Professional Documents
Culture Documents
1 - iV
A TA TÜRK KÜLTÜR, D İL VE TAR İ H YÜKSEK KURU MU
T Ü R K T A R İ H K U R U M U Y A YI N L A R I
- . 11. Dizi - Sayı:2
IV/ A-22
. . . . .
1 - iV
İndeks var.
ISBN 978 - 915 - 16 - 2364- 5
81 0. 9
Ha<:,ırlayanlar:
Prof. Dr. Abdullah Uçman başkanlığında;
Mehmet Çelenk, Seda Işık, İpek Şahbenderoğlu,
Özge Şahin, Bengü Vahapoğlu, Sibel Işık.
BİRİNCİ CİLT
BİRİNCİ KISIM
On Se kizinci Asrın Şian ( 1800-1838) . .. ... ......... .. . ... ..... ........................
. .. .. . 3
İKİNCİ KISIM
Devr-i Teceddüd (1838-1876) .... .. ... ..... ... .. ......... .. ......
. .. ... .. .
... .... .. . ............... 51
İbrahim Şinasi ............................ . . ........ ... .... ....... ... . ... . .............. .
. . . .. .. . .. .. . .. ... . . 59
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi................. . . . .. ... . . .. .. ................
. . . . . . ... .......... ... . 59
Şinasi'nin Veladet ve Sabaveti ...................................................................... 59
Şinasi Osmanlı Edebiyatında Ne Yaptı? ... .. .... . . . . ......................
. .... . . ... .......... 64
Hukuk ve Mehakim ....................................... . .................................................. 66
Şair Evlenmesi ......................... . .
..... . .
. ... . ......... . . ..... ... .. ... ....
...... ...... . ...... .. ... ... . . . 69
VI FİHRİST
Fa tin Da vud.................................................................................................... 79
Hayat-ı Hususiye ve Resmiyesi..................................................................... 79
Lisanı ve Şiiri................................................................................................ 81
Leskofça lı Galib........................................................................................... 93
Hayatı.......................................................................................................... 93
Lisan ve Efkan .................. ........................... .......................................... .... . 100
İKİNCİ CİLT
ÜÇÜNCÜ KISIM
Edeb iyat-ı Cedide ( 1876-1895) ..... . . . ... .... . . . ... . . .. . . . .. ... . .. ... .
. ... ........ ............ 249
Reciizade Mahmud Ekre nı ... . ... ... ... .. ... .. . . . . . ..... . .. .. .. ..... . .... ... ................... 257
Veladet ve Tufiiliyeti . .. . . . . . .. . .. . . . .
.. ........... ........ . ... ... .. .. .... ..... . .... .. . ................ . . 257
Ekrem'in Lisanı ve Sanatı .......................................................................... 280
Abdülhak Hinıid .... .. ... ... ....... .. . ... ..... .......... ............ .. . ..... ... ..
. .. . . ....... ... .. . . . . . . . 297
Hayat-ı Edebiye ve Resmiyesi ................................ .......:.......................... ... 297
Hamid'in Şiiri ve Sanatı .. . . . .. . .. ........... . ... .... . ....
...... ..... ... .. ..... .... .......... .... . . ... 371
Hüseyin Nazı nı Paşa............ ... ........ ..... ... ....................... ....... ...................
. . . 435
Lisan ve A san .............................................................................................. 438
Ali RUlıi .... ....... ........... .................. .. .......................... .......... ........ .................. 495
.
Dili ve Sanatı .... . . ....... ..... . . . .... ... . .. . ..... .. .......... . .....
...... . . . . .. ... .. .. .. .. .. . . . ..
........ .. . 498
VIII FİHRİST
ÜÇÜNCÜ CİLT
DÖRDÜNCÜ KISIM
On Do kuzuncu Asır Osmanlı Edebiyatı: 1 324 [ 1908] İnkılabına
Kadar (1895-1908} .......... .. . .. .................. ... ..... . . . .. .... .. . . . .. . . . .. . . . ............ .... . . .. . . 583
Hilid Ziya ......... .... .... ... .. ........ ........ .. ... ..... ... .......... .. .. .. .... .. ............. .... ..... .... .. 687
Veladet ve Hayatı .. ... ............ ... .... ... ... ....... ...... .. .. ... ... ........... .... ... .... ... .... ... ... 687
Eserleri, Lisanı ve Sanatı...... ... ..... .. .... .. .......... .. ... ... ...... .. ....... ..... .. ....... ........ 695
Cenab Şahabeddin .... .. ..... ........ ..... .................. ...... ... ... ................. ... ... ......... 707
Hayat-ı Hususiye ve Edebiyesi........... .. ..... .. .... ...... ....... ..... .. .................. ..... . 707
Lisanı ve Sanatı, Sanat Hakkındaki Telakkisi .......... ..... ... .............. . ... ... .. . . 719
Süleyman Paşazade S3ıni.. ........ ...... ......... .. ...................... ... ... ..... .............. 739
Hayatı.. .. ................. .... ...... ... ......... ... .. ........ ....... .. ...... ......................... ......... . 739
Lisanı, Üslubu, Sanatı. ... .......... ......... ...... ..... .... ... .......... ..... ......... ..... ...... ..... 743
Hüseyin Cahid ..... .. ......... ....... .. ...... .............. ... ....... ......... .. .... ........ .. .. .. ........ . 753
Hayatı........ .. .. ..... ................ ......... ............. . ....... ........ ......... .... ... .. .. .......... ....
. 753
Lisanı, Eserleri ve Meslek-i Edebisi ..... ... ... ........ .. ... ....... ................... ........... 756
Mehıned Rauf........ ............ ... ..... ............. .. .... ..... ...... ........ .. .. ... .... .................. 763
Hayatı ..... ...... ......... ....... .. ...... .... .... ...... .. ...... ........ .......... .. ....... ..... .. ... ............ 763
Eserleri, Lisanı, Sanatı ....... ... .. .... ............ ...... ................... .. ... ... ..... .............
. 768
Ahıned Hikınet...... .. . .... .. ... ....... .. .. .. ................. ...... ................... ... ... .. ...
. . . . . .. . . 781
Hayatı ............... .... ... ... .... ..... .... ...... ................ ... ....... .. ... .. ..... .... ....... ... .......... 781
Lisanı, Üslubu, Sanatı .... .. .................. ..... .. .. ............... .. ... .. ................ ..... .. ... 785
Hüseyin Suad....... ...... ... .............. .. . ..... ................. ...... ... .. ........... ... ....... .. ......
. 795
Hayatı... .. .. ...... ................ ......... ...... ..... ... ...... .... .. ....... .... .. ... ......... ........ .. ..... .. 795
Üslubu, Şiir ve Sanatı ..... ........... .. ....... ................. ....... ............... .. .. ..... ...... ... 799
Süleyman Nazif.. .... .... ... ...... ........ .. ........... ..... ... ....... .... ..... ......�... ..... .. ...... .... 817
Hayatı .......................................................................................................... 817
Nesri, Nazmı ve Üslubu .... ..... ... ..... .. ........ ...... ....... ..... ..... ..... ...... . . ..... .. .......
. 823
DÖRDÜNCÜ CİLT
YİRMİNCİ A SIR
1324 [1908] İnkılabından Sonra........... . . . .... ........ . . . ... . . . . . .. . . . . .. .. . . . . .. . .. ... .. . 879
Köprülüzade Mehmed Fuad........ .. ..... ...... .... ..... ... ............ ...... ... ... . ....... .. .. 897
Hayatı . . . .. . .
. .. .. . ....... ... .. ... ..... .... .. ... ...... .. ...... ... ..... ..... ...... ..
. ...... ............... . . . .. . . 897
Lisanı, Nazmı ve Nesri. ... . . .... . ................................. ... ..... ... .. . . . ..
... . .. . . ... . . .. ... 898
Yakup Kadri. .. .. . .. . ...... ... . ......... .. .. ..... ... ..... ..... ............ .. ... ... ..
................ .. . . . . . ... 907
Hayatı. .. . . ... ... . .
. . . .. . . .. .. .. .. .
... .... ........... . . .. .......... . ..
....... . . .. . . ..
.... ....... .. . ....... . ... . . 907
Lisanı ve Sanatı .. ......................................................................................... 908
Filih Rıflu ....... ... .... ..... .. . ........ ... . ... .... .. . ..... ..... ..... .. .. .. ... ... ... .. . ....... .
. .. . . . . .. ... . . . . 925
Hayatı. . ..... . .... . ..... .. . . ... . .. .
. ... . .. . ... . .. .
. . . .. . .. .. . ...... .
.... . ... . ...
. ........ . ....... .. . . ....... .. . . 925
Lisanı ve Üslubu ... ..... ............................... .......... ................ ......... . ....... . . .. ... . 926
Lisanı ve Sanatı.. . ........ ... . . . .. . ... . . .. ... . .. .. ....... .. . . . . . . . .. .. . .. . . . . . .. . . . . . . . . ... . .. . . .. . . . . ... 956
Hayatı........................................................................................................ 1079
Lisanı, Üslubu, Sanatı.. .. . .... ......... .... .... .......... ... ....................................... 1080
.
Midhat Cemal .... . . .. . . . ..... . . . . . ... . . . . ..... . ... ... .. . . ..... .. . .... . .. . . . .... .. ............ ...... . .. ... 1091
Hayatı, Lisanı ve Sanatı .. .. .... .. ...... .. .... ...... .... .............. .... .. ............ .... .. .. .... 1091
Hamdullah Suhbi .. ..... ... .. .. .... .. ...... .. .. ...... .. .. .. .. .... .. .. .. .. .. .. ...... .. .... ..... .. . . .. . .. 11O1
Hayatı........................................................................................................ 11O1
Lisanı ve Sanatı.. .. .. .. .. .. .. .... .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. . .. .. .. 1102
Lisanı ve Sanatı ...... .. ........................ ... .. ...... ...... .. .. .... .... ........ ...... .. .. .. .. .. .. .. 1116
Lisanı ve Şiiri .... ..... ....... ........ ............................................................. .... .... 1123
Yusuf Ziya .......... ...... . . .. .. ..... ... .................... ... . . . ... . . . . . . ... . ................. ... . . . . . .. . . 1155
Hayatı ..................................... .. ........................................ ........................ 1155
İNDEKS .. .... ....... ... . . ........ . .. ...... .......... ... .. . . ....................................... .... 1189
. . .. .. . .
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
ABDULLAH UÇMAN
Edebiyat tarihi genel anlamda, bir milletin tarih boyunca ortaya koyduğu
ve belli bir sanat ve estetik değer taşıyan edebi ürünleriyle bu ürünleri veren ede
bi şahsiyetlerin ele alınıp incelenmesi, yani bir bakıma bunların muhasebesinin
yapılması diye tarif edilmektedir.
Yeryüzündeki hemen bütün milletlerin az veya çok, tarihin eski çağlarından
başlayarak bugüne kadar gelen sözlü ve yazılı edebiyatlarının varlığı bilinmek
tedir. Ancak bu edebi ürünlerle birlikte bunları ortaya koyan ve adına şair, ya
zar veya sanatçı denilen kişilerin belli birtakım ölçüler dahilinde ele alınıp
değerlendirilmesi, yani edebiyat tarihçiliği, her nedense, oldukça geç bir zaman
diliminde, XIX. yüzyılda ortaya çıkar. Bu geç kalışta, değerleri itibariyle ortaya
konuldukları zamanı ve çağı aşarak klasik kabul edilen eserlerin mutlak değer
taşıdıklarına olan inancın da etkisi söz konusu olduğu ileri sürülmüştür. XIX.
yüzyılda ilk defa Madame de Stael'in Edebiyata Dair (1880) adlı kitabında, her mil
letin ve her çağın edebiyatının birbirinden ayrı ve değerlerinin de izafi olduğunu
belirtmesiyle birlikte, tarihsel süreç içinde farklı özellikler gösteren bütün milletler
in edebi eserlerine yeni bir bakış açısıyla bakılmaya başlanır.
Mme de Stael'den sonra Villemaine, edebi eserlerin siyasi, fikri ve dini
akımlarla olan ilişkisini araştırırken, Sainte-Beuve de edebi şahsiyetlerin hayatlarına
ve psikolojilerine eğilmek suretiyle bu alanda bazı denemeler yapar. Esas itibari
yle Avrupa'da edebiyat tarihçiliği Gustave Lanson'la başlatılır. Doğrudan doğruya
Hippolyte Taine'in meşhur "Irk, muhit ve tarihi zaman" görüşünden hareket
eden Lanson, edebi eseri genel anlamda sosyal hayatın bir yansıması olarak ka
bul etmiştir. Onun çalışmalarını, edebi türlerin gelişmesini ve birbirine etkisini
esas alan Brunetiere ile edebi nesilleri ve edebi eserlerin iç gelişmelerini izleyen
A lbert T hibaudet'nin denemeleri takip eder. Ama yine de bunlar arasında, bir
edebi eseri çevresi, yani onu ortaya koyan yazarın hayat hikayesi, yaşadığı devir
ve o eserden önceki edebiyat geleneği ile eserin ortaya çıktığı devrin şartlarını esas
alarak açıklayan Lanson metodunun edebiyat tarihçiliğinde uzun süre geçerliğini
koruduğu görülür.
xıv KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
XX. yüzyılda edebiyat tarihçiliği anlayışına yeni bir görüş getiren Rene
Wellek ise, edebi eserin şekil, yapı ve üslup bakımından sadece dış şartlarla
açıklanamayacağını; edebi eserlerin de kendi bütünlüğü içinde ele alınması
gerektiğini, bundan dolayı edebiyat tarihinin şair ve yazarların hayat hikayeleri
yerine doğrudan doğruya edebi eserlerin tarihi olması gerektiğini ileri sürer.
Bizde "Edebiyat tarihi" adını taşıyan ilk eser ise, Abdülhalim Memduh'un
Tô.rih-i Edebiyat-ı Osmô.niye'sidir (1306/1890). Onu Faik Reşad'ın Tô.rih-i Edebiyat-ı
Osmdniye'si (1327/1911), Şahabeddin Süleyman'ın Tarih-i Edebiyiit-ı Osmaniye'si
(1328/1912) ve Mehmed Hayreddin'in Tiirih-i Edebiyat Dersleri (1328-1329/1913)
ile Fuat Köprülü'nün Şahabeddin Süleyman'la birlikte hazırladığı Yeni Osmanlı
Tô.rih-i Edebiyatı (1332/ 1916) adlı eserleri takip eder.
Bizde bilimsel anlamda edebiyat tarihçiliğinin kurucusu kabul edilen Fuat
Köprülü, 1913 yılında Bilgi Mecmuası'nda yayımlanan "Türk Edebiyatı Tarihinde
Usul" adlı oldukça kapsamlı makalesinde, asırlar öncesine uzanan çok eski bir
geçmişi bulunan Türk edebiyatı örneklerinin nasıl ele alınıp incelenmesi gerektiği
meselesi üzerinde aynntılı bir şekilde durmuştur. Fuat Köprülü ilk defa burada,
geniş bir coğrafya üzerinde ve yüzyıllan içine alan oldukça zengin Türk edebiyatı
tarihi için, "İslamiyet'ten Önceki Türk Edebiyatı", "İslamiyet'in Kabulünden
Sonraki Türk Edebiyatı" ve "Batı Tesiri Altındaki Türk Edebiyatı" şeklindeki
meşhur tasnifi yapmıştır. Edebiyat, tarih, sosyoloji ve hukuk tarihi alanlannda da
geniş bilgisi ve otoriter şahsiyetiyle daha sonra yazılan birçok edebiyat tarihine yol
gösteren Köprülü'nün bu tasnifi geçerliğini hala korumaktadır.
Burada, Türk edebiyatının aynı zamanda medeniyet tarihinden ayn
düşünülemeyeceği üzerinde de ısrarla duran Fuat Köprülü, büyük ölçüde, esas
olarak edebi şahsiyeti merkeze alan, ancak edebi şahsiyeti ve eserini değerlendirirken
yazann yetiştiği çevre ile devrin sosyal ve siyasal şartlannın da göz önünde
bulundurulması gerektiğini savunan Lanson'un metodunu benimsemiş görünme
ktedir. Fuat Köprülü, Aşık Tarzının Menşe ve Tekamülü (1915) ile Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar (1919) adlı eserlerinden sonra, bu görüşünü daha geniş bir şekilde
1926 yılında ancak ilk cildi yayımlanabilen Türk Edebiyatı Tarihi'nde uygulamaya
koymuş, daha sonra Edebiyat Araştırmaları (1966) adıyla bir araya getirilen makalel
erinde de aynı görüşün çeşitli örneklerini vermiştir.
Fuat Köprülü'nün arkasından, onun açmış olduğu yoldan İbrahim Necmi
Dilmen, İsmail Habib Sevük, İsmail Hikmet Ertaylan, Sadettin Nüzhet Ergun,
Mustafa Nihat Ozön, Agah Sırn Levent, Vasfı Mahir Kocatürk, Ahmet Hamdi
Tanpınar, Nihad Sami Banarlı ve Ahmet Kabaklı gibi, bir kısmı onun da talebesi
olmuş edebiyat tarihçileri Türk edebiyatı tarihini çeşitli yönleriyle ele alan eser
ler kaleme alırlar. Ancak bu isimler arasında A . H. Tanpınar'ın XIX Asır Türk
Edebiyatı Tarihi adlı eserinin ayn bir yeri vardır. Eser, tamamlanamamış olmasına
rağmen, gerek muhtevası, gerekse ele aldığı meselelere farklı bakış tarzı ve ken
dine özgü metot ve üslubuyla, sadece Türk edebiyatıyla meşgul olanlann değil,
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ xv
mükemmel veya eksiksiz bir edebiyat tarihi yazabilmesi, bir ömre sığabilecek bir
iş olarak görünmemektedir.
Ekip çalışmasında ise, edebiyat tarihindeki belli dönemler veya birtakım
meselelerin değişik kişiler tarafından ele alınıp incelenmesi ilk anda daha kolay
görünmektedir. Ancak bu tür çalışmalardaki sakınca ise, her yazarın farklı bir biri
kime, farklı bakış açısına ve üsluba sahip olmasında, yani her bakımdan bir bütün
lük göstermesi gereken edebiyat tarihi için gerekli şartlara pek uyulamamasındadır.
Dolayısıyla yukarıda isimleri zikredilen edebiyat tarihçilerinin eserlerinin bir
kısmında T ürk edebiyatının belli bir dönemi ele alıp incelenirken, bir kısmında
ise bir tür tezkirecilik geleneğinin devamı gibi, ayrıntılara girmeden, oldukça
muhtasar bir şekilde edebi devirler ve edebi şahsiyetlerin gözden geçirildiği görül
mektedir.
olduğudur. Esasen doğarken bir uglilta (monstre) olarak doğmuştur." (s. VII) gibi
ifadeler sadece mukaddime ile sınırlı değildir. İsmail Hikmet zaman zaman bir
devri anlatırken de, adeta birilerinden hesap sorarcasına, mesela devrin padişahı
Sultan Abdülaziz veya önde gelen devlet adanılan Aıi Paşa ile Fuad Paşa için de
son derece yakışıksız sözler sarf etmekten nedense kendini alamamaktadır.
Eser, divan edebiyatı üzerine yer yer Namık Kemal'e dahi rahmet okutacak
karalamalarla dolu mukaddimeden sonra, asıl konuya XIX. yüzyılın başlarında,
Tanzimat öncesine rastlayan yıllarda (1800 - 1838), eski edebiyatın son temsilcile
rinin ele alınmasıyla başlar. Burada Batı tesirinden uzak bulunan ve tamamen
eski geleneğin devamı olan Keçecizade İzzet Molla, Şeyhülislam Arif Hikmet ve
Abdurrahman Sami Paşa üzerinde durulur. Bunlar arasında uzunca bir bölüm
ayırdığı Akif Paşa'yı, Tanzimat'tan önceki yenilik hamlesinin ilk ve en önemli ismi
olarak yücelten İsmail Hikmet, onun "Şeyh Müştak'a Mektub"unu, sadelik, sa
mimiyet ve selaset itibariyle Şinasi'nin Paris'ten annesine yazdığı mektuptan bile
daha önemli bulur.
Tanzimat sonrasını ise "On Dokuzuncu Asır Başlan", "On Dokuzuncu Asır
Ortaları", "On Dokuzuncu Asır Sonları" ve "Yirminci Asır" şeklinde ayn ciltlere
ayırmak suretiyle, esas itibariyle yenileşme dönemi Türk edebiyatını inceler. İsmail
Hikmet'in, eserinde başından sonuna kadar bir devri incelerken o devrin esas
karakterini veren edebi topluluklar, edebi cereyanlar ve edebi tartışmalar üzerinde
durmak yerine, daha çok edebi şahsiyetleri ele alıp genellikle sübjektif ölçülerle
değerlendirme yoluna gittiği görülmektedir. Yani önce, ele alınan edebi şahsiyetin
hayat hikayesi anlatılmakta, daha sonra dili, üslubu ve sanat anlayışı üzerinde ayrı
ayn durulmakta, en sonunda da bir kısım eserlerinden çeşitli örnekler verilmek
tedir. K itaba aynca bütün şair ve yazarların tarama suretiyle yapılmış birer resmi
de konulmuştur.
Edebiyat tarihinde "Devr-i Teceddüt" adını verdiği yenileşme dönemine
Şinasi ile başlayan İsmail Hikmet'in onun hakkındaki görüşleri de pek olumlu
değildir; çünkü ona göre Şinasi yazı dilinde cümlelerin kısaltılmasında, terkiplerin
çözülmesinde bir dereceye kadar başarılı olmuşsa da, "munis ve tabii T ürkçe yaz
mak" konusunda Akif Paşa'dan, Koca Sekbanbaşı'dan, hatta Katip Çelebi'den
bile geride kalmıştır.
İsmail Hikmet, Şinasi'den sonra, kronolojik olarak tekrar geriye giderek Fatin
Davud'un arkasından Encümen-i Şuara topluluğuna döner ve bu bölümde Kazım
Paşa, Leskofçalı Galib ve Üsküdarlı Hakkı Bey'i ele alır. Edhem Pertev Paşa'yı ise
"Eski ile yeni arasında bir devre-i ittisal teşkil edenler" arasında gösterir. Onun
arkasından da sırayla Hersekli Arif Hikmet, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmed
Vefik Paşa gelir.
Eserin ikinci cildi 1876- 1895 yıllan arasını kapsar. Bu cilde 1. Meşrutiyet'in
ilan edildiği, Meclis-i Mebusan'ın açıldığı ve Kanun-ı Esasi'nin yürürlüğe girdiği
XVIII ABDULLAH UÇMAN
1876 yılı ile başlanır ve sırayla şu isimlere yer verilir: Recai.zade Mahmud Ekrem,
Abdülhak Hamid, Sami Paşazade Sezai, Sadullah Paşa, Ahmet Midhat Efendi,
Nazım Paşa, Yenişehirli Avni, Muallim Naci, Şeyh Vasfi, Muallim Feyzi, Ali Ruhi,
İsmail Sala, Nabizade Nazım ve Mahmud Sadık. Bundan sonra "Müstakil Çalışan
Şair ve Edipler" şeklinde bir bölüm açan İsmail Hikmet buraya da sırayla Nigar
Hanım, Ahmed Rasim ve Hüseyin Rahmi'yi dahil eder. Bu cilt İttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin kuruculanndan biri olan Abdullah Cevdet'le son bulur. Bu ciltte,
edebiyat tarihinin üzerinde en geniş şekilde durulan şahsiyeti Abdülhak Hamid'e,
tabii çeşitli manzumelerinden, diğer eserlerinden ve mektuplanndan da bol bol
örnekler verilmek suretiyle, küçük bir kitap hacminde tam 135 sayfa aynlmıştır.
"On Dokuzuncu Asır Osmanlı Edebiyatı" başlığı konulan ve 1895- 1908
yıllan arasını içine alan üçüncü ciltte ise esas olarak "Yeni Edebiyat-ı Cedide"
dediği Servet-i Fünun topluluğu içinde sırayla Tevfik Fikret, bu topluluğa fiilen
katılmamakla beraber Rıza Tevfik, Halid Ziya, Cenab Şahabeddin, Süleyman
Paşazade Sami, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf, Ahmed Hikmet, Hüseyin Suad,
Hüseyin Siret, Süleyman Nazif, Faik Aıi, Ali Ekrem, H. Nazım ve Celal Sahir ele
alınır. Bu ciltte de 84 sayfa ayrılmak suretiyle üzerinde en geniş şekilde durulan
edebi şahsiyet Tevfik Fikret'tir.
Eserin son cildi ise Servet-i Fünun hareketinin dağılmasını takip eden
süreçte, daha doğrusu il. Meşrutiyet hareketinin hemen arkasından kurulan Fecr
i Ati topluluğu içinde yer alan Yakup Kadri ile başlar. Onu yine sırayla Refik
Halid, Falih Rıfkı, Ahmed Hfışim, Emin Bülend, Tahsin Nahid, Yahya Kemal,
Fazıl Ahmed, Ali Canib, Ömer Seyfeddin, İbrahim Alaeddin, Ercümend Ekrem,
Halide Edib, İhsan Raif, Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Mehmed Akif, Midhat
Cemal, Hamdullah Subhi, Reşat Nuri, Halit Fahri, Yaşar Nezihe, Orhan Seyfi,
Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz takip etmekte, arkasından da "Mütarekeden Sonra
Edebiyat Başlıklı" kısa bir değerlendirme ile eser sona ermektedir.
Görüldüğü gibi kitap XIX. yüzyılın başlarından itibaren XX. yüzyılın
başlanna kadar gelmekte ve aşağı yukan yüz yıllık bir devreyi siyasal, sosyal ve
edebi olaylar da dahil olmak üzere, topluca ele alıp incelemektedir Ancak yukarıda
.
Bu tür çalışmalarda hala bir problem olmaya devam eden imla konusunda da
kendi içinde tutarlı olmaya çalışılmış; başta kişi adları olmak üzere, gazete, dergi ve
kitap adları ile tamlamalar ve bugün yazı dilinde kullanılmayan bir kısım kelimeler
mümkün olduğunca asli imlasına yakın bir imla ile yazılırken çok kullanılan ke
limelerin ise bugünkü yaygın şekilleri tercih edilmiştir.
hatalar asgariye indirilmiştir. Bizden sonra metnin tamamı bir defa da Prof. Dr.
Orhan Okay tarafından okunmuş ve gözden kaçan bazı hatalar düzeltilirken, bir
kısım eksikliklere de işaret edilmiştir. Hocanın tashihinden sonra metnin tamamı
son olarak bir defa daha tarafımdan gözden geçirilmiş, basılmak üzere TTK'na
gönderildikten sonra da kurum tarafından Prof. Dr. Derya Örs'e incelettirile
rek elinizdeki metin ortaya çıkmıştır. Tabii bu uzun ve gerçekten yorucu çalışma
sırasında hepimizin karınca kararınca bir şeyler öğrendiğimizi özellikle belirt
meliyim.
Bir halkın medeniyeti, içtimai, iktisadi, hayati kabiliyeti hakkında doğru bir
fikir almak ister isek, o halkın edebiyatı tarihini yakından tetkik etmeliyiz. Ne de
receye kadar canlı bir halk olduğunu, medeniyet aleminde tuttuğu sıranın ehem
miyetini ondan anlamak [kabil] olur.
İşte Türklerin de, bugün içinde yaşadığımız şu yirminci asra gelinceye ka
dar yaşayışlanndaki hayati mahiyeti, içtimai hayattaki mevkilerini, fikri hayat
taki kıymetlerini görmek, ondan ciddi, hakiki bir netice çıkarmak için uzun za
manlardan beri tarih boyunca nasıl bir yürüyüşe, ilerleyişe (evolution) tabi olarak
geldiğini görmek için, bu hayatın gözgüsü olan edebiyatlan tarihini yakından ve
etraflıca gözden geçirmeliyiz, çünkü iktisadi ve içtimai hayatta devam eden tahav
vülat ve tebeddülat dimağlann, efkar ve hissiyatın dahi taharrük ve tebeddülünü
hazırlıyor. Nasıl yeni tasarrufat ve içtimai hayat kuruluşunun üzerinde eskisinin
belli bir nüfuzu olursa yeniden kurulacak edebiyat üzerinde eskiden kurulmuş
edebiyatın da, birçok cihetlerden, tesiri varclır. Yaşayacak, gencelecek, dirilecek
bir edebiyat yapmak ancak geçmiş asırların bıraktığı mirası gözden geçirerek
sağlam ve çürük noktalarını kurcalayarak kuvvetli bir teşhis (diagnostic) ile hakiki
marazını bulup çıkarmak sonra da kat'i bir cerrahi ameliyeye (operation) tabi tut
mak elzemdir. Daha başlarken itiraf etmeye mecbur olduğumuz bir hakikat varsa,
XXIV BİR İKİ SÖZ
o da edebiyatımızın çok çürük, çok ufünetli, çok ölü olduğudur. Esasen doğarken
bir ugluta (monstre) olarak doğmuştur. Kuruluşunda yaşayacak, gürbüzleşecek bir
istidat ile kurulmamıştır. Ana atası asırlarının tereddisine (degenerescence) varis,
şiar (caractere) ve şuuru gevşemiş, pıhtılaşmış, zevki (gout) ve heyecanı (emotion)
yıpranmış, kurumuş bir nesilden geliyordu. Tesalübten tesalübe (croisement)
geçerek ırkının saf, taze, canlı ve asıl (original) seciyesini kaybetmiş, şekilsiz, arık ve
akim (sterile) bir ugluta halinde idi . Dimağının da, kalbinin de, vücudunun da asil
ve fıtri bünyesi değişmiş, bozulmuştu. Ancak doğduğu ve büyüdüğü "bozkır"larda,
dağlar, dereler içinde tutunabilen, yabancı ve köhne medeniyetlere merkez olan
şehirlerden uzaklarda yaşamaya muvaffak olan zümreler o iptidai kuwet ve ci
yadetini saklayabilmiş, saf, samimi (sincere) heyecanlarını sinelerinde yaşatmıştı.
Büyülü, ağulu bir hava onların hüviyetini öldürmüş, canlı bir cenaze haline
getirmişti . Dünyanın hemen her tarafına kol kol, takım takım yayılarak, asırlarca
devam eden, parlak hükümetler kuran Gazncviler, Harezmiler, Selçukiler,
Osmanlılar . . . o zahiri ihtişamlanna, o saltanatlı hükümetlcrinc rağmen fikren de
[s. V III] ikıisaden de, il men de mahkum ve esir idiler Esaret boyunduruklarını
.
Anadolu'nun içerilerinden saf, temiz bir avuç insan kümesi halinde Konya'ya
kadar göçeri halinde gelerek Selçuklardan yardım dileyen Kayı Han Türkleri,
kurtlar kuşlar kadar hür hayatlannı yavaş yavaş, adım adım, bilmeden, anlama
dan, birtakım efsungerlere esir etti.
Din efsanesinden bi-haber olan Ertuğrul birinci defa olarak, o hiç tanımadığı
ve anlamadığı kitabın önünde huşu ve tevekkülle eğildiği dakikadan itibaren
Türklük Araplığın ebedi bir esiri olmuştu.
Oğlu Kara Osman, kara gözlü bir kızın hatın için Şeyh Edebali adlı bir
dervişin önünde diz çöküp el öptüğü zaman bütün bir halkı serseri, menfaatperest,
tembel, riyakar, tufeyli (parasite), mutaassıp (fanatique) bir zümreye kul etmişti.
Yepyeni, taptaze bir halkın kuracağı o canlı, o heyecanlı cemiyet yerine, sükun
ve tevekkül (resignation), hazın ve kanaat ile kanlan uyuşmuş, hisleri körelmiş in
san yığınları peyda olmaya başlamıştı.
Kendileri gibi başlanna külah, sırtlanna aba giydirdiler, işsiz güçsüz bir sürü
hane-berduş bu tenbel hayatını kendilerine bir iktisat kapısı yaparak Anadolu içer
ilerine yayıldı ve bütün saf, sevadsız, zavallı halkı bin bir yalan, bin bir efsun ile
aldattı. Fikirlerini, hislerini büyüledi, bin bir tarikat bütün damarlara yayılan ağu
gibi memleketin en kuytu, en hücra köşelerine kadar yayıldı. Bir meskenet hayatı,
bir mezellet neşesi doğdu.
Mamur, şen, faal, medeni şehirler yerine harabeler, harabatlar kaim oldu.
Tasavvuf (mysticisme) namı altında intişara başlayan İslami bir felsefe yaşayanlara,
yaşamak isteyenlere, yaşamaktan zevk alanlara hayatı kirli, çirkin, manasız, asılsız
gösterdi. Bütün yüzleri yokluğa, maba'de't-tabiiyata (metaphysique) çevirdi,
medeniyet öldü.
Fikir, hayal, mefkure (ideal) bu cereyanın esiri oldu. Bunun içindir ki, bütün
Türklerin edebiyatı münacat, ilahi, naat . . . tan ibarettir. Bunun içindir ki bütün
şairlerin divanlan Allah, peygamber sözleriyle ve Kur'an'ın ayetleriyle doludur.
XXVI BiR lKi SOZ
Kayı H aniler daha hükümetlerinin ilk temel taşlarını atarken ikinci bir tesir
altında kalmışlardı ki bu da Acem tesiri idi. Bu da sanat ve zevk üzerine derin bir
iz bırakarak edebiyatta doğacak olan samimiyet (sincerite) ve asaleti (originalite)
öldürdü.
dir ki bütün sefahatler ve ahlaki, hissi sefaletler, zevki ihtilatlar ve tereddiler içinde
kıvrana kıvrana yıkılan o tantanalı, saltanatlı Bizans İmparatorluğu'nun tesiridir.
Küçük hükümetleri biraz inkişafa başlar başlamaz kız alıp vermek derecel
erinde Bizanslılarla münasebata girişen Osmanlı sultanları o köhne Bizans'ın göz
kamaştıran yaldızlı ve yıldızlı saraylarına benzer saraylar yaratmakta, haftalarca,
hatta aylarca süren türlü türlü düğünler, eğlenceler yaratarak sefahatler icat etme
kte gecikmediler. Sefahatle beraber mecnunane israflar da başladı. Saray etrafını
alarak nihayetsiz ihsanlara, payansız arazi ve kentlere mazhar olan hacılar, hoca
lardan maada bir tufeyli (parasite) sınıf daha hasıl oldu. Bunlar da kasideci saray
şairleriydi.
Her yeni yapılan binaya tarihler söyleyerek, her yeni doğan sultan veya
şehzadeyi methederek, her tahta çıkan padişahı alkışlayarak avuç [s. XI I] avuç
elmaslar, altınlar alan, samur kürkler, müzehhep hil'atlar giyen meddahlar sınıfı
meydana geldi. Edebiyat yeni bir safhaya girmişti. Mamafih bu saflıada da mürşit
ve mukallit olan İran'dı.
Saray yeni iktisadi bir kapı açmıştı. Eli kalem tutan, yakın uzak, bütün
şairlerin gözleri o kapıya dikilmiş kalmıştı.
Aynı zamanda bu iki tabakaya hitap eden ve onların tercüman-ı efkarı olan
iki dil, iki edebiyat vücut buluyordu.
Saraya mensup olan sun'i, sahte ve müstear bir edebiyata mahsus dil ve üs
lup, diğeri de halkın sinesinde kalan ve yaşayan tabii, samimi ve kalbi ifadedir ki
tamamen inkişafa mazhar olamamışsa da tamamen de ölmemiştir. İşte zamani
(chronologique) bir tetkike, edebi ve beliğ bir tahlile (analyse) tabi tuttuğumuz bu
kısımların hepsine ait muhtelif misaller ile, yarın için yetişecek gençliğin muzır
tesirlerden sıyanetiyle asri, maddi ve hayati bir zevk ile techiz edilmelerine, iktisadi
amilleri gözeterek ölü fikirlerden, kokmuş hayallerden uzaklaşmalarına müsait ve
müstait bir zemin hazırlamış oluyoruz.
XXVIII BİR İKİ SÖZ
Tabii bütün bu gidişte lisanın iyi ve fena ilerleyişi levolution) izah edilecek
tir. Arap ve Acem'in müşterek tesirleri altında galiz bir şekil alan bu edebiyatı
rehbersiz tetkik imkanı olmadığı gibi okuyanlara da bir kolaylık temini için es
erin sonuna galiz kelimelere mahsus bir lügatçe ilave ettik. Bazı ıstılahların La
tincelerini de beraber yazdık. Bazı ecnebi ve Garp şairlerinden isimleri geçenler
hakkında kısaca malümat verdik. Edebi cereyanların hangi tesir altında ve nerede
doğduğunu gösterdik. Bu eser, nevinde hemen birinci adım demek olduğundan
noksanları olabilir ve olması da tabiidir Onları ihtar edecek, ilmi ve edebi esaslara
.
On dokuzuncu asrın ilk padişahı Hicri 1223 Miladi 1806'da cülfıs eden
Mahmlıd-ı Adli'dir.
İçtimai hayatın bir ma'kesi olan edebiyat, şüphe yok ki, o hayatın gösterdiği
tecelliden fazla bir şey gösteremez.
On dokuzuncu asnn ilk senelerini idrak eden ihtiyar şairler bu yeni asnn
yeni ruhuyla mütenasip ne bir taravet, ne bir kudret gösterebilmişlerdir. Hisleri
hasta, hayalleri ank, fikirleri cılız kalmıştır. Keçecizade İzzet Molla, Şeyhülislam
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 5
Arif Hikmet Bey gibi bir iki şahsiyet pek mahdut bir sahada küçük bir
mevcudiyet gösterebilmişlerse de pek de asnn yüzünü ağartacak bir dereceye
yükselememişlerdir.
2 Bahsedilen 1 828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'dır ve Hicri tarih olarak 1 245 değil 1 244
zümre arasında idi. Düşmanları Molla'nın bu fikrini bir fırsat telakki ederek
siayete başladılar. Nihayet Molla'yı Sivas'a sürdürdüler. Molla fıtraten hür ve
hamiyetperver idi. Hükümetine de sıdk u ihlas ile merbut bulunuyordu. Sivas
Valisi bulunan İsmail Hakkı Paşa bu hakikati anlamış, Keçecizade'ye de iltifat
ederek teselliye çalışmıştı. Molla şükran makamında Paşa'ya bir kaside tanzim
etmiştir:
"Terahhum etmese hakkımda Hakkı-i kerem-pira
Aceb kimler teselli-bahş olurdu bu dil ü cana
Lisanı ve Naznıı
Zamanının büyük şairlerinden sayılan Keçecizade hadd-i zatında yüksek
bir şair değildir. Selim-i Sfilis zamanında zayıflamış, inhitata yüz tutmuş olan
edebiyatın o arık, o cılızlığını giderecek bir hususiyet, bir mümtaziyet gösterecek
dehaya mfilik değildi.
Vasıfın sade lisanı Keçecizade'nin lisanına da tesir etmişti, fakat fikirlerinde
parlaklık, lisanında oynaklık ve şakraklık yoktu. Basmakalıp tabirlerle, sönük
hayaller, yıpranmış istiareler, kelime oyuncakları çoktu. Hasılı Şark zihniyetinin
tekellüf ve tasannfıun fazla ihtiyarladığı devir idi. Lisanında umumi bir fakrü'd
dem, umumi bir hüzal meşhuttur. Esasen bütün on sekizinci asır müddetince
süren bu kansızlık ve cansızlık on dokuzuncu asrın ilk nısfını da istiladan geri
kalmamıştı. Filhakika on dokuzuncu asır eski edebiyatta da yeni edebiyatta da
3 Bu tarih, "Kayd-ı tarihi olup hüzn-ah1d / İzzet şaire de kıydı cihan" şeklindedir. (Haz. notu)
4 Diğer eserleri Deolıatü'l-Meluimi.d fi Tercemeti'l- Vıili.d, Şerh-i Lı1glit-i Koca Rfigı.h Paşa ve iki
layihasıdır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 13
***
civarında tedarik ettiği bir evde ikamete mecbur olmuştu. Mamafih orada da
ziyaretçilerini ikram ve iltifat ile karşılamaktan geri kalmamıştı.
1 249 [1 832] senesi iptidasında Anadolu payesini ihraz etmiş, fakat ertesi
sene nekabetten istifa ederek uzlet ve inzivaya çekilerek taat ve tetebbu'la
meşguliyeti tercih etmişti. Dört sene kadar süren bu sükun devresinde ilmi ve
edebi bazı eserler yazmaktan da hfili kalmamıştı; esasen tetebbuu çok sever,
kitapları içinde manevi bir zevk duyardı.
1 254 [ 1838] tarihinde Rumeli sadareti payesi verilmişti. Sultan
Abdülmecid'in tahta çıktığı zamanlarda, 1 255 [1 839] tarihinde Tanzimat-ı
Hayriye ilanıyla içtimai ve idari inkılaba teşebbüs olunduğu sıralarda Ahmed
Arif Hikmet Bey de Meclis-i Vfila-yı Ahkam-ı Adliye'ye memur edilmişti. Biraz
sonra Rumeli ahvfilinin tetkik ve teftişine lüzum hasıl olmuş ve o tarafa
gönderilmişti, avdetinde Dar-ı Şura-yı Askeri azfilığına tayin edilerek 1 262
[ 1 845/ 1 846] senesine kadar memlekete faydalı ve hayırlı işlerle meşgul olarak
ilmi kudretini ispat etmişti.
O sene Zilhicce'nin ikinci cumartesi günü [28 Kasım 1846] altmış bir
yaşında iken Makam-ı Meşihat'a tayin edilmiş ve kendi tayinine:
Lisanı ve Sanatı
Şeyhülislam Arif Hikmet Bey on dokuzuncu asır Osmanlı şairlerinin
edebiyat-ı atika kısmına dahil olanlarındandır. Onun lisanında da, sanatında da,
hikmetinde de eski şiirin mahsusatından başka bir şey görülemez. Arabi, Farisi
ve Türki kısımlarını havi olan divanı, İslam ve Türk şuara-yı kadimesinin klasik
divanlarının aynıdır. İçinde görülen tarz-ı kadim nazmın şekillerinden ibarettir.
Naatlar, münacatlar, gazeller, kıtalar, beyitler. . . Fazla olarak tarih ile de iştigal
ettikleri bir hayli tarih ile bazı eserlere yazdıkları takrizler mevcuttur.
Dine ve şarie karşı olan ihlası bir heyecan-ı mahsus uyandıracak raddelerde
olduğundan, hac yolunda söylediği şu manzumede hem bir suhulet-i beyan hem
de bir haz ve heyecan, bir lirizm vardır. Evini, yurdunu, ehibba ve akrabasını
bırakıp özlediği ve gözlediği o mukaddes makama kavuşmaktan mütehassıl bir
zevk-i ittika ile mahzuz olan bir kalp hissolunuyor:
6 Eserin Arif Hikmet'e ait olup olmadığı belli değildir. Bilal Kemikli, eserin Şeyhülislam Arif
Hikrnet'e ait olmadığını, yazara ait takrizin "Takriz" başlığı koyulmadan eserin sonuna
eklenmesinin ve altında yazann adının geçmesinin bu yanılgıya yol açmış olabileceğini belirtir. bk.
Bilal Kemikli, Şair Sryhülisldm ArifHilrmet Bı:yefendi, Ankara 2003. (Haz. notu)
7 Hülasatü'l-Makaldtfi Meciilisi'l-MükdlRTTıet (10. Ktph. , nr. 5832) adlı bir eseri de vardır. (Haz. notu)
20 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
sözünü duyanlar "Şarabın ibfilıesi hakkında Şeyhülislam A rif Hikmet Bey fetva
vermiştir" iddiasında bulunsalar hata etmemiş olu rlar. Görülüyor ki pek dindar,
pek müttaki olan A rif Hikmet kör taassup kurbanı olan kuru slıfılerden, riyakar
zahidlerden değildir. Ruhen de yüksek, tabasbustan, riyadan müteneffirdir:
kesilerek, oradan ihracı üzerine bir müddet paşasının divan kitabetiyle Anadolu
tarafında geşt ü güzardan sonra Dersaadet'e gelip yılan gibi sürünerek bir takrib
ile yine odaya girmiş olduğundan ve sabıkan ve lahıkan Ordu-yı Hümayun'da ve
Dersaadet'te keyfıyat-ı halini bilenler beyninde 'Galib Paşa'nın mahlıd Pertev'i!'
unvanıyla şöhret-i şayiasına mebni odada bulunduğumuz esnada ve badehu
amedcilik ve beylikçilik gibi, maiyet mansıblannda kasri ve zaruri tezkiyesini
düzeltmek için desiseye mebni cebr-i nefs ve ihtimam-ı azim ile . . .
"
Sultan Mahmud'un vefatından sonra Akif Paşa için yeni bir devr-i idbar
baş göstermiştir; bu sefer de rakip ve düşmanı olarak karşısına Büyük Reşid Paşa
çıkmıştır.
[s. 30] Reşid Paşa da, Akif Paşa'nm lisan bilmemesini, siyasete aşina
olmamasını vesile ittihaz ederek yapacağı ıslahat-ı zihniyetle o eski zihniyet-i
idariyenin istinas edemeyeceğini ileri sürerek azledilmiş ve bir müddet
menkuben bir köşede kalmıştır. 1 256 [ 1839] tarihinde Kocaeli eyaletine tayin
edilmiş, bilahare oradan da azledilerek Edime'ye nefyolunmuş ve bir müddet
sonra affolunarak Bursa'da ikametine müsaade edilmişti. Bunu oğluna yazdığı
hususi bir mektubunda açıkça anlatıyor:
"Hakirin tarih-i veladetim iki yüz iki senesi olup cennet-mekan merhum
pederim on iki senesinde vefat etmekle hal Ü hayatlarında sabi-yi gayr-i mürahik
bulunarak hamden lillahi'l-müstean hilaf-ı rızalarında bulunmadım. Bu cihetle
evladımın bana ukuk ve isyan etmesiyle yoluma gelecek nesne yoktur. Mamafih
tarafınızdan na-mülayim bazı evza-ı gayr-i layıka vuku bulduysa da fıtratınız
iktizasından olmayıp beher hal şeyatin-i ins makulesinin suret-i hulfısta müessir
olan iğffil ü taglitinden neş'et etmiş olduğunda iştibahım yoktur. Bu cümle ile
beraber geçenlerde usretlı1 valideniz lisanından itiraf ve istifa-yı kusur
olunduğundan, peder ile evlat beyninde affolunmayacak kusur olmayacağını
yazmıştım. Vaki' hfil budur. Ancak hatır yıkıklığı gibi bazı şeyler zuhur etti.
Bina.berin isterim ki ceriha-i fuadımıza iltiyam-ı tam gelip hiç eser-i inkisar
kalmaya.
Malumunuzdur ki hasm-ı eledd ü eşeddim olan Reşid Paşa dilediği gibi bizi
çiğneyip ezdiği zamanda ahar bir uzak mahalle nefyetmek elinde iken o esaeti
etmeyip Edirne'ye gönderdi, fakat el-hfiletü hazihi İstanbul'a gelmemiz
istenilmediğinden, Bursa'da ikametimize emrolundu. Her ne ise bu kazaya dahi
ser fürı1-bürde-i teslim Ü rıza olduk. Gelirken Tekfur Dağı'nda birkaç gün
tevakkuf olunup cevdet-i hevasına vakıf olduğundan başka geçinmesi dahi eshel
ü ehven ise de bir nevi inkıyatsızlığa mahmul olmamak için sürünerek Bursa'ya
gelip lakin Bursa'mn havası vahim olduğundan başka bir rabıtalıca konak
bulunamamak ve bulunsa bile icaresi halimize el vermemek hasebiyle üç odalı
bir evceğizde ikamet üzere isem de keyifsizlikten ve yalnızlıktan pek [s. 3 1]
sıkılıyorum; bazı mesire ve kaplıcalar gibi mahallere racilen gidilmek mümkün
olmayıp hayvana dahi binemediğim gibi araba dahi gayet sarstığından na-çar
sabahtan akşama dek bir odanın içinde tek ü tenha oturup durmaktan ıstırab-ı
derunum pek ziyade oluyor. Devletlı1 Kani Beyefendi Hazretleri itmam-ı
memuriyetle Dersaadet'e avdet buyurup keyfıyet-i hfil ve müzayaka-i bfilime
vukuf-ı küllileri olmakla biis-i terahhum olacak ahvfilimi size bildirecektir. Rica
32 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ederim ki arbk şu beliyyeden beni tahlis edip ahir vaktimde gönlümü yaparak
duamı almaya himmetiniz ez-derun memfıl ve mes'fil-i acizanemizdir oğlum!"
1 258 [1 842) tarihinde yazdığı mektuptan sonra aynı tarihte yine oğluna bir
mektup yazarak o aralık dünyaya gelen, Şehzade Sultan Abdülhamid için de bir
tarih-i veladet yazarak Sultan Abdülmecid Han'a verilerek kendisinden Bursa
kazasından kurtarılmasını rica etmiştir:
"Mah-ı Cumadelihire'nin yirmi biri tarihiyle gelen mektfıb-ı beşaret
üslfıbunuzda Ramazan-ı şeriften ewelce mülakatımız müyesser olmak emeli
vaad ve tebşir olunmuş olduğundan zihninize dağdağa vermeyeyim diye yazıp
durmadım, amma tahassür ve intizar ne güç şeydir! Ol tarihten beri leyi ü
nehanmın her dakikası bir hafta gibi geçerek ah u enin ile ne hal ise Ramazan-ı
şerif gelip üç gün kalmakla, gündüzleri dursun geceleri dahi uykular haram
olarak, her an Ali bendenizin vüruduna terakkup olunmaktadır ki gaflet basarsa
bile sayıkladığım odur. Bir haftadır adem göndermek isterim, bir vekilharc ve bir
Seyyid ile Hurşid üç adamdan gayri yanımda kimse kalmadı. Yani tabipler,
cerrahlar da gelmese yalnızlıktan cünun getirmek derecesine geldim. Ne çok
günahım varmış! Bin gün ahım ile bir günahım affolmadı! Mektubunuz dahi
kesilmekle hiç teselli bulunmaz olup hasılı halimi tarif bile müşkil oldu, ewelcc
makam-ı sadaret ve riyasete tebriknameler irsalini iş'ar eylediğinizde ınakam-ı
sadaret tebriknamesi birkaç gün ewel Sanın Beyefendi'ye gönderilmiş
bulunduğundan devletlu Halil Paşa Hazretleri'ne yazılan tebrik taraf-ı
saadetinize gönderilmiş ise de hiç vusfılü [s. 32] haberi dahi gelmedi. Bir
mümaileyh bilmem arizamızı beğenmemiş mi nasıl olmuş ise 'kusuru var' diye
takdim etmediği ağızdan bazı gidip gelenlerden işitilmiş olmağın bu defa tekrar
bir tebrik yazılıp ve maa'l-acz ve'l-kusfır veladet-i hümayun için dahi bir tarih
söylenip tarafına irsal olundu. Ve şayet yine bir bahane ile takdim buyurmazlar
diye tarihin bir nüshası dahi matviyyen canib-ı püseranenize gönderildi. Gerçi
tammü'ş-şuur olmadığımdan zengin ve dil-nişin vaki olamayıp, bir de 'ıtlak'
lafzını dere için kaf kafiyesiyle aradığım cihetle dil-hahım vechile düşmediğinden
başka üç tane dahi ziyadesi olmakla bfila-yı çarlı yani 'çarlı' lafzının yukanki
harfi ki cim olup çıkar kelimesi 'cimi çıkar' demek manasına remz ile tamiye
şeklinde vaki olarak, her çend taşradan gönderildiğine ve şöhret-i kazibemize
mebni takdim şayan değilse de, mir-i mümaileyh tarafına göz kulak olup eğer
yine arizamızla beraber takdim etmezler ve nezdinizde münasip görülür ise
cenab-ı saadetinize takdim buyurasınız! Belki mesmu ve müteyakkımm olan sa'y
ü gayretinize bir nev-i medar olur. Bir de şevket-maab efendimiz hazretleri nam
ı hümaylınlannın 'abd' lafzıyla telaffuzunu severler ise hakkedip 'şehinşah-ı
cihan Abdülmecid Han-ı himem-pira yahut 'kerem-güster' lafızlanyla tashih
buyurasınız!
Burada meşayihten bir ihtiyar ve hoş-meşreb zat vardır. Hasib Paşa
Hazretleri'nin şeyhi imiş. Bendenizin halime vakıf olup merhametinden gaibane
müşarünileyhe ıtlakımı iltimas etmiş imiş. Bu defa müşarünileyhin 'Babıfili'ye bir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 33
arzuhfil yazdırıp bana gönderin, sizin hatırınız için çalışayım!' diye cevabı gelmiş
olduğunu tarafımıza bil-vasıta ihbar ederek, öyle bir istirham-ı arzuhfili alıp
emanetçi ile gönderdiler. Bu dahi mfilum-ı saadet oldukta iktizası ne ise ona göre
himmet edin! Aman oğlum, evladım! Ne yapar iseniz yapıp Ramazan-ı şerif
içinde bari beni kurtarmaya sa'y ü gayret buyurmanızı pek rica ederim . . . "
[s. 33] Şehzade Sultan Abdülhamid'in tarih-i veladeti olan 1 258 [1842]
tarihini havi kaside-i tarihiye de şudur:
9 Akif Paşa'nın hacca gittiği yıl 1 260 ( 1844), ölüm tarihi ise 3 Rebiyülfıla 1 26 l 'dir ( 1 2 Mart
ıo Münşeıit·ı el-Hac Akif Efendi ve DWançe adlı bu eser, İstanbul'da 1 259 ( 1 843) yılında
basılmıştır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 35
1 1 69 beyitten oluşan "Adem Kasidesi"nden yapılan alıntıda 15-19, 2 1 -27, 29, 3 1 -33, 35, 42,
Akif Paşa şu bir tek kasidesiyle edebiyat-ı atikadaki kudretini ispat ediyor,
divanlar dolduracak kadar naatlar, kasideler, mersiyeler yazmayan Akif Paşa
şiire ancak dolup taştığı zamanlar müracaat ettiğini göstermiş olur. Şu "Adem
Kasidesi", hakikatte elemler içinde kıvrana kıvrana her gün biraz daha ölen,
biraz daha ye's ve hırmana kapılan bir vücut için yazılmış uzun bir mersiyeden
başka bir şey değildir. Ademe kaside yazmak vücuda mersiye değil de nedir?
Ademi bu derece sitayiş için insanın vücuttan, hayattan, cihandan ne derecede
bezmiş, bıkmış, istikrah etmiş olması lazımdır. Yaşadığı müddetçe bühtan,
adavetten başka bir şey görmeyen hicran ve hasretten maada mükafata mazhar
olmayan Akif Paşa:
12 Abdurrahman Sfuni Paşa, 1 298 (1882 yılında) 88 yaşında iken vefat etmiştir. (Haz. notu)
48 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
vardı r:
DEVR-İ TECEDDÜT
(1838-1876)
ilanı vakası herhangi bir milletin hayatında ancak bir veya iki kere görülebilecek
esaslı değişikliklere sebebiyet veren mühim ve hayati bir inkılaptır. Bu inkılabın
neticesindedir ki; fikirlerin, hislerin, telakkilerin hatta ahlaki, manevi, vicdani
kanaatlerin hey'et-i umumiyesinde bir tebeddül, bir istihale, bir teceddüt husule
gelmiştir.
Tanzimat hareketi, Mahmud-ı Adli zamanındaki Vak'a-i Hayriyye'yi
hazırlayan ve bilhassa Selim-i Silis ahdında akamete uğramış bir teşebbüs
halinde kalan içtimai bir dirilişin (resurrechon sociaw) doğurduğu mesut bir
inkılaptır.
Mahmud-ı Adli zamanında biraz daha kuvvetlenen Avrupa ile temas bu
inkılabın en kuvvetli amillerinden biri olmuştu. Resmi ve siyasi vazifeyle
Avrupa' da bulunan ve Avrupa lisanlarına vukuf peyda eden zeki, şuurlu ve dur
endiş bazı şahsiyetler de memlekette içtimai bir istihalenin elzemiyetine iman
52 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
etmiş, siyasi [s. 52] dolayısıyla milli hayaun devamı için inkılabın bir şart-ı esasi
olduğuna kat'iyetle kanaat getirmişlerdi.
Abdülmecid'in cülusuyla İstanbul'a gelerek Hariciye Nezaretine geçen
Büyük Reşid Paşa bu şahsiyetler arasında temayüz ve tebarüz edenlerden biri ve
belki birincisi idi.
Mahmlıd-ı Adli ölmeden ewel iyi kötü intizama, tertibe alışmış oldukça
güvenilebilir bir müsellah kuwet, az çok vaziyeti bilir, hiç olmazsa zayıf, hasta
cihetleri gözle görülebilir bir hale gelmiş bir içtimai heyet bırakmışu. İstiklfili
kaybetmek korkusu azalmış, yaşamak istidadı çoğalmışu.
İşte Abdülmecid nispeten pürüzleri ayıklanmış, dikenleri sökülmüş,
işlenebilecek bir vaziyete getirilmiş, hazır, müstait ve müsait bir zemin bulmuştu.
Yeni padişahın bahtiyarlıklarından biri ve belki en büyüğü de etrafında iş
bilir, çalışmaktan yılmaz, lisan-3.şina, siyasete vakıf, tecrübeli, haysiyetli, itimada
layık vezirler bulması olmuştu.
Gerek Selim-i Salis, gerek Mahmlıd-ı Sani zamanlarının dahili ve harici
gaileleri, hakiki, samimi, hayırlı bir inkılabı yaşatacak olan maarifi yaratmaya
kat'iyen müsaade vermiyordu. İçtimai hayan göz önünde bulundurarak
Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı'nı hazırlayan Büyük Reşid Paşa en ziyade bu
noktaya ehemmiyet vererek 1atbikata başlar başlamaz Avrupa'ya genç, müstait
efendiler gönderip tahsil ettirmeyi düşünmüştü.
Avrupa maarifi, Avrupa medeniyetiyle bu muarefe, bu unsıyet
teşebbüsünün kıymeti pek büyük olduğunda hiç şüphe yoktu. Tanzimat-ı
Hayriyye'nin en meşkur himmetlerinden biri bu cihetti. Fakat kat'i bir inkılaba
uğrayan bu maarif ve medeniyetin şamil ve vasi bir surette memlekette tatbik
edilememesinden tabii olarak birtakım mahzurlar hadis olmuştu.
Bir taraftan Avrupa'da tahsilini ikmal ederek yeni bir tahsil, yeni bir
terbiye, yeni bir zihniyetle yetişecek gençlerin memlekete getirecekleri zihni, ilmi,
içtimai, medeni hayat ile tahsil ve terbiyesi Şark zihniyetini, Şark kanaatiyle
[s. 53] medreselerde alarak hayata atılacak görgü, anane, kanaat itibariyle
yeniliklerle kat'iyen istinas edemeyecek olanların aralanna açılacak o kara, o
menhus uçurumu doldurmak müşkil, belki de muhal olacaku.
İşte Tanzimat'ın en büyük noksanı da bu idi. Fakat o zaman bu ciheti, bu
noksanı telafi imkanı da hemen hemen yok gibi idi. Elde mevcut olan mahdut
kuwetlerle o kadar geniş, o kadar engin bir ilim ve terbiye sahasını idare
edebilmek imkanı yoktu. İki zıdd-ı nakizi karşılaştırmamak için tedrici bir
inkılaba intizar da milli ve siyasi hayau ebedi bir ölüm tehlikesine atabilirdi. İşte
bu kat'i zaruret karşısında mümkünü muhale tercih ederek işe girişmişlerdi.
Avrupa'ya ilk gönderilen gençlerden biri de İbrahim Şinasi olmuştu.
Avrupa ile başlayan münasebet sadece siyasi bir mahiyette kalmaktan çıkmış,
genişlemiş, içtimaileşmiş, medenileşmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 53
I3 Namık Kemal, Tasvir-i E;Jkdt'da Teşrin-i Evvel l862'de yazmaya başlar; ancak Yeni
1 4 Muhbir, Haziran 1867'de Londra'da Ali Suavi tarafından çıkanlmıştır. (Haz. notu)
ıs ibret gazetesi Paris'te değil, İstanbul'da 1870-1873 yıllan arasında yayımlanan siyasi bir
gazetedir. (Haz. notu)
İbrahim Şinasi
İBRAHİM ŞİNASİ
Aslen İstanbullu olan anacığı bu mini mini öksüzüyle acı, muzlim, meçhul bir
istikbalin tehlikeli uçurumları önünde bulunuyordu.
Fakat bu karanlık uçurumlar, bu fecaatti tehlikeler o genç ve tecrübesiz
kadıncağızı yıldıramamıştı. Bilakis olanca gayret ve metanetini toplamış, ilelebet
gülmeyecek, gülemeyecek olan gözlerinin yaşım silmiş, o dakikadan itibaren iki
büyük, iki necip, iki mukaddes vazifeyi ilahi bir azim ile zayıf omuzlarına
yüklenmiş, Şinasi'nin hem anası hem de babası olmuştu.
Mamafih kadıncağızın akrabaları onları böyle yapayalnız, o kara talihleriyle
bırakıvermeye razı olamamışlar, ana ile oğulu yanlarına almışlardı. İşte Şinasi ilk
terbiyelerini bu fedakar ananın akrabası yanında aldı. Onların yardımı, onların
delaletiyle terbiye edildi.
Tabiidir ki; çocukluğu şad ve azat bir hayata namzet değildi. Türklerin:
"Yetim nasıl güler, yanılır da güler" darb-ı mesellerine ma-sadak bir surette ıssız
ve sessiz geçti. Bittabi bu hayatın derin ve acı izleri Şinasi'nin bütün ruhu, bütün
hüviyeti üzerinde keskin intibalarını bırakmıştı. Elemin kucağında büyüyen bu
yavru gençliğinde de düşünceli, temkinli, vakarlı, ağır ve sükuti olmuştu.
Şinasi'yi içinde yaşadığı mahallenin mektebine vermişlerdi. İstikbaldeki
hayatın bütün meşakkatlerine, bütün eziyetlerine kendisinden başka [s. 6 1]
göğüs gerecek kimsesi olmadığını hatifi bir sacla bu küçücük yetimin kulaklarına
söylemiş gibi bir dakikasını bile boşuna geçirmeden olanca kabiliyet ve ciddiyeti
ile çalışmaya, hocalarını memnun etmeye başlamıştı. Sormagir Mahallesi'ndeki
bu iptidai mektebi bitirmişti. Zekası kendisini mütemadiyen çalışmaya,
öğrenmeye sevk ediyor, götürüyordu.
Paris'te kaldığı beş sene zarfında boş oturmamış, Şark ilimlerindeki vukufu
sayesinde bir lugat yazmaya başlamıştı. Meşhur Millet Kütüphanesi'nde eline
geçen elverişli kitapları inceden inceye tetkik ederek başladığı o muntazam eseri
bitirmişti. Ne yazık ki; basılmadan kalmış olan ve her biri biner sayfalık on dört
ciltten ibaret bulunan o kıymettar eserin bir kısmı hala Fransa Encümen-i
Şarkisi'nde diğer kısmı da Danyal Silaki kitaplarıyla beraber Peşte Darülfünunu
Kütüphanesi'ndedir.
Sultan Abdülaziz, Avrupa'ya seyahate gittiği zaman Fuad Paşa, Paris'te
İbrahim Şinasi ile görüşerek birçok iltifatlarda bulunmuştu. İstanbul'a getirmeye
çalışmış, muvafakatini almıştı. Fakat tekrar müsaade istihsal ederek bazı işlerini
düzelterek yazılarını ve kitaplarını alıp gelmek üzere Paris'e gitti. O esnada Fuad
Paşa'nın beray-ı tedavi Nice'e giderek orada vefat etmesi Şinasi'nin [s. 65] bir
müddet daha Paris'te kalmasını intaç etmiştir. Şinasi, Almanya- Fransa
Muharebesi başladığı sırada İstanbul'a dönmüştür. Fakat altı sene imtidat eden
uzun ve üzüntülü meşguliyetleri dimağını fevkalade yormuş, beyin ufünetine
müptela olmuştu. Bir buçuk sene bu illeti çekti, nihayet 1288 senesi Receb'inin
beşine müsadif olan 1 87 1 senesi Eylül'ünün on üçüncü çarşamba günü Ali
Paşa'nın vefatından bir hafta sonra vefat etmiştir. Beyoğlu'nda Almanya
Sefarethanesi karşısındaki mezaristanda medfundur.
İbrahim Şinasi tab'an sükun ve sükuta mail ve mütefekkir idi. Az söyler,
kısa kısa cümlelerle ve gayet açık söyler, haşviyattan içtinap eder. Pek ciddi ve
hafif gülümserdi.
Mübahase esnasında itidalden ayrılmaz, hatta muarızları, terbiye haricine
de çıksalar o, edepten ayrılmaz; ciddi şeylerde de tehzil ve istihzadan nefret
ederdi.
Birçok hakimane sözleri darb-ı mesel olacak kuvvettedir. Hasılı Şinasi asrın
ihtiyacıyla mütenasip sade, açık, ciddi bir eda-yı tebliğ ile tercüman-ı efkar
olmaya muvaffak olmuştu.
Fakat mübalağa edilecek derecelerde ne bir kudret-i şairane gösterebilmiş,
hatta ne de lisan-ı şi'rimizde bir yenilik vücuda getirebilmiştir. Şinasi sadece
lisan-ı nesirdeki o sakim elfüz-perestliği kırmış, uzun ve anlaşılmaz cümleleri
kesmiş, basit ve vazıh bir lisan-ı beyan getirmiştir. Fakat Avrupa'da yaşayan
yeniliği hakkıyla kavrayamamış, lisan ve edebiyatımızın beklediği ciyadet-i
hakikiyeyi idrak edememiştir.
olarak bahsetmektedir; bkz. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi (Haz. Ziyad Ebüzziya), C. III,
İstanbul 1 974, s. 47 1-472. (Haz. notu)
64 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
1 9 İsmail Hikmet'in /ı:}ıfirü'l Hak olarak belirttiği eser Katip Çelebi'nin Mkdnü'l-hakfi ihtiylbi'l
ehak adlı eseridir. Metinde de Mkdnü'l-hak olarak düzeltilmiştir. Bu eser hakkında daha fazla bilgi
için bkz: Orhan Şaik Gökyay, "Katip Çelebi", Diyanet Vak.fi lslfim Ansikwpedisi (DIA), C. XXV,
Ankara 2002, s. 36-40. (Haz. notu)
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 65
Halbuki ona nispetle çok daha tumturaklı lisan kullanan N3.mık Kemal, çok
daha muğlak ifade istimal eden Hamid, Şinasi'den yüzlerce sene daha genç, yüzlerce
sene daha yenidir. Çünkü düşünce yenidir, kanaat yenidir. Yoksa yenilik Arabi ve
Farisi kelimelerde değil, zevkin nüzheti teşbih ve istiarelerdeki hünerdedir. Bunlar
tahayyül ve tasavvurun tarzlarına tabidir. Demek oluyor ki, Şinasi de yenilikle
eskiliği hakkıyla kavrayamamış, ikisi arasındaki mümeyyiz ve kaşif vasfı tayin
edememiştir. Cenab Şahabeddin: "Şinasi nazmı itibariyle tamamiyle Şarklı kaldığı
gibi, nesri itibariyle de bir gazeteciden yukarı çıkamamıştır." diyor.
Maksat Şinasi'nin itibarını az al tmak, ona hünersizlik, kabiliyetsizlik isnat
etmek değil, bilakis bir müceddit sıfatıyla Şinasi'nin neler yapabildiğini hakkıyla
görmek ve göstermektir.
Şimdi şu esas nokta anl aşıldıkta n sonra İbrahim Şinasi Efendi'nin manzum
ve mensur bazı parçalarını kıraat ve tetkik edelim:
"Hukuk ve Mehakiın
Her insanın bulunduğu hal nisbetinde müstahak olduğu bazı aidatı olur ki,
lisanımızda hukuk tesmiye kılınır. Herkesin hukuku kendince bittab' ve akvam-ı
mütemeddine beyninde de bil-iltizam mukaddestir. Bir İnsan ki, hukuk-i
mukaddesesini istifad eden aciz ve mahrumdur, esir ve mazlumdur. Alemde ne
kadar hey'et-i medeniye zuhura gelmiş ve ne kadar hükümet teşekkül etmiş ise
cümlesi bu hukukun muhafazası daiyesiyle başlayıp, so nradan su-i isti'mal at ile
mahv u münkarız olmuşlardır. Çünkü bir şahıs ne kadar ceri ve bahadır olsa
hukukunu ebna-yi cinsinin agrazından vikayeye kifayet edemeyeceğinden ve iki
şahs-ı müteanzinin her birisi kuvve-i idrakiyesi nisbetince iddiasında kendisini
haklı görerek hukukunu muhafazaya çabalayacağından her kuwet-i münferi -
deye galib olacak ve emr ü hükmü tarafeyn-i mütenaziine cebren kanaat verecek
bir kuvvet-i galibe ve hakime ika'ına lüzum görünerek ve cemiyetin her ferdi
ecza-yı taayyüşünden bir miktannı terk Ü feda ederek şu hükümetler meydana
gelmiştir. Devletler dahi bir maksad-ı esasiyi bildiklerinden muhafaza-i hukuk
reayaya kafıl olacak kavanin Ü nizamat, tanzim Ü kavanin [s. 70] ve nizamatı
kema-yenbagi icra edecek mahkemeler teşkil etmişlerdir. Şimdiye kadar
yeryüzüne gelip gitmiş olan akvamdan tarihleri mazbut olanlann bu maksat
üzerine husfıle getirdikleri asar birer birer ma'raz-ı im'an Ü tahkike çekildiğinde
görülür ki; her kavmin vikaye-i hukuku için tanzim olunan kavanin ü nizamat iki
sınıfa münkasımdır. Bir takımı yalnız muamelat-ı dünyeviyeye ve muhalefet ü
muaşeret-i beşeriyeye müteallik olarak kat'iyen ruhaniyete dokunmaz. Hükema
yı Yunaniyenin ve Roma Cumhuriyeti'nin yaptıkları kanunlar gibi ki; bunların
vazı' ve müessisleri insan ve insan ise me'lıif-ı noksan olmak haysiyetiyle her
kanun nihayet birkaç yüz sene devam edebilerek akıbet ihtiyacat-ı asriyeye tatbik
Ü ikmal daiyeleriyle bozulmuş ve onların bozulması kavmin fesad-ı ahlakını ve
kavmin fesad-ı ahlakı dahi hey'et-i medeniyenin neş'et ü izmihlfilini müeddi
olmuştur."
O zamana nazaran çok selis, çok metin ve çok açık olan bu ifade hakikatte
bir nesr-i edebi değildir. Cenab'ın dediği gibi bir gazeteci lisanından ibarettir.
Nazmına gelince; o ruh itibariyle tamamen eskidir. En açık müedda
itibariyle de en yeni ve en ciddi olan eseri "Münacat"ıdır:
BİRİNCİ FIKRA
Müştak Bey Hikmet Efendİ
-
2 1 Mu'terize içinde bulunan kelam yalnız hfili tarif içindir. Bazı kelimelerin imlasında mahsus
olan yanlışlıkta mütekellimin telaffuzunu taklit içindir. �smail Hikmet'in notu)
22 "Fıkra" kelimesi burada vak'a manasına ve diğer şiirlerde meclis" manasına kullanılmış.
�smail Hikmet'in notu)
23 Bir diyalog atlanmıştır: "Müştak Bey - Niye olmaz; buna ;işık evlenmesi derler.
Hikmet Efendi - Acayip. . . " (Haz. notu).
70 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Müştak Bey - Sakine Hanım değil mi ya? Miskinin adını bile sevmiyorum.
Hikmet Efendi - Niçin?
Müştak Bey - Bize engel olduğu şöyle dursun, çehre züğürdü olarak kırk
beş yaşına kadar evlerde kaldığından akıl cihetiyle de iflasa çıkmış. Hasılı, bir
büyük kamburundan başka göze görünür bir şeyi yok. Ah! Böyle bir baldızım
olduğuna alemden hicap ediyorum.
Hikmet Efendi - Ne çare? Gülü seven dikenine katlanır.
Müştak Bey - Gel, şunu sana vereyim be! Amma nikahla ha!
Geçinemeyecek ne varmış? Ya o akıllanır, ya sen çıldınrsın .
Hikmet Efendi - Sakın Kumru Hanım yerine onu sana verip d e bir dek
etmesinler! Alem bu ya! Zira büyük dururken küçüğü kocaya vermek adet
değildir.
Müştak Bey - Yok bak, ben öyle latife istemem. Latife latif gerek.
Hikmet Efendi - Ya sen bana onu latifeyle peşkeş çekiyorsun ya?
Müştak Bey - Ben sana onu latifeyle mi vermek istiyorum? Gerçekten a
canım?
Hikmet Efendi - Özrün kabahatinden büyük.
Müştak Bey - Hiç özür dilemiyorum.
Hikmet Efendi - Ya!
Müştak Bey - Aman, sus! İşte kılavuzum Ziba Dudu geliyor. Galiba benim
Kumrucuğumu getiriyorlar. Hadi, sen selamlıkta otur. Birazdan yine görüşürüz.
İKİNCİ FIKRA
Müştak Bey Ziba Dudu
-
Müştak Bey - Vay, adam evlenirken utanmalı mıdır ya! Benim bildiğim
bunun aksinedir. Her neyse! Sen haydi var hanımı dışarda bekleyedur. Ben de
burada biraz kendi kendime utanmayı meşk edeyim.
ÜÇÜNCÜ FIKRA
Müştak Bey - (Kendi kendine) Şimdi benim Kumrucuğum kafesine girecek
ha! Ah, bir kere kanadının altına girebilseydim! Fakat insan kısmının yediği bir
yem vardır. Adına para derler. Eğer ondan isteyecek olursa mesela. Ey ne olmuş,
elimden geleni esirgemem ya! Verebileceğim şey çok mu? Topu bir teselli! Bir
de, yüzgörümlüğünü nasıl etmeli? Adam sen de, o da kolay! Birkaç beyit
veriveririm vesselam.
Şarkı
Bir Kumrusun sen tab'a muvafık
Yapsam yuvanı sinemde layık
Can u gönülden ben oldum işık
Yapsam yuvanı sinemde layık
Benim gibi fakir şairin vereceği yüzgörümlüğü bu kadar olur.
Ziba Dudu - Evladım, gelin hanımı getirdik. Gel koltuğuna gir de köşeye
oturt!
Müştak Bey - (Neşatından türlü türlü tuhaflıklar ederek, Sakine Hanım'ı
Habbe Kadın koltuklamış olduğu halde karşılar) Vay!
Ziba Dudu - (Habbe Kadın'a) A dostlar! Damat Bey gelin hanımı görür
görmez sevincinden bayıldı.
Müştak Bey - Hayır, sevincimden bayılmıyorum, kederimden yüreğime
ınıyor.
Habbe Kadın - (Ziba Dudu'ya) Aa! Zavallı gelin hanımı bir titreme aldı.
Amanın al basmasın (Sakine Hanım'ı sandalyeye oturtur.).
Ziba Dudu - İşte ömrün oldukça sana can yoldaşı olacak sevgili ayalin
Siline Hanım!
Müştak Bey - O bana can yoldaşı olacağına canım çıksa daha canıma
minnettir.
Ziba Dudu - (Habbe Kadın'a) Aa! Damat bey sayıklamaya başladı. Galiba
saI'asından aklını şaşırmış.
72 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
BEŞİNCİ FIKRA
Müştak Bey Ziba Dudu
-
ALTINCI FIKRA
Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe Kadın Ebüllild.3.ka -
-
mahallede dolanırken çat pat çak sokak ortasında rast geliyorun. Bir kere
kendiciğine "Nereden geliyon?" diye soracak oldum. Bana ne garşuluk virse
iyü. "Teratordan (tiyatro) geliyon" demesin mi? Bu beni masharalığa almak
değil de ne demektir? Bakın şu ahmağa!
Müştak Bey - Vay ferasetli adam vay!
Batak Ese - Feres atlı adam sensin, ulan hayvan! Bana kötü laf söyleyip
durma. Şimdi sana fanfin dememi gosteririn.
Ebüllaklaka - Bu herif hem edepsiz hem deli.
Batak Ese - Benim aklıma kalırsa hem hapishaneye koymalı, hem
tımarhaneye.
Ebüllaklaka - Bana danışırsanız, her şeyden ewel edepsiz ilamını alalım da
bir daha mahallede oturtmayalım.
Mahalleli - İstemeyiz!
Atak Köse - Senin de aklın olaydı benim gibi şaşkın olurdun. Maslahatta
ne vamış? Haydi oradan süpürüver bakayın!
Ebüllaklaka - (Müştak Bey'i göstererek) Vay! Sen şunun gibi bir kabahatliye
sahabet ediyorsun ha, Rıza-yı kabahat ayn-i kabahattir. Sen de onun gibi cezaya
müstahaksın.
Hikmet Efendi - Aman efendim, ben kendi kabahatimi anladım, ama onun
kabahati n'oluyor anlayamadım.
Ebüllaklaka - Daha ne olsun, kendisine nikah ettiğim kızı istemiyor da
onun küçüğünü istiyor. Bu ne demektir?
Hikmet Efendi - Efendim, gazaplanmayınız. (Gizlice bir para kesesi
göstererek) Küçük kızı senden isteriz.
[s. 79] Batak Ese - Efendi, nedir o? Rüşvet mi alıyorsunuz?
Ebüllaklaka - (Batak Ese'ye) Ben öyle şey mi kabul ederim. (Hikmet
Efendi'ye gizli) Yan cebime ko. (Hikmet Efendi gizlice cebine koyar.)
Batak Ese - Gizlice yan cebime ko mu diyorsunuz?
Ebüllaklaka - Hayır, yan canibimde durma git diyorum; ta ki benden şüphe
etmeyesiniz.
Atak Köse - Galiba parayı almışa benziyorsunuz.
Ebüllaklaka - Haşa, sümme haşa! Eğer ben paraya elimi sürdümse ellerim
kırılsın.
Hikmet Efendi - Aman efendim, hakikat her ne ise layıkıyla meydana
çıkarın da ona göre şanımza düşeni işleyin.
Ebüllaklaka - Böyle kibarane yoluyla meramınızı ifade buyurmanızdan
gönlümdeki hiddet gitti de yerine merhamet geldi. (Mahalleliye) Yahu, mahalleli!
Ben bu işte bir başka türlü hakkaniyet görmeye başladım. Zira, sonradan
hatırıma bir şey geldi.
Mahalleli - Nedir o?
Ebüllaklaka - Kanı, nikahını kıydığım hanım büyük kızdır diye deminden
ikrar etmiştim.
Mahalleli - Öyle ya!
Ebüllaklaka - Fakat büyük kız demekten muradım, yaşça büyük değildir,
boyda büyük demek manasınadır. Zira büyük kız kırk yaşını geçmiş olduğu
halde damat beyin dengi olamaz. İ şte benim bildiğim bu kadardır. Her bir
zamanda her bir mekanda böyle doğrucasına şahadet ederim.
Batak Ese - Siz buncılayın dil ile ikrar ettikten sonra bizde kalb ile tasdik
ederiz.
76 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
SEKİZİNCİ FIKRA
Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe Kadın - Ebülli.kli.ka -
Batak Ese - Atak Köse - Hikmet Efendi Kumru Hanını
-
Habbe Kadın - (Kumru Hanım'ı bir halde getirir ki, kah ağlar gibi
gözlerini oğuşturur, kah bir eliyle yüzünü kapayıp parmaklarının arasından yan
yan Müştak Bey'e bakar) İşte efendim asıl gelin hanım!
Ebüllaklaka - (Habbe Kadın'a) O neye ağlıyor? Sakın damat beyimizi
istememezlik etmesin?
Habbe Kadın - (Kumru Hanım'la kulak kulağa fısıldaştı ktan sonra)
Efendim, ağlamasının sebebini sordum, anladım; öyle zannettiğiniz gibi
değilmiş.
Ebüllaklaka - Ey, nasılmış?
Habbe Kadın - Ah, zavallı dertli tazecik! Evveli damat beye varamadım
diye kahrından pek çok ağlamış. İşte o boş yere döktüğü gözyaşlarına acıyıp da
şimdi ona ağlıyo rm uş.
Ebüllaklaka - (Kumru Hanım'a yavaşça) Ağladığını gördükçe öyle yüreğim
kalkıyor ki, merhametimden yengeliğini kendim edeceğim geliyor. (Kumru
Hanım'ı Müştak Bey'e el ele vererek) Alınız efendim, artık yüzünü güldürmenin
çaresine bakınız. Hemen hoş-ha! ile geçinmenizi can u gönülden dua ederim.
(Hikmet Efendi'ye ) Bunca daha bir işiniz kaldı mı?
Hikmet Efendi - Hayır. Fakat güveyle gelinden başka, evde bulunanların
cümlesini beraber götürmenizi rica ederim.
Ebüllaklaka - Rica ne imiş , emrediniz efendim! (Mahalleliye) Haydi
mahalleli! (Ziba Dudu'ya) Haydi, kılavuz kadın! (Habbe Kadın'a) Haydi yenge
kadın.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 77
Müştak Bey - (Kumru Hanım'ı koltuğuna almış ve birbirlerine naz ile yan
yan bakarak mütehayyir kalmış gibi, vay sen mahalleliyle gitmiyor musun? Artık
senin burada bir işin kaldı mı ya?
Hikmet Efendi - Hayır, Sana bir iki la.kırdım var.
Müştak Bey - A canım, sabah gel de bir iki bin tanesini söyle, bak o zaman
nasıl can kulağıyla dinlerim.
Hikmet Efendi - Yok yok! Şimdi söyleyeceğim.
Müştak Bey - Ey, haydin, çabuk ol! (Başını Kumru Hanım'dan yana
çevirip Hikmet Efendi'nin likırdısına kulak vermez.
Hikmet Efendi - Ey benim sevgili dostum!
Müştak Bey - Daha bitmedi mi?
Hikmet Efendi - Vay! Dur bakalım, başlayayım.
Müştak Bey - Amma uzunmuş ha!
Hikmet Efendi - Benim gibi bir dostuna danışmadan evlendiğine tövbe mi?
Müştak Bey - Aman, sen de günah mı çıkarıyorsun nedir bu?
Hikmet Efendi - İşte kendi menfaati için aşk ve muhabbet tellallığına
kalkışan kılavuz kısmının sözüne itimat edenin hali budur.
Müştak Bey - Ah, a kardeş! Gideceğin yere amma geç kalıyorsun ha! Öyle
işinde geri kaldığına asla razı olmam.
Hikmet Efendi - Sen ve ayalin birbirinizi her cihetle tanıdığınız halde,
evlenirken ne belalara uğradın, anladık.
Müştak Bey - Vay! Evlenmezden evvel istihareye yatmak istiyordum; her
nasılsa unutmuşum. Aman aklımda iken varayım istihareye yatayım. Göreceğim
rüyaları sonra yine sana tabir ettiririm.
[s. 82] Hikmet Efendi - Ya birbirlerinin ahvalini bilmeyerek ev bark sahibi
olanların hali nasıl olur? Var, bundan kıyas eyle.
Müştak Bey - (Gözlerini oğuşturarak) Ofl Nasihat sıkıntısıyla bir uykum
geldi ki, tarif edemem. Ruhsatın olursa azıcık varsam, uyku kestirsem olmaz mı?
Hikmet Efendi - İşte ben gidiyorum. Var, artık ne yaparsan yap. Fakat
aldığın dersi unutma ha!
Müştak Bey - Adam, hiç unutur muyum? Ben o dersi alıncaya kadar az
zahmet mi çektim? Her ne ise, evlenmenin ilmini pekala öğrendim. Me'mlıl
ederim ki, ameliyatının güzelce icrasında hiçbir kusur etmem."
FATİN DAVUD
Ey hame-i mu'ciz-eda
Evsafına yok intiha
Şimden geril eyle dua
A'dası olsun na-bedid
24 Fatin Divanı üzerinde çalışan Mehtap Erdoğan, Hdtimetü'l- Eş'dr hakkında şu bilgileri
vermektedir: "Hdtimetü'l-Eş'dr, Salim Te<,kiresı'ne zeyl olarak yazılmışur. Sfilim'in bırakuğı 1 1 34
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 81
Fatin Davud Efendi l 283 senesi Safer'inin sekizinci günü [22 Haziran
l 866] vefat etmiş ve Boğaziçi'nde Anadolu Hisan'nda Göksu Deresi'ne nazır
kabristana defnedilmiştir. Divan'ıyla Tezki,retü'ş-Şuara'sından başka bir hayli eseri
daha vardır.
Divan'ı l 288 [187 1/ 1 872] tarihinde Çemberlitaş'ta İzzet Efendi Matbaası'nda
tab'edilmiştir.
(172 1 / 1722) yılından 1 259 (1853) yılına kadar gelmiş geçmiş 683 kadar şair hakkında bilgi verir."
Fatin DWıim (Haz. Mehtap Erdoğan), İstanbul 2007, s. 23. (Haz. notu)
82 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Fatin'in:
"Değme bir şuhda bu an z-ı gül-gun olmaz
Binde bir servde bu kiimet-i mevzun olmaz
İşte Fatin'in bütün hulasa-i hayatını, bütün fezleke-i alamını şu iki satırda
bütün meraret ve belagatiyle okumak kabildir.
KAzIM PAŞA
Encümenin mukalledi olan eski şairler bilhassa Nefi ile Fehim idi.
Bunlardan maada tarz-ı kadimde şiir söyleyen birçok şairler mevcut idi.
Kazım Paşa bir iki tarikata da intisap etmişti. Hem Tarikat-ı Bedeviye'den
hilafet almış, hem de Tarikat-i Halvetiye'den taç giymiştir.
"Bir gün Kazım Paşa ile görüşüyordum, Hazret-i Hüseyin hakkında bir
mersiye söylediğimi hikaye ettim ve:
Düştü Hüseyn atından sahra-yı Kerbela'ya
Cibril koş haber ver Sultan-ı Enbiyaya
bendini de okudum, çok beğendi, takdir ve tahsin etti. Fakat o hafta bir mersiye
yazarak benim beytimi kendi söylemiş gibi mersiyesine kaydetti. Bu Kazım Paşa
gibi [s. 94] bir büyük şaire yakışır mı?"
Hayatı
Mustafa Galib Bey 1 244-- 1 245 [1 828/ 1829] sene-i hicriyesinde Leskofça'da
doğmuştur. Hersekli Arif Hikmet Bey merhum 1 244 [ 1 828] tarihinde
doğduğunu, Fatin Te;ddresi de 1 245'te [1 829) dünyaya geldiğini söylüyor. Bu iki
zat da Leskofçalı Galib'in hem muasırı hem müşiliri idiler.
Galib Bey merhum:
O zamanlar Mustafa Galib on aln, on yedi yaşlarında bir genç idi ve bütün
zamanını da ecdadından irsen intikal eden yiğitliğe hasretmişti. Ata binmek, cirit
oynamak, silah kullanmak, ava gitmek gibi riyazetlere ve idmanlara büyük
ehemmiyet veriyordu."
Bununla beraber tabiat-ı şairanesini de göstermekten hali kalmıyordu. Şiire
pek genç iken başlamıştı. Fakat babası kendi şairliğinden haberdar değildi.
İsmail Paşa, babası Şehsuvar Paşa ile hükümete büyük yararlıklar
göstererek Sırbistan'da Alacahisar sancağı ayanlığına nail ve Niş sancağıyla
Ürgüp ve Leskofça kasabalarında vasi mfilikanelere mazhar olan ceddi Hasan
Paşa'dan kalan yerleri yüz üstü terk ederek Karahisar-ı Sahib'e gelen İsmail Paşa
orada iki sene menfi olarak kalmıştı. 1 263'te [ 1 846] affedilerek ailesiyle beraber
İstanbul'a getirtilmişti. Galib Bey, biraderi Dilaver Bey ve valideleri Tuti Hanım
da beraberlerinde idi.
İsmail Paşa 1 266 [ 1 849/ 1 850] senesinde Yeniil kaymakamlığına tayin
edildiği sırada oğlu Mustafa Galib de Sadaret Mektubi Kalemi'ne dahil olarak
İstanbul'da kalmıştı. O zaman yirmi bir, yirmi iki yaşlarında bir gençti.
Kendi kudret ve dirayetini İstanbul'da az zaman içinde akranına da,
amirlerine de tanıtmış ve takdir ettirmişti. Galib Bey o tarihten itibaren
pederinden ayrılmış bulunuyordu. 1 272 [ 1 855/ 1 856] tarihinde babası Hakkari
ve Van valiliklerine tayin olunduğu müddete kadar ayn ayn vazifelerde
bulunmuşlardı. İsmail Paşa, Kayseri, Maraş, Çıldır kaymakamlıklarında
bulunduktan sonra 1 2 7 1 [1 854/ 1 855] tarihinde vezaretle [s. 1 02] Kars
muhafızlığına nasbedilmişti. O zaman Sadaret Mektubi Kalemi Hulefalığında
bulunan diğer oğlu Hafız Şehsuvar Ragıp Bey kapı kethüdalığına tayin edilmişti.
Mustafa Galib Bey de 1 268 f i 85 1 / 1 852] tarihinde, esbak sadrazam Giritli
Mustafa Naili Paşa'nın oğlu Veliyyüddin Paşa'nın Bosna Valiliği esnasında
Divan Kitabeti'ne nasb edilerek Bosna'ya gitti. Aynı senede Bosna vilayeti
kazalarından Banaluka'ya kaymakam oldu. Bir sene kadar o vazifede kalarak
infısaJ etmiş ve 1 269'da [ 1 853] İstanbul'a dönmüştü. Muharebe ilanı üzerine
Bahriye Ordusu Kitabetiyle Kınm'a gitmiş, 1 272'de [ 1 855/ 1 856] babası İsmail
Paşa'nın Van vilayeti valiliğine tayini üzerine kendisi de Van'a Divan Katibi
olarak izam olunmuştur.
Galib Bey, Van'da çok tefeyyüz etmiştir. Mahalli bir şöhret-i ilmiye
kazanmış olan ulema ve şuara ile münasebette ve muişerette bulunmuş, en ileri
gelen alimlerden Arabi ve Farisi tederrüs ederek Arabi ve Farisi edebiyatını da
tetkik eylemiştir.
Esasen fıtri bir şairlik istidadı olduğundan genç yaşından beri şiir yazıyordu.
Bütün bu yazdıklarını toplamış ve Rah-ı Sdnf unvanıyla bir divan-ı eş'ar vücuda
getirmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 95
ve fevkalade de hiddetli bir adamdı. Galib Bey de sabahtan akşama kadar bed
mest idi. Böyle olmakla beraber Paşa kendisini ve iktidarını fevkalade takdir
ederdi. Hatta bir mükafata mahsus olmak üzere memuriyetinin ismini Gümrük
Tahrirat Müdürlüğüne tahvil ettirerek irade-i seniye ile Galib Bey'e verdirmişti.
Mühim bir şey yazdıracağı zaman Galib Bey'i çağım, "Galib Bey rica ederim,
bugün i çme, şu işi yaz!" der imiş. O zaman Galib Bey, Namık Kemal'i muavin
yapmıştı. Namık Kemal, Sofya'dan geleli ancak iki sene olmuştu. Daha da on
dokuz yaşlarında bir gençti. Galib Bey, Kemal'in iktidar ve istidadını görmüş ve
sahabetine almıştı ve teşkil ettiği Encümen-i Şuara'nın ser-amedi kendisi idi.
Bütün genç ve yaşlı şairler Lcskofçalı Galib Bey'i üstad addederlerdi.
Kani Paşa bir gün Galib Bey'e rüsumatın idare-i umumiyesine dair talimat
şeklinde bir tahrirat tarif etmiş. Galib Bey bunu yazmak için bir hafta mühlet
i stemiş , muavenet için de kendisine Kemal Bey'le Selanikli Faik Paşa terfik
edilmiş. H ep beraber mezunen Galib Bey'in evine gitmişler. Musahabat-ı
edebiye ve ayş u işretle bütün haftayı geçirmişler. Tamam kapı vaktine iki saat
kalarak Galib kalemi almış, yirmi kağıt doldurmuş, müsveddeyi Kani Paşa'ya
götürmüş. Paşa ertesi sabah Galib Bey'i davetle "Böyle mühim bir talimat bir
haftada yazılır mı?!" diye taaccüp ve teşekkür etmiş.
Sür'at-i kalemiyesi o kadar meşhur idi ki, bütün dostlarınca darb-ı mesel
hükmüne girmiştir. Bu süratten yazısı da okunamayacak derecelerde karışık ve
fe na olurmuş. Maiyetindeki katipler şi kayetle rini kendisine de duyururlarmış.
Kendisi de hak verir " Lakin ne yapayım kalemimi tutamıyorum!" dermiş.
haşyet tecelli ediyordu. Galib Bey'in vechen Midhat Paşa merhuma garip bir
şebaheti vardı."
der.
Arif Hikmet merhum da:
"Muasırin-i şuaramızdan Leskofçalı İsmail Paşazade müteveffa Galib
Beyefendi ki gerek ben, gerek Kemal Bey kendisinden telemmüz ederek nev
heveslik zamanlarımızda her ikimizin de üstadı idi."
der ve:
"Müstefid-i feyziyim Hikmet, cenab-ı Galib'in
Nazm-ı paki vird-i canımdır hayfil-i kalb ile
son devre-i hayatında o müthiş illetin seyyiesini müthiş illete bir mübtela olmak
suretiyle çekmiştir.
Mustafa Galib Bey 1 278'de [ 1 86 1] Trablusgarp Eyaleti Gümrük Emane
tine tayin edilmişti. Orada vali bulunan Mahmud Nedim Paşa ile geçineme
diğinden birkaç sene sonra istifa edip dönmüştür.
1 28 1 [1 864] tarihinde Midhat Paşa, Tuna valisi olduğu zaman Galib Bey'i
Meclis-i İdare-i Vilayet Başkatibi olarak götürmüş, aynı zamanda Tuna Gazetesi
muharrirliğini de uhdesine vermişti.
[s. 1 07] Galib Bey bulunduğu yerlerde tesadüf ettiği gençleri himaye ve şiir
ve edebe sevk ve teşvik etmekten hali kalmaz bir üstad idi. Tuna'da iken Ahmet
Midhat merhumu bulmuş, onu teşvik etmeye başlamıştı. Ahmet Midhat
merhum Muallim Naci'ye yazdığı bir mektupta:
"Gençliğimde ben de şiirle iştigal ettim. Tuna Vilayeti Mektı'.ıbi Kale
mi'nde iken mektı'.ıbimiz, mümeyyizimiz ve ba-husus erkan-ı Mesiidi'nin ser
amedi olan Galib Bey merhum gibi behre-i edebiye ile mümtaz olan
büyüklerimiz, bize birtakım nüsha-i edebiye vererek tanzirlerini emrederler ve
nazım ve nesirde terakkimize bir gayret-i hayr-hahane ile himmet buyururlardı."
diyor.
Halep bir vilayet olarak teşkil edilmekte iken Cevdet Paşa valiliğe tayin
olunduğu sıra Babıali Tuna vilayeti muktedir memurlarından, mektupçuluk ve
muhasebecilik için iki zat istemişti. Galib Bey iktidarıyla pek büyük bir şöhret
kazanmış olduğundan 1 282 Ramazan'ında [Ocak/Şubat 1 866] mektupçuluğa
tayin edilmiş ve Mütemayiz rütbesiyle de taltif olunarak 1 6 Şevvalde [4 Mart
1 866] Cevdet Paşa ile beraber Halep'e gitmişti. Fakat giderken şiir ve edebiyatta
yetiştirdiği gençlerden Halet Bey'i de yanına muavin olarak almıştı. Bu zat
mektupçuluğa göz dikmiş, haris ve ahlakı da zayıf bir genç olduğundan Galib
Bey'le Cevdet Paşa'nın arasını açmakta gecikmemişti. Galib Bey beş altı ay sonra
istifa ederek İstanbul'a dönmüş, yerine de 1 8 Cumadelula l 283'te [28 Eylül
1 866] Halet Bey tayin edilmişti.
Galib bundan sonra Girit'e gitmişti. Sebeb-i seyahati pek malum değilse de
vaktiyle Divan Kitabetinde bulunduğu Veliyüddin Paşa'nın tavsiyesi üzerine
müşarünileyhin pederi Mustafa Naili Paşa'nın l 283'te [ 1 866/ 1867] Girit'e
giderken kendisini hizmet-i kitabetle götürmüş olması muhtemeldir. Naili Paşa
aynı sene zarfında İstanbul'a dönmüştü. Galib Bey de beraber gelmiş, başka bir
memuriyete girmemişti. Henüz genç denecek bir sinde otuz dokuz yaşında iken
1 4 Şaban 1 284'te [ 1 1 Aralık 1 867] vefat etmiştir. Hersekli Arif Hikmet Bey,
Topkapı Kabristam'na defnedildiğini söyler. Kendisinden sonra vefat eden
babasının kabri yanında medfun imiş. Vefatının sebeb-i hakikisi sarhoşluktur.
[s. 108] Ziya Paşa merhum, Galib Bey'in sarhoşluğundan şikayet ederken
"Kilerci işret tepsisini eline alıp hareket eder etmez sarhoş olurdu." dermiş.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 99
diyen Galib şüphe yok ki heyecanlı, coşkun, rind ve laubali, mutasavvıf ruhlu
yüksek bir şairdir. Ömrü vefa etse ve nazirecilikten de vazgeçse idi elbette
eserleri her vechile şayan-ı takdir olurdu.
İbrahim Hakla
İBRAHİM HAKKI
İsmail Paşa, oğlu İbrahim Hakkı'ya Şark ananesine bağlı bir tahsil ve terbiye
verebilmek için o zaman erkan ve eiizırnımn takip ettiği yolu takip etmekte muztar idi.
sekiz sene bu rahatsızlığın tesiriyle hiçbir eser vücuda getirememişti. 1 285 [ 1 868-
1 869] tarihinden sonra yine yazmaya başlamış, Avrupa'da bu seyahatten sonra
dönerek memlekette kuvvetli bir donanma vücuda getirmek hevesine düşen
Abdülaziz'e ve vükela-yı devlete kasideler tanzim etmişti.
İran şahı Muzafferüddin Şah Kaçar İstanbul'a geldiği zaman:
26 "Dünyayı zapteden Husrev, İran ülkesinin hakimi, felek bekçili Dara, seyahat için (aonı)
sürdü."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 111
Hayatı ve Hususiyeti
Edhem Pertev, MahmCıd-ı Sani zaman-ı saltanatında 1 240 [1 824]
tarihinde Erzurum'da doğmuştur. Babası Söylemez-zade Timur Fenni Efendi
Kiğı beyleri yanında hazinedarlık edermiş. O tarihlerde Kiğı beylerinin tenkilleri
üzerine halen ve mellen birçok zarara uğramış ve ailesini alarak Erzurum'dan
çıkmıştır.
Edhem Pertev yirmi yaşına kadar babasının memuren dolaştığı yerlerde
dolaşmış, Canik, Gümüşhane ve Şarki Karahisar sancaklannda bulunmuştur. Bu
seyahatlerin çocuğun hem uzvi, hem manevi inkişafına büyük tesiri olmuştur. Bir
kere vücutça mukavim, seyr ü sefer, meşak ve mezahime mütehammil bir
kabiliyet kesbetmiş, diğer cihetten de gezdiği yerlerde tesadüf ettiği edipler,
şairler ve alimlerle temas ve musahabette bulunarak ilmi kudretini yükseltmiş,
fikir ve dimağını terbiye ve tenmiye etmiştir. Hakiki bir mürebbi-i hayat olan
seyahat, Edhem Pertev'i de genç yaşında agılşuna almıştır, bu seyahatler
esnasında meclislerinde, muaşeretlerinde bulunduğu füzıllardan feyz alarak
isti'dad-ı edebisi de uyanmıştır.
İçtimai inkılaplann cereyangahı olan İstanbul'dan uzakta geçen hayatı
1 260 [1 844-1 845] senesine kadar imtidat etmiştir. O tarihte babası Fenni Efendi
Trabzon'da vefat etmiş ve bütün bir ailenin gailesi henüz yirmi yaşlarında bir
genç olan Edhem Pertev'in omzuna yüklenmiştir. Fakat o zaman Trabzon'da
vali bulunan Hazinedar-zade Abdullah Paşa memleketin namuslu bir
emektannın ailesini genç bir çocuğunun başına bırakıverecek kadar hissiz,
vazifesiz adamlardan olmadığından Edhem Pertev kendi terbiye ve sıyaneti,
ailesini de muavenet ve himayeci altına almıştır. Bu mürüvvet-dide genç vezir
Abdullah Paşa'nın Divan Kalemi'nde bir taraftan usfil-i idareyi, diğer taraftan
da kitabet-i resmiyeyi tahsil ediyordu. Bu suretle muhakkak bir [s. 1 29] sefaletten
kurtulmuş olan bu ailenin nisbi saadeti ancak iki sene kadar devam edebilmişti.
1 262 [1845-1 846] tarihinde Vezir Abdullah Paşa vefat etmiş, Edhem Pertev yine
kimsesiz, mültecasız kalmıştı. Fakat tfilii bu yirmi yaşındaki genci hain
tesadüflere bırakmamış, Trabzon'a vali olarak gelen Damat Halil Paşa bu genç
divan efendisinin terbiye ve zekasını, malumat ve istidadını keşif ve takdir ederek
vilayet mektupçuluğuna terfi etmiş, kapudanlıkla İstanbul'a döndüğü zaman da
kendi dairesinde kalmak üzere hamise rütbe ve nişanı ile taltif ve Sadclret-i Uzma
Mektupçu Odası'na tayin ettirmiştir.
122 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
[s. 1 33] Kıtmir - (Kendi nefsine) Vay, vay!.. Şu adem insaniyetten konuşup,
hayvaniyette karar verdi!
Hakim - Ne söylersin?
Hakim - Sebep?
Kıtmir - Sebep şudur ki: Asar-ı su'-i sani'alarını kah hilkate ve kah tabiata
isnat ile kendilerini pike çıkarmak, ebna-yı cinsimize tabiat-i saniye olmuş, sen
de vazife-i insaniyeti inkar-ı Ha!ıkla çürütmek istersin. Bak ben itlik aleminden
memnunum; hatta tüyüme hata gelse feryat eyleyişim o aleme muhabbet ve
vikayesine mecburiyetimi ispat eder. Cemi'-i mahlukat, mi-fevkinden mahcup
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 25
27 "Ezeli sevgilinin sım bütün dünyaya sirayet etmiştir, yoksa aşık bülbül gül için feryat
etmezdi."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 131
meşreb-i laubalisi zamanının sigar u kibarını bile ser-füruya mecbur eylemiş bir
zatı o meclis-i edebde [s. 1 40] muhafaza-i mekanet ve ila-yı hürmetle mukayyet
görmüş idik. Halbuki Şinasi, laubaliyane söz söyleyen zevattan hoşlanır idi.
Bahusus Arif Hikmet Beyefendi hakkında mütehattimü'l-ila bir hiss-i hürmet
besler idi'.
Bizim Hikmet -her türlü tabiriyle- bezm-i inan idi. Orada herkes,
meşrebine göre sala-yab olur, derece-i isti'dadına göre istifade ederdi.
En mühim mebahis, en latif fıkarat, en ruh-nevaz eş'ar o mahfil-i edebde
işitilirdi. Yakası yırtılmamış, bikri izfile edilmemiş sözler, o merd-i sühandan
sudur eylerdi.
Sözlerinde tekrar, nadiren vaki olurdu. Tafsili icmal eder, sami'ini
sıkmazdı. Huzuru, en mağmum adamlara inbisat verirdi.
Kuvve-i mefkuresi, talakat-ı lisaniyesi, hayret-bahş-ı ukul idi. Ne zaman
arzu etse en ciddi mebahis-i filiyeden en tuhaf mevadd-ı hezl-engize kadar söz
söyler, istenildiği yolda fıkralar, menkıbeler, bahisler tertip ve tasni edebilirdi. O
kadar kudret-i beyana malik idi ki isterse muhatabını güldürür, isterse ağlatırdı.
Bahsettiği mesele ciddiyattan olsun, hezliyattan olsun nihayetinde savt-ı bülend
ile -mutlaka 'Ey, böyle bu.' derdi. Encümen azası bazen müşterek ve irticali
şiirler söylerlerdi.''
Kazım Paşa, Namık Kemal ve Halet Bey'le müştereken söyledikleri bir
gazelden:
"Kazım - Aleme erbab-ı aşkın i'tibann görmedik
Kemal - Cah ile ehl-i kemalin iştiharın görmedik
Kemal - İktibas-ı pertev etmiştir çerağ-ı Tur'dan
Halet - Yandı dil mahvoldu hala bir şerarın görmedik
Halet - Ta ezelden teşne-leb sahra-neverd-i mihnetiz
Hikmet - Biz bu vadi-i cünıinun cuy-bann görmedik
Hikmet - Ser-te-ser alem diyar-ı merge puyandır henüz
Kemal - Sarsar-ı ömr-i şita.banın gubarın görmedik
[s. 1 4 1 ] Kemal - Biz humar-alud-ı ye'siz telhi-i eyyamdan
Kazım - Bezm-i imkanın şarab-ı hoş-güvarın görmedik
Kazım - Biz neler gördük geçirdik bender-i amilde
Hikmet - Arz-ı kala-yı kemalin bir medarın görmedik
Hikmet - Ehl-i nahvet, irtila-ı caba mağrur olmasın
Halet - Kasr-ı ikbalin cihanda payidarın görmedik
Halet - Neş'e-i bezm-i cemfile aferin, sad aferin
Kemal - Bade-nıiş-ı aşkının asla humarın görmedik
Kemal - Her heva-yı mihnetin gördük hitam u gayetin
Kazım - Bahr-ı bi-payan-ı hicranın kenarın görmedik
Kazım - Lütfu var olsun hadeng-i gamze-i cidusunun
Halet - Dağlardan başka dilde yadigarın görmedik
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 33
[s. l 47] kıtasını söyleyip herifi koca bir küfürle yanından kovmuş.
Arif Hikmet son zamanlarda değişmişti. Bulunduğu meclislerde cahil de
bulunsa, saçma sapan da söylese kızmıyor, ehemmiyet vermiyordu.
Lakırdılarında utanılacak söz söylemekten çekiniyordu. Fakat kibir ve azamet
satanlara karşı kendini tutamıyor, ağzına geleni söylüyordu. İlim ve fazıl sahibi
olmakla beraber çok kibirli, çok azametli bir zat bir gün Hikmet'in de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 37
Bir müddet melul melfil birbirimizin yüzüne baktıktan sonra bir sada-yı
mühtezle dedi ki: 'İnsan altmış yaşına girdikten sonra yaşamamalıdır. Çünkü
görülecek şeyler görülmüş, bilinecek şeyler bilinmiş, her şeyden gına gelmiş
oluyor. Ben yaşamak istemem. Benim için ölüm en büyük hayattır, dün şu beyti
söyledim:
Arif Hikmet 7 Mayıs 1319 ve 22 Safer 1321 Çarşamba gecesi [20 Mayıs
1903] Şehzadebaşı'nda naklettiği evde vefat etmiştir.
"-Fatiha-
Fer verip cism ü can ü kalbimde
Eser-i la ilahe illfillah
Şeb-çerağ-ı mezarım olsa benim
Güher-i la ilahe illfillah
Kıtasıyla zemzeme-saz-ı tehlil olan şair-i hakim Hersekli Arif Hikınet Bey'in
sükun-zar-ı ebedisidir.
de bir risale yazmıştır, bazı eserleri ile beraber devr-i İstibdad'da Mahmud Kemal
Bey'in yanında mahfüz bulunan DWan'ı Asar-ı Müfide Kütüphanesi heyeti
tarafından tab'ettirilmiştir. DWan'ın başında mufassal tercüme-i hfiliyle resmi ve el
yazısı vardır.
gazelini inşad eder. Hakimane sözleri, temiz, pürüzsüz, darb-ı mesel olacak
kuvvettedir. Tasavvufi gazelleri o tarzda yazılanların en güzellerindendir:
"Hakayık-bin olanlar niırü'l-envar-ı tecelladan,
Görür sırr-ı cemfilullahı mir'at-ı mücelladan
Şark'a bir ellerini Garp'a vererek edebiyat-ı atika ile edebiyat-ı cedide arasında
bir hadd-i ittisfil (transition) teşkil etmişlerdir.
Arif Hikme t heyecan-ı şairanede (Jyrisme) de:
"İçeriz badeyi yar aşkına biz serhoşuz,
Neş'e-i aşkı bilir rind-i mükemmel-hfışuz
Veladeti ve Sabaveti
1 245 [ 1 8 29] senesinde Vak'a-i Hayriyye memleketi felaketten felakete,
iğtişaştan iğtişaşa sürükleyen Yeniçeri zorbalarının ocaklarını söndürürken
İstanbul'un ıssız, sakin bir köşesinde yeni bir irfan ve hamiyet güneşi
parlatıyordu. Bu zulüm ve vahşet karanlıklarıyla örtülen sema-yı cem'iyette mini
mini bir yavru parlak gözlerini ilk defa olarak açıyordu; Abdülhamid Ziya Bey
dünyaya geliyordu.
Galata Gümrüğü katiplerinden Feridüddin Efendi'nin bu küçücük göz bebeği
bilahare büyümüş milletinin, devletinin de gözü, göz bebeği olmuştu. Çocukluğu
Boğaziçi'nde Kandilli'de geçmişti. Bir müddet Kandilli İptidaisi'nde okumuştu;
fakat Feridüddin Efendi, oğlunu terbiyeden hfili kalmadığından, çocuğu haylazlığa
sürükleyen Ömer ismindeki kölesini kovmuş ve her gün mektebe götürüp getirecek
bir adam, bir lala tayin etmişti. Küçük Ziya İstanbul'da Süleymaniye civannda
oturduğu zaman kendisini devam ettiği "Edebiye" mektebine goturup getiren
İsmail Ağa ismindeki bu lalaydı. Ziya Paşa'ya lalasının pek mühim tesirleri
olmuştur. Bu intibaatını şu aşağıdaki satırlarda bildiriyor:
"Acaba bizde buralarını düşünür babalar, analar ve hamiyet ashabı var
mıdır? Hiç yoktur; demek belki mübalağa olur; lakin var ise de pek nadirdir.
Çekilen mesaib ve devahinin menbaı işte budur.
Hele sabavetimizde nasıl ellerde büyüyoruz. Ne maklıle kimselerden terbiye
görüyoruz; buraları bir kere düşünür isek bu kadar da olduğumuza
şükretmeliyiz. Çerkez dağlarından gelmiş, ömründe insaniyete dair söz işitmemiş
dayelerimiz, Anadolu'dan kaçmış, adabın elifini görmemiş lalalarımız bize ne
makule edep ve ahlak tfilim edebilirler?
[s. 1 62] Bizde en mühim iki memuriyet, yahut vazife-i insaniyet vardır ki
nedendir bilinmez; güya bil-iltizam en kabiliyetsizlere havale olunur. Onlardan
birisi çocuk lalalığı, diğeri de kaza müdürlüğüdür."
diyor ve bu tarz-ı terbiyenin çocukların ruhunda ne elim intibalar bıraktığını, ne
muzır, ne sakim neticeler tevlid ettiğini söylüyor.
Ne gariptir ki latalardan şikayet eden Ziya Paşa daha mini mini bir yavru
iken yed-i terbiyetine tevdi edildiği lalasından pek büyük yararlıklar, varlıklar
görmüştür. Pederi çok mutaassıp bir adam imiş. Ziya Bey iptidai tahsilini bitirip
Bayezid Rüşdiyesi'ne devama başladığı sıralarda mektepte bazı arkadaşları gibi
Farisi okumak istemiş. Fakat pederinin taassubu buna mani olmuş. Bu hali de
1 50 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Açık fikirli, maarif kadri bilir babalar çocuklarına aynca Farisi de okutmak
için mektebin müdürüne haber gönderirler, rica ederlerdi. Bazıları da edebiyat-ı
Farisiye ve Arabiyeyi çocuklarına evlerinde tedris ederler, zamanın ilim ve fazl
ile temeyyüz etmiş adamlarına yalvarıp çocukları nı onların piş-i ir!anına
atarlardı. Mekteplerde Farisi tedrisi tamamen ihtiyari idi.
Abdülhamid Ziya Bey lal asını n
delalet ve teşvikiyle zamanının en parlak, en
yüksek Farisi-hanlarından olan ve mekteplerine hocalığa gelen meşhur İsa
Efendi'den Farisi öğrenmeye başlam ı ştı.
28 Erıgiz4;Yon Tarihi (İstanbul 1 299) adıyla yapılan tercüme Teophile Lavallee ile
Cheruel'dendir. (Haz. notu)
29 Mezkur tercüme Asar-ı Müfide Kü tüph anesi Cemiyeti reisi Süleyman Nazif Bey'dedir.
kaçınca rütbesi geri alınmışur. 1877'de vezirlik rütbesiyle Suriye Valiliğine gönderilmesiyle ikinci
defa paşa olmuştur. Hardbdt'ın yayımlanması ise 1874- 1 875 yıllanndadır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 55
diyor.
31 Ahmet Vefik: P�a, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi olmanuşnr. (Haz. notu)
1 56 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
32 Muhbir, öncelikle 25 Şaban 1 283-23 Muharrem 1 284 (2 Ocak 1 867-27 Mayıs 1 867)
tarihleri arasında İstanbul'da yayımlanır. Başmuharriri Ali Suavi'dir. Ancak gazete çıkmaya
başladığında Ali Suavi, Filibe'dedir, yazılannı oradan gönderir. Muhbir, Londra'da 3 1 Ağustos
1 867'den itibaren Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına Ali Suavi tarafından çıkarılır. 3 Kasım 1 868'de
Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar'ın ileri gelenleriyle düştüğü anlaşmazlık ve Mustafa Fazıl Paşa'nın
maddi desteğini çekmesi üzerine gazetenin yayımı sona erer. (Haz. notu)
33 Ali Suavi, Kastamonu'ya memur olarak değil, Muhbir'deki vazıları sebebiyle sürgün olarak
34 Namık Kemal, İstanbul'a 1 8 70'te döner. Ali Paşa'nın vefatı ise 6 Eylül 1 8 7 l 'dedir. Fakat
Namık Kemal yeniden yazmaya ancak Ali Paşa'nın vefatından sonra başlayabilir. (Haz. notu)
1 58 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
[s. 1 75] Ziya Paşa'nın bir takdirkar-ı daimisi olan dam-i şi'r Hamid de o
büyük şairin vefatına şu şiiriyle ağlamıştı:
Adana'da nimı bugün büyük bir takdir ve hürmetle anılan Ziya Paşa'nın
Jeanjacques Rousseau'dan tercüme ettiği Emile, Paşa'nın hafidi Doktor Fahri Bey
tarafından Asar-ı Müfide Kütüphanesi Cemiyeti'ne verilmişti. Tab'olunamadan
cemiyetin ta'til-i faaliyet etmesi üzerine müsveddeler cemiyetin reisi Süleyman
Nazif Bey'de kalmışnr.
1 60 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
milletlerden zuhur etmiştir. Asar-ı sfilifede gelen ve hfila eserleri ve fiilleri ibret
bahş-ı enam olan büyük feylosoflar ve erbab-ı belagat ve marifet ve büyük
pehlivanlar ve cihangirler hep Yunanilerden, Romalılardan, Mısırlılardan
geldiler. Sonradan afitab-ı medeniyet-i İslamiye pertev-saz-ı ufk-ı filem olmakla,
bu yıldızlann revnak ve fürı"ıgu kalmadı ve İslamın yedi sekiz yılda yetiştirdiği
erbab-ı fazl ve [s. 1 79] kemfilat a'sar-ı sfilifenin iki bin senede vücuda
getirebildiği ashab-ı imtiyazı hem ilmen hem adeden sebkat eylediler. Gariptir ki
şimdiki Yunanistan ve Roma, hükema ve fuzala yerine haydut yetiştiriyor.. !"
Ziya Paşa sade üslubuna değil o üslubu giyen mananın da ehemmiyet ve
kıymetine büyük bir dikkat hasrediyordu.
Ruhen inkılapçı yaratılan Paşa, memleketinde mevcut olmayan, mevcut
olan kısımlan da faydadan ziyade zarar tevlid eden en canlı, en esaslı bir noktaya
parmağını basıyor, en müzmin, en müteaffin bir içtimai yarayı deşiyor, salim,
r hakiki, milli bir terbiyenin bir millette teessüs edecek medeniyetteki tesirlerini
göstermeye çalışıyor. Bu pek yeni mevzuu yaşayarak duyan Ziya Paşa pek derin
bir kanaatle açıp döküyor. Vücuda getirmek istediği inkılabın ancak sağlam bir
zeminde temel tutabileceğine kani olduğu için işe terbiyeden başlamayı, sağlam
bir terbiye ile sağlam bir nesil yetiştirmeyi teceddüt ve medeniyet tohumlannı o
neslin dimağına zer' etmeyi düşünüyor.
Ve kendisine bu ilhamlan veren çocukluk hayatını canlı bir numune olmak
üzere, bugün bile herkesin tatlı tatlı, seve seve okuyabileceği bir dil ile yazıyor:
"Benim pederim, Galata Gümrüğü'nde katip ve işini gücünü iyi bilir,
vazifesiyle kanaat eder bir merd muhasipti. Benim hengam-ı sabavetimde yaz kış
Boğaziçi'nde Kandilli'de sakin olurduk. Benimle beraber mektebe gidip gelmek,
hem de evin sokak işlerini görmek için on yedi on sekiz yaşlannda ve Ömer
namında bir köle almıştı.
Köle, memleketinde hırsızlıkla terbiye olunduğundan kiraz, üzüm mevsim
lerinde beni bağlara götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalardı; birlikte
yerdik. Tahminime göre altı yedi yaşlarında idim. Bir gün köle ile beraber
Kaptan-ı Esbfık Damat Halil Paşa'nın Kandilli üzerinde vaki bağlanndan [s.
1 80] Havuzlu Bağ derler, bir bağa gittik. Bağın etrafı dikenli çalılarla mahfuz
olmakla köle bir medhal bulup da giremedi; elindeki sopa ile çalıları aralayarak
güçle bir küçük delik açabildi. Bana hitap ile 'Ben buradan sığamam; sen
küçüksün; içeri gir, yakındaki kütüklerden üzümleri kopanp bana ver; birlikte
yiyelim!' dedi: 'Peki!' dedim. İçeri daldım ve üzüm devşirmekle meşgul oldum.
Meğer Halil Paşa merhum o esnada nişan atmak için o bağa gelmiş; nişan testisi
bittesadüf tamam benim çapul ettiğim mahalle konulmuş olmakla beni görmüş;
merhumun dairesi kavaslanndan Kandillili Ahmed Bey derler, koca bıyıklı bir
kavası vardı ki her bar rastgeldikçe bıyıklarından korkardım. O gün Paşa'nın
yanında bulunmuş; ve Paşa beni ona gösterip yanına götürmesini tenbih ile
göndermiş.
Ben ise dünyadan bihaber! Muttasıl üzüm salkımlarını kopanp çalı
arasından köleye vermekle meşgul iken ansızın arkamdan biri gelip kucağına
kaptı ve korkutmayarak bilmem ne sözlerle temin ve tesliyetler ederek Paşa'nın
yanına götürdü. Önünde duran birkaç tabak üzümü benim önüme sürüp yemek
teklif eyledi; onun bu nevazişi korkuyu ve hicabı büsbütün zail edip bila-tekellüf
yemeye başladım. Kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne semtte olduğunu sordu;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 63
"Bizim lalanın eş'ara pek muhabbeti vardı; hatta kendisinin yazısı güç
okunur derecede imlasız olduğu halde Aşık Omer ve Gevheri asarından
mahfüzu bulunan beyitleri münasebetli münasebetsiz sıra getirip okur ve ara
sıra, kendi de kıta ve gazel gibi şeyler nazmedip içinde mevzun olanları
bulunurdu. Bu matla onun gazelindendir.
onları dışarı atanın, yeni gelenlerle meşgul [s. 1 84] olurum. Nitekim dünya dahi
kendine gelen insanları zemin ve sema arasında enva-i belaya ve imtihanat ile
ezip geçirip kemale yani her şahıs kendine mukadder olan nisaba baliğ oldukta
mezara defeder, diğerleriyle meşgul olur. Hatta bu mana üzerine şöyle de bir şiir
hatırıma geldi ve şimdi bil-bedahe nazın ettim.' dedi ve 'Asiyabı devreden
ahenge nazar kılmışım.' mısraıyla birkaç beyit okudu. Hayla ki diğer mısralar
hatırımda kalmadı.
Ben bu sözün medlulünü anlayacak yaşta olmadığımdan asiyabın böyle
güzel söylemesinden ziyade lalanın fazl u kemaline hayran oldum, asiyab ve
ahenk kelimelerinin manasını anlamakla Farisi okumaya zevk ve hevesim bir kat
daha tezayüd etti.
Ve lalanın gözünü kaşım eğerek kemal-i telezzüzle ve bilmediğim bir tarzda
okuduğu şiirin edası manasından ziyade hoşuma gidip şiiri bana öğretmesini
ricaya başladım. Lala; cevabında 'Şiir dedikleri bazı ibada mahsus atıyye-i
İlahiyedir; tevaggul ve tahsil ile ol maz. Eğer Cenab-ı Bari sana da mukadder
etmiş ise şair olursun; ve illa hiçbir vesile ile bu şerefe nail olamazsın. Hoca
Numan Efendi her ilimde mahir bir lazıl-ı mütebahhir iken şiir söyleyebiliyor
mu? Bak, İsa Efendi Fariside yekta olduğu halde tabiat- i şi'riyeye malik mi?! İşte
şiir bir dad-ı Hak'tır; ilim ile ele geçmez!' dedi. Bunu işitir işitmez güya içimde
küllenmiş bir ateş kümesi varmış da o körüklenmiş gibi kendimde bir galeyan
hissettim; karara mecalim kalmadı; değirmeni bı raktım; ağlayarak lalanın
boynuna sarıldım ve şiirin nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için
yalvardım.
Lala, ehl-i aşk ve bağrı yanık bir kimse idi. Bana nazar-ı terahhurnla baktı
ve bir tarz-ı dil-nüvazane ile; 'Sende bu aşk ve heves oldukça umanın ki şair
olursun dedi. Ve şiir denilen adeta söz olup, fakat evzan-ı aruz dedikleri 'lailatün
melailün'lerin harekat ve sükununa muvafık olmasını ve mısraların ahiri
birbirine uymak lazım geleceğini [s. 185] bildiği kadar tarif ettikten sonra
'Mademki şiire hevesin var; iptidili nazmın teberrüken bir Na't-ı Nebeviye
olsun. Haydi bu gece çalış! O yolda bir şey yazıp yarın bana göster, uymayan
mahallerini düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun!' dedi ve rediflerinin ya
'Resulallah!' olmasını tavsiye eyledi. Ben o sevinç ile merdivenleri dört el ile
çıkarak odama koştum; kapıyı kapadım. Önüme bir tabaka kağıt koydum;
hemen kalemi elime aldım, güya zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyler
yazacaktım. Düşün bire düşün! Aklıma bir şey gelmez! Vezin, aruz nerede? Adi
kelimeler bile güya bizi tutup da zorla silsile-i vezne sokacak havfiyla zihnimden
firar ederlerdi. Velhasıl hatırıma hiçbir söz getiremedim. Böylelikle sabah oldu.
Gözüme bir lahza uyku girmedi. Nasıl olursa olsun! dedim, kağıda birkaç satır
saçma sapan şeyler yazdım; fakat satırların sonlarına 'Ya Reswallah!' redifıni
ilavede kusur etmedim! Bunları birkaç kere tekrar tekrar okudum ve zihnimce
hepsini mevzun ve pek ala buldum. Lakin mana hiç hatırıma gelmedi.
1 66 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor. Evet; bir numune, fakat cidden kıymetli, cidden muvaffakiyetli ve kıymetli
bir numune . . . Kullandığı lisan o kadar tabii ki insan yorulmadan okuyup
gidiyor. Lisanı hakikate tevsi ediyor. Hem de onu dediğimiz gibi tumturaklı
kelam meraklıları zamanında yapıyor. Bu hususta mukaddimesinin biraz
aşağısında şu suretle anlatıyor:
"Bilirim ki fesahat meraklısı olanlar, böyle bir yeni şivede kitabet
gördüklerinde taaccüp edecekler ve insafı olmayanlar tarizden hfili olmaya
caklardır. Birtakım hoca hakkı almamış aklam beyleri ibarelerden mefil çıkara
mayıp, - Bu ne saçma şey? - diyecekler ve kitabı bir köşeye atıp okumaya rağbet
etmeyeceklerdir. Lakin bu kitap ne evvelkiler, ne de ikinciler için yapılmış
olduğundan, ikisi de benim kaydımda değildir. Ben yalnız söylemiyorum. Haşvi
yatla evrak doldurmuyorum, mana tefhim ediyorum.
Yalnız elbise-i zahiriye göstermeye kani olmuyorum. Maksı'.id-ı bizzatı her
türlü tezyinat ve tecemmülattan ari olarak olduğu gibi göstermek istiyorum.
Hüner satmak daiyesinde değilim ki celb-i tahsin arzusunda bulunayım. Ben
insanım; ve insaniyet meftunuyum. Bu emeği insan olan aba-yı cinsime hizmet
için sarf ettim. İmdi, insanlardan bir ehl-i insaf, namımı bir kere hayır ile yad
ederse [s. 1 89] bin kere aferin demekten bence müreccahtır. Ve din ve milletime
bu kadarcık bir yadigar bırakmaya muvaffak olduğumdan dolayı nefsimde
duyduğum lezzet bana her türlü tahsin ve mükafattan elez ve abladır. "
sözleriyle ifadesini bitiriyorum.
En büyük adanılan felaketler doğurur, felaketler yetiştirir sözü ne doğrudur.
İşte memleketinden kaçmak felaketini biz Osmanlılara Ziya Paşa'lar, Namık
Kemal'ler gibi eazım kazandırdı.
Ziya Paşa Cenevre'de Hürriyet gazetesini neşrettiği zamanlarda bir taraftan
da bu kadar samimi, bu kadar sahih bir aşk ile sevdiği milleti için, o milletin
yetişmekte olan gençliği için Jean Jacques Rousseau gibi efkar ve kanaat-ı
beşeriyetle ihtilal denecek kadar kuvvetli bir inkılap yaratan bir feylesofun, bir
mürebbinin Emik'ini tercüme ediyor. Ziya Paşa'nın bu hizmeti "namı bir kere
hayır ile yad" edilmekle ödenmez ve ödenemez. İlelebet minnet ve şükranla yad
olunur.
Ziya Paşa iki zümreye işaretle: "Lakin bu kitap ne evvelkiler, ne de ikinciler
için yapılmış olduğundan, ikisi de benim kaydımda değildir." diyor. Evet, Ziya
Paşa'nın düsturu kat'idir, sarihtir.
Bir gün padişah nişan talimi yaparken attığı kurşun nişangah vazifesi gören
testiye isabet etmemiş. Yanında hazır bulunan Ziya Paşa irticalen:
"Padişahım sanma kim urmaz nişanı kurşunun
Mahı çak eyler tüfengin girse mihrin koynuna
Satvet-i şahaneden biçare desti havf edib
Belki kurşun işlemez bir nüsha takmış boynuna"
kıt'asını söylemiştir.
1 272 [ 1 855] tarihinde yazdığı "Terci'-i Bend"i meşhur:
"Alem hayal-hane-i hikmet-feşanedir
Kevn ü fesad şive-i hüknı-i zamanedir
Hesti vü nisti-i cihan hep bahanedir
Mecmıia-i dü-kevn seraser fesanedir
Bu kar-gah-ı sun' aceb dershanedir
Her nakş bir kitab-ı ledünden nişanedir
Veladeti ve Tutüliyeti
Namık Kemal, Sultan Mecid ahd-i saltanatının Tanzimat-ı Hayriye ile yeni
bir devre-i kemfile girdiğini, Büyük Reşid Paşa'nın olanca dirayet ve kiyasetiyle
memleketi ıslaha çalıştığı sırada 1 256 [ 1 840] senesinde Edirne vilayeti
livfilanndan Tekfur Dağı'nda Şevval'in 26'sında [2 1 Aralık] dünyaya gelmiştir.
Kendisi aslen Arnavut'tur. Babası Koniçeli Mustafa Asım Bey'dir. Bursalı
Mehmed Tahir Bey "babasının Yenişehirli, fakat anasının Koniçeli" olduğunu
söyler. Rıza Tevfık Bey babasının Koniçeli olduğunu ve Toska'lardan
bulunduğunu bildiriyor. Herhalde asil bir ailedendir. Ecdadı sıra ile Şemsedin
Bey, Ahmed Ratib Paşa, ondan sonra da Nadir Şah'ı iki kere mağlup eden
meşhur vezir-i a'zfun Topal Osman Paşa'dır. Bütün bu aile Osmanlı
hükümetinde mühim mevkiler işgal etmiş ve büyük yararlıklar göstermişlerdir.
Şemseddin Bey, Sultan Selim-i Sfilis'in ser-karini, babası Ahmed Ratib Paşa da
Bahriye Nazırlığı (kapudan-ı derya) etmiş, şair bir vezirdir.
Namık Kemal'in ecdadı arasında kısm-ı mühimmi �airdir. Ahmed Ratib
Paşa mürettep divan sahibidir. Onun diğer oğullarından Asaf Mehmed Paşa ile
Naşid Bey de şairdirler. Süleyman Nazif Bey:
"Şehid Osman Paşa, Konyalı Bekir Ağa'nın oğludur. Mora'da çiftlikleri
olduğundan Moravi zannolunmuş ve bazı tezkire ve tarihlerimize sehven bu
suretle geçmiş idi. Bekir Ağa'nın pederine dair elde malumat yoktur."
diyor. Namık Kemal'in ecdadı padişahlara çok hizmet etmişler.
Padişahlardan da çok iltifat ve ihsan görmüşlerdir. Hususiyle Ahmed Ratib Paşa
sultanın hemşiresiyle izdivaç etmişti.
Ebüzziya merhum bu hususta:
" . . . Kemal Bey neseben dahi hakikaten fezail [s. 204] ve eda.il ile areste bir
hanedanın ferzend-i necibi idi. Mamafih Kemal, maruf bir hanedana mensup
olmamış olsa dahi, kendisi bir hanedan-ı şeref vücuda getiren eali-yi fıtrattan idi.
Çünkü Kemal ecdadı ile iftihar edenlerden olmadığı halde zamanı onun
vücuduyla iftihar eylerdi. Binaenaleyh onun silsilesi kendisinden başlaması
tabiidir, çünkü müşarünileyh başlı başına bir devir teşkil eden eazım-ı
ruzigardan idi."
diyor. Filhakika Kemal de nesebiyle iftihar etmiyor. O bilhassa iftiharı mucip
olacak hasletleri insanın nefsinde arıyor, insanın nefsinde görmek istiyor:
1 84 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
37 Ömer Faruk Akün, hu tarihte Valide Mektehi'nin olmaıhğını belirtir; bkz. Is/dm
Ansi1'wpedisi, C. IX, İstanbul 1964, s. 55. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 185
[s. 207] Şiire başladığı zamanlar elinde yegane medar-ı taklid Sünbülzdde
Divdnı'ndan ibaretmiş. Binaberin bütün bu yazdıkları da Vehbi'yi nev-hevesane
bir taklittir. 1 274 [ 1 858] senesinde Sofya'dan İstanbul'a dönmüşlerdir. Kemal
on sekiz yaşlarında idi. İstanbul'da, bilahare Dahiliye Nazın Memduh Paşa olan
Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey'ler, Hfilet Bey'ler, Hersekli Arif Hikmet
Bey'ler başlarında Leskofçalı Galib Bey bulunduğu halde gençlerden müteşekkil
bir edebi zümre teşkil etmişlerdi. Kemal de bu zümreye karışmış, yeni türeyen
şairlerden olmuştu. Daha o zaman Kemal'in, büyükleri ve küçükleri hayret ve
takdire atacak manzumeleri vardı.
matlalı gazeli bilhassa nazar-ı dikkati celp etmişti. Şair Naili'nin zaman-ı iştihiirı
da o zamandı. Encümen müessisleri Nefi ve Fehim vadisinde şiir söylüyorlar, bir
ikisi istisna edilirse Kemal hepsine tefevvuk ediyordu.
"Bu şiirinde göze çarpan ikinci nokta da İbn-i Sina'nın keşfettiği hasıra
prensibine yapılan bir telmihtir."
olursa gerek fikir, gerek şekil, gerek tabir ve üslup itibariyle tamamiyle original
olmadığı görülecek, mamafih bu da şaşılacak bir şey değildir. Bu 'ilahi nur'u (La
Di,vine-Lumiere) Zerdüşt müntesiplerinden daha mükemmel terennüm eden
olmamıştır.
Ey m1r-i tu der cümk-yi eşya zdhir!
V'ez manzar-i çej1Tt ehl-i irfan nazir.
Akm heme ez-nur-i tu rUşen geşte:
Hem evvel-i fn silsikf hem dhir!
"Fahreddin-i Iraki"nin:
Afitab-i vücM kerd işrdk
Nur-i u ser-be-ser gi.rfli 4fdk39
beyti ile başlayan cidden nefis terci'-i bendini, Mahmud-ı Şebüsteri'nin Gülşen-i
Raz'mı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin, Feyzi-i Hindl'nin eserlerini de tetkik
ediniz, hepsi bu kabil nefis beyitlerle doludur. Meşhur Gazali de Mişkdtü'l-Enviir
unvanlı eserinde aynı tarikı talim ediyor."
diyor.
Kudret-i şairanesi bu suretle parlayan ve şöhreti günden güne artan Kemal,
Encümen-i Şuara içinde parlak bir yıldız şfilesi veriyordu. Maalesef bu
Encümen'in hayatı uzun sürmedi. Bu da pek tabii idi. Çünkü Encümen'i [s. 209]
teşkil edenlerin hakikatte şiirde gayeleri, edebiyatta nokta-i nazarları pek farklı
idi. Hersekli Arif Hikmet Bey tamamiyle eski mektep taraftan idi. Kazım Paşa
bir noktaya kadar biraz istisna götürebilirdi, mamafih hepsi iyi dost, iyi arkadaş
idiler. Bilhassa hepsini bir noktaya bağlayan, bir araya toplayan şiir ve edepten,
bedi' ve sanattan ziyade ayş u işret idi. Böyle topluca içip söylemek tatlı bir
zemin-i ünsiyet teınin ediyordu. Nitekim Kemal hayatının sonuna kadar rindan-ı
üdeba namını verdiği bu samimi cemiyetin bir hatırası olan o sakim itiyadı
bırakamadı. Bu menhus ve mukadder tesadüf olmasa ahlaken cidden metin ve
ali-cenap olan Kemal hususiyle o kaviyyü'l-bünye vücuduyla daha genç
yaşındayken ölüm döşeklerine düşüp gitmeyecekti.
38 "Ey nuru bütün eşyada zahir olan! Ve iıfan ehlinin gözünde önünde görünen! Alem
bütünüyle senin nurundan aydınlanmışnr. Sen bu zincirin hem başısın hem de sonu."
"Varlık fileminde tek bir nurdan başka görünen bir şey yoktur. O nur, çeşitli görüntüler
hiilinde ortaya çıkmışnr. Tanrı, nur; görüntülerin çeşitliliği ise filemdir. Tevhid budur işte, ötesi
vehim ve aldanış."
39 "Varlık güneşi doğunca, onun nuru bütün ufukları tuttu."
1 88 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
almaya karar vermişler. Kemal ile görüşmek vazifesini onun en iyi dostu ve
arkadaşı olan Nuri Bey'e tevdi etmişlerdi.
Nuri Bey bu vazifeyi memnuniyetle kabul etmişti. Çünkü Kemal'i çok
sever, her gün kendisiyle görüşmeye gider, yanından ayrılmak istemezdi. Kemal
hakkında yazdığı hatıralarında:
"Kemal Bey o esnada Babıali Tercüme Kalemi huleffisından olup meşrebi
gayet laubali, şahsı ise pek sevimli olduğu gibi, edebiyat-! hfızıranın vazı'-ı esası
olan o muktedir kaleminden tereşşuh eden o letafet-i ma'na, her mütehassis kalp
için safa-bahşa olmasından naşi herkes dahil-i bezm-i ülfeti olmak ister ve
doyulmayan meclis-arfilığına mebni kendisini bir gören bir daha yanından
ayrılmak istemezdi."
derdi.
Nuri Bey arkadaşlarıyla muaşerette bulduğu Kemal'i başka bir odaya
çeke rek meseleyi anlatmış ve esas itibariyle fikri tasvip ettirmişti, yalnız vasıta ve
suret-i tatbiki hakkında etraflıca görüşülmek üzere bir mülakat günü
kararlaştırılmıştı. Bu mülakat hemen ertesi günü cemiyetin reisi Mehmet Bey'in
de huzuruyla Kemal'in evinde ve kemal-i ciddiyetle icra edilmişti. Uzun uzun
münakaşalardan sonra Mehmet Bey koca şairi ikna etmeye muvaffak olmuştu.
İşte o andan itibaren Kemal, Nazim ve Nefi divanlarına veda ile bu mukaddes
gayeye atılmış, kendisine o güzel vatani parçalan yazdıran ilhamı bizzat kendi
hissiyatından toplamaya başlamıştır.
Kemal'in ilk yazılarına bakılacak olursa derhal göze çarpan bir cihet var; o
da ilk yazılarının pek alelade olduklarıdır. Kemal'i Kemal yapan ve kemale
erdiren hiç şüphe yok ki bu ulvi, bu mukaddes gayedir. Kemal mefkuresinde
canlandırıp, mefkuresinde yaşattığı bir hakiki sevgilisinin aşkıyla hakiki bir aşık
olmuştur. Ne zaman o maşukasından bahsetse sözleri ateş, hisleri ateş, figanları,
heyecanlan ateş olur. Şahsiyetinin bütün kudret-i telkiniyesi bu noktadadır.
[s. 2 1 3] O esnada Ali Suavi'yi İstanbul'a getirerek polise vermişler ve
tahdiş-i ezhanı mucip harekatından dolayı muhakemesini Meclis-i Vala'ya
havale etmişler. Meclis-i Vala, Ziya Paşa'nın müdahalesi üzerine herifi serbest
bırakmıştı. Ziya Paşa bu garip tavırlı, koca sarıklı mollada gizli bir zekanın
mevcudiyetini hissetmişti. Fakat herif sonralan Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin
başına bela kesilmiştir. Nuri Bey: "Herif hakikaten büyük bir şarlatandı." der.
Kendisini vatanperverane arzularının kurbanı olan bir hürriyet taraftan olarak
sattı, Aluhbir gazetesini tesis etti ve gazetesiyle efkar-ı umumiyeye tesir edebilmek
için fırsat intizanna koyuldu. O fırsat da gecikmemişti. Osmanlı hükümeti
Belgrad Kalesi'ni Sırplara teslim etmişti. Halk bunu kabinenin lıir entrikası
nazarıyla görüyordu. Başta Ali Paşa olduğu halde bütün kabine erkanını tecrim
ediyordu. Suavi bu fırsatı kaçırmamış, muğber olan ahalinin fikrini teyit yollu bir
makale ile hükümete hücum etmişti. Büyük bir şöhret kazanmış, Genç
Osmanlılar Cemiyeti'ne de azadan olarak kabul edilmişti. Hükümet bu fikrin
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 191
menbaını araştırmayı kendi muhafaza-i mevkii icabından bildiği için sıkı takibata
başladı. Suavi diğer bir makalesinde de Genç Osmanlıların Babıali karşısında
Arzuhalci Ali Efendi'nin evinde toplandıklarını anlatılmaz bir garabetle ifşa
edivermişti. Polis evi basmış, azadan bir kısmını tevkif etmiş, fakat vesile-i itham
olacak hiçbir vesika elde edememişti. Fakat Ali Paşa her ihtimale binaen bu genç
ve ateşli adanılan payitahttan uzaklaştırmaya karar vermişti. Evvela Suavi
tahdiş-i ezhanı mucip makaleler neşri töhmetiyle hapse atıldı. Genç Osmanlılar
hararetli bir münakaşa, ciddi bir içtimadan sonra herifi kurtarmak için meclise
hücum ile, çıkarmak ve açıktan açığa hükümete ilan-ı isyan etmek gibi
mecnunane bir karara kadar varmıştı, fakat bu fikrin tatbikine imkan
olamayacağını anlamışlardı. Esasen iki gün sonra Suavi'yi ıtlak ile Kastamonu'ya
bir memuriyet verip menfiyen göndermişlerdi.
O esnada meşhur Mısırlı Prens Mustafa Fazıl hıdıviyet hakk-ı verasetini [s.
2 1 4] müebbeden kaybetmiş, Sadrazam Ali Paşa ile fena halde bozuşmuştu. Ali
Paşa hıdıviyeti sair aile erkanının zararına olarak İsmail Paşa'ya verdiriyordu.
İsmail Paşa, Ali Paşa ile gayet dostane geçiniyor ve mütemadiyen ağır hediyeler
göndererek entrikalar çeviriyordu. Mustafa Fazıl hakkından mahrum kalınca
Avrupa'ya kaçmış. Sultan Aziz'le veziri Ali Paşa'ya karşı beslediği gayz ve garazı
ateşlendirecek bir vesile arıyordu. Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin teessüsünü
haber alır almaz Prens Fazıl cemiyetin azasından olan dostu şair Manastırlı Faik
Bey'e bir mektup yazarak cemiyete girmek istemişti.
Fakat Kemal bir taraftan Ali ve Fuad Paşalarla temastan geri durmuyordu.
Türkiye'de Fransız efkar ve kemalatının mürevvic-i hakikisi olan ve fakat gerek
mevki gerek siyaset icabı hakiki arzularını izhar edemeyen Fuad Paşa, Kemal'i
için için takdir eder, mamafih yine ona karşı gizli ve deruni bir korku
beslemekten kendini alamazdı.
Kemal bizzat:
diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 93
Kemal bir taraftan borç içinde bulunuyor, diğer taraftan ailesi zengin
olmadığından bu uzun seyahat için para tedarikinde güçlük çekiyordu. Fakat
kendi seyahatiyle yakından alakadar görünen hükümet para tedarikiyle "atiyye"
olarak Kemal'e vermişti.
Kemal bu atiyyeyi hürmetkarane bir vakar ile reddetmişti. Ve o zaman
Meclis-i Vala başkatibi bulunan ve esbak Paris sefiri Münif Paşa'nın babası olan
Mahmud Paşa'ya bir mektup yazmış ve mazeretini bildirmişti:
"Evkaf-ı Hümayıln hazine-i celilesinde derdest-i tesviye bulunan bir kağıdın
hitam bulmak derecesine gelmesi cihetiyle bugünlerde ele bir otuz bin kuruştan
fazla para geçeceğini geçen gün taraf-ı fili-yi kerimanelerine ifade etmiştim. Elde
mevcut olan akçeyi karşılık göstererek bugün bir istikraz akdetmiş olduğumdan
bunun mahsulü düyıln-ı muhtelife-i kemteranemi tesviye ettikten başka yol
mesarifıne kifayet edecek derecede bulunmuştur. İşte şimdiye kadar Dersaadet'te
ikamet-i acizanem esbabından biri olan ihtiyaç bertaraf oldu; ve vükela-yı fıham
hazeratı tarafından inayeten tertip buyurulmakta olduğu, tebşirat-ı vakıa-i
devletlerinden müsteban atiyyeye hacet kalmadı.
Bu halde zikrolunan atiyyeyi almaklığım lazım gelse hem müşarünileyhim
hazeratının [s. 2 1 7] işbu fazilet-i muhsine-i aciz-pervazlarını mahalline masrıl
fıyet şeritasından ayırmış ve hem de öteden beri kemal-i şiddet ile zaruret
çekmekte iken muhafazasında sebat eylediğim meşreb-i kanaatkariye halel
getirmiş olacağımdan şimdiki halde böyle bir niyet-i atıfetkari ile ispat buyurulan
teveccühat sine-i bende-perveranenin bittabi kalb-i ahkaraneme bahşettiği
gencine-i fahr u ibtihac ile iktifa ve huslı.1-ı fiiliyatının bir ihtiyac-ı sahih
zamanına ta'likını istida eylediğimin bir münasebetle efendilerimize arz ve
beyanını -hakk-ı kemteranemde bu atıfet-i celilenin zuhuruna vasıta olan
inayet-i seniyye-i mekirim-karilerinden slı.ret-i mahslı.sada istirham eylerim. Fi
12 Muharrem sene 1 284 [ 1 6 Mayıs 1 867] Kemal."
Avrupa'ya Firarı
Kemal bu mektubu da gönderdikten sonra cemiyetlerinin verdiği karara
imtisfilen Ziya ile beraber Avrupa'ya Prens Fazıl'ın yanına gitmeye
hazırlanmıştı. Zahiren hükümetin tayin ettiği memuriyetlere gidiyorlardı. Birkaç
gün sonra İstanbul'da bulunan ecnebi gazetecilerden birinin delfiletiyle bir
ecnebi vapuruna binip Marsilya'ya çıkmışlardı. Oradan Paris'e, sonra da
Londra'ya geçtiler.
Suavi, Londra'ya yerleşmiş Muhbir'ini çıkarıyordu. Bir müddet sonra
Avrupa'ya gelen Nuri ve Reşad Beyler ve Agah Efendi ile Ziya ve Kemal, Paris'i
makar ittihaz etmeye karar vermişlerdi. Paris'te Hürriyet gazetesini neşre
1 94 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
4-0 Hürriyet gazetesi Paris'te değil Temmuz 1 868'de Londra'da neşre başlanmışbr. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 95
diyor.
İşte Nuri Bey'in şu ifşaatından pek güzel anlıyoruz ki, artık Kemal
cemiyetlerinden kat'iyen ümidi kesmişti; hatta Nuri Bey'le beraber her biri bir
tarafa dağılmış olan arkadaşlarının fikirlerini bir noktaya toplamaya uğraşıyordu.
Fakat onlardan bir kısmı Paris Sefareti etrafında dönüp dolaşmaya başlamışlardı.
Bütün bu gayretler boşuna gitmişti, kendilerine de, payitahtta bulunanlara da
cemiyetin bu gayretinden hiçbir fayda hasıl olamayacağı kanaati gelmiş, kuvve-i
ma'neviyeleri tamamiyle kırılmıştı.
Hele bir ara Prens Fazıl ile de aralan açılmıştı. Prens'in sefih bir kibar
hayatı yaşaması bunları da o yola sürüklemesi bu demokrasi ruhuyla hareket
eden Genç Osmanlıları rencide etmiş, Prens'in arzularına mümaşat etmemeye
karar vermişlerdi. Ondan sonra geçinmeleri de elim bir safhaya girmişti. En
mel'un darbe de bu olmuştu:
Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Aıi Paşa bir vasıta bularak Prens Fazıl Paşa'yı
elde etmiş ve birtakım vaatlerle diğerleriyle arasını açmış ve bi'n-netice Prens'i
1 96 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diye vatandaşlarına müjdeler veriyordu. İkinci bir haber bu vatan-cüda Genç [s.
222] Osmanlıları bütün bütün sevindirmişti. O da kalpten mustarip bulunan
Fuad Paşa'nın bera-yı tedavi Nice'e gelmiş ve ani surette vefat edivermiş
olmasıydı. Aıi Paşa'nın vefatı da gecikmedi, bu ufacık tefecik koca vezir de bir iki
hafta azap ve ıstırap ile kıvrandıktan sonra, ilelebet gözlerini kapayıp gitmişti.41
Oh bu ne unutulmaz bir haber, bir kurtuluş haberi olmuştu. Genç
Osmanlılar birbirlerini tes'id ediyorlar.
41 Fuad P�a'mn vefan 1 2 Şubat 1 869, Ali P�'mnki ise 6 Eylül 1 87 1 tarihindedir. (Haz.
notu)
42 "Şüphesiz ki münafiklar, cehennem ateşinin en �ağı tabakasındadırlar." (Nisa suresi, ayet
1 45).
198 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Fakat bu ümitleri boşuna idi; çünkü Mahmud Nedim, Ali ve Fuad Paşaların
ka'bına varamayacak kadar adi, sefil, menfaat-cu, mürtekip, alçak bir herifti.
Nuri Bey hatıratında:
"Afi Paşa'nn vefatıyla Mehmet Bey'in amcası Mahmud Nedim Paşa'nın
makam-ı sadarete geçmiş olduğu haberi gazetelerde neşrolundu. Memleketimiz
için mebde-i felaket ad ve itibarına seza olan o haber-i musibet -fart-ı teessüf ile
itiraf ederim!- bizi pek memnun etmişti. Ali Paşa'nın vefatıyla güya her fenalık
mündefı olmuş, kariben memleketimizde ahrarane birçok ıslahat icrasıyla usfıl-i
serbestinin bile tesisine arUk hiçbir mani kalmamış gibi gafletimizden mütehassıl
teessüf bence ne kadar i'zam edilse sezadır; nefsimce dahi medar-ı tesliyet varsa
ancak o zamanki gençliğimle tecrübesizliğimdir.
Mehmet Bey amcasının sadarete gelişine memnun olmuştu. Lakin bu
memnuniyeti mücerret İstanbul'a avdetine sebep olur diye idi. Amcasının kendi
efkarına göre icraata muvaffak olacağı ümidinde değildi. Mehmet Bey'in
itikadınca efkar-ı millet galeyana gelmeden hiçbir şey yapılamazdı; yapılmış olsa
esas tutamazdı. Binaenaleyh bir ayak evvel İstanbul'a gelerek yine eski bıraktığı
noktadan işe başlamalı idi.
Ali Paşa'nın vefatından pek az bir zaman sonra politika müttehimleri
hakkında canib-i Bab-ı Afi'den afv-ı umumi ilan edilmiş olduğu da gazetelerde
görülmekle hep birden Paris'e azimeti kararlaştırdık. Agah Efendi afv-ı
umuminin ilanından evvel Paris'e gitmiş; Ziya Bey dahi Paris muhasarasından
evvd Hürri_yet gazetesine mahall-i intişar ittihaz etmiş olduğu Cenevre'den oraya
gelmiş olduğundan yine cümlemiz Paris'e toplandık.
İstanbul'a azimet için lazım gelen pasaportların verilmesi zımnında Paris
sefaretine vuku bulan müracaatımıza cevaben ilan edilen afv-ı umuminin bize
şümulü olup olmadığı sefaretçe meçhul olmasıyla [s. 224] kable'l-istizan
müracaat-ı vakıamızın is'af edilmeyeceği bildirilmekle bittabi istanbul'dan
gelecek cevaba intizar eder olduk. Biraz sonra yalnız Mehmet Bey'in İstanbul'a
avdetine müsaade buyrulmuş olduğu sefaret vasıtasıyla bildirildi. Mehmet Bey'in
bu istisnaya canı sıkıldı ise de müsaade vakıaya karşı bir ters muamelede
bulunması cümlemiz için iyi olamayacağı ve ale'l-husus bizim de kariben avdete
mezun olmaklığımızın me'mul edildiği sefaretin cümle-i tebligatından
bulunduğu cihetle kendisinin serian hareket etmesine tarafımızdan müttefikan
lüzum gösterilmekle Mehmet Bey ertesi günü İstanbul'a müteveccihen Paris'ten
hareket etti.
Hatırımda pek iyi kalmamış ise de Mehmet Bey'in azimetinden ancak bir
hafta sonra bizim için de müsaade-i avdet vaki olmakla, hayli zamandır
hasretkeş-i didarı olduğumuz vatan-ı azizimize lehü'l-hamd avdet müyesser
oldu."
tafsilatını veriyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 99
İstanbul'a Avdeti
İşte Kemal'in arkadaşlarıyla Avrupa'dan İstanbul'a avdeti 1 Ramazan 1 287
[2 Kasım 1 872] tarihine müsadiftir.43
Kemal, İstanbul'a avdetinden sonra İbret gazetesini neşr ile vatani hizmetine
devama başlamıştı, hatta Sultan Murad ile de te'sis-i münasebet etmiş, hatta
Sultan-ı mağfılra bir zamanlar hocalık eylemişti. Maksadı pek ulvi idi. Sultan
Murad'ı mülk ve millete hadim, açık fikirli, vatanperver bir padişah görmek
istiyordu.
Maalesef İstanbul' da ikameti uzun sürmedi. İbret'i öldürmek için 1 7 Şaban
1 289 [20 Ekim 1 872] senesinde Kemal'i Gelibolu'ya mutasarrıf tayin ettiler,
fakat o yine (B.M.) imzasıyla İbret'e makale yazmakta devam ediyordu. Çok
sürmedi 22 Şevval 1 289 [23 Aralık 1 872] senesinde Gelibolu'dan azlettiler. İbret'i
de hükümetin emriyle kapadılar. Kemal:
"Daima merd olmayı ahd eyledim canımla ben
Hüccet-i namusumu imzaladım kanımla ben,
[s. 225]
Bir esil.et eylesem yüz bin itab eyler bana
Dılzahı dünyada gördüm kendi vicdanımla ben"
diye haykırmaktan çekinmiyordu. Kemal'i İstanbul'da oturtmadılar. 1 1 Safer
1 290 [ 1 0 Nisan 1 873] tarihinde Sultan Abdülaziz'in tuğrasını hamil bir ferman
ile Kıbns'a nefiy ve hapsettiler. İşte o kara yüzlü fermanın tuğrasıyla suretini de
buraya dercediyoruz:
Tuğra
Düstılr-ı mükerrem müşir-i mufahham nizamü'l-alem müdebbir-i umılrü'l
cumhılr bil-fikri's-sakıb müteammim-i mehami'l-enam bi'r-re'yi's-sfilb
mümehhid-i bünyanü'd-devle ve'l-ikbfil müşeyyid-i erkanü's-saade ve'l-iclal, el
mahfüfü bi-sunılf-i avatıfi'l-meliki'l-a'la asakir-i nızamıye-i şaha.nem
müşiranından Zabtiye Müşiri olup birinci rütbe Meddi ve ikinci rütbe Osmani
nişan-ı zişanlarını haiz ve hamil olan vezirim İzzet Paşa damallahu Teala
iclfilehıl ve emirü'l-ümerii'l-kiram kebirü'l-küberi el-fiham zü'l-kadr-i ve'l
ihtiram sahibü'l-izz-i ve'l-ihtişam e'l-muhtass bi-mezidi gayeti'l-meliki'l-a'la
Rumeli Beylerbeyliği payelülerinden Kıbrıs ceziresi mutasarrıfı ve Meddi nişan-ı
zişanının ikinci rütbesinin haiz ve hamili Veysi Paşa damet maalihi ve kıdvetü'n
nüvvabi'l-müteşerriin Magosa naibi Mevlana zide ilmuhu tevki-i refi-i
hümayunum vasıl olıcak malum ola ki İbret gazetesinin muharriri Kemal Bey'in
bazı neşriyat-ı muzırraya ibtidarı cihetiyle te'dib ve terbiyesi lazım gelmiş
43 Namık Kemal'in İstanbul'a dönüşü Aıı Paşa'nın ölümünden önce 24 Kasım l870'tedir.
(Haz. notu)
200 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Kıbns Mutasamjlığı'na
Saadetlu Efendim Hazretleri,
Ba-irade-i seniyye Kıbns'a menfıyen i'zam olunan İbret gazetesi muharriri
Kemal Bey'in Magosa'da kalebend edilmesi bu kere müteallık buyurulan irade-i
seniyye-i cenab-ı padişahi iktiza-yı alisinden bulunmuş olmağın icabının icrasıyla
diğer tahrirat muhibbi de beyan olunduğu vechile merkumun bir tarafa firar
edememesi zımnında takayyüdat-ı mütemadiyenin itasına himmet eylemeleri
siyakında şakka-i muhibbi terkim kılındı.
1 1 Safer sene 290 [ 1 0 Nisan 1 873]
Sadrazam Ahmed Es'ad
İşte bu fermanlar, bu tahriratlarla Magosa zindanına atıp otuz iki ay45
inlettikleri Kemal'i karanlık yollarda alçakça sürükleyip götürürlerken Kemal bu
denilerin suratlarına tükürüp "Siz istediğiniz kadar sesimi boğmaya çalışınız , ben
yi ne olanca kuvvetimle haksızlığa, mel'anete karşı haykıracağım." diyor ve:
"Ben on günden beri keyifsizim. Bir fena soğuğu almışım; bronşit, mide
fesadı, basur, birbirine karıştı, anamı ağlattı. İki üç gün evvel iyiliğe yüz
tutmuştum bugün arızalar bütün bütün savuştu gibi görünür. Allah verse de
nüksetmese!.. Keyifsizliğin yorgunluğu bundan ziyade yazmaklığıma meydan
vermiyor. Bili dua.
l 7 Teşrin-i Sani 1 304 (29 Kasım 1 888] Kardeşin Kemal."
İşte Kemal mektubu yazdığının ertesi günü yeniden hastalanmış ve ayın
yirminci günü 26 Rebiülevvel l 888 -30 Kasım 1888 Miladi tarihinde ikindi
zamanına doğru vefat etmişti.49
Şair vefatından evvel, pek sevdiği, o saf ve mezayasını yad ve tahrir ettiği
Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki kabri civarına defnini vasiyet etmişti.
Hiç beklenmeyen bir zamanda haber-i velau İstanbul'da şayi olunca
hükümet [s. 23 l ] mehafili bile inanmak istememişti. Derhal haberin derece-i
vüsıiku hakkında merkezden isti'lam olunmuştu.
Süleyman Nazif Bey, Kemal'in vefatından mütevellit tahassüsaunı şöyle
anlatıyor:
"Vefaunı haber aldığım günün hali bu sabahın vekayiinden daha kuvvetli
ve daha zinde hatırımdadır. Çemberlitaş'ta Matbaa-i Osmaniye'nin caddeden
bakıldığı zaman sağ tarafına düşen köşesindeki kıraathaneye ber-mıitad gazete
okumak için bir sabah gitmiştim. Bilmem hangi uğursuz gazetenin ilk
sayfasındaki sütunların birinde gözüme şu satırlar ilişti.
'Cenab-ı Hakk ömr-i iclaI-i Hazret-i padişcihiyi rfız-efzfın buyursun. Sakız
mutasarrıfı edib-i şehir Kemal Bey'in müptela olduğu zatürreden reha-yab
olamayıp irtiha!-i dar-ı beka ettiği varid olan telgrafnameden maattessüf
anlaşılmıştır. Rahmetullahi Teala'
Evvela gözlerime, sonra gazeteye inanmadım. Ve o günkü ceridelerin
hepsine orada birer birer baktım. Aynı heyecansızlıkla, aynı kayıtsızlıkla ve aynı
soğuklukla dercedilmiş aynı kara haber. Kendi kendime : - Hayır, başka Kemal
de olabilir! dedim. Fakat daima gözlerime ve kulaklarıma hoş ve munis gelen
'edib-i şehir' terkibi ne kadar zalim ve bi-aman kesilmişti; bu iki kelime her
tereddüdümü, yani tereddütlere sığınmak isteyen ümidimi kahretti. Hemen eve
koştum. Babam Mir'atü'l-iber'i telif ile meşgul idi ve mesaisini haleldar etmemek
üzere başka hiçbir şeyle o sırada iştigal etmiyordu. Gazetelerle mecmuaları ben
muntazaman okur, şufınun mühimlerini hülasaten söylerdim. Ve şayet aynen
görmesi icap eden bir şey olursa o nüshayı tedarik eder, getirirdim. Namık
Kemal'in vefatını babama söyledim. Birdenbire kalemi atarak gözlüklerini
çıkardı; efrad-ı aileden birinin vefatını haber vermiş olsaydım, pederim, yine o
i9 Namık Kemal'in vefatı 28 Rebiülevvel 1 306 (2 Aralık 1888) tarihindedir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 205
kadar derin bir teessür gösterirdi, bembeyaz sakalına doğru gözlerinden birkaç
damla yaş yuvarlandı: 'Kemal Bey mi ölmüş? Vah, vah. Vah!..' diyordu. Yaşlı
gözleri ilelebet dolmayacak bir boşluğa dikilmiş gibi, bir müddet daldı. 'Vah vah
vah!..'lar tekerrür [s. 232] edip duruyordu. Babam dindar adamdı. 'İnna lillahi
ve inna ileyhi raciun' ayet-i kerimesini okuduktan sonra aynen şu sözü söyledi:
'Zavallı Kemal Bey de öldü!.. Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti. '
Babam, Namık Kemal ile asla görüşmemiş, aralarında n e bir satır yazı, n e bir
selam teati olunmuştu, bununla beraber Namık Kemal'in haber-i vefatıyla
babamın mütevekkil gönlünde kopan kıyamet-i teessürün saik ve sebebi kim ve
ne idi? Bunun cevabını vermeyeceğim, çünkü bazen cevap, sualin ibhamını
değil, belagatini izfile eder.
O, Teşrin-i sani gününün havası pek mağmum, İstanbul'un afakı kesif
bulutlarla kapalı idi. Evde oturmak mümkün olmadı. Aşina ve tesliyet aramak
için Babıali Caddesi'ne indim. Asır Kütüphanesi'nde sahibi Kirkor Faik Efendi o
günkü eşhas ve eşya gibi mağmum idi. Birkaç dakika sonra Abdülhalim
Memduh pür-teheyyüc geldi. Ve ilk sözü: 'Kirkor, bu dükkanın içine dışına niçin
siyahlar asmadın? . .' oldu.
O müstehzi, o mütemeshir Memduh o gün ne kadar değişmişti! Ağlıyor ve
ağlıyordu. Hadiseyi babamın ne suretle telakki etmiş olduğunu benden sordu.
Gördüğümü, işittiğimi söyledim. 'Oh!.. Millet dedi -millet dedi- millet dedi gitti,
ne güzel, ne doğru bir mısra!.. Said Paşa bunu söylerken belki mevzun olduğuna
dikkat bile etmemiş. Yazacağım mersiyeye bu mısraı da ilave edeceğim.' dedi.
Filhakika babam bu sözü bila-ihtiyar söylemiş, mevzun olduğunun farkına
vardığını itham etmemişti.
Memduh kırk sekiz saat zarfında inşa etmiş olduğu elli altmış beyitli bir
mersiyeyi bize okudu. Mersiye muhtelif vezinlerle terkip olunmuş, babamın
nida-yı telehhüfü de bir mısra şeklinde tazmin edilmişti. Birkaç sene muhafaza
ettiğim o neşideyi, çok teessüf ederim ki, kaybettim. Ne kadar güzel ve hissi bir
eserdi!.. Hatırımda kalan birkaç beyti şunlardır:
Yine o mersiyeden:
Ey kabr, eya bab-ı hasin-i ebediyet,
Agtışuna ettin koca bir <lehri emanet . . .
Koynunda yatan hazret-i mazluma dokunma.
Baykuş öter ol bülbülün eyvah başında!..
Ey murg-i felaket, sen o mağmıima dokunma.
Sultan Hamid Müşir Süleyman Paşa'yı zulüm ve kahır ile Bağdat'a tagrib
ettiği zaman, şair Deli Hikmet Bey, Paşaya manzum bir mektup göndermişti.
Ben, şairin mezannı ziyaret etmek üzere iki kere Bolayır'a gitti m , o zaman
yeni örtülmüş bir yığın toprak halinde idi."
diyor.
diye can veren koca şairin kabri yerinde yeller estiğini görmüştü r Bu acı, bu
.
Kabrin kitabesi:
"Şair Namık Kemal Bey'in kabridir. Fatiha"
sözlerinden ibarettir.
"Bu hissiyat ise sırf sebepsiz bir meyl-i tabiiden ibaret değildir; insan
vatanını sever; çünkü mevahib-i kudretin en azizi olan hayat, heva-yı vatanı
teneffüsle başlar. İnsan vatanını sever; çünkü ataya-yı tabiatın en revnaklısı olan
nazar, lemha-i iftitahında hak-i vatana taalluk eder. İnsan vatanını sever; çünkü
madde-i vücudu vatanın bir cüzüdür. İnsan vatanını sever; çünkü etrafına
baktıkça, her köşesinde ömr-i güzeştesinin bir yad-ı hazinini tahaccür etmiş gibi
görür. İnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti, rahatı, hatta menfaati vatan
sayesinde kaimdir. İnsan vatanını sever; çünkü sebeb-i vücı'.'ıdu olan ecdadının
makbcre-i sükutu ve netice-i hayatı olacak evladının cilvegah-ı zuhuru vatandır.
İnsan vatanını sever; çünkü ebrnl-yı vatan arasında iştirak-i lisan ve ittihad-ı
menfaat, ve kesret-i muvaneset cihetiyle bir karabet-i kalb ve uhuwet-i efkar
hasıl olmuştur. o sayede bir adama dünyaya nisbet vatan, oturduğu şehre nisbet
kendi hanesi hükmünde görünür. İnsan vatanını sever; çünkü vatanında mevcut
olan hakimiyetin bir cüzüne tasarruf-ı hakiki ile mutasarrıftır. İnsan vatanını
sever; çünkü vatan öyle bir galibin şemşiri, veya bir katibin kalemiyle çizilen
mevhum hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet, tasarruf,
hakimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yad-ı şebabet gibi, birçok hissiycit-ı
ulviyenin içtimaından hasıl olmuş bir fikr-i mukaddestir."
Hele tarihe girince artık Kemal'de bir müverrih meziyeti aramak doğru
olamaz. O tarihi tarih için değil, heyecan için intihap eder. Mevzulan tamamiyle
vatanidir. Kahramanları tamamen vatanperverdir, takip ettiği [s. 240] gaye din
ve vatan, hürriyet ve şandır. Memduhunun hiçbir kusurunu görmez. Nazarında
te'lih eder. Yükselir, yükseltir, arş-ı alaya çıkarır. Meziyet-i müşahhasına, fazilet-i
mücesseme yapar. Bittabi yazdığı tarihlerin hiçbirinde hakiki bir tarihin evscif-ı
mahsusasını bulmak kabil olmadığı için tarih kıymeti de verilemez. Kemal'in
hayalinde canlanan bir "tip'', bir "kahraman" vardır. Tavsif ettiği, o
kahramandır. Bütün &rdk-ı Perişdn'ı o kahramanlarla doludur. Bir Selim, bir
Fatih, bir Adil Giray, bir Celfil, hatta bir Abdullah Çavuş o kahramanların birer
m üheykel simasını taşır.
"Hiç şüphe yoktur, ki altı bin bu kadar senelik alem-i insaniyetin müptela
olduğu deva.hl içinde tufandan sonra en şiddetli bela, istila-yı Tatardır; Cengiz
gibi kaplandan yırtıcı, yılandan hain, şeytandan müdesses bir re'is-i cebbarın
saika-i amaI-i hunharanesiyle Karakurum sahralanndan Asya'nın her tarafına
yayılan milyon milyon vahşiler memleket yıkmakta, insan telef etmekte tufandan
bile geri kalır afetlerden değil idi.
Tı1fan-ı kebir, tı1fan-ı mai ise, zuhur-ı Tatar da tufan-ı ateş veya tı1fan-ı hfın
denmeye şayestedir; çünkü bir fırkası bir şehre hücum etse behemehal yerinde
kemik yığınından bina, hakisterinden başka bir şey kalmazdı.
Bir ordusu bir sahraya uğrasa, elbette atlan diz kapaklanna kadar kan ile
yoğrulmuş çamura batmadan geçmezdi.
Birbiriyle keşakeşten hiçbir vakit hali olmayan tavaif-i mülfık içinde ise
Sultan Alaeddin Mehemmed Harzemşah'tan başka kudreten, mülken, hala
mevkien Cengiz'e karşı duracak bir fert yok idi.
Eskilere tefevvuk edecek bir kabiliyet-i fıtriyeye mahzar olduğunu ispat için
eski tarzda Barika-i Zefer'i yazmıştır. Hakikaten Veysi'lere, Nergisi'lere taş
çıkartmıştır.
Kemal'in üslubu imzası hükmündedir, nerede görülse tanımak mümkün
olur. Bu da şeklinde dahi tenewü olmamasındandır. "Üslub-ı beyan aynı
insandır" sözü bir hakikat ise de tenewü bu hakikati cerh etmeyen bir lazime,
bir fariza-i san'attır. Kemal Edebiyat-ı Cedide'nin mübeşşirlerinden iken sırf
eskilere tefevvuk edebilmek gayesi eskilikten ayrılmak şöyle dursun, çok zaman
eskiliğin terakkisine, tekamülüne ve teessüsüne yardım etmiştir. İstanbul'un
fethine hasrettiği makale-i tasviriye Nergisi'nin klasik üslubundan başka bir şey
değildir. Fakat bu tarz ve şekilde yazılmış eski manzumelerin, hemen hepsine
faiktir.
Roman, hikaye, temaşa, tarih, mizah gibi hemen muharrerat şekillerinin
hepsinden tecrübeler yapmış hayli de muvaffakiyet göstermiştir.
Eş , irı
Eş'anna gelince; Kemal şiirde yüksek bir şair değildir, sırf bir heyecan-ı
vatani ile yazılmışları milletin, vicdanın, samimimiyetin birer tecelligahıdır.
Cidden yüksek, cidden güzeldir. İnsanın kalbini ila eder, göğsünü şişirtir,
gözlerini yaşartır. Denebilir ki Kemal hayata Şahnôme yazmak için gelmiştir.
Sair şiirlerini bir tarafa bırakalım gazellerinde bile rebabi bir heyecan
bulmak kabil değildir:
Vaveyla
Feminin rengi aks edip tenine
Yeni açmış güle misal olmuş
İn'itafıyla bak ne fil olmuş
Serv-i simin salalı gerdenine
O letafetle ol nihfil-i revan
Giriyor göz yumunca rü'yama
[s. 245] Benziyor aynı kendi hülyama
Bu tasawur dokundu sevdama
Ah böyle gezer mi hiç canan
Gül değil arkasında kanlı kefen
Sen misin? Sen misin?! Garib vatan!
*
De ki Ya Rab! Bu Hüseyn'indir
Şu mübarek Habib-i Zi-şan'ın
Şu kefensiz yatan şehidanın
Kimi Bedr'in kimi Huneyn'indir
Tazelensin mi kanlı yareleri?
Mey dökülsün mü kabr-i Ashab'a?
Yakışır mı sanem şu mihraba?
Haç mı konsun bedel şu mizaha?
Dininin kalmasın mı bir eseri?
Adem evladı birtakım canı
Senden olsun mu sar-i şeytani"
şiiri baştan aşağı vatanperverliğin verdiği bir hazz-ı bedii ile doludur. Şeklen
nispeten yeni olduğu gibi ahenk, eda itibariyle de kuvvetli, vezin ve kafiye
itibariyle temizdir, istiareleri, teşbihleri iyi intihap edilememiş telmihleri hep dini
hayallerle gösterilmiştir. Hepsinin fevkinde nazara çarpan bir cihet de pek sade
ve açık lisanla yazılmış olmasıdır. Şekilce Hamid' den mülhemdir.
Kemal aynı zamanda dindar bir şair idi. Eski eda ile yazılmış naatları da
vardır:
"Edip fülk-i cihan-peyma-yı dil azm-i yem-i ma'na
Açıldı b:id-ban-ı aşk Bismillahi mecraha
Zehi fülk-i cihan-peyma ki zeng-i had-hanından
Gelir gül-bank-i Bismillahı mecraha ve mersaha
Hoşa metn-i derun kim rôşenadır her sevadından
Kemal-i kudret-i Bari me'fil-i hikmet-i eşya
[s. 2 4 7] Sen ol mescud-ı filemsin ki zülf ü ebruvanındır
Nıtak-ı Ka'be-i ulya revak-ı Mescid-i Akscl.."
Şu devam edip giden naattaki bütün teşbih ve istiareler Şark ruhuyla, Şark
itikadı, Şark ananesi, Şark terbiyesi, Şark zihniyetiyle yapılmıştır.
"Dili fülk-i cihan-peymaya, manayı yeme teşbih etmek, Bismillahı mecraha
aşkını da ona bad-b:in yapmak işte Şark zihniyeti, işte Şark ruhu, işte Şark
hususiyeti .. "Vaveyla"sındaki "serv-i simin salalı gerden" tabiri de tamamiyle
Şarklıdır, hasılı Kemal'in yazılarında ve bilhassa şiirlerindeki çeşni de, sanat da,
216 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
zihniyet de, heyecan da, hat da hep Şarklıdır. Garplılık asıl Hamid'le başlar ve
devam eder.
Kemal'in külliyat-ı asan miyanında Renan Müdafaanamesi, Karabeta (Beş
fasıldan müteşekkil facia) Makalat-ı Sryasiye ve Edebrye, Rüya, Vatan, Gülnihal, Akif
Bey, Zavallı Çocuk, Eş'ar-ı Kemal, CeWeddin Harzemşah, Mekdtib-i Hususiye, Evrôk-ı
Perişan, Müntehdbô.t-ı Tahrirat-ı Resmrye - Cezmi, lntibah, Takib ve Tahrib-i Harabat,
Tarih-i Osmanf vardır. En büyük eseri de yetişmekte olan gençler üzerinde
tesiridir. Tarih-i edebiyatın büyük bir takdir ile kaydedeceği bu edip ve şairler
arasında bilhassa Ekrem'ler, Hamid'ler, Nazım Paşa'lar, Kemal Paşazade Said
Bey'ler, Kani Paşazade Rifat Bey'ler, Sami Paşazade Sezfü'ler, Ebüzziya
Tevfık'ler hep bu miyandadır.
Bütün gençlik Kemal'i takip ve taklit eder, Kemal gibi parlak ve ahenkdar
bir üslup sahibi olmaya çalışırdı. Kemal'in her gazeli tanzir, her gazeli tahmis
olunurdu. Kemal de biraz istidat gördüğü gençlere mektuplar yazar, teşvik eder,
muanzlara karşı müdafaa eylerdi. Üstad Ekrem'i, şfür-i a'zam Hamid'i, Nazım
Paşa'yı mektupsuz bırakmazdı. Şinasi'den kendisine müdevver Tasvir-i Ejkar'ı
Recaizade Ekrem'e emanet eden, Ebüzziya'yı yanına arkadaş veren Namık
Kemal'dir.
Nazım Paşa'yı lttilıad gazetesine başmuharrir yapan, "Nazım Sultan" diye
mektuplar yazarak gördüğü isti'dfıd-ı fevkaladeyi alkışlayan ve ateşleyen Namık
Kemal'dir. İşte her biri bir dahi-i şi'r ve sanat olan garbın füylızatını şarka
aşılamaya çalışan bu kıymetdar şairleri tetkik ettiğimiz zaman Kemal'in en
muntazam eserlerini anlamış olacağız.
. ..... J
.j"".. ı; " -
·1.1;:��
1 .:l:J�·-; Ahmed Vefi,k Paşa
�\ - .-ı
__
___________
_
AHMED VEFİK PAŞA
Hayatı
Ahmed Vefik Paşa, Rfıhüddin Efendi namında bir zatın oğludur. Gerek
babası, gerek Yahya Naci Efendi namındaki büyük babası ilim ve edebin zevkini
tatmış, mahiyetlerinde bir hususi mevki tutmuş adamlardı.
Türk lehçelerini merak ettiği için bir kısmını öğrenmiş, hatta Çağataycadan
tercümeler yapmıştı Ebü'l Gazi Bahadır Han bin Arab Muhammed Han'ın Uşdl
ihtiyarın saatine benzer bir saat alıp getirmesini emretmiş. Biraz sonra hizmetçi
saati getirmiş, akşam da kadın gelmiş. Vefik Paşa kadına: "-Valide! Baktım
saatini buldum [s. 25 1] ama biraz güç oldu, çünkü sen onu çaldırmamışsın,
kaybetmişsin, fakat bundan sonra dikkat et bir daha kaybedersen bulunmaz;
çünkü benim gözlüğüm kaybolanı değil çalınanı görür!" demiş, kadıncağız dua
ederek memnuniyetle çıkıp gitmiş. Paşa'nın bu hareketini garip görenlerden biri
sormuş: "Bu kadar zahmete ne lüzum vardı, kadını sava idiniz olur biterdi!"
demiş. Vefik Paşa gülerek onun sebebi var, bu saf halk benim gözlüğün çalınanı
gördüğünü duyarsa tesiri büyük olur, elli altmış kuruş için bu keramet kuvvetini
feda etmek doğru olmaz!" cevabını vermiştir.
Bursa'da yollar açtırıyormuş, bir gün vilayetin kadısı, mektupçusu ve sair
erkanıyla camiden geliyormuş, telaşla yanına gelmişler: "Paşam! Yolun önüne
bir türbe çıktı . . . Kaldırsak ahalinin taassubundan korkuyoruz, bıraksak yolu
değiştirmek lazım gelecek!" demişler. O hiç sesini çıkarmadan elindeki tespihini
çekerek türbenin olduğu yere kadar gitmiş ve ellerini açarak duaya başlamış,
yanındakilerin hepsi duaya iştirak etmişler, ellerini yüzüne sürerek: "Bu dedenin
adı nedir? .. " demiş. "Yürü Dede!"dir cevabını vermişler. Yüksek sesle üç kere:
"Yürü, Ey Dede!" diye haykırmış, sonra da: "Haydi yürüdü, gitti, bu mübarek
türbesini de ayak altında bırakmayalım, şöyle bir kenara götürelim!" diye eğilip
bir taşını almış, etrafındaki memurlar ve köylüler hep beraber akşama kadar
çalışarak türbeyi kaldırmışlar, yol arızaya uğramadan geçmiştir.
Vefik Paşa'nın böyle halkın taassubunu tahrik etmeyecek, ahalinin psiko
lojisine göre hareket edecek surette idaresi vardı.
1 293 [1876- 1 877] tarihinde açılan Meclis-i Mebusan'a reis olan Ahmed
Vefik Paşa iki defa da başvekil, yani sadrazam olmuştu.
Özü sözü doğru ve açık olduğundan bazı kimselerin hoşuna gitmezdi. 1 308
tarihinde Şaban ayının yirmi ikisinde ölmüştür [2 Nisan 1 89 1 ] . Rumelihisarı
Mezarlığı'nda medfundur.
5 1 Osmanlıcaya ait bir unsurdur. Buna göre, ilk hecedeki sesli harfler gösterilir, ikincisi
Birinci Meclis
İVAZ AÔA - Ben şimdi gelirim ha! Eve iyice bakın, etrafı gözetin, eğer
birisi para getirecek olursa çabuk beni Müstecib Çelebi'de bulun. Yok, para
istemeye gelen olursa, taşra çıktı, artık akşama dek gelmez deyiverin.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Oh! Canım ne akılane tenbih.
İVAZ AÖA - Hay aman! Müstecib Çelebi ne güzel rastgeldi, ben sizin
ayağınıza varıyordum.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Hayrola! Efendim. Niçin zahmet buyurursunuz?
İVAZ AÖA - Alı, canım Müstecib Çelebi! Başımda bir dert var, size onu
anlatıp danışık edeceğim. Sizden rica edip de bir akıl öğreneceğim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim başım üstüne, ni'met-tesadüf tamam
buracıkta asude sohbet ederiz.
İVAZ AÖA - Ay canım öyle ise binişleri çıkaralım. Rahat söyleşelim.
Bana bir başlıca iş teklif ediyorlar; dostlara danışmazdan iş görmemesi pek iyidir.
İVAZ AGA - Hayır canım bilmem. Adamın aklı yaşında mı olur ya? Yaş
lakırdısı ne demek!
MÜSTECİB ÇELEBİ - Efendim bendenize bir buyurunuz bakayım: Şu
ilk iptida biz cişina olduğumuzda sinn-i şerifiniz nerelere baliğ olurdu?
İVAZ AGA - Eh o zaman yirmi beş yaşında var yok idim.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ey Bursa'da beraber kaç sene oturduk?
İVAZ AGA - Sekiz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Andan Şam'a gidip ne kadar gezdiniz?
İVAZ AGA - Yedi yıl.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ey sonra Mısır'a geçtiğinizde?
İVAZ AGA - Beş buçuk yıl kadar.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Buraya avdetiniz ne kadar oldu?
İVAZ AGA - Elli ikide döndüm.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Elli ikiden altmış dörde zannım on iki sene olur.
Beş de Mısır'da, on yedi olur. Şam'da yedi daha yirmi dört eder. Sekiz de
Bursa'da birlik olduğumuz otuz iki sene eder. İlk ülfetimiz avanında olan yirmi
ile işte elli iki eder. Tastamam sinn-i şerifiniz kendi ikrannızla elli ikinci veyahut
elli üçüncü sa.le vasıl demektir.
[s. 259] İVAZ AGA - Kim! Kim! Ben mi? Ne münasebet! Yanlışınız var,
bu olmayacak lakırdı!
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ay efendim, işte doğru hesabı meydanda, işte
kendi ikrannız! Binaenaleyh size dostane ve halisane vaadim vefkınca
deyivereyim ki teehhül bahsi sizin asla harcınız değildir. Gençler bile bu kan
iyice düşünmedikçe tutmamalı, hele siz yaşta olan zevat hiç yanına varmamalı,
asla hayale getirmemeli, çünkü deliliğin en büyüğü evlenmektir demişler ise artık
ol deliliği akıllanacağımız vakitte işlemek ne aşın mecnunluk olur ve ne kadar
na-beca, na-reva görülür. Siz tahayyül buyurunuz. Hasılı ben fikrimi bu babda
saklayamam, size temizce söylerim. Teehhülü kurmanızı ebedü'l-abad nasihat
etmem. Doğrusu bu saate kadar azade durup da şimdiden gerü en ağır zinciri
gerdana salmakta size güleceğim geliyor.
İVAZ AGA - Ben de size diyeyim ki evlenmeyi kurdum, niyetlenip
azmettim, kız istedim. Sanki benden niye gülecek gelsin. Ya alacağım kızı
bilseniz tarize hiç yer kalmaz.
MÜSTECİB ÇELEBİ - Ya öyle mi efendim? Bu başka lakırdı, siz bana
öyle demediniz sultanım.
İVAZ AGA - Kızı pek beğendim, içerim sevdi, gönlüm ısındı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 227
İkinci Meclis
ZİBA HANIM- Oğlan, önüne bak, öyle sıftınıp oynama, eteğimi güzel
kaldır.
İVAZ AGA - Aman! İşte gönlümün sahibi geliyor! Bu ne melahat, ne
letafet, aman ne reftar, ne endam! Buna gözü ilişip de evlenmeye yeltenmeyen
de acaba adam mıdır? Uğurlar olsun, sultanım! Teşrifler böyle nereye? Ey
işvebazım! A sevgili nişanlısının aziz yavuklusu.
ZİBA HANIM- Şunu bunu almaya çıktım.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 229
Üçüncü Meclis
ÜSTAD-1 SANİ- (Geldiği yere dönüp hitap eder.) Haydi dostum! Haydi
yıkıl. Sen bir bi-edebsin. Adab-ı mübahaseden bi-haber, hadika-i hünerde bi
semer bir cahilsin. Öyle echelsin ki cahiller seni techil eder. Belki bir echelsin ki
beyza'-i bürr ü maariften ta'ziz ü takri ile tard ü teb'ide müstahak bir
derbedersin.
İVAZ AGA - Ha işte tamam! .. Hakimlerin birisi geldi.
ÜSTAD-1 SANİ - Evet, sana ber:ihin-i kaviyye ile ispat ederim ki, sana
hakimü'l-hükema Mevlana Aristatalis ile ve bütün mümkün ve mutasavver olan
enva'-i kazaya vü beraya ve kıyasat ü eşkal ile ve mantıkıyyim efendilerimizin
ara'-yi muknia-i müttefikasıyla gün gibi zahir ve ayan ederim ki sen bir cahilsin,
echelsin, mücahil ve mütecahil ve müstechelsin ey bihaber!
İVAZ AGA - Besbelli birisiyle kavga, niza etmiş ola. Efendim ben . . .
ÜSTm-I SANİ - Seni mütecasir! Seni mütekasir! Sen mübahaseye
karışırsın, mukayeseye girişirsin de hala akl ü kıyasın esas ü usulünü bilmezsin, a
mütekamil! Ey ahmaku min gaytan. Ey azlamu min habzelemülkehlan!
[s. 266] İVAZ AGA - Darılmış, hiddetinden gözünü duman bürümüş,
beni görmesine mani oluyor. Efendinim yahu! Ben ...
ÜSTm-I SANİ - Memalik-i vesia-i hikmet ve feyafi-i fesiha-i felsefiyette
senin bu kıyasın sertaser rnerdlıt olur, a nadan! Kahih ü fazih! Tarih!
İVAZ AGA - Pek danltmışlar ki gözleri kararmış. Yahu efendim!
Baksana. Efendim, ben...
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 23 1
ÜSTAD-1 SANİ- Evet, külfilıın şekli tabirini tasdik etmekten ise el hala
fil-filemüttabiatü caizün kaziyye-i müellimesini teslim ederim. Yahut kendim bir
ahmak olduğumu itiraf eylerim.
İVAZ AGA - Canı çıksın böyle hakimin! A, hocafendi, a okumuş, adamı
biraz dinle! Bak size, bir saattir söz danışıyor, sizde hiç cevap yok.
ÜSTAD-1 SANİ- Aman, affeyle Ağa, zihnimi bir gayz ü bir gazap
bürüdü.
İVAZ AGA - Ey efendim, onu artık bırakın. Biraz da beni dinleyin.
ÜSTAD SANİ- Peki ne diyeceksiniz bakayım. Hem de ne lisan
kullanacaksınız?
İVAZ AGA - Ne lisan mı?
ÜSTAD-1 SANİ- Evet. Yani ne dille, söyleyeceksiniz
İVAZ AGA -(Bakındı) Ne dille imiş! Ne dil olacak, işte ağzımdaki dil.
Komşununkini kullanacak değilim ya.
ÜSTAD-1 SANİ- Canım öyle değil! Ne lisan, yani ne lugat, hangi lehçe?
Arapça mı söyleyeceksiniz?
İVAZ AGA - Hayır!
üsTAD-ı SANİ- Farisi mi?
İVAZ AGA - Hayır!
üSTAD-ı sANİ. - İbrani mi?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD- ı sANi. - Süryani?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ - Yunani?
[s. 270] İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-ı SANİ- Latini?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ- Fransızca mı?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ - İngilizce mi?
İVAZ AGA - Hayır!
ÜSTAD-1 SANİ- Nemsece, İtalyanca, Rumca, Ermenice, Hinduca?
234 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
İVAZ AGA - Hayır canım! Hayır! Hayır! İşte Türkçe söyleşiyoruz ya,
Türkçe söylerim.
ÜSTAD-1 SANİ -Ey peki Türkçe olsun canım. Çünkü Türkçe
söyleyeceksin, beri tarafa geç. Zira bu kulak elsine-i kadime ve ilmiyeye
mahsustur. Öbür kulak, elsine-i adiye ve zeban-ı maderzadiye muayyendir.
İVAZ AGA - Öyle ise çattık, aman bu adamlann tekellüfü! Bunlann
yanında bin resm Ü teşrifat saymalı.
üsTAD-1 SANİ- Ne istiyorsunuz buyurun bakalım.
İVAZ AGA -- Efendim bir müşkülüm var, onu danışacağım.
ÜSTAD-1 SANİ- Ha! Ha! Bildim. Elbette bir müşkil-i hikmet meselesidir.
İVAZ AGA - Hayır efendim, ben . . .
ÜSTAD-1 SANİ- Anladım cevher ile arz-ı zat hakkında ta'birat-ı
müteradife midir, müştebihe midir? Onu bilmek istersiniz.
İVAZ AGA - Hayır o değil. Ben . . .
ÜSTAD-1 SANİ - Hı... Bildim! Mantık fen midir, yoksa ilim midir? Bunu
soracaksınız.
kelam aslını cami ve havi... Çünkü hakikatte bu tasvir asıl fikrin bir alamet-i
zahire ile malız bir ibrazı demek olur. Binaenaleyh haza zihinlerinde [s. 272]
hüsn-i nizam ile tefekkür edenlerin hep hüsn-i nutk ve eblağunnizam ile
söylemeleri işbu münasebetin mukteziyat-ı müsellemesindendir. İşte siz de
fikrinizi kelamınızla hemen beyan buyurun ki kelam ala.im ve vesailin en fasih
ve beliğ ü mübelliğıdır.
İVAZ AGA - Lanet uğursuz gevezeye!
ÜSTAD-I SANİ- Elkelamü sılatulmütefkellim. Evet, kelam ruhun alet-i
lamisesi ve nazar-ı tahkik-i istiksasıdır. Kelam, tercüman-ı kalb ve aks-i havass-ı
ruh u vicdan! Evet! Kelam, bir mir'at-ı sadıktır ki efradın serair-i meknunesini
safice bize natıktır. Ey . . Mademki tefekkür ve tekellüm hassaları müctemian
.
sende vaki ve mütevazi bulunmuştur, nutku isti'cfil ile efkarını bana beyan
etmekten imtinaın neden naşi ve müterettip olmuştur?
İVAZ AGA - İşte öyle ediyorum. Hem de daha söyleyeceğim ama hoca
dinlemiyorsunuz.
ÜSTAD-I SANİ- Dinlerim hemen söyle.
İVAZ AGA - İşte hoca efendi, diyorum ki ...
üsTAD- ı sANi - Ama kısa tut, hayrülkelam makalle ve delle.
İVAZ AGA - Evet.
ÜSTAD-I sANi- Tatvil-i kelama ıtnaba düşmekten ictinap eyle ha!
İVAZ AGA - Evet, ben ...
ÜSTAD-I SANİ- Nutkun bir darb-ı mesel-i Himeyri gibi surette muciz,
manada dırazkes.
İVAZ AGA - Ben size ...
ÜSTAD- 1 SANİ -Öyle dur ü dıraz tetavvülden, sözü dura-dur ita.leden
ihtiraz eyle ha! (İvaz Ağa yerden taş alıp hocaya atar.) Vay! Beyan-ı hfil ve ifade-i
fi-1-bal edecek yerde darılıyor musun? Sen de bir sersem-i ba-vebalsin, bana
külahın heyeti [s. 273] demeli diye dava eden biedep küstahtan bed-ter ve berter
ebter bir derbedersin! Sana, her tesadüf ü ittifakta ve her mcclis-i mübahase ve
şikakta delail-i muknia ve berahin-i şafiye-i müskite ve kazaya-yı kat'iyye-i katıa
236 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ile ispat ederim ki sen mazide bir batıl-ı battfil, cahil-i mihval maskarasın ve
müstakbelde de maskara olacaksın. Ben ise öteden beri ve bundan sonra, fakih-i
fıkheyn-i nakl ü akl hace-i üstad-ı sanı merd-i ba-kemaı huş-i kafi ... A.dem bıi
dirayet ü liyllit-i şafi...
İVAZ AGA - Aman, ne geveze; ne patlak körük!
Ü STm-I sANi - İ nsan-ı kamil fı-külli'l-ulfımu'l-filiye ve'l-aliyye, gavs ü
asl ve'l-hikemiyye ü ve't-tabiiyye ve's-siyasiyye...
İVAZ AGA - Daha söyle, daha söyle!
ÜSTm-ı SANİ- (Sağdan sola yordamla gelir gider) KafTe-i usul Ü
fusfılde allame-i ulema; katıbe-i nusfıs u fusfısda gıbta-i kümmelin-i üdeba! Bahir
ü lahir mütebahhir-i tarih ü edebiyat... Ferzane-i meydan-ı nahv ü şiir! Alim-i
fünfın-ı bahs ü necm ü tıbb u cifr! Pehlivan-ı vega-yi riyazi ve rasat... Gavvas-i
mütecasir-i teşrih ü kimya vü simya vü mumya. . . Kari' -i mukari-i ebvab u
meknunat u gayb-i halaya...
İVAZ AGA - Halkı dinlemez böyle bir hakim cehenneme! Ama bana
demişlerdi ki o Hoca Aristatalis bir yaramaz gevezedir diye. Bari varayım
öbürünü bulayım. Belki o daha mülayim akıllı, daha kamil-i vakur ola. Yahu!
Tak! Tak! Yahu!
Dördüncü Meclis
HAKİ M SENAİ - Hayrola, İvaz Ağa! Emriniz nedir?
İVAZ AGA - Efendim, hocam, şeyhim, azizim, bir işçeğizim var, sizden
danışıp bir akıl öğrenmek isterim. Sizin de reyinizi dilerim, onun için geldim. O !
Ne ala! Bu, adamı dinliyor.
[s. 274] HAKİM SENAİ - İvaz Ağa, bu tabirinizi ve işbu va'z-ı takririnizi
rica ederim, tağyir eyleyiniz: Zira bizim tarik i felasifede kaziyye-i kat'iyye
-
tefevvühünü menederiz. Her şeye iştibah ile tereddüt miyanında beyan etmeyi
tayin ve hükmü tereddütte tavik eylemeyi talim ederiz. Bu sebeple siz, onun için
geldim cümlesinden hükm ü kat'ı kam' edip de geldim dememeli, sanırım ki
gelmişim, demelisiniz.
İVAZ AGA - Nasıl sanırım ki?
HAKİM SENAİ - Evet.
İVAZ AGA - Bakındı elbette sanırım ki ya! Sanmam da ne halt ederim.
İ şte meydandayım, geldim gitti.
HAK İM SENAİ - Burası netice-i zarlıriye-i hükmiye değildir.
İ VAZ AGA - Bu ne demek canım! İ şte ben buraya geldim. Bu sahih vaki
değil mi?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 237
HAKİM SENAİ - Hayır, meşkfıktur: Zira biz her şeyde iştibah üzre
olmalıyız.
İVAZ AGA - Canım, ben burada değil miyim? Siz bana söz söylemiyor
musunuz?
HAKİM SENAİ - Nazarıma öyle geliyor ki siz buradasınız ve
zannederim ki sizinle söyleşiyorum, ama bunlarda hakikat mutlaka bilhikmet
sabit olamaz. Belki öylece değildir. Ben tehaşi ederim, tecahül ederim,
mütereddit kalının.
İVAZ AGA - Bizi istihza ediyorsunuz, maskaraya alıyorsunuz. İşte ben,
işte basbayağı siz, kendiniz bunun sanınmkisi yok, tecahülü tegafülü yok. Ama
oyuncaktan feragat gelin, rica ederim. Şu işimi söyleşelim. Benim buraya gelişim,
size evleneceğimi söylemek içindir.
HAKİM SENAİ - Ne bileyim ?
İVAZ AGA - İşte söylüyorum ya.
HAKİM SENAİ - Olabilir !
İVAZ AGA - Alacağım kız güzel, genç, pek kıvrak.
[s. 275] HAKİM SENAİ - Eh muhal değil.
İVAZ AGA - Evlenip de onu alsam iyi mi ederim, yoksa fena mı ederim?
HAKİM SENAİ - Ya o olur, ya bu olur.
İVAZ AGA - Ya! İşte başkalaştı bela, zidna fıttanburi nağınetün uhra.
Canım söylediğim kızı alsam iyi eder miyim diyorum?
HAKİM SENAİ - Rastgele, rastgele.
İVAZ AGA - Fena mı ederim?
HAKİM SENAİ - Baht işi.
İVAZ AGA - Aman canım efendim! Lütuf ve kerem eyle. Adamca bir
cevap söyle.
HAKİM SENAİ - Benim de maksudum odur.
İVAZ AGA - Kıza ziyade meylim var.
HAKİM SENAİ - Olur ya.
İVAZ AGA - Babası veriyor.
HAKİM SENAİ - Olabilir ya.
İVAZ AGA - Ama alsam şu belli ya kanı... Zürafa olmaktan korkarım.
HAKİM SENAİ - Mümkün şeydir.
İVAZ AGA - Ama, ne zannedersiniz?
238 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
hürmet! Benim gibi anka hakimi darba cesaret! Bu ne demek olsun! Eyvah, bu
ne isyan! Ne hıyanet!
İVAZ AGA - Hakim baba! Bu tabirinizi ve bu yüzden takririnizi, rica
ederim, tagyir buyurunuz. Her şeyde şüpheli gibi söylemeli, iştibah etmeli . Beni
darba cesaret ettin diye kati söylememeli, sanının ki beni darb edersin, beni
döversin zannediyorum, diye edibane ve hakimane söylemeli.
HAKİM SENAİ - Gideyim mahalle zabıtasına şikayet götüreyim. Dayak
yediğimi anlatayım.
İVAZ AGA - Ben karışmam, teberri ederim, el yunanın.
HAKİM SENAİ - Lekeleri vücudumda, her yanım bere oldu.
İVAZ AGA- İmkanda istihale yoktur, dediğin olabilir.
HAKİM SENAİ - Sensin bunları eden.
İVAZ AGA -- Olmaz şey değil.
HAKİM SENAİ - Aleyhine hüküm alının; ilam çıkartırım !
İVAZ AGA --- Ne bileyim ki.
HAKİM SENAİ - Huzur-ı kanunda mahkum olursun.
İVAZ AGA - Mümkün imkanın bulur, olan olur.
HAKİM SENAİ - Seni sitemkar! Ben sana gösteririm!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 239
İVAZ AGA - Hainin ağzından bir doğru söz alınmaz! Eş'ari'nin köpeği
gibi müştebih, mütereddit, müteşekkik! İ nsan iptidasında ne kadar bilirse
ahırında da onunla kalır! Acaba halim bu evlenmekten nereye [s. 277) müncer
olur! Böyle merakta kalıp ne yapsam! Hiç kimse benim gibi böyle sıkıntıya
uğramış mıdır! Ah dertli başım ah! İşte çingene karılan geliyor. Bari onlara fal
baktırayım! Ne eşbeh leventler. Cingözlü kara kediler! Bakınız kızlar! Benim
bahtıma bir fal bakar mısınız?
Beşinci Meclis
B İRİNCİ Ç İNGENE KARISI - Ah fal bakar, güzel ağacığım fal bakar.
İşte biz ikimiz sana baht yorar, tali' yoklar, fal bakarız!
İKİNCİ - Ah Ağa, elcüğünü ver bana! Elcüğünde niyetcüğüzünü tut. Bak
sana ne muştalıklar vereyim.
İVAZ AGA - İşte ellerimin ikisi de, istediğiniz de içinde.
BİRİNCİ - Ağacığım ne güzel bahtın var! Ne açık baht!
İKİNCİ - Bahtın ne açık ağacığm. Sen bir gün bir şey olacaksın, yakında
evleneceksin.
BİRİNC İ - Senin bir güzel yavuklun var Ağacığım. Yakında alacaksın.
İKİNCİ - Evleneceksin, Ağacığım! Bir yosma kadın alacaksın, yosma
kadın alacaksın.
BİRİNCİ - Belli bir yosma kadın ki herkes onu sever.
İKİNCİ - Bir kadın ki yüzünden çok dost peydalayacaksın.
BİRİNCİ - Bir kadın ki senin evine mal getirir, bereket yağdırır,
Ağacığım, bereket yağdırır.
İKİNCİ - Bir kadın ki sana büyük şöhret verecek Ağacığım, onun
yüzünden meşhur olacaksın,
BİRİNCİ - Bir kadın ki onun yüzünden sana itibar ederler, Ağacığım,
sana halk çok itibar edecek.
[s. 278] İVAZ AGA - Güzel ama bana deyiver bakayım, acaba korku var
mı? Şu ... Şey hani... Nasıl olacak? Ne bakıyorsun . . . Söylesene, kurumsaklık var
mı, söyle bakalım.
İKİNCİ - Kurumsak mı?
İVAZ AGA - Evet.
İKİNCİ - Kurumsak
İVAZ AGA - Ha. Kurumsaklık korkusu var mı? (Kanlar sıçrayıp oynar.)
Ne halt eder, bu cevap mı? Gelin bakayım, anlayım, ikinizden de sorayım?
240 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Altıncı Meclis
HÜSREV BEY- Vay, güzelim Ziba Hanım, şaka değil mi, ciddi mı
söylüyorsunuz?
ZİBA HANIM - Latifesiz böyle.
HÜSREV BEY- Gerçekten ere mi varıyorsunuz?
ZİBA HANIM - Gerçek.
HÜSREV BEY - Ey, düğün de hemen akşam mı olacak?
ZİBA HANIM - Evet, bu akşam
[s. 279] HÜSREV BEY - A zalim mürüvvetsiz! Benim size aşkımı böylece
unutup, bana olan vaatleri ve ahitleri nasıl inkar edeceksiniz?
ZİBA HANIM- Ben mi, Hüsrev Bey? ... Hayır, ben henüz sözümden
dönmüş değilim. Size ben evvelki nazarla bakanın. Kaldı ki bu ere varışımdan
sakın siz esef etmeyiniz . . . Herife ben meylimden gitmiyorum, malına nazaran
kendisini kabule mecbur oluyorum. Bende servet yok.. Sizde de öyle. Ey siz de
biliyorsunuz ki cihanda onsuz olmaz. Ömrümüz fena geçer. Ne suretle
fedakarlık lazımsa etmeli ne kıymetle olursa almalı, mal edinmeli, sa'yi elden
komamalı. İşte ben refaha nail olmaya bu vesileyi buldum, hemen sarıldım.
Vardığım koca heriften yakında halas olmak ümidine düşüp bu zinciri
gerdanıma takındım. Az geçer geçmez herif mürd olur gider. İçinde altı aylık
ömür yoktur. Size dediğim mehl içinde vefatına zamin ve kefil olurum. Dulluk
devletini arzu edecek çok mühlet beklemem! Ondan tasam yoktur. Ha İvaz Ağa!
Buyurun! Sizin sohbetiniz oluyordu. Kabil olan vasfınızı izkar ediyordum. İşte,
Hüsrev Bey, beni zevceliğe alan bu Ağadır.
HÜSREV BEY - Efendim, inayet buyurup, müsaade eyleyiniz de sizin
teehhülünüzü tebrik ile beraber sıdk-ı ubudiyet-i hakiranemi size arz edeyim.
İnan olsun ki bir iffet ve ismet-i nadire hatun alıyorsunuz. Size hanım yümn
addederim ve sizinle beraber bu akdi tes'id ve tebşir ederim ki böyle
bahtiyarmışsınız. Kutlu, mutlu zevce rastgelmişsiniz, daha iyisi olamaz. Ağanın
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 241
çehresi iyi şehverliği andırır. Evet Ağa, ba'd-ezin, sizinle dost olmak isterim.
Rabıta-i ülfet ve meveddet-i miyanemizde bent ile size gelip gitme ve seyr ü sara
larda birlik gezme muamelesiyle şirket, ünsiyet ederiz.
ZİBA HANIM - Bu iltifat ve böyle [s. 280] nıücamele ikimizin hakkında
mezit lütuftur. Hele gidelim. Vakit dardır. Bundan sonra birlikte sohbete fırsat
çoktur.
İVAZ ACA - Artık işte ben bu evlenmekten bütün bütün soğudum.
Bezdim. Hemen vanp söz verdiğim gibi döndüğümü varıp bildirsem kem olmaz.
Vakıa biraz akçe gitti; ama ol kadarının kaybolmasına rıza verip daha fena
tehlikeden sakınmak evla, bin kat evladır. (Büyük Ağanın kapısını çalar.) Şöyle
ustalıkla sıyrılıp yakayı kurtaralım . . . Yahu!..
Yedinci Meclis
BÜYÜK ACA - O! Bizim damat Ağa! Hoş geldiniz. Safalar getirdiniz.
Buyurunuz bakayım!
İVAZ ACA - Efendim, Rabbim ömürler versin, duacınızım. Lütfunuz
müzdad olsun!
BÜYÜK ACA - Akd için mi teşrifıniz?
İVAZ ACA - Af buyurunuz . . . Hayır efendim.
BÜYÜK ACA - Niçin canım? İnanınız ki benim de sizin gibi sabrım
yanıyor. Hemen bitsin diyorum.
İVAZ ACA - Efendim bir diğer husus için geldim.
BÜYÜK ACA - Cemiyet levazımını bütün ısmarladım.
İVAZ ACA - Maksut o değil efendim.
BÜYÜK ACA - Çalgı tuttum. Ziyafeti tehiyye ettirdim. Kızım da giyinip
kuşandı, size terakkup eder.
İVAZ ACA - Gelişim onun için değil efendim.
BÜYÜK ACA - Hasılı maksada vasıl olur, memnun kalırsınız.
Meramınızın teehhürüne bais hiç bir mani ve meramım yoktur.
[s. 281] İVAZ ACA - Aman Yarabbi! Ay efendim muradım başkadır.
BÜYÜK ACA - Haydi efendim içeri buyurunuz. Haydi!
İVAZ ACA - Efendim size bir kelime ifadeciğim var.
BÜYÜK ACA - Aman canım! Resm-i tekellüfü kaldıralım. Buyurunuzdu,
çabuk olunuz bakalım!
İVAZ ACA - Yok... Yok... Mazur tutunuz efendim! İhtida size bir
diyeceğim var?
242 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Sekizinci Meclis
İVAZ AGA - Bereket versın. Zannettiğimden uslu çıktı. Yakayı
tahminimden ucuz kurtardım, doğrusu, düşündükçe, ölçüp biçtikçe bu işten
sıyrıldığıma pek akıllılık ettiğimi ben de anlıyorum. Bir reftar edecektim ki. Hele
gazalar mübareği! İşte oğlu geliyor, bana cevabını getirir.
KÜÇÜK AGA - Ağam vaktiniz hayrolsun! (Gayet tatlı tatlı söyler) Sizin
bende-i muhlisinizim, çaker-i rukiyet-perverinizim, sultanım!
[s. 283] İVAZ AGA - Safa bulduk. Ben de sizin efendim. Ben de sizin.
KÜÇÜK AGA - Efendim, peder der ki, siz sözünüzü geri almaya
gelmişsiniz.
İVAZ AGA - Evet Ağam. Doğrusu buna tasalandım ama.
KÜÇÜK AGA - Hey ağa! Bunda bir beis yoktur.
İVAZ AGA - İnanınız ki gücüme gidiyor. Arzu eyler...
KÜÇÜK AGA - Ay efendim, bu bir şey değil diyorum sıze. Emsali
çoktur. (Eteği altından iki kılıç çıkarır.) Efendim, işte sıze iki kılıç!..
Beğendiğinizi alınız.
İVAZ AGA - Beğendiğimi mi?
KÜÇÜK AGA - Evet efendim! Kurbanın olayım, şunun birini alınız!
İVAZ AGA - Canım, kılıç neye gerek?
KÜÇÜK AGA - Ağam, mademki söz verip de sonra kız kardeşimi nikah
etmekten nükı11 edersiniz zannıma göre size gelip edeceğim hahişi ve nev'-i
ikramı na-beca görmezsiniz.
İVAZ AGA - Nasıl hahiş! Nasıl nev'-ikram!
KÜÇÜK AGA - Evet . . . Başkası olsa velvele çıkarır, size gayz ve gazap
eder. Ama biz işimizi tatlılıkla bitirenlerdeniz. Ben gelip size kemfil-i hulus ile arz
ederim ki eğer lütuf ve mürüvvet yüzünden tasvip buyurursunuz, birlikte bir kılıç
çekip müsayefe edelim, boğazlaşalım.
İVAZ AGA - Bu ne bir ters hulus! Ne karışık riayet!
KÜÇÜK AGA - Diyindi efendim! Haydindi! Birini beğenin de elinize
alın.
İVAZ AGA - Ağam, köleniz olayım. Benim kestirecek boğazım yoktur.
Öfl Bunlar ne çirkin söz söyleşirler! Aman şimdi afallayacağım!
KÜÇÜK AGA. - Lutfu kereminizle bu böyle olacak.
[s. 284] İVAZ AGA - Ay efendim bu teklifi ortadan kaldırınız.
Keskin sözü kılıf içine koyunuz.
244 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
EDEBİY.AT-1 CEDİDE
(1876-1895)
1 293 (1876] İnkılabı - Kanfuı-ı Esasi İl.anı ve Meclis-i Mebusiıı'm
Küşadı - Abdülhaınid'in Entrikaları - İstibdat Daha Şiddetle Başlıyor
- İstanbul'da Vaziyet-i Umfuniye - Maarif, Matbuat ve Edebiyat -
Garp'tan Gelen Cereyanın İçin İçin Devamı - Edebiyat-• Cedide -
Romantizın - Kenıal'in Tiyatroları, Makaleleri - Ahmed Vefik
Paşa'nm Moliere'den Tercümeleri - Muhtelif Gazeteler - Reca.izi.de
Ekrem - Ta'lim.-i Edebiyat - Hamid ve Makber'i, Şiirde İnkılap - Sami
Paşazade Sezai; Nesirde İnkılap - Nazını Paşa - Ahmed Midhat -
Tercümlin-ı Hakikat - Muallim Naci - Asri Klasizm Kisvesinde Edebi
İrtica - Edebiyat-• Atika-Edebiyat-ı Cedide Mücadeleleri - Avrupa'da
Klasizm-Romantizm Kavgası - Abdülhaınid'in Edebi Mücadelelere
Verdiği Ehemmiyet - Ekrem ve Naci Taraftarı Gençler - İsmail Safi
Mirsad - Nabizade Nazım - Servet-i Fünii.n - Mahmud Sadık, Müstakil
Çalışan Şair ve Edipler: Nigar Hanını, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi
- Edebiyatta Durgunluk - İnkılap İhtiyacı - Tıbbiyeliler, İttihat ve
Terakki Cemiyeti - Abdullah Cevdet ve Arkadaşları, Gençlerin
Avrupa'da Faaliyetleri
54 Burada adlan geçen gazete ve mecmualardan Terok/r:i 1 860- 1870, lttihad 1876, Gayret 1886-
1887 tarihlerinde çıkmış, adı geçen tarihlerde lstilddl adıyla herhangi bir gazete yayımlanmamışur.
(Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 25 1
� Adları sayılanlarla birlikte Mt>hmed Reşid ve Hüseyinzade Ali adlı Tıbbiyeli gt>nçler
1 894'tt' değil, Fransız İhtilfili'nin 1 00. }lldönümüne denk gdt>n 1 889'da İ ttihad-ı Osmani adında bir
cemiyt>t kurarlar. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 253
Cemiyet her gün miktarını artırıyor, fakat bir türlü müsterih olamıyorlardı.
İ stedikleri kadar çalışamıyorlardı. Nihayet Avrupa'ya firara karar verdiler. Hatta
Mizan gazetesi sahibi Murad Bey de Avrupa'ya kaçmıştı. Mizan da bir müddet
Avrupa'da, bir müddet de Mısır'da çıkarak hem istifade teminine çalışıyor, hem
de müstebit hükümdarın olanca hatalarını ihtar ediyorlardı.
Veladet ve Tuffiliyeti
Recaizade Mahmud Ekrem, Sultan Mecid'in son senelerinde 1 263 [184 7]
tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Zamanında fazilet ve irfanı, şiir ve inşası ile
şöhret bulmuş ve asar-ı kadimenin Şakiiyılr; Tercümesİ, ve Zf!Yl-i Şakiiyılr; gibi
hakikaten nefis ve kıymettar olanlarını büyük bir himmet ve gayretle tab'ettirmiş
olan babası Recai Efendi Takvimhane n:lzın idi.
Tab'-ı şairanesi büyük takdirlere mazhar olan Recai Efendi'nin müdevven
divan-ı eş'an, maalesef, henüz tab'ettirilememiştir. Recai Efendi'nin divanından
maada mensur birçok eserleri de vardır. İşte bu şair ve fazıl babanın sulbünden
dünyaya gelen Mahmud Ekrem ilk terbiyelerini onun ihtimamk:lr şefkatleri
altında almış; dadılar, lalalarla büyümüştür.
Ekrem merhum bu kıymetli dakikalarının tatlı hatıralarım tatlı bir lisan-ı
tahassür, saf bir eda-yı iştiyak ile l 303'te [ 1 887 / 1 888] bastırdığı Teftkkür unvanlı
eseriyle .Nijad Ekrem'inin ikinci cildinde bize uzun uzun hikaye eder. Çocuğunun
masum, sevimli hallerini görerek müteessir olan Ekrem, vaktiyle Vaniköyü'nde,
Boğaziçi'nin açık mavi sularına karşı derin bir sükıln-ı vecd içinde uzanıp giden
o mini mini köyceğizin kollan arasındaki yalıda geçirdiği çocukluk zamanlarını
hatırlıyor:
'En güzel eserler onlardır ki, okunduktan sonra da insanı bir müddet düşünmeye
mecbur eder. ' derdim.
Filhakika mütalaası gönülde rikkat, gözde rutubet, husfılüne sebep olan asar
mutlaka güzel addolunsa bile, her güzel eser mucib-i girye değildir."
[s. 304] Mehasin-i fikriye letaif-i hissiye ile karışırsa, tabiidir ki eserin
güzelliği bir kat daha artacağı gibi kendilerinde letaif-i hissiye ile bedayi-i
hayfiliyenin aheng-i imtizacı bulunan asar, letafetçe bir mertebe-i fili'l-fila vasıl
olur!
beyitleri hayalen güzel olan asardandır ki, bunu da zevk takdir eder. Nabizade
Nazım Bey'in:
Edebiyatta bir Ekrem, Naci fırkaları vücuda getiren ihtilaf gittikçe artmış,
gittikçe büyümüştü. Hakikatte bu bir şahıs münazaası, bir şahıs muhasedesi
değildi. Bu darbelene darbelene yıkılmakta olan "eski mekteb"le canlana
canlana büyüyen, kuvvetlenen "yeni mekteb"in musaraası idi. Ekrem ile Naci bu
sahnede en canlı rolleri ifa eden aktörlerden başka bir şey değildi. Şu kadar var
ki Ekrem bu yeni mektebi bir nizama vaz' ile bütün şemailiyle meydana çıkaran
bir şahsiyet olduğu gibi Naci de eski mektebe yeni bir ruh vermeye, can çekişen
telakkiyi, kanaati, diriltmeye uğraşan bir mevcudiyetti.
Ekrem bu genç şairin eserini hakiki bir muallime yakışacak kıymet-şinas bir
dikkat ve ehemmiyetle ciddi surette tedkik ve tenkid ederek Takdu-i Elhan
unvanıyla tab'ettirdi. Recaizade gençliğe hakiki şiir ve edebiyatı telkin ve telkih
için hiçbir fırsatı fevt etmek istemiyordu. Kendi muarızı olan Naci de
şakirtlerinin eserlerini tenkit ve takdir ederdi. Fakat onun tenkitleri hiçbir zaman
eserin mahiyet-i hakikiyesine, kıymet-i hissiye ve bediiyesine kadar nüfüz etmez,
Muallim'in mecmuasına "teberrüken" dercedilen "nazire"nin altına bir veya iki
satırlık bir cümle-i taltifiye ilavesinden ibaret kalırdı.
"Eş'arınızdan bir mecmua tertip ve neşrini size ben de birkaç kere ihtar
etmiş idim. O cihetle Elhan'ı o unvan-ı latif altında ve mürettep bir halde
gördüğüm gibi sevindim.
266 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diye b aşında Muallim Naci bulunan bir zümreye bir sille-i te'dib indirmekten
kendini alamıyor. Filhakika muarızlarına karşı yeni bir silah elde edebilmek
kastıyla Muallim Naci'ler, Muallim Feyzi'ler de Fransızca öğrenmeye ve tercü
meler yapmaya savaşmışlardı.
[s. 309] Bu da kendilerinin -velev gayr-ı şuuri de olsa- yeni cereyanın
mağlubu olarak sürüklenip gittiklerini gösterir.
Ekrem Takdfr-i Elhiin'ında bir noktaya daha dokunuyor:
'gark-ı nur' redifinde bir neşidenizi mecmuanıza kaydetmiş iken sonra yine
çizmişsiniz, pek isabet olmuş zira:
Astini pençe-i hurşiddir entarimin
Hem-nişini gonce-i nahiddir destanının
İstesem asar-ı Şark u Garb'a tı11an-hiz olur
En kemini lücce-i tenkiddir güftanmın
yollu büyük büyük lafızları cami ve fakat manasızlıkları -edib-i hakim Ahmed
Midhat Efendi Hazretleri'nin himmet-i hakayık-cuyane ve gayret-i terakki
perveranesiyle- bugünkü günde her tarafça bir emr-i şayi olan:
'Ne tarik-i reviş-i taze ne vadi-i kadim'
tarifine dahil batıl sözler ki nerde görsem bana -'cübbeli astinli - kunduralı
lapçinli - müşekkel ve müheykel - mülebbes ve mükehhel - nahnaha-saz-ı galat
perdaz'- zuhuri kolu kavuklulannı ihtar eder, sizin gibi milletin şan ve mevkiine
layık ve münasip ve terakkiyat-ı fikriye-i filemle mütenasip surette edebiyatına
hizmet etmek istidadını haiz olan gençlerimizin asan içinde mahal bulacak
şeylerden değildir... "
tarzında tenkidatına acı ve zehirleyici bir tarzda devam ediyor. Bu suretle tehzil
olunan tarafta durmak istemiyor, cevaplarında, mukabelelerinde -daha galiz,
daha adi bir tarzda - ısrar ediyordu
Naci, Zemzeme'ye mukabil çıkardığı Demdeme'de bir muallime yakışır surette
nezahet ve ciddiyetle tenkit değil gılzet ve sakaletle teşnilerde bulunuyordu.
Vaktiyle takdir ettiği yazılarından numuneler aldığı Ekrem'in yazılarını değil
şahsını istihdafa ve istihfüfa çalışıyordu. Üstad Ekrem'in günden güne artan,
kendi şilirtlerini elinden alan, şöhretini kırmak, şerefini ihlal etmek istiyordu.
Esasen sekiz on senedir muallimlik eden ve Mekteb-i Sultani ve Mülkiye'de
[s. 3 1 0] ders-i edeb vererek bihakkın "Üstad Ekrem" namını alan Recaizade,
Mekteb-i Sultani talebesinin yukarıda zikrettiğimiz tahrifkar gammazlıklan
dolayısıyla müteessir olmuş ve bir gün derste bu çirkin hareketi inceden inceye
teşrih ederek çıkıp gitmiş, bir daha mektebe dönmemiş, istifa etmişti.
Ekrem'in istifası kendi taraftan olan talebeyi fevkalade müteessir etmişti.
Bunların başında bulunan Fikret merhum Recaizade'den bahsederken:
268 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Ekrem Bey bütün manasıyla bir edebiyat muallimi idi. O, şiir ve edebi
nefsinde yaşatırdı. Ders anlatışı, söz söyleyişi, sual soruşu, duruşu, oturuşu her
şeyi canlı bir edep, canlı bir nezahetti. Onun lisanında kelimelerin başka bir
ahengi, başka bir musikisi, başka bir kuweti vardı. Onun mektebi terk etmesi
edebiyatın ölümü idi!"
derdi.
Ekrem Bey kürsüye oturur; güler yüzü, sevimli çeh resi, temiz taranmış
sakalı, yüksek, vakur alnı, necip tavnyla akarsu gibi saf ve billurin ifadesiyle bize
derslerini takrir ederken biz schhar bir musiki dinler gibi vecd içinde kalırdık.
Naci gelir, Arabi'den tercüme ettiği manalı manasız, maksatlı maksatsız bir sürü
kaideleri bize imla eder, misal bulamadığı yerlerde başını [s. 3 l ll kaşıyarak bir
mısra veya bir beyit söyler, sonra da memnuniyetini gösterir geniş bir hande ile
ağzını kulaklarına kadar açarak kendi kendini alkışlar:
Hoş düştü! derdi. Biri Üstad Ekrem biri Muallim Naci unvanını taşıyan bu
iki edebiyat hocası arasında iki kutup arasındaki mesafe kadar uzun ve uzak bir
mesafe vardı . . . "
derdi.
şevk ve neşatın, bir dem-i ye's ü matemin sevimli bir yadigar-ı hazini olduğu için
kendilerinden sarf-ı nazar etmeye gönlüm razı olmadı."
diyor.
Pejmürde'yi tedvin eden, mecmua halinde toplayıp bir de manzum takriz
[s. 3 l 3] yazan, Üstad Ekrem'in sevgili şakirdi Tevfik Fikret olmuştu. Ekrem
Pejmürde'nin sonuna ilave ettiği "İlade-i Mahsôsa"da Fikret'i hem takdir hem de
erbab-ı takdire takdim ile iftihar ediyor:
"Mahviyyet hfili içindeki refet-i kemfili:
"Hak ol ki Huda mertebeni eyleye fili"
Hakikat-i ürela-pesendanesinin ma-sadak-ı mefili olan Tevfik Bey Efendi -
ki ateşin renklere müstağrak, müzeyyen ve müzehhep bulutlarla muakkap
bularak kemfil-ı darat ve ihtişamatıyla cihan-ı ma'naya elveda-gôya olan
bugünkü mihr-i garib-i edebiyatın yarınki şa'şaa-i tulô'unu öyle bir sabih-ı feyz
a-feyzin kevkebe-i ikbfiline yakışacak eş'ar-ı can-şikar-ı aheng.. Elhin-ı dil-rüba-i
ferheng ile istikbal için tetebbu'-ı kitab-ı tabiat, ta'kib-i fikr-i hikmetle tenmiye-i
cevher-i kabiliyet.. Tevsi'-i sermaye-i liyakat eden hüner-veran-ı şübban-ı
üdebadan bir şılir-i zi-fazilet. Bir hukuk-perver-i ma'rifettir - zaten perişan
evrak-ı bi-kıymetten ibaret iken himmet-i kilk-i gayretiyle bu şekl-i mazbôtiyeti,
bu suret-i intizam ve matbuiyeti iktisab etmiş olan Pejmürde'yi takdiren neşide-i
atiyeyi ibda buyurdu, ben de bi'l-iftihar zlb-i hatime-i kitab ittihaz etmekten
çekinmedim.
Bir şems-i tfili'in lemeat-ı salası bir harabeye mün'atıf olur, bir murg-ı
seherinin şevki bir vadi-i hazana aksederse o harabe, o vadi-i hazan böyle bir
lutf-ı tezada mazhariyetle elbette bahtiyar görünür, işte öyle bir halette o
harabeye bakıp dalmaktan mahzuz olan nazarlar, yine öyle bir halette o vadi-i
hazana süzülüp gitmekten münbasit olan fikirler -münewer bir fikretin mahsul-i
ma'rifeti .. mülewen bir hayalin eser-i san'atı olan bu neşide-i ta.bende-mealin
şanında:
Dahme-i sanihat-ı efsürde!
demekten başka bir vasf-ı hakiki bulunamayan Pf!fmürde'ye pertev-endaz-ı iltilat
olmasını na-hoş görmezler sanının? .. "
diye Fikret'in yazdığı manzumeyi ilave ediyor:
[s. 3 1 4] Pejmürde!
Ta'lfm . . . O heykel-i hünerdi.
Takdfr ona başka tab verdi;
Bir hikmet-i ruh idi Tefekkür;
Eş'ar-ı bedi'-i pür-teessür;
Muhsin, Şemsti birer güherdi;
Her Zemzeme bir latif eserdi..
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 271
diyordu.
Kudemddan Birkaç Şair büyük bir eser olmamakla beraber büyük bir tesir
bırakmıştır. Çünkü okunan şair ve eseri hakkında bir fıkr-i tahlili uyandırıyor,
eserlere bir nazar-ı tenkid ile bakmayı öğretiyordu.
diyor. İşte şu fıkra da Ekrem'in nasıl bir hfilet-i ruhiye ve zihniyetle olduğunu
göstermek için iyi bir şahittir. Ekrem bu matemini ancak dostlarının taziyetiyle
teskin edebiliyor, ancak başkalarının kendi teessürlerine iştirakinden küçük fakat
derin bir haz alıyordu. İşte ispatı:
"Şimdi canımın istediği yalnız bir şey var: 'Tefekkür'e bir nazire, bir
'Teessür' yazmak. Eyvah ki bu perişan-ı efkar ile ona da muktedir olamayacağım
zannediyorum.
Seyahat fena olmayacaktı. Fakat dediğiniz gibi bir iki ay için değil..
Müebbet seyahat. Ben onu istedim.
jurnalciliği herkesçe malum bir herifin oraya tayini kendisini iğzab etmiş, artık
ayak atmamıştı.
Büyükdere'nin sırtlarında bir işiyan edindi, oradan her gün Nijad'ının
medfeni olan Kandilli'ye tevcih-i enzar eder, maziye, Nijad'ın hayaliyle dolu
mazi-i mes'iıduna irca'-ı hatırat ile mütemadiyen düşünürdü.;sonra bütün bu
tefekküratını o latif, sevimli yazısıyla birer bedia olarak kağıda naklederdi ki
bunlar .Nijad Ekrem'in ikinci cildini teşkil etmiştir. Bütün tefekkür ve tahrir ile
geçen bugünlerin akşamı elinde bastonu, kıra çıkar ve bir iki saat dolaşırdı. Bu
gezintileri esnasında yine Nijad'ını düşünmekten, ona için için ağlamaktan geri
durmazdı ...
Fikrini, vücudunu dinlendirmek, bütün bakiye-i ömrünü şiire, edebe hazır
etmek istedi. O vakit sadrazam bulunan Ferid Paşa'ya verdiği bir istida ile
tekaüdünü talep etti. Artık nail-i emel olacaktı. Kitaplarını bastıracak [s. 322) ,
pek sevdiği Osmanlı gençliği için çalışacak, Ta'lim-i Edebiyat'ı ıslah ve ikmal
edecek, Darülfüniın'da, Mülkiye'de edebiyata istidadı olan gençleri etrafına celb
ve cem ile onların tekamülüne hasr-ı hizmet edecek idi. Galiba bu amatini bir iki
ıişinasına söyledi. Hakan-ı sabıkın kulağına gitti, aleluslıl muamele gördükten
sonra kendisine arz rdilcn istidayı hıfzetti. Babam buna ICvkalade kızdı.
Mabeyn'e müracaat etti. Abdülhamid Han, mukarrebininden birisiyle şu sözleri
tebliğ ettirdi. "Ben krndileıini pek mühim hizmetlerde İstihdam edeceğim,
henüz tecrübe ve vukuflarından istifade olunacağı bir zamanda hizmet-i
devletten çekilmek arzu etmeleri miıcib-i teessüfüm oldu. Arzu etmiyorlarsa
Şiı ra'ya devam etmesinler, fakat tekaüdlüklerini talep etmekten sarf-ı nazar
etsinler." Naçar bu emr-i padişahiye inkıyad etti. Yine Büyükdere'de
tefekküratına, mesaisine devam eyledi.
Meşrutiyet istirdat edildi. Büyükdere ahalisi oturduğu dağa kadar
tırmanmaya üşenmediler. Üç gün mütemadiyen fevc fevc nümayişçiler, Ekrem
Bcy'i alkışlamaya, ellerini öpmeye geldiler; o, yaşaran gözleriyle, titreyen sesiyle
bu hürriyet ıişıklarına beyan-ı teşekkür ve itizar ederken yalnız bir şeye müteessif
oluyordu: Nijad, sağ olup da bu hürriyet bayramını görmeliydi! Onun için
herkesin şenlik yaptığı Temmuz'un on ikinci gecesi babamın hüngür hüngür
ağladığını gördüm . . .
***
. . . Evkaf Nazın oldu. Kabineyi teşkile memur olan zat kendisine telgrafla
Şiıra-yı Devlet Riyaseti'ni teklif etmiş, o musirren reddetmiş idi. Kamil Paşa'nın
son bir telgrafı kendisini ikna etti.
Bunun meali şöyle idi. "Millet sizi istiyor, onun arzusunu reddetmeyiniz."
Millet. . . Aşkıyla yandığı, bugünkü namuskar, hamiyetli ricalini meydana
getirdiği bu muazzam, fakat mazlum kitleyi -arzusunu reddederek- gücendirmek
istemedi. Mademki millet kendisine ıtımat ettiğini söylüyor, Babıali
koridorlarında, gazete sütunlarında, mektep odalarında ilan ediyordu; (s. 323] o
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 277
yorgun mevcudiyetini onun uğruna feda edecek, elinden geldiği kadar onun
tealisine çalışacaktı. Kabul etti. Gece vürud eden bir telgraf kendisine Evkaf ·
Nezareti'ne tayin olunduğunu, ertesi cuma günü alelusw Selamlık resmine
gitmesi lazım geldiğini tebliğ ediyordu. Buna canı sıkıldı ve adem-i kabw, yahut,
istifanın belki bir buhran-ı vükela intac edebileceğini düşünerek çaresiz kabul
etti.
Abdülhamid'i senelerden beri görmemiş, muayedesine gitmemiş, ondan bir
lütuf talebinde bulunmamıştı. Mecburen o cuma Selamlık'a gitti. Abdülhamid
Han bu yeni Evkaf Nazın'na, mahfilde huzuruna kabul eylediği vakit, şöyle
hitap etmiş: "Gördünüz mü Ekrem Bey? Tekaüdünüzü tervic etmediğim ne
kadar isabet olmuş! Sizi bu makama getirdim!" Hakan-ı sabıkın bu istihzası
merhumu hayli sıkmıştı.
***
Zaman geçti. Evkaf Nezareti'nin böyle cuma günleri kurb-ı Hamid Hani de
bulunmak mecburiyeti kendisini üzdüğü cihetle Maarif Nezareti'ne tahvilini
talep etti. Sonra Ayan Azalığı'na nakl-i me'muriyet etti. Artık günden güne
ihtiyarlıyordu. Memleketin, vatanın ferda-yı Meşrutiyet'te uğradığı zayiat ve
mesaib onu pek sarsıyordu. Trablusgarp Muharebesi zuhur etti. Safahat-ı harbi
kemfil-ı dikkat ve halecan ile takip etti. Senelerce evveli tanıdığı o güzel beldeyi
gözlerinin önüne getirir, kendi kendine, için için ağlardı. Hele Balkan Harbi'nin
netice-i müellimesi bütün bütün hayatını sarstı. Babam, Çerkezköy
Mütarekesi'nin imzalandığı günden itibaren ölmeye başladı."
Burada Ayan Azalığı zamanına ait bir hatırayı zikretmeden geçmek
istemedik. Seciye ve tabiatını hakkıyla kavramak için bu hatırata layık olduğu
kıymeti vermek doğru olur. O zaman Meclis-i A'yan Başkatibi olan İsmail
Müştak diyor ki:
" Meşrutiyet'in bilmem kaçıncı senesi idi. Meclis-i Mebusan açılmış, nutk-ı
Hümayun okunmuştu. Şimdi bu nutka bir ariza-i cevabiye yazılacaktı. [s. 324]
Meclis-i A'yan kendi arasında bir üstad-ı edeb bulunduğunu hürmetle
hatırlayarak Recaizade'yi Ariza-i Cevabiye Encümeni'ne aza, Encümen de
kendisini reis intibah etmişti. O sene Mebusan'da da, Ayan'da da hükümete
karşı m uhik bir galeyan vardı. Artık saklanmaya lüzum görülmeyen hamlelerle
kabineye hücum ediliyordu. Bu umumi infiali Üstad'ın yaşlandıkça güzelleşen
simasından seri ve samimi çizgilerle okumak mümkündü. Beni yanına çağırdı .
Arkadaşlarının nokta-i nazarını birkaç cümle ile tespit ederek bu esaslara göre
bir ariza-i cevabiye müsveddesi hazırlamamı emretti. O gün üstad-ı muhteremin
bu iltifat ve itimadından duyduğum zevk, hayatımın nadir huzuzatından biridir.
Ekrem Bey, arkadaşlarının infial ve itirazlarını, nutk-ı iftitahının zayıf
cihetlerini bir tenkid-i edebi yaparcasına teşrih ederken sesinde öyle sevimli,
insanı bütün başka düşüncelerden ayırarak yalnız bu sesin seyr-i engamına
bağlayan öyle cazip bir ahenk vardı ki ben Ayan azasından Ariza-i Cevabiye
278 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Encümeni Reisi karşısında vazife telakki eden bir başkatib olduğumu unuttum ve
hürmeti daima yüksek tutan bir samimiyet içinde, tıpkı bir musiki dinler gibi
üstadın münkati, ölçülü, sanki yağmurlu bir günde güneşle aydınlanan bir sema
parçası kadar inşirah verici sesine daldım. Üstad bilhassa infıallerinde çok necip
bir insaf ile çok insani idi. Kim bilir onun nesc-i tahassüsü nasıldı, herhalde
telleri başka Ia.nilerinkinden daha çok rakik, daha çok hassas, ihtizazatında
teessür ve tesir hassaları çok daha seri idi.
Resmi vazife bitti. İkimiz de susmuştuk. Pencereden Marmara'nın gölgeli
sathı görünüyordu.
- Bak, dedi.
Ve ben gösterdiği tarafta görülecek bir şey ararken ilave etti:
- Deniz ne kadar güzel! İnsanlar da böyle olsaydı . . . İşte kusursuz bir
tabiaun kenarında baştan aşağı kusurlu bir sürü mahluk!"
Burada sözü yine Ekrem'in oğlu Ercümend'e bırakıyorum:
[s. 325] "Onun felaketzede ömrünü son zamanlarda neşelendiren bir
mevcut, zalam-ı ruhunu tenvir eden bir güneş vardı: Hafidi Muvakkar! Bu dört
yaşındaki yavru ile saatlerce, çocuk gibi musahabe eder, kendisine vakur, nazik,
mültefit edasıyla hitap ederdi: "Evlat! .. Mon ami . "58 Nijad'a olan aşkını kısmen
. .
bu oğluna tahsis etmişti. Vefatından bir ay kadar ewel Muvakkar bir cama
vurmuş ve mini mini elini derince kesmiş, bizler telaş ettik; babam biraz rahatsız
yatıyordu. Mamafih kalktı. Çocuğun yarasını sardı, gözyaşlarını sildi, feryatlarını
susturdu validesini temin ve tatyib etti.
Hülasa ömrünün son senelerini -Meclis-i A'yan'ın tatil olduğu zamanlar- üç
şey işgal ediyordu . .Nıjad Ekrem'in tashihleri, vatanının mesaibi, Muvakkar'ın
tebessümü! .. İlk ikisinin hararetini sonuncusu izaleye muvaffak olamıyordu.
Nihayet hasta oldu. Yani kendisini öldüren maraz-ı mel'unun ilk tesiratını
gördü. Bir gün ben hasta idim. Yatıyordum. Odama geldi. Birkaç günden
beridir kendisinde bir fenalık hissettiğini ve artık kariben bize veda etmesi
muhtemel bulunduğunu söyledi. Biz onu temin etmek istedik. Sureta kanar gibi
oldu. Bir ay böylece geçti.
Kanun-ı Saninin on altıncı Perşembe günü [29 Ocak Perşembe] sabahı
henüz güneş doğarken, yattığım odanın kapısı şiddetle vuruldu. Kalkıp açtım.
Kapıyı vuran hizmetçi: 'Beyefendi rahatsız oldu, sizi istiyor! .. ' dedi. Babacığımın
yanına gittiğim zaman pek bitap gördüm. Kollarına biraz ağrı gelmiş, nefesinin
daralmış olduğunu beyandan sonra: 'Evladım!- dedi. Bu illet beni götürecek,
biliyorum. Mezarda, benim ruhumu şad etmek istersen, şu çekmecede ewelce
yazıp bıraktığım vasiyetlerimi harfiyen icra et. Hizmet-i devlette doğruluğu
menfaatine daima tercih et. Vatanın için icap ederse öl, evladına bırakacağın
nam temiz olsun.' Kesik kesik söylüyor, ıstıraptan yüzünde işmi'zazlar
görülüyordu. O gün hali vahamet kesbetti, ıstırabatı arttı. Gece gelen tabip kat'-ı
ümid eylemiş olacak ki kaçamaklı [s. 326] sözler ile bana metanet tavsiye etti. O
gece anbean bir netice-i vahimeye muntazır olarak sabahı ettik. Sabah oldu.
Hastanın hfili iyileşmiş gibi görünüyordu. Merhumu samimi bir evlat
muhabbetiyle seven komşumuz Doktor Kilisli Rifat Bey geldi. Bugün evvelkine
nisbeten marizin halinde büyük bir fark gördü ve bize biraz ümit verdi.
Teneffüsü biraz daha muntazam oluyordu, ıstırabı çok azalmıştı. Merhum bizi,
refıkamla beni taltif etti. Yanına oturttu. Şundan bundan görüştü. Öğleye doğru
kendisine Peydm'ın tefrika-i edebiyesini cehren okumaklığımı istedi. O hafta
Peyam Ali Kemal Bey'in Ömrüm namıyla neşreylediği hatırat kısmında Mekteb-i
Mülkiye'den, babamın hocalığından, Naci merhum ile aralarında geçen
maceradan bahsediyordu.
Babacığım gözlerini kapamış, ben okudukça, vukuatı hayalen takip
ediyordu. Kıraatı bitirdim. Gözlerini açtı. Bir çeyrek kadar bana Mekteb-i
Mülkiye'den, o vakitki talebesinden sohbet etti. Sonra gramofon çaldırmamızı
istedi. Tanburi Cemil'in bir iki taksimini dinledi.
Hastalandığı vakitten beri Muvakkar'ı yanına bırakmıyorduk. Çocuk ise
pek sevdiği büyükbabasını görmeye can atıyordu. Geldi, kapıyı karıştırdı. Babam
içeri getirilmesini arzu etti. Çocuk girdi ve büyük pederiyle hafıd bir hayli
oynaştılar. Artık ümidimiz artmış, müsterih olmaya başlamış idik.
***
Akşam üzeri Doktor Rifat Bey yine geldi. Hastanın hfili büsbütün iyi
denecek kadar kesb-i salah eylemişti. Rifat Bey'le konuştu. Yalnız nefes alırken
hançeresinde peyda olan hırıltıdan şikayet ediyordu. Rifat Bey, eğer biraz terler
ve uyursa ertesi sabah daha iyi olacağını kendisine de bize de söyledikten sonra
ümit ile evine gitti. İhtiyaten halazadem Doktor Hikmet Hamdi Bey -ki merhum
onu benden farksız olarak severdi- o gece bitişikteki odada yatacaktı. On bire
kadar hastanın yanında hep birlikte oturduk. On birde bize: 'Beni bırakın
uyuyacağım, siz de gidin [s. 327] rahat edin!' dedi. Ve bu cümleyi musırren
tekrar etti. Odalarımıza çekildik. Uyuduk, keşke uyanmasa idim!..
Sabahleyin babamın hizmetine şitab eden refikam onu ölmüş olarak buldu.
Feryadıyla uyandım, koştum .. Artık ben de yetim idim. Babacığım, velinimetim,
refikim, nasibim, musahibim, melceim . . . Hep ölmüş, yıkılmış, dünya bana
zindandan da muzlim olmuş idi."
1 329 senesi Kanun-ı Sani'sinde [3 1 Ocak 1 9 1 4] hayata ebediyen veda eden
Ekrem iki aileyi yetim bırakıyordu: Biri kendi ailesi, biri de aile-i edebiyattı.
Bütün matemlerini ruhuna gömerek derin bir tevekkül ile hayatını nihayete
erdiren Ekrem bir nevha-i isyan dahi çıkarmamıştı.
280 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
görmeye alışurmıştır Kaza ve kadere büyük iman ile tevekkülden aynlm amıştır.
.
Tesadüfün belki yanlış bir telakkinin neticesi olarak ilk süluk ettiği askerlikle ne
ruhu, [s. 3 3 1 ] ne idraki, ne kanaati, ne de tıyneti istinas edebildiğinden istifa
ederek saha-i edebiyata aulmışu. Bütün bedii, hayati felsefesi şu "Tefekkür"
unvanlı manzumesinde yaşamaktadır:
tarzında çifte redifli, Şark ruhlu bir manzume yazarken bile "lirizm"den
ayırmayan o düşüncedir.
[s. 334) Ekrem; bütün bu şiirlerinde sakin, sessiz, deruni bir heyecanın şair-i
mütehassisidir. Yukarıda da anlattığımız gibi onda his ve heyecan coşmaz,
284 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
taşmaz. Üstadı olan Namık Kemal'in kıncı, kahredici lirizmine tesadüf edilmez.
Ekrem; için için yanan bir ateş gibidir. O; yakmaz, fakat yanar. Eriye eriye, söne
söne yanar. Şiiri de, zekası da münfaildir. infial onda bir tabiat-ı saniyedir;
Ekrem küçük bir Lamartine'dir.
kemal, başka bir mefkure arkasından koşuyor, şiir ile, edebiyat ile uğraşmaları
bir gaye olmaktan ziyade bir filet, bir vasıta oluyordu. Kemal halkı coşturmak,
vatanı kurtarmak istediği demlerde silah-ı şiire sarılıyor, "Kaside"ler,
"Vaveyla"lar ibda ediyordu. Ekrem hatta askerliğini bile terk etmiş, menlalara,
zindanlara atılacak serbaz ve sergüzeşt-eli cüreti ruhunda bulamıyordu.
Ekrem'in mevzularını tetkik etsek hep hüzün, hep melfil, hep giryeden
ibaret olduğunu görürüz: "Pek Severim" adıyla Abdülhak Hamid'e nazire olarak
yazdığı şu manzumeden birkaç parça alalım:
Şairin şiiri de, şian da seraser melaldir. Ona bir şair-i melfil demek çok
doğru olurdu. Seçtiği serlevhalar içinde: "Teevvüh"ler, "Teessüf'ler
"Mersiye"ler, "Tarih-i Velat"lar, "Makber"ler doludur, "Ferda-yı Tedfin"ler
vardır. Onun ruhu elemlerden hoşlanır, matemlerden zevk alır: Acı bir zevk!
Denebilir ki fıtrat hin-i hayatında ruhuna bir füsfın-ı elem katmış... Hayatı
bütün o elemlerin muhtelif istihaleleriyle geçmiştir. Öyle ki nihayet Ekrem'e son
şaheser-i san'atı olan .Nijad Ek:rem'i o his, o elem yazdırmıştır, o elem ilham
etmiştir.
Henüz otuz yedi yaşlarında iken yazdığı bu manzumede Ekrem şeklen de,
lisanen de Şarklıdır. Terkipleri, istiareleri, teşbihleri Şark zihniyetinden
muktebestir. "Azim-i geşt ü güzar", "Ahyaya dôr-geşte" gibi tabirat eski lisanın
şivesi, eski lisanın hüsnü idi. "Hane-i kalbin dehşetle dolması" "nim-sütre-i
beyzası ham-be-ham, gözleri müdhiş, deheni lerze-dar-ı hışm, gisusu tar u mar,
ebrulan behem, nur-ı nigiliı berk-i bela, lebinden çıkan sitem seyyal bir alev
olan bir kahraman-ı işve" tasavvuru cidden Şarklıca bir düşünüş, Şarklıca bir
buluştur. Fakat Şark zihniyetince de güzeldir.
İşte "İnkisar"ı:
"Gamım bi-intihL Enduh u derdim bi-hesab olsun!
Hayalim tire-i mihnet..dilim pür-ıztırab olsun!
Eninim bezm-i hırmanımda çak.. eşkim şarab olsun!
Esir-i hicr-i yarim can bitip cismim türab olsun!
"Yıkıldı hatırım şimdengeri alem harab olsun!"
dar adamlardan Paul Bourget hakkında aynıyla Üstad'ın fikrine tevafuk eden
fikirler işittim. Edebiyatı Ekrem, Kemal'den iyi anlardı. Ona, şüphe yok. Onun
bir eseri beğenmesi, onun bir edibi takdiri sahihen eserin muvaffak olmasını
temin ederdi. Bence o kadar emin bir zevki vardı. Şüphe yok, kanaat-ı tammem
vardır." diyor ki doğrudur. Ekrem'in kudret-i takdiriyesi kudret-i şftiranesinden
çok yüksektir. Yaptığı edebi tahliller bedii tenkitler ile etrafında toplanan hfile-i
şebaba iyi bir ders-i edeb verdi. Filhakika kendi yazılarında da tasallüfe kapıldığı,
rhetorique yaptığı vardır. Fakat asıl hususiyeti ve mümtaziyetini teşkil eden
tabiiyet-i safıyaneden ayrılmak istemez. "Nev-bahar" unvanıyla:
numunedir Ekrem Bey'in böyle ince sanatlar gösterdiği yerler de vardır. Bunun
kadar şuh bazı şarkılarına da tesadüf olunur:
geçirmeye vesile etmek ne kadar çirkin bir irt:ilcib. Ne derece şayan-ı istikrah ve
nefret bir tama'! Bu adam beni Yasin okuyamaz mı zannediyor? Öyle
zannediyorsa boz, kaba bir adam imiş ki en zayıf bulunduğum bir yerde beni en
zayıf tarafımdan yakaladı!
Lakin benim de ona karşı 'Ya okutmazsan?' diye emniyetsizlik gösterişim
onun mürtekib olduğu halden belki daha ziyade çirkin değil mi? Yalan söylemek.
Aldatmak, insaniyete nasıl bir şeyn ise bu yolda sı1-i zanda bulunmak da yine
insaniyetçe aynı bir nakise addolunmaz mı?
Kim bilir? Belki bu adam evladımın acısı yüreğime pek ziyade çöktüğünü
anladı ve hasbe'l-insaniye müteessir oldu da merhumun ruhunu şad, beni de
müteselli etmek için mücerred hüsn-i niyetle öyle bir teklifte bulundu, pekiyi ama
böyle bir hizmet hasbetenlillah olmak iktiza etmez miydi? Pek çokların [s. 345]
dediği gibi o da bana demez miydi ki: 'Halinizden anlıyorum, çok keder
ediyorsunuz. Yüreğiniz yanıyor. Lakin takdire rızadan başka çare var mı?
Geçmişe esefin ne faydası olacak? Sabrediniz, kendinizi o kadar harap etmeyiniz
ki ecrini bulasınız. Merhuma okuyunuz .. Dua ediniz, inşallah bu akşam ben de
bir Yasin-i Şerif okur da, onun ruhuna yollanın. Haydi selametle yolunuza
gidiniz.'
O zaman bir beşlik değil, onun üç beş mislini benden minnetsizce alırdı
veyahut hasbetenlillah olacak bir hizmetin yalnız sevabım kazanmak için
dünyalık kabulünden kat'iyen i'raz ederdi. İnsanlığa yakışan da bu idi.
Hayır! Bu adam bir tama'kar-ı mürtekib ki yürek sahibi bir insan ağzına
yakışacak bu sözlerin hiçbirisini tefevvühe lüzum görmeksizin beşliği kapnğı gibi
gitti. Ben de onun bu irtikab-ı tama'karisini yüzüne çarpar gibi bir muamelede
bulunmakla insaniyete karşı kabahatli oldum."
İşte Ekrem'in en son nesri basit, sade, samimi ve açık, bugünkü lisan da
bundan farklı değil. Şüphe yok ki asıl "Edebiyat-ı Cedide"nin yani Servet-i
Fünı1n edebiyatının nesri bundan çok daha ağır, çok daha süslü, çok daha istiari
bir lisandır.
Ekrem de, Şinasi ve Ziya Paşa gibi bazı manzum hikayeler tercüme etmişti.
Bilhassa Fransız hikayenüvisi La Fontaine'den bir hayli efsaneyi lisanımıza
nakletmiştir. Bunlardan hem hece vezni hem de aruz ile tercüme ettiği "Ağustos
Böceğiyle Kannca"sını biraz tetkik edelim:
"Etti ağustos böceği tebeh-kar
Bütün yazı tegannilerle imrar
Dıraht üstünde peynir olmaz ki karga ona gaga çalmak İstesin. Ağaca
konduğu zaman ağzında peynir olduğunu söylemek lazımdı.
Hele "Kurbağa ile Öküz"ü çok ağır bir ifade ile yazılmıştır:
"Kocaman bir öküz görüp bir glık
Olmak ister o kalıba mesbuk
"İşitiyorum ki: Güneş pek güzel. Çay kenarında suyun üzerine doğru
sarkan çiçeklerin manzarası pek latif imiş. Ve nazik nazik öten kuşların, havai
böceklerin uçuşu da görülecek şeylerden imiş!
İşitiyorum ki: Geceleri gökyüzünde gizli ışıklar görünürmüş ... Dalgalan gibi
hazin olan deniz içinde dahi beyaz yelkenli gemiler akıp giderlermiş!
celb etti: 'Hele şunu oku' dedi. Gösterdiği şey, lahik Avusturya İmparatoru
tarafından irad olunmuş bir nutk-ı metindi. Galiba İtalya'nın Magenta
Bozgunluğu üzerine olacak, Tasvfr-i Ejk/rr' a Şinasi kalemiyle geçirilmişti. İşte
bana ilk edebiyat şevki veren yazı bu olmuştur."
diyor.
Hamid'in bu bahsettiği nutuk kendi Paris'te iken Fransızlara mağlup olan
Avusturyalıların İmparatoru Françoise Joseph tarafından verilen müessir ve
müteessir nutkun metni idi. İşte Hamid'de garib bir tesir ika eden, istidadının
inkişafına sebep olan bu nutkun tercümesi idi.
Hamid daha on üç yaşında iken babası Tahran'a sefir olmuştu. Hamid de
kendisiyle beraber gitti. Hamid'in ilk dimağ] inkişafı burada olmuştur.
İstanbul'da başladığı Farisi'yi iyiden iyiye tetebbu etmişti. Bu hususta da kendisi:
[s. 352] "Daha sonralan öyle münhasıran edebiyat merakı saikasıyla çalışmış
değilimdir! Yalnız o ara peder İran'a tayin edilmişti, orada onun hususi
mektuplarını tebyiz eder idim. O bendenize bir nevi tahrir mümaresesi teşkil eder
imiş zahir. Farisi'yi konuştuktan sonra Sa'di, Kani, Şevket, Hafız ihtiyacat-ı
ruhiyeme enis oldular, ilk zevk-yab olduğum edebi mütalaat Acem asandır."
diyor. Biri garba, biri de şarka yapılan bu iki seyahatin Hamid'in hüviyet ve
zihniyeti üzerindeki tesirleri pek mühim ve pek barizdir. Filhakika Hamid hem
Şark'tan, hem de Garp'tan feyz almış bir bahtiyar dahidir.
Hamid daha on altı yaşında iken yetim kalmıştır. Babası Hayrullah 1 283
[1 866- 1 867] senesinde Tahran'da sefir iken vefat etmiştir. Hamid bunu da
Validem unvanlı eserinde şöyle anlatıyor:
[s. 354] Siyak-ı ifadesine nazaran -mizah-amiz dahi olsa- eski tarzda yazı
yazmaya karşı bir nevi hevesin mevcudiyetine delalet eden şu vesika pek
kıymetlidir. Çünkü Hamid'in de ilk zamanlarında Şark'ı taklit ile birtakım
eserler vücuda getirmiş olduğuna iyi bir numunedir.
Hamid yirmi yaşında iken ilk eseri olan Macera-yı Aşk piyesini yazmıştır. O
zaman Çamlıca'daki köşklerinde oturmakta imişler. MacerdJl Aşk'ı n müsved
delerini yeşil kağıtlar üze rine yazıyormuş . . . Bir gün köşklerine Amedi hulefasından
Memduh Faik Bey6° gelmiş. Hamid'i masa başında yazı ile meşgul görmüş . . .
Hamid, derhal kı:lğıtlan saklamış fakat Memduh Bey ısrar ile alıp okumuş ve:
so Bilahare Dahiliye Nazın olan Memduh Faik P�a'dır. (İsmail Hikrnet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 301
"Taksim'de 'Flamme' isminde bir kahve kaindi. Şinasi merhum sık sık
oraya çıkar idi. Kahvenin orta yerinde çalgıcılara mahsus tümsekçe bir yer var
idi. İki İtalyan kemancı kız orada hem çalar, hem söyler idi. İşte Şinasi o
tümsekçe yerin dibinde kendi kendine oturur idi. Bastonunu hafif hafif
dudaklarına dokundurur, iştiyak çektiği Avrupa filemi.ne dair tefekkür eder gibi
dalgın durur idi, bir akşam o kahvede görüşmüştük. Beni Vefik Paşa'nın
mahdumu Refik Bey takdim etti. Şinasi kırca sakallıydı, o meseleyi bilirsiniz ya,
sakalını tıraş ettirdi diye biçare adamı azletmiştiler! O ara Kemal, Ziya Paşa filan
Londra'da Hürrfyet isminde bir gazete çıkarırlar idi. Orada Ziya [s. 359] Paşa'nın
Rüya'sı neşredildi idi. 'Onu okudunuz mu?' diye sordum, başını manidar bir
surette salladı, 'Onlar şimdi İstanbul'u rüyada görüyorlar!' dediydi, bugünkü gibi
hatırımdadır. Şinasi beni babamın oğlu gibi tanırdı. Yoksa bir şair, bir muharrir
olarak filan değil! Bir satırımı bile okumamıştır.
Ziya Paşa ile bir defa bir davette beraber bulundu idik, bizim Sezai'nin
babası Sami Paşa merhum da orada idi. Ziya Paşa ağır başlı, düzgün kıyafetli,
muhterem ve ciddi bir adamdı. Fakat görüşmek nasip olmadı.
Kemal'i ilk defa Ebüzziya Matbaası'nda gördüm. Ben evvela tanımadım.
Ebüzziya ona bir makale okuyordu. Kemal de ayakta bir aşağı bir yukarı
dolaşıyordu. Birkaç defa Fransızca "tout de bon, tout de bon" 62 dedi. Çıktı gitti. Bu
tanışmak sayılmaz öyle değil mi?
A�ıl Paris'ten İstanbul'a avdeti hengamında tanıdım. Daha nefyedilmemişti,
Vefa'da otururdu. Gittim gördüm, misafirleri de var idi. 'Size iştiyakımdan
dolayı geldim.' dedim. Evvelce mu arefemiz filan yok, beni yazılarımdan da
tanımıyor. Onun için hususi bir ehemmiyet vermedi. O sıralarda memuren
Paris'e tayin edilmiştim. 'Madem Paris'e gidiyorsun dedi, -birkaç kütüphane ismi
sağlık verdi- orada şu kitaptan oku.' Sonra ben İstanbul'da yokken İçli Kız
basıldığı zaman Ekrem sena ile ilan etmişti. Eseri Kemal de okumuş. Ekrem'e:
'Bu hangi Hamid Bey oluyor, bizim bildiğimiz mi?' diye yazmış, işte
muhaveremiz de bu suretle başlar."
O zaman Hamid Paris Sefareti'ne katip tayin olunmuş ve ilk feyz aldığı bu
hürriyet ve medeniyet memleketine tevsi-i ma'lumata gitmişti. "Frenklerden de
bilahare Corneille'yi, Racine'i, Voltaire'i, Lamartine'i, Musset'yi tedkik ettim."
diyor ki bütün bu tetkikata işte bu sefaret katipliği zamanında güzel bir fırsat
bulmuştu. Nitekim sonradan vücuda getirdiği eserler bütün o bedayi-i asardan
muntabı'dır.
[s. 360] Kemal'in, kendisini bir şair olarak tanıdıktan sonraki mülakatları
da şöyle tasvir eder:
"Bilahare Kemal sürgünde iken bir defa altı saat kadar Midilli'de
görmüştüm. O vakit beyaz bir gecelikle kabul etti idi, muttasıl geziniyordu.
Daimi bir heyecan içinde idi, fakat nutkunda eski cerbeze-i fevkalade, eski
kuvve-i iknaiye baki ve hatta mütezayid idi.
Son defa görüşüşüm de Rodos'tadır. Altı dakika kadar mülaki oldum,
uyuyormuş. Yanındaki odada da damadı Rifat Bey yatıyor idi. Ona söyledim:
'Aman müsaadem yok, görüşmek istiyorum.' dedim uyandırdılar. Kemal Bey
ateşin bir adamdı. Harika idi diyebilirim, kadri bilinmemiş eazımdandır."
Hamid, Paris'e Abdülaziz'in evahir-i saltanatında gitmişti. 1 292 [ 1 875-
1 8 76] tarihlerinde Paris'te bulunuyordu. Vatanı hakkında malumatı ailesinden
aldığı mektuplardan daha etraflı, daha geniş öğreniyordu. İnkılap'ta İstanbul'da
bulunmamıştı. Bir ara Sultan Aziz'i tahttan indirip yerine Sultan Murad-ı
Hamis'i iclas ederek meşrlıtiyet-i idareyi tesise uğraşan hamiyet erbabını uzaktan
uzağa alkışlamaktan, kalbiyle bu inkılap bayramına iştirakten geri durmuyordu.
7 Temmuz 1 292'de [ 1 9 Temmuz 1 87 6] Sami Paşazade Necib Paşa
merhuma gönderdiği bir mektupta Paris'ten ve kendisinin oradaki hayatından
bahsederken:
"Bilmem nasıl oldu da siz buradasınız, dokuz ay kadar oturabildiniz! .. Ben
nasip olursa çok durmayıp döneceğim. Sonra niyetimi değiştirirsem bilmem a!
Şimdilik Paris benim için değildir, Paris güzel bir kan; benim için bir kızdır.
Yahut kızdır ki bana göre resim gibi cansızdır. İnsan resme yalnız bakar, yalnız
bakmaktan ise elbette bıkar. Evet, Paris bakir ise güzeldir. Hem de süslü,
ziynetlidir. Hem de marifetli dirayetlidir. Hüsn ü ziynet cihetlerince bekarsam,
bana resim geldiyse dirayet bahsinde ne suret, ne bakirdir, önünde rahle-i
istifaza bir üstad-ı mahirdir. Endam-ı nazenini mestur ise esrar-ı kalbi zahirdir.
İşve-i dilberisini seyredemezsem pend-i hıred-mendanesini istimi ederim.
Vuslat-ı şeytan-firibine karşı meraret-i çin-i me'ylısiyet isem haslet-i melek
[s. 361] pesendanesine mukabil lezzet-yab-ı me'nlısiyet olabilirim. Demek
istiyorum ki Paris'in zevkıyatından müstefıd olamazsam maarifinden istifade
etmek iktidarım vardır.
Eğlenceli bir yerde tahsil etmek elbette tahsil esnasında eğlence
düşünmekten evladır. Bu halde bana şöyle bir istifham-ı mukadder varid olmaz
mı? Mademki çalışmak arzusundasın, Paris gibi meşagil-i ilmiyeye her yerden
ziyade kabil olan bir tederrüsgah-ı umumide iki üç sene kalmayı istemez misin?
Hayfa ki bu suale vereceğim cevap bir ah-ı ye'se zamimeten -Paris'te o kadar
kalmayı isterim. Ne çare ki ister istemez kalamayacağım- sözünden ibaret olur."
diye Paris hakkındaki tahassüsatını bildiriyor. Hamid, Paris'e yalnız gitmişti,
bundan da ayrıca sıkılıyor, tab'ındaki zevk ve eğlence ihtiyacını da istidadını da
tatmin edecek kadar parası olmaması da bu sıkıntıyı bütün bütün artırıyordu.
Fakat Hamid'i bu sıkıntılar yetiştirdi. Kendini sefılhate kaptırmadı. Okumaya,
yazmaya verdi. Onun neticesinde de o güzel eserlerinin en kıymetlilerini orada
306 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Her kusur ile beraber şunu da itiraf edeyim: Duhter-i HindU yazılışında tiyatro
kaidesiyle tatbik kabul etmez, huzzardan bazısının tafsilli muhatabatı hele ma'raz-ı
temişada büsbütün garabet-engiz olur, bunun sebebi, emelim tasvir-i hayal
olduğundan, esna-yı tahririnde ma'raz-ı temaşaya vaz' olunup olunmayacağını
düşünmediğimle beraber mertebe-i efkarı tiyatro aktörlerinin kasvet-engiz takriri
derecesine tenzil etmediğimdendir.
Hamid bu mütaalatıyla tiyatroya nasıl bir nokta-i nazarla baktığım bize pek
açık surette gösteriyor. Hatta değil sade bu Duhter-i Hindı1'da, bütün
tiyatrolarında, hiç de ehemmiyet isnad etmeden, tekrarladığı muhatabatı
uzatmak -hatasını kendi de itiraf ederek- kendince bulduğu sebepleri izah ediyor.
Fakat bütün tiyatrolarında görülen o ulüvv-i cenah, o vakar-ı insani, o
hubb-ı şeref bunda da vardır. Hamid tiyatroyu gaye diye almıyor. Bütün
yazılarında yaptığı gibi onu da kendi ulvi hislerini, ulvi heyecanlarını, ulvi
fikirlerini izhar için bir vesile, bir vasıta ittihaz ediyor. Bunun için de hiçbir nev'-i
edebinin şerait ve kavaidine imtisfili nefsi için bir mecburiyet addetmiyor. Hele
şiirde Şark'ın mevcut şekilleri, mevcut vezinleri ona çok dar, çok kifayetsiz
geliyor, mütemadiyen tenevvü, mütemadiyen teceddüde doğru gidiyor. İşte daha
1 292 [1 875- 1 786] tarihinde iken Garp'ın bütün nazım şekillerini tecrübe
suretiyle Şark'a sokmaya çalışıyordu. Nitekim de soktu. Ve o şekilleri hakikaten
ilk kabul ve tatbik eden de Hamid oldu:
diyor.
Bu tatlı rüya uzun sürmemişti. Açılan meclis dağılmış, erbab-ı iffet ve
ehliyet birer birer nefy ve tagrib edilmişti. O miyanda Midhat Paşa merhum da
Avrupa'ya gelmişti. Hamid, paşa hakkında yazdığı mektuplarda bu cihete ait
hislerini, fikirlerini söylüyor ve bilhassa birkaç mühim şahsiyetten bahsediyor ki
bunlardan biri Koniçeli şrur-i meşhur Kazım Paşa'dır. Hamid, Kazım Paşa'nın
bir daha ismini bile ağzına almak istemiyor. Sebebi de Kazım Paşa'nın zamanı
erkan ve ekabirine yaranmak kasdıyla o zaman Avrupa'ya çekilen Midhat Paşa
aleyhine hicviyeler yazması, bi-edebane taarruzlarda bulunmasıdır. Kazım Paşa,
Midhat Paşa'nın vefatına kadar tariz ve taarruzdan, hiciv ve düşnamdan geri
durmamıştır, hatta bir hicvinde:
Ah Halil Paşa'dan benim için bir müsaade istihsal olunsa da iki ay kadar
İstanbullu olsam! Bu müsaadenin Halil Paşa'dan oraca istihsali mümkün olduğu
halde diriğ buyrulmamasını birader beyefendiye yazdım."
Fakat hemen bir ay kadar sonra 28 Nisan 1 294 [ 1 0 Mayıs 1 878] tarihinde
Bahaeddin Bey'e gönderdiği mektubun hamişinde: "Devletin suret-i vefatı bir
iftihar-ı erzelaneden ibaret olduğunu kim inkar eder." diyor. Biraz daha aşağıda:
"Evet, biz öldük. Bugün vatanımızda görülen harekat-ı hayatiye ölmüş bir
vücuda istila eden kurtlann harekatı ve hayatımız da onlann hissiyatı
nevindendir. Şimden sonra bizim için tebdil-i kalıp ve kıyafet etmekten başka bir
çare kalmadı.
"Ma'rlız-ı fakiranemdir.
Asar-ı aci'zanemi meşmlıl-i nazar-ı iltilat edenlerden olduklarını bilmekle
müftehir ve hakk-ı fakiranemde mebzul olan niam-ı teveccühat-ı kerimanelerini
başka suretle tahdise gayr-ı muktedir meftunan-ı faziletlerinden olduğum için
yeni tab'ettirilmiş olan Nesteren ndmlı risalemi taraf-ı devletlerine tesyir ediyorum.
Me'mul ederim ki sair neşriyat-ı şilirdanemin zat-ı vala-yı üstadilerinden
gördüğü asar-ı iltifata bu defaki tecrübe-i kalemiyem de mazhar olur.
Nesterm, Midilli'ye dahi gidecektir. Bakalım orada nasıl telakki görür. Pek
ziyade meşgul oldukları bir zamanda bu cesaretim mahz-ı tasdi ise de yine o
zaman meşcigılde bendenizin yazmış olduğuma terahhumen zat-ı devletleri de
okumak zahmetini ihtiyar buyurursunuz.
Ziyade olarak ilave-i mütalaada buyurulursa işte o zaman hakikaten
sa'yimin mükafatını görmüş olurdum. Bili ihlas ve uhuvvet."
diyor. Hamid bu mektubuyla Ekrem'e bir Nesteren gönderdiğini söylüyor ve
mütalaasını istiyor. Çünkü Ekrem'in tenkit hususundaki isabet-i nazarına
emniyeti var, aynı zamanda Midilli'de bulunan Nclmık Kemal'e de
göndereceğini bildiriyor. Filhakika göndermiştir. Kemal merhum Nesteren'den
pek hazzetmemiş bilhassa hece vezniyle yazılmış olmasını muvafık bulmamış ve
hece vezninin tiyatroya tatbik edilirse muvaffakiyet elde edilemeyeceğine de
Nesteren'i delil göstermiştir. Nesteren'i Recaizade de tenkit etmiştir.
Hamid'in korktuğu akıbet başına gelmiştir, yani Nesteren Paris'teki
memuriyetinin ilgasına sebebiyet vermiştir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 313
Hamid'in Paris'te nasıl şai ran e bir hayat geçirdiğini, nasıl sayd-ı ilham
eylediğini görüyoruz. İşte Enghien'nin Ham id'e verdiği intibalar:
"Enghien
Enghien'in bahçesinde, bağında,
Daimi bir seher takarrür eder.
Nev-bahara bakılsa anda eğer,
Bir güzel kız denir yatağında.
Andınr mahitabı da seheri;
Hele benzer sehiba gölgeleri.
Ya kenanndaki hıyabanlar
Hepsi bir başka cameye bürünür.
Her ağaç bir büyük çiçek görünür,
Yeniden açtığı zaman anlar
Bence bir şeye benzemezdi o hal;
Ona ancak o hal olurdu misal.
"bir küçük asman denilse beca" dediği gölünde kendi kürek çekip yüzerken,
gölün ortasındaki "afıtaba rfilı-güzar" vermeyen sık ağaçlarla dolu adacıkta
dolaşırken, koluna Eugenie'nisini takmaktan da bir an lariğ olamıyordu.
"Bir şişe şarapla bir semen-had"
tabirine ma-sadak bir hayat i hülya-biz yaşıyordu. . . Lamartine'in yaşadığı o
-
dedikten sonra sitemlerine bir müddetçik nihayet vererek yine kendi hususiyetine
dönerek:
diyor. Ve evvelce hoşuna gitmeyen Paris'e artık ısındığım, çünkü ruhunu ısıtacak
bir güneş bulduğunu ihsas ediyor. Hasılı Hamid, Paris'te bulunduğu müddetçe
yukarıda gördüğümüz "Enghien" manzumesi gibi birçok hatıralar kaydetmiş ve
bunların hepsine birden BeW.e unvanım vermişti. 1 293-1 294 (1 877- 1 878]
senelerinde yazdığı bu manzumeleri bilahare 1 303 'te ( 1885] DWaneliklerim
unvanıyla tab'ettirmiştir.
DWanelilderim Dikran Karabetyan Matbaası'nda basılmıştır. Mukaddimesinde:
"Tabi'in gösterdiği arzuyu tervicen mevki-i intişara konulan bu ufacık kitap
bundan dokuz on sene evvel Paris'te yazdığım eş'ardan teşekkül ettiği için
mündericatımn bugünkü şiirimle, halimle asla münasebeti yoktur. Bugün ben o
eş'an mazi içinde nisyandan bir misal, belki de zulmani bir hayal olmuş bir
adamın asan olmak üzere mütalaa ettiğim gibi diğer okuyacaklar dahi sanının ki
bu kitapta yeni bir şey bulmazlar.
Vaktiyle kim bilir ne kadar makul ve müstehab bildiğim bu şiirleri ahiren
gözden geçirdiğimde hepsine bir nam vermek kabilinden olarak DWaneliklerim
demek icap etti.
Dfvaneliklerim'in evvelki ismi BeW.e -idi ki- Sahra namıyla çıkardığım eserden
daha evvel yazılmıştı. İsteyen Be/,de tesmiye ederse kitabı ism-i kadimiyle yad
etmiş olur.
Bu değersiz eserin mütalaasıyla ben maziden birkaç günümü iade etmiş
kadar bahtiyarım fakat asıl bahtiyar o şairdir ki meydanda böyle bir nişane-i
müteşairiyeti olmaya."
diyen Hamid'in o zamanki efkarım, o zamanki sanat ve şairiyetini anlamak ve
Makber şairinin gerek dimağ gerek zihniyetinde hasıl olan istihale ve inkılabı
öğrenmek için bu küçük kitaptaki asan biraz tetkik etmek faydalı olur. Hamid
gençliğin bütün şevk ve ateşiyle hareket ettiği zamanlar "insanı melek, cihanı
cennet" görüyordu, "gözünde her çiçek melek yolunda her çemen naim"
oluyordu. Paris'e gittiği zamanlar [s. 378] bu mutantan şehirde pek sıkılacağını
zanneden Hamid sonralan Paris'i terk ederse sıkılacağını itiraf etmeye
başlamıştı, kendisini orada tutan kuvvetler ne idi?! Bütün gençliği ateşli sinesine
çeken gençlik cenneti . . . On sene sonra bu hakikati anlayan Hamid, Belde unvanlı
eserine de Dtvaneliklerim ismini veriyor. İşte DWaneliklerim:
"Ville d'Avray
Kuş görünmez akseder naz u niyaz
Zannedersin kim ağaçlar nağme-saz,
Sanki her nahlinde pür-slız u güdaz,
Bir semavi tair olmuş andelib.
Böyle cennet görmedim rü'yamda:
Bir bahar-ı daimi aramda.
Ruhum hep kalmayı ihramda
318 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor "Paşa Efendimiz" dediği, o zaman Suriye Valisi olan Midhat Paşa
merhumdur.
Hamid, İstanbul'da bulunuyor, yeni tayin edildiği Berlin'e gitmek üzere [s.
38 1] hazırlanıyordu. 20 Kanun-ı Evvel 1 296'da [1 Ocak 1 881] Bahaeddin Bey'e
gönderdiği diğer bir mektupta:
320 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Bundan bir sene evvel bir mektubunla bir resmini almıştım. Mektubun, ne
yalan söyleyeyim!.. yanımda değil, fakat resmin gözümün önündedir. Hatta
Berlin'e de beraber gidecek. Sakalsız resmin Paris'i görmüş idi. Sakallı resmin de
Berlin'i görecek."
dedikten, biraz da İstanbul'un eski harabi ve eski iptidailiğin de ber-devam
olduğunu istihzalı bir lisan ile anlattıktan sonra:
"Memleketimizin şu haline tahassüründen olmalı, asmandan bir de kevkeb
nüzı'.il edip ebedi surette ihtiyar karar eyledi!.. Şimdi ben bir kısmı semavi bir
kısmı esfel-i safilinde bulunan bu memleketi nasıl terk edip de Bertin gibi bir
yahistan-ı bürfıdet-engize gideceğim bilmem. Bugün Kam1n-ı Evvel'in on
dokuzu, cumartesidir. Nasib olursa, inşallahu teala iki gün sonra Hoca Bey
tarikiyle revan olacağım. Mektubumun cevabını oraya göndermeni rica ederim."
diyor. Kevkeb kelimesiyle de Abdülhamid'in Yıldız'ını, otuz üç sene milleti
şeametiyle donduran o kanlı sarayı kastediyor.
Hamid iki gün sonra Berlin'e gitmeye hazırlanırken herhangi bir sebebe
mebni Berlin'e gidemeyerek İstanbul'da kalmış, kendisine Poti Şehbenderliği
teklif olunmuş, oraya gitmekte de tereddüt etmiş, o zamana kadar sefaret
kitabetlerinde dolaşırken şehbenderliğe geçmek kendisine tebdil-i meslek etmek
gibi gelmişti. Biraz tebdil-i hava kasdıyla biraderinin mutasamfı bulunduğu
Lazistan kazası merkezine, Rize'ye gitmişti.
9 Mart 1 297'de [2 1 Mart 1882] Sami Paşazade Damad Necib Paşa'ya
Rize'den yazdığı bir mektupta Rize'ye nasıl gittiğini yazıyor:
"Eda-yı vecibe-i vcdaa vicahen muvaffak olamadığımdan müteessirü'l
cenan ve fakat tclakki-i selam-ı afiyet encam-ı devletlerine mazhariyetle
müteşekkir-i ihsan-ı cenab-ı Rabbü'l-mennan olduğum halde Kayseriye nam
sefine-i gav-reftara rakiben dar-ı dirin-i satvet-karib-i hilafetten mübciadet ve iki
gün kadar müddet miyane-i bahr-ı zahirle bad-ı sarsarda tahammül-i meşakk-ı
bi-gayetten sonra cibal-i Kaf emsalinin esfel-i memalik olan sahat-ı süfliyesi
aram-gah-ı bahar-ı dil-sitein [s. 382] göründüğü halde, asitan-ı melaik olan
tabakat-ı fevkaniyesi hem-reng-i zemistan ve merkez-i liva-yı fakr-ihtiva-yı
Lazistan (Rize), kasaba-i vahşet-mastabasına muvasalat olundu."
dedikten ve ne suretle istikbal olunup mutasarrıflara mahsus olan sahilhaneye
maa-aile gittiğini tasvir eyledikten sonra:
"Rize, balada ihtizciz-aver-i hame-i ifade olduğu misüllü, zir ü balası
zemherir-i şerir-i sem tesiriyle saba-yı dil-rüba-yı sıhhat-bahşaya küşade ve
Memfilik-i Mahrıisa-i Saltanat'ın katTe-i büldan-abadanı gibi, mamfıriyet-i
tabiiyesi umran-ı sınaisinden bin kat ziyade bir mevki-i hoş vaziyettir ki vakide
Bahr-ı Siyah-ı kef-efşan hiddet ve şiddet ve duşunda şevahık-ı beyza çehre
nüma-yı azamet ve vahşettir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 321
Birununda hiçbir yer beyaban olmayıp her canibi hıyaban iken, derununda
hiçbir cihet abadan olmayıp her taraf virandır ki işte buna binaen fikir ve nazar-ı
insan daima dahilinden haricine şitabandır." sözleriyle Rize'nin selalet-i halini
de anlattıktan sonra kendi haline intikal ile: "Bu fakir-i bi-nevaya gelince,
revzen-i beytü'l-hazenden emvac-ı kuh-misal ile silsile-i cibale rabt-ı hayal
eylemek gibi tembel-pesendane bir iştigal ve Elhamdülillahi Teala müşahede-i
evlad u ıyal ile münbasıtü'l-bal isem de lahuttan nasılta intikalimden beri rahber
ve beraberim olan derd-i serden burada dahi halim beter ve şu günlerde irade-i
kader taalluk ederse Berlin'e firar etmekliğim mukarrerdir. Bakalım Rabbimiz
ne kısmet eder!"
1 Haziran 1 297'de [ 1 3 Haziran 1 88 1] Rize'den Sami Paşazade Abdülbaki
Bey'e gönderdiği bir mektupta:
"Kendine bir meslek tayininde aciz olan benim gibi bir herifin kusurunu
affedersin. Müfarakatımızdan beri sana mektup göndermemek benim için
hakikaten pek teessüf edecek şeylerdendir. Fakat şu zamanda kim ne yapabilir ki
kusur olmasın!..
Almanya'ya gitmek nasip olmadı. Öyle bir yerdeyim ki içinde kendi
halimden başka bahsedecek bir şey bulamıyorum. Benim halimi ise sen pekala
bilirsin. En büyük teessüfüm arada sırada sizleri göremediğim ve meclis ve
mesirelerinizde bulunamadığım içindir. Gazetelerde bir Hazfne-i Evrôk
görüyorum. İçinde bütün sevdiğim isimler var. Etraftan yazdıklarına nazaran
müessislerden [s. 383] biri de senmişsin. Ekrem Bey'imize bir mektup yazıp bu
encümen-i üdebaya benim dahi girmek arzusunda olduğıımu, yani o hazine-i
murassaata bir de adi bir taş atılsa hoş olacağım bildirdim; bir de numune
gönderdim. Bak, işinize gelirse kabul edersiniz. Manzumdur. Ekrem size ide ve
i'ta buyurabilir.
Hazfne-i Evrôk'tan yanımda bir nüsha olsa mündericatını anlar da ona göre
şeyler yazıp yollardım. Ekrem'e yolladığım "Bir Va'ize Bir Mev'ize"dir. Buna
mümasil ve ahlak ve adat ve edyan üzerine mübahesatı şamil bende birkaç
manzume daha olduğu gibi, bir perestar-ı hayalin yazabileceği surette şairane,
aşık-pesendane birtakım hezviyat dahi vardır.
Rize'de matbaa yok ki asanmı 1stanbul'da yaptığım gibi, mecmua-i
mahsusa olarak bastırayım. Şimdi boş durmamak için yazdığım şeyleri böyle
perakende olarak tab'ettirmekten başka çarem yoktur."
diyor.
Hamid, Rize'de iken boş durmamıştır. O vahşet-abad tabiatın, o dağ gibi
dalgalarla, tahaccür etmiş dalgalann arasında bir vecd ve istiğraka dalmış,
topladığı ilhamları zabta başlamıştır. Fakat yazdığı şeyleri bastıramamak kendisi
için bir elem olduğıından 1 Haziran'da Abdülbaki Bey'e gönderdiği mektupta
bu cihetten şikayet etmişti.
322 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
65 "Nice feryat ettim, feryadıma yetişen yok; sanki şu dönen kubbede (dünya) kimse yok."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 323
olsa da ben de şunun gibi edibane şeyler yazsam!..' derdim. O zamanlarda idi ki
senin asar-ı matbuanı takliden odamda kapanıp şiirler tanzim eder, hayaller
tasvir eylerdim. Bilmem nasıl bir kuvve-i mümeyyize ve yazdığım şeylerin
seninkiler kadar güzel olmadığını bana tefhim ederdi. İşte o zamanlarda idi ki
sana Bozdoğan Kemeri'nde, hatta kemerin altında tesadüf ettim. Uzaktan
geldiğini gördüğüm vakit 'Yaralı! Nasıl olsa da şu içimin sevdiği adamla ülfet
etsem!' demiş idim. Birbirimize yakın geldiğimizde iptida sen gülerek bana dedin
ki : 'Daima ülfetinize muntazır oluyorum, niçin diriğ buyuruyorsunuz? .. ' Onun
üzerine selamlaşmaya başladık. O tarih benim için bir kere gelmiş bir bayram
idi. Ondan sonra Bahaeddin zuhur etti. Ülfetimizin hem devamına, hem
te'kidine sebep olan odur. Ben senin pek büyük olduğunu anlamış idim ve
seninle konuşurken bunu da düşünür idim, fakat sen kim bilir benim için ne
derdin? Seninle konuşmak bana bir edebi kitap okumak gibi gelirdi. Demek
isterim ki işte o zaman sen benim gönlümde edebiyat için bir büyük şevk husı1le
getirdin. O şevk ile yazdığım şeyleri tashih ve ikmal eden Kemal'dir. Şimdi bana
hocalıkta hanginiz birinci oluyorsunuz? Orasını sen düşün.
Buralarını yazdığım, senin mektubunda okuduğum 'Beni öğrendikten sonra
hakkımdaki galat-ı nazarından dolayı ne dersin acaba?' sözü üzerinedir. [s. 387]
Ve bu fikrin ne kadar galat olduğunu anlatmak içindir. Nesteren meselesinde
münasebetsizlik etmiş idim. Bunun için o kadar i zhar-ı nedamet ettiğim hAlde
bir daha yüzüme vurmak layık mıdır? Nesteren'e yazdığın mütalaa pek doğru idi.
Fakat Allah için olsun doğru söyle, yazılışı da pek doğru mu idi? Bazı yerleri
tezyif-giıne değil miydi? Olmasa bile ben öyle gördüm, benimle beraber
okuyanlar da öyle gördüler. Onun üzerine ma'kus bir cevap verdim. Mamafih
Allah 'ı işhad ederek söylerim ki o cevabın bir fıkrasına senin verdiğin mana
hatınma gelmemişti. Her ne ise geçmiş unutulur. Ben de her şeyi unuttum. Sen
beni affettiğin gibi benim gönlüm de kemaliyle tamir olundu. Beynlerinde bir
muhabere-i vicdaniye mevcut olanlar için bu şeylerin tezkan, hususuyla tekran
caiz değildir.
Mektubunun cevabını bugüne kadar veremedim, niçin? Bilmezsin değil mi?
Şunun için ki ben bu Poti denilen berzaha düştüğüm günden beri müsteskal
olmuş bir misafir gibi oturuyorum. İstizan teşebbüslerine geldiğim gün iptida
ettim. Her İstediğimin aksini veren tali', yahut tesadüf, Allah, yahut insaniyet
bizden o mezuniyeti diriğ etti. Bir belaya uğradım ki ondan kurtulmak da
beladır. Yani izin vermiyorlar diye kalkıp gidecek olsam mesul olacağım, yıllarca
ma'zfil kalacağım. Ma'zul kalmak benim için aç kalmak değildir. Fakat
boğazından geçmeyerek yemek yemektir. Hal böyle olmasa benim için
ma'zı1liyetten, belki menkubiyetten büyük devlet olmazdı. Şehbenderliğim için
maaş azsa da sefaret maiyetlerinde kitabetlere nisbet müstakil gibidir, diyorsun.
Vakıa gayr-ı müstakil değil, istiklfil-i tam ile müstakil, fakat maaşı da az değil, hiç
yok! -Çoluk çocukla beraber geliyorum. Bu ne büyük saadet!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 325
66 Nesren.
67 Nazmen.
68 Mukafla.
69 Tür.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 327
'Ekrem'e nisbet için bir emr-i mühimme muhalefet Hamid'e çespan düşer
mi dersin?!' Bu nasıl söz kardeş!? Yine mi vehme başladın? Benim maksadım -
işte sana içimdekini söyleyeyim- hecaya da pek itibar etmeyerek nesre de
benzememek şartıyla mukaffa namında bir genre ihdas etmektir. Muvaffak
olursam ne ala! Olamazsam kıyamet kopmaz a! .. Bu yolda çok şeylerim var ki
daha basılmadı. Yalnız bir tanesini, en ufak parçasını Hazf,ne-i Evrak'a yolladım;
numune olarak değil fakat, çünkü en beğenmediklerimdendir. ismi yahut unvanı
'Melekut'tan Safiline Bir Nazar'dır. Eğer tab'lanna hoş gelirse basarlar,
gorursun. Şu ben sana nıçın nispet ciheti arayacakmışım. Burasını
anlayamıyorum. Kafiyesiz manzumda, manzum-ı gayr-ı mukaffada bakıyorum
ki hiçbir ihtilafımız yok. Çünkü sen 'Mukaffa olmayan manzumatın [s. 391] söz
itibarıyla her türlü letafet ve meziyetten hali bulunacağını söylemedim.' diyorsun
ve söylemiyorsun. Ancak gayr-ı mukaffa manzum, mukaffa kadar hoşa
gitmediğini söylüyorsun ki ben de aynıyla bu fikirdeyim.
Ziyade olarak ben hoşa gitmemek hali me'lufiyet icabıdır demiş idim.
Musset'nin mecalis-i edebiyesinde kafiyesiz şiirlerini beğenenlerin autorite'lerini
ben de bilmem. Bilmeye de lüzum görmem. Zira şiirler Musset'nin, dediğim
consert musical'ler dahi hususi mahallerdir, umum için olan Cafe chantant'lardan70
değil; yani her biri şiir ile musikinin akd-i uhuvvet ettiği bir dershane-i üdeba.dır.
Bunlar ise kafiyesiz şiiri tabiilik nokta-i nazarından bakarak beğenirlerdi
zannediyorum. 'On sekizinci asırda bir aralık manzum tiyatro yazılmasını men'e
kalkıştılar.' diyorsun. Bu teşebbüs Fransa'da hala bakidir. 'O asırda ise buna
Voltaire mani olmuş.' diyorsun: Zannederim ki Voltaire'den ziyade Comeille ile
Racine'in asan marn olmuştur. Hatta Voltaire kafiyeyi ilgaya kıyam etse yine
müsmir olmazdı. Çünkü edebiyatta o kadar nüfuzu yok idi. Bugün kezalik ben
öyle bir davaya kalkışacak olursam, Kemal'in, senin asannız meydanda
dururken ne ehemmiyeti olabilir? Ehemmiyeti olsa bile ısga olunmaz. Şiirden de
kafiye ilga olunmaz. Sizin bile o kadar iştihannızla beraber eserinizi ıktila
edenler bir ekalliyet değil midir?
Nesteren hakkındaki mütalaanın isabetini anladığımdan bahsedişim cemile
filan değil hakikati beyandır. Mütalaan umumiyet itibarıyla doğrudur. Bir iki
yerde haksızlık hala görüyorum. Lakin bir iki yerde. Ha::::.ine'ye verilse istifade
olunurdu ama istemiyorsun. Bizim 'Bir Vaize Bir Mev'ize' manzumesinin hiçbir
yerini değiştirmemişsin, basılmış gördüm; fakat Maarif berbat etmiş, nısfından
ziyade tayyolunmuş. Sonradan gönderdiğim 'Mazi Yolcusuna Ati Yolu'nun da
tecellisi öyle olmak imiş. Bilseydim, Tercümdn-ı Hakfkat'e göndermeni rica
ederdim. Çünkü Midhat bastırırdı. Artık sözü kesiyorum. Yakında mülakatımızı
ümit ederim . . . "
[s. 392] Hamid bu mektubunda -bir mahviye t perdesi altında olsa da
yaptığı ve yapmaya çalıştığı bütün yenilikleri gösteriyor. Hatta Ekrem'le
nazikane bir muarazada bile bulunuyor. Burada şu ciheti tekrara bir lüzum
görüyoruz ki o da Ekrem'in edebiyata fevkalade hizmet etmiş olmasına rağmen
hiçbir yeniliği doğrudan doğruya tatbike cüret edememesidir. O kaidelerin,
kanunlann haricine çıkamayacak, daire-i ma'kuliye tten aynlamayacak kadar
şiraze-perest, merasim-perverdir. Halbuki Hamid fıtratındaki hürriyet-i mahsusa
ile her bendi, her zinciri kıracak, kayıt ve kanun tanımayacak kadar serkeş bir
dehaya mazhardır. O tabiatı sayesindedir ki edebiyata birçok yenilikle r onun
kalemiyle girmiş, onun himmetiyle yerleşmiştir. Mesela bütün noksanı ve
garabe tiyle hece veznini tatbike o uğraşmıştır. Filhakika bu yolda birinci kendisi
olmadığını biliyoruz. Mesela Ziya Paşa'nın hece vezniyle ve kafiyesiz olarak
Tartulfe'ü tercüme etmesi -muvaffak olmamış olsa bile- cesur bir tecrübe olmak
itibanyla bir hakk-ı takaddüm te'min eder: Fakat sade mukaffa denilen tarzda ilk
yazı yazan Hamid olmuştur.
Hamid, Poti'de iken Golos'a tcbdilen tayin edilmişti. Ailesiyle İstanbul'a
döndüğü zaman ailece istirahat ve tedaviye muhtaç bir halde olduklan halde
bırakmamışlar. Ancak yirmi gün kadar kalabilmişti. l 297 senesi Kanun-ı Evvel'i
[Aralık-Ocak 1 88 1 - 1 882] bidayetinde Golos'a gitmişti. Kanun-ı Evvel'in yirmi
yedisinde Golos'ta bulunuyordu. 9 Şubat 1 297'de [2 1 Şubat 1 882] Bahaeddin
Bey'e yazdığı bir mektupta:
"Ah bilsen birader! Hem vatanından uzakta olmak, hem de vatandan
aynlmış bir memlekette bulunmak ne müşkil hal imiş!.. Bulunduğum memleket
dahi benim gibi garibü'd-diyar veya vatan-cüdadır. Buradaki memuriyeti bana
Poti'de iken verdiler. İstanbul'a geldiğimde o kadar isti'cfil-i azimet ettil er ki
familyaca hepimiz tedaviye muhtaç olduğumuz halde yirmi günden ziyade
oturmak kabil olamadı. Sürülür gibi bir süratle buraya geldik, düştük.
İstanbul'da Baki'l er, Ekrem'lerle birkaç kerre mülakat olundu. Acaba hiçbir
[s. 393] ictim3.ımız var mıydı ki onda senin iftirakından feryat etmeyelim! Biz
Allah aşkına böyle rüya eşhası veya roman heroes'lan gibi hep gaibane mi
görüşüp gideceğiz, kağıtlar üzerinde mi birleşeceğiz? Geçmişimiz hazin bir
hayal, halimiz o hayale bir cilve-gah, istikbalimiz ise ne kadar . . . ama ne kadar
zulmet-abad . . . "
diyor. Hamid; Golos'ta pek sıkılıyordu. Hatta Ekrem'e yazdığı bir mektubunda:
"Golos beni berbat edecek, malumunuz ola. Kemal'e de bugün
yazabilirsem muvaffakiyet olur. Hele Sezai'ye de cevap veremedim, ne kadar
mahçup ve nadimim. Ne yapıyorum bilir misin? . . Sabahtan akşama kadar
düşünmek; uykuda yine düşündüğünü görmek: İşte meşguliyetim! . . Kendimi
mahbusi zannediyorum. Halimle amalim mezar kovuğundan semavata
bakmak! .. Kabahatimi affet Ekrem! .. Bana cevap yazarsan sayende bil ki bir
kara sevdadan kurtulurum. Sevdanın her türlü re nklisi başımdan geçti. Yalnız
karasına uğramadığım kaldı."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 329
diyor. O aralık Hamid'i bütün bütün sinirlendirecek bir hadise zuhur ediyor. O
da meydan-ı intişara çıkan Ta'lim-i Edebryat'ın tenkidi!.. Recaizade'nin Mekteb-i
Sultani ve Mekteb-i Mülkiye'de verdiği derslerin mecmuundan husUle gelen
Ta'lim-i Edebryat saha-i matbuata çıkar çıkmaz bir vaveyladır kopmuştu. Her
taraftan itirazlar, tarizler, taarruzlar yağmaya başlamıştı. En çok taarruza hedef
olan da Hamid idi. Bütün matbuatı dolduran bu münakaşat-ı kalemiye Hamid'i
rahatsız ediyordu. O an Pirizade Osman Sahih Bey'e yazdığı bir mektupta bu
meseleden bahs ile:
"Ahmet Midhat iyi müdafaalar yazdı. Ne fayda ki onun müdafaatı ekseriyet
nazarında pek makbul tutulmuyor. Mamafih beni pek ziyade memnun etti.
Kendisine bilhassa teşekkür yazdım. Kemal'den müdafaa bekler idim. Sükfü
etmesi biraz gücüme gitti. Sükutunun meşru bir sebebi var ise bana bildirmek
yok mu? Lakin Ekrem' den bu hafta aldığım bir mektupta Kemal'in de meydan-ı
sohbete çıkacağı yazılıyor. Hiç me'mul etmem, ama bakalım.
Ekrem beni müdafaaten bir şey yazmalıydı, korkuyorlar diyemem. O fikrin
[s. 394] yanlış, belki korkmuyorlar. Kendimi onlara zor ile iltizam ettiremem ki,
gösterdikleri sükut ve mücanebet için sitem yazayım."
diyor. Fakat teessürünü, iğbirarım da saklayamıyordu. Bilahare 7 Teşrin-i Evvel
1 298' de [ 1 9 Ekim 1 882] Golos'tan Tercüman-ı Hak:lkat gazetesiyle neşredilmek
üzere şu "Te'minat" unvanlı makaleyi göndermişti:
"Ekrem Beyefendi emin olsun ki Ta'lim-i Edebryat'ın cem' ve te'lifine masruf
olan himmeti ashab-ı fikr-i selim indinde ilelebed meşkiirdur; ki edebiyat-ı
Osmaniye bu yadigar-ı fili için kendisinin daimi surette minnettarıdır ki; bu
hizmet-i celile-i edibanesine mukabil umumdan göreceği mükafat kariben şiir ve
inşamızda göreceği terakkidir; ki tul-i idrak ve teferrüsü mahdud ve mutavvel
olan dühat-ı nuhatın -o kütüb-i Arabiye usUl-i beyaniyesinden- başka bir
medar-ı cedel, bir silah-ı ta'riz bulamayan. . . hazeratın itiraz yolundaki
laklakalan birbiri üstüne vaz'olunup da yıkılan -pilav, zerde kaselerinin çıngırtısı
kabilindendir; ki ulvi ve semavi bir harika zuhur ettiği vakitte en ziyade sesi
çıkaran kimler olacağı cümlemizce malumdur; ki Ta'lim-i Edebryafın filem-i
beyanda tulu'uyla Elhac İbrahim Efendi gibilerin mazleme-i efkarında kıyamet
kopmuş, güneş garptan doğmuşçasına bir lerze-i beht ve dehşet ser-zede olacağı
için kendilerinden birçok 'kale yekülü'71 sadaları çıkmak dahi zaruridir.
Elhac İbrahim Efendi emin olsun ki sülüsan-ı insaniyete eşia-nisar olan bu
subhü't-tulu'-ı hakikatte, bu yevmü'l-kıyam-ı üdebada cevvfile-i mezar olan ziya
yı kazibe tecelli-i irfan nazanyla bakılmayacaktır; ki zulemat içinde görünen
hayaletlerin ecsam-ı latifeden olmayıp ayn-ı evham olduğu bilindiği için bir
lisanın kavaid-i beyaniyesini her lisana mantık-ı belagat itibar etmek sadedinde
bulunan mürde-pesendan-ı fersude fikrin makalatı ızam-ı emvattan rüzgarın
çıkardığı esvata nazir addolunacaktır; ki zir-i kabus-ı Arabide habide-i gafle t olan
siyeh-mest 'kahve-i ta'b-ı fersa-yı ülfet' olan 'kazgan-ı nevfil-ı 'ata' gürüsne-gan-ı
fesahatinden duyacağımız nikiit-ı belagat şeb-zinde-i tahsil-i ma'rifet bulunan
perhiz-karan-ı lisanü'l-edeb zaikalannda her türlü şemme ve lezzetten ari ve
müstesna tutulacaktır; ki sahari-i bedavette dolaşan efkar-ı kalenderanelerine
ma'mure-i medeniyet kapılan müebbeden seddolunmuş [s. 395] olduğu gibi,
kendileri de bugün bir tabaka-i arziyeye tahavvül etmiş olan devr-i mensi-yi
huraffitta yaşar, ebatil-i kümmelinden ma'dud olacaktır; ki bizce öylelerin
tefevvüh ettiği elffizı tefehhüm nasıl müyesser olamıyorsa onlar da bizim
tasavvur ve tasvir ettiğimiz meaniyi hatta telaffuz etmek bile nasip olmayacaktır.
Yine Te'minat:
Lahika:
Hatırımızdadır ki Ta'lim-i Edebiyat müellifinin edebiyat-ı cedideden ziyade
edebiyat-ı atikaya mukarin bir tarz ile yazılmış Mes Prisons72 namında bir eseri ve
bir de ekser-i kasaid ü neşaidi kudema yolunu andırır Nağme-i Seher'i vardır.
Bunlar müeellif müşarünileyhin inşa-yı kadim erbab-ı temayüzü içinde dahi
haiz-i nisab-ı iktidar olduğunu gösterdiğinden müteakıbü'z-zuhıir olan nev
zemin eserleri ve be-tahsis ma-hazar-ı edebiyata bir reng-i teessüs veren Ta'lim-i
Edebiyat'ı, müeellifin eski yolda acz ve noksanım değil, fakat Şinasi bedayiinden
olan tarz-ı nevinin eski yola rüchanım isbat etmek lazım gelir. Bunun hilafına
olarak iyi, fena mütekaddimin esasına müstenid olan sözleri tercih etmek ise
İbrani'nin Arabi'ye takaddümünü istilzam edeceğinden, bugünkü ashab-ı itiraza
kendilerini beğendirmek ıçın Osmanlı üdeba-yı hazırasımn Yahudice
yazmalarını tavsiye kabilinden olur.
Hatime:
Allame bize muttasıl müstearün-lehle müstearün-minhden, teşbihten,
müşebbihün-bihden, kütüb-i Arabiye kavaidinden, Ta'lim-i Edebiyat'ın o kava.ide
muhalif itibarat-ı muhtelifesi bulunduğundan bahsediyor. Her neden bahsederse
etsin, biz o itibaratı -ihtiyarat-ı üdeba- olmak üzere kaide ittihaz edeceğiz. Ve
hata ve savabımızı kavaid-i Arabiye'den ziyade o ihtiyarata tatbik eyleyebi
leceğiz. Ve bedayi' düşmanlarının kal Ü kıylini, dava ve delilini kabul etmeye
ceğiz. Ve Hadzkatü'l-Beyan'ı okumayacağız. Ve müellifini üdebadan saymaya
cağız. Ve mahsur olduğumuz zalam-ı cehl içinde barika-ı ilham ile göreceğimiz
hakayıkı hiçbir vakitte ondan sormayacağız. Ve
[s. 397] Babam için öl, benim için yaşa!..
mısraı gibi üdeba için manalı ve humaka için lafz u manadan ari olan sözlerle
zekadan zekaya isal-i ziya kabilinden olarak birbirimize ifham-ı fikr ü meram
edeceğiz. Ve sözlerimizi anlamayan kudema-yı bülega-yı katibin kendileri ve
kendilerine mümasil güruh inde-i mutaassıbin olduğunu gördükçe kariin-i kiramı
yemin ile temin ederiz ki iftihar eyleyeceğiz."
Hacı İbrahim Efendi hem Tercüman-ı Hakfkat'te , hem de Vakit gazetesinde
Ekrem 'e de, Hamid'e de hücum etmişti. Hamid de yukarıki makaleyi Tercümiin-ı
Haktkat ile neşrettirmek üzere yazmıştı, fakat mübahesenin resmen men' edilmiş
olması intişarına mani olmuştu.
"Tebrik ve Teşekkür73
Ekrem ki asrımızda üstad-ı muktedadır,
Ders olmasın mı bir söz andan olunca sadır?
Kilk-i beyanı olmuş san şahbal-i Cibril,
Eflak eder ki inşa, peyveste-i Huda'dır.
Destinde bahr-i ma'na bir mevce-i kef-efşan,
Vechinde burc-ı daniş şevk-aver-i senadır
Çeşm-i dehi-pesendi subh-ı sala-yı vicdan,
Pişani-i bülendi ulviyyete semadır,
73 Manzumenin tam adı "Ta'lim-i Edebiyat İçin Üstid-ı Sani'ye Tebrik ve Teşekkür'dür."
(Haz. notu)
334 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Hamid!
Hiç öyle sözünü güneş gibi parlak bir fikirden iktibas eden, mehtap kadar
saf bir vicdan, şunun bunun gün yüzüne taş atmak kabilinden olan tarizatına
ehemmiyet vermek kabil midir?
Amma Şinasi'nin açtığı rayet-i edeb, ilm-i cehalet imiş, ne mani! Şimdi o
ilm-i cehciletin altında bizler bulunuyoruz; eserlerimiz de meydandadır.
Ne olacak, hiçbir şey olmaz! Fakat mu'terizler yalnız itiraz etmeği bilirler
de, öyle şiir söyleyemezler, söyleriz derlerse edep dairesinden çıkmasınlar da
söylesinler, umumun efkan bir imtihan meydanıdır. O zaman herkesin kudreti,
mahiyeti malum olur.
Çalış! Çalış! Ben Edebiyat-ı Osmaniye için tasavvur ettiğim ulviyatı bin
türlü hissiyat ile kanştırdım; ;isanmı istediğim dereceye getiremedim, bakalım
sen getirebilir misin? Getirebilirsen bir milletin mürcbbiyan-ı irlanından ma'dfıd
olursun. Ben daima Şinasi'yi yad edegeldiğim gibi sen de Kemal'i yad edersin.
Vaktiyle bir kere bakıp da yeni doğmuş kamerin bulutlar arasına yayılan
hıyat-ı şu'a'ına benzettiğin saçlarımı şimdi görsen, mehtabın küreden ayrılırken
sehab içinde ara sıra bıraktığı in'itaflar kadar karalı, beyazlı bulursun.
Edebiyat için pek çok zevat ile uğraşmıştım. Halbuki şimdi o mu'terizlerden
bazıları yine beni edebiyat mücedditlerinden addedip duruyorlar. [s. 406]
Mücedditlik hakkı ise ya Şinasi'nin, yahut senindir. Ben arada bir hatt-ı ittisfilim.
Zanneder misin ki o mu'terizler bir zaman bu hakikati de teslim etmesinler.
Tarih-i hicri itibarıyla kırk beş yaşına girmiş bir büyük veya tabir-i sahibiyle
müsin kardeşinin sözüne itimat et, ki, hakk-ı irfanın mu'terizleri indinde de
bütün bütün zayi olmaz. Ben vaktiyle bilmem ne mütalaaya zahib olmuştum da
edebiyat aleminde bulunmaya layık olmayacak birtakım bahislerle gaze
telerimizin bir hayli sütunlarını doldurmuştum. O ayıp bana ait, bu
tl"nezzülsüzlük sana ve seninle beraber edebin iki manasıyla vardığı dereceye
racidir.
Seni istedikleri kadar bagetle, jaketle hırpalasınlar dursunlar. Sen mevki-i
edebinde kaim ol! Hakimin hiç olmazsa istikbal olacaktır.
Önünde na-mütenahiliği kılar tasvir
Peyinde sayesi kalmış bu devlet ü millet
beytiyle:
Zırlama, zırlama aman sus, sus!
Hacı Baba yemiş bu şeb kuskus
beyitleri gibi asarın mahiyetindeki fark ise ne zaman olsa zahire çıkacaktır. Baki
istikbal-i edebden kalben emin ol! Edep ebedidir kardeşim, Hamid'im."
Ekrem bi-hakkın bana üstadlık etmişti. Ben idare-i kalem şöyle dursun,
idare-i kelama bile muktedir değil iken, onun ötede beride görülen bentleriyle [s.
407] tezyin-i dimağ eder idim. Ekrem, bendenize çok şeyler ilham etmiştir.
Tasavvur edemeyeceğiniz kadar aşın sevişirdik. Allah rahmet eylesin Ekrem, pek
hakikat-şinas, pek teklif-peıverdi. Yazılarında bile bu hfili vardır değil mi? Benim
mizacıma muvafık gelmeyen bir tabiatı da çarçabuk alınganlıktı. Canım benim
sözlerime bile bazı alınırdı. Ben de çekinirdim."
Hamid'e fılhakika Ekrem'in de bir tesiri olmuştur, fakat Hamid'in Ekrem'e
tesiri çok daha ziyadedir. Hamid yukanki sözleri kemal-i mahviyetinden
söylüyor. Nitekim Kemal bile kendisini tanzire uğraştığım kemfil-i iftihar ile itiraf
ediyor. Ekrem'in en büyük rolü Hamid'i halka tanıtmak olmuştur. Hatta Ta'lim-i
Edebiyat'ına aldığı misallerin birçoğunu Hamid'den intihap etmiştir.
Hamid'in asan pek çoktur. Mdcerli-yı Aşk, İçli Kız, Sabr u Sebat, liberte; Eşber,
Tezer, Bir Seff,knin Hasbıhali, Ölii, Bunlar Odur, Sahra, Nesteren, Zeynep, İllzan, Makber,
Duhter-i Hindu, Tlink bin zjylid, Hade, Turhan, Validem, Tf!Y.flar Geçidi, Finten, Blilôdan
Bir &s ve saire . . .
Sabr u Sebat'ı Ahmed Vefik Paşa'nın75 tavsiyesi üzerine ve Türklere dair
yazdığını söylüyor. Ahmed Vefik Paşa: "Eserin ötesine berisine de darb-ı
mesellerimizden serpiştir!" demiş. Hamid yazıp götürdüğü zaman Vefik Paşa
bakmış "Canım bu kadar da darb-ı meselle doldur demedik." diye gülmüş . . .
Liberte'yi 1 293 tarihinde 1 5 Nisan'da [27 Nisan 1 877] yazmıştır. Hece vezniyle
yazdığı bu piyes hakkında yazdığı bir mektupta kendisi şu malumatı veriyor:
"Liberte, daha uzun olabilirdi. Mevzuu müsait idi. Eski hfili, eski tarihiyle
bırakmak istedim. Midhat Paşa'nın İstanbul'dan Avrupa'ya teb'idini yazmış
idim. Bunun alt tarafını da yazmak mümkündür Kafiyelerini, beğenmediğim
.
Hamid 1 293 [1 878] irticfünın kalbine verdiği nefreti; kinai, istiari birtakım
isimlerle ne bariz surette serd ediyor:
75 Ahmed Vefik Paşa Abdülhak Hamid Bey'in pederi Hayrullah Efendi'nin dayısının oğludur.
�smail Hikmet'in notu)
34-0 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
76 "Takvim"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 343
Hamid:
"Daimi bir nesim-i gfiliye-sa
Bahr-ı pür-nakş-ı mevce-i beyza
O cihet servlerle belde-i samt
Bu cihet neysit:ln-ı nağme-sera
Kelebekler sükfıt ile uçuşur
Hiç sükut eylemez tuyur amma
Lehlerin çarhtan kılıp tavsil
Öper ezhan şems-i bi-perva
Fart-ı hizzetle her çiçek bayılır
Açılır şerm ile güler şeyda
Handeler buselerle hem-ser olup
San olurlar çemende rayiha-za
Yirmi revzenli bir büyük t:llar
Hepsi revzenlerin behişt-nüma
Zir ü balayı arzeden nazara
Kimi bir levhadır kimi mecla
Sebzi-i arz bir yeşil zulmet
Mai bir nur-ı laciverd sema
Gezinir hod-be-hod elimde kalem
Anda bilmem ne eylerim hulya
Resmi çıkmış gibi bu manzaranın
Kağıt üstünde şi'r olur peyda"
diye "Hindistan'daki Odam" ser-levhalı şiiriyle tarif ve tasvir ettiği [s. 4 l 9] o
cennet-asa odada Hamid Türk şiirine la-yemut numuneler, la-şerik bedialar
verdi. Şiirin çok defa san'at-ı tasviriyeden (art visue� olduğuna güzel bir misal
olan bu küçücük bediasıyla Hamid kendi kudret-i ressamanesini de göstermiş
oluyor. Büyük sanatkar tabii biraz da üslubuna ehemmiyet verse o kadar ihmal
etmeseydi şiir ile sanatı te'lif etmiş bir nadire-i bedii ü beyan olurdu. l 303 [1 885]
tarihinde Dikran Karabetyan Matbaası'nda tab'ettirdiği Bunlar Odur unvanlı
eserciğindeki o küçük incileri Hamid bize Hindistan' dan getirdi.
Hamid, Ahmed Ağa'yı da Bombay'a aldıktan sonra kalben biraz daha
müsterih olmuştu. Yukarıda gelmeye tenezzül etmediğinden bahsettiği Ahmed
Ağa'yı getirmek için hayli uğraşmıştı:
"Biraderime yaza yaza Ahmet Ağa'yı nihayet Bombay'a getirdik. Geleceği
zamandan haberimiz yoktu. Bir gün Puna'da sayfiyede idik. Bombay'a geldiğini
Ahmed Ağa bize yalnız pasaportunu göndermekle bildirdi. Çoluk çocuk hep
sevinerek hemen şimendifere koştuk ve birkaç saat yolculuğu ihtiyar ettikten
sonra Ahmed Ağa'yı alarak sayfiyeye döndük. O vakitten ta Londra'ya gidinceye
kadar yanımdan ayrılmadı. Hem beni pek ziyade sever, hem her hal ve
hareketime ve bilhassa para sarf edişime itiraz ederdi."
348 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor. Hamid Ahmed Ağa'yı çok severdi. Nitekim Ahmed Ağa da onu hem
evladı hem efendisi gibi severmiş. 'Kendisinin hem oğlu, hem efendisi gibi idim.'
diyor. Ahmed Ağa evin emektarı ve emniyetlisi olduğu için daima içeride
bulunur, hatta Hamid'in sevgili refikasıyla Hindistan'da iken tavla oynar, onlan
güldürür, hepsini meşgul edermiş.
Hamid'le de akşamlan yemekten sonra deniz kenannda saatlerce
gezerlermiş. Görülüyor ki, Hamid'in en saf, en hakiki, en vefalı arkadaşı imiş.
Nitekim en dertli, en matemli günlerinde de onun yanından aynlmamış. Saf,
kanaatkar, itikad-perver tesellileriyle Hamid'i avutmaya çalışmıştır. Ne fayda ki
[s. 420] takdirin hazırladığı akıbet-i feda adım adım yaklaşıyor, Hamid'e derin,
zehirli, sağalmaz bir hicran getiriyordu.
Hamid'in refikası hastalanmıştı. Ye'sinden ne yapacağını bilmeyen Hamid
elemler, ıstıraplar içinde Bombay'dan dönüyordu.
Bu seyahat Hamid'in hayatında unutulmaz, fakat zevk ve neşesiyle değil,
kahır ve endişesiyle unutulmaz bir seyahat olmuştu. Hasta her gün biraz daha
fenalaşarak, her gün biraz daha ölerek Hamid'i de öldürüyordu. İşte bütün bu
matemle didiştiği dakikalarda yanında teselli vermeye çalışan o fedakar Ahmed
Ağa'sından başka kimseciği yoktu:
"Bombay'dan Beyrut'a gelirken Bahr-ı Muhit-i Hindi'de, Umman'da,
Bahr-ı Ahmer'de hasta bulunan sevgili refikamın son nefesine intizar ile geçen o
elim lcyfili seyahatimde bu adam benim yanımda bulunuyordu."
diyen Hamid'in şu küçücük cümlesinde ne derin bir eda-yı şükran, ne kalbi bir
ma'na-yı imtinan var.
Bcyrut, zavallı Hamid'e bir darülhüzn, bir müebbed medfrn olmuştu.
Hamid sevgili zevcesini kumlara gömmüştü:
"Baki o enis-i dilden, eyvah!..
Beyrut'ta bir mezar kaldı."
Hamid'i bu derin, derin olduğu nispette de zehrin olan mateminde inha
eden yine Hamid'in o fedakar Ahmed Ağa'sı idi. Giden gitmiş geri dönmez
hakikatini her okumuştan daha iyi anlamış, çünkü kitab-ı tabiatta okumuş, uzun
tecrübelerle takdir etmiş olan Ahmed Ağa, sevgili efendisini, Hamid'ini bir
felaketten kurtarmayı düşünmüştü. Cenaze çıkarılacağı zaman o hemen Hamid'i
alıp şehir haricine çıkarmış, avutmuş, oyalamış, gezdirmişti:
"Beyrut'ta zuhur-ı musibetinin akabinde refıkamın cenazesi binlerce halk
ile mezara gidiyorken beni bu adam bir araba ile şehrin haricine götürüyordu.
Merhumenin mezarını kırk gün ikametim müddetince Beyrut'ta gece gündüz bu
adamla beraber ziyaret ediyordum."
diyor. Hamid'in bu sözlerinde: [s. 42 1 ]
"Belde halkında görmedim hayfa
Gördüğüm ünsü ehl-i vahşette"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 349
"Ah ry :;,mr
Mevtin pençesinde pir ü cüvan zebundur. Kabristan türab haline gelmiş
esrar-ı ilahiye ile meşhundur. İşte şu gördüğün yere Abdülhak Hamid'in nur-ı
dide zevcesi Fatıma Hanım'ı gömdüler. Merhume Pirizade Hanedanı'ndan bir
yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden dar-ı gurbette irtihal etti. O vücud-ı hüzn
nüınun şimdi senden Fatiha ister bir ruh-ı zi-sükundur.
Salı Beyrut, 6 Receb sene 1 302" [2 1 Nisan 1 885] "
kitabesini hakkctirmişti.
Makber anlaşılmıyor diyenlere mukaddimesindeki şu sözler bir cevab-ı
şafıdir.
"Makber gönlümden doğmuş bir tesiri havi iken bazı taraflannca benim
rivayet olunan şairliğime büsbütün ecnebidir. Okuyan birbirine benzemez iki
lisan bulur ki Makber'in belki iki adam tarafından yazıldığına zahib olur.
Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki manalarını kendim
de anlayamam."
Makber'i ilham eden matem-i hicran, Hamid'in hayatı üzerinde derin bir
inkılap vücuda getirmiş, orada varlığa da ta kalbinin derinliklerinde müstehzi bir
isyan duymuştu. Hatta ondan sonra geçirdiği hayat bu hali tamamıyla
müeyyeddir. Hayatında vaki bu ani darbe yaşayışını da, düşünüşünü de,
görüşünü de tamamıyla değiştirmişti. Tıfl-ı ekber unvanını alan Hamid bu
unvana o elim hicrandan sonra hak kazanmıştır. Makber mukaddimesinde:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 351
tetebbu ettiği Fransız edebiyanna İngiliz edebiyah tetkikatından hasıl olan faza.ili
de zammeden Hamid kendi isti'dad-ı dahiyanesine geniş bir sılha-i cevelan
bulmuştu.
Londra'da iken de birçok eserler vücuda getirmişti.
Hamid'de bir Fuzfıli ruhu var; o sade şair değil aynı zamanda aşık, kalbi
daimi bir ateş-i sevda ile yanıyor, kavruluyor; o, sevmek, daima daima sevmek
için yaratılmış bir ruha sahip ki aşk ile tagaddi ediyor, onun için ihtiyarlamak,
ölmek yok, en feci, en siyah, en hakiki ölüm aşksız, ateşsiz kalmak. İşte o zaman
tahammül edemiyor.
6 Ağustos 1 887- I 303'te Londra'dan Recaizade'ye yazdığı mektupta bu
ihtiyac-ı fıtrisini ne ateşin bir eda ile anlatıyor:
"Yine mektubun imdadıma yetişti. Var ol, sen beni tuttukça ben
düşmeyeceğim! Seni gözlerim görmüyorsa da kalbim duyuyor. Olduğum yerden
güneş gibi dur isen de şuaın yanımdadır. Hayır, ben senin ulüvv-i kemalinden
müstefiz oldukça ateh getirmeyeceğim!
Sevmek, ah sevmek! Şimdiye kadar ne yaptımsa hep sevmek yüzünden
değil midir?
Kalbi bir nur iken cismi bir zulmet olan refıkasının, o hakikatin yerine, bu
"her yeri nur, fakat kalbi zulmet" olan mecaza hasr-ı aşk ve hayat etmekten
kendini alamıyor: "Sevmek, ah sevmek! Şimdiye kadar ne yaptımsa hep sevmek
yüzünden değil midir?" diye derin derin inliyor. Evet sevmek yüzünden, hatta o
sevgiliyi mezara, mezarlara sürüklemek bile biraz da sevmek yüzünden değil mi
idi?
Biraz daha aşağıda dostu bulunan ve altı cilt üzerine İngilizce Osmanlı Tarih
i Edebiyatı yazan meşhur müsteşrik Mister Gibb'den bahisle Maarif Nezareti'nin
la-kaydisinden şikayet ediyor:
"Mister Gibb'i MüniP7 nişan ile taltif etmediyse sen bir mektup ile meclub
etmelisin zannederim."
sözleriyle Ekrem'i bir vazife-i medeniye ve edebiyeyi ifa hususunda irşad ediyor
ve Londra'da iken yazmış olduğu ,Zryneb'i gönderdiğini de şu suretle bildiriyor:
"Sana posta ile ,Zryneb'i gönderiyorum. Okuduktan sonra henışire
zadelerime isfil edersin. Mütalaanı da ben isterim. Bence kitap pek kusurludur.
Bile bile tashih etmiyorum. Bununla beraber nekayısı senin tarafından
gösterilirse bana daha ziyade kanaat gelir. Elbette bir şey dersin, sükut edersen
fena alamet."
diyor.
,Zryneb'in mukaddimesinde Namık Kemal'le, Recaizade Ekrem'e ve
Samipaşazade Sezai'ye şu küçük küçük ithaflara tesadüf ediyoruz:
"Üstad-ı muhteremim Kemal! Bu kitap senin feyzinle yazılmıştır. Havi
olduğu eş' an serapa manzum yapamadım. Serapa mensur yazmaya ise muvaffak
olamadım. Şakirdin [s. 427] Hamid'in bu kusurunu affet, rnihr-i ali-kemalinden
bir şa'şa'a-i tenezzülüne kail ol ki eserim mazleme-i nisyanda zail olmasın.
Bl-misl ü nazir Ekrem! Bu kitabı lütfen sen tetkik edeceksin, mensur ve
manzum cihetlerinde hangisi ercahtır, sen tefrik eyleyeceksin. Nazar-ı dikkatini
bilirim; tabakat-ı efkar ve hayalattan amak-ı hissiyata kadar kainat-! edebin
hiçbir noktası yoktur ki o şua-ı nilglın dehanın meşmulü olmasın. ,Zryneb dediğim
bir cesedi sen teşrih edip ruhunun nerede olduğunu sen bildireceksin.
Ulvi Sezai! Bu kitap sana yadigar-ı biraderanem olsun ki ebediyet
namından istimdada muhtaçtır. Korkanın bendeki tedenni-i edebiyi sen de
tasdik edeceksin, herkesin başladığını bir sinde Hamid'in bitirdiğini göreceksin."
,Zryneb'i 1 324- 1 908 senesinde İstanbul'da İkdam Matbaası 'nda tab'ettirrnişti.
Eşber'in son tab'ına yazdığı mukaddimede şöyle yazıyor:
70 "Af olmadan yiğitlik tamam olmaz; afta, öc almada olmayan bir lezzet vardır."
356 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Edebiyat ile iştigal edilemiyor değil mi? [s. 430] Senin orada hiç olmazsa
Tevfik Fikret'in var. Ben ne yapayım? Vakıa Londra denilen kainat içinde filem-i
edebiyat da mevcuttur. f'akat benim pencerelerimden, yahut dürbünümle
görünemiyor, görülemiyor veyahut pek az gözüküyor. O, ne kadar olsa bizim
için ecnebidir. Biz de onun için garibiz. Her kuşun dili başkadır. Ben kendi
dilimde ötmek ve kendi ilimden olan kuşlarla ötüşmek isterim. Halbuki bizim
kuşlar hep mahkfım-ı sükfıt. Yukarıda dediğim feryat başlayacak. Bari susayım."
diyor. Fakat hiç şüphe yok ki mektubu postaya attıktan sonra bastonunu eline
alıp, tek gözlüğünü gözüne takıp bir İngiliz dilberinin peyrev-i incizabı olup
gidiyordu.
Hamid'in hayatı hulasa edilse: "Sevmek, oynamak, kırmak, affetmek ve af
beklemek . . .
Sevgili Feylesof Rıza Tevfik'in dediği gibi:
"Hamid diyorsun! 'Bildin mi nedir o tıfl-ı ekber?"'
demeye mecbur kalırız. Çocuğun kini olur mu? Çocuğun matemi kaç dakika
sürer? Çocuk oynamaz mı, kırmaz mı? O bütün bunları kemfil-i safvetiyle
yaptığı gibi kcmal-i safvetiyle de affını bekler . . . Bilmem bu da hakkı değil mi?
Hcimid, Edirne'de iken, yani yirmi bir, yirmi iki yaşında iken yazdığı
Sardanapal namındaki eseri bac;tıracağı sırada 20 Haziran 1 303 [2 Temmuz
1 887] tarihinde Londra'dan bir de mukaddime yazmıştı. Bu mukaddimede
bilhassa Hamid'in mevzuu nasıl elde ettiğine dair olan ifşaat ve itiraf:itı calib-i
dikkattir:
"Sardanapal namına bundan on bir sene mukaddem yazdığım bu eser,
eb'ad-ı muzlime-i şükfık içinde kalan bir vak'a-i tarihiyenin, naire-i aşk ile tenvir
olunarak gösterilmesidir ki meşmıil-i nazarları olacak erbab-ı dikkat bunda
tarihe mutabakattan ziyade bir şiir ve inşa hevesinin ilcaatına muvafakat
bulurlar."
Eserin tarihçe olan nekayis ve zevaidini bu söz ile itiraf etmiş olduktan
sonra,
"Bir vak'a-i tarihiyeyi hissiyat-ı şair:ineye tevfik için tağyir [s. 43 l] etmekten
ise, o hissiyata göre bir f:icia-i hayaliye tasvir etmek evla değil midir?" yolunda
varid olacak suale cevap olarak, derim ki:
-Vukuat-ı filemi daima kalplerinde hissedercesine şair yaratılmış olan
erbab-ı kudret için, bir şey yazmak istedikleri zaman, tevarih-i kadimeden
istimdada ihtiyaç yoksa da, ben yazdığım şeyin mevzuunu tarihten almak
zaruretinde bulunan acezedenim.
Esası bu vechile tedarik edip, sonra onu kendi eflci.rıma göre vaz'etmek
adetimdir ki Tezer, Eşber, Tarık hep bu yolda yazılmış şeyler olduğu gibi,
Sardanapal de öyledir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 357
İşte Hamid bu sözleri tiyatro yazmak hususunda nasıl bir fikir beslediğini
bize anlatmakla beraber Makber gibi kalbi bir feryada türlü manalar icat ile
hücumdan çekinmeyen Naci'lere, Salahi"lere koca bir seng-i ta'riz fırlatmaktan
çekinmiyor.
1 292 tarihlerinde yazılıp 1 33 1- 1 9 1 5 senesinde ta'dil ve tecdid olunan
Sardanapal 1 335 [ 1 9 1 9] tarihinde Hamid'in Asar-ı Miffeie Kütüphanesi miyanında
neşrolunan külliyatıyla beraber İstanbul' da Matbaa-yı Amire'de tekraren tab' ve
neşredilmiştir.
23 Nisan 1 302'de [5 Mayıs 1 886] Rec:lizade'den aldığı bir mektuba yazdığı
cevapta:
" 1 9 Nisan 1 302 [l Mayıs 1 886] tarihiyle şimdi bir uhuvvetnameni aldım.
Sabahleyin senin sözlerinle uyanmak ne kadar rfıh-perver oluyor. Muhabere sık
olsun da mektuplar kısa olmuş zararı yok, zaten ben Golos'ta iken seninle bu kısa
yazmak yolunu bulmuştuk da o sayede uzun uzadıya görüşürdük.
358 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor.
Görülüyor ki Londra hayatı Hamid'in kalbi elemlerini avutacak bin bir
çare-i medeniyeye mazhardır. Nitekim onların da tesirini görmedi değil. Bir ara
Ali Ferruh, Kerbeld unvanlı eserini Hamid'e göndererek takriz istemiş. Hamid
buna bir şey yazamadığından itizar etmiş. l 7 Eylül 1 303 'te [29 Eylül 1 88 7]
Recaizade'ye gönderdiği mektupta hem bundan bahsediyor hem de kendisine
gönderdiği ..('ryneb'i alıp almadığını soruyor.
"Biri ..('ryneb'in gönderildiğine, biri de bilmem neye dair sana geçenlerde iki
mektup yollamış idim. İkisinden de bir eser zuhur etmedi. Yani bi-cevap
kaldılar. Yoksa ..('ryneb'i bizim hemşirezadeler sana itada ihmal ve imha! ettiler de
onun için mi cevap yazmadın?" diyor ve sonra Sezai senin evlendiğini haber
almış ve kendisine bir tebrikname göndermiş olduğunu söyleyerek kendisine
vermesine ve kendisi için de mezuniyet rica etmiş olduğu halde bir cevap
çıkmadığını söyleyerek meselenin canlandırılmasını Ekrem'den rica ediyor.
"Sezai teehhül etmiş. Lutf u ihsan eder de tebriknamemi kendisine isal edersen
ne kadar memnun olurum. Canım ben bizim eniştemizden benim için bir
mezuniyet istihsalini rica etmiştim. Ne evet, ne hayır, hiçbir şey söylemediler.
Eğer beni özledin ise bu işi sorarsın. Yoksa Londra cemiyeti yakında avdet eder
de ben de içinden bir sene daha çıkamam."
diyor. Bir taraftan mektupsuzluktan, beri taraftan tahassürden yorulmuş
olduğundan İstanbul'a dönmek arzusu gösteriyor. 2 Şubat 1 306 [ l 4 Şubat 1 89 1]
tarihinde Londra'dan Bahaeddin Bey'e yazdığı mektupta:
"Evet, bizim Londra ikameti biraz uzun sürdü. Sanki İstanbul'da, [s. 434]
yahut başka yerde bulunsam birbirimizden daha ziyade mi istifade edecektik? Bu
bizim iftiraklar.
Behr-i cem'-iyyet-i dil-hdst perişdnt-yi mii8 1
kabilinden de değil. Maziyi tahayyül ile istikbal için Allah'a tevekkül etmeden
başka çare yok. Ne diyecektim? .. Evet oğlum burada mektepte, kızım da
İstanbul'da mektepte. Sen ailenle berabersin, bahtiyarsın. Ben ailesizim. Fakat
gailesiz değilim. Sıhhatim rahnedar oldu. Ondan dolayı Avrupa'dan bir türlü
istifade nasip olmuyor. Usandım, bıktım.
Sudi Efendi ile senin düğünde bulunmuşuz. Lakin ikimiz de birbirimizi
hatırlayamıyoruz.
Evet, birader dağıldık, dağıldık. Necib, aşıklardan başka herkese uzak
görünen Bağdat'ta yıllandı. İbrahim, alem-i balada bulunuyor. Kemal arş-ı alaya
çıktı. Sen orada, ben burada muhtefi. Baki'nin hali ise bir sırr-ı mechıll u hafi!..
Daha ne diyecektim? .. Ara sıra haberleşsek ne hoş olurdu. Ölmüş fikrimin
fosforu kabilinden olan bu mektubumu bilmem nasıl telakki edeceksin.?
Ekrem'in Trablus seyahatine bilvasıta muttali olmuştum. Allah hayırlısıyla
avdetini mukadder etsin. O beni çoktan beri vefat etmiş zannediyorsa da, ben
onun hayatına dua ile meşgulüm . . . "
yine hakiki ve tabii nikbinlik gözlüğünü takarak "İ nsanı melek, cihanı cennet"
görmeye başlamıştı.
2 1 Mart 1 307 [2 Nisan 1 89 1 ] tarihinde Pirizade İ smail Bey'e gönderdiği bir
cevapnamede:
"Londra gazetelerinde Ahmed Vetik Paşa'nın irtihal telgrafnamesini
görerek pek müteessif oldum. Biçare adam hasta mıydı? Yoksa fü'ceten mi vefat
etti? Umanın ki hidemat-ı kadimesine mükafaten taraf-ı Şihane'den ailesine bir
maaş tahsis buyurulur. Şaban ayında -Allah başka emsal göstermesin- bizim
familyamızdan pek çok rıhlet edenler bilirim. Bir derecede ki her ne zaman
Şaban kedersiz geçerse ben Ramazanın ilk gününü bir ıyd-ı meserret
addediyorum.
Sefaret tekliflerin pek hoş, ama teşebbüs müsmir olacağından emin değiliz
ki bir şey yapalım. Bmse eğer bir şey istida eder de red cevabı alırsam pek ziyade
meyus ve mükedder olurum. Eğer terakki-i memuriyet benim için mukadder ise
vakt-i merhununda zuhura gelir. Hem kendiliğinden olan şeyler, istenilerek
huslıle gelen şeylerden daha hayırlıdır. Mamafih temenni bir kabahat
olamayacağından inşallahü Tcfila mezunen İstanbul'a geldiğim zaman bir
tecrübe-i tfili'de bulunurum."
diyor. Ve aynı senenin 18 Nisan'ında (30 Nisan 1 89 1 ] Pirizade İsmail Bey'e
yazdığı cevabi mektupta da:
"Yazdığın zıiir teşbihi pek güzel! Gönlümde sönük sönük yanmakta olan
şevk-i edebiyi bu kabilden nefehat-ı zeka ve irfana muhtaç buluyorum. Avdeti
müstahil olan mazi bana uzaktan mütebessimane iltifatlar ediyor veyahut bir
hasret-cngiz rüyanın hüsn-i ta'biri geliyor sanıyorum. Bir zamandan beri bir
filem-i garibin seyyah-ı bi-ihtiyan olan fikrim, vatan-ı kadimi bulunan sahra-yı
tabiat-sera-yı edebiyatı muvakkaten ziyarete mezun olmuş gibi oluyor da
iğtirabım gidiyor."
mütalaasında bulunuyor. Nikbinliği avdet ediyor. Yine cihanı nurani görmeye
başlıyor.
[s. 436] 1 3 Temmuz 1 3 1 0'da [25 Temmuz 1 894] Pirizade İbrahim Bey'e
yazdığı mektupta şikayetler başlıyor:
"Buraya ben geldim geleli hemen her gün yağmur yağıyor. Londra'nın
meşhur-ı alem olan mevsimi pek rezil bir şey oldu.
Telgrafımı almışsınız. Mektupla haber verdiğiniz halde bittabi telgrafla
cevap yazmaya hacet görülmez. Benim işlerim bozulmaya başladı. Sizin de
tahmin edeceğiniz veçhile paralan hadd-i hitama reside eyledik de onun için.
Tezyid-i maaş müracaatına başladık bile. Lakin tesiri olmuyor. Memleket yıkılıp
ahali kan ağladığı zamanda pis boğazım için müracaat hem de tekrar müracaat
etmeği gönül sevmiyor. . ."
diyor.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 361
Makber'inde:
"Fikrim gibi nutk-ı bi-zebansın,
Hüsnün görünür de sen nihansın.
Hüsnünde nühüftedir vücudun,
Ruhum gibi bendedir sürudun.
Sen mfilike-i safa-yı cansın,
362 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Hamid mektubunda da, söylediği gibi hakikaten iki suretle teselli bulmak
istiyor. Hem lisan, hem vicdan arkadaşı arıyor. Yalnız medeniyet tantanası kfili
gelmiyor. Hissettiği yalnızlığı başka suretlerle doldurmaya uğraşıyor. Boş
zamanlan da, pek ziyade sevdiği satranç oyununa hasrediyor, hususuyla
oynayacak kimse bulamadığı zamanlarda kendi kendine oynuyor ve hatta bazen
gazetelerin ilan ettiği bir nevi satranç muamma veya bilmecelerini hal ile vakit
geçiriyordu.
23 Teşrin-i Evvel 1 905 tarihinde Pirizade Sahih Bey'e yazdığı bir mektupta:
diyor.
diyor.
"Ah satranç ıih!.. Burada beni mağlup edebilecek adam yok, bir kere oraya
gelirsem görürsünüz, hepinize ihrac-ı seng ederim!.."
fahr u iştiyakıyla meydan okuyor. Hamid'in merakı bundan ibaret de değildir.
.
Bu tıfl-ı ekber, sade satranç oyunuyla iktifa edemez. Onun dimağında mahsur
kalamayan fikirleri, daimi bir iştigal ister, bir iş arar bunu da kendi kurşundan
askerleri, toplan, tüfenkleri, kaleleri teşkil eder. Bunlan kendi keyfine göre sevk
ve idare ile sevkiyata başlar. Ordular çıkanr, harpler tertip eder ve nihayet bütün
bu oyunlardan netice bir bedia-i san'at doğar. Bu tıfl-ı ekber ilhamlarını bu
çocukça oyunlarla avlar. Hayatı bir oyun telakki eden bu dahi-i san'at
oyunlardan da bir hayat çıkarmayı bilir.
20 Mayıs 1 907 tarihinde Pirizade Osman Sahib Bey'e yazdığı mektupta:
"Bizim de hamdolsun ahvıil-i sıhhiyemiz iyileşti. Nelly Hanım'la beraber
resmi mclfüf olan nekahethanede bulunuyoruz. Lakin havalar berbat,
memaJikinde güneş batmayan İngiltere'nin tahtgahında güneş doğmaz oldu.
Dünya gibi bu taraflarda güneş de yalancı. . ."
Hakkım olan terakkiyi diriğ ettikleri şöyle dursun, maaşımdan da on bir bin
kuruş kesip birtakım öküzlerle keçilerin aylıklarına zamime ettiler. Bir dostumun,
geçenlerde yazdığı [s. 443] gibi, ben hürriyet yolunda birçok fedakarlıklar
edebilirim. Lakin o hürriyeti istihsfil için eflci.r-ı umumiyeyi hazırlayanlardan
olduğum cihetle hükümet de beni feda etmemek lazım gelirdi. Zaten bizde
nankörlük pek ziyade hüküm-fermadır . . . "
diye iğbirarım da gösteriyor.
Uzun bir sene bile geçmedi. Hamid, camekanlarda itinfilar ihtimamlarla
beslenen çiçekler gibi, İsviçre'lerin sıhhi, can verici dağlarında Londra
etraflarının köylerinde, mükemmel sanatoryumlannda sıyanete, muhafazaya
çalıştığı ikinci nedime-i hayatını, ikinci enise-i ruhunu ölümün pençesinden
kurtaramadı. Onun da matem-i hicranını sinesine çekti. Onun da elem-i
iftirakıyla yüreğini yaraladı. Onun da makber-i samutunda hıçkırmak felaketine
uğradı.
2 1 Şubat 1 9 1 1 tarihinde Recci.izade'ye yazdığı mektupta:
"M benim mukaddes Ekrem'im, büyük biraderim!
Hitib-ı uhuwet-nisabınla benim imdadıma yetiştin. Nasıl tarif edeyim?
Bilmem ki. Beni giryan-ı şükran ve şadan-ı ahzan ettin. Evet kur'a-i musibet yine
aynı şekl-i heybeti ile bu dader-i bedbahtına isabet etti. Şüphe yok ki hep
ölümün taht-ı tehdidindeyiz. Lakin bu türlü darbeler insanı hayattan bizar ve
belki de memata intizar ile dem-güzar ediyor.
Ben maneviyata mutekidim, yahut daha doğrusu mutekit olmak için birçok
sebepler arayıp bulmuşumdur. Şimdi bu sahifenin öbür tarafında okuyacağın
hfili bir kere tefekkür buyur. Geçen gün bir dostumla beraber merhumenin
mezarcığına çiçek götürmüştüm. Ah o çiçekleri pek severdi!.. Hep bir aileden
idiler değil mi ya?.. Mezaristanı bulamıyorduk. Yanlış mezarlığa gittik, dağlar,
dereler aştık, ince ince yollardan geçtik; üç saat kadar dolaştıktan sonra nihayet
merkade vasıl ve maksada nail olduk. Bu üç saat zarfında bizi bir saniye olsun
bırakmamak üzere on yedi, on sekiz yaşlarında hiç bilmediğimiz bir güzel kız
refakatimizde bulundu. Çiçekçiyi gösterdi, çiçekler yapılıncaya kadar bekleyecek
yer gösterdi, sonra da [s. 444] mezaristanı ve mezarı gösterdi. Bu kız hiç
yanımdaki adama bakmıyor, daima bana bakıyordu. Çiçekleri benim mezarın
üstüne koyduğumu ve dökülen gözyaşlarını gördükten sonra, üç saatten beri hiç
binmediği ve eliyle çektiği velospitine binerek süratle kayboldu. Bu kız aynıyla
benim, birinci haremim merhumeye benziyordu. Yanımdaki zata hitaben 'Alllah
şu velospitle giden kıza rahmet etsin!..' dedim. Meğer o zat da benzetmiş, bana
söylemiyormuş.
Sonra Londra'ya taşçıya gittik. Taş ısmarlayacaktık. Bana numune olarak
bir taş resmi gösterdiler. Bu taş resminde görülen isim 'filanın sevgili zevcesi
Nelly' idi. İkinci merhumenin ismi. Bu bir tesadü( Lakin evvelki nümayiş
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 367
83 "Eğer ilkbahar gelir de dostlardan sorarsa, ey sabah yeli ona bütün çiçekler soldu, de!"
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 369
onları bir daha yazacak olsam, bu nekayisten kurtarmaya gayret [s. 447]
ederdim." diyor.
Hamid'in bu itirafı mühimdir. Bilhassa zaman ve zihniyet itibarıyla
mühimdir. Bu da zaman değiştikçe zevk ve zihniyetin nasıl değiştiğini bize pek
güzel gösteriyor.
Hamid, İstanbul'da yerleştikten sonra da hayat yolunda muzayakaya duçar
olmuştu. Bu münasebetle de tehvin-i ihtiyac kasdıyla muhtelif yerlere eser
gönderiyor, tiyatrolannın bir kısmını oynatıyordu. Bu hal son zamanlara kadar
devam etmişti.
Bebek'te ikamet etmişti. Çocukluğunu sahillerinde yaşadığı bu güzel
Boğaziçi köyceğizini artık ihtiyarlamaya, ikinci çocukluğa düşmeye yaklaştığı
zamanlarda gönlü çekiyordu. Akşamlan bastonu elinde, tek gözlüğü gözünde
kendine mahsus kibarane vaz'ıyla bu sahillerde dolaşırdı. Meşrutiyet'in ilk
seneleriydi. Hemen her taraftan mecmualar çıkıyor, hepsi de yaşayabilmek için
büyük şairlerden hediye olarak eser istiyor, hatta bazıları müsaade bile almadan
eserleri benimseyip bastırıyordu. Bu miyanda kendisine tab'ettirdiği Asar-ı
Nef1se'yi hediye ederek mukabilinde çıkardığı mecmuaya hediye eser isteyen
Mehmed Cevdet Bey'e [ 1 4 Ağustos 1 9 1 3] yazdığı mektupta:
"Teessüf ederim ki hal ve mevkiim şu aralık eser ihdasına müsait değildir.
Muzayaka-i şedide içinde bulunduğumdan yalnız tehvin-i hal için bazı ceriid ve
resaile eserler, fakat büyükçe eserler veriyorum. Bundan ziyade tafsilat itasına
lüzum görmezsiniz . . .
"
diyor. Zaten tafsilat-ı kafiye verilmiştir. Hamid kalemiyle hayatına yardım etmek
zaruretinde olduğunu açıkça söylüyor.
1 9 1 5 ( 1 33 1) senesini de Nesteren 'l e, Duhter-i Hindu'yu temsil ettirmiştir.
Mümessil Burhaneddin Bey'e Duhter-i Hindu'daki bazı hataların tashihi
maksadıyla yeniden gönderdiği 1 0 Kanun-ı Evvel 1 9 1 5 tarihli mektupta:
"On beş günden beri keyifsiz bulunduğum cihetle bu akşam tiyatroya
gelemeyeceğim."
dedikten sonra:
"Refikam diğer bir hanımla beraber bugün tiyatroya gideceğinden oyunun
ne tesir husfıle getirdiği hakkında akşama onlardan malumat alının.
[s. 448] Duhter-i Hindu'yu ben hatta Bombay'a gitmeden evvel yazmış
olduğumdan, içinde İngiliz lakap ve unvanlarına ait olan yanlışlıkların tashihini
arzu ederim."
sözlerini ve bazı izahatı ilaveden sonra:
"Zira oyunun ne zaman yazıldığım bilmeyenler ve hususuyla İngiltere ve
İngilizce'yi bilenler Londra'da yirmi sekiz sene bulunmuş olan bir adamın
eserinde böyle yanlışlar görürlerse ta'yib ederler."
370 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor. Ve ilave ettiği bir hamişle Duhter-i Hindı1, gençliğinde Sultan Abdülaziz
zamanında yazdığı eserlerin dördüncüsü olduğunu da bildiriyor.
Hamid, Brüksel'den avdetinde yalnız değildi. Evli idi. Beraberinde getirdiği
genç, zeki kadına az zamanda kendi eserlerini inşad edebilecek, hem bir san'at-ı
mahsusa ile inşad edilecek derecede hem kıraat hem de telaffuz itibarıyla
kuvvetli surette Türkçeyi öğretmişti. Hamid son zamanlarına kadar bu
refikasıyla yaşadı. Millet kendisine karşı olan hürmeti ibrazda kusur etmiyordu.
Daha İstanbul'a gelirken bir cemm-i gafir-i edeb istikbaline gelmiş, şerefine
Tokatlıyan Oteli'nde ziyafetler vermiş idi.
Hamid Meclis-i Ayan Rcis-i Saniliği'ne kadar yükselmişti. Ayanda eski
dostu kendi tabirince üstadı Recaizade ile de buluşmuştu, fakat şiirde ona
tefevvuk ettiği gibi mevkide mansıpta da tefevvuk etmişti.
Son zamanlarda Meclis-i Ayan'ın lağvı üzerine açıkta kalan Hamid,
Viyana'da bulunuyordu. Süleyman Nazire yazdığı hususi ve manzum bir
mektupta bu zarureti bildirmiş, fakat yazdığı mektubun mahrem olduğunu da
ilave etmişti.
Süleyman Nazif, mezkur mektubu Tanin gazetesiyle neşr ve ilan etti. Bunun
ilanı, efkar-ı umumiyeyi pek müteessir etmişti. Yapılan teşebbüsler üzerine
Hamid İstanbul'a davet olundu ve kendisine tekaüdiye olarak bir maaş tayin
edildi. Filhal İstanbul'da bulunmaktadır. Ebediyen kaybettiği Recaizade'lerin ve
sevdiklerinin hayaI-i girizanını tem3.şa ile yaşıyor denebilir.
Ölü'leri, Bir Sefiie 'nin Hasbilıali'ni verdi. Eşber'inde Aristo lisanından tefelsüf eden
şairin kalbindeki azameti dinleyelim:
"Aristo
Yarab, bu ne şuriş-i kıyamet!
Hengame-i haşre mi alamet? ..
Ol nefs-i haris-i pür-leamet
Etmez mi bu fi'line nedamet? ..
İşte bir parça ki fikri, hissi, vicdani, insani, bedii ve edebi bütün tezatların
mecmuu!.. "yiğit-git" kafıye-i mukayyede ve cinasıyla "siper ve teper" kafıye-i [s.
457] mukayyedesiyle bitinceye kadar birçok kelime oyuncakları ile dolu fakat
fikir kuvvetinden bir şey kaybediyor mu? İffet ve redaetle çarpışan bir ruhun en
keskin, en hırçın telaşlan, tezatları, ısuraplan canlanıp yaşamıyor mu?
oynayan Hamid, hatta klasikleri taklit ve tanzir ettiği zamanlarda bile hakiki bir
klasik olamamıştır. Mamafih olamaması da şayan-ı takdirdir. Eğer olsaydı hakiki
romantik Hamid'i hakiki dramatik, hakiki trajik Hamid'i belki de kaybederdik.
Kalbinin elemlerinden, mateminin derinliklerinden, siyahlıklanndan bahseden
Hamid şeklin kemaline, üslfıbun kemaline, kısaca kemfil-i surete ehemmiyet bile
isnad etmemiştir. Mesela eserlerinin hemen hiçbirisinde bir Racine olamamıştır.
Fakat hemen hepsinde bir Corneille, bir Shakespeare'dir. Hususuyla
Shakespeare'dir. Bir kere Shakespeare'in dehaet-i san'atını -kendi memleketine
göre- Hamid'de de bulabiliriz. Hamid de onun kadar velud ve feyyaz, onun
kadar müstakil ve serazattır. Shakespeare heyet-i mecmu'ası itibarıyla otuz altı
eser bırakmıştır. Hamid'in asan da tetkik edilse ondan aşağı değildir. Hem
Hamid bunları bir solukta denebilecek bir kudret-i veludiyetle yazmıştır. Yirmi
beş yaşında iken Paris'te yazdığı Tdnk bin ,Zrydd'ı deha.etine hüccettir.
Hamid yalnız o noktadan değil, sanatı telakki ve tatbik nokta-i nazarından
da bir Shakespeare'dir; çünkü Shakespeare zamanına kadar sıkı sıkıya tatbiki
bütün memleketlerde bir itiyat olan ve bilhassa Yunan-ı kadimde mevzu
bulunan dram kaidelerine hiç ehemmiyet vermemiş, bütün o bağlan, o zincirleri
koparıp atmış. Hatta "vahdet-i zaman", "vahdet-i mekan" gibi kayıtlara bile
boyun eğmemiştir.
Bundan dolayı da İngilizlerce Shakespeare tiyatronun hfilıkı
addolunmuştur. Hamid, Victor Hugo'nun bir perestişkar-ı hayranı olan Hamid,
Shakespeare'e büyük bir ehemmiyet isnat etmemiş olmakla beraber ondan çok,
pek çok şeyler almış, belki fıtri dehası ikisi arasında fıtri bir uhuwet-i fikriye
yaratmıştır. Hamid de Shakespeare gibi temaşa kavaidini mühimsememiştir.
Hatta Samipaşazade Sezai ile bir mübahese-i edebiyesinde Fransa'yı ve Fransız
şairlerini İngiliz şairlerine tercih ettiğini bildirmiş, Sezai'nin:
"Byron'ı beğenmiyorsun, Shelley'i tahattur [s. 462] etmiyorsun! Byron'ın
meziyeti için seninle bahse girecek kadar asarıyla iştigal etmedim. Şu kadar var
ki bazı şeylerinden istidlalen öyle bir tarafa bırakılacak şuaradan olmadığına
eminim. Shelley 1 792 sene-i miladisinde dünyanın İngiltere kısmında tevellüd
etmiş ve 1 833'te yine İngiltere'de dünyadan gitmiş bir büyük şairdir. Fransa
üdebası İngiltere şuarasından hemen de kıyas kabul etmeyecek derecelerde
çoktur; diyorsun! Halbuki İngiltere şuara ve üdebası kesretle Fransa'dakilerin
pek madununda bulunduklarını tasdik edemem: "İngiltere Cohaucer, Spencer,
Mala, Jonson, Milton, Dryden, Pope, Cavalier, Gray, Coleridge, Shelley, Byron,
Cesrichet, Tennyson, Browning, Soenier, Morsey, Rossetti gibi her biri içlerinde
zuhur ettikleri millete medar-ı iftihar olacak şuara ve üdebaya mazhar olmuştur.
Bunların içinde bir ikisi de muasırindendir. Namlarını daha ayn ayn yazmaya
lüzum görmediğim birçok şuara ve üdebayı da bir tarafa bırakalım; hiç
Shakespeare'e malik olan İngiltere'nin, edebiyatı Fransa'dan öğrenmesine imkan
tasavvur olunur mu? İngiltere'de darülfünun yok iken Fransa'da bulunması
edebiyatça Fransa'ya ne bir takaddüm-i fazl, ne de bir fazl-ı takaddüm
380 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Bilahare hayat-ı medeniyesi içine atılarak kemfil ü cemfil memleketi diye bir
an takdirden hfili kalmadığı İ ngiltere'nin o dfilıi-i sahnesi Shakespeare'i de
taklitten bir an iariğ olmamıştır. Hasılı Hamid, Shakespeare ile Hugo'yu
mezcederek almış, her ikisinin de ayrı ayn olan meziyetlerinden bir kısmını biraz
fikri, biraz da itiyadi bir lakaydi ile ihmal etmiştir. Mesela Shakespeare'in en
mühim ve en büyük meziyetini, tipler yaratmak ve tiplerin kalıplanna girerek
kendi şahsiyetini sahneden silmektir, sahnede yaşayan, konuşan Shakespeare
değil eşhas-ı vak'adır. Halbuki Hamid'deki eşhas ayn ayn birer Hamid'dir.
Hamid'in dimağı düşünür, Hamid'in lisanı söyler, Hamid'in kalbi çarpar.
Nitekim Namık Kemal' de de böyle idi.
Hamid, bu nakiseyi tamamıyla Hugo'dan almıştır. Hugo'da da bütün eşhas
Hugo'dur. Onlann ayn ayn mevcudiyetleri, ayn ayn hüviyetleri, ayn ayn
zihniyetleri yoktur. Hepsi Hugo'dur. Bu da Hugo'nun pek kuvvetli, pek bariz
olan ferdiyet ve dehaetinden ileri geliyordu. Hamid' de de aynı hfilet vakidir.
Hamid'in Hugo'dan bilhassa aynlan noktası lisanı idi. Hugo ne kadar
muntazam ve hem-var ise Hamid o kadar lakayd ve perişandır. Hamid'in
dudaklan arasından dökülen yaralı, mustarip kalbidir. Hugo'nun lisanından
serpilen musiki-i efkandır.
[s. 466] Kalbin lisanı klasisizmin dar ve ince çerçevesine ne girebilir ne de
sığabilir! .. Ona çarpınıp, çırpınacak hür ve bi-nihaye bir cihan lazım . . . Ağlayan
aheng-i musikiyi, kıvranan, yanan kanun-ı teşrifatı nasıl gözetir. . . İ şte Hamid'in
romantizminde böyle yakıcı, kıvrandırıcı bir fecaat, bir hayat-ı hakikiye fecaati
vardır.
sadır olan hatıralan bile bile ve seve seve muhafaza ediyor. Mesela "emr-i
meskut"u yanlışlığına ehemmiyet vermeden ihtiyar ettiğini, kullandığını itiraf
ediyor, bununla da kalbinin heyecanını, lisanını ifadeden aciz kaldığını
gösteriyor. İşte şiir. Hem de hakiki ve tabii şiir! Tıpkı zaptedilemeyerek gözden
dökülen bir damla yaş gibi . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 385
"Hacer-i Müteharrik"i:
"Ne hoş bir köylü kız gördüm geçende
Tek ü tenha oturmuş bir çemende
Ki baksan korkulurdu uzletinden
Meali kılmış etrafa sirayet
Verirdi mevki'e hüsn ü letafet
Periler şad olurdu vahşetinden
Kenar-ı ab idi zıll-ı sanavber
Öperdi payını hurşid-i enver
Anı mutlak görürlerdi semadan
Uyurdu tıfl-ı sevda makdeminde
392 İSMAİL HİKMET ERTAYI.AN
ter Ü taze bir şiirdir. Şu küçücük şiirine, hem de serapa hüsn, serapa resim olan
şiirine bakınız:
Kanıbala HiIB6
Eyliyordum geçende geşt ü güzar
Bir güzel yerde mecma'-ı eşcar
Olduğum mesken-i hazine karib
Gezinir gördüm anda ben tenha
[s. 482] Hem-ser olmak için gibi hem-pa
Taze bir kızla bir civan-ı garib
Ağlamışlar bakılsa gözlerine
Gülüyorlar bakılsa yüzlerine
Ne ararlardı bilmem erkence
Kimseler yoktu her taraf sakit
Oluyordu şu hal ile sabit
Bunlann kimsesizliği bence
Mütefekkir bürehne-pa idiler
Yek-diğerden biraz cüda idiler
Hüsn ile aşk yek-vücud olmuş
Yakalar çak çak ve saç dağınık
Galebeyle hicab idi karışık
Bir nedametle çehreler solmuş
İşitilmezdi sözleri lakin
Anlaşılmak değildi na-mümkün
Leb-i pür-tebde gizlenen mefhum
Olarak bi-irade bi-aram
Kuwe-i galib-i tabiata ram
Suçlu düşmüşseler de pek masum
Hasret ey hande-i şebab sana
Zulmetim olmasın nikah sana
Bize yoktur bu yolda gayn nasib
Bunda ben zaidim kem olmalıyım
Dilde suziş cehennem olmalıyım
Bu iki yare olmadansa rakib
Diyerek böyle ye's ile birden
Eyledim arz-ı canib-i mesken
[s. 483] Külbesi hem-civar idi birinin
O taraflarda hayli gezdimdi
Görmez oldum ben anlan şimdi
Saçlan tar ü mar idi birinin"
En canlı bir realisme'i kendine mahsus şuh ve mütehassir bir eda ile
mezceden şair gözümüzün önünde bin bir hayal ve haöra yaşatan gençlik,
çılgınlık, aşk ve nedamet levhaları çiziyor.
Emile Zola: "Sanat bir mizac-ı insaniden görülen hakikattir." demiştir.
Burada da biz hakikati Abdülhak Hamid'in mizacından seyrediyoruz. Bu da bir
nevi natüralizm daha doğrusu realizmdir. Fakat kuru, cansız bir tablo halinde
değil, his, heyecan, tahassürle dolu bir şiir halinde . . .
Hele şu "Mahim"87 unvanlı manzumeciği Hamid'in fantazya içinde nasıl
derin bir hakikat yaşattığını, mizahı, hicvi andırır bir şakraklıkla en felsefi bir
kanaati ortaya attığını gösterir:
"Gözledim saklanıp bir ormanda
Su kenarında bir sürü manda
Bir siyeh-reng seng-zara şebih
Yıkanırlardı gah gah anda
Kiminin bar-ı duşu bir rubah
Kiminin şahı üzre zag-ı siyah
Kiminin dünbesinde mar-ı kerih
Bundan olmazdı hiç biri agah
Gezinir ca-be-ca şebek maymun
Fareler muttasıl kılar şeb-hun
[s. 484] Konuşur filler cibal-asa
Haşerat u siba'-ı glın-a-glın
Mandalar farig in ile andan
Fark olunmazdı cism-i bi-candan
Hepsi dehşetle kaçölar amma
Ben zuhur eyleyince ormandan"88 .
"Bir ruhun bir ruhu okşayışı, bir vicdanın bir vicdana teselli verişi meğer ne
kadar ilahi imiş! Mektubun hissiyat-ı aliyeyi uyandırmakta kainat-ı hüsnün
sabah-ı rfız-ı ebedisi olmak için yaratılmış iki güzel mai göze benziyordu.
O yıldızlar ki; istikbal ile aramızdaki zalam-ı amik-i nisyan içinde bizlere
görünür zerrat-ı hakayıkur! Ah ben o temaşanın gönlüme verdiği hissiyatı,
vicdanımın karşısında o hissiyatın lisanı olan Hamid'i yanımda görmek isterim!
Her cuybar, fikri dışa getirdiği her ağaç, kudret-i ilahiyeye secde-ber-i şükran
olduğu, her sehab bir başka şevk ile semaya uçup gittiği zaman ben Hamid'i
isterim. Bir tarafta yüz binlerce güneşler gurfıb, diğer tarafta yüz binlerce aylar
tulu' eden ufuklara o tulfı' ve gurubun envan içinde kalmış bir sema, o semada
da Hamid'i isterim!
Bizde ise hfila bir şeyler yok. Kemal Bey gibi cewal bir adam tabii bu
mahrumiyete katlanamazdı. Onun için var kuwetiyle çalıştı ve tabii böyle
müthiş eksiklikleri imlaya uğraşan bir müceddid-i saf, bir lirik (fyrique) olamazdı.
Onun yetiştiği zaman, onu böyle cewal, ateşin her meseleyi kurcalar bir adam
haline koymuştu. Ben Kemal kadar da bizim Hamid kadar da yaşlı değilim. Bu
anlattığım teceddüd hareketi vuku bulmakta iken ben on yedi on sekiz
yaşındaydım. Ve Kemal Bey'i o sıralarda tanıdım. Kendisini ziyarete gittim.
Hani kitaplarda falan yazarlar ya, büyük adamın huzuruna gidince yüreği
çarpmış diye, işte ben Kemal'i gördüğüm zaman kendimde hiç mübalağasız
söylüyorum, öyle bir heyecan duydum ve elini öptüm. Bence Kemal'in dehası da
Türk'tür, nakiseleri de Türk'tür. Onda bir cihangirlik vardı, kendisine
ecdadından intikal eden bir cihangirlik vardı. İşte onun filem-i edebiyatta
kopardığı fevkalade fırtına esnasında idi ki; ben de edebiyata girdim.
[s. 488] Benim muhakemanm falan o vakitler tekmil Kemal Bey'di.
Fransa'da hani bir "Hugolatre"lar vardı ya, ben de Kemal'e karşı öyle bir
haldeydim. O iyi derse iyi, o fena derse fena idi, bilmem benim için böyleydi.
Hem o vakitler öyle birbirimize karşı garaz falan ne gezer, bilakis aramızda
birbirimize karşı büyük bir "enthousiasme" vardı. Sonralan Kemal'in tesirinden
kurtulduğum zaman eskileri de okudum ve gördüm ki; onlarda da nefis şeyler
var."
Sami Paşazade Sezai, kendi itirafından da anlaşıldığı üzere, bilhassa
Kemal'den müteessir olmuş, Kemal'in irşadı ile yürümüş, edebiyat vadisinde
eserler vücuda getirmeye çalışmıştır.
Gençliğinde Hazfne-i Evrtik'ta intişar eden ilk yazılan "Çamlıca Tavsifi"
nesirde sessiz bir inkılap hazırlıyordu. Kemal'in çok tantanalı, çok mübalağalı,
çok ateşli yazılan dimağı yoruyordu. Hakiki bir nesr-i edebi vücuda getirmiş olan
Kema, onun bütün inceliklerini bulup verebilecek kadar sükunet-i kalbe mazhar
değildi. Zamanı da bu işe müsaade etmiyordu.
Bu nesri veren Sezai idi. Bilhassa Londra'ya memuriyetle gittikten sonra
oradan aldığı intibaları Londra Mektuplan unvanıyla Gayret mecmuasına yazmaya
başladığı zaman bütün bir gençlik kalben kendisine bağlanmıştı.
Abdülhamid'in zalim siyasetinden, kanlı ve keyfi idaresinden istikrah ederek
milletin azat bir insan kitlesi olarak yaşamasını arzu eden ve bu hususta
ellerinden geldiği kadar çalışmaya karar veren Ahmed Rıza, Murad, Ali Saib
gibi birçok hamiyetli ve heyecanlı gençler Avrupa'ya firar etmişlerdi. Orada
gazeteler çıkararak İstanbul Hükümeti'nin cinnetlerini, cinayetlerini bütün
medeni cihana ifşa ediyor, memleketi ve milleti esaretin boğucu havasından
kurtarmak için uğraşıyordu. Sami Paşazade Sezai de bu gençlerin arasında idi.
O da onlarla beraber çalıştı, didişti. Ahmed Rıza'ya yardım etti. Bir zamanlar
da Şı1rıi-yı Ümmet gazetesinin başmuharrirliğinde bulundu.
402 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Sezai Bey, başında kırmızıca kalıpsız fesi, arkasında koyu renkli zarif
kostümüyle asabi parmaklar arasında daima sıkılmaktan ileriye doğru biraz
fırlamış gibi duran mütefekkir cephesiyle . . . Mütefekkir nazarlarıyla . . .
Mütefekkir ve mütehassis hal ve şanıyla, hal ve şan-ı asaletiyle o zamanki Sezai
Bey gözümün önüne geldi. Üstadını çalışkan bir mektepli sıfatıyla bu edibe:
Mahcubiyet ve memnuniyetimden karşısında ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi
bilemediğim bu edib-i haluka takdim ediyordu . . . Sergüzeşt müellifi için o gün
hissettiğim hürmeti her zaman hala hissederim."
diyordu.
Semadan dökülen şua ise karşı taraftaki Marmara'nın yansından büyük bir
kısmını ihata ederek nazar, ziyanın çuşişini, sath-ı deryada [s. 493]
dalgalanmasını temaşa eder. Vakitler güzar edip de güneş gurub etmeye
başlayınca Marmara'da ufuklardan sevahile kadar yine yollar hasıl olur. Ta karşı
taraflardaki ufuklarda gurub eden güneşin hizasına gelen gemiler al atlastan
yelkenler açmış gibi görülür.
İşte bu Marmara, Çamlıca'nın bir 'lac'ıdır. Bu pembeliği havi olan bulutlan
semaya doğru sevk eden hafif bir rüzgar, bahsettiğim ormancığa dahil olarak
bütün bir filem-i zi-bfil-i nağme-sazın bin heva ve vezindeki ahenklerini
bulunduğum yere semadan geliyor gibi döker.
Bu hıyaban-ı letafet, sema-yı zi-sala-yı şarkın zir-i nuranisinde, şedid olduğu
derecede medid bir aşk ve muhabbet saikasıyla altmış seneden beri na-kabil-i
iftirak bir surette birbirleriyle kucaklaşmış ağaçlardan vücuda gelmişti ki;
Çamlıca çayırlığının nihayetinden başlayarak Bektaşi Tekkesi'ne kadar imtidad
ederdi. Vakıa bu ağaçların cümlesi sema-paye denilecek kadar yüksek olmadığı
gibi bu ağaçlıkta nihayetsiz ormanlara mahsus vahşet-i ulviye ve birtakım serair-i
arnika içinde kaybolup gitmiş letaif-i hattiye mevcut değildi. Hatta bazı nispetsiz
surette küçük ağaçlan olduğu gibi seyrek yapraklılan da vardı.
Hala düşündükçe gözümün önüne gelir: Orada, o meşcerenin pür-zib ü fer
olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dallan, yapraklan, sarkarak müteessir,
mütefekkir bir halde duruyordu. Sonralan en hafif rüzgara karşı titrer, damla
damla akan yaşlan gibi küçük küçük yapraklan yere dökülür idi.
Vücud-ı nazenini akşamların rutubetinden teessür etmeye, reng ü huyu
sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler
gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat
içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.
Bir zaman mev'id-i telakileri olduğu halde artık kelebekler etrafında
uçuşmamaya kuşlar, ser-sema efserini teşrif etmemeye başladılar. Müessir şey!
Dallarında ne [s. 494] yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde
ne bir kuş! İşte bu hal ile kuruyup, bitti.
B ununla beraber bu hıyabanda fikr-i şairaneye mirkat-ı i'tila olacak kadar
meşe gibi, şimşir gibi, büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı.
Bazen bir karatavuk hıyabanın medhalinden girip, ıslık çalarak bu yeşil
kubbenin altından sür'at-i tayaranıyla geçerdi. Bazen gurub bu meşcereye
aksedince ağaçların tepeleri ziyadar bir yeşil, oraları uçuk pembe, gökleri mai
görünürdü. Bazen şafak bu meşcereye nurani bir pencere yapar, o pencereden
uçup gelen bir kuş, kanatlarını ziya-yı nev-zuhiıra karşı sallayarak o esnada hfil-i
heyecanda bulunan kalbe zalam-ı şübehat arasında uzaktan uzağa hatırladığı
bilmem hangi alem-i nuraniden dem vururdu. Bir bülbülün, nücum-i zahirenin
ta ufuklara kadar dokunduğu bir şeb-i ahter-darda siyah bir nokta kadar küçük
gözlerini sema-yı bi-intiha-yı laciverdiye çevirerek icra ettiği nagamatı, o bülend
406 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ve ruh-perver sadası kalbimde yuva yapuğı için hfila gözlerimi kapayıp, dinlesem
bir harabeden yükselen avaz-ı hazin ve müessir gibi kulaklarıma aks-endaz olur.
Bazen benden uzaklaşarak gah galeyanda, gah fasıla vererek deruni bir sada ile
öter. O sada gecenin sükuneti içinde uzaktan bir havz-ı şeffafa damlayan su gibi
damla damla ruhumun içine döküldüğünü hissetmiştim. O gece ta-be-sabah
gözlerimi bir dakika bile yummadım.
Bir gece birkaç ahbabımla beraber o hıyabanın medhalinden geçiyorduk.
Gece gayet parlak bir mehtapla münevverdi. Ayın ziyası karşı taraftaki
ufuklarda, o saatte derin bir uykuya dalmış gibi görünen ve tülden bir yorgan
gibi gayet hafif ve şeffaf bir sisle mestur olan İstanbul'u irae ediyor, suların
üzerinde çırpınıyor.
Dur-a-dur ufuklarda bi-tab-ı muhabbet olarak semanın mai gözlerini
öpüyor. Kuşlarla naz u niyaz ediyor. Hafif bir rüzgar ihtizaz eden ağaçların
yapraklarından meşcerenin içine damlıyordu. O esnada etrafımızda bir ses
işittik. Bu ses bir asrın güzar ettiği yoldan uzaklaşıp gidiverdi:
Kt'mfil-i dikkatle dinledik:
[s. 495] Gönlümü duçar eden bu hale hep
Kara kaşlım, kara gözlümdür sebeb
Ettiğim ah u figana ruz ü şeb
Kara kaşlım, kara gözlümdür sebeb
Hemen her tarafta gizli gizli sevdalar işgal eden bu nurani gecenin sükun ve
sükuneti içinden zuhur edip gelen bu sacla yanımda bulunan gençlerden bir
ikisine hayli dokunmuş olmalıdır ki kemal-i tehalükle: 'Nereye gidiyorsun? Biraz
buraya gelmez misin?' diye bağırdılar. Hemen yanımıza geldi. Kara kaşlardan,
kara gözlerden feryat ve figan eden bu adam, ak sakallı bir pir-i sefıd-ser idi. O
dakikada benim büyük Sadi'mi n :
Ey sfm- ten-i siJıdlz-gfsıl
E�fikr serem sepftl kerdf. 89
beyt i aşıkanesini hatırladım. Ayın ziyasına karşı gelen bu beyaz sakala, saçlara
-
zenbilinin içinde kimse duymasın bir şişe de rakıcığı vardı. Etrafımdaki erbab-ı
asfiletin kendisine gülerek verdiği mecidiyeleri korkarak alıyordu. Paralarını
sayarak, şarkısına devam ederek bizden tebaüd edip gitti. O esnada memleketten
üç sene gaybubet ettim. Londra'da bulunduğum o senelerde bazen mahşer-i
medeniyetin dağdağasından bi-tab olarak otuz beş saatten beri sönmeyen
lambamın ziya-yı müzeyyeni alu nda sabahı özleyen ama gibi o nurani
Çamlıca'yı, o yeşil hıyabanımı düşünürdüm.
89 "Ey gümüş tenli, siyah saçlı (güzel), seni düşünmekten saçlanmı ağarttın.".
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 407
Uzun bir müddet iftiraktan sonra yine Çamlıca'ya avdet ettim. O günlerde
her hangi bahçenin içinden her hangi araziden geçsem, her cihette hüküm
ferma-yı tahrib olan dehşetli bir balta sesiyle yürekler dayanmaz surette aa acı
feryat ederek birtakım ağaçların yere yıkıldığını görüyordum. Suver-i bedayi'-i
tabiat arasında endam-ı dil-rübfilanyla temayüz ederek bir [s. 496] filem-i zi
bfilin kainata karşı ettikleri feryada gökten zemine dökülen aheng-i ilahiye
minber ve muhit olan ağaçlan o sene katliam ediyorlardı.
Bu avaze-i inhidam arasından mahzun mahzun geçerek her yerde zib-i
hayalim olan hıyabanıma doğru takarrüb ettim. Ne göreyim? O güzel hıyaban
her dert ve elemle bir beyaban olmuş. Vakit vakit esen bir rüzgarın kaldırdığı
guban ye's-efza içinden haşerat-ı muzırra yağar toprak renginde bir bulut şeklini
almıştı.
Ne bir ağaç! Ne bir kuş! Şurada burada kalıp, kurumuş bazı ağaç kökleriyle
orası bir Afrika mezaristanına dönmüştü. Her şeyi çürüten temmuzun o ateşin
güneşi yolun kenarında kalmış bazı çalıları, yangından çıkan yeşillik gibi yakmış.
Ötede beride yağmurdan biriken sular ise kurtlandığı için taaffün ediyorlardı.
Yoldan yürümeye başladım. Güneşin zemine dokunan ateşin bir hayt-ı şufü
içinde, nihayetsiz bir sürat, yorulmak bilmez bir hareketle yukarıya aşağıya çıkıp,
inen bin türlü sinekler ağza, gözlere giriyor, başımın üzerinde kaynayan bu
güneş de her tarafı kavuruyor, ayağımın altından ise kertenkeleler kaçışıyorlardı.
Oradan geçen bir bağcıya: 'Buraya ne olmuş!' diye sordum. Yüzüme biraz
hayretle baktıktan sonra: 'Buranın sahibi bu ağaçları iki yüz elli kuruşa Üsküdar
odunculanna sattı!' cevabını verdi. "
işte şu realist hikayedeki tasvir ve ifadedeki kuvvet, nlh-ı manadaki tariz ve
istihzadaki derinlik, üsluptaki sadelik ve samimiyet Sezfü'nin nesre ettiği hizmeti
göstermek için kuvvetli bir numunedir.90
90 26 Nisan 1 936 tarihinde vefat eden Sami Paşazade Sezai'nin İclal adlı eseri 1 924 yılında
yayımlanmıştır. 1 934- 1 935 yıllarında Konak adıyla bir roman yazmaya başladığı, fakat
tamamlayamadığı bilinmektedir. Bu konuda bkz: Güler Güven, "Sami Paşazade Sezfil'nin
Bitmemiş Bir Roman Müsveddesi: Konak", Türk Dili ve Edebiyatı Derfjsi, C. XX, İstanbul 1 973, s.
97-1 1 3. Sami Paşazade Sezai'nin bütün eserleri Zeynep Kerman tarafından topluca
yayımlanmıştır: Bkz. Sami Paşazade Sezdi'nin Hikaye, Hatıra, Mektup ve Edebi Makaleleri, İstanbul 1 98 1 ;
Sami PQfazdde Sezdi'nin Bütün Eserleri I-II-III, Ankara 2003. Aynca bkz. Güler Güven, Sami PQfazade
Sezqyi ve Eserleri, İstanbul 2009.
Sadullah Rami Paşa
SADULLAH RAMİ PAŞA
hakikaten taklit olunması güç bir hususiyeti, bir mahsusiyeti haiz, "sehl-i
mümteni" demek becadır. Teessüf olunur ki; ne asar-ı nazmiyesi ne de asar-ı
nesriyesi cem' ve tedvin edilebilmiştir.
Sadullah Paşa fıtratı itibarıyla bir romanti.que'dir. Yaradılışındaki bu istidadı
besleyen sebeplerden biri de Avrupa'da ve bilhassa Berlin'de bulunuşu olmuştur.
[s. 503] Berlin'den aldığı intibaatı yazdığı bu mektupta açıkça gösteriyor:
"Bir ay kadar Avrupa'yı seyahate çıkmış idim. Şimdi Berlin'e avdet edildi.
Esna-yı seyahatimde Avrupa'nın bir hayli bilad-ı meşhfıresi görüldü. Garb'ın
ma'mfıriyet-i hfili görüldükçe Şark'ın mağmuriyet-i ahvaline teessüf olunmamak
kabil değildir. Bu seyahat sıhhatime pek çok hizmet eylediği gibi, idare-i
mülkiyece meşhfı.dat ve meksfıbatımı dahi tezyid eyledi.
Kütüb-i siyasiyeyi mütfilaa fenn-i tedbir-i müdünde tevsi'-i nazarı mucib ise
de, kavaid-i fennin tatbikatını görmekte fevaid-i azime müsellemdir. '�se'l
haberii ke'l-ryan.'91
Avrupa görülmedikçe elsine-i revanda ve sahayif-i matbuatta mervi olan
medeniyet-i Garbiye ne demektir, bilinmez. Efkarın bedayi'-i asar-ı hayret-fezası
gözden geçirilmedikçe havass-ı insaniyenin mertebe-i meziyeti anlaşılamaz.
Hikmeten sabittir ki tasavvurat, a'yan-ı sabiteye nazaran ala-tariki'l-kıyasdır.
Binaenaleyh medeniyetçe mertebesi dun olan bir memlekette terakkiye hizmet
da'iyesinde bulunanlar kemalat-ı medeniyesi müsellem bir mülkün ahval ve
esbab-ı intizamını müşahede ve mütalaa etmemiş olurlar ise ıslahatça edecekleri
tasavvur ve tedbir, bulundukları dairenin derecesine kıyasen olur. Terakki-i
sahih ise filem-i insaniyetin terakkiyat-ı müktesebine vukuf ile huslıl bulur.
Bugünkü gün Paris sergisi maarif-i asriyenin teşhirgahı olduğundan
memalik-i mütemeddinenin her cihetinden, her sınıf halk san'aten ve ilmen
mensup olduğu kısma müteallik tahkikatı icra için, fevc fevc sergiyi temaşaya
gelmekte ve malfımat-ı sabıkalarına munzam olan tahkikat üzerine yerli ve
ecnebi erbab-ı hibre sergi dairesinde akd-i meclis-i mübahese etmekte oldukları
halde, bizim dünyadan haberimiz yokmuş gibi muamelelerimize hayret elverir!
Sadr-ı İslam'da medeniyet-i Arab'ın terakkisine başlıca sebep, erbab-ı
himmetin aktar-ı alemi seyr ve seyahat ile tahkikat-! ilmiyelerini neşretmeleri idi.
Artık cehil ve taassup bizde bir dereceye gelmiştir ki; tahatturu bile mfıcib-i
nefrettir.
Kadınlarımız evlerine kapandıkları gibi, erkeklerimiz dahi memleketlerine
kapandıklarından, cem'iyat-ı beşeriyenin, ahval-i terakkiyatından o derece gaflet
üzereyiz ki, [s. 504] etrafımızı muhit olan akvam günden güne ilerlemekte ve bu
sayede manen ve maddeten bize galebe etmekte oldukları halde, biz yine dört el
93 Daha geniş bilgi için bkz. Ali Akyıldız, "Sadullah Paşa'', DlA, C. XXXV, İstanbul 2008, s.
432-433.
Ahmed Midhat
AHMED MİDHAT
94 İbret gazetesini çıkaranlar Nfunık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Menapirzade Nuri Bey'dir.
Ahmet Midhat Efendi bu tarihte Devir ve Bedir gazetelerini çıkanr. (Haz. notu)
424 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Zaptiye Nazın ve Suriye valisi olan Nazım Paşa'dır - Genç Osmanlılar Cemiyeti
azasından ve Namık Kemal'in yetiştirdiği gençlerden imiş. Kendi:
der.
Hatta Lastik Said namıyla anılan Kemal Paşazade Said Bey ile -ki Şura-yı
Devlet Tanzimat Dairesi reisi idi - aralarında açılan bir münakaşa-i kalemiyede
biraz fazlaca istihza eden Said Bey'i Babıali Caddesi'nde yakalayarak şemsiye ile
dövdüğü meşhurdur.
1 324 [1 908] Temmuz'u inkılabıyla Ahmed Midhat da tekaüd edilmişti.
Yalnız Darülfünun"da tarih-i umumi, tarih-i edyan ve felsefe muallimliklerine
tayin edilmişti. Tevfik Fikret merhum da edebiyat muallimi bulunuyordu . . Bir
meclis-i mualliminde verilen kararlara Fikret talebenin menfaati ve
darülfünunun haysiyeti namına itiraz etmiş iken Midhat ekseriyetin tarafını
iltizam etmiş, sonra da eğilerek Fikret'in kulağına: "Ben de senin fikrindeyim
ama ne yaparsın idare-i maslahat .. " deyinc,e Fikret yerinden fırlayıp kalkmış ve
doğru müdürün odasına giderek: "Bu koca sakallı riya.karlarla benim bir arada
çalışabilmeme imkan yoktur." diye istifasını verip çekilmiştir.
Kanun-ı Ewel'inin on altıncı Pazar [29 Ocak 1 909]95 gecesi bu fahri vazife
başında vefat etmiştir.
Geceleri zavallı dokuzda yatar, ona kadar m ütalaa ile vakit geçirirmiş . İşsiz
olduğu günler, esasen pek çok olan çoluk çocuğunu etrafına toplar, para vererek
kendisine masal söyletirmiş: "Bunlann çoğunda hikmet vardır." dermiş. Oyunda
yenilen çocuklara da ceza olarak masal söylettiğini naklederler.
[s. 5 1 9] Tenha günlerde Beykoz çayırına çıkar, açık havada boylu boyuna
bir ağaç gölgesinde çimenlerin üzerine uzanır, yatarmış .. Evde de yorgun olduğu
zamanlar yere, halının üzerine arka üstü uzanır dinlenirmiş. Yazın çalışırken de
çıplak ayak ve kollan sıvalı oturmak itiyadı imiş .. Gece uykusunda bağıra bağıra
sayıklar, dişlerini gıcırdatırmış, bazen uyku içinde naim-i sair (somnambule) gibi
dolaştığı da olurmuş .. Hatta bir gece kalkarak, gündüz bahçesine ektiği semizotu
tohumlarını suluyorum zannıyla, odayı sulamıştır. Ertesi sabah odadaki
ıslaklıklan gösterdikleri zaman gece kalktığını hatırlamıştır.
Ahmed Midhat'ın yedisi kız dördü erkek olmak üzere on bir evladı dünyaya
gelmiştir. Damatlanndan Muallim Naci öldüğü zaman teessüründen asabi bir
rahatsızlığa uğramış ve kollan sıvalı, elinde Revolver, on on beş gün kırlarda,
dağlarda dolaşmıştır.
"Hele şunu tekrar tekrar sormak isteriz: Bir elinde kemfilat-ı Garbiye
ufkunun sehfilb-i rengarengi, bir elinde vüs'at-ı kariha deryasının emvac-ı bi
nihayeti ile huzur-ı mahkeme-i efkara çıkan Ahmed Midhat'ın yanında, siz bu -
Bize ne Mirabo lazım ve ne de Voltaire'in iktizası vardır - kıyafetiyle mi
duracaksınız?"
Ahmed Midhat'ın lisanı, bir gazeteci lisanıdır. Onda büyük bir meziyet-i
edebiye yoktur. Ziya Paşa'ların, Kemal'lerin, Ekrem'lerin, Hamid'lerin lisan
larıyla mukayese edilemez. Hatta kendi damadı Muallim Naci'nin lisanındaki
430 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Mensur hikayeleri ya roman şeraitini cami' olmayan bir eser-i edebi idi,
Cezmi gibi, yahut evsaf-ı edebiyeden mahrum romandı, [s. 522] Hasan Melldh
gibi."
Ahmed Midhat'ın karileri muayyen bir zümreden idi. Şüphesiz onu bila
istisna, herkes anlamazdı. Fakat anlayanlar seve seve okurlar ve bu mütalaa
sayesinde de birçok malumat alırlardı .
azalmıştı.
Ahmed Midhat'ın bir meziyeti de hikayelerinin mevzularında bir milli şiar
aramaktı. Alelekser mahalli ve kavmi hislerden, şahıslardan, adetlerden
bahsederdi. Memlekette mevcut muhtelif unsurların adatından, adabından,
maişetlerinden numuneler alırdı Arnavutlardan, Lazlardan bahseder, gayr-i
Müslim anasırın usullerini, adetlerini anlatır. Teceddüd cereyanlarından
bahsederken haklı olarak tesirini anlatan Halid Ziya:
"Bilemem niçin, memleketin hayat ı irfanından ve hususuyla son hareket-i
-
96 Ahmed Midhat'ın bu başlık altında bir kitabı yoktur, sadece bir makalesi yayımlanmıştır.
(Haz. notu)
Hüsryin Nazım Pa.Ja
HÜSEYİN NAzIM PAŞA
97 Ziya Paşa'nın Namık Kemal'le birlikte Mayıs 1 867'de Paris'e kaçmasıyla paşalık rütbesi
geri alınmıştır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 437
'Biz Kemal Bey'in müsaadesini alırız!' diye mektup yazıp rica ettiler, ben
de İttihad'a başmuharrir oldum. Artık memnuniyetime payfuı yoktu."
diye sergüzeştini nakleder.
Babası Genç Osmanlılar azasından olan Nazım Paşa daha küçücükten bir
inkılapçı ruhuyla beslenmişti. Kendini bilmeye başladığı zamanlarda düşüp
kalktığı adamlar hep memleketin teceddüdünü isteyen, içtimai, iktisadi, ilmi bir
inkılap yaratmaya çalışan Kemal'ler, Ziya'lar, Ali Şefkati'ler olmuştur.
[s. 528] Bu isyankar ruhun tesiri Nazım Paşa'nın hemen bütün yazılarında
görülmekte idi İttihad'a yazdığı makaleler müthiş bir tesir bırakmış, pek büyük bir
şöhret almıştı. Din, sanat ve hayat hakkında yazdığı hürriyet-perverane, inkılab
cı'.'ıyane yazılar Yıldız Sarayı'nı endişeye düşürmeye başlamıştı.
Abdülhamid, Sadrazam'ı çağırıp: "İttilıa.d başmuharriri Nazım Bey'i çağır
da tatyib et, gazetede bu kadar ileri gitmemesi hususunu kendisinden ümit
ettiğimizi söyle!" demiş o zaman Sadrazam, Müze Müdürü Hamdi Bey'in pederi
Edhem Paşa imiş. Haber gönderip Nazım Bey'i davet etmiş. Fakat o Mabeyn'e
gitmek istememiş. Tekrar yaver gönderip götürmüşler. Ve Sadrazam'a: "Nazım
Bey geldi!" demişler. "Buyursun!" demiş. Sadrazam elbisesinin düğmelerini
ilikleyip ciddi ve resmi bir tavır takınarak saçlı sakallı, yaşlı başlı bir adam
zannettiği İttihad başmuharririni beklerken karşısında on dokuz yirmi yaşlarında
bir genç çocuk görünce evvelce iliklediği düğmelerini çözerek laubali bir tehdit
ile: "Bir daha gazeteye böyle şeyler yazmayacaksın! Yoksa seni falakaya
yıkanın!" demiştir. Sadrazamın bu garip tehdidi üzerine Nazım Bey ertesi günü
daha şiddetli bir lisan kullanmış, Abdülhamid de Sadrazam'ı çağırıp tekdir
ederek: "Neden Nazım Bey'i çağırıp söylemedin?" demiş. Edhem Paşa:"
'Çağırdım karşıma bir çocuk çıktı. Hatta kendisini tehdit ettim." cevabını vermiş.
Sultan: "Ben sana tehdit et demedim, 'Tatyib et!' dedim!" demiştir.
Abdülhamid, Nazım Paşa'nın babasını ve faaliyetini çok yakından tanıdığı
için onun oğlunun da tehdit ile yola gelmeyeceğini pek güzel biliyordu.
Nazım Paşa, Avrupa'dan gelip iş başına geçtiği zamanlarda da fıtratındaki
doğruluktan ayrılmamıştır. Şehremaneti Mektupçuluğu zamanında ecnebilere
bir şirket imtiyazı meselesinde Emanet Meclisi azalarının nasıl suistimal
ettiklerini, rüşvet aldıklarını ortaya atmıştır. Bir sabah evine gelen şirket müdürü
büyük bir zarf bırakıp gitmiştir. Nazım Paşa bir istida zannıyla açıp [s. 529]
kendisine otuz bin franklık bir rüşvet bırakıldığını görünce hayret ve gazabından
deli gibi olmuş ve Emanet Meclisi'nde mesele müzakereye konup şirkete imtiyaz
verilmesine karar çıkacağı esnada kalkıp; "Ben bu kararın aleyhindeyim!" diye
otuz bin frankı zarfıyla beraber ortaya koyup: "Bana bu rüşveti getiren elbette
başka yerlere de götürmüştür. Namus-karine iş görecek bir şirket kimseye rüşvet
vermez. Otuz bin frank rüşvet veren şirketin ise memleketten otuz milyon
çalacağında şüphe yoktur. Ben imtiyazın verilmesine kat'iyen muarızım!" demiş,
Meclis'i fena bir vaziyette bırakarak karar verdirmemiştir. Fakat bir gün şirket
438 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
müdürüne tesadüf etmiş adam kendisine: "Nazım Bey, goruyorum siz çok
tecrübesizsiniz; o parayı biz size bir hediye olarak verdik, yoksa imtiyazı bizim
alacağımızda şüphe yoktur. Abdülhamid kendisine verilen milyonları alırken
sizin bu küçücük hediyeyi reddetmeniz ne fayda verir!" demiştir. Filhakika bir
hafta sonra da imtiyaz o şirkete hem de Meclis-i Vükela kararıyla verilmiştir.
Sarayın rüşvet aldığı, rüşvet alanlara da göz yumduğu muhakkaktı. Hatta
Abdülhamid bu hususta "Bal tutan parmağını yalar!" darb-ı meselini kullanmayı
adet etmişti.
Nazım Paşa, Zaptiye Nazırlığı'na kadar çıkmış ve Abdülhamid'in keyfine
hizmet etmemiştir; daima hürriyet için çalışanları el altından tutmuş, tevkif
olunanları birer vesile ile bıraktırmıştır. Hatta Abdülhamid'e de hürriyet
perverane telkinlerde bulunurmuş.
Avrupa'da gazete çıkararak hükümet aleyhine çalışanlardan Ali Şefkati
kendi arkadaşlarından imiş. Ona bir vesile ile maaş bile yaptırmış, onun
kardeşini memuriyete koydurmuştur. Fakat nihayetinde Abdülhamid ile
uyuşmak mümkün olamamış, kendisini valiliklerle İstanbul'dan uzaklaştırmıştır.
Bütün bulunduğu vilayetlerde kendini halka sevdirmiş, daima memleketin
nerine ve hürriyetine çalışmıştır. Abdülhamid [ s. 5301 zamanının gerek dahili,
gerek harici siyasetindeki gizli noktalan ortaya atan çok şayan-ı dikkat bir
Hdtırdt'ı vardır. Yazık ki tab'edilememiştir.
Nazım Paşa birçok gazetelere hürriyet-perverane yazdığı ateşli maka
lelerden başka Sahı2m, Al.eksaniç, Beld-yı Hicret namlarıyla üç tiyatro yazmış, büyük
şöhrete mazhar olmuştur. Bundan maada o zaman intişar etmiş birçok
manzume ve şarkıları da vardır. Kendisi de 1 324 İnkılabı'nı hazırlayan İttihat ve
Terakki azasından idi.
Veladet ve Hayatı
Yenişehir Feneri denilen kasabada dünyaya gelmiştir. Bekir Paşazade
demekle maruftur. Pederi Yenişehir Feneri eşrafındandır. Çocukluğunu
doğduğu bu ülkede geçiren Avni tahsilini de orada yapmıştır. Zeki, vakur, metin,
mütevazı olduğu nispette de merdüm-girizdir. Bilahare İstanbul'a gelerek
devair-i hükumete girmiş, Üsküdar Mutasamflığı maiyetine kitabetle girmiş,
1 292 [ 1 876/ 1 877] tarihlerine doğru mezkur liva "Hukuk Dairesi" Mümey
yizliği'ne irtika etmişti.
Kendisi gibi Üsküdar'da oturan şair İsmail Paşazade Hakkı Bey gibi
zamanının tarz-ı kadimde şiir yazan bazı muktedir şairleriyle akd-ı ülfet etmiş,
uzlet ve inziva içinde bir hayat geçirmiştir.
Şeyh Nazif-i Mevlevi'nin damadı olmuştu.
Garp'tan istila.za ederek "yeni edebiyat" denilen meslek-i edebiyi vücuda
getiren Şinasi'lerin, Kemal'lerin, Ziya'lann yetiştirdikleri Recaizade'lere,
Abdülhak Hamid'lere karşı kuvvetli bir muaraza açan Muallim Naci birçok
fikirlerini Avni Bey'den mülhim olmuştur. Avni Bey'in "edebiyat-ı kadime" ve
"edebiyat-ı cedide" hakkında beslediği kanaatleri benimseyen Naci merhum,
tarz-ı kadim şiiri, aynı zihniyet haricine çıkmamak şartıyla, ıslah ve tecdit ederek
bir nev'i yeni tasnifi meslek, Neo-classicisme vücuda getirmeye çalışmış, etrafına
topladığı taraftarlarla bir zümre-i edebiye teşkil ederek uğraşmış, çarpışmış; fakat
yavaş yavaş zayıflayarak muvaffak olamadan ölüp gitmiştir.
Bu Neo-classicisme cereyanının mübdii hakikatte Naci değildir Avni'dir. Avni
tab'an inziva-nişin, ve merdüm-giriz olduğundan münakaşata iştirak etmemiş,
esasen hakimane bir mahviyete meftfın olduğundan yazdığı eserleri bile çok
zaman [s. 535] neşretmemiştir. Kendisiyle Yenişehir Fener'de iken tanışan
Muallim Naci Mecmı1.a-i Muallim'inde:
"Müşarünileyh ile birinci defa olarak Yenişehir Fener'de görüşmüş idim.
Bir nadire-i inan idi. Musahabetinden pek çok istifade ettim. Lisan-ı Farisi ile
olan tevaggulü cihetiyle ekseriya edebiyat-ı İraniyenin en müntehablannı
mevzu-ı bahs ederdi. Tarikat-ı Mevleviye sfiliklerinden olduğundan Mesnevf'nin
en fili beyitleri dem-be-dem lisanından işitilirdi. Hazret-i Mevlana hakkında
kalbi pek kuvvetli bir hiss-i takdisi muhafaza etmekte olduğu ezcümle
Sünbülzade Vehbi'nin:
442 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor.
98 "Naci, manevi yakınlığın izini bulunca, şekli uzaklık yüzünden kederlenme, Allah muindir,
yardım eder."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 443
Avni Bey, İsmail Paşazade Hakkı Bey'in 1 292 [1876/ 1 877] tarihinde
tab'edilen Divdn'ına uzun bir kaside-i takriziye yazmıştır. Hfil-i hayatında eş'an
tab'edilememişti. 1301 [1884] tarihinde İstanbul'da vefat ederek kayınpederi
Şeyh Nazif-i Mevlevi'nin medfün bulunduğu Bahariye Mevlevihanesi'nde
zevcesinin makberine defnolunmuştur. Divdn'ımn Türkçe kısmı kendi damadı
Şevki Bey tarafından tab'ettirilmiştir. Farisi şiiri de pek kuvvetli imiş.
Muallim Naci, Avni Bey'in vefatından bahis ile:
"Bir gün Tercümô.n-ı Hakikat Matbaası'nda bulunuyordum. Nfun-ı
acizaneme olarak bir mektup geldi. Açtım içinde şu tarihi muharrer buldum:
Gazel
Bu cuş u hurfış nereden ab da bilmez
Bu devr-i garibaneyi dolab da bilmez
[s. 546] Aşk ile tennur-ı dilden cuş eder tulan henüz,
Bu gözümün yaşlan derya-yı bi-payan henüz . . .
gazelinden söz açarak tanzirini teklif etmesi üzerine ferdası:
ıoo Şemseddin Sami Bey aslen Rumelili olduğunu söyler. Bu, atasının aslen Yamalı
Henüz bir iptidai muallimi iken Naci'ye bezl-i iltilat ile şiir ve inşa hakkında
talimatta bulunan Avni merhum, Muallim Naci'nin şiir ve inşa hususunda
mürşidi olmuştur. Naci:
diyor.
1 02 "Naci, manevi yakınlığın izini bulunca, şekli uzaklık yüzünden kedrelenme, Allah muindir,
yardım eder."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 453
Naci esasen iyi, kudretli bir nazım olmasına, suhfilet ve selasetle manzume
yazabilmesine rağmen pek sönük bir şairdi. Hatta çok zaman şair denemeyecek
kadar aşağı eserler meydana getirirdi. Edebiyat-ı Cedide'nin manasını dahi
kavrayamadığı, kanaat-i edebiye ve şi'riye namına Arapçadan nakil suretiyle
vücuda getirdiği ve ders diye mekteplerde okuttuğu lstılôMt-ı Edebiye adlı
kitaptaki malumat haricinde hiçbir telakkiye mazhar olamadığı için bütün
yeniliklere karşı hücum ediyor. Avni Bey'in tabiri vechile: "Alafranga denilen
yolda şiir tanziminin aleyhinde bulunmakla beraber lisan-ı kudemanın
Musset'ler, La Martine'ler, Victor Hugo'lar gibi her yerde nadir yetişen dühat-ı
edebi istihla.fa ve eserlerini kendi yaveleriyle mukayeseye kalkışmak hele
hepsinden büyük şarlatanlıktır."
demişti.
Naci filhakika biraz Fransızca öğrenmiş, hatta birtakım tercümeler de
[s. 550] yapmıştır. Yaptığı mütercem manzumelerin, tercümeleri -Üstad
Ekrem'in de yukarıda söylediği gibi- başkaları tarafından verildiği de rivayet
edilmektedir. Mamafih son zamanlarında okuduğunu anlayacak ve tercüme
yapabilecek kadar öğrenmişti. O yaştan sonra bir lisan öğrenmek ve o lisanda
tercümeler yapabilmek hem bir hususi istidada, hem de kuvvetli bir iradete
delfilet eder. Şüphe yok ki Naci atılacak bir mevcudiyet değildir, birçok kabiliyet
ve meziyetleri vardır. Telakki ve zihniyet hususlarındaki geriliği kendisinden
ziyade aldığı talim ve terbiyenin, içinde yaşadığı muhitin, biraz da temasta
bulunduğu kimselerindir. Bütün noksanları kendine yükletmek doğru olamaz.
Naci İstanbul'a gelmese, o muhite düşmese daha iptidai kalırdı. Terakkiye,
tealiye ne kadar müştak bir adam olduğunu adeta bir hırs-ı iştiha beslediğini
farkında bile olmadan bütün sadeliği ve sade-dilliği ile itiraf eder; eserlerine karşı
büyük bir zaafı vardır. Tela.hürü sever, tela.hürünün, temeddühünün bir şekli de
harabatilik, rindlik, melamlliktir.
Mes'lı.d-ı Harabati tahallüsü de bunun en canlı şahididir. Şeyh Vasfi'ye
yazdığı bir cevapta:
"İnsanın mahslı.l-i karihası olan bir sözün diğerleri tarafından takdiren hıfz
ve tilavet olunmasından ne derecelerde mesrur olduğunu şairiyetiniz cihetiyle -
elbette bi'd-defaat nefsinizde tecrübe ederek anlamışsınızdır.
Zannederim ki bu babda benim de, sizin kadar ilmim vardır. Çünkü
tecrübem pek çoktur. Nev-hevesi iken söyleyip rast geldiğime na-kabil-i ta'rif bir
şevk ile okuduğum gazellerin bir beytini, bir mısramı olsun hiçbir kimsenin lisan
ı istihsan ile okuduğunu işitmeye muvaffak olamadıkça canım öyle sıkılırdı ki bu
Fena mı söylemişim?
Sair ashab-ı asarda dahi sitayişe kapılmak hfili bittabi mevcut ise de bizim
şairlerimizde pek zahirdir . . . "
diyor.
458 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
105 "Pir-i muganın kapısının toprağında tortulu şarap çeken bizler, dünyadaki rindler
topluluğunun yüzsuyuyuz."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 459
Size böyle bir sual tevcih edişimi garip görmeyiniz. Menşe-i sufili arz
[s. 555] Bundan bir buçuk iki sene ewel kendi filem-i rindanemde gailesizce
yaşıyordum. Münzevi gibi idim.
Bunun için müteessif mi oldum? Hayır! Bilakis ikmfil-i tecrübe ettiğim için
müteşekkir oldum. Bana hakikatte muhib olmayan adamların benimle ihtilattan
çekinmeye başlamaları az nimet midir?
1 06 "Gönül ehli olmanın alameti işıklıktır, kendine dikkat et; çünkü bu şehrin şeyhlerinde o
alameti görmüyorum."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 46 1
Hukuk, Mekteb-i Sultani gibi iki mühim mektepte edebiyat hocalığına geçmiş
olan Naci artık tereddüde mahal görmüyordu. Vaktiyle Avni'den aldığı ilhamı
kuvveden fiile çıkarmaya "lisan-ı kudemayı
-tabiat-ı asra göre- ıslah" vazifesine girişiyor yani Edebiyat-ı Cedide cereyanına
karşı bir aksülamel-i nev-ama bir "asri klasisizm" (/Veo-classisme) cereyanı
yaratmaya uğraşıyordu. Bunun için yapılacak ilk iş yeni cereyanın üstadı olan
Ekrem'i mağlup etmekti. O da ilk hücumu ona tevcih etmişti. Aynı zamanda
efkar-ı umumiyeyi de hazırlamak lazımdı. Bunun için de yeni cereyanı,
Avrupa'dan istifade etmesini vesile ittihaz ederek, tekfir etmek, alafrangalıkla
itham eylemek kafi idi. Gerçi Avrupa edebiyatının mucib-i istifade olan cihetleri
pek çoktu, burası kabil-i inkar değildi, hatta kendisi bile öğrenebildiği kadar
Fransızca ile tercümeler yapmaya başlamıştı, şimdi doğrudan doğruya bunun
aleyhinde bulunamazdı. Naci de arkadaşlarıyla beraber suret-i zahirede yeni
cereyana - bir derece-i makuliyette bulunmak şartıyla - taraftar görünerek efkarı
avlamaya kalkıştılar. Şeyh Vasfi:
[s. 559] "Fıtratta ihtilaf yoktur amma herkes milliyeti dairesinde terakkiyi
ar.tu eder ve bu arzu dahi tabiidir. Mesela bir adam . . . Paris'e gitse birkaç
mahtan sonra canı sıkılıp elbette vatanını görmeği ister. Halbuki . . . intizamı
Paris'e nispetle hiç mesabesindedir.
Bazı efrad-ı milletimizde görüldüğü üzere 'Osmanlı muzikası pek nakıstır. '
diye onu takbih ile milel-i saire muzikasına münhemikane temayülün manasını
hiç anlayamam. Muzikamız nakıs ise onu zem ile iktifa edip de ikmaline
çalışmamak noksanın daha büyüğü değil midir.?
Aıı! Daire-i milliyetimizden kat'a çıkmaksızın bizce mümkün olan her türlü
terakkiyat bir kere meydan-ara-yı zuhur olsa da görseniz! Dünyada birinci millet
olduğumuzu birinci düşmanımız dahi itirafa mecbur olurdu.
Bir adam milletine mensup olan şeylere -velev nakıs olsun- gönlünde
meydan hissetmiyorsa mutlaka ya bed tabiattır, yahut te'sir-i taklid ile meyl-i
tabiisinden zühlıl etmektedir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 463
gfışe-i inzivayı ihtiyar ile sükut-ı sufiyaneye muvazabeti caiz olur mu?
Her millet lisanlarının irtikası kadar itila edegelmiştir. Lisan-ı üdeba
ümmetin sükutuyla değil süruduyla irtika eder.
mektuplardan veya söyledikleri sözlerden birini okuyan zat buna karşı mucip
tarafından ne denildiğini anlamaya bittabi müteşevvik olur. Bu teşvik gençlerde,
hususuyla çocuk tabir ettiğimiz mini mini insanlarda daha ziyade bulunur.
İşte buna mebnidir ki üdeba-yı Garbdan bir haylisi çocukların, gençlerin
teshil-i istifadeleri noktasını nazar-ı dikkate alarak mükatebe ve muhavere
tarzında birçok eserler meydana koymuşlardır.
Amerika kıtasının Kristof Kolomb tarafından suret-i keşfine dair Fransız
lisanı üzere yazılmış güzel bir tarihçe vardır ki çocukların hevesle okumaları
maksadına mebni bir pederle evladı beyninde geceleri cereyan etmiş bir
muhavere hii.line konulmuştur.
[s. 562] Hardbel.er müellifi meşhur Volney dahi Konun-ı Tahif ser-levhalı eser
i hakimanesini sual cevap tarzında yazmıştır. Fontenelle'in Kesret-i Avalim unvanlı
kitabı da o yoldadır.
Jean Jacques Rousseau'nun Nouvelle Heloise'i Montesquieu'nün Lettres
Persanes'ı gibi bir hayli asar dahi vardır ki mükiitebattan addolunur.
Şarkta dahi bu tarz üzere yazılmış kitaplar o kadar çok bulunamazsa da hiç
de yok sayılamaz. Ezcümle ekabir-i ehl-i tasavvuftan müceddid-i elf-i sani' '
Muhaverat unvanlı bir risalesi, Heder unvanlı devr-i istibdadı tasvir maksadıyla
yazılmış dört fasıllık bir tiyatrosu vardır.
ıoa Eserin adı Mdsli bin Ebi'l Gazanyahut Hamfyyet'tir. (Haz. notu)
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 467
Lisanı bazı yerlerde taklide şayan bir sadeliğe mazhardır fakat çok yerde
adilikten, ibtizfilden kurtulamaz.
gibi sözleri, boş, bi-mağz sözleri belagat-ı sırfa addeder ve iftihar eyler.
naziresini yazmıştır.
468 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor ki koca bir cümle ile hiçbir şey ifade etmiyor. Şiirin ne olduğunu kat'iyen
anlamadığını gösteriyor. Güzel nedir? İşte Naci'nin müddet-i hayatında cevap
veremediği sihirkcir bir sual. Naci bu sualin karşısında ifil ve hayran can verdi.
Naci:
Naci akıl erdiremediği fikirlerin tercümanı olan kelimelere birer kudsi sıfatı
terdif etmeği bir nevi tefsir, bir nevi izah addedecek kadar çocuk fikirli bir
adamcağızdır. Sağdan soldan işittiği, anlamadan anlatmaya çalıştığı "şiir"
hakkında en doğru söylediği:
"Dünyada şiirsiz adam olamaz. Şiir ümit gibidir. Şu kadar var ki herkesin
şiiri kendi zevkine göredir."
deyip duruyor.
değil mi?
Geçen gece bir sokaktan geçiyordum. Bir Hristiyan evinden kulağıma güzel
bir sesle karışık piyano sadası geldi. Durdum biraz dinledim. Şevki Beyefendi
tarafından geçenlerde bestelenmiş olan:
Sarir-i hamem demek olan böyle bir sesi hiç ummadığım bir tarab-haneden
işittiğim için doğrusu iftihar da ettim. Demek oluyor ki biz de aleme
beğendirecek söz söyleyebileceğiz.
109 "Herkesi bir iş için yarattılar ve gönlüne onu yapma isteği koydular."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 47 1
"Kıztaşı dört yol ağzından Sofular'a doğru inerken İbni Melek Haz
retleri'nin medfün bulunduklan yüksek mezaristan sağda bırakılarak biraz daha
gidilince yine sağda bir akar çeşmeye tesadüf olunur; o civar ahalisini bunca
zamandan beri sair uzak çeşmelere müracaattan müstağni ettiği için gurur
getirmiş gibi mütecellidane durmakta olan bu çeşmenin hemen karşısında hayli
uzun bir sokak görünür ki Nureddin Dergahlarından birine müntehi olur;
dergahın sol cihetine meyil ile orada incelen yoldan ilerleyecek adam, kendini
imtidadı ötekinden ziyade olan Çelebi Sokağı'nda bulur, bu sokağın
müntehasındaki taş mektebin önünden sola dönülünce görülecek yokuş cadde,
Saraçhanebaşı'na çıkar; bir gün o yokuştan iniyordum. En sevgili hırkam,
arkamda idi; bu hırkayı içinde, dışında ikişerden dört cebi olduğu için pek sever
idim. Cepler yemiş ve ufak tefek oyuncak koymaya ne kadar iyi gelirdi. Diğer
hırkalanmda ikiden ziyade cep bulunmazdı. Nevbet-i telebbüs dört cepli hırkaya
gelince yüzüm gülerdi. Yüreğimde o derece sevinç hasıl olurdu ki hemen
ellerimle hırkanın göğsüme gelen iki cihetini okşamaya ve 'Oh! Oh!' diye odanın
içinde raks ederek dönüp dolaşmaya başlardım.
İptidaiye mektebinin hizasına geldim. Bir iki adım daha atarak eve gitmek
üzere Çelebi Sokağı'na saptım. Birdenbire karşıma kuyruğu kesik bir köpek çıktı.
Havlayarak üzerime hücum etti. Beni mektebin duvarına [s. 5 7 1] sıkıştırdı.
Göğsüme doğru pençelerini atmaya kalkıştı. Ben ağlayıp haykırmaya başladım.
Bir taraftan kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşırmış idim. Kimden istimdat
edeyim. Sokakta köpek ile benden başka kimse yok! Caddeden geçen
bulunmuyor; besbelli feryadım işitilmiş. Mektebin karşısındaki konağın alt
katında pencereden iri bıyıklı bir ağa başı göründü. Bir veya iki kere 'Oşt!' dedi;
köpek benimle uğraşmakta devam ediyordu. Nasılsa bir aralık önünden
savuşarak kaçmaya yeltendim. Arkamdan yetişti. Omuzlarıma doğru sıçradığını
hissettim. Feryadı artırdım. Bu hali pencereden seyretmekte olan ağa, lütfen
daha bir kere 'Oşt .. ' diye bağırdı. Hayvanın pençeleri sırtımdan sıyrılarak indi.
Korkumdan dönüp arkama bakamıyordum. Sesim de kesilmiş idi. Hem ağlıyor
hem koşuyordum. 'Selameti buldum.' diyecek kadar koştuktan sonra soluk
soluğa denilecek bir halde durdum, arkama baktım, köpekten eser yok. Bir parça
kendime geldim; köpeğin bir şey yapıp yapmadığını anlamak için sağ elimi
sevgili hırkamın ensesine doğru uzattım. Ense yok. Meğer köpek hırkanın
yakasından tuttuğu gibi eteğine üç dört parmak kalıncaya kadar yırtmış idi.
Hırkayı sırtımdan çıkardım. Biçarenin haline baktım. Gözlerimden yeniden yaş
boşandı. Ne hazin manzara! Ne büyük meyusiyet! Hırka koltuğumun altında
olduğu halde eve vasıl olduğum zaman bakıye-i büka olarak içimi çekmekte
idim. Valide beni o hey'ette görünce telaş ile: 'Sana ne oldu oğlum? Ne
ağlıyorsun? Hırkanı neye çıkardın? Vah vah nedir bakayım, söyle!' diye izhar-ı
teessür etmeye başladı. Hırkayı koltuğumun altından aldığı sırada dedim ki: '
Köşe başında kuyruksuz bir köpeğe rast geldim de ... Üzerime atıldı. '
Valide daha ziyade müteessir görünerek beni kucakladı. İşte asıl o vakit
ağlamaya başladım. Bir felaketzedeyi en ziyade gamgüsan ağlatır.
472 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Bundan maada:
"Tepeden nasıl iniyor bakın
Şu kızın nişanlısı şanlıdır
Yaradan nazardan esirgesin
Koca dağ gibi delikanlıdır
Naci güzelliği anlamadan şehrah-ı edebiyatı tayyetti. Zira 'Her güzel söz
şiirdir.' demek güzelliği anlamak değildir. Bir muharririn nazariye-i bediiyesi
asar-ı ilhamında ve bilhassa ahkam-ı intikadiyesinde görülür. Halbuki Naci'de
fikr-i intikad ne kadar fena neşv ü nema bulmuştu. Mecmı1a-i Muallim'i göz önüne
getiriniz: Başkalannın asan karşısında vaz'-ı intikad ile Naci'yi tasavvur edince
biraz inatçı bir koç hatıra gelir: Çekilir, çekilir sarf ve nahiv hatalanyla muhtelif
imalelere tos vururdu. Bu ancak bir rüşdiye intikadı idi. Bir zaman Tuna
sahilinde Cevdet Paşa'nın Kavdid-i Osman!Ye'sini okuttuğunu Naci hiçbir zaman
unutamadı. Onun makam-ı layıkı kürsi-i tedristi ve nesrinin tahtgahı ancak rahle
olabilir.
Pek zayıf bir münekkit olduğu için kendisini fena tashih eder ve fikirlerini
güzel giyindiremezdi. Naci kendisi için büyük bir talihsizlik eseri olarak asrına
uymadı. Selameti zevk-i mazide görmüştü: Bu bir gaflettir. Ancak zarf-ı zaman
ile birlikte yürüyen sanatkar tayy-i mekan eder. Modayı takip etmedikçe belki iyi
giyinebilirsiniz, fakat güzel gitmezsiniz; fikirlerimiz de böyledir. Yeni şekillerin
bir velayet-i bediiyesi hissedildiği inkar olunamaz. Nesr-i Naci makuldü, zarif
değildi; şart-ı zarafet, içinde yaşadığımız zamana ve mekana uygunluktur. Naci,
Namık Kemal'e yüksekten baktı, Hamid'in yüksekliğini göremedi ve
Recaizade'yi beğenmedi. Onlardan aynlmak için asrından ayrılmaya ve geriye
dönmeye razı olurdu. Muallim merhum - tekrar edeyim, - haluk bir zattı; fakat
bu haluk zatın bir kusuru vardı: Gurur . . . Ooo, Naci müstesna bir nispette
mağrurdu. Aharin kendine taalluk eden sözlerinde yalnız medh Ü senaya
inanırdı. Ahmed Midhat Efendi, merhum ile başlayan silsile-i meddahini Naci'yi
mesti-i gururunda sızdırdılar. Bana öyle gelir ki pek [s. 577] ziyade iltizam-ı
vuzuh bile Naci'de bir mahslıl-i gururdu: Herkesi kendi tabaka-i dimağının
dununda hissettiği için sanırdı ki o kadar açık söylemese hiç kimse anlamayacak.
Kendisini beğenmeyen yaşlıların ve gençlerin sözlerine kulak asmaya layık
görmedi. Gafletinde ısrar etti. Tarih-i edebiyatta da bir mahkeme vardır,
müptelasını sağırlatan gurura ukubetini hazırlar, asar-ı Naci muvacehesinde
halin tereddüdünü görüyorum ve istikbalin takdirkar olacağını hiç tahmin
etmem. Ben bu gün Muallim'in sine-i nesrini kalpten hfili buluyordum; orada
kalbin Zemzeme galeyanı bence yoktur. Onun için diyordum ki Naci sanatkar
değildi ve nesri nesr-i şair olamadı. Bir eski şairimiz - Revani Çelebi- kağıdı
göğüse ve şair yazısını saçlara benzetir. Bence de öyledir. Sanatkar ona derim ki
ruhunu perişan saçlar gibi sadr-ı asarına döker."
Naci'nin nesri gibi nazmı da şiir değildir. Naci şiirin ne olduğunu anlayacak
ne terbiyeye ne de tahsile mazhar olabilmişti. Naci'de Ekrem'in zihniyetini,
Ekrem'in telakkisini aramak tabii yanlış bir iştir. Naci zümresini teşkil edenlerin
edebiyatta bir irtica vücuda getirmeleri pek tabiidir. Gerek görgüleri, gerek tahsil
ve terbiyeleri, gerek an'ane ve muhitleri itibarıyla, bu adamlar bir asr-ı evvelin
evlatlarıdır. Kıyafet değişir; fakat tıynet değişmez. Bu zihniyette olanlardan da
kabiliyetlerinin, kifayetlerinin fevkinde bir sanat beklemek hakikati idrak
edememek demektir:
476 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Naci'nin pürüzsüz, temiz, selis ve hatasız bir nazmı vardır. Fakat şiiri yok
denecek kadar azdır. Naci'de şiir varsa, denebilir ki, kendi tabiannın değil
tesadüfün bir lutf-ı mahsusudur. "Gazi Ertuğrul" Bey namına yazdığı:
"Ey Fırat! Ey nime-i Şattü' 1 -Arab
Sende mevc vurmakta hem gam, hem tarab
söylüyor. Ne bir şevk (enthousiasme) ne bir heyecan (emotion) vardır. Kalbinde bir
çalkantı görül me z :
halde eski şairlerin ikinci saffını teşkil edenler derecesinde bile şairiyetten nasibe
dar değildir.
Bağdat'a gittiği zaman, o koca bir medeniyete, koca bir maziye ve bir
şevkete saha-i hayat olan o yerleri gezmiş, o muhteşem maziden his, hayal,
heyecan, hüsün hasılı şiir namına şu zavallı manzumeyi getirebilmişti: "Dicle"
Gülerse onlar güler, ağlarsa onlar ağlar, lafızdan başka bir şey değildir.
Naci'de ne şiirin musikisini duyacak kulak, ne hüsnün rengini görecek göz
vardır. Hayalleri (images) basit, sade ve kurud ur. Gördüğü levhayı canlandıracak,
yaşatacak bir ressam olamamışur. Kıvranan , çarpman fs. 58 1 ] bir kalbin eninini
duyuracak bir musikişinas da değildir. Onda sanatkar kudreti yoktur.
sözleriyle yine nefsine, yine kendine, yine benliğine avdet ediyor. Naci'de
ferdiyet, enfüsiyyet (sulljectivisme) değil, hod-peresôdir (egoisme). Lisanı, kendinden
bahsetmek için bir vasıta olduğu için sever.
[s. 586] Açmak istediği neoclassisme devri kendi vefatıyla beraber sönmüş,
3 1 O [ 1 893] tarihinden sonra yaşayan taraftarları o zaman canlanan ve bütün
gençliğin azmi ve iradetiyle kucaklanan "Yeni Edebiyat-ı Cedide" cereyanının
akışı önünde duramamıştır.
Şffh Vasfi
ŞEYH VASFI
güzel söz var ise cümlesi edebiyattan ma'dılddur. Ne kadar çirkin söz var ise
cümlesi edebiyattan matrılddur.
[s . 588] Bu tarife göre bir sözün edebiyattan olup olmadığına dair hüküm
vermek pek kolay bir şey gibi görünür. Halbuki öyle değildir. Alemde hüsn Ü
kubhu temyizden güç ne var?
Sözdeki güzellik, çirkinlik halin, zamanın, mevkiin ihtilafıyla tebeddül
,
edebilir. Mesela, bir asır evvel herkesin sevdiği bir söz bugün herkesin menfılru
olmak derekesine tenezzül eder.
Terakkiyat-ı edebiyede asıl dikkat olunacak nokta da budur . Efkann
tahavvülatına göre sözün de değişmesi tabii değil midir?
486 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Bugün bir şair ne kadar muktedir olursa olsun Nef'iyane tarz-ı şi'rin iade-i
ikbaline muvaffak olamaz. Onun hüsnü o zamana göre imiş. Zamanımızda ise
hüsn-i diğer aranıyor.
demektedir.
ı ı o "Pir-i muganın kapısının toprağında tortulu şarap çeken bizler, dünyadaki rindler
topluluğunun yüzsuyuyuz."
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 487
beytini:
"Vaktiyle şişelerin ağzına mantar tıpa yerine pamuk tıkarlardı; bilahare atılan bu
pamuklan toplarlar ve onlardan ip örerek kuyulardan su çekmek için
kullanırlardı. Bu ipler de kuyuların kara taştan yapılmış ağızlık.lan üzerinde
rahneler açardı. İşte Sami:
diye tefsir ederek kudemayı hayretlere düşürmüştü. Filhakika Sami'nin beyti de:
mısraının aynıdır. Sami'nin mısraı biraz daha kapalıdır; çünkü telmih ettiği adet
herkesçe malum değildir.
Gazel
Mucişiran nice bir gam elinde can çekelim
Gelin gelin gidelim sagar-ı giran çekelim
Rubai
Na-kerde günah der cihan kfst biga!
V'an kes ki guneh nekerd çUn zfst biga!
[s. 595] Men bed konem o tu bed mukdflit diki
Pesfark-ı mfyan-i men o tu çfst bigı1.
Hayyam bir gece güruh-i rindana mahsus gayet tekellüflü bir bezm-i ayş u
tarab tertip etmiş ve evvel şebistan-ı mestanı nur-ı dil-efruzuyla reşk-aver-i ruz u
nevruz eden bade-i enduh-sfızdan fazla olarak bir de müteaddid şem'alarla
münevver ve çerağan eylemişti. Besbelli bu bezm-i tarab açık bir mahalde
kurulmuş imiş ki ez-kaza bir serd-i ruzgarın hübub ve hücumuyla serapa
şem'alar mey-keşanın ocağı gibi sönmüş ve:
ııı "Allah dilediği hükmü kaldınr veya yerinde bırakır." (Ra'd, 39).
1 12 "(Bir kez) Ya Rabbi demek ondan, altmış (kez) buyur Qebbeyk) demek Allah'tan."
Ali Rtıhf
ALİ RÜHi
mukabelesinde bulunuyordu. Cevabı yazan bizzat Muallim Naci idi. Ali Ruhi de
bu zümrenin yaranından olmuştu. Zümrenin şian şiirden ziyade nazımdı.
Bilhassa kelime oyuncaklanna, cinaslara, tenasüplere, ihamlara, telmihlere
büyük bir ehemmiyet isnat ediyorlardı ki ne hissiyat, ne de ruhiyat ile
alakadardır. Bu sebeple de gerek lisanlarında, gerek eserlerinde bir sathilik
hükümran oluyordu.
Ruhi, takrizinde: "Şule, tenvir, banka, şerare-piş, ateşpare, nur-ı nahl-i
tecella, ateşin, nur-perestan, ateşgede, rfışen, hıred-güdaz" gibi ziyaya, ateşe,
nura taalluk eder ne kadar kelime varsa hemen hepsini zikrediyordu. İşte Naci'yi
ebed-mest edecek yegane çare. Bu saman alevi gibi hemen [s. 600] parlayıp
hemen sönen ziyalar Naci'nin gözlerini kamaştırmak için kafi idi. Adeta onda bir
çocuk ruhu vardı, bütün etrafına toplanan zümreye de bu ruhu aşılamıştı.
Ali Ruhi bir ara Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş, orada Rahmetullah Efendi
isminde bir fazıl ile görüşmüş ve ona Farisi bir kıta göndermişti Muallim Naci
mezkur vakayı şöyle naklediyor:
"Mefhar-i melamiyyfın şair-i bi-sükun Ali Ruhi Beyefendi kalenderane bir
tavr-ı garib ile Mekke-i Mükerreme'ye gittiği zaman orada bu kerre şehrimizi
teşrif etmiş olan fazıl-ı yegane Rahmetullah Efendi Hazretleri'nin nail-i şeref-i
mülakatı olarak kendilerinden istifaza emelinde bulunduğunu müş'ir kıt'a-i
atiyeyi takdim eylemiş ve fazıl-ı müşarün-ileyh kıtayı tahsin etmekle bizim
Ruhi'ye şair-nüvazane pek çok iltifat buyurmuştur:
Kıt'a
Ddştem ummfd ezfeyz-ifezdil-gosteret
Ba kemal-i cehl hod men nfz bdşemfeyz-yab
Baz porsfdem zi hatifmf-şeved fnyd ne, gofl
Bes buved la taknatu bin rahmetillahet cevabı ıs
Ali Ruhi'nin nesren yazdığı parçalar da vardır. Hükema-yı mutasavvıfin
büyüklerinden olan Kıtab-ı Hikem müellifi İbn-i Ata' İskenderi'nin
hikemiyatından bazılarını tercüme etmiştir. Bir de na-tamam kalmış Tezki,retü'ş
şuara sı vardır:
'
1 1 3 "Faziletler yayan feyzinden benim de ümidim vardı; bütün cehaletime rağmen ben de
feyiz bulurum diye. Bu olur mu olmaz mı diye o gizli sese sordum: "Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyiniz" (ayeti) sana cevap olarak yeter, dedi."
498 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
da Fatih Sultan Mehmed'e " Güneş" redifli birer kasideleri vardır. (İ smail Hikmet'in notu)
İsmail Sefd
İSMAİL SAFA
Hatıra-i Mukaddese
Bir zaman bir sabi idim yaramaz,
Pür-şetaret, güler, koşar, oynar.
Bir oyuncak değerdi dünyalar,
Onu buldukça başka şey aramaz.
Sanır eğlence ra'd ile berki
Yoktu indinde hükmü velvelenin,
Beşiğin cünbüşüyle, zelzele nin
.
tarihinde çıkan nüshasının mavi renkli kabında Naci: " İsmail Sala. Beyefendi
diyor ki:" sözünü ilave ile Safü'nın Fuzuli'ye bir naziresini neşrediyor:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 505
Safa, kendi gibi şair olan ortanca biraderi Vefa ile bazen müşaare ederdi.
Bir gün biraderiyle yaptığı Naciyane bir müşaerele rini Muallim'e göndermişti. 25
Mayıs 1 304 [6 Haziran 1 888) nüshasında mecmuanın birinci sayfasında: "Vem
ile Safa Arasında Bir Müşaare" unvanıyla neşredilmişti:
Sala bu hareketi ile Naciyane fakat ondan çok daha yüksek, çok daha
samimi, biraz daha Ekrem'e yakın, yani daha temiz ve necip bir tarz-ı takdir
vücuda getirmiş oluyordu.
Sala, bundan sonra Tevfik Fikret'le sıkı bir dost, hakiki bir kardeş olmuştu;
kendi tab'ındaki saffet Fikret'in ruhundaki nezahet ve ulviyetle [s. 6 1 l] o kadar
imtizac etmişti ki artık ondan ayrılamıyordu. Hatta sarayın akıl ve fikre
sığmayan tevehhümleri ile Mirsad kapattırıldıktan sonra da Sala ile Fikret daima
buluşur, konuşur hatta müşaare ederlerdi.
Sala bazı geceler yazdığı şiire bir kafiye-i mukayyede bulamayarak gece
yansı Fikret'in evine koşar, kapıyı açtırır, Fikret'i kaldırır ve o sevimli saffet ve
laubaliliğiyle: "Fikret, şuna bir kafiye, bana bir yatak!" der ve harem kapısını da
vurarak: "Bana bir su, bir kahve!" diye bağırırdı. Fikret'le sabahlara kadar
oturup müşaare ettikleri vakidir. Hatta Fikret, Safa'nın kafıye-i mukayyede
sevdasını telmihen:
demiş, gülüşmüşlerdi.
Servet-i Fünı1n yaranı arasında Hüseyin Cahid gibi Safa'nın talebesi olanlar
da vardı. Safa, Vefa İdadisi'nde edebiyat muallimliği de etmişti.
"İsmail Safa Bey biraz zamandan beri tebdil-i hava için Midilli'de
bulunuyor kendisinden gelen son mektupta cennetten aglı.ş-ı bahre atılmış bir
tecelli-gah-ı mehasin ıtlakına seza-var olan Midilli adasının bazı menazın tasvir
edildikten sonra 'Havadan ettiğim istifade tahminimizden pek ziyadedir' ibaresi
memnuniyetle görülüyor. İnşallah sevgili şairimiz yakında o cezire-i behiştinin
heva-yı ceyyidinden hakkıyla istifade ederek zaten pek ehemmiyetsiz olan
za'fından hiç eser kalmadığı halde İstanbul'a avdetle biraderan-ı vicdanım
[s. 6 1 2] müştakan-ı fazilet ve irfanını müstağrak-ı sürur eyler. Şah-rah-ı feyzinde
yine evvelki gibi müceddiane şedd-i merahil ederek tedrisat-ı üstadanesine
devam edebilmesi için -ne kadar güzel olursa olsun- Midilli'den bir an evvel
gelmesi en samimi temenniyatımızdandır."
diyor.
508 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Saffi'nın:
" Kardeşim,
sözleriyle Tevfik Fikret'e ithaf ettiği Mensiyat unvanlı şiir mecmuası 2 Teşrin-i
Sani 1 3 1 2 [ 1 4 Kasım 1 896] tarihinde, Safa Midilli'de iken, Servet-i Fünun
Matbaası'nda tab'cdilmişti. Kendisine de matbu kitaplardan göndermişlerdi. Bu
hususta Tevfik Fikret:
diyor.
Şu yazılarından da görüldüğü gibi Sala anasına, babasına kalben bağlı,
şükr-güz:ir bir evlattır. Aynı zamanda da evlatlarına bağlı şefkatli, rahim bir
babadır.
1 309 [1 893]
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 513
sürfıduyla hem "Tanlı", hem "Kitabe-i Mezar" yazarak teselli arar. Ôksüz
lüğünü hatırlar, çocukluğunu düşünür:
Hemen her kıtası bunlar kadar güzel olan şu manzumede şair birçok elvfilı-ı
tabiatı tersim ediyor. O büyük ressamlar gibi ki levhalarına itina ettiklerini
göstermeksizin özenirler; bütün kafiyeler mukayyed, fakat hiçbiri zorla bulunmuş
değil; her beyit, her mısra bülend-aheng, fakat tabiilikten asla tebaüd etmemiş.
Sade-dilanelik tırazına bürünerek bir kalb-i mecruhun eninini ifade eden son kıta
ise sahibinin rikkat-i hissine ne güzel delildir. Bir de şu şiiri okuyalım:
Hazin
Evrakı düşüp yerlere, kalmış yine üryan;
Eşcarda manzurum olan manzara barid;
Yağmur yağıyor, sanki bu dem her yeri giryan
Bir heykel-i camid!
Çıktı yine bir sarsar-ı bih-efgen-i serma,
Kuşlar çekilip tanelere vardı süklıta;
Tufan gibi baran oluyor gulgule-ferma
Hatta melekuta.
[s. 625] Kurtuldu mu merkezde olan cazibeden yem?
Emvac oluyor sanki semavata huruşan;
Bir başka cihandan mı boşandı yere bilmem
Bir koskoca umman!
Çarpar kayalar üstüne kükrer, köpürür hem;
Emvac değil, dağlar eder dağlara savlet
Esvat çıkar göklere ma'nfilan mübhem,
Ya Rab bu ne hfilet;
Bir silsile-i ebr ki yek-diğere peyrev
Benzer o kesafet ile seyyar-ı cibfile;
Yahud karanp müncemid olmuş -diyorum- bu,
Baktıkça o hfile.
İşte bu son kıta şairin tabiat-ı harikasını ne güzel tayin ediyor. Her şiirinde
bu tabii şirinliğe, bu ruha tesir eden sadeliğe tesadüf olunur.
Mensiyat'ın mündericatı serapa güzeldir, hepsi mükemmeldir; mamafih bu
eş'ar arasında 'Kızıl Toprak', 'Şükufe-i Perran', 'Güzel Sesli Güzel', 'Bahan
İstikbal', 'Sayf u Şita Mahslılüdür', 'Bir Temaşa-gah', 'Rüyada Geşt ü Güzar',
'Neşve-i Hayat', 'Fazilet', 'Tazmin', 'Tayf-ı Siyah' unvanlı manzumeleri
diğerlerine Iaik bulurum. Hele on ikişer beyt-i garradan mürekkeb ve altı bent
üzerine müretteb [s. 626] mersiyeyi. O bir kalb-i ceriha-darın muharrik
feryatlarını yüreklere isma eden beliğ, muacciz mersiyeyi Safa Bey'in en güzel
şiiri, en büyük eseri addederim."
diyor.
Safü'da risai (e!igi,aque), talimi (didactique) ruh galiptir. Mersiyeleri hemen
bütün manzumelerine tefevvuk edecek bir samimiyet ve hassasiyetle doludur.
Öksüzlüğünün bu istidadını tenmiye ettiğinde şüphe yoktur. Gerek zevcesinin
vefatına, gerek ninesinin ölümüne söylediği mersiyelerde ruha sirayet eden öyle
bir hüzün vardır ki insanı ağlatır. Bu yazılarında bazen Hamidane bir ruh taşır.
Safa Kemal'i, Hamid'i, Ekrem'i sevmiş, okumuş ve takdir etmiştir. Ömrü vefa
etse, genç yaşında topraklara serilmeseydi, tabiatındaki o veludiyetle çok güzel
eserler vücuda getireceğinde şüphe edilemezdi.
Eserlerinde talimi numuneler verişinde de kendi meftur olduğu ahlak ile, iyi
bir aile babası, müşfik bir muallim olmasının pek büyük dahli vardır: "Haylaz
Çocuk, Hayrü'l-halef, Hayrü'l-enis, Faziletli Zevce" bu tarzda yazılmış eserlerin,
en sade ve en güzellerindendir.
Safa aynı zamanda zararsız bir liriktir (jyrique), bazı tasviri ve realist şiirleri
de vardır:
Öksüz Ahmed
Çocuk değil mi ne yapsın? Gürültü etse biraz
Azarlanır, dövülür, her ne yapsa hırpalanır,
Ne yapsa çok görülür; hızlı gülse, haykırsa
Bu bir büyük suç olur. Bir su bardağı kırsa
Duyan gürültüleri bir cinayet oldu sanır!
Çocukluğuyla beraber değildi pek yaramaz,
Fakat konakta alışmıştı dövmeğe eller. ..
Asıl kabahati hizmetçi oğlu olmaktır:
Zavallı validesi bir çocukla dul kalarak
Gelir bu haneye hizmetçilik rica eyler.
[s. 627] Kolay mı bir dul için öksüzüyle yer bulmak?
Bulursa lokmada bir imtinan muhakkaktır.
Evet kablılü boğaz tokluğuyla kabil olur
Maaşa çünkü çocuk masrafı mukabil olur.
518 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
* * *
"Şiir ile nazmı büsbütün ayn gördüğüm için bir manzumeyi teşkil eden
ebyattan, hatta mesari'den bazısına şiir, bazısına nazım diyorum. Şiiri kimse
benim söylediğim gibi söylemedi, benim ayırdığım gibi ayırmadı, bu telakki, bu
tefrik indidir.
Herkesin ihtisas ettiği meslekte kendine göre bir zevki, zevkine göre bir
icadı, herkesin rüsuh-ı fikrisine, muhikeme-i akliyesine göre [s. 629] bir ictihidı
vardır. İnsan yalnız okumakla kalmamalı; okuduğunu düşünmeli, düşündüğünü
yazmalıdır, erbab-ı ihtisas asar-ı san'atı ya taklit eder yahut tecdid. Bir eser-i
icad, bir fikr-i ictihad ya beğenilir, makbul olur yahut tashih edilir, reddolunur."
dedikten sonra şiir hakkında hususi bazı mütalaatta bulunuyor ve:
"Bir tasvir aynı mevzuun, mevzu güzelse demek ki bir şiirin -çizgisi, gölgesi,
boyası muvafık düşmüş- bir resmi, -vezinli, kafiyeli ise- fasih, beliğ, musanna' bir
nazımdır. Bizzat şiir değildir. Tasvir bizatihi şiir olmak için şair-i meşhurunun
letafet veya dehşetiyle, aheng-i ulviyetiyle, te'sir-i fecaatiyle velhasıl her hal ve
meziyetiyle mütenasib ve mütevafık olarak buna kendiliğinden, sermaye-i
şairiyeti olan hayalinden bir şey ilave etmelidir. Şiiriyet yalnız mevzuda ise
şairiyet yalnız tabiatta mütehalli demektir. Tabiatın yaptığı şiiri söylemek başka,
şiir söylemek başkadır. En adi bir teşbih, en mübtezel bir istilare yahut bir
mecaz-ı mürsel bile bendenizce bir eserin şiiriyetini temin eder. Ancak buna pek
hiyide, pek bayağı bir şiir derim. Şiiri bir kere kat'iyen nazımdan ayırmalı.
Sonra şiirin de nazım gibi iyisini, kötüsünü seçmeli. Bir esere 'Şiir değil' demek
onu beğenmemek değildir. Güzel bir nazım çirkin bin şiirden elbette iyidir."
dedikten sonra fikrini şu suretle hülasa eder:
"Şiir, teşbih ve istilare olmadıkça fe sahatle, belagatle, bedi' ile, hikmetle
-
felsefe ile, tarih ile - tecelli etmez. ilm-i beyan -ki mecaz ve envaı ile kinaye gibi
turuk-ı ifadeyi bildirir- şiirin mihekki, şiirin lazım-ı gayr-ı münfekkidir. Diğer
aksam-ı edeb kelamı ayniyetten kurtarmaz. Hayal şiirin menba-ı sünuh u
suduru, ilm-i beyan ise hayalin düsturudur."
diyordu. ı 1 5
ı ıs İsmail Sa!a'nın aile şeceresi, bulunamayan bazı şiirleri ve çocuklarının hatıraları için bkz.
Hayatı
Garptan esen inkılap ve teceddüd rüzgarlarının tesiriyle şiir ve edep
vadilerinin temizlendiği bir zamanda İstanbul'da doğan Nabizade Nazım iptidai
tahsilini bitirip, Beşiktaş Rüşdiye-i Askeriyesi'ne girmişti. Ziya Paşa'lann,
Kemal'lerin tesiri birçok gençler üzerinde clşikar surette okunuyordu. Mamafih
edebiyattaki eski ruh, eski neşve tamamen zail olmuş değildi. Mekteplerde
edebiyat yine eski tarzda okunuyordu. Nabizade de o eski tarz-ı ta'lim ile kendi
edebi hüviyetini tenmiye ve terbiye ediyordu. Bu yolda kendisine ilk rehberliği
eden Muallim Cudi Efendi olmuştu.
Muallim Cudi Efendi Şark zihniyetiyle yetişmiş, Farsça ve Arapça
malumatı geniş bir muallimdi. Ruhen, mesleken ve zevken Muallim Naci
zümresinden idi. O da kuwetli lisana malik bir nazımdı. Fakat şairliği o nispette
değildi. Eserlerinde ruhu titreten rakik hislere, kirpikleri yaşartan ateşli
heyecanlara tesadüf edilmez. Mamafih o da Fransızcadan bazı eserler tercüme
eder, o da şiir ve edebiyatta bir nevi teceddüdün vücuduna taraftar görünürdü.
Fakat menbaını Avni Bey'den alan ve teşebbüsünü Muallim Naci'de bulan bir
asırlık cereyanın bir Neo-classicismefo taraftan idi. Bu ise eski zihniyetin ufak tefek
ta' dillerle devamından başka bir şey değildi.
İşte Nabizade Nazım da bu fıtrat ve bu kabiliyette bir üstaddan edebiyat
okumaya başlamıştı.
Bu intibalarla terbiye gören bu şair ruhlu genç Mekteb-i Harbiye'ye girerek
askerlik mesleğine sülfık etti. Yaradılışında hüzne, teessüre meyyal olan
Nabizade'nin askerliğe süluku tesadüfün yanlış ve istihzalı bir cilvesidir.
Zeki ve çalışkan bir genç olduğundan fenne çok merak etmişti. Ulum-ı [s.
631] tabiiyeyi çok seviyordu. Hatta Harbiye'yi ikmal ederek erkan-ı harb olarak
mektepten çıktıktan sonra kimya hakkında Yeni Kımya diye bir eser çıkarmış,
Mesail-i Riyaziyeden Cebir unvanlı bir kitap yazmış, fenne olan merak ve
merbutiyetini fiili olarak göstermişti.
Nabizade Nazım askerlik, fen-şinaslık ve şairlik gibi üç hasisayı birleştirmiş
bir fıtrattır.
Zamanında yazı yazan bütün gençler gibi o da birçok cereyanlara tabi
olmaktan kendini alamamıştır. Bütün arkadaşları gibi, Kemal'den, Ekrem'den,
Sezai'den, Hamid' den, birçok izler eserlerinde görünmektedir. O tesirlerle de
birçok eserler yazmıştır. Velud bir muharrir olan Nabizade pek genç iken ölüp
524 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Mahmud Sadık
MAHMUD SADIK
Hayatı
Türk edip ve muharrirleri içinde kıymetli bir mevki, şöhretli bir isim sahibi
olan ve "Şeyhü'l Muharririn" unvanını kazanan Mahmud Sadık'tır.
Mahmud Sadık tahsilini bilhassa o zamanın en yüksek mekteb-i filisi olan
Mülkiye-i Şahane' de bitirmiştir. Mektebin en güzide, en zeki, en ciddi şakirdi idi.
Gerek arkadaşlarının hürmetini, gerek muallimlerinin muhabbetini kazanmak
hususunda Mahmud Sadık'tan daha bahtiyar bir şilird yok idi denebilir.
Mahmud Sadık matbuat için halk olunmuş bir mevcudiyettir denebilir.
Mektepteki dersler kendisini ikna ve itmi'nana kafi gelmediği için ders
kitaplarından maada fenni ve hikemi birçok risale ve mecmualar da alır, daima,
daima okur ve bilhassa arkadaşlarına bu hususlarda malumat verirdi. Bilhassa
nutkundaki kuvvet, lisanındaki cerbeze ile de arkadaşlarını kendine bend etmişti.
Söyler ve güzel söylediği için bütün yoldaşları kendisini seve seve, sevine
sevine dinler, bezmez, usanmazlardı.
Kendi mektep refiki bulunan Semet-i Fünun sahibi Ahmed İhsan Bey,
Mahmud Sadık hakkında:
"Benim ile beraber siz de Mekteb-i Mülkiye'de bulunsaydınız, paydos
zamanlan bahçede dolaşan şilirdan miyanında seri hareketli, mütebbessim
çehreli bir çift billur-pare arkasından bile lemean-ı zekası, kemal-i şiddetle in'ikas
eden parlak nazarlı bir efendi derhal nazar-ı dikkatinizi davet ederdi. Sınıfa
girince muallimlerin irad eyledikleri suallere herkesten evvel yine o efendinin
cevap verdiğini görür, daha ziyade nazar-ı dikkati açar idiniz."
diyor.
Mahmud Sadık, Mekteb-i Mülkiye'nin daha ikinci sınıfında iken 1 298- 1 299
[ 1880-1881-1 882] senelerinde [s. 637] matbuata intisab etmişti. O zaman
çıkınakta olan Mir'at-ı Alem ve Manzara unvanlı mecmualara makaleler yazmaya
başlamıştı. Fıtratın yazıcılık hususunda bahşetmiş olduğu istidad-ı mahsusu bu
suretle fiili ve canlı bir surette ispat etmiş oluyordu.
1 Mahmud Sadık bir taraftan tetebbuatı, diğer taraftan yazılarıyla zekasını,
kabiliyetini, tenmiyeye devam etmekte iken ziraat tahsili için Almanya'ya talebe
gönderileceğini işitmişti. Teşebbüs etti. Gidecek talebe arasında kendi de
Almanya'ya gitmeye muvaffak oldu. Bu tahsil seyahatinin Mahmud Sadık'ın
inkişafına çok tesiri olmuştur. Fakat o, uzun müddet Almanya'da kalmak
530 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Arada geçen bir sene zamanı faaliyet ve dirayetiyle telafi etmiş, yine
arkadaşlanyla beraber şahadet-name almaya muvaffak olmuştu.
Mahmud Sadık canla başla çalıştığı bu gazetelerde daimi bir terakki ve [s.
638] tekamül eseri gösteriyordu. Bu suretle elde ettiği tecrübeler sayesinde bütün
manasıyla bir gazeteci olmuştu. Bir ara hanımlar için bir gazete çıkarmak
düşünülmüştü. O zaman yine Mahmud Sadık'a müracaat olundu. Mahmud
Sadık bu gazetenin bütün planını ve programını hazırladı. Hanımlara A1ahsus
Ga�ete unvanıyla intişara başladı.
Mahmud Sadık yılmaz ve usanmaz bir yazıcıdır. Kendi mektep refiki
Ahmed İhsan Servet-i Fünı2n'u tesis ettiği zaman ona yazılanyla muavenete
başlamış, bu güne kadar hala Ahmed İhsan'da çalışmaktadır.
Servet-i Fünı2n da
' bazen "Kadri", bazen de "Osman Galib" imzalarıyla,
bazen sırf kendi imzasıyla fenni, içtimai, mili, iktisadi makaleler yazar,
musahabe-i fenniyeler tertip ederdi.
umumu, halkı, ahaliyi terbiye etmek, bir cemaat mürebbisi olmak, memlekette
fenni esaslar üzerine müesses bir hey'et-i ictimaiye yaratmak emeliyle çııpınır.
Abdülhamid idare ve istibdadının bütün genç ve münevver zekalara
düşman olan siyaseti Mahmud Sadık'a da tesirini göstermişti. Nazar-ı dikkati
celbetmeye başlayan ahrarane hareketi şüphe ve ihtirazı uyandırdığından
Mahmud Sadık 1 3 1 5 [ 1 89 7-1 898] senelerinde [s. 639] muhitten uzaklaşmak
zaruretini hissetmişti, evvelce bir aralık Hariciye ve Maliye memurluklarında da
bulunmuştu. Bu sefer de Kudüs-i Şerif Tahrirat Müdürlüğünü alarak
İstanbul'dan uzaklaştı. Bu uzaklaşış altı sene kadar devam etmişti. Nihayet 1 3 2 1
[ 1 903-1 904] senesinde tekrar İstanbul'a dönerek sevgili mesleği gazeteciliğe
atıldı. İkdam'da, Sabah'ta makaleleri görünmeye başladı. Bir aralık Tercüman-ı
Hakfkat'in başmuharrirliğini yaptı.
1 324 [1 908] İnkılabı Mahmud Sadık'ı alem-i matbuatta bulmuştu. O
zaman yevmi olarak intişara başlayan Seıvet-i Fünı1n un riyaset-i tahririyesini
'
ı2 ı Enver Naci, 28 Temmuz 1930 tarihinde vefat eden Mahmut Sadık'ın Rüşvet adlı bir
romanı da olduğunu belirtir, ancak Şark adlı romanından söz etmez. Bkz.Enver Naci, "Matbuatın
En Eski Emektan Mahmut Sadık'', Yanm Ay, sayı 1 46, 1 942, s. 6. (Haz. notu)
532 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
neşesinden bir zerre bile kaybetmemiştir. Matbaanın üst katındaki mını mını
odasına çekilir, makalelerini yazmak, gazeteyi tertibe koymak, gelen
ziyaretçileriyle görüşmekle vaktini geçirir. Aynı zamanda maliye müfettişidir.
Umı'.'ır-i maliye hususundaki ihtisası Maliye Nezareti'ne bağlı kalmasını da intac
etmiştir.
Her zaman için gayesi ilim ve fmni halkın anlayacağı, istifade edebileceği
bir hale getirmek, vulgariser etmektir. Ahaliyi içinde bulunduğu o kara, o derin
cehaletten kurtarmak, korumak, hayatı onun idrak edebileceği bir halde
kendisine anlatmaktır. Bütün emelini, bütün mefkuresini (idea� bu hususa
bağlamış, bunun için çalışmıştır. Yazılan hep bu gaye ile yazılmıştır. Bu
maksadını Düşünce mecmuasının intişarı esnasında yazdığı şu, "Düşünce bir
maraz-ı ictimai mi?" unvanlı makalesinde de kısmen bildirmiştir:
Bu güzel mecmuayı ele alır almaz ihtida ismi üzerinde biraz tevakkuf
etmiştim. Bu pek manalı ve şümullü bulduğum bir kelime beni birçok
düşüncelere sevk etmişti.
Birkaç sene oldu bir refik-i tahrirle bir gün yazıcılık ve gazetecilik üzerine
söyleşiyorduk. Diyorduk ki: Ah her şeyden evvel h alkımızı mantıki ve ilmi
düşünmeye alıştırabilirsek. Bilmem, ben mi yanlış görüyorum? Müşahedelerim
beni mi aldatıyor! Yoksa şuradan buradan bir kınntıcık edinebildiğim malumatı
iyi anlamamışım yahut hazmedememiştim de müşahedelerimi bunlarla
tanıdığım için garip garip neticeler mi [s. 642] çıkarıyorum! Hatta isterseniz
zihnimin bir noktaya saplanmış, bende bir 'fikr-i sabit' hasıl olmuş olduğunu da
farz edebilirsiniz!
Hele şu harp burada olduğu gibi sanırım ki; bütün muharip muhitlerde
emraz-ı ictimaiyeyi teşdid etmiştir. Bizim burada gördüğümüz, hem de pek
apaşikar gördüğümüz, bu hususta kendi hesabımıza şüphe ve tereddüde mahal
bırakmıyor! Bir kere mektepteki küçük çocuklardan başlayınca zengin, refah
içinde maişetini tanzime muktedir olan mahdud kimseler müstesna en yaşlılara
kadar çıkınız! Hemen her tabakayı fizyolojik, plıysiologi,que bir sefaletin istila etmiş
olduğunu görürsünüz!
Sonra nüfus meselesi . . . Iskat-ı cenin meselesi . . . İşret meselesi . . . [s. 643]
Huzuzat-ı nefsaniye ve şehevaniyeye fazla derecede inhimak meselesi . . . Zaruret
ve sefaletin bunun üzerine aks-i ameli . . . Emraz-ı ictimaiyemiz o kadar çok ki;
doktorların birçok hastalıklara birden tutulmuş, tabib-i müdaviyi hangi tarafı
tamire başlayacağında mütehayyir bırakmış olan marizlere 'koleksiyon patalojik'
(collection pathalogi,que), mecma'-ı emraz dedikleri gibi bizim de hey'et-ı
ictimaiyemize böyle dememizi hatıra getiriyor.
Niçin? Böyle bir kanaat hasıl etmeme saik ne oldu? Felsefe kitaplarını,
psikoloji kitaplarım karıştırıyor, bir insanda düşüncenin nasıl doğduğunu, bunun
gelişigüzel doğup pek az ömür sürdükten sonra batan, yeni bir şekilde doğan
fikirlerden, yani çocuklarda görülen düşüncelerden nasıl ayırt edildiğini
anlamaya çalışıyordum. Mekanizmalarını araştırıyordum. 'Kavun' diye
düşünmekle vakıa zihinde bir fikir doğarsa da kavunun envfu çok olduğu,
534 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
nev'ine, biçimine göre, lezzetleri de tehalüf ettiği ıçın fikri tespit etmek
kavunların enva'ını tasnife, düşünülen kavunun hangi nev'den ve ne hassada
bulunduğunu tayine ihtiyaç var! Müphem, efradı şümullü fikirlerin başka
müsbit, muayyen ve mücerreb düşüncelerin hadisata ta'mimi ise büsbütün başka
şeyler . . .
Velhasıl düşüncenin müphem ve şamil olmaktan kurtarılması tam düşünce,
kanaat haline getirilmesi için dimağ bir mekanizmaya tabi . . . Böyle olmazsa
büyüklerin düşünceleri tıpkı çocukların düşünceleri gibi oluyor . . .
Bizde ortaya konulan düşüncelere, bunlara istinad ettirilen fiillere, amellere
[s. 644] bakıyordum. Yakından temas edebildiğim, düşüncelerini dinlediğim
birçok kimselerin de düşünmeleri tarzına bakıyordum . . . Düşüncenin halkımıza,
umumiyetimize göre çocuk düşüncelerinden farksız yahut ona yakın olduğunu
görüyor ve çırpınıyordum.
İşte böyle böyle 'Düşünce'nin de bizde maraz-ı ictimai şeklinde olduğu fikri,
düşüncesi dimağımda yer tuttu!
Kaniim ki; ictimaiyatçılanmızın, terbiyecilerimizin, ahlakiyatçılarımızın,
diğer emraz-ı ictimaiyemizi teşhis ve tedaviye çalışırken 'düşünce' meselesini
ehemmiyetle tetkik ve tetebbu etmeleri de elzem! Çünkü bir düşüncenin
dimağımızda tayininde, tekvininde henüz tufüliyet devrindeki gibiyiz! Ve bu
hususta sinn-i rüşde, rüşd-i medeni ve ilmiye vasıl olmaya çalışmak
ihtiyacındayız!"
Mahmud Sadık halk terbiyesini (education du peuple) istihdaf eden ruh-şinas
mürebbilerdendir.
İstediği derece vasi' bir muvaffakiyetle gayesine erememiş, fakat o uğurda
hayatını yıpratmış, çalışmış ve hala da çalışmaktadır.
Bütün yazdığı eserlerde ruhi tahliller yapar, hakikate yakından temas eder,
neşteri tam yaranın üstüne vurur. Bu husustaki uzun tedkik ve tecrübeleri kat'i
bir hazakat peyda etmiştir.
Fennin bütün hayat-ı tekamülünü (evolution) adım adım takipten bir zevk
aldığı için asrın terakki ve temeddününü idare eden kuwetlerin fende, ilimde
olduğunu takdir etmiş ve asrın bu nokta-i nazardan, bu gayeden edebiyata da
yaklaşan ediplerini tetebbu' etmiş, realisme'i bilhassa içtimai yaralan teşri' ve
tahlil için kuwetli bir meslek-i edebi telakki etmiş, hayalat peşinde koşmaktan
ihtiraz etmiştir. Acı da olsa, katı da olsa şifayı hakikatte aramış, hakikatte
olduğunu göstermeye çalışmıştır. Yazdığı romanlar da aynı ruh ile yazılmıştır.
Tetkiki eserlerdir. Mahmud Sadık'ın fikri ve ruhu mizaha da maildir. Nafiz
nazarlarına birer dürbün-i hakikat olan gözlüklerinin altından bu hayat
sahnesini temaşa ederken göremediğimiz, rollerini [s. 645] ayırmadığımız ne
kadar kahramanlar bulur, çıkarır ve bize gösterir, kudret-i zekasını takdir
etmemek elden gelmez. Takvimden rapraklar'ı hayat-ı ictimaiyeden günü gününe
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 535
Hayatı
Nigar Hanım Macar mühtedilerinden Osman Paşa'nın kızıdır. Kibar bir
aileye mensup olan annesi tab'an şair yaranlmış, şiiri çok sevmiş, yazamamış ise
de mütemadiyen okumuş ve okumaktan zevk almış bir kadındır.
Bir taraftan validesinden aldığı incelik ve hissilik verasetiyle diğer taraftan
ecnebi bir muhitte elde ettiği tahsil ve terbiyenin verdiği zihniyet ve itiyatlanmn
tesiri Nigar Hamm'da aristocrate zevkini kökleştirmiş, çok rakik, çok asabi, çok
marazi bir halet-i rCıhiyeye sahip olmuştu.
Şiire nasıl heves ettiğini kendisi bize şöyle anlatır:
"Bana ilk şiir hevesini veren, hilkatimdir. Çünkü ben on iki yaşında bir
çocuktum, kardeşim kazaen vefat etti ve benim en evvelki şiirim de, maatteessüf
bir mersiye oldu. Türkçeyi ben Kadıköy'ünde Fransız Mektebi'nde iken tederrüs
ettim. Pederim muallim olarak, Celal Sahir Bey'in kayınpederi olan Ebüllisan
Şükrü Efendi'yi intibah etmişti.
İlk yazılanın intişar ettiği zaman ben on dört yaşımda idim. Diyebilirim ki
şairlik zevkini validemden aldım. Çünkü validem gayet çok şiir okurdu. Zavallı
hasta olduğu zaman daima beyitler okurdu. Mamafih en büyük mülhimem
vatanımdır.
Bu sema, bu derya, bu Boğaz, beni onlar tehziz etti. Ben yazıyor ve
biriktiriyordum. Muhit müsait değildi. Sonra pederim rüfekasından bazılarına,
bazı manzumatımı gösterdiği zaman, niçin tab'edilmediğine dair itiraza maruz
kalmış; "bu teşvik neticesinde zaten tecemmü' etmiş olan Ejsus intişar etmişti."
- -
[s. 647] Nigar Hanım'ı şair eden amiller içinde, yaşadığı hayatın da tesiri
çoktur. Daha küçücükten beri aldığı terbiye kendisini çok naz ü naime
alıştırmıştı. Yedi yaşında iken Kadıköy Kız Mektebi'ne geceli olarak girmiş, fakat
aile şefkatinden dur olmamıştı.
Sinni biraz ilerleyip Almanca, Fransızca ve Rumca okuyup anlayabilecek
bir çağa geldiği zaman şairliği çoktan takarrür etmişti. Şimdi fıtri hassasiyetine
bir de gençliğin ve kadınlığın hayalperestliği ve asabiliği inzimam ediyordu.
Gençliğini gah Adalar'da, gah Boğaziçi'nde geçiren Nigar Hanım zevke,
eğlenceye, tenezzühe, musikiye pek meftun idi:
540 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
de highlife122 idi; bütün kibarlar, orada telaki ederlerdi. Hakikaten de bir baştan
bir başa şiirlerimin okunduğunu isterdim."
Rumelihisarı'nda sahilde kendi yalılarında oturan Nigar Hanım gerek
deniz, gerek kara eğlencelerinden hiçbirini kaçırmazdı. Bilhassa kurduğu aile
hayatında umduğu saadeti, aradığı neşe ve ruhu bulamayınca, ruh ve zihniyet
itibarıyla kendisiyle mütenasip olmayan zevciyle imtizac edemeyince ye'sini
boğmak, elemlerini, mahrumiyetlerini unutmak, ruhi ihtiyaçlarını başkaca
tatmin edebilmek için kendisini serbest ve eğlenceli bir hayata atmış salonunu bir
mahfıl-i edebi ve bedii haline koyarak kibar ailelerden, ecnebi sefir ve
konsoloslardan birçok kimselere açmıştı.
Yahya Kemal:
"Kadınlarımız ve erkeklerimiz miyanında Fransızcayı en iyi konuşan bu
ince şaire, Almanlarla Heine'denl23, Almanca bahsedebiliyor. İstanbul
Rumcasına en tatlı bir telaffuzla sahiptir. Boğaziçi'ndeki sayfiyesi,
Nişantaşı'ndaki konağı, yalnız kendi eliyle süslenmiş o salonlar, nukuş-ı [s. 650]
beyciye. . . Şairenin yalnız ırki değil, hissi asaletinden de birer numunedir ... "
diyor.
Eskilerden büyük intibalar aldığında şüphe yok, fakat çok sevdiği Hamid'le
Ekrem'den de pek çok şeyler almıştır. Ekrem'in pek umumi olan tesiri Nigar
Hanım' da da pek aşikar surette görülmektedir.
yaşamış romantique bir Fransız şairesidir. Birkaç şiir mecmuasıyla gençlik için bir hayli romanlar
yazmıştır. �sınai! Hikmet'in notu)
546 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diye sitemler, niyazlar, itiraflar yaşatan Nigar Hanım da ilham itibarıyla upkı
Recaizade gibi hissiyyundan (sentimentaliste) meslek-i edebi itibarıyla da bir
hayalidir (romantique).
"Şarkı
yandı derd-i hicr ile canım, yetiş!
intizar öldürdü, cananım, yetiş!
Pür-teessür, pek perişanım, yetiş!
İntizar öldürdü, cananım yetiş!..
Nigar Hanım'ın hemen bütün yazılarında sari bir elem, şamil bir ısurap
vardır:
teranesi kalbi ifade, hakiki teessürün canlı bir numunesidir. Nigar Hanım'ın
yazılarında kadınlığın bütün hassasiyeti, bütün maraziyeti, bütün asabiyeti
yaşamaktadır. İnsan o kalbi birçok yerlerde bütün çıplaklığıyla görüyor.
Muazzez ölülere ait en küçük şeyler, tıpkı Recaizade Ekrem gibi, Nigar
Hanım'ın da ruhunda çalkanular peyda ediyor, risai (eligiaque) hassasiyeti
kabarıyor, için için ağlarken taşıyor. İşte "Kardeşimin Fesi" unvanlı şiiri:
1 2� Nigar Hanım hakkında daha geniş bilgi için bkz. Nazan Bekiroğlu, Şair Nıgô.r Hanım,
İstanbul 1998.
Ahmed Rasim
AHMED RASİM
Hayatı
Bahaeddin Efendi isminde bir zatın oğlu olan Ahmed Rasim 1 283'te
[ 1 865] İstanbul'da Sangüzel'de doğmuştur.
Ana ve babasının dizi dibinde büyüyen bu İstanbul çocuğu da bütün hem
sinleri gibi mahalle mektebinde ilk tahsiline başlayarak zeka ve istidadının ilk
emarelerini göstermeye başladığı sıralarda babasını kaybederek yetim kalmış ve
tabii babasızlığın bütün mahrumiyetlerini tatmış, eziyetlerini çekmiştir. Rasim
çocukluğuna ve mahalle mektebine ait hatırayı şöyle hikaye ediyor:
"Valide beni Sofular Mektebi'ne götürdüğü gün hocaya:
-Eti senin, kemiği benim . . .
demiş idi. Bilmem ki bu sözü bilerek mi, yoksa bilmeyerek mi söylemiş idi?
Zevahir-i ahvale bakılırsa bilmeyerek söylemiş olacak! Çünkü bana bir fiske
vurmaya kıyamayan o vücud-ı muhterem, elbette beni sopa, falaka altında
kıvrım kıvrım, giryan ve perişan görmekten zevk alamaz, okumak namına böyle
işkencelere, azaba girdikçe rıza gösteremezdi.
Pek iyi hatırlanın ki Sofular Mektebi'nin hocası halim selim bir zat idi. Beni
ne dövdü, ne azarladı, ne hırpaladı. Bildiği kadar öğretmeye çalıştı. Fakat nakl-i
hane münasebetiyle Hafız Paşa Mektebi'ne gitmeye başladığım zaman hoca
yüzünden hayat-ı sabavetimin en müthiş devrelerini gördüm. Kulağımda bir ses,
muttasıl bana şu cümleyi tekrar ederdi:
-Bu hoca falaka altında birkaç çocuk öldürmüş!
Filvaki öldürdüğünü görmedim ama bayılttığını gördüm. Bir sabah [s. 662]
hıfza çalışanlardan bir tanesini falakaya yıktırdı. Bütün şakirdanın çeşm-i
medhuşu önünde bir yanlış hatırası için belki kırk değnek vurdu. Darbelerini
oturduğu minderden kalkıp indiriyordu. Şimşirden çekilmiş, kısa bir sopa biçare
hafızın tabanlarına indikçe bağırıp inliyordu. Falakanın birer ucundan yapışıp
tutan kalfa ile çömezin gayreti dü-bfila oluyordu.
Bir an oldu ki mazrub teslim-i ruh etmiş gibi sakit ve camid kaldı. Hoca
merhamete gelmiş olmalı ki:
-Alın musluğa götürün!
diye emir verdi. Zavallıyı sürüklediler. Başını yerlere vura vura bahçeye kadar
götürdüler. Hep bakıyorduk, çıplak ayaklarını muslukların altına soktular.
552 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Tırnaklan mosmor olmuş idi. Su, kan oturmuş tabanlannı ıslatıp da oradaki
uyuşmuş hayatı kımıldanmaya başladıkça zavallının da gözleri açılıp
kapanıyordu.
Ben baktıkça öyle korktum, öyle korktum ki ilk fırsatta cüz'ümü, cüz kesemi
bırakarak kendimi sokağa attım, tabanlan kaldırarak eve doğru var süratimle
koştum, kapı açılıp da içeriye girdiğim zaman kendimde değil idim. Taşlığa
yatıvermişim!
-Niçin?
izhar eylediği evza'-ı mahsılsası şehirde adeta darb-ı mesel hükmünü almış, her
kadirşinasa, her vatanpervere bir şevk-i tahsin getirmişti. Fakat azim azim
teessüflere sezadır ki bu terbiye biraz zaman sonra bozulmaya ve müessesenin
şiraze-i intizamı na-ehil ellerin temasıyla çözülmeye başladı. Ne müdüriyet, ne
meclis, ne de erkan-ı tedrisiye bir kere elde edilmiş olan bu mühim Iaide-i
ictimaiyenin kıymetini bilemediler . . .
"
Rasim ikdam, Sabah, Tarik, Saadet, Malumat, Servet, Tasvir-i Ejktir, Hak
gazeteleri gibi yevmi cerfüdde birçok makaleler yazmıştır. Bundan maada Rasim
haftalık mecmualarda da yazı yazardı. Servet-i Füntln'da, Resimli Gazete'de MalUmat
ve Mekteb'de de makaleleri, hikayeleri vardır.
Ahmed Rasim'in en ziyade tab'ına münasip gelen nevi (genre) mizah sahası
(humoristique) olmuştur. Bu vadide yazdığı müteaddid makaleleri bilahare kitap
halinde de basılmıştır. Ciddiyata bile çok zaman bir eda-yı hezl vererek ifade
eder. Bazı eserleri taklit ve tanzirden vareste denecek kadar kuvvetlidir,
muvaffakiyetlidir.
Bu hayata karşı beslediği hakiki aşk saikasıyla daha pek çok eserler vücuda
getirmiştir. Hem asrın, hem matbuatın, hem bazı eşhasın tarihine, tercüme-i
haline yardım edecek kuvvetli ve faydalı mallımatlan haiz olan birçok eserleri
vardır.
Dört cilt teşkil eden Ömr-i &kbfsi asıl (origi,na� ve samimi (sincere) bir eserdir.
Ki.tabe-i Gam unvanlı eserleri de bütün halk tarafından sevile sevile okunan
eserlerdendir.
Rasim yalnız bu romanları ve küçük hikayeleri ile iktila etmiş, edebilmiş
değildir. Bundan maada memleketin lisanına her vechile birçok faydalar temin
edecek olan mektep kitaptan da yazmıştır.
Mesela tarihe, Tarih-i Osmanf ve İslam'a, sarf ve nahve, imlaya, hesaba dair
iptidailer için eserleri vardır. Bu küçükler mektepleri için yazdığı eserlerin adedi
her halde yirmiden fazladır.
Şehir Mektuplan, Mudhikat-i Dehr gibi mizahi eserlerinin kıymeti de inkar [s.
666] edilemez. Şurası da şayan-ı nazardır ki Ahmed Rasim bu güne gelinceye
kadar feyz ve füsununu kaybetmemiş zinde bir ediptir.
Mendkıb-ı lsMm, Külliyat-ı Say ve Tahrir, Tarih ve Muharrir gibi ciddi ve tarihi
eserleri de vardır. Ahmed Rasim hemen her nevi yazıda kalemini tecrübe etmiş,
hepsinde de asıl (origina� ve nevi şahsına mahsus bir çığırda yazmıştır. Oldukça
geniş bir tetebbu'a malik olan Ahmed Rasim geniş de bir malumat elde etmiştir.
O sayede yazdığı yazılannda bir lübbü, bir mağzı, bir kıymeti vardır. Vukuf ve
ihatası kuvvetli, muhakemesi sağlam bir muharrirdir.
İstibdat zamanlannda da Abdülhamid'in bütün vesveselerine, bütün
tevehhümlerine rağmen muntazaman yazmakta devam eden, matbuat
aleminden kat'iyen el çekmeyen, sade kalemiyle geçinen bir tek muharrir sadece
Ahmed Rasim'dir denebilir. Kalemi idare etmeği bilmek sayesinde istibdadın
nefiy ve tagribine uğramaktan nefsini kurtarabilmiştir.
Hayatı feylesolane bir neşe içinde geçen Ahmed Rasim kendisini fazlaca
içkiye kaptırmıştır, keyfi de sever. Bütün eğlence yerlerinde ve bilhassa meşhur
musikişinaslann ve üstatlann çalıp çağırdıkları yerlerde Ahmed Rasim'i bir
köşeye çekilmiş mezesi, içkisi önünde baş açık bir vecd ve istiğraka dalmış musiki
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 555
"Bizde şöyle böyle neşv Ü nema bulmuş bir sınıf 'zihn-i evvel' erbabı vardır
ki mesela lambanın fitilini kesmeği beceremezler de kendilerine:
Filvaki bir buluştur. Zihnin açıklığına, dürus-ı eşya ile çokca uğraşnğına
delalet eyler. Bir aferin veyahut bir bravo hakkıdır. Hem insanı icap edecek bir
mahiyet-i atiyeye malik olması hasebiyle şayan-ı dikkat bir meleke-i fikriye
nişanesidir. Fakat asıl lambayı bilemeyen bu zihnin şöyle bir melekesinden
müstefid olacak kimdir? Bunu bir anda tayin etmek mümkün değildir. Çünkü
hüner lamba kelimesinde değil lambanın kendisini yapmaktadır.
Evet, püf deyince lambanın şulesi söner, fitil kalır. Lamba, azadedir. Ne
yanar, ne yakar. Halbuki biz böyle mi istiyoruz? Millet daimi bir şuleden hisse
dar-ı tenevvür olmağı talep ediyor.
-Her ne kadar ben kendimi ehil olmak üzere ortaya sürmekten haz alır
isem de foyamın meydana çıkmasını istemem, demek midir? Buralarını etrafıyla
izah etse!
126 Ahmed Rasim'in �stanbul 1865- 2 1 Eylül 1932) yukanda belirtilen gazete ve mecmualann
dışında Şefak, Gülşen, Sebat, Hamryet, Güneş, Envar-ı Zekô., Maarif, Ha<.ine-i Fünı1n, Mecmı1a-i Ebuarya,
Pul, Musavver Fen ve &leh, lrtika, Türk rurdu, reni Mecmua, Milli Mecmua, Resimli Ay gibi mecmualar ile
Basiret, renigün, Cumhuriyet, ileri, Vakit, Akşam gibi gazetelerde de yazılan ve şiirleri yayımlanmışur.
Ahmed Rasim'in sayısı 1 40'a yaklaşan eserlerinden yukanda belirtilenlerin dışındaki belli
başlılanndan bazılan şunlardır:
Hikaye ve rom.anları: ilk Sevgi.ti (1891), Bir Se.filenin &rılk-ı Metrııksi (1893), Meşak-ı H�at
(1 892), Afifi (1 894), Sevdd:Jll Sermedi (1897), Ülfet (1 900), Hamamcı Ülfet (Ülfet'in 2. kısmı, 1 922).
Hatıraları: Gecelerim (1896), Falaka (1927), Fulış-ı Atik (1924), Muharrir, Şair, Edib (1926),
Ramazan Sohbetleri (1967).
Gözlem. ve incelemeleri: Makalıit ve Musahebılt ( 1907), Eşkô.l-i Zaman ( 1918), Cidd ü Mizah
(1920), Gülüp Ağlodıldanm ( 1926), Muharrir Bu Ya (1 927).
Tarihleri: Krifülc Tarih-i /skim ( 1890), Kıiçük Tarih-i Osman! (1 890), iki Hatua Üf Şahsiyet (1916),
istibdattan Hıikimryet-i Mil/iyeye (2 cilt, 1 926).
Monografi: ///r; Bi!Jük Muharririnden Şinasi ( 1 927).
Gezi yazısı: Romanya Mektuplan ( 1 9 1 6).
Hüsryin Rahmi (Gürpınar)
HÜSEYİN RAHMİ
Hayatı
Hüseyin Rahmi 1 28 1 - 1 282 [ 1 7 Ağustos 1 864] tarihlerinde İstanbul'da
Beyoğlu cihetinde Ayaspaşa'da bugün Almanya Sefarethanesi olan muazzam
binanın yerinde bulunan "Bağ Odalan" namındaki evlerden birinde doğmuştur.
Babası Mirliva Said Paşa, Sultan Abdülaziz'in yaverlerinden imiş. l 285
[ 1 868-1 869] senesi nihayetlerinde babasıyla beraber Girit'e gitmişti. Hüseyin
Rahmi o zamanlar daha henüz dört yaşına basmıştı. Bu küçücük yaşına rağmen
evde sıkılmasın diye çocuğu mektebe vermişlerdi. Orada Hanya'da sarıklı bir
hocadan okumaya başlamış, zeka ve dirayeti sayesinde üç dört ay sonra harekeli
cüzlerden sökmeye başlamış. Onun bu okuyuşu evdekilerin hoşuna gider
gelenlere çıkarır okutur ve gülerlermiş. Girit'te bir sene kadar kalan Hüseyin
Rahmi tekrar İstanbul'a dönmüş ve Aksaray'da Ağa Yokuşu denilen yerde
Yakubağa Mektebi denmekle meşhur olan iptidai mektebine vermişler.
Oturdukları ev Tevfik Fikret'in evinin karşısında imiş; fakat iki aile arasında
tanışıklık olmadığı için görüşmezlenniş. Sonra Hüseyin Rahmi tekrar Girit'e
gidip dönmüştür. 1 29 1 [ 1 874- 1 875] senelerine tesadüf eden bu dönüşte Hüseyin
Rahmi, Mahmudiye Rüşdiyesi'ne devama başlamıştır. On on bir yaşlarında iken
büyük bir zevk-i tahsil gösteren Hüseyin Rahmi bütün hocalarının muhabbet ve
teveccühlerini kazanmakta gecikmemişti. Çocukluğunun verdiği imkan
dairesinde ciddi bir gayretle çalışarak her gün yeni bir tekamül ve inkişaf eseri
gösteriyordu.
Nihayet rüşdiyeyi ikmal ederek Mülkiye İdadisi'ne devama başlamıştı. İki
üç sene kadar devam ettiği bu mektepte bütün hocalarının, bilhassa tarih [s. 673]
muallimleri olan Abdurrahman Şeref Bey'in nazar-ı dikkat ve takdirini
celbetmeye muvaffak olmuştu. Hüseyin Rahmi'nin bu ciddiyet ve gayretinden
memnun olan Abdurrahman Şeref Bey: "Seni burada bırakmam." demiş ve
Mekteb-i Mülkiye'ye almıştı.
Mekteb-i Mülkiye'nin o zamanki nizamına göre mektebe dahil olanların
yaşlan on sekizden aşağı, yirmi beşten yukarı olınamak icap ediyordu. Halbuki
Hüseyin Rahmi o zaman yalnız on dört yaşında bulunuyordu. Mektebin müdür-i
sanisi olan Recai Bey çocuğa yaşım sormuş, on dört olduğunu öğrenince mektebe
kabul edilemeyeceğini söylemişti, fakat Abdurrahman Şeref Bey'in delaletiyle
yaşını biraz büyük göstermek suretiyle kabul olunmuştu.
Mekteb-i Mülkiye'de bulunduğu iki sene zarfında gördüğü tarih-i tabii,
hikmet, kimya derslerinden çok istifade etmiş, fikren çok inkişafa mazhar
562 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
olmuştur. Fakat babasının hastalığı devamına mani olmuş, 1 297 [1 879- 1 880]
senelerinde Yanya'ya o zaman orada bulunan babasının yanına gitmiştir.
Bu seyahatler Hüseyin Rahmi'nin çok işine yaramıştır. Nüfüz-ı nazarı,
tetkik ve tahsil kabiliyeti sayesinde pek çok şeyler öğrenmiş, adat, adab, ahlak
gibi hususiyetleri yakın görmek suretiyle zihnine nakşetmiştir.
Yanya'ya babasının yanına gittiği ve orada kaldığı müddetçe de boş
durmamıştı. Babası, Tahir Efendi isminde bir muallim bulmuş, Hüseyin Rahmi
bu zattan Fransızca öğrenmeye başlamıştır. Yanya'dan dönüşünde Adliye
Nezareti'ne girmiş ve Umur-ı Cezaiye Mukayyidi'nin yanına vermişler, muavin
olmuş . . . Biraz sonra aza mülazımı namıyla Ticaret Mahkemesi'ne
göndermişler . . . Birkaç ay devamdan sonra sıkılmaya başlamış, bu hayat ile
imtizac edememiş ve nihayet istifa ederek çekilmiştir.
Fıtratında yazıcılığa karşı derin bir meyil duyan Hüseyin Rahmi matbuat
alemine atılmakta gecikmemiştir.
İlk eseri "İstanbul'da Bir Frenk" unvanlı eserdir. Cenae-i Havddis'te intişar
etmiştir.
fs. 674] Hüseyin Rahmi matbuat alemine Ceride-i Havddis'te yazı yazmakla
girmiştir. Orada Ahmed Rasim 'le beraber bulunurlarmış. Oradaki hayatından
bahsederken Hüseyin Rahmi:
"Rasim yirmi beş santimlik mavi Fransız kitaplarından tercüme yaparken
sahib-i imtiyaz Mehmed Efendi'nin biraderi Ömer Efendi omzundan eğilir okur,
bana 'İyi değil!' gibi bir işaret ederdi. Ben de gülerdim. Galiba Ömer Efendi ben
de yazı yazarken Rasim'e aynı işaretlerde bulunurdu!
diyor.
Ceride-i Havadis'tc intişar eden bu "İstanbul'da Bir Frenk" makalesi Hüseyin
Rahmi'yi tanıtmış ve şöhretini temin etmişti. Kendisini Tercüman'a çağırmışlardı.
Beşir Fuad da o zaman "Bu çocukta espri komik (esprit comique) var." demiş.
Hüseyin Rahmi bu suretle kendisini matbuatta az çok tanıttıktan sonra Şık
namında bir eser yazarak Ahmed Midhat merhuma göndermişti. Ahmed
Midhat eseri çok beğenmiş ve Hüseyin Rahmi'yi takdir ve teşvik ederek "Senin
istidadın var, ne müşkilin olursa bana gel!" demiş. Hüseyin Rahmi kendisi:
"Hakikaten ne için müracaat ettimse bana pederlik etti, hatta "veled-i manevim"
derdi." diyor.
Bundan sonra Hüseyin Rahmi tercümelere başlamıştı. Tercüman'da yazılan
makalelerini Ahmed Midhat, Müntahabat-ı Hüsryin Rahmi unvanıyla iki üç cilt
kitap olarak tab'ettirmişti.
" 1 1 3 Numaralı Cüzdan", "Bir Kadının İntikamı" gibi hikayeler tercüme
etmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 563
Aradan bir sene geçmemişti ki Paris'te Bir Teehhüfü ondan sonra da Alfred
de Musset'den Frederic il.e Bemerette namında hazin bir roman tercüme etmiştir. Bu
aralık İkdam gazetesi intişara başlamıştı, Hüseyin Daniş İkdam'a geçiyordu.
Hüseyin Rahmi de beraber İkdam'a geçmişti.
Fakat istibdat hükümeti zamanında sadece yazısıyla geçinebilmek biraz
müşküldü. Yazılan eserlerin sansürden geçirilebilmesi, zülf-i yare
dokunmamasına [s. 675] itina edilmesi hayli güç mesele idi. Hüseyin Rahmi de
İkdam'a yazmakla beraber Nafia Nezareti Tercüme Kalemi'ne de devama
başlamıştı.
İkdam'da Paul Bourget'den Andre Comelis'yi tercüme ile tefrika olarak
neşrediyordu.
Hüseyin Rahmi'nin asıl hayat-ı edebiye ve tahririyesi kendi tabiri ve tasdiki
vechile bundan sonra başlamaktadır. Hüseyin Rahmi bu geçen devreyi bir
tecrübe-i kalemiye telakki etmektedir.
O zamanın Namık Kemal genre'ında yazı yazan bir romancısı vardı bu da
Vecihi idi. Halk Vedhi'nin romanlarını büyük bir heves ve iştiyakla okurdu.
İkdam'a tefrika yazan da o idi. Halbuki kendisi fazla ayyaş ve laubali bir adamdı,
tefrikalarını vaktiyle yetiştirmez, daima geciktirirdi. Siliib-i imtiyaz Ahmed
Cevdet bu adamdan usanmıştı. Bir gün Hüseyin Rahmi'yi görmüş ve: "Şu
Vecihi'yi takliden bir şey yaz!" demiş, Hüseyin Rahmi de fffet ismindeki
romanını yazmıştır. İ.ffet tamamıyla Vecihi tarzında yazılmıştır. Hatta bunu
okuyan Vecihi bile: "Yahu şu romanı her sabah okurken acaba ben mi yazdım?
diye hayret ediyordum" demiştir. İ.ffet, Vecihi tarzında yazılmış bir eserdir.
Hüseyin Rahmi asıl bundan sonra kendi genre'ı olan romanlara başlamıştır.
Onların da birincisi Mürebbiye'dir. Sıra ile Mutallaka, Muddele-i Sevda, Metres,
Tesadef, Nimetşinas intişar etmiştir.
Nimetşinas'ı kitap forması şeklinde gazetede tefrika edilmişti. Tamam olup
bittikten sonra milli hikaye tab' ve neşri resmen menedilmişti. İstibdat hükümeti
hikayelere kadar ceberut ve tahakkümünü teşmil etmekten geri durmuyordu.
Hüseyin Rahmi de bundan sonra yine tercüme sahasına atılmak mecburiyetinde
kalmıştı.
Paul de Kock'un Mösyö Dupont ismindeki eserinden Biçare Bakkal'ı tercüme
etmişti. Onu bile sansür delik deşik etmiş, yarısından ziyadesini bozmuştu.
[s. 676] 1 3 24 İnkılabı'ndan [1 908] sonra Hüseyin Rahmi yeniden faaliyet
sahasına atılmış muhtelif gazetelere tefrika edilmek üzere yeni eserler yazmıştı.
Evvela Sabah gazetesinde Şıpsevdi, sonra da Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivac tefrika
edildi ve sonra kitap şekline kondu. Ziya gazetesinde Sevda Peşinde tefrika olarak
çıktı. Nihayet yekdiğeri arkasından sıra ile Gu{yabani, Cadı Çarpı;yor, Şekavet-i
Edebiyye tabedildi. Bir aralık yenilerle Hüseyin Rahmi Bey arasında bir
münakaşa-i kalemiyye hadis oldu. Bir hayli devam eden bu münakaşa Hüseyin
564 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Hüseyin Rahmi muhitini, bilhassa çokça tetkik ettiği bir kısım muhitini
hemen her edibimizden iyi ve esaslı tanımıştır.
[s. 679] Eserlerinin kısm-ı küllisinde mahalli bir renk (couleur loca� vardır.
Tiplerin çoğu eski ve yeni İstanbul'dan tarihe geçen, hatıralarda dolaşan yahut
da bilfiil gözlerimizin önünde duran hfila yaşayan insanlardan istinsah olunmuş
numunelerdir.
Hüseyin Rahmi'de bilhassa ayn ayrı iki hassa görülür. Biri her şeyde
gülünecek, eğlenilecek bir nokta, bir cihet arayan ve bulan daima, daima gülen
istihzakar, müzeyyif bir nokta; diğeri en mütebessim çehrelerde bir gözyaşı izi
sezen, en şen gönüllerde bir gizli elem gölgesi hisseden, en lakayd kahkahalarda
bir hıçkırık aksi duyan, rakik, müteheyyic, öksüz bir kalptir. Bu iki tezadı biz
Hüseyin Rahmi'nin eserlerinde bazen yan yana, bazen birbirinden ayn ve uzak
olarak görürüz.
1 2 7 Paul Bourget, 1 852 tarihinde doğmuş bir Fransız münekkid ve romancısıdır. Fransa
Akademisi azasındandır. Bilhassa eserlerinde ruhi tahlilleriyle şöhret olmuştur. İyi bir ruhşinas
!psychologue) cemiyetinin ruhunu iyi tetkik etmiş, iyi anlamıştır. Birçok eserleri içinde Terre Promise
"Arz-ı Mev'ı'.'ıd", Cruelle Enigme Z alim Muamma", Mensonges "Yalanlar'', Le disciple "Mürid" unvanlı
"
Üslubu sarih, sadık ve kat'idir, tam bir hakikidir (realiste). Birçok eserleri vardır. Bel-ami "Güzel
Dost" Türkçeye de tercüme olunmuştur. Fort comme la mort "Ölüm Kadar Kavi" Bu da Türkçeye
566 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
[s. 680] Sahne haline vaz'edilmiş olan Mürebbiye'si bizde hayat-ı tabiiyeden
alınarak yazılan mudhikelerin en güzellerindendir. Bir Muddele-i Sevda unvanlı
hikayesi de rakik ve necip hislerin canlı numunelerindendir. Üslubuna bir küçük
misal olmak üzere 1 327 [ 1 9 1 1] tari hinde tabettirdiği Şıpsevdi unvanlı hikayesinin
"Hayat-ı İctimaiyemiz ve Alafranga" unvanlı mukaddimesinden şu "Üçüncü
Nevi Alafrangalık" adlı parçayı alıyoruz:
Mağlub-ı hiffeti olup da bazen 'fır' diye döndüğü zaman fistan gibi açılan
arabacı-vari uzun ve 'ankloş' etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri,
baston narinliğinde zarif şemsiyesi kendinin nevi hemen zatına münhasır
modada teferrüde heveskar bir şeyda-yı zamane olduğunu gös terir .
Sağ elinin şahadet parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı,
harfli halkalarla müzeyyendir. Bunun sebebi sorulsa hep Paris'teki dil-dadeleri
yalnız o takılması şartıyla bunlan birer hediye-i muhabbet olarak vermiş
olduklannı söyler.
Cervantes'in Don Kışot'u ne ise Şark alafrangalığı aleminde de Meftun Bey işte
odur. Garabette kahramanımız bir nadire-i hilkat, bu hikaye ise nev-a'ma
Fransızların fantezi ifantaisie) dedikleri asar-ı keyfiye ve hayfiliyeden gibidir.
Bundan kimseye bir hisse-i tezyif fırlamaz.
Sözü burada ne uzatalım. Sahaif-i atiye-i hikayemiz bu mir-i garabet
semirin tasvir-i zatına hasredilmiştir.
Meftun daü'l-efrenç-perestiye müptela bir mecnun mudur? Hayır.
Göreceğiz ki o da değil. . . Bazı mahdud zamanlarda hllş-yari anlan görülmesine
nazaran seyrek nöbetli sıtma gibi aklı gelir gider takımdan olması akvadır. " 129
129 Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın (İstanbul 1 7 Ağustos 1 864-8 Mart 1 844), yukanda belirtilen
gazetelerin dışında Son Telgraf, Tevhfd-i Efkar, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet, reni Sabah gazetelerinde de
romanlan tefrika edilmek suretiyle yayımlanmıştır. Hüseyin Rahmi'nin burada belirtilmeyen
eserleri ise şunlardır:
Romanları: Efsuncu Baba ( 1924), Meyhanede Hanımlar (1 924), TutuşmuJ Gönüller (1926; yazılışı
1 922), Billur Kalp ( 1926; yazılışı 1 924), Evlere Şenlik-Kaynanam Nasıl Kudurdu? ( 1 927; yazılışı 1 922),
Mezarından Kalkan Şehit (1 928; yazılışı 1 926), Kokotlar Mektebi (1 928), Şeytan İJi ( 1 933; yazılışı 1 928),
Utanma<; Adam ( 1 934; yazılışı 1 930), Gönül Bir Yeldeğfrmenidir Sevda Öğütür ( 1 943; yazılışı 1 922), Ölüm
Bir KurtulUJ mudur? (1945; yazılışı 1 93 1 ), !Arilen İskelet ( 1 946; yazılışı 1 923), Dünyanın Mihveri Kadın mı
Para mı? ( 1 949; yazılışı 1 934), Deli Filozef ( 1 964; yazılışı 193 1), Kaderin Cilvesi (Başımıza Gelenler,
1 964; tefrika 1 925), İnsanlar Maymun muydu? ( 1968; tefrika 1 934), Can Pazarı ( 1 968; yazılışı 1 923),
Ölüler Yaşıyor mu? ( 1 973; yazılışı 1 932), Namuslu Kokotlar (1 973; yazılışı 1 929).
Hikayeleri: Kadınlar Vaizi (1 920), Namusla Açlık Meselesi ( 1933), Katil Puse (1 933), iki Hb"düğün
Seyahati (1933), Tünel,den İlk Çıkıj ( 1 934), Gönül Ticareti ( 1939), Melek SanmıJtım Şeytanı ( 1 943), Eti Senin
Kemiği Benim ( 1 963).
Oyunları: Kadın ErkekleJince ( 1933), Tokuşan Kafalar ( 1 973; yazılışı 1 923), İki Damla YilJ ( 1 973)
(Haz. notu).
Abdullah Cevdet
ABDULLAH CEVDET
Hayatı
Abdullah Cevdet hicretin l 286'ıncı ve miladın l 869'uncu senesi Eylülünün
dokuzuncu günü Ma'muretü'l-aziz'de doğmuştur.
Çocukluğunu tamamıyla doğduğu yerlerde geçiren Abdullah Cevdet iptidai
tahsilini de orada bitirmişti. Memleketindeki askeri rüşdiyesini bitiren bu zeki
Anadolu yavrusu tahsilini ilerletmek üzere İstanbul'a gelmiş Boğaziçi'nde Kuleli
İdadisi denmekle maruf askeri idadisine girmiştir. Zamanının en muntazam
idadileri, askeri idadileri olduğundan Abdullah Cevdet de Kuleli İdadisi'nde
muntazam ders görerek ikinci dereceli mektebi de bitirmişti. Yüksek tahsilini
görmek üzere Askeri Tıbbiyesi'ne girmiş ve tahsilini ikmal edinceye kadar orada
kalmıştır.
Fıtraten zeki ve ateşli bir müteşebbis olarak yetişen Abdullah Cevdet
mektepte iken hocalarının nazar-ı dikkat ve takdirini celbetmiş ve istidadının
sevkiyle şiir ve inşaya da başlamıştır.
Askeri Tıbbiyesi'ni bitirip genç bir yüzbaşı doktor olarak şahadetname alıp
çıktığı zaman genç, dinç, canlı ve heyecanlı bir şairliği de vardı.
İsyankar, inkılap-perver (revolutionnaire) fikirlerle meşbu olan genç doktor,
ateşli şiirler de yazıyordu. İlk yazılarında, Kemal ile Hamid'in canlı intibaları
görülüyordu. O heyecanlı fıtratının sevk ve tesiriyledir ki Abdullah Cevdet daha
Tıbbiye'de talebe iken Abdülhamid'in kıtallerine, cinayetlerine göz
yumamayarak isyanı göz önüne almıştı.
Kendi gibi ser-azade, hür insanlığın kıymet ve şerefini anlayan, tabii
hakkım istemeği bir vicdan borcu bilen birkaç arkadaşıyla görüştü. [s. 683]
Aralarında verilen karar üzerine 1 894 senesindel30 arkadaşlarından Doktor
İshak Sükuti ve Doktor İbrahim Temo ile İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni teşkil
etti.
Daha o zamanlar Abdullah Cevdet felsefi ve fenni eserleriyle, edebi
makaleleri ve şiirleriyle kendisini tanıtmış bir mütefekkir muharrirdi.
1 30 İttihat ve Terakki Cemiyeti, Fransız İhtilfili'nin 1 00. yıldönümü olan 1 889'da, İttihad-ı
Osmani Cemiyeti adıyla Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, İshak Sükuti, Hüseyinzide Ali ve
Mehmed Reşid adlı beş Mekteb-i Tıbbiye öğrencisi tarafından kurulur. (Haz. notu)
572 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
tabiptir. Force et matiere "Madde ve Kuwet" unvanlı eseri meşhurdur (İsmail Hikmet'in notu).
132 Hegel l 7 70'te doğmuş 1 8 3 1 'de ölmüş ve Alman tekamül-i fıkriyesine büyük bir tesir
bırakmış meşhur bir Alman feylesofudur, felsefesi Hegelianisme namını almıştır. Kant, Schelling ve
Fichte felsefelerinden münşaib ve müştaktır. Panthfume denilen "hikmet-i işrakiye"ye vahdet-i
mutlakaya mütemayildir (İsmail Hikmet'in notu).
133 Herbert Spencer 1 820'de doğmuş l 903'te ölmüş bir İngiliz feylesofudur İngiltere'de
tekamül felsefesinin müessisi addolunur. Edııcation "Terbiye" unvanlı eseri meşhurdur ve bir
zamanlar fevkalade itibarda idi (İsmail Hikmet'in notu).
574 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
136 Milton 1608'de doğmuş 1 674'te ölmüş meşhur bir İngiliz şairidir. Meşhur Cromweel'in
katipliğini ederdi. O öldükten sonra fakir, sefil, kör ve perişan olmuştur "Kaybolmuş Cennet" unvanlı
meşhur ve ölmez eserini kansıyla iken kızına istiktab suretiyle yazdırmıştır. (İsmail Hikmet'in notu)
137 Paul-Louis Courier I 772'de doğmuş 1 825'de ölmüş meşhur, mütebahhir bir Fransız
muharriridir. Yazdığı siyasi hicviyeler parlak ve dikenlidir. Mektuplan zeka ve nükte ile doludur.
Meşhurdur. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 579
Hikem Abdullah Bosnavi merhumun kavlince 'bu mertebe-i hikmete vasıl olmak
için yetmiş bin kişi tarafından tekfir edilmek, hakkında dinsizdir' denilmek
lazımdır. Mustafa Lütfi El-Menfuliti'nin dediği gibi 'İmam Gazali tekfir
olunmadı mı ve Hüccetü'l-İslam olarak ölmedi mi?' Hazret-i Halil'e ateşi gülzar
eden şaikadan bihaber olanlara dert veya deva anlatmak müşkilatı malumdur.
Hastalar her içtiklerini acı bulurlar. Acılık içtiklerinde değil, ağızlanndadır. Bir
şair bunu ne güzel söylemiştir:
ı3a "Toz bulutu ışığı görmeye mani ise, hastalık da suyun lezzetinin almaya manidir."
ı39 Abdullah Cevdet'in (Arapkir 9 Eylül 1 869-İstanbul 28 Kasım 1 932) yukarıda adı
geçmeyen diğer eserleri şunlardır:
Fikri ve siyasi eserleri: iki Emel (1 898), Uyanınız! Uyanınız/ (2. bs. 1 908), Hadd-i Te'dib
( 1 903), Kajkasya'daki Müslümanlara B�anname (1 905), Fünun ve Felsefe (1906), Mahkeme-i Kübrd (1 908),
İstibdat (2. bs. 1 908), Bir Hutbe (1 909), lstanbul'da KOpekkr (1 909), Yaşamak Korkusu ( 1 9 10), Cihdn-ı lsMma
Dair Bir Nazar-ı Tarihi ve Felsefi (1 922).
Diğer Şür Kitapları: Hiç (1 890), Tultıat (1 890), Masumiyet (1 893), Karlıdağ'dan Ses ( 1 93 1),
Düşünen Musiki ( 1 93 1). Abdullah Cevdet hakkında daha geniş bilgi için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir
Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1 98 1 . (Haz. notu)
ÜÇÜNCÜ CİLT
DÖRDÜNCÜ KISIM
- İnkılap hazırlıkları
terfi ve taltiften yıllardan beri uzak ve mehcur kalan bütün zabitler hükümetin
şiddetle aleyhinde idi.
İktisadi vaziyetleri esasen perişan olan bütün Rumeli ve Anadolu köylüsü
bütün kazandıklarını bir taraftan hırsız ve mürtekip idare memurlarına
kaptırmaktan, bir taraftan sarayın isralatına yetiştirmekten bıkmıştı. Gencini,
ihtiyarını asker; kazancını, vannı vergi olarak vermek Anadolu'yu ölüme
mahkum etmişti. Bütün vilayetlerde de bir memnuniyetsizlik hüküm sürüyordu.
Halife namını taşıyan o kanlı hükümdara intisap ile kannlannı doyuran ve
menfaatten başka bir düşünceleri olmayan başları sarıklı bir sürü riya.kardan
başka saraya taraftar hiçbir fert mevcut değildi. Ziraat, ticaret berbat bir halde
olduğu gibi, maarif ve matbuat da perişan idi.
Mektepler sıkı bir murakabe ve teftiş altında tutuluyor, lugat kitaplarından
isyan, ihtilfil, inkılap kelimeleri, tarih kitaplarından "İhtilaJ-i Kebir" bahisleri
çıkarılıyor, edebiyat kitaplarından Kemal, Hamid isimleri siliniyor; vatan
perverane, hürriyet-perestane eserler yakılıp mahvediliyordu. Ecnebi muallimleri
bulunan tek tük mekteplerde ancak bu gibi bahisler geçebiliyordu. Matbuat da
aynca tazyik altında idi, sansürün elinden yazı geçirmek pek müşkül oluyordu.
Mi;:,an gibi hak, adalet, hürriyet için çalışan gazetelerin yaşayabilmesine
imkan yoktu. Murad Bey İstanbul'dan kaçarak Avrupa'ya gitmişti.
Tanzimat'ın getirdiği yenilik cereyanını takip eden gençlerin, Fikret'lerin,
[s. 707] Rıza Tevfik'le rin yazdıkları bir mecmua olan, İsmail Safa'nın Mirsad'ı
sarayın emriyle kapatılmış, Tevfik Fikret'in çıkardığı Malumat140 da aynı akıbete
uğramıştı.
Diğer gazetelerden bir kısmı Abdülhamid'den tahsisat alarak sarayın
dal kavukluğunu etmekte, bazıları da zalim sultanın kendine vermek istediği
halifelik süsünden istifade ederek dini makalelerle sütunlarını doldurmakta idiler.
Bu cihetin bir küçük faydası da olmuştu. Rus-Japon Harbi üzerine çarlığa karşı
çıkan isyan, Abdülhamid'i çok korkutmuştu.. Halka karşı mevkiini
kuvvetlendirecek çareler düşünüyordu. O esnalarda Kırım'da İsmail
Gasprinski'nin gazetesi çıkmaya başlamıştı. İstanbul gazeteleri de malumat
vermek arzusuyla "Alem-i İslam" diye bir sütun açtılar. Abdülhamid halifelik
sıfatının kuvvetleneceğine zahip olarak buna memnun olmuştu. Bu vesile ile bazı
hürriyet-perverane yazılar da sıkıştırılıyordu.
Fakat bundan istifade düşünen bazı menfaatculara da bir dini cereyan
yaratmak için vesile olmuştu. Abdülhamid'in gururunu okşamak ümniyesiyle bir
"İttihad-ı İslam" (Pan lsldmisme) fikri ortaya atılmıştı ki memleketin vaziyetini
aynca tehlikeye koyuyor, anasır arasına da zıddiyet sokuyordu. Bu cihetten
ıw Bu Malı1mat, Baba Tahir'in Malı1mat'ı değil, 22 Şubat 1 894-3 Mayıs 1895 tarihleri arasında
48 sayı çıkarılan dergidir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 585
Artık böyle bir dereceye gelmiş ve fikr-i taassub kamilen içinden çıkarılmış
bir muhit dahilinde irticai ve Avrupa aleyhinde bir politika öyle muvaffakiyetle
neşr ve tamim edilemez. Fakat hükümet ne kadar meşru ve elzem olursa olsun
her türlü ıslahata açıktan açığa düşman olduğundan bugün temelleri lerze-nak
olmaya başlayan bina-yı istibdadı kurtarmaya çalışmak için kendisini bir sütre-i
ruhani ile göstermeye mecbur olmuştur."
tük gençler vardı. Bunlardan biri de Rıza Tevfik idi ki Ekrem cereyanının tesirini
azaltmak için bir makale yazmış, karşısında hocası Ekrem'i müdafaaya atılmış
olan Fikret'i bulmuştu. Bu iki eski arkadaşı aynı meslekte, aynı maksatta
olduklarını ispat ile yine Üstad Ekrem uzlaştırmıştı. Servet-i Fünun, "Sanat için
sanat" prensibinden istifade ile sembolizm (symbolisme) örtüsüyle örtünerek
sarayı, zalim padişahı, haysiyetsiz vezirleri hiciv ve tehzil ediyor, sansürün
gözünden bu yazılan kaçırmaya muvaffak oluyordu. O kara muhitte gençleri
biraz müteselli eden bu Edebiyat-ı Cedide cereyanı idi.
1 3 1 3 [ 1 897] senesinde Yunanistan ile açılan muharebe memleketteki dini
cereyana bir kuvvet vermiş olmakla beraber, milli bir cereyan da uyandırmış,
Türklük, Türkçülük sözleri de meydan almıştı. Abdülhamid Türkçülük
sözünden korkmakla beraber bunu sade lisan hususlarında kaldığı müddetçe
müsamaha ile görüyordu. Nitekim gazetelerde başlayan münakaşalara mani
olmadıktan başka memnun da oldu. Türkçeyi sadeleştirmek, halka doğru gitmek
meseleleri ortaya atılmış; tenkitler, münakaşalar ilerlemişti. Nihayet Mehmed
Emin'in Türkçe Şiirler'i Rıza Tevfik'in takrizi, Tevfik Fikret'in takdir ve teşvikiyle
neşredilmişti.
Fakat bu faaliyet de çok sürmedi. Servet-i Fünun gençlerinin içtimai sahada
da çalıştıkları hissedilmişti. &rvet-i Fünun kapatıldı. Fikretlerin, Siretlerin,
Safalann evleri basıldı, aranıldı Siret'le Safa nefyedildiler: Ortalık yine kesif bir
zulmete boğulmuştu.
Bu hali gören Avrupa emperyalizmi de istifade hırsına düşmüştü. Çar
Rusyası ile İngiliz İmparatorluğu İstanbul'a göz dikmiş, Türkiye'yi [s. 7 1 0]
taksimi düşünüyor, bu hususta planlar hazırlıyorlar, mülakatlar yapıyorlardı.
İtalya, Trablusgarp'a saldırıyor, Almanya iktisadi nüfuzunu tevsie uğraşıyor,
Bağdat demir yollarını elde etmek istiyordu. Yunanistan Girit'i, Avusturya
Bosna-Hersek'i gözlüyordu.
Bu umumi suikast karşısında Genç Türkler dehşete düşmüşlerdi. Avrupa'da
İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni teşkil ile gazete çıkaran bazı gençlerle,
Abdülhamid'e ağır mektuplar yazarak firar etmiş olan Damat Mahmud Paşa'nın
oğlu Prens Sabahaddin ve bazı Hristiyan unsurlardan ihtilal taraftarları faaliyete
başlamışlardı.
Evvela Paris'te bir kongre akdettiler. Kongre neticesinde üç muhtelif
cemiyet hasıl olmuştu. Biri Şurıi-yı Ümmet gazetesini neşreden İttihat ve Terakki
Cemiyeti, ikincisi Terakki, ve Yeni Filr:i.r141 gazetesini çıkaran Prens Sabahaddin'in
Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsi Cemiyeti, üçüncüsü de bir ihtilal
komitesi idi. Prens Sabahaddin meseleye içtimai bir nokta-i nazardan bakıyor,
yarayı daha yakından görüyor ve:
1 4 1 Prens Sabahaddin'in çıkardığı gazete ve dergiler arasında Yeni Fikir adında bir dergi
Veladeti ve Hayatı
Fikret, İstanbul'da Kadırga Limanı'nda Bostan-ı Aıi Mahallesi'nde, bugün
Yağlıkçı Nuri Efendi veresesinin sahip olduğu hanede, 1 284 senesi Şaban'ının
yirmi sekizinci Salı gecesi [25 Aralıkl867] dünyaya gelmişti.
Babası Hüseyin Efendi aslen Çankırı Sancağına tabi Çerkeş kazasındandır.
Büyük babası Ahmed Ağa Çerkeş eşrafından idi. Oğlu Hüseyin'i okutmak için
İstanbul'a gelmiştir. Hüseyin Efendi o zamanın en mükemmel mektebi olan
"İrfan!" Rüşdiyesi'nde tahsil ederek Hariciye Mektubi Kalemi'ne memur edilmiş
ve orada kitabet ve Babıali terbiyesi görmüştü. Hususi surette de Arabi ve Farisi
tahsil etmişti. Çalışkanlığı ve doğruluğu takdir edilerek Fatıma Sultan kahyası
olan meşhur İhtisap Ağası Hüseyin Bey'in maiyetine verilmişti.
Hüseyin Bey bu genç adaşının gayret ve istikametini gözden kaçırmıyordu.
Nitekim kendisi Sultan Aziz'in validesi Pertevniyal Valide Sultan kahyalığına
geçtiği zaman, Hüseyin Efendi'yi de katip olarak almıştı. Nihayet kendi hususi
katibi olan ve İzmir'de iken ihtida ederek maiyetinde kalan Hüsrev Efendi ile
yine Sakız Rumlarından ihtida ederek pek küçük iken Hüseyin Bey'e evlatlık
olan Saliha Hamm'ın kızı Hatice Refia'yı Hüseyin Efendi'ye vermişti. Bu Hatice
Refia Hanım, Fikret'in validesidir. Görülüyor ki, Fikret baba tarafından halis
Türk, ana tarafından adalıdır.
Fikret'in dünyaya gelmesi o senenin kışını pek hararetle geçirmişti. Adını
Mehmed Tevfik koydular. Refet isminde bir zat veladetine bir kaside-i tarihiye
yazmıştı.
kardeşiyle beraber hacca gitmek istemiş, fakat o sene orada zuhur eden şiddetli
koleradan her ikisi de vefat etmişlerdir.
[s. 7 1 6] Dayısı ba'de'l-hac Vadiyü'l-Fatıma'da, annesi de Medine-i
Münevvere'ye bir günlük mesafede, çölde defnedilmişlerdir. O zaman daha
acılığını anlayamadığı tahassürü, hemşiresi de ölünce hakkıyla anlamış ve 3 1 8'de
[ 1 902] "Hemşirem İçin" diye yazdığı mersiyeyi ninesine ithaf etmiş, ilk
parçasında, kalbinde örtülmüş, küllenmiş sandığı yaralarının hala işlediğini, hala
kanadığını anlamıştı:
I43 Fikret'in refikası Nazıma Hanım ilk neşrettiği gazel bu olduğunu söyler. Gazel Münteluibiit-ı
Tercüman·ı Hakfkafın 533'üncü sahifesinde neşredilmiştir. Gazelin Tercüman--ı Hakikat'e Fikret'in
edebiyit-ı Firisiye muallimi olan M uallim Feyzi tarafından verildiği anlaşılmaktadır. �sınai!
Hikmet'in notu)
596 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ı+ı Kendi sınıf arkadaşlarından olan ve bir zamanlar Mekteb-i Sultani'dc ders nazırlığı,
Fikret'in müdüriyeti esnasında da müdür-i sanilik eden, son zamanlarda da Maarif Nezareti
İstatistik Müdüriyeti'nde bulunan Cemil Bey, Muallim mecmuasının nüsha-i mahsıisasında çıkan
gazel için: "Tevfik'in müptedilik zamanında söylediği eş'ardandandır. 99 sene-i maliyesi nısf-ı
ahirinde Tercümıin-ı Hakilr.at gazetesiyle neşredilmiştir. O zaman merhum Mekteb-i Sultilni'nin
Türkçe'den dördüncü ve Fransızca'dan ikinci sınıfında idi" der. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 597
145 "Kerem tuzağıyla, himmet Kafında Anka avla, Süleymanlık istiyorsan bir karıncanın bile
hatırını incitme."
598 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
1 46 Receb Vahyi, Harbiye Miralaylığı'ndan mütekait bir zatur. İyi de şairdir. Bu zat Fikret'in
mektep refiki olan Cemil Bey'in rüşdiye arkadaşlarındandır. O zamanlar Harbiye Mektebi'nde
talebe idi. Fikret'le kendisini tanışuran, Cemil Bey olmuştur. Mektepte iken Fikret'in bu zat ile bir
çok muhaberau vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 599
Derslerimiz eski feyz-i füsfın-kannı, eski reftar-ı nazenini kaybetti, eski canlılık
yerine bir uykuculuk kaim olmuştu. Sınıf bir ölü halini almıştı. Naci Efendi
derslerini uzun kağıtlara yazar, sınıfta bize yazdırır, matbaada mürettiplere
dizdirirdi. Edebiyat dersleri imla ve ezber dersleri olmuştu.
Bazen fazla neşelenir, başını kaşır; bir beyit tanzim ve inşad eder, sonra da
ağzını kulaklarına kadar açan geniş bir hande ile 'Hoş düştü!..' cümle-i
mu'tadesiyle kendi kendini takdir ederdi."
l 304 [ l 888] senesinde birincilikle Mekteb-i Sultani'den çıkan Tevfik Fikret,
Recaizade'yi tanzir ve takibe devam ediyordu. Aynı zamanda da bütün
gazetelerde Ekrem'i müdafaa ediyordu.
Fikret, Mekteb-i Sultani'den çıktıktan sonra Babıali Hariciye İstişare
Odası'na devama başlamıştı. Bin bir merasime, bin bir istibdada tabi olan bu
riyillr hayatın Fikret gibi tab'an serazat, ruhen vakur yaratılmış bir fıtrata
muvafık gelmeyeceği pek tabii idi. Fikret bu sıkıcı hayatta kendi faal ve cevval
ruhunu tatmin edecek iş bulamıyordu. Kalem efendilerine en ağır, en çapraşık
gelen yazılan o bir kere gözden geçirip hallediveriyor, sonra da oturup resim
yapmakla vakit geçiriyordu.
Kalem arkadaşları Fikret'in bu kudret ve muvaffakiyetinden hayret ve
mahcubiyete düşüyorlardı. Fikret işsizlikten usanmış, nihayet istifa etmişti.
Kaleme [s. 730] girdi gireli tedahüle kalmış ve alamamış olduğu bütün
maaşlarını evine göndermişler. Kabul etmemiş. Gelen zatı hürmet ve iltifat ile
karşılamış fakat getirilen parayı alamayacağını söylemiş: "İş görmeden para
almak mu'tadım değildir!" demiştir. Edilen ısrarlara rağmen parayı kabul
etmemiş ve o zaman teşekkül etmiş olan ve muhacirlere iane toplayan
komisyona göndermiştir.
Cevad Paşa'nın sadareti zamanında Sadaret Mektubi Kalemi'nde
Mühimme Şubesi açılmıştı. Fikret'in akrabasından olan Bülbül Tevfik Paşa,
Fikret'i sekiz yüz kuruş maaşla bu şubeye aldırmıştı. Fikret bir zaman devam
ettiği bu şubeden: "Hizmet takdir olunmuyor.'' diye çıkmış, tekrar İstişare
Odası'na geçmiş ve 1 6 Zilhicce 1 306 ve l Ağustos sene 1 305 [ 1 3 Ağustos 1 889]
tarihinde irade-i seniye ile İstişare Odası Muavini unvanını almıştı.
Hem Babıali'ye devam ediyor; hem de o zaman Gedikpaşa cihetinde
bulunan Ticaret Mektebi'nde Fransızca ve Türkçe hüsn-i hat dersleri veriyordu.
Bir ara Mekteb-i Sultani'de bir hocalık açılmıştı. Fikret hocalığa davet
olundu. İkinci bir namzedin zuhuru bir müsabakaya meydan açtı.
İki rakip ikisi de genç, ikisi de zeki, ikisi de şairdi..
Fikret müsabakadan çekinmiyordu. O zaten kendi ihtiyarıyla müsabakalara
giriyor, birinciliği kazanıyordu. Bunda da kazandı. Mekteb-i Sultani'nin iptidai
üçüncü sınıfına Türkçe hocası oldu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 603
Fikret 1 306 [1 890] senesinde evlenmiş, dayısı Mustafa Bey'in kızını almıştı.
Artık "aşiyan"ını kurmuş olan Fikret hayata başka bir ruh, başka bir
merbfıtiyetle bağlanmıştı. Halılk'u dünyaya geldikten sonra faaliyeti başka
kuvvet almıştı:
"İneydiniz şu dehlize
Kolaylaşırdı pek bize
Konuşmak öyle diz dize
Değil mi ya Kamer Hanım
[s. 739] Benim gülüm benim canım
Oyun havası curcuna
Ne olsa uk da burcuna
Kurul şerefle burcuna
Satana bak Kamer Hanım
Benim gülüm benim canım
Şu pür-nücum kontuarl47
Size olur mu dortuarl48
Uzandı gitti istuarl49
Gelindi gel Kamer Hanım
Benim gümüşlü kalkanım
Sarardı soldu benziniz
Tıkandı varsa genziniz
Sırıttı hurda kafiye
Nasılsınız Kamer Hanım
memesı.
Bu iki şartı umum memnunen kabul etti. Ve Malumat'ın ilk nüshası 1 O
Şubat 1 309 [22 Şubat 1 894] tarihinde intişar ediyordu. Bu birinci nüshanın
birinci sayfasındaki 'Tebrik-i Veladet' şiiri Fikret'in, padişaha yazılan kaside ile
onu takip eden mensure de benimdir. İ şte memleketimizde Fransa'daki muhtelif
mesfilik-i edebiyenin ma'kes-i zuhuru olarak senelerce intişar etmiş ve "Servet-i
Fünun Mekteb-i Edebi" namını ihraz ile Kemal'lerin, Ekrem'lerin, Hamid'lerin,
Cenab'ların, Fikrct'lerin, Halid Ziya'ların, mesalik-i mahsusasını takip ve tevsi
ederek bir tekamül-i edebiyi temsile muvaffak olmuş olan Servet-i Fünun
mecmuasının intişar ve inkişafında o kadar sebat ve devama bu Malumat
mecmuası sebebiyet vermiştir. Yanlış anlaşılmasın; bu ilk intişar eden Malumat,
birkaç sene sonra Baba Tahir'in neşrine başladığı Musavver Malı1mat'tan büsbütün
başkadır: Bu birinci MalWrıat'ın sahib-i imtiyazı Fuad Bey, sermuharriri Tevfik
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 61 1
Fikret idi. Hatta bundan dolayı ömrü uzun sürmedi: Yirmi dört nüsha kadar
çıktıktan sonra külliyen tatil edildi. Lakin Tevfik Fikret saha-i faaliyete atılmıştı.
Onu tatil etmek artık kabil değil gibiydi. Bir müddet sonra Recaizade Ekrem
Bey, Ahmed İhsan Bey'in ricası üzerine Seroet-i Fünun'u ıslah etmeyi der-uhde
etmiş ve gazetenin sermuharrirliğini kemalatına meftun olmaya başladığı Tevfik
Fikret'e tevdi ettiği gibi onun muavenetine de o zamanki nam-ı müstearlarıyla
'Ayın Nadir', Ali Ekrem'i ve ' H. Nazım'ı; Ahmed Reşid Bey'i vermişti . . .
Birkaç ay sonra Halid Ziya ve Cenab Şahabeddin Beyler de kendi
peyrevleri ile [s. 743] beraber Seroet-i Fünun'a geldiler. Tarih-i edebiyatımızda
cidden haiz-i kıymet-i ebediye bir mevkii ihraz eden Servet-i Fünun mektebi
teessüs ve takarrur etti. Şu halde Servet-i Fünun'un mebde-i zuhuru Kazım
Bey'in hanesindeki küçük içtimadır ve o içtimada Kemal'in ruhu riyaset
etmiştir."
diyor.
İşte "Edebiyat-ı Cedide" Fikret'in riyaseti altında bu suretle doğmuştu.
Fikret hem Bab-ı Ali'ye devam ediyor, hem Mekteb-i Sultani'ye gidiyor, hem de
Servet-i Fünun cereyan-ı edeblsini idare eyliyordu.
O zamana kadar "Mehmed Tevfik Nazmi" imzasını kullanan Fikret,
Servet-i Fünun'a geçtikten sonra "Fikret" mahlasını almıştı. Bu mahlası
hakkında Abdurrahman Şeref Bey:
"Tevfik Fikret'in bana çok hürmeti vardı. Benim oğlumun ismi de Fikret'ti.
İhtimal bana olan hürmeti 'Fikret' mahlasım almaya sevk etmiştir." diyor.
Kayınpederi merhum Mustafa Bey de bu mahlası: "Babıali'de Mühimme
Şubesi'ne devamı esnasında bir daha Servet-i Fünun'la şiirlerini neşrettirmemesine
dair tenbih edilmesi sebebiyle asarında 'Tevfik Fikret' namını istimale başladı."
diyor.
Fikret; Seroet-i Fünun un ruhu idi. Gece yarılarına kadar çalışırdı. "Yatarsam
'
biz memurlar miyanında Tevfik Fikret'in zuhuru bir harika idi. Hususa ki
kendisi aile sahibi olmuş, servet-i zatiyeden mahrum idi. Devam ile meşrut
olmayan Babıali maaşını, birkaç gün dersi vermeye mukabil ve tezyidi mev'ud
olan mektep maaşını, ayağıyla tepmesini garip görenler çok idi. İşte Tevfik
Fikret'i hayat-ı resmiyede tek kılan bu nevi ciddiyetleridir."
diyor.
"Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim ta.irim"
diyen Fikret azamet-i ruhuna, süfliyet-i imtinanı sığdıramıyordu.
kelimesinin maklim-ı tezyifte konulduğu şekildir. Bu isim 1883 senesinde "Sembolizm" edebiyatıyla
beraber realisme'e karşı doğan edebi bir meslek olmuştu. Mariz bir hey'et-i ictimaiyenin uyandırdığı
müfrit bir hassasiyet ve ferdiyetten doğmuş bir mekteb-i edebidir. Bu mesleğe sfilik olanlar halkın
tezyifine cevap olmak üzere Dekadan (Decadent) unvanlı bir gazete neşrederek sermulıarrirleri
Anatole Pazu bu yeni edebi mektebin nazariyesi "Hayatı, kalbi inceden inceye talılil ve her şey
hakkında hususi bir fikir edinmek. . . " olduğunu ortaya sürmüştü. Dekadan aslen decadence
kelimesinden gelir ki inhitat demektir. Yeni Edebiyat-ı Cedide zamanında da eskiler genç şairleri bu
tabir ile tezyif etmek istiyorlardı. (İsmail Hikmet'in notu)
618 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
olmak için Fikret'in bir 'Zavallı, Evet'i kafi idi. [s. 753] Böylelikle Edebiyat-ı
Cedide hiçbir taşla yıkılamayacak derecede büyüdü ve gürbüzleşti. Eğer bu
çocuğun mürebbisi o zamanın hükümet-i müstebidesi tarafından susturulmamış
olsaydı elbette o çocuk sonralan tereddiye düşmekten kurtulmuş olacaktı.
Edebiyat-ı Cedide'nin şiirde anasır-ı erbaası hükmünde olan Fikret'le Cenab,
Ayın Nadir'le İsmail Safa yazık ki hep susmuşlar, yani susturulmuşlardı."
diyordu. Evet diğer muanzlar doğrudan doğruya Edebiyat-ı Cedide'ye hücum
ediyorlar. "Lisanı öldürüyorlar! Lisan bitti" tarzında yaygaralar yapıyorlardı.
Fikret bunlara cevap vermekten geri durmuyordu. Bunlara bir kere Servet-i
Fünun'da toptan cevap vermişti:
Zavallı Evet
Evet muhatabımın fikri pek musarrahdı:
"O muğlakat-ı hayfiliyyeden ne anlaşılır?
Meali yok, yine asar-ı her-güzide adı;
Şu hfil-i cehline erbab-ı fikretin şaşılır!
Nedir bu sizdeki aşk-ı teceddüd ü icad?
Ne gördünüz gazeliyyatdan, kasayidden?.,
Diyor, ve koskoca bir defter-i neşayidden
Numuneler okuyup eyliyordu istişhid.
Benim o dem geliyordu sımah-ı dikkatime
Salalı 'aksi gibi gizli bir müşıi'arenin
Hazin terane-i billuru bir küçük derenin.
Bununla hükm edin isterseniz gacibetime:
O boş lakırdılan dinledim de bir müddet,
Sonunda boynumu büktüm, dedim ki: "Öyle, evet!
Fikret'in bu nezih, bu ınce istihzfilan muanzlannı kudurtuyor,
öldürüyordu.
Gazelden, kasideden başka şiir olamayacağına hükmeden bu zavallılara,
Fikret [s. 754] "Öyle evet" diye acı acı gülmekten başka cevabı lüzumsuz
görüyordu.
Fikret, Servet-i Fünun'da eski edebiyatın ruhsuzluğunu, sahteliğini misallerle
gösteriyor, edebi musahabelerinde gazel-serfilığı, nazire-perdazhğı boş buluyor:
"Taklidin bizde maruf olan sureti edebiyatımız için hiç faydalı sayılamaz!" diyor,
bir iki sene evvel iştirak ettiği nazire-perdazlığın faydasızlığını söylüyor; aslın
nazireye faik olduğunu misallerle ispat ediyordu: "Şükürler olsun ki mehasin-i
hakikiye-i fikriye ve hissiyat-ı samimiye-i kalbiye ile perverde-i letafet ve belagat
olarak gittikçe kesb-i vüs'at ve kıymet eden tarz-ı cedid-i edebimizde öyle
mazmun-nevazlığa, nazire-perdazlığa artık hiç de mahal yoktur." diyor. Bir
diğer yerde lisan-ı şi'rin; lisan-ı tahassüs, lisan-ı ruh olduğunu anlatıyor: "Evet
manzum olsun, mensur olsun, şiirin kendine has bir lisanı, bir tavr-ı bedi-i
beyanı vardır; onu ruh söyletir, ruh dinler, ruh anlar." diyor ve "Evet Edebiyat-ı
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 619
Cedide 'zerrattan şümusa kadar her güzel şey şiirdir!' hakikatini meydana
koydu; üdeba-yı cedide bu hakikati onun kadar parlak asar ve emsal ile ispata
muvaffak olurlar." sözlerini ilave ederek şiirin eskilerce ne kadar yanlış anlaşılmış
olduğunu gösteriyordu.
Fikret'in açtığı bu tarz-ı cedid-i edebi takdiren yazmış olduğu bir makalede
Cenab: "M. T. Fikret"in bize yeni, ama hakikaten yeni, hem yeni olduğu
nispette güzel bir tarz-ı edeb küşade eylemiş olduğunu bi-şüphe anlamışlardır.
Bu müceddid kimdir? Bu tarz-ı nev-küşade nedir!" dedikten sonra: "Hayır!
Tevfik Fikret Bey" hüner-veran-ı şübban-ı üdebadan biri değildir; o, genç bir
üstad-ı edebdir. Evet genç bir üstad-ı edebdir. Zira makbul ve müstahsen bir
tarz-ı nevin-i edeb ihdas etmiştir." diyor. Biraz daha ileride: "Edebiyatın ayine-i
mahsusat ve vicdaniyat olduğu hakikati el-yevm müsellem olduğundan hiç
kimsenin akab-girliğine rağbet etmeyerek matbuat-ı mahsusa-i ruhiyesini,
[s. 755] olduğu gibi, ruy-ı beyaz kırtasa aks ettirmeye muvaffak olan Tevfik
Fikret Bey'e bir 'müceddid-i edeb' bir 'meslek-i edebi vazıı bir ' üstad' demekte
tereddüt etmeyiz." diyor.
Edebiyat-ı Cedide'ye en çok taarruz edenlerden biri Muallim Naci
merhumun kayınpederi Ahmed Midhat merhum olmuştu. Fikret Ahmed
Midhat'a "Timsal-i Cehalet" manzumesiyle cevap vermişti:
HalUkçuğa
Ağlayan kim ninen mi yavrucuğum
Bizi pek çok seven mi yavrucuğum
Sen Haluk'um, o nazlı ma'şfıkum
O mu kıymetli, sen mi yavrucuğum
Sizi bir an tahattur etmeyecek
Hangi mel'un o ben mi yavrucuğum?
kıt'a-i elimesini yazıyordu.
Fikret'in ne olduğunu haber alamayan ailesi Şfıra-yı Devlet'te bulunan
kayınbiraderi İhsan Bey vasıtasıyla Gani Paşa'ya müracaat etmişler ve :"Merak
etme oğlum gelecektir" cevabını almışlardı.
Fikret'i arkadaşları da çok merak etmişlerdi. Ahmed İhsan ailesini yokluyor
ve etraftan malumat almaya çalışıyorlardı. İkinci gece karanlıkta Fikret'in evinin
kapısı önünde bir araba durmuş, içinden dört karaltı inmişti. Bunlardan biri
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 62 1
Fikret'ti. Diğer üçü sarayın bendelerinden paşalar, beyler idi. Eve girmişler,
etrafı aramışlar, babasından gelen mektupları bir mendile bağlayıp Fikret'i de
beraber alıp gitmişler. Fikret ailesiyle bir söz bile teati edememişti. Fakat bu
tahribat pek hafif geçmişti. Çünkü Siret'le Saffi'nın evlerinde türlü cefalar,
eziyetler etmişlerdi. Aradıkları zaman da Fikret'in iki gün evvel yazarak bir
Fransızca tarih kitabı arasına sıkıştırıverdiği Sultan Hamid hicviyesini
bulamamışlardı.
Fikret ertesi akşam serbest bırakılmıştı. Fakat göz hapsine alınmış, nereye
gitse birçok hafiyeler arkasında dolaşırdı. Hatta Rumeli Hisarı'nda deniz
kenarındaki yalısının önünden ayrılmayan sandalcı bile [s. 7 58] resmen tayin
edilmiş bir hafiye, bir casus idi. Bunu Fikret pek güzel bilirdi. Fakat bunlara
ehemmiyet isnat etmiyordu.
Bir defa da ailesiyle Robert Kolej'de bir davete gittiği için Hasanpaşa
Karakolu'na çağmlmış Hasan Paşa: "Oğlum ben seni severim, bir daha ailenle o
gavurların mektebine gitme evladım!" diye nasihat ederek bırakmıştı.
Artık eskisi kadar serbestçe de toplaşamıyorlardı. Arkadaşlarının bazıları
arasına da bir soğukluk girmişti. Esasen evvelce aralarından çıkanlar için Fikret:
[s. 762) 3 1 7 [1 902) senesi Fikret'in coşkun bir senesidir. O bütün inkılabı
bir heyecanla çırpınan ruhunun ilhamlarına bir saha-i cereyan vermiştir.
Çarpma çırpına yürüdüğü o "Hürriyet Yolunda" kendi "İzler"inden başka
bir iz göremeyen Fikret:
Hayatı kurtaracak;
Beşer, bu şimdi muazzeb sürüklenen mefluc
Adım adım edecek zirve-i halasa uruc...
İnan, Haluk, ezeli bir şiladır aldanmak!
diyordu. Fikret; bu zillet ve zulmet altında nefes alamadan yaşayan zavallı
insanların haline için için ağlıyor, zehirleniyor, ölüyordu. Evet, o; bütün insanları
hür, müsavi ve insan görmek istiyordu. Onları bu behimiyet, bu esaret hayatında
görmek bir ölümdü. İşte bu hayatı, bu mezelleti görmemek için kör olmayı tercih
ediyor, "Perde-i Teselli"yi yazıyor:
O esnalarda idi. Robert Kolej 'den şahadetname alan bir Türk gencinin
verdiği nutku tahrif ederek hükümete bildiren Salahi Dede'ye fena halde
hiddetlenmişti. Başlarında gah sarık, gah sikke taşıyan, fakat içlerinde ar ve
vicdan taşımayan bu riyakar sofulara ateş püskürüyordu. Hasta hasta "Hey
Teres" manzumesini yazıp mektupla gönderdi.
Geldi derinden yine bir turfa ses:
-"Kim bu!" - Salahi Dede! Öyleyse bes
Biz biliriz, onca nedir nıültemes.
Dön geri, ey Mevlevi-i har-nefes;
Çekme o boş çilleyi ümmidi kes.
Tavla değildir bu yer; etme heves,
[s. 776] Öpme ayak, olmak için dest-res,
Sen de bilirsin ki hayfilin abes;
Ba çi, tu bô:ver nekoned hiç kes
Hfre-seri nfst tu-ra pf,ş o pesıso
Her sıfatın bir sıfat-ı muktebes;
Din ü diyanet, o dahi muhteles;
Herze savurmakta misfil-i ceres;
Cifeye konmakta, himfil-i meges;
Hubs-ı tabiatça gurab-ı ehes;
Kendine sor: TCıti-i zerrin - kafes,
Şahsı muhannes, özü aynı denes;
Kalbi dolu his yerine har ü has;
Hace-i haç der-bagal ü bül-heves;
Şimdi sarık, şimdi külah, şimdi fes,
Aç başını, söyle nesin? Hey teres!
Hey teres!
ı ;o "Sana neden hiç kimse inanmaz bilir misin?; dik başlısın, ne önün var ne ardın."
634 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyen Fikret bütün namuskar, kadirşinas muhitini ürküten o menhus [s. 780]
şeker hastalığından kurtulup kalkmış iken l 33 1 Ağustos'unun beşinci günü [ 1 8
Ağustos 1 9 1 5] birdenbire vefat etmişti. Cenazesi Eyüpsultan'da ailesi
kabristanına gömülmüştür, 151 Her sene tarih-i vefatında bütün Türk gençliği,
yaşadığı müddetçe kendileri için çarpan:
Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir.
diyen o büyük ruhlu, insan düşünceli, metin tabiatlı şaınn mezarı etrafında
toplanıp hicranlı göz yaşlan dökerek şiirler okuyor, meziyetlerini sayıyor, sonra
da dönüp Boğaziçi'nde, Rumeli Hisarı'nda millete bir küçük sanat ve nezahet
müzesi gibi ithaf edip gittiği Aşiyan'ını ziyaretle teselli bulmaya çalışıyor.
Fikret'in ölümüne her gün yeni bir mersiye yazılıyor. Mamafih içlerinde
hemen her zaman kendisini müdafaa eden hatta öldükten sonra da birçok hasud
ve riyakarlara, sofulara ve softalara karşı Fikret'in mesleğini ve kanaatini
müdafaa eden Feylosof Rıza Tevfık'in mersiyesi bir dürr-i yetim gibi eşsiz ve
emsalsiz kaldı. İla-nihaye de öyle kalacaktır. Feylosof bu mersiyesinde yar-ı
kalbinin ebedi ziyaına ruhunun bütün elemleri, bütün acıları, bütün
hicranlanyla ağlıyor:
Dediler ki ıssız kalan türbende,
Vahşi güller açmış! -Görmeye geldim!
O cennet bağının hakine ben de,
Hasretle yüzümü sürmeğe geldim!
Dediler ki sana emel bağlayan,
Kabrinde diz çöküp, bir dem ağlayan,
Bcr-murad olurmuş! -Ben de bir zaman
Ağlayıp murada ermeğe geldim!
Şu hicran yılının son baharında
Jaleler titrerken çemen-zarında,
[s. 78 1 ] Gün doğmazdan ewel, ben mezarında
Matem çiçekleri dermeğe geldim!
Seni andım bütün gam çekenlerle,
Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle,
San gonca veren şu dikenlerle
Taşına bir çelenk örmeğe geldim!
Yadın ölüm gibi bir sırr-ı mübhem! ..
Neş'e-i sevda mı bu hiss-i elem?!
Ruhumda ne füsun eyledin bilmem? ..
Bu gün sana gönül vermeye geldim!
ısı Tevfik Fikret'in mezan 24 Aralık 196 1 tarihinde Aşiyan'ın bahçesine nakledilmiştir. (Haz.
notu)
Teqfik Fikret
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 639
uğraşıp da hfila imale, zihaf gırivelerinden kurtulamamak . . . şayan-ı gıbta bir hal
olsa gerek!..."
sözlerine ilave ediyor ve biraz daha aşağıda:
" 'Yazık oluyor, Türkçe elden gidiyor.' diye gösterdiğiniz telaştır. Merak
etmeyin, azizim Türkçe bir yere gitmiyor; Türkçe gelişiyor, güzelleşiyor,
süsleniyor.
Farz edin ki ötesine berisine bir iki yapma çiçek, soluk yaprak da
iliştiriyorlar, zarar yok; fidan iyice gürbüzlenip de bir kere silkindi mi onların
hepsi dökülür; yalnız kendi letafeti, kendi letafet ve harareti kalır, o zaman
seyrine doyamazsınız!
Demin Hfilid Ziya Bey için: 'Edebiyatımızda, üslubumuzda mesut bir
teceddüd vücuda getirmeye çalışan o genç üstad hitabet-i lafziyenin hasm-ı
canıdır. Bir sakim terkip kaleminden sehven çıkar, bugün çıkarsa yarın çıkmaz . . .
Bir kalem ki [s. 784J 'roman' kelimesini kullanmamak, 'hikaye'mizle iktifa etmek
kadar muhafaza-i ismet-i lisaniyemize riayet eyler. Elbette öyle kaide-şikenlikleri
tecviz etmez, demiyor mu idiniz? İşte hakikat budur."
diyor.
Fikret mevcut lisanı iffide-i hissiyata kafi görmüyordu. Lüzumsuz terkipler,
manasız teşbihler ve istiareler, ibtizfile uğramış atıf ve tefsirler lisanı kuvvetten
düşürmüştü. Fikret lisandaki bu muzahrafatı süpürüp atıyordu. Halbuki
ellerinden bu yalancı ve cılız vasıtaların çıktığını gören eskiler tahammül
edemiyorlardı. Çünkü onlarca lazım olan hissiyatı, efkarı ifade edecek ceri ve
çfilak, kavi ve şamil tercümanlar değil belki vezin dolduracak, kafiye olacak kuru
şekiller lazımdı.
Fikret, esasen vezni de kafiyeyi de, vezin hususundaki kanaati de, kafiye
hakkındaki zihniyeti de yıkmış, kırmıştı. Eskiler bunu da anlayamıyorlardı.
Fikret'in lisana, nazma, kafiyeye, vezne, ahenge, şiveye verdiği ciyadet ve kuvvet
üslup ve ifadeye getirdiği yenilik (innovation) ve inkılap eski kafaların kavrayacağı
şeylerden değildir. Bu tekamül (evolution) bir ihtilal (revolution) neticesi idi.
o zamana kadar yenilikten bahsedenler tamamıyla yeni numuneler
verememişlerdi. Ekrem kavaidi tayin ve tespit etmiş, fakat kat'i bir tarzda kınp
atmamış, atamamıştı. Onda o cesaret-i edebiye yoktu. Hamid, usulü kırmış
geçirmiş bir intizam altına alamamış, lisanı mühimsememiş o hususta çok laubali
görünmüştü. Fakat Fikret hem kınyor hem yerine en güzel, en kavi, en beliğini
ikame edecek bir deha-yı san'atkarane gösteriyor, bir üstad (maitre), bir deha
perver sanatkar (artiste genia� olduğunu ispat ediyordu.
Fikret her şeyden evvel lisanın sadeleşmesine, samimileşmesine, tabiileş
mesine taraftar görünüyor ve bu cereyanı şiddetle alkışlıyordu. Lüzumu
olmayan, his veya heyecanı, fikir veya manayı daha açık, daha selis, daha doğru
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 641
veya daha kuvvetli ifadeye yaramayan herhangi bir kelime veya terkibi
kullanmanın şiddetle aleyhinde bulunuyordu.
[s. 785] Fikret'in nazarında kelime veya terkibin bir vazifesi vardı. Fikrin
sadık, hakiki, samimi bir tercümanı olmak.. Hangi kelime, hangi terkip bu
vazifeyi en muvaffakiyetli, en salahiyetli bir surette yapabilirse o; diğerlerine
tercih olunmalıydı. Nitekim de öyle yaptı.
Fikret'in lisanı en sade, en basit, hatta bütün çocukların anlayacağı temiz,
güzel ve açık bir lisandan başlayarak en yüksek, en parlak, en s:lhir ve ahenkd:lr
lisana kadar yükselir. Fikret'te lisan, hissiyatı takip eder, fikrin ardınca yürür.
Boş, lüzumsuz, kıymetsiz bir lafzı yoktur. Her kelimeyi dehak:lr zevkiyle seçmiş,
sanatkar nazarıyla evirmiş çevirmiş tetkik etmiş, maharetkar elleriyle yerlerine
koymuştur. Yazılan mine gibi işlenmiş bir eser-i san'attır. Renkten, ahenkten,
ziyadan müteşekkil bir nesice-i kıymettardır. Lisanın tasfiyesi hakkında yazdığı
bir makalede:
"Şu son zamanlarda üdebamızdan birkaçı ön ayak olarak lisan-ı tahririmiz
avama doğru teveccüh göstermeye başladı. Bu meyil nasıl telakki olunuyor, bu
teveccüh ne hisle karşılanıyor, henüz tayin edilemez. Bunu tayin edecek avamın
kendisidir. Kendi hakkında kendisi için böyle düşünüldüğüne... Kendi diline, kendi
kulağına göre de yazılar yazılmasını düşünenler, buna çalışanlar bulunduğuna,
zavallıak, acaba vakıf mıdır? Acaba hissediyor mu ki şimdiye kadar, daima, gözlerinin
önünde karanlık, hallolunmaz muamma yığınları teşkil eden, bu gözlere,
hususiyle o beyne hiçbir şey söylemeyen, hiçbir cevap vermeyen, daima
kendisine dargın gibi, yabancı gibi duran bu lisan nihayet işte onunla barışıyor,
nihayet işte ona bir şeyler söyleyecek, ona da bir şeyler anlatacak, öğretecek..."
kadar neşrolunan birkaç numune ispat etti ki pek sade, pek vlıı.h şeyler de
yazmaya lisanımız hiç mani değil, bilakis elverişli.
Esasen, ifadenin sadeliği, vuzuhu, fikrin sade ve vlıı.h olmasından ileri gelmez
mi? Mana basit oldukça lafız sade olur. Basit bir fikri muğlak bir ifade ile süsleyip
örtmek zamanlan -bi-lüzum seciler, kafiyelerle beraber- çoktan geçip gitmiştir.
Bugün, şükürler olsun, hiçbir muharrir makalesini bitirmek için 'Bahis burada
bitti.' demek dururken 'rişte-i kelam ve neşide-i bahs ü meram bu nokta-i
berceste ve nükte-i serbestede rehin-i inkıta ve ihtimam oldu!' yolunda
gevezelikler etmek merakında değildir."
diyor.
Fikret, bilhassa kendisinin sahası olan nazım vadisinde çok yenilikler ve
sadelikler vücuda getirmiştir. Şu:
Fikret de, Leconte de Lisle gibi bir üstad olmuş, etrafına Servet-i
Fünun'daki arkadaşlannı toplamış ve eski (Scolastique) edebiyatı devirecek hakiki
bir edebiyat yaratmıştır. Bütün arkadaşları Fikret'in bu üstadlığını da tasdikte
müttchiddirler.
Mehmed Rauf:
Bu hassasiyetini en küçük bir şey tahrik edebilirdi, bir ziya parçası, [s. 791]
bir renk, bir şekil bunun için kafidir. Fıtraten coşkun (jyrique) yaranlmış bir
adamdı. "Tefekkür" unvanlı şu:
Zerrişte
"Yaz, aşkına dair" dediniz... İşte: Çocukken
Gayet afacan bir kedi sevdim ki elimden
Bir lahza bırakmazdım; uyurken kucağımda
Ruhumdaki şefkat
Hep üstüne titrer; gece ba'zan yatağımda
Birlikte uyurduk. Bırakıp mektebe gitsem
Dil-tengi-i hasret
Mutlak beni dikkatsiz eder, "Hey, koca sersem!"
Tevbihi tokatlarla gürül derdi başımda.
Ben aşık-ı şeyda,
Her kahra tahammülle severdim .. O yaşımda
.
Fikret'te fazla olarak (eligi,aque) bir ruh da vardı. "Hemşirem İçin" ile:
diyen Fikret hep o aşk ile yana yana, kavrula kavrula erimiş gitmiştir. İnsanları
birbirine yediren ayrılıkların hepsine düşman olan Fikret, oğluna verdiği
nasihatlerde:
648 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
Kendisini biraz daha muhafazakar olarak İsmail Safa takip etmiş, nihayet
Cenab Şahabeddin daha cesurane bir surette Fikret'i takip ve tergib etmişti.
Fikret vezinlerin de fazla ahengdar olanlarını terk etmişti: "Şiirlerimize
ekseri o tabi' -güdaz, o yek-avaz değirmen ahengi veren şey vezinlerimizdir."
diyor. Hususiyle uzunca manzumelerde o kadar fazla ahenkli vezinleri muzır
görüyordu; hem böyle vezinleri terk ettiler hem de ıttıradı (monotonw) kırdılar.
Fikret'in tesiri hem lisan, hem sanat, hem zevk, hem şekil itibarıyla olmuştur.
Rıza Tevfik (Bölükba,şı)
RIZA TEVFİK
Çocukluk ve Gençliği
Rıza Tevfik baba cihetiyle Arnavut, ana cihetiyle Çerkestir. Bunu:
Rıza Tevfik, Gelibolu'yu çok sever, adeta bir aşk-ı tabiatla sinesinde
neşeler, emeller yaşadığı o Hamzabey hakkında anlattığı hatıraları dinlemek bir
hakiki şiir dinlemek kadar haz-perverdir.
"Ben ele avuca sığmaz, düz duvara çıkar, yaramaz bir çocuktum. Hemen
her hafta izinsiz alırdım; ismim Tevfik olduğundan, bazen cezalanmı Tevfik
Fikret'e yazarlardı. Halbuki Fikret melek gibi uslu bir şakirt idi. Bir gün işlediğim
bir hatadan dolayı beni hapse atmışlardı; hapishanenin ne camı, ne çerçevesi
vardı. Bu karanlık zindanda oturmak hiç işime gelmiyordu. Halbuki bana bir
kuru ekmek verip üstüme koca bir kilit vurup kitlemişlerdi. Kim bilir beni kaç
gün bu zulmetgehte bırakacaklardı.
der.
diyor.
Rıza Tevfik, Şark'ın irfanını layıkıyla ihata etmiş bir babanın terbiye ve
talimi ile daha pek küçükten Türkçeyi ve Farisiyi öğrenmeye başlamıştı. Hatta
Hafız'ı, Sadi'yi bile dikkatle okumuştu. Bunun da kendi tabiat-ı şi'riyesini
terbiyede büyük tesiri vardı. Babasında şiire hiç istidat olmadığını söyler, hatta
bazı manzumelerin vezinlerini bulmakta müşkülat çekermiş. Rıza Tevfik tabii
bir istidada vezinleri bulurmuş. Halbuki babasının felsefeye büyük bir kabiliyeti
mevcut imiş. Rıza Tevfik'in felsefeye istidadı irsi, şiire istidadı ise fıtridir.
Mamafih validesi cihetinden bir isti'dad-ı şairanenin aşılandığı da vardır. O
ruhen şair yaratılmış bir kadın imiş. Fakat asıl ilhamlarını veren, denizlerinde
gece gündüz yüzdüğü, kırlarında sabah akşam dolaştığı o güzel Gelibolu'dur, o
Hamzabey sahilleridir. İşte şahidi kendi sözleri:
"Vapurla Çanakkale'ye doğru hareket etmek üzere Gelibolu önünden
geçerken dikkat etseniz sağ tarafta bir güzel sahil görürsünüz ki bazı yerleri
yüksek ve mütekebbir taşlarla nazar-ı dikkati cfiliptir. O sahilin en mühim ve en
güzel kıtası Hamzabey dedikleri küçük ve kumsal bir koydur. Koyun garp ciheti
yine yüksek taşlarla mahduttur. Bazı yerlerde yirmi metreden ziyade yükselen o
taşlar ahcar-ı bahriyeden ve küçük midye kabuklarından müteşekkil bir
mecmua-i asar-ı mazidir ki tarih-i hilkatin acayibatından bahis olan sahaifinden
addolunsa sezadır. O dişli taşlar Musalla denilen mürtefi bir mevkiin temel
direkleri hükmündedir.
Anadolu yakasından Rumeli cihetine geçen kahramanlar, iptida Hamzabey
sahiline [s. 803]çıkmışlar ve Musalla'da ilk sabah namazını kılmışlar, Mevlid
sahibi Süleyman Dede, fatih-i memleket Süleyman Paşa Hazretleri'nin fırtınalı
bir gecede kırk kişiyle bir sala binip Rumeli'ye geçişlerini takdiren tebrik için bi'l
irticfil:
Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın
Yakasın Rumeli'nin pençe-i himmetle almışsın
beytini söylemiş imiş.
Osmanlılığın şerefli tarihini bilenler bu avaze-yi takdiri o memleketin
ufkundan işitir gibi olurlar; o yerlerde başka bir hal vardır:
İşte bu sual onu felsefenin kucağına atmıştı. Bu aşk ile okudu; aradı, gezdi,
öğrendi. Murakabeye vardı, nihayet bir intibah hasıl etti.
Evlenmiş, çok okumuş, çok iyi terbiye görmüş inteUectueUe bir hanımla
evlenmişti. Fakat onun meyyfil-i seyr ve temaşa ruhunu aile ocağına bağlamak
mümkün değildi . . . o tab'an bir kuş kadar hür, bir ahu kadar serazat yaratılmıştı.
Dağlar, taşlar, gökler, dereler, denizler, ülkeler hepsi onun ıişiyanı, hepsi onun
vatanı, hepsi onun yurdu idi.
Her sahada mutlak bir serbesti taraftan olan Rıza Tevfik şiir ve sanat
sahasında da tamamen müstakil idi. Köylülerden vezirlere varıncaya kadar
yüzlerce dostu, yüzlerce tanıdığı vardı. Bunlar arasında kendisinden ders alanlar
da [s. 8 1 0] mevcut idi. Genç feylesof, genç şair şakirtlerine genç fikirler veriyor,
eskilerin mütefessih kadroları içine sıkışıp kalmalarına meydan vermek
istemiyordu. Aynı zamanda yazdığı manzumeleri de muhtelif mecmualarda
neşrediyordu.
yazılmış birçok yazılar getirerek Rıza Tevfik'e verirler. Rıza Tevfik halkın
nümayendeleri olan bu saf, mutekit ve mütevekkil (resigne) adanılan, alelekser
sokaklarda limon, portakal, enginar ve saire satan bu perişan-hal emekdaşlan
evine kabul ve tatyip ederek onlarla görüşür, dertleşir, onların elemlerine,
hicranlarına iştirak eder; onların duygularını çok iyi anlar, çünkü ruhlarını bilir.
Gurur ve azametten bir zerre taşımayan insaniyet-perver feylesofun nazarında
şah ile geda, bey ile bekçi arasında hiçbir fark yoktur. Ruhi-i Bağdadi ile:
1 �4 Bu şiir Gümülcine Vak'ası üzerine yazılmış ve ilk defa Vazife (nr. 15, 4 Nisan 1 9 1 2)
dergisinde yayımlanmışur. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 667
"Misafir, fakat mücrim bir misafir gibi işgal etmekte olduğumuz odada bir
gecenin ne şairane, ne sfilıirane cilveleri var!"
diyor ve nihayet memleketin gençlerine hitap ile:
Mütareke gelip memleketin akıbeti meşkuk bir hal aldığı sıralarda Rıza
Tevfik Darülfünun emini155 ve tarih-i felsefe müderrisi olmuştu. Cansiperane
muhafaza-i haysiyete uğramıştı.
Bilahare teşekkül eden kabinelerde Maarif, Posta-Telgraf nezaretlerinde
bulunmuş, Şura-yı Devlet reisi olmuştu; kendisini Amerika'dan davet etmekte ve
bir silsile konferans istemekteydiler. Bir nokta-i nazar ihtilafı üzerine esasen
siyaseten İstanbul'u terk etmeye mecbur kalmış ve Amerika'ya gitmek üzere
çıkmıştı.
Fikret hakkında, Fuzfili ve Nedim hakkında birer eserle, başladığı Kiimus-ı
FelsefC'yi ve kendi kanaat-ı felsefiyesini tedvin etmeden memleketinden ayrılmış
olması elim bir ziyadır. Aruz ve hece vezinleriyle yazdığı o emsalsiz şiirlerinin
tab' ve neşredilemeden böyle perişan bir halde kalmaları da bütün edebiyat
müntesiplerini dağdar eden bir felakettir.
Rıza Tevfik son harbin kendi vicdanında husule getirdiği elim intibalar
üzerine uzunca bir manzume yazmaya başlamıştı.
[s. 82 1] Manzume tamamıyla impressioniste'çe yazılmıştır. Serlevhası
"Karanlıklarda Gördüğüm O Menhus Adam"dır. Vezni aruz,. lisanı da bil
iltizam terkipli ve mustalahtır. Manzume, Osmanlı edebiyatının en bedii
numunelerindendir. Düşünce mecmuasında mukaddimesi neşredilmişti.
Feylesofun asar-ı matbuası miyanında Hamidnô.me'siyJe156 Kamus-ı
FelsefC'sinden birinci cilt ile ikinci cildin birinci cüzü, Felsefe Dersleri vardır.
Bunlardan maada Hurufiliğe dair Avrupalı feylesofların talebi üzerine uzun ve
müdellel Fransızca bir risale yazmıştır ki Avrupa'da tab'edilrniştir. Bir de
Osmanlı edebiyatı tarihi hakkında beş büyük cilt eser yazan İngiliz Mister Gibb
vefat edince eserleri tamamlamak isteyen Cambridge Darülfünunu edebiyat-ı
Farisiye profesörü Browne, dostu Rıza Tevfik'e müracaat ederek bu muazzam
eserin son cildini yazmasını rica etmişti. Rıza Tevfik de altıncı cildi mufassal
surette Fransızca olarak yazıp Londra'ya Profesör Browne'a göndermiştir.
Profesör Browne eseri İngilizceye tercüme ederek neşretmiştir. 157
1 55 Darülfünun emini: Rektör. Rıza Tevfık'in böyle bir görevi olmamıştır. (Haz. notu)
1 56 Eserin adı AbdüUıalc Hamid ve Mülıihazdt-ı Felsefiyesi'dir (İstanbul 1 9 1 8). Eser, Abdullah
Uçman tarafından bir incelemeyle birlikte yeni harflerle neşredilmiştir (İstanbul 1 984). (Haz. notu)
ı ;1 Bahsedilen eser Gibb'in, A History ef Ottoman Poetry adlı eserinin VII. cildi olarak
yayımlanması planlanmıştır. Rıza Tevfık'in, Namık Kemal'den başlayarak l9l l 'e kadar uzanan
son devir Türk edebiyatı hakkında Fransızca olarak yazdıklarını Browne'a gönderdiği
anlaşılmaktadır. Ancak bu cildin tamamlanıp tamamlanmadığı ve tercüme edilip edilmediği belli
değildir. Yayımlanmayan bu cildin müsveddeleri de henüz ortaya çıkmamıştır. Ayrıntılı bilgi için
bkz.: Abdullah Uçman, "A History ef Ottoman Poetry'nin Yayımlanmamış VII. Cildi", MÜ Türklük
Araştımıalan Dergisi, sayı 9, Mart 200 l . (Haz. notu)
670 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diyor. Fakat bu da şairane bir mahviyettir. Filhakika tarz eskidir. İlk Türklerde
bile bu tarzı, bu şekilleri görüyoruz. Fakat lisan, ruh, heyecan bütün bütün
yenidir. Rıza Tevfik şüphe yok ki şekli de, tarzı da eski aşık tarzından, eski tekke
edebiyatı şekillerinden almıştır, fakat onlarda nasıl bir füsun, nasıl bir sihir peyda
etmiştir ki okuyanları cezb ve teshir ediyor. Mesela Tevfik Fikret'in vefan üzerine
yazdığı o risai bedianın (elegi,e) aslını sufi şairlerinden Gevheri'nin:
Kara gözlüm gayet güzel dediler
Gül cemalini ben görmeğe geldim
Lehlerin hastaya şifa dediler
Gerçek mi sevdiğim sormağa geldim.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 67 1
kıtasıyla başlayan çok samimi fakat çok noksanlar, kırıklıklar, düşüklüklerle dolu
şiirinden almıştır. Enmuzeç (Jype) odur, fakat ruh, hassasiyet, sanat ve rikkat Rıza
Tevfik'indir. O iptidai numuneyi nasıl bir gaze-i sanatla süslemiş, nasıl bir kisve-i
şi're bürümüştür.
O eda-yı hazin samimiyet nedir? O aheng-i rakik füsun nedir? O kafiyelerin
mümtaziyet ve asaleti nedir?
Rıza Tevfik bu nevi şiirlerinde hakiki bir aşıktır. O kadar derin ve sari bir
rebabiliği (jyrisme) vardır ki insan mısralarından uçan tesirin vücudunda,
asabında seyeranını duyar. Yazdığı eserlerde aşk-ı sıla (nostalgique), [s. 824] hazz-ı
garam (erotique) cilvegerdir. Bütün hicran, bütün öksüzlük, bütün sevda, bütün
gözyaşıdır. İşte bir divanı:
Canandan ayrıldım, hastayım candan,
Eller gurbet elde yaramı bağlar.
Haylidir avare düştüm vatandan,
Hicranlı bağrımı kaygular dağlar.
. ...
il- Rıza Tevfik'in ikinci nevi şahsiyet-i edebiyesi de sufiliktir. Yine eski
edebiyattan, tekke edebiyatından numuneler alan Rıza Tevfik o nevide de bütün
eslafına takaddüm etmiş ve saha-i ma'rifette rakipsiz kalmıştır. Mystique ruh ile
yazdığı nefesler, devriyeler, kalenderiler Anadolu'nun en kuytu bucaklarına
varıncaya kadar girmiş, tekkelerde okunmuş, ayinlerde tekrar edilmiş, "Rıza
Baba"ya birçok dervişler gıyaben mürit olmuşlardır. Rıza Tevfik için bu garip
bir mazhariyettir.
Gizli bir nur idim subh-ı ezelde
Cilveler gösterip a'yana geldim
Feyz-i aşkı ilham eden güzelde
Kelam-ı sırr idim beyana geldim.
678 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
158Kalenderi: Aşık tarzında yazılan eski şiirlerin bir nevidir. Kendine mahsus bir makam ile
teganni edilir ve sazla çalınır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 679
Bu ciddi lisanı kullanan Rıza Tevfık'in keskin, şakrak, şuh ve müstehzi bir
üslubu da vardır. Mizah-perverane yazdığı manzumelerinden maada aynı ruh
ve aynı hisle yazdığı makaleleri de taklit olunmaz seyyal ve cevval bir lisana
mfiliktir. Garp lisanlanna derinden derine vukufu Türkçeyi de kendi hislerine,
fikirlerine, heyecanlanna hadim edecek bir kudret-i mahsusa vermiştir. Felsefi ve
edebi birçok ıstılahata en kuvvetli ve en hakiki mukabilleri bulan kendisi olduğu
gibi samimi ve saf ocakbaşı Türkçesinin unutulmuş güzelliklerini meydana
çıkaran da yine kendisi olmuştu. Türk halkiyatının (Folklore) ölmemesini, canlanıp
yaşamasını çok isteyen Rıza Tevfik buna dair birçok yazılar yazmış, gençleri
tetkike teşvik etmiştir. Lisanın sadeleşmesi ve güzelleşmesi [s. 836] hususunda da
bir hayli makaleler yazarak kanaatlerini serdetmiştir. İçtihad'a yazdığı bir
musahabede:
"Enderun lisanını biz bırakalım. Biz ona temellük etmedikçe o bize iltifat
etmez. Onun tavn, üslubu mağrurane ve mütekebbiranedir: Ecnas-ı edebiyeyi
de levazım-ı san'at ve hususiyet-i üsllıbu ile şöyle bir kenara koyalım. Çünkü
medeni bir hayaun muhtelif muhtelif cilveleri vardır ve her birinin levazım ve
havaici diğerininkine benzemez. İnsan bir akademi, bir saray, bir hükümet
bina�ı yapacak olursa, onun üslubunu da haysiyet ve mahiyeti ile mütenasip bir
surette "muhteşem" bir resim üzre tayin eder; daha müzeyyen (decoratif! yapar.
Bir hastahane binası gibi sade düz yapmaz. Memleketin idarece demokrat
olmasıyla bunun hiç münasebeti yoktur. Amerika'da Washington parlamentosu,
Paris'te Büyük Saray, Küçük Saray ve daha bu türlü binalar, pek muhteşem, pek
aristokrat ve müzeyyen üsluplann numunesidir. Sanat, çok defalar bu
tezeyyünden, bu ihtişam-ı üsluptan geçemez. İlham orada aynı surette değilse
bile, üslup ve eda, ancak surette kendini gösterir ve mevzuuna göre taayyün ve
tehalüf eder. Bunu da ben Türkçülük meselesinden hariç tutuyorum.
Biz avam lisanını organiser etmeliyiz. Ona fıtraten ve ha.ta müstait olduğu
şekl-i kemfili verebilmeye çalışmalıyız. Sonra, lisan oyuncak değil,
maneviyetimizde vasıtadır. Birbirimizi ancak o sayede anlar tanınz. Lisan bir
olmazsa millet parça parça yaşar. Kımıldansa bile bir müddet yaşar, sonra
inhilfil eder. Çünkü ayn ayn yaşayan lehçeler (diakctes) zaman ile büsbütün
aynlmaya ve büsbütün ayn birer lisan olmaya meyyaldir. Bu da bir hakikat-ı
ilmiye ve tarihiyedir. Latinceden doğan lisanlar bidayette böyle birer lehçe idi.
Aynlınca, o lehçe üzre konuşan unsur-ı milleti de ayırdı götürdü. Vahdet-i
lisanın siyaseten, sanaten, edeben, hikmeten ehemmiyeti buradadır. Farklı
lehçeler teşkil edecek surette parçalanan lisan yerine umumi ve milli bir lisan, bir
visıta-i beyan kaim olmazsa tehlike yakın demektir.
İşte Türkçülüğün gayretinden beklenilen en büyük hizmet bu tehlikeyi
ma'na-yı hakikisi ile ve olanca ehemmiyeti ile telakki etmek ve umumi bir lisan-ı
Türki [s. 837] vücuda getirmek için malzeme-i inşiiye hazırlamak ve kalfalar,
muktedir kalfalar yetiştirmektir. Yoksa zamanımızın en büyük hünerverleri olan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 683
Fikret'e, Hfilid Ziya'ya ta'n etmek değildir. Onlar vakıa Arap ve İrani bir üslup
ile binalar yapıyorlar, fakat o üslupta güzel şeyler vücuda getiriyorlar.
160 Rıza Tevfik Bölükbaşı 30 Aralık 1 949'da İstanbul'da vefat enniştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Mıiba'de't-tabiiyiit Derslerine Ait Vesaik (İstanbul 1919), Ontolııji Mebii/ıisi, (İstanbul 1920), Esutik
(İstanbul 1920), Bergson Holrlr:ında (İstanbul 192 1 ; yeni harflerle yayımlayan: Erdoğan Erbay, Ali
Utku, Konya 2005), Rubtiiyiit-ı Ömer HfEJ!Y°"1 (Hüseyin Daniş'le birlikte, İstanbul 1 922), Seriib-ı ömriim
(Lefkoşa 1934; 2. b. İstanbul 1 949), Tevfa Fılr:ret (İstanbul 1945; Rıza Tevfık'in Tevfik Fikret
hakkındaki diğer yazılannın da ilavesiyle yayımlayan: Abdullah Uçman, İstanbul 2005), Ömer
HfEJ!Yam ve Rübaileri (İstanbul 1945),
Ölümünden sonra kitaplaşnrılan eserleri� Rıza Tevfa'in Tekke ve Haflc Edebiyatı İle ltgi,li
Malral.ekri (Haz. Abdullah Uçman, Ankara 1982; 2. b. İstanbul 2001),
Biraz da Ben Konuşl9'lm (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1993; 2. b. 2008), Şiiri ve Sanat Anlayışı
Üzerine Rıza Tevfa'Un Ali ilmi Fiiniye Bir Mektup (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1 996),
Rıza Tevfa'in Sanat ve Esutilde İ/gi,li Yazılan-! (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 2000), Seriib-ı
ömriim ve Diğer Şiirleri (Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 2005), Diirini!ft.inı1 Felsefe Ders Notlan (Haz. Ali
Utku-Erdoğan Erbay Konya 2009). (Haz. notu)
•
Veladet ve Hayatı
Halid Ziya İzmir'le İstanbul arasında halı ticaretiyle iştigal eden
Uşakizadeler'den Hacı Halil Efendi'nin oğludur. Babası ve atası bilhassa
İzmir'de şöhret kazanmış büyük tüccardandır. Büyükbabası ailece İzmir'de
otururdu. 1 282 [1 865] tarihinde İstanbul'da Zeyrek yokuşunda dünyaya gelen
Halid Ziya ilk tahsilini İstanbul'da Taş Mektep'te, Fatih Rüşdiyesi'nde elde
etmiştir.
Fıtraten pek zeki olan Halid Ziya daha küçücük iken tiyatroyu pek
severmiş. Kendisinde mütalaa zevkini uyandıran saiklerden biri ve belki birincisi
bu tiyatro merakı ve muhabbeti olmuştur. O sayede de ze.kası nemalanmış,
inkişafa başlamıştır.
Bu seyahat Halid Ziya için büyük bir nimet olmuştur. Babası Hacı Halil
Efendi Fars edebiyatına çok meraklı, bilhassa Sadi ile Mevlana Celfileddin-i
Rumi'ye meftun olduğu gibi büyükbabası edebiyat muhibbi idi. Hususiyle,
büyükbabasının İzmir'deki konağı bir nevi mahfıl-i edebi hfilinde idi. Zamanın
eşraf ve muteberanı orada toplanır, yeni neşredilen, İstanbul'dan gelen romanlar
okunur, dikkat ve lezzetle dinlenilirdi.
1 6 1 Ponson du Terrail 1829'da doğmuş 187 1'de ölmüş bir Fransız hikaye-nüvisidir. Exploits
de Rocambo/,e namıyla meşhur yazılarıyla şöhret bulmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
1 62 Xavier de Montepin 1823'te doğmuş 1902'de ölmüş bir Fransız hikaye ve facia-nüvisidir.
Gazetelere tefrika olarak birçok hikayeler yazmıştır. Bilahare o hikayelerden facialar tertip etmiştir.
(İsmail Hikmet'in notu)
1 63 Alexandre Dumas Fils 1824'te doğmuş 1895'te ölmüş meşhur bir Fransız hikayecisidir.
Bilahare tiyatrolar yazmaya başlamış ve kuruluş itibarıyla sağlam, gaye itibarıyla ahlaki birçok
688 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
eserler vücuda getirmiştir. Türkçeye de tercüme edilmiş olan La Dame aux Camelias'sı meşhurdur.
(İsmail Hikmet'in notu)
1 64 Octave Feuillet 182 l 'de doğmuş l 890'da ölmüş bir fransız hikıiyecisidir. Hayali eserler
yazan romantiklerdendir. Eserlerinin bir kısmında zevki rencide edecek kadar gayr-i tabiilik
görülür. (İsmail Hikmet'in notu)
165 Victor Hugo 1802'de doğmuş 1 885'te vefat etmiş on dokuzuncu asnn en meşhur şairidir.
Feyyaz ve bi-nihaye eserleriyle edebiyat aleminde hemen hiçbir şairin elde edemediği yüksek bir
mevkii kazanmıştır. Şiirleri, romanları, tiyatroları, siyasi nutuklarıyla şöhret almıştır. Romantik
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 689
mekteb-i edebinin reisü'r-rüesasıdır. Siyasi cereyanların birçoklarına iştirak etmiştir. Sefille r (Les
Miserabks) unvanıyla yazdığı eseri dünyanın bütün lisanlarına tercüme edilmiş insani bir eserdir.
Lisanı parlak, azametli ve şaşaalıdır, hayali canlı, heyecanlı ve keskindir. Osmanlı şairlerinden
Abdülhak Hamid Bey, Victor Hugo'dan çok istifade etmiş, şairin dehasını takdir eylemiştir. (İsmail
Hikmet'in notu)
166 Alfred de Musset 1 8 1 0'da Paris'te doğınuş, 1 857'de ölmüş meşhur bir Fransız şairidir.
Romantik mekteb-i edebindendir. İnce, zarif mudhikeleri de vardır. Maraziyet derecesine varan
hassasiyeti, [yrimıe'ini son derecelerde artırmıştır. Mustarip ruhlu, hasta maneviyetli bir şair idi. En
kıymetdar eserlerini gençliğinde yazmış, otuz yaşından sonra edebi bir akamete uğramış artık
kıymetdar bir şey yazamamıştır. Gecel.er (Les .Nuits) unvanlı manzumeleri his, hayal, heyecan ve şiir ile
mali birer nefise-i san'attır.
Fikret devr-i edebisi ve haleflerine çok tesir etıniş bir şairdir. Fikret, Musset hakkında yazdığı
bir şiirinde şaire hitaben:
Kaplar dil-i bi-tabımı hayret
Pervazını etdikçe temaşa...
Karşında senin -Alı ne zillet!
Şair mi denir bizlere? Hişa!
kıtasıyla sitayiş-haan olmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
167 Alphonse de Lamartine l 790'da doğmuş, 1 869'da ölmüş bir Fransız şair ve siyasisidir.
Romantik mekteb-i edebinin ihya-kandır. Tab'ında bir ihtiras-ı mahsus beslemediği için o mektebin
riyasetine geçmeyi hatırına bile getirmemiştir. Kendisinden sonra yetişen Victor Hugo o şerefi
kazanmıştır Lamartine Fransız şiirinin en bedii, en tabii, en la-yemılt enmılzeclerini yaratmıştır.
Fıtraten şair doğmuş bir dehadır. Her şeyde reis olmak üzere hayata gelen Lamartine hükümet
riyasetine kadar çıkmış fakat ihtirassız, büyük ruhlu bir insan olduğu için o mevkide yapışıp
kalmamış temiz bir aile hayatı kurarak yaşamıştır. Şark'a Seyahat'i vardır. Orada sevgili kızını
kaybetmiştir. Şiirlerindeki aheng-i tabii, rikkat ve nezahet o derin huzur ve sekinet hiçbir şairde
görülmemiştir.
Gençliğinde yazdığı Graziell,a ismindeki ince ve rakik roman Türkçeye de tercüme edilmiştir.
Türkiye'de edebiyata Garp zihniyetini aşılamaya ilk teşebbüs eden İbrahim Şinasi, Avrupa'da
bulunduğu zaman bu meşhur şairin musahabet ve muaşeretinde bulunmuştur. (İsmail Hikmet'in
notu)
1 68 Sully Prudhomme 1839'da doğmuş 1907'de ölmüş meşhur bir Fransız şairidir. Fransa'da
Parnassiensler diye şöhret bulan zümre-i şuaradandır. Hayatının en rakik, en nezih hissiyatını ifade
ve tercüme etmekle şöhret bulmuş bir feylesof şairdir. Bu cihetle diğer arkadaşlarından aynlır.
Parnasyenler bilhassa lisanlarının temizliği, ahengi asalet ve mümtaziyetiyle meşhurdurlar. Sully
Prudhomme'da bu meziyetlerden başka hassasiyet, rikkat ve samimiyet vardır. SufdectWisme'in de en
güzel enmılzeçlerini vermiştir.
Kınk Billur (Le Vase Eris!) unvanlı küçücük sonesi yalnız Fransız şiirinin değil bütün cihan
şiirinin en bedii, en derin, en zarif, en ölmez bir numunesidir. (İsmail Hikmet'in notu)
169 Honon� de Balzac l 799'da doğmuş, 1 850'de ölmüş meşhur bir Fransız hikayecisidir.
Parlak ve velud dehasıyla şöhret bulmuştur. Yarattığı tipleri tabiattan alan Balzac realiste mekteb-i
edebinin müessislerindendir. Müşahadeleri hakiki ve keskin fakat çok zaman lüzumsuz teferruat ile
memlUdur. Muhayyilesi kuwetli, tasvirleri ince ve keskindir. İnsani ihtirasları olduğu gibi tasvire
muvaffak olmuştur. Asan pek çoktur. Hakiki bir kasibtir. Evinde tesis ettiği küçük matbaada
eserlerini ailesiyle tertip eder, tab'eder ve satardı. Bu suretle geçirdiği hayat o kadar dar, o kadar
mahrumiyetli ve ezici olmuştur ki demir gibi vücudunu elli bir sene içinde eritip bitirmiştir. K'ôy
Hekimi (Medecin de Campagne) unvanlı eseri her lisana tercümeye değer bir kıymettedir.
690 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
gören bir Almanın hayretle: "Bu yaşta bir Türkün elinde Flaubert'i görmek!"
dediğini kendisi nakleder.
Halid Ziya on sekiz yaşlarında iken mektepten çıkmış idi. Matbuata intisap
etmiş, diplomat olmaya karar vermiş fakat hocasıyla da alakasını kesmemişti.
Nihayet bu emeller peşinde İstanbul'a gelmişti. Birkaç arkadaşıyla birleşerek
Nevn2z isminde bir mecmua çıkarmaya başladı. Garptan Şarka. SfJ!Ydle-i Edebiye
isminde büyük bir eser de yazıyordu ki ancak medhali basılabilmişti. Validesinin
İzmir'de hastalanması bütün ümitlerini kırmış, diplomatlıktan da, gazetecilikten
de -velev muvakkaten olsun- çekilmeye mecbur kalmış, İzmir'e koşmuştu.
İzmir Rüşdiyesi'nde bir Fransızca muallimliği alarak orada kaldı. Bir
müddet sonra idadi Fransızca hocalığına geçerek Osmanlı Bankası'na memur
olmuştu. Aynı zamanda edebiyata olan aşkı, içinde daimi ve ateşli bir heves
halinde yaşıyordu. Bu aşk ve hevesin teşvikiyle Hizmet isminde bir [s. 843] gazete
çıkarmaya başladı. Yanına birkaç arkadaş da almıştı. Artık Halid Ziya hayat-ı
edcbiyeye bütün ciddiyetiyle atılmış demekti. Mekteplerde hocalık, bankada
memurluk etmekle beraber halkı tenvir maksadıyla da gazetede çalışan Halid
Ziya bütün manasıyla bir emekçi olmuş, kendi zati hayatını öz gayretiyle
kazanarak iktisadi hürriyetini ele almıştı.
Hizmtt'in ilk nüshasıyla çıkmaya başlayan eseri Sefile adlı bir milli romandı.
Gariptir ki tefrika olarak neşredilen bu eseri kitap halinde tab'ettirmek için
müracaat eden Halid Ziya'ya sansür müsaade etmemiş, "Bu eser gayr-i
ahlakidir, basılamaz!" demiştir. Bu muameleden müteessir olan Halid Ziya eseri
parçalayıp atmıştır. Bu gün mevcut nüshası da yoktur. 1 72
Halid Ziya çıkardığı Hi::,mtt gazetesiyle zamanın kara zihniyetli,
muhafazakar ruhlu, mutaassıp kafalı kitlesinin tariz ve taarruzuna hedef
olmuştu. İlk nüshasından neşre başladığı Mensur Şiirler unvanlı parçalarının lisan,
meal ve hatta isminden bir şey anlamayan halk tuğyana başlamıştı. Halid Ziya'yı
meyus edecek bir muhacemeye başlamışlardı. Bu çalışkan ve azim-perver genci
teselli ve tergip eden Recaizade'nin gönderdiği taltif-kar ve teşvik-perver bir
mektup olmuştu. Üstad Ekrem, Halid Ziya'yı meslek ve lisan itibarıyla şayan-ı
takdir görüyordu. Halid Ziya aldığı bu kuwetle muarızlarının irticakarane
tasallutlarına hiç ehemmiyet isnat etmeden yürümeye başladı. Bir taraftan da fen
1 70 Gustave 1-laubert 1 82 1 'de doğmuş, 1 880'de ölmüş realiste bir Fransız hikayecisidir. İnce
ve keskin bir ruh-şinas olan flaubert hayat-ı beşeri teşrih ve tasvirde yetişilmez bir muvaffakiyet
göstermiştir.
Üslubu sade, canh, şedit, parlak ve münakkahur. Adedi çok olmayan romanlannın kıymet ve
ehemmiyeti çoktur. (İsmail Hikmet'in notu)
1 7 1 Madame Bovary, Gustave Flaubert'in en meşhur eseridir. (İsmail Hikmet'in notu}
1 72 &jüe yazıldığı zaman sansür tarafından basılmasına izin verilmemiştir. Kitap halinde ilk
baskısı 2006 yılında Özgür yayınlan tarafından yapılmışur. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 691
ile uğraşıyor Mebhasü't-k:ıhj, Bukalemun-ı Kımyd, Hesap Oyuntan, Hamt ve Vaz'-ı Hamt
namında eserler de yazıyordu.
Halid Ziya asıl bundan sonra kendi edebi mesleğini yaşatan ve namını
yükselten eserlerini meydana koymaya başlamıştı, daha on dokuz yaşlarında
ateşli bir gençti. Evvela Hizmet'te tefrika suretiyle Nemtde'yi yazdı. Arkasından sıra
ile Bir Ölünün Defleri, Ferdi ve Şürekdsı romanları çıktı. Bir Muhtıranın Son Yapraklan,
Bir İzdivacın Tarih-i Mudşakası, Bu muydu?, Hf!Yhdt, Dil hikayeleriyle Mensur Şiirler,
Mezardan Sesler gibi eserleri intişar etti [s. 844] . Bunlardan maada bir kısmı Ndkil
namıyla bir iki cilt kitap haline konulan Fransızca ve İngilizceden tercüme
edilmiş küçük hikayeleri çıkmıştı.
Halid Ziya bir de tarih-i edebiyat külliyatı vücuda getirmek arzusuyla Rus
ve Sanskrit edebiyatlarına dair tetkikata koyulup bir hayli makaleler de yazmıştı.
Üç yüz sekiz senesine kadar Halid Ziya, İzmir'de kalmıştı. O senenin kışı
gelmişti. O esnada Reji İdare-i Merkeziyesi Tercüme Kalemine başkatip tayin
olunan Halid Ziya da İstanbul'a gelmişti.
Sultan Hamid istibdadının en karanlık günlerinden olan bu senelerde
İstanbul'un afakına bir sessizlik, bir ıssızlık kabusu çökmüştü. Muallim Naci
edebiyatının zayıf düştüğü Ekrem edebiyatının da tamamıyla canlanamadığı bir
devrenin tereddütleri hükümran oluyordu. Sansürün ve Encümen-i Teftiş ve
Muayene'nin tazyikatı arttıkça artıyordu.
Çocuklara mahsus olarak çıkarılan bir Mekteb gazetesi vardı. İsmail Hakkı
Bey bu gazeteyi edebi bir mecmua haline koyarak hem Şark hem Garp
edebiyatlarından bahsetmek teşebbüsünde bulunmuştu. Bu teşebbüs neticesinde
Halid Ziya'ya da müracaat olunmuştu. Halid Ziya teklifi kabul etmiş, Sanskrit
edebiyatına dair bahisler yazmaya başlamıştı. Servet-i Fünun'a da küçük hikayeler
veriyordu.
Bir gün Halid Ziya, Zaptiye Nezareti'ne çağınlarak isticvab edildi: Nazır
Paşa: "Sanskrit Edebiyatı namıyla meslek-i maddiyılnu neşre çalışıyormuşsunuz?
Hatta Encümen-i Teftiş ve Muayene bile yazdıklanmzı anlamıyormuş?" demiş,
Halid Ziya da: "Encümen-i Teftiş ve Muayenede anlaşılmayan bir eserden kim
ne anlayabilir ki bir mahzur tasavvur olunabilsin?" cevabıyla kurtulmuş ve evine
avdetinde birçok kitaplarıyla yazılarını ve mektuplarını yakmıştır.
Bundan sonra Halid Ziya bir devre-i sükı1ta dalmıştır.
1 3 1 0 [1 895] senesinden beri canlanan Servet-i Fünun kendi etrafında
zamanın en kıymetli, en muktedir şairlerini ve ediplerini toplamaya başlamıştı.
Fikret Malumat gazetesi kapatıldıktan sonra Servet-i Fünun un başına geçmiş,
'
Malt1mat'ta başladığı [s. 845] yenilik cereyanını daha kuvvetle tatbik ve takip
ediyordu. Mekteb gazetesi başında bulunan Cenab Şahabeddin de arkadaşlarıyla
gelerek Servet-i Fünun'a iltihak etmişti. Bütün bu gençler bilhassa Mehmed Rauf,
Halid Ziya ile tanışmakta idiler.
692 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Hfilid Ziya'nın yeni ruhta yeni zihniyette, yeni lisanda yazdıkları kendisine
birçok gençleri bağlamıştı. Mehmed Rauf daha o zaman bazı hikayeler yazarak
İzmir'e Hfilid Ziya'ya göndermiş o da Hizmet gazetesinde neşretmiş o zamandan
beri aralarında bir münasebet-i edebiye hasıl olmuştu. Daha o zaman Mehmed
Rauf mektep şakirdi idi.
Halid Ziya müstaid gençleri yeniliğe doğru sevk etmek, sıyan et eylemekle
nesir vadisinde genç bir üstat oluyordu. Esasen bi rkaç seneden beri Seroet-i
Fünı2n'a da küçük hikayeler veriyordu. Bu zamanlarda o da bütün bütün Servet-i
Fünı2n'a iltihak ederek yeni edebiyat ı cedidenin nesir kısmını idare eden bir üstat
-
[s. 848] Halid Ziya'nın yarattığı tipler uzun müddet İstanbul'da, hayat
sahnesinde taklit ve tatbik edilmiştir. Mai ve S!Jıah 'ın başlıca kahramanı olan
Ahmed Cemil, İstanbul'un sinesinde senelerce yaşadı. Canlandı. Babıali
yokuşunda, edebiyat sahasında yüzlerce Ahmed Cemil'e tesadüf edildi. Birçok
aileler çocuklannın ismini Ahmed Cemil koydu. Denebilir ki Hfilid Ziya hayat-ı
muaşeret, muhit-i ictimai, terbiye-i aile etrafında bir değişiklik husule getirecek
tesirler yapıyordu. Ahmed Cemil bütün zaaflan, bütün noksanlan, bütün
meziyet ve faziletleriyle taklit edildi.
Mai ve S!Jıah 'ı n kitap olarak ilk tab'ı musavver idi. Bilahare Edebiyat-ı
Cedide silsilesinde ve resimsiz olarak basılmıştır .
Halid Ziya ikdam ve Sabah gazetelerinde de küçük küçük hikayeler
yazıyordu. Bunlardan bir kısmı ve Strvet-i Füm1n'da çıkan bazı küçük hikayeleri
toplanarak Solgun Demet, Bir fozın Tarilıi namlanyla tab'edildi.
Halid Ziya feyyaz ve yaraucı kuvvetiyle çalışıyor, büyük küçük hikayelerle
alem-i matbuatı tezyin ediyordu.
Aşk-ı Memnü'u da basıldıktan sonra Seıvet-i Fünün'a /ünk Hqvatlar unvanlı
eserini tefrika etmeye başlamıştı. Fakat eser yarıda kalmıştı. Çünkü Servet-i Fünt1n
tatil edilmişti. Cahid'in yazdığı bir makale üzerine mahkemeye davet
edilmişlerdi. Bu hadise matbuat muhitine ye ni bir sükCıt getirdi. Servet-i Fünt1n
yazıcılan kalemlerini bir kenara atıp köşelerine çekilmekte muztar kalmışlardı.
Bu vakfe-i sükut inkılaha kadar sürmüştü.
1 324 [ 1 908] senesinde Halid Ziya Reji Tercümanı ve Başkatibi idi. On
Temmuz İnkılabı'ndan sonra, Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa çıkanlmış, yerine
Reji Komiseri Cevad Bey başkatip tayin edilmişti. Hfilid Ziya Bey de Reji
Komiserliği'ne getirildi.
O tarihten itibar<>n Halid Ziya Bey yine faaliyet sahasına atılmıştı . Sabah
gazetesi başmuharriri olmuştu. Aynı zamanda Nesl-i Ahir romanını da Sabah'a [s.
8491 tefrika etmeye başlamıştı. Tevfik Fikret'in Tanin'in başına geçmesi eski
Servet-i Fıinıln hayatını uyandırmak gibi bir emel yaşatmıştı. Halid Ziya da Tanin'e
her hafta bir küçük hikaye veriyordu. Birçok yeni çıkan gazetelere de edebi
makaleler gönderiyordu. İnkılabın tahakkuku Hfilid Ziya'nın faaliyetine yeni bir
zemin açmıştı. O da Darülfünun gençliğine terbiye-i fikriye vermekti:
Darülfünun Hikmet-i Bedayi ve Edebiyat-ı Garbiye Müderrisi oldu. Bu vazifede
Otuz Bir Mart vak'a-i irticaiyesine kadar devam etti.
İstibdadın bir kere daha taliini tecrübeye kalkması üzerine Abdülhamid'in
tahttan indirilip yerine Beşinci Sultan Mehmed'in iclas edilmesini müteakip
Hfilid Ziya Mabeyn Başkatibi tayin edilmişti. Saltanata yaklaşmak edebiyattan
uzaklaşmak oldu. Bir müddet Hfilid Ziya imzası saray muhitinden sadır olan
kağıtlara inhisar etmişti.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 695
Halid Ziya'nın hayatında bu devre bir dem-i rü'yaya benzer bir devredir.
Nihayet o yine kendi saha-i faaliyetine rücu etti. Yine gazetelere yazmaya
başladı. Yine Reji'ye avdet eyledi. Bugün el'an Reji İdaresinde Meclis-i İdare
Azalığı'ndadır, eserleri yeniden Muhtar Halid Kütüphanesi tarafından
neşredilmiştir. Son yazılan eski kıymet ve taravetini kaybetmiştir. Fazla yüklü ve
mustalahtır.
Hikayeyi nasıl telakki ettiğini Hikaye unvanıyla yazdığı bentte uzun uzadıya
anlatmış, halka da öğretmeye çalışmıştır:
Bir hikaye-nüvisin bir eseri bir şairin bir mecmua-i eş'an kadar ve belki
daha ziyade ehemmiyetle telakki olunuyor. Zira bir şair kalb-i beşeri tasvir
ediyorsa bir hikaye-nüvis bir insanı hey'et-i umumiyesiyle arz ediyor.
diyor.
Şu küçücük parça ile Halid Ziya'nın hikaye hakkındaki kanaatini bir nebze
anladıktan sonra yazdığı eserlerde neler görmeye, neler araştırmaya çalıştığını da
öğrenmiş oluyoruz.
Halid Ziya kırk seneye yakın bir müddetten beri devam eden edebi hayatı
esnasında küçük büyük birçok eserler yaratmış feyyaz ve velut bir ediptir.
Halid Ziya daha ilk eserleriyle genç nesil üzerinde bir te'sir-i mes'ud
bırakmaya başlamıştı. Mamafih şurasını da şimdiden söylemeliyiz ki Halid
Ziya'nın Nemide'deki [s. 85 1] Bir Ölünün Defieri'ndeki üslubu pek saf ve samimi idi.
696 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Hfilid Ziya'nın ilk eserlerinde o zamanlar büyük bir aşk ve lezzetle okuyup
haz aldığı romantiklerin tesiri görülür. Eserlerindeki tipler gerek mizaç ve tabiat,
gerek zihniyet ve hareket cihetlerince hayale yakın, ifrata mütemayildir. Hfilid
Ziya bu eserlerinde bir ruh-şinas (psychologue) olmaktan ziyade bir şairdir. Bir
realist,e olmaktan fazla bir romantique'tir. Bunda da hem sinninin, hem
tetebbuatının, hem de mualliminin tesiri aşikardır.
Yavaş yavaş kendisinde tabiiyyuna doğru bir çıkış görülür. Şüphe yok ki
eserleri sıra ile takip edilirse hem fikri, hem bedii, hem de lisani ve felsefi bir
terakki tedricinin vücudu hissedilir.
Küçük hikayeleri üslup itibanyla daha şuh, daha kıvrak, daha zengindir.
Büyük hikayelerinde ruh tedkikatı, zihniyet ve hayat telakkileri uzun
müşahedelerle gösterilmiş olduğundan daha derin bir tetebbua, daha kuvvetli bir
nüfüz-ı nazara, daha esaslı bir tahlile tabi tutulmuştur. Parlak, rengarenk ziyalı
bir üslup ile yazan Hfilid Ziya ince tasavvurlar rakik hayaller, asil ve temiz
tetkiklerle eserlerini süsler. İfadesindeki teselsüllerin bazen dimağı yoracak kadar
uzaması bir nakise teşkil eder ki, ilk eserlerinde bu noksana pek az tesadüf
edilmektedir.
İlk eserlerinin şian (caractiristique) ince birer dasitan-ı aşk olmalandır. Her
şeyden ziyade kalbi tetkik ve tasvir ediyor. Büyük bir tahlil-i ruhi, büyiik bir fikr-i
felsefi yoktur, fakat çırpınan bir kalp vardır.
Nemide'si, Bir Ölünün Defini tetkik edilirse görülecek şeyler en ziyade mea!iye,
fezaile, mehasine karşı bir iştiyak, hakikatten, tabiattan bir uzaklaşıştır.
Kahramanlarında mübalağalı vasıflar vardır.
sevdiği diğer kızla izdivaçta serbest bırakarak ölüyor. İşte bir fedakarlık ki
hayatta misli pek nadir görülür. Tamamıyla romantik bir tip . . .
Aynı fedakarlığı daha ulvi bir misaliyle Bir Ölünün Defter?nde tasvir eden
Halid Ziya'nm lisanında, tasvirlerinde gittikçe kuvvetlenen, gittikçe canlanan bir
tekfunül eseri görülüyor. Bir Ölünün Defi,eri'nden alman şu parça tahkiye lisanının
en güzel, en kalbi, en canlı, en selis bir numunesidir:
"Validem bi-hod yatıyor, pederim mütefekkir oturuyordu. Müthiş bir
sükı1tun sıkleti hüküm-ferma idi.
Bir aralık pederimin yavaşça çıngırağın ipini çektiğini gördüm, dadım girdi,
babam beni gösterdi, bu işaret o kadar hakimine idi ki ayağa kalktım; bilmem
ne için yaş ile memlı1 olan gözlerimi valideme çevirdim, gözlerini açık, giıye-nak
bir nazarla mukabele ediyor gibi zannettim; dadımın elinden kurtulmak, yatağa
atılmak istedim; heyhat! Kapı açıldı. Beni dışarı çıkardılar.
[s. 853] Bahçede idim, kelebek kovalamak üzere ağımı da beraber almış
idim. Dadımı bir köşede bırakmış, deli gibi dolaşıyor idim. Gül fidanlarının
yanından geçerken kelebekler ürkerek kaçıyordu, bu tayyar çiçekleri
toplamaktaki maharetim bugün beni terk etmiş gibi idi. Gözlerim bunların
pervaz-ı latifini değil, validemin pencerelerini seyrediyordu.
Ne kadar zaman dolaştığımı bilmiyordum, fakat gözlerim o pencereleri bir
saniye terk etmedi.
Esası intizanmm, sebeb-i tecessüsümün sahibi olarak perişan bir meşy ile
yürürken ayağıma bir taflan dolaştı. Yere düştüm; henüz kalkmamış idim ki bir
gürültü oldu. Validemin penceresinin camı kırıldı, tiz bir feryat işittim.
Kalktım koşmaya başladım, arkamdan dadım yetişti. Önüme lalam çıktı.
Bağırdım:
- Anne! Anne!
Heyhat! Her vakit feıyadımm aks-i sadası olan cevab-ı latif meskı1t kaldı."
Hilid Ziya Ferdi ve Şürekası ile hayat ve hakikate daha yakından temas
etmiştir. Realisme'e daha ziyade yaklaşmıştır. Tamamıyla realist ruhuyla yazılmış
bir eserdir diyemeyiz, fakat hayal ile hakikati muvaffakiyetle mezcetmiştir.
Vakada hakim olan diğer iki eserde olduğu gibi sade aşk değil, burada para da
bir büyük rol oynamaktadır. Kalp ile hayatın, aşk ile servetin muvaffakiyetle
idare edilmiş bir mücadelesi görülüyor. Eserde Tayfur, Hacı tiplerinde tamam
olmasa da bir şemme-i hakikat duyulur. Fakat Hasan Tahsin Efendi öyle bir
tiptir ki onun misline hayatın her adımında tesadüf etmek mümkündür. Birçok
acı tecrübelerin, birçok canlı sergüzeştlerin temadi eden terbiyesiyle yoğrulmuş
ruhu hayatın bütün cilvelerine karşı taş kesilmiş her vakayı ancak hayattaki
kıymetiyle ölçecek bir soğukkanlılığa sahip bir tiptir.
698 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
[s. 854] Mamafih esere bir kıymet vermek lazım gelse yine romantik
(Romantique) bir eser de denmekte tereddüt edilmez. Halid Ziya daima hissen
romantik, fikren realist olmuştur. Aşk-ı Memnu'a kadar bütün eserlerinde bu iki
mekteb-i edebi arasında bir tarz kullanmıştır. Fıtraten hassas bir şair oluşu Halid
Ziya'yı daima ve daima romantizme sürüklemiş, fakat aldığı kuvvetli terbiye,
yaptığı ciddi tetebbuat, bilhassa Avrupa'da son cereyan-ı edebinin realisme'e
doğru gidişi de kendi mesleği üzerinde büyük tesirler icra etmiştir.
Mesela Maf ve Sryah'mda da romantizmin tesiri galiptir. İşte Ahmed Cemil
hem romantik, hem de dekadan bir romantiktir. Diğer tipleri de romantiktir.
Halid Ziya realizme yaklaşmak istemesine rağmen romantik kalmıştır. Bütün
muasırlan gibi bunda kendi mizaç ve hilkatinin, terbiye ve görgüsünün, mevki ve
muhitinin tesirleri kat'idir. Tiplerindeki hakikilik bile tasavvur ve tahayyül
edilmiş bir hayatın hakikilikleridir. Mamafih yukanda da bilvesile söylediğimiz
gibi bu tipler İstanbul'da hayat bulmuştur. Bunda da Halid Ziya'nın eserleri
birer numune ve örnek olmuştur. Nitekim Halid Ziya Aşk-ı A1emnı1'unu yazdığı
zaman Tevfik Fikret bu mesele hakkıııda aralaıında geçen bir muhaverede Halid
Z iya romanlannın halk üzerindeki bu tesirini kabul ederek: "Ooo, hiç şüphe yok,
hayat romanlan değil romanlar hayatı yapıyor!" demiştir. Te\'fik Fikret:
"Şu hükümde biraz fazla şümul, biraz mübalağa olmakla beraber inkar
edilemez ki esa<ıen bu pek doğru bir hakikattir. Bütün hayat-ı beşeriye
romanlardan çıkmıyor; lakin romanlann yaptığı yahut bozduğu birtakım ahval-i
hayatiye var ki Halid Ziya Bey'in 'hayat' dediği şey işte onlardır."
diyor ve biraz aşağıda: "Hayatı yapan romanlar ise romancılann vazifesi biraz
daha ağırlaşır... " sözlerini ilave ediyor. Bugün hakikat olan bir şey varsa o da
Hfilid Z iya'nın yarattığı tiplerde yetişen kadın erkek birçok gençlerin
mevcudiyetidir. Mamafih bugün o tesir azal mış, çünkü eskimiş, modası geç
mi ştir: Zamanında; Halid Ziya'nın yarattığı tiplerin ecnebi olduğunu, Türk
hayatından, Türk muhitinden alınmadığını iddia edenler, [s. 855] hatta bu
nakiseyi bütün Edebiyat-ı Cedide'ye teşmil eyleyenler olmuştur. Hiilid Ziya bu
müddeilere cevaben:
"Edebiyat-ı Cedide Garp'ın vesait-i san'atını, uslıl-i telakki ve rüyetini almış
olmakla beraber kendi milliyetinden tamamıyla başını çevirmiş değildi.
Nazmında bütün teganni ettiği şeyler, nesrinde bütün tasvir ettiği hislerine, ka'r-ı
milliyetinden nebean eden şeyler ve hislerdi. Edebiyat-ı Cedide'ye münhasıran
Garp'ın tesiri altında kalmış, milliyetinden uzak düşerek lisanıyla Garp kalbi,
Garp fikri taşımış bühtanını reva görenler o zamanın idaresine karşı Edebiyat-ı
Cedidc'yi gözden düşürmeye çalışan ve onu şayan-ı nazar bir tehlike gibi
göstermeyi muvafık-ı menfaat addeden bir zümrenin siyasetinden ibaretti. Bu
bühtan o zamandan bu zamana kadar aksinin sahih olabileceği düşünülmeksizin
devam edegelmiş ve nasıl revaç bulmuşsa yine öyle teessüs etmiş bir akideden
ibarettir ki indimde tamamıyla batıldır...
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 699
diyor.
[s. 856] Ha.Iid Ziya'nın lisanında kendisine mahsus bir hususiyet vardır:
Üslı1bunun, taklit edenleri hatalara ve hatarlara düşürecek, teselsülleri, girinti ve
çıkıntıları, süzüle-süzüle, genişleye-genişleye gidişl eri vardır. Cümleleri hususiyle
tam Edebiyat-ı Cedide silsilesinde yazdığı eserlerde, nefesi yoracak, dimağı
üzecek derecelerde uzundur. İlk yazılan ne kadar selis ve açık idiyse sonrakiler o
kadar m ustalah, tetabu'-i izafüt ile dolu ve ağırdır. Halid Ziya'ya bir üslupçuluk
(styliste) merakı gelmiştir ki, hemen bütün yazılarının büyük bir nakisesi
ha.Iindedir. Tasvirleri çok canlı ve güzel olmakla beraber uzun ve aynı zamanda
da külfetlidir: Hqyat-ı Şikeste'sinden alınan şu fıkrayı okuyalım:
"O zaman benim için bir intizar-ı medid başladı; bu tramvay hususiyle şu
saatlerden beri yorulmaz bir suküt-ı mütemadi ile boşanan yağmurun altında
çamurlu tahtalarıyla, sisli camlarıyla, mülevves ziyasıyla hazin ve melul bekleyen
bu son tramvay ne kadar kasvet-a.Iud; sıcak ahırlarına gitmek için sabırsızlanan
beygirler, yorgunluktan kırılmış, vücudunu derin bir uyku için atacak yere
intizaren şurada şimdiden ihtiyac-ı haha ilan-ı mağlubiyet eden bu arabacı, her
gün sabahtan akşama kadar hayatının yegane sahne-i tecellisi olan şu tramvay
hattının temaşa-yı yek-tarzından biraz hayale çıkabilmek için ceridesine dalan şu
biletçi ne kadar mela.I-engiz idi."
İşte bir tasvir ki, ince, mu-şikaf, hissi, fakat fazla tumturaklı (emphatique) fazla
sun'idir ifastice).
Bunu kendisi de gördüğü içindir ki:
sene içinde yazdığım şeylere bakarken bunları hep ayn ayn zamanlara mensup,
ayn ayn adamların yazılan gibi görüyorum. Ve elbette bugün yazı yazarken ben
.Mai ve S!Jıalı'ın, Aşk-ı Memnu'un müellifi değilim. Siz bana kimin kimden teessür
yab olduğunu soruyorsunuz, bu, şahıs tayiniyle pek mümkinü'l-hal değildir.
Fakat ben kendi hesabıma umumiyet üzere diyeceğim ki ben her okuduğumdan
müteessir oluyorum, [s. 857] ve eminim ki gençler arasında her güzel bulduğum
sayfa bende yeni bir tesir bırakıyor. Size doğrudan doğruya saha-i edebiyat
haricinde misal göstermek istemem. Sahayı tahdit ederek en mütebariz genç
simalardan bahsetmek lazım gelirse, mesela nasirler arasında bir hususiyet-i
müstesnaya mfilik addettiğim, daha dün bir çocuk olan Falih Rıfkı var.
Şahıslarını pek az ve uzaktan tanıdığım Yakup Kadri'yle Ömer Seyfeddin var.
Daha başka isimler ta'dadına lüzum görmüyorum. Fakat ne zaman bunlardan
birinin güzel bir sayfasını okusam parmaklarımda derhal aynı güzelliğe vasıl
olmak isteyen bir gıcıklanma lerzişinin koştuğunu hissediyorum." ve biraz
aşağıda: "Size kendi geçirdiğim bir istihaleyi hikaye edeyim: Edebiyat-ı
cedidenin bir devre-i melülesinden bahsetmiştim. O esnada ben de acib terkipler
yapardım. Ezcümle üçüzlü terkipler vardı. O eserlerimden birinin tekrar
tab'ında matbaa müsveddelerini tashih ederken bila-ihtiyar üçüzlüleri ikizlilere
tebdil ettim. Bu hikayeden şunu anlatmak istiyorum ki sadeliğe doğru tabiatıyla
yürüyen bir lisanın daha ziyade tesri-i hatavatına çalışmak fazla, belki hatar-nak
bir teşebbüstür."
mütalaasını ilave ediyor.
Halid Ziya'nın tarz-ı hayat, tarz-ı tekellüm ve tarz-ı telakkisinde dahi fıtri
bir tekellüf vardır. Hiçbir edip onun kadar ıstılahlı ve tekellüflü bir lisan
kullanmaz, herkesin konuştuğu lisan ile yazdığı lisan arasında mühimce bir fark
görülür; halbuki Hfilid Ziya'da öyle değildir, o yazdığı gibi konuşur.
Konuşulduğu gibi yazmak lisanı tabiiliğe yaklaştırır ise de böyle mustalah yazıp
yazdığı gibi de konuşmak insanı bütün bütün tabiilikten uzaklaştırıyor, fakat
Halid Ziya için böyle değildir. Çünkü tekellüf onun fıtratındadır, binaberin onun
için tabiidir.
Mehmed Rauf; Halid Ziya için: "O; nihayetsiz bir menba'-ı şi'r ve hayale
maliktir; sanatın renk ve ziyası için hudut yoktur: Bunlar kendileri için mevsim
kaydı olmayan çiçekler gibidirler. Ruhuna gelince: Rikkat, heyecan, sirişk [s.
857] sonra istihza, en şuh ve şen bir zarafet, daha sonra elemler, handeler,
tebessümler... İşte onun ruhu bunlardan mürekkeptir." diyor.
Herhalde Türk edebiyatına en güzel hikayeleri, hakiki manasına ve evsafına
mutabık olarak veren ilk edip Halid Ziya' dır. Bu itibar ile de taıih-i edebiyattaki
mevkii yüksek ve sarsılmaz bir mevkidir. Bugünün o münis, sade, tabii ve temiz
Türkçesinde onun lisanı bir babalık hakkını haizdir. Bugünün genç edipleri onun
birer manevi evladıdır.
O; ciddi, vakur, kibar ve la-kayd görünüşü altında sakladığı ruhun
hassasiyetini göstermek için şu küçücük mensur şiiri canlı bir misal teşkil eder:
TüRK EDEBİYATI TARİHİ 701
Ağlarun
Sahra-nişin olsam:
Şehr-nişin olsam:
Sefaletin hfil-i dü-taiye iltika ettiği bir ihtiyar, bir kaşane-i filinin
pencerelerini ta'dad ile imrar-ı vakt eden melcasız bir çocuk, zayıf kollarıyla
nafakasını tedarike mütehalikane koşan hamisiz bir kız müsadif-i nazarım olur:
Ağlarım!
Hayil-i Giryan
Hüseyin Cahid Bey'e
H.C.
penceremde bir mecmı'.'ıa-i eş'ar-ı aşıkaneye, yahut bahçenin bir kenarında bir
hikiye-i hülya-pervere dalarken onlar ağaçların arasına salıverilmiş bir alay
rengarenk çılgın kuşlar gibi gürültüleriyle benim on altı yaşımın rüyfilarına
tarab-gir olurlardı.
Onun bilakis bana ibtilası vardı, sevilmediğini hisseden kızlara mahsus bir
meclı'.'ıbiyetle, mutlaka galip çıkmak isteyen bir heves-i tahakküm-i nisviyetle beni
mağlup etmeye çalışır, bana sokulurdu; fakat hissediyordum ki bu kanatlarını
yüzüme süren kebfıter-i sevdaya dimi uzatacak olursam bana bir küçük tüyünü
bile bırakmaksızın firar edecekti.
Ah! Bu hayalin sevda-yı muhal olduğuna bir hiss-i mübhemle kanaat eden
vicdanım ona ne büyük kin taşıyordu! . .
Her defa-i muvaffakiyetinde bana bir bakışı yahut nefes almak için yanıma
gelip oturarak güya kitabımla gözlerimin arasına girmek istercesine kıvırcık saçlı
başını bir uzatışı var idi ki "Beni sevmiyorsunuz, öyle mi? Niçin bakayım,
seveceğiniz bahtiyarı şu benim eteklerime yapışarak koşuşanlardan mı intihap
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 703
gün gözleri daha beliğ bir mana ile, "Beni sevmiyorsunuz öyle mi?" diyordu; ve
o gün ben her günden ziyade sıkılıyordum. Nihayet, nagehan koşarken küçük
çocuklardan biri ağaca çarptı, bir dakika içinde üstü başı kana boyandı, çocuğun
burnu kanıyordu; bu manzara hepsini korkuttu, bir dakika evvel kaynaşan çılgın
alay şimdi dehşetten donmuş idi; o da, onu mağlup etmek isteyen de şimdi
benden medet bekleyerek duruyordu; ben yerimden fırladım; oh: Artık galip
çıkmaya azmetmiştim; çocuğa koşacak yerde ona, evet doğru ona gittim;
üzerinden nagehan bir sehab-ı ra'şe-i hiras uçan çehresine sokularak "Niçin
çocuğa çarptın?" dedim; fakat sesim beni ürküttü, aman Yarabbi! Bu haksız
yalanla bağıran ses, bu vahşi, bu çirkin ses benim sesim mi idi?
Bir adım geri çekilerek evvela ellerini kavuşturdu, sonra birden o parlak
gözleri örten birer iri katre yaş ile, yanaklanndan fışkıran ateş ile bana baktı;
hiddetinden boğuk bir sesle "Ben mi?" dedi, gayr-ı muntazır bir [s. 862] dane-i
mühlik.le sinesi delinmiş mecruh bir kuş nigah-ı serzenişiyle bana "Beni
sevmiyorsunuz, öyle mi?" manasını bir daha, son bir defa daha ifade ettikten
sonra utanarak ve artık beni görmek istemeyerek kaçtı.
Heyhat! Bu defa yine ben mağlup olmuş idim ve ilelebet.
O vakitten beri seneler zehr-füud cerihalar açarak geçti. Şimdi bazen
üzerinden muharrib-i şita geçmiş bir bostan-ı perişanın bekiiya-yı evrak-ı
pejmürdesi şeklinden ısfırar-sima-yı haziniyle bana boşa çıkmış aşklardan, tehi
kalmış emellerden, hep netice-i hasretle bitmiş hülyalardan, bütün bi-baht
geçmiş bir şübbanın matem-engiz şiirlerinden bahseden eski kağıt parçalannın
karşısında ara sıra düşünüp ağlamak istedikçe, yanı başımda hücre-i tenhamın
süklın-ı rü'ya-perveri içinde, o on altı yaşımda sevemediğim için nefret ettiğim
latif mahlukun hayal-i giryanı kıvırcık saçlanyla başını yüzüme sürerek uzatır ve
bir serzeniş bir sada-yı mühtezle: "Beni sevmiyorsunuz, öyle mi? Niçin bakayım,
bu kağıt parçalarını mı sevmek istediniz?" der. . " 1 73 .
1 73 Halid Ziya Uşaklıgil 27 Mart 1945'te İstanbul'da vefat etmiştir. Yazann diğer eserleri
şunlardır:
Roman: Kınk Hayatlar ( 1 924), Nesl-i Ahir ( 1 990).
Hikaye: Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikdye-i Sevda ( 1 924), Hepsinden Acı ( 1 934), A;ka Dair
(1 935), Onu Beklerken (1 935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1 939), İzmir Hikijyeleri ( 1950). (Haz.
notu)
�-·
Cenab Şahabeddin
CENAB ŞAHABEDDİN
seyl-i ziya gibi yazılarına dökülen parlak apoletleri ile -sim ü zerden yapılmış bir
hale-i iftihar içinde esmer bir mah-ı zafer gibi- göründü; dest-i asabisi kabza-i
seyfınde, geniş göğsü bir heva-yı hücum ile memlu, nasiye-i berini lemean-ı
metanetle, nazarı kemal-i emniyetle taburuna mün'atıftı; kır atının pa-yı ahenini
bi-sabırane eşiniyor; kaldınmlan koparıyordu. O, kolundaki üç sırma şeride
salahiyet veren ilk fermanı henüz kurumamış bir genç zabit. O, benim
babamdı."
diye yaptığı tasvirde o elemli iftirak günü, babasını son defa gördüğü, onun son
buseleriyle tatyip olunduğu ve ayrıldığı günü anlatıyor, o günün zapt olunmuş
hicranları, akıtılamamış gözyaşları hep, hep bu makaleye toplanmıştır. Cenab o
günkü tahassüslerini kendine mahsus olan o rikkat-i i!ade, o hassasiyet-i beyan ile
birer birer söylüyor. Babasının kumandası altında harbe gitmek üzere hazırlanan
o heybetli taburun kendi üzerindeki tesirini anlatırken:
Sonra o yeşil yolun başında bütün zabitler birer kere haykırdı: Büyük tabur
durdu! Herkes durdu. Ah o zaman ben ne olacağımı [s. 865] anlamış gibi
mahzun oldum; hayır, bu durmayı istemiyordum; boru sesleri trampete
gürültüleri arasında yürürken ben yavaş yavaş her şeyi unutmuştum: Daha
yürümeli idik; ben zayıf bacaklarımda bugün her zamandan ziyade kuwet
hissediyordum; hiç yorulmadım, fakat durduk, çünkü bütün zabitler birer kere
haykırdı; büyük tabur, bütün kalabalık birbirine karıştı.
Abani sarıklı, kır sakallı, beyaz kuşaklı adamlar askerleri kollarının arasına
alıyor, sıkıyor, öpüyor, bir daha öpüyor, alnından, yanaklarından, çenesinden,
yüzünün rast gele bir noktasından öpüyor, kırmızı mendilini çıkarıyor, kendi
gözlerini kuruluyordu; ötede bir nefer yan çıplak bir köylü çocuğunu kokluyor,
daha ötede bir köy delikanlısı bir onbaşının göğsünden ayrılamıyordu. Bunlar
hep analar, babalar, kardeşler, evlatlar kucaklaşıyorlar, tekrar kucaklaşıyorlardı;
gözlerinin etrafında kırmızı bir dolgunluk, seslerinde şişkin bir lerze vardı . . . Biri
de üst dudağı gölgeli, pek genç bir mülazım -şüphesiz mektepten o sene çıkmış
tabura gelmişti- bir kaya üstüne oturmuş, yumruğu şakağında, dalgındı; sanki
rüyada rakid bir havuza bakıyordu. Onun orada kucaklayacak, öpecek, sarılacak
hiç kimsesi yoktu. Orada . . . Fakat uzakta?
Bilmem ne için, ben o zaman orada yalnız duran gence acımıştım; eğer
utanmasam mutlaka gidecek, ona bir şeyler söyleyecektim. Sanıyordum ki o
kendi kendine siyah bir şeyler düşünüyor; mesela İstanbul'da bir valide, bir alil
peder, bir genç hemşire . . .
-Eğer sen gitmezsen hiç yaramazlık etmem. Uslu otururum, diye yemin
etmek, onu alıkoymak için bir bahane bulmak istiyordum; [s. 866] çocukluk! . . . "
diyor. Babayı evlattan ayıran, hem de ebediyen ayıran o gizli kuvvetin zulmünü
mini mini ruhuyla nasıl kavradığını bu canlı tasvir ile anlatan Cenab edilen
duaların, yine tabur olup giden askerlerin, evde dul kalan taze ninesinin o günkü
hallerini, halledilmez, anlatılmaz ve anlaşılmaz bir maneviyetin kabus-ı esrarını
adeta keskin renklerle resmeden bir sanatkar, bir ressam gibi çiziyor. Kalplerde
akan kanların zehrini gösterecek kudretkar bir fırça kabiliyetini alan kalemi bir
levha-i hicran çiziyor:
"Sonra herkes bir halka şeklinde toplandı; ortada beyaz sakallı, yeşil sarıklı
bir efendi vardı. Efendi gözlerini kapadı, ellerini kaldırdı. Herkes 'Amin!..'
diyordu. Ses dağlara kadar gidiyor; sonra dağlardan avdet ediyor gibi oluyordu.
Ben hiç anlamıyordum; fakat bu anlamamazlık beni herkesle birlikte: 'Amin!..'
demekten men edemiyordu: Benim küçük ellerim de semaya karşı açılmıştı . . .
Yalnız ötede üçer üçer çatılmış duran süngüler dinliyor, sükı1t ediyordu.
Birdenbire halka dağıldı; bir karışıklık daha oldu. O zaman babam beni bir
daha, bir daha, bir daha öptü; dedi ki:
Bilmem neden eve girmek için istical ediyordum. Adeta koşuyor, beni
elimden tutan uşağı çekiyor, sürüklüyordum. Uzakta, ta uzakta boru sesleri,
trampete gürültülerine kanşıyordu. Kendi kendime: 'Gittiler, gittiler. . . '
diyordum.
Taze bir kadın iniyor, çıkıyor, geziniyor, dağınık çamaşırlan topluyor, açık
kalmış bir sandığı kapıyor, masanın çekmecesini iade ediyor, çekmecenin
anahtarlarını çeviriyor, duramıyor, dolaşıyor, bir seferinin [s. 867] hanesinde
terk ettiği yadigar-ı perişanı ıslaha çalışıyor, bütün bu harekat esnasında sessizce
ağlıyordu.
Bir yavuk kadar aklımla bir dakika düşündüm: Giden babamdı, babam
benim için bir mütteka, bir siper, bir hami idi; ben bir sepet gibi onun koluna
710 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
asılır, korktukça onun göğsüne saklanır, bütün şikayetimi ona söyler, daima
ondan istimdat ederdim. Şimdi o gitmişti; ben bunların hepsinden mahrum
kalmıştım . . . Gitmişti; 'Yine gelecek.' diyorlardı. Fakat, ya gelmeyecek olursa. . .
O zaman içimde, ta kalbimin içinde kınlan şeyin nazik bir oyuncaktan,
güzel bir bebekten daha pek çok sevgili bir şey olduğunu anladım; göğsümde
şişmiş duran şey birdenbire feveran ve tuğyan ederek bir tfıfan-ı şehik ile
düştüm . . .
O zaman ağladım, o zaman pek çok ağladım . . . O kadar ağladım ki,
sessizce ağlayan validemi susturdum.
-Aman Yarabbi, evladıma hastalık gelecek. . . Aman yarabbi, hıçkırıklar
evladımı boğacak . . . Su, su çabuk biraz su getirin!
Bütün kendi matem-i iftirikını unutmuştu, benim yüzümü yıkıyor, beni
tesliye ediyordu. Zavallı kadın!
O gece, hiçbirimiz akşam taamında kendimizde iştiha bulamamıştık. Ben
yatağımda uykuyu taklit ettiğim zaman validem: 'Aman yarabbi, evladıma bir
güzd rüya!' diye mırıldanıyordu.
O gitti; bilmem nereye? Galiba Plevne'ye gitti. Gitti ve gelmedi. Bir daha
hiç, hiç gelml·di . . . "
diyor.
[s. 868J Evet babası gitmiş hem de Plevne'ye gitmiş, bir daha hiç, hiç
gelmemişti. Şehit olmuştu. Artık mini mini Cenab için güle oynaya "o koca
bahçede" çamurlar, topraklar içinde koşmak, eğlenmek, çocukluğun verdiği hak
ile şen ve serazat kuşlar gibi, kelebekler gibi yaşamak yoktu. Herkesin hisse-i
matemini ayıran, herkesin kitabe-i ıstırabını yazan gizli, demir bir el
Cenab'ınkini de yazmıştı. Artık o bir öksüzdü. Gülmeye, eğlenmeye hakkı yoktu.
Babasının koluna bir sepet gibi asıldığı günler birer hayal olup gitmişti. Çünkü
müttckası, siperi, hamisi, her şeyi olan babası gitmişti. Onunla beraber bütün
huzuru, bütün saadeti, bütün süruru da gitmiş demekti. Artık korktukça göğsüne
saklanacak, bütün şikayetlerini söyleyecek, daima kendisinden istimdat edecek
kimsesi yoktu. O bir yetimdi. Şimdi erkeksiz, iki küçük çocuğuyla erkeksiz kalan
ninesi yaşlı gözlerini onun mini mini vücuduna dikmiş, kalbinin gizli bir
köşesinde canlanan hislerle atiye bağlı bütün ümitlerini Cenab'a hasretmişti.
Çünkü ailenin rüknü, aile müttekası oluyordu.
Bu acı fakat şerefli yükün ağırlığını, pek erken omuzlarında hisseden Cenab
olanca kabiliyetini sa'y ve gayretine vermekte gecikmemişti.
Bu iftirak-ı müebbedden sonra İstanbul'a gelen Cenab, Feyziye Mektebi'ne
girmişti. Feyziye Mektebi o zamanın bilhassa lisan öğretmekle şöhret bulmuş en
iyi mekteplerinden biri idi. Küçük Cenab bugün lisanında gördüğümüz o
kelimecilik hevesini, o şairlik ruhunu bu Feyziye Mektebi'nde almıştı. Birçok
gençler gibi o da Tulife-i Vehbf'yi ezberlemiş, mini mini dimağında mevzun bir
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 711
intiba hasıl olmuş bir vezin ve ahenk itiyadı canlanmıştı. Kelime öğrenmek,
kelime bulmak hevesi canlanmıştı. Nitekim, hocalarının takdir ve teveccühünü
kazandığı bu mektepten sonra daha on bir yaşlarında 1 297'de [188 1 ] İdadi'ye
girdiği zaman bu ünsiyetin güzel tesirlerini görmüş lisan ve kitabet derslerinde
mümtaz bir mevki kazanmıştı.
Cenab'ın bu fıtri istidadında biraz da irsin tesiri olduğunu unutmamak icap
eder. Babası Osman Şahabeddin Bey'de de o istidat görülüyor. Pek [s. 869]
genç iken şehit olan zat hayatta kalsa idi belki irla.n-ı memlekete hizmet edecek
eserler de yaratabilecekti. Vefatından sonra çıkan kağıtları arasındaki Numune-i
İnşa müsveddeleri buna şahittir. Cenab'ın büyükbabası Mustafa Bey ise
Sadrazam Husrev Paşa'nın divan efendiliğinde bulunmuş bir münşi idi.
Hasılı Cenab bu tesirler altında pek genç iken şiire merak etmiş Tercüman-ı
Hakfkat'te açılan edebiyat sayfalarında gördüğü gazellere nazireler yazmak,
öğrendiği veya okuduğu Fransızca parçalan tercüme etmek gibi heveskarlıklarla
istidadını göstermeye başlamıştı. Daha sonra Kemal'leri, Hfunid'leri, Ekrem'leri
tanzir ve taklit ile ilerledikçe Şark edebiyatını tedkike başlamış, Fuzuli, Baki,
Nedim, Galib gibi Şark'ın yetiştirdiği sanatkarları seve seve, takdir ede ede
okumaya koyulmuştu. Daha on dört yaşında iken 1 300 [1 884] senelerinde
yazdığı nazireleri o zaman intişar eden Saadet, Şefak, Gülşen, Sebat gibi gazetelere
vermeye başlamıştı.
Cenab bu zeka ve istidadı ile hem mektepte hem de hariçte haklı
teveccühlere mazhar oluyordu. Ailenin büyük erkek evladı olan Cenab,
babasının eksikliğiyle açılan kara ve derin boşluğu az zamanda doldurabileceğini
ispat ediyor, gözlerinin yaşı kurumayan ninesinin ümitlerini canlandırıyordu.
Tıbbiye'ye devam ettiği senelerde yazdığı manzumeleri toplayıp Tamat
unvanıyla bir mecmua halinde neşretmişti. Daha o zamandan ismi filem-i
matbuatta intişar etmişti. 1 305 [1 889] senesinde on dokuz yaşında Tıbbiye'yi
bitirerek ikmal-i tahsil için Paris'e giden Cenab Şahabeddin o ilim ve hürriyet
aleminde bitmez tükenmez feyizler almıştı. Bir taraftan hayatın karşısına açtığı
yolda, tababette terakkiye uğraşıy or, bir taraftan da fıtratın ruhuna bahşettiği
hassasiyeti tenmiyeye çalışıyordu.
Paris'te bulunduğu müddetçe Garp'ın edebi, bedii ve sınai telakkilerini
derinden derine tetkik ve tetebbua başlamış, onlardan derin bir haz almıştı. O
zamana kadar Şark sanatkarlarının, Şark bedia-perverlerinin füsunuyla sermest
olan [s. 870] Cenab pek yakından görüp güzelliğinin inceliklerine, gizliliklerine
nüfuz ettiği bu Garp fikriyat aleminin hakiki bir meftunu, samimi bir meclubu
olmuştu.
Cenab'ın Paris'te bulunduğu zamanlar ( 1 884- 1 888) XIX. asrın son
zamanlan idi. İnkılabat-ı edebiyeden doğan cereyanlar kökleşmiş, tebellür etmiş
bulunuyordu. Cenab 1 800 tarihinden beri vücuda gelen yenilikleri görmüş,
yakından tedkik etmiş ve anlamıştı. Namık Kemal'lerin kısmen girdikleri,
712 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Hamid'in büyük bir hususiyet, kahhar bir şahsiyetle tatbik ettiği romantizmin
menbaına kadar çıkmıştı. Filhakika Cenab'ın zamanında romantizm cereyanı
mevkiini realizme bırakmış, hatta ikisi arasında yirmi, yirmi beş senelik bir
devreyi işgal eden ve bilhassa romantizme merbut bulunan ve neşrettikleri
Pamasse jrançais unvanlı edebi mecmuaya intisapları dolayısıyla "Parnasse
français" namını alan şairler zümresinin şaşaalı devresi bile geçmişti. Fakat
bütün bu edebi mesleklerin ortaya attığı asar, hararet ve hayretle okunuyordu.
Tabii bunları Cenab da okuyor, o da hisse-i zevkini alıyor, hazz-ı san'ata
eriyordu.
On dokuzuncu asırda Fransa bütün mesalik-i edebiyenin geçit resmini
görmüş, bütün bu mesleklerin cidden şayan-ı takdir ve ihtiram olan timsallerini
alkışlamıştı. Cenab bu feyizkar asrın sonlarında, bulunduğu Paris'te bütün bu
fikir ve sanat safhalarının en canlı, en parlak zübdelerini toplamıştı. Nitekim
vücuda getirdiği eserlerde de bunların tesirlerini açık surette görüyoruz.
Cont de Lisle'ler, Sully Prudhomme'lar hayatta oldukları gibi sembolizmin
mübdileri olan Verlaine'ler, MallarmC'ler de yaşıyorlardı.
Hasılı, Cenab, Paris'te geçirdiği dört sene zarfında bütün bir edebiyat
koleksiyonu, bütün bir hissiyat ve fikriyat müzesi ile memlekete dönmüştü.
İstanbul'a avdet ettiği 1 309 [ 1893] senesinde genç doktor, Haydarpaşa
Hastahanesi'ne memur edilmişti.
Bu devre İ stanbul'da yeni edebiyat ile eski edebiyatın, Şark zihniyet-i
san'atıyla, Garp zihniyet-i san'atının çarpıştığı, Naci ve Ekrem taraftarlarının
[s. 87 1 ] sahaya atıldıkları devre idi. İstanbul'da muhtelif mecmualar intişar
ediyor, her iki fikrin, her iki telakkinin taraftarları da fikirlerini bol bol gazete
sütunlarına aksettiriyorlardı. Muallim Naci; Muallim Feyzi'ler, Şeyh Vasfı'ler ile
bütün bir gençliği etrafına toplamış bir nevi neoklasisizm (Neo-classicisme)
edebiyatı yapmaya çalışıyordu. Cenab da bu sahaya atılmıştı. İlk zamanlarında
muhtelif mecmualara verdiği eserler muhtelif zihniyetlerde yazılmış eserlerdi.
Her mecmuanın mesleğine temas etmek zaruretiyle yazılmışlardı. Fakat genç
şair Avrupa'da gördükleri, Paris'te duyup anladıklarını kendi vatanında da tatbik
için adeta ateşin bir iştiyak duyuyor, münasip bir fırsat gözlüyordu. Bu fırsat
gecikmedi. Mekteb mecmuasının kendisine teklif olunan edebi riyasetini kabul
etti. Mecmuaya yazanlar arasında İsmail Safa, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf�
Süleyman Nazif imzalan var idi. Bu isimler hemen hemen umumiyetle tanınmış,
hele Safa gibileri bir şöhret-i mahsusa bile kazanmışlardı.
Bu zümrenin çıkardığı mecmua diğerlerinden zihniyet itibarıyla çok
ayrılıyor, bir yenilik, bir hususiyet gösteriyordu. "Hikmet-i bedayi"' gibi "felsefe"
gibi memleket için yeni ilimlerden bahsediliyor, tenkitler yapılıyor, mütercem
eserler konuyor, Fransız edebiyatı numuneleri zikrediliyor. Bunlar o zaman için
birer yenilikti. Bu da şüphesiz Cenab'ın tesiriyle oluyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 713
[s. 873] İşte o Mekteb'i idare eden gençler Cenab Şahabeddin ile birlikte
Servet-i Fünıln'a iltihak etmişlerdi.
O tarihten itibaren Cenab bütün arkadaşlarıyla, Fikret'in o fitraten
sanatkar yaratılan Fikret'in, Cenab'ın kendi tabirince "Genç üstad"ın riyaseti
altında gittikçe terakki, gittikçe inkişaf ederek çalıştılar ve bütün manasıyla nezih,
asil ve yüksek bir edebiyat yarattılar. Servet-i Fünun Osmanlı tarih-i edebiyatının
hakiki parnası (Pamasse) Fikret o parnasın "Leconte de Lisle"i oldu.
Cenab ancak dokuz ay kadar bir müddet Servet-i Füm1n'da kalabilmişti. Bu
miyanda çıkan eserleriyle hem Avrupa ve bilhassa Fransa'nın on dokuzuncu asır
edebiyatı hakkında uzun uzadıya malumat vermiş, hem de Avrupa'dan aldığı
şairlik feyzi, sanatkarlık füsunuyla yeni histe, yeni zevkte, yeni ruhta numuneler,
bedialar yaratmıştır.
Bilhassa sanatına, mesleğine, fi kir ve kanaatine hayran olduğu için
arkadaşlığa can attığı o genç "üstat" Fikret hakkında 1 3 1 1 [ 1 896] senesinde
"Tevfik Fikret Bey" unvanıyla yazdığı bir bentte:
"Servtt-i Fünı1n'un muhteviyat-ı nefise-i mu'tadesi arasında birkaç aydan beri
M. T. Fikret imzalı bazı asar-ı manzume ve mensure görülmektedir ki kariin-i
kiram ve asar-ı güzideyi layık oldukları dikkatle okutulursa M. T. Fikret'in bize
yeni ama hakikaten yeni, hem yeni olduğu nispette güzt"I bir tarz-ı cdeb küşade
eylemiş olduğunu bi-şüphe anlamışlardır.
Bu müccddid-i edeb kimdir? Bu tarz-ı nev-küşade nedir? İşte Sen·et-i funun
kari'lerinin edebiyata rağbetkar olanlarının zihinlerinde tebadürü tabii olan bu
sualleri tahlil etmek niyetiyle şu makaleyi yazdım ki muhteviyatı o iki suale karşı
zihnimde takarrür eden cevaplardan ibaret olacaktır." dedikten sonra Üstad
Ekrem'in Fikret hakkında: "Hünerveran-ı şübban-ı üdebadan bir şair-i zi-fazilet"
dediğini kafi göremeyerek: "Fihakika Tevfik Fikret Bey'i haiz olduğu evsafın
vech-i hakikisiyle kari'ine tanıtmak için kendisini yalnız neşriyat-ı edibanesiyle
tanıtmış olan bir adamın tavassutu lazım idi ki kendisiyle aramızda rişte-i [s.
874] meslekdaşiden başka münasebet olmaması ve asarını on seneden ziyade bir
zamandan beri tanıdığım halde kendisini ancak tesadüfen iki üç defa görmüş
olmaklığım cihetiyle bu tavassuta bendeniz cüret-yab oldum.
Hayır! Tevfik Fikret Bey "Hünerveran-ı şübban-ı üdebadan" biri değildir;
o, genç bir üstad-ı edebdir. Evet genç bir üstad-ı edebdir; zira makbul ve
müstahsen bir tarz-ı nevin-i edeb ihdas etmiştir. sözlerini ilaveden sonra biraz
daha aşağıda:
Bizim nazarımızda pek muhterem bir üstattır.
Edebiyatın ayine-i mahsusat ve vicdaniyat olduğu hakikati elyevm
müsellem olduğundan hiç kimsenin akab-girliğine rağbet etmeyerek matbuat-ı
mahsusa-i ruhiyesini olduğu gibi, ru-yı beyaz-ı kırtasa aksettirmeye muvaffak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 715
olan Tevfik Fikret Bey'e bir "müceddid-i edeb" bir "meslek-i edebi vasıfı" bir
"üstat" demekte tereddüt etmeyiz."
kanaatini de izhar ediyor.
Ve biraz daha aşağıda Fikret'in "Hasta Çocuk" unvanlı şiirinden
bahsettikten sonra:
"Hasta Çocuk" manzumesinden böyle uzunca bahsediverişim söz bulmak
hususunda duçar-ı müşkülat oluşumdan ileri gelmeyip ancak Tevfik Fikret
Bey'in vaz'ettiği meslek-i cedid-i edebin o manzume-i latife adeta bir programı
olduğundan naşidir.
İşte gerek o manzumenin ve gerek genç üstadın 'Musahabe-i Edebiye'
namıyla peyapey vermekte olduğu derslerin mütalaasından müstefüd olacağı
vechile bu meslek-i cedid-i edeb nazarında 'edebiyattan gaye-i meram sözü
müessir düşürmek' olup şiiri 'lisan-ı tahassüs, lisan-ı ruh' olmak üzere kabul
ederek saliklerini 'menazır-ı hilkat ve tabiatın nefs-i natıkalarına bahşettiği
teessüratı hakiki ve tabii bir surette elvah-ı tesavirlerine aksettirmeye' teşvik
etmektir."
sözleriyle genç üstadın fikirlerini alkışlıyor ve:
"Şu muvaffakiyet-i şairaneyi ihraz eden genç dahi kimdir? Asar-ı şairanesi
kadar sevimli, munis, nezihü 't-tab' , haluk, vazı', yaşı yirmi beşi geçmiş, fakat
otuza varmamış bir esmer genç!.. Küçük siyah gözleri parlak, aheste hareket,
güya sema-yı tahayyülde bir (s. 875] lem'a-i her-güzideyi takip eder gibidir;
gözlerinden eşya-yı hariciyeye initaf eden hubut-ı nazariyede avaregi-i
mahzunane vardır.
Sanayi-i nefise haricindeki musahebat-ı fenniye ve hevaiyeden pek
hoşlanmadığı mervidir; hele afaki muhabbetler esnasında vaz'ında bir yorgunluk
alameti görüldüğü şüphesizdir.
Musahabe sanayi-i nefiseye ve bahusus edebiyat ile resme taalluk ettiği
zaman tavrı bütün bütün değişir: Birdenbire gözünde bir incila-yı
müteyakkızane, enzarında bir şa'şaa-i intibah lemean eder; bir vecd ile bir iştiyak
ile nazariyat-ı zatiyesini serdetmeye başlar.
Kalbi şair, eli ressam olduğu gibi hançeresi de bir musiki-şinas-ı tabiidir:
Her kelimeye, her cümleye layık olduğu ahengi vererek mülahazat-ı şairanesini
şerh ederken o müntehap kelimelerin, o nezih cümlelerin meali sem'a bir
ihtizaz-ı ab-ı can gibi latif gelir.
İşte asarım kemfil-i hayretle okuduğumuz o genç, o muktedir üstadın zatı
da budur."
mütalaatıyla tebcil ve takdir ediyor.
"İnkisar-ı Baziçe", "Mev'id-i Tela.kide", "Ah u Ziya", "Son Arzu", "Riyah-ı
Leyal", "Validemin Sesi", "Rü'ya-yı Yetim'', "Dest-i Yar", "Makdem-i Yar'',
7 16 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
aşıkaneden başka daha ulvi, daha samimi, daha rakik mevzuları d a olabileceği
hakkında zaten va'zolunmuş, fakat asar ve emsal ile daha bihakkın ispat
edilememiş bir nazariye-i edebiyeyi mükemmelen tatbik ve teyit etmesidir. Bu
muktedir kalemin cfilib-i istiğrab bir sürat ve suhlıletle tesvid ettiği makalat-ı
mütenevvia -Sahil-i Hayfilatı, Esfilib-i Ezmine-i Mütalaa, Esfilib-i Nisvan, Lane-i
Elhan, Tasallüf-i Edebi, Sfil-i Edebi gibi - alelumum nevileri kendilerine has ve
lisanımızda henüz pek yeni şeylerdendir ki kıymet ve letafetçe hemen asar-ı
şi'riyesi kadar şayan-ı ehemmiyettir. Şair bunlarda bir iki sayfalık yere bir
kitaplık sermaye-i vukuf sığıştırdığı halde sehharanc bir maharct-i beyan
sayesinde o sayfaları kari'lerine hafif ve zarif birer neşide-i muhabbet gibi telakki
ve mütalaa ettirmeye muvaffak oluyor. Cenab'ın bu da ayrıca takdir ve tebrike
layık bir meziyet ve muvaffakıyetidir.
Cenab
Halecanlarla geçen bir günün akşamında,
Mai bir gölgeliğin sine-i aramında,
Gecenin bir ebedi an-ı semen-fünunda
718 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
115 B u mısra Rübdb-ı Şikeste'de "Varsa şairliğe ruhunla nüfüzun, hünerin" şeklindedir. (Haz.
notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 719
1 76 B u şiirler, önce büyük bir kısmını kapsayacak şekilde Sadettin Nüzhet, sonra d a Mehmet
Kaplan yönetimindeki bir komisyon tarafından toplanmıştır. Bkz. Sadettin Nüzhet (Ergun), Cenap
Şahabeddin, İstanbul 1 934; Cenab Şahabeddin'in Bütün Şiirleri, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,
Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman, İstanbul 1 984.
720 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
bir saade t olan hülyadan, fesaneden, mefkureden başka bir şey değildir. Cenab'ı şu
yazısıyla mükemmel bir idealist görürüz. Şu itibar ile de romantik (romantique)
olması lazım gelir. Filhakika Cenab'da bu iki cihetin kuvvetli bir mübarezesi
görülür. Bazı tasvirleriyle (desciriptf!J yazılan ve şiirleriyle natüralizme, realizme
yaklaşan Cenab bazı şiirlerindeki hayalat-ı tasavvurat (imoges) ile realizmden bütün
bütün uzaklaşarak sufYectivismiin kollan arasına atılır, kendi ruhunu dinler, kendi
gönlünü söyletir, tabiatı, harici hayatı bir vasıta olarak kabul eder, enfüsi bir
zihniyetle meydana çıkar, sanihasını, ilhamını tahassüsünden alır. Hissi
(sentimmtaliste) olur: 1 77
Murg-i aşkın bütün teraneleri,
Ufk-ı ruhumda ihtizaz etti.
Her biri ayn bir bahar eseri
Gibi, bir mevsim eğlenip gitti.
1 77 Buraya ismi belirtilmeden alıntılanan şiir, Cenab Şababeddin'in "İlk Muhabbet" adlı
şiiridir. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 721
Onun birçok şiirleri, birçok mevzuları, birçok hayalleri güler, eğlenir, bir
hayat-ı saadeti yaşar. Oı:ıda en ufak bir bedbini de görmek kabil değildir. Hayata
karşı daima nikbindir. Saadeti de sefaleti de aynı hande-i istikbfil ile karşılar.
Felsefe-i hayatı lakaydiden, şiar-ı ruhu tebessümden ibarettir. Cihan ile istihza
eder. İtikadınca "İstihza erbab-ı zekanın hukuk-ı tabiiyesindendir." Lisanı, bilhassa
nesri şuh, şakrak, tannan ve perranclır.
yazılaıında imzao;ı bizza t üsh"ıbudur. Aynca imzaya ihtiyaç yoktur. İki cümlesini
okumak kendisini tanımak için kafidir.
Edebryat
Feylcsof-ı mazlum haber verdi:
-Zaviye bugün edebiyatla iştigal edecek mübahaseye müteceddidin-i
üdebiimızdan Ali Raşid Bey biraderimiz da'vet-i mahsusamız üzerine iştirak
ediyor. Şimdi Hasan Macid Bey'den besmele-i iftitahiye olarak bir gazel �itiriz.
Macid cebinden çıkardığı mavi renkli bir kağıdı açarak 'ateşin' redifli bir gazelin
dokuz beytini kemal-i takti' ile okudu.
-Güneş gibi kıyamete kadar zeka-yı beşer üstünde parlayacak bir ateşpare-i
beyan! dedi.
Hakikaten ateş-zebanane!
-Evet ateşin! Fınn gibi! Biid-ı sümum gibi! Hatt-ı istiva gibi! Cehennem gibi
ateşin! Bu mevsimde bütün kömürcüleri, sobacıları çıldırtacak bir eser-i nefis!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 723
Bendenize eski şiirler, eski fotoğraflar gibi sararmış, solmuş, hudut ve hutlıtu
belirsizlenmiş, gölgelenmiş, islenmiş gelir .
-Evet hayatları taze! Fakat nasiyelerinde kurlın-ı vusta buruşukları var. Yeni
kalemler onların fersudeliğini, boşluğunu, hiçliğini gösterdi; namlan üstündeki
nikap kendini kaldırdı. Sonra kendileri de şetaim-i intikadiyeleri ile seffilet-i
ahliliyelerini teşhir ettiler. Biz mukabele-i bi'l-misl ile parmaklarımızı telvis
edemezdik, hata aramak için onlann yazdıklarını karıştıramazdık. Kemik bulmak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 725
terkis eden musiki beyanı içinde kanayan bir cerihası gizlidir. Devr-i sıibık, tarih-i
umumi içinde müteaffin bir çıbandır. Bu devr-i marizin genç dimağlan ketumiyet-i
asumana açılmış birer zahm-ı zeki oldu. Etrafımızdaki ıyd-ı tabiiye karşı
gönüllerimiz muğber ve gazub duruyordu. Hayatı, cehaleti, aşkı, her şeyi bir
adese-i ızdırab içinden seyrediyorduk. Nev-reside ruhlar hayat-1 matbuata bızaa-i
edebiyeleri kadar ağır bir hamule-i gayz ve nefret getiriyorlardı. Sahllif-i belagata
şerha şerha dökülen her eser bir taze idrakin layiha-i isyanı idi, kalemleriniz son
elhan-ı medeniyeti tecrübe ederken kalpleriniz muhitatınıza karşı bir istikrah ile
geri çekiliyor, çekiliyor. Bir vahşi, bir bedevi merdümgiriz oluyordu. Her biri
hayali bir mescid-i uhuwet içinde mu'tekif, şikarlarla sayyatlar arasında filam-ı
umumiye ile ser-be-ser yaşardık. içerisinde yaşadığımız halde vatana karşı içimizde
bir hiss-i heyecan, tarifi imkansız bir azab-ı vuslat ve firkat vardı. Millet-i esirenin
zendr-i matemini kalplerimize takmış, üsluplarımızla inliyorduk. Otuz senelik
havf-ı hunin içinde yazdıklanmız enin-i ümmetin taningah-ı samimisi idi.
Namussuz hükümetin tabakat-ı fezahati üstünde yalnız edebiyatımız bir lime-i iffet
gibi tcmcvvüce çalışıyordu. Eşvak-i idare arasında kanayan kalbini her şair birkaç
satırla biraz vüs'at-i hariciyeye çıkarıyor. Gizli bir humm a-yı iştiyak içinde
kavrulan sineler bütün ateşi, kelimelere, cümlelere veriyor, sefalet-i asr üzerine bir
sayf- i muzi beyan-ı ferş ediyordu. Genç göğüslerden füshat-i alakı saracak,
ebkcmiyet-i arzı söyletecek, kainat-ı bi-hissi hislendirecek feryatlar koptu. Edebiyat
bütün kuwctiyle atfilc t-i umumiye üstüne haykırdı. Ve hayat-ı kalemlerden
boşanan zeka-yı ha�sas bütün ru hlara tevzi'-i ihtizaz etmek istedi . . . Son devrin
buhran-ı kalemisi Fikrct'in bir girye-i san'au ile nihayetlendi. Türklerin bütün
alamı Rübah-ı Şikesre içinde buluşmuş gibidir; Fikret'in rlıh-ı kari'inde hıçkıran
şiirleri geçen devr-i siyasiyemize karşı milletin bir isyan-ı belagatidir. . . Butlı.n-ı
salifeniıı bize terk ettiği miras-ı lisan üstüne biz de bir buse gibi figammızı [s. 89 1]
koyduk: İşte hizmetimiz!.. Ye'simizi di m ağı mız a topladık; zamanımızın felsefe-i piç
ü tabına layık , acı bir üslup aradık; bulduğumuza: 'Dekadanlık!' dediler. . . "
müdafaasına kalkıştıklan o eski tarzda onun kadar güzel eserler yaznuşlar nudır?
Yoksa yazabilirler mi? Öyle ise bu şematet nedir?"
demişti.
"Eski edebiyatımız gayr-ı samimi idi. Gönülden ziyade kalemden çıktı. Fakat
eski edebiyatımızı teşkil eden perakende fikirlerin bazılarına bayılırım, pek çoğu
hoşuma gitmez, hiç anlamadıklarım da -itiraf ederim- az değildir. FuzUli, Nedim
ve Bili'yi -tercihim sırasıyla söylüyordum, tarih sırasıyla değil- eski
edebiyatımızın ekanim-i sülsesi gibi telakki ederim, üçü de bilhassa kalbime
söyledikleri için mahbub-ı kalemdir. Eskilerden ben bilhassa terbiye-i lisaniye
aldım, kıymet-i lisaniye [s. 892] itibanyla onları pek yüksek bulurum. Arayan
onların asannda neler ve neler bulmaz . . . Ancak 'edebiyat' olmak itibarıyla adem-i
kifayetine kani'im: Perakende fikirler ne kadar güzel, ne kadar yüksek olsalar tam
bir bina-yı edebi teşkil edemezler. Onlar ancak gınfil bir mahiyeti haizdirler. Ve
edebiyat-ı hayat.iyeye vasıl olmak için belki birer kademe hizmeti ifa ederler, devre
i hayatiyeye çıkamayan edebiyatlar birer cenin-i sakıt hükmünde kalırlar. Eski
edebiyatımızda, na-kabil-i inkardır ki tam bir levha-i hayat teşkil eden bir tek
nazım yoktur."
diyor. İşte bu itibar ile Cenab da eski edebiyat sahasında kalmadı, kalamadı.
Lisandan alacaklarını alarak Servet-i Fünun naznunı teşkil ettiler. Fikret bilhassa
belagat ve resaneti alnuş, Cenab'a rikkat ve zarafet kalnuştı. Fikret, Baki'nin eda-yı
hakimanesini kendi tab'ına muvafık bulmuş, Cenab, Nedim'in şuhluğuna meftun
olmuştu. Bu ruhu eskilerden alan Seruet-i Fünun zümresi yepyeni, taptaze bir lisan-ı
şi'r ve edeb vücuda getirmişlerdi. Bu hususta Cenab:
Benim Kalbim
Bir civan bir siyah meşcerenin
En karanlık yerinde yatmıştı;
Başını bir garip şeb-perenin
Zıll-i şeb-rengine uzatnuştı.
sanatta 'puritain' değildi. Kemfil-i üslub (peifection du stile) Fıkret'te olduğu kadar
harikulade olamamıştı. Ne kelimelerin intihap ve tertibinde, ne ahengin temin ve
teessüründe Fikret derecesini bulamamıştı. Kendisi bu hususta:
"Fikret daha sonra vücuda getirdiği o muhayyir-i ukül harika-i san'ata vasıl
olmadan ewel, mesela Mekteb risalesinin ikinci devre-i istihfilesinde Cenab'ın
nazımları bir büyük ihtilal, hayr-aver bir ihtilal vukua getirmişti. Fakat bilahare
Servet-i Fünun'da Fikret, şehrah-ı san'atta kaybedilen mesafeyi maa-ziyade kazandı
ve bir zaman geldi ki bu iki üstattan hangisinin diğerine tahakküm edeceğinde hep
mütereddit idik."
"Cenab'ın nazmı daha şuh, daha şakrak, eda ve mişvarında daha cazibedar
olmaktan müterekkip bir hususiyete mfilik iken Fıkret'te nazım daha vakur, daha
asil, belki daha derin, yahut daha yüksek olmuştur . . . Nazma kudret-i tasarruf
itibarıyla aruzdan çıkarılabilecek netayicin hadd-i a'zamı kemalini almış olmak
itibarıyla Fikret bi-rakip kalmıştır. Nitekim Cenab da nazmının şetaret ve tarzında
ve müracaat ettiği vesait-i bedianın servetinde hl-rakiptir. Cenab'ın buna ilave
edilecek bir meziyeti, aynı rekabetten azade üstadaneyi nesirde de göstermiş
olmasıdır."
[s. 895] Cenab'ın lisanı nazenin, billurin bir lisandır. ince, zarif, şuh
hayallerle süslüdür. Bunları ifade eden yeni ve müntehap kelimeleri de vardır.
Fakat bazen yeni kelime kullanmakta bilhassa şiirlerinde çok ileri gider ve
mütenafir kelimeler kullanır. Bazen de:
"Ta haşre dek mesiremiz olsun pür-ah ü tab"
"Olsun şeb-i kıyamete dek hem-sürı1dumuz"
mısralarındaki "dek"ler:
mısraındaki "tuta" gibi istimfilden sakıt mehcur, sakil edat, fiil ve kelimeler
istimfilinden de çekinmez. Cenab'da hayalat (images) ve renkli teşbihat da çoktur.
Timsalleri de mebzuldür. Bazen mesleği sembolizme (şymbolisme) kadar varır.
Esasen "symboliste"leri çok okumuş, bilhassa Henri de Regnier'ye büyük bir
muhabbet beslemiştir. Onun sanatını takdir ve tanzir etmiştir. Ondan
bahsederken:
der.
O şen, şuh, şakrak Cenab'da ince, derin, hassas bir resfil (eligi,aque) ruhun
bulunabileceğine kimse inanmak istemez fakat şu aşağıdaki "Mersiye" bunu ispata
kafidir.
Mersiye
Kaldı cebhem yetim-i agCışun;
Dudağım kaldı bive-i bilsen
Piş-i ye'simde ye's-i ha.muşun
İnliyor çifte kimsesizlikten.
179 Tamamı 1 3 kıt'adan oluşan mersiyerıin buraya son 4 kıt'ası alınmışur. (Haz. notu)
Süleyman Paşazade Sami
SÜLEYMAN PAŞAZADE SAMİ
Hayatı
Sami Bey 1 283 [1 866] sene-i hicriyesinde İstanbul'da doğmuştur. Babası
Müşir Süleyman Hüsnü Paşa, memleketin hem celadet, hem siyaset hem de
marifet ve faziletle şöhret bulmuş büyük adamlarındandır. 1 293 İhtilali'ni [1876]
idare eden, memlekette hürriyet ve meşrutiyeti fiilen tesise çalışan Genç
Osmanlılardandır. Meşhur hürriyet kahraman ve kurbanı Midhat Paşa ile
beraber çalışmış, kendisi de onun gibi millet ve hürriyet yoluna kurban gitmiştir.
Kahramanlığıyla tarihte büyük bir şöhret-i askeriye kazanan Süleyman Paşa
1 294 [ 1 8 7 7] senesinde Abdülhamid tarafından Bağdat'a nefyedilmiş ve nihayet
26 Temmuz 1 308 [7 Ağustos 1 892] senesinde Bağdat'ta vefat ederek orada
defnedilmiştir. Süleyman Paşa'nın Türk lisanına da büyük hizmeti vardı.
Mebdnf'l-İnştF namıyla "kavaid-i edebiye"yi ilk defa tanzim ve tedvin eden
Süleyman Paşa olmuştu. Bundan başka askeri rüşdiye mekteplerini tesis eden de
o olduğu gibi Darüşşafaka müessislerinden sayılanlardan biri de odur.
Darüşşafaka'da derslere nezaret ettiği sırada Saif-ı Türla, İlm-i Hal-i Sagfr, İlm-i
Hal-i Kebir namlarıyla üç risale yazmış ve bastırmıştır. Aynı mektepte tarih
okuttuğu sıralarda Tarih-i Atem namıyla bir eser neşrettirmiştir. Hasılı İlmen ve
amelen birçok hizmetler eden ve mükafaten de merılada ölüp giden bu
haysiyetli, fedakar adamın oğlu olan Mehmed Sami de babasının hemen bütün
faziletlerine irsen mazhar olmuş. Onun askerlikte gösterdiği fedakarlıkları Sami
Bey içtimai sahada göstermiş, cehaletle, taassupla, meskenetle dövüşmüştür.
Daha küçücük bir çocuk iken babasının sıyanet ve refakatinden mahrum
kalan zavallı Sami hicranlı günlerini iptidai ve rüşdi tahsillerine hasrederek [s.
905] çalışmış, okumaktan ve yazmaktan hakiki ve derin bir haz almış, bu
elemlerin, bu ayrılıkların verdiği korkular, ümitsizliklerle derin ve dini bir ihtisas
içinde yaşamaya başlamıştır. İkinci derece tahsilini Mülkiye İdadisi'nde ikmal ile
Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'ye girmiştir. Daha idadide talebe bulunduğu 1 299
[ 1 88 1 - 1 882] tarihlerinde on altı, on yedi çağlarında iken hassasiyeti kendini
tabiatın güzelliklerine bend etmiş, mektebin tatil günlerinde Taksim Bahçesi'ne
gider, sükunet içinde oturur, tabiatın o sakin ve müsekkin incelikleri, neşelerini
derin derin seyir ile fıtratındaki şairliği beslermiş.
Sami Bey'in bütün zeka ve irfanını tenmiye eden Mekteb-i Mülkiye'deki
hayatıdır. Orada Recaizade'nin muallimliği altında edebi istidadını beslemiş,
orada Garp irfanına, Garp şiir ve sanatına vukufpeyda etmiştir.
740 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Sami Bey daha Mekteb-i Mülkiye'de talebe iken şiire başlamıştır, ilk yazdığı
yazılan eski tarzdadır.
Ekrem Bey'in tesiriyle Garp edebiyatına karşı olan meyli canlanmış, yenilik
arzulan içinde derin bir emel mevkii tutmuştur, daha o zamandan Garp
edebiyatını tetkik ile uğraşmaya başlamıştır.
Naci'nin açmak istediği yeni klasisizm (neo-classicisme) irtica-i edebiyesine
karşı muarazada bulunanlardan bir kuvvetlisi de kendisi olan Sami Bey, daha o
zamanlar mektepte iken bazı arkadaşlarıyla birleşerek Babıali nin karşısında
'
terakkiye mazhar olmuştur. Kendisi de şair ve :fazıl bir zat olan vali, Sami Bey'e
çok iltifat ve sahabet göstermiş, ekser zamanı valinin musahabetiyle geçmiştir.
1 324 [1 908] senesinde Türklere biraz nefes aldıran inkılap, Sami Bey'e de
[s. 907] hürriyetini vermiş 5 Teşrin-i Ewel'de [ 1 8 Ekim 1 908] Maarif Nezareti
Merkez Maarif Müdüriyeti'ne tayin edilerek İstanbul'a gelebilmiştir. Sami
Bey'in bu vazifede çok yararlıkları görülmüştür: Programlarda hayli ıslahat
vücuda getirmiştir. Aynı sene 2 Kanun-ı Sanide [ 1 5 Ocak 1 909] Mekatib-i
İbtidaiye İdaresi Müdüriyeti'ne geçmiş ve nihayet Meclis-i Kebir-i Maarif
Azalığı'na, Mekatib-i Aliye İdare Müdürlüğü'ne ve nihayet İlm-i Terbiye ve
Tedris Müfettişliği de uhdesine verilerek daimi olarak Meclis-i Kebir-i Maarif
Azfilığı'na tayin edilmişti. 9 Eylül l 328 'de [22 Eylül 1 9 1 2] Darülfünun Müdür-i
Umumiliği ilaveten kendisine verilmişti. 1 Ağustos l 330'da [ 1 4 Ağustos 1 9 1 4]
vazifesi Telif ve Tercüme Heyeti Azfilığı'na tahvil edilmiş ve ölünceye kadar aynı
memuriyette kalmıştır. Sami Bey'in hizmeti yalnız edebiyat sahasında değildir.
Aynı zamanda maarifte, hususiyle talim ve terbiye sahasında da büyük
hizmetleri var. Belki onda da faaliyet Tevfik Fikret'te olduğu gibi edebiyat ve
terbiyeyi birleştiriyor. Şu kadar var ki Fikret her iki sahada da büyük bir
mefkureci (idealiste) ve o mefkureye varmak için de mesleğinde eğilmez derecede
doğru, hiçbir hatayı kabul etmez, asabi bir kırılmaz ahlaklı (puritain) adamdı.
Fikret tuttuğu yolda güzelliği rehber etmişti, Sami iyiliğe iktida ediyordu. Ve o
iyilik dolayısı iledir ki, bazı fenalıklara göz kapıyordu. Bu cihetten de Fikret'in
tarizlerine hedef oluyordu.
Sami tab'an çok halim selim ve uysal idi. Böyle olmakla beraber ateşler
püskürttüğü, tahammül edemeyerek köpürüp taştığı devreler oluyordu.
Terbiye sahasında fiilen çalışan Sami Bey'in terbiyeye dair bazı eserler
neşrettiği bilhassa Amerikalıların fayda üzerine müesses tedrisatına (enseignement
utilitaire) büyük bir ehemmiyet atfeylediği görülür.
Bundan maada İstanbul'da vücuda getirilen keşşaflık - (bqyscout edaireur)
teşkilatını teşvik etmiş, hatta kendi de o kıyafete girerek keşşaflarla beraber
tenezzühe, seyahate çıkmıştır. 1 33 1-32 senesinde [ 1 9 1 5- 1 9 1 6] [s. 908] Milli
Talim ve Terbiye Cemiyeti namıyla bir müessese-i ictimaiye tesis ederek kendi
riyaseti altında memleketin talim ve terbiyesine bir cereyan-ı mahsusi vermeye
çalışmıştı. Cemiyet birçok faaliyette bulunmuş, faydalı tesirler göstermeye
başlamıştı. Harb-i Umı1mi'nin elemleri, ıstırablan birçok müesseseleri yıktığı gibi
bu cemiyeti de neticesizliğe mahkı1m etmişti.
Sami Bey müddet-i hayatında evlenmemiş, geçirdiği bir anza-i hayatiyeden
sonra evlenememişti. Şu itibar ile de bütün insanlığı ailesi, bütün çocukları da
evlatları gibi severdi. Diger-gamlığı (altruisme), "fenafı'l-gayr" derecesinde ileri
götürmüştü. Muhtaçlara, yoksullara yardımdan geri durmaz, mutlaka eline
geçen paranın mühim bir kısmım mekteplerde meccanen okuyan kimsesiz, fakir
ve yoksul çocuklara verir, bunu da kimseye belli etmezdi. Başkalarının işi,
başkalarının faydası için kendi işlerini, kendi faydalanın feda ederdi. Kimsesiz
742 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
çocuklara tesadüf ettikçe götürür, mekteplere yazdırır kendi evladı gibi onlarla
meşgul olurdu. Mülayim ve sakin tabiatlı olduğu için pek ziyade sevdiği Fikret'in
asabiyetini çocukluk telakki etmek isterdi. "Olur böyle şeyler olur, aldırmamalı"
derdi. Fakat son zamanlannda Fikret'e daha çok hak vermeye, hatta son
günlerinde bütün bütün haklı görmeye başlamıştı.
Hele; Fikret öldükten sonra "6 Ağustos 1 33 1 " [ 1 9 Ağustos 1 9 1 5] tarihinde
"Tevfik Fikret İçin" namıyla yazdığı manzumede:
ı so Yeni harfli baskısı için bkz: Sü0ıman Prqa-;;;dde Sami Bey: Külliyiit-ı Asar ve İhtisiisiit,Haz:
ls. 9 l 5] Hakikat
Yıllarca haiikat diye rıih-ı beşeriyyet
Bir nıir aramış ka'r-ı semavat u zeminde . . .
Yıllarca, asırlarca . . . Fakat nıir-ı hakikat
Kalmış yine zir-i tutuk-ı muhteşeminde.
Bir lem'a-i ümmid ile bazen şeb-i efkar
Yanmış ve tutuşmuş gibi . . . Derken yine sönmüş.
Çarpışmış ezelden beri iman ile inkar.
Varlık bile, vicdan bile bir hiçliğe dönmüş.
Ey zulmet-i a'sar ile güm-rah olan insan!
Ey kardeşim, ey kalb-i elem-dide ve mecruh,
Gel, arş-ı hakikat sana, her dem sana meftıih . . .
Hakikate Doğru
Her gün yeni bir derd ile makhıir-ı sef'alet.
Her gün yeni bir mevt ile bir parça ölürken
Arak-ı ümidinde mülevven ve müzeyyen
Bir rü'yet-i ati ile titrer beşeriyyet.
Sami Bey'in aşıkane (erotique) bir ruhla, rebabi !Jyrique) bir heyecanla yazdığı
pek güzel "sone"ler (sonnet) ve sair şiirler de vardır. Bu şiirlerinde "Süleyman
Nesib" hemen bütün arkadaşlarından daha ince (dilicat) daha zarif (flu) daha
hassastır (sentimenta�.
Handeler
Handeler, handeler, tebessümler . . .
Sanki bir hande-i baharandır
Ki sizin ruhunuzda handandır
Çehre-i gam bile sizinle güler.
Çehre-i gam bile: Gülüşleriniz
Öyle munis ve ruh-perver ki,
Siz gülünce uzak, nihayetsiz
Bir cihan-ı sala güler sanki
[s. 9 1 8) Sanki hep hande-zar olur nasut
Ruh pür-hande-i baharandır
Ki sizin handenizle rizandır . . .
Handeler, handeler, gülün güzelim,
Handenizden nasib alıp melekut,
Hep zemin ü sema bugün gülelim.
gibi şuh, şakrak, zarif manzumeler yazar. Bazen hayali (romantique) ve hicranlı ve
müştak (nostalgi,que) bir ruh-ı hazin ve teessürün aglışuna düşer. o zaman ne
terennüm etse hazin ve hasta olur:
ihyi-yı Mizi
Hani sen bazı mültefit, handan
Bana takrib-i cism ü ruh ederek
Sanki ruhumda saklanırdın sen?
Hani ben bazı mest ü pür-heyecan,
Seni ruhumla sanki mezcedeceğim
Gibi bir ihtimal arardım ben?
Hani sen bazı mübtesim, memnun
Beni ruhunla öyle dinleyerek
Ruhuma sanki ruh olurdun sen?
Hani ben bazı münfail, mahzun,
Bir hayali emelle inleyerek
Sana ima-yı raz ederdim ben?
Hani bir gün nasılsa bir büyücek
Ormanın kuytu bir kenannda,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 749
183 Süleyman Paşazade Sami Bey hakkında yapılan bir çalışma için bkz. Salim Durukoğlu,
Sü�n .Nesib (Sü�mı Paşazdde Sami Bey) Hqyatı Fmhf Kljiliği Şiirleri, Ankara 2001 . (Haz. notu)
- -
Hüsf!Yın Uft
. c·�Lid (Yalçın)
�·.
HÜSEYİN CAHİD
Hayatı
Aslen İstanbullu olan peder ve validesi memuriyet hayatının icabatından
olarak muhtelif yerlerde dolaşmakta idiler. Babası Ali Bey'in memuren Karesi'de
bulunduğu 1 29 1 [874] tarihinde Cahid dünyaya gelmişti.
Yine o zaruret-i maaş bu aileyi Rumeli taraflarına sevk etmişti. Ailesiyle
gitmek mecburiyetinde kalan Hüseyin Suad, Hüseyin Cahid de çocukluklanm
Rumeli'nde geçirmişlerdi.
İptidai ve rüşdi tahsilini bulunduğu şehirlerin mahalli mekteplerinde ikmfil
eden Cahid, idadiye devama başlamış, zekası, hafızası ve gayreti sayesinde
arkadaşları arasında hususi bir mevki, muallimleri nazarında haklı bir teveccüh
kazanarak fikren ve İlmen inkişafa başlamıştı.
İdadi tahsilini bitirdikten sonra İstanbul'un en güzide mekteb-i filisi olan
Mekteb-i Mülkiye'ye girmişti. Mekteb-i Mülkiye zekasının tenmiyesine yardım
eden bir müessese-i irffin olduğu gibi fıtratındaki kudret-i ictihad ve meyl-i
tetebbuu artıran bir müşevvik-i hakiki de olmuştu. Bilhassa mektep hayatının
kazandırdığı hakiki ve samimi arkadaş ve dostlarla birleşerek yaradılışında
mevcut olan istidadı besleyerek vadi-i edebiyata doğru yürümeye başlamıştı.
Daha mektepte iken Nadide adlı bir kocaman roman yazmaya başlamıştı.
Bu edebiyat temayülü bundan ibaret kalmamıştı. Mülkiye'nin son sınıfında
iken bazı arkadaşlarıyla birleşerek Mekteb risalesini neşre başlamıştı. Bu devre
ileride Yeni Edebiyat-ı Cedide uzuvlarını ayn ayn da olsa, bir ve [s. 922] ulvi bir
gaye için hazırlayan feyizli bir devre idi. Hemen hepsi daha mektep sıralarında
iken matbuat alemine atılan bu ateşli gençler Fikret'in etrafında toplanarak
bütün azim ve iradetleri, bütün şevk ve kudretleriyle yeni bir cereyanın doğup,
yaşayıp büyümesine hizmet etmişlerdi.
1 3 1 2 [1 896] senesi baharında intişar eden Mekteb risalesinin birinci
nüshasında Cahid'in "Ada Vapuru'nda" unvanlı hikayesi imzasız olarak
neşredilmişti. Mekteb risalesi edebiyatta yenilik cereyanına hizmet eden bir
mecmua idi. Bundan evvel de bir Mekteb gazetesi çıkmakta idi, o da yeni ruha
göre ıslah edilmiş bir risale idi. Cahid'in Mekteb'i uzun müddet devam etmemişti.
Aynı senede Mekteb-i Mülkiye'den ikincilikle çıkan Cahid, Servet-i Fünun'a
küçük hikayeler vermeye başlamış ve Fikret'in açtığı yenilik bayrağı altında ahz-ı
mevki etmişti. Oturdukları yerlerin de yek-diğerine yakın olması Fikret'le Cahid
arasındaki samimiyet ve uhuvveti de kuvvetlendirmişti.
754 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Cahid'in asıl edebi hayatı Seroet-i Fünun'a intisabıyla başlar. Seroet-i Fünı1n 'da
taarruza uğrayanlardan biri de kendisi idi. Mamafih muarız, muteriz ve
mütearrızlara en çok taarruz eden de o idi. Daima en ön safta duran, atılan
taşlara yalnız da kalsa mukabeleden vazgeçmeyen, yılmayan fıtri bir mübariz idi;
nitekim edebi ve siyasi bütün hayatı daimi ve mütemadi bir mübareze ile
geçmiştir ki, bu mübarezenin tarihçesi Kavgalanm unvanlı eserini meydana
getirmişti.
Cahid'in müdafaaları yok değil, belki çoktu. Onu hiçbir zaman yalnız
bırakmamışlardı. Başta Fikret, sonra da kendi edebiyat hocalığını etmiş olan
İsmail Sala., sonra arkadaşlarından Halid Ziya, Mehmed Rauf onu her zaman
korumuşlardı.
Cahid'in en ziyade çarpıştığı adam Ali Kemal olmuştu. Edebiyat aleminde
de, siyasiyat aleminde de fikren ve kanaaten muarızı bulunduğu bu adamla [s.
923] hiçbir zaman uzlaşamamıştır. Naci'nin bir varis-i edebisi vaziyetini alan Ali
Kemal, o zaman bütün ciyadct ve şaşaasıyla doğan Edebiyat-ı Cedide'ye muhtelif
vesilelerle hücumu adeta bir şiar edinmişti. Aldığı tahsil ve terbiye nin , eskilerle
fazla ülfet ve münasebetin Arap ve Acem edebiyatına Naciyane meftuniyetin bu
halet-i rühiyedt·ki tesiri kat'i ve aşikardır. Cahid de her firsatta bu ihtiyar ruhlu
genç muarızını susmaya mecbur edecek derecede şedit ve mücehhez
hücumlarda bulunmuş ve bu mübareze son zamanlara kadar devam edip
gitmiştir. Hasılı Cahid zaman ile Edebiyat-ı Cedfde'nin bir müdafi-i cesuru, bir
hami-i kahramanı olmuştu.
Gariptir ki korumaya, yaşatmaya çalıştığı o Edehiyat-ı Cedide en müthiş, en
öldürücü darbeyi de yine Cahid'in kaleminden almıştır. Servet-i Fünun neticede
onun yazdığı bir makale yüzünden kapanmış, bir daha eski hayat ve kudretini
istirdat rdememiştir.
Üstad Ekrem: "Bu kadar senedir, bu kadar münakaşat-ı kalemiye
görüldü. İçinde Cahid Bey'in mukabelesi kadar itidfil-i demle, iktidar ve
muvaffakiyetle yazılmış bir cevaba tesadüf olunmadı." demiştir.
Yine kendisini müdafaaten yazı yazan İsmail Sala. da: "Vaktiyle mektepte
muallimliğini ettiğim bu muharririn şimdi eserlerinden müstefid oluyorum.
Mesela tasvir ve tahkiyede gösterdiği iktidara gıpta ettiğimi itiraf eylemezsem
bazıları hakkındaki hükmüm kendi hakkımda da la-hak olmak lazım gelir."
diyordu.
Cahid, meslek-i tahrire girdiği andan itibaren terakki, tekemmül ve
tekamüle başlamış, onu her eserinde biraz daha kuvvetle, biraz daha sıhhatle
göstermiş bir muharrirdir.
Mektepten çıktıktan sonra maarif hayatına atılmış, Nezaret Mektubi
Kalemi'ne devama başlamıştır. Bir müddet sonra Vefa İdadisi müdür muavini
olarak çalışmaya başlamış, bir müddet sonra da terfi ederek Mercan İdadisi
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 755
[s. 924] Fakat onun bütün aşk ve ateşi yazıcılıkta idi. Ehemmiyet verdiği
cihet de gazetecilik olmuştur.
İstanbul muhitine yeni ve çılgın bir hayat getiren 1 324 [l 908] inkılabı
geldiği zaman, Cahid, Mercan İdadisi müdürü idi.
Fikret'le Cfilıid'in arası açıktı, Cahid araya Hüseyin Kazım'ı koyarak henüz
telif edip bitirmiş olduğu Sarf u Nahv'ını da vererek Fikret'e göndermişti. Hem
kitap hakkındaki irşadkar fikirlerini istiyor, hem de tecdid-i musafüta temenni
eyliyordu. Fikret; tercüme-i halinde görüldüğü üzere bazı şerait tahtında bu
gazeteciliğe iştirak etmişti. Gazetenin ismini Tanin koymuştu. Eski dostlar bu
gazete etrafında toplaşmışlardı. Fakat kendilerini toplayan gaye bir değildi.
Fikret'in sırf hasbi ve içtimai olan gayesine mukabil Cahid'in hayati ve siyasi bir
gayesi vardı. Nitekim bu birlik de uzun müddet süremedi. Mebus intihabı
meselesinde İstanbul mebusluğu kendisine teklif olunan Fikret bunu kabul
etmemiş ve Cahid'i ileri sürmüştü. O zaman henüz fırkanın mutemedi ve uzvu
olmayan Cahid'e Fikret'in delalet ve tekefftilüyle, mebus olunca kendisini bütün
bütün siyasiyata ve mücadelata vermiş, Tanin ser-muharrirliğiyle mebusluğu
birleştirmişti. İtiraf etmeli ki Cfilıid'in kaleminden fayda gören memleket zarar
da görmüştü. Bilhassa edebiyat sahasından çekilen [s. 925] Cahid'in artık hayatı
yeni bir çığıra girmişti, 3l Mart irticaında Tanin Matbaası taşlarla hücuma
uğramış, yağma edilmiş, Cahid de katledilmek üzere aranmış ve kendisi zannıyla
mebuslardan biri süngüler üzerinde parçalanmıştı. Bu ihtilal arızasını geçiştiren
Cahid, Meşrutiyet'in tesisinden sonra tekrar Tanin'i çıkarmaya başlamıştır. İkinci
intihapta tekrar İstanbul mebusu olmuş, iki defa da Duyı1n-ı Umumiye
İdaresi'ne Osmanlı Dayinler vekili olmuştur.
1 84 Hippolyte Taine, 1 828'de doğmuş, 1 893'te ölmüş meşhur bir Fransız feylesof, tarih-nüvisi
ve münekkididir. Fikr-i beşerin mahsulü olan bütün eserlere fü nfın-ı tabiiye usulünü tatbiki tecrübe
etmiştir. Bu usulü ibda eylemiştir. Bu usul ile verdiği derslerin tedvininden husule gelen Felsefe-i
San'at (Phi/,osophie de /'art) unvanlı eseriyle lngili.<:. Edlbiyatı Tarihi meşhurdur. Eser-i mezkuru yirmi
senede yazdığı rivayet olunur. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 757
Cahid bu yeni ruh ile çok güzel parçalar yazmıştır. Hayat-ı Hakilıiye Sahneleri
içinde çok canlı tasvirler, çok canlı tahliller, çok canlı hikayeler vardır. Cahid bu
zihniyetle milli ruha da yaklaşmıştır. "Kanto Bir Yerde", "Görücü", "Kuvvet"
ve saire gibi güzel parçalar yazmış, "Köy Düğünü" gibi tablolar vücuda
getirmiştir. Hassasiyet ve heyecanı arttıkça eserleri daha canlı oluyordu; hatta bir
ara insiiniyet-i sefıleye karşı kalbi o kadar sızlamaya, kanamaya başlamıştı ki
gözlerinde elem, ıstırap yaşlan görülür gibi oldu. Fakat bu devre-i tezelzül ve
sukütu çabuk atlattı. Hususuyla sinesine atıldığı siyaset, kendisini hakikatin
katılıklarıyla o kadar yakınlaştırdı ki maddiyatı gözüyle gördü. Mathialisme'e
doğru süratle yürümeye, bütün hakikati ve hayatı orada görmeye başladı.
İçtimai ve iktisadi görüşü, duyuşu değişti, dimağında sarih bir inkılap hasıl
oldu.
Memleketin geçirdiği buhranlar öyle zannolunur ki Cfilıid'de kuvvetli bir
de egoisme yarattı.
Cahid fitraten muharrir doğmuştur. Yazıyı sever, his ve hayale kapılmaktan
da kendisini korur, Halid Ziya gibi büyük hikayeler hususunda velud
olamamıştır. Fakat küçük hikayelerinde bilhassa on dokuzuncu asrın sonlarında
hayat bulan ve biraz fen ve felsefe ile karışan tarzını sevmekte olduğunu
göstermiştir. Realizmi kendisi için bir meslek ittihaz etmek istediği aşikar surette
görülmektedir. Mamafih Cahid'in enfüsi (subjectifJ bir ruh ile yazdığı çok güzel
eserleri de vardır. Bilhassa Abdülhamid idaresinin tazyik ve tahakkümleri altında
ezile büzüle yaşamaktan bezen bu gençler zümresinin, o mülevves muhitten
çıkarak temiz, saf, nezih bir hayat yaratmak hayaliyle çupındıklan [s. 928] ve bu
ilham ile eserler yazdıkları zaman yazdığı şu Hayat-ı Muhayyel unvanlı hikayesi de
güzel bir romantizm numunesidir:
"Bu şimdiki alemlerden pek uzaklara gitmiş idik; mazi ile aramızda ebedi
fırtınalarla cenkleşen büyük denizler vardı.
Şimdi her şey yeni idi; hatta kalplerimiz, hatta hislerimiz, hatta ilk günlerde
kubbe-i saf ve laciverdisi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeni
idi. Şu çimenlerini çiğrıediğimiz topraklar, ufuk üzerinde teressüm ettiğini
gördüğümüz ormanlar, reh-güzanmızı taktir eden çiçekler bile yeni, bilir idi. Ve
bu saf ve masum tabiatın sine-i müşfikinde bizim için yeni başlayan bu hayat-ı
muazzez hepsinden yeni, hepsinden saf ve tabii idi.
Köyümüzü, sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında intihap etmiştik.
Adamızı ihata eden bahr-i huruşiinın heybetli dalgalan bizim sahilimize
gelinceye kadar ilerideki kayalara çarparak kırılırdı ve birer elmas gibi parlayan
beyaz, temiz kumlanmızı hafif hışırtılarla tehziz ettiği zaman, zannederdik ki bu
umman-ı bi-payan şu ıssız sahilin hep bir hiss-i uhuvvetle birleşen garibü'd-diyar
mihmanlanna bir tecine-i tebrik ve teşbih ihda ederdi.
Zaten bütün tabiat bize bu hüsn-i kabUlü göstermişti: Cesim ormanların
nesim-i müferrihe tevdi ettikleri tude-i revayih, bir hiss-i iğtirab ile ihtilaç etmek
758 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
isteyen sinelerimize kuvvet-bahş bir deva-yı tesliyet getirir, ileride çağlayan sular
bize cesaretler verir, kuşlar bize birer neşide-i metanet okur. Bütün tabiat muhite
-pak ve tabii bir hayat ile zinde, faal görünen bu vfilide-i müşfike birini agı'.lşuna
alır, bağrına basar, bu derin, bu umumi hayat içinde kederlerimizi unutturur,
etraftaki aheng-i hayata karışmak, yaşamak-. Oh, serbestçe, insanca yaşamak
arzularını bize verirdi.
Köyümüzün önünde ufk-ı mewacın beyaz köpükleriyle hasbıhal eder gibi
hfil-aşina duran rahim ve saldide büyük bir ağacın altında ilk akşamlar
toplandığımız zaman, yanımızda oynaşan parlak saçlı sevgili çocuklarımız,
[s. 929] mütehayyir gözlerle baktıkları cesim vadilerimize, daha cesim
ormanlarımıza, semalarımıza doğru kollarını bazen açarlar, sanki bu
namütenaahilikleri ruhlarına doldurmak isterlerdi ve bu tavırlarıyla da bize
vazifemizi tecessüm ettirirlerdi: Evet, bu aziz çocuklar büyütülecek, bu vadiler
işlenecek, çalışılacak, daima çalışılacak idi . . .
Biz bu çalışmaya iptida köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazır
idi; bunlar uzun uzun münakaşat-ı samimiye neticesinde hep karar-gir olmuştu.
Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen değildi. İhtiyacatıınıza, ancak ihtiyacatımıza
kifüyet edecek kadar küçük, kışın firtınalarına dayanacak kadar metin, fakat
zarif, sevimli, sade, bilhassa sade idi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük
salon, çocuklarımıza birer küçük oda, birer yatak odası vardı.
İhtiyacfıtımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık. Zaten süslü
salonlardan, gayr-ı tabii, mülevves hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade elzem,
yalnız clzt•m olan alat-ı beytiye memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için
yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnuata müftakır değildik. Hiss-i aile
bu rcfükat-i muhibbanc, sa'y ve gayret bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında
yaşamaktan, zihinlerimizde insaniyet için layık gördüğümüz bir hayat ile
yaşamaktan, birbirimizi sevmekten, çalışmaktan, çocuklarımızı büyütmekten, bu
saf hayattan, bu sade hayattan- ah, bu hayat-ı muhayyel ve muazzezden- mesut
idik.
Köyümüzün ortasında müşterek bir bina var idi. Burası, hepimizi istiab
edecek kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir
kütüphaneden terekküp ediyordu. Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın
etrafında birleşirdik. Çocuklarımız yanlarımıza oturur, bir velvele-i şetaret, bir
heva-yı samimiyet içinde neşeli bir taam başlardı. Hizmetçilerimiz yoktu;
hepimiz birbirimizin hizmetçisi, esiri idik. Her akşam bir aile mütenaviben
hizmet ederdi ve böyle sevdiklerimizin bir işini görmekte, onların [s. 930]
tabaklarını kaldırmakta, yemeklerini vermekte ayn bir lezzet, derin bir meserret
duyardık. Sonra balkonda kahveler içilir, latifeler temadi ederdi. Salona
çekildiğimiz zaman şetaretli muhavereler arasında köyün hayatına müteallik
meseleler hallediliyor, her şeyden bahsolunur, sonra biraz piyano çalınır, biraz
şiir okunur, saatlerin tayaranından bihaber kalınırdı. Küçük meleklerin pak
nazarları mahmurlaşarak göz kapakları düşmeye başladığı zaman artık anlardık
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 759
Hayatı
Mehmed Rauf 1 2 Ağustos 1 29 1 [ 1 2 Ağustos 1 875] tarihinde İstanbul'da
doğmuştur. Pederi aslen Kütahyalıdır; askerlik dolayısıyla gelmiş ve İstanbul'da
kalmıştır; validesi de Çerkes'tir. Fıtraten zeki ve cevval yaratılan Rauf iptidai
tahsiline iptidai ve rüşdi mekteplerinde başlamış, çocukluğunda gezmeye
başladığı tiyatroyu pek sevmiştir. Sık sık babasıyla dolaştığı bu muhtelif oyunlar o
zamanın zihniyet ve modası muktezasınca daima kanlı, facialı, ölümlü, cinayetli
vakalardan ibaret olurdu. Bu sahneler küçük Raufun müfekkiresinde derin izler,
kuvvetli intibalar bırakmış, tab'ındaki istidadın teşvikiyle yazıya, kitabete de
merak sardırmıştı.
Daha on yaşında bir çocuk iken ruhunda uyanan bu sanat ihtiyacı kendisini
tiyatro ve hikaye yazmaya sevk etmişti. Aynı zamanda mütalaaya da başladı. Bu
mütalaalar neticesinde tiyatrodan ziyade romanlara karşı bir muhabbet duydu.
Hem gördüğü ve okuduğu tiyatrolar gibi tiyatrolar yazmaya çalışıyor, hem de
kanlı ve heyecanlı hikayeler tertip ediyordu. Bunlardan biri "Denaet yahut
Gaskonya Korsanları" unvanlı facialı bir hikaye idi.
Tabii bu eserinin bütün kıymeti istidadının uyandığını ispata medar bir
vesika olmaktan ibarettir.
Zamanının muntazam olan rüşdiyeleri, askeri rüşdiyelerdi. Rauf da
bunlardan birine devam ediyordu. Mektep tahsili fıtratının kendisini sevk ettiği
bu yazıcılık merakından vazgeçirememişti. Rüşdiyede biraz Fransızca da [s. 932]
okumaya başlamıştı. Bu lisanı iyice öğrenmek için de bir heves, bir arzu
hissediyordu.
Rauf bu merakını bize kendi lisanıyla anlatıyor:
"Romancı!.. Ta on yaşında iken, on beş sene evvel gördüğüm ilk tiyatro
üzerine gelen bir inhimak-ı mecnunane ile bizde mevcut tiyatro kitaplarının
hepsini okumuş, bundan heveslenerek birçok oyunlar yazmış, sonra merakımı
romanlara sarmıştım; işte o zamandan beri hayatımda birinci emelim, bütün
amal-i saireme hakim emel bu oldu: Ben de bir romancı olmak istiyordum.
Fakat o zaman okuduğum ve bayıldığım romanlar Gece Yolculan, Londra
Biçdregdnı, Hüsryin Fellah olduğundan romancılığı bundan ibaret zannediyor, öyle
yazmaya uğraşıyordum. Bir gün, birçok tecrübelerden, gı'.'ışişlerden sonra,
rüşdiyenin son senesinde, şimdi on bir sene oluyor, Denaet yahut Gaskonya
764 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Korsan/an diye bir romanı, ilk tamam romanımı yazıp onu o zaman sınıfımızın
baş romancısı olan bir arkadaşım da takdir ettiği zaman kendi kendime 'İşte
artık ben de romancı oldum!' dedim.
Rauf un asıl ciddi tahsili ve ciddi suretle edebiyatla iştigali bilhassa Mekteb-i
Bahriye'ye girdikten sonra başlar. Orada, ewelce başlayıp sevmiş olduğu
Fransızcayı ilerletmeye uğraştığı gibi mektepte öğrenilmesi mecburi olan
İngilizceyi öğrenmek gayretini gösterir. Bu iki lisanın tahsili ve o iki lisanda
okumaya başladığı hikayeler kendi istidadını tenmiye ederek edebiyata karşı olan
meyline bir kat'iyet verir. Artık cinai romanlardan, kanlı vakalardan kafi
derecede lezzet bulamaz, Georges Ohnet1 86'den, Octave Feuillet'den zevk
almaya başlar; bir müddet de hayali vakalar, hayali hadiseler arkasında koşar,
fakat asıl muhabbet bağladığı müellifler biraz daha sonralan tanıdığı
Daudet'lerIB7, Zola'larısa, Flaubert'ler olur. Realistelere karşı derin bir [934]
1 86 Georges Ohnet 1 848'de Paris'te doğmuş bir Fransız romancısıdır. Maitre de farges
namındaki eseri Demirhane Müdürü unvanıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. (İsmail Hikmet'in notu)
187 Alphonse Daudet 1 840'ta doğmuş 1 897'de ölmüş bir Fransız ediptir. İnce, rakik ve zarif
şiirleri de vardır, fakat bilhassa romancılık ve facia-nüvislikle şöhret almıştır. Meşhur romanlarından
Jadc, -le petit-clıose- Küçük Efendi namlarıyla Türkçeye nakledilmiştir. Üslubunda bir keskinlik, bir
rikkat ve hakikat vardır. Küçük Efendi unvanlı eseri mektep mürebbiliği ile başlayan öz hayatının, öz
sergüzeştinin hikayesidir. Derin bir saffet, samimi bir hüzün ile yazılmış güzel bir eserdir. Les lettres
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 765
Halid Ziya en ewel Bir Muhtıranın Son Yapraklan namındaki eseri ile nazar-ı
dikkatimizi celb etmişti. Bu eserde o zamana kadar görülmeyen, hissedilmeyen,
bir name-i beyan ile bir melalinin ahvfil-i rfıhiyesi teşrih ediliyordu. Edebiyatı
takip davasını besleyip de bu eseri okumak ve bunun nasıl bir hatve-i tekemmül
olduğunu hissetmemek mümkün değildir. Sonra yine küçük bir hikaye: Bir
İzdivacın Tarih-i Muiişakası ne kadar nazik bir tarz-ı tahkiye, ne şuh bir eda-yı
beyan; lakin Halid Ziya Bey'e bayılıyorduk. Aradan birkaç sene geçti, bu zaman
zarfında mümkün olduğu kadar malumat peyda etmiştim; tanıdığım biri vardı ki
İzmir'de bulunmuştu, bir sınıf arkadaşım vardı ki ondan ders almıştı; daima
bunlan taciz ederek malumat alırdım. Öğrenmiştim ki Halid Ziya henüz pek
genç, asabi, hırçın bir hocadır. O esnada Nemide intişar etti. Artık bu bizim için
yeni bir fecrin ilk neşve-i infilakı oldu. O zaman mektebin beşinci sınıfında idik.
de morı moulin Deği.rmenimin Mektuplan unvanlı eseri bü)'ük bir kıymet-i san'atkiraneyi, derin bir nüfıiz
ı müşahedeyi canlı surette yaşatan kıymetli ve temiz bir eserdir. (İsmail Hikmet'in notu).
ısa Emile Zola 1 840'ta doğmuş, 1 9 1 2'de ölmüş meşhur ve muktedir bir Fransız ediptir.
Tabiiyytln denilen mekteb-i edebinin (naturalisme) reisidir. Tlıirese llaquin unvanlı eseri Muallim
Naci merhum tarafından Türkçeye nakledilerek Mecmua-i Muallim'de tefrika edilmiştir. [Muallim
Naci, eserin bir bölümünü tercüme edip tefrika bilinde yayımlamış, bu tamamlanmamış çeviri
l 89 l 'de kitaplaştırılmıştır. (Haz. notu)] Zola, zamanında çok itirazlara, çok hücumlara uğramış bir
muharrirdir. İktidarı herkesçe müsellem olduğu halde Akadeıniya'ya kabul edilmemiştir, Fransızlar
"Kalemini çamura batırmış bir edip!" teessüfüyle yad ederler. Sebebi, gördüğü içtimai yaraları
olduğu gibi bütün çıplaklığıyla göstermesi olmuştur.
Zola kendini muzafferiyetle müdafaa etmiştir. Üslubu çok renkli ve kuvvetli; tasvirleri sıcak
ve canlı; yazılarının heyet-i umı1miyesi çok ahengdar ve parlaktır. (İsmail Hikmet'in notu).
766 İS.MAİL HİKMET ERTAYLAN
Başkitabeti'ne tayin edilmiş olan Hilid Ziya ile bir gece Şehzadebaşı'nda ilk defa
olmak üzere görüşmüşlerdi. O günkü muarefe ve musahabeleri bir saat kadar
sürmüş o da edebiyata, hikayeye inhisar etmişti. Ondan sonra Rauf daima Hilid
Ziya'nın nezdine gider, görüşürlerdi.
Rauf mektepten çıktıktan sonra bir buçuk sene kadar Girit'te ve denizde
gemilerle dolaşmıştı. Tekrar İstanbul'a döndüğü zaman Cahid'le Cavid'in Mekt,eb
gazetesini neşrettiklerini ve onda bazı eserlerini okumuş kendisinin de R.esimli
Gazet,e ile Mekt,eb'e birkaç hikaye vermesi dolayısıyla bu yeni dostlarla tanışmak
istemişti.
[s. 937] Bir ara Camd'le Cavid Mekt,eb mecmuası müdürüyle bozuşmuşlar.
Gazetenin başmuharrirliği o zaman Avrupa'dan gelen Cenab Şahabeddin'e
verilmişti. Bilahare onun da memuren Hicaz'a gitmesi üzerine gazetenin idaresi
Mehmed Raufa tevdi edilmişti. Rauf 1 3 1 2 [1 896] senesinde Halid Ziya Bey'in
delaletiyle Garam-ı Şebab unvanlı romanını İkdam gazetesine tefrika ettirmeye
başlamıştı, fakat dahili siyasetin karışıklıklarına, fikirlerin heyecanlı ve müşevveş!
olduğu zamana tesadüf etmiş, göze görünememişti. Raufun asıl şöhretini temin
eden mesaisi Seroet-i Fünun'a intisabından sonra başlar. l 3 1 2 [ 1 896] senesinde
Fikret'le tanışarak beraber çalışmaya başlayan Hilid Ziya, Mehmed Raufu da
Fikret'e tanıtmıştı. Bundan sonra Rauf, Tevfik Fikret'le sıhri bir münasebet
peyda edecek, Fikret'in halasıyla izdivaç edecek kadar karabet ve samimiyet
göstermişti. Bu müşareket-i his ve hareket 1 3 1 7 [ 1 90 1] senesine kadar devam
etmişti. O senede Cahid'in tercüme ettiği bir makaleyi hükümetin muzır telakki
etmesi üzerine Seroet-i Fünun kapatılmış ve Rauf diğer arkadaşları gibi yazmaktan
menedilmişti.
ruh tahlili, his ve heyecan ifadesi itibarıyla birçok eserlere hatta Halid Ziya'nın
bazı yüklü eserleriyle Cahid'in bazı kuru yazılarına müreccahur, mütefevviktir.
Cahid'de kuvvetli bir manuk, Rauf'da kuvvetli bir heyecan vardır. Hatta o
müfrit heyecanı çok zaman kendisini doğru yoldan çıkarır. Tab'an ryrique
yaratılmış bir şahsiyettir. "Baran-ı Bahar" unvanıyla yazdığı şu:
"Bir gün gelir; müzeyyen ağaçlar, şuh çiçekler, yeşil çayırlar bir nefha-i
müncemide-i şita ile kuruyarak, solarak, sarararak harap olurlar; yapraklar
düşer; çiçekler teverrüm eder; çayırlar çatlar; tabiat ölür.
Fakat sonra bir gün, hınçlı yağmurlardan sonra yine bir gün bu ağaçlar,
çiçekler, çayırlar titreşerek serpilirler; bir hayat-ı nev, bir ra'şe-i zindegi, bir
taravet-i emeli gelir: Yeniden bahar olur.
Benim de müzeyyen ümitlerim, nihayetsiz emellerim, gizli kederlerin, gayr-i
mahsus elemlerin dest-i kahrında kurudu; soldu; sarardı; ruhum öldü.
[s. 940] Fakat benim ruhumun, benim bu zavallı ruhumun bahan
gelmiyor."
neşidesi gibi sade, samimi, hissi bir üslup ile yazılmış mensureleri çoktur. Bunlar
adeta birer mensur sonnet'dir. Şüphe yok ki ruhen şiirdir, hem de enfüsi (subjectijj
bir ilham ile yazılmış şiirdir. Fakat Rauf gittikçe, hayatta emellerine, hülyalarına
muvaffak olamamaktan mütevellit bir gayz ve nevmidi saikasıyla adeta
beşeriyete düşman kesildi. Adeta yazılarıyla insaniyetten intikam almaya kalktı.
Asrın havsala-i ahlakını yırtacak, memleketin ruh-ı rikkatini incitecek, sanaun
hicab-ı iffetini paralayacak bir ihtirasla ortaya atıldı. Şehvet-perestliğin
(sensualisme) en koyu, en siyah enmuzeci olacak eserler yazdı. Bununla sanattan,
rikkatten anlamayan halkın behimiyetiyle oynamak, istihza etmek istiyordu.
Zambak bunun en kara ve karanlık bir misalidir. Her türlü kayd-ı ahliliyi
koparan bu eser muhitin heva-yı edeb ve edebiyatını zehirledi.
Rauf'un romancılıkta gayesi milli hikayeler yazmaktı. Hatta yazılan
romanlarda bu gaye takip edilmediğinden bir makalesinde şikayet ediyordu:
"En canlı sahne hayattır. Roman hayatın tasviri olmalıdır. Bütün Avrupai
romancılar bilhassa hakikiyylınlar (realistes) sanatlarında bu yüzden muvaffak
olmuşlardır esasını kabul ederek; . . . " İzdivaç faciaları var, tertipsizlik,
hesapsızlık, akılsızlık, bela.bet, görenek yüzünden açılan bu kadar yaralar var,
tertibat-ı ictimaiyede sefalet ve cerihadan başka bir şey tevlit etmeyen birçok
mesavi var; validelik, pederlik, zevclik, zevcelik ne olduğu bilinmediğinden,
hayat nedir bilinmediğinden dökülen yaşlar, ezilen bedbahtlar, ölen sefıller,
kahrolan biçareler var . . .
Roman bunları yazmalı; roman bir mazbata-i ahvfil-i ictimaiye olmalı.
Bizde pek yanlış telakki edilen 'Sanat için sanat' nazariye-yi akimesini def ve
reddetmeli; bugün Avrupa'da bütün edebiyat bir kisve-i fenniye aldı, beşeriyetin
770 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ıslah ve tedavisi için ulema ile beraber olarak çalışıyor, daha iyi bir insaniyet,
daha mesut bir ati için uğraşıyor . . .
diyor.
[s. 941] Rauf, Eylul romanını bu zihniyetle yazmak istemiştir. Şüphe yok ki
bir ıtnaba düşmüş, tahlilat ve tasvirat çok uzamıştır, neticesi pek elim bitmiştir.
Yine bununla beraber kuvvetli ve muvaffak bir eser olmuştur. Küçük hikayeleri
içinde de bir hususiyet-i milliye ve edebiyeyi haiz olan kıymet-dar eserlerinden
biri de şu "Küçük Remzi"sidir:
"Bu genç kadında evladı için en çılgın anaların muhabbetinden fazla bir şey
vardı. Bu, aralarında meraklı taze denilen, asabiyet-i marizanesiyle bütün
mahallede her türlü merakları tabii görülen bir genç valide idi. Babası,
kaleminden aldığı maaşını ailesinin idaresine yetiştiremediğinden her yerde
şikayet eden bir adam, hakikat-i halde en beyhude masrafları kızı için ederek
onu son derect>dc bir şımarıklıkla büyütmüş; validesi, hırçın bir kadın, kendini
doğururken uğradığı hastalıktan iki sene sonra ölmüş, başında yalnız, kızının
vefatından sonra artık her şeyden vazgeçip evin her işini pis hizmetçilere
bırakmak için bulduğu binlerce sebepleri rast geldiğine anlatan, akşama kadar ya
evinde, ya komşularda elinde kahve fincanı, mangal başından ayrılmayan
altmışl ık büyükanası kalmıştı. Bu serbestlikle çocukluk ve ilk genç kızlık hayatını
sokakta, komşu evlerinde geçirdi; bu mektepte, hele, dedikodu dersinden birinci
mükafat alacak kadar güzel terbiye gi>rdü; hiçbir ders kabul etmeyen bu genç kız
o ilmin bütün temayülat ve itiyadatını daha yenilerini de icat edecek kadar
benimsedi. Daha on yaşında iken son derece bir lakaytlıkla bütün genç kadın
meclislerinin havailiklerine alışmış , seyir yerlerinin müzeyyen bir bebeği olmak
en birinci bir emeli olmuştu. Bütün yazı meşhur seyirlerde geçirir, bunun için
haftalarca evvelde n tertip edilen mahalle kadınlan kafilelerine israfıyla,
tezeyyünüyle riyaset ederdi. Her çılgınlığına babasından hudutsuz bir rıza' -yı
mecnunane al ıyordu; o kadar ki pek geç geldiği bazı akşamlar büyükanne
sarsılan başıyla, sönük gözlerinde son derece gazap saatlerinde alevlenen bir
gayz-ı müebbet ateşiyle damadına bu kızı harap ettiğinden şikayet ettikçe, babası
yegane özür olarak Raziye'sinin bir kız olmasını göste [s. 942] rirdi; o zaman
muaraza büyür, iki tarafin bütün kinleri meydana çıkar, eski hikayeler tekrar
edilir: Dağlar gibi kızının nasıl devrildiğini dinleyecek kimse bulamayınca
hizmetçi kadına anlatan kaynanayla pek kızınca ihtiyar kadının seyyiat-ı
glınaglın-ı mazisini teşrihten çekinmeyen bu damadın olanca dertleri ortaya
serilirdi. Bu iki garazın arasında genç kız pek serbest ve müstesna bir hayat
sürüyordu.
Fakat valide olduğu günden itibaren değişerek bütün eski iptilalarını terk ile
bir hırs-ı mecnunane, evladına bir perestiş-i makhurane hasıl etti. Hele hiç
sevişemediği kocasının bir gün nagehan vefat edivermesi üzerine kendini
kamilen oğluna hasr ve feda ederek onun için, onunla, evinde yaşamaya başladı.
Yıllanmış akaid-i batılanın kirliçıkısı olan büyük ninenin güya tecarib-i
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 771
bağlamaya başlamıştı. Onu asıl iğzab eden şey evvelden o kadar perestiş
edilirken şimdi ihmal edilmesi, bir de yaz kış dağ gibi mangallarla yanan ateşler
idi. Bunu önceleri sezdirmemiş, sonra sonra söylemeye başlamıştı ve bir gün kızı
babasının yüzüne kemfil-i şiddetle haykınverince bütün eski içtinap ortadan
kalkarak ta'zirler devam etti. Fakat Raziye için Remzi'ye bütün dünya feda idi.
Büyükbaba çocuğa örtülen yorganları, gösterilen takayyütleri fazla görerek
söylendikçe o zayıf çenesinin asabiyet-i fevkaladesiyle mukabeleden, daha
sıkılınca ağlayarak, bayılarak babasını pişman etmekten geri kalmazdı. Buna
karşı büyük valide arkasında garezler titreyen sükıln-ı lakaydanesiyle bi-taraf bir
seyirci olurdu.
Bütün hunların ara'iında çocuk en çok muhabbeti ahretliğe gösteriyordu;
uyuyuncaya kadar yatağının ayakucundan ayrılmayarak ona türlü türlü oyunlar
öğreten bu kız onun için en sevgili bir arkadaş idi; bir dakika yanından
ayrılmaması labüddü. Büyük valide de asıl bu zaman sesini işittirirdi ve ahretliği
bir işte kullanamadıkça hırsından boğazlayacak gibi olarak hemen tarize başlar,
o vakit çıban başı tekrar kopmuş bulunurdu.
Genç kadın Remzi'si için böyle gece yanlarına kadar çırpındıktan sonra
yatuğı zaman da rahat uyuyamazdı; gece açılırsa örtsün diye yanlarında yatırılan
Safranbolu'nun o yuvarlak yüzlü kızı zaten ayakta uyukladığından, oturursa
behemehal uyurdu; küçük hanımın korkusundan masun bulununca o derin
uykuya öyle bir dalardı ki kıyamet kopsa da güç uy anırdı; bunu bilen genç kadın
artık geceleri kıza emniyet edemeyerek kendisi uyumamaya, çocuk açıldıkça
örtüp bastırmaya hasr-ı nefs etti. Çocuk uyuyunca odada pandomima başlardı;
herkes işaretle söz söylemeye mecbur olurdu. Ötekiler yattıktan sonra Raziye
başını şöylece mindere dayayarak uzanır, çocuğun o hararet, o sıkıntı arasında
her çırpınışında uyanıp bakarak sabahı ederdi.
[s. 945] Kazara Remzi hafifçe bir öksürse evin içinde bir büyük mesele
çıkardı, hadise-i fevkalade; buna karşı genç kadın evvela ithama kalkardı, kimse
bu ithamdan kurtulamazdı. Dün azıcık mutfağa inmişken geldiği zaman sofada
görmemiş, sabahleyin arkasına bez sokarken ısıtmak için babasına vermiş de o
sırılsıklam geri vermemiş mi? .. O zaman ağlamalar, hastalanmalar, çocuğun
bütün nazlarına karşı kurban olmalar son dereceyi bulurdu. Çocuk bir şeye
sıkılsa da vızlamağa başlasa mutlaka boğazına ineceğini düşünerek ağlatmamak
için her şeyi yapar, çocuğun inatlarına karşı deli gibi haykırırdı. Onun en ufak
arzusu için ihtiramlı fedakarlıklar tevali ederdi; "Remzi'm" dediği zaman
zelzele-amiz bir heyecanla gürlerdi; bütün bunlar acaba çocuğun pek nadir olan
iyi günleri için miydi? Kadının ömrü o hezeyan-engiz deragılşlar, na-mütenahi
ve rengarenk hitaplar, bağırtıncaya kadar sıkışlar arasında geçiyordu.
şişmiş gözlerle yemeksiz, susuz, uykusuz kalır, böyle gizli gizli saatlerce
ağlayışının sebebini soracak olanlara melUI melUI boynunu bükerek "Hiç, öyle!"
derdi. Bütün dostlarının nasihatlerini, büyükanasımn, pederinin ihramlarını
kabul etmez, en ciddi şeylerden bahsolunurken, "Kız, kapıyı kapa. . . Remzi
hapını yuttu mu?.. Arkasına bez sok!" gibi şeylerle lakırdıyı keser, muhatabım
muğber ederdi; bunun için birçok dostlarını kırmış, babasına haftalarca dargın
durmuştu.
Hocalara, kalfalara bin türlü tembihler edildiğinden çocuk pek rahat, pek
müstesna bir mektep hayatı sürüyordu; ufacık bir naz etse; haftalarca evde
alıkonurdu. Mektebe gittiği günler ise her sabah onu giydirip göndermek mühim
bir vaka olurdu; bin türlü kavgalar arasında giryeler inkisarlar, beddualar içinde
çocuk kalfaya teslim olunup gidince evde yemek hazırlamak işi başlardı; gelen
masrafın en iyi parçalan mektebe gönderilir, mektebin yansı onun yemeğinden
hisse-çin olurdu. Böylece Remzi mektebe devam ediyor, yavaş yavaş açılmaya,
serbestlenıneye başlıyordu. Çocukta nagehan! [s. 948] bir zeka uyanmıştı. Daha
on gün geçmeden akşamlan yatıncaya kadar mektebi anlatır, orada gördüklerini
harikulade bir şeyler imiş gibi nakkder, sınıftaki yıllanmış çocukların hallerini
tarif ile bitiremezdi. Akşam herkes toplanınca çocuk ailenin neşatı olurdu.
Dersine pek merak ediyordu; daima ağzında üstün esreler, "elifküsüenni"kr,
teşdidler, medler gezer, eline geçen kalemle duvarları, kitapları karalardı. Bu,
anasını deli eder, "Evladım okuyor da yazıyor da . . . " diye haykırtırdı. Bir hafta
sonra çocuk azat ilahisini öğrendi; fakat bunu tamamıyla beceremediğinden
bilmediklerinden uyduruyordu. Validesi ewela Remzi'nin gizli gizli ne
terennüm ettiğini merak etmiş, bir türlü anlayamamış idi. Daima tekrarladığı bu
yanık hava ne idi? Soruldukça utangaç çocuk bilmediği kelimelerin yerine
uydurduğu asvat ile teganni ediyordu, fakat Raziye bunu anlamıyordu.
Nihayet bunun ilahi olduğu anlaşılınca kıyametler koptu: "A dostlar, artık
adam olmuş da . . . İlahi öğreniyormuş da . . . " diye çocuğu sıka sıka harap ettiler;
o bunların arasında sıkılarak, utanarak, kurtulmak ıçın çabalayarak
haykırıyordu. Fakat ilahi çocuğun dudaklarında o kadar garip bir şekil alıyor, bu
sola doğru eğri ağızda o kadar hoş oluyordu ki herkes bayılıyordu. Bunun bati,
mehil, mezarlıklara mahsus bir hüzünle mahzun bir makamı vardı; birçok
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 775
Bir gün mektepten Remzi neşesiz geldi; anası hemen elini alıp bakarak,
başını yoklayarak "Neren ağrıyor evladım? .. Ateşi var. . . Soğuk aldı. . . " dedi;
mutantan bir kavga oldu; hep kabahat o mangal cadısı karının, o
büyükanananın idi; kavga arasında Remzi ağır gelen başıyla bir tarafa uzandı.
Akşam büyükbabası gelince bir velvele daha koptu, büyükana "Bir şey değil
boğaz, geçer . . . " diyordu; kız illa hekim getirilmesini istiyordu. Baba hemen
koşup eczahaneden hekim getirdi. Gelen adam "boğaz" dedi, şöyle yapın böyle
yapın . . . Hekimin gelmemesini tercih eden büyük valide teskin edilen bir intikam
sesiyle oğlana bakarak: "Gördün mü ben demiyor muydum! Biz de hasta olduk,
biz de çocuk büyüttük . . . böyle şey görmedim ben ayol. . . " diyor, baba verdiği
mecidiyenin acısıyla kızının işi bu kadar i'zam etmesi de artık manasız olduğunu,
kızarak, tekrar ediyordu. Keten tohumu lapaları hazırlandı, kurşun döküldü.
Gece çocuğun ateşi esnasında, o akşam kahveye gitmeyen babayla büyükana
hala ısrar edip "bir şey değil" dedikçe yüreği yanan Raziye sükut ederek
oturuyordu; çocuk ateşler içinde çırpına çırpına inliyordu; ötekiler uyuduğu
zaman ana çocuğun başucunda gözlerinden yağınur gibi akan yaşlarla, orada
asılı kalmış cüz kesesine bakıyor hıçkırarak çocuğunun o neşeli saatlerini
düşünüyordu.
Hastalık geçmedi; Raziye'nin yeniden ısrarlarına baba ve büyükanası
mukavemet ederek hekim getirtmiyorlardı, nihayet bir gece çocuk o kadar
mustarip oldu, valide o kadar ağladı, hepsi o kadar rahatsız oldular ki başka bir
hekim getirdiler.
Bu sefer gelen hekim doğrudan doğruya: "Beni artık ne yapacaksınız, [s.
950] bu geçmiş, efendim kuşpalazı. . . " der, Raziye bayılır, büyükana doktoru
rezil eder, kovar, peder köşe başındaki eczahaneye koşar, bir kıyamet bir
kıyamet ki . . . Fakat mümkün değil; bu mukaddermiş; Remzi iki gün sonra ölür.
Günlerce ev bir hastahane gibi, delirmiş genç kadına gelen giden hocalarla,
hekimlerle dolar; nihayet bir ay sonra kadın kendine geldiği zaman etrafında
Remzi'yi hatırına getirecek şey bulamaz. Genç kadın bir deri bir kemik kalmıştır.
776 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Türlü kadın levazımıyla karmakarışık oda içinde nim-üryan bir halde öteye
beriye koşarak, ahretliğe emirler vererek bir şeyler araştırıyor; açılmış
sandıklann, serpilmiş bohçaların, yerlerde gezen çorapların, terliklerin,
kunduralann, saç maşasıyla bir mangal göbeğinin, içinde tarak duran bir tasın
arasında, yapılmış saçıyla dolaşarak bir şeyler araştırıyor; aşağıda görücüler
bt"kliyorlar, çabuk olmalı . . . Bir de görmeyerek elini soktuğu yerde eli
beklemediği bir şeye rast geliyor; çekip bakıyor; buruşmuş, bükülmüş bir kitap;
bir elifba cüzü . . . Remzi'nin elifbası . . . [s. 95 1] Karmakarışık kurşun kalemi
hatlanyla mülemma, buruşmuş unutulmuş, zavallı bir elifbacık; zavallı
unutulmuş Remzi'nin unutulmuş elifbası . . . Ve sanki bu cüzden o zayıf, o
şikayetli sada-yı naliş, o zavallı ince ses, "misk-i amber . . . misk-i amber" ilahisini
okuyan ses çıkıyor; o iri gözler, o sola doğru eğri ağızcık, o zavallı zayıf yüz . . .
O zaman genç kadın sandığın dibine yıkılarak hüngür hüngür ağlar ve cüzü
öpüp koklayarak bayılır. Hemen aşağı haber vermeye koşan ahretlikle büyükana
gelirler, su serperler; ayıltırlar; "Bu ne ayol? .. Kız ne oldun? .. Seni bekliyorlar; a
kız sen çıldırdın mı? . . evde kalacaksın, kısmetini ayağınla mı tepiyorsun?"
1 89 Mehmed Rauf 23 Aralık 1 9 3 l 'de İstanbul'da vefat etmiştir. Bu bölümde adı geçmeyen
Hayatı
1 287 sene-i Hicriye 3 Rebiülewel'inde [3 Haziran 1 870] İstanbul'da
dünyaya gelen Ahmed Hikmet aslen Moralı olan Girit ve Cezfıir-i Bahr-i Sefıd
Vilayetleri Kapı Kethüdası Yahya Sezai Efendi merhumun oğludur.
Gerek Yahya Sezai Efendi, gerek onun pederi Abdülhalim Efendi tab'an
şair yaratılmış zıltlardır. Hususiyle Sezai Efendi merhum tasavvufa da mütemayil
idi, tasavvuf zihniyetiyle (mystique) tertip olunmuş, fakat tab'edilmemiş bir divanı
vardır.
Atalan Koron, Moton ve Tripoliçe taraflarında müftülükle bulunduk
larından Ahmed Hikmet de "Müftizade" lakabıyla yad edilirdi.
Daha küçücükten itinalı bir terbiye gören Ahmed Hikmet yedi yaşında
iken yetim kalmış, babasını kaybetmişti. Mamafih terbiyesine edilen ıtına
pederinin vefatıyla noksana uğramamış. İlk tahsilini rüşdiyede ikmal eden
Ahmed Hikmet tahsilini tamamlamak için Mekteb-i Sultani'ye verilmişti.
İrsi kabiliyetine, tabii istidadı, kesbi malumatı da inzimam ettikçe Ahmed
Hikmet edebiyata doğru bir yakınlaşma gösteriyordu. Mektepte yazılarıyla
muallimlerinin nazar-ı dikkatini celb etmeğe başlamıştı.
Ahmed Hikmet kendi çocukluğuna ait intibalardan bahsettiği sırada:
"Mekteb-i rüşdiyeyi bitirip Mekteb-i Sultani'ye girdiğim zamanlar
Beyoğlu'nun gelip geçtikçe, rengarenk camekanları huy u hayı zihnimi [s. 953]
oyalardı. Her dükkanın önünde beş on dakika geçirmeden yoluma devam
edemez ve bana refakat eden lalanım daima tevbihlerine duçar olurdum. O
zaman edebiyattan gayri bir meşgale pek de muteber olmamasından ve belki irsi
bir temayül neticesinde edebiyat ile meşgul olmaya başladım. Mektebin
dördüncü sınıfında yaptığımız bir uzunca vazifenin Mekteb-i Sultani Müdürü
İsmail Bey'in takdirini celb etmesi ve sonra bu vazifenin kitap şeklinde Leyla -
190 1920 yılında Tasvfr-i Ejkdr gazetesinde tefrika edilen bu romanın ilk baskısı 1 9 7 1 'de 1000
Temel Eser dizisinden yapılmıştır. (Haz. notu)
784 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Bazen herkesin nazarında bir hiç kadar naçiz ve ehemmiyetsiz olan bir şey
onun için kıymetli bir mevzu olur. Ahmed Hikmet ondan, o hiçten bir
muamma-yı ruh, bir şi'r-i kalb, bir heyecan-ı hayat çıkarır.
Hdristan, Gülistan parçalan gibi bir şi'r-i hayal ile, bir zevk-i hüsn ile yazılmış
parçalan da vardır. Bu da muhayyilesindeki ibda kuvvetine güzel birer
numunedir.
Türk Yurdu'nda yazdığı "Dünya Yaratılırken" parçası da öyle hayali bir şiir
parçasıdır. Fakat dikkat edilirse Eski Yunan efsaneleri (mythologi,e) gibi zarif, ince,
füsun-kar bir şiirdir.
Bir damla gözyaşından bir "erkek", bir katre tebessümden bir "kadın"
yaratmak elbette hayalden, fantazyadan başka bir şey değildir. Fakat acaba
hakikatte bu güzelliği, bu sıcaklığı, bu cazibeyi bulabilir miyiz?
Ahmed Hikmet'in coşkun, heyecanlı bir hayali, velut ve mübdi bir ilhamı
vardır. Çiçekler, renkler, saçlar hep birer şiir demetidir.
"Bir Menekşenin Sergüzeşti" isimli hikayesi de tahlil-i ruh için en [s. 9601
canlı bir numunedir. Hele "Nakiye Hala"sı hem milli, hem tasviri
hikayelerimizin en güzellerindendir. Lisanının fazla mahmul ve süslü olmasına,
bazı yerlerde mübalağalannın ifrata yaklaşmasına rağmen nefis bir parçadır.
"İlk Görücü", "Ah Şu Erkekler'', "Yeğenim" o zamana kadar misli
yazılmamış eserlerdendir. Yeğenim:
"(Kırc;ıl, çembt>r sakallı, setresini yukarıdan aşağı iliklemiş; açık buruşuk
alnını göstcrt>n toparlak ft"si arkaya mütemayil, omuzları düşük, endamı öne
t•ğilmiş, çd1rrsinin hututu istihzayı ima eder derecede müteharrik bir ihtiyar. . .
Yaşı elli ile elli beş arasında.)
Benim bir yeğenim var . . . Paris'te tahsilini bitirdi . . . Paris'te tahsilini bitirdi
ne demektir bilir misiniz? Beni yedi, bitirdi; demektir. Ben bitince benden
tahsilat da bitti; tahsilat biter bitmez pek tabii değil midir, tahsil de bitti . . .
Tahsilatı benden çektiği paralar. . . Lakin tahsili nedir? Onu bir türlü
anlayamadım . . . "Amca, sen bir şey anlamıyorsun, ben darülfünunun tekmil
fünunuyla mütefenninim!" diyor . . . Diyor ama o darülfünunun tekmil fünunuyla
mütefennin oluncaya kadar ben de darülcünunun tekmil cünunuyla mütecennin
oldum! Bakın, anlatayım size; yeğenim evvela mimarlık öğrenmek hevesiyle
bana birçok süslü kapılar, yaldızlı kubbeler yaptı; girintili ve çıkıntısız, planlarla
paralarımı çekti . . . Sonra bunda temel tutturamayınca, kimya-yı madeniden
izabe tahsiline yeltendi; izabe tahsili kızıştıkça bizim altınlar da erimeye
başladı . . . Yeğenim bundan da sıkıldı . . . "Toprak tut altın olsun" feyzine mazhar
olmak arzusuyla çiftçiliğe başladığı anda bir çiçekçi kızına yeşillenmek uğrunda
ilk tecrübeleri kesemin dibine dan ekmek, sonra ocağıma incir dikmek oldu . . .
Nihayet, bir sabah yeğenimi karşımda gördüm: Yakalığı bir mermer kuyu
çukuru gibi gırtlağına sarılmış uzun, kıvrık saçları kalıpsız kırmızı fesinin altında,
rüzgara tutulmuş hindi tüyleri gibi tersine dönmüş; yeni doğan bir çocuğa [s.
961] şilte olabilecek kadar kocaman plastron bir boyun bağını göğsüne takmış . . .
Karşımda boyun kırdı; öptürmek alışkanlığıyla ben elimi uzatırken o da
kımıldamadan dudaklannı bana uzattı; ikimiz de ne yapacağımızı birden
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 787
(Taklidini yaparak)
Mindere kendisini attı . . . Hacı yatmaz gibi sallandı, sallandı, sonra dimdik
kaldı . . . Bizim yeğen bizim yeğenlikten çıkmış da a'cebü'l-acaib bir makine
şekline girmiş . . . Minderde oturamadı . . . Kanepede rahat edemedi . . . Beni,
sevgili amcasını beğenmedi. . . Sözlerimi beğenmedi, yürüyüşümü beğenmedi . . .
Bakışımı beğenmedi . . . Nefes alışımı beğenmedi . . . Ofl Beğenmedi. Bir şeyimizi
beğenmedi . . . Evin tertibini bozmaya, hepsini değiştirmeye kalkıştı: Uşaklara
kahve getirirken beyaz eldiven giymelerini, aşçı İbiş'in kafasına bir beyaz keten
takke geçirmesini, vekilharç köse kahyanın her sabah tıraş olmasını istiyor,
yırtınıyor, ısrar ediyordu. Bir gece, biraz nasihat vermek için odasına girdiğim
zaman kendimi dehşetli bir manzara karşısında buldum: Bizim yeğenin
burnunun altından kulaklarının hizasına kadar bir bezle bağlı çehresi sapsan
parlıyor . . . Ayaklarım karyola demirinin üstüne dayamış . . . Ellerini pamuklara
sarmış, gözleri kapalı, kendisinden geçmiş yatıyor. . . [s. 962] Felaket! dedim,
felaket! Odadan dışarı fırladım . . . Hekim, aman hekim!.. Evin içinde birbirimize
girdik, çıktık. Biz hekimle usul usul odaya girerken yeğenim de şaşkın şaşkın
karyolasından kalktı. . . Sofadaki kadınların "Kendisini öldürdü" feryatları evi
doldunıyor; yeğenim bu halden ürkmüş, kaçmak istiyor; biz tekrar yatması için
yalvarıyoruz; ellerine ayaklarına sarılıyoruz. Bir kargaşalık, bir gürültü, bir
patırtıdır gidiyor . . .
(Bir parça tevakkuftan sonra)
Nihayet iş anlaşıldı; yeğenim ertesi gün Kağıthane'ye gitmeyi niyet etmiş . . .
Yeni potinlere ayaklarını sıktırmak, kam aşağı vermek hülyasıyla ayaklarını
havaya kaldırmış . . . Yumuşasın, parlasın diye, yüzüne, ellerine kold krem
sürmüş . . . Bıyıklarım dik durdurmak için bir cendere ile sarmış . . . Ve bu azap ve
eziyet içinde uykuya, hab-ı rahata dalmış . . . Hem bundan sade, bundan tabii ne
olabilirmiş?.. Bunlar o diyar-ı irfanda beş senelik geceli gündüzlü "gülerek ve
öksürerek" geceli gündüzlü bir tahsil-i mütemadinin semeresi imiş! .. Anladınız
mı? .. Beş seneden sonra, Napolyonkari bir vaziyet, Humbertkari bir saç,
Wilhemkari bir bıyık. . . İşte bu kadar!.. Yeni kafa olmak için bu kadarı kafi
imiş . . . Ah!
788 İSM<\İL HİKMET ERTAYLAN
191 Giovanni Boccace 1 3 1 3'te doğmuş ve 1 375'te ölmüş bir İtalyan şair ve ediptir. Decameron
unvanı altında toplanmış birçok hikayeleri vardır. Contes de Boccace denmekle de ma'riıftur,
Boccace hikayeleri demektir. 1 352 senesinde neşredilmiştir. Üslubu origi.nal ve zengin ve rengin olan
bu hikayelerin ekserisi açık saçıktır. Miimfilih on dördüncü asnn adap ve ahlakını musawerdir.
Hiçbir muasın şair o derecede muvaffakiyetli eser vücuda getirememiştir. Boccace İtalyan lisanını
tespit eden ve yükselten bir şairdir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 789
Hele bizde bıyıklarım tıraş. . . derken başımı kaldırıp baktığım zaman yeğenimi
koydunsa bul . . O, çoktan sıkılmış kaçmış . . .
.
Yaseminden öpüklersin
[s. 966] Düzde dere sedasızsın,
Fakat neden edasızsın?
Şaha kalkıp saldınrken,
Kayalan kaldınrken,
Çığlıklarla köpürürken,
Daha güzel görünürsün!
Gönlümü sen götürürken,
Bulutlara bürünürsün,
Bu cihanın yangınında,
Bu ölümler salgınında,
Söyle dere, söyle dere!
Muradına kimler ere!?
Ehl-i İ slam eksilmiştir.
Pek çok Türkler kesilmiştir,
O Türkler ki vahdetinçün,
Ey Allah'ım, izzetinçün!
Kanlanndan sana la'lin
Bir arş bina etmişlerdir.
Olmaz isen şimdi muin:
Yann onlar bitmişlerdir.
Söylet dere ölenleri!
Ağlat dere gülenleri!
Yüce dağı inlet dere
Ahı göğe ilet dere!
Köpür, dökül, çağlan, döğün!
Mahvoluyor İslam bugün!
Taşlara çarp, yerde sürün!
Bugün olsun gamlı görün!
yere inmiş asümansın
Yükseklerden geliyorsun;
Hailleri çeliyorsun!
Ben derim ki . . . Müslümansın!
Sen hem mazlum, hem yamansın
Ömrün geçer uğraşmakla!
Engellerle savaşmakla;
Sanının ki . . . Müslümansın!
Bir aşık bir hicransın
Kaza, bela bütün senin,
Her nefesin ah u enin
Onun için . . . Müslümansın!
Ey dere dur! Bir dem dikel!
Beyaz saçlı bir baş gibi,
Titreyerek şöyle yüksel!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 791
1 92 Ahmed Hikmet [Müftüoğlu] 19 Mayıs 1927'de İstanbul'da vefat etmiştir. Ahmed Hikmet
Müftüoğlu'nun daha önce kitaplaşmamış mektup, şiir ve günlükleri için bkz. M. Kayahan Özgül,
E'ıgıine Durmayın Aşinanıza- Müfiüoğlu Ahmed Hikmet'in Mektup-Şiir ve Günlükleri, İstanbul 1 996. (Haz.
notu)
Hüseyin Suad (Yalçın)
HÜSEYİN SUAD
Hayatı
Hüseyin Suad 1 284 senesi Mart'ında [Mart/Nisan 1 868] İstanbul' da
doğmuştur. Maliye memurlarından olan pederi Ali Bey, İstanbul'da bulunduğu
müddetçe oğlunu okutmaktan hall kalmamıştı. Fakat sonralan memuriyetle
taşralarda dolaşmaları tabii iptidai tahsilinin muhtelif mekteplerde devamını
intaç etmiştir.
Hüseyin Suad'ın küçük kardeşi Hüseyin Cahid babalan Karesi'de memur
iken doğmuştu, fakat ondan yedi yaş kadar büyük olan Hüseyin Suad tahsiline
İstanbul'da başlamış ve tahsil-i ibtidaisini de hayli ilerletmişti.
Birkaç rüşdiye dolaşıp ilk tahsilini bitirdikten sonra, Mülkiye Tıbbiyesine
girmiş, hekimlik tahsiline başlamıştı.
Kendine hayatta ekmek getirecek bir meslek olarak tababeti intihap eden
Hüseyin Suad fıtratının temayülünden kendisini kurtaramamış, edebiyata
merakı olan babası Ali Bey'in kütüphanesinde bulduğu birçok eski divanları da
okumaya ve bunlardan bir lezzet almaya başlamıştı. Boş ve tatil zamanlarını bu
köhne kitapları mütalaaya hasrediyordu. Mektepte aldığı tahsilin ve gördüğü
teşvikin de tesiriyle edebiyata bir incizap duymuştu.
Esasen mektep arkadaşı ve ev komşusu olan Cenab Şahabeddin ile
münasebetleri de bu iki gençte şiir ve edep heveslerini de artırmıştı, kuv
vetlendirmişti.
Bu duyguların, görgü ve görüşlerin, hayatı seviş ve anlayışların yakınlığı bu
iki arkadaşı yekdiğerine pek sıkı bağlamıştı. Hayadan hemen daima beraber ve
aynı surette geçiyordu.
[s. 970] İkisi de aynı sanatta bulunuyor, ikisi de aynı his ve şevk ile
çalışıyordu, ikisi de 1 303 [1 885- 1 886] senesinde yazı yazmaya, şiir söylemeye
başlamışlardı. Suad henüz on dokuz yaşlarında hassas, ince, ateşli bir gençti. O
sene ilk gazeli ni yazmış, şairliğini ortaya atmıştı.
Mektebi bitirmelerine daha bir seneleri vardı.
1 304 [1 886- 1 887] senesinde tıbbiyeyi bitirip şahadetnamesini alarak çıkan
Hüseyin Suad hayata atıldıktan sonra da mektep arkadaşı olan Cenab'dan
ayrılmamış hayadan yine çok zaman beraber geçmiştir. Bilhassa gençliğinin bir
kısmını yine Cenab'la beraber Avrupa'da geçirmiştir. Avrupa hayatının Hüseyin
Suad'ın fikirleri, hisleri, görüşleri ve duyuşları üzerinde büyük bir tesiri olmuştur.
796 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Gazel ile başladığı eski vadide şiirlerden çabuk sıyrılmış, yeni zihniyet (esprit),
yeni telakki ile yazılar yazmaya başlamıştır, Avrupa'dan birçok ilhamlarla
dönmüştür.
Orada iken ikinci defa izdivaç etmiş, Suriye Valisi Nazım Paşa'mn
baldızıyla evlenmişti. Bu izdivaçta ilk saadetinin hararetini, ilk aşkının saffetini
bulmaya çalışmış, samimi bir şefkat yuvası kurmuştu. Hüseyin Suad yalnız
şiirlerinde değil hayat-ı daimesinde şair ve hassas bir ruhtur. Fazla olarak resim
ile de iştigali vardır. Sanatkar ruhu bu kadarla da iktifa edememiştir. Bilhassa
Meşrutiyet'ten sonra matbuatta yeni bir sanatla göründü. Bu da mizah
nüvisliğidir (humoriste). O zaman i ntişara başlayan Kalem m ecm uasına muhtelif
müstear namlarla birçok zarif, nezih ve rakik bedial ar yazmı ştır.
"Hayatta en çok haz duyduğum üç şey vardır: Biri kiraz yemek, biri
krizantem yetiştirmek, biri de tiyatro yazmaktır."
Bülbülüm
Şu kuytu çamların içinde yine
Yanık bülbülümün figanı gelir.
Ruhumun aşina sanki hissine,
Şi'rime aşkının beyanı gelir.
800 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diye inliyor, fakat bu hicran, ruhunda o kadar derin ve metin bir yer tutmuş ki
onu oradan kopanp atmak kabil olmuyor.
1 3 1 4 [ 1 898- 1 899] senesinde Şam'da iken karşılaştığı bazı tesadüflere, vaat
karlıklanna rağmen, inanmak elinden gelmiyor. O hicran, o müzeyyen hicran
tesirini gösteriyordu, o tesir ve o teessür ile İğfale Karşı"yı yazdı:
"
193 Hüseyin Suad Yalçın, 2 1 Mart 1 942 tarihinde İsıanbul'da vefat etmiştir. Tercümıin-ı Hakikat
Hayatı
Hüseyin Siret, Tevfik Fikret devre-i edebisinin rakik, hassas bir uzvudur.
İstibdadın karanlık, şeametli günlerinde dünyaya gelen bu ince şair daha pek
küçük yaşta iken, gerek aldığı ihtimamlı terbiyenin, gerek hususi tahsil ve
takayyüdün tesiriyle çabukça inkişaf etmişti ve fıtratında meknuz olan şairlik
istidadını pek erken göstermişti.
Siret'te hak ve adalete karşı yılmaz ve yıkılmaz bir aşk-ı hakiki vardır.
Şu itibarla da bütün arkadaşları arasında Fikret'e en ziyade yaklaşan,
onunla Süleyman Nesib nam-ı müstearını taşıyan Süleyman Paşazade Sami
merhum idi. Şu kadar var ki; Fikret dine karşı gittikçe mübfilatsız bir vaziyet
aldığı, hatta "Tarih-i Kadim"i ve bilahare yazdığı "Zeyl" ve daha sair
manzumeleriyle dini, insanları yekdiğerine düşman vaziyetine sokan muzır, kanlı
bir alet olarak görmeye kadar vardığı ve hatta takbih ve tel'ine kalktığı halde,
gerek Siret, gerek Sami dinin sadık birer taraftan kalmışlar, birer müttaki (devot)
ruhuyla tevekküle (resignation) sarılmışlar, onda sükun (calme) ve huzur, onda teselli
aramışlar ve bulmuşlardır. Din onlar için sade bir teselli değil aynı zamanda bir
haz !plaisir) ve ilham (inspiration), hatta vecd (extase) menbaı olmuştur. Son zamana
kadar da o neşe ile gitmişlerdir. Siret uğradığı bütün musibetlerin acılıklannı bu
mutekidane hislerle oyalamış, uyutmuştur.
Boğaziçi'nin ve İstanbul'un tabii güzellikler dolu kıyı ve bucaklarının genç
ve hassas ruhunda uyandırdığı tahassüsle şiire başlayan Siret, 1 3 1 2 [1 894- 1 895]
[s. 982] tarihlerinde başlayan Fikret ve Hfilid Ziya cereyan-ı edebiyesine olanca
şevk ve tehalüküyle iştirak etmişti. Seroet-i Fünı1n'da bazen Ömer Senih nam-ı
müstearı bazen de Hüseyin Siret imzasıyla hissi ve kalbi şiirler yazardı.
Fıtratındaki saffet ve samimiyet dolayısıyla Fikret ile çok iyi dost olmuş,
daima yanına gider gelirdi. Aynı zamanda siyasi mübahaseleri de severdi. Çünkü
memlekette insani, vicdani, içtimai, bir inkılabın vücuduna olan şiddetli ihtiyacı
o da pek yakından duymuştu. Çabuk ateşlenir, bu nuhuset ve esaret hayatından
kurtulmak için çırpınırdı.
Muayyen zamanlarda İsmail Sala, Mehmed Rauf, Cahid, Cavid ile beraber
Siret de Fikret'in evinde toplanır, edebi, içtimai, siyasi meselelerden
bahsederlerdi. Transval Muharebesi zamanlan idi. Seroet-i Fünı1n'un ateşli şairleri
pek heyecanlı bir halde idiler. Hepsi harbi takip ediyor, aynı zamanda
memlekette bir meşrutiyet ve hürriyetin doğmasını istiyordu. Hatta bunun için
806 İSMAİL HİKMET ERTAYlAN
[s. 984] İkinci seferinde yedi sekiz kişiden mürekkep bir heyet bir gece
Beyoğlu'ndaki sefarethaneye giderek kağıdı sefire vermişti. Hüseyin Siret de bu
heyette idi.
İstibdat idaresinin o kadar katı ve yırtıcı olduğu bir devirde bu hareketi
te'vil etmenin imkanı yoktu. Kanlı saray meseleyi duymuş ve köpürmüştü.
İstintaklar, tazyikler başladı. Sefarete gidenler de kağıdı imzalayanlar da
meydana çıkarıldı. Artık başlarına gelecek belaya gogus germeye
hazırlanıyorlardı. Kim bilir ne işkencelere maruz kalacaklardı. Fakat işin neticesi
umulduğu gibi çıkmadı. Sefirin müdahale ve şefaati şiddetli bir ihtardan ileri
geçilmesine meydan bırakmamıştı . . .
Hüseyin Siret bu hususlarda asabi ve metin bir tabiata mfilikti.
Hassasiyetine, inceliğine rağmen tehditten ve tazyikten ürkmüyordu. Mamafih
bu vakadan sonra İstibdat hükümetince mimlenmişti.
1 3 14 [ 1 896- 1 897] senesinde hasta düşen İsmail Sa.Ia'mn yatağı etrafında
toplanıp içlerini döktükleri, hayat-ı ictimaiye ve siyasiye hakkındaki
temennilerini tekrar ettikleri günden sonra artık bu gençler bir araya
toplanamamışlardı. Bir arkadaşları kendilerini jurnal etmiş, evleri basılmış,
Fikret, Siret, Safa aranmış, bir iki gün sonra Fikret bırakıldığı halde hakiki tazyik
ve işkencelere maruz kalan Siret'le biçare hasta yatan Safa nefy ve icla
edilmişlerdi. Safa gidip Sivas'ta müteverrimen ölmüş. Siret, Malatya'da Hısn-ı
Mansur'da sefil ve perişan, aç ve üryan aylarca dolaştıktan ailesini kimsesiz,
yetim bıraktıktan ve:
acılıklannı, bütün elemlerini tattı. Türklerin bir Child Harold'ı oldu. Mamafih
Siret'teki lirizmi, santimantalizmi besleyen bu hicran ve elem, bu gurbet ve
harabe hayatı olmuştur. Siret bu menfa hayatında [s. 986] çektiklerini Paris'te
iken neşrettiği hatıralarda anlatmıştır. Aynı zamanda bu hayatı bize nakleden
canlı bir şiiridir:
Siret bu hicran aleminde bir daha sevgili kızını ve sevgili hayat yoldaşını
göremeden ölüp gideceğine hükmetmiş ve bu ihtimal-i mevt ile zevcesini
düşünürken onun ölüp gittiğini öğreniyor, kalbinde siyah bir elem duyuyor ve:
"Leyal-i Giri<:,an" unvanlı mecmlıa-i eş'an 1 923'te tekrar basıldı. İkinci kısmını
tab'ettirmek üzere hazırlamıştır.
Ölümünden sonra
Ah o gözler ki nigahımda bugün giryeleri
Şehper-i mah-ı girizan sürünen bir yoldan
Çevrilip bende kalan son nazarı
Sanki bir kevkeb-i hicrandı uzaklarda bakan
O nazarlar gece te nvir-i garam etmeyecek
194 28 Şubat 1959 tarihinde vefat eden Hüseyin Siret Ôzsever'in, 4Yal-i Girkıin dışındaki
diğer eserleri şunlardır: Bağ Bo;;.ıunu ( 1928), Kwılcımlı Kil� 1937), Üstadın Şairi (50. Sanat Yılında Hfilid
Ziya Uşaklıgil'e ithaf edilmiştir, 1937), Kargalar ( 1 939), Geç Kalmış Cevap (1939), iki Kaside (1942), Bir
Mektubun Cevabı ve Hüseyin Avni Ultq'a ( 1 948). (Haz. notu)
Süleyman Nazif
SÜLEYMAN NAZİF
Hayatı
Süleyman Nazif, aslen Diyarbekirlidir. l 286 sene-i hicriyesinde [1869]
Diyarbekir'de dünyaya gelmiştir. Pederi Said Paşa, Diyarbekir'in eşrafındandır.
Şark zihniyetiyle yetişen lazıl şairlerin meşhurlarından olan Said Paşa
Osmanlı şiirine de, tarihine de, lisanına da birçok hizmetler etmiş büyük
adamlardandır. Mizanü'l-Edeb namıyla kaviid-i edebiyeyi müş'ir bir eser ile
Mir'atü'l-İber isminde bir tirih-i umumi yazmıştır ki; dokuz cilt kadar tutar.
Bundan maada bir hayli müteferrik eserleriyle divançe-i eş'arı vardır.
Şiirleri miyamnda çok kuvvetli selis ve açık ifade ve üslup ile yazılmış
gazelleri de çoktur. Ölmezden bir zaman evvel söylediği şu:
Kemal'ler, Ziya Paşa'lar gibi birçok eazım ya hususi tahsil veya pek cüzi ve
iptidai tahsilden sonra öz himmetleriyle, öz kabiliyetlerini elde etmişlerdir.
Abdullah Cevdet, Süleyman Naziften bahsederken: "İşte bir zeka ki, tamamen
kendi kendisinin üstadı kendi kendisinin şakirdidir. Muntazam hiçbir mektep
görmemiş, fakat 'mektep' sahibi olmak kuwetini göstermiştir." diyor.
195 Alaylı tabiri, mc:"ktepli tabirine mukabil olmak üzere" askerliktı· kullanılır ve mektep
görmeden orduda alayda neferlikle askere girerek terakki ede ede zabit silkine" dahil olan askerlere
denir. Alaylı zabit, mektep görmemiş zabit demektir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 819
Birinci Çehre
Nazarında lika-yı müstakbel
Bir zalam-ı kesif ile mestur
Ağlıyor karşısında vech-i emel
İnliyor sinesinde kalb-i huzur
[s. 1 000) Münkalib bir enin-i ye'se nefes
Dem-be-dem inlemektedir ruhu
Ten değil sanki bir şikeste kafes
Çırpınır anda rlıh-ı mecruhu
Üzerinde libas-ı sad-pare
Şerh eder kalb-i pare paresini
Aralıkta fakat o bi-çare
Gösterir kainata yaresini
Kimsesiz bir yetimdir, mazlum
Ağlamakta kemfil-i ye'sinden
Ey beşer! Ey esir-i ta.ti'-i şum
Ağlayan ol yetim sensin sen!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 821
İkinci Çehre
Bulamaz bir tarafta cay-ı karar
Mütebaid diyar u yarından
Nazarında deniz sema gülzar
Daha kuvvetlidir mezarından
Dokunur hatıratına kuşlar
Cay-ı şiven gelir ona gülşen
Yüzüne çehre-i hayat ağlar
Çünkü minnetle doğduğu yerden
Kahr ile dest-i infifil-i kader
Çekip atmış bu hak-i pestiye
Ona yalnız adem ümid-aver
Nefret eyler cihan-ı hestiye
[s. 1 00 1] Bi-emel bir gariptir mağmum
Düşünür . . . Gözlerinde eşk-i hazan
Ey beşer, ey misfil-i ye's ü gumum
Düşünen ol garib sensin sen!
Üçüncü Çehre
Reng-i matem mi çökmüş afaka
Oluyor ademe melfil-aver
Arada bin mehib-i tarraka
Sarsıyor kainatı ser-ta-ser
Kalmıyor bir kararda hay!a
Şekl-i alem bütün tahavvülde
Mütezelzil bütün zemin ü sema
Arş-ı a'la bile tezelzülde
Her ki mevcud ise bu alemde
Hepsi vakf-ı harab hep bi-ruh
Yıkılıp kainat bir demde
Düşmüş enkazı altına mecruh
Çırpınır bir vücud-ı ye's-efken
-Münkesirdir ümid, emel mevhum
Ey beşer, ey tahammüle mahkum
Çırpınan ol vücud sensin sen!"
1 324 [ 1 908] İnkılabı başladığı sıralarda Naziri Konya'ya göndermek
istemişler. Kendisi İstanbul'a gelmeyi tercih etmiştir:
Ben Bursa'da on iki sene kalmıştım. Memuriyetim de mektupçuların
maaşını almaktı. İnkılab-ı mes'ud Resne dağlarından ru-nümud olunca beni
Konya'ya kaldırdılar. Allah selamet versin, o vakit Hakkı Bey olan Dahiliye
Nazın kağıdı mühürlerken gülerek:
Bir harab evdir kalır divaneden divaneye!
822 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Ben kafesin önüne yaklaşınca, arslan adeta esaretının bir kere daha
teşhir olduğunu sanki hissetmiş, evvela sağ böğrünü kafesin demirlerine dayadı
ve kaburga kemikleriyle orada demire istihale etmiş olan zeka-yı beşer arasında
müthiş bir mücadele başladı. Vüs'ün son derecesi ne demek olduğunu ben
ancak o gün orada görüp anladım. Bir türlü kırılmak istemeyen ve kırılmayan ze
ka-yı beşerle didişen sağ kaburga kemiklerinin imdadına sol kaburga yetişti.
Zavallı hayvan tehevvürle dönüyor ve bu sefer de sol böğrü ile demir çubukları
zorluyor, zorluyordu. Birdenbire durdu.
Zannettim ki, bir kere daha ilan-ı mağlubiyet eden aczi önünde susacak,
hayır susmadı. O güzel yelesini silkerek, o güzel gözlerini yumarak, ağzını iki
parmaklığın arasından havaya dikti ve ufuklardan gelen gök gürlemelerine
müşabih bir sesle haykırdı, haykırdı, kükredi, kükredi . . .
1 96 4 Orak 1 927 tarihinde vefat eden Süleyman Nazirin diğer eserleri şunlardır: Bahriyelilere
Mektup ( 1 897), Namık Kemal ( 1 897), Malumu f/,ô.m ( 1 3 1 4), Boş Herjf ( 1 9 1 0), Süleyman Paşa ( 1 328), iki
ittifakın Tarihçesi, ( 1 330), Asitan-ı Tarihte- Galifya (1 335), Hitdbe ( 1 338), Namık Kemal (1 340), Tarihin
Yılan HiMyesi ( 1 34 1), Lü!fi Bıy'e Cevap ( 1 34 1), Çal Çoban Çal (1 923), Ndsırüddin Şah ve Bdbfler (1 342),
lmdna Tasallul· Şapka Meselesi (1 342), Külliytit-ı ,Qya Paşa ( 1 342), Çalınmış Ülke ( 1 342), Ha;:,ret-i !saya
Açık Mektup ( 1 343), Mehmed Akif ( 1 343), Malta Geceleri ( 1 342), Abide-i Şühedd ( 1 343), iki Dost ( 1 343),
Fu;:,ı2lf ( 1 343), K4fir Hakilcat ( 1 344), Yıkılan Müessese ( 1 927).
Aynnolı bilgi için bkz.: Şuayb Karakaş, Süleyman Na;:,ij, Ankara 1 988. (Haz. notu)
Faik Atı (Ozansoy)
------
FA.İK ALI
Hayatı
Diyarbekirli şair-i meşhılr Said Paşa'nın küçük oğlu ve Süleyman Nazirin
küçük kardeşi olan Faik Aıi 1 292 [1876] tarih-i hicrisinde Diyarbekir'de
doğmuştur. Çocukluğu Diyarbekir'de geçmiştir. Tahsil-i ibtidaisi orada
geçmiştir. 1 302 [ 1 886] tarihinde Diyarbekir' de açılan askeri rüşdiyesine devam
etmiş, orada İshak Sükuti ile Ziya Gökalp'ın mektep arkadaşı olmuştur. Bilahare
babasıyla beraber İstanbul'a gelmişlerdir. Faik Aıi'nin asıl tahsili İstanbul'da
olmuştur. Evvela Mekteb-i Mülkiye'nin idadi kısmına devam ile ikinci dereceli
tahsilini ikmal etmiş, sonra Mülkiye-i Şahane'ye devam ile şahadetnamesini
almıştır.
Kardeşi Süleyman Nazif gibi irsi bir istidada malik olan Faik Ali de bu
istidadının izlerini daha mektep sıralarında iken göstermiş, pek erken şiire
başlamıştır. Muhlt-i ictimainin tesirini de zikretmek lazım gelirse diyebiliriz ki;
Faik'in, Nazirin Üzerlerinde yaşadıkları aile muhitinin de daha bir ssaz
genişleyerek doğdukları Diyarbekir muhitinin yakın ve uzak birçok tesirleri
olmuştur. Diyarbekir uzun yıllardan beri şair ve fazıl yatağı olmuştur. Fazıl-ı
muhterem Ali Emiri Efendi'nin Şuara-yı Amid unvanıyla vücuda getirdikleri eser
bu hususta kuvvetli bir fikir verir. Böyle şairleri, fazılları nihayetsiz olan bir
muhitte ta Nefi zamanından beri şiire intisap etmiş ve birçok kıymetdar
şahsiyetler yetiştirmiş bir ailenin te'sir-i terbiyet-karı altında yetişmiş olmak
elbette fıtri istidadın i nkişafına hizmet edecekti.
Aylar hatta yıllarca bu genç, dinç ve faal arkadaşlarla çalışan Faik Ali kapıldığı
cereyandan kendini kurtaramıyordu.
Servet-i Fünı2n'da yazdığı şiirler hep Hamid'in ve Hamid'e de tesir etmiş olan
Hugo'nun nüfuzu alundadır. Fikret'in yazdığı o zarif, nazenin numunelere
mutabık yazılar da yazmıştır. Fakat bir tantana-i kelam ve bir hlçi-yi hayal içinde
sislenip kalmıştır.
Faik Ali Mekteb-i Mülkiye'yi bitirdikten sonra hazırlandığı Mülkiye
mesleğine intisap ederek vali muavinliklerinde gezmiş, bazı livalarda
kaymakamlıklarda bulunmuştu. Fakat Seroet-i Fünun'a yazmaktan hali
kalmamıştı.
Bir ara &rvet-i Fünı2n'da bulunduğu sıralarda hapsedilmiş, bir hayli müddet
de mahpus kalmıştı. Bazı iktidar sahibi zevatın delalet ve sahabetiyle
kurtulabilmişti.
1 324 [ 1 908] İnkılabı Faik Ali'ye çok faydalı olmuştu. O zaman tab'ettire
mediği Fani Teselliln unvanlı eserini Bursa Vilayet Matbaası'nda [s. 1 O l 41 aynı
senede tab'ettirmiştir. Bu yazılan hemen umumiyetle Servet-i Fünı1n'da yaz
dıklandır. Eseri Abdülhak Hamid'e ithaf etmiştir. Mukaddimesinde de
"Hamidane" bir "Hasbihal" yazmıştır. Nesrinde de Hamid'e yaklaşmaya çalışan
Faik Aıi "Ha.,bihal"inin bir yerinde:
"Fakat şiir bütün beşeriyete hitap etmeli. Halbuki bir mecmua-i eş'ar
sure tinde umuma takdim olunan bu eser bir gencin sa'at-i avaregisindeki perişan
terennüml e rinde n başka bir şey değil ve en çok duyulacak sadası elhan-ı
hodgamanedir.
Evet bu kitap da bütün beşeriyete hitap etmeliydi:
Mustarip olanlara ağlamaya, ağlanılmaya ihtiyacınız mı var? Öyle ise
beraber. . . Ben ıstıraplara ve ıstırapları ağlarım. Göz yaşlarımda kalbinizin
ateşlerini söndürecek katrele r meyus olmuş bir aşk-ı ulvi, münkesir olmuş bir
kalb-i ma'sum namına yapılan mezarların öksüzlüğünü izale edecek şebnemler
var . . .
Matemzedelere: Muhtac-ı teselli misiniz? Gelin, bir gehvare-i rü'ya içinde
faniliğin ıstırabatını tehziz ve tenvim eden elhan-ı tesliyet-kanm sizin içindir . . .
Geçen bir ömr-i bahtiyarinin hatırat-ı dura-duruyla meraret-çin-i hayat
olanlara: Her sürud-i füsun-sazım sükut u nisyan-ı maziye inkılap etmiş
saadetlerin nefehat-ı ihyasıyla titriyor.
Bir muhabbet-i mütekabilenin fecr-i bahar-ı telakisinde fevka'l-arz bir
rüyanın fevka'z-zaman bir hayat-ı müstesnasını yaşayan ruhlara: Gençlik vefasız,
kalb-i beşer bi-heves, sa'at-i muaşaka tiz-revdir. Gelin size bir an muanakanın
ebediyet-i ezvakını hicrana müntehi olmayan vuslatların neşaid-i semasını
terennüm edeyim . . .
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 833
Ela Gözler
Pek derin bir sema-yi muzlimdi
Şimdi na-gah ela olan gözler
1 97 1 Ekim 1950 tarihinde vefat eden Faik Ali Ozansoy'un, Temdsil ( 1 329/ 1 9 1 3); Şair-i Azam'a
Mektup ( 1 339/ 1923) isimli eserlerinin yaıunda Payitahtın Kapısında ( 1 336/ 1 9 1 8) ve Nedim ve Lô.le Devri
( 1 950) adlı oyunlan da vardır. (Haz. notu)
Kemalz_dde Ali Ekrem (Bolayır)
KEMALzADE ALİ EKREM
Hayatı
Ali Ekrem, Osmanlı tfuih-i edebiyatında şahsiyet ve hususiyetiyle bir yenilik
açmış ve "Eclib-i A'zam" namını almış olan meşhur Namık Kemal merhumun
oğludur. 1 284 [1 867] tarih-i hicrisinde İstanbul'da doğmuştur. O zaman Namık
Kemal, Avrupa'ya firar etmişti. Oğlunun doğumunu da görememişti.
Baba ve atalarından aldığı irs kuvvetine inzimam eden tahsil kuvveti
sayesinde istidadı inkişafa başlayan Ekrem ilk tahsilini iptidai mekteplerde ifadan
sonra Fatih Askeri Rüşdiyesi'ne girmişti.
O zaman 1 293 [1876] yılıydı. Babası Midilli'ye 'İkamete memur' kaydıyla
mutasarnflıkla gönderilmişti. Ali Ekrem ailece oraya babasının yanına gitmişti.
Namık Kemal öldükten üç gün sonra Sakız'a giden Ekrem'in etrafını alan
Sakızlılar onunla beraber Kemal'e ağlamışlardır. Babasını tedavi eden Doktor
Ornştayn "Babanın göğsünü yarmak, ciğerlerini dağlamak mümkün olsaydı
belki hayatı kurtulurdu. Böyle bir ameliyat yapmaya kalkışacak kadar babanı
kurtarmayı düşündüm. Hayfa ki; fenn-i tıb daha o dereceye varmamış" demiştir.
Meşrutiyet'ten sonra Ceziir-i Bahr-i Sefid valisi olarak gittiği zaman
Sakız' da verdiği bir nutukta:
"Ben Sakızlılara kalben medyıln-i şükranım. Yaşasın Sakızlılar. Ben
Sakız'ın topraklarına yüzümü, gözümü sürecek kadar bu cezireye müncezibim.
Babam bir sene burada yaşadı. Na'ş-ı mübareği de üç gün üç gece Sakız'ın
toprağında misafir kaldı. Sakız toprağı bence haiz-i kudsiyettir.
[s. 1 023] Ey ahali! Bugün size böyle hazin sözler söylediğim için affınızı
temenni ederim. Vaka hüzn-engizdir. Şurada muhitin te'sirat-ı külliyesinden
harice çıkmak bu hatıratı irad etmemek de vicdanım için mümkün olamazdı.
Halbuki ben bugün dünyanın en bahtiyar insanlarından biriyim. Çünkü devr-i
istibdadın zulmüyle, zulm-i bi-mefil ve vehm- fillıduyla babam için mezara
döndürdüğü bir yere, Sakız'a ben bugün vali olarak geliyorum.
Mükifat-ı ilahiyeye bundan büyük bürhan-ı celi olamaz . . . "
diyor.
Arapça, Farsça ve Fransızca gibi lisanlar da öğrenerek malumatını
artırmıştır. Abdülhamid'in istibdadına kurban olarak ölüp giden babasının
uğradığı felaketler, tahsiline bir mani teşkil etmemiştir.
842 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Genç iken şiire başlamış ve bilhassa zamanında şöhret bulan genç şairlerle
münasebet peyda ederek çalışmaya başlamış, o suretle de istidadını terbiye ve
tenmiye etmiştir.
Bir zaman sonra Ali Ekrem matbuata da yazılar vermeye başlamıştı. Gerek
Recaizade Ekrem, gerek Abdülhak Hamid, Kemal'in oğlunu hem himayet hem
teşvik ediyorlardı.
Malılmat'ın ilk nüshası 10 Şubat 1 309 [22 Şubat 1 894] tarihinde çıkmıştı.
Risalenin sermuharriri Fikret'ti. Ayın Nadir, Hüseyin Kazım, sahib-i imtiyaz;
Fuad Bey de yazılarıyla muavenet etmekte idiler. Bu risalenin ömrü uzun
sürmemişti. Yirmi dört nüsha ancak çıkarabilmişlerdi. Saray tarafından
kapatılmıştı. Bundan sonra Recfüzade Ekrem, Tevfik Fikret'i Servet-i Fünıln'un
başına getirdiği zaman kendisine muavenet için verdiği bir iki genç arasında
Ayın Nadir'i vermişti.
diyor.
Menemenlizade Tahir Bey ile Servet-i Fünı1n 'dan ayrılıp Malumat risalesinde yazı
yazmaya hatta Servet-i Fünı1n'a muarız bir vaziyet takınmaya başlamışlardı. İki
taraf arasında şiddetli münakaşalar geçiyordu.
Tenkit hakkında açılan bir münakaşa epeyce uzun sürmüş, Ali Ekrem bu
vesileyle Servet-i Fünı1n'da yazı yazanları biraz da çirkin bir lisan [s. 1 025] ile
tezyif yollu muahezeye başlamıştı. Fakat neticede yine kendisi mağlup olmuştu.
Yukarıda Servet-i Fünı1n hakkında zikrettiğimiz kendi sözleri de zımnen bunu teyit
etmektedir. Kendisine cevap veren Hüseyin Cahid galebeyi ihraz etmişti.
Bu arkadaşlar Servet-i Fünı1n'dan ayrıldıkları zaman Tevfik Fikret:
Elvah-ı Tabiattan
Yağmur yağacak gök yine müstağrak-ı zulmet
yok bir tepecikten görünür çehre-i mai
Yok bir bulut altından uçar nı'.lr-ı semai
Afaka nüzıll eyliyor eşbah-ı küdı'.lret
846 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Pek samimi bir his ve heyecanla giriştiği tasvir adeta 'naturaliste'çe bir gidişle
giderken araya hiç lüzum olmadan giren istitratlarla manzume ıtnaba f.pralicite)
düşmüş hem kuvvetini hem de cazibesini kaybetmiştir. Bir takım lüzumsuz
tafsiller ve tasvirler zihni yoracak kadar uzamış gitmiştir.
Son Buse
-Öpme yavrum, beni sen öpme kızım şimdi.
- Neden?
Bana dargın mısın anne, ne suçum var, söyle!
İşte hiç üzmüyorum ben seni.
- Maşallah sen
[s. 1 039] Cici kızsın, bilirim.
- Ya cici kızlar böyle
Öpmeden uslu dururlar mı güzel anneleri?
-Pek sokulma yanıma, yavrucuğum, şöyle otur!
Sevmiyorsun beni sen anneciğim, bak, sen dur!
Başka anne alayım ben de görürsün...
diyerek,
Şebnem-ilüde nigahında zılal-i kederi,
İncecik boynu bükülmüş, gidiyor yavru melek;
Titreyen büse-i sevda dil-i ma'slımunda
Dolaşır ağlayarak çehre-i mağmlımunda.
Kadın, amade-i nhlet gibi bi-tab ü melül,
Arkasından kızının zar ü perişan bakıyor.
Ediyor şefkat-i mecruhu cemilinde ufül,
Ruhunun zulmet-i giryanı yüzünden akıyor.
Hasta, bi-çare kadın hasta, bilinmez nesi var;
Kim bilir, belki geçer yavrusuna, belki verem . ..
Nasıl öpsün kızını? Ah o sual-i mübhem,
O boğuk ses, o derin nağme-i muzlim, her gün
Ninenin parçalıyor göğsünü, bir zıll-i mezar
Kaplıyor ruhunu, sordukça etibba da bütün
"Çocuğu öpmeyiniz!" re yini tekrir ediyor.
'
198 27 Ağustos 1 937 tahinde vefat eden Ali Ekrem Bolayır'ın diğer eserleri şunlardır:
Şür: Kasülı-i Askeriye ( 1 324/ 1 908); Kınnıı:.ı Fesi.er (Hicivler) ( 1 324/ 1908), Ana Vatan
(1 3371 1 92 1), Şiir Dmuti (Çocuk Şiirleri 1 924), Vicdan Alnılm (1 925).
Osmanh edebiyau ve edebiyat tarihi: Tarih-i Edebiyat-ı OsmaniJıe ( 1 3281 1 9 1 2), Lisan-ı
Edebiyat ( 1 330/ 1 9 14), Nazariyat-ı Edeb!ve Dersi.eri ( 1 33 1 / 1 9 1 5- 1 9 1 8), Recdi<,dde Mahmud Ekrem Bey,
Hf!Yal ve Asan ( 1923), Şer/ı-i Mütılna Medlıal (1928), Lisanımız ( 1 930), Namık Kemal ( 1930).
Aynca bkz. :Ali Ekrem Bolayı.r'm Hatıra/an, Haz. M. Kayahan Özgül, Ankara 1 99 1 ; Edebiyô.t-ı
Cedide'ye Dair Ali Ekrem'den Rıza Teofik'e Bir Mektup, Haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1 997. (Haz.
notu)
H. Nazım
(Ahmed Reşid Rf!Y)
H. NAzIM
Hayatı
Asıl ismi Reşid olan H . Nazım 1 286 sene-i hicriyesinde [ 1 870] İstanbul'da
doğmuştur. Babası Çankırı Mutasarrıfı iken vefat etmiş Abdullah Efendi isminde
bir zattır. Reşid Bey'in çocukluğu İstanbul'da geçmiştir. İptidai tahsilini mahalli
iptidai mektebinde bitirdikten sonra Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'ne girerek
iptidai tahsilini tamamlamış, ali tahsilini Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'de bitirerek
şahadetnamesini almıştır.
Çok zeki ve çalışkan, aynı zamanda da vazife-şinas bir şakirt olan Reşid Bey
bütün hocalarını memnun edecek surette çalışmış ve ciddi bir tahsil ile kendi
lisanını hakkıyla elde ettikten maada Fransızcayı da layıkıyla elde etmiştir .
Tabiatında meknuz olan şairlik istidadı daha mektepte iken meydana çıkmış ve
hocası bulunan Recaizade Mahmud Ekrem'in tesir ve teşviki ile istidadını
terbiye ve tenmiye ederek güzel manzumeler de yazmaya başlamıştır.
Mektepten çıktıktan sonra Mabeyn-i Hümayiln'da gösterilen lüzum üzerine
Mülkiye-i Şahane'den mezun zeki efendilerden bazıları kitabet vazifesiyle talep
edilmiştir. Reşid Bey de bunlar arasında Mabeyn-i Hümayiln'a katip olarak
girmiştir.
gayreti lisan-ı edebimizin tekfunül-i tabiisine hizmet edecek bir kuvveti heba,
belki de aks-i te'sire müstait bir surette istihlak demek olur.
Bir de korkanın ki edebiyatımızı, hürriyet ve istiklali maksadıyla, Acem'in
tazyikinden kurtarıp fakat sonra Garp'ın tahakkümü altına sokmak beyhude bir
yorgunluk olmasın . . . Milleti nev'-i beşer, vatanı ruy-ı zemin olan ilim ve fenni
velev Çin'de de bulunsa - olduğu gibi talep ve ahz hem müfid, hem
müstahsendir; lakin kavmiyet gibi, tabiat-ı muhite gibi, zaman gibi avamilin
tesiratına tabi olan bedaatte, ezcümle edebiyatta o müessiratın ihmali binnihaye
akameti müntic olur.
[s. 1 046] Nazariyat ve kavfüd-i edebiye hakkındaki istişhadatımı, esna-yı
tedrisde dest-res olabildiğim eserlere hasretmek mecburiyeti zaman ve imkan
noksanından neşet etti. Bu noksanın şu sırada ikmaline eserin sene-i tedrisiye
ibtidasından evvel tab'ı lüzumu mani oluyor. Mübdaat-ı edebiyeleri fesahaten ve
belagaten şevahid-i mu'tebereden olan pek çok zevatın te'yidatından eserimi
müstefit edememiş olmakla müteellimim. Ancak bu mahrumiyet yalnız nefsime
ait, kendileri hakkındaki takdir ve ihtiramım ise masun ve bakidir."
Reşid Bey yalnız maarif işlerinde ve muallimlikte kalmamış memleketin
idari işleriyle de meşgul olmuş asıl hayati mesleği olan Dahiliye
memuriyetlerinde, Mülkiye işlerinde mutasarrıflık ve valiliklerde bulunmuş ve
zeka ve malumatıyla hayli hizmet de etmiştir. Meşrutiyet'ten sonra teşekkül eden
siyasi fırkalardan bazılarına da girmiş, bir zamanlar Dahiliye Nazın olmuş, bir
defa da Mütarekeden sonra Avrupa Sulh Konferansı'na memuren gitmiştir.
Yazdığı eserler Servet-i Fünun ile diğer bazı risalelere verdiği manzum ve
mensur parçalardan ibarettir. Kitap suretinde cem edilememiş müteferrik bir
halde kalmıştır. Matbu olan yegane eseri Nazariyat-ı Edebrye'sidir.
gibi müselsel ve muttasıl cümleleri vardır ki burucu, sıkıcı olduğu gibi fazlaca da
soğuk ve kurudur. Ne bediiyatın ruh okşayan incelikleri, ne de tabiatın ve
besatetin kuvvetlerine mazhardır.
Reşid Bey sanat ve meslek itibarıyla hakikiyyunun (realisme) mesleğine
yaklaşmak ister, nesirlerinde de bu cihete fazla bir temayül gösterdiği açıkça
görünür. Malumatı geniş, tetebbuatı çok bir ediptir. Avrupa üdeba ve şuarasını
tetkik kendi yazılannda da bazı tesirler bırakmıştır. Yazdığı şiirlerde asrının ve
neslinin gittiği romantisme yolundan tamamen ayrılmamıştır; "Ona" adlı şu
manzumesi:
199Ahmed Reşid Rey, l 956'da İ stanbul'da vefat etmiştir. Servet-i Fünıln'un dışında <Jüt.şen (İ lk
şiiri "Nevha" 1 885'te burada yayımlanmıştır) ve Mekteb dergilerinde de şiirleri ya}ımlanmıştır. Diğer
eserleri şunlardır:
Tercüme:]. Rasin lii'illiyatından I ( 1 934, il 1 934, ili 1 943, iV 1 945), VırgiJ.e, .Eneide, !, l/ ( 1936).
Anı: Gördüktmm Yaptıklanm ( 1 890- 1 923, bs. 1 947). (Haz. notu)
Celal Sahir (Erozan)
CELAL SAHİR
Hayatı
Celfil Sfilıir 1 299 senesi Eylülünün on dokuzunda [1 Ekim l 883] İstanbul'da
dünyaya gelmiştir. Babası İsmail H akkı Paşa, Yemen'de vali ve kumandan iken
ölmüştür.
Celfil Sahir, İstanbul'da geçirdiği çocukluğunda iyi ve dikkatli bir terbiye
altında yetişmişti. Daha küçücük bir çocuk iken ezber derslerindeki suret-i inşadı
muallimlerinin dikkatini celb edecek kadar kuvvetli ve maharetli idi.
Numune-i Terakki Mektebi'nde okuduğu zamanlar yazdığı bazı parçalan
çekinerek hocalanna gösterir, daima takdir ve teşvik olunurdu.
Rüşdiye tahsilini bu mektepte bitirdikten sonra Vefa İdadi Mektebi'ne
girmiş, ikinci derece tahsilini de orada tamamlayarak şahadetnamesini almıştı.
Mektepte bulunduğu zamanlar fıtratında mevcut olan bazı kabiliyetler
kendini göstermeye başlamıştı, güzel ve düzgün söz söylemek, güzel inşad etmek
gibi. Celal Sahir bugün de iyi hatiplerden sayıldığı gibi iyi de şiir inşad
edenlerdendir.
Mektep hayatında en çok uğraştığı, en çok sevdiği dersi lisan dersi, o
miyanda da manzumelerdi. Şiire çok merakı vardı. Pek genç iken tabiatındaki
istidat da kendini göstermişti.
Mektepten çıktığı seneler "Servet-i Fünun" edebiyannın canlı ve heyecanlı
zamanı idi, Tevfik Fikret ve Halid Ziya'lann tesiriyle bütün gençlik Edebiyat-ı
Cedide cereyanına uymuş, eski zihniyetten kurtulmuş, tekamüle doğru
gidiyordu. Edebiyat-ı Cedide'nin ortaya attığı manzum ve mensur eserler her
taraftan mazhar-ı [s. 1 052] takdir oluyor, herkes iştiyak ve hararetle okuyordu.
Bu cereyanın müptelası, müştakı olanlardan biri de Celfil Sahir idi.
Celfil Sahir de 1 3 1 5 [1897-1 898] tarihinde Seroet-i Fünun'a intisap etmiş, o
da yazmaya başlamıştı. O zaman daha on beş, on altı yaşlannda bir gençti; fakat
rakik, hassas, müteheyyiç bir şair olmuştu.
Seroet-i Fünun'a nasıl intisap ettiğini Sahir kendi lisanıyla şöyle anlatıyor:
"O zamanlar yine böyle bir Seroet-i Fünun ve bir sürü muhacim ve muarız
gazete vardı. Ve ben henüz on beş, on altı yaşlannda bir mektep çocuğuydum.
Servet-i Fünun edebiyatının aleyhtan idim. Perşembe günleri mektebe giderken
o muhacim ve muanz varak-pareleri alır, teneffüs zamanlannda, hatta bazen
-şimdi artık muallimden ve mubassırdan korkmadığım için açıkça söyleyebilirim-
866 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
ders saatlerinde uzun uzun okur, şimdiyse hedefi değişmiş olmak üzere, bazı
gazete sütunlarında taklit ve ihya edilen kaba tuhaflıklarına güler, çirkin
hücumlarına hak verirdim. Asıl garibi Servet-i Fünfln'u okumazdım. Ve hiç
okumadan, yalnız aleyhindekileri dinleyerek onu sevmez olmuştum. Bütün o
muarız varak-parelerin sahayifinde yazılanın bile çıkmıştı. Ertesi günü
hazırlanacak dersleri ihmal ederek yazmaya uğraştığım eserleri o zaman bana en
parlak görünen nam-ı müstearlarla bunlann hepsine yollamıştım. Hikmet Cel fil,
Hikmet Hamid, Velhan, Şank . . . Bütün bunlar benim isimlerimdi.
Bir gün bir arkadaşım Raufun Senıet-i Fünfln'da intişar eden bir mensur
şiirini okudu, pek beğendim. O haftadan itibaren Servet-i Fünfln'u almaya
başladım. Birdenbire yeni ve güzel şiirlerin karşısında bulunan bir adam hayret-i
mütezayidesiyle bu kağıttan mahfazanın mücevherlerini temaşa ederken hayran
oluyordum. Sonra yavaş yavaş içimde bir emel canlanmaya başladı: Servet-i
Fünı1n'da bir eserimi neşrettirebilmek, fakat o zaman bu bana o kadar erişilmez
bir saadet gibi geliyordu ki hatta ümit etmeye cesaret edemiyordum. Bir m üddet
cesaretsizliği m devam etti. Sonra bana, her şeyde olduğu gibi bunda da, ani ve
asabi bir cesaret gelerek gayr-i mümküne hücum etmeye karar [s. 1 053] verdim.
Ah babımdan birisinin vası tasıyla Servet-i Fünfln'a bir şiir gönderdim. Ne kadar
sabırsızlıkla günlerce bekledim. Nihayet aldığım bir cevab-ı red oldu. Bu esnada
Musavver Fen ve F.deb ve daha sonra Mecmfla-i Edebiye gazeteleri çıkmaya başlamış
ve eserlerim onlarda cay-ı kabul bulmuştu. Fakat benim nazarım daima gayr-i
müm kün e mün ' atı t1 ı.
Bu sıralarda Faik Ali'yi tanı dım . O bir aralık siyasi bir meseleden dolayı
birkaç gün hapse dilm iş ve mahbeste yazdığı şiirleri 'Zahir' imzasıyla Servet-i
Fünı1n 'da ncşrettirmişti. Bir gün onunla Mehmed Sadi, ben üçümüz yolda
giderken bir nam-ı m üst ear aradığımı söyledim. Mchmed Sadi "Zahir"le hem
vezin olmak üzere 'Sahir' ismini buldu. Ben bu ismi pek beğenmiştim. Hemen
aldım ve biraz zaman sonra yazdığım yeni bir şiiri200 bu imza ile Servet-i Fünfln'a
gönderdim. Fakat neşrolunacağmı ümit etmiyordum. Ertesi hafta şiirim Tevfik
Fikret Bey'in ufak bir tashihiyle intişar etti. O zamanki hissime göre ömrümün o
haftasına 'Hafta-i sa'adet' ismini vermek muvafık olur. Bir iki gün sonra
dostlarımdan birini gördüm. Bana 'Tevfik Fikret'in yeni şiirini okudun mu?' dedi
ben hayretle yüzüne bakıyordum. O devam etti: 'Tanıyamadın değil mi? Yeni
bir isimle yazmış. Fakat ne kadar olsa belli oluyor.' Kalbimin çarptığını
hissediyordum. 'O benim' diye ifşa-yı hakikat etmenin en güzel, en karşımdakini
hayrette bırakacak tarzını düşünüyordum. Nihayet söyledim, onun hayreti arttı,
ben ise bütün manasıyla mesut ve müftehirdim.
ile de bir gün bir dostun lı'.'ıtf-ı vesateti ile görüşmüştük. Bu ikisinden başka yalnız
Hüseyin Cahid'i bir defa sokakta görmüştüm. Önümde kara bıyıklı, uzun boylu,
zayıf, sevimli bir adam gidiyordu. Bir aralık Direklerarası'nda bir kitapçı
dükkanına uğradı, ben de gazete almak [s. 1 054] için girdim, çıktıktan sonra iki
kişinin musahabesi bana bu kıymetli havadisi vermişti.
Fakat Sahir ne Musset gibi hasta düşecek, kıskanacak, gecelerini [s. 1 055]
uykusuz, gözyaşlarıyla geçirecek kadar zehirli bir aşkın zebunu, esiri olmuş, ne
Sully Prudhomme gibi felsefi bir kudretle rakik bir hassasiyeti mezcedecek
derecede yükselmiş, ne de Jean Richepin gibi aşkın bütün teşennüclerini,
ıstıraplarını, kadınlığın bütün asabiyetlerini, bütün hırçınlıklarını, bütün
çılgınlıklarını ateşli, buhranlı bir lisan ile ebedileştirmiştir.
Sahir aşkı da kadını da ince bir tül arkasından görmüş ve öyle tasvir
etmiştir. İhtimal kadın ve aşk ile uğraştığı için etraftan yağan tarizler bir ihtiraz
uyandırdı . . .
Atı"' de aynı ruhu, aynı sanatı biraz daha serbest, biraz daha geniş tatbike uğraşan
Celal Sahir şimdi Türk Yurdu'nda açık lisan ile hece vezniyle şiirler yazıyor, yeni
cereyanda kuvvetli bir amil olmaya çalışıyor. Eski Servet-i Fünı1n refiklerinden
Ahmed Hikmet'le aynı gayeye hizmet ediyordu.
Celal Sahir nesir ve nazım birçok mecmua ve risalelerde aruz ve hece ile
birçok şiirler yazmıştır.
Sahir, Hamid'in perestiş-karlarından biridir. Kalbi bir rabıta ile şair-i
azama bağlıdır. Birçok gençler gibi o da Hamid'i bütün şairlerin fevkinde bir
hürmetle tevkir eder.
Sahir bu kadarla da kalmamıştır. Haıp içinde, Mütareke esnasında yazı
yazmak imkanı kalmadığı, kalemle geçinmek muhal ve mustehil bir renge girdiği
[ l sayfa 1 058] zamanlarda da o kendi hayatını kazanmak için çalışmak
mecburiyetinde bulunduğu halde yine şiirden, edebiyattan uzaklaşmıyor, yine
gençleri teşvik ediyor. Müteferrik bir halde çalışıyor, müstait ve zeki gençleri
topluyor, onların yazdıkları eserlerin tab'edilmesine delalet ediyor, onlara
rehberlik ediyordu.
Birinci Kıtap, İkinci Kıtap . . ilh . . . namlarıyla çıkan küçük risaleleri teşvik
.
Hasılı Celal Sahir yorulmaz, gençliği himaye ve teşvikten bir zevk-i mahsus
alır ince, hassas bir şairdir. Nesri de nazmından daha kuvvetli ve metindir.
Celal Sahir evvelce de bilmünasebe söylediğimiz gibi çok ince ve hassas bir
şairdir. Bütün yazılarında o hassasiyet-i müfrite mahsus olmaktadır. Esasen
ilhamını hissinden alan bir şair olmak itibarıyla sentimentalist'tir.
Babası için yazdığı şu sonnet şekil itibarıyla yeni, üsllı.p ve eda (expression)
itibarıyla yeni olduğu gibi kendi risailiğine (etegiaque) ve rebabiliğine (!Yrisme) de
canlı bir şahittir:
"Sen şimdi o çöllerde perişan ve mükedder
Hir toprağa kalb oldun; o feyza-yı siyahın
Affık-ı haciminde esen sıtmalı, kızgm
Rüzgarlar olur fcvk-i mezarında şinavcr.
Efvac-ı muhitat açar kabrine sine;
Pür-hande-i mehtab, münevver gecelerde
Envar-ı kevakib akarak sath-ı zemine
Eyler gibidir hatı ra i ruhuna secde . . .
-
Bu şiiri yazdığı zamanlar on altı, on yedi yaşlarında bir genç olan Sahir'in
Fikrct'in, Cenab'ın, Faik Aıi'nin tesiri altında olduğu görülüyor. Mamafih lisanı
burada onlara nazaran zayıftır. Faik'in lisanından sade, fakat hassasiyet itibarıyla
ondan kuvvetli ve samimidir. Kadın şairi ifeministe) adını alan Sahir'in bu ruh ile
yazdığı eserlerini görmek için Beyaz Gölgeleri'ni okumak kafidir.
Şu "Aşk-ı Ebkem" ser-nameli şiirinde Sahir'in bütün hassasiyetini okumak
mümkündür:
"Seni ilk gördüğüm zaman bende
Doğdu birden bu hiss-i şermende
Gözlerinden, mükedder ü meftur,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 87 1
Eminemin Türküsü
Emine Emine nazlı Emine
Aldandım ettiğin büyük yt•mine
Doymadan sevdanın çılgın demine
Attın beni hicran cehennemine
Nc.-dir kabahatim, niçin Emine
Yanıyorum için için Emine
Gözünden doğardı nuru gündüzün
Geceler göğsünden alırdı hüzün
Göğsümün üstüne yaslanan yüzün
Bmzerdi sararmış bir yasemine
Sızlıyor ne derin derin Emine
Göğsümde boş kalan yerin Emine
Hala dudağımda sıcak nefesin
Hala kulağımda o yorgun sesin
Gözlerim karardı görün nerdesin
[s. 1 063] Ruhumun nihayet ver elemine
Esen rüzgarlara bürün Emine
Bir kerecik daha görün Emine
Yok mudur bir çare düştüğüm derde
Sıyrılmaz mı artık bu siyah perde
Söyleyin geceler Eminem nerde
Sebep ne dünyanın bu matemine
Emine gözlerden nihan Emine
Sensiz ne karanlık cihan Emine
Hece vezniyle yazdığı şu: "Yağmur Yağarken" manzumesını okuyunca
tebeddülü görürüz:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 873
Celal Sahir bu mensuresine ruhundan kopan acı bir hicranı, katı bir
hakikati, sert bir felsefeyi de koymuştur. Mensur şiirler tarzında yazdığı bu
parçada Sahir'in bütün hassasiyeti yaşamaktadır.
Sahir'in matbu eserleri miyanında Buhran ile Siyah Kıtab'ı da zikre değer. 202
202 Celal Sahir Erozan 16 Kasım 1 935 tarihinde İstanbul'da hayata gözlerinin yummuştur.
Yukanda adı geçen dergi ve gazetelerin dışında lrtika, Malı1mdt, Pul, lisdn dergilerinde şiirleri, Sabah
gazetesinde birkaç hikayesi yayımlanmışur. 1908'de Meşrutiyet'in ilanından sonra Demet adlı bir
kadın dergisi çıkarmış, Ha/Juı Doğru dergisini yönetmiş, Bilgi, mecmuasında yazılan yayımlanmıştır.
Yukanda adı geçen eserlerinin dışında lstanbul için Mebus Nam;;.etlerim (Hakkı Naşir takma adı ile
hicviyeler, 1 9 1 9) adlı bir kitabı da vardır.
Aynntılı bilgi için bkz. Nesrin Tağızade Karaca, CeMl Sahir Ero;;.an, Ankara 1 993. (Haz. notu)
DÖRDÜNCÜ CİLT
YİRMİNCİ ASIR
1324 [1908] İnkılabından Sonra
[s. 2] Kanlı hükümdarın burnunda daimi ve kızgın bir barut kokusu vardı.
Bu kuru bir tevehhümden ibaret değildi. Vilayetlere, hususiyle Rumeli taraflarına
giden teftiş heyetleri fena ve tehlikeli haberler gönderiyorlardı. Abdülhamid
Selanik ve Manastır'da İttihat ve Terakki'nin ihtilal hazırlıklarını duymuştu.
Uykusunu, rahatını feda ederek isyanı bastırmak, boğmak çareleri düşünüp
dururken 9 Temmuz 1 324 [22 Temmuz 1 908] tarihinde Manastır'dan o tehdid
amiz telgrafı alınca bütün bütün etekleri tutuşmuş, ye's ve gazabından ne
880 İSMAİL HİK.l\1ET ERTAYIAN
Halk bu neşe ile baygın bir halde iken iki gizli kuvvet durmuyor,
mütemadiyen planlar kuruyor, taarruzlar hazırlıyordu: Saray ve Avrupa... Bir an
gaflet içinde elinden kaçırdığı hakimiyet ve mutlakıyeti yeniden ele geçirmeyi
düşünmekten hfili kalmayan Abdülhamid, için için uğraşıyordu; geniş bir iktisadi
sahayı, bir menfaat menbaım ebediyen kaybettiğine kani olan Avrupa da yeniden
o sahaya el atmak için vesile ve fırsat gözlüyordu.
[s. 4] Memleketi evvela karıştıran yine Abdülhamid olmuştu. Bir zamanlar
canlandırmaya çalıştığı halifelik kuvvetine dayanarak aç, çıplak, kör, mutaassıp
birtakım softalan elde etmiş "Cemiyet-i Muhammediye" diye Derviş Vahdeti,
Kör Ali namlannda serseri sanklılarla bir cemiyet türetmiş ve 3 1 Mart'ta bütün
bu azgın serdengeçtileri "Şeriat isteriz" diye ortaya dökmüştü.
Kendi muhafız askerleri de bu cereyanı körükleyerek Meclis-i Mebusan'ı
kuşatmışlar, birçok mebuslan, birçok mektepli zabitleri süngülerle parçalamışlar,
İstanbul muhitine korku ve dehşet saçmışlardı, "İttihat ve Terakki" uzuvlanndan
birçokları kaçmışlardı. Dini bir kisve altında ortaya atılan bu kanlı irtica,
günlerce sürüklenmiş, memleket haşyet ve vahşet içinde çalkanmıştı. Fakat zalim
padişahın bu kanlı rüyası pek de umduğu kadar tatlı nihayet bulmamış,
bulamamıştı.
Gerek İstanbul'dan vaka üzerine kaçıp giden mebuslar ve cemiyet uzuvlan,
gerek vakayı işiten alakadar zabitler Rumeli'nde toplanarak "Hareket Ordusu"
namıyla bir ordu toplamışlardı. Nihayet Rumeli'nden gelen bu ordu irtica
hareketini bastırmış ve müsebbiplerini de astırmıştı.
Asıl başmüsebbibi olan kanıksamış padişahı da tahtından indirerek
hapsetmişti, bu vaka halkın emniyet ve rahatını kaçırmıştı.
Herhalde İstanbul muhitinde fikirleri ayn ayn yollara sürükleyen, ayn ayn
cereyanlar vardı. Bunlan kuvvet aldıkları terbiye menbalanna göre başlıca üç
cereyanda toplamak mümkündür.
1- Asri terbiyeden kuvvet alan, Asri cereyan
2- Milli terbiyeden kuvvet alan, Milli cereyan
3- Dini terbiyeden kuvvet alan, Dini cereyan
Asrilik bilhassa "Tanzimat-ı Hayriye" ile başlayan ıslahat devrinden beri
memlekette yerleşmekte devam eden zihniyetin bir neticesidir. Bu cereyanı
yaratan ve yaşatanlar Garp medeniyet ve zihniyetine yakın olanlardır. Garp ile
münasebat sıklaşmaya başladıktan sonra birçok gençler Avrupa'ya tahsile [s. 5]
giderek la-dini (wique) bir terbiye ile yetişiyorlar, Garp'ın, bilhassa Fransa'mn
cosmopoliJe fikirleriyle aşina olarak memleketlerine dönüyorlardı. Bundan maada
İstanbul'da ve bazı büyük şehirlerde kendi tebaalanna öz dillerini öğretmek
bahanesiyle mektepler açan Avrupalıların bu mekteplerinde yetişen veya Avrupa
mekteplerine nazire olarak açılan yerli ve resmi mekteplerde Avrupalı
882 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Gerek Tevfik Fikret, gerek Rıza Tevfik Mehmed Emin'i sıyanet ve teşvik
ettiler. Esasen Rıza Tevfik yıllardan beri tetkik etmekte olduğu halk edebiyatı
numunelerinden mülhem olarak koşmalar, divan ve destanlar yazıyordu.
İşte inkılabın ilk senelerini takip eden dahili ve harici vakalar bu cereyana
daha büyük bir kuvvet vermişti.
Selanik'te neşredilmeye başlayan Genç Kalemler, "Yeni lisan" iddiasıyla ortaya
atıldı. Münakaşal ar münazaralar başladı, asri cereyanla milli cereyan
,
çarpışmaya başlamıştı.
Milli harsı (culture), milli terbiyeyi tenmiye edecek kulüpler, mahfiller
açılmaya başlandı. "Türk Ocağı" tesis olundu. Arkasından cereyanı ta'mim ve
takrir için, fikirlerin neşrine vasıta olmak üzere Türk Yurdu mecmuası intişar etti.
Çok sürmedi, bu cereyan büyük bir kuvvetle her tarafa kök saldı. Genişlemeye
büyük bir istidat gösterdi, Türk dünyası ile fikri bir münasebet başladı.
Vaktiyle Bahçesaray'da Tercüman namıyla çıkardığı gazete ile milli cereyanın
inkişafına hizmet etmiş olan İsmail Gasprinski de Türk Yurdu nun yazıcılarından
'
oldu.
Zemin ve zamanı müsait gören ve içtimai bir hareket yaratmak isteyen Ziya
Gökalp meydana atıldı. Kendi felsefi ve içtimai fikirleriyle Türkçülüğe daha
şümullü bir mana verdi, daha geniş bir ufuk açtı. Nazariyat sahasını büyüttü.
Denebilir ki Türkçülük esaslan üzerine hükümete bir siyaset planı, bir idare
programı çiziyordu İttihat ve Terakki Fırkası merkezinde kuvvetli bir nüfuza
mfilik olan bu yeni içtimaiyatçı fikirlerinin neşrine vasıta olarak Yeni Mecmua'yı
çıkarmaya başladı. Türkçülükte iki yol hasıl oldu: Biri edebi ve ilmi bir sahada
çalışan Türk [s. 8] Turdu'nun takip ettiği, diğeri de içtimai ve siyasi sahada
yürüyen Yeni Mecmua'nın tuttuğu yoldu. Bu ikinci yol Türk birliği (Pan-Touranisme)
yolu idi.
884 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
�.��.t��---,
Şahabeddin Sülqman
ŞAHABEDDİN SÜLEYMAN
Hayatı
Şahabeddin Süleyman 1 30 1 [1 885] tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Aslen
kendilerine Çavdarlı Ali Ağa Hanedanı denir. Bu aile 1 1 30 [ 1 7 1 7- 1 7 1 8]
tarihlerinde Balıkesir'de yerleşmiş ve orada şöhret bulmuştur.
Şahabeddin Süleyman bir müddet İstanbul'da yaşadıktan sonra pederinin
Defter-i Hakani Müdüriyetiyle bulunduğu İzmir'e gitmiş, çocukluğu tamamıyla
İzmir'de geçmiştir. Tahsil-i tfilisini de İzmir'de almış ve 1 3 1 9'da [1901] idadiyi de
ikmal edip şahadetnamesini alıp İstanbul'a gelmiştir.
O tarihte Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'ye dahil olmak için müsabakaya
girmiş ve kazanmış, ali tahsilini de bu suretle istanbul'da ikmal etmiştir.
1 324 [ 1 908] İnkılabı geldiği zamanlar Şahabeddin Süleyman Vefa
İdadisi'nde Fransızca tedris etmekte idi. Çok geçmeden bütün bir ailenin yükünü
bu genç oğlunun omuzlanna yükleyerek babası ölüverince Şahabeddin
Süleyman gayretini arttırmak, reis olduğu aileyi sıkıntıdan kurtarmak, iktisadi
hürriyetini temin etmek mecburiyeti karşısında kalmıştı.
Bir zamanlar İstanbul'da Şerif Paşazade Süleyman Şevket Bey diye tanılan
Şahabeddin Süleyman matbuat aleminde de faaliyete atıldı, ismi her taraftan
işitildi. Birçok gazeteler idare etti, münakaşat ve mücadelata girişti. Aynı
zamanda sahne edebiyatına da atılarak Çıkmaz Sokak namıyla bir piyes yazdı. Bu
piyes muharrirler arasına bir ikilik atmıştı. Lehinde, aleyhinde söyleyenler
çoğalmıştı. Nihayet 1 325 [1 909] senesinde idi. Şahabeddin Süleyman kendi
taraftan olan gençlerle "Fecr-i Ati" mahfil-i edebisini teşkil ederek [s. 1 2]
kapısına "Sanat şahsi ve muhteremdir" düsturunu yazdılar. Şahabeddin
Süleyman bu mahfilin müessislerinden olmuştu.
Gerek Fecr-i Ati'de, gerek hariçte büyük edebi bir faaliyet gösteren
Şahabeddin Süleyman birçok müşküllere, engellere de maruz kalıyordu. Her
yazdığı eser şiddetli tenkitlere uğruyordu. Yazdığı Fırtına unvanlı eseri de bir
tenkit sağanağı karşılamıştı. Yazdığı eserler gayr-i ahlaki bir ruh ile yazılmış diye
itham edilerek mektepteki muallimliğine bile nihayet verdirilmişti. O, bütün bu
ithamlara içtihadıyla cevap vererek sa'yinden geri durmuyordu. Nihayet
kendisini Darülmuallimin-i Aliye Müdür Muavinliğine tayin etmişlerdi.
Şahabeddin Süleyman'ın matbuat aleminde hizmeti çok olmuştur. Muhtelif
mecmualarda yazdığı makaleler, tenkitler büyük bir küll teşkil edecek
miktardadır. Sanatta hürriyetin kuvvetli bir taraftan idi.
890 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Ben bütün bunlan okurken İstanbul'un aruk na-bedid olmuş o eski nükte
danlannı, o eski harf-endazlannı, o eski şfıhlannı düşünür, zamanın bu kadar
samimi bir surette fena-gfilı-ı nisyana yürüdüğü , bu eski şahsiyetleri ruhen
selamlanın. [s. l 6]
Bakınız, şu satırlar ne ince ve ne içtimai! ... Bize İstanbul'daki hayat-ı riya ve
ketmi bütün üryanisiyle gösteriyor:
İzn alıp Cum'a namazına diyü maderden
Bir gün azad olayım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-abad'a...
Nedim ressamdır da... Onun musawer bir kalemi vardır, eserlerini okuyan
bir ressam hiç zahmet çekmeksizin elinde fırça eski Sadabad İstanbul'unu
çizebilir, gösterir. O zamanını mass ü temsil etmiş, en küçük gölgesine en ince
hutıituna, en nazik noktalanna, vanncaya kadar gözleriyle içmiş ve bize saf ve
pak birer menkıişe gibi nakil ve iade etmiştir. Hususiyle o zamanın kaşanelerini
onun kadar hiçbir kimse görememiş, onun gibi kimse ifade edememiştir:
Hayatı
Köprülüzade Fuad 1 306 [1890] senesinde doğmuştur. Yedi yaşlannda iken
Ayasofya Riişdiyesi'ne girerek tahsil-i ibtidfüsini ikmfil etmiş, Mercan İdadisi'ne
devama başlamıştır. On yedi yaşlannda iken İdadi Mektebi'ni de bitirmiş, üç
sene kadar da Mekteb-i Hukuk'a devam etmiştir.
1 325 [1 909] senesinde dahil olduğu Fecr-i Ati'nin en sessiz ve çekingen bir
rüknü olarak görülmüştür.
Fakat Balkan Harbi'nden sonra Fuad Türk Yurdu mecmuası yazıcılan [s. 20]
arasına geçerek yeni yolda, yeni mefkurede çalışmaya başlamış, yeni mesleğe
salik olmuştu. Ha!M Doğru mecmuasında hece vezniyle manzumeler yazdı.
Nihayet Türkçülere, milletçilere iltihak ederek, bilhassa Ziya Gökalp ile
birleşerek Yeni Mecmua'da hece vezniyle efsaneler yazmaya başlamış, Yeni Lisanı
ve hece veznini terviç etmiştir. Bu hususta birçok muanzlann itham ve tarizlerine
maruz kalmıştır.
Her yeni cereyan hakkında olduğu gibi bunun hakkında da türlü laflar
söyleneceği gayet tabii ! . . . . On dokuzuncu asır adeta milliyet cereyanlannın
tarihinden ibaretken, düşününüz ki burada bizim milli cereyanı sahte bir mahsul
addedenler bile bulundu. Tabii bunlar, kuvvetli bir kanaate müstenid olmaktan
ziyade başka neviden düşünceler tesiriyle söylenmiş birtakım laflardı. Milli
cereyan filanın aleyhinde bulunmak için, filanı düşürmek [s. 24] için yahut filanı
yükseltmek için yapılmış bir şey değildi. Tarihin vücuda getirdiği bir mahsuldü.
Ve diğer milletlerin milli cereyanlan tetkik edilirse, mesela Ruslann, Almanların,
Macarlann, Lehlilerin ... bizimkinin hiç bunlardan başka bir şey olmadığı derhal
anlaşılır. A canım, bu gayet basit mesele. . . Diğer sahalar. Tabii mevzuumuzdan
hariç, çünkü milli cereyan yalnız lisan ve edebiyatta değil, hayatın bütün anasırı
hakkında muayyen fikirlere ve kanaatlere malik olan, yahut olmak isteyen bir
sentezdir. Lisan ve edebiyattaki temayüllerimize gelince, bütün milliyetçiler gibi
hiz de halkçıyız, yani halkın lisanını, halkın veznini alarak bu milletin ruhunu
terennüm etmek, bunun felaketlerine ağlamak, bunun sevinçlerine mahrem
olmak istiyoruz . . ,
bizim yapmak istediğimiz şey bir romantizm hareketidir. Fakat tabii Alman
romantizmi gibi köklerini milli maziden, halktan alan ve taklide, yabancı
zevklere isyan eden, şahsiyeti arayan bir hareket ....
diyen Fuad, Ziya Gökalp'ın nazariyelerini müdafaa eden genç bir yoldaştır. Bu
mürşide fikir ve içtihat birliğine başladıktan sonra Darülfünıln'a yine onunla
girmiş, bugün bu gayeye erişmek için çalışmaktadır.
Fundalıklarda serçeler
Aşk türküleri heceler;
[s. 26] Issız, ışıklı geceler
Çal kavalı, çoban kızı!
203Mehmet Fuat Köprülü, 28 Haziran 1966'da İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Edebiyat-Edebiyat Tarihi: Haylit-ı Fikriye ( 1 909), Yeni Osmanlı Tlirih-i Edebiylitı
(Şahabeddin Süleyman'la 1 9 1 6) Tevfik Fikret ve Ahlakı ( 1 9 1 8), Nasredd:in Hoca ( 1 9 1 8), Bugünkü Edebiyat
(1 924), Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler ( 1926), Milli Edebiyat Cerl!Jianınm İllc Mübeşşir/eri ve Divdn-ı Türkf-i
Basit (1 928), XV/l Asır Saz Şairlerinden Gevheri (1 929), XIX Asır Saz Şairlerinden Erzurumlu Emrah (
1929), XVl Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri ( 1 930), XV/l Asır Saz Şairlerinden Kayıkçı kul Mustafa ve
Genç Osman Hikdyesi ( 1 930), Eski, Şairlerimiz (Divan edebiyatı antolojisi 1 932), Türk Dili ve edebiyatı
hakkında Arll§tırmalar ( 1 934), Anadolu'da Türk Dili ve Edebiyatının Teklimülilne Bir Bakış ( 1 934), Türk Hallc
Edebiyatı Ansiklopedisi: Ortaçağ ve Yeniçağ Türklerinin Halk Kültürü Üzerine Coğrefya, Etnoğrefya, Etnouyi,
Tarih ve Edebiyat Lügati (1 935), Ali şir Nevfil (1941), Edebiyat Arll§tırmalan (1966), Türk Saz Şairleri ll:
XVI.-XV/11. Asırlar ( 1 940), Türk Saz Şairleri Ill· X/X -XX. Asırlar ( 1941).
Tarih-Kültür Tarihi: Türldye Tarihi l· Merışelerden Anadolu İstildsına Kadar Türkler ( 1923), Türk
Tlirih-i Dinisi (1 925), Samanoğullan ( 1 93 1?), Ortazaman Türk Hukuki, Müesseseleri ( 1 937), Les Origines de
l'Empire Otoman ( 1 935- Türkçe basım: Osmanlı Devletinin Kuruluşu 1 959), İsbim Medeniyeti Tarihi ryıJ.
Barthold'un Kultura Musulmanstoa adlı eserinin çevirisinin notlar ve açıklamalarla yayımlanması -
Hayatı
Aile cihetiyle Manisalı olan Yakup Kadri maskat-ı re'si itibarıyla
Kahire'lidir. 1 305 [1 889] senesinde Kahire'de doğmuştur. Çocukluğunu Kahire
ve Mısır'da geçirmiştir. Bu hayatın gerek fikri, gerek hassasiyeti, gerek görüşü
üzerinde derin izleri olmuştur. Şark'ın renk ve ziya, efsane ve hülya menbaı olan
Mısır'ın Yakup Kadri' de görülen mystique ruh üzerinde tesiri olmadığı iddia
edilemez.
Henüz mektebe devam edecek bir çağa gelmeden, yedi yaşlarında iken,
ailesiyle beraber Manisa'ya gitmişti. Pederi Manisa eşrafından Karaosmanzade
denmekle maruf aileden Abdülkadir Bey'dir.
Yakup vatan-ı hakikisi olan vatanına, Yusuf-ı hayaline kavuştuktan sonra
gözleri açılmış, mektebe devama başlamıştı. İptidai tahsilini Manisa'da bitirmiş,
İzmir İdadisi 'ne devama başlamıştı. O zamanlar Yakup on dört yaşlarında idi.
Şiire, edebiyata, sanata büyük bir heves ve meftuniyet besliyordu. Mektepte de
boş vakitlerini mütalaaya tahsis ve hasrediyordu. O zaman aynı idadide okuyan
Şahabeddin Süleyman ile de arkadaş idiler. Tabiatında mevcut olan istidadı
daha küçük iken aile muhitinde terbiye ve tenmiye edecek vesile ve fırsatlardan
çok istifade etmişti. Bir kere pederinin zengin ve kıymetli kütüphanesinden
istediği kitapları alıp okumak suretiyle fikrini ve müktesebatını arttırır, diğer
taraftan da ekser akşamlar validesinin yüksek sesle okuduğu hikayeleri dinlemek
suretiyle dimağını teçhiz ve terbiye ederdi. [s. 30] Bu sıcak ve samimi aile
muhitinde neşeli, feyizli ve saf bir terbiye ile tekamül eylerdi.
Bütün yeni yetişen ve muhayyileleri müteheyyiç ve mütehassis olan gençler
gibi Yakup da ilk zamanlar cinai romanları, vakalı, entrikalı, cinayetli, facialı,
kanlı hikayeleri sevmiş, onları okumuş Ahmed Midhat'ın mütercem ve müellef
eserlerinden başlamış, yavaş yavaş Naci, Ekrem, Hamid gibi şair ve edipleri
derece derece yükselerek okumuştur.
Yakup Kadri ailesinin tekrar Mısır'a avdeti üzerine idadi tahsilini ikmale
muvaffak olamadan Mısır'a dönmüştü. Fakat bu dönüş genç Yakup'un hassas
dimağını merak ve müşahedelerle terbiye edecek en canlı bir ders, en tabii bir
mektep olmuştu. Yakup uzun, uzak, karanlık fakat macera ve sergüzeşt dolu,
esrar ve temasil serpili muhteşem ve nazar-pira bir muhit-i rengareng içinde
mazi, hali yaşamış; canlı tarihi gözlerinin önünde görmüş, YU.suf u Z,ülryha
menkıbesini, Antuan ve Ckopatra sahnesini yaşar bir halde seyretmiş Nil-i
mübareğin sazları arasından çıkarılan Musa'yı Firavun'un zevcesi ve maiyeti
908 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
süllık etmiş ve o tarikatın bazı hususiyet ve ketumiyetlerini ifşa edecek bir eda ile
Nur Baba'yı yazmıştır.
Nur Baba'nın intişan İstanbul'da mühim bir hadise-i kalemiye ve fikriye
teşkil eder. Bektaşilik fileminde derin bir çalkantı, kara bir hoşnutsuzluk peyda
etmiş, hatta gazetede tefrika edilmekte iken bir müddet hükümet tarafından
menedilmiştir. Mamafih bilahare ufak tefek tadilat ile kitap suretinde tab'ına
müsaade olunmuştur.
Tab'ından bir müddet sonra da aynı mevzu "Boğaziçi Esran" namıyla
sinemaya alınmıştır.
Yakup'un tahlilleri (ana!Jses) gibi tasvirleri (description portrait) de canlıdır.
Hususiyle Nur Baba'da tiplerin (!Ype) mühim bir kısmı hakikidir.
Yakup muhtelif mevzular üzerine makaleler yazmıştır, kanaat-i fikriye
itibanyla da bazı safhalardan geçmiştir. Bugün milli cereyan taraftan olanlar
arasında bulunmaktadır.
[s. 33] Lisanına bir numune olmak üzere üç yüz yirmi sekiz senesinde Rübab
mecmuasına yazmış olduğu "Netayic" adlı makalesini gözden geçirelim:
"Yeni . . . - Satıyorlar. Kaça? Nasıl? Bilmiyorum, fakat satıyorlar. İki
senedir gazetelerde ilanlannı görmediniz mi? "Yeni lisan", "yeni fikir", "yeni
hayat" .
Ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler; eğer yeni köprülerin, yeni evlerin, yeni
bayramlık elbiselerin vakit-be-vakit size temin ettiği zevki, saadeti dudaklannıza
verdiği hande-i neşatı daha ziyade genişletmek isterseniz, - şüphesiz ki istersiniz
- gidiniz, koşunuz; satıyorlar: Selanik'te "yeni fikir", "yeni hayat", "yeni
lisan" . . .
Başınıza ipek püsküllü, kalıplı, yepyeni fesinizi giyince nasıl memnun
olursanız, "yeni fikir'', size bu memnuniyetin daha büyüğünü, daha manevisini
verecektir. Mahir ve meşhur terziler elinden yeni çıkmış elbisenizi giyip de
sokakta şöyle bir salına salına dolaştığınız zaman nasıl herkesin parmağının
ucuyla sizi birbirine gösterdiğini hissederek koltuklannız kabanrsa, o zaman da
her köşe başında göreceksiniz ki birçok benan-ı takdir ve hayret size doğru
uzanıyor, herkes: "Yeni fikirli, yeni hayatlı, yeni lisanlı!" zat fısıltılanyla sizi
yekdiğerine gösteriyor.
Düşününüz bu ne büyük bir saadettir! Hem, siz hiç son tarz-ı mimariye
mutabık yapılmış evler gördünüz mü ki tepesinde bir fırıldağı olmasın! Kabil
değil; efendiler. Her "Art Nouveau" evin tepesinde muhakkak bir fırıldak
lazımdır. Biz ki bu evlerin muasınyız, biz de "Art Nouveau"yıız. Bu zaman-ı
terakki ve teceddüttür; bu "yirminci asır!" dır, Art Nouveau asrıdır. Nasıl olur da
bizim tepelerimiz de fırıldaktan mahrum kalır! Gidiniz, gidiniz. Çabuk "yeni
fikir"den iştira ediniz. Çünkü Selanik'te satılan yeni fikir, en sivri tepelerde bile
muhkem durur ve istediğiniz kadar, istediğiniz tarafa fınl fırıl döner.
910 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
[s. 34] Yalnız bir şey var. Ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler, yalnız bir şey
var ki tatbiki sizin için biraz güç olacak; "yeni fıkr"i kalıplı bir fes gibi başa
giymek kolay, "yeni hayat"ı alafranga bir elbise gibi sırta almak kolay, fakat
"yeni lisan" . . . "Yeni lisan" sizin için muhakkak kullanması pek güç bir ziynet
olacaktır.
Dilinizi irsi; kisbi bütün itiyatlarından tecrit edeceksiniz, yeni lehçeniz
olacak. Mesela "millet" kelimesi bilmem nasıl bir istihale ile "budun"a inkılap
edecek; "yaşasın millet!" diyemeyeceksiniz, "yaşasın budun" diyeceksiniz.
Boğazınız uzun bir müddet, uygur, turgur, gurgur ilh. misillu kelimelerin
dikenleriyle yırtılacak. Filvaki onlar size diyecekler ki her gülün bir dikeni vardır.
Fakat aldanmayınız efendiler. Bu gül değil. Bu kamilen dikendir. İş bu kadarla
kalsa iyi; fakat icabında dilinizi tersine çevireceksiniz. Nazar-ı dikkat yerine
dikkat gözü, nefha-i ümid yerine ümit üfürüğü, sadr-ı 'azam yerine azam sadr
ilh. demeye mecbur olacaksınız. Ve daha sonra fart-ı gayretle muhakkak hiç
olmazsa bir kere "İntikam Şiirleri"ni okumak zahmetine katlanacaksınız. Bütün
bu müşkülatı iktiham ettikten sonra korkmayınız; artık meydan, yeni hayat
meydanı sizindir.
Şaka bir taraf. Fakat bütün bunlar doğru mu acaba? Hakikaten etrafımızda
öyleleri var mı ki kendilerinde lisanları bir kundura gibi eksilip atacak ve yeni
lisanlar icat ve ihtira edecek kadar garabet ve cesaret bulsun. Var mıdır
etrafımızda öyle dalgınlar ki lisanlarıyla kunduralarını bir tutsunlar ve ilm-İ
elsincyi eskicilik denilen zanaatla karıştırsınlar. Eğer bu gibi kimseler cidden
mevcut ise ve eğer bu gibi kimselerin sesi herkes tarafından işitilecek kadar
yükseliyorsa emin olalım ki bir tehlike-i ictimaiye önündeyiz. Lisanımızın
hususiyetleri gidiyor, yani ruhumuzun hususiyetlerini kaybediyoruz. Efendiler,
gülmeyiniz. Göreceksiniz ki bir gün halk bu yeniliği ediverecektir. Zira halk
denilen kuwe-i mechüle her zaman, her yerde hamakatin aşığı, hamakatin [s.
35] müdafii, hamakat denilen çirkin ve canavar başlı nev-zadın murziasıdır. O
bilmez ki bir milletin lisanı demek ruhu demektir. Her kelimenin a'mılk-ı
mevcüdiyetimizde na-kabil-i istisfil kökleri vardır ve lisanların aldığı tarz ve eşkfili
bizim hfilet-i hissiye ve fikriyemizin çizdiği hutüt-ı tabiiye ve esasiyeye tabi ve
mutabıktır. Lisanımızın tebeddülü için lazım değil mi ki biz değişelim. Senelerin,
asırların bizde hasıl ettiği tarz-ı tahassüs ve tefekkür değişsin. Biz Osmanlıyız ve
bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki biz Çağatay olalım ve Çağatayca söyleyelim.
Hayır, bu kabil olmayacaktır. Hayır. . . Zavallı yenilik, zavallı bayramlık
elbiselere benzeyen garip yenilik . . .
Edebiyatçılık . . . - Bu kelimenin mucidi ben değilim. Kimdir bilmiyorum.
Belki bu icadın şerefi de yeni lisancılara aittir. Çünkü "ci" onların tarz-ı
beyanına has yeni bir garibe-i şivedir. Tekamülcü, ispatçı, inkarcı, içtimaiyatçı
misillü . . . Mamafih bir kelimenin mahiyetini terzil ve tezlil için bu "ci" bana
gayet elzem bir edat gibi görünüyor. Nitekim şimdi mevzü-ı bahs olacak
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 91 1
20� Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1 3 Aralık 1974,'te Ankara'da vefat rtmiştir. Resimli Kitab,
Türk Yurdu, sonraki yıllarda Kadro gibi dergilerde ve Cumhuriyet ( 1 923-25), Hôkimiyet-i Mill!Ye ( 1 923-
25), Millryet (1926- 1929) gibi gazetelerde yazmıştır. Ulus gazetesi başyazarlığı da yapmıştır. Yakup
Kadri'nin burada yer almayan diğer eserleri ise şunlardır:
Hikayeleri: Rahmet ( 1923), Milli Savaş HiM.yeleri ( 1947).
Romanları: Kıra/ık Konak ( 1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), raban (1 932),
Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panoroma (il C. 1 953-54), Hep O Şarkı (1956).
Mensur şiirleri: Erenlerin Bağırulan (1922), Okun Ucundan (1 940), Alp Dağlanndan ve Miss
Cha!ftin'in Albümünden ( 1 942).
Hatıraları: :(,oralıi Diplomat (1955), Anamın llıtabı (1957), Vauın rotunda (1958), Politkada 45 rzı
(1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıra/an (1 969).
Monografileri: Ahmed Haşim (1934), Atatürk (1946).
Oyunları: .Ninıana (Resimli llıtah, s.9, 1909), Veda (Resimli llıtab, s. 1 1 , 1909), Sağanak (Elle yazılı
orijinal nüsha İstanbul Şehir Tiyatrosu Ktp.), Mağara (Varlık, s. 1 2- 1 7, 1934).
Yazar ve eserleri hakkında dikkate değer çalışmalar için bkz. Niyazi Akı, rakup Kadri
Karaosmanoğlu -insan, Eser, Fıkir, Üsblp-, İstanbul 200 1 ; Doğumunun 100. Yıluıda Yakup Kıuiri
Karaosmanoğlu, M.0. Yay., İstanbul 1989.
_ _ ._,;:ı. _•,..:,._:.
Hayatı
Refik Halid 1 304 senesi Mart'ında [Mart 1 888] İstanbul'da doğmuştur.
Pederi Maliye Nezareti Veznedarı Hfilid Bey de aslen İstanbulludur. Refik
bütün çocukluğunu İstanbul'da geçirmiş bir İstanbul çocuğudur. İlk tahsilini
evde gören, mürebbiyelerle büyüyen Refik, Galatasaray Sulrani'sine devam ile
tahsilini ilerletmeye başlamış, mektep hayatıyla pek de istinas edemeyen ruhu
serazat bir hayat geçirmeye ve bilhassa fıtratındaki isti'dad-ı edebi hayat
mektebinde canlı ve heyecanlı bir surette okumak meyelamnda idi. Mektebin
dört duvarı onun ruhunu sıkıyordu. Esasen en ziyade ehemmiyet verdiği dersler
yazı dersleri idi. Mektepte daima zihniyet (conception) ve hayal itibarıyla kendisine
yaklaşan bir zümre ile bulunmuş, teneffüs zamanlarını dahi oyunla değil
okumak, konuşmak, münakaşa etmekle geçirmiştir.
Nihayet mektebi bitirmeden terk etmiş, tabiat mektebinin kucağına
atılmıştır. Kendisi de "Ben fitraten muharririm, yazı yazanın ve yazının ilmi
kısımlan hakkında hiçbir malumat sahibi değilim, ben alaylı muharririm, hani
bir vakit alaylı zabitler vardı, işte onlar gibi . . . " diyor.
Refik Halid, Sultani'den çekildikten sonra babasının ser-veznedarı
bulunduğu Maliye Nezareti'ne memuren devama başlamış, bir taraftan da
imtihan vererek Mekteb-i Hukuk'a girmişti. Fakat fıtratı yine kendisini bu
kuyudattan sıyırmış mektebi de, memuriyeti de bırakarak Anadolu'ya seyahate
çıkmıştı.
İşte Refik'in en büyük, en kuvvetli, en canlı ve en tabii mektebi Anadolu
olmuştur. Refik bütün feyz-i tahririni, kudret-i edebisini gezip [s. 39] dolaştığı o
yeşil Bursa'nın nazar-nüvaz güzelliklerinden, Ankara'nın, İzmir'in, Tire ve
Manisa'nın dağlarından, bağlarından toplamış, bir nesice-i san'at yapmıştır.
Refik yalnız Anadolu seyahatiyle kalmamış, bu saf fakat iptidai ülkelerde
keşfedip çıkardığı samimi (si.ncere), tabii (nature� bedialara Avrupa'nın sınai ve
bedii (esthetique) nefıselerinden de numuneler katmak arzusuyla bir küçük seyahat
de Avrupa'ya yapmıştı. Bu kısacık seyahatin de Refik'in hfilet-i zihniyesi
üzerinde uzun, derin tesirleri olmuştur.
İstanbul'a avdetinde yakın ehibbasından olan Ahmed İhsan Bey'le
görüşerek gazeteciliğe dair malumatını arttırmak maksadıyla Servet-i Fünun'a
devama başladı. Refik gazeteciliği mürettipliğinden muharrirliğine kadar derece
derece tecrübe ederek, tatbikat yaparak öğreniyordu, bundan büyük bir zevk
alıyordu.
916 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
fakir, böyle hüzünlü bir saatte yorgun argın gelir kapılan vururdu. O zaman
muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası . ise ona haber gönderir; kendisi
de ocağında, yaz kış sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına
yolcuyu yerleştirirdi. Köy dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların
getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.
Hasta sakinleşmişti. "Göğüs, diyordu. Böyle ikide bir tutar." Köylülerden
biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların [s. 45) alevi vurmuş, içindeki
bir sabun köpüğü gibi rengarenk kabarıyordu. İndirdiler; ihtiyara bir tas
verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık
tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir "Elhamdülillah"
diyordu. Köylüler, ta karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak
sabırsızca bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen
gözleri küçülmüş bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı. Hıçkırık
kesilmiyor, bilakis sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle "Gelin,
yaklaşın" diye işaretler etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafım aldılar.
Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda
duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu.
Hüsmen'in ikide bir de "Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız" dediğini
duyuyorlardı. Birden, alelacele ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz
kaldılar.
Hüsmen "Hakk'a kavuştu." diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri
çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarıda bir inek
uzun uzun böğürüyordu.
Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinden dizili sekiz
altınla altındaki boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu. Mezarlıktan dönen köylüler
ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri yerine nasıl
getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın altında yerleşip söyleşiyorlardı. Nihayet,
bir defa kazaya varıp hakimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen
merkebi yanına alıp yola çıkacaktı.
Hayvan bir ehemmiyet kesbetmişti; önüne bol yem dökülüyor mısır saplan
yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar, "Boz eşek suya götürüldü mü?" diye
birbirlerinden soruyorlardı.
Bir sabah, Hüsmen Hoca'yı alacakaranlıkta hep birden değirmenin [s. 46]
önüne kadar götürdüler. Selametlediler. Boz eşek, hocanın merkebine bağlı,
kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir
güneş palanının soğuk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç
başaklarıyla arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında
görünmez olunca kurak düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene,
hatta iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk,
devam edip gidiyordu.
920 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz açılıyor. Tepesine yaklaştıkça
serin bir rüzgarla beraber latif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi
parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil sulak ve feyizli,
göze gülüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz, düz bir şose kıvrıla kıvrıla
dönerek dağlara tırmanıyordu.
Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.
Mini mini kasabanın balkonlu kuleli gazinoya benzeyen kocaman bir konağı
vardı. Lakin ikmal edilememişti. Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış,
kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasız, tahta örtülerle
bekleniyordu. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde amelenin çalıştığı
zamandan kalma bir sundurma, elan öyle, haliyle duruyordu. Bina çoktan
haraplaşmıştı.
Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca, ta
baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutarak
anlatıyordu. Hikayesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki lakaydane uzaklaşmış,
derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nargilesini
höpürdeten sarıklıya "Ne o, hacı efendi, sabah keyfi mi?" diye sesleniyordu.
[s. 47] Kadının izinle lstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da
kaymakama işini anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını
meydanda bırakan yırtık çoraplı ayaklarıyla çekine çekine, elleri karnında
yürüdü, hikayeye başladı.
Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı,
dişsiz, hım hım bir adamdı. İşin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden
"Çağınn çavuşu!" diye seslendi.
Beş gündür, Hüsmen Hoca önüne gelen adama derdini anlatarak,
kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini
bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı: "Gitsin de iki hafta sonra gelir, işi
kadıya bırakalım!" dedi kandırdı. Zaten buranın kadısı namlıydı, Kabak Kadı
derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah
giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur
olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki halk bayılırdı.
Aynı yollardan, aynı halde boz merkebi terkiye bağlı döndüler. Hüsmen
Hoca'nın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın
pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu
"Mübarek yere bağlı bakmak borcumuz" diye çok görmediler. Hüsmen de
yorgunluğundan şikayet getirmiyor, Hak uğruna çalışmak ona yol mihnetlerini
unutturuyordu.
Lakin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeye mecbur oldu,
kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu hocaya çıkışmış, "Hödük herif, acelen
ne!" demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılma
yacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 921
Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle merkep arkada oldu. Uzaktan keskin
gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş köye yaymıştı. Halk şimdi, şaşırmış,
merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden, ferahlı bir [s. 48] sacla ile: "Ne ettik
be, şahit götürecektik" diye bir hamlede meseleyi anlattı. Sahi, nasıl
düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yapacaktı
ya: Haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi . . .
Boz eşek, ara sıra yaptığı yüksüz seyahatlere mukabil, önüne dökülen bol
yemden yiye yiye semiriyor, suya götürürlerken kancıkların üzerine koşuyor,
hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.
Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selametlenirken yeni
doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozlan parlatıyor, yaldızlı bir bulut
içinde yokuşa tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere
kalkıyor gibi görünüyordu.
Boz eşek bir daha dönmedi, köy halkı, yapılan hüccetlere, basılan
mühürlere bakarak merkebin in'amlar, ikramlar göre göre yavaş yavaş, yüksüz
ve eziyetsiz ta Hicaz'a kadar gideceğine, orada zemzem taşıyacağına kanidirler.
Hatta Hüsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadife kaplı görmüş,
büsbütün inanmıştı. Zaten hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit bir sevinçle
sık sık merkebin lafını ediyorlar, kancıklara pertav ettiğini unutmuş görünerek
ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını
anlatıyorlar, birbirlerini kandınyorlardı.
Lakin vaka yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Hüsmen Hoca
aptallaşmış gibi dönmüştü; pazaryerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir
"Savulun değmesin!" nidası duyulmuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı altında
boz merkep, arkasında mahud turuncu maşlah, iri gövdesini saran bir süratle
etrafa selamlar dağıtarak geçip gitmişti."
Refik Halid Anadolu'nun sinesinden kopanp getirdiği bu sanihalarla
sanatkarlığını bihakkın ispat etmiş bir ediptir. Tabiatı bütün mudhikeleri, bütün
faciaları, bütün saffet ve mağşuşiyetiyle, bütün sağlamlığı ve bütün çürüklüğüyle
onun kadar tamam gösteren hiçbir muharririmiz yoktur. Böyle olmakla beraber
Refik diğer [s. 49] arkadaşları gibi gurur ve eneiyle bağırmıyor:
"Yeniler hayat-ı edebiyelerinin daha başlangıcında olduklarından dolayı
henüz meydana eser koyamadıkları fikrini kabul etmiyorum. Eser meydana
koymak için hayatın bidayeti, nihayeti olur mu? Ya korsun, ya koymazsın.
Koyacaksan başında da korsun, koyamazsan sonunda da bunun muayyen bir
kaidesi yoktur, hiç kat'iyen. . . Edebiyat-ı Cedide'ye nispetle bizim eserlerimiz
devede kulak kabilindendir. Kendimi ne kadar zorlasam gözümün önüne acemi
yazılardan, daha ne şekil alacakları belli olmayan kabataslak eserlerden başka bir
şey gelmiyor. . .
"
diyor.
922 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Ve nihayet:
"Ben bu tarzdaki edebiy:lt-ı atika ve cedide münakaşalarını anlamıyorum,
gençler bugün hakikaten mealsiz. . . Bu kavgalara girişemez. Yalnız bizim bir
lisanımız var ki yarının lisanı olacak. Biz doğru yolu bulduk. Bizden evvel
gelenler bazen orta oyunu, bazen karnaval şekilleriyle edebiyatımızda
çırpındılar. Sağa sola başvurdular. Fakat bizim bulduğumuzu, bu temiz lisanı
bulamadılar. Bugün eğer bir Hfilid Ziya'da Ömer Seyfettin'in lisanı, Cenab'da
Yakup'un şivesi olsaydı edebiyat için büyük bir saadet olurdu . . . "
:ıo& Refik Halid Karay 18 Temmuz 1 965 te İstanbul'da vefat etmiştir. Tercümd1ı-ı Hakikat,
'
Vakit, Tasıir-i Ejlrı1r, Zmnan, Alnndar, Ptyıim-ı Sabah gazetı>lerinde de yazılar yazmış, Doğru_yol ve Vahdet
gazetelerinin isr yönetimini üstlenmiştir. Rtfik liôlit!iıı burada adı geçmeyen diğer escrlı-ri ise
şunlardır:
Hikaye: GurlNt Hifr4yeleri ( 1 940).
Roınanlan: Yt.titlin Kızı ( 1 939), Çete ( 1 939), Sü��n ( 1 941 ) , Anahtar ( 194 7), Bu Bi:ôm Hl!Jafunız
(1950), Nilgün (III C. Türle Prensesi XıJ&ün, Mapa ,\,felikesi Nılgün, Nılgün'ün Sonu 1950-52), leraltmda
Dünya Viır ( 1 953) , Dişi Örümcek (1 953), Bugünün Sarl!Jlısı ( 1954), 2000 Yılının Sevgi1isi (1954), iki Cisimli
Kadın ( 1 955 ), Kadınlar Te/rbsi ( 1956), Karlı Dağdaki Ateş ( 1 956), Dört l'aprakh Yonca ( 195 7), Sonuncu Kadeh
( 1 965), foini Seven Fidan ( 1977), Ekmek Elden Su Gölden ( 1980), Ayın On Dördü ( 1980), Yüzen Ballfe
( 1 98 1).
Mizah ve hiciv: Sakın Aldanma, inanma, Kanma ( 1 9 1 5), Ago Paşa'nın Hatıratı (1918), ·1Y Peşinde
( 1 922), Guguklu Saat ( 1 925), Tanıdıklanm (1922).
Fıkralan: Bir Avuç Saçma ( 1939), Bir içim Su (193 1), ilk Adım ( 1 94 1 ), Üç .Nesil Üç Hl!)lat ( 1 943),
Hayatı
Falih Rıfkı 1 3 1 ı [1 894] rarih-i hicrisinde İstanbul'da doğmuş, çocukluğunu
İstanbul'da geçirmiştir. İptidai tahsilini diğer çocuklar gibi o da mahalle
mekteplerinde tamamladıktan sonra Mercan İdadisi'ne girerek tahsil-i talisini de
orada ikmal etmiştir. Bir müddet Darülfıinı1n'a da devamı vardır. Zekası ve sa'yi
sayesinde muhitinin fevkine yükselen bu genç, mektebi bitirdikten sonra
yazmaya başladığı ufak tefek yazılarla nazar-ı dikkati celp edecek bir sadelik ve
samimilik göstermeye başlamıştı. Asıl edebi hayatı &rvet-i Fünun'a yazdığı bir
şiirle bed' eder.
Asli istidadını işlettiği ve kalemine geniş bir cevelan bulduğu saha Tanin'e
devamından sonradır. Tanin'de yazmaya başladığı nesirlerle bir mevki-i mahsus
tutmaya ve üslubundaki vecazet ve sadegi ile takdiri celbetmiştir.
Falih Rıfkı Tanin'den aldığı bu feyzi unutmamış, oradan çekildikten sonra
ara sıra yine hikayeler yazmış, hin-i hacette de Tanin'i müdafaa etıniştir. Harb-i
Umı1mi'de ihtiyat zabitliği ile askere dahil olmuş, Suriye'de Cemal Paşa'nın
maiyetinde çalışmıştır.
Bu askerlik devresinin de kendi tefeyyüzüne çok faydası olmuştur. Askerden
terhis olunduktan sonra bazı arkadaşlarıyla birleşerek Akşam gazetesini tesis
etmişler ve orada çalışmaya başlamışlardır. Vaktiyle Şehbal mecmuası gibi bazı
edebi risalelere yazdığı gibi bilahare Darülfünun muallim ve müdavimlerinin
çıkardıkları Dergah mecmuasına makaleleriyle iştirak etmiştir.
[s. 5 1] Ziya Gökalp'ın açtığı milli cereyana iştirak eden ve onunla beraber
çalışanlardandır. Elyevm Akşam gazetesindedir.
Bir zamanlar Peydm-ı Sabah ve Tasvir-i Ejkdr gazeteleriyle mücadele-i kalemi
yeye girişmiş, iki taraf karşılıklı münakaşatı matbuat aleminde vücudu pek de
arzu edilmeyecek bir şekle sokmuşlardı.
Bir zamanlar da siyaseten nokta-i nazarları birleşmeyen arkadaşlarıyla,
Refik Halid'le de gazete sütunlarında kuvvetli münakaşalarda bulundu. Hayat
ları daima beraber geçtiği ve pek seviştikleri halde bu siyasi ayrılık matbuatta bu
iki arkadaşı çarpışmaktan men edemedi.
926 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
İhtizar-ı Müehbed
Çılgın bir ihtiyaç ile birçok zaman sana
Vakf eyledim ümidimi; birçok fısıldadın
Mecnun bir iştiyak ile yorgun hayauma
Eş'ar-ı fikr-i hissini yüksek kadınlığın . . .
Suikast müthişti, halaskar fikir her taraftan muhazara edilmiş, bin türlü
entrika ile boğulmak değilse bile, memleketten kim bilir kaç sent' için
nefyedilmek üzere idi.
İşte o zaman Anadolu mücahedesi milli vatan ve milli istiklal mücahedesi
olarak doğdu ve Sakarya Zaferi "milli cereyan"ın zaferidir. Türk milletinin
mübeşşirleri Anadolu'da neşrolunan beyannameleri, söylenen nutukları ve
gazete yazıları nı şüphesiz büyük bir ibretle okuyorlar. Boğulmak istenen bu cesur
[s. 56] ve halaskar fikir, Sakarya Zaferi'yle rüştünü ispat etti ve Türk ordusu o
Türk nehrinin kıyılarında istila sürülerini nasıl mağlup etti ise, milli cereyan da
köhne irtica fikirlerini hezimete uğrattı. On sene evvel doğan çocuk, akıllara
hayret verici bir hamle ve bir şevkle tehlikeler üstünden yürümüş, ateşler
arasından geçmiş, demir maniaları iktiham etmiş ve artık muzaffer olmuştur.
Sakarya muzafferiyetini, ben en ziyade halaskar fikrin bir zaferi gibi
selamlıyordum, zira Sakarya, Türk milletinin istikbali için zaruri inkılabın husul
bulduğu noktadır. On sene evvel hayal zannolunan zaruretler ve söylenirken
ağızda, yazılırken sayfada gülünç olan fikirler Sakarya Zaferi'nden sonra artık
musaddak bir mahiyet aldılar. İhtiyar emperyalizmin fırlattığı ok, genç milletin
ancak başına değdi ve beynini dağıtacak yerde, hafif bir sarsınışla uyandırdı.
Milli fikir muzaffer olacaktı, fakat ne zaman? Bu sual iki sene ewel en
imanlı kimselerin bile yüreğini demir bir kıskaçla kısıyordu. Sakarya Zaferi207 bu
207 Türkler bütün mevcudiyetlerine karşı imhillr bir niyet besleyen kanlı Avrupa
emperyalizminin bu kuduz salgınlarına ancak kırmızı Rusya'mn maddi ve manevi yardımıyla karşı
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 929
koymuş, bütün cihanın kendinden el çektiği, felaketiyle eğlendiği sıralarda şı1rfilar Rusya'sının
uzattığı kardeş eli şükranla sıkarak bir müşterek düşmana olanca savletiyle saldırmış ve
mevcudiyetini kurtarmıştı. Türkler tabii bu kıymettar dakikayı kalplerinden çıkarmayacaklardı.
208 Falih Rıfkı Atay, 20 Mart 197 1 'de İstanbul' da vefat etıniştir. Diğer eserleri şunlardır:
Anı : Ateş ve Güneş (1918), .<:,gıtindağı (1932), 19 Mayıs ( 1944), Atatürk'ün Bana Anlattık/an (1955),
Mustefa Kemal'in Mütareke Defini (1955), Çankaya (il cilt-1961), Batış Yıllan ( 1963), AtatürkNe İdi ( 1968)
Gezi: Faşist Roma, Kemalist Tiran, Koybobnuş Makedonya ( 1 93 1), Deniz Aşın (193 1), Yeni Rusya
( 1 9 3 1 ) Moskova- Roma (1932) Bizim Akdeniz ( 1934), Trıymis Kryılan ( 1934), Tuna Kıyılan ( 1938), Hind
(1 944), Yolcu Defini ( 1946), Gezerek Gördüklerim ( 1970).
Fıkra- Makale- Sohbet ve İnceleme: Eski Saat (1933), Nıçin Kurtubnamak (1953), Çile
( 1 955), İnanç ( 1 965 ), Kurtuluş ( 1 966), Pazar Konuşma/an ( 1966), �ak ( 1970).
İnceleme: Ba;veren İnkılıipçı (Ali Suavi üzerine, 1954), Atatürkçülük Nedir? ( 1966).
Diğer: Roman (roman-röportaj, 1 932), Londra Konferansı Mektuplan ( 1933), Türk Kanadı (1941),
Kanat Vuruşu ( 1 845), Babamız Atatürk (Biyografi, 1955). (Haz. notu)
Ahmed Haşim
AHMED HAŞİM
Hayatı
Ahmed Haşim aslen Diyarbekirlidir. 209 Diyarbekir değerli şairler yetiştiren
feyyaz bir ülke olmuştur. Üstat Ali Emin Efendi Diyarbekir şairleri hakkında
Tezkire-i Şuara-yı Amid unvanıyla kıymetli bir eser meydana getirmişlerdir. Bu eser
Diyarbekir'in ne feyyaz bir şiir ve edep menbaı olduğunu göstermeye kafidir.
Tuttuğu ilk yol tamamıyla Edebiyat-ı Cedide yolu idi. Bilhassa mektepte
son zamanlar edebiyat muallimliğinde bulunan Ahmed Hikmet'in şakirdi
olmuştu.
Haşim tumturaklı ifadeyi, kendi vatandaşı olan Süleyman Nazif ve Faik Ati
gibi üçüzlü terkipleri, yeni kelimeleri çok seven bir şairdir.
209 1887 (1 304) yılında dünyaya gelen Ahmed H<4im, Diyarbakır'da değil, Bağdat'ta
doğmuştur. (Haz. notu)
2ıo Emile Verhaeren 1855 tarihinde Anvers civarında doğmuş; Lamartine'i, Hugo'yu,
Chateaubriand'ı çok sevmiş. Lirizm ve Romantizm ile başlamış birçok risalelere iştirak etmiş ve
nihayet empresyonistleri müdafaaya geçerek çalışmış çok velut ve çok genç iken şiire başlamış bir
934 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Fransız şairidir. Kendisini bütün yazılarında serbest addetmiş, ısulahlannı, tabirlerini intihapta
ilhamını ve ifadesini hiçbir kayıt ile mukayyet görmemiştir.
Kara Meş'af.el.er ( Les Flambeaux Noire), Yolun Kıyısında (Au bord de /,a Route) unvanlı ve daha birçok
manzum ve mensur eserleri vardır. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 935
Onun için her eser-i edebi bir "eser" paye ve haysiyetine yükselebilmek için
sahibinin umumi lisandan hiç kimseninkine benzemez ve kendi deruni ahenk ve
hassasiyetine göre biçilmiş bir lisan istihracına muvaffak olmasıyla yani bir üslup
sahibi olmasıyla mümkündür. Böyle bir lisanı siyyanen herkes niçin anlayabilsin?
Şiirde üslubun teşekkülüne amil olan esasatın hiçbirisi için "vuzuh" bir
hedef ve bir maksat değildir. Zira edebi üslup, deruni bir ses, deruni bir edadır.
"Üslup" veya "sanat"ların intihabı, tenevvüü ve nedreti veyahut cümle
aksamının hususi bir nizama göre tertip ve terkibiyle vücut bulur. Üslubun
merkez-i mihanikiyeti "kelime" değil cümledir. Onun için sanatların hiss-i
intihabı "yeni" değil, fakat ancak "renkli" bir üslup vücuda getirmeye kifayet
edebildiği için bu vasıta ile elde edilecek bir üslub-i bid'ati erişilmesi nispeten
kolay ve binaenaleyh dun bir üslupçuluk kademesi teşkil eder. Nice muharrirler
vardır ki; lisanları rengarenk sanatların parıltıları akisleri ve ateşleriyle baştan
başa bir mücevherat camekanı gibi göz kamaştırıcı bir şehrayindir. Fakat
an'anat-ı edebiyesi kuvvetli olan memleketlerin hiçbirisinde bu gibi muharrirlere
"üslup sahibi" denilmedi. "Sanat" üslupçuluğu edebiyatımızda en müptedi
tarzdır . Onun için bizde muharrir üslupları bir kalabalıkta kuş bakışı görülen
insan çehreleri gibi yek-diğerine benzerler, Fransız edebiyatında Loti2I ı sahib-i
üslub değildir.
Üslubun en canlı ve en müteharrik bir unsuru [s. 61] olan "cümle-i mişvan
-ritmi-" temin eder ki; bu sahada muvaffakiyet büyük bir muharrir için bile nadir
bir zafer teşkil eder, bütün bunlardan maada üslupçu için her türlü hünerlere
küşade geniş bir saha daha vardır ki; o da cümlenin musikisidir. Cümle musikisi
her kelimenin cümledeki mevkiini diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden
ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl, tatlı, mahrem, havai veya haşin sese göre
ve musammem bir ahenk endişesine tebean tayin ve bu müteferrik kelime
ahenklerini, cümlenin umumi revişine tabi kılarak mütemevviç, seyyal, muzlim
veya muzi ağır veya seri hislere kelimelerin manası fevkinde cümlenin musiki
temevvücatından na-mahdut ve müessir bir ifade bulmaktır. Şiir sessiz bir
şarkıdır. Aşığın maşukası karşısında duyduğu bir hikaye midir? Deniz, mehtap
şaire "mevzu'" mu söyler? Bu teessürler ruhta gizli birer musikidir . . . "
21 ı Pierre Loti, Fransız bahriye zabitanındandır. Aynı zamanda Fransız edebiyatının pek
büyük bir mevki tutmuş hatta lisanı her türlü tenkidann fevkinde tutulmuş meşhur bir Fransız
romancısıdır. Şark'a uzun seyahatleri vardır. İstanbul'da çok bulunmuş ve Türk dostluğuyla şöhret
kazanmışnr. Azdde; fz/,anda Babkçıfan (Pecheurs d' lslande) ve .Nô.şô.d/,ar (Desenchanties) isimli romanları
meşhurdur. (İsmail Hikınet'in notu)
936 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
onca tamamıyla aristokratik (aristocratique) bir histir. Onu her vicdan, her kalp,
her gönül duyamaz. Şiir de duyamayanlar için değil, duyanlar için yazılır. Şu
itibar ile de fazla vuzuha muhtaç değildir. Bilakis ibham tülleriyle örtülü olması
daha muvafık olur. Filhakika Haşim'in birçok şiirleri kolay kolay anlaşılmayacak
kadar müphemdir, örtülüdür. Bilhassa empresyonizm (impressionnisme) ve
sembolizm (symbolisme) yaptığı yerlerde bütün bütün örtülüdür. Çok zaman
yazılan renk ve ziya göstermek için yazılmış gibidir. Birer küçük suluboya
tabloyu (aquareUe) andırır. Bazen yalnız musiki olur. Üslubu hayali olmakla
beraber karanlıktır, mahmuldür. Kelimelere mana verişinde, kullanışında da bir
hususiyet ve bir mahsusiyet vardır. Hılşim'in nazarında kelimelerin şekli bir
mana ifade eder. Bu itibar ile de muhafazakar (conservateur) an'ane-perver
görülür. O, şekiller değişmesine razı olamaz. Ölüyor, mahvoluyor zanneder.
Onun nazarında her harfin şekil itibarıyla bir manası, bir ifadesi, bir ziyası
vardır.
[s. 6 2] 1 337 1 1 92 1 ) tarihinde Evkaf Matbaası'nda tab'ettirdiği Göl Saatkri
unvanlı küçük mecmüa-i eş'annın şu bir kıtadan ibaret mukaddimesi
"Seyreyledim qkal-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında,
Bir aks-i mülevvcndir onunçün
Artın bana ahcar ü nebatı"
Hılşim'in sanat ve mesleği hakkında da güzel bir vesikadır.
Hılşim hakikatten korkan ve kaçan şairlerdendir. O, bütün güzelliği bütün
şiiri ruh ve hayalinde arayan hülyakarlardandır. Hayatın ve kainatın ancak bazı
anlarında gösterdiği ve yalnız kendisine gösterdiği levhaları birer fırça darbesiyle
tespit etmek isteyen ressam gibi birer kıta ile bütün bir günün muhtelif anlardaki
tahavvüllerini zapt ve tespit etmek ister bir empresyonisttir:
Öğle
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,
Gümüş böcekler okur aba bir neşide-i hab,
Durur sevahilin üstünde bi-heves, bitab,
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab-ı serab . . .
Öğleden Sonra
içer gümüş kıyılardan remide ahı1lar,
Ve onların sesi eyler bütün sükutu harab,
Eder bu daveti durgun sulardan istiğrab
Gürültüsüz ve uzak mai diğer ahular . . .
Akşam
Susar meşacir-i pür-şanı içinde bülbül-i ab,
Sular sema-yı hayalatı eyler isti'ab;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 937
Gece Yarısı
Ve ansızın suya etmekle mah-ı dur sukut,
Miyah-ı ruhumu andırdı safha-i tfilab:
o ruh içinde muzi bir garib nilüfer
Bütün elemlerin üstünde münceli ter ü tab . . .
Seher
Ağaçların seheri zirvesinde titreşiyor
Tuylı.r-ı laniye-i :1lem-i tahayyül ü hah.
Semayı kaplayacak, şimdi, g:lzeler gibi nur;
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk-ı türab.
[s. 64] Haşim avare bir liriktir (Jyri,que). Daima örtülü hisleri içinde çarpıntılı
bir kalp yaşattığı görülür. Nazımda serbestliğe de çok meydan göstermiş, birçok
serbest müstezatlar yazmıştır. Fakat bütün bunlarda bir Fikret, bir Cenab
yaşanmaktadır. Haşim'in fazlalığı biraz daha kaide-şikenliğidir.
Kış
Yine kış
Yine şems-i mesada ah o bakış;
Yine yollarda serseri dolaşan
938 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
2 12 Şiirin tam hali: Zannetme ki güldür ne de !file/Ateş doludur tutma yanarsın/ Karşında şu
gülglın piyfile / İçmişti Fuzuli bu alevden/ Düşmüştü bu iksir ile Mecnun/ Şi'rin sana anlattığı
...
hfile . . . /Yanmakta bu sigardan içenler/ Doldurmuş onun'çün şeb-i aşkı/ Baştanbaşa efgan ile
nale.. / Ateş doludur tutma yanarsın I
Karşında şu gül-glın piyale!. 4 Haziran 1 933 tarihinde vefat eden Ahmet Haşim'in Göl
Saatleri dışındaki diğer eserleri şunlardır:
Piydle ( 1 926), Bize Göre ve Bir Seyahatin Notlan ( 1 928), Gurabdhdne·i Laklakan ( 1 928),
Franlcfart Seyalıatnıimesi ( 1 933).
Ahmed Hfujim'in, kitaplanna girmemiş yazı ve şiirlerini de kapsayan bütün eserleri İnci
Enginün ve Zeynep Kerman tarafından toplanarak yayımlanmıştır: Ahmet Haşim, Bütün Eserleri J. V,
Dergah Yayınlan, İstanbul 1 987- 1 99 1 . Şair hakkında önemli bir çalışma da Beşir Ayvazoğlu'na
aittir: ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Haşim'in HO:)latı, Sanatı, Estetiği., Dramı, İstanbul 2000. (Haz . notu)
-
-
Hayatı
Emin Bülend, Osmanlı ordularında kıymettar hizmetlerle bir ihtiram
mevkii kazanmış ve tarihe geçmiş olan Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa
ahladındandır.
Daha küçüklüğünden iyi ve kuvvetli terbiye ve nezaret ile büyüyen Emin
tfili tahsilini almak için zamanın en parlak ve en muntazam mektebi olan
Galatasaray Sultanisi'ne girmişti.
Emin'in mektepteki hayatı daimi bir cevvaliyet ile geçmiştir. Fıtratında
mevcut olan istidadı muhtelif sahalarda gösteren Emin, şiir ve edep sahasında
göstermekte de gecikmemiştir.
Emin'in en çok sevdiği şeylerden biri şiir ve edebiyat, diğeri spor (sport) idi.
Spor Emin'in hayatında adeta bir ihtiras (passion) halinde idi. Daha mektepte
iken yaptıktan futbol teşkilatı mektepten sonra da devam etmiş Emin ve
arkadaşlarının teşkil ettikleri Galatasaray Futbol Grubu uzun seneler
muvaffakiyetli maçlarla şöhret almış, Avrupa seyahati yapmış, memlekette spor
merakının canlanmasına, gençlikte bir hayat ve bir terbiye-i bedeniye hissinin
uyanmasına sebebiyet vermiştir.
Vücutça çevik ve çalak olan Emin fikirce de cevvaldir.
Mektebi bitirdikten sonra biraz edebiyat aleminde çalışmış, evvelleri
hükümet işlerine girmek istememiştir. Yalnız Tevfik Fikret Galatasaray Sultanisi
müdüriyetine geldiği zaman etrafına topladığı gençlik miyamnda Emin Bülend'i
de Türkçe hocası olarak Sultani'ye almıştı. Emin, bu büyük şair olduğu kadar da
büyük mürebbi ve büyük insan olan Fikret'le çalışmaktan, onu memnun edecek
[s. 67) bir iş görebilmekten derin bir haz alıyor ve olanca şevk ve hevesiyle
çalışıyordu. Fikret'in mektepten istifasıyla mektebi terk eden genç muallimler
arasında Emin de hocalığını terk etmişti. Hatta Fikret'in mektebe iade edilmesi
hususunda uğraşanlardan biri de o olmuş, o zamanlar Dahiliye Nezareti'nde
bulunan Talat'a acı sözler söylemiştir.
Fikret'in mektebe avdeti mümkün olmayınca Emin Bülend de hocalığa
avdet etmedi. Bilahare Reji İdaresi'ne memuren dahil oldu.
Emin Bülend de l 3 25'te [1 909) teşekkül eden Fecr-i Ati'nin azasındandır.
Ahmed Haşim, Tahsin Nahid ile beraber Tevfik Fikret cereyanını takip eden ve o
vadide hayli dolgun ve hayli kıymetli şiirler verenlerdendir.
942 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Lirizm ve romantizm (Romantisme) ile dolu olan güzel şiirleri vardır, fakat
Emin edebiyatta esaslı bir rükün olmaktan ziyade bir amateur mevkiinde kalmıştır.
Pek az yazısı intişar etmiş, şimdi de adeta şiir ile iştigali bırakmış gibidir.
1 326 [ 1 9 1 0] senesinde Yunanlılann Girit'e tecavüzü Avrupa emperya
listlerinin Yunanlılan müdafaaya kalkışmalan, İtalyanlann Trablusgarp'a göz
dikmeleri, İngilizlerin entrikalara başlamalan, istiklaline yeni kavuşmuş olan
Türkiye'de gençliği isyana sevk ediyordu. Bütün gençler bu gayz ve nefretle bir
aksülamele doğru gidiyorlardı, İslami ve vatani hislerle doluyorlardı Emin Bülend
de o zaman şu aşağıdaki "Kin" unvanlı manzumeyi yazarak Se:rvet-i Fünun'da
neşretmişti:
Gurur
Hazin ve sakit ağarmıştı bi-hudut ovalar.
Şişirdi sine-i emyahı bir gümüş rüzgar
Baid ufuklara ay doğdu ta uzaklardan...
Sen ince, gölgeli kirpiklerinle, nim açılan
Dudaklannla ne vahşi fakat ne dilberdin ...
Tehi ufuklara baktın: -Güzel değil mi?.. dedin.
O tozlu yollann üstünde kimsesiz mehtab
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 943
2I3 Emin Bülent Serdaroğlu, 2 9 Kası m 1 942'de İstanbul'da vefat etmiştir. Sağlığında kitap
haline getirmediği şiirleri ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bkz: Emin Bülend'in Şiirkri (haz. Salih
Zeki Aktay), İstanbul 1 943; Fecr-i Ati Şairleri: Emin Bülend (haz. Rıfat Necdet Evrimer), İstanbul 1958.
(Haz. notu)
Tahsin Nôhid
TAHSİN NAHİD
Hayatı
Tahsin Nfilıid de İstanbul'da doğmuş ve hayatı İstanbul'da geçmiş bir
şairdir. İptidai tahsilini ikmalden sonra Galatasaray Sultanisi'nde ikinci dereceli
tahsilini görmek isteyen Nahid birkaç sene mektebe devamdan sonra terke
mecbur kalmıştı.
Tahsin Nahid bir zamanlar kendisini spora da (sport) vermiş; bisiklete
binmek, yarışlara iştirak etmek, futbol oynamak gibi riyazetlerle meşgul olmuştu.
Bu havailik pek de derse rağbet bırakmadığından tahsili mühimsememiş,
yüzüstü bırakmıştır.
Galatasaray Sultanisi'nden ayrıldıktan sonra sı'.'ı.ret-i hususiyetle mütalaa ve
tetebbua koyulmuş büyük bir meyelan duyduğu şiir ve sanata intisaba çalışmıştır.
Meşrutiyet'i müteakip 1 325 [1 909] senesinde Fecr-i Ati teşekkül ettiği
zaman Tahsin Nahid de bu yeni edebi mahfile dahil olmuş, oradaki genç şair ve
ediplerle teşrik-i mesai ederek çalışmıştır. Numune ittihaz ettiği şair ve edipler
Edebiyat-ı Cedide'nin müessisleri idi.
Tahsin Nahid bu suretle atıldığı edebiyat vadisinde ilerlemeye çalışarak
Fecr-i Ati dağıldıktan sonra da şiir ve edebiyattan ayrılmak istememiştir. Gerek
Seroet-i Fünun'da ve gerek sair risaleler ve mecmualarda çıkan manzumelerini
toplayarak Ruh-ı bf-Kayd unvanıyla bastırmıştır.
Bazen Edebiyat-ı Cedide eserini takiben bazen de serbest ve serazat bir
vadide yazılar yazmaya heveslenerek giden Tahsin Nahid günün birinde
kendisini sahne [s. 75] edebiyatı karşısında bulmuştu. O dakikadan itibaren
tiyatro yazmaya koyulmuş, Bir Çiçek İki Böcek, Rakibe gibi bir iki de piyes
yazmıştır. Bu tiyatroları Darülbedayi hey'et-i temsiliyesi tarafından oynatılmış,
hala da oynatılmaktadır.
Ruhen pek de bi-kayd olmayan Nahid kendini şiir ve hayal gibi çok
düşündürücü ve çok da ezici bir sahaya atıldıktan sonra zayıf cismini bi-aman
bir derde kaptırarak bir daha elinden kurtulamamıştır. Daha pek genç iken 1 337
[ 1 9 1 8] senesinde Büyükada'da uzunca bir rahatsızlıktan sonra şiire de, sanata da
ebediyen gözlerini kapayarak hayat sahnesinden çekilip, gitmiştir. Kabri de ada
kabristanındadır.
950 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
:: � �;:�l:'',' ·-,,..
· ·· Yafrya Kemal (Bryatlı)
���it� "''°
.. .
YAHYA KEMAL
Hayatı
Asıl ismi, Ahmed Agah olan Yahya Kemal 1 300 [1 884] senesinde Üsküp'te
doğmuştur. Üsküp icra memuru Nişli İbrahim Bey'in oğludur.
Mekteb-i Edeb namında hususi bir mektepte tahsil etmekte iken Selinik
İ dadisi'ne geçmiş, bir müddet orada okuduktan sonra İ stanbul'a gelerek Vefa
İdadisi'ne girmiştir. O zaman Ahmed Agah imzasıyla İrtika, Malumat gibi bazı
mecmualara manzumeler, gazeller yazıyordu.
Yahya Kemal hayat-ı tahsilinin büyük bir kısmını Avrupa'da geçirmiş bir
gençtir. Memleketinde aldığı milli tahsil ve terbiye ile zeka ve istidadını
tenmiyeden sonra o medeniyet ve irfan ülkesine giden Yahya Kemal zamanını
boşuna geçirmemiş, şiir ve sanat vadisinde çalışmış, filhakika sistematik tahsil
görüp, diploma almış değildir. Yunan esatirini (mythologi,e), Yunan edebiyatını,
Garp şiir ve sanatını pek yakından ve uzun seneler tetebbu etmiştir. Fıtratındaki
zevk-i mahsus, inceden inceye elediği bu fikirler, nihayet kendi dimağında hususi
ve bedii izler bırakmış, şiir, zevk, ahenk hususlarında kendine mahsus bir nokta-i
nazara sahip olmuştur.
Yahya Kemal ruhen sanatkar olmak itibarıyla yalnız Garp'ı tetkik ile
kalamazdı. Şark'ın güzelliklerini, Şark'ın şiir ve sanat üstatlarını da tetkiki
unutmamıştır. Mesela, Nedim'in eserlerini, ruhuna nüfuz edercesine, tetkik eden
Yahya Kemal bu şuh ve laubali İstanbul şairinin inceliklerine, zarafetlerine
sımah ve ruhu okşayan maddi ve manevi ahenklerine hayran kalmış, [s. 79]
sevmiş, onun hayatını, İbrahim Paşa devrini, Lale çerağlarını, helva sohbetlerini
Nedim 'in ruh-i cevvaliyle yaşamış, istihzakar nazarlarıyla görmüş, o müzeyyen,
o müdebdeb , o cuşaclış hayatında bir sırr-ı san'at, bir zevk-i heyecan görmüş,
titremiş ti .
'
Yahya Kemal, Sabah gazetesinde başmuharrirlik yapmamıştır. (Haz. Notu)
956 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
diye "İthaf' yazar. Yahya Kemal'in fitri bir sanatkar olduğu söz götürmez bi r
hakikattir. Lisanı da o sadelik içindeki azameti, o tabiat arasındaki ahengiyle bi r
Şehname (epopl'j lisanı olmaya pek müsaittir. Atiye ölmez bir şaheser bı rakm ası
ümidinden ayrı lmayı ki mse arz u etmiyor . .
.
şiirlerini (epique) sevdiği, ekser yazılarından anlaşılıyor. Tarih, eski tarih Türklerin
mazideki o parlak, o canlı, o heyecanlı hayatı Yahya Kemal'i çok cezbediyor.
Herhalde ruhunda bir "Türk Şehnamesi (epopee Turque)" yazmak için bir çırpınış
duyuyor. Mamafih bunu yazmak da ona düşer.
Şiirin şekli (pUısticitl) ve suri güzelliğine Parnasyenlerde olduğu gibi büyük
bir ehemmiyet veren Yahya Kemal kelimelerinin imtizacına, ahengin lütfuna,
hissiyat ile ifadenin kuwetle muvafikiyetine de pek ziyade dikkat etmektedir.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 957
[s. 85] Şu küçücük şarkıda birbirini velyeden bütün bir hayatın, bütün bir
sergüzeştin sahneleri canlanıyor. Geçmiş bir hayat, gölgeleri, güneşleriyle göz
önünde yaşıyor; renkli, hisli bir tablo çiziliyor.
Telaki
Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o nasıldır diye rüzgarlara sordum,
Hulyamı tutan bir büyü var onda diyordum,
Gördüm: Dişi bir parsın ela gözleri vardı.
Nazar
Gece, Leyla'yı ayın on dördü,
Koyda tenha yıkanırken gördü.
"Kız vücudun ne güzel böyle açık!
Kız yakından göreyim sahile çık!"
Baktı etrafına ürkek ürkek
Dedi: "Tenhada bu ses nolsa gerek?"
"Kız vücudun sarı güller gibi ter!
Çık sudan kendini üryan göster!"
Aranırken ayın ölgün sesini,
Soğuk ay öptü beyaz ensesini.
[s. 87] Sardı her uzvunu bir ince sızı;
Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.
Soldu günden güne sessiz, soldu!
Dediler hep: "Kıza bir hal oldu!"
Ta içindendi gelen hıçkırığı,
Kalbinin vardı derin bir kırığı.
Yattı, bir ses duyuyormuş gibi lal.
Yattı, aylarca devam etti bu hfil.
Sindi simasına akşam hüznü,
Böyle yastıkda görenler yüzünü,
Avuturlarken uzun sözlerle,
O susup baktı derin gözlerle.
Evi rüzgar gibi bir sır gezdi,
Herkes endişeli bir şey sezdi.
Bir sabah söyledi son sözlerini,
Yumdu dünyaya ela gözlerini;
Koptu evden acı bir vaveyla,
Odalar inledi: "Leyla! Leyla!"
Geldi köy kızları, el bağladılar . . .
Diz çöküp ağladılar, ağladılar!
Nice günler bu şeametli ölüm,
960 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Ses
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum;
"Yarab! Hele kalb ağnlanın durdu. " diyordum
His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin halecaniyle kanatlı
Bir taze bahar alemi seyretti felekte
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te;
Akşam . . . Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam . . .
Ta karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,
Sakin koyu, şen cepheli kasriyle Küçüksu
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neş'eli hengamede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;
Dalgın duyuyor rüzgarın ahengini dal dal,
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal;
Bir lahzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğaz' dan.
Coşmuş gene bir aşkı n uzak hatırasıyle,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyle,
Dağ dağ o güzd ses bütün etrafı gezindi;
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.
Ani bir üzüntüyle bu rü'yadan uyandım
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım.
Her yerden o, hem aynı bakış, aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikle, göründü,
Sandım bu biten gün beni ramettiği gündü.
[s. 89] Şeklen mesnevi tarzını pek andıran bu manzume dil ve zihniyet
itibarıyla çok yeni; görüş, duyuş ve anlatış itibarıyla tamamıyla şahsi ve
mümtazdır. Yahya Kemal'in üslub-ı nazmında imza vazifesi gören bir hususiyet
ve mahsusiyet vardır. Kafiyeleri de aynca kayda değer bir tarzda seçilmiştir.
Evvelce de gösterdiğimiz gibi Hamid'in mukayyet kafiye merakı Yahya
Kemal'de bir tesir bırakmıştır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 961
Bey kanından olmayan biri bey unvanını takınmaktan utanırdı. Üsküplüler bey
unvanını fuzfili takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul'un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında Üsküplü
Mahallesi'ni kurmakla İstanbul'a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar
bir medeniyet merkeziymiş; alimler, şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin
Camileri'ne benzer camilerle, medreselerle, hamamlarla, tekkelerle,
bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. [s. 9 1) Mamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade
bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları,
bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu.
Çırak, kalfa ve ustalann sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.
Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul' dan ve Selanik'ten gelen
yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki ederdi. Balık
suyu idrak etmediği gibi Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk
şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu. Mamafih yanında kardeş unsur
olan Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli ' nin son senelerinde yar ü ağyarca
itibarda idiler. Sultan Abdülhamid Arnavutları seviyordu, nazlarını çekiyordu,
hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp te gerek '
Bab-ı ali siyasisini hey'et halinde göndermişti. Hakkı Bey Ü sküp e gelmiş,
'
padişah namına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lakin dikkat etmiş ki, bu
eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya
çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut olmadıklarının farkına varmış ve derhal
hiddetlenmiş; "Biz de sizi Arnavut zannediyorduk, çıkınız buradan! diye
kovmuş.
Üsküplüler Arnavut olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı
devktler Üsküp'ü Arnavut görmek ve göstermekte menfaatdardılar; zaten biz
de öyle biliyorduk. (s. 92] Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leyli ve
nehari, bir idadi mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccani
tahsil görürlerdi. Biz Türk'ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavutlar,
bugünkü felaketlerini hazırlayan o Kanuni devrinde Üsküplülere kendilerinin
tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.
Arnavutluğun ikbfili gitgide Arnavut milliyet nazariyesini doğurdu: yeni
Arnavut elifbası, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavut devletinin hudutlan alttan
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 963
215 1 Kasım 1958 tarihinde vefat eden Yahya Kemal Beyatlı'nın yaşarken hiçbir şiir kitabının
basılmadığı ve ölümünün ardından Nihad Sami Banarlı tarafından şiirlerinin ve yazılannın yayına
hazırlandığı bilinmektedir. Yayımlanış sırasına göre eserleri şunlardır:
Ken.di Gök Kubbemiz ( 196 1 ); Esld Şiirin RÜ<.gaT!y[a ( 1962); Rubailer ve Hl!Y.Jam Ruhdilerini Türkçe
Siryl.eyiş (1963); A.d<: lstanbul (1 964); Eği1 Dağlar ( 1966); Siyasi ve Edebi Portreler (1968); Siyasi Hikô,_yeler
( 1 968); Edebiyata Dair ( 19 7 1 ); Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralanm ( 19 72); Tarih Musahabeleri
(1975); Bitmemiş Şiirler ( 1976); Mektuplar, Makaleler (1977) (Haz. notu).
· 'l
" ,. ' :·· ,�
Hayatı
Fazıl Ahmed 1 302 [ 1 884) sene-i hicriyesinde İstanbul'da doğmuştur.
İptidai tahsilini İstanbul'da Numune-i Terakki Mektebi'nde görmüş, sonra
Gümüşhane Rüşdiyesi'nde bulunmuştur. Mülkiye memuriyetlerinde dolaşan
pederi, küçük Fazıl'ı da gittiği yerlere kendisiyle beraber götürmüş. Anadolu'nun
birçok yerlerini, Kürdistan'ı, Arabistan'ı küçük yaşından beri dolaşan Fazıl
Ahmed, bu seyahatlerinden birçok faydalı intibaatlar almış, hasılı bütün
çocukluğu dönüp dolaşmak, gezip tozmakla geçmiştir. Babasıyla yaptığı bu
seyahatler on iki sene kadar sürmüştür. Mamafih terbiye ve tahsilin kadrini pek
iyi bilen babası Cemal Bey, oğlunun tahsil ve terbiyesini de ihmal etmemiş, belki
büyük bir itina ile göz önünde tutarak resim, hendese, edebiyat ve fonunu
oğluna öğretmek için her vesileden istifade etmiştir. För-Lycee Français Lisesi
namındaki ikinci dereceli Fransız Mektebi'ni de bitirmiş, bir zaman da Sanayi-i
Nefise Mektebi'ne devam etmiştir.
Babası Divaniye Mutasamfı iken öldükten sonra da Fazıl Ahmed de
çalışmaktan geri durmamıştır.
Fazıl Ahmed edebiyata olduğu kadar fonuna da müntesiptir.
Terbiye-yi fikriyesine bir tamamiyet (integralite') vermek maksadıyla Fazıl
Ahmed, hemen her şube-i fenne ait eserlerle uğraşmış, okumuş, tetkik etmiş,
kendi zihniyetine (mentalite') göre bir mana bulup çıkarmıştır. Hayata karşı nazarı
biraz rindane, biraz laubaliyane olan Fazıl, her şeyin gülünecek cihetini
bulmakta, onu bütün güldürecek hususiyetleriyle ortaya atmakta büyük ve derin
bir zevk bulan bir muharrirdir. Mizah (humoristique) vadisinde eski ve yeni [s. 95)
tarzda, pek çok eserler yazmıştır. Di,viinçe-i Fii;;,ıl unvanlı eseri bu fıtratının canlı
şahididir. Fazıl bu eserinde eski yeni bütün şairleri üslupları, meziyetleri (qualites)
ve noksanlarıyla taklit etmiş ve bazen hezele kadar varmıştır, ridiculiser etmiştir.
Büyük bir fıtri istidada mazhar olan Fazıl Ahmed kendisini hiçbir ihtisasa
hasretmemiştir. Rıza Tevfık'in dediği gibi po!Jtypique bir şahsiyet ibraz eylemiştir.
Fazıl'da öyle bir kabiliyet vardır ki okuduğu eser ve müessirin ruhunu,
edasını (expression) ve lisanını derhal kavrar ve o zihniyet ve ahenkle derhal
yazmaya başlar. Bu hal tıpkı, her sesi taklit ettiği halde şahsi hiçbir sese, hiçbir
hususi nağmeye malik olmayan papağanın halet-i zihniyesini andırır. Sanatı
bilhassa taklittedir.
Fazıl bu hasletini kendi de şöyle anlatıyor:
968 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Ben hiçbir zaman, edebiyatla meşgul olacağıma altı ay sabır ile kanaat
etmiş bir adam değilim ki! Dünyada en sevdiğim şey, tabii hala da eskiden
olduğu gibi, resimdir. Benim şimdiye kadar yaktığım yazı, yazdığımdan fazla . . .
Eğer şimdiye kadar yazdığım şeyler gibi olursa gayet kolay yazarım, fakat güzel
olmalarına çok dikkat ettiğim şeyleri de gayet güç yazanın.
Kendimde en çok tecrübe ettiğim hususiyet, gerek Fransız, gerek Türk
hangi müellifi yirmi sayfa okuyacak olsam, derhal mekanizmasını anlar ve onun
gibi yazabilirim. Bir karakteristiğim (caractiristique) daha, zevkim o kadar değişiyor
ki muayyen bir üslfıpla yazı yazmayı da hiç sevmem. Çünkü ruhumu o kadar
sıkıntıya sokamam. Mesela Hugo'yu okurken, ondaki geniş ahenk, ruhumdan
eski şiirlerin ahengini siliverir. Sonra mesela Moliere okuyorum değil mi? Bu
sefer Moliere'in üslubu beni cezbeder, ama bu yalnız tonunda değil; öteki
üslfıplan kökünden söküp atar. İşte ben daima böyle en son okuduğum üslubun
tesiri altında kalının. Onun için bir tek üslup sahibi olmaya ve aynı üslup fs. 961
sahibi kalmaya hiç çalışmadım. Başkalarına çok benziyor gibi gürünüp de
başkalarına benzememek fevkalade zevkime gidiyor . . . "
tezyifkar bir hande, gözlerinde daima istihraf-perver bir nazar ile meydana atılan
Fazıl Ahmed'in siması görülür. Güler güldürür, fakat bütün bu gülüşler, bütün
bu bakışlar altında bir de tenkit (criti,que) gizlidir. Fazıl'ın nükteleri ince, şakrak
fakat keskindir. İştirak ettiği veya neşreylediği bazı mizahi risale ve mecmualarda
birçok eserleri vardır. Rıza Tevfik, Fazıl Ahmed'i birçok noktalarda Fransız
feylesof ve şairi Voltaire'e benzetmek ister.
Ey nazın ormanların
Varsa eğer düşmanlann
Beyhudedir efganlann
Meb'uslara, ayana hem
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 9 71
Ey kari'in-i ba-safü
Mecliste bir berk-i kaza
Olmak için doktor Rıza
Etmektedir sarf-ı himem
Günahını bu işin
Dün akşamki fırtına,
Yine mutlak Keşiş'in216
Yükletmiştir sırtına
216 Keşiş; Bursa vilayetinde daima karlı duran yüksek bir dağın ismidir. �smail Hikmet'in
notu)
21 7 Komiser; polis komiseridir ki yüksek rütbeli milisyoner demektir. �smail Hikmet'in notu)
972 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Tevekkeli değilmiş
İnliyordu ovalar
Kır serdarı kesilmiş
Her tarafta boralar
Saksağanlar rüzgara
Etsin diye iltica,
Yasak oldu kuşlara
Ağaçlarda içtima
21e Ayas Paşa; halk arasında kinaye tarzında dük, şahta manasına kullanılır. �smail
Hikmet'in notu)
21 9 Kalamış; İstanbul civannda Marmara sahilinde küçük bir köy. �sınai! Hikmet'in notu)
Uyukluyor uzakta
Tek başına bir yalı;223
Marmara'ya, sıcakta
Sermiş postu "Kınalı" 22 4
221 Çamlıca; İstanbul'un havası ve suyu ile şöhret bulmuş yüksek bir noktasıdır. Ahali oraya
gezmeğe gider. �smail Hikmet'in notu)
222 Kayışdağı; o da İstanbul'un havası ve suyu ile meşhur ve eğlence yeri olmuş bir dağıdır.
(İsmail Hikmet'in notu).
223 Yalı; deniz kıyısındaki ev. (İsmail Hikmet'in notu)
224 Kınalı; İstanbul'un Marmara Denizi'ndeki daçyalanndan güzel bir ada. �smail Hikmet'in
notu)
225 Mouche; Sallan ve büyük ağır gemileri çeken küçük parahod. �smail Hikmet'in notu)
974 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Fazıl Ahmed226
226 Fazıl Ahmet Aykaç, 4 Aralık 1967'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1924'te anılanın yazdığı
Kırpıntı adlı eseri yayımlanır. Fazıl Ahmet üzerine yapılan çalışma için bkz. Ali Şükrü Çoruk, Mizah
Şairi Fazıl Ahmet Aykaç, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 2008. (Haz. notu)
,, -.
/
/
Hayatı
Ali Canib 1 303 [ 1 887] senesinde İstanbul'da doğmuştur. İlk tahsiline de
İstanbul' da başlamıştır. Toptaşı Rüşdiye Mektebi'ne devam etmiş ve Immaculee
Conception adlı Fransız mektebinde de bulunmuştur. Babası Halil Saib Bey
1 3 1 8 [ 1 9021 1 903] senesinde istibdat hükümetince Selanik'e nefyedilince Canib
de babasıyla beraber gitmiş ve tahsiline Selanik'te devam etmiş, idadi mektebine
girmiştir.
Aıi tahsilini yine İstanbul'da Hukuk Fakültesi'nde görmüştür.
1 324 [ 1 908] İnkılabı'ndan sonra teşkil olunan İttihat ve Terakki
Mektebi'nde Tarih ve Edebiyat muallimliğinde bulunmuş, Ziraat ve Romanya
Mektepleri'nde de Türkçe okutmuştur.
Meşrutiyet'ten sonra başlayan cereyanlardan biri de "Yeni Lisan" cereyanı
idi. Filhakika bu cereyan Meşrutiyet'le doğmuş ve varlığını sadece Meşrutiyet'le
yaşatmış cereyanlardan değil idi. Esasen lisanda sadelik, besatet ve bilhassa halka
doğru gidiş teşebbüsleri çok daha eski idi. Seroet-i Fünı1n'da Tevfik Fikret'in açtığı
cereyan-ı edebi esnasında bu hususta Fikret birkaç musahabe, bir makale
yazarak bu hareketi alkışlamıştı.
Fakat Meşrutiyet'ten sonra canlanmak isteyen bu cereyan adeta yepyeni bir
ihtira-yı haysiyetle ortaya atılmak istiyordu.
Selanik'te 1 326 [ 1 9 1 0] senesinde intişarına başlayan Genç Kalemler narmnda
bir gazete bu hususa dair makaleler neşretmeye başladı. Müdürü ve
yazıcılarından biri belki birincisi de Ali Canib olmuştu. Ziya Gökalp
arkadaşlarından idi.
Ziya Gökalp ile birleşerek Genç Kalemler'i çıkaran Ali Canib "Yeni Lisan"
meselesini şu tarzda hülasa ediyordu.
[s. 1 09] 1 . Konuşurken asla kullanmadığımız Arapça, Acemce terkip
kaideleri, yazarken de kullanılmayacak; yalnız ıstılahlar müstesna: Sadr-ı a'zam,
şeyhü'l-islam ve saire gibi.
2. Arapça, Acemce cem kaideleri kullanılmayacak, yalnız klişe haline
geçmiş ve müfret makamında kullanılan kelimeler müstesna: Ahlak, edebiyat,
talebe ve saire gibi.
980 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
manzumesiyle eda, üslfıp, şekil, hatta bazı kelimelere varıncaya kadar tamamıyla
Cenab'dır. "Kainat-ı na.ime", "leb-i hamuş'', "sine-i garam'', "Akşamın ruh-ı
ihtişamı", "ta uzaklar", "gizli bir heyhat", "Çeşm-i hüsranı muttasıl ağlar", "Bu
remadi lika-yı muhteşem", "Ey... dinle'', "ferraş-ı uzlet" gibi tamamıyla
Cenabane terkipler "Sen diyorsun, zemin-i zilletsin", "Ağlanın ben senin
fecaatine", gibi "Toprak" unvanlı manzumeyi hatırlatan tamamıyla Fikretane
cümleleri vardır.
Kış Duası
Görüyordu yağmurlardan yorgun düşen ovalar
Bir bulutun ta ucunda ışık gözlü rüyalar.
Her derede koşuyordu şimdi sazlı bir ada;
Kaybolmuştu hayat bu loş, bu göl rengi yoklukta...
Baktım: Yerler yıkanmıştı; kayalıklar beyazdı;
Belli hayat ölmemişti, fakat ümmid pek azdı.
Dikkat ettim, ağaçlarda yazın vardı bir yadı,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 985
[s.
1 1 8] Ali Canib'in bu manzumesi teknik itibarıyla Mehmed Emin'den
mülhemdir. Ahenkte yeknesaklıktan (monotonie) kurtulamayan, ilhamda
(inspiration) fikrin (intellectualisme) ianetinden ayrılamayan bir bağlılık var.
Hece veznine şiddetle tariz olunan noktalardan biri olan bu yeknesaklık,
taktideki o yorucu ve muttarit ahenk, bütün ruhu tazyiki altına alıveriyor. Kalbi
teshir eden his, mana, heyecan bu tazyikin altında ezilip gidiyor. Kalbi beyan
ölüyor, manzume şiiriyetini kaybediyor. Halbuki hece vezninin kolaylıkla tatbiki
bu noksanlara meydan vermemelidir. Takdim ve tehirler de nispeten az
olmalıdır. Fikret, aruz gibi çetin, dar bir mahfaza içinde bu noksanları ortadan
kaldırmaya muvaffak olmuştu.
221 Ali Canib Yöntem 26 Ekim 1 967'de vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şür: Geçtiğim rot ( 1 9 1 8).
Araştırma- İnceleme-Derleme: Milli Edebiyat Meselesi ve Cenah Bry'le Mürıaka.şalanm ( 1 9 1 8),
Edebiyat (Lise ders kitabı 1 924), Epope ( 1 927), Lryl.d ve }.fecnun (Fuzuli'den özet ve seçme- 1927), Naima
Tarihi ( 1 927), ömer Seyfeddin: Hayatı ve Eserleri ( 1935). (Haz. notu)
Ali Canip Yöntem'in edebiyat yazılan toplanıp yayımlanmışur. Bkz: Pref. Ali Canip Yıint.em'in
Yeni Türk Edebiyatı Üt.erine Makaleleri (haz. Ahmet Sevgi-Mustafa Ôzcaıı), Konya 1995; Pref. Ali Canip
Yıint.em'in Eski Türk Edebiyatı Üt.erine Makaleleri (haz. Ahmet Sevgi-Mustafa Ôzcaıı), Konya 1 996.
Ali Canip hakkındaki çalışma için bkz: Rıza Fılizok, Ali Canip'in Hayatı ve Eserleri Üzerinde Bir
Araştınna, İzmir, 200 1 (Haz. notu).
Ömer Seyfeddin
. . .... .
� .
', T
ÖMER SEYFEDDİN
Hayatı
Ö mer Seyfeddin 1 300 [ 1 884] tarihinde Bandırma civarında Gönen'de bir
çiftlikte dünyaya gelmiştir. Ömer [Şevki] Bey namında bir binbaşının oğludur.
Seyfeddin bu yerlerde şen, serazat bir çocukluk hayatı geçirmiştir. "Doğduğum
Yer" adlı manzumesinde bu hayatı hatırlatacak ve yaşatacak bir ifade ile
anlatıyor.
İlk tahsilini o doğduğu yerde gören Ömer Seyfeddin ikinci dereceli tahsilini
almak için Edirne'ye gelmiş ve orada Askeri İdadisine girerek şahadetnamesini
almıştır. Sonra İstanbul'a gelerek Harbiye Mekteb-i Aıisi'ne dahil olmuş ve 1 3 1 9
[1 903] senesinde piyade zabitliği ile Harbiye'den çıkmıştır. Ewela İzmir'de bir
kıt'a-i askeriyeye memur olmuş ve orada Şahabeddin Süleyman ve Baha Tevfik
ile dost olmuştur. Ö mer Seyfeddin'in daha mektepte iken edebiyata büyük bir
merak ve istidadı vardı. İzmir'de bulunduğu sıralarda da mahalli gazetelere
hikaye, makale, şiir gibi şeyler yazmaktan hfili kalmıyor. Bir müddet sonra
vazifesini Rumeli'ne tebdil ettiler. Bir müddet Selanik'te ve Bulgaristan hudut
bölükleri kumandanlıklarında bulundu. Bu vazifelerinin gerek hissiyatı gerek
dimağı üzerinde kuvvetli izleri, intibaları kalmıştı. Yazdığı birçok hikayeler o
intibaların mahsulüdür. 1 324 [1 908] İnkılabı'ndan sonra Ömer Seyfeddin de
İstanbul'a gelmiş, mecmualara makale, şiir, hikaye vermeye başlamış. Bilhassa
Baha Tevfık'in çıkardığı Piyano ve Düşüni.{yonım mecmualarına iştirak etmiştir.
Ö mer Seyfeddin Catule Mendes'ten tercüme ettiği bir manzumeyi Perviz
imzasıyla Kadın mecmuasında neşretmişti. [s. 1 2 1] Bu parçaya da Asır gazetesi
bir tarizde bulunmuştu. Garip bir tesadüf neticesi olarak Ali Canib sahibini hiç
tanımadığı bu eseri müdafaa yollu "Sanat Hakkında" adlı kuwetli bir makale
yazarak Bahçe gazetesine vermişti. Bu vakadan sonra Ömer Seyfeddin ile Ali
Canib tanışmışlardı. Seyfeddin de o zamandan itibaren Genç Kalemler'e yazmaya
başlamıştı.
Yazılarındaki milli ruh ve açık ifade ile nazar-ı dikkati celb edecek bir
şahsiyet olduğunu az zamanda çok kimseye tasdik ettirmiştir. Ö mer Seyfeddin
edebiyata nasıl intisap ettiğini şu suretle hikaye eder:
"Daha çocukken evimizde birçok divanlar vardı. Onları okuya okuya
edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisini, zevkini tattığımı iddia
edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister.
990 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Pek genç iken gazeller falan da yazdım. Fakat tabii saçma şeylerdi. O
vakitten aklımda Leyla ile Mecnun'lar, Şahmeran'lar kaldı. Demek hakikatte
yalnız onlan anlayabiliyormuşum: Bugün artık edebiyat-ı atikamıza hiç taraftar
kalmadığı için bu bahse bile değmez sanının. Divan Edebiyatı! İşte nihayet
edebiyat tarihi için bir saha. Daha fazlasına aklım ermez.
"Şinasi'den sonraki edebiyata gelince: Kemal Bey'i çok sevdim. Evrak-ı
Peri.şdn'dan sayfalar ezberledim. Bana "hayatiyet" veren, beni iyiye, doğruya,
güzele samimiyetle alakadar eden Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim;
Hamid'i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey'e gelince Nijad'ı için yazdığı
şeylere hala bayılırım. Ne müessir şeylerdir.
Fikret! ... İşte bana "mütehammillik" iştiyakını veren! İdadiye Mektebi'nde
iken hep Rübdh'ı okuyordum. Halid Ziya bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç
uyumamış, sabaha kadar Bir Ölünün Defleri'ni okumuştum. Onun yalnız lisanı
skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuwetlidir ki; Avrupa'nın cenub-i şarkisinde,
mesela Romanya'da, Sırbistan'da, Rulgaristan'da , Yunanistan'da o kuvvette bir
[s. 1 22] romancı yoktur. Buna emin olunuz. Bulgarlann en büyük muharriri
Vazov'un eseri bile bir han odası menkıbesine benzer. Ne tasvir vardır, ne de
sanat! Hüseyin Cahid bir tek roman yazmıştır. Hayal İçinde! Ama ne roman!
Hayat olduğu gibi içinde . . . Nezih hala gözümün önündedir.
Raufun Eylı2fü bizim edebiyaumızda emsali bulunmayan bir eserdir.
Yüksek, ulvi, manevi . . . Ruhi kadın aşkı! Hiç temas yok. İdeal aşk! Aşkın hür
metten nasıl doğduğunu anlamak için bu romanı okumalı. Her vakit söylerim.
Yine söyleyeyim; Eğer Fikret'le arkadaşlan "Tabii Lisan"ı kavrayabileydiler
şüphesiz bizim ebedi klasiklerimiz olurlardı. Çünkü asri edebiyatm tekniğini
olduğu gibi kabul etmişlerdi."
"Bakınız ben milli edebiyattan ne anlarım: Vezinle lisanın tam Türkçe yani
tabii olması . . .
Zira ibdai bir sanatkann duygularına hudut çizilemez. [s. 1 23] Mizacına,
terbiyesine, temayülüne göre duyar, yazar hem zannetmem bir adam, mademki,
bir cemiyetin içinde yaşıyor, duyuşu, tarzı gayr-i milli olsun! Normal, anormal
olabilir. Fakat milliyet denilen dairenin içinde her ikisi de yok mudur? Bu iki
halin mütemadi mücadelesidir ki, hayata can verir; mücadelesiz hayat ademin ta
kendisidir!"
İşte bu fıkr-i mahsusa sahip olan Ömer Seyfeddin aynı yolda çalışan ve
bilhassa canlı numuneler veren bir mümtaz sima-yı edeb olmuştur. Ortada
cereyan eden dedikodulara gülmüş ve:
"Edebiyatımızın şiarı: 'Çok laf az eser!'dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya
çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak
daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki;
çorak edebiyatımız şenlensin . . . "
deyip çalışıyor. Filhakika çok çalıştı, çok yazdı, yazdığı hikayeler toplansa
oldukça büyük bir eser vücuda gelir. Mektep Çocuklarında Türklük MefkUresi
namıyla da bir eser bastırdı. Ömrü vefa etse, daha genç iken ölüvermeseydi
ortaya hayli mühim eserler koyacağı şüphesizdi.
Ö mer Seyfeddin'in zihniyetinde bir hususiyet vardı. Hayatta herkesin
görmediği, herkesin duymadığı, merak ve tetkik etmediği şeyleri görmek,
duymak, tetkik etmek merakında idi. Hem de bu merakı birçoklarımızca delilik
telakki edilecek tarzdadır. Mesela gecenin yansında yatağından kalkıp, "Bakalım
nasıl tesir edecek?" diye çocuğunun tenine iğne batırmak istemesi bu
kabildendir. Buna kimi garabet (excentricite') kimi de cinnet der. Hasılı Ömer
Seyfeddin'in herkese benzemeyen bir hususiyeti vardı ki; bu halin eserlerine külli
bir tesiri olmuştur.
Kendisinin de kendi hakkındaki fikri, başkalarının kendi hakkındaki
fikirlerine benzerdi. O da kendisini herkes gibi tabii (norma� bir halde bulmazdı.
Hatta bir gün:
"Ben kimseye benzemem, benim bir hususiyetim vardır. Bir kere hastayım.
Fakat hastalığımın da bir hususiyeti vardır. Herkeste görülen [s. 1 24]
hastalıklardan değildir. Doktorlarla da görüştüm. Buna sedef hastalığı diyorlar
ki; binde hatta on binde bir insana tesadüf etmeyen bir hastalık imiş. Vücut
adeta takaşşur ediyor, sedef kabuğu gibi bir hal alıyor. Bunun ilacı da yok. İşte
beni bu hastalık öldürecek!"
demiş, etrafındakileri güldürmüştü.
Ömer Seyfeddin'in bir husu siyeti de hayatta gülmek ve güldürmekti. Bu
tabiat da bazılarınca makbul, bazılarınca da makduh görülür. Bu hasletinin
yazılarına da sirayet ettiğini ve Ömer Seyfeddin'in güldürmek gayesiyle
992 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
22s Beranger (Beranje) l 780'de Paris'te doğmuş ve yazdığı şarkılarla şöhret bulmuş bir Fransız
lirik şairidir. Yazdığı şarkıların büyük bir kısmı halkın dilinden düşmeyecek kadar yerleşmiştir.
1 857'de ölmüştür. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 995
229 Hudut üzerinde fusılasız yağmalar, akınlar yapan bir nevi eşkıya �smail Hikmet'in notu).
996 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
dedi.
- Ama .. .
-Çok mu?
Mahmut Ağa,
Odadan fırladı. M azgall ardan sızan hafif bir ziyayla aydınlanmış dar
merdivenleri üçer a tladı . Mahmut Ağa'yla çavuş da arkasından
üçer
koşuyorlardı. Kuleye çıkınca sabah güneşinin henüz dağıtmadığı hafif sislerle
örtülü ufka dikkatle baktı:
İki saat sonra şövalyelerin gürültücü ordusu kaleyi iyice sarmıştı. Barhan
Bey, demir kapıyı kapattı. Müdafaadan başka çare yoktu. Zira kalenin medhali
pek dardı. Huruç hareketi imkansızdı. Hafif bir yaylım ateşi bile buradan
kimseyi çıkartmazdı. Herkes silah başında tetik duruyor, yirmi kişi hiç
dinlenmeden palanganın iç avlusundaki büyük dibekte evvelce hazırlanmış
kömürleri dövüyordu. Bu kömürlerin dövülmesi bitince kumandan, cephaneliği
açtırdı. Kapının önüne gelen ilk on iki çuvalın üst tarafından bir karış kadar
barut aldırdı. Başka bir çuvala koydurdu. İçlerinden barut alınan çuvalları üst
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 997
yorlardı... İki dakika sonra zırhlarını giymiş tolgalı zabitler, çavuşlar etrafına
toplandılar. Barhan Bey, bir elini padişahın son defa ihsan ettiği murassa kılıca
dayamıştı. Ağır, levent bir sükun ile,
[s. 1 33] -Ağalar -dedi-, görüyorsunuz kaleyi saranlar bizden çok. Belki
bizim iki mislimiz ... Müdafaada kalsak üç aylık erzakımız var. Çok dayanamayız.
Halbuki bu sene bize imdat gelmesinin imkanı yok. Huruç da edemeyiz.
- Niçin?
- Niçin?., -diye mırıldandılar.
- Bakınız niçin? Bu kaleyi biz yapmadık. Vaktiyle düşmandan "Vire" ile
aldık. Düşman, galiba burasını yalnız müdafaa için yapmış, çünkü hem kapısı
çok dar, hem de bir meydana doğru açılmıyor. Kapının karşısındaki şu
gördüğünüz tümsekte, elli kişi yaylım ateşi açsa, dışarı kimse çıkamaz.
İhtiyar Mahmut Ağa titriyordu:
- Biz teslim olmayız! -dedi.
- Hayır teslim olmayacağız. Vuruşmak için bir meydan bulacağız. Buna
razı mısınız?
- Razıyız, razıyız ...
- Bana emniyetiniz var mı?
- Var, var.
- O halde ben düşmanla "Vire"yi konuşacağım . Maksadım teslim olmak
değil, muharebe etmektir. Varın yoldaşlara söyleyin. Sakın yanlış fikirlere
kapılmasınlar. Benim emrimden dışarı çıkmasınlar.
"Başüstüne, başüstüne ... " diye ayrılan zabitler, bölükbaşıları, siperin
arasındaki askerin yanına koştular. Mahmut Ağa, Barhan Bey'in yanında kaldı.
Tercümanı çağırttılar. Asabi adımlarla kapının üstündeki yüksek sipere gittiler.
Barbarı Bey, tercümana,
- Sor bunlara, ne istiyorlar bizden? -dedi.
Tercüman bağırdı. Şövalyelerin saflarından gayet düzgün bir Türkçeyle
cevap verdiler:
- Bu kaleyi istiyoruz, teslim etmezseniz zorla alacağız.
[s. 1 341 Artık tercümana lüzum kalmadığını gören Barhan Bey, bağırarak
kendi konuşmaya başladı:
- Pekala, kaleyi size bırakalım. "Vire"yi söyleşelim.
- Söyleşelim.
- Biz burada yüz elli kişiyiz. Hepimiz harp eriyiz. İçimizde çoluk çocuk,
kadın, ihtiyar yok. Siz hücumla bu kaleyi bizden alamazsınız. Cephaneliğimiz
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 999
[s. 1 35] Şövalyeler, bu teklifi kısa bir müzakereden sonra kabul ettiler.
Cephaneler, toplar, atlar, ellerine geçtikten sonra muharebeye hücuma ne hacet
vardı? Zaten yüz elli Türk yolda açlıktan ölecekti. Tata'ya kadar yollarda
binlerce martolos kaynıyordu. Kaleyi bırakmak, sahipleri için muhakkak ölüm
demekti. Fakat... Barhan Bey'in sesini yine duydular:
- "Vire"yi bozmayacağınıza nasıl teminat verirsiniz?
Şövalyeler, namusları üzerine söz vermek istediler. Barhan Bey bunu kfili
görmedi. Vakıa onlar hakikaten "Vire"yi bozmasını düşünmüyorlardı.
Türklerden zorla, muharebe ile kale almanın ne çetin şey olduğunu hepsi bilirdi.
-Nasıl teminat isterseniz veririz ... -dediler. Barhan Bey istediğini söyledi:
- Biz yüz elli kişiyiz. Siz üç yüzden fazlasınız. Ewela iki kısma ayrılınız. Bir
kısmınız bütün silahlarını öteki kısma versin Silahlarımızın adedi müsavi olsun.
O vakit emniyetle kapıdan çıkarız. Sonra biz çıkınca ewela silahlılarınız, sonra
silahsızlarınız kaleye girsin. Biz size birçok cephane, top bırakıyoruz. Siz de
toplarınızı içeri alın. Yalnız şu karşıdaki tepelere varıncaya kadar kaleden dışarı
çıkmayacağınıza söz veriniz.
Bu teklifin müzakeresi de epeyce sürdü. "Vire"yi zaten bozmasını hiç
düşünmeyen şövalyeler bu teminatı vermekte bir beis görmediler. Sert
kumandalarla askeri ikiye ayırdılar. Bir kısmını silahsız bıraktılar. Kalenin açılan
kapısından yayan olarak en önde Barhan Bey çıktı. Arkasından tüfekleri, okları,
1 000 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Türkçe sordular:
- İşte biz kalenin içindeyiz ... Niye gitmiyorsunuz?
;ı ;>;>
Yavaş yavaş silah sesleri kesildi. Ama bir cevap çıkmadı. Bir dakika evvelki
galiplerin bu anklı, bu şaşkın sükutuna parça parça cevap verir gibi, Barhan Bey,
fasılalı narasına devam etti:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1001
Kalede bir gürültüdür gidiyordu. Dar kapının önünde, zırhlı oklar, çatal
kurşunlarla yaralananlar acı acı inliyorlardı. Sipahiler de koşuşuyorlar, toplan
yerlerinden oynatıyorlar, eğilip asabi, korkunç nazarlarla aşağıya deminden
"Vire" ile baktıkları müthiş mağluplarına bakıyorlardı. Bir saat sürmedi; kalede
akıl, muhakeme şaşkınlığa galebe çalar gibi oldu. Sarnıçla kuyunun simsiyah
suyunu, cephaneliklerdeki açılan çuvalların kömür tozlarıyla dolu olduğunu
gören şövalyeler, vaziyetlerinin vahametini takdir ettiler. Su yoktu. Barut yoktu.
Kalenin dar kapısından çıkmak imkanı yoktu. Öyle korkunç bir kündeye
gelmişlerdi ki ... Artık "pes" demekten başka çare yoktu!
[s. 1 38] Biraz evvel şövalye saflarının arasından bedenlere teslim teklif eden
Türkçe ses, bu sefer bedenlerden aşağıya, pusulara yatmış yeni muhasırlara
haykırdı:
-Konuşalım ...
Kalede kapalı kalanlar, Barhan Bey'in karşısında, ümitsiz bir İnatla üç gün
daha dayandılar. Geceleri dar kapıdan çıkmaya çalışıyorlardı. Fakat aksi gibi
ayın on dördü idi. Her taraf gündüzden daha aydınlıktı. Sipahiler dar kapıdan
kayan her gölgeyi hemen deviriyorlardı. İçeride dudaklar kurumuş, cana
susuzluk tak demişti. Cephaneleri de tükeniyordu. Sonlarını, akıbetlerini
düşünmeye başladılar. Nihayet "Vire" şartım anlamak için silahlarının hepsini
kalenin bedenlerinden aşağı atmaya karar verdiler. Dördüncü günü sabahı
1002 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
burcun etrafına ansızın bir ok, yay, kılıç, kalkan, tüfenk, [s. l 39] meç yağmuru
başladı. Bu yağmur beş dakika kadar sürdü. Y eniçeriler, sipahiler, azaplar bu
silahlan kucak kucak toplayıp tümseğin arkasına taşıdılar . Barhan Bey, hepsini
dikkatle saydırdı. Denk, denk bağlattı. Tam üç yüz kişinin silahlan olduğuna
kanaat getirdi . Sonra askerleriyle beraber kalenin kapısına doğru ilerledi.
Bağırdı:
- Hepiniz iç avluya toplanın!
Silahsız düşman, kendi lisanlarıyla tekrarladıkları bu emre bir koyun sürüsü
usluluğu ile itaat etti . .. Barhan Bey yalın kılıç sipahilerle kapıdan girdi . Avlu
dolmuştu. İstese şimdi hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama, hayır. . . Ona kafa
değil. .. erzak lazımdı.
- Şövalyeler, asilzadeler bu tarafa ayrılsın! -dedi.
Parlak zırhlı, tüylü tolgalann etrafında altınlı siperleri göze çarpan cesur
şövalyeler, gümüş tokalı kemerler bağlamış zengin asilzadeler bir tarafa
toplandılar. Sayıldı . Bunların hepsi elli kişiydi .
- Kumandanınız kim? -diye sordu.
İçlerinden iri, kırmızı sakallı bir adam ilerledi . Y üzü sapsarıydı. Bu, meşhur
muhariplerden Petonleç idi. Uğradığı susuzluk, cephanesizlik vartasından ziyade
vuruşarak namuskarane ölmek ihtimalinin ademi onu bitirmişti. Barhan Bey,
tercüman vasıtasıyla dedi ki:
-Asilzadelerle şövalyeleri rehin gibi kalede tutacağım. Sen iki yüz elli silahsız
askerinle var git, bir ay içinde bana mutlaka bin çuval un, beş yüz kazevi pirinç,
beş yüz koyun, iki yüz tulum yağ, yüz tulum peynir, yüz tulum pekmez
getireceksin . Bir ay içinde istediklerim kaleye gelmezse rehin tuttuğum elli kişiyi
keseceğim.
Prens Petonleç, daha beter sarsıldı, dudaklarını ısırdı. Bu şart felaketlerin en
müthiş tarafıydı . Barhan Bey tercümana,
- Sararıyor, sor bakalım, çok susamış mı? -dedi .
Petonleç cevap vermedi . Barhan Beyin emriyle sipahiler avlunun [s. l 40]
ortasındaki kuyuya koştular. Bir kova su çektiler. Kovayı getirince, doldurulan
kupayı evvela Barhan Bey içti:
- Korkmayınız, ne sarnıç, ne de kuyu zehirlidir . -dedi.- Ben sizi aldatmak
için yalnız içine biraz siyah boya attım . Siz tatmaya korktunuz, insan ölümden
bu kadar korkarsa çok yanılır .
Kupayı kumandana verdi. Üç gün susuz duran kumandan kendine uzatılan
şeyi reddedemezdi. Artık silahsız esirler kuyunun başına üşüşmüşlerdi. . . Barhan
Bey, rehinlerin sol kuledeki taş odaya götürülmesini emretti. Sonra kumandanı
alarak cephaneliğe götürdü . Barut çuvallarının üst taraflarını döktürttü. Bir kanş
aşağılannın kömür tozu olmadığını gösterdi:
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 003
Hayatı
İstanbul'un, hava ve letafet itibarıyla bütün cihana gıptalar veren
sayfiyelerinden biri olan Boğaziçi'nde Çengelköy'ü denilen küçük köyceğizde
1 304 [ 1 889] senesinde dünyaya gelen İbrahim Alaeddin gençler arasında
bilhassa nezahet ve fazileti ile şöhret almışur.
Filipelizade Asım Bey denmekle maruf olan babası da şairdir. Eski tarzda
da olsa bu şairin İbrahim Alaeddin üzerinde bir tesiri olmuştur. Ewela irsen
sonra istidaden şairliğe mazhar olan İbrahim Alaeddin ilk talim ve terbiyesini
mahalli mekteplerinde ve İstanbul'da Kemeralu Mektebi'nde ve Şemsü'l
Maarif'te bitirmiştir.
Oğlunun tahsiline büyük bir ehemmiyet veren babası vilayet mektupçuluğu
ile çok zamanı dışarılarda, payitahttan uzakta geçirmeye mecbur oluyordu.
Küçük İbrahim de bazen babasıyla beraber bulunduğu vilayetlerde tahsilini
ikmale çalışıyordu.
İkinci dereceli tahsili de Trabzon Vilayeti İdadisi'yle, İstanbul'da Vefa
İdadisi'nde geçmiştir.
Ali tahsilini hukukta ikmal eden Alaeddin 1 325 [ 1 9 1 O] senesinde
şahadetnamesini almış, o zamanlarda da şiire başlamıştır.
Tabiatın güzellikleri içinde yaşayan hassas ruhu pek erken heyecana
gelmiştir. İstibdadın kara ve karanlık günlerini derin ıstıraplarla geçiren ailesi
efradından bazı zabitler İttihat ve Terakki'nin o zalim hükümdara,
Abdülhamid'e karşı hazırladığı ihtilal hareketine bigane kalamamışlardı.
Tahsil ve terbiyenin verdiği vakar ve haysiyet-i hürriyeti muhafaza
hususunda da bir [s. 1 42] asabiyet vermekte idi. Daha Meşrutiyet'in ilk gün
lerinde herkesin bayram yaparak neşelendiği devirlerinde, İbrahim Alaeddin'in
ailesi ilk kurbanını vermişti. Dayısı Muhtar Bey asiler tarafından öldürülmüştü.
Bu kurban genç İbrahim Alaeddin'e derin bir surette tesir etmişti. Hürriyetler
boğan, zekalar öldüren istibdada da, cehalete de düşman kesilmişti. O
zamandan hasıl olan bir his ile kendi de cehaleti, istibdadı boğmaya azmetmiş
bulunuyordu.
Yüksek bir tahsil, yüksek bir terbiye, yüksek bir ahlak ile mücehhez olarak
İstanbul'a dönen İbrahim Alaeddin bütün mevcudiyetiyle maarif ve matbuat
1 008 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
alemine atıldı. Hukuktan çıktığı zaman Hey'et-i İttihamiye zabıt katibi, Adliye
Kütüphanesi memuru olmuştu.
Resmi dairelerde memur olmak tazyiki veya mecburiyetleri ile haysiyetini,
hürriyetini feda etmekten kaçıyordu. O zelil hayatı şu "Kalemde" unvanlı
manzumesiyle tehzil ediyordu:
aldığı Trabzon vilayetine bu sefer ikinci dereceli tahsil vermek üzere Sultani
Mektebi edebiyat muallimi oldu.
329 [l 9 1 3] senesinde Maarif Nezareti tarafından edebiyat tahsili için
Avrupa'ya Lozan'a gönderildi. Pedagojiye meyli ziyade olduğundan
Cenevre'dekiJeanJack [s. 1 44] Rousseau Pedagoji İnstitutu'ne de devam ederek
hem enstitüden diploma hem de fakülte laboratuvarından tasdikname alarak
İstanbul'a dönmüştür. Darülmuallimin-i Aıiye'de terbiye, ruhiyat ve uslıl-ı tedris
dersleri verdi Selçuk Hatun İnas Sultanisi'nde Terbiye ve Ahlak muallimi oldu.
327 [ 1 9 1 2] senesinde Trabzon'da muallim iken Trabzon taburuyla Balkan
Harbi'ne gönüllü olarak iştirak etmiş ve oradaki ihtisaslarını Gönüllünün Gönlü ve
Rumeli'yi [Rumeli'ye Destdn-ı Harb] risale olarak Hilal-ı Ahmer menfaatine
bastırmıştır.
Hem şiir ve edep, hem terbiye ve felsefe vadilerinde memlekete ve gençliğe
hizmete başlayan İbrahim Alaeddin çocuklar için manzumeler yazdı. Çocuk
edebiyatına hiçbir ehemmiyet verilmediği bir zamanda onları düşünmek, onların
hislerini, zevklerini terbiyeyi düşünmek gibi büyük bir terbiyevi gaye takip
ediyordu.
327'de [ 1 9 1 3] Çocuk Şiirleri ni bastırdı. 328'de [ 1 9 1 3] Güfi
' Ü Gı1 adlı bir şiir
mecmuası neşretti.
Umumi Harp'ten sonra Selim Sırrı Darülmuallimin-i Aliye müdürü iken
İbrahim Alaeddin de müdür muavini idi. Vazifesinden başka hiçbir ihtirasa
kapılmayan Alaeddin bütün dikkat ve ehemmiyetini memleketin terbiyesini ele
alacak olan muallimleri hakkıyla yetiştirmeye hasretmiş çalışıyor, mektebin
çıkarmakta olduğu Tedrisat-ı lbtidaiye Mecmuası'm yaşatmaya uğraşıyordu.
Bir ara Darülmuallimin'de verilen serbest konferanslardan birinde Doktor
Mozohi dini bir meseleyi ilmi bir nokta-i nazardan tahlil etmiş ve hakikati ortaya
koymuştu. Mütareke'nin koyu karanlık, Halife'nin de vehimli ve çılgın zamanı
idi. Dini cereyanı temsil eden bazı gazete ve mecmualarda bililtizam meseleyi
alevlendirmek için makale yazarak: "Darülmuallimin-i Aıiye'de din aleyhine
konferanslar veriliyor, gençlerin terbiye ve tedrisi ile meşgul olacak olan genç
muallimlere dinsizlik telkin ediliyor, hilafetin makam olan İstanbul'da, padişahın
gözü önünde irtikap olunan bu cüret ve tecavüze nasıl göz yumuluyor." diye
feryada başlamışlardı.
[s. 1 45] Halifenin emri üzerine de konferansı veren doktor mahkemeye
çağırılmış, mektebin müdür ve müdir-i sanileri değiştirilmişti.
Bu vaka İbrahim Alaeddin'in ne sükunetine, ne de azametine tesir
edebilmişti. O yine maksadına doğru gitmekte idi.
Halife'nin İstanbul'dan firarı üzerine dava meselesi de ehemmiyetten
düşmüştü. İbrahim Alaeddin de Darülmuallimin Tatbikat Kısmı Müdürlüğüne
tayin edilmiştir.
1010 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Anne Sevgisi
Bir annenin iki yavrusu varmış;
En küçüğü beş yaşında kadarmış.
[s. 1 48] Bir gün anne küçüğünü severken
Çocuk demiş:
-Güzel anne seni ben
Ne kadar çok sevdiğimi bilmezsin,
Belki beni sen o kadar sevmezsin.
- Neden oğlum?
-Çünkü yavrun ikidir;
Senin gönlün iki aşk ile çarpar,
Benim yalnız bir sevgili annem var."
Bu ince hisli manzumelerle küçücük yavrular da hissi ve zevki tenmiye
fikrinde olan Alaeddin onlara köyleri, tabiatı, saffeti sevdirmeyi bilhassa hayatta
çok eziyet ve cefayı çektiği halde hiçbir takdir, hiçbir teşvik görmeyen köy
halkını, onların hayatını onların işlerini sevdirmeyi de unutmuyor, gözlerinin
önüne sade ve saf tabiat levhalarını serpiyor, "Çiftçiler" yaratıyor:
tasarlıyordum. İsveçli Elen Key'in Çocuk Asn'nda beşeriyeti istıfa ile atiyen
mükemmelleştirmek, kadın ve çocuk vasıtasıyla bir inkılab-ı mes'lı.d ihzar etmek
hususundaki kanaatlerine iştirak ediyordum. Kezalik Romain Rolland'ın Grivdain
Fevkinde ismindeki makaleleri, Freud'un "Sevaik-i Tabiiyenin Tahvil ve İ'lası"
nazariyesi fevkinde ve Profesör Claparede'in harp içinde intişarı eden Çocuk
Ruhiydtı'na dere ettiği mukaddime gibi yazılarında sulh-i müebbed hülyasını
takviye ediyordu. O rlı.h-şinas mütefekkir bu mukaddimesinde diyordu ki: "Bu
kitabın an-ı intişarında bütün Avrupa izmihlal içinde, maddi ve manevi izmihlal
içinde bulunuyor. Bu gün bi-kudret şahitleri bulunduğumuz şu irtica'-ı
vahşiyaneye acaba istikbalde mümaneat nasip olacak mı? Mücadelenin en
iptidai şekillerine bu ani rücfılar; şüphesiz fazla ihtiraslli metalipten ve o
metalibin hak, ahlak ve medeniyet esaslarıyla telifine imkan bulunmamasından
ileri geliyor. Sulh-ı cihan için bu kadar meşum olan hod-gfun temayülleri tahvil,
başkasına hakim olmak [s. 1 5 1 ] meylini, kendisine hükmetmek itiyadına tebdil
ve uhuvvet hislerinin intişanını teşvik gibi çareler belki insaniyete devamlı bir
sulh ve saadet temin edebilirdi. Fakat küçüklüğü, ihzar etmeden insanı ıslah
etmek kabil olmuyor. Bir eski darb-ı mesel "Çocuk eb-i insaniyettir." diyor... ilh.
Görülüyor ki mini mini vücutlardaki nispetsiz başlar gibi bu tez de eserin
kıymet ve keyfiyetine göre külfetlidir ve ben bu satırları yazarken Fuzfili'nin:
Şem' başından çıkarmış şevk-i dlı.d-ı kakülün
Böyle klıteh-ömr ile başındaki sevdaya bak!
beytini hatırlayarak kendi kendime gülümsüyordum. Çok isterdim ki tarz-ı hayat
ve iştigalim, bilhassa kudretim bu tezi etraflı bir eserde veya büyük ve kuvvetli
bir piyeste arz ve müdafaaya müsait olsun. Hülasa bu tafsilat ile şu temsilin
vücuda gelmesine sebep olan amilleri tahlil ve arz etmiş oldum zannediyorum.
Üslup meselesine gelince: Ben mevzuun münasip addettiğim cihetlerinde
lisan ve vezin hususunda tenevvüler ihtiyar ettim. Hitabe mevkiinde aruzun
ahenk ve kudretinden, mükaleme esnasında hece vezninin sadegi ve
suhuliyetinden müstefit olmak zevkime daha tabii geldi. Tali tahsilde bulunan ve
bu manzumeleri okuyacak ve belki kısmen ezberleyecek olan gençlerin
edebiyatımızı teşkil eden neviler ile ünsiyetlerini tezyide medar olması itibarıyla
bu tarz-ı hareket mektep ve terbiye endişelerimle tevafuk etti.
On iki sene evvel neşrettiğim Çocuk Şiirleri o zamandan beri biraz
serpildiğini gördüğümüz çocuk edebiyatına mini mini bir pişva olmuştu. Ümit ve
temenni ediyorum ki bu küçük kitap da edebiyat-ı şebab için naçiz bir
mukaddime teşkil edebilsin."
İbrahim Alaeddin'in şu küçük mukaddimesi edebiyat, gaye, sanat ve zevk
itibarıyla da kanaatlerine bir numune olduğundan aynca bir kıymeti haizdir.
[s. 152] Sulh ve Harp piyesinde Sulh ağzından söylediği şu aşağıdaki sözlerde
Tarih-i Kadfm'in ve Ha/JJJc'un Defteri'nin kuvvetli izleri vardır:
1014 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
230 İbrahim Alaettin Gövsa 29 Ekim 1 949'da Ankara'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır:
Şiir: Çanakkale İzleri ((1926), Acılar (1941).
Yazılar: Şen Yazılar (1926), Nazij'ten Hamid'e Ahiretten Mektuplar (1932), Söz Qpunlan (1942).
Sözlük ve Ansiklopedi: Yeni Türk liigati (1930), Talebe liigati ( 1 93 1), Meşhur Adamlar
An.ıiklopedisi 1-IV (1933-1936), Elli Türk Büyüğü ( 1940), Türk Meşhurları Ansildopedisi ( 1945- 1946), Re.ıi.mli
Yeni liigat ve An.ıiklopedi: An.ıiklopedik Sözlük 1- V(I 9 1 947-1954).
Biyografi: Vıcwr Hugo ( 1 93 1), Fuzuli (1932), Nedim (1932), Ömer Hu,yyam (1932), Nabi (1933),
Sü�man Nazif Hu,yatı, Kıtoplan, Mektuplan, Fıkra ve Nükteleri ( 1 933), Saha� Sevi.
Eğitim: İlle Gençlik Hakkında Ruhiyat ve Terbiye Tetkikleri ( 1 92 1), Bedii. Terbiye (1 925), Çocuk Ruhu
( 1926, Çocuk P.ıiko/,qjisi adıyla 1 940), Ruhiyat ve Terbiye (1929). (Haz. notu)
Ercümend Ekrem (Talu)
ERCÜMEND EKREM
Hayatı
Ercümend 1 304 senesinde [1 888] İstanbul'da Boğaziçi'nde İstinye'de
doğmuştur. Babası Recaizade Mahmud Ekrem ve büyükbabası Recai
Efendi'den bir fitrat-ı şairaneye tevarüs eden Ercümend daha küçücük çocuk
iken şefkatli ve ihtimamlı bir terbiye altında büyümüştü.
Recaizade Ekrem çocuklarına çok bağlı, müşfik bir baba idi. Kalbi onların
aşkıyla sızlar, onların aşkıyla, düşüncesiyle çarpardı. Büyük oğlu Nijad ile
Ercümend'i mürebbiyelerle büyütmüştü. Sıhhatlerine ufacık bir anza gelse
uykusunu feda ederek onların başında oturur, iyileşmeleri için uğraşırdı.
İlk tahsillerini mahalli mekteplerde gören bu iki kardeş ikinci dereceli
tahsillerini hususi muallimlerden evde görüyorlardı. Filhakika çocuklarım
mektebe de vermiş ve orada bırakmayı da arzu etmiş olan Recaizade Ekrem,
büyük oğlunun hastalığı üzerine her ikisini mektepten alarak hususi surette
yetiştirmeyi tercih etmişti.
Büyük oğlunun daha küçük yaşta iken şiir ve inşaya merakı, Türkçe,
Fransızca manzumeler yazması bu muhabbetkar babayı sevincinden çıldırtı
yordu. Fakat bütün ümitler ve saadetler uzun sürmedi. Büyük oğlu Nijad'ın
vefatı, Recaizade'yi ruhundan, kalbinden sarstı. Birini göz yaşlarıyla topraklara
gömen baba, olanca aşk ve iştiyakını diğer oğluna hasretti.
Ercümend, Türkçeyi Tevfik Fikret'ten öğrenmişti. Ekrem gibi bir babanın
oğlu, Fikret gibi bir üstadın şakirdi olan Ercümend, lisan ve edebiyat
hususlarında büyük istidatlar gösteriyordu.
[s 1 56] Babası aynca muallimler tutarak oğluna Fransızca, İngilizce ve Eski
.
Yunanca'yı da öğretmişti.
Bu suretle tahsilini tamamlayan Ercümend 1 32 1 [1 905] tarihinde memuren
hükümet vazifesine dahil olmuştu. Bir sene sonra Düyı'.ln-ı Umumiye idaresinde
açılan bir müsabakaya iştirak ile Meclis-i İdare Mütercimliği'ne intihap olunmuş
ve 1 324 [1908] senesi inkılabına kadar o vazifede kalmıştı.
Meşrutiyet'i müteakip Meclis-i Ayan Mütercimliği'ne geçmiştir.
1 329-1 330 [19 1 3- 1 9 14] senesinde Bab-ı Aıi Teşrifat Dairesi'ne memur
edilmiş, Mütareke esnasında da bir müddet Matbuat-ı Umumiye Müdüri
yeti'nde bulunmuştur.
1 020 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Şarkı
şarkısında veznin tatbiki, fikrin ifadesi, hatta kafiyelerin tatbiki itibarıyla da bir
eskilik çeşnisi vardır. Fikir itibarıyla o eski şarkılarda görülen besatet bunda da
mevcuttur.
Tenbel Harcı
- Genç hizmetçi: (Odadan içeriye girer) Tahsin Bey'in evı burası mı
efendim?
- Hizmetçi: Gülter!
- Hanım: Ayda üç yüz kuruş. Vakıa az, az ama sen de daha gençsin kızım.
İnşallah zamanla artUnnz. Hem bak onu da söyleyeyim . Bu evde hemen
hiçbir iş yok gibidir. Ben gayet alçakgönüllü bir karıyım. Seni bir hizmetçi
gibi değil, adeta evlat gibi tutacağım.
- Hizmetçi: Allah ömürler versin efendim!
- Hanım: Elbette! Cenab-ı Hak hepimizi bir yaratmış, cümlemizin namazı
bir kılınacak.
-Hizmetçi: Eksik olmayın efendim!
- Hanım: Onu diyordum: Bu evde seninkisi hizmetçilik değil, adeta
hanımlık, ben hiçbir işe kanşmam; beğendiğin gibi yaparsın. Zaten ne iş var
ki? Sabahlan, namaz vakti yataktan kalkar, mangala kömür [s. 1 60)
dökersin, beyin kahvesini, benim kahvemi pişirir, getirirsin. Sonra çocuklar
uyanır, onlann çayını, kahvaltısını hazırlar, yedirirsin, anlıyor musun
kızım?
- Hizmetçi: Evet efendim!
-Hanım: Görüyorsun ya, hiçbir iş yok gibidir. Sonra? Ha . . . Oturma
odasının toplanması, süpürülmesi, beyin üstü başı, çocukların sökükleri,
bunlar hep sana aittir. Buna da hizmet denilmez ya!
-Hizmetçi: Tabii efendim.
-Hanım: Bizim aşçı kadının elleri sıcak suya dayanamıyor. Bulaşığı da sen
yıkarsın. Saat dokuz buçukta bu işlerin hepsi biter. Uşağımız, kahyamız
yok. Alışverişe sen gidersin. Bey meraklıdır, hasis değildir, ama müsrifliği
de hiç sevmez, onun için çarşambaları Fatih'e, perşembe günü Arab
Camii'ne, salı günü Tophane'ye, cumartesi Beşiktaş'a pazarlara gider, her
şeyi daha ucuz alırsın. Bu da iş değil a!..
-Hizmetçi: Elbette efendim.
-Hanım: Öğleyin eve geldin mi sofrayı kurar, çocukların sefer tasını
mektebe götürür bırakırsın. Sen gelinceye kadar ben yemeği yemiş olurum.
Sofrayı kaldırır, bulaşığı yıkar, yine kahvemi pişirir getirirsin. Bak ben
öğleüstü uykuya yatarım. O zaman sen de serbestsin. Ya ütü ütüler yahut
sökük diker, yorgan kaplarsın . . . İkindiye kadar görüyorsun ki bizim evde,
her yerde olduğu gibi hizmetçileri işe boğmak yok değil mi kızım? . .
- [s. 1 6 1 ) Hizmetçi: Öyle efendim!..
-Hanım: İkindi oldu mu ben sana seslenirim. Uykudan çok fena uyanırım.
En son loğusalığımdan kaldı; kalçam tutulur, sana oğdururum. Çok değil
bir saat kadar . . . Ondan sonra beyin tepsisini hazırlar; mezelerini düzersin.
Sonracığıma da çocuklar mektepten gelir. Kannlan acıkmıştır. Onları
doyurursun değil mi kızım?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1023
231 Ercüment Ekrem Talu, 26 Aralık 1 956'da İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri
şunlardır: Roman: Kopuk (1922), Kan ve İman ( 1925), Şevketmeap ( 1 925), Kundakçı ( 1926), Z,ı;yl-i Evliya
yı Cedid ( 1925) Meşhedi ile Devr-i Atem (1 927), Gemi Arslam ( 1928), Meşhedi Arslan Peşinde (1 934),
Kodaman (1 934), Papel,oğlu ( 1938), Beyaz Şemsiyeli ( 1939), Bu Gönül Biiyle Sevdi ( 1 94 1), Çömlekoğlu ve Aile.ıi
( 1945).
Hikaye: Teraviht,en Sahura(l 923), Sevgilfye Masallar ( 1925), Kız Ali, Meşhedi'nin Hikiiyeleri (1926),
Gün Doğmayınca ( 1 927), Güldüren Kıtap ( 1928).
Oyun: Erenler ( l926).
Albüm: Dünden Hatvralar ( 1 945).
Diğer: Teni Kıraat (Sabiha ve Zekeriya Sertel ile-1 928)
Tercüme: Cüceler ve Devler Memleketinde Gul!Wer'in Sı;yahatleri (Swift'ten 1 935), Korku (Zweig'dan
1 944) (Haz. notu).
Halide Edib (Adıvar)
HALİDE EDİB
Hayatı
1 300 tarih-i hicrisinde [1 884) İstanbul'da doğan Halide Edib Hanım'ın
pederi Borsa Reji Nazın Edib Bey'dir. .
Pek ufak tefek, pek çelimsiz bir çocuk olan Halide, babasının daimi
korkularına, şüpheleriyle, endişelerine meydan veriyordu. Talim ve terbiyesi
kadar sıhhatiyle de alakadar olan babası doktorlara, hekimlere müracaattan hfili
kalmıyordu. Fakat çocuk bir türlü gürbüzleyip toplanamıyordu.
[s. 1 63) İçtimai hayatta yeniliğe doğru atılan bu adımlar Halide Hanım'ın
maneviyetinde de birtakım yenilikler doğuruyordu. Okumaya büyük bir
meftuniyet duyuyor, musikiyi seviyor; fakat sıhhatini kuvvetlendiremiyordu.
Gittikçe inceliyor, eriyordu. Bu cihet ailesinin endişesini arttırıyordu. Amerikan
mektebinde gördükleri Türkçe lisanı da basit ve az olduğundan o cihetçe de
birçok noksanları kalıyordu. Edib Bey kızının bu eksiklerini düşünerek tahsil ve
malumatını hususi dersler ve yardımlarla kuvvetlendirmeyi düşünmüştü. O
aralık garip bir tesadüf eseri olarak Feylesof Rıza Tevfık'le tanışmaları Halide
Hanım için pek hayırlı ve mesut olmuştu. Bu muarefeyi Rıza Tevfik şöyle
anlatır:
pederine rastgeldim. Kızı için pek müteessir oluyordu. Onda verem var diye
korkuyordu. Yanımıza çağırttılar. Biz de harem tarafında büyücek bir
odadaydık. Baktım yeldirmeli bir hanım girdi. Ama gayet zayıf, küçücük mini
mini bir hanım. On yaşında bir kız sandım. O vakit Amerikan mektebine devam
edermiş. Reji Nazın Nuri Bey: "İyi piyano çalar Halide Hanım!" dedi. Ve
hanım kız öyle yapmacıktan utanmak gibi, çekinmek gibi haller göstermeden
çaldı ve terennüm etti. Sesi de iyi idi. O gün ben de bazı şiirler okudum. Halide
Hanım Osmanlı şairlerini tanımıyormuş. Bu şiirlerle pek alakadar oldu. O gün
baktım konuşmaya, düşünmeye, okumaya meraklı bir kız. Bilakis ben neden
bilmem öyle hiç babası gibi hastalığı var diye bir şey zannetmedim. Çünkü kız
konuşmak istiyor, içini dökmek istiyor: "Bırakın konuşsun, dedim, hasılı ben iyi
ederim. Okurum, söylerim, masal anlatırım!" dedim."
diyor.
Rıza Tevfik bu suretle başladığı tedrisatına altı sene kadar devam etmiştir.
O zaman kendisi de o taraflarda oturur ve her gün atla gider gelirmiş. Halide
Hanım'da edebiyat merakını ilk uyandıran, hevesini, şevkini arttıran, istidadını
görüp tenmiyeye uğraşan Rıza Tevfik olmuştur. Rıza Tevfik: "Halide [s. 1 64]
Hanım'ın tabiatı birdenbire bir foware gibi fışkırdı ve ondan sonra da ilham
itibanyla öteye gitmede." diyor.
Halide Hanım kendisine "sanat heyecanını" ne zaman duymaya başladığını
soranlara cevaben:
"Zannederim on iki yaşımdan beri! İlk parçalarım hiç basılmadı. Herkes
gibi evvela jurnalimi karaladım. On dört on beş yaşlarında idim. Bazı mevzular
tevsi ederdim. Hocam Rıza Tevfik Bey beğenirdi. Mesela Hartib Ma'bedkr' deki
"Eller"i o vakit yazdım.
Evvela yazmakta hiçbir gayem olmadı. Yazmayı yazmak için sevdim. Bir
insanın nasıl sesi olur da söylerse ben de bir kuş öter gibi yazdım. Yazmak
hayatımın büyük bir hazzıdır. Ve kat'iyen şöhret düşünmezdim.
Çocukluğumdan beri içimden çıkmak isteyen bir sanat arzusu vardı. Çocukken
de hikayeler tasavvur eder, o vakit hikayelerimi bir aktris gibi oynardım."
diyor.
Filhakika Halide Hanım ilk yazdığı Hartib Ma'bedler unvanlı eseriyle kendini
tanıtmış bir edibedir. En güzel eseri de odur denilebilir; filhakika Halide
Hanım'ın ondan başka da eserleri vardır.
Halide Hanım mektebi bitirdikten sonra matbuata İntisap etmek istemişti.
Fakat daha istibdat devrinde kendini pek tanıtamamıştı. Mtider adlı yazdığı eser
bugün unutulmuş gibidir.
Halide Hanım'ı asıl meydana çıkaran Tanfn gazetesi olmuştur.
Meşrutiyet'ten yani 1 324 [ 1 908] İnkılabı'ndan sonra Tanin gazetesi intişarıa
başladığı zaman Halide Hanım birkaç hikaye yazmış Tanin'e getirmişti. İlk
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1029
232 Lord Byron l 788'de doğmuş 1824'te ölmüş bir meşhur İngiliz şairidir. Anası tarafından
kasap ve yün taciri idi. Shakespeare on kardeşin en büyüğü idi. Fıtrattndaki istidat kendisini
tiyatroya sevk ederdi. Tiyatro kapısından seyircilerin hayvanlarını muhafazadan başlayarak sahnede
aktörlüğe, nihayet harikulade istidadı sayesinde facia-nüvisliğe kadar yükseldi: İngiltere'nin en
büyük haile ve sahne-nüvisi oldu. Halk umumiyetle saray sitayişkarı idi. Hissiyat-! beşeriyeyi onun
kadar doğru ve sağlam olarak ifade eden hiçbir şair yok idi. Otuz aln tane tiyatro yazmış ve
bırakmışttr. Hamlet'i, Othello'su Türkçeye tercüme olunmuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
234 George Sand: İsmi Aurore Dupiu'dur. 1 804 tarihinde doğmuş meşhur bir Fransız kadın
bana Rıza Tevfik Bey izah ederdi. Sonra kendim sıra ile okudum. Tank'a mesela
bayılırdım. Eşber'den o kadar hoşlanmadım. Tank bana fevkalade bir eser
geliyordu. Bazı yerlerinde hakikaten hibraique235 şeyler var. Sonra Hamid'in
"Fatih Türbesinde" gibi epiğimsi (epique) şeylerine de bayılırdım. O vakit benim
nazarımda en büyük adam Rıza Tevfik Bey, en büyük şair de Hamid'cli . . ".
Eller
Ay yuvarlak, san çehresinin pınlulannı arza saçıyordu. Siyah yapraklar
arasında kayan gümüş teller gibi uzun ziyalar, uzun nur hadan çiziyordu. Gayr-ı
muntazam hatlarla temdit edilen esrarlı deniz lakayt, sakit, karanlık gölgeleriyle
üzerine eğilen iki silsile-i cibalin arasında incelenip, boğaza doğru uzanıyordu.
yalnız ayın nüfuz ettiği yerlerde sathi yapılmadan ahenkle kıvnldıkça ziya-dar
gamzeler yapıyordu. Çukurlarındaki zulmet, düzlüklerindeki ziya ile arz derin
bir uykuya dalmıştı. Eşyadaki sakit, naim-i hfil onunla hem-ahenk uyuyan
insanlığın sükuneti ortalığa müphem bir melal veriyordu. Kollarımı açık
pencereden dışarı çıkardım. Fakat rüzgar çoktan ölmüş, hava ağır ve baygın,
bütün eşya kendisini bu kadar sükunetle tetkik eden boşluk ve onun soluk
gözlerinin samt-ı esrarı karşısında bi-hfış idi. Bütün bu baygın fezada hareketten
kalmış eşyada esrarengiz, muhavvif bir baskı, bir tazyik hissediyordum ve
zannediyorum ki bir hafi kudret bu gece işitmek istediğim engin mazinin bütün
bekalarını, bütün eninlerini susturuyor.
Uzun müddet gözlerim alemdeki bu fevkalade gizli kudreti delmek için
bütün eşyanın en hafif kıpırtısını içmek istiyordu: Birdenbire kalbim gayr-i
[s. 1 70] tabii bir hevesle kabardı. Ruhum eşyaya karışacak kadar kainata dal
mıştı. Ve o kainat bütün boşluğu ve alemleri ile yavaş yavaş kabarıyordu. Boşluk
larda uzak bir beyazlık vardı.
Arz nihayetsiz bir zamandan beri kendisini ittiren bir kuvvetle yükseliyor;
aynı zamanda derin, aciz bir inilti yıldızlara kadar uzun, musir nagamatıyla
temadi ediyordu.
Ruhumun son bir kudretiyle görmek isteyerek kainata nazarım hullıl etti.
Dehşet! Boşluklar ve alemlerde bir boş nokta yoktu ki; gittikçe beliren parmak
uçlarından biri olsun. Her yerden bu sayısız, ince parmak uçlan uzanıyor, yavaş
yavaş namütenahi küçük eller beliriyordu. Yazık! Niçin bu sayısız eller açık
avuçlarıyla var olmak eziyetinden kurtulmak için yalvarıyorlardı?
Kainatı yayılıp susturan o hafi kudret bütün insanları derin bir uykuda
bulunduruyor, bu münacat eden elleri onlara göstermiyordu, fakat ben nefesim
tutulmuş olduğu halde ruhumda bütün ömrümde hissedeceğim bir vuzuh ile bu
elleri ve bu ellerin ma'na-yı iştika'sını görüyor ve hissediyordum. Mazinin temdit
olunmuş iğrenç kemik beyazlığıyla parlayan baygınlan arasında bu günün ter ü
taze genç parmaklan ve yarının doğmamış çocuklarının ipek elleri hep bu
ağlayan aheng-i elim ile kıvranıyor, şikayet ediyordu. Ah, bu mazinin çatal çatal
çürümüş, açık ölmüş elleri yarının doğmamak için yalvaran nazik parmaklan,
kimi var olmuş olmaktan, kimi var olunmaktan kimi de hayau bilmek açısından
kaçmak istiyordu. Bütün nisviyetin gizli teellümü ki, ruhum gece gündüz,
hayalde hakikatte hatta eşya ve fezada bile aks-ı sadfilannı, hayallerini, iniltilerini
duymaktan hariç olmuyordu.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 033
ettikten, hüviyetine sahip olduktan sonra lisanına bir perişanlık arız olmuş, fakat
hissiyatına ve tasvirauna bir kuvvet ve sanat hakim olmuştu.237
237 Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964 ıarihinde İstanbul'da vefat etmiştir.
Ro:nıanları: Heylll.ô. ( 1 909); Raik'in Annesi ( 1909); Seniye Talip ( 1 9 1 0); Handan ( 1 9 1 2); S-On Eseri
( 1 9 1 2)reni Turan ( 1 9 1 2)?;?; Meıı 'ud Hülr.üm ( 1 9 1 8); Ateşt,en Göm/,ek (1 923); Kalb Ağrısı ( 1924); Vurun
Kalıfl'Ye (1 926); zryno'nun Oğlu ( 1928); Sinekli Bakkal ( 1936); rolpalas Cinqyeti (1937); Tatarcık( 1939);
S-On.ıuz Panqyır (1946); Döner .1Jına (1954); Akik Hanım Sokağı ( 1958); Kerim Ustanın Oğlu, (1 958) Sevda
Sok.alı KoTTl(ıiyası (1959); Çaresaz ( 1 961); Hqyat Parçal.an (1963).
Hikayeleri: Harap Mabetkr ( 1 9 1 l ); Dağa Çıkan Kurt ( 1922); İzmir'den Bursaya (Yakup Kadri,
Falih Rıfkı, Mehmed Asım ile birlikte)(l 922); Kubbede Kal.an Hoş Seda ( 1974).
Oyunları: Ken'an Ç-Obanl.an ( 1 9 1 8); Maske ve Ruh ( 1 937).
Hatıraları: Memoirs of Halide Edip ( 1 926), The Turkish Ordeal ( 1 98), Tür/riin Ateş/,e imtihanı
(1956) ;Mor Sallamlı Ev ( 1 963)
İncelemeleri: Talim ve Terbiye ( 191 1); Turkey Faces West ( 1930); Coriflict ef East and West in
Turkry (1 935); inside lndia ( 1937); Üniversite Kafası ve Tenkit ( 1942); Ede/Jiyaua Tercümenin Rolii ( 1944),
'Sana Rey Veriyorum' Hakkında (195 1), Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesir/,eri ( 1955); lngili;: Edebryatı
Tarihi, 3 cil� ( 1940-1 949); Doktor Abdüllıak Adnan Adwar ( 1956).
İHSAN RAİF
üzerinde büyük ve uzun bir tesiri olduğu gibi İhsan Raif Hanım üzerinde de
izleri görülüyordu.
Tab'an pek ziyade rebabi (!yrique) olan İhsan Raif Hanım'ın bu tarzda
şiirler yazmak ruhuna daha muvafık gelecekti.
İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfık'ten aldığı tavsiyelerden sonra Türkçe
şiirlere büyük bir heves, hak.iki bir rabıta göstermiş ve çok da güzel parçalar
yazmıştır.
İlhamı (inspirat:ion) kuvvetli, intikali seri olan İhsan Raif Hanım çok zaman
zikri geçen bir vakadan, bir muhavereden, bir sergüzeşt veya hikayeden
mütehassis olur ve heyecana gelir; o heyecan kağıda inikas ederek ya o gün ya
ertesi gün bir şiir kisvesine bürünür.
Rıza Tevfik Bey:
"Bir gün sanayi-i nefiseye müteallik mübahase esnasında sözü -bilmem nasıl
ve bilmem nıçın- bazı temasil-i tarihiyeye nakletmiş ve Salomee'den
bahseylemiştim. Gayet zinde ve gayet dilber; fakat hain, haşin, dudağı kanlı bir
kadın olmak üzere ressamların dehasına münkeşif olan bu çehre, İhsan
Hanım'ın muhayyilesini altüst etmiş olmalı ki; ertesi gün Hanımefendi [s. 1 75]
bir yeni şiiri ile bizi karşıladı. Onun son kıtasına bakınız! Ne kadar güzeldir ve ne
kadar o şahsiyet-i tarihiyenin kendisidir:
Ey güzeller ilahesi! Ey eli kanlı peri!
İstediğin candır bildim sonbaharda bir gündü
Gözlerinde belirmişti cinayetin eseri
O gün senin dudağında bir damla kan gördümdü!
Hiç kimse inkar edemez ki; öyle bir vesile ile böyle bir kıta yazan bir kimse
şairdir; hem cidden şairdir!"
diyor.
Tabii İhsan Raif Hanım'ın ilham ve sanatına iyi bildiği Fransızcanın,
okuduğu Fransız eser ve müessirlerinin büyük tesirleri vardır.
Meşrutiyet'ten sonra İhsan Raif Hanım Avrupa'ya da gitmiş, bir müddet
orada kalmıştır. Bu seyahatin de şahsiyet ve hassasiyeti üzerinde tesirleri
olmuştur. Avrupa'da iken tesadüfen orada bulunan Şahabeddin Süleyman ile
tanışmış ve evlenmişlerdir. Bir müddet orada geçen hayattan sonra İstanbul'a
dönmüşlerdir.
Gözyaş/an unvanlıyla tab'ettirdikleri mecmıia-i eş'ar pek güzel, hissi, aşki ve
rebabi şiirlerle doludur.
Türk şairler içinde ilham ve hassasiyet itibarıyla en canlı ve kuvvetlilerden
biri de şüphe yok ki; İhsan RaifHanım'dır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 037
238 4 Nisan 1 926 tarihinde vefat eden İhsan Raif Hanım'ın Gözyaş/an ile aynı dönemde
yayımlanan diğer bir eserinin adı Kadın ve Vatan' dır ( 1 33 1 \ 1 9 1 4) (Haz. notu).
Mehmed Emin (Turdakul)
MEHMED EMİN
Hayatı
Mehmed Emin 1 285 [1 869] senesinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Yedi
çifte bir ığrıp kayığının reisi olan Salih Reis'in oğludur. İlk tahsil ve terbiyesine
İstanbul' da Beşiktaş Askeri Rüşdiyesi'nde başlamıştır.
Bilahare Mekteb-i Mülkiye'de ve Hukuk Fakültesi'nde de fili tahsil
görmüştür. Gençliğinde o da bütün muasırları gibi Arabi ve Farisiye mütemayil
lisan itibariyle, o da arkadaşları gibi Kemal'lerin, Ziya'lann peyrevi idi. Hatta
Süleyman Nazirierin, Abdülhalim Memduh'lann arkadaşı idi. Tetebbu ettiği,
sevdiği, takdir eylediği eserler İbn-i HaldtJ,n 'lar idi. O da bütün gençler gibi
Kemal'in ölümünü gözyaşlarıyla karşılamıştı. Tahsilini ikmal edip hükümet
memuriyetine girdi. Evvela Sadaret Evrak Kalemi'ne, sonralan Rüsumat
Mektubi Kalemi'ne devam etti. Rüsumat Evrak Müdürü oldu. Erzurum ve
Trabzon Rüsumat Nazırlığı etti. Bahriye Nezareti'nde müsteşar, Hicaz'da vali
vekili oldu. Sonra fıtratında mevcut olan bir kuvvetin kendisini zorladığını
hisseder gibi oldu. Ruhunda yazmak ihtiyacını duyuyor, fakat aruzun, bir Arap
ruhuyla hayat bulup, Acem zevkiyle ta'dil olunan karışık, dolaşık, dar ve sıkıcı
veznin muttarit kalıplan içine hislerini ve fikirlerini sokmakta güçlük çekiyor,
daha serbest bir vadi, daha geniş bir cevelangah arıyordu.
Nihayet lisan ve edebiyat aleminde açılan münakaşalar, sade lisana birçok
taraftarlar kazandırmış, gazetelerde makaleler intişar etmiş, birçok kimseler
lisanda ne kadar Arabi, Farisi kelime varsa hepsini lisandan atmaya taraftar [s.
1 83] olmuşlardı. Uzun müddet bu münakaşalar matbuatı çalkaladı, iki taraf olan
edipler yekdigerini incitecek bir lisan ile birbirlerine hücum ettiler.
Sırf Türkçe taraftan olanlardan biri bir gazetede:
"Arapça isteyen urbana gitsin
Acemce isteyen İran'a gitsin
Frengiler Frengistan'a gitsin
Ki biz Türküz bize Türki gerektir.
Bunu fehm etmeyen cahil demektir!"
tarizini ortaya attı. Muarız cihet de hemen aynı ahenkle cevap verdi.
"Arapça isteyen urbana gitse
Acemce isteyen İran'a gitse
Frengiler Frengistan'a gitse
Lisan-ı milleti mahveylemektir.
Bunu fehm etmeyen ahmak demektir!"
1 044 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Osman'm Yüreği
Ey güzel köy! Viran olma, sakın şu genç yaşında;
Dağlarında taze otlar, pcnbe güller biterken,
Ey çobanlar! Beni anın; coşun sular başında
Yaprakların arasında yavru bir kuş öterken.
Kara toprak içersine düşen her şey bir yığın kül oluyor;
Güya ki bir kasırga var; bunu ona, onu buna katıyor;
Bir el var ki çürük kefen parçasını çiçek yapıp atıyor;
Evet hayat bir taraftan boşalıyor, bir taraftan doluyor.
Fener
Sen her gece o yalçın kayalığın üstünden
Dumanlara kırmızı alevini saçarsın;
O canavar ağızlı girdablann önünden
Gemilere selamet yollarını açarsın.
Kulübeler, ocaklar . . .
Zayıf, solgun kadınlar . . Mellı.l, mahzun çocuklar . . .
.
kadın aşkından bahis şiirler yazmıyor diye ta'riz ettikleri gibi, Mehmed Emin de
kendine tariz edenlere "Benim Şiirlerim"le cevap veriyor:
239 1 4 Ocak 1 944'te vefat eden Mehmed Emin Yurdakul'un bütün eserleri şöyledir:
Şiir: Türkçe Şürkr (1898), Türk Sazı ( 1 9 1 4), Ey Türk cyan! ( 1 9 1 4), Tan Sesi.eri ( 1 9 1 5), Ordunun
Destam ( 1 9 1 6), Di.de Önünde ( 1 9 1 6), Hastabakıcı Hammlar ( 1 9 1 7), Turana Doğru ( 1 9 1 8), Zefer Yof.un.ıla
( 1 9 1 8), İsyan ve Dua ( 1 9 1 8), Aydın Kızlan ( 1 92 1 ), Mustafa Kemal ( 1928), Ankara ( 1939). Mehmet Emin'in
bütün şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından Mehmed Emin Yurdakul'un Eseri.eri l: Şiirkr adıyla
1 969 yılında Ankara'da yayımlanmıştır.
Diğer eserleri: Fazilet veAsalet ( 1 89 1 ), Türk'ün Hukuku ( 1 9 1 9), Kral Corc'a ( 1924), Danteye ( 1928).
Zfya Gökalp ,.•� . .·
ZİYA GÖKALP
Hayatı
Ziya Gökalp, Diyarbekir'de Çermik kasabasında 1 292 [ 1 876] senesinde
doğmuştur. Ailesi; irfan ve fazilet sahibi edipler ve şairler yetiştirmekle maruf
olan Diyarbekir'in eski ve kibar ailelerinden imiş. Ecdadından Abdullah Ağa
oğlu Müftü Hacı Sabir Efendi ilim ve kemal sahibi bir zat imiş. Hürriyet-i
fıkriyesi ve inkılapperverliği yüzünden dokuz kere nefyedilmiş imiş.
Ziya Gökalp'ın babası Tevfik Efendi de evvela medresede tahsil görmüş
bilahare resmi memuriyete geçerek Meclis-i İdare azalığında bulunmuş, vilayet
nüfus nazın olmuştur. Diyarbekir'de ilk matbaa ve ilk resmi gazeteyi tesis eden
bu Tevfik Efendi olmuş. Bilhassa Ziya'nın amcası Diyarbekir'de herkesin
hürmetini kazanmış bir alim imiş.
Ziya Gökalp'ı da yetiştiren fikri ve içtimai hayatı üzerinde mukayyet ve
muzır birçok tesir gösteren bu amcası olmuştur .
Ziya Gökalp'ın çocukluğu sükun ve huzur içinde geçmiştir. İyi bir tahsil ve
terbiye il e yetiştirilmiş olan annesi, eski bir Türk şairinin kızı imiş. Ziya annesine
çok bağlı imiş, akşamları onun dizinin dibine oturur, anlattığı masalları tatlı tatlı
dinlemekten füsunkar bir zevk alırmış. Ziya Gökalp bilahare bu masalları gah
nazmen, gah nesren yazmıştır.
Pek küçük iken babasını kaybeden Ziya Gökalp, amcasının himayesi altında
talim ve terbiye görerek yetişmiştir. Evvela, Diyarbekir'de Mercimek Örtmesi
İptidai Mektebi'nde Hafız Ömer Efendi isminde birinden okumaya başlamış ve
302 [1 884- 1 885] tarihinde birinci defa açılan Askeri Rüşdiyesi'ne girmiştir. O
zaman [s. 202] mektebin müdürü, Amasya Mebusu olan İsmail Hakkı Paşa imiş.
Faik Aıi ile İshak Süklıti de Ziya Gökalp'ın arkadaşları arasında imiş. Rüşdiyeyi
de bitirdikten sonra Ziya, Diyarbekir Mülkiye İdadisine devama başlamış,
sınıfının birincisi olduğu halde Fransızcayı ihmal etmesi üzerine o sene ikmale
kalmıştır. Bu ikmal hadisesinin acı tesiri Ziya Gökalp'ı daha ziyade gayrete sevk
etmiştir.
Ziya Gökalp sade mektepten aldığı derslerle kalmamıştır. Kendisini hakiki
bir evlat gibi benimseyen amcası, ona Fars ve Arap dilleri ile beraber Şark
felsefelerini öğretmiş ve İslam feylesoflarını tanıtmıştı. Gazali'leri okumuş,
bilhassa İbn-i Rüşd unvan lı kitabın mütalaası kendisini çok düşündürmüştür.
Babasının çıkardığı gazeteleri ve sair yerlerden gelen gazete koleksiyonlarım da
mütalaaya başlayarak zihninde birtakım şüpheler uyanmış, nihayet
1 060 İSMAİL HİKMET ERTAYIAN
Ziya Gökalp, geniş bir emperyalist, geniş bir Pan-Turanist idealizmi yaptığı
bu manzume ile kendini tanıtmıştı. İttihat ve Terakki'nin mağrur ve sergüzeşt-cu
paşalanna bu fikir, bu ideal hoş gelmişti.
Ziya Gökalp hususi tetebbulan sayesinde bir hayli malumat elde etmiş,
Fransızcayı da öğrenmişti, şu kadar var ki zihniyetindeki bir hususiyet kendisine
garip bir itiyat, bir iptila vermişti. Her şeyi bir tasnife sokmak, kendi
nazariyelerine uydurmak isterdi. İçtimaiyata olan merakı kendisini eski Türk
hayat-ı ictimaiyesini tetkik ve tetebbua da sevk etmiş, bir hayli faydalı şeyler de
meydana çıkarmıştı. Dar bir dairede çabalamasa, daha geniş bir nazarla ilim
sahasını kavrasa idi çok daha faydalı olabilirdi.
Mebus ve Darülfünun içtimaiyat müderrisi olduktan sonra İttihat ve
Terakki Merkez Fırkası'nın tahsisatıyla Yeni Mecmua unvanlı mecmuayı neşre
başladı ve inkılabın zuhuruyla canlanmış olan Türkçülüğün cephesini de,
gayesini de hayliden hayliye değiştirdi. Yalnız ilmi, yalnız edebi, [s. 206] hatta
yalnız içtimai değil, biraz, hatta birçok da siyasileştirip kendine mahsus görüşleri,
duyuşlan ve sabit fikirleriyle (iıiiefixe) katı bir tarikatçı (sectaire) oldu.
Tarihi, felsefeyi, içtimaiyatı kendi fıtrat ve zihniyetinin gözlükleri altından
gören Ziya Gökalp içtimai hayatın gidişini de münhasıran kendi görüşüne
uydurmak ister. Yazdığı edebi, içtimai, felsefi makale ve eserlerle hep bu gayeye
çalışmıştır. Kendi, meslek itibarıyla içtimaiyatçı bir feylesoftur. Şark'ı, Şark adab
ve adatını, bilhac;sa Şark asanndan oldukça derinden tetebbu etmiştir. Son
Avrupa asanndan bazılannı tetebbua başlamış, içtimaiyat ilminde Durkheim'e
meftun olmuştur. Fakat onun haricinde hiçbir fikri kabul etmek istemediği gibi
tetkik etmeyi bile zaid görecek kadar fikr-i sabite (idee fixe) kapıldı. Bu noktadan
da birçok muanzlarla karşılaşmıştır. Bilhassa mecmualarda Rıza Tevfik, Mustafa
Satı' ve daha birçok sahib-i salahiyet zatlarla münakaşaları olmuştur.
Harb-i Umumi esnasında efkar üzerinde büyük tesiri görülen Ziya Gökalp,
Darülfünun'da içtimaiyat müderrisi iken Mütareke esnasında Malta'ya
gönderildi. Oradan kurtulduktan sonra vatanı olan Diyarbekir'e çekildi.
Beraberce Yeni Mecmua'yı çıkardığı arkadaşlanndan ayn düşmüş olduğu için
Diyarbekir'de Küçük Mecmua namıyla bir risale çıkararak fikirlerini neşre başladı.
Ortalık biraz sükunet bulduğu sıralarda Darülfünun, eski müderrisini yine davet
etti.
Ziya Gökalp milli bir ruh, milli bir heyecan ile ve hece vezniyle
manzumeler de yazmıştır. Bilhassa Türk efsanelerini tespite çalışmış, halk
arasında yaşayan masal ve hurafeleri nazmen yaşatmaya azmetmiştir.
Kızıl Elma bu gayretin mahsulüdür. Bundan maada TürklRşmek,lsldm/,a,şmak,
Mudsırlaşmak namıyla küçük bir eser ortaya atmıştır ki bunda kendi muanzlanna
cevap vermeye ve Türkleşmenin muasırlaşmaya da, İslamlaşmaya da mani
olmadığını, bilakis pek müsait bulunduğunu göstermeye çalışır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1063
[s. 207] Yeni Hayat unvanıyla İstanbul'da Evkaf Matbaası'nda bastırdığı şiir
mecmuası İttihat ve Terakki büyüklerinin birer destan-ı sitayişi, içtimai
fikirlerinin manzum birer telkinidir.
Mecmuanın edebi kıymeti mahduttur.
Mefkı1revi, seciyevi, ilmi ve içtimai kıymetine gelince onlar da pek zayıf ve
kansız, cansızdır. Ziya Gökalp bu kitapla kendi kıymet-i ilmiyesini, kudret-i
telkiniyesini de kaybetmiştir. Yirminci asır medeniyet, ahlak, ilim, seciye, kanaat
ve zihniyet esaslarıyla çarpışan fikirleri hiçbir kıymet-i tatbikiyeyi haiz değildir.
Denebilir ki Ziya Gökalp bir nevi neo-scokıstique bir terbiye, bir irfan yaratmak
azmine düşmüştür. Şaşkın ibre (d'equilibri') gibi ne tarafa hareket edeceğini tayin
edememektedir. Gençliğe azmi, hürriyeti, iradeti telkin edecek yerde yanlış
misallerle kuvvete ser-fürı1yu beylere, paşalara tabasbusu telkin bir ilim
adamının seciyesi ile pek de tevafuk etmez ve edemez.
"Vazife" adlı şu manzumesini sanat ve bediiyat değil fakat gaye, mefkure ve
seciye noktasından görelim:
skolastik ahlaka taraftar çıkacak kimse var mıdır bilmem? Her emirlerine bila
kayd u şart itaati isteyen İttihat ve Terakki paşalarının keyfine hizmetten başka
bir şeye yaramazdı. İnsanı akılsız, kör, idealsiz, gayesiz bir cemad haline
indirmek, Fikret'in:
"Ey mi'delerin zehr-i takazası önünde
Her zilleti bel' eyleyen efvah-ı kadide;
Ey fazl-ı tabiatle en amade vü mün'im
Bir fıtrata makrlın iken aç, atıl u akim,
Her ni'meti, her fazlı, hep esbab-ı rehayı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki . . . mürayi!"
diye tel'in ettiği mezelleti halka fazilet diye telkin etmek bilmem bir sihib-i ilme,
bir yirminci asır feylesof ve içtimaiyatçısına layık görülür mü? Gözlerini kapayıp
yaptığı işi bilmeden, görmeden, anlamadan işleyen işçinin [s. 209] hayatta
insanlık itibarıyla, cemiyette uzuvluk namıyla ne kıymeti olur. Bu halkı kara
cahil, insanı hayvan etmek değil de nedir? İşte mefkurevi parçalarından biri
daha. "Hayat Yolunda":
Türkçülük, evvela kendine mahsus bir tarzda olacak, sonra deruni olacak,
sonra kuvvetini milli vicdan ve nazımda, nesirde tekemmülü bila-vasıta alacak.
Böyle eserlerin henüz yazıldığını bilmiyordum. Değil sanat itibarıyla, hatta lisan
itibarıyla da Türkçülüğün bu gayesine muvafık bir yazı henüz çıkmamıştır
zannındayım. Mamafih, bazı Türkçülerin yazdıkları eserler, Servet-i Fünun
ediplerinden ve şairlerinden hiçbir vakit geri kalmamıştır. Tabii, Tevfik Fikret
müstesna, o pek yüksektir. Ziya Gökalp'ın muhakemeleri indidir. Mamafih
zamanında çok taraftan da vardı.
Fakat bütün bu taraftarlar, Ziya Gökalp mevki ve nüfuzunu kaybedince
etrafından dağılmışlardı. Öyle Ankara, İstanbul Darülfünunda müderris olmak
ve mebusluktan istifa etmek üzere geldiği halde kendisini Darülfünuna da kabul
etmemişlerdi ve ümitsiz ve elem içinde hastalanan Ziya Gökalp nihayet
hastaneye düşmüştü. Metrukiyet ve nisyanın bütün acılarını yaşadı ve Fikret'in
"Ceza-yı Mensiyet"inde söylediği:
"Unutulmak o bir tahaccürdür!
Ki beraber muhitimizde yürür!"
hakikatini bütün zehriyle tatmıştı. Akıbet dudaklarında: "Türk Ocağı'nı ben tesis
ettim, asri Darülfünunu ben kurdum. Fakat bugün bu iki müessesede de [s. 2 l 3]
benim yerim yoktur. Türk Ocağı'nda beni hcyet-i merkeziyeye bile fazla
görürler. Darülfünun'da fikirlerimi neşr için benden bir kürsüyü bile esirgerler.
Sonra bana mebus olma, siyasete karışma derler. Evet efendiler ama, ben de
insanım, benim de ihtiyaçlarım vardır. Çocuklarım vardır, ailem vardır, ben de
yaşamaya ve onları yaşatmaya mecburum. Bana Darülfünfın'da bir yer
vermezseniz ben ilmimle nasıl yaşayım? Mesuliyetini üzerime aldığım bu
çocukları nasıl kurtarırdım?" Şikayetleri olduğu halde acı bir hicran ve ıstırap
içinde can vermiştir.
Ziya Gökalp 1 343 Hicri ve 1924 Miladi tarihinde İstanbul'da hastanede
ölmüştür. Hastalığın mahiyeti de kat'i surette anlaşılamamıştır. Birkaç hastalığın
ihtilat ettiği söylenmektedir.
Cenazesi büyük bir kalabalıkla kaldırılmıştır.
alınmış, bugünün lisanı için garip ve mehcur kelime ve tabirler çoktur. Lisana,
edebiyata, bilhassa nazma, Turancılığı getiren Ziya Gökalp'tır.
Ziya Gökalp bir Türk esatiri (mythologi,e) yaratmak gayreti göstermiştir.
Kullandığı lisanda eski kelimeler ve tabirlerin çok olmasına rağmen, Türk
zevkine, Türk ananesine, Türk ruhuna sıcak gelen samimiyet ve sancılık,
kavrayıcılık, füsun ve cazibe yoktur. Katı, haşin, soğuk, sun'i bir lisandır.
Ziya Gökalp'ın sanatı da cfilib-i nazar bir kuvvet ve mahareti haiz değildir.
Mısralarının tertip ve tanziminde kulağı, dolayısıyla ruhu okşayan tatlı bir
zemzeme, veznin ve kafiyenin intihap ve tatbikinde selaset ve mevzuniyeti temin
eden muvafakat görülmez. Kendisinde şiirin bir lazımesi olan {yrisme'e mukabil
bir talakat-ı hikaye görülür. Manzumeleri bir şiir derecesine yükselebilmekten
çok uzaktır. Ancak manzum birer efsane olarak kalır, onlarda hakikatten ziyade
hayalden ilham almış, hatta almış değil, almaya [s. 2 1 4] çalışmış, aramış. Birer
tecrübe (tatonnement) birer essai'dir. Talimi eserlerdir. Ziya Gökalp'ın kıymeti ne
şiiri, ne de sanatı itibanyladır. Belki açtığı cereyan ve vücuda getirdiği teşkilat
itibarıyladır: Aşağıda verdiğimiz manzume, nazmı hakkında canlı bir
numunedir:
"Yaradılış
(Türk Kozmogonisi)
1
Önceleri yoktu gündüz,
Görünmezdi aydın bir yüz;
240 Tuğrul, adama benzediği rivayet olunan esairi bir kuştur. (İsmail Hikmet'in notu)
241 Barak, Tuğrul'un son iki yumurtasından birinin içinden çıkttğına Türklerce itikad olunan,
çok tüylü bir av köpeğidir. (İsmail Hikmet'in notu)
1068 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
242 Yak, Tibet öküzüdür ki, Türklerce en mukaddes bir hayvandır; kurban edilir ve
kuyruğundan tuğ yapılır. Tuğrul ile Barak'ın mukaddes olması da, Yak, yani sığır avında
kullanılclıklan içindir. (İsmail Hikmet'in notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 069
2
Önce, Gece kaldı gebe,
Çağırdılar geldi ebe . . .
Görünmedi hiçbirisi
Cümlesinin sustu sesi!
Asırlarca aradılar,
Tali'leri çıkmadı yar . . .
3
Çolbu Hanım: Zühre kızı,
Seviyordu bir Yıldız'ı!
Uyanarak hevesleri,
Sıklaştı gür nefesleri . . .
4
Bir kış günü yalın ayak
Öksüz bir kız yan çıplak,
ruh itibarıyla farkı yoktur: "Topunun mübdii bir vehm-i cebin" diyecek cüreti
yoktur.
"İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?
Hiç şüphesiz peygamberler, veliler . . .
Bu devirde din hikmete rehberdir;
Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer . . . "
diyerek gençliğe skolastik terbiye veriyor ve nihayet:
[s. 223] "Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın . . .
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın . . .
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!. . ."
diyerek bir İslam protestanlığı yapmak, bir İslam Luther'i olmak istiyor. Bu
kadarı ona kafi görünüyor.
İçtimai fikirlerinde tenkit ve tarize müstahak olanları çoktur. Asrın
ihtiyaçlarını aydın olarak görecek, kat'i olarak kavrayacak ne terbiye-i fıkriyesi,
ne de tecrübe-i medeniyesi vardır. Dil hakkındaki fikirleri de "Lisan" unvanlı şu
manzumesinde açık surette anlaşılmaktadır:
"Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manası anlaşılan
Lügate atmadan göz.
Arapçaya meyletme
İran'a da hiç gitme;
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
246 25 Ekim l 924'te vefat eden Ziya Gökalp'ın eserleri şunlardır: Şiir: Şaki lbrahim Destanı
( 1 908), Kızıl Elma ( 1 9 1 4), Ala Geyik ( 1 9 1 4), Yeni Hayat ( 1 9 1 8), Alhn !;ık ( 1 923). Diğer eserleri: llm-i
lctimd Dersini ( 1 9 1 3), lbn-i lctimd ( 1 9 1 5), Rusya'daki Türkler Ne Yapmalı? (19 1 8), TürHeşmek, lsldmlaşmak,
Mudsırlaşmak ( 1 9 1 8), Türk Töresi ( 1 923), Doğru Yo� Hıikimiyet-i Milliye ve Umdelnin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri
( 1923), Türkçülüğün Esaslan ( 1923), Türk Medeniyeti Tarihi ( 1 925), Felsefe Dersini (haz. Ali Utku-Erdoğan
Erbay, 2006). Ziya Gökalp'ın bütün eserleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından ..Qya Gökalp
Külliyah L· Şiirler ve Hallt Masal/an (Ankara 1952) ve ..Qya Gökalp Külliyah IL· Limni ve Malta Mektuplan
(Ankara 1965) adıyla iki cilt halinde yayımlanmışnr.
Mehmed Akif(Ersoy)
MEHMED AKİF
Hayatı
Mehmed Akif bütün emsali gibi medrese terbiyesinin tesiri tahtında yetişen;
çocukluğunu, gençliğini o ruh ile yaşayan bir şahıstır. Fıtratında mevcut olan bir
kuvvetle şiirin aguşuna atlayan Akif o güzelliğin sihir ve füsununu hakkıyla
kavTayamamış, o çeşniyi bütün incelikleriyle tadamamıştır.
Dar bir çember içinde perendebazlık edenler gibi din çerçevesi içinde
sıkışmış kalmıştı. Tekmil menba-ı ilhamı olan dini hasbi olarak murakabeye
daldığı zamanlar şairleşen Akif dini, bir menfaat ve maişet vasıtası haline
getirdiği zamanlar tahammül edilemez bir kaba ve azgın mutaassıp (fanatique
refrent) olur. Saldıracak yer, atılacak adam arar. Gözlerinde karı, dişlerinde zehir
görülür. Dinin de telin edeceği menfor ve kerih bir manzara alır. Tapındığı dinin
ve şer'in tavsiye ettiği hilm ve sükundan, nfk ve merhametten eser görülmez.
Dünyayı ıslaha memur edilmiş serseri bir mütenebbi vaziyeti takınır. Esasen sıdk
u hulusu ile dine sarılmış olmayan bütün vicdanlarda böyle riyakar bir taşkınlık
(hypocrite exaltation) görülür. Meşrutiyet'in ilanına kadar kendini gösterecek bir
fırsat bulamayan Akif, gah mahalle kahvelerinde yazdığı manzumeleri dostlarına
okuyarak ve mahalle kahvelerinden, medrese köşelerinden, cami avlularından
ilham toplayarak, gah saçtan tırnağa yağlanıp mahalle meydanlarında
pehlivanlarla enseleşerek zaman geçirmiş, İnkılap'ın zuhuru Mehmed Ak.iri
Darülfünun edebiyat müderrisliğine kadar çıkardı, muhitinden ayrılan bu adam
yeni muhitine ısınamadı, o muhiti benimseyemedi. Kimine haset, kimine gayz ile
baktı. Kendi [s. 226] zihniyetinde olan üç beş yardakçı ile ağız bir ederek
memleketin ileri gelen üdeba-yı şuara ve fuzalasına küfür etmeye kadar vardı.
Sefahat unvanıyla neşrettiği manzum eserler bu gaflet-i fikriyenin, bu şenaat-i
edebiyenin yaşayan kara kalpli birer şahididir.
Fikret'e karşı olan çirkin ve miskince bühtanlı hücumlarına Fikret asilane
bir cevap vermiş,
Ben utanmam yüzüm ak, alnım açık
Sen utan yaptığın işten be alık
demiş ve "Tarih-i Kadim'e Zeyl" unvanıyla yazdığı o mükemmel şiirde Ak.iri
"Molla Sırat" lakabıyla tevsim etmiş, o lakap da Akif'in unvanı olup kalmıştır.
Akif yalnız Fikret'e değil bütün ediplere; bütün şairlere; bütün lazıllara, gençlere
ve gençliğe sövüyordu. Rıza Tevfik verdiği bir konferansta bu mutaassıp
mütearnzı tapındığı dinin kanunlarıyla susmaya mecbur etmişti.
1 080 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Akif kanaat ve zihniyetini neşir için mensup olduğu Bab-ı Meşihat'ın nakdi
muavenetiyle Sebilürreşad mecmuasını çıkarıyor, manzum ve mensur eserler
yazıyordu. Bu mecmua bir zamanlar Sırat-ı Müstakı"m namıyla çıktı.
Fakat istinat ettiği kuwetin bugün zaafa uğraması onun da kolunu kanadını
kırmıştır.
Eserleri Sırdt-ı Müstakim ile neşrettiği makale ve manzumelerle üç kitaptan
ibaret olan Sefalzat'larıdır. 248
247 Sırı1t-ı Müstakim, Mütareke yıllarında değil, il. Meşrutiyet'in ilanını takip eden günlerde 27
taassup girivesine de düşmeyecek, daha insani bir ruh ile bütün insanlığın, bütün
yoksulluğun bu esaretin bir müdafii, hem de canlı, heyecanlı bir müdafii, zulüm
ve tahakküm alhnda inleyen zavallı halkın coşkun bir taraftan olacaktı.
Elemlerinden, yaralarından bahsederken ateşli müdafii kesildiği dininin bütün
işkencelerini, bütün zulümlerini, bütün vahşetlerini unutur... Sekiz on sene ewel
yurdunu bir mezbahaya çeviren Otuz Bir Mart irticalanm, "Şeriat isteriz!"
feryadıyla İstanbul afakım ateşe veren, sokakları kan seline boğan mektep
görmüş, tahsil ve terbiye almış genç, ihtiyar bütün medeniyet ve insaniyet
taraftan olanları rastgeldiği yerde koyun gibi boğazlayan çılgın taassup sürülerini
gözünün önüne getirmiyor. İşte taassupla yoğrulmuş olmanın, tarikatçılıktan
(sectaire) kurtulamamanın acı neticeleri bunlardır. Akif hep bu dini körlükle
insaniyetin ruhunu incitecek gılzetler yapar. Zulümden bahsederken zulüm
yapmak ne elim gaflettir. İçtimai ve insani terbiyedeki noksanı şayan-ı teessüftür
ki kendisini ahlaken ve hissen laubaliliğe, hatta gılzet ve adiliğe sevk etmiştir.
Mesela:
250 Mehmed Akif Ersoy 27 Aralık 1936'da İstanbul'da vefat etmiştir. Şiirlerinin toplandığı
Sq/iılıat dışındaki eserleri şunlardır: Kastamonu'da Nasmllah Kıirsüsünde (1921 ), Kur'an'dan 4;ıetler ( 1944).
Çeviri: Müslüman Kadını (Ferid Vecdi'den 1 909), Hanoto'nun Hücumuna Karşı Şryh Muhammed
Abduh'un lsMm'ı Müdafaası ( Muhammed Abduh'dan, 1 9 1 5), lsMml.aşmak (Said Halim Paşa'dan 1 92 1 ),
Anglikan Kilisesine Cevap (Abdülaziz Çaviş'tan 1923), içkinin Hl!Jdt-ı Beşerde Açtığı Rahneler (Abdülaziz
Çaviş'tan 1 923). Mehmed Akif hakkında bilgi için bkz. Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Aldj
Hl!Jalı ve Eserleri, İstanbul 1 945. (Haz. notu)
MİDHAT CEMAL
"Yedinci Meclis
Adil, Süheyla
Süheyla - (Adil'in ellerini tutarak) Beni sen sevmiyorsun anlaşılan.
Adil- Sevmemek keşke kabil olsa.
Süheyla - Yalan, sevmiyorsun.
Adil- Fakat nasıl, neyle, anladın?
Süheyla - Çünkü bir bahaneyle
Beni terk etmek istemezdin sen,
Beni sevsen, hakikaten sevsen.
(Ellerini yüzüne kapayıp ağlayarak) Soğudun, sevmiyorsun
Adil - (Süheyla'yı kolundan nevazişle tutup) Etme!
Süheyla - (Kolunu unf ve şiddetle çekerek) Bırak!
Gece gündüz on ay hep ağlayarak
Yaşayım ben senin hayalinle;
Beni terk et gelip de sen!..
Adil- (Müteheyyiç) [s. 249] Dinle:
Bir uzun yol dikenleriyle hayat;
Hatveler, vak'alar bütün sademat!
yeri zulmet saçan, seması yanan,
Bu yolun her adımda dalgalanan,
Uçurumlarla yıldınmlanna,
Takılan nazenin adımlarına,
TÜRK EDEBİYATi TARİHİ 1 095
Süheyla - Dinle:
Tertemiz leyli-i zifafımda,
Kirli alnıyla kalb-i safımda,
On ay evvelki Adil'in işi ne?
Hem onun hep o Adil'in peşine
[s. 252] Takılıp ordu ordu düşmanlar
Gelmemiş miydi pay-i tahta kadar?
O da hep "ölmeyim" ümidiyle
Kaçmamış mıydı?
Adil - Sus, yeter!
Süheyla - Dinle:
Kurtaran el bu Adil'indir ki;
Kuruyan hep senin elindir ki;
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 097
2sı 1885'te İstanbul'da doğan Midhat Cemal Kuntay 30 Mart 1 956'da vefat etmiştir. Diğer
eserleri şunlardır:
Şiir: Türkün Şehniimesinden (1 945).
Ronıan: Üç lstanbul ( 1 938).
Oyun: Kemal ( 1 9 1 2).
Biyografi: Mehmed AkifHayatı, Seciyesi, Sanatı (1939), İstikl,al Şairi Mehmed Akif (Ölümünün 6.
yılı münasebetiyle, 1944), !Uder ve Ötekiler (1944), Namık Kemal· Devrin lnsanUın ve 01,ayl,an Arasında (I. C.
1944, il. C. Kısım 1 1 949; il. C. Kısım il., 1 956), Sarıklı İhtildlci Ali Suavi (1946), Mehmed Akij:Hqyatı,
Sanatı, Seciyesi, Seçme Şirl.eri, 1948).
Diğerleri: !fii.rii-yı Taassub ( 1 9 1 3), Hitabet ve Münazara Dersleri ( 1 9 1 3), Edebiyat Defleri ( 1 9 1 5).
(Haz. notu)
;:" · '" . .
Hayatı
Hamdullah Subhi; Sami Paşazade Subhi Paşa'nın küçük oğludur.
İstanbul'da doğmuştur. Babasının vefatı tarihi olan 302-303 [1 885] tarihlerinde
dünyaya gelmiştir.
Daha henüz gözünü güneşin tatlı ziyalarına açtığı zamanlarda babası
ebediyen bu aleme göz yummuştu. Hamdullah küçük bir öksüz kalmıştı.
Kafkasya'nın ceylanlara, şahinlere cevlangili olan yüce dağlarında kuşlar gibi
hayat geçirmeye alışkın bir Çerkez kızı iken sayd ve hapsedilmiş bir ceylan gibi
satılan ve nihayet bu eve düşerek Subhi Paşa'nın zevcesi olan annesinin himayet
ve terbiyetine kalmıştı. Annesinin bu acı sergüzeştini Hamdullah Subhi
"Annemin Derdi" adlı samimi ve sade bir manzumede:
"Bir çocuktum, küçük, sabi ancak,
Bizi hep sattılar esir olarak. . . "
beytiyle başlayarak anlatır.
Hamdullah Subhi baba ve atalarının ilim ve irfana melce olan evlerinde
medeni bir terbiye ile büyüdü; iptidai tahsilini bitirdikten sonra ikinci dereceli
tahsilini almak için o zamanın en ciddi, en esaslı, en asri mektebi olan
Galatasarayı Sultanisi'ne devama başlamıştı.
Hamdullah Subhi'nin şairliği bu mektepte iken meydana çıkmıştı. Esasen
ailesi içinde birçok şairlerin mevcudiyeti kendisinde irsi bir istidadın
mevcudiyetine şahit olmaktadır.
[s. 254] Mektebin edebiyat sınıflarına geldiği zaman bu istidadı canlanmış,
kendisi de fikirlerini, hislerini vezin ve kafiyelere tevfikan yazmaya başlamıştır.
Mektepten çıktığı zamanlar Türkiye'de inkılabın belirdiği zamanlardı.
Servet-i Fünı1n'un açtığı Garp cereyanıyla beslenen bütün gençler gibi yeni tarzda
eserler yazan; Fikret'leri, Halid Ziya'ları, Cenab'ları taklit ve tanzir eden
Hamdullah Subhi de 1 324 [1 908] inkılabından sonra gençlerin tesis ettikleri
"Fecr-i Ati" encümenine dahil olmuştu.
Hamdullah Subhi'de diğer arkadaşlarından ayrılan bir istidat da güzel söz
söylemekte idi. Denebilir ki Hamdullah Subhi Fransız İnkılabı hatiplerinden
1 1 02 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN ·
Annemin Derdi
Melal içinde yanan, kalbi bi-niyaz ü emel
Fenaya terk eden en eski bir mesa-yı aden;
Melal içinde yanan kalbe bir huzura bedel
Derin, feci, acı bir hiss-i intiha getiren
Bir akşamüstü, yazın, bundan altı yıl ewel
Yanımda ye's-i muhitata karşı mest-i elem,
m Mirabeau'nun ismi Gabriel Honore Riqueti'dir. 1 749'da doğmuş meşhur bir hatip ve
siyasidir. On sekizinci asrın yüksek bir sim:lsı olmuştur. Mebusluğu esnasındaki nutuklarıyla
meşhurdur. (İsmail Hikmet'in notu)
253 Demosten Milat'tan 385 yıl evvel Atina civarında doğmuş ve 322'de ölmüş ve Makedonya
Kralı Philip'e karşı ateşin nutuklarıyla galip gelmiş meşhur bir Yunan hatibidir. (İsmail Hikmet'in
notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 103
254 "Ruhum arnk didinmeden bıkmış... " mısraı atlanmışnr. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 07
Eski Çırağan
Geç vakit, her taraf tehi, sessiz
Her taraf na.imi, hiras-engiz
Duruyor samt içinde bir belde
Akıyor şfıleler sevıihilde
[s. 266] Gökte yıldızların uzak, vahşi
Serpilen, savrulan, uçan ateşi,
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 09
Hamdullah Subhi'nin nesri ile de biraz yakından tanışmak için küçük bir
numune görmeliyiz. Romantik bir eda ile yazdığı şu "Köy Mezarlığı" adlı
mensuresi de mensur şiirler nevindendir. Bunda da yeni Edebiyat-ı Cedidecilerin
Mehmed Rauf, Cahid gibi nesircileriyle kendi akrabasından olan Sami Paşazade
Sezai'nin bariz bir tesirini görürüz. Tasviri bir parça olmakla beraber hakikatten
ziyade hayale yaklaşır.
K"dy Me�arlığı
Yeşil ovalardan maı semalara doğru bir imtidad-ı bi-payan ile yükselen
Keşiş'in sırtlannda, ovalarla semalann arasında, bir ittisa-yı bi-payan ile açılan
semalara nazır, altında dağdağa-i arzın evasıf-ı ihtirasatı esen, üstünde sema-yı
bekanın umman-ı huzur u sükunu dinlenen küçük bir köy mezarlığı.
Şimalden, cenuptan, garptan bir vezan-ı daimi ile gelip geçen rüzgarlan,
a<ıır-dide çamlarının yüksek manialanyla tevkif eden, şimalden cenuba, garptan
şarka esen mahzun ve münzevi rüzgarları çamların yüksek haileleri üstünde
fısıldatarak kızıştıran, teskin eden, beka-dide, mahzun ve münzevi bir köy
mezarlığı.
Karşısında senelerden, asırlardan, edvar olan hilkatten beri, güneşlerin bir
sukut-ı rengarenkle alçalarak ezilip bayıldığı, bir ihtizar-ı garibane içinde
savrulup fena bulduğu garp ufukları, altında huzur ve sükununun zir-i pa-yı
vekarında nehirlerin, göllerin renkten renge girdiği, baharlann, yazların, kışların
bir tcceddüd-i rengarenkle değiştiği bi-payan ovalar, onların karşısında, bunların
fevkinde, yükseklerinde dinlenen semanın umman-ı huzuru gibi topraklarında
bir i'tikad-ı bekanın huzur ve süklıtu, topraklarında bir i'tikad-ı kıyamın intizar-ı
daimisi hissolunan ziyaretsiz, kimsesiz bir köy mezarlığı.
Ne taşlannda bir nam u işaret, ne bir ihtimam-ı tezeyyün, ne topraklarında
bir pa-yı ziyaretin bıraktığı bir iz, bir çeşm-i hasretin döktüğü bir sirişk-i keder.
Ovalann sükun-ı mahmur-ı leyalisi üstünde şafakların yavaş yavaş açılan
uyun-ı saf u uhrevisinden dökülen dumu'-ı rahmet, şafakların dumu'-ı
rahmetiyle güneşlerin ziya-yı saf-ı uzletinden yetişen, bi-nam u nişan taşların
üstünden büyüyen bi-nam u nişan, bi-ihtimam-ı tezeyyün, metruk ve mensi
bırakılmış taşlann zirvelerini yaldızlayan altın renkli geniş, büyük yosunlar.
Hiçbir elin değmediği, güzelliğini hiçbir gözün görmediği, rüzgarların altında
titreyerek, taşların arasında kuytu, izbe yerlerde büyüyen bu kimsesiz, metruk ve
mensi mezarlığı ta'tir ve ta'zir eden köy kızlarının saf ve vahşi gözlerinden
tefeyyüz edip, semalann altında küçücük duakar eller gibi titreyen, saf ve vahşi,
geniş, solgun, mor menekşeler.
[s. 269] Gözyaşlarını semalann baran-ı rahmetinden, çiçeklerini rüzgarlann
dest-i şagaf u berrakından, yaldızlannı güneşlerin ziya-yı uzletinden alan vakur
ve samut bir köy mezarlığı.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1111
255 Hamdullah Suphi Tannöver 1 0 Haziran 1 966'da İstanbul'da vefat retmiştir. Eserleri
şunlardır:
Namık Kemal &y Magosa'da ( 1 909), La Qyestion Amıenienne et un puint de vue Turc( Berlin 1919).
Hitabeler : Dağ Yolu 2 cilt ( 1 928- 193 1 ).
Makaleler :Günebakan ( 1929).
Anadolu Milli Mücadeksi ( 1946). (Haz. notu)
Reşat Nuri (Güntekin)
REŞAT NURİ
- Evet. . .
- Hayır. . . Yalnızım ..
Boş, büyük bir salondan geçmiş, bir merdiven başına gelmiştik. Hacı Kalfa
hiç bana bakmaya lüzum görmeden konuşa konuşa merdiveni çıkmaya başladı.
Ben karanlıkta kapalı peçernin altından basamaklan görmeye çalışarak onu takip
ediyordum.
- Öyledir öyle . . . Nasibe Hanım'ın yerinden gayri boş yer yok, Allah vere de
o cazgır kan sana rahat verse.
Hayretim gittikçe artıyordu. Eğlenceli bir Ermeni şivesiyle hoş bir Türkçe
konuşan bu otel odacısı mektep mensuplarını bu kadar içli dışlı nasıl tanıyordu.
İkinci kata gelmiştik. Hacı Kalfa nefes almak için bavulu merdiven
basamağına koydu, sonra yine yüzüme bakmadan:
Seni en yukarı kata götüreceğim. Oradaki iki odadan biri Allah'tan bugün
boşaldı. Öbüründe de Manastırlı bir familya var . . . Dertli bir kancık. Evin gibi
soyunur, dökünür rahat edersin. . . Oraya benden gayrı giden olmaz .. Biz de
erkeklikten çoktan tekaüt olduk. Ha ha ha..
Başka zamanda, başka yerde olsaydı bu otel odacısının gevezeliği belki beni
kızdıracaktı. Fakat yabancı bir memlekette yalnızlık ve gurbet acısını ilk defa
duyduğum bu yağmurlu akşam karanlığında bana büyük bir kalp kuvveti verdi.
1 1 18 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Demek insan her gittiği yerde böyle temiz yürekli, munis insanlara tesadüf
edebilecekti? Karlar, fırtınalar içinde uzun bir gece yolculuğundan sonra rahat
bir odaya, parlak bir ateşe kavuşan yolcular da zannederim buna benzer şey
hissederler.
- Biz neyi bilmeyiz ki . . . Avuç içi kadar yer. İstanbul olsa kim kime
dumduma. . . Ama burası başka. Bir kötülüğü var: Dedikodusu bol . . . Aman
Allah dedikoduya can dayanmaz. Aman kızım . . . Yüzünü filan görmedim ama
toy bir kızcağıza benziyorsun. . . Ayağını denk al. . . Burası İstanbul değil . . .
Kamil ol, uslu ol. . . İmdi (Aman Yarabbi bu 'imdi' kelimesini ne kadar tuhaf bir
eda ile söylüyordu.) İmdi, sana iyi bir kısmet de çıkar inşallah burada (s. 276] Bir
hoca hanım vardı. Afife Hoca Hanım. Ceza reisi kendine nikah etti. Şimdi bir eli
yağda bir eli balda dansı dostlar başına. Ama güzel diye mi? Ne gezer, iffetli
diye, ağır başlı diye.
Odaya varmıştık. Duvarları mavi kuşlu, beyaz bir kağıt kaplı mini minicik
bir otel odası. Küçük bir demir yatak, mermer taşlı bir kahve masası, bir tarafı
sararmış kınk bir ayna, bir hasır iskemle.
- Tam hanım kız odası.. Yataklarını her gün elimle temizlerim. Meşhurdur
Hacı Kalfa'nın temizliği. Kime istersen sor. . . Her şey tamam. Bir eksiğin olduğu
zaman merdiven başındaki ipi çekiver. Ucuna bir çıngırak taktım. Hemen gelirim.
Küçük bir lambanın billur gibi parlak şişesini bir kere daha hohlayıp
önlüğüne sildikten sonra:
Aşağıdan direk gibi kalın bir ses geliyordu: 'Hacı Kalfa . . . Ne cehenneme
kayboldun?'
Bu mutlaka Hacı Kalfa'nın amiri, otelin sahibi filan olacaktı. İhtiyar adam
türkü söyler gibi makam ile ağır ağır: 'Elinin körü . . . Elinin körü . . . 'dedi. İkimiz
de gülmeye başladık. Ben peçemi açmıştım. Hacı Kalfa gülünç bir hayretle
yüzüme baktı:
- Sen yabancı çocukmuşsun be kızım . . . Vay gidi hoca hanım vay . . . Hemen
Yarabbi . . . Parmak kadar çocuklar ne işler görüyor. Senin adın ne?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 19
- Feride..
- Allah bahnndan güldürsün..
[s. 277] (Karşıki odaya seslendi.) -Nuriye Hanım. . Bak bana İstanbul'dan bir
hoca hanım geldi. Biraz gel de konuş. Aşağıdaki ses bu sefer daha hiddetle
bağırdı: Hacı!.. Be Hacı açnracaksın şimdi ağzımı.
Hacı Kalfa tekrar türkü söyler gibi yavaş yavaş 'Kano ağrısı. Kann ağrısı..
Hacılar götürsün.' dedikten sonra topallaya topallaya merdivene doğruldu."
İşte şu küçük parçada biz Reşat Nuri'nin hikaye ve tasvirdeki kuvvetini,
hakikate, tabiata riayetini pek aşikar surette görüyoruz. Tasvirleri canlıdır. Hacı
Kalfa ölmez ve unutulmaz bir tip olarak iki çizgi ile gösterilmiştir. Hakikati
gözümüzde canlandıran garip bir karikatür kuvvetiyle yaşanlmıştır. Sonra ifade
tamamıyla konuşulan ifadedir. Hatta kınklıklan, takdim ve tehirleri, hata ve
noksanlarıyla zapt olunmuş bir konuşma dilidir. Çalıkuşu son devir fikir
mahsulleri içinde en muvaffak, en güzel ve en tabii hikayedir. Reşat Nuri'nin
sahne piyesleri de hemen aynı dille, aynı sanat ve muvaffakiyetle yazılmıştır.
Reşat Nuri'nin buluşlannda, icat edişlerinde hisleri incitecek kaba, haşin fikirlere
hiç tesadüf edilmez. Sanatı incitmeyen, hissi gıcıklayan, haysiyeti, izzet-i nefsi
canlandıran gizli bir ahlakilik de vardır. 256
256 Reşat Nuri Güntekin 7 Aralık 1 956 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Roınan: Çalıkuşu ( 1 922), Dudaktan Kalbe ( 1923), Gizli El ( 1 924), Damga ( 1 924), Akşam Güneşi
(1 926), Bir Kadın Düpnanı- Çirkinin Romanı ( 1 927), Yeşil Gece ( 1 928), Acımak ( 1 928), Yaprak Dökümü
( 1 930), Kızılcık Dallan ( 1932), Gölryüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değfrmen (1944),
Miskinler Tekkesi ( 1 946), Hardbekrin Çiçeği, ( 1 953), Kavak Yelkri ( 1 96 1), Son Sığınak (196 1), Kan Davası
( 1 962) "Ripka İfşa Ediyor" (1 949- Ulus gazetesinde tefrika edildi.).
,
Öykü: Recm-Gençlik ve Güzellik ( 1 9 1 9), Eski Ahbap ( 1 923), Sönmüş füdızlar ( 1 923), Tann Misqfiri
( 1 927), Lryf,d ile Mecnun ( 1 923), Olağan İşler (1930).
Oyun: Hançer (1920), Eski Rüya ( 1922), Ümidin Güneşi (1 924), Gazeteci. Düşmanı/Şemsiye Hırsızı/
İhti.yar Serseri ( 1 924), Taş Parçası (1926), Bir Kiiy Hocası (1928), Babür Şah'ın Seccadesi (193 1), Bir Kır
Eğlencesi (1933 1), Ümit Mektebinde ( 1 93 1), Felaket Karşısında/Giizdağı/Eski Borç (1931), lsti.klal ( 1933),
Vergi Hırsızı(1933), Hülleci (1935), Bir Yağmur Gecesi (1943), Yaprak Dökümü (197 1 ), Eski Şarkı (197 1),
Balıkesir Muhasebeci.si ( 1 9 7 1), Tanndağı Zi:Jafeti, ( 1 9 7 1 ) . Yayım.lanınaınış oyunları: "Gönül" (
1 9 1 6), "Ağlayan Kız" ( 1 947), "Bu Gece Başka Gece" ( 1956), "Daktilo Makinesi", "Yol Geçen
Hanı" ( 1944).
Gezi yazısı: Anadolu Notlan ( 1936).
Antoloji: Fransız Edebiyatı Antolqjisi (1929- 193 1 ).
İnceleıne: Üç Asırlık Fransız Edebiyatı ( 1 932), Dil ve Edebryat, Türk Kıraatı (Refet Avni ile 1930),
Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (İ. H. Danişmend ve Nurullah Ataç ile 1 935).
Tercün:ıe: llm-i Mantık (E. Boirac, 1 9 1 5), Bir Gece Faciası (F. De Curel, 1 924), Arapça Deği,l mi
Uydur Uydur Söyle (T. Bernard, 1926), Çifie Keramet (T. Bernard, 1927), Hakikat (E. Zola, 1929), Mektep
Çocuğu (L. Frapie, 1 930), Muhammed'in Hayatı (E. Dermenghem, 1930), lş Adamı (O. Mirbeau, 1932),
Tolstoy: Hayatı ve Eserkri (1933), lbsen: Hayatı ve Eserkri (1 934), Kahramanlar (T. Carley, 1 943),
Napof;yon'un Düşüncekri (O. Aubry, 1 943), Atlı Adam- Diktatörün Romanı (D. La Rochellein, 1 947),
Yabancı (Albert Camus, 1 953), Evham a. de Lecretelle, 1 955), !ti.raflar GJ.Rousseau, 1 955), Don Kışot
(Cervantes, 1 957), lhti.yar Serseri (O. Mirbeau) (Haz. notu).
HALİT FAHRİ
Hayatı
Halit Fahri 1 307 [1891] senesinde İstanbul'da doğmuştur. Babası askeri
doktorlarından Fahri Paşa da şairdir. Bir taraftan irsten, diğer taraftan fıtrattan
aldığı şairlik istidadını küçükten beri babasının yazdığı ve okuduğu manzumeleri
dinleye dinleye beslemiş. Pek çocukken anasını kaybederek öksüzlüğün bütün
zehirlerini taşımış, ilhamına bir de elem çeşnisi vermiştir.
Halit Fahri'nin babası Muallim Naci vadisinde yazan şairlerdendir. Böyle
olmakla beraber Halit Fahri daha ziyade yeniliğe temayül etmiştir.
Tahsil-i ibtidfilsini ifadan sonra Galatasaray Sultanisi'ne girmiş, Tevfik
Fikret zamanında mektepte bulunmuştu. Tabiatındaki sükunet mektepte de
kendini gösteriyor, bir köşede hülyalar içinde dalıp kalıyordu.
Sıhhatçe zaafı mektebi bitirmesine müsaade etmemiş, tahsilinin ikinci
derecesini dahi tamamlamadan mektepten çekilmeye mecbur olmuştur.
Bundan sonra Halit Fahri'yi matbuat fileminde, gazete ve mecmua
sayfalannda görüyoruz. Rübdb'a yazıyor, muhtelif risalelere yazıyor. Celal
Sahir'in delfiletiyle çıkanlan birinci, ikinci ilh . . . kitaplara yazıyor. Bir zamanlar
da tiyatroya merak sardı. Bo;ykuş namında yazdığı manzum masal Doktor
Hüseyin Suad tarafından ıslah edilerek sahneye vazedildi. Sahnece büyük bir
kıymeti haiz olamayan bu eser pek sık oynanılmıyorsa şiiriyet itibanyla haiz-i
kıymettir.
Halit Fahri (şiire) Edebiyat-ı Cedide şairlerinin bilhassa Fikret'le, Cenab'ın
tesiri [s. 279] altında başlamıştır. Üstat ve müdürü olan Fikret'i taklit ve tanzir
etmesi pek tabii idi. Bu münasebetle de aruz taraftarlığı ediyordu.
Fikret'in vefatı genç şaire çok tesir etmiştir. Üstadının sene-i devriye-i
vefatında mezarı ziyaret edildikten sonra Aşiyan'da1 toplanan dostları arasında o
büyük şairin edebi, içtimai, insani faziletleri, meziyetleri anılırken Halit Fahri de
kendi kalbi yaşlarını ifade eden şu güzel, şu samimi manzumeyi okumuştu:
Fikret'in Ruhuna
Ay Dinledi
Pencerenin önünde aya daldım deminden;
Bir zaferin neşesi bürümüştü bugünü
Ay bu zafer akşamı bekliyordu zeminden
Semaya bir rebabın coşkun terennümünü
Şiirde her şeyden evvel Fransızların tact dedikleri ınce duygu olmak
lazımdır.
Dördüncü mecliste "Ayşe"nin "Mehmed"e söylediği şu masal da gerek
ahenk, gerek hikaye cihetiyle güzel bir şiiriyeti haizdir.
kıymetli olan cihet hissi ve ruhudur: Rengi ve hayali itibarıyla bir hususiyeti var
denilemez.
Halit Fahri'nin 1 922 senesinde İkbal Kütüphanesi tarafından neşredilen
Gülistanlar, Harabekr unvanlı şiir mecmuasında şairliğinin muhtelif tecellilerini
gösteren manzumeleri vardır.
Halit Fahri'nin hissi ve güzel manzumelerinden biri de şu "Annemi
Anarken" adlı şiiridir:
257ffaJit Fahri Ozansoy 23 Şubat 197 1 'de vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şür: Ri!Ya ( 1 9 1 2), Cenk Duygulan ( 1 9 1 7), Efsanekr ( 1 9 1 9), Bulutlara rakın ( 1920), Zakkum ( 1 920),
Gülistanf.ar, Hardbtkr ( 1 922), Paravan ( 1 929), Ba/Xonda Saatkr ( 1929), Suf.ara Dal.an Göz.kr ( 1936), Hep
Onun İçin ( 1962), Son.su<. Gectlnin Ötmnde ( 1964).
Oyun: Baykuf ( 1 9 1 6), /U. Şair ( 1923), Sönen Kandilkr ( 1 926), Nedim ( 1 936), On Yılın Destanı ( 1933)
Hayalet ( 1936)
BirDokıptır Döni!Yor ( 1 958).
Roman: Sulara Gidm K'oprü ( 1 939), Aşı/el.ar rotunun Yolcuf.an ( 1 939).
Anı: Edeb!Jıatçıf.ar Gtçiyor ( 1 939), Dtirülbedıiyi Devrinin Eski Günkri ( 1964), Eski lstanbul Ramazan/an
( 1 968), �b!Jıatçılar Çevremde ( 1 970).
Tercüme: Refael (Lamartine-1 935), Goetk'nin Aş/dan ve Şiirim ( 1936), Poil <lı Carotte a.
Ranard-1 937), Bir Sipahinin Romanı (Pierre Loti- 1 939), Yaralılar (G. Duhamel- 1941), Aşka inanmayan
Adam: Mukaddes Mavi Sakal (G. Delaques-1942), Grazi.tlf.a (Lamartine-1942), Sef.avin'iıı Ruz.namesi. (G.
Duhamel-1942), Son Gtce (E. Bove- 1 942), Havr Noteri (G. Duhamd- 1 943), Kontes d'Escarbagnes
(Moliere-1 943), ÖUlüren Bahar (Z. Lajos- 1 943), iki Adam (G. Duhamel-1 944), "IA Reine Pedauque"
Kebapçısı (A. France-1 945?), Üç Gün Üç Gece (M. Gilbert-1 946), Jack ( A. Daudet- 1948?),
Tutunamıyanf.ar (H. R. Lenormand-1 952), Bin Bir Gece Masalf.an (1957), Şanghay'da Bal.ayı ( M.
Dekobra-1 963?). (Haz. notu)
Yaşar Nezihe (Bükülmez)
YAŞAR NEZİHE
Hayatı
Pek fakir, pek perişan, pek sefil bir ailenin kızı olan Yaşar Nezihe
İstanbul'da Şehremini civarında Baruthane Yokuşu'nda 1 297 [Ocak 1880]
senesinde dünyaya gelmişti. Büyük bir zaruret ve sefalet içinde kıvranan aile
Kanun-ı saninin en soğuk, en karlı ve fırtınalı bir gecesinde dünyaya gelen bu
küçücük bedbaht misafiri istikbal edecek bir damla nemane bile bulamamıştı. Bu
zavallı aileye sığınacak, başlarını sokacak bir melce olan yer, harap bir evin
harap viran bir odacığı idi. Zifiri bir karanlığa inzimam eden dondurucu bir
soğuk sinirleri burup bozarken temadi edecek ıstırapların, emellerin acısını pek
erken duyan bu kahır ve tesadüfün oyuncağı olan mini mini yavru ilk
feryatlarıyla cihana atılmıştı.
Babası Şehremaneti Kantar İdaresinde hademelik eder, cahil, sefil, sarhoş,
hissiz ve şefkatsiz bir adamdı. Aydan aya aldığı iki yüz kuruş maaşı da götürür
içkiye verir, evde çocuğu kansı bin bir azap ve ıstırap içinde kıvranarak açlık ve
muhtaçlığın en acı, en ağlatıcı, en derin, en siyah elemlerini yaşarlardı. Kadın
bir taraftan çocuğunu beslemek diğer taraftan eviyle uğraşmak, hayat ile
mübareze etmek mecburiyetleri karşısında çarpma çırpına tamam on altı sene
didişmiş, uğraşmış, nihayet zerre zerre yıpranan, çürüyen vücudu, kemikleri
üzerine çöken menhus veremin tahribatına dayanamayarak yıkılıp gitmişti.
Zaten o zamana kadar sokak ortalarında erkek çocuklarla sokak oyunları
oynamakla geçen hayatı derin bir sefalete namzet görülüyordu.
Ruhen terakkiye müştak olarak doğan bu bedbaht çocuk anası öldükten [s.
294] sonra bütün bütün bakımsız ve kimsesiz kalmıştı. Çocukluğu
mahrumiyetler içinde geçen Yaşar Nezihe gençlik mukaddimatında bulunduğu
sıralarda kendisini cehalet zulmetinden kurtarmak, okuyup yazmak hevesini
kalbinde duymuş ve bu arzusunu bin bir korku ile babasına da açmıştı. Cahil ve
sefil bir mahluk olan bu iz'ansız ve vicdansız baba kızının bu mukaddes
arzusunu takdir ve kendisini teşvik edecek yerde bilakis tahkir ve tehdide
başlamış hatta dövmüştür.
Fakat bütün bu tekdir ve tehditlere rağmen çocuğun yüreğindeki okumak
emeli ateşlenmiş, alevlenmiş nihayet bu şevkin sevk ve tesiriyle bir gün
babasından gizli yakınlarında bulunan Kapıağası İbrahim Ağa İptidai
Mektebi'ne gidip muallime arzusunu söylemiş ve öksüzlüğünü anlatarak
hayatını, sefaletini hikaye ederek mektebe kabul olunmasını rica etmiştir.
1 1 34 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
258 İki kelimenin anlamlarında Arap harfli yazılışlanndan kaynaklanan bir farklılık söz
konusudur. Cümlede geçen ilk "ihanet"in anlamı "mahvetrne"dir. İkincisinin ise "haksızlık; hainlik,
kötülük" anlamlan vardır. (Haz. notu)
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 135
Bütün bir hayat-ı fecayiin hikaye-i sergüzeşti olan şu manzumede biz birçok
intibalara şahit oluruz, Recciaizade'den, Hamid'den Fikret'e kadar birçok
şairlerin tesirini görürüz. Yaşar Nezihe hepsinden aldığı intibaları yoğurur; kendi
elemli kalbinin süzgecinden geçirerek zehirli, hicranlı bir name haline koyarak
terennüm eder.
Recaizade Ekrem'in:
260 Yaşar Nezihe Bükülmez 5 Kasım 1 97 l 'de İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer şiir kitabı
Feryadlanm'dır (1924). (Haz. notu)
- ------:-
Hayatı
Orhan Seyfi 1 306 [1 890] senesinde İstanbul'da Boğaziçi'nin Anadolu sahili
köylerinden olan Çengelköyü'nde dünyaya gelmiştir. Pederi miralaylıktan
mütekait Emin Bey'dir.
İptidai tahsilini köyünün mahalli mekteplerinde bitirdikten sonra Mercan
İdadisi'ne girerek ikinci dereceli tahsilini de orada bitirmiştir. Gençler içinde
tahsilini ikmal edenlerden biri Orhan'dır. Ali tahsilini de Mekteb-i Hukuk'ta
tamamlayarak 1 329 [19 1 4] tarihinde şahadetnamesini almıştır. Daha tahsilini
bitirmeden şiire başlamıştı.
Orhan Seyfi rakik, hassas, müteheyyiç ruhlu ince bir şairdir. Fıtratındaki
istidat ile pek erken başladığı şiirde pek güzel numuneler vermiş ve bütün
arkadaşlan arasında mümtaz bir mevki tutmuştur. Bir zamanlar Hıyaban adlı bir
mecmua neşretmiş ise de devam edememiştir.
Bilahare Türk Yurdu ve Yeni Mecmua gibi mecmualarda da çalışmıştır. Refik
Halid'in çıkardığı Aydede unvanlı mizahi gazeteye mizahi yazılar yazmıştır.
Son zamanlarda Yusuf Ziya ile müştereken Akbaba adlı bir mizahi gazete
çıkarmaya başlamışlardır.
Seyfi 1 330 [ 1 9 1 4] senesinde Meclis-i Mebusan Kavanin Kalemi'ne katip
olarak girmiştir. Üç dört sene kadar orada bulundu. Bugün de İstanbul'da resmi
vazifededir.
Orhan Seyfi'nin matbuat aleminde tanınmasına yardım eden Rıza Tevfik
kendisini de [s. 303] teşvikten geri durmamıştır. Vesile düştükçe bahsederek
sanatı ve kabiliyeti hakkında makale yazarak halka tanıtmıştır.
Orhan Seyfi'nin şiirlerini tesciye eden (caracteriser) hususiyet pek bariz olan
rebabiliğidir (jyrisme). Hakiki bir ilham ile yazdığı manzumeleri bedii, hissi ve fikri
kıymeti haiz eserlerdir. Sırf fantezi, sırf taklit eseri ve bazen de cebri bir mizah
(satire) mahsulü olan yazılan da vardır ki kıymet-i bediiye ve edebiyeden
behredar değildir. Fıtratında mizahtan, neşeden ziyade hüzün, hicran ve istiğrak
besleyen genç şair, ancak bu hislerin tesiri alunda yazdığı zamanlar bir heyecan-ı
bedii gösterebiliyor.
İleride şairin hakiki meslek ve kudretini ispat edecek eserler vereceğini
şimdiye kadar verdiği eserler kuvvetle vaat etmektedir. Orhan Seyfi'de sanaun
hakiki zamini olan samimiyet (sincbite") vardır. Genç sanatkann "Gönülden
1 142 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Sesler"i kıymetli bir bedia-i şi'riyedir. İçinde hakikaten gönülden kopmuş sesler,
ruhtan ayrılmış eninler vardır. Şu itibar ile bir kuvvetli vesika-i isti'dad olur.
Vezin, kafiye, ahenk gibi şiirin, nazmın levazımına karşı büyük bir takayyüt
göstermiştir.
Orhan Seyfı'nin birçok eserlerinde görülen bir hususiyet de adeta çocuklara
ve çocukluğa has olan saffet ve sade-dilliktir. Bu da Seyfı'nin eserlerinde
samimiyeti kuvvetlendirmekte, tabiiliği arttırmakta, sanatına kuvvetli bir şahit
olmaktadır. Şairin tabiatında laubalilik, temizlik eserlerinde de izlerini
göstermektedir. Yeni şairlerin pek büyük ehemmiyet verdikleri rükünlerden biri
kafiyelerdir. Yeni rengin ve zengin kafiye bulmak merakı bütün gençleri
sarmıştır. Bu biraz Hamid'in kafiye-i mukayyede merakından, biraz da Yahya
Kemal'in yeni kafiyelerle ahengi arturmak gayesinden gelmiş tesirlerdir. Bu tesir
Orhan Seyfı'de de [s. 304] pek bariz surette görünmektedir. Orhan Seyfi açık
lisanla türküler, maniler, divanlar ve muhtelif manzumeler yazmıştır.
manilerinden birkaçı:
Huzuruna varayım,
Diz çöküp yalvarayım:
Sensin çalan gönlümü,
Aç koynunu arayım!
Bulutlardan beyazsın,
Kuşlardan yaramazsın.
Bir halde karar etmez,
Bir dalda duramazsın."
Bütün bu maniler safiyane bir eda ile yazılmış olmakla beraber goruş,
duyuş, düşünüş itibarıyla yenidir, asridir. Halkın ananesine, şivesine, adabına
uymayan cihetleri de vardır. Türk'ün ananesinde diz çöküp yalvarmak yoktur.
"Kuşlardan yaramazsın" tabiri İstanbulluca bir tabirdir. Mamafih bütün
bunların ruhunda ince bir his, zarif bir duyuş vardır.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ l l43
"Türkü
Dünyada biricik sevdiğim sensin,
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!
Nasıl başkasını gönlüm beğensin?
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!
[s. 305]
Arıyor gözlerim bütün gün seni,
Gördüm geçiyorken yine dün seni.
Görüp de sevmemek ne mümkün seni?
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin!"
Gayet sade bir lisan ile yazılmış olan şu şarkı hiç de fevkalade bir şey
olmamakla beraber temiz ve nezihtir. İptizalden kendini kurtarmış, bir "sehl-i
mümteni" haline girmiştir:
"Fırtına ve Kar
Kudurmuşsan denizden intikam al!
Ufuklardan zalam al!
[s. 306] Ağaçlar yık, bulutlar çak çak et!
Bütün dünyayı istersen helak et,
Fakat yalnız
Benim sessiz ve ıssız
Şu hücremden çekil, hülyftmı bozma,
1 1 44 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
"Terennüm
Sarsarlara hemrah, büyük dağlan aştım
Çağlarla dolaştım
Sandım ki şitabımla bir ümmide yanaştım
A'sar gelip geçti, fakat bulmadı payan
Ruhumdaki hicran
Sermest olarak geçmiş ufuklardan o dilber
Kuşlarla, çiçeklerle beraber . . .
Bilmem neden olmuş bana muğber?
Beyhude, demiş, olmasın arkamda şita-yab
Yok vaslıma imkan!
Leh-beste ve hicran-zede bülbüllere sordum
Bilmem ki bulutlarda mı, göklerde mi pinhan
Eyvah cevap vermediler, nerde o fettan
Sordum: Gece yıldızlar uzaktan bakıyordu . . .
Dağlarda pınarlar akıyordu
Bir köylü kadın yerde bir ateş yakıyordu
Birdenbire yıldızlar uçup oldu girizan
Mebhlıt kadın . . . Sustu pınarlardaki elhan!
[s. 309] Gezdim aradım her yeri bir fırtına oldum
Beyhlıde yoruldum
Yalnız şunu gördüm, şunu buldum
Yalnız şunu duymaktayım elan
Hicran . . . Yine hicran . . . Yine hicran
Sabah . . . Uyandım, odam boştu, nim-muzlimdi
Yoktu hiç kimseden eser şimdi
Ben uyurken yatakta asude
Dumanlı camlan örtmüş birer beyaz perde
1 1 46 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Ansızın bu haberi
Duyunca döndüm geri.
Bir sevinçli duyguya
Kapıldım . . gönül bu ya!
Hakan der ki o zaman:
Küstahlık etme çoban!
Bu kız senin ufkuna
Doğacak güneş değil.
Bir zavallı çobana
Layık olan eş değil.
Doğrusu şu teklifin
Bu peri kızı için
Bir lekedir, bir züldür.
Kız der: O da gönüldür,
[s . 3 1 6] İncitmeyiniz sakın,
Ben razıyım bırakın.
Dururlar kızla çoban
Karşılıklı o zaman.
Silkinince ansızın,
Değişir şekli kızın:
Kuş olur; uçup konar
Hakanın otağına.
Çoban bakar, ah eder;
O da bu sihri meğer
Biliyormuş eskiden.
Bir kafes olur hemen,
Bu güzel kuşu alır,
O anda kucağına.
- Bu birinci imtihan.
Bunu kazandın çoban!
Kuş silkinir ansızın,
Değişir şekli kızın:
İnci olur bu sefer.
Saçılır birer birer
Hakanın ayağına.
Kafesi her yerinden
Dağılıp düşer hemen;
Bir sedef olur, alır
İnciyi kucağına.
- Bu ikinci imtihan.
Adın ne senin çoban!
[s. 3 1 7] İnci yanar ansızın,
Değişir şekli kızın:
Her inci bu sefer de
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 151
261 Orhan Seyfi Orhon 22 Ağustos 1972'de İstanbul'da vefat etmiştir. Eserleri şunlardır:
Şiir: Fırtına ve Kar ( 1 9 1 9), Peri Kızı il,e Çoban Hikô.yesi ( 1 9 1 9), GönüMen Sesler (1 922), Hayat Bilgisi
Şiirkri (1 929), O Bryaz Bir Kuştu (194 1), Hicoiyeler ( 195 1), İstanbul'un Fethi (1953), İşte Sevdiğim Dürrya
( 1962), Kervan ( 1 964), Orhan Seyfi Orlwn'dan Şiirler ( 1970).
Diğer: Fıskeler (1 922), Kerem ile Aslı ( 1938), Abdülhak Hô.mid (1937), Mehmed Akif( 1937), Nazım
Hikmet (1 937), Yalıya Kemal (1 937), Z!Jıa Gökalp (193 7), Asri Kerem (1938), Çocuk Adam (194 1), Maarif
Vehli Hasan Ali Yücel'e Mektup (1 944), Dün, Bugün, Yann ( 1943), Kul.aktan Kulağa ( 1943), Gençlere Açık
Mektup (195 1), .Düğün Gecesi (1957).
YUSUF ZİYA
Hayatı
Yusuf Ziya da Orhan Seyfi gibi İstanbul'da Boğaziçi'nde Anadolu
sahillerinde doğmuştur. Doğup yaşadığı köy Beylerbeyi adlı, havası, Sultan Aziz
zamanındaki tarihi debdebe ve kıymetiyle meşhur, güzel, sevimli bir köydür.
Yusuf Ziya'nın babası Süleyman Sami Bey namında bir zattır. Yusuf ilk talim ve
terbiyesini kendi doğduğu köyde görmüş sonra Vefa İdadisi'ne girerek idadi
tahsilini bitirmeden son sınıfta iken çıkmıştır. Altı ay kadar da Alliance Israelite
Mektebi'nde bulunmuştur. Suret-i hususiyetle evde de ders görmüştür. Yeni
yazıcılar arasında çok yazanlardan biri de Yusuf Ziya'dır. Yusuf Ziya küçük
manzumelerden başlayarak manzum hikayeler, manzum piyesler yazdı.
Yukarıda da söylediğimiz gibi kendi meslekleri hakkında söz söylemek daha pek
erkendir. Henüz o yol tamamıyla önlerinde belirmemiştir. Yakup Kadri bütün
bu genç nesli Orhan Seyfi, Halid Faliri de dahil olduğu halde samimiyetsizlik ve
hissizlikle itham eder. "Şiirde Aşk" unvanlı bir makalesinde Orhan Seyfi'nin
Abdülhak Hamid'e yazdığı manzum mektup dolayısıyla: "Yeni nesil böyle kuru
bir kalp taşıdığı içindir ki her nevi heyecana biganedir. İçinden hiçbiri şimdiye
kadar ne vatanı, ne aşkı, ne gençliği, ne de alelade hayatı terennüm edebildi . . . "
diyor.
Gönül Yolcusu
Kendimden uzaklaştım,
Hayalime yaklaştım,
İçim neşeyle dolu!..
Gecesi sanki gündüz,
Dağlan bile dümdüz,
Ne hoş bu sevda yolu! ..
Aşığım bilmem kime?
Elbette sevdiğime
Bir gün kavuşacağım!..
Sanki her geçen etek
Diyor yaşanır mı tek?
İşte tam sevgi çağım!..
Geziyorum serseri:
Bu şairlik eseri;
[s. 323] Gözümde hiçbir şey yok . . .
Sen her şeye bedelsin;
Bırak kalbimi, delsin
Ey aşk, o sihirli ok!.."
Bütün bu yazılarda eksik olan esaslı bir noksan; bir nakise var; o da
heyecansızlık, ateşsizlik . . . Onun için de sır yanı yok. Kalbi tutuşturmuyor, hatta
ısıtmıyor bile . . . Şair aşık olmak, heyecan duymak üzere çarpınıp çırpınıyor;
fakat kalbi ateş almıyor . . . Zoraki bir aşk yaratıyor. Vaktiyle Neron'un ilham
almak emeliyle Roma'yı yaktığı gibi genç şairler de aşk yaratmak, aşkı duymak,
yaşamak arzulanyla mevzudan mevma, hayalden hayale koşuyor, fakat o vahşi
kuşu elde etmeye muvaffak olamıyorlar:
Balkondaki Kadın
Evinin önünden geçerdim her gün,
Her akşam beklerdi beni balkonda.
Benzi biraz uçuk, gözleri süzgün,
Kendi hicranımı görürdüm onda . . .
Binnaz
İkinci Perde
Ahmed-i Sa.lis devrinin meşhur havuzlu kahvelerinden birisi. Etraf çepçevre
peykelerle kuşatılmış, yerde birkaç iskemle, yeniçeriler oturmuş nargile, çubuk
içerler, devrandan bahsederler.
Birinci Meclis
Birinci, ikinci, üçüncü yeniçeri kahveci ve çırağı
Birinci Yeniçeri: - Vezire, emniyet ediyor hakan . . .
İkinci Yeniçeri: - Ağlar memleketin haline bakan;
İstanbul sanki bir lale bahçesi,
Kadınlann bile al feracesi!
Birinci Yeniçeri: - Gündüz yetişmiyormuş gibi her gece
Sabahlara kadar çalgı, eğlence,
Samur kürk omzunda yanında Nedim!
Bütün meclisleri gezer efendim,
Nihayet ay batar, yıldızlar söner,
Paşamız üç çifte kayıkla döner,
[s. 326] Kıyıdan süzülüp geçerken Damat
Alkışlardan inler bütün Sadabad!
Halbuki, meydanda vatanın hali,
Bizi saymaz oldu artık ahali!
Vükela, vüzera daldı keyfine
Rüzgara kapıldı koca sefine!
Eğlence yüzünden unuttuk dini . . .
İkinci Yeniçeri: - Ne desek nafile, üzme kendini
(Birinci Yeniçeri marpucun ucuyla masaya vurarak kahvecinin çırağına
seslenir; çocuk gelir.)
Birinci Yeniçeri: Çubuğu doldursun söyle babana . . .
-
İkinci Meclis
Evvelkiler, Hamza
Hanıza: - Merhaba ağalar . . .
Üçüncü Meclis
Evvelkiler, Efe Ahmed
Ahmed: - Nihayet :işığın sazını aldım!
Birinci Yeniçeri: - Sahih mi?
Ahmed: - (Sazı göstererek) Bak işte!
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 16 1
Hamza: - (Kendi hançerini Efe'nin elinde görünce tanır, nadim bir sesle
haykırır.) Nasıl . . . O sen misin Allah aşkına?
Birinci Yeniçeri: - Yapma Efe . . .
Hamza: - İ şte . . . Şüphe yok . . Sensin .
262 Yusuf Ziya Ortaç 1 1 Mart 1967'de İstanbul'da vefat etmiştir. Diğer eserleri şunlardır:
Şürleri: ranardağ ( 1928), Bir Servi Gölgesi ( 1938), Kuş CwıltıUın (Çocuk şiirleri, 1938), Bir Rüı:gdr
Esti ("Binnıv;" oyunuyla, 1962).
Romanları: Göç ( 1 943), Üç Katlı Ev ( 1953), lsmet lnönü (Biyografi-roman, 1946).
Oyunlan: .Ndme ( 1 9 1 9), .Nıkfilıta Keramet (1 923), Kördüğüm (1923), Aşk Mektebi (Üç perdelik
operet, 193 7 de oynandı), Ceza {Celal Sahir ile E. Brieux'un Simone adlı oyunundan uyarlama).
'
Fıkraları: Beşik (1943), Ocak (1943), San Çi<,meli Mehmet Ağa (1956), Gün Doğmadan (1 960).
Hatıraları: Portreler ( 1 960), Bi<,im Yokuş ( 1966).
Gezi Yazısı: Göı: UcuyUı AV7Upa ( 1958).
Antoloji ve İnceleme: Ha/Jc Edebiyatı Antowjisi ( 1 937), Ahmet Haşim - Hayatı vt Eserleri (1 937),
Edebiyat Bakawryası ( 1933), Sryrıinl ( 1 933), Nedim Divanı Anto{#si ( 1933), Fanık .N4fiz - Hayatı ve Eserleri
( 1 938).
Faruk Nôfiz (Çamlıbel)
FARUK N.AFİZ
Faruk Nafiz gençliğine rağmen çok yazı yazmıştır. Bazı küçük piyesleri,
küçük manzume mecmuaları ve bu mecmualara yazılmış manzumeleri vardır.
[s. 336) Bazen mizahi (satirique) yazılar da yazmak ister, fakat asli genre'ı,
kendi fıtratına ve istidadına muvafık geleni rebabi (j_yrique) ve hissi yazılarıdır.
Faruk'un birçok yazılarında Cenab Şahabeddin'in tesiri pek bariz görünür:
"Yollarında" namıyla yazdığı manzumesi üslup, eda ve kıvraklık itibarıyla
tamamıyla Cenabidir.
ilk Gö:::_ağnsı
"Birinci Perde
(Bir kabul odası. Solda bahçeye nazır bir pencere. Solda sağda birer kapı;
Hikmet köşedeki bir masada küçük çay semaveriyle meşgul. Tepsiler, bardaklar
hazır; yüzü kapıdan tarafa.)
Birinci Meclis
Hikmet, (biraz sonra) Şekip
Hikmet - Salahaddin, Feridun Bey'in eski bir dostunun oğlu imiş. Hatta
daha Ahmet'le evlenmeden evvel Leyla'yı istemişti, vermediler. Ahmet'ten
ayrıldığını haber alır almaz tekrar müracaat etti, uğraştı, muvaffak oldu . . .
Şekip - Ne diye uğraştı?
Hikmet - Leyla'nın annesi, yengem, Ahmet'i hfila sever, zaten yeğeni değil
mi? Salahaddin'le kızının evlenmesini menetmeye çok çalıştı, "Ahmet bir gün
pişman olacak, yine seni isteyecektir!" dedi. Çocuğunu ileriye sürdü, manialar
çıkardı. Ama Salahaddin daha makul davrandı. İşi Leyla ile dayımla halletti,
evlendi Süreyya Hanım hala yeni damadını sevmez. Onlar Kadıköyü'nde
oturduğu halde Çamlıca'daki köşkünü bırakarak bir kere bile kızının kapısını
çalmamıştır! (Hizmetçi girer)
Üçüncü Meclis
Hikmet, Şekip, Leyla, Salahaddin
Şekip - (Ünde giren Leyla'ya) Buyurunuz, Leyla Hanım.
Hikmet - (Arkadan giren Salahaddin'e) Buyurunuz. (Leyla'ya) Ne kadar
geç geldiniz, gözlerim yolda kaldı.
Leyla - (Başörtüsünü çıkararak) Eğer yalnız olsaydık daha evvel gele
cektik . . .
Salahaddin - Trende Leyla'nın annesiyle babasına tesadüf ettik, ayaküstün
de biraz konuştuk da . . .
Şekip - Bize uğramıyorlar mı?
[s. 343] Leyla - Şimdi uğrayacaklar. . . Onlann arabası biraz geride kaldı, biz
daha evvel geldik ryeldirmesini bir koltuğa bırakır.)
Şekip - Gençlerin arabası daima hızlı yürür.
Hikmet - Ne iyi tesadüfl
Leyla - Reşit Paşa'nın düğününe davetli imişler de? Oraya gidiyorlar. Size
dönüşte uğrayacaklarını söylediler, zaten düğüne geç kalmışlar. Salahaddin'le
ben ısrar ettik, yol üstüdür dedik, çiğneyerek geçmeyin dedik, nihayet razı
oldular.
Salahaddin - Feridun Bey evvelden razı idi ama şu kayınvalide yok mu . . .
Leyla - (Ciddi) Salahaddin anneme söz söylemeni istemem.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ l l71
Dördüncü Meclis
Evvelkiler, Feridun, Süreyya
Süreyya - Geldik, ama derhal gitmek üzere.
Feridun - Reşit Paşa'nın düğününe davetliyiz de . . .
Şekip - Orasını anladık, ama konuşmadan, dinlenmeden mi gideceksiniz?
[s. 344] Hikmet - Bari bir çay içseniz, yenge.
Süreyya - Zahmet etme, kızım. Şimdi tekrar yola çıkacağız. Hava da sıcak.
Bir hatır sormak için uğradık.
Feridun - Avdette daha uzun konuşuruz. Şimdi ne yapıyorsunuz, iyi
misiniz? Bunu haber veriniz.
Hikmet - Bildiğiniz gibi dayı bey.
Şekip - Can sıkıntısından ölüyoruz!
Feridun - Derdiniz yalnız bu olsun!
Süreyya - (Leyla'ya) Kızım, istersen beraber gidelim, dönüşte seni buraya
bırakırız.
Salahaddin - Öyle ama . . .
Süreyya - (Salahaddin'e) Ben kızıma soruyorum. (Leyla'ya) Ne diyorsun
bakalım?
Leyla - Düğüne gideceğimi bilmediğim için sade giyindim, böylece
gitmekle onlara ehemmiyet verilmemiş gibi olur, iyi düşmez. Teklifli olmasalardı
giderdim.
Feridun - Sen bilirsin, kızım.
Süreyya - (Kalkarak) Artık bize müsaade . . . Sonra Paşa'mnkilere karşı
mahcup oluruz.
Şekip, Hikmet - (İkisi beraber) Böyle birdenbire . . .
Feridun - (Hikmet'le Şekip'e) Kızımla damadımı sıze rehin olarak
bırakıyorum. Akşam herhalde uğrayacağız.
Şekip - Muhakkak bekleriz . . .
Feridun - Merak etmeyiniz, (saatine bakarak) üç saat sonra buradayız.
Hikmet - Sakın aldatmaya kalkmayınız. Sonra Leyla'nın elimizden
çekeceği var. . .
[s. 345] Süreyya - (Kapıya doğru yürüyerek) Veda etmeye hacet yok. Akşama
buradayız zaten.
ı 1 72 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Yedinci Meclis
Hikmet, Leyla
Hikmet - Seni biraz solgun buluyorum bugün.
Leyla - Sıcak, üzüntü, sonra bu çocuk. . .
Hikmet - Üzüntüyü de nereden çıkardın?
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 73
Sekizinci Meclis
Evvelkiler, Şekip, Salahaddin
Şekip - (Salahaddin'le girerek) Siz burada rahat rahat otururken biz
çocukları ayırdık, geldik.
Salahaddin - (Leyla'ya) Oğlun Bülent'in üstüne atılmış, pençeleşip
duruyordu.
[s. 348] Leyla - Haylaz çocuk, böyle geldiği yerde kavga çıkarmayı da nereden
öğrendi!
Hikmet - Kabahat mutlaka bizimkindedir.
Salahaddin - Evet, kabahat Bülent'te. Oyunda mızıkçılık etmiş de.
Leyla - Necip gelip şikayet etmeliydi.
Şekip - Ben de öyle söyledim ama: "Ben Salahaddin babamdan böyle ders
aldım. Kendi hakkımı kendim isterim! . . . " diyor.
Leyla - Hay küçük yalancı, hay!
Salahaddin - Necip hiç yalan söylemez. Onda senin kanın, senin tabiatın
var. Ben onunla konuştuğum zaman bazı umumi kaideler öğrettim, o da gelmiş,
münasebetsiz bir yerde tatbikata kalkmış . . .
Leyla - Demek sen oğluma pehlivanlık dersi veriyorsun?
Salahaddin - Ben Necip'e bir çocuğun arkadaşlarına karşı daima
mukabele-i bilmisilde bulunması lazım geldiğini söyledim. Bir haksızlık
karşısında başkalarının reyine müracaattansa bunu kendisinin halletmesi daha
muvafık olacağını anlattım. İleride hukukuna tecavüz edildiği zaman kendi
kuvvetine emin bir adam olmasını öğrettim.
1 1 74 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Dokuzuncu Meclis
Leyla, Hikmet
Leyla - Bize geldiğinden beri ne havadis var, Hikmet?
Hikmet - Çok . . . Ewela sende var?
Leyla - Anlattığım şeyler. . .
[s. 350] Hikmet - Ewela Salahaddin'den şikayete hakkın yok!
Leyla - Şikayet ettim mi? Bilakis ona hak veriyorum. Annemin kendini
evlat tanımaması onu çok müteessir ediyor, iki seneden beri dost olmaları için ne
kadar çalıştımsa o kadar zarar gördüm.
Hikmet - Doğrusu sen layık olduğun erkeği buldun, ufak tefek
geçimsizlikleri bir tarafa atarsın da . . . (Leyla'ya dikkat ederek) Halbuki Ahmet
yaptığı fedakarlığın cezasını çekti. Hfila da çekiyor.
Leyla - Ölme diyorlar.
Hikmet - Senden sonra aldığı kadını layık olmadığı halde başının üstünde
taşıdı. Her fedakarlığı yaptı, gezdirdi, eğlendirdi. Bu sefer de ölüm bu kadını
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 75
Ahmet'in elinden aldı . . . Ahmet bir zaman senden ayrılmanın azabını çekerken
şimdi de ikinci hareminin matemini tutuyor. Otuz beş yaşında, dünyada böyle
iki felaketle bekar kalmak bir erkek için ne acı bir cezadır . . .
Leyla - Öyle.
Hikmet - Çocuğu görmesine müsaade ediyorsun, değil mi?
Leyla - Evet, Necip'i haftada bir kere gönderiyoruz.
Hikmet - Büsbütün almak istemiyorlar mı?
Leyla - Hayır, bazı teşebbüslerde bulundular, ama muvaffak olamadılar.
Hikmet - (Bir vakfe) Galiba çocuk için yeniden uğraşacaklar . . .
Leyla - (Şiddetle) Bir şey mi biliyorsun?
Hikmet - Yok, merak etme. Dün onlardaydım. Teyzen . . .
Leyla - (Sözünü keserek) Teyzem deme, adıyla söyle.
[s. 35 1] Hikmet - Dediğin gibi olsun. Saadet Hanım bugünlerde Ahmet'in
çocukla fazla alakadar olduğunu söyledi.
Leyla - Sen ne dedin.
Hikmet - Ben de bugün buraya geleceğinizi söyledim.
Leyla - (Canı sıkılarak) Hiç lüzumu yoktur. Niye söylersin?
Hikmet - Galiba Saadet Hanım, bak teyzen demiyorum, seni görmeye
gelecek.
Leyla - (Telaşla) Nereden anladın?
Hikmet - Bu çocuk meselesinin mahkemelere düşmesini istemiyormuş, eski
gelininin tekrar mustarip olmasına razı değilmiş, bundan dolayı meseleyi
doğrudan doğruya seninle konuşsa daha iyi olurmuş . . .
Leyla - Benimle ne konuşacaklarmış?
Hikmet - Tabii davadan daha kolay şartlarla meseleyi halletmek çarelerini
konuşacaklar. . .
Leyla - (Asabi) Yine beni uğraştıracaklar! İki seneden beri ellerinden
çektiğim yetişmiyormuş gibi tekrar üzüleceğim, didineceğim, harap olacağım.
Onlar yine kaybedecek, fakat ne olursa yine benim zavallı sinirlerime olacak:
Uykusuz kalacağım, hastalanacağım, kahırlanacağım . . . Onlar da bundan zevk
duyacaklar. Teyzemi düşündükçe annemden soğuyacağını geliyor. . . Nasıl
oluyor da yılan gibi her dakika beni ısırmak isteyen bu kadın benim annemin
hemşiresi oluyor? İki seneden beri Erenköyü'ne gelmiyordum. Bir gün geleyim
dedim, derhal zehrini döktü. (Kalbini göstererek) Hem ta burama.
[s. 352] Hikmet - Beyhude üzülüyorsun. Leyla'cığım, yemin ederim ki teyzen
gayet iyi bir kadındır. Eğer sen mücrim birini arıyorsan Ahmet'i itham et.
Leyla - Bana onları müdafaa etme. İkisini de bilirim. İkisi de bir! (Hizmetçi
girer)
Onuncu Meclis
Evvelkiler, Hizmetçi
Hizmetçi - Saadet Hanım'la Ahmet Bey geldiler.
Leyla - Saadet Hanım mı?
Hikmet - Ahmet Bey de beraber!. ..
1 1 76 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
Leyla - Peki, gelsin (Hikmet hizmetçiye işaret eder, hizmetçi çıkar) Zaten
iki seneden beri bunlardan birine haykırmak ihtiyacıyla boğuluyorum, belki
bugün hıncımı alır, hafiflerim.
Hikmet - (Pencereye yaklaşarak) Ahmet'i görmek ister misin?
Leyla - Hayır!
[s. 353] Hikmet - (Bakarak) Annesinden şimdi ayrıldı, yalnız kaldı. Teyzen
geliyor Sakın hırçın davranma. Ahmet hiç değişmemiş; hala genç hfila güzel.
.
Onbirinci Meclis
Leyla, (sonra) Saadet
Leyla - (Pencerenin önünde) Hala bakıyor. (Çekilir.)
Saadet - (Girerek) Nihayet seni görebildim kızım.
Leyla ·- Sizinle kendim konuşmak istedim.
Saadet Leyli..
-
zaman her ikiniz de ne kadar gençtiniz. O yaşta insan iradesine hakim olabilir
mi?
Leyla - Zahmet etmeyiniz. Annem de bir zaman sizin fikrinizde bulunurdu.
Ben artık bunu tekrar tetkike hacet görmüyorum. Şimdi siz beni bir dava için
celbe geliyorsunuz, müsaadenizle ben de müdafaamı hazırlayayım . . .
Saadet - Rica ederim, yine hiddetlenme, meseleyi sükutla halledelim.
Bugün oğlumun evinde çocuğa yabancı bir kadın yok. Fakat senin evinde
yabancı bir erkek var. Sen yeniden evlendin. Ahmet ise bekar. Sensiz bir ömür
sürüyor. Bunun için Necip'in yeri Salahaddin Bey'in değil, öz babasının evi
olmak lazım gelir.
Leyla - Ahmet Bey böyle mi söylüyor!
Saadet - Ben buraya sana hücum değil, seni müdafaa için geldim. Necip'in
başına yemin ederim ki, torunumun anası babası hakkında duyduğum muhabbet
beni buraya sevkediyor. Mahkemelerde gailemiz arasında yeni bir rezalete mani
olmak istiyorum!
Leyla - Benim de bu gibi şeylerden nefret ettiğime şüpheniz mi var? Beni
bu şiddete mecbur eden kim? Ben miyim?
Saadet - Seni temin ederim, Ahmet bu işe istemeye istemeye sürükleniyor.
Şüphesiz çektiği azap onda sana karşı bir kin uyandırdı, fakat bu sefer bana
babalık hakkından bahsettiği zaman sesi titriyordu. [s. 355] Evvela her şey iyi
gidiyordu, fakat Necip geçenlerde bize geldiği zaman hepsi bozuldu. Bilmem ne
oldu? Birdenbire Ahmet'e bir hiddet yürüdü. Kendi kendine bir şeyler düşündü.
Düşüncelerini benden gizledi. Gitmiş, dava vekiline müracaat etmiş, fikrini
sormuş. Onun fikirleri daima doğru çıkar. . .
Leyla - Dava vekili ne demiş?
Saadet - Artık çocuğun babasına ait olduğunu söylemiş.
Leyla - Beni korkutmak istiyorsunuz!
Saadet - Demin yemin ettim kızım.
Leyla - Yem ininizden şüphe etmem, o halde vekiliniz yanılıyor . . .
Saadet - Zannetmem. Eğer sen sükutla hareket etmezsen hemen dava
başlayacak.
Leyla - (Uzun bir tereddütten sonra) Peki, farz edelim ki anlaşmaya razı
oldum. Siz neye kanaat edeceksiniz?
Saadet - Bu köşkün kapısını çalmadan evvel oğluma itidal tavsiye ettim,
ricalarda bulundum, kar etmedi. Leyla! Sen kalbi azap içinde olan biriyle
uğraşacaksın, o eline geçirdiği vasıtayı bırakmak istemeyecek. . . Çocuk
mütesaviyen her ikinize ait.
Leyla - (Heyecanla) Bir hafta sizde, bir hafta bende. (Gözleri dolarak)
Biçare yavrum, dünyaya getirdikten sonra bir gün bile gözümün önünden
ayırmadım. Şimdi siz onu benden kaçırmak istiyorsunuz, demek artık ben onun
yanın annesi olacağım. Hayır, bu mümkün değil!
Saadet - Her şey mümkün, kızım.
1 1 78 İSMAİL HİKMET ERTAYLAN
On İkinci Meclis
Ewelkiler, Ahmet
Saadet - Gel, oğlum, yaklaş davanızı benim halletmekliğim kabil olmadı,
karşı karşıya gelmenizi isterim!
Ahmet - Ya . . .
Saadet - Şimdi derdini söylemek sana düşüyor, sözlerin Leyla'yı müteessir
edebilir!
Leyla - Beni hiçbir şey müteessir etmez.
TÜRK EDEBİYATI TARİHİ 1 1 79
263 8 Kasım l 973'te vefat eden Faruk Nafiz Çamlıbel'in bütün eserleri şöyledir:
Şiir: Şarkın Sultani.an ( 1 9 1 8), Din/,e Neyden ( 1 9 1 9), Gönülıien Gönül,e ( 1 9 1 9), Çoban Çeşmesi (1 926),
Suda HalJr.al.ar ( 1 929), Bir ömür Böyl,e Geçti (1932); Eliml,e Seçtilcllrim (1 935), Boğaziçi Şarkısı (Sadettin
Kaynak ile, 1 936); Akar Su ( 1936), Tatlı Sert (1 938), Alancı Türküllri ( 1 940), Heyecan ve Sükun (1 959),
,(indan Duvar/an ( 1 967), Han Duvar/an ( 1 969).
Oyun: Canavar (1926), Akın ( 1 932), Özyurt ( 1 932), Kahraman (1933), Ateş (1 939); Yayla Kartalı
( 1 945).
Okul Piyesleri: Numara/,ar ( 1 928), Yangın ( 1 93 1), Bir Demetl,e Be; Çiçek (1 933), Yangın (piyesler,
1933), Canavar ( 1 944).
Roman: Yıldız Yağmuru (1936).
İnceleme: Tevjilc FikreL· Hayatı ve Eserleri (1 937).
MÜTAREKE'DEN SONRA EDEBİYAT
Buna mukabil Anadolu da feci bir halde idi. Bütün hayati kuvvetlerini
harbe dökmüş; genç, ihtiyar bütün unsurlannı askere vermiş, tohumluk buğday
ve arpalan na vanncaya kadar bütün mahsullerini, araba ve hayvanlannı orduya
hasretmiş olan Anadolu kansız ve cansız kalmıştı. Tarlalar bomboş, evler yıkık,
harap, çocuklar ve kadınlar açlı k ve sefaletten ank ve hastalıklı birer gölge
halinde sürüklenmekte idi. Bütün memleketin iktisadi hayatı temelinden sarsılmış
Anadolu'nun da iktisadiyatı yıkılmıştı. Bu gidiş adım adım ölüme
sürüklenmekten başka bir şey değildi.
[s. 366] Bir taraftan Avrupa işgal kuvvetlerinin her türlü tazyik ve tehditleri,
her türlü tahkir ve tezlilleri altında memleketin istiklal ve haysiyetini korumaya
çalışan, bir taraftan da Anadolu'nun bu akim ve sakim hayatını diriltmeye,
canlandı rm aya, yaşatmaya çareler düşünen ve arayan hükümet acı bir hayret
içinde kalmıştı .
İstanbul'un kendini idare edecek varidatı yoktu. Başta bir korkuluktan
başka bir kıymet ve haysiyeti kalmayan, halkın başında müsrif ve sefih bir bel a-yı
meş'um olan saraydan, işsiz güçsüz sultanlarla şehzadelerden, süslü, tantanalı
saray ve kon akl an nı yalnız yüksek rütbeli memuriyetlerinden aldıkları yüksek
maaşlarla idareyi düşünen vezirlerden, paşalardan, dini, ilmi, askeri, mülki
bütün meslekleri temsil eden memurlara vanncaya kadar bütün sınıflar halkı
yiyeceği ekmeği, o can çekişen, fukaralıktan ölen biçare, ank, hasta Anadolu' dan
bekliyordu. Halbuki Anadolu kendi yiyeceği ekmeğin ununu bile istihsalden aciz
bir mevkide idi. Hem memur maaşı vermek hem İstanbul'un gün günden artan
nüfusunu besleyecek ekmeği yetiştirmek zaruretleri karşısında kalan hükümet bu
iktisadi perişanlığa karşı koyacak bir tek çare bulabiliyordu. Memleketin bütün
istiklalini zincirleyen, kıran, öldüren bu çare istikrazdan başka bir şey değildi .
Evet, Türkiye bu zalim, bu muhteris, bu muhtekir Avrupa sermayedarlanndan
karzen para istiyordu.
Darüşşafaka, 427, 5 1 3, 552, 739 29 1 , 336, 453, 462, 480, 489, 544,
Debre-i Bfila, 653 586, 6 1 1 , 6 1 7-619, 639, 643, 694, 722 ,
Deli Hikmet Bey, 206 723, 8 1 2 , 854, 857, 865, 867, 868,
Demet, 694, 876 870, 882, 890, 908, 9 1 6, 9 1 7, 92 1 ,
933, 942, 949, 950, 980, 983, 984,
Dergah, 908, 925, 927, 938, 955
1 033, 1 1 08, 1 1 10, 1 1 1 5, 1 1 2 1 , 1 1 2 3
Dertli, 1 43 , 144, 902, 903, 1 1 1 7
Edirne, 3 1 , 46, 183 , 3 1 1 , 349, 356, 357,
Derviş Vahdeti, 881 4 1 1 , 653, 665, 989, 1 096
Deveboynu, 31 O Edirneli Güfti, 1 38
Devir, 423, 424 Ejkdr, 3, 1 2, 1 89, 2 1 6, 220, 259, 299, 335,
Devlet-i Osmaniye, 585 388, 436, 458
Dırağman Camii, 488 Efke, 1 63
Dicle, 466, 4 77, 836, 1 055 Eflak, 62, 333
Dikran Karabetyan Matbaası, 3 1 7, 34 7 Ekrem, 207, 208, 2 1 6
Direklerarası, 867 Elen Key, 1 0 1 3
Divan, 1 88 Elhac İbrahim Efendi, 329, 330, 332
Divaniye, 967 Emanet Meclisi, 437
Diyarbekir, 4 1 1 , 468, 574, 8 1 7, 8 1 8, 83 1 , Emced, 28 1
933, 1 059- 1 062
Emile Faguet, 37 1
Diyarbekirli Said Paşa, 1 02 1
Emile Verhaeren, 933
Diyojen, 7 18, 72 1 , 730
Emile Zola, 377, 395, 765, 1 029
Doğumunun 1 00. Yılında Yakup Kadri
Emin Firdevsi, 1 53
Karaosmanoğlu, 9 1 2
Emir Nevruz, 2 1 0
Doktor Fahri Bey, 1 5 9
Encümen, 1 86, 1 87, 2 19, 220
Doktor Hikmet Hamdi Bey, 2 7 9
Encümen-i Daniş, 53, 6 1 , 62, 2 19, 220,
Doktor İbrahim Tema, 57 1
297
Doktor İshak Sükuti, 5 7 1
Encümen-i Şuara, 5 1 , 55, 96, 97, 1 29 ,
Doktor Mozohi, 1 009 1 3 1 , 1 33, 1 42, 1 87, 495
Doktor Ornştayn, 841 Endülüs, 1 54, 34 1 , 370
Doktor Rifat Bey, 279 Enghien, 3 1 3-3 1 5 , 3 1 7, 3 1 9
Doloriele, 381 Envar-ı Zekti, 558
Donanma, 990 Enver Naci, 5 3 1
Dragan Çankof, 422 Enveri, 1 85, 488
Drama, 79 Erdoğan Erbay, 683, 1 076
Düsseldorf, 541 Ernest Raynaud, 5 7 4
Düşünce, 532, 534, 669 Erzincan, 207
1 1 94 İNDEKS
Galatasaray Sultanisi, 26 1 , 265, 489, 490, Güf,şen, 1 2, 1 03, 1 87, 424, 558, 7 1 1 , 7 1 7,
60 1 , 655, 843 862
Galib, 1 88, 189 Güf,şen-i R.dz, 187
Galib Bey, 189 Güf,şen-i Serdy, 424
Galib Paşa, 30 Gümülcine, 665, 666
Gambetta, 2 1 2 Gümülcine Vak'ası, 666
Gani Paşa, 620 Gümüşhane, 1 2 1 , 967
Garibi, 1 50, 1 5 1 Gümüşhane Rüşdiyesi, 967
Gaston Deschamp, 403 Güneş, 293, 500, 558, 639, 665, 722, 807,
Gayret, 250, 358, 40 1 , 402 91 8, 929, 936, 1 0 1 1 , 1 070, 1 103
Gazali, 187 Gürcü Mehmed Paşa, 1 1 3
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 340, 341 H
Gazi Baba, 961 Habib-i Zi-şan, 2 1 5
Gazi Osman Paşa, 340, 341 Hacı Ahmed, 5 72
Gedikler, 340, 34 1 Hacı Bektaş, 1087
Gedikpaşa, 602 Hacı İbrahim Efendi, 33 1-333, 335, 429,
Gelibolu, 9, 199, 203, 206-208, 654, 655, 480
656, 658, 659 Hacı Kalfa, 1 1 16- 1 1 1 9
Genç Kalemler, 879, 883, 897, 979, 982, Hadika-i Meşveret, 1 1 65
989, 990, 1 061 Hafız Ağa, 422
Genç Osmanlılar, 189- 1 92, 197 Hafız İlyas Efendi, 297
Genç Osmanlılar Cemiyeti, 1 89, 1 90, Hafız Ömer Efendi, 1 059
191, 192, 197 Hafız Paşa Mektebi, 55 1
George Sand, 1029 Hljfiz-ı Şirô.zf Di.vô.nı, 322
Georges Ohnet, 764 Haham Mektebi, 1008
Gevheri, 1 64, 1 66, 670, 903, 1 074 Hak, 1 0- 1 2, 1 4, 15, 48, 64, 67, 80, 9 1 ,
Giampietri, 62 1 03, 145, 1 55, 165, 1 87, 265, 344,
Giovanni Boccace, 788 365, 386, 425, 444, 447, 474, 480,
Girit, 46, 98, 561 , 586, 767, 781 , 942
554, 592, 600, 6 1 5, 63 1 , 648, 666,
747, 822, 847, 849, 885, 897, 920,
Giritli Nuri Paşa, 207
983, 1014, 1022, 1 063, 1 085, 1 183
Giyon de Shambro, 381
Hak.ayık, 259
Goça, 994
Hô.kimiyet-i Milliye, 558, 9 1 2, 1076
Golos, 303, 328, 329, 332, 357
Hakkari, 35, 94
Göksu, 8 1 , 274, 298, 525, 54 1
Hakkı, 230
Gönen, 989
Hakkı Naşir, 876
Grafik, 806
Halacı, 223
Grand Opera, 302
Halep, 95, 98, 1 54, 4 1 1, 857
Guillaume de Champeaux, 381
Halet, 1 86
Gustave Flaubert, 690
Halet Bey, 95, 98, 1 29, 1 32, 1 86
Gustave Lebon, 576
Halet Efendi, 9
Guy de Maupassant, 565, 908
Haliç, 552, 962, 1 160
Guz, 223
Halil Efendi, 1 36
Gülnihal, 2 16
Halil Paşa, 32, 1 22, 1 62, 3 1 0, 3 1 1
1 1 96 İNDEKS
662, 678, 687-69 1 , 7 1 2, 754, 756, 764, 1 034- 1 036, 1 043, 1 047, 105 1 , 1 060,
765, 78 1 , 788, 805-807, 8 18, 842, 865, 1 063, 1 066, 1075, 1 076, 1082, 1090,
866, 883, 934, 935, 97 1-973, 994, 995, 1 094, 1 097, 1 1 0 1 , 1 1 02, 1 1 08, 1 1 1 1 ,
1 029, 1 059, 1 067-1 069, 1 084, 1 102, 1 1 15, 1 1 1 7- 1 1 1 9, 1 1 2 1 , 1 1 2 3 , 1 1 26,
1 1 08, 1 1 1 5, 1 1 2 1 1 1 30, 1 1 33, 1 1 38, 1 1 4 1 , 1 1 5 3, 1 1 55,
İsmail Ağa, 1 49, 1 63, 1 66 1 1 58- 1 162, 1 1 65, 1 1 83- 1 1 86
İsmail Bey, 363, 78 1 İstanbul Hükümeti, 40 1 , 9 1 7, 1 1 85
İsmail Hakkı Paşa, 1 2, 865, l 059 İstanbul Sultanisi, 890
İsmail Kemal Bey, 806 lstikbdl, 426, 429, 436, 508, 5 1 7
İsmail Müştak, 277 lstikkil, 250, 1 1 1 9 , 1 1 83
İsmail Paşa, 9 3 , 94, 97, 99, 1 09, 1 29, 1 9 1 , İstinye, 1 40, 290, 1 O 1 9
44 1 , 443 İstolçalı Ali Paşa, 1 29
İsmail Paşazade Hakkı Bey, 44 1 , 443 İsviçre, 1 57, 1 94, 352, 364, 366, 573, 577,
İsmail Raif Paşa, 1 7 8 1 9, 975, 1 0 1 2
İsmail Sara, 249, 252, 504, 505, 507 , 5 1 9, İtalya, 45, 299, 302, 33 1 , 380, 38 1 , 585,
584, 603, 6 16, 6 1 8, 620, 662, 754, 586, 749, 882
805-807' 1 084, 1 108 lttihad, 1 55, 2 1 6, 250, 436, 437, 438
İsmrt B<'y, 1 7 İttihat ve Terakki Mektebi, 979
İsmrt Eft'ndi, 422 İvaz Paşazade Arayi, 500
ispanya, 341 , 38 1 İzmir, 1 22, 59 1 , 687, 688, 690-692, 703,
İstanbul, 4 , 9, 1 1 , 1 2, 17, 29, 3 1 , 33, 34, 759, 765, 766, 889, 907, 908, 9 1 5,
45-47' 52, 53, 55, 56, 6 1 , 63, 79, 8 1 , 986, 989, 990, 1 034, l 1 1 5, 1 1 83, 1 1 85
87, 89, 94, 95, 98, 1 09, 1 1 0, 1 2 1 , 1 22, İzmir İdadisi, 907
1 29, 1 33, 1 35, 1 40, 1 49, 1 54- 1 57, 1 66, İzmir Rüşdiyesi, 688, 690
184-186, 1 90, 1 93, 196, 1 98, 1 99, İzmit, 654
203-206, 2 1 1 , 2 1 3, 2 1 9, 220, 249, 257,
İzzet, 1 99
259, 260, 272, 297-300, 304, 305, 307,
309, 31 1-3 13, 3 1 9-32 1 ' 325, 328, 339, İzzet Bey, 435
342, 350, 35 1 , 353, 357-361 , 364, 365, İzzet Molla, 3, 4, 9, l 1 , 1 2
368-3 70 3 7 3 , 395, 401 , 406, 407, 4 1 3,
, İzzet Paşa, 1 99
4 1 8, 42 1- 427, 429, 435, 438, 44 1-
443, 45 1 , 452, 455, 456, 459, 469,
J
Japonya, 497, 498, 744
472, 485, 489, 504, 507, 523, 524,
526, 530, 53 1 , 54 1 , 542, 548, 55 1 , Jeanjacques Rousseau, 1 54, 1 59, 1 67,
558, 56 1 , 562, 565, 567, 5 7 1 , 572, 1 68, 464
574, 575, 579, 584-588, 59 1 , 592, 603, Jean Richepin, 867
629, 653-655, 659-66 1 , 663, 669, 670, Jonson, 379
683, 687, 688, 690, 69 1 , 694, 698, K
703, 708, 7 10, 7 1 2, 7 1 8, 7 1 9, 739-74 1 ,
Ka'be, 2 1 4, 2 1 5
743, 753, 755, 756, 759, 763, 766,
767, 777, 78 1 , 782, 784, 79 1 , 795, Kabil (Caiiı), 1 84
796, 798, 802, 805, 809, 8 1 9, 82 1 , Kadıköy, 539
822, 823, 83 1 , 84 1 , 854, 857, 862, Kadıköy Kız Mektebi, 539
865, 876, 879, 88 1 , 889-894, 898, 899, Kadıköyü Sultanisi, l 1 36
903, 908, 909, 9 1 1 , 9 1 2, 9 1 5-9 1 7, 920,
Kadın, 69, 7 1-74, 76, 140, 220, 567, 703,
922, 925, 929, 933, 935, 938, 945,
852, 870, 922, 944, 989, 990, 1 040,
949, 950, 953, 96 1-964, 967, 972, 973,
1 1 1 9, 1 1 33, 1 1 36, 1 1 56
974, 976, 979, 980, 984, 989, 990,
1 007, 1 009, 1 0 19, 1 023, 1 027, 1030, Kadın ve Kadın/,ar Dü11Jiası, 1 1 36
İNDEKS 1 199
Küçük Tıirilı-i UmıJ.mf, 220 Mabeyn, 1 53- 155, 1 58, 207, 276, 437,
Küçüksu, 290, 960 6 1 0, 662, 694, 857, 859
Kürdistan, 967 Macaristan, 223, 784
Kütahya, 800 Magenta Bozgunluğu, 299
L Magosa, 1 54, 1 99, 200, 20 1 , 436, 1 1 1 l
La Fontaine, 1 54, 259, 29 1 , 325 Magosa Kalesi, 200
Lahey, 36 1 MahbıJ.bü'l-laılılb, 223
Lale Devri, 800, 838, 1 15 7 Mahmud, 1 93, 1 97, 1 98, 200, 20 1
Ll.leli, 1 29 Mahmud Bey Matbaası, 265
Lamia Mihriban Hanım, 460 Mahmud Esad Efendi, 962
Lastik Said, 427 Mahmud Kemal, 1 29, 1 3 1 , 1 34, 1 35,
Lazistan, 320 1 37, 1 39- 1 42, 365
Lt Mariage Ford, 224
Mahmud Kemal Bey, 1 29, 1 3 1 , 1 34, 1 35,
1 39- 1 42, 365
Lt Temps,403
Mahmud Nedim, 198
Lebib Efendi, 1 29, 142
Mahmud Paşa, 1 93, 806, 893
Leconte de Lisle, 643, 644, 7 1 4, 953
Mahmud Paşa Çarşısı, 806
ltlıfe·i Omıdnf, 220, 222, 224
Mahmud Paşa Mahkeme-i Şer'iyesi, 893
Leskofça, 93, 94
Mahmud Sadık, 249, 252, 529- 532, 534,
Leskofçalı Galib, 186, 188, 1 89
535, 553, 555
Leskofçalı İsmail Paşazade Galib Bey, 96
Mahmud-ı Adli, 4, 47, 5 1 , 52
Leskofçalı Mustafa Galib, 100
Mahmud-ı Şebüsteri, 187
Leyla Ft"ride, 1 1 34
Mahmudiye Rüşdiyesi, 561
lisdn·ı Omıdnf, 222
Mahmutpaşa, 1 060
Liure, 53
MakaMt-ı Siyasiye ve Edebiye, 2 1 6
Londra, 56, 1 56, 1 57, 1 93, 1 94, 203, 2 1 1 ,
Makedonya Kralı Philip, 1 102
303, 304, 347, 351 -354, 356, 358-360,
363-366, 369, 373, 380, 399, 400-402, Malatya, 807
406, 573, 665, 669, 763, 764, 929 Maliye Mektubi Mümeyyizi Fuad Bey,
Londra Sefaret Müsteşarlığı, 365 610
Lord Byron, 35 7, 1 029 Malta, 756, 823, 825, 827, 828, 1 062,
1 076
Louis Figuier, 688
Maltepe, 97 1 , 974
Lızan, 1 009
MalıJ.mat, 554, 583, 584, 6 1 0, 662, 69 1 ,
Luther, 1 07 5
842, 843, 953, 1 134
Lüleburgaz, 1 096
Manasur, 707, 879, 963
M
Manasurlı Faik Bey, 1 56, 1 9 1
M. Kayahan Özgül, 79 1 , 854
Manastırlı Hoca Naili Efendi, 1 29
M. Şükrü Hanioğlu, 579
Mani, 1 7 1
Maarif, 46, 6 1 , 1 58, 220, 249, 250, 252,
Manisa, 907, 9 1 5
277, 327, 350, 353, 4 1 2, 558, 596,
628, 668, 669, 740, 741, 822, 843, Mansur, 444
928, 984, 1 008, 1 009, 1 1 02, 1 1 53 Manzara, 529
Maarif Nezareti, 46, 277, 350, 596, 628, Maraş, 94
668, 74 1 , 822, 1 008, 1 009 Mardin, 468, 469, 8 1 9
İNDEKS 1 201
Marmara, 278, 400, 405, 474, 972, 973, 602, 603, 6 1 1 , 612, 6 1 4, 6 1 5, 653,
1052, 1 1 26 659, 69 1 , 693, 707, 7 1 2-7 14, 729, 7 39,
Marsilya, 1 93, 1 008 740, 753, 764, 767, 781-784, 802, 8 19,
83 1 , 832, 857, 858, 862, 889, 897,
Matbaa-i Amire, 370, 426
9 1 5, 953, 989, 1043, 1060, 1 14 1
Matbaa-i Osmaniye, 8 1 9
Mekteb-i Bahriye, 764
Matbaa-i Tasvir-i Efkar, 260
Mekteb-i Harbiye, 258, 523, 540, 587,
Mathiran, 343, 344 707
Mavroyani, 30 Mekteb-i Harbiye-i Şahane, 540
Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey, Mekteb-i Hukuk, 462, 897, 9 1 5, 1 141
186
Mekteb-i Mülkiye, 206, 261 , 266, 279,
Mechitariste Mektebi, 688 329, 453, 529, 530, 53 1 , 561, 653,
Meclis-i A'yan, 277, 278 659, 739, 740, 753, 8 1 9, 83 1 , 832,
Meclis-i Vfila, 1 93 857, 889, 1043, 1 060
Mecmua-i Ebuwya, 558 Mekteb-i Millkiye-i Şahane, 261 , 266,
Mecmua-i Muallim, 504, 505, 765 453, 739, 857, 889
Mecnun, 23, 82, 85, 1 1 7, 781 , 926, 938, Mekteb-i Sultani, 267, 274, 329, 453,
990, 1 02 1 , 1 144 454, 462, 49 1 , 506, 592, 595, 596,
602, 603, 6 1 1 , 612, 6 14, 6 15, 78 1-784,
Medine, 1 7
858
Medine-i Münewere, 1 8, 593
Mekteb-i Tıbbiye Nezareti, 297
Medrese-i Süleymaniye, 424, 426
Mektep, 402, 489, 574, 655, 659, 763, 865,
Mehllsin, 263, 767 933, 99 1, 1 1 19
Mehmed Ali, 45, 79 Mektubi Maliye Kalemi, 300
Mehmed Behçet, 899 Memduh, 1 86, 205, 206
Mehmed Beşir Elgazi, 154 Merrdeket, 1 09, 250, 360, 564, 9 1 7, 1 1 83
Mehmed Bey, 79, 1 55-157, 1 94, 195, 197 Memleketeyn, 62
Mehmed Cevdet Bey, 369 Menapirzade Nuri Bey, 423
Mehmed Efendi, 29, 562 Menemenlizade Rifat Bey, 207, 208
Mehmed Emin Rauf Paşa, 79 Menemenlizade Tahir, 265, 843
Mehmed Nazım Paşa, 154 Meraga, 35, 2 1 1
Mehmed Rauf, 620, 644, 69 1 , 692, 693, Merdki, 224
700, 7 1 2, 754, 763, 765, 766, 767,
Mercan İdadisi, 7 54, 7 55, 1 141
777, 805, 1 1 1 0
Mercimek Örtmesi İptidai Mektebi, 1 059
Mehmet Bey, 1 90, 1 98
Mersiye, 205
Mehmet Fuat Köprülü, 903
Mescid-i Aksa, 2 1 5
Mehmet Kaplan, 7 19
Meşrutiyet, 185
Mehmet Törenek, 777
Meşveret, 252
Mehtap Erdoğan, 80
Mevlana Celfileddin-i Rumi, 187
Mekdtfb-i Hususiye, 2 1 6
Mevlana Feyzullah Efendi, 100
Mekke, 1 1 , 497, 503, 504
Mısır, 1 7 , 45, 46, 79, 85, 1 29, 154, 1 56,
Mekke-i Mükerreme, 1 1, 497, 503
226, 253, 34 1 , 422, 573, 574, 577,
Mekteb, 163, 206, 258, 26 1 , 266, 267, 274, 587, 819, 823, 824, 907
279, 297, 329, 376, 453, 454, 46 1 ,
Mısırlı Prens Mustafa Fazıl, 1 9 1
49 1 , 506, 523, 529, 530, 5 3 1 , 540,
554, 56 1 , 57 1 , 587, 592, 595, 596, Mısr-ı Kahire, 1 7
1 202 İNDEKS
Paris Sergisi, 4 1 6 R
Paris Üniversitesi, 38 1 Ragıb, 1 2, 25
Paşa, 1 85- 1 87, 1 89- 1 92, 1 95, 1 97-200, Rahim Tannı, 7 7 7
204, 206, 2 1 6, 2 1 9-224 Rahmetullah Efendi, 497
Paşabahçesi, 258 Raif İsmail Paşa, 1 7
Paşazade Sezai, 2 1 6 Raif Paşa, 1 035
Paul Bourget, 288, 563, 565, 908 Ramses, 681
Paul de Kock, 563 Ravza-i Mutahhara, 503
Paul Hervieu, 1 1 68 Recaizade Ekrem, 2 1 6
Pedagoji İnstitutu, 1 009 Receb Vahyi, 598, 599
Pelison, 1 092 Refet Avni, 1 1 19
Pendik, 663, 1 027 Reji, 1 54, 1 55, 1 94, 663, 69 1 , 694, 695,
Penyeröl, 1 092 766, 94 1 , 1 027, 1 028
Pere-Lachaise, 3 1 8 Reji Komiseri Cevad Bey, 694
Pertevniyal Valide Sultan, 59 1 , 592 Reji Komiseri Nuri Bey, 1 54, 155, 1 94
Ptroİ.<,, 989 Reji Komiserliği, 694
Peşte, 63, 784 Reji Nazın Nuri Bey, 663, 1 028
Petersburg, 188 Renan Müdqfaandmesi, 2 1 6
Petrarch, 381 Resimli Ay, 558
P!>'dm, 279, 908, 922, 925, 955, 1 1 65 Resimli Ga;:.ete, 554, 767
P!>'dm·ı Sabah, 922, 925 Resimli Kitab, 9 1 2
Pierre Loti, 935, 1 1 30 Resne, 82 1
Pierre Vandel, 688 Reşad, 1 89, 1 93- 1 95
Pinti,224 Reşad Bey, 1 89, 1 94, 1 95
Piraye, 272, 446 Reşad Fuad Bey, 368
Pire, 782 Revani Çelebi, 475
Pirizade Hanedanı, 350 Rıfat Necdet Evrimer, 945
Pirizade İbrahim Bey, 3 1 0, 360 Rıza Filizok, 986
Pirizade İsmail Bey, 360, 361 Rifat Bey, 1 95
Piyano, 989, 990 Rize, 320-323, 325
Plevne, 340, 34 1 , 7 1 0 Robert Kolej, 6 1 4, 62 1 , 633, 667, 809,
Ponson du Terrail, 687, 688 843, 1 030, 1 03 1 , 1 1 1 5
Ponsonby, 30 Rodos, 203, 305, 424, 426, 436, 743
Poti, 320, 323-325, 328, 4 1 2, 782 Roma, 53, 67, 1 62, 1 94, 3 8 1 , 676, 783,
929, 933, 942, 1 1 56
Prens, 1 9 1 , 1 92, 1 93, 1 94, 1 95
Romain Rolland, 1 0 1 3
Prens Fazıl, 1 57, 1 9 1 - 1 95
Roman, 2 1 3, 407, 703, 764, 769, 825, 929,
Prens Sabahaddin, 586
1 023, 1 097, 1 1 19, 1 1 30, l 1 82
Prenses Ludvika Altiyeri, 749
Romanya, 558, 979, 990
Pri;:.ren, 99
Rlıh-ı Sani, 94, 99
Pul, 558, 876
Ruhi, 1 1 7, 1 42, 343, 479, 480, 495-499,
Puvis de Chavannes, 729 89 1
Q. Rlıhüddin Efendi, 2 1 9
Quintilien, 38 1
İNDEKS 1 205
Rumeli, 17, 18, 46, 87, 93, 1 23, 199, 422, Salahi Bey, 349
429, 45 1, 489, 584, 588, 6 1 3, 62 1 , Salahi Dede, 633
636, 656, 753, 782, 879, 88 1 , 882, Salih Efendi, 9
96 1 , 962, 963, 989, 995, 1009, 1 05 1,
Saliha Hanım, 591
1121
Salim Durukoğlu, 750
Rumelihisan, 2 1 9
Sawmee, 1036
Rumelihisan Mezarlığı, 22 1
Samatya Suru, 1092
Rusçuk, 3, 422
Sami, 206, 2 1 6
Rusya, 59, 928, 929, 1046, 1076, 1 1 85
Sami Goldenberg, 1015
Rübdb, 603, 62 1, 63 1 , 642, 647, 666, 7 1 8,
726, 890, 908, 909, 91 1 , 98 1 , 990, Sami Paşazade Abdülbaki Bey, 321
1 121 Sami Paşazade Damad Necib Paşa, 320,
Rüfai, 1086 322
Rüsumat, 883 Sami Paşazade Sezai, 2 1 6, 249, 1 1 10
Rüya, 2 1 6, 230 Samih Rifat, 1046
Rüyd, 2 1 2 Sanayi-i Nefise Mektebi, 967
s Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi , 934
Saadet, 19, 530, 554, 7 1 1, 7 18, 1 1 70, Saraçhanebaşı, 4 7 1
1 1 75- 1 1 81 Saraçhaneli Ali Bey, 45 1
Sabah, 279, 473, 530, 5 3 1 , 554, 555, 563, Saraçlar Çeşmesi, 524
694, 7 1 9, 758, 766, 823, 876, 908, Sardou, 380
9 1 6, 9 1 7, 955, 1 1 36, 1 1 45 Sarım Beyefendi, 32
Sabit, 25 Sebat, 558, 71 1
Sacy, 53, 6 1 , 65 Sebflürreşad, 879, 885
Saclibad, 1 36, 891 , 892 Sedad, 990
Sadd-yı Millet, 9 1 6 Selihaddin-i Eyyı1bi, 1 081
Sadettin Kaynak, 1 182 Selanik, 588, 639, 879, 883, 897, 909,
Sadık Paşa, 309, 1 035 953, 979, 980, 982, 989, 990, 106 1
Sadrazam Ali Paşa, 1 96 Selanikli Faik Paşa, 96
Sadrazam Rauf Paşa, 29 Selçuk Hatun İnas Sultanisi, 1 009
Sadr-ı Ali, 192, 1 96, 1 97 Selim, 20 1 , 2 10
Sadullah Paşa, 4 1 8 Selim Sabit Efendi, 298
Sadullah Rami Paşa, 272 Selim Sım, 1 009
Safranbolu, 772 Selim-i Silis, 201
Sağır Ahmet Beyzade Mehmet Bey, 1 89 Serava, 961
Said Bey, 62, 2 1 6, 427 Serbest lzmir, 990
Said Halim Paşa, l 090 Serendib, 833
Said Paşa, 45, 205, 8 1 7, 8 1 9, 83 1 Seroet-i Fünı2n, 249, 252, 2 7 1 , 272, 275,
Said Sermedi Bey, 62 290, 291, 425, 427, 432, 507-509, 524,
Saint Germain, 3 1 9 525, 529-53 1, 541, 544, 554, 556, 583,
585, 586, 596, 61 0, 61 1 , 6 1 3-615, 618,
Saint-Malo, 259
620, 62 1 , 63 1 , 643, 644, 648, 66 1 ,
Sakarya Zaferi, 928, 1 1 85 691 -695, 7 1 3, 7 1 4, 7 1 6-7 19, 728,729,
Sakız, 203, 204, 466, 59 1 , 841 740, 753-755, 759, 766-768, 776, 783,
Sdk:indme, 189 796, 802, 805, 806, 8 1 8, 83 1 , 832,
842-845, 853, 857, 858, 862, 865-869,
1 206 İNDEKS
Zeynep Kennan, 407, 938 1 063, 1 065- 1 067, 1073, 1 076, l l46,
Zeyrek, 687 l l53
Zı14t-i ltMm, 201 Ziya Paşa, 1 86, 1 89, 1 90, 192, 1 94, 2 1 0,
Zincirlikuyu, 488
214
Ziyad Ebüzziya, 63
Ziver Efendi, 6 1
Zonguldak, 789
Ziver Paşazade Bahaeddin Bey, 300
Ziya, 1 86, 1 89, 190, 1 92, 1 93, 1 94, 1 95, Zor.N"ıkdlu, 22 1 , 224
198, 2 1 0, 2 1 4 Zoraki Tabib, 22 1
Ziya, 1 9 1 , 1 92 Zoraki Tabip, 224
Ziya Gökalp, 83 1 , 844, 883, 885, 897, Zühavi Efendi, 422
899, 90 1 , 925, 979, 982, 1059, 106 1 - Zülfikar Nafiz P<CŞa, 1 29