekim, hocalarının takdir ve teveccühünü
kazandığı bu mektepten sonra daha on bir yaşlarında 1 297'de [188 1 ] İdadi'ye
girdiği zaman bu ünsiyetin güzel tesirlerini görmüş lisan ve kitabet derslerinde
mümtaz bir mevki kazanmıştı.
Cenab'ın bu fıtri istidadında biraz da irsin tesiri olduğunu unutmamak icap
eder. Babası Osman Şahabeddin Bey'de de o istidat görülüyor. Pek [s. 869]
genç iken şehit olan zat hayatta kalsa idi belki irla.n-ı memlekete hizmet edecek
eserler de yaratabilecekti. Vefatından sonra çıkan kağıtları arasındaki Numune-i
İnşa müsveddeleri buna şahittir. Cenab'ın büyükbabası Mustafa Bey ise
Sadrazam Husrev Paşa'nın divan efendiliğinde bulunmuş bir münşi idi.
Hasılı Cenab bu tesirler altında pek genç iken şiire merak etmiş Tercüman-ı
Hakfkat'te açılan edebiyat sayfalarında gördüğü gazellere nazireler yazmak,
öğrendiği veya okuduğu Fransızca parçalan tercüme etmek gibi heveskarlıklarla
istidadını göstermeye başlamıştı. Daha sonra Kemal'leri, Hfunid'leri, Ekrem'leri
tanzir ve taklit ile ilerledikçe Şark edebiyatını tedkike başlamış, Fuzuli, Baki,
Nedim, Galib gibi Şark'ın yetiştirdiği sanatkarları seve seve, takdir ede ede
okumaya koyulmuştu. Daha on dört yaşında iken 1 300 [1 884] senelerinde
yazdığı nazireleri o zaman intişar eden Saadet, Şefak, Gülşen, Sebat gibi gazetelere
vermeye başlamıştı.
Cenab bu zeka ve istidadı ile hem mektepte hem de hariçte haklı
teveccühlere mazhar oluyordu. Ailenin büyük erkek evladı olan Cenab,
babasının eksikliğiyle açılan kara ve derin boşluğu az zamanda doldurabileceğini
ispat ediyor, gözlerinin yaşı kurumayan ninesinin ümitlerini canlandırıyordu.
Tıbbiye'ye devam ettiği senelerde yazdığı manzumeleri toplayıp Tamat
unvanıyla bir mecmua halinde neşretmişti. Daha o zamandan ismi filem-i
matbuatta intişar etmişti. 1 305 [1 889] senesinde on dokuz yaşında Tıbbiye'yi
bitirerek ikmal-i tahsil için Paris'e giden Cenab Şahabeddin o ilim ve hürriyet
aleminde bitmez tükenmez feyizler almıştı. Bir taraftan hayatın karşısına açtığı
yolda, tababette terakkiye uğraşıy or, bir taraftan da fıtratın ruhuna bahşettiği
hassasiyeti tenmiyeye çalışıyordu.
Paris'te bulunduğu müddetçe Garp'ın edebi, bedii ve sınai telakkilerini
derinden derine tetkik ve tetebbua başlamış, onlardan derin bir haz almıştı. O
zamana kadar Şark sanatkarlarının, Şark bedia-perverlerinin füsunuyla sermest
olan [s. 870] Cenab pek yakından görüp güzelliğinin inceliklerine, gizliliklerine
nüfuz ettiği bu Garp fikriyat aleminin hakiki bir meftunu, samimi bir meclubu
olmuştu.
Cenab'ın Paris'te bulunduğu zamanlar ( 1 884- 1 888) XIX. asrın son
zamanlan idi. İnkılabat-ı edebiyeden doğan cereyanlar kökleşmiş, tebellür etmiş
bulunuyordu. Cenab 1 800 tarihinden beri vücuda gelen yenilikleri görmüş,
yakından tedkik etmiş ve anlamıştı. Namık Kemal'lerin kısmen girdikleri,
712 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hamid'in büyük bir hususiyet, kahhar bir şahsiyetle tatbik ettiği romantizmin
menbaına kadar çıkmıştı. Filhakika Cenab'ın zamanında romantizm cereyanı
mevkiini realizme bırakmış, hatta ikisi arasında yirmi, yirmi beş senelik bir
devreyi işgal eden ve bilhassa romantizme merbut bulunan ve neşrettikleri
Pamasse jrançais unvanlı edebi mecmuaya intisapları dolayısıyla "Parnasse
français" namını alan şairler zümresinin şaşaalı devresi bile geçmişti. Fakat
bütün bu edebi mesleklerin ortaya attığı asar, hararet ve hayretle okunuyordu.
Tabii bunları Cenab da okuyor, o da hisse-i zevkini alıyor, hazz-ı san'ata
eriyordu.
On dokuzuncu asırda Fransa bütün mesalik-i edebiyenin geçit resmini
görmüş, bütün bu mesleklerin cidden şayan-ı takdir ve ihtiram olan timsallerini
alkışlamıştı. Cenab bu feyizkar asrın sonlarında, bulunduğu Paris'te bütün bu
fikir ve sanat safhalarının en canlı, en parlak zübdelerini toplamıştı. Nitekim
vücuda getirdiği eserlerde de bunların tesirlerini açık surette görüyoruz.
Cont de Lisle'ler, Sully Prudhomme'lar hayatta oldukları gibi sembolizmin
mübdileri olan Verlaine'ler, MallarmC'ler de yaşıyorlardı.
Hasılı, Cenab, Paris'te geçirdiği dört sene zarfında bütün bir edebiyat
koleksiyonu, bütün bir hissiyat ve fikriyat müzesi ile memlekete dönmüştü.
İstanbul'a avdet ettiği 1 309 [ 1893] senesinde genç doktor, Haydarpaşa
Hastahanesi'ne memur edilmişti.
Bu devre İ stanbul'da yeni edebiyat ile eski edebiyatın, Şark zihniyet-i
san'atıyla, Garp zihniyet-i san'atının çarpıştığı, Naci ve Ekrem taraftarlarının
[s. 87 1 ] sahaya atıldıkları devre idi. İstanbul'da muhtelif mecmualar intişar
ediyor, her iki fikrin, her iki telakkinin taraftarları da fikirlerini bol bol gazete
sütunlarına aksettiriyorlardı. Muallim Naci; Muallim Feyzi'ler, Şeyh Vasfı'ler ile
bütün bir gençliği etrafına toplamış bir nevi neoklasisizm (Neo-classicisme)
edebiyatı yapmaya çalışıyordu. Cenab da bu sahaya atılmıştı. İlk zamanlarında
muhtelif mecmualara verdiği eserler muhtelif zihniyetlerde yazılmış eserlerdi.
Her mecmuanın mesleğine temas etmek zaruretiyle yazılmışlardı. Fakat genç
şair Avrupa'da gördükleri, Paris'te duyup anladıklarını kendi vatanında da tatbik
için adeta ateşin bir iştiyak duyuyor, münasip bir fırsat gözlüyordu. Bu fırsat
gecikmedi. Mekteb mecmuasının kendisine teklif olunan edebi riyasetini kabul
etti. Mecmuaya yazanlar arasında İsmail Safa, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf�
Süleyman Nazif imzalan var idi. Bu isimler hemen hemen umumiyetle tanınmış,
hele Safa gibileri bir şöhret-i mahsusa bile kazanmışlardı.
Bu zümrenin çıkardığı mecmua diğerlerinden zihniyet itibarıyla çok
ayrılıyor, bir yenilik, bir hususiyet gösteriyordu. "Hikmet-i bedayi"' gibi "felsefe"
gibi memleket için yeni ilimlerden bahsediliyor, tenkitler yapılıyor, mütercem
eserler konuyor, Fransız edebiyatı numuneleri zikrediliyor. Bunlar o zaman için
birer yenilikti. Bu da şüphesiz Cenab'ın tesiriyle oluyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 713

B u miyanda genç, muktedir sanatkar bir kalemin ianetiyle canlanan Servet-i


Fünfln da memlekette büyük bir mevki tutmuştu. Servet-i Fünfln un başında da
'

Tevfik Fikret bulunuyordu. Arkadaşları arasında Menemenlizade Tahir vardı.


Fikret, Servet-i Fünfln'a yazdığı edebi musahabelerde teceddüt ihtiyaçlarından
bahsediyor, nazireciliğin Şark edebiyatını öldürdüğünü, hiçbir ibdaa meydan
bırakmadığını söylüyor ve 1 5 Şubat 1 3 1 1 [27 Şubat 1 896] tarihli Servet-i Fünfln a
'

yazdığı edebi musahabede "edebi musahabe" hakkında mütalaasını beyandan


sonra:
"Evet, bu hafta çıkan Mekteb risalesinde buna dair mabadi bir bend-i
mahsus var idi. Bilmem gördünüz mü; [s. 872] Mekteb yeni bir hey'et-i
tahririyenin taht-ı idaresinde olarak intişara başlamış. Mündericatı hep istifadeli
şeyler.
Kimler yazıyor acaba?
-Bilemem: Çünkü hepsine imza konmuyor. İmzalı olarak yalnız
Menemenlizade namına bir mektep kasidesiyle Cenab Şahabeddin'in iki
manzumesi, bir de 'Çocukluk' diye bir tercüme var. Manzumelerden 'Şi'r-i
Mahzun' unvanlı birinin şu parçalan pek hoşuma gittiği için ezberledim;

Hak içinde tebah olurken ben


Yeni sevdalara düşersin sen;
Ruhum ağlar semada başkaları
Va'd-i ikba.J alır iken senden
Bir rakibin dehan-ı pür-hunu
Leb-i pür-zehr ü kine-meşhunu
Bus ederken seni, mezarımda
Okurum ben bu şi'r-i mahzunu
Hatırından eğer çıkarsam ben
Gah ü bigah aç bu defteri sen.
Bu müessir neşideyi bul kim,
Sana bir hoş selamdır benden
Şu kitab-ı hazin ü pür-hunu
Aç da gör kalb-i na!e-meşhılnu
Semt-i re'sinde titresin ruhum
Sen okurken bu şi'r-i mahzunu!174
diye manzumeyi yazdıktan sonra da tetkik ve tenkit ediyor. 'Leb-i pür-zehr' gibi
terkiplerde 'tenafür-i huruf bulunur, hatta o 'tenafür-i hurılfta bile bir tenafür
bulunduğunu ihsas ediyor. Fakat yine munis ve sıcak buluyor. Asar-ı cedideyi
tetkik ve haklarında şahsiyete mahsus tenkitler yapıyordu.

174 Şiirin başı ve sonu eksiktir. (Haz. notu)


7 14 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 873] İşte o Mekteb'i idare eden gençler Cenab Şahabeddin ile birlikte
Servet-i Fünıln'a iltihak etmişlerdi.
O tarihten itibaren Cenab bütün arkadaşlarıyla, Fikret'in o fitraten
sanatkar yaratılan Fikret'in, Cenab'ın kendi tabirince "Genç üstad"ın riyaseti
altında gittikçe terakki, gittikçe inkişaf ederek çalıştılar ve bütün manasıyla nezih,
asil ve yüksek bir edebiyat yarattılar. Servet-i Fünun Osmanlı tarih-i edebiyatının
hakiki parnası (Pamasse) Fikret o parnasın "Leconte de Lisle"i oldu.
Cenab ancak dokuz ay kadar bir müddet Servet-i Füm1n'da kalabilmişti. Bu
miyanda çıkan eserleriyle hem Avrupa ve bilhassa Fransa'nın on dokuzuncu asır
edebiyatı hakkında uzun uzadıya malumat vermiş, hem de Avrupa'dan aldığı
şairlik feyzi, sanatkarlık füsunuyla yeni histe, yeni zevkte, yeni ruhta numuneler,
bedialar yaratmıştır.
Bilhassa sanatına, mesleğine, fi kir ve kanaatine hayran olduğu için
arkadaşlığa can attığı o genç "üstat" Fikret hakkında 1 3 1 1 [ 1 896] senesinde
"Tevfik Fikret Bey" unvanıyla yazdığı bir bentte:
"Servtt-i Fünı1n'un muhteviyat-ı nefise-i mu'tadesi arasında birkaç aydan beri
M. T. Fikret imzalı bazı asar-ı manzume ve mensure görülmektedir ki kariin-i
kiram ve asar-ı güzideyi layık oldukları dikkatle okutulursa M. T. Fikret'in bize
yeni ama hakikaten yeni, hem yeni olduğu nispette güzt"I bir tarz-ı cdeb küşade
eylemiş olduğunu bi-şüphe anlamışlardır.
Bu müccddid-i edeb kimdir? Bu tarz-ı nev-küşade nedir? İşte Sen·et-i funun
kari'lerinin edebiyata rağbetkar olanlarının zihinlerinde tebadürü tabii olan bu
sualleri tahlil etmek niyetiyle şu makaleyi yazdım ki muhteviyatı o iki suale karşı
zihnimde takarrür eden cevaplardan ibaret olacaktır." dedikten sonra Üstad
Ekrem'in Fikret hakkında: "Hünerveran-ı şübban-ı üdebadan bir şair-i zi-fazilet"
dediğini kafi göremeyerek: "Fihakika Tevfik Fikret Bey'i haiz olduğu evsafın
vech-i hakikisiyle kari'ine tanıtmak için kendisini yalnız neşriyat-ı edibanesiyle
tanıtmış olan bir adamın tavassutu lazım idi ki kendisiyle aramızda rişte-i [s.
874] meslekdaşiden başka münasebet olmaması ve asarını on seneden ziyade bir
zamandan beri tanıdığım halde kendisini ancak tesadüfen iki üç defa görmüş
olmaklığım cihetiyle bu tavassuta bendeniz cüret-yab oldum.
Hayır! Tevfik Fikret Bey "Hünerveran-ı şübban-ı üdebadan" biri değildir;
o, genç bir üstad-ı edebdir. Evet genç bir üstad-ı edebdir; zira makbul ve
müstahsen bir tarz-ı nevin-i edeb ihdas etmiştir. sözlerini ilaveden sonra biraz
daha aşağıda:
Bizim nazarımızda pek muhterem bir üstattır.
Edebiyatın ayine-i mahsusat ve vicdaniyat olduğu hakikati elyevm
müsellem olduğundan hiç kimsenin akab-girliğine rağbet etmeyerek matbuat-ı
mahsusa-i ruhiyesini olduğu gibi, ru-yı beyaz-ı kırtasa aksettirmeye muvaffak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 715

olan Tevfik Fikret Bey'e bir "müceddid-i edeb" bir "meslek-i edebi vasıfı" bir
"üstat" demekte tereddüt etmeyiz."
kanaatini de izhar ediyor.
Ve biraz daha aşağıda Fikret'in "Hasta Çocuk" unvanlı şiirinden
bahsettikten sonra:
"Hasta Çocuk" manzumesinden böyle uzunca bahsediverişim söz bulmak
hususunda duçar-ı müşkülat oluşumdan ileri gelmeyip ancak Tevfik Fikret
Bey'in vaz'ettiği meslek-i cedid-i edebin o manzume-i latife adeta bir programı
olduğundan naşidir.
İşte gerek o manzumenin ve gerek genç üstadın 'Musahabe-i Edebiye'
namıyla peyapey vermekte olduğu derslerin mütalaasından müstefüd olacağı
vechile bu meslek-i cedid-i edeb nazarında 'edebiyattan gaye-i meram sözü
müessir düşürmek' olup şiiri 'lisan-ı tahassüs, lisan-ı ruh' olmak üzere kabul
ederek saliklerini 'menazır-ı hilkat ve tabiatın nefs-i natıkalarına bahşettiği
teessüratı hakiki ve tabii bir surette elvah-ı tesavirlerine aksettirmeye' teşvik
etmektir."
sözleriyle genç üstadın fikirlerini alkışlıyor ve:
"Şu muvaffakiyet-i şairaneyi ihraz eden genç dahi kimdir? Asar-ı şairanesi
kadar sevimli, munis, nezihü 't-tab' , haluk, vazı', yaşı yirmi beşi geçmiş, fakat
otuza varmamış bir esmer genç!.. Küçük siyah gözleri parlak, aheste hareket,
güya sema-yı tahayyülde bir (s. 875] lem'a-i her-güzideyi takip eder gibidir;
gözlerinden eşya-yı hariciyeye initaf eden hubut-ı nazariyede avaregi-i
mahzunane vardır.
Sanayi-i nefise haricindeki musahebat-ı fenniye ve hevaiyeden pek
hoşlanmadığı mervidir; hele afaki muhabbetler esnasında vaz'ında bir yorgunluk
alameti görüldüğü şüphesizdir.
Musahabe sanayi-i nefiseye ve bahusus edebiyat ile resme taalluk ettiği
zaman tavrı bütün bütün değişir: Birdenbire gözünde bir incila-yı
müteyakkızane, enzarında bir şa'şaa-i intibah lemean eder; bir vecd ile bir iştiyak
ile nazariyat-ı zatiyesini serdetmeye başlar.
Kalbi şair, eli ressam olduğu gibi hançeresi de bir musiki-şinas-ı tabiidir:
Her kelimeye, her cümleye layık olduğu ahengi vererek mülahazat-ı şairanesini
şerh ederken o müntehap kelimelerin, o nezih cümlelerin meali sem'a bir
ihtizaz-ı ab-ı can gibi latif gelir.
İşte asarım kemfil-i hayretle okuduğumuz o genç, o muktedir üstadın zatı
da budur."
mütalaatıyla tebcil ve takdir ediyor.
"İnkisar-ı Baziçe", "Mev'id-i Tela.kide", "Ah u Ziya", "Son Arzu", "Riyah-ı
Leyal", "Validemin Sesi", "Rü'ya-yı Yetim'', "Dest-i Yar", "Makdem-i Yar'',
7 16 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Ümid ü İntizar", "Sünid-ı Sehhar", "Handeler", "Çeşm-i Yar'', "Bela-yı


Herem", "Ruh-ı Yar", "Hayfil-i Yar'', "Teadül", "Yar-ı Muhayyel", "Şiir",
"Şita" unvanlı şiirleri hep 1 3 1 1 [1896] senesinde dokuz ay içinde Seroet-i
Fünı1n'da çıkmıştı. Fikret'in açtığı "Yeni Edebiyat-ı Cedide" mektebinde en ince,
en rakik şiirleri vücuda getiren Fikret'in bütün arkadaşları içinde şüphe yok ki
Cenab'dı . . .
Cenab, Seroet-i Fünun'a intisabından dokuz ay sonra yani 25 Kanun-ı Sani
1 3 1 l f6 Şubat 1 896] tarihinde Hicaz Hey'et-i Sıhhiyesi'ne memur edilmişti.
Gerçi bu memuriyeti muvakkattı. Fakat yine Seroet-i Fünı1n'dan bir nevi
uzaklaşmak demekti. Mamafih Cenab bu Hicaz seferinden de istifadeyi
unutmamıştı. O güzel, oynak, zarif, süslü ve resimli nesrinin o ahenkdar lisanının
canlı bir abidesi olan Hac rolunda [s. 876] unvanlı mensur eserini bu seyahat
esnasında yazmış, Servet-i Fünün'da da tefrika suretiyle basılmıştı. Cenab'ın Seroet-i
Fünı1n'dan bu ayrılışı üzerine Fikret: "Cenab Şahabeddin Bey" unvanıyla şu
aşağıdaki bendi Servet-i Fünün'da neşretmişti:
"Bununla iki haftadır, Cenab'ın o zarafet-amiz metanetiyle muciz şiirler,
müfid makaleler altında -cnzar-ı mütalaaya gülümser gibi duran sevimli imzası
bir sent"den beri intiba-ı kıymet-bahşasına alışmış olan sayfalarımızda
görülmüyor. Yazık! Asar-ı Cenab'ı velev muvakkat olsun, bir zaman mütalaadan
mahrum olacağız!
Edib-i tabibin bu seneki Hey'et-i Sıhhıye-i Hicaziye miyanında yirmi gün
ewel şehrimizden infikak etmesi bu mahrlımiyet-i muvakkatanın sebeb-i
zarlırisidir.
Servet-i Fünün, Cenab Bey'in asar-ı kalemiyesini neşrettiği günlerden beri
tasviriyle de ziynet-yab olmayı kaç kereler hatırdan geçirmiş ve bu tasavvur-ı
kıymet-şinasanesini müeyyed arz uları , ihtarları havi kağıtlar da almış idi.
Gazetemiz şimdiye kadar nasılsa vüclıd-pezir olamayan şu emelini işte bugün
mevki-i husule getiriyor: Şair-i ibda pe rve rimizin bir kıta resmini derc-i sahife-i
-

iftihar eyleriz. İbda-perver . . . Evet, Cenab'ın mahiyet-i deha-yı ş:liranesini tarif


için bulunabilen vasıfların en muvafıkı bence budur. Şu bir seneden beri
şiirimizin teceddüd-i ahenginde bir tesir-i beliği görülen elh:ln-ı edebiyeden
ekseri Cenab Şahabeddin imzası altında intişar etti. 'Saat-i semen-fam' terkibi de
hariç olmamak üzere Cenab'ın müvelledat-ı fikr ü kalemi olan elfüz ve terakib o
tabiat-ı güzide tarafından birer mahfaza-i şi'r içinde lisan-ı edebimize ihda
edilmiş cevherlerdir ki başka hiçbir hizmet-i ma'rifeti olmasa yalnız bunlardan
dolayı edebiyatımız kendisine müteşekkir olmak lazım gelir. Halbuki onun daha
ne ciddi hizmetleri, daha ne büyük faziletleri var: Fazailinin en büyüğü
eserlerinin haksız haksız muahezata uğradığını gördüğü halde müteessir
olmamak, meslek-i muhtar ve müstahseninde zerrece inhiraf göstermemek
derecesinde mekanet-i ahlaka [s. 877] mfilik olması. Hizmetinin en küçüğü -
zatına münhasır bir tavr-ı güzin-i ibzfil-karane ile- her hafta ikişer üçer piş-i
istifademize attığı bedialarla sünlıhat-ı nazmiyemizin ma'hud nfileha.ni-i
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 717

aşıkaneden başka daha ulvi, daha samimi, daha rakik mevzuları d a olabileceği
hakkında zaten va'zolunmuş, fakat asar ve emsal ile daha bihakkın ispat
edilememiş bir nazariye-i edebiyeyi mükemmelen tatbik ve teyit etmesidir. Bu
muktedir kalemin cfilib-i istiğrab bir sürat ve suhlıletle tesvid ettiği makalat-ı
mütenevvia -Sahil-i Hayfilatı, Esfilib-i Ezmine-i Mütalaa, Esfilib-i Nisvan, Lane-i
Elhan, Tasallüf-i Edebi, Sfil-i Edebi gibi - alelumum nevileri kendilerine has ve
lisanımızda henüz pek yeni şeylerdendir ki kıymet ve letafetçe hemen asar-ı
şi'riyesi kadar şayan-ı ehemmiyettir. Şair bunlarda bir iki sayfalık yere bir
kitaplık sermaye-i vukuf sığıştırdığı halde sehharanc bir maharct-i beyan
sayesinde o sayfaları kari'lerine hafif ve zarif birer neşide-i muhabbet gibi telakki
ve mütalaa ettirmeye muvaffak oluyor. Cenab'ın bu da ayrıca takdir ve tebrike
layık bir meziyet ve muvaffakıyetidir.

Şu birkaç sözü -ki Cenab Şahabeddin Bey'in hüviyet-i müselleme-i


şfuranesine nispetle tafsilat-ı zaideden maduddur- yazışım hiçbir maksad-ı
mediha-kariye mukarin değildir. Fazful-i hakikiye erbabına karşı izhar-ı hayret
ve meftı1niyet... Benim için fazail-i tahririn en hfilisi, en hakikisi işte budur!

Cenab Şehabeddin namını on üç, on dört seneden ta BerRler, Gül.şen'ler


neşrolunduğu, Tercüman-ı Hakikat sahayifi ilk müsabaka-gah-ı eş'ar olduğu
zamandan beri tanırım; Cenab'ı tanıyalı ancak dokuz, on ay oluyor.

Seroet-i Fünı1n idarehanesinde, işte şurada, bir musafahacıkla başlayan


muarefemiz pek çabuk kesb-i samimiyet etmiştir. Ne zamandan beri, uzaktan
uzağa, kalbimde toplanıp duran hissiyat-ı mütehayyiranenin o parlak nazar-ı
deha-nüma önünde bir kütle-i zer-i hfilis gibi eriyerek ulvi ve metin bir şekl-i
uhuwet aldığını

-kemfil-i mefharetle- gördüm. Bugün Cenab benim için yalnız meslektaş


değil, kıymetli bir birader, bir birader-i marifettir.

[s. 878] Artık süklıt edeceğim, şu itiraf-ı uhuwet-i vicdaniyeden sonra


sözlerimin iltizama hamlolunmasından korkuyorum."

Cenab'ın Hac Yolunda unvanı altında yazdığı mektupların birincisi 20


Şubat 1 3 1 2 [4 Mart 1 897] senesinde çıkan Seroet-i Fünı1n'da neşredilmişti.
Diğerleri de muntazaman geliyor ve sırayla intişar ediyordu. Fikret 1 5 Mayıs
1 3 1 3'te [27 Mayıs 1 897] çıkan Seroet-i Fünı1n nüshasında "Aveng-i Tesavir"
unvan-ı umumisi altında "Cenab" ser-levhası ile seyahatte bulunan şairin
tablosunu, portresini yapıyordu:

Cenab
Halecanlarla geçen bir günün akşamında,
Mai bir gölgeliğin sine-i aramında,
Gecenin bir ebedi an-ı semen-fünunda
718 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Pür-sükun, zemzeme-i hilkati gUş ettinse . . .


Varsa şairliğe ruhunla vukufun, hünerin. 115
Dolaşıp -neş'e-i san'atla gülen- didelerin
Çehre-i girye-nikabında hayat-ı beşerin
Bir müşerrih gibi teşrih-i nukuş ettinse . . .
Bir şey anlarsın evet belki bu simadan sen,
Bir şey anlarsın onun şive-i takririnden;
Yazamam yoksa Cenab'ın sana mahiyetini.
Şöyle temsil edeyim: Bir yeni ufk-ı meşhud,
Bir sema-pare-i nev-dide ki her çeşm-i şühud
Göremez, görse de idrak edemez füshatini!"
Cenab; yine musahabelerinc, yine şiirlerine devam ediyordu. 1 3 1 3 [ 1 897-
1 898J senesinde Servet-i Fılııı1n'da "Riyfilı-ı Mesa", "Deniz Kenarında", "Son
Muhabbet", "Takaza-yı Üslub", "İlk Muhabbet", "Hakikat-i Sevda",
"Unutulmayan Saniye", "Ba'de't-Telaki", "Ferda-yı İftirak", "Riyah-ı Elhan'',
"Nevrlız-ı İştiyak'', "Sana Dair", "Tcmaş1-yı Lcya!'', "Temiişa-yı Hazan",
"Dehan-ı Yar", [s. 879] "Mest-i Mütefekkir" "Mest-i Müstağrak'', "Pür-hüzn ü
Heves", "Haura-yı Yar", "Nekahat-i Kalbiyyc" unvanlı şiirleri çıktı.
1 3 1 4 [ 1 898] senesi girdiği zamanda C enab, Servet-i Fünun'a "Edebi
Musahabeler" yazıyor, "Har Yolunda" yazdığı mektuplan gönderiyordu.
Halbuki manzumeleri azalmıştı. l 3 l 4 [ 1 898] Ağustos ortalanna kadar kardeşi
Ali Nusrct'e ithaf ettiği "Saadet" unvanlı bir tek şiiri çıkmıştı. 1 3 1 5 [ 1 899]
senesinde Seroet-i Fünı2n 'da "Diyojen'e" ser-nameli bir tek manzumesine tesadüf
ediliyor. Ondan sonra 1 O Ağustos 1 3 1 6 [23 Ağustos 1 9001 tarihine kadar
Cenab'ın manzumelerinden bütün kari'ler mahrum kalıyor. O perşembe çıkan
Seroet-i Fünı2n'da başta Cenab'ın "Şi'rim İçin" unvanlı manzumesi görülüyor.
Cenab yine yazılarına başlıyor. Sırasıyla "Giysu-yı Yar'', "Kendim İçin"
manzumeleri çıkıyor. 1 2 Teşrin-i ewel 1 3 1 6'da [25 Ekim 1 900] çıkan bu
manzumesinden sonra Cenab yine süklıt ediyor. Bu sükut o sene ve bütün 1 3 1 7
[1 900- 1 90 l] senesi devam ediyor. Artık Servet-i Fünı1n'da Tevfik Fikret imzası da
görülemiyor.
Nihayet Servet-i funun'un uğradığı tatil anzasıyla tamamen aynlan, dağılan
Servet-i Fünun yaranı l 324'te [ l 908] ilan edilen Meşrutiyet'le yeniden toplanmaya
teşebbüs etmişler. Fakat zamanın, fikirlerin, kanaatlerin, ihtirasların, gayelerin
çok değişmiş olması bu tecrübeyi boşa çıkarmıştı. Son memuriyeti olan Suriye
Cihetleri Sıhhiye Riyaseti'nden gelen Cenab, İstanbul'da kalmış ve bir müddet
sonra Meclis-i Kebir-i Sıhhiye azalığı inzımamıyla Daire-i Umur-i Sıhhiye'ye
müfettiş-i umumi olmuştu. Cenab birçok eserlerini Meşrutiyet'ten sonra
yazmıştır. İstanbul'a avdetini müteakip intişar eden Hürriyet gazetesine

115 B u mısra Rübdb-ı Şikeste'de "Varsa şairliğe ruhunla nüfüzun, hünerin" şeklindedir. (Haz.
notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 719

başmuharrir olmuş ve yazdığı makaleler bilahare kitap şeklinde intişar etmiştir.


Cenab'ın Hürriyet'te başmuharrirliği uzun müddet devam edememiştir. Sair
birçok gazeteler gibi Hüriyet de ta'til-i neşriyata mecbur olarak sönüp gitmiştir.
Mamafih Cenab sair gazete ve mecmualara nazım, nesir birçok eserler
vermiştir.
[s. 880] Son zamanlarda memuriyetinde tekaüdünü istida ederek kendini
Darülfünun'daki Garp edebiyatı müderrisliğine vermişti. Biraz Fransızca
müderrisi ile vazifelerini mübadele ederek Cenab Fransızca müderrisliğinde
kalmıştı. Son vakalar üzerine milll cereyana muhalif gösterilerek Darülfünun
talebesinin diğer bazı müderrislerle beraber kendi aleyhinde kıyam ve isyanlan
üzerine istifaya mecbur olmuştur.
Tab'edilen eserleri Hac Yolunda, .Ajdk-ı Irak, Evrak-ı Eyyam, Avrupa Mektupları,
Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh ile Sabah gazetesinde intişar eden muhtelif edebi
makaleleridir.
Gerek Servet-i Fünı1n'da, gerek sair gazete ve mecmualarda intişar eden
manzumeleri henüz tab' ve neşredilememiştir. 1 76
3 1 Mart Hadisesi'ne ait bir mevzuu ihtiva eden Yalan adlı piyesi ve Milli
Talim ve Terbiye Encümeni tarafından açılan piyes müsabakasında birinciliği
kazanan K'drebe namlı eseri Cenab'ın kudret ve malumatından beklenilen eserler
değildir, Cenab tiyatrolannda ne nafiz bir rfıhşinas, ne kudretli bir sanatkar, ne de
bütün manasıyla ciddi ve hakiki bir ternaşa-nüvistir. Piyeslerindeki dil fazla
müzeyyen, hakikatten hayli uzaktır. Denebilir ki Cenab'ın bu eserleri birer
tecrübe-i kalemiyeden ibarettir.

[s. 881] Lisanı ve Sanatı, Sanat Hakkındaki Telakkisi


Bütün arkadaşlan arasında bütün Servet-i Fünun içinde tab'an en az romantik
(romantique) olan Cenab Şahabeddin'dir. Hayat-i ictimaiye içinde daha ziyade
realist (realiste) görülen, bilhassa son zamanlannda bu mezhebe daha ziyade
meyleden Cenab, eserlerinde ve bilhassa şiirlerinde realizmden çok uzaklaş­
maktadır. Hayat-ı hakikiyeden aldığı intibalar, teessürler çok azdır. Kendine kendi
hayalhanesinde bir şiir ve hülya aşiyanı kurar, bir zevk ve şevk cihanı yaratır,
fikren, hissen, hayalen o cihana, o asumana doğru kanatlar çırparak uçup gider.
Emeller, arzular, iştiyaklarla çırpınır, yeni filemler, yeni ve muhayyel dünyalar
ibda eder; işte "Son Arzu":

1 76 B u şiirler, önce büyük bir kısmını kapsayacak şekilde Sadettin Nüzhet, sonra d a Mehmet
Kaplan yönetimindeki bir komisyon tarafından toplanmıştır. Bkz. Sadettin Nüzhet (Ergun), Cenap
Şahabeddin, İstanbul 1 934; Cenab Şahabeddin'in Bütün Şiirleri, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman, İstanbul 1 984.
720 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Birlikte terk-i cism edelim mevte bir gece


Mest-i garfun iken,
Kursun bahar, ruhumuz üstünde gizlice
Bir türbe-i semen!
Olsun tuylır-ı ruhumuza havza-i türab
Bir lane-i şegaf,
Ta haşre dek mesiremiz olsun p ür ah ü tab
-

Bir sahil-i sadefl


Olsun şeb-i kıyamete dek hem-sürudumuz
Bir cuy-ı nağme-hiz,
Kalsın sular lehinde dil-i yek-vücudumuz,
Mes'ud u hande-riz!
Tev'em süruşlar gibi aynı cenah ile
Uçsun hayalimiz!
[s. 882] Gezsin hadika-i ebediyette el ele
Amaı i halimiz!
-

Avize olsun filem-i şevk.inde onlann


Bir bedr-i mühtedi:
Bir buse-i muzi tuta fevkinde onlann
Bir mah-i sermedi!"
Arw ettiği şu ölüm bile hayat ı hakikiyede misli görülmeyen bir felaket değil
-

bir saade t olan hülyadan, fesaneden, mefkureden başka bir şey değildir. Cenab'ı şu
yazısıyla mükemmel bir idealist görürüz. Şu itibar ile de romantik (romantique)
olması lazım gelir. Filhakika Cenab'da bu iki cihetin kuvvetli bir mübarezesi
görülür. Bazı tasvirleriyle (desciriptf!J yazılan ve şiirleriyle natüralizme, realizme
yaklaşan Cenab bazı şiirlerindeki hayalat-ı tasavvurat (imoges) ile realizmden bütün
bütün uzaklaşarak sufYectivismiin kollan arasına atılır, kendi ruhunu dinler, kendi
gönlünü söyletir, tabiatı, harici hayatı bir vasıta olarak kabul eder, enfüsi bir
zihniyetle meydana çıkar, sanihasını, ilhamını tahassüsünden alır. Hissi
(sentimmtaliste) olur: 1 77
Murg-i aşkın bütün teraneleri,
Ufk-ı ruhumda ihtizaz etti.
Her biri ayn bir bahar eseri
Gibi, bir mevsim eğlenip gitti.

Bilemem ben nedir bunun sebebi:


Mü rg-i aşka sükut lazımdır;
Şimdi kalbimde bir latife gibi
Kalan ancak birinci aşkımdır.

1 77 Buraya ismi belirtilmeden alıntılanan şiir, Cenab Şababeddin'in "İlk Muhabbet" adlı
şiiridir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 721

Gerçi ben şimdi, pür-fütur u sükı1t,


Koşarak arkasında eyyamın
[s. 883] An-be-an sevgiden uzaklaşınm;

Müteharrik, şikeste bir tabUt


Gibi, hala birinci sevdamın
Na'ş-ı pak-i hayalini taşının.
işte; yaşlı gözleri mazinin öldürücü karanlıklarına, ezici boşluklarına dikilmiş,
ruhu kanayan, teessürün şiddetinden kalbinin darabam duran bir efsane kurbanı,
bir aşk esiri, harap, perişan bir romantik . . . Evet; bu yazılan okuyanlar Cenab'a
acır, onun ye's-i aşkına karşı yüreğinin vurulduğunu hisseder, kirpiklerinin ucuna
gelen iki yakıcı damlanın yanaklarını kavurarak süzüldüğünü duyar. Halbuki
Cenab uzaktan bu sade-dil bu saf-derun kari'lerini seyrederek şuh kahkahalar
salıverir. Sanırsınız ki kalben ağlayan şair o değildir. Filhakika Cenab ağlamak için
değil, gülmek için yaratılmıştır. "Mefhlımiyet ile belahati hem-mana bulur.
Zelzeleye raks-ı küre, fırtınaya kahkaha-i heva, yangına ateş bayramı" der.
Mevzularının içinde diyebilirim ki en ziyade tercih ettiği, en gözdesi "Diyojen"i ile
"DonJuan"ıdır. Bütün felsefe-i hayatını "Diyojen"ininde bulmak kabildir.

Ey kahkahayla eyleyen alaka i'tiriz,


Bir boş fıçıyla oldu tefelsüflerin ecir,
Uryani-i seraletine ettin ittihaz
Ayine-i tehekkümü bir ma'kes-i münir.
Açtın önünde dide-i ühkume-kannı.
Gösterdin ademiyete bir deste-i siham;
Ettin deha-yı mudhik-i zehr-abe-dannı
Pişani-i muaşire bir tig-i intikam.
Açtın bütün maayibini rUh-ı ademin.
Bir mekr-i bi-haya ile koştun feza.ile;
[s. 884] Dendan-ı pür-riyasına ahlak-ı alemin
Bir kalb-i ahenin ile etdin mukabele;
Bir gı1şmal-i kahkaha-perverdi felsefen;
Tezyif-i humk u hicv-i gurur oldu maksadın.
Didar-ı kizb ü cehle tükürmekti sence fen
Zannımca fenn Ü hikmeti yalnız sen anladın.
Esvat-ı arza karşı sen etmiştin i'tiyad
Bess ü şikayet etmeği alam-ı sem'den;
Ric'at ederdi ye's ile emvac-ı intikad.
Seng-i rasin-i ömrüne oldukça cebhe-zen.
Iskata yetti hep nakarat-ı belahati
Müdhiş tebessümündeki ma'na-yı bi-nazir:
Alkışladın safir ile lu'b-ı tabiatı
Mi'rasın oldu sahne-i a'sara bir safir
722 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Onun birçok şiirleri, birçok mevzuları, birçok hayalleri güler, eğlenir, bir
hayat-ı saadeti yaşar. Oı:ıda en ufak bir bedbini de görmek kabil değildir. Hayata
karşı daima nikbindir. Saadeti de sefaleti de aynı hande-i istikbfil ile karşılar.
Felsefe-i hayatı lakaydiden, şiar-ı ruhu tebessümden ibarettir. Cihan ile istihza
eder. İtikadınca "İstihza erbab-ı zekanın hukuk-ı tabiiyesindendir." Lisanı, bilhassa
nesri şuh, şakrak, tannan ve perranclır.

Hüseyin Cahid, Cenab'dan bahsederken:

"Cenab'ın mevkii Edebiyat-ı Cedide içinde en büyük sanatkar mevkiidir. Ben


Cenab'ın nesrini seve seve okurum. Fakat o nesir, bana sehl-i mümtenile yapılmış
bir tekellüf hissini verir, mesela bazı cambazlar vardır ki gayet güç perendelere
falan kalkışırlar, aman yapamayacaklar, düşecekler, diye içiniz titrer. Halbuki
umduğunuzdan daha fila zıplarlar. Cenab da öyledir. Üslubunu okumaya
başladığınız zaman içiniz titremeye başlar: [s. 885] Bu oyunları beceremeyecek,
şimdi şaşıracak diye korkarsınız; halbuki o fevkalade muvaffakıyetlerle hüzeyli
gösterir."
diyor.
Hakikaten, Cenab harikalar gösterir bir i'caz-kiir-ı hünerdir. Onun nesri
kadar oynak, onun nesri kadar i'vicaclı, onun nesri kadar süslü ve zarif bir nesir
hiçbir edibimizde, hiçbir şairimizde yoktur. "Üslub-ı beyan aynı insandır!" diyen
Fransız edib-i şchiri Buffon'a hak vermemek mümkün olmuyor. Cenab ı n '

yazılaıında imzao;ı bizza t üsh"ıbudur. Aynca imzaya ihtiyaç yoktur. İki cümlesini
okumak kendisini tanımak için kafidir.

Edebryat
Feylcsof-ı mazlum haber verdi:
-Zaviye bugün edebiyatla iştigal edecek mübahaseye müteceddidin-i
üdebiimızdan Ali Raşid Bey biraderimiz da'vet-i mahsusamız üzerine iştirak
ediyor. Şimdi Hasan Macid Bey'den besmele-i iftitahiye olarak bir gazel �itiriz.
Macid cebinden çıkardığı mavi renkli bir kağıdı açarak 'ateşin' redifli bir gazelin
dokuz beytini kemal-i takti' ile okudu.

Ali Raşid mütebessim:

-Güneş gibi kıyamete kadar zeka-yı beşer üstünde parlayacak bir ateşpare-i
beyan! dedi.

Hoca Tevfik tasdik etti:

Hakikaten ateş-zebanane!

Mazlum el'an başladı:

-Evet ateşin! Fınn gibi! Biid-ı sümum gibi! Hatt-ı istiva gibi! Cehennem gibi
ateşin! Bu mevsimde bütün kömürcüleri, sobacıları çıldırtacak bir eser-i nefis!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 723

Sonra Macid'e döndü:


-Monşer, dedi; sana rahip Kınaip usulüyle tedavi-i bi'l-ma tavsiye ederim.
Kanına biraz serinlik gelmedikçe yazdığın şiir olamayacak.
Macid biraz kızardı:
[s. 886]
-Evet malum, siz Edebiyat-ı Cedide taraftarısınız. Lisanın kolunu, budunu
kırmadıkça insan size kendisini beğendiremez.
Mazlum cevap verdi:
-Fakat lisana bir kalp, bir ruh verdik. Bir halecan, bir teheyyüç koyduk.
Edebiyat-ı atikadan durfıb-ı emsfile karışan beyitler yetişir. Bugünkü Türkiye'ye
bugünkü edebiyat, bugünkü lisan, bugünkü sanat lazım, yeniçeri şarkıları, yeniçeri
kıyafetinde dinlenebilir. Tarih-i siyasirnizde lale merakı devri nasıl geçmişse, tarih-i
edebiyabmızda da gazel devri artık yaşamamalıdır. Eski şiirler fena değil. Fakat
ölü! Ölüm hayattan o kadar uzakbr ki, öleni az çok unutmalıyız.
Edebiyat-ı kadime taraftarlığı ölülere teneffiis-i sınai yapmaya benzeyen akim
bir gayrettir. Artık divanları ihtif'alat-ı layıka ile kütüphanelere defnetmeliyiz.
Diplomat Naşid tasdik etti:
-Her şair kendi asrının şairidir. Hiç kimse atinin şairi olmak iddiasında
bulunamaz. Birkaç yüz seneden beri Nefi'lerin, Nabi'lerin, bilmem kimlerin
önünde kemfil-i hayretle diz çöküyoruz. Artık yorulduk. Ayağa kalkacağız. Eski
dahilerimize tarih-i edebiyatta süslü türbeler göstereceğiz. Mezarla mabet
ayrılacak. Mazinin rahat döşeği tarihtir. Geçen zamanlan, bütün hisleri, ziyalan,
şiirleri, teranelerle oraya yazmalıyız.
Hoca Tevfik:
-Mamafih, dedi, inkar etmeyelim, asar-ı eslaf, şayan-ı hürmettir.
Pomata Rıza atıldı:
-Evet, bir vasiyetname gibi. Bendeniz eş'ar-ı kudemayı asar-ı atika-i fikriye,
müstehasat-ı kalemiyesi gibi telakki ve tem:lşa ederim. Her divan bence edebi bir
müze-hanedir.
Mantar Nuri söze kanştı:
-Eski şairler, bir kahraman-ı bedi' ve beyan idiler. Ruhlannda eşhas-ı
mevcıldeden, eşhas-ı hariciyeden ziyade elraz ve kelimat vardı. Onlara fikir
[s. 887] kelimeden, ilham ve hayal kelimeden bütün anasır-ı gazel kelime ve
kafiyeden gelirdi. Nazımlannın ruhunu, mihverini, merkezini teşkil eden kafiyedir.
Adeta elfaz ve kavafiden müteşekkil bir alem-i gayr-ı cismani içinde dimağlarını
yaşabrlardı.
724 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bendenize eski şiirler, eski fotoğraflar gibi sararmış, solmuş, hudut ve hutlıtu
belirsizlenmiş, gölgelenmiş, islenmiş gelir .

Mazlum intikadı takip etti.


-Şuara-yı kadimenin en meşhur mısralarını tahlil ediniz. Bermutat tantanası
çok, fakat vüs'at ve sıhhati pek azdır. Çünkü n:izımlarının tahassüsü kadın ve
çocuk tahassüsü gibi gayet sathi ve gulgulelidir. Asar-ı kudemada medeniyet,
insaniyet gibi yüksek mevzulara ait şiirlere tesadüf edemeyiz. Muhafaza-i şahs ve
nev'-i sevk-i tabiileri şiirlerinin en ulvi erkanını teşkil eder.
Macid bunalmıştı. Haykırarak dedi ki:

-Sizin yazdıklarınız da bizim için bir hiyeroglif; tarih-i edebiyatımızda asar-ı


hazıra bir istila-yı garciib devri teşkil edecek. Şimdiki şiirler hep manasız!
Mazlum güldü:
-Sükunetin bile manası olduktan sonra manasız şiir olamaz. manasız,
hakikaten mancisız şiirlerin manası odur ki nazımları budaladır.
Hoca Tevfik bahsi değiştirmek istedi:
-Feylesof sen de biraz aa sözlüsün!
-Söz bence acı olmayınca mutlaka tatsız olur.
-Birisi derdi ki bu edebiyat-ı cedide ve atika meselesi, ne vakit hallolunursa o
zaman yazmaya başlayacağım. Benim fikrim de bu, mamafih hiçbir zaman
manzum yazacak değilim. Vezne uyduracağım diye sözleri parça parça edemem.
Kaymakam Sermed auldı:

-Manzum ve mensur, ben bütün asar-ı cedideyi seviyorum, yalnız


müstezatlar! Yeni şe ki ll er hoşuma gitmiyor. Sekiz santimetre tulunda bir mısram
altında [s. 888] kısacık iki kelime! Bu bana cücelerle devlerden mürekkep bir tabur
gibi garip görünüyor.
Ziya mırıldandı:

-Zavallı edebiyat-ı hazıra! Muasırlarımızın her türlü intikadına hedef oldu.


Mazlum kabul etmiyordu:

-Edebiyat-ı hazırayı tahkir edenler bizim muasırlarımız değildir, dedi.


Macid mukabele etti:

-Muasırlarımız değil mi? En yaşlısı otuz beşi geçmeyen şairler.

-Evet hayatları taze! Fakat nasiyelerinde kurlın-ı vusta buruşukları var. Yeni
kalemler onların fersudeliğini, boşluğunu, hiçliğini gösterdi; namlan üstündeki
nikap kendini kaldırdı. Sonra kendileri de şetaim-i intikadiyeleri ile seffilet-i
ahliliyelerini teşhir ettiler. Biz mukabele-i bi'l-misl ile parmaklarımızı telvis
edemezdik, hata aramak için onlann yazdıklarını karıştıramazdık. Kemik bulmak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 725

için süprüntü karıştırmak köpeklere yaraşır, budalalar asar-ı cedide muvacehesinde


kızdılar, tepindiler, yaygaralara başladılar. Sonra tehevvür yerine tehzil, diş gıcırtısı
yerine kahkaha, hücum yerine alay kaim oldu. Her büyüklüğe karşı avamın edvar­
ı muamelatı budur.

Dekadan; bu ta'bir-i garib hasedin ehliyet üstüne açmak istediği sahtekar


yaftası idi ki genç üdebaya namuslu fabrika markası hizmetini ifa etti. Sonra Ali
Raşid'i gösterdi.
-İşte dekadanlardan biri. Asan ebediyete namzet. Evvela anlayamaz kızar,
sonra anlayamaz güler.
Naşid bahse girdi:
-Bu yeni edebiyata, bu cehil ve hamakati kudurtan şeylere bir ad koymak
lazımdı: 'Dekadan' dediler. Karıncaya, kartala, bütün lcişe-har kuşlara olduğu gibi
bu Fransızca kelimeye de tfil-ı hayat mev'uddu, filhakika yaşadı. Egerçi hakikatti,
gerinti, bulantı verdi. Fakat yaşadı ve yaşayacak. [s. 889] Tarihlere bir makam
ihraz etti. Ufüneti vicdan-ı ahla.da kadar gidecek. General Kambrolema'nın
Waterloo Muharebesi'nde fırlattığı nida-yı meşhfır gibi gılş-ı istikbfilde çınlayacak!
Ali Raşid:
-Ebediyet! dedi, ne ham hülya! Çocukken kış günleri camlan nefesimizle
buğulatır da üstüne parmağımızla bir şeyler yazardık, işte imtidad-ı istikbfile
nispetle en kaviyü'l-bünye şiirin ömrü ancak bu yazılar kadardı. Hafı bir tebeddül-i
hararet o yazılan siliverdiği gibi, en güzel şiiri unutturmak için de senelerin
getirdiği gibi küçük bir tebeddül-i hissiyet kafidir. Gözyaşları ister teessüfle, ister
kahkaha ile dökülsün, güneş aynı hararetle kurutur. Zaman da asar-ı edebiye için
böyledir: Yazan ağlamış mı, gülmüş mü, düşünmez. Soldurur, ihtiyarlatır, öldürür,
unutturur. Ah bilsem, zirinde ismimi sürükleyen o kelime yığınlarından sonra ne
kadar yaşayacak? Beni atisinin neresine kadar götürecek. O türbe-i figan içinde bir
kandil gibi biraz parlayacak, bir müddetçik zi-hayat kalacak, bir şey vücuda
getirebildi mi? İsterdim ki hiç olmazsa bir eserim zamanının fevkinde bir katre-i
jfile, bir katre-i ziya' gibi, bir mezar üstünde bir damla dem'-i terahhum gibi biraz
parlasın. Fakat biliyordum, bu yazdıklarımı, ferdfilann nagamat-ı tekamülü birer
birer silecek, hepimiz seylab-ı zaman üstüne eğilmişiz. Orada hayalimizi görür ve
ebediyen mersum kalacak sanırız. Biraz ilerideki umman-ı nisyanı düşünmeyiz.
Hoca Tevfik dedi ki:
-Ali Raşid Bey'i asanyla tanıyanlar hiç zannetmez ki böyle mail-i ye's bir
fıtrat olsun.
Ali Raşid cevap verdi:
-Evzan ve elfaz arasında terennüm ederek kalemim edebiyatı eğlendirirken
sanırlar ki ruhum da gülüyor değil mi? Hani ya bazı deniz kenarlarında çiçekler,
gölgelerle müzeyyen pür-hayat ve tebessüm meyhaneler vardır ki içerisinden çok
kere bir sarhoşun enini gelir . . . İşte benim kalbim de buna benzer. Herkesi [s. 890]
726 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

terkis eden musiki beyanı içinde kanayan bir cerihası gizlidir. Devr-i sıibık, tarih-i
umumi içinde müteaffin bir çıbandır. Bu devr-i marizin genç dimağlan ketumiyet-i
asumana açılmış birer zahm-ı zeki oldu. Etrafımızdaki ıyd-ı tabiiye karşı
gönüllerimiz muğber ve gazub duruyordu. Hayatı, cehaleti, aşkı, her şeyi bir
adese-i ızdırab içinden seyrediyorduk. Nev-reside ruhlar hayat-1 matbuata bızaa-i
edebiyeleri kadar ağır bir hamule-i gayz ve nefret getiriyorlardı. Sahllif-i belagata
şerha şerha dökülen her eser bir taze idrakin layiha-i isyanı idi, kalemleriniz son
elhan-ı medeniyeti tecrübe ederken kalpleriniz muhitatınıza karşı bir istikrah ile
geri çekiliyor, çekiliyor. Bir vahşi, bir bedevi merdümgiriz oluyordu. Her biri
hayali bir mescid-i uhuwet içinde mu'tekif, şikarlarla sayyatlar arasında filam-ı
umumiye ile ser-be-ser yaşardık. içerisinde yaşadığımız halde vatana karşı içimizde
bir hiss-i heyecan, tarifi imkansız bir azab-ı vuslat ve firkat vardı. Millet-i esirenin
zendr-i matemini kalplerimize takmış, üsluplarımızla inliyorduk. Otuz senelik
havf-ı hunin içinde yazdıklanmız enin-i ümmetin taningah-ı samimisi idi.
Namussuz hükümetin tabakat-ı fezahati üstünde yalnız edebiyatımız bir lime-i iffet
gibi tcmcvvüce çalışıyordu. Eşvak-i idare arasında kanayan kalbini her şair birkaç
satırla biraz vüs'at-i hariciyeye çıkarıyor. Gizli bir humm a-yı iştiyak içinde
kavrulan sineler bütün ateşi, kelimelere, cümlelere veriyor, sefalet-i asr üzerine bir
sayf- i muzi beyan-ı ferş ediyordu. Genç göğüslerden füshat-i alakı saracak,
ebkcmiyet-i arzı söyletecek, kainat-ı bi-hissi hislendirecek feryatlar koptu. Edebiyat
bütün kuwctiyle atfilc t-i umumiye üstüne haykırdı. Ve hayat-ı kalemlerden
boşanan zeka-yı ha�sas bütün ru hlara tevzi'-i ihtizaz etmek istedi . . . Son devrin
buhran-ı kalemisi Fikrct'in bir girye-i san'au ile nihayetlendi. Türklerin bütün
alamı Rübah-ı Şikesre içinde buluşmuş gibidir; Fikret'in rlıh-ı kari'inde hıçkıran
şiirleri geçen devr-i siyasiyemize karşı milletin bir isyan-ı belagatidir. . . Butlı.n-ı
salifeniıı bize terk ettiği miras-ı lisan üstüne biz de bir buse gibi figammızı [s. 89 1]
koyduk: İşte hizmetimiz!.. Ye'simizi di m ağı mız a topladık; zamanımızın felsefe-i piç
ü tabına layık , acı bir üslup aradık; bulduğumuza: 'Dekadanlık!' dediler. . . "

Edebiyat-ı Cedide içinde en çok taarruza uğrayanlardan biri de Cenab


ol muştu . O kendisine mahsus lakaydi ile bunlara karşı güler ve geçer, bazen de
tezyifkar bir cevap ile mukabele ederdi. Bu hal son zamanlara kadar devam
etmiştir. Cenab bu tabiatından en ufacık bir fedakarlıkta bile bulunmamıştır. O
zaman Süleyman Nesib, Servet-i Fünun'da yazdığı bir musahabede:
" Cenab Bey melekat-ı akliyesi layıkıyla neşv ü nema bulmuş, Şark ve Garp'ın
eski ve yeni asar-ı edebiyesi ni tetebbu etmiş, kendine mahsus bir zevk-i edebi hasıl
eylemiş bir genç değil midir? Bunu kim inkar edebilir?

Cenab Bey ewela Tıbbıye-i Askeriye'den mezundur. Sonra Avrupa'da


ikmfil-i tahsil etmiştir. Sinni itibarıyla inhitat-ı edebi devrine yetiştiğinden o
zamanın tesiratına kapılarak eski vadide birçok şiir yazmıştır. Şimdi Cenab Bey'e
itiraz edenler acaba o iktidarda mıdırlar? Onun kadar edebiyat-ı Şarkiye ve
Garbiyeyi bilirler mi? Onun kadar kavaid-i lisaniyeye vakıf mıdırlar? Bugün
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 727

müdafaasına kalkıştıklan o eski tarzda onun kadar güzel eserler yaznuşlar nudır?
Yoksa yazabilirler mi? Öyle ise bu şematet nedir?"

demişti.

Filhakika Cenab hissi, hayali, lisanı, üslubu itibanyla tamamen yenidir. O da


şiire başlarken eskileri taklit ve tanzir ederek başlanuştır. O da Şark zihniyetiyle
düşünmüş, o da gazeller yaznuştır. Fakat o vadide uzun müddet kalmanuştır. Eski
edebiyattan bahsederken Cenab:

"Eski edebiyatımız gayr-ı samimi idi. Gönülden ziyade kalemden çıktı. Fakat
eski edebiyatımızı teşkil eden perakende fikirlerin bazılarına bayılırım, pek çoğu
hoşuma gitmez, hiç anlamadıklarım da -itiraf ederim- az değildir. FuzUli, Nedim
ve Bili'yi -tercihim sırasıyla söylüyordum, tarih sırasıyla değil- eski
edebiyatımızın ekanim-i sülsesi gibi telakki ederim, üçü de bilhassa kalbime
söyledikleri için mahbub-ı kalemdir. Eskilerden ben bilhassa terbiye-i lisaniye
aldım, kıymet-i lisaniye [s. 892] itibanyla onları pek yüksek bulurum. Arayan
onların asannda neler ve neler bulmaz . . . Ancak 'edebiyat' olmak itibarıyla adem-i
kifayetine kani'im: Perakende fikirler ne kadar güzel, ne kadar yüksek olsalar tam
bir bina-yı edebi teşkil edemezler. Onlar ancak gınfil bir mahiyeti haizdirler. Ve
edebiyat-ı hayat.iyeye vasıl olmak için belki birer kademe hizmeti ifa ederler, devre­
i hayatiyeye çıkamayan edebiyatlar birer cenin-i sakıt hükmünde kalırlar. Eski
edebiyatımızda, na-kabil-i inkardır ki tam bir levha-i hayat teşkil eden bir tek
nazım yoktur."

diyor. İşte bu itibar ile Cenab da eski edebiyat sahasında kalmadı, kalamadı.
Lisandan alacaklarını alarak Servet-i Fünun naznunı teşkil ettiler. Fikret bilhassa
belagat ve resaneti alnuş, Cenab'a rikkat ve zarafet kalnuştı. Fikret, Baki'nin eda-yı
hakimanesini kendi tab'ına muvafık bulmuş, Cenab, Nedim'in şuhluğuna meftun
olmuştu. Bu ruhu eskilerden alan Seruet-i Fünun zümresi yepyeni, taptaze bir lisan-ı
şi'r ve edeb vücuda getirmişlerdi. Bu hususta Cenab:

"Tam otuz sene oluyor ki zamanın resail-i mevklıtesinden birinde şu


manzumeyi neşretmiştim:

Benim Kalbim
Bir civan bir siyah meşcerenin
En karanlık yerinde yatmıştı;
Başını bir garip şeb-perenin
Zıll-i şeb-rengine uzatnuştı.

Nevhalar, giryeler, şikayetler


Ona olmuştu came-hab-ı huzur;
Bir müebbed şeb-i siyeh-peyker
Onu etmişti ser-giran-ı fütlır.
728 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gönlü ağlardı gülse çeşmanı;


Gözüne yaş gelirdi güldükçe;
İncinirdi hayfil-i giryam
Gözünün yaşlan döküldükçe

(s. 893] Ruy-ı zerdindeki uçukluktan


Mütehişi olurdu berg-i hazan,
Leb-i zanndaki donukluktan
Ll.l ü hayran kalırdı hep murgan.

Sinesinde halide bir hançer


Sallanırdı teneffüs ettikçe;
Rahm ile titreşirdi hak ü hacer
Onun enffisını işittikçe

"Kimdir aya bu hasta-i muğber?"


Diye ettim semayı isticvab;
Eyledi bir peri-i zerrin-per
Asmanda şu yolda bast-ı cevab:

Gördüğün dil-şikeste-i takdir


Bil, senin kalb-i na-ümidindir;
Öyle takdir eder ki Rabb-ı Kadir
Ebedi hastadır dil-i şiir.
Bugün Sultani talebesinden birinin ilk eser-i teşaürü gibi telakki olunmak
lazım gelen bu neşideyi o zaman bütün cumhur-ı şuara Fransızcadan mütercem
zannetmişlerdi. Zira kalbine bir şahsiyet-i müstakile iade ederek onu tam bir levha
halinde tasavvur etmek kudreti bir Türk şairinin dimağı için müsteb'ad
görülüyordu. Filhakika o zamana kadar neşredilen asar-ı manzumemiz arasında
buna mümasil böyle timsali düşünülmüş ve şerait-i tamamiyete malik bir neşide
gösterilemez. 'Vaveyla', 'Kürsi-i İstiğrak' ve emsali gibi hakikaten nefis, parlak
bedialar vardı, fakat hiçbiri muayyen bir çerçeve dahilinde tasavvur ve tasvir
edilmiş değildi; hepsi hududu itibarıyla kusurlu idi: herhangi birine fazlalık hissi
vermeksizin bir veya birkaç kıta ilave edebilirdiniz; onlarda daima (s. 894] bir
"na-tamamiyet" hali vardı ki tasawur da na-tamamiyetten neşet eder. Bizden
ewelki nesl-i edeb 'bir manzumenin' ellaz ile resmedilen bir levha olduğunda
gaflet göstermişti; bu cihetle eserlerini birer levha gibi çerçeveleyerek tahdit
etmiyorlardı. Ben bu lüzum-ı tahdidi Paris'te kendisinden edebiyat dersi aldığım
Charles Brevet isminde muhterem bir adamdan öğrendim ki Gaulois gazetesi
muharrirlerindendi."
İşte Seroet-i Fünı1n'la başlayan edebiyatın bilhassa kavaid-i san'atla müterafik
olduğu görülüyor. Hakiki şiir, hakiki sanat ancak o zaman hakkıyla anlaşılabilmişti.
Bunu da bilhassa Fikret'le Cenab nazımda tatbik ediyorlardı. Cenab, Fikret kadar
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 729

sanatta 'puritain' değildi. Kemfil-i üslub (peifection du stile) Fıkret'te olduğu kadar
harikulade olamamıştı. Ne kelimelerin intihap ve tertibinde, ne ahengin temin ve
teessüründe Fikret derecesini bulamamıştı. Kendisi bu hususta:

"Fikret lisanı hepimizden iyi bilirdi, kelimelere onun kadar hiçbirimiz


tasarruf edemeyiz ve zevki hepimizinkinden ziyade sfilimdi."

diyor. Hfilid Ziya da:

"Fikret daha sonra vücuda getirdiği o muhayyir-i ukül harika-i san'ata vasıl
olmadan ewel, mesela Mekteb risalesinin ikinci devre-i istihfilesinde Cenab'ın
nazımları bir büyük ihtilal, hayr-aver bir ihtilal vukua getirmişti. Fakat bilahare
Servet-i Fünun'da Fikret, şehrah-ı san'atta kaybedilen mesafeyi maa-ziyade kazandı
ve bir zaman geldi ki bu iki üstattan hangisinin diğerine tahakküm edeceğinde hep
mütereddit idik."

dedikten sonra biraz aşağıda:

"Cenab'ın nazmı daha şuh, daha şakrak, eda ve mişvarında daha cazibedar
olmaktan müterekkip bir hususiyete mfilik iken Fıkret'te nazım daha vakur, daha
asil, belki daha derin, yahut daha yüksek olmuştur . . . Nazma kudret-i tasarruf
itibarıyla aruzdan çıkarılabilecek netayicin hadd-i a'zamı kemalini almış olmak
itibarıyla Fikret bi-rakip kalmıştır. Nitekim Cenab da nazmının şetaret ve tarzında
ve müracaat ettiği vesait-i bedianın servetinde hl-rakiptir. Cenab'ın buna ilave
edilecek bir meziyeti, aynı rekabetten azade üstadaneyi nesirde de göstermiş
olmasıdır."

mütalaasını ilave ediyor.

[s. 895] Cenab'ın lisanı nazenin, billurin bir lisandır. ince, zarif, şuh
hayallerle süslüdür. Bunları ifade eden yeni ve müntehap kelimeleri de vardır.
Fakat bazen yeni kelime kullanmakta bilhassa şiirlerinde çok ileri gider ve
mütenafir kelimeler kullanır. Bazen de:
"Ta haşre dek mesiremiz olsun pür-ah ü tab"
"Olsun şeb-i kıyamete dek hem-sürı1dumuz"

mısralarındaki "dek"ler:

"Bir buse-i muzi tuta fevkinde onların"

mısraındaki "tuta" gibi istimfilden sakıt mehcur, sakil edat, fiil ve kelimeler
istimfilinden de çekinmez. Cenab'da hayalat (images) ve renkli teşbihat da çoktur.
Timsalleri de mebzuldür. Bazen mesleği sembolizme (şymbolisme) kadar varır.
Esasen "symboliste"leri çok okumuş, bilhassa Henri de Regnier'ye büyük bir
muhabbet beslemiştir. Onun sanatını takdir ve tanzir etmiştir. Ondan
bahsederken:

"Henri de Regnier'nin eş'arı hayali, amik-i felsefi ve hatta timsfilidir. Puvis de


Chavannes'ın resimdeki mesleği ne ise Henri de Regnier'nin şiirdeki mesleği odur.
Bu genç, bu büyük şairin hayalatı bize pek munis gelebilir: Biraz ülfet ettikten
730 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sonra bu nim-hayali, nim-timsali, tüllü, bulutlu, ziyalı, zemzemdi eş'ardan


hoşlanmayacak bir şair tasavvur edemem. Benim Fransız eş'ar-ı cedidesi arasında
en lezzetle okuduğum w-/eu-demanis olmuştur ki Herıri de Regnier'nin
mecmuasıdır."

der.

Cenab arkadaşları arasında en çok mütalaa ve tetebbula uğraşanlardandır.


Hem sanau olan tababeti, hem fünfın-ı saire ve edebiyaun asri tekamül ve
tenemmuvunu yakından takip eder. Dinç, cevval ve kavi bir dimağ ve hafızaya
mazhardır. Nazmındaki şuhluk ve şakraklık hiçbir Türk şairinin lisanında da
efkarında da görülemez. Fıtraten şair yaraulmış fakat bilahare birçok haşin ve
zehirli hayat vakalarıyla doğrudan doğruya karşılaşa karşılaşa nihayet bir Diyojen
felsefesine kavuşmuş müstehzi, mütehekkim bir şair olmuştur.

[s. 896) Şu "Yakazal-1 Lcyliyye" unvanlı manzumesi fikirlerinde, hayallerinde


ve hislerindeki inceliği göstermeye çok müsait bir manzumedir:

Gel bu akşam da ser-be-ser, güzelim


İhtizazat-ı leyli dinleyelim:
Ta uzaklarda işte bir piyano,

Taze parmaklann temasıyla


Ağlıyor bir hazan hevisıyla . . .

Dinle; ey yarim, işte ağlayan o


Gecenin ka'r-ı pür-sükünunda,
Zulmet-i ebkemin derununda! . .
Gah onun ihtizıiz-ı pestiyle
Mütevahhiş, hazin, rakik ü nizar
Dağılır cevve bir sürüd-ı hez::lr.

Gah onun irti::lş-ı mestiyle


Dolaşır kainat-ı naimeyi
Bir umumi şehik-ı tenhayi . . .

Onu kim dest-i ra'şe-danyla


Çalıyor, perde perde inletiyor?
Onu kim böyle gamla söyletiyor?

Tellerin lahn-ı inkisarıyla


Hangi metruke böyle eğleniyor,
Hangi matem bu sesle söyleniyor?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 731

Gah olur ince, nazenin bir ses


Leyl içinde sürüklenir, inler;
Onu zulmet, sükılt ile dinler! 78

Gah olur bir figan-ı tiz-heves


[s. 897) Bütün a'sab-ı kainatı gerer;
Kalb-i habide-i cihan titrer.

Sonra bir şehka-i büka olarak


Düşer aglış-i leyl-i tarike,
Çalışır ruh-ı samtı tahrike.

Sonra tedricen alçalıp solarak


O kadar pes olur ki öksürerek
Zannedersin tebah olup gidecek.

Sonra baygın, kesik, sükut eyler;


Musiki-i sükıltu okşayacak
Bir enin-i hafı kalır ancak.

Kim bilir, kim bilir neler söyler


Bu süreksiz hevesli zemzemeler,
Bu susup durma, sonra söylemeler,

Bu nevazişli, nazlı boş nagamat,


Bu rekaket, bu lüknet-i elhan.
Bu tereddütlü musiki-i figan

Bu yanın cümleler, yanın kelimat?


Belki leyl-i hamuşa yalvanyor,
Belki bir tuf-ı tesliyet anyor:

Gah mestane bir şetaretle,


Bad-ı pür-glıyu eyliyor taklid,
Uçuyor cevve pür-hayfil ü ümid.

Gah bir mugşiyane haletle


İnliyor muhtazır, zebun u harab
Oluyor can-be-leb tuyılra cevab . . .

1 78 Bu mısra ilk baskıda atlanmıştır; biz yerine yerleştirdik. (Haz. notu)


732 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 898] Ta uzaklarda işte bir piyano:


Onu bi-şübhe bir kadın çalıyor,
Musikiden cevab-ı ye's alıyor.
Dinle, ey ruhum işte ağlayan o!.."
Cenab'ın bu manzumesi Garp musikisinin his ve heyecana tercüman olan o
ince rikkat ve sanatla ruha işleyen nağmeleri kadar müessir bir eser-i san'attır.
İçindeki yüklü ve ağır kelimelere rağmen his ve heyecanındaki incelik, ruhi
buhranları, kalbi takallüsleri tercümede kudretiyle nefis bir parçadır. Cenab'ın
şiirleri tannan, şuh, şakrak ve nazenindir. Onlarda Fikret'in şiirindeki azamet ve
salabeti; genişlik ve derinliği bulmak mümkün değildir. Fakat gerek nazmında,
gerek nesrinde üslfıbundaki mümtaziyet, ahenk ve nezahatle arkadaştan arasında
Cenab rakipsiz bir sanatkar simasayla görünür.
"Temaşa-yı Hazan'', "Temıişıi-yı Leyal" gibi böyle ince hislerle dolu
bedialanyla "Münacat" gibi gizli ve zarif bir tehekküm ile yazılmış, "Derviş" gibi
sıcak hayaller, hissi edalarla yazılmış cidden güzel eserleri edebiyatın ölmez
abidelerindendir. "Münacat"ındaki ma'na-yı istihzayı zamanının dini bir yemlik
yapan riya ve taassup ile herkesi köreltmekte bir menfaat arayan kaba sofular
anlayamadılar. Hakiki bir "Münacat" bir ilahi zannettiler. Cenab'a:

Anyor secdelerle didelerim


Her gece, pür-sitare küngürede,
Düşüp üstünde ağlamak dilerim,
Söyle ey Tann dizlerin nerede?
derken ruhen, hissen Hamid'in

"Çıkdım semevata hak-ber-ser


İndim scmevat ile beraber"
[s. 899] beytinden bir farkı varsa, Hamid'inki boşluğu bir ye's ve nevmidi
diliyle anlatmasındadır. Cenab o boşluğu, o yokluğu istihza.kar, kinaye-perver bir
istifham-ı inkaıi ile eda ediyor.
"Ta'n ü tecıim eder mi dad-ı Huda
Küre üstünde kirlilikle bizi?
Küreyi kim çamurdan etti bina?
Kim çamurdan yarattı kalbimizi?"
suallerini sorarken Hayyami bir eda ile o yokluğun insanlardaki noksanlan itham
edemeyecek bir hayal olduğunu anlatıyor. O hayale aldanan, tapınan biçarelere
canlı bir ders vermiş oluyor.
"Ufk-ı eb'adı geçmiyor sesimiz,
İnleriz gerçi altı bin senedir:
Gök sağır, yer sağır, hava dilsiz,
Mücrim-i aciziz biz, ey Kadir!"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 733

diye tarizkılrane ve rica-gı1yfuıe bağırırken insanların gafletini binlerce yıllardan


beri göklere kalkan ellerin ne man:isız, ne boş bir dalalet olduğunu, için için
gülerek ispat etmiş oluyor.

"Doludur afV ile sebu-yı sema


Cürm ile pür-lekeyse ruy-ı zemin!
Aç sebu-yı semaya bir mecra
Beşeriyet bütün temizlensin!
AfV ile setr için günfilıımızı,
Arz-ı me'yi'ısa, Rabb'irn, at elini,
Dinledin altı bin yıl filıımızı
Yeter ey Hfilik'ım, uzat elini!"
hitabı ise ta'riz-i kinfilnin en canlı misalidir.
[s. 900] Cenab bu "Münacat"ıyla insaniyetin sef'alet-i fıkriyesine, dalalet-i
cismiyesine ağlamıştır. Bu "Münacat'' hem mabud hem de abidi tehzil ve tezyiftir,
bir satire numunesidir, içtimai bir hicviyedir, Cenab'ın o keskin zekasına da pek
muvafıktır. Bunun bir mükemmel enmuzeci de Fikret'in Harb-i Umumi esnasında
yazdığı "Liva-yı Şerif Huzurunda" unvanlı manzumesidir.
Cenab'da her şeyi, her hayali canlandıran, şiirileştiren esatir-i Yunfuıiye
sanatkarları zihniyeti var. Onlar bir hüsün ve aşk perisi, bir şiir ve ilham mabedi
yaratırlardı. Cenab da kalemiyle "Aşkın Teranesi" unvanı altında bir aşk heykeli
yapıyor:

"İşte ben saçları duşunda perişan aşkım.


Hüsn ile, şi'r ile ahenk ile yoktur farkım.
Benim en ince gönüllerde emir-i daraban
Gençliğin kasr-ı hayalinde yatan genç sultan

Güzelim, şuh u şenim, pür-hevesim, tannazım;


Yakar avize-i ümmidi şua'-ı nazım
Ellerim saki-i hulya, dudağım nakl-i sürur:
Doludur gözbebeğim bir sarışın mesti-i nur.

Rayihamdır gül-i maziden uçan ıtr-ı leziz,


Güneşimdir eden atiyi nihal-i nev-hiz.
Aks-i destimle gönüllerde kuzahlar kurulur;
Benim ahcar-ı hayalimle gönül ma'bed olur.

Hem güzel bir gece, hem korkulu rü'yayım ben.


Beni koynunda tutanlar bile titrer benden.
Yari bir düşman eder, düşmanı bir yar ederim;
Pa-yı Leyla'ya yanık çölleri gülzar ederim.
734 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 90 1] Kalbiniz benden uzakken ne umar gözleriniz?


Geceler gökyüzü firdevs-i tehidir bensiz.
Gülü bir ateş eden ateş-i Hakk'ın gülüyüm.
Ebediyyen gözü dillerde açık bir ölüyüm."

Cenab'ın "Terane-i Garam" unvanıyla tarz-ı kadimde yazdığı şu şiiri de


hakikaten tarz, eda, aheng-i vezin, tertib-i kafiye cihetleriyle tamamen kadim
olmakla beraber his, hayal, fikir ve kudret-i beyan itibarıyla yine yeni, yine tazedir.
Eskilerde bu hiddet-i müeddayı bu kadar kuwetle toplayan bir tek manzumeye
tesadüf edilemez.

"Hem-hiss olarak çarpm ası bir an iki kalbin.


Arzın budur ancak bize va' dettiği lezzet!
Yek-digerinin her iki dil abd ü esiri
Sultan ü perestan olur: İşte saade t !

Sevmek; o bir avizesidir mahbes-i ömrün.


Matem-geh-i alemde o bir hande-i fıtrat!
Yaldızlamış akdah-ı harabat ı cihanı
-

Ümmid ile, buseyle, nevaz işle tabiat!

Tazyik ederek bir deheni ber-dehen eyler


Esvat-ı ekıi.zibi hem-aheng-i hakikat!
Sevmek! Şeb-i ervfilıa doğan necm-i muzaar.
Doğmazsa o yıldız saranr cebhe-i ismet!

Bir damla mürekkepte bulur nükte sevenler,


Bir nefha-i neyden çıkanr lahn-ı meserret!
Sevmek! Bunun asandır asar-ı terakki,
Tarih ile fen, felsefe, san'at, medeniyyet!

[s. 902) Aşk olmasa ma'n<isı nedir fasl-ı bahann?


Aşk olma'ia bi-ffiidedir nfır-ı melahat!
Aşk olmasa inmezdi yere şi'r ü terane;
Sevmek! Bu heves olmasa doğmazdı dehaet!

Bir digerinin kalbini teshin edebilmek


Şartıyla tabiat veriyor kalbe hararet!
Yek-diğere hayran yaşayan gözlere karşı
Birkaç senelik ömre gelir bir ebediyyet!

Gerçi sevişenler de bu gamhanede ağlar,


Lakin dökülen gözyaşı elmas gibi parlar!"

İşte bu manzume de eski manzumeler arasında elmas gibi parlıyor!


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 735

O şen, şuh, şakrak Cenab'da ince, derin, hassas bir resfil (eligi,aque) ruhun
bulunabileceğine kimse inanmak istemez fakat şu aşağıdaki "Mersiye" bunu ispata
kafidir.

Mersiye
Kaldı cebhem yetim-i agCışun;
Dudağım kaldı bive-i bilsen
Piş-i ye'simde ye's-i ha.muşun
İnliyor çifte kimsesizlikten.

Yaşamak bar-ı mateminle bugün


En tahammül-güdaz bir derdim;
Sana ancak perestiş etmek için
İmtidad-ı hayatı isterdim;

[s. 903] Yaşamak bence ba'dezin bir yük


Muntazırken sen arz-ı bakide!
Seni hiç bekletir miyim o büyük,
Sermedi, mev'id-i tela.kide . . .

Yaşadık, ömr ile emel gibi biz


Toprak üstünde sine-her-sine;
Mevt ü matem gibi kemiklerimiz
Birleşir toprağın içinde yine!"! 79

179 Tamamı 1 3 kıt'adan oluşan mersiyerıin buraya son 4 kıt'ası alınmışur. (Haz. notu)
Süleyman Paşazade Sami
SÜLEYMAN PAŞAZADE SAMİ

Hayatı
Sami Bey 1 283 [1 866] sene-i hicriyesinde İstanbul'da doğmuştur. Babası
Müşir Süleyman Hüsnü Paşa, memleketin hem celadet, hem siyaset hem de
marifet ve faziletle şöhret bulmuş büyük adamlarındandır. 1 293 İhtilali'ni [1876]
idare eden, memlekette hürriyet ve meşrutiyeti fiilen tesise çalışan Genç
Osmanlılardandır. Meşhur hürriyet kahraman ve kurbanı Midhat Paşa ile
beraber çalışmış, kendisi de onun gibi millet ve hürriyet yoluna kurban gitmiştir.
Kahramanlığıyla tarihte büyük bir şöhret-i askeriye kazanan Süleyman Paşa
1 294 [ 1 8 7 7] senesinde Abdülhamid tarafından Bağdat'a nefyedilmiş ve nihayet
26 Temmuz 1 308 [7 Ağustos 1 892] senesinde Bağdat'ta vefat ederek orada
defnedilmiştir. Süleyman Paşa'nın Türk lisanına da büyük hizmeti vardı.
Mebdnf'l-İnştF namıyla "kavaid-i edebiye"yi ilk defa tanzim ve tedvin eden
Süleyman Paşa olmuştu. Bundan başka askeri rüşdiye mekteplerini tesis eden de
o olduğu gibi Darüşşafaka müessislerinden sayılanlardan biri de odur.
Darüşşafaka'da derslere nezaret ettiği sırada Saif-ı Türla, İlm-i Hal-i Sagfr, İlm-i
Hal-i Kebir namlarıyla üç risale yazmış ve bastırmıştır. Aynı mektepte tarih
okuttuğu sıralarda Tarih-i Atem namıyla bir eser neşrettirmiştir. Hasılı İlmen ve
amelen birçok hizmetler eden ve mükafaten de merılada ölüp giden bu
haysiyetli, fedakar adamın oğlu olan Mehmed Sami de babasının hemen bütün
faziletlerine irsen mazhar olmuş. Onun askerlikte gösterdiği fedakarlıkları Sami
Bey içtimai sahada göstermiş, cehaletle, taassupla, meskenetle dövüşmüştür.
Daha küçücük bir çocuk iken babasının sıyanet ve refakatinden mahrum
kalan zavallı Sami hicranlı günlerini iptidai ve rüşdi tahsillerine hasrederek [s.
905] çalışmış, okumaktan ve yazmaktan hakiki ve derin bir haz almış, bu
elemlerin, bu ayrılıkların verdiği korkular, ümitsizliklerle derin ve dini bir ihtisas
içinde yaşamaya başlamıştır. İkinci derece tahsilini Mülkiye İdadisi'nde ikmal ile
Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'ye girmiştir. Daha idadide talebe bulunduğu 1 299
[ 1 88 1 - 1 882] tarihlerinde on altı, on yedi çağlarında iken hassasiyeti kendini
tabiatın güzelliklerine bend etmiş, mektebin tatil günlerinde Taksim Bahçesi'ne
gider, sükunet içinde oturur, tabiatın o sakin ve müsekkin incelikleri, neşelerini
derin derin seyir ile fıtratındaki şairliği beslermiş.
Sami Bey'in bütün zeka ve irfanını tenmiye eden Mekteb-i Mülkiye'deki
hayatıdır. Orada Recaizade'nin muallimliği altında edebi istidadını beslemiş,
orada Garp irfanına, Garp şiir ve sanatına vukufpeyda etmiştir.
740 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sami Bey daha Mekteb-i Mülkiye'de talebe iken şiire başlamıştır, ilk yazdığı
yazılan eski tarzdadır.
Ekrem Bey'in tesiriyle Garp edebiyatına karşı olan meyli canlanmış, yenilik
arzulan içinde derin bir emel mevkii tutmuştur, daha o zamandan Garp
edebiyatını tetkik ile uğraşmaya başlamıştır.
Naci'nin açmak istediği yeni klasisizm (neo-classicisme) irtica-i edebiyesine
karşı muarazada bulunanlardan bir kuvvetlisi de kendisi olan Sami Bey, daha o
zamanlar mektepte iken bazı arkadaşlarıyla birleşerek Babıali nin karşısında
'

Ma'zı1lin Kahvehanesi namıyla maruf k ahvehaneye giderek orada toplanan


Naci taraftarlarıyla nazım müsabakasına girişir, iktidarlarını onlara da tasdik
ettirerek imzalarına "Muallim" kelimesini ilave ederek manzumelerini gazetelere
gönderip bastınrlarmış.
Yeniliği şiddetle arzu eden Sami Bey o zamanın te'sir-i tabiisi olan
nazirecilikten tamamıyla çıkamıyor, tıpkı Tevfik Fikret gibi o da nihayet
Ekrem 'i, Hamid'i tanzire kadar varabiliyordu 1 305 [ l 889) tarihinde mektebi
.

bitirip [s. 906] şahadetnamesini aldıktan sonra Bursa Mülkiye İdadisi


Müdürlüğü'ne tayin edilmek suretiyle maarif mesleğine intisap etmişti. Aynı
zamanda coğrafya ve hey'et muallimlikleri de uhdesine verilmişti, bir ara
babasını ziyaret arzusuyla dört ay mezuniyet alarak Bağdat'a gitmiş ve 1 307
[ 1 89 1] tarihinde Taıih-i Umumi ve Fransızca muallimlikleriyle Bağdat'a İdadi
Mektebi müdürü olmuştu. l 308'de [1 892] babasının vefatı üzerine İstanbul'a
dönmüş ve 3 Temmuz 1 309'da ( 1 5 Temmuz 1 893) Hüdavendigar (Bursa)
Vilayeti Maarif Müdürlüğü'ne tayin edilmişti. Sami Bey Bursa'da ilk defa
bulunduğu zaman ile Bağdat'ta bulunduğu zamanlar yine şiir yazıyor, fakat
kadim tar.ldan aynlamıyordu. Bursa'ya Maarif Müdürü olarak döndükten sonra
Avrupa edebiyatından istifade etmeye, babasının tahassüründen mütevellit
hicranları, matemleri edebiyatta boğmaya başlamıştı. Nihayet müştakı olduğu
yeniliği 1 3 1 2 [ 1 896] senesinde Fikret, arkadaşlarıyla Servet-i Fünı1n'da meydana
getirmeye başlayınca Sami Bey de "Süleyman Nesib" nam-ı müstearıyla o
zümreye girmişti. Hatta Ahmed Midhat merhumun "Dekadanlar" namıyla
yazdığı makaleyi cerh, tenkit ve reddetmek üzere 1 3 1 3 [ 1 897] tarihinde Bursa
gazetesine uzun bir makale de yazmıştı.
Sami Bey Servet-i Fünı1n'da çalışan şairlerin en rakik ve mütehassislerindendir.
Aynı zamanda mallı.mat itibanyla da çok iyi hazırlanmışlanndan idi. Türkçeden
başka, Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce gibi dört lisana da vakıftı. Bu
salahiyetle hem Şark şiir ve edebinden, hem Garp zevk ve sanatından
bahsedebiliyordu. Fazla olarak görüşünde, selamet, duyuşundaki kuvvet,
muhakemesindeki metanetle kanaatlerini yıkılmaz temeller üzerine kuruyordu.
Sami Bey kimya, ahlak, edebiyat muallimliklerinde de bulunarak 1 3 1 6 [ l 900]
senesine kadar Bursa'da kalmıştı. l 3 1 6'da [ 1 900] Ceziir-i Bahr-i Sefıd Vilayeti
Maarif Müdürlüğü'ne geçmiştir. Orada vali Hüseyin Nazım Paşa'nın oğullarına
hususi ders vermek suretiyle kendi iktidar ve liyakatini de ispat etmiş ve maaşça da
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 741

terakkiye mazhar olmuştur. Kendisi de şair ve :fazıl bir zat olan vali, Sami Bey'e
çok iltifat ve sahabet göstermiş, ekser zamanı valinin musahabetiyle geçmiştir.
1 324 [1 908] senesinde Türklere biraz nefes aldıran inkılap, Sami Bey'e de
[s. 907] hürriyetini vermiş 5 Teşrin-i Ewel'de [ 1 8 Ekim 1 908] Maarif Nezareti
Merkez Maarif Müdüriyeti'ne tayin edilerek İstanbul'a gelebilmiştir. Sami
Bey'in bu vazifede çok yararlıkları görülmüştür: Programlarda hayli ıslahat
vücuda getirmiştir. Aynı sene 2 Kanun-ı Sanide [ 1 5 Ocak 1 909] Mekatib-i
İbtidaiye İdaresi Müdüriyeti'ne geçmiş ve nihayet Meclis-i Kebir-i Maarif
Azalığı'na, Mekatib-i Aliye İdare Müdürlüğü'ne ve nihayet İlm-i Terbiye ve
Tedris Müfettişliği de uhdesine verilerek daimi olarak Meclis-i Kebir-i Maarif
Azfilığı'na tayin edilmişti. 9 Eylül l 328 'de [22 Eylül 1 9 1 2] Darülfünun Müdür-i
Umumiliği ilaveten kendisine verilmişti. 1 Ağustos l 330'da [ 1 4 Ağustos 1 9 1 4]
vazifesi Telif ve Tercüme Heyeti Azfilığı'na tahvil edilmiş ve ölünceye kadar aynı
memuriyette kalmıştır. Sami Bey'in hizmeti yalnız edebiyat sahasında değildir.
Aynı zamanda maarifte, hususiyle talim ve terbiye sahasında da büyük
hizmetleri var. Belki onda da faaliyet Tevfik Fikret'te olduğu gibi edebiyat ve
terbiyeyi birleştiriyor. Şu kadar var ki Fikret her iki sahada da büyük bir
mefkureci (idealiste) ve o mefkureye varmak için de mesleğinde eğilmez derecede
doğru, hiçbir hatayı kabul etmez, asabi bir kırılmaz ahlaklı (puritain) adamdı.
Fikret tuttuğu yolda güzelliği rehber etmişti, Sami iyiliğe iktida ediyordu. Ve o
iyilik dolayısı iledir ki, bazı fenalıklara göz kapıyordu. Bu cihetten de Fikret'in
tarizlerine hedef oluyordu.
Sami tab'an çok halim selim ve uysal idi. Böyle olmakla beraber ateşler
püskürttüğü, tahammül edemeyerek köpürüp taştığı devreler oluyordu.
Terbiye sahasında fiilen çalışan Sami Bey'in terbiyeye dair bazı eserler
neşrettiği bilhassa Amerikalıların fayda üzerine müesses tedrisatına (enseignement
utilitaire) büyük bir ehemmiyet atfeylediği görülür.
Bundan maada İstanbul'da vücuda getirilen keşşaflık - (bqyscout edaireur)
teşkilatını teşvik etmiş, hatta kendi de o kıyafete girerek keşşaflarla beraber
tenezzühe, seyahate çıkmıştır. 1 33 1-32 senesinde [ 1 9 1 5- 1 9 1 6] [s. 908] Milli
Talim ve Terbiye Cemiyeti namıyla bir müessese-i ictimaiye tesis ederek kendi
riyaseti altında memleketin talim ve terbiyesine bir cereyan-ı mahsusi vermeye
çalışmıştı. Cemiyet birçok faaliyette bulunmuş, faydalı tesirler göstermeye
başlamıştı. Harb-i Umı1mi'nin elemleri, ıstırablan birçok müesseseleri yıktığı gibi
bu cemiyeti de neticesizliğe mahkı1m etmişti.
Sami Bey müddet-i hayatında evlenmemiş, geçirdiği bir anza-i hayatiyeden
sonra evlenememişti. Şu itibar ile de bütün insanlığı ailesi, bütün çocukları da
evlatları gibi severdi. Diger-gamlığı (altruisme), "fenafı'l-gayr" derecesinde ileri
götürmüştü. Muhtaçlara, yoksullara yardımdan geri durmaz, mutlaka eline
geçen paranın mühim bir kısmım mekteplerde meccanen okuyan kimsesiz, fakir
ve yoksul çocuklara verir, bunu da kimseye belli etmezdi. Başkalarının işi,
başkalarının faydası için kendi işlerini, kendi faydalanın feda ederdi. Kimsesiz
742 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

çocuklara tesadüf ettikçe götürür, mekteplere yazdırır kendi evladı gibi onlarla
meşgul olurdu. Mülayim ve sakin tabiatlı olduğu için pek ziyade sevdiği Fikret'in
asabiyetini çocukluk telakki etmek isterdi. "Olur böyle şeyler olur, aldırmamalı"
derdi. Fakat son zamanlannda Fikret'e daha çok hak vermeye, hatta son
günlerinde bütün bütün haklı görmeye başlamıştı.
Hele; Fikret öldükten sonra "6 Ağustos 1 33 1 " [ 1 9 Ağustos 1 9 1 5] tarihinde
"Tevfik Fikret İçin" namıyla yazdığı manzumede:

Nihayet kendi tabirince, ey kardeş, yıkıldın sen,


Fakat çöktük seninle biz de birlikte harab olduk.
Bilirsin ki sana tarih bir arş-ı tealidir;
Ufülünle, hakikatte asıl, bizler türab olduk.
Güneştin bizce sen ki nur alırdık inşirakından
Karanlılarda kaldık şimdi hep bi-reng ü tab olduk.
Nasıl ey mihr-i idrakim, değilsin, sen demek mevcı'ıd,
Nasıl, ey kardeşim yoksulluğunla biz musab olduk . . .
[s. 909] Düşündükçe fütura düştük artık biz bu alemden,
Yatar toprakta gördiikçe seni meyyfü-i halı olduk . . .
Yetimin kaldık ey Tevfik, uyan da bazı habından
Meşame-i ruha isal eyle bir nefha türabından . . .
ilh . . . diye tahassürlerle inliyor.
1 333 1 1 9 1 6) senesinde Fikret'in vefatının sene-i devriyesinde birçok
dostlanyla beraber Sami Bey de bulunmuştu. Hatta bunu "Tevfik Fikret'e"
unvanlı uzunca bir manzumede de anlatmışu:

Bugün bütün rüfeka "Aşiyan"da toplandık:


Nasılsa hcil-i hayatında aynı şi'riyyet.
Değişmemiş o kadar ki biraz gözüm dalmış:
Senin vürudunu andırdı bir küçük hareket,
Kıyam eder gibi oldum. Görünce huzzan
Şuurum eyledi birden hakikate ric'at.
Edildi bazı samimi menakıbın tezkar,
Okundu bazı şi'rler ki hep samimiyyet. . .
Dehaetin bizi tenvir edip huzur ile
Elemli dillere açtı bir ufk-ı emniyet.
Birer birer seni tefhim için gelen züvvar
Birer birer çekilip gittik, eyledik avdet.
- "Nasıl fakat sana kıydı ecel, nasıl kardeş
Deha, değil mi adem na-şinasi bir kudret?
Bugün niçin seni toprak görür, şu çeşm-i alil
Bugün neden seni benden uzak tutar firkat?
Bugün ne derse desin felsefe, niçin yoksun
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 743

Ademde varlığa nisbetle var mı bir hikmet?


[s. 9 1 O] Niçin, niçin? Bana söyler misin: Anlamadım
Bu sırrı sen bana teşrih eder misin Fikret? .... "
diye bir hayli felsefi kanaatler serdinden sonra:

"Demek ki safha-i hesti de şimdi varsın sen,


Demek yakında mukadder seninle ünsiyet. . .
Bilir misin ki hayatımdan artık iğrendim,
Yanında bir yer açarsan? ... Bu en büyük ni'met!"
diyordu. Sami Bey hakikaten, hayatından değil, fakat hayattan iğrenmişti. Bu
itibarla da Fikret'e hak vermişti. Esasen Fikret'in gittiği yollardan gitmeğe çalışan
Sami Bey son devresinde Fikret'e daha çok ve herkesten çok yaklaşmıştı. Nihayet
1 O Zilhicce 1 335 ve 28 Eylül 1 333 [28 Eylül 1 9 1 7] yani miladi 1 9 1 7 senesinde
elli bir yaşında iken ölüp gitti. Kırk günde yazdığı manzumede:
"Yanında bir yer açarsan bu en büyük ni'met!"
diye arz-ı iştiyak ettiği Tevfik Fikret'in Eyüp'teki mezarının yanına gömüldü.
Vefatından sonra Sül1ŞYman Pa,şazdde Sami BIŞY unvanı alunda bir eser
neşredilerek hayatı ve mesaisi hakkında malumat verilmiş, bir mecmua halinde
intişar edememiş olan manzumeleri toplanmış, hakkındaki ihtisaslar cem
edilmiştir. ı so
Sami Bey'in İlm-i Terbiye-i Eifal namlı matbu bir eseri vardır ki, birinci defa
1 323 [ 1 907] senesinde Rodos'ta basılmıştır. 1 330 [ 1 9 1 4] senesinde de Fröbel ve
Pestalozzi Usullerinde Talim ve Terbiye Dersleri namıyla bir eser tercüme etmiştir.
Bunlardan maada henüz tab'edilememiş bazı eserleri de vardır, bunlardan biri
de Muhtasar Kiimus-ı Felsefe' sidir.

[s. 9 1 1 ] Lisam, Üslubu, Sanatı


Sami Bey'in lisanı açık (clair), sade (simple) ve samimidir (sincere). Hususiyle
çocuklar için yazdığı bazı manzumeleriyle mensureleri ve eserleri çok kolay
anlaşılacak derecede kolay yazılmıştır. Bununla beraber lisanı gayetle metin
(solide) ve kuvvetlidir. "Çocuklara" unvanlı manzumesinin şu parçalan ne sade ve
samimi bir ifade ile yazılmıştır:

Ey vatanın terbiyeli, sevimli,


Dirayetli çocukları, dinleyin:
Bu vatanı yaşatacak sizsiniz,

ı so Yeni harfli baskısı için bkz: Sü0ıman Prqa-;;;dde Sami Bey: Külliyiit-ı Asar ve İhtisiisiit,Haz:

Şevket Toker, İstanbul 2007. (Haz. notu)


744 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gelecekten vatan sizinle emin.


Ecdadımız bu yerleri düşmandan
Can vererek, kan dökerek almışlar;
Hududumuz aşıyorken cihandan.
Sonra birden cehfilete dalmışlar.

İlm-i fende ilerlemiş Avrupa


Amerika, sonrajaponya çıkmış.
Tabiatın bütün zenginliğini
Ele almış onlardaki çalışış.
Bugün onlar tabiatın ne kadar
Kuvvetleri varsa hakim hepsine:
Toprak, hava, su, ateş hep onların
Elinde bir oyuncak, bir makine!
[s. 9 1 2] Sonra bizde ne var; bakın vapurlar,
Makineler, fabrikalar kimindir?
Bu gidişle - Biz insan mı değiliz? -
Çıkacağız bu vatandan muhacir . . .
Avrupa'nın ilmi, fenni, san'atı
Bizi, bizim cehlimizi boğacak!..
Gözümüzü biraz daha açmazsak,
Sonra bizi bu vatandan kovacak!..
Atamızın, anamızın mezarı,
Osmanlılık diyan, hep bu toprak,
- Göstermesin Allah bize o günü -
Ve şu bayrak, nadanlara kalacak!
Hayır, hayır! Bu toprağı, bayrağı,
İlelebet yaşatacaksınız siz;
Hatta vatan Avrupa'yı geçecek,
Bu ümitle yaşıyoruz bugün biz.
Ey vatanın terbiyeli, sevimli ,
Dirayetli çocukları çalışın:
Vatan çünkü sizin gayretinizle
Kanlanacak, canlanacaktır yann.
Hemen gençlik zamanından beri hayatı hocalık ve mektepçilikle geçen
Sami Bey'de talimi (didactique) bir ruh hasıl olmuştur. Mev'izevi manzumeleri,
mensureleri, konferansları çoktur. Bunların hemen hepsi herkesin anlayabileceği
bir lisanda yazılmıştır.
Sami Bey hakiki sanatın samimiyet, ihlasi, sadıkıyet (sincbite) olduğunu, pek
iyi kavramış olduğu için üslubunu (sty/,e) mevzuuna göre, [s. 9 1 3] edasını
(expression) modasına nazaran tebdil etmeyi de pek iyi bilirdi. Çocuklara ve
ahaliye hitap edildiği zamanlar nasıl bir dil kullanılacağını bulmakta tereddüt
etmezdi. Arapların:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 745

"Kellimu'n-nase ala kaderi ukülihim" 1 8 1


düsturuna tatbik-i hareketten geri durmazdı. Bu da bir sanatnr (art). Herkesin
idrakine göre hitap edebilmek bir istidada, bir melekeye, bir maharete bağlıdır.
Sami Bey yalnız bu sahada sanannı göstermekle kalmamıştır. Onu bazen
Fikret gibi coşar, hak ve hakikatin, ahlak ve faziletin bir perestiş-kan (adorateur),
bir müdafii olarak görürüz. Hakiki bir sosyalist (socialiste) ruhuyla yaşar, kafasıyla
düşünür, gözüyle görür, aklıyla muhakeme eder. Hayan herkesin anladığından
çok daha geniş bir mana ile kavrar. Cihanı vatan-ı müşterek, insanları
yekdiğerinin kardeşi nazarıyla görür. Fikret'in "Tarih-i Kadim"i "HalUk'un
Amentüsü" gibi muhalled eserlerin innbaıyla manzumeler yazar:

Ancak ey Rabb-i kadir ü mennan


Burada çarpışan insanlardan
Harbe kaç tanesi hahiş-gerdir?
Bunların hepsi de askerlerdir:
Ki siyaset denilen hilim-i şum
Ve tedabir-i ihanet melzum
Sanki devletleri fila edecek.
Ya ki milletleri ihya edecek.
Hile vü mekr ü hıyanet, tasni'
Menfaat namına her emr-i şeni'
Caiz ü hakk görülen fenn-i fesad
Onları hükmüne kılmış münkad . . .
[s. 9 1 4] Sonra bir de vatan ü millet
İddiasıyla şerafet, izzet
İktisab eyleyerek, bir vicdan
Emri şeklinde tarik-i haktan
Başlamış aleme telkinata
Nur-ı vicdanı bile iskata.
Gitgide muktedir olmuş ki bugün
Ona iman gibi herkes düşkün!
Aldanıp susturuyor iz'anı;
Hepsi de, hepsi onun kurbanı . . .
Müddea halbuki batıl, mecruh.
Bid'at-ı mahza, musanni, bi-ruh . . .
Doğduğu yer mi vatandır beşere
Ya kimin mavtını dergeh-i küre?
Yaratan bir bizi, hilkat birdir.
Nev'-i ademdeki fıtrat birdir.
Vatanı, milleti haktır beşerin,

181 " İnsanlarla akıllanna göre konuşun." (Haz. notu)


746 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hepimiz oğluyuz aynı pederin.


Gerçi bu manzumeleri ne üslUp, ne eda, ne kudret ve ne de sanat itibanyla
Fikret'in o, birer eser-i san'at ve bedaet olan şiirlerine yetişebilir. Yalnız ruh
itibanyla o ruhtur. Sa'di-i Şirazi'nin:

"Beni Adem a'zd-yiyekdfgerend


Ki der-4ferineş zi-yekgevherend'' l82
beytiyle başlayan o bedia-i hikmetinden iktibas olunmuş bir rlıh-ı hakikat vardır.
Sami Bey hakikatin hakiki ve vefakar bir dostu, bir aşıkıdır, ondan, daha canlı,
daha bedii, daha ince, daha nafiz bir lisan ve bir eda ile bahseder:

ls. 9 l 5] Hakikat
Yıllarca haiikat diye rıih-ı beşeriyyet
Bir nıir aramış ka'r-ı semavat u zeminde . . .
Yıllarca, asırlarca . . . Fakat nıir-ı hakikat
Kalmış yine zir-i tutuk-ı muhteşeminde.
Bir lem'a-i ümmid ile bazen şeb-i efkar
Yanmış ve tutuşmuş gibi . . . Derken yine sönmüş.
Çarpışmış ezelden beri iman ile inkar.
Varlık bile, vicdan bile bir hiçliğe dönmüş.
Ey zulmet-i a'sar ile güm-rah olan insan!
Ey kardeşim, ey kalb-i elem-dide ve mecruh,
Gel, arş-ı hakikat sana, her dem sana meftıih . . .

Gel nıir-ı hakikat sana, her dem sana taban . . .


Gel, kendine bak! İşte hakikat sen o, varsın;
Nefsinde be-didar o hakikat ki ararsın!
ve:

Hakikate Doğru
Her gün yeni bir derd ile makhıir-ı sef'alet.
Her gün yeni bir mevt ile bir parça ölürken
Arak-ı ümidinde mülevven ve müzeyyen
Bir rü'yet-i ati ile titrer beşeriyyet.

Mazi, ebedi sahne-i pür-hıin-ı mezalim,


Hfil, işte biraz, süslü fakat tıpkı o sahne;
Ati, bilelim ki o da mazi gibi muzlim,
Ati, bilelim ki o da mazi gibi köhne . . .

182 "İnsanoğullan birbirlerinin uzuvlarıdır, çünkü yaratılışları aynı cevherdendir."


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 747

Artık yetiş ey dest-i kerem, dest-i reha-ver,


Anlat bize, ey nfır-ı hakikat, bizi kandır,
[s. 9 1 6] Anlat ki yalan, hepsi yalan, hepsi yalandır.

Anlat ki: Adalet, medeniyyet gibi sözler


Derken yine kan, kan, yine Hak namına kuvvet.
Artık yeter, insanlara insanlığı öğret!..
Bu manzumelerinde Sami Bey lisanen de, üsluben de, sanaten de, ruhen
de, kemalen de yüksektir. Burada insanlık ateşiyle yanan, kardeşlik sevdasıyla
çarpan, hakikat aşkıyla tutuşan, halis, sadık bir gönül var. . . Onu bütün ihlası,
bütün çıplaklığıyla görüyoruz.
Sami Bey manzumesinde yeni ve eski zihniyetleri bir gaye (but) uğrunda
birleştirmiş. Netice mutasavvıfüne (mystique), arilane bir ruh ile bitiyor. "Men arefe
nefsehUJekad arefe RabbehU", "Nefsini bilen Hilik'ını da bilir" düsturuna dayanıyor,
birer telmih yapıyor. Fakat bir nokta-i nazara göre de ruhu da inkar ederek,
hakikat olarak şu maddi varlıktan başka hiçbir şey kabul etmeyen felsefe-i asra
kadar varıyor:

Kitabım sahn-i tabi'at kitabı,


Bendedir hayr ile şer esbabı.
Varırım böyle der-i merkade dek,
Ba's u ukbaya mahal görmem pek.
Taşının kalb-i şegaf-peymada
Beşerin aşkını, alamını da.
Din-i hak bence bugün din-i hayat;
Sen ne dersin buna? Hey Molla Sırat! ..
diyen Fikret'le birleşiyor. Şu kadar var ki Sami Bey mfıtekit bir ruha malikti.
Bilmem ki, dini ananeleri Fikret gibi yırtıp atacak bir iradet-i rfıh gösterebilmiş
miydi?
Zihniyet-i edebiye (conception litteraire) itibarıyla, telikki-i san'at cihetiyle
Sami Bey, Fikret'ten ayrılmamıştır. Onu en yakından ve en çok muvaffakiyetle
takip eden kendisi olmuştur. Hususiyle ilk devrelerinde yazdığı eserlerde hatta
ifade, hatta terkip ve cümle teşkilatı, hatta fikirlerin kuruluşu, mevzuların seçilişi
ve tertip edilişi tamamıyla Fikret'inkilerin aynıdır. Tabii bu hususta kuvvet,
zarafet, nezahet, rikkat, sanat itibarıyla Fikret'in dehası bütün arkadaşlarınınkine
faikti.
"Hakikate Doğru" manzumesinde de Avrupa'yı, ihtirasları, iftiraslanyla
kızıl kana boyayan bu emperyalist, bu istila-cfı medeniyetin ne kadar sahte, ne
kadar riyakar olduğunu göstererek insanlara hakiki insanlığa yakışacak, adalet,
uhuvvet, hürriyet esaslan üzerine kurulmuş ciddi, sağlam, hakiki bir medeniyet
lüzumunu aydın bir dil ile ortaya atıyor.
748 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sami Bey'in aşıkane (erotique) bir ruhla, rebabi !Jyrique) bir heyecanla yazdığı
pek güzel "sone"ler (sonnet) ve sair şiirler de vardır. Bu şiirlerinde "Süleyman
Nesib" hemen bütün arkadaşlarından daha ince (dilicat) daha zarif (flu) daha
hassastır (sentimenta�.

Talimi yazılannda Fikret'in dairesinden pek de ayrılmayan Sami Bey bu


hakikaten şairane, hakikaten cişıkane şiirlerinde ilhamını tamamıyla hissinden
alır ve inci gibi saf, temiz bedialar yaratır:

Handeler
Handeler, handeler, tebessümler . . .
Sanki bir hande-i baharandır
Ki sizin ruhunuzda handandır
Çehre-i gam bile sizinle güler.
Çehre-i gam bile: Gülüşleriniz
Öyle munis ve ruh-perver ki,
Siz gülünce uzak, nihayetsiz
Bir cihan-ı sala güler sanki
[s. 9 1 8) Sanki hep hande-zar olur nasut
Ruh pür-hande-i baharandır
Ki sizin handenizle rizandır . . .
Handeler, handeler, gülün güzelim,
Handenizden nasib alıp melekut,
Hep zemin ü sema bugün gülelim.

gibi şuh, şakrak, zarif manzumeler yazar. Bazen hayali (romantique) ve hicranlı ve
müştak (nostalgi,que) bir ruh-ı hazin ve teessürün aglışuna düşer. o zaman ne
terennüm etse hazin ve hasta olur:

ihyi-yı Mizi
Hani sen bazı mültefit, handan
Bana takrib-i cism ü ruh ederek
Sanki ruhumda saklanırdın sen?
Hani ben bazı mest ü pür-heyecan,
Seni ruhumla sanki mezcedeceğim
Gibi bir ihtimal arardım ben?
Hani sen bazı mübtesim, memnun
Beni ruhunla öyle dinleyerek
Ruhuma sanki ruh olurdun sen?
Hani ben bazı münfail, mahzun,
Bir hayali emelle inleyerek
Sana ima-yı raz ederdim ben?
Hani bir gün nasılsa bir büyücek
Ormanın kuytu bir kenannda,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 749

Küçücük hançerinle eğlenerek


"Hançer-i gamzenizle ah ölmek
Ne kadar tatlıdır!" demiştim ben;
Hani sen de o gülizannda,
[s . 9 1 9] ismet-i ruhun inbisat ederek,
Ruhuma birden irtibat ederek,
Bana bakmış da titremiştin sen?
Hani? Yok . . . Şimdi hepsi, hepsi hayal . . .
Daha ulvi fakat bu reng-i melal
Şimdi sen bari bahtiyar olsan
Ah, pür-neşe bir bahar olsan
Ben de mazi olan emelle yine
Titresem, titresem saadetine .
Sami'nin bütün aşkları bir aşk-ı safıyanedir (amour platonique). Ne bir
menfaat-i hasise, ne de bir hôd-kamlık neticesidir; bir şiir ve aşk heyecanıdır.
Mahrum-ı recüliyet bir ruhun hariminde birikmiş kalmış bir menba'-ı iştiyak ve
emel , ısıtan fakat yakmayan serin bir güneştir.
Midilli'de "Lem'alar ve Alevler" (Lumilres et Flammes) isminde bir mecmua-i
eş'arını gördüğü Matmazel "Elen V akarsko"ya verilmek üzere:

Ey şfilre-i aşk kitabında nümayan


Bir ruh-ı samimin bütün elhan-ı melali,
Bir ömr-i muhayyeldeki sevda-yı perişan,
Bir aşk-ı felaket-zedenin şi'r-i zevali.
kıtasıyla başlayan uzun bir şiir yazmış, Fransızcaya da tercüme ederek ikisini
Prenses Ludvika Altiyeri'ye göndermişti. Sami Bey bu prensesle 1 3 1 5 [1 897-
1 898] senesinde kış mevsiminde Bursa'da tanışmıştı. Prenses Ludvika İtalya
zadeganındandır . V alidesi Prenses Kantakuzen'le seyahate gelmişti. Prensesle
Sami Bey bir aşk-ı safıyane ile sevişmişler bu aşk uzun muhılbere-i samimiye ile
ta Trablusgarb Muharebesi'ne kadar devam etıniştir. Sami Bey'in yazdığı
Fransızca mektuplan Cezair-i Bahr-i Sefid'de vali iken gören Hüseyin Nazım
Paşa pek ziyade takdir ve tahsin eder ve bütün bu mektupların toplanıp [s. 920]
tab'ettirilmemesini büyük bir kadir-na-şinaslık olarak gösterir. . . Bu
muhaberattan alınmış tek tük Fransızca parçalar Sükyman Paşazade Sami Bf!Y
unvanlı esere dercedilmiştir.
Sami Bey'in çalak ve şakrak bir ruh ile yazdığı güzel , nazenin şarkılar da
vardır ki ahenk ve taravetiyle bugün yazılan şarkılardan belki de yüksektir:

Bir vecd-i cünun-saza düşüp el ele sıksak


Yükseklere, yükseklere, yükseklere çıksak!
Hakilere mahsus olan adetleri y1ksak . . .
Yükseklere, yükseklere, yükseklere çıksak!
750 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Korkutmuyor artık beni bak füshat-ı eb'ad


Yalnız ikimiz, bir de Huda, mest ü ser-azad,
Aşkındaki ulviyyetin icabına münkad
Yükseklere, yükseklere, yükseklere çıksak!
1 2 Nisan 1 333 ( 1 9 1 7]
Sami nin bu şarkısında da Fikret hissolunur. . .
'

Sanmam ki gönül bir daha bir ateşe yansın,


Aşkındaki safıyyete ulviyyete kansın.
Senden daha ra'na düşecek hüsne inansın,
Aşkındaki safıyyete, ulviyyete kansın,

Ey cezbe-fürlızende-i dil! Vuslat u hicran,


Yapsan da ve yıksan da bütün ömrümü, siyyan!
Bir kerre düşün şevkimi, mümkün mü ki vicdan
Aşkındaki safıyyete, ulviyycte kansın.
Bu da, sadeliği, mümtaziyeti ve zarafetiyle bugün şarkı yazan gençlere birer
numune olabilecek bedialardandır. 183

183 Süleyman Paşazade Sami Bey hakkında yapılan bir çalışma için bkz. Salim Durukoğlu,

Sü�n .Nesib (Sü�mı Paşazdde Sami Bey) Hqyatı Fmhf Kljiliği Şiirleri, Ankara 2001 . (Haz. notu)
- -
Hüsf!Yın Uft
. c·�Lid (Yalçın)
�·.
HÜSEYİN CAHİD

Hayatı
Aslen İstanbullu olan peder ve validesi memuriyet hayatının icabatından
olarak muhtelif yerlerde dolaşmakta idiler. Babası Ali Bey'in memuren Karesi'de
bulunduğu 1 29 1 [874] tarihinde Cahid dünyaya gelmişti.
Yine o zaruret-i maaş bu aileyi Rumeli taraflarına sevk etmişti. Ailesiyle
gitmek mecburiyetinde kalan Hüseyin Suad, Hüseyin Cahid de çocukluklanm
Rumeli'nde geçirmişlerdi.
İptidai ve rüşdi tahsilini bulunduğu şehirlerin mahalli mekteplerinde ikmfil
eden Cahid, idadiye devama başlamış, zekası, hafızası ve gayreti sayesinde
arkadaşları arasında hususi bir mevki, muallimleri nazarında haklı bir teveccüh
kazanarak fikren ve İlmen inkişafa başlamıştı.
İdadi tahsilini bitirdikten sonra İstanbul'un en güzide mekteb-i filisi olan
Mekteb-i Mülkiye'ye girmişti. Mekteb-i Mülkiye zekasının tenmiyesine yardım
eden bir müessese-i irffin olduğu gibi fıtratındaki kudret-i ictihad ve meyl-i
tetebbuu artıran bir müşevvik-i hakiki de olmuştu. Bilhassa mektep hayatının
kazandırdığı hakiki ve samimi arkadaş ve dostlarla birleşerek yaradılışında
mevcut olan istidadı besleyerek vadi-i edebiyata doğru yürümeye başlamıştı.
Daha mektepte iken Nadide adlı bir kocaman roman yazmaya başlamıştı.
Bu edebiyat temayülü bundan ibaret kalmamıştı. Mülkiye'nin son sınıfında
iken bazı arkadaşlarıyla birleşerek Mekteb risalesini neşre başlamıştı. Bu devre
ileride Yeni Edebiyat-ı Cedide uzuvlarını ayn ayn da olsa, bir ve [s. 922] ulvi bir
gaye için hazırlayan feyizli bir devre idi. Hemen hepsi daha mektep sıralarında
iken matbuat alemine atılan bu ateşli gençler Fikret'in etrafında toplanarak
bütün azim ve iradetleri, bütün şevk ve kudretleriyle yeni bir cereyanın doğup,
yaşayıp büyümesine hizmet etmişlerdi.
1 3 1 2 [1 896] senesi baharında intişar eden Mekteb risalesinin birinci
nüshasında Cahid'in "Ada Vapuru'nda" unvanlı hikayesi imzasız olarak
neşredilmişti. Mekteb risalesi edebiyatta yenilik cereyanına hizmet eden bir
mecmua idi. Bundan evvel de bir Mekteb gazetesi çıkmakta idi, o da yeni ruha
göre ıslah edilmiş bir risale idi. Cahid'in Mekteb'i uzun müddet devam etmemişti.
Aynı senede Mekteb-i Mülkiye'den ikincilikle çıkan Cahid, Servet-i Fünun'a
küçük hikayeler vermeye başlamış ve Fikret'in açtığı yenilik bayrağı altında ahz-ı
mevki etmişti. Oturdukları yerlerin de yek-diğerine yakın olması Fikret'le Cahid
arasındaki samimiyet ve uhuvveti de kuvvetlendirmişti.
754 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Cahid'in asıl edebi hayatı Seroet-i Fünun'a intisabıyla başlar. Seroet-i Fünı1n 'da
taarruza uğrayanlardan biri de kendisi idi. Mamafih muarız, muteriz ve
mütearrızlara en çok taarruz eden de o idi. Daima en ön safta duran, atılan
taşlara yalnız da kalsa mukabeleden vazgeçmeyen, yılmayan fıtri bir mübariz idi;
nitekim edebi ve siyasi bütün hayatı daimi ve mütemadi bir mübareze ile
geçmiştir ki, bu mübarezenin tarihçesi Kavgalanm unvanlı eserini meydana
getirmişti.
Cahid'in müdafaaları yok değil, belki çoktu. Onu hiçbir zaman yalnız
bırakmamışlardı. Başta Fikret, sonra da kendi edebiyat hocalığını etmiş olan
İsmail Sala., sonra arkadaşlarından Halid Ziya, Mehmed Rauf onu her zaman
korumuşlardı.
Cahid'in en ziyade çarpıştığı adam Ali Kemal olmuştu. Edebiyat aleminde
de, siyasiyat aleminde de fikren ve kanaaten muarızı bulunduğu bu adamla [s.
923] hiçbir zaman uzlaşamamıştır. Naci'nin bir varis-i edebisi vaziyetini alan Ali
Kemal, o zaman bütün ciyadct ve şaşaasıyla doğan Edebiyat-ı Cedide'ye muhtelif
vesilelerle hücumu adeta bir şiar edinmişti. Aldığı tahsil ve terbiye nin , eskilerle
fazla ülfet ve münasebetin Arap ve Acem edebiyatına Naciyane meftuniyetin bu
halet-i rühiyedt·ki tesiri kat'i ve aşikardır. Cahid de her firsatta bu ihtiyar ruhlu
genç muarızını susmaya mecbur edecek derecede şedit ve mücehhez
hücumlarda bulunmuş ve bu mübareze son zamanlara kadar devam edip
gitmiştir. Hasılı Cahid zaman ile Edebiyat-ı Cedfde'nin bir müdafi-i cesuru, bir
hami-i kahramanı olmuştu.
Gariptir ki korumaya, yaşatmaya çalıştığı o Edehiyat-ı Cedide en müthiş, en
öldürücü darbeyi de yine Cahid'in kaleminden almıştır. Servet-i Fünun neticede
onun yazdığı bir makale yüzünden kapanmış, bir daha eski hayat ve kudretini
istirdat rdememiştir.
Üstad Ekrem: "Bu kadar senedir, bu kadar münakaşat-ı kalemiye
görüldü. İçinde Cahid Bey'in mukabelesi kadar itidfil-i demle, iktidar ve
muvaffakiyetle yazılmış bir cevaba tesadüf olunmadı." demiştir.
Yine kendisini müdafaaten yazı yazan İsmail Sala. da: "Vaktiyle mektepte
muallimliğini ettiğim bu muharririn şimdi eserlerinden müstefid oluyorum.
Mesela tasvir ve tahkiyede gösterdiği iktidara gıpta ettiğimi itiraf eylemezsem
bazıları hakkındaki hükmüm kendi hakkımda da la-hak olmak lazım gelir."
diyordu.
Cahid, meslek-i tahrire girdiği andan itibaren terakki, tekemmül ve
tekamüle başlamış, onu her eserinde biraz daha kuvvetle, biraz daha sıhhatle
göstermiş bir muharrirdir.
Mektepten çıktıktan sonra maarif hayatına atılmış, Nezaret Mektubi
Kalemi'ne devama başlamıştır. Bir müddet sonra Vefa İdadisi müdür muavini
olarak çalışmaya başlamış, bir müddet sonra da terfi ederek Mercan İdadisi
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 755

müdürü olmuştur, bu maarifçilikte yetiştirdiği gençlerin hürmet ve muhabbetini


celb etmeğe muvaffak olmuştur.

[s. 924] Fakat onun bütün aşk ve ateşi yazıcılıkta idi. Ehemmiyet verdiği
cihet de gazetecilik olmuştur.

Servet-i Fünı1n'da ve daha sair risalelerde basılan küçük hikayelerini


toplayarak Hayat-ı Muhayyel unvanıyla neşrettirdi. Bu Cfilıid'in ilk ciddi eseri
sayılır. Bundan sonrakiler hep o yılmaz ve sarsılmaz gayretin birer mahsulü,
birer mükafatıdır. Servet-i Fünun edebiyatı Türk edebiyatının en rengin, en sahih,
en velı1d ve en feyizli mahsulat-ı fikriyesidir. Hararetli, heyecanlı bir sa'yin
muhassılasıdır.

İstanbul muhitine yeni ve çılgın bir hayat getiren 1 324 [l 908] inkılabı
geldiği zaman, Cahid, Mercan İdadisi müdürü idi.

Servet-i Fünı1n arkadaşlarından bazıları gibi o da aşk ve ateş-i matbuatı ile


yazıyordu, bir gazete çıkarmak istiyordu. Fakat bunun için ne serveti ne yalnızca
kendi şöhret ve gayreti kafi idi. Herhalde bu işin başına öyle bir şöhret, öyle bir
ehemmiyet getirmeli idi ki bir güneş teşkil eden isminin etrafına eflcir-ı umumiye
pervane gibi üşüşsün. O isim Fikret idi.

Fikret'le Cfilıid'in arası açıktı, Cahid araya Hüseyin Kazım'ı koyarak henüz
telif edip bitirmiş olduğu Sarf u Nahv'ını da vererek Fikret'e göndermişti. Hem
kitap hakkındaki irşadkar fikirlerini istiyor, hem de tecdid-i musafüta temenni
eyliyordu. Fikret; tercüme-i halinde görüldüğü üzere bazı şerait tahtında bu
gazeteciliğe iştirak etmişti. Gazetenin ismini Tanin koymuştu. Eski dostlar bu
gazete etrafında toplaşmışlardı. Fakat kendilerini toplayan gaye bir değildi.
Fikret'in sırf hasbi ve içtimai olan gayesine mukabil Cahid'in hayati ve siyasi bir
gayesi vardı. Nitekim bu birlik de uzun müddet süremedi. Mebus intihabı
meselesinde İstanbul mebusluğu kendisine teklif olunan Fikret bunu kabul
etmemiş ve Cahid'i ileri sürmüştü. O zaman henüz fırkanın mutemedi ve uzvu
olmayan Cahid'e Fikret'in delalet ve tekefftilüyle, mebus olunca kendisini bütün
bütün siyasiyata ve mücadelata vermiş, Tanin ser-muharrirliğiyle mebusluğu
birleştirmişti. İtiraf etmeli ki Cfilıid'in kaleminden fayda gören memleket zarar
da görmüştü. Bilhassa edebiyat sahasından çekilen [s. 925] Cahid'in artık hayatı
yeni bir çığıra girmişti, 3l Mart irticaında Tanin Matbaası taşlarla hücuma
uğramış, yağma edilmiş, Cahid de katledilmek üzere aranmış ve kendisi zannıyla
mebuslardan biri süngüler üzerinde parçalanmıştı. Bu ihtilal arızasını geçiştiren
Cahid, Meşrutiyet'in tesisinden sonra tekrar Tanin'i çıkarmaya başlamıştır. İkinci
intihapta tekrar İstanbul mebusu olmuş, iki defa da Duyı1n-ı Umumiye
İdaresi'ne Osmanlı Dayinler vekili olmuştur.

Muhtar Paşa kabinesi zamanında kanaat-ı siyasiyesi yüzünden tevkif ve bir


ay kadar da hapsedilmiştir.

Harb-i Umumi esnasında Men'-i İhtikar Komisyonu riyasetinde bulunmuş,


siyaset-i memleketin amillerinden olmuştur. Mütarekeyi müteakip İstanbul'a
756 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

giren İngiliz, Fransız ve İtalyan'lann Malta Adası'na nefyettikleri İttihat ve


Terakki erkanı arasında kendisi de sevk olunmuş, mahpusen bulunduğu kalede
boş durmamış, İtalyancayı öğrenmiş, edebi bazı eserler tercüme etmiş, bilhassa
Hippolyte Taine'inl84 beş ciltlik /rıgifk. Tdrilı-i Edebiyatı unvanlı meşhur eserini
Türkçeye nakletmiştir.
El-yevm İstanbul'a avdet etmiş, Tanin gazetesinde sermuharrirlik
etmektedir.

[s. 926] Lisanı, Eserleri ve Meslek-i Edebisi


Zayıf, sönük başlayan lisanı kendini çabuk toplamış, büyük kat'iyet, hatta
bazı yerlerde huşunet derecesine varan bir kuvvet kesbetmiştir.
Cahid, bilhassa ilk yazılannda zamanının en nafiz cereyanı olan
romantizme (romantisme) düşman görünür. Felsefi kanaatleri, fikirleri hep katı ve
atif bir detmninisme'e bağlı gibidir. Bütün tahlil ve tetkiklerinde bir bedbinlik
<.pessimisme) temayülü vardır. Kara, pis ve acı şeyler görür ve gösterir. Eserlerinde
salim (sain) ve samimi (sincere) bir şevk (enthousiasme) yoktur. Pek ateşli ve heyecanlı
görünmek istediği yerlerde bile fikirler kendisinin değil imiş gibidir. Öyle
zannolunur ki, Cahid gençlik devresinin bidayetlerinde bir acı nevmidiye
uğramış ve bu darbe bütün zihniyeti (mentalite) üzerine tesir etmiştir. Bu tesir
Cahid'e şiirsiz, hissiz, katı ve çıplak bir hayat yaşatmıştır. Katı, kıncı bir
naturalizme (natura/isme) yuvarlatmıştır.
İsminden bile hayali, fesanevi (romantisme) olduğuna kanaat edilen,
tiplerinde sevdavi bir ruh, garami bir hayal, ateşli bir heyecan tahayyül olunan
Hayal içinde unvanlı eseri bile ateşsiz, hararetsiz ve şiirsizdir. Vakanın ve
hikayenin kahramanı olan Nezih'te gençliğinin, aşkının verdiği heyecan, buhran,
galeyan yerine yabis, sakin bir sevk-i tabii ile müteharrik bir mevcudiyet buluruz.
Mamafih Cahid'in yazılarındaki bu kuruluk devam edip gitmemiştir. Yavaş
yavaş o da yazdığı eserlere bir his, bir hayat, bir ruh, bir kalp koymaya
başlamıştır. Emelsizlik, hülyasızlık tesiriyle acılaşan hayatı yeni tesirler, yeni
neşeler altında değişmeye, gayz ve garazla gördüğü beşeriyeti yavaş yavaş
sevmeye başlamıştır. Mamafih yine bir şiir ve hülya, bir zihniyet olamamıştır. Şu
kadar var ki hayata yaklaşmaya, acı da görse, kara da görse olduğundan acı,
olduğundan kara değil, belki olduğu halde görmeye [s. 9271 başlamıştır ki bu da
kendisini, ruhen ve mizacen şair ve romantik yaratılan Halid Ziya'nın o kadar
yaklaşmak istediği halde muvaffak olamadığı hakikiyeye (realisme) götürmüştür.

1 84 Hippolyte Taine, 1 828'de doğmuş, 1 893'te ölmüş meşhur bir Fransız feylesof, tarih-nüvisi

ve münekkididir. Fikr-i beşerin mahsulü olan bütün eserlere fü nfın-ı tabiiye usulünü tatbiki tecrübe
etmiştir. Bu usulü ibda eylemiştir. Bu usul ile verdiği derslerin tedvininden husule gelen Felsefe-i
San'at (Phi/,osophie de /'art) unvanlı eseriyle lngili.<:. Edlbiyatı Tarihi meşhurdur. Eser-i mezkuru yirmi
senede yazdığı rivayet olunur. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 757

Cahid bu yeni ruh ile çok güzel parçalar yazmıştır. Hayat-ı Hakilıiye Sahneleri
içinde çok canlı tasvirler, çok canlı tahliller, çok canlı hikayeler vardır. Cahid bu
zihniyetle milli ruha da yaklaşmıştır. "Kanto Bir Yerde", "Görücü", "Kuvvet"
ve saire gibi güzel parçalar yazmış, "Köy Düğünü" gibi tablolar vücuda
getirmiştir. Hassasiyet ve heyecanı arttıkça eserleri daha canlı oluyordu; hatta bir
ara insiiniyet-i sefıleye karşı kalbi o kadar sızlamaya, kanamaya başlamıştı ki
gözlerinde elem, ıstırap yaşlan görülür gibi oldu. Fakat bu devre-i tezelzül ve
sukütu çabuk atlattı. Hususuyla sinesine atıldığı siyaset, kendisini hakikatin
katılıklarıyla o kadar yakınlaştırdı ki maddiyatı gözüyle gördü. Mathialisme'e
doğru süratle yürümeye, bütün hakikati ve hayatı orada görmeye başladı.
İçtimai ve iktisadi görüşü, duyuşu değişti, dimağında sarih bir inkılap hasıl
oldu.
Memleketin geçirdiği buhranlar öyle zannolunur ki Cfilıid'de kuvvetli bir
de egoisme yarattı.
Cahid fitraten muharrir doğmuştur. Yazıyı sever, his ve hayale kapılmaktan
da kendisini korur, Halid Ziya gibi büyük hikayeler hususunda velud
olamamıştır. Fakat küçük hikayelerinde bilhassa on dokuzuncu asrın sonlarında
hayat bulan ve biraz fen ve felsefe ile karışan tarzını sevmekte olduğunu
göstermiştir. Realizmi kendisi için bir meslek ittihaz etmek istediği aşikar surette
görülmektedir. Mamafih Cahid'in enfüsi (subjectifJ bir ruh ile yazdığı çok güzel
eserleri de vardır. Bilhassa Abdülhamid idaresinin tazyik ve tahakkümleri altında
ezile büzüle yaşamaktan bezen bu gençler zümresinin, o mülevves muhitten
çıkarak temiz, saf, nezih bir hayat yaratmak hayaliyle çupındıklan [s. 928] ve bu
ilham ile eserler yazdıkları zaman yazdığı şu Hayat-ı Muhayyel unvanlı hikayesi de
güzel bir romantizm numunesidir:
"Bu şimdiki alemlerden pek uzaklara gitmiş idik; mazi ile aramızda ebedi
fırtınalarla cenkleşen büyük denizler vardı.
Şimdi her şey yeni idi; hatta kalplerimiz, hatta hislerimiz, hatta ilk günlerde
kubbe-i saf ve laciverdisi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeni
idi. Şu çimenlerini çiğrıediğimiz topraklar, ufuk üzerinde teressüm ettiğini
gördüğümüz ormanlar, reh-güzanmızı taktir eden çiçekler bile yeni, bilir idi. Ve
bu saf ve masum tabiatın sine-i müşfikinde bizim için yeni başlayan bu hayat-ı
muazzez hepsinden yeni, hepsinden saf ve tabii idi.
Köyümüzü, sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında intihap etmiştik.
Adamızı ihata eden bahr-i huruşiinın heybetli dalgalan bizim sahilimize
gelinceye kadar ilerideki kayalara çarparak kırılırdı ve birer elmas gibi parlayan
beyaz, temiz kumlanmızı hafif hışırtılarla tehziz ettiği zaman, zannederdik ki bu
umman-ı bi-payan şu ıssız sahilin hep bir hiss-i uhuvvetle birleşen garibü'd-diyar
mihmanlanna bir tecine-i tebrik ve teşbih ihda ederdi.
Zaten bütün tabiat bize bu hüsn-i kabUlü göstermişti: Cesim ormanların
nesim-i müferrihe tevdi ettikleri tude-i revayih, bir hiss-i iğtirab ile ihtilaç etmek
758 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

isteyen sinelerimize kuvvet-bahş bir deva-yı tesliyet getirir, ileride çağlayan sular
bize cesaretler verir, kuşlar bize birer neşide-i metanet okur. Bütün tabiat muhite
-pak ve tabii bir hayat ile zinde, faal görünen bu vfilide-i müşfike birini agı'.lşuna
alır, bağrına basar, bu derin, bu umumi hayat içinde kederlerimizi unutturur,
etraftaki aheng-i hayata karışmak, yaşamak-. Oh, serbestçe, insanca yaşamak
arzularını bize verirdi.
Köyümüzün önünde ufk-ı mewacın beyaz köpükleriyle hasbıhal eder gibi
hfil-aşina duran rahim ve saldide büyük bir ağacın altında ilk akşamlar
toplandığımız zaman, yanımızda oynaşan parlak saçlı sevgili çocuklarımız,
[s. 929] mütehayyir gözlerle baktıkları cesim vadilerimize, daha cesim
ormanlarımıza, semalarımıza doğru kollarını bazen açarlar, sanki bu
namütenaahilikleri ruhlarına doldurmak isterlerdi ve bu tavırlarıyla da bize
vazifemizi tecessüm ettirirlerdi: Evet, bu aziz çocuklar büyütülecek, bu vadiler
işlenecek, çalışılacak, daima çalışılacak idi . . .
Biz bu çalışmaya iptida köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazır
idi; bunlar uzun uzun münakaşat-ı samimiye neticesinde hep karar-gir olmuştu.
Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen değildi. İhtiyacatıınıza, ancak ihtiyacatımıza
kifüyet edecek kadar küçük, kışın firtınalarına dayanacak kadar metin, fakat
zarif, sevimli, sade, bilhassa sade idi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük
salon, çocuklarımıza birer küçük oda, birer yatak odası vardı.
İhtiyacfıtımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık. Zaten süslü
salonlardan, gayr-ı tabii, mülevves hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade elzem,
yalnız clzt•m olan alat-ı beytiye memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için
yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnuata müftakır değildik. Hiss-i aile
bu rcfükat-i muhibbanc, sa'y ve gayret bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında
yaşamaktan, zihinlerimizde insaniyet için layık gördüğümüz bir hayat ile
yaşamaktan, birbirimizi sevmekten, çalışmaktan, çocuklarımızı büyütmekten, bu
saf hayattan, bu sade hayattan- ah, bu hayat-ı muhayyel ve muazzezden- mesut
idik.
Köyümüzün ortasında müşterek bir bina var idi. Burası, hepimizi istiab
edecek kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir
kütüphaneden terekküp ediyordu. Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın
etrafında birleşirdik. Çocuklarımız yanlarımıza oturur, bir velvele-i şetaret, bir
heva-yı samimiyet içinde neşeli bir taam başlardı. Hizmetçilerimiz yoktu;
hepimiz birbirimizin hizmetçisi, esiri idik. Her akşam bir aile mütenaviben
hizmet ederdi ve böyle sevdiklerimizin bir işini görmekte, onların [s. 930]
tabaklarını kaldırmakta, yemeklerini vermekte ayn bir lezzet, derin bir meserret
duyardık. Sonra balkonda kahveler içilir, latifeler temadi ederdi. Salona
çekildiğimiz zaman şetaretli muhavereler arasında köyün hayatına müteallik
meseleler hallediliyor, her şeyden bahsolunur, sonra biraz piyano çalınır, biraz
şiir okunur, saatlerin tayaranından bihaber kalınırdı. Küçük meleklerin pak
nazarları mahmurlaşarak göz kapakları düşmeye başladığı zaman artık anlardık
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 759

ki vakt-i mütarakat gelmiştir; adeta derin tahassürlerle veda eder, ayrılırdık.


Herkes çocuklarını elinden tutarak kendi yuvasına çift çift dönerdi."

İşte bir idealizm numunesi! .. Cfilıid'in bu fikri o zaman Servet-i Fünı1n


etrafında toplanan romantik şairlerin, genç, tahakküm ve tecebbürden ezgin ve
bezgin ediplerin hülyası, mefkuresi (idea� idi. Biraz Eflatunilik (Platonisme), bir
hissilik (sentimentalisme) tesiri idi. Bunu uyandıran, bu ihtiyacı doğuran ve yaşatan
istibdadın kara günleri, öldürücü tazyikleri idi. Vicdanlarına intiba eden
duygulan, istedikleri gibi hür ve serbest ifşa edemeyen, kalplerine gömülen isyan
ateşlerini alevlendiren bu coşkun emelli, çılgın, heyecanlı gençler temiz, saf fakat
muhayyel bir komünizma yaratmak azmiyle çırpınıyorlardı. Bu küçük model,
tevsi ve temsil olunarak bütün bir cemiyetin hayatına tatbik olunacak mesut bir
hayat, mesut bir cihan vücut bulacaktı. Belki bu emellerin bir kıymet-i ameliyesi
yoktu, belki bu hayatın tatbiki bu kadar kolay ve sade olmayacak ve
olamayacaktı. Herhalde ideal, canlı ve heyecanlı idi. Fikret'in dediği gibi:

İnsan melek olsaydı cihan cennet olurdu . . .

Bu ateşli zümrenin bütün bu emelleri yine o zalim saltanatın kasırgalarıyla


savrulup gitti. Değil toplanıp muhayyel de olsa bir komünizma tesis etmek, üç
arkadaş baş başa verip dertleşmek, kanayan ruhlarına biraz sükun vermek
ihtimalinden de mahrum kaldılar. Servet-i Fünun da kapatıldı. Cahid de adliyeye
verildi. Hasılı o ateş-i galeyan da öylece sönüp gitti. 1 85

185 18 Ekim l 957'de İstanbul'cla vefat etmiştir. Diğer eserleri şunlardır:


Hikaye: JVıçirı Aldatırlannış? ( 1922).
Anı: Edebi Hatıralar (1935), Tefrika halinde kalan Tanuhldanm 200 1 yılında Yapı Kredi
Yayınlan tarafından kitaplaşonhr.
Monografi: Talat Paşa (1 943).
Çok sayıda çevirisi bulunmaktadır.
Hüseyin Cahid Yalçın hakkında bkz. Ömer Faruk Huyugüzel, Hüs� Cahid Talçm'ın Hf!Yatı ve
Edebi Eser/,eri, Üzerinde Bir Araştınna, İzmir 1984. (Haz. notu)
Mehmed Rauf
MEHMED RAUF

Hayatı
Mehmed Rauf 1 2 Ağustos 1 29 1 [ 1 2 Ağustos 1 875] tarihinde İstanbul'da
doğmuştur. Pederi aslen Kütahyalıdır; askerlik dolayısıyla gelmiş ve İstanbul'da
kalmıştır; validesi de Çerkes'tir. Fıtraten zeki ve cevval yaratılan Rauf iptidai
tahsiline iptidai ve rüşdi mekteplerinde başlamış, çocukluğunda gezmeye
başladığı tiyatroyu pek sevmiştir. Sık sık babasıyla dolaştığı bu muhtelif oyunlar o
zamanın zihniyet ve modası muktezasınca daima kanlı, facialı, ölümlü, cinayetli
vakalardan ibaret olurdu. Bu sahneler küçük Raufun müfekkiresinde derin izler,
kuvvetli intibalar bırakmış, tab'ındaki istidadın teşvikiyle yazıya, kitabete de
merak sardırmıştı.
Daha on yaşında bir çocuk iken ruhunda uyanan bu sanat ihtiyacı kendisini
tiyatro ve hikaye yazmaya sevk etmişti. Aynı zamanda mütalaaya da başladı. Bu
mütalaalar neticesinde tiyatrodan ziyade romanlara karşı bir muhabbet duydu.
Hem gördüğü ve okuduğu tiyatrolar gibi tiyatrolar yazmaya çalışıyor, hem de
kanlı ve heyecanlı hikayeler tertip ediyordu. Bunlardan biri "Denaet yahut
Gaskonya Korsanları" unvanlı facialı bir hikaye idi.
Tabii bu eserinin bütün kıymeti istidadının uyandığını ispata medar bir
vesika olmaktan ibarettir.
Zamanının muntazam olan rüşdiyeleri, askeri rüşdiyelerdi. Rauf da
bunlardan birine devam ediyordu. Mektep tahsili fıtratının kendisini sevk ettiği
bu yazıcılık merakından vazgeçirememişti. Rüşdiyede biraz Fransızca da [s. 932]
okumaya başlamıştı. Bu lisanı iyice öğrenmek için de bir heves, bir arzu
hissediyordu.
Rauf bu merakını bize kendi lisanıyla anlatıyor:
"Romancı!.. Ta on yaşında iken, on beş sene evvel gördüğüm ilk tiyatro
üzerine gelen bir inhimak-ı mecnunane ile bizde mevcut tiyatro kitaplarının
hepsini okumuş, bundan heveslenerek birçok oyunlar yazmış, sonra merakımı
romanlara sarmıştım; işte o zamandan beri hayatımda birinci emelim, bütün
amal-i saireme hakim emel bu oldu: Ben de bir romancı olmak istiyordum.
Fakat o zaman okuduğum ve bayıldığım romanlar Gece Yolculan, Londra
Biçdregdnı, Hüsryin Fellah olduğundan romancılığı bundan ibaret zannediyor, öyle
yazmaya uğraşıyordum. Bir gün, birçok tecrübelerden, gı'.'ışişlerden sonra,
rüşdiyenin son senesinde, şimdi on bir sene oluyor, Denaet yahut Gaskonya
764 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Korsan/an diye bir romanı, ilk tamam romanımı yazıp onu o zaman sınıfımızın
baş romancısı olan bir arkadaşım da takdir ettiği zaman kendi kendime 'İşte
artık ben de romancı oldum!' dedim.

Hakikaten bunun modellerinden hiçbir farkı yoktu. İçinde o nevi


romanlarda mevcut şeylerden hiçbiri eksik değildi . . .

Bunu yazıp Maariften ruhsatını da istihsal ettikten sonra tabii bastıramadım


ve buna şimdi müteşekkirim. Eserimi sanki hakikaten bir şeymiş, bir esermiş gibi
kemal-i cesaretle tabilere göstererek ' Siz mi yazdınız?' diye sordukları zaman
tavırlarında bugün pek iyi gördüğüm alaim-i istihzayı o zaman fark bile
etmeyerek mağrurane 'Ben!' deyişimi asla unutamam.

Bunun basılamaması bende yeni romanlar yazmak hevesini kesredemedi;


bir taraftan okuyor, bir taraftan yazıyordum; bu, hayatımı o kadar işgal ederdi ki
mektep hocaları arasında ismim 'Roman okuyan efendi!' diye bellenmişti.
Bunun için yalnız mektepte müşkülat gösterilmezdi, evde de elden gelen yapılır,
beni bu meraktan kurtarmaya çalışılırdı; kaç kere matbu, muharrer birçok
kitaplanmı yırtılmış gördüm. . . Hele bir gün Londra [s. 933] Biçareganı
romanından büyük bir dram çıkarmıştım; akşam eve gelip odama koştuğum
zaman kağıtlanmın arasında müsveddesini bulamadım, sordum, 'Baban yırttı. '
dediler, a h n e kadar ağladım, n e kadar ağladım . . .

Rüşdiyede sade 'Roman okuyan efendi' derlerdi, idadiye gidince artık


'romancı' dendi; çünkü oraya Maariften ruhsatları alınmış birkaç eserle, bütün
bir hamule-i edebiye ile gitmiştim . . . "

diyor. Rauf, rüşdiyeyi 1 304 [ 1 888] senesinde bitirmişti.

Rauf un asıl ciddi tahsili ve ciddi suretle edebiyatla iştigali bilhassa Mekteb-i
Bahriye'ye girdikten sonra başlar. Orada, ewelce başlayıp sevmiş olduğu
Fransızcayı ilerletmeye uğraştığı gibi mektepte öğrenilmesi mecburi olan
İngilizceyi öğrenmek gayretini gösterir. Bu iki lisanın tahsili ve o iki lisanda
okumaya başladığı hikayeler kendi istidadını tenmiye ederek edebiyata karşı olan
meyline bir kat'iyet verir. Artık cinai romanlardan, kanlı vakalardan kafi
derecede lezzet bulamaz, Georges Ohnet1 86'den, Octave Feuillet'den zevk
almaya başlar; bir müddet de hayali vakalar, hayali hadiseler arkasında koşar,
fakat asıl muhabbet bağladığı müellifler biraz daha sonralan tanıdığı
Daudet'lerIB7, Zola'larısa, Flaubert'ler olur. Realistelere karşı derin bir [934]

1 86 Georges Ohnet 1 848'de Paris'te doğmuş bir Fransız romancısıdır. Maitre de farges
namındaki eseri Demirhane Müdürü unvanıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. (İsmail Hikmet'in notu)
187 Alphonse Daudet 1 840'ta doğmuş 1 897'de ölmüş bir Fransız ediptir. İnce, rakik ve zarif
şiirleri de vardır, fakat bilhassa romancılık ve facia-nüvislikle şöhret almıştır. Meşhur romanlarından
Jadc, -le petit-clıose- Küçük Efendi namlarıyla Türkçeye nakledilmiştir. Üslubunda bir keskinlik, bir
rikkat ve hakikat vardır. Küçük Efendi unvanlı eseri mektep mürebbiliği ile başlayan öz hayatının, öz
sergüzeştinin hikayesidir. Derin bir saffet, samimi bir hüzün ile yazılmış güzel bir eserdir. Les lettres
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 765

meftuniyet duyar. Ve bütün gayretini bu müelliflerden okuduğu eserler gibi


eserler vücuda getirmeye sarf eder. Bu yazdığı eserlerden en ziyade zikre şayan
olanı "Canfeza" ismiyle yazdığı hikayesidir.

Bundan sonra Mehmed Raufun yaratıcılığı, edebi zihniyeti, zevki üzerinde


en mühim izleri bırakan genç Hfilid Ziya olmuştur. O zaman Rauf, Bahriye
Mektebi'nin beşinci sınıfında talebe bulunuyordu; bunu kendisi şöyle naklediyor:

"Biz birkaç arkadaş idik ki Nemfde'nin, Ölünün Defieri,'nin meclubu olmuştuk.


Ben edebiyatımızın şiddetle meylettiğim hikaye kısmını pek akim görürken bir
gün o hikayeleri okuyunca Fransa asr-ı hazır hikaye-nüvisanından birkaçına
mecbur-ı meyelan kalmış, efkanm Nemfde müellifine bir hisse-i şükranla temayül
etti.

Halid Ziya en ewel Bir Muhtıranın Son Yapraklan namındaki eseri ile nazar-ı
dikkatimizi celb etmişti. Bu eserde o zamana kadar görülmeyen, hissedilmeyen,
bir name-i beyan ile bir melalinin ahvfil-i rfıhiyesi teşrih ediliyordu. Edebiyatı
takip davasını besleyip de bu eseri okumak ve bunun nasıl bir hatve-i tekemmül
olduğunu hissetmemek mümkün değildir. Sonra yine küçük bir hikaye: Bir
İzdivacın Tarih-i Muiişakası ne kadar nazik bir tarz-ı tahkiye, ne şuh bir eda-yı
beyan; lakin Halid Ziya Bey'e bayılıyorduk. Aradan birkaç sene geçti, bu zaman
zarfında mümkün olduğu kadar malumat peyda etmiştim; tanıdığım biri vardı ki
İzmir'de bulunmuştu, bir sınıf arkadaşım vardı ki ondan ders almıştı; daima
bunlan taciz ederek malumat alırdım. Öğrenmiştim ki Halid Ziya henüz pek
genç, asabi, hırçın bir hocadır. O esnada Nemide intişar etti. Artık bu bizim için
yeni bir fecrin ilk neşve-i infilakı oldu. O zaman mektebin beşinci sınıfında idik.

[s. 935] Sonradan anlaşıldı ki muharririn bu kitap suretinde intişar eden


hikayesinden başka Hizmefin tefrikasında neşredilmek üzere üç büyük, dört
kadar da küçük hikayesi varmış; hatta Nemfde de Sefile ismindeki ilk hikayesini
takiben yine Hizmet gazetesinde dört beş sene ewel tefrika edilmiş. Hemen
gazetenin bu nüshalannı der-dest ettik ve sırasıyla Bir Ölünün Deften"ni, Hf[Yhdfı,
Bu muydu?'yu, Ferdi ve Şürekdsı'nı okuduk. Bunlan okuduğumuz zaman fikrimizde
Halid Ziya'ya öyle bir meclubiyet hisıl oldu ki daha ziyadesini nefsimde tahattur

de morı moulin Deği.rmenimin Mektuplan unvanlı eseri bü)'ük bir kıymet-i san'atkiraneyi, derin bir nüfıiz­
ı müşahedeyi canlı surette yaşatan kıymetli ve temiz bir eserdir. (İsmail Hikmet'in notu).
ısa Emile Zola 1 840'ta doğmuş, 1 9 1 2'de ölmüş meşhur ve muktedir bir Fransız ediptir.

Tabiiyytln denilen mekteb-i edebinin (naturalisme) reisidir. Tlıirese llaquin unvanlı eseri Muallim
Naci merhum tarafından Türkçeye nakledilerek Mecmua-i Muallim'de tefrika edilmiştir. [Muallim
Naci, eserin bir bölümünü tercüme edip tefrika bilinde yayımlamış, bu tamamlanmamış çeviri
l 89 l 'de kitaplaştırılmıştır. (Haz. notu)] Zola, zamanında çok itirazlara, çok hücumlara uğramış bir
muharrirdir. İktidarı herkesçe müsellem olduğu halde Akadeıniya'ya kabul edilmemiştir, Fransızlar
"Kalemini çamura batırmış bir edip!" teessüfüyle yad ederler. Sebebi, gördüğü içtimai yaraları
olduğu gibi bütün çıplaklığıyla göstermesi olmuştur.
Zola kendini muzafferiyetle müdafaa etmiştir. Üslubu çok renkli ve kuvvetli; tasvirleri sıcak
ve canlı; yazılarının heyet-i umı1miyesi çok ahengdar ve parlaktır. (İsmail Hikmet'in notu).
766 İS.MAİL HİKMET ERTAYLAN

etmiyorum. Bu mechibiyet yavaş yavaş bir dereceye geldi ki hissiyatımızı ona


yazmak mukavemeti gayr-i kabil bir ihtiyaç oldu ve yazdık.
Bir gece ondan . . . Evet, bizzat Hfilid Ziya'dan bir cevap aldığım zaman
öyle bir hfile geldim ki mektubu birkaç defa okumakla beraber bir mana
çıkaramadım. Ondan sonra bir mükatebe başladı, fakat o kadar kısa ki mükatebe
denilemez; üç mektup ben gönderdim, iki mektupla bir kartvizit ondan geldi.
Elimde o zaman İstanbul'un yeni ve resimli bir risalesine verilip kabul
ettirilememiş bir küçük hikayem vardı, "Düşmüş" isminde bir ye's-i aşıkane
hikayesi. Söylemeye lüzum yok ki hemen bundan üstada bahsettim. Görmek
istedi, ben de bir gün gönderdim. Sonra aradan o kadar vakit geçti ki artık
meylıs olarak unuttum bile. Kışın yağmurlu günlerinden bir gün evvelce
ısmarladığım bazı kitaplan sormak için emanetçiyi gördüğüm zaman elime
tutuşturduğu paketten evvela bir şey anlayamadım; bir müddet bunun ne
olacağında tereddüt ettim, kitaplann henüz gelmediğini söyleyerek acaba
emanetçi bir latife mi yapıyordu? Tereddütle paketi açtım: Birkaç gazete, Hizmet
gazt"tesi ve aralannda bir kartvizit. Bunda hikayemin işte tefrika edildiği, bunun
şöyle olduğu böyle olduğu yazılıyordu.
Hiçbir muharrir ilk eserinin tab'ında benim kadar mest ve mahzuz
olmamıştır."
İşte Halid Ziya'nın l\lehmed Rauf üzerindeki ilk tesirini bu suretle kendi
lisanından dinl<"ıniş oluyoruz. Rauf kendi aşkına inzimam eden bu ateş-i teşvik
ile daha ziyade canlanmıştı. Halid Ziya ile ara sıra muhaberede bulunuyordu.
[s. 936) Rauf mektepteki hayatında edebiyata hasrettiği gayret ve içtihattan
bahsederkt>n bize hakikatleri daha anlatıyor. Bu miyanda Hüseyin Cahid ile
nasıl tanıştığını, alem-i matbuata ne zaman intisap ettiğini de şöyle cümlelerde
ifşa eyliyor: "Hüseyin Cahid'le bir zamanda yazı yazmaya başladık; yalnız
edebiyata değil, zannederim alem-i matbfı'ata da aynı zamanda girdik; o Servet-i
Fünı1n'un ilk nüshalanna 'öte beri' yazarken ben . . . Haydi itiraf edeyim, Sahah'ın
ilk sahayifine -bu ceridenin muhabiri olan muhibbimin namına- o zaman ancak
böyle tercümeler yapabilecek İngilizcemle mütenevvialar tercüme ederdim. O
benden daha bahtiyar yahut bedbaht çıkarak bastırdığı romanını, o kocaman
.Nddi.de'yi yazarken ben Sefiilerin Cinqyatı namındaki on ciltlik "ibret-amiz ve
facialı" romanımın üçüncü cildini itmam etmiştim . . . " Rauf daha mektepte iken
ne gibi eserler vücuda getirdiğini görüyoruz. Bu eserleri yazdığı zamanlarda
Cahid'le tanışmamış olduğu gibi Halid Ziya'nın da tesiri altında kalmamıştı. O
zamanlar kendisinde Avrupalılardan doğrudan doğruya okuduğu ve o zaman bu
tar.lda romanlarla, hikayeler tercüme eden Ahmed Midhat'ın eserlerinden
müteessir olduğu aşikardır. Halid Ziya'nın eserlerini bir mefruniyetle beğenip
taklide, tanzire başladıktan sonra zihni tamamıyla değişmişti. l 308 senesi
Ramazanı [Nisan/Mayıs 1 89 1 J idi. Mektebin son sınıfında bulunan Rauf
Ramazan tatili münasebetiyle Bursa'ya ailesi nezdine gitmiş, bir hafta kadar
kalıp dönmüştü. Aynı sene içinde İzmir'den gelerek Reji İdare-i Merkeziye
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 767

Başkitabeti'ne tayin edilmiş olan Hilid Ziya ile bir gece Şehzadebaşı'nda ilk defa
olmak üzere görüşmüşlerdi. O günkü muarefe ve musahabeleri bir saat kadar
sürmüş o da edebiyata, hikayeye inhisar etmişti. Ondan sonra Rauf daima Hilid
Ziya'nın nezdine gider, görüşürlerdi.
Rauf mektepten çıktıktan sonra bir buçuk sene kadar Girit'te ve denizde
gemilerle dolaşmıştı. Tekrar İstanbul'a döndüğü zaman Cahid'le Cavid'in Mekt,eb
gazetesini neşrettiklerini ve onda bazı eserlerini okumuş kendisinin de R.esimli
Gazet,e ile Mekt,eb'e birkaç hikaye vermesi dolayısıyla bu yeni dostlarla tanışmak
istemişti.
[s. 937] Bir ara Camd'le Cavid Mekt,eb mecmuası müdürüyle bozuşmuşlar.
Gazetenin başmuharrirliği o zaman Avrupa'dan gelen Cenab Şahabeddin'e
verilmişti. Bilahare onun da memuren Hicaz'a gitmesi üzerine gazetenin idaresi
Mehmed Raufa tevdi edilmişti. Rauf 1 3 1 2 [1 896] senesinde Halid Ziya Bey'in
delaletiyle Garam-ı Şebab unvanlı romanını İkdam gazetesine tefrika ettirmeye
başlamıştı, fakat dahili siyasetin karışıklıklarına, fikirlerin heyecanlı ve müşevveş!
olduğu zamana tesadüf etmiş, göze görünememişti. Raufun asıl şöhretini temin
eden mesaisi Seroet-i Fünun'a intisabından sonra başlar. l 3 1 2 [ 1 896] senesinde
Fikret'le tanışarak beraber çalışmaya başlayan Hilid Ziya, Mehmed Raufu da
Fikret'e tanıtmıştı. Bundan sonra Rauf, Tevfik Fikret'le sıhri bir münasebet
peyda edecek, Fikret'in halasıyla izdivaç edecek kadar karabet ve samimiyet
göstermişti. Bu müşareket-i his ve hareket 1 3 1 7 [ 1 90 1] senesine kadar devam
etmişti. O senede Cahid'in tercüme ettiği bir makaleyi hükümetin muzır telakki
etmesi üzerine Seroet-i Fünun kapatılmış ve Rauf diğer arkadaşları gibi yazmaktan
menedilmişti.

Raufu en ziyade tanıtan ve sevdiren eseri Eylul namındaki romanıdır. Bu


da evvela Seroet-i Fünun'da tefrika edilerek neşrolunmuş, bilahare kitap şeklinde
de basılmıştır. Bundan başka Seroet-i Fünun'a yazdığı mensur şiirlerini de
toplayarak Siyah İnciler namıyla bir külliyat halinde tab'ettirmişti.

Rauf Meşrutiyet'in ilanından sonra da neşriyat sahasına atılmış birçok


eserler yazmıştır. Son Emel, İhtizar, Aşıkane, Ferda-yı Garam romanlarını
tab'ettirmiştir. Menekşe, Genç Kız Kalbi namıyla yeni eserler de yazmış Eski Kuvvet,
Pençe, Cidal namında üç tiyatro çıkarmış. Halid Ziya'nın Ferdi ve Şürekô.sı'nı sahne
haline vazetmiştir. Afehtisin namıyla kadınlara mahsus bir mecmua neşrine de
başlamıştır. Rauf bütün bu yazdığı eserlerin bir lakaydi ile geçiştirildiğini görerek
muğber olmuş ve bir nevi ye's-i müntakimane ile hem edebiyat aleminin yüzünü
kızartacak, hem de kendi namını kirletecek, Zambak namında bir eser
neşretmiştir. Eser zabıta tarafından toplandınlmış kendi de askerlikten tard
edilerek hapsolunmuştur. Mehmed Rauf hala bazı gazete ve mecmualara edebi
makaleler, hikayeler yazmaktadır.
768 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s . 938) Eserleri, Lisanı, Sanatı


Bilha<ısa Hfilid Ziya'dan mülhem olan Rauf, nesir hususunda çok incelikler
ve sadeliklerle yazı yazmış bir hikayecidir. Fazla olarak kendi üstadı ve samimi
arkadaşı, meslektaşı olan Hfilid Ziya gibi üslupçuluk (styliste) külfetine de
düşmekten kendini koruyabilmiş bir muharrirdir.
Yazılannda tahlil-i hissiyatta hemen bütün arkadaşlanndan daha ziyade
derinleşmiş tasvir ve hikayede hakikiyyeye (realisme) çok yaklaşmıştır.
İlk yazılarında okuduğu eserlerin tesiriyle hayaliyyunun mesleğini takibe
doğru gitmiş ve daha ewelleri cinai ve korkunç eserler yazmaya heves etmiş iken
yavaş yavaş Balzac, Daudet ve Flaubert'lerin eserlerinden topladığı intibalarla
istidadını tenmiye ede ede fıtratındaki istidadı inkişaf ettirmiş. Nihayet büyük ve
küçük hikayelerin (roman contes) en güzel numunelerini vermiştir. Sryah inciler
unvanıyla toplayıp bastırdığı mensur şiirlerini Senıet-i Fünı1n'a yazdığı zamanlar
iştihannı temin etmeye muvaffak olmuştu.
Raufun güzelliğe karşı derin ve kavi bir incizabı vardır. Fakat kalbi, hiçbir
çiçekte bir seneden fazla duramayan kelebekler gibi hercai, aşkı da görüp
sevmek, dokunup yakmaktan ibaret serseri ve sebatsız, azimsiz ve vefasız bir
aşktır, her şeyden ziyade sevdiği kendi hazzıdır. Onu okşayan, yaratan ve
yaşatan şeylere karşı münhemiktir. Fakat ancak okşadıklan müddetçe, sonra en
kıymetlileri de bir kınk oyuncak gibi bir köşede tozlanıp çürümek üzere fırlatılıp
atılır.
Rauf içinde bulunduğu cereyanın bir ibtilası olan kelimeciliğe de
düşmemiştir. Ne Halid Ziya'nın, ne Cenab'ın, ne de hatta Ahmet Hikmet'in o
parlak o şaşaa-dar [s. 939) kelimelerle yapuklan süslü, ziyalı, aheng-dar
terkiplere iptila derecesinde bir bağlılık göstermiştir. Halid Ziya, Servet-i Fünun
nesrinden bahsederken:
"Lakin bugünün nesrine hakim olan nesir, şüphesiz en mühim devre-i
tekamülünü Strgü�eşt'ten ziyade Küçük Şqler'de göstermiş olan nesirdir. Ve bu
nesrin zeyl-i müteakibi kınk dökük olmasına rağmen Raufun, sonra onun daha
muntazam, daha kavi, daha temiz bir şekli demek olan Cahid'in nesridir."
diyor. Cahid de Edebiyat-ı Cedide nesrinden bahsettiği sırada:
"Nesir itibanyla da Halid Ziya ve Rauftur, Raufu çok unuttular ama
haksızdır. Raufun nesri gerçi yanlıştır, fakat canlı bir şeydir. Hayatın
tahawülatını, alatını kari'ine duyurabilecek canlı bir lisandır. Muntazam
kalıplara dökülmüş böyle cansız, kuru bir üslup değildir. Bilmem belki Raufu
eskiden okuduğum için bende bu tesiri bırakmış. İhtimal böyle değildir."
kanaatinde bulunuyor. Rauf hissiyatını tercüme edebilmek, duyduğu gibi
duyurmak için çalışmış bir ediptir. Şüphe yok ki lisanı Fikret gibi derinden
derine bilen, Halid Ziya gibi kavi bir sanatla kullanan, Cenab gibi bir minyatür
hfiline getiren büyük bir sanatkar değildir. Fakat yazdığı Eytat ismindeki romanı
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 769

ruh tahlili, his ve heyecan ifadesi itibarıyla birçok eserlere hatta Halid Ziya'nın
bazı yüklü eserleriyle Cahid'in bazı kuru yazılarına müreccahur, mütefevviktir.
Cahid'de kuvvetli bir manuk, Rauf'da kuvvetli bir heyecan vardır. Hatta o
müfrit heyecanı çok zaman kendisini doğru yoldan çıkarır. Tab'an ryrique
yaratılmış bir şahsiyettir. "Baran-ı Bahar" unvanıyla yazdığı şu:
"Bir gün gelir; müzeyyen ağaçlar, şuh çiçekler, yeşil çayırlar bir nefha-i
müncemide-i şita ile kuruyarak, solarak, sarararak harap olurlar; yapraklar
düşer; çiçekler teverrüm eder; çayırlar çatlar; tabiat ölür.
Fakat sonra bir gün, hınçlı yağmurlardan sonra yine bir gün bu ağaçlar,
çiçekler, çayırlar titreşerek serpilirler; bir hayat-ı nev, bir ra'şe-i zindegi, bir
taravet-i emeli gelir: Yeniden bahar olur.
Benim de müzeyyen ümitlerim, nihayetsiz emellerim, gizli kederlerin, gayr-i
mahsus elemlerin dest-i kahrında kurudu; soldu; sarardı; ruhum öldü.
[s. 940] Fakat benim ruhumun, benim bu zavallı ruhumun bahan
gelmiyor."
neşidesi gibi sade, samimi, hissi bir üslup ile yazılmış mensureleri çoktur. Bunlar
adeta birer mensur sonnet'dir. Şüphe yok ki ruhen şiirdir, hem de enfüsi (subjectijj
bir ilham ile yazılmış şiirdir. Fakat Rauf gittikçe, hayatta emellerine, hülyalarına
muvaffak olamamaktan mütevellit bir gayz ve nevmidi saikasıyla adeta
beşeriyete düşman kesildi. Adeta yazılarıyla insaniyetten intikam almaya kalktı.
Asrın havsala-i ahlakını yırtacak, memleketin ruh-ı rikkatini incitecek, sanaun
hicab-ı iffetini paralayacak bir ihtirasla ortaya atıldı. Şehvet-perestliğin
(sensualisme) en koyu, en siyah enmuzeci olacak eserler yazdı. Bununla sanattan,
rikkatten anlamayan halkın behimiyetiyle oynamak, istihza etmek istiyordu.
Zambak bunun en kara ve karanlık bir misalidir. Her türlü kayd-ı ahliliyi
koparan bu eser muhitin heva-yı edeb ve edebiyatını zehirledi.
Rauf'un romancılıkta gayesi milli hikayeler yazmaktı. Hatta yazılan
romanlarda bu gaye takip edilmediğinden bir makalesinde şikayet ediyordu:
"En canlı sahne hayattır. Roman hayatın tasviri olmalıdır. Bütün Avrupai
romancılar bilhassa hakikiyylınlar (realistes) sanatlarında bu yüzden muvaffak
olmuşlardır esasını kabul ederek; . . . " İzdivaç faciaları var, tertipsizlik,
hesapsızlık, akılsızlık, bela.bet, görenek yüzünden açılan bu kadar yaralar var,
tertibat-ı ictimaiyede sefalet ve cerihadan başka bir şey tevlit etmeyen birçok
mesavi var; validelik, pederlik, zevclik, zevcelik ne olduğu bilinmediğinden,
hayat nedir bilinmediğinden dökülen yaşlar, ezilen bedbahtlar, ölen sefıller,
kahrolan biçareler var . . .
Roman bunları yazmalı; roman bir mazbata-i ahvfil-i ictimaiye olmalı.
Bizde pek yanlış telakki edilen 'Sanat için sanat' nazariye-yi akimesini def ve
reddetmeli; bugün Avrupa'da bütün edebiyat bir kisve-i fenniye aldı, beşeriyetin
770 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ıslah ve tedavisi için ulema ile beraber olarak çalışıyor, daha iyi bir insaniyet,
daha mesut bir ati için uğraşıyor . . .
diyor.
[s. 941] Rauf, Eylul romanını bu zihniyetle yazmak istemiştir. Şüphe yok ki
bir ıtnaba düşmüş, tahlilat ve tasvirat çok uzamıştır, neticesi pek elim bitmiştir.
Yine bununla beraber kuvvetli ve muvaffak bir eser olmuştur. Küçük hikayeleri
içinde de bir hususiyet-i milliye ve edebiyeyi haiz olan kıymet-dar eserlerinden
biri de şu "Küçük Remzi"sidir:
"Bu genç kadında evladı için en çılgın anaların muhabbetinden fazla bir şey
vardı. Bu, aralarında meraklı taze denilen, asabiyet-i marizanesiyle bütün
mahallede her türlü merakları tabii görülen bir genç valide idi. Babası,
kaleminden aldığı maaşını ailesinin idaresine yetiştiremediğinden her yerde
şikayet eden bir adam, hakikat-i halde en beyhude masrafları kızı için ederek
onu son derect>dc bir şımarıklıkla büyütmüş; validesi, hırçın bir kadın, kendini
doğururken uğradığı hastalıktan iki sene sonra ölmüş, başında yalnız, kızının
vefatından sonra artık her şeyden vazgeçip evin her işini pis hizmetçilere
bırakmak için bulduğu binlerce sebepleri rast geldiğine anlatan, akşama kadar ya
evinde, ya komşularda elinde kahve fincanı, mangal başından ayrılmayan
altmışl ık büyükanası kalmıştı. Bu serbestlikle çocukluk ve ilk genç kızlık hayatını
sokakta, komşu evlerinde geçirdi; bu mektepte, hele, dedikodu dersinden birinci
mükafat alacak kadar güzel terbiye gi>rdü; hiçbir ders kabul etmeyen bu genç kız
o ilmin bütün temayülat ve itiyadatını daha yenilerini de icat edecek kadar
benimsedi. Daha on yaşında iken son derece bir lakaytlıkla bütün genç kadın
meclislerinin havailiklerine alışmış , seyir yerlerinin müzeyyen bir bebeği olmak
en birinci bir emeli olmuştu. Bütün yazı meşhur seyirlerde geçirir, bunun için
haftalarca evvelde n tertip edilen mahalle kadınlan kafilelerine israfıyla,
tezeyyünüyle riyaset ederdi. Her çılgınlığına babasından hudutsuz bir rıza' -yı
mecnunane al ıyordu; o kadar ki pek geç geldiği bazı akşamlar büyükanne
sarsılan başıyla, sönük gözlerinde son derece gazap saatlerinde alevlenen bir
gayz-ı müebbet ateşiyle damadına bu kızı harap ettiğinden şikayet ettikçe, babası
yegane özür olarak Raziye'sinin bir kız olmasını göste [s. 942] rirdi; o zaman
muaraza büyür, iki tarafin bütün kinleri meydana çıkar, eski hikayeler tekrar
edilir: Dağlar gibi kızının nasıl devrildiğini dinleyecek kimse bulamayınca
hizmetçi kadına anlatan kaynanayla pek kızınca ihtiyar kadının seyyiat-ı
glınaglın-ı mazisini teşrihten çekinmeyen bu damadın olanca dertleri ortaya
serilirdi. Bu iki garazın arasında genç kız pek serbest ve müstesna bir hayat
sürüyordu.
Fakat valide olduğu günden itibaren değişerek bütün eski iptilalarını terk ile
bir hırs-ı mecnunane, evladına bir perestiş-i makhurane hasıl etti. Hele hiç
sevişemediği kocasının bir gün nagehan vefat edivermesi üzerine kendini
kamilen oğluna hasr ve feda ederek onun için, onunla, evinde yaşamaya başladı.
Yıllanmış akaid-i batılanın kirliçıkısı olan büyük ninenin güya tecarib-i
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 771

müzminesine tebean muallimane büyütüşüyle genç kadının, oğlunu hastalıklara


karşı muhafazadan başka bir şeye matuf olmayan dikkat-i mecnunanesi altında
çocuk cılız, çelimsiz, dal bacak bir şey oldu. Benzinde kan namına bir damla
renk göremeyen, soluk derisinin altından damarların hey'et-i mensucesini fark
eden bütün komşular genç validenin o iniltili perestişi önünde söylemedikleri
sözleri hemen kapı bitişik komşuya dar atılıp söylemekte mecburiyet görürlerdi.
- Yazık, zavallı Remzi ziyan oldu, ayol. . . Aman a dostlar, o Raziye'ye ne
olmuş? Gül gibi kız solmuş, solmuş da sanki patiska olmuş. Ya o kocakarı, o
kahve küpü kan yok mu? Kıza hep eden odur hanını, ister inan, ister inanma . . .
Akşama kadar vır vır kızı yiyip bitiriyor.
Eğer biri de ihtiyara taraftar çıkarsa bu uzayan mücadelede her zaman
olduğu gibi hak herkesin kendi tarafında kalarak sükfı.t edilirdi. Bütün bunlar
Raziye'nfn çılgınlığını menedemiyordu. Ara sıra akranları, ne olursa olsun, onu
alıp seyre götürmek, kına gecelerine gezmek için uğramışlardı; fakat pek
değişmiş olduğunu görürler: Raziye'nin aklı fikri oğlunda kalarak dünya
kendisine zehir olur. Yanındakileri de merakıyla [s. 943] rahatsız ederdi . O
zamandan sonra her ne yaparsa mazur görülür, "meraklı taze" denilmekle her
türlü özürler, her türlü sebepler söylenmiş, mesele halledilmiş olurdu. Merakı o
dereceye gelmişti ki babası bile artık kızmaya başlıyordu.
Genç kadın Remzi'nin hasta olmasından endişe ediyordu: Bunun için
terletmemeye cehd olunur, çocuk terlemediği halde bile ihtiyaten günde beş altı
defa sırtına fanila sokulurdu. Sabahlan kalktığı zaman vücudu nemli ise çamaşırı
değiştirilmek, değilse sadece bir havlu sokulmak uzun uzadıya bir işti; artık her
şeyi geri kalır, bütün işler yüzüstü bırakılır, ahretlikle beraber iki kadın çocuğun
yanından ayrılmazlardı; o zaman valide hırçın, aksi olur, bir hiç onu çıldırtmak
için el verirdi. Bu havlular o derece kızdırılır, çocuğun sırtına o kadar bastırılırdı
ki zavallı ciyak ciyak dakikalarca dakikalarca bağırırdı. Odadan bir yere
çıkmaması, kapının kapalı durması lazım olduğundan şayet biri validenin
bıkmayan tembihine rağmen unutur da kapıyı açık bırakırsa inkisarlar yağardı
ve bu ince, hırçın, daima haykıran ses komşular için artık tacizi mucip olmayan
bir adet olmuştu.
Küçük o kadar oyuncu, zeki idi ki yapmadığı kalmazdı. Valide buna
sevinir, en ehemmiyetsiz bir hfili için şenlikler yapılır, herkesin nazarından
korkularak komşuların, misafirlerin kunduraları bıçaklanırdı ve misafirler
gittikten sonra büyücü kadınlar gibi mangal başında toplanılarak kösele
parçalarının ayin-i ihrili icra olunurdu. Çocuk bütün bu esnada boğaz olmasın
diye boynundan çıkarılmayan kalpağı, üşümesin diye birbiri üzerine giydirilen
üç hırkası, ayağındaki yün lapçırıı ile bir tarafa oturup az sol tarafa eğri ağzıyla,
cılız, sürüklenen sesiyle söylenerek oynardı.
Asıl gürültü gece büyükbaba kahveden geldiği zaman başlardı: adamcağız
kızının bu çılgınlıklarla bir gün helak olmasından ürkerek her şeyi i'zam eder; [s.
944] fakat hiçbir şey söylemezdi. Bu sükfüun içinde Remzi'ye ta küçükten garez
772 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bağlamaya başlamıştı. Onu asıl iğzab eden şey evvelden o kadar perestiş
edilirken şimdi ihmal edilmesi, bir de yaz kış dağ gibi mangallarla yanan ateşler
idi. Bunu önceleri sezdirmemiş, sonra sonra söylemeye başlamıştı ve bir gün kızı
babasının yüzüne kemfil-i şiddetle haykınverince bütün eski içtinap ortadan
kalkarak ta'zirler devam etti. Fakat Raziye için Remzi'ye bütün dünya feda idi.
Büyükbaba çocuğa örtülen yorganları, gösterilen takayyütleri fazla görerek
söylendikçe o zayıf çenesinin asabiyet-i fevkaladesiyle mukabeleden, daha
sıkılınca ağlayarak, bayılarak babasını pişman etmekten geri kalmazdı. Buna
karşı büyük valide arkasında garezler titreyen sükıln-ı lakaydanesiyle bi-taraf bir
seyirci olurdu.
Bütün hunların ara'iında çocuk en çok muhabbeti ahretliğe gösteriyordu;
uyuyuncaya kadar yatağının ayakucundan ayrılmayarak ona türlü türlü oyunlar
öğreten bu kız onun için en sevgili bir arkadaş idi; bir dakika yanından
ayrılmaması labüddü. Büyük valide de asıl bu zaman sesini işittirirdi ve ahretliği
bir işte kullanamadıkça hırsından boğazlayacak gibi olarak hemen tarize başlar,
o vakit çıban başı tekrar kopmuş bulunurdu.
Genç kadın Remzi'si için böyle gece yanlarına kadar çırpındıktan sonra
yatuğı zaman da rahat uyuyamazdı; gece açılırsa örtsün diye yanlarında yatırılan
Safranbolu'nun o yuvarlak yüzlü kızı zaten ayakta uyukladığından, oturursa
behemehal uyurdu; küçük hanımın korkusundan masun bulununca o derin
uykuya öyle bir dalardı ki kıyamet kopsa da güç uy anırdı; bunu bilen genç kadın
artık geceleri kıza emniyet edemeyerek kendisi uyumamaya, çocuk açıldıkça
örtüp bastırmaya hasr-ı nefs etti. Çocuk uyuyunca odada pandomima başlardı;
herkes işaretle söz söylemeye mecbur olurdu. Ötekiler yattıktan sonra Raziye
başını şöylece mindere dayayarak uzanır, çocuğun o hararet, o sıkıntı arasında
her çırpınışında uyanıp bakarak sabahı ederdi.
[s. 945] Kazara Remzi hafifçe bir öksürse evin içinde bir büyük mesele
çıkardı, hadise-i fevkalade; buna karşı genç kadın evvela ithama kalkardı, kimse
bu ithamdan kurtulamazdı. Dün azıcık mutfağa inmişken geldiği zaman sofada
görmemiş, sabahleyin arkasına bez sokarken ısıtmak için babasına vermiş de o
sırılsıklam geri vermemiş mi? .. O zaman ağlamalar, hastalanmalar, çocuğun
bütün nazlarına karşı kurban olmalar son dereceyi bulurdu. Çocuk bir şeye
sıkılsa da vızlamağa başlasa mutlaka boğazına ineceğini düşünerek ağlatmamak
için her şeyi yapar, çocuğun inatlarına karşı deli gibi haykırırdı. Onun en ufak
arzusu için ihtiramlı fedakarlıklar tevali ederdi; "Remzi'm" dediği zaman
zelzele-amiz bir heyecanla gürlerdi; bütün bunlar acaba çocuğun pek nadir olan
iyi günleri için miydi? Kadının ömrü o hezeyan-engiz deragılşlar, na-mütenahi
ve rengarenk hitaplar, bağırtıncaya kadar sıkışlar arasında geçiyordu.

Bütün bu takayyütlere rağmen Remzi her sene birkaç büyük hastalık


geçirirdi. Kulak, diş, boğaz ilh . . . Ve o zaman, valide gece gündüz ağlamaktan
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 773

şişmiş gözlerle yemeksiz, susuz, uykusuz kalır, böyle gizli gizli saatlerce
ağlayışının sebebini soracak olanlara melUI melUI boynunu bükerek "Hiç, öyle!"
derdi. Bütün dostlarının nasihatlerini, büyükanasımn, pederinin ihramlarını
kabul etmez, en ciddi şeylerden bahsolunurken, "Kız, kapıyı kapa. . . Remzi
hapını yuttu mu?.. Arkasına bez sok!" gibi şeylerle lakırdıyı keser, muhatabım
muğber ederdi; bunun için birçok dostlarını kırmış, babasına haftalarca dargın
durmuştu.

Pederi Remzi'nin altı yaşına girdiğini söyleyerek mektebe verilmesini tekrar


ettikçe o çocuğunu bağrına basarak "Hiç olur mu?" diyordu; "Kız sen bu
çocuğu tulumbacı mı yapacaksın?" dedikleri zaman hiçbir şeye ermeyen aklıyla
omuzlarım kaldırarak "Ne yapayım, aman sende . . . " cevabını verirdi. Fakat
baba taannüd etti; kendinin biraz daha iyi okusaydı neler olmak ihtimali
olduğunu söyleyerek gece gündüz ısrar gösterdi; [s. 946] bu ihramlara karşı
Raziye nihayet ağır şartlarla razı oldu: Remzi mektebe başlatılacaktı; işte
muvafakat ediyordu; üşümesini, terlemesini, düşmesini ezilmesini, hiçbir şeyi
artık düşünmüyordu; hepsine peki, fakat mektep düğünü mutantan olacak! Onu
altı seneden beri zihninde hazırlıyor, süslüyordu. Nihayet babasını da kandırdı;
kızının rahatı için hafidinin uzaklaşmasını zaruri gören büyük peder ne olursa
olsun diye razı oldu. Borç edildi, hazırlıklar görüldü okuyucu getirildi, davetler
oldu ve bir perşembe günü Remzi mektebe başladı, o kadar müdebdeb bir alayla
ki bütün alem parmak ısırdılar, Raziye'nin bu tabiat sahipliğine hayran oldular.
Hele Remzi arabaya kurulup da ilahiler, aminler arasında giderken o sırmalı cüz
kesesi, iğneli altınlı fesi ile o kadar güzel oldu ki hep parmakla gösterdiler . . .

Hocanın önünde yaldızlı cüzden Remzi "eyif' dediği zaman birikmiş


kadınların arasından bir hıçkırık çıktı, genç valide heyecanından ağlaya ağlaya
bayılmıştı. Gözleri yaşlı büyükana "Ne yapsın, bir tanecik evlat . . . " diye
söyleniyordu.

"Ah, a dostlar bu ne mürüvvet, buna can mı dayanır? . . . " İkide birde


Raziye'nin, yahut büyük ninenin bu nara-i ihtirası ile bozulan uğultu arasında
düğün devam ediyordu. Davetliler tükenmez "maşallah" yağmurlarıyla
dolaşarak öteye beriye burun çekiyorlar, dudak kıvırıyorlardı; hepsi bu mektep
düğününün bu kadar parlak olmasını galiba çekemiyorlardı, "Şu Raziye, nihayet
dediğini yaptı; Allah bağışlasın Remzi'si de maşallah tosun . . . Sanki bir kibar
oğlu . . . " diye meydanda konuşurlarken, artık dişlenmekten kanı kalmamış biçare
dudaklarla, bin türlü infifilat-ı nefsaniyenin zebun-ı kahrı olarak kanlara
bulanmış, çukurlanmış, dertli zavallı gözlerle, hasedin hırpaladığı fakat
düzgünün harap ve mülevves ettiği kuru, renksiz yüzlerde cebri [s. 947]
tebessümlerle yemeğe iner veya yemekten çıkarlarken içlerinden gelen kanların
acısını "terbiyesizlik" eden çocuklarına çimdikler basarak çıkarıyorlardı.
774 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu bir velveleden başka bir şey değildi; bütün çocuklann ellerinde


kunduralan ile evin içinde koşuşmaları, bir defa sokağa fırlayıp yahut birden
içeri hücum edip çarparak, devirerek, analanndan çimdikler yiyerek
yuvarlanmaları arasında yüksek sesli mahalle hanımlannın omuzdan omuza
atlayan latifeleri, birbirini çağınşlan, ötede şimdi sofradan kalktığından bahisle
yemeğe İnmeye çalışan bir takımı iknaa uğraşan ev takımının ısrarlan, hepsi bir
uğultu oluyordu. Bunlann arasında Remzi sırmalı cüz kesesiyle, kadife esvabıyla,
müzeyyen fesiyle her taraftan "maşallah"lar topluyordu; uzun yenlerinin içinde
kaybolmuş elleri, fesinin altında eriyiverecek zannolunan renksiz, zayıf yüzü, o
soluk eğri, ince dudaklı ağzıyla bir şeyler söyleyerek bu "hanım, hemşire!"
sözleriyle lasıla-dar velvele arasında biraz alık, biraz hasta, gürültüden
sersemleşmiş, dolaşıyordu. Akşama doğru o kadar yoruldu ki bir tarafta başını
dayayarak uyuyakaldı. Ve bu yevm-i zafer bitip de misafirler çekildiği zaman
evde ailece o günün haurat-ı rcsm-i geçidi saatlerle sürdü; hepsi son derecede
mesut idiler; yalnız Remzi yorgun, sersem, sessiz idi . . .

Hocalara, kalfalara bin türlü tembihler edildiğinden çocuk pek rahat, pek
müstesna bir mektep hayatı sürüyordu; ufacık bir naz etse; haftalarca evde
alıkonurdu. Mektebe gittiği günler ise her sabah onu giydirip göndermek mühim
bir vaka olurdu; bin türlü kavgalar arasında giryeler inkisarlar, beddualar içinde
çocuk kalfaya teslim olunup gidince evde yemek hazırlamak işi başlardı; gelen
masrafın en iyi parçalan mektebe gönderilir, mektebin yansı onun yemeğinden
hisse-çin olurdu. Böylece Remzi mektebe devam ediyor, yavaş yavaş açılmaya,
serbestlenıneye başlıyordu. Çocukta nagehan! [s. 948] bir zeka uyanmıştı. Daha
on gün geçmeden akşamlan yatıncaya kadar mektebi anlatır, orada gördüklerini
harikulade bir şeyler imiş gibi nakkder, sınıftaki yıllanmış çocukların hallerini
tarif ile bitiremezdi. Akşam herkes toplanınca çocuk ailenin neşatı olurdu.
Dersine pek merak ediyordu; daima ağzında üstün esreler, "elifküsüenni"kr,
teşdidler, medler gezer, eline geçen kalemle duvarları, kitapları karalardı. Bu,
anasını deli eder, "Evladım okuyor da yazıyor da . . . " diye haykırtırdı. Bir hafta
sonra çocuk azat ilahisini öğrendi; fakat bunu tamamıyla beceremediğinden
bilmediklerinden uyduruyordu. Validesi ewela Remzi'nin gizli gizli ne
terennüm ettiğini merak etmiş, bir türlü anlayamamış idi. Daima tekrarladığı bu
yanık hava ne idi? Soruldukça utangaç çocuk bilmediği kelimelerin yerine
uydurduğu asvat ile teganni ediyordu, fakat Raziye bunu anlamıyordu.

Nihayet bunun ilahi olduğu anlaşılınca kıyametler koptu: "A dostlar, artık
adam olmuş da . . . İlahi öğreniyormuş da . . . " diye çocuğu sıka sıka harap ettiler;
o bunların arasında sıkılarak, utanarak, kurtulmak ıçın çabalayarak
haykırıyordu. Fakat ilahi çocuğun dudaklarında o kadar garip bir şekil alıyor, bu
sola doğru eğri ağızda o kadar hoş oluyordu ki herkes bayılıyordu. Bunun bati,
mehil, mezarlıklara mahsus bir hüzünle mahzun bir makamı vardı; birçok
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 775

"vav"lardan sonra tekrarlanan nakaratı pek yanık düşüyordu. Çocuk dersinde


ilerledikçe artık hepsini ezberden okumaya başladı; elifbanın o garabetlerinden
başka ağzında bir şey gezmez olmuştu.
Azıcık neşesiz olduğu günler yine meraklar başlardı: "M yavrucak? Bu,
mektebe dayanır mı? .. Bu mahalle çocuğu mu?" Çocuk kızarak mektebe gitmek
ister, evde hapsolundukça çırpınarak ağlardı. O zaman büyükananın sesi
yükselir: "Kız, sen bu çocuğu öldüreceksin?" ve anne meyus ve bi-tab, arka üstü
düşerek ağlar, hıçkırır, bayılırdı. Remzi [s. 949) bu ağlayan kadının başında eğri
ağzıyla "Anneciğim, anneciğim!" diye yalvararak onu susturmaya, teskin etmeye
çabalardı.

Bir gün mektepten Remzi neşesiz geldi; anası hemen elini alıp bakarak,
başını yoklayarak "Neren ağrıyor evladım? .. Ateşi var. . . Soğuk aldı. . . " dedi;
mutantan bir kavga oldu; hep kabahat o mangal cadısı karının, o
büyükanananın idi; kavga arasında Remzi ağır gelen başıyla bir tarafa uzandı.
Akşam büyükbabası gelince bir velvele daha koptu, büyükana "Bir şey değil
boğaz, geçer . . . " diyordu; kız illa hekim getirilmesini istiyordu. Baba hemen
koşup eczahaneden hekim getirdi. Gelen adam "boğaz" dedi, şöyle yapın böyle
yapın . . . Hekimin gelmemesini tercih eden büyük valide teskin edilen bir intikam
sesiyle oğlana bakarak: "Gördün mü ben demiyor muydum! Biz de hasta olduk,
biz de çocuk büyüttük . . . böyle şey görmedim ben ayol. . . " diyor, baba verdiği
mecidiyenin acısıyla kızının işi bu kadar i'zam etmesi de artık manasız olduğunu,
kızarak, tekrar ediyordu. Keten tohumu lapaları hazırlandı, kurşun döküldü.
Gece çocuğun ateşi esnasında, o akşam kahveye gitmeyen babayla büyükana
hala ısrar edip "bir şey değil" dedikçe yüreği yanan Raziye sükut ederek
oturuyordu; çocuk ateşler içinde çırpına çırpına inliyordu; ötekiler uyuduğu
zaman ana çocuğun başucunda gözlerinden yağınur gibi akan yaşlarla, orada
asılı kalmış cüz kesesine bakıyor hıçkırarak çocuğunun o neşeli saatlerini
düşünüyordu.
Hastalık geçmedi; Raziye'nin yeniden ısrarlarına baba ve büyükanası
mukavemet ederek hekim getirtmiyorlardı, nihayet bir gece çocuk o kadar
mustarip oldu, valide o kadar ağladı, hepsi o kadar rahatsız oldular ki başka bir
hekim getirdiler.
Bu sefer gelen hekim doğrudan doğruya: "Beni artık ne yapacaksınız, [s.
950] bu geçmiş, efendim kuşpalazı. . . " der, Raziye bayılır, büyükana doktoru
rezil eder, kovar, peder köşe başındaki eczahaneye koşar, bir kıyamet bir
kıyamet ki . . . Fakat mümkün değil; bu mukaddermiş; Remzi iki gün sonra ölür.
Günlerce ev bir hastahane gibi, delirmiş genç kadına gelen giden hocalarla,
hekimlerle dolar; nihayet bir ay sonra kadın kendine geldiği zaman etrafında
Remzi'yi hatırına getirecek şey bulamaz. Genç kadın bir deri bir kemik kalmıştır.
776 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Meraklanmasın diye o kadar takayyüt olunuyor ki . . . Hastalık geçer; fakat


bu yara, bu valide yarası geçmez, aylarca kadını inletir; nihayet zaman, o her
ateşi söndüren zaman bu validenin hasret ve matemini de söndürür. Hatta eski
hayatını istirdat etmeye, öteye beriye gidip gezmeye başlar. Böylece seneler
geçer, sıhhat yerine gelir; gezmeler, seyirler, araba piyasaları, Divan yollan,
Çırçırlar . . . Hatta bir gün bir yerde "Oh, dünya varmış! Ne idi o azap kardeş? .. "
der . . .
Oh, zavallı Remzi, zavallı kurban-ı cehalet çocuk, bu kadar unutulacak
mıydın? O kadar ki bir gün kendine bir zabit gösterip "Bu seni istiyor" dedikleri
zaman genç kadın çoktandır unuttuğu bir suziş-i garib ile titreyerek başını önüne
eğer; bu, komşularca, ailece musammemdir, ne çare razı olunur ve görücüler . . .

Türlü kadın levazımıyla karmakarışık oda içinde nim-üryan bir halde öteye
beriye koşarak, ahretliğe emirler vererek bir şeyler araştırıyor; açılmış
sandıklann, serpilmiş bohçaların, yerlerde gezen çorapların, terliklerin,
kunduralann, saç maşasıyla bir mangal göbeğinin, içinde tarak duran bir tasın
arasında, yapılmış saçıyla dolaşarak bir şeyler araştırıyor; aşağıda görücüler
bt"kliyorlar, çabuk olmalı . . . Bir de görmeyerek elini soktuğu yerde eli
beklemediği bir şeye rast geliyor; çekip bakıyor; buruşmuş, bükülmüş bir kitap;
bir elifba cüzü . . . Remzi'nin elifbası . . . [s. 95 1] Karmakarışık kurşun kalemi
hatlanyla mülemma, buruşmuş unutulmuş, zavallı bir elifbacık; zavallı
unutulmuş Remzi'nin unutulmuş elifbası . . . Ve sanki bu cüzden o zayıf, o
şikayetli sada-yı naliş, o zavallı ince ses, "misk-i amber . . . misk-i amber" ilahisini
okuyan ses çıkıyor; o iri gözler, o sola doğru eğri ağızcık, o zavallı zayıf yüz . . .

O zaman genç kadın sandığın dibine yıkılarak hüngür hüngür ağlar ve cüzü
öpüp koklayarak bayılır. Hemen aşağı haber vermeye koşan ahretlikle büyükana
gelirler, su serperler; ayıltırlar; "Bu ne ayol? .. Kız ne oldun? .. Seni bekliyorlar; a
kız sen çıldırdın mı? . . evde kalacaksın, kısmetini ayağınla mı tepiyorsun?"

Remzi'nin annesi yağmurlu gözleriyle bakıp: "İmkanı yok . . . İstemem,


istemem efendim . . . Hem bugün çıkamam, hastayım . . . " der; büyükana kızarak,
la-havleler çekerek ısrar eder, nihayet inmeye mecbur olur. Onlara olacak olmuş
ayol; bu kız anlan rezil ve rüsva edecek . . .
Görücüler bin mazeretle savulur; ihtiyar kadın tekrar yukarıya çıktığı
zaman ağlaya ağlaya Remzi'ye Kur'an okuyan Raziye, Fatiha'dan sonra: "Anne"
der "artık benim için görücü falan almayacaksınız . . . "
İşte Servet-i Fünun edebiyatı bir taraftan gölgesinden korkan müvesvis
sansürün, diğer taraftan sinsi ve mütevehhim sarayın casus nazarlarından
kurtarabildikçe böyle milli ve hakiki (realiste) hikayeler de yazıyor, hayat-ı
ictimiiyenin bazı parçalarını canlı tasvirlerle göz önünde canlandırıyor,
yaşatıyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 777

Raufun bu "Küçük Remzi"si, bazı tertip ve sarf hatalarına, ıstılah ve

tabirlerin yerli yerinde kullanılamamış olmalarına rağmen yine en güzel, reng-i


millisini (cou/,eur locale) en iyi temsil eden hikayelerinden biridir. O zamanın
zihniyeti, telakkisi, terbiyesi görgüsü ve duygusuyla, ananesi ve itiyadıyla batıl
düşünceleri, muzır cehaletleri, yanlış heyecanlarıyla hikayede yaşatılmıştır. Dil
ve eda itibarıyla da hikaye sade ve tabii (nature� denilecek derecede kolaydır. 189

1 89 Mehmed Rauf 23 Aralık 1 9 3 l 'de İstanbul'da vefat etmiştir. Bu bölümde adı geçmeyen

diğer eserleri şunlardır:


Ronıanları: Karan.fil ve Yasemin ( 1 924), Böğürtlen ( 1 926), Dt!fine ( 1 927), Son Yıldı;; ( 1 927), Ceriha
( 1 927), Kan Damlası ( 1 928), Halas ( 1 929).
Hikayeleri: Hanımlar Arasında (19 1 4), Bir Aşkın Tarihi ( 1 9 1 5), Üç Hikaye ( 1 91 9), ilk Temas İlk
<:,eok (1923), A_şk Kadını (1923), Eski Aşk Geceleri ( 1 924).
Oyun: Sansar ( 1 920).
Mehmed Raufun eserleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz: Rahim Tanın, Mehmed Ral!f
Hqyatı ve Hikdyeleri Üı;erine Bir ArtJ§tırma, İstanbul 2000. (Haz. notu)
Hatıraları: Mehmed Raufun hatıraları Mehmet Törenek tarafından Edebi Hatıralar adı
altında, Rahim Tanın tarafından da notlanarak Mehmed Raı!fun Anılan adı altında yayımlanmıştır.
Ayrıntılı bilgi için bkz: Mehmet Törenek, Edebi Hatıralar, İstanbul 1 997; Rahim Tanın, Mehmed
Raı!fun Arıılan, İstanbul 200 1 . (Haz. notu)
Ahmed Hikmet (Müftüoğlu)
AHMED HİKMET

Hayatı
1 287 sene-i Hicriye 3 Rebiülewel'inde [3 Haziran 1 870] İstanbul'da
dünyaya gelen Ahmed Hikmet aslen Moralı olan Girit ve Cezfıir-i Bahr-i Sefıd
Vilayetleri Kapı Kethüdası Yahya Sezai Efendi merhumun oğludur.
Gerek Yahya Sezai Efendi, gerek onun pederi Abdülhalim Efendi tab'an
şair yaratılmış zıltlardır. Hususiyle Sezai Efendi merhum tasavvufa da mütemayil
idi, tasavvuf zihniyetiyle (mystique) tertip olunmuş, fakat tab'edilmemiş bir divanı
vardır.
Atalan Koron, Moton ve Tripoliçe taraflarında müftülükle bulunduk­
larından Ahmed Hikmet de "Müftizade" lakabıyla yad edilirdi.
Daha küçücükten itinalı bir terbiye gören Ahmed Hikmet yedi yaşında
iken yetim kalmış, babasını kaybetmişti. Mamafih terbiyesine edilen ıtına
pederinin vefatıyla noksana uğramamış. İlk tahsilini rüşdiyede ikmal eden
Ahmed Hikmet tahsilini tamamlamak için Mekteb-i Sultani'ye verilmişti.
İrsi kabiliyetine, tabii istidadı, kesbi malumatı da inzimam ettikçe Ahmed
Hikmet edebiyata doğru bir yakınlaşma gösteriyordu. Mektepte yazılarıyla
muallimlerinin nazar-ı dikkatini celb etmeğe başlamıştı.
Ahmed Hikmet kendi çocukluğuna ait intibalardan bahsettiği sırada:
"Mekteb-i rüşdiyeyi bitirip Mekteb-i Sultani'ye girdiğim zamanlar
Beyoğlu'nun gelip geçtikçe, rengarenk camekanları huy u hayı zihnimi [s. 953]
oyalardı. Her dükkanın önünde beş on dakika geçirmeden yoluma devam
edemez ve bana refakat eden lalanım daima tevbihlerine duçar olurdum. O
zaman edebiyattan gayri bir meşgale pek de muteber olmamasından ve belki irsi
bir temayül neticesinde edebiyat ile meşgul olmaya başladım. Mektebin
dördüncü sınıfında yaptığımız bir uzunca vazifenin Mekteb-i Sultani Müdürü
İsmail Bey'in takdirini celb etmesi ve sonra bu vazifenin kitap şeklinde Leyla -

yahut Bir Mecnun'un intikamı namıyla Asır Kütüphanesi Külliyatı miyanında


neşredilmesi küçük ruhumu teşvike badi olmuş ve o yaşta gayet cüzi bir hakk-ı
te'life nail olmaklığım beni sevindirmişti. Meğer bu mevzuu vazife olarak bize
veren muallimimiz hikayenin esasını o sırada neşrolunan diğer bir romandan
almış imiş."
diyor.
782 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

İşte Ahmed Hikmet'in, daha Mekteb-i Sultani'nin dördüncü sınıfında iken


ne suretle teşvik görerek matbuat alemine atıldığına şahit oluyoruz. O dakikadan
sonra gerek muallimlerinin tergibi, gerek kendi hevesiyle kendini edebiyata verdi
ve çalıştı.
Bütün bu gayretlerinde Fransız muallimlerinden okuduğu Fransızcanın,
Garp edebiyatı ve felsefesinin büyük bir tesiri, daimi bir teşviki vardır. Nitekim
daha Mekteb-i Sultani'yi bitirir bitirmez bir sevk-i tabii ile matbuata süllık etmiş,
bir Fransız muharriresinin yazmış olduğu Cabinet de Toilette unvanlı eserini
Türkçeye nakletmiş, o zamanki İstanbul kıyafetlerinden de bahsederek kitaba
çarşaf ve feraceler hakkında da izahat dere ederek Tuvalet ve Letafet ismiyle,
kitapçı Arakel Efendi vasıtasıyla bastırmıştır. Genç edibin ikinci eseri de bu
suretle meydana çıkmıştır. Matbuat aleminde çalışmanın, eser sahibi olmanın
zevkini bu suretle almış olan Ahmed Hikmet Aleksandır Dumazade'nin Camille'e
Bir Loca unvanlı romanını Bir R!Jııkfnin lvfullşakosı namıyla tercüme etmiş ve
bastırmıştır. Fakat bu eseri tab'edildikten sonra Şark ile Garp ahlakı arasındaki
fark ve tezadı anlamış, tercümeden vazgeçmiştir. [s. 954] Nitekim o zamandan
zihnine intiba eden bu farklan tespit yollu yazdığı Ye.fJenim unvanlı mizahi
monologda açıktan açığa zikretmiştir. Bundan sonra Ahmed Hikmet kendi tabiri
vechile "o zamanki muharrirleri takliden hezarfen görünmek" hevesiyle patates
ziraatına dair ufak bir kitap yazarak Asır Kütüphanesi neşriyatı arasında
basurmıştır.
Ahmed Hikmet edebiyatta milli bir gaye takip etmek taraftan olan
ediplerimizdendir. Kendisinde bu fikri uyandıran ve kuwetlendiren, şüphe yok
ki, daha yirmi bir, yirmi iki yaşlannda iken 1 309 r 1 89 1 / 1 892] senelerinde süluk
ettiği Şehbenderlik Vekaleti olmuştur. Ewela, Yunanistan'da Pire'de, sonra
Kafkasya'da Poti'de bulunmuştur. Ahmed Hikmet'in tercüme-i haline şükran ile
kaydedilecek bir hizmeti de muallimliğidir. İstanbul'a avdetle Hariciye
Nezareti'ne devama başlayan Ahmed Hikmet, vaktiyle ders okuduğu Mekteb-i
Sultani'ye ders okutmaya memur olmuştu. Bu muallimlik iptidai sınıflanndan
başlayarak edebiyat sınıflanna kadar devam etmiştir. Ahmed Hikmet bu
vazifede çok mukdim, çok gayur, çok teşvik-kar, çok necip, çok mahviyet-kar,
çok edip bir muallim olmuştur. Kendisinden feyiz alan şakirtleri arasında bu
meziyetlerini takdir etmeyen yoktur.
İptidai tedrisattan başlayan Ahmed Hikmet, Galatasaray Sultanisi'nin
edebiyat muallimi bulunan Hammer mütercimi Ara Bey'in Vilayat-ı Selase
Müfettiş-i Umumiliği ile Rumeli'ye gitmesi üzerine vekaleten devama başlayan
Edebiyat-ı Farisiye muallimi Muallim Feyzi'nin ahval-i sıhhiyesi üzerine
vekaletten istifasını müteakip edebiyat muallimliğine tayin edilmişti. Büyük bir
tevazu ile deruhte ettiği bu ulvi vazifeyi büyük bir hamiyet ve asabiyetle ifaya
koyulmuştur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 783

Recfilzade'lerden, Tevfik Fikret'lerden sonra edebiyat muallimliğinde


Ahmed Hikmet'i görmek Mekteb-i Sultani'de o eski hayat-ı saadeti canlan­
dırmış, edebiyatı sevdirmişti.
Ahmed Hikmet ilk Sultani sınıflarından aldığı talebeyi mektepten
çıkarıncaya kadar beraber çalışmış, Türkçeyi sevdirmiş, imla hususunda [s. 955]
mantıki, makul sadelikleri, tabiilikleri ile genç şakirtleri üzerinde müessir ve
hayırlı intibalar hasıl etmişti. Denebilir ki lisanın sadeleşmesi edebiyatın
milllleşmesi, imlanın ıslah edilmesi hususlarında Ahmed Hikmet'in şükran ve
takdire elyak bir himmet ve gayreti olmuştur.
Ahmed Hikmet 1 3 1 2'de [1896] başlayan Servet-i Füm1n cereyanına fiilen
iştirak etmiş, Tevfik Fikret ve Halid Ziya mekteb-i edebisinin en canlı ve
heyecanlı amillerinden olmuştur. Evvela Hdristan ve Gülistan unvanıyla basılan
eseri Servet-i Fünun'da yazdığı hikayelerden müteşekkildir. İnkılaptan sonra tekrar
basılan bu eser sadece Hdristan namıyla çıkmıştır. Bir tefrika suretiyle de Gönül
Hanım namında bir romanı basılmıştır.190 Ahmed Hikmet de Servet-i Fünlın
ediplerinin yazılan gibi, ilk yazılarını mustalah, müşaşa bir lisan ile yazmış, güzel
terkipler yaratmak, yeni ve parlak kelimeler kullanmak iptilası göstermiştir. Bu
da kendisinin değil o zamanki zihniyetin, sebeplerin ve zaruretlerin tesiridir.
Romantisme cereyanının umumi tesiri Parnassien'lerin füsunu neticesidir. Bütün
bunlara muhit-i ictimaiyenin de daimi bedbinliğe (.pessimisme), daimi karanlığa
sürükleyen menhus kabusundan sıyrılabilmek için hayal ve mefkurelerine (ideal]
olanca kuvvet ve kabiliyetlerini vermişler ve onda bir huzur ve teselli aramışlardı.
Fakat Ahmed Hikmet uzun müddet bu devre-i tereddüdde kalmamıştı. O
bütün ruhi sıkıntısını milletçilikte (nationalisme), Türkçülükte bulmuştu ve bu tesir
iledir ki lisanında da bir sadelik ve bir tazelik vücuda gelmişti. Bu hususta:
"Servet-i Fünun'da vaktiyle yazmış olduğum küçük hikayelerin Hdristan
namıyla tab'ından sonra sadeliğin tumturak-ı iradeden daha manidar ve müessir
ve mamafih belki daha güç olduğunu, uyuyan fikirlerimizi saçmak, duran
yüreklerimizi çarpındırmak için fikirlerde, hatta bir parça mübalağalı asabiyetin,
ifadede bir parça fazla açıklık ve sadelik lüzumunun derece-i ehemmiyetini
takdir ettim."
diyor.
[s. 956] Ahmed Hikmet Servet-i Fünun kapanıncaya kadar hem kendi
mesleğini hem de arkadaşlarının mesleğini müdafaa yollu yazılar ve adli
musahabelerle de iktidar-ı ictihadını ispat etmiştir. Bütün arkadaşları gibi kendisi
de sükilta mecbur olduğu, istibdat zamanlarında tetkikat ve tetebbuat ile

190 1920 yılında Tasvfr-i Ejkdr gazetesinde tefrika edilen bu romanın ilk baskısı 1 9 7 1 'de 1000
Temel Eser dizisinden yapılmıştır. (Haz. notu)
784 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

uğraşmış, lisan hakkında, Türkçülük (turcologi,e) hakkında tahkikat ile meşgul


olmuştu.
1 324 İnkılabı'na [1908] kadar Mekteb-i Sultani'de edebiyat muallimliği
eden Ahmed Hikmet, Meşrutiyet'ten sonra Darülfünı1n'da Garp Edebiyatı
Tarihi Müderrisi olmuştu. Bu iştigal de bazı kanaatlerini kuvvetlendirmek
hususunda kendisine çok yardım etmiştir:
"Önce yükseklik, büyüklük, incelik, derinlik gibi ruhu cilalandıracak
duyguların avama pek yabancı gelmeyecek kelimelerle anlattırılması ve millet
efradının seviyesinin Avrupa ahalisi mertebesine yükseltilmesine çalışılması,
Türk ve İslam muharrir ve şairleri için milli bir vazife, dini bir borç olduğuna
iman ettim. Alman medeniyeti ve edebiyatı tarihlerinde bu hususta pek mukni
misaller vardır. Yine anladım ki halkın duygusunu, adetini, ruhunu, istidadını
nazar-ı dikkate almayarak yazılan hodgam eserlerin okuyanların üzerinde bir
tesiri olamıyor. Tesirsiz asann ise bir kıymeti, mamafih bir ömrü olacağına kail
değilim. Bugün Fasih ve Beliğ divanları ne kadar okunuyorsa şimdi dahi, üstad
yerine koyduğumuz edipler de yann o kadar okunacak. Bu asır milliyet, vuzuh
ve benlik asrıdır. Avrupa'dan gördüğümüz tahkirler, geçirdiğimiz buhranlar yazı
yazanlanmızı müfrit birer milliyetperver yapmaya kafi değil midir?"
diyor.
Ahmed Hikmet, Meşrutiyet'ten sonra aşikar bir surette yekdiğerinden
aynlarak birer cereyan haline giren Milliyetçilik, İslamcılık ve asrilik
cereyanlarından milliyetçiliğe daha bariz bir suretle yaklaşmıştır. Bilhassa Türk
Yurdu mecmuasına yazmağa başlayarak Akçuraoğlu Yusuf, Rıza Tevfik,
Mehmed Emin ve daha sair ediplerle teşrik-i mesai ederek çalışmıştır. Muhtelif
makaleleri miyanında hece vezni hakkında tetkikatı ve bazı lisan bahisleri vardır.
[s. 95 7) Peşte Başşehbenderliğiyle Macaristan'a gittikten sonra da Türk
Yurdu'na yazı göndermekten hfili kalmamıştır. Bilhassa Macaristan'da da
çalışarak Türkolojiye ait tetkikatta bulunmuş ve ilmi mahıifilde bu hususa dair
Fransızca olarak konferans vermiştir. Konferansın Türkçesi Türk Yurdu
koleksiyonunda intişar etmiştir.
Ahmed Hikmet yalnız edebiyat vadisinde değil, aynı zamanda mensubu
bulunduğu Hariciye mesleğinde, şehbenderliklerde de memleket ve milliyetinin
haysiyetini, vakar ve izzetini müdafaa ve muhafazaya çalışmıştır.
Birçok mecmua ve risalelerde edebi ve tetkiki makaleleri vardır. Elyevm
edebiyat 3.leminde çalışmakta, gençliğe tecrübelerinden, tetkiklerinden faydalı
numuneler ve dersler vermektedir.
En son eserleri 1 339 [ 1 923) senesinde İstanbul'da tab'edilen Çağlayanlar
unvanlı kitabıdır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 785

[s. 958] Lisanı, Üsifi.bu, Sanatı


Ahmed Hikmet'i bütün arkadaşlarından ayıran seciyevi (caractbistique) ciheti
mizaha olan kuvvetli meylidir. Yazdığı monologlar (monologue) derin, kuvvetli bir
nüfüz-ı nazar, sarih ve keskin bir mürafıye ve tetkik mahsulleridir.

Üshlbundaki çfilaki, ifadesindeki zarafet ve kat'iyet, nevinde (genre) hususi


bir mümtaziyeti gösterir. Bu hususta Ahmed Hikmet zamanı edipleri arasında
asıl (origi,na� bir çehre-i san'atla görünmüştür.
Mizahi (humoristique) bir ruh ile yazdığı bu çok güzel hikayeciklerde asnn ve
muhitin noksanlarını, kusurlarını, ananeden, adaptan, batıl hisler, yanlış
kanaatlerden doğan mazarratlan birer birer teşrih etmekten hali kalmamış, en
hassas ince noktalara sihir-kar kalemiyle dokunmuş, bütün çirkinlikleri örten
kalın perdeleri yırtıp yerlerine ince birer tül örtmüştür; hem nazarı incitmekten
muhafaza etmiş, hem de yaralan göstermiştir.

Hayat-ı hakikiyenin en canlı, en ateşli, en hakiki levhalarını hem de tabii,


hakiki, samimi (sincere) renklerle tersim edilmiş olarak görürüz.
Ahmed Hikmet hassas ve rakik zamanlarında bir garami (lyrique), bir
romantiktir. Ciddi ve metin zamanlarında bir hakiki (realiste), bir tabiidir
(naturaliste). Kendisinin tamamıyla enfüsi (subjecti!J bir mahiyette yazılmış
eserlerine de şahit oluyoruz. Oyle levhalar vardır ki, Ahmed Hikmet onların
karşısında kaleminin sızladığını, ruhunun titrediğini, gözlerinin yaşardığını
hisseder. Öyle hadiseler olur ki, öyle dakikalar gelir ki oralarda da sanatkar ve
muvaffak bir müşerrih-i ruh (.psychologue) olur, tahliller, teşrihler yapar, ruhu
bütün üryanlığı, bütün aydınlığıyla gösterir.

Fantaisiste bir muharrir olduğu yerler de vardır.


[s. 959] Ahmed Hikmet şüphe yok ki, tab'an şair yaratılmıştır. Birçok
parçalan, mensur şiirlerdir. Yazdığı bazı manzum parçalar da vardır. Fakat
nazım ile iştigali azdır. Bir iki parçaya inhisar etmiştir. "Milli aruz" dediği hece
veznine fazlaca rağbet gösterdiği için aynı aruzdan birkaç numune de meydana
getirmiştir.

Bütün yazılarında tasvirlerine (description) büyük bir ehemmiyet verir,


inceden inceye tetkik eder ve gösterir, her nazarın göremeyeceği incelikleri
görmeye çalışır. Bir yaprağın kıvrılışı, bir çiçeğin solukluğu, bir ziyanın oynayışı,
bir bulutun gölgesi onu teshir etmek için kafidir.

Bazen herkesin nazarında bir hiç kadar naçiz ve ehemmiyetsiz olan bir şey
onun için kıymetli bir mevzu olur. Ahmed Hikmet ondan, o hiçten bir
muamma-yı ruh, bir şi'r-i kalb, bir heyecan-ı hayat çıkarır.

Haristan ve Gülistan unvanlı eseri kıymetli hikayelerle doludur. Mevzularının


kısm-ı küllisi muhitinden alınmış, hayattan istimsfil edilmiştir.
786 İSM'\İL HİKMET ERTAYLAN

Hdristan, Gülistan parçalan gibi bir şi'r-i hayal ile, bir zevk-i hüsn ile yazılmış
parçalan da vardır. Bu da muhayyilesindeki ibda kuvvetine güzel birer
numunedir.
Türk Yurdu'nda yazdığı "Dünya Yaratılırken" parçası da öyle hayali bir şiir
parçasıdır. Fakat dikkat edilirse Eski Yunan efsaneleri (mythologi,e) gibi zarif, ince,
füsun-kar bir şiirdir.
Bir damla gözyaşından bir "erkek", bir katre tebessümden bir "kadın"
yaratmak elbette hayalden, fantazyadan başka bir şey değildir. Fakat acaba
hakikatte bu güzelliği, bu sıcaklığı, bu cazibeyi bulabilir miyiz?
Ahmed Hikmet'in coşkun, heyecanlı bir hayali, velut ve mübdi bir ilhamı
vardır. Çiçekler, renkler, saçlar hep birer şiir demetidir.
"Bir Menekşenin Sergüzeşti" isimli hikayesi de tahlil-i ruh için en [s. 9601
canlı bir numunedir. Hele "Nakiye Hala"sı hem milli, hem tasviri
hikayelerimizin en güzellerindendir. Lisanının fazla mahmul ve süslü olmasına,
bazı yerlerde mübalağalannın ifrata yaklaşmasına rağmen nefis bir parçadır.
"İlk Görücü", "Ah Şu Erkekler'', "Yeğenim" o zamana kadar misli
yazılmamış eserlerdendir. Yeğenim:
"(Kırc;ıl, çembt>r sakallı, setresini yukarıdan aşağı iliklemiş; açık buruşuk
alnını göstcrt>n toparlak ft"si arkaya mütemayil, omuzları düşük, endamı öne
t•ğilmiş, çd1rrsinin hututu istihzayı ima eder derecede müteharrik bir ihtiyar. . .
Yaşı elli ile elli beş arasında.)
Benim bir yeğenim var . . . Paris'te tahsilini bitirdi . . . Paris'te tahsilini bitirdi
ne demektir bilir misiniz? Beni yedi, bitirdi; demektir. Ben bitince benden
tahsilat da bitti; tahsilat biter bitmez pek tabii değil midir, tahsil de bitti . . .
Tahsilatı benden çektiği paralar. . . Lakin tahsili nedir? Onu bir türlü
anlayamadım . . . "Amca, sen bir şey anlamıyorsun, ben darülfünunun tekmil
fünunuyla mütefenninim!" diyor . . . Diyor ama o darülfünunun tekmil fünunuyla
mütefennin oluncaya kadar ben de darülcünunun tekmil cünunuyla mütecennin
oldum! Bakın, anlatayım size; yeğenim evvela mimarlık öğrenmek hevesiyle
bana birçok süslü kapılar, yaldızlı kubbeler yaptı; girintili ve çıkıntısız, planlarla
paralarımı çekti . . . Sonra bunda temel tutturamayınca, kimya-yı madeniden
izabe tahsiline yeltendi; izabe tahsili kızıştıkça bizim altınlar da erimeye
başladı . . . Yeğenim bundan da sıkıldı . . . "Toprak tut altın olsun" feyzine mazhar
olmak arzusuyla çiftçiliğe başladığı anda bir çiçekçi kızına yeşillenmek uğrunda
ilk tecrübeleri kesemin dibine dan ekmek, sonra ocağıma incir dikmek oldu . . .
Nihayet, bir sabah yeğenimi karşımda gördüm: Yakalığı bir mermer kuyu
çukuru gibi gırtlağına sarılmış uzun, kıvrık saçları kalıpsız kırmızı fesinin altında,
rüzgara tutulmuş hindi tüyleri gibi tersine dönmüş; yeni doğan bir çocuğa [s.
961] şilte olabilecek kadar kocaman plastron bir boyun bağını göğsüne takmış . . .
Karşımda boyun kırdı; öptürmek alışkanlığıyla ben elimi uzatırken o da
kımıldamadan dudaklannı bana uzattı; ikimiz de ne yapacağımızı birden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 787

anlayamadık. . . Benim elim muallakta kaldı. Nihayet, boynuma sarılarak


laubaliyane dudaklarımdan tekrar tekrar öptü. Öpülmeyen zavallı elimden
mahcup oldum. Naçar geri çektim. . . Bu sırada dizlerinden aşağı inen
redingotun arka cebinden bir beyaz mendil çıkarırken, parmaklarında allı,
yeşilli, mavili birçok sahte, kaba yüzüklerin benimle eğlenir gibi sırıttıklarına
dikkat ettim . . . Bilmem dudağımı öptüğü için midir, nedir? Mendiliyle bir tuhaf
tarzda burnunu, dudaklarını sildi . . . Bizim hacı bacının bunca senelik
devşirimine muhalif bir devşirme icat ile mendili ortasından büzdü, büktü,
sardı . . .

(Taklidini yaparak)
Mindere kendisini attı . . . Hacı yatmaz gibi sallandı, sallandı, sonra dimdik
kaldı . . . Bizim yeğen bizim yeğenlikten çıkmış da a'cebü'l-acaib bir makine
şekline girmiş . . . Minderde oturamadı . . . Kanepede rahat edemedi . . . Beni,
sevgili amcasını beğenmedi. . . Sözlerimi beğenmedi, yürüyüşümü beğenmedi . . .
Bakışımı beğenmedi . . . Nefes alışımı beğenmedi . . . Ofl Beğenmedi. Bir şeyimizi
beğenmedi . . . Evin tertibini bozmaya, hepsini değiştirmeye kalkıştı: Uşaklara
kahve getirirken beyaz eldiven giymelerini, aşçı İbiş'in kafasına bir beyaz keten
takke geçirmesini, vekilharç köse kahyanın her sabah tıraş olmasını istiyor,
yırtınıyor, ısrar ediyordu. Bir gece, biraz nasihat vermek için odasına girdiğim
zaman kendimi dehşetli bir manzara karşısında buldum: Bizim yeğenin
burnunun altından kulaklarının hizasına kadar bir bezle bağlı çehresi sapsan
parlıyor . . . Ayaklarım karyola demirinin üstüne dayamış . . . Ellerini pamuklara
sarmış, gözleri kapalı, kendisinden geçmiş yatıyor. . . [s. 962] Felaket! dedim,
felaket! Odadan dışarı fırladım . . . Hekim, aman hekim!.. Evin içinde birbirimize
girdik, çıktık. Biz hekimle usul usul odaya girerken yeğenim de şaşkın şaşkın
karyolasından kalktı. . . Sofadaki kadınların "Kendisini öldürdü" feryatları evi
doldunıyor; yeğenim bu halden ürkmüş, kaçmak istiyor; biz tekrar yatması için
yalvarıyoruz; ellerine ayaklarına sarılıyoruz. Bir kargaşalık, bir gürültü, bir
patırtıdır gidiyor . . .
(Bir parça tevakkuftan sonra)
Nihayet iş anlaşıldı; yeğenim ertesi gün Kağıthane'ye gitmeyi niyet etmiş . . .
Yeni potinlere ayaklarını sıktırmak, kam aşağı vermek hülyasıyla ayaklarını
havaya kaldırmış . . . Yumuşasın, parlasın diye, yüzüne, ellerine kold krem
sürmüş . . . Bıyıklarım dik durdurmak için bir cendere ile sarmış . . . Ve bu azap ve
eziyet içinde uykuya, hab-ı rahata dalmış . . . Hem bundan sade, bundan tabii ne
olabilirmiş?.. Bunlar o diyar-ı irfanda beş senelik geceli gündüzlü "gülerek ve
öksürerek" geceli gündüzlü bir tahsil-i mütemadinin semeresi imiş! .. Anladınız
mı? .. Beş seneden sonra, Napolyonkari bir vaziyet, Humbertkari bir saç,
Wilhemkari bir bıyık. . . İşte bu kadar!.. Yeni kafa olmak için bu kadarı kafi
imiş . . . Ah!
788 İSM<\İL HİKMET ERTAYLAN

(Geniş bir nefes alır)


Bir sabah da baktım ki aşağıdaki büyük odada bir curcuna, bir kahkaha, bir
tepişmedir gidiyor . . . Kapıyı araladım; yeğenim hemşiresini piyanoya oturtmuş,
Hacı bacı ile Kahya kadın Naile Molla da dahil olduğu halde, halayıkların
tekmiline dekolte olmak için kollarını sıvatmış, göğüslerini açtırmış, onlara
kankan oynatmıyor mu? .. "La havle!" dedim, "Ya sabır!" dedim olmadı. Hemen
odaya atıldım, onun o pomatlı saçlarından yakaladım, selamlığa aldım . . . [s. 963]
Bizim yeğenin "neşr-i medeniyet" vazifesi imiş; kadın ninesine Boccace'ın I9 l
hikayelerini anlatmak, halayıklara Moulin Rouge sergüzeştlerini nakletmek
"neşr-i medeniyet" imiş! .. Artık latifeye, şakaya mahal yoktu. Dedim ki: - Oğlum
sen Şark ve Garp'ın yaklaşamayacağını anlamadın mı? Sen Türkine ve
Frenkane terbiyenin bütün bütün birbirine zıt olduğunu anlayamayacak mısın? . .
Öyle ise dinle:
Bütün ciddiyetimi topladım, setremi ilikledim, gözlüğümü taktım, burnumu
sildim (Siler) bir güzel de öksürdüm (Öksürür); dinle, dedim, bu bir: - Bizde
başımızı açmayıp ayağımızı çıkarmak hürmet; Frenklerde bilakis ayaklarını
ç ıkarm ayıp haşım açmak tazim . . . Dinle; bu iki: - Bizde öteden beri evin alt katı
hizm etç ilere, yukarı kau efendilere ; Frenklerde bilakis alt kat efendilere, üst kat
hizme tçile re mahsus . . . Üç: - Bizim ayaklarımızın altına serdiğimiz halıları onlar
başuçlanna asarlar . . . Dinle dört: - Bizde öteden beri sağda erkek, solda kadın
Frenklerde solda erkek, sağda kadın bulunur . . . Beş: - Biz, pilavı, makarnayı en
son yeriz, onlar en evvel yerler . . . Altı: - Bizde yemekte az söylemek ve çabuk
yemek terbiyeden ma'dıid; onlarda aksine çok söylemek, hikayeler nakletmek ve
kahveyi sofrada içmek ve hatta ellerini sofrada yıkamak mutad . . . Yedi: - Bizde
küçüklerin büyüklerin sözüne karışması büyük terbiyesizlik onlarda bilakis büyük
bir nişane-i zeki . . . Sekiz: - Bizde saat on iki ya sabahtır ya akşam; onlarda ya
öğledir ya gece yansı . . . Dinle . . . Bakum, [s. 964] yeğenim gece yansı sözüyle
uyuklam aya, horuldamaya başlamış; sarsum; daha bitmedi, dinle! dedim . . .
Dokuz: - Onlarda şarkıyı mutlaka ayakta, bizde mutlaka oturularak okumak
elzem . . . On: - Bizde gök göz, fıtneliğc; kem, nazara alamet, ve menhus; onlarca
mavi göz mübarek o kadar mübarek ki melekleri bile mavi gözlü itibar ederler . . .
On bir: - Biz yazıya sağdan başlarız, Frenkler soldan . . . On iki: - Elsine-yi
Garbiyede fazla harfler yazılır, fakat okunmaz; bizde ise yazılmaz lakin
okunur. . . Dinle, on üç: - Biz mektupların tarihini al una koruz, onlar üstüne
korlar. . . On dört: - Bizde kanaat bir fazilet, onlarca bir meskenet . . . On beş: -

191 Giovanni Boccace 1 3 1 3'te doğmuş ve 1 375'te ölmüş bir İtalyan şair ve ediptir. Decameron

unvanı altında toplanmış birçok hikayeleri vardır. Contes de Boccace denmekle de ma'riıftur,
Boccace hikayeleri demektir. 1 352 senesinde neşredilmiştir. Üslubu origi.nal ve zengin ve rengin olan
bu hikayelerin ekserisi açık saçıktır. Miimfilih on dördüncü asnn adap ve ahlakını musawerdir.
Hiçbir muasın şair o derecede muvaffakiyetli eser vücuda getirememiştir. Boccace İtalyan lisanını
tespit eden ve yükselten bir şairdir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 789

Hele bizde bıyıklarım tıraş. . . derken başımı kaldırıp baktığım zaman yeğenimi
koydunsa bul . . O, çoktan sıkılmış kaçmış . . .
.

(Ayaklarını yere vurarak)


Artık bütün bütün hiddetlendim. Henüz hiddetimi teskin etmeden
aşağıdaki mutfaktan doğru bir gürültü, bir hırıltı fışkırdı . . . Bizim yeğen uzamış
tırnaklarının ucuyla, keşkül-i fukaranın fıstığından almak istemiş; aşçı İbiş,
yeğenımın böyle mülevves tırnaklarını kesmeden mutfağa girmekten
menolunmasını benden rica için yerinden fırladığı sırada o da biçarenin Arabacı
Pavli, Ayvaz Haçodor vasıtasıyla ellerini, ayaklarım tutturup daha şık, daha
alafranga olmasını teminen, biçarenin bıyıklarını tıraş etmeğe kalkışmamış mı?
İbiş'in kafası kızmış; oklavayı bir eline almış, yanmış odunu diğer eliyle kavramış
savuruyor, ve "Namusum bir paralık oldu . . . Bu kapıda daha duramam . . . Ben
giderin! .. " diye avazı çıktığı kadar gürlüyor . . . Baktım, olmayacak; yeğenimi
kurtardım, hareme çıktım. . . Buna bir ders-i ibret vermek sırası gelmişti;
düşündüm, taşındım; hemen o günden itibaren buna bir iş bulmaya teşebbüs
ettim; Anadolu'nun şöyle bir kıyıcığında bir seyahat-i tecrübiye icra etmesini
kararlaştırdım . . . Zonguldak hatırıma geldi; "Zonguldak . . . Oh! Zonguldak!!
Şimdi [s. 965] görürsün sen Moulin Rouge'da kankan oyununu . . . Ömrüne
bereket Zonguldak! .. " diyerek Zonguldak'ta bir maden mühendisliğiyle yeğenimi
başımdan savdım.
Bu vakadan tam beş sene sonra o şampanya gibi kabına sığmayan yeğenim,
Zonguldak'tan avdet ettiği zaman; ayran gibi sakin ve rilid, apışmış kalmıştı . . . "
Ahmed Hikmet'in bilhassa bu hasbıhallerindeki lisanı çok açık, çok sade ve
hissiyatı takip edecek derece canlı ve heyecanlıdır. Bilhassa son yazılan çok daha
açık Türkçedir. Bilhassa ''Yakarış" ismiyle yazdığı parça bil-iltizam sırf Türkçe
olarak yazılmış, içinde hemen hiç Arabi ve Farisi kelime kullanılmamıştır.
Ahmed Hikmet'in hece vezniyle yazılmış bazı zarif manzumeleri de vardır.
Şu Badgaskabin kaplıcaları civarından akan "Aache" Deresi Kenarında"
unvanlı manzume de onlardan biridir:

"Deli dere, azgın dere;


Atılırsın koşa koşa!
İnildersin coşa coşa!
Değil misin azgın dere!
Pek avare geziyorsun.
İsmin imiş "Aache" Dere.
Bir dumanlı aha dere.
Onun için benziyorsun!
Kara taşlar kucağında
Beyaz beyaz köpüklersin;
Bu dağların durağında
790 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yaseminden öpüklersin
[s. 966] Düzde dere sedasızsın,
Fakat neden edasızsın?
Şaha kalkıp saldınrken,
Kayalan kaldınrken,
Çığlıklarla köpürürken,
Daha güzel görünürsün!
Gönlümü sen götürürken,
Bulutlara bürünürsün,
Bu cihanın yangınında,
Bu ölümler salgınında,
Söyle dere, söyle dere!
Muradına kimler ere!?
Ehl-i İ slam eksilmiştir.
Pek çok Türkler kesilmiştir,
O Türkler ki vahdetinçün,
Ey Allah'ım, izzetinçün!
Kanlanndan sana la'lin
Bir arş bina etmişlerdir.
Olmaz isen şimdi muin:
Yann onlar bitmişlerdir.
Söylet dere ölenleri!
Ağlat dere gülenleri!
Yüce dağı inlet dere
Ahı göğe ilet dere!
Köpür, dökül, çağlan, döğün!
Mahvoluyor İslam bugün!
Taşlara çarp, yerde sürün!
Bugün olsun gamlı görün!
yere inmiş asümansın
Yükseklerden geliyorsun;
Hailleri çeliyorsun!
Ben derim ki . . . Müslümansın!
Sen hem mazlum, hem yamansın
Ömrün geçer uğraşmakla!
Engellerle savaşmakla;
Sanının ki . . . Müslümansın!
Bir aşık bir hicransın
Kaza, bela bütün senin,
Her nefesin ah u enin
Onun için . . . Müslümansın!
Ey dere dur! Bir dem dikel!
Beyaz saçlı bir baş gibi,
Titreyerek şöyle yüksel!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 791

Mavi gözde bir yaş gibi,


Gir Tanrı'mn otağına
Düş! Yaşlarla kucağına.
De ki: "Ya Rab, anaların
Genç kızların, babaların
Gözyaşıyım, coşup geldim!
Huzuruna koşup geldim!
Gökte senden ayrılan baş
Şehirlerde dökülen yaş
Hudutlarda saçılan kan
Değil midir rahme çesban
Ya bu cidal artık kalsın,
Bakiler de nefes alsın.
[s. 968] Ya ki kopsun bir kıyamet
Kainata ver nihayet!"
Ahmed Hikmet bu cihan harbinin verdiği heyecanlarla coşarak cihanı kasıp
kavuran emperyalist Avrupa'ya karşı pek zayıf ve kimsesiz halde bulduğu Türk
halkına o kadar acıyor, o kadar yanıyor ki nihayet maneviyatın, dinin kucağına
atılarak boşluklardan, yokluklardan istimdat ediyor.
Pek az yazdığı manzumelerinde hakiki bir lirizm, hakiki bir santimantalizm
gösteren şairdir. Çok eser yazmaması halkı heyecanlı duygularından, duygulu
sanatlarından mahrum ediyor, hisleri de tasvir ettiği dere gibi coşkun ve
taşkındır. Dini bir nazarla görüşü kendisinin dine bağlılığından değil, belki
ananenin verdiği bir itiyat, ümitsizliğin verdiği bir ıztırar, Kemal, Hamid gibi
büyük şairlerin bu gibi mevzuları ifade ettikleri zaman kullandıkları bu
vasıtalardan istifade mecburiyetidir. Mesela bu manzumede Namık Kemal'in
''Vaveyla"sından çizilmiş bir ilham görmemek mümkün değildir. Ne de olsa
Ahmed Hikmet samimi ve hissi yazı yazan kıymetli yazıcılardandır. 192

1 92 Ahmed Hikmet [Müftüoğlu] 19 Mayıs 1927'de İstanbul'da vefat etmiştir. Ahmed Hikmet
Müftüoğlu'nun daha önce kitaplaşmamış mektup, şiir ve günlükleri için bkz. M. Kayahan Özgül,
E'ıgıine Durmayın Aşinanıza- Müfiüoğlu Ahmed Hikmet'in Mektup-Şiir ve Günlükleri, İstanbul 1 996. (Haz.
notu)
Hüseyin Suad (Yalçın)
HÜSEYİN SUAD

Hayatı
Hüseyin Suad 1 284 senesi Mart'ında [Mart/Nisan 1 868] İstanbul' da
doğmuştur. Maliye memurlarından olan pederi Ali Bey, İstanbul'da bulunduğu
müddetçe oğlunu okutmaktan hall kalmamıştı. Fakat sonralan memuriyetle
taşralarda dolaşmaları tabii iptidai tahsilinin muhtelif mekteplerde devamını
intaç etmiştir.
Hüseyin Suad'ın küçük kardeşi Hüseyin Cahid babalan Karesi'de memur
iken doğmuştu, fakat ondan yedi yaş kadar büyük olan Hüseyin Suad tahsiline
İstanbul'da başlamış ve tahsil-i ibtidaisini de hayli ilerletmişti.
Birkaç rüşdiye dolaşıp ilk tahsilini bitirdikten sonra, Mülkiye Tıbbiyesine
girmiş, hekimlik tahsiline başlamıştı.

Kendine hayatta ekmek getirecek bir meslek olarak tababeti intihap eden
Hüseyin Suad fıtratının temayülünden kendisini kurtaramamış, edebiyata
merakı olan babası Ali Bey'in kütüphanesinde bulduğu birçok eski divanları da
okumaya ve bunlardan bir lezzet almaya başlamıştı. Boş ve tatil zamanlarını bu
köhne kitapları mütalaaya hasrediyordu. Mektepte aldığı tahsilin ve gördüğü
teşvikin de tesiriyle edebiyata bir incizap duymuştu.
Esasen mektep arkadaşı ve ev komşusu olan Cenab Şahabeddin ile
münasebetleri de bu iki gençte şiir ve edep heveslerini de artırmıştı, kuv­
vetlendirmişti.
Bu duyguların, görgü ve görüşlerin, hayatı seviş ve anlayışların yakınlığı bu
iki arkadaşı yekdiğerine pek sıkı bağlamıştı. Hayadan hemen daima beraber ve
aynı surette geçiyordu.
[s. 970] İkisi de aynı sanatta bulunuyor, ikisi de aynı his ve şevk ile
çalışıyordu, ikisi de 1 303 [1 885- 1 886] senesinde yazı yazmaya, şiir söylemeye
başlamışlardı. Suad henüz on dokuz yaşlarında hassas, ince, ateşli bir gençti. O
sene ilk gazeli ni yazmış, şairliğini ortaya atmıştı.
Mektebi bitirmelerine daha bir seneleri vardı.
1 304 [1 886- 1 887] senesinde tıbbiyeyi bitirip şahadetnamesini alarak çıkan
Hüseyin Suad hayata atıldıktan sonra da mektep arkadaşı olan Cenab'dan
ayrılmamış hayadan yine çok zaman beraber geçmiştir. Bilhassa gençliğinin bir
kısmını yine Cenab'la beraber Avrupa'da geçirmiştir. Avrupa hayatının Hüseyin
Suad'ın fikirleri, hisleri, görüşleri ve duyuşları üzerinde büyük bir tesiri olmuştur.
796 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gazel ile başladığı eski vadide şiirlerden çabuk sıyrılmış, yeni zihniyet (esprit),
yeni telakki ile yazılar yazmaya başlamıştır, Avrupa'dan birçok ilhamlarla
dönmüştür.

Avrupa'da bulunduğu zaman hayaliyylınun (romantiques) ve onların


muakkibleri pamassien'lerin hfila sevildiği ve okunduğu zamandı; filhakika
hakikiyyiinun (realistes) da eserleri yayılmaya, onlar da şöhret bulmaya
başlamışlardı; fakat bunların ateşli, hayalperest ruhlarım okşayan şiirler
romantisme'den ilhamını alan şiirlerdi. Fıtraten çok hissi (sentimenta� olan Hüseyin
Suad, hatta refiki Cenab'dan da ince ve derin düşünce, hasta ve nazenin hislerle
mütehassis oluyordu. İçli bir varlığı vardı.
Hüseyin Suad, İ stanbul'a döndükten sonra arkadaşı Cenab gibi matbuat
filemine intisap etmiş, bilhassa Tevfik Fikret mekteb-i edebinin en ince, en zarif,
en hassas bir rüknü olmuştur.
Snvet-i Fünı2n'da çıkan eserleri hislerindeki rikkat, heyecanlarındaki
samimiyetle bir hususiyet ve mümtaziyet gösteriyordu.
Kendisine bir erkek evlat bırakarak ilelebet veda edip giden ilk zevcesinin
tahassürü, hicranı bu ince şairin ruhunda kapanmaz, [s. 97 1] için için işler, acı
acı kanar, derin ve müzmin bir yara açmıştı. "Nezir-i Melfil" unvanıyla yazdığı
şiir silsilesi tekmil bu acının eninleridir:

" İ ki ip parçasıyla bir tabut


İ niyordu mezar-ı nisyana:
Duruyorduk ayakta hep mebhut
Mütevekkil Cenab-ı Rahman'a . . .
Biliyordum ki ben o tabutun
Nefs-i pakiyle bir zaman . . .Yok. Yok
Söylemem, söylemem. Onun mahzun
Macera-yı fe lake ti pek çok.
Sanki bi-haber gibi bundan,
Bakıyordum yabancı hfilinde,
Görmüyorlardı bir sürü insan
Onu bir servinin zılfilinde
Na-gehan bir sada-yı giryende
"Durma öyle! dedi, helalinden
Bir avuç toprak al da at sen de!. .. "
Geçiyor muydu hiç hayalimden
Üstüne bir avuç türab atmak
Bak, bu ömr-i sefile ruhum bak!"
diye zevcesini topraklara gömüp üstüne de bir avuç toprak atarken hıçkırmamak
için nasıl zabt-ı nefs ettiğini , nasıl feryatlarını boğduğunu, şu heyecanlarını
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 797

taşırmamaya çalışarak yazdığı ye's ve tuğyan-ı eninlerinden anlıyoruz. O kınlan


ruhu uzun zamanlar şifa bulamamıştı.
Hüseyin Suad vazife dolayısıyla bazı seyahatler icrasına da mecbur
olmuştu; Meşrutiyet'ten ewel Suriye'de bulunuyordu.
[s. 972] Hüseyin Suad buraya kadar geçen hayannı "Kendi Kendine"
unvanlı bir manzumede mizah-gı'.'ıyane anlanyor:

"Rahm-i maderde iken cism-i terim


Daha yokken bu güneşten haberim
Açmadan ben gözümü dehre henüz
Doktor etmekliğimi kurmuş pederim
Akraba da uyarak hep pedere
Beklemişler beni divanelerim
Bir sabah erken evet pek erken
Nefes almış rie-i gam eserim
Aferin geldi hekimbaşı diye
Dolmuş en taze çiçekle üzerim
Zannedersem sıkı bir kundakta
Uyumuş hayli zaman çeşm-i ferim
Ne kadar geçti zaman bilmiyorum
Bastı bir mektebe pa-yi neferim
Okudum anlamadan birçok şey
Doğdu Tıbbiye'de bir gün seherim
Okuya okuya ilm-i teşrih
Parçalandı yüreğimle ciğerim
Diploma aldığı gün bendenizin
Büyüdü bir daha derd Ü kederim
Olmuyordu ne yazık ah ne yazık
Çünkü her derde deva-yı hünerim
Başımı bir gün alıp Şam'a kadar
Gittiğim gün, dedim, oh işte yerim . . .
O n sene Şam-ı Şerifte bir gün
Yine dinlenmedi bi-çare serim
[s. 973] Kaçmayı kurdum uzak ülkelere
Yoktu çantamda fakat sim Ü zerim
Bir teselli diye bir gün şiire
Kondu ah eyleyerek bfil ü perim
O kadar şi'r-i hazin yazdım ki
Bir hazan oldu hayat-ı beşerim
O kadar gözyaşı döktüm lakin
Açmadı beklediğim nilüferim
Gezdim avare, perişan, mey'us
O zamandan beridir derbederim
798 İSl\.IAİL HİKMET ERTAYLAN

Yine bin hamd u sena Allah'a


Şi'r-i kalbimle tabibi severim."

Orada iken ikinci defa izdivaç etmiş, Suriye Valisi Nazım Paşa'mn
baldızıyla evlenmişti. Bu izdivaçta ilk saadetinin hararetini, ilk aşkının saffetini
bulmaya çalışmış, samimi bir şefkat yuvası kurmuştu. Hüseyin Suad yalnız
şiirlerinde değil hayat-ı daimesinde şair ve hassas bir ruhtur. Fazla olarak resim
ile de iştigali vardır. Sanatkar ruhu bu kadarla da iktifa edememiştir. Bilhassa
Meşrutiyet'ten sonra matbuatta yeni bir sanatla göründü. Bu da mizah­
nüvisliğidir (humoriste). O zaman i ntişara başlayan Kalem m ecm uasına muhtelif
müstear namlarla birçok zarif, nezih ve rakik bedial ar yazmı ştır.

Hususiyle sahne-i hayatının canlanmasına çalışanlar içinde büyük bir mevki


tutmuştur. Bir taraftan yazdığı mudhikele rle (comedie), bir taraftan da tergibleri ,
teşvikleriyle tiyatroculuğu hakiki bir sanat haline getiren ve memlekette mühim,
mümtaz ve bedii bir kıymet veren sanatkarlardan ol m uşt ur.

Hükümetin muavenetiyle teşe kkül eden Darülbcdayi'de uzuv olarak


çalışmış, aktör ve aktrislere ders verm iş , o müessese-i san'atın kuruluşuna, [s.
974) yaşama'>ına canla başla çalışmıştır. Bugün Hüseyin Suad'ın iki sevgili
tesdlisi vardır: Biri poker, biri tiyatro . . .

Bu iki zıdd-ı nakizi nefsinde ce m e de n bu sanatkar pokerde de bir maharet-i

fevkalade göstermiş ve "poker kralı" unvanını almıştır.


Hayatın birçok acılıklanna göğüs geren Hüseyin Suad, kendini hiçbir
zaman ye'se kaptırmamış, neşesini, keyfini bozmamış, ağladığı zamanlarda da
güler görünmeye çalışmıştır.

E.cel ikinci refikasını eli nde n aldığı zamanlar gözlerinden durmadan


dökülen yaşlan mahza kimseyi m üteessir etmemek için zapta çalışıyor, kalbinin
hicra nl ı çalkantılarını neşeli suggestion'larla mağlup etmeye, ezmeye uğraşıyordu.
Hüseyin Suad 'ı n bu fıtri hassasiyeti kendisine kadın şairi (feministe) şair namını
kazandırmıştı. Şiirlerinin bir kısmı kadınların yaralarını, elemlerini, ruhlarını
terennüm eder. Harp ve felaket senelerinde Hüseyin Suad da halkla beraber
inlemiş, memleketin yaraları nı eliyle değilse bile diliyle sarmaya çalışmı ştır ki
Ldne-i Melal unvanlı matbu bir mecmua-i eş'arından başka "Kirli Çamaşırlar" ,
"Derse Devam Edelim", "Çürük Temel'', "Yamalar", "Kundak Takımı" adlı ve
daha birçok tem aşal an vardır.

Mütarekeyi mü teakip Anadolu'ya giden ve milli kuwetlere kalbi


me rb u tunu gösteren Hüseyin Suad, orada intişar eden gazetelerde de birçok
mizahi manzumeler yazmıştır. Bir sene kadar Anadolu'da kaldıktan sonra tekrar
İ stanbul 'a gelmiş ve o zamana kadar muhtelif ye rlerde yazdığı mizahi manzu­
m eleri ni toplayarak l 339 [ 1 923) senesinde "Kitaphane-yi Sudi" delal e tiyle Gdve
Destanı namıyla tabct ti rmiştir.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 799

Suad'ın bu kıymettar mecmuaya topladığı o zarif, ince, yırtmayan fakat


gıcıklayan dikenlerle dolu beclialar mizah ve şathiyattaki ibda kudretini de ispat
etmiştir.

[s. 975] Hüseyin Suad memleketin yoksul, dul ve yetim halkının


ıstıraplanna kalben iştirak ederek için için ağlayan temiz ruhlu, nezih tabiatlı,
insan duygulu hassas bir şairdir. El'an edebiyat ve temaşa filemi, ibda ettiği
eserlerden istifade etmektedir.

"Hayatta en çok haz duyduğum üç şey vardır: Biri kiraz yemek, biri
krizantem yetiştirmek, biri de tiyatro yazmaktır."

der. Filhakika bu üç hazzından, bu üç zevkinden hiç ayrılmamıştır. Daima, en


güzel krizantemlerden evinde bulundurmuş ve beslemiştir. Boş zamanlarım
daima tiyatro yazmaya hasretmiştir. Suriye'de iken yaptırttığı evinin alt katını bir
krizantem bahçesi haline koymuş, evin bütün duvarlarını bir arkadaşıyla beraber
çalışarak tekmil yağlı boya resimlerle süslemişti. Fıtraten sanatkar ve şair olan
Hüseyin Suad tab'an ve ahlaken de kıymetli bir insandır.

[s. 976] Üslubu, Şiir ve Sanatı


Hüseyin Suad'ın üslubu metin ve ateşin bir üslup değildir. Onda yakıcı
yıkıcı cümleler, tantanalı, tumturaklı ibareler aranmaz. Onun ifadesi şuh, şakrak
serin ve hazindir. İçin için, ince ince sızan, tatlı tatlı sızlayan gizli bir yara kadar
hazin ve rakik, içli ve ölgün heyecanlan vardır.

İlhamını sentimentalisme'den alır. Elemlerini, emellerini !Jrisme ile ifade eder.


Şiirleri ince, ipekli tüllerden dokunmuş kumaşlar gibi yumuşak, parlak ve
nazenindir, çok tazyike gelmez, örselenir. Kelebek kanatlan kadar nazan, çiçek
kokulan kadar ruh-efşandır. Hüseyin Suad bütün bu incelikleri avlamak, onlarla
yaşamak, onlan yaşatmaktan zevk alır. Bir çiçek de onun nazarında bir şiirdir,
bir şiir de onun kanaatince bir çiçektir. Biri tabiatın şiiri, biri ruhun çiçeğidir.

Cenab Şahabeddin'in hayalatı ne kadar ince ise Hüseyin Suad'ın da hisleri


o kadar esiridir.

Diyebilirim ki Türk şiirinin Musset'si Hüseyin Suad'dır. Musset fart-ı


hassasiyeti ile romantique'ler zümresi içinde nasıl bir mümtaziyet ve hususiyet
kesbetmiş ise, Hüseyin Suad da Fikret edebiyatı içinde fart-ı hassasiyeti ile öyle
bir hususiyete sahip olmuştur.

Bülbülüm
Şu kuytu çamların içinde yine
Yanık bülbülümün figanı gelir.
Ruhumun aşina sanki hissine,
Şi'rime aşkının beyanı gelir.
800 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 977] Ne mümkün dağlara derdin İzhan,


Hep böyle figandır gönül diyarı,
Yanında bulursun vefasız yari,
Ağlama bülbülüm, zamanı gelir.
Ay doğdu tepeden yayıldı koya,
İşliyor sulara ziyalı oya
Öt bülbülceğizim öt sen doya doya.
Bu bağın da bir gün hazanı gelir.
Öttükçe bülbülüm Sa'd-abad'da sen,
Ses verdikçe dağlar şeyda sesinden,
Lale Devri gelmiş sanının da ben,
Yadıma "Nedim"in lisanı gelir.
Ne bir mest-i nazı, ne şeh-levendi,
Kalmadı, vatanın çözüldü bendi.
Sus bülbülceğizim sus, yadıma şimdi
Yeşil yurtlanmın hicranı gelir! . .
"

Ankara'da bulunduğu zaman yazdığı mizahi parçalardan biri olan


"Olmadım" unvanlı manzumesi, istihza ile kanştırarak hakikatleri çıplaklığıyla
ortaya atmaktaki maharetine güzel bir misaldir:

"Herkesi sevdim fakat bir kimseye yar olmadım


Yalınız Scilih Efendi'den dil-azar olmadım
Bir yeni kanunu varmış bir daha evlenmeğe
Posta nakl eyler gibi ben böyle tatar olmadım
Gerçi korkum yoksa da "canane-yi mesture"de
Neyleyim azm-i reculanemde muhtar olmadım
El-aziz'in deccalı kızmış niçin bilmem bana
Ben onun vasf-ı tabiisinde gaddar olmadım
[s. 908] Ey besim-i mest ü şeyda sen mi çıktın karşıma
Bir zaman ömrümde ben bir şah-ı Kaçar olmadım
Türkçeyi evvelce öğren sonra yaz eş'annı
Doğrusu nazmınla ben ser-mest-i efkar olmadım
Saki-i irtanımın billura benzer her yeri
Ben Kütahya bardağıyla mest-i ser-şar olmadım
Her şeyi mikdar-ı aslisinde tayin eylerim
Ben kurum satmak için alemde kantar olmadım
Doktor oldum, şair oldum, beste-kar oldum fakat
Bir terazu-yı ilimde fazla miktar olmadım.
Ben de birçok kürsüde söz söyledim pir aşkına
Avni Bey tarzında asla tiz-reftar olmadım
Çatmayı kurdumsa da Mazhar Müfid üstadıma
Bir ağırlık çöktü cism ü cana bidar olmadım
Ey benim Fazıl Paşam Şam'dan tanır ruhum seni
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 80 1

Yüz çevirme Gave'den cellad-ı nezzar olmadım


Hep dü-bara atmadan mars eyledi şuhum beni
Bir düşeş tali'li hüsna dilbere zar olmadım
Kol açıp bin kerre girdim de çelipa şekline
Kafirin bend-i miyanı üzre zünnar olmadım
Dönse yüz bin kere günde çarh-ı ma'cun-ı felek
Mihver-i vicdanımın üstünde dewar olmadım
Bembeyaz oldu saçım hicran-ı giına-giın ile
Şane-yi ikbfile bir gün zülf-i zer-tar olmadım
Gave Zalim'se de ismim bu mihnet-hanede
Kimseye zulmetmedim bir kimseye bar olmadım.
"Tabut" unvanlı ve yukanda yazılı olan şiirinde Hüseyin Suad zehirli bir
hakikidir (realist). Suad'ın enfüsi (subjectijj şiirleri de vardır. Onlarda [s. 979]
tabiatın bazı sahnelerini tabii ve hakiki tasvirlerle çizdikten, adeta bir tablo
yarattıktan sonra o tabloyu temilşadan duyduğu haz ve elemi öyle hazin bir eda
ile ifade eder ki insan o tesirin intibaım ruhunda duyar. Veda'-ı ebedisiyle
kalbine bir zalim dağ açan ilk zevcesinin tahassürüyle yazdığı "Resmine Karşı"
adlı manzumesi hissiyatının inceliklerini bize şerh etmektedir:

Hazin . . . Hazin hep o vaziyet, ebkemiyyet, o hal;


Nazarlarında yine titriyor sirişk-i melal.
Senin bu halini gördükçe, ey hayal-i siyah,
Bütün hayat u hakikatten eylerim ikrah.
Öpüp kucakladığım saçlarınla -hissederim­
Cebin-i zanmı çiğner, ezer düşüncelerim.
Bakınca resmine ilk nazra-i temayülünün
Temas-ı hanın ruhumda hisseder de bugün
Hemen koşup geleceksin mezardan sanının,
Senin vücuduna bir lahza böyle aldanınm.
Açar da kollanmı beklerim, bu hiss-i hayal
Kucak kucak bana boşluklar eyleyip isal
Kırar semaya açılmış, şikeste tab-ı kesel.
Zavallı kollanmı; "M artık, artık gel!"
Derim; o demde lisan-ı hakikat ile bana
Zeval-i cismini söyler önümde bir mevta.
Yavaş yavaş sokulup nezdime mehib-i vakar
Bir iskelet mütezelzil, kınk eliyle tutar
Ser-i alilimi, inler sımah-ı muğberime:
"Hayal-i zanma bak şimdi sen benim yerime!"
Hayal-i zann . . . Evet, ey garik-i rahmet ü nur
Bugün elimde kalan bir hakikat-i meftur,
[s. 980] Ki her zaman beni eylemekliğe kadir
Lisan-ı kalbime bir cuşiş-i figan getirir.
802 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

diye inliyor, fakat bu hicran, ruhunda o kadar derin ve metin bir yer tutmuş ki
onu oradan kopanp atmak kabil olmuyor.
1 3 1 4 [ 1 898- 1 899] senesinde Şam'da iken karşılaştığı bazı tesadüflere, vaat­
karlıklanna rağmen, inanmak elinden gelmiyor. O hicran, o müzeyyen hicran
tesirini gösteriyordu, o tesir ve o teessür ile İğfale Karşı"yı yazdı:
"

İnanmam, ağlama, beyhudedir bu naz bana;


İnanmam, ağlama, ey çehre-i miyahi dur!
Yazıktır, etme benim matemimle istihza;
O gözleri tanının, yaşlannda his yoktur.
İnanmam, ağlama, ben gi ry�-i meraretle
Çok ağladım, bilirim Ah! işte, işte yine
. . .

Gözüm yaşardı o merhume-i muhabbetle;


Gözümde var mı yalan katre, dikkat et içine!
Senin gözündeki eşk-i muhabbeti bilirim:
Sedefte İnciye benzer ki pek tabiidir;
Yalancı ruhuna bir neş'e-i garibe verir.
Bt·n olsam eşk-i terin bak bu türlü serpiliriın:
Kenar-ı kabr-i melulünde en son aşıkının
Düşer de hake mükedder, şegaf-nüma, baygın,
Durur durur, saçılır, toplanır, buhar olurum;
Onun sema-yı sükununda tar u mar olurum . . .

Değişti ağlamanın rengi, soldu gül dehenin;


Bu şi 'r ile seni incittim öyle mi? ..Ya senin
Elinde hırpalanan aşk-ı matem-aludun
Düşün, nasıl ezilirmiş Fakat bırak soğudum!"I93
. . .

193 Hüseyin Suad Yalçın, 2 1 Mart 1 942 tarihinde İsıanbul'da vefat etmiştir. Tercümıin-ı Hakikat

gazetesiyle MJrub ve Servet-i Fünfi.n dergilerinde de yazılan ve şiirleri yayımlannuşur. Hüseyin


Suad'ın burada adı geçmeyen diğer oyunları ise şunlardır: Şehbalyalıud istibdadın Son Perdesi ( 1908),
Ahire/iL Bir Gün ( 1 9 1 0), Deoii-yı Aşk ( 1 9 1 0), Çifte Mikroplar ( 1 920), Kayseri Gülleri (Münir Nigar'la
birlikte, 1920), T'91Yare ( 1 927), Acemi Ç'!Y/,ak/,ar, Ballıbaba, Bir ,QfefGecesi, Çapanoğlu, Harman Sonu, Hülk.
Hüseyin Suat hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Belkıs Altuniş Gürsoy, Hüseyin Suad ralçın
Hqyatı ve Eserleri, İstanbul 2001 (Haz. notu).
- . · ..:.;.

Hüsryin Siret (Özsever)


HÜSEYİN SİRET

Hayatı
Hüseyin Siret, Tevfik Fikret devre-i edebisinin rakik, hassas bir uzvudur.
İstibdadın karanlık, şeametli günlerinde dünyaya gelen bu ince şair daha pek
küçük yaşta iken, gerek aldığı ihtimamlı terbiyenin, gerek hususi tahsil ve
takayyüdün tesiriyle çabukça inkişaf etmişti ve fıtratında meknuz olan şairlik
istidadını pek erken göstermişti.
Siret'te hak ve adalete karşı yılmaz ve yıkılmaz bir aşk-ı hakiki vardır.
Şu itibarla da bütün arkadaşları arasında Fikret'e en ziyade yaklaşan,
onunla Süleyman Nesib nam-ı müstearını taşıyan Süleyman Paşazade Sami
merhum idi. Şu kadar var ki; Fikret dine karşı gittikçe mübfilatsız bir vaziyet
aldığı, hatta "Tarih-i Kadim"i ve bilahare yazdığı "Zeyl" ve daha sair
manzumeleriyle dini, insanları yekdiğerine düşman vaziyetine sokan muzır, kanlı
bir alet olarak görmeye kadar vardığı ve hatta takbih ve tel'ine kalktığı halde,
gerek Siret, gerek Sami dinin sadık birer taraftan kalmışlar, birer müttaki (devot)
ruhuyla tevekküle (resignation) sarılmışlar, onda sükun (calme) ve huzur, onda teselli
aramışlar ve bulmuşlardır. Din onlar için sade bir teselli değil aynı zamanda bir
haz !plaisir) ve ilham (inspiration), hatta vecd (extase) menbaı olmuştur. Son zamana
kadar da o neşe ile gitmişlerdir. Siret uğradığı bütün musibetlerin acılıklannı bu
mutekidane hislerle oyalamış, uyutmuştur.
Boğaziçi'nin ve İstanbul'un tabii güzellikler dolu kıyı ve bucaklarının genç
ve hassas ruhunda uyandırdığı tahassüsle şiire başlayan Siret, 1 3 1 2 [1 894- 1 895]
[s. 982] tarihlerinde başlayan Fikret ve Hfilid Ziya cereyan-ı edebiyesine olanca
şevk ve tehalüküyle iştirak etmişti. Seroet-i Fünı1n'da bazen Ömer Senih nam-ı
müstearı bazen de Hüseyin Siret imzasıyla hissi ve kalbi şiirler yazardı.
Fıtratındaki saffet ve samimiyet dolayısıyla Fikret ile çok iyi dost olmuş,
daima yanına gider gelirdi. Aynı zamanda siyasi mübahaseleri de severdi. Çünkü
memlekette insani, vicdani, içtimai, bir inkılabın vücuduna olan şiddetli ihtiyacı
o da pek yakından duymuştu. Çabuk ateşlenir, bu nuhuset ve esaret hayatından
kurtulmak için çırpınırdı.
Muayyen zamanlarda İsmail Sala, Mehmed Rauf, Cahid, Cavid ile beraber
Siret de Fikret'in evinde toplanır, edebi, içtimai, siyasi meselelerden
bahsederlerdi. Transval Muharebesi zamanlan idi. Seroet-i Fünı1n'un ateşli şairleri
pek heyecanlı bir halde idiler. Hepsi harbi takip ediyor, aynı zamanda
memlekette bir meşrutiyet ve hürriyetin doğmasını istiyordu. Hatta bunun için
806 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

İngiltere'den yardım talebini bile düşünenler oluyordu. Bu hususta Mehmet


Raufun anlattığı şu fıkrayı dinleyelim:
"Transvaal Muharebesi devam etmekte, İngilizler büyük mağlubiyetlerle
ezilmekte idi. Gazeteler her gün muharebe tafsilatıyla, Seroet-i Fünun ber-mutad
L'lllustration veya Grafik'ten makaslama usulü resimlerle dolu idi.
Bu esnada Ubeydullah garaib-i vukuatla milam il bir hayattan son ra
Amerika'dan İstabul'a avdet etmiş olup ara sıra Seroet-i Fünun'a uğrayarak
getirdiği gizli saray havadisiyle bizi her gün köpürtür idi. Biz ber-mutad Fikret,
Cahid, Cavid ve ben ara sıra İsm ail Safi ve Siret'in de ilti h akıyl a Seroet-i
Füm1n ' un her günkü heyetini teşkil etmekte idik. Öyle günler oldu ki; Ubeydullah
ile Siret'i Fikret'in Rumelihisan'ndaki yalısında gördüm ve bana öyle geldi ki;
yanlarına ben girince, hararetli bir bahsi değiştirmeye mecbur kaldılar.
Bu seter yine böyle olmuş ve benim vürudumu müteakip, Siret ile
Ubeydullah veda ederek çekil mişler idi ki; kemfil-i samimiyetle Fikret'e hen
gelince [s. 983) değiştirdikleri bahsin ne olduğunu sordum. O zaman esasen
kendisi de bana bundan bahselm<"k istediğini söyleyerek anlattı ki: Abdülhamid
zamanında Bl'rlin Sefareti'nde bulunmuş olan Galib Bey ile bilahare Babıali'de
ş<"hit edilmiş olan Nazım Paşa ve İsmail Kemal Bey'den mürekkep bir heyet
Türk gençlerinin İngiltere Hükümeti'ne izhar-ı teveccüh etmesini arzu etmekte
ve bunu temin için münevver Tü rk gençliğini temsil eden Senıet-i }unun heyetine
müracaat ve Siret'le Ubeydullah Beyler hu vazi fe için Fikret'i sık sık ziyaret ve
kendisini teşvik etmekte imişler. İngiltere Sefiri ile İsmail Kemal Bey bir gün
konuşurlarken bahis Türklerin Meşrutiyet'e layık bir millet olup olmadıklarına
intikal etmiş. İsmail Kemal Bey bu hususta birçok müspet mütalaat der-miyan
eylemiş ise de sefir bu teminau şüphe ile telakki etmiş ve: 'Türkler daldıkları bu
uyku içinde Meşrutiyet'i ne yapacaklar!' diye latife etmiş; Kemal Bey ise bu
hususta birçok müdafaatta bulunarak Türklerin Klinun-ı Esasi'nin iadesi için
feda-yı can edecek taraftarlara malik olduklarına ve İngiltere gibi, terakki ve
temeddün taraftan bir hükümetin bu hususta kendilerine muavenet etmesi bir
vazife olduğunu söyleyince sefir: 'İngiltere bu vazifeyi belki kabul etsin; fakat
bunun için Türklerin kendisine bu liyakati ispat etmeleri lazımdır!' demiş. Hasılı
İngiltere'ye Türklerin inkılaba teşne olduklarını ispat etmek için Seroet-i Fünun'da
çalışan gençlerin bir muvafık mektup yazarak içlerinden bir iki kişinin bu
mektubu sefarete götürmesine karar verilmişti. Fikret'in evinde görüşülen mesele
de bu idi."
Filhakika böyle bir mektup yazılmış, başta Fikret olarak birçok gençler
imzalamış, hatta Cavid de imzasını atmış, Cahid imzalamayı taahhüt ettiği halde
bir itizarlar ve bahaneler serdiyle imzadan istinkaf etmişti. Gariptir ki; mektup
sefarete götürülürken Mahmud Paşa Çarşısı gibi gayet kalabalık bir yerde
düşürülmüş, tesadüfen namuskar bir adamın eline geçmiş, o da meseleyi anlamış
ve mektubu Servet-i Fünı1n Matbaasına getirmiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 807

[s. 984] İkinci seferinde yedi sekiz kişiden mürekkep bir heyet bir gece
Beyoğlu'ndaki sefarethaneye giderek kağıdı sefire vermişti. Hüseyin Siret de bu
heyette idi.
İstibdat idaresinin o kadar katı ve yırtıcı olduğu bir devirde bu hareketi
te'vil etmenin imkanı yoktu. Kanlı saray meseleyi duymuş ve köpürmüştü.
İstintaklar, tazyikler başladı. Sefarete gidenler de kağıdı imzalayanlar da
meydana çıkarıldı. Artık başlarına gelecek belaya gogus germeye
hazırlanıyorlardı. Kim bilir ne işkencelere maruz kalacaklardı. Fakat işin neticesi
umulduğu gibi çıkmadı. Sefirin müdahale ve şefaati şiddetli bir ihtardan ileri
geçilmesine meydan bırakmamıştı . . .
Hüseyin Siret bu hususlarda asabi ve metin bir tabiata mfilikti.
Hassasiyetine, inceliğine rağmen tehditten ve tazyikten ürkmüyordu. Mamafih
bu vakadan sonra İstibdat hükümetince mimlenmişti.
1 3 14 [ 1 896- 1 897] senesinde hasta düşen İsmail Sa.Ia'mn yatağı etrafında
toplanıp içlerini döktükleri, hayat-ı ictimaiye ve siyasiye hakkındaki
temennilerini tekrar ettikleri günden sonra artık bu gençler bir araya
toplanamamışlardı. Bir arkadaşları kendilerini jurnal etmiş, evleri basılmış,
Fikret, Siret, Safa aranmış, bir iki gün sonra Fikret bırakıldığı halde hakiki tazyik
ve işkencelere maruz kalan Siret'le biçare hasta yatan Safa nefy ve icla
edilmişlerdi. Safa gidip Sivas'ta müteverrimen ölmüş. Siret, Malatya'da Hısn-ı
Mansur'da sefil ve perişan, aç ve üryan aylarca dolaştıktan ailesini kimsesiz,
yetim bıraktıktan ve:

"Uzak uzak mütevekkil yabancı bir köyde


Kenara şöyle atılmış garib, bi- saye
Ki berg ü ban perişan, nihan-i giryanım
Duyulmuyor ve duyulmaz enin-i hicranım
[s. 985] Araştırır beni öksüz yuvamda bi-vaye
Garib yavrum ile bir hayal-i pejmürde

Diyor musun "baba gel gel" kızım her akşam sen


Senin hayfil-i yetiminle ağlıyorken ben
Güneş batar, dağılır ufka hep tahayyül-i şanı
Bütün menazın tazlil-i hüzn eder silin
Uzakta bir ovadan çıngırak sadası gelir
Akın akın sürüler hepsi avdet etmededir
Koyunları dağılan bir çoban gibi dalgın
Ne beklerim yolun üstünde böyle her akşam

Arar mısın beni bilmem Huceste yavrum sen


Senin hayfil-i yetiminle ağlıyorken ben?
808 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Siyah bir gece . . . Orman sükun içinde uyur,


Cenah-ı muzlimi altında bir küçük hane
Yukarda pe ncereden hasta bir ziya-yı fütur
Batar, çıkar, görünür, sanki bir sitare-i dur
Kavuşmak istiyorum ben o dar-ı hicrana
Bırak yeter beni ey iftirak-ı mel'un, dur

Görür müsün beni rü'yada bazı yavrum sen


Senin hayfil-i yetiminle uykusuzken ben"
diye kızı Huceste'yi, zevcesini, evini yad ederek "Nida-yi Hicran"lar yazar ve
inl erdi Uzun müddet hicran ve sergüzeşt hayatı geçirdi. Menfanın bütün
.

acılıklannı, bütün elemlerini tattı. Türklerin bir Child Harold'ı oldu. Mamafih
Siret'teki lirizmi, santimantalizmi besleyen bu hicran ve elem, bu gurbet ve
harabe hayatı olmuştur. Siret bu menfa hayatında [s. 986] çektiklerini Paris'te
iken neşrettiği hatıralarda anlatmıştır. Aynı zamanda bu hayatı bize nakleden
canlı bir şiiridir:

"Hücrem basık tavanlı soğuk mesken-i siyah


Mücrim miyim nedir acaba ettiğim günah
Rahib hayatı sürmedeyim hurda daima
Sıkmakta ruhumu bu sükunetli inziva
Bir makberin sükünu içinde boğulmuşum
İnsan dt'ğil bu lant'de besbelli baykuşum
Her şeyde bir süküt ne bir ses ne bir ziya
Ht'p zulmet-i sükün ile makhur bir heva
Bir kandilin ziya-yı ufülünde bir hayfil
Piş-i tahassürümde durur hasta bi-mecfil
Bir lerziş-i lisan ile der çektiğim yeter
Agüş-ı şu'leye atılır intihar eder
Benden ne istiyorsun aceb böyle her gece
Kahr ol figan-ı ye's ile ey samt-ı müz'ice! ...
"

Siret bu hicran aleminde bir daha sevgili kızını ve sevgili hayat yoldaşını
göremeden ölüp gideceğine hükmetmiş ve bu ihtimal-i mevt ile zevcesini
düşünürken onun ölüp gittiğini öğreniyor, kalbinde siyah bir elem duyuyor ve:

"Ah o gözler ki nigahımda bugün giryeleri


Şehper-i mah-ı girizan sürünen bir yoldan
Çevrilip bende kalan son nazan
Sanki bir kevkeb-i hicrandı uzaklarda bakan
O nazarlar gece tenvir-i garam etmeyecek
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 809

O dudaklar ki bugün bir buruşuk, tozlu çiçek


Güft ü gı1-yı leb-i fırkatle yorulmuş derede
Geceler eşk-i mükevkeble bakan meşcerede
Mah-i hicran ile bülbülleşerek
O dudaklar beni "Siret!" diye yad etmeyecek

Alı o eller ki yeşil gölgeli bir pencereden


Uzanıp kendine bir gül koparırken daha dün
İki gül-berg-i hazan oldu bugün
Bir mükevkeb şeb-i rü'yaya veda eylerken
Ayrılan ellerimiz bir daha birleşmeyecek

Pay-i nazın ki hıyaban-ı telakide seher


Vakti bir lane-i sevdaya tereddütle giden
Nazlı bir çift kebfıterdi çemenlerde gezer
Şimdi yorgun o yeşil yollardan
Bekleyen va'd-i mülakata şitab etmeyecek

Alı o gül-berg-i meşamın o sıcak günlerde


Penbe leylakların enlas-ı haririsinden
Ta uzaklardaki gülbünlerde
Dağınık güllerin aşüfte, açık göğsünden
Duyulan nükhet-i rılh-averi şemmetmeyecek

Alı o gözler bana tevcih-i nigah etmeyecek


O dudaklar gece mehtab ile söyleşmeyecek
Ayrılan ellerimiz bir daha birleşmeyecek
Aramızdan acı bir bad-ı hazan esti bugün
Ey nihalinde dağılmış, dökülen nazlı çiçek!"
Elime iştiyaklar, nostaljiler içinde geçirdiği bu hayattan kurtulmaya
uğraşıyordu. Bir fırsat bularak Avrupa'ya firar etmişti. Meşrutiyet'e kadar
arızalı bir hayat geçirdi. 1 324 [1 908] senesinde Türkiye'ye yeni fakat çılgın bir
hayat getiren inkılap, Siret için pek de beklenildiği kadar saadetli olmamıştı.
[s. 988] Bir zamanlar Bursa'da mektupçulukta bulunmuş, bir bahane ile
azledilmiş, İstanbul'a gelmiş, İttihat ve Terakki Fırkası kendisini Ahrar'a mensup
diye mahkum etmiş, Siret de bir müddet Tevfik Fikret'in evinde Robert Kolej'de
saklandıktan sonra Amerikalıların delaletiyle tekrar Avrupa'ya savuşmuştu.
Sonra afV-ı umılmilerden istifade ile İstanbul'a gelmiş, Ferid Paşa
zamanında Hariciye Mektupçusu, Matbuat Müdürü, Hariciye Evrak Müdürü
olmuştu. Son defa Tevfik Paşa zamanında, mütareke esnasında da Matbuat
Müdüriyetinde iken İstanbul memuriyetlerinin ilgası üzerine açıkta kalmıştır.
810 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Leyal-i Giri<:,an" unvanlı mecmlıa-i eş'an 1 923'te tekrar basıldı. İkinci kısmını
tab'ettirmek üzere hazırlamıştır.

Lisanı, Şiiri, Heyecanı


Hüseyin Siret'in lisanı zayıf, naif, solgun benizli, hasta ruhlu fakat samimi,
temiz, rakik kızcağızlara benzer. İnsanın ruhuna kadar, ince, derin izlerle nüfuz
eder. Siret dindarlığı macera-dideliği, sergüzeştler içinde geçen hayatı,
hayalkarlığı ile canlı bir romantique enmu zecidir. Lisanında da ilhamını
hissiyyetten (sentimentalisme) alan bir romantik evsafı görülür. Şiirlerini işlemek,
pürüzsüz bir pamassien olmak ister, fakat fıtratında meknuz bir perişanlık
fikirlerine de, hislerine de, hatta üslup ve ifadesine, edasına (expression) da tesir
eyler:

Ölümünden sonra
Ah o gözler ki nigahımda bugün giryeleri
Şehper-i mah-ı girizan sürünen bir yoldan
Çevrilip bende kalan son nazarı
Sanki bir kevkeb-i hicrandı uzaklarda bakan
O nazarlar gece te nvir-i garam etmeyecek

O dudaklar ki bugün bir buruşuk, tozlu çiçek


Güft ü giıy-ı leb-i firkatle yorulmuş derede
Geceler eşk-i mükevkeble bakan meşcerede

Mah-ı hicran ile bülbülleşerek


Odudaklar beni "Siret!" diye yad etmeyecek

Ah o eller ki yeşil gölgeli bir pencereden


Uzanıp kendine bir gül koparırken daha dün
İki gül-berg-i hazan oldu bugün
Bir mükevkeb şeb-i rü'yaya veda eylerken
Ayrılan ellerimiz bir daha birleşmeyecek

Pay-i nazın ki hıyaban-ı telakide seher


Vakti bir lane-i sevdaya tereddütle giden
Nazlı bir çift kebuterdi çemenlerde gezer
Şimdi yorgun o yeşil yollardan
Bekleyen va'd-i mülakata şitab etmeyecek

Ah o gül-berg-i meşamın o sıcak günlerde


Penbe leylakların enlas-ı haıiıisinden
Ta uzaklardaki gülbünlerde
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 811

Dağınık güllerin aşüfte, açık göğsünden


Duyulan nükhet-i ruh-averi şemmetmeyecek
Ah o gözler bana tevcih-i nigah etmeyecek
O dudaklar gece mehtab ile söyleşmeyecek
Ayrılan ellerimiz bir daha birleşmeyecek
Aramızdan acı bir bad-ı hazan esti bugün
Ey nihfilinde dağılmış, dökülen nazlı çiçek!"
Tabiatın sakin veya azametli levhaları karşısında ruhunun çırpındığını,
kalbinin çarptığını duyar. Mabetlerin ihtişamlı sükutlarında avutucu bir va'd-i
iğfalkar bularak müteselli olur, mütevekkil (resignl') bir ruhu vardır. [s. 990] Bazen
tasavvufi (mystique) bir zihniyetle düşünür. Ve o tarzda yazılmış eserleri de sever.
Fıtraten şairdir. Birçok eserlerinde hazin bir rebabilik fJ:yrisme) görülür.
Heyecanlı (bnotion) bir varlığı vardır. Çarpıntılar içinde geçen hayatı nihayet
bütün varlığına esaslı bir yorgunluk vermiş, koşmaktan, dolaşmaktan bezmiştir.
Şimdi ruhunun derin, hazin ve narin sadasını, enini dinlemek ve inlemek için
sakin, tenha bir köşenin huzur ve tesellisine muhtaç görünür. Son yazılarından
biri olan şu "Anka-yı Beyaban" da:

"Yıldızlı bir geceydi nişib ü fıraz ile


Vardık şeb-i rahil-i beyabanda menzile
Menzil: Semaya saye salan yaşlı bir çınar
Altında bir cidar ile çepçevre bir mezar
Sakfı sitare nakşı hafü-gah-ı tairan
Ağsam hep murakabe halinde ser-giran
Çekmiş o yerde sırtına bir kutb-ı münzevi
Pejmürde bir aba-yı siyeh-reng-i uhrevi
Taşsız, kitabesiz kuru topraktı merkadi
Puşide türbesinde sükun-ı müebbedi
Bir suzen-i muziyle kıvılcımlı bir böcek
İşlerdi bir kitabe-i zerrin benek benek
Parmaklığında ukdeli bezlerle revzeni
Bir tar-ı ankeblıt idi kandil-i medfeni
Fersiz dumanlı bir göze benzerdi vehleten
Kirpikleriydi yerde sönen lem'a- i bazen
Yırtık kanatlı bir koca Anka-yı vecd idi
Çökmüş yatardı sine-i vahdette merkadi
Ey çöl! Nedir bu şa'şaa- i aheng olan şebin
Bir erganun-ı ra'şe-i feza-yı mükevkebin
[s. 99 1 ] Pür vecd ü pür-safa bütün eflak-ı muhteşem
Bir bi-nihaye ra'şe-i zerrin zir ü bem
Elhan-ı ruşena olan ecram-ı nairin
Aheng-i zan samt-ı deri ma'nidir derin
Fanlıs-ı kehkeşanını yakmış pür-incila
812 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Lerzan ışıklarıyla münacat eder sema


Kavruk bir ah-ı hadiyedir bad-ı muhtazır
Estikçe kumlu la-yetenahiyyet ürperir
Kimdir bu yolda postu seren kutb-ı münzevi
Yapmış bu yerde kendine bir ahiret evi
Ulvi bu kabr-i la-yetenahiyyet ihtiva
Dahil olunca ruha dolar havf-ı Kibriya
Ey kutb-ı sayedar-ı beyaban! Bütün sene
Yaz kış koşar bu bağrı yanık çölde türbene
Üryan fakr u zulm olan evlad-ı badiye
Birçok mesafe kat' ederek bir şila diye
Gölgen serinletir beşerin ıstırabını
Dinlersin iştikasını filam-ı kalbini
Mahmül-i ah u girye gelen karban-ı gam
Avdet eder bu türbeden azade-i elem
Akşam olunca çöllerin evlad-ı acizi
İ kad eder mezarına bir tuhfe-i muzi"
pittoresque bir levha yapıyor. Tasvir (descriprion) ve eda (expression) çok kuwetli ve
parlaktır. Adeta Fikrct'in o muhteşem tablolarını andırıyor. Hele başlangıç adeta
natüralistçedir. Bu manzume ahenk, eda, üslup ve sanatça Siret'in bütün
manzumelerine faik bir güzelliktedir. Siret'in birçok zarif ve hissi soneleri de
vardır. Hakikiye (realisme) [s. 992] yaklaşan "Ayşecik" adlı bir manzumesi de
vardır ki samimiliği (sinchitl), sadeliği ve tabiiliği ile güzel bir numune teşkil eder.
Edebiyat-ı Ct'dide şairleri hemen her meslek-i edebiye temas eden birer
manzume yazmışlar. Siret'in bu manzumesi de nev'i (genre) içinde ihmal
edilemeyecek kadar güzeldir:

"Çoluk çocuk bütün ev halkı bir geniş odanın


Hcva-yı serdini teshin eden küçük sobanın
Başında söyleşiyorlardı pür-neşat ü sürur
Zemine katre-feşandı sehaib-i meftur
Zalam içinde sokak, taziyane-i yaran
Ederdi darbe-i serdiyle camlan lerzan
Sedirde vfilid-i müşfik yanında mahdumu?
Çıtır pıtır konuşurdu lisan-ı masumu
Gözünde gözlüğü kırpıntı bohçası yerde
Dikiş dikip otururken değirmi minderde
Çocukları alıp etrafına büyük anne
Diyordu esneyerek
-Nerde Mavişim, sütne?
-Masal mı söyleyeceksin, Büyük Hanım bu gece
Bizim de işlerimiz bitti işte erkence
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 813

Çocuk o tair-i pür-neş'e, pür-güşa-yı şitab


Güşade buldu önünde bir aşiyan-ı harab
Verirdi neş'e-i cennet bu yavru aileye
Çeker de hatime her şeb o günkü gaileye
Bu neş'eli sarışın mavi gözlü yavru melek
Zavallı süt ninesinden yarın cüda düşecek
Ne müşkilat ile sütten kesildi on gündür
Onun gönülcüğü elbet bu hale üzgündür

Kadından evdekiler pek ziyade memnundu


Fakat bu ayrılışından kadın da mahzundu
[s. 993] Düşüncesi aranırsa köyünde Ayşeciği
Onun babar-ı hayatında tek açan çiçeği
Ne haldedir acaba şimdi aç mı üryan mı?
Seza-yı sine olan goncesi perişan mı?

Olurdu böyle tefekkürle mustarip, giryan


Zaman zaman yüreğinden kopardı bir halecan
Kadıncağız bu gece hem kederli, hem memnun
Gözünde girye-i şadi, nazarları mahzun

Zavallı evdekilerle helalleşip geceden


Veda edip gidecektir yarın sabah erken
- Ne ağlıyorsun, a sütne çocuk musun sen de?
Gelir kızınla beraber kalırsınız bende . . .
- Evet hanımcığım isterseniz sahih oraya
Gidince Ayşe'mi ben yollanın hemen buraya
Sizin için gece gündüz dua eder dururum
Benim yanımda kalırsa sefil olur yavrum
Zavallının daha dünyaya gelmeden pederi
Şehid düşüp bizi yakmışu ayrılık haberi
Benim kızım hamarattır güzelce hizmet eder
Gelin edersiniz Allah yetiştirirse eğer
Yiyip içer geçinir sayenizde bir öksüz
Eğer kabahat ederse azarlayın dövünüz
Hayaumı ederim ben feda onun yoluna
Sakın dokunmayınız yavrumun sakat koluna!"

Hüseyin Siret'in bu manzumesinde Fikret'in "Hasta Çocuk"u, "Hasan'ın


Gazası" ve "Ken'an"ı büyük izler bırakmıştır. Seçtiği mevzularda Siret'in
hassasiyet ve rikkati büyük bir mevki tutmaktadır. Siret'te Musset'lerin, Sully
Prudhomme'ların da izleri görülmektedir. Siret'in enfüsi (suijechviste) şiirleri de
vardır. [s. 994] Alelekser, sonnet şeklinde bu manzumelere güzel bir numune
"Ahmet Hikmet'e" ithafen yazdığı "Menekşe" adlı şiiridir.
814 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"İşte bir mor menekşe, hercai


Derenin kuytu bir kenarında
Münzevi mest-i hüzn-i tenhayi
Kuş bile ötmüyor civarında
Cebre-i laciverd-i ab-ı hazan
Bir temevvücle ansızın buruşur
Suya daldıkça muttasıl giryan
O çiçek bir hayal ile konuşur:
Duyulur bir tazallüm-i mübhem
Ooh, ey hatırit-ı mağmumem
Ağlanın yad ("dip onu ekser
Nerde bir mor menekşe görsem ben
Zıll-i matemle piş-i çeşmimden
Taze bir dul kadın hayAıi geçer 194

194 28 Şubat 1959 tarihinde vefat eden Hüseyin Siret Ôzsever'in, 4Yal-i Girkıin dışındaki
diğer eserleri şunlardır: Bağ Bo;;.ıunu ( 1928), Kwılcımlı Kil� 1937), Üstadın Şairi (50. Sanat Yılında Hfilid
Ziya Uşaklıgil'e ithaf edilmiştir, 1937), Kargalar ( 1 939), Geç Kalmış Cevap (1939), iki Kaside (1942), Bir
Mektubun Cevabı ve Hüseyin Avni Ultq'a ( 1 948). (Haz. notu)
Süleyman Nazif
SÜLEYMAN NAZİF

Hayatı
Süleyman Nazif, aslen Diyarbekirlidir. l 286 sene-i hicriyesinde [1869]
Diyarbekir'de dünyaya gelmiştir. Pederi Said Paşa, Diyarbekir'in eşrafındandır.
Şark zihniyetiyle yetişen lazıl şairlerin meşhurlarından olan Said Paşa
Osmanlı şiirine de, tarihine de, lisanına da birçok hizmetler etmiş büyük
adamlardandır. Mizanü'l-Edeb namıyla kaviid-i edebiyeyi müş'ir bir eser ile
Mir'atü'l-İber isminde bir tirih-i umumi yazmıştır ki; dokuz cilt kadar tutar.
Bundan maada bir hayli müteferrik eserleriyle divançe-i eş'arı vardır.
Şiirleri miyamnda çok kuvvetli selis ve açık ifade ve üslup ile yazılmış
gazelleri de çoktur. Ölmezden bir zaman evvel söylediği şu:

"Kendim yananın aşk ile gayra zararım yok


Ser-ta-be- kadem ateşim amma şererim yok

Yari aranın devr ederek hane-be-hane


Yar ise benim haneme gelmiş haberim yok

Bir sırr-ı hafi ruhumu almış yed-i zabta


Zahirdeki irayiş-i hüsne nazarım yok

Etmez bu şuunun bana te'sir-i gumumu


Mir'at-ı tecelli-i Hudayım kederim yok"
gazeli gibi arilane yazılmış açık ve lirik şiirleri her zaman [s. 996] sevilerek
okunur. Bundan başka "Ahlak" unvanlı yazdığı uzunca bir manzumedeki:

"Sen usandırma eli el de usandırmaz seni


Hilekarlık eyleme kimse dolandırmaz seni
Dest-i adadan soğuk su içme kandırmaz seni
Korkma düşmenden ki ateş olsa yandırmaz seni
Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni!
gibi hemen her mısraı bir darb-ı mesel olacak kuvvette açık, sade herkesin
anlayabileceği kadar kolay talimi ve ahlaki (didactique et mora� kıtalan da vardır ki;
vaktiyle mekteplerde şakirtlere okutturulan klasik yazılardandır.
818 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yalnız fıtratından değil bu şair babadan da irsen birçok kabiliyetler alan


Süleyman Nazif hadd-i zatında muntazam ve usuli (systhnatique) bir talim ve
terbiye ile yetişmiş değildir. Bütün manasıyla alay!ıl95 bir şairdir. Bugün
mektebin ve usuli terbiyenin lüzum ve ehemmiyeti inkar edilemeyecek kadar
kat'idir.

Mamafih müstesna ve mümtaz fıtratlar bu ihtiyacı fart-ı zeka ve


istidalanyla sairlerinden ziyade telafiye muvaffak oluyorlar. Süleyman Nazif de
hususi ders görerek zeka ve istidadını tenmiye etmiştir.

Kemal'ler, Ziya Paşa'lar gibi birçok eazım ya hususi tahsil veya pek cüzi ve
iptidai tahsilden sonra öz himmetleriyle, öz kabiliyetlerini elde etmişlerdir.
Abdullah Cevdet, Süleyman Naziften bahsederken: "İşte bir zeka ki, tamamen
kendi kendisinin üstadı kendi kendisinin şakirdidir. Muntazam hiçbir mektep
görmemiş, fakat 'mektep' sahibi olmak kuwetini göstermiştir." diyor.

Smıtt-i Fünün'da kendisiyle beraber çalışmış olan Hüseyin Siret de


" S üleyma n Nazif' unvanlı şu manzumeyi yazmıştır:

fs . 997 ] "Zekası bir uçurum, ihtirası bir umman


Tuyur-ı Hinde müşabih lisanı rcng-efşan
l kd-i Süreyya, naziri şecce-i nur
Beyanı:
Harim-i ma'bed-i san'atta zakir-i Yezd<'m
Döner havadis-i alem içinde pür-heyecan
Başında ra'd ü sav:iik zemini lerze-künan
Çatar mesfilbe düştükçe davranır mağriır
Tezad içinde yaşar başka türlü bir insan
Nişan-ı ne fre ti çi n çin i elfazı
-

Adüw-i hissine divan-ı harbdir gayzı


Cezası rt>cm ile i 'd am ilelebed tel'in
Tezad-ı fikr u hayal en güzide mahbubu
Nazif o Nefi-i nasir ki reng-i üslubu
Yapar kasiid-i mensuresinde şehr-ayin"

Süleyman Nazif, çocukluk devresini Diyarbekir'de geçirmiştir. Okumaktan


çok zevk aldığı için çok okur, bilhassa Kemal'leri, Ziya l an okur, babasından
'

bunların senasını işittikçe ateşlenirdi. Kemal Bey'den bahsederken:

"Kemal Bey Midilli'de mutasarrıf iken ben on üç, on dört yaşlarında


okumaya heveskar bir çocuktum. Maskat-ı re'sim olan Diyarbekir'de hiçbir gün
geçmezdi ki; gerek bizim evimizde gerek başka evlerin birçoğunda Namık
Kemal'in ismi ve eserleri birkaç defa mevzu-ı bahs olmasın. O zaman

195 Alaylı tabiri, mc:"ktepli tabirine mukabil olmak üzere" askerliktı· kullanılır ve mektep
görmeden orduda alayda neferlikle askere girerek terakki ede ede zabit silkine" dahil olan askerlere
denir. Alaylı zabit, mektep görmemiş zabit demektir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 819

istanbul'da intişar eden mecami'-i mevkuteye mahzan edib-i eazımın asarına


tesadüf olunur ümidiyle müşteri kaydolunurlardı."
diyor.
1 306'da (1888] Süleyman Nazif de babasıyla beraber İstanbul'da
bulunuyordu. O sene Kemal Bey'in vefatı kendisine ve babasına pek elim bir
tesir ika etmişti. Bunu da kendisi:
"Vefatını haber aldığım günün hfili bu sabahın vakayiinden daha kuwetli
ve daha zinde hatırımdadır. Çemberlitaş'ta Matbaa-i Osmaniye'nin [s. 998]
caddeden bakıldığı zaman sağ tarafa düşen köşesindeki kıraathaneye ber-mlıtad
gazete okumak için bir sabah gitmiştim . . ."

diye vefatı nasıl haber aldığını anlatıyor ve:


"Hemen eve koştum. Babam Mir'atü'l-İber'i telifile meşgul idi. Ve mesaisini
halel-dar etmemek üzere başka hiçbir şeyle o sırada iştigal etmiyordu.
Gazetelerle mecmuaları ben muntazaman okur, şufmun mühimlerini hulasaten
söylerdim. Ve şayet aynen görmesi icap eden bir şey olursa o nüshayı tedarik
eder, getirirdim. Namık Kemal'in vefatını babama söyledim: Birdenbire kalemi
atarak, gözlüklerini çıkardı. Efrad-ı aileden birinin vefatını haber vermiş
olsaydım, pederim yine o kadar derin bir teessür gösterirdi. Bembeyaz sakalına
doğru gözlerinde birkaç damla yaş yuvarlandı: Kemal Bey mi ölmüş? Vah vah
vah! . . . diyordu."
diye devam ediyor.
Süleyman Nazif o zamanlar Abdülhalim Memduh, Ali Kemal, Süleyman
Paşazade Sami ile tanışıyordu. O zaman Ali Kemal ile Sami, Mekteb-i
Mülkiye'nin son sınıfındaydılar, matbaalarda dolaşmak Babıali Caddesi
müdavimlerinden olmak, mütalaa etmek, şiir ve edebiyat heveslerini artırıyordu.
Süleyman Nazif, Fikret ve arkadaşlarının açtıkları yeni cereyanın
amillerinden olmuştu. Babası Said Paşa 1 308'de [ 1 892 / 1893] Mardin
Mutasamfı iken vefat etmişti. Küçük kardeşi Faik Ali de Mekteb-i Mülkiye'ye
gidiyordu. Nazif esasen matbuat aleminde çalışıyordu. Bilhassa kuwetli, aheng­
dar nesirleri ile nazar-ı dikkat ve takdiri celb ediyordu.
Bir zamanlar İsviçre'de, Paris'te, Mısır'da ve Bombay'da dolaşmıştır. 1 906
senesinde l\.hsır'da imzasız olarak İct:ihdd matbaasında basılan "Gizli Figanlar"
unvanlı küçük eserinde Hamid'in, Kemal'in sadık bir mukallididir. "Pederime"
ithafıyla yazdığı mukaddimesinde coşkun bir ifade ile şu satıdan yazıyor:
"Baba,
Her dakikası vatanın bir felaketine ağlamakla geçmiş olan hayatın
mütekarrib-i hitam iken söylediğin sözler ebedi hatır- nişanımdır.
(s. 999] 'Hükümet' namı altında icra-yı rezalet eden bu hey'et-i menhfıseyi
sen hepimizden ziyade tanıyordun, meslek-i sakim idaresinin mahiyetini teşrih
820 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ile netayic-i müellimesini tayin ettiğin sırada gelecek zamanların geçen


vakitlerden hayırlı olmayacağını ağlayarak haber vermiştin. Öyle oldu!
Bugün vatanda masum kanlarıyla, mazlum figanlarından başka bir şey
görülüp işitilmiyor. O bin şaire menba' -ı ilham olan denizlerini şüheda-yı
hürriyetin ilelebet soğumayacak cenazeleriyle doldurdular. O evler ki vaktiyle
her biri bir tarab-gah-ı zi-safil idi. Şimdi birer enin-gede-i süklın-perverdir. Hele
tahribat-ı maneviye daha ziyade oldu: Ebna-yı vatandan birçoğunun vicdanını,
namusunu, hamiyetini satın aldılar, sade-dil masumlara casusluk öğrettiler,
vatandan sonra yaşamamaya alenen yemin etmiş olan feda-karan-ı ahrardan
başka vazifesine sadık kimse kalmadı.
Bu fecayie karşı hissiz, hareketsiz durmamış olduğumu temin ile ruhuna
tesliyet-bahş olmak isterim.
Vatanın her velvele-i sukutuna vicdanım bir feryat ile cevap verdi. Bu
mecmua o feryatları birer manzume şeklinde cami'dir. Şu enin-i vicdaniyi
hürriyetin iltica etmiş olduğum bu mahşer-i rengininden, kabr-i muhteremine
ibda ediyordum. Hayatıyla beraber hissiyatının da evladına intikal etmiş
olduğunu gören bir peder kadar müteselli ol baba!"
1 3 1 2- 1 3 [ 1 895- 1 896] senelerinde Bursa'ya nev-umma ikamete memur
olarak Mektupçu sıfatıyla gönderilmişti. Nazif, Bursa'da on iki sene kadar
kalmıştır.
1 32 1 [1 903- 1 904] senesinde yazıp Gizli Figanlar'mda basılan "Tesavir-i
Beşer" unvanlı manzumesi de Namık Kemal'in "Vaveyla"sına bir nevi
naziredir:

Birinci Çehre
Nazarında lika-yı müstakbel
Bir zalam-ı kesif ile mestur
Ağlıyor karşısında vech-i emel
İnliyor sinesinde kalb-i huzur
[s. 1 000) Münkalib bir enin-i ye'se nefes
Dem-be-dem inlemektedir ruhu
Ten değil sanki bir şikeste kafes
Çırpınır anda rlıh-ı mecruhu
Üzerinde libas-ı sad-pare
Şerh eder kalb-i pare paresini
Aralıkta fakat o bi-çare
Gösterir kainata yaresini
Kimsesiz bir yetimdir, mazlum
Ağlamakta kemfil-i ye'sinden
Ey beşer! Ey esir-i ta.ti'-i şum
Ağlayan ol yetim sensin sen!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 821

İkinci Çehre
Bulamaz bir tarafta cay-ı karar
Mütebaid diyar u yarından
Nazarında deniz sema gülzar
Daha kuvvetlidir mezarından
Dokunur hatıratına kuşlar
Cay-ı şiven gelir ona gülşen
Yüzüne çehre-i hayat ağlar
Çünkü minnetle doğduğu yerden
Kahr ile dest-i infifil-i kader
Çekip atmış bu hak-i pestiye
Ona yalnız adem ümid-aver
Nefret eyler cihan-ı hestiye
[s. 1 00 1] Bi-emel bir gariptir mağmum
Düşünür . . . Gözlerinde eşk-i hazan
Ey beşer, ey misfil-i ye's ü gumum
Düşünen ol garib sensin sen!

Üçüncü Çehre
Reng-i matem mi çökmüş afaka
Oluyor ademe melfil-aver
Arada bin mehib-i tarraka
Sarsıyor kainatı ser-ta-ser
Kalmıyor bir kararda hay!a
Şekl-i alem bütün tahavvülde
Mütezelzil bütün zemin ü sema
Arş-ı a'la bile tezelzülde
Her ki mevcud ise bu alemde
Hepsi vakf-ı harab hep bi-ruh
Yıkılıp kainat bir demde
Düşmüş enkazı altına mecruh
Çırpınır bir vücud-ı ye's-efken
-Münkesirdir ümid, emel mevhum­
Ey beşer, ey tahammüle mahkum
Çırpınan ol vücud sensin sen!"
1 324 [ 1 908] İnkılabı başladığı sıralarda Naziri Konya'ya göndermek
istemişler. Kendisi İstanbul'a gelmeyi tercih etmiştir:
Ben Bursa'da on iki sene kalmıştım. Memuriyetim de mektupçuların
maaşını almaktı. İnkılab-ı mes'ud Resne dağlarından ru-nümud olunca beni
Konya'ya kaldırdılar. Allah selamet versin, o vakit Hakkı Bey olan Dahiliye
Nazın kağıdı mühürlerken gülerek:
Bir harab evdir kalır divaneden divaneye!
822 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1002] mısramı okumuş ve yerimi 'Leyfil-i Girizan' şairine vermişti.


diyor. Konya'ya gitmeyip, İstanbul'a döndüğü zaman Maarif Nezareti'nde
bulunan Recaizade Ekrem Bey Kabataş Sultanisi müdürü vasıtasıyla aynı
mektebin edebiyat muallimliğini Süleyman Nazife teklif etmiş, fakat o itiraz
ederek kabul etmemiştir. Aradan bir iki gün geçtikten sonra Ekrem Bey'e tesadüf
etmiş, kendisine muallimliği ne için kabul etmediğini sorunca: "Ben edebiyat
namında bir ilmin vücuduna kani değilim ki, bunu tedris namıyla para almaya
nefsimde bir hak göreyim!' demiş ve bu lüzumsuz tarizin tesirini azaltmak için
hemen: "Meğer ki; insan efendimiz gibi bir taraftan tedvin bir taraftan talim
edebilecek bir kudret-i harika sahibi ola! . . . " diye tadil ve tamire çalışmıştır.
Süleyman Nazif, hiçbir kayda girmek istemeyen zeka!ardandır. Şakirt
sıfatıyla girip devam edemediği mekteplere hoca sıfatıyla da girememiştir.
Süleyman Nazif idare işlerinde de bulunarak birkaç vilayette valiliklerde
bulunmuştur. Hatta bu vilayetlerden birinde vilayet gazetesine uzunca bir kaside
yazarak İstanbul'a gidebilmek için müsaade koparmak isteyen vilayet idadi
müdürü şair Tahir Nadi Efendi'ye iltifat etmek ve müsaade vermek gibi eski
vüzeraya mahsus maiyet-pcrvcrlikler göstermiştir.
İçtimai ve siyasi işler de kendisini edebi işler kadar alakadar eder. Bir
zamanlar İttihat ve Terakki Fırkası'nın programını ve hareketini şiddetle tenkit
ederek ateşler püskürdü:
Bir zamanlar Hak namında bir gazete çıkararak siyasi, içtimai ve edebi
sahada muhtelif mecmualara yazılar yazdı. Muhtelif yerlerde konferanslar verdi.
Birkaç ufak tefek risalelerinden maada esaslı bir eseri mevcut değildir. Mecmua
ve gazetelere yazdığı kıymetli ve kuwetli makaleleri vardır.
Hayatta perestiş ettiği birkaç şair vardır. Eskilerden Fuzuli ve Nedim,
yenilerden bilhassa Hamid'dir. Hamid'e karşı büyük bir zaafı vardır.
[s. 1003] 1 324 [1 908] İnkılabı ' ndan sonra meydan alan Türkçülük
inkılabı na karşı muarız bir vaziyet almış , Türk Yurdu muharrirleriyle münakaşaya
girişmişti. Ahmed Agayef, Yusuf Akçura ile bahislere girdi. Türkçülüğü yalnız
siyaset itibarıyla değil hatta lisan ve edebiyat itibarıyla da tecrim ediyordu.
Mesela Mehmed Emin Bey'den bahsederken :
"Mehmed E min Bey'le Ağaoğlu Ahmed Bey: İşte bu iki isimde ne kadar
tevakkuf edilse değer.
Mehmet Emin Bey beni şimdiler niçin sevmiyor bilmem? Otuz senelik
aşina-yı hürmetkarıyım hala unutmam. Kirkor Efendi'nin Babıali Caddesi'ndeki
Asır Kütüphanesi'nde Emin Beyefendi'ye Abdülhalim Memduh merhumu
tanıtmıştım. Mehmed Emin Bey o zaman İbn-i Haldun'un bir mutali'-i perestiş­
karı idi. Arap müverrihi hakkında o gün uzun ve müfıd bir konferans vererek
İbn-i Haldun'un isminden başka hiçbir şeyi bilmeyen Memduh merhumu
hayretlere düşürmüştü.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 823

Sonra işittik ki; Mehmed Emin Bey biraderimiz Diyar-ı Magrib'den


Altaylar'a sefer etmiş; orada şairlik ediyormuş. Etsin itiraz etmem. Hatta
elimden gelse takdir de ederim. Mister Gibb, Emin Bey'e 'Sizi altı asır
bekliyordu!' demiş ve Mister Gibb Şark'ın adet ve hissiyatına herhalde vakıf idi
ve bilirdi ki; buralardaki akvam-ı muztaribe bir değil, birçok sahib-i huruca
muntazırdır. Bir takımını ümit, bir takımını havf ile bekliyor: Mehdi, İsa, Deccal,
Ye' cık ve Me'cı1c, Dabbet-ül-arz . . . Daha var mı bilmem? . . . "
diyor.
Süleyman Nazif edebiyattaki yeni cereyana da muhalif bir zihniyettedir.
Onun selaset ve ahenk ile pek alakadar olan kulağına "hece vezninin" ahengi
pek topal, pek aksak geliyor. Onun nazariyesince terkipsiz hatta secisiz nesir,
aruzsuz şiir olamaz. Lisanının külfet ve haşmetinden en ufak fedakarlığa da razı
değildir.
Süleyman Nazif, Cenab Şahabeddin ile beraber harp esnasında Suriye'yi
dolaşarak Cemal Paşa'nın icraatı hakkında makaleler yazmışlar. Cemal Paşa
kendilerine balyalarla ipek vermişti. Her ikisi de bu münasebetle gençlerin tenkit
ve tarizlerine uğramışlardı.
[s. 1 004] Nihayet Mütareke esnasında irad ettiği şiddetli ve heyecanlı bir
nutuk üzerine İngilizler kendisini Malta'ya göndermişlerdi.
Süleyman Nazifin Malta'dan yazdığı manzum ve mensur bir hayli yazılan
Sabah gazetesinde intişar etmişti. Bunlar arasında acı bir lirizm, kuvvetli bir
heyecan ile yazılmış alanlan vardır. Bilahare bütün Malta mevkuflanyla beraber
İstanbul'a dönmüş, fakat Kuva-yı Milliye'ye aleyhtarlıkla kendilerini itham eden
Akşam gazetesi muharrirleri aleyhine Cenab Şahabeddin ile beraber dava
açmışlar, aleyhtarlan da kendilerini ihfuıet-i vataniye ile itham etmek
istemişlerdi.
Süleyman Nazif mücadele-i kalemiyeden bıkılmaz bir zevk alan
muharrirlerdendir. Hasmına karşı da bi-arnan bir lisan kullanır. Çok zaman iki
kardeşin Nazifle Faik Aıi'nin içtihatlannda derin bir uçurum aynlığı görülür.
Gizli Figanlar isminde bir eseri imzasız olarak Mısır'da basılmıştı.
el-Cedre Mektuplan, Batarya İ/,e Ateş, Firdk-ı Irak unvanlı eserleri matbudur. Eski
şuaradan olan büyük pederinin ismi olan İbrahim Cehdi narmnı şiirde nam-ı
müstear olarak kullanırdı.

[s. 1 005] Nesri, Nazmı ve Üslubu


Süleyman Nazifin nesri Kemal'in azametli, muhteşem, ahengdar nesrinin
müterakki, mütekamil ve canlı, heyecanlı bir şeklidir. Nazifin nesri başlı başına
bir şiirdir. Baştan aşağı coşkunlukla (!yrisme) doludur. Okuyanın asabına tesir
edecek bir kuvve-i inlaziyesi vardır.
824 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

l 3 l 3'te [ 1 895- 1 896] Bursa'dan yazdığı:


"Evet hizde edebiyat değişti. Pek çok değişti, daha değişecek, pek çok
değişecek. Mademki dünya dönüyor, mademki eyyam ve mevasim la-yenkatı'
değişiyor, mademki, bu kai nat-ı hayat içinde her şey 'tarik-i tekamül' denilen
bitmez tükenmez bir daire dahilinde, fakat her adımda yükselerek, büyüyerek,
tebdil-i şekl ve suret, tevsi'-i muhit eyleyerek bila-tevakkuf devrediyor, edebiyat
da her şey gibi ve her şeyle beraber değişecek.
Edebiyatın cedidi, atiki, Garbisi, Şarkisi hakikatte birdir. Bir asıldan, bir
menşeden bir müessirden geliyor. Tabiat-ı muhite yalnız eşkalini değiştirdi.
İhtiva ettikleri şerait-i hayatiye göre iklimler hayvanat ve nebatatı nasıl
değiştiriyorlarsa edebiyata da öyle bir inkılap veriyorlar . . .
Bizim bugünkü e debiya tı m ızda yalnız Arap'ın, Acem'in, Fransız'ın
tesiratını aramakla iktifa etmeyiniz. Bunlar yeni şeylerdir. Daha ileriye gidiniz
Latin, Yunan, Mısır, Bahit, Hint edebiyatının izlerini bulursunuz. Bunlarla da
tamam olmaz. Dünkü, bugünkü, yannki edebiyatımızda ezmine-i kable't­
tarihiyenin yadigarlan bile mevcu tt ur. "
Eserlerde müessirin şahsıyla beraber -tabir mazur görülsün- "zamanın
şahsiyeti mekanın şahsiyeti var" fikrası nda geniş, şamil bir zihniyet ve telakki ile
meseleyi kavrarken son zamanlarda inkılabı, tekamülü hiçbir vechile kabul (s.
1 006] etmez mutaassıp bir muhafazakar (conservateur) olmuştu. Hatta o
zamanlarki lisanı oldukça sade ve açık iken sonralan bütün bütün tekellüf:-perdaz
bir lisan olmuştu.
Mamafih fikirlerinin parlaklığı hislerinin ateşi, heyecanlannın taşkınlığı
,

Süleyman Nazirin lisanına ve üslubuna mümtaz bir hususiyet vermektedir.


Canlı yazılar yazmakta ve yazı lan yla karşısındakileri canlandırmakta bir
maharet-i hakikiyesi vardır.
Ahmed Hcişim "Süleyman Nazif, bir kubbe altında bakırdan bir alete
üfürüp, kelim eleri şişi rten ve anlan birer ihenk halinde uçurtan bir glıl-i
beyabandır" diyor .

Süleyman Nazif kendisi de:


"Ben eskilere hissen fazla merbutum. İlk zevk ve idrakimi onlar tenmiye
ettiler. Kırk sekiz yaşındayım. Artık zevk değiştirmek va-esela ki mümkün
değildir ve işte bunun içindir ki; mesela Mehmed Emin Beyefendi'nin o glına­
gün eserleri karşısında, yine mesela Vecdi'nin:
'Heva hoş her taraf gül-zar bülbül zar gül h andan
Bu esbab-ı cünunu seyreden divane olmaz mı?'
beytini okuyorum da berikini ötekine bila-ihtiyar tercih ediyorum. Bu bir zevk
meselesidir." fikrinde bulunuyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 825

Süleyman Nazif mensurelerinde çok taşkın (exalte") ve ifrat-kar bir ediptir.


Coşar, coşturur. Halbuki manzumelerinde öyle değildir. Çok ağır ve yüklüdür. .
Enfüsi (subject:if; şiirleri vardır. Romantikleri de . . . Herhalde manzumelerinde, 1
nesirde gösterdiği sanat ve mahareti gösterememiştir. Nesirde bir üstad olan
Süleyman Nazif, nazımda o dereceye yükselememiştir. Aruzunda bir keselan, bir
rehavet, bir sürükleniş vardır.
Bununla beraber dini ve vatani hislerle taştığı zamanlarda yazdığı
manzumelerinde de bir heyecan görülür. Türklüğü, milliyetçiliği anlamayan ve
bu cereyanı idare edenlere karşı taşıp köpüren Nazif İslamcılıkta en ateşin bir
hatip, [s. 1007] en cezbeli bir natık olur. Hatta bu yüzden Mehmed Akif'i de pek
sever. Onun şiirlerinde kudsi bir zevk duyar. Malta'da menfi bulunduğu
zamanlar bu iki his ile kuvvetli yazılar yazmıştır. Memleketin harabiye doğru
gidişine lakayt bir seyirci kalmaya razı olamayan ruhu bazen galeyana gelir,
tehdit ve tağribi hatırına getirmez:

"Kırılmış keşti-i ümmid-i devlet na-huda ağlar


Değil keşti-nişin ü na-huda belki Huda ağlar
Yine bilmem ne hal olmuş diyar-ı zar-ı İslam'a
Ser-a-ser sarsılır arş Hudadest-i dua ağlar
Bu şeb Ruhü'l-eminle gizli gizli hasb-i hal ettim
Dedi cennette gördüm ben cenab-ı Mustafa ağlar
Tarabgah-ı vatan bir mahşer-i hicrana dönmüştür
Bu gülşenden geçerken "ah!" der, bad-ı saba ağlar
Görünce taht-ı Osmaniyi matem-dar-ı izmihlal
Sitanbulun semasından geçen zıll-i hüma ağlar"
diye feryada başlar.
Abdullah Cevdet; "Manzumelerinin hemen hiçbiri yoktur ki; 'Şebab'
kelimesi bir kere olsun kullanılmış bulunmasın. Bundan istidlal ederim ki; ona
ilham-ı ilahi olan ancak şebabdır, ebedi gençliktir. Ebedinin saçları ağarsa yine
Süleyman Nazif'in aşk-ı şebabı berna ve tüvana kalacaktır" diyor. İşte Tevfik
Fikret'e ithaf ederek 1 3 15 'te [1897] yazdığı " İncimad-ı Şebab" unvanlı şiiri:

"Kanar ceriha-i şevkimde daima alam


Durur saadet-i ömrüm ümidsiz hasir
Bütün şebabımı sarsan bu infıal-i garam
Yetim-i firkat olan aşkının neticesidir
Gelir şemim-i tahassür bütün mahasinden
-Birer bedia-i rikkattir ağlıyor daim-
[s. 1 008] O gün ki gittin elimden benim, o günden ben
Bütün mehasine, Allah bilir ki münfailim
Kalan emelleri giryende münkesir, yorgun
Garamsız bu şebab-ı garib ü me'yilsun
826 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Olur bütün lemeam birer lebib-i melal


Pür-ihtizar-ı elem müncemid, memat-nümud
Verir hayatıma bir irtiıiş-ı havf-alud
Peyimde kahkaha-ferma-yı ye's olan amal!"
Hissiz, hayalsiz, heyecansız değil fakat yüklü, sıkıcı, biraz fazla cebr-i tabiat,
fazla tekellüf var.
Nazirin küçücük zarif manzumeleri de vardır, fakat onlar da dil itibarıyla
yüklü ve ağırdırlar:

"Ey bu hak-i fenanın en güzeli


Bir derin lem'a-zar-ı hülyadır
Düşünür gözlerinde ruh-ı garam
Her nazar bir ketibe-i ilham
Olarak sanihamda dalgalanır
Başka bir ömrü bilmesem de yine . . .
Ruha telkin-i şi'r eden nazarın
Benziyor bir hayıit-ı muntazarın
İltima'-ı şua'-ı eweline
Hüsnün enmuzec-i mahasindir
Seni sevmek şebab için dindir
Ruh-ı atinle rlıh-i çeşminle
Gösterirsin bu rlıh-i ma'lule
Mülhemiyet-i seray-i lem-yezeli
Ey bu hak-i fenanın en güzeli!"
manzumesi bile mana vadisindeki rikkate rağmen tekellüften kurtulamamıştır.
Nesriyle mukayese edebilmek için küçük bir parçasını okuyalım.

[s. 1 009] Esir Arslan


Paris'te, Kahire'de, Hindistan'da hayvanat bahçelerini gezmiş,
müteaddit arslan görmüştüm. Bombay'da gördüğüm hepsinden büyüktü ve
maddiyatı da, maneviyatı da bozulmamıştı. Arslanın bulunduğu kafes, her biri
laakal on santimetre kutrunda demir çubuklardan müteşekkildi. Uzun boylu
bir adamdan daha yüksek boyu ile gözlerinin kah dalan, kah şimşek gibi
parlayan azametiyle, yelesinin güzelliğiyle bu hayvan, beni adeta teshir etti.
Hele yelesi... Fakat kafes içinde de vakur ve ayakta duran bu arslan, bana
mehabet değil, yalnız rikkat hissi ilka etmişti. Bu hissi neden ilka etti? Sebebini
şimdi tahattur ve tahlil ederken bulabildim . O arslan esirdi. Bir esirin
karşısında en yüksek rütbe-i tahassüs mertebe-i rikkat, en aşağı da nefrettir.
Ben Bombay arslanının karşısında niçin nefret hissetmedim de rikkat
duydum? Bunun sebebini izah edeyim:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 827

Ben kafesin önüne yaklaşınca, arslan adeta esaretının bir kere daha
teşhir olduğunu sanki hissetmiş, evvela sağ böğrünü kafesin demirlerine dayadı
ve kaburga kemikleriyle orada demire istihale etmiş olan zeka-yı beşer arasında
müthiş bir mücadele başladı. Vüs'ün son derecesi ne demek olduğunu ben
ancak o gün orada görüp anladım. Bir türlü kırılmak istemeyen ve kırılmayan ze­
ka-yı beşerle didişen sağ kaburga kemiklerinin imdadına sol kaburga yetişti.
Zavallı hayvan tehevvürle dönüyor ve bu sefer de sol böğrü ile demir çubukları
zorluyor, zorluyordu. Birdenbire durdu.

Zannettim ki, bir kere daha ilan-ı mağlubiyet eden aczi önünde susacak,
hayır susmadı. O güzel yelesini silkerek, o güzel gözlerini yumarak, ağzını iki
parmaklığın arasından havaya dikti ve ufuklardan gelen gök gürlemelerine
müşabih bir sesle haykırdı, haykırdı, kükredi, kükredi . . .

Ben o arslanı orada böyle gördüğüm içindir ki esaret karşısında en yüksek


mertebe-i tahassüs olan rikkatle mütehassis olmuştum . Kafeste meftı'.'ır
[s. 1 O 1 O] ve mütevekkil uzanmış, bizi lakayt nazarlarla süzmüş olsaydı o arslanı
sokakta birçok emsalini görüp geçtiğimiz, uyuz köpeklerden ziyade hatırımda
tutmayacaktım."

Mütareke'den sonra İngilizlerin kasıt ve gayzıyla Malta'ya sürülen


Süleyman Nazif çektiği tahassür ve hicran elemlerinin bütün zehirlerini şerik
olan mensur ve manzum birçok parçalar yazmıştır. Acı ve ağlatıcı bir şiiriyeti
haiz olan o parçalardan biri de şu "Daüssıla"sıdır.

Bu şeb de cı'.'ışiş-i yadınla ağladım, durdum . . .


Gel e y kerime-i tarih olan güzel yurdum.

Ufukların nazarımdan nihan olup gideli,


Bu hak-dan-ı fenanın karardı her şekli

Gözümde kalmadı yer, gök; batar, çıkar, giderim . . .


Zemine münkesirim, asümana muğberim

Gelir bu cevv-i kebfıdun serairinde güler,


Çocukluğumdaki rü'yaya benzeyen gözler

Zevahirin beni ta'zib eden güzelliğine,


Taaccüb etme, melalim durursa bigane.

Dumanlı dağların ağlar, gözümde tüttükçe,


Olur mehasin-i gurbet de başka işkence.

Bizim diyar-ı tahassürden etmemiş mi güzer,


Aceb neden yine la-kayd eser nesim-i seher?
828 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Verirdi belki teselli bu ömr-i me'yCısa,


Çiçeklerinden uçan ıtra aşina olsa.

Demek bu mahbes-i amal içinde ben ebedi


Yabancıyım ... Bana her şey yabancıdır şimdi:

Ne rüzgarında şemim-i cibalimizdir esen,


Ne dalgalarda h ab e r var bizim sevahilden.

Garibiyi m bu yerin zevki yok, harareti yok;


Doğan, batan güneşin günlerimle nisbeti yok.

Olunca yadıma hasret-liken, feza-yı vatan,


Sema-yı Şarkı sufil eylerim b ulutlardan .
Süleyman Nazirin bu manzumesinde nazımlarında görülen yüklülük,
külfet,
gayr-i tabiiyet yoktur. Samimi bir teessürün ilhamıyla yazılmış tabii, sade
müessir bir ruhun feryadından başka bir şey hissolunmaz. 196

1 96 4 Orak 1 927 tarihinde vefat eden Süleyman Nazirin diğer eserleri şunlardır: Bahriyelilere
Mektup ( 1 897), Namık Kemal ( 1 897), Malumu f/,ô.m ( 1 3 1 4), Boş Herjf ( 1 9 1 0), Süleyman Paşa ( 1 328), iki
ittifakın Tarihçesi, ( 1 330), Asitan-ı Tarihte- Galifya (1 335), Hitdbe ( 1 338), Namık Kemal (1 340), Tarihin
Yılan HiMyesi ( 1 34 1), Lü!fi Bıy'e Cevap ( 1 34 1), Çal Çoban Çal (1 923), Ndsırüddin Şah ve Bdbfler (1 342),
lmdna Tasallul· Şapka Meselesi (1 342), Külliytit-ı ,Qya Paşa ( 1 342), Çalınmış Ülke ( 1 342), Ha;:,ret-i !saya
Açık Mektup ( 1 343), Mehmed Akif ( 1 343), Malta Geceleri ( 1 342), Abide-i Şühedd ( 1 343), iki Dost ( 1 343),
Fu;:,ı2lf ( 1 343), K4fir Hakilcat ( 1 344), Yıkılan Müessese ( 1 927).
Aynnolı bilgi için bkz.: Şuayb Karakaş, Süleyman Na;:,ij, Ankara 1 988. (Haz. notu)
Faik Atı (Ozansoy)
------
FA.İK ALI

Hayatı
Diyarbekirli şair-i meşhılr Said Paşa'nın küçük oğlu ve Süleyman Nazirin
küçük kardeşi olan Faik Aıi 1 292 [1876] tarih-i hicrisinde Diyarbekir'de
doğmuştur. Çocukluğu Diyarbekir'de geçmiştir. Tahsil-i ibtidaisi orada
geçmiştir. 1 302 [ 1 886] tarihinde Diyarbekir' de açılan askeri rüşdiyesine devam
etmiş, orada İshak Sükuti ile Ziya Gökalp'ın mektep arkadaşı olmuştur. Bilahare
babasıyla beraber İstanbul'a gelmişlerdir. Faik Aıi'nin asıl tahsili İstanbul'da
olmuştur. Evvela Mekteb-i Mülkiye'nin idadi kısmına devam ile ikinci dereceli
tahsilini ikmal etmiş, sonra Mülkiye-i Şahane'ye devam ile şahadetnamesini
almıştır.

Kardeşi Süleyman Nazif gibi irsi bir istidada malik olan Faik Ali de bu
istidadının izlerini daha mektep sıralarında iken göstermiş, pek erken şiire
başlamıştır. Muhlt-i ictimainin tesirini de zikretmek lazım gelirse diyebiliriz ki;
Faik'in, Nazirin Üzerlerinde yaşadıkları aile muhitinin de daha bir ssaz
genişleyerek doğdukları Diyarbekir muhitinin yakın ve uzak birçok tesirleri
olmuştur. Diyarbekir uzun yıllardan beri şair ve fazıl yatağı olmuştur. Fazıl-ı
muhterem Ali Emiri Efendi'nin Şuara-yı Amid unvanıyla vücuda getirdikleri eser
bu hususta kuvvetli bir fikir verir. Böyle şairleri, fazılları nihayetsiz olan bir
muhitte ta Nefi zamanından beri şiire intisap etmiş ve birçok kıymetdar
şahsiyetler yetiştirmiş bir ailenin te'sir-i terbiyet-karı altında yetişmiş olmak
elbette fıtri istidadın i nkişafına hizmet edecekti.

[s. 1 O 1 3] Faik Aıi de bu tesirler altında kendi kabiliyetini gösterdi. Mektepte


okuduğu sıralarda en çok intibalarını, en nafiz tesirlerini Hamid'in
manzumelerinden topluyordu.

Faik Aıi üzerinde Hamid'in tesiri kat'i olmuştur. Daha gençlik


zamanlarında ilk şiirlerini yazdığı sıralarda Faik nasıl mukavemet-suz bir incizap
ile Hamid'e doğru sürüklenip gittiyse kendi hüviyetine sahip olduğu çağlarda da
kendini o incizap kuvvetinden çekip alamadı. Adeta Şark zihniyeti hakim olduğu
zamanlar bir büyük üstadın etrafında dolaşan nazireci peykler gibi Faik Aıi de
Hamid'in manzume-i hayalinden kopmaz ve koparılmaz, ayrılmaz ve ayrılamaz
bir peyk-i müncezib olup kaldı.

On dokuzuncu asırda Nefi muakkibi bir İbrahim Hakkı yetiştiği gibi


yirminci asırda da bir Hamid muakkibi Faik Aıi yetişti. Tevfik Fikret'in
arkadaşlarıyla açtığı Servet-i Fünı1n edebiyatı Faik Aıi'yi kendine mal edemedi.
832 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Aylar hatta yıllarca bu genç, dinç ve faal arkadaşlarla çalışan Faik Ali kapıldığı
cereyandan kendini kurtaramıyordu.
Servet-i Fünı2n'da yazdığı şiirler hep Hamid'in ve Hamid'e de tesir etmiş olan
Hugo'nun nüfuzu alundadır. Fikret'in yazdığı o zarif, nazenin numunelere
mutabık yazılar da yazmıştır. Fakat bir tantana-i kelam ve bir hlçi-yi hayal içinde
sislenip kalmıştır.
Faik Ali Mekteb-i Mülkiye'yi bitirdikten sonra hazırlandığı Mülkiye
mesleğine intisap ederek vali muavinliklerinde gezmiş, bazı livalarda
kaymakamlıklarda bulunmuştu. Fakat Seroet-i Fünun'a yazmaktan hali
kalmamıştı.
Bir ara &rvet-i Fünı2n'da bulunduğu sıralarda hapsedilmiş, bir hayli müddet
de mahpus kalmıştı. Bazı iktidar sahibi zevatın delalet ve sahabetiyle
kurtulabilmişti.
1 324 [ 1 908] İnkılabı Faik Ali'ye çok faydalı olmuştu. O zaman tab'ettire­
mediği Fani Teselliln unvanlı eserini Bursa Vilayet Matbaası'nda [s. 1 O l 41 aynı
senede tab'ettirmiştir. Bu yazılan hemen umumiyetle Servet-i Fünı1n'da yaz­
dıklandır. Eseri Abdülhak Hamid'e ithaf etmiştir. Mukaddimesinde de
"Hamidane" bir "Hasbihal" yazmıştır. Nesrinde de Hamid'e yaklaşmaya çalışan
Faik Aıi "Ha.,bihal"inin bir yerinde:
"Fakat şiir bütün beşeriyete hitap etmeli. Halbuki bir mecmua-i eş'ar
sure tinde umuma takdim olunan bu eser bir gencin sa'at-i avaregisindeki perişan
terennüml e rinde n başka bir şey değil ve en çok duyulacak sadası elhan-ı
hodgamanedir.
Evet bu kitap da bütün beşeriyete hitap etmeliydi:
Mustarip olanlara ağlamaya, ağlanılmaya ihtiyacınız mı var? Öyle ise
beraber. . . Ben ıstıraplara ve ıstırapları ağlarım. Göz yaşlarımda kalbinizin
ateşlerini söndürecek katrele r meyus olmuş bir aşk-ı ulvi, münkesir olmuş bir
kalb-i ma'sum namına yapılan mezarların öksüzlüğünü izale edecek şebnemler
var . . .
Matemzedelere: Muhtac-ı teselli misiniz? Gelin, bir gehvare-i rü'ya içinde
faniliğin ıstırabatını tehziz ve tenvim eden elhan-ı tesliyet-kanm sizin içindir . . .
Geçen bir ömr-i bahtiyarinin hatırat-ı dura-duruyla meraret-çin-i hayat
olanlara: Her sürud-i füsun-sazım sükut u nisyan-ı maziye inkılap etmiş
saadetlerin nefehat-ı ihyasıyla titriyor.
Bir muhabbet-i mütekabilenin fecr-i bahar-ı telakisinde fevka'l-arz bir
rüyanın fevka'z-zaman bir hayat-ı müstesnasını yaşayan ruhlara: Gençlik vefasız,
kalb-i beşer bi-heves, sa'at-i muaşaka tiz-revdir. Gelin size bir an muanakanın
ebediyet-i ezvakını hicrana müntehi olmayan vuslatların neşaid-i semasını
terennüm edeyim . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 833

Nadimlere lücce-i rahmetin zevahirine benzeyen sema-yı mükevkebden bir


terane-i gufran, abidlere ma'bed, berin-i kainatın mihrab-ı kibriya-penahından
bir neşide-i iman okumalıydı. Çocuklara melekleri, gençlere vezaif-i insaniyeyi,
ihtiyarlara ebediyeti, insaniyete teavün ve uhuvveti, beşiğe kehkeşanı, hacleye
semayı, mezara cenneti, ruha bekayı terennüm etmeliydi.
Fakat tekrar edeyim, bu kitap hissiyat-ı bedbinane ve hôd-kimaneden
başka bir şey söylemiyor. Çocuklara mehfilik-i hayatı, gençlere zulemat-ı
mukadderatı, ihtiyarlara [s. 1 0 1 5] maziyi, insaniyete harbi, beşiğe mezarı,
hacleye Serendib'i, mezara ademi, ruha Nirvana'yı bile söyleyemiyor."
Fanı Teselliler'de terane-i şaik-aneye belki hiç tesadüf olunmaz. Müellifinin
hulasa-i ma'na-yı hayatı şu iki kelimeden ibarettir: Melal ve infifil.
Faik Aıi'yi nutka getiren zihniyet Hamid'in zihniyetidir. Burada biz bütün
ümitleri ve ümitsizlikleri, heyecanlan ve hicranları, isyanları ve tevekkülleri ve
teneffı.irleri, tezatları ve mübalağalanyla Hamidleşmeye uğraşan bir Faik Ali
görürüz. Nesrinde de, nazmında da Harnid'i tanzirden ayrılmayan Faik Ali
Meşrutiyet'ten sonra yazdığı yazılarında da o eseri takipten geri durmamıştır.
Mamafih Ekrem'den, Fikret'ten, Cenab'dan, diğer arkadaşlarından da tesir
almamış değildir. Mesela Fikret'in ardınca da gitmiş, eşkfil-i nazma da
numuneler vermiş, fakat yaradılışındaki hayalperestlik, iğraperverlik kendisi ile
Hamid arasında pek samimi bir fikir münasebeti yaratmıştır.
Faik Ali, Meşrutiyet'i müteakip İttihat ve Terakki Fırkası'na intisap etmişti.
Bir zaman mutasarnflıklarda bulundu. Bilahare Mütareke esnalarında Dahiliye
müsteşarı idi.
Fikret'in yazdığı "Doksan Beşe Doğru" manzumesine mukabil "Tevfik
Fikret Bey ile Bir Hasbihfil" unvanlı bir manzume yazmış, Fikret'i tariz-kir bir
lisan kullanmıştı. O zamanlar kendisi Üsküdar livası mutasarrıfı bulunuyordu.
Faik Ali edebiyat vadisinde Fikret'in teceddüdatını nasıl kavrayamamış, fikren
dar bir sahadan harice çıkamamış ise içtimaiyat ve siyasiyat vadisinde de Fikret'e
yetişememişti. Fikret'in mümtaz ve müstesna görüşleri onu düşündürüyor, ümit
ve hayale fazla kapılmış, sermest olmuş dimağım sislettiriyordu. Meşrutiyet'ten
sonra yazdığı eserlerin birçoğunda siyaset ve propaganda (propogande) şemmesi
duyulur. Bu noktada kardeşi Süleyman Nazif ile de fikren ayrılmışlardır. Faik
Aıi'nin Midhat Paşa ve Elhdn-ı Vatan unvanlı eserleri de vardır. Elhdn-ı Vatan harp
esnasında intişar etmiştir. Faik Ali birçok mecmualara da şiirler yazmıştır.

[s. 1 O 1 6] Lisanı, İlham. ve Sanatı


Faik Ali tanzir ettiği Hamid'in lisanını da benimsemek istemiştir. Filhakika
lisanı çok tumturaklı, çok ağır ve mahmfildür (emphatique), ifrat-kardır. İlhamını
fikir ve hayalinden alan Faik, romantique bir şairdir. Çok zaman yazdığı eserler
kalbi olmaktan ziyade lisanidir.
834 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Şiirlerinde hassasiyetten (sentimentalisme) ziyade fikrilik (intellectualisme),


hayalilik (idealisme) vardır. Bazı yerlerde tabiata yaklaşmak, tabiileşmek istemiştir.
Fakat fıtratında o kabiliyet yoktur. Hayalde fevkalade ifrat-kar olması bu hususta
bazı güzel numuneler ibdfuna da fırsat vermiştir . .Fakat eserleri kari'lerinin ne
ruhunda ne de dimağında bir eser bırakır. Biraz cebr-i nefs, biraz sun'ilik
görülür. Tekellüften azade değildir. Yazılarında mevzu (sujet) itibarıyla da,
heyecan (emotion) itibarıyla da bir zulematilik, bir müphemlik vardır.
Bulutlu bir ifade ile yazar. "Gözlerinden Bir Gölge" adlı:

"Titrer esrar-ı ruha kalb olarak


Gölge halinde semt-i re's-i sema

Sanki bidar iken de dinler uzak


Bir seherden neşide-i rü'ya

Onda şevk-aferin iken sakin


Ezeli bir tefekkürün hüsnü

Görürüm gizli bir tebakinin


Reng i sevda saçan temewücünü
-

Taab-ı ruhum onda dinlense!


Hep onun nazra-i serciiridir

[s. 1 0 1 7] Ki benim bi- me'fil ü zulmani


Her sürudumda eyliyor zahir:

Fikre bi-ganelik, fakat hisse


Nağmeler söylemek garaibini"
Şiirinde hakim olan noktanın fikirden ziyade his olduğunu ihsasa çalışnğı
halde hakim cihetin fikir olduğunu açıkça görmekte gecikmeyiz. Teşbihlerine
varıncaya kadar fikridir. Düşünülmüş, aranılmış, bulunmuştur. Fakat duyulmuş,
yaşanmış değildir.
Gözlere çok meftun olan Faik Ali birçok soneler ve küçücük manzumeler
yazmıştır. Fakat o mevzuun inceliği, esirliğiyle mütenasip olmayan tumturaklı
dil, zevki de, hazzı da incitiyor, insan Sully Prudhome'un Göz:,ler i gibi nazan ve
nazenin, sıcak ve derin bir şiir havasıyla ihata olunduğunu hissetmek istiyor. O
nüfuzu, o sirayeti, o cazibeyi yaşamak, kısaca şiir ve hülya ile dolu yakıcı gözler
arıyor.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 835

Ela Gözler
Pek derin bir sema-yi muzlimdi
Şimdi na-gah ela olan gözler

Bir şeb-i raz iken demin, şimdi


Seher-i İncila olan gözler . . .

Melekü'r-rılh-ı aşk için ebedi


Şeh-per-i i'tila olan gözler

Nur-ı vicdan muhit-i cavidi


Ma'bed-i ibtila olan gözler

Sermediyette bir cihan-ı zalam


Hep o çeşman-ı tesliyet-kann

Reng-i razıyla titredikçe yarin


[s. 1 0 1 8] Ben mezarımda kimsesiz kalmam

Gece her bir sitare parlayarak


Onların reng-i incilasıyla

Re's-i kabrimde her zaman böyle


Şebnem-i rahmet-i adem yağacak"
Bunda Sully Prudhome'dan alınmış bir ilham, bir his yok değildir. Fakat
ifade o his ile uygun değil. Ulviyet-i daiyesi, dili fazla ağır, fakat fazla ateşsiz bir
hale getirmiş. Şiirde muvaffakıyetin bir sırrı da eda ile müeddanın muvafakatı
değil midir?
Faik Aıi vezin ve kafıyelerinin tatbikinde de Fikret ve Cenab gibi kudretli
bir üstad olamamıştır. Kelimelerini intihap, terkip ve cümlelerini tertipte de
selaset ve ahenk itibarıyla hakiki bir sanat, salim bir zevk ve maharet
gösterememiştir. Çok zaman kelimeleri fikri yoracak, zevki incitecek, ahengi
kıracak bir huşunetle çarpışır. "Semt-i re's-i sema' " gibi mütenafır (cacophonique)
terkiplerle doludur. Mısralarının aheng-i musikisini, aheng-i elvanını kavrayacak
kadar hüner-ver (artiste) bir samia ve bir basıraya malik değildir.

"Artık onlar bütün karanlık, uzak"


mısraında birbirini takip eden "kaf'ların kulakları yırtan velvelesi, ona hazin bir
zemzeme kadar şirin geliyor.
Faik Aıi tabii manzaralar karşısında da mülhem (inspire) olarak enfüsi
(subjectijj manzumeler yazmıştır. Hatta bazen tabiiyylın mesleğine (naturalisme)
bile yaklaşmak istemiştir. Tasviri (descriptijj yazılar yazmıştır. Lamartine'i
836 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

okumuş, sevmiş; hatta onun hayatını yaşamak istemiştir. Çocukluğunu geçirdiği


Dicle sahillerini daimi surette hayalinde tutarak onun nazlı hatıralarıyla yaşamış,
o hatıraları şiirleriyle yaşatmak istemiştir:
İşte "Dicle Hatıralarından" :

[s. 1 O 1 9] Seni görmek hayat-ı amale


Nefh-i ruh eyleyen bu fıkr ile ben

Atladım mahşer-i mehfilikden


Re hber-i hayal-i hüsnünle

Beni kaç kerre, bindiğim kısrak


Yıkacakken yolumda ben koştum

Yine taşlık, çukur, kaya, uçurum


Azm-i sevdama hail olmayarak

Ben o gün böyle her muhataraya


Kahramanlar kadar göğüs gererek

Seni bir kere istedim görmek


Aradan geçti hayli müstehzi

Yılların tayf-ı zulmet-amizi


Hiç dokunmaksızın bu hatıraya

Dicle sahillerinde yapyalnız


Düşünüp bekledim guruba kadar

Bi-tenah idi siha-i manzar


Şems-i garible karlı dağlarımız

Yadigar-ı bahar zail olan


Gonce-zar-ı hazana benzerdi

Sanki kuşlar değil de ormandan


Uçuşan ruhlar, gönüllerdi.

Şimdi a'mak-ı tar-ı fikrimde


Yadının bir ziya-yı ikazı

Bazı canlandırıp bu enkazı


Ruhum oldukça mail-i tayaran
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 837

Beni tehdid eder mesafe, zaman


Kırılır şeh-per-i hayalimde

[s. 1 020] Hiç duyulmazdı, gark-ı reng ü ziya


Ovanın haşmet-i menazırına

Bir duman çöktü dağların sonra


Zirve-i kainat-nazırına

O derin kubbe-i mükevkebede


Muhteriz bir nigah-ı aşk-asa

Mütefekkir bakardı necm-i mesa


Ezeliyetten alem-i ebede

Fakat ey necm-i kainat-ı beka


Sen dururdun henüz nühüfte-lika

Söndü bir an için keblıd u beyaz


Ahteranın ziya-yı bi-tabı

Doğdu iklim-i şarkın en feyyaz


Bir şeb-i nilglın-ı mehtabı

Peyk-i arzın leb-i habirinde


Bir semavi peyam arar gibi sen

Hep gezindin melfil u beste-dehen


Kumluğun rize-i safırinde

Ey hayfil-i muhal olan meleğim


Pay-i nazınla açtığın izler

Şimdi gözyaşlarımla beslediğim


Ne kadar yad-ı dil-nişin gizler!

Korkarak sonra samt-ı mevkiden


Şu'le-i mahı sen bir avare

Gölge halinde hep sürüklerken


Görüyordum ben bu zulematı

Fikrimin devre-i esatire


Her hıramınla ric'at ettiğini
838 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. l 02 1] y<ejadım böyle ah kaç kerre


Bir Lamartine hayat-ı ma'sumu
O hayabn hayal-i mevhumu
Şimdi medfıin leyal-i bi-sihre

Arbk onlar bütün karanlık, uzak


Sen de bir mazi-i hayal ü muhal

Değilim ben seza-yı istikbal


Hep o maziyle isterim yaşamak

Mütehassir, lika-yı cavide


Gideriz yoktur ihtimfil-i rücu'

Git o ati-i bi-nihayette


Ruhun olsun beka-güzin-i tulu'

Duruyor çünkü bir sehab-ı muzi


Reng ü bu'duyla çehrc-i mazi."
Faik Aıi, üslup ve eda (expression) itibarıyla gittikçe yavanlaşmıştır ifade).
Hayalleri sun'i olmuştur:

"Hülya ile perverde vü meyyal-i muhfilim


İmkan u hakikat bana bir nakş-ı sitemdir.

Mazi-i avfilim gibi ruhum ve hayalim


Her şeyle ser-a-ser dolu bir arş-ı ademdir"
diyen Faik Aıi kendini, vaziyetini pek güzel tasvir ediyor. Muhali elde etmek
hülyası ile çırpınan şairin yazdığı şiirlerin en yükseği de bir "arş-ı adem" olup
kalmıştır. Biraz hakikate iftikar ettiği zamanlar, biraz samimileştiği zamanlar
yazılan biraz daha müessir ve kalbe yakın oluyor. 197

1 97 1 Ekim 1950 tarihinde vefat eden Faik Ali Ozansoy'un, Temdsil ( 1 329/ 1 9 1 3); Şair-i Azam'a
Mektup ( 1 339/ 1923) isimli eserlerinin yaıunda Payitahtın Kapısında ( 1 336/ 1 9 1 8) ve Nedim ve Lô.le Devri
( 1 950) adlı oyunlan da vardır. (Haz. notu)
Kemalz_dde Ali Ekrem (Bolayır)
KEMALzADE ALİ EKREM

Hayatı
Ali Ekrem, Osmanlı tfuih-i edebiyatında şahsiyet ve hususiyetiyle bir yenilik
açmış ve "Eclib-i A'zam" namını almış olan meşhur Namık Kemal merhumun
oğludur. 1 284 [1 867] tarih-i hicrisinde İstanbul'da doğmuştur. O zaman Namık
Kemal, Avrupa'ya firar etmişti. Oğlunun doğumunu da görememişti.
Baba ve atalarından aldığı irs kuvvetine inzimam eden tahsil kuvveti
sayesinde istidadı inkişafa başlayan Ekrem ilk tahsilini iptidai mekteplerde ifadan
sonra Fatih Askeri Rüşdiyesi'ne girmişti.
O zaman 1 293 [1876] yılıydı. Babası Midilli'ye 'İkamete memur' kaydıyla
mutasarnflıkla gönderilmişti. Ali Ekrem ailece oraya babasının yanına gitmişti.
Namık Kemal öldükten üç gün sonra Sakız'a giden Ekrem'in etrafını alan
Sakızlılar onunla beraber Kemal'e ağlamışlardır. Babasını tedavi eden Doktor
Ornştayn "Babanın göğsünü yarmak, ciğerlerini dağlamak mümkün olsaydı
belki hayatı kurtulurdu. Böyle bir ameliyat yapmaya kalkışacak kadar babanı
kurtarmayı düşündüm. Hayfa ki; fenn-i tıb daha o dereceye varmamış" demiştir.
Meşrutiyet'ten sonra Ceziir-i Bahr-i Sefid valisi olarak gittiği zaman
Sakız' da verdiği bir nutukta:
"Ben Sakızlılara kalben medyıln-i şükranım. Yaşasın Sakızlılar. Ben
Sakız'ın topraklarına yüzümü, gözümü sürecek kadar bu cezireye müncezibim.
Babam bir sene burada yaşadı. Na'ş-ı mübareği de üç gün üç gece Sakız'ın
toprağında misafir kaldı. Sakız toprağı bence haiz-i kudsiyettir.
[s. 1 023] Ey ahali! Bugün size böyle hazin sözler söylediğim için affınızı
temenni ederim. Vaka hüzn-engizdir. Şurada muhitin te'sirat-ı külliyesinden
harice çıkmak bu hatıratı irad etmemek de vicdanım için mümkün olamazdı.
Halbuki ben bugün dünyanın en bahtiyar insanlarından biriyim. Çünkü devr-i
istibdadın zulmüyle, zulm-i bi-mefil ve vehm- fillıduyla babam için mezara
döndürdüğü bir yere, Sakız'a ben bugün vali olarak geliyorum.
Mükifat-ı ilahiyeye bundan büyük bürhan-ı celi olamaz . . . "
diyor.
Arapça, Farsça ve Fransızca gibi lisanlar da öğrenerek malumatını
artırmıştır. Abdülhamid'in istibdadına kurban olarak ölüp giden babasının
uğradığı felaketler, tahsiline bir mani teşkil etmemiştir.
842 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Genç iken şiire başlamış ve bilhassa zamanında şöhret bulan genç şairlerle
münasebet peyda ederek çalışmaya başlamış, o suretle de istidadını terbiye ve
tenmiye etmiştir.

1 306 [ I 888] senesinde babası vefat ettiği sırada Sultan Abdülhamid,


Kemal'in babası Asım Bey'e taziyet makamında haber göndererek "Bir oğlu
öldüyse ben de bir oğluyum, müteessir olmasın!" demiş ve Kemal'in oğlu Ali
Ekrem'i de Mabeyne katip olarak almıştır.

Sultanların ihtiraslarına, iftiraslarına tahammül edemeyerek feryat eden,


"Vaveyla"lar koparan ve nihayet menla hayatında bir daha açmamak üzere göz
yuman o koca ihtilalci Kemal'in oğlu Mabeyne katip olmuş, babasının nefret
ettiği saraya intisap etmişti. Bu da talihin garip ve istihza-kar bir cilvesi idi.

Bir zaman sonra Ali Ekrem matbuata da yazılar vermeye başlamıştı. Gerek
Recaizade Ekrem, gerek Abdülhak Hamid, Kemal'in oğlunu hem himayet hem
teşvik ediyorlardı.

Ali Ekrem yazılarını "Ayın Nadir" nam-ı müstearıyla yazıyordu. Bir


zamanlar o da, Tevfik Fikret gibi, İsmail Sala'nın Mirsad ismindeki risalesine yazı
yazmıştı. Oraya yazdığı parlak ve kuwetli yazılarla şöhret bulan Tevfik [s. 1 024]
Fikrct'i görmek ve 1 309 [ 1 8 1 9 1 - 1 892] tarihlerinde sarayın tazyikiyle kapatılan
Mirsatf'ın yerine yeni bir risale çıkarabilmek için Fikret'i teşvik etmek emeline
düşmüş olan gençlerden biri de Ali Ekrem'di. Filhakika babası Namık Kemal
merhumun o zamana kadar tab'edilememiş olan manzumeleriyle Celdl unvanlı
tarihi eserini okumak vaadiyle Tevfik Fikret'i getirmeye muvaffak olmuşlardı.

Bir gece arkadaşlarından Kadri Beyzade Hüseyin Kazım'ın evinde


toplanmışlar, okumuşlar, konuşmuşlar, nihayet Fikret'i de ikna ile Malumat
isminde bir risale çıkarmaya muvaffak olmuşlardı.

Malılmat'ın ilk nüshası 10 Şubat 1 309 [22 Şubat 1 894] tarihinde çıkmıştı.
Risalenin sermuharriri Fikret'ti. Ayın Nadir, Hüseyin Kazım, sahib-i imtiyaz;
Fuad Bey de yazılarıyla muavenet etmekte idiler. Bu risalenin ömrü uzun
sürmemişti. Yirmi dört nüsha ancak çıkarabilmişlerdi. Saray tarafından
kapatılmıştı. Bundan sonra Recfüzade Ekrem, Tevfik Fikret'i Servet-i Fünıln'un
başına getirdiği zaman kendisine muavenet için verdiği bir iki genç arasında
Ayın Nadir'i vermişti.

Ayın Nadir, bu hususta:

"Tarih-i edebiyatımızda cidden haiz-i kıymet-i ebediye bir mevki ihraz


eden Servet-i Fünıln mektebi teessüs ve takarrür etti. Şu halde Servet-i Fünun'un
mebde-i zuhuru Kazım Bey'in hanesindeki küçük içtimadır ve o içtimada
Kemal'in ruhu riyaset etmiştir."

diyor.

Ali Ekrem bir müddet Servet-i Fünıln'da çalıştıktan sonra arkadaşları


arasında çıkan bir ihtilaf üzerine H. Nazım ile yani Ahmed Reşid Bey ile
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 843

Menemenlizade Tahir Bey ile Servet-i Fünı1n 'dan ayrılıp Malumat risalesinde yazı
yazmaya hatta Servet-i Fünı1n'a muarız bir vaziyet takınmaya başlamışlardı. İki
taraf arasında şiddetli münakaşalar geçiyordu.
Tenkit hakkında açılan bir münakaşa epeyce uzun sürmüş, Ali Ekrem bu
vesileyle Servet-i Fünı1n'da yazı yazanları biraz da çirkin bir lisan [s. 1 025] ile
tezyif yollu muahezeye başlamıştı. Fakat neticede yine kendisi mağlup olmuştu.
Yukarıda Servet-i Fünı1n hakkında zikrettiğimiz kendi sözleri de zımnen bunu teyit
etmektedir. Kendisine cevap veren Hüseyin Cahid galebeyi ihraz etmişti.
Bu arkadaşlar Servet-i Fünı1n'dan ayrıldıkları zaman Tevfik Fikret:

"Ayın Nadir hakaret gördü gitti


H. Nazım başka hikmet gördü gitti
Sezai fazla hürmet gördü gitti
Hele Tahir Bey'in esbabı malUm
O Tahir'le karabet gördü gitti"
demişti.
Ali Ekrem birçok Mülkiye memuriyetlerinde bulunmuştu. Kudüs
mutasarrıflığı, Beyrut valiliği, Cezair-i Bahr-i Sefid valiliği gibi memuriyetler ifa
etmişti.
Nihayet Darülfünun Osmanlı Edebiyatı Müderrisliğine tayin edilmiş, bir
müddet uğradığı asabi rahatsızlık üzerine vazifesine devam edememiş idi.
Bilahare yine devama başlamış, Ali Kemal'in Mütareke esnasındaki Maarif
Nazırlığı zamanında vazifesi Galatasaray Sultanisi edebiyat muallimliğine tahvil
edilmişti.
Bir zamanlar Küllryat-ı Kemal unvanıyla kısım kısım babasının eserlerini
tab'ettirmeğe başladığı halde hepsini tab'ettirememiştir.
Ahalide beklediği rağbeti, ümit ettiği menfaati göremeyince teşebbüsünden
vazgeçmeye mecbur olmuştur.
Ali Ekrem güzel de flavta çalar. Bazen oğlu Cezmi ile beraber Robert
Kolej'de ve bazen de hususi evlerinde çalarlardı. Oğlu da çok iyi keman çalardı.
Oğlunun neticesiz bir aşk yüzünden intihar ederek ölüşü Ali Ekrem'e çok
tesir etmişti. Dimağen mustarip olduğundan birkaç kere Beyoğlu Fransız
Hastahanesi'nde taht-ı tedaviye alınmıştı.
[s. 1 026] Ali Ekrem'in :(,ılôl-i İlltô:m, Ordunun Defleri, Osmanlı lisanı gibi
muhtelif matbu ve müteferrik eserleri vardır. Ordunun Defleri namıyla topladığı
manzumeleri harp esnasında çıkarmıştır. Bunlardan başka Rı1h-i Kemal unvanlı
mensur bir eseriyle Baria unvanlı mensur bir tiyatrosu vardır.
Lisdn-ı Osmant unvanlı küçük manzum eserini 1 9 1 4 senesinde bastırmış ve
Türkçülük cereyanlarının kuvvet bulmaya başlayarak bir taraftan Mehıned
844 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Emin diğer taraftan Ziya Gökalp'lann tesiriyle o zamana kadar kullanılmayan


mehcur Türk kelimelerinin istimfil edilmeye b�lanması, aruzun kullanılmaması
gibi teşebbüslerin canlandığı zamanda yazmış ve "Yegane Amcam Abdülhak
Hamid Beyefendi'ye" diye Abdülhak Hamid'e ithaf etmişti. Hamid'in yazdığı
atideki mektubu da eserin başına bastırmıştır:
"Nur-ı Aynım Ekrem'im,
Lisan-ı Osmani hakkındaki eş'ar-ı pür-vakarını okudum. Ewel-emirde
huld-aşiyan pederinden mevrlıs olan ve bana ait bulunan teveccüh-i
mahsusunun bu münasebetle dahi tezahür eden asar-ı necabet-nisanndan
cidden mütehassis ve müteessir ve sonra lisanımızın müdafaa-i hukuku
hususunda tenvir-i hakikat için zalam-ı şükuka isabet eden sfüka-glına
temhidaunla muhibb-i edebiyat olan merhumun ruhıiniyet-i mütekellimesi
huzurunda gibi kalarak meshıir ve mütehayyir olduğumu beyan etmek isterim.
Sen bu manzume-i bedayi'inde her ne demek lazımsa demiş ve mesrudatının
musib olduğunu ise dclıiiliyle ispat etmişsin. Binaenaleyh bu meselede
aleyhtaranın ne diyeceklerini bilmez isem de lehinde bulunanların ilave edilecek
bir söz bulamayacaklarından eminim. Şüphe yok ki; herkes istediği yolda
yazmaya mezundur. Fakat bir tarafın diğer tarafa tahakkümle mesleğini tahmil
veyahut nazariyesini cerh etmesi tebaaya vergi tarh eylemesi kabilinden olur. Bir
de malumdur ki; güzel, her ne yolda yazılsa güzelliğini muhafaza eder. O
güzelliği ise elbette havas avamdan daha iyi görür.
[s. 1 027] Her iki sınıf nası için de eserler neşrolunmalıdır. Hususiyle
gazeteler avamın dahi anlayabileceği bir tarz-ı lisanda yazılmalıdır. Eş'ara
gelince ben senin pederin gibi yazmak taraftarıyım. Ancak başka türlü
yazanların aleyhtarı değilim. Güzel bir şey yazarsa onu da beğeniriz vesselam . . ."

Ali Ekrem'in Darülfünlın'da verdiği dersler, Darülfünun tarafından


Nazariydt-ı Edebfye unvanıyla Darülfünun Matbaasında taş basması olarak
tab'cdilmiştir.

[s. 1 028] Lisanı ve N aznıı


Ali Ekrem 'in lisanı kendini samimiyetten (sinemle') ayırmadığı, tabii (nature�
olduğu zamanlarda sade (simple) ve güzeldir. Fakat yükselmek, alileşmek (sublime)
istediği zamanlarda fazla tumturaklı ffactice) ve tekellüflü ve soğuktur. Bazen
babası Namık Kemal gibi ateşli yazmak hevesine düşer. Vatani !patriotique) eserler
yazar. Fakat ilhamı (soıiffle) çok zaman mefkuresinden aldığı intellectualisme'den
ayrılamadığı için yazılan ruhu sarsacak ne bir tesir ne de bir sihir gösterebilir.
Çok zaman yazdığı tantanalı sözler bir boş kelime yığıntısından ibaret kalır.
Lisanın ihtişam ve azametine ne kadar meftun olduğunu anlamak için
"Lisan-ı Osmani" unvanlı eserinden birkaç beyit almak kafi:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 845

"Biraz hasisa-i irtan ile olan mecbul


Nasıl eda-yı terilibi görmesin makbıll
O incelik o letafet o revnak-ı tasvir
O insicam u talakat o şiddet-i te'sir
Lisana bahşediyor sanki netha-yi i'caz
Birer misfil alalım söyleyin şu "arz-ı niyaz"
"Hayfil-i yar'', "Nesim-i seher", "Likii-yı hazan"
"Büka-yi ruh'', "Nikiib-ı haya', "Enin-i cenan"
"Garik-i lücce-i zulmet", "Sada-yi dura-dur"
"Ezel-nüma'', " Ebediyet karin'', "Bülend-zuhur"
"Harim-i dil" gibi eşkal-i fikri hep tarasak
. . .

Bütün bu sözler için sade bir beyan arasak


[s. 1029] Aceb bulur muyuz? İnsan bu fikre hayret eder:
Nasıl zaman-ı terakki rücu'a gayret eder
Nasıl denir mesela Türkçe "İnkisar-ı hayal"
"Gulüvv-i hiss", "Feyezan-ı ezel" "Hayfil-i muhfil"
Tezeyyünat-ı lisandan değil bu terkibler
Birer mefil-i nevindir bütün yazar söyler
Bu ince sözleri erbab-ı fenn fuhul-i zaman
Bu canlı sözler olur tercüman-ı akl ü cenan"
Ali Ekrem şu manzumesiyle terkiplere lüzumundan pek fazla bir
ehemmiyet veriyor ve eski zihniyete fazlaca merbutiyet gösteriyor. Fikirleri
terkipsiz de ifade etme, sadece zaruri olan kelimeleri kullanmak pek mümkün
olduğunu anlamak istemiyormuş gibi görünüyor. Terkiplerin başlıca faydası
ahengdar olması, ziyade bir musiki edası vermesinden ibarettir.
Fikri ve hissi, heyecanı (emotion) hakkıyla tercümeye kudretli kelimeler
terkipsiz de vazifelerini görebilirler. Bu iddia ve ısrar tabii yıllardan beri devam
eden bir itiyadın (routine), bir an'anenin (tradition) verdiği muhafazakarlıktan
(conseroateur) başka bir şey değildir.
Ali Ekrem ilk zamanlarından beri nazımda Fikret vadisinde gitmek
istemiştir. Bu lisan-ı Osmanisindeki vezin, aheng, beyan ve üslılp, tamamıyla
Fikret'in Seroet-i Fünı1n da yazdığı musahabelerin çeşnisini vermektedir. Bazı
'

yerlerinde Hamidane bir yükseliş de göstermek istemiştir.


Ali Ekrem'in tasvir-i tabiat sahasında yazılmış kuvvetli ve güzel şiirleri de
vardır: Şu "Elvah-ı Tabiattan" unvanıyla yazdığı silsileden biri olan aşağıdaki:

Elvah-ı Tabiattan
Yağmur yağacak gök yine müstağrak-ı zulmet
yok bir tepecikten görünür çehre-i mai
Yok bir bulut altından uçar nı'.lr-ı semai
Afaka nüzıll eyliyor eşbah-ı küdı'.lret
846 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1 030] Atmış gibi dünyaya sema pençe-i sıklet


Saçmış gibi duzah yere bir seyl-i hararet
Yağmur yağıyor, titreyerek haifü nazan
Düşmekte teravide kateyratı zemine
Bir şi'r-i dem-a-dem getiri r sem'-i hazine
Aheste usulüyle kesik şive-i elhan
Başlar seni taklid ile bir gamlı enine
Anlar gibidir hissini ey nağrne-i baran
Kalbimde gömülmüş kalan avaze-i hicran

Yağmu r yağıyor şimdi bir aheng-i tarab-za


Sevdalı hayalatımı olmakta müheyyic
Guya ki olur zülf-i ser ü şan mütemevvic
Her tar-ı latifi o kadar haiz-i ma'na
Rüklümlerine toplanıyor nur ile guya
İsmet kucağından uçuşan şemme-i sevda

Yağmur yağıyor: Şimdi bevarik, mütevali


Tarraka-i sad-çak ile pür-zur-ı savaik
İnler gibidir hışm ile mağrur-ı şevahik
Titretmededir zann olunur bad-ı cibali
Tekbir alır eşcar olarak sacid-i Hfilık
Bin füsha-i hamra-ı pü r-avaz ile mali
Mahşcrl er açar göklere ruak-ı havfili

Yağmur yağıyor: Sath-ı seher çehre-i derya


Encüm gibi bin katre-i pür-nur ile menkuş
Bir mevceciği etmede bir hüzn der-agfış
Bir nüd'et alır koynuna bir ravzayı gfıya
Bir kuha konar kuş gibi bir nur-ı dürer-puş
Handan-ı taabdür nigeh-i taze-i eşya
Giryan-ı sata çehre i pür-şebnem-i dünya
-

ls. 1 03 1] Evet latif idi alem latif ü rfıh-nüvaz


Fakat mehasin-i dünya içinde ömrü sönen
Bir ihtiyar kadın eyvah mariz Ü avare
Ki bir fakire düşen külbecikte bi-çare
Garib tek başına Hakk'a nhlet eyler iken
Ederdi zikr-i nigahıyla bi- mecfil ebkem
Ederdi rahmet-i Hakk'dan lisan-ı canla niyaz
Sada-yı kudsi-yi Kur'an'la katre-i zemzem
Yağmur yağıyor: Şiddet-i te'sir-i hevadan
Seylabe ile parçalanan penceresinden
Nuş etti o bi-çare kadın nhlet ederken
Zemzem yerine rahmet-i cuşan Huda'dan"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 847

manzumesi bir tasvir-i tabiattır. Ahenk ve lisan itibarıyla muvaffakiyetli bir


manzumedir. Fakat tabiilik ve samimilik itibarıyla muvafakatli değildir. HakI­
katte ne natüralizme (naturalisme) ne de realizme (realisme) bir enmlızec teşkil
edebilir. Hakikiyylından olan bir şaire yakışmayacak derecede tumturaklı ve
gulguleli bir lisan nihayetinde de sırf muhayyileden doğmuş (imagi,no:ire) bir netice.
Tabiatta belki böyle binlerce levha vardır. Fakat onun tabiiliğini canlı bir surette
yaşatacak samimi bir beyan (sryl.e), tabii bir tasvir (description) lazımdı.
Ali Ekrem birçok eserlerinde yaptığı gibi burada da aheng-i taklidiye
(harmonie imit<ıtifj kurban olmuştur. Ali Ekrem bu ahengi de cümle ve terkiplerin,
his ve heyecanların tertibindeki muvaffakiyet ve maharetten ziyade kelimelerin
zahiri ahenklerinden istifade suretiyle yapar ki; lafzi ve ahengi bir nevazişinden
başka bir kıymeti yoktur. Çok zaman bu uğurda manzume hey'et-i umumiyesi
itibarıyla bir muvafakat temin edemeyerek kıymetten düşer.
Şekil, vezin, ahenk ve üslup itibarıyla tamamıyla Baki'nin Sultan
Süleyman'a [s. 1 032] yazdığı mersiyeyi takliden, babası Kemal için mersiye ola­
rak on iki bendli bir terkib-i bend yazmıştır. Son kıtası şudur:

Eyvah gitti, alem-i kudsiyyet ağlasın


Şimdi cihanda şi'r ü edeb hikmet ağlasın
Eyvah öldü, mevtine gönlüm gibi müdam
Her sahib-i fazilet Ü ehliyyet ağlasın
Şimdi vatan da namı da mahvoldu kendinin
Rlıh-ı sa'adet öldüğünü eylesin de yad
Mihnetli ağlasın ona bi- mihnet ağlasın
Müdhiş görüp hayatını etfül-i milletin
Her maderin dilinde bugün şefkat ağlasın
Etrafını adüv ile farz eylesin munat
Her duhterin yüzünde bugün ismet ağlasın
Bir gün anınca namını millet eza ile
İmhasına sözündeki ulviyyet ağlasın
Dest-i müeyyedinden olup ta ebed cüda
Biçare kaldı her kalem-i himmet ağlasın
Hamuş ey kalem ki Kemal'i eder beyan
Ancak yine o hame-i derrak-i asman
1 Nisan 1 305 [ 1 3 Nisan 1 889] tarihinde yazdığı bu manzume rlıh-i beyan
itibarıyla tamamen eskidir. Manzumede bir oğlun babasına ağlayan saf ve
samimi kalpten ateşli ve heyecanlı hissinden ziyade tantanalı, tumturaklı, külfetli
bir ifade görülüyor. Sıcak bir göz yaşı yerine soğuk bir talakatla karşılaşıyoruz.
Ali Ekrem'in en güzel eserlerinden biri "Vasiyet" unvanlı manzumesi, bir diğeri
de Tevfik Fikret'in "Hasta Çocuk"u ruhunu hatırlatan "Son Buse" adlı
manzumesidir.
848 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1 033] Vasiyet


Donukça bir fenerin nur-ı saye-dannda,
Çadırlann arasında zaman-ı rahatte,
Nöbet değiştirilen bir ferahlı saatte,
Ağaçlı bir tepenin kuytu bir kenarında,
Buluştular iki hem-şehri kahraman asker:
Çemiskezek'li Memiş'le bölük-emini Ömer.
- Gel arkadaş, bakalım, gel şu mektubu anlat:
- Babam nasıl?
- iyidir.
- Çok şükür ... Nasıl Emine'm?
Yeminlidir, bana korkma yalan demez ki ninem.
Çank takındığımız gün ağırca hasta idi;
Mt'miş, eğer ben ölürsem sakın acınma, dedi ...
-Baban selam ediyor, Daltaban selam ediyor;
Bt•kir selam ediyor, Pehlivan selam ediyor;
Ninen selam ediyor, emmi kızlann hakeza;
Çoban selam ediyor...
- Bak hele! deyindi bana,
Bizim kadın nice olmuş... Bizim kadın Emine?
- Bekir nişanlanıvermiş, Bey Irmağı taşmış;
Sular yeşil oyuğun üstünü basıp aşmış...
Yoğundu ... amma? Su ha! Coşkun olmalı bu sene.
Kızılpınar bu kadar taşmadıydı.. Sen de hele
Şu mektubu bitir artık, bizim kadın nicedir?
- Memiş durundu ...
Bırak, ben tamam sekiz gecedir
Düşümde görmedim artık...
- Bu yıl da sazlı ile
ls. 1 034] Çekirge çok düşüyormuş, öğen hele yoğimiş.
Ağılda üç koyun ölmüş; sıcak biraz çoğimiş.
Senin buzağı büyümüş, kök ağaç çiçek açmış;
Zavallı Çöp Hasan'ın kır tayı dağa kaçmış.

İmam dua okumuş cenge... Ha selam ediyor,


Çakır selam ediyor, Mustafa selam ediyor,

Omergilin kızı doğmuş... Sadık selam ediyor.


- Bırak bırak, yetişir anladık...
- Selam ediyor!
-Ne saklıyon bana sen... Anlamam mı hfilinden?
Bizim kadın ... Deyiver, de... Düşümde gördüm ben
Memiş. O namı musaggar, vücudu heykel er,
o şir-i saika-bazlı vü ahenin-peyker,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 849

O seyf-i bari'-i gayret; o kalb-i din-perver,


O dağ kadar topa karşı göğüs geren asker
Yıkıldı bir haberin sadme-i nihfuıı ile!
Ezildi, koptu yerinden o kahraman yüreği;
Dilinde ye's-i emel, karşısında sevdiceği,
Nasib alır gibi bir kabrin infialinden,
Beride pertev-i sevda soluk cemalinden,
Gelir enin-i hayat ıztırab-ı la'linden,
Geçer zılal-i ecel çehre-i melalinden;
Gunude dide-i şirane-i müniri bile.
Garib . . . Can veriyor zannolundu, sordu yine:
-Bizim kadın gidivermiş, değil mi? Aıı,Emine! . .

Biraz d a ağladı durdu, melfil, bi-halecan;


Lisan-ı ruh-ı elem-na.ki eyliyordu figan.
Şafak henüz söküyordu, pür-ibtisam-ı hazin:
[s. 1 035] Nigah-ı şevk-i sahavet, ziya-yı aşk-ı nevin,
Ağaçların arasından, çadırlar üstünden
Süzüldü geldi; güzel bir hayfile nazır iken
Cebin-i muğberine kondu askerin... o zaman
Zemine gayz-feşan, asümana hande-künan,
Emin imiş gibi Allah'ına vusfilünden,
Hazin vasiyetini başlamıştı takrire:
Şehid olursa eğer kimse bir şey almayacak;
Ne malı var bu fakirin? Beş, on koyun, kösemen;
Biraz ekin, buzağı, kağnı, bir de sazlı dere.
Bu şeylerin birisi arkasında kalmayacak:
Ne var, ne yoksa satıp savmalı bahaneyle
Emine'ye yakışır bir taş almadır emeli!
Kızıl boya, san altın yazıyla süslemeli;
Taşın yüzünde kılıç resmi olmalı mutlak;
Memiş nefer mi, ya zabit mi kim bakıp soracak!
Bir ince süngü yapılsın kılıç değilse bile . . .

-Bir asmacık dikiversin babam, fidan salsın;


Bi danecik Emine'm gölgesinde hoş kalsın!
İmam efendiye söylen ki Hak nzası için,
Mezarcığın başucunda üç ayda bir akşam
Bir "Amme"cik okusun, bir yanık ilahi desin ...
Kadıncağız gidiverdi ..
Şuna bakındı, tamam ...
Memiş sen ağlar isen şimdicik kaçıp giderim.
-Yazındı, yaz Ömer, Osmangile selam ederim!
850 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Teselsül eyleyecekti selamlar amma,


Çalındı bir boru ..
.

Kak kak Memiş... Silah başına!


[s. 1 036] Memiş o mektubu müstağrak etti gözyaşına,
Kıvırdı koynuna koydu, dilinde aşk-ı Huda
Yüzünde an-ı şahadet; auldı meydana
Kavuşmak isteyerek ahirette canana!
*

Sıyah-ı gazab-fürıiş avaz-ı top,


Riyah-ı heyilil-ber-endaz-ı top
Garik-ı gulüvv-aver-i sur ile
O tarraka-i saika-zur ile -
Ki kükrerdi her noktadan an-be-an
Levami'-nişan Ü sevaik-feşan -
Tehevvür-künan etti agaz-ı cenk,
Feyafıyi inletti avaz-ı cenk!
Yürekten kopan bir sada-yı bülend,
Sada-yı hayat-ihtiva-yı bülend;
Bir ordunun avaze-i satveti,
Bütün halkın aheng-i milliyeti;
Mukaddes, mübarek, bedi'ü'l-kemal,
Zafer-i'tiyad ü gaza-iştimfil,
Melaik-pesend ü şahadet-mefil.
Semavata aks etti ism-i Celfil!
O "Allah, Allah" duyuldu hemin,
Bütün ordu ateşlere attı can!
Bütün ordunun kahraman erleri,
Cihan-gir Osmanlı askerleri
Cihadın düşüp şanlı meydanına,
Göğüs gerdiler gülle baranına;
Hücum ettiler müsterihü'l-fuad,
Eminü'ş-şehade, ferihü'l-mead.
[s. 1 037] Ölüm her taraftan zuhur eyliyor,
Fakat kim ölümden fütur eyliyor!
Bu Osmanlıdır, Müslüman kanlıdır;
Verir canını şan alır, şanlıdır!
Bir Osmanlı gayretli, vicdanlıdır;
Şahadet yürekli, gaza canlıdır!
Şefaat emel asker imanlıdır.
Sever namını Tann: Osmanlıdır!
Ne top u tüfeng ü ne tiğ ü sinan,
Ne ateş, ne ordu, ne barlı, ne can
Dayanmaz önünde; yürürse eğer,
Eder kal'a-i hasmı zir-ü-zeber!
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 85 1

Mukabildir on düşmana bir nefer,


Her Osmanlıya muntazar bir zafer

Tüfek sustu, top sustu hep süngüler


Takılmıştı... a'daya eyne'l-mefer?
Tanin-aver-i füshat-i kainat,
Gıriv-i hayat ü enin-i memat;
O "Allah Allah!" yine her-devam;
O "Allah Allah!" ile ta-be-şfun,
Göğüs göğse, can cana uğraştılar;
Dilirane, şirane uğraştılar;
Firar etti düşman olup hak-sar,
Bir Osmanlı etmez bunu ihtiyar.
Bir Osmanlı ettikçe azm-i sefer,
Zaferdir, zaferdir, zaferdir, zafer!

Memiş bu mahşer-i heycan içinde berzede-hfil,


Bulutlu mağribin eşkfil-i bi-karanndan,
[s. 1 038] Alevli bir dumanın mevc-i tar u manndan,
Hayalini sezerek lem'a-i izanndan
Hüma-yı ruhuna ruhiyle per-ğüşa-yı visfil,
Emine'nin arıyordu cemal-i ismetini;
Yüzünde şevk-i beka, gözlerinde nur-ı ümid,
Uruldu ta yüreğinden Huda'ya gitti şehid;
Götürdü yarine koynundaki vasiyetini!"

Ali Ekrem bir realiste ruhuyla başladığı bu manzumeyi birkaç sebepten


muvaffakiyetsizlikle neticelendirmiştir. Başlarken mevzuun manasıyla mütenasip
bir eda (expression) ile başlamış iken ta ortasında lisanına fazla kuvvet ve şiddet
vermek emeliyle tasannua, tekellüfe kapılmış, gayr-i tabii bir lisan meydana
gelmiş, mevzuu da kıymetten düşürmüştür.

Pek samimi bir his ve heyecanla giriştiği tasvir adeta 'naturaliste'çe bir gidişle
giderken araya hiç lüzum olmadan giren istitratlarla manzume ıtnaba f.pralicite)
düşmüş hem kuvvetini hem de cazibesini kaybetmiştir. Bir takım lüzumsuz
tafsiller ve tasvirler zihni yoracak kadar uzamış gitmiştir.

Lisanda mevzu ile münasebet-dar olmayan bir ağırlık, bir dolgunluk,


muvafakatsizlik almıştır. Manzumenin hem güzel, hem de tabii bir hal alması
için yandan ziyadesini atmak icap eder.

Ali Ekrem'in bu manzumesinde Hamid'in, Recfüzade'nin ve Tevfik


Fikret'in izlerini gösteren parçalara kesretle tesadüf edilir. Recfüzade'nin,
"Kırmızı Merkublar"ı, Fikret'in "Hasan'ın Gazası" büyük amil olmuştur.
852 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Son Buse
-Öpme yavrum, beni sen öpme kızım şimdi.
- Neden?
Bana dargın mısın anne, ne suçum var, söyle!
İşte hiç üzmüyorum ben seni.
- Maşallah sen
[s. 1 039] Cici kızsın, bilirim.
- Ya cici kızlar böyle
Öpmeden uslu dururlar mı güzel anneleri?
-Pek sokulma yanıma, yavrucuğum, şöyle otur!
Sevmiyorsun beni sen anneciğim, bak, sen dur!
Başka anne alayım ben de görürsün...
diyerek,
Şebnem-ilüde nigahında zılal-i kederi,
İncecik boynu bükülmüş, gidiyor yavru melek;
Titreyen büse-i sevda dil-i ma'slımunda
Dolaşır ağlayarak çehre-i mağmlımunda.
Kadın, amade-i nhlet gibi bi-tab ü melül,
Arkasından kızının zar ü perişan bakıyor.
Ediyor şefkat-i mecruhu cemilinde ufül,
Ruhunun zulmet-i giryanı yüzünden akıyor.
Hasta, bi-çare kadın hasta, bilinmez nesi var;
Kim bilir, belki geçer yavrusuna, belki verem . ..
Nasıl öpsün kızını? Ah o sual-i mübhem,
O boğuk ses, o derin nağme-i muzlim, her gün
Ninenin parçalıyor göğsünü, bir zıll-i mezar
Kaplıyor ruhunu, sordukça etibba da bütün
"Çocuğu öpmeyiniz!" re yini tekrir ediyor.
'

"Öksürük müzmin olur çünkü çocuklarda" diyor.


"Çocuğu öpmeyiniz!" İşte mukarrer, ma'llım ;
Ninelik ruhunu mecrüh edecek bir ihtar!
"Yavrumu öpsem olur mu?" Bu suil-i meş'um
Dökülür gonce-i bi-tab-ı feminden na-çar.
Ah, bir gün iyi olsam da tutup çeksem ben,
[s. 1 040] Koklasam yavrumu, sıksam küçücük ellerini,
Öpsem öpsem yüzünün, gözlerinin her yerini ...
Sonra düşsem de çekinmem ölümün pençesine.
Ah, öksüz çocuğum, annesini öpmekten
Bile mahrüm oluyor...

- Ben geleyim mi anne?


- Gel, kızım koynuma... Yok, dur... kopuyor mu ciğerim?
Sanki koynumda ecel.
-Oh, onu ben pek severim!
Bir seher vakti idi, herkes uyurdu, hane
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 853

Gece yalnızca sükunetle mezar olmuştu.


Saklanıp ruhuna bir buse-i me'yusane,
Ninenin gonce-i ömrü ne hazin solmuştu!
Kızcağız erken uyanmış geliyor: "Oh, artık
Öperim annemi, oh ya, öperim işte! Aman
Duymasın! Ya, uyanır da darılırsa? O zaman
Kaçarım ... anneciğim, bak ne güzel de yatmış!"
Gözü taban, yüzü gül-reng-i sara, göğsü açık.
o yürekcik duruyor... annesine can atmış;
Geldi, kondurdu - döküp na'şına bir ruh-ı sürı'.ld-
0 soğuk alnına bir bı'.lse-i har ü memdud!"
Ali Ekrem'in ibtizale (trivia1ite") düştüğü manzumeleri de çoktur. Nazmı
kuvvetlidir. Fakat fazla tekellüflüdür. Kolaylıkla söylediği birçok manzumeleri
vardır ki fazla ıstılahlı ve mahmul oldukları için zevk vermez.
Ali Ekrem son zamanlar tasavvuf (mysticisme) neşvesiyle de bazı gazeller
yazmak teşebbüsünde bulunmuştur. Şu gazeli onlardan bir numunedir:

[s. 1 041] "Cam-ı aşkın mürr ü hulvün tatmışız


Bade-i nabe siyeh hı'.ln katmışız

Guşe-i tarında her meyhanenin


Tahta-i tabuta sağken yatmışız

Tünd-badından cihanın ürkmeyiz


Came-i canı Huda'ya atmışız

Kesretin sökmüş cibal-i vehmin


La-tenahi cuyuna fırlatmışız

Nuş edip cam-ı desti camını


Hazret-i Cibril'e mifteh satmışız

Kenz-i mahfıden de hayran geçmişiz


Ta a'maullaha gelmiş, çatmışız

Korkarım Ekrem cemal-i mutlakın


Aşkına Allah'ı da aldatmışız!"
Bilhassa Osman Şems Efendi'nin şiirlerini okudukça bu temayülü daha
ziyade artmıştır. Bir zamanlar Servet-i Fünun'da gazellere karşı hücum gösterirken
son zamanlarda gazele doğru gösterilen bu temayül hayli manidardır.
Bu irtica, memlekette belli başlı bir cereyanın mevcut olmadığına, her şairin
her edibin kendi başına çalışmaya mecbur oluşundandır. Ali Ekrem de
854 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

eskilerden mülhem olmaya başlamıştır. "Osman Şems'in rfıh-i pür-fütuhuna"


diye yazdığı şu gazel de bir vesika teşkil eder:

"Daldım a'mak-ı fezaya yine hülya hülya


Çehre-i fıtratı gördüm yine gayya gayya

Belki milyonca asırdan beri sermest-i sücud


Varlığın ahı düşer yokluğa dünya dünya

Ezeliyyet ebediyetle muhat u mechfıl


Şey-i vahid görünür gafile eşya eşya
[s. 1 042) Adem-abad ederek na-mütenahi feyezan
Alır aglışuna alemleri derya derya

Yaşatır Rabb-i halk fıtratı ifna ifna


Ö ldürür bang-i Hüvallah ile ihya ihya

Sanma göklerde fürlızan oluyor yıldızlar


Çcşm-i hilkat görüyor alemi rüya rüya

Duyanın velvcle-i devr-i cihanı Ekrem


Doluluk can atıyor boşluğa guya gfıya!" 1 90

198 27 Ağustos 1 937 tahinde vefat eden Ali Ekrem Bolayır'ın diğer eserleri şunlardır:
Şür: Kasülı-i Askeriye ( 1 324/ 1 908); Kınnıı:.ı Fesi.er (Hicivler) ( 1 324/ 1908), Ana Vatan
(1 3371 1 92 1), Şiir Dmuti (Çocuk Şiirleri 1 924), Vicdan Alnılm (1 925).
Osmanh edebiyau ve edebiyat tarihi: Tarih-i Edebiyat-ı OsmaniJıe ( 1 3281 1 9 1 2), Lisan-ı
Edebiyat ( 1 330/ 1 9 14), Nazariyat-ı Edeb!ve Dersi.eri ( 1 33 1 / 1 9 1 5- 1 9 1 8), Recdi<,dde Mahmud Ekrem Bey,
Hf!Yal ve Asan ( 1923), Şer/ı-i Mütılna Medlıal (1928), Lisanımız ( 1 930), Namık Kemal ( 1930).
Aynca bkz. :Ali Ekrem Bolayı.r'm Hatıra/an, Haz. M. Kayahan Özgül, Ankara 1 99 1 ; Edebiyô.t-ı
Cedide'ye Dair Ali Ekrem'den Rıza Teofik'e Bir Mektup, Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1 997. (Haz.
notu)
H. Nazım
(Ahmed Reşid Rf!Y)
H. NAzIM

Hayatı
Asıl ismi Reşid olan H . Nazım 1 286 sene-i hicriyesinde [ 1 870] İstanbul'da
doğmuştur. Babası Çankırı Mutasarrıfı iken vefat etmiş Abdullah Efendi isminde
bir zattır. Reşid Bey'in çocukluğu İstanbul'da geçmiştir. İptidai tahsilini mahalli
iptidai mektebinde bitirdikten sonra Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'ne girerek
iptidai tahsilini tamamlamış, ali tahsilini Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'de bitirerek
şahadetnamesini almıştır.

Çok zeki ve çalışkan, aynı zamanda da vazife-şinas bir şakirt olan Reşid Bey
bütün hocalarını memnun edecek surette çalışmış ve ciddi bir tahsil ile kendi
lisanını hakkıyla elde ettikten maada Fransızcayı da layıkıyla elde etmiştir .

Tabiatında meknuz olan şairlik istidadı daha mektepte iken meydana çıkmış ve
hocası bulunan Recaizade Mahmud Ekrem'in tesir ve teşviki ile istidadını
terbiye ve tenmiye ederek güzel manzumeler de yazmaya başlamıştır.
Mektepten çıktıktan sonra Mabeyn-i Hümayiln'da gösterilen lüzum üzerine
Mülkiye-i Şahane'den mezun zeki efendilerden bazıları kitabet vazifesiyle talep
edilmiştir. Reşid Bey de bunlar arasında Mabeyn-i Hümayiln'a katip olarak
girmiştir.

Bilahare mutasarnflıkla Kudüs'e gitmiş, Halep'te Aydın'da vali olarak


bulunmuş ve Dahiliye Nazırlığı'na kadar çıkmıştır.
Tevfik Fikret 1 3 1 2'de [1 896] Seroet-i Fünun'u idareye başlayarak edebiyatta
yeni bir cereyan açtığı sıralarda Recaizade Ekrem, Reşid Bey ile, Kemalzade
Ekrem'i de Tevfik Fikret'e arkadaş olarak vermişti.

[s. 1 044] "H. Nazım" nam-ı müstearıyla Seroet-i Fünı1n'da manzum ve


mensur birçok eserler yazarak kudret ve sanatını ispat eden Reşid Bey tenkit
(critique) sahasında bazı makaleler yazmış ve o zamana kadar manası, şümulü ve
maksadı layıkıyla anlaşılamamış olan edebi tenkide (critique littiraire) bir temel taşı
koymaya çalışmıştı.

Bir taraftanyeni edebiyatın yerleşmesine fiilen yardım etmek için


manzumeler ve mensureler yazıyor, diğer taraftan da musahabeleri, müdafaaları
ve tenkitleriyle yeni cereyanı, aleyhtarlara karşı sıyanet ediyordu.

Bir ara bu Edebiyat-ı Cedide zümresini teşkil eden gençleri birbirinden


ayıracak bazı sebepler zuhlır ederek Menemenlizade Tahir, "Ayın Nadir" nam-ı
858 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

müstearıyla yazan Kemalzade Ali Ekrem ve daha bazı arkadaşları Seroet-i


Fünı1n'dan ayrılmışlardı. Bu müffirakat üzerine Tevfik Fikret:
"Ayın Nadir hakaret gördü gitti
H. Nazım başka hikmet gördü gitti."

kıtasını söyleyerek bu sebatsız arkadaşların geçimsizliklerine, biraz da kim bilir


hangi tabiatlarına bir ta'riz-i aleni yapmıştı.
Bu uhuvvet-i fikriyeye o zamanlar pek de sadık kalamayan H. Nazım, 1 324
[1 908] inkılabından son ra Tevfik Fikret'in Mekteb-i Sultani müdüriyeti ve
edebiyat muallimliğinden istifası üzerine edebiyat hocalığını kabul edivermekle
de Fikret'i daha o zamandan beri istirkap etmekte olduğunu ihsas etmişti. Bir
gaye, bir mefkure (idta� uğruna çalışan lar arasında bir de meslek ittihadı olmak
lazım gelirdi. Halbuki o ittihat daha Servet-i Fünun zamanında kırılmış ve tabii
işe hususi ve şahsi menfaatler karıştığı zamanlarda sağlanamazdı.
Mekteb-i Sultani'de edebiyat muallimliği ettiği esnada talebeye verdiği
dersleri kitap suretinde tedvin ederek 1 328 [ 1 9 1 2] senesinde Ahmed İhsan
Matbaası'nda Naza7iJ.ıôt-ı Edtb�ve namı yla iki cilt olarak bastırmıştır.
Kitabı: "Muallim-i muhterem Recfüzade Ekrem Beyefendi hazretlerine
hürmet-i tilmizane" kaydıyla hocası Ekrem Bey'e ithaf etmiş ve "İffide-i
Mahsusa" diye baş tarafina da şu sözleri yazmıştır:
[s. 1 045] "Bu te'lif-i naçiz Mekteb-i Sultani'de iki seneden beri ifa ettiğim
vazife-i tedrisin mahsulüdür. Görülecektir ki: Bunda, nazariyat-ı edebiyenin
kavıiid-i lisan gibi -erbab-ı tahririn keyif ve hevesine müstenit değil; bilakis
desatir-i sabite-i fenniyeden münbais ve taakkul ve münakaşaya müstait
olduğunu gösterebilmek emin-i gaye ittihaz edilmiş; taksimat ve tariffitın hep o
esaslardan iktibasına çalışılmıştır.
Eserin husul-i maksada kifayeti hususunda mutmain değilsem de ezhan-ı
şübbanda bir fıkr-i müsmir peyda edebilmek için tedkikat-ı edebiyeyi, beşeriyetle
beraber yaşayabilmek istidadını haiz esaslara ittika ettirmekteki isabete
tamamıyla kaniim; mutiane kabul ile hiç ülfet etmemiş olan yirminci asr-ı
medeniyet tedkik-i muhtaraneden başka bir şey tanımamakta haklıdır.
Kitabın aksam-ı selasetinden her birini - velev yeni bir manada olsun eski
bir unvan ile tevsim etmek, fesahat ve belagat gibi eski lafızlara rağbetle ma'na-yı
kadi mlerini tevsi ederek bütün şerait-i üslubu bu iki kelime altına toplamak, belki
bazılarınca, na-kabil-i afv bir cüret addedilir.
Fakat öyle zannediyorum ki köhnelikleri taze isimlerle yaldızlamak sathi
nazarlara göre cfilib-i revac olsa bile, çeşm-i hakikat, ciddi ve müstakar
teceddüdü esmada değil ancak müsemmada arar. Bundan başka ıstılahat-ı
kadime-i edebiye fi-1-asl müstear olmakla beraber, asırlardan beri lisanımızda
deveran ede ede kesb-i istikrar eylemiştir; bunların yerine eski isimler taharrisi
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 859

gayreti lisan-ı edebimizin tekfunül-i tabiisine hizmet edecek bir kuvveti heba,
belki de aks-i te'sire müstait bir surette istihlak demek olur.
Bir de korkanın ki edebiyatımızı, hürriyet ve istiklali maksadıyla, Acem'in
tazyikinden kurtarıp fakat sonra Garp'ın tahakkümü altına sokmak beyhude bir
yorgunluk olmasın . . . Milleti nev'-i beşer, vatanı ruy-ı zemin olan ilim ve fenni
velev Çin'de de bulunsa - olduğu gibi talep ve ahz hem müfid, hem
müstahsendir; lakin kavmiyet gibi, tabiat-ı muhite gibi, zaman gibi avamilin
tesiratına tabi olan bedaatte, ezcümle edebiyatta o müessiratın ihmali binnihaye
akameti müntic olur.
[s. 1 046] Nazariyat ve kavfüd-i edebiye hakkındaki istişhadatımı, esna-yı
tedrisde dest-res olabildiğim eserlere hasretmek mecburiyeti zaman ve imkan
noksanından neşet etti. Bu noksanın şu sırada ikmaline eserin sene-i tedrisiye
ibtidasından evvel tab'ı lüzumu mani oluyor. Mübdaat-ı edebiyeleri fesahaten ve
belagaten şevahid-i mu'tebereden olan pek çok zevatın te'yidatından eserimi
müstefit edememiş olmakla müteellimim. Ancak bu mahrumiyet yalnız nefsime
ait, kendileri hakkındaki takdir ve ihtiramım ise masun ve bakidir."
Reşid Bey yalnız maarif işlerinde ve muallimlikte kalmamış memleketin
idari işleriyle de meşgul olmuş asıl hayati mesleği olan Dahiliye
memuriyetlerinde, Mülkiye işlerinde mutasarrıflık ve valiliklerde bulunmuş ve
zeka ve malumatıyla hayli hizmet de etmiştir. Meşrutiyet'ten sonra teşekkül eden
siyasi fırkalardan bazılarına da girmiş, bir zamanlar Dahiliye Nazın olmuş, bir
defa da Mütarekeden sonra Avrupa Sulh Konferansı'na memuren gitmiştir.
Yazdığı eserler Servet-i Fünun ile diğer bazı risalelere verdiği manzum ve
mensur parçalardan ibarettir. Kitap suretinde cem edilememiş müteferrik bir
halde kalmıştır. Matbu olan yegane eseri Nazariyat-ı Edebrye'sidir.

[s. 1 047] Lisam ve Sanatı


Reşid Bey'in lisanı ciddi, sağlam fakat biraz teşrifatlı (ceremonia� bir lisandır.
Bunda da Mabeyn Kitabeti'nde bulunmasının mühimce bir tesiri olmuştur.
Nesrinde mantıki bir kuvvet, muhakeme ve tetkike istinat eder bir muvazenet
vardır. Fazlaca mahmul ve tekellüflü, edebi lisana yakışacak inhina ve
mülayemetten mahrumdur. Alelekser cümlelerinde lüzumsuz bir uzunluk, kasri
bir sürükleniş vardır:
"Yalnız, tahte'l-arz, mevcut olan madenlerin evvela bulundukları kusur-ı
mechılliyetten çıkarılarak sonra tecrid ve tasfiye edilerek istifade-gah-ı insaniyete
girebilmesi için lutf-ı tabiata fikr-i beşerin iltihakı nasıl lazımsa tabiatta meknuz
olan şiirin de üzerindeki rida'-yı maddiyet sıyrılarak, haşviyat bertaraf olunarak
bir cevher-i saf halinde enzar-ı istifadeye konulabilmesi için mehasin-i tabliyeye
muhayyele-i beşerin inzimamı öyle meşruttur."
860 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gibi müselsel ve muttasıl cümleleri vardır ki burucu, sıkıcı olduğu gibi fazlaca da
soğuk ve kurudur. Ne bediiyatın ruh okşayan incelikleri, ne de tabiatın ve
besatetin kuvvetlerine mazhardır.
Reşid Bey sanat ve meslek itibarıyla hakikiyyunun (realisme) mesleğine
yaklaşmak ister, nesirlerinde de bu cihete fazla bir temayül gösterdiği açıkça
görünür. Malumatı geniş, tetebbuatı çok bir ediptir. Avrupa üdeba ve şuarasını
tetkik kendi yazılannda da bazı tesirler bırakmıştır. Yazdığı şiirlerde asrının ve
neslinin gittiği romantisme yolundan tamamen ayrılmamıştır; "Ona" adlı şu
manzumesi:

"Nigehin taze, mai, ruh-nevaz,


Pür-tebessüm nev-hiz,
Aşk-ı masumunu eder ibraz;
Eyler a'mak-ı ruhumu tehziz,
[s. l 048] Seyl-i hestide pay-bend-i kesel
Kalırım, bi-mecıil-i cehd ü cidfil,
Garka-i kef-tarik
Dest-i nennin ü nazının derhal
Bana agıiş-ı lutf açar da, emel
Eder ef.c;ürde kalbimi tahrik.
Leyl-i atime lem'alar uzanr,
Eyler ümid ü tesliyet ihda!
Bir bedia-i sevda
Ki senin nur-ı ibtisamındır."
Gerek ahenk, gerek vezin ve tertip itibarıyla büyük bir sanat enmuzeci
değildir. Kelimeler arasında adeta bir irtibatsızlık var gibi . . . Soğuk dökülmüş
demiri andırıyor. Ses (ton) itibarıyla kelimeler hep birbirinden ayn gibi duruyor.
Yabancı yabancı bakışıyorlar. "Pür-tebessüm nev-hiz", "aşk-ı ması'.'ım", "seyl-i
hesti", "a'mak-ı ruh", "pay-bend-i kesel", "bi-mecal-i cehd Ü cidal", "garka-i kef­
tarik" . . . gibi mütenafır (cacophonique) ve sakil terkipler manzumenin manasındaki
incelikle çarpışıyor, ruhu ve kulağı incitiyor, görülüyor ki: "H. Nazım" eda
(expression) ile müedda arasında aranılması bir kaide-i san'at ve bir lazıme-i
bedaat olan muvafakat, ahengi (harmonie) kavrayacak kadar incelmiş ve tenmiye
edilmiş bir samiaya mazhar değil. . . Bu her sanatkarın elde edemeyeceği kadar
rakik fakat mühim olan, kılı kırk yaran (scrupuleux) ve inceden inceye (minutieux)
bir sanatla yazılannı işleyen Tevfik Fikret'tir. Sonra da Cenab gelir.
Yazılarından bir musiki zevki almak mümkündür. Halbuki bu manzumede o
neşe yok . . .
Reşid Bey'in bazı manzumelerinde biraz daha fazla tabiiyet (nature�, biraz
daha fazla samimiyet (sinemle) görülür. Fakat hemen hepsi yukarıda
gösterdiğimiz noksanlara benzer noksanlardan kurtulamamıştır. "Valideme"
unvanlı şu:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 861

[s. 1 049] "Hani sen, saçlarımı okşayarak


Her gece germi-i halinde beni
Yatmrdın, ısıtırdın, hani sen
Nazar-ı şefkatine hande eden
Oğlunun dide-i ha.hında seni
Buselerle kapatırdın, ancak
O zaman kendin uyurdun da, yine
Hab-ı asudeni terk eyleyerek,
Ser-i bfilinime şehbfil-i melek
Gibi bir zıll-i siyanet isar
Etmeden vazgeçemezdin, anne!
Hani ben . . . En ufacık bir şeyle
Bazen azürde-i hüzn olsam eğer
Nazar-ı şefkatinin buseleri
Bana bir neş' e ederdi kederi;
Çeşm-i handamna eylerdi eser
Bi-sebeb girye-i tıflane bile
Hani sen . . . Sıhhatini, rahatını
Yavrunun neş'e-i ma'sumu için,
Zevk alırdın edivermekle feda;
Görmesen oğlunu bir gün mesela
Mütegayyir, müteheyyicdin o gün;
O gün örterdi keder safvetini.
Hani sen . . . Ah unutmam bunu hiç
Bister-i merge uzattın bi-tab;
İltica-gahım olan göğsünden
Çıkıyordu nefesin pür-şiven,
Dide-i müşfikin alud-ı sehab
[s. 1 050] Ruy-ı zerdinde saçın piç-a-piç,
Müteveccihti semavata yüzün.
Bütün ebvab-ı bülend-i rahmet
Piş-gahında küşadeydi, yine
Bana ma'tılf olarak söndü gözün
Beni tevdi'i düşündün birine
Sen bu alemden ederken nhlet.
Bugün reşaşe-i seylab-ı ömr mevc-a-mevc
Akar cebin-i ta'ab dideme kef-i tahkir,
Arar o mevceler üstünde kollanın İmdad,
Fezada hiçe döner ettiğim derin feryad;
Yuvarlanır dururum muttasıl zelil ü hakir.
Geçer gider ta yanımdan zılal-ı fevc-a-fevc:
O gölgeler, o hayalat-ı beste çeşm ü dehen
Ne bir nigah-ı terahhum, ne bir sada-yı elem
Bırakmadan çekilir, daima teceddüd eder;
862 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ve ben o gulgule-i seyle vakf-ı sem'-i keder


Eder de serdi-i haşyetle titrerim her dem
Niçin hararet-i bıilin uzak bu gün benden
Zavallı anneciğim!"
şiiri de bütün saffet ve samimiyetine rağmen yine o şaibeden kurtulamamış
mevzuun hazmedemeyeceği kadar kaba ve sakil kelimeler kullanılmıştır.
Mamafih bu manzumesi en samimi ve tabiilerinden biridir. 1 99

199Ahmed Reşid Rey, l 956'da İ stanbul'da vefat etmiştir. Servet-i Fünıln'un dışında <Jüt.şen (İ lk
şiiri "Nevha" 1 885'te burada yayımlanmıştır) ve Mekteb dergilerinde de şiirleri ya}ımlanmıştır. Diğer
eserleri şunlardır:
Tercüme:]. Rasin lii'illiyatından I ( 1 934, il 1 934, ili 1 943, iV 1 945), VırgiJ.e, .Eneide, !, l/ ( 1936).
Anı: Gördüktmm Yaptıklanm ( 1 890- 1 923, bs. 1 947). (Haz. notu)
Celal Sahir (Erozan)
CELAL SAHİR

Hayatı
Celfil Sfilıir 1 299 senesi Eylülünün on dokuzunda [1 Ekim l 883] İstanbul'da
dünyaya gelmiştir. Babası İsmail H akkı Paşa, Yemen'de vali ve kumandan iken
ölmüştür.
Celfil Sahir, İstanbul'da geçirdiği çocukluğunda iyi ve dikkatli bir terbiye
altında yetişmişti. Daha küçücük bir çocuk iken ezber derslerindeki suret-i inşadı
muallimlerinin dikkatini celb edecek kadar kuvvetli ve maharetli idi.
Numune-i Terakki Mektebi'nde okuduğu zamanlar yazdığı bazı parçalan
çekinerek hocalanna gösterir, daima takdir ve teşvik olunurdu.
Rüşdiye tahsilini bu mektepte bitirdikten sonra Vefa İdadi Mektebi'ne
girmiş, ikinci derece tahsilini de orada tamamlayarak şahadetnamesini almıştı.
Mektepte bulunduğu zamanlar fıtratında mevcut olan bazı kabiliyetler
kendini göstermeye başlamıştı, güzel ve düzgün söz söylemek, güzel inşad etmek
gibi. Celal Sahir bugün de iyi hatiplerden sayıldığı gibi iyi de şiir inşad
edenlerdendir.
Mektep hayatında en çok uğraştığı, en çok sevdiği dersi lisan dersi, o
miyanda da manzumelerdi. Şiire çok merakı vardı. Pek genç iken tabiatındaki
istidat da kendini göstermişti.
Mektepten çıktığı seneler "Servet-i Fünun" edebiyannın canlı ve heyecanlı
zamanı idi, Tevfik Fikret ve Halid Ziya'lann tesiriyle bütün gençlik Edebiyat-ı
Cedide cereyanına uymuş, eski zihniyetten kurtulmuş, tekamüle doğru
gidiyordu. Edebiyat-ı Cedide'nin ortaya attığı manzum ve mensur eserler her
taraftan mazhar-ı [s. 1 052] takdir oluyor, herkes iştiyak ve hararetle okuyordu.
Bu cereyanın müptelası, müştakı olanlardan biri de Celfil Sahir idi.
Celfil Sahir de 1 3 1 5 [1897-1 898] tarihinde Seroet-i Fünun'a intisap etmiş, o
da yazmaya başlamıştı. O zaman daha on beş, on altı yaşlannda bir gençti; fakat
rakik, hassas, müteheyyiç bir şair olmuştu.
Seroet-i Fünun'a nasıl intisap ettiğini Sahir kendi lisanıyla şöyle anlatıyor:
"O zamanlar yine böyle bir Seroet-i Fünun ve bir sürü muhacim ve muarız
gazete vardı. Ve ben henüz on beş, on altı yaşlannda bir mektep çocuğuydum.
Servet-i Fünun edebiyatının aleyhtan idim. Perşembe günleri mektebe giderken
o muhacim ve muanz varak-pareleri alır, teneffüs zamanlannda, hatta bazen
-şimdi artık muallimden ve mubassırdan korkmadığım için açıkça söyleyebilirim-
866 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ders saatlerinde uzun uzun okur, şimdiyse hedefi değişmiş olmak üzere, bazı
gazete sütunlarında taklit ve ihya edilen kaba tuhaflıklarına güler, çirkin
hücumlarına hak verirdim. Asıl garibi Servet-i Fünfln'u okumazdım. Ve hiç
okumadan, yalnız aleyhindekileri dinleyerek onu sevmez olmuştum. Bütün o
muarız varak-parelerin sahayifinde yazılanın bile çıkmıştı. Ertesi günü
hazırlanacak dersleri ihmal ederek yazmaya uğraştığım eserleri o zaman bana en
parlak görünen nam-ı müstearlarla bunlann hepsine yollamıştım. Hikmet Cel fil,
Hikmet Hamid, Velhan, Şank . . . Bütün bunlar benim isimlerimdi.
Bir gün bir arkadaşım Raufun Senıet-i Fünfln'da intişar eden bir mensur
şiirini okudu, pek beğendim. O haftadan itibaren Servet-i Fünfln'u almaya
başladım. Birdenbire yeni ve güzel şiirlerin karşısında bulunan bir adam hayret-i
mütezayidesiyle bu kağıttan mahfazanın mücevherlerini temaşa ederken hayran
oluyordum. Sonra yavaş yavaş içimde bir emel canlanmaya başladı: Servet-i
Fünı1n'da bir eserimi neşrettirebilmek, fakat o zaman bu bana o kadar erişilmez
bir saadet gibi geliyordu ki hatta ümit etmeye cesaret edemiyordum. Bir m üddet
cesaretsizliği m devam etti. Sonra bana, her şeyde olduğu gibi bunda da, ani ve
asabi bir cesaret gelerek gayr-i mümküne hücum etmeye karar [s. 1 053] verdim.
Ah babımdan birisinin vası tasıyla Servet-i Fünfln'a bir şiir gönderdim. Ne kadar
sabırsızlıkla günlerce bekledim. Nihayet aldığım bir cevab-ı red oldu. Bu esnada
Musavver Fen ve F.deb ve daha sonra Mecmfla-i Edebiye gazeteleri çıkmaya başlamış
ve eserlerim onlarda cay-ı kabul bulmuştu. Fakat benim nazarım daima gayr-i
müm kün e mün ' atı t1 ı.

Bu sıralarda Faik Ali'yi tanı dım . O bir aralık siyasi bir meseleden dolayı
birkaç gün hapse dilm iş ve mahbeste yazdığı şiirleri 'Zahir' imzasıyla Servet-i
Fünı1n 'da ncşrettirmişti. Bir gün onunla Mehmed Sadi, ben üçümüz yolda
giderken bir nam-ı m üst ear aradığımı söyledim. Mchmed Sadi "Zahir"le hem­
vezin olmak üzere 'Sahir' ismini buldu. Ben bu ismi pek beğenmiştim. Hemen
aldım ve biraz zaman sonra yazdığım yeni bir şiiri200 bu imza ile Servet-i Fünfln'a
gönderdim. Fakat neşrolunacağmı ümit etmiyordum. Ertesi hafta şiirim Tevfik
Fikret Bey'in ufak bir tashihiyle intişar etti. O zamanki hissime göre ömrümün o
haftasına 'Hafta-i sa'adet' ismini vermek muvafık olur. Bir iki gün sonra
dostlarımdan birini gördüm. Bana 'Tevfik Fikret'in yeni şiirini okudun mu?' dedi
ben hayretle yüzüne bakıyordum. O devam etti: 'Tanıyamadın değil mi? Yeni
bir isimle yazmış. Fakat ne kadar olsa belli oluyor.' Kalbimin çarptığını
hissediyordum. 'O benim' diye ifşa-yı hakikat etmenin en güzel, en karşımdakini
hayrette bırakacak tarzını düşünüyordum. Nihayet söyledim, onun hayreti arttı,
ben ise bütün manasıyla mesut ve müftehirdim.

Servet-i Fünı1n 'un büyük muharrirleriyle görüşmek arzusu kalbime hakimdi.


Onlardan yalnız Safa'yı, Faik Aıi 'yi tanıyordum. Zavallı Safa hocamdı. Faik Aıi

200 Yapayalnız "Beyaz Gölgeler" (İsmail Hikmet'in notu).


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 867

ile de bir gün bir dostun lı'.'ıtf-ı vesateti ile görüşmüştük. Bu ikisinden başka yalnız
Hüseyin Cahid'i bir defa sokakta görmüştüm. Önümde kara bıyıklı, uzun boylu,
zayıf, sevimli bir adam gidiyordu. Bir aralık Direklerarası'nda bir kitapçı
dükkanına uğradı, ben de gazete almak [s. 1 054] için girdim, çıktıktan sonra iki
kişinin musahabesi bana bu kıymetli havadisi vermişti.

Bir Ramazan günüydü. Servet-i Fünun 'un şimdi Hereke Mağazası'nın


bulunduğu binanın üst katındaki idarehanesine gittim. Merdivenleri çıkarken
titriyordum. Yalnız imtihan odalarının kapıları önünde duyduğum korkuya
müşabih, fakat daha başka türlü bir his bana hakimdi.

Odaya girdiğim zaman yazı masasının önünde oturmuş karşısındakilere bir


şeyler anlatan Tevfik Fikret Bey'i ve daha tanımadığım birkaç kişiyi gördüm.
Mütereddit ve muhteriz, kim olduğumu söyledim. Bütün nazarların, ağırlığını
çehremde hissediyordum. Mini mini boyu, pembe çehresi, mütevazı nazarlarıyla
bana en çok emniyet veren sima, Raufunki olmuştu. Onun yanına oturdum.

Musahabe devam etti."

Tabii aldığı tesir ile Edebiyat-ı Cedide ruhunda, zihniyet ve vaziyette


yazıyordu. Yazılarında içli, mariz bir çocuk halet-i rı'.'ıhiyesi vardı. Sevmek ve
sevilmek aşkıyla titreyen bir çocuk, bir genç ruhu yazılarına hakimdi.

Eserlerinde ekseriyetle kadından, kadınlıktan, sevgiden, gönülden


bahsediyor, bütün bu ince fakat yakıcı mevzularla uğraşıyordu. Bu da şiirlerinin
ince, titrek, mahcup ve müteheyyiç olmasını intac ediyordu. Sentimental bir
gençti, nihayet "kadın şairi" (feministe) namını aldı. Filhakika Sihir'de bu
hususiyet vardı. O arkadaşlarının hepsinden bu nokta-i nazardan ayrılıyordu.
Garami (lyrique), rebabi (erotique) bir şair oluyordu.
Romantiklerden (romantique) hassasiyet-i maraziyesiyle ayrılan Musset
Pamassien'lerden inceliğiyle uzaklaşan Sully Prudhomme gibi Sahir de
arkadaşlarından ilhamca ayrılıyor, kadın ruhunu kendi sanihalarına bir
tükenmez, kurumaz menba ittihaz ediyordu.

Fakat Sahir ne Musset gibi hasta düşecek, kıskanacak, gecelerini [s. 1 055]
uykusuz, gözyaşlarıyla geçirecek kadar zehirli bir aşkın zebunu, esiri olmuş, ne
Sully Prudhomme gibi felsefi bir kudretle rakik bir hassasiyeti mezcedecek
derecede yükselmiş, ne de Jean Richepin gibi aşkın bütün teşennüclerini,
ıstıraplarını, kadınlığın bütün asabiyetlerini, bütün hırçınlıklarını, bütün
çılgınlıklarını ateşli, buhranlı bir lisan ile ebedileştirmiştir.

Sahir aşkı da kadını da ince bir tül arkasından görmüş ve öyle tasvir
etmiştir. İhtimal kadın ve aşk ile uğraştığı için etraftan yağan tarizler bir ihtiraz
uyandırdı . . .

Muterizlerine ithafen yazdığı şu "Şiirlerim" adlı manzumede zihniyetini


şerh ediyor:
868 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Artık yetişti, ey ebedi mu'terizlerim,


Hep bir silahla etmeyiniz şi'rime hücum.
Yalnız, evet, kadınlığı şi'rimde inlerim;
Yalnız odur açan bana bir ufk-ı pür-nücum
A'sab-ı ihtisasıma yalnız kadınlığın
Mızrab-ı nerm-i desti eder bahş-ı ihtizaz.
Kumral, siyah, pür-zeheb, ufkumda bir yığın
Gisu-yı pür-şemim döker mevce mevce raz.
Bir gül-nüma dudaktan uçan ibtisam-ı naz,
Bir çeşm-i şuhtan süzülen bir nigah-ı nur
Fikrimde halk eder yeni bir aşk-ı pü r-fütur . . .
Rühum okur hemen yeni bir lahn-ı pür-niyaz;
Kalbimde bir kıyamet-i hissiyye canlanır;
Ben ağlanın . . . O giryeyi herkes şi'r sanı r!"
Sahir diğer arkadaşlanyla beraber Seroet-i Fünı1n 'dan çekildi. O da
arkadaşlan gibi kahr-ı istibdad ile sustu ru ldu , fakat o da arkadaşları gibi serazat
bir zamanın tatlı ve ateşli hülyasıyla kendi fileminde çalıştı, yazdı [s. 1 056]
hazırlandı. Nihayet 1 324 İnkılabı'nı [ 1 908] bir iştiyak ile karşıladı. Bütün
arkadaşlan başka başka yollardan saha-i edebiyata atıldık.lan zaman Sahir
arkasında ateşli, heyecanlı bir gençli kle meydana çıktı. 1 325 [ 1 909] senesinde
tesis edilen Fecr-i Ati unvanlı mahfıl-i edebiyenin başına geçti . Bir zamanlar
genç bir heves-kar, ateşli bir yazıcı olarak iştirak ettiği Seroet-i Fünı1n'dan
aynlmadı; Fecr-i Ati'nin riyasetine geçti .
Edcbiyat-ı Ccdidc'nin Meşrutiyet'te doğan bu yeni çocuğu emeklemeye
başlamıştı. Bir hayli eser de meydana getirmişti. Fikret'e hücumlar başladığı
zamanda Edcbiyat-ı Ccdide'nin o muhterem üstadına bir tude-i hürmet olmak
üzere enquete20' açmış Servet-i Fünı1n'u Fikret namına ithaf ederek o necip şairi
hararetle müdafaada bulundu.
Şebabettin Süleyman'lar, Emin Bülend'ler, Ahmed Haşim'ler, Refik
Halid'ler, Yakub Kadri'ler, Tahsin Nahid'ler ve daha bazı gençlerin iştirakiyle
yaşayan bu şiir ve edep ailesi maatteessüf uzun müddet yaşayamadı.
Sebeplerinden biri ve belki birincisi zihniyet (conception) ve meslek itibarıyla
aralarındaki farklar idi. Abdülhak Hamid'i takdir ederdi, nitekim l 325'de [1909]
intişar eden Servet-i Fünı1n nüshalarından birinde "Celil Sahir İçin" unvanıyla
H am i d'in şu manzumesi neşredilmişti.

"Vakta ki mevsim-i gül ü bülbül hulul eder,


Gökten nüzul ederse savaik nüzul eder.
yerden çıkar nefais-i asan fıtratın:

201 Anket. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 869

Ezhar, o hake serpilen eş'arı kudretin.


Binlerce de mahasin-i hilkat girer yere.
Yerden çıkar desek de olur biz meleklere;
Onlar ki duhteran-ı zeminin misalidir . . .
Yerden doğan şumlıs-ı dehanın zılalidir:
[s. l 05 7] Şahid değil mi bunda -Beyaz Gölgeler- bize?
Layık nücum-ı zahireden gıbtalar size!
Siz nev-bahannızla edin haki pür-sürlıd;
Ben etmek istemem onu bir ma'kes-i ruud"
Bryaz Gölgeler neşredildiği zaman Recaizade Ekrem de Servet-i Fünun'a bir
küçük bend yazarak hem Fecr-i Ati'yi meth ve teşci etmiş, hem de Beyaz Gölgeler'i
takdir ve Sahir'i tebrik etmişti. Üstad Ekrem gençliği himaye ve teşvikten daimi
bir zevk alan üstadlardandı.
Fecr-i Ati dağıldıktan sonra Celal Sahir boş kalmamıştı. İnkılabın getirdiği
cereyanlardan birine, milliyetçilik (nationalisme), Türkçülüğe intisap etti. Şiirde,
edebiyatta, sanatta, lisanda milliyet bir gaye olarak tecelli ettiği sıralarda, Sahir
de bu ateşi ruhunda duydu. Mehmed Emin'ler, Ahmed Hikmet'ler, Yusuf
Akçura'larla beraber Türk rurdu'nda çalışmaya başladı. Bir zamanlar Servet-i
Fünı1n'da Tevfik Fikret'lerin, Halid Ziya'lann açtıkları şiir ve sanat cereyanında
aruzun bütün lutf-ı aheng ve mülayemet-i selasetinden istifadeye çalışan, Fecr i -

Atı"' de aynı ruhu, aynı sanatı biraz daha serbest, biraz daha geniş tatbike uğraşan
Celal Sahir şimdi Türk Yurdu'nda açık lisan ile hece vezniyle şiirler yazıyor, yeni
cereyanda kuvvetli bir amil olmaya çalışıyor. Eski Servet-i Fünı1n refiklerinden
Ahmed Hikmet'le aynı gayeye hizmet ediyordu.
Celal Sahir nesir ve nazım birçok mecmua ve risalelerde aruz ve hece ile
birçok şiirler yazmıştır.
Sahir, Hamid'in perestiş-karlarından biridir. Kalbi bir rabıta ile şair-i
azama bağlıdır. Birçok gençler gibi o da Hamid'i bütün şairlerin fevkinde bir
hürmetle tevkir eder.
Sahir bu kadarla da kalmamıştır. Haıp içinde, Mütareke esnasında yazı
yazmak imkanı kalmadığı, kalemle geçinmek muhal ve mustehil bir renge girdiği
[ l sayfa 1 058] zamanlarda da o kendi hayatını kazanmak için çalışmak
mecburiyetinde bulunduğu halde yine şiirden, edebiyattan uzaklaşmıyor, yine
gençleri teşvik ediyor. Müteferrik bir halde çalışıyor, müstait ve zeki gençleri
topluyor, onların yazdıkları eserlerin tab'edilmesine delalet ediyor, onlara
rehberlik ediyordu.
Birinci Kıtap, İkinci Kıtap . . ilh . . . namlarıyla çıkan küçük risaleleri teşvik
.

eden, oraya yazan gençleri tergibe uğraşan yine Sahir'di.


Matbuatın sansür tazyiki altında kaldığı, yeni bir mecmua neşrine müsaade
edilmediği zamanlarda kitap ismi vererek kanundan istifade etmeyi düşünmüş ve
bu kitapları neşre başlamışlardı.
870 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Hasılı Celal Sahir yorulmaz, gençliği himaye ve teşvikten bir zevk-i mahsus
alır ince, hassas bir şairdir. Nesri de nazmından daha kuvvetli ve metindir.

[s. 1 059] Lisanı, Sanatı, Hassasiyeti


Celal Sahir'in lisanı sade (simple) ve samimidir (sincerite). İlk şiire başladığı
zamanlarda Edebiyat-ı Cedide'nin pamassien'ler yolunda çalıştıkları zamandı. O
da arkadaşları gibi üsluba ehemmiyet veriyor, o da onlar gibi yeni kelimeler, yeni
terkipler, taze hayaller ve ince teşbih ve istiareler yapıyordu. O zaman yazılmış
olan ese rleri Bf!)laz Gölgeln adıyla tedvin olunarak basılmıştır. Bf!)laz Gölgekr isim
itibarıyla dahi Edebiyat-ı Cedide'nin zade-i ilham ve sanatıdır.

Celal Sahir evvelce de bilmünasebe söylediğimiz gibi çok ince ve hassas bir
şairdir. Bütün yazılarında o hassasiyet-i müfrite mahsus olmaktadır. Esasen
ilhamını hissinden alan bir şair olmak itibarıyla sentimentalist'tir.
Babası için yazdığı şu sonnet şekil itibarıyla yeni, üsllı.p ve eda (expression)
itibarıyla yeni olduğu gibi kendi risailiğine (etegiaque) ve rebabiliğine (!Yrisme) de
canlı bir şahittir:
"Sen şimdi o çöllerde perişan ve mükedder
Hir toprağa kalb oldun; o feyza-yı siyahın
Affık-ı haciminde esen sıtmalı, kızgm
Rüzgarlar olur fcvk-i mezarında şinavcr.
Efvac-ı muhitat açar kabrine sine;
Pür-hande-i mehtab, münevver gecelerde
Envar-ı kevakib akarak sath-ı zemine
Eyler gibidir hatı ra i ruhuna secde . . .
-

On üç senedir kalbimin üstünde mükedder


[s. 1 060] Ôksüzlüğümün ruhu kadar sakit Ü gam-gin
Bir leyle-i yelda-yı azabı olmada sakin.
Yalnız seni ihsas ediyor kalbime ekser
Ta ordaki çöllerden esen nağme-i narı;
Tehziz ediyor ruhumu bir lerze-i sari."

Bu şiiri yazdığı zamanlar on altı, on yedi yaşlarında bir genç olan Sahir'in
Fikrct'in, Cenab'ın, Faik Aıi'nin tesiri altında olduğu görülüyor. Mamafih lisanı
burada onlara nazaran zayıftır. Faik'in lisanından sade, fakat hassasiyet itibarıyla
ondan kuvvetli ve samimidir. Kadın şairi ifeministe) adını alan Sahir'in bu ruh ile
yazdığı eserlerini görmek için Beyaz Gölgeleri'ni okumak kafidir.
Şu "Aşk-ı Ebkem" ser-nameli şiirinde Sahir'in bütün hassasiyetini okumak
mümkündür:
"Seni ilk gördüğüm zaman bende
Doğdu birden bu hiss-i şermende
Gözlerinden, mükedder ü meftur,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 87 1

Kalbime ilk uçan ketibe-i nur


Orda terk etti bir şerare-i şuh;
Kalbim oldu o nurdan mecruh!
O zamandan beri, ketum u harim,
Seni hiçbir ümidsiz severim . . .
Süslerim hüsnünü hayalimle,
Beslerim aşkını melfilimle;
lztırab-ı muhit ile meşhun
Yaşamaktan olunca ben yorgun,
Koşanın mutlaka nazarlarına,
O nazarlar verir hayat bana;
Beni onlar bu fil.eme bağlar.
Sen gülersin, benim içim ağlar. . .
"

[s. 1 06 1] Bilhassa "Kariime" adlı şu küçücük şiirinde fikir ile alakadar


olmadığını, ilhamını fikrinden alan entelektüellerden (inteüectualistes) olmadığım,
ancak hissiyat ile sentimentalisme ile yazdığını ilam ediyor:

"Ben bütün benliğimle bir kalbim,


Bir kırık erganun-ı hissiyat
Ki onun tellerinde bestelenir
Her zaman başka bir azab-ı hayat
Senden, ey kariim, budur talebim:
Beni fikrinle etme hiç takdir!
Okuyorken beni senin kalbin,
Hasta bir kuş gibi garib ü hazin,
Yanarak titresin; bu kafidir.
Yoksa kalbinde böyle bir humma,
Sana şi'rim yabancıdır, okuma;
Ara fikrinle başka bir şair!"
Sahir, Meşrutiyet'ten sonra kadın şairliğinden vazgeçmemiş, belki aynı
hassa fazla hususiyetler de ilave etmiştir. İnsani hislerle mütehassis olmaya
başlamıştır. Kadınlığın yalnız şiir ve hülyasıyla değil, istidat ve ihtiyacıyla da
alakadar görünmeye bir meyil duymuştur.
Sahir'in lisan ve ilhamındaki asıl inkılap milliyetçilik (nationalisme) ve
Türkçülük cereyanına atıldığı, o ruh ile yazmaya başladığı zamanlar
görülmüştür.
Daha 326 [ 1 9 1 0- 19 1 1] senesinde hece vezni ile yazdığı şu "Aşkı
Terennüm" unvanlı manzumesi de sadeliği ile beraber inceliği ve zarifliği de
cem etmektedir:

"Birbirini seven iki ruha elem dokunmaz;


Tabiatta her ne varsa hepsi aşkın kuludur.
872 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hayat gamlı bir kitaptır, bir başına okunmaz;


Her yaprağı şakka acı bir derd ile doludur.
[s. 1 062] Sevi�iniz önünüze yeşil bir yol açılsın;
Kalbinize muhabbetin çiçekleri saçılsın . . .
Sevişiniz, sevmeyerek yaşayanlar ölüdür;
Aşk insanın yüreğini aydınlatan güneştir;
Aşk alemde her mihneti safa yapan büyüdür;
Hem yakan, hem de ısıtan bir mukaddes ateştir.
Sevişiniz, kalbinizde bahar olsun bugün gün
Yuvanıza mavi gökten saadetler dökülsün"
Sahir böyle tek tük tecrübelerden sonra yavaş yavaş aruzdan heceye doğru
bir tebeddül göstermeye başladı.

Eminemin Türküsü
Emine Emine nazlı Emine
Aldandım ettiğin büyük yt•mine
Doymadan sevdanın çılgın demine
Attın beni hicran cehennemine
Nc.-dir kabahatim, niçin Emine
Yanıyorum için için Emine
Gözünden doğardı nuru gündüzün
Geceler göğsünden alırdı hüzün
Göğsümün üstüne yaslanan yüzün
Bmzerdi sararmış bir yasemine
Sızlıyor ne derin derin Emine
Göğsümde boş kalan yerin Emine
Hala dudağımda sıcak nefesin
Hala kulağımda o yorgun sesin
Gözlerim karardı görün nerdesin
[s. 1 063] Ruhumun nihayet ver elemine
Esen rüzgarlara bürün Emine
Bir kerecik daha görün Emine
Yok mudur bir çare düştüğüm derde
Sıyrılmaz mı artık bu siyah perde
Söyleyin geceler Eminem nerde
Sebep ne dünyanın bu matemine
Emine gözlerden nihan Emine
Sensiz ne karanlık cihan Emine
Hece vezniyle yazdığı şu: "Yağmur Yağarken" manzumesını okuyunca
tebeddülü görürüz:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 873

"Ey göklerin gözyaşı!


Yıka toprağı, taşı,
Serpil, dökül, yağ, boşan!
Değil yalnız taş, toprak,
Gülerek, ağlayarak,
Kımıldayan, konuşan,
Eski, yeni, yaşlı, genç,
Söz, hareket, his, fikir . . .
Hepsi kirli, hepsi kir!
İğrenenler de iğrenç!
Ak, ey semavi nehir!
Temizlensin bu şehir . . . "
ifade sade, şekil sade ve ilk el edebiyanndaki üçlemeleri andırıyor, manada
derin bir hüzün, kalbi bir elem var . . .
Şüphe yok ki Sahir'in bu mevzuu asıl (origi,na� değildir. Bilhassa Cenab'ın
"Münacat" unvanlı şiiriyle büyük bir münasebet-i fikriye, sıkı bir müşabehet-i [s.
1 064] sıhriyye var. Mamafih beyanındaki sühUlet, edasındaki samimiyetle bir
kıymeti haizdir. Sahir'in parmak hesabı denilen hece vezniyle güzel
manzumeleri vardır.
Memleketinin uğradığı musibetlere yakından şahit olan şair meskenet
içinde işsiz güçsüz, vazifesiz uyuklayanları sarsacak bir yol arıyor, bir çare
düşünüyor, müzmin, müteaffin bir tevekkül illetine uğrayan iz'ansızlan
kımıldatabilmek için dini hislerini gıcıklamağa kadar varıyor ve hece vezninden
istifade ederek şu "Feryad" unvanlı manzumeyi yazıyor:

"Düğün evi gibi hala dört köşen . . .


Gafil çocukların ne kadar da şen!
Anne, bu rüya mı? İnleyen sesin
Değil mi duyduğum? Sen değil misin?
Bu bağn kanayan, bu can çekişen?
Yakarken son ateş tevekkülünü,
Savururken rüzgar sıcak külünü.
Neşesinden hiçbir kalp uyanmıyor;
Anne, hiç kimsenin içi yanmıyor.
Kızlar kıvırıyor bak kakülünü . . .
Bak hepsi benziyor bir taş bebeğe,
Hepsi kalp arıyor büyülemeğe
Gözlerde sürmeler bir siyah oya,
Dudaklarda boya, yüzlerde boya.
İçlerinin rengi saflansın diye . . .
Hepsinin izinde bir delikanlı,
Göğsü heyecanlı, gözü dumanlı.
874 İS MAİ L HİKMET ERTAYLAN

Koşuyor, başında cünun eserek!


Anasının derdi nesine gerek?
Onun bir hevese gönlü nişanlı!
[s. 1 065] Hem çare var mı bu felaketlere?
Niçin üzülmeli beyhude yere?
Yetişmez mi artık beş yıllık cevri?
Canlansın yeniden bir lale devri:
Aksın piyadeler, şenlensin dere . . .
Hülyalar örerken mehtabın rengi,
Çalınsın çalgılar, oynasın çengi,
Çınlasın havada bir açık gazel. . .
Bu yolda ölürken bile ne güzel!
Sarsın gönülleri aşkın ahengi . .
.

Hıçkınrken hasta annenin sesi


Bütün bir gençliğin bu, felsefesi!
Hepimizin ruhu kör, vi cdanı kör;
Hepimiz alçağız, hepimiz nankör;
Hepimiz bir insan müstehasesi!
Üstünde gülerken bir yığın sersem;
Şehir ta içinden tutuyor matem:
Solgun bir acı var güneşte ; ayda,
Çiniler ağlıyor eski sarayda;
Susuz çeşmelerden sızıyor elem . . .
Sarsıyor sanki bir gizli zelzele . . .
Nasıl kımıldıyor sandukalar hak;
Al u nda yatanlar şimdi kalkacak
Bir derin ye's ile verip el ele . . .
Kubbe, mihraba loş bir gam döküyor;
Her beyaz minare boyun büküyor!
Ey şerefelerden yükselen ezan,
Bir son nefes gibi göklere uzan!"
rs. 1 066] vaktiyle ince hisler, ince hayaller, yakıcı sevdalar, gıcıklayıcı
hayallerle kadınlığı okşayan, yükselten ve "kadın şairi" unvanını alan Celfil Sahir
bu şiirinde büsbütün başka, büsbütün yeni bir ruh yaşatıyor. Bu sade, bu
samimi, fakat ateşin ifade içinde sızlayan bir ruhun yaralan kanıyor. Avrupa
emperyalistlerinin aç gözlerine bir hedef olan ülkenin uykulu, bihaber, ölü hfili,
hissiz, heyecansız, isyansız yıkılışı şairi inletiyor, sebepsiz ortalığa atılarak dini
taassuplarla kan akıtmaktan haz alan riyilirlann sesleri, sadalan hile
çıkmadığını görerek onlara acı acı, zehirli zehirli tarizlerle haykırıyor.
Sahir'in bu manzumede lisanı açık ve sıcak bir Türkçedir.
Celfil Sahir'in nesri hakkında da bir fikir vermiş olmak için "Ufülün"
unvanlı parçasını gözden geçirelim:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 875

"Yapraklar gibi sarararak, çiçekler gibi sakının üstünde boynun bükülerek


soldun, yavrum; kuşlar gibi ince, narin, titrek sesinle haykıra haykıra öldün.
Yapraklann, çiçeklerin, kuşların düşmanı olan kış senin nazik hayatının da
düşmanı oldu.
Bütün ufuklar sincabileştiği, mavi göklerin bulutlanarak ağladığı, güneşin
parlak, hayat-bahş çehresini nazarlardan sakladığı, bütün eşbah üzerinde, hassas
bir vücudu gezen soğuk bir raşe gibi rüzgarların dolaştığı bir günde, son senenin,
son gününde söndün, nur yavrum; senenin son günü senin bedbaht hayatının da
son günü oldu.
Evet, yapraklar gibi, çiçekler gibi, kuşlar gibi öldün kızım; tıpkı kuşlar,
çiçekler, yapraklar gibi . . . Onlar nasıl hasret-i bahara tahammül edemeyip çabuk
ölürlerse sen de hicran-ı akıbete dayanamadın; yalnız iki ay onun ümmid-i
avdetiyle sabırlanıp bekledin, nihayet nevmid, kendini ölüme teslim ettin; o seni
aldı, siyah kanatlan üstünde birden uzaklara, meçhul ufuklarla muhat na-mer'i
bir aleme kaçırdı.
[s. 1 067] o alem, kim bilir, belki bir adn-i ervah, belki bir iklim-i ademdir.
Evet, son sene ile beraber öldün, yavrum; bir sene duvarlarda sararıp
solduktan sonra son yaprağı koparılıp kendisi dışarı, sokaklara atılan eski
takvimler gibi sen de ciğerinden, ah o mel'un marazın delik deşik ettiği zavallı
ciğerinden kopan son nefesini bütün sevdiklerinin ruhuna üfledikten sonra öldün
ve naşın kara toprakların koynuna atıldı.
Her zaman boynunda kapanan annenin şefik kolları yerine şimdi toprağın
siyah kumlan seni kucaklayacak!
Hayadan etrafındakiler için, hayadan kendileri için azap olanlar varken,
hayadan herkes için bir bela olanlar varken onlar ölmedi; kızım, bedbaht
yavrum, sen öldün. Onlar yaşarken, onlar sürüklenirken sen öldün, melek
yavrum.
Ve herkes, bütün sevdiklerin, bütün seni sevenler, annen, baban, ben ve
başkaları ağladık. Yabancılar ağladı. Herkes ağladı. Mavi gökler bile
bulutlanarak ağladı, ufuklar sincabileşerek, güneş gizlenerek, rüzgar inleyerek
ağladı. . . Evet hepsi ağladı. Biz de ağladık, ağladık, fakat işte; o kadar. . .
Çıldırmadık, ölmedik, hasta bile olmadık . . .
Yarın mavi gökler gülecek, güneşler parlayacak, ufuklar açılacak, rüzgarlar
susacak ve biz ağlamayacağız. Şimdi kalplerimizde her bir cerihadan daha
vahim bir yara halinde kanayan matemin bile kapanacak ve seni hatırladığımız
zaman yalnız yeri sızlayacak.
Melek yavrum, işte insanlar hep böyle; işte hayat hep bu . . . Sakın bizden
iğrenme. Eğer şimdi semadan toprağa bakıyorsan bizden irtilaını düşün ve bu
sefil arzın sefil sakinlerini affet kızım . . . "
876 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Celal Sahir bu mensuresine ruhundan kopan acı bir hicranı, katı bir
hakikati, sert bir felsefeyi de koymuştur. Mensur şiirler tarzında yazdığı bu
parçada Sahir'in bütün hassasiyeti yaşamaktadır.
Sahir'in matbu eserleri miyanında Buhran ile Siyah Kıtab'ı da zikre değer. 202

202 Celal Sahir Erozan 16 Kasım 1 935 tarihinde İstanbul'da hayata gözlerinin yummuştur.

Yukanda adı geçen dergi ve gazetelerin dışında lrtika, Malı1mdt, Pul, lisdn dergilerinde şiirleri, Sabah
gazetesinde birkaç hikayesi yayımlanmışur. 1908'de Meşrutiyet'in ilanından sonra Demet adlı bir
kadın dergisi çıkarmış, Ha/Juı Doğru dergisini yönetmiş, Bilgi, mecmuasında yazılan yayımlanmıştır.
Yukanda adı geçen eserlerinin dışında lstanbul için Mebus Nam;;.etlerim (Hakkı Naşir takma adı ile
hicviyeler, 1 9 1 9) adlı bir kitabı da vardır.
Aynntılı bilgi için bkz. Nesrin Tağızade Karaca, CeMl Sahir Ero;;.an, Ankara 1 993. (Haz. notu)
DÖRDÜNCÜ CİLT
YİRMİNCİ ASIR
1324 [1908] İnkılabından Sonra

İstibdat kabusu nasıl yıkıldı? - İnkılabın seciyesi - İçtimai, iktisadi ve


fikrihayattaki izleri - 1324 [1908] İnkılabı da hayatta ve terbiyede bir
vahdet yarataınamıştı. - Matbuat alemindeki buhran - 3 1 Mart irticaı
ve Abdülhamid - Memlekette fikirleri sürükleyen cereyan üç mütezid
terbiyeden doğnıakta idi: Asri terbiye, milli terbiye, dini terbiye. Asri
cereyan, milli cereyan ve dini cereyanı yaşatmakta idi - Asrilik ne idi
ve ne gibi iıniller altında doğmuştu? Edebiyatta akisleri "Fecr-i Ati''
- Türkçülük cereyam ne idi? Menşei, sebepleri ve neticesi - edebiyata

tesiri - Selinik'te " Genç KalenıleY'. İstanbul'da Türk Yurdu ve Yeni


Mecmua - İslamlık cereyamm müdafaa edenlerin nokta-i nazarları -
Bu cereyamn edebiyata tesiri - Sebilürreşad mecmuası - Cihan Harbi
- Türkiye'de içtimai, iktisadi ve ilini hayata tesiri.
Türkiye yirminci asrı inkılap ile karşılamıştı ve senelerden beri muhtelif
zeminlere saçılan tohumlar feyizlenmiş, filizlenmiş mahsul vermeye başlıyordu.

Otuz yıldan ziyade süren ve memleketi felaketten felakete sürükleyen o kara


istibdadına nihayet vermek istemeyen kanlı sultan son zamanlarında korku ve
kuruntusunu arttırmaya başlamıştı.

1 32 1 [ 1 905] senesi suikastından sonra sıklaştırdığı teftişleri, tecessüsleri


kendisini hiçbir vechile memnun edemeyecek haberlerin hayat bulmasına yol
açıyordu.

İstanbul'da; Yıldız önünde patlayan suikast bombalarının yırtıcı seslerine


Rumeli'nin yalçın ve yıldırım dağlan korkunç akisler veriyor, uzaklardan gelen ve
gittikçe ciddileşen, müthiş fırtınaların yaklaştığını haber veren sürekli gök
gürültülerini andıran bu sadalar Abdülhamid'in o çok vehimli, o çok ürkek
kulaklarında vahşi tarrakalarla uğulduyordu.

[s. 2] Kanlı hükümdarın burnunda daimi ve kızgın bir barut kokusu vardı.
Bu kuru bir tevehhümden ibaret değildi. Vilayetlere, hususiyle Rumeli taraflarına
giden teftiş heyetleri fena ve tehlikeli haberler gönderiyorlardı. Abdülhamid
Selanik ve Manastır'da İttihat ve Terakki'nin ihtilal hazırlıklarını duymuştu.
Uykusunu, rahatını feda ederek isyanı bastırmak, boğmak çareleri düşünüp
dururken 9 Temmuz 1 324 [22 Temmuz 1 908] tarihinde Manastır'dan o tehdid­
amiz telgrafı alınca bütün bütün etekleri tutuşmuş, ye's ve gazabından ne
880 İSMAİL HİK.l\1ET ERTAYIAN

yapacağını şaşırmıştı. Hemen o gece bütün vezirlerini etrafına toplayıp zihnine


dokunan bu meseleyi belasız, tehlikesiz bir surette başından atmaya uğraştı.
Cebir ve istibdada, kahır ve tedmire alışmış o koca vezirlerinin gözlerinin
önünde duran dört satırlık telgrafın aydın ve keskin kat'iyeti karşısında adeta
büyülenmiş gibi kalmışlardı . Gece yanlarına kadar süren ateşli ve korkulu
münakaşa ve müzakerelerden sonra nihayet kabulden başka çare görememiş, l O
Temmuz 324 [23 Temmuz l 908] sabahı doğan güneş otuz üç yıldan beri zulüm
ve tazyik altında çiğnene çiğnene ezilen, haysiyetini, hakkını kurban eden
memlekete bir hürriyet havası getirmişti. O kanlı, kinli, kara istibdat kabusu
küçücük bir kağıt parçasının istihza-kar nefesleriyle titreyerek yıkılıp gitmişti.
Yıllardan beri üst üste çekilen kale duvarlarının, yıllardan beri yığılan
topların, tüfeklerin, yıllardan beri beslenilen her türlü rezalet ve cinayetlerine
katlanılan rengarenk muhafızların, silahşorların hepsi boş, manasız bir
korkuluktan ibaret kalmış sultanın o azametli, o altın taçlı başı halkın hak isteyen,
hürriyet dileyen nurlu gözleri önünde zillet ve haşyetle eğilmişti. Osmanlı
tarihinin zapt ettiği en mühim, en büyük fırsatlardan biri olan bu inkılap hareketi
bütün yaşatıcı unsurlara mfilik bir seciye gösterememişti, kuvvetli ve kabiliyetli
idare ellerinden uzak olduğu için memlekete beklenilen içtimai saadeti, iktisadi
hürriyeti, ilmi ve terbiyevi İstiklali getiremedi. Çürük enkaz ile sağlam bina
kurmak, (s. 3) eski kafa ile yeni dimağ yaratmak, eski terbiye ile yeni halk
yetiştirmek mümkün olamazdı. Bütün büyük mevkiler, bütün büyük idare işleri
yıllarca istibdada, mutlakiyet zihniyetine, esaret hayatına hadim olmuş,
hayatlarını o uğurda vakfetmiş, zihniyet ve telakkilerini o mekanizmaya göre
kurmuş olan eski vezirlerin ellerine teslim edilmişti; bu yüzden de memlekette
beklenilen yeni düzen kurulamadı. İktisadiyatı da fikriyatı da Avrupa
muhtekirlerinin ellerinden kurtarılamadı. Hayatta da terbiyede de bir vahdet
yarablamadı. Tanzimat hareketinin, birçok zaruri sebepler tesiriyle noksan
bırakhğı noktalan l 324 İnkılabı da tamamlayamadı. Kısmen aynı kısmen de
yeni sebepler dolayısıyla inkılap içtimai hayatın bütün safhalarına, bütün
derinliklerine yayılamadı, hayatta, terbiye ve mefkurede bir vahdet yaratamadı,
bir dakika için, darbenin nagehanlığından, şiddetinden sersemlemiş olan
emperyalist ve kapitalist Avrupa hayret ve dehşet içinde işlerin gidişine sessiz bir
seyirci olup kaldı.
İlk günlerin getirdiği taşkın sevinçler, coşkun emeller birbiriyle kucaklaşıp
öpüşen anasın, yekdiğerine kardeşlik vaatleriyle bu umumi istiklal bayramına
ablan İslam, Hıristiyan halkı gidecekleri yolu tayini bile hatırlarına getire­
meyecek derecede kendinden geçirdi; herkes umumi bir sarhoşluk içinde dalıp
gitti.
Matbuat filemi de bu cinneti alkışlamakta, coşturmakta devam edip
gidiyordu. Yapılacak işlerden, tutulacak yollardan bahseden yoktu . Bütün
gazeteler her lisanda, sade elde edilen saadetin tes'idiyle meşgul, terennümüyle
sermest idi.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 88 1

Halk bu neşe ile baygın bir halde iken iki gizli kuvvet durmuyor,
mütemadiyen planlar kuruyor, taarruzlar hazırlıyordu: Saray ve Avrupa... Bir an
gaflet içinde elinden kaçırdığı hakimiyet ve mutlakıyeti yeniden ele geçirmeyi
düşünmekten hfili kalmayan Abdülhamid, için için uğraşıyordu; geniş bir iktisadi
sahayı, bir menfaat menbaım ebediyen kaybettiğine kani olan Avrupa da yeniden
o sahaya el atmak için vesile ve fırsat gözlüyordu.
[s. 4] Memleketi evvela karıştıran yine Abdülhamid olmuştu. Bir zamanlar
canlandırmaya çalıştığı halifelik kuvvetine dayanarak aç, çıplak, kör, mutaassıp
birtakım softalan elde etmiş "Cemiyet-i Muhammediye" diye Derviş Vahdeti,
Kör Ali namlannda serseri sanklılarla bir cemiyet türetmiş ve 3 1 Mart'ta bütün
bu azgın serdengeçtileri "Şeriat isteriz" diye ortaya dökmüştü.
Kendi muhafız askerleri de bu cereyanı körükleyerek Meclis-i Mebusan'ı
kuşatmışlar, birçok mebuslan, birçok mektepli zabitleri süngülerle parçalamışlar,
İstanbul muhitine korku ve dehşet saçmışlardı, "İttihat ve Terakki" uzuvlanndan
birçokları kaçmışlardı. Dini bir kisve altında ortaya atılan bu kanlı irtica,
günlerce sürüklenmiş, memleket haşyet ve vahşet içinde çalkanmıştı. Fakat zalim
padişahın bu kanlı rüyası pek de umduğu kadar tatlı nihayet bulmamış,
bulamamıştı.
Gerek İstanbul'dan vaka üzerine kaçıp giden mebuslar ve cemiyet uzuvlan,
gerek vakayı işiten alakadar zabitler Rumeli'nde toplanarak "Hareket Ordusu"
namıyla bir ordu toplamışlardı. Nihayet Rumeli'nden gelen bu ordu irtica
hareketini bastırmış ve müsebbiplerini de astırmıştı.
Asıl başmüsebbibi olan kanıksamış padişahı da tahtından indirerek
hapsetmişti, bu vaka halkın emniyet ve rahatını kaçırmıştı.
Herhalde İstanbul muhitinde fikirleri ayn ayn yollara sürükleyen, ayn ayn
cereyanlar vardı. Bunlan kuvvet aldıkları terbiye menbalanna göre başlıca üç
cereyanda toplamak mümkündür.
1- Asri terbiyeden kuvvet alan, Asri cereyan
2- Milli terbiyeden kuvvet alan, Milli cereyan
3- Dini terbiyeden kuvvet alan, Dini cereyan
Asrilik bilhassa "Tanzimat-ı Hayriye" ile başlayan ıslahat devrinden beri
memlekette yerleşmekte devam eden zihniyetin bir neticesidir. Bu cereyanı
yaratan ve yaşatanlar Garp medeniyet ve zihniyetine yakın olanlardır. Garp ile
münasebat sıklaşmaya başladıktan sonra birçok gençler Avrupa'ya tahsile [s. 5]
giderek la-dini (wique) bir terbiye ile yetişiyorlar, Garp'ın, bilhassa Fransa'mn
cosmopoliJe fikirleriyle aşina olarak memleketlerine dönüyorlardı. Bundan maada
İstanbul'da ve bazı büyük şehirlerde kendi tebaalanna öz dillerini öğretmek
bahanesiyle mektepler açan Avrupalıların bu mekteplerinde yetişen veya Avrupa
mekteplerine nazire olarak açılan yerli ve resmi mekteplerde Avrupalı
882 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

muallimlerin terbiyeleriyle yetişen gençler hep bu cereyanı kuvvetlendiren


amiller idi.
Bu tarz-ı terbiye ve bu siyak-ı nazar bilhassa Meşrutiyet'in, inkılabın ilk
senelerinde pek büyük bir kuvvetle inkişaf etmişti.
Memlekette yaşayan bütün anasır bir kardeşlik hissiyle mütehassis olmuş,
şeyhülislam ile patrik el ele, yan yana arabalarda gezmişti. Bütün manasıyla bir
beynelmileliyet (internationalisme) hüküm sürmeye başlamıştı. Tıpkı Fransa'da
Büyük İhtilal'in ilk zamanlanndaki gibi geniş bir müsamahakarlık görülüyordu,
matbuatın kuvvetli bir kısmı bu cereyanı temsil ediyordu. Asri terbiye alan
münevverler yirminci asrın bütün terakkilerini ve tekemmüllerini benimseyerek
asri ve medeni bir içtimai heyet vücuda getirmek, memleketin irfanını, seviyesini
yükseltmek, iktisadiyaunı kuvvetlendirmek ve müstakil bir hale getirmek
mefkuresiyle hareket ediyorlardı.

Neşriyatları, telkiniitlan, tarz


ve usul-i terbiyeleri hep bu gayeye gidiyordu,
hatta hükümetin resmi hatt-ı
hareketi de aynı yolda idi. Bittabi bu cereyanın
bütün içtimai hadist· ve müesseselerde olduğu gibi edebiyatta da akisleri
görülüyordu. &rvet-i Fünıln'da Garp tesiriyle başlayan edebiyat devam ediyor,
1 325 [ 1 909] senesinde o edebi mektebe yeni bir varis olarak Fecr-i Ati teşkil
olunuyordu. &rvet-i Fünıln'u idare edenler Edebiyat-ı Cedidecilerle Fecr-i
Aticilerden ibaretti.

Fakat bu cereyan hemen daima aynı suretle kuvvetini muhafaza edemedi.


Avrupa'nın iktisadi ve siyasi ihtiraslarla Türkiye'ye saldırması, İ talya'nın
Trablusgarp'a hücumu, Avusturya'nın Bosna Hersek'i alması, nihayet Balkan
Harbi'nin neticesinde Rumeli'nin bütün bütün Türklerin ellerinden çıkması [s.
6] Avrupa'ya, Avrupa medeniyetine de bir kin uyandırmıştı. Aksülamel çok
şiddetli olmuş ve iki muhtelif çehre göstermişti: Milli; dini . . .
Türkiye'nin milliyetçilik (nationalisme) cereyanına atılması tıpkı Fransız
İ htilal-i Kebiri'nde dört taraftan düşman istilası ve hücumu altında kalan
Fransa'nın cebri bir surette milliyetçiliğe (nationalisme) atılması gibi olmuştur. O
zaman Fransa, memleketi ancak bu hislerle korumak mümkün olacağını
zannettiği gibi Türkiye de Avrupa emperyalistlerinin tecavüzleri karşısında aynı
hissi duymuştu. Asrilik cereyanı zayıfladı, birçok gençler o cihetten çıkarak bu
yeni yola döküldüler; Servet-i Fünfın'u idare iden Fecr-i Ati gençleri feryada
başladılar:
"Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni
Türküm ve düşmenim sana kalsam da bir kişi"
diye Avrupa'ya karşı diş gıcırdatmaya, yumruk göstermeye başladılar.
Mekteplerde tarz-ı terbiye değişti, tedris gayeleri başkalaştı. Milli hislere fazla yer
verildi.
Esasen bu cereyan o kadar da yeni değildi. Daha istibdadın hüküm
sürdüğü 1 3 1 3 [1 897] senesinde Yunanistan'la açılan harp, memlekette milli
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 883

gururu okşayacak, canlandıracak bir zaferle neticelenmişti. Harpten dönenlere


karşı parlak istikballer hazırlanmış, bütün gazete ve risaleler bir sesle
kumandanları, askerleri alkışlamışlardı. Milli kahramanlığı, fedakarlığı hikaye
eden, yükselten destanlar yazılmıştı. Bütün bu yazılar açık, sade bir Türk diliyle
meydana gelmişti. Bu da aynca cazip bir cihet teşkil etmişti. Halka Doğru
cereyanıyla lisanda bir yenilik başlamış, Servet-i Fünfın, başta Tevfik Fikret
olduğu halde o zaman bu cereyan takdir ve teşvik edilmişti.
O zamanlar Rüsumat'ta memur olan Mehmed Emin de duygularını hece
vezniyle ve açık bir ifade ile yazmak teşebbüsünde bulunarak, "Hece vezniyle şiir
yazılamaz, halk lisanından şiir çıkmaz!" gibi iddialara karşı birkaç tecrübe ve
numune [s. 7] vermek hevesine düşmüştü. Yazmaya başladığı parçalan Tevfik
Fikret'e, Rıza Tevfik'e ithaf etmiş hatta bunlardan bazıları da bilahare Servet-i
Fünı1n da neşredilmişti.
'

Gerek Tevfik Fikret, gerek Rıza Tevfik Mehmed Emin'i sıyanet ve teşvik
ettiler. Esasen Rıza Tevfik yıllardan beri tetkik etmekte olduğu halk edebiyatı
numunelerinden mülhem olarak koşmalar, divan ve destanlar yazıyordu.
İşte inkılabın ilk senelerini takip eden dahili ve harici vakalar bu cereyana
daha büyük bir kuvvet vermişti.
Selanik'te neşredilmeye başlayan Genç Kalemler, "Yeni lisan" iddiasıyla ortaya
atıldı. Münakaşal ar münazaralar başladı, asri cereyanla milli cereyan
,

çarpışmaya başlamıştı.
Milli harsı (culture), milli terbiyeyi tenmiye edecek kulüpler, mahfiller
açılmaya başlandı. "Türk Ocağı" tesis olundu. Arkasından cereyanı ta'mim ve
takrir için, fikirlerin neşrine vasıta olmak üzere Türk Yurdu mecmuası intişar etti.
Çok sürmedi, bu cereyan büyük bir kuvvetle her tarafa kök saldı. Genişlemeye
büyük bir istidat gösterdi, Türk dünyası ile fikri bir münasebet başladı.
Vaktiyle Bahçesaray'da Tercüman namıyla çıkardığı gazete ile milli cereyanın
inkişafına hizmet etmiş olan İsmail Gasprinski de Türk Yurdu nun yazıcılarından
'

oldu.
Zemin ve zamanı müsait gören ve içtimai bir hareket yaratmak isteyen Ziya
Gökalp meydana atıldı. Kendi felsefi ve içtimai fikirleriyle Türkçülüğe daha
şümullü bir mana verdi, daha geniş bir ufuk açtı. Nazariyat sahasını büyüttü.
Denebilir ki Türkçülük esaslan üzerine hükümete bir siyaset planı, bir idare
programı çiziyordu İttihat ve Terakki Fırkası merkezinde kuvvetli bir nüfuza
mfilik olan bu yeni içtimaiyatçı fikirlerinin neşrine vasıta olarak Yeni Mecmua'yı
çıkarmaya başladı. Türkçülükte iki yol hasıl oldu: Biri edebi ve ilmi bir sahada
çalışan Türk [s. 8] Turdu'nun takip ettiği, diğeri de içtimai ve siyasi sahada
yürüyen Yeni Mecmua'nın tuttuğu yoldu. Bu ikinci yol Türk birliği (Pan-Touranisme)
yolu idi.
884 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dini cereyanın menşei iki ewelki cereyandan çok eskidir. Hıristiyan


Avrupa'nın taassup {fanatisme) hisleriyle Şark'a saldırması bütün İslami unsurlar
arasında bir nevi galeyan uyandırmıştı. Garp emperyalistlerinin bir taraftan
siyasi, bir taraftan dini tazyikleri altında varlıklarını kaybeden birçok küçük
hükümetler, diğerleri için de bir numılne-i intibah oluyordu. Bu umumi
hareketin Türkiye üzerinde de bir tesiri görüleceği tabii idi. Bir taraftan da kendi
nüfuz ve kudretlerini arturmak isteyen sultanlar, bilhassa hilafet mevkiinden
kuwet aldıkları için dini cereyana büyük ehemmiyet veriyorlardı. O ehemmiyet
asırlar boyunca yaşamış i lmi , idari, içtimai, iktisadi hatta zamanına göre siyasi
bir şekil bile almıştır. Memleketin bütün mukadderau bir fetva emininin elinde
kalmıştır.

l 255'te [ 1839] tatbike başlanılan Tanzimat-ı Hayriyye cereyanı bu kuweti


hayli sarsmış, hayli zedelemiş ise de tamamıyla kökünden söküp atmaya
muvaffak olamamıştır. Yeniliğe, terakkiye, inkılaba karşı nerede bir isyan, nerede
bir irtica baş gösterirse onu idare eden kara kuvvetin mutlaka dini kuwet olduğu,
hiç olmazsa ona istinad t'der bir teşkilat bulunduğunu tarih bütün açıklığı ve
aydınlığıyla gösteriyor.
Tanzimat'a karşı isyan edenlerin de yine başlan bu kuwete bağlı idi.
Skolastik (scolastique) bir terbiye ve zihniyetle idare olunan bu cereyarun
taraftarları pe k çok idi, çünkü bü tün ilim ve terbiye müesseseleri o cereyanın
idaresine tabiydi. Hayatı idare eden şeriattı. Alım satıma varıncaya kadar kara
kaplı kitapların tayin ettiği usuller, kanunlar dairesinde deveran ederdi. İlim ve
irfan fabrikası mt·drese idi. Oradan yetişen, hayatı ancak kendi hususi görüşü ile
görebilir, kendi indi duyuşu ile duyabilirdi.
[s. 9] İç timai , ilmi ve ikti sadi hayata yeni bir sistem, yrni bir uzviyet vermek
isteyen Tanzimat, memlekete mekanizması bütün bütün başka, bütün bütün yeni
bir makine getirmiş; fakat o çark.lan küflü, hareketi yanlış köhne makineyi
ortadan kaldırmak değil durdurmaya bile muvaffak olamamıştı. O işliyor ve
kendi paslı dişleri şekil verdiği, kalıba döktüğü enmılzecleri (type) hayat sahasına
döküyordu.

Tanzimat hareketinin en büyük noksanı içtimai varlıktaki bu ikilik (dualisme)


old uğu gibi 1 324 [ l 908] İnkılabı'nın en büyük zaafı da yine bu ikilik olmuştu.

Yeni inkılap bu ikiliği kaldıramadıktan başka ona bir üçüncü cereyan da


ilave etmişti.

Abdülhamid saltanatının son zamanlarında yüz buldukları için fevkalade


şımaran bu zümre İttihad-ı İslam (Pan-/slamisme) gibi mevhılmeler peşinde
koşarak her me fku reyi (ideal) ezecek bir serkeşlikle ortaya atılmışlardı.
Meşrutiyet'in ilanı, ilk zamanlardaki zihniyet (mentalite) ve asrilik cereyanının
galebesi, dini cereyanı felce (para!Jsie) uğratmıştı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 885

Fakat kanlı halifenin yeniden eski istibdadını canlandırmak hevesine


düştüğü zamanlar 3 1 Mart irticaıyla bütün gayz ve gılzetiyle canlanmış, fakat
devamına meydan verilmeyerek bastırılmıştı. Eğer harici sebeplerle asrilik
cereyanı zayıflamasaydı belki de daha o zamandan körelip gidecekti. Fakat
Avrupalı muhtekir ve muhterislerin yeni hücumları beynelmileliyet hissini
öldürmüş milliyet hissiyle beraber din hissini de ateşlendirmişti. Abdülhamid'in
hapsiyle nihayet bulan irtica vak'asından sonra her biri bir köşeye sinen
mutaassıp !fonat:ique) hacılar, hocalar tekrar canlanmaya başladılar. Şeyhülislamlık
halkı İrşad gayesine düştü. Sebflürreşad adlı bir mecmua çıkarmaya başladı. Dini
cereyan hisler, fikirler üzerinde bir hakimiyet (autorite') kurmak istiyordu. Tesirini
ilim ve edebiyat üzerinde de göstermek istiyordu. Bir zamanlar Darülfünı1n
edebiyat muallimi olan Mehmed Akif'i [s. l O] mecmuaya muharrir olarak
getirdi. Cereyan bir muntazam teşkilat halinde devam ediyordu, bazı hadiseler
de onun beslenip canlanmasına, kuvvetlenip ateşlenmesine sebep oldu. Balkan
Harbi, Cihan Harbi gibi memleketin hayatını, istiklfilini tehlikeye atan mühim
amiller, asriliği bütün bütün zayıflatarak dini cereyanı birçok zaman milli
cereyanla birleştirmiş ve beraber çalıştırmıştı.
Bir ara bu üç cereyanı birleştirmeye, aralarındaki zıddiyeti ortadan
kaldırmaya uğraşanlar oldu ise de, mümkün olmamıştı. Hatta Ziya Gökalp'ın
Türkleşmek, İslamlaşmak, Mudsırlaşmak adlı eseri de bu gayretin zoraki ve faydasız
bir mahsulü idi. Hem zihniyet, hem mefkure hem de terbiye itibarıyla
yekdiğerinden bu kadar ayn, bu kadar uzak olan zıddiyetleri birleştirmek muhfil
idi. Cihan Harbi esnasında en hararetli, devresini yaşayan dini cereyan bütün
memlekete hakim ve mütehakkim bir vaziyet almıştı.
Bilhassa asrileşmek cereyanının kanlı bir düşmanı olan bu cereyan, bu
Umumi Harp'ten istifade ederek nifak ve şikaka yol açmıştı; "Cihad-ı Ekber"
ilanı gibi yirminci asır zihniyetini güldürecek teşebbüsleri körüklemiş,
alevlendirmişti. Bir sürü mutaassıp ortaya atılmış, kendi menfaat ocakları olan
dini köhne bir efsane, riyakar bir yalan, korkak bir temelluk olarak gösteren,
yirminci asırda böyle manasız, yalancı ve riyakar efsunlara inanılamayacağını
ortaya süren asrilere karşı bu "kara kuvvet" ateş ve gayz püskürmeye başlamıştı.
Bütün harp müddetince dini cereyan büyük rolünü oynuyordu. Hakikatte hiçbir
kuvveti temsil edemeyen bu cereyan , için için çürümekte, yıkılmakta idi. Umumi
Harb'in izalesiyle o da son nefesini verdi.
Bu cereyanı ölüme mahkum eden musalaha, harbin yıktığı içtimai, iktisadi
ve ilmi hayatı da diriltmeye çalışıyor, asrın, hayatın ve cemiyetin ihtiyacı, mizacı
ve seciyesiyle alakadar bir de edebiyata yol açıyor...
...�. ıt
_.., . :

�.��.t��---,
Şahabeddin Sülqman
ŞAHABEDDİN SÜLEYMAN

Hayatı
Şahabeddin Süleyman 1 30 1 [1 885] tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Aslen
kendilerine Çavdarlı Ali Ağa Hanedanı denir. Bu aile 1 1 30 [ 1 7 1 7- 1 7 1 8]
tarihlerinde Balıkesir'de yerleşmiş ve orada şöhret bulmuştur.
Şahabeddin Süleyman bir müddet İstanbul'da yaşadıktan sonra pederinin
Defter-i Hakani Müdüriyetiyle bulunduğu İzmir'e gitmiş, çocukluğu tamamıyla
İzmir'de geçmiştir. Tahsil-i tfilisini de İzmir'de almış ve 1 3 1 9'da [1901] idadiyi de
ikmal edip şahadetnamesini alıp İstanbul'a gelmiştir.
O tarihte Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'ye dahil olmak için müsabakaya
girmiş ve kazanmış, ali tahsilini de bu suretle istanbul'da ikmal etmiştir.
1 324 [ 1 908] İnkılabı geldiği zamanlar Şahabeddin Süleyman Vefa
İdadisi'nde Fransızca tedris etmekte idi. Çok geçmeden bütün bir ailenin yükünü
bu genç oğlunun omuzlanna yükleyerek babası ölüverince Şahabeddin
Süleyman gayretini arttırmak, reis olduğu aileyi sıkıntıdan kurtarmak, iktisadi
hürriyetini temin etmek mecburiyeti karşısında kalmıştı.
Bir zamanlar İstanbul'da Şerif Paşazade Süleyman Şevket Bey diye tanılan
Şahabeddin Süleyman matbuat aleminde de faaliyete atıldı, ismi her taraftan
işitildi. Birçok gazeteler idare etti, münakaşat ve mücadelata girişti. Aynı
zamanda sahne edebiyatına da atılarak Çıkmaz Sokak namıyla bir piyes yazdı. Bu
piyes muharrirler arasına bir ikilik atmıştı. Lehinde, aleyhinde söyleyenler
çoğalmıştı. Nihayet 1 325 [1 909] senesinde idi. Şahabeddin Süleyman kendi
taraftan olan gençlerle "Fecr-i Ati" mahfil-i edebisini teşkil ederek [s. 1 2]
kapısına "Sanat şahsi ve muhteremdir" düsturunu yazdılar. Şahabeddin
Süleyman bu mahfilin müessislerinden olmuştu.
Gerek Fecr-i Ati'de, gerek hariçte büyük edebi bir faaliyet gösteren
Şahabeddin Süleyman birçok müşküllere, engellere de maruz kalıyordu. Her
yazdığı eser şiddetli tenkitlere uğruyordu. Yazdığı Fırtına unvanlı eseri de bir
tenkit sağanağı karşılamıştı. Yazdığı eserler gayr-i ahlaki bir ruh ile yazılmış diye
itham edilerek mektepteki muallimliğine bile nihayet verdirilmişti. O, bütün bu
ithamlara içtihadıyla cevap vererek sa'yinden geri durmuyordu. Nihayet
kendisini Darülmuallimin-i Aliye Müdür Muavinliğine tayin etmişlerdi.
Şahabeddin Süleyman'ın matbuat aleminde hizmeti çok olmuştur. Muhtelif
mecmualarda yazdığı makaleler, tenkitler büyük bir küll teşkil edecek
miktardadır. Sanatta hürriyetin kuvvetli bir taraftan idi.
890 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bir zamanlar İstanbul Sultanisi edebiyat muallimliğinde bulunmuş ve


Köprülüzade Fuad ile müşterek Tarih-i Edeb!yat-ı Osman!ye'yi yazmıştır.
Şahabeddin Süleyman daha genç denecek bir yaşta Avrupa'da vefat
etmiştir. Ömrü vefa etse idi tecrübe ve tetebbulanna istinaden faydalı mahsuller
verebilirdi. Eserleri miyamnda bir perdelik bir de Kınk Mahfaza piyesi vardır.

[s. 1 3] Lisanı ve Üslubu


Şahabeddin Süleyman'ın lisanı rengin ve süslüdür (image), renkli bir üslubu
vardır. Edebiyat-ı Cedide'nin bir muakkibi olarak açtığı Fecr-i Ati'de hemen o
ruhu, o mesleği, o kanaati yaşamış ve yaşatmıştır denebilir. Hassas, rakik ve
hayali bir zihniyetle kavradığı mevzularına istiari süsler vermeyi severdi.
Avrupa'daki manasıyla tedkik ve tt'nkid-i asara başlamış, tabii ilk zamanlan
yaptığı tenkitler bazı hususi görüşlerle yapıldığı için o kadar da kıymetli değildir.
Namık Kemal'in eserlerinden bir kısmı için yazdığı tenkitnameler fazla
müzeyyilanedir. Vaktiyle idare ettiği Rübab mecmuasına "Yegane İstanbul Şairi
Nedim" unvanıyla yazdığı makaleyi gözden geçirmek kendi lisanı ve üslubu
hakkında canlı bir fikir almak için kafidir.
"Bazen tarih insanlan ibda ettiği gibi insanlar da bazen tarihi ibda eder.
Hayat-ı asanyla, şuhiden, cilveden, neşeden libasa bürünmüş, mamafih ruhen
zamanını terennüm etmiş, hayat-ı müebbede asarıyla edebiyat-ı Osmaniyenin
mazisinde ve şüphesiz istikbalinde bir mevki'-i mümtaza malik Nedlm'i herkes
için sefih, bence büyük, müteceddit İbrahim Paşa zamanı ibda ve ihda etmiştir.
Nankörler, bed-hahlar için sefih, tarih için büyük İbrahim Paşa itiyat ile bi­
hoş kesel ve atalet-i yed-i maziye dokunmuş bu millete bir hayat-ı taze, bir hayat­
ı şuh ve çalak vermek istedi.
Şeklin esasa, vücudun ruha verebileceği kabiliyet-i tagayyür ve tebeddülü
mülahaza ile İstanbul'un miskin, münevvim, ve menam-alud muhitine, sanatkar,
raksan, nazan ve asıl eğlenceleriyle mesrur ve bahtiyar bir maske -evet, maske,
maat-teessüf maske- takabildi.
İstanbul'un simasında birdenbire Şark ile Garp'ın elvan-ı mümtezicesinden
müteşekkil bir hande-i zindegi belirdi; bir hayat-ı sefühet yahut bir hayat-ı
terakki ve teceddüt, bir hayat-ı san'at ve nefaset bitirmeye başladı.
[s. 14] Her yerde, her noktada genç bir neşe sürükleniyor. Her yerde, her
noktada istidat çarpışıyor, musiki, resim, hat ve hatta ilk defa olarak temaşa
birbirilerine rekabet ediyor, her gün yeni bir cilve-i san'at tullı ile beraber
'meşime-i şebden' doğuyor; yahut gurubu müteakip Bizans'ın kadifeli, derin,
nevaz-şikar gecelerinin sinesinde uçuşuyor, ırmaklarının üzerinde çerağlar
dolaşıyor, hudutlarımıza bir tehlike bulutu bile uçmuyordu.
İşte bu devre-i sükun ve san'atın, bu devre-i teceddüd ve terakkinin
müvellidi İbrahim Paşa, en büyük mevh1du da Nedim'dir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 89 1

Bazı istidatlar vardır ki onlar muhitlerini teşkil edemezler. Eğer önlerine ve


ayaklarının dibine mizac-ı isti'dadlarının istediği halılar yayılmaz ve 'bunların
üzerinde yürüyün' denilmezse karanlıklar, meçhuliyetler içinde boğulurlar,
kalırlar, görünmezler; küçük bir meş'ale-i ihyaya tesadüf etmiş olsaydılar kim
bilir ne kıymet-dar, ne necip, ne mümtaz-ı efkar ve hissiyat ile beşeriyetin
mahfaza-i dimağiyesinde bir sirac-ı ihtiram ve ta'zim olarak ebediyen yanarlar,
yandınrlardı. Bugün de kim bilir ve ne yazık, ne kadarları belki kendilerinin de
bilmediği, hissetmediği bir peygı1le-i gaflet ve tebahta saklanıyorlar,
görünmüyorlar. Ben eminim eğer İbrahim Paşa deha-yı tebeddülüyle saha-i
arzda zuhur etmeseydi Nedim de bir köşede ölür ve bugün de yaşamazdı.

Nedim İstanbul'un, eski İstanbul'un, o zamanki İstanbul'un şairidir. Tarih-i


edebiyat-ı Osmaniye'de bu isimle yad edilebilecek diğer bir şaire tesadüf etmek
mümkün değildir. Ahval-i cem'iyeti müstehzi, la-kayd ve muhakkar bir nazarla
bize terennüm eden bir büyük şair, bir Ruhi-i Bağdadi varsa da bununla Nedim
arasında pek büyük farklar vardır. Rı1hi'de efkar ve hissiyat umumi, Nedim'de
mevziidir. Ruhi'nin söyledikleri o zamanda doğru olabildiği gibi bu zamanda da
doğru olabilir, fakat Nedim'inkiler Sadabad İstanbul'unun tasviri, tahlili
hayatıdır. Onda yalnız o zamanı bulursunuz, onun eserleri incelikleriyle,
çapkınlıklarıyla, nazlarıyla, edalarıyla size o devri [s. 1 5] içirir, ve sizde bir da'ü'l­
iştiyak-ı mazi uyandırır. 'M ne olurdu? Ben de o zamanda gelseydim . . . ' dersiniz.
Nedim Hicret'in bin yüz tarihlerinde İstanbul'da doğmuştur. Onu saha-i
hayata isal eden validenin dudaklarından ibtisamın bir saniye düşmesi ihtimaline
bile kani değilim.

Eskiden, bizim çocukluğumuzda İstanbul'un an'anata karışmış, şahsiyetini


nakil adamlar vardı. Bunların kendilerine mahsus lisan-ı iltifatları, ellaz-ı
ta'zimiyeleri, hülasa kendilerine mahsus ellaz-ı aşkıyeleri, eğlenceleri, zevkleri,
adetleri mevcuttu. o zaman bir İstanbul çocuğuyla bir taşralıyı birbirinden
kolayca, ilk nazarda tefrik etmek mümkündü.

Bunların tarz-ı telebbüslerine, tarz-ı meşy ve hareketlerine varıncaya kadar


her şeylerinde bir başkalık, bir hususiyet bulunurdu. Nedim işte bunların ser­
firazı, şairi, dedesidir.

Manzumelerini okurken Aksaray'ın bir kahvesinde, gecelik entarisiyle


abasına sarılmış, fesini biraz yana atmış, her söze mukabil bir söz, her şiddet ve
hiddete bir hande, her hüsne bir çiçek bulmakla meşgul eski İstanbul beyi
karşısındasınız zannedersiniz.

Ben mi sili olayım bezme dururken sevdiğim


Böyle simin saklar, billur bazularla sen

Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yare mu'tadım


Seni ey gül sever canım ki dnane hitabımsın! . .ilh
892 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ben bütün bunlan okurken İstanbul'un aruk na-bedid olmuş o eski nükte­
danlannı, o eski harf-endazlannı, o eski şfıhlannı düşünür, zamanın bu kadar
samimi bir surette fena-gfilı-ı nisyana yürüdüğü , bu eski şahsiyetleri ruhen
selamlanın. [s. l 6]
Bakınız, şu satırlar ne ince ve ne içtimai! ... Bize İstanbul'daki hayat-ı riya ve
ketmi bütün üryanisiyle gösteriyor:
İzn alıp Cum'a namazına diyü maderden
Bir gün azad olayım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-abad'a...
Nedim ressamdır da... Onun musawer bir kalemi vardır, eserlerini okuyan
bir ressam hiç zahmet çekmeksizin elinde fırça eski Sadabad İstanbul'unu
çizebilir, gösterir. O zamanını mass ü temsil etmiş, en küçük gölgesine en ince
hutıituna, en nazik noktalanna, vanncaya kadar gözleriyle içmiş ve bize saf ve
pak birer menkıişe gibi nakil ve iade etmiştir. Hususiyle o zamanın kaşanelerini
onun kadar hiçbir kimse görememiş, onun gibi kimse ifade edememiştir:

"Kıih u derya iki canibten der-aglış eylemiş


Sanki derya dayesi kıih-sar ise lalasıdır

Kıih sakınmakda nıhsann doğan günden anın


Bahr ise ayine-dar-ı tal'at-ı zibasıdır. . . "
Ve Nedim ne ince, ne mümtaz bir muhayyileye, ne büyük bir hassasiyete
maliktir. Hayalleri yeni, güzide, na-şinide hayaller; hisleri zamanının
m ihrakı nda n in'ikas etmiş nefis, zarif, çapkın hissiyattır.

Ne berg-i güldür o leb çiğnesem şeker sanının


Ne goncedir o dehen koklasam şarab kokar

Aceb ne bezmde şeb-zinde-dar-ı sohbet idin


Henuz nergis-i mestinde bu-yı hab kokar

Seni meger ki gül-cfsun-ı naz terletmiş


Ki sib-i gabgabın ey gonce-leb gül-ab kokar...
ve
Sana kimisi canım, kimi cananım deyü söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın, canan mısın kafir
ve
Nice teşbih olunsun erguvana rfı-yı gül-gunun
Anın hüsnü sebük-rev rengi amma daimi bunun
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 893

[s. 1 7] Bunlar ne hayaller, ne nev-tıraşide, ne na-şinide hayallerdir. Bunları


bulabilmek, anlayabilmek için Nedim'in muhayyilesiyle hassasiyetine ve
Nedim'in zamanına malik olmak iktiza eder. Biz de sevdiklerimizi kıskanırız, biz
de hiddet-i sevda ile sarsılırız. Biz de severiz, fakat yemin ederim, ne siz, ne ben,
hatta sultanü'ş-şuara FuzU!i bile Nedim kadar rakik bir hisle sevmemiş, sevdiğini
kıskanmamıştır:

Bir kimseye açılmaz idim <lamenin olsam


Kim görür idi sineni pirahenin olsam

Daim arayan bulsa civanım seni bende


Bir gonce-gül olsan da senin gül-şenin olsam...
Nedim'de istiare teşbihe daima galiptir. Bu da Nedim'in his ve hayal
hususunda fevkalade mütekamil, mevadd-ı muhtelifeden aldığı tahassüsatı
birbirine mezcedecek bir kabiliyete malik olduğuna delildir. Hikmet-i bedayiin
tedkikat ve taharriyat-ı ahiresi neticesinde tahakkuk etmiş bir keyfiyet vardır ki
en büyük, en mütekamil sanatkarlar teşbihten tebaüd edenlerdir. Teşbih ibtida-yı
beşeriyetin mahsıll-ı ifadesi, istiare tahassüsat-ı mütevfiliye ve müteilibe içinde
bulunan ve bunları mass ü temsil edebilecek mahiyette olan şairlerin zade-i
san'at-zadıdır.
Nedim şlıhluklardan mütevellit hadisat-ı müteaddideyi o kadar birbirine
mezcetmiş, onlardan öyle hayaller, istiareler dokumuştur ki zihniyet-i
şairiyetindeki mükemmeliyetin en vazı delilleri bunlardır.
'Nazı bir ab, bir şelale farzıyla buya benzetmek' şelalenin şuhluğuyla
hissinin şuhluğu arasındaki münasebeti tayin etmek için bilmem ki ne kadar
büyük bir dimağa, ne ince bir nüfüz-ı nazara, ne derin bir zevke malik olmalıdır.
Nedim'i bu suretle yetiştiren esbab ve hususiyat arasında ailesinin de tesiri
vardır. Nedim'in büyük pederi Kazasker Mustafa Efendi'dir. Babası kendisi
küçük yaşlarından itibaren ulum ve fünun içinde büyümüşler, meslek-i kuza.ta
salik olmuşlardır. Hatta Nedim, İbrahim Paşa'nın Nedim'i olmadan [s. 1 8] evvel
Mahmud Paşa Mahkeme-i Şer'iyesi hakimi bulunmakta idi. Bahusus debdebe ve
darata meclubiyeti tfiliinin en müstesna muhitlere isali zekaveti teceddüdünün
inkişafına bais olmuştur.
Nedim müceddittir. En evvel en sade bir lisan ile en güzel bir İstanbul lisanı
kullanan odur. Onun hayalleri, hisleri yenidir. Ruhundaki rüşeym-i teceddüdatı
i
İbrahim Paşa'nın meş'ale-i devri yaktı ve bu kaf geldi, Nedim'in pek de büyük
olmayan en nefis Dfvdn'ı vücuda geldi.
Fakat teceddüdata karşı bi-aman ve tünd ü dürüşt zaman 1 1 44 sene-i
hicriyesinde [ l 730] sefih İbrahim Paşa'nın Boğaziçi, Kağıthane sahillerine
nakşettiği abidat-ı san'atı müessiri ile beraber ifna, cinayet ve zilletini irtikap
etmiş, yeniçerilerin bir isyanında paşasıyla beraber Nedim'i hak-i helake
894 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sermıştır. Nedim'in kaldırımlarda mı yahut denizde mi ecel-nuş olduğu


halledilememiştir.
Asıl ismi Ahmed olan yegane İstanbul şairi Nedim'i İstanbullulann
unutması hakikaten acı ve na.m-ı şairiyetini takdis ve ta'zim edenlerin feryatlan
bi-faidedir.
Ben ümit ediyorum ki İstanbul halkı büyük bir ihtiyaç ile Nedim için her
sene bir ihtiraI-ı edebide bulunurlar, yad-ı e'azımla yad-ı mevcudiyetlerine alemi
ikna ederler. Fakat uyuyorlar."
Kdprülüzdde Mehmed Fuad · JJ ,...., ·•l.ı hMf
KÖPRÜLÜzADE MEHMED FUAD

Hayatı
Köprülüzade Fuad 1 306 [1890] senesinde doğmuştur. Yedi yaşlannda iken
Ayasofya Riişdiyesi'ne girerek tahsil-i ibtidfüsini ikmfil etmiş, Mercan İdadisi'ne
devama başlamıştır. On yedi yaşlannda iken İdadi Mektebi'ni de bitirmiş, üç
sene kadar da Mekteb-i Hukuk'a devam etmiştir.

Tarihen büyük hizmetler görmüş olan Köprülü ailesine mensup olan


Mehmed Fuad şiir ve edep istidadını, hem irsen hem fıtraten almıştır. Çalışmaya
da fazla heveskar olduğundan babasından ve ecdadından müntakil kıymetli ve
zengin kütüphanedeki kıymet-dar kitapları tedkik ve tetebbu'la çalışmış ve
yazıcılığa hevesle matbuata atılmıştır.

1 325 [1 909] senesinde dahil olduğu Fecr-i Ati'nin en sessiz ve çekingen bir
rüknü olarak görülmüştür.

Fakat sonralan gazetelerde yazarak, kitaplar tercüme ve neşrederek


açılmaya başlamış ve ecdadından müntakil ve mevrı1s bir istidadın vücudunu
meydana koymuştur. İlk zamanlar yazdığı manzumelerle, bütün Fecr-i Ati
müntesipleri gibi, edebiyat-ı cedidenin mürevvic ve muakkibi olarak ortaya
atılmıştı. Selanik'te Genç Kalemler mecmuasında toplanan yeni lisancılara karşı
terkipleri, hececilere karşı aruzu şiddetle müdafaaya çalışmıştı. O zaman Servet-i
Fünı1n'da idi. Hem edebiyat-ı cedideye, hem Fecr-i Ati'ye ateşli bir taraftarlık
gösteriyor, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif Beylerden de büyük yardım
görüyordu. Bu mücadele üç sene kadar devam etmişti. Hak gazetesinin
başmuharriri olmuştu.

Fakat Balkan Harbi'nden sonra Fuad Türk Yurdu mecmuası yazıcılan [s. 20]
arasına geçerek yeni yolda, yeni mefkurede çalışmaya başlamış, yeni mesleğe
salik olmuştu. Ha!M Doğru mecmuasında hece vezniyle manzumeler yazdı.
Nihayet Türkçülere, milletçilere iltihak ederek, bilhassa Ziya Gökalp ile
birleşerek Yeni Mecmua'da hece vezniyle efsaneler yazmaya başlamış, Yeni Lisanı
ve hece veznini terviç etmiştir. Bu hususta birçok muanzlann itham ve tarizlerine
maruz kalmıştır.

Köprülüzade ilk zamanlannda çok ve ağır tenkitlere, hücumlara göğüs


germek mecburiyeti karşısında bulunmuştu. Mamafih bu tenkitler kendisi için bir
mürşit, bir hadi olmuş, gayretini arttırmıştı. Tedkikat ve tetebbuat sahasında
büyük bir faaliyet göstererek bilgiye, irfana olan meclfıbiyetini ispat etıniş oldu.
898 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ha!id Ziya'nın ve bazı refiklerinin Darülfünun'dan çekilmeleri üzerine açık


kalan Edebiyat Kürsüsü'ne talip olarak tayin edildi. Bu vazife gayretini
artUrmak; şevkini bilemek için bir vesile oldu. Rıza Tevfik'in teşvik ve dela!etiyle
tetkike başladığı halk edebiyatı !folklore) hakkında bazı makaleler yazdı, Türk
edebiyatı sahasında uğraşmayı meslek ittihaz etti.
Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni umumi katibi, Tedkikat-ı
Lisaniye Encümeni Edebiyat Şubesi uzvu olarak çalıştı.
Kıriiat-ı Edebiye, Milli Kıraat silsilesi gibi mektep kitapları Ruhü'l- Cemaiit
namıyla bir arkadaşıyla müşterek Gustave le Bon'dan bir tercümesi Hayiit-ı Fikriye
namıyla bir eseri, Türk edebiyatına ait kısım kısım intişar eden Türk Edebiyatı
Tarihi adlı tetebbu'nameleri ve [Türk Edebiyatında} İlk Mutasavviflar adlı büyük
tetkiki eserleri vardır. El-yevm İstanbul Darülfünunu Türk Edebiyatı Kürsüsü'nü
işgal etmektedir.

Lisanı, Nazını ve Nesri


Köprülüzade Fuad yazıya başladığı zamanlar "Edebiyat-ı Cedide"
cereyanını istihlaf etmiş ve Servet-i Fünun etrafında toplanmış olan gençler
arasında idi. Başta reis olarak Celcil Sahir bulunur, o da sonlarına yetiştiği ve çok
da takdir ettiği o cereyanı bu gençlerle temadi ettirmek azminde görünüyordu.
Tabii göz önünde meşk-i taklid olan edebiyat-ı cedide asan idi. Bütün gençler,
lisanlarını da, üsluplarını, sanatlarını da ona benzetmeye çalışıyor, feyizlerini
ondan alıyorlardı. Kapıya bir düstur olarak asılmış olan "Sanat tamamıyla şahsi
ve mukaddestir" düsturu ikinci derecede kalan uzak bir hayal halinde kalıyordu.
Bittabi sanatın şahsileşebilmesi, şahsın kudretli bir şahsiyete sahip olmasıyla
kaimdir. Henüz yola giren gençlerde böyle mütebariz bir şahsiyet aramak
manasız olurdu. İşte bu tesir altında yazı yazan Köprülüzade de üslup, eda
(expression) itibarıyla tamamen o cereyanın muakkibi, aynı zamanda da müdafii
idi. Hatta uzun zaman münakaşalara girişerek aruz veznini lüzumlu göstermiş
idi. O zaman üzerinde Tevfik Fikret'lerin, Cenab Şahabeddin'lerin kat'i tesirleri
vardı.
"Sesin" unvanlı şu manzumesinde "Cenab Şahabeddin" yaşıyor:
"Şeb-i hıllyada, mübhem ü şeffaf
Bir şehik-i elem kadar sakin . . .
Ba'zı zulmette eski bir şehrin
Fevk-i esrar ü nekbetindeki saf,
Hasta bir baykuşun enini gibi,
Ye's-i eb'ad içinde titreyerek
Yükselen, sonra muhteriz, bi-reng
Dökülen bir sacla kadar asabi. . .
[s. 22] Bazı bir menba'-ı muhayyelden
Aks eden musiki aya şebih;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 899

O kadar muhteriz, mellıl ü nezih . . .


Bazı eb'ad-ı leyli dinlerken
Duyulan bir sacla kadar munis;
Her zaman öyle pür-melal ü nesis...
Ve fakat sevgilim, b u bazı elim,
Ba'zı pür-hande, bazı hlılya-dar
Olan ulvi sesinde ben ne kadar
Cüst ü cu-yı tahayyülat ettim ...
Ve bütün kainat-ı filiyeden
Şeb- i ervaha ra'şe-bahş-ı melal
Dökülen bir sadaya benzerken,
Gizli bir erganun-ı ye's ü zılfil
Gibi, afük-ı şi'rimin o derin,
Matemi boşluğunda aks-endaz
Olan ulvi sesin, o şehka-i raz
Bence bir erganun-ı sevda ki
Ruh-ı şi'rimde haşr eder belki
Matemi bir neşide-i hunin ... "

Manzumeleri hep, diğer gençler, diğer arkadaşları, Emin Bülend'ler,


Ahmed Haşim'ler, Tahsin Nahid, Mehmed Behçet'ler ve sairleri gibi, aruz
vezniyle yazılmış, yeni terkiplere, ince hayallere, zarif ve muhayyel teşbihlere
ehemmiyet verilmişti, bu hfil-i tabii "Fecr-i Ati"nin inhilfili zamanına kadar
devam etmişti. O ndan sonra İstanbul'da başlayan milliyet cereyanı ve bu
cereyana kuvvet vermek üzere açılan Türk Yurdu, resmi bir sahabetle tesis olunan
Yeni Mecmua birçok gençleri kendi tarafına çekti. Bu çekiş sadece bir keyif (caprice),
sadece bir mefkure (ideal) meselesi de değildi, bir iktisat, bir hayat meselesiydi.
[s. 23] İçtimai hayatı sefalete doğru sürüklenmiş bir hey'et-i ictimaiye vardı.
Bunların içinde ikinci dereceli tahsillerini bitirmiş hevesli, emelli, ateşli gençler
de vardı. Yazıcılıkla geçinmek, makale, şiir, kitap yazmak beyhude uğraşmak
demekti. Bu gayretler ancak bir meslek aşkıyla yapılabilirdi. Bu da her şeyden
evvel az çok iktisadi bir hürriyete, bir maişet kudretine bağlı idi.
Gençlere az çok bir maişet, bir istikbal, hatta bir ikbal bile vaat eden bir
müessese halini almış Yeni Mecmua, varidatını hükümetten, hükümeti tutan ve
yaşatan "İttihat ve Terakki Fırkası merkez-i umumisinden alıyordu. Atisi de emin
demekti. Mecmuanın başında bulunan Ziya Gökalp bazı gençleri etrafına
toplamış, onları kendi gayesine, kendi mefkuresine doğru götürüyordu.
Köprülüzade de bu cereyana katıldı. Yeni Mecmua'da makaleler ve
manzumeler yazmaya başladı. Bu yazılan Servet-i Füm1n 'da yazdıklarım cerh ve
naksediyordu. Bu da tutulan mesleğin tabii bir zarureti idi.
Köprülüzade manzumelerini hece vezniyle yazmaya, aruzu itham ederek
hece vezninin milli vezin olduğunu ileri sürmeye başlamıştı:
900 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Memlekette Meşrutiyet ilan edildikten, yani milletin hakimiyeti nazariyesi


teessüs ettikten sonra edebiyatın hayat ile sıkı bir surette alakadar olması gayet
zaruri idi. Hele memleketteki diğer u nsurlar içinde mevcut milliyet cereyanlan
kuwetle meydana çıktıktan sonra Türklerin daha uzun müddet bunu idrak
etmemeleri kabil olamazdı. Bilhassa birtakım milli musibetler bu cereyanı
kuwetlendirdi ve hemen bütün gençliği az zaman içinde bu cereyan etrafına
topladı.

Her yeni cereyan hakkında olduğu gibi bunun hakkında da türlü laflar
söyleneceği gayet tabii ! . . . . On dokuzuncu asır adeta milliyet cereyanlannın
tarihinden ibaretken, düşününüz ki burada bizim milli cereyanı sahte bir mahsul
addedenler bile bulundu. Tabii bunlar, kuvvetli bir kanaate müstenid olmaktan
ziyade başka neviden düşünceler tesiriyle söylenmiş birtakım laflardı. Milli
cereyan filanın aleyhinde bulunmak için, filanı düşürmek [s. 24] için yahut filanı
yükseltmek için yapılmış bir şey değildi. Tarihin vücuda getirdiği bir mahsuldü.
Ve diğer milletlerin milli cereyanlan tetkik edilirse, mesela Ruslann, Almanların,
Macarlann, Lehlilerin ... bizimkinin hiç bunlardan başka bir şey olmadığı derhal
anlaşılır. A canım, bu gayet basit mesele. . . Diğer sahalar. Tabii mevzuumuzdan
hariç, çünkü milli cereyan yalnız lisan ve edebiyatta değil, hayatın bütün anasırı
hakkında muayyen fikirlere ve kanaatlere malik olan, yahut olmak isteyen bir
sentezdir. Lisan ve edebiyattaki temayüllerimize gelince, bütün milliyetçiler gibi
hiz de halkçıyız, yani halkın lisanını, halkın veznini alarak bu milletin ruhunu
terennüm etmek, bunun felaketlerine ağlamak, bunun sevinçlerine mahrem
olmak istiyoruz . . ,

Bizim istediğimiz lisan Arapça ve Acemcenin olduğu kadar Fransızca yahut


herhangi bir ecnebi lisanının nüfuzundan da kurtulmuş olan ve kendi güzelliğini
kendinde bulan bir lisandır. Bizim istediğimiz edebiyat bütün unsurlannı
milletten alan, binaenaleyh Rus romanı, Norveç temaşası gibi bariz bir şahsiyete
malik olan bir edebiyattır. Bir edebiyat ki onda bu memleketin her köşesini
bulmak, güzelliklerini görmek, ruhunun en meçhul mıntıkalannı keşfedebilmek
kabil olsun. Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi lisanı, bütün Arapça,
Acemce kelimeleri atacak kadar şiddetli bir tasfiyeye maruz tutacağımızı, sırf
avama mahsus iptidai bir edebiyat yapmak istediğimizi zannetmeyiniz. İ bsen'in,
Tolstoy'un, Sergeyeviç(?)'in eserleri nasıl kendi milletlerinin ruhundan kopmuş
olmakla beraber avami bir mahiyette değilse bizim istediğimiz edebiyat da
halktan anasınnı alacak, fakat bununla beraber iptidai bir mahsul olmayacaktır.
Şimdiye kadar vücuda gelen eski romanlar, tiyatrolar, manzumeler tamamıyla bu
milletin ruhundan kopmuş, aynı zamanda sair Avrupa milletlerinden teknik
itibanyla farksız mahsuller sayılamaz. Kemal Bey'in romanlannda teknik gayet
iptidaidir. Halid Ziya Bey'de sair milletlerdeki tekniği muvaffakiyetle tatbik
edilmiş görebilirsiniz, fakat onda da milli bir ruh, milli bir şahsiyet bulunamaz.
[s. 25] bizim istediğimiz milli edebiyat teknik itibanyla sair Avrupa
edebiyatlanndan farksız olacak, fakat yine aynı edebiyatlar gibi bariz bir
şahsiyete malik olacak, bir kelimeyle hülasa etmek icap ederse diyebilirim ki,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 901

bizim yapmak istediğimiz şey bir romantizm hareketidir. Fakat tabii Alman
romantizmi gibi köklerini milli maziden, halktan alan ve taklide, yabancı
zevklere isyan eden, şahsiyeti arayan bir hareket ....

Hakikati itiraf etmek icap ederse bu müşterek emellerimizin henüz


tahakkuk etmediğini söylemeliyiz. Daha: "İşte milli cereyanın meydana getirdiği
ve bayrak gibi kullanabileceği dahiyane eser budur." diye bir şey gösteremeyiz.
Gençler arasında Halid Ziya veya Fikret kuvvetinde bir sanatkar çıkmadı. Fakat
bu ikisi istisna edilirse Servet-i Fünt1n'da yazı yazanlardan hiçbir suretle aşağı
addedemeyeceğimiz epeyce gençlerimiz var. Sonra düşünmeli ki milli cereyanın
muvaffakiyeti için çalışan bu adamlar henüz meslek hayatlarının başlangıcında
bulunuyorlar. . . "

diyen Fuad, Ziya Gökalp'ın nazariyelerini müdafaa eden genç bir yoldaştır. Bu
mürşide fikir ve içtihat birliğine başladıktan sonra Darülfünıln'a yine onunla
girmiş, bugün bu gayeye erişmek için çalışmaktadır.

Köprülüzade Fuad hece vezniyle manzumeler yazmaya başladıktan sonra da


Ziya Gökalp isrinde gitmeye başladı. Teknik itibarıyla eski milli şekilleri ve vezinleri
değil, belki yeni bir heceyi kullanmakta daha geniş bir serbestlik buldu: "Yamaçlarda
Kaval" unvanlı şu manzumesi milli bir ruh ile yazılmış hayali bir parçadır:
"Karşı ovalar karardı,
Gölgeler dağlan sardı;
Orada sürüler vardı.
Çal kavalı çoban kızı!

Fundalıklarda serçeler
Aşk türküleri heceler;
[s. 26] Issız, ışıklı geceler
Çal kavalı, çoban kızı!

Titrek çıngırak sesleri,


Uzaklaştı çoktan beri,
Bu yerler sevda yerleri.
Çal kavalı çoban kızı!

Kırlarda gölgeler koşar;


Sevda türküleri coşar.
Karanlık dağlan aşar.
Çal kavalı, çoban kızı!

Gökte yıldızlar uyanmış,


Aşk pervaneleri yanmış;
Hep dallar yorgun uzanmış.
Çal kavalı, çoban kızı!
902 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gün doğmadan karşı dağa


Haydi, gel gidelim bağa;
Sakın bakma sola, sağa.
Çal kavalı, çoban kızı!"
Buradaki "Çoban Kızı" tamamıyla muhayyel olduğu gibi hayatı da,
hissiyatı da muhayyeldir.
Halk ilahilerinden ve halk arasında söylenen:
'�ğlar Yakup ağlar Yusuf'um deyü,
Gitti de gelmedi vah oğlum deyü"
nakaratının garip bir tesiri ile, Rıza Tevfık'in bariz bir nüfüzunu gördüğümüz şu
"Meriç Türküsü" ewelki parçadan çok daha liriktir:

[s. 27] "Issız dağ başını duman bürümüş,


Yine Rum ilini düşman bürümü ş
Kervan gelmiş, yel küllerin sürümüş
Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
·�cep nerdc kaldı arslanım?" diye,

Türk ili boş kalmış, kt"rvanlar geçmiş.


Dumanı tütmemiş, düşmanlar seçmiş,
Aynlık şerbetin analar içmiş;
Dt"rtli Meriç akar "Kcrvanıın!" diye,
')\cep ncrde kaldı arslanım?" diye,

Meriç'in üstüne köprü kurulur,


Düşman geçer, hep yiğitler urulur,
Hepsini anlatsam dilim burulur;
Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
·�cep nerde kaldı arslanım?" diye,

Çiçek ayı geldi, çiçek açmadı,


Yel kırlara lale, sünbül saçmadı,
Yiğitler uruldu, mertler kaçmadı,
Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
·�cep nerde kaldı arslanım?" diye,

Çoban dağ başından geçemez oldu,


Sürüler Meriç'ten içemez oldu,
Gözü nişanlımın seçemez oldu,
Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
·�cep nerde kaldı arslanım?" diye,
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 903

Hep köyler yıkılmış, ocaklar tütmez;


Viran bahçelerde bülbüller ötmez;
Yarim yad illerde, hasretim bitmez,
(s. 28] Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
"Acep nerde kaldı arslanım?" diye,

Akşam ovalara duman yayılır,


Meriç'in sulan susar, yayılır,
Nilüfer ölür, dertler ayılır,
Dertli Meriç akar "Kervanını!" diye,
''Acep nerde kaldı arslanım?" diye,"
Köprülüzade'nin nazma uydurulmuş Nosreddin Hoca HiMyeleri de vardır.
Talimi (didactique) bir eserdir. Esasen Köprülüzade'den beklenen en büyük hizmet
şimdi aulmış olduğu tetkikat vadisindeki muvaffakiyetleridir.203

203Mehmet Fuat Köprülü, 28 Haziran 1966'da İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Edebiyat-Edebiyat Tarihi: Haylit-ı Fikriye ( 1 909), Yeni Osmanlı Tlirih-i Edebiylitı
(Şahabeddin Süleyman'la 1 9 1 6) Tevfik Fikret ve Ahlakı ( 1 9 1 8), Nasredd:in Hoca ( 1 9 1 8), Bugünkü Edebiyat
(1 924), Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler ( 1926), Milli Edebiyat Cerl!Jianınm İllc Mübeşşir/eri ve Divdn-ı Türkf-i
Basit (1 928), XV/l Asır Saz Şairlerinden Gevheri (1 929), XIX Asır Saz Şairlerinden Erzurumlu Emrah (
1929), XVl Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri ( 1 930), XV/l Asır Saz Şairlerinden Kayıkçı kul Mustafa ve
Genç Osman Hikdyesi ( 1 930), Eski, Şairlerimiz (Divan edebiyatı antolojisi 1 932), Türk Dili ve edebiyatı
hakkında Arll§tırmalar ( 1 934), Anadolu'da Türk Dili ve Edebiyatının Teklimülilne Bir Bakış ( 1 934), Türk Hallc
Edebiyatı Ansiklopedisi: Ortaçağ ve Yeniçağ Türklerinin Halk Kültürü Üzerine Coğrefya, Etnoğrefya, Etnouyi,
Tarih ve Edebiyat Lügati (1 935), Ali şir Nevfil (1941), Edebiyat Arll§tırmalan (1966), Türk Saz Şairleri ll:
XVI.-XV/11. Asırlar ( 1 940), Türk Saz Şairleri Ill· X/X -XX. Asırlar ( 1941).
Tarih-Kültür Tarihi: Türldye Tarihi l· Merışelerden Anadolu İstildsına Kadar Türkler ( 1923), Türk
Tlirih-i Dinisi (1 925), Samanoğullan ( 1 93 1?), Ortazaman Türk Hukuki, Müesseseleri ( 1 937), Les Origines de
l'Empire Otoman ( 1 935- Türkçe basım: Osmanlı Devletinin Kuruluşu 1 959), İsbim Medeniyeti Tarihi ryıJ.
Barthold'un Kultura Musulmanstoa adlı eserinin çevirisinin notlar ve açıklamalarla yayımlanması -

1940), Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (1981). (Haz. notu)


rakup Kadri (Karaosmanoğlu)
YAKUP KADRİ

Hayatı
Aile cihetiyle Manisalı olan Yakup Kadri maskat-ı re'si itibarıyla
Kahire'lidir. 1 305 [1 889] senesinde Kahire'de doğmuştur. Çocukluğunu Kahire
ve Mısır'da geçirmiştir. Bu hayatın gerek fikri, gerek hassasiyeti, gerek görüşü
üzerinde derin izleri olmuştur. Şark'ın renk ve ziya, efsane ve hülya menbaı olan
Mısır'ın Yakup Kadri' de görülen mystique ruh üzerinde tesiri olmadığı iddia
edilemez.
Henüz mektebe devam edecek bir çağa gelmeden, yedi yaşlarında iken,
ailesiyle beraber Manisa'ya gitmişti. Pederi Manisa eşrafından Karaosmanzade
denmekle maruf aileden Abdülkadir Bey'dir.
Yakup vatan-ı hakikisi olan vatanına, Yusuf-ı hayaline kavuştuktan sonra
gözleri açılmış, mektebe devama başlamıştı. İptidai tahsilini Manisa'da bitirmiş,
İzmir İdadisi 'ne devama başlamıştı. O zamanlar Yakup on dört yaşlarında idi.
Şiire, edebiyata, sanata büyük bir heves ve meftuniyet besliyordu. Mektepte de
boş vakitlerini mütalaaya tahsis ve hasrediyordu. O zaman aynı idadide okuyan
Şahabeddin Süleyman ile de arkadaş idiler. Tabiatında mevcut olan istidadı
daha küçük iken aile muhitinde terbiye ve tenmiye edecek vesile ve fırsatlardan
çok istifade etmişti. Bir kere pederinin zengin ve kıymetli kütüphanesinden
istediği kitapları alıp okumak suretiyle fikrini ve müktesebatını arttırır, diğer
taraftan da ekser akşamlar validesinin yüksek sesle okuduğu hikayeleri dinlemek
suretiyle dimağını teçhiz ve terbiye ederdi. [s. 30] Bu sıcak ve samimi aile
muhitinde neşeli, feyizli ve saf bir terbiye ile tekamül eylerdi.
Bütün yeni yetişen ve muhayyileleri müteheyyiç ve mütehassis olan gençler
gibi Yakup da ilk zamanlar cinai romanları, vakalı, entrikalı, cinayetli, facialı,
kanlı hikayeleri sevmiş, onları okumuş Ahmed Midhat'ın mütercem ve müellef
eserlerinden başlamış, yavaş yavaş Naci, Ekrem, Hamid gibi şair ve edipleri
derece derece yükselerek okumuştur.
Yakup Kadri ailesinin tekrar Mısır'a avdeti üzerine idadi tahsilini ikmale
muvaffak olamadan Mısır'a dönmüştü. Fakat bu dönüş genç Yakup'un hassas
dimağını merak ve müşahedelerle terbiye edecek en canlı bir ders, en tabii bir
mektep olmuştu. Yakup uzun, uzak, karanlık fakat macera ve sergüzeşt dolu,
esrar ve temasil serpili muhteşem ve nazar-pira bir muhit-i rengareng içinde
mazi, hali yaşamış; canlı tarihi gözlerinin önünde görmüş, YU.suf u Z,ülryha
menkıbesini, Antuan ve Ckopatra sahnesini yaşar bir halde seyretmiş Nil-i
mübareğin sazları arasından çıkarılan Musa'yı Firavun'un zevcesi ve maiyeti
908 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

erkanım hayfil-hanesinde canlandırmış ve yaşamıştı. işte bütün bu macera-yı


füsun-kar Yakup'un hassasiyet ve sanatına icra-yı tesir etmiştir. Bir ara devam
ettiği Frereler Fransız Mektebi'nde öğrendiği Fransızcanın yardımıyla da Fransız
şair ve ediplerini, bilhassa Paul Bourget, Flaubert, Guy de Maupassant,
Alphonse Daudet'leri okuyarak Şark'tan aldığı feyz-i san'ata Garp'ın da zevk-i
şi'r ve hüner-verisini mezcetmiş, kabiliyetini arttırmıştı.
Ailece ihtiyaçtan azade bir hayata mazhariyeti kendi aleminde tetkik ve
tetebbu'una bir müsait zemin hazırladığından Yakup Kadri edebiyata intisaptan
çekinmemiştir. Hatta bir ara içtimaiyat ile de uğraşmaya başlamış, hatta Gustave
le Bon'un Ruhü'l-Akvam'ını tercümeye başlamıştı. 1 324 [ 1 908]senesi inkılabına
kadar İstanbul'u yakından görememiş olan Yakup [s. 3 1 ] Meşrutiyet'i müteakip
İstanbul'a gelmiş ve eski mektep refiki Şahabeddin Süleyman'ın delfiletiyle Fecr-i
Ati mahfil-i edebisine dahil olmuştur. Yakup Kadri'nin asıl faaliyet ve kabiliyeti
bu andan sonra inkişaf etmiştir. Yakup Fecr-i A ti'nin en canlı uzuvlarından idi.
Servet-i Fünıin'da çalışan bu gençler nihayet dağılmak sureti karşısında
kaldılar ve dağıldılar.
Yakup Kadri ondan sonra muhtelif gazete ve mecmualarda yazdı.
Şahabeddin Süleyman'ın yazdığı Rübdb risalesine yazdı, Sabah'ta, İkdam'da
bulundu; P!Yam'da hey'et-i tahririye müdüriyeti etti.
Nihayet Türkçülük cereyanının kuwetlenmesi üzerine reni Mecmua'ya
yazmaya başladı. Son zamanlarda İkdam'ın hey'et-i tahririyesine riyaset
t•diyordu. Darülfünun şakirtlerinin çıkardıkları Dergdh mecmuasına yazıyordu.
Mütareke esnasında Anadolu'ya gitmiş ve Halide Hanım'la müşterek İzmir'den
Bursaya unvanlı bir eser yazmıştı. Bundan maada Serencam, Nur Baba ve daha sair
eserleri vardır.

[s. 32] Lisanı ve Sanatı


Yakup Kadri'nin lisanı Edebiyat-ı Cedide şairlerinin lisan ve üsluplarına
nazaran daha sade (simpk), daha aydın, fakat daha muhayyeldir. Halide
Hanım'ın yazılan gibi Yakup'un yazılan da hebrafquedir204• Yakup da Halide
Hanım gibi çok zaman İncil'i (Evangde) menba'-ı ilham ittihaz etmiştir. Bundan
dolayı da mystique bir ruh olmuş; derin, karanlık manalar içinde dimağı yorucu
bir hal almıştır.
İfadesinde tenkitkar (critique) bir eda (expression) vardır. Ruhi tetebbuatı ve
tetkikleri oldukça kuwetlidir. Daima, daima derinleşmek, manevileşmek isteyen
bir temayül görülür. Kalplerin, dimağların uçurumlarına girmek, zulmetlerde
mana, ruh, hayat aramak ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç iledir ki Bektaşi tarikatına

204 hebrai'que: İbrani kültürü etkisi. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 909

süllık etmiş ve o tarikatın bazı hususiyet ve ketumiyetlerini ifşa edecek bir eda ile
Nur Baba'yı yazmıştır.
Nur Baba'nın intişan İstanbul'da mühim bir hadise-i kalemiye ve fikriye
teşkil eder. Bektaşilik fileminde derin bir çalkantı, kara bir hoşnutsuzluk peyda
etmiş, hatta gazetede tefrika edilmekte iken bir müddet hükümet tarafından
menedilmiştir. Mamafih bilahare ufak tefek tadilat ile kitap suretinde tab'ına
müsaade olunmuştur.
Tab'ından bir müddet sonra da aynı mevzu "Boğaziçi Esran" namıyla
sinemaya alınmıştır.
Yakup'un tahlilleri (ana!Jses) gibi tasvirleri (description portrait) de canlıdır.
Hususiyle Nur Baba'da tiplerin (!Ype) mühim bir kısmı hakikidir.
Yakup muhtelif mevzular üzerine makaleler yazmıştır, kanaat-i fikriye
itibanyla da bazı safhalardan geçmiştir. Bugün milli cereyan taraftan olanlar
arasında bulunmaktadır.
[s. 33] Lisanına bir numune olmak üzere üç yüz yirmi sekiz senesinde Rübab
mecmuasına yazmış olduğu "Netayic" adlı makalesini gözden geçirelim:
"Yeni . . . - Satıyorlar. Kaça? Nasıl? Bilmiyorum, fakat satıyorlar. İki
senedir gazetelerde ilanlannı görmediniz mi? "Yeni lisan", "yeni fikir", "yeni
hayat" .
Ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler; eğer yeni köprülerin, yeni evlerin, yeni
bayramlık elbiselerin vakit-be-vakit size temin ettiği zevki, saadeti dudaklannıza
verdiği hande-i neşatı daha ziyade genişletmek isterseniz, - şüphesiz ki istersiniz
- gidiniz, koşunuz; satıyorlar: Selanik'te "yeni fikir", "yeni hayat", "yeni
lisan" . . .
Başınıza ipek püsküllü, kalıplı, yepyeni fesinizi giyince nasıl memnun
olursanız, "yeni fikir'', size bu memnuniyetin daha büyüğünü, daha manevisini
verecektir. Mahir ve meşhur terziler elinden yeni çıkmış elbisenizi giyip de
sokakta şöyle bir salına salına dolaştığınız zaman nasıl herkesin parmağının
ucuyla sizi birbirine gösterdiğini hissederek koltuklannız kabanrsa, o zaman da
her köşe başında göreceksiniz ki birçok benan-ı takdir ve hayret size doğru
uzanıyor, herkes: "Yeni fikirli, yeni hayatlı, yeni lisanlı!" zat fısıltılanyla sizi
yekdiğerine gösteriyor.
Düşününüz bu ne büyük bir saadettir! Hem, siz hiç son tarz-ı mimariye
mutabık yapılmış evler gördünüz mü ki tepesinde bir fırıldağı olmasın! Kabil
değil; efendiler. Her "Art Nouveau" evin tepesinde muhakkak bir fırıldak
lazımdır. Biz ki bu evlerin muasınyız, biz de "Art Nouveau"yıız. Bu zaman-ı
terakki ve teceddüttür; bu "yirminci asır!" dır, Art Nouveau asrıdır. Nasıl olur da
bizim tepelerimiz de fırıldaktan mahrum kalır! Gidiniz, gidiniz. Çabuk "yeni
fikir"den iştira ediniz. Çünkü Selanik'te satılan yeni fikir, en sivri tepelerde bile
muhkem durur ve istediğiniz kadar, istediğiniz tarafa fınl fırıl döner.
910 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 34] Yalnız bir şey var. Ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler, yalnız bir şey
var ki tatbiki sizin için biraz güç olacak; "yeni fıkr"i kalıplı bir fes gibi başa
giymek kolay, "yeni hayat"ı alafranga bir elbise gibi sırta almak kolay, fakat
"yeni lisan" . . . "Yeni lisan" sizin için muhakkak kullanması pek güç bir ziynet
olacaktır.
Dilinizi irsi; kisbi bütün itiyatlarından tecrit edeceksiniz, yeni lehçeniz
olacak. Mesela "millet" kelimesi bilmem nasıl bir istihale ile "budun"a inkılap
edecek; "yaşasın millet!" diyemeyeceksiniz, "yaşasın budun" diyeceksiniz.
Boğazınız uzun bir müddet, uygur, turgur, gurgur ilh. misillu kelimelerin
dikenleriyle yırtılacak. Filvaki onlar size diyecekler ki her gülün bir dikeni vardır.
Fakat aldanmayınız efendiler. Bu gül değil. Bu kamilen dikendir. İş bu kadarla
kalsa iyi; fakat icabında dilinizi tersine çevireceksiniz. Nazar-ı dikkat yerine
dikkat gözü, nefha-i ümid yerine ümit üfürüğü, sadr-ı 'azam yerine azam sadr
ilh. demeye mecbur olacaksınız. Ve daha sonra fart-ı gayretle muhakkak hiç
olmazsa bir kere "İntikam Şiirleri"ni okumak zahmetine katlanacaksınız. Bütün
bu müşkülatı iktiham ettikten sonra korkmayınız; artık meydan, yeni hayat
meydanı sizindir.
Şaka bir taraf. Fakat bütün bunlar doğru mu acaba? Hakikaten etrafımızda
öyleleri var mı ki kendilerinde lisanları bir kundura gibi eksilip atacak ve yeni
lisanlar icat ve ihtira edecek kadar garabet ve cesaret bulsun. Var mıdır
etrafımızda öyle dalgınlar ki lisanlarıyla kunduralarını bir tutsunlar ve ilm-İ
elsincyi eskicilik denilen zanaatla karıştırsınlar. Eğer bu gibi kimseler cidden
mevcut ise ve eğer bu gibi kimselerin sesi herkes tarafından işitilecek kadar
yükseliyorsa emin olalım ki bir tehlike-i ictimaiye önündeyiz. Lisanımızın
hususiyetleri gidiyor, yani ruhumuzun hususiyetlerini kaybediyoruz. Efendiler,
gülmeyiniz. Göreceksiniz ki bir gün halk bu yeniliği ediverecektir. Zira halk
denilen kuwe-i mechüle her zaman, her yerde hamakatin aşığı, hamakatin [s.
35] müdafii, hamakat denilen çirkin ve canavar başlı nev-zadın murziasıdır. O
bilmez ki bir milletin lisanı demek ruhu demektir. Her kelimenin a'mılk-ı
mevcüdiyetimizde na-kabil-i istisfil kökleri vardır ve lisanların aldığı tarz ve eşkfili
bizim hfilet-i hissiye ve fikriyemizin çizdiği hutüt-ı tabiiye ve esasiyeye tabi ve
mutabıktır. Lisanımızın tebeddülü için lazım değil mi ki biz değişelim. Senelerin,
asırların bizde hasıl ettiği tarz-ı tahassüs ve tefekkür değişsin. Biz Osmanlıyız ve
bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki biz Çağatay olalım ve Çağatayca söyleyelim.
Hayır, bu kabil olmayacaktır. Hayır. . . Zavallı yenilik, zavallı bayramlık
elbiselere benzeyen garip yenilik . . .
Edebiyatçılık . . . - Bu kelimenin mucidi ben değilim. Kimdir bilmiyorum.
Belki bu icadın şerefi de yeni lisancılara aittir. Çünkü "ci" onların tarz-ı
beyanına has yeni bir garibe-i şivedir. Tekamülcü, ispatçı, inkarcı, içtimaiyatçı
misillü . . . Mamafih bir kelimenin mahiyetini terzil ve tezlil için bu "ci" bana
gayet elzem bir edat gibi görünüyor. Nitekim şimdi mevzü-ı bahs olacak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 91 1

meselenin ismini "ci"leştirmek benim için bir ihtiyac-ı mübrem oldu.


Edebiyatçılık . . .
Bu, harbin ilanıyla beraber memleketimizde teessüs eden bir nevi meslek-i
acibdir ki sfilikleri insan denilen mahllıkata mensup olmayıp, insan denilen
mahlukatın mahluku olan birtakım mihaniki kuklalar cinsine mensuptur. Lakırdı
ederler, fakat sözleri kimse tarafından anlaşılmaz. Yahut o kadar çok anlaşılır ki
bu gibi sözleri söylemek için açılıp kapanan bir ağzın pek beyhude bir ameliyede
bulunmuş olduğuna hükmedilir. Ve boş yere sarf edilen her cehd gibi bu da
kalbe fena bir eza verir, bu kuklalar yürür, fakat her adımda düşüp bir tarafları
kırılır. Bu kuklalar teganni eder ve ağlarlar, fakat daima tegannileri ağlama,
ağlamaları teganni zannolunur; hepsinin bir "unga"sı vardır. Ama Rübdb'ın
kısacık sütunları onları birer birer saymaya müsait değildir.
Ancak size şunu haber vereyim ki bu kuklaların imalathanesi Hükumet-i
Osmaniye'nin rili-ı terakkiye girmek için açtığı mekteplerdir. Boyacıları ise -
zira [s. 36] bunlar gayet parlak renklerle boyalıdırlar da - hiç olmazsa iki üç
hafta gazete müdürü olmak lezzet ve şerefi yolunda babasından aldığı gündeliği,
o evklit-ı tahsiliyesinden çaldığı saatleri İstanbul'un bilmem hangi köşesindeki
sakat alatlı, ratip, loş matbaalara saçan beyzadedir.
Biliyorum, karilerim arasında bütün bu sözlerimi üstüne alıp kızanlar
olacak. Fakat onlara yalvarırım ki bana gücenmesinler. Sözümün yarısını şakaya,
yarısını da bende meçhul sebeplerin tevlit ettiği huysuzluğa atfeylesinler. Filvaki
ben dimağıyla yazan kimselerden değilim. Asap bende birinci rolü oynayan bir
kuvvettir. Ve edebiyatın kadr ü kıymetini tenzil eden her nevi hadiseye karşı
gürce, çılgınca feveran eden bir kuvvettir . . . Ne yaparsınız, herkesin mutaassıp
olduğu bir cihet vardır; benim edebiyatta niçin olmasın ve bu taassubu meşru
addettikten sonra niçin bana biraz haksız; biraz huysuz olmak hakkı verilmesin?
İmdi kendilerinden bahsettiğim genç zevata rica ederim, beni mazur görsünler
ve şu birkaç satırı da okumak zahmetine katlansınlar.
Ey genç heveskaran-ı edeb! Biliniz ki edebiyat mekteplerde size
muallimlerinizin öğrettiği şeylerden büsbütün başkadır. Edebiyat riyaziyat gibi
değildir. Edebiyat ulum-ı tabiiye, edebiyat ulum-ı maliyeye benzemez. Edebiyat
ulum-ı hukukiyeden de güçtür. Efendiler! Çünkü bunlar ullım-ı müktesebeden o
ise -tabir mazur görülsün- ulum-ı vehbiyedendir. Hesap, cebir, hendese,
müsellesat ilh . . . Muallimlerinizin takrirleri ve siyah tahtalara çizdikleri hutlıtu
biraz dikkatle takip ediniz. Zihninize tabiatın pek eğlenceli bir şey olduğu
kanaatini koyunuz. İktisatta Charles Gide denilen bir Fransızın eserlerini
tercüme edecek kadar Fransızcaya vakıf olunuz. "Madde" denilen klişeleri
dimağınızda hiç olmazsa birkaç sene zapt edecek kadar hafızanızı zorlayınız.
Ticarethanelerde muhasiplik, yollarda dolgun maaşla mühendislik ve Avrupa'ya
bir senelik bir küçük seyahat mukabilinde elektrikçilik, rasathane müdürlüğü,
vilayetlerde maliye müfettişliği, barolarda avukatlık, hep bunlar, hep bunlar sizin
içindir. [s. 37] Görmediniz mi ki pedagoji kitaplarından dörder beşer sütun
912 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

makale telif etmekle mektep müdürlüklerine geçenler ve yüz sayfa ansiklopedi


tertip eylemekle bilmem neler, alimler olanlar var.
Gözünüzün önünde bu kadar medar-ı imtisal olacak numuneler ve hayatta
muvaffak olmak için piş-i payınızda bu kadar sehlü'l-mürfır, düz yollar dururken
yazık değil midir ki en aziz vakitlerinizi edebiyat denilen bu muawec, bu gayesiz
yolda böyle "fftilatün"lerle, "unga"larla, ipekle, kamerle geçiresiniz!"205

20� Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1 3 Aralık 1974,'te Ankara'da vefat rtmiştir. Resimli Kitab,

Türk Yurdu, sonraki yıllarda Kadro gibi dergilerde ve Cumhuriyet ( 1 923-25), Hôkimiyet-i Mill!Ye ( 1 923-
25), Millryet (1926- 1929) gibi gazetelerde yazmıştır. Ulus gazetesi başyazarlığı da yapmıştır. Yakup
Kadri'nin burada yer almayan diğer eserleri ise şunlardır:
Hikayeleri: Rahmet ( 1923), Milli Savaş HiM.yeleri ( 1947).
Romanları: Kıra/ık Konak ( 1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), raban (1 932),
Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panoroma (il C. 1 953-54), Hep O Şarkı (1956).
Mensur şiirleri: Erenlerin Bağırulan (1922), Okun Ucundan (1 940), Alp Dağlanndan ve Miss
Cha!ftin'in Albümünden ( 1 942).
Hatıraları: :(,oralıi Diplomat (1955), Anamın llıtabı (1957), Vauın rotunda (1958), Politkada 45 rzı
(1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıra/an (1 969).
Monografileri: Ahmed Haşim (1934), Atatürk (1946).
Oyunları: .Ninıana (Resimli llıtah, s.9, 1909), Veda (Resimli llıtab, s. 1 1 , 1909), Sağanak (Elle yazılı
orijinal nüsha İstanbul Şehir Tiyatrosu Ktp.), Mağara (Varlık, s. 1 2- 1 7, 1934).
Yazar ve eserleri hakkında dikkate değer çalışmalar için bkz. Niyazi Akı, rakup Kadri
Karaosmanoğlu -insan, Eser, Fıkir, Üsblp-, İstanbul 200 1 ; Doğumunun 100. Yıluıda Yakup Kıuiri
Karaosmanoğlu, M.0. Yay., İstanbul 1989.
_ _ ._,;:ı. _•,..:,._:.

R.efik Halid (Karay)


REFİK HAı.i:D

Hayatı
Refik Halid 1 304 senesi Mart'ında [Mart 1 888] İstanbul'da doğmuştur.
Pederi Maliye Nezareti Veznedarı Hfilid Bey de aslen İstanbulludur. Refik
bütün çocukluğunu İstanbul'da geçirmiş bir İstanbul çocuğudur. İlk tahsilini
evde gören, mürebbiyelerle büyüyen Refik, Galatasaray Sulrani'sine devam ile
tahsilini ilerletmeye başlamış, mektep hayatıyla pek de istinas edemeyen ruhu
serazat bir hayat geçirmeye ve bilhassa fıtratındaki isti'dad-ı edebi hayat
mektebinde canlı ve heyecanlı bir surette okumak meyelamnda idi. Mektebin
dört duvarı onun ruhunu sıkıyordu. Esasen en ziyade ehemmiyet verdiği dersler
yazı dersleri idi. Mektepte daima zihniyet (conception) ve hayal itibarıyla kendisine
yaklaşan bir zümre ile bulunmuş, teneffüs zamanlarını dahi oyunla değil
okumak, konuşmak, münakaşa etmekle geçirmiştir.
Nihayet mektebi bitirmeden terk etmiş, tabiat mektebinin kucağına
atılmıştır. Kendisi de "Ben fitraten muharririm, yazı yazanın ve yazının ilmi
kısımlan hakkında hiçbir malumat sahibi değilim, ben alaylı muharririm, hani
bir vakit alaylı zabitler vardı, işte onlar gibi . . . " diyor.
Refik Halid, Sultani'den çekildikten sonra babasının ser-veznedarı
bulunduğu Maliye Nezareti'ne memuren devama başlamış, bir taraftan da
imtihan vererek Mekteb-i Hukuk'a girmişti. Fakat fıtratı yine kendisini bu
kuyudattan sıyırmış mektebi de, memuriyeti de bırakarak Anadolu'ya seyahate
çıkmıştı.
İşte Refik'in en büyük, en kuvvetli, en canlı ve en tabii mektebi Anadolu
olmuştur. Refik bütün feyz-i tahririni, kudret-i edebisini gezip [s. 39] dolaştığı o
yeşil Bursa'nın nazar-nüvaz güzelliklerinden, Ankara'nın, İzmir'in, Tire ve
Manisa'nın dağlarından, bağlarından toplamış, bir nesice-i san'at yapmıştır.
Refik yalnız Anadolu seyahatiyle kalmamış, bu saf fakat iptidai ülkelerde
keşfedip çıkardığı samimi (si.ncere), tabii (nature� bedialara Avrupa'nın sınai ve
bedii (esthetique) nefıselerinden de numuneler katmak arzusuyla bir küçük seyahat
de Avrupa'ya yapmıştı. Bu kısacık seyahatin de Refik'in hfilet-i zihniyesi
üzerinde uzun, derin tesirleri olmuştur.
İstanbul'a avdetinde yakın ehibbasından olan Ahmed İhsan Bey'le
görüşerek gazeteciliğe dair malumatını arttırmak maksadıyla Servet-i Fünun'a
devama başladı. Refik gazeteciliği mürettipliğinden muharrirliğine kadar derece
derece tecrübe ederek, tatbikat yaparak öğreniyordu, bundan büyük bir zevk
alıyordu.
916 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Yevmi olarak çıkan Servet-i Fünı1n'da mütercimlik, musahhihlik, muhabirlikle


seve seve uğr�mış Servet-i Fünı1n'da bilhassa Fecr-i Ati'deki arkadaşlarıyla beraber
çalışmıştı. I 325'te [1909] teessüs eden mahfil-i edebinin en canlı ve en ateşli
azasından biri Refik Hfilid'di, bundan bahsederken büyük bir heyecanla: "Ne
yapmak istediğimizi ben bilmezdim. Ateşin birçok gençlerdik, toplaştıkça sonu
gelmez, mıincisız mün�alarla oyalanırdık. Edebiyat aramızda kaybolup gitmişti.
Nizamname yapmak, reis intihap etmek gibi daha esaslı meşguliyetlerimiz vardı.
Ah ne güzel günlerdi. Bunlar gençliğimin en güzel günleri, hayatın acılığını,
memleketimizin ye'slerini henüz tatmamış avare, kayıtsız çocuklardık. Birçoğumuz
da züppe (pedant), rokoko. . . Ortaya eser namına bir şey koyamadık. Ve çil yavrusu
gibi bir gün dağılıverdik. Çoklarına ikbfil ve geçinme merakı gelmişti. İyi ki
dağılmışız. Ondan sonra çalıştık, yazdık ve ortaya ufak tefek bir iki yazı koyabildik,
kırk kişi kadardık. En çetin muharebelerde olduğu gibi kala kala dört kişi, dört
inatçı kaldık. Bu, lüzumlu bir tasfiyt" idi. Edebiyattan başka meslekte kalmaları icap
edenler gitti. Uğurlar olsun. Bdki memlekete faydalı olurlar. Zira bize zarar
vt"receklerdi. [s. 40] Zira bunlar "Edebiyat-ı Cedide" muakkipleri idi. Öyle
muakkipler ki ne sanatlan vardı, ne zevkleri." diyor.
Refik Halid Fecr-i Ati'de çok çalışmış, fakat kendisinin itiraf ettiği gibi
büyük eserler meydana getirememişti . . . Arkadaşlarının tasvirlerini (portrait)
yaparak mizahtaki kuwt'tini humorisü ve satirique bir ruha malik bulunduğunu
ispat etti. A�ıl gmre'ı bu idi. Strvtt-i Fünı1n'dan sonra Son H(JlJadis gazetesi diye
kendisi bir gazete tesis etmiş, fakat y�atamamıştı. On beş nüsha kadar
çıkardıktan sonra bırakmıştı. Saıld-yı MiUet'i çıkaran Ahmed Samim ile beraber
aynı gazetede çalışmış, zamanın ve İttihat ve Terakki'nin pek de hoş
gört'meyeceği yazılar yazmaya, mizahı hicve vardırmaya, keskin bir ifade ile
yapılan yolsuzlukları, haksızlıkları tenkide başlamıştı.
Nihayet Kakm ve Cem mecmualarında "Kirpi" nam-ı müstearıyla birçok
mizahi yazılar yazmış, bilahare bunlar toplanıp Airpi,nin Dedikleri unvanıyla
bastırılmıştır.
Gazeteler birer vesile ile kapatıldıkça Refik Halid sükuta mecbur olurdu.
Ahmed İhsan Bey'in Altıncı Daire-i Belediye Müdüriyeti'ne tayini üzerine Refik
Hfilid de Daire Başkatibi tayin olunmuştu. Uzun müddet bu memuriyette
kalamadı. Hükümetçe Sinop'a nefyedildi. Bu menfa hayatının da Refik Halid
üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Bu hayatta Refik çok şeyler görmüş, çok şeyler
öğrenmişti. Sinop'tan sonra da muhtelif yerlerde menfa hayatı geçirdi. Bilecik'te
iken affolunarak İstanbul'a geldi ve Türkçülük cereyanı güden Yeni Mecmua'ya
yazmaya başladı.
Harb-i Umumi'yi takip eden Mütareke senelerinde siyasiyata atılarak
ewela Sabah gazetesi başmuharrirliğinde siyasi makale yazmaya girişti. Bu hal
birçok gayr-i memnunlar peyda ediyordu. Nihayet Posta ve Telgraf Müdür-i
Umumiliği'ne tayin edildi ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası Hey'et-i İdaresi
Azasfndan oldu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 917

[s. 4 l ] Fırkaları mevki-i iktidardan çekildikten sonra Refik de memuriyetten


çekilerek Sabah Matbaası'nda Ay Dede unvanlı bir mizah gazetesi neşrine başladı.
Fakat İstanbul Hükümeti'nin sukutu ve idarenin Anadolu eline geçmesi üzerine
Refik Halid İstanbul'u terk etmeye mecbur olarak Suriye taraflarına çekilip gitti.
Elyevm Beyrut'ta bulunmaktadır.
İstanbul'un İç Yüzü, Mem1eket Hikayeleri gibi matbu eserleri sevile sevile
okunacak eserlerdendir.

[s. 42] Lisanı, Üslubu ve Sanatı


Bütün Fecr-i Ati gençleri Edebiyat-ı Cedide'nin birer manevi çocuğudur.
Edebiyat-ı Cedide Kemal'ler, Ziya'lar, Hamid'ler, Ekrem'ler, Sezai'ler
tarafından hazırlandığı gibi yeni edebiyat da Edebiyat-ı Cedide müessisleri
tarafından hazırlanmıştır. Hasılı bu bir tekamül-i tabiidir. Hatve hatve giden bir
terakkidir. Refik Halid de o gençlerden biridir. Sade (simpk), tabii (nature�, sıcak
ve samimi (sincere) ifadesiyle İstanbul Türkçesini yaşatan bu genç muharrir de ilk
intibalarını Edebiyat-ı Cedide'den almış, istidadını o numunelerle terbiye
etmiştir:
"Edebiyat-ı Cedide'nin parlak devri benim mektepte işsiz boş, tembel
geçirdiğim saatlere tesadüf ettiği için bende bir meşguliyet halini almıştı.
Harisane okur ve beğenirdim, doğrusu . . . Aradan birçok zaman geçtikten sonra
çocukluğumda beğendiğim bu asarın üzerimde aynı tesın yapıp
yapmayacağından şüphelendim. Tekrar okudum. Beğenmekte haklı olduğumu
anladım. Hey'et-i umumiyesi itibarıyla Edebiyat-ı Cedide parlak, kıymetdar,
iftihar verici bir edebiyat olmuştur. . .
"

diyen Refik Halid bu şükür-güzarlığını göstermekle şerefinden de sanatından da


bir şey kaybetmiş olmuyor.
Refik'in lisanı en güzel ve tabii tahkiye lisanıdır. Hayatındaki titizliğini
yazılarında da gösteren Refik Halid o kadar kolay ve tabii okunan yazılan çok
güç ve çok uğraşarak yazar. Sanatı da bu noktadadır. Zihnin bu kabiliyeti,
sanatın bu telakkisi itibarıyla Refik'le Flaubert arasında bir yakınlık görmek
mümkündür. En tabii kelimeyi bulmak için saatler sarf etmek. . . Refik son
zamanların genç muharrirleri arasında en çok eser verenlerden ve sanatına en
çok merbut olanlardan, yazmaktan bir zevk alan, hayatını da o zevkiyle
kazanmaya çalışanlardan biri ve belki birincisi olmuştur:

[s. 43] Boz Eşek


"Irmaktan su taşıyan çocuklar dağ yolunda bir ihtiyar adamın yattığını
haber verdiler. Bir boz eşek de, başıboş, oralarda dolaşıyordu. Hüsmen Hoca
"Varıp bakalım" dedi.
918 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Akşam yakındı. İki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye


çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyor; gövdeleri yarılmış, yanmış,
beş on yaşlı, cansız söğüt, arkasında güneş bulanık bir ışık uzatarak arkların
durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli rutubetli
ova ortasında bulutlu bir göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor,
sönüyor, örtülüyordu.
Üç köylü, arızalı, uçurumlu bir patikadan ağır ağır birbiri arkasından
çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakağılı bir at gibi, fena fena öksürüyordu.
Evvela boz merkebi gördüler. Fundaların ortasında, tozlu, topraklı bir yer
bulmuş, galiba birçok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan
gelip oturuyor, batan güneşi lakaydi seyrediyordu. Hoca "Hedi nerdesin, yolcu!"
diye seslendi. Ötede arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam,
sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek
işar<.>tler ediyordu. "Nen var, ne oldun dayı?" suallerine sesten ziyade nefese,
soluğa benzeyen üfürüklü bir hınltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu.
Köylüler ölüyor sanarak, çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lakin hasta
iyileşiyor, canlanıyordu. Abani sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı.
Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların
güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş
kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki insana bir
çocuk bakışıyla muttasıl dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş [s. 44] bu çehreye bir
renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün
sadac;ıyla bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini
anlatıyordu.
Hüsmen Hoca'nın "Odaya götürün, yatsın!" teklifi üzerine yardım edip,
merkebe bindirdiler. İki tarafından tutarak düşmesine meydan vermiyorlar,
taşlar topraklar kaydırarak, bin müşkülatla iniyorlardı.
Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri
dağlar duman ve bulut sanlı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan
uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pençelerinde
bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.
Gelenlerin şamatası üzerine kapılardan tek tük çehreler uzandı. Ahırlarda
inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor "Nerdesiniz be, hele çıkın, misafir geldi!"
diye haber veriyordu. Şimdi, ellerinde yanar çıralarla her taraftan beyaz bez
donlu birçok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkep bir hale içinde,
karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hareler koşturarak
şaşkın şaşkın misafir odasına geliyorlardı.
Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran
bir köyüydü. Bir vilayetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazen, havalar çok
kurak gidip Kızılırmak geçit verdiyse şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye
uğrayarak iki gün yol kazanırlardı. İşte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 919

fakir, böyle hüzünlü bir saatte yorgun argın gelir kapılan vururdu. O zaman
muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası . ise ona haber gönderir; kendisi
de ocağında, yaz kış sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına
yolcuyu yerleştirirdi. Köy dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların
getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.
Hasta sakinleşmişti. "Göğüs, diyordu. Böyle ikide bir tutar." Köylülerden
biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların [s. 45) alevi vurmuş, içindeki
bir sabun köpüğü gibi rengarenk kabarıyordu. İndirdiler; ihtiyara bir tas
verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık
tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir "Elhamdülillah"
diyordu. Köylüler, ta karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak
sabırsızca bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen
gözleri küçülmüş bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı. Hıçkırık
kesilmiyor, bilakis sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle "Gelin,
yaklaşın" diye işaretler etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafım aldılar.
Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda
duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu.
Hüsmen'in ikide bir de "Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız" dediğini
duyuyorlardı. Birden, alelacele ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz
kaldılar.
Hüsmen "Hakk'a kavuştu." diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri
çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarıda bir inek
uzun uzun böğürüyordu.
Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinden dizili sekiz
altınla altındaki boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu. Mezarlıktan dönen köylüler
ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri yerine nasıl
getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın altında yerleşip söyleşiyorlardı. Nihayet,
bir defa kazaya varıp hakimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen
merkebi yanına alıp yola çıkacaktı.
Hayvan bir ehemmiyet kesbetmişti; önüne bol yem dökülüyor mısır saplan
yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar, "Boz eşek suya götürüldü mü?" diye
birbirlerinden soruyorlardı.
Bir sabah, Hüsmen Hoca'yı alacakaranlıkta hep birden değirmenin [s. 46]
önüne kadar götürdüler. Selametlediler. Boz eşek, hocanın merkebine bağlı,
kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir
güneş palanının soğuk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç
başaklarıyla arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında
görünmez olunca kurak düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene,
hatta iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk,
devam edip gidiyordu.
920 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz açılıyor. Tepesine yaklaştıkça
serin bir rüzgarla beraber latif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi
parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil sulak ve feyizli,
göze gülüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz, düz bir şose kıvrıla kıvrıla
dönerek dağlara tırmanıyordu.
Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.
Mini mini kasabanın balkonlu kuleli gazinoya benzeyen kocaman bir konağı
vardı. Lakin ikmal edilememişti. Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış,
kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasız, tahta örtülerle
bekleniyordu. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde amelenin çalıştığı
zamandan kalma bir sundurma, elan öyle, haliyle duruyordu. Bina çoktan
haraplaşmıştı.
Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca, ta
baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutarak
anlatıyordu. Hikayesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki lakaydane uzaklaşmış,
derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nargilesini
höpürdeten sarıklıya "Ne o, hacı efendi, sabah keyfi mi?" diye sesleniyordu.
[s. 47] Kadının izinle lstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da
kaymakama işini anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını
meydanda bırakan yırtık çoraplı ayaklarıyla çekine çekine, elleri karnında
yürüdü, hikayeye başladı.
Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı,
dişsiz, hım hım bir adamdı. İşin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden
"Çağınn çavuşu!" diye seslendi.
Beş gündür, Hüsmen Hoca önüne gelen adama derdini anlatarak,
kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini
bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı: "Gitsin de iki hafta sonra gelir, işi
kadıya bırakalım!" dedi kandırdı. Zaten buranın kadısı namlıydı, Kabak Kadı
derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah
giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur
olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki halk bayılırdı.
Aynı yollardan, aynı halde boz merkebi terkiye bağlı döndüler. Hüsmen
Hoca'nın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın
pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu
"Mübarek yere bağlı bakmak borcumuz" diye çok görmediler. Hüsmen de
yorgunluğundan şikayet getirmiyor, Hak uğruna çalışmak ona yol mihnetlerini
unutturuyordu.
Lakin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeye mecbur oldu,
kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu hocaya çıkışmış, "Hödük herif, acelen
ne!" demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılma­
yacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 921

Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle merkep arkada oldu. Uzaktan keskin
gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş köye yaymıştı. Halk şimdi, şaşırmış,
merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden, ferahlı bir [s. 48] sacla ile: "Ne ettik
be, şahit götürecektik" diye bir hamlede meseleyi anlattı. Sahi, nasıl
düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yapacaktı
ya: Haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi . . .
Boz eşek, ara sıra yaptığı yüksüz seyahatlere mukabil, önüne dökülen bol
yemden yiye yiye semiriyor, suya götürürlerken kancıkların üzerine koşuyor,
hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.
Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selametlenirken yeni
doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozlan parlatıyor, yaldızlı bir bulut
içinde yokuşa tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere
kalkıyor gibi görünüyordu.
Boz eşek bir daha dönmedi, köy halkı, yapılan hüccetlere, basılan
mühürlere bakarak merkebin in'amlar, ikramlar göre göre yavaş yavaş, yüksüz
ve eziyetsiz ta Hicaz'a kadar gideceğine, orada zemzem taşıyacağına kanidirler.
Hatta Hüsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadife kaplı görmüş,
büsbütün inanmıştı. Zaten hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit bir sevinçle
sık sık merkebin lafını ediyorlar, kancıklara pertav ettiğini unutmuş görünerek
ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını
anlatıyorlar, birbirlerini kandınyorlardı.
Lakin vaka yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Hüsmen Hoca
aptallaşmış gibi dönmüştü; pazaryerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir
"Savulun değmesin!" nidası duyulmuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı altında
boz merkep, arkasında mahud turuncu maşlah, iri gövdesini saran bir süratle
etrafa selamlar dağıtarak geçip gitmişti."
Refik Halid Anadolu'nun sinesinden kopanp getirdiği bu sanihalarla
sanatkarlığını bihakkın ispat etmiş bir ediptir. Tabiatı bütün mudhikeleri, bütün
faciaları, bütün saffet ve mağşuşiyetiyle, bütün sağlamlığı ve bütün çürüklüğüyle
onun kadar tamam gösteren hiçbir muharririmiz yoktur. Böyle olmakla beraber
Refik diğer [s. 49] arkadaşları gibi gurur ve eneiyle bağırmıyor:
"Yeniler hayat-ı edebiyelerinin daha başlangıcında olduklarından dolayı
henüz meydana eser koyamadıkları fikrini kabul etmiyorum. Eser meydana
koymak için hayatın bidayeti, nihayeti olur mu? Ya korsun, ya koymazsın.
Koyacaksan başında da korsun, koyamazsan sonunda da bunun muayyen bir
kaidesi yoktur, hiç kat'iyen. . . Edebiyat-ı Cedide'ye nispetle bizim eserlerimiz
devede kulak kabilindendir. Kendimi ne kadar zorlasam gözümün önüne acemi
yazılardan, daha ne şekil alacakları belli olmayan kabataslak eserlerden başka bir
şey gelmiyor. . .
"

diyor.
922 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ve nihayet:
"Ben bu tarzdaki edebiy:lt-ı atika ve cedide münakaşalarını anlamıyorum,
gençler bugün hakikaten mealsiz. . . Bu kavgalara girişemez. Yalnız bizim bir
lisanımız var ki yarının lisanı olacak. Biz doğru yolu bulduk. Bizden evvel
gelenler bazen orta oyunu, bazen karnaval şekilleriyle edebiyatımızda
çırpındılar. Sağa sola başvurdular. Fakat bizim bulduğumuzu, bu temiz lisanı
bulamadılar. Bugün eğer bir Hfilid Ziya'da Ömer Seyfettin'in lisanı, Cenab'da
Yakup'un şivesi olsaydı edebiyat için büyük bir saadet olurdu . . . "

sözlerini ilave ediyor.


Refik yazdığı eserlerle esasen yaşamaya namzet bir tiptir. Yazdığını lezzetle
okutmayı bilir yazıcılardandır. Yeni yetişen gençlere lisan ve üslup itibarıyla
numune olmaya layıktır.206

:ıo& Refik Halid Karay 18 Temmuz 1 965 te İstanbul'da vefat etmiştir. Tercümd1ı-ı Hakikat,
'

Vakit, Tasıir-i Ejlrı1r, Zmnan, Alnndar, Ptyıim-ı Sabah gazetı>lerinde de yazılar yazmış, Doğru_yol ve Vahdet
gazetelerinin isr yönetimini üstlenmiştir. Rtfik liôlit!iıı burada adı geçmeyen diğer escrlı-ri ise
şunlardır:
Hikaye: GurlNt Hifr4yeleri ( 1 940).
Roınanlan: Yt.titlin Kızı ( 1 939), Çete ( 1 939), Sü��n ( 1 941 ) , Anahtar ( 194 7), Bu Bi:ôm Hl!Jafunız
(1950), Nilgün (III C. Türle Prensesi XıJ&ün, Mapa ,\,felikesi Nılgün, Nılgün'ün Sonu 1950-52), leraltmda
Dünya Viır ( 1 953) , Dişi Örümcek (1 953), Bugünün Sarl!Jlısı ( 1954), 2000 Yılının Sevgi1isi (1954), iki Cisimli
Kadın ( 1 955 ), Kadınlar Te/rbsi ( 1956), Karlı Dağdaki Ateş ( 1 956), Dört l'aprakh Yonca ( 195 7), Sonuncu Kadeh
( 1 965), foini Seven Fidan ( 1977), Ekmek Elden Su Gölden ( 1980), Ayın On Dördü ( 1980), Yüzen Ballfe
( 1 98 1).
Mizah ve hiciv: Sakın Aldanma, inanma, Kanma ( 1 9 1 5), Ago Paşa'nın Hatıratı (1918), ·1Y Peşinde
( 1 922), Guguklu Saat ( 1 925), Tanıdıklanm (1922).
Fıkralan: Bir Avuç Saçma ( 1939), Bir içim Su (193 1), ilk Adım ( 1 94 1 ), Üç .Nesil Üç Hl!)lat ( 1 943),

Malfvqih Kadın ( 1 943), Tann)a Şikayet ( 1 944).


Hi.tıralan: Minelbab lklmihrab ( 1 946), Bir Ömür Bqyunca ( 1 980).
Oyunlan: Kanije Müdaafası ve Tıryaki Hasan Paşa (Miifıd Rdtih'le, oynandı, basılmadı.), Deli
( 1929).
Refik Halid ve eserleri hakkında yapılmış önde gelen çalışma: Şerif Aktaş, R�fik Halit Karay,
Ankara 2005. (Haz. notu)
- -�

Falih Rıfkı (Atqy)


FALiH RIFKI

Hayatı
Falih Rıfkı 1 3 1 ı [1 894] rarih-i hicrisinde İstanbul'da doğmuş, çocukluğunu
İstanbul'da geçirmiştir. İptidai tahsilini diğer çocuklar gibi o da mahalle
mekteplerinde tamamladıktan sonra Mercan İdadisi'ne girerek tahsil-i talisini de
orada ikmal etmiştir. Bir müddet Darülfıinı1n'a da devamı vardır. Zekası ve sa'yi
sayesinde muhitinin fevkine yükselen bu genç, mektebi bitirdikten sonra
yazmaya başladığı ufak tefek yazılarla nazar-ı dikkati celp edecek bir sadelik ve
samimilik göstermeye başlamıştı. Asıl edebi hayatı &rvet-i Fünun'a yazdığı bir
şiirle bed' eder.
Asli istidadını işlettiği ve kalemine geniş bir cevelan bulduğu saha Tanin'e
devamından sonradır. Tanin'de yazmaya başladığı nesirlerle bir mevki-i mahsus
tutmaya ve üslubundaki vecazet ve sadegi ile takdiri celbetmiştir.
Falih Rıfkı Tanin'den aldığı bu feyzi unutmamış, oradan çekildikten sonra
ara sıra yine hikayeler yazmış, hin-i hacette de Tanin'i müdafaa etıniştir. Harb-i
Umı1mi'de ihtiyat zabitliği ile askere dahil olmuş, Suriye'de Cemal Paşa'nın
maiyetinde çalışmıştır.
Bu askerlik devresinin de kendi tefeyyüzüne çok faydası olmuştur. Askerden
terhis olunduktan sonra bazı arkadaşlarıyla birleşerek Akşam gazetesini tesis
etmişler ve orada çalışmaya başlamışlardır. Vaktiyle Şehbal mecmuası gibi bazı
edebi risalelere yazdığı gibi bilahare Darülfünun muallim ve müdavimlerinin
çıkardıkları Dergah mecmuasına makaleleriyle iştirak etmiştir.
[s. 5 1] Ziya Gökalp'ın açtığı milli cereyana iştirak eden ve onunla beraber
çalışanlardandır. Elyevm Akşam gazetesindedir.
Bir zamanlar Peydm-ı Sabah ve Tasvir-i Ejkdr gazeteleriyle mücadele-i kalemi­
yeye girişmiş, iki taraf karşılıklı münakaşatı matbuat aleminde vücudu pek de
arzu edilmeyecek bir şekle sokmuşlardı.
Bir zamanlar da siyaseten nokta-i nazarları birleşmeyen arkadaşlarıyla,
Refik Halid'le de gazete sütunlarında kuvvetli münakaşalarda bulundu. Hayat­
ları daima beraber geçtiği ve pek seviştikleri halde bu siyasi ayrılık matbuatta bu
iki arkadaşı çarpışmaktan men edemedi.
926 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 52] Lisanı ve Üslubu


Ffilih Rıfkı'nın üslubu veciz, münakkah ve seyyaldir. Esasen yazılarındaki
kuweti bu sadeliği ve tasannu ve tekellüften azadeliği vermektedir.
Servet-i Fünun'da Fecr-i Ati erkanıyla çalışuğı sıralarda yazdığı "Kenar-ı
Kabrinde" ve "İhtizar-ı Müebbed", adlı şu manzumeleri bir vakitler şiire de
heves ettiğini gösterir:
Kenir-ı Kabrinde
Akşam sükun içinde tabiat; zaman zaman
Karşımda, çamların o yanık dallarında, bir
Aheng-i secdekar-ı ta'abbüd derinleşir,
Dağlarda gölgeler ve bulutlar yığın yığın;
Müphem fısıltılarla -uzak, muhteriz, hazin­
Emvacı ağlaşır gibi dalgın denizlerin.
Başlar suküta titreyert"k, dalga dalga-cu,
Tenvim eder menazın bir zıll-i ra'şe-per,
Enzara leyl içinde ufuklar veda eder.
Serper bütün mekabirc giryan iniltiler
Bir mabedin sükuneti takri r eder gibi:
Yapraklann hubüb eden ellıarı-ı sa'iri
Akşam; sükun içinde tabiat; vakit vakit
Etmektesin hayalini ruhumda girye-zen,
Karşımda titriyor gibisin anne, anne sen,
Düştüm leyal içinde kenar-ı mezarına,
Bak gözlerim unutmadı asla bugün seni,
[s. 5 3] Hala görür nazarlanm ahvaI i mevtini,
-

Hfila dudaklanmda senin yad-ı şefkatin.


Hila yatar hayalimin üstünde firkatin . . .

İhtizar-ı Müehbed
Çılgın bir ihtiyaç ile birçok zaman sana
Vakf eyledim ümidimi; birçok fısıldadın
Mecnun bir iştiyak ile yorgun hayauma
Eş'ar-ı fikr-i hissini yüksek kadınlığın . . .

Her gün şu hac;ta kalbimi mihnet saçan derin


Matemlerim kederlerim etmişti incimat;
Ruhumda titreyince şebabın, taravetin,
Lerzan eteklerinde müzehheb bir iltifat. . .

Nazende bir çocuk gibi ra'şan hisseden


Sakin temayülat ile okşandığın zaman,
Fikrimde daima o derin inceliklerin
Bir şi'r-i sermediyete eylerdi iktiran
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 927

Memnun fakat biraz müteheyyiç selamladım


İlk müjde-i vürudunu kalb-i harabıma;
Lakin nihayet işte usandın: Adım adım
Kaçtın sümum-ı hicrini döktün şebabıma.

Sen, sen de hep bu böyle nihayet senin de bak


Gördüm leyfil içinde sönen nur-ı fecrini . . .
Pek güçtü iğtirabını ruhumda saklamak,
Amfil-i giryedanma mezcetmeden seni.

[s. 54] Metruke bir kadın gibi yıllarca inledim,


Daldıkça varlığımla ölen sergüzeştime,
Kalbimde abidat-ı emel oldu münhedim
Ah, işte ben de muntazırım şimdi mevtime.
manzumeleri nesri kadar selis ve seyyal değildir; bilakis yüklü, ağırdır. His ve
hayalini nazma sokmakta uğradığı güçlüğü gördüğü içindir ki şimdi kendini
bütün bütün nesre vermiştir.
"Milli Cereyanın Zaferi" namıyla Dergiih mecmuasına yazdığı şu musahabe,
üslubu, lisanı ve kanaati hakkında açık bir fikir vermeye kafidir:
"Meşrutiyet günlerine kadar "Türk" ve "Türkiye" kelimeleri, ancak Frenk
gazetelerinde okuduğumuz ecnebi tabirlerdi. Şimdiki neslin çocukluğuna veya
gençliğine tesadüf eden eski devirde Türk kelimesinin manası, "taşralı" idi,
Türkler eski medeniyet harabesinin karanlık mahzenleri içinde mahpus, asnn
heva-yı nesimiyi değiştiren, rüzgarlandıran ve yeni bir insaniyet yaratan genç
inkılaplardan haberdar değillerdi . Bu memleket, asnn ortasında, kendi kendine
çürüyüp göçen bir harabe idi ve bu sessiz inkıraz karşısında kollarını kavuşturup
bekleyen emperyalizm biliyordu ki bu bina sefih ve gafil varislerinin başına
çökmek üzeredir ve o enkazın kendisinden başka müşterisi yoktur.
Fakat vakta ki Meşrutiyet bu eski ve yüksek zindan duvarları üstünde bir
rahne gibi açıldı, gözlerimiz yeni ziyayı gördü. Ciğerlerimiz taze havayı tattı . . .
Emperyalizm bir müddet düşündü , şüphesiz kendi kendine dedi ki: "Meşrutiyet
de Tanzimat-ı Hayriye gibi bir nümayişten kalmadır!". Bu Meşrutiyet alaylarını,
eski azim harabenin içinde, cücelerin raksına benzetti ve için için gülerek
seyretti .
Fakat o günkü Türkler yeni asnn bizden gizli kalmış tılsımını, "milliyet"
hakikatini sezer gibi oldular, o günkü evvela bir söz gibi dillerde [s. 55] dolaşan
yeni fikirler, bir aşk gibi gönüllerde yerleşti, emperyalizm, bu harabeyi iskan
eden milyonlarca insandan kıskanmadığı şeyi, henüz rüşt sahibi olmayan milli
çocuktan kıskandı ve "milliyet" fikrini rüşt kazanıp m alikaneye tasarruf etmekten
menetmek lüzumunu hissetti.
928 İSMAİL H İ KMET ERTAYLAN

Bu tarih, seyirci emperyalizmin, birdenbire, her taraftan meşum faaliyetine


başladığı tarihtir. Bu müthiş faaliyet esnasında içimizde, halaskar-ı milliyet
fikirlerini, harabenin tahribine sebep addedenler çok oldu. Hatta bütün
felaketlerin mesuliyetini milli cereyanın genç ve masum omuzlarına yükletenler
bugün bile nadir değildir.
Fakat ortada bir muamma vardı. Bu çocuk, rüşte erer gibi olduğu günlerde
boğulup "mukadder" facia tamam olacak mı idi?
"Milli cereyan"ın ortaya attığı bütün halaskar fikirler, "milli vatan", "milli
hürriyet" hatta "milli lisan" fikirleri tehlikede idi. Mütarekenin ilk günlerinde bu
buhranı hepimiz hissettik. Milli cereyan harice göre siyasi nizam-ı a!emi
bozmaya çalışan bir türedi, dahildeki köhne siyasilere nazaran ancak memleketi
mahvetmeye yaramış bir muzır bidattı.
O günlerdedir ki bir Maarif Nazın mekteplere "Türk" kelimesini
kullanmamayı tamim etti. Milli kıraatler değişti. "Milli" sozu, tıpkı
Meşrutiyet'ten ewelki "Türk" sözü gibi, tahkire, tehzile ve mesuliyete yarar bir
tabir oldu. Hatta hece vezniyle yazan şairler, harp ve felaket mesulleri arasına
katıldı.

Suikast müthişti, halaskar fikir her taraftan muhazara edilmiş, bin türlü
entrika ile boğulmak değilse bile, memleketten kim bilir kaç sent' için
nefyedilmek üzere idi.
İşte o zaman Anadolu mücahedesi milli vatan ve milli istiklal mücahedesi
olarak doğdu ve Sakarya Zaferi "milli cereyan"ın zaferidir. Türk milletinin
mübeşşirleri Anadolu'da neşrolunan beyannameleri, söylenen nutukları ve
gazete yazıları nı şüphesiz büyük bir ibretle okuyorlar. Boğulmak istenen bu cesur
[s. 56] ve halaskar fikir, Sakarya Zaferi'yle rüştünü ispat etti ve Türk ordusu o
Türk nehrinin kıyılarında istila sürülerini nasıl mağlup etti ise, milli cereyan da
köhne irtica fikirlerini hezimete uğrattı. On sene evvel doğan çocuk, akıllara
hayret verici bir hamle ve bir şevkle tehlikeler üstünden yürümüş, ateşler
arasından geçmiş, demir maniaları iktiham etmiş ve artık muzaffer olmuştur.
Sakarya muzafferiyetini, ben en ziyade halaskar fikrin bir zaferi gibi
selamlıyordum, zira Sakarya, Türk milletinin istikbali için zaruri inkılabın husul
bulduğu noktadır. On sene evvel hayal zannolunan zaruretler ve söylenirken
ağızda, yazılırken sayfada gülünç olan fikirler Sakarya Zaferi'nden sonra artık
musaddak bir mahiyet aldılar. İhtiyar emperyalizmin fırlattığı ok, genç milletin
ancak başına değdi ve beynini dağıtacak yerde, hafif bir sarsınışla uyandırdı.
Milli fikir muzaffer olacaktı, fakat ne zaman? Bu sual iki sene ewel en
imanlı kimselerin bile yüreğini demir bir kıskaçla kısıyordu. Sakarya Zaferi207 bu

207 Türkler bütün mevcudiyetlerine karşı imhillr bir niyet besleyen kanlı Avrupa
emperyalizminin bu kuduz salgınlarına ancak kırmızı Rusya'mn maddi ve manevi yardımıyla karşı
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 929

muammanın müthiş perdesini sıyırdı ve şu bigünah neslin çektiği ıstırap ve


uğradığı imtihanı kafi gören mukadderat, tarihte pek az nesillerin idrak ettiği
büyük saadetlerden birini de bize nasip etti.208

koymuş, bütün cihanın kendinden el çektiği, felaketiyle eğlendiği sıralarda şı1rfilar Rusya'sının
uzattığı kardeş eli şükranla sıkarak bir müşterek düşmana olanca savletiyle saldırmış ve
mevcudiyetini kurtarmıştı. Türkler tabii bu kıymettar dakikayı kalplerinden çıkarmayacaklardı.
208 Falih Rıfkı Atay, 20 Mart 197 1 'de İstanbul' da vefat etıniştir. Diğer eserleri şunlardır:

Anı : Ateş ve Güneş (1918), .<:,gıtindağı (1932), 19 Mayıs ( 1944), Atatürk'ün Bana Anlattık/an (1955),
Mustefa Kemal'in Mütareke Defini (1955), Çankaya (il cilt-1961), Batış Yıllan ( 1963), AtatürkNe İdi ( 1968)
Gezi: Faşist Roma, Kemalist Tiran, Koybobnuş Makedonya ( 1 93 1), Deniz Aşın (193 1), Yeni Rusya
( 1 9 3 1 ) Moskova- Roma (1932) Bizim Akdeniz ( 1934), Trıymis Kryılan ( 1934), Tuna Kıyılan ( 1938), Hind
(1 944), Yolcu Defini ( 1946), Gezerek Gördüklerim ( 1970).
Fıkra- Makale- Sohbet ve İnceleme: Eski Saat (1933), Nıçin Kurtubnamak (1953), Çile
( 1 955), İnanç ( 1 965 ), Kurtuluş ( 1 966), Pazar Konuşma/an ( 1966), �ak ( 1970).
İnceleme: Ba;veren İnkılıipçı (Ali Suavi üzerine, 1954), Atatürkçülük Nedir? ( 1966).
Diğer: Roman (roman-röportaj, 1 932), Londra Konferansı Mektuplan ( 1933), Türk Kanadı (1941),
Kanat Vuruşu ( 1 845), Babamız Atatürk (Biyografi, 1955). (Haz. notu)
Ahmed Haşim
AHMED HAŞİM

Hayatı
Ahmed Haşim aslen Diyarbekirlidir. 209 Diyarbekir değerli şairler yetiştiren
feyyaz bir ülke olmuştur. Üstat Ali Emin Efendi Diyarbekir şairleri hakkında
Tezkire-i Şuara-yı Amid unvanıyla kıymetli bir eser meydana getirmişlerdir. Bu eser
Diyarbekir'in ne feyyaz bir şiir ve edep menbaı olduğunu göstermeye kafidir.

Ahmed Haşim çocukluğunu geçirdiği Diyarbekir'i unutamamıştır. Maskat-ı


re'sine ait birçok şiirler yazmıştır. Haşim ilk tahsilini aldıktan sonra İstanbul'a
gelmiş ve Galatasaray Sultanisi'nde tahsil-i talisini görmüştür. Daha mektepte
iken tabiat-ı şi'riyesi inkişafa başlamış ve daha orada iken ilk manzumelerini
yazmıştır.

Tuttuğu ilk yol tamamıyla Edebiyat-ı Cedide yolu idi. Bilhassa mektepte
son zamanlar edebiyat muallimliğinde bulunan Ahmed Hikmet'in şakirdi
olmuştu.
Haşim tumturaklı ifadeyi, kendi vatandaşı olan Süleyman Nazif ve Faik Ati
gibi üçüzlü terkipleri, yeni kelimeleri çok seven bir şairdir.

Mektep hayatından ayrıldıktan sonra edebiyat vadisinde çalışmaya


başlamış, bilhassa inkılaptan sonra açılan: "Fecr-i Ati" mahfil-i edebisine dahil
olarak çalışmış, bu vadide en ziyade, arkadaşı Emin Bülend'le bir yol takip
etmiştir. Fakat sonraları Fecr-i Ati inhilale uğrayınca Haşim müstakil bir yol
tutarak aruzdan ve Farsça terkiplerden ayrılmamak şartıyla serbest nazım (vers
libre) vadisine saparak fantaisiste şiirler yazmıştır. Göl Saatleri unvanlı eserinde
doğduğu yerlere ait derin ve hicranlı bir sıla aşkıyla yazılmış hazin, güzel
nosthalgi,que şiirleri vardır.
İlk şiirlerinde Haşim lirizm [s. 58] ({yrisme) ve Romantizmin (Romantisme) pek
&üzel numunelerini vermiştir. Tamamıyla Servet-i Fünun cereyanının Fecr-i
Ati'de takip ettiği yoldan ayrılmamıştır. Fakat sonraları impressionniste'leri sevmiş,
Emile Verhaeren2 10 ve arkadaşlarının yolunu tutmuş, birçok empresyonistçe

209 1887 (1 304) yılında dünyaya gelen Ahmed H<4im, Diyarbakır'da değil, Bağdat'ta
doğmuştur. (Haz. notu)
2ıo Emile Verhaeren 1855 tarihinde Anvers civarında doğmuş; Lamartine'i, Hugo'yu,
Chateaubriand'ı çok sevmiş. Lirizm ve Romantizm ile başlamış birçok risalelere iştirak etmiş ve
nihayet empresyonistleri müdafaaya geçerek çalışmış çok velut ve çok genç iken şiire başlamış bir
934 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

yazılar yazmıştır. Manzumeleri içinde sembolizme (symbolisme) numune


olanlan da çoktur.
Haşim birçok risale ve mecmualara iştirak etmiş, manzum ve mensur
eserle r yazmıştır. Bütün yazılannda kendine mahsus bir görüşü vardır.
Sanatkarlığında şüphe edilemezse, fantazyası bütün kabiliyetlerine fai ktir.
Tab 'an şair olarak doğduğu da bütün eserlerinde meşhuttu r.
Bir zamanlar Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aıisi'nde Bediiyat dersleri vermiştir.
El-yevm Düyun-ı Um umiye 'de memurdur.

[s. 591 Lisanı ve Sanatı


Haşim 'in lisanı rengin ve zengindir. Esasen renkleri, ziyalan pek seven şair
bunlardan birer abide yapmayı kendisi için sanat ittihaz etmiştir. Bu noktayı
görmek için kendi fikirlerinden bazılarını zikretmek kafidir. Ahmed Haşim, şiiri
de, lisanı da, sanatı da kendine mahsus bir telakki ile anlar. Bir garabeti
(excmtricitl'j vardır. Fakat Hcişim'in şairliğini ve şahsiliğini meydana getiren
hususiye t ve mümtaziyet burasındadır:
"Her şeyden ewel şunu itiraf edelim ki; şiirde manadan ne kastedildiğini
bilmiyoruz. "Fikir" dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikaye mi, mazmun
mu? Ve "vuzuh" bunların idrak-i adiye göre anlaşılması mı demektir? Şiir için
b unlan clzt'm addedenler, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü "söz"
sanatlanyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır.
Şiirin bu mahiyette bir sanat halinde telakki olunması, resim, musiki ve
heykcltıraşi gibi sanatlann, kendilerine has ve münhasır, fırça, boya, nota ve
kalem gi bi istimali güç bir hünert' mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına
mukabil, şiirin bu hususi vcsaitten mahrum olması ve ifadesini konuşulan
lisandan isti areye mecbur olmasındandır. Bu sebepten dolayıdır ki;
parmaklannın tutmasını bilm ediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği
notaya karşı mütehaşi ve hürmetkar olan na-ehiller, kelimelerden vücuda gelmiş
gibi gördükleri şiiri alelade "lisan" mahiyetinde telakki ile sırf bu zaviye-i
rü 'yetten bakarak başkaca hazırlıklı olmaya hiç lüzum görmeksizin onu
küstahane bir laubalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.
Halbuki şair ne bir hakikat habercisi ne belagatli bir insan ne de bir vazı'-ı
kanundur. [s. 60J Şairin lisanı, ister nazım, ister şiir olsun anlaşılmak değil
hissedilmek üzere teşekkül etmiş, musiki ile söz arasında mutavassıt bir lisandır.

Fransız şairidir. Kendisini bütün yazılarında serbest addetmiş, ısulahlannı, tabirlerini intihapta
ilhamını ve ifadesini hiçbir kayıt ile mukayyet görmemiştir.
Kara Meş'af.el.er ( Les Flambeaux Noire), Yolun Kıyısında (Au bord de /,a Route) unvanlı ve daha birçok
manzum ve mensur eserleri vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 935

Onun için her eser-i edebi bir "eser" paye ve haysiyetine yükselebilmek için
sahibinin umumi lisandan hiç kimseninkine benzemez ve kendi deruni ahenk ve
hassasiyetine göre biçilmiş bir lisan istihracına muvaffak olmasıyla yani bir üslup
sahibi olmasıyla mümkündür. Böyle bir lisanı siyyanen herkes niçin anlayabilsin?

Şiirde üslubun teşekkülüne amil olan esasatın hiçbirisi için "vuzuh" bir
hedef ve bir maksat değildir. Zira edebi üslup, deruni bir ses, deruni bir edadır.
"Üslup" veya "sanat"ların intihabı, tenevvüü ve nedreti veyahut cümle
aksamının hususi bir nizama göre tertip ve terkibiyle vücut bulur. Üslubun
merkez-i mihanikiyeti "kelime" değil cümledir. Onun için sanatların hiss-i
intihabı "yeni" değil, fakat ancak "renkli" bir üslup vücuda getirmeye kifayet
edebildiği için bu vasıta ile elde edilecek bir üslub-i bid'ati erişilmesi nispeten
kolay ve binaenaleyh dun bir üslupçuluk kademesi teşkil eder. Nice muharrirler
vardır ki; lisanları rengarenk sanatların parıltıları akisleri ve ateşleriyle baştan
başa bir mücevherat camekanı gibi göz kamaştırıcı bir şehrayindir. Fakat
an'anat-ı edebiyesi kuvvetli olan memleketlerin hiçbirisinde bu gibi muharrirlere
"üslup sahibi" denilmedi. "Sanat" üslupçuluğu edebiyatımızda en müptedi
tarzdır . Onun için bizde muharrir üslupları bir kalabalıkta kuş bakışı görülen
insan çehreleri gibi yek-diğerine benzerler, Fransız edebiyatında Loti2I ı sahib-i
üslub değildir.

Cümle aksamının yeniden "mevsufa göre sınıfın yerini tağyir, fiillere,


edatlara yeni mevkiler bulmak ilh."

Üslubun en canlı ve en müteharrik bir unsuru [s. 61] olan "cümle-i mişvan
-ritmi-" temin eder ki; bu sahada muvaffakiyet büyük bir muharrir için bile nadir
bir zafer teşkil eder, bütün bunlardan maada üslupçu için her türlü hünerlere
küşade geniş bir saha daha vardır ki; o da cümlenin musikisidir. Cümle musikisi
her kelimenin cümledeki mevkiini diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden
ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl, tatlı, mahrem, havai veya haşin sese göre
ve musammem bir ahenk endişesine tebean tayin ve bu müteferrik kelime
ahenklerini, cümlenin umumi revişine tabi kılarak mütemevviç, seyyal, muzlim
veya muzi ağır veya seri hislere kelimelerin manası fevkinde cümlenin musiki
temevvücatından na-mahdut ve müessir bir ifade bulmaktır. Şiir sessiz bir
şarkıdır. Aşığın maşukası karşısında duyduğu bir hikaye midir? Deniz, mehtap
şaire "mevzu'" mu söyler? Bu teessürler ruhta gizli birer musikidir . . . "

Hasılı Ahmed Haşim'in telakkisi tamamen şahsidir. O edebiyatı yüksek bir


sanat, sanatı da her ferdin yetişemeyeceği kadar yüksek bir şahika addeder. Şiir

21 ı Pierre Loti, Fransız bahriye zabitanındandır. Aynı zamanda Fransız edebiyatının pek
büyük bir mevki tutmuş hatta lisanı her türlü tenkidann fevkinde tutulmuş meşhur bir Fransız
romancısıdır. Şark'a uzun seyahatleri vardır. İstanbul'da çok bulunmuş ve Türk dostluğuyla şöhret
kazanmışnr. Azdde; fz/,anda Babkçıfan (Pecheurs d' lslande) ve .Nô.şô.d/,ar (Desenchanties) isimli romanları
meşhurdur. (İsmail Hikınet'in notu)
936 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

onca tamamıyla aristokratik (aristocratique) bir histir. Onu her vicdan, her kalp,
her gönül duyamaz. Şiir de duyamayanlar için değil, duyanlar için yazılır. Şu
itibar ile de fazla vuzuha muhtaç değildir. Bilakis ibham tülleriyle örtülü olması
daha muvafık olur. Filhakika Haşim'in birçok şiirleri kolay kolay anlaşılmayacak
kadar müphemdir, örtülüdür. Bilhassa empresyonizm (impressionnisme) ve
sembolizm (symbolisme) yaptığı yerlerde bütün bütün örtülüdür. Çok zaman
yazılan renk ve ziya göstermek için yazılmış gibidir. Birer küçük suluboya
tabloyu (aquareUe) andırır. Bazen yalnız musiki olur. Üslubu hayali olmakla
beraber karanlıktır, mahmuldür. Kelimelere mana verişinde, kullanışında da bir
hususiyet ve bir mahsusiyet vardır. Hılşim'in nazarında kelimelerin şekli bir
mana ifade eder. Bu itibar ile de muhafazakar (conservateur) an'ane-perver
görülür. O, şekiller değişmesine razı olamaz. Ölüyor, mahvoluyor zanneder.
Onun nazarında her harfin şekil itibarıyla bir manası, bir ifadesi, bir ziyası
vardır.
[s. 6 2] 1 337 1 1 92 1 ) tarihinde Evkaf Matbaası'nda tab'ettirdiği Göl Saatkri
unvanlı küçük mecmüa-i eş'annın şu bir kıtadan ibaret mukaddimesi
"Seyreyledim qkal-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında,
Bir aks-i mülevvcndir onunçün
Artın bana ahcar ü nebatı"
Hılşim'in sanat ve mesleği hakkında da güzel bir vesikadır.
Hılşim hakikatten korkan ve kaçan şairlerdendir. O, bütün güzelliği bütün
şiiri ruh ve hayalinde arayan hülyakarlardandır. Hayatın ve kainatın ancak bazı
anlarında gösterdiği ve yalnız kendisine gösterdiği levhaları birer fırça darbesiyle
tespit etmek isteyen ressam gibi birer kıta ile bütün bir günün muhtelif anlardaki
tahavvüllerini zapt ve tespit etmek ister bir empresyonisttir:

Öğle
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,
Gümüş böcekler okur aba bir neşide-i hab,
Durur sevahilin üstünde bi-heves, bitab,
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab-ı serab . . .

Öğleden Sonra
içer gümüş kıyılardan remide ahı1lar,
Ve onların sesi eyler bütün sükutu harab,
Eder bu daveti durgun sulardan istiğrab
Gürültüsüz ve uzak mai diğer ahular . . .

Akşam
Susar meşacir-i pür-şanı içinde bülbül-i ab,
Sular sema-yı hayalatı eyler isti'ab;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 937

Döner bu sahil-i niliye gölgeden kuşlar,


Ağızlarında güneşten, birer kızıl dür-i nah.

[s. 63] Gece


Nücum u mahı dökülmüş semanın eşcira,
Mellı.l manzaralar şimdi bir gümüşlü sehab;
Derin sulardaki ecramı avlayan kuşlar
Eder havali-i pür-nur-ı malı-taba şitab . . .

Gece Yarısı
Ve ansızın suya etmekle mah-ı dur sukut,
Miyah-ı ruhumu andırdı safha-i tfilab:
o ruh içinde muzi bir garib nilüfer
Bütün elemlerin üstünde münceli ter ü tab . . .

Seher
Ağaçların seheri zirvesinde titreşiyor
Tuylı.r-ı laniye-i :1lem-i tahayyül ü hah.
Semayı kaplayacak, şimdi, g:lzeler gibi nur;
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk-ı türab.

Ve onların gözü eyler nücum-ı fecre itab,


Ve onların sesi eyler "nihayet" i işr:lb . . .

Haşim bu intibalarında bazen teheyyüç ve tahassüse kapılarak enfüsiyetine


(subjectivisme) numuneler verir. "Gece Yarısı" unvanlı kıtasındaki birinci beyit:

"Ve ansızın suya inmekle mah-ı dur sukut,

Miyah-ı ruhumu andırdı safha-i tfilab"

Tevfik Fikret'in "Akşam" unvanlı o güzel manzumesiyle ne kadar sıkı bir


karabet gösterir.

Haşim'in bu yazılan Japonların empresyonistçe yaptıkları o güzel ince


levhacıkları andırıyor. Şüphe yok ki; bir fantezi, fakat çok zaman üstadane ve
hurde-girane yapılmış tablolar kadar manalı, hisli ve derin . . .

[s. 64] Haşim avare bir liriktir (Jyri,que). Daima örtülü hisleri içinde çarpıntılı
bir kalp yaşattığı görülür. Nazımda serbestliğe de çok meydan göstermiş, birçok
serbest müstezatlar yazmıştır. Fakat bütün bunlarda bir Fikret, bir Cenab
yaşanmaktadır. Haşim'in fazlalığı biraz daha kaide-şikenliğidir.

Kış
Yine kış
Yine şems-i mesada ah o bakış;
Yine yollarda serseri dolaşan
938 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Aşiyansız tuyur-ı pür-nfiliş . . .


Tehi kalan ovalar
Sükfıt eder sanılır mevsimin gumı1muyla;
Harab olan san yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavafil-i evrak
Mütemadi sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ızurab u nevmide.
Yine kış, yine kış,
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış . . .
Bütün ısrarına rağmen Haşim'in dilinde de sadeliğe doğru bir gidiş vardır.
O eski izafet silsileleri artık kırılmıştır. Şu Piyale adlı küçük manzumesi son
yazılarına güzel bir numunedir:

"Zannetme ki güldür ne de lale


Ateş doludur tutma yanarsın
Yanmakta bu sagardan içenler
Doldurmuş onun'çün şeb-i aşkı
Karşında şu gül-gün piya.Ie !" 21 2

2 12 Şiirin tam hali: Zannetme ki güldür ne de !file/Ateş doludur tutma yanarsın/ Karşında şu
gülglın piyfile / İçmişti Fuzuli bu alevden/ Düşmüştü bu iksir ile Mecnun/ Şi'rin sana anlattığı
...

hfile . . . /Yanmakta bu sigardan içenler/ Doldurmuş onun'çün şeb-i aşkı/ Baştanbaşa efgan ile
nale.. / Ateş doludur tutma yanarsın I
Karşında şu gül-glın piyale!. 4 Haziran 1 933 tarihinde vefat eden Ahmet Haşim'in Göl
Saatleri dışındaki diğer eserleri şunlardır:
Piydle ( 1 926), Bize Göre ve Bir Seyahatin Notlan ( 1 928), Gurabdhdne·i Laklakan ( 1 928),
Franlcfart Seyalıatnıimesi ( 1 933).
Ahmed Hfujim'in, kitaplanna girmemiş yazı ve şiirlerini de kapsayan bütün eserleri İnci
Enginün ve Zeynep Kerman tarafından toplanarak yayımlanmıştır: Ahmet Haşim, Bütün Eserleri J. V,
Dergah Yayınlan, İstanbul 1 987- 1 99 1 . Şair hakkında önemli bir çalışma da Beşir Ayvazoğlu'na
aittir: ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Haşim'in HO:)latı, Sanatı, Estetiği., Dramı, İstanbul 2000. (Haz . notu)
-
-

Emin Bülend (Serdaroğlu)


EMİN BÜLEND

Hayatı
Emin Bülend, Osmanlı ordularında kıymettar hizmetlerle bir ihtiram
mevkii kazanmış ve tarihe geçmiş olan Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa
ahladındandır.
Daha küçüklüğünden iyi ve kuvvetli terbiye ve nezaret ile büyüyen Emin
tfili tahsilini almak için zamanın en parlak ve en muntazam mektebi olan
Galatasaray Sultanisi'ne girmişti.
Emin'in mektepteki hayatı daimi bir cevvaliyet ile geçmiştir. Fıtratında
mevcut olan istidadı muhtelif sahalarda gösteren Emin, şiir ve edep sahasında
göstermekte de gecikmemiştir.
Emin'in en çok sevdiği şeylerden biri şiir ve edebiyat, diğeri spor (sport) idi.
Spor Emin'in hayatında adeta bir ihtiras (passion) halinde idi. Daha mektepte
iken yaptıktan futbol teşkilatı mektepten sonra da devam etmiş Emin ve
arkadaşlarının teşkil ettikleri Galatasaray Futbol Grubu uzun seneler
muvaffakiyetli maçlarla şöhret almış, Avrupa seyahati yapmış, memlekette spor
merakının canlanmasına, gençlikte bir hayat ve bir terbiye-i bedeniye hissinin
uyanmasına sebebiyet vermiştir.
Vücutça çevik ve çalak olan Emin fikirce de cevvaldir.
Mektebi bitirdikten sonra biraz edebiyat aleminde çalışmış, evvelleri
hükümet işlerine girmek istememiştir. Yalnız Tevfik Fikret Galatasaray Sultanisi
müdüriyetine geldiği zaman etrafına topladığı gençlik miyamnda Emin Bülend'i
de Türkçe hocası olarak Sultani'ye almıştı. Emin, bu büyük şair olduğu kadar da
büyük mürebbi ve büyük insan olan Fikret'le çalışmaktan, onu memnun edecek
[s. 67) bir iş görebilmekten derin bir haz alıyor ve olanca şevk ve hevesiyle
çalışıyordu. Fikret'in mektepten istifasıyla mektebi terk eden genç muallimler
arasında Emin de hocalığını terk etmişti. Hatta Fikret'in mektebe iade edilmesi
hususunda uğraşanlardan biri de o olmuş, o zamanlar Dahiliye Nezareti'nde
bulunan Talat'a acı sözler söylemiştir.
Fikret'in mektebe avdeti mümkün olmayınca Emin Bülend de hocalığa
avdet etmedi. Bilahare Reji İdaresi'ne memuren dahil oldu.
Emin Bülend de l 3 25'te [1 909) teşekkül eden Fecr-i Ati'nin azasındandır.
Ahmed Haşim, Tahsin Nahid ile beraber Tevfik Fikret cereyanını takip eden ve o
vadide hayli dolgun ve hayli kıymetli şiirler verenlerdendir.
942 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Lirizm ve romantizm (Romantisme) ile dolu olan güzel şiirleri vardır, fakat
Emin edebiyatta esaslı bir rükün olmaktan ziyade bir amateur mevkiinde kalmıştır.
Pek az yazısı intişar etmiş, şimdi de adeta şiir ile iştigali bırakmış gibidir.
1 326 [ 1 9 1 0] senesinde Yunanlılann Girit'e tecavüzü Avrupa emperya­
listlerinin Yunanlılan müdafaaya kalkışmalan, İtalyanlann Trablusgarp'a göz
dikmeleri, İngilizlerin entrikalara başlamalan, istiklaline yeni kavuşmuş olan
Türkiye'de gençliği isyana sevk ediyordu. Bütün gençler bu gayz ve nefretle bir
aksülamele doğru gidiyorlardı, İslami ve vatani hislerle doluyorlardı Emin Bülend
de o zaman şu aşağıdaki "Kin" unvanlı manzumeyi yazarak Se:rvet-i Fünun'da
neşretmişti:

"Göster sema-yı mağribe yüksel de alnını ...


Dök kalb-i saf-ı millete feyz-i beyanını ...
Al bayrağınla çık yürü, sağken zafer-nüma,
Bir gün şehid olunca da olsun kefen sana. . .
Ey makber-i muazzam-ı ecdadı titreten
Düşman sadası! Sus, yine yükselme gölgeden
[s. 68J "Düşman!" Hil:i.1-i rayet-i İslam'a hürmet et;
Toplar boğar hitabını dağlarda akibet...
Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini;
Binlerce can dirilse de nakletse geçmişi;
Garbın ccbin-i zalimi, afletmedim seni ...
Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!. ..
Ben şure-zar-ı kalbimi kinimle süslerim.
Kalbimde bir silah ile ferdayı beklerim...
Kabrinde müsterih uyu, ey nam-dar anam!
Evladının bugünkü adı sade: İntikam!...»

[s. 69] Lisanı ve Naznı.ı


Emin Bülend'in lisanı kuvvetli ve müteheyyiçtir. Filhakika Edebiyat-ı
Cedide'nin üslupçuluk zamanlannı andıran fazla mahmul bir üslubu vardır;
fakat his, hayal tasavvur ve tasvir itibanyla metindir:

Gurur
Hazin ve sakit ağarmıştı bi-hudut ovalar.
Şişirdi sine-i emyahı bir gümüş rüzgar
Baid ufuklara ay doğdu ta uzaklardan...
Sen ince, gölgeli kirpiklerinle, nim açılan
Dudaklannla ne vahşi fakat ne dilberdin ...
Tehi ufuklara baktın: -Güzel değil mi?.. dedin.
O tozlu yollann üstünde kimsesiz mehtab
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 943

Güzeldi, sonra düşündün, bir ufk-ı raz u serab


Olan nazarların artık sıcak, sokulgandı.
Damarlarımda, vücudumda bir güneş yandı.
- Güzel değil mi? dedin, sonra gözlerimde gözün
Bayıldı. Şimdi yakındın, sıcak-sıcak güldün
- Gözün neden bu kadar parlıyor!" biraz durdun
- Bu inciler benim olsun! dedin... semadan uzun
Nefesler esti tutuşturdu sanki her yerimi...
İpekli gözlerin içmişti şimdi gözlerimi...
o sakin akşam uzak... Şimdi çok zaman oluyor...
Zavallı incilerin şimdi kimsesiz soluyor...
[s. 70] Odamda ben yine bir gün deha-perest ü vakur
Kalem-tır<lş-ı sünılhatı almış işlerken
Önümde canlanacak mermerin düşüp biriken
Küsılr-ı tünd ü beyazıyla çarpışan mağrur.
Elim fütılr-ı mehasinle ürkerek durdu...
Rüşeym-i hiss ü tulıl'atı mest-i naz, ahıl
Nazarlannla süzüp: - Çok güzel, dedin. Yaramaz
Dudakların daha ciddiydi, gül nikab ü beyaz
Elinle sen yine tuttundu yorgun ellerimi ...
o sakin alnı şafaklarda yükselen heykel
Kadınlığın bize timsal-i pak ü muhteremi ...
İbad-ı şekl ü sünılhat o tuttuğun iki el:
- Bu ellerin benim olsun bırak ... dedin .. sehhar
Sesinde kaynadı, yükseldi çılgın alkışlar...
Garib odamda yanın kaldı işlenen heykel
Senindi artık o avare bekleyen iki el...
Geceydi ... Yaşlı çınarlarda kalmamıştı ziya ...
Uyuttu zulmet-i eşcan bir derin rü'ya
Cüda havuzlara aksetti saye-i evrak. ..
Geceydi. İnce hayalinle bir beyaz zambak
Kadar zarif, o kadar nazenin, hıram ederek
Gelip yanımda oturdun. Semanın en yüksek
Ziyfilannda cenah açtı gizli bir kuvvet .. .
Çekip kucakladı alamı bir derin şefkat .. .
Saçım o kumral uzun saçlarınla örtüldü...
Dudakların bu hayatımda ilk açan güldü:
- Bu gün de kalbini vermez misin? dedim . . . Pek uzak
Bir ufka düştü sürüklendi bir soluk yaprak...
[s. 7 1] Cüda mesafede öksürdü sine-i eylıll,
Miyah-ı kalbe bakan gözlerinde hüzn-i füsıll
Takarrür etti ve: - Kalbin benim değil mi? dedin
Güzel kadın ne kadar pür-vefa, ne dilberdin...
Evet senindi o kalbimde feyz alan güller.
944 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Fakat o gülleri öldürdü bi-aman eller


Olup makam-ı keselden şükiıfeler bidar.. .
Miyan-ı leylede yükseldi bir serin riızgılr.. .
Bütün sularda uçuk pembe gölgeler koştu. . .
Uzakta karşıki dağlarda gündüz olmuştu . . ,
Bir ihtişılm-ı ziya sanki gül temasıyla
Cebin-i sa'yime koymuştu ince bir hfile...
Murılkabemde, ser-azade bir kalem tebşir
Eden kitab-ı beyanımda nükteler takrir
Edip füyiız-ı mehasinle süsledim yazımı...
Odamda ben çalışırken gelip: - Zarar var mı?
Biraz yanında kalırsam zarar verir mi? dedin...
Güzel kadın o gün artık biraz değişmiştin.
O gün sesinde gülerken biraz yalan vardı. ..
Sükun içinde süzüp lfilc-zar-ı inşadı
Pür-ihtiram: -Bana vermez misi n dehanı!. . dedin
Yayıldı nazlı t"dfilarla başkalaştı sesin ...
Kadın .. Cemfilini hücremde, etmeyip tespit
Hayali , aşkı mukaddes bilen mehafile git.
Ve orda sor ki: - Gömülmüş, defin-i hak uyuyan
Büyük bir elmas-ı ser-tac-ı ihtirama koyan
Çalışkan ellere h ürmet reva değil miymiş? ..
Hutut-ı cevher-i nazik-terine hiss-endiş
[s. 72) Karihasında kalem-kar-ı nazenin ilham
Hayfil edip de mahare tle çizmeseydi eğer
Nazarda kıymet alı r mıydı örtülen cevher? ..
Sen ey şükıife, sen ey cevher-i güzide-makam ..
Gurur-ı hüsn ile ferda-yı aşka aldanma
Sücud eden dil-i sevdayı alçalır sanma...
Huziır-ı hüsnüne saba peyamımı serper
Aden-seranı tavaf eylesin ziya-yı kamer...
Nüciım-ı leylemi, gül-deste-i bahanmı al.
Süriır-ı kalbimi al, rif'at-i vakanmı al ..
Çorak yolumdaki son katre-i selameti al.
Kadın, ümidimi al, aşkı al, saadeti al.
Fakat dehama, fakat kainat-ı irfana
Fakat kemal-i hayfilata karşı: Sus ve çekil! ..
Bak ... Erganiın-ı hafa.yada gizli bir tahlil..
Ne söylüyor gecenin vahdet-i bülendi sana
Dönüp şükiıfe-i hunin-i fecr-i evvele bak,..
Ne söylüyor sana hüzn-i menazır-ı afak? ....
Şu yanda uzlet-i tekbir-i leyl-i bi-payan
Şu yanda bikr-i bahr şimdi dil-fırib, üryan
Büliığ-ı na'im-i nilıifer-i cüdaya koşan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 945

Bir ince kız: Sana ey güzel perestidem


Ezel-sera-yı bülend-i nücumu göstersem
Desem ki: - Al şu hayat-ı leyali tedkik et:
Ve bak. Sera'ir-i eb'adı kalb-i fa.niyet
Muhat olur mu? .. Melal-i mesa-yı lfile dalan
Nazarlarında gam-abad-ı cevfe karşı giran
Bir ihtiyac-ı taabbüd gezer ve ağlarsın ...
[s. 73] Deha. . . O mahşer-i eflake yükselen çılgın
Beyaz kanat. O derin gök. O meş'al-perran,
Deha, medine-i irfana ilk inen kervan,
Deha, o zulmet-i atiyi gösteren, ıssız
Mesafelerde bekaretle parlayan yıldız.
Deha... O tuncu kanatlandıran ve mermerden
Bir ince gözyaşı işrak eden yed-i ahen...
Deha... Asırları bidar eden nida-yı mesar.. .
O karlı şahikalardan geçen büyük rüzgar.. .
Emin Bülend bu şiirinde aşk-ı san'atla aşk-ı beşeriyi karşılaştıran ve sanatı
aşka tercih eden bir sanatkar halinde görülüyor. Heyecan-ı şairanesi kuvvetli,
lirizmi (lyrisme) kalbine çalkantılar veren bir şairdir. Emin Bülend, Tevfik Fikret'in
o muazzam manzumeleri gibi uzun, esaslı, tam manzumeler yazmaktan zevk
alan bir gençtir, kolay yazılarda şeref ve sanat bulamaz. Çarpıntılı ruhu vakit
vakit ortaya öyle manzumeler, öyle şiirler atar ki dilden dile dolaşır, kalpten kalbe
gezer.
"Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni
Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi"2 1 3
beyti gibi ...

2I3 Emin Bülent Serdaroğlu, 2 9 Kası m 1 942'de İstanbul'da vefat etmiştir. Sağlığında kitap
haline getirmediği şiirleri ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bkz: Emin Bülend'in Şiirkri (haz. Salih
Zeki Aktay), İstanbul 1 943; Fecr-i Ati Şairleri: Emin Bülend (haz. Rıfat Necdet Evrimer), İstanbul 1958.
(Haz. notu)
Tahsin Nôhid
TAHSİN NAHİD

Hayatı
Tahsin Nfilıid de İstanbul'da doğmuş ve hayatı İstanbul'da geçmiş bir
şairdir. İptidai tahsilini ikmalden sonra Galatasaray Sultanisi'nde ikinci dereceli
tahsilini görmek isteyen Nahid birkaç sene mektebe devamdan sonra terke
mecbur kalmıştı.
Tahsin Nahid bir zamanlar kendisini spora da (sport) vermiş; bisiklete
binmek, yarışlara iştirak etmek, futbol oynamak gibi riyazetlerle meşgul olmuştu.
Bu havailik pek de derse rağbet bırakmadığından tahsili mühimsememiş,
yüzüstü bırakmıştır.
Galatasaray Sultanisi'nden ayrıldıktan sonra sı'.'ı.ret-i hususiyetle mütalaa ve
tetebbua koyulmuş büyük bir meyelan duyduğu şiir ve sanata intisaba çalışmıştır.
Meşrutiyet'i müteakip 1 325 [1 909] senesinde Fecr-i Ati teşekkül ettiği
zaman Tahsin Nahid de bu yeni edebi mahfile dahil olmuş, oradaki genç şair ve
ediplerle teşrik-i mesai ederek çalışmıştır. Numune ittihaz ettiği şair ve edipler
Edebiyat-ı Cedide'nin müessisleri idi.
Tahsin Nahid bu suretle atıldığı edebiyat vadisinde ilerlemeye çalışarak
Fecr-i Ati dağıldıktan sonra da şiir ve edebiyattan ayrılmak istememiştir. Gerek
Seroet-i Fünun'da ve gerek sair risaleler ve mecmualarda çıkan manzumelerini
toplayarak Ruh-ı bf-Kayd unvanıyla bastırmıştır.
Bazen Edebiyat-ı Cedide eserini takiben bazen de serbest ve serazat bir
vadide yazılar yazmaya heveslenerek giden Tahsin Nahid günün birinde
kendisini sahne [s. 75] edebiyatı karşısında bulmuştu. O dakikadan itibaren
tiyatro yazmaya koyulmuş, Bir Çiçek İki Böcek, Rakibe gibi bir iki de piyes
yazmıştır. Bu tiyatroları Darülbedayi hey'et-i temsiliyesi tarafından oynatılmış,
hala da oynatılmaktadır.
Ruhen pek de bi-kayd olmayan Nahid kendini şiir ve hayal gibi çok
düşündürücü ve çok da ezici bir sahaya atıldıktan sonra zayıf cismini bi-aman
bir derde kaptırarak bir daha elinden kurtulamamıştır. Daha pek genç iken 1 337
[ 1 9 1 8] senesinde Büyükada'da uzunca bir rahatsızlıktan sonra şiire de, sanata da
ebediyen gözlerini kapayarak hayat sahnesinden çekilip, gitmiştir. Kabri de ada
kabristanındadır.
950 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 76] Lisanı ve Sanatı


Nfilıid'in lisanı fazla hafif ve cılızdır. A.deta mariz bir hassasiyeti vardır.
Ruhen ince bir şair yaratılan Nahid lisanında hislerini ifade edebilecek kuvveti
bulamamış, şairlik itibarıyla da bir kıymet gösterememiştir. Zayıf vücudu aman
verse de ömrü vefa etseydi belki yeni bir darbe-i inkişaf ile bir kabiliyet ve kudret
gösterebilirdi. Ruh-ı bf-Kqyd çocukça şiirlerden müteşekkil bir mecmuadır.
Kuvvetli bir tedkike dayanacak halde değildir. Şairin ilk ihtisaslarını yaşatır.
Tiyatroları şiirine nazaran daha canlı ve daha alaka vericidir (interessant).
Yazılarında gizli bir rebabilik !Jyrisme) vardır. Tab'an romantique yaratılmış bir
şairdir.
Hazan
Odamdayım yine yalnız . . . Dışarda bir hırçın
Hazan havası haşin darbelerle pencereme
Bütün figan-ı muhitatı çarpıyor bu kışın
Mukaddemat-ı melaliyle vahimem üşüyor
Dışarıda hasta ağaçlar vüreykalar düşüyor
Cihan bugün ne kadar benziyordu bir vereme
Muhit-i hücreme baktım ne varsa fersude
Ne varsa hepsi biraz sonbaharla maliydi
Şu deste deste çiçekler kadid ü nalende
Birer vesika-i hüsn-i bahar-ı zaildi
Evet uyurdu o solgun demetler üstünde
Bahar-ı aşkıma ıiid hayal-i pejmürde
[s. 7 7] Benim haza.n-ı hayatımda ey yegane açan
Şüklıfe-i emelim, gel bu hüzn-i mevsimle
Harabe-zara dönen ruhuma teselli ver
O bir küçük güle pek benzeyen sevimli dehan
Bu hasta ruhumu öpsün biraz tebessümle
Cebin-i ye'sime döksün biraz şükufe-i ter
Bu manzumesiyle Nahid, Edcbiyat-ı Cedide'nin bir nazirecisidir. Lisanı da
onlarınki kadar kuvvetli değildir. Mesela insan bu manzumeyi okurken Hüseyin
Suad'ı hatırlıyor.
Tahsin Nahid'de bir yenilik, bir mümtazlık ve bir hususilik yoktur. Sadece
alil ruhundan sızan zehirli bir lirizmden başka . . . 214

21412 Mayıs 1919'da ölen Tahsin Nahid'in eserleri şunlardır:


Şiir: Rı1Jı-ı bi-K'f!Yd, İstanbul 1 9 1 O.
Oyun: Hicranlar, İstanbul 1 908; Jön Türk, İstanbul 1909; Fırar, İstanbul 1 9 1 O; Ben. . . Başka
(Şahabeddin Süleyman ile), İstanbul 1 91 3; RakilJe, İstanbul 1 919.
,�· ·.'
·�·,, ·:· - ·.�:;.; 7.- ..::. �.
J� 'Wf(�

:: � �;:�l:'',' ·-,,..
· ·· Yafrya Kemal (Bryatlı)
���it� "''°
.. .
YAHYA KEMAL

Hayatı
Asıl ismi, Ahmed Agah olan Yahya Kemal 1 300 [1 884] senesinde Üsküp'te
doğmuştur. Üsküp icra memuru Nişli İbrahim Bey'in oğludur.
Mekteb-i Edeb namında hususi bir mektepte tahsil etmekte iken Selinik
İ dadisi'ne geçmiş, bir müddet orada okuduktan sonra İ stanbul'a gelerek Vefa
İdadisi'ne girmiştir. O zaman Ahmed Agah imzasıyla İrtika, Malumat gibi bazı
mecmualara manzumeler, gazeller yazıyordu.
Yahya Kemal hayat-ı tahsilinin büyük bir kısmını Avrupa'da geçirmiş bir
gençtir. Memleketinde aldığı milli tahsil ve terbiye ile zeka ve istidadını
tenmiyeden sonra o medeniyet ve irfan ülkesine giden Yahya Kemal zamanını
boşuna geçirmemiş, şiir ve sanat vadisinde çalışmış, filhakika sistematik tahsil
görüp, diploma almış değildir. Yunan esatirini (mythologi,e), Yunan edebiyatını,
Garp şiir ve sanatını pek yakından ve uzun seneler tetebbu etmiştir. Fıtratındaki
zevk-i mahsus, inceden inceye elediği bu fikirler, nihayet kendi dimağında hususi
ve bedii izler bırakmış, şiir, zevk, ahenk hususlarında kendine mahsus bir nokta-i
nazara sahip olmuştur.
Yahya Kemal ruhen sanatkar olmak itibarıyla yalnız Garp'ı tetkik ile
kalamazdı. Şark'ın güzelliklerini, Şark'ın şiir ve sanat üstatlarını da tetkiki
unutmamıştır. Mesela, Nedim'in eserlerini, ruhuna nüfuz edercesine, tetkik eden
Yahya Kemal bu şuh ve laubali İstanbul şairinin inceliklerine, zarafetlerine
sımah ve ruhu okşayan maddi ve manevi ahenklerine hayran kalmış, [s. 79]
sevmiş, onun hayatını, İbrahim Paşa devrini, Lale çerağlarını, helva sohbetlerini
Nedim 'in ruh-i cevvaliyle yaşamış, istihzakar nazarlarıyla görmüş, o müzeyyen,
o müdebdeb , o cuşaclış hayatında bir sırr-ı san'at, bir zevk-i heyecan görmüş,
titremiş ti .

Yahya Kemal'in zevk-i san'atına tesir eden Garp sanatkarlarından


başlıcaları hiç şüphe yok ki; Pamassiens'lerdir. Onun hüsn-endiş dimağında ince
bir sanatkar zevki uyandıran bir Leconte de Lisle, bir Sully Prudhomme, bir
Theophile Gautier vardır.
Yahya Kemal İ stanbul'a döndüğü zaman hep bu endişe ile yaşıyordu. Onu
Osmanlı edebiyatında biraz müteselli eden Nedim ile Fikret'ti. Birinin bir ruh
kadar müteheyyiç nağm eleri , diğerinin bir heykel kadar güzel plastique mısraları
ona bir heyecan-ı şairane veriyordu.
954 İS:MAİL HİKMET ERTAYLAN

Yahya Kemal şiirdeki, sanattaki fikirlerini, kanaatlerini Fikret'e açmış,


yazdığı bazı manzumelerini ona okumuştu.
Aıem-i edebiyatta bir inkılap yaratmak aşkıyla yaşayan Yahya Kemal şüphe
yok ki; fıtraten şairdir. Fakat yazılannda tatbik etmek istediği o ince ihtimamlar
veludiyetine mani olmakta, herkesin merak ve iştiyakla beklediği eserlerini ortaya
koyamamaktadır. Her sanatkar gibi o da kıskanç ve nazlıdır. Elden ele dolaşan
nefis birkaç şarkısı:

"Gördüm ol meh duşuna bir şal atıp lahurdan


Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan

Nerdübanlar busiş-i nermin-i damanıyla mest


İndi bin işveyle bir kılşane-i fağfurdan

Atladı damen tutup üç çifte bir zevrakçeye


Geçti sandım mah-ı nev ayine-i billurdan

Halk-ı Sa'dabad iki sahil boyunca fevc fevc


Va'de-i teşrifine alkış tutarken durdan

fs. 80] Cedvel-i Sim'in kenanndan bu avazın Kemal


Koptu bir feware-i zerrin gibi mahurdan
ve:
Şen şarkılann durduğu bir lahza kenarda,
Yad et ki sevişdikti ilahi Adalarda!
İçlen! Soğuk ellerle hazin alnını sar da,
Yad et ki sevişdikti ilahi Adalarda!

Ey şimdi ela gözleri süzgün, sesi şakrak!


Kumral saçın üstünde görürsen iki üç ak,
Çık kuytu hıyabanlara, al bir kuru yaprak.
Yad et ki sevişdikti ilahi Adalarda!"
gibi . . .
Birkaç Nedimane gazeliyle pek o dereceye yükselemeyen birkaç parça şiiri
vardır. Asıl yazmak istediği şaheserlerin ancak üç beş beytini, üç beş mısramı
sevdiği, onlarda aradığı ruhu, aradığı kabiliyeti, aradığı füsunu bulabildiği için
ortaya çıkarmıştır. Yazdığı yüzlerce beyti ne görmek ne de okumak ister. Çok
müşkülpesent olan zevk-i şairanesini, ruh-ı sanatını tatyip etmek güçtür.
Bütün bir gençlik Yahya Kemal'in etrafına toplanmış, onun açacağı sanat
yollannda yürümeye hazırlanmıştır. Ne fayda ki; Yahya Kemal bu hususta çok
müteenni, çok endişekar yürüyor. Bir zevk-i sermedi vaadiyle gönülleri avutan
şivekir hayaller gibi yaklaşmak, tutmak kabil olmuyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 955

Bir zamanlar Süleyman Sadi imzasıyla Ali Kemal'in Peyam gazetesine


iştirak etmişti.
Son zamanlarda Yahya Kemal'de biraz daha ziyade faaliyet görüldü. O da
şiir ve sanattan ziyade nesir vadisinde . . .
[s. 8 1 ] Müderrislerinden bulunduğu Darülfünun Edebiyat Şubesi
müdavimleri Dergah nimıyla bir mecmua neşrine başladılar. Bu mecmuada
Yahya Kemal'in bazı musahabeleri görüldü. Bazı makaleleri de Sabah
gazetesinde başmuharrir olarak bulunduğu zamanlar çıkmıştı.•
Heyecanlı ruhunda toplanan ilhamlann, intibalann bir gün feverana
geleceği muhakkaktır.
Bazen şuh bir ruh ile şakrak şarkılar yazar, sanatkar bir kayıt ile ahengin
füsununa dalarak:

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;


Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!


Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,


Şimşek gibi Türk atlannın geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla


Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla . . .

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de


Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde!

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,


Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!"
diye (evocatif; bir "Akıncı" yaratan Yahya Kemal bazen de tamamıyla mystique bir
ruh ile Rıza Tevfık'i tanzir eder:

"Fer almışken tulu-ı kibriyadan


Bugün bi-vaye kalmış her ziyadan,
Bu mülkün farkı yok bir tengnadan.
Niçin nur inmiyor artık semadan?

'
Yahya Kemal, Sabah gazetesinde başmuharrirlik yapmamıştır. (Haz. Notu)
956 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu şek, bağrımda her gün gfilı ü bi-gah


Dolaşum "Hu!" deyip dergah dergah
[s. 82] Ümid ettim ki bir pir-i dil-agah,
Desin "Destur!" mihrab-ı haladan!
Aba var, post var, meydanda er yok,
Horasan erlerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok
Diyar-ı Rum'a gelmiş evliyad an!

O yerler işte Bağdad, İşte Amid,


Bugün her şfıleden mahrum, camid,
O yerlerden gelen son yolcu: Hfünid,
Haberdar olmaz olmuş maveradan!

Tecelligah iken binlerce rinde,


Mdamet söndü Şark'ın her yerinde,
Bu devrin gerçi son sohbetleri nde
Nefesler dinledik saz-ı Rıza'dan.

Bu manzfımenle ey üstad-ı hoşkam!


Ali'den doldurup iksir-i ilham,
Lt-b-i uşşaka sundun öyle bir cam
Ki yoğrulmuş türab-ı Kerbela'dan!

diye "İthaf' yazar. Yahya Kemal'in fitri bir sanatkar olduğu söz götürmez bi r
hakikattir. Lisanı da o sadelik içindeki azameti, o tabiat arasındaki ahengiyle bi r
Şehname (epopl'j lisanı olmaya pek müsaittir. Atiye ölmez bir şaheser bı rakm ası
ümidinden ayrı lmayı ki mse arz u etmiyor . .
.

[s. 83] Lisanı ve Sanatı


Yahya Kemal'in lisanı sade (simple) ve samimidir (sincere). İfadesinde
yürekten kopan bir ateş, bir heyecan vardır. Okuyanları hassasiyetine bağlayarak
götürecek bir kabiliyet gösterir. Sade ve seyyal satırlarının arasından coşkun
kalbinin çırpınışlarını görmek kabildir. Fıtraten !Jrique bir gençti r Hamaset
.

şiirlerini (epique) sevdiği, ekser yazılarından anlaşılıyor. Tarih, eski tarih Türklerin
mazideki o parlak, o canlı, o heyecanlı hayatı Yahya Kemal'i çok cezbediyor.
Herhalde ruhunda bir "Türk Şehnamesi (epopee Turque)" yazmak için bir çırpınış
duyuyor. Mamafih bunu yazmak da ona düşer.
Şiirin şekli (pUısticitl) ve suri güzelliğine Parnasyenlerde olduğu gibi büyük
bir ehemmiyet veren Yahya Kemal kelimelerinin imtizacına, ahengin lütfuna,
hissiyat ile ifadenin kuwetle muvafikiyetine de pek ziyade dikkat etmektedir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 957

"Adalardan yaza ettik de veda


Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ,
Seni hatırlıyoruz Viranbağ!

Yine bir sofrada hep şakraktık,


Gün denizlerde sönerken baktık
Ve çobanlar gibi dallar yaktık.

Biz şen, onlarsa muammalıydı,


Birinin sözleri imalıydı,
Birinin gözleri hummfilıydı.
(. . .)
[s. 84] Uyuduk karda, gezindik dağda
O yazın, ah o engin çağda
Geçti en son günü Viranbağ'da."
Yahya Kemal'in kafiyelere verdiği ehemmiyet bir iptila suretinde bütün
gençlere sirayet etti. Herkes rengin ve zengin kafiye arıyor. Herkes yeni ve şakrak
kafiye arkasında koşuyordu. Mamafih dikkat edilecek olursa Yahya Kemal'e bu
iptila Abdülhak Hamid'in mukayyet kafiyelere verdiği ehemmiyetin gizli, belki
de aşikar bir sirayetidir. Şu kadar var ki; Yahya Kemal buna biraz daha sanat
ruhuyla yaklaşmak istiyor: Şu Hamid' den aldığımız bir iki mısraa bakınız:

"Külbesi hem-civar idi izinin . . .


O taraflarda hayli gezdimdi
Görmez oldum ben onları şimdi!
Saçları tarümar idi birinin . . . "
Yahya Kemal'in birçok şarkılarında derin bir yad-ı mazi (evocation), hazin
bir hicran-ı sıla (nostalgi,e) vardır:

"O yazın ah o engin çağda


Geçti en son günü Viranbağ'da!"
derken o geçen günlerin hicranıyla sinelerin kabardığı, gözlerin yaşardığı
duyuluyor.
"Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden,
Bendim geçen, ey sevgili sandalla denizden!
Gönlümle uzaklarda bütün bir gece sizden,
Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Dün bezminizin bir ezeli neş'esi vardı,


Saz sesleri ta fecre kadar Körfez'i sardı;
Vaktaki sular şarkılar inlerken ağardı,
Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!
958 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 85] Şu küçücük şarkıda birbirini velyeden bütün bir hayatın, bütün bir
sergüzeştin sahneleri canlanıyor. Geçmiş bir hayat, gölgeleri, güneşleriyle göz
önünde yaşıyor; renkli, hisli bir tablo çiziliyor.

"Nev-bahar-ı vuslatın bassın deyô ilk ayına


Buseden papuş giydirdim o nermin payına
Kasr-ı Sa'dabad gülzar-ı hümayun-sayına
Eyledim mehtabı hem davet düğün alayına

Ta ki seyretsin felek ol şuh çözmüş kakülü


Bir elinde cam-ı ateş-lama kalb etmiş gülü
Leyi içinde ah ederken nev-bahann bülbülü
Eyl<'dim mehtabı hem davet düğün alayına

Ey Kemal eyyam gördüm meslek-i şuhanede


Neşve verdim cuşişimden devr-i Ahmed Han'e de
Dt'hrden bir kam alup bir şeb bu matemhanede
Eyledim mehtabı hem davet düğün alayına"
Nedim'in üslubuna, ifadesine, görüş ve duyuşuna birer nazire olan bu gazel
ve şarkılannın tertip, üslup ve ifadeleri de o zamanın hususiyetlerini camidir.
Mesela imaleleri, haşivleri bile mevcuttur.

Telaki
Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o nasıldır diye rüzgarlara sordum,
Hulyamı tutan bir büyü var onda diyordum,
Gördüm: Dişi bir parsın ela gözleri vardı.

Sen miydin o afet ki dedim, bezm-i ezelde


Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde,
Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde!
Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı!

[s. 861 Abdülhak Hiınid'e Gazel


Virane-i cihanda ne şahız ne bendeyiz
Rind-i aba-be-duş fakir-i revendeyiz

Pir ü civan bahar bahar eyleriz sefer


Her dem otağ-ı Cem'le diyar-ı çemendeyiz

Yattık bülend servlerin gölgesinde şad


Dehrin bu hay ü huyuna mecbUl-i handeyiz
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 959

Demdir yanar remad olamaz şeb-çerağ-ı dil


Demdir ki ayş ü nuş ile ifna-yı tendeyiz

Kam almadık müsaferetinden bu alemin


Cananla meyle son günü ey mevt sendeyiz
Yahya Kemal'in kendine has olan ifadesinde de (expression) hususi bir
yenilik, sıcak bir samimilik vardır. Yahya Kemal'in "Leyla" namıyla yazdığı
küçücük, sevimli bir manzumesi de ellerde ve dillerde dolaşmakta idi. Bir
müddet sonra bu manzumeyi biraz daha tadil ve tevsi ederek adını değiştirerek
"Nazar" unvanıyla neşretti:

Nazar
Gece, Leyla'yı ayın on dördü,
Koyda tenha yıkanırken gördü.
"Kız vücudun ne güzel böyle açık!
Kız yakından göreyim sahile çık!"
Baktı etrafına ürkek ürkek
Dedi: "Tenhada bu ses nolsa gerek?"
"Kız vücudun sarı güller gibi ter!
Çık sudan kendini üryan göster!"
Aranırken ayın ölgün sesini,
Soğuk ay öptü beyaz ensesini.
[s. 87] Sardı her uzvunu bir ince sızı;
Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.
Soldu günden güne sessiz, soldu!
Dediler hep: "Kıza bir hal oldu!"
Ta içindendi gelen hıçkırığı,
Kalbinin vardı derin bir kırığı.
Yattı, bir ses duyuyormuş gibi lal.
Yattı, aylarca devam etti bu hfil.
Sindi simasına akşam hüznü,
Böyle yastıkda görenler yüzünü,
Avuturlarken uzun sözlerle,
O susup baktı derin gözlerle.
Evi rüzgar gibi bir sır gezdi,
Herkes endişeli bir şey sezdi.
Bir sabah söyledi son sözlerini,
Yumdu dünyaya ela gözlerini;
Koptu evden acı bir vaveyla,
Odalar inledi: "Leyla! Leyla!"
Geldi köy kızları, el bağladılar . . .
Diz çöküp ağladılar, ağladılar!
Nice günler bu şeametli ölüm,
960 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;


Nice günler bakarak dalgalara,
Dediler: "Uğradı Leyla nazara!"
Bu manzumecik o tatlı ifadesi, o sevimli ahengiyle birçok gençlere numune­
i taklid oldu. Tasviri bir kuvveti haiz olan şu "Ses" unvanlı şiiri de impressioniste'çe
hayalleri, subjectiviste'çe teessürleri [s. 88) ile güzel ve mümtaz bir şiirdir.
Nedim'in şuhluğu, Rıza Tevfik'in hassasiyeti esiri izlerini bu güzel parçanın
muhtelif noktalarına gizlemişlerdir:

Ses
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum;
"Yarab! Hele kalb ağnlanın durdu. " diyordum
His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin halecaniyle kanatlı
Bir taze bahar alemi seyretti felekte
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te;
Akşam . . . Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam . . .
Ta karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,
Sakin koyu, şen cepheli kasriyle Küçüksu
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neş'eli hengamede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;
Dalgın duyuyor rüzgarın ahengini dal dal,
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal;
Bir lahzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğaz' dan.
Coşmuş gene bir aşkı n uzak hatırasıyle,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyle,
Dağ dağ o güzd ses bütün etrafı gezindi;
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.
Ani bir üzüntüyle bu rü'yadan uyandım
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım.
Her yerden o, hem aynı bakış, aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikle, göründü,
Sandım bu biten gün beni ramettiği gündü.
[s. 89] Şeklen mesnevi tarzını pek andıran bu manzume dil ve zihniyet
itibarıyla çok yeni; görüş, duyuş ve anlatış itibarıyla tamamıyla şahsi ve
mümtazdır. Yahya Kemal'in üslub-ı nazmında imza vazifesi gören bir hususiyet
ve mahsusiyet vardır. Kafiyeleri de aynca kayda değer bir tarzda seçilmiştir.
Evvelce de gösterdiğimiz gibi Hamid'in mukayyet kafiye merakı Yahya
Kemal'de bir tesir bırakmıştır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 961

Yahya Kemal'in nesnne de bir numune vermek ıçın şu musiliabesini


okuyacağız:
Musahabe
Karanlıkta Uyanan Biri
"Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu genç Rumeli'ye fetheden ilk
Türkler'in torunlarındandı. Humbaracı-zade'ler adiyle anılan ailesi Fatih devrinde
Üsküp toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir meşe gibi kocamış, ayn ayn
hanedan dallan vermiş eski bir aile idi. C sküp şehrinin ortasından akan Serava
kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka
İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan
paşanın; isa Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir Bey'in evkafına
mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cimi,
medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.
Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamarniyle muhafaza
etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sdnf devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hfila o
lehçeyle konuşur, o türlü esvaplar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının
kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı
yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler,
bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözleri [s. 90] ve
bıyıklan ağızlarını örtecek kadar gürdü. Seciyelerini ve sıhhatleri demir gibi olan
bu ihtiyarlan gören bir İstanbullu, Nafma Tarihz'nin sahifelerinden fırlamış
zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyla
bıçak ve tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söyler, adeta bir reniçeri
Ortası'nı andırırdı; kadınlan kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek
giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının
parmaklarını kınasız bırakmazlardı.
Bu şehir Fatih devrinin ruhani bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya
yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat'ta bir evliya fazla imiş yahud da
Üsküp'de; ulema henüz bu bahsi halledememiş. Lakin Üsküp'ün evliyfilan hep
cengaverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır
ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba'mn başı
ucunda düşman zindanında taşıdığı bukağılar vardı. Kal'a içinde yatan C4fer
Baba'nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp'ü sardığı zaman
topa tutmuş, C4fer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken
elma tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar
örermiş. Gazi Baba etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri
Gazi Baba semti bir mum şehrayini halinde görünürdü. Haydar Baba'mn türbesi
Kosova Meydan Muharebesi'nin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir
evliyasını sayamayacağım.
Tanzimat bu şehrin yanına bir hükümet konağı kurmuş, lakin ahlakına,
seciyesine, zihnine nüfüz edememişti. Yine beyler ayn, ağalar ayn, halk ayrıydı.
962 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Bey kanından olmayan biri bey unvanını takınmaktan utanırdı. Üsküplüler bey
unvanını fuzfili takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul'un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında Üsküplü
Mahallesi'ni kurmakla İstanbul'a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar
bir medeniyet merkeziymiş; alimler, şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin
Camileri'ne benzer camilerle, medreselerle, hamamlarla, tekkelerle,
bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. [s. 9 1) Mamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade
bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları,
bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu.
Çırak, kalfa ve ustalann sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.
Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul' dan ve Selanik'ten gelen
yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki ederdi. Balık
suyu idrak etmediği gibi Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk
şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu. Mamafih yanında kardeş unsur
olan Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli ' nin son senelerinde yar ü ağyarca
itibarda idiler. Sultan Abdülhamid Arnavutları seviyordu, nazlarını çekiyordu,
hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp te gerek '

hükümette gerekse halktan Avrupalıların gördüğü imtiyazlı muameleyi


görürlerdi; İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi, Üsküplüler de Arnavutluğa
özenmeğe başladılar; bu dağlı kavmin siyasi itibarından başka kisvesi, silahı,
lehçesi de cazibeliydi. Cahil İ stanbullu da Üsküp'ü bir Arnavut şehri
zannediyordu; hala da öyle zannedenler vardır. Bu tuhaf fikra bu bahsi güzel
tt'nvir eder: Bundan yirmi sene evvel Üsküp halkı Belediye Reisini, Vali H4fiz
Mthmtd Paşa'yı istememek daiyesiyle bir ihtilal çıkarmış, Midhat Paşa'nın ihtilalci
hocalarından İdris Hoca'nın peşine takılarak Sultan Murad Camii'ne kapatmıştı;
Yıldız bu ihtilalden ürkmüş, Üsküp ü Arnavutluğun merkezi sandığı için
' -

sonralan sadrazam olan- Hakkı B cy i Mahmud Esad Efendi'yi ve daha birkaç


'

Bab-ı ali siyasisini hey'et halinde göndermişti. Hakkı Bey Ü sküp e gelmiş,
'

padişah namına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lakin dikkat etmiş ki, bu
eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya
çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut olmadıklarının farkına varmış ve derhal
hiddetlenmiş; "Biz de sizi Arnavut zannediyorduk, çıkınız buradan! diye
kovmuş.
Üsküplüler Arnavut olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı
devktler Üsküp'ü Arnavut görmek ve göstermekte menfaatdardılar; zaten biz
de öyle biliyorduk. (s. 92] Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leyli ve
nehari, bir idadi mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccani
tahsil görürlerdi. Biz Türk'ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavutlar,
bugünkü felaketlerini hazırlayan o Kanuni devrinde Üsküplülere kendilerinin
tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.
Arnavutluğun ikbfili gitgide Arnavut milliyet nazariyesini doğurdu: yeni
Arnavut elifbası, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavut devletinin hudutlan alttan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 963

alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız Arnavutları değil, Kosova'da beş


asırdan beri yerleşmiş latih Türklerin çocuklarını da sardı.
Eski Türk beylerinin, ağalarının esnafının çocukları BOJkım Klüpleri'ne
yazıldılar, kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. Bu heva vü hevesin ateşini
düşman yakmıştı. İstanbul da bu ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lakin bu hep
bildiğimiz sergüzeşti burada açmayalım.
Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yar ağladı, hatta zaman
zaman ağyar da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz. Lakin ben dün bu bağrı
yananlardan bir gençle görüştüm.
Bu genç samimi ve sıcak sesle dedi ki: "Meğerse Rumeli'nin en asil, en
metin, en halis unsuru Türkmüş! Bunu nasıl anladığını sordum. Cevap verdi: "
Son on üç senenin tecrübesiyle . . . Rumeli'de Türk hakimiyetinin yerine geçen
unsurlar hakimiyet sıfatına liyakat kazanamadılar, lakin mahkum unsurların
liyakatleri bu münasebetle daha ziyade ortaya çıktı. Devlet Rumeli'ye hakimken
Türk'ün esamesi okunmazdı. Bilhassa Arnavut kardeşlerimizin milli faziletleri
dillerde destandı. İslam'da asil unsur varsa Arnavut'tu. Arnavut cesurdu, hürdü,
azimkardı, Nuh der peygamber demezdi, cinsi, dini, milli izzet-i nefsi, hakkı
uğrunda pervasızca can verirdi. Türk hakimiyeti devrinde Arnavut'un bütün bu
destan olan meziyetlerine sonralan Avrupalılar da daha ziyade revnak verdiler,
dediler ki: Arnavut Asya'dan değil Avrupa'dandır, Turanlı değil Arya'dır, Türkü
Avrupa'da tutan Arnavut'tur. Avrupalılar böyle bir sıfatla Arnavutları
pehpehlediler. [s. 93) Sarayın gözdesi, milletin gözbebeği olan Arnavutlar
medeniyetin bu iltifatlarıyla da mest oldular. Türk idaresi zamanında BOJkım
cereyanı türedi. Kosova'nın, Manastır'ın an-asıl Türk olup da Türklüğünü
unutan unsurlarından nice kimse kendilerini BOJkım cereyanına bıraktılar. Sonra
Rumeli parçalandı. Bu geçen on üç sene mahkumlar için yaman bir imtihan
devriymiş. Türkler hakimiyetleri zamanındaki tevazu'lu vaziyetlerini
mahkumiyetlerinde muhafaza ettiler, yalnız devrin değişişi Arnavutları pek
ziyade söndürdü. Sırp hakimiyeti altında yaşayabilmek için bir cemaat tesanüdü
göstermek lazım geliyordu. Arnavut kardeşlerimiz yazık ki bu kadarcık bir
tesanüdü bile göstermediler. Son intihabat iyi bir mihenkti. Türkler kırbaç,
sopa, dipçik altında kalan en ücra köylerde bile azimlerinden şaşmadılar,
reylerini yine Müslüman kutusuna attılar. Arnavutlar bilakis dağıldılar,
hakimlerinin milli rekabeti karşısında derlenip toplanamadılar, son çareleri olan
reylerini milli muarızları olan fırkalara verdiler. Bu küçük bir misal. Lakin böyle
küçük misaller çok. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturaktan, filayişten,
böbürlenmekten azade yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk
memleketinin asıl sırrı Türk'teymiş. Arnavut'u, Çerkez'i, Kürt'ü, hakim ve metin
bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli'de bilfiil meydana çıkan
netice ispat etti ki Türk bu devletin Müslüman unsurlarını birleştirmek için Allah
tarafından bir mevhibe imiş. O giderse Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil
yavrusuna dönermiş. Bugün Arnavutlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir
964 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

idare şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdi


kabiliyetle o kadar büyük adamlar yetiştiren bu unsur, kendi başına kalınca
şaşırdı. Arnavutluk'ta aciz, Sırbistan'da ise irade-i cüz'iyyesine bile sahip değil.
On üç senede Türk'ün büyük bir millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha
ziyade anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lakin karanlıkta uyandık." dedi. 2 ! 5

215 1 Kasım 1958 tarihinde vefat eden Yahya Kemal Beyatlı'nın yaşarken hiçbir şiir kitabının
basılmadığı ve ölümünün ardından Nihad Sami Banarlı tarafından şiirlerinin ve yazılannın yayına
hazırlandığı bilinmektedir. Yayımlanış sırasına göre eserleri şunlardır:
Ken.di Gök Kubbemiz ( 196 1 ); Esld Şiirin RÜ<.gaT!y[a ( 1962); Rubailer ve Hl!Y.Jam Ruhdilerini Türkçe
Siryl.eyiş (1963); A.d<: lstanbul (1 964); Eği1 Dağlar ( 1966); Siyasi ve Edebi Portreler (1968); Siyasi Hikô,_yeler
( 1 968); Edebiyata Dair ( 19 7 1 ); Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralanm ( 19 72); Tarih Musahabeleri
(1975); Bitmemiş Şiirler ( 1976); Mektuplar, Makaleler (1977) (Haz. notu).
· 'l
" ,. ' :·· ,�

Fd::,ıl Ahmed (Aykaç)


FAzlL AHMED

Hayatı
Fazıl Ahmed 1 302 [ 1 884) sene-i hicriyesinde İstanbul'da doğmuştur.
İptidai tahsilini İstanbul'da Numune-i Terakki Mektebi'nde görmüş, sonra
Gümüşhane Rüşdiyesi'nde bulunmuştur. Mülkiye memuriyetlerinde dolaşan
pederi, küçük Fazıl'ı da gittiği yerlere kendisiyle beraber götürmüş. Anadolu'nun
birçok yerlerini, Kürdistan'ı, Arabistan'ı küçük yaşından beri dolaşan Fazıl
Ahmed, bu seyahatlerinden birçok faydalı intibaatlar almış, hasılı bütün
çocukluğu dönüp dolaşmak, gezip tozmakla geçmiştir. Babasıyla yaptığı bu
seyahatler on iki sene kadar sürmüştür. Mamafih terbiye ve tahsilin kadrini pek
iyi bilen babası Cemal Bey, oğlunun tahsil ve terbiyesini de ihmal etmemiş, belki
büyük bir itina ile göz önünde tutarak resim, hendese, edebiyat ve fonunu
oğluna öğretmek için her vesileden istifade etmiştir. För-Lycee Français Lisesi
namındaki ikinci dereceli Fransız Mektebi'ni de bitirmiş, bir zaman da Sanayi-i
Nefise Mektebi'ne devam etmiştir.
Babası Divaniye Mutasamfı iken öldükten sonra da Fazıl Ahmed de
çalışmaktan geri durmamıştır.
Fazıl Ahmed edebiyata olduğu kadar fonuna da müntesiptir.
Terbiye-yi fikriyesine bir tamamiyet (integralite') vermek maksadıyla Fazıl
Ahmed, hemen her şube-i fenne ait eserlerle uğraşmış, okumuş, tetkik etmiş,
kendi zihniyetine (mentalite') göre bir mana bulup çıkarmıştır. Hayata karşı nazarı
biraz rindane, biraz laubaliyane olan Fazıl, her şeyin gülünecek cihetini
bulmakta, onu bütün güldürecek hususiyetleriyle ortaya atmakta büyük ve derin
bir zevk bulan bir muharrirdir. Mizah (humoristique) vadisinde eski ve yeni [s. 95)
tarzda, pek çok eserler yazmıştır. Di,viinçe-i Fii;;,ıl unvanlı eseri bu fıtratının canlı
şahididir. Fazıl bu eserinde eski yeni bütün şairleri üslupları, meziyetleri (qualites)
ve noksanlarıyla taklit etmiş ve bazen hezele kadar varmıştır, ridiculiser etmiştir.
Büyük bir fıtri istidada mazhar olan Fazıl Ahmed kendisini hiçbir ihtisasa
hasretmemiştir. Rıza Tevfık'in dediği gibi po!Jtypique bir şahsiyet ibraz eylemiştir.
Fazıl'da öyle bir kabiliyet vardır ki okuduğu eser ve müessirin ruhunu,
edasını (expression) ve lisanını derhal kavrar ve o zihniyet ve ahenkle derhal
yazmaya başlar. Bu hal tıpkı, her sesi taklit ettiği halde şahsi hiçbir sese, hiçbir
hususi nağmeye malik olmayan papağanın halet-i zihniyesini andırır. Sanatı
bilhassa taklittedir.
Fazıl bu hasletini kendi de şöyle anlatıyor:
968 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Ben hiçbir zaman, edebiyatla meşgul olacağıma altı ay sabır ile kanaat
etmiş bir adam değilim ki! Dünyada en sevdiğim şey, tabii hala da eskiden
olduğu gibi, resimdir. Benim şimdiye kadar yaktığım yazı, yazdığımdan fazla . . .
Eğer şimdiye kadar yazdığım şeyler gibi olursa gayet kolay yazarım, fakat güzel
olmalarına çok dikkat ettiğim şeyleri de gayet güç yazanın.
Kendimde en çok tecrübe ettiğim hususiyet, gerek Fransız, gerek Türk
hangi müellifi yirmi sayfa okuyacak olsam, derhal mekanizmasını anlar ve onun
gibi yazabilirim. Bir karakteristiğim (caractiristique) daha, zevkim o kadar değişiyor
ki muayyen bir üslfıpla yazı yazmayı da hiç sevmem. Çünkü ruhumu o kadar
sıkıntıya sokamam. Mesela Hugo'yu okurken, ondaki geniş ahenk, ruhumdan
eski şiirlerin ahengini siliverir. Sonra mesela Moliere okuyorum değil mi? Bu
sefer Moliere'in üslubu beni cezbeder, ama bu yalnız tonunda değil; öteki
üslfıplan kökünden söküp atar. İşte ben daima böyle en son okuduğum üslubun
tesiri altında kalının. Onun için bir tek üslup sahibi olmaya ve aynı üslup fs. 961
sahibi kalmaya hiç çalışmadım. Başkalarına çok benziyor gibi gürünüp de
başkalarına benzememek fevkalade zevkime gidiyor . . . "

Fazıl Ahmed fikri ve hakiki hayatında yeknesaklıktan (monotonie) sıkılıyor,


daima tenewü (diversion) arıyor. İşte bu ihtiyaçtır ki Fazıl'ı gıih edebiyata, gtth
felsefeye, tasawufa ve Garp felsefesine; gah tabiata ve fonuna, gah içtimaiyata,
gıih terbiyeye alakadar etmiş, bütün bu mevzuları araştırarak, karıştırarak
kendine mahsus hususiyetler bulmuş, incelikler çıkarmıştır.
Fazıl Ahmed'in muhtelif mecmua ve risalelere iştiraki vardır. Terbiye ve
edt"biyatla münasebeti itibarıyla muhtelif mekteplerde bilhassa Ati
Darülmuallimin'inde ve Sanıiyi-i Nefise mekteplerinde edebiyat ve bediiyat
dersleri vermiştir.
Muhtelif mevzular üzerine ciddi, mizahi, edebi ve terbiyevi ve tenkidi
makaleler yazmıştır. DWtinçe-i Ftizıl, Hannan Sonu, Teştiür-i Nef'i)dne unvanlı mizah
mecmuaları tab'edilmiştir.

[s. 97] Lisanı ve Sanatı


Fazıl Ahmed birkaç tipe ayrılması ve öylece tetkik edilmesi lazım gelen bir
şahsiyet-i cdebiyedir. Pek az yazdığı ve pek hasis davrandığı yazılarında itina ve
sanat göstermek isteyen ince bir muharrirdir. Bilhassa zevkindeki (gout) incelikle
mümtaz bir şairdir. Fakat asıl kendisini tesciye (caracteriser) eden haslet
mizahlandır (humoristique). Bunda da Fazıl Ahmed'in maksadı ne üslup
göstermek, ne de san'at-ı edebiye (rhetorique) göstermektir. Kısaca tehzildir. Şu
itibarıyla da tehzil etmek istediği şahsın lisanını istiare eder, kisvesine bürünür,
Kemal'den bahsederken Kemal, Ekrem'den bahsederken Ekrem, Nıici'den
bahsederken Naci olur. Bu bir hususiyet-i san'atkarane, bir maharet-i
edebiyedir. Üslubunda bir şahsiyet göstermez ve göstermeye de çalışmaz. Bütün
yazılarında, fıtratındaki istihza ihtiyacını saklayamayan, dudaklarında daima
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 969

tezyifkar bir hande, gözlerinde daima istihraf-perver bir nazar ile meydana atılan
Fazıl Ahmed'in siması görülür. Güler güldürür, fakat bütün bu gülüşler, bütün
bu bakışlar altında bir de tenkit (criti,que) gizlidir. Fazıl'ın nükteleri ince, şakrak
fakat keskindir. İştirak ettiği veya neşreylediği bazı mizahi risale ve mecmualarda
birçok eserleri vardır. Rıza Tevfik, Fazıl Ahmed'i birçok noktalarda Fransız
feylesof ve şairi Voltaire'e benzetmek ister.

l 329 [19 1 1] senesinde Tanin Matbaası'nda bastırdığı Teşaür-i Nifl)ane


unvanlı mizahi manzumeler mecmuasından aldığımız şu "Hevaiyat ve Siyasiyat"
adlı manzumesi Nefi'nin Murad-ı Rabi'e yazdığı meşhur "Rebiiye"sinin vezn-i
ahengindedir. Fazıl Ahmed bu ahengi mizahının mevzuuna pek muvafık
bulmuştur:

[s. 98] "İşte yine sazın bugün


Aldı ele Aşık Kerem
Kari'lerim raks eylesin
Ettikçe ben tarh-ı nagam

Esdi yine bad-ı şita


Oldu bize dehşet-feza
Kar yağmadı gerçi amma
Düşmekte yağmur dem-be-dem

Her bir sokak oldu nehir


Battı çamur içre şehir
Hiç görmedi çeşm-i dehir
Bir böyle hfil-i muhteşem

Kurdurmalı artık soba


Soğınaktadır artık hava
Nı'.'ış eyleyip çay u boza
Olmak gerektir muğtenem

Layık olan ehl-i dile


Hoş beş durur yaran ile
Me'bı'.'ıs ile ayan ile
Fevt etmeyip dünyada dem

Olmaktadır lakin felek


Günden güne zalim, dönek
Bahsetmeyi ister yürek
Ahvalimizden lacerem
970 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kilkim benim güya bir at


Cuş etmede misl-i Fırat
[s. 99] Her kimse çıksın diplomat
Kim kendisin hake serem

Ey saki-i bezm-i sala


Nuş etmeği sevmem bira
Sen ver bana keskin şıra
Ta nazma agaz eylerem

Bir cam sun Cahid Bey'e


Bir dane de Cavid Bey'e
Kim ba'dema gam yemeye ?
Ol nazır-ı hatem şiyem

Evvelki gün etti Tanin


Nazırları halden emin
Ll.kin yine eyler enin
Hallaç Efendi dem-be-dem

İnsan bu, gah meb'lıs olur


Gahi ise mahbus olur
Bilmem neye me'yus olur
Ol nazır-ı vfila-himcm

İnsan gehi nfilan olur


Geh katib-i ayan olur
"Müştak" olur, handan olur
Gitmez bu dünyadan elem

Vardır nice erbab-ı fen


Kim oldu bey paşa iken
Hiç var mı kalkıp düşmeyen
Sen söyle ey şah-ı Acem

[s. 1 00] Dinle sözün bu kasınn


Hiç muğber etme hatırın
Hem gör ma'arif nazınn
Bak var mı onda derci ü gam

Ey nazın ormanların
Varsa eğer düşmanlann
Beyhudedir efganlann
Meb'uslara, ayana hem
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 9 71

Gitti bahar gerçi amma


Geldi beyne devr-i vega
Meb'uslara bin merhaba
Etmektedir şimdi ehem

Ey kari'in-i ba-safü
Mecliste bir berk-i kaza
Olmak için doktor Rıza
Etmektedir sarf-ı himem

Meclis küşad olsun hele


Müjde edin ehl-i dile
Kim alacak kilkin ele
Bu şair-i Nefi kalem."
Fazıl Ahmed bu manzumesiyle hem tanzir ve taklitteki kudretini, hem de
mizah ve istihzadaki kuvvetini açıkça gösteriyor.
Aşağıdaki manzumeleri de aynı ruhun başka başka suretlerle canlı birer
numunesidir.
[s. 1 0 1 ] Kış Gelnı.eden
Daha orta yaşında
Bu senenin yağdı kar;
Maltepe'nin başında
Onun için ağn var.

Günahını bu işin
Dün akşamki fırtına,
Yine mutlak Keşiş'in216
Yükletmiştir sırtına

Ada, filan kamilen


İşte artık neşesiz
Demek kışı düşünen
Değilmişiz sade biz!

Soğuk kann yanında


İnatçı bir komiser2 l 7
İhtimal ki yann da
Ayas Paşa kol gezer2 18

216 Keşiş; Bursa vilayetinde daima karlı duran yüksek bir dağın ismidir. �smail Hikmet'in
notu)
21 7 Komiser; polis komiseridir ki yüksek rütbeli milisyoner demektir. �smail Hikmet'in notu)
972 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Görür görmez Kalamış21 9


Bu vakitsiz soğuğu,
Sandığından çıkarmış
Eski kalın gocuğu220

[s. l 02] Saçaklarda kumrular


Güya birer mülteci
Neden oldu sonbahar
Bu yıl böyle mürteci?

Tevekkeli değilmiş
İnliyordu ovalar
Kır serdarı kesilmiş
Her tarafta boralar

Uzun boylu bir kavak


Ağaçların çobanı!
Diyor bu yıl ne yaksak
Doğru çıkmaz dumanı!

Saksağanlar rüzgara
Etsin diye iltica,
Yasak oldu kuşlara
Ağaçlarda içtima

Fakat yine yağıp kar


Kapanırsa her bucak
Eminim ki kargalar
Bir ihtilal yapacak!..

Fazıl Ahmcd'in bu tarzda yazılmış pek çok mizahi manzumeleri vardır.


Zahiren pek sade ve çocukça görülen bu manzumelerinde bazen pek çok
hakikatler gizlidir. İfşa edilemeyen yaralar deşilmiştir. Kinayeler, tarizler vardır.
Bazısı da bir tasvir-i tabiattan ibarettir:

21e Ayas Paşa; halk arasında kinaye tarzında dük, şahta manasına kullanılır. �smail
Hikmet'in notu)
21 9 Kalamış; İstanbul civannda Marmara sahilinde küçük bir köy. �sınai! Hikmet'in notu)

220 Gocuk; koyun postundan yapılmış kürk. (İsmail Hikmet'in notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 973

[s. 1 03) Yazın


Yavaş yavaş denize
Uzanıyor her bir bağ;
Çamlıca'yla22 l diz dize
Akşamlan Kayışdağ222

Suya düştü, gezinen


Gölgelerin bir ucu;
Hacı Baba, elinden
Attı artık marpucu!

Uzaklarda şimdi var


Kımıldayan bir buğu:
Hep tiryaki bacalar
Tellendirmiş çocuğu!

Bağdaş kurmuş bir hacı:


Tüttürüyor nargile;
Düşüncesi pek acı:
Dipsiz ambar, boş kile

Uyukluyor uzakta
Tek başına bir yalı;223
Marmara'ya, sıcakta
Sermiş postu "Kınalı" 22 4

[s. l 04) Dalgalan dinleyen,


Sade kızıl yamaçlar;
Gelmiş gibi Kabe'den
Yeşil giymiş ağaçlar!

Çekiyor bir küçük muş225


İri, tenbel bir "sal"ı
Hep martılar tutturmuş
Yine eski masalı!

221 Çamlıca; İstanbul'un havası ve suyu ile şöhret bulmuş yüksek bir noktasıdır. Ahali oraya
gezmeğe gider. �smail Hikmet'in notu)
222 Kayışdağı; o da İstanbul'un havası ve suyu ile meşhur ve eğlence yeri olmuş bir dağıdır.
(İsmail Hikmet'in notu).
223 Yalı; deniz kıyısındaki ev. (İsmail Hikmet'in notu)
224 Kınalı; İstanbul'un Marmara Denizi'ndeki daçyalanndan güzel bir ada. �smail Hikmet'in
notu)
225 Mouche; Sallan ve büyük ağır gemileri çeken küçük parahod. �smail Hikmet'in notu)
974 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hele var ki bir tablo,


Görse şaşar Anibal
Ördeklerden bir filo
Bir de kazdan amiral!
Eski Bir Kroki
Dün kendisinin öldüğünü işittim. Halbuki bugün gazetelerde adı bile yok.
Artık birkaç satır yazmak vazife oldu:
Ender Bey'le beni birbirimize Maltepe İstasyonu'nda tanıttılar. İşin başına
vaktiyle gelmeyen bir memur gibi, o gün tren bütün yolculardan beddua
alıyordu. Onun için Haydarpaşa'ya varıncaya kadar Ender Bey'le her şeyden
bahsedebildik. Edebiyat hariç olmayarak! Sonralan mülakatlanmız tevali etti,
dünyada en çok itinaya layık gördüğü şeyler şunlardı: Tırnaklarının cilası bir,
iskarpinlerinin boyası iki! İnanamaz ve hatta ihtimal veremezdi ki eli, ayağı
donuk olan bir adamın zihni parlak bulunabilsin! Pek tuhaftır; Ender Bey'in
bayıldığı diğer bir şey de politika müttehimi olmaktı. Fakat aksi gibi siyasetle
iştigal edenler, onu tanımadılar bile! İnkılabın iptidalannda zavallı, bir yolunu
bulup İttihat Cemiyeti'ne girdiydi. Lakin hürriyet kahramanları kendisine hiç
kulak asmadılar [s. 1 05] galiba! Tuttu, bir gün, cemiyetten istifa ettiğine dair
gazetelere pek şamatalı bir varaka gönderdi. Arkadaşlarından bazılarının yalnız
güldüğünü gördüm o kadar! 3 1 Mart'tan sonra belki bir şey yapmamış olmamak
için kendisinin Avrupa'ya kaçtığını işittik. Ancak netice, annesinin mücevheratını
satıp ziyan etmekten ibaret kaldı sanıyorum. İstanbul'a döndüğü vakit bize,
firarını ne kadar halecanla anlattı. Güya kendisine en nüfuzlu adamlar bile
demişlermiş ki, "Sen, ne yaparsan, burayı birkaç zaman terk et! Zira, hayatın
tehlike içindedir!" "O kadar aceleyle çıktım ki, derdi, telaşımdan tırnak
makinesiyle kolkrem kutularını bile lavabonun üzerinde unutmuşum!.."
Ender Bey bir aralık gazetecilik de etti. Fakat kendisi yazı yazamadığı için,
mütemadiyen fikirlerini tamamen anlayıp neşredecek bir muharrir
bulunamamasından müşteki görünürdü. Bizlere rastladıkça derdi ki: "Başka çare
yok azizim, hepimiz çalışmalıyız; ama kurşun gelecekmiş, ama idam
olunacakmışım! Ehemmiyeti kalmadıktan sonra?
Daima tekrar ettiği cümleyi hatırlıyorum:
-Bu milleti uyandıracağım monşer?
Hem bunu öyle bir söylerdi ki tekmil dinleyenler uyku sersemi halini
alırdık. Her gün birçok gazete kapandığı, lağvedildiği halde onun çıkardığı
sayfaya kimse ilişmiyordu. Yalnız biçareye talihi bir defa güler gibi oldu.
Hakkında ikame edilen bir zemm ü kadh davasından dolayı kendisini dört yüz
liraya mahkum ettiler. Bu mühim muvaffakiyet üzerine, onu bulup tebrik etmek
isterken, bir gün Galata'da bir silahçı dükkanının önünde Ender Bey'in
tesadüfen karşısına çıktım . . . Yazık ki mefkurem bana hiç yardım etmedi. Ender
Bey'i memnun etmek için aklıma gelen kelimeler pek yavandı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 975

- Mücahedenizi tebrik ederim birader! Allah muvaffak etsin! Memlekete


cidden büyük hizmet ediyorsunuz. Fakat işittiğime göre hafiyeler arkanızı hiç
bırakmıyorlarmış! Bu son cümle Ender Bey'i gaşyetti. İşte verdiği cevap:
[s. 1 06] - Zerre kadar ehemmiyeti yok, azizim! Mamafih bugün güzel bir
revolver alıyorum! Ancak hiçbirinin sapını beğenmedim . . . Baksanız a hepsi ne
barid, ne kaba şeyler; ben bunları üzerimde nasıl taşıyabilirim?
-Evet, bunlar cebinize girince pantolonunuzun zarafetini ihlal edebilir.
Lakin ne çare, azizim? Vatan için bu fedakarlığı ihtiyar edeceksiniz!..
Ender Bey gazetecilikte meşhur olamadıktan sonra başka bir iştihar yolu
aradı. Kendisinin bir Frenkçe düello etmek için Avrupa'ya gittiğini duyduk!
Halbuki matbuat içinde bulunduğu zaman Cahid Bey'den filan kaç kere rica
etmiştim: "Birisi var. Çok arzu ediyor. Lütfen kendisini birkaç gün tevkif yahut
yakınca bir yere teb'id ettirseniz, ebediyen size minnettar olacak. Merak bu ya,
onun da mağdurin-i siyasiye sırasına girmeye hevesi var; inayet buyurun; bu
gencin hevesini kırmayın dedim. "Hiç olmazsa Tanin'de aleyhinde bir şey yazın!
Ve şu kadarcık bir keremi diriğ etmeyin!" diye yalvardım. Herkese birçok vesika
ihsan ettiği söylenen Cahid Bey böyle küçük bir hatır-nüvazlığı zavallıya layık
görmedi!
Ender Bey'in Fransızcasının kuvvetli olmadığını biliyordum. Fakat
Türkçesinin büsbütün zayıf olduğunu taklib-i hükumet vukuatı sırasında
öğrendim. Ender Bey, İttihatçılara karşı en samimi ve en derin iğbirarı o zaman
duymuştu. Çünkü eğer bu defa da onu takip ve tevkif etmezlerse, kendisine
hakaretin en büyüğünü yapmış olacaklardı. Nitekim de öyle oldu. İdare-i örfiye
mıntıkası haricine yalnız onu çıkarmadılar! Bir gün kendisine sokakta rastlayıp
dedim ki:
-Canım Ender Beyefendi, nerelerdesiniz? Sizi artık hiç göremez olduk!
Ender Bey, yüzünün bütün çizgileriyle bana bir dikkatsizlik yaptım vehmini
verdi. Ve esrarlı lakin minnettarane, memnun tavırlarla yanıma yaklaşarak, "Ah
azizim, dedi. İttihatçılar, bir dakika yakamı bırakıyorlar mı? Nereye gitsem
arkamda kırk tane hafiye var!.."
[s. 1 07] Tabii güldüm, ancak tesadüfen bir zabıta memuru olup da şu sade­
di! adamı yarım saat tevkif edemediğime hala müteessifim. Çünkü bu kadarcık
bir muamele onu bol bol bahtiyar etmeye kafi gelecekti! Umumi Harb'in
ilanından biraz evvel Ender Bey İsviçre'ye gitti. Fakat işitildi ki oradaki
muhalifler de zavallıya ehemmiyet vermemişler! Biçare ne talihsiz adammış.
976 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bugün Ender Bey'in İspanyol nezlesinden öldüğünü duyuyorum. Lakin ne


yazık ki dünya yine kendisinden bihaber! Kari'lere bu adam için ağlayınız
diyemem. Fakat pek rica ederim ki zavallının hikayesine bari gülmesinler!

Fazıl Ahmed226

226 Fazıl Ahmet Aykaç, 4 Aralık 1967'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1924'te anılanın yazdığı

Kırpıntı adlı eseri yayımlanır. Fazıl Ahmet üzerine yapılan çalışma için bkz. Ali Şükrü Çoruk, Mizah
Şairi Fazıl Ahmet Aykaç, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 2008. (Haz. notu)
,, -.
/
/

Ali Canib (Yöntem)


ALİ CANİB

Hayatı
Ali Canib 1 303 [ 1 887] senesinde İstanbul'da doğmuştur. İlk tahsiline de
İstanbul' da başlamıştır. Toptaşı Rüşdiye Mektebi'ne devam etmiş ve Immaculee
Conception adlı Fransız mektebinde de bulunmuştur. Babası Halil Saib Bey
1 3 1 8 [ 1 9021 1 903] senesinde istibdat hükümetince Selanik'e nefyedilince Canib
de babasıyla beraber gitmiş ve tahsiline Selanik'te devam etmiş, idadi mektebine
girmiştir.
Aıi tahsilini yine İstanbul'da Hukuk Fakültesi'nde görmüştür.
1 324 [ 1 908] İnkılabı'ndan sonra teşkil olunan İttihat ve Terakki
Mektebi'nde Tarih ve Edebiyat muallimliğinde bulunmuş, Ziraat ve Romanya
Mektepleri'nde de Türkçe okutmuştur.
Meşrutiyet'ten sonra başlayan cereyanlardan biri de "Yeni Lisan" cereyanı
idi. Filhakika bu cereyan Meşrutiyet'le doğmuş ve varlığını sadece Meşrutiyet'le
yaşatmış cereyanlardan değil idi. Esasen lisanda sadelik, besatet ve bilhassa halka
doğru gidiş teşebbüsleri çok daha eski idi. Seroet-i Fünı1n'da Tevfik Fikret'in açtığı
cereyan-ı edebi esnasında bu hususta Fikret birkaç musahabe, bir makale
yazarak bu hareketi alkışlamıştı.
Fakat Meşrutiyet'ten sonra canlanmak isteyen bu cereyan adeta yepyeni bir
ihtira-yı haysiyetle ortaya atılmak istiyordu.
Selanik'te 1 326 [ 1 9 1 0] senesinde intişarına başlayan Genç Kalemler narmnda
bir gazete bu hususa dair makaleler neşretmeye başladı. Müdürü ve
yazıcılarından biri belki birincisi de Ali Canib olmuştu. Ziya Gökalp
arkadaşlarından idi.
Ziya Gökalp ile birleşerek Genç Kalemler'i çıkaran Ali Canib "Yeni Lisan"
meselesini şu tarzda hülasa ediyordu.
[s. 1 09] 1 . Konuşurken asla kullanmadığımız Arapça, Acemce terkip
kaideleri, yazarken de kullanılmayacak; yalnız ıstılahlar müstesna: Sadr-ı a'zam,
şeyhü'l-islam ve saire gibi.
2. Arapça, Acemce cem kaideleri kullanılmayacak, yalnız klişe haline
geçmiş ve müfret makamında kullanılan kelimeler müstesna: Ahlak, edebiyat,
talebe ve saire gibi.
980 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

3. Konuşma lisanına geçmeyen Arapça, Acemce edatlar kullanılmayacak;


nazımda, nesirde bedaate numune, İstanbul'da konuşulan tabii Türkçe örnek
ittihaz olunacak.
Mecmua bütün eserlerinde bu gayeyi takip ediyordu. Bu halka doğru bir
gidiş olmaktan ziyade "edebi dil"de bir sadeliğe doğru gidiş demekti.
Bu cereyan memlekette uzun uzadıya dedikodulara meydan vermişti.
Lisanın güzelleşmesini, temizlenmesini, incelmesini, hasılı bütün manasıyla efkar
ve hissiyatı ifade ve tercümeye elverişli bir ilim ve edep lisanı olmasını istemeyen
bir tek fert de bulmak kabil değildi.
Maksat bir amma rivayet muhtelif.
Herkes bu gayeye kendine mahsus, şahsi, zati bir yoldan varmaya
çalışıyordu. Bu cihetten de arada birçok temaslar, birçok çarpışmalar oluyordu.
Her yeni biraz garip göründüğü, her yenilik taraftan da fazla asabiyet gösterdiği
için sade ve tabii şeyler de gözlere korkunç ve sahte görünüyordu Ali Canib
maksadını temin için Edebiyat-ı Cedide müntesiplerine hücum ediyordu.
Bunlardan sahib-i salahiyet olan hemen hiçbiri bu işe ehemmiyet vermek
istememiş, sade vaktiyle beraber çalıştığı "Fccr-i Ati" erkanından bazılan
Köprülüzade Fuad ve başlıca Yakup Kadri bu cereyanı tezyif ve tehzile
başlamış, bilhassa bu teşebbüsün, lisanı tasfiye ve tecdit hareketinin Selanik'tcn
[s. 1 1 0] doğmasını adeta gülünç bulmuşlar idi. "Ali Canib" Fecr-İ Ati ile beraber
çalışmış ve yazdığı manzumeleri Servet-i Fünün'da neşre dilm i şt ir. Fikret'le Cenab'ı
tanzir ve taklit edercesine Edebiyat-• Cedide'ye yaklaşmış, güzel manzumeler
yazmıştır. İşte 1 325 f 1 909/ 1 9 1 0J senesinde Servet-i Fünün'da çıkan "Teranc-i
Mesa"sı:

"Akşam .. artık siyah-perde-i leyi


Örtüyor kainat-ı nıiimeyi;
Şimdi bir gizli nazra-i vavcyl
Erguvani ufuklar üstünden
İn'itaf eyliyor, açık mfü
Titreşen asümana raz-efken
Deniz agişte-i emel-mcdhuş,
Görüyor pek şi'rli bir rü'ya;
Ba'zı bir incecik leb-i hamuş
Öpüyor sine-i garammdan.
Şimdi eşyada bir menekşe-lika
Akşamın ruh-ı ihtişamından
Serpilen gölgelerle süsleniyor.
Nagehan işte ta uzaklardan
İki, üç martı geldi çırpınıyor
ince, sevdalı - belki zar u melul -
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 981

Suların sinesinde bir halecan.


Akşam. Artık cihanda bir eyh1l
Gecesinden gelen teessür var.
Akşam . . Artık ufukların silin
Çeşm-i hüsranı muttasıl ağlar
Şimdi artık bütün cihan soluyor;
Bu remadi lika-yı muhteşemin
Umk-ı ruhunda bir keder uyuyor.
[s. 1 1 1] Uyuyor işte her tarafl Derya,
Vahalar, tarlalar, ağaçlıklar...
Sade bir intisak u müstesna
Mevecat-ı kesif u tariyle
Bi-tenahi olan kaza, bidar.
Ey nihayetsiz asüman, dinle:
Uyuyorken bütün cihan-ı hayat
Serpiyor feraş-ı uzletine
Gölge hfilinde, gizli bir heyhat!
Sen, diyorsun, zemin-i zilletsin;
Ağlanın ben senin fecaatine;
Uyu, mevkuf-ı hab-ı gafletsin;
Uyu,ah ey zavallı hak-i yetim,
Uyu deryfilann, cibfilinle
Uyu insanlarınla .. Söyleyeyim
Ben de fevkinde ninniler böyle!"

manzumesiyle eda, üslfıp, şekil, hatta bazı kelimelere varıncaya kadar tamamıyla
Cenab'dır. "Kainat-ı na.ime", "leb-i hamuş'', "sine-i garam'', "Akşamın ruh-ı
ihtişamı", "ta uzaklar", "gizli bir heyhat", "Çeşm-i hüsranı muttasıl ağlar", "Bu
remadi lika-yı muhteşem", "Ey... dinle'', "ferraş-ı uzlet" gibi tamamıyla
Cenabane terkipler "Sen diyorsun, zemin-i zilletsin", "Ağlanın ben senin
fecaatine", gibi "Toprak" unvanlı manzumeyi hatırlatan tamamıyla Fikretane
cümleleri vardır.

Şu: "Yalnız Bir Ümid" manzumesini de dikkatle okursak Fikret'e ne kadar


mütemayil olduğunu, onun şiir ve sanatını ne kadar takdir etmiş, ne kadar
sevmiş bulunduğunu bütün vuzuhuyla görürüz. Hatta ilhamını bile Rübiib-ı
Şikeste'yi mütalaadan almıştır:

[s. 1 1 2] "Bazan nihfil-i şi'rimin üstünde titreşir


Birkaç siyah-reng ü lika latif-i bi-mfil ;
Onlar leyfil-ı muzlimenin bum-ı şetmidir,
Hep böyle çırpınır, mütemadi şikeste-bfil
Kalbimde bir ümid-i müheyyic, fakat gelir.
Seyreylerim bu nevhayı nfilan u pür-melfil:
Bir kirli kahkahayla güler, bağnr, eğlenir
982 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Karşımda hep bu bir iki ucube-i zılfil!. ..


Gel ey nihfil-i şi'r-i hazinim, yazık sana,
Gel sen harim-i rüh-ı melulümde her gece
Yalnız benimle ağla saatlerle gizlice
Onlar leyfil-i muzlimenin bfım-ı şetmidir,
Onlar bütün nevaziş-i safını incitir;
Yalnız bu bir ümid: " Sabah etsin İncila!"
Ali Canib "Fecr-i Ati"nin Fransızlardan mülhem olarak tatbike başladıkları
"serbest nazım"ı (vers libre) da tecrübe etmiştir. Şu: "Kış Mehtabı" o tecrü­
belerinden biridir:

"Gece, haifve pür-sükun her yer;


Uzakta işte kamer
Kesif sislerin alunda kimsesiz, cimid
Bakıyor.
Nücum ,
O münkesir, o yetimine gamzeler, mahmum
Titreşiyor...
Sema, deniz, afak
Bütün, bu leyle-i sermada sanki hep donmuş,
Hep bi-rüh;
[s. 1 1 3] Uzakta gölgelerin zir-i camidinde hamuş
Beş on dıraht-ı kadid
Mecruh,
Giryan
Bir tıfl-ı yetim
Gibi ağlar, ağlar.
Uzakta vaz'-ı muhabbetle ser-te-ser dağlar,
Beyaz Olimpos'lar
Okur bu leyl-i siyeh-fama bir kitab-ı esatir...
Gece, haif ü pür-sükun her yer;
Uzakta işte kamer
Bu leyl-i bi-kesin aglış-ı bi-mecalinden
Alil ü bi-vaye
Semaya afaka ağlar, ağlar! ... "
Sonralan Selanik'te iştirak ettiği mecmualarda bilhassa Ziya Gökalp ile
birleşerek çıkardığı Genç Kalemler'de Yeni Lisan cereyanını takip etmeye başlamış,
sanat hakkında da "Hayat için sanat"ı kendi için bir düstur ittihaz etmek
istemiştir. En şedit kalem münakaşaları Canib ile Cenab arasında açılmıştı. Son
zamanlara kadar da devam etmiştir. Ali Canib'le karşılaşan Cenab gazete
sütunlarında, kitap sayfalarında istihzakar yazılan ile bütün matbuat alemini
meşgul ediyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 983

Hakikatte lisan ne Cenab'ın istediği şekilde kalacak, ne Cfuıib'in istediği


şekle girecekti. O, Şinasi ile başlayan ihtilaller, İnkılap'tan sonra tekfunüli
derecatım geçiriyor, asrın ve kendi kuruluşunun zaruretlerine tebean inkişaf
ediyordu ve edecekti. Bunun önüne geçmek de, önüne düşmek de fazla telaş,
fazla savaştan fazla bir netice vermeyecekti.
Eski lisanın devr-i teceddüdde Kemal'ler, Ziya'lar, Şinasi'ler, Ekrem'ler,
Hamid'lerle yaşadığı istihale bir terakki merhalesi idi.
[s. 1 14] Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati zamanlarında yeni bir merhale kat
etti, bugün daha yeni bir merhale kat etmektedir. Bunda bir şahsın değil, bütün
bir cemiyetin bütün bir milletin, o milletin ruhi, fikri, içtimai ihtiyaçlarının kat'i,
fakat görülmez tesirleri var.
Bu mücadele uzun zaman devam etti. Anlaşılmazlıklar zaman ile
anlaşılmaya aradaki nispetsizlikler yavaş yavaş kalkmaya başladı.
Ali Canib evvelleri Türk Yurdu ve reni Mecmua gibi mecmuaların
gayelerindeki meşruiyeti takdir ederek onların da bir nevi sahabetini temin
etmişti. Nihayet bu cereyan da Türkçülük, milliyetçilik cereyanıyla birleşti.
Hakikatte Canib'in aruz hususunda ve lisan hakkında yapmak istediği
şeyleri Edebiyat-ı Cedide erkanı, bilhassa Tevfik Fikret yapmış, hem de pek
kuvvetle tesis etmişti. Fikret'in o gayret ve himmeti olmasa, o ve onun
arkadaşları o merhaleyi geçmeselerdi istenilen yenilikler çok daha aykırı
görünür, kimseye kabul ettirmek kabil olmazdı.
Yapılan yenilikler manzum ve mensur eserlerde mümkün mertebe
terkipleri atmak, mümkün olduğu kadar sade ve açık bir lisan kullanmaktı.
Bir de manzumelerde imale ve zihaflardan kaçmak idi ki bunu Fikret en
çetin bir zamanda büyük bir maharet ve muvaffakiyetle yapmıştı. Şüphesiz bazı
yerlerde tatbik edemediği için itham etmeye dil varmaz. Onu da zaman ıslah
edecekti. Nitekim de etti.
Fikret'ten sonra bu hususta çalışan Canib'de o zaruretlere karşı çırpıntıları,
nihayet o noksanları bırakmaya mecbur kalışları vardır. Yalmz o bir hamle ile
aruzdan heceye atlayıverdi. Güçten kolaya geçmek ıslah itibarıyla pek de büyük
bir şeref sayılmasa gerek.
Fikret yıllardan, asırlardan beri kıvrıla kıvrıla bir sarmaşık gibi girift ve
açılmaz bir hale gelmiş bir lisanı, balmumu gibi yumuşatarak istediği şekle soktu,
aruzun bütün pürüzlerini ayıkladı. İstenilen [s. 1 1 5] fikri o çetin, o inatçı aruz ile
kolayca yazılabilecek yolları aradı, buldu ve gösterdi. Canib bu gösterilen
yollarda yürüdüğü halde yoruldu ve başka yola geçti.
Hakikatte Canib'in asan üzerinde Edebiyat-ı Cedide'nin, hususiyle
Fikret'in büyük tesiri görüldüğünü, hatta Edebiyat-ı Cedide'nin bütün
kelimelerini ve terkiplerini sadık bir ayniyetle tatbikte bir nevi haz ve
muvaffakiyet de duyduğu eserleri ispat ediyor.
984 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ali Canib İstanbul'da birçok mecmualara iştirak etti; bazı eserler de


bastırdı. Servet-i Fünı2n'da, Aşiyıln'da, Halkı Doğru'da, Türk rurdu'nda, Türk
Sözü'nde nihayet reni Mecmua'da çalıştı.
Harb-i Umumi esnasında sükunet içinde geçirdiği bir devreden sonra
Mütareke akabinde Anadolu'ya geçerek hükümet işlerinde çalışmaya başladı ve
birkaç ay sonra Maarif müfettişliği ile memuren İstanbul'a döndü.

[s. 1 1 6] Lisanı ve Üslubu


Ali Canib'in lisanı açık (clair), sadedir (simple). Fakat hiçbir zaman halkın
kavrayacağı derecede de basit değildir ve olamazdı. Edebi lisanın bir hususiyeti
olacağı tabii idi.
Yazdığı tenkidat ve tetkikatta edebi zihniyetini ortaya koymuş olan
Canib'de nazar-ı takdir ve şükranı celp edecek bir yenilik görmek daha şimdiye
kadar mümkün olamamıştır. Bazı terkipleri kırmak, nihayet manzumelerde,
bilha'!sa son zamanlarda hl"ceyi aruza tercih etmekten ileri gidememiştir. Gerek
mevzu, gerek eda (expression) fazla bir mümtaziyet göstermiyor.
Canib'in sembolizme (symbolismt) doğru, biraz ihtiyari, biraz da zoraki bir
gidişi vardır. Lisanın sadeliğine, kelimelerin basitliğine rağmen mananın çok
zaman karardığı görülür ki halk bu ibham ve bu timsal karşısında ancak hayran
ve ifil kalabilir. Devr-i teceddüdden başlayarak Ziya'lar, Kemal'ler, Ekrem'ler,
Hamid'ler, Fikrct'ler gibi yüksek şuurlu ve sanatkar emekçilerin daimi
gayretleriyle tekamül yollannda anzasızca yürüyen lisan nihayet sadeliğe doğru
attığı adımlarda çok muvafTakiyetler göstermiş, aksülamcller (reaction; yaratmak,
engC"ller çıkarmak isteyen muhafazakarların (consenıateur) çarpınıp çırpınmalarına
rağmen gençlerin yardımlan ve çalışışlarıyla daha ileriye doğru gitmiştir.
Bu gençler miyanında Ali Canib'i de görmek tabiidir. Mamafih Canib
inkılaba kadar, hatta inkılaptan sonra yazdığı yazılarda da lisan, üslup, eda ve
zihniyet itibanyla tamamıyla Edebiyat-ı Cedideci bir şair idi. Tercüme-i hilinde
verdiğimiz numuneler bu noktayı canlı ve aydın surette ortaya koymaktadır. ls.
l 1 7] Ancak Türk rurdu ile Yeni Mecmua' da yazmaya başladığı zamandan sonra
biraz daha sadeliğe doğru ilerlemiştir. Eserlerinin bazı parçaları müsteşriklerden
Otto Hartmann tarafindan tercüme edilmiştir.

Kış Duası
Görüyordu yağmurlardan yorgun düşen ovalar
Bir bulutun ta ucunda ışık gözlü rüyalar.
Her derede koşuyordu şimdi sazlı bir ada;
Kaybolmuştu hayat bu loş, bu göl rengi yoklukta...
Baktım: Yerler yıkanmıştı; kayalıklar beyazdı;
Belli hayat ölmemişti, fakat ümmid pek azdı.
Dikkat ettim, ağaçlarda yazın vardı bir yadı,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 985

Henüz soğuş, uçuyordu İshakların feryadı ...


Lakin ne bir sürü izi vardı, ne bir meleme,
Her ses şimdi bürünmüştü bir görünmez eleme.
Batan güneş, şuracıkta vurmuştu bir tepeye;
Koştum, ta üstüne çıktım: "Altın dağ mı bu?" diye,
Lakin yoktu ne kurultay, ne ili Han otağı,
Örtülmüştü kefen gibi beyaz karla toprağı.
Dedim: "Tannın yeşil yurda yakışmıyor solgunluk,
Yakışmıyor bu karakış, yakışmıyor bu soğuk...
Ona sen ver yine kalbi ateş dolu bir bahar;
Milyonlarca anası yok kuzuları var: Donar.
Milyonlarca kuzuları korkunç yola sapmasın,
Acı tanrım, acı acı .. Zalim kurtlar kapmasın . . . "
Baktım: Her yer şenlenmişti, ufuk kızıllanmıştı,
Altın Ordu gibi güneş mai göğe taşmıştı."

[s.
1 1 8] Ali Canib'in bu manzumesi teknik itibarıyla Mehmed Emin'den
mülhemdir. Ahenkte yeknesaklıktan (monotonie) kurtulamayan, ilhamda
(inspiration) fikrin (intellectualisme) ianetinden ayrılamayan bir bağlılık var.
Hece veznine şiddetle tariz olunan noktalardan biri olan bu yeknesaklık,
taktideki o yorucu ve muttarit ahenk, bütün ruhu tazyiki altına alıveriyor. Kalbi
teshir eden his, mana, heyecan bu tazyikin altında ezilip gidiyor. Kalbi beyan
ölüyor, manzume şiiriyetini kaybediyor. Halbuki hece vezninin kolaylıkla tatbiki
bu noksanlara meydan vermemelidir. Takdim ve tehirler de nispeten az
olmalıdır. Fikret, aruz gibi çetin, dar bir mahfaza içinde bu noksanları ortadan
kaldırmaya muvaffak olmuştu.

Bu nakiseler, hakiki şiirin birinci şartı olan samimiyeti (sinemle} ve birinci


lazımesi olan rebabiliği ([yrisme) haleldar ediyor. Şiiri okuyan şairin vermek
istediği heyecanı kalbinde hissetmiyor, hislerde (emotion) sereyan kuweti yoktur.
Bu da Mehmed Emin Bey'in manzumelerini tesciye eden (caracteriser) eksiklerden
biridir ki Ali Canib de bu manzumesini o eksiklikten kurtaramamıştır.
Şu "Şark'ın Ufukları" adlı manzumesinde bir isyan hissi, dini bağlardan,
meskenet rehavetlerinden çözülmek, sıyrılmak isteyen bir çırpınış heyecanı var,
en lirik parçalarından biridir:

"Daldım gözünde ve hem uyuyan susmuş ufkuna;


Ey Şark, kanmadın mı asırlarca uykuna?
Hala huşl:ıa kubbeler en hisli bir penah,
Hala minarelerde tevekkül denen bir ah,
Hala saçaklarında güler baykuş evlerin,
Hala köyün enikleri serper sokakta kin,
Hala hurafeler yaşatır her çürük kafes;
Hala beşik gıcırtısı, hala o tozlu sis . . .
986 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1 1 9] Yükselmeyen teferruun ey Şark bitmiyor,


"Hayya'ale'l-felah"ını gökler işitmiyor.
Sönsün fezalarında sükun işleyen seher,
Dönsün zeminlerinde de isyana secdeler! . .
Diz çökmesin sağır göğe öksüz duaların!
Yaksın bütün ufukları artık belaların!
Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter,
Ey Şark, uyan, yeter yeter, artık, uyan, yeter! .. "

Hissin, heyecanın oldukça yaşadığı bu parçada fikrin ve muhakemenin de


i ane ti ,
hatta fazla ianeti var, onun içindir ki bu ruhta yazılacak bir parçada tabii
olarak aradığımız o yakıcı ateşi, o sürükleyici sirayeti bulamıyoruz. Hatta "Tarih­
i Kadim"lerde, "Sis"lerde, "Doksan Beşe Doğru"larda alıştığımız o şiddet ve
kuvvet de yok. Canib, Fikret'te bulamadığını iddia ettiği o kalbi dili kendi de
yaşatamamıştır. Onlardaki sanat dehaetini de göstere mem işti r. Canib herhalde
Fikret'in sanatından, Cenab'ın hassasiyetinden çok şeyler almış bir şairdir.

Ali Canib'in tamamıyla Avrupalı bir zihniyetle ve sembolizm ile yazdığı


manzumeler de vardır ki lisanının bütün sadeliğine rağmen, yukarıda da
söylediğimiz gibi, çok örtülü, çok müphemdir; ancak m ünevver dimağlarca
kavranabilecek ve ancak onlarca bir lezzet duyulabilecek manzumelerdendir.227

221 Ali Canib Yöntem 26 Ekim 1 967'de vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şür: Geçtiğim rot ( 1 9 1 8).
Araştırma- İnceleme-Derleme: Milli Edebiyat Meselesi ve Cenah Bry'le Mürıaka.şalanm ( 1 9 1 8),
Edebiyat (Lise ders kitabı 1 924), Epope ( 1 927), Lryl.d ve }.fecnun (Fuzuli'den özet ve seçme- 1927), Naima
Tarihi ( 1 927), ömer Seyfeddin: Hayatı ve Eserleri ( 1935). (Haz. notu)
Ali Canip Yöntem'in edebiyat yazılan toplanıp yayımlanmışur. Bkz: Pref. Ali Canip Yıint.em'in
Yeni Türk Edebiyatı Üt.erine Makaleleri (haz. Ahmet Sevgi-Mustafa Ôzcaıı), Konya 1995; Pref. Ali Canip
Yıint.em'in Eski Türk Edebiyatı Üt.erine Makaleleri (haz. Ahmet Sevgi-Mustafa Ôzcaıı), Konya 1 996.
Ali Canip hakkındaki çalışma için bkz: Rıza Fılizok, Ali Canip'in Hayatı ve Eserleri Üzerinde Bir
Araştınna, İzmir, 200 1 (Haz. notu).
Ömer Seyfeddin
. . .... .
� .
', T
ÖMER SEYFEDDİN

Hayatı
Ö mer Seyfeddin 1 300 [ 1 884] tarihinde Bandırma civarında Gönen'de bir
çiftlikte dünyaya gelmiştir. Ömer [Şevki] Bey namında bir binbaşının oğludur.
Seyfeddin bu yerlerde şen, serazat bir çocukluk hayatı geçirmiştir. "Doğduğum
Yer" adlı manzumesinde bu hayatı hatırlatacak ve yaşatacak bir ifade ile
anlatıyor.
İlk tahsilini o doğduğu yerde gören Ömer Seyfeddin ikinci dereceli tahsilini
almak için Edirne'ye gelmiş ve orada Askeri İdadisine girerek şahadetnamesini
almıştır. Sonra İstanbul'a gelerek Harbiye Mekteb-i Aıisi'ne dahil olmuş ve 1 3 1 9
[1 903] senesinde piyade zabitliği ile Harbiye'den çıkmıştır. Ewela İzmir'de bir
kıt'a-i askeriyeye memur olmuş ve orada Şahabeddin Süleyman ve Baha Tevfik
ile dost olmuştur. Ö mer Seyfeddin'in daha mektepte iken edebiyata büyük bir
merak ve istidadı vardı. İzmir'de bulunduğu sıralarda da mahalli gazetelere
hikaye, makale, şiir gibi şeyler yazmaktan hfili kalmıyor. Bir müddet sonra
vazifesini Rumeli'ne tebdil ettiler. Bir müddet Selanik'te ve Bulgaristan hudut
bölükleri kumandanlıklarında bulundu. Bu vazifelerinin gerek hissiyatı gerek
dimağı üzerinde kuvvetli izleri, intibaları kalmıştı. Yazdığı birçok hikayeler o
intibaların mahsulüdür. 1 324 [1 908] İnkılabı'ndan sonra Ömer Seyfeddin de
İstanbul'a gelmiş, mecmualara makale, şiir, hikaye vermeye başlamış. Bilhassa
Baha Tevfık'in çıkardığı Piyano ve Düşüni.{yonım mecmualarına iştirak etmiştir.
Ö mer Seyfeddin Catule Mendes'ten tercüme ettiği bir manzumeyi Perviz
imzasıyla Kadın mecmuasında neşretmişti. [s. 1 2 1] Bu parçaya da Asır gazetesi
bir tarizde bulunmuştu. Garip bir tesadüf neticesi olarak Ali Canib sahibini hiç
tanımadığı bu eseri müdafaa yollu "Sanat Hakkında" adlı kuwetli bir makale
yazarak Bahçe gazetesine vermişti. Bu vakadan sonra Ömer Seyfeddin ile Ali
Canib tanışmışlardı. Seyfeddin de o zamandan itibaren Genç Kalemler'e yazmaya
başlamıştı.
Yazılarındaki milli ruh ve açık ifade ile nazar-ı dikkati celb edecek bir
şahsiyet olduğunu az zamanda çok kimseye tasdik ettirmiştir. Ö mer Seyfeddin
edebiyata nasıl intisap ettiğini şu suretle hikaye eder:
"Daha çocukken evimizde birçok divanlar vardı. Onları okuya okuya
edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisini, zevkini tattığımı iddia
edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister.
990 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Pek genç iken gazeller falan da yazdım. Fakat tabii saçma şeylerdi. O
vakitten aklımda Leyla ile Mecnun'lar, Şahmeran'lar kaldı. Demek hakikatte
yalnız onlan anlayabiliyormuşum: Bugün artık edebiyat-ı atikamıza hiç taraftar
kalmadığı için bu bahse bile değmez sanının. Divan Edebiyatı! İşte nihayet
edebiyat tarihi için bir saha. Daha fazlasına aklım ermez.
"Şinasi'den sonraki edebiyata gelince: Kemal Bey'i çok sevdim. Evrak-ı
Peri.şdn'dan sayfalar ezberledim. Bana "hayatiyet" veren, beni iyiye, doğruya,
güzele samimiyetle alakadar eden Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim;
Hamid'i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey'e gelince Nijad'ı için yazdığı
şeylere hala bayılırım. Ne müessir şeylerdir.
Fikret! ... İşte bana "mütehammillik" iştiyakını veren! İdadiye Mektebi'nde
iken hep Rübdh'ı okuyordum. Halid Ziya bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç
uyumamış, sabaha kadar Bir Ölünün Defleri'ni okumuştum. Onun yalnız lisanı
skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuwetlidir ki; Avrupa'nın cenub-i şarkisinde,
mesela Romanya'da, Sırbistan'da, Rulgaristan'da , Yunanistan'da o kuvvette bir
[s. 1 22] romancı yoktur. Buna emin olunuz. Bulgarlann en büyük muharriri
Vazov'un eseri bile bir han odası menkıbesine benzer. Ne tasvir vardır, ne de
sanat! Hüseyin Cahid bir tek roman yazmıştır. Hayal İçinde! Ama ne roman!
Hayat olduğu gibi içinde . . . Nezih hala gözümün önündedir.
Raufun Eylı2fü bizim edebiyaumızda emsali bulunmayan bir eserdir.
Yüksek, ulvi, manevi . . . Ruhi kadın aşkı! Hiç temas yok. İdeal aşk! Aşkın hür­
metten nasıl doğduğunu anlamak için bu romanı okumalı. Her vakit söylerim.
Yine söyleyeyim; Eğer Fikret'le arkadaşlan "Tabii Lisan"ı kavrayabileydiler
şüphesiz bizim ebedi klasiklerimiz olurlardı. Çünkü asri edebiyatm tekniğini
olduğu gibi kabul etmişlerdi."

diyor ve edebiyatta kimlerden müteessir olduğunu, kimleri sevdiğini açıkça bize


anlatıyor.
1 328'de [ 1 9 1 2] Balkan Harbi'ne giden Ömer Seyfeddin, Sırplar ve
Yunanlılarla harp etmiş ve sonunda Yanya'da esir olmuş ve harp bitinceye kadar
esarette kalmıştır. İstanbul'a döndükten sonra askerliği terk ederek kendini bütün
bütün edebiyata vermiş ve Kabataş Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe hocası
olmuştur.
Bir zamanlar da Darülfünun'da teşkil edilen Tcdkikat-ı Lisaniye Encümeni
azasından olmuştu.
Ömer Seyfeddin birçok mecmualara yazmıştır. İzmir'de bulunduğu
zamanlar Serbest İzmir, Sedad adlı mecmualara; Selanik'te Kadın, Bahçe ve Genç
Kalemler mecmualanna; İstanbul'da da Ayano, Düşünüyorum, Aşiyan, .<:,ekd, Tü;k
Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Çocuk Dü'!yası, Donanma ve hususiyle Türkçülük,
Milliyetçilik cereyanını takip eden Yeni Mecmua'ya birçok hikayeler yazmıştır.
Edebiyatta milliyetçilik hakkındaki düşünce ve kanaatlerini anlamak için de yine
kendi sözlerini dinlemek muvafık olur:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 991

"Bakınız ben milli edebiyattan ne anlarım: Vezinle lisanın tam Türkçe yani
tabii olması . . .
Zira ibdai bir sanatkann duygularına hudut çizilemez. [s. 1 23] Mizacına,
terbiyesine, temayülüne göre duyar, yazar hem zannetmem bir adam, mademki,
bir cemiyetin içinde yaşıyor, duyuşu, tarzı gayr-i milli olsun! Normal, anormal
olabilir. Fakat milliyet denilen dairenin içinde her ikisi de yok mudur? Bu iki
halin mütemadi mücadelesidir ki, hayata can verir; mücadelesiz hayat ademin ta
kendisidir!"
İşte bu fıkr-i mahsusa sahip olan Ömer Seyfeddin aynı yolda çalışan ve
bilhassa canlı numuneler veren bir mümtaz sima-yı edeb olmuştur. Ortada
cereyan eden dedikodulara gülmüş ve:
"Edebiyatımızın şiarı: 'Çok laf az eser!'dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya
çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak
daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki;
çorak edebiyatımız şenlensin . . . "
deyip çalışıyor. Filhakika çok çalıştı, çok yazdı, yazdığı hikayeler toplansa
oldukça büyük bir eser vücuda gelir. Mektep Çocuklarında Türklük MefkUresi
namıyla da bir eser bastırdı. Ömrü vefa etse, daha genç iken ölüvermeseydi
ortaya hayli mühim eserler koyacağı şüphesizdi.
Ö mer Seyfeddin'in zihniyetinde bir hususiyet vardı. Hayatta herkesin
görmediği, herkesin duymadığı, merak ve tetkik etmediği şeyleri görmek,
duymak, tetkik etmek merakında idi. Hem de bu merakı birçoklarımızca delilik
telakki edilecek tarzdadır. Mesela gecenin yansında yatağından kalkıp, "Bakalım
nasıl tesir edecek?" diye çocuğunun tenine iğne batırmak istemesi bu
kabildendir. Buna kimi garabet (excentricite') kimi de cinnet der. Hasılı Ömer
Seyfeddin'in herkese benzemeyen bir hususiyeti vardı ki; bu halin eserlerine külli
bir tesiri olmuştur.
Kendisinin de kendi hakkındaki fikri, başkalarının kendi hakkındaki
fikirlerine benzerdi. O da kendisini herkes gibi tabii (norma� bir halde bulmazdı.
Hatta bir gün:
"Ben kimseye benzemem, benim bir hususiyetim vardır. Bir kere hastayım.
Fakat hastalığımın da bir hususiyeti vardır. Herkeste görülen [s. 1 24]
hastalıklardan değildir. Doktorlarla da görüştüm. Buna sedef hastalığı diyorlar
ki; binde hatta on binde bir insana tesadüf etmeyen bir hastalık imiş. Vücut
adeta takaşşur ediyor, sedef kabuğu gibi bir hal alıyor. Bunun ilacı da yok. İşte
beni bu hastalık öldürecek!"
demiş, etrafındakileri güldürmüştü.
Ömer Seyfeddin'in bir husu siyeti de hayatta gülmek ve güldürmekti. Bu
tabiat da bazılarınca makbul, bazılarınca da makduh görülür. Bu hasletinin
yazılarına da sirayet ettiğini ve Ömer Seyfeddin'in güldürmek gayesiyle
992 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

sanatının bazı inceliklerini ve de rin likleri ni feda ettiğini iddia edenler de


olmuştur. Hasılı Ömer Seyfeddin'in hayatı, telakkisi, denebilir ki; tamamiyle
şahsi ve hususi idi. Son zamanın en feyyaz, en velut yazıcılarından, en şuh ve
şakrak hikayecilerinden biri olan Ömer Seyfeddin'in ölümü Osmanlı Türklerinin
yeni edebiyatı için telafisi hayli güç bir zıyadır.

[s. 1 251 Lisam ve Sanatı


Omer Seyfeddin'in lisanı, açık (clair), keskin, metin ve oynaktır. Yazdığı
hikayel eri sevdirerek okutan bir muharrirdir. Belki bazı yazılan derin bir felsefe
göstermez , kalbin iltivalan arasına girmez, gi re mez , hissiyatı teşrih ede cek,
kıvranışlan, czilişleri, üzülüşleri gösterecek kadar ruh-şinas (p.�ychologue) olamaz,
fakat iyi görür, iyi göste rir, iyi tasvir ve hikaye eder. Lisanında kavrayan sıcak bir
cazibe, bıktırmayan tatlı bir hareket vardır.
Fikirleri çok zaman hayalden doğmuş, kahramanları bazen esatirileşmiş,
hükümleri tab iilikten belki aynlmıştır. Mamafih fikri inciten, kalbi kıran, neşeyi
kaçıran tatsız mübalağalardan, içi sıkan kuru yal an l ardan değildir.
Bir h ususiye ti vardır ki; imkansızlığını bildiğimiz halde imkan vermeye bizi
sevk eder. "Eski Kahramanlar" diye Yeni Jvfecmua 'ya yazdığı hikaye silsilesini
teşkil eden yazılan üslup ve san at itibarıyla hiç de atılamayacak eserlerdendir.
Bir kere üslubu gençlerce taklide değer. Bir sadeliği ve akıcılığı haizdir.
Fikirlerin bütün kıvnntılannı gösterebilecek bir scyyfiliyeti haizdir. Sanatı da
buradadır. Demek ki; Ömer Seyfrddin'in kendine has bir üslubu vardır. Bu da
bir meziyetti r.
Ömer Seyfeddin, tarihe istinat ile yazdığı hikayelerinde de efsanevileşmiş
bir romantique olmuştur. Nesrine bir numune vermeden evvel hece vezniyle
yazdığı m anz umele ri ne bir misal vereceğiz . . .
Omer Seyfeddin hikayelerinde bir hususiyet gösterdiği gibi manzumelerinde
de şekli ve bedii bir hususiyet göstermeye çalışmıştır. Bir nevi serbesti ile çalışmak,
fazla kayıt al tında kalmamak istemi ştir. Şu "Nişanlı" unvanlı manzumesi ile
"Doğduğum Yer" adlı şiiri iyi birer enmuzeç teşkil eder:

[s. 1 26] "Korularda bülbüllerin rüyası


Açı lm ayan güller ile süslenir
Odasında yalnız kalan şu esir
Şu genç kızın nedir hazin hülyası
Mavi ipek divanına uzanmış
Yuvasında hasta yatan kuş gibi
Sessiz sakin hıçkınyor sebebi
Söylenilmez! Ne acıklı saklayış . . .
Korularda bülbüllerin rüyası
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 993

Açılmayan güller ile süslenir


Odasında yalnız kalan şu esir
Şu genç kızın nedir hazin hülyası
Şu genç kızın bilinmeyen hülyası
Belki şimdi oralarda çarpışan
Oralarda can vererek şan alan
Bir isimsiz kahraman"
Ö mer Seyfeddin'in bu şiiri bir hakikat değil kendi muhayyilesinde
yaratılmış hayali bir mevzudur. Hayali olmakla beraber o esir kalan genç kızın
kim, hangi zümreden, o isimsiz kahramanın hangi tabaka-i ictimaiyeden
olduğunu anlamak da mümkün değildir. Ömer Seyfeddin burada bir fantazya
lfantaisie) yapıyor, tabiatı paletinde boyalan kalmış bir ressamın fırçasıyla
oynayarak yarattığı küçücük bir mevzu gibi dört hat ile üç renkten husule gelmiş
narin, süzgün bir tablocuk çiziveriyor.
Skolastik edebiyatın ve o edebiyata zemin olan basmakalıp tabirler,
istiareler ve tenasüplerin şiddetli aleyhtan olan Ö mer Seyfeddin, Şark'ın bu zeki
çocuğu o görenekten, o ananeden kendisini kurtaramıyor, mesela "koru"dan ve
"bülbül" den bahsederken ananevi bir zihin alışkanlığının tesiriyle "gül"ü
[s. 1 27] getirmekten kendini koruyamıyor, bu da Şark'ın, Şark zihniyetinin bir
cilvesi. Bir de şu "Doğduğum Yer"i okuyalım.

"Buralardan çok uzakta bir köydü


Beyaz, billur bir derecik içinden
Hıçkınrdı sevinerek geçerken
Kenannda vardı birçok söğüdü

Ben işte bu söğütlerin susmayan


Gölgesinde büyümüştüm evimiz
Tenha idi ne yabancı ne bir iz
Bahçemizdi yakındaki o orman

Bir ses: "Sevin!" derdi gelen rüzgarda


Sevinçlere yoktu orda nihayet
Sanılırdı bu ses gümüş dallarda

Görünmeyen bülbüllerin öğüdü!


Doğduğum yer, doğduğum yer . . . O cennet
Buralardan çok uzakta bir köydü!"
Şeklen bir "sone"den ibaret ve yeni olan bu küçücük manzume "nostaljik'',
yani sıla derdiyle dolu ve evocation yani geçmiş zamanlan göz önünde
canlandıran, yaşatan bir tahassürün ifadesidir. Sade fakat samimi, basit fakat
994 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

hissidir. Rıza Tevfık'in "Uçun Kuşlar" unvanlı manzumeciğini, Beranger'nin228


his, ruh, hayal, heyecan ile dolu şarkılarını yad ettiren bir neşidedir.
Seyfeddin'in mensurelerine bir numune olmak üzere Yeni Mecmua'ya yazdığı
"Eski Kahramanlar" silsilesinden "Vire" unvanlı hikayeyi gözden geçirelim.

[s. 1 28] Hikaye

Eski Kahramanlar- "Vire"


İki senedir, Goça taraflarını alan, talan eden on altı bin kişilik Türk
ordusundan şimdi, bu kalede yadigar gibi, yüz elli asker kalmıştı. Onlar da işte
iki yazdır padişahın gelmesini bekliyorlardı. Mutlaka alınacak olan
"Kızılelma"nın yolu buradandı. Sonbahar başında bir gece Hamza Bey'in
ulaklanndan bir genç gelmişti. Ondan padişahın Acemistan hududunda
olduğunu öğrendiler. Vakıa cephaneleri çoktu, silahlan mükemmeldi. Lakin
ancak daha üç dört aylık erzakları vardı. Ne yapacaklardı? Tata'ya giden geçitler
kapalıydı. Etrafta her nevi kuşlar uçuşuyor, ama hiçbir kervan geçmiyordu.
***

Yüksek burcun demir saçaklı küçük penceresinden ufukları ormanlarla,


dağlarla çevrilmiş ıssız vadiye dalgın dalgın bakan Barhan Bey,
-Allah kerim...
diye başını salladı.
Böyle sabahleyin erkenden karşısına dikilen ihtiyar sipahi zabiti Mahmut
Ağa çok endişeli idi. Daha erzak bitmeden Adelsberg, Risk.inç yahut Breg
kasabalarına akın yapılmasını teklif ediyordu:
-Grobing çok zengindir. Ah, orasını vurabilsek...
dedi.
-Ee, kaleyi ne yapacağız?
-İçinde elli kişi muhafız bırakınz ...
-Sonra yüz elli kişiyle nasıl akın ederiz?
-Basbayağı ..
.

-Fakat elli kişi bu kaleyi tutamaz.


-Biz on gün içinde döneriz.

22s Beranger (Beranje) l 780'de Paris'te doğmuş ve yazdığı şarkılarla şöhret bulmuş bir Fransız

lirik şairidir. Yazdığı şarkıların büyük bir kısmı halkın dilinden düşmeyecek kadar yerleşmiştir.
1 857'de ölmüştür. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 995

-On gün değil on saat içinde neler olur...


[s. 1 29] Barhan Bey, çok düşünen, hiç faka basmayan akıllı cesurlardandı.
Küçük, siyah gözleri daima karanlık bir inin derinliklerinden bakar gibi parlardı.
Ne asildi, ne de kul... Şehzade Bayezid'in bütün Anadolu'yu hayrette bırakan
meşhur pehlivanı kahraman Kuduz Ferhad'ın üvey kardeşiydi: Lakin ona hiç
benzemezdi. Kuduz'un çelik zırhlan kağıt gibi yırtan pençeleri, kalın demir
kalkanları bir dokunuşta delen yumruğu, çeki taşını pamuk torbası gibi
zahmetsizce kaldırıp yirmi adım öteye atıveren pazusu Barhan Bey'de yoktu.
Barhan Bey'in kısa vücudu, yuvarlak omuzlan üstünde, hatta biraz sakil görünen
kocaman bir başı vardı. Ağırlığından daima bir tarafa eğilmiş gibi duran bu
başın içinde sönmez bir ateş, sönmez bir zeka alevi tutuşuyordu. İşte bu
mukaddes alev, onu daha pek genç iken en namlı kumandanların sırasına
yükseltti. Yıllarca süren muharebenin hudutsuz meydanındaki en son nokta, en
ileri kale padişahın emriyle ona emanet edilmişti. Ordu gelinceye kadar, ne
yapıp yapıp bu hücra kaleyi bırakmamak vazifesiydi. Halbuki akın için
askerlerinden bir kısmını ayırsa düşman hemen haber alacak, fazla kuvvetle
kaleye yüklenecekti. Hem kuvveti ikiye ayırmak hiç münasip değildi. Zaten
kuvvet de ne idi? Yüz elli kişi ...
Sipahi Mahmut tekrar sordu:
-Erzak bitince ne yapacağız?
-Allah kerim ...
-Ama kışın akın güç olur, beyim.
-Allah kerim...
-Nasıl?
-Mesela bakarsın ki ganimet ayağımıza gelir.
-Ya ganimet gelmeden bir muhasaraya uğrarsak?
-Yine Allah kerim ...
Mahmut Ağa'nın hakkı vardı. Burası ummanın ortasında kaybolmuş [s.
1 30] öksüz bir ada gibiydi. En yakın kasabaya ancak iki üç günde gidilebilirdi.
Kış bastırırsa erzak tedariki imkansızdı. O vakit kaleyi bırakıp mutlaka Tata'ya
çekilmek icap edecekti. Halbuki yüz elli kişiyle günlerce düşmanın martoloslann,
oskoflann, morlaklann, hayduklann229 arasından nasıl geçilirdi? Mademki
padişah henüz Rumeli'ye geçmemişti. Artık bu yaz büyük ordu gelmeyecek
demekti. Kırk senedir düşman karşısında saç sakal ağartan Mahmut Ağa, çok
itimat ettiği genç kumandanını yine biraz toy buluyordu. Tevekkül ile iş
bitmezdi. Sıkılarak,

229 Hudut üzerinde fusılasız yağmalar, akınlar yapan bir nevi eşkıya �smail Hikmet'in notu).
996 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

-Böyle bekleyip durmaktan ne çıkar?

dedi.

Barhan Bey güldü:

-Merak etme Mahmut Ağa, Allah kerim ...

- Ama .. .

-Allah kerim, diyorum ya...


Tam bu esnada kapıdan, kısa boylu, pala bıyıklı, uknaz bir ça"VUŞ girdi.
-Beyim dedi-, sağ kuledeki nöbetçi uzaktan bir kervan gördüğünü haber
-

verdi. Gittim, baktım. Pek kervana benzetemedim. Galiba asker. . .

-Çok mu?

-Üç, dört yüz kişi kadar . ..

Mahmut Ağa,

-Hayduklar olmalı -diye mınldandı.

D ayandığı pcncen·den hızla doğ rulan Barhan Bey,


-Bakalım ... dedi.

Odadan fırladı. M azgall ardan sızan hafif bir ziyayla aydınlanmış dar
merdivenleri üçer a tladı . Mahmut Ağa'yla çavuş da arkasından
üçer
koşuyorlardı. Kuleye çıkınca sabah güneşinin henüz dağıtmadığı hafif sislerle
örtülü ufka dikkatle baktı:

[s. 1 3 1 ] Şövalyele r... -dedi-, bizi muhasaraya geliyorlar.


-

İyi görmeyen Mahmut Ağa sordu:


-Nerden anladınız?
-Mızraklarından, bayraklarından . . . Yanlarında iki de top var. . .
-Şimdi ne yapacağız?
-Allah kerim . . . Acele yok... Düşüneceğiz.
***

İki saat sonra şövalyelerin gürültücü ordusu kaleyi iyice sarmıştı. Barhan
Bey, demir kapıyı kapattı. Müdafaadan başka çare yoktu. Zira kalenin medhali
pek dardı. Huruç hareketi imkansızdı. Hafif bir yaylım ateşi bile buradan
kimseyi çıkartmazdı. Herkes silah başında tetik duruyor, yirmi kişi hiç
dinlenmeden palanganın iç avlusundaki büyük dibekte evvelce hazırlanmış
kömürleri dövüyordu. Bu kömürlerin dövülmesi bitince kumandan, cephaneliği
açtırdı. Kapının önüne gelen ilk on iki çuvalın üst tarafından bir karış kadar
barut aldırdı. Başka bir çuvala koydurdu. İçlerinden barut alınan çuvalları üst
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 997

taraflarını da dövülen kömür tozlarıyla doldurttu. Ağızlarım yine eskisi gibi


bağlattı. Sonra sarnıcın başına koştu. Yanından hiç ayrılmayan genç silahtarına,
- Benim odamda, kapının arkasında iki büyük kutu var. Haydi, çabuk
onları getir, dedi.
Yukarıdan koşa koşa gelen sipahi zabiti Mahmut Ağa kumandana yaklaştı.
- Hücum başlayacak Beyim, emret toplan dolduralım...
- Hayır, toplara lüzum yok.
- Onlar toplarını kurdular.
- Kursunlar.
- Ey, biz ne yapacağız?
-Bekleyeceğiz. Gazilere söyle ben yukarıya gelinceye kadar ateş etmesinler.
-Başüstüne.
[s. 1 32] Mahmut Ağa ayrılmadan silahtar, kutulan getirdi. Barhan Bey
kendi eliyle kutunun birini açtı. Sarnıca boşalttı. Bu siyah bir tozdu. Silahtara,
- Elindekini de git, kuyuya boşalt... -dedi.
Sonra anlamadan bakan Mahmut Ağa'ya güldü:
- Artık serbestçe "Vire"yi konuşabiliriz.
- Ne? "Vire"yi mi?
- Evet.
- Sahi mi söylüyorsunuz beyim?
- Sahi ya.
- Cephaneliğimiz barut dolu, silahlanınız mükemmel, gazilerimiz hazır, üç
aylık yiyeceğimiz de var. Biz nasıl teslim oluruz?
- Kalede kimse buna razı olmaz, beyim.
- Nene hizım. Sen şimdi benimle beraber gel, yukarı çıkalım.
Barhan Bey, gülümseyerek, bedenlere çıkan taş merdivene doğru yürüdü.
Biliyordu ki, Türk askeri çok itaatlidir. Kumandanları ne söylerse hemen
yaparlar. Fakat yalnız bir emre karşı itaat göstermezler. O da "teslim emri"dir.
Türk, ölmeyi teslim olmaya tercih eder... Evet, "Vire"ye kimse razı olmayacaktı.
İçinden, "Ama, kandırırım ... " dedi. Kalenin üstüne çıkınca Mahmut Ağa'ya
döndü:
-Zabitleri, bölükbaşılan, çavuşları çağır. Buraya gelsinler, kendileriyle
konuşalım. Haydi...- emrini verdi. Sonra beden sipahilerini dolaştı. Diz çökmüş
dışarıya bakan askerin sırtından şövalyeler ordusunu tetkik etti. Üç yüz kişiden
fazla idiler. Formaları, silahlan muntazamdı. Hiç çapulcuya fılan benzemi-
998 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

yorlardı... İki dakika sonra zırhlarını giymiş tolgalı zabitler, çavuşlar etrafına
toplandılar. Barhan Bey, bir elini padişahın son defa ihsan ettiği murassa kılıca
dayamıştı. Ağır, levent bir sükun ile,
[s. 1 33] -Ağalar -dedi-, görüyorsunuz kaleyi saranlar bizden çok. Belki
bizim iki mislimiz ... Müdafaada kalsak üç aylık erzakımız var. Çok dayanamayız.
Halbuki bu sene bize imdat gelmesinin imkanı yok. Huruç da edemeyiz.
- Niçin?
- Niçin?., -diye mırıldandılar.
- Bakınız niçin? Bu kaleyi biz yapmadık. Vaktiyle düşmandan "Vire" ile
aldık. Düşman, galiba burasını yalnız müdafaa için yapmış, çünkü hem kapısı
çok dar, hem de bir meydana doğru açılmıyor. Kapının karşısındaki şu
gördüğünüz tümsekte, elli kişi yaylım ateşi açsa, dışarı kimse çıkamaz.
İhtiyar Mahmut Ağa titriyordu:
- Biz teslim olmayız! -dedi.
- Hayır teslim olmayacağız. Vuruşmak için bir meydan bulacağız. Buna
razı mısınız?
- Razıyız, razıyız ...
- Bana emniyetiniz var mı?
- Var, var.
- O halde ben düşmanla "Vire"yi konuşacağım . Maksadım teslim olmak
değil, muharebe etmektir. Varın yoldaşlara söyleyin. Sakın yanlış fikirlere
kapılmasınlar. Benim emrimden dışarı çıkmasınlar.
"Başüstüne, başüstüne ... " diye ayrılan zabitler, bölükbaşıları, siperin
arasındaki askerin yanına koştular. Mahmut Ağa, Barhan Bey'in yanında kaldı.
Tercümanı çağırttılar. Asabi adımlarla kapının üstündeki yüksek sipere gittiler.
Barbarı Bey, tercümana,
- Sor bunlara, ne istiyorlar bizden? -dedi.
Tercüman bağırdı. Şövalyelerin saflarından gayet düzgün bir Türkçeyle
cevap verdiler:
- Bu kaleyi istiyoruz, teslim etmezseniz zorla alacağız.
[s. 1 341 Artık tercümana lüzum kalmadığını gören Barhan Bey, bağırarak
kendi konuşmaya başladı:
- Pekala, kaleyi size bırakalım. "Vire"yi söyleşelim.
- Söyleşelim.
- Biz burada yüz elli kişiyiz. Hepimiz harp eriyiz. İçimizde çoluk çocuk,
kadın, ihtiyar yok. Siz hücumla bu kaleyi bizden alamazsınız. Cephaneliğimiz
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 999

ağzı ağzına barut dolu. Erzakımız var. Silahlarımız mükemmel. Adamlarınızdan


birini gönderin. İ çeri girsin. Biz de size bir rehin veririz. Adamınız cephaneliği,
silahlarımızı, askerlerimizi gözüyle görsün, yalan mı söylüyoruz sahi mi? Anlasın.
Sonra "Vire"yi konuşuruz. Aralarında bu teklifin tercümesi biraz uzun sürdü.
Şövalyeler kabul ettiler. Kapıdan silahsız bir düşman askeri alındı. Bir sipahi de
rehin olarak dışarı verildi. Barhan Bey kendi eliyle bu askere kalenin her tarafını
gezdirdi. Dolu cephaneliği, topları, silahları, askeri ayrı ayrı gösterdi.
-Haydi yiğidim, git, kumandanlarına gördüklerini aynıyla söyle ... -dedi .
Bu asker dışarı bırakılarak, verilen sipahi de içeri alındı. Yarım saat geçti...
Barhan Bey siperde bekliyordu. Henüz cevap verilmemişti.
On dakika daha geçti.
Deminki Türkçe ses ansızın sordu:
-"Vire" için şartlarınız ne?
Barhan bey bağırdı:
-Biz iki senedir burada bekliyoruz. Artık ordumuzun gelmeyeceğini anladık.
Bize müsaade edin. Silahlarımızla dışarı çıkalım. Atlarımızı, cephanelerimizi,
erzakımızı size bırakacağız. Aşağıya, memleketimize doğru çekip gideceğiz.

[s. 1 35] Şövalyeler, bu teklifi kısa bir müzakereden sonra kabul ettiler.
Cephaneler, toplar, atlar, ellerine geçtikten sonra muharebeye hücuma ne hacet
vardı? Zaten yüz elli Türk yolda açlıktan ölecekti. Tata'ya kadar yollarda
binlerce martolos kaynıyordu. Kaleyi bırakmak, sahipleri için muhakkak ölüm
demekti. Fakat... Barhan Bey'in sesini yine duydular:
- "Vire"yi bozmayacağınıza nasıl teminat verirsiniz?
Şövalyeler, namusları üzerine söz vermek istediler. Barhan Bey bunu kfili
görmedi. Vakıa onlar hakikaten "Vire"yi bozmasını düşünmüyorlardı.
Türklerden zorla, muharebe ile kale almanın ne çetin şey olduğunu hepsi bilirdi.
-Nasıl teminat isterseniz veririz ... -dediler. Barhan Bey istediğini söyledi:
- Biz yüz elli kişiyiz. Siz üç yüzden fazlasınız. Ewela iki kısma ayrılınız. Bir
kısmınız bütün silahlarını öteki kısma versin Silahlarımızın adedi müsavi olsun.
O vakit emniyetle kapıdan çıkarız. Sonra biz çıkınca ewela silahlılarınız, sonra
silahsızlarınız kaleye girsin. Biz size birçok cephane, top bırakıyoruz. Siz de
toplarınızı içeri alın. Yalnız şu karşıdaki tepelere varıncaya kadar kaleden dışarı
çıkmayacağınıza söz veriniz.
Bu teklifin müzakeresi de epeyce sürdü. "Vire"yi zaten bozmasını hiç
düşünmeyen şövalyeler bu teminatı vermekte bir beis görmediler. Sert
kumandalarla askeri ikiye ayırdılar. Bir kısmını silahsız bıraktılar. Kalenin açılan
kapısından yayan olarak en önde Barhan Bey çıktı. Arkasından tüfekleri, okları,
1 000 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kalkanlan, tolgalan, zıhlan parlayan, kaplan postlanna bürünmüş yüz elli


cengaver göründü. Silahlann, kılıçlann şakırtısından başka hiçbir seda
işitilmiyordu . Kapıdan iki yüz adım kadar uzaklaştılar. Düşman [s. 1 36] askeri,
boş kalan kaleye sevinç naralan, zafer hurralan atarak giriyorlardı. Hemen
burcun kulesine bayraklannı çektiler. Ç ifte katırlara yüklü toplarını da dar
kapıdan soktular. Dışarıda yalnız ağırlıklan, cephaneleri, mekkareleri kalmıştı.
***

Barhan Bey ansızın haykırdı:

- Mahmut Ağa çabuk tümseği tut. . .


Kaleden elli kişi ile bir anda kopan Mahmut Ağa, kale kapısının ta
karşısındaki tepeye fi rl ayıverdi. Barhan Bey'in kumandasıyla yalınkılıç kırk kişi
de sol taraftaki çalılık kenannda duran düşman cephanesinin, mekkarelerinin
üstüne bir çığ gibi düştü.
Kaleyi alan galipler, aman verdikleri mağluplannın bu garıp
hareketlerinden evvela bir şey anlamadılar. "Ne oluyor?" diye bedenlerden
bakı ş ı yo rlardı .

Türkçe sordular:
- İşte biz kalenin içindeyiz ... Niye gitmiyorsunuz?

Barhan Bt·y'in kahkahası cevap verdi:


-Sizi muhasara ettik. Hemen teslim olun!
!!!

;ı ;>;>

Derin bir sükut, sonra müthiş bir uğultu... Bedenlerin siperlerinde


ko şuşmal a r... Küfürler, kumandalar. . . Barhan Bey'in bulunduğu tarafa oklar
atıl maya başlandı. Şaşkın galipler, dışarıdaki ağırlıklarının, cephanelerinin zapt
olunduğunu, yük muhafizlanndan kesilmeyenlerin bağlanarak esir edildiklerini
görünce bütün bütün şaşırdılar. Kale kapısından dışan atılmak isteyenlerini,
tümsekteki Mahmud Ağa'nın sipahileri okla, kurşunla birer birer deviriyordu.

Gürültü içinde Barhan Bey'in sert sesi tekrar işitildi. ls. 1 37 j


-Bre şövalyeler! Yazık size! Son kurşunlannızı atıyorsunuz, cephanelcrinizi
zapt ettim. Sonra ne yapacaksınız? Tüfekleriniz ellerinizde çoban sopası gibi
kalacak. Bu dar kapıdan çıkamazsınız. Kim isterse denesin . Gelin, teslim olun.
"Vire"yi konuşalım ...

Yavaş yavaş silah sesleri kesildi. Ama bir cevap çıkmadı. Bir dakika evvelki
galiplerin bu anklı, bu şaşkın sükutuna parça parça cevap verir gibi, Barhan Bey,
fasılalı narasına devam etti:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1001

-Bıraktığım toplar boştur. Cephanelikte barut diye adamınıza gösterdiğim


çuvallar kömür tozu doludur. İsterseniz gidip bakın.

- Kuyu ile sarnıcın sulan da zehirlenmiştir. İsterseniz alınız bakınız, ölmek


isterseniz bir damla tadınız . . .

"Şimdi, "Vire"yi reddedip teslim olmazsanız ü ç gün sonra susuzluktan


öleceksiniz. Yahut yine teslim olacaksınız. O vakit aman vermem . . . "

"Düşünün, taşının. Avucumuzun içindesiniz. Bir yere kaçamaz,


kurtulamazsınız."

Kalede bir gürültüdür gidiyordu. Dar kapının önünde, zırhlı oklar, çatal
kurşunlarla yaralananlar acı acı inliyorlardı. Sipahiler de koşuşuyorlar, toplan
yerlerinden oynatıyorlar, eğilip asabi, korkunç nazarlarla aşağıya deminden
"Vire" ile baktıkları müthiş mağluplarına bakıyorlardı. Bir saat sürmedi; kalede
akıl, muhakeme şaşkınlığa galebe çalar gibi oldu. Sarnıçla kuyunun simsiyah
suyunu, cephaneliklerdeki açılan çuvalların kömür tozlarıyla dolu olduğunu
gören şövalyeler, vaziyetlerinin vahametini takdir ettiler. Su yoktu. Barut yoktu.
Kalenin dar kapısından çıkmak imkanı yoktu. Öyle korkunç bir kündeye
gelmişlerdi ki ... Artık "pes" demekten başka çare yoktu!

[s. 1 38] Biraz evvel şövalye saflarının arasından bedenlere teslim teklif eden
Türkçe ses, bu sefer bedenlerden aşağıya, pusulara yatmış yeni muhasırlara
haykırdı:

-Kaleyi size bırakacağız. "Vire"yi konuşalım.

-Konuşalım ...

Şövalyeler, şart olarak silahlarıyla beraber cenuba gitmelerini teklif


ediyorlardı. Barhan Bey kabul etmedi. Barutsuz susuz bir kale ne işe yarardı. Bu
kaleyi alıp içine girmek zaten tuzağa düşmek dernekti. İşte buna kendileri bir
misaldi! Şövalyeler Barhan Bey'e şartlarım sordular. Onun şartlan gayet makul,
gayet basitti. Kalede kapalı kalan tüfenk, ok, kılıç, karna, meç, topuz, kalkan,
piştov gibi ne kadar silahlan varsa hepsini bedenlerden aşağı atacaklardı. Barhan
Bey bunları sayıp topladıktan sonra kalenin içinde herkesin silahsız kaldığına
emniyet getirirse bir "şart"la canlarını bağışlayacaktı.

- O şart ne? -diye haykırdılar. . .


- Silahlarınızın hepsi aşağı atılmadan bu şart söylenilmez.

Kalede kapalı kalanlar, Barhan Bey'in karşısında, ümitsiz bir İnatla üç gün
daha dayandılar. Geceleri dar kapıdan çıkmaya çalışıyorlardı. Fakat aksi gibi
ayın on dördü idi. Her taraf gündüzden daha aydınlıktı. Sipahiler dar kapıdan
kayan her gölgeyi hemen deviriyorlardı. İçeride dudaklar kurumuş, cana
susuzluk tak demişti. Cephaneleri de tükeniyordu. Sonlarını, akıbetlerini
düşünmeye başladılar. Nihayet "Vire" şartım anlamak için silahlarının hepsini
kalenin bedenlerinden aşağı atmaya karar verdiler. Dördüncü günü sabahı
1002 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

burcun etrafına ansızın bir ok, yay, kılıç, kalkan, tüfenk, [s. l 39] meç yağmuru
başladı. Bu yağmur beş dakika kadar sürdü. Y eniçeriler, sipahiler, azaplar bu
silahlan kucak kucak toplayıp tümseğin arkasına taşıdılar . Barhan Bey, hepsini
dikkatle saydırdı. Denk, denk bağlattı. Tam üç yüz kişinin silahlan olduğuna
kanaat getirdi . Sonra askerleriyle beraber kalenin kapısına doğru ilerledi.
Bağırdı:
- Hepiniz iç avluya toplanın!
Silahsız düşman, kendi lisanlarıyla tekrarladıkları bu emre bir koyun sürüsü
usluluğu ile itaat etti . .. Barhan Bey yalın kılıç sipahilerle kapıdan girdi . Avlu
dolmuştu. İstese şimdi hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama, hayır. . . Ona kafa
değil. .. erzak lazımdı.
- Şövalyeler, asilzadeler bu tarafa ayrılsın! -dedi.
Parlak zırhlı, tüylü tolgalann etrafında altınlı siperleri göze çarpan cesur
şövalyeler, gümüş tokalı kemerler bağlamış zengin asilzadeler bir tarafa
toplandılar. Sayıldı . Bunların hepsi elli kişiydi .
- Kumandanınız kim? -diye sordu.
İçlerinden iri, kırmızı sakallı bir adam ilerledi . Y üzü sapsarıydı. Bu, meşhur
muhariplerden Petonleç idi. Uğradığı susuzluk, cephanesizlik vartasından ziyade
vuruşarak namuskarane ölmek ihtimalinin ademi onu bitirmişti. Barhan Bey,
tercüman vasıtasıyla dedi ki:
-Asilzadelerle şövalyeleri rehin gibi kalede tutacağım. Sen iki yüz elli silahsız
askerinle var git, bir ay içinde bana mutlaka bin çuval un, beş yüz kazevi pirinç,
beş yüz koyun, iki yüz tulum yağ, yüz tulum peynir, yüz tulum pekmez
getireceksin . Bir ay içinde istediklerim kaleye gelmezse rehin tuttuğum elli kişiyi
keseceğim.
Prens Petonleç, daha beter sarsıldı, dudaklarını ısırdı. Bu şart felaketlerin en
müthiş tarafıydı . Barhan Bey tercümana,
- Sararıyor, sor bakalım, çok susamış mı? -dedi .
Petonleç cevap vermedi . Barhan Beyin emriyle sipahiler avlunun [s. l 40]
ortasındaki kuyuya koştular. Bir kova su çektiler. Kovayı getirince, doldurulan
kupayı evvela Barhan Bey içti:
- Korkmayınız, ne sarnıç, ne de kuyu zehirlidir . -dedi.- Ben sizi aldatmak
için yalnız içine biraz siyah boya attım . Siz tatmaya korktunuz, insan ölümden
bu kadar korkarsa çok yanılır .
Kupayı kumandana verdi. Üç gün susuz duran kumandan kendine uzatılan
şeyi reddedemezdi. Artık silahsız esirler kuyunun başına üşüşmüşlerdi. . . Barhan
Bey, rehinlerin sol kuledeki taş odaya götürülmesini emretti. Sonra kumandanı
alarak cephaneliğe götürdü . Barut çuvallarının üst taraflarını döktürttü. Bir kanş
aşağılannın kömür tozu olmadığını gösterdi:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 003

- Anladın ya ... Baruta ihtiyacım yok. Ne vakit istersen beni muhasaraya


gel... -dedi.
Üç gündür kirli renginden korkup tadamadıkları sulan, kana kana içince
biraz canlanan silahsız düşmanlar, önlerinde yayan kumandanlan, gözleri
yerlerde dalkılıç sipahilerin şakalan arasında, dar kapıdan, ikişer ikişer çıkarak,
geldikleri tarafa doğru, miskin miskin gittiler.
***

Bir ay geçmeden rehin asilzadelerle şövalyeleri kurtarmak için Prens


Petonleç'in gönderdiği büyük erzak kervanı kalenin önüne yıkıldı. Dolu çuvallar,
şişkin kazaviler, ağır tulumlar, birer birer içeri taşınıyordu. İç eyaletlerden çok
uzaklardaki bu garip kalecik, mutlaka "Kızılelma"yı alacak olan büyük ordunun
gelmesini, artık bir kaç yıl daha rahat rahat bekleyebilecekti.
---�
;> •. ,-:--"'.-�

'� J.ı· (Gövsa)


İbrahim A weuuın
İBRAHİM ALAEDDİN

Hayatı
İstanbul'un, hava ve letafet itibarıyla bütün cihana gıptalar veren
sayfiyelerinden biri olan Boğaziçi'nde Çengelköy'ü denilen küçük köyceğizde
1 304 [ 1 889] senesinde dünyaya gelen İbrahim Alaeddin gençler arasında
bilhassa nezahet ve fazileti ile şöhret almışur.
Filipelizade Asım Bey denmekle maruf olan babası da şairdir. Eski tarzda
da olsa bu şairin İbrahim Alaeddin üzerinde bir tesiri olmuştur. Ewela irsen
sonra istidaden şairliğe mazhar olan İbrahim Alaeddin ilk talim ve terbiyesini
mahalli mekteplerinde ve İstanbul'da Kemeralu Mektebi'nde ve Şemsü'l­
Maarif'te bitirmiştir.
Oğlunun tahsiline büyük bir ehemmiyet veren babası vilayet mektupçuluğu
ile çok zamanı dışarılarda, payitahttan uzakta geçirmeye mecbur oluyordu.
Küçük İbrahim de bazen babasıyla beraber bulunduğu vilayetlerde tahsilini
ikmale çalışıyordu.
İkinci dereceli tahsili de Trabzon Vilayeti İdadisi'yle, İstanbul'da Vefa
İdadisi'nde geçmiştir.
Ali tahsilini hukukta ikmal eden Alaeddin 1 325 [ 1 9 1 O] senesinde
şahadetnamesini almış, o zamanlarda da şiire başlamıştır.
Tabiatın güzellikleri içinde yaşayan hassas ruhu pek erken heyecana
gelmiştir. İstibdadın kara ve karanlık günlerini derin ıstıraplarla geçiren ailesi
efradından bazı zabitler İttihat ve Terakki'nin o zalim hükümdara,
Abdülhamid'e karşı hazırladığı ihtilal hareketine bigane kalamamışlardı.
Tahsil ve terbiyenin verdiği vakar ve haysiyet-i hürriyeti muhafaza
hususunda da bir [s. 1 42] asabiyet vermekte idi. Daha Meşrutiyet'in ilk gün­
lerinde herkesin bayram yaparak neşelendiği devirlerinde, İbrahim Alaeddin'in
ailesi ilk kurbanını vermişti. Dayısı Muhtar Bey asiler tarafından öldürülmüştü.
Bu kurban genç İbrahim Alaeddin'e derin bir surette tesir etmişti. Hürriyetler
boğan, zekalar öldüren istibdada da, cehalete de düşman kesilmişti. O
zamandan hasıl olan bir his ile kendi de cehaleti, istibdadı boğmaya azmetmiş
bulunuyordu.
Yüksek bir tahsil, yüksek bir terbiye, yüksek bir ahlak ile mücehhez olarak
İstanbul'a dönen İbrahim Alaeddin bütün mevcudiyetiyle maarif ve matbuat
1 008 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

alemine atıldı. Hukuktan çıktığı zaman Hey'et-i İttihamiye zabıt katibi, Adliye
Kütüphanesi memuru olmuştu.
Resmi dairelerde memur olmak tazyiki veya mecburiyetleri ile haysiyetini,
hürriyetini feda etmekten kaçıyordu. O zelil hayatı şu "Kalemde" unvanlı
manzumesiyle tehzil ediyordu:

"Amir geçiyor, kalk!


- Ne için sanki bu kalkmak
Evlat daha zihnin buna yatmaz; adam olmak
Amirlere hürmetle olur.
- Ya? ...
- Hele sen bir
Başkatibe bak; böyle yetişti. İki bindir
Mahiyesi şimdi ..
-İyi, hayta ki değersiz
Üç gün oluyor zannederim yok idiniz siz
Enzar-ı vakuranesi ikdam okurdu
"Marsilya bizim mi?" diye benden soruyordu.
- Bak sen hele cahil herife görmemiş ilmi
[s. 1 43] Marsilya o Bulgarya'dadır öyle değil mi?
Biz çok okuduk bunlan rüşdiyede illin
Hiç faydası yoktur bu kalemde bana ilmin.
İ nsan ümeranın gözüne girmeli daim
K;\fi ki denilsin: "Bu efendi ne müdavim!"
Yerden olacak herkese kandilli temenna
Bayram günü tebriklere geç kalmamalı ha...
Başında bir iri fes katibane va'zıyla
Bütün bcray-ı tabasbus iliklenen o soluk
Redingotuyla alır bir eda-yı resmiyet
Kalem muhitini geçmez hayfil-i tengi onun;
Bütün düşüncesi "Aylık ne gün çıkar" sözüdür
Yanında her büyüğün ihtiram eder görünür;
Yürür aleyhine fırsat bulunca bukalemun!
Nasıl tenefü.ire değmez bakın bu süfliyet,
Ne kadri izzet-i nefsin, ne fikr-i hürriyet
Riyalı, kirli, soğuk bir ömür ki: Hayvanlık.
Kalem deyip de bu çirk-ab-ı levse saplanarak
Ölüp gidenlere, mahlule muntazır olarak
Sönen o lem'a-i efkar-ı nev-tulfıa yazık!. .. "
Bu memuriyet hayatı ruhuna uymadı. Haham Mektebi'nde Türkçe ve
hukuk dersleri veriyordu. Bütün bütün maarife atılmak istedi Maarif
Nezareti'nin açtığı bir müsabakayı kazanarak vaktiyle ikinci dereceli tahsilini
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1009

aldığı Trabzon vilayetine bu sefer ikinci dereceli tahsil vermek üzere Sultani
Mektebi edebiyat muallimi oldu.
329 [l 9 1 3] senesinde Maarif Nezareti tarafından edebiyat tahsili için
Avrupa'ya Lozan'a gönderildi. Pedagojiye meyli ziyade olduğundan
Cenevre'dekiJeanJack [s. 1 44] Rousseau Pedagoji İnstitutu'ne de devam ederek
hem enstitüden diploma hem de fakülte laboratuvarından tasdikname alarak
İstanbul'a dönmüştür. Darülmuallimin-i Aıiye'de terbiye, ruhiyat ve uslıl-ı tedris
dersleri verdi Selçuk Hatun İnas Sultanisi'nde Terbiye ve Ahlak muallimi oldu.
327 [ 1 9 1 2] senesinde Trabzon'da muallim iken Trabzon taburuyla Balkan
Harbi'ne gönüllü olarak iştirak etmiş ve oradaki ihtisaslarını Gönüllünün Gönlü ve
Rumeli'yi [Rumeli'ye Destdn-ı Harb] risale olarak Hilal-ı Ahmer menfaatine
bastırmıştır.
Hem şiir ve edep, hem terbiye ve felsefe vadilerinde memlekete ve gençliğe
hizmete başlayan İbrahim Alaeddin çocuklar için manzumeler yazdı. Çocuk
edebiyatına hiçbir ehemmiyet verilmediği bir zamanda onları düşünmek, onların
hislerini, zevklerini terbiyeyi düşünmek gibi büyük bir terbiyevi gaye takip
ediyordu.
327'de [ 1 9 1 3] Çocuk Şiirleri ni bastırdı. 328'de [ 1 9 1 3] Güfi
' Ü Gı1 adlı bir şiir
mecmuası neşretti.
Umumi Harp'ten sonra Selim Sırrı Darülmuallimin-i Aliye müdürü iken
İbrahim Alaeddin de müdür muavini idi. Vazifesinden başka hiçbir ihtirasa
kapılmayan Alaeddin bütün dikkat ve ehemmiyetini memleketin terbiyesini ele
alacak olan muallimleri hakkıyla yetiştirmeye hasretmiş çalışıyor, mektebin
çıkarmakta olduğu Tedrisat-ı lbtidaiye Mecmuası'm yaşatmaya uğraşıyordu.
Bir ara Darülmuallimin'de verilen serbest konferanslardan birinde Doktor
Mozohi dini bir meseleyi ilmi bir nokta-i nazardan tahlil etmiş ve hakikati ortaya
koymuştu. Mütareke'nin koyu karanlık, Halife'nin de vehimli ve çılgın zamanı
idi. Dini cereyanı temsil eden bazı gazete ve mecmualarda bililtizam meseleyi
alevlendirmek için makale yazarak: "Darülmuallimin-i Aıiye'de din aleyhine
konferanslar veriliyor, gençlerin terbiye ve tedrisi ile meşgul olacak olan genç
muallimlere dinsizlik telkin ediliyor, hilafetin makam olan İstanbul'da, padişahın
gözü önünde irtikap olunan bu cüret ve tecavüze nasıl göz yumuluyor." diye
feryada başlamışlardı.
[s. 1 45] Halifenin emri üzerine de konferansı veren doktor mahkemeye
çağırılmış, mektebin müdür ve müdir-i sanileri değiştirilmişti.
Bu vaka İbrahim Alaeddin'in ne sükunetine, ne de azametine tesir
edebilmişti. O yine maksadına doğru gitmekte idi.
Halife'nin İstanbul'dan firarı üzerine dava meselesi de ehemmiyetten
düşmüştü. İbrahim Alaeddin de Darülmuallimin Tatbikat Kısmı Müdürlüğüne
tayin edilmiştir.
1010 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

[s. 1 46] Lisanı ve Naznıı


İbrahim Alaeddin Servet-i Fünıln edebiyatından ilham alarak şiire başlamış
bir gençtir. İlk neşrettiği Güfl ü GU adlı şiir mecmuasında bu ruh ile yazılmış güzel
parçalan vardır. İnce, hassas ve rakik bir şairdir. Dili Edebiyat-ı Cedide ve onu
takip eden Fecr-i Ati şairlerinin dili gibi terkipli ve süslü bir dildir. Alaeddin de
yeni hislerini, yeni fikirlerini ifade etmek için zarif terkipler kullanmak ister, onda
da Fikret'lerin, Cenab'lann, Halid Ziya'ların kuvvetli bir tesiri görülür, şu
"Lane-i Tehi" adlı manzumesi o tesirin canlı bir numunesidir:

"Sema-yı leyle doğunca melekler enzan


Siyah saçlar içinde nigahını andım;
Tamam bir ay mütehassir geçen dakikaları
Bu leyi içinde telafi için hazırlandım.
Cebimde hep sana dair olan neşidelerim
Ve tab'-ı şuhunu okşar yığın yığın evrak;
Ümid-i zevk-i visalinle neş'e-dar olarak
Uzun sokakları hissetmeden koşup geldim.
Fakat bütün odalar lambasız ve küskündü
Senin firakına matem tutardı tekmil ev.
Benim bu ye'sime hatta acırdı nazra-i cev.
İnanmak istemiyorken bu hfıle ukde-i dil
Zavallı ellerimin ra'şelerle çektiği zil
Emellerim gibi bir anda çırpınıp söndü."
[s. 1 47] Alacddin'in Edebiyat-ı Cedide tesiri altında yazdığı bu manzume
dilinin gittikçe sadeleşmekte olduğuna da bir delildir.
Çanakkale'yi gezdiği zaman aldığı intibalarla yazdığı manzumeler sisli­
lesinden aldığımız şu: "Gurbet Denizi" unvanlı manzumeciği de ince bir hissi,
için için beslenen bir tahassürü yaşatmaktadır:
"Bu sabah semavi bir etek gibi
Sakin reflarınla hoştun ey deniz!
Sevdasız, avare bir yürek gibi
Hicran dalgasından boştun ey deniz!

Şimdi hangi derde düşüp bunaldın.


Hangi şifa bulmaz sevdaya daldın,
Kavga toprağından matem mi aldın?
Birden niçin böyle coştun ey deniz?

Şu esen poyrazın arkası kar mı?


Doğduğum sahile yolun uğrar mı?
Yürek serinleten bir müjden var mı?
Bunca yer dolaşıp koştun ey deniz!
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 101 1

Bir teselli umup dalmıştım yine


Mavi gözlerinin derinliğine.
Kalmışım dünyada gamlı bir sene.
Sen de gönlüm gibi loştun ey deniz!"
Alaeddin'in en sade, saf ve temiz dili, çocuklar için yazdığı o mini mini
sevimli manzumelerdedir.

Anne Sevgisi
Bir annenin iki yavrusu varmış;
En küçüğü beş yaşında kadarmış.
[s. 1 48] Bir gün anne küçüğünü severken
Çocuk demiş:
-Güzel anne seni ben
Ne kadar çok sevdiğimi bilmezsin,
Belki beni sen o kadar sevmezsin.
- Neden oğlum?
-Çünkü yavrun ikidir;
Senin gönlün iki aşk ile çarpar,
Benim yalnız bir sevgili annem var."
Bu ince hisli manzumelerle küçücük yavrular da hissi ve zevki tenmiye
fikrinde olan Alaeddin onlara köyleri, tabiatı, saffeti sevdirmeyi bilhassa hayatta
çok eziyet ve cefayı çektiği halde hiçbir takdir, hiçbir teşvik görmeyen köy
halkını, onların hayatını onların işlerini sevdirmeyi de unutmuyor, gözlerinin
önüne sade ve saf tabiat levhalarını serpiyor, "Çiftçiler" yaratıyor:

"Şu kavgalı, gürültülü şehirlerden uzakta,


Semaları ses görmeyen o mübarek toprakta
Ne şenlikli ömür sürer iyi kalpli çiftçiler.
Sabahleyin uyanırlar kuşlar ile beraber.

Güneş doğar, ekmeklere altın yaldız serpilir.


Çiçeklerde parıldayan esas çiğler belirir.
Korusunda bülbül öter fısıldayan derenin;
Kuzuların sesleriyle sonra dolar her engin.

Rüzgar girer gökyüzünü kucaklayan tepeden


Yelpazeler ekinleri uzaktaki değirmen,
Çiftlik halkı birer birer işlerine dağılır.
Çift sürülür bir taraftan koyunlar da sağılır.

[s. 1 49] Büyükbaba çocuğuyla dinlenirken ormanda


Büyükanne tereyağı, kaymak yapar bir anda.
1012 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Küçük kızlar çalılardan çiçek, yemiş devşirir.


Anneleri külbesinde taze ekmek pişirir.

Akşam olmuş, güneş artık yavaş yavaş sönüyor.


Kasabaya sauş için giden oğul dönüyor.
Meleyerek ağıllara giriyorken kuzular
Toplanırlar bir sofraya ana, baba, yavrular.

Hazin hazin kaval sesi ovalara yayılır,


Çiftçilerin şenliğine doğan ay da bayılır.
Yalan, hile asla girmez bu köylerin içine;
Aldatanın, yalancının bu yerlerde işi ne?

Keder olmaz, hastalık yok, çünkü sağlam havası;


Gönüllere şifa verir o yıldızlı seması
Beğendinse bu çiftliği ey mektepli vatandaş!
Şu kavgalı, gürültülü şehirlerden uzaklaş!''
İbrahim Alacddin'in ciddi makale ve eserleri de vardır. Nesri de sağlam ve
temizdir. l 338 i l 922] senesinde bilhassa Harb-i Umlııni'nin fecayiinden
mülhem olarak yazdığı Sulh vt Harp unvanlı mektep piyesine mukaddime olarak
yazdığı parçadan bir kısmını okuyalım:
"Hu küçük risaleyi teşkil eden satırlar; glınigurı fecayii tamamen yaşanmış
ve hissedilmiş uzun harp senelerinin belki zayıf: fakat herhalde samimi izleridir.
Bl'n, dimağ ve asabımın bu intibaatını gençler arasında kabil-i temsil olacak bir
fantezi halinde toplamayı tercih ettim. :\faksadım; Cihan Harbi m uvacehesinde
mensup olduğum neslin -alelade vakalar ve tesirler fevkinde kalabilmek şartıyla­
duyduklannı ve düşündüklerini müstakbel nesle nakil ve isale ve onlan hadisat-ı
alem için terkibi bir surette düşünmeye, yani tefdsüfe sevk ve imale etmektir.
[s. 1 50] Zaten genç l iği n in nesc-i rı'.'ıhisini örecek edebi saurların bittabi daha
yüksek vasıf ve kıymette, fakat buna mümasil mevzu ve m ahiyette olması lazım
geleceği kanaatindeyim. Kız veya erkek mekteplerinde gençlere tam bir itminan
ile tevdi edilebilecek eserlerin ne kadar az olduğuna ve telkin, terbiye kudreti
hakkında biraz kanaat ve endişesi bulu nan muallimlerin ne derece müşkülata
uğradıklanna şahidim. Bizim Divan edebiyatımızla onu takip eden
ncşriyatımızda mazbut ve temiz mevzuları, dürüst ve pürüzsüz lisanlan ve
bilhassa düşündürücü mahiyetleriyle klasik şeraiti haiz yazılar kafi derecede
mebzul olmadığından bu kabilden tecrübelerin pek müfit olacağını kuvvetle
zannediyorum.
Bu temsildeki tasviratı ben Çanakkale H arbi sahnesindeki müşahedata
medyunum. Ve temsilin kız mekteplerine vech-i münasebetini temin eden tezini
de Çanakkale'yi ve bütün harp focayiini uzaktan, İsviçre'nin sükun ve tefekküre
müsait muhitinden düşünür ve başka türlü bir insanlık mali-hülyasını kavrarken
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 013

tasarlıyordum. İsveçli Elen Key'in Çocuk Asn'nda beşeriyeti istıfa ile atiyen
mükemmelleştirmek, kadın ve çocuk vasıtasıyla bir inkılab-ı mes'lı.d ihzar etmek
hususundaki kanaatlerine iştirak ediyordum. Kezalik Romain Rolland'ın Grivdain
Fevkinde ismindeki makaleleri, Freud'un "Sevaik-i Tabiiyenin Tahvil ve İ'lası"
nazariyesi fevkinde ve Profesör Claparede'in harp içinde intişarı eden Çocuk
Ruhiydtı'na dere ettiği mukaddime gibi yazılarında sulh-i müebbed hülyasını
takviye ediyordu. O rlı.h-şinas mütefekkir bu mukaddimesinde diyordu ki: "Bu
kitabın an-ı intişarında bütün Avrupa izmihlal içinde, maddi ve manevi izmihlal
içinde bulunuyor. Bu gün bi-kudret şahitleri bulunduğumuz şu irtica'-ı
vahşiyaneye acaba istikbalde mümaneat nasip olacak mı? Mücadelenin en
iptidai şekillerine bu ani rücfılar; şüphesiz fazla ihtiraslli metalipten ve o
metalibin hak, ahlak ve medeniyet esaslarıyla telifine imkan bulunmamasından
ileri geliyor. Sulh-ı cihan için bu kadar meşum olan hod-gfun temayülleri tahvil,
başkasına hakim olmak [s. 1 5 1 ] meylini, kendisine hükmetmek itiyadına tebdil
ve uhuvvet hislerinin intişanını teşvik gibi çareler belki insaniyete devamlı bir
sulh ve saadet temin edebilirdi. Fakat küçüklüğü, ihzar etmeden insanı ıslah
etmek kabil olmuyor. Bir eski darb-ı mesel "Çocuk eb-i insaniyettir." diyor... ilh.
Görülüyor ki mini mini vücutlardaki nispetsiz başlar gibi bu tez de eserin
kıymet ve keyfiyetine göre külfetlidir ve ben bu satırları yazarken Fuzfili'nin:
Şem' başından çıkarmış şevk-i dlı.d-ı kakülün
Böyle klıteh-ömr ile başındaki sevdaya bak!
beytini hatırlayarak kendi kendime gülümsüyordum. Çok isterdim ki tarz-ı hayat
ve iştigalim, bilhassa kudretim bu tezi etraflı bir eserde veya büyük ve kuvvetli
bir piyeste arz ve müdafaaya müsait olsun. Hülasa bu tafsilat ile şu temsilin
vücuda gelmesine sebep olan amilleri tahlil ve arz etmiş oldum zannediyorum.
Üslup meselesine gelince: Ben mevzuun münasip addettiğim cihetlerinde
lisan ve vezin hususunda tenevvüler ihtiyar ettim. Hitabe mevkiinde aruzun
ahenk ve kudretinden, mükaleme esnasında hece vezninin sadegi ve
suhuliyetinden müstefit olmak zevkime daha tabii geldi. Tali tahsilde bulunan ve
bu manzumeleri okuyacak ve belki kısmen ezberleyecek olan gençlerin
edebiyatımızı teşkil eden neviler ile ünsiyetlerini tezyide medar olması itibarıyla
bu tarz-ı hareket mektep ve terbiye endişelerimle tevafuk etti.
On iki sene evvel neşrettiğim Çocuk Şiirleri o zamandan beri biraz
serpildiğini gördüğümüz çocuk edebiyatına mini mini bir pişva olmuştu. Ümit ve
temenni ediyorum ki bu küçük kitap da edebiyat-ı şebab için naçiz bir
mukaddime teşkil edebilsin."
İbrahim Alaeddin'in şu küçük mukaddimesi edebiyat, gaye, sanat ve zevk
itibarıyla da kanaatlerine bir numune olduğundan aynca bir kıymeti haizdir.
[s. 152] Sulh ve Harp piyesinde Sulh ağzından söylediği şu aşağıdaki sözlerde
Tarih-i Kadfm'in ve Ha/JJJc'un Defteri'nin kuvvetli izleri vardır:
1014 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

"Yine eyvah yer boyandı kana;


Yine Mirrih erişti maksadına,
Sanki dünyayı bir duman bürüdü,
Rub'-ı meskun akın akın yürüdü.
Boşalıp memleketler insandan
Doluyor her saat mezaristan.
Söndü iksir-i sulh olan nefesim
Köpüren gayz içinde durdu sesim.
Söyledim harbin afet olduğunu,
Söyledim hakların boğulduğunu;
Ne yazık kimse bir şey anlamadı. ..
Hırs u gafletle adem evladı
Yine beyhude çarpışıp duruyor,
Yine haktan da hepsi dem vuruyor.
En sefil ihtirasa hak diyerek
Nice bin hakkı pay-mal etmek
Edip alet mukaddesatı ona
Bağlamak hırsı gayret-i vatana.
Bir kıvılcımla bin alev yakarak
Hak içindir deyip tutuşturmak.
Zuara lokmasıyla sedd-i huzlız
Ve bu haz saikiyle mahv-ı nüfüs.
Her zaman aynı kanlı efsane
Sonra ekme! diyorlar insana..
[s. 1 53) Yükselip irtifa alırsa zeka
Görünür kainat içinde ona
Şöyle yumruk kadar zavallı küre
Boğuşur orda bir yığın haşere.
Öyle biçare bir yığın ki eder
Gadr u alam-ı dehre zamm-ı keder
Kendi bir set örüp girer, çıkamaz,
Put yapar, bend ü mahv olur, yıkamaz.
Birinin sıkletiyle bin ezilir,
Hepsi bir türlü ıstıraba esir.
Öyle bir karban-ı gam ki beşer
Hep bu çölden nasibi cür'a-i şer.
Bu kadar acz u za'f içinde yine
Kurulur adem ekmeliyetine.
Türlü vahi kuyuda bağlanarak
Lahzacık ömr içinde çırpınmak,
Rızk-ı naçiz arzı insanca
Beşerin fahri: Akl u vicdanca
Bulmamak bir buluşmak imkanı;
Bu mu mahllık-ı ekmelin şanı? ...
"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1015

İbrahim Alaeddin insani fikirler besleyen gençlerdendir. Şu yazılarında da


görüldüğü vechile o bütün insanların kardeş olarak daimi bir sulh ve salah içinde
yaşamalarını isteyen yüksek ruhlu ve yüksek fikirli insanlardandır. Bu eserinde
santimantalizmden ziyade entelektüalizme yaklaşır. Fikret'in Ha!Uk'un Defteri gibi
esası itibarıyla talimi (didactique) bir parçadır. Mamafih içinde hassasiyete, rikkate
ve lirizme numune olan yerleri de vardır. Rıza [s. 1 54] Tevfık'in koşmalarını
andıran ve Türk bestekarlarından Mı.isa Süreyya ile Sami Goldenberg
tarafından bestelenmiş olan şu küçük şarkısının bazı mısraları ince bir hassasiyete
numunedir:
"Bu sessiz matemin nedir sebebi?
İnsanın içinde düğüm bağlıyor
Siyahlar örtülü anneler gibi
Her lahde kapanmış toprak ağlıyor.

Kandan çiçek açmış genç bedenleri,


Solgun emel gibi hep çemenleri;
Andıkça uzakta bekleyenleri
Kalbimi bir derin elem dağlıyor.

Üstünde her köyden getirip bir iz


Dolaşan rüzgarlar kalır habersiz,
Eteğinde hicran okuyan deniz
Birikmiş gözyaşı gibi çağlıyor . . . "

İbrahim Alaeddin hece ve aruz vezinlerini muvaffak.iyede kullanan genç


şairlerdendir. Lisan-3.şina ve sanat-şinas olduğundan ancak bir terbiye ve bir
sanat gayesi takip ederek yazı yazar idealist bir gençtir. Harb-i Umumi gibi en
buhranlı, en karanlık zamanlarda ahlaki metanetinden, iradeli haysiyetinden en
ufacık bir fedakarlıkta da bulunmamıştır. Gençlik için kuwetli bir numune
olabilecek şahsiyetlerdendir.230

230 İbrahim Alaettin Gövsa 29 Ekim 1 949'da Ankara'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Şiir: Çanakkale İzleri ((1926), Acılar (1941).
Yazılar: Şen Yazılar (1926), Nazij'ten Hamid'e Ahiretten Mektuplar (1932), Söz Qpunlan (1942).
Sözlük ve Ansiklopedi: Yeni Türk liigati (1930), Talebe liigati ( 1 93 1), Meşhur Adamlar
An.ıiklopedisi 1-IV (1933-1936), Elli Türk Büyüğü ( 1940), Türk Meşhurları Ansildopedisi ( 1945- 1946), Re.ıi.mli
Yeni liigat ve An.ıiklopedi: An.ıiklopedik Sözlük 1- V(I 9 1 947-1954).
Biyografi: Vıcwr Hugo ( 1 93 1), Fuzuli (1932), Nedim (1932), Ömer Hu,yyam (1932), Nabi (1933),
Sü�man Nazif Hu,yatı, Kıtoplan, Mektuplan, Fıkra ve Nükteleri ( 1 933), Saha� Sevi.
Eğitim: İlle Gençlik Hakkında Ruhiyat ve Terbiye Tetkikleri ( 1 92 1), Bedii. Terbiye (1 925), Çocuk Ruhu
( 1926, Çocuk P.ıiko/,qjisi adıyla 1 940), Ruhiyat ve Terbiye (1929). (Haz. notu)
Ercümend Ekrem (Talu)
ERCÜMEND EKREM

Hayatı
Ercümend 1 304 senesinde [1 888] İstanbul'da Boğaziçi'nde İstinye'de
doğmuştur. Babası Recaizade Mahmud Ekrem ve büyükbabası Recai
Efendi'den bir fitrat-ı şairaneye tevarüs eden Ercümend daha küçücük çocuk
iken şefkatli ve ihtimamlı bir terbiye altında büyümüştü.
Recaizade Ekrem çocuklarına çok bağlı, müşfik bir baba idi. Kalbi onların
aşkıyla sızlar, onların aşkıyla, düşüncesiyle çarpardı. Büyük oğlu Nijad ile
Ercümend'i mürebbiyelerle büyütmüştü. Sıhhatlerine ufacık bir anza gelse
uykusunu feda ederek onların başında oturur, iyileşmeleri için uğraşırdı.
İlk tahsillerini mahalli mekteplerde gören bu iki kardeş ikinci dereceli
tahsillerini hususi muallimlerden evde görüyorlardı. Filhakika çocuklarım
mektebe de vermiş ve orada bırakmayı da arzu etmiş olan Recaizade Ekrem,
büyük oğlunun hastalığı üzerine her ikisini mektepten alarak hususi surette
yetiştirmeyi tercih etmişti.
Büyük oğlunun daha küçük yaşta iken şiir ve inşaya merakı, Türkçe,
Fransızca manzumeler yazması bu muhabbetkar babayı sevincinden çıldırtı­
yordu. Fakat bütün ümitler ve saadetler uzun sürmedi. Büyük oğlu Nijad'ın
vefatı, Recaizade'yi ruhundan, kalbinden sarstı. Birini göz yaşlarıyla topraklara
gömen baba, olanca aşk ve iştiyakını diğer oğluna hasretti.
Ercümend, Türkçeyi Tevfik Fikret'ten öğrenmişti. Ekrem gibi bir babanın
oğlu, Fikret gibi bir üstadın şakirdi olan Ercümend, lisan ve edebiyat
hususlarında büyük istidatlar gösteriyordu.
[s 1 56] Babası aynca muallimler tutarak oğluna Fransızca, İngilizce ve Eski
.

Yunanca'yı da öğretmişti.
Bu suretle tahsilini tamamlayan Ercümend 1 32 1 [1 905] tarihinde memuren
hükümet vazifesine dahil olmuştu. Bir sene sonra Düyı'.ln-ı Umumiye idaresinde
açılan bir müsabakaya iştirak ile Meclis-i İdare Mütercimliği'ne intihap olunmuş
ve 1 324 [1908] senesi inkılabına kadar o vazifede kalmıştı.
Meşrutiyet'i müteakip Meclis-i Ayan Mütercimliği'ne geçmiştir.
1 329-1 330 [19 1 3- 1 9 14] senesinde Bab-ı Aıi Teşrifat Dairesi'ne memur
edilmiş, Mütareke esnasında da bir müddet Matbuat-ı Umumiye Müdüri­
yeti'nde bulunmuştur.
1 020 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ercümend Ekrem bilhassa Fransızca gazetelere makaleler yazmak suretiyle


edebiyat alemine girmiş ve kendini tanıtmıştır.
Türkçe gazete ve mecmualara da manzum ve mensur eserler vermeye ve
bilhassa Meşrutiyet'ten sonra ve harp esnasında bazen gazetelere tefrika suretiyle
bazen de kitap halinde hikayeler ve romanlar yazmıştır.
Bir zamanlar Tercüman-ı Hakikat gazetesinde Ebü'l-Muvakkar imzasıyla
edebi, içtimai ve siyasi makaleler de yazmıştır. Kopuk, Sabir Ejendi'nin Gelini, Gün
Batarken, Evliyayı Cedid, Asriler gibi matbu eserleri de vardır.

[s. 1 57] Lisanı ve Sanatı


Ercümend, yazılarında bir hususiyet göstermek istemiş, bilhassa mizah
vadisinde yazılara temayül göstermiştir. Evliyayı Cedid namıyla yazdığı eserde ve
daha birçok makalelerinde hezel vadisinde (satires) bir eda (expiression) göstermiş,
kalemini eski vadiyi takliden mudhikeler yazmakta tecrübe etmiştir. Bu yolda
yazılmış bazı güzel yazılan vardır. Bundan maada "Sabir Efendi'nin Gelini" gibi
ve daha sair bazı hikayelerinde de ruhi ve tasviri muvaffakiyetler göstermiş, bazı
tipler (!ypes) yaratmıştır.
Kari'lerini sıkmadan okutacak bir ifadeye, bir suhlılet-i beyana maliktir.
Edebiyat-ı Cedidenin muhtelif şahsiyetleri gibi gerek üslup (sryle) gerek meslekçe
muayyen bir hususiyet ve mümtaziyet göstermemişse de kendini edebiyata
hasrederse mesleğinde bariz bir hususiyetin tecellisi mümkündür.
Ara sıra yazdığı manzumelerde de gayr-i şahsiyet (impersonalite) vardır.
Bazen nazire yollu bir gazel, bazen eski vadide bir hezeliye, bazen de yeni bir
sanat kaygısıyla kafiyelere, ahenge, biraz da manaya ehemmiyet vererek bir şarkı
yazar. Fakat bütün bunlar bir nevi fantazyadır lfantasie). Bir meslek-i edebi arz
edecek mahiyette değildir.
Son zamanlarda intişan eden edebi mecmualardan rann mecmuasına da
muavenet-i kalemiyede bulunmuş, orada da bazı parçalan çıkmıştır:

Şarkı

Yeter, saki harab oldum içirme,


Şarabınla beni benden geçirme
Bugün cananımı görmek muradım,
Yeter, saki! Harab oldum içirme.

[s. 1 58] Unutturma bana an-ı visali,


Gözümden kaçmasın yarin hayali,
Sana olsun bütün sonra vebali
Yeter, saki! Harab oldum içirme!..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1021

şarkısında veznin tatbiki, fikrin ifadesi, hatta kafiyelerin tatbiki itibarıyla da bir
eskilik çeşnisi vardır. Fikir itibarıyla o eski şarkılarda görülen besatet bunda da
mevcuttur.

Ercümend Ekrem'in Diyarbekirli Said Paşa merhuma nazire olarak yazdığı


şu gazel de eski tarzda manzume yazmak iktidarını gösterir:

"Baktım ahkam-ı cihana, kabil-i icra değil;


Aıem-i fani değişmiş, bildiğim dünya değil.
Meclis-i rindin dağılmış, mutriban etmiş sükut
Kase-i minada kan var, bade-i sahba değil
Bar-ı gam altında demler, eylemiş aşka veda,
Şair ü sili vü mutrib mful-i sevda değil
Serteser solmuş çemenler, gülsitan olmuş harab,
Bum öter hep bahçelerde bülbül-i şeyda değil.
Mübtela herkes gibi biçare derd-i diğere
Ağlatan Mecnun'u şimdi hasret-i Leyla değil.
Yad edip geçmiş zamanı ağlıyor kevn ü mekan
Duyduğum bu ah u şiven başka vaveyla değil.
Cümle mahlukata arızdır bugün aynı keder
Bu elemden hiçbiri hakka ki müstesna değil
Öyle dikkatle görüp ettin ki tasvir Ercümend
Bir hakikattir senin bu yazdığın rü'ya değil"

Ercümend Ekrem'in mizahi yazılarına da şu hikayesi bir numune teşkil


edebilir:

Tenbel Harcı
- Genç hizmetçi: (Odadan içeriye girer) Tahsin Bey'in evı burası mı
efendim?

- Hanım: Burası kızım! Ne istiyorsun?

-Hizmetçi: Bir hizmetçi kız arıyormuşsunuz. Ali Paşa'lann hanımı söyledi.

- Hanım: Evet kızım! Seni onun için mi gönderdi?

- Hizmetçi: Evet hanımefendi! Galiba size de söylemişler.

- Hanım: Söylediler! Sen iyi ütü de bilirmişsin. Adın ne kızım?

- Hizmetçi: Gülter!

- Hanım: Pekala! Bohçanı beraber getirdinse bugünden işe başlayıver. Bak


ben sana çok fazla aylık veremem.

- Hizmetçi: Zaran yok.


1 022 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

- Hanım: Ayda üç yüz kuruş. Vakıa az, az ama sen de daha gençsin kızım.
İnşallah zamanla artUnnz. Hem bak onu da söyleyeyim . Bu evde hemen
hiçbir iş yok gibidir. Ben gayet alçakgönüllü bir karıyım. Seni bir hizmetçi
gibi değil, adeta evlat gibi tutacağım.
- Hizmetçi: Allah ömürler versin efendim!
- Hanım: Elbette! Cenab-ı Hak hepimizi bir yaratmış, cümlemizin namazı
bir kılınacak.
-Hizmetçi: Eksik olmayın efendim!
- Hanım: Onu diyordum: Bu evde seninkisi hizmetçilik değil, adeta
hanımlık, ben hiçbir işe kanşmam; beğendiğin gibi yaparsın. Zaten ne iş var
ki? Sabahlan, namaz vakti yataktan kalkar, mangala kömür [s. 1 60)
dökersin, beyin kahvesini, benim kahvemi pişirir, getirirsin. Sonra çocuklar
uyanır, onlann çayını, kahvaltısını hazırlar, yedirirsin, anlıyor musun
kızım?
- Hizmetçi: Evet efendim!
-Hanım: Görüyorsun ya, hiçbir iş yok gibidir. Sonra? Ha . . . Oturma
odasının toplanması, süpürülmesi, beyin üstü başı, çocukların sökükleri,
bunlar hep sana aittir. Buna da hizmet denilmez ya!
-Hizmetçi: Tabii efendim.
-Hanım: Bizim aşçı kadının elleri sıcak suya dayanamıyor. Bulaşığı da sen
yıkarsın. Saat dokuz buçukta bu işlerin hepsi biter. Uşağımız, kahyamız
yok. Alışverişe sen gidersin. Bey meraklıdır, hasis değildir, ama müsrifliği
de hiç sevmez, onun için çarşambaları Fatih'e, perşembe günü Arab
Camii'ne, salı günü Tophane'ye, cumartesi Beşiktaş'a pazarlara gider, her
şeyi daha ucuz alırsın. Bu da iş değil a!..
-Hizmetçi: Elbette efendim.
-Hanım: Öğleyin eve geldin mi sofrayı kurar, çocukların sefer tasını
mektebe götürür bırakırsın. Sen gelinceye kadar ben yemeği yemiş olurum.
Sofrayı kaldırır, bulaşığı yıkar, yine kahvemi pişirir getirirsin. Bak ben
öğleüstü uykuya yatarım. O zaman sen de serbestsin. Ya ütü ütüler yahut
sökük diker, yorgan kaplarsın . . . İkindiye kadar görüyorsun ki bizim evde,
her yerde olduğu gibi hizmetçileri işe boğmak yok değil mi kızım? . .
- [s. 1 6 1 ) Hizmetçi: Öyle efendim!..
-Hanım: İkindi oldu mu ben sana seslenirim. Uykudan çok fena uyanırım.
En son loğusalığımdan kaldı; kalçam tutulur, sana oğdururum. Çok değil
bir saat kadar . . . Ondan sonra beyin tepsisini hazırlar; mezelerini düzersin.
Sonracığıma da çocuklar mektepten gelir. Kannlan acıkmıştır. Onları
doyurursun değil mi kızım?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1023

-Hizmetçi: Peki efendim!..


-Hanım: Anladın ya evladım!.. Bizim evde hiç iş yok.
-Hizmetçi: Hanımefendi? ..
-Hanım: Nedir kızım?
- Hizmetçi: Danlmayın ama bir şey söyleyeceğim.
-Hanım: Aa! Söyle yavrum! Neden danlayım?
- Hizmetçi: Ben sizin evinizde yapamayacağım.
-Hanım: Neden?
-Hizmetçi: Çok tenbel harcı. . . Ben eski kapımda daha hamarat alıştı
idim! . 23 1
.

231 Ercüment Ekrem Talu, 26 Aralık 1 956'da İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır: Roman: Kopuk (1922), Kan ve İman ( 1925), Şevketmeap ( 1 925), Kundakçı ( 1926), Z,ı;yl-i Evliya­
yı Cedid ( 1925) Meşhedi ile Devr-i Atem (1 927), Gemi Arslam ( 1928), Meşhedi Arslan Peşinde (1 934),
Kodaman (1 934), Papel,oğlu ( 1938), Beyaz Şemsiyeli ( 1939), Bu Gönül Biiyle Sevdi ( 1 94 1), Çömlekoğlu ve Aile.ıi
( 1945).
Hikaye: Teraviht,en Sahura(l 923), Sevgilfye Masallar ( 1925), Kız Ali, Meşhedi'nin Hikiiyeleri (1926),
Gün Doğmayınca ( 1 927), Güldüren Kıtap ( 1928).
Oyun: Erenler ( l926).
Albüm: Dünden Hatvralar ( 1 945).
Diğer: Teni Kıraat (Sabiha ve Zekeriya Sertel ile-1 928)
Tercüme: Cüceler ve Devler Memleketinde Gul!Wer'in Sı;yahatleri (Swift'ten 1 935), Korku (Zweig'dan
1 944) (Haz. notu).
Halide Edib (Adıvar)
HALİDE EDİB

Hayatı
1 300 tarih-i hicrisinde [1 884) İstanbul'da doğan Halide Edib Hanım'ın
pederi Borsa Reji Nazın Edib Bey'dir. .

Bir zamanlar Üsküdar'da Sultantepesi'nde otururlardı. Pek küçük yaşından


beri Halide Hanım ihtimamlı ve nazlı bir terbiye altında yetişmişti. Babası
kendisini bilhassa İngiliz mürebbiyeleriyle büyütüyordu.

Pek ufak tefek, pek çelimsiz bir çocuk olan Halide, babasının daimi
korkularına, şüpheleriyle, endişelerine meydan veriyordu. Talim ve terbiyesi
kadar sıhhatiyle de alakadar olan babası doktorlara, hekimlere müracaattan hfili
kalmıyordu. Fakat çocuk bir türlü gürbüzleyip toplanamıyordu.

Halide Hanım'ın fikren ve istidaden inkişafına bilhassa, devam ettiği


Amerikan Kız Koleji vesile olmuştu.

O zamanlar Constantinope College namındaki Amerikan Kız Mektebi


Üsküdar'da idi. Bu mektebe devam edebilen Türk ve Müslüman çocukları pek
az ve pek nadir idi. Abdülhamid idaresinin sıkı istibdadı ve sıl-i tefsirleri çocuk
babalarını korkutuyor, isteyenler de çocuklarını ecnebi mekteplerine kolaylıkla
vermeye muvaffak olamıyorlardı. Bu tazyikata rağmen Edib Bey kızını
Amerikan mektebine verebilmişti. Halide Hanım bu mektepte başladığı tahsilini
ikmal etmeye muvaffak olmuştu.

Mektepte öğrendiği İngilizce, musiki ve bazı fenler fikren tenmiyesine


hizmet ediyor, fıtratında mevcut olan zekayı keskinleştiriyordu.

[s. 1 63) İçtimai hayatta yeniliğe doğru atılan bu adımlar Halide Hanım'ın
maneviyetinde de birtakım yenilikler doğuruyordu. Okumaya büyük bir
meftuniyet duyuyor, musikiyi seviyor; fakat sıhhatini kuvvetlendiremiyordu.
Gittikçe inceliyor, eriyordu. Bu cihet ailesinin endişesini arttırıyordu. Amerikan
mektebinde gördükleri Türkçe lisanı da basit ve az olduğundan o cihetçe de
birçok noksanları kalıyordu. Edib Bey kızının bu eksiklerini düşünerek tahsil ve
malumatını hususi dersler ve yardımlarla kuvvetlendirmeyi düşünmüştü. O
aralık garip bir tesadüf eseri olarak Feylesof Rıza Tevfık'le tanışmaları Halide
Hanım için pek hayırlı ve mesut olmuştu. Bu muarefeyi Rıza Tevfik şöyle
anlatır:

"O hanımı tanıyışım tuhaf bir tesadüftür. Pendik'te o zaman ahbaplardan


biri otururdu. Ben de ziyaretine sıkça giderdim. Orada Halide Hanım'ın
1 028 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

pederine rastgeldim. Kızı için pek müteessir oluyordu. Onda verem var diye
korkuyordu. Yanımıza çağırttılar. Biz de harem tarafında büyücek bir
odadaydık. Baktım yeldirmeli bir hanım girdi. Ama gayet zayıf, küçücük mini
mini bir hanım. On yaşında bir kız sandım. O vakit Amerikan mektebine devam
edermiş. Reji Nazın Nuri Bey: "İyi piyano çalar Halide Hanım!" dedi. Ve
hanım kız öyle yapmacıktan utanmak gibi, çekinmek gibi haller göstermeden
çaldı ve terennüm etti. Sesi de iyi idi. O gün ben de bazı şiirler okudum. Halide
Hanım Osmanlı şairlerini tanımıyormuş. Bu şiirlerle pek alakadar oldu. O gün
baktım konuşmaya, düşünmeye, okumaya meraklı bir kız. Bilakis ben neden
bilmem öyle hiç babası gibi hastalığı var diye bir şey zannetmedim. Çünkü kız
konuşmak istiyor, içini dökmek istiyor: "Bırakın konuşsun, dedim, hasılı ben iyi
ederim. Okurum, söylerim, masal anlatırım!" dedim."
diyor.
Rıza Tevfik bu suretle başladığı tedrisatına altı sene kadar devam etmiştir.
O zaman kendisi de o taraflarda oturur ve her gün atla gider gelirmiş. Halide
Hanım'da edebiyat merakını ilk uyandıran, hevesini, şevkini arttıran, istidadını
görüp tenmiyeye uğraşan Rıza Tevfik olmuştur. Rıza Tevfik: "Halide [s. 1 64]
Hanım'ın tabiatı birdenbire bir foware gibi fışkırdı ve ondan sonra da ilham
itibanyla öteye gitmede." diyor.
Halide Hanım kendisine "sanat heyecanını" ne zaman duymaya başladığını
soranlara cevaben:
"Zannederim on iki yaşımdan beri! İlk parçalarım hiç basılmadı. Herkes
gibi evvela jurnalimi karaladım. On dört on beş yaşlarında idim. Bazı mevzular
tevsi ederdim. Hocam Rıza Tevfik Bey beğenirdi. Mesela Hartib Ma'bedkr' deki
"Eller"i o vakit yazdım.
Evvela yazmakta hiçbir gayem olmadı. Yazmayı yazmak için sevdim. Bir
insanın nasıl sesi olur da söylerse ben de bir kuş öter gibi yazdım. Yazmak
hayatımın büyük bir hazzıdır. Ve kat'iyen şöhret düşünmezdim.
Çocukluğumdan beri içimden çıkmak isteyen bir sanat arzusu vardı. Çocukken
de hikayeler tasavvur eder, o vakit hikayelerimi bir aktris gibi oynardım."
diyor.
Filhakika Halide Hanım ilk yazdığı Hartib Ma'bedler unvanlı eseriyle kendini
tanıtmış bir edibedir. En güzel eseri de odur denilebilir; filhakika Halide
Hanım'ın ondan başka da eserleri vardır.
Halide Hanım mektebi bitirdikten sonra matbuata İntisap etmek istemişti.
Fakat daha istibdat devrinde kendini pek tanıtamamıştı. Mtider adlı yazdığı eser
bugün unutulmuş gibidir.
Halide Hanım'ı asıl meydana çıkaran Tanfn gazetesi olmuştur.
Meşrutiyet'ten yani 1 324 [ 1 908] İnkılabı'ndan sonra Tanin gazetesi intişarıa
başladığı zaman Halide Hanım birkaç hikaye yazmış Tanin'e getirmişti. İlk
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1029

zamanlar Tevfik Fikret'in, sonralan Hüseyin Cahid'in delalet ve tashihleriyle


Tanin'de intişar eden hikayeleri Halide Hanım'ı halka pek çabuk tanıtmıştı.
Ondan sonra Halide Hanım bir hayli eserler vermiştir.
Halide Hanım'ın ruhuna ilk tesir eden şair İngilizlerin Byron'ı olmuştur. [s.
1 65] Byron'ın müstehzi, reybi (sceptique), karanlık ve dinsiz ruhu Halide Hanım
üzerinde derin bir tesir ika etmiştir. Kendi tabirince ilk zamanlan Lord
Byron'ı232 tapınırcasına severmiş, sonralan Byron yerine Shakespeare233 ile İncil
kaim olmuştur: "Sima olarak bende en çok tesir yapan Shakespeare ve İngilizce
İncil'dir. Shakespeare ile İncil bana daima arkadaş oldular. Bunları müzmin bir
halde sever, beraber bulundurur ve okurum." diyor.
İncil'in tesiri Halide Hanım'ın birçok eserlerinde görülür.
[s. 1 66] Fransız şair ve ediplerinden de birçok intibalar almış olan Halide
Hanım Emile Zola'yı da "Bir insan ve bir hakikat adamı" olmak üzere takdis
ediyor: "Zola kadar büyük insan göremem. Kime benzemek istersin deseler
Zola'ya derim. Bütün büyüklüğüne rağmen Balzac'a tahammül edemem.
George Sand'ı 234 zaman zaman severim. Tamamıyla çok sevdiğim Daudet ile
Maupassant'dır" diyor. Evvela Garp edebiyatını tetkik ile zevk almaya başlayan
Halide Hanım, Rıza Tevfık'in tesiriyle Şark'ı da öğrenmeye başlayınca onlardan
da bir zevk almaya, onları da tatmaya alışmıştı:
"İlk Türk şairleri hakkındaki ihtisaslarını İngilizleri okuduktan sonra
Türklere dönmek suretiyle oldu. Ve en çok Hamid'i sevdim. Tabii eserleri içinde
evvela Makber'i, Ölü'yü okudum. O vakit on beşle on yedi arasında idim. Hamid'i

232 Lord Byron l 788'de doğmuş 1824'te ölmüş bir meşhur İngiliz şairidir. Anası tarafından

Stuart sülalesine, babası tarafından da Normandiya kahramanlarına mensup idi. Çocukluğunu


hastalıklar ve elemlerle İskoçya dağlarında geçirmişti. Anadan doğduğu zaman ayaklarının gayr-i
tabii bir şekilde olması gururunu incitecek istihzfilar celb ediyordu. Daha pek genç iken zevk ve
sefahat filemlerine anlmış ve bezmişti. Nihayet yirmi bir yaşlarında iken İngiltere'den çıkmış,
Avrupa'yı dolaşmış Şark'a kadar seyahat etmişti.
Yunan İhtilfili'ne iştirak ile Türklere karşı harp etmeye kalkışmış, fakat zaten zayıf ve harap
olan sıhhati buna müsaade etmediği için Missolonghi Muhasarası'nda ölmüştü. Dört kısımdan
mürekkep olan le pelerinage de Child HaroM, (ChiM Haro/,d'm Sergüzeştı) unvanlı eseri nam-ı müstear
alnnda kendi sergüzeştinden başka bir şey değildir. Meslek-i edeb itibarıyla hem tasnifıyeden
classique hem de fesaneviyeden romantique numuneler vermiş, her iki kısmıyla da alakadar olmuş bir
şairdir. Yüksek dehasıyla İngiltere'nin en yüksek şairlerinden addolunur. (İsmail Hikmet'in notu)
233 William Shakespeare 1564'te doğmuş, 1 6 16'da ölmüş, meşhur bir İngiliz şairidir. Babası

kasap ve yün taciri idi. Shakespeare on kardeşin en büyüğü idi. Fıtrattndaki istidat kendisini
tiyatroya sevk ederdi. Tiyatro kapısından seyircilerin hayvanlarını muhafazadan başlayarak sahnede
aktörlüğe, nihayet harikulade istidadı sayesinde facia-nüvisliğe kadar yükseldi: İngiltere'nin en
büyük haile ve sahne-nüvisi oldu. Halk umumiyetle saray sitayişkarı idi. Hissiyat-! beşeriyeyi onun
kadar doğru ve sağlam olarak ifade eden hiçbir şair yok idi. Otuz aln tane tiyatro yazmış ve
bırakmışttr. Hamlet'i, Othello'su Türkçeye tercüme olunmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
234 George Sand: İsmi Aurore Dupiu'dur. 1 804 tarihinde doğmuş meşhur bir Fransız kadın

romancısıdır. Hissi (sentimental) romanların en güzel enmfızeçlerini vermiştir. Efsanevi


(romanesque) hayalleri, ince, zarif bir ruhu vardır. 1 876 tarihinde ölmüştür. (İsmail Hikmet'in notu)
1 030 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bana Rıza Tevfik Bey izah ederdi. Sonra kendim sıra ile okudum. Tank'a mesela
bayılırdım. Eşber'den o kadar hoşlanmadım. Tank bana fevkalade bir eser
geliyordu. Bazı yerlerinde hakikaten hibraique235 şeyler var. Sonra Hamid'in
"Fatih Türbesinde" gibi epiğimsi (epique) şeylerine de bayılırdım. O vakit benim
nazarımda en büyük adam Rıza Tevfik Bey, en büyük şair de Hamid'cli . . ".

diyor. Fikret'ten bahsederken de:


"Ben Hamid'leri, Kemal'leri okuduğum zaman Fikret daha o kadar büyük
yazılarını yazmamıştı. 'Sis' ile benim üzerimde yıldırım gibi ani ve müthiş surette
saçıcı bir tesir yaptı."
diye ihtisasatını söylüyor. Halide Hanım bir ara da hesap dersleri almak
istemişti. Bunun için de Rıza Tevfik'in delaletiyle Salih Zeki muallim olarak
devama başladı. Bir müddet sonra aralarında (s. 1 67] husule gelen bir anlaşma
neticesinde Salih Zeki ile izdivaç etti. Salih Zeki esasen evli idi. İlk haremini
bırakmış Halide Hanım'ı almıştı.
Mt"şrutiyet'i müteakip Salih Zeki' den, o zaman için İstanbul'da pek yeni bir
tar.lda ayrılan Halide Hanım bir müddet iki oğluyla yalnız kalmış ve adeta
kendisini edebiyata vermişti . . .
Halide Hanım yalnız edebiyat ve sanat vadisinde çalışmakla kalmadı. Onun
içtimai ve siya�i sahalarda da faaliyeti vardır. Bilhassa son zamanlarda bu
faaliyeti edebi faaliyetinden çok ileri gitmiştir.
Harp esnasında Beyrut 'ta Cemal Paşa'nın maiyetinde talim ve terbiye
gayesiyle uğraşmış Darüleytam müdiresi olarak çalışmıştı. Mütareke zamanında
çoc ukları nı n talim ve tedris kaydıyla Robert Kolej civannda oturuyordu. Birçok
içtimai, inkılabi ve siyasi cereyanla ra kanşmış, hatta rehberliğe kadar varmıştır.
Mütarekenin son safahatında İ ngilizlerin tazyikatıyla hak ve hürriyeti ni
tamamıyla kaybeden İstanbul'da yaşamak imkanı kalmayınca zevci Doktor
Adnan'la beraber tebdil i kıyafet edip, bir köylü arabası tedarikiyle firar ederek
-

Anadolu'ya gitmişler ve milli harekete iştirak ederek sonuna kadar çalışmışlardır.


Nihayet İstanbul'un milli kuvvetler tarafından işgalinden sonra İstanbul siyasi
mümessilliğine tayin olunan zevci Doktor Adnan ile be rabe r tekrar İstanbul'a
dönmüş, yine siy asi ve içtimai hareketlerin rehberliğini deruhte etmiştir. Halide
Hanım Anadolu'da iken de gazetelere birçok eser yazmıştır. Fakat bu yazıları
mahiyeten sanatkarane olmaktan ziyade milli gaye ile yazılmış propaganda
eserleridir.

235 Hebrai'que: İbrani kültürü etkisi. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1031

[s. 1 68] Lisanı. ve Eserleri


Lisanı sarf, nahiv hataları, şive mugayeretleri ile mahmul olmakla beraber
cazip ve ateşlidir. Bilhassa hislerindeki kuvvet, heyecanlarındaki şiddet adeta bir
hassa-i sirayete maliktir. Şüphe yok ki; bir isti'dad-ı san'at mevcuttur.
Harab Ma'bedkr, Rôik'in Annesi, Seviye Talib, Handan, Son Eseri, Ateşten Gömlek
ve daha sair bir hayli eseri vardır. Birçokları hayat-ı hakikiyeden alınmış ve hatta
fiilen yaşanmış numunelerdir. Halide Hanım mesleken hakikiyeye (realisme) pek
mütemayil görünmesine, tabiiyyi'ma ve hakikiyyuna karşı teveccüh-kar olmasına
rağmen müteheyyiç ve cidalkar ruhu hayal ve ideal (mefkUre) arkasında koşmak­
tan vazgeçmemiştir, fitraten sentimental ve romantique yaratılmıştır. Hardb Ma'bed­
ler'inde tabiiye ve hakikiyeye yaklaşan Halide Hanım, Handan'ıyla vadi-i aşka
dalıp gitmiştir. Kalbi bir feryada pek benzeyen bu hikaye Halide Hanım'ın pek
sevdiği bir eserdir. Esasen eserlerini rüşeym halinde iken umumiyetle seven bu
edibemiz onları meydana çıkmış görünce eline almak istemez. Artık o eserler
kendisinin değildir:
"Yazdığım şeyi o kadar severim ki, baştan sonuna kadar bende, ruhumda o
eser ihtiraslı bir humma olur. Her eseri bitirdikten sonra artık bir şey
yazamayacağım hissi geliyor. Bütün ibda kudretimi, kelimelerimi, sanatımı
yazdığım kitaba sarf ettim ve tükendim zannediyorum. İçimde dolu olan o eseri
dışarı vermek için adeta kendimi boşaltıyorum. Ve ikinci bir şeye başlayacağım
zaman bir halecan geliyor. "Mevzu var fakat artık ben bir şey yapamayacağım.
Bende sanat ve sanatkarlık öldü." diye şüphe ve endişe ediyorum; başlayınca o
hararet, o humma beni tekrar sürükleyip götürüyor."
der.
Halide Hanım üsluba pek de ehemmiyet vermiyor. Belki buna Türkçede
nakıs kalan tahsili de tesir ediyor, fakat herhalde canlı, heyecanlı bir [s. 1 69]
lisan kullanıyor. Diliyle değil, kalbiyle söylüyor. Eserlerini malsain236, ahlaka
muzır bulanlar çoktur. Filhakika sanatı ahlakla müsavi tutanlar veya sanatta
ahlakı gaye olarak kabul edenler için bu itiraz doğru olabilir. Fakat tabii ve
hakiki bir musavvir-i vicdan, bir müşerrih-i hissiyat için bu itiraz varit olabilir mi
bilmem? Zola'yı da hakikatleri bütün çıplaklığıyla gösterdiği için itham etmiş­
lerdi. Halide Hanım da Maupassant vadisinde gitmek ister gibi görülür, fakat
kendisinde sufi (mystique) bir ruh da istişmam olunur. Ken'an Çoban/,arı unvanlıyla
yazdığı bir piyesi de Suriyeli üstad-ı musiki Vedi Sabra tarafından bestelenmiş ve
Robert Kolej'de kısmen temsil olunmuştur. Romanlarında yarattığı tipler
ölmeyecek kadar canlıdır. Hatta bazılarının yaşanmış bir hayatın hikayesi
olduğunu iddia edenler bile vardır:

236 Malsain (fr.): sağlıksız (Haz. notu).


1 032 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Eller
Ay yuvarlak, san çehresinin pınlulannı arza saçıyordu. Siyah yapraklar
arasında kayan gümüş teller gibi uzun ziyalar, uzun nur hadan çiziyordu. Gayr-ı
muntazam hatlarla temdit edilen esrarlı deniz lakayt, sakit, karanlık gölgeleriyle
üzerine eğilen iki silsile-i cibalin arasında incelenip, boğaza doğru uzanıyordu.
yalnız ayın nüfuz ettiği yerlerde sathi yapılmadan ahenkle kıvnldıkça ziya-dar
gamzeler yapıyordu. Çukurlarındaki zulmet, düzlüklerindeki ziya ile arz derin
bir uykuya dalmıştı. Eşyadaki sakit, naim-i hfil onunla hem-ahenk uyuyan
insanlığın sükuneti ortalığa müphem bir melal veriyordu. Kollarımı açık
pencereden dışarı çıkardım. Fakat rüzgar çoktan ölmüş, hava ağır ve baygın,
bütün eşya kendisini bu kadar sükunetle tetkik eden boşluk ve onun soluk
gözlerinin samt-ı esrarı karşısında bi-hfış idi. Bütün bu baygın fezada hareketten
kalmış eşyada esrarengiz, muhavvif bir baskı, bir tazyik hissediyordum ve
zannediyorum ki bir hafi kudret bu gece işitmek istediğim engin mazinin bütün
bekalarını, bütün eninlerini susturuyor.
Uzun müddet gözlerim alemdeki bu fevkalade gizli kudreti delmek için
bütün eşyanın en hafif kıpırtısını içmek istiyordu: Birdenbire kalbim gayr-i
[s. 1 70] tabii bir hevesle kabardı. Ruhum eşyaya karışacak kadar kainata dal­
mıştı. Ve o kainat bütün boşluğu ve alemleri ile yavaş yavaş kabarıyordu. Boşluk­
larda uzak bir beyazlık vardı.
Arz nihayetsiz bir zamandan beri kendisini ittiren bir kuvvetle yükseliyor;
aynı zamanda derin, aciz bir inilti yıldızlara kadar uzun, musir nagamatıyla
temadi ediyordu.
Ruhumun son bir kudretiyle görmek isteyerek kainata nazarım hullıl etti.
Dehşet! Boşluklar ve alemlerde bir boş nokta yoktu ki; gittikçe beliren parmak
uçlarından biri olsun. Her yerden bu sayısız, ince parmak uçlan uzanıyor, yavaş
yavaş namütenahi küçük eller beliriyordu. Yazık! Niçin bu sayısız eller açık
avuçlarıyla var olmak eziyetinden kurtulmak için yalvarıyorlardı?
Kainatı yayılıp susturan o hafi kudret bütün insanları derin bir uykuda
bulunduruyor, bu münacat eden elleri onlara göstermiyordu, fakat ben nefesim
tutulmuş olduğu halde ruhumda bütün ömrümde hissedeceğim bir vuzuh ile bu
elleri ve bu ellerin ma'na-yı iştika'sını görüyor ve hissediyordum. Mazinin temdit
olunmuş iğrenç kemik beyazlığıyla parlayan baygınlan arasında bu günün ter ü
taze genç parmaklan ve yarının doğmamış çocuklarının ipek elleri hep bu
ağlayan aheng-i elim ile kıvranıyor, şikayet ediyordu. Ah, bu mazinin çatal çatal
çürümüş, açık ölmüş elleri yarının doğmamak için yalvaran nazik parmaklan,
kimi var olmuş olmaktan, kimi var olunmaktan kimi de hayau bilmek açısından
kaçmak istiyordu. Bütün nisviyetin gizli teellümü ki, ruhum gece gündüz,
hayalde hakikatte hatta eşya ve fezada bile aks-ı sadfilannı, hayallerini, iniltilerini
duymaktan hariç olmuyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 033

Fakat ben ne kadar eziliyor, harap oluyordum. Bütün cinsimin hakikat-i


sela.letinin, fecia-i kaderinin tecellisi benliğim ve benliğimin her hissi, her elemi
yok oluyordu. o aralık ruhumun iştirak ettiği yeknesak, yumuşak, aşık bekarların
üstünden mahuf bir tarraka-i rft'd gibi samia-hıraş bir ses işittim; [s. 1 7 1] o ses
öteki hafif ahengi yavaş yavaş işittirmeyerek susturuyordu. Bu bütün boşluğu
dolduran korkunç seda yıldırım kudretiyle havada hareketler, bulutlar
uçuruyordu. Bütün bu eller cehennemvari bir azapla kıvranarak, büzülerek
çekiliyorlar, o hafı kudretin baskısı altına giriyorlardı. O zaman yukarı baktım;
perde-i ademi bile yırtarak taşan ma;;ı;i, göklere kadar irtikft eden hal,
dumanlarını yırtan ati kadınlannın ellerini ufak bir hareketle yerine gönderen
kudreti gördüm. O uzun, siyah tırnaklanyla, filemi gölgelendiren küremiz kadar
bir el idi! Acaba kader denilen şey bu muydu ki hafif bir ihtizazıyla binlerce
seneyi istediği gibi yoğuruyordu?
:Magripten maşnka kadar uzanan bu kara iskelet el bütün kainatı zulüm ve
istibdadıyla ezdikten sonra parmaklarını tehdit-amiz bir hareketle titretti; bütün
boşluk müthiş kasırgalarla dumanlandı ve o zaman ben hiçbir vakit
unutamayacağım korkunç, mütehakkim bir nida işittim.
Dedi ki:
"Ey her şeyi düşünücü olan bedbaht çocuk! Niçin ebediyen cinsin için
ağlar, niçin cinsinin karanlık mukadderatım 'niçin, niçin?'lerle aydınlatmak
istersin? Kadınlığın istekleri ebediyen boş kalmak, kadınlığın kalbi ebediyen
çiğnenmek, kadınlığın beyaz, vakur cephesi ebediyen ayaklarla ezilmek; işte bu,
muhitinin felsefe-i i'tiyadı. Bu muhitte hükümdarlar binlerce hemcinsini heves
girdaplarının altın sularında boğarlar, boyunlarına zincir, ayaklarına ipekler,
giran-baha kementler takarlar, etraflarına musanna zindanlar bina ederler ve o
biçareler, gözlerimizin önünde feci bir netice veyahut yalnız metruk bir ihtiyarlık
hayfil-i giryamyla sakit ve sftmit elleri, işitmeyen semaya küşade-i ruhlarıyla
ebediyen ağlayarak, zavallı gafil çocuk, doğmuş doğacak, gelmiş gelecek bütün
cinsin hep muhtelif safha ve muhitlerde bu sefalet, bu biçarelikle inlemiyor mu?
Ve inlemeyecek mi? Bilir misin ki kadınlığın ebedi biçareliği olmasa, ne şiir ne de
zevk olurdu. Biz [s. 1 72] ezilir, biz ağlar, siz inler, siz isyan edersiniz. Elleriniz
ebediyen semavata açık, yok olmak istersiniz. Fakat her neslin kadınlığı diğer
nesle şiir, zevk, düşünce ve eğlence olmak için daima gözyaşları ve kanları içinde
boğulur!"
Halide Hanım burada gerek mefkure gerek ruh, gerek his, gerek heyecan
hatta gerek üs!Up cihetiyle tamamıyla Edebiyat-ı Cedide tesiri altındadır.
O da mutantan cümleler yapmak, ince, rakik, hissi, hayali fikirlerle ortaya
çıkmak bütün manasıyla şair görünmek hevesindedir. Süslü kelimeleri,
tumturaklı terkip ve cümleleriyle de o ruhtan müteessirdir. Şu kadar var ki,
cümleleri, tertipleri daha düşünceli ve daha uygundur. Görülüyor ki; daha bir
takayyüt altında yazıyor, kendi kendine murakabe ediyordu. Benliğine itimat
1034 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

ettikten, hüviyetine sahip olduktan sonra lisanına bir perişanlık arız olmuş, fakat
hissiyatına ve tasvirauna bir kuvvet ve sanat hakim olmuştu.237

237 Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964 ıarihinde İstanbul'da vefat etmiştir.
Ro:nıanları: Heylll.ô. ( 1 909); Raik'in Annesi ( 1909); Seniye Talip ( 1 9 1 0); Handan ( 1 9 1 2); S-On Eseri
( 1 9 1 2)reni Turan ( 1 9 1 2)?;?; Meıı 'ud Hülr.üm ( 1 9 1 8); Ateşt,en Göm/,ek (1 923); Kalb Ağrısı ( 1924); Vurun
Kalıfl'Ye (1 926); zryno'nun Oğlu ( 1928); Sinekli Bakkal ( 1936); rolpalas Cinqyeti (1937); Tatarcık( 1939);
S-On.ıuz Panqyır (1946); Döner .1Jına (1954); Akik Hanım Sokağı ( 1958); Kerim Ustanın Oğlu, (1 958) Sevda
Sok.alı KoTTl(ıiyası (1959); Çaresaz ( 1 961); Hqyat Parçal.an (1963).
Hikayeleri: Harap Mabetkr ( 1 9 1 l ); Dağa Çıkan Kurt ( 1922); İzmir'den Bursaya (Yakup Kadri,
Falih Rıfkı, Mehmed Asım ile birlikte)(l 922); Kubbede Kal.an Hoş Seda ( 1974).
Oyunları: Ken'an Ç-Obanl.an ( 1 9 1 8); Maske ve Ruh ( 1 937).
Hatıraları: Memoirs of Halide Edip ( 1 926), The Turkish Ordeal ( 1 98), Tür/riin Ateş/,e imtihanı
(1956) ;Mor Sallamlı Ev ( 1 963)
İncelemeleri: Talim ve Terbiye ( 191 1); Turkey Faces West ( 1930); Coriflict ef East and West in
Turkry (1 935); inside lndia ( 1937); Üniversite Kafası ve Tenkit ( 1942); Ede/Jiyaua Tercümenin Rolii ( 1944),
'Sana Rey Veriyorum' Hakkında (195 1), Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesir/,eri ( 1955); lngili;: Edebryatı
Tarihi, 3 cil� ( 1940-1 949); Doktor Abdüllıak Adnan Adwar ( 1956).
İHSAN RAİF

İhsan Hanım, Beyrut'ta doğmuştu. Babası Raif Paşa o zamanlar mutasamf


idi. Merhum Midhat Paşa'nın Divan efendiliğinde bulunmuş, itimadını
kazanmış olması Abdülhamid'i kuşkulandırdığından Raif Paşa'yı İstanbul'da
bulundurmak istemezdi. Uzak yerlerde memuriyetler vererek gönderirdi.
Dört yaşına kadar vilayetlerde hayat geçiren İhsan Hanım dört yaşında
iken birinci defa olarak İstanbul'a gelmişti. Fakat uzun müddet İstanbul'da
oturamadı. Babasının gittiği memuriyetlere ailesiyle beraber gitmek
mecburiyetinde idi. Erkek kardeşleri Avrupa'da tahsil ediyorlardı. Fakat kızlar
resmi mekteplere devam etmekten mahrum idiler. Bu mütemadi dolaşış, devama
mani teşkil ediyordu. Evvela mutasamflıkla dolaşmış olan Raif Paşa terfi etmiş,
bu defa da valilikle birçok vilayetleri gezmişti.
Bu müddetçe kızlarının tahsil ve terbiyesini ihmal etmek istemeyen Raif
Paşa hususi muallimlerle bu zarureti telafiye çalışmıştı.
Nişantaşı'nda bulundukları sırada İhsan Raif Hanım Sadık Paşa'dan,
Adana'da bulundukları müddetçe Danyal Efendi'den hususi ders almıştı.
Şu kadar var ki; tahsil hususunda bu gecikiş Hanım'ın fıtratında gömülü
kalan istidatların meydana çıkmasına mani oluyor, geciktiriyordu.
Bir taraftan da bir faydası oluyordu. O da Hanım'ın şahsiyet-i edebiyesi
teessürden azade (intact) kalıyor ve asaletini (origi,nalite) muhafaza ederek inkişaf
ediyordu.
1 3 1 8 [ 1 902- 1903] senelerine doğru idi; Rıza Tevfik, Raif Paşa ailesine
muallimlikle intisap etmiş, o miyanda İhsan Hamm'ı da tanımıştı ve edebiyata,
şiire olan merakını da [s. 1 74] görmüş, anlamıştı. İhsan Hanım daha o zamanlar
küçük bir deftere birçok şiirler yazmış, şairliğinin ilk izlerini göstermişti.
Rıza Tevfik, Hanım'da gördüğü bu istidadı tenmiye maksadıyla şiir, vezin,
kafiye hakkında izahat vermeye başladı.
İhsan Raif Hanım defterine yazdığı manzumelerden maada birçok da
şarkılar yazmış ve bizzat kendisi bestelemişti.
Bu şarkıların bir kısmı İstanbul'da meşhurdur.
Rıza Tevfik, Hanım'ın defterinde tesadüf ettiği bir iki Türkçe manzumeye
fazlaca ehemmiyet vererek İhsan Raif Hanım'ı eski aşık tarzında manzumeler
yazmaya teşvik etti. Esasen kendisi aşık tarzı şiirleri ihya maksadıyla birçok güzel
numuneler vermişti. Bu numunelerin bütün İstanbul ve bilhassa gençler
1036 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

üzerinde büyük ve uzun bir tesiri olduğu gibi İhsan Raif Hanım üzerinde de
izleri görülüyordu.
Tab'an pek ziyade rebabi (!yrique) olan İhsan Raif Hanım'ın bu tarzda
şiirler yazmak ruhuna daha muvafık gelecekti.
İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfık'ten aldığı tavsiyelerden sonra Türkçe
şiirlere büyük bir heves, hak.iki bir rabıta göstermiş ve çok da güzel parçalar
yazmıştır.
İlhamı (inspirat:ion) kuvvetli, intikali seri olan İhsan Raif Hanım çok zaman
zikri geçen bir vakadan, bir muhavereden, bir sergüzeşt veya hikayeden
mütehassis olur ve heyecana gelir; o heyecan kağıda inikas ederek ya o gün ya
ertesi gün bir şiir kisvesine bürünür.
Rıza Tevfik Bey:
"Bir gün sanayi-i nefiseye müteallik mübahase esnasında sözü -bilmem nasıl
ve bilmem nıçın- bazı temasil-i tarihiyeye nakletmiş ve Salomee'den
bahseylemiştim. Gayet zinde ve gayet dilber; fakat hain, haşin, dudağı kanlı bir
kadın olmak üzere ressamların dehasına münkeşif olan bu çehre, İhsan
Hanım'ın muhayyilesini altüst etmiş olmalı ki; ertesi gün Hanımefendi [s. 1 75]
bir yeni şiiri ile bizi karşıladı. Onun son kıtasına bakınız! Ne kadar güzeldir ve ne
kadar o şahsiyet-i tarihiyenin kendisidir:
Ey güzeller ilahesi! Ey eli kanlı peri!
İstediğin candır bildim sonbaharda bir gündü
Gözlerinde belirmişti cinayetin eseri
O gün senin dudağında bir damla kan gördümdü!
Hiç kimse inkar edemez ki; öyle bir vesile ile böyle bir kıta yazan bir kimse
şairdir; hem cidden şairdir!"
diyor.
Tabii İhsan Raif Hanım'ın ilham ve sanatına iyi bildiği Fransızcanın,
okuduğu Fransız eser ve müessirlerinin büyük tesirleri vardır.
Meşrutiyet'ten sonra İhsan Raif Hanım Avrupa'ya da gitmiş, bir müddet
orada kalmıştır. Bu seyahatin de şahsiyet ve hassasiyeti üzerinde tesirleri
olmuştur. Avrupa'da iken tesadüfen orada bulunan Şahabeddin Süleyman ile
tanışmış ve evlenmişlerdir. Bir müddet orada geçen hayattan sonra İstanbul'a
dönmüşlerdir.
Gözyaş/an unvanlıyla tab'ettirdikleri mecmıia-i eş'ar pek güzel, hissi, aşki ve
rebabi şiirlerle doludur.
Türk şairler içinde ilham ve hassasiyet itibarıyla en canlı ve kuvvetlilerden
biri de şüphe yok ki; İhsan RaifHanım'dır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 037

[s. 1 76] Lisanı, Şiiri ve Heyecanı


İhsan Raif Hanım'ın lisanı sade ve samimidir (sincere). Bilhassa musanna ve
tekellüf gibi şaibelerden azadedir. Bütün bu besateti içinde temiz ve mümtazdır.
Kuvvetli ve heyecanlı bir edası (expression) vardır. Rıza Tevfik Bey "Muhar­
rirlerimizin hiçbirinde ben o kadar kuvvet göremedim" der.

"Genç Günler" adlı şu:


"Ey genç kanı gibi kaynayan pınar
Ey altında yatıp kaldığım çınar
Söyledikçe hala yüreğim yanar
Gölgende okudum kitab-ı aşkı

Ey kumrulu bahçem, sünbüllü bağım


Ey bülbüllü derem, mineli dağım
Sizinle geçti en güzel çağım
Orada dinledim rebab-ı aşkı

Muhabbet bağında kendimden geçtim


Ateşler içinde bir lfile seçtim
Yandı yüreciğim, kanarak içtim
Kızıl dudağından şarab-ı aşkı"
manzumesi o eda ve ifadenin ve heyecan ve ilhamın canlı bir numunesidir.
[s. 1 77] İhsan Raif Hanım aşık tarzında tecrübe ettiği bu şiirlerde büyük bir
muvaffakıyet, rakik bir sanat göstermiştir.
Bilhassa Avrupalılann eski raiyiine (.pastora� şiirlerinin aşıkane bir ruh ile
yazılan ve idil (idylk) denilen küçücük manzumelerine benzeyen pek güzel
manzumecikleri vardır ki; hemen hepsi iişık tarzında yazılmıştır.
İhsan Raif Hanım bu iişık tarzına kendi ruh ve duygusundan doğmuş ve
kopmuş bir yenilik, bir hususiyet vermiştir. Onlardaki seciye (caractere) bizim
bildiğimiz o eski saz aşıklanmn (troubadour) dar ve muayyen bir kadro dahilinde
yazdıklan şiirler değildir. Belki şeklen mevcut olan benzerliklerden başka
müşabehet yok gibidir. Bunlar yeni ruh, yeni duygu, yeni heyecan ile yazılmış
nazenin ve garami (eroti.que) şiirlerdir. Tabii İhsan Hanım'ın bu bedialan
üzerinde Rıza Tevfik Bey'in yazdığı o emsalsiz sanat ve hüsün enmuzeçlerinin
bariz tesirleri vardır.
Mamafih bütün bu manzumelere, ilhamının menbaı olan sent:imentalisme ne
güzel bir zemin-i tatbik bulmuştur.
İhsan Raif Hanım'ın Gözya,şlan unvanlı eserinde impressioniste'çe yazılmış
birçok yazılan da vardır. Fesiinevi (romanti,que) parçalan vardır. Bütün yazdığı
1 038 İS1\1AİL HİKMET ERTAYLAN

şiirlerde kendi halecanlı ve heyecanlı kalbinin şevkleri (enthousiasme), tehalükleri


okunur.
Şiiri duyarak, yaşayarak yazan hakiki şairlerdendir. Rıza Tevfik: "İhsan
Hanım'ın her sözü bir şiirdir." diyor. Büyük bir şiir-i üstadın, şakirdi bir şairi
tavsif için yapabileceği en büyük, en kuvvetli takdir de ancak bu kadar olabilir.
Hakikaten İhsan Hanım'ın bütün eserlerinde hakim olan haslet, kuwetli [yrisme
garamiliğidir. Serbest nazım şeklinde yazdığı şu fantezi halindeki "Periler" adlı
şiiri de bir nefıse-i san'attır:

(s. 1 78] "Saçların perişan, gözlerin mahmur


Lehlerin küşade, sinen nim-üryan
Vücudun incecik bir tülle mestur
Uçuyor yanında lerzan ü handan
Muhteriz, meftun
Müftehir, memnun
Buluta bürünmüş nazlı periler

Temaşa ediyor hüsnünü hayran


Uzanmış lehleri hepsinin birden
Munis buselerle şadan ü mestin
O çiçek vücuttan lebden her yerden
Topladı bir demet
Ezhar-ı müşket
Buluta bürünmüş nazlı periler

Başlarında serpme yıldız efserler


Ellerinde yakut zümrüt gülabdan
Bellerinde parlak nurdan kemerler
Siyah kumral, samur sırma kılaptan
Renginde gür saçlar
Ufku kırbaçlar
Buluta bürünmüş nazlı periler
Üryan omuzlarda elmas seblılar
İçiyor har lehler aşkı hayatı
Pembe topuklan öper gisıilar
Yükseldi semaya zevk kahkahatı
Uçuyor dest-be-dest
Buselerle mest
Buluta bürünmüş nazlı periler

[s. 1 79] Flavta çalıyor aşk melekleri


Raks ediyor rahşan gökte huriler
Sarsıyor sesleri hep felekleri
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 039

Çalıyor hahişle şen tanburiler


Hüsnünün maili
Uçuyor mavili
Buluta bürünmüş nazlı periler

Nuşin buselerle toplanan demet


Ta'zim Ü takdisle gökte açıldı
Melekler getirdi dürden bir sepet
Yasemin, gül, zerrin, zambak saçıldı
Uzandı pür-neşe
Hüsnüne teşne
Buluta bürünmüş nazlı periler

Timsal-i vücudun edip temaşa


Diz çöküp hep birden kıldılar tavaf
inledi savt-ı aşk, titredi sema
Şükufeler mühtez etti inkişaf
Bus ettiler müşkin
Ezhan nermin
Buluta bürünmüş nazlı periler

Yürekler ihtizaz etti pür-niyaz


Soldu gül çehreler, soldu gül femler
Kesildi yükselen billuri avaz
Süzüldü aheste bakir şebnemler
Nazarları mahsur
Mübtela mebhı'.'ı.r
Buluta bürünmüş nazlı periler

[s. 1 80] Süzüldü gözleri ezhara ma'tuf


Bir buy-i füsunkar birden yayıldı
Küçüldü gölgeler nazarlar meksı'.'ı.f
O nazenin başlar düştü bayıldı
Serildiler bihı'.'ı.ş
Vecd ile hamfış
Buluta bürünmüş nazlı periler"
İhsan Hanım hocası Rıza Tevfık'in manzumelerini tanziren de güzel eserler
yazmıştır. Şu "Hicran"ı bir şahittir.

"Ağaçlar devrilmiş, çiçekler solmuş


Aşıklar meclisi salhane olmuş
Billur peymaneler kanlarla dolmuş
Ses seda kesilmiş meyhanelerde.
1 040 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Bülbül yuvasına baykuşlar konmuş


Laleler üstünde kızıl kan donmuş
Kimler kan ağlamış, kim gülmüş, onmuş
Şu harab edilen boş lanelerde

Atılmış bir yana ney, keman, rebab


Ezilmiş kalemler, yırtılmış kitap
Kı nlmış kanunlar, dökülmüş şarap
Ecel şerbeti mi peymanelerde?

Çiğnenmiş duvaklar, elmaslı taçlar


Yolunmuş o güzel, nazenin saçlar
Sürünür yerlerde kanlı kırbaçlar
O bezm-i zevk olan kaşanelerde

[s. 1 8 1] Bitmiş o evvelki saltanat darat


Parçalanmış heyhat mızrab-ı hayat
Uğuldar her yanda bir seyl-i memat
Heyula geziyor viranelerde"
İhsan Hanım'ın şu "Akgül Esma adlı manzumesi samimiyet ve saffet
"

itibanyla tetkik ve takdire değer güzel bir manzumedir.

"On beşinde bir kız idim; gezer, oynar, hoplardım


Menekşeyi nerde görsem dayanamaz toplardım
Çay başında bir çobancık her gün kaval çalardı
Sebebini anlamazdım sessiz sessiz ağlardı
Merakımı yenemedim kimdir kıyan canına?
Niçin her gün böyle yalnız ağlıyorsun burada?
Göz dikip de bakıyorsun bir şey mi var orada?
Dedi "Bak bak, Akgül Esma bana mendil sallıyor,
Ben yanına gitmiyorum diye küsmüş ağlıyor.
Akgül Esma sütkardeşim, hem o çoktan boğuldu
Hiç ölüler konuşur mu çıldırdın mı ne oldu?
Dalgın dalgın çaya baktı bana cevap vermedi
Fazla bir söz söyletmeye artık gücüm ermedi.
Ertesi gün gittim baktım çoban yoktu meydanda
Keçe, külah, kaval, çarık hepsi kalmış bir yanda
Anladım ki kurban gitmiş Akgül Esma yoluna
İstememiş başka bir can yatırmaya koluna.238

238 4 Nisan 1 926 tarihinde vefat eden İhsan Raif Hanım'ın Gözyaş/an ile aynı dönemde

yayımlanan diğer bir eserinin adı Kadın ve Vatan' dır ( 1 33 1 \ 1 9 1 4) (Haz. notu).
Mehmed Emin (Turdakul)
MEHMED EMİN

Hayatı
Mehmed Emin 1 285 [1 869] senesinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Yedi
çifte bir ığrıp kayığının reisi olan Salih Reis'in oğludur. İlk tahsil ve terbiyesine
İstanbul' da Beşiktaş Askeri Rüşdiyesi'nde başlamıştır.
Bilahare Mekteb-i Mülkiye'de ve Hukuk Fakültesi'nde de fili tahsil
görmüştür. Gençliğinde o da bütün muasırları gibi Arabi ve Farisiye mütemayil
lisan itibariyle, o da arkadaşları gibi Kemal'lerin, Ziya'lann peyrevi idi. Hatta
Süleyman Nazirierin, Abdülhalim Memduh'lann arkadaşı idi. Tetebbu ettiği,
sevdiği, takdir eylediği eserler İbn-i HaldtJ,n 'lar idi. O da bütün gençler gibi
Kemal'in ölümünü gözyaşlarıyla karşılamıştı. Tahsilini ikmal edip hükümet
memuriyetine girdi. Evvela Sadaret Evrak Kalemi'ne, sonralan Rüsumat
Mektubi Kalemi'ne devam etti. Rüsumat Evrak Müdürü oldu. Erzurum ve
Trabzon Rüsumat Nazırlığı etti. Bahriye Nezareti'nde müsteşar, Hicaz'da vali
vekili oldu. Sonra fıtratında mevcut olan bir kuvvetin kendisini zorladığını
hisseder gibi oldu. Ruhunda yazmak ihtiyacını duyuyor, fakat aruzun, bir Arap
ruhuyla hayat bulup, Acem zevkiyle ta'dil olunan karışık, dolaşık, dar ve sıkıcı
veznin muttarit kalıplan içine hislerini ve fikirlerini sokmakta güçlük çekiyor,
daha serbest bir vadi, daha geniş bir cevelangah arıyordu.
Nihayet lisan ve edebiyat aleminde açılan münakaşalar, sade lisana birçok
taraftarlar kazandırmış, gazetelerde makaleler intişar etmiş, birçok kimseler
lisanda ne kadar Arabi, Farisi kelime varsa hepsini lisandan atmaya taraftar [s.
1 83] olmuşlardı. Uzun müddet bu münakaşalar matbuatı çalkaladı, iki taraf olan
edipler yekdigerini incitecek bir lisan ile birbirlerine hücum ettiler.
Sırf Türkçe taraftan olanlardan biri bir gazetede:
"Arapça isteyen urbana gitsin
Acemce isteyen İran'a gitsin
Frengiler Frengistan'a gitsin
Ki biz Türküz bize Türki gerektir.
Bunu fehm etmeyen cahil demektir!"
tarizini ortaya attı. Muarız cihet de hemen aynı ahenkle cevap verdi.
"Arapça isteyen urbana gitse
Acemce isteyen İran'a gitse
Frengiler Frengistan'a gitse
Lisan-ı milleti mahveylemektir.
Bunu fehm etmeyen ahmak demektir!"
1 044 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Namık Kemal'in muhteşem ve tantanalı lisanı, taraftarlarından olan


Abdülhalim Memduh, Abdülkerim Sabit gibi gençlerin ve Ekrem'lerin,
Hamid'lerin kuvvetiyle galebe çalıyordu. Fakat bu ortaya atılan fikir birçok
gençler üzerinde aynca bir tesir yapmıştı. Mehmed Emin de onlardan biri idi. O
zamandan beri ruhunda bir sual halinde kalan bu meseleye cevap olmak üzere,
faaliyete geçmek istiyordu. Münakaşalara iştirak etmemişti. Fakat sade lisan ile
de hisler ve fikirlerin ifade edilebileceğini, canlı numunelerle ispat etmeye
uğraşıyordu. Günün birinde o numunelerden birkaçını ortaya attı. Tevfik Fikret
ve Rıza Tevfik'in takdir ve teşvikiyle devam etti.
1 3 1 3 [1 897] Harbi dolayısıyla neşrettiği Türkçe Şiirler namındaki eseriyle bir
mevki'-i mahsus kazandı ve nazar-ı dikkati celb etti. Rıza Tevfık'in uzun takrizi
Mehmed Emin'e büyük bir zahir olmuştu . O zamanlar Mehmed Emin,
Rüsumat Emaneti memurlarından idi. Yazdığı bazı manzumeleri Fikret, Servet-i
Fünıln'da neşretmişti.
[s. 1 84] Bilhassa "Cenge Giderken" ve "Osman'ın Yüreği" adlı manzu­
meleri o zamanın hissiyatına, harbin aç tığı yaralara dokunduğu için büyük tak­
dir görmüştü.

Osman'm Yüreği
Ey güzel köy! Viran olma, sakın şu genç yaşında;
Dağlarında taze otlar, pcnbe güller biterken,
Ey çobanlar! Beni anın; coşun sular başında
Yaprakların arasında yavru bir kuş öterken.

Ey parlak ay! Işığın saç, yolcuların gözüne;


O yerdeki kö tü gece gizlemiştir mezarım.
Ey yolcular! Beni sorun, milletimin özüne,
O gündeki bir zelzele düzlemiştir mezarım.

Ey Türk kı zı ! Ey ana! "Sus!" sende duygu yok mudur?


Bir oğl unu, bir goncam kurban ettin çok mudur?
Her yanına kaygu çökmüş şu vatanın yolunda.

Ey Türk ili, ey vatan! Sen her bir yerden ulusun!


Eski, ye ni , tatlı, yanık sesler ile dolusun!
Sevgi, gençlik, istek, sağlık feda olsun yolunda!"
Yaralanmış bir Türk neferi dilinden yazılan bu manzumede filhakika lirizm
vardır ve hakikate yakın bir şeydir. O itibar ile de bir şiir kıymetini haizdir.
Evvelce söylediğimiz "Cenge Giderken" adlı manzume de öyle dini ve milli bir
his ile yazılmış fakat bir Türk neferi dilinden yazılmıştır. Onları, oldukça
yaşatmaya muvaffak olmuştur. Esasen Mehmed Emin'in şaheseri Türkçe Şiirler
adlı, ilk çıkardığı eserdir demek doğru olur.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 045

Fikret, Emin Bey'e yazdığı bir takdirnamede:


"Şiirinizi okurken bir şeye çok dikkat ettim; dinleyenlerin içinde hiçbiri
sesinize yabancı kalmıyordu. Hatta küçük Haluk bile . . . Hfilid Ziya Bey,
parmaklannın arasında [s. 1 85] tutup küllenen sigarasını silkti. Hikmet Bey
yerinde doğruldu; ben muvaffakiyetinizi tebrik için ne diyeceğimi şaşırarak öyle
sıralarda daima yaptığım gibi şaşkın bir evetle gülümsedim. Deminden beri
çenesi ellerinin içinde, saçları omuzlannda, gözleri dudaklannızda, meshur ve
medhlış dinleyen Haluk, yalnız o vaziyetini değiştirmedi. Hepimiz bir güzel
neşidenin samii olmak sıfatında ittihat ediyorduk."
diyor. Rıza Tevfik yazdığı takrizlerden başka hece vezniyle ve aynı ruh ile Emin
Bey'e:

"Ey kahraman bir ümmetin sütü temiz evladı!


Hakikaten sen bir Türksün, dinin cinsin uludur
Her bir Türk'ün öz dilidir vicdanının feryadı;
Sen şairsin sinen özün ateş ile doludur

Senden evvel söz dellalı olma bizde moda idi,


Edebiyat meydan yeri, bir daracık oda idi:
Edeb demek, salonlarda çiçek alıp vermekti.
Öz dilini yadırgamak, Türklüğünü yermekti.

Kaleminle o duvarı sarsıp yıktın, devirdin


Ertuğrul'un ruhunu şad ettin, bu bir gazadır
Sen bir yangın arsasını gülistana çevirdin!
"Kurumuş bir fidana can verdin!" desem sezadır

Yoksul kalan bir yetime acıdın, el uzattın!


Medeniyet sergisinden armağanlar getirdin;
Murdar ayak izlerini çiçeklerle kapattın
Baykuş öten viranede gonca güller bitirdin

Herkes şi'ri Avrupa' dan gelme meta sanırdı,


Güzelliği yüzündeki pudrasından tanırdı;
O yabancı güzelliğin düzgününden iğrendin,
Osmanlılık duygusunu sen babandan öğrendin;

[s. 186] Sfilih Reis! O muhterem ihtiyarın dizinde


Kuvvet buldun, söz öğrendin, öğüt aldın, büyüdün!
Türk iline bir yol buldun ataların izinde;
Himmetini alkışlar gazileri Söğüd'ün
1046 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şi'ri bir zevk edenleri yiğit zaman öldürdü.


Sen vicdanlar fetheyledin, gönüllerde yaşarsın!
Bu ne mutlu! Senin sözün Türk yüzünü güldürdü.
Artık adın tarihindir, ufuklardan aşarsın!"
manzumesini yazarak neşrediyordu.
Mehmed Emin'in asıl şöhreti 1 324 [ 1 908] inkılabından sonradır. Yukarıda
söylediğimiz esbap dolayısıyla milli his ve heyecan bir rağbet kazandıktan sonra
Mehmed Emin "Milli Şair" unvanıyla şöhret buldu. Türk sazını çıkardı.
Bilahare hadis olan harpler dolayısıyla yazdığı diğer eserler şöhretini arttırdı.
Mehmed Emin Bey de Er.wrum vilayetine vali oldu. 326 [ 1 9 1 0- 1 9 1 1 ] senesinde
Sivas valisi idi. Oralardan aldığı intibaları da yazmayı unutmadı. Mebus oldu.
Mütarekeyi müteakip teşekkül eden Kuva-yı Milliye'ye iştirak için Anadolu'ya
geçti. Ve oradan Samih RiPat ile beraber cepheleri dolaşmak üzere seyahate
çıktı. Birçok eserler meydana getirdi.
Mehmed Emin Bey, milli duyguyu nereden ve ne vasıta ile alarak tatbik
ettiğini, kimlerden mülhem olduğunu şu suretle anlatıyor:
"Evvela size Rus şairlerinden Mayakofun bir levhasını hatırlatacağım.
Maykof bir gün bir izbeye gitmiş, ocakta çam kütükleri yanıyormuş, alevleri
odayı aydınlatıyormuş. Bu ocağın önünde bir küçük çocuk eline bir kitap almış,
parmaklarını satırların üzerinde yürüterek heceleye heceleye okuyormuş. Bunun
karşısında uzun saçlı, uzun sakallı Rus köylüleri, kucaklarında çocukları uyuyan
Rus kadınlan can kulağıyla bu kızı dinliyorlar ve başlarını sallıyorlarmış. Şair
diyor ki: 'Bu kitap, halkın diliyle yazılmış, onun yurdunun güzelliklerini,
büyüklerini, ecdadının fs. 1 87] efsanelerini, hatıralarını, kalbinin aşklarını,
elemlerini, hayatının ümit ve rüyalarını söylüyor. Bu kitabın, velev ki hecelene
hecelene bir kız çocuğu tarafindan okunsun, kulublara girmesi, halkın karanlık
fikirlerine bir ışık, heyecansız yüreklerine bir titreme vermesi, Rusya'nın istikbfil-i
ufkunda büyük ve ehli bir güneş doğacağını müjdeliyor.
İşte size, milli edebiyatın ne olduğunu, onun gerek şekilce ve gerek ruhça
nasıl olması lazım geleceğini anlatacak en beliğ ifade.
O halde bizim milli şiirimizde de bu nokta-i nazardan lisan, vezin ve mevzu
ilk olarak göze çarpar. . .
Şimdi lisan . . . Mademki bütün diller anlamak ve anlatmak için bir vasıtadır,
bizim lisanımızın da bu gayeye göre halk tarafından anlaşılacak bir surette
tasfiye edilmesi lazım geliyordu. Şu halde bu lisanın içinde hükümet süren
yabancı kaideler yıkılmalıydı. İşte biz, dilimizi Arap ve Acem terkiplerinin
zincirinden kurtararak hür yapmak istedik. Binaenaleyh şiirlerimizi bu milli ve
hür lisanla yazdık.
Vezin meselesine gelince, bizde iki filet-i terennüm vardı, biri Arap'ınki,
öteki de bizimki. Şimdi bu tasfiye edilmiş lisanla yazılacak şiirlerin tabii vezni
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 047

Arap vezni olmadığı ve olamayacağı için kendi veznimizi kullanmak icap


ediyordu. Kendi milli, yani hece veznimizse dervişlerin ilahilerinde, nefeslerinde,
aşıkların koşmalannda, destanlarında ve halkın türkülerinde vardı. Tabii biz
bunu kabul ettik ve buna bir genişlik, bir inkişaf vermeye çalıştık."'
diyor.

[s. 1 88) Lisanı ve Sanatı


Mehmed Emin'in lisanı açık, sade, pürüzsüz, temiz bir lisan olmasına
rağmen Anadolu köylülerinin, halkın lisanı değildir. Belki İstanbul'un işlenmiş,
yumuşatılmış, tufeyliyatı atılmış lisanıdır. Hatta tamamen Türkçe olmasına
fazlaca takayyüt edilmiş olması hatta halkın lisanına bile girmiş olan tabirler ve
ıstılahların da sırf Türkçe ile ifadeye çalışılmış bulunması itibarıyla biraz da
sun'idir.
Mehmed Emin'in lisanı, düz ve yeknesak bir sahada sessiz, sakin ve
heyecansız akan, etrafından hiçbir akis, hiçbir renk, hiçbir ziya alamadan
alçaklardan süzülen bir ırmağı andırır. Onu seyreden nazar bu çıplaklıktan, bu
renksizlikten, bu hayatsızlıktan çabuk yorulur, zevk alamaz, heyecan duyamaz.
Cümlelerinin tertibinde kulağın aradığı o gizli, ince ve şiiri musikiyi bulmak
kabil değildir Çok zaman muvafakatsız ve muvaffakiyetsiz birleştirilen
.

kelimelerin ses itibarıyla imtizaç edemeyen, uyuşamayan harfleri yekdiğeriyle


çarpışır. Sert, katı bir tenafür (cacopohonie) hasıl eder. Sanatkar bir ruhun kolayca
hissedeceği bu noksanı, Mehmed Emin'in birçok eserlerinde tekrar tekrar
görebiliriz.
Esasen halk dili demek halk düşüncesi, halk görüşü, halk duyuşu demektir.
Şairin düşünüşü, görüşü ve duyuşu halkın duygularına yabancı olursa, lisanı
istediği kadar sade hatta mübtezel olsun, halk ondan bir şey anlayamayacak, bir
zevk alamayacaktır. O lisan, onun kalbine bir şey söyleyemeyecek, bir şey
anlatamayacak, heyecan veremeyecektir. Alelekser Emin Bey'in lisanı da bu
akıbete düşmüştür. Emin Bey, o sade lisanıyla mu'dil (complexe) [s. 1 89] halkın
kavrayamayacağı kadar yüksek, kanşık felsefi fikirler addetmiştir ki halk ondan
bir kelimecik bile anlayamaz.
Mesela Feylesof Rıza Tevfık'e ithafen yazdığı şu "Ölü Kafası" ser-levhalı
manzumesini okuyalım:

"Bir tarlada geziyordum; ayağıma katı bir şey takıldı;


Baktım: Kemik; dikkat ettim: Bir insanın kafasının kemiği,
Lakin aç yer, şu parçası kalan başı öyle yeyip emmiş ki,
Bilinmiyor kimin başı, bilinmiyor hangi asnn evladı?
1048 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kara toprak içersine düşen her şey bir yığın kül oluyor;
Güya ki bir kasırga var; bunu ona, onu buna katıyor;
Bir el var ki çürük kefen parçasını çiçek yapıp atıyor;
Evet hayat bir taraftan boşalıyor, bir taraftan doluyor.

Kim bilir ki, şu Ia.ninin vücudundan bugün bizde neler var?


Belki onun kemikleri şimdi senin gözlerinde parıldar;
Belki benim şu sıtmalı dudağımın ateşleri onundur.

Her şey böyle, hatta bizim dünyamız da bu baş gibi olacak;


Bir gün hayat tükenecek; yalnız cansız granitler kalacak;
Her zerresi bir aleme dağılacak; zira bu bir kanundur! .. "

Kanaat-i felsefesini bundan da sade dille yazsak halka anlatmak mümkün


olmaz. Şu halde bu manzume münewer bir tabaka için yazılmıştır. O tabaka da
Rıza Tevfik'in:
"Zemininde biten vahşi çiçekler insan azası
Çemen-zannda şebnemler bütün gözyaşlanndandır"
bediasından daha ziyade zevk alırlar. Çünkü onda kulağı da, nazarı da, zevki de
incitecek:
"Bir tarlada geziyordum ayağıma katı bir şey takıldı" gibi tenafürle dolu
mısralara tesadüf edilmez. Şiir perisinin, o ince, o nazenin sinesi [s. 1 90] ifadenin
bu katılığından incinir, onun uçar gibi esiri bir temas ile basan nermin ayaklan
"takıldı"dan parçalanır.
İşte bunun içindir ki Emin Bey'in dili şiir dili, nazmı da şiir değildir.
Açıktır, sadedir fakat sade nazımdır. Hece vezniyle yazılmış sade bir
nazımdır. Yine öyle yazılar yazmıştır ki onlar da hiçbir zaman şiirin rakik, beliğ
ve nezih sinesine giremez. Şu itibar ile Emin Bey, ne bir yüksek sanatkar, ne de
yüksek bir şairdir. Heyecanı (emotion) zayıf, ilhamı sun'i, ifadesi kurudur.
Emin Bey lisanda tatbik etmek istediği hece veznine yeni bir serbesti
vermek emeliyle de garip bir giriveye düşmüştür. Takti'i bir şekle soktuğu hece
vezni, aruzun bilhassa kulağa fena gelen muttarit ve yeknesak ahengine benzer,
fakat daha haşin, daha vahşi bir ıttırat (monotonie) almıştır.
Mısralarına munis, sıcak bir eda, mevzun, sevimli bir sima verememiştir.
Mesela bugün pek genç olan yeni şairler, hatta Emin Bey'in yansı kadar dahi
yazılarına dikkat sarf etmedikleri halde çok metbu, çok sıcak ve sevimli bir eda
(expression), bir ton veriyorlar, bu da onlarda fıtri bir istidadın mevcudiyetini
gösteriyor.
İlk yazılarında, mesela Türkçe Şiirler'de oldukça coşkun bir heyecan (emotion),
oldukça kuvvetli bir rebabilik (lyrisme) izleri gösteren Emin Bey sonraki
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 049

yazılannda ateşini kaybetmiş, adeta sönmüştür. Bu da yazılarına bir samımı­


yetsizlik rengi veriyor.
1 3 1 3 [1 897- 1 898) senesi Yunan Muharebesi üzerine uyanan dini ve milli
hislerle birçok şairler eserler yazmaya başladığı sırada Mehmed Emin de "Cenge
Giderken" manzumesini yazmıştır:

"Ben bir Türküm; dinim cinsim uludur;


Sinem, özüm ateş ile doludur;
İ nsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz, giderim.

[s. 1 9 1) Muhammed'in kitabını kaldırtmam;


Osman'cığın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim

Bu topraklar ecdadımın ocağı;


Evim, köyüm hep bu yerin bucağı;
İ şte vatan, işte Tann kucağı
Ata yurdun evlad bozmaz, giderim.

Tannın şahid, duracağım sözümde;


Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde.
Yar yatağın düşman almaz, giderim.

Ak gömlekle gözyaşımı silerim;


Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanımçün yücelikler dilerim.
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim."
Bu manzume şeklen de, veznin tatbiki cihetiyle de eski Türk
manzumelerine benzer. Rıza Tevfık'in yazdığı manzumelerin eşidir. Emin Bey
bu manzumesinde bir lirizm göstermiştir. Sonraki manzumelerinde o da
görülemiyor.
Ruhu titreten hissi bir nağmesi, kalbi çarptıran tabii bir feryadı yoktur.
Onda feryat eden ne manadır, ne ruhtur, ne histir; çok zaman ayn ayn, tek tek
kelimelerdir ki yazıya bir gayr-i tabiilik verir.
Muallim Naci manzumelerinde "nur", "ziya", "şerare", "füruzan" gibi
parlaklık ifade eden kelimeler kullanır ve onlarla manzumelerini parlatmaya
çalışırdı. Emin Bey'in yazılannda da "kayalar", "kartallar", "canavarlar",
"girdaplar" doludur.
1 050 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Emin Bey'in manzumelerini keskinleştiren, yükselten, dehşetlendiren, [s.


1 92] derinleştiren bu kelimelerdir; onlarda his ve hayal genişliği, fikir ve kalp
derinliği yoktur.
Manzumelerinde soğuk bir gayr-i şahsilik (impersonnaliti) vardır. Hislerinde,
heyecanlarında sirayet kuvveti, nüfuz kabiliyeti yoktur.Intellectualisme ile yazar.

Fener
Sen her gece o yalçın kayalığın üstünden
Dumanlara kırmızı alevini saçarsın;
O canavar ağızlı girdablann önünden
Gemilere selamet yollarını açarsın.

Demezsin ki: "Bunların içersinde kimler var?"


Felakete düşenler senin için hep insan;
Hristiyan, Müslüman
Hepsi senin o büyük yüreğini yaralar.

Senin asil bir aşktan doğmuş olan alevin


Vicdan kadar güzeldir;
Me'yfıs olan ruhlara uzanıcı bir e ldir.
Sen bu elle hayatlar kurtarmaklık istersin

Bl'lki t'lli memleket. . . Mavi, siyah ufuklar.


Süslü, güzel rıhtımlar. . . Issız vahşi topraklar . .
.

Kulübeler, ocaklar . . .
Zayıf, solgun kadınlar . . Mellı.l, mahzun çocuklar . . .
.

Bütün bunlar için sen tesellisin, ümidsin.


O yıllanmış hasretler,
[s. 1 93] Zehirlenmiş gen�·likler, garib kalmış şefkatler,
Gözyaşları, rüyalar ve dualar hep senin! . .

Sen her gece o yalçın kayalığın üstünden


Dumanlara kırmızı alevini saçarsın;
O canavar ağızlı girdablann önünden
Gemilere selamet yollarını açarsın."
Manzume okunurken ahenkteki yeknesaklık ve ağırlık dikkati celb ediyor.
Aynı zamanda şiiriyetten nasibesi o kadar mahdut ki zevki okşayacak, heyecanı
uyandıracak bir noktası yok gibidir. Sanat i tibarıyla Fikret'in aruz ile yaptığını
Emin Bey de hecede yapmak istemiştir. O zamana kadar kullanılmayan
hecelerde manzumeler yazmıştır, kafiye hususunda da Fikret'i tanzir ettiği
görülür . . . Sade bundan ibaret değil; mevzu intihabı ve muhavere tarzında
manzumeler yazmak hususunda da Fikret vadisinde gitmiştir. Fikret'e birçokları
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 105 1

kadın aşkından bahis şiirler yazmıyor diye ta'riz ettikleri gibi, Mehmed Emin de
kendine tariz edenlere "Benim Şiirlerim"le cevap veriyor:

"-Sen kalpsizsin; hani senin gençliğinin hayatı?


-Aşklarım mı? Bir nefesle solabilen bu şeyler
Bir yanardağ ateşiyle kömür gibi karardı;
Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.

Evet benim her şi'rimde yılan dişli diken var;


Sizler gidin, bal verecek yeni açmış gül bulun.
Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun.

Varın sizler, onlar ile korularda el ele


Gezin, gülün, bir çift bülbül aşkı ile yaşayın;
Yalnız kendi, yalnız kendi ruhunuzu okşayın.

Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile


[s. 1 94] Milletimin felaketli hayatını söyleyim;
Dertlilerin gözyaşını çevrem ile sileyim!.."
diye tariz ediyor. Fakat o şiirlerin anlattığı felaketin hakiki acılıklarını olanca
şiddet ve kuvvetle gösteremiyor ve dinleyenlerin ruhunda bir elem düğümü
düğümleyemiyor, seyredenlerin gözlerinde bir zehir nemi peyda edemiyor.
Mehmed Emin'in Anadolu için ağlayan bütün şiirlerinin içinde ne Rıza
Tevfik'in bir "Rumeli"si, ne de Tevfik Fikret'in bir "Verin Zavallılara"sına
tesadüf olunabilir. Mehmed Emin diliyle söylüyor ve kulaklara söylüyor. Onlar
gönülleriyle söylemişler ve gönüllere söylemişlerdir. Onun içindir ki onlar şiir
olduğu halde Mehmed Emin'inkiler birer nazım olabildiler. En kuvvetli
yazılarından olan şu "Vatan Tehlikede" unvanlı eserini dikkatle okuyalım:
"Şu istibdad hükumeti Türkiye'ye tehlike!..
Bakın mes'ud etmek için her şey olan bir ülke,
Her kuvveti maksadına ram eyleyen bir ümmet,
Üç kıt'ada cihangirce hüküm süren bir devlet . . .
Şu saatte bir karanlık uçurumun üstünde;
Tüy ürperten bir ölümün önünde!..
Zira mülkte adalet yok, hürriyet yok, hukuk yok;
Hükumette haksızlık çok, ahaliye zulüm çok.
Her bucakta: Demir elli istibdad;
Her bucakta: Kaplan dişli cehalet;
Her bucakta: Ölüm yüzlü seffilet;
Her bucakta: Bin inilti, bin feryad!..
İşte size İstanbul ki, tamamıyle eski Bizans, o Babil!
1052 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sarayları kasabhane, mektepleri birer fesad ocağı;


Kışlaları mahbushane, meclisleri birer casus yatağı;
İş başında olanları hep zelil.
[s. 1 95] Abdülhamid istiyor ki: "Hukuk!" diye haykıracak üdeba,
Zalimleri şeriatın kılıcıyla devirecek ulema . . .
Otuz yıldır işlenilen zulümleri hep adalet bilsinler;
Tarihini kirlettiği toprağın,
Bir paçavra eylediği bayrağın,
Na-hak yere döktürdüğü kanların,
Yaktırdığı canlann . . .
Sorulacak hesabını zihinlerden silsinler
Vükelası kendisine Tann gibi tapsınlar.
Emredince Peygamber'in merkadini satsınlar;
Beytullah'a mancınıkla ağır taşlar atsınlar;
Her bir zulmü, fenalığı irkilmeden yapsınlar;
Şu zavallı millet için Meşrutiyet cinayet;
Adaleti düşünen baş ezilir;
Müsavatı söyleyen dil kesilir;
Hürriyetle çırpınan kalp haindir.
Edebiyat, ilim, sanat, tarih, hukuk hep yasak;
Memlekette yeni tali' verecekler kör, çolak;
Onun için hamiyet.
Vatan aşkı, millet sözü, bir makale, bir şiir
Bağışlanmaz suçlardır ki, bu uğurda her gence
Vahşileri utandıran türlü türlü işkence;
Zindanlarda bu mazluma zincirler;
Biçareye kızdınlmış demirler;
Biçareye soğuk sular, tomruklar,
Murdar sözler, yumruklar;
Biçareye Marmara'da kanlı kanlı ölümler;
Biçareye hiçbir yerde yapılmayan zulümler!..
fs. 1 96] İşte size taşralar ki her bucağı bir harabe, bir mezar!
Köylerinde iniltili kulübeler, örümcekli boş hanlar;
Dağlannda dönmez olmuş değirmenler; soygun vermiş kervanlar;
Her yerinde yangın, yağma, zulüm var.
Abdülhamid istiyor ki: "Vatan için silahlanan askerler,
Herkes gibi rahat ömür sürmek için doğmuş olan rençberler.
Kendisinin hayvanlaşmış birer miskin esirleri olsunlar.
Duvarlarda paslı kalan oraklar,
Alevleri gür parlayan ocaklar,
İ şsiz güçsüz, çınl çıplak bir millet,
Şu harabe memleket. . .
Birçok duymaz tama'lara milyonları bulsunlar.
Valileri Beytülmal'den avuç avuç çalsınlar;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 053

Para diye yetimlerin evlerini yıksınlar;


Asker ırzı gelinleri zindanlara nksınlar;
Hastaların altlarından döşekleri alsınlar.
Şu biçare millet için bahtiyarlık bir rüya;
Tfili' demek bir acıklı felaket,
Hayat demek bir sürekli esaret;
Hakkaniyet bir kuru laf, bir yalan;
Her mahkeme zayıfları zulm eyleyen bir kuvvet;
Her bir kanun fakirleri mahkum eden bir alet,
Onun için bu dünya,
Bir yalancı cennet gibi güzel olan şu vatan
Bir cehennem sayılır ki hurda bahtsız hemşehri,
Memurların, ağaların mazlum, aciz esiri;
Bütün yükler bu sefilin sırtında;
[s. 1 97) Zavallıcık her gün kırbaç altında;
Zavallıcık evsiz, barksız, ocaksız,
Tohumluksuz, topraksız;
Zavallının sapan süren kancığı ekmeksiz;
Zavallının körpe kuzu yavruları gömleksiz! ..

Vatandaşlar, hür ve mes'ud ömür sürmek bir hakken


Esir olmak, mazlum olmak, sefil olmak bu neden? ..
Bu milletin çektiği ne?.. Bu istibdad ne demek?..
Bir hamiyet göstermezsek vatan elden gidecek.
Kanlarımız kurudu mu? Kollarımız çolak mı?
Vazifemiz hayvan gibi durmak mı?
Hayır, hayır . . . Fedailik gömleğini giyerek,
Yüksek sesle: "Meşrutiyet yahut ölüm" diyerek,
Hürriyetin bayrağını açalım;
Zalimlerin önlerine çıkalım;
İstibdadı temelinden yıkalım;
Bu uğurda kanımızı saçalım!.."
Görüyoruz ki bin bir elemli ve acı sergüzeştten, vakadan bahseden bu uzun
manzume bizim kalbimizde bir kıpırdanış bile uyandıramıyor. Değil bir
"Sis"teki, bir "Tarih-i Kadim"deki ihtisası, bugünkü gençlerin yazılarındaki
tesiri bile veremiyor. Çünkü ifade hissi, beyan kalbi değil!
Belki bir fesahat var fakat belagat yok . . .
Belki merhametli bir fikir var fakat ateşli bir heyecan yok . . .
Mevzu gözlerde bir damla, dudaklarda bir hıçkırık, kalplerde bir sızı
olamıyor. Tozlu bir rüzgar gibi geçip gidiyor.
Emin Bey'in birçok yazılan ancak talimi (didactique) bir kıymeti haizdir.
1 054 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Mehmed Emin'in birçok eserleri vardır ki manzumelerinden çok daha [s.


1 98] kuwe tli , çok daha heyecanlı, çok daha liriktir. Onlarda samimiyet ve
tabiiyet, daha ziyadedir:
Silah Sesleri ve Barut Kokulan
" G e li n göçü rme günü idi. Güveyi taraflısı kızın köyüne yüz atlı ile gelmişler.

Alaca kumaşlarla donattıkları ata, gelini bindirmişlerdi. Delikanlıların birtakımı


gelinin sağında solunda yürüyorlar, bol barutla doldurdukları karabinaları
sıkıyorlardı. Birtakımı ekinleri biçilmiş tarlalarda at yanştınyorlar, uçlan demirli
değneklerle cirit oynuyorlardı. Alayın önünde davul zurna, gelin göçürme
havasını yanık çalıyorlardı. Gelin, silah sesleri, barut dumanlan içinde gidiyordu.
Ben yolun bir kıyısında durarak gelin göçürmekten ziyade atış talimi yapan
bu alaya bakıyordum. Oğuz evlatları nın bu eski töresinde, asker bir milletin
ahlak ını ve bu asker milleti yetiştiren kadınların terbiyesini okuyordum. Kendi
kt>ndime diyordum ki: "Üç yüz yı ldan beri pek çok kara günler geçirdik; Aı-i
Osman Devleti nice sarsıntılara, nice ziyanlara uğradı . Ancak sevinmeye yeri
o lacak bir şey vardır ki o da bu sarsınt ı ve ziyanların Türk ruhuna dokunamamış
olmasıdır. Evet düşman gülleleri kalemizi yıkmış, lakin yüreklerimize bir şey
yapamamış. Düşman pençeleri ülkele rimizi almış, lakin yiğitlik duygularımıza el
uzatamamış. İşte şu gördüğüm delikanlılara bakınız: Binicilikte, atıcılıkta,
yiğitlikte, kavga işlerinde ne kadar yiicedirler. Bu yüksek alınlı, demir pençeli,
ceylan bakışlı, boğa gövdeli yiğitlerimizi görenler inanacaklardır ki: 'Bunların
damarl arında Timuçin'lerin, Yavuz'l ann devirlerindeki ulu ecdadı n kanlan
kaynamaktadır.' Arkadan omzuma dokunan bir el beni bu tatlı düşüncemden
ayırdı, dönüp baktım bir ih tiyar köylü bana soruyor: 'Efendi nasıl, düğünümüz
iyi mi?', '-Evet babacığım, çok iyi . . . Hele gelinlerinizin böyle silah sesleriyle,
barut koku larıyla göçürülmesi çok güzel, zira bu gelinleriniz de yarın asker
ocağına gönderecekleri koçyiğitlerimizin anaları olacaklar; vatan toprağına kin
ve t ama'lar beslemekte olan düşmanlara göğüs gerecek [s. 1 99] askerlerimizi
bağırlarında büyütecekler. Bunların büyütecekleri yarınki nesil, bu bağırlarda
birer korkak tilki değil, birer cesur arslan olarak yetişecek, yurdunu bir ananın
ırzı gibi kıskanacak, onun üzerine kartal gibi kanat gerecek. Biz şunu hiçbir vakit
unutmamalıyız ki bu dünyada silah kullanmayı bilmeyen bilekler zincirler
altında çürür, barut kokularına veda eden milletler, vatanlarına ve vatanlarının
gül bahçelerine de veda ederler. Yiğit olmayanlar, zayıf bulunanlar için ne
vatan, ne hürriyet hiçbir şey yoktur. Bundan dolayıdır ki, ey muhterem ihtiyar,
gelinlerinize silah sesleri, gelinlerinize barut kokulan! . . "'
hassasıyla "İhtiyar Değirmenci" unvanıyla yazdığı şu küçücük menslıresi, birkaç
manzumesi müstesna, bütün diğer manzumelerinden çok daha yüksek, çok daha
canlı, çok daha kıymetlidir:
"Irmak güzel bir koruluğun eteğinden, kırmızı yosunlu kayalar üzerinden,
allı yeşilli renklerle akıyordu. Köyün kerpiçten yapılmış değirmeni bunun
üzerinde çağıltılarla dönüyordu. Ben bu değirmene yaklaştım; orada, boyunları
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 055

çanlı hayvanlann yüklerini indirip taşıyan bir delikanlıya, ihtiyar değirmenciyi


sordum. Bu delikanlı, bana yarasına dokunmuşum gibi: 'O ihtiyar benim amcam
idi, size ömür, geçen kış öldü.' cevabım verdi.
Zavallı adam! Bundan üç yıl evvel biz onunla şurada, işte şu söğüt
ağaçlannın gölgesinde, baba oğul gibi, baş başa vererek birçok sabahlan beraber
geçirmiştik. Yine bir sabah oturuyorduk. O bana kendi kavgasını anlatıyor, bu
kavgada aldığı yaraların yerlerini gösteriyordu. Bu sırada yanımıza eski bir
çarşafa bürünmüş, yalın ayak yaşlıca bir fakir kadın gelmişti; sırtındaki dağarcığı
önümüze koyarak: 'Oğul, uşak iki günden beri açız; Allah rızası için şu arpacığı
öğüt. ' diye değirmenciye yalvarmaya başladı. Değirmenci, kadıncağızın şu acıklı
haline dayanamayarak, kalkıp dağarcığı eline almış ve benim yüzüme bakarak
için için demişti ki:
[s. 200] Yoksulluk! İşte bir yara daha ki demin sana göste rdiğim yaralardan
derin . . .
Ey değirmenci, ey benim aziz dostum! . . İşte senin o dört taşı çeviren
değirmenin yine dönüyor; Kelkit Irmağı yine çağlıyor. Sen bunları, daha birçok
şeyleri burada bırakıp gittin. Ancak bugün senin gittiğin, yann topumuzun
gideceği o yere sen yalnız bir şey götürdün. O yoksul kadıncağızın sıcak arpa
ekmeğinden duman çıkarken yetim çocuklanyla sana ettiği duaları! .. "'
Mehmed Emi n bu kuvvetli intibaı memleketinin bu canlı hayatından aldığı
için tasavvurda muvaffak olmuştur. Bilhassa veznin zayıflıklarından, yeknesak
ahenklerinden müstağni olarak saf, sade, samimi bir dil ile anlattığı için sıcak ve
tabii bir şiir parçası olmuştur.
Mehmed Emin bilhassa halkçılığı ile, yıllarca bakımsız, yardımcısız kalan
halkın elemlerine iştira k etmek
istemekle büyük bir kıymeti haizdir. Gönülleri sürüklemeye muvaffak olmadıysa
bile gözleri o yaralara, o kanlı bağırlara, o yaşlı gözlere çevirecek kadar olsun bir
muvaffakiyet göstermiştir. Bu da şayan-ı takdirdir.
Hasılı Emin Bey bilhassa 1 324 [1 908] inkılabından sonra açtığı çığırda
yalnız kalmış ve yalnız yürümüş, insani hislerle mütehassis bir zattır. Gençlik,
kendisinden şiir, sanat, mefkı1re değil, sadelik almıştır. 239

239 1 4 Ocak 1 944'te vefat eden Mehmed Emin Yurdakul'un bütün eserleri şöyledir:
Şiir: Türkçe Şürkr (1898), Türk Sazı ( 1 9 1 4), Ey Türk cyan! ( 1 9 1 4), Tan Sesi.eri ( 1 9 1 5), Ordunun
Destam ( 1 9 1 6), Di.de Önünde ( 1 9 1 6), Hastabakıcı Hammlar ( 1 9 1 7), Turana Doğru ( 1 9 1 8), Zefer Yof.un.ıla
( 1 9 1 8), İsyan ve Dua ( 1 9 1 8), Aydın Kızlan ( 1 92 1 ), Mustafa Kemal ( 1928), Ankara ( 1939). Mehmet Emin'in
bütün şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından Mehmed Emin Yurdakul'un Eseri.eri l: Şiirkr adıyla
1 969 yılında Ankara'da yayımlanmıştır.
Diğer eserleri: Fazilet veAsalet ( 1 89 1 ), Türk'ün Hukuku ( 1 9 1 9), Kral Corc'a ( 1924), Danteye ( 1928).
Zfya Gökalp ,.•� . .·
ZİYA GÖKALP

Hayatı
Ziya Gökalp, Diyarbekir'de Çermik kasabasında 1 292 [ 1 876] senesinde
doğmuştur. Ailesi; irfan ve fazilet sahibi edipler ve şairler yetiştirmekle maruf
olan Diyarbekir'in eski ve kibar ailelerinden imiş. Ecdadından Abdullah Ağa
oğlu Müftü Hacı Sabir Efendi ilim ve kemal sahibi bir zat imiş. Hürriyet-i
fıkriyesi ve inkılapperverliği yüzünden dokuz kere nefyedilmiş imiş.
Ziya Gökalp'ın babası Tevfik Efendi de evvela medresede tahsil görmüş
bilahare resmi memuriyete geçerek Meclis-i İdare azalığında bulunmuş, vilayet
nüfus nazın olmuştur. Diyarbekir'de ilk matbaa ve ilk resmi gazeteyi tesis eden
bu Tevfik Efendi olmuş. Bilhassa Ziya'nın amcası Diyarbekir'de herkesin
hürmetini kazanmış bir alim imiş.
Ziya Gökalp'ı da yetiştiren fikri ve içtimai hayatı üzerinde mukayyet ve
muzır birçok tesir gösteren bu amcası olmuştur .

Ziya Gökalp'ın çocukluğu sükun ve huzur içinde geçmiştir. İyi bir tahsil ve
terbiye il e yetiştirilmiş olan annesi, eski bir Türk şairinin kızı imiş. Ziya annesine
çok bağlı imiş, akşamları onun dizinin dibine oturur, anlattığı masalları tatlı tatlı
dinlemekten füsunkar bir zevk alırmış. Ziya Gökalp bilahare bu masalları gah
nazmen, gah nesren yazmıştır.
Pek küçük iken babasını kaybeden Ziya Gökalp, amcasının himayesi altında
talim ve terbiye görerek yetişmiştir. Evvela, Diyarbekir'de Mercimek Örtmesi
İptidai Mektebi'nde Hafız Ömer Efendi isminde birinden okumaya başlamış ve
302 [1 884- 1 885] tarihinde birinci defa açılan Askeri Rüşdiyesi'ne girmiştir. O
zaman [s. 202] mektebin müdürü, Amasya Mebusu olan İsmail Hakkı Paşa imiş.
Faik Aıi ile İshak Süklıti de Ziya Gökalp'ın arkadaşları arasında imiş. Rüşdiyeyi
de bitirdikten sonra Ziya, Diyarbekir Mülkiye İdadisine devama başlamış,
sınıfının birincisi olduğu halde Fransızcayı ihmal etmesi üzerine o sene ikmale
kalmıştır. Bu ikmal hadisesinin acı tesiri Ziya Gökalp'ı daha ziyade gayrete sevk
etmiştir.
Ziya Gökalp sade mektepten aldığı derslerle kalmamıştır. Kendisini hakiki
bir evlat gibi benimseyen amcası, ona Fars ve Arap dilleri ile beraber Şark
felsefelerini öğretmiş ve İslam feylesoflarını tanıtmıştı. Gazali'leri okumuş,
bilhassa İbn-i Rüşd unvan lı kitabın mütalaası kendisini çok düşündürmüştür.
Babasının çıkardığı gazeteleri ve sair yerlerden gelen gazete koleksiyonlarım da
mütalaaya başlayarak zihninde birtakım şüpheler uyanmış, nihayet
1 060 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Diyarbekir'de kitapçılık eden bir Ermeni vasıtasıyla Avrupa'dan bazı kitaplar


getirterek tetkike koyulmuştur. Tam o sıralarda Diyarbekir'de ve civarında
zuhur eden kolera ile mücadele için İstanbul'dan gönderilen Doktor Abdullah
Cevdet de Diyarbekir'e gitmiştir. Ziya Gökalp, bu genç ve yeni fikirli doktoru
görünce sevmiş ve onun fikirlerinden istifade emeliyle dost olmuştur. Abdullah
Cevdet, Ziya Gökalp üzerinde tesirini göstermekte gecikmemiştir. Ziya da, dinin
istibdat ve zulmüne karşı bir nefret duymaya başlamıştır. Fakat çok koyu bir
dindar olan amcası, Ziya'yı bu tuttuğu dinsizlik yolundan memnun olmadığı için
Abdullah Cevdet'le musahabetten menetmek istemiş, aralannda şiddetli
münakaşalar başlamıştır. Ziya, fikri istiklalini müdafaada sebat göstermiş ve
amcasının ısrarlanna rağmen Abdullah Cevdet'le mu<lşerette devam etmiştir.
Nihayet mektebini bitirmiş olan Ziya Gökalp ikmfil-i tahsil için İstanbul'a gitmek
istemiş, fakat kendisini damat ederek Diyarbekir'de, aile ocağında tutmak isteyen
amcasıyla ikinci çarpışma başlamıştır. Bu defa da müteessir olan Ziya, intihara
teşebbüs etmiş ve revolver kurşunu alnına saplanıp kalmıştır. Ameliyat ile
kurşunu Doktor Abdullah Cevdet çıkarmıştır. Üç seneden beri Erzurum Askeri
İdadisi'nde tahsilde [s. 203] bulunan küçük kardeşi Nihad, o sene Diyarbekir'e
sıla için gelmiş ve Ziya'nın bu intihar hadisesini haber alarak çok müteessir
olmuştu. Aralarında konuşup kararlaştırarak Ziya'nın İstanbul'a kaçabilmesi için
çare aramaya başlamışlardı. Ziya müteşebbis ve ameli bir adam değildi. Onun
için bütün tedarikleri kardeşi Nihad yapıyordu. Nihayet lazım gelen eşya, para
ve hayvan hazırlandıktan sonra Ziya, kardeşi Nihad'ı civar köylerden birine
kadar teşyi ederek dönmek üzere amcasının müsaadesini alıp, atlara binip
çıkmışlardı. Kardeşi Nihad, Erzurum'da kalan Ziya Gökalp'ı İ stanbul'a giden
bazı yolculara terfik ederek yollamıştı. Ziya o zaman on sekiz yaşlarında idi.
1 3 1 l l l 895] tarihinde bu suretle kaçarak İstanbul'a gelen Ziya Gökalp'ın pek az
parası vardı. Girmek istediği Mekteb-i Mülkiye'ye nehari olarak devama imkan
yoktu. Ucuz ve leyli olduğu için Baytar Mektebi'ne girdi. Mektebin son sınıfına
kadar Diyarbekir'e dönmemişti. O sene sıla maksadıyla gitti. İ stanbul'da iken
fikren terakki etmiş, inkılap ve ihtilal hisleriyle meşbu olmuştu. Diyarbekir'de
gençliği istibdat ve tazyikiyle boğmak isteyen Halid Bey namında bir vali ile
karşılaşmıştı. Gençler Ziya Gökalp'tan medet umarak onun etrafına toplan­
mışlardı. İstanbul'a şikayet telgrafları çektiler; fakat vali hile yoluna saparak bu
gençleri tevkif ettirdi, evlerini arattı. Bu arada Ziya'nın evi arandı ve bulunan bir
mektup üzerine evde hapsedildi. Fakat şikayet devam ediyordu. Vali bu genç­
lerle bir musalaha yaparak hepsini serbest bırakmıştı. Ziya İ stanbul'a dönmüştü.
Fakat valinin gönderdiği bir telgraf üzerine İ stanbul'da kendisini takip ediyor­
lardı. Mahmutpaşa'da Kırım Oteli'nde tuttuğıı odaya bir gün iki hafiye gelerek,
kendisini Zaptiye Kapısına götürdüler ve Taşkışla'ya hapsedilerek dokuz ay
kadar ıstırap ve sefalet içinde didiklendi.
Dokuz ay sonra hakkında bir senelik bir hapis karan verilmişti. Bunun
dokuz ayı ewelce geçmiş olduğıından, geri kalan müddeti doldurmak için
Mehterhane'ye gönderdiler. Oradan çıktıktan sonra İ stanbul'dan çıkarak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 061

doğruca Diyarbekir'e gönderdiler ve polis nezareti altında bulundurulmasını da


[s. 204] emrettiler, Ziya Gökalp, Diyarbekir'de içtimai vaziyetten istifade ederek
her gün biraz daha serbestisini arttırmış ve gizlice bir de İttihat ve Terakki
Cemiyeti şubesi tesis etmiş, gençleri el altından toplamaya başlamıştı. Yavaş
yavaş bütün şark vilayetlerinde propagandaya başlamıştı. Bu da Abdullah
Cevdet'ten aldığı fikirlerin nemalanmış olması demekti.
1 0 Temmuz 1 324 [23 Temmuz 1 908] tarihinde hürriyet ilan edildiği gün
Diyarbekir'e, İttihat ve Terakki merkezine bir telgraf gönderilmiş, vali korkarak
bu telgrafı saklamış. Halbuki telgrafın geldiğini haber alan Ziya Gökalp gidip
telgrafın kendisine ait olduğunu söyleyerek istemiştir. Vali, Ziya Gökalp'ın bu
cesaretine şaşmıştır. Aldığı telgrafı şark vilayetlerine neşrederek hürriyetin
kuvvetlenmesine çok yardım etmiştir.
Bir zamanlar vilayet kaleminde yüz yirmi kuruş maaşla memur olan Ziya
Gökalp, kalemindeki kuvveti bütün gelen valilere tanıtmış, fakat terakki
edememişti. Aralarında yalnız Fehmi Bey isminde bir validen biraz iltifat
görebilmişti. Ziya Gökalp, inkılaptan sonra Selanik'e geçmiş ve trende tanıdığı
Rıza Tevfık'in delaletiyle kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti nafiz uzuvlarına
tanıtmış ve az zaman sonra kendi, merkez-i umuminin nafiz bir uzvu olmuştu.
Bir zamanlar Selanik'te Hüsün ve Şiir isminde bir mecmua çıkararak Ali
Canib'e, Tevfik imzasıyla "Turan" unvanlı aşağıdaki manzumeyi göndererek
görüşmeye yol açmış, sonra da bir gün tiyatroda tanışarak bir sene sonra beraber
Genç Ka/,em/,er mecmuasını neşre başlayarak, terkipsiz Türkçe ile yazılar yazmaya
başlamışlardır.
"Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin
Birer derin sesidir; ben sahifelerde değil,
Güzide, şanlı, necib ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanininde,
[s. 205] Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.

Sahifelerde değil, çünkü Attila, Cengiz


Zaferle ırkımı tetvic eden bu nasiyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftira-amiz
Muhit içinde görünmekte kirli, şermende.
Fakat şerefle nümayan Sezar ve İskender.

Nabızlarımda, evet, çünkü ilm için mübhem


Kalan Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamıyle;
Damarlarımda yaşar şan u ihtişamıyle;
Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem:

Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan,


Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!"
1 062 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ziya Gökalp, geniş bir emperyalist, geniş bir Pan-Turanist idealizmi yaptığı
bu manzume ile kendini tanıtmıştı. İttihat ve Terakki'nin mağrur ve sergüzeşt-cu
paşalanna bu fikir, bu ideal hoş gelmişti.
Ziya Gökalp hususi tetebbulan sayesinde bir hayli malumat elde etmiş,
Fransızcayı da öğrenmişti, şu kadar var ki zihniyetindeki bir hususiyet kendisine
garip bir itiyat, bir iptila vermişti. Her şeyi bir tasnife sokmak, kendi
nazariyelerine uydurmak isterdi. İçtimaiyata olan merakı kendisini eski Türk
hayat-ı ictimaiyesini tetkik ve tetebbua da sevk etmiş, bir hayli faydalı şeyler de
meydana çıkarmıştı. Dar bir dairede çabalamasa, daha geniş bir nazarla ilim
sahasını kavrasa idi çok daha faydalı olabilirdi.
Mebus ve Darülfünun içtimaiyat müderrisi olduktan sonra İttihat ve
Terakki Merkez Fırkası'nın tahsisatıyla Yeni Mecmua unvanlı mecmuayı neşre
başladı ve inkılabın zuhuruyla canlanmış olan Türkçülüğün cephesini de,
gayesini de hayliden hayliye değiştirdi. Yalnız ilmi, yalnız edebi, [s. 206] hatta
yalnız içtimai değil, biraz, hatta birçok da siyasileştirip kendine mahsus görüşleri,
duyuşlan ve sabit fikirleriyle (iıiiefixe) katı bir tarikatçı (sectaire) oldu.
Tarihi, felsefeyi, içtimaiyatı kendi fıtrat ve zihniyetinin gözlükleri altından
gören Ziya Gökalp içtimai hayatın gidişini de münhasıran kendi görüşüne
uydurmak ister. Yazdığı edebi, içtimai, felsefi makale ve eserlerle hep bu gayeye
çalışmıştır. Kendi, meslek itibarıyla içtimaiyatçı bir feylesoftur. Şark'ı, Şark adab
ve adatını, bilhac;sa Şark asanndan oldukça derinden tetebbu etmiştir. Son
Avrupa asanndan bazılannı tetebbua başlamış, içtimaiyat ilminde Durkheim'e
meftun olmuştur. Fakat onun haricinde hiçbir fikri kabul etmek istemediği gibi
tetkik etmeyi bile zaid görecek kadar fikr-i sabite (idee fixe) kapıldı. Bu noktadan
da birçok muanzlarla karşılaşmıştır. Bilhassa mecmualarda Rıza Tevfik, Mustafa
Satı' ve daha birçok sahib-i salahiyet zatlarla münakaşaları olmuştur.
Harb-i Umumi esnasında efkar üzerinde büyük tesiri görülen Ziya Gökalp,
Darülfünun'da içtimaiyat müderrisi iken Mütareke esnasında Malta'ya
gönderildi. Oradan kurtulduktan sonra vatanı olan Diyarbekir'e çekildi.
Beraberce Yeni Mecmua'yı çıkardığı arkadaşlanndan ayn düşmüş olduğu için
Diyarbekir'de Küçük Mecmua namıyla bir risale çıkararak fikirlerini neşre başladı.
Ortalık biraz sükunet bulduğu sıralarda Darülfünun, eski müderrisini yine davet
etti.
Ziya Gökalp milli bir ruh, milli bir heyecan ile ve hece vezniyle
manzumeler de yazmıştır. Bilhassa Türk efsanelerini tespite çalışmış, halk
arasında yaşayan masal ve hurafeleri nazmen yaşatmaya azmetmiştir.
Kızıl Elma bu gayretin mahsulüdür. Bundan maada TürklRşmek,lsldm/,a,şmak,
Mudsırlaşmak namıyla küçük bir eser ortaya atmıştır ki bunda kendi muanzlanna
cevap vermeye ve Türkleşmenin muasırlaşmaya da, İslamlaşmaya da mani
olmadığını, bilakis pek müsait bulunduğunu göstermeye çalışır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1063

[s. 207] Yeni Hayat unvanıyla İstanbul'da Evkaf Matbaası'nda bastırdığı şiir
mecmuası İttihat ve Terakki büyüklerinin birer destan-ı sitayişi, içtimai
fikirlerinin manzum birer telkinidir.
Mecmuanın edebi kıymeti mahduttur.
Mefkı1revi, seciyevi, ilmi ve içtimai kıymetine gelince onlar da pek zayıf ve
kansız, cansızdır. Ziya Gökalp bu kitapla kendi kıymet-i ilmiyesini, kudret-i
telkiniyesini de kaybetmiştir. Yirminci asır medeniyet, ahlak, ilim, seciye, kanaat
ve zihniyet esaslarıyla çarpışan fikirleri hiçbir kıymet-i tatbikiyeyi haiz değildir.
Denebilir ki Ziya Gökalp bir nevi neo-scokıstique bir terbiye, bir irfan yaratmak
azmine düşmüştür. Şaşkın ibre (d'equilibri') gibi ne tarafa hareket edeceğini tayin
edememektedir. Gençliğe azmi, hürriyeti, iradeti telkin edecek yerde yanlış
misallerle kuvvete ser-fürı1yu beylere, paşalara tabasbusu telkin bir ilim
adamının seciyesi ile pek de tevafuk etmez ve edemez.
"Vazife" adlı şu manzumesini sanat ve bediiyat değil fakat gaye, mefkure ve
seciye noktasından görelim:

"Vazife ne? Gökten inen bir sestir;


Soydan gelen duygulara ma'kestir;
Ben askerim, o, üstümde kumandan;
Baş eğerim her emrine sormadan!
Gözlerimi kapanın!
Vazifemi yapanın!
Hikmetini sormam, ince elemem;
Amirimdir, ona karşı gelemem!
Haklığına eylemişim kanaat,
Benden ona kayıtsız, şartsız itaat!
Gözlerimi kapanın!
Vazifemi yapanın!
[s. 208] Benim hakkım, menfaatim, arzum yok,
Vazifem var; başka şeye lüzum yok.
Aklım gönlüm düşünmezler, duyarlar;
Ondan gelen emirlere uyarlar. . .
Gözlerimi kapanın!
Vazifemi yaparım!
Var demezdim bu dünyanın ötesi,
Olmasaydı vazifemin gür sesi.
Bu ses mutlak maveradan geliyor;
Hak nerdeyse ta oradan geliyor.
Gözlerimi kapanın!
Vazifemi yaparım!"
Yirminci asırda, bütün insan sürülerini körü körüne ölüme sürükleyen,
mezbahaya çekip götüren bu kurı1n-ı vusta zihniyetine, bu kilise terbiyesine, bu
1 064 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

skolastik ahlaka taraftar çıkacak kimse var mıdır bilmem? Her emirlerine bila­
kayd u şart itaati isteyen İttihat ve Terakki paşalarının keyfine hizmetten başka
bir şeye yaramazdı. İnsanı akılsız, kör, idealsiz, gayesiz bir cemad haline
indirmek, Fikret'in:
"Ey mi'delerin zehr-i takazası önünde
Her zilleti bel' eyleyen efvah-ı kadide;
Ey fazl-ı tabiatle en amade vü mün'im
Bir fıtrata makrlın iken aç, atıl u akim,
Her ni'meti, her fazlı, hep esbab-ı rehayı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki . . . mürayi!"
diye tel'in ettiği mezelleti halka fazilet diye telkin etmek bilmem bir sihib-i ilme,
bir yirminci asır feylesof ve içtimaiyatçısına layık görülür mü? Gözlerini kapayıp
yaptığı işi bilmeden, görmeden, anlamadan işleyen işçinin [s. 209] hayatta
insanlık itibarıyla, cemiyette uzuvluk namıyla ne kıymeti olur. Bu halkı kara
cahil, insanı hayvan etmek değil de nedir? İşte mefkurevi parçalarından biri
daha. "Hayat Yolunda":

"Yüce Tannın! Niçin beni içli yarattın?


Yahut neden kaygısızlar içine attın?
Derdim yokken niçin bana derman arattın?
Ben, derdimi gösterdiğin dermanda buldum.

Verdiğin bana tılsımlı bir sır kutusu,


Açtım, o dem hayatimin kaçtı uykusu;
Başkalaştı benliğimin bütün duygusu
Ayılınca kendimi bir hicranla buldum.

Fısıldadın kulağıma derinden derin


Çok nükteler; anlamadı aklım hiçbirin,
Ruhumda mı, semada mı, nerdedir yerin?
Ne zeminde seni, ne de zamanda buldum.

Varlık nedir, sormaksızın yaşanmaz mıydı?


Bu sırrını faş etmeseydin ruh kanmaz mıydı?
Gönül uyur olsaydı hiç uyanmaz mıydı?
Gözlerimi bir dağılmaz dumanda buldum.

Yıldızlara baktım, senden haber görmedim;


Seni arar iken bilsen neler görmedim;
Yeri kat kat süzdüm, senden eser görmedim;
Bir vicdanda seni, bir de Kur'an' da buldum.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 065

Hakikatin yüzündeki siyah duvağı


Açamadım, tutamadım kaçan arağı,
Teslimlikte, feragatte gördüm ferağı;
Aman taleb edip, onu imanda buldum.

[s. 2 1 0] Hayat yolu uçurumlu, dağlık, kayalık;


İradede azimsizlik, güçte yayalık;
Vicdanımda ne kuvvet var? Derken, mayalık,
Bu kuvveti canda değil, cananda buldum.

Canan kim, o, bir gözlere görünmez peri,


Bir Ay'dır ki gönüllerde parlar izleri;
Gökyüzünde arar iken ben o dilberi,
Onu, gökte değil, yerde: Turan'da buldum."
Timsali (symbolique), sufı (mystique) bir zihniyetle yazdığı bu parçada adeta
sendeliyor, gah agnosticisme'e düşüyor, bir la-edri oluyor; varlıktan, Tanrı'dan
şüphe ediyor, gah tevekküle (resignation), cebriyeye (fatalisme) kadar varıyor. Körü
körüne imandan başka çare bulamıyor. Nihayette de bir mefkureviyeye (idea/isme)
varıyor. Aydın bir yoldan gidemeyen Ziya Gökalp hayatının hemen her
safhasında bu iltikati (edectique) felsefesinin kurbanı olmuştur.
Ziya Gökalp'ın Türkçülük hakkında kanaatini kısmen anlamak için şu
sözlerini gözden geçirelim:
"Türkçülük ilimde üç devreden geçti: Birincisi Felsefe Türkçülüğü, ikincisi
Tarih Türkçülüğü, üçüncüsü İçtimaiyat Türkçülüğü . . . Felsefe Türkçülüğü
muhteşem bir istikbal tasavvur ederken, tarih Türkçülüğü Türklüğün mazideki
ihtişamını arıyordu. İçtimaiyat Türkçülüğü ise Türklüğün istikbalini mazisinden
çıkarmaya uğraşıyor. Bunun gibi Türkçülük sanat vadisinde de üç devreden
geçmektedir: Birinci devirde de şairlerimiz şiirlerine milli bir mahiyet vermek
için milli mevzuları terennüm etmeyi, eski hayatı hatırlatacak birtakım
müesseseleri zikretmeyi, mesela şarap yerine kımızı, rebab yerine kopuzu ikame
etmeyi kafi zannettiler. Yahut Oğuz Han, Alangoba gibi kelimeleri doldurmakla
şiiri millileştirdik zannettiler. Bu zamanda yine zannediliyordu ki [s. 2 1 l ] her
hece vezni millidir. Fakat zihni Türkçülük diyebileceğimiz bu devir uzun
sürmedi. İkinci devrede milli edebiyatı halk edebiyatında, yani saz şiirleriyle
tekke şairlerinde mevcut görerek bunların taklidine başlanıldı. Ve böyle gidenler
halk şairlerinin kullanmadıkları hece vezinlerini kullanmadılar. Bu devreye
taklidi Türkçülük diyebiliriz. Tabii bu ötekine nispetle daha zevkli. Çünkü
ötekinde büsbütün sun'i olunuyor. Bu ise hiç olmazsa halk şiirinden numune.
İkinci devrede bilhassa Rıza Tevfik Bey'i görürüz. Mamafih, bu tarzdaki şiirler
bugünkü heyecanı, zevki terennüm etmediği için bunlara hakiki Türkçülük yani
Fransızca tabiriyle turquisme denilemez. Bu iki devire turquisme namı verilebilir."
1066 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Türkçülük, evvela kendine mahsus bir tarzda olacak, sonra deruni olacak,
sonra kuvvetini milli vicdan ve nazımda, nesirde tekemmülü bila-vasıta alacak.
Böyle eserlerin henüz yazıldığını bilmiyordum. Değil sanat itibarıyla, hatta lisan
itibarıyla da Türkçülüğün bu gayesine muvafık bir yazı henüz çıkmamıştır
zannındayım. Mamafih, bazı Türkçülerin yazdıkları eserler, Servet-i Fünun
ediplerinden ve şairlerinden hiçbir vakit geri kalmamıştır. Tabii, Tevfik Fikret
müstesna, o pek yüksektir. Ziya Gökalp'ın muhakemeleri indidir. Mamafih
zamanında çok taraftan da vardı.
Fakat bütün bu taraftarlar, Ziya Gökalp mevki ve nüfuzunu kaybedince
etrafından dağılmışlardı. Öyle Ankara, İstanbul Darülfünunda müderris olmak
ve mebusluktan istifa etmek üzere geldiği halde kendisini Darülfünuna da kabul
etmemişlerdi ve ümitsiz ve elem içinde hastalanan Ziya Gökalp nihayet
hastaneye düşmüştü. Metrukiyet ve nisyanın bütün acılarını yaşadı ve Fikret'in
"Ceza-yı Mensiyet"inde söylediği:
"Unutulmak o bir tahaccürdür!
Ki beraber muhitimizde yürür!"
hakikatini bütün zehriyle tatmıştı. Akıbet dudaklarında: "Türk Ocağı'nı ben tesis
ettim, asri Darülfünunu ben kurdum. Fakat bugün bu iki müessesede de [s. 2 l 3]
benim yerim yoktur. Türk Ocağı'nda beni hcyet-i merkeziyeye bile fazla
görürler. Darülfünun'da fikirlerimi neşr için benden bir kürsüyü bile esirgerler.
Sonra bana mebus olma, siyasete karışma derler. Evet efendiler ama, ben de
insanım, benim de ihtiyaçlarım vardır. Çocuklarım vardır, ailem vardır, ben de
yaşamaya ve onları yaşatmaya mecburum. Bana Darülfünfın'da bir yer
vermezseniz ben ilmimle nasıl yaşayım? Mesuliyetini üzerime aldığım bu
çocukları nasıl kurtarırdım?" Şikayetleri olduğu halde acı bir hicran ve ıstırap
içinde can vermiştir.
Ziya Gökalp 1 343 Hicri ve 1924 Miladi tarihinde İstanbul'da hastanede
ölmüştür. Hastalığın mahiyeti de kat'i surette anlaşılamamıştır. Birkaç hastalığın
ihtilat ettiği söylenmektedir.
Cenazesi büyük bir kalabalıkla kaldırılmıştır.

[s. 2 l 3] Lisanı, Kanaati ve Sanatı


Ziya Gökalp tetkike değer bir tiptir (!ype). Zihniyetinin bazı hususiyetlerine,
bazı keyfi (capricieux) ve excentrique düşünüş ve görüşlerine rağmen fikri hayatta bir
varlık göstermiş canlı bir şahsiyettir.
Lisanı mantıki bir eda (expression), büsbütün hususi bir çehre arz etmektedir.
Sade (simple) ve samimi (sincere) olmaya çalışır, fakat çok zaman gayr-i tabiiliğe
düşer. Yeni ıstılah ve tabirleri çoktur. Felsefi, içtimai, hatta edebi birçok ıstılahlar
yaratır. Kullanılanları kendi nokta-i nazarına mutabık ve muvafık görmedikçe
kendi ihtiradan çekinmez. Hususiyle edebi yazılarında, eski Türk lehçelerinden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1067

alınmış, bugünün lisanı için garip ve mehcur kelime ve tabirler çoktur. Lisana,
edebiyata, bilhassa nazma, Turancılığı getiren Ziya Gökalp'tır.
Ziya Gökalp bir Türk esatiri (mythologi,e) yaratmak gayreti göstermiştir.
Kullandığı lisanda eski kelimeler ve tabirlerin çok olmasına rağmen, Türk
zevkine, Türk ananesine, Türk ruhuna sıcak gelen samimiyet ve sancılık,
kavrayıcılık, füsun ve cazibe yoktur. Katı, haşin, soğuk, sun'i bir lisandır.
Ziya Gökalp'ın sanatı da cfilib-i nazar bir kuvvet ve mahareti haiz değildir.
Mısralarının tertip ve tanziminde kulağı, dolayısıyla ruhu okşayan tatlı bir
zemzeme, veznin ve kafiyenin intihap ve tatbikinde selaset ve mevzuniyeti temin
eden muvafakat görülmez. Kendisinde şiirin bir lazımesi olan {yrisme'e mukabil
bir talakat-ı hikaye görülür. Manzumeleri bir şiir derecesine yükselebilmekten
çok uzaktır. Ancak manzum birer efsane olarak kalır, onlarda hakikatten ziyade
hayalden ilham almış, hatta almış değil, almaya [s. 2 1 4] çalışmış, aramış. Birer
tecrübe (tatonnement) birer essai'dir. Talimi eserlerdir. Ziya Gökalp'ın kıymeti ne
şiiri, ne de sanatı itibanyladır. Belki açtığı cereyan ve vücuda getirdiği teşkilat
itibarıyladır: Aşağıda verdiğimiz manzume, nazmı hakkında canlı bir
numunedir:

"Yaradılış
(Türk Kozmogonisi)
1
Önceleri yoktu gündüz,
Görünmezdi aydın bir yüz;

Doğmamıştı henüz gökler,


Ne gün,ne ay, ne de Ülker;

yoktu hfila nur ordusu;


Vardı yalnız bir kara su!

Bir gün deniz dalgalandı,


İçinden bir kuş uyandı:

Demir gaga, demir pençe,


Adı Tuğrul240, uçtu yüce.

Yumurtası düştü: Şırakkk. . .


Kırılınca çıktı Barak24 1

240 Tuğrul, adama benzediği rivayet olunan esairi bir kuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
241 Barak, Tuğrul'un son iki yumurtasından birinin içinden çıkttğına Türklerce itikad olunan,
çok tüylü bir av köpeğidir. (İsmail Hikmet'in notu)
1068 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Barak, tüylü bir köpekti,


Anasına huyu çekti;

Uçup gitti arkasından,


Dersler aldı anasından . . .

[s. 2 1 5] Deniz gene dalgalandı;


İçinden bir Yak242 uyandı:

Başı öküz, kuyruğu at,


Alageyik takındı ad.

Bir adı da Kutlu Maral,


Onu söyler bin bir masal!

Gördüler ki Tuğrul, Barak:


İleride koşar bir Yak!

İki avcı etti akın,


Aktı yere kanı Yak'ın . . .

Yak, altıya parçalandı;


Bu parçalar bir bir yandı:

Her birinden çıktı bir can,


Her can oldu ayn cihan:

Biri oldu Gün, biri Ay,


Biri Yıldız: Düzdü alay.

Birisi Gök, biri Deniz;


Biri de Dağ: Soluk beniz! ..

Gök'ü, yeri bu tek öküz


Doğurunca, çıktı Gündüz:

Her yirmi dört saat vakti,


Gece'yle bir bir pay etti . . .

242 Yak, Tibet öküzüdür ki, Türklerce en mukaddes bir hayvandır; kurban edilir ve
kuyruğundan tuğ yapılır. Tuğrul ile Barak'ın mukaddes olması da, Yak, yani sığır avında
kullanılclıklan içindir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 069

Gökten indi yere Tuğrul,


Yumurtladı altı oğul:

[s. 2 1 6] Biri Şahin, biri Kartal,


Tavşancıl'ın gözleri al;

Biri Sungur, bir Çakır,


Biri Üç-kuş: Rengi bakır . . .

Dedi: "Gördüm ben bir saray,


Bu sarayda altı koğuş:

Deniz, Gök, Dağ, Yıldız, Gün, Ay;


Her birine verdim bir kuş . . .

2
Önce, Gece kaldı gebe,
Çağırdılar geldi ebe . . .

Doğdu sekiz Çor243 yavrusu,


Adlarına dendi Yirsu.

Sonra Gündüz kaldı gebe,


Çocuklan aldı ebe.

Dokuz İye244 yavrulan,


Adlanna dendi Tann . . .

Yer, payladı sekiz katı,


Her Yirsu'ya birer çatı

Verdi; Gök de dokuz katta,


Her Tann'ya birer oda.

Dokuzlar'ın başı: Ogan,


Sekizler'in, Kara-Çor Han.245

243 Çor, cin ve yerdeki ilah mfuıfuruıadır. (İsmail Hikmet'in notu)


244 İye, Şark Türkçesi'nde itti suretindedir; sahip ve ilah manfilannadır. (İsmail Hikmet'in
notu)
245 Buna Kara Han ve Erlik Han da denilir. Erlik, çorlu mfuıılsınadır. (İsmail Hikmet'in
notu)
1 070 İSMA1L HİKMET ERTAYLAN

[s. 2 1 7] Çor Han dedi babasına,


Çık Ogan'ın odasına,

Bir kızı var: Güneş Hanım,


Gördüm onu, sevdi canım . . .

Aşıkıyım ben ezeli,


Versin bana o güzeli! ..

Çeçen çıktı en son kata,


Dedi ki, "Ey ulu ata,

Oğlum sevmiş kızınızı,


İstiyor bu yosma kızı . . .

"Alırsınız" dedi Ogan,


"Verirseniz iki nişan . . . "

"İki azdır" dedi Çeçen;


"Çok isteyin, benim veren! . .

Dedi, "Bin bir mücevherden,


Elmas, yakut, zümrütlerden

Yaptım kıza bir bilezik;


Kaldı iki taşı eksik;

Biri dalga: Göl İncisi;


Biri serab: Çöl incisi! ..

Çeçen indi yer altına


Dedi oğul kıy altına

Vermek için kızı Ogan


İster senden iki nişan

Biri dalga: Göl incisi


Biri serab: Çöl incisi! ..

Çor Han gördü bunu kolay


Dedi, "Boy boy, alay alay,

[s. 2 1 8] Yer üstünde, yer altında,


Kimler varsa gelsin bana
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 107 1

Hep geldiler, cinler, canlar,


Çor Han dedi, "Kahramanlar,

Kim güvenir içinizde,


İki şeyi elde ede?

Biri dalga: Göl incisi . . .


Biri serab: Çöl incisi . . .

Görünmedi hiçbirisi
Cümlesinin sustu sesi!

Gene sordu, ses çıkmadı;


Tekrar etti, hiç bıkmadı . . .

Dedi bir kurt ile karga,


Gideceğiz her ikimiz,

Fakat vardır eksiğimiz!


Biz ki kuluz bu ocağa

Kurt istedi uzun bacak,


Dalgacığı o tutacak . . .

Kuş istedi keskin bir göz,


Serab'a o vermişti söz . . .

Bu şeyleri verdi Çor Han,


Düştü yola iki arslan:

Asırlarca aradılar,
Tali'leri çıkmadı yar . . .

Ne Serab'ı tuttu karga,


Ne kurt elde etti dalga . . .

Alplar zafer çalamadı;


Çor Han, kızı alamadı . . .

[s. 2 1 9) Yıllar geçti, Gün Hanım'dan,


Doğdu bir bey, adı Gün Han

Kanı sıcak, canı ılık,


Yeryüzüne saçtı ışık . . .
1072 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

3
Çolbu Hanım: Zühre kızı,
Seviyordu bir Yıldız'ı!

Bu güzel genç: Ülker oğlu,


Arardı kız ona yolu.

Bir gün birden Zühre, Ülker,


Bir hizada birleştiler.

Çolbu attı göz Yıldız'a,


Yıldız, bir ah çekti kıza.

Uyanarak hevesleri,
Sıklaştı gür nefesleri . . .

Bu nefesler oldu dalga,


Çıktı heman bir kasırga . . .

Bundandır ki Zühre, Ülker


Birleştikçe Türkler ürker . . .

4
Bir kış günü yalın ayak
Öksüz bir kız yan çıplak,

Kardan şişmiş ayaklan,


Donmuş narin kulaklan,

Elinde bir demir bakraç,


Gözü yaşlı, karnı da aç,

[s. 220] Su almaya gidiyorken,


Bir kasırga koptu birden:

Ay, köşkünden baktı ona,


Dedi: Mutlak üvey ana

Bu yavruyu böyle bakar,


Dolaştınr pınar pınar . . .

Kız, bir çalı içindeydi,


"Çalı, şunu al gel!.." dedi.
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 073

Çalı birden oldu bir at,


Kartal gibi açtı kanat;

Gök alçaldı, at yükseldi,


Kız bakraçla Gök'e geldi . . .

İlk gece Ay, gümüş bir yay,


Büyüdükçe kız, büyür Ay . . .

Bazen girer kız otağa,


Halı dokur, çıkmaz bağa,

Özleyerek Ay, öksüzü,


Bir hilale döner yüzü.

Bazen kızın keyfi coşar,


Elde bakraç göle koşar;

Yorgun Ay'a su getirir,


Ay'ın yüzü olur bedir . . .

Gökte var bir beyaz ayı,


İster: Tutup yutsun Ay'ı,

[s. 221] Gözü vardır öksüz kızda;


Fakat geri kalır hızda;

Her savaşta yirmi beş gün,


Bir düziye Ay' dır üstün . . .

Yalnız üç gün yener ayı,


Görmezsiniz gökte Ay'ı."
Ziya Gökalp, tesciye etmek istediği yeni hayatta, memleketi için arzuladığı
ilmi, içtimai iyilikler arasında kesin bir inkılap yapabilen dahilerden olmamıştır.
Fikirlerinin ilmi ve tatbiki kabiliyetleri azdır. Onlar birer nazariye halinde
doğmuş, öyle de kalacaktır. Bir zamanlar asrileşmeyi, sofrada tabak kullanmayı
bile kabul etmeyecek derecede fikrine zıt bulurken, "Medeniyet" unvanıyla
yazdığı şu manzumede:
"Avrupa bir akademi, azalan milletler;
Her biri bir nurlu deha, çünkü ayn hırsı var.

Avrupa bir darülfünun, hocaları milletler;


Her birinin ihtisası, bir örneksiz dersi var.
1 074 İS:MAİL HİKMET ERTAYLAN

Bu nurlardan biri sönse medeniyet loş kalır;


Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır.

Medeniyet beynelmilel yazılacak bir kitab;


Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek.

Medeniyet bir konser ki birçok çalgı, saz, rebab


Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek.

Bu kitabın bir mebhasi eksik olsa okunmaz;


Bir aleti yoksa, ahenk gönüllere dokunmaz."
diyecek kadar asıileşiyor, inzivadan kurtuluyor.
Din ve kanaat bahislerinde de mesela bir Tevfik Fikret olamaz. Öteye
geçemez. Mesela "Tarih-i Kadim"lerin, "Haluk'un Amentüleri"nin tesiriyle dini
Türkleştinnektt>n mülhem olarak "Din" unvanlı şu parçayı yazarken:

[s. 222] "Benim dinim ne ümittir, ne korku


Allah'ıma sevdiğimden taparım !
Ne cennet, ne cehennemden bir koku
Almaksızın vazifemi yaparım.

Vaiz!.. Deme cehennemin ateşi


Çıkar bilmem kaç bin çeki odundan,
De ki vardır bir güzellik güneşi
Doğmuş bizim aşkımızın odundan.
De ki vardır "Tuba" adlı bir ağaç
Kökü gökte, gönüllerde dalları . . .
Yemişinden yedi ruhum, değil aç,
Bütün sevgi, şefkat onun ballan.

Vaiz!.. Bana muhabbeti şerh eyle


Ben aramam şeytan nedir, melek ne? ..
Erenlerin esrarından söz söyle:
Seven kimdir? Sevilen kim? Sevmek ne?

Beni cennet va'di ile avutma,


O kalbimdir, çünkü sevgi elidir,
Cehennemin azabıyla korkutma,
Korku nedir bilmez, gönlüm delidir."
diyerek bir yirminci asır mutasavvıfi olmaktan ileri gidemiyor. . . Gevheıi'nin,
Harabi'lerin propaganda kasdıyla yazdıkları o tekke edebiyatı numunelerinden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 075

ruh itibarıyla farkı yoktur: "Topunun mübdii bir vehm-i cebin" diyecek cüreti
yoktur.
"İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?
Hiç şüphesiz peygamberler, veliler . . .
Bu devirde din hikmete rehberdir;
Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer . . . "
diyerek gençliğe skolastik terbiye veriyor ve nihayet:
[s. 223] "Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın . . .
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın . . .
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!. . ."
diyerek bir İslam protestanlığı yapmak, bir İslam Luther'i olmak istiyor. Bu
kadarı ona kafi görünüyor.
İçtimai fikirlerinde tenkit ve tarize müstahak olanları çoktur. Asrın
ihtiyaçlarını aydın olarak görecek, kat'i olarak kavrayacak ne terbiye-i fıkriyesi,
ne de tecrübe-i medeniyesi vardır. Dil hakkındaki fikirleri de "Lisan" unvanlı şu
manzumesinde açık surette anlaşılmaktadır:
"Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.

Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manası anlaşılan
Lügate atmadan göz.

Uydurma söz yapmayız,


Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş Türkçedir;
Eski köke tapmayız.

Açık sözle kalmalı,


Fikre ışık salmalı;
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.

[s. 224] Yeni sözler gerekse


Bunda da uy herkese;
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
1 076 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Yap yaşayan Türkçeden,


Türkçeyi incitmeden,
İstanbul'un Türkçesi
Zevkini olsun yeden

Arapçaya meyletme
İran'a da hiç gitme;
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.

Ayn'lı sözler emmeyiz,


Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Turan'da
Tek dilli bir kümeyiz.

Turan'ın bir ili var,


Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.

Türklüğün vicdanı bir,


Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir. 246

246 25 Ekim l 924'te vefat eden Ziya Gökalp'ın eserleri şunlardır: Şiir: Şaki lbrahim Destanı

( 1 908), Kızıl Elma ( 1 9 1 4), Ala Geyik ( 1 9 1 4), Yeni Hayat ( 1 9 1 8), Alhn !;ık ( 1 923). Diğer eserleri: llm-i
lctimd Dersini ( 1 9 1 3), lbn-i lctimd ( 1 9 1 5), Rusya'daki Türkler Ne Yapmalı? (19 1 8), TürHeşmek, lsldmlaşmak,
Mudsırlaşmak ( 1 9 1 8), Türk Töresi ( 1 923), Doğru Yo� Hıikimiyet-i Milliye ve Umdelnin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri
( 1923), Türkçülüğün Esaslan ( 1923), Türk Medeniyeti Tarihi ( 1 925), Felsefe Dersini (haz. Ali Utku-Erdoğan
Erbay, 2006). Ziya Gökalp'ın bütün eserleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından ..Qya Gökalp
Külliyah L· Şiirler ve Hallt Masal/an (Ankara 1952) ve ..Qya Gökalp Külliyah IL· Limni ve Malta Mektuplan
(Ankara 1965) adıyla iki cilt halinde yayımlanmışnr.
Mehmed Akif(Ersoy)
MEHMED AKİF

Hayatı
Mehmed Akif bütün emsali gibi medrese terbiyesinin tesiri tahtında yetişen;
çocukluğunu, gençliğini o ruh ile yaşayan bir şahıstır. Fıtratında mevcut olan bir
kuvvetle şiirin aguşuna atlayan Akif o güzelliğin sihir ve füsununu hakkıyla
kavTayamamış, o çeşniyi bütün incelikleriyle tadamamıştır.
Dar bir çember içinde perendebazlık edenler gibi din çerçevesi içinde
sıkışmış kalmıştı. Tekmil menba-ı ilhamı olan dini hasbi olarak murakabeye
daldığı zamanlar şairleşen Akif dini, bir menfaat ve maişet vasıtası haline
getirdiği zamanlar tahammül edilemez bir kaba ve azgın mutaassıp (fanatique
refrent) olur. Saldıracak yer, atılacak adam arar. Gözlerinde karı, dişlerinde zehir
görülür. Dinin de telin edeceği menfor ve kerih bir manzara alır. Tapındığı dinin
ve şer'in tavsiye ettiği hilm ve sükundan, nfk ve merhametten eser görülmez.
Dünyayı ıslaha memur edilmiş serseri bir mütenebbi vaziyeti takınır. Esasen sıdk
u hulusu ile dine sarılmış olmayan bütün vicdanlarda böyle riyakar bir taşkınlık
(hypocrite exaltation) görülür. Meşrutiyet'in ilanına kadar kendini gösterecek bir
fırsat bulamayan Akif, gah mahalle kahvelerinde yazdığı manzumeleri dostlarına
okuyarak ve mahalle kahvelerinden, medrese köşelerinden, cami avlularından
ilham toplayarak, gah saçtan tırnağa yağlanıp mahalle meydanlarında
pehlivanlarla enseleşerek zaman geçirmiş, İnkılap'ın zuhuru Mehmed Ak.iri
Darülfünun edebiyat müderrisliğine kadar çıkardı, muhitinden ayrılan bu adam
yeni muhitine ısınamadı, o muhiti benimseyemedi. Kimine haset, kimine gayz ile
baktı. Kendi [s. 226] zihniyetinde olan üç beş yardakçı ile ağız bir ederek
memleketin ileri gelen üdeba-yı şuara ve fuzalasına küfür etmeye kadar vardı.
Sefahat unvanıyla neşrettiği manzum eserler bu gaflet-i fikriyenin, bu şenaat-i
edebiyenin yaşayan kara kalpli birer şahididir.
Fikret'e karşı olan çirkin ve miskince bühtanlı hücumlarına Fikret asilane
bir cevap vermiş,
Ben utanmam yüzüm ak, alnım açık
Sen utan yaptığın işten be alık
demiş ve "Tarih-i Kadim'e Zeyl" unvanıyla yazdığı o mükemmel şiirde Ak.iri
"Molla Sırat" lakabıyla tevsim etmiş, o lakap da Akif'in unvanı olup kalmıştır.
Akif yalnız Fikret'e değil bütün ediplere; bütün şairlere; bütün lazıllara, gençlere
ve gençliğe sövüyordu. Rıza Tevfik verdiği bir konferansta bu mutaassıp
mütearnzı tapındığı dinin kanunlarıyla susmaya mecbur etmişti.
1 080 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Akif kanaat ve zihniyetini neşir için mensup olduğu Bab-ı Meşihat'ın nakdi
muavenetiyle Sebilürreşad mecmuasını çıkarıyor, manzum ve mensur eserler
yazıyordu. Bu mecmua bir zamanlar Sırat-ı Müstakı"m namıyla çıktı.

Muharebe zamanlarında dini kuwetten istifade çareleri düşünüldüğü


sıralarda Akif gemi azıya almış ateş püskürüyordu. İlmi, edebi ve insani nezahat
ve nezaketten uzaklaşıp gidiyordu.
Mütareke'nin başlangıcıyla Akif de Anadolu'ya geçti. Münzevi bir hayata
girdi. Bir ara Sırat-ı Müstakfm'i çıkarmaya başladı.247

Fakat istinat ettiği kuwetin bugün zaafa uğraması onun da kolunu kanadını
kırmıştır.
Eserleri Sırdt-ı Müstakim ile neşrettiği makale ve manzumelerle üç kitaptan
ibaret olan Sefalzat'larıdır. 248

[s. 227] Lisanı, Üslubu, Sanatı


Akirin lisanı sade (simp/,e) seyyal (coulant) ve kuwetlidir; fakat sadeliği çok
zamandan samimiyetini kaybederek iptizale (trivialite) doğru sürçüp gider,
adileşir.
Kendi muhitinden, dini ve içtimai muhitinden aldığı, gayz ve garazdan
ruhunu kurtarabildiği dakikalarda cidden şairleştiği yerler vardır. O zamanlar
heyecanlı bir lisan, coşkun ve hazin bir ifade ile yazdığı parçalar bir şiir olur.
Gayz ve garazı, gılzet ve taassubu bırakıp da hulus ve kanaatiyle ilhamına ram
olup yazsa idi, kendi vadisinde yegane bir şair olacağında şüphe yoktur. Şu
"Bülbül" unvanlı manzumesi canlı bir numunedir:

"Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım


Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lfil ...
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlal.
Muhitin hfili insaniyetin timsalidir, sandım;
Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar . . . Neler andım!
Çıkarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yad,

247 Sırı1t-ı Müstakim, Mütareke yıllarında değil, il. Meşrutiyet'in ilanını takip eden günlerde 27

Ağustos 1908- 1 Mart 1 9 1 2 yıllan arasında 182 sayı olarak yayımlanmışnr.


248 Yedi kitaptan oluşan Sefolıat'ın yayımlanış tarihleri şöyledir: Sujolıat 1. K' ıtap ( 19 l l), Sefahat
2. Kitap: Sü�anrye Klirsüsü'nde ( 1 9 1 2), Safolıat 3. Kitap: Hakkın Sesleri ( 1 9 1 3), Sefalıat 4. Kitap: Fatih
Kürsüsü'nde ( 1 9 1 4), Sufolıat 5. Kitap: Hatıralar (191 7), Safahat 6. Kitap: Asım ( 1 924), Safolıat 7. K'ıtap:
Gö(ge/er ( 1933). (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 08 1

Zalamın sinesinden fışkıran memdı'.id bir feryad,


o müstağrak, o durgun vecdi nagah öyle coşturdu:
Ki vadiden bütün, giryan eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler: Ya Rab, ne mevcamevc demlerdi!
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gı'.iya Sı'.ir-ı Mahşerdi.
[s. 228] - Eşin var, aşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
o zümrüd tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kainatın şen.
Hazansız bir bahar isterse, şayed rı'.ih-u ser-bazın,
Ufuklar, bu'd-ı mutlaktır bütün mahkı'.im-ı pervazın . . .
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb'ada;
Hayatın en muhayyel gayedir ahrara dünyada.
Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurı'.işandır?
Hayır! Matem senin hakkın değil. . . Matem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım!
Teselliden nasibim yok . . . Hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki: Şarkın ben vefasız, kansız evladı,
Ser-a-pa Garb'a çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Selahaddin-i Eyyı'.ibi'lerin, Fatih'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nakı'.is inlesin beyninde Osman'ın;
Ezan sussun, fezfilardan silinsin yadı Mevla'nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mazi serab olsun;
O kudretler, o satvetler harab olsun, türab olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Han'ın;
Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan'ın!
Ne heybettir ki: Vahdet-gahı dinin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vasız kalan dindaş!
[s. 229] Hesapsız bi-günah işkenceler altında kıvransın;
Serilmiş gövde, binlerce ve yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslam'ın harem-gahında na-mahrem?
Benim hakkım . . . Sus ey bülbül . . . Senin hakkın değil matem."
Yazık ki b u kadar kanlı dertlerini, elemlerini teşrih eden kalem b u hissiyata
din gibi bir amili filet ediyor. Avrupa emperyalistlerinin, Garp katillerinin
Umumi Harp'te yaptıkları ve yaptırdıkları binlerce zulümleri, işkenceleri
anlatırken dürbününün adeseleri yalnız bir noktaya dikilip, kalıyor. O da din
noktası. ..
Nokta-i nazarı bu kadar dar, bu kadar mahdut olmasaydı, o kuvvetli
1 082 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

taassup girivesine de düşmeyecek, daha insani bir ruh ile bütün insanlığın, bütün
yoksulluğun bu esaretin bir müdafii, hem de canlı, heyecanlı bir müdafii, zulüm
ve tahakküm alhnda inleyen zavallı halkın coşkun bir taraftan olacaktı.
Elemlerinden, yaralarından bahsederken ateşli müdafii kesildiği dininin bütün
işkencelerini, bütün zulümlerini, bütün vahşetlerini unutur... Sekiz on sene ewel
yurdunu bir mezbahaya çeviren Otuz Bir Mart irticalanm, "Şeriat isteriz!"
feryadıyla İstanbul afakım ateşe veren, sokakları kan seline boğan mektep
görmüş, tahsil ve terbiye almış genç, ihtiyar bütün medeniyet ve insaniyet
taraftan olanları rastgeldiği yerde koyun gibi boğazlayan çılgın taassup sürülerini
gözünün önüne getirmiyor. İşte taassupla yoğrulmuş olmanın, tarikatçılıktan
(sectaire) kurtulamamanın acı neticeleri bunlardır. Akif hep bu dini körlükle
insaniyetin ruhunu incitecek gılzetler yapar. Zulümden bahsederken zulüm
yapmak ne elim gaflettir. İçtimai ve insani terbiyedeki noksanı şayan-ı teessüftür
ki kendisini ahlaken ve hissen laubaliliğe, hatta gılzet ve adiliğe sevk etmiştir.
Mesela:

"Fecr-i ati" denilep, millet-i merhume için


Şeb-i nhlet gibi muzlim görünen bir neslin,
[s. 230] Zcvk-i süflisine münkad olarak hissiyat
Ne yüreklerde şehamet, ne şehamette hayat
Kalmasın; hasılı isterse bela tufanı
Kaplasın cuşa gelip her tarafından vatanı . . . "
veyahut:
"Üdebanız hele gayetle bayağı mahlukat. . .
Halkı İrşad edecek öyle mi bunlar? Heyhat!
Kimi Garb'ın yalınız fuhşuna hasbi simsar
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski divanlanmz dopdolu oğlanla şarab,
Biradan, fahişeden başka nedir şi'r-i şebab
Serseri; hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat bir çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah'a söver; sonra biraz bol para ver;
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder! . . . "
gibi bühtanlar ve hezeyanlar şiir ve sanat eseri değil ancak Nefiyane birer hiciv,
birer küfür olur. Halbuki Ak.irin:

"Artık ey sevgili kari, oturup orta yere


Cephe duvarına bak, camlara bak, minbere bak
Sonra mihrab ile mahfillere, kürsilere bak
İşte her gôşede, her yerde demadem görünüp,
Lakin esrara bürünmüş gibi müphem görünüp
Fikri bitab-ı telakki bırakan ayahn
Kalarak mülhem-i avaresi hissiyahn
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1083

Dalgalansın da denizler gibi kalbinde Huda


Görmesin didelerin reng-i heves, reng-i seva
Vecde gel; vahdete dal, filem-i kesretten uzak..
[s. 23 1] Yalınız sanii gör, san'atı, masnuu bırak
Ben de bir yer bularak şöylece tenha kalayım
Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temaşa olayım!
Mabedin cebhe cidanndaki loş pencereler
Güneşin hüzme-i uryanına örtüp esmer
Bir bulut, yağdırıyor dahile bin zıll-ı vakur
O inen perde-i seyyfil arasından manzur
Koca bir mahşer-i iman ki ezelden medhuş
Seneler vecd ile pür-cuş, dudaklar hamuş
Diz çöküp mermerin üstünde yalınkat hasıra
Bekliyor hepsi münacatı namazdan sonra
Esiyor cu-yı mehibinde bu vahdetzann
Ebedi nefha-i rahmet ki o binlerce yığın
Gölge şeklindeki eşbaha taayyün veriyor
Tepeden tırnağa zerrat-ı vücud ürperiyor
inliyor nale-i gayret der ü divanndan
Dar duydukça gelen sayhayı deyyanndan
Ruhlar yanmada bitab-ı tecelli kalarak
Dideler namütenahi, ebedi müstağrak
Ansızın bir iri ses dalgalanıp mahfilden
Kalb-i mabedde uyandırdı ne muhrik-i şiven
Bir de baktım ki: O her saftan uzanmış kollar
Varacak sanki yanp boşluğu Mevla'ya kadar
Şimdi üç bin kişinin sine-i ma'sumundan
Kopan "Amin" sadasıyla icabet lerzan
Akıbet okşanıp ebedi tazarru'la cibah
Döndü kürsiye o avare cemaat nagah
Kimdi kürsideki? Bir pir-i ilahi sima,
[s. 232] Ki cebininde dem-a-dem uruyor kalb-i deha
Bembeyaz lihye-i pakiyle beyaz destan
O geniş alnı, o hemreng seher-didarı
Her taraftan kuşatıp bedri saran hfile gibi
Ne saba.hat, ne muhabbet veriyor Yarabbi
Hele gözler iki mihrak-ı semavidir ki
Bir şufuyla alevlendiriyor idraki
Ah, o gözlerden inen hüzme-i nur-a-nurun
Bağlı her tar-ı füsunkanna bin rı'.'ıh-ı zebun"249

249 Şiirin adı "Ma'bedin İçinde"dir. (Haz. notu)


1 084 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

gibi tasviri (descriptijJ ve mülhem (inspi.ri) manzumeleri de vardır. Lisanında bir


kudret-i tasvir ve bir kabiliyet-i tahkiyesi olan Akif bazen çok güzel şiirler de
söylemiştir. Yalnız bütün bir manzumeyi lisanen bayağılaşmadan iptizal ve
ıtnaba düşmeden, ilhamen zaafa uğramadan söylediği azdır. Akirte, Naci'lerde,
Şeyh Vasfi'lerde hatta İsmail Sala'larda görülen bir sühfılet-i nazın, bir harize-i
kelam vardır. Lisan onun elinde elastiki bir madde halindedir. Kelimeleri vezne
sokmak için müşkülata uğramaz.. Hatta fikrini ifade için düşünmez bile... Ne
yazık ki muhitinin tesiriyle, terbiye ve tahsilinin sevki ile şiirin aradığı ulviyete
yükselememiş, muhitinin şairi olup kalmıştır. "Mahalle Kahvesi" gibi tabiattan
ve hakikatten aldığı ilham ve numunelerle realist bir ruh ibraz eden Akif zevk ve
hissini terbiye edebilse, sanatın inceliklerine nüfuz eyleyebilseydi fıtratındaki
istidadı tenmiye ederek iyi hatta yüksek bir şair olabilirdi. Bugünkü vaziyetle
kuvvetli bir nazım olmaktan daha ileri geçemez, çünkü küfür, parlak da olsa
edebiyat havzasına giremez. İşte Nefi'nin "Sihılm-ı Kazd'sı!. O koca şairin te'mini
.

takdise değil telvise bir mülevves vesile olmuştur.


Şu "Hasta", "Seyfi Baba" adlı manzumeleri fazla teferruata boğulmuş,
birçok yerlerinde lüzumsuz tasvirlere kapılmış olmakla beraber tasvir ve
tahkiyede kudretine iyi bir numune olmaktadır:

[s. 233] Mahalle Kahvesi


«Mahalle kahvesi!» Osmanlılar bilir ne demek?
Tasavvur etme sakın «Görmedim nedir?» diyecek.
Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, haramiler,
Adım başında dikildikçe piş-i azminde,
Felah-ı ümmeti imkan kalır mı ümmide?
Evet, dilenci sanır seyreden kıyafetini;
Fakat bir onluğa cigıiş açan selaletini,
Görüp de rikkate şayan, biraz sokulsa, hemen,
Vurur zavallıyı ta kalbinin samiminden!
Mahalle kahvesi hfila niçin kapanmamalı?
Kapansın, elverir artık bu perde pek kanlı!
Hayır, bu perde, bu Şarkın bakılmayan yarası;
-Ki levs-i hu.n-ı habisiyle mülke yüz karası;
Hayatımızda gediktir «gedikli» namiyle,
Açık durur koca bir kavmin ihtimamiyle!
Sakın firengiye benzetmeyin fecaatini:
Bu karha milletin emmekte ruh-ı gayretini.
Mahalle kahvesi Şarkın harim-i katilidir;
Mahalle kahvesi halkın mezar-ı evvelidir.
Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idraki, sonra kendi ölür...
Muhit-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 085

Girince nfır-ı nazar simsiyah olur da çıkar!


Yatar zemin-i sefilinde en kesif eşbah,
Yüzer hava-yı sakilinde en habis ervah.
[s. 234] Dehan-ı la'nete benzer yarıklarıyla tavan,
Kusar içinde neler varsa hatıratından!
o hatıratı da zannetmeyin: mealidir;
Bütün rezail-i tarihimizle mfilidir.
Neden mefühir-i eslafa kahredip, yalınız,
Mülewesatına mazimizin sarılmadayız?
Sebat içinde mi geçmişti ömrü ecdadın?
Hayır, o hayl-i necibin, o şanlı evladın,
Damarlarında şehamet yüzerdi kan yerine,
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
Fakat biz onlara ait ne varsa elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık!
Bütün heyakil-i san'at yetiştiren Şarkın
Zemin-i feyzi nasıl şfıre-zara döndü bakın!
Ne hastahanesi kalmış zavallı eslafın,
Ne bir imareti, bitmiş elinde ahlafın.
Kanalların izi yok, köprüler harab olmuş.
Sebiller kurumuş, çeşmeler serab olmuş!
O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebin
Ne gir ü dar-ı ma'işet bilir, ne kedd-i yemin.
Azab içinde kalır sa'yi görse rü'yada!
Niçin yorulmalı zaten "ölümlü dünya" da?
Vücfıd emanet-i Hak, doğru, hem cennetlik.
Bu kahveler gibi cennet de müslimine gedik!
«Hayat-ı aile» isminde bir maişet var;
Saadet ancak odur... dense hangimiz anlar?
Hayat-ı aile dünyada en salalı hayat,
Fakat o alemi bizler tanır mıyız? Heyhat!
[s. 235] Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;
Evinde akşam otursan kemfil-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,
Bulunduğun yeri bir halka-i resm edip sarsa,
Saray-ı cenneti lanende görsen olmaz mı?
İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?
Karın nedime-i ruhun; çocukların ruhun;
Anan, baban birer agfış-ı iltica-yı masun.
Sıkıldın öyle mi! Lakin, biraz alışsan eğer,
Feza kadar sana vasi', gelir bu dar çember.
Ne var şu kahvede bilmem ki sığınıyorsun eve?
Gelin de bir bakalım . . . Buyrun işte bir kahve:
Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik;
1 086 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik.


Şu gördüğüm yer için her ne söylesem caiz;
Ahırla farkı: O yemliklidir; bu yemliksiz!
Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş...
«İmiş»le söylüyorum . Çünkü anlamak uzun iş,
o bir karış kirin altında hangi maden var?
Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar.
Maun cilasına batmış tütünle nargileden;
Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden,
Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al,
Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal.
Şu var ki, bilmeyen insan görürse birden eğer,
«Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!» der.
Kenarda, peykelerin alt başında, bir kirli
Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli:
[s. 236] Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı,
Ki galiba güveden, lime lime hep sırtı!
Kurur bu örtünün, üstünde yağlı bir mendil;
Onun da üstüne raftan iner ki bir zenbil.
Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle
Zaman zaman coşarak bir sema eder şöyle!
Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk,
İçinde camlı dolap var ki raflarında ne yok!
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz;
Onun yanında, kan almak için, beş on boynuz.
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar ...
Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukar!
İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası;
Uzun lakırdıya hacet ne? İşte? Mosturası:
Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden,
Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar, dizilen,
Zavallı dişleri sen mahya belledinse, değil;
Birer mezara işaret düşün ki her kandil!
Üçüncü katta durur sade havlu bohçaları.
Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı.
Duvarda türlü resimler! Alındı Çamlıbeli,
Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli!
Aralı Üzengi'ye çalmış Şah İsmail gürzü;
Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü.
Firaklıdır Kerem'in «Üfl» der demez yanışı,
Fakat şu «M mine'l-aşk»a kim durur karşı?
Gelince Ezraka Banu denen acuze kadın,
Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhad'ın!
[s. 237] Görür de böyle Rüffil'yi: elde kamçı yılan,
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 087

Beyaz bir arslana binmiş; durur mu hiç dede can ?


Bakındı bak Hacı Bektaş'a: Deh demiş duvara!
Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra.
Birer birer oku mümkünse, sonra mana ver...
Hayır, hülasası kafi, yekunu ömre sürer:
Bedaheten kusulan herze-pareler ki düşün,
Epey zaman daha lazımdı yave olmak için!
Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın,
Yayılmış üstüne birçok kağıt ki, oynayanın
Elinde yağlı meşin zanneder görün ce adam.
Ya tavlanın kiri? Kabil değildir, anlatamam.
Harita-vari açılmış en orta yerde dama;
Beyaz mı taşlan, yahut siyah mı? Hiç sorma!
Hutfıtu: Gayr-i muayyen hududu memleketin:
Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin!
Deliklerindeki pislik lebaleb olsa, yine,
Bakınca bunlara gayet temiz kalır domine.
Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan;
Yanında bir de kulaksız Tekir... Unutma aman!
-Asıldı Beykoz'a!
-Besb elli, bak sırıttı aval;
-Bacak elinde mi?
-Kır, Hamdi sen de dağlıyı al.
-Ulan! Kapakta imiş dağlı... Hay köpoğlu köpek!
-Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek!
[s. 238] -Sekizli, onlu, ne çektinse ver de huriyi tut.
-Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkmaz işte: kaput!
-Çihar ü yek mi o taş?
-Hiç sıkılma öldü dü-şeş!
-Elimde yok mu diyor? Çek babam!
-Aman şeş-beş!
-Hemen de buldu be? Gelsin hesaplayıp durma!
-Bi parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma!
-Dü-beşle bağlıyorum.
-Yağma yok!
-Elindeki ne?
-Se-yek.
�-Aman durun öyleyse: Penç Ü yek, domine!
-Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar:
Kınk mı söyleyin Allah için şu canım zar?
-Kırık!
-Değil!
-Alimallah kınk!
-Değil billah!
1 088 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

-Yeminsiz oynayamazlar ki, ah çocuklar ah!


-Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak!
-Gelirsem öğretirim şimdi...
-Ay şu pampine bak!
Gelip de öğretecekmiş... Mezarcı Mahmud'a git!
Bir üflesem gidecek ha... Tirit mi sade tirit!
-Zamane piçleri! Gördün ya, hepsi besmelesiz ...
Ne saygı var, ne haya var. Eğer bizim işimiz,
Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma!
[s. 239J -Herif belaya sokarsın dırıldanıp durma!
-Mezarcı Mahmud'a git ha? Bakın it oğluna bir!
Küfürbaz, alçak, edepsiz ... Bu söylenir mi Bekir?
-Yolunca terbiye verdin ya aferin Hasan Ağa.
-- Bıraksalar beni, çoktan marizlemiştim ya!. ..
--- Mezarcı Mahmud'a ha? Vay babasının canına!
Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına,
Okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik;
«Otur» demezseler el pençe sade dinlerdik;
«Hayır, böyle değildir» demek, ne haddimize!
«Evet» desek bile derlerdi: «Sus behey geveze!»
-Otuz yaşında idim belki; annesiz, dışan,
Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü kan!
Bugün, on altıyı doldurmamış yumurcaklar
Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar.
Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim'i...
«Bırak! Eşek değilim ben!» deyip dikilmez mi?
Dayak eşekler içinmiş! Adam dövülmezmiş...
--Ya biz, sözüm ona, merkep miyiz, Bekir, bu ne iş?
Döverdiler bizi her gün de karşı koymazdık...
Ben öyle terbiye oldum... Kolay mı insanlık?
--Dokundurur mu, ne mümkün, el oğlu hiç adama?
O Müslümanları sen şimdi, hey kuzum arama!
Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya:
Zavallı, açmaza düşmüş... Bakın hesaplamaya!
Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor;
Ôbür oyuncu da la-yenkatı' bıyık buruyor.
Seyircilerde de ses yok, umumu müstağrak.
[s. 240] Nedir ki tur-ı tefekkürde var büyük bir fark:
Kiminde el ayak asla kanşmıyorken işe,
Kiminde durmayıp işler benan-ı endişe!
Nasıl ki bumuna olmuş da ferceyab-ı duhul,
Taharriyat-ı amikayla muttasıl meşgul!
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam:
Muhit-i daire şeklinde önce bir balgam;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 089

Tükürdü sonra burundan uzun asasıyla,


Mümaslar çekerek koydu başka bir şekle!
Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere,
Külahlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre:
Nasib-i fikr ü zekadan birinde yok gölge;
Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke !
-Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı!
-Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı!
-Çocuğu, ha mektebe verdim, ha vermedimdi diye,
Sokak sokak geziyor...
-Koymuyor mu medreseye?
-Koyar mı hiç? Arabi şimdi kim okur artık?
-Evet, gavurcaya düştük de sanki iş yaptık!
-Bina'ya üç sene gittimdi hey zamanlar hey!
İlim de kalmadı ...
-Zaten ne kaldı? Hiç bir şey.
Mahalle mektebi lazımdır eski yolda bize;
Sülüs, nesih bitiyor yoksa hepsi... keyfinize!
-On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe.
Geçende «Sen ne bilirsin?» demez mi bir zübbe?
Dedim: «Ulan seni gel bir imtihan edeyim,
[s. 241] Oturup da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim.»
-Nasıl, becerdi mi?
-Kabil mi! Rabbi yessir'i ben,
Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken.
-Nedir elindeki yahu?
- Ceride.
- At şu pisi.
-Neden?
-Yalan yazıyor, oğlum, onların hepsi.
-Ya doğru yazsa? Asarlar... Ne oldu Volkancı,
Unuttunuz mu?
-Bırak, boşboğazlık etme, Hacı!
-Hayır, demem o değil...
- Durma sen belanı ara!
-Canım, latife yapar, bilmiyor musun Ömer'i?
-Biraz rahatsızım Ahmet, yakın benim feneri!
Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar...
Meğer geğirti imiş.
- Pek şifalı şey şu hıyar:
Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftih ...
-Evet şifalı yemiştir ...
- Yemiş mi? La-teşbih.
-Günaha girme. Te!asirde öyle yazmışlar...
1 090 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var.


-Hasan, bizim yeni damad ne oldu anlamadık,
Görünmüyor ?
- Kan koyvermiyor: herif, kılıbık.
-Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş...
Llf anlamaz dişi mahllıku, durma sen uğraş.
[s. 242) �Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken,
Adam hesabına koymam bizim Köroğlu'nu ben.
Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan
Bakıyor bunlara mahmur-ı taab hayli nazar:
«Ya sizin bir yuvanız yok mu?» diyor anlaşılan,
Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar... "
Ak.irin şu uzun, ıtnab ile malul olan manzumesi bazı noksanlarına rağmen
çok seciyevi (caracteristic) bir manzumedir. Bir kere bir zümrenin "argot" denilen
hususi lehçe ve selikasını bütün teferruatıyla gösteren "tasviri" (descriptijj ve
pittomque bir eserdir. Tekmil bir hayatı en derin ve en hakiki köşelerine kadar
gösteren bir tablodur, bir hakiki hayattır; realistçe (realist) yazılmış bir parçadır.
Bir mahalle kahvesi tasvirinde bu kadar muvaffak olabilmek için bir kere, o
hayatı pek yakından tanımak ve oraya devam edenlerin hususi dillerine işina
olmak şarttır. Akif bu hususiyetleri hakkıyla tetkik etmiştir. Adeta bir ruhiyatçı
(psychologue), sanatkar (artiste) görüşü ile tasvir ve tahkiye etmiştir. Lisanı tabii,
samimi ve seyyaldir. Bu sahada sanatına taassup !fanatisme) gözlüğü, kin ve gayz-ı
gılzeti katmadan çalışsa, ıtnab ve haşviyat nakiselerinden de kendisini korusa hiç
şüphesiz kıymetli bir şair olurdu. Tahkiyedeki kudreti, nazımdaki kuvveti bu
muvaffakiyetin zaminidir. 250

250 Mehmed Akif Ersoy 27 Aralık 1936'da İstanbul'da vefat etmiştir. Şiirlerinin toplandığı
Sq/iılıat dışındaki eserleri şunlardır: Kastamonu'da Nasmllah Kıirsüsünde (1921 ), Kur'an'dan 4;ıetler ( 1944).
Çeviri: Müslüman Kadını (Ferid Vecdi'den 1 909), Hanoto'nun Hücumuna Karşı Şryh Muhammed
Abduh'un lsMm'ı Müdafaası ( Muhammed Abduh'dan, 1 9 1 5), lsMml.aşmak (Said Halim Paşa'dan 1 92 1 ),
Anglikan Kilisesine Cevap (Abdülaziz Çaviş'tan 1923), içkinin Hl!Jdt-ı Beşerde Açtığı Rahneler (Abdülaziz
Çaviş'tan 1 923). Mehmed Akif hakkında bilgi için bkz. Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Aldj
Hl!Jalı ve Eserleri, İstanbul 1 945. (Haz. notu)
MİDHAT CEMAL

Hayatı, Lisanı ve Sanatı


Akiften bahsederken çok zaman beraber çalışmış, beraber yazı yazmış olan
Midhat Cemal'den bahsetmemek mümkün olamaz. Midhat Cemal fıtraten
"şairdir." Akiften ayrılan bir mühim ciheti de zevken ondan çok yüksek, sanatça
çok kuvvetli olmasıdır.
Midhat Cemal'in tahsili, terbiyesi ve muhiti kendisini Akiften ayırır.
Midhat Cemal muhtelif mevzularda yazı yazmış ve hükümet memuriyetlerinde,
bilhassa adliye işlerinde bulunmuştur.
Son zamanlarda Beyoğlu Katib-i Adliliği'ne tayin edilmiştir. Midhat
Cemal'in fıtratındaki hilm ve sükun, mizacındaki rıfk ve vakar yazılarına tesir
etmektedir. Muhtelif risale ve mecmualarda yazdığı eserler arasında pek
kuvvetlileri vardır. Eserlerinde Fikret'lerin, Cenab'ların, sair Servet-i Fünun
şairlerinin, Hamid'lerin tesiri görülür. Yeni tarzda manzumeleri de vardır. İn.şad
ve Hitabet Dersleri unvanlı bir de eser yazmıştır.
1 3 29 [l 9 1 3] tarihinde .N€fllis-i Edebiye adlı iki cilt müntahabat tab'ettirmiştir.
Lisanı pek sade olmamakla beraber kuvvetli ve temizdir. Fikirlerinin tensikine,
hislerinin hüsn-i iladesine dikkat eder, kelimelerinin intihabında, cümle ve
terkiplerinin teşkilinde büyük bir ehemmiyeti görülür. Gazetelerde yazdığı
mensur eserlerinden bazılarında Cenab'ın üslub-ı iladesine yaklaşmak isteyen bir
gayret, o şiveyi taklide çalışan ve oldukça muvaffakiyet de gösteren bir arzu
hissedilir.
Meşrutiyet'ten sonra canlanan yeni lisan teşebbüslerine pek de iyi ve makul
[s. 244] bir nazarla bakmayan Midhat Cemal Akçuraoğlu Yusuf Bey'e bu
husustaki kanaatlerini gösteren tarizkar bir mektup yazmıştı. Türk fordu
mecmuasında neşredilen bu mektubu nesrine ve kanaatlerine bir numune olmak
üzere alıyoruz:
"Türk Yurdu ismindeki meslek risalesinin ilk nüsha-i münteşiresini müfit
olduğu için dikkat-perver bir hürmetle, müzeyyenü'l-mülad olduğu için gayr-i
muvakkat bir lezzetle okudum. Risalenizin meslek gazetesi olduğu içindir ki
enfüs-ı ma'dudesini bir an evvel adem fırtınalarına munsab kılacak a'da-yı gayr-i
ma'dudenin tarik-i azminize dikilmemesini vahibü'l-ataya olan Cenab-ı Rabb-i
Müteal'den niyaz eylerim. Çünkü malumdur ki bizde meslek evvela dikkati,
badehu nefreti celp eder. Ancak ben ki edebiyatın hicran-zede ve sitem-dide bir
aşıkıyım, binaenaleyh risalenizin intişanından dolayı beni o hırçın maşukamla
1 092 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

bir hacle-i irian-ı künbed ve vicdan-ı cidar içinde birleştirmiş oluyorsunuz,


minnet-dar-ı müebbedinizim.
Şimdi zat-ı alinize bir şey soracağım: Ewela herkesçe malum; fakat sizce
bedihidir ki bizi Avrupa kıtasında Asya devleti yapan müessesat-ı
ma'neviyemizdeki ademdir; yahut adem-i ıttıraddır. Ben esbab-ı inhitatı mazide
aramaya muanzım, işte mukteda-bih-i münferidimiz olan Fransa. Bizim
süferaya ve vüzeraya maktel olan Samatya Suru'ndaki kulelerimiz, duvan kalb-i
istibdaddan inşa edilen Taşkışla'lanmız varsa onlann da "Penyeröl" ve
"Bastille"leri var. Bizim sefih İbrahim Paşa'mız ve ona münadimlik eden
mefsudü'l-ahlak Nedim'lerimiz varsa onlann da Fouche"leri var ki kasr-ı
sefahatine Moliere'leri Pelison'lan celb ve cem etmiş yani az çok farklarla
beraber o mübarekler de bize benzemezler değil. Ancak onlarda bir şey - tabirim
doğru ise- bir şey-i münferid var ki bizde ma'dum: Yani demek istiyorum ki
onlarda bir edebiyat-ı muttaride mevcut. Öyle bir edebiyat ki kemal-i küllisini
tedriç kanununun feyz-i mantık-nümudundan almış. Bizde ise bir edebiyat
mevcut olsa bile terakkisinde tedriç mefkud. Efendimiz Avrupa'ya pay-ı seyahat
ve sefahatiyle değil başıyla temas [s. 245] etmiş bir zat-ı zi-kıymetsiniz; pek rana
bilirsiniz ki "sembolizm" denilen meslek-i ma'lum edebiyat mesalikinin en hatiri
ve en ahiridir. Bizde şartlannı mesleklerinde cem etmiş bir romantizm bile
mevcut olmadan "sembolizm"in mavera-yı hadisat-! edebden tevellüt etmesi
mudhik değil midir? Her ne ise bu mesele burada sadet olamaz. Şimdi zat-ı
faziletinize mütecasir-i iradı olacağım su'fil-i muhtasara gelelim. Bu memlekette
Türk lisanını edebiyatıyla ve bilcümle ilcaatıyla yeniden tesis etmek mi daha sehl
ve müfıttir, yoksa edebiyat-ı hazıra-i hasiremizin sırr-ı bi-idriline birkaç müşt-i
ikaz ettirmek mi? Ve Türk dili, edebiyatıyla teessüs ederse Fuzuli Efendi, Nefi
Efendi, Nedim Efendi, Kemal Bey ikinci bir defa daha irtihal ve Hamid
Beyefendi de ölmeden evvel nisyan-gah-ı ukbaya intikal etmiş olmaz mı? O
halde de bu yeni lisanın yeni üdebaya ihtiyacını teslim buyurursunuz, altı yedi
yüz senede hasair-i vicdan hesabına ancak beş altı tane rükn-i irfan yetiştirebilen
lisan-ı hazır-ı edebiyi itmam ve idam ettikten sonra emniyet buyurursunuz ki
vaz'-ı esas-ı resmini icra buyurmakta olduğunuz Türk dili için altı yedi asırda
Nefi, Nedim mahiyetinde birkaç genie değil ve hatta genial birkaç tane insan-ı
edibi bile yetiştiremez ve üç buçuk tane "şibh-i deha" halk edemezsiniz. Yeni bir
lisanın tesisine maruf olan gayretinizi lisan-ı hıizır-ı edebimizin teyit ve tecdidine
ait bir himmet-i ebediyet-pesend şekline ifrağ buyurursanız irian-ı Osmaniyi
kendinize daha samimiyetle minnettar edersiniz.
Eski hayrat-ı edebiye ve müberrat-ı ma'rifetimizi ihya etmenizi şan-ı
irlanınızla müterafık ve ihtiyac-ı sailane-i memleketle daha mütenasip bir iş
olmak üzere telakki ederim. Acz-i ayammla bir tezad-ı hazin levhası teşkil eden
bu muhakematımın muhti olduğum noktalannda ulüw-i irfan-ı vicdanınız iltica­
gahımdır.
Baki makasıd-ı na-şinas tekrimatımı kabul buyurunuz.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1093

[s. 246] Vatan Hisleri


Düşmez, yed-i Mevla'da duran rayetimizdir
Bin fecr-i müebbed doğuyor her dağımızdan
Ay yıldız o mazideki bir süstür, -emin ol
Atide güneşler doğacak bayrağımızdan!..

Altında yatarken de bizimdir yerin üstü


Her zerresine kanla buruşan oluruz da,
Dağlar, kayalar cismimize hail olursa
Cari oluruz düşmana biz kan oluruz da.

Hep selleri kan, taşlan yek-ser kemik olsa


Hep son nefese dönse bile bad-ı nesimi,
Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı o tablıt-ı cesimi!..."
gibi Kemalane iğrfilan, Hamidane tezatları, Fikretane azametleri vardır.
Mithad Cemal'in mahviyetkar, saf mevcudiyeti içinde sakin sakin yanan
daimi bir heyecan ateşi, gayz ve garazla alakası olmayan temiz alnının üzerinde
parlayan bir şairiyet güneşi vardır. Şiirle meşgul olsa edebiyata kıymetli eserler
vermesi muhakkaktır. Bazen vatani hislerle coşar ve taşar, heyecanlarla dolu
eserler yazar. Şu "Kuvvet Denilen Heykele" adlı manzumesi buna şahittir:

"Müntehi bir ebr-i istiğnaya taştan nasiyen,


Sormadın, yerlerde yatmış böyle kimdir inleyen.
Kim midir? Hicranlı bir biçaredir, aciz, sakat!
Ah bilmezsin ne müthiştir, ne engindir, fakat
Münfail bir yüzde bazen titreyen bir damla su!
Çırpınır ka'nnda arzın en müheykel ordusu!
[s. 247] Ben ki hiçbir korku duymam haykırırken yıldırım,
Sonra ben sessiz, sadasız bir cesetten korkanın!
Sfır-ı satvetten çekinmem. Sonra bak bilmem neden
Korkanın göğsünde bir mazi yatan viraneden!
Bir kıvılcımdır, yakar dünyayı bir kabrin gülü:
Burc u barfılar yakar na'şıyla bazen bir ölü!
Ses çıkarmaz canlıdır zannettiğin bin nasiye;
Bir mezann göğsü lakin çırpınır "Hakkım!" diye.
Bin cehennem gizlenir tek bir nigahın altına,
Titreyen bir seste bazen gizlenir bin fırtına!
Kal'alar, taştan bedenler, ahenin ma'mfıreler,
Yıldırım bazfılu heykell er, çelikten çehreler,
Kan saçar, medfen saçarken muttasıl etrafına,
Serfürfı eyler bakarsın bir şehidin tayfına!
1094 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Korkarak bak kendi tevlid ettiğin bir mateme,


Bir mezann hissi vardır, bir avuç toprak! Deme!
Bir avuç toprak ezersek bir çelik, bir tunç olur.
Ağlayan bir milletin siması pek korkunç olur.!"
Çanakkale hakkında rirmi Seki<, Kanı1n-ı Evvel adlı üç perdelik manzum bir
tiyatro yazarak 1 334 [ 1 9 1 8] senesinde İstanbul'da Matbaa-i Osmaniye'de
bastırmıştır. Eser iki cereyanın tesiri altında yazılmıştır: Biri vatan, diğeri din . . .
Midhat Cemal'in üzerinde Mehmed Ak.irin aşikar bir tesiri vardır.
Yazdığı yazılarda taassuba ifanatisme) kapılarak dine karşı lakayt kalanlara
peygamberlik etmeye, biraz daha kayalaşarak sövüp saymaya tab'ındaki nezahet
mani ise de dinin tesirine karşı da tamamen lakayt olamamıştır; muhitinin bu
hisleri ve bu zihniyeti üzerinde büyük tesiri olmuştur.
[s. 248] Tiyatrosunun üçüncü perdesinden aldığımız şu parçalar nazmı
hakkında daha esaslı bir fikir almaya müsaittir:

"Yedinci Meclis
Adil, Süheyla
Süheyla - (Adil'in ellerini tutarak) Beni sen sevmiyorsun anlaşılan.
Adil- Sevmemek keşke kabil olsa.
Süheyla - Yalan, sevmiyorsun.
Adil- Fakat nasıl, neyle, anladın?
Süheyla - Çünkü bir bahaneyle
Beni terk etmek istemezdin sen,
Beni sevsen, hakikaten sevsen.
(Ellerini yüzüne kapayıp ağlayarak) Soğudun, sevmiyorsun
Adil - (Süheyla'yı kolundan nevazişle tutup) Etme!
Süheyla - (Kolunu unf ve şiddetle çekerek) Bırak!
Gece gündüz on ay hep ağlayarak
Yaşayım ben senin hayalinle;
Beni terk et gelip de sen!..
Adil- (Müteheyyiç) [s. 249] Dinle:
Bir uzun yol dikenleriyle hayat;
Hatveler, vak'alar bütün sademat!
yeri zulmet saçan, seması yanan,
Bu yolun her adımda dalgalanan,
Uçurumlarla yıldınmlanna,
Takılan nazenin adımlarına,
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 095

Ellerim yardım etsin istersen.


Bir fidansın ki tazesin, tersin;
Çırpınırsın da bir adım atamam;
Bakanın sade acizim tutamam!
Çünkü bir değneğin esiri elim!
Söyle kabil midir ki birleşelim,
Ben şu halimle, sen bu halinle!
Süheyla - (Mendilini yüzüne kapayıp sa'ysiz ağlayarak) Hepsi bunlar
bahanedir.
Adil - Dinle:
Sen uçarken feza deyip, bu bacak
Seni takip için kımıldanacak!
Bakacaksın ki var kolun kanadın,
Uçamazsın fakat zavallı kadın
Uçamazsın, kolundayım asılı!
Kanadında bu leyl-i muttasılı
Bu karanlık hayali çek, fırlat;
Ara, bul Zü'l-celali tut ona at,
De ki: "Sen al, benim değil şu topal,
Eser-i sun'unun şu halini al,
[s. 2 5 0] Şuna yer ver yanında, arşında;
İşi yok bir kızın firaşında!"
Ufka çarpıp da şah-bilinle
Arşa haykır . . .
Süheyla - Sus elverir.
Adi 1- Dinle:
Topalım, bak, topal, sakat sersem.
Utanırsın kımıldasam yürüsem
Titreyen şekl-i tar-manmdan.
Uçurumdur, çekil, civanmdan!
Sen ufuklarda gez, şafaklara git;
Beni artık unut uzaklara git.
Sana güller açan bu toprakta,
Bana hep cifrler açılmakta!
Bari sen düşme, çık kolumdan çık,
Bana gökler açık, mezarlar açık;
Seneler, hacleler fakat kapalı!
Bırak artık şu kimsesiz topalı,
1 096 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

Ukdeyim hatve-i sürurunda;


Gölgeyim yfil ü bfil-i nurunda!
Ben senin fileminde zelzeleyim!
Beni terk et ki büsbütün öleyim!
Şu beden na'şımın bakıyesidir!
Şu sacla gerçi Adil'in sesidir,
Konuşan, dikkat et ki, başkasıdır.
[s. 25 l] (Süheyla'ya dikkatli dikkatli bakıp ürpererek ve Süheyla'yı
göstererek)
Ya bu kimdir, onun refikasıdır;
On ay evvelki Adil'in haremi;
Nemi sevsin bu kız benim neremi! ...
Süheyla - (Mendilini yüzünden çekip heyecanla)
On ay evvelki Adil'in mi? Hayır!
Ona zevcim demez bu kız utanır! ..
Adil- (Ürpererek)Niye?
Süheyla - (Bağırarak) Kaçmışu!
Adil - (Kısık bir sesle) Sus, Süheyla, sus;
Duymasın, sus, o haykıran kabus;
Bir avuç kanda boğduğum canavar! ..
Süheyla - Üç ay evvelki Adil'in nesi var?
Lüleburgaz, Edirne hailesi!
Bu alil Adil'in Çanakkale'si!..
Adil - Beni yak, ra'd-ı infialinle
Razıyım . . Sus fakat, yeter . . .
.

Süheyla - Dinle:
Tertemiz leyli-i zifafımda,
Kirli alnıyla kalb-i safımda,
On ay evvelki Adil'in işi ne?
Hem onun hep o Adil'in peşine
[s. 252] Takılıp ordu ordu düşmanlar
Gelmemiş miydi pay-i tahta kadar?
O da hep "ölmeyim" ümidiyle
Kaçmamış mıydı?
Adil - Sus, yeter!
Süheyla - Dinle:
Kurtaran el bu Adil'indir ki;
Kuruyan hep senin elindir ki;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 097

Düşmanın değmeyip deni nazan,


Saçlanmdan uçan bu lem'alan
Şimdi geldin de gölgesiz buldun;
Öptüğün alnı tertemiz buldun!
(Bir müddet sonra) Nesi vardır o Adil'in, bildir.
Kocam ancak benim bu Adil'dir!
(Adil, kollannı açıp Süheyla'yı kucaklar; koltuk değnekleri yere hazin bir
gürültüyle düşer.)
Adil - Kocan ancak benim; evet, o ölen
Adil'in yok o kızda hakkı . . . 251

2sı 1885'te İstanbul'da doğan Midhat Cemal Kuntay 30 Mart 1 956'da vefat etmiştir. Diğer
eserleri şunlardır:
Şiir: Türkün Şehniimesinden (1 945).
Ronıan: Üç lstanbul ( 1 938).
Oyun: Kemal ( 1 9 1 2).
Biyografi: Mehmed AkifHayatı, Seciyesi, Sanatı (1939), İstikl,al Şairi Mehmed Akif (Ölümünün 6.
yılı münasebetiyle, 1944), !Uder ve Ötekiler (1944), Namık Kemal· Devrin lnsanUın ve 01,ayl,an Arasında (I. C.
1944, il. C. Kısım 1 1 949; il. C. Kısım il., 1 956), Sarıklı İhtildlci Ali Suavi (1946), Mehmed Akij:Hqyatı,
Sanatı, Seciyesi, Seçme Şirl.eri, 1948).
Diğerleri: !fii.rii-yı Taassub ( 1 9 1 3), Hitabet ve Münazara Dersleri ( 1 9 1 3), Edebiyat Defleri ( 1 9 1 5).
(Haz. notu)
;:" · '" . .

Hamdul/,ah Subh.1 {Tıanrıöver)


HAMDULLAH SUBHİ

Hayatı
Hamdullah Subhi; Sami Paşazade Subhi Paşa'nın küçük oğludur.
İstanbul'da doğmuştur. Babasının vefatı tarihi olan 302-303 [1 885] tarihlerinde
dünyaya gelmiştir.
Daha henüz gözünü güneşin tatlı ziyalarına açtığı zamanlarda babası
ebediyen bu aleme göz yummuştu. Hamdullah küçük bir öksüz kalmıştı.
Kafkasya'nın ceylanlara, şahinlere cevlangili olan yüce dağlarında kuşlar gibi
hayat geçirmeye alışkın bir Çerkez kızı iken sayd ve hapsedilmiş bir ceylan gibi
satılan ve nihayet bu eve düşerek Subhi Paşa'nın zevcesi olan annesinin himayet
ve terbiyetine kalmıştı. Annesinin bu acı sergüzeştini Hamdullah Subhi
"Annemin Derdi" adlı samimi ve sade bir manzumede:
"Bir çocuktum, küçük, sabi ancak,
Bizi hep sattılar esir olarak. . . "
beytiyle başlayarak anlatır.
Hamdullah Subhi baba ve atalarının ilim ve irfana melce olan evlerinde
medeni bir terbiye ile büyüdü; iptidai tahsilini bitirdikten sonra ikinci dereceli
tahsilini almak için o zamanın en ciddi, en esaslı, en asri mektebi olan
Galatasarayı Sultanisi'ne devama başlamıştı.
Hamdullah Subhi'nin şairliği bu mektepte iken meydana çıkmıştı. Esasen
ailesi içinde birçok şairlerin mevcudiyeti kendisinde irsi bir istidadın
mevcudiyetine şahit olmaktadır.
[s. 254] Mektebin edebiyat sınıflarına geldiği zaman bu istidadı canlanmış,
kendisi de fikirlerini, hislerini vezin ve kafiyelere tevfikan yazmaya başlamıştır.
Mektepten çıktığı zamanlar Türkiye'de inkılabın belirdiği zamanlardı.
Servet-i Fünı1n'un açtığı Garp cereyanıyla beslenen bütün gençler gibi yeni tarzda
eserler yazan; Fikret'leri, Halid Ziya'ları, Cenab'ları taklit ve tanzir eden
Hamdullah Subhi de 1 324 [1 908] inkılabından sonra gençlerin tesis ettikleri
"Fecr-i Ati" encümenine dahil olmuştu.
Hamdullah Subhi'de diğer arkadaşlarından ayrılan bir istidat da güzel söz
söylemekte idi. Denebilir ki Hamdullah Subhi Fransız İnkılabı hatiplerinden
1 1 02 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN ·

olan o ateşli Kont de Mirabeau252 ile ilim ve edebiyatın, felsefe ve hitabiyatın


beşiği olan eski Yunanistan'ın o azimkar, o kahraman hatibi Demosten'in253
hayatından büyük feyizler almıştır.
Söz söylemeye olan merakı ve bu husustaki azim ve gayreti sayesinde iyi ve
heyecanlı bir hatip olmuştur.
Bir zamanlar Halid Ziya saraya başkatiplikle giderek Darülfünun'daki
derslerini bırakmaya mecbur olması üzerine Hamdullah Subhi kendisine
vekaleten Darülfünun'a "Hikmet-i bedayi" muallimi olmuştu. Şark sanayi-i
nefisesine olan merakı üzerine Konya, Bursa gibi Anadolu şehirlerinde
Türklerden kalan medeniyet asannı tetkike başlamış ve bu yolda hayl i faydalı
neticeler elde etmiştir.
[s. 255] Cihan Harbi neticesinde Avrupa emperyalist hükümetlerinin
İstanbul 'u işgal ve halkı tazyik etmeleri üzerine Anadolu'ya çekilerek istiklal ve
haysiyeti muhafazaya çalışan birçok kahramanları takip ile Hamdullah Subhi de
gitmişti.
Orada Maarif vekili sıfatıyla memleketin maarif işlerini düzeltmeye
çalışıyordu. Bugün o vazifede çalışmadadır .

[s. 2 56] Lisanı ve Sanatı


Hamdullah Subhi sade fakat heyecanlı bir üsluba maliktir.
Gerek nesri, gerek nazmı Seroet-i Fünun edebiyatının tesiri altında inkişaf
etmiştir, fakat sadeliğe ve samimiliğe doğru bir gidiş vardır. Santimantalist
(sentimentaliste) bir şairdir. Beyanında bir suhulet, ifadesinde bir saffet görülür.
Tasvir ve hikayeye elverişli bir edaya maliktir. "Annemin Derdi" adlı şu
manzumesi buna canlı bir misaldir:

Annemin Derdi
Melal içinde yanan, kalbi bi-niyaz ü emel
Fenaya terk eden en eski bir mesa-yı aden;
Melal içinde yanan kalbe bir huzura bedel
Derin, feci, acı bir hiss-i intiha getiren
Bir akşamüstü, yazın, bundan altı yıl ewel
Yanımda ye's-i muhitata karşı mest-i elem,

m Mirabeau'nun ismi Gabriel Honore Riqueti'dir. 1 749'da doğmuş meşhur bir hatip ve

siyasidir. On sekizinci asrın yüksek bir sim:lsı olmuştur. Mebusluğu esnasındaki nutuklarıyla
meşhurdur. (İsmail Hikmet'in notu)
253 Demosten Milat'tan 385 yıl evvel Atina civarında doğmuş ve 322'de ölmüş ve Makedonya

Kralı Philip'e karşı ateşin nutuklarıyla galip gelmiş meşhur bir Yunan hatibidir. (İsmail Hikmet'in
notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 103

Yanımda başka bir akşam kadar hazin annem.


- Hani sep anne her zaman derdin
Bir küçük derd içimde saklıyorum.
Büyü, atide söylerim oğlum
Neydi ketm ettiğin küçük derdin? ...
Odamda yan yana annem ve ben ve bir akşam
Ve cevf-i kalbe dolan dalga dalga hüzn ü zalam
Duvarda üç köşe şeklinde ateşin bir renk,
Güneş batınca uzaklarda, söndü titreyerek
[s. 257] - Seni mahzun eder bugün belki
Pek uzun bir hikaye, pek eski,
Büyüdün oğlum işte, bak dinle
Sana nakleyleyim o derdim ne:
Bir çocuktum, küçük, sabi ancak,
Bizi hep sattılar esir olarak.
Ağbeyim kaldı bir uzak yerde,
Ö ldü kız kardeşim denizlerde.
Zaten annem zavallı sorma, hele
Şimdi yok bende bir hayali bile,
Yaşım on bir ya var ya yoktu henüz
Öyle kaldımdı kimsesiz, öksüz,
Pek büyük bir nasip imiş güya
Beni bir gün getirdiler buraya,
"Ne dilersen önünde; giy, iç, ye
Sana artık saadet işte!" diye ...
Bir konak, bir saray, büyük, sessiz,
Her taraf intizam içinde, temiz.
Kimi karşımda bir cihana bedel
Bir kadın, öyle nazlı, öyle güzel.
Kimi bir keh-rüba çubuk içiyor,
Kimi dalgın, ağır ağır geçiyor.
Sanki karşımda başka bir dünya,
Neye baksam garip göründü bana
Esvabım kir içinde, yağlı bütün.
Saçlarım hiç taranmamış kaç gün,
[s. 258] Ayağım bir çankta hapsolmuş,
Cepkenim, kalpağını, yüzüm solmuş.
Yazık olmuş çocukcağız dediler,
Acıyıp baktılar, temizlediler ...
Akrabam oldu bir zaman herkes,
Bak, diyorlardı, cümlemiz Çerkes.
Cümlemiz aynı ruh ve aynı beden,
Bu senin ablan, işte ben annen,
Ye'si, hicranı hep avutmuştum,
1 1 04 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Her ne çektimse hep unutmuştum.


Yalınız ol yatakta bazı gece
Düşünürdüm bu hali kendimce,
Yoktu annem, babam hatırlardım,
Örtünür yorganımla, ağlardım ...
Sonra oğlum, uzatmayım, aradan
Ay ve yıllar geçip epeyce zaman
Oldu ben öyle kaygusuz, gamsız
Büyüdüm, işte bir yetişmiş kız.
Daima şen, vücudu, gönlü kavi,
Kahkaham çınlatır dururdu evi.
O kadar ben bu yerleri sevdim,
İşte, derdim, ikinci memleketim;
Her şeyim, yurdum, ömrüm artık bu ...
Bana bir gün baban gelip sordu
Dt'di: Verdim bu fikre şimdi karar,
Dinle, bak bir küçük sualim var,
Seni bt'n almak istesem, farz et,
Sen ne dersin? Düşündüm öyle, evet
[s. 259) Alınız İsterim dedim, tekrar,
Dinle bak başka bir sualim var
Dedi, lakin diğer kadınlarla
Ya geçinmez ve bahusus sonra
Kıskanırsan, unutma, har ü sefil
İçlenirsin, harap olursun, bil.
Kıskanırsam mı, ben şaşıp gülerek
Soruyordum nedir bu söz, ne demek?
Görgüden, bilgiden bütün mahrum,
Bilmiyordum o his nedir yavrum.
Buna hayranım işte ben, kendim,
Sonra amma o neymiş öğrendim."
Düşündü durdu bu son sözle bir zaman mahzun
Ve sonra nakle devam etti mümteli-i sükun:
"İşte artık neticesi malum.
Geldi dünyaya bir küçük oğlum,
Bağımın ilk açan zavallı gülü,
Ateşin renkli; lacivert gözlü,
Öyle nadide bir güzel oğlan,
Bir çocuk görmedim bugün elan.
Üstüne her dakika titrerdim,
Senin olsun benim canım derdim.
O üzüldükçe ben harab ü sefil,
O gün artık cihan gözümde değil,
O gün artık içim zehirle dolar,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 05

O biraz gülse, gün içimde doğar.


Fikr Ü kalbim hep onda toplandı,
Ona her bir teliyle bağlandı;
[s. 260] Sanki ondan alırdı her nefesi
Yaşınım her ümidi, her hevesi.
O senin şimdi yirmi yaş büyüğün
Koca bir ağbeyin olurdu bugün.
Ben yaşardım cihanda pervasız,
İşte, derdim, budur sizin babanız,
Çalışır, uğraşır, bakardı size;
Bir keder uğramazdı kalbinize;
Bulunur ayn bir küçük evimiz
Belki mesut olurduk artık biz ...
Çıktı beyhude umduğum, niyetim,
Onu dört beş yaşında kaybettim,
Tali'im gitti sonra hep meş'um
Arkadan öldü bir diğer çocuğum,
İçim artık sefil, fakir oldu,
Kanlarım hep zehir, ateş doldu.
Kimsesiz kaldı ruhumun yuvası,
Vurdu dünyaya gönlümün karası. ..
Seneler geçti, lakin evladım
Şimdi hala kırık kolum, kanadım ...
Evde zaten huzur-ı vicdan yok
Kimi bir söz atar, zehirli bir ok
Gibi, hain, deler deşer kalbi
Ne için sorma, aşikar sebebi:
Hem kadınlık ve hem de ortaklık.
Sen saadet umar mısın artık?
Her taraftan gına, refah akıyor;
Sor, fakat hangi göz görüp bakıyor.
[s. 26 1 ] Var mı bir hakkı affeden, unutan?
Kendi indinde hepsi bir sultan,
Hepsi bir bi-aman kadın, müthiş,
Hepsi de aynı kalbe göz dikmiş,
Hepsi de ateşin, haris, kıskanç,
Sonra hepsinde en derin bir usanç.
Bir ümit olsa işte, uğraş koş;
Yok fakat, kalbimiz garip, bomboş.
Bir hayat var mı başka kim bilecek?
Dört duvar, kal'alar kadar yüksek,
Dikilir karşımızda pervasız,
Onların ortasında biz yalnız ...
Geceler sanki e l ayak çekilir,
1 1 06 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Evet, amma, ne olsa hepsi bilir;


Sanki eşya kulaklı, canlı olur;
Aldığın hızlı bir nefes duyulur.
Şimdi aklımda hepsi yok elbet,
Daha birçok eziyet ü mihnet.
Gençliğim böyle mahvolup kalmış,
İlkbahanmda başlamış bir kış ...
Ömrümün en fena zamanı budur.
Fakat insan neler çeker, unutur,
O uzun günler işte bir rüya ...
Ağbeyin geldi sonra dünyaya.
Hepsi erkek üçüncü oğlum bu,
O da kalbimde bir ümit oldu.
Ellerim buldu bir güneş, bir nur,
Yine bir anneyim kavi, mağrur!
[s. 262] Kuvvetim taze, fikr ü ruhum dinç,
Geldi artık o eski neşe, sevinç.
Kardeşin pek çabuk gezip yürüdü.
Seneler geçti, serpilip büyüdü.
Seneler geçti, ah zavallı kadın,
Sen nasıl uğraşıp, nasıl baktın!
O ne hicrandı duyduğum aşka,
Yaptığım başka, isteğim başka,
Horlanır bazı, bazı hırpalanır;
Bunu bir göz görür nasıl dayanır;
İşte kendimde bulduğum yardım
Bazı günler beraber ağlardım.
Eski dertler içimde hep mevcut
Bir kınk kalp olur mu hiç mesut?
Derdi insan çeker, geçer, unutur,
Sanki kalbinde bir zaman uyutur,
Sonra bir gün o canlanır, uyanır,
Bir dumandır tüter tüter uzanır,
Sanlır her ümide, her hevese,
Boğdurur her hayali bir ye'se,
Her ne kurdumsa bir esef yıkmış . . 254.

Sonra, dördüncü defa hamileyim,


Sana, oğlum ne yolda söyleyeyim,
Dedim artık bu çektiğim yetişir,
Bu çocuk, ayn bir felakettir.

254 "Ruhum arnk didinmeden bıkmış... " mısraı atlanmışnr. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 07

Kederim, mihnetim aşıp taşıyor,


İşte bir tane var, nasıl yaşıyor.
[s. 263] Sanki dünyadan anlıyor öteki
Kendi derdim yetişmiyor sanki,
Bu da bin ye's içinde inleyecek,
Beni niçin getirdiniz diyecek.
Şimdiden, doğmadan ölüp bitsin,
İçeyim bir ilaç, düşüp gitsin.
İki üç gün kırık, düşük, mahzun,
Oldu kalbim bu fikre ram Ü zebun.
İlaç aldım hazırladım iyice
Dedim artık olur, biter bu gece ...
Gece herkes birer birer gitti,
Ben kararımla yalnızım şimdi.
Müteessir, yavaş yavaş uyumuş
O fikirlerle kalmışım bi-huş.
Bir zaman sonra doğrulup kalktım,
Dolaşıp durdum öyle, beş on adım.
Kapkaranlık odam, elimde şişe,
Kalb ü ruhumda ye's ü endişe ...
Zehri içmek, boşaltmak istiyorum,
İçeceksin, çekinme, iç diyorum.
Ellerim titriyor; kırık sanki
Analık hissi başlamış çünkü ...
Gittim açtım önümde pencereyi,
Seyre daldım o boş, hazin geceyi.
Uyumuş her taraf derin, ıssız,
Gökte birçok büyük küçük yıldız.
En uzak bir ağaç ayan duruyor:
Yere bir uhrevi ışık vuruyor,
[s. 264] Olsa ancak saat sekiz ya dokuz,
Sular üstünde adeta bir buz
Gibi ay gökte muttasıl eriyor:
Kalbe bir hiss-i merhamet veriyor.
Esiyor bir hafif, serin rüzgar,
Artıyor hiss-i merhamet tekrar.
o kadar her taraflatif, munis.
Doluyor ruha sevdiren bir his.
Sanki göklerde bir uzun hülya.
Yağıyor aşk u merhamet güya
Onu dalgın içip yudum ve yudum
Gevşiyor azın Ü niyetim duydum,
Ne suçun var, zavallı yavru dedim,
Gözlerim doldu, taştı merhametim
l 1 08 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şişe taşlarda hurdahaş oldu,


Gece seslerle ra'şeler doldu,
İşte oğlum, o kurtulan... kendin,
İşte karnımda bekleyen sendin ...
Seni ben şimdi böyle gördükçe
Yükselir hatıramda hep o gece.
Ya içeydim derim, içim ağlar...
İşte kalbimde böyle bir dert var,
İşte ketmettiğim o eski keder.
Beni affet o cürme karşı, yeter...
- Seni affeylemek mi? Alı annem,
Yetişir tuttuğun uzun matem.
Onu gel kollanmda şimdi unut.
Seni affeyledim, senin bu vücut. ..
[s. 265] Bir günahın bu son tecellisi:
Benim affım, onun tesellisi"
Bu manzumede İsmail Safa'lann, Tevfik Fikret'lerin, hatta Muallim
Naci'lerin bile tesirlerini açıkça görmek mümkündür. Nazmın ıttırat ve intizamı
hep o tesirlerin neticesidir, vezinleri kolaylıkla kullanan Hamdullah, hemen
bütün manzumelerini böyle uzun yazmaktadır. İfadedeki sadelikte Servet-i
Fünun edebiyatı ile son edebiyat arasında bir hadd-i vasldır. Bazı terkipler yine o
yeni Edebiyıit-ı Cedide cereyanının aşikar bir tanziridir. Mamafih tasvirleri can lı
ve tabiidir. Bir kadın ruhu manzumede yaşamaktadır. Realistçe bir anlatış bize
aynı zamanda eski İstanbul hayatını canlandırarak gösteriyor. Dört duvar
arasında kıskançlıklar, gıll Ü gışlarla geçen hayatın buhranlan içindeki bir
kadının hıilet-i ruhiyesinde görüyoruz. Hamdullah Subhi'nin aşkın, taşkın
hayalleri, buhran ve galeyanları yoktur; fakat sakin ve hazin bir sarsıntıyı kalbi ve
samimi bir ifade ile bildiren ve yaşatan bir şairdir . Muvaffakiyetinin yegane am il
ve sebebi samimiyetidir (sincbite).
Fakat Hamdullah'ın bütün manzumeleri bu kadar sade değildir; onun bazı
manzum elerinde Servet-i Fünlın'a daha ziyade yaklaştığı o süslü ifadeyi tercih
eder görünüyor. Mesela şu aşağıdaki "Eski Çırağan" adlı manzumesinde
Fikret'in daha sarih bir tesiri ni görürüz. Burada dili daha yüklü, daha süslüdür.
Eski Çırağan'ın o esrarengiz varlığı Hamdullah'ta vehm-allıd bir iz bırakmış,
istibdadın bütün karanlıklan nı duyan bir kalbin tahassüsü anlatılmak istenmiştir:

Eski Çırağan
Geç vakit, her taraf tehi, sessiz
Her taraf na.imi, hiras-engiz
Duruyor samt içinde bir belde
Akıyor şfıleler sevıihilde
[s. 266] Gökte yıldızların uzak, vahşi
Serpilen, savrulan, uçan ateşi,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 09

Gavr-ı amakı şlı.leler dolmuş


Tozarak kehkeşan vezan olmuş
Esiyor öyle kimsesiz mağmum
Ebedi bir şita-yı berf nücum.
Salınıp, oynuyor hafif, nazan
Suda birçok sitare-i suzan.
Semt-i re'simde gök açık, sakit;
Sular altımda pür-sükun, sabit.
Ben o zulmette bir melfil-i revan
Gibi geçmekteyim samılt u girin
Yanda eşkal-i zıllını tecdid
Ediyor sahil-i siyah ve medid,
Samt u zulmet ağırlaşır bir an
Vech-i hüznüyle yükselir Çırağan.
Düşünür fikr-i gam cidarında
Dil-i rikkat susar civarında
Yaşanr göz dalar kenarında
Fevk-i ye'sinde gaibane durur
Bir siyah tülde muhtefı,mestur.
En uzak bir hilal-i ye's ü fütılr
Görüp arzın bu matemi yerini
Dökmüş eşk-abe-i mükedderini
Kapamış bir bulutla gözlerini,
Hangi gam şUlesinde kıvranıyor
Bir ışık var ağır ağır yanıyor
Sanki bir cerhadır sızıp kanıyor
[s. 267] Şurda sönmüş, fena-karin bir taht
Burda mazlum bir şeh-i bedbaht.
Şu diyar-ı felaket ü hüsran
Toprağın en muhakkar, en nalan
En sefil, en zavallı memleketi
Bu, onun en kederli, en suzan,
En feci, en acıklı bir ciheti.
Her cebin-i emel önünde gelir
Müteessir yavaş yavaş eğilir
Pa-yı hüznünde hıçkırır, serilir.
Her taraf öyle pür-sükun, mebhılt,
En büyük, en kavi bir an-ı sükut.
Ben geçerken derin derin giryan
Kalb-i ye'simde bir eza-yı firak,
Bir nefer sesleyip karanlıktan
Dedi, cebri: Kayık sokulma yasak."
1 1 10 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hamdullah Subhi'nin nesri ile de biraz yakından tanışmak için küçük bir
numune görmeliyiz. Romantik bir eda ile yazdığı şu "Köy Mezarlığı" adlı
mensuresi de mensur şiirler nevindendir. Bunda da yeni Edebiyat-ı Cedidecilerin
Mehmed Rauf, Cahid gibi nesircileriyle kendi akrabasından olan Sami Paşazade
Sezai'nin bariz bir tesirini görürüz. Tasviri bir parça olmakla beraber hakikatten
ziyade hayale yaklaşır.

K"dy Me�arlığı
Yeşil ovalardan maı semalara doğru bir imtidad-ı bi-payan ile yükselen
Keşiş'in sırtlannda, ovalarla semalann arasında, bir ittisa-yı bi-payan ile açılan
semalara nazır, altında dağdağa-i arzın evasıf-ı ihtirasatı esen, üstünde sema-yı
bekanın umman-ı huzur u sükunu dinlenen küçük bir köy mezarlığı.
Şimalden, cenuptan, garptan bir vezan-ı daimi ile gelip geçen rüzgarlan,
a<ıır-dide çamlarının yüksek manialanyla tevkif eden, şimalden cenuba, garptan
şarka esen mahzun ve münzevi rüzgarları çamların yüksek haileleri üstünde
fısıldatarak kızıştıran, teskin eden, beka-dide, mahzun ve münzevi bir köy
mezarlığı.
Karşısında senelerden, asırlardan, edvar olan hilkatten beri, güneşlerin bir
sukut-ı rengarenkle alçalarak ezilip bayıldığı, bir ihtizar-ı garibane içinde
savrulup fena bulduğu garp ufukları, altında huzur ve sükununun zir-i pa-yı
vekarında nehirlerin, göllerin renkten renge girdiği, baharlann, yazların, kışların
bir tcceddüd-i rengarenkle değiştiği bi-payan ovalar, onların karşısında, bunların
fevkinde, yükseklerinde dinlenen semanın umman-ı huzuru gibi topraklarında
bir i'tikad-ı bekanın huzur ve süklıtu, topraklarında bir i'tikad-ı kıyamın intizar-ı
daimisi hissolunan ziyaretsiz, kimsesiz bir köy mezarlığı.
Ne taşlannda bir nam u işaret, ne bir ihtimam-ı tezeyyün, ne topraklarında
bir pa-yı ziyaretin bıraktığı bir iz, bir çeşm-i hasretin döktüğü bir sirişk-i keder.
Ovalann sükun-ı mahmur-ı leyalisi üstünde şafakların yavaş yavaş açılan
uyun-ı saf u uhrevisinden dökülen dumu'-ı rahmet, şafakların dumu'-ı
rahmetiyle güneşlerin ziya-yı saf-ı uzletinden yetişen, bi-nam u nişan taşların
üstünden büyüyen bi-nam u nişan, bi-ihtimam-ı tezeyyün, metruk ve mensi
bırakılmış taşlann zirvelerini yaldızlayan altın renkli geniş, büyük yosunlar.
Hiçbir elin değmediği, güzelliğini hiçbir gözün görmediği, rüzgarların altında
titreyerek, taşların arasında kuytu, izbe yerlerde büyüyen bu kimsesiz, metruk ve
mensi mezarlığı ta'tir ve ta'zir eden köy kızlarının saf ve vahşi gözlerinden
tefeyyüz edip, semalann altında küçücük duakar eller gibi titreyen, saf ve vahşi,
geniş, solgun, mor menekşeler.
[s. 269] Gözyaşlarını semalann baran-ı rahmetinden, çiçeklerini rüzgarlann
dest-i şagaf u berrakından, yaldızlannı güneşlerin ziya-yı uzletinden alan vakur
ve samut bir köy mezarlığı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1111

Ayakların altında ezilmemiş, katılaşmamış kaba yumuşak topraklan otlar,


çiçekler bürümüş, sürünerek geçen rüzgarlara karşı fıstıkların yeşif çamları sahil
sesleri vererek hışırdıyor, susuyor, hışırdıyor. ı
Ovalardan ziyade semaların gufran ve bekasına yakın bir mezarlık ki
yüksekliğinin üstünden en son ufuklardan sonra topraklara bir kenar-ı mina
çizen denizi derinden derine fark ediyor. Uzaklarda, gurfıb ec:\en güneşlerin
altında, yanan, tutuşan Apollon gölünü, sabahlan bir nil-i yakut, akşamlan bir !
mecra-yı hun ve ateş gibi kıvranan Nilüferi ayaklan altında temaşa ediyor .
Biraz aşağıda büyük bir çınarın uzun, kavi kollarının gölgesinde sizin
mütehayyir gözlerinize karşı memelerini çıkarıp çocuğunun ağzına veren genç,
güzel kadının, görmediği ovalara doğru ama gözlerini çevirerek saatlerce bi­
hareket düşünen ihtiyarın, tarlanın en iş isteyen bir zamanında beygirinin
öldüğünü yanarak anlatan rençberin kederleri en son bu mezarlıkta gelip
dinlenecek, dinecek. Evvelkilerle toprakların üstünde ve toprakların altında
daima birbirine benzeyen aynı çamların, aynı toprakların altında birleşerek bir
i'tikad-ı beka ile dağılan, haşrolan, evvelki ölülerle beraber buluşup dinlenecek.
Burada her şey müstağrak-ı tevekkül, müstağrak-ı sükun ve huzur duruyor.
Güneşler karşı arakın üstünde her akşam garip ve münzevi ufül ettikçe,
geceler mehtaplarıyla, yıldızlarıyla, ovaların, dağların üstünde açılıp kapandıkça,
baharlar, kışlar birbirini takip ederek ebediyete doğru uzandıkça ovalarla
semaların arasında, ovaların dağdağa-i ihtirasından, [s. 270] semal!lrın gufran ve
huzuruna yaklaşan asır-dide, metruk ve münzevi mezaristan yavaş yavaş, bir
i'tikad-ı emin ile; bir tevekkül-i bi-payan ile yavaş yavaş yakınlaşan kıyam-ı
kıyameti bekliyor. Ovaların aşağılarda çalkanan, kaynayan ihtirasatı şehirlerin
uzaklarda fırtınalar, kasırgalar koparan infialat ve ihtirasatı, insanların
ezeliyetten ebediyete doğru imtidat eden avaze-i kin ve ihtirasatı sustuktan sonra
topraklar baştan başa, hayat-ı !aniye hitama ererek muzlim ve samut bir
mezarlık kesildikten sonra göklerin arasından, toprakların, denizlerin içinden bu
cihan-ı samı1t ve mürdenin üstünde her taraftan seslenecek, her tarafı ra'şelerle
uyandıracak sur-ı kıyameti bekliyor." 255

255 Hamdullah Suphi Tannöver 1 0 Haziran 1 966'da İstanbul'da vefat retmiştir. Eserleri
şunlardır:
Namık Kemal &y Magosa'da ( 1 909), La Qyestion Amıenienne et un puint de vue Turc( Berlin 1919).
Hitabeler : Dağ Yolu 2 cilt ( 1 928- 193 1 ).
Makaleler :Günebakan ( 1929).
Anadolu Milli Mücadeksi ( 1946). (Haz. notu)
Reşat Nuri (Güntekin)
REŞAT NURİ

1 324 [1 908] İnkılabı'ndan sonra Türkiye'de yeniden yeniye canlanan


edebiyat aleminde mühim bir şube de sahne edebiyatı olmuştur. Halid Ziya'lar,
Cenab Şahabeddin'ler gibi "Yeni Edebiyat-ı Cedide" rükünlerinden bazıları ile
"Darülbedayi" adlı teşkilatın teessüs ve devamına şiddetle çalışan Hüseyin Suad,
İbnürrefik Nureddin ve arkadaşları da asıl (origina� veya tatbiki (adaptation)
suretiyle hissi veya tabii birçok piyesler vücuda getiriyor ve gençliğe de bir
numune ve bir teşvik oluyorlardı. Nitekim Fecr-i Ati gençlerinden Şahabeddin
Süleyman'lar, Tahsin Nahid'ler, Müfid Ratib'ler de bu yolda çalışmaya başlamış
ortaya birkaç eser de çıkarmışlardı. Daha sonralan da Halid Fahri'ler, Faruk
Nafiz'ler, Yusuf Ziya'lar da bu yola dökülmüşlerdi.
İşte bütün bu sahne edebiyatı hareketi içinde zikre şayan genç bir şahsiyet
de Reşat Nuri'dir.
Reşat Nuri nesirdeki kudretini pek az zamanda halka tanıtarak yazdıklannı
sevdire sevdire okutan ve aratan muvaffakiyetli bir yazıcı olmuştur. Henüz
Meşrutiyet senelerine kadar ismi cismi ortalığa çıkmayan Reşat Nuri otuz iki
yaşlarında bir gençtir. Muhtelif mekteplerde birinci ve ikinci derece tahsilini
bitirdikten sonra Darülfünun Edebiyat Fakültesi'ne devam etmiş, fakülteyi de
bitirdikten sonra ikinci dereceli mekteplerde edebiyat dersleri vererek muallimlik
mesleğine atılmıştı.
Bu vazifesini ifa için yalnız İstanbul'da değil Bursa, İzmir gibi vilayetlerde
de bulunmuş ve bütün bu müddetçe tetkik ettiği hayatı mevzu olarak kullanmış,
gerek roman ve gerek piyes halinde kıymetli eserler vücuda getirmiştir.
[s. 272] Bir müddet Robert Kolej adlı Amerikan mektebi Türkçe dersleri
muallimliğine de getirilen Reşat Nuri sıhhatini ileri sürerek mektepten çekilmişti.
Vücutça pek zayıf, naif olan bu genç zihnen ve ruhen çok canlıdır. Bazı
küçük hikayeler yazarak matbuat alemine atıldıktan sonra sahne edebiyatına da
yardıma başlamıştı.
Hançer, Eski Riga, Damga gibi birtakım piyesler yazmış ve mahalli bir ruh ile,
sade, samimi ve tabii bir dil ile yazdığı bu eserleri Darulbedayi tarafından da
sahneye vazettirmiştir.
Bir zamanlar Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti namıyla Sami Bey'ler ve
İsmail Hakkı'lar, Esad Paşa'lar tarafından teşkil edilen cemiyetin açtığı milli
piyesler müsabakasına Cenab Şahabeddin gibi kuvvetli rakiplerle iştirak etmiş ve
ikinciliği kazanarak küçük nakdi bir mükafat da almıştı.
ı ı 16 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Reşat Nuri'nin hakiki muvaffakiyetini temin eden, gazetede tefrika suretiyle


çıkan Çalıkuşu adlı romanıdır. Bu eseri bilahare kitap olarak basılmış, hatta bir
sene içersinde ikinci defa da basılmak ihtiyacı hasıl olmuştur.
Çalıkuşu'nun kazandığı rağbet o derecede olmuştur ki Ermenice ve Rumca
gazetelerde de tercüme ve tefrika edilerek dağıtılmıştır.
Reşat Nuri'nin Sönmüş Yıldızlar, Olağan İşler'i ve Tann Misqfiri adlı küçük
hikayelerden mürekkep üç eseriyle Dudaktan Kalbe, Gizli El adlı iki büyük hikayesi
ve Taş Parçası adlı bir piyesi daha vardır. Hala da Türkiye sahne edebiyatı
yardımcıları arasında kıymetli bir şahsiyet olarak çalışmaktadır.

(s. 273) Lisanı ve Sanatı


Reşat Nuri'nin dili bugünkü sade dilin en temiz, en saf ve samimi (sincere)
bir numunesidir.
Yeni Edebiyat-ı Cedide tesirlerinden sanat ve lisan dolayısıyla birçok
istifadeler etmiş olan Reşat Nuri onlar gibi yaldızlı, süslü tantanalı bir ifade
yerine tabii (naturel) ve konuşulan dili kullanmıştır.
Muvaffakiyetinin sırn da bundadır. Bir kere mevzuları memleketin muhtelif
safhalarından alınmış canlı birer hayat sahnesidir. Her gün gözlerimizin önünde
gördüğümüz hakikatlerdir. Reşat Nuri bu hakikatleri sade, samimi ve müessir bir
dil ile bize hikaye ederken bizim lakayt kaldığımız; alakadar olamadığımız ince
ve belki de gölgeli cihetlerine, derinliklerine de bizi sürüklüyor. O hayatın acı,
tatlı, temiz, kirli bütün tabakalarını kendine mahsus sade ve mütevazı bir sanatla
gösteriyor. Bir realizm edebiyatı numunesi veriyor.
İşte Çalıkuşu adlı büyük hikayesi bu canlı hayatın, hayatımızın bir
muhasebesidir. Onu okurken içindeki kahramanları gözümüzün önünde
canlanır görüyoruz ve hatta tanıdığımız bazı şahsiyetlerin o tiplerde yaşadıklarını
zannediyoruz.
Çalıkuşu adlı büyük hikayesinin ikinci kısmından alınan şu parçayı okur isek
Reşat Nuri'nin nesirdeki hususiyet ve ifadesinde samimiyet ve besateti canlı bir
surette görmüş oluruz:
"Arabacı beyaz bir taş binanın önünde durduğu zaman kısa boylu, tıknaz,
beyaz önlüklü bir ihtiyar, kapının önündeki lüks lambasını yakıyordu.
Arabacı: 'Hacı Kalfa . . . Hele gel . . . Misafir var!' diye seslendi. İhtiyar adam
yüksek ipini duvardaki çengele bağlamak için uğraşıyordu. Cilalı bir [s. 274]
bilardo bilyesi gibi yanan başını çevirmeden cevap verdi: 'Eğlen biraz,
geliyorum.'
Köşe başında mini mini bir mescidin tahta minaresinde ezan okunuyor,
akşam karanlıklarıyla beraber tuz gibi ince, sessiz bir yağmur yağıyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 117

Hacı Kalfa hafifçe topallayarak yanımıza geldi, bana bakmadan arabacının


yanında duran bavulu aldı. O önde ben arkada otelin taş merdivenini çıktık,
başını çevirmeden benimle konuşuyordu:

- İstanbul'dan mı geliyorsun hanım?

- Evet. . .

- Kıyafetinden anladım . . . İstanbulluyu bir ordunun içinde görsem tanının;


erkeğin yok mu?

- Hayır. . . Yalnızım ..

- Acep mektep hocası olmayasın?

Ben hayretle: "Nereden anladın?" dedim.

Boş, büyük bir salondan geçmiş, bir merdiven başına gelmiştik. Hacı Kalfa
hiç bana bakmaya lüzum görmeden konuşa konuşa merdiveni çıkmaya başladı.
Ben karanlıkta kapalı peçernin altından basamaklan görmeye çalışarak onu takip
ediyordum.

-Hiç sanki . . . Hoca hanımlardan gayrisi erkeksiz yola çıkmazlar da sakın


Merkez Rüşdiyesi'nde Nasibe Hanım'ın yerine gelmeyesin . . . Kadıncağıza
amma yazık ettiler . . Turp gibi kanyı tekaüt ettiler. Kannın tekaüdü de amma
acayip oluyor ha . . Fakir apar topar bir gidiş gitti ki.. Sen onun yerine geliyorsun
ha?

- Merkez Rüşdiyesi'ne geliyorum ama kimin yerine geldiğimi bilmiyorum. . .

- Öyledir öyle . . . Nasibe Hanım'ın yerinden gayri boş yer yok, Allah vere de
o cazgır kan sana rahat verse.

- Cazgır ne demek? O kan kim? dedim.

- O, Müdire Hanım canım . . . Faika Hanım . . . Ah o karıyı bir tekaüt etseler


[s. 275] yok mu? Hoca hanımlar da rahat edecek ümmet-i Müslüman da . . .
Tövbe olsun ben bile şuraya iki karpuz fener takıp şenlik edeceğim.

Hayretim gittikçe artıyordu. Eğlenceli bir Ermeni şivesiyle hoş bir Türkçe
konuşan bu otel odacısı mektep mensuplarını bu kadar içli dışlı nasıl tanıyordu.

İkinci kata gelmiştik. Hacı Kalfa nefes almak için bavulu merdiven
basamağına koydu, sonra yine yüzüme bakmadan:

Seni en yukarı kata götüreceğim. Oradaki iki odadan biri Allah'tan bugün
boşaldı. Öbüründe de Manastırlı bir familya var . . . Dertli bir kancık. Evin gibi
soyunur, dökünür rahat edersin. . . Oraya benden gayrı giden olmaz .. Biz de
erkeklikten çoktan tekaüt olduk. Ha ha ha..

Başka zamanda, başka yerde olsaydı bu otel odacısının gevezeliği belki beni
kızdıracaktı. Fakat yabancı bir memlekette yalnızlık ve gurbet acısını ilk defa
duyduğum bu yağmurlu akşam karanlığında bana büyük bir kalp kuvveti verdi.
1 1 18 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Demek insan her gittiği yerde böyle temiz yürekli, munis insanlara tesadüf
edebilecekti? Karlar, fırtınalar içinde uzun bir gece yolculuğundan sonra rahat
bir odaya, parlak bir ateşe kavuşan yolcular da zannederim buna benzer şey
hissederler.

Günlerden beri kaybettiğim neşemi hemen hemen bulmuş gibiydim.


Peçemin altından gülerek:

- Hacı Kalfa! Sen bu mektep işlerini nereden biliyorsun dedim.

- Biz neyi bilmeyiz ki . . . Avuç içi kadar yer. İstanbul olsa kim kime
dumduma. . . Ama burası başka. Bir kötülüğü var: Dedikodusu bol . . . Aman
Allah dedikoduya can dayanmaz. Aman kızım . . . Yüzünü filan görmedim ama
toy bir kızcağıza benziyorsun. . . Ayağını denk al. . . Burası İstanbul değil . . .
Kamil ol, uslu ol. . . İmdi (Aman Yarabbi bu 'imdi' kelimesini ne kadar tuhaf bir
eda ile söylüyordu.) İmdi, sana iyi bir kısmet de çıkar inşallah burada (s. 276] Bir
hoca hanım vardı. Afife Hoca Hanım. Ceza reisi kendine nikah etti. Şimdi bir eli
yağda bir eli balda dansı dostlar başına. Ama güzel diye mi? Ne gezer, iffetli
diye, ağır başlı diye.

Odaya varmıştık. Duvarları mavi kuşlu, beyaz bir kağıt kaplı mini minicik
bir otel odası. Küçük bir demir yatak, mermer taşlı bir kahve masası, bir tarafı
sararmış kınk bir ayna, bir hasır iskemle.

Hacı Kalfa bu odayı bana verebileceğine pek memnundur. Duvardaki


maddi kuşlar, penceredeki eski atlas perde, duvardaki eski resimle adeta iftihar
ediyordu.

- Tam hanım kız odası.. Yataklarını her gün elimle temizlerim. Meşhurdur
Hacı Kalfa'nın temizliği. Kime istersen sor. . . Her şey tamam. Bir eksiğin olduğu
zaman merdiven başındaki ipi çekiver. Ucuna bir çıngırak taktım. Hemen gelirim.

Küçük bir lambanın billur gibi parlak şişesini bir kere daha hohlayıp
önlüğüne sildikten sonra:

- Senin karnın aç olmalı. Hacı Ali'ye kebap yaptırayım. Kör olası az


Çingenedir. İlik kebabına uyar yoktur.

İstemem Hacı Kalfa! dedim, birazdan acıkırsam çantamda yenecek öteberi


var.

Aşağıdan direk gibi kalın bir ses geliyordu: 'Hacı Kalfa . . . Ne cehenneme
kayboldun?'

Bu mutlaka Hacı Kalfa'nın amiri, otelin sahibi filan olacaktı. İhtiyar adam
türkü söyler gibi makam ile ağır ağır: 'Elinin körü . . . Elinin körü . . . 'dedi. İkimiz
de gülmeye başladık. Ben peçemi açmıştım. Hacı Kalfa gülünç bir hayretle
yüzüme baktı:

- Sen yabancı çocukmuşsun be kızım . . . Vay gidi hoca hanım vay . . . Hemen
Yarabbi . . . Parmak kadar çocuklar ne işler görüyor. Senin adın ne?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 19

- Feride..
- Allah bahnndan güldürsün..
[s. 277] (Karşıki odaya seslendi.) -Nuriye Hanım. . Bak bana İstanbul'dan bir
hoca hanım geldi. Biraz gel de konuş. Aşağıdaki ses bu sefer daha hiddetle
bağırdı: Hacı!.. Be Hacı açnracaksın şimdi ağzımı.
Hacı Kalfa tekrar türkü söyler gibi yavaş yavaş 'Kano ağrısı. Kann ağrısı..
Hacılar götürsün.' dedikten sonra topallaya topallaya merdivene doğruldu."
İşte şu küçük parçada biz Reşat Nuri'nin hikaye ve tasvirdeki kuvvetini,
hakikate, tabiata riayetini pek aşikar surette görüyoruz. Tasvirleri canlıdır. Hacı
Kalfa ölmez ve unutulmaz bir tip olarak iki çizgi ile gösterilmiştir. Hakikati
gözümüzde canlandıran garip bir karikatür kuvvetiyle yaşanlmıştır. Sonra ifade
tamamıyla konuşulan ifadedir. Hatta kınklıklan, takdim ve tehirleri, hata ve
noksanlarıyla zapt olunmuş bir konuşma dilidir. Çalıkuşu son devir fikir
mahsulleri içinde en muvaffak, en güzel ve en tabii hikayedir. Reşat Nuri'nin
sahne piyesleri de hemen aynı dille, aynı sanat ve muvaffakiyetle yazılmıştır.
Reşat Nuri'nin buluşlannda, icat edişlerinde hisleri incitecek kaba, haşin fikirlere
hiç tesadüf edilmez. Sanatı incitmeyen, hissi gıcıklayan, haysiyeti, izzet-i nefsi
canlandıran gizli bir ahlakilik de vardır. 256

256 Reşat Nuri Güntekin 7 Aralık 1 956 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:

Roınan: Çalıkuşu ( 1 922), Dudaktan Kalbe ( 1923), Gizli El ( 1 924), Damga ( 1 924), Akşam Güneşi
(1 926), Bir Kadın Düpnanı- Çirkinin Romanı ( 1 927), Yeşil Gece ( 1 928), Acımak ( 1 928), Yaprak Dökümü
( 1 930), Kızılcık Dallan ( 1932), Gölryüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değfrmen (1944),
Miskinler Tekkesi ( 1 946), Hardbekrin Çiçeği, ( 1 953), Kavak Yelkri ( 1 96 1), Son Sığınak (196 1), Kan Davası
( 1 962) "Ripka İfşa Ediyor" (1 949- Ulus gazetesinde tefrika edildi.).
,

Öykü: Recm-Gençlik ve Güzellik ( 1 9 1 9), Eski Ahbap ( 1 923), Sönmüş füdızlar ( 1 923), Tann Misqfiri
( 1 927), Lryf,d ile Mecnun ( 1 923), Olağan İşler (1930).
Oyun: Hançer (1920), Eski Rüya ( 1922), Ümidin Güneşi (1 924), Gazeteci. Düşmanı/Şemsiye Hırsızı/
İhti.yar Serseri ( 1 924), Taş Parçası (1926), Bir Kiiy Hocası (1928), Babür Şah'ın Seccadesi (193 1), Bir Kır
Eğlencesi (1933 1), Ümit Mektebinde ( 1 93 1), Felaket Karşısında/Giizdağı/Eski Borç (1931), lsti.klal ( 1933),
Vergi Hırsızı(1933), Hülleci (1935), Bir Yağmur Gecesi (1943), Yaprak Dökümü (197 1 ), Eski Şarkı (197 1),
Balıkesir Muhasebeci.si ( 1 9 7 1), Tanndağı Zi:Jafeti, ( 1 9 7 1 ) . Yayım.lanınaınış oyunları: "Gönül" (
1 9 1 6), "Ağlayan Kız" ( 1 947), "Bu Gece Başka Gece" ( 1956), "Daktilo Makinesi", "Yol Geçen
Hanı" ( 1944).
Gezi yazısı: Anadolu Notlan ( 1936).
Antoloji: Fransız Edebiyatı Antolqjisi (1929- 193 1 ).
İnceleıne: Üç Asırlık Fransız Edebiyatı ( 1 932), Dil ve Edebryat, Türk Kıraatı (Refet Avni ile 1930),
Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (İ. H. Danişmend ve Nurullah Ataç ile 1 935).
Tercün:ıe: llm-i Mantık (E. Boirac, 1 9 1 5), Bir Gece Faciası (F. De Curel, 1 924), Arapça Deği,l mi
Uydur Uydur Söyle (T. Bernard, 1926), Çifie Keramet (T. Bernard, 1927), Hakikat (E. Zola, 1929), Mektep
Çocuğu (L. Frapie, 1 930), Muhammed'in Hayatı (E. Dermenghem, 1930), lş Adamı (O. Mirbeau, 1932),
Tolstoy: Hayatı ve Eserkri (1933), lbsen: Hayatı ve Eserkri (1 934), Kahramanlar (T. Carley, 1 943),
Napof;yon'un Düşüncekri (O. Aubry, 1 943), Atlı Adam- Diktatörün Romanı (D. La Rochellein, 1 947),
Yabancı (Albert Camus, 1 953), Evham a. de Lecretelle, 1 955), !ti.raflar GJ.Rousseau, 1 955), Don Kışot
(Cervantes, 1 957), lhti.yar Serseri (O. Mirbeau) (Haz. notu).
HALİT FAHRİ

Hayatı
Halit Fahri 1 307 [1891] senesinde İstanbul'da doğmuştur. Babası askeri
doktorlarından Fahri Paşa da şairdir. Bir taraftan irsten, diğer taraftan fıtrattan
aldığı şairlik istidadını küçükten beri babasının yazdığı ve okuduğu manzumeleri
dinleye dinleye beslemiş. Pek çocukken anasını kaybederek öksüzlüğün bütün
zehirlerini taşımış, ilhamına bir de elem çeşnisi vermiştir.
Halit Fahri'nin babası Muallim Naci vadisinde yazan şairlerdendir. Böyle
olmakla beraber Halit Fahri daha ziyade yeniliğe temayül etmiştir.
Tahsil-i ibtidfilsini ifadan sonra Galatasaray Sultanisi'ne girmiş, Tevfik
Fikret zamanında mektepte bulunmuştu. Tabiatındaki sükunet mektepte de
kendini gösteriyor, bir köşede hülyalar içinde dalıp kalıyordu.
Sıhhatçe zaafı mektebi bitirmesine müsaade etmemiş, tahsilinin ikinci
derecesini dahi tamamlamadan mektepten çekilmeye mecbur olmuştur.
Bundan sonra Halit Fahri'yi matbuat fileminde, gazete ve mecmua
sayfalannda görüyoruz. Rübdb'a yazıyor, muhtelif risalelere yazıyor. Celal
Sahir'in delfiletiyle çıkanlan birinci, ikinci ilh . . . kitaplara yazıyor. Bir zamanlar
da tiyatroya merak sardı. Bo;ykuş namında yazdığı manzum masal Doktor
Hüseyin Suad tarafından ıslah edilerek sahneye vazedildi. Sahnece büyük bir
kıymeti haiz olamayan bu eser pek sık oynanılmıyorsa şiiriyet itibanyla haiz-i
kıymettir.
Halit Fahri (şiire) Edebiyat-ı Cedide şairlerinin bilhassa Fikret'le, Cenab'ın
tesiri [s. 279] altında başlamıştır. Üstat ve müdürü olan Fikret'i taklit ve tanzir
etmesi pek tabii idi. Bu münasebetle de aruz taraftarlığı ediyordu.
Fikret'in vefatı genç şaire çok tesir etmiştir. Üstadının sene-i devriye-i
vefatında mezarı ziyaret edildikten sonra Aşiyan'da1 toplanan dostları arasında o
büyük şairin edebi, içtimai, insani faziletleri, meziyetleri anılırken Halit Fahri de
kendi kalbi yaşlarını ifade eden şu güzel, şu samimi manzumeyi okumuştu:

ı "Aşiyan" Tevfik Fikret'in, Boğaziçi'nde Rumeli Hisarı yamaçlarında yaptırdığı küçücük

evinin adıdır. İsim evin üzerinde yazılıdır. (İsmail Hikmet'in notu)


1 1 22 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Fikret'in Ruhuna

Bizi affet dehaya nankör isek,


Mabedin gamdı, girye dinindi
Yaşıyorduk güneş kadar yüksek
Ölmedin, belki matemin dindi
Bizi affet dehaya nankör isek.

Ağladın, çok zamanlar ağlattın


İnledik bir yetim için karda
Kevser içtin, fakat zehiri tattın
Gezdi mısralann dudaklarda
Ağladın, çok zamanlar ağlattın

Kalbe indikçe hıçkıran sesler


Seni her gün biraz zehirlerdi
Hasta dullar, zavallı bikesler
Coştu çılgın rcbabının derdi
Kalbe indikçe hıçkıran sesler

[s. 280] Kahpelik rehberiydi dünyanın


En temiz pençelerde kan vardı
Kargalar kanlı bir heyulanın
Nişı üstünde çırpınırlardı
Kahpelik rehberiydi dünyanın

Daima gamlı, daima bedbin


İçiyordun yavaş yavaş ölümü
Altı yüz yıl beşerde yalnız kin
Buluyordun biraz düşündün mü
Daima gamlı, daima bedbin

Sen değildin bu asnn evladı


Sana hem-raz olunca vadide
Hisli akşamlann gümüş batlı
Doğacaktın uzak bir atide
Sen değildin bu asnn evladı

Şimdi artık mezardasın Fikret


Seni incittilerse biz sevdik
Bari cennette gel der-aglış et
Doludur varlığın dikenle kemik
Şimdi artık mezardasın Fikret
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 23

Ebediyen bugün yetim kaldık


Bu derin, ıçkınklı dehlizde
"Aşiyan"ında hanran dağınık
Sen uffıl eyledin fakat biz de
Ebediyen bugün yetim kaldık

[s. 281] Laledendir büründüğün hale


Seni göğsünde saklıyor mehtab
Ebedi bir şereftir ensale
Yadgar ettiğin şikeste rübab
Laledendir büründüğün hale

Bizi affet dehaya nankör isek,


Mabedin gamdı, girye dinindi
Yaşıyordun güneş kadar yüksek
Ölmedin, belki matemin dindi
Bizi affet dehaya nankör isek. »
Bilahare yeni cereyanlara kapılarak hece vezniyle de şiirler yazmaya
başlamışnr. Fransa'nın yeni şairlerini, bilhassa Albert Samaine'i çok okuduğu
için yazılarında ş eklen , manen tesiri görülmektedir.

[s. 282] Lisanı ve Şiiri


Halit Fahri'nin lisanı tamamıyla inkişaf etmiş bir lisan değildir. Tabii henüz
tekemmül etmiş, meslek-i tabiisine girmiş bir şair olmadığı için gerek meslek,
gerek sanat, gerek ibda itibarıyla kendisini bilahare gösterecektir. Bugün
manzum ve mensur verdiği eserlere nazaranfantaisiste bir şair olarak görebiliriz.
Mevzularının kısm-ı küllisi muhayyeldir. Hakikaten tabiata istinat etmediği için
metin (solide) değildir. Birçok yazılarında bir garabet (excentricit;e') görülmektedir.
Fıtraten şair yaratılmış olmak itibarıyla ruhunda derin bir hüznün gömülü
olduğu, yazılarında ince bir rebabiliğin (jyrisme) vücudu hissedilir. Halit Fahri
birçok yazılarında mariz bir hissidir (sentimentaliste). Hazin ve resai (elegiaque)
yazılara da istidadında büyük bir temayül vardır.
Halbuki Halit Fahri fıtraten Romantique yaratılmış bir tiptir (type). Ewelleri
Edebiyat-ı Cedide eserini takip ettiği zamanlarda yazdığı ufak manzumeler
içinde güzelleri mevcuttur. Bir zamanlar aruzun müdafilerinden olmuş, şiir için
aruzun ahengine ihtiyaç olduğunu iddia etmiştir.
İstanbul Akşamları
Vakur alınlı, mualla minareler, şemsin
Soluk ziyalan altında işlenir, boyanır
Gezer faziletini yollarda bir ipek nefesin
Bütün sokakları şehrin sükun içinde kalır
1 1 24 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Uzaktan ince, garip bir ezan sadası gelir


Ve dinler aşk ile akşamların sükunu, medid
Okur bu şi're hazin bir nazire sanki esir
Kanatlı, hasta nesimin perisi mest-i ümid

[s. 283] Siyah saçları artık melike-i şanım


Yavaş yavaş dağılır cebhe-i mesakinde
Huzur-ı samt ile durgun, tehi mesafatın
Fener şuaları titrer zalam-ı cevfinde.

Elemli evlerin üstünde bir duman uzanır


Erir ziyalı demetlerle camlann rengi;
Sızar kafeslere solgun, verem ışıklar . . . Ağır
Ve köhne cumbalar etrafı gözletir sanki

Mahallelerde soğuk bir sükı'.'ın-ı matem erir


Köpeklerin duyulur bazı yırtık av'avesi
Dilenciler dolaşır nale-i fütura esir
Dt·rinden öksürür azürde bir veremli sesi"
Sonralan milliyrtçilik cereyanının tesirleri altında biraz da iktisadi zaruretin
tazyiki tahtında ilhamını hissinden, hayalinden, kalbinden değil muhakeme­
sinden, fikrinden almaya başlamış, Yeni Mecmua gibi yeni ruh ile çıkan
mecmualara hece vezniyle şiirler yazmaya başlamıştır. Herhalde kendisinden
birçok bedialar beklenen genç bir şairdir. Korkulur ki maişet gailesi, fikren
tekamülüne, zaruri olan mütalaa ve tetkikatına mani olsun . . . İşte o zaman Halit
Fahıi'nin de bedeni inkişafını temin edemeden kavrulmuş kalmış cılız çocuklar
gibi akamete mahkum kalması melhuzdur:

Ay Dinledi
Pencerenin önünde aya daldım deminden;
Bir zaferin neşesi bürümüştü bugünü
Ay bu zafer akşamı bekliyordu zeminden
Semaya bir rebabın coşkun terennümünü

[s. 284] İlk nağmeler Anadolu köylerinde rüzgarların


Dolaştığı yamaçlardan gelen kaval sesleriydi.
Biraz sonra firtınalar koparak bir nağme yarın
Bize yeni zaferleri müjdeleyen bir periydi.

Yavaş yavaş daha çılgın, hummalı bir ahenk oldu


Uçurumlar etrafında kişneyerek şaha kalkan
Kıratların geçtiği yol intikama giden yoldu.
Akşam çöken vadilere çağlıyordu sel gibi kan
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 125

En nihayet son nağmede dalgalandı bir al bayrak!


Yıldızlan öperdi bir yalçın kaya üzerinde
Süvariler koşuyordu ufka doğru haykırarak,
Sonra söndü mızrakların parıltısı ta derinden . . .

Ayın parıldıyordu gözlerinden sevinci;


Aktı kirpiklerinden inci gibi damlalar.
Tellerine damladı rübabımın her inci.
Şimdi ses yok; kalbimin mesut çarpıntısı var."
Manzume biraz uğraşılarak yazılmış; ilham kalpten değil, muhakemeden
alınmıştır. "Uçurumlar etrafında kişneyerek şaha kalkan kıratların intikama
giden yolu takip ettiklerini" penceresinden görmeye çalışan genç şair ne kadar
güzel bir şiir meydana getirse tabii (nature� ve samimi (sincere) olamaz. Halbuki
sanatın ruhu ihlas ve samimiyettir.
Geçen harbin o acı felaketlerinin akislerini ruhunda duymak isteyen genç
şairler Anadolu'ya gidip o kanlı, o heyecanlı, o ölümlü sahneleri yakından
göremedikleri, harp zamanında da aşk ve sevda şiirleri yazarak duygusuzluk,
hamiyetsizlikle itham olunmayı istemedikleri için ilhamlarını zorlamaya,
muhayyel harp sahneleri, mevhum kahramanlıklar, fesanevi fedakarlıklar [s.
285] tasavvur ve tasvirine çalıştılar. Vücuda gelen neşideler tabiat ve
samimiyetin ateşlerinden mahrum, cebr-i tabiatla yazılmış eserler oldu.
Okuyanların ruhunda bir iz bırakmadı, çünkü düşünen ve yazanların ruhunda
bir çalkantı hasıl edememişti.
Yavan ifade) ve sun'i ljact:ice) heyecanlardı.
Hayat-ı ictimaiyenin şeklini kaybetmesi, siyasi, iktisadi buhranların birbiri
ardınca halkın üzerine yüklenmesi şiir ve sanat kapılarını kapamış, yollarını
tıkamıştı. Yeni, hakiki (ree� bir sanat cereyanının canlanabilmesi, içtimai hayatın
sükun bulması ve tabii (norma� aynı zamanda sağlam (solide) bir şekil almasına
bağlıdır. O zamana kadar, esasen yol gösteren bir ziyadan tamamen mahrum
kalan, gençliğin edep ve sanat sahasında zikre değer kıymetli bir eser takibiyle
bir mesleğe sahip olmaları ve bir sanat eseri vücuda getirmeleri imkansız gibidir.
Halit Fahri'nin şairlik istidadını ispat edecek çok hissi ve güzel parçalan
vardır. Bir sahnevi kıymeti haiz olmayan Bqyku;'unun ayn ayn nefis noktalan
çoktur. İhtiyarın şu sözlerine bakınız:

"Geceler alçalır semalardan,


Sarışın gözlü aşinalardan
Dökülen damla damla göz yaşını
İçerim; sonra yirmi bir yaşını
Düşünürken zavallı yavrucağın,
Ağlanın, ağlanın; tehi bucağın
1 126 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Her yanından karaltılar saçılır,


Sanki hücremde bir mezar açılır.
Böyle bi-tab inilderim ben de,
Bir zamanlar onunla gülşende
[s. 286] Dolaşan yosma kızlar ağlaşıyor,
Hepsinin kalbi bir keder taşıyor,
Hepsi sevmiştiler çocukcağızı.
Geçirirlerdi çam dibinde yazı.
Böyle solgun değildi vaktiyle,
Kalbe hüsran veren mealiyle,
Gül yanaklar bugün kiminle dedi.
Hani artık sabah gezintileri,
Hani çılgın yıkanmalar derede
İlkbahar oldu. Nağmeler nerede?"
Bu güzel, ince, zarif, hissi ve tahassürlü (nostlıalgi,que) şiirin lisanı çok sade,
çok açık olmakla beraber bir köylü ihtiyarın dili de değildir. Bu; hassasiyete
menba olan Marmara Adalan'nda hayale, sevdaya dalan genç mütehassis bir
İstanbul şairinin hisli, heyecanlı ve şiirli dilidir. Halit Fahri şiirinde sabah
gezintilerinden, çam dibinde geçen yazlardan bahsederken hep o adaların
hayalini yaşıyor ve yaşatıyor. Bqykuş'taki kahramanlar ya köylü kıyafetine girmiş
şehirliler, hatta İstanbullulardır ya İstanbul ruhuyla terbiye görmüş çok terakki
etmiş, çok ince ve hassas köylülerdir. Hele ikinci mecliste köylünün yirmi
yaşlarındaki büyük oğlu ile elli beş yaşlarındaki yolcunun şu muhaveresine
bakınız:
"Yolcu: (Kendisinden bahsedildiğini işitince
Ocağın başından kalkar ve Mehmed'in
Yatağına yaklaşır)
-Gece zindan kadar derin ve siyah!
Karlar altında yol kapanmıştı,
Her taraftan hücum eden kıştı;
[s. 287] Köye vardım soğukta sarsılarak.
Size artık misafirim oldum, bak!
Mehmed: - Kimseniz yok mu? ...
Yoku: - Bilmem aileyi.
Mehmed: -Bir ufak sevginiz de yok mu?
Yolcu: -Neyi
Severim, sevgilimdir alemde:
Bana ney dinletilse son demde
Mehmed: -Çok diyar gezdiniz mi?
Yolcu: -Tanrı bilir.
Göz yaşından menekşeler serilir
Sanıyordum bu gurbet illerine
Dullar ağlardı . . . Solgun ellerine
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 27

Kelebekler sürerdi busesini,


Hepsi dinlerdi kalbinin sesini.
Her diyarın güzel melikeleri
Arıyorlardı aşk erikeleri
Hangi iklimi eyledimse mürur,
Vardı gözlerde bir mükedder nur.
Sisli kırlarda serseri genç kız,
Genç kadınlar veya garip, ıssız
[s. 288] Şehnişininde inleyen sultan,
Hepsi beklerdi bir mezaristan,
Sanki her ruha girye rehberdi
İhtiyar: -Sen demiştin ölüm kanat gerdi
Yolcu: -Bunu ben söyledim; ölüm ve mezar
Ediyor bir siyah çelenk ihzar;
Çünkü asrın kesildi son nefesi,
Herkesin matem oldu felsefesi.
Gezdiğim bahçelerde ney susmuş.
Dinledim, ötmüyordu hiçbir kuş.
Ben ki alnımda isterim defne,
Soruyordum, ölüm ne, makber ne? ..
Defne alnında titremiş ne olur,
Yine bir gün ölüm nasip ise . . .
Yolcu : -Dur!
Dinledim çok zaman bu nağmeyi ben
Gül yanaklarında bir çift siyah ben,
Daha cazip değil mi bestemize?
San güllerle süslü destemize
Jalelerden bir örgü işlemeli!
Bir perinin gezer demette eli,
Dökülür parça parça yapraklar . . . "
[s. 289]Bütün bu parçalarda bir güzellik, bir şiiriyet var, fakat bütün hisler
ve hayaller mevhumattandır ifiıntastique). Bir kere genç köylü bunları düşünüp,
görüp söyleyebilecek bir vaziyette değildir. "Gözyaşından gurbet illerine
menekşeler döküleceğini düşünebilecek kadar yeni ruhlu, yeni nazarlı dervişe
pek az tesadüf olunur. Bizde dervişin diline yakışan söz mutasavvırane (mystique)
ve mütevekkilfuıe (resignation) tavsiye eden sözlerdir. Hatta tamamıyla dinsiz dahi
olsa . . .
Sonra "mükedder nurlar", "serseri genç kızlar", "şehinşehlerde inleyen
sultanlar" bütün bütün birer fantaisie'dir. Bunlardan maada ölüm derecelerinde
hasta yatan bir gencin yanında mütemadiyen matemden, felaketten, ölümün
kanat germesinden bahsetmek de muhakemesizce, tedbirsiz ve düşüncesizce bir
harekettir. Zemin ve zamana muvafakat, kahramanların yalnız rype'leri itibarıyla
değil, dilleri, hisleri, fikirleri itibarıyla da lazımdır.
1 1 28 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Şiirde her şeyden evvel Fransızların tact dedikleri ınce duygu olmak
lazımdır.
Dördüncü mecliste "Ayşe"nin "Mehmed"e söylediği şu masal da gerek
ahenk, gerek hikaye cihetiyle güzel bir şiiriyeti haizdir.

"Evvel zaman içinde, altın ve sırma tuğlu,


Bin bir diyara hakim bir padişahın oğlu,
Kırlarda avlanırmış ahulann peşinde,
Akşamleyin dalarmış mehtaba şehnişinde.
Gül bahçesinde bir gün, görmüş ki yavru bir kuş
Göğsünde ateşin ok, kan sızmadan vurulmuş.
- Kim vurdu? Söylemişler: - Bir kız ki nevcivandır,
Baygın bakışlı, ahu bir yosma bahçıvandır.
[s. 290] - Gelsin! deyince açmış güller beyaz iken al,
Gelmiş saçında sümbül, omzunda ince bir şal,
Şehzade doğdu sanmış güllükte nazenin ay,
Bir pembe nur içinden çıkmış elinde bir yay.
Ben kırda avlanırken bahçemde avlanan şuh,
Bak, yerde yavru bir kuş, gaddar okunla mecruh!
Hicranı dindirirken kızlar, reva mı, vursun? . . .
Bir kanlı yaseminden güllükte iane kursun ...
Şehzade ah ederken hicriyle bi-günahın.
Derhal esiri olmuş hülyalı bir nigahın . . . "
Halit Fahri'nin ince hislere, zarif hayallere zemin olan aruz ile de hece ile
de yazılmış güzel manzumeleri vardır. Halit Fahri cebr-i tabiat etmediği
zamanlarda hakiki bir şairdir. Şu: "Anadolu Akşamı" unvanlı manzumeciği
Anadolu'yu seven bir kalbin titrediğini gösteriyor:

Sevgilim, ne kadar hüzünlü bilsen


Bu ölgün akşamın ölgün bestesi,
Uzak tepelerden, dağlardan esen
Aşina olduğum rüzgarın sesi.
Gölgeler içinde ağaçlar yorgun,
Her tarafta yetim bir tevekkül var.
Sanki fısıldıyor Anadolu'nun
Uyuyan ruhuna ninniler rüzgar.
İniyor sürüler karşı bayırdan,
Günün son ışığı vurmuş dereye.
Bir "Muğla" türküsü yükseldi kırdan:
"Ayşem, aygın baygın Ayşem, nereye? . . . "
[s. 29 1] Bu manzumede tasvirler ve hayaller o kadar umumi ki her yerde
tatbik edilebilecek bir halde Anadolu'nun her yeri için söylenebilir. Bunda
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 29

kıymetli olan cihet hissi ve ruhudur: Rengi ve hayali itibarıyla bir hususiyeti var
denilemez.
Halit Fahri'nin 1 922 senesinde İkbal Kütüphanesi tarafından neşredilen
Gülistanlar, Harabekr unvanlı şiir mecmuasında şairliğinin muhtelif tecellilerini
gösteren manzumeleri vardır.
Halit Fahri'nin hissi ve güzel manzumelerinden biri de şu "Annemi
Anarken" adlı şiiridir:

"Geniş, loş bir odada bütün bir kışı,


İnleyerek geçirdin, biçare annem!
Ne hazindi, Yarabbi gizli bir elem
Ağlayan gözlerinin yorgun bakışı!

Niçin öyle halsizdin, anlamıyordum.


Başucunda sessizdim bir gölge gibi.
Niçin şimdi olmuştun böyle asabi?
Bunu evde gizlice herkese sordum:

Hiçbir şey yok, dediler. Ve ben bu hiçin


Manasını anladım yıllar geçince.
Anladım ki seni de hayata ince
Bir iplikle bağlayan hastalık niçin?

Çünkü ölüm daima güzele düşman;


Çünkü sen de bir melek kadar güzeldin.
Anne, anne, hasretle kalbimi deldin;
Beni yıktı ebedi fecre karışman.

[s. 292] Büyük kadın! Şefkatin, muhabbetinle


Unuturdu derdini, yetimler, dullar.
Hala seni yad eder nice yoksullar.
Anne, şimdi oğlunun derdini dinle!

En sevdiğim kadınlar, hayatımda en


Zehirli hatıralar bırakıp gitti.
Bütün emellerimi hicran eritti,
Artık sana kavuşmak istiyorum ben.

Bu kış yorgun vücudum büsbütün kırık.


Anne, her yer ne kadar gamlı bu akşam!
Zaten baharda bile devşirdiğim gam:
Her jale bir göz yaşı, her ses hıçkırık.
1 1 30 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Musiki de teselli vermiyor, heyhat!


Her kemanın, her udun giryan telleri
Ağlatıyor kalbimde son emelleri;
Gittikçe bir ısurap oluyor hayat. . .

Bilsen nasıl sızlıyor kalbimde yadın,


Yaşanır mı her türlü şefkatten mahrum?
Anne, anne koynunu aç, geliyorum;
Artık sükun istiyor yetim evladın.

Ne yavru bir kumrunun inleyen demi,


Ne bir tambur sadası, ne keman, ne ud!
Ruhlanmız bir gece mehtaba suud
Ediyorken beraber uyuruz, emi,
Bir seıvinin dibinde yan yana mesud . . . " 2s7

257ffaJit Fahri Ozansoy 23 Şubat 197 1 'de vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şür: Ri!Ya ( 1 9 1 2), Cenk Duygulan ( 1 9 1 7), Efsanekr ( 1 9 1 9), Bulutlara rakın ( 1920), Zakkum ( 1 920),
Gülistanf.ar, Hardbtkr ( 1 922), Paravan ( 1 929), Ba/Xonda Saatkr ( 1929), Suf.ara Dal.an Göz.kr ( 1936), Hep
Onun İçin ( 1962), Son.su<. Gectlnin Ötmnde ( 1964).
Oyun: Baykuf ( 1 9 1 6), /U. Şair ( 1923), Sönen Kandilkr ( 1 926), Nedim ( 1 936), On Yılın Destanı ( 1933)
Hayalet ( 1936)
BirDokıptır Döni!Yor ( 1 958).
Roman: Sulara Gidm K'oprü ( 1 939), Aşı/el.ar rotunun Yolcuf.an ( 1 939).
Anı: Edeb!Jıatçıf.ar Gtçiyor ( 1 939), Dtirülbedıiyi Devrinin Eski Günkri ( 1964), Eski lstanbul Ramazan/an
( 1 968), �b!Jıatçılar Çevremde ( 1 970).
Tercüme: Refael (Lamartine-1 935), Goetk'nin Aş/dan ve Şiirim ( 1936), Poil <lı Carotte a.
Ranard-1 937), Bir Sipahinin Romanı (Pierre Loti- 1 939), Yaralılar (G. Duhamel- 1941), Aşka inanmayan
Adam: Mukaddes Mavi Sakal (G. Delaques-1942), Grazi.tlf.a (Lamartine-1942), Sef.avin'iıı Ruz.namesi. (G.
Duhamel-1942), Son Gtce (E. Bove- 1 942), Havr Noteri (G. Duhamd- 1 943), Kontes d'Escarbagnes
(Moliere-1 943), ÖUlüren Bahar (Z. Lajos- 1 943), iki Adam (G. Duhamel-1 944), "IA Reine Pedauque"
Kebapçısı (A. France-1 945?), Üç Gün Üç Gece (M. Gilbert-1 946), Jack ( A. Daudet- 1948?),
Tutunamıyanf.ar (H. R. Lenormand-1 952), Bin Bir Gece Masalf.an (1957), Şanghay'da Bal.ayı ( M.
Dekobra-1 963?). (Haz. notu)
Yaşar Nezihe (Bükülmez)
YAŞAR NEZİHE

Hayatı
Pek fakir, pek perişan, pek sefil bir ailenin kızı olan Yaşar Nezihe
İstanbul'da Şehremini civarında Baruthane Yokuşu'nda 1 297 [Ocak 1880]
senesinde dünyaya gelmişti. Büyük bir zaruret ve sefalet içinde kıvranan aile
Kanun-ı saninin en soğuk, en karlı ve fırtınalı bir gecesinde dünyaya gelen bu
küçücük bedbaht misafiri istikbal edecek bir damla nemane bile bulamamıştı. Bu
zavallı aileye sığınacak, başlarını sokacak bir melce olan yer, harap bir evin
harap viran bir odacığı idi. Zifiri bir karanlığa inzimam eden dondurucu bir
soğuk sinirleri burup bozarken temadi edecek ıstırapların, emellerin acısını pek
erken duyan bu kahır ve tesadüfün oyuncağı olan mini mini yavru ilk
feryatlarıyla cihana atılmıştı.
Babası Şehremaneti Kantar İdaresinde hademelik eder, cahil, sefil, sarhoş,
hissiz ve şefkatsiz bir adamdı. Aydan aya aldığı iki yüz kuruş maaşı da götürür
içkiye verir, evde çocuğu kansı bin bir azap ve ıstırap içinde kıvranarak açlık ve
muhtaçlığın en acı, en ağlatıcı, en derin, en siyah elemlerini yaşarlardı. Kadın
bir taraftan çocuğunu beslemek diğer taraftan eviyle uğraşmak, hayat ile
mübareze etmek mecburiyetleri karşısında çarpma çırpına tamam on altı sene
didişmiş, uğraşmış, nihayet zerre zerre yıpranan, çürüyen vücudu, kemikleri
üzerine çöken menhus veremin tahribatına dayanamayarak yıkılıp gitmişti.
Zaten o zamana kadar sokak ortalarında erkek çocuklarla sokak oyunları
oynamakla geçen hayatı derin bir sefalete namzet görülüyordu.
Ruhen terakkiye müştak olarak doğan bu bedbaht çocuk anası öldükten [s.
294] sonra bütün bütün bakımsız ve kimsesiz kalmıştı. Çocukluğu
mahrumiyetler içinde geçen Yaşar Nezihe gençlik mukaddimatında bulunduğu
sıralarda kendisini cehalet zulmetinden kurtarmak, okuyup yazmak hevesini
kalbinde duymuş ve bu arzusunu bin bir korku ile babasına da açmıştı. Cahil ve
sefil bir mahluk olan bu iz'ansız ve vicdansız baba kızının bu mukaddes
arzusunu takdir ve kendisini teşvik edecek yerde bilakis tahkir ve tehdide
başlamış hatta dövmüştür.
Fakat bütün bu tekdir ve tehditlere rağmen çocuğun yüreğindeki okumak
emeli ateşlenmiş, alevlenmiş nihayet bu şevkin sevk ve tesiriyle bir gün
babasından gizli yakınlarında bulunan Kapıağası İbrahim Ağa İptidai
Mektebi'ne gidip muallime arzusunu söylemiş ve öksüzlüğünü anlatarak
hayatını, sefaletini hikaye ederek mektebe kabul olunmasını rica etmiştir.
1 1 34 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Kızının mektebe gittiğini işiten bu zalim baba derhal evinden kovmuş,


kızcağız günlerce komşularının evlerinde gecelemiş, bir sığıntı hayatı yaşamıştır.
Ömrü babasının evinde kuru tahtalar, ot minderler üstünde sürünmek ve
sürüklenmekle geçen Yaşar Nezihe'nin bütün tahsili, o, sırf kendi arzusuyla
gittiği ve o yüzden de bin bir belaya maruz kaldığı iptidai mektebine devam
edebildiği bir senecik zarfında elde edebildiği malumattan ibarettir. Üst tarafı sırf
kendi zati gayreti ve iradetiyle elde edilmiştir.
1 3 1 2 [1895] senesinden beri şiir yazmakta devam eden Yaşar Nezihe Türk
şair ve şaireleri içinde yegane proleterya, avam sınıfı şairidir. Olanca ilham ve
heyecanını (emotion) kendi sefil ve ser-gerdan, muhtaç ve perişan hayatından
almıştır. Çektiği hicranlar gördüğü ve yaşadığı buhranlar, esiri olduğıı heyecan
ve halecanlar o elem-dide ruhunda sönmez bir şiir ve sanat ateşi tutuşturmuş,
daimi bir ilham menbaı açmıştır. Esasen şiirleri bütün elem ve matem, enin ve
gözyaşıdır.
3 1 2'de [ 1 895] Ahmed Rasim'in Malumat gazetesine "Leyla Feride" nam-ı
müstearıyla yazdığı:
"Çare bulan olmadı bu yareye
Pek yazık oldu dil-i avareye"
[s. 295] beyitiyle başlayan şarkısı Yaşar Nezihe'nin şairliğini ortaya
atmasına vesile olmuş ve "Mazlume" na.m-ı müsteinyla:
"Sıiziş-i aşkınla her an ah u efgan eylerim"
diye başlayan şarkıyı yazıp matbuat alemine atıldı ve bir müddet "Mahmure"
"Mehcıire" nam-ı müsteıirlanyla manzumeler yazdı. Artık kendisini tanıtmış,
biraz da cesaret almıştı.
1 3 l 4 [l 897] senesinde de evlenmiş, ilk zamanlar biraz güneşli günler görür
gibi olmuş ise de uzaktan yüzünü gösteren bu saadet bir fecr-i kazib gibi çabucak
sönüp gitmişti. İki kere evlendiği halde ikisinden de ye's ve hicrandan başka bir
şey göremeyen, acıdan başka zevk tadamayan Yaşar Nezihe birçok ihanet ve
ihanetlere258 hedef olduktan sonra bir oğlu ile dul kalarak hayatın dikenlikleri,
çakıllıklan arasında yuvarlanmıştı. O zamandan beri yaşamak için mübarezeden
bir an hali kalmamıştır. Bütün ümidini istikbaline hasrettiği oğlunu yetiştirmek
için gece gündüz çalışır, bekar çamaşırları yıkar, asker ve fukara elbiseleri diker,
elinin emeği, alnının teriyle kazanır, yaşar ve yaşatırdı. "Şu Rah-ı Maişet"
unvanlı manzumesi hayatının sadık bir tercümanıdır:

258 İki kelimenin anlamlarında Arap harfli yazılışlanndan kaynaklanan bir farklılık söz
konusudur. Cümlede geçen ilk "ihanet"in anlamı "mahvetrne"dir. İkincisinin ise "haksızlık; hainlik,
kötülük" anlamlan vardır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 135

"Hayat değil bu hayatın azab-ı nar-ı cahim


Düşündürür beni me'yıls eder bu hal-i elim
Lehim güler dil-i zannı azab içinde iken
Görünmek istiyorum halka muttasıl yine şen
Bir aciz iğne elimde, önümde bir gergef
Belaya, mihnete, alama gönlüm oldu hedef
Kuru bir ekmek için muttasıl sa'y ederim
Bela-yı kahr-ı maişetle kahrolur giderim
İter durur beni bir dest-i ahenin-i siyah
Dikenli, taşlı, inişli, yokuşlu bir yola ah
[s. 296] İlerledikçe bu taşlıklı yolda zar u nizar
Eder bu sözleri bir savt-ı Hatifi tekrar
Hayatın işte bu yol, tali'in karanlıklar;
Çamur, diken, uçurum, bi-nihaye taşlıklar.
İlerle ric'atin artık muhal zavallı kadın
Kırılsa da yürü bedbaht: Elin, kolun, kanadın,
Bir aciz iğne silahım bu rah-ı vahşette
İlerlerim düşe kalka bu rah-ı zulmette
Ne bir sitare semada, ne bir sehab-ı sefid.
Ne de zeminde görünmekte bir ziya-yı ümid.
Sağım, solum yüce dağlar önümde bir uçurum
Düşer yuvarlanır, incinir harab olurum
Garib ü gamzedeyim ye's Ü hüzne müstağrak
İlerlerim bu maişet yolunda çarpınarak
Bu yolda yok tutacak kimse dest-i lerzanım
Bu yolda yok silecek kimse çeşm-i giryanım
Bu yolda girye, keder, gam, elemdir hem-rahım
Ne halime acıyan var, ne dinleyen ahım
Bu yolda karşıma çıkmaz vela.lı bir insan
İlerlerim gece gündüz garik-i ah u figan
Niçin bu dağlan ben böyle tırmanır aşarım
Niçin bu tehlikeli yolda muttasıl koşanın
Niçin, neden olacak, hep kuru bir ekmek için
İlerlerim yine bin müşkilat ile her gün
Diken, kaya, uçurum, dağ demem geçer, giderim
Sürüklüyor beni işte bu yolda hep kaderim.
[s. 297] Hitama ermeyecek mi bu rah-ı vahşet-zar
Hayatı etmedeyim her dakika istihkar
Hit:1m-ı ömre kadar mı bu yol devam edecek
Cihanda ben miyim her mihneti tamam edecek
Zalam-ı vahşet içinde ilerlerim heyhat
Hitama erse de kurtulsam ah bu gamlı hayat
Bir aciz iğne ile bir cebel nasıl kazılır
Şikeste hame ile çektiğim nasıl yazılır."
1 1 36 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bütün bir hayat-ı fecayiin hikaye-i sergüzeşti olan şu manzumede biz birçok
intibalara şahit oluruz, Recciaizade'den, Hamid'den Fikret'e kadar birçok
şairlerin tesirini görürüz. Yaşar Nezihe hepsinden aldığı intibaları yoğurur; kendi
elemli kalbinin süzgecinden geçirerek zehirli, hicranlı bir name haline koyarak
terennüm eder.

Sa'yine mükafaten Kadıköyü Sultanisi'ne leyli meccani olarak kabul edilen


oğluna verdiği manzum nasihatler, gönderdiği manzum mektuplar da hayat ve
sefaletinin, ıstırap ve mahrumiyetinin canlı birer takvimi, heyecanlı birer
sergüzeştidir (episode). Onlarda oğluna çalışmayı, okumayı tavsiye eder, kendi
çektiği işkenceleri anlatır ve son ümidinin ancak ona, oğluna bağlı kaldığını, hiç
olmazsa o ümidinin boşa çıkmamasını temenni eder. Yaşar Nezihe artık bu
hayata alışmış, onunla öğür olmuştur.259 Zehri hayatlarına gıda haline getiren
biçare marizler gibi o da o elemden, o yastan, o hicrandan bir zevk, bir haz
duyar. Onu o elemli hayatından ayırmak, hayattan ayırmakla müsavidir.

Yaşar Nezihe'nin tahsili pek mahduttur. Bilhassa kendisini yetiştiren


muhiti, zekası ve görgüsüdür. Felaketlerin terbiyesi altında yetişen bu şaire,
karşısında zevk ve sefahat yaşayan duygusuz, sağır, kör bir kitleye karşı hiçbir
zaman yüreğinde bir kin hissetmeyecek kadar da nezih ruhlu ve yüksek hisli [s.
298] bir kadındır. Sefaletini hayat-ı ictimaiyenin insicamsızlığın, iktisadi
muvazenctsizliğin tesirine değil doğrudan doğru kendi tali'ine atfedip mütevekkil
(resignl; bir hayat sürer.

Sabah, Hanımlara Mahsus Gaz.ete, Terakki, Kadın ve Kadınlar Dünyası'nda bir


hayli eserleri intişar eden Yaşar Nezihe Hanım'ın Bir Dest,e Menekşe unvanlı bir de
mecmlıa-i eş'an intişar etmiştir.

[s. 299] Lisanı, Üslubu ve İlhaını


Yaşar Nezihe'nin lisanı parlak, kuvvetli, zengin bir lisan olmaktan ziyade
kalbi, hazin, heyecanlı, hasta ve samimi (sincere) bir lisandır. Üslubu sade, açık;
fakat iptizale yakındır. Birçok yazılarında hassasiyet ve rikkati itibarıyla sevdiği
Recaizade Ekrem'i tanzire çalışmış, onun lisanını, onun ahengini onun hüzün ve
rikkatini vermek istemiştir.

3 1 7 [ 1 90 1 / 1 902] senesinde Terakki mecmuasında çıkan "Tahattur Et"


unvanlı manzumesinden alınan şu:

"Unutmadım o son nasihati o leyl-i vuslatı


Unutmadım o demleri, o rfız-ı pür-meserreti
Unutma sen de sevdiğim o tatlı tatlı sohbeti

259 öğür olmak: kaynaşmak. (Haz. notu)


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 37

Seninle gizli gizli hasbihfilimi tahattur et


Düşün o yerde bir gece ne rütbe nale-kir idim
Elemle bi-karar idim figanla dem-güzar idim
Nevazişinle sonra da ne rütbe pür-mesar idim
Tebessümünle mahvolan melalimi tahattur et . . . "
kıtalan tamamıyla Ekremanedir. Yaşar Nezihe'nin yazılarında coşkun lirik bir
ruh, hasta bir kalp vardır. İlhamı eleminden doğar, hissidir. Tasvirlerinde,
tahkiyelerinde acı bir hakiki (realisw) çehresiyle meydana çıkar. Vezinlerin
intihabında büyük bir isabeti ve muvaffakiyeti yoksa da, ifade-i müessiriyeti
vardır.

Recaizade Ekrem'in:

"Mukim-i rag ol ey gönül füylız-ı nev-bahan gör


Şükufelerde mevc olan safü-yı hüsn-i yari gör"
[s. 300] diye başlayan "Nev-bahar" unvanlı manzumesını takliden yazılmış
diyebileceğimiz şu "Gözümde Yok . . . " adlı manzumesi veznin muvaffaki­
yetsizliğine rağmen kalbi ve hissidir:

"Gel ey peri-i nev-bahar, bahar-ı feyz-bara bak!


Gezip çemende naz ile şu cuy-ı neş'e-dara bak
Bahara şarkı söyleyen hezar-ı nağme-kara bak!
Geçen bahan yad edip geçirdiğin bahara bak;
Bizi garik-i hüzn ü gam eden şu ruzgara bak!
Gözümde sensiz alemin süruru yok, safası yok
Cihanda çünkü her şeyin bekası yok velası yok
Zavallı hasta gönlümün tabibi yok devası yok
Tahassürünle ruz u şeb bu aşıkın büka eder
Sen olmayınca her saat hayattan iştika' eder
Gözümde yok çemen çiçek nesim-i subh-ı bi-karar
Gözümde yok şükufelerle arzı süsleyen bahar
Gözümde yok cihanı nağmesiyle dolduran hezar
Gelir gurftb sadası sem'ime neva-yı andelib
Tahassürünle ağlatır beni bu baht-ı bi-nasib
Gözümde yok sema, deniz, ne renk renk olan sehab
Gözümde yok tulu', gurub; ne ftfitab ne mahitab
Süruru sensiz alemin beni eder mi neşve-yab
Gözümde yok semadan arza yağsa neşve-i sürur
Gözümde yok kamer cihanı her şeb etse gark-ı nur
Gözümde yok çemenlerin o ruh-feza' hazareti
Gözümde yok bu yıl bütün çiçeklerin letafeti
Ne güllerin taraveti, ne kuşların şekaveti
Gözümde yoktur alemin sarası, zevki, neş'esi
1 1 38 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ne gülleri, ne sünbülü, ne lalesi, menekşesi


[s. 30 1] Eder melalimi mezun semada hep sitareler
Kanar tahassürünle açuğın sinemde yareler
Bu derde kaldı ç<iresiz ne rütbe varsa çareler
Yetiş bu zahm-ı na-ilaca çare bul tabib-i dil
Akan sirişk-i filimi o nermin ellerinle sil
Gurıib o levha sanki ah! Ümidimin zevfilidir
Tulu'a baksam ağlarım o aşkımın misalidir
Zeminde her şük\ıfe sanki hüsnünün mealidir
Ne söylesem, ne yazsam hepsi aşkımın melalidir
"Seni ele geçirmek ah! Emellerin muhfilidir,"
Tahassürünle sevdiğim gözümde yok huzur u hah
Ne giryedir, ne gamdır ah vücudumu eden harab
Derunda işler açuğın cerihalar ki bi-hesab
Ademlere sürüklüyor beni bu çektiğim azab
Bu iftirak eder beni yakında, bir yığın türab
Gözümde yok sen olmayınca parlayan şu ahteran!
Gözümde yok sen olmayınca bil ki neşve-i cihan
Sen olmayınca nev-bahar bana hüzünlü bir hazan
Sen olmayınca goncalar gözümde belki har olur!
Sen olmayınca hem-demim, enisim ah u zar olur!
Gözümde yok hazin hazin akan şu cuy-bar-ı saf
Çemenlere, çiçeklere nigahım etmez in'itaf
Sana bu aşk-ı safımı ne yolda etsem itiraf
İnanmıyorsun ey peri melfil-i kalb-i zanma
Düşersem hasretinle hake bari gel mezanma " 26o

260 Yaşar Nezihe Bükülmez 5 Kasım 1 97 l 'de İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer şiir kitabı
Feryadlanm'dır (1924). (Haz. notu)
- ------:-

Orhan Sf!Y.fi (Orhon)


ORHAN SEYFİ

Hayatı
Orhan Seyfi 1 306 [1 890] senesinde İstanbul'da Boğaziçi'nin Anadolu sahili
köylerinden olan Çengelköyü'nde dünyaya gelmiştir. Pederi miralaylıktan
mütekait Emin Bey'dir.
İptidai tahsilini köyünün mahalli mekteplerinde bitirdikten sonra Mercan
İdadisi'ne girerek ikinci dereceli tahsilini de orada bitirmiştir. Gençler içinde
tahsilini ikmal edenlerden biri Orhan'dır. Ali tahsilini de Mekteb-i Hukuk'ta
tamamlayarak 1 329 [19 1 4] tarihinde şahadetnamesini almıştır. Daha tahsilini
bitirmeden şiire başlamıştı.
Orhan Seyfi rakik, hassas, müteheyyiç ruhlu ince bir şairdir. Fıtratındaki
istidat ile pek erken başladığı şiirde pek güzel numuneler vermiş ve bütün
arkadaşlan arasında mümtaz bir mevki tutmuştur. Bir zamanlar Hıyaban adlı bir
mecmua neşretmiş ise de devam edememiştir.
Bilahare Türk Yurdu ve Yeni Mecmua gibi mecmualarda da çalışmıştır. Refik
Halid'in çıkardığı Aydede unvanlı mizahi gazeteye mizahi yazılar yazmıştır.
Son zamanlarda Yusuf Ziya ile müştereken Akbaba adlı bir mizahi gazete
çıkarmaya başlamışlardır.
Seyfi 1 330 [ 1 9 1 4] senesinde Meclis-i Mebusan Kavanin Kalemi'ne katip
olarak girmiştir. Üç dört sene kadar orada bulundu. Bugün de İstanbul'da resmi
vazifededir.
Orhan Seyfi'nin matbuat aleminde tanınmasına yardım eden Rıza Tevfik
kendisini de [s. 303] teşvikten geri durmamıştır. Vesile düştükçe bahsederek
sanatı ve kabiliyeti hakkında makale yazarak halka tanıtmıştır.
Orhan Seyfi'nin şiirlerini tesciye eden (caracteriser) hususiyet pek bariz olan
rebabiliğidir (jyrisme). Hakiki bir ilham ile yazdığı manzumeleri bedii, hissi ve fikri
kıymeti haiz eserlerdir. Sırf fantezi, sırf taklit eseri ve bazen de cebri bir mizah
(satire) mahsulü olan yazılan da vardır ki kıymet-i bediiye ve edebiyeden
behredar değildir. Fıtratında mizahtan, neşeden ziyade hüzün, hicran ve istiğrak
besleyen genç şair, ancak bu hislerin tesiri alunda yazdığı zamanlar bir heyecan-ı
bedii gösterebiliyor.
İleride şairin hakiki meslek ve kudretini ispat edecek eserler vereceğini
şimdiye kadar verdiği eserler kuvvetle vaat etmektedir. Orhan Seyfi'de sanaun
hakiki zamini olan samimiyet (sincbite") vardır. Genç sanatkann "Gönülden
1 142 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Sesler"i kıymetli bir bedia-i şi'riyedir. İçinde hakikaten gönülden kopmuş sesler,
ruhtan ayrılmış eninler vardır. Şu itibar ile bir kuvvetli vesika-i isti'dad olur.
Vezin, kafiye, ahenk gibi şiirin, nazmın levazımına karşı büyük bir takayyüt
göstermiştir.
Orhan Seyfı'nin birçok eserlerinde görülen bir hususiyet de adeta çocuklara
ve çocukluğa has olan saffet ve sade-dilliktir. Bu da Seyfı'nin eserlerinde
samimiyeti kuvvetlendirmekte, tabiiliği arttırmakta, sanatına kuvvetli bir şahit
olmaktadır. Şairin tabiatında laubalilik, temizlik eserlerinde de izlerini
göstermektedir. Yeni şairlerin pek büyük ehemmiyet verdikleri rükünlerden biri
kafiyelerdir. Yeni rengin ve zengin kafiye bulmak merakı bütün gençleri
sarmıştır. Bu biraz Hamid'in kafiye-i mukayyede merakından, biraz da Yahya
Kemal'in yeni kafiyelerle ahengi arturmak gayesinden gelmiş tesirlerdir. Bu tesir
Orhan Seyfı'de de [s. 304] pek bariz surette görünmektedir. Orhan Seyfi açık
lisanla türküler, maniler, divanlar ve muhtelif manzumeler yazmıştır.
manilerinden birkaçı:

"Sen gül dalında gonca,


Ben dağ yolunda yonca.
Sen açılır gülersin,
Ben sararıp solunca!

Huzuruna varayım,
Diz çöküp yalvarayım:
Sensin çalan gönlümü,
Aç koynunu arayım!

Öksüzüm, avut beni,


Koynunda uyut beni.
Aşka yeni başladım,
Yüzünden okut beni!

Bulutlardan beyazsın,
Kuşlardan yaramazsın.
Bir halde karar etmez,
Bir dalda duramazsın."
Bütün bu maniler safiyane bir eda ile yazılmış olmakla beraber goruş,
duyuş, düşünüş itibarıyla yenidir, asridir. Halkın ananesine, şivesine, adabına
uymayan cihetleri de vardır. Türk'ün ananesinde diz çöküp yalvarmak yoktur.
"Kuşlardan yaramazsın" tabiri İstanbulluca bir tabirdir. Mamafih bütün
bunların ruhunda ince bir his, zarif bir duyuş vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ l l43

"Türkü
Dünyada biricik sevdiğim sensin,
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!
Nasıl başkasını gönlüm beğensin?
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!
[s. 305]
Arıyor gözlerim bütün gün seni,
Gördüm geçiyorken yine dün seni.
Görüp de sevmemek ne mümkün seni?
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!"
Gayet sade bir lisan ile yazılmış olan şu şarkı hiç de fevkalade bir şey
olmamakla beraber temiz ve nezihtir. İptizalden kendini kurtarmış, bir "sehl-i
mümteni" haline girmiştir:

"Bir Aşkın Sonunda


Kollanın çözülüp düştü boynundan.
Dağılmış bir demet gibi atıldım.
Yine yıllar süren bu aşk oyunundan,
O, kazançlı çıktı . . . Ben aldatıldım!

Geçiyor hasretle haftalar, aylar,


Gelecek sandığım bir cevap için:
Bari nezaketen, etse itizar
Bana çektirdiği ıstırap için!

İlk önce bu aşkın başlangıcında


Bakışır gülerken derin gözlerle.
Kim ümit ederdi, bu tatlı sevda
Bitecek sonunda acı sözlerle!

Hiç tanışmasaydık, hiç . . . Müebbeden


Kalsaydık uzaktan böyle ftşina.
Ne beni terk edip gitseydi, ne ben
İçimden "Vefasız!" deseydim ona!"

"Fırtına ve Kar
Kudurmuşsan denizden intikam al!
Ufuklardan zalam al!
[s. 306] Ağaçlar yık, bulutlar çak çak et!
Bütün dünyayı istersen helak et,
Fakat yalnız
Benim sessiz ve ıssız
Şu hücremden çekil, hülyftmı bozma,
1 1 44 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Benim rü'yamı bozma!


Nedir tehevvürün ey had,
Bu bitmeyen feryad,
Bu sayhalar, bu gırlv? ..
Ey div,
Kudurmuşsan denizden intikam al!
Ufuklardan zalam al!
Kırılsın çıldıran darbenden emvac,
Bütün sahiller olsun mahv u tarac
Benim yalnız uzaklaş meskenimden,
Çekil git revzenimden!
Ey serseri, çekil,
Ruhumda münfail
Bir şey var. . . İsterim ebedi, isterim sükun!
Mecnun
Kudurmuşsan denizden intikam al!
Ufuklardan zalam al!
Büyük kuşlar, uzak dağlarda kalsın aşiyansız,
Semalar kch-keşansız!
Göklerde yanan nücum sönsün!
Gösterdiği bir hücum sönsün
Mehtab köpüklü dalgalarda!
Ruhunda bir intikam var da
[s. 307] Bitmezse bu çarpmışlar ey bad
Beyhude önümde etme feryad
Dağlar, kayalarla git kucaklaş?
Fakat yalnız benim sessiz muhitimden uzaklaş
Bırak, yansın şu sakin hücremin solgun şuaı
Bırak kalsın şu mahzun iltimfü
Dışarda yorgun adımlar... Çalındı sonra kapım;
"Aceb gelen bu zaman kim? .. " dedim, gidip açtım.
Görünce kalbimi oynattı bir küçük lerziş.
Garib çehreli, a'sar-dide bir derviş!
Elinde buzdan asa, koltuğunda bir ney var;
Omuzlarında uzun, bembeyaz uzun saçlar. .
- N e var, dedim, nereden geldin ihtiyar, ne adın?
Neden bu korkulu yollarda böyle geç kaldın?
- Uzak, uzak. . . dedi, meçhul, uzak ufuklardan
Sürüklüyor beni ruhumda duyduğum hicran!
Kutupların geçerek müncemid denizlerini,
Ümidimin aradım her tarafta izlerini.
Yabancı yolların üstünde ağladım, koştum;
Baharın aşıkıyım, "kış"tır ismim ey dostum!
- Sana meş'um bir haber derviş:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 145

Sevgilin gitti çok zaman evvel...


Belli, yorgunsun ihiyar, bana gel,
Misafir ol bu gece!
Çıldıran fırtınayla gittikçe
Dışarda sanki karanlıkta artıyor müthiş
Belki hücremde mustarip ruhun
Bulacaktır biraz, huzur ve sükun
[s. 308] Odamda bir köşenin gölgesinde gizlendi;
Odamda her yere kasvetli bir sükfü indi.
Geçti sessizce bir zaman aradan
Dedim ki: Matemi hicran-ı bi-nihaye olan
Bu aşkın istiyorum anlamak fesanesini
Dinlemek nayının teranesini
Terennüm etmeyi arzu eder misin dostum?
Seni ruhumla işte dinliyorum:"

"Terennüm
Sarsarlara hemrah, büyük dağlan aştım
Çağlarla dolaştım
Sandım ki şitabımla bir ümmide yanaştım
A'sar gelip geçti, fakat bulmadı payan
Ruhumdaki hicran
Sermest olarak geçmiş ufuklardan o dilber
Kuşlarla, çiçeklerle beraber . . .
Bilmem neden olmuş bana muğber?
Beyhude, demiş, olmasın arkamda şita-yab
Yok vaslıma imkan!
Leh-beste ve hicran-zede bülbüllere sordum
Bilmem ki bulutlarda mı, göklerde mi pinhan
Eyvah cevap vermediler, nerde o fettan
Sordum: Gece yıldızlar uzaktan bakıyordu . . .
Dağlarda pınarlar akıyordu
Bir köylü kadın yerde bir ateş yakıyordu
Birdenbire yıldızlar uçup oldu girizan
Mebhlıt kadın . . . Sustu pınarlardaki elhan!
[s. 309] Gezdim aradım her yeri bir fırtına oldum
Beyhlıde yoruldum
Yalnız şunu gördüm, şunu buldum
Yalnız şunu duymaktayım elan
Hicran . . . Yine hicran . . . Yine hicran
Sabah . . . Uyandım, odam boştu, nim-muzlimdi
Yoktu hiç kimseden eser şimdi
Ben uyurken yatakta asude
Dumanlı camlan örtmüş birer beyaz perde
1 1 46 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Aradım ihtiyar aceb nerde?


Yoktu hiçbir eser kafeslerde
Sade buzdan asa kınklan var,
Açık kalan kapımın
Kenarlannda beyaz, muhterem beyaz saçlar!. .. "
Orhan Seyfi'nin bu manzumesi aruz ile yazılan serbest müstezatlann en
güzellerinden biridir. Genç şair isyankar ruhunu fırtına ile temsil ederek taşıp
köpürüyor, hisler, heyecanlarla dolu güzel bir şiir vücuda getiriyor. Nostalgi,que
ruhuna pek uygun gelen bu hayali, efsanevi tarzda, ifadede canlı bir
muvaffakiyet gösteriyor. Veznin mütemadiyen değişen şekli, bahri, ahengi de
değiştirerek kulağı inciten ıttıradı, yeknesaklığı da ortadan kaldırıyor.
Orhan Seyfi bugünkü Türk edebiyatının en canlı, en vaatkar simalanndan
biridir.
Seyfi çok zarif, hissi, küçük manzumeler yazmıştır.
Şu "Çiçekler Açarken" onlardan biridir:

"O çiçekler açarken, ben kuşlar gibi,


Ruhumda gizli bir muhabbet sezdim;
Dağlarda kararsız bir rüzgar gibi
[s. 3 1 0] Gönülden gönüle serseri gezdim

Bülbülün clşina çıktım sesine


Irmaklar coşarken gözyaşım aktı
Dağılıp kalbimin gül bahçesine
Her güzel göğsüne bir çiçek taktı

Hakikati tercih etmedim asla


Tatlı bir gülüşe, baygın bir göze
İnandım, yalan da olsa daima
Bir buseyle temin edilen söze

Gençliğim- bilirim ben zamanını­


Devam edecektir ancak bir bahar
Hissettim aşkımın heyecanını
En fazla tulı'.'ıdan guruba kadar!"
Orhan Seyfı'nin hece vezniyle yazdığı hikayelerin de seyyal bir ifadesi,
samimi bir edası vardır. Yazılanna diğer gençlerden ziyade itina eder. Ziya
Gökalp'ın yarattığı Türk esatirine ait hikayelerin verdiği ilham ile Seyfi de bazı
efsaneler yazmıştır. Bunlar arasında en güzellerinden biri de "Peri Kızı ile
Çoban Hikayesi" adlı manzumesidir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 47

"Çok eski bir zamanda,


- Oğuz Han hükümdarmış. -
İşitmiştim Turan'da
Bir peri kızı varmış.
Bu nazlı peri kızı,
Bu güzellik yıldızı,
Her gönülde bir sızı
Bırakarak yaşarmış.
[s. 3 1 1] Issız dağlarda gezer,
Yokmuş izinden eser,
Bazen göründüğü yer,
Bir sihirli pınarmış.
Yüzü penbe bir şafak,
Gülse güller açacak ...
Yaşarmış ilden uzak,
Dostları çobanlarmış.
Bu kız öyle güzel ki:
Çıldırtır aşkı belki.
O kadar muhayyel ki:
Akıllara zararmış.
Cefa imiş adeti!
Hiç yokmuş merhameti.
Sevmeyen bu afeti,
Sevenden bahtiyarmış.
Vurulurmuş kalbinden,
Bir kere onu gören,
Aşıkları tahminen,
Gür saçları kadarmış.
Gençlerin yüzü solmuş,
Gözleri yaşla dolmuş.
Aşkı bir afet olmuş,
Bütün cihanı sarmış ...
Ulu Hakan Oğuz Han,
Bu kızı merak eder,
Görmek ister yakından.
Çağırtır yanına.. Der:
[s. 3 1 2] Sevimli kız, güzel kız!
Dağ başlarında yalnız
Yaşıyorsun, bu neden?
Bu güzelliğinle sen
Bir sihirli güneşsin!
Sevimli kız, güzel kız!
Tek yaratmaz, Tanrımız
Kimseyi tabiatte.
1 1 48 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN

Var bir eşin elbette,


Sen de birine eşsin!
Kız, böyle tek yaşamak
Yaraşır mı -hele bak! -
Senin gibi güzele?
Gel, karış artık ile;
Neslimiz güzelleşsin!
Kız der ki: Ulu Hakan,
Ben de sevdim bir zaman.
Vaktile genç bir çoban
Sevgilimdi, eşimdi;
Yalnızım fakat şimdi.
Dağlarda bahtiyar, şen,
Sevişerek yaşarken
- Bilmem ki bir gün neden? -
Bir söz onu incitti;
Bana darıldı gitti.
Ne kendi geldi geri;
Ne duyuldu haberi . .
İşte o günden beri
[s . 3 1 3] Hissizim, kayıtsızım;
Tek yaşayan bir kızım.
Hakan -düşünür biraz-
Der: Bu doğru olamaz!
Senin gibi güzel kız,
Daima böyle yalnız,
Dağ başında yaşar mı?
Kız der ki: Çare var mı?
Ben bir eşsiz güneşim,
Gösterin nerde eşim? . .
Sevenler beni belki,
Şu geniş göklerdeki
Yıldızlardan daha çok,
Fakat istediğim yok.
İnanın buna siz de;
Bulunmaz içinizde.
Hakan der ki: Ne zarar,
Bulunmasa da, arar;
Şüpheden kurtuluruz.
Sen cevap ver, buluruz
İstediğini belki . . .
Kız der: O halde peki!
Kimlerse beni seven,
- Haber verin şimdiden -
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 149

Deneyim onlan ben


Bir sihirli oyunla.
[s. 3 1 4] İçlerinden eğer kim
Cevap verirse .. benim
O, olacak sevdiğim;
Ben yaşanın onunla!
Bu haber, dalga dalga
Dağılır ortalığa.
Aşıklar; uzak, yakın
Yollardan akın akın
Gelirler .. zavallılar,
- Hep birden genç, ihtiyar -
Kapılıp ümitlere:
Toplanırlar bir yere.
Peri kızı, güzel kız;
Ufka doğan bir yıldız
Gibi, yüksek bir gurur
İçinde gelir, durur.
Silkinince ansızın,
Değişir şekli kızın:
Kuş olur, çiçek olur,
Bazı kelebek olur.
Bir gül olur açılır,
İnci olur saçılır. . .
Bir buluta bürünür;
Bin şekilde görünür..
Aşıklan hep birden,
Şaşınp kalır buna ..
Bulunmaz cevap veren
Bu sihirli oyuna.
[s. 3 1 5] Kız: 'Artık ne çare! ' der;
Hakana veda eder.
Aynlacağı zaman;
Ta uzaktan bir çoban
-Gözleri dolu yaşla­
Halecanla, telaşla
Koşar; huzura girer:
Ruhsat olursa eğer,
Taliimi deneyim!
Sormayın; kimim, neyim . .
Bir sevda hevesiyle,
Bir hicranın yasıyle,
Aşarak yüce dağlar,
Gezerken diyar diyar;
1 1 50 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Ansızın bu haberi
Duyunca döndüm geri.
Bir sevinçli duyguya
Kapıldım . . gönül bu ya!
Hakan der ki o zaman:
Küstahlık etme çoban!
Bu kız senin ufkuna
Doğacak güneş değil.
Bir zavallı çobana
Layık olan eş değil.
Doğrusu şu teklifin
Bu peri kızı için
Bir lekedir, bir züldür.
Kız der: O da gönüldür,
[s . 3 1 6] İncitmeyiniz sakın,
Ben razıyım bırakın.
Dururlar kızla çoban
Karşılıklı o zaman.
Silkinince ansızın,
Değişir şekli kızın:
Kuş olur; uçup konar
Hakanın otağına.
Çoban bakar, ah eder;
O da bu sihri meğer
Biliyormuş eskiden.
Bir kafes olur hemen,
Bu güzel kuşu alır,
O anda kucağına.
- Bu birinci imtihan.
Bunu kazandın çoban!
Kuş silkinir ansızın,
Değişir şekli kızın:
İnci olur bu sefer.
Saçılır birer birer
Hakanın ayağına.
Kafesi her yerinden
Dağılıp düşer hemen;
Bir sedef olur, alır
İnciyi kucağına.
- Bu ikinci imtihan.
Adın ne senin çoban!
[s. 3 1 7] İnci yanar ansızın,
Değişir şekli kızın:
Her inci bu sefer de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 151

Bir başka çiçek olur.


Canlanır hemen yerde
Boş kalan sedefler de
Birer kelebek olur.
Bir yanda, öyle renk renk
Açılırken çiçekler;
Bir yanda, titreşerek
Dolaşır kelebekler ..
Bu sonuncu imtihan.
Tanıdım seni çoban,
Anladım şimdi kimsin!
Sen, beni ta eskiden
Sevip sonra terk eden
Vefasız sevdiğimsin.
Bunu artık iyi bil:
Eş olmam mümkün değil
Sen gibi vefasıza.
Çoban; gözünde yaşlar,
O zaman nakle başlar
Macerasını kıza:
Sevda, o bir peridir,
Karar etmez yerinde.
Gönül ki serseridir,
Dolaşır izlerinde.
[s. 3 1 8] Sevda, o gizli bir ok,
Görünmez kanatmadan.
Kavuşmanın tadı yok,
Ayrılığı tatmadan.
Ben ki, pek çok ağladım,
Gezdim hicrana giden
Yalları adım adım.
Beni artık yeniden
Hicrana atma, güzel,
Yeter ağlatma, güzel!
O her derde tahammül
Gösteren deli gönül;
Gah eder dünyaya naz,
Her dakika bulunmaz
Bir halde, bir kararda.
Sevdiği zamanlarda
Gül yaprağından ince! ..
Bir sitem işitince
Yaralanır derinden,
İncinir her yerinden.
1 152 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Bir gündü: Yandı içim;


Dağıldı hep sevincim . . .
"Elveda artık!. .. " dedim.
Tahammül edemedim
Bir söze, bir siteme.
Düşün ki: Terk etmeme,
Yine aşkımdı sebep.
Serseri, dünyayı hep
[s. 3 1 9] Dolaştım adım adım;
Bir teselli aradım.
Bulamadım kimsede.
Bir günah ettimse de,
Şimdi işit ahımı,
Bağışla günahımı
Düştüğüm aşka, güzel!
Sebep yok başka, güzel!
Deniz geçtim, dağ aştım;
Hayli sene dolaştım,
Bahtım kara, saçım ak,
Ne şekle girmişim bak!
Başımın tacı güzel,
Halime acı güzel!
Oğuz Han: Artık yeter;
Bu gamlı sözlerle - der -
Beni ağlatacaksın!
Şüphe etme ki çoban,
Sevdiğinin her zaman
Affına müstahaksın!
Var mı kızım, sen de bak,
Bir başka eş olacak
Senin gibi güzele!
Elverir bu aynlık;
Gelin, birleşin artık;
Haydi verin el ele!
[s. 320] Geçsin neşe, eğlence
İçinde hep gününüz!
Tamam kırk gün, kırk gece
Yapılsın düğününüz!
İşte; hemen o günü
Başlayan bu düğünü
"Felek" dedikleri pir
Görünce, girmiş denir
Yeniden bir yaşına!
Bu düğün öyle uzun,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 53

Sevinçli bir düğün ki;


Bu, o şerefli gün ki:
Dansı yurdumuzun
Güzelleri başına!261

261 Orhan Seyfi Orhon 22 Ağustos 1972'de İstanbul'da vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şiir: Fırtına ve Kar ( 1 9 1 9), Peri Kızı il,e Çoban Hikô.yesi ( 1 9 1 9), GönüMen Sesler (1 922), Hayat Bilgisi
Şiirkri (1 929), O Bryaz Bir Kuştu (194 1), Hicoiyeler ( 195 1), İstanbul'un Fethi (1953), İşte Sevdiğim Dürrya
( 1962), Kervan ( 1 964), Orhan Seyfi Orlwn'dan Şiirler ( 1970).
Diğer: Fıskeler (1 922), Kerem ile Aslı ( 1938), Abdülhak Hô.mid (1937), Mehmed Akif( 1937), Nazım
Hikmet (1 937), Yalıya Kemal (1 937), Z!Jıa Gökalp (193 7), Asri Kerem (1938), Çocuk Adam (194 1), Maarif
Vehli Hasan Ali Yücel'e Mektup (1 944), Dün, Bugün, Yann ( 1943), Kul.aktan Kulağa ( 1943), Gençlere Açık
Mektup (195 1), .Düğün Gecesi (1957).
YUSUF ZİYA

Hayatı
Yusuf Ziya da Orhan Seyfi gibi İstanbul'da Boğaziçi'nde Anadolu
sahillerinde doğmuştur. Doğup yaşadığı köy Beylerbeyi adlı, havası, Sultan Aziz
zamanındaki tarihi debdebe ve kıymetiyle meşhur, güzel, sevimli bir köydür.
Yusuf Ziya'nın babası Süleyman Sami Bey namında bir zattır. Yusuf ilk talim ve
terbiyesini kendi doğduğu köyde görmüş sonra Vefa İdadisi'ne girerek idadi
tahsilini bitirmeden son sınıfta iken çıkmıştır. Altı ay kadar da Alliance Israelite
Mektebi'nde bulunmuştur. Suret-i hususiyetle evde de ders görmüştür. Yeni
yazıcılar arasında çok yazanlardan biri de Yusuf Ziya'dır. Yusuf Ziya küçük
manzumelerden başlayarak manzum hikayeler, manzum piyesler yazdı.
Yukarıda da söylediğimiz gibi kendi meslekleri hakkında söz söylemek daha pek
erkendir. Henüz o yol tamamıyla önlerinde belirmemiştir. Yakup Kadri bütün
bu genç nesli Orhan Seyfi, Halid Faliri de dahil olduğu halde samimiyetsizlik ve
hissizlikle itham eder. "Şiirde Aşk" unvanlı bir makalesinde Orhan Seyfi'nin
Abdülhak Hamid'e yazdığı manzum mektup dolayısıyla: "Yeni nesil böyle kuru
bir kalp taşıdığı içindir ki her nevi heyecana biganedir. İçinden hiçbiri şimdiye
kadar ne vatanı, ne aşkı, ne gençliği, ne de alelade hayatı terennüm edebildi . . . "
diyor.

Filhakika gençlik, mevzu ve şiir itibarıyla daha bariz bir mevcudiyet


göstermemiştir. Bu da önlerinde bir rehber, hayat-ı ictimaiye ve iktisadiyede bir
vuzuh, dimağlarda bir mefkure (idea� olmamasından ileri geliyor. Lisan itibarıyla
sadeleşen, güzelleşen edebiyat bu son devirde mevzu (sujet) [s. 322] ilham
(inspiration) ve hissiyat (sentiments) itibarıyla kurulaşmış, zayıflanmış, sathileşmiştir.
Hey'et-i umumiyesinde bir ca'liyet, bir sanat vardır. Eski edebiyatın tekellüf ve
tasannuu yerine şimdi bir sathilik, bir sun'ilik arız olmuştur. Aşk, bir aşk-ı hakiki,
bir heyecan-ı kalbi değil, düşünülmüş, yaratılmış, uydurulmuş, özenilmiş, yapma
bir aşktır. Kalbin cereyanı yerine dilin zarafeti ikame edilmek istenilmiştir.
Maşukasına kalbinden doğan bir hissi söylemekten aciz kalan sahte aşık onu
süslü kelimelerle avlamaya, yaldızlı sözlerle aldatmaya çalışıyor. . . Adeta
manzumelerde bir sinema aşkı görülüyor. Manada da bir asalet, bir mümtaziyet
yerine bir mahdudiyet ve pek uzvi bir maraziyet, bir şehvet (sensualite)
hissediliyor. Hususiyle Yusuf Ziya'nın birçok yazılarında bu noktalar pek açık
surette meşhut olmaktadır:
1 156 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Gönül Yolcusu
Kendimden uzaklaştım,
Hayalime yaklaştım,
İçim neşeyle dolu!..
Gecesi sanki gündüz,
Dağlan bile dümdüz,
Ne hoş bu sevda yolu! ..
Aşığım bilmem kime?
Elbette sevdiğime
Bir gün kavuşacağım!..
Sanki her geçen etek
Diyor yaşanır mı tek?
İşte tam sevgi çağım!..
Geziyorum serseri:
Bu şairlik eseri;
[s. 323] Gözümde hiçbir şey yok . . .
Sen her şeye bedelsin;
Bırak kalbimi, delsin
Ey aşk, o sihirli ok!.."
Bütün bu yazılarda eksik olan esaslı bir noksan; bir nakise var; o da
heyecansızlık, ateşsizlik . . . Onun için de sır yanı yok. Kalbi tutuşturmuyor, hatta
ısıtmıyor bile . . . Şair aşık olmak, heyecan duymak üzere çarpınıp çırpınıyor;
fakat kalbi ateş almıyor . . . Zoraki bir aşk yaratıyor. Vaktiyle Neron'un ilham
almak emeliyle Roma'yı yaktığı gibi genç şairler de aşk yaratmak, aşkı duymak,
yaşamak arzulanyla mevzudan mevma, hayalden hayale koşuyor, fakat o vahşi
kuşu elde etmeye muvaffak olamıyorlar:

Balkondaki Kadın
Evinin önünden geçerdim her gün,
Her akşam beklerdi beni balkonda.
Benzi biraz uçuk, gözleri süzgün,
Kendi hicranımı görürdüm onda . . .

Kaç kere içimden: Görmesem, dedim,


Kaç kere o yoldan döndüm geriye
Görmesem dedikçe görmek istedim,
Hayatım benzedi bir serseriye . . .

O yoldan geçerken yine bir gece


Baktım uzun uzun: Boştu balkonu
Ümidim azaldı ümit ettikçe,
Bir daha görmedim, görmedim onu!. .. "
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 57

Gençler aşklarında bir Donjuan ruhu yaşatmak istiyorlar; fakat arzularıyla


fıtratları çarpışıyor. Manzumelerinde yaşayan, gönüllerde yer tutan bir aşk değil
serseri bir his, bir kelebek aşkıdır. Bir hercailiktir.

[s. 324] Gözlerin


Bir daldan bir dala konan gönlümü
Bir kara sevdaya saldı gözlerin;
Bitirdi sabrımı, tahammülümü
Saplanıp ruhumda kaldı gözlerin;

O şehla bakışlar sevda iksiri


Gönül ta ezelden beri esiri,
İçimden çıkmıyor asla tesiri
Bütün ilhamımı çaldı gözlerin!

Kalbim, hasretinle yanan bir çöldür,


Süzgün bakışların engin bir göldür,
Ya beni aşkınla yaşat, ya öldür,
Aklımı başımdan aldı gözlerin!"
tarzında koşmaları da vardır. Tabii bu yolu açan Rıza Tevfik olmuştu. Birçok
gençler gibi Yusuf Ziya da Feylosofu taklit ve tanzirden hali kalmadı. Yusuf
Ziya'nın Binnaz unvanlı milli piyesi müteaddit defalar Darülbedayi
Tiyatrosu'nda temsil edilmiştir. Sinemaya da alınmıştır. Aşıklar Yolu adlı bir
mecmuası basılmıştır. Bugün Orhan Seyfi ve daha bazı arkadaşlarının iştirakiyle
Akbaba namıyla mizahi bir gazete neşretmektedirler. Birçok mecmualara iştirak
edip yazı yazmışlar ve bilhassa Celal Sahir'in riyaset-i edebiyesinde toplanarak
Birinci Kıtap, İkinci Kıtap. . . unvanlarıyla bir silsile "şiir, hikaye ve temaşa"
neşrettirmişlerdir.
Yusuf Ziya'mn Alandan Akına, Cenk U.faklan adlı da iki kitabı vardır. Alandan
Akına Yahya Kemal'in tesiriyle yazılmış bir eserdir. Kafiyeler itina ile aranmış,
düşünülmüş, bulunmuştur.
İçtimai hayattaki durgunluk ciddi ve sanatkarane eserlerin vücuda
gelmesine mani olmaktadır. Tabii yeni inkişaf ile gençler de bir mevcudiyet [s.
3 25] göstereceklerdir. Her türlü hisleri, heyecanlan ifadeye kabiliyetli bir hal
alan Türk lisanı edebiyatı canlandıracak bedialar yaratmaya müsaittir. Bütün
gönüller ve gözler onu yaratacak dahi sanatkarı gözlüyor.
Yusuf Ziya'nın eserlerinden Binnaz Osmanlı tarihinin en canlı, en sefih bir
devri demek olan Lfile Devri'ne yani Üçüncü Sultan Ahmet zamanına izafe
olunan bir vakayı tasvir eder. Üç perdelik manzum bir faciadır. Hem Yusuf
Ziya'nın diline ve sanatına, hem de bugünkü nazma bir numune olmak üzere
piyesin ikinci perdesini alıyoruz.
1 1 58 İSMAİL HİKMET ERTAYl.AN

Binnaz
İkinci Perde
Ahmed-i Sa.lis devrinin meşhur havuzlu kahvelerinden birisi. Etraf çepçevre
peykelerle kuşatılmış, yerde birkaç iskemle, yeniçeriler oturmuş nargile, çubuk
içerler, devrandan bahsederler.
Birinci Meclis
Birinci, ikinci, üçüncü yeniçeri kahveci ve çırağı
Birinci Yeniçeri: - Vezire, emniyet ediyor hakan . . .
İkinci Yeniçeri: - Ağlar memleketin haline bakan;
İstanbul sanki bir lale bahçesi,
Kadınlann bile al feracesi!
Birinci Yeniçeri: - Gündüz yetişmiyormuş gibi her gece
Sabahlara kadar çalgı, eğlence,
Samur kürk omzunda yanında Nedim!
Bütün meclisleri gezer efendim,
Nihayet ay batar, yıldızlar söner,
Paşamız üç çifte kayıkla döner,
[s. 326] Kıyıdan süzülüp geçerken Damat
Alkışlardan inler bütün Sadabad!
Halbuki, meydanda vatanın hali,
Bizi saymaz oldu artık ahali!
Vükela, vüzera daldı keyfine
Rüzgara kapıldı koca sefine!
Eğlence yüzünden unuttuk dini . . .
İkinci Yeniçeri: - Ne desek nafile, üzme kendini
(Birinci Yeniçeri marpucun ucuyla masaya vurarak kahvecinin çırağına
seslenir; çocuk gelir.)
Birinci Yeniçeri: Çubuğu doldursun söyle babana . . .
-

(Çocuk yeniçerinin önünden nargileyi, kahve fincanını alır.)


Üçüncü Yeniçeri: - Ağırca bir kahve pişirsin bana . . .
(Birinci Yeniçeri; pencereden dikkatle bakar. Kahveye doğru yaklaşan
Hamza Bey'i diğerlerine işaret eder.)
Birinci Yeniçeri: - Bu körpe çocuk kim? ...

Üçüncü Yeniçeri: - O mu? .. Bir aşık!


İkinci Yeniçeri: - Sanının işleri hayli dolaşık!
Üçüncü Yeniçeri: - Galiba kızı da görmeden sevmiş
İkinci Yeniçeri: - Öyle söylüyorlar . . .
Birinci Yeniçeri: Amma tuhaf iş!
-

Üçüncü Yeniçeri: Doğrusu, Binnaz da cihanlar değer!


-

İkinci Yeniçeri: - Efeye bir oyun oynarsa eğer,


Üçüncü Yeniçeri: - Şaşanın . . . Onlardan her şeyi bekle!
[s. 327] Birinci Yeniçeri: - Muhabbet olur mu bir kelebekle!..
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 59

(İkinci Yeniçeri karşı yola bakar. Sonra telaşla arkadaşlarına döner.)


İkinci Yeniçeri: - Galiba buraya geliyor . . . Durun . . .
(Hamza şen, laubali bir sima ile yaklaşır.)

İkinci Meclis
Evvelkiler, Hamza
Hanıza: - Merhaba ağalar . . .

Yeniçeriler: - (Hep birden) Merhaba . . .


Birinci Yeniçeri: - (Yanında yer göstererek) Buyurun!
(Hamza teklifsizce oturur, gülümseyerek etrafına bakar.)
Hanıza: - Ne kadar sevimli İstanbul'unuz.
Birinci Yeniçeri: - Dilerim daima safa bulunuz!
İkinci Yeniçeri: - Yurdunuz ne taraf. . . Uzak mı?
(Hamza eliyle uzaklan işaret eder) - Tuna!
Birinci Yeniçeri: - Ah! . . İçimde coştu eski furtuna
O mübarek ilden geçti atımız;
Dillerde destandı saltanatımız!
Hey gidi günler hey . . . Hep rüya oldu!
İkinci Yeniçeri: - (Gayz ile) Kahpe İstanbul'da çilemiz doldu!
Hanıza: - (Hayretle yeniçerileri süzer) Dünyanın cenneti bence burası;
İnsan unutur hicranı yası!
Rüya görüyorum sandım evvela,
Benliğim, şaşkınlık içinde hala!
[s. 328] Fener alayları, saz alemleri.
Gönülden siliyor hep elemleri;
Kadınlar ateşin, oynak bir lale
Kaşları benziyor tıpkı hilale;
Bir ince yaşmakla yüzler örtülü,
Rüzgar uçurdukça o ipek tülü
Buluttan çıkan ay gibi her sine!
Muntazır aşığın bir busesine!
Sonra o yürüyüş, o çapkın eda
Uzaktan gözlerle edilen veda,
Derinden derine bakışları var,
Süzülüp, ta . . . Ruha akışları var!
Birinci Yeniçeri: - Evet. . . Aldatırlar önce naz ile,
Ağlarsın önünde bin niyaz ile,
Nihayet aşkına, güya ram olur,
Güya, ona başka yüz haram olur,
Heyhat!. .. Üç gün bile oturmaz sende,
En haris aşkınla onu sevsen de
İşte o fettana benzer bu diyar,
Seven de sevmeyen kadar bahtiyar!..
1 160 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hamza: - Ben sevdim doğrusu


İkinci Yeniçeri: - Biz de sevmiştik,
Geçen zaman ile pek çok değiştik!
Hamza:- Dün akşam, kayıkla gittim Haliç'e
Görmedim ömrümde böyle hoş gece!
İnliyordu hazin bir tambur sesi!
Her elde bir billur şarap kasesi!
[s. 329] Serpilmiş bir demet kadın sahile.
Gönüller dolu bir gizli filı ile!
Birinci Yeniçeri: - Bu bili gördükçe ağlar bahtımız
Hamza: - Cihanda eşsizdir payitahtımız,
Ağlar mı bir böyle diyara düşen?
Bakın, şu Sadabad halkı nasıl şen!
Birinci Yeniçeri: - Viranede bile açılsa güller,
Bir cennet bahçesi sanır bülbüller!
Üçüncü Yeniçeri: - Pek doğru . . .
İkinci Yeniçeri: - Sözlerin biraz nükteli!..
Hamza: - Titredi kalbimin en ince teli!
Üçüncü Yeniçeri: - Anladım bir buhran içindesiniz,
Titriyor kalbiniz gibi sesiniz.
İkinci Yeniçeri: İşte, İstanbul'un bu ilk tesiri!
-

Hamza: - Ben, onu görmeden oldum esiri!


Üçüncü Yeniçeri: - Ne yaman kızmış be . . . Amma nam verdi!
Hamza: - Methini duyunca ruhum ürperdi!
Anlatsam pek uzun sürer masalım . . .
(İkinci Yeniçeri, diğerlerine, kahveye doğru gelen Efe Ahmed'i gösterir.
Bakıp gülüşürler.)
İkinci Yeniçeri: - Aman Efe Ahmed geldi susalım . . .
Hamza: - Kimdir bu?
Üçüncü Yeniçeri: Kıztaşlı Binnaz'ın dostu!
-

Birinci Yeniçeri: Vaktiyle hepimiz sermiştik postu!


-

Şimdi nöbet ona geldi . . .


[s. 330] Hamza: - Ne ala . . .

İkinci Yeniçeri: - Galiba Efe'den bıkmadı hfila.


Üçüncü Yeniçeri: Bakalım! ..
-

Hamza: - Doğrusu ha)'Tette kaldım! ..


(Efe Ahmed elinde bir saz, kahveden içeri sevinerek girer.)

Üçüncü Meclis
Evvelkiler, Efe Ahmed
Ahmed: - Nihayet :işığın sazını aldım!
Birinci Yeniçeri: - Sahih mi?
Ahmed: - (Sazı göstererek) Bak işte!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 16 1

İkinci Yeniçeri: - Aman, biraz çal!


Ahmed: - Öyle yaman saz ki, bulursa deccal
Bununla dolaşır kıyamet günü!
Üçüncü Yeniçeri: - Haydi, dinleyelim o son türkünü!
Ahmed: - Bu akşam içimde bir sıkınu var!
Birinci Yeniçeri: - Aruk işin yoksa Efe'me yalvar!
İkinci Yeniçeri: - Yapma, yavrum Ahmed . . . Bize de mi naz?
Üçüncü Yeniçeri: - Onun başı için haydi . . .
Ahmed: - Ah kurnaz? . .
"Bozulmuş Bağ"ı mı?
İkinci Yeniçeri: - Aman ne hoştur!
Birinci Yeniçeri: - İhtiyar gönlümü bir daha coştur!
[s. 331] Ahmed: - Havuz kenanna şöyle dizilin!
İkinci Yeniçeri: - Ağalar, Efe'nin kadrini bilin!
(Yeniçeriler havuzun etrafına toplanırlar. Efe Ahmed ortalanna kurulur,
Hamza heyecan içinde, gazapla titreyerek uzaktan seyreder.)
(Ahmed parmaklannı, tellerin üstünde bir üstad tavnyla dolaştırır; hem
çalar, hem söyler.
Şarkı
Sazımda gizlidir bir dertli bülbül
Seni yad ettikçe hıçkırır ey gül,
Bu çıkmaz yollara düştüm aşkından
Bozulmuş bağlara benzedi gönül!..
Birinci Yeniçeri: - Var ol!..
İkinci Yeniçeri: - İstanbul'da nam verdi sazın
Üçüncü Yeniçeri: - Duysun da iftihar etsin Binnaz'ın! ..
Ahmed: - (Memnun bir tebessümle devam eder.) Efe, gece gündüz ismini
anar,
İsmini andıkça yüreği yanar . . .
(Hamza, birdenbire yerinden kalkar, iri bir maden parayı Ahmed'e fırlatır.)
Hamza: - Çal! Bir de Binnaz'ım için Efe çal!
Birinci Yeniçeri: - Galiba sazım işitti deccal!
Kıyamet kopuyor. . .
'.Efe Ahmed, şaşkın, mütereddit, yerinden kalkar. Kahve halkı birbirine
girer.)
Hamza: - (Çılgın gibi haykınr)Gel. . . Haydi durma!
Ahmed: - (Boğuk bir sesle)Ecele susamış gibi kudurma!
[s. 332] Hamza: - Aşkıma mezarım olamaz hail
Çekinmem yardımcın olsa Azrail!
(Ahmed, Hamza'nın vermiş olduğu hançeri çeker. Arkadaşlan tutmak
isterler.)
Ahmed: - Bırak beni . . .
İkinci Yeniçeri: - Sok şu hançeri kına!
1 1 62 ts:MAİL HİKMET ERTAYLAN

Hamza: - (Kendi hançerini Efe'nin elinde görünce tanır, nadim bir sesle
haykırır.) Nasıl . . . O sen misin Allah aşkına?
Birinci Yeniçeri: - Yapma Efe . . .
Hamza: - İ şte . . . Şüphe yok . . Sensin .

Yine tıpkı öyle gürlüyor sesin


(Artık Efe Ahmed zaptolunmaz bir hale gelmiştir. Birden yeniçerile rin
elinden kurtulur ve hançeri Hamza'nın koluna saplar.)
Efe: - Kanını bir tas su gibi içerim!
(Hamza sendeleyerek peykeye oturur. Yeniçeriler etrafına üşüşür.)
Hamza: - Bana düşman olmuş benim hançerim!
(Ahmed, birdenbire titrer, yaptığı fena hatayı anlar gibi olur.)
Alınıed: - (Heyecan içinde) Bu hançer. . . Bu senin hançerin mi? . .
Hamza: - (Muztarib bir sesle) Ya . . . Şimdi tanıdın mı? . .
Hamza: - (Elleriyle yüzünü kapayarak) Ne korkunç rüya . . .
(Birdenbire kahveye karakull ukçular girer. Herkes şaşınr. Hamza hafif hafif
inler.)

[s. 333] Dördüncü Meclis


Evvelkiler, Kara kullukçular
Kara kullukçu: - Yine mi kavga var? . .

Birinci Yeniçeri: - Küçük bir kaza!


Kara kullukçu: - Vuruşanlar kimdir?
Üçüncü Yeniçeri: - Ahmed'le Hamza!
Kara kullukçular: - Haydi gel . . . Ağaya cevap ver Efe! (Efe mustarip
fakat yine kahraman bir tavırla kalkar. Kahveden çıkar, yeniçeriler süklıt ve
korku içindedir.)
Birinci Yeniçeri: - Nihayet ölümle bitti latife!262

262 Yusuf Ziya Ortaç 1 1 Mart 1967'de İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri şunlardır:
Şürleri: ranardağ ( 1928), Bir Servi Gölgesi ( 1938), Kuş CwıltıUın (Çocuk şiirleri, 1938), Bir Rüı:gdr
Esti ("Binnıv;" oyunuyla, 1962).
Romanları: Göç ( 1 943), Üç Katlı Ev ( 1953), lsmet lnönü (Biyografi-roman, 1946).
Oyunlan: .Ndme ( 1 9 1 9), .Nıkfilıta Keramet (1 923), Kördüğüm (1923), Aşk Mektebi (Üç perdelik
operet, 193 7 de oynandı), Ceza {Celal Sahir ile E. Brieux'un Simone adlı oyunundan uyarlama).
'

Fıkraları: Beşik (1943), Ocak (1943), San Çi<,meli Mehmet Ağa (1956), Gün Doğmadan (1 960).
Hatıraları: Portreler ( 1 960), Bi<,im Yokuş ( 1966).
Gezi Yazısı: Göı: UcuyUı AV7Upa ( 1958).
Antoloji ve İnceleme: Ha/Jc Edebiyatı Antowjisi ( 1 937), Ahmet Haşim - Hayatı vt Eserleri (1 937),
Edebiyat Bakawryası ( 1933), Sryrıinl ( 1 933), Nedim Divanı Anto{#si ( 1933), Fanık .N4fiz - Hayatı ve Eserleri
( 1 938).
Faruk Nôfiz (Çamlıbel)
FARUK N.AFİZ

Yeniler arasında istidadıyla temayüz edenlerden biri de Faruk Nafiz'dir.


Faruk 1 3 1 3 [1 897] senesinde Türkiye'nin Yunanilerle kavgaya tutuştuğu, milli
cereyanın Mehmet Emin'in diliyle Tevfik Fikret cereyan-ı edebisinin cuşişiyle
canlanıp kanatlandığı bir devrede İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Faruk bütün
İstanbul çocukları gibi iptidai bir tahsil hayatı geçirdikten sonra Hadika-i
Meşveret Mektebi'ne girmiş, ikinci dereceli tahsilini orada görmüştür. Son
zamanlarda Tıbbiye Fakültesi'ne devam eden Faruk tahsilini bitirmeden şiir ve
sanat alemine atılarak fıtratındaki ihtiyacı tatmin etmek istedi. Fakat gerek
harbin ve içtimai hayatın dikenli yollan, gerek maişet ve iktisadiyatın elemli
ihtiyaçları edebiyat sahasını geçilmez manialarla doldurmuştu. Faruk da bu
yollarda sürüklenmeye başladı. Bazı çok güzel manzumecikler yazdı. Pryam'da,
Seroet-i Funun'da ve Yeni Mecmua'da yazdı. Bazen o da arkadaşları gibi sanata
kapıldı. Sevmek hülyasına düştü, sevmeye çalıştı, sevdi. Fakat bütün bu hislerde
tecrübesiz gençlik hüsranları ve buhranları var.
Lisanı açık, canlı ve tabiidir. Kendine sarih bir mefkure (idea�, hakiki bir
ilham menbaı bulursa muvaffakiyetli eserler verebilecek vaatkar bir simadır.
Yağmurlu Bir Gündü
Mevsimin yağmurlu bir günündeydi
Ufuklar dumanlı, deniz dalgalı . . .
Kalbime ansızın bir korku değdi,
Kuytu bir sahile çektim sandalı.

[s. 335] Yağmuru gördükçe bende toplanır


Can veren bir yazın bütün elemi,
Görenler devasız hastayım sanır.
Sizin de ruhunuz bilmem öyle mi?

Alnıma inerken damlalar sıkça


Kalbimi karanlık hislerle yordum.
Hafif bir serinlik ruha sızdıkça
Siz gülüyordunuz, ben ağlıyordum

Dediniz: "Bu hazin günü yad eder,


Geçerim bu yoldan karda, yağmurda"
Sordum ki: "Ya ben de geçersem eğer?"
-"Öyleyse yolumuz birleşir hurda! ... "
1 1 66 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

O zaman söylenen bu sözle dün de


Beni gezdiğimiz yola çektiniz:
Vaadiniz yok muydu böyle bir günde
Hani siz bu yoldan geçecektiniz?

. . . Daha ben "Vaadini hatırlar" diye


Bu alil ömrümü çok sürüklerim,
Ölürsem kalbolur bir iniltiye
Dallarda perişan öksürüklerim!"
Faruk'ta şairlik heyecanı kuvvetlidir. edasında bir hüzün vardır ki saridir.
Faruk tab'an [yrique bir şairdir. Tahsilini ikmale muvaffak olur da edebiyat
vadisinde çalışırsa kıymetli eserler yaratacağında şüphe yoktur. Sentimentalisme'e
mütemayil bir istidadı vardı r
.

Faruk Nafiz gençliğine rağmen çok yazı yazmıştır. Bazı küçük piyesleri,
küçük manzume mecmuaları ve bu mecmualara yazılmış manzumeleri vardır.
[s. 336) Bazen mizahi (satirique) yazılar da yazmak ister, fakat asli genre'ı,
kendi fıtratına ve istidadına muvafık geleni rebabi (j_yrique) ve hissi yazılarıdır.
Faruk'un birçok yazılarında Cenab Şahabeddin'in tesiri pek bariz görünür:
"Yollarında" namıyla yazdığı manzumesi üslup, eda ve kıvraklık itibarıyla
tamamıyla Cenabidir.

"Mfilikanende bir çocuk sesi var


Ki bugün dinledik karanlıkta,
Koyu bir gölge sardı benzi mi zi
Seni gözyaşlarıyla andık da!

Yine karlarda kendi kendimize


Serseri hatvelerle yol çizdik,
Seni tül perdelerde görmek için
Gece yollarda hıçkıran bizdik

Ruhumuz doldu mateminle senin,


Bu dikenlikte açmadan solduk:
Aşkımız belki bir günah, affet!
Sana, ey şehriyar, esir olduk. .
.

Bizi yadın bugün zehirlese de


Kimse bir genç esire hak veremez.
Öyle bir bahçesin ki sen şimdi
Ona artık yabancılar giremez!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 67

Yadigarın ne bir tutam saç var,


Ne soluk bir fidan, ne bir yaprak!
Acı bir zehr akınca kalbimize
Seni mehtaba sorduk ağlayarak."
Şu "Münzevi" adlı manzumesi Şark'ta Gaıp'ın en canlı misallerinden olan
Cenab'ın ve empresyonist Fransız şairlerinin tesiriyle meydana gelmiştir:

[s. 337] "Bir sonbahar akşamı . . . Sahillcrdcyim


- Gamlı bir heykel gibi kayalarla ben
Dağınık saçlarımdan pervasız esen
Rüzgarların elinde kırık bir neyim,

Engin bana yad eder kimsesizliğimi?


- Göz yaşlarıyla düşer dalgalar kuma
Issız bir yoldayım ki hasta ruhuma
Herkes yabancı: Kimden sorayım kimi?

- Gökler esmer ve derin . . . Sular dalgalı . . .


Sahilden uzaklaştı son yolcular da.
Enginleri dinliyor yalnız kenarda
Sararmış bahçesiyle tenha bir yalı

Yolu karlar sarmadan bir kış akşamı


Beni sahillerde bul, ey güzel sultan!
Anlat, ki bu yollarda beni unutan
Ruhun başka bir hayal arkasında mı?

Dumanlarla örtülen bir deniz gibi


Canlanıyor en hazin dalgalar bende.
Bekliyoruz yuvanı şimdi bahçende
Ben kimsesiz, ağaçlar kimsesiz gibi . . . "

Yahya Kemal'in tesirini açık bir surette gösteren şu şarkısını da kelimelerin


intihabı, ahengi tevzini ve o ruhu temsilde muvaffakiyeti itibarıyla güzeldir.
"Farkı yok bir cennet-abadın bugün viraneden,
Şimdi medhaller karanlık, bahçeler tenha neden?
Gizli bir bu yükselirken son kırık peymaneden,
Geçmiş ahu gözlü sakiler bu matemhineden!

[s . 338] Süslü yollar tarhlar bin heykel-i fağfur ile;


Açmadan bir gün nihfilistanda güller serv ile
Elde bir simin kadeh, omzumda bir semmur ile,
Geçmiş ahu gözlü sakiler bu matemhaneden"
1 168 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Genç şairlerden bazılan sahne edebiyatı ile de alakadar göründüler.


Bazılan manzum, mensur bazı piyesler yazdılar; bazılan Avrupa, bilhassa
Fransa sahne edebiyatı numunelerinden bazılarını tercüme veya tatbik suretiyle
Türkçeye naklettiler. Faruk Nafiz de onlardan biri idi. Tatbik ettikleri eserler
lisanın aldığı sade ve seyyal şeklin, kullanılan dilin birer numunesidir. Faruk
Nafiz Fransız sahne-nüvislerinden Paul Hervieu'nün Le Dedale adlı eserinden
tatbik ettiği ilk Gö:::,ağnsı unvanlı piyesinin bir perdesini numune olarak alıyoruz:

ilk Gö:::_ağnsı
"Birinci Perde
(Bir kabul odası. Solda bahçeye nazır bir pencere. Solda sağda birer kapı;
Hikmet köşedeki bir masada küçük çay semaveriyle meşgul. Tepsiler, bardaklar
hazır; yüzü kapıdan tarafa.)

Birinci Meclis
Hikmet, (biraz sonra) Şekip

Şekip - (Meşgul olan Hikmet'e) Hazırlık yolunda, ama misafirler görünmedi.


Hikmet - (Masadan aynlarak) Saat bir buçuk treniyle geleceklerini söyle-
mişlerdi.
Şekip - (Saatine bakarak) Tam iki!
Hikmet - Neredeyse gelirler.
Şekip - Geç kalmasınlar da . . .
Hikmet - Ne o, Şekip, yine bir işin mi var?
[s. 339] Şekip - Doğrusu, Hikmetçiğim, öyle, saat iki buçukta Hayrettin
Bey'e söz verdim . . .
Hikmet - Yoksa misafirleri beklemeden gidecek misin?
Şekip - Daha vaktim var. Onlan karşılamadan gitmek ayıp olur. İki sene
var ki Erenköyü'ne ayak basmadılar.
Hikmet - Basmazlar elbet. . . Ahmet yanımızdaki köşkte oturduktan sonra...
Şekip - Leyla ile Saliliaddin'i daha bir arada görmedim, herhalde iyi bir
çifttir, değil mi Hikmet?
Hikmet - İkisini ayn ayn tanımıyor musun? Yan yana getir, nasıl görürsen
öyle!
Şekip - Leyla, çok güzel bir kadın . . . Ben güzelliğini bu kadar muhafaza
eden bir kadın görmedim, hem de bir çocuğu olduğu halde . . . Bir kız gibi saf,
taze. . . Uzaktan görenler gözlerini, yakından tanıyanlar gülüşünü beğeniyor.
Bana kalırsa Leyla'nın uzun, kumral saçlan hepsinden güzel! Kocasını ta
çocukluktan tanının . . . Koca Salahaddin! O zaman bile asker olacağı belli idi.
Hem de ne asker oldu, genç yaşında rütbesini Filistin'de, lrak'ta iklimiyle,
sefaletle düşmanla harp ede ede kazanmış bir erkan-ı harb, bir miralay . . .
Leyla'ya bundan münasip erkek bulunmaz.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 169

Hikmet - Leyla'yı yakından tanının, dayımın kızı olduğu için demiyorum,


dünyadaki kadınların belki en iyisidir. Salahaddin'i memnun etmek için bütün
meziyetlere mfilik . . .
Şek.ip - O n seneden beri harpten harbe koştuğundan mıdır nedir,
Salahaddin'in tabiatına keskin bir barut kokusu sinmiş. En ufak bir söz onu
ateşlemeye kafi gelir, sinirlendirir. Acaba daima emretmeye alışan, herkese karşı
dürüşt davranan bu adam . . .
[s. 340] Hikmet - Yalnız Leyla'ya karşı zayı(
Şek.ip - Ben de öyle söyleyeceğim, şimdi Leyla'nın karşısında nasıl yumu­
şuyor bilmem.
Hikmet - İki seneden beri balayı yaşıyorlar. Herhalde Leyla birinci izdiva­
cından daha hoş bir ömür sürüyor.
Şek.ip - Demek Ahmet'ten ayrıldıktan sonra Leyla'mn bahtiyarlığı
katmerlendi.
Hikmet - (Omuz silkerek) Ahmet, Leyla'mn kıyınetini bilmedi, hem
teyzesinin kızı iken . . . Halbuki Leyla Ahmet'e bütün kalbiyle bağlanmıştı . . .
Bugün Ahmet'ten ayrıldığı halde belki hfila o bağlardan bir i ki tel kalmıştır.
Şek.ip - O kadar çok mu sevmişti?
Hikmet - Lüzumundan fazla. . . Ahmet de buna mukabil köşküne gelen
giden Leman'la Leyla'ya hıyanet etti.
Şek.ip - Sonra da evlendi.
Hikmet - Leyla'dan aynlınca.
Şek.ip - Leman'la da çok yaşamadı . . . Zavallı kız ne kadar taze öldü!
Hikmet - Yirmi beş yaşında!... O günden beri Ahmet çılgın, kararsız
yaşıyor.
Şek.ip - Leman'ın mateminden mi?
Hikmet - Kim bilir, belki de Leyli'nın hasretinden! Dün onlara gitmiştim,
kendisini gördüm, Leyla'nın bugün bize geleceğini söylediğim zaman acı acı
güldü.
Şek.ip - Demek unutmamış!
Hikmet - Leyla unutulmaz bir kadındır, onun büyüklüğünü ondan
uzaklaşanlar daha iyi anlar . . .
[s. 34 1] Şek.ip - Başka bir şey konuşmadınız mı?
Hikmet - Çocuğu sordular. Anladığıma göre Ahmet, oğlunu üvey
babasından almak istiyor. Hatta Leyla ile konuşmak için bize gelecek!
Şek.ip - Al sana bir can sıkıntısı daha . . .
Hikmet - İçimi bir korku kemiriyor, bari Salahaddin burada yokken
gelseler . . .
Şek.ip - Ben onlar gelir gelmez Salahaddin'i alır, gideceğim yere götürürüm
sen de onlara gizlice bir haber gönder. Çağır, varsın konuşsunlar . . .
Hikmet - Ne güzel çare buldun, Şek.ip!
Şek.ip - Ley!a'nın ailesi de Salahaddin' den memnun mu?
1 1 70 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Hikmet - Salahaddin, Feridun Bey'in eski bir dostunun oğlu imiş. Hatta
daha Ahmet'le evlenmeden evvel Leyla'yı istemişti, vermediler. Ahmet'ten
ayrıldığını haber alır almaz tekrar müracaat etti, uğraştı, muvaffak oldu . . .
Şekip - Ne diye uğraştı?
Hikmet - Leyla'nın annesi, yengem, Ahmet'i hfila sever, zaten yeğeni değil
mi? Salahaddin'le kızının evlenmesini menetmeye çok çalıştı, "Ahmet bir gün
pişman olacak, yine seni isteyecektir!" dedi. Çocuğunu ileriye sürdü, manialar
çıkardı. Ama Salahaddin daha makul davrandı. İşi Leyla ile dayımla halletti,
evlendi Süreyya Hanım hala yeni damadını sevmez. Onlar Kadıköyü'nde
oturduğu halde Çamlıca'daki köşkünü bırakarak bir kere bile kızının kapısını
çalmamıştır! (Hizmetçi girer)

[s. 342] İkinci Meclis


Evvelkiler, Hizmetçi
Hizmetçi - Misafirler geldi.
Şekip - Buraya al.
Hikmet - (Çıkacağı sırada hizmetçiye) Pervin! Bana bak git Ali'ye tembih
et, bizim beyle Salahaddin Bey biraz sonra çıkacaklar. Onlar çıkar çıkmaz
yanımızdaki köşke gitsin, Saadet Hanım'ı çağırsın. Sakın unutma: Beyle
Salahaddin kapıdan çıkar çıkmaz . . . Anladın mı?
Hizmetçi - Peki efendim, anladım.
Şekip - Haydi, çabuk misafirleri yukan getir.
Hizmetçi - Zaten geliyorlar efendim (çıkar)

Üçüncü Meclis
Hikmet, Şekip, Leyla, Salahaddin
Şekip - (Ünde giren Leyla'ya) Buyurunuz, Leyla Hanım.
Hikmet - (Arkadan giren Salahaddin'e) Buyurunuz. (Leyla'ya) Ne kadar
geç geldiniz, gözlerim yolda kaldı.
Leyla - (Başörtüsünü çıkararak) Eğer yalnız olsaydık daha evvel gele­
cektik . . .
Salahaddin - Trende Leyla'nın annesiyle babasına tesadüf ettik, ayaküstün­
de biraz konuştuk da . . .
Şekip - Bize uğramıyorlar mı?
[s. 343] Leyla - Şimdi uğrayacaklar. . . Onlann arabası biraz geride kaldı, biz
daha evvel geldik ryeldirmesini bir koltuğa bırakır.)
Şekip - Gençlerin arabası daima hızlı yürür.
Hikmet - Ne iyi tesadüfl
Leyla - Reşit Paşa'nın düğününe davetli imişler de? Oraya gidiyorlar. Size
dönüşte uğrayacaklarını söylediler, zaten düğüne geç kalmışlar. Salahaddin'le
ben ısrar ettik, yol üstüdür dedik, çiğneyerek geçmeyin dedik, nihayet razı
oldular.
Salahaddin - Feridun Bey evvelden razı idi ama şu kayınvalide yok mu . . .
Leyla - (Ciddi) Salahaddin anneme söz söylemeni istemem.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ l l71

Salahaddin - Peki öyle olsun!...


Hikmet - Çocuk nerede?
Leyla - Necip mi? Aşağıda Bülent'le buluştular, bahçede kaldılar, oyuna
bile başlamışlardır.
Şekip - Bize hiç uğramadan mı? Doğrusu çocuğunuz merasime pek de
riayet etmemiş . . .
Hikmet - Bari güneşte gezmeseler!
Salahaddin - Alışsınlar, Hikmet Hanım, şimdiden alışsınlar. . . (Feridun
Bey'le Süreyya Hanım girerler.)

Dördüncü Meclis
Evvelkiler, Feridun, Süreyya
Süreyya - Geldik, ama derhal gitmek üzere.
Feridun - Reşit Paşa'nın düğününe davetliyiz de . . .
Şekip - Orasını anladık, ama konuşmadan, dinlenmeden mi gideceksiniz?
[s. 344] Hikmet - Bari bir çay içseniz, yenge.
Süreyya - Zahmet etme, kızım. Şimdi tekrar yola çıkacağız. Hava da sıcak.
Bir hatır sormak için uğradık.
Feridun - Avdette daha uzun konuşuruz. Şimdi ne yapıyorsunuz, iyi
misiniz? Bunu haber veriniz.
Hikmet - Bildiğiniz gibi dayı bey.
Şekip - Can sıkıntısından ölüyoruz!
Feridun - Derdiniz yalnız bu olsun!
Süreyya - (Leyla'ya) Kızım, istersen beraber gidelim, dönüşte seni buraya
bırakırız.
Salahaddin - Öyle ama . . .
Süreyya - (Salahaddin'e) Ben kızıma soruyorum. (Leyla'ya) Ne diyorsun
bakalım?
Leyla - Düğüne gideceğimi bilmediğim için sade giyindim, böylece
gitmekle onlara ehemmiyet verilmemiş gibi olur, iyi düşmez. Teklifli olmasalardı
giderdim.
Feridun - Sen bilirsin, kızım.
Süreyya - (Kalkarak) Artık bize müsaade . . . Sonra Paşa'mnkilere karşı
mahcup oluruz.
Şekip, Hikmet - (İkisi beraber) Böyle birdenbire . . .
Feridun - (Hikmet'le Şekip'e) Kızımla damadımı sıze rehin olarak
bırakıyorum. Akşam herhalde uğrayacağız.
Şekip - Muhakkak bekleriz . . .
Feridun - Merak etmeyiniz, (saatine bakarak) üç saat sonra buradayız.
Hikmet - Sakın aldatmaya kalkmayınız. Sonra Leyla'nın elimizden
çekeceği var. . .
[s. 345] Süreyya - (Kapıya doğru yürüyerek) Veda etmeye hacet yok. Akşama
buradayız zaten.
ı 1 72 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Feridun (Arkasından gider) Şimdilik Allaha ısmarladık. (Teşyi ederler,


çıkarlar)
Beşinci Meclis
Hikmet, Şekip, Leyla, Salahaddin
Hikmet - (Leyla'ya) Otursana Leyla. (Çay hazırlamaya gider) Yorgunsun
çayını hazırlayayım!
Leyla - Yorgun değilim.
Şekip - Havalar o kadar sıcak ki i nsan yürümeden yoruluyor . . .
Salahaddin - Kayınvalideyi gördükten sonra bana adeta bir serinlik bastı.
Leyla - (Unfile) Yine mi Salahaddin!
Hikmet - (Salahaddin'e bir fincan çay getirerek) Öyle ise sizin ısınmaya
ihtiyacınız var, ilk önce siz için. Sakın acele etmeyin, şekerini koymadım. (Şekip
şeker getirir.)
Salahaddin - Bu himmetiniz teşekküre değdi, Hikmet Hanım. (Şekip'e) Üç
parça kafi . . .
Şekip - Bisküvi İster misin?
Salahaddin - Hayır. Daha hazım zamanını geçirmedim.
Hikmet - (Semaverin başında) Leyla, koyu mu istersin, açık mı?
Leyla - Gayet açık olsun, koyusu sinirlerimi bozuyor. . .
Hikmet - (Fincanı uzatarak) Çayını al, Leyla.
[s. 346] Şekip - (Salahaddin'e) Çabuk iç, seni buradan kaçıracağım.
Salahaddin - Nereye?
Şekip - Hayrettin'e gidect.'ğiz. Orada bugün nefis bir oyun var. Hazır mısın?
Salahaddin - Leyla razı olursa . . .
(Hizmetçi girer)
Altıncı Meclis
Ewelkiler, Hizmetçi
Hizmetçi - Efendim, çocuklar bahçede birbirine girdiler, kavga ediyorlar,
uğraştım bir türlü ayıramadım. Necip Bey Bülent'in üstüne atılmış. Dövüşüp
duruyorlar . . .
Salahaddin - (Gülerek) Vay, çapkın, vay! Gelir gelmez kavga ha. . (Leyla'ya)
Bizimki yaman olacak.
Leyla - (Merak ile) Aman birbirlerini incitmesinler.
Şekip - Sahi . . . Çocuklar tırmalanmadan, didiklenmeden ayırmak fona
olmaz. (Kapıya doğru yürür.)
Salahaddin - (Memnun) Olur şey değil! (Şekip'le beraber çıkar, Hizmetçi
de arkalanndan gider.)

Yedinci Meclis
Hikmet, Leyla
Hikmet - Seni biraz solgun buluyorum bugün.
Leyla - Sıcak, üzüntü, sonra bu çocuk. . .
Hikmet - Üzüntüyü de nereden çıkardın?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 73

Leyla - Görmüyor musun Salahaddin'i? Annemle bir türlü kanlan


kaynaşmadı.
[s. 347] Hikmet - Üzüldüğün şeye bak, her kadın damadına karşı biraz
böyledir. Bir evde oturmuyorsunuz ki canınız sıkılsın!
Leyla - Sonra çocuk . . . Necip'i o kadar seviyorum ki en ufak işlerini bile
hizmetçiye bırakmak istemiyorum, yoruluyorum.
Hikmet - Bunda haklısın. Burası tenha olduğu için biz Bülent'le meşgul
olmuyoruz, o kendi kendine eğlence buluyor.
Leyla - Kadıköyü'ne nispetle burası cennet. Necip'in oynaması için avuç
kadar bahçemiz var. . .
Hikmet - Ara sıra Çamlıca'ya annenin yanına yollasan iyi olmaz mı?
Leyla - Annem ihtiyar, civar tehlikeli. Orasını da çok düşündüm ama
cesaret edemedim.
Hikmet - Bize bıraksan?
Leyla - Ne ala olur, daha gelir gelmez Bülent'le kavgaya başladılar. Yüz
göz olduktan sonra birbirinin saçını yolsunlar değil mi?
Hikmet - Gitgide alışırlar . . .
Leyla - Öyle olsa bile kabil mi? Asıl babası yanınızdaki köşkte oturuyor,
ben daha uzakta! Ben ona haftada bir kere bile göstermeyi fazla bulduğum
oğlunu o her gün görecek, bense haftada bir kere . . . Kabil değil.

Sekizinci Meclis
Evvelkiler, Şekip, Salahaddin
Şekip - (Salahaddin'le girerek) Siz burada rahat rahat otururken biz
çocukları ayırdık, geldik.
Salahaddin - (Leyla'ya) Oğlun Bülent'in üstüne atılmış, pençeleşip
duruyordu.
[s. 348] Leyla - Haylaz çocuk, böyle geldiği yerde kavga çıkarmayı da nereden
öğrendi!
Hikmet - Kabahat mutlaka bizimkindedir.
Salahaddin - Evet, kabahat Bülent'te. Oyunda mızıkçılık etmiş de.
Leyla - Necip gelip şikayet etmeliydi.
Şekip - Ben de öyle söyledim ama: "Ben Salahaddin babamdan böyle ders
aldım. Kendi hakkımı kendim isterim! . . . " diyor.
Leyla - Hay küçük yalancı, hay!
Salahaddin - Necip hiç yalan söylemez. Onda senin kanın, senin tabiatın
var. Ben onunla konuştuğum zaman bazı umumi kaideler öğrettim, o da gelmiş,
münasebetsiz bir yerde tatbikata kalkmış . . .
Leyla - Demek sen oğluma pehlivanlık dersi veriyorsun?
Salahaddin - Ben Necip'e bir çocuğun arkadaşlarına karşı daima
mukabele-i bilmisilde bulunması lazım geldiğini söyledim. Bir haksızlık
karşısında başkalarının reyine müracaattansa bunu kendisinin halletmesi daha
muvafık olacağını anlattım. İleride hukukuna tecavüz edildiği zaman kendi
kuvvetine emin bir adam olmasını öğrettim.
1 1 74 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Leyla - Mademki oğlumun yaptığı kabahati üstüne alıyorsun, ben de onun


yerine seni azarlayacağım: Sen oğluma senden tevarüs etmediği pehlivanlık dersi
veriyorsun. Rica ederim, ilk önce kendi canını yakacak bir tabiatı ona telkin
etme!
Salahaddin - Yoksa gücendin mi?
Leyla - Oğlumu delicesine sevdiğimi biliyorsun, bu muhabbetime iştirak
etmemek senin hatan değildir. Necip aklıma geldikçe ruhum bütün istikbali,
bütün ihtimalleri yokluyor. . .
Salahaddin - Oğlunu ben de senin kadar severim.
[s. 349) Leyla - Necip de seni sevmiyor mu?
Şekip - Ooo, ikinci kavga da burada başladı. Şimdi de bu büyük çocukları
ayırmak bize düştü. (Salahaddin'e) Haydi Salahaddin gidiyorum, gelmeyecek
misin?
Salahaddin - Hanımdan izin al.
Şt'kip - (Leyla'ya) Leyla Hanım, beyinizi bana teslim ederseniz bu sıcak
havada gezdirir, intikamınızı alının, olmaz mı?
Leyla - Siz bilirsiniz, ama nereye gideceksiniz?
Hikmet - Bir dostuna davetli de . . .
Leyla - Peki gidiniz.
Salahaddin - (Leyla'ya) Bana danlmadın, değil mi?
Leyla - Niçin danlayım?
Salahaddin - Senden aynlmak İstemezdim.
Leyla - Geç kalma, zarar yok.
Hikmet - Ne o, gidiyor musunuz?
Salahaddin - Şekip beni kaçınyor.
Hikmet - Bir çay bile içmediniz.
Şekip - Siz Leyla Hanım'la rahat rahat içer, bizi bol bol çekiştirirsiniz.
(Çıkarlar)

Dokuzuncu Meclis
Leyla, Hikmet
Leyla - Bize geldiğinden beri ne havadis var, Hikmet?
Hikmet - Çok . . . Ewela sende var?
Leyla - Anlattığım şeyler. . .
[s. 350] Hikmet - Ewela Salahaddin'den şikayete hakkın yok!
Leyla - Şikayet ettim mi? Bilakis ona hak veriyorum. Annemin kendini
evlat tanımaması onu çok müteessir ediyor, iki seneden beri dost olmaları için ne
kadar çalıştımsa o kadar zarar gördüm.
Hikmet - Doğrusu sen layık olduğun erkeği buldun, ufak tefek
geçimsizlikleri bir tarafa atarsın da . . . (Leyla'ya dikkat ederek) Halbuki Ahmet
yaptığı fedakarlığın cezasını çekti. Hfila da çekiyor.
Leyla - Ölme diyorlar.
Hikmet - Senden sonra aldığı kadını layık olmadığı halde başının üstünde
taşıdı. Her fedakarlığı yaptı, gezdirdi, eğlendirdi. Bu sefer de ölüm bu kadını
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 75

Ahmet'in elinden aldı . . . Ahmet bir zaman senden ayrılmanın azabını çekerken
şimdi de ikinci hareminin matemini tutuyor. Otuz beş yaşında, dünyada böyle
iki felaketle bekar kalmak bir erkek için ne acı bir cezadır . . .
Leyla - Öyle.
Hikmet - Çocuğu görmesine müsaade ediyorsun, değil mi?
Leyla - Evet, Necip'i haftada bir kere gönderiyoruz.
Hikmet - Büsbütün almak istemiyorlar mı?
Leyla - Hayır, bazı teşebbüslerde bulundular, ama muvaffak olamadılar.
Hikmet - (Bir vakfe) Galiba çocuk için yeniden uğraşacaklar . . .
Leyla - (Şiddetle) Bir şey mi biliyorsun?
Hikmet - Yok, merak etme. Dün onlardaydım. Teyzen . . .
Leyla - (Sözünü keserek) Teyzem deme, adıyla söyle.
[s. 35 1] Hikmet - Dediğin gibi olsun. Saadet Hanım bugünlerde Ahmet'in
çocukla fazla alakadar olduğunu söyledi.
Leyla - Sen ne dedin.
Hikmet - Ben de bugün buraya geleceğinizi söyledim.
Leyla - (Canı sıkılarak) Hiç lüzumu yoktur. Niye söylersin?
Hikmet - Galiba Saadet Hanım, bak teyzen demiyorum, seni görmeye
gelecek.
Leyla - (Telaşla) Nereden anladın?
Hikmet - Bu çocuk meselesinin mahkemelere düşmesini istemiyormuş, eski
gelininin tekrar mustarip olmasına razı değilmiş, bundan dolayı meseleyi
doğrudan doğruya seninle konuşsa daha iyi olurmuş . . .
Leyla - Benimle ne konuşacaklarmış?
Hikmet - Tabii davadan daha kolay şartlarla meseleyi halletmek çarelerini
konuşacaklar. . .
Leyla - (Asabi) Yine beni uğraştıracaklar! İki seneden beri ellerinden
çektiğim yetişmiyormuş gibi tekrar üzüleceğim, didineceğim, harap olacağım.
Onlar yine kaybedecek, fakat ne olursa yine benim zavallı sinirlerime olacak:
Uykusuz kalacağım, hastalanacağım, kahırlanacağım . . . Onlar da bundan zevk
duyacaklar. Teyzemi düşündükçe annemden soğuyacağını geliyor. . . Nasıl
oluyor da yılan gibi her dakika beni ısırmak isteyen bu kadın benim annemin
hemşiresi oluyor? İki seneden beri Erenköyü'ne gelmiyordum. Bir gün geleyim
dedim, derhal zehrini döktü. (Kalbini göstererek) Hem ta burama.
[s. 352] Hikmet - Beyhude üzülüyorsun. Leyla'cığım, yemin ederim ki teyzen
gayet iyi bir kadındır. Eğer sen mücrim birini arıyorsan Ahmet'i itham et.
Leyla - Bana onları müdafaa etme. İkisini de bilirim. İkisi de bir! (Hizmetçi
girer)
Onuncu Meclis
Evvelkiler, Hizmetçi
Hizmetçi - Saadet Hanım'la Ahmet Bey geldiler.
Leyla - Saadet Hanım mı?
Hikmet - Ahmet Bey de beraber!. ..
1 1 76 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Leyla - Ne cesaret, benim bulunduğum yere kadar geliyorlar! Defet


bunları . . .
Hikmet (Teskine çalışarak) Oğlun için gelmiş olacaklar, Teyzen bu
-

konuşmanın senin menfaatine olduğunu söylüyor.


Leyla - Ne büyük lütufl
Hikmet - Teyzen tedbirli bir kadındır. Mademki senın menfaatinden
bahsediyor, kabul etmelisin, görüşmelisin.
Leyla - Kabul mü? Sen zihnimi büsbütün karıştırma Hikmet!
Hikmet Ben sizi yalnız bırakırım, istediğiniz gibi görüşürsünüz.
-

Leyla - Peki, gelsin (Hikmet hizmetçiye işaret eder, hizmetçi çıkar) Zaten
iki seneden beri bunlardan birine haykırmak ihtiyacıyla boğuluyorum, belki
bugün hıncımı alır, hafiflerim.
Hikmet - (Pencereye yaklaşarak) Ahmet'i görmek ister misin?
Leyla - Hayır!
[s. 353] Hikmet - (Bakarak) Annesinden şimdi ayrıldı, yalnız kaldı. Teyzen
geliyor Sakın hırçın davranma. Ahmet hiç değişmemiş; hala genç hfila güzel.
.

Ay, buraya baktı. (Pencereden çekilir.)


Leyla Seni gördü mü?
-

Hikmet - Kumral bir baş görmüştür.


Leyla - Ne münasebetsizlik, beni zannedecek!
Hikmet - Ne olur, zannetsin. (İçeriye girerek) Teyzen neredeyse geliyor,
ben sonra senden haber alının. (Gider.)

Onbirinci Meclis
Leyla, (sonra) Saadet
Leyla - (Pencerenin önünde) Hala bakıyor. (Çekilir.)
Saadet - (Girerek) Nihayet seni görebildim kızım.
Leyla ·- Sizinle kendim konuşmak istedim.
Saadet Leyli..
-

Leyla - Birbirimizi sinirlendirmekte fayda yok, yalnız ne yapmamız lazımsa


onu konuşalım.
Saadet - Bana karşı niçin bu kadar sert davranıyorsun? Ben sana ne
yaptım?
Leyla - Daha ne yapacaksınız, benden çocuğu almak için geliyorsunuz.
Saadet - Ben Ahmet'le seni yeni bir davadan kurtarmaya geliyorum.
Leyla - Ahmet Bey'le aramızdaki dava çoktan halledilmiştir!
Saadet - İki sene ewel öyle idi, fakat bugün değişti . Artık Necip yedisini
dolduruyor. İkinci bir dava onu elinden alabilir.
[s. 354] Leyla - Size cevabını veremeyeceğim sözler söylüyorsunuz. Ailesine
hıyanet ettiğini dünya bilen bir erkekle tekrar uğraşmaya hazırım!
Saadet - Ağır kelimeler kullanıyorsun, kızım. Ahmet kabahatinde sonra
hafif hareket etti, biliyorum, ama nihayet fenalığının derecesini kendisi de anladı.
Senin dargınlığının bu kadar kat'i olacağını düşünmemişti, bilmiyor musun, o
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 77

zaman her ikiniz de ne kadar gençtiniz. O yaşta insan iradesine hakim olabilir
mi?
Leyla - Zahmet etmeyiniz. Annem de bir zaman sizin fikrinizde bulunurdu.
Ben artık bunu tekrar tetkike hacet görmüyorum. Şimdi siz beni bir dava için
celbe geliyorsunuz, müsaadenizle ben de müdafaamı hazırlayayım . . .
Saadet - Rica ederim, yine hiddetlenme, meseleyi sükutla halledelim.
Bugün oğlumun evinde çocuğa yabancı bir kadın yok. Fakat senin evinde
yabancı bir erkek var. Sen yeniden evlendin. Ahmet ise bekar. Sensiz bir ömür
sürüyor. Bunun için Necip'in yeri Salahaddin Bey'in değil, öz babasının evi
olmak lazım gelir.
Leyla - Ahmet Bey böyle mi söylüyor!
Saadet - Ben buraya sana hücum değil, seni müdafaa için geldim. Necip'in
başına yemin ederim ki, torunumun anası babası hakkında duyduğum muhabbet
beni buraya sevkediyor. Mahkemelerde gailemiz arasında yeni bir rezalete mani
olmak istiyorum!
Leyla - Benim de bu gibi şeylerden nefret ettiğime şüpheniz mi var? Beni
bu şiddete mecbur eden kim? Ben miyim?
Saadet - Seni temin ederim, Ahmet bu işe istemeye istemeye sürükleniyor.
Şüphesiz çektiği azap onda sana karşı bir kin uyandırdı, fakat bu sefer bana
babalık hakkından bahsettiği zaman sesi titriyordu. [s. 355] Evvela her şey iyi
gidiyordu, fakat Necip geçenlerde bize geldiği zaman hepsi bozuldu. Bilmem ne
oldu? Birdenbire Ahmet'e bir hiddet yürüdü. Kendi kendine bir şeyler düşündü.
Düşüncelerini benden gizledi. Gitmiş, dava vekiline müracaat etmiş, fikrini
sormuş. Onun fikirleri daima doğru çıkar. . .
Leyla - Dava vekili ne demiş?
Saadet - Artık çocuğun babasına ait olduğunu söylemiş.
Leyla - Beni korkutmak istiyorsunuz!
Saadet - Demin yemin ettim kızım.
Leyla - Yem ininizden şüphe etmem, o halde vekiliniz yanılıyor . . .
Saadet - Zannetmem. Eğer sen sükutla hareket etmezsen hemen dava
başlayacak.
Leyla - (Uzun bir tereddütten sonra) Peki, farz edelim ki anlaşmaya razı
oldum. Siz neye kanaat edeceksiniz?
Saadet - Bu köşkün kapısını çalmadan evvel oğluma itidal tavsiye ettim,
ricalarda bulundum, kar etmedi. Leyla! Sen kalbi azap içinde olan biriyle
uğraşacaksın, o eline geçirdiği vasıtayı bırakmak istemeyecek. . . Çocuk
mütesaviyen her ikinize ait.
Leyla - (Heyecanla) Bir hafta sizde, bir hafta bende. (Gözleri dolarak)
Biçare yavrum, dünyaya getirdikten sonra bir gün bile gözümün önünden
ayırmadım. Şimdi siz onu benden kaçırmak istiyorsunuz, demek artık ben onun
yanın annesi olacağım. Hayır, bu mümkün değil!
Saadet - Her şey mümkün, kızım.
1 1 78 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

Leyla - Teyze, siz oğlunuza olan muhabbetime karşı bana yaptığı


fenalıkların şahidisiniz; bari bana yeniden yapmak istediği fenalığa tekrar şahit
olarak yüzünüz kızarmasın. Necip'i benden ayırmayınız!
[s. 356] Saadet - Leyla, ben şimdi Ahmet'in tarafını iltizam ediyorum. Bunda da
haklı olduğumu sana anlattım.
Leyla - Hayır, böylece kendinizi haklı çıkarmayınız, oğlunuz bana verdiği
kederleri çocukla tazmin etmek istemişti. Vicdanınız aynı adamın beni tekrar
meyus etmesine isyan etmiyor mu? Ben bir zaman yeğenim, ondan sonra kızım
dediğiniz biriyim ki en ufak dargınlığınızı icap edecek bir harekette bulunmadım.
Ben sizin kucağınızda doğmuşum, Necip'i de sizin kucağınızda dünyaya
getirdim. Bu çocuk sizinle benim aramda son rabıtadır. Bu da giderse ailemiz
arasında hiçbir münasebet kalmayacak, bana yardım ediniz. (Ahmet'in
bulunduğu pencereyi gösterir) Onunla benim arama giriniz! ...
Saadet - (Aklına bir şey gelerek) Aranıza girmek mi? Bu kabil mi? Doğru,
bugün bir babayı arzusundan vazgeçirecek bir şey varsa o da senin meyus
sesindir . . .
Leyla - Nasıl, fikriniz ne? Bizi yüz yüze mi getim1ek istiyorsunuz?
Saadet - Oğlumun çektiği azap senin hissettiğin merhametle karşılaşınca
Necip için hayırlı olur.
Leyla - Teyze beni fena bir yola sevk ediyorsunuz!
Saadet - Anlaşmanız için ben en iyi vasıta bunu buluyorum. Konuşmaya
razı mısın?
Leyla - (Şaşkın) Ciddi mi söylüyorsunuz?
Saadet - Müsaade edersen çağırıyorum. (Leyla'ya bakmadan pencereye
gider.) Ahmet buraya gel!
Leyla - (Atılarak) Ama bu divanelik . . .
Saadet - (Pencereden bakar.) Geliyor.
(s. 357] Leyla - Geliyor mu?
Saadet - Senin burada olduğunu bildiği ıçın biraz tereddüt etti, ama
nihayet anladı . . .
Leyla - Başım dönüyor . . . (Başını örter.)
Saadet - Ahmet birkaç günden beri hiddetlidir. Belki şimdi de sana karşı
öyle davranmak isteyecek, ama o hırçın dursa da ıstırabındandır. Sen sakin ol.
(Ahmet girer.)

On İkinci Meclis
Ewelkiler, Ahmet
Saadet - Gel, oğlum, yaklaş davanızı benim halletmekliğim kabil olmadı,
karşı karşıya gelmenizi isterim!
Ahmet - Ya . . .
Saadet - Şimdi derdini söylemek sana düşüyor, sözlerin Leyla'yı müteessir
edebilir!
Leyla - Beni hiçbir şey müteessir etmez.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 79

Ahmet - (Leyla'ya) Pencereden çağınldığım ıçın sizi rahatsız etmeye


mecbur oldum. Eğer siz bana hfila günahkar bir insan nazarıyla bakmaya karar
verdinizse buna dair tek bir kelime söylemeyeceğim. Ne çektiğim ezalardan
dolayı şikayeti münasip görüyorum, ne de kendimi mazur göstermeyi!
Leyla - Ben sizi oğlumun babası sıfatıyla kabul ettim. Bana yalnız bu hakla
hitap edebilirsiniz, başka türlü değil!
Ahmet - Pekfila. . . O halde şunu söyleyeyim ki oğlum için sizin kadar
fedakarlıkta bulunmaya ben de hazmın.
[s. 358] Leyla - Ne zamandan beri? Eğer sizde bir baba kalbi olsa idi onun
bulunduğu yeri, hatta benim huzuruma bile tahammül ederek, terk etmemeniz
lazım gelirdi!
Ahmet - Doğru söylüyorsunuz. Bende henüz baba kalbi yokken bile siz iyi
bir anneydiniz. Bunun için beni mi yoksa tabiatı mı itham etmeli bilmem.
Kadınlarda çocuklarının ilk hareketlerini görür görmez annelik hissi uyanır.
Erkekler ise, ancak çocukları yetiştiği zaman baba olduğunu anlıyorlar. Bende de
böyle oldu. Mademki Necip artık kolunuzda taşınmayacak kadar büyüdü, şimdi
sıra benim. Onu hayata karşı kuvvetli bulundurmak istiyorum.
Leyla - Sizin yardımınız olmadan da ben onu terbiye edebilirim. Kendinizi
benim için ölmüş addettiğiniz zaman çocuğumu tamamıyla bana terk etmiştiniz!
Ahmet - Sözünden dönmeyen; ölüler, dul haremlerini yalnız bırakanlardır.
Benim gibi ölüler evladına üvey bir baba geldiği zaman mezarlarından tekrar
lakırdı söylerler:
Saadet - Ooo Ahmet, ileri gidiyorsun . . .
Leyla - (Hiddetle) Tekdir ağzınıza yabancı geliyor . . .
Saadet - (Leyla'ya) Bari sen sus . . .
Leyla - Tekrar evlenmekle ne yaptım? Bana bu hususta örnek olan siz değil
misiniz? Hem burada olmayan birisinden bahsetmemeniz terbiyenize daha
muvafık düşer!
Ahmet - (Devamla) Ben bugün o kadar sevdiğim çocuktan mahrumiyete
yine katlanırdım, yalnız bunun için sizin daha yüksek bir seciye ile bana tefevvuk
etmeniz lazım gelirdi. Önünüzde daima diz çökmeye, alnımı eğmeye razı
olurdum, o şartla ki sizi [s. 359] karşımda müthiş bir kin, nihayetsiz nefretle
dikilmiş görmeliydim, yoksa bugün olduğu gibi bir başkasının kansı olarak değil!
Saadet - Neler söylüyorsun Ahmet?
Leyla - (Saadet Hanım'a) Oğlunuz çıldırmış . . .
Saadet - Leyla . . .
Leyla - (Ahmet'e) Bu şiddetiniz neden? Bana kininiz mi var?
Ahmet - Hayır.
Leyla - Yalan söylüyorsunuz. Çocuğu isteseniz bile bana bir azap olsun
diye . . .
Ahmet - Ben sizden çocuğu istemiyorum, bütün nefretim ikinci zevcinize!
Leyla - (Gözleri şimşek çakarak) Ya!
1 1 80 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Ahmet - Ben oğlumun hareketlerinde o adamın en ufak bir tesirini bile


görmek istemem, her terbiyenin kabulüne müsait bulunan bir çocuğu yabancı
ellere kat'iyen terk edemem.
Leyla - Bu sözler hiç bir hakikate istinat etmiyor!
Ahmet - (İzah ile) Evinizde olan biteni öğrenmeye asla kalkmadım. Ne
zaman çocuğum buna dair bir bahis açtıysa hemen kapadım. Evvelki gün
Necip'in bir sözü istemeden zihnimi karıştırdı; çocuğu istintak etmeye mecbur
oldum, işte ondan sonra Necip'i sizden almaya karar verdim. Anladınız mı?
Saadet - (Leyla'ya) Gizli bir düşüncesi var diye söylemiştim ya, kızım, işte
bu olacak. . .
Leyla - Ne demek istiyorsunuz?
Ahmet - Necip henüz sekizine basıyor, ona budalanın biri on yaşındaki
çocukların Bahriye Mektebine kabul olunduğunu söylemiş. Necip şimdiden
imtihana hazırlanıyor!
[s. 360] Leyla - Bahriyeye mi? Necip? Bu zayıf vücuduyla?
Saadet - Zavallı çocuk!
Ahmet - Emin olunuz ki ben bu sözden hatta sizin kadar bile telaşa
düşmedim! Necip'in zihninden bu arzuyu derhal sileceğimi zannediyordum.
Birçok sualler sordum. Bana bu küçük çocuk daha nelerden bahsetti, biliyor
musunuz?!... Denizlerde sefer, dağlarda seyahat, serseriyane bir ömür, sonra
muharebelerden, kavgalardan, dövüşmelerden . . . Acaba üvey babası oğlumu
cehenneme mi göndermek istiyor?
Leyla - (Bir müddet) Evet bu nasihatler hoş değil. Fakat oğlunuzun iyiliğini
isteyenlerden başka kimselerle görüşmediğine emin olunuz. Demin sizin
söylediğiniz his bana da gelmişti. Bu noktada siz benden daha uyanık
davrandınız, bundan dolayı Necip'in üzerindeki hakkınızı teslim ediyorum . . .
Şimdi şartlan konuşalım.
Ahmet - (Sükunla) Bu güzel cevabınızla benim azmimi kırdınız. Mademki
hakkımdan bahsediyorsunuz, o halde beni dinleyiniz. Şartlarımda sizi incitecek
en küçük bir şey bile yoktur. Şimdi ağustostayız. Sizin Kadıköyü çok sıcak
oluyor. Necip bize gelirse hem serin, hem de daha eğlenecek bir yer bulmuş olur.
Biraz tebdil-i havadan sonra çocuğu tekrar size göndeririz, olmaz mı?
Leyla - Olur, zaten köşkünüz hemen şurada . . . Hikmet de her gün
kendisini görmeye gelir, (Kalkar) Necip'e bu haberi kendim vereyim, müsaade
ederseniz burada misafir kaldığımız bir iki gün yanımızdan ayrılmasın. Kendimi
yavaş yavaş ayrılmaya alıştırayım . . .
Saadet - Benimle babasının yanında, merak edecek ne var?
Leyla - Ne bileyim? Şimdiye kadar yanımdan ayırmadığım için onu
büsbütün kaybedeceğim sanıyorum. (Ağlar.)
Ahmet - Merak etmeyiniz, onu size daha merbut olarak iade edeceğim,
onun kalbinde sizin yerinize geçmeye kat'iyen çalışmayacağım, başını ellerimin
arasına aldığım zaman bana değil size benzeyen taraflarını arayacağım. Çenesi,
yanak.lan, cildindeki yumuşaklık gözbebeklerinin daima değişen renkleri sonra
saç büklümlerindeki İncelik, dudaklarının yanındaki çukurlar . . .
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 181

Leyla - Lütfediniz . . . (Sükut işareti yapar.)


Ahmet - Maksadım onun siması ne kadar çok size benziyorsa terbiyesinin
de o kadar benzemesine dikkat edeceğimi söylemektir. Bakınız, haftada bir iki
saat bana geldiği zamanlar onun daima ilk söz söylemeye başladığı esnadaki
arzularınızı hatırladım. Bu düşünce ile Necip'in manzumeler ezberlemesine,
küçük besteler ogrenmesine çalıştım. Siz ihtimal ki o arzularınızı
unutmuşsunuzdur. Bir zaman benimle beraberken siz hazin parçalar çalardınız.
Yavrum beşiğinden doğrulur kalkardı. Kemanın sesi Necip'i o kadar hayran
eder, gözleri öyle müphem bir surette parlardı ki siz bile onu bir sanatkar
yapmaya karar verirdiniz . . . Hatırınızda mı?
Leyla - (İçini çeker) Hepsi gözümün önünde . . .
Ahmet - (Kalkarak) Necip'i tekrar eski odasında, eski yatağında yatıracağız.
İki gün sonra bize yollarsınız; değil mi?
Leyla - İsterseniz şimdi alınız, götürünüz. (Gitmek ister)
Saadet - Allah seni mesut etsin, Leyla.
[s. 3 6 1 ] Ahmet - (Leyla'yı tevkif ile) Bir dakika durunuz, Leyla Hanım,
çocuğunuzu vermekle bu dakikada bana karşı bir kin, bir nedamet duyup
duymadığınızı söyler misiniz? . . .
Leyla - Necip'i size terk etmeğe razı olduğumdan dolayı bahtiyarım,
hakkınızdaki fikrimi değiştirerek sizden ayrılıyorum. Siz çocuğumun öz
babasısınız.
Ahmet - (Gözleri dolu) İki seneden beri hiçbir söz bana bu kadar tatlı tesir
etmemişti . . .
Saadet - (Gözlerini siler) Ah yavrularım!
Leyla - (Teessürünü yenmeye çalışarak) Allaha ısmarladık. (Çıkar.)
[s. 362] İşte şu bir perde bize Faruk Nafız'in dilindeki dolayısıyla da bugünkü
dildeki sadeliği gösteriyor. Bir tatbik dahi olsa seciyesi itibarıyla dilin ne kadar
ilerlemiş olduğuna bir şahittir. Vaktiyle Ahmet Vefik Paşa'nın tercüme ve tatbik
ettiği piyeslerle Meşrutiyet'ten sonra tatbik olunan piyeslerin aralarında yaşayan
dikkat çekecek derecede geniş ve mühim bir fark görünür. Yarım asır içinde
dilde ve zihniyette (conception) pek büyük bir tekamül hasıl olmuştur, bu da
zamanın bir zaruretidir.
Faruk son zamanlarda Canavar adlı manzum bir piyes daha yazmıştır. Bu
piyeste Faruk'un muvaffakiyete doğru gittiği görülmektedir. Şu küçük parça o
temaşasından küçük bir numunedir:

"Mümkün değil, cennete etsem bile seyahat


Sızlayan gönlüm gözüm göremez yine rahat.
Göğsümde saplı duran bu çelikten hançeri
Tutup fırlatamadım iki seneden beri.
O kadar derindir ki bağrımdaki bu acı
Geliyor ta içimden haykırmak ihtiyacı,
[s. 363] Biliyorum, bu kadar hasret bana yaraşmaz,
Fakat bir sel gelince hangi çay böyle taşmaz;
1 182 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN

Hangi setler yıkılmaz, hangi değirmen kalır?


Elbet benim kalbim de bu tufandan bunalır!
Anlıyorum, geçince bu ümitsiz zamanlar,
Daha korkunç olurmuş içlerinden yananlar,
Sevdikçe insanlığın benden uzaklaşıyor,
Bağrımda başka huylu iki hayvan yaşıyor;
Bazı gönlüm oluyor bir yaprak kadar ince,
Titriyor uzaklardan bir bülbül seslenince:
Bazı kızıl bir fikir beni düşündürüyor,
Gözlerim her tarafı kıpkırmızı görüyor. "263

263 8 Kasım l 973'te vefat eden Faruk Nafiz Çamlıbel'in bütün eserleri şöyledir:
Şiir: Şarkın Sultani.an ( 1 9 1 8), Din/,e Neyden ( 1 9 1 9), Gönülıien Gönül,e ( 1 9 1 9), Çoban Çeşmesi (1 926),
Suda HalJr.al.ar ( 1 929), Bir ömür Böyl,e Geçti (1932); Eliml,e Seçtilcllrim (1 935), Boğaziçi Şarkısı (Sadettin
Kaynak ile, 1 936); Akar Su ( 1936), Tatlı Sert (1 938), Alancı Türküllri ( 1 940), Heyecan ve Sükun (1 959),
,(indan Duvar/an ( 1 967), Han Duvar/an ( 1 969).
Oyun: Canavar (1926), Akın ( 1 932), Özyurt ( 1 932), Kahraman (1933), Ateş (1 939); Yayla Kartalı
( 1 945).
Okul Piyesleri: Numara/,ar ( 1 928), Yangın ( 1 93 1), Bir Demetl,e Be; Çiçek (1 933), Yangın (piyesler,
1933), Canavar ( 1 944).
Roman: Yıldız Yağmuru (1936).
İnceleme: Tevjilc FikreL· Hayatı ve Eserleri (1 937).
MÜTAREKE'DEN SONRA EDEBİYAT

İçtimai Hayata Bir Nazar - İktisadi Esaret - İçtimai Sefalet - Bütün


Faaliyet Kuvvederi Mefluç - Memleketl İstila Eden Emperyalist
Avrupa'mn Tazyik ve Tahdit Siyaseti - Anadolu'nun Perişanlığa - Islahat
Teşebbüsleri - Kuva-yı Milliye - Avrupa'mn Entrikası - Yunan'ın İzmir'e
Hücumu - Müdifaa-yı Milliye ve İstikliil Harekederi - Anadolu ve
İstanbul - Fikirlerde İkilik - Halife ile Halk - Milli Zafer - Halife'nin Firan
- Dini Cereyanın Ölümü - Maarifüı Hili - Matbuaan Vaziyetl - Edebiyat
Kendine Yol ve Rehber Bulannyor - Mefkôre İhtlyaa. - Edebiyatın
Yannki Vaziyeti Ne Olabilir?

Mütareke, Umumi Haıp'ten kırık, harap, ümitsiz çıkan memlekete muhtaç


olduğu sükun ve huzuru değil, belki hiç ummadığı, hiç hayalinden geçirmediği
ye's ve füturu getirmişti. Uzun seneler süren o fecaatli haıp yıllan halkın bütün
hayati kuvvetlerini boş, faydasız yerlere israf ede ede yıpratmış, didiklemiş,
yitirmişti. Muvakkat bir zaman için Türkler eline geçen fırsatlar, iktisadi, içtimai
ve ticari hayata bir inkişaf vermiş gibi görünmüş, tecrübesiz ve bilgisiz halkın
gözlerini kamaştırmış, bir an için iktisadi hürriyete kavuştukları zehabını
vermişti. Hakikatte o ticaret bir oyun, o kar bir ihtikar, o iktisadi hürriyet bir
iktisadi iflastan başka bir şey değildi. Çünkü beş on para kazananlar memleketin
servetine, istihsal ve istihlakine yardım etmek şöyle dursun, belki onların
menbalannı kurutacak bir sefahat-i zelilaneye kapılmı şlar; kumar, eğlence,
rezalet başgöstermişti. Bir taraftan asker hudutları muhafaza için canla başla
didişerek, ateş karşısında nefsini feda ederek uğraşırken bir taraftan zengin
tabaka ve iktisadiyatı ellerine alan beceriksiz, görgüsüz, bilgisiz, sefih tabaka en
müstekreh, en kirli vasıtalarla zevk ve cünun içinde zaman geçiriyor, ahlaki zaaf
memleketi için için, derin derin kemiriyordu. Memleket binası içinden harap
olmaya, içinden yıkılmaya [s. 365] başlamıştı. Vahameti gören, akıb eti ve fecaati
hissedenler kan ağlıyorlardı. Herkes Türkiye yıkılıyor diyordu. İşte böyle bir
vaziyet esnasında Mütareke bir zaruret, belki de son necat çaresi olarak kabul
ediliyordu. Fakat öyle olmamıştı. Senelerden beri elde etmek istedikleri parlak ve
ihtiraslı neticelere ermelerine hakiki bir engel olan Türkiye'den her ne vesile ile
olursa olsun intikam almaya karar vermiş olan muhteris ve emperyalist Avrupa,
Mütareke yoluyla Boğazlardan zırhhlanyla girip İstanbul'u ele geçirdikten sonra
olanca gayz ve gılzeti ile memleketi tazyike, halkı tehdide başlamıştı. Bir terhip
1 1 84 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

(terreur) idaresi teşkil etmişlerdi. En manasız, en küçük vesilelerle idamlar,


işkenceler halkı müteneffir ve meyus bir haşyete atmıştı. Beş on para kazanmış
olanlar da ellerindeki paralan bu Avrupalı muhtekirlerin cebr ile memlekete
soktuklan çürük ve murdar yiyeceklere vererek iflasa doğru gitmişlerdi. Dahili
ticaret durmuştu. Mal getirmiş olanlar mallannı pula değiştiremiyorlar,
vereceklerini veremiyorlar; m ahkemeler dava ile doluyor, ev, dükkan, bağ, bahçe
elde ne varsa satılarak borca veriliyor, hayat-ı ictimaiye günden güne zaaf ve
izmihlale doğru sürüklenip gidiyordu. Bütün iktisadiyat, bütün servet menbalan
Avrupalılar, bilhassa İngilizler elinde kalmıştı. İngiliz nefer ve zabitlerinin
İstanbul' da oynadıklan rol pek menhus ve fesatkar idi .

Buna mukabil Anadolu da feci bir halde idi. Bütün hayati kuvvetlerini
harbe dökmüş; genç, ihtiyar bütün unsurlannı askere vermiş, tohumluk buğday
ve arpalan na vanncaya kadar bütün mahsullerini, araba ve hayvanlannı orduya
hasretmiş olan Anadolu kansız ve cansız kalmıştı. Tarlalar bomboş, evler yıkık,
harap, çocuklar ve kadınlar açlı k ve sefaletten ank ve hastalıklı birer gölge
halinde sürüklenmekte idi. Bütün memleketin iktisadi hayatı temelinden sarsılmış
Anadolu'nun da iktisadiyatı yıkılmıştı. Bu gidiş adım adım ölüme
sürüklenmekten başka bir şey değildi.
[s. 366] Bir taraftan Avrupa işgal kuvvetlerinin her türlü tazyik ve tehditleri,
her türlü tahkir ve tezlilleri altında memleketin istiklal ve haysiyetini korumaya
çalışan, bir taraftan da Anadolu'nun bu akim ve sakim hayatını diriltmeye,
canlandı rm aya, yaşatmaya çareler düşünen ve arayan hükümet acı bir hayret
içinde kalmıştı .
İstanbul'un kendini idare edecek varidatı yoktu. Başta bir korkuluktan
başka bir kıymet ve haysiyeti kalmayan, halkın başında müsrif ve sefih bir bel a-yı
meş'um olan saraydan, işsiz güçsüz sultanlarla şehzadelerden, süslü, tantanalı
saray ve kon akl an nı yalnız yüksek rütbeli memuriyetlerinden aldıkları yüksek
maaşlarla idareyi düşünen vezirlerden, paşalardan, dini, ilmi, askeri, mülki
bütün meslekleri temsil eden memurlara vanncaya kadar bütün sınıflar halkı
yiyeceği ekmeği, o can çekişen, fukaralıktan ölen biçare, ank, hasta Anadolu' dan
bekliyordu. Halbuki Anadolu kendi yiyeceği ekmeğin ununu bile istihsalden aciz
bir mevkide idi. Hem memur maaşı vermek hem İstanbul'un gün günden artan
nüfusunu besleyecek ekmeği yetiştirmek zaruretleri karşısında kalan hükümet bu
iktisadi perişanlığa karşı koyacak bir tek çare bulabiliyordu. Memleketin bütün
istiklalini zincirleyen, kıran, öldüren bu çare istikrazdan başka bir şey değildi .
Evet, Türkiye bu zalim, bu muhteris, bu muhtekir Avrupa sermayedarlanndan
karzen para istiyordu.

Bu fırsatı ganimet bilen o intikam-cu emperyalistler de Türkiye'yi bütün


bütün ezmek için en ağır, en zelil, en menhus ve öldürücü şartlara koşuyorlardı.
Zaruret karşısında boyun eğıneye muztar kalan hükümet yine çok zaman
mahrumiyet ve mahcubiyetten başka bir şey elde edemiyordu. Bunun için son
bir çare düşünüldü: Anadolu iktisadiyatının ıslahı. Türkiye kendi yağıyla
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 85

kavrulmaya karar vermişti. Masrafını kısacak, iradını mümkün olduğu kadar


tensik ve tanzim ederek sulhün akdine kadar yaşamaya ve direnmeye çalışacaktı.
Anadolu'yu teftiş ve ıslaha memur edilen [s. 367] Mustafa Kemal büyük bir
salahiyetle gönderilmişti. Fakat bu ıslahat için para lazımdı. Bunu da İstanbul
tedarik etmeli idi. İmkansızlık, yapılacak ıslahat için de para tedarikine maniydi.
Bu felaketler karşısında Anadolu'da bir topluluk oldu. Bir meclis kuruldu, çareler
düşünüldü. Bu yeni vaziyeti de emperyalist işgalciler hiç de iyi görmemeye
başladılar. İş çıkarmak için Yunanistan'ı Türkiye'nin başına musallat ettiler.
Yunanlılar İzmir valisini ve hükümet memurlarını hapis ile İzmir'i işgale
başladılar. Protestolar fayda vermedi. Bu nevmidi ile memleketi ve istiklali
müdafaa gayesi ile Anadolu'da Kuva-yı Milliye teşkil olundu. Ve İstanbul
hükümetinin korkak emirlerini dinlemeyerek mukavemete koyuldu. Bu hareket
halk tarafından alkışlanmakta, fakat saltanatın hoşuna gitmemekte idi. Bu itibar
ile de efkar-ı umumiyede bir "ikilik" meydana geldi. Anadolu kıyamını, hilafet ve
saltanat hukukuna karşı bir nevi isyan gibi gösterdiler. Zıddiyet arttı. Hatta bu
kıyamı Yunanlılarla birleşerek bastırmak gibi garip bir çareye bile başvuruldu.
Fakat teşebbüs hezimetle neticelendi. Anadolu, Çar Rusyası'na karşı ihtilal ile
Şuralar Rusyası'nı kuran Kızıl Rusya'dan yardım görerek Avrupa
emperyalistlerinin boğucu siyaset ve hilelerine karşı koydular. Hatta sultanın
Avrupa ile imzalamaya razı olduğu sulh mukavelesini, İstanbul Hükümeti'ni de
tanımadılar. Kendilerine karşı muhasım bir vaziyet alan İngilizleri de
teşebbüslerinde mağlup ve münhezim edecek bir celadet gösterdiler. İstanbul'un
vaziyeti bütün bütün güçleşmiş ve manasızlaşmıştı. İşgal kuvvetlerinin matbuatı
sıkı ve ezici bir sansüre tabi tutmalarına rağmen Anadolu hareketini takdir ve
tasvip eden gazeteler çıkıyor, halk kalben Anadolu ile beraber olduğunu
göstermek için her gün akın akın Anadolu'ya kaçıyordu. Fakat İstanbul'un
vaziyeti de fenalaşıyor, parasızlık bütün sınıfları açlıkla tehdit ediyordu. Nihayet
Sakarya Zaferi, Anadolu'ya bütün bütün hak kazandırmış ve müteakiben
Yunanlıların zelilane bir surette İzmir'den denize dökülmeleri İstanbul
hilafetçilerini, sultancılannı da teslim-i silaha muztar bırakmıştı. Esasen [s. 368]
Anadolu, İstanbul Hükümeti'ni de Halife'yi de tanımak istemiyordu. Nihayet
Halife'nin İngiliz zırhlısıyla firarı bu kara kuvveti kendi eliyle yıkmıştı. O zamana
kadar dini ellerinde kuvvetli bir silah olarak kullanmak isteyenler o silahla intihar
etmiş bulunuyorlardı, milli cereyan olanca kudret ve satvetiyle muzaffer
oluyordu. Avrupalılardan görülen tazyik artık medeniyet sözünü de yaldızlı bir
yalan haline getirmişti. Kimse ona inanmak istemiyordu. İtalyan ve Fransızların
İngilizlerden ayn olarak Anadolu ile sulha yaklaşmaları kendi haklarında biraz
itimat uyandırmakta, fakat İngilizlere karşı husumet her dakika biraz daha
artmakta idi.
Mütareke zamanında kapanmış olan birçok mektepler memleketin terbiye
ve irfanına pek büyük bir darbe vurmuştu. Birçok ilmi müesseselerin,
Darülfünun'lann, Tıbbiye'lerin İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş
olmaları, derslerin muntazaman devamına mani olmakta idi. Anadolu
ı 1 86 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN

kuwetlerinin İstanbul'a hakim olmalarıyla vücuda gelen milli bayramda


mektepler de canlanmak hareketi gösteriyorlardı. Sansür tarafından boğulan
ilmi, fenni, edebi faaliyet Anadolu hareketine karşı yazan muharrir, edip ve
şairlerden başkalarına söz hakkı vermeyen matbuat, hürriyetini elde ediyordu.
Artık bütün mecmua ve gazeteler Anadolu'yu alkışlıyor, bütün zaferler, bütün
kahramanlıklar için destanlar, koşmalar, kasideler, methiyeler yazılıyor; kaçan
halifenin arkasından teşennüler, tel'inler, hicivler yağdırılıyordu.

O zamana kadar yolsuz, rehbersiz, ışıksız ve bilhassa mefkuresiz (idea� kalan


edebiyat şimdi kendine bir çığır çizmeye, bir nur, bir yol, bir mefkilre aramaya
çalışıyordu. Şahsi birtakım mizah ve hicivlerden ibaret olan mizah gazeteleri
gayelerini değiştiriyor, edebi makaleler daha ziyade içtimai yaralan göstermeye,
çekilen zindan azaplarını sayıp dökmeye Anadolu'yu o kurtarıcı, o yaşatıcı
kuweti takdir etmeye başlıyordu .

Harb-i Umumi'nin başlangıcından beri yekdiğeri ile çarpışan asrilik,


dincilik ve Türkçülük cereyanlarından iki ewelkisi hemen hemen ölmüş [s. 369]
gibiydi. Şimdi yaşayan ve yaşamak istidadı gösteren sadece Türkçülük ve
halkçılık idi. Anadolu'da "Halk Fırkası" teşekkül ediyor, İstanbul'da halk dili,
halk duygusu kuwetleniyor, edebiyata rehber olacak güneş doğmaya başlıyordu.
İ simleri yukanda geçen gençlerle beraber kadın, erkek birçok yeni edip ve
şairlerin de harbe dair, geçen kara günlere dair, zafere dair, yaşanılan şerefli
dakikalara dair yazılan matbuatı dolduruyor, sultanı, sarayı ve Babıali'yi tutan
gazeteler kapanıyor, yerine yenileri çıkıyor, hilafet, saltanat taraftan muharrirler
memleketten uzaklaşıyorlardı. Filhakika yazılar samimi ve mülhem (inspi,rl) bir
edebiyatın bütün canlılığını, bütün heyecanını, bütün ateş ve hicranını temsil
edebilecek mahiyette değildi. Çünkü yazanlar o hayatı yaşamış değillerdi. Daha
ziyade hayali ve tasviri eserler yaratılıyordu. Nihayet Halife'nin İstanbul'dan
çıkarılması, memlekette dinin tesirini bütün bütün azaltmıştı. Gerçi bundan
müteessir olan bir zümre yok değildi. Onların terbiye ve tahsillerini dini birer
müessese olan medreselerde alan, hakikatte dine merbutiyetlerinden değil belki
dini bir vesile-i hayat, bir menba-ı iktisat addettiklerinden onun ölümünü kendi
ölümleri bilen bu zümrenin bu hususta mübarezeden geri durmayacağı da
kestirilebilir. Fakat bunlar bugün gördükleri şiddete karşı boyun eğmeye mecbur
olmuşlardır.

Meşrutiyet'in ilk zamanlarında "Şeriat isteriz" davasıyla memleketi kana


boyadıkları gibi yine bir fırsat arayacaklannda şüphe edilemez. Kendi fikirlerini
güden bazı gazete ve mecmualar da yok değildir. Fakat yarının edebiyatı
üzerinde bu cereyanın artık hiçbir tesiri kalmamıştır denilebilir.

Asrilik cereyanına gelince, memleketin refah ve sükuna nail olduktan sonra


Avrupa medeniyetine bir alaka göstereceği, o sahada çalışarak halka yaşadığı
asnn ihtiyacatıyla mütenasip bir terbiye, bir ilim, bir iktisat kudreti vermek
isteyeceği de tabiidir. Şu halde yarının edebiyatı üzerinde böyle bir cereyanın
tesiri görülmesi de tabiidir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 87

[s. 370] Fakat bugünün hayatına ve bilhassa istiklal ve hakimiyetini kendi


eline alan Türklüğün Avrupa emperyalistlerine karşı bu istiklalini kıskanacağı
halifelerin, sultanların entrikalarına karşı uyumak istemeyeceği de clşikar olduğu
için gerek terbiye ve talim hususlarında, gerek fikirleri besleyecek olan edebiyatta
bu noktayı hakiki bir mefkure ittihaz edeceği pek aydın görülmektedir.

Yarının edebiyatında en kuvvetli seciye, öyle görülüyor ki Türklük ve


halkçılık olacaktır . . .
İNDEKS

A Agfilı Efendi, 1 93-1 95


Abbas Paşa, 46 Ağa Yokuşu, 561 , 592
Abdullah Bosnavi, 579 Ahkim-ı Adliye Evrik Odası
Abdullah Çavuş, 2 lO Huleffisından Agah, 8 1
Abdullah Paşa, 1 2 1 Ahmed Ağa, 343, 347-349, 591
Abdullah Uçman, 669, 683, 7 1 9, 854 Ahmed Es'ad, 200
Abdullah Zühdü, 53 1 Ahmed İhsan Matbaası, 858
Abdurrahman Hasan, 322 Ahmed Rasim, 5 5 1 - 556, 558, 562, 1 1 34
Abdurrahman Paşa, 1 35, 1 4 1 Ahmed Ratib Paşa, 183
Abdurrahman Şeref Bey, 56 1 , 6 1 1 , 6 1 2, Ahmed Rıza, 252, 40 1
614 Ahmed Samim, 9 1 6
Abdülaziz, 201 Ahmed Şuayb, 620
Abdülbaki Bey, 3 2 1 Ahmed Vefik, 2 1 9-222, 224
Abdülhak Molla, 297, 298 Ahmed Vefik Paşa, 2 19, 220
Abdülhalim, 205, 206, 322, 339, 572, Ahmetli, 93
78 1 , 8 1 9, 822, 1 043, 1 044 Ahmet Sevgi, 986
Abdülhalim Memduh, 205, 206, 339, Ahrı'i.r, 809
572, 8 1 9, 822, 1 043, 1 044 Ahterf, 222
Abdülhamid, 20 1 , 207 Akbaba, 1 1 4 1 , 1 1 57
Abdülhamid Ziyaeddin Paşa, 158 Akif, 2 1 6
Abdülhamid-i Evvel, 9 Aksaray, 1 40, 56 1 , 592, 89 1
Abdülkadir Bey, 907 Akşam, 1 52, 1 79, 279, 290, 358, 395, 558,
Abdülkerim Sabit, 1044 647, 774, 775, 8 1 2, 823, 903, 9 1 8,
Abdüllatif Paşa, 1 84 925, 926, 936, 937, 960, 980, 981 ,
Abdülmecid, 201 1 0 1 2, 1 1 1 9, 1 1 24, 1 1 7 1
Abetard, 381 Akşam Matbaası, 395
Abidin Paşa, 1 54 Alacahisar, 93, 94
Achlille, 380 Albani, 302
Adana, 1 34, 1 58, 1 59, 1 035 Albert Camus, 1 1 1 9
Adelsberg, 994 Albert Samaine, 1 1 23
Adem, 1 4, 37, 1 1 1 , 1 74, 1 84, 2 15, 236, Almular, 4, 922
388, 488, 648, 746 Alfred de Musset, 266, 455, 526, 563,
Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsi 564, 689
Cemiyeti, 586 Ali, 1 85, 1 90, 206-208
Adil Giray, 2 1 0 Ali Akyıldız, 4 1 8
Adliye Kütüphanesi, 1 008 Ali Emiri Efendi, 207, 933
Adliye Nezareti, 562 Ali Ferruh, 358, 572
Afgan, 223 Ali Karni, 575, 603, 6 1 7
AfifBey, 99 Ali Kemal, 206, 279, 473, 754, 8 19, 843,
Afrika, 407, 426 955
l l90 İNDEKS

Ali Nusret, 7 1 8 Amavutköyü, 667


Ali Paşa, 62, 63, 1 55- 157, 1 90- 1 92, Amavutluk, 87, 964
1 95- 1 99, 707 Ar.whfilci Ali Efendi, 1 56, 1 9 1
Ali Ruhi, 252, 495-497 AsafMehmed Paşa, 1 83
Ali Saib, 40 1 Asar-ı Eslaf Kütüphanesi, 425
Ali Suavi, 56, 1 56, 1 90, 929, 1 097 Asar-ı Müfide Kütüphanesi, 99, 322, 370
Ali Şefkati, 250, 436-438 Asar-ı Nefise, 369
Ali Şükrü Çoruk, 976 Ashab, 2 1 5
Ali Utku, 683, 1076 Asım Bey, 1 84, 842, 1 007
Ali ve Fuad Paşalar, 1 89 Asır, 205, 206, 404, 4 1 6, 572, 78 1 , 782,
Alliance Israelite, 1 1 55 822, 903, 989
Almanya, 63, 1 22, 32 1 , 380, 38 1 , 529, Asır Kütüphanesi, 205, 206, 572, 7 8 1 ,
530, 56 1 , 577, 586, 668 782, 822
Alun Oluk, 1 52 Asır Kütüphanesi Külliyatı, 781
Aluncı Mehmed Vahid('ddin, 575 Askeri Rüşdiyesi, 258, 1 043, 1059
Amasya, 1 58, 1 69, 1 74, 1 059 Asya, 21 1, 963, 1092
Am('rika, 259, 302, 380, 464, 669, 682, Aşık Garip, 15 1
744, 806 Aşık Kerem, 1 50, 969
Amid, 83 ı , 933, 956 Aşık Ömer, 1 50, 1 5 1 , 1 64, 1 66
Anadolu, 1 7, 18, 30, 35, 8 1 , 93, 149, 1 50, Atatürk, 9 1 2, 929
223, 524, 57 1 , 584, 627, 656, 663, Atina, 1 58, 1 1 02
670, 677, 789, 798, 903, 908, 9 1 5,
Attila, 1 06 1
9 1 7 , 9 1 8, 92 1 , 928, 96 1 , 967, 984,
995, 1030, 1 046, 1 047, 1 05 1 , 1 080, Auguste dejaba, 688
1 1 02, 1 1 1 1 , 1 1 19, 1 1 24, 1 1 25, 1 1 28, Aurore Dupiu, 1 029
1 1 4 1 , 1 1 55, 1 1 83- 1 186 Auteuil, 3 1 8
Anadoluhisan, 290 Avratpazan, 1 2
Anapa, 421 Avrupa, 3 , 34, 35, 45, 5 1 , 52, 54-56, 60,
Andon, 436 6 1 , 63, 65, 83, 88, 1 04, 1 10, 1 42,
Anfiyeri, 381 1 54- 1 58, 1 60, 1 9 1 , 1 9� 1 9� 1 99, 2 1 9,
249, 250, 252, 253, 258, 259, 288,
Anibal, 974
304, 3 1 0, 339, 344, 359, 363, 3 7 1 ,
Ankara, 1 9, 64, 407, 683, 750, 800, 828,
38 1 , 400-402, 4 1 2, 4 1 3, 4 1 5, 4 1 6, 424,
854, 876, 9 1 2, 9 1 5, 922, 1 0 1 5, 1055,
427, 435-438, 462, 470, 572, 573, 577,
1 066, 1 076
584-588, 643, 648, 660, 669, 689, 692,
Antuan ve Ckopatra, 907 695, 698, 7 1 2, 7 1 4, 7 1 9, 726, 740,
Anvers, 933 744, 747, 767, 769, 784, 7 9 1 , 795,
Apollon, 1 1 1 1 796, 809, 84 1 , 859, 860, 874, 880-882,
Arab, 2 2 1 884, 890, 900, 9 1 1 , 9 1 5, 928, 941 ,
942, 953, 963, 974, 975, 990, 1 009,
Arab Camii, 1022
1 0 1 3, 1 029, 1035, 1 036, 1 045, 1 060,
Arabistan, 967 1 062, 1073, 1 08 1 , 1 092, 1 1 02, 1 1 62,
Aralat, 504 1 1 68, 1 1 83- 1 1 8 7
Arapkir, 579 Avrupa Sulh Konferansı, 859
Aristatalis, 230-232, 236 Avusturya, 298, 299, 586, 882, 962
Aristo, 374 Ayasofya Rüşdiyesi, 897
Ariza-i Cevabiye Encümeni, 277, 278 Ayaspaşa, 561
İNDEKS 1 191

Ayaş Müftüsü Hasan Efendi, 4 1 1 Bedr, 2 1 5


Aydede, 1 14 1 Behzad, 1 7 1
Aydın, 857, 1055, 1 065 Bekir Paşazade, 441 , 443
Ayıntab, 29 Bekri Mustafa, 1 40
Azerbaycan, 35 Bektaşi Tekkesi, 2 19, 405, 406
Aziz Efendi, 20 l Belgrad Kalesi, 1 90
B Belkıs Altuniş Gürsoy, 802
Baha Tahir, 584, 6 1 0 Berk, 1 1 3, 1 14, 334, 377, 525, 7 1 7
Babaeski, 653 Bertin, 1 22, 3 19-3 2 1 , 325, 4 1 2, 4 15, 806,
Bah-ı Meşihat, l 080 1111
Babıfili, 98, 1 22, 1 5 1 , 152, 1 56, 167, 1 88, Beşiktaş, 523, 1022, 1043
205, 276, 59 1 , 6 1 2, 694 Beşiktaşlı Kamil Bey, 1 7 7
Bahıfili Caddesi, 205 Beşinci Sultan Mehmed, 694
Babil, 476, 680, 1 05 1 Beşir Ayvazoğlu, 938
Bac Sokağı, 298 Beşir Fuad, 562
Badgaskabin, 789 Beykoz, 428, 1087
Bağdat, 206 Beylerbeyi, 629, 1 155
Bahariye Mevlevihanesi, 443 Beyoğlu, 63, 322, 368, 561, 566, 78 1 ,
Bahçe, 922, 989, 990 807, 843, 1 09 1
Bahçesaray, 883 Beyrut, 348, 349, 350, 843, 9 1 7 , 1030,
1 035
Bahr-ı Ahmer, 348
Bilfil Kemikli, 1 9
Bahr-ı Hazer, 2 1 1
Bilecik, 9 1 6
Bahr-ı Lut, 48 1
Bilgi,, 876
Bahr-ı Muhit-i Hindi, 348
Bi!gi,ç Kadınlar, 224
Bahriye Mektebi, 765, 1 180
Bin Bir Gece Masallan, 1 1 30
Bahriye Nezareti, 1 043
Birol Emil, 7 1 9
Baki, 24, 25, 82, 1 1 5, 204, 2 6 1 , 328, 382,
7 1 1 , 727, 847, 1092 Boğaziçi, 1 7 , 8 1 , 149, 162, 2 1 9, 220, 257,
297, 369, 404, 428, 539, 54 1 , 542,
Balıkesir, 889, 1 1 1 9
57 1 , 6 1 3, 629, 636, 667, 805, 893,
Balkan Harbi, 277, 882, 885, 897, 990,
909, 1 007, 1 0 19, l 1 2 1 , 1 14 1 , 1 1 55,
1009 1 1 82
Banaluka, 94
Boğdan, 62
Bandırma, 989
Bolayır, 204, 206, 207, 208, 854
Barika-i Zafer, 2 1 3 Bombay, 342, 347-349, 35 1 , 363, 369,
Baruthane Yokuşu, 1 1 33 373, 39 1 , 394, 395, 8 1 9, 826
Basiret, 3 1 1 , 424 Bosna-Hersek, 586
Basra Körfezi, 47 7 Bostan-ı Ali Mahallesi, 59 1
Bastille, l 092 Bozdoğan, 288, 324, 338
Bayezid-i Sani, 526 Bozok, 29
Baykara, 1 26 Breg, 994
Baytar Mektebi, l 060 Brüksel, 365, 368, 370
Bebek, 297, 298, 369, 680, 960 Buda, 635
Bedir, 423, 424 Bukağılı Baba, 96 1
1 192 İNDEKS

Bulgar, 223 Claparede, 1 0 1 3


Bulgaristan, 989, 990 C onstantinope College, 1 027
Burhaneddin Bey, 369 Courrier d'Orient, 62
Bursa, 19, 3 1 -33, 87, 1 34, 1 38, 1 85, 220, Cumhuriyet, 558, 567, 9 1 2
22 1 , 226, 252, 740, 749, 766, 809, ç
820, 82 1 , 824, 832, 908, 9 1 5, 97 1 , Çağatay, 223, 9 1 0
1034, 1 1 02, 1 1 15
Çamlıbeli, 1 086
Bursalı Eşref Bey, 1 1 1
Çamlıca, 298, 300-303, 3 1 1 , 363, 364,
Bursalı Mehmed Tahir Bey, 1 83 399, 400-402, 404-407, 973, 1 1 70,
Bursalı Şeyh Zaik, 1 38 1 1 73
Bülbül Tevfik Paşa, 602 Çanakkale, 656, 660, 1 0 1 0, 1 0 1 2, 1 015,
Büyük Saray, 682 1 094, 1 096
Büyükada, 474, 949 Çanakkale Harbi, 1 O 1 2
Büyükdere, 276, 404 Çankın, 59 1 , 857
c Çar Rusyası, 586, 1 1 85
Cafer Baba, 96 1 Çarşamba, 129, 1 4 1 , 465, 653
Cağaloğlu, 53 1 , 575 Çavdarlı Ali Ağa Hanedanı, 889
Canik, 1 2 1 , 158 Çelebi Sokağı, 47 1
Catule Mendes, 989 Çembe rlitaş, 8 1 , 204, 8 1 9
Cebbarzade Süleyman Bey, 29 Çe ngelköy, 1007
Ctl4l, 208, 2 1 O Çerkeş, 59 1
Ctldhddin Harzmışalı, 2 1 6 Çerkez, 1 49, 963, 1 1 0 1
Ct"mal Paşa, 823, 925, 1 030 Çerkezköy Mütarekesi, 277
cemiyet , 1 9 1 , 1 92 Çıldır, 94
Cemiyet-i Muhammediye, 88 1 Çırağan, 1 1 08, 1 1 09
Cemiyet-i Tıbbiye, 660 Çin, 223, 306, 859
Ceneral Kohmann, 424 Çi ngiziyan, 223
Cenevre, 1 57, 1 68, 1 7 1 , 1 98, 573, 574, Çocuk Dünyası, 990
576, 1 009 Çukurçeşme, 1 29
Cengiz, 2 1 ! , 2 1 2, 1 06 1 D
Ctride-i Askeriye, 424 Dağarcılc, 424, 426
Ceride-i Havadis, 530, 553, 562 Dağıstan, 35
Cevad Paşa, 602 Dahiliye Nazın Memduh Paşa, 1 86
Cezfür-i Bahr-i Sefıd, 740, 749, 78 1 , 84 1 , Damad İbrahim Paşa, 3 1 9
843 Damat Halil Paşa, 1 2 1 , 1 22, 162
Cezmi, 1 85
Damat Mahmud Paşa, 586
Champs-Elysee, 3 1 9
Damat Necib Paşa, 47
Charles Gide, 9 1 1 Dante, 372, 38 1 , 1 055
Charlottenbourg, 4 1 2
Danyal Efendi, 1 035
Cibril, 88, 89, 1 14, 333, 447, 489 Dara, ı 1 0, 374
Cicero, 380
Darbizzade Veysi Paşa, 495
Cihan Harbi, 879, 885, 1 0 1 2, l 102
Darii'l-Muallimin-i Aliye , 206
Cisr-i Mustafapaşa, 653
Dariilbedayi, 949, ı ı 1 5, 1 130, 1 1 5 7
Cite d'Antin, 3 1 8
İNDEKS 1 1 93

Darülfünun, 220, 222, 276, 427, 428, E


668, 669, 683, 694, 7 19, 7 4 1 , 784, Ebü'l Gazi Bahadır Han bin Arab
843, 844, 885, 898, 90 1 , 925, 955, Muhammed Han, 2 1 9
990, 1062, 1 066, 1 1 02, 1 1 85 Ebüllisan Şükrü Efendi, 539
Darülfünun Edebiyat Fakültesi, 1 1 1 5 Ebüzziya, 203, 206, 2 1 6
Darülmuallimin Tatbikat Kısmı Ebüzziya Matbaası, 26 1 , 304
Müdürlüğü, 1009
Edebiyat-ı Atika, 5 1 , 249
Darülmuallimin-i Aliye, 889, 1 009
Edebiyat ı Cedide, 5 1 , 2 1 3, 249, 2 7 1 ,
-

Darüşşafaka, 427, 5 1 3, 552, 739 29 1 , 336, 453, 462, 480, 489, 544,
Debre-i Bfila, 653 586, 6 1 1 , 6 1 7-619, 639, 643, 694, 722 ,
Deli Hikmet Bey, 206 723, 8 1 2 , 854, 857, 865, 867, 868,
Demet, 694, 876 870, 882, 890, 908, 9 1 6, 9 1 7, 92 1 ,
933, 942, 949, 950, 980, 983, 984,
Dergah, 908, 925, 927, 938, 955
1 033, 1 1 08, 1 1 10, 1 1 1 5, 1 1 2 1 , 1 1 2 3
Dertli, 1 43 , 144, 902, 903, 1 1 1 7
Edirne, 3 1 , 46, 183 , 3 1 1 , 349, 356, 357,
Derviş Vahdeti, 881 4 1 1 , 653, 665, 989, 1 096
Deveboynu, 31 O Edirneli Güfti, 1 38
Devir, 423, 424 Ejkdr, 3, 1 2, 1 89, 2 1 6, 220, 259, 299, 335,
Devlet-i Osmaniye, 585 388, 436, 458
Dırağman Camii, 488 Efke, 1 63
Dicle, 466, 4 77, 836, 1 055 Eflak, 62, 333
Dikran Karabetyan Matbaası, 3 1 7, 34 7 Ekrem, 207, 208, 2 1 6
Direklerarası, 867 Elen Key, 1 0 1 3
Divan, 1 88 Elhac İbrahim Efendi, 329, 330, 332
Divaniye, 967 Emanet Meclisi, 437
Diyarbekir, 4 1 1 , 468, 574, 8 1 7, 8 1 8, 83 1 , Emced, 28 1
933, 1 059- 1 062
Emile Faguet, 37 1
Diyarbekirli Said Paşa, 1 02 1
Emile Verhaeren, 933
Diyojen, 7 18, 72 1 , 730
Emile Zola, 377, 395, 765, 1 029
Doğumunun 1 00. Yılında Yakup Kadri
Emin Firdevsi, 1 53
Karaosmanoğlu, 9 1 2
Emir Nevruz, 2 1 0
Doktor Fahri Bey, 1 5 9
Encümen, 1 86, 1 87, 2 19, 220
Doktor Hikmet Hamdi Bey, 2 7 9
Encümen-i Daniş, 53, 6 1 , 62, 2 19, 220,
Doktor İbrahim Tema, 57 1
297
Doktor İshak Sükuti, 5 7 1
Encümen-i Şuara, 5 1 , 55, 96, 97, 1 29 ,
Doktor Mozohi, 1 009 1 3 1 , 1 33, 1 42, 1 87, 495
Doktor Ornştayn, 841 Endülüs, 1 54, 34 1 , 370
Doktor Rifat Bey, 279 Enghien, 3 1 3-3 1 5 , 3 1 7, 3 1 9
Doloriele, 381 Envar-ı Zekti, 558
Donanma, 990 Enver Naci, 5 3 1
Dragan Çankof, 422 Enveri, 1 85, 488
Drama, 79 Erdoğan Erbay, 683, 1 076
Düsseldorf, 541 Ernest Raynaud, 5 7 4
Düşünce, 532, 534, 669 Erzincan, 207
1 1 94 İNDEKS

Erzurum, 1 2 1 , 1 33, 1 57, 1 92, 4 1 1 , 1 043, Fethi Paşa, 6 1


1046, 1 060 Fevziye Abdullah Tansel, 1 055, 1 076,
Erzurum Askeri İdadisi, l 060 1090
Esad Muhlis Paşa, 41 1, 542 Feyzi, l l l , 152, 265, 489, 490, 49 1 , 596,
&ad Muhlis Paşa DWanı, 542 598, 60 1
Esad Paşa, 1 1 1 5 Feyzi Paşa, 424
Eş'dr-ı Kemal, 2 1 6 Feyzi-i Hindi, 187
Eşek, 436, 9 1 7 , 1088 Feyziye Mektebi, 7 1 O
Eşref, 1 85, 1 86, 189 Feyzullah, 1 0 1
Eşref Paşa, 185, 186, 189 Fırat, 476, 970
Evkaf Matbaası ? 936, 1063 Filibe, 1 56
Evrdk-ı Perlfan, 2 1 6 Filistin, 1 1 68
Evrdk-ı Perlfdn, 2 1 0 Filorinalı Nazım Bey, 368
Eyüp, 743 Firavun, 907
Eyüpsultan, 636 Firdevsi, 2 1 2
F Fizan, 573
Fahreddin Bey, 354 Flamme, 304
Fahreddin-i lraki, 1 87 Fontenelle, 464
Fahri Paşa, 1 1 2 1 För-Lycee Français Lisesi, 967
Fasih, 784 Françoisejoseph, 299
Fauma, 350, 383, 59 1 , 593 Fransa, 30, 45, 53, 6 1 , 63, 1 67, 2 1 9, 220,
Fıiuma Hanım, 350
25 1 , 259, 301 , 327, 373, 379, 380,
40 1 , 565, 577, 585, 6 1 0, 643, 689,
Fauma Sultan, 59 1
7 1 2, 7 1 4, 765, 88 1 , 882, 1092, 1 123,
Fatih, 1 4 1 , 142, 1 89, 21 O, 330, 385, 488, 1 1 68
526, 653, 687, 841 , 1 022, 1 030, 1 080
Fransa Akademisi, 565
Fatih Askeri Rüşdiyesi, 84 1
Fransa Akademyası, 2 1 9
Fatih Camii, 1 89
Fransa Hariciye Nezareti İstanbul, 220
Fatih Rüşdiyesi, 687
Fransız İhtilfil-i Kebiri, 882
Fıizıl Paşa, 800
Fransız Mektebi, 298, 539, 967
Fecr-i Ati, 367, 368, 63 1 , 868, 869, 879,
Frereler Fransız Mektebi, 908
882, 889, 890, 897, 899, 908, 9 16,
Fuad, 1 89, 1 9 1 , 1 92, 196, 1 97, 1 98
9 1 7 , 926, 933, 941 , 949, 980, 982,
983, 1 0 1 0, l 1 15 Fuad Paşa, 47, 48, 5 1 , 54-56, 62, 63, 1 23,
1 57, 1 89, 1 9 1 , 1 92, 1 97, 198, 435
Fehim, 1 86, 2 14
Fuzuli, 25, 95, 1 1 5-1 1 7, 26 1 , 352, 445,
Felatun, 1 72, 4 1 7, 43 1
504, 505, 542, 593, 645, 669, 7 1 1 ,
Fenelon, 1 54
727, 822, 828, 893, 938, 986, 1 0 1 3,
Fener Gazinosu, 457 1 092
Fenni Efendi, 1 2 1 Fuzılli Efendi, 1092
Fergana, 223
Ferhad, 1 086 G
Ferid, 276, 3 1 3, 809, 1090 Gabriel Honore Riqueti, 1 102
Ferid Vecdi, 1 090 Galata, 9, 1 49, 1 62, 472, 662, 974
Feridüddin Efendi, 149 Galatasaray Futbol Grubu, 941
Ferik Paşa, 30
İNDEKS 1 1 95

Galatasaray Sultanisi, 26 1 , 265, 489, 490, Güf,şen, 1 2, 1 03, 1 87, 424, 558, 7 1 1 , 7 1 7,
60 1 , 655, 843 862
Galib, 1 88, 189 Güf,şen-i R.dz, 187
Galib Bey, 189 Güf,şen-i Serdy, 424
Galib Paşa, 30 Gümülcine, 665, 666
Gambetta, 2 1 2 Gümülcine Vak'ası, 666
Gani Paşa, 620 Gümüşhane, 1 2 1 , 967
Garibi, 1 50, 1 5 1 Gümüşhane Rüşdiyesi, 967
Gaston Deschamp, 403 Güneş, 293, 500, 558, 639, 665, 722, 807,
Gayret, 250, 358, 40 1 , 402 91 8, 929, 936, 1 0 1 1 , 1 070, 1 103
Gazali, 187 Gürcü Mehmed Paşa, 1 1 3
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 340, 341 H
Gazi Baba, 961 Habib-i Zi-şan, 2 1 5
Gazi Osman Paşa, 340, 341 Hacı Ahmed, 5 72
Gedikler, 340, 34 1 Hacı Bektaş, 1087
Gedikpaşa, 602 Hacı İbrahim Efendi, 33 1-333, 335, 429,
Gelibolu, 9, 199, 203, 206-208, 654, 655, 480
656, 658, 659 Hacı Kalfa, 1 1 16- 1 1 1 9
Genç Kalemler, 879, 883, 897, 979, 982, Hadika-i Meşveret, 1 1 65
989, 990, 1 061 Hafız Ağa, 422
Genç Osmanlılar, 189- 1 92, 197 Hafız İlyas Efendi, 297
Genç Osmanlılar Cemiyeti, 1 89, 1 90, Hafız Ömer Efendi, 1 059
191, 192, 197 Hafız Paşa Mektebi, 55 1
George Sand, 1029 Hljfiz-ı Şirô.zf Di.vô.nı, 322
Georges Ohnet, 764 Haham Mektebi, 1008
Gevheri, 1 64, 1 66, 670, 903, 1 074 Hak, 1 0- 1 2, 1 4, 15, 48, 64, 67, 80, 9 1 ,
Giampietri, 62 1 03, 145, 1 55, 165, 1 87, 265, 344,
Giovanni Boccace, 788 365, 386, 425, 444, 447, 474, 480,
Girit, 46, 98, 561 , 586, 767, 781 , 942
554, 592, 600, 6 1 5, 63 1 , 648, 666,
747, 822, 847, 849, 885, 897, 920,
Giritli Nuri Paşa, 207
983, 1014, 1022, 1 063, 1 085, 1 183
Giyon de Shambro, 381
Hak.ayık, 259
Goça, 994
Hô.kimiyet-i Milliye, 558, 9 1 2, 1076
Golos, 303, 328, 329, 332, 357
Hakkari, 35, 94
Göksu, 8 1 , 274, 298, 525, 54 1
Hakkı, 230
Gönen, 989
Hakkı Naşir, 876
Grafik, 806
Halacı, 223
Grand Opera, 302
Halep, 95, 98, 1 54, 4 1 1, 857
Guillaume de Champeaux, 381
Halet, 1 86
Gustave Flaubert, 690
Halet Bey, 95, 98, 1 29, 1 32, 1 86
Gustave Lebon, 576
Halet Efendi, 9
Guy de Maupassant, 565, 908
Haliç, 552, 962, 1 160
Guz, 223
Halil Efendi, 1 36
Gülnihal, 2 16
Halil Paşa, 32, 1 22, 1 62, 3 1 0, 3 1 1
1 1 96 İNDEKS

Halil Saib, 979 Hekimbaşı Yalısı, 298


Halk Fırkası, 1 1 86 Henri de Regnier, 729
Halka Doğru, 876, 883, 897, 984, 990 Herbert Spencer, 573
Halkalı, 1 52 Hereke, 867
Hallaç Efendi, 970 Herkül, 3 7 1
Hamdi Bey, 1 58, 437 Hersek, 1 29, 1 33, 34 1 , 882
Hamdullah Subhi, l 1 0 l , l l 02, l 1 08, Hersekli, 1 86, 1 87
1 1 10 Hersekli Arif, 1 86, 187
Hamid, 2 1 5, 2 1 6 Hıdiv İsmail Paşa, 1 56
Hamide Nasib, 349 Hısn-ı Mansur, 807
Hamidiye Etf'al Hastahanesi, 544 Hryô.biin, 1 1 4 1
Hamiyet, 558 Hicaz, 503, 660, 7 1 6, 767, 9 1 9, 92 1 , 1 043
Hamzabey, 208, 655, 656, 658 Hicaz Hey'et-i Sıhhiyesi, 7 1 6
Hanya, 561 Hikmet, 1 86, 1 87, 220, 222, 224
Hardbdt, 1 86, 189 Hikmet Bey, 1 86, 1 87
Hardbdt-ı <Jyd, 443 Himmet Uç, 526
Haribi, 1 70, 662, 1 074 Hind, 223
Harb-i Umumi, 564 Hindistan, 347, 348, 358, 39 1 , 496, 826
Harbiyr, 1 85, 259, 523, 572, 587, 598, Hindistan Ekspozisyonu, 358
668, 989
Hippolyte Taine, 756
Harbiyr Nazın Enver Paşa, 668
Hive, 223
Harrket Ordusu, 88 1
Hizmet, 1 88, 278, 602, 690- 692, 765, 766
Hariciye Mektubi Kalemi, 59 1
Hobyar, 1 89
Hasan Can, 336, 341 Hoca Hayret Efendi, 1 38
Hasan Efendi, 1 34
Hoca Numan Efendi, 1 65
Hasan Paşa, 94, 62 1 , 922
Horasan, 956
Hasan Rıza, 1 58
Horos Baba, 45 7
Hasan Tahsin Bey, 435
Hortous College, 298
Hasanpaşa Karakolu, 620, 62 l
Hudadad Han, 35
Hasib Paşa, 32
Humbaracı Yokuşu, 42 1
Havuzlu Bağ, 1 62, 1 63
Huneyn, 2 1 5
Hayal, 436, 440, 545, 6 1 7, 645, 70 l , 7 1 6, Husrev Paşa, 7 1 l
80 1 , 845, 944, 990
Hüdai Dergahı, 89
Hayber, 1 1 3
Hüdavendigar, 1 1 1
Haydar Baba, 96 l
Hürriyet, 1 5 7 , 1 68, 1 93, 1 94, 1 98, 203,
Haydar Bey, 1 58
2 1 0, 250, 304, 587, 588, 624, 7 1 8,
Haydarpaşa, 7 1 2, 974 9 1 6, 1 053, 1 059
Hayret Efendi, 480 Hürriyet Kasi desi , 203
Hazinedar-zade Abdullah Paşa, 1 2 1 Hürriyet ve İtilaf Fırkası, 9 1 6
Haztne-i Evrôk, 32 1 , 325, 327, 40 1 , 688 Hüseyin, 8 7 , 1 54, 249, 252, 26 1 , 349,
Haztne-i Fünı2n, 558 36 1 , 364, 427, 43 1 , 435, 454, 507,
Hazret-i Hüseyin, 88 553, 555, 561 -565, 567, 575, 587,
59 1 -593, 660, 683, 693, 70 1 , 7 1 2, 722,
Hazret-i Mevlana, 44 l , 45 1
740, 749, 753, 755, 759, 763, 766,
İNDEKS 1 1 97

795-799, 80 1 , 802, 805, 807, 810, 8 1 3, İctihad Matbaası, 573


8 1 4, 8 18, 842, 843, 867, 950, 990, İçtimai Terbiye Beynelmilel Kongresi,
1 029, 1 1 15, 1 1 2 1 574
Hüseyin Avni Komitesi, 587 İhsan Bey, 529, 61 1 , 620, 9 1 5, 916
Hüseyin Daniş, 563, 683 İhsan Raif Hanım, 1035-1 037, 1040
Hüseyin Hamid, 349 İhtilali, 191
Hüseyin Kazım, 575, 755, 842 İhtilfil-i Kebir, 259, 584
Hüseyin Nuri Bey, 592 İhtisap Ağası Hüseyin Bey, 59 1 , 592
Hüseyinzade Ali Bey, 575 İkbal Kütüphanesi, 1 1 29
Hüseyn, 2 1 5 İkdam, 353, 370, 425, 530, 53 1, 554, 563,
Hüsrev, 1 1 3, 1 70, 224, 240, 368, 59 1 , 595 564, 692, 694, 767, 908
Hüsrev Efendi, 59 1, 595 İkdam Matbaası, 353, 3 7O
Hüsrev Paşa, 1 1 3 İkinci Sultan Murad, 500
Hüsrev-i Dehlevi, 368 İlzri, 555, 558, 564
Hüsün ve Şiir, 1 06 1 İlhami, 508, 5 1 1
1 İlyas, 1 1 4
Immaculee Conception, 979 İmam Gazali, 579
inside India, 1034 İmam Rabbani, 464
Irak, 206, 7 1 9, 823, 1 1 68 İmam Suyılti, 424
t İnas Darülfünunu, 668
İbn-i Ata' İskenderi, 497 İnci Enginün, 365, 395, 7 1 9, 938
İbn-i Haldun, 822 İncil, 628, 908, 1 029
İbn-i Rüşd, 1 059 İngiltere, 45, 364, 369, 379-382, 573,
İbn-i Sina, 1 86 577, 585, 806, 1029
İbnürrefik Nureddin, 1 1 15 İntibah, 2 1 6
İbrahim, 1 7, 35, 45, 5 1 , 52, 59-6 1 , 63, 66, İran, 35, 1 09, 1 10, 126, 1 86, 223, 299,
83, 87, 1 09, 2 19, 220, 252, 259, 3 10, 306, 373, 445, 489, 1043, 1 076, 1 082
332, 343, 346, 359, 363, 41 1 , 422, İrtika, 558, 876, 953
426, 57 1 , 689, 823, 83 1, 890, 891 , İsa, 1 50, 1 64, 165, 828
893, 953, 1 007, 1009, 1 0 1 0, 1 01 2, İsa Bey, 96 1
1 0 1 3, 1 0 1 5, 1 076, 1 092, 1 1 33
İsa Efendi, 1 50, 1 64, 1 65
İbrahim Bakır Can Muattar, 422
İsak Efendi, 435
İbrahim Efendi, 60, 332
İshak Paşa, 961
İbrahim Hakkı, 1 09, 83 1
İshak Sükuti, 1059
İbrahim Paşa, 45, 426, 890, 89 1 , 893,
İsi, 38, 9 1 , 447
953, 1 092
İskender, 1 1 2, 336, 341 , 1 061
İbrahim Paşa Camii, 426
İskoçya, 1 029
İbrahim Şinasi, 35, 5 1 , 52, 59-6 1 , 63, 66,
83, 2 1 9, 220, 259, 4 1 1 , 689 İsMm Ansiklopedisi, 64, 1 84
İbrahim Temo, 252, 57 1 İsmail, 12, 1 7, 62, 64, 69, 93, 94, 97, 99,
1 09, 1 29, 1 49, 1 54, 1 57, 1 63, 166,
İbret, 199, 200, 2 1 0
1 9 1 , 224, 249, 252, 259, 300, 331,
İcadiye, 2 57 339, 353, 358, 363, 441 , 443, 45 1,
İcliMd, 573-575, 577, 8 1 9 500, 504, 505, 507, 5 19, 526, 541,
İctihad Evi, 575 545, 565, 566, 573, 578, 584, 587,
595, 596, 598, 603, 6 1 6-61 8, 620, 649,
1 1 98 İNDEKS

662, 678, 687-69 1 , 7 1 2, 754, 756, 764, 1 034- 1 036, 1 043, 1 047, 105 1 , 1 060,
765, 78 1 , 788, 805-807, 8 18, 842, 865, 1 063, 1 066, 1075, 1 076, 1082, 1090,
866, 883, 934, 935, 97 1-973, 994, 995, 1 094, 1 097, 1 1 0 1 , 1 1 02, 1 1 08, 1 1 1 1 ,
1 029, 1 059, 1 067-1 069, 1 084, 1 102, 1 1 15, 1 1 1 7- 1 1 1 9, 1 1 2 1 , 1 1 2 3 , 1 1 26,
1 1 08, 1 1 1 5, 1 1 2 1 1 1 30, 1 1 33, 1 1 38, 1 1 4 1 , 1 1 5 3, 1 1 55,
İsmail Ağa, 1 49, 1 63, 1 66 1 1 58- 1 162, 1 1 65, 1 1 83- 1 1 86
İsmail Bey, 363, 78 1 İstanbul Hükümeti, 40 1 , 9 1 7, 1 1 85
İsmail Hakkı Paşa, 1 2, 865, l 059 İstanbul Sultanisi, 890
İsmail Kemal Bey, 806 lstikbdl, 426, 429, 436, 508, 5 1 7
İsmail Müştak, 277 lstikkil, 250, 1 1 1 9 , 1 1 83
İsmail Paşa, 9 3 , 94, 97, 99, 1 09, 1 29, 1 9 1 , İstinye, 1 40, 290, 1 O 1 9
44 1 , 443 İstolçalı Ali Paşa, 1 29
İsmail Paşazade Hakkı Bey, 44 1 , 443 İsviçre, 1 57, 1 94, 352, 364, 366, 573, 577,
İsmail Raif Paşa, 1 7 8 1 9, 975, 1 0 1 2
İsmail Sara, 249, 252, 504, 505, 507 , 5 1 9, İtalya, 45, 299, 302, 33 1 , 380, 38 1 , 585,
584, 603, 6 16, 6 1 8, 620, 662, 754, 586, 749, 882
805-807' 1 084, 1 108 lttihad, 1 55, 2 1 6, 250, 436, 437, 438
İsmrt B<'y, 1 7 İttihat ve Terakki Mektebi, 979
İsmrt Eft'ndi, 422 İvaz Paşazade Arayi, 500
ispanya, 341 , 38 1 İzmir, 1 22, 59 1 , 687, 688, 690-692, 703,
İstanbul, 4 , 9, 1 1 , 1 2, 17, 29, 3 1 , 33, 34, 759, 765, 766, 889, 907, 908, 9 1 5,
45-47' 52, 53, 55, 56, 6 1 , 63, 79, 8 1 , 986, 989, 990, 1 034, l 1 1 5, 1 1 83, 1 1 85
87, 89, 94, 95, 98, 1 09, 1 1 0, 1 2 1 , 1 22, İzmir İdadisi, 907
1 29, 1 33, 1 35, 1 40, 1 49, 1 54- 1 57, 1 66, İzmir Rüşdiyesi, 688, 690
184-186, 1 90, 1 93, 196, 1 98, 1 99, İzmit, 654
203-206, 2 1 1 , 2 1 3, 2 1 9, 220, 249, 257,
İzzet, 1 99
259, 260, 272, 297-300, 304, 305, 307,
309, 31 1-3 13, 3 1 9-32 1 ' 325, 328, 339, İzzet Bey, 435
342, 350, 35 1 , 353, 357-361 , 364, 365, İzzet Molla, 3, 4, 9, l 1 , 1 2
368-3 70 3 7 3 , 395, 401 , 406, 407, 4 1 3,
, İzzet Paşa, 1 99
4 1 8, 42 1- 427, 429, 435, 438, 44 1-
443, 45 1 , 452, 455, 456, 459, 469,
J
Japonya, 497, 498, 744
472, 485, 489, 504, 507, 523, 524,
526, 530, 53 1 , 54 1 , 542, 548, 55 1 , Jeanjacques Rousseau, 1 54, 1 59, 1 67,
558, 56 1 , 562, 565, 567, 5 7 1 , 572, 1 68, 464
574, 575, 579, 584-588, 59 1 , 592, 603, Jean Richepin, 867
629, 653-655, 659-66 1 , 663, 669, 670, Jonson, 379
683, 687, 688, 690, 69 1 , 694, 698, K
703, 708, 7 10, 7 1 2, 7 1 8, 7 1 9, 739-74 1 ,
Ka'be, 2 1 4, 2 1 5
743, 753, 755, 756, 759, 763, 766,
767, 777, 78 1 , 782, 784, 79 1 , 795, Kabil (Caiiı), 1 84
796, 798, 802, 805, 809, 8 1 9, 82 1 , Kadıköy, 539
822, 823, 83 1 , 84 1 , 854, 857, 862, Kadıköy Kız Mektebi, 539
865, 876, 879, 88 1 , 889-894, 898, 899, Kadıköyü Sultanisi, l 1 36
903, 908, 909, 9 1 1 , 9 1 2, 9 1 5-9 1 7, 920,
Kadın, 69, 7 1-74, 76, 140, 220, 567, 703,
922, 925, 929, 933, 935, 938, 945,
852, 870, 922, 944, 989, 990, 1 040,
949, 950, 953, 96 1-964, 967, 972, 973,
1 1 1 9, 1 1 33, 1 1 36, 1 1 56
974, 976, 979, 980, 984, 989, 990,
1 007, 1 009, 1 0 19, 1 023, 1 027, 1030, Kadın ve Kadın/,ar Dü11Jiası, 1 1 36
İNDEKS 1 199

Kadırga, 591 Kemal Paşazade Said Bey, 2 1 6, 427


Kadro, 9 1 2 Kemeraltı Mektebi, 1 007
Kafkasya, 298, 579, 782, 1 10 1 Kerbela, 88, 1 14, 1 1 5, 1 85, 2 1 4, 358,
Kağıthane, 3 19, 787, 893 476, 489, 956
Kahire, 79, 85, 574, 826, 907 Kerem, 597, 1 086, 1 153
Kalamış, 972 Keşan, 9, 1 2
Kalem, 343, 372, 602, 798, 9 1 6, 943, 1 008 Kıbrıs, 1 54, 1 55, 1 57, 1 58, 1 74, 1 92, 1 99,
200, 201, 435, 436
Kamil Paşa, 276
Kılıçzade Hakkı Bey, 5 7 5
Kamus, 222, 223
Kınalı, 973
Kandilli, 1 49, 1 62, 163, 276, 290
Kıpçak, 223
Kani Paşa, 95, 96, 188, 2 1 6
Kırgız, 223
Kini Paşazade Rıfat Bey, 1 88
Kınm, 46, 94, 584, 1 060
Kini Paşazade Rifat Bey, 2 1 6
Kırkanbar, 424, 427
Kanı1n-ı Esasi, 20 1 , 202, 249, 250, 309
Kızılırmak, 9 1 8
Kanuni Sultan Süleyman, 1 15
Kıztaşı, 47 1
Kaptan-ı Esbik, 1 62
Kilisli Rifat Bey, 279
Karabelô., 2 1 6
Kirkor, 205
Karagöz, 1 36
Kirkor Faik, 5 72
Karahisar-ı Sahih, 93, 94
Kirkor Faik Efendi, 205
Karakurum, 2 1 1
Kırpi, 9 1 6
Karesi, 753, 795
Kitaphane-yi Sudi, 798
Kari Fichte, 573
Koca Sekbanbaşı, 64, 65
Kars, 94, 1 84
Kocaeli, 3 1
Kastamonu, 1 23, 1 34, 1 56, 157, 1 9 1 ,
1 090 Koniçe, 87
Kaşgar, 223 Koniçeli Mustafa Asım Bey, 183
Katip Çelebi, 64 Kont de Mirabeau, 1 102
Kavas Ahmed Bey, 1 63 Konya, 1 58, 4 1 1 , 683, 82 1 , 822, 986,
1 1 02
Kayışdağı, 973
Konyalı Bekir Ağa, 1 83
Kayseri, 94, 495, 802
Koron, 781
Kayseriye, 163, 320
Kosova Meydan Muharebesi, 96 1
Kazan, 223
Köroğlu, 1086, 1090
Kazasker Mustafa Efendi, 893
Kristof Kolomb, 464
Kazım, 1 86, 187
Kudüs, 1 7 , 1 7 1 , 446, 531, 843, 857
Kazım Paşa, 81, 87-89, 92, 1 14, 1 29, 1 32,
1 42, 1 53, 1 86, 1 87, 287, 3 1 0, 3 7 1 , 489 Kudüs-i Şerif, 531
Keçecizade Reşad Fuad Bey, 1 2 Kuleli İdadisi, 5 7 1
Kefevi Dergahı, 485 Kuman, 223
Kelkit Irmağı, 1055 Kurt Musa, 349
Kemal, 1 85- 1 97, 199-208, 2 1 0, 2 1 2-2 16 Kuşdili, 555
Kemil, 1 85, 2 1 5 Kuzguncuk, 1 7
Kemal Bey, 1 85, 1 90, 194, 195, 1 99, 200, Küçük Mecmua, 1062
204, 205, 208, 2 1 2 Küçük Saray, 682
1 200 İNDEKS

Küçük Tıirilı-i UmıJ.mf, 220 Mabeyn, 1 53- 155, 1 58, 207, 276, 437,
Küçüksu, 290, 960 6 1 0, 662, 694, 857, 859
Kürdistan, 967 Macaristan, 223, 784
Kütahya, 800 Magenta Bozgunluğu, 299
L Magosa, 1 54, 1 99, 200, 20 1 , 436, 1 1 1 l
La Fontaine, 1 54, 259, 29 1 , 325 Magosa Kalesi, 200
Lahey, 36 1 MahbıJ.bü'l-laılılb, 223
Lale Devri, 800, 838, 1 15 7 Mahmud, 1 93, 1 97, 1 98, 200, 20 1
Ll.leli, 1 29 Mahmud Bey Matbaası, 265
Lamia Mihriban Hanım, 460 Mahmud Esad Efendi, 962
Lastik Said, 427 Mahmud Kemal, 1 29, 1 3 1 , 1 34, 1 35,
Lazistan, 320 1 37, 1 39- 1 42, 365
Lt Mariage Ford, 224
Mahmud Kemal Bey, 1 29, 1 3 1 , 1 34, 1 35,
1 39- 1 42, 365
Lt Temps,403
Mahmud Nedim, 198
Lebib Efendi, 1 29, 142
Mahmud Paşa, 1 93, 806, 893
Leconte de Lisle, 643, 644, 7 1 4, 953
Mahmud Paşa Çarşısı, 806
ltlıfe·i Omıdnf, 220, 222, 224
Mahmud Paşa Mahkeme-i Şer'iyesi, 893
Leskofça, 93, 94
Mahmud Sadık, 249, 252, 529- 532, 534,
Leskofçalı Galib, 186, 188, 1 89
535, 553, 555
Leskofçalı İsmail Paşazade Galib Bey, 96
Mahmud-ı Adli, 4, 47, 5 1 , 52
Leskofçalı Mustafa Galib, 100
Mahmud-ı Şebüsteri, 187
Leyla Ft"ride, 1 1 34
Mahmudiye Rüşdiyesi, 561
lisdn·ı Omıdnf, 222
Mahmutpaşa, 1 060
Liure, 53
MakaMt-ı Siyasiye ve Edebiye, 2 1 6
Londra, 56, 1 56, 1 57, 1 93, 1 94, 203, 2 1 1 ,
Makedonya Kralı Philip, 1 102
303, 304, 347, 351 -354, 356, 358-360,
363-366, 369, 373, 380, 399, 400-402, Malatya, 807
406, 573, 665, 669, 763, 764, 929 Maliye Mektubi Mümeyyizi Fuad Bey,
Londra Sefaret Müsteşarlığı, 365 610
Lord Byron, 35 7, 1 029 Malta, 756, 823, 825, 827, 828, 1 062,
1 076
Louis Figuier, 688
Maltepe, 97 1 , 974
Lızan, 1 009
MalıJ.mat, 554, 583, 584, 6 1 0, 662, 69 1 ,
Luther, 1 07 5
842, 843, 953, 1 134
Lüleburgaz, 1 096
Manasur, 707, 879, 963
M
Manasurlı Faik Bey, 1 56, 1 9 1
M. Kayahan Özgül, 79 1 , 854
Manastırlı Hoca Naili Efendi, 1 29
M. Şükrü Hanioğlu, 579
Mani, 1 7 1
Maarif, 46, 6 1 , 1 58, 220, 249, 250, 252,
Manisa, 907, 9 1 5
277, 327, 350, 353, 4 1 2, 558, 596,
628, 668, 669, 740, 741, 822, 843, Mansur, 444
928, 984, 1 008, 1 009, 1 1 02, 1 1 53 Manzara, 529
Maarif Nezareti, 46, 277, 350, 596, 628, Maraş, 94
668, 74 1 , 822, 1 008, 1 009 Mardin, 468, 469, 8 1 9
İNDEKS 1 201

Marmara, 278, 400, 405, 474, 972, 973, 602, 603, 6 1 1 , 612, 6 1 4, 6 1 5, 653,
1052, 1 1 26 659, 69 1 , 693, 707, 7 1 2-7 14, 729, 7 39,
Marsilya, 1 93, 1 008 740, 753, 764, 767, 781-784, 802, 8 19,
83 1 , 832, 857, 858, 862, 889, 897,
Matbaa-i Amire, 370, 426
9 1 5, 953, 989, 1043, 1060, 1 14 1
Matbaa-i Osmaniye, 8 1 9
Mekteb-i Bahriye, 764
Matbaa-i Tasvir-i Efkar, 260
Mekteb-i Harbiye, 258, 523, 540, 587,
Mathiran, 343, 344 707
Mavroyani, 30 Mekteb-i Harbiye-i Şahane, 540
Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey, Mekteb-i Hukuk, 462, 897, 9 1 5, 1 141
186
Mekteb-i Mülkiye, 206, 261 , 266, 279,
Mechitariste Mektebi, 688 329, 453, 529, 530, 53 1 , 561, 653,
Meclis-i A'yan, 277, 278 659, 739, 740, 753, 8 1 9, 83 1 , 832,
Meclis-i Vfila, 1 93 857, 889, 1043, 1 060
Mecmua-i Ebuwya, 558 Mekteb-i Millkiye-i Şahane, 261 , 266,
Mecmua-i Muallim, 504, 505, 765 453, 739, 857, 889
Mecnun, 23, 82, 85, 1 1 7, 781 , 926, 938, Mekteb-i Sultani, 267, 274, 329, 453,
990, 1 02 1 , 1 144 454, 462, 49 1 , 506, 592, 595, 596,
602, 603, 6 1 1 , 612, 6 14, 6 15, 78 1-784,
Medine, 1 7
858
Medine-i Münewere, 1 8, 593
Mekteb-i Tıbbiye Nezareti, 297
Medrese-i Süleymaniye, 424, 426
Mektep, 402, 489, 574, 655, 659, 763, 865,
Mehllsin, 263, 767 933, 99 1, 1 1 19
Mehmed Ali, 45, 79 Mektubi Maliye Kalemi, 300
Mehmed Behçet, 899 Memduh, 1 86, 205, 206
Mehmed Beşir Elgazi, 154 Merrdeket, 1 09, 250, 360, 564, 9 1 7, 1 1 83
Mehmed Bey, 79, 1 55-157, 1 94, 195, 197 Memleketeyn, 62
Mehmed Cevdet Bey, 369 Menapirzade Nuri Bey, 423
Mehmed Efendi, 29, 562 Menemenlizade Rifat Bey, 207, 208
Mehmed Emin Rauf Paşa, 79 Menemenlizade Tahir, 265, 843
Mehmed Nazım Paşa, 154 Meraga, 35, 2 1 1
Mehmed Rauf, 620, 644, 69 1 , 692, 693, Merdki, 224
700, 7 1 2, 754, 763, 765, 766, 767,
Mercan İdadisi, 7 54, 7 55, 1 141
777, 805, 1 1 1 0
Mercimek Örtmesi İptidai Mektebi, 1 059
Mehmet Bey, 1 90, 1 98
Mersiye, 205
Mehmet Fuat Köprülü, 903
Mescid-i Aksa, 2 1 5
Mehmet Kaplan, 7 19
Meşrutiyet, 185
Mehmet Törenek, 777
Meşveret, 252
Mehtap Erdoğan, 80
Mevlana Celfileddin-i Rumi, 187
Mekdtfb-i Hususiye, 2 1 6
Mevlana Feyzullah Efendi, 100
Mekke, 1 1 , 497, 503, 504
Mısır, 1 7 , 45, 46, 79, 85, 1 29, 154, 1 56,
Mekke-i Mükerreme, 1 1, 497, 503
226, 253, 34 1 , 422, 573, 574, 577,
Mekteb, 163, 206, 258, 26 1 , 266, 267, 274, 587, 819, 823, 824, 907
279, 297, 329, 376, 453, 454, 46 1 ,
Mısırlı Prens Mustafa Fazıl, 1 9 1
49 1 , 506, 523, 529, 530, 5 3 1 , 540,
554, 56 1 , 57 1 , 587, 592, 595, 596, Mısr-ı Kahire, 1 7
1 202 İNDEKS

Midhat Paşa, 201 Muhtar Bey, 93, 1 29, 1007


Midilli, 203, 206, 305, 3 1 2, 3 1 6, 3 1 9, 507, Muhtar Halid Kütüphanesi, 695
508, 749, 8 1 8, 84 1 Muhtar Paşa, 3 1 0, 755
Mihri Hanım, 526 Murad-ı Rabi, 969
Millet Meclisi, 308, 309 Musa, 1 02, 322, 34 1 , 466, 634, 1 0 1 5
Milli Mecmua, 558 Musa bin Nusayr, 34 1
Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti, 74 1 , Musa Süreyya, 1 0 1 5
1 1 15 Musalla, 656
Mill!Jet, 567, 9 1 2 Musavver Fen ve Edeb, 558, 866
Mir'atü'l-iber, 204 Musavver Malumat, 6 1 O
Mirabeau, 332, 1 1 02
Mustafa, 3, 4, 9, 1 2, 29, 60, 93, 94, 98,
Mirliva Said Paşa, 56 ı 10� 1 5� 1 9 1 , 426, 575, 579, 603,
Mirsad, 249, 252, 506, 507, 583, 584, 603, 6 1 1 , 7 1 1 , 825, 848, 903, 929, 986,
605, 608, 609, 6 1 0, 842 1 055, 1062, 1 1 85
Mirla Zaman, 36 Mustafa Bey Mescidi, 1 2
Misori, 109 Mustafa Fazıl Paşa, 1 56
Missolonghi Muhasarası, 1029 Mustafa Galib, 93, 94, 98, 1 00
M�lrdtü 'l-E.Tıvdr, 187 Mustafa Lütfi El-Menfuliti, 579
M�an, 253, 583, 584 Mustafa Mazhar Efendi, 29
Moliere, 1 54, 2 1 9, 22 1 , 224, 249, 250, Mustafa Naili Paşa, 98
968, 1 092 Mustafa Özcan, 986
Molla Cami, 488 Mustafa Satı, 575, 1 062
Montesquieu, 464 Musul, 4 1 1
Montmorency, 3 1 9 Muş, 35
Mora, 45, 87, 1 83 Muvakkar, 278, 279, 1020
Morceaux choisies, 266 Muzafferüddin Şah Kaçar, 1 1 O
Mostar, 1 29 Müfid Ratib, 922
Moton, 78 1 Müftü Hacı Sabir Efendi, 1 059
Moulin Rouge, 788, 789 Mülkiye, 29, 30, 45, 206, 267, 276, 529,
Mösyö V. Eiseuschiml Hugo, 574 56 1 , 583, 653, 739, 740, 753, 795,
Muallim Cudi Efendi, 523 83 1 , 832, 843, 857, 859, 967, 1 059
Muallim Feyzi, 88, 252, 265, 267, 453, Mülkiye İdadisi, 739, 740, 1 059
454, 458, 46 1 , 489, 490, 595, 596, Mülkiye Tıbbiyesi, 795
598, 782 Mülkiye-i Şahane, 529, 83 1 , 857
Muallim Küçük İsmail Efendi, 273 Münif Paşa, 1 93
Muallim Naci, 89, 98, 1 34, 1 42, 249, 25 ı , Münir Nigar, 802
264, 265, 267, 268, 349, 427, 428, Müntahabat-ı Hüseyin Rahmi, 562
44 1 , 443, 444, 452-454, 46 1 , 465, 466,
Münteha Hanım, 299
474, 485, 486, 488, 489, 495-497, 523,
572, 598, 60 1 , 6 1 9, 69 1 , 765, 1 049, Müntehiibıit-ı Tahrfriit-ı Resmiye - Cezmi, 2 1 6
1121 Müntehabıit-ı Tercümiin-ı Hakilw.t, 595, 639
Muaviye-i saniye, 1 84 Müstecabizade İsmet Bey, 1 29
Mucib Bey, 99 Müsteşrikin Kongresi, 427
Muğla, 1 1 28 Müşir Süleyman Hüsnü Paşa, 739
Muhbir, 56, 1 56, 15 7, 190, 193 Müşir Süleyman Paşa, 206
İNDEKS 1 203

Mütalaa, 639, 7 1 7 Nişli İbrahim Bey, 953


Mütercim Rüştü Paşa, 298 Niyazi Akı, 9 1 2
N Normandiya, 1029
Nabi, 25, 723 Nuhkuyusu, 1 8
Naci, 2 1 9 Numfıne-i Terakki Mektebi, 865, 967
Nadir Şah, 183 Nureddin Ferruh, 615, 661
Niili, 186 Nuri, 1 89, 1 90, 1 93, 1 94, 1 95, 1 98
Nfilli Paşa, 98 Nuri Bey, 1 56, 190, 1 94, 1 95, 1 98
Nasuhi Bey, 323 Nurullah Ataç, l l l9
Naşid Bey, 183 o
Nat Pinkerton, 430 Oğuz, 223
Nazan Bekiroğlu, 548 Oğuz Han, 1 06 1 , 1 065, 1 147, l l 52
Nazım Bey, 263, 426, 437, 438 Olimpos, 982
Nazim, 25, 190, 2 1 4 Onuncu Uon, 381
Necat Birinci, 7 19 Orhan, 64, 1 08 1 , 1 14 1 , 1 142, 1 146,
Necati, 25 1 1 53, 1 1 55, 1 157
Necib Asım , 425 Orhan Şaik Gökyay, 64
Necib Bey, 359 Osman Bey, 358, 364
Necib Paşa, 46, 305 Osman Paşa, 539, 540
Nedim, 197, 198, 200, 201 Osman Şahabeddin Bey, 707, 7 1 1
Nedim, 25, 82, 1 73, 26 1 , 263, 445, 542, Osman Şems Efendi, 853
645, 669, 7 1 1 , 727, 822, 890-894, 953, Osmaniye, 363, 443, 444, 463, 475, 577,
958, 960, 1092, 1 1 58, 1 1 62 585, 854, 9 1 1
Nedim Efendi, l 092 Osmanlı, 190, 195, 223
Nedimane, 2 1 4 Osmanlı Bankası, 690
Nefi, 1 42, 26 1 Otto Hartmann, 984
Nefi, 1 86, 188, 189, 1 90 ö
Nefise Hanım, 42 1 Ömer Efendi, 562
Nelly Hanım, 361, 362, 364 Ömer Faruk Akün, 184
Nelson, 302 Ömer Faruk Huyugüzel, 7 59
Nfo-classicisme, 2 5 1 , 441 , 485, 523 Ömer Hayyam, 576, 683, 1015
Nergisi, 2 1 3, 332 Ömer Paşa, 94 1
Neron, 1 1 56 Ömer Seyfeddin, 700, 986, 989-993
Nesimi, 1 46 p
Nevrı1;;,, 690, 7 1 8 Paris, 47, 53, 56, 62, 63, 88, 1 54, 157, 19-
Neyzen Molla, 45 1 1 96, 198, 2 1 1 , 2 1 9, 220, 298, 299,
Nice, 26, 63, 82, 95, 1 1 2, 1 70, 196, 197, 301 -305, 309, 3 1 1-314, 3 1 6-320, 326,
322, 477, 524, 665, 892, 935, 959, 330, 340, 341 , 354, 373, 379, 380,
960, 1 0 1 4 38 1 , 399, 400, 402, 4 1 2, 4 1 5, 4 1 6,
436, 462, 54 1 , 545, 563, 566, 574,
Nihad Sami Banarlı, 964
586, 682, 689, 7 1 1 , 7 1 2, 728, 764,
Nil, 907 786, 808, 8 1 9, 826, 994
Nirvana, 833, 9 1 2 Paris Ekspozisyonu, 4 1 2
Niş, 94, 422 Paris Sefareti, 88, 195, 220, 304
Nişantaşı, 54 1 , 1035
1 204 İNDEKS

Paris Sergisi, 4 1 6 R
Paris Üniversitesi, 38 1 Ragıb, 1 2, 25
Paşa, 1 85- 1 87, 1 89- 1 92, 1 95, 1 97-200, Rahim Tannı, 7 7 7
204, 206, 2 1 6, 2 1 9-224 Rahmetullah Efendi, 497
Paşabahçesi, 258 Raif İsmail Paşa, 1 7
Paşazade Sezai, 2 1 6 Raif Paşa, 1 035
Paul Bourget, 288, 563, 565, 908 Ramses, 681
Paul de Kock, 563 Ravza-i Mutahhara, 503
Paul Hervieu, 1 1 68 Recaizade Ekrem, 2 1 6
Pedagoji İnstitutu, 1 009 Receb Vahyi, 598, 599
Pelison, 1 092 Refet Avni, 1 1 19
Pendik, 663, 1 027 Reji, 1 54, 1 55, 1 94, 663, 69 1 , 694, 695,
Penyeröl, 1 092 766, 94 1 , 1 027, 1 028
Pere-Lachaise, 3 1 8 Reji Komiseri Cevad Bey, 694
Pertevniyal Valide Sultan, 59 1 , 592 Reji Komiseri Nuri Bey, 1 54, 155, 1 94
Ptroİ.<,, 989 Reji Komiserliği, 694
Peşte, 63, 784 Reji Nazın Nuri Bey, 663, 1 028
Petersburg, 188 Renan Müdqfaandmesi, 2 1 6
Petrarch, 381 Resimli Ay, 558
P!>'dm, 279, 908, 922, 925, 955, 1 1 65 Resimli Ga;:.ete, 554, 767
P!>'dm·ı Sabah, 922, 925 Resimli Kitab, 9 1 2
Pierre Loti, 935, 1 1 30 Resne, 82 1
Pierre Vandel, 688 Reşad, 1 89, 1 93- 1 95
Pinti,224 Reşad Bey, 1 89, 1 94, 1 95
Piraye, 272, 446 Reşad Fuad Bey, 368
Pire, 782 Revani Çelebi, 475
Pirizade Hanedanı, 350 Rıfat Necdet Evrimer, 945
Pirizade İbrahim Bey, 3 1 0, 360 Rıza Filizok, 986
Pirizade İsmail Bey, 360, 361 Rifat Bey, 1 95
Piyano, 989, 990 Rize, 320-323, 325
Plevne, 340, 34 1 , 7 1 0 Robert Kolej, 6 1 4, 62 1 , 633, 667, 809,
Ponson du Terrail, 687, 688 843, 1 030, 1 03 1 , 1 1 1 5
Ponsonby, 30 Rodos, 203, 305, 424, 426, 436, 743
Poti, 320, 323-325, 328, 4 1 2, 782 Roma, 53, 67, 1 62, 1 94, 3 8 1 , 676, 783,
929, 933, 942, 1 1 56
Prens, 1 9 1 , 1 92, 1 93, 1 94, 1 95
Romain Rolland, 1 0 1 3
Prens Fazıl, 1 57, 1 9 1 - 1 95
Roman, 2 1 3, 407, 703, 764, 769, 825, 929,
Prens Sabahaddin, 586
1 023, 1 097, 1 1 19, 1 1 30, l 1 82
Prenses Ludvika Altiyeri, 749
Romanya, 558, 979, 990
Pri;:.ren, 99
Rlıh-ı Sani, 94, 99
Pul, 558, 876
Ruhi, 1 1 7, 1 42, 343, 479, 480, 495-499,
Puvis de Chavannes, 729 89 1
Q. Rlıhüddin Efendi, 2 1 9
Quintilien, 38 1
İNDEKS 1 205

Rumeli, 17, 18, 46, 87, 93, 1 23, 199, 422, Salahi Bey, 349
429, 45 1, 489, 584, 588, 6 1 3, 62 1 , Salahi Dede, 633
636, 656, 753, 782, 879, 88 1 , 882, Salih Efendi, 9
96 1 , 962, 963, 989, 995, 1009, 1 05 1,
Saliha Hanım, 591
1121
Salim Durukoğlu, 750
Rumelihisan, 2 1 9
Sawmee, 1036
Rumelihisan Mezarlığı, 22 1
Samatya Suru, 1092
Rusçuk, 3, 422
Sami, 206, 2 1 6
Rusya, 59, 928, 929, 1046, 1076, 1 1 85
Sami Goldenberg, 1015
Rübdb, 603, 62 1, 63 1 , 642, 647, 666, 7 1 8,
726, 890, 908, 909, 91 1 , 98 1 , 990, Sami Paşazade Abdülbaki Bey, 321
1 121 Sami Paşazade Damad Necib Paşa, 320,
Rüfai, 1086 322
Rüsumat, 883 Sami Paşazade Sezai, 2 1 6, 249, 1 1 10
Rüya, 2 1 6, 230 Samih Rifat, 1046
Rüyd, 2 1 2 Sanayi-i Nefise Mektebi, 967
s Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi , 934
Saadet, 19, 530, 554, 7 1 1, 7 18, 1 1 70, Saraçhanebaşı, 4 7 1
1 1 75- 1 1 81 Saraçhaneli Ali Bey, 45 1
Sabah, 279, 473, 530, 5 3 1 , 554, 555, 563, Saraçlar Çeşmesi, 524
694, 7 1 9, 758, 766, 823, 876, 908, Sardou, 380
9 1 6, 9 1 7, 955, 1 1 36, 1 1 45 Sarım Beyefendi, 32
Sabit, 25 Sebat, 558, 71 1
Sacy, 53, 6 1 , 65 Sebflürreşad, 879, 885
Saclibad, 1 36, 891 , 892 Sedad, 990
Sadd-yı Millet, 9 1 6 Selihaddin-i Eyyı1bi, 1 081
Sadettin Kaynak, 1 182 Selanik, 588, 639, 879, 883, 897, 909,
Sadık Paşa, 309, 1 035 953, 979, 980, 982, 989, 990, 106 1
Sadrazam Ali Paşa, 1 96 Selanikli Faik Paşa, 96
Sadrazam Rauf Paşa, 29 Selçuk Hatun İnas Sultanisi, 1 009
Sadr-ı Ali, 192, 1 96, 1 97 Selim, 20 1 , 2 10
Sadullah Paşa, 4 1 8 Selim Sabit Efendi, 298
Sadullah Rami Paşa, 272 Selim Sım, 1 009
Safranbolu, 772 Selim-i Silis, 201
Sağır Ahmet Beyzade Mehmet Bey, 1 89 Serava, 961
Said Bey, 62, 2 1 6, 427 Serbest lzmir, 990
Said Halim Paşa, l 090 Serendib, 833
Said Paşa, 45, 205, 8 1 7, 8 1 9, 83 1 Seroet-i Fünı2n, 249, 252, 2 7 1 , 272, 275,
Said Sermedi Bey, 62 290, 291, 425, 427, 432, 507-509, 524,
Saint Germain, 3 1 9 525, 529-53 1, 541, 544, 554, 556, 583,
585, 586, 596, 61 0, 61 1 , 6 1 3-615, 618,
Saint-Malo, 259
620, 62 1 , 63 1 , 643, 644, 648, 66 1 ,
Sakarya Zaferi, 928, 1 1 85 691 -695, 7 1 3, 7 1 4, 7 1 6-7 19, 728,729,
Sakız, 203, 204, 466, 59 1 , 841 740, 753-755, 759, 766-768, 776, 783,
Sdk:indme, 189 796, 802, 805, 806, 8 1 8, 83 1 , 832,
842-845, 853, 857, 858, 862, 865-869,
1 206 İNDEKS

882, 883, 897-899, 90 1 , 908, 9 1 5, 9 1 6, Sultan Fatih, 500


925, 926, 933, 942, 949, 979, 980, Sultan Hamid Müşir Süleyman Paşa, 206
984, 1 0 1 0, 1 044, 1 066, 1 09 1 , 1 1 0 1 ,
Sultan Mahmud Türbesi, 465
1 1 02, 1 1 08
Sultan Mahmud-ı Adli, 4 1 3
Servet-i Fümin edebiyatı, 27 1 , 272, 29 1 ,
541 , 556, 648, 755, 776, 83 1 , 865, Sultan Mehemmed, 2 1 1
1 0 1 0, 1 1 02, 1 1 08 Sultan Murad, 1 99, 201
Servet-i Fümin Matbaası, 508, 62 1 , 806 Sultan Murad-ı Hamis, 20 1
Servet-i Fünun Mekteb-i Edebi, 6 1 0 Sultan Murad-ı Hamis, 201
Servili, 1 52 Sultantepesi, 663, 1027
Seyfeddin Efendi, 99 Suphi Paşa, 1 1 O, 399
Sezar, 1 061 Suphi Paşazade Ayetullah, 399
Sherlock Holmes, 430 Suriye, 1 54, 1 58, 223, 3 1 9, 426, 7 1 8, 797,
Sıhhiye Müdür-i Umumiliği, 5 75 798, 799, 823, 9 1 7, 925
Suriye Valisi Nazım Paşa, 798
Sıraserviler, 322
Sırdt-ı Müst.aldm, 1 080
Sururi, 456
Süleyman Ağa, 42 1
Sırbistan, 93, 94, 964, 990
Süleyman Dede, 656
Sibirya, 223
Süleyman Nazif; 1 54, 1 59, 1 83, 204, 207,
Silvio Pcllico, 33 1
363, 370, 575, 7 1 2, 8 1 7-8 1 9, 822-825,
Sinan Paşa, 26 1 , 488, 605
827' 828, 83 1 , 833, 897' 933, 1 o 15,
Sinop, 9 1 6 1043
Sion Mrktrbi, 654 Süleyman Nazif Bey, 204, 20i
Sirafil, 446 Süleyman Paşa, 206, 208, 26 1 , 587, 656,
Sivas, 1 2, 1 4, 4 1 1 , 5 1 4, 807, 1 046 739, 743, 749, 750, 805, 8 19, 828
Sofular, 47 1 , 55 1 Süleyman Paşa Komitesi, 587
Sofular Mcktrbi, 55 1 Süleyman Paşazade Sami, 206
Sofya, 96, 1 84, 1 85, 1 86 Süleymaniye, 1 49, 163, 1 080
Soğukçcşme Askeri Rüşdiyesi , 85 7 Süleymaniye Camii, 1 63
Sohum, 298 Sünbükôde Divanı, 1 86
Son Havadis, 9 1 6 Sünbülzade Vehbi, 441
Son Telgraf, 567 ş
Sophokles, 380 Şadiye Sultan, 298
Söylemez-zade Timur Fenni Efendi, 1 2 1 Şqfiık, 37, 345, 558, 658, 7 1 1 , 849
Söz, ı ı 1 , 227, 445, 446, 464, 466, 564, Şah İsmail, 1 086
56� 724, 873, 1 0 1 5, 1 1 02 Şahabeddin Süleyman, 889, 890, 907,
Stockholm, 427 989
Stuart, 1 029 Şolmtime, 2 1 3
Suavi, 1 90, 1 9 1 , 1 93, 1 95 Şair Ruhi, 1 55, 436
Subhi Paşa, 1 101 Şakire Hanım, 1 40
Sudi Efendi , 359 Şarn, 226, 35 1 , 797, 800, 802
Sultan Abdülaziz, 1 99-201 Şark, 1 2 , 35, 52, 6 1 , 63, 82, 83, 89, 96,
Sultan Alaeddin Mehemmed Harzemşah, 1 00, 1 09, i l i , 1 42, 146, 1 60, 1 74,
211 1 89, 2 1 5, 266, 267, 269, 27 1 , 283,
284, 286, 287, 289, 290, 299, 300,
Sultan Aziz, 1 9 1 , 1 95, 220
308, 3 1 8, 37 1 , 373, 375, 377, 386,
İNDEKS 1 207

390, 4 1 4, 4 1 5, 425, 432, 439, 445, Talat, 443, 759


454, 464, 472, 486, 495, 523, 53 1 , Tanburi Cemil, 279
567, 572, 574, 656, 662 , 689, 69 1 ,
Tanin, 370, 627, 694, 755, 756, 925, 969,
699, 7 1 1-7 1 3, 726, 727, 740, 782, 788, 975, 1 028
8 1 7 , 823, 83 1 , 884, 890 , 907, 908,
Tanin Matbaası, 370, 755, 969
935, 953, 956, 985, 986, 993, 1 029,
1034, 1 059, 1 062, 1 069, l 1 02, 1 167 Tanzimat, 1 8, 46, 5 1 , 52, 53, 54, 297,
400, 41 1 , 427, 584, 880, 884, 961
Şarki Karahisar, 1 2 1
Tanzimat-ı Hayriye, 60, 1 83, 881
Şehbdl, 802, 925
'Jdrih-i Osmani, 2 l 6
Şehid Osman Paşa, 1 83
Tarfk, 488, 530, 554
Şehremini, 1 13 3
Tarikat-ı Mevleviye, 44 1, 45 1
Şehsuvar Paşa, 94
Tartujfe, 221
Şehzade Süleyman Paşa, 204, 206, 208
Tasvfr-i Ejkdr, 54, 55, 6 1 , 62, 64, 1 89, 2 1 6,
Şehzadebaşı, 1 4 1 , 767
220, 250, 259, 26 1 , 298, 306, 323,
Şemseddin Sami, 87, 45 1
554, 783, 922, 925
ŞerifAktaş, 922
Taş Kasap, 399
Şerif Paşazade Süleyman Şevket Bey, 889
Taş Mektep, 687
Şevket Toker, 743 Taşkışla, 1 060, 1 092
Şevki Bey, 443
Tataristan, 223
Şeyh Ahmed Necib Efendi, 45 Tebriz, 35
Şeyh Attar, 488 Tedrisdt-ı İbtiddi:Je Mecmuası, 1 009
Şeyh Galib, 26 1 , 336 Tepedelenli Ali Paşa, 9, 87
Şeyh Müştak, 34, 35, 40, 64, 65
Terakki, 250, 260, 261 , 323, 4 1 5, 5 7 1 , 586,
Şeyh Nazif-i Mevlevi, 441 , 443 1 1 36
Şeyh Osman Şems Efendi, 129 Terakki Matbaası, 259
Şeyh Vasfi, 1 1 1 , 1 34, 1 42, 252, 444, 455, Tercüman, 553, 562, 883, 998
456, 458, 460-463, 485-488, 598, 7 1 2, Tercümdn-ı Ahvdl, 54, 62
1 084
Tercümdn-ı Hakikat, 249, 25 1 , 327, 329-
Şinasi, 189, 2 1 0, 2 1 4, 2 16, 2 19, 220
3 3 1 , 336, 340, 427, 429, 443, 452,
Şirvanlı Mehmet Rüşdü Paşa, 189 458, 459, 487, 490, 495, 496, 530,
Şuayb Karakaş, 828 5 3 1 , 595, 596, 598, 599, 7 1 1 , 7 1 7,
Şfıra-yı Devlet, 202, 272, 275, 276, 309, 802, 922, 1 020
412, 427, 620, 669 Tercüme Odası, 1 22, 188, 1 92, 4 1 1
Şurd-yı Ümmet, 401 , 53 1 , 586 Teselya, 466
T Tevfik, 1 85, 1 86, 1 94, 203, 206, 207, 212,
Tahran, 297, 299 216
Tahran Sefareti, 297 Tevfik Efendi, 1 30, 653, 1059

Tolırib-i Harıihdt, 1 86, 189 Tevfik Paşa, 4 1 2, 809

Tahsin Nahid, 899, 941, 949, 950 Teulıid-i Ejkdr, 567


Taif, 250 Teurat, 628
Ta/rib ve Tolırib-i Harıihdt, 2 1 6 Tezkire, 80, 1 38, 933
Taksim, 273, 304, 739 Theatre Française, 3 1 8

Taksim Bahçesi, 739 Thfophile Gautier, 953

Talwim-i Vekqyi, 426 Tıbbiye, 5 7 1 , 572, 659, 660, 7 1 1 , 797,


1 165, 1 1 85
1 208 İNDEKS

Tıbbiye Fakültesi, 1 165 1 09 1 , 1 092, 1 1 1 9, 1 1 34, 1 1 4 1 , 1 1 42,


Tıbbiye-i Mülkiye Mektebi, 659 1 146, 1 1 57
Tırhala, 46 Türk Derneği, 425
Ticaret Mahkemesi, 562 Türk Düşüncesi, 5 1 9
Ticaret Mektebi, 602 Türk Ocağı, 883, 1 066
Ticarethane-i Amire İ'limat Başkatibi Türle Sö<.ii, 984, 990
81
Rıişid, Türk rurdu, 558, 784, 786, 822, 869, 879,
Timuçin, 1 054 883, 897, 899, 9 1 2, 983, 984, 990,
Tiran, 62, 929 109 1 , 1 1 4 1
Tokatlıyan Oteli, 370 Türkfiilük, 586, 682, 683, 784, 822, 843,
87 1 , 879, 883, 908, 9 1 6, 983, 990,
Topal Osman Paşa, 1 83
1065, 1066, 1 1 86
Tophane, 59, 60, 42 1 , 422, 659, 660,
Türkistan, 223, 4 1 3, 1 06 1
1022
Türkiye, 3 , 5 1 , 53, 54, 87, 1 43, 1 55, 189,
Tophane Müşiri Fethi Paşa, 60
1 9 1 , 192, 2 19, 220, 223, 424, 577,
Tophane Müşiri Zeki Paşa, 659, 660 585, 586, 643, 648, 689, 695, 70 1 ,
Topkapı, 98, 1 4 1 , 201 723, 809, 879, 882, 884, 903, 927,
Toptaşı Rüşdiye Mektebi, 979 942, 1034, 105 1 , 106 1 , 1 10 1 , 1 1 1 5,
Tozluyan Matbaası, 485 1 1 1 6, 1 1 65, 1 1 83, 1 1 84
Trablusgarb Muharebesi, 749 Türklük Araşlımıakın Dergisi, 669
Trablusgarp 98, 272, 277, 573, 586, 882,
,
Türkmen, 223
942 u

Trabzon, 46, 1 2 1 , 3 1 0, 466, 503, 1007, Ubeyd-i Zakıini, ı 35


1009, 1 043 Ulus, 9 1 2, 1 1 19
Trabzon Vilayeti İdadisi, 1007 Umman, 348
Transvaal Muharebesi, 806 Umumi Harp, 885, 1 009, 108 1 , 1 1 83
Tropoliçe, 45 Umur-ı Cezaiye Mukayyidi, 562
Tuna, 98, 309, 422, 429, 456, 475, 477, Ursus, 422
929, 955, 96 1 , 1 1 59 Usuli, 442, 45 1
Tunus, 472 Uşdl Şecere-i Türki, 220, 2 2 1
Tur, 1 32 Uygur, 223
Tur-ı Sina, 1 45 Ü
Tuti Hanım, 94 Üçüncü Napolyon, 220
Türk, 1 9, 4 1 , 53, 59, 1 25, 1 3 1 , 1 54, 1 84, Üçüncü Sultan Selim, 1 7
1 92, 2 1 2, 2 1 9, 223, 224, 347, 40 1 ,
Ürgüp, 94
407, 42 1 , 422, 425, 476, 5 1 9, 529,
544, 558, 574, 585, 59 1 , 633, 636, Üsküdar, 1 7, 1 8, 89, 1 1 1 , 274, 407, 441 ,
639, 643, 644, 654, 663, 669, 670, 442, 452, 654, 833, 1 027
675, 682, 683, 688, 698-700, 728, 730, Üsküdar Mutasamflığı, 44 1
739, 755, 784, 786, 79 1 , 799, 806, Üsküdarlı Talat, 1 4 1
822, 844, 869, 879, 883, 897-899, 902, Üsküp, 99, 953, 96 1 , 962
903, 9 1 2, 922, 927-929, 935, 950, 955,
Üstıid Ekrem, 2 1 6
956, 96 1 -963, 968, 983, 984, 986, 990,
994, 997, 999, 10 15, 1027, 1 029,
v
1 036, 1 044-1 046, 1 049, 1054, 1 055, V. Murad, 249
1 059, 1 062, 1 066, 1 067, 1075, 1 076, Vahdet, 68, 682, 922, 1 08 1
Vakit, 241 , 33 1 , 332, 407, 558, 567, 922
İNDEKS 1 209

Vali Hafiz Mehmed, 962 Yahya, 2 1 9


Vali İsmail Hakkı Pruja, 1 4 Yahya Naci Efendi, 2 1 9
Valide Mektebi, 184 Yahya Sezai Efendi, 78 1
Valide Rüşdiyesi, 592 Yakubağa Mektebi, 56 1
Van, 94, 95 Yanya, 1 22, 1 34, 1 40, 562, 990
Vaniköyü, 257 Yarım Ay, 53 1
Va:rb.k, 1 87, 280, 665, 746, 91 2, 1 064 Yann, 576, 624, 632, 790, 875, 1020, 1 153
Varna, 45 1 Yemen, 1 13, 865
Vasıf, 1 2 Yeni Edebiyat-ı Cedide, 48 1 , 583, 585,
Vatan, 200, 202, 205, 206, 2 1 6 6 1 7, 7 16, 753, i l 1 6
Vaveyla, 2 1 4, 2 15, 238 Yeni Fıkir, 586
Vazov, 990 Yeni Gazete, 531
Vecdi, 1 36, 824 Yeni lisan, 897, 979, 982
Vecihi, 563 Yeni Mecmua, 558, 879, 883, 897, 899,
908, 9 1 6, 983, 984, 990, 992, 994,
Vedi Sabra, 103 1
1062, ı 1 24, l 1 4 1 , 1 165
Vefa, 304, 754, 865, 953, 1007, 1 1 55
Yeni Osmanlı Matbaası, 370
Vefik Pruja, 2 19, 220, 2 2 1 , 224
Yeni Sabah, 567
Vehbi, 1 64, 1 86, 7 10
yenigün, 558
Veled Çelebi, 425
Yenişehir, 441 , 442, 45 1 , 452
Veliyüddin Paşa, 98
Yenişehirli Avni, l 1 l
Veliyüddinzade Ahmed Paşa, 500
Yevmi Tanin, 627
Veysi, 2 1 3
Yezid, 1 84
Veysi Paşa, 199
Yıldız, 1 58, 206, 320, 437, 563, 583, 587,
Vezir Abdullah Paşa, 1 2 1
777' 879, 962, 1068, 1 069, 1 072, 1 1 82
Viardot, 154
Yıldız Sarayı, 1 58, 206, 437
Victor Hugo, 53, 266, 379, 380, 38 1, 455,
Yozgat, 29, 35
688, 689, 1 0 1 5
Yunan Harbi, 583, 707
Vidin, 46
Yunan İhtilali, 1 029
Vilayat-ı Selase, 489, 782
Yunanistan, 1 62, 586, 782, 882, 990,
Vıl4Jıet, 688, 832
1 1 02, 1 1 85
Virgille, 380
Yusuf Akçura, 425, 822, 869
Viyana, 302, 363, 370, 4 1 2, 4 1 3, 573, Yusuf Kamil Paşa, 62, 8 1 , 123
574, 577
z
Viyana Sefareti, 363, 573
Zaik, 1 38
Voltaire, 266, 304, 327, 332, 429, 454,
Zaik Efendi, l 38
969
Zaman, 152, 277, 3 1 3, 552, 558, 564, 6 15,
w
725, 8 1 3, 922, 963, 1 086
Washington, 682
Zaptiye Nezareti, 69 l
Waterloo Muharebesi, 725
Zavallı Çocuk, 2 1 6
x
Zekd, 1 7, 2 19, 323, 422, 592, 616, 662,
Xavier de Montepin, 687
990
y
Zl!l!Ta, 422
Yağlıkçı Nuri Efendi, 591
Zeynelabidin Reşid Bey, 495
1210 İNDEKS

Zeynep Kennan, 407, 938 1 063, 1 065- 1 067, 1073, 1 076, l l46,
Zeyrek, 687 l l53
Zı14t-i ltMm, 201 Ziya Paşa, 1 86, 1 89, 1 90, 192, 1 94, 2 1 0,
Zincirlikuyu, 488
214
Ziyad Ebüzziya, 63
Ziver Efendi, 6 1
Zonguldak, 789
Ziver Paşazade Bahaeddin Bey, 300
Ziya, 1 86, 1 89, 190, 1 92, 1 93, 1 94, 1 95, Zor.N"ıkdlu, 22 1 , 224
198, 2 1 0, 2 1 4 Zoraki Tabib, 22 1
Ziya, 1 9 1 , 1 92 Zoraki Tabip, 224
Ziya Gökalp, 83 1 , 844, 883, 885, 897, Zühavi Efendi, 422
899, 90 1 , 925, 979, 982, 1059, 106 1 - Zülfikar Nafiz P<CŞa, 1 29

You might also like