Professional Documents
Culture Documents
FELSEFESİ
3. BASKI
TARİH FELSEFESİ
ISBN
978-975-338-982-2
www.akcag.com.tr
akcag@lakcag.com.tr
TARiH
FELSEFESİ
AK�
Merhum
babam Murat,
annem Hamide ile
eşim Medine,
çocuklarım Murat,
Burak,
Burcu ve
Bilge ye . . .
İÇİNDEKİLER
Gİ Rİ Ş ................................................................................................... 23
Tarihin Tanunı ............................. . .......................................... ........... 23
Tarih Felsefesinin Tanunı ......... . ..................................................... 28
Doğu Kültüründe Tarih Felsefesinin Kaynakları ..................... 32
a. Kur'an-ı Keriın ...................................................................... .. . 32
b. Göktürk Kitabeleri ................................................................. 42
c. Klasik Eserler ............................................................................ 46
BİRİNCİ BÖLÜM
TARİHİN ANLAMI ve TARİH METODOLOJİSİ
1 . Tarihin Bilimler İçindeki Yeri 58
...................................................
İKİNCİ BÖLÜM
TARİHİN UNSURLARI
1. Geçmiş/Zaman Kavramı ......................................................... 93
1. Zamanın Sınırlandırılması . 98
............ .......................................
�J&;,
111. Mekan/ Coğrafya.... . . . . . . . . . .. . . . .
... .... . ..... ...... . 1 13
..... .... . . ...... ... . . .......
V. Sebep-Sonuç . . . .. . ... .
.. .......... ................. .
...... 1 17
.. ..... .............. ..........
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TARİHİN UMUMİ KANUNLARI
1. Coğrafya ........................................................................................ 1 47
1 . Coğrafya-Tarih Münasebetleri . . .. . 147
............... .. .............. .. ...
a.Amerika ................................ . .
.... ..... 1 56
. .................... . ............
c. Akdeniz . ..... . . .
............ ............................. . 1 66 .. ... ............. ........
d. Anadolu . . . .
..................................... ... 171
.... ..... .......................
e. Kafkasya .. .
............................................ . ... 1 79 . .. ............... .......
f. İran . ..
.................................... ... ... .
........... 181 .................. ...........
g. Orta Doğu . .. .
.......................... ............ 1 82 ..... .........................
h. Hindistan . .
.............................. .
........... 1 86 .................... ..........
i. Çin .
................................... . 1 88
.......................... ........................
1 . İaşe . . 191
.......................................................................... ............ ....
��
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TOPLUMSAL MÜŞTEREKLER
�.@:.
3. Devletle SaltanatAyrıldı 309
..................................................
BEŞİNCİ BÖLÜM
GELECEGE YÖNELİK NİSBİ TEKLİFLER
��
�-�
kendi alanında büyük kıymeti haizdir. Hatta bizim bu
denemede asıl kaynağımızı da elbette ki1 daha önce yap ı
lan çalışmalar oluşturmuştur. Yetişmemizde1 ufkumuzun
gelişmesinde bu çalışmalar esas olmuştur. Bu bakımdan
seleflerimizi minnetle yad ediyoruz.
Ancak eksikliğini hissettiğimiz şey1 bizde Tarih Fel
sefesinin olmayışıdır. ülkemizde Tarih Felsefesi denin
ce1 Batıda tarihin mevzu ve mahiyeti hakkında fikir be
yan eden düşünürlerin fikirlerinin naklinden ibaret zan
nedilmiştir. Bazen de felsefi sistemlerin tarihle ilgili gö
rüşleri nakledilmiştir. Bu meyanda teolojik tarih felsefe
si1 idealist1 pozitivist1 materyalist1 hümanist tarih felsefe
leri1 bu felsefi sistemlerin önemli temsilcilerinin tarihin
mahiyeti hakkındaki görüşleri1 tarih felsefesi olarak algı
lanmıştır. Aslında bu gibi çalışmalarda yapılan şey1 tarih
felsefesi değil, felsefe tarihidir. Hatta bu durumu felsefe1
edebiyat ve sosyoloji alanlarında da görmek mümkün
dür. ülkemizde yıllardan beri bu alanda yapılan çalışma
lar felsefe1 edebiyat veya sosyoloji tarihi olmaktan öteye
geçememiştir. Fikir adamlarımızın kendilerine has1 ken
dilerinin fikir mahsulü olan düşünce sistemlerinin ol
maması büyük bir eksiklik olarak görülmektedir.
Antik Yunan'daki felsefi problemler1 dönemin dü
şünürlerine göre bu problemlerin mahiyeti1 Kant'ın ras
yonalizmi1 Marx'ın materyalizmi1 August Comte'un
pozitivizmi1 Max Weber'in sosyolojisi1 bütün felsefe ve
sosyolojimizin ana temalarıdır. Acaba geçmişte bu in
sanların merak ettikleri1 üzerinde fikir beyan ettikleri
konular hakkında biz ne diyoruz? Bu konuda bizim bir
düşüncemiz1 getirecek yeni bir sentezimiz yok mudur?
İtiraf etmek lazımdır ki1 bu soruları kendi kendimi
ze yani tarihçilerimize de sormak gerektiğinde1 alacağı
mız cevap pek de olumlu olmayacaktır. Zira bizde de
tarih felsefesi denince yıllarca felsefe tarihi anlaşılmıştır.
12
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
�fa:,
�iZ.
Elazığ, 1 999
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
İKİNCİ BASKININ
ÖN SÖZÜ
�IJ�
.&IJ�
��
ÜÇÜNCÜ BASKIYA
ÖN SÖZÜ
.&��
�j�
�v�
Tarihin Tanımı
Kelime itibariyle Sami kökenli olan Tarih terimi,
İbranice VRH kökünden türetilmiştir. Hikaye etmek,
nakletmek, anlatmak manalarına gelir. Burada bütün
Doğu dillerine, Arapçaya ve oradan da Türkçeye geç
miştir. Çoğulu Tevarihtir. Bütün dillerde de aynı anlam
da kullanılmaktadır.
Batı dillerinde ise Yunanca İstoria kelimesinden
doğmuş ve çeşitli Batı dillerinde farklı telaffuzlarla ifade
edilmiştir. Fransızca Histoire, İngilizce History, İtalyanca
İstoria ve Rusça İstorii. Batı dillerinde de Arapçadaki
anlamı ile ifadesini bulmuştur. Hatta bu terimin Doğu
kökenli Sitare/Esatir (yıldız, uzak, felek, geçmiş) terimi
ile bağlantısı olduğu yolunda görüşler bulunmaktadır.
Kısaca terim manasını ifade ettiğimiz Tarihin ıstı
lahı manası ve ilk sebebi daha şümullüdür.
İnsanoğlu tarih boyunca şu hususları merak etmiş,
fikir yürütmüş, söz konusu hususların sırrına ermek için
çaba sarfetmiştir. Bunlar;
a. Yaratıcı güç/ mutlak kudret,
b. Kainatın cevheri/ sırları,
c. Bilginin mahiyeti ve kaynağıdır.
Dikkat edilirse bu hususlar, bütün felsefi ekollerin
halletmeye çalıştığı, üzerinde fikir yürüttüğü ana husus-
24
MUSTAFA ÖZTÜRK
.&IJ�
,&��
�v�
��
geçildiği dönemlerde başlamıştır. Bu dönemdeki çaba
lar, belki metodik değildi. Ama en azından (aşağıda de
ğinileceği gibi Doğu kültürlerinde) tarihten ders almayı
öğütleyen bir tarzdı. Üstelik bu ilk tarih örnekleri, o de
virlere ait olan ve günümüze yetişen tarihi kaynaklardır.
Tarihe ait bu ilk örnekler, sadece Batı' da değil, bütün
eski kavimlerde değişik suretlerde görülmektedir.
Bu hususlara ileride tekrar dönüleceğini belirterek
tarihin ne olduğuna dönelim5• İnsan topluluklarının geç
mişte meydana getirdikleri olayları yer ve zaman göstererek
illiyet prensibi dahilinde anlatan bir bilim olarak tarif edi
len tarih, bu haliyle bütün olarak insanlığın geçmişini
ifade etmektedir. Demek ki, tarih sadece savaşlar ve
siyasi olaylar değildir. İnsanı ilgilendiren, insanın yaptığı
her şey tarihin konusu olmaktadır. Devlet, iktisadi haya
ta ait her türlü değişmeler, kültür, sanat, hukuk, eğitim,
dil, din ilh ... her şey tarihi ilgilendirmektedir. Başka bir
ifade ile tarih, medeniyetin gelişme macerasıdır. Bu ha
liyle tarih yukarıda saydığımız ve daha sonra her biri
birer bilim dalı haline gelen unsurları da içine almakta
dır. Nitekim askeri tarih, siyasi tarih, iktisadi tarih, eği
tim, hukuk, sanat tarihi de bu gerçekten doğmuştur.
Tarihin kaynağı ve hedefi insandır. Gerçi bütün bi
limlerin hedefi insandır, ama kaynakları farklıdır. Bunlar
toprak, maden, su, hayvan vs. olabilir. Bütün beşeri bi
limlerin ve elbette tarihin hem kaynağı ve hem de hedefi
insandır. Belki de bu yüzden İbni Haldun tarihe faziletli
bilim demiştir. İnsanı hem kaynak hem de hedef olarak
kabul eden tarih gerçekten faziletlidir. Zira insan eşref-i
mahlukattır.
5
Tarih anlayı şların�aki d eğişme ve gelişmelerin genel bir özeti
için bkz. Doğan O zlem; Tarih Felsefesi, (Ege Univ. Ed ebiyat
Fak. Yay. No : 34), İzmir, 1984, Turan; a.g.m., s . 11-25, Arar;
a.g.m., s. 27-36
28
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
�u�
Aynı zamanda insanlığın geçirmiş olduğu kötü tec
rübelerin ana sebeplerini bulmaya çalışır. Ondan sonra
da geleceğe ait nispi kanunları teklif eder.
Tarih felsefesi, geçmişte neler olup bittiğini araştı
ran tarih biliminden farklı olarak, geçmişte olup bitenle
rin nedenlerini araştırır. Bu bakımdan tarih felsefesi, ta
rihsel oluşum içinde, genel felsefe alanının üç büyük
görüşüne göre sıralanır : Metafizik tarih felsefesi, bireyci
tarih felsefesi ve diyalektik tarih felsefesi. Metafizik açı
dan işlenen tarih felsefesine göre, insanların tarihi Tan
n'nın iradesiyle yönetilmektedir, Tanrı nasıl istemişse
öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Temelde
metafizikten başka bir şey olmayan bireyci tarih felsefe
sine göre, insanların tarihini büyük bireyler, başka bir
deyişle büyük düşünürler yönetmektedir. Bu büyük
kişiler nasıl istemişlerse öyle olmuştur ve bundan sonra
da öyle olacaktır. Çağdaş diyalektik tarih felsefesine
göreyse; tarihi üretim ilişkileriyle belirlenen toplumlar
yapar. Toplumsal olayların nedeni maddi şartlardır7•
Dikkat edilirse, tarih felsefesi, tarihten faydalanma,
ondan ders alma usul ve prensipleridir. Tarihin manası
ve amacı tarih felsefesidir. Aksi halde, yani tarih felsefesi
olmadan, tarihten nasıl faydalanılacağı bilinmediğinden,
tarihten yeterince faydalanma imkanı yoktur. Tarih fel
sefesi olmadan, tarihte yenilik veya yeni bir sentez yap
mak mümkün değildir. Bu haliyle tarih, geleneksel tarih
çilikten, rivayetçilikten, nakilcilikten ve -boşu boşuna
ezbercilikten kurtulamaz. İnsanlık da geçmişte müncer
olduğu akıbetlere düşmeye devam eder.
Olayların neden ve niçinini araştırmadan, birtakım
belge koleksiyonlarını neşretmek yeterli değildir. Tarih
�!&;,
�-�
���
a. Kur'an-ı Kerim
Uzun yıllardan beri dünya bilim alemine ve anlayı
şına tesir eden pozitivist bilim nazariyesi, bilimi sadece
deney-gözlem metodu çerçevesinde incelemiş ve bu
anlayışı kabul etmiştir. Pozitivist nazariyeye göre bir
bilimin bilim olabilmesi için; a. Gözlenebilir, b. Doku
nulabilir, c. Denebilir, d. Ölçülebilir ve e. Tekrarlanabilir
33
TARiH FELSEFESi
��
�\}!?,
.&V�
9
Tevbe Suresi, 70. ayet, Süleyman Ateş; Kur'an-ı Kerim ve Yüce
Meali, Ankara, 1985, (Ayet mealleri için Süleyman Ateş'in adı
geçen eseri kullanılmıştır. Bundan sonra sadece sure ve ayet
numaraları verilecektir. )
10
Yunus/ 1 3
ıı Patır/ 44
12
Yasin/ 3 1
1
3 En'am/ 1 1
37
TARiH FELSEFESi
��
14 Rum/ 9
15 Mü'minun/44
16 A'raf / 80-81
17 Fussilet/ I S
18 Kehfl 59
19 Enbiya/ 11
38
MUSTAFA ÖZTÜRK
�'""
20
Ra'd/11
39
TARiH FELSEFESi
�IJ�
1
2 İsra/ ı s
22 Enfal/ 53
23 Kutadgu Bilig, (Çeviri: Reşit Rahmeti Arat), TTK Yay. 4. Baskı,
Ankara, 1988, s. 283
40
MUSTAFA ÖZTÜRK
���
��
31 Tevbe/ 1 0
42
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
b. Göktürk Kitabeleri
Bugüne kadar çeşitli açılardan incelenen Göktürk
Kitabeleri32 belki bir deneme mahiyetinde olmak üzere
tarih felsefesi açısından değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Göktürk Kitabelerinde tarihten nasıl ders çıkarılmış,
kendisinden sonrakilere neler tavsiye edilmiştir? Kitabe
lerin kendi dilinden bu konuları tespit etmeğe çalışaca
ğız.
Kül Tigin anıtının güney cephesinde şu ifadeler
dikkat çekmektedir: Göğe benzer gökte (mevcut) olmuş
Türk Bilge Hakan bu zamanda oturdum. Sözümü nihayete
kadar işit. Benden sonra gelen küçük kardeş (ve) yeğenim,
oğullarım bütün soyum, milletim, sağdaki Şadapıt Beyler,
soldaki Tarkanlar, Buyruk Beyleri, Otuz (Tatar), Dokuz
Oğuz Beyleri, milleti, bu sözümü iyice işit, sağlamca dinlej
ileri (şarkta) gündoğusuna, beri (cenupta) gün ortasına,
geri ( garpte) günbatısına, yukarı (şimalde) gece ortasına
doğru (olan yerleri) bu içindeki milletler hep bana itaat
eder. Bunca milleti hep tanzim ettim. Şimdi de Türk Ha-
32
Göktürk Kitabelerinin metinleri için şu eserler kullanıldı: O r
kun, Hüseyin Namık; Eski Türk Yazıtları, (TDK Yay. 529 ),
Ankara, 19 87, Ergin, Muharrem; Orhun Abideleri, (13. Baskı),
İstanbul, 1989
43
TARiH FELSEFESi
�V?,
�./g;.,
fesat bilgisini orada yayar imiş. İyi hakim kişiyi, iyi cesur
kişiyi yürütmez (ilerletmez) imiş. Lakin tatlı sözüne, mü
layim hediyesine kapılarak çok Türk kavmi öldü35• Bura
daki ifadeler, başka bir izaha lüzum göstermeyecek dere
cede açıktır.
Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin, açlık tok
luk düşünmezsin. Bir daysan açlığı düşünmezsin. Öyle ol
duğun için beslemiş olan Kağan'ın sözünü almadan her
yere gittin. Hep orada mahvoldun, yok edildin ifadesinde
de Hakan'ın emirlerine uymamanın, itaatsizliğin akıbeti
hatırlatılmaktadır.
Kül Tiğin anıtının doğu cephesinde ise; Bilgisiz ka
ğan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur, buyruğu da bilgi
sizmiş tabii, kötü imiş tabii. Beyleri milleti asi olduğundan,
Çin milleti de hilekar, kurnaz olduğu için küçük kardeşler
büyük kardeşler aleyhine kıyam ettiği için, beylerle kavim
arasında nifak olduğu için, Türk milletinin eskiden ülkeli
olan ülkesi inkıraza yüz tutmuş, kağan yaptığı kağanını
kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul, hanım
lık kız evladı cariye oldu. Türk beyleri Türk adını atmışlar,
Çin beylerinin Çin adını alarak Çin hakanına itaat etmiş
ler. Elli yıl işlerini güçlerini vermişle? 6 ifadeleri, tarihte
uğranılan akıbetleri ve bunların sebeplerini açıkça ortaya
koymaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken iki husus var
dır: Birincisi, bilgili kağanların yerini bilgisiz, basiretsiz
kağanların almasıdır. İleriki yıllarda Türk kültürünün
hemen bütün eserlerinde hakanın/ sultanın hatta vezirin
dahi bilgili olması ısrarla istenmiştir. Bilgisiz hakanların
verdikleri kararlar, yani çıkardığı kanunlar da tabii olarak
35
Orkun, a.g.e., s. 24-25, Ergin; a.g.e., s. 1 8
36
Orkun, a.g.e., s. 31-32, Ergin; a.g.e., s. 20-21
45
TARiH FELSEFESi
�l}Z.,
37 Orkun, a.g.e., s. 35
46
MUSTAF A ÖZTÜRK
�vı.,
c. Klasik Eserler
Kur' an-ı Kerim ve Göktürk Kitabelerinden sonra
kültür tarihimizin abidevi eseri olan Kutadgu Bilig'te38
de sadece tarih felsefesi ile ilgili değil, hemen beşeri ha
yatın her sahası ile günümüze ışık tutabilecek nitelikte
bilgiler bulunmaktadır. Kutadgu Bilig'in ilmi değeri ve
mahiyetini burada tartışacak değiliz. Bu konuda ilgili
kaynaklara müracaat edilmelidir39•
�1)2.,
��
.&IJ�
47 Kutadgu Bilig, s. 70
48 Kutadgu Bilig, s. 155
49 Kutadgu Bilig, s . 399
50
MUSTAFA ÖZTÜRK
�!k,
5° Kutadgu Bilig, s . 3 3
51 Çeşitli baskıları bulunan Kelile ve Dimne'nin sadeleştirilmiş
yeni baskısı için bkz. Beydaba; Kelile ve Dirnne, (Yayına Hazırla
yan: Sadık Yalsızuçanlar), 13. Baskı, İstanbul, 2005
51
TARiH FELSEFESi
.&V&:.
��
��
taneye. Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu, ona
bakmaz demektedir55• Gene başka bir tilki, aslan ve eşek
hikayesi5 6 ibret vericidir.
Selçukluların ünlü veziri Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset
name si5 7 bu konuda önemli bir halkadır. Nizamü'l-Mülk
de siyaset-name geleneğini devam ettirmektedir. Devlet
geleneğinin esaslarını, sultan ve yöneticilerin özellikleri
ni ele alır ve sultana nasihatlerde bulunur. Eserde anlatı
lan hususlar, zaman zaman uygun hikayelerle destekle
nir. Mesela, İran'ın meşhur hükümdarı Nuşirevan'ın
adaleti ile ilgili hikayesi ilginçtir58•
Osmanlı risale yazarlarına da intikal eden bu gele
nekte devlet yönetiminin ortak noktaları vardır. Bu or
tak özellikler esas itibariyle Kutadgu Bilig' de zikredilen
adalet dairesi çerçevesinde gelişmiştir. Bunlar; a. Ordu,
b. Hazine, c. Halk ve d. Adalettir. Buna ilave olarak sulta
nın, vezirin ve diğer memurların da bilgili olması, bilgin
lere hürmet edilmesi, halk tabakaları arasında ayırım
yapılmaması, üzerinde önemle durulan hususlardır. Her
ne suretle olursa olsun zulüm yapılmamalıdır. Hiçbir
ülke zulüm üzere payidar olmamıştır.
Öte yandan bu klasik eserlerin dışında, sadece Türk
kültüründe değil, bütün Doğu kültüründe bir de sözlü
anlatım geleneği vardır. Sultan, vezir ve diğer ileri gelen
ekabirin meclislerinde ilmi sohbetler, münazaralar yapı
lırdı. Öyle anlaşılıyor ki, bu ilmi sohbetlerde en çok ko
nuşulan da tarihtir. Eski kavimlerin akıbetlerinden, bu
akıbetlerin sebeplerinden bahsedilirdi. Hatta bilginlerin,
��..
TARİHİN ANLAMI ve
TARİH METODOLOJİSİ
.&IJ�
�\}&;,
mağın her kolu farklı kaynaklardan doğmakta1 farklı
özellikteki topraklardan geçmekte; ama sonunda ırmağa
ulaşmaktadır. Bu kollar ırmağa ulaşınca özelliklerini
kaybederler ama ırmağın beslenmesine katkı yapmışlar
dır. O büyük ırmak1 kendisini besleyen binlerce kol ve
dereciğin yekunu olup1 kendine has özelliklerini almıştır.
Ama o kollardan beslenmesi demek1 o ırmağın kendisini
besleyen kollar olduğu anlamına gelmez. Fırat1 Doğu
Anadolu' dan doğar1 Basra Körfezi'ne varıncaya kadar
yüzlerce1 belki binlerce koldan beslenir. Bu kolların hiç
birisi Fırat değildir; ama Fırat bütün bu kolların
yekunudur. Bir milletin tarihi de böyledir. Mesela Türk
Tarihi de binlerce kaynaktan ( Çin1 Hint1 Mezopotamya1
Mısır1 Yunan1 Eski Anadolu1 Budizm1 Yahudilik1 Hristi
yanlık1 Avrupa1 Amerika . . . ) beslenmiştir1 ama beslendi
ği kaynakların hiçbirisi değildir. Beslendiği kaynakların
hiçbirisi de kendisinin Türk tarih ve medeniyeti olduğu
nu iddia edemez. Keza Avrupa da binlerce kaynaktan
beslenmesine rağmen1 beslendiği kaynakların hiçbirisi
değildir1 kendine has bir tarih ve medeniyettir. Avrupa
tarihini besleyen değerlerin hiçbirisi de kendisini Avru
palı gösteremez.
O halde bugün Anadoluculuk cereyanı etrafında1
günümüz Türkiye'sinde antik Anadolu uygarlıklarının
varislerini aramak1 hele günümüz kültürünün bu uygar
lıklara dayandığını ileri sürmek1 o büyük ırmakta bir
derenin suyunu aramak kadar garip ve manasız bir çaba
dır. Günümüz Türkiye'sinin antik Anadolu medeniyet
lerinden faydalandığı doğrudur ama bugünkü kültürü
müzün1 söz konusu kültürlerin devamı olduğu anlamına
gelmez. Aynı coğrafi şartlan yaşayan Hititli ile günümü
zün Kayseri köylüsü1 elbette aynı malzeme ile aynı tarz-
58
M U STAFA ÖZTÜRK
,&,l_I&;,
da evlerini inşa edeceklerdir. Ama bugünkü Kayserilile
rin atalan Hititler değildir.
O halde bir tek tarih yoktur, birden fazla tarih var
dır. Her kavmin, her milletin tarihi vardır ve o tarih o
kavim için önemlidir. Tarih gene nehir örneğinde oldu
ğu gibi, durağan değildir, sürekli bir akış ve değişim ha
lindedir. Onun için tarihte aynı olaylar ve sonuçlar yok
tur, benzer olaylar ve sonuçlar vardır. İşte tarihçiye dü
şen en önemli görev, bu tabii akışın ve değişimin temel
unsurlarını bulmak, ona göre geleceğe yönelik nispi
tespitler yapmaktır.
�.�
��
�IJO:..
,&\�
�!&;,
�lj�
�J�
takip edilmesi ve uyulması gereken kurallar bütünüdür.
Asıl tarih usulü zihinde, tarihe bakışta başlar.
Tarih metodunun en önemli ve vazgeçilmez esasla
rı şunlardır:
a. Her olayı dönemin siyasi, iktisadi ve sosyoeko
nomik şartları, dünya görüşü göz önüne alınarak
incelemek ve değerlendirmek,
b. Mensubu olunan dini, siyasi ve ideolojik anlayış
la ve peşin hükümlerle tarihçilik yapmamak,
kendi doğru ve değerlerini tarihte aramamak, kı
sacası tarihi meşrulaştırma aracı olarak kullan
mamak,
c. Belge ve bilgiler arasında seçme (selection)
yapmamak, tarihi bir bütün olarak kabul etmek,
d. Doğru belge ve bilgileri yerinde ve usulüne uy
gun olarak kullanmak,
e. Tarihi olay, dönem veya şahsiyetlere taraf ol
mamak.
Dikkat edilirse tarih üzerindeki en büyük tartışma
lar, farklı anlayışlar, dolayısıyla da farklılaşmalar, bu un
surların şahsi değerlendirmelerinden kaynaklanmakta
dır. Tarih üzerindeki farklı yaklaşımlar, buna bağlı olarak
tarih temelindeki farklılaşmalar, tarih usulünün teknik
yönünden çok zihni ayrılıklardan kaynaklanmaktadır.
Ortak bir tarih şuuruna ermek için tarihin unsurları ve
bu unsurların tarihteki yeri ve önemi üzerinde asgari bir
müştereğe varmak şarttır. Aksi halde herkes, her grup,
kendi tarih metodunu ve buna bağlı olarak tarih şuuru
nu, bu tarih şuuru etrafında kendi doğrularını, kendi
kahramanlarını yaratır. Giderek tarih temeline dayanan
taraflar oluşur, bu da elbette sosyal bünyeyi ve iç barışı
tehdit eden bir unsur olarak gelişir. Nitekim günümüzde
66
MUSTAFA ÖZTÜRK
.&IJ&:.
�ı.�
3. Tarihin Özellikleri
Buna rağmen tarihin unsurları ve mahiyeti husu
sunda ülke içinde fikir birliğine dolayısıyla da ortak bir
tarih şuuruna ulaşılabilir. Aynı zamanda bunda zaruret
de vardır. Zira ortak tarih şuurui ortak hafıza, ortak men
faatler ve ortak gelecek demektir. Bu şuur, kader birliği
yapmış milletlerin milli birliğinin en kuvvetli bağıdır. Bu
yönüyle tarih millidir. Her milletin kendine has tarihi ve
tarih bilinci vardır ve olacaktır. O halde yukarıda değin
diğimiz evrensel tarih şuurunun oluşması mümkün mü
dür? Böyle bir şuurun ve buna bağlı olarak bir dünya
düzeninin kurulması bir yana, tarih, milletler arasında
68
M U STAFA ÖZTÜRK
.&t�
�V.&:.
��
�vg,
�.V?.
.,&\}�
değil (zira bu boşuna bir çaba olur), insanlara ötekini
kabul etmeyi, birlikte yaşamayı öğretmeleridir. Tarih
boyunca insanlığın en çok muhtaç olduğu husus bu ol
muştur. İnsanlık tarihi, ötekini olduğu gibi kabul etme
mekten dolayı insanların uğradığı acı akıbetlerle dolu
dur. Aslında birbirini kabul etme ve beraber yaşama
bilinç ve tecrübesi, medeniyetin en önemli göstergesidir.
Başka bir ifade ile medeniyet, yaratılış itibariyle birbirin
den jarklı olan insanların birlikte yaşama hususunda gös
terdikleri başarıdır. Türk-İslam kültürü ve bunun en ge
niş uygulama alanını gördüğümüz Osmanlı medeniyeti,
bu hususta müstesna bir örnek teşkil etmektedir. Tekno
lojide akıllara durgunluk veren seviyelere ulaşmak aynı
zamanda medeni olmak anlamına gelmez. Kanaatimizce
asıl medenilik, birlikte yaşama bilincini geliştirmek ve uygu
lamaktır. Farklı ırk, din ve mezhepten insanların huzur
ve güven içinde birlikte yaşamalarıdır. Bu durumda me
deniyet kavramının kaynağı ve mefhumu değişmektedir.
Nitekim Toynbee de "Whitehead'i izleyerek ben de uygar
lığı manevi terimlerle tanımlamak isterim. Belki, içinde
bütün insanlığın, hepsini kapsayan tek bir ailenin üyeleri
olarak tam bir uyum halinde yaşayabilecekleri bir toplum
durumunu yaratmak için girişilmiş bir çaba şeklinde ta
nımlanabilir. Bilinen bütün uygarlıkların, bilinçli değilse
bile bilinçsiz bir şekilde amaçladıkları hedefin bu olduğuna
inanıyorum."62 demek suretiyle uygarlığın birlikte yaşa
ma bilinç ve başarısı olduğuna işaret etmektedir.
Bu tartışma bile biz ve ötekini çağrıştırmaktadır.
Çünkü bize göre, dünya tarihinde ilk defa birlikte yaşa
ma tecrübesini en üst seviyede kuran ve yaşatan Türk.
İslam kültürüdür. Bunun için sadece Türk-İslam coğraf
yasında bugünkü farklı dini ve etnik azınlıkların varlıkla-
62
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci I, Bateş Yayınlan, İstanbul 1 978, s. 46
74
MUSTAFA ÖZTÜRK
�vı.,
�l}g.,
.&IJ�
.&IJ&.
�.�
�\}�
��
,&\�
65
Bu açıdan bakıldığında, günümüz Türk tarihçiliğinin daha çok mahalli
kaldığı müşahede edilmektedir. Belki de bu gelenek, Doğu tarzı tarihçi-
82
MUSTAFA ÖZTÜRK
�vz;,
,&IJZ:,
istemezsek de tarihi akışın bir tarafı olmaya mecburuz.
Bu tarihi akış, kendine hastır, kendi mecrasında seyre
der; insanoğlunun ona müdahalesi -kısmen- söz konusu
değildir. Bu noktada tarihçilere düşen en önemli sorumlu
luk, bu tarihi akışın gelişmesini, seyrini ve muhtemel sonuç
larını tespit etmek ve ona göre nispi tekliflerde bulunmaktır.
Tarih, ulusların ortak şuurunun kaynağı ve milli
kimliğin belirlenmesinde çok güçlü bir unsur olmasın
dan dolayı, iç ve dış politikada bir araç olarak kullanıl
mıştır ki, buna tarihin siyasallaştırılması diyoruz. Gerçek
ten tarih, her devletin kuruluşunun kültürel ve ideolojik
esasını teşkil eder. Her ulus kendi halkına ortak tarih
şuuru vermekle, ulusunun milli ve kültürel temellerini
oluşturur. Aksi halde içinde farklı etnik ve dini menşe
den gelen unsurları devlet ile bütünleştirmesi zordur. O
halde milli/ulus devletlerin oluşmasında ve varlıklarını
sürdürmesinde tarih şuurunun önemi büyüktür ve asla
ihmal edilmemesi gereken bir husustur. Halkların,
milli/ ulus devletlerini kurarlarken tarihe başvurmaları,
kültürel ve ideolojik temellerini tarihten almaları gayet
normaldir, bu husus tabii ve sosyolojik bir vakıadır. An
cak burada gözden uzak tutulmaması gereken bir husus
vardır ki, o da her halükarda tarihin doğru algılanması,
gelecek nesillere tarih usulüne uygun bir tarih anlayışı ile
tarih şuurunun verilmesidir. Tarih usulüne uyulmadan
yapılan tarihçilik, gelecekte o ulusta tamiri imkansız
ayrılıklara yol açabilir; bu da giderek milli bünyeyi zaafa
uğratabilir. Bunun için her şeyden önce tarihin doğru
tahlil edilmesi şarttır. Tarihi belge, bilgi ve kaynakları
bütün yönleriyle incelemek, bu bilgileri tarih usulüne
uygun olarak değerlendirmek, tarihi doğru okumanın ilk
şartıdır. Tarihi belgeler, dönemler veya şahsiyetler ara
sında tercih yapmak tarihin farklı algılanması neticesini
84
MUSTAFA ÖZTÜRK
.&lf�
66
Işın Demirkent, "Tatikios: Türk Asıllı Bir Bizans Kumandanı", Belleten
248, (Nisan 2003), Ankara 2003, s. 93- 1 10. Hatta İzmir hakimi olup
1093'te Kılıçarslan tarafından öldürtülen Çaka Bey'in kendisini Bizans
İmparatoru ilan etmesi çok ilginçtir. Bkz. Auguste Bailly, Bizans İmpa
ratorluğu Tarihi, (çev. Haluk Şaman), Noktakitap Yay., İstanbul 2006,
s. 222
85
TARiH FELSEFESi
���
67
Klasik tarih kaynaklan veya arkeolojik bilgiler bu konuda bir tarih
vermemektedir. Oğuz'un Batı Seferi, ilk olarak Halep Salnamelerinde
tarihlenmiştir. Kaynak göstermeyen Halep Salnamesi'nin bilgilerine
göre "Orta Asya'da hüküm süren Türk Hanlarından Oğuz Han'ın Ha
lep ve Mısır Havalisini istila etmesi" Hicret'ten önce 3360 yılı ile tarih
lenmektedir. Buna göre Oğuz'un Batı Seferi M.Ö. 2738 yılındadır. Os-
86
MUSTAFA ÖZTÜRK
�!,&;,
.&Vg,
başladılar. Buna tarihin uluslararası alanda siyasallaştı
rılması demek mümkündür. Siyasallaşan tarihte, tarihin
siyasal gücü ön plana çıkmakta, bilimsellik ikinci planda
kalmaktadır. Tarih, siyasallaştırıldığı zaman uluslararası
barışı tehdit edebilecek bir unsur haline gelir. Nasıl din
siyasallaştırıldığı zaman bir tehlike ve tehdit unsuru ola
biliyorsa, tarih de siyasallaştırıldığı zaman bir tehdit ve
tehlike unsuru olabilmektedir. Her devletin tarihinde
başka devlet tarafından istismar edilebilecek, diplomasi
aracı olarak kullanılabilecek tarihi olaylar vardır. Tarihin
diplomasi aracı olarak istismar edilmesinin, insanlığı
sonu gelmeyecek bir kısır döngüye götüreceği açıktır.
Bugün dünyada yaşanan bölgesel anlaşmazlıkların teme
linde tarihin siyasallaştırılması yatmaktadır. Balkan dev
letleri arasında bir türlü halledilemeyen meselelerin
tarihi boyutu vardır ve her birisi bu tarihi emellerini
ötekine karşı kullanmakta ve aynı zamanda da iç politi
kalarında kamuoyları nezdinde daima canlı tutmaktadır
lar. Keza Orta Doğu ülkelerinin halledilemeyen mesele
leri, gene tarihi temellere dayanmaktadır.
Bir veya birçok devletin, milli menfaatlerinin temini
amacıyla, bir tarihi olayı, başka bir devlet üzerinde bir
baskı aracı olarak kullandıkları görülmektedir. Buna en
bariz ve güncel örnek olarak Ermeni Meselesi gösterile
bilir. Ermeni Meselesinin tartışmalarına girmeyeceğiz,
ancak tarihte olmuş bir olay, bugün ülkemiz üzerinde bir
baskı aracı olarak kullanılmaktadır69• Türkiye'nin AB ve
69
Her ne kadar Ermeni Meselesi ile ilgili tartışmalara girmeyeceğimizi
söylediysek de burada bir iki noktaya değinmeden geçemeyeceğiz. Er
menilerin bize dünya kamuoyu önünde yüklemek istedikleri insanlık
suçu yani Sözde Ermeni Soykırımı iddiası, her şeyden önce Ermeniler
için bir ulusal kimlik bilincinin aracı haline gelmiştir. Dünyanın çeşitli
ülkelerinde perakende halde yaşayan Ermenileri, bu iddia bir araya ge
tirmektedir. Dünya Ermenilerini birbirine bağlayan en güçlü kimlik
88
M U STAFA ÖZTÜRK
�}&;,
ABD ile olan ilişkilerinde bu mesele önceliğini korumak
tadır. Mesele, bilimsel ve tarihi bir mesele olmaktan
çıkmış, siyasi bir boyut kazanmıştır. Tarihte bu meseleye
şöyle ya da böyle taraf olmamış, meselenin gerçeklerine
vakıf olmamış, tarafların haritadaki yerini bile bilmekten
aciz pek çok ülke (Uruguay gibi), hiç ilgisi yokken par
lamentolarında Türkiye aleyhine kararlar almaktadırlar.
Bu da tarihin emperyalist amaçlarla nasıl siyasallaştırıl
dığının canlı ve tipik bir örneğidir
Aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Ya
hudilere uyguladıkları soykırım suçu, Almanya üzerinde
bir diplomasi aracı olarak kullanılmış, Almanya, dünya
kamuoyunda soykırım suçlusu olarak mahkum edilmiş
ve büyük miktarlarda parayı tazminat olarak ödemeye
mecbur edilmiştir.
unsuru, artık bir histeri haline gelmiş bulunan Türk düşmanlığı, Sözde
Soykırım iddiası ve İskan meseleleridir. Bir an için bu unsurların Er
menilerin hafızasından silindiği düşünülürse, onları birbirine bağlayan
başka bir idealin kalmayacağı görülecektir. Nasıl Arz-ı Mev'ud ideali,
dünyanın dört bir tarafına dağılmış bulunan Yahudilere en güçlü kimlik
unsuru olduysa, şuur verdiyse, sözünü ettiğimiz iddialar da Ermeniler
de bir ortak bilinç oluşturmaktadır.
İkinci bir husus, Türk düşmanlığı ve sözü edilen Ermeni iddialan etra
fında uluslararası boyutta bir iktisadi sektörün oluşmuş olmasıdır. Ba
sın, yayın, film yapımcılığı, İnternet, konferanslar, anıtlar, anma toplan
tıları vb. binlerce faaliyet, bugüne kadar hep göz ardı edilen büyük bir
iktisadi sektör haline gelmiştir. Ermeni örgütleri, dünyanın neresinde
bir Ermeni varsa, sözde davaları adına onlardan bağış adı altında haraç
almaktadırlar. Bu sektör tahmin edildiğinden de geniş boyutludur. Bu
itibarla, bu sektörden başta Ermenistan ve Ermeni diyasporası olmak
üzere dünyanın her ülkesinden her kademeden faydalanan insanlar ve
örgütler vardır. Bütün bunlara bir de konunun hedefinde Türkiye gibi
stratejik önemi büyük, ABD ve AB'nin tarihi ve stratejik hedeflerinin
olduğu bir ülkenin bulunduğu düşünülürse, Ermeni meselesinin boyut
l;m daha açık olarak görülür. Bütün bu hususlar göz önüne alındığında
Ermeni meselesinin Bitmeyen-Bitmeyecek Bir Şarkı olduğunu söylemek
mümkündür.
89
TARiH FELSEFESİ
.&V�
��
�!&;,
bedestendir. Dikkat edilirse, bu fiziki mekanlardan sur
kale, insanların can güvenliklerini koruma; merkezi ma
bet, insanların dini ihtiyaçlarından; agora-pazaryeri
bedesten de alışveriş-iaşe ihtiyacının karşılanması ama
cıyla bina edilmişlerdir. Öyleyse şehirleri, Osmanlı, Sel
çuklu, Türk-İslam şehirleri olarak tasnif ve tavsif etmek
yanlıştır. Selçuklu ile Osmanlı dönemi şehirleri arasında
esas itibariyle bir fark yoktur. Keza, Osmanlı döneminde
bir Anadolu şehri ile aynı dönemde İtalya veya Fran
sa' daki bir şehir arasında esasta bir fark yoktur. Değişen
sadece mabettir, kilise veya camidir. Bu da, olsa olsa
kültürel renktir. O halde medeniyet, herhangi bir mille
tin veya dinin değil, insanlığın ortak eseridir. Tabii, fiziki
ve iktisadi şartların ortaya çıkardığı değerler yek-Unudur.
Tarihte kullanılan idari, iktisadi ve hukuki terimle
rin kullanılmasında da aynı hatalar görülmektedir. Özel
likle Osmanlı tarihi hakkında yapılan çalışmalarda, bu
hatalara sıkça rastlanmaktadır. Bir tarihte tespit edilen
bir yer adı, idari taksimat tarzı veya iktisadi bir müessese,
bütün döneme ve kurumlara teşmil edilmektedir. Bir
tarihte bir vilayet sancak, voyvoda veya muhassıllık gibi
farklı statülerde olabilir. Bu kurumlar arasında fark var
dır. Eğer bir sancak voyvodalık şeklinde idare ediliyorsa,
onu sancak veya kaymakamlık olarak zikretmek yanlıştır.
Mütesellim ile mutasarrıfı, kaymakam ile muhassılı da
birbirinden ayırmak gerekir. Eğer terim yerinde ve za
manında doğru kullanılmazsa, müessese de yanlış telak
ki edilmiş ve tabii olarak yanlış sonuçlara varılmış olur.
Keza Osmanlı Kanunnameleri hakkında da aynı titizlik
gösterilmelidir. Merkezden yayınlanan bir kanunname
nin bütün ülkede aynı şekilde uygulandığını zannetmek
ve bunu bütün ülkeye teşmil etmek yanlıştır. Söz konusu
kanunnamenin taşradaki uygulamaları takip edilmelidir
92
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
TARİHİN UNSURLARI
1. Geçmiş/Zaman Kavramı
Her ne kadar zaman konusunda çok çeşitli tarifler
varsa da bize göre zaman; içinde yaşanılan ve bölüne
meyecek kadar kısa olan andır. Tıpkı fizikte maddenin
bölünemeyen en küçük parçası gibi, an da zamanın bö
lünemeyen en küçük parçasıdır. Zaman, arka arkaya
akan sayısız ve sonsuz anlardan ibarettir, anlar sonsuz
bir akış içindedir.
94
MUSTAFA ÖZTÜRK
�!k.
.&V&:,
suretiyle zamanın ve oluşumun daima bir akış bir seyir
halinde olduğunu ifade etmektedir1• Gerçekten de dura
ğan, sabit hiçbir şey yoktur, her şey her an bir akış, yeni
bir oluşum içindedir. Demek ki yaşadığımız en küçük
anı bir defa yaşarız, bir daha yaşamamız mümkün değil
dir, o an geçip gitmiştir. Fakat biz binlerce anı arka arka
ya yaşadığımız için, aynı anları yaşadığımızı zannediyo
ruz. Aynı şekilde bir ırmağa girdiğimizden bir dakika
sonra girdiğimiz zaman, o aynı ırmaktır ama aynı su
değildir. Üzerimizden akıp giden suyu tekrar yakalama
mız mümkün değildir.
Takiyettin Mengüşoğlu da zamanı, real varlık ala
nının bir determinasyon ilkesi olarak kabul eder. Ona
göre reel olan her şey zamanın içinde bulunur ve oluş
halindedir, oluşu zaman determine eder. Mengüşoğlu
zamanı, a. Fizik bakımından, b. Antropoloji bakımından
olmak üzere ikiye ayırır. Fizik zaman, tek boyutludur ve
akış halindedir. Fizik zamanın ne başlangıcı, ne de sonu
vardır; fizik zaman ne yavaş, ne de hızlı akıp gider, fizik
zamanın ne dünü, ne bugünü, ne de yarını vardır. Dünya
ve doğa olaylarının içinde olup-bittiği fizik zamanın
kendisi ölçülemez de. Fakat o, olup-biten olayların süre
si olarak, değişmeyen bir noktaya dayanarak ölçülebilir.
Bu olanağı bize " dayanak sistemi olarak mekan" vermek
tedir. Fizik zaman stop saati ile ölçülür. Burada fiziğin
ölçtüğü, akış halinde bulunan zamanın kendisi değil,
zaman içinde olup-biten olayların süresidir; örneğin bu,
zaman içinde olup-biten bir devinimin veya başka bir
olayın süresi olabilir. Antropolojik zaman da fiziğin ölç
tüğü aynı reel zamandır. Burada zamanın ikileşmesi
değil, zamanın incelenmesinin ikileşmesi söz konusu-
�IJZ.
dur. Bu kez, yani antropolojide aynı fizik-kozmik zaman,
insanın içinde yaşadığı zaman olarak incelenmektedir.
Fakat insan aktif olan bir varlıktır; insanın hayatı bitip
tükenmek bilmeyen, kesintiye uğramayan yapıp
etmelerin gerçekleştirilmesi halinde geçer. İnsanın ya
pıp-etmeleri saptanabilen belli bir zaman noktasından
başlar. Biz yapıp-etmelerin başladığı bu noktasına "şim
di" adını veriyoruz. Fakat insanın bu yapıp-etmeleri za
manın bu "şimdi"si içinde sona ermez, bunlar sürerler.
Nasıl fizikte olayların süresini ölçmek için değişmeyen
bir zaman noktasından hareket ediliyorsa, insan da ken
di hayatında "şimdi"den hareket eder. İnsan bu "şim
di"ye günlük dilde "bugün" adını verir. Bir başlangıç
tanımayan, akış halinde bulunan zamanın daha önce
geçen "şimdi"leri vardır. Geçmiş olan bu "şimdi"lere
"dün" adı verilir; fakat fizik zamanın akışı sürüp gider.
Akışında sürüp gitmekte olan zaman, bizi gelmekte ola
na bağlar. Bu gelmekte olana da "yarın" adı verilir2. O
halde tarihin sürekliliği, zamanın bu özelliği ile yakından
ilgilidir. İnsan, zamanın geçmiş, şimdiki ve gelecek halini
yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu için, tarihi süreçte de
geçmiş ile geleceğe bugünüyle bağlıdır.
Ancak ilk kez insan, aktif bir varlık olarak, bir baş
langıcı ve sonu olmayan, durağan bir noktadan yoksun
olan, tek boyutlu kozmik-fizik zamanı üç boyutlu antro
polojik zamana çevirmiştir. Nasıl fizikçi, fizik olayları tek
boyutlu bir zamana yerleştiriyor ve onu ölçüyorsa, aynı
şekilde insan da yapıp-etmelerini, bunların ürünlerini,
olayları, bunların sonuçlarını üç boyutlu bir zamana
yerleştiriyor. Onlara hareket noktası olarak kabul edilen
bir başlangıca göre tarih koyuyor -burada tarih koymak,
.&V�
�IJ�
1. Zamanın Sınırlandırılması
.�t�
Biz, böyle rakamsal bir sınırlandırma yapmak yerine, her
tarihi olayın bitmesi gerektiğinden hareketle, olayların
tarihi nitelik kazanmasını tercih ediyoruz. Kaç yıl geçer
se geçsin, henüz olay ve tesirleri devam ederken, aceleci
tavırlarla bir tarihi olay/dönem hakkında kesin hüküm
ler vermek yanlış ve yanıltıcı olabilir.
Batılı bir yazarın ifadesiyle, tarihi olay, bir kitaba
benzer. Bir kitaba rastgele bakarak ve sonuna kadar
okumadan, o kitap hakkında bir fikir sahibi olunamadığı
gibi, tarihi olay bitmeden, sonuçları alınmadan yapılan
yorumlar aceleci, eksik ve yanlış olmaktadır. Böyle ace
leci yorumlar, her türlü spekülasyona da açıktır.
Mesela, ülkemizin en önemli projelerinden olan
GAP hakkında, masa başında, birtakım rakamlarla oyna
yarak, sulu-susuz tarımın karşılaştırılmasını yaparak
kesin kanaatler serdetmek için henüz vakit erkendir.
Zira hala GAP bütünüyle bitmemiş, devam etmektedir.
Keza yakın tarihimizde yapılan 12 Eylül 1 980 ihtilalinin
kesin sonuçları henüz alınmamıştır. Hala o dönemin
Anayasası ile idare edilmekteyiz. Aynı şekilde Sovyetler
Birliği'nin dağılmasının nihai sonuçlarını vermek için
henüz vakit çok erkendir. Yarım asır dünyanın iki süper
gücünden birisi olan Sovyetler Birliği, 1 990 yılından
başlayarak dağılma sürecine girmiş, dünya ve Avrupa
dengeleri bozulmuş ve yeniden yapılanmıştır. Türk
Cumhuriyetleri, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık
ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bütün bunlar
doğrudur. Bütün gelişmelerle ilgili tespit ve tahliller
yapılmalıdır. Ama bu değişimin nihai sonuçlarını ortaya
koymak için olayın sonuçlarının alınması gerekmektedir
ki, bu da hayli bir zaman demektir.
Bu noktada şu soru ile karşılaşabiliriz: Tarihçi, ya
kın tarihle ilgilenmeyecek mi, daima uzak geçmiş ile mi
1 00
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
��
�v�
2. Zamanın Özellikleri
Zamanı yakın ve uzak geçmiş diye ikiye ayırmak
mümkündür. Yakın zamanda olaylar taze ve canlıdır.
Yakın geçmişe ait olayların tarihini ay gün itibariyle,
taraflarını hemen bütün özellikleriyle, insanların günlük
yaşayışlarından, uluslararası her türlü yazışmanın ince
liklerine, cephedeki askerlerin hatıralarına kadar her şeyi
tespit etmek mümkündür. Yakın geçmişin hatıraları hala
aramızda yaşamaktadır.
Yakın tarih her bakımdan günümüze daha fazla te
sir etmektedir. Mesela 1 878' de Kıbrıs'ın İngilizler tara
fından geçici de olsa işgali, hala günümüzün bir mesele
sidir. Keza Ermeni İsyanları ve 1 9 1 5 yılında yapılan Er
menilerin iskanı meselesi, günümüzde hala canlılığını
korumaktadır. Hatta ülkemizin dış politikada en önemli
meselesi haline gelmiş, özellikle Batılı ülkeler tarafından
bir politik baskı aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
O halde tarihi sadece geçmişin hikayesi olarak değerlen
dirmek son derecede yanlıştır. Tam tersine tarih, bugü
nümüzü yönlendiren, yaşayan canlı ve dinamik bir vakı
adır.
Geçmişin ikinci boyutu, uzak geçmiştir. Zaman ola
rak gerilere gidildikçe olayları tespit etmek güçleşir. Bel
ge ve bilgiler zamana dayanamamış, günümüze ulaşma
mıştır. Dönemin tarihine şahitlik edecek sözlü veya yazı
lı bilgiler ya kaybolmuş veya çok azı günümüze gelebil-
1 03
TARiH FELSEFESi
.,&\..@;,
�}&=,
.&��
�\J!h
8
Atsız; Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul 1975, s. 12-16
Leon Halkin; Tarih Tenkidinin Unsurları, ( Çev. Bahaeddin Yedi
yıldız), Ankara 1989, s. 46
1 07
TARiH FELSEFESi
,&�V?,
Kanaatimize göre, bırakınız bütün dünyayı, Türk
dünyası ilim adamlarının dahi ittifakla kabul edecekleri
bir çağ tasnifi yapmak, bugünkü şartlara göre mümkün
görünmemektedir. Gelecek için bir şey söylemek müm
kün değildir.
Her milletin kendi kültürü çerçevesinde sahip ol
duğu bazı değerleri bulunmaktadır. Mesela her milletin,
en azından pek çok milletin ortak olarak kullandıkları
takvimleri, metrik sistemleri vardır. Türklerin on iki
hayvanlı takvimi, İran'ın Şemsi, Arapların Kameri, Batı
nın Miladi takvimleri gibi. Fakat dünya giderek büyük
bir çoğunluk tarafından kullanılan takvim ve metrik sis
temi kullanmaktadır. Her millet kendi takvim ve metrik
sistemini kullansa, bazı zorluklarla karşılaşılabilir. Nite
kim geleneksel sistemlerini kullanan milletler vardır ama
bunlar azınlıktadır.
Mevcut çağ taksiminin Türk Tarihine uymadığının
farkında olarak -yanlış da olsa- tıpkı metrik sistem gibi
kullanılmasının mümkün olduğu kanaatindeyiz. Bu ka
dar zamandan sonra yeni bir çağ sisteminin kabulü, yeni
karışıklıkları da beraberinde getirecektir. Ama her şeye
rağmen Türk Tarihinin taksimi meselesi üzerinde bazı
teklifler getirilebilir. Belki böylece yeni nesil tarihçileri
miz ilgi alanlarını geniş bir alana teşmil edebilirler. Bu
itibarla Türk Tarihinin Çağ Tasnifi'nde aşağıdaki teklif
leri getirmek mümkündür:
1. Kronolojik Tasnif
a. İlk Çağ Tarihi (Paleolotik Çağlardan V. Yüzyıla
kadar-Hun öncesi, Hunlar)
b. Orta Çağ Tarihi (V-XI. Yüzyıllar - Göktürkler,
Uygurlar, Karahanlılar)
1 08
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\j�
2. Siyasi-Kültürel Tasnif
(En eski çağlardan günümüze kadar)
a. Türk Siyasi Tarihi
b. İktisat Tarihi
c. Kültür Tarihi
d. Müesseseler Tarihi
Gerçekten şimdiye kadar mevcut çağ taksimine
bağlı kalındığından, çağlar arasında bir münasebet de
kurulamamıştır. Her çağın uzmanı, tabii olarak kendi
çağına daha çok hakim olmakta, diğer çağlara, alanlara
hakim olamamaktadır. Dolayısıyla genel bir sentez ve
mukayeseye gitmek de mümkün olamamaktadır. Bu
bakımdan biz, ikinci tasnifi, yani Türk Tarihinin Siyasi
Kültürel tasnifini tercih etmekteyiz. Bu suretle Türk
tarihinde hem konu ve hem de zaman itibariyle bir bü
tünlük sağlanacaktır. En eski çağlardan günümüze kadar
Türk tarihi siyasi, iktisadi, kültürel ve müesseseler bakı
mından kesintisiz olarak getirilmiş olacaktır. Böylece her
alanda mukayese ve sentez yapma imkanı da doğacaktır.
Tarihçilerimiz dar bir alana, hatta o alanın da çok özel
(bir devlet, bir yöre, bir dönem, şehir, vakıf, boy-oymak,
bir müessese ilh ... ) bir konusuna saplanıp kalmaktan
kurtulacaktır. Türk tarihinin söz konusu alanlarda, geç-
1 09
TARiH FELSEFESi
.&lf�
il. İnsan
Tarihin asli unsuru insandır. İnsanın tarihin hem
kaynağı hem de hedefi olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Tarihte insanın rolünün daha iyi anlaşılabilmesi için,
insanın çok iyi tanınması gerekmektedir. Kant, insanı
hayvanla karşılaştırdığında onu "savunma araçlarından
yoksun olan bir varlık" olarak görüyor. Kant' a göre; do
ğa, insana hazır yetenekler vermemiştir. İnsan hazır ol
mayan ham yeteneklerle dünyaya geliyor. Çünkü doğa
insanın hayvan varlığının mekanik düzenini aşan her
şeyi kendisinin meydana getirmesini, içgüdüye bağlı
kalmadan kendi aklı sayesinde elde edebileceğinden
başka hiçbir mutluluğa, yahut yetkinliğe ulaşmamasını
10
İbrahim Kafesoğlu; "Türk Tarihinde Çağlar Meselesi", Türk Kültü
rü, S. 254, Ankara 1984.
1 1o
M U STAFA ÖZTÜRK
�-�
11
Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s . 44
111
TARi H FELSEFESi
�!&:.,
12
Turan; Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri, s . 14- 1 5
13
Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s. 148
1 12
MUSTAFA ÖZTÜRK
�IJ�
�iZ;,
��
�vg.,
�V&;.
��
V. Sebep-Sonuç
Tarihte hiçbir olay kendiliğinden sebepsiz olarak
meydana gelmez. Her olay kendisinden önce meydana
gelen birden fazla sebebin sonucudur. Bu sonuçların her
birisi aynı zamanda kendisinden sonraki olayın sebeple
rinden bir tanesidir. Bunu aşağıda görülen şema ile gös
termek mümkündür.
1 18
MUSTAFA ÖZTÜRK
�ug.,
i 3- �3-G3-- F H J
K ıM
:3 ·
İ
L�
�\}�
14
Bu husus sadece sosyal bilimlerde değil, tabii bilimlerdeki bilin
mezlikler hakkında ileri sürülen fikirlerde de gözlenmektedir. Ay ve
güneş tutulmalarının depremlere olumlu veya olumsuz etkisi kesin
olarak tespit edilememişken, alanın bazı bilim adanılan tarafından,
bu olayların depremlere etkisinin olduğunu kesin bir dille redde
dilmektedir. Halbuki bu tabiat olaylarının depremlere tesirinin ola
bilirliği göz ardı edilmeden, henüz kesin olarak ispatlanmış bir veri
olmadığı, araşbnlmaya değer olduğunu söylemek daha bilimsel ve
akılcıdır. Herhangi bir konu hakkında elde kesin sonuçlar olmadan
kabul veya reddetmek bağnazlıkbr.
1 20
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
15
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci 2, Bateş Yayınlan, İstanbul 1978, s.
40
1 21
TARiH FELSEFESi
�IJ�
,&l_lg,
sürekliliğin idrak edilmemesi, dönemler arasında bir
kültür kopukluğunun meydana gelmesine sebep olmak
tadır. Osmanlıların Selçuklu veya Karahanlı dönemle
rinde yazılan devasa eserlerden haberleri yoktu. Selçuk
luların da Göktürk kitabelerinden haberleri yoktu. Gök
türk Kitabelerinin 1 9. yüzyılın sonlarında Avrupalı şar
kiyatçılar tarafından okunması, Kaşgarlı Mahmut'un
meşhur Divan-ı Lugatı't-Türk'ünün Ali Emiri Efendi
tarafından tesadüfen bulunması, Yusuf Has Hacib'in
Kutadgu Bilig'inin aynı dönemde keşfi ve yayınlanması,
bu tarihi halkaların bilmeyerek de olsa birbirinden ko
puk olmasının tipik örnekleridir. Bu da ister istemez
tarihi sürekliliğin kesintiye uğramasına sebep olmuştur.
Yukarıda tarihin canlı, dinamik bir vakıa olarak gü
nümüzü etkilediğini belirtmiştik. Bilinçsiz de olsa tarihi
süreklilikten (tarihsellikten) kopmak, bugünkü tarih
anlayış ve tarih yazıcılığımız üzerinde etkili olmuştur.
Osmanlı tarih yazıcılığından gelen gelenek devam etti
rilmiş ve Anadolu merkezli bir tarih anlayışı hakim ol
muştur. Bugün tarihçiliğimiz büyük oranda Selçuklu ve
Osmanlı tarihi üzerine yoğunlaşmış, kadim coğrafya
mızdaki tarihimizle veya münasebette bulunduğumuz
Asya, Çin, Hint, Avrupa, Rusya, Orta Doğu' daki tarihi
miz ve antik dönemlerle ilgili olarak kayda değer çalış
malar bulunmamaktadır. Bundan dolayı sağlıklı bir tarih
anlayış ve şuuruna erişilememiştir.
Sebep-sonuç zincirinin takip edilmesi yani tarihi
süreklilik, toplumlarda sağlıklı bir tarih bilinci oluştur
duğu gibi, devletin bütün müesseselerinde bir geleneğin
meydana gelmesini sağlar. Toplumlara, yüzyılların biri
kimi ve tecrübesinden faydalanma imkanını verir, bu
sayede geçmişten faydalanma mümkün olabilir. Böylece
toplumlar kendi geleneksel kültür değerlerini sürekli
1 23
TARiH FELSEFESi
��
�.�
�.Jk;,
şartlarına göre iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkiler kurmak
ta zorluklarla karşılaşılmaktadır16•
Nitekim yanlış tarih telakkisi ve redd-i miras, Türk
tarihinin doğup geliştiği Asya dönemi Türk tarihinin
siyasi mülahazalarla reddedilmesi hatta uzun müddet
incelenmesinin ve bahsedilmesinin yasaklanması sonu
cu, günümüzde gelişen olaylar karşısında, eski bir cum
hurbaşkanımızın ifadesi ile "hazırlıksız yakalanmamız"
ile sonuçlanmıştır. Uzun bir dönem Dış Türklerden
bahsetmek suç sayılmıştır. Sovyetlerin dağılmasından ve
yeni bir dünya düzeninin doğmasından sonra da bölge
ile ilgili hiçbir bilimsel hazırlığımız olmadığından, bugün
bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile siyasi,
iktisadi ve kültürel ilişkilerin kurulmasında, geliştirilme
sinde zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bölge coğrafyamız,
bölge dışı güçler tarafından yeniden şekillendirilirken,
bizim bu konuda uzun vadeli ve ciddi politikalar gelişti
remediğimiz görülmektedir. Tarihte sebep-sonuç zinci
rine bağlı kalınmaması, bilerek veya bilmeyerek sebep
lerden birisinin reddedilmesi, telafisi zor hatta mümkün
olmayan sonuçlar doğurabilmektedir. O halde tarihteki
sebep-sonuç zinciri (tarihsellik), tarih bilincinin oluştu
rulmasında ve geleceğimizi sağlam esaslar üzerinde
kurmada son derecede önemli bir husustur.
16
Tarihin reddi zannedildiği gibi, Atatürk ile başlamamıştır. Ata
türk'ten sonra bu konuda köklü değişimler meydana gelmiştir. Oy
sa gerçekte Atatürk dönemi Türk tarihi, tarihimizin bütün derinlik
lerini ihtiva ediyordu. Bunun içindir ki, Atatürk eski coğrafyaları
mıza zamanın şartlarının imkanları ölçüsünde sahip çıkmış, komşu
ve bölge ülkelerle Türkiye Merkezli bir dış politika izlemiştir. Eski
Osmanlı Orta Doğu' suna Sadabat, Balkan Osmanlısı'na da Balkan
Antantı ile sahip çıkmıştır. Atatürk dönemi dış politika için Bkz.
Mehmet Gönlübol, Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası, Atatürk
Araştırma Mer. Yay., Arıkara 1 990, Atatürk Dönemi Türk Dış Politi
kası-Makaleler, (Yay. Haz. Berna Türkdoğan), Atatürk Araştırma
Merkezi Yay., Arıkara 2000.
1 26
MUSTAF A ÖZTÜRK
��
��
17
Turan; a.g.m., s. 1 7
18
Tarihle diğer ilimlerin münasebeti üzerinde hemen bütün tarih
usulü ile ilgili eserlerde detaylı olmasa bile temel bilgiler verilmek
tedir. Burada başlıcalarını zikretmekle yetiniyoruz: Z. Velidi To
gan; Tarihte Usul, İstanbul 198 1, Mübahat Kütükoğlu; Tarih Araş
tırmalarında Usul, İstanbul 1991, İsmail Özçelik; Tarih Araştırma
larında Yöntem ve Teknikler, Ankara 1 993, Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, (Elazığ, 21 -24
Mayıs 1984), Elazığ 1 990. Özellikle bu son eserde tarihle diğer
1 28
M U STAFA ÖZTÜRK
��
��
20
Turan; a.g.m., s. 19, Özlem; a.g.e., s. 30
1 30
M U STAFA ÔZTÜRK
.&IJ�
�\�
lan meydana getirmektedir. Mesela, Orta Çağ' da Avru
pa'nın siyasi ve özellikle de iktisadi bakımdan içinde
bulunduğu olumsuz durum, Doğu' da Müslümanların
Kudüs'ü almaları ile birleşince, yani ( +) ve ( ) kutuplar
-
�.fa;,
veya hayvan türlerinin başka bir coğrafyada veya başka
bir bitki ve hayvan kolonisi içinde varlığını sürdürmesi
mümkün değildir.
Beşeri hayatta da bu böyledir. Aynı kökten gelen,
aynı dili konuşan, aynı dine inanan, kısaca aynı hayat
tarzını benimseyen insan toplulukları da kendi kolonile
rini oluştururlar. Bu koloni, çekirdek aileden başlamak
üzere, boy, kabile ve millet çizgisi ile geniş bir halka
meydana getirir, kendine has bir hayat tarzı belirler. Söz
konusu koloni büyüdükçe bölünür ve aynı karakterde
yeni koloniler oluşturur.
Bu olgu, bütün milletlerin hayatında süregelen bir
olgudur. Milletleşmenin temelinde bu tabiat kanununun
olduğunu söylersek, mübalağa yapmış sayılmayız. Milli
devletlerin sınırları, tarihi süreçte bu olgu ile belirlen
miştir. Tabiatta da olduğu gibi, her bitki veya hayvan
kolonisinin kesin sınırlarını belirlemek mümkün olma
dığı gibi, cemiyet hayatında da her insan kolonisinin
kesin sınırlarını belirlemek mümkün olmayabilir. Tari
hin şartları gereği çizilen sınırlarda birbirlerinin koloni
lerine ait halklar (azınlıklar) bulunabilir. Ama her şeye
rağmen temelde milli devletlerin sınırlarını bu tabii olgu
çizmiştir.
İnsanın kendi hayat tarzını sürdürebileceği bir or
tamda yaşaması mecburiyet ve arzusu, göç olgusunda da
açık bir şekilde görülmektedir. Tarihte meydana gelen
göçlerde bunun örnekleri olduğu gibi, günümüzde daha
bariz bir şekilde devam etmektedir. Mesela İstanbul,
Ankara, Adana gibi göç alan büyük illerimizde olduğu
gibi, Anadolu'nun herhangi bir yöresinden göç eden bir
aile büyük çoğunlukla yakın akraba ve hemşehrilerinin
bulundukları mahallelere yerleşmektedir. Keza Avrupa
veya daha başka ülkelere giden vatandaşlarımız da tabii
1 33
TARİ H FELSEFESİ
�� ..
�.�
23
Yaşar Nuri Öztürk, "Kader Alın Yazısı mı, Tabiat Kanunları mı?"
Hürriyet Gazetesi, 5 Şubat 2009.
1 38
MUSTAFA ÖZTÜRK
�V?,
24
Yaşar Nuri Öztürk, agm.
25 Şura Suresi/30
26 Rum Suresi/41
1 39
TARiH FELSEFESi
�./,g;,
�.�
�v�
kanunlar bütün zamanları kapsar. Her yerde her zaman
geçerli olan kanunlardır. Bu kanunlar zaman, mekan, cin
siyet sosyal statüye ve kültüre göre değişmez. Farklı coğraf
yalardaki gelişmelerin farklı sebepleri, bu ana kanunla
rın, kendi şartları içinde farklı tezahürlerinden başka bir
şey değildir. Biz bu umumi kanunları aşağıdaki şemada
(Bkz. Şekil 2) görüldüğü gibi tasnif ettik.
a. Karnını Doyurma/iaşe
b. Korunma İçgüdüsü/Güvenliğini Sağlama
c. Neslini Devam Ettirme İçgüdüsü
�vz..
�fg;,
zası açık olarak belirtilen suçlar, Kul hakkına karşı işlenmiş suçlar
dır. Ama Allah'ın emir ve yasaklarına karşı yapılan suçların veya
ihmallerin dünyevi ve fiili cezası belirtilmemiş, mesela namaz kıl
mamanın, oruç tutmamanın, hacca gitmemenin, zekat vermemenin
dünyevi ve fiili cezaları tertip edilmemiş, bunların cezalan ahirete
havale edilmiştir.
1 46
MUSTAFA ÖZTÜRK
,&\!g;,
�fg,
eşitsizlik, kaynakların adil bir şekilde paylaşılmaması,
insanların can, mal, ırz ve namuslarından emin olmama
ları, din ve vicdan üzerinde baskı yapılması halinde mev
cut siyasi otoritenin varlığını sürdürmesi mümkün de
ğildir. Tarihin özünü, zikrettiğimiz esaslar belirlemekte
ve herhalde tarihin ders alınması gereken en önemli
yanını oluşturmaktadır. Zira tarih bir bütün olarak ince
lendiği zaman, hiç yıkılmayacak gibi görünen büyük
imparatorlukların hep bu yüzden dağıldığı, yıkıldığı gö
rülecektir. Gerek klasik, gerekse çağdaş devletler için bu
kanurılar daima geçerli olmuş ve olacaktır. Şimdi bu
umumi kanunları daha yakından inceleyelim.
1. Coğrafya
1. Coğrafya-Tarih Münasebetleri
İnsanın bir coğrafyada yaşadığı, tabiatın bir parçası
olduğunu belirtmiştik. Coğrafyanın tarih üzerinde etkili
olduğu öteden beri söylenir ama bu etkilerin neler oldu
ğu, nasıl olduğu üzerinde fazla durulmaz. Biz konuyu
biraz daha etraflı bir şekilde incelemeye çalışacağız.
Coğrafyamız, dünyamızdır. Dünyaya genel olarak
bakıldığında, klasik bilgilerimizi hatırlamak yerinde ola
caktır. Dünyanın yaklaşık olarak ı)ı ü kara ve % ü sudur.
Karaların büyük bir kısmı kuzey yarım kürededir. Kuzey
Amerika, Avrupa, Asya'nın hemen tamamı, Afrika'nın
kuzey bölümü hep kuzey yarım kürededir. Güney yarım
kürede ise Orta Afrika ve Orta Amerika'nın güneyi ile
Avustralya ve Pasifik Adaları bulunmaktadır. Diğer kı
sımların hepsi sudur. Üstelik güney yarım küredeki kara
ların büyük bir bölümü, gelişmeye fırsat vermeyen tro
pik iklim kuşağındadır. Kuzey yarım küre, karaların bü
yük bir kısmının bulunmasının yanı sıra yaşamaya ve
1 48
MUSTAFA ÖZTÜ RK
��
��
�l}g.
<lığında, yaşanılan coğrafyaya ait efsane ve mitolojik
değerlerin o coğrafyaya ait değerler olduğu görülür.
Mesela, zengin Hint mitolojisinde, o derecede zengin
Hint coğrafyasının unsurlarını görmemek mümkün
değildir.
Kültürün başka bir unsuru olan giyim-kuşam da
coğrafyaya göre şekillenmiştir. İnsanların coğrafi şartlara
göre bir giyim-kuşam kültürü geliştirmeleri gayet ta
biidir. Kültürün bütün unsurlarında dinin tesiri vardır
ama ilk belirleyici unsur gene de coğrafyadır.
Coğrafya, kültürün önemli bir unsuru olan mimari
üzerinde de etkilidir. Sıcak iklim kuşağının mimarisi ile
soğuk iklim kuşağının mimarisi de elbette birbirinden
farklı olacaktır. Bu mimari farklılık, yapı malzemesinden,
süslemelere kadar her alanda kendini gösterir.
Coğrafya, kültürün her unsuruna tesir ettiği gibi,
tabii olarak dile de tesir etmiştir. Dillerin ilk ortaya çık
tıkları zaman kendi coğrafi özelliklerine göre bir yapıya
kavuşması tabiidir. Mesela, dilin oluşmaya başladığı
karanlık çağlarda, Türklerin yaşadığı Asya' da deniz ol
madığı için, deniz ve deniz kültürü ile ilgili kelime ve
terimler yoktur, bunu tabii karşılamak gerekmektedir.
Eski Türkçede belki vardır ama sıkça kullanılmadıkları
için unutulmuş olabilir. Günümüzde denizcilikle ilgili
terimlerimiz çoğunlukla İtalyancadan alınmıştır. Öte
yandan Arabistan' da da deve ile ilgili onlarca kelimenin
bulunması gene coğrafi yapının özellikleriyle ilgilidir.
Çünkü o coğrafyada deve, her bakımdan hayati önemi
haiz bir varlıktır. Bundan başka dillerin kelime ve telaf
fuz özellikleri (sert, haşin, kaba, yumuşak, akıcı, kibar)
de coğrafyalarına göre şekillenmiştir.
Coğrafya, sosyal hayat üzerinde de etkilidir. Coğrafi
özellikler, sosyal hayatın, dünya görüşünün şekillenme-
1 52
MUSTAFA ÖZTÜ RK
,:&\�
.&V�
��
��
.,-&\�
1 5 . yüzyılın sonlarından itibaren Amerika'nın keşfi
ve arkasından başlayan işgaller, günümüz Amerika' sının
son beş yüz yıllık tarihine damgasını vurmuştur. Bugün
Amerika tarihi hakkında bilinenler, eski Amerikan kül
türlerinin, tarih ve medeniyetinden çok, son beş yüz
yılın tarihine ait bilgilerdir. Bu dönemin tarihi de ilk
aşamada Avrupalılar tarafından Amerika kıtasının yağ
malanması teşkil eder. İkinci aşama Amerika' da kendine
bir pay alan her Avrupa devletinin orada kendisine ait
bir koloni kurması, merkezi otoritesini ve kültürünü, dil
ve kilisesini kolonisine taşıması oluşturmaktadır5• Bu
haliyle Amerika, Avrupa'nın bir şubesi konumuna gel
miştir. Gerçekten de Amerika'y ı işgal eden Avrupa'nın
merkezi devletleri, din/kilise ve kültürlerini de o bölgelere
götürmüşlerdir. Portekiz ve İspanyollar Orta ve Güney
Amerika'y a Portekizce ile İspanyolca ve Katolik Kilisesini,
İngilizler Kuzey Amerika'ya İngilizce ve İngiliz Protestanlı
ğını, Fransızlar da Kanada'ya Fransızca ve Katolikliği
götürmüşlerdir.
Bu uzun dönemde Amerikan yerlileri sürekli ve bi
linçli bir şekilde katledilmişlerdir. Amerika kıtası keşfe
dildiğinde Amerika'nın nüfusunun Avrupa'nın nüfusu
kadar olduğu tahmin edilmektedir. 16. yüzyılın başla
rında Peru' da bir milyon nüfus varken, yüzyılın ortala
rında bu nüfus 30.000 civarlarına düşmüştür6• 20. yüzyı-
�IJ�
�ti$.,
..
b. Avrupa
Aslında Avrupa; Asya, Afrika ve Amerika gibi müs
takil ve tabii bir kıta olmayıp, Asya'nın batı ucudur. Eğer
Avrupa bir kıta ise, Avrupa' dan daha geniş yüzölçüme
sahip olan Güney Asya'nın yani Himalayalar'ın güneyi,
Bangladeş'ten Basra Körfezi'ne kadar olan Hindistan'ın
da bir kıta olması gerekirdi. Ama her nasılsa, galatımeş
hur olarak Avrupa bir kıta olarak kabul edilmiştir. Kana
atimize göre, Avrupa'nın bir kıta olarak kabul edilmesi,
tabii coğrafyayla değil, tamamen dini ve kültürel müla
hazalarla ilgilidir.
Her şeye rağmen Avrupa, tarihte oynadığı rol ile
müstesna bir yere sahiptir. Dünyanın en küçük kıtası
olmasına rağmen, dünyayı en fazla etkileyen kıta Avru-
1 60
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
�fa,
10
Mora Yanmadası ilk çağlarda İtalya merkezli Roma İmparatorlu
ğu'nun hakimiyetine girmiş ve uzun yüzyıllar Roma'ya bağlı kalmış
tır. Daha sonra Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun hakimiye
ti altına girmiştir. Doğu Roma'nın Türkler tarafından ortadan kal
dınlmasından sonra da 19. yüzyıla kadar Türk hakimiyetinde kal
mıştır. Dolayısıyla Mora, daima İtalya veya Anadolu merkezli güç
lerin hakimiyetinde kalmaya mahkum olmuştur. Tarihte Anadolu
veya İtalya'nın ağırlığı Mora Yanmadası üzerinde daima hissedil
miştir. Bu tarihi zemin, günümüzde Yunanistan'ın dış politikasına
da tesir etmiştir. Bağımsızlığını kazandığı günden beri Yunanistan,
daima Anadolu'yu/Türkiye'yi kendisine yönelik tehdidin esas kay
nağı olarak görmüştür. Yunanistan Anadolu'nun bu tarihi-coğrafi
baskısını AB'ye girmek suretiyle dengelemiştir. O halde günümüz
de Türk-Yunan ilişkilerinin temelinde bu tarihi-coğrafi zeminin ol
duğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
1 62
MUSTAFA ÖZTÜRK
.,&IJ�
11
William H. Mc Neil; The Pursuit of Power, The University of Chi
cago Press, Chicago 1982, p. 308
i üID AYrL!pc 1'-lcCeriye� :c:resi
' s�eri::: l,.le:e!"'.t�· 2ciresi
i
A FR İ K A
1 65
TARiH FELSEFESi
�-�
N
:;ı
CD
>
w
N
:;ı
""
<(
""
a:
LL
ı.rı <(
:;ı
z
<
·� ·�
o
l il ili
t-
� '!: a
ıı!
_____ OJJ eı-� -------------
--- ----J
1 66
MUSTAFA ÖZTÜRK
�fg,
c. Akdeniz
Dünyanın en önemli denizidir. Bu önemi Avrupa,
Asya ve Afrika kıtalarının ortasında olmasından ve bu
nun sağladığı üstünlükten gelmektedir. Çevresinde ku
rulan ilk ve yüksek medeniyetlerle, dünya tarih ve me
deniyetine haklı olarak Akdeniz medeniyeti kavramı ile
yerleşmiştir12• Akdeniz üç kıtayı siyasi, iktisadi ve sosyal
bakımdan birbirlerine bağlar. Çoğu zaman deniz, ayırıcı
bir özellik arz ederken ve uzaklığı temsil ederken Akde
niz, birleştirici ve yakınlaştırıcı olmuştur. Afrika ile Avru
pa'yı Mısır ile Anadolu'yu, Suriye ve Filistin ile İtalya ve
Mora'yı, Cezayir ile Fransa'yı birleştiren bir rol üstlen
miştir ki, tarihten gelen bu husus, günümüzde de devam
etmektedir.
Akdeniz çevresinde, tarihin ilk ve en yüksek mede
niyetleri kurulmuştur. Eski Mısır, Antik Yunan-Roma,
Anadolu, Doğu Akdeniz'de kurulan medeniyetler bu
meyandadır. Yalnız burada önemli bir hususu belirtme
den geçemeyeceğiz. Tarihe mal olmuş meşhur Akdeniz
Medeniyeti, Akdeniz'in tamamında değn İtalya'dan Tu
nus'a uzanan bir çizginin doğusunda gelişmiştir (Bkz. Ha
rita 1 ) . Mısır, Yunan, Roma kültür ve medeniyeti, hep
Akdeniz'in doğusunda oluşmuştur. Helenistik kültür
burada gelişmiştir. Büyük felsefe okulları (Atina, Milet,
İskenderiye) burada açılmış, devlet ve demokrasi fikri
burada tartışılmış, büyük dinler burada doğmuş, büyük
imparatorluklar bu bölgede gelişmiştir. Burada kurulan
12
Femand Braudel, Akdeniz ve çevresini alışılmışın dışında daha çok
sosyoekonomik cephesiyle incelediği meşhur eserinde, Akdeniz'i
bir bütün olarak kabul etmiştir. Bizim yaptığımız tarzda bir taksime
tabi tutmamaktadır. Oysa Akdeniz'in tarihi seyir içinde geçirdiği
evreler ve gösterdiği medeni tekamül, Akdeniz'in bütün bölgele
rinde görülmez. Braudel'in bu konudaki çalışması için Bkz. Fer
nand Braudel; Akdeniz ve Akdeniz Medeniyeti 1-II, ( Çev. M. Ali Kı
lıçbay) , İstanbul 1989.
1 67
TARiH FELSEFESi
��
antik kültür, 1 5 - 1 6. yüzyıllarda büyük atılımlar yapan
Avrupa'nın en büyük ilham kaynağını teşkil etmiştir.
İtalya' dan Tunus' a uzanan çizginin batısında Kuzey
Afrika' da Cezayir kıyılarında, Avrupa' da Fransa ve İs
panya'nın Akdeniz sahillerinde Sardunya Adası'nda,
Doğu Akdeniz' dekine benzer büyük bir kültür ve mede
niyet görülmemektedir. Bunun sebebi, bu bölgelerin
coğrafi yetersizliğidir. Cezayir kıyılarını geriden besle
yebilecek verimli bir bölge, dolayısıyla nüfus yoktur.
Kıyılardan birkaç km. sonra kayalık Atlas Dağları ve
onun arkasından dünyanın en büyük çölü (Sahra Çölü)
başlar. Geri planda Batı Akdeniz'i besleyebilecek Mısır,
Mezopotamya, Anadolu ve Suriye gibi antik kültür mer
kezleri yoktur. Ama Afrika'nın kuzeydoğu ucunda Mı
sır' da durum farklıdır. Nil ve çevresindeki hayat, Mısır'ın
içlerine oradan da Sudan'a kadar uzanmaktadır. Doğu
Akdeniz' deki Adalar, Kıbrıs, Girit, Rodos ve Oniki Ada
lar, her bakımdan, yaşamaya, gelişmeye müsait yerlerdir.
Aynı zamanda Doğu Akdeniz kültürünün çevre ülkelere
geçişinde de önemli birer merkez konumundadır.
Doğu Akdeniz, kara ve deniz yollarıyla Hicaz, Hin
distan, İran, Asya, Anadolu, Kafkasya, Karadeniz ve ötesi
gibi büyük nüfus potansiyelinin olduğu ve büyük mede
niyetlerin kurulduğu bölgelere bağlanmaktadır. Doğu
Akdeniz kültürünü besleyen kültür odakları Anadolu,
Suriye, Mısır Mezopotamya, (Sümer, Babil), Pers, Hint
ve Çin uygarlıklarıdır13• Dünya coğrafyasındaki bu müs-
13
Bu tarihi gerçeklere göre, burada bir konunun tasrih edilmesi ge
rekmektedir. Genelde Doğu Akdeniz, özelde de Yunan-Helen kül
türü, kaynağını Doğu' dan alması itibariyle Doğu kültürüdür. Yunan
kültürü olarak bilinen ve yanlış olarak bugünkü Yunanlılara mal
edilen kültürün kaynaklan Doğu' dur. Nitekim Yunan filowfu ola
rak bilinen pek çok filowf Anadoluludur. Doğu Akdeniz kültürü
nün zirvede olduğu M.Ö. 5-4. yüzyıllarda, bugün bu medeniyete
sahip çıkan Batı Avrupa hala karanlık dönemlerini yaşıyordu. Batı
Avrupa'nın bu kültüre hiçbir katkısı olmamıştır. Ama daha sonra bu
1 68
MUSTAFA ÖZTÜRK
�-la:,
tesna mevki, Doğu Akdeniz' e sözünü ettiğimiz üstünlük
leri sağlamıştır. Fakat Batı Akdeniz'in uzak veya yakın
çevresinde böyle büyük nüfus ve medeniyet merkezleri
yoktur.
Bunlara ilave olarak Doğu Akdeniz, Batı Akdeniz' e
göre daha sıcaktır. Yerküredeki perspektif nazarıitibara
alındığında, Batı Akdeniz kıyılarının, daha kuzeyde kal
dığı görülecektir. Mesela, Doğu Akdeniz' in en kuzey ucu
olan İskenderun' dan geçen 36° 10' kuzey paraleli, Mal
ta'nın güneyinden, Küçük Sirte Körfezi'ne bugünkü
Tunus'un güney kesiminden Cezayir sahrasını geçerek
Fas'a ulaşır. Adriyatik Körfezi, Ligur Denizi ve Lion
Körfezi 45. kuzey paralelleri üzerindedir ki, Doğudaki
karşılığı Karadeniz'in kuzeyidir. Adriyatik üzerinden
geçen 45. paralel Karadeniz'in kuzeyinden Kırım üze
rinden geçmektedir. Kısacası Batı Akdeniz (özellikle
Avrupa kesimi); Doğu Akdeniz'e göre daha kuzeyde
olduğundan nispeten soğuk bir iklime sahiptir. Bu yüz
den de Doğu Akdeniz' de görulen yüksek medeniyet gibi
bir medeniyet görülmemektedir. Bu sözlerimizden Batı
Akdeniz'de hiç medeni gelişmenin meydana gelmediği
anlamı çıkarılmamalıdır. Elbette burada da bir medeni
yet vardır ama Doğu Akdeniz' deki gibi değildir. Yukarı
daki haritada da görüldüğü gibi, Avrupa'yı Avrupa ya
pan, değerlerin batıda oluşmasının aksine (ters simetrik)
olarak Akdeniz'i Akdeniz yapan gelişmeler de Doğu
Akdeniz' de meydana gelmiştir (Bkz. Harita 1 ).
Arnold Toyrıbee de daha genel bir biçimde dünya
medeniyet dairelerini çizmektedir. O, bütün Avrupa'yı
içine alacak bir Avrupa ile Mezopotamya, İran, Mısır,
Hint medeniyet daireleri gibi daireler çizerek, dünya
kültürü kendi asli kültürü yapmayı başarmış, buna gene Doğu kö
kenli olan Hristiyanlığı da ilave ederek bugünkü Avrupa kültürüne
ulaşmıştır.
1 69
TARİH FELSEFESİ
��
tarih ve medeniyetinin bu dairelerde geliştiğini söyle
mektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Avrupa'nın taksimin
den ve Akdeniz'in bahsi geçen özelliğinden söz etmez14•
Bu özelliğinden dolayı Akdeniz, tarihin her döne
minde büyük öneme sahip olmuş ve tarihte koruduğu
önemini gelecekte de korumaya devam edecektir. 1 5 .
yüzyılın sonlarında başlayan coğrafi keşiflerle yeni tica
ret yollarının bulunmasıyla 16. yüzyıldan itibaren cazibe
merkezlerinin Atlas kıyılarına kaydığı, Akdeniz'in eski
önemini kaybettiği yolunda yaygın bir kanaat vardır.
Hatta Osmanlı Devleti'nin çöküş sebeplerinden birisi de
Akdeniz'in önemini kaybettiği, dolayısıyla eski ticaret
yollarının önemi kalmadığından Osmanlı Devleti'nin bu
ticari imkandan mahrum kaldığı ileri sürülmektedir15•
Oysa Osmanlı Devleti'nin çöküş sebepleri burada sayı
lamayacak kadar çoktur. Öteden beri bu tezler ileri sürü
lürken, hala Osmanlı Devleti'nin bu ticaret yollarından
yılda kaç akçe kazandığı tespit edilmemiştir. Bunu bilen
de yoktur. Dünya ticaret yolları değişmeden Osmanlı
Devleti bu ticaret yollarından yılda kaç akçe kazanıyor
du? Yolların değişmesiyle ne kadar kaybı olmuştur? Üs
telik 16. yüzyıla ait bütçeler elimizdeyken ve çoğu da
yayınlanmışken16, bu konuda net bilgiler bulunmamak-
14
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, İstanbul 1 975.
15
Bu tezin savunucusu Braudel'dir. Barkan ve Akdağ da aynı görüşü
paylaşmaktadır. Bkz. Mustafa Akdağ; Türkiye'nin Iktisadi ve Içtimai
Tarihi II, İstanbul 1 974, s. 1 93
16
Ömer Lütfi Barkan; "H. 934 (M. 1 527- 1 528) Mali Yılına Ait Bir
Bütçe Örneği", İ. Ü.İktisat Fakültesi Mec., XV/1-4, İstanbul (Ekim
1 953-Tem. 1 954), s. 251 -329. Nitekim Özer Ergenç de aynı tespiti
yapmış ve "Ticaret yollarının değişiminin ekonomik hayat ve özel
likle de Anadolu şehirleri üzerindeki etkisi, herhalde büyütülmüş
olmalıdır. Bu gelişmelerden Kayseri ve Konya'nın etkilendiğine
ilişkin pek az kanıtlar vardır." demektedir. Bkz. Özer Ergenç; "Şehir
Tarihi Araştırmaları Hakkında Bazı Düşünceler", (Konferans), Bel
leten LII/203, (Ağustos 1 988), Ankara 1988, s. 675
1 70
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
tadır. Osmanlı ekonomisinin ticarete dayanan, ticaretle
para kazanan bir ekonomi olmadığı da unutulmamalıdır.
Çünkü Osmanlı ekonomisinin dayandığı esaslar, burada
izahı mümkün olmayan çok farklı esaslardır. Devletin
kuruluş esasları ve sosyal yapısı da çok farklıdır. Bu iti
barla ticari yolların değişmesiyle Osmanlı iktisadi düze
ninin değişmesini izah etmek aceleci bir tavırdır. Ana
yolların değişmesinden İtalya şehir devletlerinin etki
lendiği doğrudur ve tabiidir, çünkü bu şehirlerin sistem
leri farklıdır, ekonomik ve sosyal yapıları tamamıyla
ticarete dayanmaktadır. Ama Osmanlı düzeni ve eko
nomisi İtalya şehir devletlerine benzememektedir.
Yeni ticaret yollarının bulunması ve cazibe merkez
lerinin değişmesi, belki ilk zamanlarda Akdeniz'in öne
minde bir sarsıntı geçirmesine sebep olmuştur, fakat
hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Nitekim yeni
bulunan (Afrika'nın güneyi dolaşılarak Hindistan'a ula
şan) yolların, mevcut teknoloji ile aşılmasının zorlukları,
tehlikeli ve uzun yolculuk, maliyet fiyatlarını arttırdığın
dan, kısa sürede 1 6. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Akdeniz'in öneminin yeniden artmasına sebep olmuş
tur. Gerçekten de bundan sonraki dünya siyasi dengesi
nin mihverini Atlas veya Afrika yolu değil, Akdeniz oluş
turmuştur. Avrupa devletleri arasında özellikle İngiltere
ile Fransa arasında Akdeniz'in üstünlük mücadeleleri
bütün 1 7, 1 8 ve 19. yüzyıllar boyunca sürmüştür. Zikre
dilen yüzyıllarda Avrupa dengesi, Akdeniz üzerine ku
rulmuştur. Batılı devletler, Rusya'nın ideali olan sıcak
denizlere inmesini engellemeyi hedeflerken, Rusya da
mümkün olduğu kadar güneye, Akdeniz' e inmeyi amaç
edinmiştir.
Bu hassas denge 20. yüzyılda da devam etmiş, NA
TO ve Varşova Paktı gibi uzun süre dünya siyasetini
1 71
TARiH FELSEFESİ
�.�
etkileyen iki kutuplu bir düzenin doğmasına vesile ol
muştur. O halde Akdeniz, hiçbir zaman önemini kaybet
mediği gibi, günümüzde de kaybetmemiş ve gelecekte de
kaybetmeyecektir. Akdeniz'in bu önemi hem siyasi hem de
iktisadi bakımdan -bütün teknolojik gelişmelere rağmen
varlığını sürdürecektir.
d. Anadolu
Anadolu tabiri, tarihte anlam ve sınırları itibariyle
büyük değişiklikler geçirmiştir. Anadolu tabiri ilk olarak
Yunanca Anatolia tabirinden çıkmış ve şafağın ülkesi
veya güneşin doğduğu yer anlamındadır. Gerçekten de
Yunanistan' dan bakılınca, elbette Anadolu güneşin doğ
duğu yerdir. Bu dönemlerde Anadolu' dan kasıt, kıyıdan
fazla da uzak olmayan Batı Anadolu kıyılarıdır. Keza
Romalılar da Anadolu'yu işgal edince Batı Anadolu'ya
Anatolia dediler, burada kurdukları Themaya Anatolika
Anatolikon adını verdiler. Doğu Roma (Bizans) döne
minde 7-9. yüzyıllarda Anatolikon Theması, bugünkü
Konya, Afyon, Isparta, Burdur, güneyden Göksu vadi
sinden Silifke'ye, Toros Dağlarının kuzeyinden Beyşe
hir, Denizli, Aydın, İzmir, Bergama ve Sardis'i içine alı
yordu. III. Leon zamanında 732' de Menderes vadisinin
kuzey-güney çizgisinin batısı Thrakesion, Silifke kısmı ise
Seleukia ve Niğde, Nevşehir bölgesi de Kappadokia
themaları olarak taksim edildiler. Böylece Anatolikon,
Konya ve Afyon çevresi ile münhasır kaldı17•
Doğudan veya güneyden bakılınca da Anadolu,
Rum ülkesi idi ve Araplar coğrafyacı ve tarihçileri, Türk
ler ve İranlılar Anadolu'ya Romalıların-Rumların ülkesi
anlamında Diyar-ı Rum derlerdi. Nitekim Anadolu Sel-
17
Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi (Çev. Fikret lşıltan),
Ankara 1981, 11. Nolu harita.
1 72
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
çuklularına Rum Selçukluları da denmektedir. Anadolu
fethedilip Türkleşip İslamlaştıktan sonra da Balkanlar ve
Avrupa toprakları Rum ülkesi anlamında Rum-ili/Rumeli
olarak adlandırıldı.
Osmanlı döneminde Anadolu tabirinin ihtiva ettiği
anlam ve sınırlarda önemli değişiklikler olmuştur. Kuru
luş döneminde Osmanlı Devleti'nin iki vilayeti vardı ki,
bunlar Anadolu ve Rumeli vilayetleridir, her birisi birer
Beylerbeylik olarak taksim edilmiştir ve Anadolu eyale
tinin merkezi Kütahya idi. Anadolu Eyaleti'nin sancakla
rı Kütahya, Ankara, Kastamonu, Bolu, Kangırı ( Çankı
rı), Hüdavendigar, Saruhan, Karahisar-ı Sahip, Teke,
Aydın, Menteşe, Alaiye, Biga, Kocaili idi. 1 6. yüzyılın
ikinci yarısında Biga ve Kocaili, Cezayir-i Bahr-i Sefid'e,
Alaiye de Kıbrıs'a bağlandı18• Bu taksimat bazı küçük
değişikliklerle 19. yüzyılda çıkarılan vilayet nizamname
sine kadar sürdü.
Avrupa'daki Osmanlı toprakları da Rumeli Eyaleti
adı ile taksim edilmiştir. Devlet protokolünde Rumeli
daima birinci, Anadolu ise ikinci derecededir19• Anadolu
ve Rumeli Beylerbeyliklerinin yanında Anadolu ve Ru
meli Kazaskerlikleri ve Defterdarlıkları da kuruldu.
Anadolu tabirinin birinci anlamı, zikredildiği gibi
idari taksimattaki Anadolu Eyaletidir. İkinci anlamı
bundan daha geniş olup, Anadolu'nun tabii ve fiziki
coğrafyasının uzandığı sınırlardır. Bu anlamıyla Anadolu
denince daha geniş bir coğrafya kastedilmektedir ki,
gerçek Anadolu'nun sınırları buralardır. Anadolu'nun
18
Metin Kunt, Sancaktan Eyalete 1 550-1 650 Arasında Osmanlı
Ümerası ve İl idaresi, Boğaziçi Yay., İstanbul 1978, s. 1 3 1, 136,
155- 1 56
19
Doğu Roma İmparatorluğu'nda ise bunun tersidir, devlet protoko
lünde Anadolu birinci, Balkanlar ikinci derecededir.
1 73
TARİH FELSEFESİ
�.�
ikinci anlamını belirleyen kurum ve uygulamaları dört
başlık altında tespit ettik ki, bunlar şunlardır:
a. Timar rejiminin uygulandığı bölgeler,
b. Anadolu Muhasebesine/Defterdarlığına bağlı vi
layetler,
c. Anadolu Kazaskerliği,
d. Kol sisteminde her yolun nihayeti olan şehirler ki
bunlar; Anadolu Sağ Kolunun nihayeti Şam, Orta
Kolunun nihayeti Bağdat ve Sol Kolunun nihaye
ti ise Tebriz' dir.
O halde Anadolu'nun sınırları Şam-Bağdat ve Teb
riz yayıdır. Bu sınırlar Osmanlı miri rejiminin sınırlarını
teşkil eder. Gerçekten de bu sınırlarda timar ve miri
mukataa sistemi uygulanmış, buraya dahil vilayetlerin
muhasebe defterleri tutulmuştur ki, bütün Anadolu ha
zinesi Anadolu Defterdarlığı'na (Şıkk-ı Sani) bağlıydı.
Başka bir deyişle devlet bu bölgelerden asker çıkarmış,
vergi almış ve merkezi kültürünü ikame etmiş, yani tam
anlamıyla hakim olmuştur. Anadolu Kazaskerliğine bağlı
kadılıkların sınırları da bu sınırlardır. İşte Osmanlı belge
lerinin takibinden Osmanlı için Anadolu'nun ifade ettiği
sınırlar, zikredilen bu sınırlardır. O halde Anadolu'nun
sınırlarını bugünkü siyasi sınırlarımızdan ibaret görmek
yanlıştır. Anadolu'nun sınırları, tabii ve tarihi coğrafya
sının uzandığı sınırlardır.
Şimdi Anadolu coğrafyasının özelliklerine göz at
mak yerinde olacaktır. Asya, Avrupa ve Afrika'yı birbiri
ne bağlayan önemli bir mevkidedir. Akdeniz' e hakim
olması itibariyle aynı zamanda Akdeniz'in bir parçasıdır.
Karadeniz'e uzun bir kıyısının olmasından dolayı, haki
miyeti Karadeniz'in kuzeyine de uzanmaktadır. Her iki
denizi birleştiren Boğazlar, Anadolu'nun mevcut olan
1 74
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
değerini daha da arttırmaktadır. Anadolu'nun bu mevkii
siyasi olduğu kadar iktisadi bir önem de taşımaktadır.
Doğu-batı, kuzey-güney istikametlerindeki ticaretin
merkezi, geçiş yeri Anadolu' dur. Bu haliyle Anadolu,
sadece yakın çevresiyle değil, aynı zamanda uzak çevresi
ile de (Avrupa, Karadeniz'in kuzeyi, İran, Türkistan,
Mısır, Hicaz gibi) münasebet halindedir ve bu bölgeler
arasındaki münasebet Anadolu vasıtasıyla sağlanmakta
dır.
Bu haliyle Anadolu, tabii coğrafyası ve mevkii itiba
riyle hinterlandı çok geniş olan bir coğrafyadır. Bu coğ
rafyaya hakim olan güçler, kısa zamanda çevresine doğru
yayılırlar. Çevresinin cazibe merkezi olur veya çevresini
himayesine, etki alanına alır. Anadolu'nun bu etkisi, tabii
coğrafyası ile sınırlıdır. Bu sınır, doğuda Kafkas dağlarının
batısı, batıda Tuna nehri tabii sınır olmak üzere Bulgaris
tan, Makedonya üzerinden Arnavutluk'tan Adriyatik'e
ulaşır. Güneyde ise Kıbrıs Adası dahil Şam-Bağdat çizgisi
nin kuzeyidir. Anadolu'nun tabii sınırları bugünkü siyasi
sınırlar değil, gerçek sınırlar olan bu tabii sınırlardır. Bu
sınırlar Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dö
nemleri dahil olmak üzere daima Anadolu'ya bağlı kal
mıştır. Veya söz konusu devletlerin hakimiyet alanlarını
bu sınırlar oluşturmuştur. Gerçekten de tarihte Suriye,
Kuzey Irak, Kıbrıs ve Balkanlar'ın kaderi, Anadolu'nun
kaderi ile birlikte gelişmişti?0• Bu özellikleriyle Anadolu
merkezi bir coğrafyadır. Yukarıda sınırları çizilen coğraf
yaların hakim merkezidir. Tarih boyunca daima bu mer
kezlere hükmetmiştir.
�l}g;,
21
Bu konudaki tekliflerimiz için bkz. "Yeni Bir Bölgesel Örgütlenme
Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi-Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu (Kahra
manmaraş, 12- 1 3 Kasım 2007), (Editörler: A. Hamdi Aydın
Seyhan Taş-Saniye Adıgüzel), Kahramanmaraş 2008, s. 147- 165,
aynı makalenin başka bir yayını için bkz. "Yeni Bir Bölgesel Örgüt
lenme Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Fırat Üniversitesi Orta
Doğu Araştırmaları Merkezi; Uluslararası Üçüncü Orta Doğu Semi
neri -Küreselleşme Sürecinde Orta Doğu'nun Yeri ve Geleceği-, (Elazığ,
2-4 Kasım 2006), Elazığ 2008, s. 1 7 1 - 1 95
1 76
MUSTAFA ÖZTÜRK
�}�
�iZ;,
.sJ.fg.,
deydi. Osmanlı Devleti 1300 yılından 1 5 1 6 yılına kadar
geçen 216 yıllık sürede mahalli bir devlet niteliğinde
kalmış, ancak Yavuz Sultan Selim ve Kanuni'nin Doğu
Anadolu'daki vilayetleri Osmanlı birliğine katması (Di
yarbakır 1516, Harput 1 5 1 6, Erzurum 1 5 1 8, Van 1 534-
1548) ile Osmanlı Devleti sınırlarını aşan bir cihan dev
leti olabilmiştir. O halde Doğu Anadolu hem Anadolu'da
birliğin sağlanması hem de bölgesinde güçlü bir konuma
ulaşmada hayati önemi olan bir bölgedir. Yani Doğu Ana
dolu olmadan Anadolu'nun varlığı ve birliği düşünülemez.
Anadolu'nun birliği sağlanmadan da bir bölge ve dünya
devleti olmanın imkanı yoktur.
Bu tarihi vakıayı tersinden okuduğumuzda, Anado
lu'nun bütünlüğünün korunmasının önemi daha iyi
anlaşılacaktır. Bugün ülkemizin güvenliğinin Anado
lu'nun birliğinin devamında olduğu açıktır. Türkiye
ancak Anadolu'nun bütünlüğünü sürdürdüğü müddetçe
bir bölge ve dünya devleti vasfını sürdürebilir. Bu tarihi
ve coğrafi gerçekler Batılı sömürgeci devletler tarafından
çok iyi bilindiğinden, Türkiye'nin parçalanması, özellik
le de Doğu Anadolu'nun Türkiye' den ayrılması husu
sunda gizlemeye dahi lüzum görmedikleri büyük gayret
ler içindedirler. Bunun için günümüzde çevremizde
cereyan eden hadiseleri değerlendirmek yeterlidir.
Anadolu'nun bu coğrafi ve tarihi özelliklerinden
dolayı, tarih boyunca burada kurulan bütün devletler
askeri nitelikli devletler olmak zorunda kalmışlardır.
Anadolu coğrafyası, üzerinde barındırdığı devletleri
askeri nitelikli olmaya mecbur etmektedir. Zira Anado
lu' nun bütünlüğünü elde tutmak, burada bağımsız ya
şamak zordur, pahalıdır ve burada hürriyetin bedeli
ağırdır. Burada bağımsız olarak yaşamak isteyen devlet
ler, milli hasılalarının önemli bir kısmını savunmalarına
1 79
TARiH FELSEFESi
��
ayırmak zorundadırlar. Çünkü Anadolu, uzak denizler
de, stratejik önemi olmayan herhangi bir yer değil, dün
yanın kalpgahıdır. Hitit, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve
nihayet Osmanlı Devleti askeri nitelikli devletlerdi, buna
mecburlardı. Coğrafi zaruretlerden kaynaklanan bu ge
lenek, günümüz Türkiye'sinde de devam etmektedir.
Bugün de milli hasılamızın büyük bir kısmını savunma
ihtiyaçlarına ayırmamızın temelinde, bu tarihi ve coğrafi
gerçekler ile zaruretler vardır.
e. Katkasya22
Hazar Denizi'nin batısından Karadeniz'e ve Doğu
Anadolu'ya kadar olan ve merkezini de Kafkas Dağları
nın meydana getirdiği bölgedir. Bu bölge tarih boyunca
doğu-batı istikametinde meydana gelen kavimler göçü
nün ve işgallerin tesirinde kalmıştır. Bu geliş-gidişler,
tabii olarak Kafkas halklarının da çok farklı kavimlerden
oluşmasına ve bunların birbirleriyle karışmasına vesile
olmuştur. Dolayısıyla Kafkaslar, farklı ırk ve dillerin bu
luştuğu bir bölgedir.
Sert karasal iklimi, medeni gelişmeyi engelleyen bir
unsur olmuştur. Feodal kalıntılar, toplumsal kontrol ve
sosyal baskı Kafkas halklarında belirgindir. Bu bakımdan
bu bölgede küçük mahalli prenslikler (Ermeni ve Gür
cü) kurulmuştur ama hiçbir zaman bölgesel bir gücün
merkezi olamamıştır. Tarihte hiçbir zaman Gence, Eri-
22
Kafkaslar, Genelkurmay ATASE tarafından Sekizinci Askeri Tarih
Semineri'nin konusu yapıldı. Bkz. Genelkurmay ATASE, Sekizinci
Askeri Tarih Semineri Bildirileri 1, XIX ve XX. Yüzyıllarda Türkiye
Kafkaslar, (İstanbul, 24-26 Ekim 200 1 ), Ankara 2003, Bu seminer
de bizim "Kafkasya'nın Tarihi Coğrafyası ve Stratejik Önemi", s. 1-
20, konulu bildirimize müracaat edilebilir. Ayrıca Selçuklular dö
neminde Kafkaslar için Bkz. Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkas
ya, Konya 2000.
1 80
M U STAFA ÖZTÜRK
�!,&;.,
f. İran
Dünya coğrafyasının önemli merkezlerindendir.
Asya kıtasının Akdeniz' e ve Orta Doğu' ya açılan en
önemli mevkiidir. İran coğrafyasına hakim olan güçler
kısa zamanda çevrelerine de hakim olurlar. Bu hakimiyet
alanı Hazar Denizi'nin güneyinden ve doğusundan baş
layarak Afganistan'ı içine alır ve güneyde Hindistan'ın
kuzeyine1 Basra Körfezi'ne kadar devam eder. Batıda ise
Anadolu ve Akdeniz' e kadar uzanır. Dikkat edilirse söz
konusu geniş alanlar gelecekte de önemlerini koruyan
stratejik bölgelerdir. Siyasi ve iktisadi güç merkezleri bu
alanlardır.
Ancak tarihi gelişmeler dikkatle izlenirse1 İran'ın
hedefi ve yönü büyük çoğunlukla Batı olmuştur. Türkis
tan veya Çin'e fazla bir yöneliş yoktur. II. Dara'nın Hin
distan seferi dışında İran'ın doğu ve güneydoğusuna
ciddi bir seferi yoktur. Pers ve Sasani dönemlerinin tari
hi Batı ile yapılan mücadelelerle geçmiştir. Daha M.Ö.
587 yılında Babil Kralı Buhtunnars (Nebukadnazer)
Kudüs'ü aldı ve yıktı. Yaklaşık yüz yıl sonra M.Ö. 490
yılında Persler1 Atina önlerinde göründü ve aynı yıl yapı
lan meşhur Marathon Savaşı'nda büyük bir yenilgiye
uğradılar. Arkasında M.Ö. 480'de Salamis ve 479'da da
Plataia Savaşları yapıldı. Bu savaşlar da Perslerin yenilgi
siyle sona erdi.
Öte yandan Persler1 II. Kambiz döneminde (M.Ö.
550-522) Mısır'ı ele geçirdiler. I. Dara döneminde Pers
İmparatorluğu'nun sınırları İndus'tan Sirderya'ya ve
Tuna'ya1 oradan Akdeniz'e kadar genişledi. M.Ö. 333'te
Persler gene Akdeniz kıyısında İskenderun Körfezi'nde
İskender ile yapılan İssos Savaşı'nı kaybettiler.
Sasaniler döneminde de İran'ın yönü gene batı ol
muştur. Nitekim M.S. 579 yılında Sasanilerin Bizans
1 82
M U STAFA ÖZTÜRK
��
g. Orta Doğu
Siyasi bir terim olan Orta Doğu, 19. yüzyılda İngil
tere tarafından kullanılan bir terimdir. Bilindiği gibi Do
ğu olarak anılan 3 bölge vardır. Bunlar; Yakın Doğu, Orta
Doğu ve Uzak Doğu. Bütün bu bölgelerin mihveri İngil
tere' dir. Yakın, orta ve uzak tabirleri İngiltere'ye göredir.
Ama bu tabirler günümüz siyasi edebiyatına girmiştir.
Her ne kadar Orta Doğu'nun sınırları üzerinde tam bir
mutabakat yok ise de, ekseriyet tarafından kabul edilen
Orta Doğu; Basra Körfezi, Akdeniz ve Kızıldeniz ile
sınırlı olan bugünkü Suriye, Irak, Filistin, Ürdün, Lüb
nan, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez emirliklerini
1 83
TARiH FELSEFESi
�vg;,
�\Y?,
Orta Doğu siyasetinden, iktisadi ve kültürel tarihinden
etkilenmeyen hiçbir oluşum veya bölge yok gibidir. Ne
redeyse insanlık tarihi Orta Doğu tarihi demektir. Geç
mişte bu derecede önemli olan Orta Doğu, günümüzde
de önemini korumaktadır ve gelecekte de koruyacaktır.
Coğrafi özellikleri itibariyle bütün Orta Doğu aynı
tarihi/ coğrafi seyri göstermemiştir. Öncelikle Orta Do
ğu coğrafyasını iki ana bölüme ayırmak daha doğru ola
caktır. Birincisi, Doğu Akdeniz' den, yani bugünkü Suri
ye, Lübnan ve İsrail' den başlayıp Ürdün ve lrak'ı içine
alıp Basra Körfezi'ne ulaşan bölüm, ikincisi de bu bölge
nin daha güneyi, Akabe Körfezi'nden Basra Körfezi'ne
uzanan çizginin güneyi olan Arap Yanmadası (bugünkü
Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez emirlikleri) bölümü
dür.
Birinci bölüm, yani bugünkü Doğu Akdeniz-Basra
kesimi tarih boyunca çevresinde kurulan üç büyük gü
cün himayesinde gelişmiştir. Bunlar doğuda İran, ku
zeyde Anadolu ve güneybatıda Mısır' dır. Anadolu' da ilk
büyük devlet kuran Hititler, Şam' a kadar yayıldılar. Ar
kasından Anadolu'ya sahip olan Roma, bütün Doğu
Akdeniz, Mısır ve doğuda da Musul, Kerkük' e kadar
uzandı. Roma'nın varisi olan Bizans da aynı hatta kaldı.
Doğuda Pers ve Sasaniler lrak'ı uzun yüzyıllar ellerinde
tuttular. Güneyde Mısır Firavunları döneminde Kudüs
ve Filistin çoğunlukla Mısır'ın himayesindeydi. Hatta
Firavunlar hazan Şam' a kadar gelmekteydiler. Firavun
lardan çok sonra Mısır' da kurulan Memluklar da bütün
Suriye'yi alarak Anadolu sınırlarına dayandılar. Dikkat
edilirse bu bölge tarih boyunca iki büyük gücün etki
alanında kalmıştır. Yani Suriye ve Irak, tarihte ya Anado
lu veya İran merkezli güçlerin etkisinde kalmıştır. Hatta
İran daha çok lrak'ın güneyine, Anadolu ise Kuzey Suri-
1 85
TARiH FELSEFESi
,;SJW;.,
�t�
ri de tabii olarak etraflarındaki güçlere tabi olmuşlardır.
Ya Roma'nın veya Mısır'ın tabiiyetini tanımışlardır.
Suriye ve Filistin'i ele geçiren Selçukluların hakimi
yeti Yemen' e kadar uzanıyordu. Ama hakimiyet savaşlar
yoluyla değil tabiiyetini tanıma yoluyla olmuştur. Os
manlı hakimiyetinden önce Memluklu hakimiyetinde
olan Hicaz, Osmanlı Devleti'nin Mısır'ı ilhakı ile Os
manlı Devleti'ne tabiiyetlerini bildirmişlerdir. Yoksa
Osmanlı ordularının Hicaz'a seferleri yoktur26•
h. Hindistan
Asya'nın güneyindeki büyük Hint kıtasıdır. Dil, din
ve kültürü ile Bengal Körfezi'nden Pakistan'a kadar uza
nır. Kuzeyinde dünyanın en yüksek tepesinin de bulun
duğu büyük Himalayalar dağ silsilesi yükselir. Doğu, batı
ve güneyi ise Hint Okyanusu ile çevrilidir. Himalaya
lardan kaynağını alan binlerce dere büyük Ganj Nehri'ni
besler. Kuzeyden güneye inildikçe geniş ova ve düzlük
lere ulaşılır.
Hindistan kıtasının orta ve güneyi tropik iklim ku
şağındadır. Muson yağmurları Hindistan için hayati
önem arz etmektedir. Uçsuz bucaksız ovalarda tropikal
iklimin bütün özelliklerini görmek mümkündür. Binler
ce ağaç ve bitki türü bulunan dev ormanlar, aynı zaman
da binlerce tür hayvan varlığını da barındırmaktadır. Yaz
ile kış mevsimi, gece ile gündüz arasında çok büyük sı
caklık farkı bulunmamaktadır.
Bu haliyle cömert Hindistan kıtası insanlar için ya
şamaya son derecede elverişli bir konumdadır. Orta
kuşakta olduğu gibi, çetin kış şartları yoktur. Bu itibarla
26
Orta Doğu hakkında son bir çalışmamız için Bkz. "Orta Doğu
(Kavram, Jeopolitik ve Sosyoekonomik Durum", Fırat Üniversitesi
Orta Doğu Araştırmaları Dergisi 1/1 , Elazığ 2003, s. 253-265
1 87
TARi H FELSEFESi
��
hayat kolaydır. Bu zengin tabiatıyla her devirde ihtiyaç
duyulan pek çok gıda ve temel ihtiyaç maddesinin kay
nağı olmuştur. Hint baharatı tarihin en önemli ticaret
metaını oluşturmuştur. Hint tekstil sanayii, ticaret ve
rekabetin en önemli unsurunu oluşturmuştur. Hint tica
reti bütün çağlar boyunca Asya ve Avrupa ticaretinde
önemli rol oynamıştır.
Hindistan her bakımdan kendine yeterli bir ko
numdadır. Bu itibarla Hindistan halkı tarihte halkını
beslemek için başka coğrafyalara yayılma ihtiyacı his
setmemiştir. Tarihte Hint merkezli güçlerin fetih ama
cıyla ülkelerinden çıktıkları görülmemiştir. Tam tersine
Hindistan'ın bu zenginlikleri daima başka milletlerin
iştahını kabartmış ve Hindistan tarih boyunca büyük
güçlerin en önemli hedefi olmuştur. Kuzeyden Türkler,
Moğollar, Batı' dan Araplar, Yeni ve Yakın Çağlarda Por
tekiz, Fransız ve İngilizler, hep Hindistan'ın zenginlikle
rine ulaşmak amacıyla Hindistan' a seferler yapmışlardır.
Burada söz konusu kavimlerin değişik aralıklarla kur
dukları devletler, Hint tarihinin önemli bir kısmını oluş
turmaktadır.
Hindistan'ın zengin coğrafyası; kültür, mitoloji ve
sosyal hayata damgasını vurmuştur. Halk, bu zengin
tabiatla adeta bütünleşmiştir. Halk, tabiatla o kadar barı
şıktır ki, en vahşi hayvanları bile dini inançlarının bir
gereği olarak korumakta, onlarla birlikte yaşamayı ba
şarmış bulunmaktadır. Bu durum tarihe mal olmuş Hint
Mistisizminin kaynağını oluşturmaktadır. Hint felsefesi
nin temeli tabiat ile Tanrı ilişkisine dayanır. Buna göre
Tanrı tabiatın her zerresinde mevcuttur, yaratılan her
şey Tanrı'dan bir eserdir. Her şey bir dönüşüm içinde
cereyan etmektedir. Tanrı bütün tabiatta tecelli etmiştir.
Bu itibarla yaratılan her şey kutsaldır, bu bakımdan tabi
ata zarar vermek, hayvanları öldürmek günah olarak
1 88
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
i. Çin
Asya ana karasının orta ve güneydoğusunda yer
alan geniş bir coğrafyadır. Doğusunda Pasifik Okyanusu
ile çevrilidir. Kuzeyinde geniş Moğolistan düzlükleri,
güneyinde ve batısında Tibet ile Himalaya dağ silsileleri
bulunmaktadır. Batısı ise Türkistan ile sınırlıdır. Orta
kuşak iklim özelliklerini gösteren Çin, geniş ova ve pla-
1 89
TARİH FELSEFESİ
��
,&��
1. İaşe
Bir yaratılmış olarak insan, yemek-içmek mecburiye
tindedir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu mecburiyet
daimidir. Bundan dolayı ilk insanlardan başlayarak, tarih
1 92
MUSTAFA ÖZTÜ RK
�.�
�\�
içinde veya ülkeler arasında yapılan mütevazi bir ticarete
ve şehirlerde tabii enerji kaynaklarına dayanan bir sana
yie dayanmaktaydı. Modern ekonomilerde de bu asli
unsurlar değişmemiş, ancak üretim ve mübadele teknik
lerinde gelişmeler meydana gelmiştir. Bu ortak özellikle
ri doğu-batı, kuzey-güney ülkelerinde görmek müm
kündür. Hatta bu ortak özellikler benzer müesseselerin
de doğmasına sebep olmuştur. Çünkü her kültür temel
de aynı şartları yaşamaktadır ve tabii olarak benzer dav
ranış özellikleri göstermektedir.
Hayatı idame ettirme mecburiyeti, tabiattan daha
fazla faydalanma, birim alandan daha fazla gelir temin
etme, birim zamandan daha çok hizmet edinmek azim
ve iradesini doğurdu. Böylece insanoğlu sürekli tabiatla
mücadelede yeni arayışlar içine girdi ve bütün bu müca
dele iktisat dediğimiz bilimi doğurdu. Başka bir ifade ile
insanlık tarihinde dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de
hayati önemi haiz olan iktisat unsurunun ilk sebebi hayatı
idame ettirme duygu ve iradesinin tezahürüdür.
Tarih ve medeniyetin tekamülünde iktisadın önemi
inkar edilemez. Hatta cemiyet hayatının her alanını ku
şatmıştır. Belki de bundan dolayı Marx, her şeyi iktisat
zaviyesinden izah etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Çünkü nereye baksak, hangi konuyu ele alsak karşımıza
iktisat çıkmaktadır. Tabii burada hemen şunu söyleye
lim; iktisat her şeyin yegane ve ilk sebebi değildir, ama ce
miyet hayatındaki önemi de inkar edilemez.
Hayatı idame ettirme/iaşe, tarihte üretim teknikleri
ile iktisadi müesseseleri doğurmuştur. Avlanma şekilleri,
silahları (taş ve maden başlı baltalar, mızrak ve oklar),
toprağın sürülmesi, sulanması, yiyeceklerin bozulmadan
(tuzlanarak, soğukta veya kurutularak) muhafaza usulle
ri, mübadele/ticaret, tedavül araçları (midye kabukları,
1 94
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
,&\�
halk için bir saadettir, halk mesud olmalıdır, halkın mesut
olması için de karnının doyması lazımdır8 demiştir. Gü
nümüzde de iktisadi hayatın, geçim standartlarının iyi
leştirilememesi siyasi iktidarları tehdit edebilir. Bu yüz
den beyler/ siyasi iktidarlar hazinenin dolu olmasına ve
ordunun güçlü olmasına dikkat etmeli, bu konuda azami
gayreti sarf etmelidirler. Gene üstat Yusuf Has Hacib
"Hazine ve ordu beylerin kuvvetini teşkil eder, bu ikisi ile
insan kendi öcünü alır, bu ikisi ile bey büyüklük bulur, bu
ikisi bir araya gelirse beylik tacı azamet bulur'129 demek
suretiyle iaşe ile konumuzun ikinci esası olan güvenliğe
dikkat çekmektedir.
Onun için geçmişte olduğu gibi, şimdi ve gelecekte
de halkın karnının doyurulması/hayat şartlarının iyileş
tirilmesi siyasi iktidarların en önemli meselesi olmalıdır
ve olacaktır. Hatta bu husus çağımız siyasi iktidarlarının
veya dünya devletlerinin de ortak meselesi haline gel
miştir. Zira bir ülkedeki geçim şartlarının dengesizliği ve
yetersizliği ilk bakışta sadece o ülkeyi ilgilendiren bir
mesele gibi görülmektedir. Fakat aslında bazı ülkelerde
ki geçim şartlarının yetersizliği, dengesizliği, bütün dün
yayı, özellikle de kalkınmış ülkeleri tehdit etmektedir.
Bu yüzden (arka planda başka hesaplar olsa bile) millet
lerarası yardım kuruluşları kurulmuştur.
Öte yandan iaşeye konu olan temel gıda ve zaruri
ihtiyaç maddelerinin ticaretinden bazı çevreler spe
külatif kazançlar elde edip zenginleşerek merkezi tehdit
edebilirlerdi. Aynı zamanda da halkın spekülatif kazanç
heveslilerinin insafına terk edilmesi, iktisadi ve sosyal
dengeleri bozabilirdi. Bu yüzden devletler iaşeyi kolay
laştıracak tedbirler almışlardır.
30
Mehmet Genç; "Osmanlı Ekonomisinde Devlet ve Ekonomi" V.
Milletler Arası İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler (İstanbul, 21-25
Ağustos 1989) Ankara 1 990, s. 1 8- 1 9
1 97
TARİH FELSEFESİ
��
daki can güvenliğini koruma içgüdüsü, millet ölçeğinde
milletlerin varlığını ve bağımsızlığını korumaya dönüşmüş
tür. Her millet de tıpkı tek kişi gibi can güvenliğini yani
halkının can güvenliğini yani bağımsızlığını korumak
zorundadır.
Güvenlikten (Savunma ve saldırı da netice itibariy
le savunmaya yöneliktir.) doğan savaş taktikleri, savaşla
rın insan kaynağı, askerlik usulleri (köleler, toprağa bağlı
veya paralı askerler, nihayet vatani görev olarak mecburi
askerlik), savaşanların finansmanı, orduların ikmal ve
iaşe usulleri ve daha pek çok askeri müesseseler başlı
başına askeri tarih adıyla tarihin bir alt disiplinini oluştu
racak kadar zengin ve çok boyutludur.
Güvenliği sağlama her zaman silahlı güçle olmaya
bilir. Zira her halde askeri güce başvurmak, beklenen
sonuçları vermeyebilir. Askeri gücün sonuçlarını önce
den tahmin etmek de güçtür. Hatta bazen bizim dahi
tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar doğurabilir. Bu du
rumda politika-siyaset-diplomasi denen ve askeri güce
başvurmadan karşı taraftan güvenliğini sağlayacak veya
hayat kaynaklarını temin ve idame ettirecek, araçları
zaman ve mekana göre değişebilen siyaset/diplomasi
usullerine başvurulur. O halde uluslararası siyasetin de ilk
sebebi insanın güvenliğini sağlama duygusundan kay
naklanmaktadır. Öyleyse dünya tarihinde meydana ge
len bütün savaşların, işgallerin, bu amaçla geliştirilen
silahların ve takip edilen siyasetin temeli, insanın canını
koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Bu haliyle korunma
içgüdüsü, tarihin ikinci umumi kanunudur.
Dünyanın neresine gidilirse gidilsin şehirlerin fiziki
yapısına tesir eden en önemli unsurlardan birinin güven
liğe ait eserlerin yer aldığı görülmektedir. Hemen her
şehirde mutlaka bir sur, kale, burç kalıntısı, kışla, tabya
1 99
TARiH FELSEFESi
�.�
vb. eserlerin kalıntılarına rastlanabilir. Günümüzde dahi
hemen her şehirde veya stratejik önemi haiz bölgelerde
güvenlik ile ilgili (askeri garnizon, hava alanı, korugan,
dinleme ve gözetleme tesisleri) bir tesisi görmek müm
kündür.
Tarihin ağırlıklı boyutu olan askeri ve siyasi tarihin
temeli, tarihin umumi kanunlarından olan insanın güvenli
ğini sağlama duygusuna dayanmakta ve ondan kaynak
lanmak-tadır.
31
"Ey inananlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi
tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üs
tün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok koruna
nızdır. Allah hakimdir, haberi olandır" Hucurat/ 1 3
32
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık", Tin / 4
33
Dikkat edilirse, tabiatta canlıların büyük çoğunluğunun birleşmele
ri mevsimlere bağlıdır, belli çiftleşme mevsimleri vardır. Bundan
sadece insan istisnadır, insanın cinselliği mevsimlere bağlı olmayıp
süreklidir. Kanaatimizce bunun hikmeti de "aile" birliğinin devam
lılığının sağlanmasıdır. Bir an için aksi olduğu, insanlann da birleş-
200
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
ve füru'u bakımından genişleyen aile sayesinde, aynı
ortak duygu, düşünce ve amaçları benimseyen ve hedef
leyen aile bireyleri çoğalır. Bu fertler varlıklarını, nesille
rini devam ettirmek için birbirlerine daha fazla muhtaç
tırlar. Aynı hayat tarzına sahip olan insanların birlikte
yaşamaları daha kolaydır. İktisadi ve sosyal ilişkilerde
birbirlerini daha iyi anlarlar. Bu bakımdan insanlar, or
tak değerlere sahip oldukları kimselere daha yakın olur
lar. Bu tabii/fıtri yakınlık cemiyette, çekirdek aile, geniş
aile, boy, soy, kabile, millet milliyet şuurunun gelişmesi
ne vesile olmuştur. Ortak değerleri yaşamadan dolayı
fıtri bağlarla birbirine bağlı olmayan insanlar köylülük,
hemşerilik veya aynı memleketlilik bağları ile birbirlerine
bağlanmaktadır. Böylece milliyetçiliğin dayandığı önem
li bir unsur olan vatan/vatandaşlık duygusunun temeli
de gene ortak değerlerle birlikte yaşama arzusu ve irade
sine dayanmaktadır. Çünkü insan, neslini ancak müşte
rek bir coğrafyada ve müşterek değerlerin yaşandığı bir
cemiyette koruyabilir. Aksi halde vatandan ve müşterek
değerlerden yoksun olarak insanın neslini, soyunu de
vam ettirmesi mümkün değildir
Aile-kabile-boy-soy-millet, milliyetçiliğin ilk sebebi,
fıtri olan neslin korunması duygusundan doğmuştur. Bu
hasletlerin tarihte çok önemli bir yere sahip oldukları
hemen göze çarpmaktadır. Gerçekten de tarih bir yerde,
milletlerin mücadelesidir. Her millet kendi varlığını
korumak için yekdiğerine karşı mücadele etmiştir. Hatta
bu mücadele ırkçılığı doğuracak kadar ileri boyutlara
varmıştır. Elbette ırkçılığın başka sebepleri de vardır.
Bizim kastettiğimiz, ırkçılığın benimsenmesi ile neslinin
devamı için yapılması gerekenlerin, yapılacak olanların
meşrulaştırılmasıdır. Dolayısıyla özellikle son çağlarda
temelleri ve metotları farklı, fakat hedefleri, milletlerinin
202
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
b. Nesebin Bozulması
Dışarıdan nesli tehdit eden unsurlar kadar tehlikeli
olan husus, nesebin bozulması meselesidir. Nesep, insa
nın anne babası ve ataları ile olan meşru bağıdır. İnsan
nesebinde erkek ile kadının mevkileri farklıdır. Yaratılış
icabı, erkeğin nesebi dikeydir, kadının yataydır. Yani
erkek kaç kadınla birlikte olursa olsun, doğan çocuğun
nesebi babasına aittir, yani tektir. Ama kadının birlikte
olduğu her erkekten doğan çocukların babaları tabii
olarak farklıdır. Bu durumda doğan çocukların birbirle
riyle annelerinin ve babalarının usul ve furu'larıyla olan
sıhriyet bağları büyük bir mesele ve içinden çıkılamaz bir
hale gelecektir. Onun için fıtrat adeta neslin sahih olma
sı görevini kadına yüklemiştir.
Nesebin sahih olması için evlilik müessesesi doğ
muş, öte yandan da bütün toplumlarda, nesli/nesebi
bozan zina yasaklanmıştır. Evlilik, neslin sahih olarak
devamı için verilen toplumsal izindir. Cinsel birleşmeler
ancak evlilik müessesesi ile meşrulaştırılmıştır. Bu meşru
laştırmada en önemli başvuru kaynağı da dindir. Din,
kimin kiminle evlenebileceğini belirler, meşru kılar. As
lında din ile tabii hukuk/ fıtrat birbiriyle çelişmez. Hiçbir
din (kitabi olsun olmasın) insan fıtratına uygun olmayan
bir evliliğe cevaz vermemiştir. Bütün dinlerde insanın
usul ve füru'u (anne-baba, dede, nine, teyze, hala, kardeş,
çocuklar, torun, kardeş çocukları) ile evlenmesi yasaktır.
Tarihte bu usulün dışına çıkarak yapılan evlilikler varsa
da bunlar istisnai olup, döneminde bile hoş karşılanma
mıştır.
203
TARiH FELSEFESi
�Jg;,
111. Din
Din de, yemek-içmek, emniyetini sağlamak ve nes
lini devam ettirmek gibi fıtri bir duygudur. Ama bu duy
gu bedeni değil, ruhidir. İnsanın manevi vechesini ilgi
lendiren fıtri bir duygudur. Bu bakımdan biz dini müsta
kil bir başlık altında incelemeği uygun gördük.
�iZ;,
34 Nam, Soğdçada nwm, akide, kanun, din, dini eser, dua, telakki
anlamlarına gelmektedir. Nomçı da Vaiz anlamındadır. Bkz. A.von
Gabain, Eski Türkçenin Grameri, (çev. M. Akalın), TDK Yay., An
kara 1988, s. 288
35 Geniş bilgi için bkz. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük; Dinler
Tarihi, Ankara 1993, s . 2-3
36 Tümer-Küçük; Dinler Tarihi, s. 4-5
206
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
ğını da tabii olarak bu felsefenin esasları doğrultusunda
izah etmiştir. Esasında bu durum, sadece dinin kayna
ğında değil, bütün hususlarda tezahür eder. Mesala eği
tim, kadının sosyal ve iktisadi hayattaki yeri ve hatta
uluslararası ilişkilerde tabii olarak sahip olunan, benim
senen felsefi ekole göre izahlar yapılmıştır. Dinin kayna
ğı hususundaki görüşlerde de bu gerçek görülmektedir.
Tylor dinin kaynağının animizm olduğunu, atalara
tapma, fetişizm ve büyü gibi inançların ondan doğduğu
nu ileri sürerken, Herbert Spencer, ilkel kabile dinlerinin
kaynağının her bir sonucu atalara tapınma olduğunu
ileri sürmektedir37• Smith ve Reinach ise dinde evrimi
totemcilikten başlatırlar. J.G. Fragezer da, insanın varlık
güçlerine karşı ilk tepkisini hatalı bir tarzına dayanan
büyü hareketleriyle onları kontrol altına almağa çalışmak
olduğu üzerinde durur. Emile Durkheim, dinin kaynağı
nı sosyolojik bir temele bağlar. Buna göre dinin temel
fikri kutsaldır. Ve o da içtimai yaptırıma dayanır. Kutsal,
toplumun kutsal kabul ettiğidir. Max Müller' e göre, di
nin kaynağı tabiat olaylarının insana verdiği korkudur.
Bu görüşe Naturizm denir. Naturizm fiziki çevrede rast
lanan kuvvet ve varlıkların kişilendirilmesi ve tartışılması
demektir38•
Dinin kaynağından çok, Batı' da Hristiyanlığın ge
lişmesini Tarih ve Din adlı önemli eserinde ele alan
Toynbee, tarihteki dinin yeri ve önemini çeşitli boyutla
rıyla verdikten sonra, daha çok Batı' da Hristiyanlığın
Avrupa' daki gelişmesi ile devletlerin Hristiyanlıkla olan
ilişkileri üzerinde durmaktadır39•
37
Tümer-Küçük; Dinler Tarihi, s. 28
38
Tümer-Küçük, a.g.e., s. 29
39
Arnold Toynbee, Tarihçi Açısından Din, (Çev. İbrahim Canan),
Ankara 1 982.
207
TARiH FELSEFESi
�v�
Felicien Challaye de bu konuda şunları söylemek
tedir: "İnsan, hayatının bağlı olduğu engin gerçeği her za
man tartışmaya çalışmıştır. Onun karşısında daima bazı
ları kişisel, bazıları ortaklaşa, yani tapınışla ilgili olan ha
reketlerin yanı sıra birtakım heyecanlar duymuştur. Din,
daima ruha ve duyguya hitap etmiştir. Bir kafa dini bir de
gönül dini vardır. Kafa dini insana içinde yaşadığı kainat
hakkında -doğruluğunun veya yanlışlığının burada
önemli olmayan- bir bilgi verir. Dünyayı idrak edip onun
üzerinde etki yapmak, organizmasını tehdit eden tehlike
lerden kaçınmak, ana ihtiyaçlarını gidermek, hayatını ko
rumak için bu bilgi, insana çok lazımdır. Bilimde olduğu
gibi dinde de aynı temel eğilimi bulmaktayız ki, bu varlığın
kendi varlığında direşmesi (sebat etmesi), yani korunma
içgüdüsüdür.
Korunma içgüdüsü insanın bütün hayatı boyunca gö
zetmekle kalmaz, aynı zamanda ölümle yok oluş düşüncesi
yüzünden ıztırap çekmesine, bu düşünceye karşı isyan etme
sine de yol açar. İnsan bu yok oluş düşüncesini nahoş ve
aşağılatıcı bularak reddeder.
Dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün yahut bir parça
sının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygı
yı yatıştırırlar. İnsanda, üstün hayvanlarda ve küçük çocuk
larda zaten bulunan bir eğilim vardır ki bu, sırf öğrenmiş
olmak zevki için öğrenmek arzusu, yani meraktır.
Gönül dinine gelincei onun ana belirtisi sezgidir. Kut
sal varlıklara, totemik hayvanlara tabiatı canlandıran
koruyucu tanrılara, Tanrı'ya, evrensel hayata olan sevgidir.
Burada ortaya sempati çıkar ki, bunun ilkel vasfına, haksız
olarak itirafta bulunmuşlardır. Bencillik hayatın korunma
sını sağlarken, sempati, varlığı kendi benliğinden çıkarmaya
psikolojik hayatın kendi öz kişiliğini daha ötesine geçmeye
sevk eder. Sempati, soylu varlıkların üzerinden aşarak son-
208
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\�
�I�
3. Dinin Özellikleri
Gerek dinin kelime anlamından ve gerekse ıstılahi
anlamından veya çeşitli kültürlerde dine atfedilen anla
mı ile dinin asli unsurlarını şu şekilde tespit etmek
mümkündür:
a. Mutlak yaratıcı Tanrı kavramı, b. İnanç, c. İbadet,
d. Ahlak, e. Kutsal Kitap, f. Dinin kurucusu/Peygamber,
g. İlham-vahiy42• Bu kavramlar ve özellikler bütün din
lerde ortaktır. O halde dini kendi ifademizle; inanma
ihtiyacı karşısında insanların kutsal kabul ettiği değerlerin
bütünü veya insanların inanmakla huzur buldukları değer
ler yekunu şeklinde tarif edebiliriz. Biz burada sadece
semavi dinleri kastetmiyoruz. İnsan neleri kutsal olarak
42
Tümer-Küçük, a.g.e , s. 7
.
210
MUSTAF A ÖZTÜRK
�v�
kabul etmiş, neye inanmış, neye inanmakla mutlu ve
huzurlu olabiliyor ise dini, o değerler yekCınudur.
Bütün dinlerin ortak özellikleri vardır. Bunları ön-
ce;
a. İnanca ait,
b. İbadet ve ahlaka ait olmak üzere ikiye ayırmak
mümkündür.
��
43
Burada kutsal kitapların araştırmaalar tarafından kaynak olarak
kullanılıp kullanılmaması, inanılıp inanılmaması meselesi akla gele
bilir. Bize göre bu önemli bir mesele değildir, bilim adamı kaynak
lara peşin hükümlerle bakmamalıdır. Her şeyden önce peşin hü
kümlerle kaynakları değerlendiren bir bilim anlayışı sorgulanmalı
dır. Bu konuyu giriş bölümünde de tartışmıştık.
44 Fatır/24
45
En'am/ 1 30
212
MUSTAF A ÖZTÜRK
�.iM;,
46 En'am/ 1 3 1
47
İsra/ 1 5
48
İbrahim/ 4
21 3
TARiH FELSEFESi
�\!�
49
Challeye; a.g.e, s . 1 1 - 1 2
214
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
yetlerde, mesela Mısır' da50 mutlak yaratıcı tanrı Horus,
Sümerler de Marduk'tur. Hatta Hammurabi Kanunlarını
vazederken, Tanrı Marduk tarafından görevlendirildiği
ni ifade etmektedir51. Bu tanrı Roma' da Jupiter52, Yu
nan' da Zeus53, Hint Vedalarında Mithra, Agni veya Ve
da' dır54. Eski İran'da Ahura ve eski Türk dininde de Gök
Tengri, Bay Ülgen'dir55• Bütün eski Önasya kavimlerinde
tek tanrı inancı görülmekte56 ve hatta bu bölge dillerinin
ortak dili olan Sami dillerindeki Allah kelimesi dahi or
taktır. Mesela eski Babilce El kelimesi Allah anlamına
gelmektedir. Arapçada bu kelimenin başına bir harf-i
50
Eski Mısır dini hakkında daha geniş bilgi için bkz. Herodoti Hero
dot Tarihi Şerhli Terceme I ( George Rawlinson'un İngilizce tercü
mesinden Türkçeye çeviren: Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 1941.
51
Kadriye Yalvaç-Mebrure Tosuni Sümer Babil Assur Kanunları ve
Ammi Şaduqa Fermanı, Ankara, 1975, s. 1 8 1 . Sümerlerin Marduk'u
bilinen mutlak yaratıcı Tanrıdır. Hammurabi'nin de kendisini
Marduk tarafından gönderildiğini söylemesi, Kur' an' da adlarını
bildiğimiz peygamberlerin, kendilerinin Allah tarafından gönderi
len birer peygamber olarak gönderildiklerini söylemeleri ile büyük
bir benzerlik göstermektedir. Öyleyse Hammurabi, bir resul, nebi
bir uyana olabilir. Nitekim Hamrnurabi Kanunları olarak bilinen
kanunlarına bakıldığında da, kanunlarının tevhid inancı ile çelişen
bir yönünün olmadığı, tam tersine esas itibariyle bu kanunların ki
tabi dinlerin ana ilkelerine uyduğu görülmektedir. O halde Ham
murabi, neden adları bize bildirilmeyen peygamberlerden birisi
olmasın?
52
Halil Demircioğlu; Roma Tarihi I, 1. Kısım, Ankara 1987, s. 63-68
53
Antik Yunanda din hakkında bkz. Arif Müfit Manseli Ege ve Yunan
Tarihi, Ankara 197 1
54
Challeyei a.g.e, s. 47 vd
55
Bahaeddin Ögeli Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, İstanbul,
1971, s. 1 60- 161, Abdulkadir İnani Tarihte ve Bugün Şamanizim, 3.
Baskı, Ankara 1986, A. İnani Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, An
kara, 1987,Tümer Küçüki age, s. 78-85, Hikmet Tanyui İslamiyetten
Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, İbrahim Kafesoğlu,
Türk Milli Kültürü 3. Baskı, İstanbul 1984, s. 284-303
56
Füruzan Kınali "Eski Önasya Dinlerinde Monoteist Temayüller",
Belleten, XVII /70, Ankara 1954, s. 1 1 5- 1 29
215
TARiH FELSEFESi
��
tarif (J 1) getirilerek ( oJl 1) /Allah kelimesi doğmuştur.57
Nitekim Allah Süryancada Aloho58 İbranicede Elo
him' dir.
Kitabi dinlerde bu birlik her bakımdan daha açık bir
şekilde görülmektedir. Hatta bu birlik, sadece tek tanrı
fikrinde değil, kainatın, ilk insanın yaratılışı ve peygam
berlere vahyedilen bütün konularda da müşahede edil
mektedir.
Fakat Darwinist dinciler, sosyologlar gelişme teori
sini dinlere de uyguladılar. Onlar çok tanrılı dinleri alt
basamakta görüyorlar, tek tanrılı dini de en üst basama
ğa yerleştiriyorlar. Böylece tek tanrılı din, yetkin bir din
olarak çok tanrılı dinlerin gelişmesiyle meydana geliyor.
Fakat tek tanrılı dini, çok tanrılı dinden türetmek,
Darwinist şemayı uygulamak için bir zorlama, bir hayal
ürünü olmaktan öteye geçemez59• Yani dinlerin basitten
mürekkebe (çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa) doğru ge
liştiği fikri, Darwinist teorinin dinlerin gelişmesine uygu
lanmasından başka bir şey değildir.
Gerçekten dinlerin tekamülünde çok tanrıcılıktan
tek tanrıcılığa doğru bir seyir yoktur. Olsa olsa tek tanrı
inancında bir tekamül vardır. Zira sıkça değinildiği gibi,
bütün eski kültürlerde tek tanrı inancı vardır. Nitekim
Kur' an-ı Kerim' de bu husus sana bugün dini tamamladım
ayetiyle ifade edilmiştir60• İbadet, ahlak, muamelat, ahi
ret, haşır gibi hususlara daha da açıklık getirilmiştir.
Gerçekten de tek tanrılı dinin ilk haliyle son hali arasın
da pek çok alanda büyük bir tekamül vardır.
57
f,
Celal Nuri; Co " afya-yı Tarihi Mülk-ü Rum, Konstantiniyye (Mat
baa-i Orhaniye , 1 9 1 7, s. 37.
58
R.. Payne Smith; A Cornpendious Syriac Dictionary, (Ed. J. Payne
Smith), Oxford Univ. Press 1979, p. 14.
59
Mengüşoğlu, a.g.e., s. 203.
60
Maide/3.
216
MUSTAFA ÖZTÜRK
�lf.&;,
.s}!!?,
61
Aktaran, Auguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, (çev. Haluk
Şaman), Noktakitap Yay. İstanbul 2006, s. 1 20
218
MUSTA F A ÖZTÜRK
��
62
"Biz Beyt'i (Kabeyi) insanlara toplanmak ve güven yeri yaptık. Siz de
İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).
İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rüku ve secde
edenler için evinizi temizleyin" diye emretmiştik" Bakara/ 1 25
63
"Ey inananlar, sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korun
manız için sizin üzerinize de oruç yazıldı" Bakara / 183
219
TARiH FELSEFESİ
.s)�
temizlik (Abdest), namaz/ dua, adab, erkanı ve mekanı,
dini mimari, hac adab-erkanı, merasimi, kutsal mekanla
rın tespit, bakım onarım ve hizmetlerinin yerine getiril
mesi, hac geleneklerinin oluşması gibi daha pek çok
kültür ve medeniyet unsurlarıdır.
Bütün dinlerin vazettikleri ahlak prensipleri de or
taktır. Bunlar en genel ifade ile adam öldürmemek, hırsız
lık yapmamak, zina yapmamak ve yalan söylememektir.
Bunlara biz Kul Hakkı diyoruz ki, bu haklar bütün dinler
tarafından muazzez kabul edilmiştir. Hiç bir din bu
prensiplerin aksini tavsiye etmediği gibi onlara karşı
işlenen suçları da hoş karşılamamıştır.
Yukarıda da değinildiği gibi bütün dinler, dünyada
cemiyetin varlığını, huzur ve sükununu bozan davranış
ları yasaklamıştır. Yani insan hayatı, mal ile ırzı ve namu
su dinler tarafından da korunmuştur. Tarihin umumi
kanunlarının merkezi olarak kabul ettiğimiz bu üç fıtri
duygunun (karnını doyurmak, korunma içgüdüsü, can
güvenliğini sağlamak ve neslini devam ettirmek) bütün
dinler tarafından da korunması tesadüfi değildir. Bun
dan dolayı biz de bu kanunları tarih ve medeniyetin
merkezi olarak kabul ettik.
.,:&\�
bedeni değil ruhi olan fıtri bir duygudur. Din insan haya
tının her safhasına tesir eder. Dine ne kadar bigane de
olunsa yine de kişinin hayatında dinin yerini tamamen
yok farz etmek yanlıştır, bu fıtrata aykırıdır.
Bu özelliklerinden dolayı din, insanın kimliğinin
oluşmasında en önemli bir faktördür. Kişi dini ile bütün
leşir, kimlik sahibi olur. Herkesin dini kendisi için en
doğru ve en kutsaldır. Kişi dinini, aynı dine inanan, aynı
hayat tarzını benimseyen kendi topluluğu - cemiyeti -
milleti içinde sürdürebilir. Kişiden başlayarak genişleyen
halka, cemiyete de kimliğini kazandırır. Artık o kişi veya
topluluk için başka dinler ve mensupları ötekidir, yaban
cıdır, hatta düşmandır. Bu yüzdendir ki, din adına bir
cemiyeti öteki aleyhine kışkırtmak ve savaşa sürmek çok
kolaydır ve bu tarih boyunca en çok başvurulan usul
olmuştur. Aslında hiçbir dinin özü ötekini düşman kabul
etmez, onlara karşı mecbur kalınmadıkça savaşı teklif
etmez, ama dinin bu gücünü bilen bütün eski-yeni dev
letler dini daima meşrulaştırma aracı olarak kullanmış
lardır.
Her din, o dine inananlara ortak bir davranış biçimi
vermektedir. Her toplumdaki gelenek ve göreneklerin
kaynağı büyük ölçüde dindir. Farkında olunmasa da
günlük hayatta yaşanan pek çok davranış tarzının dini
temellere dayandığı bir gerçektir. Böylece her toplum
kendine has ortak değerler edinir ki, bu, o toplumun en
önemli kültür ögesini oluşturur. Aynı zamanda bu gele
nek-görenekler, ortak yaşayış tarzı, toplumları birbirin
den ayıran en önemli özelliklerdir. Yukarıda zikredildiği
gibi, bu ortak inanç, ortak hayat tarzını meydana getirdi
ği için fert, aynı inançtaki toplumlarda şahsiyet bulur ve
kendisini o toplumun bir ferdi olarak görür. Yani kişinin
toplum içindeki sosyalleşmesi, bir bakıma o toplumun
221
TARiH FELSEFESİ
.&IJ�
64
Herodot Mısırlıların domuz yemediklerini hatta domuzun dokun
duğu birisinin Nil'e atıldığını zikreder, Bkz. Herodot Tarihi, s. 168.
Keza Yahudilikte de domuz eti yemek yasaktır. İslamiyeti kabul
etmeden önceki dönemlerde Türkler de domuz eti yemezler, evle
rinde beslemezler, Moğol ve Tunguzlar gibi domuz yemez ve kur
ban etmezlerdi. Hatta Eberhard, aynı coğrafyada aynı hayat şartla
rını yaşayan Asya kavimlerinin etnik ayırımını yaparken, kültür çev
resi metodunu kullanmış ve kavimleri tespit ederken onların do
muz eti yiyip yememelerini esas alınıştır. Tunguzlarla Moğolların
domuz yediklerini ama Türklerin asla yemediklerini tespit etmiş ve
Türk kimliğinin ayırıcı özelliğini buraya dayandırmıştır. (W. Eber
hard, Çin'in Şimal Komşu/an, Ankara 1942, s. 45 vd) . Görülüyor ki,
Türklerde domuz yememe geleneği, İslamiyetin kabulü ile edinil
miş bir gelenek değil, kültürel bir gelenektir.
2 24
MUSTAFA ÖZ TÜRK
�.12.,
�.�
Böylece aile hukuku, medeni hukuk dediğimiz müessese
ler gelişmiştir. Öyleyse medeni hukukun temelinin din
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Eğer bugün
çağdaŞ medeni hukuk yakından incelenirse, pek çok
alanda dinlerin öğretilerini güncelleştirdiği görülecektir.
Mesela, bütün ülkelerin medeni kanunlarında insanın
usul (kan bağı ile bağlı olduğu kendi büyükleri-anne,
baba, hala, teyze, amca, büyük anne, büyük baba) ve
füru'u (kendisinden sonrakiler, oğlu, kızı, torunu, yeğen
leri) ile evlenmesi yasaktır. Keza livata da bugün hiçbir
ülkenin medeni kanunu tarafından benimsenmemiştir.
Bazı marjinal örnekler görülmekte ise de bu da toplum
tarafından nefretle karşılanmaktadır. Bu husus, gelmiş
geçmiş, kitabi veya tabiat dinlerinde de böyledir. O hal
de farkında olmasak da tarihin derinliklerinden gelen
toplumsal tecrübe ile dinin öğretileri günümüzde de
varlığını sürdürmektedir ki, bu gayet tabii bir hadisedir.
Kısaca tarihin umumi kanunlarının merkezindeki
fıtri kanunlar, bir coğrafyada geçmekte ve dinle şekil
lenmektedir.
.&lf�
�.�
sitenin kendine mahsus ilahı vardı. Bu ilahın komşu
sitelerle hiç bir alakası mevcut değildir. Bundan dolayı
dır ki bu telakki, fertleri site hudutları dahilinde hapse
derek daha geniş birlikler teşkil etmelerine büyük bir
engel teşkil etmiştir. Hatta siteler birbirleriyle savaş ilan
ettikleri zaman, onların kendi ilahları arasında da müca
delelerin başladığı kanaati hakim bulunmaktaydı. Muha
rip sitelerin ilahları da birbirinin hasmı olurlardı.
Ancak eski Yunanda din alanında meydana gelen
değişme, din telakkilerinin mahalli karakterlerinde deği
şikliklerin doğmasına sebep olmuştur. Bazı akide ve
telakkiler, bazı ilahlar yavaş yavaş umumileşmeye başla
mış ve siteler arasında dini prensip ve düşünceler nokta
sından bir benzerlik doğmasına doğru gidilmiştir. Nite
kim bu gelişmenin neticesi olarak Delf ve Delos gibi müş
terek ve umumi mabetler ortaya çıkmış ve keza Olimp
adı altında bazı mabutlar bütün Yunanlılar tarafından
müşterek mabut kabul edilmişlerdi. Yine bu cümleden
olarak her dört senede bir Gök Tanrısı ve bütün ilahların
kralı Zeus şerefine icra edilen Olimpiyat oyunlarına da
bütün Yunanlılar iştirak ederlerdi. İşte dini fikir ve telak
kilerde meydana gelen bu birlik, sitelerin birbirleriyle
olan münasebetlerini arttırmış, siteler arasında yakınlık
kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim Pele
ponnes ve Delos birlikleri bu tarzda bir birliğin en canlı
birer ömeğidir65•
Görüldüğü gibi mabutlar arasındaki ayrılık, sitelerin
bir araya gelmesini uzun süre engellemiş, büyük birliklerin
kurulması, ancak müşterek dini telakkilerin kabulü ve ya
yılması ile mümkün olmuştur. Ancak o zaman Yunan site
leri imparatorluk haline gelebilmişlerdir.
65
Recai G. Okandan; "Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül", İ. Ü. Hukuk
Fak. Mec. VI, S. 2-3, İstanbul 1940, s. 303-305
228
MUSTAFA ÖZTÜRK
66
Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi ( Çev. Fikret lşıltan),
Ankara 198 1 s. 214-2 15, M. Çelik; Bizans'ta Din-Devlet İlişkileri, s.
155-156
230
MUSTAF A ÖZTÜRK
.&IJ�
67
Bizans'ın mezhep kavgalan ve halkına karşı takip ettiği siyaset için
bkz. Prokopius, Bizans'ın Gizli Tarihi, ( Çev. Orhan Duru), İstanbul
200 1, M. Çelik; Bizans Devletinin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kit
le Katliamları (W-VII. Yy.), Antakya 1994, aynca aynı yazar; Sürya
ni Kilisesi Tarihi I, İstanbul, 1987
232
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
ve İskenderiye Patrikleri imparatorun baskısı sonucu
imzaladı. Ancak bu patrikler halefleri tarafından ihanetle
suçlandılar68•
il. Teodosius'un ölümü üzerine Bizans tahtına
Mardan geçti (M.S. 450 ) . Yeni imparator kiliseler ara
sındaki liderlik çekişmesinden ülkenin çok büyük zarar
lara uğradığını görmüştü. Hele hele İskenderiye patrik
hanesinin devlete hakim olması, imparatorluğun siyasal
etkinliğini azaltmıştır. Bu, yönetimde iki başlılık demek
ti. İmparator Marciaus ülkede din birliğini (daha doğru
su mezhep ve kilise birliğini) sağlamak amacıyla bazı
tedbirlere başvurdu. 8 Ekim 45 1 yılında Kadıköy' de bir
Konsil toplandı. Konsil bir dini toplantı olmaktan çok,
adeta bir mahkeme salonuna dönüştü. İskenderiye Pat
riği bir mücrim gibi sorgulanarak aforoz edildi ve kilise
den uzaklaştırıldı. İmparator yeni bir Amentu hazırlata
rak, Konsile kabul ettirdi69, böylece inanç birliği sağlan
mış olacaktı. İmparatorun baskısı ile İstanbul Patrikliği
ne Ökömenlik verilmesi, özellikle Doğu kiliselerinde
infialle karşılandı. Ancak imparator, ülkede din birliğini
sağlamaya kesin kararlı olduğu için daha sert ve yeni
tedbirler almanın kaçınılmaz olduğu kanaatindeydi.
Konsilin kararları Roma Katolik dünyasında halkı pek
etkilemedi. Hatta kamuoyu duyarlı bile değildi. Tepkiler
sadece ruhanilerden geliyordu. Ancak Doğu' da durum
farklıydı. Dini konularda halk o kadar duyarlıydı ki, za
man zaman ruhaniler halkı kontrol edemiyorlardı. Kadı
köy Konsilinde Doğu' da etkili olan birçok piskoposun
aforoz edilerek sürgüne gönderilmeleri, beklenenin çok
üzerinde bir infiale sebep oldu. Özellikle İskenderiye'de
nümayişler başladı. Sokak hareketlerinin kontrol altına
68
Çelik; Bizansta Din-Devlet İlişkileri, s . 43-44
69
Çelik, a.g.e. 45-48
233
TARiH FELSEFESi
��
alınabilmesi için tüm ülkede olağanüstü hal ilan edildi.
Alınan askeri tedbirlerle bir sükunet sağlandıysa da bu
uzun sürmedi. Bir müddet sonra kiliselerin işgaliyle so
kak hareketleri yeniden başladı. Askerler işe karışınca
gösteriler çatışmalara dönüştü. Günlerce aralarında de
vam eden çatışmalarda sel gibi kan aktı. Sükunet ancak
24.000 kişinin katledilmesiyle sağlanabildi70•
ülkede çok kan akması neticesinde alınan sıkı as
keri önlemler hadiseleri durdurdu, ancak problem bit
medi. Halk neticeyi bir türlü kabullenemediği gibi, yapı
lan katliamlarla devletten iyice soğumaya başladı. Devle
tin bu politikası milliyetçilik duygularının uyanmasına
sebep oldu. Nitekim 457 yılında Marcian'ın ölümü ile
hadiseler tekrar başladı. İskenderiye' deki devletin patri
ği, halk tarafından linç edilmek suretiyle katledildi.
Ayaklanmalar yine çok kanlı bir şekilde bastırılabildi.
Antakya, Urfa ve daha pek çok vilayette büyük kitle kat
liamları, Doğu'nun devletten soğumasına ve Sasani-İran
nüfuzu altına girmesine sebep oldu. Sasaniler, Mecusi
olmalarına rağmen en büyük rakipleri olan Bizans' a karşı
bu tabanı kullanmak düşüncesiyle N asturilere kucak
açtı. Bu hoşgörü, doğu Hristiyanlarının İran' a meylet
melerine sebep oldu71•
Farklı dini düşünceler her dönemde siyasi iktidarla
rı, merkezi otoriteleri yani hükümetleri tehdit eden bir
unsur olagelmiştir. Bundan dolayı her devirde ve her
siyasi teşekkülde kendi içinden farklı dini eğilimlere
karşı tedbirlerin (bu tedbirler çoğunlukla kıyım şeklinde
70
Çelik, a.g.e., s. 46 Bu işkence ve katliamlar ileriki yıllarda da devam
etmiştir. Justinianus'un 705-7 1 1 yıllarında yaptığı işkence ve katli
amlar için bkz. Auguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, s. 105-
1 06
71
Çelik, a.g.e., s. 47-49
234
MUSTAFA ÖZTÜRK
�IJ�
�.�
ölçeğinde bölünmesine vesile olabilir. Bu sözlerimizle,
bir toplumda yaşayan bütün insanların aynı dine inan
maya mecbur edilmeleri gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Bir toplumda farklı dini eğilimler, inanışlar mutlaka ola
caktır. Bu, o toplumun zaafı değil, zenginliğidir. Ama her
dini eğilim mensupları, kendi inançları etrafında siyasal
laşmaya giderlerse, o zaman toplumsal zaaf ortaya çıkar.
Dini bakımdan bölünmüşlük de bir daha telafisi müm
kün olmayan akıbetler doğurur. Çünkü dinde farklılaş
ma, kültürel farklılaşma, farklı bir hayat tarzı demektir.
Değişik kesimler tarafından değişik zamanlarda, ül
kemizde devletin din hizmetlerinden çekilmesi, din
hizmetlerinin ilgili vakıflara havale edilmesi dile getiril
mektedir. Bunu teklif edenlerin ne maksatla söyledikleri
konumuzun dışındadır ama bunun tarihi ve sosyal ger
çeklerle bağdaşmadığı açıktır. Çünkü toplumda her ke
sim kendi cemaatini, şeyhini, cami ve mescidini yaratır,
ona sahiplenir, onun etrafında ayrışır. Öte yandan her
camiin görevlilerinin maaş ve diğer sosyal hakları eski
den olduğu gibi, o camiin vakıf mütevellisine havale
edilmiş olur. Bu da yeni sosyal ayrıcalıklar ve giderek
buhranlar yaratacaktır72•
Nitekim tarihte dini yorumların farklılaşması etra
fında oluşan tekke-tarikat geleneği, her cami ve mescidin
72
Yakın bir geçmişte din hizmetlerinin mahalle veya köy halklarının
yardımları ile yürütüldüğü, bu durumdaki din görevlilerinin itibar
lannın bugünkünden çok aşağı olduğu unutulmamalıdır. Bu yönüy
le Cumhuriyet dönemi eskiye oranla çok ileridedir. Eskiden vakıf
gelirlerine veya halkın ianelerine bağımlı bulunan din görevlileri,
Cumhuriyetin laik devlet anlayışı sayesinde maaş ve sosyal haklan
devlet güvencesi altına alınmış birer devlet memuru haline getiril
miştir. Bu suretle din görevlileri sadece devlete karşı sorumlu ol
maya başlamış, diğer mahalli veya maddi güç merkezlerinin din gö
revlileri üzerindeki baskılan kaldınlmıştır. Devletin din hizmetle
rinden çekilmesini teklif edenler, gerçekte geriye dönüşü teklif et
tiklerinin farkında değildirler.
236
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\[&;,
73
Aynı durum bugün Avrupa' da yaşayan vatandaşlarımız arasında da
vakidir. Avrupa ülkelerindeki her grup, kendi camisine gitmekte,
çok mecbur olmadıkça başka grupların devam ettikleri camilere
gitmemeyi tercih etmektedir. Avrupa' da yaşanan bu dini ayrışma
nın ülke geneline uyarlamanın doğuracağı sonuçları şimdiden gör
memek mümkün değildir. Cami ve mahalle ölçeğinde meydana ge
lecek bir ayrışma, telafisi mümkün olmayan bir ayrışmaya sebep
olabilir. Bu itibarla laik devlet düzeni, din birliğini, dolayısıyla da
milli birliği sağlama hususunda gerçekten büyük bir önemi haizdir.
237
TARİH FELSEFESİ
�.f.g;,
��
pa' da kayıtsız şartsız kabul görürdü, Papa'nın emirname
lerini tartışmak ve itaat etmemek mümkün değildi. Oysa
14. yüzyıldan itibaren Avrupa'da Milli Monarşiler doğ
maya ve güçlenmeye başladı. Artık her milli monarşi,
kendi menfaatlerinin gereğini yapmak eğilimine girdi.
Siyasi ve iktisadi olarak milli siyasetlerini kuran özellikle
kuzey ülkeleri, Alman Prenslikleri ve İngiltere, kültürel
yani dini bakımdan hala Papa'ya bağlıydılar. Bir devletin
milli olabilmesi için siyası, iktisadı ve kültürel bakımdan
da bağımsız olması gerekir. Halbuki söz konusu devlet
ler, ilk ikisini başarmışlar ama üçüncüsü olan kültürel
bağımsızlıklarını yani milli kiliselerini hala kazanama
mışlardı. Milli monarşilerini kuran bu devletlerin, kültü
rel bakımdan da Papalığın himaye ve tasallutundan kur
tulmaları, milli kiliselerini kurmaları gerekiyordu. İşte
Reform hareketleri bu imkanı sağlamış, kuzey ülkeleri
Papa' dan bağımsız kendi milli kiliselerine kavuşmuşlar
dı. Böylece Protestanlığı benimseyen ülkeler, kendi milli
kiliselerine kavuşmakla devlet olarak ümmetten millı
devlete geçmişlerdir74•
74
Dikkat edilirse Protestanlıkta, Katoliklikte olduğu gibi, merkezi ve
ruhani bir kilise veya Papa gibi bir din adamı yoktur. Her ülkenin
kilisesi millidir, o ülkenin idare anlayışına göre, ya bağımsızdır veya
kral kiliseyi temsil eder. Alınan Protestan Kilisesi, İngiliz Anglikan
Kilisesi, Amerikan Protestan Kilisesi gibi, her birisi diğerinden
müstakildir. Ama Katolik Kilisesi, Katolikliğin yayıldığı bütün ülke
lerin ruhani kilisesidir. Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesine benzer
ise de, orada da farklı ülkelerin kiliseleri vardır, yani Katolik Kilisesi
gibi bütün Ortodokslara hakim değildir. Yunan Kilisesi, Rus Kilise
si, Bulgar, Sırp Kiliseleri bu manada millidirler. İstanbul Ortodoks
Kilisesi'nin Ökünerniklik iddialarının temelinde, bütün Ortodoks
ların merkezi ve ruhani kilisesi olma gayret ve politikaları bulun
maktadır. Ancak diğer milli Ortodoks kiliselerinin bunu kabul et
meleri zordur, çünkü her ülkenin bağımsız kilisesi, aynı zamanda
onun siyasi bağımsızlığını da ifade etmektedir. Bu itibarla, her birisi
bağımsız birer devlet olan Rusya, Bulgaristan veya Yunanistan,
dini/kültürel bakımdan İstanbul O rtodoks Patrikliğine bağlı ve ba
ğımlı olmayı asla düşünmezler.
239
TARiH FELSEFESİ
�va.
Yeni Hristiyanlık mezhebi olan Protestanlık, kuzey
ülkelerinin tarihi, kültürel temellerine ve iktisadi geliş
melerine en uygun mezhepti. Zira Protestanlık, pek çok
konuda Katoliklikten ayrılıyordu. Protestanlığın esasları
şu şekilde özetlenebilir:
a. Papa tek otorite değildir ve yanılmazlığı yoktur.
Hristiyanlığı bilen herkes otoritedir. Papanın
dünyevi hiçbir yetkisi yoktur, imparatordan üs
tün değildir.
b. Kilisede hiyerarşi olamaz, Papa'nın ve piskopos
ların Hristiyanlar üzerinde onlara hizmet dışın
da yetkileri yoktur.
c. Tanrı'nın ruhaniyetinde herkes eşittir. Bu ne
denle laikle ruhban arasında hiçbir fark yoktur.
d. Ayrı bir kilise hukuku olamaz. Hristiyanlıkta
cemaat, tüzel bir kişilik değil, ancak bir inanan
lar topluluğudur. Halbuki Katoliklikte cemaat,
hem tüzel kişilik, hem de Hz. İsa'nın kişiliğinde
bütünleşmiş manevi bir birliktir. Cemaat kimi
seçerse, vaftiz ve ayini o yapar.
e. Ruhani imparatorluğunda Tanrı bizzat hüküm
sürer. Bu nedenle günahları ancak o bağışlayabi
lir, Tanrı dışında hiç kimsenin böyle bir yetkisi
yoktur.
f. Dini korumada başvurulacak tek kaynak Kutsal
Kitap'tır, Konsil kararları ve kilise dogmaları
değildir. Kutsal Kitab'ı yorumlamak kilisenin
tekelinde değildir, onu okuyup anlayabilen her
kes yorumlayabilir.
g. Günah itiraflarının mecburiliği ve kilise men
suplarının günah çıkarma yetkisi kabul edile
mez.
240
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
h. Kilisede resim ve heykellere yer verilmez.
ı. Sadece Anglikanlar haç çıkarırlar.
j. İbadetler herkesin ana diliyle yapılır.
k. Araf ve ebedi cezaya inanmazlar, Hz. Meryem
konusunda diğer mezheplere katılmazlar, aziz
leri kabul etmezler.
1. Teslise inanırlar, bu konuda diğer mezheplerle
aralarında fark yoktur.
m. Katolik ve Ortodokslar gibi merkezi ve ruhani
başkanları yoktur. Gene Katoliklerin aksine
Protestan rahipler evlenebilirler75•
75
Ayhan Öztürk-Özgür Yıldız; Amerikan Protestan Misyonerlerinin
Türkiye'deki Faaliyetleri (1 820-1 938), Kayseri 2007, s. 1 2-14
76
Claude Delınas, Avrupa Uygarlık Tarihi, s. 1 1 0-1 1 1
77
Protestanlık ile kapitalizm arasındaki ilişki hakkında daha geniş
bilgi için bkz. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu,
( çev. Zeynep Aruoba), Hil Yay., İstanbul 1985
241
TARİH FELSEFESİ
�\fg.,
Kapitalizm, ancak Protestanlık ile gelişebilirdi, her ikisi
arasında büyük bir uyum vardır78• Kısaca Reform hare
ketleri, milli monarşilerin gelişmesine paralel olarak
milli kiliselerin kurulmasını, ümmetten milli devlete
geçişi sağlamıştır.
Her milletin kendi tarihi, kültürel zeminine ve dün
ya görüşüne göre bir dini-mezhebi benimsemesi sadece
Avrupa' da değil, bütün dünyada olan bir hadisedir. Me
sela Türkler, kendi tarihi ve kültürel zeminlerine uygun
olarak İslamiyetin Ehl-i Sünnet itikadını benimsediler.
İranlılar, eski Pers asabiyesine ve geleneksel Tanrı-Kral
inanışlarına uygun İslamiyetin Şiiliğini benimsediler.
Suudlular ise eski Arap kabilecilik anlayışına uygun olan
Vahhabilik düşüncesini İslam adına yerleştirdiler. Japon
lar, geleneksel Japon feodalizmine uygun olan Taoizmi
seçtiler. Hint coğrafyasında ise, o coğrafyaya ve o coğ
rafyanın doğurduğu yaşayış tarzına uygun olan Budizm
ve diğer Hint dinleri gelişti. Görüldüğü gibi, her millet
kendi yaşayış tarzına, dünya görüşüne göre bir din veya
mezhep edinmiştir. O halde dünyada din ve mezheple
rin dağılımında bu tarih-coğrafi ve kültürel şartları göz
den uzak tutmamak gerekmektedir. Bu dağılımın neden
niçin'ine bakıldığında zikredilen tarihi ve coğrafi şartları
görürüz.
Tarihte her milli hareketin arkasında o hareketin
dini vardır. 19. yüzyıldaki millileşme hareketlerinin te
melinde milli kiliseleri çok önemli görevler üstlendiler.
78
Protestan mezhebini benimseyen ülkelerde kapitalizm gelişmiş ve
bu süreç bugünkü Avrupa'nın gelişmişlik düzeyine de yansımıştır.
Avrupa'nın Protestan kuzey ülkeleri ve gene Protestan olan ABD,
gelişmişlik düzeyinde güneyin Katolik ülkelerine göre daha çok ge
lişmişlerdir. Aynı şekilde Ortodoksluğu benimseyen ülkeler de Ka
tolik ülkeler gibi istenen düzeyde kapitalist gelişmelerini başara
mamışlardır.
242
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
��
olmalıdır. Siyasi iktidarlar, tarihte çeşitli kültürlerde ve
devirlerde farklı adlarla (Firavun, Kral, İmparator, Sul
tan, Halife, Emir, Hakan, Padişah) anılmışlardır. Ama
hepsinin dayandıkları güç, meşrulaştırma aracı olarak
gördükleri ortak değer din olmuştur.
İnsanlığın ilk siyasi teşekküller kurdukları dönem
lerden başlayarak, özellikle Sanayi İnkılabı sonrası Ya
kınçağlara kadar geçen uzun sürede en önemli meşrulaş
tırma aracı din olmuştur. Hakimiyetin kurulmasında,
devlet ile halk, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
bütün ilişkilerde (hukuk, yargılanma sistemi, medeni ve
cezai kanunların vaz'ı, asker alma, vergilendirme, eğitim
öğretim tarzı ve müesseseleri, giyim-kuşam, mülk edin
me, hak ve diğer görevler) din en önemli düzenleyici
meşrulaştırıcı araç olmuştur. Sanayi öncesi toplumların
en belirgin özelliklerinin dini karakterli olmasının, dinin
en önemli sosyal müessese olmasının sebebi budur.
Acaba bu dönem insanları gerçekten çok mu dindarlar
dı? Neden dini, devlet ve hakimiyetlerinin esası kabul
etmişlerdir? Dinin yerine başka müesseseler koyamazlar
mıydı?
Kanaatimizce bunun sebebi, eski insanların çok
dindar olmaları değildir. Bunun tek sebebi, dinin gücü
dür. Bu güç daimidir, insan hayatının bütün dönemlerini
hatta ahiretini kuşatmıştır. İnsanın ölümünden sonraki
hayatını da ilgilendirdiğinden dolayı din, çok güçlü bir
müessesedir. Sanayi öncesi toplumlar, dinin bu özelliği
ni keşfetmişlerdi ve hakimiyetlerini devam ettirmek için
her alanda kullanmışlardı.
Fakat dinin dışındaki meşrulaştırma araçları olabi
lecek unsurlar, şu ya da bu şekilde sınırlıdır. Mesela, bir
an için dinin yerine toprağın ikame edildiğini düşünelim.
Devletin sınırları ne kadar geniş olursa olsun, nihayet,
244
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\�
devletin elinde sınırlı miktarda toprak vardır. Kaynağı
nın sınırlı olması itibariyle herkese toprak vermenin
imkanı yoktur. Toprak farklı özellikte olduğu için, her
kesi memnun etmek de imkansızdır. Sonra toprak, her
kese (alim, edip, şair, zanaatkar, tüccar) aynı derecede
hitap etmez. Yani toprak, kaynağı ve hitap edeceği kitle
itibariyle de sınırlıdır, umumi ve sürekli değildir.
Aynı şekilde dinin yerine para, makam ve mevkinin
ikame edildiğini düşünelim. Para ekonomisinin geliş
mediği bir dönemde, herkese, her yerde, yeterli miktar
da ve oranda para vermenin imkanı yoktur. Nihayet
paranın kaynağı da sınırlıdır. Keza, mevki, makam
mansıb da kaynağı itibariyle sınırlı olup, herkese aynı
derecede hitap etmez.
Görülüyor ki, dinin dışında meşrulaştırma araçları
olarak ilk akla gelen toprak, para, mevki, makam gibi
kaynakların hepsi sınırlıdır, herkese aynı derecede hitap
etmemektedir. Üstelik bu kaynaklara olan arzu ve mec
buriyet zamanla azalabilir. Ama bu kaynaklar da tarih
boyunca her zaman birer teşvik unsuru olarak kullanıl
mıştır. Henüz vatan-millet gibi kavramların bilinmediği
bu dönemde, tabii olarak en geniş, en etkili, en birleştiri
ci/ meşrulaştırıcı unsur din olmuştur.
İşte klasik çağ insanı, bitip-tükenmeyen, zaman,
mekan, cinsiyet ve sosyal statü ile de sınırlı olmayan din
kaynağını keşfetmiştir. Böylece kendi hazine veya top
raklarından hiçbir şey çıkmadan, eksilmeden bütün in
sanlara bu kaynağı cömertçe dağıtmışlardır. Din ile önce
hakimiyetlerini, sonra da dahili ve harici politikalarını
meşrulaştırmışlardır. O yüzden bütün klasik çağlara
damgasını vuran müessese din olmuştur. Bütün iktidar
ların hakimiyetlerinin kaynağının dini olmasının sebebi
budur.
245
TARİH FELS EFESİ
.&l.!M:..
.&IJ�
�.�
sayısız örfi vergi çeşidi, Ebu's-Suud Efendi tarafından
dine dayandırılmış, dinle meşrulaştırılmıştır. Gene sıkça
görülen bir olay da, savaşlarda devletin nakit paraya olan
ihtiyacını karşılamak amacıyla, halkın elinde bulunan
altın ve gümüş süs eşyalarını hazineye getirmeleri, bunu
kullanmanın haram olduğu hakkında fetvalar yayınlan
masıdır. Daha bunlar gibi, iç politikaya ait pek çok mese
le dinle meşrulaştırılmıştır.
Sonuç olarak tıpkı bedeni-fıtri kanunlar gibi din de
tarih ve medeniyetin en önemli kanunlarındandır. Be
deni-fıtri kanunlara yön veren, onları meşru-gayrimeşru,
helal-haram, doğru-yanlış, iyi-kötü olarak değerlendiren
ve buna bağlı müesseseler meydana getiren dindir. O
halde din, tarih boyunca en önemli sosyal müessese
olmuştur. İşte bu yüzdendir ki, geçmişte ve hatta günü
müzde din daima ön plana çıkmakta ve hayatın her saf
hası ile bütünleşmektedir.
Tarihte uzun süre meşrulaştırma aracı olarak kulla
nılan dinin yerine, özellikle Yakın Çağlardan itibaren
yeni değerler ikame edilmiştir ki, ileriki bölümlerde bu
konu ele alınacaktır. Bütün bu yeni değerlere rağmen
din, sosyal hayattaki yerini ve önemini hiçbir zaman
kaybetmemiş ve kaybetmeyecektir. Çağdaş yönetimler
de eskiden olduğu gibi dini en önemli meşrulaştırma
aracı olarak görmeye devam etmektedirler. Dinle siyasal
iktidarlar daima birbirlerine muhtaçtır. Bu karşılıklı
mecburiyet geçmişte olduğu gibi, gelecekte de devam
edecektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TOPLUMSAL MÜŞTEREKLER
��
.&lf�
SANAYİ İNKILABI
Öncesi Sonrası
1. Tek Kişinin (Monark) 1 . Monarşiden Meşrutiyete
Hakimiyeti Vardır. ve Cumhuriyete Geçildi.
2. Monark Ailesi/ Saltanat 2. Saltanat Dönemi Tedri-
Mevcuttur. cen Sona Erdi.
3. Devletle Saltanat Özdeş- 3. Devletle Saltanat Ayrıldı.
leşmiştir.
4. Hakimiyetin Kaynağı 4. Hakimiyetin Kaynağı
Dindir. Anayasa Oldu.
5. Din En Önemli Sosyal 5. Meşrulaştırmanın Aracı
Müessese ve Meşrulaş- Anayasa Oldu.
tırma Aracıdır.
6. İmparatorluklar Çağıdır. 6. Milli/Ulus Devletler
Çağıdır.
7. Merkezi Bürokrasi ve 7. Kölelik ve Kul Müsesse-
253
TARİH FELSEFESİ
�.�
takip ediyorsa, medeni gelişme de aynı şekilde bir seyir
takip eder. Dünyanın bir yerinde sabah iken, başka bir
bölgesinde hala gece olduğu gibi, dünyanın bir bölge
sinde sanayileşme görülürken, başka bir bölgesinde kla
sik tarım toplumu yaşayış tarzı görülebilir. Bu da tabia
tiyla bölgeler ve toplumlar arası gelişmişlik gerçeğini
ortaya koymaktadır. Bütün bunlara rağmen, en genel
hatları ile toplumsal müşterekleri bu tarzda incelemeye
tabi tuttuk. Şimdi bu özellikleri daha yakından incele
meye çalışalım.
1. Bütün Toplumlarda
Tek Kişinin (Monark) Hakimiyeti Vardır
İnsan bedeni ve fikri bakımdan farklı yaratıldığın
dan birbirine muhtaç olup, mutlaka birlikte yaşamak
mecburiyetindedir3• Bir insan aynı anda çiftçi, değir
menci, fırıncı, balıkçı, terzi, tüccar, asker, öğretmen ola
maz. Her insan farklı iradi ve fiziki kabiliyette yaratılmış
tır. İşte insanların birlikte cemiyet halinde yaşamaları,
dolayısıyla devlet dediğimiz o mücerred ama hayati olan
mefhumun kaynağı ve ilk sebebi, insanın farklı yaratıl
masıdır.
�t�
Birlikte yaşamak mecburiyetinde olan insanları ida
re edecek bir müesseseye ihtiyaç vardı ki, bu da uzun
müddet güç unsurlarını elinde bulunduran bir hanedan
ve hanedanın reisi olan monark olmuştur. Hakimiyeti
elinde bulunduran tek kişi, farklı kültürlerde farklı adlar
la (Firavun, kral, imparator, şah, sultan, emir, hakan,
padişah) anıldığı için, hepsini ifade edecek bir terim
olarak monark terimini kullandık. Hatta monarşi terimi
nin de bu terimden geldiği malumdur.
Herkes monark olamazdı, bütün toplumlarda yöne
tici olabilmenin bazı şartları vardı. Bu şartların en önem
lisi, monarkın büyük, soylu, köklü ve geniş bir boya
mensup olması gereğiydi. Yani güç ve kudreti elinde
bulundurması gerekiyordu. Çünkü böyle bir boyun, aynı
zamanda iktidarı elinde bulundurabilecek maddi (nüfus
potansiyeli de dahil) güç unsurlarına sahip olması de
mekti. Bu suretle halkı daha iyi koruyacağı ve yöneteceği
kanaatı yaygındı. Mesela eski Türk töresinde herkes
Hakan olamazdı. Türklerde Beylik Oğuz boyuna aitti.
Hatta Oğuz'un da bütün boyları Beylik iddiasında bulu
namazlardı. Oğuz' un içinde de en muteber boylar, Kayı,
Bayındır ve Bayat gibi boylardı. Tabiatiyle bu, gelenek
sel olan usuldü.
Bazan geleneğin dışına çıkılıp güçlü bir komutanın
saltanatı ele geçirip kendi hanedanını kurduğu görül
mektedir. Bir devlette farklı sülalelerin hüküm sürmesi
nin sebebi budur. Eski Mısır' da bunun ilk örneklerine
şahit olunmaktadır. Eski Mısır'ın uzun tarihinde yirmi
yedi sülalenin hüküm sürdüğü bilinmektedir. Çin tari
hinde de farklı sülaleler hüküm sürmüştür. Aslında Türk
tarihinde devlet olarak addedilen iktidarlar da, farklı
sülalelerden başka bir şey değildir. Ama herhalde çok
farklı ve etnik menşeden gelen sülaleler, en fazla Roma
ve Bizans tarihinde görülmektedir. Mesela Roma' da
256
MUSTAFA ÖZTÜ RK
�J�
.&t!2.
.,&\}!?,
�Jz.
�IJ�
��
de zannedildiği gibi değildir. Siyasi otoritelerin gelişme
sinde, güçlenmesinde, devlet şekillerinin gelişmesinde,
siyasi ve iktisadi uygulamalarda din nasıl etkin bir rol
oynamışsa, din ve dini müesseselerin gelişmesinde, hi
maye görmesinde de siyasi otoriteler de aynı şekilde
etkin rol oynamışlardır. Orta Çağ Avrupa'sında impara
torluklara manevi güç veren Papalık ise, Papalığı da bu
güne kadar himaye edip getirenler, Avrupa'nın kral veya
imparatorları olmuştur. Her ikisinin henüz başka alter
natifleri bulunamadığı için, bütün klasik çağlar din ve
devletin iç içe olduğu dönemlerdir.
Bu hususta dinler veya kültürler arasında önemli
farklar yoktur. Tam tersine büyük benzerlikler bulun
maktadır. Mesela, 1 0- 1 3. Yüzyıllar Avrupa'sında dinin
toplum ve devlet hayatındaki rolü malumdur. Aynı çağ
larda Selçuklu Anadolu'suna bakıldığında, şaşırtıcı ben
zerlikler görülmektedir. Anadolu' da da din, en önemli
sosyal müessesedir. Toplumun bütün kesimlerini derin
den etkilemektedir. En çok tartışılan konular, dini konu
lar, merakla dinlenen hikayeler, çoğu müridleri tarafın
dan abartılan ulu kişilerin menkıbeleri, en çok hürmet
gören kişiler şeyh, baba, evliya olarak adlandırılan ulu
kişilerdi. Devrin modası, bir şeyhe mürid olmaktı. Hatta
Selçuklu sultan veya ümerasından bir ulu kişiye, bir şey
he, bir tarikata bağlanmayan, mürid olmayan kimse he
men hemen yok gibidir. Üstelik bu hayat tarzı, geniş
vakıflar yoluyla da beslenmekteydi. Hele hele 1 243 Kö
sedağ bozgunundan sonra Anadolu' da başlayan Moğol
hakimiyeti ve arkasından gelen buhran döneminde si
yasi otoritenin din adamlarının ve nüfuzlu tarikat şeyh
lerinin manevi nüfuzlarına olan ihtiyacı daha da fazlalaş
tı. Aynı anlayış ve ilişkiler Osmanlı Devleti'nin kuruluş
sürecinde de devam etti. Kuruluş halindeki devletin
nüfuzlu tarikat şeyhlerinin manevi desteğine ihtiyacı
264
MUSTAF A ÖZTÜRK
�./g,
�\!&;.
6. İmparatorluklar Çağıdır
9
Kutadgu Bilig, s. 382
266
MUSTAFA ÖZTÜRK
,&l}Z:,
�� ..
,&il&;,
�\�
10
Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, (çev. Elif Özsayar),
Aynntı Yay., İstanbul 1998, s. 17
272
MUSTAF A ÖZTÜRK
�v�
11
Keza Zeldin, a.g.e., s. 19
12
Karadeniz'in kuzey-doğusundaki Gürcü, Abaza ve Çerkez kavimle
rinin kendi çocuklarını veya yakaladıkları esirleri kıyılara getirerek
sattıkları yolunda kayıtlar vardır. Osmanlı Devleti bu esir alışverişi
ni yasaklamaya çalışmışsa da bunda başarılı olamamış, hatta Rus
ya' dan yardım istemiştir. Sadrazamın 30 Ocak 1855 tarihli telhisin
de "Gürcistan ve Abaza ve Çerkezistan'dan üsera ihracının men'i hak
kında isdar buyuru/an evamir-i aliye kıra'at olunarak ol-babda ne
vechle ten bihat ve te'kiddt icrasına müsara'at kılınmış olduğuna ve bu
hususda vuku ' bulmakda olan taharriy at ve ikdamdta vasıta-i
mü'essire olmak üzere Devleteyn-ifahimateynin Karadeniz'de bulunan
donanmalarından iki kıt'a vapurun ol-havali sevahiline irsali lüzumu
nun te'kidine Batum Ordu-yu Hümayunu devletlü paşa hazretleri ta
rafından tevarüd iden tahrirat manzur-ı ali-yi cenab-ı mülukane buyu
rulmak içün arz ve takdim kılındı. Bu maddenin men 'i emrinde . . . "
BA. İrade-Dahiliye No: 5790
273
TARiH FELSEFESi
��
unsuru bu amaçla istihdam etmişlerdi13• Selçuklular ve
Hint sultanlıkları Gulam teşkilatı adıyla geniş bir köle
ordusu oluşturmuşlardı.
Aynı ihtiyaç ve endişelerden dolayı Osmanlı Devle
ti de bu geleneği sürdürdü. Hatta Osmanlı Devleti selef
lerinden daha ileri olmak üzere, istihdam edeceği kölele
rini devşirerek Birun' da özel olarak yetiştirirdi. Böylece
büyük kabile ve boylara dayanmayan nüfus potansiye
linden yoksun köleler eliyle sarayın muhafazası, hizmet
leri, asker ve sivil bürokrasi hizmetleri yerine getirilmiş
oluyordu. Osmanlı merkez ordusu Yeniçeriliğin mahiyeti
budur. Saray bürokrasisinin ve taşra idaresinde geniş
ölçüde bu Kul Taifesinden faydalanılmıştır. Bir an için
bu sistemin yerine, Anadolu' dan mesela Germiyan, Ay
dınoğlu, Karaman, Dulkadirli Bey sülalelerinden, Bayın
dır, Avşar, Döger gibi Türk boylarından saray muhafızı
istihdam edildiğini düşünelim. Herkesin bey olabildiği
bir dönemde saltanat, bir gecede el değiştirebilirdi. İşte
mahiyeti bir türlü anlaşılamayan Devşirme ve Köle/Kul
zümresinin varlığının siyasi ve sosyal sebebi budur.
13
Burada bir noktaya açıklık getirmek lazımdır. Abbasi hizmetindeki
Türkler, zikrettiğimiz, alınıp satılan köleler değildi, zaten bunlara
köle değil Mevdll deniyordu. Türk unsuru, bir tür ücretli asker nite
liğindeydi. Dönemin şartlan gereği, bir boy, kendi askeri gücüyle
bir sultanın hizmetine girebilir, yeri ve zamanı gelince oradan ayrı
labilir, başka bir sultanın/ devletin hizmetine girebilirdi. Hatta za
manla kendi aristokrasilerini kurabilir ve müstakil bir devlete dönü
şebilirlerdi. Abbasilerin hizmetindeki Tulunoğullan, İhşidiler ve
Mısır Memlukları bu tarzda hükümranlıklarını kuran Türk
Mevalilerdi.
2 74
MUSTAFA ÖZTÜRK
...&��
�.�
olmakla beraber, toprağın üzerinde oluşan genel bir
ekonomiyi kastediyoruz. Bu durumda hayvancılık, hay
vancılıkla ilgili yaylak-kışlak hayatının getirdikleri, sebze
ve meyvecilik, arıcılık vb. daha pek çok alandaki faaliyet
ler, zırai ekonomiye dahil olmaktadır. Görüldüğü gibi,
zırai ekonominin alanı genişlemekte, dolayısıyla zırai
ekonominin devletlerin ekonomisine olan etkisi de art
maktadır.
Bu dönemin genel ekonomileri ziraat, tabii enerji
kaynaklarına dayalı gene zırai mahsulleri işlemeğe yöne
lik sanayi ile zirai ve sanayi mamul veya mahsullerin ülke
içinde veya ülkeler arasında cereyan eden ticarete daya
nıyordu. Sanayi ve ticaret, şehir ekonomisinin esaslarını
teşkil ediyordu. Bu alanlardaki vergilendirmeler, zırai
alanlara göre daha azdı ve şehir halkı askeri görevlerle
yükümlü değildi. Ancak bazı resmi görevlerle yüküm
lüydüler. Osmanlı örneğinde olduğu gibi, devletin en
önemli gelir kaynakları zırai alanlardı. Osmanlı'daki
vergilerin büyük bir kısmı kırsal alan gelirleridir14• Şehir
halkının verdiği vergiler çok küçük bir cüz'ü oluşturmak
tadır. Reayanın ödedikleri vergiler, varlıklarının ve ka
zançlarının arz-ı memleketle ilişkileri yönünden karşılaş
tırıcı bir incelemeye alınırsa, zırai ürünlerde en yüksek
vergilendirmenin % 50' den başladığını, genel olarak %
14
Mesela, bkz. Halil İnalcık; "Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu", Belle
ten XXIII/92, Ankara 1959, 575-6 10. Bu ve benzeri örnekleri Os
manlı tarihinden vermeye çalışacağız. Çünkü Osmanlı Devleti,
merkezi ve taşra idaresi, ekonomik ve sosyal düzeni ile en son klasik
çağ devletidir. Klasik çağ devletlerinin bütün özelliklerini taşımak
tadır. Üstelik günümüze intikal eden zengin arşivi sayesinde bu kla
sik çağ devletinin her alandaki idare ve tasarruflarına vakıf olmakta
yız. Bu itibarla Osmanlı dönemine ait bir uygulama ile çağdaşı veya
kendisinden önceki devletlerin uygulamaları arasında hiçbir fark
yoktur. Osmanlı Devleti'ne ait örnekler, aynı zamanda bütün sana
yi öncesi devletlere ait örnekler olması hasebiyle özel bir önemi ha
izdir.
2 76
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\�
15
Ak.dağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi II, s. 289
16
Mesela Perslerdeki benzer durumu Josef Wiesehöfer şöyle tespit
etmiştir: "Nihayetinde kralın vergi çuvallannı, kentten gelen vergiler
den çok daha büyük ölçüde topraktan gelen vergiler dolduruyordu ve
ordusunun askerleri de öncelikle kırdan gelen insanlardan toplanıyor
du." ]osef Wiesehöfer, Antik Pers Tarihi, (Almancadan çeviren:
Mehmet Ali İnci), Telos Yay., İstanbul 2002, s. 274
277
TARiH FELSEFESİ
�.!fh
17
Kurulduğu günden beri gerek Roma gerekse Osmanlı dönemlerin
de İstanbul'un iaşesi, Anadolu ve Rumeli'nin üzerinde bir yüktü.
Çünkü İstanbul devlet merkeziydi, öte yandan çevresinde kendisini
besleyecek kaynaklar da çok kıttı. Hububatı ve eti Anadolu ve Ru
meli'den, zeytinyağı Adalar'dan, tereyağı Kırım ve Trabzon'dan,
odunu Istranca Dağlarından gelirdi. Bu haliyle devlet ekonomisine
ticari faaliyetlerinin dışında ciddi bir katkısı yoktu. Ama bugün İs
tanbul'un sadece katma değer vergisi, bütün Doğu Anadolu'nun 1 6
vilayetinin bütün gelirlerinden fazladır. Anadolu'nun e n ücra köşe
sindeki her esnaf ve tüccar İstanbul'a muhtaçtır. Sadece bu örnek
söz konusu değişimin boyutlarını göstermeye yeter.
18
Osmanlı'dan iki örnek verelim. 18 1 9- 1 820 yıllarında Şam ve çevre
sinde meydana gelen kıtlık, "kaht u gıla vukCıuna mebni zahiiyir hu
susunda Şam ahalisi gi,riftar-ı muzayaka olduklarını ... Saruhan ve Ay
dın sancaklarında mevcCıd olan zahiiyiri Beyrut ve Sayda iskeleleriyle
Şam-ı Şerife nakl ve furuht olunduğu sCıretde Şam ahalisinin duçar ol
dukları muzayakadan vareste olmalarına sebep... muşarünileyhin İz
mir ve Mağnisa ve Aydın kazalarında der-anbar keyl-i İstanbuli olmak
üzere otuz bin keyl mikdarı hınta ve yirmi bin keyl mikdarı şa'ir
278
MUSTAF A ÖZTÜRK
<&V&;.
itibarla öşür bu dönemin vazgeçilmez bir müessesesidir
ve bütün klasik dönem devletlerinde aynı amaç ve endi
şelerle uygulanan bir vergi sistemiydi19•
Sadace ekonomi değil, hayatın bütünü tabiatın ta
hakkümü altındadır. Ekonomik faaliyetler (üretim, nak
liye, ticaret, bunlardaki zorluklar veya değişmeler) bü
yük oranda tabiata bağlıydı. Üretim çoğunlukla tabiatın
cömertliği ile doğru orantılıydı.
Böyle bir dönemde ekonomiyi tehdit eden en
önemli tehlikeler, kuraklık ve çekirge salgınlarının sebep
olduğu kıtlıklar, sel baskınları gibi tabii afetlerdir. Sıkça
görülen veba salgınları da ekonomiyi olumsuz yönden
etkiliyordu. Bütün bunlar kıtlıkların meydana gelmesine
ve fiyatların yükselmesine20 sebep olmaktaydı. Bu da
merkezi hükümetleri tehdit eden en önemli unsurdu.
Hükümetler, otoritelerini sarsabilecek gelişmeleri
önlemek için bazı tedbirler almak zorundalardı. Bunlar
spekülatif kazanç heveslileri ve kaçakçılıkla mücadele,
ticarete sınırlandırmalar ve yasaklamalar getirmek şek
linde özetlenebilir.
��
�iZ:,
21
Günbattı, Cahit; "Eski Babil Devrinde Timar ve Devlet Arazisinin
Tahsisi Hakkında Bazı Görüşler", Belleten LV/21 2, (Nisan 199 1 ) ,
Ankara 1 9 9 1 , s. 1 - 1 2
22
Perslerde timar uygulamaları için Bkz. J osefWiesehöfer, Antik Pers
Tarihi, s. 1 06, 146
281
TARİH FELS EFESi
�fg,,
�fu-.,
�.�
geçilmesinin yanında, nakit ihtiyacını karşılayabilecek
yeni bir usul bulundu ki, bu da 169S'te ilk defa miri mu
kataaların malikane usulü ile satılmasıdır. Bütçede bü
yük bir rahatlama görüldü, mali göstergeler olumlu hale
geldi23• Devam eden Osmanlı-Avusturya harplerinin
getirdiği mali külfet, mukataa satışlarının yarattığı ferah
lıktan cesaret alan hükümeti, 1 702' de miri toprakları da
malikane usulü ile satmaya itti. Hatta bu meyanda san
cak ve eyaletler de malikane usulü üzere tevcih edilmeye
başlandı24• Burada esas amaç daha çok nakit bulmaktı,
çünkü ayni ekonomi dönemini tamamlamıştı. Miri mu
kataaların ve toprağın malikane usulü ile satılmasını
tarihimizde ilk özelleştirme olarak görebiliriz. Bu tarihten
itibaren Türk tarihinde yeni bir dönem başlayacaktır.
Günümüze intikal eden feodal kalıntılar bu dönemden
kalmadır25•
23
Mehmet GENÇ, "Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi", Türkiye
İktisat Tarihi Senireri, Ankara 1975, s. 23 1 -292
24
Geniş örnekleri için bkz. Orhan Kılıç; XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında
Osmanlı Devleti'nin İdari Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Ela
zığ 1 997.
25
Bilindiği gibi, 18. yüzyıla kadar şu ya da bu şekilde devam eden kla
sik sistemde feodalleşmeye imkan yoktu. Bu dönemde devlet bu
hususta çok hassastı ve bunun önlenmesi için her türlü tedbiri
almıştı. Zırai alanlan bir ailenin işleyebileceği ünitelere bölmüş, şe
hir hayatında narh uygulamış, ticarete kar haddi getirmiş, ihtikar ve
kaçakçılıkla ciddi bir şekilde mücadele etmiş, aksi davranışlar ile
zenginleşenlere karşı müsadere usulünü kullanmaktan çekin
memiştir. Devletin hassas olduğu ve fırsat vermediği çok önemli bir
husus daha vardı ki, o da devlet kaynaklan ile kimsenin zengin
leşmesine, birinin öteki üzerine tahakkümüne fırsat ve imkan
vermemesiydi.
Zamanın şartlan gereği uygulanan ama sonrası takip ve kontrol
edilmeyen malikane sistemi ile bu klasik sistem çöktü, mütegallibe
beyler, taşrada zadegan, ayan ve eşraf taifesi türedi. 1 8. yüzyıl
boyunca iktisadi ve sosyal bakımdan güçlenen bu unsurlar, 19.
yüzyılda bir şekilde sancaklarda paşalık ve diğer devlet görevleri el
de ettiler. Islahatlarla beraber kurulan taşra meclislerine bu zümre
ler girdi. Meşrutiyet Meclislerinin seçimlerinde çoğunlukla bu
2 84
MUSTAFA ÖZTÜRK
�1./g,
.sJ.�
�.fg.,
�.!&;,.
�!&;,
26
Bu gerçekten hareketle, Osmanlı dönemi kaynakları ile Selçuklu
döneminin incelenmesi hususunu teklif edebiliriz. Bilindiği gibi, Sel
çuklu dönemine ait arşiv kaynaklan bulunmamaktadır. En eski
Osmanlı arşiv kaynaklan ise, 15. yüzyılın ilk yansına kadar inmek
tedir. Toplumsal değişmenin çok ağır ve uzun bir sürede olduğu bir
dönemde, Osmanlı arşiv kayıtlan pekala geriye, Selçukluya yönelik
olarak kısmen kullanılabilir. Kanaatimizce bu usul, bir takım rivayet
ve menkabelerin kullanılmasından çok daha sağlıklı bir yoldur.
2 90
M U STAFA ÖZTÜRK
.&IJZ:.
27
Mesela Bkz. Barkan; "H. 934-935 (M. 1 527- 1 528) Mali Yılına Ait
Bir Bütçe Örneği", İÜ. İktisat Fakültesi Mecmuası XV/ 1-4, (Ekim
1953-Tem. 1954), İstanbul 1954, s. 251-329
28
19. yüzyıl bütçelerine örnek ve karşılaştırma için Bkz. Teville Gü
ran; "Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi: Bütçeler ve Hazine
Hesaplan ( 1 84 1 - 1 86 1 ) ", TTK Belgeler XIII, S. 1 7'den Aynbasım,
Ankara 1989
291
TARİH FELSEFESİ
�fg,
1. Askeri Güç
Diplomasi aracı olarak tarihte en fazla başvurulan
bir araçtır. Askeri güç sayesinde milli menfaatlerin ta
hakkuku mümkün olabilmiştir. Askeri güç zaman ve
şartlara göre saldırı ve müdafaa tarzında olabilirdi. Ama
askeri güç daima kendisinden sonra halli müşkil veya
tamiri imkansız olan meseleler ve yıkımlar bırakmaktay
dı. Bu vakıa halen devam etmektedir. Ülkelerin milli
menfaatlerinin tahakkuku askeri güce bağlı olduğundan
bu dönem devletlerinin hepsinin ortak özelliği askeri
nitelikli olmalarıdır. Askeri sınıflar daima en muteber
sınıf olmuşlardır. Askeri hizmetlerin finansmanını sağla
yanlar da o derece muteber sayılmışlardır. Devletin
idari, iktisadi ve bürokratik teşkilatlanması, askeri ihti
yaçlara göre teşkilatlandırılmıştır. Medeni gelişmelere
bakıldığında, ilk buluşların tatbik edildiği alanlar askeri
alanlar olmuştur. Çünkü askeri güç, insanın/ devletin
varlığını devam ettiren en önemli unsurdur. Fıtri kanun
lar bahsinde de görüldüğü gibi, insanın kendi nefsini
292
MUSTAFA ÖZTÜRK
.&!.�
�.fa;.
29
Şerafettin Turan, Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
30
Halil İnalcık; "İmtiyazat" maddesi, El III, Leiden E.]. Brill 1 979.
2 94
MUSTAFA ÖZTÜRK
�fg.,
3. Siyasi Evlilikler
31
Orhan Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van (1 548-1 648), Van 1997,
s. 44
32
Mesela 197 4 yılında ABD'nin bize uyguladığı ambargo, 1980-1988
yıllan arasında İran'a, 1991 'den sonra 12 yıl boyunca lrak'a uygula
nan uluslararası ambargolar ilk akla gelen ambargolardır.
33
Mustafa Öztürk; "Osmanlı Ekonomisinde Fiyatları Etkileyen
Unsurlar", Prof Dr. Şerafettin Turan Armağanı, Elazığ 1 996, s. 232
295
TARiH FELSEFESi
�v�
��
ettiğimiz karşılıklı güç birliği veya milli menfaatlerin
temini yatmaktadır.
4. Rehin Usulü
�\�
35
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 505-506, Bailly, Bizans İmpa
ratorluğu Tarihi, s. 300. Daha sonra Manuel Yıldırım'ın sarayında
Venediklilerin yardımı ile kaçacak ve imparator olacaktır. Yıldırım
da Manuel'in bu hareketini affetmeyecek ve ancak İstanbul' da bir
cami ve bir Müslüman mahallesi kurması karşılığında sulha razı
olacaktır.
298
MUSTAFA ÖZTÜRK
�-/g,
�@;.,
36
Charles Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, ( Çev.
Samih Tiryakioğlu), Varlık Yay., İstanbul 1 960, s. 155
37
Şerafettin Turan, Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
38
Seignobos, a.g.e. s. 155
39
Seignobos, a.g.e. s. 156- 1 5 7
300
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
Avrupa' da ilmi ve fikri gelişmenin temeli üniversite
lerdir. Avrupa'nın atılım yapmasında önemli rol oyna
yan üniversitelerin büyük bir kısmı Orta Çağda kurul
muştur. Paris Üniversitesi 1 221, Lizbon 1209, Alman
ya'da Heidelberg 1 386, Leibzig 1409, Viyana 1385 ve
Napoli Üniversitesi 1224'te kuruldu. Aynı çağlarda
Londra, Oxford Cambridge Üniversiteleri açıldı. İlmi
gelişme de (Papalığın baskısıyla kolay olmasa da) üni
versitelerde gelişti. Avrupa' da ilmi fikri birliği sağlayan
en önemli iki unsur Latince ve Hristiyanlıktı. Latince
bütün üniversitelerin öğretim dili olması hasebiyle, bü
tün Avrupa' da ilmi buluşlar ve fikir akımları Latince
vasıtasıyla yayılıyorlardı. Hristiyanlık ise Avrupa birliği-
.
nın vazgeçı·1 mez unsuruydu� .
Esasen Avrupa' daki büyük değişimin fikri ve kültü
rel temeli olan Hümanizma da Orta Çağ'ın sonlarında
ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Zihinlerde sadece salt bir
insanlık, insanseverlik olarak algılanan Hümanizma, ger
çekte bu kadar dar manada ele alınmamalıdır. Boyutları,
insanseverliğinin de ötesinde çok geniştir, tesirleri çok
derindir. Bu öğreti, insan dehasının yüceliğini, bilim
alanında yarattıklarının sanat alanında, manevi hayatta
yarattıklarının gücünü över, insan gücünü, yasalarını
kavramış olduğu maddenin kaba gücüne karşı çıkartır.
Bu öğreti bir eylem ahlakına görürür, insani ilişkilerde
en yüksek kusursuzluğu gerçekleştirebilmek için sürekli
çaba harcamasını buyurur. Böylece hümanizma, sonsuz
bir kültür çalışmasına gerek gösterir; insan ve dünya
hakkında durmadan genişletilen bir bilimi gerektirir, bir
ahlakın ve bir hukukun temellerini atar, bir politikayla
sonuçlarur41• İşte bu esaslara dayanan Hümanizmanın
4-0
Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, ( çev. Nihal Önol), Varlık
Yay., İstanbul 1 973, s. 60-63
41
Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, s. 97
301
TARİH FELSEFESi
�!&;,
�.�
ı 1 1 1 l
Sanatta Dinde İdarede İktisatta Bilimde
l
Rönesans
l
Reform
ı
Meşruti Monarşi
l l
Ferdiyetçilik Pozitvizm
303
TARiH FELSEFESi
��
��
42
Geniş bir aydın hatta akademisyen tarafından Türk Hümanizmi
adıyla eserler verilmekte, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre
hümanist olarak gösterilmektedir. Bunu söyleyenler ya Hümaniz
mayı veya zikredilen zatların dünya görüşlerini bilmiyorlar. Zira her
ikisi birbirinden çok farklıdır. Hümanizma, insan kaynaklı olup,
kutsallık dairesinin dışında bir hayat tarzı teklif ederken, bu zatlar,
hiçbir zaman kutsallık dairesinden çıkmamışlardır. Onun için Türk
hoşgörüsü, Mevlana, Yunus ve Haa Bektaş'ın hoş görüsü demek
daha doğrudur.
305
TARİH FELS EFESİ
�!&;,
43
H. C. Wells, Cihan Tarihinin Umumi Hatları IV, ( Çev. Mehmet Ali
Tevfik Bey), İstanbul 1 928, s. 1 50, Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi,
s. 1 1 8 - 1 24, aynca Şerafettin Turan; Dünya Tarihi Ders Notları,
(Ank. Ünv. DTCF. Basılmamış)
307
TARiH FELSEFESi
��
�!,g;,
1 . Monarşiden Meşrutiyete ve
Cumhuriyete Geçildi
Sanayi İnkılabıyla beraber en önemli değişim, yöne
tim biçimlerinde meydana gelmiştir. Mutlak Monarşi
den Meşrutiyete ve oradan Cumhuriyete geçilmiştir.
Meşrutiyet, mutlak monarşi ile cumhuriyet arasında bir
geçiş sürecidir. Bu süreç bütün dünyada değişik zaman
larda olmakla beraber aynısı ile yaşanmıştır. Meşruti
Monarşi, 19. yüzyılın ideal rejimi haline gelmiştir.
�.JM;.,
�!&:,
��
�\!&;,
,;&!.�
��
��
45
Keşif, tamamıyla insanlık ve bilimsel idealler uğruna, bilinmeyen
bölgelerin ve insanlann tanınması, onlann kültürlerinin tanıtılması
ve bu kültürlerin karşılıklı olarak birbirlerinden faydalanması için
yapılan hareketlerdir. Ama bugüne kadar yanlış olarak dünyaya
empoze edilen bu istilalarda böyle bir hedefin olmadığı, tam tersine
keşfedilen bölgelerin bütün zenginlik kaynaklan ve kültürleri ile
birlikte yok edildiği malumdur. Bu itibarla bu hareketleri keşif ola
rak değil, Avrupa'run genişlemesi ve ilk sömürgecilik hareketleri
olarak kabul etmek daha doğrudur.
31 7
TARİH FELSEFESi
�.la:,
46
Bilindiği gibi, 1 979 Devrimine kadar İran, Batı'nın en yakın mütte
fiki idi ve Batı'nın en büyük petrol kaynağıydı, aynı zamanda Ba
tı'nın İran' da büyük yatırımlan vardı. Fakat 1 979 Devrimi ile kuru
lu düzen bozuldu ve bu gelişme Batı'nın menfaatlerine büyük darbe
indirdi. Öyleyse artık uzak ortaklara değil bizzat kendi gücüne gü
venmeliydi. Onun için askeri güç kullanarak menfaatlerini koruma
lıydı. Bu amaçla önce İran'a Irak saldırtıldı. ABD tarafından İran'a
çeşitli operasyonlar yapıldı. Keza Irak için de aynı durum söz konu
sudur. Dolayısıyla Irak ve Afganistan'ın işgali, İran'ın tehdit edilme
si ve hedef haline getirilmesinin arka planında bu çok önemli poli
tik değişme bulunmaktadır. Aynı şekilde Batı'nın Türkiye hakkın
daki politik değişiminin temelinde de yeni emperyalizmin bu poli
tikaları vardır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile ilgili planlarını
erteleyen Batı, yeni dönemde bu planlarını sahneye koymaktan çe
kinmemektedir. Yüzyılın son çeyreğinde Batı'nın desteği ile tahrik
ve teşvik edilen Ermeni Meselesi, Kürt ayrımalığı ve bunlara bağlı
terörizmin ortaya çıkmasında hep bu politik değişim bulunmakta
dır.
319
TARiH FELSEFESi
.&V�
��
�fg;,
47
Dünya tarihinde askeri gücün gelişmesini inceleyen müstesna bir
çalışma için Bkz. William H. Mc. Neil, The Pursuit of Power, Chica
go 1 982, özellikle sanayi inkılabı sonrası gelişlemeler için s. 223 vd.
322
MUSTAFA ÖZTÜRK
��
�1/2.,
�.�
48
Mustafa Öztürk; "Doğu Anadolu Meselesinin Tarihi Boyutları",
Türk Yurdu, c. 1 2, S. 55, (Mart 1992), Ankara 1992, 8- 1 3
325
TARiH FELSEFESi
�\}�
�.V?.
misafir etmiştir. Gene İtalyan Carbonari Cemiyetinin
bir şubesi Paris'teydi. Aynı şekilde Jön Türklere kucak
açan, aynı adla bir gazete çıkarmalarına (Belçika) ve
dernek kurup siyasi faaliyetlerini devam ettirmelerine
imkan veren Batılı devletler olmuştur. Jön Türklerden
başka ileriki yıllarda İttihat ve Terakki Cemiyeti men
suplarının da sığındıkları yer, Batı Avrupa ülkeleriydi.
19. yüzyılda ülkesinde hangi sebeple olursa olsun muha
lefete düşmüş muhalefet gruplarının sığınağı Batıydı. Bu
ülkeler arasında Fransa'nın müstesna bir yeri vardı.
Çünkü bu fikrin merkezi Fransa ve Fransız İhtilalidir.
Fransa, İhtilalden sonra hürriyetlerine kavuşmak isteyen
her milleti kardeş kabul etmişti. Bu fikir, çevresindeki
farklı dini ve etnik gruplardan oluşan İngiltere, Avustur
ya-Macaristan, Prusya ve Rusya'nın Kutsal İttifak kur
malarına ve İhtilal Harplerinin başlamasına sebep ol
muştur.
Sanayi İnkılabından sonra kabul edilen bu diploma
si aracı günümüzde de aynı amaçlarla daha yaygın bir
şekilde kullanılmaktadır. Fransa, uzun yıllar İranlı muha
lifleri, Cezayir, Mısır, Uzak Doğu ve Latin Amerika'nın
muhalif liderlerini misafir etti. Onlara her türlü siyasi ve
iktisadi imkanı sağladı. Aynı zamanda karşı devletler
üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturdu. Mesela,
Humeyni Fransa'nın elindeyken, Şah dönemi İran'ının
ABD' den sonra en fazla ticaret yaptığı ülke Fransa idi.
Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Yu
nanistan gibi ülkeler dahi Türkiye aleyhtarı ne kadar
muhalif grup varsa (etnik, dini, siyasi kimlik veya eğilim
lerine hiç bakılmaksızın) hepsini barındırmakta ve Tür
kiye üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadırlar. Bu baskı
lar sayesinde iktisadi ve siyasi menfaatlerini temin et
mekte ve aynı zamanda korumaktadırlar. Bu rehineler,
327
TARİH FELS EFESi
<&IJ�
�IJM;.
manlı yerli sanayiinin Batı menşeli mamul mallar karşı
sında uğradığı akıbet malumdur. Tabii olarak teknoloji
ihracı yoluyla sanayilerine gerekli olan hammaddeyi
ucuz ve garantili olarak temin ettikleri gibi1 mamulleri
için de önemli pazarları ellerinde tutmuş oluyorlardı.
Böylece sanayi inkılabından sonra teknoloji ihracı1 dünya
siyasi tarihine yeni bir diplomasi aracı olarak girmiş ol
du. Zira daha önceki binyıllarda1 yüzyıllarda bir devletin
başka bir devletin topraklarında yatırım yaptığı görül
memiştir.
Ama şimdi Batılı sermayedarlar ve sanayileşmiş
devletler1 yayılma alanlarında yatırım yapmakta1 serma
yelerini oralarda açtıkları bankalar vasıtasıyla temsil
etmektedirler. İşte bu yüzdendir ki1 19. yüzyılda Batılı
devletler sermaye ve teknoloji ihracına başladılar. Bu
dönemde Osmanlı Devleti'nde bu alanda meydana ge
len gelişmelerin arka planında Avrupa'daki bu gelişme
ler ve geleneksel diplomasi araçlarındaki köklü değişik
likler bulunmaktadır. Osmanlı'daki demiryolu projeleri1
bu alanda Batılı devletler arasında meydana gelen reka
betin temelinde1 bu gerçekler vardır. Demiryolundan
başka İstanbul'un havagazı ve şehir hatları vapur işlet
meleri1 maden işletmeleri1 hep bu amaçla yapılan yatı
rımlardır.
6. Kültürel Kolonizasyon
�.�
��
�.!k.
�.�
�.�
�!�
�.�
�.�
�'�
��
�\}�
olan, bir devletin tek başına yaşayamaması hususunun,
Batı ile bütünleşmeyen, onun menfaat dairesine girme
yen bir devletin yaşayamayacağı şeklinde tefsir edildiği
kanaatindeyiz.
Hakim küresel güçlerin siyaset, iktisat ve kültürel
alanda tek/Batı merkezli dünya hakimiyetinin tesisi
olarak ifade edebileceğimiz Küreselleşme/Globalizm,
yüzyılın son çeyreğinde dünyayı derinden etkilemiştir.
Küresel sermaye, dünya ekonomisine hakim olabilmek
için, ülkelerinin askeri gücünü arkasına alarak geniş bir
yayılma alanı bulmuştur. Askeri/ siyasi ve iktisadi men
faatlerin korunması için kültürel alanda da hakimiyetin
kurulması lazımdır ki, bu da Batı, özellikle de ABD kül
türü ve İngilizcenin küresel dil haline getirilmesi ile sağ
lanmıştır. Hatırlanacağı gibi, 1 8 . yüzyıldan itibaren Av
rupa' da gelişen liberal kapitalist sermaye, tüccarlar, dün
yanın uzak bölgelerinde ticaret kolonileri kurdular.
Özellikle İngiltere ve Fransa bu ticaret kolonileri ile milli
siyasi menfaatlerini birleştirdiler ve o bölgeleri uzun
yıllar işgal ettiler. Mesela İngiltere'nin Hindistan' daki
İngiliz Kumpanyası' nın (Indian Company) fetihleri
sayesinde bir siyasi devlet haline gelmiş, İngiltere mille
tinin beş-altı misli fazla nüfusu idaresi altına almıştı.
Parlamento, Kumpanyanın kontrol altına alınması lü
zumunu hissetmişti. O zaman başbakan olan Pitt'in
teklifi üzerine 1784 yılı başlarında Hindistan Fermanı
(Bill de l'Inde) adıyla bilinen bir kanun kabul edildi. Bu
kanuna göre Umumi Vali, Kumpanya tarafından tayin
edilecek fakat Kral Umumi Valiyi azletme yetkisine sa
hip olacaktı50. Görüldüğü gibi, sömürgelerdeki şirketler,
merkezi hükümetleri, oralarla ilgilenmeye, oralara asker
göndermeye mecbur etmişlerdir. Esasen sömürgecilik,
50
Ali Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, s. 439-440
344
MUSTAFA ÖZTÜRK
�.�
51
1 8. yüzyılda Fransız Konvansiyon Meclisi üyelerinden birinin
İngilizler için söylediği şu söz bu konuda çok önemli olan bu doğ
ruyu tespit etmektedir: "İngilizlerin siyaseti tüccar defterlerine tabi
dir. İngiltere'de gümrük defterlerine göre sulh veya harbe karar verilir."
Ali Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, s. 416
345
TARiH FELSEFESi
��
�.�
�.�
�}�
��
�IJ&;,
��
�fa.
1. Parlamenterizmin Sonu
İnsanların iradi ve fiziki kabiliyet ve eğilimlerinin
farklı olduğunu, bundan dolayı birlikte yaşamak mecbu
riyetinde olduklarını ve bundan toplumsal iş bölümü
nün doğduğunu belirtmiştik. Tabii ve coğrafi şartlar,
üretim araçlarının dağılımı toplumda yöneten-yönetilen
kesimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hemen
bütün toplumlarda ve zamanlarda insanların güvenlik
araçları ve iaşe kaynaklarını ellerinde bulunduranlar
daima ön plana çıkmışlar, yönetimde etkili olmuşlardır.
Başka bir ifade ile toplumların askeri ve iktisadi (kılıç ve
para) güç unsurlarına sahip olan kesim, daima yönetim
de etkili olmuştur. Diğer halk kitlelerinin yönetime ka
tılmaları, bu iki unsura olan katkıları nispetinde olmuş
tur. En eski çağlarda toplumun en etkin kesimi askeriler
ve zenginler olmuştur. Yönetime (Senato, Şehir Meclis
leri) girenler toplumun bu kesimi olmuştur. Bölge ve
kültür farkı olmaksızın, bütün kültürlerde durum böy
leydi. Toplumsal sınıflar içinde bu kesim (primus inter
pares) birinciler içinde en birinciydi. Bu sınıflar monark
la birlikte çeşitli müesseseler adı altında (Senato, Meclis,
Kurultay) halkı yönetirler, onlar adına kararlar alırlardı.
Halk da bunu kabul ediyor, meşru görüyordu. Dönemin
dünya görüşü ve yönetim anlayışı buydu.
Avrupa' da Hümanizmanın gelişmesiyle insanların
kendi kendilerini yönetmeleri yeniden sorgulanmağa
başlandı. İnsanı hedef ve merkez kabul eden bu dünya
görüşünde, tek bir kişinin milyonlarca insanı idare etmesi
354
MUSTAFA ÔZTÜRK
�iZ.
��
��
�.�
��
�\�
��
��
��!&;,
�.�
��
��
�.�
��
�.iZ.,
HALKİN, Leon; Tarih Tenkidinin Unsurları, (çev. Bahaeddin
Yediyıldız), Ankara 1 9 8 9.
HANÇERLİOGLU, Orhan; Felsefe Sözlüğü, 2. Baskı, İstan
bul 1 973.
HANÇERLİOGLU, Orhan, Düşünce Tarihi, İstanbul 1 999.
HERODOT; Herodot Tarihi Şerhli Terceme I, (George
Rawlinson'un İngilizce tercümesinden Türkçeye çeviren :
Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 194 1 .
İBNİ HALDUN, Mukaddime I III, (çev. Zakir Kadiri Ugan),
-
.;!&�I&:.,
ÖZTÜRK, Mustafa; "Osmanlı Ekonomisinde Fiyatları Etki
leyen Unsurlar", Prof Dr. Şerafettin Turan Armağanı, Ela
zığ 1 996, s. 221 -239.
ÖZTÜRK, Mustafa; "Osmanlı Miri Rejiminin Misak-ı Milli
ile Münasebetleri", Genelkurmay ATASE, Beşinci Askeri
Tarih Semineri Bildirileri I (İstanbul, 23-25 Ekim 1 995),
Ankara 1 996, s. 1 86- 1 92.
ÖZTÜRK, Mustafa; "Yeni Bir Bölgesel Örgütlenme Modeli:
Güneybatı Asya Birliği", Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi; Uluslararası Üçüncü Orta Doğu
Semineri -Küreselleşme Sürecinde Orta Doğu'nun Yeri ve Ge
leceği-, (Elazığ, 2-4 Kasım 2006 ) , Elazığ 2008, s. Aynı teb
liğin başka bir kaynakta yayını için bkz. "Yeni Bir Bölgesel
Örgütlenme Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Kahra
manmaraş Sütçü İmam Üniversitesi-Bölgesel Sorunlar ve
Türkiye Sempozyumu (Kahramanmaraş, 1 2- 1 3 Kasım
2007 ) , (Editörler: A Hamdi Aydın - Seyhan Taş - Saniye
Adıgüzel), Kahramanmaraş 2008, s. 147- 1 65.
PARKINSON, C. Northcote; Siyasal Düşüncenin Evrimi,
( çev. Mehmet Harmancı), 2. Baskı, İstanbul 1 984.
PROKOPIUS, Bizans'ın Gizli Tarihi, ( çev. Orhan Duru),
İstanbul 200 1 .
ROUSSEAU, Herve; Dinler, ( çev. Osman Pazarlı), İstanbul
1 970.
SEİGNOBOS Charles, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tari
hi, (çev. Samih Tiryakioğlu), Varlık Yay., İstanbul 1 960.
SMITH, R Payne; A Compendious Syriac Dictionary, (Ed. J.
Payne Smith), Oxford Univ. Pres 1 979.
TAHRAN M. Taner, "Ön Asya Dünyasında Kimmerler ve
İskitler", Türkler 1 , Yeni Türkiye Yay. Ankara 2002.
TANYU, Hikmet; İslamiyetten Önce Türklerde Tek Tanrı
İnancı, İstanbul 1 986.
TO GAN, Zeki Velidi; Tarihte Usul, İstanbul 1 98 1 .
TOSUN, Mebrure - YALVAÇ, Kadriye; Sümer Babil Assur
Kanunları ve Ammi Şaduqa Fermanı Ankara 1 975.
3 76
MUSTAFA ÖZTÜ RK
�J/g,,
TOYNBEE, Arnold; Tarih Bilinci I-II, İstanbul 1 975.
TOYNBEE, Arnold; Tarih ve Din ( çev. İbrahim Canan),
Ankara 1 978.
TURAN, Şerafettin; "Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri",
Genelkurmay ATASE, Birinci Askeri Tarih Semineri Bildi
rileri I, Ankara 1 983, s. 1 1 -25.
TURAN, Şerafettin; "Machiavelli'nin Tarih Anlayışı", İtalyan
Filolojisi, İtalyan Dili ve Edebiyat Kürsüsü Dergisi, Yıl: 1, S.
1, Ankara 1 969, s. 1 9-25.
TURAN, Şerafettin; Kanuni Süleyman Dönemi Taht Kavgala-
rı, 2. Baskı, Ankara 1 997.
TURAN, Şerafettin; Türk Kültür Tarihi, Ankara 1 990.
TURAN, Şerafettin; Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
TÜMER, Günay-KÜÇÜK Abdurrahman; Dinler Tarihi, 2.
Baskı, Ankara 1 993.
WEBER Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, ( çev.
Zeynep Aruoba), Hil Yay., İstanbul 1985.
WELLS H. G., Cihan Tarihinin Umumi Hatları W, (çev.
Mehmet Ali Tevfik Bey), İstanbul 1928.
WELLS, H.G.; Cihan Tarihinin Umumi Hatları I, ( çev. Maa
rif Nezareti Heyeti), İstanbul 1 927.
WELLS, H.G.; Kısa Dünya Tarihi, (çev. Ziya İshan), İstanbul
1 972.
WİESEHÖFER Josef, Antik Pers Tarihi, (Almancadan çevi
ren : Mehmet Ali İnci), Telos Yay., İstanbul 2002.
YUSUF Has Hacib; Kutadgu Bilig, (çeviri: Reşit Rahmeti
Arat), 4. Baskı, TTK. Yay., Ankara 1989.
ZELDİN Theodore, İnsanlığın Mahrem Tarihi, (çev. Elif
Özsayar), Ayrıntı Yay., İstanbul 1 998.