You are on page 1of 376

TARİH

FELSEFESİ

3. BASKI
TARİH FELSEFESİ

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK

İçeriği ile ilgili tüm hukuki


sorumluluk yazarına aittir.

Sayfa Düzeni: Emel YALÇIN


Kapak Tasanmı: Emin BEBEK

ISBN
978-975-338-982-2

Akçağ Yayınları: 981


Tarih: 37

3. Baskı: Ankara 2014

Kültür Bakanlığı YayıncılıkSertifikaNo: 11382

© Akçağ Yayınları 2014


Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı
anlaşmalı olarak Akçağ Yayınları'na aittir. izinsiz kısmen ya da
tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz.

Baskı ve Mücellit: Erek Matbaası


BüyükSanayi 1. Cad. ÇimSk. No. 17 /1 İskitler-Ankara
Tel: (312) 342 31 Ol

Kapak Baskı: Poyraz Ofset


İvedik OSB 2. Mtb. Sitesi 578 (1534) sk. No.: 9 Ankara
Tel: (312) 384 19 42

AKÇAG BASIM YAYIM PAZARLAMAA.Ş.


Cumhuriyet MahallesiSelçuk İş Merkezi
Tuna Cad. No.: 8/1 Kızılay-Çankaya/Ankara

Tel. 0312 432 17 98-433 86 51


Fax. 0312 432 28 52

www.akcag.com.tr
akcag@lakcag.com.tr
TARiH
FELSEFESİ

:of. Dr. Mustafa ÖZTÜR

AK�
Merhum
babam Murat,
annem Hamide ile
eşim Medine,
çocuklarım Murat,
Burak,
Burcu ve
Bilge ye . . .
İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ ......................................... . .............................. ................. ........ 9


İKİNCİ BASKININ ÖN SÖZÜ ............... .................................... 15
ÜÇÜNCÜ BASKININ ÖN SÖZÜ ............................................. 18

Gİ Rİ Ş ................................................................................................... 23
Tarihin Tanunı ............................. . .......................................... ........... 23
Tarih Felsefesinin Tanunı ......... . ..................................................... 28
Doğu Kültüründe Tarih Felsefesinin Kaynakları ..................... 32
a. Kur'an-ı Keriın ...................................................................... .. . 32
b. Göktürk Kitabeleri ................................................................. 42
c. Klasik Eserler ............................................................................ 46

BİRİNCİ BÖLÜM
TARİHİN ANLAMI ve TARİH METODOLOJİSİ
1 . Tarihin Bilimler İçindeki Yeri 58
...................................................

2 . Tarihin Unsurları ve Usulünün Ana İlkeleri 64 ..........................

3. Tarihin Özellikleri . ................... 67


.....................................................

4. Tarihi Terimlerin Doğru Kullanılması. ................................... 89

İKİNCİ BÖLÜM
TARİHİN UNSURLARI
1. Geçmiş/Zaman Kavramı ......................................................... 93
1. Zamanın Sınırlandırılması . 98
............ .......................................

a . Tarihin Zatından Doğan Sebepler . . .. 98


..................... . .. ...

b . Siyasi Otoritenin Tarihi Sınırlandırması . 1 00


.............. ..

2. Zamanın Özellikleri . . .. . . . .. . . ...... .. ... ...... . . 1 02


. ................ ..............

3. Tarihte Çağ Meselesi .. . . ...... ..... . . .. .. 1 05


.. ......................... . . ..... ....

il. İnsan ............................................................................................. 109


6
MUSTAFA ÖZTÜRK

�J&;,
111. Mekan/ Coğrafya.... . . . . . . . . . .. . . . .
... .... . ..... ...... . 1 13
..... .... . . ...... ... . . .......

iV. Tarihi Olay .


.................. .. 1 13
.................................................... . .....

V. Sebep-Sonuç . . . .. . ... .
.. .......... ................. .
...... 1 17
.. ..... .............. ..........

VI. Tarihin Diğer Bilimlerle İlişkisi . .. 1 27


...................... .. ...........

1 . Tarih-Tabiat/Fiziki Çevre İlişkileri .. . . . . . 1 28 ....... ... .. . .... .........

2. Tarih-Külli İrade İlişkisi ...................................................... 1 34

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TARİHİN UMUMİ KANUNLARI

1. Coğrafya ........................................................................................ 1 47
1 . Coğrafya-Tarih Münasebetleri . . .. . 147
............... .. .............. .. ...

2. Bazı Coğrafyaların Umumi Karakterleri . 1 56 .............. .........

a.Amerika ................................ . .
.... ..... 1 56
. .................... . ............

b.Avrupa ........................ . ................ . . .. . ..


....1 59 .... . ... ...................

c. Akdeniz . ..... . . .
............ ............................. . 1 66 .. ... ............. ........

d. Anadolu . . . .
..................................... ... 171
.... ..... .......................

e. Kafkasya .. .
............................................ . ... 1 79 . .. ............... .......

f. İran . ..
.................................... ... ... .
........... 181 .................. ...........

g. Orta Doğu . .. .
.......................... ............ 1 82 ..... .........................

h. Hindistan . .
.............................. .
........... 1 86 .................... ..........

i. Çin .
................................... . 1 88
.......................... ........................

il. Bedeni Fıtri (Yaratılış) Kanunlar ..................................... 1 9 1

1 . İaşe . . 191
.......................................................................... ............ ....

2 . Nefsini Koruma/Güvenliğini Sağlama 1 96 ...........................

3. Neslin Devamı ( Cinsiyet) 1 99


..................................................

a. Neslin Hayatiyetini Tehdit Eden Dış Tehlikeler... 200


b. Nesebin Bozulması ................................................ :....... 202
111. Din 204
...............................................................................................

1. Din TerimininAnlamı 204


........................................................

2. Dinin Kaynağı ........................................................................ 205


3. Dinin Özellikleri ................................................................... 209
4. Sosyal Bir Müessese Olarak Din....................................... 2 1 9
5. Birlik ve Ayrılık Vasıtası Olarak Din ................................ 225
7
TARiH FELSEFESi

��

6. Milli Kimliğin Esası Olarak Din........................................236


7. Meşrulaştırma Aracı Olarak Din ya da
Dinin Siyasallaşması .............................................................242

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TOPLUMSAL MÜŞTEREKLER

1. Sanayi İnkılabı Öncesi Toplumsal Özellikler ................254


1. Bütün Toplumlarda Tek Kişinin (Monark)
Hakimiyeti Vardır ..............................................................254
2. MonarkAilesi/ Saltanat Mevcuttur ..............................257
3. Saltanatla Devlet Özdeşleşmiştir ...................................258
4. Hakimiyetin Kaynağı Dindir ..........................................262
5. Din En Önemli Sosyal Müessesedir .............................262
6. İmparatorluklar Çağıdır ...................................................265
7. Merkezi Bürokrasi ve Hassa Ordusunda Kölelik ve
Kul Müessesesi Hakimdir ............................................268
8. Zırai Ekonomi Hakimdir .................................................273
9. Para Ekonomisi Gelişmemiştir ......................................279
1 O. Enerji Kaynakları Tabii Enerji Kaynaklarına
Dayanmaktadır...................................................................284
1 1 . Sosyal Değişme ve Gelişme Çok Ağır ve Uzun Bir
Sürede Meydana Gelmektedir .......................................288
1 2. Devletin Görevleri Sadece Dahili ve Harici
Güvenliği Sağlamaktı . .......................................................289
il. Sanayi İnkılabı Öncesi Toplumların Diplomasi
Araçları 29 1
........................................................................................

!. Askeri Güç ..............................................................................29 1


2. İktisadi Güç ve İmtiyazlar .. . .. .
....... . 292
......... ................. ...........

3. Siyasi Evlilikler . . . ... . . .


............. ..................... 294
... .. ......................

4. Rehin Usulü . 296


........ ..................................................................

ili. Sanayi İnkılabı ..


................................ 298
.......... ............................

iV. Sanayi Sonrası Toplumsal Özellikler .............................308


1 . Monarşiden Meşrutiyete ve Cumhuriyete Geçildi 308 ...

2. Saltanat Dönemi Tedricen Sona Erdi . ..... 308


....................
8
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.@:.
3. Devletle SaltanatAyrıldı 309
..................................................

4. Hakimiyetin KaynağıAnayasa Oldu ............................ 309


5. Meşrulaştırmanın Aracı Anayasa Oldu ........................ 3 1 0
6. Milli/Ulus Devletler Çağıdır .......................................... 3 1 1
7. Kölelik ve Kul Müessesesinin Yerini Düzenli
Muhafız Orduları ve Devlet MemurlarıAldı .............. 3 1 3
8 . Zirai Ekonomiye İlave Olarak Sanayi Ekonomisine
Geçildi ................................................................................... 3 1 3
9 . Para Ekonomisi Gelişti ..................................................... 3 1 4
1 O. Tabii Enerji Kaynaklarına İlave Olarak Buhar
Enerjisine Geçildi ............................................................... 3 1 5
1 1 . Sosyal Değişme ve Gelişme Çok Hızlı Bir Surette
Meydana Gelmeye Başladı .............................................. 3 1 9
1 2. Devletin Görevlerinde Değişimler Oldu .................... 320
V. Sanayi Sonrası Diplomasi Araçları ................................... 32 1

1 . Askeri Güç .............................................................................. 3 2 1


2. İktisadi Güç ve İmtiyazlar................................................... 322
3. Etnik ve Dini Unsurların Tahriki/Milliyetçilik ............ 324
4 Rehin Usulü Değişti .............................................................. 325
5. Sermaye ve Teknoloji İhracı .......................... '. ................... 327
6. Kültürel Kolonizasyon ........................................................ 328

BEŞİNCİ BÖLÜM
GELECEGE YÖNELİK NİSBİ TEKLİFLER

1. Coğrafyaya Bağlı Gelişmeler ................................................ 332


il. İktisadi Gelişmeler ................................................................. 337

111. Milletlerarası İlişkiler .......................................................... 342


iV. Sosyal Değişmeler ................................................................. 353
1. Parlamenterizmin Sonu ...................................................... 353
2. Yükselen/Yükseltilen Değerler: Din ve Milliyetçilik .. 357

SONUÇ ............................................................................................. 365


KAYNAKLAR ................................................................................. 369
ÖN SÖZ

Bütün bilimlerin ve bu bilimlerde meydana gelen


gelişmelerin temeli fikirdir, düşüncedir. Her türlü geliş­
menin ilk sebebi fikirdir. Her şey onunla başlamış ve
onunla gelişmiştir. Düşünce boyutu olmayan hiçbir
bilimin gelişmesi, yenilik yapması mümkün değildir.
Bugün bilimde gelinen noktanın temelinde düşünce
vardır. Bu alanda nadiren de olsa tesadüflere bağlı olarak
bazı gelişmeler görülmekte ise de bunlar istisnadır. Bili­
min gelişmesinin asıl nedeni düşüncedir. Tabii düşün­
ceden kastımız, bilimsel düşüncedir. Bilimsel düşünceye
dayanmayan bir bilim, rivayetçilikten, nakilcilik ve tak­
litçilikten kurtulamaz. Bilimsel düşüncenin temeli de
neden, niçin, nasıl, acaba gibi sorulara cevap aramaktır.
Herhangi bir bilim dalında bu sorulara sağlıklı ve bilim­
sel esaslara dayalı cevaplar bulunmadan bilimde ilerle­
me, yenilik veya icat beklemek yanlıştır.
Aynı şekilde düşünce boyutu olmadan sosyal bilim­
lerde de yeni bir görüş, tespit veya sentez yapmak müm­
kün değildir. O halde sosyal bilimlerde yenilik veya sen­
tezin yapılabilmesi için, yukarıdaki soruların sorulması
ve buna göre cevap verilmesi gerekmektedir. Kısaca her
bilimin bir düşünce sisteminin olması gerekmektedir.
Biz bu düşünceye "bilimlerin felsefesi" diyoruz. Yani her
bilimin kendi kaynak ve metotları doğrultusunda bir
düşünce sisteminin/ felsefesinin olması lazımdır. O
halde sosyal bilimlerin de bir düşünce sistemi ve felsefe­
sinin olması şarttır. Ama her nedense bugün ülkemizde,
10
M USTAFA ÖZTÜRK

��

biyoloji, fizik, kimya, matematik, hukuk, iktisat,


dil/filoloji ve nihayet tarihin düşünce sistemi/felsefesi
arzu edilen düzeyde gelişmemiştir.
Ülkemizde tarihi düşünce/tarih felsefesi, hemen
hemen yok gibidir. Zaten tarih yazıcılığımızın, yaptığı­
mız tarihle mütenasip olmadığı bilinmektedir. Vakanü­
vislikten kalma deruni tesirler günümüz tarihçiliğinde
hala görülmektedir.
Vakanüvislik geleneğimizde, tahlil ve hele tenkit
yoktur. Mevcut iktidarın/ Sultan, (saltanat ailesi veya
vakanüvisin hamisi olan vezir) hilafına bir fikir beyan
etmek mümkün değildir. Vakanüvisler daha çok dönem­
lerinin siyasi tarihlerini kendi tespit ve düşünceleri doğ­
rultusunda ele almışlardır. Bazan olağanüstü (tabii afet,
garaip ve acaip) olaylar zikredilmiştir. Olayların iktisadi
ve sosyal boyutuna da değinen vakanüvisler vardır ama
bunlar azınlıktadır. Vakanüvislerin anlattıkları olayların
coğrafi boyutu, ülkenin coğrafyası ile sınırlıdır. Çoğu
vakanüvisler birbirinin taklididir. Aynı çağda dünyanın
başka ülkelerinde meydana gelen olaylar, ya onları ilgi­
lendirmemekte veya onlardan habersizdirler.
Vakanüvislik geleneğinin çağdaş tarihçiliğimizde de
bazı tesirleri görülmektedir. Mesela tarih biliminin sade­
ce Türk ve hatta Anadolu tarihi ile sınırlandırılması,
dünya tarihinin çeşitli dönemleri veya kültürleri ile ilgi­
lenilmemesi, bu alanlarda uzmanlaşmaya yönelinme­
mesi gibi olumsuz tesirleri vardır.
Buna rağmen tarihçiliğimizin bugün geldiği noktayı
küçümsemek doğru değildir. Modern usullerle genel,
mahalli ve monografik eserler, nitelik ve nicelik bakı­
mından azımsanmayacak bir durumdadır. Ama yeterli
midir? Elbette ki yeterli değildir. Yapılan her çalışmanın
mutlaka bir kıymeti vardır. Bu çalışmaların her birisi
11
TARiH FELSEFESi

�-�
kendi alanında büyük kıymeti haizdir. Hatta bizim bu
denemede asıl kaynağımızı da elbette ki1 daha önce yap ı­
lan çalışmalar oluşturmuştur. Yetişmemizde1 ufkumuzun
gelişmesinde bu çalışmalar esas olmuştur. Bu bakımdan
seleflerimizi minnetle yad ediyoruz.
Ancak eksikliğini hissettiğimiz şey1 bizde Tarih Fel­
sefesinin olmayışıdır. ülkemizde Tarih Felsefesi denin­
ce1 Batıda tarihin mevzu ve mahiyeti hakkında fikir be­
yan eden düşünürlerin fikirlerinin naklinden ibaret zan­
nedilmiştir. Bazen de felsefi sistemlerin tarihle ilgili gö­
rüşleri nakledilmiştir. Bu meyanda teolojik tarih felsefe­
si1 idealist1 pozitivist1 materyalist1 hümanist tarih felsefe­
leri1 bu felsefi sistemlerin önemli temsilcilerinin tarihin
mahiyeti hakkındaki görüşleri1 tarih felsefesi olarak algı­
lanmıştır. Aslında bu gibi çalışmalarda yapılan şey1 tarih
felsefesi değil, felsefe tarihidir. Hatta bu durumu felsefe1
edebiyat ve sosyoloji alanlarında da görmek mümkün­
dür. ülkemizde yıllardan beri bu alanda yapılan çalışma­
lar felsefe1 edebiyat veya sosyoloji tarihi olmaktan öteye
geçememiştir. Fikir adamlarımızın kendilerine has1 ken­
dilerinin fikir mahsulü olan düşünce sistemlerinin ol­
maması büyük bir eksiklik olarak görülmektedir.
Antik Yunan'daki felsefi problemler1 dönemin dü­
şünürlerine göre bu problemlerin mahiyeti1 Kant'ın ras­
yonalizmi1 Marx'ın materyalizmi1 August Comte'un
pozitivizmi1 Max Weber'in sosyolojisi1 bütün felsefe ve
sosyolojimizin ana temalarıdır. Acaba geçmişte bu in­
sanların merak ettikleri1 üzerinde fikir beyan ettikleri
konular hakkında biz ne diyoruz? Bu konuda bizim bir
düşüncemiz1 getirecek yeni bir sentezimiz yok mudur?
İtiraf etmek lazımdır ki1 bu soruları kendi kendimi­
ze yani tarihçilerimize de sormak gerektiğinde1 alacağı­
mız cevap pek de olumlu olmayacaktır. Zira bizde de
tarih felsefesi denince yıllarca felsefe tarihi anlaşılmıştır.
12
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

Tarihin mahiyeti, özü, cevheri nedir, onu idare


eden umumi kanunlar nelerdir? Bunların tarih içinde
takip ettikleri seyir, uğradıkları değişmeler, dönemlerin­
de ve kendisinden sonraki dönemlere olan tesirleri ne­
lerdir? Yani tarihi yorumlarımızda kendimize has dü­
şüncemizin, fikrimizin, düşünce mahsulümüz olan bir
tarih görüşümüzün olması icap etmez mi ? Alanımızla
ilgili yaptığımız çalışmalarda, bulduğumuz belge ve bilgi­
ler bize neyi anlatıyor? Ondan nasıl faydalanabiliriz?
Bulduğumuz tarihi bilgilerle, nasıl bir gelecek kurabili­
riz? Geleceğimize ait ne tekliflerimiz olacaktır?
Bu hususların tarihçi tarafından yorumlanması ge­
rekmektedir. Tarihin en iyi yorumunu gene tarihçi ya­
par. Fakat ülkemizde tarihçi, adeta tespitlerinin sonucu­
nu, yorumunu başkalarına bırakan bir tavır içindedir.
Veya çoğunlukla tarihin yorumu Batıdan beklenmekte­
dir. Sonra da Batıda yapılan tarih yorumları, ileri sürülen
tezleri uzun uzadıya tanıtılmakta ve tartışılmaktadır.
Bu mülahazalar ve endişelerle yaklaşık on yıldan
beri, Bölümümüze Tarih Felsefesi dersi koyduk ve o
günden beri her türlü iddiadan uzak olarak bu dersi
okutmaktayız. Ancak bu on yıllık zaman zarfında fikir
mahsulümüz olan bu çalışma ortaya çıktı.
Bu çalışmada, esas itibariyle üç ana soruya cevap
aranmıştır. Bunların ilki, tarih nedir, unsurları nelerdir?
Tarih Felsefesi nedir? gibi tarih ve tarih felsefesinin izahı
ve unsurlarını tespite yönelik olan sorulardır. İkinci ola­
rak tarihin umumi kanunlarını tespite yönelik olan tari­
hin umumi kanunları nelerdir, bu kanunların birbirleriy­
le olan münasebetleri nasıldır? gibi sorulara cevap ara­
yan sorular ve üçüncüsü de tarihin unsurlarına ve tarihin
umumi kanunlarına göre geleceğe yönelik tespit ve tek­
lifler nelerdir? Bu esaslara göre nasıl bir gelecek kurula-
13
TARiH FELSEFESi

�fa:,

caktır? gibi sorular cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Giriş


ve Birinci Bölümde, birinci soruya, İkinci ve Üçüncü
Bö lümde, ikinci soruya ve Dördüncü Bölümde de
üçüncü soruya cevap aranmış ve bu konulardaki tespit­
ler ortaya konmaya çalışılmıştır.
Hemen şunu belirtelim ki, tarihi bilgi itibariyle biz
yeni keşifler yapmadık. Yani herkes tarafından bilinen ve
her kaynakta bulunabilen tarihi bilgileri kullandık. Onun
için bu herkes tarafından bilinen bilgiler için de kaynak
kullanmaya lüzum görmedik. Mesela tarihteki siyasi
evlilikler herkes tarafından bilinmektedir. Fakat bunun
diplomasi aracı olarak kullanılması yorumu farklılık arz
edebilir. Bu bilgilere dayanarak, tarihin yorumlanması,
konularının tespit ve tahkiki bir yenilik olabilir.
Bu çalışmada yukarıda bahsi geçen felsefi sistemle­
rin veya fikir adamlarının tarihle ilgili görüşlerini tekrar­
lamaktan kaçındık ve sözkonusu felsefi görüşleri, ilgili
kaynaklara havale etmeyi uygun gördük. İdealist, ilahi­
yatçı, pozitivist, materyalist vb. tarih görüşlerini burada
tartışmak, malumu ilan etmek olacağından burada tek­
rarlamayı uygun görmedik.
Ayrıca konuyu mümkün olan en sade bir dille an­
latmaya çalıştık. Belki de konunun özelliğinden olsa
gerek, zaman zaman eski kelimeleri kullanmaya mecbur
olduk. Çünkü sözü edilen kelimelerin sadeleştirilmesiyle
istenen mefhumu arılamlandırmak mümkün olamamak­
tadır. Bizi asıl hedefimizden uzaklaştıracağı endişesiyle,
konuyu lüzumsuz yere uzatmayı uygun görmedik. Keza
anlatımı zorlaştıracağı düşüncesiyle ve maksada hizmet
edeceğine inanmadığımız yabancı kelime ve terkipleri
kullanmayı tercih etmedik.
Kaynakları lüzumsuz yere abartma yoluna gitme­
dik. Doğrudan doğruya faydalandığımız kaynakları
14
MUSTA F A ÖZTÜRK

�iZ.

Kaynaklar kısmında vermeyi uygun gördük. Zira ko­


numuz Tarih Felsefesi Kaynakçası vermek değildir.
Herkesçe malum olan ve her yerde de bulunabilecek
olan (mesela coğrafi keşifler, Fransız ihtilali, Osmanlı
borçlanması gibi) bilgiler için dipnot verilmesine lüzum
görmedik. Yorumlarımızı destekleyen kaynaklar ise ilgili
yerlerde kullanılmıştır.
Netice itibariyle, uzun zamandan beri üzerinde ça­
lıştığımız, fikir yürüttüğümüz bu çalışma, tarihçiliğimize,
tarih felsefemize bir katkı sağlarsa, kendimizi bahtiyar
addedeceğiz. Elbette fikir ayrılıkları olacaktır, bu, gayet
tabiidir. Fikir ayrılıklarının bizi daha iyiye, daha doğruya
ulaştıracağı, fikir ayrılıklarında hayırlar olduğu kanaatin­
de ve bilincindeyiz.
Bu çalışmada pekçok hocalarımızın ve meslektaş­
larımızın fikri boyutta katkısı oldu. En başta bu çalışmayı
okumak zahmetinde bulunarak değerli uyarılarda bulu­
nan hocam Prof. Dr. Şerafettin Turan'a teşekkür ederim.
Çalışmalarımızın fikir aşamasından yazım aşamasına
gelinceye kadar, bizlerle tartışan, uyarılarıyla katkıda
bulunan kıymetli hocam Prof. Dr. Bayram Kodaman'a
teşekkür borçluyum. Bir araya geldiğimiz her fırsatta
beni dinlemek zahmetine sabırla katlandı, yapıcı uyarı­
larda bulundu, ayrıca zaman zaman fikir alışverişinde
bulunduğumuz meslektaşlarım Prof. Dr. Salim Cöhçe,
Prof. Dr. Sabahattin Küçük, Doç. Dr. Mehmet Çelik,
Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Doç. Dr. M. Beşir Aşan,
Yrd. Doç. Dr. Rifat Özdemir ve Yrd. Doç. Dr. Orhan
Kılıç ile yazımda büyük emek sarf eden Bölümümüz
Araştırma Görevlilerine teşekkürü bir borç bilirim.

Elazığ, 1 999
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
İKİNCİ BASKININ
ÖN SÖZÜ

Bu mütevazi çalışmamızın ilk baskısının üzerinden


on yıl geçti. Bu zaman bizim için, konu üzerinde daha
etraflı düşünmek, bilgi ve fikri birikim sağlamak husu­
sunda önemli bir fırsat oldu. Çünkü, bir çalışmadaki
eksiklikleri, yapılması gerekenleri gene en iyi şekilde
yazarı bilir. Hele bu çalışma fikir mahsulü ise, yazarla
eser arasında yapılması gerekenler daha açık bir tarzda
ortaya çıkar. Kısaca bu geçen on seneyi birinci baskıdaki
eksikliklerimizi, esere ilave edilmesi gereken konuları
tamamlamakla geçirdik. Konu, tarih ve felsefe olunca,
bütün meseleleri hallettiğimizi, artık söylenecek bir şey
kalmadığını söylemek mümkün değildir. Tam tersine,
her eserde mutlaka eksik ve hatalar olacaktır, bu çalışma
da bundan istisna değildir. Burada söylenenler, tespitler,
teklifler, tamamen kendi fikir mahsulümüz olup, her
türlü tenkide, uyarıya ve ilaveye muhtaçtır.
Bütün bilimlerin muhtaç olduğu gibi, tarih de felse­
feye muhtaçtır. Çünkü felsefenin esası akıldır, hür dü­
şüncedir. Bu itibarla felsefe, haklı olarak bütün bilimle­
rin anasıdır, bilimsel gelişmenin ve ilerlemenin temeli­
dir. Zira felsefe, aklı sınırlandıran her şeyi reddeder, bu­
nun içindir ki, Tanrı-tabiat, insan-kainat ilişkisinde dai­
ma ilerleme sağlanmıştır. Aksi halde ilerlemenin olması
mümkün değildir.
Aynı şekilde tarihi yorumlama, tarihten ders çıkar­
ma ve geleceğe yönelik ön görülerde bulunmak için de
felsefenin metotlarından faydalanmak şarttır. Hem hiç-
16
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

bir peşin hükme bağlı olmadan geçmişi tespit etmek,


hem de mevcut durumu anlamak ve geleceği kurgula­
mak için felsefe vazgeçilmez bir rehberdir.
Ancak ülkemizde tarih felsefesi denince akla, felsefi
ekollerin ve onların temsilcilerinin tarih hakkındaki gö­
rüşlerinin tekrarı ve takriri gelmektedir. Acaba biz tarihi
nasıl yorumlamalıyız, bu konuda bizim fikrimiz nedir?
Tarihin mahiyeti, seyri, dinamikleri, metodu, faydası
hakkında tarihçi olarak biz ne diyoruz? Bugüne kadar
tarihçilerimiz, bu sorulara cevap aramamışlar, herhangi
bir sistem kuramamışlardır. Her konuda olduğu gibi, bu
hususta da Batı referans gösterilmiş, Batı'nın tarih felse­
fesi hakkındaki yayınları, dolayısıyla görüş ve düşüncele­
ri, hiçbir tenkit ve tahlile tabi tutulmadan esas olarak
kabul edilmiştir. Ezberci eğitim sisteminin bir neticesi
olarak, zikri geçen düşünürlerin veya ekollerin tarih gö­
rüşleri, tarih felsefesi olarak takdim edilmiştir.
İşte bu mülahazalarla, tarih üzerine tespit ve düşün­
celerimizi, yirmi yılı aşan bir zamanda elinizdeki eserde
topladık. Hemen şunu belirtelim ki, yeni keşiflerde bu­
lunmadık. Mevcut tarih bilgilerimizi, metodik bir şekilde
tasni� tertip ettik ve yorumladık. Tarihin mahiyetini,
ana dinamiklerini, umumi kanunlarını, bu kanunların
tabii bir neticesi olarak toplumsal müşterekleri tespit
etmeye çalıştık.
Fiziğin genel bir kanunu vardır: Maddenin mevcut
durumu bilinirse, gelecekteki hareketleri de bilinir. Biz
de bu kanunu tarihe uyguladık, tarihin mevcut durumu­
nu, dinamiklerini, umumi kanunlarını tespite çalıştık.
Tarihin mevcut durumu, ana kanunları bilinirse, gele­
cekte de neler olabileceği hakkında nispi (oransal) tek­
liflerde, öngörülerde bulunmak mümkün olur. Çünkü
tarih, zannedildiği gibi, geçmişte kalan bir hikaye değil-
17
TARiH FELSEFESi

.&IJ�

dir. Tam tersine günümüzü etkileyen canlı, dinamik bir


vakıadır. Her millet, üzerinde yaşadığı coğrafyanın ken­
disine biçtiği kaderi yaşadığı gibi, aynı zamanda tarihini,
geçmişini yaşar. Bugün yaşadıklarımız, geçmişimizdir,
geçmişten gelen problemlerimizdir. Geleceğimiz de
bugünümüz üzerine bina edilecektir. Geçmişte yaptığı­
mız bazı öngörülerin zaman içinde gerçekleşmesi ve
benzer olayların aynı tarzda devam etmesi, hem bizi
doğrulamış, hem de tarih felsefesinin önemini ve zarure­
tini ortaya koymuştur.
Bu çalışmanın fikri alt yapısı hakkında hemen her
fırsatta tartıştığım fikirlerinden faydalandığım pek çok
meslektaşımız ve öğrencilerimiz oldu. Esasen bu konu­
daki düşüncelerim, sorularım ve bunlara cevap aramam­
da hocam Prof. Dr. Şerafettin Turan'ın bana açtığı ufuk
çok önemlidir. Çünkü hocam, çalışmaları ve ufku ile
önümüzde abide bir örnektir. Her şeyden önce o, çalış­
malarında ihtisas alanının etrafında kalmamış, çok geniş
bir alanda bugün hala aşılamayan eserler vermiştir. Doğ­
rusu, hocamın bu geniş bakış açısı, bizi de tarih üzerinde
düşünmeye, tartışmaya ve bu konuda çalışma yapmaya
sevketmiştir. Kendilerine her zaman minnettarım.
Bu çalışmanın yayınlanmasında her zaman teknik
yardımlarını gördüğüm Doç. Dr. Enver Çakar'a teşekkür
ederim.

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK


Elazığ, 25 Haziran 20 1 O
18
MUSTAF A ÖZTÜRK

��

ÜÇÜNCÜ BASKIYA
ÖN SÖZÜ

Bu eserin ilk basımından bugüne kadar üzerinde ıs­


rarla durduğumuz en önemli hususlar, tarihin umumi
kanunlarının ve geçmişte neler olduğunun tespiti, tarihi
yönlendiren temel unsurların tahlili idi. Bu hususları
bütün yönleriyle ortaya koymağa çalıştık. Tarihin
umumi kanunları ve tarihi yönlendiren temel dinamikler
hususunda asgari bir müştereğe varılmasının zaruretini
ısrarla tebarüz ettirmiş, bu meyanda tarih-coğrafya ilişki­
si, tarihte insanın rolü, zamanın ruhu, sebep-sonuç ilişki­
si, tarihi terimlerin doğru ve zamanın mefhumu dahilin­
de kullanılması hususlarında milli ve milletlerarası cami­
ada asgari bir müştereğe varmanın, tarihi doğru yorum­
lamanın ilk şartı olduğunu vurgulamıştık.
Görülüyor ki tarih, her bakımdan, her kesim ve her
devlet tarafından istismar edilmektedir. Çünkü tarih
olduğu gibi kabul edilmemekte, insanların, taraftarların
zihinlerinde olan kendi yanlış algılarının tescil alanı ola­
rak görülmektedir. Bu yüzden herkese göre farklı bir
tarih vardır, herkes kendi tarihini inşa etmektedir. Top­
lumsal müşterekler unutulmakta, tarih üzerinden farklı­
lıklar yaratılmaktadır. Tarih doğru okunmadığı için, aynı
milletin bir kesimi, tarihlerinin bir kesimini düşman ilan
etmektedir. Bu da yaşanılan dönemde ideolojik ayrılıkla­
ra sebep olmaktadır. Her ne olursa olsun, tarih geçmişte
olduğu gibi iyi-kötü, başarı-başarısızlık, zafer­
mağlubiyetleri ve evliya-eşkıyası ile bir bütün olarak
kabul edilmelidir. Geçmişte kazanılan zaferlerden ve
19
TARiH FELSEFESi

.&��

ideal yönetim dönemlerinden kahramanlar, yapılan


hatalar üzerinden de tarihin bir dönemini veya kişileri
yererek hainler yaratmak, tarih usulüne aykırıdır. Bu
fasit daire toplumu sonu olmayan mecralara ve ayrılıkla­
ra sürükler ki, bunun kimseye faydası yoktur, bilakis
tarih üzerinden yeni ayrılıkların ortaya çıkmasına ve
fitne-fesada sebep olur. Burada bize düşen, geçmiş üze­
rinden ayrılıklar yaratmak değil, geçmişten ders almak,
aynı hatalara düşmemek için derin tarih tecrübesinden
azami ölçüde faydalanmaktır. Bunun ilk şartı da, tarihin
temel kaynaklarına ulaşmak, bu kaynakları tarih meto­
dolojisine uygun olarak tespit ve tahlil etmektir.
Elbette tarihin bu şekilde anlaşılmasının sebepleri
vardır. Tarihin mahiyetinin ve metodunun iyi bilinme­
mesi ve anlaşılamaması bu sebeplerin başında gelir. Öte
yandan tarih en önemli merak alanıdır, herkes tarihini
merak eder, elbette bu tabii bir husustur. Ama tarihin
incelenmesi ve yorumlanması, zannedildiği gibi kolay
değildir. Hal böyleyken, uzmanlarının dışında en çok
müdahale edilen alan tarihtir. Oysa hiçbir tarihçi, tıp,
eczacılık, veteriner, kimya ve matematik vb alarılarda
bilgiçlik taslama ukalalılığını göstermez. Birkaç fizik ve
matematik bilgisi ile nasıl fizikçi ve matematikçi oluna­
mıyorsa, aynı şekilde sıradan insanların birkaç tarih ve
isim ezberleyerek tarihe nüfuz etmeleri ve tarihi yorum­
lamaları mümkün değildir. Ama ne yazık ki, ülkemizde
tarih, çoğurılukla bu tarz sözde tarihçilerden öğrenil­
mektedir. Tarih üzerinde asgari müştereğimizin olma­
masının diğer bir sebebi de her seviyedeki okullarımızda
tarihin mana ve mefhumuna uygun bir tarih eğitiminin
olmamasıdır. Hatta öyle ki, aynı siyasi iktidarın Milli
Eğitim Bakanlarının değişmesiyle bile tarih eğitim poli­
tikası değişebilmektedir. Halbuki ülkemizde çok ciddi
20
MUSTAFA ÖZTÜRK

�j�

akademik çalışmalar yapılmaktadır, ancak bu çalışmalar,


bilimsel eserlerin yayınlanmasının önündeki pek çok
engelden dolayı, meraklılarının dışında geniş kitlelere
ulaştırılamamakta, tarih ders programlarına yansıtıla­
mamaktadır. Bu şekilde alan boş kalınca, toplumun her
kesimi kendi idolojisine göre bir tarih inşa etmekte ve
böylece tarih ideolojiye feda edilmektedir.
Bilindiği gibi, tarih, süreklilik arzeder. Geçmiş,
geçmişte kalmamıştır, günümüzü etkiler, geleceğimize
yön verir. Bugün yaşadığımız bütün olaylar 1 8 ve 19.
yüzyılların devam edegelen meseleleridir. Kısa bir hatır­
latma yaparsak, Boğazlar, Şark, Kıbrıs, Ermeni Meselele­
ri, dış borç-yabancı sermaye ihtiyacı, muasır medeniyet
seviyesine-umrana ulaşma hedefi, teknoloji transferi,
ıslahatlar-günümüzde demokratikleşme, eğitimin yay­
gınlaştırılması ve kalitesinin yükseltilmesi, dış tehditler,
Osmanlı coğrafyasının paylaşılması sürecinin devam
etmesi gibi daha nice hususlar geçmişten günümüze
ulaşan meselelerdir.
Keza, geçmişte sömürgeciliğin hedefleri, hammadde
kaynaklarına ulaşmak, mamul maddeleri nakde çevir­
mek için pazarları elde tutmak ve hammadde ile pazarla­
ra giden ana yolların emniyetinin sağlanması idi. Coğrafya
ve insanların-toplumların ihtiyaçları değişmediğine gö­
re, günümüzde de emperyalizmin hedefleri ve bu hedef­
lerin tahakkuku için kullanılan diplomasi araçları değiş­
memiştir. Geçmişteki bu hakikatlere vakıf olunmadan,
bugün çevremizde meydana gelen siyasi ve iktisadi re­
kabeti, bunun sonucu olarak meydana gelen savaş ve
işgalleri, Irak, Afganistan, İran, Suriye, Mısır, Türkiye
kısaca bütün İslam coğrafyasında meydana gelen olayla­
rı anlamamız mümkün değildir. Çünkü bu coğrafya,
emperyalizm için hayati derecedeki hammadde kaynak-
21
TARiH FELSEFESi

�v�

!arına sahip, aynı zamanda bölge ülkeleri iktisadi kal­


kınmalarını tamamlamadıkları için büyük bir pazardır.
Anadolu, Boğazlar, Karadeniz, Suriye, Irak, Basra Körfe­
zi, Doğu Akdeniz limanları ve elbette Kıbrıs bu muaz­
zam coğrafyalara ulaşan ana yollar olup, bu bölgelerin
kontrol edilmesi emperyalizmi temsil eden Batı için
hayati önemi haizdir. Tarih böyle geniş çerçeveden de­
ğerlendirilmeyince, resmin bütününü görmek mümkün
olamamaktadır. Coğrafyamızda meydana gelen olaylar,
zannedildiği gibi demokratikleşme, kültürel hakların
verilmesi gibi masum taleplerden ve kendi iç dinamikle­
rimizden dolayı meydana gelmiş olaylar değildir. Bütün
bu olayların esas sebebi, tarihi süreçten gelen ve emper­
yalizmin coğrafyamızı kendi menfaatlerine göre tanzim
etme politikaları uğrunda takip ettikleri kirli politikaları­
dır. Bu tarihi süreci iyi değerlendirmeden, olayların se­
beplerini söz konusu masun taleplere dayandırmak,
ağaçlardan ormanı görmemek yani emperyalizmin he­
deflerini görmemek veya gizlemek demek olur.
Görüldüğü gibi tarih, geçmişte kalan bir vakıa değil,
tam tersine yaşayan canlı bir vakıa olup, hala bu günü­
müzü yönlendirmektedir. Onun için geçmiş-mazi ile
günümüz-hal ve gelecek-istikbal birbirlerinden ayrılması
ve değerlendirilmesi mümkün olmayan bir süreçtir. An­
cak tarihi bu özelliği ile değerlendirmek, tarihin asıl ma­
nasını anlamak demek olur ve ancak bu şekilde bir tarih
anlayışı faydacı-faydalı bir tarih olabilir.

Elazığ, 4 Nisan 20 1 4 Prof. Dr. Mustafa Öztürk


GİRİŞ

Tarihin Tanımı
Kelime itibariyle Sami kökenli olan Tarih terimi,
İbranice VRH kökünden türetilmiştir. Hikaye etmek,
nakletmek, anlatmak manalarına gelir. Burada bütün
Doğu dillerine, Arapçaya ve oradan da Türkçeye geç­
miştir. Çoğulu Tevarihtir. Bütün dillerde de aynı anlam­
da kullanılmaktadır.
Batı dillerinde ise Yunanca İstoria kelimesinden
doğmuş ve çeşitli Batı dillerinde farklı telaffuzlarla ifade
edilmiştir. Fransızca Histoire, İngilizce History, İtalyanca
İstoria ve Rusça İstorii. Batı dillerinde de Arapçadaki
anlamı ile ifadesini bulmuştur. Hatta bu terimin Doğu
kökenli Sitare/Esatir (yıldız, uzak, felek, geçmiş) terimi
ile bağlantısı olduğu yolunda görüşler bulunmaktadır.
Kısaca terim manasını ifade ettiğimiz Tarihin ıstı­
lahı manası ve ilk sebebi daha şümullüdür.
İnsanoğlu tarih boyunca şu hususları merak etmiş,
fikir yürütmüş, söz konusu hususların sırrına ermek için
çaba sarfetmiştir. Bunlar;
a. Yaratıcı güç/ mutlak kudret,
b. Kainatın cevheri/ sırları,
c. Bilginin mahiyeti ve kaynağıdır.
Dikkat edilirse bu hususlar, bütün felsefi ekollerin
halletmeye çalıştığı, üzerinde fikir yürüttüğü ana husus-
24
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&IJ�

lardır. Hatta felsefi ekoller, bu hususlar hakkında sahip


oldukları sistemleriyle anılmaktadır. Teolojik felsefe,
idealist felsefe, materyalist felsefe . . . gibi.
Söz konusu hususlarla ilgili olarak sadece felsefi sis­
temler fikir ileri sürmemişlerdir. Hemen hemen bütün
dinlerde de aynı konularla ilgili bilgiler bulunmaktadır.
Öyle ki, dinlerde bu konulardaki görüş ayrılıkları mez­
heplerin doğmasının ilk sebebini oluşturmaktadır. Me­
sela İslam dininde, yaratıcı güç mutlak kudretin (Allah)
zati sıfatları, kainatın mahluk olup olmaması, bilginin
mahiyeti ve kaynağı, nübüvvet gibi konular Kelam ilmi­
nin esasını teşkil eder. Bu konulardaki fikir ayrılıkları
Kelami mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. O hal­
de denebilir ki, din ve felsefi ekollerin temelini yukarıda
sözü edilen ama tarih boyunca bir türlü üzerinde ittifak
edilemeyen esaslar oluşturmaktadır.
Geniş açıdan bakıldığında belki de insanın geçmişini
merak duygusunun buradan başladığını söylemek müm­
kündür. Yaratıcı kudretin zatı ve sıfatları nasıldır? Kaina­
tın cevheri ve sırları nelerdir? Bu kainatta insanoğlunun
yeri neresidir, nereden gelmiştir nereye gitmektedir,
rolü nedir? Bu sorulara cevap arayan bütün felsefi ekol­
lerin bir de tarih görüşlerinin/felsefesinin bulunması tesa­
düfi veya keyfi değildir. Hatta dinlerin de kendi tarih
görüşlerinin bulunması ilginçtir. O halde geçmişi, mera­
kın ilk sebebi bütün felsefi ekollere ana konu olan yukarı­
da zikredilen hususlardır.
İşte tarih de insanlığın bu merakı ile doğmuştur.
Geniş manada Tanrı, kainat ve bilginin mahiyeti, cevhe­
ri, niteliği ve niceliği merak edilirken, tabii olarak insan,
geçmişini, nereden geldiğini, geçmişte neler olduğunu
merak etmiştir. Öyleyse tarih, insanla beraber doğan ve
gelişen bir bilimdir. Tarihin mana ve mefhumunun geli-
25
TARiH FELSEFESi

,&��

şimi, insanlığın gelişimi ile paralellik arz etmektedir.


Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ilk medeniyetlerde (il­
kel hayat terimini tercih etmedik) tarih şuurunun bu­
lunduğuna veya ondan faydalandıklarına dair bilgiler
bulunmamaktadır. Ancak ilk devletler teşekkül ettiği
zamandan itibaren tarih de başlamıştır. Bu uzak geçmiş­
teki tarih, daha çok kralların, hanedanların soy kütükleri,
onların yaptıklarının kısa izahları tarzındaydı. Bunlar
tarihin ilk ürünleridir.
Tarihin toplumsal hayatın her alanıyla ilgili bilgiler
vermesi görüşü ağırlık kazanınca Herodotos, tarihçiliğin
babası sayılmıştır. Öte yandan tanığı olduğu büyük bir
savaştan ibret alınması gerektiği düşüncesiyle Thukydi­
des, öğretici ya da faydacı bir tarih yazıcılığının ilk büyük
örneğini vermiştir. Gerek Doğu gerekse Batı dünyasında
tarih, bütün Orta Çağ süresince, dahası Yeni Çağ ortala­
rına kadar devlet hayatına ilişkin önemli olayları oluş
sırasına göre saptama olarak görülmüş, bunu yapanlar
da vak'a yazar/vak'anüvis diye anılmıştır1•
Kuşkusuz, geçen süre içerisinde tarihe yeni içerikler
ve boyutlar kazandırma girişimleri de eksik olmamış ve
tarih anlayışında köklü olmasa da küçümsenemeyecek
değişmeler ve gelişmeler görülmüştür. Bu konuda çarpı­
cı bir örnek olarak Nicolo Machiavelli'yi ele alabiliriz.
Machiavelli'nin tarih anlayışındaki2 yenilik, tarih
olaylarına yalnızca hayretler içinde kalınarak okunacak
birer geçmiş olarak kalmakla yetinmeyip, o olaylan top-

Şerafettin Turan; "Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri" Genel­


kurmay ATASE Birinci Askeri Tarih Semineri Bildiriler I, Ankara,
1983, s. 11
2
Makyavelli'nin tarih anlayışı hakkı nda daha geniş bilgi için bkz:
Şerafettin Turan; "Machiavelli'nin Tarih Anlayışı", İtalyan Filo­
lojisi, İtalyan Dili ve Edebiyat Kürsüsü Dergisi, Yıl: 1, S. 1, A nkara,
1969, s. 19-25
26
MUSTAFA ÖZTÜRK

�v�

lum ve devlet hayatında taklit edilebilir birer örnek ola­


rak görmesi ve geçmiş ile içinde yaşanılan dönem ara­
sında bir devamlılık, bir benzerlik olduğunu kabul etme­
si noktalarında toplanmaktadır3•
İnsanoğlunun kendi geçmişine, tarihe karşı olan
merakı, karanlık çağlara kadar uzanan bir geçmişi olma­
sına rağmen, tarihin gerçek bir bilim disiplini düzeyine
gelmesi çok geç, ancak 1 9. yüzyılın ikinci yarısı içinde
mümkün olmuştur.
Tarihin, olayların neden ve niçinini araştırmadan,
onları edebi ve destani bir üslup içinde art arda sırala­
maktan ibaret olmadığı, onun asıl görevinin olayların
nedensellik ( illiyet-causalite) ilişkilerini araştırıp ortaya
çıkarmak olduğu, ancak geçen yüzyılın son yarısında
anlaşılmıştır. Bu gerçeğin ortaya çıkması, ancak poziti­
vist (olgucu) zihniyetin egemen olması, bilimde metot
(usul )un öneminin anlaşılması ve çeşitli bilim dallan
arasındaki sınırların çizilmesi ile mümkün olabilmiştir.
Gerçekte 1 9. yüzyıldan önce de, olayların nedenlerine
inmek ve birbirleri arasındaki ilişkiyi bulup ortaya çı­
karmanın önemini kavramış tarihçiler, düşünürler ve
yazarlar yok değildir. Eski Yunan tarihçilerinden
Thukydides ve Polybius, Araplardan İbni Haldun, İtal­
yanlardan yukarıda zikri geçen Nicolo Machiavelli ve
Jean Baptiste Vico, Türklerden Naima, Koçi Bey ve
Katip Çelebi örnek olarak gösterilebilir4•
Gerçekten insanın tarihe olan merakı, çok eski çağ­
lara dayanmaktadır. Fakat tarihten şuurlu bir şekilde
faydalanma ve onu yorumlama çabalan yakın zamanlar­
da, dağınık haldeki cemiyet yaşayışından devlet hayatına

Turan : a.g.m., s. 12 vd.


4
İsmail Arar; "A skeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri", Genelkurmay
ATASE, Birinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Ankara, 1983,
s. 27 vd.
27
TARiH FELSEFESi

��
geçildiği dönemlerde başlamıştır. Bu dönemdeki çaba­
lar, belki metodik değildi. Ama en azından (aşağıda de­
ğinileceği gibi Doğu kültürlerinde) tarihten ders almayı
öğütleyen bir tarzdı. Üstelik bu ilk tarih örnekleri, o de­
virlere ait olan ve günümüze yetişen tarihi kaynaklardır.
Tarihe ait bu ilk örnekler, sadece Batı' da değil, bütün
eski kavimlerde değişik suretlerde görülmektedir.
Bu hususlara ileride tekrar dönüleceğini belirterek
tarihin ne olduğuna dönelim5• İnsan topluluklarının geç­
mişte meydana getirdikleri olayları yer ve zaman göstererek
illiyet prensibi dahilinde anlatan bir bilim olarak tarif edi­
len tarih, bu haliyle bütün olarak insanlığın geçmişini
ifade etmektedir. Demek ki, tarih sadece savaşlar ve
siyasi olaylar değildir. İnsanı ilgilendiren, insanın yaptığı
her şey tarihin konusu olmaktadır. Devlet, iktisadi haya­
ta ait her türlü değişmeler, kültür, sanat, hukuk, eğitim,
dil, din ilh ... her şey tarihi ilgilendirmektedir. Başka bir
ifade ile tarih, medeniyetin gelişme macerasıdır. Bu ha­
liyle tarih yukarıda saydığımız ve daha sonra her biri
birer bilim dalı haline gelen unsurları da içine almakta­
dır. Nitekim askeri tarih, siyasi tarih, iktisadi tarih, eği­
tim, hukuk, sanat tarihi de bu gerçekten doğmuştur.
Tarihin kaynağı ve hedefi insandır. Gerçi bütün bi­
limlerin hedefi insandır, ama kaynakları farklıdır. Bunlar
toprak, maden, su, hayvan vs. olabilir. Bütün beşeri bi­
limlerin ve elbette tarihin hem kaynağı ve hem de hedefi
insandır. Belki de bu yüzden İbni Haldun tarihe faziletli
bilim demiştir. İnsanı hem kaynak hem de hedef olarak
kabul eden tarih gerçekten faziletlidir. Zira insan eşref-i
mahlukattır.
5
Tarih anlayı şların�aki d eğişme ve gelişmelerin genel bir özeti
için bkz. Doğan O zlem; Tarih Felsefesi, (Ege Univ. Ed ebiyat
Fak. Yay. No : 34), İzmir, 1984, Turan; a.g.m., s . 11-25, Arar;
a.g.m., s. 27-36
28
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

Tarihin kaynağı ve hedefi insan olduğuna göre, insanı


ilgilendiren ve insanın ilgilendiği her şey tarihi ilgilendirir.
Gelecekte de insanı ilgilendirecek her şey tarihin konusu
olacaktır. O halde tarih, sadece geçmişteki siyasi olayların
yekunu olmayıp, geçmişte insanı ilgilendiren her şey (siya­
set, iktisat, kültür, hukuk, sanat, mimari, eğitim) dir. Ta­
rih bütün bu bilim dallarını kapsar. Kısacası tarih, zikredi­
len bu bilim dallarının geçmişinin, insanlığın medeniyet
yolunda gösterdiği gayret ve ortaya koyduğu eserlerinin
bütünüdür.

Tarih Felsefesinin Tanımı


Tarih felsefesi, insan cemiyetlerinin değişmesini ve
tekamülünü idare eden umumi kanunların araştırılması
yahut bu evrimin manası ve insanlığın müncer olacağı akı­
bet üzerinde nispi düşünceler ileri sürülmesidir. Dar mana­
da ise insanlığın oluşumunun son izahı ve geçirmiş, yaşamış
olduğu olayların bütününün bir sistem ve ahenk içinde
izahıdır. Demek ki tarih felsefesi, tarihi hadiseleri zaman
ve mekan zinciri içerisinde tespit edip değerlendirmek
yerine, tarihin felsefi problemler açısından bir yorumu­
nu yapmakta, tarihi hadiselerin seyrinde hangi kanunla­
rın ve illetlerin hakim olduğunu ortaya koymaya çalış­
maktadır. Tarih felsefesi niçin ve nasıl oldu sorularının
cevaplarını araştırırken tarihi hadiselerin ve insan cemi­
yetlerinin ana unsuru ve mihveri olan insanı esas alır6 •
Tarih Felsefesi öncelikle medeniyet ve tarihin ge­
lişmesine esas olan, etki eden umumi kanunları tespit
eder.

S. Hayri Bolay; "Filozofların Tarih Görüşleri" Tarih Metodolojisi


ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Fırat Üniversitesi Yay.,
(Elazığ, 21-26Mayıs 19 84) , Elazığ, 1990, s. 9
29
TARi H FELSEFESi

�u�
Aynı zamanda insanlığın geçirmiş olduğu kötü tec­
rübelerin ana sebeplerini bulmaya çalışır. Ondan sonra
da geleceğe ait nispi kanunları teklif eder.
Tarih felsefesi, geçmişte neler olup bittiğini araştı­
ran tarih biliminden farklı olarak, geçmişte olup bitenle­
rin nedenlerini araştırır. Bu bakımdan tarih felsefesi, ta­
rihsel oluşum içinde, genel felsefe alanının üç büyük
görüşüne göre sıralanır : Metafizik tarih felsefesi, bireyci
tarih felsefesi ve diyalektik tarih felsefesi. Metafizik açı­
dan işlenen tarih felsefesine göre, insanların tarihi Tan­
n'nın iradesiyle yönetilmektedir, Tanrı nasıl istemişse
öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Temelde
metafizikten başka bir şey olmayan bireyci tarih felsefe­
sine göre, insanların tarihini büyük bireyler, başka bir
deyişle büyük düşünürler yönetmektedir. Bu büyük
kişiler nasıl istemişlerse öyle olmuştur ve bundan sonra
da öyle olacaktır. Çağdaş diyalektik tarih felsefesine
göreyse; tarihi üretim ilişkileriyle belirlenen toplumlar
yapar. Toplumsal olayların nedeni maddi şartlardır7•
Dikkat edilirse, tarih felsefesi, tarihten faydalanma,
ondan ders alma usul ve prensipleridir. Tarihin manası
ve amacı tarih felsefesidir. Aksi halde, yani tarih felsefesi
olmadan, tarihten nasıl faydalanılacağı bilinmediğinden,
tarihten yeterince faydalanma imkanı yoktur. Tarih fel­
sefesi olmadan, tarihte yenilik veya yeni bir sentez yap­
mak mümkün değildir. Bu haliyle tarih, geleneksel tarih­
çilikten, rivayetçilikten, nakilcilikten ve -boşu boşuna­
ezbercilikten kurtulamaz. İnsanlık da geçmişte müncer
olduğu akıbetlere düşmeye devam eder.
Olayların neden ve niçinini araştırmadan, birtakım
belge koleksiyonlarını neşretmek yeterli değildir. Tarih

Orhan Hançerlioğlu; Felsefe Sözlüğü, 2. Baskı, İstanbul, 1973, s.


303
30
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!&;,

için yapılan her şeyin (belge neşri, monografi çalışmaları


vs.) mutlaka bir kıymeti vardır. Zira tarih felsefesi, tarihi
bilgiye dayanır. Şu da unutulmamalıdır ki, belge ve bilgi
olmadan, tarihin felsefesini yapmak da mümkün değil­
dir. Bu haliyle yani tarihi belge ve bilgiden yoksun olarak
yapılan tarih felsefesi de şahsi değerlendirmelerden öte­
ye gitmeyecektir. O halde, tarih felsefesi için tarihi bilgi
şarttır. Tarihi belge ve bilgilerin faydalı ve ders alınır
hale gelmesi için de tarih felsefesi şarttır. Birini diğerine
tercih etmemiz söz konusu değildir.
Tarih felsefesinin iki boyutu vardır:
a. Tarih ilminin felsefesi (metodoloji)
b. Geçmişin felsefesi.
Tarih ilminin felsefesi (metodoloji) de ülkemizde
çoğu zaman tarih felsefesi olarak kabul edilmiştir. Tari­
hin ne olduğu, kaynakların tenkidi, araştırma usulleri ile
ilgili çalışmalar vardır. Burada bu konuya girmeyi de
tekrar olarak gördüğümüzden, ilgili eserlere havale et­
meyi uygun gördük. Tarih felsefesinin bizi asıl ilgilendi­
ren yönü, geçmişin felsefesi yönüdür. Yorumlayacağımız,
ders alacağımız yönü buradadır. Umumi kanunları tes­
pit, nispi kanunları teklif edeceğimiz kısım, bizi ilgilen­
dirmektedir. Tarih felsefesi, zannedildiği gibi, ilk defa
Avrupa'da hümanist fikir hareketleriyle başlayan çok
yeni bir disiplin değildir. Geçmişten ders ve ibret alma,
geçmişteki olayların sebeplerini tespit etme arzu ve gay­
reti çok eskidir. Bu gayret hemen hemen bütün eski
kavimlerde çeşitli şekillerde tezahür etmiştir. Ama tarih­
ten metodik olarak faydalanma, tarihi olguyu meydana
getiren sebepleri tespit etme usulleri, metotları farklı
olabilir, belki de bu usul yenidir. Yoksa geçmişten ders
alma mefhumu çok eskidir.
31
TARiH FELSEFESi

�-�

Bütün siyasal kuramın Eflatun'la başladığını kabul


etmek yanlış olduğu gibi, bütün siyasal düşüncenin yal­
nız Avrupa ve Amerika'da oluştuğunu sanmak da hiç
olmazsa o derecede yanlıştır. Yunanlıların hemen her
siyasal kavram için bir kelime buldukları ve genellikle
bugün o kelimenin hala kullanıldığı doğrudur. Ancak bu,
aynı anlama gelen Çince bir kelime olmadığını göster­
mez. Yine bunun gibi Çinlilerin ve Hintlilerin kendi
düşünceleri olmadığını sanmak da doğru değildir8•
Günümüzde kullanılan pek çok kavramın Yunan­
cadan gelişerek bütün Avrupa dillerine yayıldığı bir ger­
çektir. Ama bu, o kavramların başka kültürlerde olmadı­
ğı anlamına gelmez. Meteoroloji terimi Yunancadan
dünya literatürüne mal olmuştur. Ama meteoroloji bil­
gisi ve bununla ilgili tecrübelerin, meteorolojik olaylara
karşı alınan tedbirlerin ve bu hususta geliştirilen bir kül­
türün başka kültürlerde olmadığını söylemek doğru
değildir. Keza Political Science (siyaset bilimi) terimi de
Avrupa menşelidir. Ama başka kültürlerde de siyaset
bilimi vardır. Hatta Doğu kültürlerinde Siyasetname
adıyla başlı başına bir yazım türü dahi vardır.
Aynı şekilde Tarih Felsefesi teriminin Türklerde,
İranlılarda ve Çinlilerde olmaması, tarih felsefesi kavra­
mının da bu milletlerde olmadığı anlamına gelmez.
Mefhum olarak tarih felsefesi hemen bütün kavimlerde
vardır. Özellikle Doğu kültürlerinde geçmişten ders
almanın belli birtakım anlatım usulleri dahi vardır ve
bunlar Batı' dan çok evvel Doğu' da gelişmiştir. Doğu
kültürlerindeki geçmişten ders alma kaynak ve usullerini
burada ana hatları ile vermeye çalışacağız

8 Parkinson, C. Northcote; Siyasal Düşüncenin Evrimi, (Çev.


Mehmet Harmancı), İstanbul, 1984, s. 8
32
M U STAFA ÖZTÜRK

���

Doğu Kültüründe Tarih Felsefesinin Kaynakları


Engin bir geçmişe ve zengin bir kültüre sahip olan
Doğu kültüründe de tarih felsefesi vardır, olmaması
düşünülemez. Fakat her nasılsa bugüne kadar kaynakla­
rımız bu nazarlarla incelenmemiştir. Biz burada konuyu
ana hatlarıyla ele alacağız. Doğu kültüründe tarih şuuru,
tarih felsefesi, devlet ve medeniyet görüşü, siyasal dü­
şünce kavramları zannedildiğinden daha erken bir za­
manda gelişmiş ve bu alanda sayısız eserler verilmiştir
Doğu kültüründe tarih felsefesinin kaynaklarını; a.
Kur' an-ı Kerim, b. Klasik eserler, olmak üzere 2 ana baş­
lık altında toplayabiliriz. Klasik eserler, tarihten gelen
engin bir tecrübenin mahsulüdür. Bunlar başta Göktürk
Kitabeleri olmak üzere, Kutadgu Bilig, Siyasetname ve
Nasihatnameler ile Mesnevi türü eserlerdir. Bunun ya­
nında destan ve sözlü anlatım gelenekleri de önemli
kaynaklardır.
Kur'an-ı Kerim'de ise konuyla ilgili geniş bilgi bu­
lunmaktadır. Tarihçi olarak Kur'an-ı Kerim'den faydala­
nacağımız pek çok husus bulunmaktadır. Elbette ne
Göktürk Kitabeleri, ne Kutadgu Bilig ve ne de Kur'an-ı
Kerim birer tarih felsefesi eseridir. Ama hepsinde bugün
faydalandığımız ve faydalanacağımız çok önemli bilgiler,
ibret verici hakikatler vardır.

a. Kur'an-ı Kerim
Uzun yıllardan beri dünya bilim alemine ve anlayı­
şına tesir eden pozitivist bilim nazariyesi, bilimi sadece
deney-gözlem metodu çerçevesinde incelemiş ve bu
anlayışı kabul etmiştir. Pozitivist nazariyeye göre bir
bilimin bilim olabilmesi için; a. Gözlenebilir, b. Doku­
nulabilir, c. Denebilir, d. Ölçülebilir ve e. Tekrarlanabilir
33
TARiH FELSEFESi

��

olması lazımdır. Eğer bir şey bu esaslara göre incelene­


miyorsa, o bilim değildir. Bu itibarla sadece denenebi­
len, gözle görülüp elle dokunulabilen şeyler gerçek ola­
rak kabul edilmiştir. Bu anlayışın, Orta Çağ Avru­
pa'sında yüzyıllarca din adına tasarrufta bulunan ve top­
lumun/ devletin bütün kesimlerini hakimiyeti altına
alan, kendisini yeryüzünde Allah'ın vekili ilan eden Pa­
palığın aşırı baskısına karşı bir tepki halinde ortaya çıktı­
ğı bilinmektedir. Fakat bu anlayış o derecede ileri gitti
ki, ruhsal/kutsal olan veya mücerret, bilinemeyen, aklın
ermediği her ne varsa inkar edilmeye başlandı. Böylece
Avrupa'nın düşünce sisteminde kutsallık çıkartıldı, red­
dedildi. Pozitivist bilim anlayışı uzun yıllar Avrupa dü­
şüncesinin temelini oluşturdu.
Ancak, Avrupa düşünce sisteminde kutsallığın red­
dinden dolayı pozitivist anlayışın peşin hükümlerle red­
dedilmesini de doğru bulmuyoruz. Burada şu soru akla
gelebilir? Acaba bilimin bugün ulaştığı seviyeye gelme­
sinde pozitivist bilim anlayışının yeri nedir? Hemen
şunu belirtelim ki, bugün bilimin ulaştığı seviyeye gel­
mesinde pozitivizmin inkar edilemeyecek derecede
olumlu katkısı vardır. İnsanoğlu, Papalığın tasallut ve
tasarrufundan kendisini kurtaran bilim anlayışı ile bu­
günkü bilimsel seviyesine ulaşmıştır.
Şimdi de şu soru ile karşı karşıyayız: Acaba bugün
bilimsel anlamda gelinen seviye kadardır, neye, kime
göre gelişmiştir? İşte bu sorunun cevabını vermek kolay
değildir. Çünkü, bir şeyin iyi-kötü, ileri-geri olmasını
tayin etmek için bir ölçüsünün, nirengi noktasının olma­
sı lazımdır. Oysa burada elimizde, geldiğimiz seviyenin
sınırlarını, büyüklüğünü, gelişmişliğini ölçecek bir ölçü
bulunmamaktadır. Bugün çok ileri bir seviyede olduğu­
muz doğrudur, ama neye, kime göre ve ne kadar ileride-
34
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\}!?,

yiz? Acaba pozitivizm ile kutsallık dengeli bir şekilde


gelişmeye esas olarak alınsaydı, sonuç ne olurdu? Bu
konuda kesin bir sonuca varmak, fikir beyan etmek zor­
dur. Ama karşı karşıya olduğumuz bir vakıa, yaşadığımız
tarihi bir süreç vardır. Tarih nazariyelerle değil, olmuş
olan olaylarla ilgilenir. Bu yönden bakıldığında bugün
bilimin ulaştığı seviye göz kamaştırıcıdır. Her ne olursa
olsun, bugünkü gelişme sürecimizde pozitivizmin olum­
lu katkısı inkar edilemez. Bu konuda bir tereddüdümüz
yoktur.
Bugün, bilimsel anlayışta meydana gelen baş dön­
dürücü gelişmelerden geriye dönüş yoktur, olamaz. Ar­
tık hiçbir akl-ı selim sahibi bilim adamı Papalığın hurafe­
lerini bilim adına savunamaz. Ama aynı zamanda kutsal­
lığın inkarı, insan hayatından tamamen çıkartılması da
en az o kadar akıl dışıdır. Çağdaş bilim adamı hem pozi­
tivist bilimsel metotlardan hem de kutsal/ dini kaynak­
lardan faydalanmasını bilmeli, ikisini meczedebilmelidir.
Bilim adına faydalanılması gereken her ne varsa, sahip
olduğu disiplinin metotları dahilinde faydalanılmalı,
kullanılmalı ve değerlendirilmelidir. Bilim adamının,
araştırmalarına esas olacak kaynakları seçme, reddetme
şansı yoktur. Ama bugüne kadar pozitivizmin etkisiyle
olsa gerek, kutsallık reddedildiği için, kutsallığa ait kay­
naklar/ metinler de reddedilmiş veya görmezden gelin­
miştir.
Bu mülahazalarla, kutsal metinlerin en teferruatlısı
ve Eski ile Yeni Ahitlerin bilgilerini de ihtiva eden
Kur'an-ı Kerim'i esas aldık ve bizi ilgilendiren bilgileri
değerlendirmek amacıyla bir tecrübede bulunduk. Ger­
çekten kısa bir araştırmadan sonra pozitivist bilimsel
verilerin Kur' an-ı Kerim'in verdiği bilgiler ile uyum için­
de olduğunu tespit ettik. Mesela, şimdiye kadar -ileride
35
TARiH FELSEFESi

.&V�

din bahsinde görüleceği gibi- bütün kültürlerde mutlak


yaratıcı güç olarak tek tanrı inancı olduğu, antropoloji ve
arkeoloji biliminin verileri ile ortaya konmuştu. Ancak
birbirlerinden çok uzak, o zamanın ulaşım ve haberleş­
me araçları ile birbirlerinden etkilenmeleri mümkün
olmayan kültürlerdeki tek tanrı inancının sebebi izah
edilemiyordu. İşte bu noktayı Kur'an-ı Kerim izah et­
mektedir.
Bunun gibi Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen eski ka­
vimlerin akıbetleri de tarihçi olarak bizi ilgilendirmekte­
dir. Bu eski kavimler kimlerdi, nerede yaşıyorlardı, ne
yaptılar da Kur'an' da bize ibret olarak anlatılmaktadır?
Bugün bu kavimlerin bıraktıkları maddi kültür unsurları
(arkeolojik buluntular) var mıdır, bu anlatılanlar birer
efsane midir, yoksa birer gerçek midir? Bu kavimlerin
akıbetleri bize nasıl ibret olabilir? Bu sorulara cevap
aramak için Kur'an' da geçen konuyla ilgili ayetleri de­
ğerlendirmeye çalıştık.
Bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in muhtevası çeşitli
tasniflere tabi tutulmakla beraber, en yangın olan şekliy­
le; a. İman, b. İbadet, c. Ahlak ve d. Eski kavimlerin kıssa­
ları olarak taksim ve tasnif edilmektedir. Elbette Kur'an­
ı Kerim bir tarih kitabı değildir. Fakat bizi ilgilendiren
çok önemli hakikatleri ihtiva etmektedir.
Kur'an-ı Kerim'deki eski kavimlerin kıssaları -
ileride görüleceği gibi- Tarih-Külli irade ilişkisi çerçeve­
sinde ele alınmıştır. Kur'an-ı Kerim' de geçen eski kavim­
lerin kıssaları tarih felsefesi yönüyle değerlendirilmiştir.
Netice olarak külli iradenin, cüz'i iradeye doğrudan bir
müdahalesinin olmadığı, tarihin ve medeniyetin insan
eseri olduğu, dolayısıyla da tarihi olayların akıbetinden
insanın sorumlu olduğu sonucuna varılmıştır.
36
MUSTAFA ÖZTÜRK
�\iZ,

Burada Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen kıssaların


çok kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Bu
kıssalarda bizler için büyük ibretler vardır.
"Onlara kendilerinden öncekilerin Nuh, Ad, Semud
kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve Lut
kavminin başları üstüne ters dönen şehirlerinin haberi gel­
medi mi ? ( Oralarda neler olduğunu duymadılar mı ?).
Peygamberleri onlara açık deliller getirmişlerdi. (Ama
inanmadılar, bundan dolayı Allah'ın gazabına uğradılar).
Allah onlara zulmediyor değildi, onlar kendi kendilerine
zulmediyorlardı." 9
"Sizden önce zulmettikleri ve peygamberleri kendileri­
ne açık deliller getirdikleri halde, inanmadıkları için nice
nesilleri helak etmişizdir. İşte suçlu kavmi böyle cezalandı-
rırız. 111 0
"Yeryüzünde hiç görmediler mi ki, kendilerinden önce­
kilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler."1 1
" . . . Görmediler mi, kendilerinden önce nice nesilleri
yok ettik. Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler."12
"De ki, yeryüzünde dolaşın da, yalanlayanların sonu
nasıl olmuş, görün."13
"Yeryüzünde gezmediler mi ki, kendilerinden öncekile­
rin sonunun nasıl olduğuna baksınlar. Onlar, kendilerinden
daha güçlüydüler. Toprağı alt-üst etmişler ve bunların imar
ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da elçileri

9
Tevbe Suresi, 70. ayet, Süleyman Ateş; Kur'an-ı Kerim ve Yüce
Meali, Ankara, 1985, (Ayet mealleri için Süleyman Ateş'in adı
geçen eseri kullanılmıştır. Bundan sonra sadece sure ve ayet
numaraları verilecektir. )
10
Yunus/ 1 3
ıı Patır/ 44
12
Yasin/ 3 1
1
3 En'am/ 1 1
37
TARiH FELSEFESi

��

delillerle gelmişti. Demek ki, Allah onlara zulmediyor de­


ğildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. "14
"Sonra biz elçilerimizi ardı ardına gönderdik. Hangi
ümmete peygamberleri geldiyse, onlar onu yalanladılar, biz
de onları birbiri ardına (yokluğa) yuvarladık ve hepsini
birer efsane yaptık. İnanmayan kavim uzak olsun. "15
"LCtt'u da (gönderdik) . Kavmine dedi ki, "sizden önce
dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsu­
nuz ?" Siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz
ha! Doğrusu siz israfçı bir kavimsiniz."1 6
" . . . Ad kavmi yeryüzünde haksız olarak büyüklük tas­
ladılar ve "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler. Onları
yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduklarını
görmediler mi ?"17
"İşte şu kentler ne zaman zulmettilerse, biz onları
helak ettik. Onları helak etmek için de belli bir vakit tayin
ettik . "1 8
"(Halkı) zulmeden nice şehirleri kırıp geçirdik ve on­
lardan sonra başka bir topluluk getirdik. "19
Örnekleme yoluyla seçtiğimiz bu ayetlerden eski
kavimlerin helak olmalarının üç ana sebebi vardır. Bun­
lar:
ı. Allah'ın varlığını, birliğini inkar etmek, kibir­
lenmek,
2. Gayr-i tabii bir halde yaşamak,
3. Zulmetmektir.

14 Rum/ 9
15 Mü'minun/44
16 A'raf / 80-81
17 Fussilet/ I S
18 Kehfl 59
19 Enbiya/ 11
38
MUSTAFA ÖZTÜRK

�'""

Yukarıdaki ayetlerden çıkarılan sonuçlar bunlardır.


Bu tarz yaşayış biçimi, geçmişte insanların felaketlerine
sebep olmuştur. Bunları benimseyen kavimler helak
olmuştur. Hem de bu kavimler şimdikilerden daha güçlü
idiler.
Allah'ın varlığı ve birliğine inanmamak, ilahi gazaba
uğramanın ilk sebebidir. Çünkü mutlak yaratıcıya inan­
mak, dünya hayatının da mutlak ve ebedi bir varlığa
bağlanması ve beşer hayatının da ona göre düzenlenme­
si demektir. Sadece bu ayetler değil, umumi olarak
Kur'an-ı Kerim incelendiğinde şu hususlar dikkati çeker.
Tabiatta cereyan eden olaylar ile eski kavimlerin akıbet­
lerinin sıkça gözler önüne serilmesinin bir tek sebebi
vardır: O da insanları tevhide davettir. Zira tevhid, tesli­
miyet demektir. Kendisinden üstün bir varlığa inanmak
demektir. Dünyada iken yapılanlardan dolayı er veya geç
hesap verileceğine inanmak demektir. Dolayısı ile en üst
düzeyde tevhide inanılınca dünya hayatı, sosyal, iktisadi
hayatı da ona göre şekillenir. Netice itibariyle tevhid
inancı, insanın dünya hayatının daha düzenli olması için
insana lazım olan bir husustur. Tevhid inancının olduğu
yerde gayr-i tabii yaşayış tarzı ve zulüm asgariye iner.
Aksi halde geçmiş kavimlerin akıbetlerine uğramaktan
kurtulmak mümkün değildir.
Bu çerçevede daha önce de değinildiği gibi bu akı­
betlerden insan, dolayısıyla kavimler sorumludur. Bu
konuda Kur'an-ı Kerim'de açık ayetler bulunmaktadır.
" . . . Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah
onların durumlarını değiştirmez . . . "20
"Kim yola gelirse kendisi için gelmiş olur, kim de sa­
parsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar başkasının

20
Ra'd/11
39
TARiH FELSEFESi

�IJ�

günahını taşımaz. Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir


kavme) azap edecek değiliz."21
" . . . Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan
(güzel meziyetleri) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği
güzel nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.'122
Bu ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, insanoğlu
akıbetini kendisi hazırlamaktadır. Bunda Allah'ın doğ­
rudan bir müdahalesi yoktur. Allah kulun/kavmin cüz'i
iradesini nasıl kullanacağını bilip ona göre bir takdir
yaratmaktadır. O halde fert veya toplum olarak cüz'i
iradenin yanlış kullanılması, başarısızlık veya beceriksiz­
liklerin Allah'a havale edilmesi, kötü kaderin, meş'um
akıbetin Allah'tan geldiğine inanmanın hiçbir anlamı
yoktur. Nasıl fert kendi kaderini tayin ediyorsa, toplum­
lar da kendi kaderlerini kendileri tayin etmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de tarih ve tarih felsefesini ilgilendi­
ren çok önemli bir konu daha vardır ki, o da milletlerin
süreleridir. Her millete bir süre takdir edilmiştir. Bilin­
diği gibi, İbni Haldun da her milletin bir süresi olduğu­
nu, her milletin doğup, yaşayıp ve nihayetinde battığını
söylemektedir.
Öyle zannediyoruz ki, İbni Haldun'un bu fikrinin
temeli Kur' an-ı Kerim' deki bu ayetlerdir. Zaten o devrin
alimleri Kur'an'ı çok iyi biliyorlar ve eserlerinde yer yer
Kur'an'ı tefsir ediyorlardı. Mevlana'nın Mesnevi'si mef­
hum olarak Kur'an'ın tefsiri mahiyetindedir. Gene Ku­
tadgu Bilig'te, "O bir tektir, temizdir. Hiçbir şey katılma­
mış ve karışmamıştır" beyiti23, İhlas Suresi; "O ne irade

1
2 İsra/ ı s
22 Enfal/ 53
23 Kutadgu Bilig, (Çeviri: Reşit Rahmeti Arat), TTK Yay. 4. Baskı,
Ankara, 1988, s. 283
40
MUSTAFA ÖZTÜRK

���

ederse yerini bulur, neye ol derse o olur" beyiti24 de Yasin


Suresinin son ayetinin mealidir25• "Her doğan ölmek için
doğar" beyiti26, "Her nefis ölümü tadacaktır"27 ayetinin
mealidir. Bunun gibi daha yüzlerce beyit, ayetlerin meal­
leridir.
Bunlardan hareketle İbni Haldun'un da milletlerin
süreleri konusundaki görüşlerinin Kur'an'a dayandığını
söylemek mümkündür.
"Her ümmetin bir süresi vardır. Süresi gelince (onlar)
ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler (tam vaktinde
batıp giderler)28• Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri
gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.'129
"Hiçbir milleti yok etmedik ki, onun mutlaka bilinen
bir yazısı olmasın. Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de
(ondan) geri kalır. "30
Görülüyor ki, her kavmin/milletin bir süresi vardır.
Burada akla şu soru gelmektedir: Mademki her milletin
bir süresi vardır, ilahi bir tecelli cereyan etmektedir, o
halde insan iradesinin hükmü ve anlamı nedir?
İlk bakışta bu soruda haklılık payı görülmektedir.
Fakat yukarıda geçen ayetler göz önüne alındığında
çelişki olmadığı görülecektir. Kendileri istemedikçe
hiçbir kavmin durumunun değiştirilmeyeceği açıkça
belirtildiğine göre, milletlerin kaderleri ve süreleri de
kendi ellerindedir. Allah, kavimlerin kendi akıbetlerini
nasıl hazırladıklarını bildiği için, onlara süre takdir et-

24 Kutadgu Bilig, s. 283


25 Yasin/ 82
26 Kutadgu Bilig, s. 379
27 Enbiya/ 35
28 A'raf/ 54
29 Yunus/ 49
30 Hicri 4-5
41
TARİH FELSEFESi

��

miştir. Fert, cüz'i iradesini hür olarak kullanmakta ve


akıbetini hazırlamaktadır. Allah da sonsuz bilgisi saye­
sinde bunu bilmekte ve ona göre bir kader takdir etmek­
tedir.
İşte kavimler de böyledir. Kendi akıbetlerini hazır­
larlar ve Allah da ona göre bir zaman tayin eder. Aksi
halde Allah tarafından hiçbir kavme keyfi olarak süre
takdir edilmemiştir. "Allah onlara zulmetmiyor, onlar
kendi kendilerine zulmediyorlar"31 ayeti, bunu açıkça ifade
etmektedir.
Dolayısıyla Hristiyan teolojisinin insanı hiçe sayan,
her şeyin Allah tarafından takdir edilen ilahi tecelli dai­
resi dahilinde cereyan ettiğini söyleyen, aynı zamanda
idealist tarih felsefesinin esasını teşkil eden görüşlerin­
den farklı olarak bir tarih görüşü ortaya çıkmaktadır.
Kur'an' da bahsi geçen eski kavimlerin akıbetlerin­
den çıkarttığımız neticeleri şu şekilde özetleyebiliriz:
a. İnsanlar kendi hür iradeleriyle kaderlerini belirler­
ler.
b.Aynı şekilde milletler de kendi kaderlerini kendileri
belirlemektedir.
c. Kendileri değişmedikçe Allah onları değiştirmemek­
tedir.
d. Milletler de fertler gibi kendi hür iradeleri ile kader­
lerine hükmetmekte ve Allah da onlara bir süre tak­
dir etmektedir.
e. Önceki kavimler Allah'ı inkar, gayritabii yaşayış ve
zulmettikleri için yok oldular.
f Bu fiilleri hangi kavim ne zaman yaparsa, akıbetleri
öncekilerden farklı olmayacaktır.

31 Tevbe/ 1 0
42
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

Görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim' de geçen eski kavim­


lerin kıssaları, tarih felsefesinin amacı olan geçmiş kavim­
lerin uğradıkları akıbetlerin umumi kanunlarını tespit
etmektedir. Bu umumi kanunlar zaman ve mekanla sı­
nırlı değildir. Gelecekte de bu umumi kanunların tersine
hareket eden fert veya toplumlar, eski kavimlerin akıbet­
lerine uğramaktan kurtulamazlar. Gerçekten de tarih
bunun sayısız örnekleriyle doludur.

b. Göktürk Kitabeleri
Bugüne kadar çeşitli açılardan incelenen Göktürk
Kitabeleri32 belki bir deneme mahiyetinde olmak üzere
tarih felsefesi açısından değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Göktürk Kitabelerinde tarihten nasıl ders çıkarılmış,
kendisinden sonrakilere neler tavsiye edilmiştir? Kitabe­
lerin kendi dilinden bu konuları tespit etmeğe çalışaca­
ğız.
Kül Tigin anıtının güney cephesinde şu ifadeler
dikkat çekmektedir: Göğe benzer gökte (mevcut) olmuş
Türk Bilge Hakan bu zamanda oturdum. Sözümü nihayete
kadar işit. Benden sonra gelen küçük kardeş (ve) yeğenim,
oğullarım bütün soyum, milletim, sağdaki Şadapıt Beyler,
soldaki Tarkanlar, Buyruk Beyleri, Otuz (Tatar), Dokuz
Oğuz Beyleri, milleti, bu sözümü iyice işit, sağlamca dinlej
ileri (şarkta) gündoğusuna, beri (cenupta) gün ortasına,
geri ( garpte) günbatısına, yukarı (şimalde) gece ortasına
doğru (olan yerleri) bu içindeki milletler hep bana itaat
eder. Bunca milleti hep tanzim ettim. Şimdi de Türk Ha-

32
Göktürk Kitabelerinin metinleri için şu eserler kullanıldı: O r­
kun, Hüseyin Namık; Eski Türk Yazıtları, (TDK Yay. 529 ),
Ankara, 19 87, Ergin, Muharrem; Orhun Abideleri, (13. Baskı),
İstanbul, 1989
43
TARiH FELSEFESi

�V?,

kanı Ötüken ormanında oturur ise ülkede mihnet olmaz'3•


Burada Hakan'ın manevi gücüne dikkat çekilmekte ve
Türk milletinin öz vatanında (Ötüken) yaşamasının
gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bir millet ancak ken­
di vatanında rahat ve huzurlu olabilir. Öte yandan devle­
tin varlığının en önemli unsuru olan toprak/vatan unsu­
runun zaruretine işaret edilmektedir.
Müşterek toprak üzerinde yerleşme, müşterek ülke
üzerinde birlikte yaşama, icabında üzerinde birlikte ya­
şadıkları yeryüzü parçasını müdafaa etme, devletin be­
şeri unsurunu teşkil edecek fertler arasında daha sıkı ve
daimi bağların ortaya çıkmasını mümkün kılmakta, psi­
kolojik temayül ve bağlar kendilerini göstermekte, za­
manla aralarında düşünce ve fikir birliği teessüs etmekte,
üzerinde birlikte yaşadıkları toprakla ilgili olmak üzere
onları daha sıkıca birbirlerine bağlayan müşterek tarihi
hatıralar vücut bulmakta ve bütün bunların sentezi ola­
rak da, bu tarzda bir ülke birliği, fertlerde, üzerinde yaşa­
dıkları toprağa karşı derin bir bağlılık, ona kutsiyet izafe
edecek kadar sağlam bir rabıta, vatan aşkı dediğimiz çok
derin bir duygu husule gelmektedir34•
Eğer ülke olmazsa bu sayılanların hiçbirisi olmaz.
Bir milleti meydana getiren unsurlardan birisi, belki de
en önemlisi, ona hayat veren, milleti üzerinde barındıran
topraktır, ülkedir. Ülke kaybedilirse, il, töre, her şey kay­
bedilir.
Çinliler altın, gümüş, darı, ipek (gibi) bunca (şeyleri)
kesretle verir, Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi mülayim
imiş. Tatlı sözü, mülayim hediyesi (ile) arayıp uzak kavim­
leri böylece yaklaştırır imiş. Yakına konduktan sonra da
33
Orkun; a.g.e., s. 22-23, Ergin; a.g.e., s. 41
34
Okandan, G. Re cai; "Devletin Fiziki Unsuru", İÜ. Hukuk Fakül­
tesi Mecmuası XIV, S. 1-2, İstanbul, 1948, s. 163-164
44
M U STAFA ÖZTÜRK

�./g;.,

fesat bilgisini orada yayar imiş. İyi hakim kişiyi, iyi cesur
kişiyi yürütmez (ilerletmez) imiş. Lakin tatlı sözüne, mü­
layim hediyesine kapılarak çok Türk kavmi öldü35• Bura­
daki ifadeler, başka bir izaha lüzum göstermeyecek dere­
cede açıktır.
Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin, açlık tok­
luk düşünmezsin. Bir daysan açlığı düşünmezsin. Öyle ol­
duğun için beslemiş olan Kağan'ın sözünü almadan her
yere gittin. Hep orada mahvoldun, yok edildin ifadesinde
de Hakan'ın emirlerine uymamanın, itaatsizliğin akıbeti
hatırlatılmaktadır.
Kül Tiğin anıtının doğu cephesinde ise; Bilgisiz ka­
ğan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur, buyruğu da bilgi­
sizmiş tabii, kötü imiş tabii. Beyleri milleti asi olduğundan,
Çin milleti de hilekar, kurnaz olduğu için küçük kardeşler
büyük kardeşler aleyhine kıyam ettiği için, beylerle kavim
arasında nifak olduğu için, Türk milletinin eskiden ülkeli
olan ülkesi inkıraza yüz tutmuş, kağan yaptığı kağanını
kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul, hanım­
lık kız evladı cariye oldu. Türk beyleri Türk adını atmışlar,
Çin beylerinin Çin adını alarak Çin hakanına itaat etmiş­
ler. Elli yıl işlerini güçlerini vermişle? 6 ifadeleri, tarihte
uğranılan akıbetleri ve bunların sebeplerini açıkça ortaya
koymaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken iki husus var­
dır: Birincisi, bilgili kağanların yerini bilgisiz, basiretsiz
kağanların almasıdır. İleriki yıllarda Türk kültürünün
hemen bütün eserlerinde hakanın/ sultanın hatta vezirin
dahi bilgili olması ısrarla istenmiştir. Bilgisiz hakanların
verdikleri kararlar, yani çıkardığı kanunlar da tabii olarak

35
Orkun, a.g.e., s. 24-25, Ergin; a.g.e., s. 1 8
36
Orkun, a.g.e., s. 31-32, Ergin; a.g.e., s. 20-21
45
TARiH FELSEFESi

�l}Z.,

yanlış ve yersiz olduğundan, halkta güvensizlik ve yöne­


timde bozulma ve nihayet inkıraz kaçınılmaz olmakta­
dır. Dirayetsiz hakanların yönetiminde ülkenin ahengi
bozulmuş, büyük kardeşler, küçük kardeşlerle saltanat
mücadelelerine başlamışlar ve inkıraz kaçınılmaz olmuş­
tur.
İkinci husus ise, milli benlikten uzaklaşmanın, ya­
bancı kültürlere özenmenin, onlar gibi yaşamanın do­
ğurduğu acı akıbetler gözler önüne serilmektedir. Ger­
çekten de tarih, kendi milli benliğinden uzaklaşmış bir
milletin varlığına şahitlik etmemektedir. Çin kültürünün
etkisine giren, Çince isimler alan Türk beylerinin oğulla­
rı köle, kızları cariye oldu. Bundan daha acı bir akıbet
düşünülebilir mi?
Nihayet Tanrı, Türk milleti yok olmasın diye İlteriş
Kağan ile İl Bilge Hatun'u Türklerin başına getirmiştir.
İlteriş Kağan on yedi erle dışarı çıkmış, baş kaldırmışj dağ­
lara, ovalara, şehirlere haber salınmış ve derlenip yetmiş er
olmuşlar. Doğuya batıya seferler etmişler, çoğalmışlar ve
yedi yüz er olmuşlar, hakanını kaybetmiş milleti, cariye ve
kul olmuş milleti, töresi bozulmuş olan milleti derlemiş,
toplamış ve vücuda getirmişler7•
Burada on yedi erle harekete geçen İlteriş Kağan
için kemiyet değil, keyfiyetin, inancın, azim ve iradenin
önemli olduğu sonucu çıkmaktadır. Hürriyet Türk mil­
leti için her şeyden önce gelir. Kölelik ve zillet kabul
edilemezdi. Nitekim Türk'ün bu karakteri Atatürk'te
'hürriyet benim karakterimdir' vecizesiyle ifadesini bul­
muştur.
Görüldüğü gibi, Göktürk Kitabelerinde tarih felse­
fesinin en canlı örnekleri bulunmaktadır. Kendi başla-

37 Orkun, a.g.e., s. 35
46
MUSTAF A ÖZTÜRK

�vı.,

nndan geçen olaylar, uğranılan akıbetler, gelecek nesille­


re ders olması amacıyla taşa kazılmıştır. Kül Tigin sade­
ce savaşmakla kalmamış, gördüğü, geçirdiği bütün hayat
tecrübesini taşa kazıtmak suretiyle ölümsüzleştirmiş, bir
devrin tarihini bugüne ulaştırmıştır. Zaten anıtın dikil­
mesinde zımnen bir tarih şuuru ve felsefesi mevcuttur.
Burada bir hususa daha değinmek yerinde olacaktır.
Göktürk Kitabelerindeki mana, mefhum ve üslup, yük­
sek bir kültüre, akıcı bir dile delalet etmektedir. Bunda
hemen herkes görüş birliği içindedir. Fakat bizim dikka­
timizi çeken bir husus vardır. 8. yüzyılın ilk yansında
uçsuz bucaksız Asya steplerinde üstelik atlı-göçebe kül­
türün daha yaygın olduğu bir ortamda, bu derecede
yüksek kültür mahsulü abidelerin ortaya konulması,
Bilge Kağan'ın o mana derinliği ve devlet tecrübesinin
altında daha başka özelliklerinin olması gerektiğini akla
getirmektedir. Kısacası Bilge Kağan, sıradan bir Kağan
değildir. Daha da ileri gidersek, Bilge Kağan, bilge kişili­
ğinden de öte, devrine göre bazı üstün ve müstesna özel­
likleri olan bir ulu kişi olmalıdır.

c. Klasik Eserler
Kur' an-ı Kerim ve Göktürk Kitabelerinden sonra
kültür tarihimizin abidevi eseri olan Kutadgu Bilig'te38
de sadece tarih felsefesi ile ilgili değil, hemen beşeri ha­
yatın her sahası ile günümüze ışık tutabilecek nitelikte
bilgiler bulunmaktadır. Kutadgu Bilig'in ilmi değeri ve
mahiyetini burada tartışacak değiliz. Bu konuda ilgili
kaynaklara müracaat edilmelidir39•

38 Yusuf Has Hacib; Kutadgu Bilig, (Çeviri: Reşit Rahmeti Arat),


TTK. Yay. 4. Baskı, Ankara, 19 88
39 Mesela, Kutadgu Bilig 1, (Metin), TDK Yay. 2. Baskı, Ankara,
1979 Girişi s. VII XLIII, A. Dilaçar; Kutadgu Bilig İncelemesi, 2.
Baskı, Ankara, 1988, İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür
47
TARiH FELSEFESi

�1)2.,

Doğu kültürlerinde nasihat türü eserler bir gelenek­


tir. Kutadgu Bilig de bu türün bilinen ilk örneğidir. Ko­
numuzu ilgilendiren çok önemli bilgiler Kutadgu Bilig'te
mevcuttur. Şimdi kısaca bunlara değinelim.
Kutadgu Bilig'te sadece geçmiş kavimlerin akıbetle­
ri gözler önüne serilmez. Onun dışında cemiyeti idare
eden umumi kanunları da ortaya koymaktadır. Geçmiş
kavimlerden ibret alınması hususuna sıkça değinmekte­
dir. Hayatı boşuna geçirme, iyilik yap. Geçip gidenlerden
ibret aı4°, bu dünyayı bulan ve kartala binerek, mavi göğe
çıkan o küstah köpek nerede ? Ben Tanrı'y ım diyen ve so­
nunda Tanrı'nın denizin dibine gönderdiği küstah nerede ?
Bu dünya malını toplayan ve malı ile birlikte yerin dibine
geçen insan nerede ? Doğu'dan batıya kadar sefer ederek,
birçok memleketleri hakimiyeti altına alan dünya beyi ne­
rede ? Bu saydıklarımın hepsini ölüm yakaladı ve götürdü,
ey temiz kalpli insan, seni mi burada bırakacakt1 Ey hü­
kümdar, bak, memlekette senden önce idareyi elinde tutan
baban idi. Baban öldü gitti ve bu ölümü ile sana öğüt verdi,
baba nasihatini tutarsan, o sana bal-şeker olur. Ana­
babanın ölümü çocuklar için tam bir nasihattir, bunu anla­
yıp benimse. Ananı-babanı bırakmadı, vakti gelince seni mi
bırakırt2
Bu ve benzeri pek çok beyitte, atalardan ve geçmiş
kavimlerden ibret alınmasını tavsiye eden Yusuf Has
Hacib, ne yapılması gerektiğini de çeşitli beyitlerde or­
taya koymaktadır. Bunları iyilik, doğruluk ve cömertlik
olarak özetleyebiliriz.

Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bak. Yay., İstanbul, 1980, Kutadgu


Bilig'in başka bir incelemesi için Bkz. Mahmut Arslan; Kutadgu
Bilig' deki Devlet ve Toplum Anlayışı, İstanbul, 1987
4° Kutadgu Bilig, s. 105
41 Kutadgu Bilig, s. 341
42 Kutadgu Bilig, s. 372
48
MUSTAFA ÔZTÜRK

��

Yusuf Has Hacib, cemiyette dirlik ve düzenliğin


sağlanması için uyulması gereken esasları da ortaya
koymaktadır. Geçmiş kavimler bu esaslara bağlılıkları
oranında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu esasların, çağ­
daş devlet yönetimleri için de hala önemlerini korumuş
olmaları ilginçtir ve bu husus Kutadgu Bilig'in önemini
daha da arttırmaktadır. Hatta Avrupa kaynaklı olarak
takdim ve empoze edilen pek çok fikir ve nazariye, Av­
rupalı düşünürlerden çok önce Kutadgu Bilig'te yer al­
mıştır. Cemiyet hayatının esaslarını teşkil eden kanunla­
rı Kutadgu Bilig'ten şu ana başlıklarla çıkartmak müm­
kündür:
ı . Adalet: Cemiyet hayatının mihveridir. Halk
arasında adaletin sağlanması, huzur ve refahın devamlı­
lığı için çok önemlidir. Hatta Kutadgu Bilig'in XVIII.
Babı43 Adalet vasfının nasıl olduğunu söyler başlığını taşı­
maktadır. Adalete istinat eden kanun bu göğün direğidir,
kanun bozulursa gök yerinde duramaz. Adil beyin yüzünü
gören mutlu olur, sevaba girer ve günahtan kurtulur44, Ada­
letle iş gör, buna gayret et, hiçbir zaman zulmetme45.
2. Kanun Hakimiyeti ve Kanun Karşısında Eşit­
lik: Ey kanun yapan, iyi kanun koyj kötü kanun yapan
kimse daha hayatta iken ölmüştür. Ey hakim devlet adamı,
kötü teamül koyma, kötü kanunlarla dünyaya hükmedil­
mez46. Demek ki ülkenin iyi idaresi, iyi kanunlara bağlı­
dır. Ancak sadece iyi kanunlar yapmak yetmez, onları
uygulamak da gerekmektedir. Hem de herkese aynı de­
recede. İster oğlum, ister yakınım veya hısımım olsun, ister
yakın, geçici, misafir olsun, kanun karşısında benim için

43 Kutadgu Bilig, s. 68-70


44 Kutadgu Bilig, s. 253
45 Kutadgu Bilig, s. 1 13
46 Kutadgu Bilig, s. 113-114
49
TARiH FELSEFESi

.&IJ�

bunların hepsi birdir, hüküm verirken hiçbiri beni farklı


bulmaz47• Bu beyitlerle kanun karşısında herkesin eşit
olduğu, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinden ve Fransız
Anayasasından yedi yüz yıl önce ortaya konmuştur.
Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır. As­
keri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu
malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir. Halkın
zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır48•
Doğu kültüründe Adalet Dairesi de denen bu for­
mül daha sonra Arapçada şu şekilde ifade edilmiştir: La­
mülkün illa bi's-seyf, la-seyfün illa bi'l-mal, la-malün illa
bi'n-nas, la-nasün illa bi'l-adl. (ülke askersiz, asker mal­
sız/parasız, mal halksız ve halk da adaletsiz olmaz) . Bu
formül devletin dayandığı temelleri ifade etmektedir.
ülke, ordu, iktisadi güç, insan unsuru ve adaletle ayakta
durur. Bu unsurlardan birisi zaafa uğrarsa dirlik-düzenlik
bozulur. Biri ötekini etkiler ve neticede istenmeyen akı­
bet meydana gelir.
Halkın can güvenliği ile karnının doyurulması üze­
rinde çeşitli vesilelerle duran Yusuf Has Hacib, Devlet­
Halk münasebetlerini de karşılıklı 3 esasa dayandırmak­
tadır:
Teb 'anın senin üzerinde üç hakkı vardır: Bu hakları
öde ve onları zorluğa düşürme. Bunlardan biri, memleke­
tinde gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru ey bilgili insan.
İkincisi halkı adil kanunlarla idare et, birinin diğerine ta­
hakkümüne kalkışmasına meydan verme, onları koru.
Üçüncüsü bütün yolları emin tut, yol kesici ve haydutların
hepsini ortadan kaldır49•

47 Kutadgu Bilig, s. 70
48 Kutadgu Bilig, s. 155
49 Kutadgu Bilig, s . 399
50
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!k,

Demek ki, devletin teb' asına karşı görevleri, paranın


ayarını korumak, yani iktisadi düzeni sağlamak ve devam
ettirmek, herkesi kanun karşısında eşit görmek, can ve
mal emniyetini sağlamaktır. Bu görevler, çağdaş devlet­
lerin de görevleri değil midir?
Teb'a üzerinde senin üç hakkın vardırj bunu onlardan
istemelisin, iyice dinle. Biri halk senin emirlerine hürmet
etmek ve bu emir ne olursa olsun onu derhal yerine getir­
mektir. İkincisi hazine hakkını gözetmek ve bunu vaktinde
ödemelidir, ey eli açık insan. Üçüncüsü senden dostuna dost
ve düşmanına düşman olmalıdır5°. O halde teb'anın- va­
tandaşın da devlete karşı görevleri, devletin emir ve ka­
nunlarına riayet etmek ( ulu'l-emre itaat), vergisini tam
ve zamanında ödemek ve devletin dostunu dost, düş­
manını düşman bilmektir.
Kısacası Kutadgu Bilig, bütünüyle bir siyaset bilimi,
tarih felsefesi abidesidir. Kutadgu Bilig, sadece bu yönle­
riyle müstakil bir incelemenin konusu olacak genişlikte­
dir. Biz asıl konumuzdan daha fazla uzaklaşmamak için
bu kadarla iktifa ediyoruz.
Sadece Türk Kültüründe değil, bütün Doğu kültü­
ründe hükümdara bir tavsiyede bulunulurken, söylen­
mek istenen şeylerin doğrudan doğruya söylenmesi
edebe, nezakete aykırı görüldüğünden, dolaylı yollardan
misaller getirilerek anlatılması bir gelenektir. Anlatılmak
istenenler bazen hayali bir masal kahramanının, bazen
da bir hayvanın dilinden anlatılırdı. Doğu' da bu türün ilk
örneği M.Ö. S. yüzyılda Hint filozofu Beydaba'nın Kelile
ve Dimne adlı meşhur eseridir51•

5° Kutadgu Bilig, s . 3 3
51 Çeşitli baskıları bulunan Kelile ve Dimne'nin sadeleştirilmiş
yeni baskısı için bkz. Beydaba; Kelile ve Dirnne, (Yayına Hazırla­
yan: Sadık Yalsızuçanlar), 13. Baskı, İstanbul, 2005
51
TARiH FELSEFESi

.&V&:.

Daha sonra Pend-name/Nasihat-name ve Mesnevi


türü eserlerde bu gelenek devam etmiştir. Bu eserlerin
tamamı aslında birer ibret numunesidir. Her masalı, her
sözü insanlara ders vermektedir.
Bu usul ile sadece hükümdarlara değil, aynı zaman­
da halka da ders verilmiş, geniş halk kitlelerinin eğiti­
minde önemli katkılar sağlanmıştır. O dönemlerde ör­
gün eğitim kurumlarının olmaması, halkın okuma yazma
oranının çok düşük olması ve kitap basımının elle çoğal­
tılmasından, halka eğitim öğretim hizmetlerinin yeterin­
ce ve zamanında götürülememesinden dolayı, bu tarz
eserlerle yaygın halk eğitimi sağlanmış oluyordu. Bu yüz­
den, bu dönemlerin yaygın halk eğitimi, bu tarz eserlerin
dilden dile aktarılması, tercüme edilmesi yoluyla yapılı­
yordu. Üstelik bu eserlerin çoğu da nazım tarzında ka­
leme alınıyordu ki, bu da bu eserlerin ve anlatılanların
hafızalarda daha kolay kalmasını sağlıyordu. Uzun ilmi
ve felsefi izahlar yerine, bir yerde leylekle tilki, bir yerde
tavşan ile kurbağa hikayeleri, halk muhayyilesinde daha
derin ve kalıcı tesirler bırakıyordu. Dahası, İslamın temel
esaslan ve Siyer-i Nebi, İslam tarihi dahi bu tarz anlatım
ile geniş halk kitlelerine ulaşmıştır. O dönemlerde büyük
çoğunluğu okuma yazma bilmeyen halk kitleleri mevlid,
na't, münacat, deyiş ve nefes gibi eserlerle, İslamın te­
mellerini öğrendiler. Dolayısıyla bu tarzın edebiyatımız­
da geniş bir yer tutması tesadüfi değildir. Bu bakımdan
bu eserleri sadece birer edebi tür olarak görmek yanlış­
tır. Onun için günümüzde de siyaset bilimcilerin, sosyo­
logların, tarihçilerin, hukukçu ve iktisatçıların, psikolog
ve eğitimcilerin mutlaka faydalanması gereken eserler­
dir. Gerçi, bu eserler, saydığımız bilim dallarının hiçbiri­
si değildir. Fakat bütün bu bilim dallarını ilgilendiren
hakikatler, bu eserlerde gizlidir.
52
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

Bu tarzın abidevi örneklerinden birisi de


Mevlana'nın Mesnevi'sidir52• Mevlana da bu tarz anlatı­
ma sıkça başvurur. Mesela, aslan, kurt ve tilki masalı53,
öncekilerden ders alınması hususunda çarpıcı bir örnek­
tir. Özetle; aslan, kurt ve tilki ava çıkmışlar. Bir dağ ökü­
zü, bir keçi ve bir tavşan avlamışlar. Aslan kurda: 'Bunla­
rı pay et kurt, adaleti tazele' der. Kurt: 'Yaban öküzü senin
payın. O büyük, sen de büyük, iri ve � eviksin. Keçi, orta
boyda, orta irilikte, onun için benim. Tilki, sen de tavşanı
al. Tavşan tam sana münasip' der. Aslan: 'Ey kurt, hele bir
daha söyle, ne dedin ? Ben varken sen pay istiyorsun ha?'
diyerek kurdu parçalar. Ondan sonra tilkiye dönerek
avların paylaştırılmasını ister. Tilki: 'Bu semiz öküz senin
kuşluk yemeğin, o keçiden gün ortasında padişaha iyi bir
yahni olur. Tavşan da lütuf ve kerem sahibi padişahın ak­
şam yemeğidir' der. Bunun üzerine aslan: 'Tilki, bu çeşit
pay etmeyi kimden öğrendin ?' der. Tilki de: 'Kurdun ha­
linden' der. Masaldan alınacak dersin özü şudur: Akıllı o
kişidir ki, çekinilen beladan, dostların ölümünden ibret alır.
Akıllı insanlar da geçmişte insanların uğradığı akıbetler­
den ders alandır.
Mevlana, yer yer Hz. Adem' den başlayarak hemen
bütün peygamberlerin ve onların kavimlerinin başlarına
gelen akıbetlere değinir ve veciz ifadelerle onlardan ibret
verici dersler çıkartır. Merhamet sahibi Tanrı, Nuh ve
Hud kavimlerinin helakini bize gösterdi. Biz korkalım,
ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay hali­
ne54. Kendisi de bu kıssaların birer ibret amacıyla anlatıl­
dığını belirtir ve Kıssa, bir ölçeğe benzer, mana, içindeki

52 Mevlana; Mesnevi I-VI, ( Çev. Veled İzbudak), 6. Baskı, MEB.


Yay., İstanbul, 1973
53 Mesnevi, I, s. 242, 249-250
54 Mesnevi, II, s. 234
53
TARiH FELS EFESi

��

taneye. Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu, ona
bakmaz demektedir55• Gene başka bir tilki, aslan ve eşek
hikayesi5 6 ibret vericidir.
Selçukluların ünlü veziri Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset­
name si5 7 bu konuda önemli bir halkadır. Nizamü'l-Mülk
de siyaset-name geleneğini devam ettirmektedir. Devlet
geleneğinin esaslarını, sultan ve yöneticilerin özellikleri­
ni ele alır ve sultana nasihatlerde bulunur. Eserde anlatı­
lan hususlar, zaman zaman uygun hikayelerle destekle­
nir. Mesela, İran'ın meşhur hükümdarı Nuşirevan'ın
adaleti ile ilgili hikayesi ilginçtir58•
Osmanlı risale yazarlarına da intikal eden bu gele­
nekte devlet yönetiminin ortak noktaları vardır. Bu or­
tak özellikler esas itibariyle Kutadgu Bilig' de zikredilen
adalet dairesi çerçevesinde gelişmiştir. Bunlar; a. Ordu,
b. Hazine, c. Halk ve d. Adalettir. Buna ilave olarak sulta­
nın, vezirin ve diğer memurların da bilgili olması, bilgin­
lere hürmet edilmesi, halk tabakaları arasında ayırım
yapılmaması, üzerinde önemle durulan hususlardır. Her
ne suretle olursa olsun zulüm yapılmamalıdır. Hiçbir
ülke zulüm üzere payidar olmamıştır.
Öte yandan bu klasik eserlerin dışında, sadece Türk
kültüründe değil, bütün Doğu kültüründe bir de sözlü
anlatım geleneği vardır. Sultan, vezir ve diğer ileri gelen
ekabirin meclislerinde ilmi sohbetler, münazaralar yapı­
lırdı. Öyle anlaşılıyor ki, bu ilmi sohbetlerde en çok ko­
nuşulan da tarihtir. Eski kavimlerin akıbetlerinden, bu
akıbetlerin sebeplerinden bahsedilirdi. Hatta bilginlerin,

55 Mesnevi, II, s. 278


56 Mesnevi V, s. 191-219
57 Nizamü1-Mülk; Sryaset-name (Yay. M. Altay Köymen ) , Kül.
Bak. Yay. 2. Baskı, Istanbul 1990.
58 Siyaset-name, s. 41-51
54
MUSTAFA ÖZTÜRK

��..

sultanlar ve vezirlere nasihat-name ve risale takdim et­


mek geleneği bu suretle başlamıştır.
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı gibi, adı
tarih felsefesi olmasa da, tarihten ders ve ibret alma gele­
neği Doğu kültürlerinde, tabii olarak Türk kültürünün
milli ve dini kaynaklarında ve sözlü anlatım geleneğinde
vardır. Hatta geçmişte olan hadiselerin sebepleri,
umumi kanunları ve illetlerinin, dönemine göre çok ileri
düzeyde ve isabetle tespit edildiği görülmektedir.
BİRİNCİ BÖLÜM

TARİHİN ANLAMI ve
TARİH METODOLOJİSİ

Tarih, insanlığın varolduğu andan itibaren bugüne


kadar geçirmiş olduğu bir süreçtir, insanlığın genel
hikayesidir. İnsanlığın, bugüne kadar hayatta kalmaya ve
tabiatla mücadeleye dair yaptığı her türlü faaliyet (avcı­
lık-toplayıcılıktan yerleşik ve zirai hayata geçiş, tekerlek
ve ateşin bulunması, resimden yazıya geçiş, mağara ev­
lerden bugünkü mimariye, baltadan bugünkü her çeşit
ateşli silaha, ulaşım ve haberleşmeye, takastan bugünkü
muazzam ekonomik faaliyetlere, bu arada meydana ge­
tirdiği hukuk, kültür, sanat, devlet ve yönetim şekille­
ri . . . ) bu tarihin konusudur. Bu haliyle tarih, bir
kül/bütündür. Bu umumi tarihe bir isim vermek gerekir­
se, herhalde Genel Dünya Tarihi demek doğru olacaktır.
Genel Dünya Tarihi bir okyanusa benzer, bu okyanus,
çevresindeki binlerce ırmaktan beslenmektedir. İçinde
hala keşfedilmemiş milyonlarca hayvan ve bitki çeşitleri
bulunmaktadır. Bu haliyle okyanus kendine has özellik­
lere sahip olmuştur. Kendisini besleyen ırmaklardan
56
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&IJ�

hiçbirisi değildir, ırmakların hiçbirisi de okyanus değil­


dir.
Okyanusu besleyen ırmaklar da milletlerin tarihi
gibidir. O halde tarihin ikinci kısmını Milletler Tarihi
oluşturmaktadır. Okyanus ile ırmaklar arasındaki ilişki
ne kadar önemliyse, milletlerin tarihi ile dünya tarihi
arasındaki ilişki de o kadar önemlidir. Bütün millet ve
kültürlerin tarihi genel dünya tarihi demek olduğuna
göre, bütün milletlerin tarihleri aynı değerdedir. Bu kül­
türler arasında seçme yapmak, ileri-geri, ilkel-uygar kül­
türler adıyla tasnif yapmak doğru değildir. İşte tarihin bu
özelliği göz önüne alınmadığı için, bilim ve teknolojide
kalkınmış olan kültürler, kendilerini diğer kültürlerden
üstün görmeye başlamışlardır. Bu da kültürler arasındaki
çatışmanın en önemli kaynaklarından birisidir.
Her kültür, dünya tarih ve medeniyetine yaptığı
katkı itibariyle kıymetlidir. Okyanusu besleyen bütün
ırmaklar, elbette aynı · büyüklükte değillerdir. Atlas Ok­
yanusunu besleyen Amazon nehri ile sıradan küçük bir
derenin elbette katkısı farklıdır. Ama her ikisi de aynı
kıymettedir. Nasıl ırmakların debisini ölçerek okyanusa
yaptıkları katkıyı ölçmek yersiz ise, günümüz tarih ve
medeniyetine yaptıkları katkı ölçüsünde, milletleri ve
kültürleri değerlendirmek de o kadar yersizdir. Kim bilir
belki de bugünkü bilgilerimiz, hangi toplumun hangi
tarihte bugünkü medeniyete ne kadar katkı yaptığını
bilmeye yetmemektedir. Aslında bunu tespit etmek de
zannedildiği kadar kolay değildir.
Bölge, devlet ve milletlerin tarihi ise onu besleyen
ırmaklardan her birisidir. Nasıl binlerce ırmak okyanusu
besliyorsa, şimdi binlerce kol ve dere de ırmakları bes­
lemektedir. İşte ırmakları besleyen bu küçük dereler, bir
milletin, bir kültürün tarihini besleyen unsurlardır. Ir-
57
TARiH FELSEFESi

�\}&;,
mağın her kolu farklı kaynaklardan doğmakta1 farklı
özellikteki topraklardan geçmekte; ama sonunda ırmağa
ulaşmaktadır. Bu kollar ırmağa ulaşınca özelliklerini
kaybederler ama ırmağın beslenmesine katkı yapmışlar­
dır. O büyük ırmak1 kendisini besleyen binlerce kol ve
dereciğin yekunu olup1 kendine has özelliklerini almıştır.
Ama o kollardan beslenmesi demek1 o ırmağın kendisini
besleyen kollar olduğu anlamına gelmez. Fırat1 Doğu
Anadolu' dan doğar1 Basra Körfezi'ne varıncaya kadar
yüzlerce1 belki binlerce koldan beslenir. Bu kolların hiç­
birisi Fırat değildir; ama Fırat bütün bu kolların
yekunudur. Bir milletin tarihi de böyledir. Mesela Türk
Tarihi de binlerce kaynaktan ( Çin1 Hint1 Mezopotamya1
Mısır1 Yunan1 Eski Anadolu1 Budizm1 Yahudilik1 Hristi­
yanlık1 Avrupa1 Amerika . . . ) beslenmiştir1 ama beslendi­
ği kaynakların hiçbirisi değildir. Beslendiği kaynakların
hiçbirisi de kendisinin Türk tarih ve medeniyeti olduğu­
nu iddia edemez. Keza Avrupa da binlerce kaynaktan
beslenmesine rağmen1 beslendiği kaynakların hiçbirisi
değildir1 kendine has bir tarih ve medeniyettir. Avrupa
tarihini besleyen değerlerin hiçbirisi de kendisini Avru­
palı gösteremez.
O halde bugün Anadoluculuk cereyanı etrafında1
günümüz Türkiye'sinde antik Anadolu uygarlıklarının
varislerini aramak1 hele günümüz kültürünün bu uygar­
lıklara dayandığını ileri sürmek1 o büyük ırmakta bir
derenin suyunu aramak kadar garip ve manasız bir çaba­
dır. Günümüz Türkiye'sinin antik Anadolu medeniyet­
lerinden faydalandığı doğrudur ama bugünkü kültürü­
müzün1 söz konusu kültürlerin devamı olduğu anlamına
gelmez. Aynı coğrafi şartlan yaşayan Hititli ile günümü­
zün Kayseri köylüsü1 elbette aynı malzeme ile aynı tarz-
58
M U STAFA ÖZTÜRK

,&,l_I&;,
da evlerini inşa edeceklerdir. Ama bugünkü Kayserilile­
rin atalan Hititler değildir.
O halde bir tek tarih yoktur, birden fazla tarih var­
dır. Her kavmin, her milletin tarihi vardır ve o tarih o
kavim için önemlidir. Tarih gene nehir örneğinde oldu­
ğu gibi, durağan değildir, sürekli bir akış ve değişim ha­
lindedir. Onun için tarihte aynı olaylar ve sonuçlar yok­
tur, benzer olaylar ve sonuçlar vardır. İşte tarihçiye dü­
şen en önemli görev, bu tabii akışın ve değişimin temel
unsurlarını bulmak, ona göre geleceğe yönelik nispi
tespitler yapmaktır.

1. Tarihin Bilimler İçindeki Yeri


Tarihin nasıl bir bilim dalı olduğunu tespit etmek
için, onun, bilimler içindeki yerini tespit etmek gerek­
mektedir. Tarih bir bilim midir, eğer bir bilim ise bilim­
ler arasındaki yeri nedir, metodu var mıdır? Bu sorulara
cevap aramakla, belki sadece tarihin değil, beşeri/ sosyal
bilimlerin de yerini tespit etmiş olacağız.
Genel kanaate göre, sadece tabii bilimlerin kanun­
ları vardır. Tabii bilimler, deney ve gözleme dayanır,
mutlak ve pratik sonuçlar verir. Tabii bilim nazariyesine
göre, bilimsel bilginin denenmesi, gözlemlenmesi, tekrar­
lanabilir ve ölçülebilir olması lazımdır. Bu kurallara uy­
mayan bilimler bilim değildir. Bu pozitivist nazariye,
insan güç ve idrakinin kavrayamadığı şeyleri bilim olarak
görmemiştir. Bu nazariyeye göre, beşeri bilimler dene­
nemez, tekrarlanamaz, gözlemlenemez ve ölçülemez.
Sebepleri ve sonuçları matematiksel değil, değişkendir;
o halde beşeri/ sosyal bilimler bilim değildir. Dolayısıyla
kesin ve pratik sonuçları olmayan beşeri bilimlerin ka­
nunları yoktur, bu bilimler daha çok değişken ve farklı
sonuçlan olan bilimlerdir. Bu bilim anlayışı uzun yıllar
59
TARİH FELSEFESİ

�.�

bilim alemine hakim olmuş, sadece tabii bilimler bilim


olarak görülmüş, beşeri bilimlerin ve toplum hayatında­
ki önemi görmezden gelinmiştir. Söz konusu genel ka­
naat ve bilim tarifi, bilimin sadece pozitif bilimlerden
ibaret olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Pozitivizmin tenkidine girmeyeceğiz ama burada
şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Esas itibariyle böyle
bir anlayış ve dayatma bilimsel değildir. Zira bilim dog­
ma kabul etmez, bütün bilim dalları her zaman değişme­
ye açıktır. Bilim tarihi, bir zamanlar mutlak doğru olarak
kabul edilen nice "bilimsel doğru"ların sonradan yalan­
landığı ile doludur. Tabiat bilimlerinde bile kesin doğru­
lar yok iken veya ebedi değilken, böyle bir bilim anlayı­
şını bütün bilimler için kabul etmek ve dayatmak, onun
dışında hiçbir doğruyu kabul etmemek bilimsel değildir.
Bu bakımdan her şeyden önce klasik/pozitivist bilim
tarif ve taassubundan kurtulmak gerekmektedir. Bu ma­
nada bakıldığında, beşeri/ sosyal bilimleri daha iyi anla­
mak mümkün olacaktır. Belki böylece külli / bütüncül
bir bilim anlayış ve politikasına sahip oluruz.
Sosyal bilimlerin de kendi şartlarına göre kanunları,
kendine has terim ve metodolojisi vardır. Beşeri bilimle­
rin pozitif bilimler kadar toplum hayatındaki önemi artık
iyice anlaşılmıştır. Bu itibarla Batı' da bu alanda yoğun
çalışmalar yapıldığı görülmektedir. Ama ülkemizde hala
beşeri bilimler alanında büyük eksiklik ve gerilik görül­
mektedir. Pozitif bilimler, ulaşım, haberleşme, tedavül
araçları, ticaret teknikleri, silah sanayii ve günlük hayatı
kolaylaştıran buluş ve teknikler geliştirir.
Sosyal bilimler ise toplumların hayatına yön verir,
birlikte yaşama ve tarih bilinci oluşturur, toplumdaki
arızi hallerin sebeplerini inceler, çareler teklif eder. Bu­
rada bilimlerin birbirlerine üstünlüklerini tartışmıyoruz,
60
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

buna gerek bile görmüyoruz. Her bilim kendi alanında


mutlaka faydalıdır. Aklın aydınlığı fen bilimleridir. De­
runi, vicdani aydınlığın sonucu ise beşeri ve dini bilim­
lerdir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur, olmamalıdır.
Tam tersine her ikisinin uyum içinde birleşmesinden
hakikat doğar. Sadece fen bilimlerini ön plana çıkarmak
salt katı maddeciliği, din bilimlerini ön plana çıkarmak ve
hayatın temeli yapmak da taassubu doğurur. O halde bu
bilimlerin birbirlerine karşı değil, birbirlerini tamamlayı­
cı unsuru olması gerekir. En sağlıklı bilimsel görüş, pozi­
tif ve beşeri bilimlerin meczedilmesidir. Ancak o zaman
maddi-manevi bilimsel kalkınma sağlanabilir. Bizim
kastımız, unutulmuş veya unutturulmuş, önemi bir türlü
idrak edilememiş olan beşeri bilimlerin, toplum hayatı
için lüzumuna işaret etmek ve bu bilimin de kendine has
bir kanunu ve metodunun olduğunu tespit etmektir.
O halde Tarihin bilimler arasındaki yeri nedir? Ko­
nuya açıklık getirmek için bilimlerin tasnifine göz atmak
yerinde olacaktır. Öteden beri pek çok düşünür bu ko­
nuda bazı tekliflerde bulunmuşlar ve bilimlerin tasnifini
yapmışlardır. Bu konuda fikir beyan etmiş gelmiş­
geçmiş bilim adamlarının, bilimleri tasnifi konusundaki
fikirlerini burada uzun uzun tartışmak, bizi konumuzdan
uzaklaştıracaktır. Bu yüzden biz, doğrudan kendi bilim
tasnifimize geçmek istiyoruz. Bize göre bilimler mahi­
yetleri itibariyle beş kısma ayrılır:
a. Coğrafya Bilimleri: Fiziki, Beşeri, İktisadi ve
ülkeler Coğrafyası.
b. Tabii Bilimler: Deney, gözlem ve tecrübeye
dayanan Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik.
c. Temel Sosyal Bilimler: Tarih, Felsefe, İktisat.

d. Uygulamalı Bilimler: Bütün Mühendislik dal­


ları, Tıp, Eczacılık, Ziraat, Veteriner, Hukuk,
61
TARiH FELSEFESi

�IJO:..

Eğitim, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Ti­


caret ve İşletme.
e. Din Bilimleri : Tevrat, İncil, Kur'an tefsirleri,
Hadis, Kelam, Fıkıh.
Coğrafya, tabiat bilimleri veya sosyal bilimler içinde
tasnif edilmekte ise de, mahiyeti ve özellikleri itibariyle
hiçbir sınıfa girmemektedir ve kendine has bir bilimdir.
Çünkü bir yandan coğrafyanın yani tabiatın kendisini
inceler, bir yandan üzerinden barındırdığı canlı varlıkla­
rın hayat tarzlarına yön verir. Tabiat bilimleri olarak
bilinen fizik, kimya, biyolojinin temeli Coğrafyadır. Ne­
reden bakılırsa bakılsın Matematik de, bu coğrafyanın
inceliklerini hesaplayan bir bilimdir. Bundan dolayı
Coğrafyayı bilinen bilim tasnifinden ayrı müstakil bir
bilim olarak kabul etmek daha doğrudur. Bu konuda
görüştüğüm Coğrafya Profesörü Sadettin Tonbuı*da
Coğrafyanın herhangi bir bilim kategorisine giremeye­
ceği ve müstakil bir bilim olması gerektiği kanaatindedir.
Tabii bilimler, en genel ifadesi ile tabiatı inceleyen
bilimler olarak tarif edilmektedir. Daha doğru bir tarifi,
kendileriyle sıkça ilmi musahabelerde bulunduğum Ma­
tematik Profesörü _Salih Özçelik** yapmıştır. Ona göre
"kendi kaynaklarını kullanan bir bilim, tabii bilimdir. Fi­
zik, Kimya, Biyoloji ve Matematik kendi kaynaklarını kul­
lanır, bu itibarla bu bilimler tabii bilimlerdir." Tabii Bilim­
ler, tabiatın inceliklerini, özünü, niteliğini ve niceliğini,
tabiatın seyrini, gelişimini deney ve gözlem metodu ile
araştırır, bunun sonucunda da yeni bilgiler, bilimsel bu­
luşlar ortaya koyar.

Prof. Dr. Sadettin Tonbul, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi


Coğrafya B ölümü başkanıdır.
" Prof. Dr. Salih Özçelik, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Matematik Bölümü öğretim üyesidir.
62
MUSTAFA ÖZTÜRK

,&\�

Temel Sosyal Bilimler de kendi kaynaklarını kulla­


narak cemiyeti, tarihi ve medeniyetin gelişimini araştırır,
bu süreçte yeni sentezlere ulaşır. Cemiyetlerin tarihi,
kültürel gelişmesini, bunlardaki arızi halleri, toplumsal
olayların sebeplerini araştırır, yeni öneriler teklif eder,
olaylar arasında sentez yapar. Temel Sosyal Bilimler de
kendi kaynaklarını kullanmış olmakla tıpkı Tabii Bilim­
ler gibi Temel Bilimlerdir. Temel Sosyal Bilimler Tarih,
Felsefe ve İktisattır.
Uygulamalı bilimler ise kendi kaynaklarını değil,
tabii ve temel sosyal bilimlerin kaynaklarını kullanan
bilimlerdir. Tıp, Mühendislik, Eczacılık ve benzeri bilim­
ler, tabii bilimlerin kaynaklarını kullanırlar, onların bu­
luşlarını pratik hayata uygularlar. Fizik, kimya ve biyolo­
jinin bulduğu bilimsel tespitleri, mühendisliğin her da­
lında, Tıp ve Eczacılıkta kullanırlar, bu buluşları pratik
hayata uygulamakla hayatı kolaylaştırırlar. Matematik
ise bütün bilimlerin vazgeçilmez bilimidir. Matematik
olmadan söz konusu buluş veya uygulamaları, oran ve
hesapları yapmak mümkün değildir.
Hukuk, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Ticaret
ve İşletme Bilimleri ise Temel Sosyal Bilimlerin uygu­
lamalı bilimleri olarak, Temel Sosyal Bilimlerin yaptıkla­
rı veya önerdikleri sentezleri hayata uygular. Felsefe,
bütün bilimlerin anasıdır, aslında Tabii Bilimlerin de
temeli felsefedir. Felsefe olmadan ne tabii ne de sosyal
bilimlerde ilerlemek, buluş veya sentez yapmak müm­
kün değildir. Çünkü felsefenin esasında akıl vardır, hür
düşünce felsefenin en temel ilkesidir. Hayatın, varlığın,
kainatın sırrına ermek ister, bunun için neden, niçin,
nasıl sorularına cevap arar. Bilim de bu soruların cevabı­
nı aramakla gelişmemiş midir? Bu itibarla felsefe hem
tabii, hem de temel sosyal bilimlerin temelidir. Tabiri
63
TARiH FELSEFESi

�!&;,

caiz ise, Temel Sosyal Bilimler üst yapıya ait düzenleme­


leri teklif eder, Tabii Bilimler ise alt yapıya ait tespitler
yapar. Uygulamalı Bilimler ise her iki bilim dalının so­
nuçlarını hayata uygular.
Ancak burada Tabii Bilimler ile Sosyal Bilimler ara­
sında bir fark vardır. O da Sosyal Bilimlerin kanunları­
nın, Tabii Bilimler gibi kısa sürede aynı pratik sonuçları­
nın alınmamasıdır. Her sosyal olayın tek sebebi olmadığı
gibi, mutlak ve tek bir sonucu da yoktur; zaman, mekan
ve kültüre göre değişebilir. Bu durum, Sosyal Bilimlerin
kanunlarının olmadığı anlamına gelmez. Sosyal Bilimle­
rin kendine has değişmez kanunları vardır, ancak bunla­
rın sonuçlan kısa sürede alınmaz. Bu kanunların sonuç­
ları tabii, coğrafi, tarihi ve kültürel şartlara göre tarihsel
bir birikimden sonra kültürden kültüre, dönemden dö­
neme değişen uzun zamanlarda alınabilmektedir. Ama
mutlaka alınmaktadır. Ne kadar zaman geçerse geçsin
mutlaka alınan bu sonuçlar, Temel Sosyal Bilimlerin
kanunlarının bir sonucudur. O halde Sosyal Bilimlerin
de kendine has kanunları vardır, ancak bu kanunların
sonuçlan uzun bir sürede meydana gelmektedir. Bu
çalışmanın ileriki bölümlerinde esas olarak tarihin ka­
nunlarını tespit ve tahlil etmeye çalışacağız
Din Bilimleri esas itibariyle diğerlerinden farklıdır.
Din bilimlerini diğer bilimlerden ayıran en önemli özel­
lik ise inanç ve kutsallık boyutunun olmasıdır. Zira Tanrı
ispat edilmez, sadece inanılır. Dini akidelerde yeni buluş
veya ibadet tarzları icat edilemez. Din bilimleri, ne tabii
bilimler gibi bir keşifte bulunur, ne sosyal bilimler gibi
sentez yapar ve ne de uygulamalı bilimler gibi buluş ve
sentezleri pratik hayata uygular. Dini kurallar, ibadet ve
törenler gelenekselleşmiştir, onları değiştirmek veya
yeni uygulamalar yapmak mümkün değildir. Ama kay-
64
M U STAFA ÖZTÜRK

�lj�

naldan, metodu ve kendine has uygulamaları olduğu için


bilimdir. Din bilimlerinde de dini nasslardan ayrılmadan
araştırmalar ve yeni yorumlar yapılabilir ama bu yorum­
lar hiçbir zaman kutsallık dairesini aşamaz. Bu itibarla
Din Bilimleri kendine has olup, ayrı bir alan olarak de­
ğerlendirilmelidir.

2. Tarihin Unsurları ve Usulünün Ana İlkeleri


Geçmişte insan topluluklarının meydana getirdikleri
olayları sebep-sonuç ilişkisi dahilinde yer ve zaman göstere­
rek illiyet prensibi dahilinde inceleyen bilim dalı olarak tarif
edilen Tarihin ihtiva ettiği bazı unsurlar vardır ki, bu
unsurların mahiyeti ve önemi üzerinde durulması ge­
rekmektedir. Bu unsurların tespit ve tahlili, tarihi daha
az yanlışla yorumlamaya yardımcı olacaktır. Bunlar;
geçmiş, insan, sebep-sonuç, olay, yer ve zaman unsurlarıdır.
Hatta kanaatimizce, tarih üzerinde yapılan pek çok spe­
külasyonlar ve ileri sürülen peşin hükümler, tarihin bu
unsurlarının yeterince sentez edilememesinden ve üze­
rinde asgari bir birliğin sağlanamamasından kaynaklan­
maktadır. Eğer tarihin sözünü ettiğimiz unsurları üze­
rinde genel bir birlik sağlanırsa, tarihi daha az yanlışla
yorumlama imkanımız olacaktır. Aslında bu unsurların
tahlili ve üzerinde asgari müştereklerin sağlanması Tarih
usulünün en önemli konusudur.
Zira Tarih usulü denince, akla tarihi kaynakların
tasnifi, terkibi, onları kullanma usulleri, alıntı, dipnot,
bibliyografya verme usulleri gelmektedir. Oysa bu konu­
lar Tarih usulünün bir cüz'ünü teşkil etmekte olup, usu­
lünün esası değildir, usulün teknik yönüdür. Tarih usu­
lünün esası, tarihe bakış açısı, tarihi yorumlama, tarihin
unsurlarının mahiyeti, onların tarihteki yeri hususunda
65
TARiH FELS EFESi

�J�
takip edilmesi ve uyulması gereken kurallar bütünüdür.
Asıl tarih usulü zihinde, tarihe bakışta başlar.
Tarih metodunun en önemli ve vazgeçilmez esasla­
rı şunlardır:
a. Her olayı dönemin siyasi, iktisadi ve sosyoeko­
nomik şartları, dünya görüşü göz önüne alınarak
incelemek ve değerlendirmek,
b. Mensubu olunan dini, siyasi ve ideolojik anlayış­
la ve peşin hükümlerle tarihçilik yapmamak,
kendi doğru ve değerlerini tarihte aramamak, kı­
sacası tarihi meşrulaştırma aracı olarak kullan­
mamak,
c. Belge ve bilgiler arasında seçme (selection)
yapmamak, tarihi bir bütün olarak kabul etmek,
d. Doğru belge ve bilgileri yerinde ve usulüne uy­
gun olarak kullanmak,
e. Tarihi olay, dönem veya şahsiyetlere taraf ol­
mamak.
Dikkat edilirse tarih üzerindeki en büyük tartışma­
lar, farklı anlayışlar, dolayısıyla da farklılaşmalar, bu un­
surların şahsi değerlendirmelerinden kaynaklanmakta­
dır. Tarih üzerindeki farklı yaklaşımlar, buna bağlı olarak
tarih temelindeki farklılaşmalar, tarih usulünün teknik
yönünden çok zihni ayrılıklardan kaynaklanmaktadır.
Ortak bir tarih şuuruna ermek için tarihin unsurları ve
bu unsurların tarihteki yeri ve önemi üzerinde asgari bir
müştereğe varmak şarttır. Aksi halde herkes, her grup,
kendi tarih metodunu ve buna bağlı olarak tarih şuuru­
nu, bu tarih şuuru etrafında kendi doğrularını, kendi
kahramanlarını yaratır. Giderek tarih temeline dayanan
taraflar oluşur, bu da elbette sosyal bünyeyi ve iç barışı
tehdit eden bir unsur olarak gelişir. Nitekim günümüzde
66
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&IJ&:.

tarih etrafında müşahede edilen en önemli husus budur.


Burada tek yönlü, tek merkezli bir tarih görüşünün top­
lumun bütün kesimlerine benimsetilmesi gibi bir gayre­
timizin olmadığını önemle belirtmemiz gerekmektedir.
Bunun insan fıtratı ve toplumsal gerçeklerle bağdaşma­
dığının bilincindeyiz. İnsan ve toplum elbette farklı dü­
şünceye sahip olacaktır, bu, yaratılışın bir kanunudur.
Bizim buradaki kastımız, tarih hakkında yapılacak değer­
lendirmelerde, tarihin unsurlarının ve rollerinin doğru
tespit edilmesi gerçeği ve gereğidir. İnsan olarak bilgile­
rimizin sınırlı olduğunun farkında olarak, geçmişe ait
değerlendirmelerde bulunurken, kendi doğrularımızı
bizden önceki insanlara mal etmek gibi bir hataya düş­
memeliyiz. Bu durum, tarihi keyfi olarak yorumlamak
demek olur.
Mesela; yakın geçmişe dair kaynaklar daha canlı ol­
duğu için kesin tespitler yapmak imkanımız vardır. Ama
uzak geçmişe ait belge ve bilgiler tabiatın tahribinden
dolayı net değildir. Tarihlemeleri bile falan dönemin
erken veya geç çağı; birinci bin yılların ilk yarısı gibi
ifadelerle yapıyoruz. Dolayısıyla uzak geçmişe ait bilgile­
rimiz, kesin kanaatlere ulaşmak için yeterli değildir. Hele
insanların ruhi halleriyle ilgili hususlara ne bugün ne de
geçmişte nüfuz etme kabiliyetimiz vardır. Hal böyley­
ken, günümüz tarihçileri, eski insanların dini inanışları
hakkında pervasızca fikir yürütebilmekte, kimilerini
tabiata tapan, kimilerini çok tanrıya inanan insanlar ola­
rak değerlendirebilmektedirler. Daha yakın dönemler
için mesela Osmanlı Devleti'nde, Osmanlı teb'aasından
ihtida eden bir gayrimüslimin, sırf cizye vermekten kur­
tulmak için Müslüman olduğu hükmünü vermekte te­
reddüt gösterilmemektedir. İhtida eden kişinin, hiçbir
zaman nüfuz edemeyeceğimiz ve bilemeyeceğimiz iç
67
TARi H FELSEFESi

�ı.�

dünyası, Tanrı ile arasındaki kalbi ilişki asla dikkate


alınmamaktadır. Bu suretle kendi doğrularımızı tarihe
tasdik ettirmeye çalışıyoruz ki, bu doğru değildir, tarih
usulü ile bağdaşmaz. Zaten modern insanın en büyük
hatası, kendisini çok akıllı görerek, geçmişte yaşayan
insanları yeterince akıllı görmesidir. Bu itibarla tarih
usulü üzerinde yapılması gereken çok şey vardır. Tarih
usulünün müşterekleri üzerinde sağlanacak asgari muta­
bakat, belki tarihi gerçek, faziletli, birleştirici ve faydacı
anlamına kavuşturacaktır.
Ne yazık ki, tarihin asgari müşterekleri üzerinde bir
mutabakat sağlamak o kadar kolay değildir. Zira her
milletin tarihi ve kültürel zemininden gelen özellikleri,
felsefi görüşleri vardır. Her millet, tarihini kendi siyasi,
kültürel ve sosyoekonomik geçmişi üzerine bina eder.
İdeal olan bütün milletlerin tarih üzerine asgari bir müş­
tereğe ulaşmasıdır. Belki böylece daha uygar bir dünya
düzeni kurulabilir. Ne yazık ki, yakın bir gelecekte insan­
lığın ortak bir tarih şuuruna ulaşması mümkün görün­
memektedir.

3. Tarihin Özellikleri
Buna rağmen tarihin unsurları ve mahiyeti husu­
sunda ülke içinde fikir birliğine dolayısıyla da ortak bir
tarih şuuruna ulaşılabilir. Aynı zamanda bunda zaruret
de vardır. Zira ortak tarih şuurui ortak hafıza, ortak men­
faatler ve ortak gelecek demektir. Bu şuur, kader birliği
yapmış milletlerin milli birliğinin en kuvvetli bağıdır. Bu
yönüyle tarih millidir. Her milletin kendine has tarihi ve
tarih bilinci vardır ve olacaktır. O halde yukarıda değin­
diğimiz evrensel tarih şuurunun oluşması mümkün mü­
dür? Böyle bir şuurun ve buna bağlı olarak bir dünya
düzeninin kurulması bir yana, tarih, milletler arasında
68
M U STAFA ÖZTÜRK

.&t�

farklılaşmanın en önemli temelini oluşturmaktadır. Baş­


ka bir ifade ile tarih öteki veya ötekileştirmenin en önemli
unsurudur. Ferdin soy-sop ve geçmişi ferdin benini oluş­
turuyorsa, tarih de milletlerin bizini oluşturmaktadır.
Yani tarih ortak benlik şuurunun esasıdır. Bir yerde bir
milletin tarihi varsa, mutlaka öteki de vardır. Zira tarih,
bir milletin geçmişinin hikayesi, hayat mücadelesidir. Bu
mücadele o millet tarafından tek başına yapılmamış,
mutlaka bir öteki ile yapılmıştır. Bu mücadeleler devam
ettiğine ve gelecekte de devam edeceğine göre milletler
arasında ben ve öteki duygu ve mücadelesi devam ede­
cektir.
Tarihten başka, toplumlara benlik şuurunu veren
en önemli unsurlar dil, din ve ırktır. Bu unsurlar, toplum­
ları esas itibariyle birbirlerinden ayırır, her topluma ken­
di tarihi ve kültürel özelliklerini kazandırır. Dolayısıyla
toplumlar arasındaki farklılaşma/ötekileş(tir)me, iktisat
ve sahip olunan teknolojik farklılıklardan ziyade üst yapı
olarak adlandırılan bu unsurlarla başlamaktadır. Bunlar
tarihin gerçekleridir, bu itibarla biz tarihçilerin bu unsur­
ları milletlerin hafızalarından silmeye gücü yetmemek­
tedir, bu mümkün değildir.
Tarih, dil, din ve ırk unsurlarının alt birimleri ile
bunlardan başka değer yargıları ve tercihlerin bile insan­
lar arasında öteki kavramının oluşmasına vesile olduğu
görülmektedir. Aynı dinin farklı mezhep mensupların­
dan, farklı tarikatlarından biri diğerini öteki görebilmek­
tedir. Aynı ülkenin vatandaşları farklı siyasi parti ve ideo­
lojilere bağlı olmakla biri diğerini öteki olarak kabul et­
mektedir. Çünkü herkes için mensup olunan tarih, kül­
tür, ırk, dil, din, mezhep, tarikat, siyasi parti, dernek ve
ideoloji daima en iyi, en güzel, en doğru, en Jaziletli, en
büyük ve en idealdir. Bu unsurlar aynı zamanda insanların
69
TARiH FELSEFESİ

�V.&:.

kimliği ile özdeşleşmektedir. Fert ve cemiyetler kendile­


rini bu unsurlarla ifade etmektedirler, varlık sebepleri bu
unsurlardır. Bundan dolayı, fert veya cemiyetlerin öteki­
ni kabul edişi, aynı zamanda kendisinin varlık sebebinin
ortadan kalkmasına sebep olacaktır. Veya kendisinin
varlığı, ötekinin varlığı ile anlam kazanmaktadır. Yani
her şey zıddı ile kaimdir. Belki de tarihin ve tarihçinin en
büyük problemi budur. Tarihte kişinin şuurunda başla­
yan ben ve öteki kavramı, toplumsal boyutta biz ve öteki­
ler haline dönüşür. Klasik Çağlarda din ve Yakın Çağlar­
da da milliyet-milliyetçilik motifleri ile beslenen ben ve
öteki kavramı ve duygusu, daima ötekini aşağılama, alay
etme, küçük görme eğilimindedir ve bu da giderek öte­
kini düşman görmeye sebep olmaktadır. Bu süreç devam
etmektedir. Öteki, çoğunlukla korkulan, dışlanan ve
düşman görülen bir unsur olmasına karşılık, bazen de
imrenilen, örnek alınan bir mevkide görülebilir. Türkler­
le Avrupalıların tarihi süreçte birbirlerini algılamada bu
çelişkili olgu açıkça görülür.
Öteki kavramı aynı zamanda bir başkalaştırma ame­
liyesinin ürünüdür. Başkalaştırma, bir kültürden duyu­
lan korku veya onu karalamaya yönelik arzunun derece­
sine göre farklı boyutlarda gerçekleşir. Ama her ha­
lükarda diğer kültürle alay etme, küçük düşürme söz
konusudur. Haçlılar zamanından itibaren Avrupalı zih­
ninde öteki, şiddetli bir menfilik ihtiva eden Türk ve
İslam' dan başka bir şey değildir. Modern çağın başların­
dan itibaren milliyetçiliğin de etkisiyle öteki kavramı,
kültür ve medeniyet değerlendirmelerinde önemli bir
yer tutmuştur. Milli veya dini mülahazalar hep öbür
millet, öbür din mantığına oturtulmuş, öbürü ve ötekij
iç 'in zıddını, dışarıdakini, bizden olmayan, yani yabancı
bir fenomeni izah eder olmuştur. Bu suretle dışarıdaki,
aslında düşman, rakip fenomeni temsil etmiştir. Durum
70
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

böyle olunca, anlamaktan ziyade, açıklamak, yeniden


kurgulamak ve istifade etmek meşru olmuştur. Keave­
ney' e göre öteki kavramı emperyalizmin mantığının
temel ayağını teşkil etmektedir59• Çünkü öteki kötüdür,
aşağılıktır, geridir, cahildir, medeniyetten yoksundur. O
halde sömürülmeye, istismar edilmeye, aşağılanmaya,
hatta öldürülmeye layıktır. Kendi medeniyet dairesinin
dışında olduğu için geri kabul edilen ötekinin medenileş­
tirilmesi şarttır. Aksi halde medeniyetten yoksun olan
öteki, kendisinin kurulu düzenini tehdit edebilir. Bu
bakımdan kendisini, dünyanın ve bütün doğruların
merkezinde en yüksek medeniyetin temsilcisi olarak
gören Batı için, kendisinin dışındaki bütün kültürler
ötekidir, dolayısıyla medeniyetten yoksundur. O halde
onları medenileştirmek60 gerekmektedir. İşte 15. yüzyılın
sonlarında başlayan ve yıllarca da bize Coğrafi Keşifler
olarak okutulan, öğretilen ama gerçekte ilk sömürgecilik
hareketlerinden günümüze kadar devam eden Batı em­
peryalizminin mantığı budur. Bütün sömürgecilik tarihi
bu süreçte ve bu esaslar üzerinde gelişmiştir.

59 Yücel Öztürk, "Şark Meselesinin Sosyokültürel Zemini'', Siyaset ve


Toplum, Sayı 4 ( Güz 2005 ) , Ankara 2005, s. 77-78
60
Sömürgecilik tarihinde "medenileştirmek" kavramı hep bir meşrulaştır­
ma aracı olarak kullanılmıştır. Bütün sömürgeci devletler, işgal ettikleri
ülkelere daima medenileştirme amacıyla gittiklerini ileri sürmüşlerdir.
Bu terim günümüzde "demokratikleştirme" veya geri kalmış toplumlara
"demokrasi götürmek" şeklinde devam etmektedir. Irak'ın ABD tarafın­
dan işgali sürecinde de bu terimler sıkça kullanılmıştır. Ama nasıl bir
demokrasi getirildiği de herkesin malumudur. 1991 yılından beri 5
milyon Iraklı öldürülmüş, 5 milyon Iraklı da göç etmiştir. Bütün ülke­
nin yıllardan beri sayısız emek ve sermaye ile yapılan alt yapısı yok
edilmiş, tarihi eserler bile yağmalanmıştır. Bu ortamda her türlü işken­
ce ve ırza tecavüzlerin kayıtları ise yoktur. Geçmişte de emperyalist ül­
keler tarafından işgal edilen ülkelere böyle demokrasi ( ! ) getirilmişti.
Şimdi olmayan ve o tarihlerde hiç olmayan uluslararası hukuk kuralla­
rının ve denetimlerin olmadığı dönemlerde nasıl demokrasi götürül­
düğünü, daha doğrusu nasıl katliamlar yapıldığını tahmin etmek güç
değildir.
71
TARiH FELSEFESi

�vg,

Cemiyette ben ve ötekinin olması fıtri (yaratılıştan


gelen) bir husustur, tabiidir. Farklılıklar hayatın ve ge­
lişmenin dinamizmidir, cemiyetlerin zenginliğidir. Ge­
rek tabiatta-coğrafyada, gerekse cemiyette farklılıklar
olmazsa gelişme olmaz. Coğrafya, her yerde her zaman
aynı özellikte ve verimlilikte olsaydı, bütün insanlar aynı
iradi ve fiziki kabiliyette olsalardı, medeniyetin gelişmesi
ve toplum halinde yaşamak mümkün olmazdı. Demek
ki, coğrafi farklılıklarda ve insanın iradi ve fiziki kabili­
yetleri bakımından farklı yaratılmasında hikmet (bilindi­
ği gibi, felsefe teriminin doğu kültüründeki karşılığı
hikmettir) vardır. Bizler çevremizin, tabiatın hikmetleri­
ne, özüne vakıf olduğumuz müddetçe doğru bilgiye
ulaşabiliriz. Yaratılışımızın ve çevremizin hikmetini doğ­
ru okuyamayınca, insanlık büyük felaketlere maruz kal­
mıştır. Bu noktada Batı, çevreyi yani tabiatı ve yaratılışı
doğru okuyamamıştır. Batı düşüncesinde kendisi daima
merkez, tabiat ve öteki insanlar kendisinin hizmetinde
birer araçtan başka bir şey değildir. Bu yüzden ötekileş­
tirme, başkalarını düşman görme eğilimi, Batı düşünce­
sinin vazgeçilmez karakteridir. Batı'nın bu düşüncesinin
pratiğe uygulanması da bilinen sömürgecilik hareketle­
rini, işgalleri ve insanlık tarihinde çok büyük yıkımları
getirmiştir.
Oysa tarihte ben ve ötekinin olması, bunların birbir­
lerine düşman olmalarını gerektirmemelidir. Bu, insan
fıtratının bir gereği-gerçeği olduğuna ve bunu insan zih­
ninden silmek mümkün olamayacağına göre, her ikisi­
nin birbirini olduğu gibi kabul etmesi gerekmektedir.
Aslolan, farklılıkların birbirini tanımaları, tanışmaları ve
tamamlamalarıdır. Nitekim bu konuda Kur' an-ı Ke­
rim'de, "Ey insanlar, şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve
72
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.V?.

kabilelere ayırdık, Allah katında en değerliniz ona karşı


gelmekten en çok sakınanızdır."61 buyurulmaktadır ki,
farklı yaratılışın amacı açıkça belirtilmektedir. Buna göre
farklı yaratılışın amacı, kin ve düşmanlık üzerine kurul­
muş, birini ötekine üstün kılan bir dünya değil, insanla­
rın birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları, birbirlerinin farklı­
lıklarından faydalanmalarını amaç edinen bir dünyanın
kurulmasıdır.
O halde tarihçilerin ve diğer ilgili bilim adamlarının
yapması gereken, söz konusu benlik duygusunu silmek

Hucurat Suresi/1 3. Bu ayetin ihtiva ettiği mana üzerinde durmak icap
etmektedir. Zira bugüne kadar hemen bütün tefsirlerde, farklı kabileler
halinde yaratılışın sebebinin "birbirimizi tanıma" olduğu üzerinde du­
rulmuştur. Ama bu tanıma salt gramatik mana ile izah edilmiştir. Ta­
nımadan maksat nedir, nasıl olmalıdır? Sorularına yeterince cevap
aranmamış ve tabii ki yeterli izahlar da yapılmamıştır. Kanaatimizce bu
ayetin daha derin ve anlamlı bir şekilde izahı gerekmektedir. Bize göre,
insanın birbirini tanıması sadece fiziksel değildir, bu tanımanın arkası­
nın getirdiği bazı gereklilikler vardır. İnsanın birbirini tanıması, olduğu
gibi kabul etmesini gerektirir. Arkasından şu şartlan getirir: a. Sevmek,
b. Adaletli olmak, c. Yardırrılaşmak. Elbette insan, karşısındakini tanı­
yınca sever, tanımadan sevemez. Öyleyse tanıdığı, sevdiği insana ada­
letli davranır, onunla yardımlaşır. Böyle olunca tanıdığı, sevdiği insana
karşı şunları yapmaktan kaçınır: a. Nefret etmez, b. Adaletsizlik yap­
maz, zulmetmez ve c. Karşısındakine tahakküm etmez. Bu, aynı za­
manda karşısındakini olduğu gibi kabul etmek demektir. Birbirini sev­
meyi, nefret etmemeyi, düşman olmamayı, birbirine karşı adaletli dav­
ranmayı gerektirmektedir. Birbirlerini tanıyan insanlar, birbirlerinden
nefret etmezler, birbirlerine zulmetmez, tahakküm etmezler. Dünyayı
birlikte imar ederler, birbirlerine karşı iyi davrandıkları gibi, tabiata ve
hayvanlara karşı da iyi davranırlar. Görüldüğü gibi, farklı yaratılışın
hikmeti, özü zannedildiğinden çok daha derindir. Eğer insanlık, farklı
yaratılışının bu inceliğinin aslına vakıf olsaydı, tarihte uğradığı bu kadar
acı akıbetlere maruz kalmazdı. Oysa tarih boyunca "farklı" olan daima
"öteki" görülmüş, nefret edilmiş, düşman görülmüş, sömürülmesi, yok
edilmesi tabii olan bir varlık olarak görülmüştür ki, sömürgeciliğin, kı­
yımların, katliamların temelinde, insanların, izah ettiğimiz anlamıyla
birbirlerini tanımaması, olduğu gibi kabul etmemesi bulunmaktadır.
Ama insan, cahili olduğu şeyin düşmanıdır, insanların birbirini tanıma
hususunda ufukta olumlu gelişmeler görülmediğinden ve bu düşmanlık
devam edeceğinden, gelecekte de insanlığın aynı akıbetlere uğraması
mukadderdir.
73
TARi H FELSEFESi

.,&\}�
değil (zira bu boşuna bir çaba olur), insanlara ötekini
kabul etmeyi, birlikte yaşamayı öğretmeleridir. Tarih
boyunca insanlığın en çok muhtaç olduğu husus bu ol­
muştur. İnsanlık tarihi, ötekini olduğu gibi kabul etme­
mekten dolayı insanların uğradığı acı akıbetlerle dolu­
dur. Aslında birbirini kabul etme ve beraber yaşama
bilinç ve tecrübesi, medeniyetin en önemli göstergesidir.
Başka bir ifade ile medeniyet, yaratılış itibariyle birbirin­
den jarklı olan insanların birlikte yaşama hususunda gös­
terdikleri başarıdır. Türk-İslam kültürü ve bunun en ge­
niş uygulama alanını gördüğümüz Osmanlı medeniyeti,
bu hususta müstesna bir örnek teşkil etmektedir. Tekno­
lojide akıllara durgunluk veren seviyelere ulaşmak aynı
zamanda medeni olmak anlamına gelmez. Kanaatimizce
asıl medenilik, birlikte yaşama bilincini geliştirmek ve uygu­
lamaktır. Farklı ırk, din ve mezhepten insanların huzur
ve güven içinde birlikte yaşamalarıdır. Bu durumda me­
deniyet kavramının kaynağı ve mefhumu değişmektedir.
Nitekim Toynbee de "Whitehead'i izleyerek ben de uygar­
lığı manevi terimlerle tanımlamak isterim. Belki, içinde
bütün insanlığın, hepsini kapsayan tek bir ailenin üyeleri
olarak tam bir uyum halinde yaşayabilecekleri bir toplum
durumunu yaratmak için girişilmiş bir çaba şeklinde ta­
nımlanabilir. Bilinen bütün uygarlıkların, bilinçli değilse
bile bilinçsiz bir şekilde amaçladıkları hedefin bu olduğuna
inanıyorum."62 demek suretiyle uygarlığın birlikte yaşa­
ma bilinç ve başarısı olduğuna işaret etmektedir.
Bu tartışma bile biz ve ötekini çağrıştırmaktadır.
Çünkü bize göre, dünya tarihinde ilk defa birlikte yaşa­
ma tecrübesini en üst seviyede kuran ve yaşatan Türk.­
İslam kültürüdür. Bunun için sadece Türk-İslam coğraf­
yasında bugünkü farklı dini ve etnik azınlıkların varlıkla-

62
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci I, Bateş Yayınlan, İstanbul 1 978, s. 46
74
MUSTAFA ÖZTÜRK

�vı.,

rını günümüze kadar sürdürmelerinin hatırlanması ye­


terlidir. Türk-İslam kültür dairesinde uzun yüzyıllar,
bütün etnik ve dini unsurlar birbirleriyle yaşadılar, her
türlü sosyal ve ekonomik ilişkilerde bulundular ve bu­
güne kadar geldiler. Başka bir ifade ile bugün bu coğraf­
yada yaşayan milletler, antik kültürlerin bakiyeleri,
Türk-İslam kültürü sayesinde varlıklarını koruyabilmiş­
lerdir.
Öte yandan Avrupa tarihine bakıldığında, böyle bir
anlayış ve tecrübenin olmadığı görülmektedir. Ro­
ma' dan başlayarak ötekine karşı uygulanan şiddet, bağ­
nazlık ve katliamlar, Avrupa tarihinin sayfalarını süsle­
mektedir. Bugün Avrupa'nın sömürgeleştirdiği kıtaların
antik kültürlerinden günümüze ulaşan etnik ve dini azın­
lıklar yok denecek kadar azdır ve bunların günümüz
medeniyetine çok fazla katkı yapmalarına fırsat veril­
memiştir. Bizi, asıl konumuzdan uzaklaştıracağı düşün­
cesiyle bu tartışmalara burada son vermek daha uygun
olacaktır.
O halde tarih boyunca ben-biz ve ötekiler daima var
olmuştur, gelecekte de olacaktır. Tarihçi hayalperest
değil, gerçekçi olmak ve tarihi gerçekleri söylemek zo­
rundadır. Mensubu olduğu ideolojisine göre halkı yön­
lendiremez. Böyle bir tavır tarihçilik değildir, bir ideolo­
jinin veya mahfilin mensubu olmak demektir.
Son yıllarda çok tartışılan tarihte ben ve öteki konu­
sunda ileri sürülen fikirlerin çoğunda, bu gerçekliği
görmezlikten gelerek, tek taraflı kabuller için ideolojik
maksatlarla bilimsellik ve gerçeklikten uzak teklifler ve
ondan da öte yönlendirmeler yapıldığı görülmektedir.
Tarihin başka bir özelliği de milli olmasıdır. Her
topluluk/ millet kendi tarihini yaşar, bu uzun süreçte
fertleri arasında bir tarih şuuru gelişir. Bu şuur onu öte-
75
TARiH FELSEFESi

�l}g.,

kilerden ayıran en önemli hususlardan biridir. Tarih,


toplumuna millilik vasfını kazandıran, ona öteki toplum­
lara karşı direnme gücü veren en önemli unsurdur. Bü­
tün toplumlar bir yandan ötekine karşı direnme ve üs­
tünlük gücünü tarihte ararlar, bir yandan da zaman için­
de karşılaştıkları buhranlı dönemleri aşmak için tarihe
sarılırlar.
Bu haliyle tarih, sadece geçmişi araştırmak saikiyle
yapılan bir bilim değil, aynı zamanda fert ve toplumların
bugününü tedvir eden, ona yön veren canlı, dinamik bir
olgudur. Nasıl bir insan ailesinden genetik olarak aldığı
fiziki ve ahlaki değerleri, hatta hastalıkları yaşıyorsa,
başarı veya başarısızlıklarının sonucunu, ceza veya
mükafatını görüyorsa, milletler de tarihlerinin derinlik­
lerinden getirdikleri değer yargılarını, başarı ve başarısız­
lıklarının, yapıp-ettiklerinin olumlu veya olumsuz so­
nuçlarını yaşamaktadırlar. Aslında her millet, yaşadığı
çağda aynı zamanda tarihini yaşamaktadır. En büyük
yanılgımız, tarihi, geçmişte olup biten olaylar olarak
telakki etmemizdir. Oysa tarih, bitmeyen, her çağda
değişik faktörlerle/ aktörlerle ve benzer tezahürlerle
devam eden sürekli bir vakıadır.
Günümüzün siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel me­
seleleri, tarihten gelen meselelerdir. Mesela; ülkemizin
kalkınma, sanayileşme ve çağdaşlaşması meseleleri,
geçmişin günümüze devrettiği meselelerdir. Günümüz­
de devam eden siyasi ilişkiler, meseleler (Kıbrıs, Ermeni
meselesi gibi) aklımıza gelen her hususta yaşadıklarımız,
zikredilen tarihi sürecin, günümüzde devamından başka
bir şey değildir. O halde tarih sadece geçmişte kalan
meseleler, olaylar, hikayeler değil, tam tersine günü­
müzde dahi yaşayan canlı bir vakıadır.
76
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&IJ�

Aslında Doğu-Batı ilişkilerini de bu açıdan değer­


lendirmek gerekmektedir. Yunan-Roma-Pers, Doğu
Roma (Bizans) -Sasani, Bizans-Arap ilişkileri üzerine
bina edilen tarihi eksen, bugün de farklı biçimlerde ama
aynı mefhumlara dayanarak devam etmektedir. Bu mü­
cadelenin en önemli mevkiinde de Türkler vardır. Arıa­
dolu' da kurulan Selçukluların ardından gelen ve uzun
yüzyıllar süren Osmanlı hakimiyeti ile Türkler, Doğu­
Batı mücadelesinin merkezine yerleşmiştir. Bu tarihten
sonra Batı için en önemli mesele, Türkleri, kendi mede­
niyetlerinin merkezi olarak kabul ettikleri Arıadolu' dan
çıkarmak olmuştur ki, buna genel olarak Şark Meselesi
demektedirler. Batı, nihayet Birinci Dünya Savaşı ile bu
hedefine kısmen de olsa ulaşmıştır. Birinci Dünya Sava­
şı'nın amacı, Osmanlı Devleti'ni tasfiye etmekti, bunda
kısmen de olsa başarılı olan Batı, hala nihai hedeflerine
ulaşmamıştır. Etrafımızda cereyan eden olaylar, bu he­
defin tahakkukuna yöneliktir. Biz geçmişi, geçmişte kal­
dı zannediyoruz ama yanılıyoruz. Tarihselliğin bir gereği
olarak, geçmişimizi yaşıyoruz. İstesek de istemesek de,
kabul etsek de etmesek de bugünümüzü etkileyen, yön­
lendiren, karşı karşıya bulunduğumuz veya bulundurul­
duğumuz olaylar, tarihi mirasımızdır.
Belki de tarihin mana ve mefhumunu bu nazarlarla
görmediğimizden, tarihi geçmişte kalan masal gibi algı­
ladığımızdan dolayı, tarih bilinci oluşmamış, tarihten
yeterince faydalanılamamıştır. O halde tarihi süreklilik
(tarihsellik), tarih bilincinin oluşmasında göz ardı edi­
lemeyecek kadar önemli bir husustur.
Tarih, ulusların ortak şuurunun en önemli kaynağı
olması itibariyle milliyetçiliğin de kaynağıdır. Enrique
Florescano'nun deyimi ile "bir halka ya da ulusa ortak
bir geçmişi kazandırmak ve bu uzak geçmişin içinde kolek-
77
TARiH FELS EFESi

.&IJ&.

tif bir kimlik biçimlendirmek, tarihin toplumsal işlevlerinin


belki de en eskisi ve en süreklisidir, çok eskiden keşfedilmiş­
tir ve bugün de etkindir."63 Keza Ernest Renan da "tarih
kılığına bürünmüş millet aracılığıyla geçmişe demir atan
bir kimlik kültürünün standart örneği milliyetçiliktir" 64
demek suretiyle, milli kimliğin oluşmasında ve milliyet­
çiliğin gelişmesinde tarihin rolüne dikkat çekmektedir.
Tarih, milliyetçiliğin milli birliğin en önemli kay­
naklarından birisi olduğu gibi, tarihin farklı yorumlan­
ması, tarih ekseninde farklılaşma, milli bünyeyi sarsabi­
lecek ve birliği ortadan kaldırabilecek bir vasıta haline
gelebilir. Tarihin farklı yorumlanması, ortak tarih şuu­
runu ortadan kaldırdığı için, birlik vasıtası olmaktan çok,
ayrılık vasıtası haline gelir. Buna tarihin parçalanması
diyoruz. Tarihin parçalanmasından kastımız, aynı mille­
tin alt gruplarına farklı tarih ve kavmiyet şuurunun ve­
rilmesidir. Bunun en çarpıcı örneğini gerek Çarlık Rus­
ya' sı gerekse Sovyetler dönemlerinde Türkistan' daki
Türk kavimlerine verilen ve kimliklerinin esası olarak
sunulan kavmiyet şuurudur. Kazak, Kırgız, Türkmen,
Özbek, Azeri hepsi Türk milletinin birer alt unsuru,
dilleri de Türkçenin birer lehçesi olan bu Türk kavimle­
rinin her birisine kavmiyet şuuru etrafında birer kimlik
verilmiştir. Böylece bu ulusların her birisi kendisini Türk
değil, kavminin adıyla farklı bir millet olarak görmekte­
dir. Her Türk devleti, kavmi şuuru etrafında dar bir tarih
anlayışına sahip olmuş, biri ötekini yabancı görmeye
başlamıştır. Bunun neticesi olarak gerek Türkiye ve ge­
rekse Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, beklenenin tersi-

63 Aktaran Esat Öz, "Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/ çilik:


Sevr ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik ve İdeolojik Boyut", Siyaset
ve Toplum Sayı 4, (Güz 2005), Ankara 2005, s. 34
64
Esat Öz, a.g.m., s. 34
78
M U STAFA ÖZTÜRK

�.�

ne iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkiler kurmakta zorlan­


maktadırlar. Öyle sanıyoruz ki, bugün Türk tarihçileri­
nin en başta halletmesi gereken ve hayati önemi haiz
olan husus budur. Arap ülkelerinde de aynı vakıayı gör­
mek mümkündür. Irk ve dil bakımından hepsi aynı olan
Araplar, sun'i sınırlarla çizilen bölgelerde ayrı millet
şuuruyla beslendiler, ayrı kavmiyet şuurları edindiler.
Tarih, dahili ve harici siyasetin belirlenmesinde bü­
tün milletlerin en önemli müracaat kaynağıdır. Her mil­
let varlık sebebini tarihin derinliklerinde arar, mevcut
konumunu ve siyasetini tarihe dayandırır, karşılaştığı
herhangi bir meselenin çözümünü tarihte bulmaya ve
onunla meşrulaştırmaya çalışır. Ancak burada müşahede
edilen ilginç bir husus vardır. Toplumlar, buhran dö­
nemlerinde daima tarihlerindeki parlak dönemleri, güç­
lü ve başarılı kişileri, zamanında iyi işleyen müesseseleri
hatırlar, örnek alırlar. Bu noktada tarihin idealize edil­
mesi eğilimi görülmektedir. Her millet kendi tarihini her
yönüyle, kahramanlıkları, zaferleri, üstün ve iyi işleyen
müesseseleri ile ideal tarih olarak görür ve benimser.
Tarihi idealize etmek, milli duyguları okşayan romantik
bir tarzdır. Yeni nesillere tarih şuur vermek, tarihi sev­
dirmek amacıyla bir yere kadar normal karşılanabilir,
ancak bu anlayış sürekli ve kalıcı hale gelirse, tarih anla­
yışında durağanlık başlar; tarihi tenkit müessesesi kapa­
nır, tarihten ders alınmasının önü kesilmiş olur. İşte bu
anlayış, tarihi bütün yönleriyle ele almayan bir anlayıştır.
Bu durumda tarih faydacı olmaktan çok, salt olarak övü­
nülen ve hasret duyulan bir karakter kazanır. Tarihin
faydacı olabilmesi için bir bütün olarak kabul edilmesi,
başarılarıyla övünüldüğü kadar, başarısızlıklarından da
ders alınması gerekir. Faydalı/faydacı, geleceğimizi daha
iyi kurmamıza yarayan tarih anlayışı Külli/bütüncül tarih
anlayışıdır.
79
TARiH FELSEFESi

�\}�

Tarihin milli olmasından dolayı, tarih yazıcılığı da


genellikle milli karakterlidir. Her ülkenin tarihçisi büyük
oranda kendi ulusunun tarihi ile ilgilenir. Dünyanın
diğer bölgelerinde oluşan tarih diğer milletleri fazlasıyla
ilgilendirmemektedir. Mesela bizim için çok önemli
olan Türk tarihinin bir kesiti, Afrikalı veya Brezilyalı bir
tarihçi için o kadar önemli değildir. Keza Vietnam tarihi
de bizi o kadar ilgilendirmemektedir. Ancak birbirleriyle
komşu olan, şu ya da bu şekilde birbirleriyle mücadele
eden, etkilenen milletler, birbirlerinin tarihleriyle ilgile­
nirler; bundan da öteye ilgilenmek zorundadırlar. Çok
geniş bir coğrafyada hüküm sürmüş, devletler kurmuş
Türklerin tarihinin ilgili olmadığı hemen hiçbir kültür
yoktur. Bundan dolayı Türk tarihinin çok iyi kavrana­
bilmesi ve değerlendirilebilmesi için İlk Çağ' dan başla­
yarak Asya, Avrupa, Orta Doğu, İran, Türkistan, Rusya
ve Hindistan tarihinin bilinmesi şarttır. Türk tarihi ma­
halli olmayacak kadar geniş ve derin bir tarihtir.
Aynı şekilde Avrupa tarihi de temelleri, siyasi ve
sosyoekonomik tarihi, dünya tarih ve medeniyetine
yaptığı tesirler bakımından müstesna bir yere sahiptir.
Zira dünyada Avrupa'nın ilgilenmediği veya Avrupa ile
ilgisi olmayan hemen hiçbir ulus/kültür yoktur. Bundan
dolayı her ülke, kendi tarihini iyi bilmek için mutlaka
Avrupa tarihini de bilmek zorundadır. Bu noktada, bazı
çevreler tarafından Avrupa tarihinin okutulmasına karşı
gösterilen olumsuz tavrın, hiçbir ilmi ve mantıki temeli­
nin olmadığını da belirtmeden geçemeyeceğiz.
Tarihin milli olması, tarihçilerin daha çok kendi ül­
kelerinin tarihlerine ilgi duyması demek, onların dünya
tarihine kayıtsız kalmaları demek değildir. Tam tersine
dünyanın çok uzak bir bölgesinde meydana gelen olay­
lar, zamanla pek çok ülkenin tarihini ilgilendirebilir,
80
M USTAFA ÖZTÜRK

��

etkileyebilir. Günümüzde bu etkileşim daha hızlı ve


daha geniş boyutludur. Bunun için tarihçinin dünyada
meydana gelen olaylardan ders alması bir tarihi tecrübe
edinmesi şarttır. Bu tecrübeyi yatay ve dikey olarak ka­
bul etmek gerekir; yani dünya tarihini hem coğrafi hem
de kronolojik olarak çok geniş bakış açısıyla ele almak
gerekmektedir. Çok uzak bir bölgenin, bir kavmin tarihi
ve çok eski kavimlerin tarihleri de tarihçinin ilgi ve araş­
tırma dairesinde olmalıdır. Zira Eski Çağ kültür ve me­
deniyetleri, günümüzün kültür ve medeniyetinin saklı
bulunduğu medeniyetlerdir. Eski Çağ tarihini bilmeden
günümüz tarihini doğru ve yeterince değerlendirmek
mümkün değildir. Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Çin,
Hint uygarlıkları kendi coğrafyalarında gelişmiştir ama
günümüz medeniyetinin de temellerini oluşturan kül­
türlerdir. Roma tarihinin sadece Avrupalıları ilgilendir­
diğini düşünmek yanlıştır. Haçlı Seferleri, görünüşte eski
dünyada meydana gelen bir olaydır ama dünya tarihini
derinden etkilemiştir. Coğrafi keşifler olarak bilinen ilk
sömürgecilik hareketleri ve bunun sonuçlarının sadece
Avrupalıları ilgilendirmediği, tüm dünyayı etkilediği
bilinmektedir. Hatta coğrafi keşiflerin neticesinde Avru­
pa'ya akan altın ve gümüşün Osmanlı Devleti'nde ilk
devalüasyona sebep olduğu unutulmamalıdır. Hüma­
nizma, Rönesans, Reform hareketleri, Fransız İhtilali ve
Sanayi İnkılabı da bu meyandadır. Yirminci yüzyılda
meydana gelen iki dünya savaşı, bütün dünyayı etkile­
miştir. ABD'nin Vietnam'ı işgali ve süren savaşlar, Kore
Savaşı ve nihayet günümüzde yaşanan Irak ve Afganis­
tan'ın işgalleri, bütün dünyayı etkilemekte ve dünya
barışını tehdit etmektedir.
Bu itibarla tarih, yatay ve dikey olarak bir süreklilik
arz eder. Başka bir ifade ile buna tarihi süreklilik demek
81
TARiH FELSEFESİ

,&\�

de mümkündür. Geçmiş, her halükarda birbiriyle bağ­


lantılıdır. Nakışlarla örülmüş bir örtü gibi, örülen her
küçük motif, başka bir motife bağlanmıştır ve böylece
bütün motifler nakışlı bir masa örtüsü meydana getir­
mektedir. Ama hangi nakışın ipliğinin, örtünün herhangi
bir motifine hangi iplikle bağlandığını tespit etmek çok
gü çtür. İşte tarihi olaylar da buna benzer. Her olay, ken­
disinden önce meydana gelen pek çok olayın sonucu,
kendisinden sonra gelen olayların sebeplerinden bir
tanesidir. En sondaki olayın, ilişkilerini kurmaya bilgile­
rimizin yetmediği uzak geçmişteki bir olayın mutlaka
tesiri vardır. Bizim bu ilişkiyi kuramamamız, o ilişkinin
veya olayın olmadığı anlamına gelmez.
O halde tarih, etkileri itibariyle evrenseldir. Ama ta­
rihçinin ilgisi itibariyle daha çok millidir. Her tarihçinin,
insanlığın ortak macerası olan evrensel tarihten çıkara­
cağı dersler mutlaka olmalıdır. Sadece milli tarih çerçe­
vesinde yapılacak bir tarihçilik, dünyada meydana gelen
olaylardan habersiz olmak demektir. Milli tarih araştırı­
lırken dahi, evrensel tarihten ayrı düşünülmemelidir.
Hangi dönem tarihi inceleniyorsa, mutlaka o günkü
genel dünya siyaseti, medeniyeti ve olayları göz önünde
bulundurulmalıdır. Buna mukayeseli tarih araştırması
demek mümkündür. Herhangi bir alanda yapılan tarih
çalışması, mümkün olduğu kadar o dönem dünyasının,
en azından komşu kültürlerin tarihleriyle mukayese
edilmelidir. Her tarihçi, elbette önce kendi milli tarihini
araştırmak zorundadır, ancak hiçbir zaman evrensel
tarihe kayıtsız kalamaz. Aksi halde evrensel tarihin kendi
ülkesine yapacağı muhtemel tesirleri göremez ve mahalli
kalmaktan öteye gidemez65•

65
Bu açıdan bakıldığında, günümüz Türk tarihçiliğinin daha çok mahalli
kaldığı müşahede edilmektedir. Belki de bu gelenek, Doğu tarzı tarihçi-
82
MUSTAFA ÖZTÜRK

�vz;,

Tarih bizzat hem bir güç kaynağı, hem de en önemli


meşrulaştırma araçlarından birisidir. Tarihi sadece geç­
mişin hikayesi, geçmişte kalan olayların yekunu olarak
görmek yanlıştır. Bazen tarih, görünmeyen bir güç gibi,
günümüz ulusal dengelerini ve uluslararası diplomasiyi
etkilemektedir. Hatta geçmişte unuttuğumuz veya
unutmaya çalıştığımız bir konu, günümüzde bizi o konu
etrafında gelişen olayların içine çekebilir. Mesela; Lozan
Antlaşmasında Kıbrıs ile ilgili her türlü hak ve menfaat­
lerimizden vazgeçmiş iken, Kıbrıs'la olan tarihi bağları­
mız, bizi Kıbrıs Meselesi'nin içine çekmiştir. Keza, Bal­
kanlar ve Orta Doğu' daki tarihi mirasımız, ister istemez
bizi bu bölgelerin meseleleriyle daha yakından ilgilen­
mek mecburiyetinde bırakmıştır. O halde istesek de

lik geleneğinden kaynaklanmaktadır. Genel olarak Doğu ve özel olarak


da Türk tarihçiliğinde, çoğu birbirinin devamı niteliğinde olan ve daha
çok yaşanan döneme, sultana ait bilgilerin verildiği, dünyanın öteki
bölgelerinin tarihleriyle ilgilenilmediği vakanüvis tarzı tarih yazıcılığı
yaygın idi. Eski Yunan ve Roma'ya dair kısa bilgiler veren Katip Çelebi
ile döneminde Rusya ve Fransa hakkında muhtasar bilgiler veren Cev­
det Paşa' dan başka tarih yazıcımız yoktur. Pek farkında olunmamakla
beraber bu geleneğin bugüne kadar sürdüğü görülmektedir. Onun
içindir ki, günümüz Türk tarihçiliği, büyük oranda Anadolu'ya, mün­
hasıran Selçuklu ve Osmarılı dönemi ile sınırlı kalmıştır. Bizde hala bir
Dünya Tarihçisi yetişmemiştir. Batı'dan yapılan sınırlı tercümelerin dı­
şında bir Avrupa Tarihi müellifımizin eseri yoktur. Hemen hepsi hayat­
ta olmayan sınırlı sayıdaki Roma, Mısır, Mezopotamya, Çin ve Hindis­
tan Tarihi uzmarılarımızın yerine yenileri yetişmedi. Amerika, Afrika ve
Uzak Doğu tarihçimiz ise hiç olmadı. Oysa günümüzde hızla gelişen bi­
lim, teknoloji ve uluslar arası ilişkiler, artık bölge ve ülke/ devlet uzmanı
yetiştirilmesini zaruri kılmaktadır.
Anadolu ile sınırlanmış bulunan tarih anlayışı, diğer beşeri bilim dalla­
rında da görülmektedir. Bugün ülkemizde dünya ve özelde bir bölge­
nin iktisat, coğrafya, arkeoloji, etnoloji, sosyoloji, felsefe, dil ve edebiyat
uzmanı -çok özel gayretlerle kendi kendisini yetiştirerılerin dışında­
yoktur. Onun için genel olarak bilim anlayışımızın sorgulanması ve
buna göre çağın gerek ve gerçeklerine göre yeniden gözden geçirilmesi
kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu konudaki mevcut geriliğimizi, maddi
kaynakların yetersizliği veya bürokratik engeller gibi sebeplere dayan­
dırmak ve orılann arkasına gizlenmek inandırıcı olmaktan çok uzaktır.
83
TARiH FELSEFESi

,&IJZ:,
istemezsek de tarihi akışın bir tarafı olmaya mecburuz.
Bu tarihi akış, kendine hastır, kendi mecrasında seyre­
der; insanoğlunun ona müdahalesi -kısmen- söz konusu
değildir. Bu noktada tarihçilere düşen en önemli sorumlu­
luk, bu tarihi akışın gelişmesini, seyrini ve muhtemel sonuç­
larını tespit etmek ve ona göre nispi tekliflerde bulunmaktır.
Tarih, ulusların ortak şuurunun kaynağı ve milli
kimliğin belirlenmesinde çok güçlü bir unsur olmasın­
dan dolayı, iç ve dış politikada bir araç olarak kullanıl­
mıştır ki, buna tarihin siyasallaştırılması diyoruz. Gerçek­
ten tarih, her devletin kuruluşunun kültürel ve ideolojik
esasını teşkil eder. Her ulus kendi halkına ortak tarih
şuuru vermekle, ulusunun milli ve kültürel temellerini
oluşturur. Aksi halde içinde farklı etnik ve dini menşe­
den gelen unsurları devlet ile bütünleştirmesi zordur. O
halde milli/ulus devletlerin oluşmasında ve varlıklarını
sürdürmesinde tarih şuurunun önemi büyüktür ve asla
ihmal edilmemesi gereken bir husustur. Halkların,
milli/ ulus devletlerini kurarlarken tarihe başvurmaları,
kültürel ve ideolojik temellerini tarihten almaları gayet
normaldir, bu husus tabii ve sosyolojik bir vakıadır. An­
cak burada gözden uzak tutulmaması gereken bir husus
vardır ki, o da her halükarda tarihin doğru algılanması,
gelecek nesillere tarih usulüne uygun bir tarih anlayışı ile
tarih şuurunun verilmesidir. Tarih usulüne uyulmadan
yapılan tarihçilik, gelecekte o ulusta tamiri imkansız
ayrılıklara yol açabilir; bu da giderek milli bünyeyi zaafa
uğratabilir. Bunun için her şeyden önce tarihin doğru
tahlil edilmesi şarttır. Tarihi belge, bilgi ve kaynakları
bütün yönleriyle incelemek, bu bilgileri tarih usulüne
uygun olarak değerlendirmek, tarihi doğru okumanın ilk
şartıdır. Tarihi belgeler, dönemler veya şahsiyetler ara­
sında tercih yapmak tarihin farklı algılanması neticesini
84
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&lf�

doğurur. Bu da ileride telafisi mümkün olmayan geliş­


melere sebep olabilir. Böylece tarih, milli birliğin esası
olma özelliğini büyük ölçüde kaybeder; tarihin yanlış
okunmasından dolayı, bir devlet içinde yaşayan halklar
kendi tarihlerini (çoğu zaman yalan yanlış) inşa ederler.
Bugün yanlış veya eksik tarih telakkisinden dolayı tarih­
çiliğimizde olumsuzluklar yaşanmaktadır.
Mesela; Atatürk dönemindeki Türk Tarih ve Dil
tezleri, Türk tarih ve dilini Anadolu' daki en eski mede­
niyetlere dayandırıyordu. Bu tez, Avrupa hümanist me­
deniyet dairesinin büyük ölçüde Türk tarihine uyarlan­
ması sonucu terk edildi ve Anadolu Türk tarihi Malaz­
girt Zaferi ile başlatıldı. Malazgirt öncesindeki dönem­
lerde Kafkaslar, Anadolu, Suriye, Filistin, Irak, İran, Ka­
radeniz'in kuzeyi ve Balkanlar'daki Türk varlığı ya red­
dedildi, ya da unutturuldu. Zikredilen bölgelerin Türk
hakimiyetine girmesiyle, İslamlaşmanın bu bölgelerin
yerli halkları arasında yaygınlaştığı veya bölge halkları­
nın zorla İslamlaştırıldığı tezi revaç gördü. Oysa 19. ve
20. yüzyıllarda yapılan tarih araştırmaları, zikri geçen
bölgelerde Türk varlığının zannedildiğinden çok daha
eski tarihlere dayanmış olduğunu ortaya koymaktadır.
Doğu Roma (Bizans) teb' ası içinde hatırı sayılır bir
oranda Anadolu ve Balkanlar' da Avar, Peçenek, Uz,
Kuman, Kıpçak Türk boylarının bulunduğu, hatta Bi­
zans ordusunda Türk komutan sülalelerinin varlığı bi­
linmektedir66. Sadece Malazgirt Savaşı'nda Bizans ordu­
sunda kırk bin Peçenek askerinin bulunduğu, bunların

66
Işın Demirkent, "Tatikios: Türk Asıllı Bir Bizans Kumandanı", Belleten
248, (Nisan 2003), Ankara 2003, s. 93- 1 10. Hatta İzmir hakimi olup
1093'te Kılıçarslan tarafından öldürtülen Çaka Bey'in kendisini Bizans
İmparatoru ilan etmesi çok ilginçtir. Bkz. Auguste Bailly, Bizans İmpa­
ratorluğu Tarihi, (çev. Haluk Şaman), Noktakitap Yay., İstanbul 2006,
s. 222
85
TARiH FELSEFESi

���

savaş sırasında Türk ordusu safına geçtikleri hatırlanırsa,


Bizans teb' ası Türk nüfusu hakkında bir fikir edinilebilir.
Bizans teb'ası olan Türk nüfusu daha 8-9. asırlarda Hris­
tiyanlaştırılmıştı. Balkanlar'daki Hristiyan Gagauz Türk­
leri ile Anadolu' daki Karamanlılar ve Bulgaristan'daki
Kumanova yer adı, söylenenleri teyid eder nitelikte ilk
akla gelen hususlardır. Bu da Türk varlığının çok erken
çağlarda bölgede bulunduğuna delalet etmektedir. İşte
Anadolu ve Balkanlar' da İslamlaşma, Bizans teb' ası olan
Türk nüfusu arasında olmuştur. Elbette yerli halktan da
İslamlaşan nüfus olmuştur, bu, tarihi süreçte tabiidir
ama büyük oranda İslamlaşma ve hele Türkleşme, ( za­
ten Türk olan) zikredilen bu nüfus arasında meydana
gelmiştir.
Anadolu Türk tarihini Malazgirt Zaferi ile başlatan
yanlış tarih telakkisinin başka bir olumsuz etkisi de Türk
ve Kürtlerin farklı zamanlarda bölgedeki varlığı mesele­
sidir. Bölgenin dip tarihi, Türklerle Kürtlerin çok eski
zamanlardan beri ve daima birlikte bölgede bulundukla­
rına delalet etmektedir. Fakat yanlış tarih telakkisi, bu
noktada Türklerle Kürtlerin farklı zamanlarda, farklı
yerlerde bulunduklarını kabul etmiş görünmektedir ki,
bu bütünüyle yanlıştır. Tarihe ideolojik yaklaşan bazı
çevreler, Kürtlerin milattan önceki asırlarda Mezopo­
tamya' da bulunduğunu söylemektedir. Bu doğrudur,
yanlış olan Anadolu Türk tarihini Malazgirt'ten başlatan
tarih telakkisidir. Halbuki, M.Ö. 2. binle tarihlenen
Oğuz Han'ın Batı seferi67 ve arkasından bölgede kurulan

67
Klasik tarih kaynaklan veya arkeolojik bilgiler bu konuda bir tarih
vermemektedir. Oğuz'un Batı Seferi, ilk olarak Halep Salnamelerinde
tarihlenmiştir. Kaynak göstermeyen Halep Salnamesi'nin bilgilerine
göre "Orta Asya'da hüküm süren Türk Hanlarından Oğuz Han'ın Ha­
lep ve Mısır Havalisini istila etmesi" Hicret'ten önce 3360 yılı ile tarih­
lenmektedir. Buna göre Oğuz'un Batı Seferi M.Ö. 2738 yılındadır. Os-
86
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!,&;,

Türk hakimiyeti, Roma, Bizans ve İslami dönem tarihine


damgasını vurmuştur68• Hal böyle iken, tarih boyunca
daima birlikte olmuş, ortak düşmana karşı birlikte mü­
cadele etmiş ve birlikte hakimiyet kurmuş olan Türkler
ve Kürtler, bugün ortak tarih şuurundan gittikçe uzak­
laştırılmaktadır.
Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere milli birliğin ol­
duğu kadar farklılaşmanın, kendi milli ananesini ve ulus
devletini kurmanın yolu da tarihin farklılaştırılmasından­
millileştirilmesinden geçmektedir. Çünkü bir millet ya­
ratmanın ilk şartı, ona farklı bir tarih şuuru kazandırmak­
tır. Bu gerçekten hareketle, emperyalizmin farklı millet­
ler yaratma konusunda başvurduğu ilk araç, tarih olmuş­
tur. Nitekim günümüzde emperyalist devletlerin yeni
milletler yaratmak için tarihe başvurdukları ibretle iz­
lenmektedir.
Tarihin siyasallaştırılmasının ikinci boyutu ulusla­
rarası alandır. Ulusal kimliğin oluşturulmasında tarih
usulüne uyulmadan yapılan hatalar nasıl iç bünyeyi teh­
dit edebilecek hale geliyorsa, uluslararası alanda tarihin
siyasallaştırılması da dünya barışını tehdit edebilir. Özel­
likle Fransız İhtilali'nden sonra Batılı devletler, milli
menfaatlerini temin maksadıyla tarihi olayları siyasal
amaçları uğruna bir diplomasi aracı olarak kullanmaya

manlı Vilayet Salnamelerinde Halep, (Yayına Hazırlayanlar: Cengiz


Eroğlu-Murat Babuçoğlu-Mehmet Köçer), Global Strateji Yayınlan,
Ankara 2007, s. 84
68
Bu konuda şu eserlere müracaat edilebilir: Joseph Sandalgian, Histoire
Documentarie de l'Armenie I, Rome 1917, M. Taner Tarhan, "Ön Asya
Dünyasında Kimmerler ve İskitler", Türkler 1, Yeni Türkiye Yay. Anka­
ra 2002, Bülent İplikçioğlu, Eski Çağ Tarihinin Ana Hatları, İstanbul,
1994, Salim Cöhçe, "Doğu Akdeniz Çevresinde Türk Hakimiyetinin
Tesisi'� Orta Doğu'da Osmanlı Dönemi Kültür İzleri Uluslararası Bilgi
Şöleni Bildirileri I, (Hatay 25-27 Ekim 2000, İskenderun 28 Ekim
2000), Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 2002.
87
TARİ H FELSEFESi

.&Vg,
başladılar. Buna tarihin uluslararası alanda siyasallaştı­
rılması demek mümkündür. Siyasallaşan tarihte, tarihin
siyasal gücü ön plana çıkmakta, bilimsellik ikinci planda
kalmaktadır. Tarih, siyasallaştırıldığı zaman uluslararası
barışı tehdit edebilecek bir unsur haline gelir. Nasıl din
siyasallaştırıldığı zaman bir tehlike ve tehdit unsuru ola­
biliyorsa, tarih de siyasallaştırıldığı zaman bir tehdit ve
tehlike unsuru olabilmektedir. Her devletin tarihinde
başka devlet tarafından istismar edilebilecek, diplomasi
aracı olarak kullanılabilecek tarihi olaylar vardır. Tarihin
diplomasi aracı olarak istismar edilmesinin, insanlığı
sonu gelmeyecek bir kısır döngüye götüreceği açıktır.
Bugün dünyada yaşanan bölgesel anlaşmazlıkların teme­
linde tarihin siyasallaştırılması yatmaktadır. Balkan dev­
letleri arasında bir türlü halledilemeyen meselelerin
tarihi boyutu vardır ve her birisi bu tarihi emellerini
ötekine karşı kullanmakta ve aynı zamanda da iç politi­
kalarında kamuoyları nezdinde daima canlı tutmaktadır­
lar. Keza Orta Doğu ülkelerinin halledilemeyen mesele­
leri, gene tarihi temellere dayanmaktadır.
Bir veya birçok devletin, milli menfaatlerinin temini
amacıyla, bir tarihi olayı, başka bir devlet üzerinde bir
baskı aracı olarak kullandıkları görülmektedir. Buna en
bariz ve güncel örnek olarak Ermeni Meselesi gösterile­
bilir. Ermeni Meselesinin tartışmalarına girmeyeceğiz,
ancak tarihte olmuş bir olay, bugün ülkemiz üzerinde bir
baskı aracı olarak kullanılmaktadır69• Türkiye'nin AB ve

69
Her ne kadar Ermeni Meselesi ile ilgili tartışmalara girmeyeceğimizi
söylediysek de burada bir iki noktaya değinmeden geçemeyeceğiz. Er­
menilerin bize dünya kamuoyu önünde yüklemek istedikleri insanlık
suçu yani Sözde Ermeni Soykırımı iddiası, her şeyden önce Ermeniler
için bir ulusal kimlik bilincinin aracı haline gelmiştir. Dünyanın çeşitli
ülkelerinde perakende halde yaşayan Ermenileri, bu iddia bir araya ge­
tirmektedir. Dünya Ermenilerini birbirine bağlayan en güçlü kimlik
88
M U STAFA ÖZTÜRK

�}&;,
ABD ile olan ilişkilerinde bu mesele önceliğini korumak­
tadır. Mesele, bilimsel ve tarihi bir mesele olmaktan
çıkmış, siyasi bir boyut kazanmıştır. Tarihte bu meseleye
şöyle ya da böyle taraf olmamış, meselenin gerçeklerine
vakıf olmamış, tarafların haritadaki yerini bile bilmekten
aciz pek çok ülke (Uruguay gibi), hiç ilgisi yokken par­
lamentolarında Türkiye aleyhine kararlar almaktadırlar.
Bu da tarihin emperyalist amaçlarla nasıl siyasallaştırıl­
dığının canlı ve tipik bir örneğidir
Aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Ya­
hudilere uyguladıkları soykırım suçu, Almanya üzerinde
bir diplomasi aracı olarak kullanılmış, Almanya, dünya
kamuoyunda soykırım suçlusu olarak mahkum edilmiş
ve büyük miktarlarda parayı tazminat olarak ödemeye
mecbur edilmiştir.

unsuru, artık bir histeri haline gelmiş bulunan Türk düşmanlığı, Sözde
Soykırım iddiası ve İskan meseleleridir. Bir an için bu unsurların Er­
menilerin hafızasından silindiği düşünülürse, onları birbirine bağlayan
başka bir idealin kalmayacağı görülecektir. Nasıl Arz-ı Mev'ud ideali,
dünyanın dört bir tarafına dağılmış bulunan Yahudilere en güçlü kimlik
unsuru olduysa, şuur verdiyse, sözünü ettiğimiz iddialar da Ermeniler­
de bir ortak bilinç oluşturmaktadır.
İkinci bir husus, Türk düşmanlığı ve sözü edilen Ermeni iddialan etra­
fında uluslararası boyutta bir iktisadi sektörün oluşmuş olmasıdır. Ba­
sın, yayın, film yapımcılığı, İnternet, konferanslar, anıtlar, anma toplan­
tıları vb. binlerce faaliyet, bugüne kadar hep göz ardı edilen büyük bir
iktisadi sektör haline gelmiştir. Ermeni örgütleri, dünyanın neresinde
bir Ermeni varsa, sözde davaları adına onlardan bağış adı altında haraç
almaktadırlar. Bu sektör tahmin edildiğinden de geniş boyutludur. Bu
itibarla, bu sektörden başta Ermenistan ve Ermeni diyasporası olmak
üzere dünyanın her ülkesinden her kademeden faydalanan insanlar ve
örgütler vardır. Bütün bunlara bir de konunun hedefinde Türkiye gibi
stratejik önemi büyük, ABD ve AB'nin tarihi ve stratejik hedeflerinin
olduğu bir ülkenin bulunduğu düşünülürse, Ermeni meselesinin boyut­
l;m daha açık olarak görülür. Bütün bu hususlar göz önüne alındığında
Ermeni meselesinin Bitmeyen-Bitmeyecek Bir Şarkı olduğunu söylemek
mümkündür.
89
TARiH FELSEFESİ

.&V�

4. Tarihi Terimlerin Doğru Kullanılması


Tarihte üzerinde durulması gereken önemli bir
nokta da, tarihi terim ve isimlendirmelerin1 tarih meto­
dunun bir gereği olarak, döneminde hangi anlamda kul­
lanmış ise o anlamda kullanılması hususudur. Tarihte
kullanılan bir terimi, bugünkü anlamıyla kullanmak veya
ona arzu ettiğimiz bir anlamı vermek, tarihi çarpıtmak
demektir. Terimleri yanlış kullanmak, onlara kendi doğ­
rularımızın anlamını yüklemek, tabii olarak tarihi kav­
ramın da farklı yorumlanması sonucunu doğurmaktadır.
Bu bakımdan terimlerin, tarihi dönemde olduğu manası
ile kullanmak çok önemlidir.
Mesela; 1 9. yüzyılda Batılı bazı tarihçiler Doğu
Roma İmparatorluğu'na Bizans İmparatorluğu adını
verdiler ve bu ad galat-ı meşhur olarak bugün dahi kul­
lanılmaktadır. Oysa Doğu Roma İmparatorlarının hiçbi­
risi bastırdıkları paralarda, bıraktıkları eserlerdeki kitabe­
lerin hiçbirinde ve yazılı belgelerinde Bizans İmparatoru
tabirini kullanmamışlardır, zira Bizans adını bilmiyor­
lardı. Kendilerini, Roma İmparatorları olarak addediyor­
lardı ve öyleydi.
Aynı şekilde Hun Hakanlığı'na Hun İmparatorluğu,
Selçuklu Devleti' ne de Büyük Selçuklu İmparatorluğu adı
v�rildi. Ne Hun Hakanları ne de Selçuklu Sultanları
İmparatorluk kelimesini biliyorlardı. Bu isimlendirmeler
hiçbir tarihi temeli olmadan keyfi olarak tercih edilmiş­
tir. Osmanlı Devleti için de durum aynıdır. Osmanlı Dev­
leti'nin milyonlarca resmi evrakında, sikkelerinde impa­
ratorluk terimine rastlamak mümkün değildir. Devletin
resmi adı Devlet-i Aliyye-i Osmaniye' dir. Bugünkü anlamı
ile sadeleştirilince Osmanlı Devleti'dir. Burada impara­
torluk teriminde sömürgecilik anlamı olduğu, Osmanlı
Devleti'nin de sömürgeci olmadığı noktasından hareket
90
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

etmiyoruz. Bizim tercihimiz, tarih metodunun bir icabı


olarak, geçmişte bir devlet kendisini hangi isimle isim­
lendirmişse, onun kullanılmasıdır.
Zira bugün için de aynı durum vakidir. Bugün
Amerika Birleşik Devletleri' ne (United States of Ameri­
ca), Amerika Cumhuriyeti, Birleşik Krallığa (United
Kingdom), İngiltere Federal Cumhuriyeti denmesi ne
kadar garip ve yanlış ise, geçmişte de bir devletin kendi­
sine vermediği bir isim ile isimlendirmek o derecede
garip ve yanlıştır.
Başka bir örnek vermek gerekirse, bugün Kürt ve
Kürdistan terimleri de aynı akıbete uğramış, tarihteki
anlamından çok farklı olarak kullanılmaktadır. Osmanlı
belgelerinde yüzlerce Kürt ve Kürdistan terimi kullanıl­
mıştır. Ama bugünkü anlamda etnik ayrımcılığa dayanan
bir anlamı hiçbir zaman olmamıştır.
Medeni kavramlarda yanlış kullanımlara rastlan­
maktadır. Medeniyet, aynı tabii, fiziki ve iktisadi şartları
yaşayan insanlığın ortak değeridir, bu itibarla bazı me­
deni kavramların bir din ve millete mal edilmesi yanlış­
tır. Bu bağlamda İslam medeniyeti, Hristiyan medeniye­
ti, Yahudi medeniyeti tabirleri doğru değildir. Belki kül­
tür farklılıkları kabul edilebilir, ama medeniyet ortaktır.
Aynı şekilde İslam şehirleri, Osmanlı şehirleri, Türk­
İslam şehirleri ve Hristiyan şehirleri tabirleri yanlıştır.
Gerçekte şehirler, aynı yaratılışta olan ve aynı şartları
yaşayan insanların geliştirdikleri bir iskan tarzıdır. Yani
tabii ve iktisadi şartlar şehirlere damgasını vurmuştur.
Dünyanın her yerinde, bütün kültürlerde şehirlerin
bazı ortak özellikleri vardır ki, bunlar, insanların tabii­
fıtri ihtiyaçlarının fiziki mekana yansımasıdır. Bütün
şehirlerdeki ortak fiziki mekanlar; sur-kale, merkezi ma­
bet/tapınak-kilise-ulu cami ve agora-pazaryeri-
91
TARİ H FELSEFESİ

�!&;,
bedestendir. Dikkat edilirse, bu fiziki mekanlardan sur­
kale, insanların can güvenliklerini koruma; merkezi ma­
bet, insanların dini ihtiyaçlarından; agora-pazaryeri­
bedesten de alışveriş-iaşe ihtiyacının karşılanması ama­
cıyla bina edilmişlerdir. Öyleyse şehirleri, Osmanlı, Sel­
çuklu, Türk-İslam şehirleri olarak tasnif ve tavsif etmek
yanlıştır. Selçuklu ile Osmanlı dönemi şehirleri arasında
esas itibariyle bir fark yoktur. Keza, Osmanlı döneminde
bir Anadolu şehri ile aynı dönemde İtalya veya Fran­
sa' daki bir şehir arasında esasta bir fark yoktur. Değişen
sadece mabettir, kilise veya camidir. Bu da, olsa olsa
kültürel renktir. O halde medeniyet, herhangi bir mille­
tin veya dinin değil, insanlığın ortak eseridir. Tabii, fiziki
ve iktisadi şartların ortaya çıkardığı değerler yek-Unudur.
Tarihte kullanılan idari, iktisadi ve hukuki terimle­
rin kullanılmasında da aynı hatalar görülmektedir. Özel­
likle Osmanlı tarihi hakkında yapılan çalışmalarda, bu
hatalara sıkça rastlanmaktadır. Bir tarihte tespit edilen
bir yer adı, idari taksimat tarzı veya iktisadi bir müessese,
bütün döneme ve kurumlara teşmil edilmektedir. Bir
tarihte bir vilayet sancak, voyvoda veya muhassıllık gibi
farklı statülerde olabilir. Bu kurumlar arasında fark var­
dır. Eğer bir sancak voyvodalık şeklinde idare ediliyorsa,
onu sancak veya kaymakamlık olarak zikretmek yanlıştır.
Mütesellim ile mutasarrıfı, kaymakam ile muhassılı da
birbirinden ayırmak gerekir. Eğer terim yerinde ve za­
manında doğru kullanılmazsa, müessese de yanlış telak­
ki edilmiş ve tabii olarak yanlış sonuçlara varılmış olur.
Keza Osmanlı Kanunnameleri hakkında da aynı titizlik
gösterilmelidir. Merkezden yayınlanan bir kanunname­
nin bütün ülkede aynı şekilde uygulandığını zannetmek
ve bunu bütün ülkeye teşmil etmek yanlıştır. Söz konusu
kanunnamenin taşradaki uygulamaları takip edilmelidir
92
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

ki; ancak bu suretle daha bilimsel sonuçlara ulaşmak


mümkün olacaktır.
Terimlerin doğru kullanılmaması tarihi dönem, ku­
rum ve şahsiyetlerin yanlış ve keyfi değerlendirilmesine
sebep olmakta, tarihte farklı yorumlar ortaya çıkmakta
ve bu da tabii olarak cemiyette tarih etrafında taraflar
oluşmasına sebep olmaktadır. Bu itibarla sıkça vurgula­
dığımız gibi, tarih usulündeki asgari müştereklere titiz­
likle uyulmalı, keyfi yorumlamalara itibar edilmemelidir.
Aksi halde tarih, kişiden kişiye keyfi yorumların yapıldığı
bir alan haline gelir ki, bu da milletlerin kaderini etkile­
yecek sonuçlar doğurabilir. Bugün milli veya milletlera­
rası camiada yaşanan en büyük çıkmazın, tarihin ideolo­
jik temellere dayalı olarak yorumlanması, istismar edil­
mesi ve diplomasi aracı olarak kullanılan bir bilim haline
gelmiş olmasıdır ki, bunun da temel sebebi, tarih usulü­
ne bağlı kalınmamasıdır.
İKİNCİ BÖLÜM

TARİHİN UNSURLARI

Şimdi tarihin ihtiva ettiği mefhumları yakından in­


celeyelim. Yukarıda zikrettiğimiz gibi, üzerinde asgari
bir mutabakatın sağlanması için tarihin unsurlarının
daha yakından incelenmesi gerekmektedir. Tarihin tarifi
içinde yer alan geçmiş-zaman, insan, mekan, olay, sebep­
sonuç kavramlarının neyi ifade ettiği, etkileri ve sınırları­
nın tespit edilmesi, öte yandan tarihin tabiat kanunları
ve külli irade ile ilişkisinin tespiti, tarihin anlaşılması
bakımından bir zarurettir.

1. Geçmiş/Zaman Kavramı
Her ne kadar zaman konusunda çok çeşitli tarifler
varsa da bize göre zaman; içinde yaşanılan ve bölüne­
meyecek kadar kısa olan andır. Tıpkı fizikte maddenin
bölünemeyen en küçük parçası gibi, an da zamanın bö­
lünemeyen en küçük parçasıdır. Zaman, arka arkaya
akan sayısız ve sonsuz anlardan ibarettir, anlar sonsuz
bir akış içindedir.
94
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!k.

Zamanın idrak edilebilmesi için mutlaka bir fiziki


çevre lazımdır. Yani zaman fizik çevrede idrak edilebilir.
Gece-gündüz, sabah-akşam, yaz-kış, kuzey-güney, aşağı­
yukarı, doğu-batı gibi kavramların, yönlerin olması, kısa­
ca bir fiziki çevrenin olması şarttır. Mesela, uzayda, son­
suzluk aleminde veya rüyada zaman idrak edilemez.
Uzayda sonsuz bir boşluk olduğu ve yer çekiminin ol­
madığı bir ortamda zamanı idrak etmek mümkün değil­
dir. Burada zaman kime, neye göre, nasıl idrak edilecek­
tir? O halde insan olarak bizim anladığımız ve idrak
edebileceğimiz zaman dünyevidir, o da sınırlıdır. Dün­
yevi olmayan ezeli ve ebedi kavramlarını da idrak edemi­
yoruz. Ezel ve ebedin mahiyetini bilemiyoruz, aklımız,
ezel ve ebed kavramlarını ölçebilecek kudrette değildir.
Onun için bizi ilgilendiren zaman; gerçek, fiziki çevrede
akıp giden, idrak edebildiğimiz zamandır. Tarihin konu­
su olan zaman da fiziki çevrede idrak ettiğimiz, yaşadı­
ğımız ve en önemlisi tarih olarak zaptedebildiğimiz za­
mandır. Ezeli, ebedi ve sonsuzluk kavramları tarihi za­
manın konusu değildir.
Zaman, mücerret bir kavram olup, kıymeti kişiye
göre değişir. Zaman, sürekli olmayıp, sayısız anların
birbiri arkasına deveran etmesinden ibarettir. Bu sayısız
anlar, ses, ışık ve elektrik dalgaları gibi kesik kesik yüz­
lerce, binlerce anın art arda sıralanması ve bunların sü­
rekli bir şekilde bize yansımasından ibarettir. Zaman da
birer anlık yüzlerce binlerce anın arka arkaya hareketin­
den ibarettir. Yani zaman kavramı sürekli düz bir çizgi
halinde devam etmez. Nitekim M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış
olan Efesli Herakleitos da zamanı (aion) "oynayan, da­
ma taşı süren bir çocuktur, bir çocuğun hakan oyunu. Ol­
duğu yerde kalan hiçbir şey yoktur. Aynı ırmaklara girenle­
rin üzerine hep başka sular akar gelir. Aynı ırmaklara hem
giriyoruz, hem girmiyoruz, hem biziz, hem değiliz" demek
95
TARiH FELSEFESi

.&V&:,
suretiyle zamanın ve oluşumun daima bir akış bir seyir
halinde olduğunu ifade etmektedir1• Gerçekten de dura­
ğan, sabit hiçbir şey yoktur, her şey her an bir akış, yeni
bir oluşum içindedir. Demek ki yaşadığımız en küçük
anı bir defa yaşarız, bir daha yaşamamız mümkün değil­
dir, o an geçip gitmiştir. Fakat biz binlerce anı arka arka­
ya yaşadığımız için, aynı anları yaşadığımızı zannediyo­
ruz. Aynı şekilde bir ırmağa girdiğimizden bir dakika
sonra girdiğimiz zaman, o aynı ırmaktır ama aynı su
değildir. Üzerimizden akıp giden suyu tekrar yakalama­
mız mümkün değildir.
Takiyettin Mengüşoğlu da zamanı, real varlık ala­
nının bir determinasyon ilkesi olarak kabul eder. Ona
göre reel olan her şey zamanın içinde bulunur ve oluş
halindedir, oluşu zaman determine eder. Mengüşoğlu
zamanı, a. Fizik bakımından, b. Antropoloji bakımından
olmak üzere ikiye ayırır. Fizik zaman, tek boyutludur ve
akış halindedir. Fizik zamanın ne başlangıcı, ne de sonu
vardır; fizik zaman ne yavaş, ne de hızlı akıp gider, fizik
zamanın ne dünü, ne bugünü, ne de yarını vardır. Dünya
ve doğa olaylarının içinde olup-bittiği fizik zamanın
kendisi ölçülemez de. Fakat o, olup-biten olayların süre­
si olarak, değişmeyen bir noktaya dayanarak ölçülebilir.
Bu olanağı bize " dayanak sistemi olarak mekan" vermek­
tedir. Fizik zaman stop saati ile ölçülür. Burada fiziğin
ölçtüğü, akış halinde bulunan zamanın kendisi değil,
zaman içinde olup-biten olayların süresidir; örneğin bu,
zaman içinde olup-biten bir devinimin veya başka bir
olayın süresi olabilir. Antropolojik zaman da fiziğin ölç­
tüğü aynı reel zamandır. Burada zamanın ikileşmesi
değil, zamanın incelenmesinin ikileşmesi söz konusu-

Walther Kranz, Antik Felsefe, (çev. Suad Y. Baydur), İkinci Baskı,


İstanbul 1 994, s. 64, Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, İstanbul
1 999, s. 70
96
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJZ.
dur. Bu kez, yani antropolojide aynı fizik-kozmik zaman,
insanın içinde yaşadığı zaman olarak incelenmektedir.
Fakat insan aktif olan bir varlıktır; insanın hayatı bitip­
tükenmek bilmeyen, kesintiye uğramayan yapıp­
etmelerin gerçekleştirilmesi halinde geçer. İnsanın ya­
pıp-etmeleri saptanabilen belli bir zaman noktasından
başlar. Biz yapıp-etmelerin başladığı bu noktasına "şim­
di" adını veriyoruz. Fakat insanın bu yapıp-etmeleri za­
manın bu "şimdi"si içinde sona ermez, bunlar sürerler.
Nasıl fizikte olayların süresini ölçmek için değişmeyen
bir zaman noktasından hareket ediliyorsa, insan da ken­
di hayatında "şimdi"den hareket eder. İnsan bu "şim­
di"ye günlük dilde "bugün" adını verir. Bir başlangıç
tanımayan, akış halinde bulunan zamanın daha önce
geçen "şimdi"leri vardır. Geçmiş olan bu "şimdi"lere
"dün" adı verilir; fakat fizik zamanın akışı sürüp gider.
Akışında sürüp gitmekte olan zaman, bizi gelmekte ola­
na bağlar. Bu gelmekte olana da "yarın" adı verilir2. O
halde tarihin sürekliliği, zamanın bu özelliği ile yakından
ilgilidir. İnsan, zamanın geçmiş, şimdiki ve gelecek halini
yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu için, tarihi süreçte de
geçmiş ile geleceğe bugünüyle bağlıdır.
Ancak ilk kez insan, aktif bir varlık olarak, bir baş­
langıcı ve sonu olmayan, durağan bir noktadan yoksun
olan, tek boyutlu kozmik-fizik zamanı üç boyutlu antro­
polojik zamana çevirmiştir. Nasıl fizikçi, fizik olayları tek
boyutlu bir zamana yerleştiriyor ve onu ölçüyorsa, aynı
şekilde insan da yapıp-etmelerini, bunların ürünlerini,
olayları, bunların sonuçlarını üç boyutlu bir zamana
yerleştiriyor. Onlara hareket noktası olarak kabul edilen
bir başlangıca göre tarih koyuyor -burada tarih koymak,

Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul


1 988, s. 140- 141
97
TARiH FELSEFESi

.&V�

bir çeşit ölçmek demektir-. İnsan, zamanın bu boyutla­


rına "geçmiş", "şimdi", "gelecek" adını veriyor. İnsan
yapıp-etmeleri için belli noktalar saptar. İnsan bu şekilde
zamanına tarih koyuyor ve zamanı saniyeler, dakikalar,
saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar, yüzyıllar, binyıllarla
ölçüyor. Bu ölçmeler değişmeyen doğal bir periyoda
göre, yani yerin güneş etrafında dönmesine göre düzen­
lenmiştir. Bundan dolayı ne kozmik zamanın, ne de ant­
ropolojik zamanın hızlı ya da yavaş akışından söz edile­
bilir. Her saatin süresi, uzunluğu aynıdır, saat daima
altmış dakikadır. Bu saatin hızlı veya yavaş geçmiş gö­
rünmesi, ne uzayabilen, ne de kısalabilen objektif, insan­
sal zamana değil, insanın o andaki psikolojik, subjektif
durumuna veyahut yapılan işin niteliğine bağlıdır3• Eski­
den zamanın herkes için her yerde aynı olduğu ve aynı
hızla geçtiği sanılırdı. Özel izafiyet teorisi, bunun böyle
olmadığını, hareket anında olan iki kişi için zamanın
değişik hızlarla aktığı gibi, hareket etmeyen, fakat deği­
şik mekanlarda yaşayan iki kişi için de zamanın aynı
olmadığını gösterdi4•
Mademki zaman, sürekli bir akış içinde olan anlar­
dan ibarettir, o halde durağan sabit bir an yoktur. Herak­
leitos'un, bir insan aynı ırmakta iki defa yıkanamaz dedi­
ği gibi, bir insan bir anı iki defa veya iki saniye yaşaya­
maz, artık o an geçip gitmiştir. Öyleyse sürekli, şimdiki
zaman yoktur. Oysa şimdiye kadar mazi (geçmiş), hal
(şimdiki zaman) ve istikbal (gelecek) olarak taksim edi­
len zaman, gerçekte iki haldedir. Geçmiş ve gelecek vardır,
şimdiki zaman yoktur. Zira şu anda yaşanan an geçmiştir.
Onu geri döndürmeye, sabit tutmaya veya süresini
uzatmaya imkan yoktur. En kısa süre olan an, bitmiş,

3 Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s. 141


4 Saadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, İstanbul 1996, s. 185
98
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

geçmiş olmuştur. Keza Mengüşoğlu da "gerçekten an için­


de olup-biten hiçbir insan eylemi yoktur" demektedir5•
Öyleyse geçmiş, içinde yaşadığımız anı da kapsa­
maktadır. Yani tarih aynı zamanda içinde yaşadığımız
andır. Bu haliyle tarih, sadece geçmişte kalan bir vakıa
değil, yaşadığımız, ördüğümüz, canlı ve dinamik bir
vakıadır. Hal-i hazırda tarihi yapmakta ve yaşamaktayız.
Demek ki, tarihte geçmiş denince mutlaka uzak
geçmiş anlaşılmamalıdır. İçinde yaşadığımız an da geç­
miştir ve tarihtir. Bu tarih, şimdi bizim inceleyeceğimiz
bir tarih değildir. Onun için geçmişi bir şekilde sınırlan­
dırmamız gerekmektedir. İçinde yaşadığımız an esas
itibariyle tarihtir ama henüz tarihi olay haline gelmemiş­
tir. Bir olayın geçmiş, tarih olması başka şey, tarihi olay
olarak değerlendirilmesi, tarihi olay haline gelmesi başka
şeydir. O halde burada geçen bütün olaylarla tarihi nite­
lik kazanan olayları birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Onun için geçmişi incelemede, nihai kararları serdet­
mede zamanı/ geçmişi sınırlandırmak mümkündür. Hat­
ta mümkünden de öte bunda zaruret de vardır. Zamanı,
şu zaruretlerden dolayı sınırlandırmak mümkündür:

1. Zamanın Sınırlandırılması

a. Tarihin Zatından Doğan Zaruretler


Tarihin aslında var olan zaruretler, zamanı sınırlan­
dırmanın başlıca sebebidir. Herhangi bir tarihi olay hak­
kında nihai hükmü vermek için, o olayın ve tesirlerinin
bitmiş olması, o olayın tarihi nitelik kazanması lazımdır.
Bazı tarihçiler, bir olayın tarihi olabilmesi için elli veya
yüz yıllık bir zamanın geçmesi gerektiği görüşündedirler.

Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s. 142


99
TARiH FELSEFESi

.�t�
Biz, böyle rakamsal bir sınırlandırma yapmak yerine, her
tarihi olayın bitmesi gerektiğinden hareketle, olayların
tarihi nitelik kazanmasını tercih ediyoruz. Kaç yıl geçer­
se geçsin, henüz olay ve tesirleri devam ederken, aceleci
tavırlarla bir tarihi olay/dönem hakkında kesin hüküm­
ler vermek yanlış ve yanıltıcı olabilir.
Batılı bir yazarın ifadesiyle, tarihi olay, bir kitaba
benzer. Bir kitaba rastgele bakarak ve sonuna kadar
okumadan, o kitap hakkında bir fikir sahibi olunamadığı
gibi, tarihi olay bitmeden, sonuçları alınmadan yapılan
yorumlar aceleci, eksik ve yanlış olmaktadır. Böyle ace­
leci yorumlar, her türlü spekülasyona da açıktır.
Mesela, ülkemizin en önemli projelerinden olan
GAP hakkında, masa başında, birtakım rakamlarla oyna­
yarak, sulu-susuz tarımın karşılaştırılmasını yaparak
kesin kanaatler serdetmek için henüz vakit erkendir.
Zira hala GAP bütünüyle bitmemiş, devam etmektedir.
Keza yakın tarihimizde yapılan 12 Eylül 1 980 ihtilalinin
kesin sonuçları henüz alınmamıştır. Hala o dönemin
Anayasası ile idare edilmekteyiz. Aynı şekilde Sovyetler
Birliği'nin dağılmasının nihai sonuçlarını vermek için
henüz vakit çok erkendir. Yarım asır dünyanın iki süper
gücünden birisi olan Sovyetler Birliği, 1 990 yılından
başlayarak dağılma sürecine girmiş, dünya ve Avrupa
dengeleri bozulmuş ve yeniden yapılanmıştır. Türk
Cumhuriyetleri, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık
ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bütün bunlar
doğrudur. Bütün gelişmelerle ilgili tespit ve tahliller
yapılmalıdır. Ama bu değişimin nihai sonuçlarını ortaya
koymak için olayın sonuçlarının alınması gerekmektedir
ki, bu da hayli bir zaman demektir.
Bu noktada şu soru ile karşılaşabiliriz: Tarihçi, ya­
kın tarihle ilgilenmeyecek mi, daima uzak geçmiş ile mi
1 00
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

uğraşacak? Her tarihi olayın sonucu nasıl tespit edile­


cek? Böyle bir teklifimiz söz konusu değildir. Burada
kastettiğimiz, tarihçinin yakın tarihle hiç uğraşmaması
değil, kesin yargılardan kaçınması gereğidir. Aksine ta­
rihçi, yaşadığı, yaptığı, ördüğü tarihin takipçisi olacaktır.
Bu meyanda, dönemle ve olayla ilgili belge ve bilgilerin
tespit, tasn� tertip, terkip ve tahlilini yapacaktır. Ama
teşhiste acele etmemelidir. Tarihçi uzak/yakın geçmişe
ait bütün olayları elbette inceleyecektir. Bu noktada
tarih metoduna sadakat önemlidir. Bu konudaki tered­
dütlerimiz aceleciliğimizden kaynaklanmaktadır. Oysa
tarihçi her olayın nihai sonuçlarını ortaya koymak zo­
runda değildir. Aksi halde tarihçi hem geçmişin tarihini
hem de yaşadığı dönemin tarihini değerlendirmek gibi
ağır, aynı zamanda halli zor bir yükün altına girmiş ola­
caktır. Esasen tarihçi, bir doktorun kendi kendisini ame­
liyat edememesi gibi, içinde yaşadığı dönemin tarihini
yazamaz. Yukarıda zikredildiği gibi, dönemine ait belge
ve bilgileri, kendisinden sonraki nesillerin faydalanması
için zapt eder, terkip ve tasnif eder ama nihai sonucu
veremez. Bizim yaşadığımız tarihi dönemin değerlendi­
rilmesini, nihai sonuçlarının alınması ve ders alınmasını
bizden sonraki nesillere bırakmak daha doğrudur.

b. Siyasi Otoritenin Tarihi Sımrlandınnası


Tarihi belge ve bilgiler bazen ilgili bilim adamları ve
siyasi otoriteler tarafından sınırlandırılabilir. Bu hem
siyasi otoritelerin hem de bilim adamlarının sorumlulu­
ğundadır. Devletler bazı tarihi olaylara ait belge ve bilgi­
leri sınırlandırabilir, onlar üzerindeki araştırmalara kısıt­
lama koyabilir. Bir bakıma bunda zaruretler de vardır,
zira devletin bir görevi de iç sosyal barışı sağlamaktır.
Aynı zamanda bu bilim adamlarının da sorumluluğun-
1 01 '"
TARİH FELSEFESİ

��

dadır, bilim adamı da toplumsal huzuru gözetmek zo­


rundadır. Bir tarihi olayın muhatap ve taraftarları hala
mevcutken, o olay hakkında alınan kararları ve tedbirle­
ri, tarihçilik uğruna yeni bunalımlar doğuracağını ve yeni
ayrılıklara sebep olacağını bile bile açıklamanın anlamı
yoktur6 • Eğer bir tarihi olay hakkındaki belge ve bilgiler,
günümüz toplumsal dengelerine zarar vermeyecek ise, o
zaman açıklanmasında fayda vardır. Aksi halde yeni
bunalımlara sebep olacak ise, bu belge ve bilgileri gele­
ceğe havale etmek en doğrusudur.
Dahili sebeplerin aynısı milletlerarası camiada da
geçerlidir. Her devletin yakın-uzak devletler için kısa­
uzun vadeli bazı siyasi, iktisadi ve askeri hedefleri ve
aldığı tedbirleri vardır. Bu hedeflere ait planların sırf
ilmilik ve tarihçilik uğruna açıklanması, milletlerarası
büyük bunalımların ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Bunda da aceleciliğe lüzum yoktur. Yakın zamanda iki
devlet arasında anlaşmazlık konusu olan bir konu hak­
kında iki tarafın çok gizli planlarını, hedeflerini tarihçilik
uğruna açıklamaları yeni uluslararası bunalımlara pekala
sebep olabilir. Böyle bir durumda bu bilgileri devletlerin
şimdilik kaydıyla açıklamamaları anlayışla karşılanmalı-

Aşağıda görüleceği gibi tarih, hem iç politikada hem de dış politi­


kada bir baskı unsuru, bir diplomasi araa olarak kullanılabilir ve
kullanılmaktadır. İçeride tarafları var olan bir hadise, bilinçli bir şe­
kilde uluslararası alana çekilmekte ve eskiden istenmese de yaşan­
mış olayların sosyal bünyemizi zaafa uğratmasına vesile olmasını
önlemeye çalışmak yerine, uluslararasına taşınmakta ve bu suretle
yeni buhranlara sebep olunmaktadır. Nitekim 2008 yılı Kasım
ayında Avrupa Parlamentosu tarafından 1 937 yılı Dersim olayları­
nın yıldönümü balıane edilerek, 90 bin insan öldürülerek burada
bir "katliam" yapıldığı, dolayısıyla devletin "tazminat" ödemesi ge­
rektiği gibi daha pek çok talıripkar teklifin ve konuşmaların yapıldı­
ğı bir Konferans düzenlenmiştir. Sadece bu örnek bile günümüzde
devam ettirilen fitne ve fesadın kaynağını, hedefini ve aktörlerini
tespit etmeye kafidir. (Bkz. 14 Kasım 2008 www.gazeteoku.com, ke­
za aynı tarihli Milliyet Gazetesi)
1 02
MUSTAFA ÖZTÜRK

�v�

dır. Aslında tarihçi kendi yaşadığı dönemi teşhis etmeye


kalkışmamalı, her türlü belge ve bilgi birikimini tespit
etmeli ama nihai neticeyi, konu hakkındaki değerlen­
dirmeyi kendisinden sonra gelecek meslektaşlarına bı­
rakmalıdır.

2. Zamanın Özellikleri
Zamanı yakın ve uzak geçmiş diye ikiye ayırmak
mümkündür. Yakın zamanda olaylar taze ve canlıdır.
Yakın geçmişe ait olayların tarihini ay gün itibariyle,
taraflarını hemen bütün özellikleriyle, insanların günlük
yaşayışlarından, uluslararası her türlü yazışmanın ince­
liklerine, cephedeki askerlerin hatıralarına kadar her şeyi
tespit etmek mümkündür. Yakın geçmişin hatıraları hala
aramızda yaşamaktadır.
Yakın tarih her bakımdan günümüze daha fazla te­
sir etmektedir. Mesela 1 878' de Kıbrıs'ın İngilizler tara­
fından geçici de olsa işgali, hala günümüzün bir mesele­
sidir. Keza Ermeni İsyanları ve 1 9 1 5 yılında yapılan Er­
menilerin iskanı meselesi, günümüzde hala canlılığını
korumaktadır. Hatta ülkemizin dış politikada en önemli
meselesi haline gelmiş, özellikle Batılı ülkeler tarafından
bir politik baskı aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
O halde tarihi sadece geçmişin hikayesi olarak değerlen­
dirmek son derecede yanlıştır. Tam tersine tarih, bugü­
nümüzü yönlendiren, yaşayan canlı ve dinamik bir vakı­
adır.
Geçmişin ikinci boyutu, uzak geçmiştir. Zaman ola­
rak gerilere gidildikçe olayları tespit etmek güçleşir. Bel­
ge ve bilgiler zamana dayanamamış, günümüze ulaşma­
mıştır. Dönemin tarihine şahitlik edecek sözlü veya yazı­
lı bilgiler ya kaybolmuş veya çok azı günümüze gelebil-
1 03
TARiH FELSEFESi

.,&\..@;,

miştir. Bu döneme ait tarihi belgeler çoğu zaman arkeo­


lojik kazılarla elde edilen kalıntılar ile eski kavimlerin
bıraktıkları taşınmaz kültür varlıklarıdır. Artık tarihleri,
yıllar, yüzyıl başı, ortası, sonu, dönem, 1. Bin, 11. Bin ...
yıllar olarak ifade etmek zorunda kalırız. Söz konusu
kalıntılardan geçmiş insanların teferruata dair hayatlarını
tespit etmek de güçtür. Uzak geçmişin inceliklerine vakıf
olmak, o dönem insanlarının nasıl yaşadıkları, ne dü­
şündükleri hususlarında etraflı bilgiler edinmek zordur.
Bu dönemin ve döneme ait bilgilerin özelliği budur.
Onun için eski dönemlere ait bilgiler değerlendirilirken
daha dikkatli ve ihtiyatlı olunması gerekmektedir.
Bu durum uzak geçmişin günümüze tesirlerinin
olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine uzak geçmişten
beri süregelen tarihi tecrübe bugünümüzü ihya etmek­
tedir. Uzak geçmişi, eski Çağları bilmeden günümüzü,
Orta ve Yakın Çağları bilmek ve anlamak, değerlendir­
mek mümkün değildir. Tarih, eskisi ve yenisi ile birbiri­
ne bağlı bir zincirin halkaları gibi bir bütündür. Zira
tarih, pek çoğumuzun anlayamadığı görünmeyen bağlar­
la birbirine bağlı bir süreçtir7• Unutulmamalıdır ki, yakın
geçmiş uzak geçmişin devamıdır, mirasıdır. Bugün de
bütün geçmişin mirasıdır.

Ama ne yazık ki ülkemizde uzak geçmiş-İlk Çağlara ait çalışmalar


ilgi ve teşvik görmemekte ve giderek gerilemektedir. Bu alanla ilgili
çalışmalar da Anadolu ile sınırlı kalmaktadır. Oysa ülkemizde de
Mezopotamya, Mısır, Orta Doğu, Çin, Hint, Avrupa İlk Çağ tarih­
çisi ve arkeologlarının, bu alanlarda kurulmuş enstitülerin bulun­
ması gerekirdi. Dahası bazı çevreler tarafından İlk Çağ tarihinin
önemsiz ve okutulmasının da yersiz olduğu ileri sürülmektedir ki,
bu, son derecede yanlıştır, bilimsellikten uzaktır. İlk Çağı bilmeden
bugünümüzü anlamamız mümkün değildir. Çünkü tarih, birbirinin
devamı olan olayların seyridir. Buna tariht akış veya seyir demek
mümkündür. Günümüze ait pek çok meselenin temellerinin İlk
Çağlara kadar uzandığı gözden uzak tutulmamalıdır.
1 04
MUSTAF A ÖZTÜRK

�}&=,

Bu itibarla uzak geçmişte meydana gelen bir olay


pekala günümüzü etkileyebilmektedir. Mesela, Kerbela
olayı, uzak geçmişte olmasına rağmen hala günümüzde
iç dengelerimizi etkileyebilmekte, bunun temelinde
taraflar oluşabilmektedir. Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi
olayı iki bin yıl öncesinde yaşanmış bir olay olmasına
rağmen, bugün hala Yahudiler ile Hristiyanlar arasında
etkisi görülen bir olaydır. Öyleyse uzak geçmişte mey­
dana gelen olayların tümünün günümüze etkisinin ol­
madığını söylemek yanlıştır. Uzak geçmiş ile yakın geç­
mişin olayları günümüze tesirleri bakımından adeta
girintili çıkıntılı bir seyir göstermektedir.
Uzak geçmişten gelip günümüzü etkileyen olayların
daha çok dini/ruhi düşünceye ait olaylar olduğunu söy­
lemek mümkündür. Hatta uzak geçmişin bu dini/ruhi
düşünce ve yaşayış tarzının farklı biçimde şu ya da bu
şekilde günümüzde yaşaması ilginçtir. Bin yıldan fazla
bir zamandan beri İslamiyeti kabul etmemize rağmen,
bugün hala eski Türk inanç sistemi olan Göktanrı (doğ­
rusu Türk Dini' dir) inancının tesirlerinin hayatımızın
hemen her alanında yaşaması bunu göstermektedir.
Hal böyleyken, uzak geçmişe ait bilgiler yeterli de­
ğilken, özellikle İlk Çağlara ait indi mütalaalar ön plana
çıkmakta ve günümüz insanı gibi İlk Çağ insanının hiç­
bir zaman vakıf olamayacağımız ruhi amilleri ile ilgili
eksik, peşin hükümlü değerlendirmeler yapılmaktadır.
Eksik veya değişik yorumlanabilecek bazı maddi deliller­
le uzak geçmişte yaşamış insanların ruh dünyalarına
nüfuz etmek, onların inanç sistemleri hakkında kimi
peşin hükümlerde bulunmak çok güçtür. Bundan dolayı
onların kutsadıkları bazı değerleri onların tanrıları olarak
görülmüş ve eski insanların çok tanrılı bir inanca sahip
oldukları zannedilmiştir. Uzak geçmişe ait bilgilerimiz,
1 05
TARiH FELS EFESİ

.&��

kesin kanaatlere ulaşmak için yeterli değildir. Hele in­


sanların ruhi halleriyle ilgili hususlara ne bugün ne de
geçmişte nüfuz etme kabiliyetimiz yoktur. Bu hiçbir
zaman mümkün değildir. Hal böyleyken, daha önce de
sözü edildiği gibi günümüz tarihçileri, eski insanların
dini inanışları hakkında pervasızca fikir yürütebilmekte,
kimilerini tabiata tapan, kimilerini çok tanrıya inanan
insanlar olarak değerlendirebilmektedirler.
Her ne şekilde ve nasıl olursa olsun uzak-yakın
geçmiş, yani tarih, bugünümüzün temellerini oluştur­
maktadır. Günümüzde görünen-görünmeyen, tespit
ettiğimiz veya edemediğimiz binlerce olay, yaşayış biçi­
mimize ait değerler yekunu bugünkü varlığımızın esasla­
rını oluşturmaktadır.

3. Tarihte Çağ Meselesi


Tarihte zaman/ geçmiş kavramı içinde, çağ meselesi
de üzerinde durmaya değer bir husustur. İçinde yaşadı­
ğımız andan başlayarak çok uzak geçmişe kadar olan
dönemi içine alan tarihin daha iyi incelenebilmesi için,
bazı tarihler esas alınarak çağ ayrımı yapılmıştır. Bu da
hemen her alanda ilk prensipleri ortaya koyan Avrupalı­
lar tarafından yapılmıştır. Avrupalıların bu ayırımı ya­
parken, kendi tarihlerinin gelişimini ve özelliklerini dik­
kate almaları tabiidir.
Esasen tarih bir bütündür ve süreklidir. Başlangıçta
tarih, araştırmalarda kolaylık olması için çağlara ayrıl­
mıştır. Ama bu, giderek tarihin zihinlerde de keskin çiz­
gilerle ayrışmasına sebep olmuştur. Çağ anlayışı ile sınır­
landırılan tarihçi, kendi çağını en önemli çağ olarak ka­
bul etmekte, başka çağlarla ilgilenmemektedir. Bu da
1 06
M U STAF A ÖZTÜRK

�\J!h

tarihçiyi geniş ve mukayeseli tarih anlayışından uzaklaş­


tırmaktadır.
Ülkemizde mevcut çağ tasnifinin Türk Tarihinin
seyrine uymadığı, bunun Avrupa Tarihine göre yapıldığı
ileri sürülmüş ve bazı alternatif teklifler getirilmiştir8•
Mevcut çağ tasnifinin Türk Tarihine uymadığı doğru­
dur. Avrupa Orta Çağı için belirlenen dönem, dünyanın
başka herhangi bir bölgesindeki -mesela Meksika- ka­
vimleri için de bir şey ifade etmemektedir9. Çünkü fikri
ve medeni tekamül, dünyanın her yerinde aynı zamanda,
birbirlerine paralel olarak meydana gelmemiştir. Onun
için bütün dünya tarihine uygun gelebilecek bir çağ tas­
nifi yapmak mümkün değildir.
Türk Tarihinde çağ meselesinin halli, Avrupa'nın
çağ meselesini tespitten daha zordur. Çünkü tarihte
Türkler kadar kendi ana yurdundan koparak farklı iklim­
lerde devletler kuran, farklı din ve kültürlerle münase­
bette bulunan başka bir millet yoktur. Türklerin çok
farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda devletler kurmala­
rı kendi içinde dahi üzerinde anlaşılabilecek bir çağ tas­
nifini imkansız kılmaktadır. Hangi coğrafyaya göre bir
tasnif yapılacak? Türkistan mı, Hindistan mı, İran mı,
yoksa Anadolu mu merkez olarak kabul edilecek? Aslın­
da çoğu birer hanedan değişikliğinden ibaret olan dev­
letlerin hangisi esas alınacak? Birinin doğuşu ötekinin
çöküşüne rastlamaktadır. Osmanlı, Safevi, Babür gibi
devletler birbirinden farklı sülaleler tarafından kurul­
muştur. Bunların hangisine göre çağ ayırımı yapılacak?
Veya din esasına göre (İslamı kabulden önce/sonra) bir
çağ taksimi yapılabilir mi?

8
Atsız; Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul 1975, s. 12-16
Leon Halkin; Tarih Tenkidinin Unsurları, ( Çev. Bahaeddin Yedi­
yıldız), Ankara 1989, s. 46
1 07
TARiH FELSEFESi

,&�V?,
Kanaatimize göre, bırakınız bütün dünyayı, Türk
dünyası ilim adamlarının dahi ittifakla kabul edecekleri
bir çağ tasnifi yapmak, bugünkü şartlara göre mümkün
görünmemektedir. Gelecek için bir şey söylemek müm­
kün değildir.
Her milletin kendi kültürü çerçevesinde sahip ol­
duğu bazı değerleri bulunmaktadır. Mesela her milletin,
en azından pek çok milletin ortak olarak kullandıkları
takvimleri, metrik sistemleri vardır. Türklerin on iki
hayvanlı takvimi, İran'ın Şemsi, Arapların Kameri, Batı­
nın Miladi takvimleri gibi. Fakat dünya giderek büyük
bir çoğunluk tarafından kullanılan takvim ve metrik sis­
temi kullanmaktadır. Her millet kendi takvim ve metrik
sistemini kullansa, bazı zorluklarla karşılaşılabilir. Nite­
kim geleneksel sistemlerini kullanan milletler vardır ama
bunlar azınlıktadır.
Mevcut çağ taksiminin Türk Tarihine uymadığının
farkında olarak -yanlış da olsa- tıpkı metrik sistem gibi
kullanılmasının mümkün olduğu kanaatindeyiz. Bu ka­
dar zamandan sonra yeni bir çağ sisteminin kabulü, yeni
karışıklıkları da beraberinde getirecektir. Ama her şeye
rağmen Türk Tarihinin taksimi meselesi üzerinde bazı
teklifler getirilebilir. Belki böylece yeni nesil tarihçileri­
miz ilgi alanlarını geniş bir alana teşmil edebilirler. Bu
itibarla Türk Tarihinin Çağ Tasnifi'nde aşağıdaki teklif­
leri getirmek mümkündür:

1. Kronolojik Tasnif
a. İlk Çağ Tarihi (Paleolotik Çağlardan V. Yüzyıla
kadar-Hun öncesi, Hunlar)
b. Orta Çağ Tarihi (V-XI. Yüzyıllar - Göktürkler,
Uygurlar, Karahanlılar)
1 08
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\j�

c. Yeni Çağ Tarihi (XI-XVIII. Yüzyıl-Selçuklular,


Osmanlı, Safevi, Timur, Babür, Altınordu, Tür­
kistan Hanlıkları)
d. Yakın Çağ Tarihi (XVIII-XX. Yüzyıllar- Osman­
lı, İran, Babür, Türkistan Hanlıkları)
e. Çağdaş Türk Tarihi ( Günümüz ve gelecekteki
Türk Devletleri Tarihi)

2. Siyasi-Kültürel Tasnif
(En eski çağlardan günümüze kadar)
a. Türk Siyasi Tarihi
b. İktisat Tarihi
c. Kültür Tarihi

d. Müesseseler Tarihi
Gerçekten şimdiye kadar mevcut çağ taksimine
bağlı kalındığından, çağlar arasında bir münasebet de
kurulamamıştır. Her çağın uzmanı, tabii olarak kendi
çağına daha çok hakim olmakta, diğer çağlara, alanlara
hakim olamamaktadır. Dolayısıyla genel bir sentez ve
mukayeseye gitmek de mümkün olamamaktadır. Bu
bakımdan biz, ikinci tasnifi, yani Türk Tarihinin Siyasi­
Kültürel tasnifini tercih etmekteyiz. Bu suretle Türk
tarihinde hem konu ve hem de zaman itibariyle bir bü­
tünlük sağlanacaktır. En eski çağlardan günümüze kadar
Türk tarihi siyasi, iktisadi, kültürel ve müesseseler bakı­
mından kesintisiz olarak getirilmiş olacaktır. Böylece her
alanda mukayese ve sentez yapma imkanı da doğacaktır.
Tarihçilerimiz dar bir alana, hatta o alanın da çok özel
(bir devlet, bir yöre, bir dönem, şehir, vakıf, boy-oymak,
bir müessese ilh ... ) bir konusuna saplanıp kalmaktan
kurtulacaktır. Türk tarihinin söz konusu alanlarda, geç-
1 09
TARiH FELSEFESi

.&lf�

mişten günümüze takip ettiği seyir de ortaya konmuş


olacaktır. Bu alanlardaki çalışmalar, tabiatıyla çağdaşı
olan diğer devletlerin siyasi, iktisadi ve kültürel tarihle­
riyle olan münasebetlerini de bilmeyi gerektirdiğinden,
çok geniş bir alanda uzmanlaşmak mümkün olacaktır.
Bu tarz tasnifler merhum Kafesoğlu ve Atsız tara­
fından da yapılmıştır. Merhum Kafesoğlu da daha çok
siyasi-kültürel tasnifi tercih etmektedir10• Esasen tarihçi­
liğimizin yeni bir çağ tasnifi aramaktan ziyade, bilimsel
anlayışımızın çağın gerek ve gerçeklerine, tarih biliminin
mefhumuna uygun bir yapılanmaya ve anlayışa ihtiyacı
vardır. Bundan dolayı Türk tarihinin ikinci tasnifi olan
siyasi-kültürel tasnifin hayata geçirilmesi, bu anlayışın
yaygınlaşması konusunda ısrarcıyız. Bunun için tarihçi­
liğimizi dar bir alana (anabilim dalına) hapseden forma­
liter ve zihinsel anlayıştan kurtulmak yeterlidir.

il. İnsan
Tarihin asli unsuru insandır. İnsanın tarihin hem
kaynağı hem de hedefi olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Tarihte insanın rolünün daha iyi anlaşılabilmesi için,
insanın çok iyi tanınması gerekmektedir. Kant, insanı
hayvanla karşılaştırdığında onu "savunma araçlarından
yoksun olan bir varlık" olarak görüyor. Kant' a göre; do­
ğa, insana hazır yetenekler vermemiştir. İnsan hazır ol­
mayan ham yeteneklerle dünyaya geliyor. Çünkü doğa
insanın hayvan varlığının mekanik düzenini aşan her
şeyi kendisinin meydana getirmesini, içgüdüye bağlı
kalmadan kendi aklı sayesinde elde edebileceğinden
başka hiçbir mutluluğa, yahut yetkinliğe ulaşmamasını

10
İbrahim Kafesoğlu; "Türk Tarihinde Çağlar Meselesi", Türk Kültü­
rü, S. 254, Ankara 1984.
1 1o
M U STAFA ÖZTÜRK

�-�

ondan istemiştir. Doğa, insana akıl ve ona dayanan iste­


me özgürlüğü vermekle, insanı donatmasındaki niyetini
açığa vuruyor. İnsan dünyaya gelirken çeşitli yetenekleri
birlikte getiriyor, fakat bunlar sadece işlenmemiş yete­
neklerdir. Onların gelişmesi, geliştirilmesi insana kalmış­
tır. Bundan insan, hem tek kişi hem de tür olarak sorum­
ludur. Buna karşılık doğa hayvanı, kendisini yaşatacak
her türlü araçlarla, hatta bazı yeteneklerle donatmıştır.
Çünkü hayvana yaşaması için gerekli olan her şeyi içgü­
düleri sağlıyor. Halbuki insan kendi aklını kullanmak
zorundadır11•
Görülüyor ki, insan sınırlı bir güce sahiptir. Akıl ve
idrak sahibi olmasıyla hayvanlardan ayrılmaktadır. O
halde insan maddi ve manevi cephesi olan dualist bir
varlıktır. İnsanın her zaman her yerde sahip olduğu
amaçları, korkuları, ihtirasları, endişeleri ilh .. vardır. Bu
da tarihte başarı ve başarısızlıkların yan yana bulunması
demektir. O halde tarihi bir şahsiyeti değerlendirirken
onun da bir insan olduğu, hedeflerinin, ihtiras ve korku­
larının olduğu hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır.
Nitekim bu konuda büyük yanlışlıklara düşüldüğü, tari­
he mal olmuş şahsiyetlerin insani boyutu unutularak
kötülemek, aşağılamak veya övmek suretiyle yeni sun'i
ayrılık zeminleri yaratıldığı müşahede edilmektedir.
Böylece tarihi şahsiyetlerin etrafında bir taraftar gurubu
oluşturulmaktadır ki, bu da tarihi doğru, tarafaız ve ob­
jektif olarak değerlendirmeyi imkansız kılmaktadır.
Tarihi yapmada insanın rolü nedir? İnsanla tarih iç
içe olduğundan, hazan tarihte insanın rolü ön plana
çıkarılmıştır. Mesela Carlyle, tarihin en önemli belirleyi­
ci unsurlarının kahramanlar (peygamber olan kahra-

11
Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s . 44
111
TARi H FELSEFESi

�!&:.,

manlar, şair, din adamı, yazar ve . kral olan kahramanlar)


olduğunu belirterek aşırılığa gitmiştir12• Öyleyse tarihi
akışta insanın rolü nedir? Tarihi oluş, kendi tabii seyri
dahilinde cereyan etmektedir. Çünkü tarihselliğin olu­
şuna çok kez denendiği gibi, aklın kuralları dikte edile­
mez. Tarihsel oluş, mantık kurallarını izlemez. Tarihsel
oluşun bir mantığı yoktur; tarihsel oluş, mantığın kural
ve yasalarına göre olup-bitmez, fakat tarihsel oluş, bütün
insan olaylarında olduğu gibi kör de değildir. Fakat in­
san her şeye gücü yeten bir varlık değildir, tarihin akışını
eline alıp, onu istediği şekilde yönetemez13•
Tarih beşeri bir bilim olduğu için tarihin oluşu­
munda ilk planda insanın rolü akla gelmektedir. Gerçek­
ten tek ve ilk belirleyici unsur insan mıdır? Kanaatimizce
böyle kesin bir hükme varmak zordur. İnsanın kudreti­
nin sınırlı olduğunu yukarıda belirttik. İnsan beş duyu ile
kendisine bahşedilen gücü sayesinde bazı şeyler yapabi­
lir. Yani insanın kudretinin üstünde bir şeyler beklemek
veya yüklemek yanlış olur. O halde tarihteki önemli
şahsiyetler (kahramanlar, fikir adamları, din adamları,
yazarlar, şairler vb.), zamanlarının sosyoekonomik ve
siyasi şartlarının ortaya çıkardığı kahramanlardır. Bu
kahramanları ortaya çıkaran o günkü şartlardır. Ama o
şartları yaşayan yüz binlerce insan varken, neden söz
konusu kahramanlar ortaya çıkmış, tarihi etkilemişler­
dir? İşte bu noktada o kahramanların üstünlüğünü kabul
etmek mümkündür. Yoksa tarihi hadiselerin ilk sebebi,
sebepleri yaratan şahıslar, kahramanlar değildir. Sebep­
ler oluştuktan sonra -ki bu sebepleri kahramanlar yarat­
mıyor-ortaya çıkan kahramanların rolü tefrik edilmeye
başlanmaktadır. Mesela Atatürk, devrinin şartlarını ya-

12
Turan; Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri, s . 14- 1 5
13
Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s. 148
1 12
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

ratmamıştır. Osmanlı Devleti'nin son zamanları, girilen


Dünya Savaşı, arkasından Milli Mücadele. Bu şartlar
Atatürk'ü tarih sahnesine çıkarmıştır. Ama o dönemde
Osmanlı ordusunda yüzlerce kurmay subay varken, ne­
den M. Kemal Paşa ön plana çıktı? İşte bu noktada onun
farklılığı ön plana çıkmaktadır ve kabul edilmesi gereken
yönü de buradadır. Bunun gibi, tarihteki bütün şahsiyet­
leri (peygamberler, krallar, sultanlar, düşünürler, şair ve
yazarlar) devirlerinin şartları doğurmuştur. Ama bu,
onların tarihteki rollerinin inkar edilmesi veya küçüm­
senmesi anlamına gelmez.
İnsan kudretinin sınırlı olduğu gerçeğinden hare­
ketle, insanın tarihte ve medeniyetin gelişmesindeki
rolünün de sınırlı olacağını söylemek mümkündür. İn­
sanoğlunun tabiatla mücadelesinde, gücünün üstünde
olan çok şey vardır. İnsan tabiata tam anlamıyla hükme­
demez. İstediği zaman yağmuru, karı, istediği yere, iste­
diği miktarda yağdıramaz. Okyanuslara, fırtınalara, dep­
remlere, yanardağlara hükmedemez. Ruhun derinlikle­
rine, rüyanın sırlarına tam anlamı ile vakıf olamaz. Gerçi
insanoğlunun mücadelesi başlangıçtan beri hep tabiatla
olmuştur ama tabiata karşı mücadelede hala alınması
gereken çok mesafe bulunduğu görülmektedir. İnsanın
tabiatla olan mücadelesi uygarlığı oluşturmuştur. İnsa­
nın bütün merakı, bilinmeyen sırların keşfi olmuştur.
Bugün için söylemek gerekirse, gelinen noktada insanın
hala çok şey karşısında aciz olduğudur. Gelecekte de,
esas itibarı ile bugün gelinen noktadan çok farklı geliş­
melerin olmasını beklemek yanlış olur. Ulaşım, haber­
leşme, silah sanayii, uzay keşifleri, bilgisayar teknolojisi
daha hızlı, hassas, kapsamlı, etkili hale gelebilir. Ama
iklime, okyanuslara, yerin derinliklerine hükmetmek
mümkün değildir. O halde bu noktada insanın rolünün
1 13
TARiH FELSEFESİ

�iZ;,

sınırlı olduğu söylenebilir. İnsan kendisine bahşedilen


kudreti çerçevesinde, kendi kendisini idare edebilecek,
cemiyet halinde yaşamanın şartlarını belirleyebilecek,
kısacası kendisinin leh ve aleyhinde olanı tefrik edip ona
göre hareket edebilecek kabiliyettedir.

III. Mekan/ Coğrafya


Tarihin en önemli unsurlarındandır. Tarih­
Coğrafya münasebetleri üzerinde daha çok yüzeysel
izahlar yapılmaktadır. Bu konuya, tarihin umumi kanun­
ları (Bkz. 3. Bölüm) bahsinde geniş bir şekilde yer veril­
diğinden, tekrardan kaçınmak amacıyla burada girilme­
miştir.

iV. Tarihi Olay


Geçmişte insanı ilgilendiren, insanın yaptığı, etki­
lendiği her şey tarihi olaydır. İnsan ne yapmışsa, neden
etkilenmiş veya neyi etkilemişse, o tarihtir. Buna göre
tarihin anlamı ve alanı da genişlemektedir. Öyleyse ta­
rih, geçmişin bütünüdür. Geçmişte her ne varsa, tarihin
konusudur. Bundan dolayı tarihi bir bütün olarak telakki
etmek gerekmektedir. Tarih sadece siyasi olaylar, savaş­
lar veya sülale tarihleri değildir. İşte tarihin bu özelliğin­
den ve zaruretinden dolayı siyasi, askeri, iktisadi, sanat,
hukuk ve kültür tarihi gibi tarihin alt disiplinleri olan
disiplinler ortaya çıkmıştır.
Ama geçmişte veya günümüzde bir günde binlerce
olay meydana gelmektedir. Bunların hepsi tarihi olay
mıdır? Meydana gelen büyük-küçük her türlü olayı tarihi
olay olarak kabul etmek mümkün müdür?
Hemen şunu belirtelim ki, her olay tarihi değildir.
Ferdi, sıradan olaylar tarihi olay değildir. O halde bir
olayın tarihi olabilmesi için umumu ilgilendirmesi gerek-
1 14
MUSTAFA ÔZTÜRK

��

mektedir. Kendi dönemini veya kendisinden sonraki


dönemi etkilemesi gerekmektedir. Sıradan bir olay geli­
şip yaygınlaştığı1 toplumun kurulu düzenini bozduğu
veya etkilediği zaman tarihi olay olmaktadır. Ancak
umumileşen1 toplumu genel olarak etkileyen bir olay
ders alınabilir bir mahiyet kazanır. Mesela tek bir trafik
kazası ferdi bir olaydır. Bir karı-kocanın boşanması
ferdidir. Ama trafik kazaları yaygınlaştığı ve nüfusu etki­
leyebilecek seviyeye geldiği zaman bu tarihi olaydır.
Boşanmalar yaygınlaştığı1 toplumun en önemli müesse­
sesi olan aileyi tehdit ettiği ve kimsesiz çocukların top­
lumsal bir mesele haline geldiği zaman tarihi olay olur.
Dikkat edilirse tarihte de dünyanın herhangi bir yerinde
herhangi bir zamanda geçmiş sıradan bir olay değil1
umumi olaylar bizi ilgilendirmektedir. Asıl ders alınması
gereken olaylar da geçmişteki umumi nitelikli olaylardır.
Burada şu hususu da önemle belirtmek gerekir ki1
tarihe umumi bakış1 tarihten ders alma veya tarihi an­
lamlandırma bakımından çok önemlidir. Her tarihçinin
ilgi ve ihtisas alanı farklı olabilir. Bu1 tarihçiyi geçmişe
umumi bakıştan uzaklaştırmamalıdır. Oysa özellikle
ülkemizde her tarihçinin ihtisas alanının dışına çıkmadı­
ğı1 hatta doktora tezinin etrafında yayın yaptığı bilin­
mektedir. Çağ ayrımı veya Anabilim Dalı esasına göre
yapılan tarihçilik1 geçmişe umumi bakışı engelleyen en
önemli husustur. Yıllarca ihtisas alanının dışına çıkma­
dan yapılan tarihçilik1 zihni bakımdan daralmaya sebep
olmakta ve tarihçiliğimizin evrensel boyutlara ulaşması­
nı engellemektedir. Onun için tarihçi, çağ veya anabilim
tarihçisi olmamalıdır. Hele ihtisas yaptığı alanın tarihçisi
hiç olmamalıdır. Aksi halde ağaçlardan ormanı görmek
mümkün olmaz.
1 15
TARiH FELSEFESi

�vg.,

O halde tarihteki umumi halleri, arızalan ve değiş­


meleri tespit etmek için dar bir alandan kurtulup daha
geniş bir bakış açısıyla tarihi değerlendirmek gerekmek­
tedir. Bunun için değerlendirmelerimizde daha uzun bir
tarih aralığını ele almak şarttır. Zikrettiğimiz umumi
değişme ve gelişmeleri, uzun tarih aralıklarında takip
etmek mümkündür. Beş on senelik bir aralıkta bir san­
cağın vaziyeti etrafında yıllarca çalışmak, bütün akade­
mik ömrünü bir müesseseye hasretmek, hele hala devam
etmekte olan yakın dönemin çok özel bir alanında kay­
bolmak, öte yandan alanının dışındaki tarihle hiç ilgi­
lenmemek, tarihçiliğimiz adına sorgulanması gereken
önemli meseledir.
Halbuki ele alınan hangi konu olursa olsun, uzun
dönem aralığında incelendiği zaman ondaki değişme ve
gelişmeler takip edilebilir, bu şekilde bu değişimin se­
bepleri görülebilir ve ancak o zaman tarih anlam kaza­
nabilir.
Aynı şekilde incelenen siyasi iktisadi, askeri, teknik
veya sosyal olay, mutlaka dönemindeki farklı coğrafya­
larla da dikey ve yatay olarak mukayese edilmelidir. Böy­
lece benzer olay veya müessesenin farklı coğrafyalardaki
vaziyetini, oralardaki değişimi takip etmek mümkün
olacaktır.
Tarihçi olaylar arasında seçme (selection) yapma
hakkına sahip midir? Bu soruya verilecek cevap, tabii ki
hayırdır. Zaten tarihin övülmesi (medh) veya yerilmesi­
nin (zemmedilmesinin) altında, tarihçinin olaylar ara­
sında seçme yapması yatmaktadır. Tarihçi kafasındaki
doğruları ispata yarayacak delilleri tarihte aramamalıdır.
O zaman olaylar arasında seçim yapmak zorunda kalır
ki, bu da objektif tarihçilik değildir. Tarihçi, olaylara
taraf olmayan geçmişin hem hakimi hem de savcısıdır.
1 16
MUSTAFA ÖZTÜRK

�V&;.

Eksik belge ve delillerle hüküm veremeyen hakim gibi,


tarihçi de eksik, yanlı veya zihnindeki peşin hükümlerle
karar veremez.
Tarihte iyi-kötü, başarı-başarısızlık, fazilet-rezalet,
evliya-eşkıya yan yanadır. Bunlar arasında tercih yap­
mak, birini alırken diğerini görmezlikten gelmek, tarihçi­
lik adına kabul edilecek bir husus değildir. Bundan dola­
yıdır ki; tarihi bir konu, şahsiyet veya dönem üzerinde
bir fikir birliğine varılamamakta ve tarih yeni ayrılıkların
zemini haline getirilmektedir. Bunun en bariz misali,
Osmanlı tarihi üzerinde ileri sürülen fikirlerde görül­
mektedir. Bir kısım tarihçiler Osmanlı Devleti'ni över­
ken, yüceltirken, bir kısmı da yermekte ve aşağılamakta­
dır. Her ikisi de yanlıştır. Osmanlı düzeni, ne birincilerin
iddia ettikleri gibi fazilet abidesi, ideal rejim, hatasız bir
mekanizmadır, ne de ikincilerin iddia ettikleri gibi, zul­
me dayanan, kan döken, köylüyü, halkı ezen bir sistem­
dir. Osmanlı düzeni kendi şartları içinde başarıları, başa­
rısızlıkları, iyi, doğru ve güzelliklerinin yanında, hata,
kusur başarısızlık ve yanlışlıkları da olan bir sistemdir.
Hatta sadece Osmanlı Devleti' ne değil, bütün tarihimize
bu gözle bakmak gerekmektedir. O halde tarihi olaylar
arasında seçim yapılması doğru değildir. Tarihte/tarihi
olay ve şahsiyetlerde seçim yapılması, tarihi ideolojilerin
zemini yapar ki, bu da toplumsal huzursuzluklara ve
ayrılıklara sebep olur.
Tarihi olayların seyrini önceden planlamak müm­
kün değildir. Bazen zamanında sıradan olan bir olay
veya herhangi bir gelişme, o olayı yapanın da iradesinin
dışında tarihi karakter kazanabilir. Mesela Karl Marx,
Kapital'ini yazarken, ileride sosyalist bir dünya düzeni­
nin ve ihtilalinin kültürel temellerini kuracağını bile­
mezdi. Keza 1 9 1 4 yılında Avusturya Veliahtını öldüren
1 17
TARiH FELSEFESi

��

Sırplı da 1. Dünya Savaşı'nın kıvılcımını tutuşturduğunu


bilmiyordu. Her iki olay da sonradan tarihi olay olmuş­
lardır.
Tarihi olaylar, daima tesadüflere bağlı değildir. Ço­
ğunlukla bilinçli ve planlı olarak yapılan savaşlar, işgaller
veya devrimler tarihi olayları meydana getirmektedir.
Ama her olay, mutlaka kendisinden sonra yeni olayların
sebebini teşkil eder. Bilinçli ve planlı olarak girişilen bir
harekatın sonuçları her zaman beklendiği gibi netice­
lenmeyebilir.
Günümüzden bir örnek vermek gerekirse; ABD
uzun vadeli plan hedefleri çerçevesinde, 1 1 Eylül 200 1
saldırılarını bahane ederek, Afganistan\ arkasından da
Irak'ı işgal etti. ABD'nin bu işgallerden önceki hedefleri
ve beklentileri, bugün gelinen nokta değildi, beklentile­
rinin çok dışında sonuçlar ortaya çıktı. ABD, masa ba­
şındaki plan hedeflerini gerçekleştirememektedir. Tah­
minlerinin çok ötesinde, planlarının tersine gelişmeler
meydana gelmektedir. Her yeni girişim, yeni olayları
beraberinde getirmektedir. Her halükarda, tarihin seyri­
ni önceden tahmin etmek ve yönlendirmek pek kolay
değildir. O halde tarih insan iradesinin dışında, çoğu
zaman da tesadüflere bağlı olarak gelişmektedir.

V. Sebep-Sonuç
Tarihte hiçbir olay kendiliğinden sebepsiz olarak
meydana gelmez. Her olay kendisinden önce meydana
gelen birden fazla sebebin sonucudur. Bu sonuçların her
birisi aynı zamanda kendisinden sonraki olayın sebeple­
rinden bir tanesidir. Bunu aşağıda görülen şema ile gös­
termek mümkündür.
1 18
MUSTAFA ÖZTÜRK

�ug.,

Şekil 1 : Tarihte Sebep-Sonuç (Tarihsellik) Zinciri

i 3- �3-G3-- F H J
K ıM
:3 ·
İ
L�

B u zincirle her olayın sebebini 3 harf ile gösterme­


miz, mevzuyu şekillendirmek içindir. Yoksa her olayın 3
sebebi vardır gibi bir yanlışa düşülmemelidir. Şemada
görüldüğü gibi ABC, D'yi doğururken, D, EF ile G'yi
doğurmaktadır. Ama sebepler birbirlerinden tamamıyla
bağımsız değildir. Mesela M, JKL sebeplerinin yanında
DEF veya GHİ sebeplerinden etkilenmiş de olabilir.
Yani M, pekala CFİ'den veya ADH'dan bağımsız değil­
dir. Bu sebepler arasında bir oran da yoktur. Yani her
sebep aynı derecede sonucu etkilemez, sebeplerin sonu­
ca olan tesirleri faklıdır. Ama bütün sebepler netice iti­
bariyle bir yekunu/ sonucu doğurur. Bir sonuç, kendi­
sinden önce meydana gelen yüzlerce sebebin bir
yek-Unudur.
Zikrettiğimiz bu sebep-sonuç zinciri aslında tarihsel
süreklilik-tarihsellik demektir. Bizim bu zincirin herhangi
bir halkasındaki bilgisizliğimiz, o halkanın olmadığı an­
lamına gelmez. Yaratılışından bugüne kadar her insanın
bir nesebi, ataları vardır. Ama bugünkü bilgilerimiz bir
insanın binlerce sene önceki atalarını tanımasına imkanı
vermemektedir. Bu, o tanımadığımız atamızın olmadığı
anlamına gelmez. İstesek de istemesek de, tanısak da
tanımasak da o, bizim atamızdır. Bunun gibi milletlerin
1 19
TARiH FELSEFESi

�\}�

tarihinde de geçmişte bugünkü bilgilerimizle bilemedi­


ğimiz tarihi halkaları vardır, keza istesek de istemesek de
bilsek de bilmesek de o, bizim tarihimizin bir parçasıdır.
Bu vakıa, dünya tarihi için de böyledir. Dünya tari­
hini bugünkü sınırlı bilgilerimizle biliyoruz. Geçmişi­
mizde neler olduğunu tam olarak tespit etme imkanımız
yoktur. Günümüzün tarihini oluşturan ama bilemediği­
miz nice olaylar vardır. Bilemediğimiz için onları inkar
etmek, yok saymak mümkün ve doğru değildir. Ama ne
yazık ki, hakkında bilgi sahibi olunmayan herhangi bir
konu peşin olarak reddedilmektedir. Oysa "şüphe", her
bilimin gelişmesi için önemli bir araçtır. Bilinemeyen
şeyleri ihtiyatla karşılamak, olabilirliğini göz ardı etme­
mek bilimsel anlayışın bir gereğidir. Ama her konuda
olduğu gibi, tarihte de bilinmeyen bir konu inkar edil­
mektedir. Esasen bu anlayış, günümüze kadar bilim an­
layışına hakim olan pozitivist bilim anlayışının bir sonu­
cudur. Pozitivist bilim anlayışının, deney gözlem esasına
dayandığı ve bunun dışında gözlenemeyen, deneneme­
yen şeyleri bilim dışı saydığı ve reddettiği bilinmekte­
dir14. Bu anlayışın tarihe yansıması da tarihte tespit edi­
lemeyen, bilinemeyen dönem, olay, kavim ve kültürlerin
reddedilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bunun için pozi­
tivist bilim anlayışı ile tarihi izah edenler, bilemedikleri,
tespit edemedikleri kavimlerin kültürlerini, dillerini ya
yok saymışlar veya ilkel olarak kabul etmişlerdir. Oysa

14
Bu husus sadece sosyal bilimlerde değil, tabii bilimlerdeki bilin­
mezlikler hakkında ileri sürülen fikirlerde de gözlenmektedir. Ay ve
güneş tutulmalarının depremlere olumlu veya olumsuz etkisi kesin
olarak tespit edilememişken, alanın bazı bilim adanılan tarafından,
bu olayların depremlere etkisinin olduğunu kesin bir dille redde­
dilmektedir. Halbuki bu tabiat olaylarının depremlere tesirinin ola­
bilirliği göz ardı edilmeden, henüz kesin olarak ispatlanmış bir veri
olmadığı, araşbnlmaya değer olduğunu söylemek daha bilimsel ve
akılcıdır. Herhangi bir konu hakkında elde kesin sonuçlar olmadan
kabul veya reddetmek bağnazlıkbr.
1 20
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

yapılan her yeni tespit, bulunan her yeni bilgi pozitivist­


leri yalanmaktadır. Kısaca pozitivizm, bilgilerinin yet­
mediği şeyleri reddetmeye dayanır ki, bunun ne kadar
bilimsel bir tavır olduğu tartışılır. İşte bilemediğimiz,
dolayısıyla da tesirlerini tespit edemediğimiz tarihi olay­
lar, insanlık tarihinin bütününü ve tarihsel sürekliliği
meydana getirir. Geçmişte yaşamış bir kavmin başarıla­
rının, yaptıklarının mutlaka bu dünya tarihinin bütünlü­
ğüne şu ya da bu şekilde bir etkisi vardır, fakat onu biz
tespit etmemiş olabiliriz, bu da o kavmin o olayın insan­
lık tarihine olan etkisini inkar etmeyi gerektirmez.
Mesela bugünkü Türkiye Cumhuriyeti; Hunlardan
çok eski zamanlardan başlayarak Asya'da Moğol, Çin,
Hint, İran, Anadolu' da eski Anadolu medeniyetleri,
Arap, İslam, Hristiyanlık, Yahudilik ve Grek Roma kül­
türlerinden etkilenmiştir. Türk Tarihi Oğuz Han'dan
Cumhuriyete kadar uzanan bir süreçtir. Aynı şekilde Çin
tarihi de Türk, Moğol, Hint, Avrupa, Göktanrı inancı,
Budizm, Hristiyanlık, Yahudilik, İslamiyet tarih ve kül­
türlerinden etkilenmiştir. Her kültürün derinliklerinde
tespit ettiğimiz veya edemediğimiz onlarca, yüzlerce
kültür vardır. Bunların hepsini bilip-bilmememiz önemli
değildir, o kültürlerin varlığını ortadan kaldırmaz. Tam
tersine bu zengin tarihi miras, o kültürün de zenginliği­
dir.
Aynı anlayıştan olsa gerek, Arnold Toynbee de çiz­
diği bir ağaç motifi ile Britanya'nın dünya kültürlerinde­
ki köklerini M.Ö. Babil, Mısır, Roma, Yunan'a, oradan
İrlanda'ya oradan da Hristiyanlık, Almanya, İskandinav­
ya, İtalya, Rönesans, Reform, Amerika, hatta Köle ticare­
ti ve nihayet Sanayi İnkılabına dayandırmaktadır15• İngi­
liz tarih ve medeniyetinin köklerinin bu kadar derin ve

15
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci 2, Bateş Yayınlan, İstanbul 1978, s.
40
1 21
TARiH FELSEFESi

�IJ�

geniş bir zemine dayandırılması, tarihi gelişmelere uy­


gundur ve aynı zamanda sebepsiz de değildir. Bu da
zikrettiğimiz tarihi olaylar zincirinin birbirlerinden ta­
mamen bağımsız olmadığını göstermektedir. O halde
insanlığın bugünkü tarihi, şu ya da bu kültürün değil, bir
bütün olarak bütün insanlığın tarihidir. Başka bir ifade
ile insanlık, tarihte kader birliği yapmıştır.
Tarihte Sebep-Sonuç zinciri, bir milletin tarih ve
kültüründe de bütünlüğü ifade eder, ona tarihin derin­
liklerinden gelen bir tarih şuuru verir. Bunun bir kısmı­
nın reddedilmesi veya kesilmesi, tarihle olan bağlan
keser ve o da tarihi mirasın reddedilmesine sebep olur.
Yukarıda zikredildiği gibi, Türk tarihi çok eski çağlardan
beri süregelen bir süreçtir. Bu süreçte Türk tarihi çeşitli
kültürlerle temas etmiş, bu bağlamda Çin, Moğol, Hint,
Roma, eski Anadolu, Mezopotamya ve Mısır uygarlıkla­
rı, Avrupa, Amerika, İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik ve
Budizmden etkilenmiştir. Bu unsurlardan herhangi biri­
sini Türk tarihinin zengin temelinden çıkarmak veya
reddetmek mümkün değildir. Bütün bu kültürler, bu­
günkü engin tarih ve medeniyetimizi oluşturmuştur.
Ama her birisinin etkisi farklıdır. Bu unsurlardan her­
hangi birisini inkar etmek, kültürel mirası reddetmek
demektir.
Tarihin bu özelliği zaman zaman görmezden ge­
linmiş, sadece içinde bulunulan dönem ön plana çıka­
rılmıştır. Bu bazen farkında olmadan yapılmıştır. Mesela,
Selçuklular, eski Orta Asya Tarihini bu anlamda anla­
mamışlar, sadece geleneksel olarak yaşadıkları hayat
tarzı çerçevesinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Keza
Osmanlılar da bu geniş ve derin tarih bilincine sahip
değillerdi, onlar da sadece geleneksel olarak Oğuz
Han' dan geldiklerini biliyorlardı. Bu, klasik dönemlerde
tarih şuurunun gelişmediğini göstermektedir. Tarihi
1 22
MUSTAFA ÖZTÜRK

,&l_lg,
sürekliliğin idrak edilmemesi, dönemler arasında bir
kültür kopukluğunun meydana gelmesine sebep olmak­
tadır. Osmanlıların Selçuklu veya Karahanlı dönemle­
rinde yazılan devasa eserlerden haberleri yoktu. Selçuk­
luların da Göktürk kitabelerinden haberleri yoktu. Gök­
türk Kitabelerinin 1 9. yüzyılın sonlarında Avrupalı şar­
kiyatçılar tarafından okunması, Kaşgarlı Mahmut'un
meşhur Divan-ı Lugatı't-Türk'ünün Ali Emiri Efendi
tarafından tesadüfen bulunması, Yusuf Has Hacib'in
Kutadgu Bilig'inin aynı dönemde keşfi ve yayınlanması,
bu tarihi halkaların bilmeyerek de olsa birbirinden ko­
puk olmasının tipik örnekleridir. Bu da ister istemez
tarihi sürekliliğin kesintiye uğramasına sebep olmuştur.
Yukarıda tarihin canlı, dinamik bir vakıa olarak gü­
nümüzü etkilediğini belirtmiştik. Bilinçsiz de olsa tarihi
süreklilikten (tarihsellikten) kopmak, bugünkü tarih
anlayış ve tarih yazıcılığımız üzerinde etkili olmuştur.
Osmanlı tarih yazıcılığından gelen gelenek devam etti­
rilmiş ve Anadolu merkezli bir tarih anlayışı hakim ol­
muştur. Bugün tarihçiliğimiz büyük oranda Selçuklu ve
Osmanlı tarihi üzerine yoğunlaşmış, kadim coğrafya­
mızdaki tarihimizle veya münasebette bulunduğumuz
Asya, Çin, Hint, Avrupa, Rusya, Orta Doğu' daki tarihi­
miz ve antik dönemlerle ilgili olarak kayda değer çalış­
malar bulunmamaktadır. Bundan dolayı sağlıklı bir tarih
anlayış ve şuuruna erişilememiştir.
Sebep-sonuç zincirinin takip edilmesi yani tarihi
süreklilik, toplumlarda sağlıklı bir tarih bilinci oluştur­
duğu gibi, devletin bütün müesseselerinde bir geleneğin
meydana gelmesini sağlar. Toplumlara, yüzyılların biri­
kimi ve tecrübesinden faydalanma imkanını verir, bu
sayede geçmişten faydalanma mümkün olabilir. Böylece
toplumlar kendi geleneksel kültür değerlerini sürekli
1 23
TARiH FELSEFESi

��

olarak yeniler ve kendisinden sonraki kuşaklara intikal


ettirebilirler. En sağlıklı kalkınma ve gelişme modeli de
esas olarak her toplumun kendi öz kültür değerleri üze­
rine geleceğini inşa etmesidir. Bu, antikitenin güncel­
lenmesi, sentez yapılmasıdır ki, Avrupa, bunu başarmış­
tır. Avrupa'nın kültür halkalarında kopukluk yoktur.
Kendi antik kültür değerlerini 1 5 - 1 6. yüzyıla taşıyarak
Rönesansını oluşturmuş ve bugünkü seviyesine gelmiş­
tir. Onun için Avrupa'nın müesseselerinde sürekli bir
sentez ve gelişme vardır, bu da her alanda köklü bir gele­
neğin oluşmasını sağlamıştır.
Oysa bizim gibi tarihi halkalardan birini bilerek ve­
ya bilmeyerek görmeyen veya inkar eden toplumların
kendi antikitelerini güncelleştirmeleri ve sentez yapma­
ları mümkün değildir, olsa olsa taklit yaparlar. Taklit ile
bir toplumun sağlıklı olarak gelişmesi mümkün değildir.
Uzun tarihi geçmişimizde, bugün muhtaç olduğumuz
her şey vardır. Devletin unsurları, özellikleri, devlet
adamlarının özellikleri, devletin kurumları, kurultay,
kanun ve kanun karşısında eşitlik, devletin halka karşı
görevleri, halkın devlete karşı görevleri, uğranılan kötü
akıbetlerin sebeplerine dair zengin bir mirasımız vardır.
Ama bu zengin mirastan habersiz olduğumuz ve güncel­
leştiremediğimiz için, kalkınma modellerimizi daima
taklit yoluyla çevre kültürlerden aldık. Dahil olduğumuz
her kültür çevresinden etkilenmemizin sebebi budur. İlk
alfabemizi dahi geliştiremediğimiz için belki de dünyada
en çok alfabe değiştiren millet olmamızın sebebi de bu­
dur.
Bunda elbette tarihi ve coğrafi zaruretler vardır. Zi­
ra dünyada bizim kadar asli coğrafyasında koparak çok
geniş bir coğrafyaya yayılan ve devletler kuran başka bir
millet yoktur. Buraya kadar bazı şeyler mazur görülebi-
1 24
MUSTAF A ÖZTÜRK

�.�

lir, anlaşılabilir. Ama hiç olmazsa, bilim ve teknolojinin


bu derecede geliştiği, bilimin artık bir sır ve ulaşılamaz
olmaktan çıktığı günümüzde kendi antikiternizi keşfedip
güncellememiz icap etmektedir. Belki bu suretle daha
bilimsel ve evrensel boyutta bir tarih anlayış ve bilincine
ulaşmış oluruz.
Buraya kadar tarihselliğin halkalarından bir veya
birkaçından habersiz olmanın sonuçlarını gördük. Bazen
de bilerek, şuurlu bir şekilde bu halkalardan birisinin
inkar edildiğine rastlanmaktadır. Cumhuriyet dönemi
tarih anlayışı buna tipik bir örnek teşkil etmektedir. Ta­
rihin Sebep-Sonuç zincirinin en önemli halkalarından
birisi olan Osmanlı dönemi halkası reddedilerek, Türk
tarihini Cumhuriyetle başlatmak gibi garip bir konuma
düşüldü. Yeni bir rejimin yerleşmesi adına yapılan bu
hata, tarih etrafında yeni tarafların oluşmasına, tarihiyle
kavgalı bir anlayışın ortaya çıkmasına sebep olduğu gibi,
daha sonraki yıllarda karşılaşılan meselelerin çözümünü
de zorlaştırmıştır. Tarihi mirasın reddedilmesi ilk bakış­
ta göründüğü gibi basit ve romantik değildir ve bunun
siyasi, iktisadi, stratejik yönleri ve tabii olarak bedelle­
ri/ sonuçları vardır. Bu tarih görüşünün benimsenme­
sinden dolayı, uzun yıllar menfaat alanlarımız olan çevre
ülkelerle kayda değer ilişkiler kurulmadı. Tarihi mesele­
lerin çözümünde de bir istikrar sağlanamadı. Bir taraftan
Osmanlı dönemine ait borçlar ödenirken, Osmanlı dö­
nemi reddedildi, görmezden gelindi. Ermeni Mesele­
si'nin varlığı hususunda önce inkara gidildi, şimdi de
taraf olundu ama meselenin Türkiye üzerinde uluslara­
rası bir baskı unsuru haline dönüşmesine engel oluna­
madı. Bugün tarihi mirasımızı uzun süre reddetmekle,
eski coğrafyamıza dönmekte, bu coğrafyadaki menfaat­
lerimizi korumada, buradaki devletlerle zamanımızın
1 25
TARi H FELSEFESi

�.Jk;,
şartlarına göre iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkiler kurmak­
ta zorluklarla karşılaşılmaktadır16•
Nitekim yanlış tarih telakkisi ve redd-i miras, Türk
tarihinin doğup geliştiği Asya dönemi Türk tarihinin
siyasi mülahazalarla reddedilmesi hatta uzun müddet
incelenmesinin ve bahsedilmesinin yasaklanması sonu­
cu, günümüzde gelişen olaylar karşısında, eski bir cum­
hurbaşkanımızın ifadesi ile "hazırlıksız yakalanmamız"
ile sonuçlanmıştır. Uzun bir dönem Dış Türklerden
bahsetmek suç sayılmıştır. Sovyetlerin dağılmasından ve
yeni bir dünya düzeninin doğmasından sonra da bölge
ile ilgili hiçbir bilimsel hazırlığımız olmadığından, bugün
bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile siyasi,
iktisadi ve kültürel ilişkilerin kurulmasında, geliştirilme­
sinde zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bölge coğrafyamız,
bölge dışı güçler tarafından yeniden şekillendirilirken,
bizim bu konuda uzun vadeli ve ciddi politikalar gelişti­
remediğimiz görülmektedir. Tarihte sebep-sonuç zinci­
rine bağlı kalınmaması, bilerek veya bilmeyerek sebep­
lerden birisinin reddedilmesi, telafisi zor hatta mümkün
olmayan sonuçlar doğurabilmektedir. O halde tarihteki
sebep-sonuç zinciri (tarihsellik), tarih bilincinin oluştu­
rulmasında ve geleceğimizi sağlam esaslar üzerinde
kurmada son derecede önemli bir husustur.

16
Tarihin reddi zannedildiği gibi, Atatürk ile başlamamıştır. Ata­
türk'ten sonra bu konuda köklü değişimler meydana gelmiştir. Oy­
sa gerçekte Atatürk dönemi Türk tarihi, tarihimizin bütün derinlik­
lerini ihtiva ediyordu. Bunun içindir ki, Atatürk eski coğrafyaları­
mıza zamanın şartlarının imkanları ölçüsünde sahip çıkmış, komşu
ve bölge ülkelerle Türkiye Merkezli bir dış politika izlemiştir. Eski
Osmanlı Orta Doğu' suna Sadabat, Balkan Osmanlısı'na da Balkan
Antantı ile sahip çıkmıştır. Atatürk dönemi dış politika için Bkz.
Mehmet Gönlübol, Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası, Atatürk
Araştırma Mer. Yay., Arıkara 1 990, Atatürk Dönemi Türk Dış Politi­
kası-Makaleler, (Yay. Haz. Berna Türkdoğan), Atatürk Araştırma
Merkezi Yay., Arıkara 2000.
1 26
MUSTAF A ÖZTÜRK

��

Tarihte sebep-sonuç ilişkisi düz bir çizgi halinde


devam eder. Bu çizgi sürekli olmakla beraber, farklı coğ­
rafyalarda farklı çizgiler halinde gelişir. Asya'da Hindis­
tan, Orta Asya, Uzak Doğu, Anadolu coğrafyalarında
gelişen tarihi çizgi, birbirlerinden tam bağımsız olma­
makla beraber, birbirlerinden farklılık arz etmektedir.
Türkistan coğrafyasındaki tarihi gelişim, Yakın Doğu
veya Hindistan coğrafyalarındaki gelişmelerden etki­
lenmektedir ama kendi şartlarının oluşturduğu bir çizgi­
de gelişmektedir.
Bu farklılık ve aynı zamanda birbirlerini etkileyerek
gelişme süreci ve vakıası dünyanın öteki bölgeleri için de
geçerlidir. İşte bu yüzden olmuş olacak ki, farklı coğraf­
yalarda farklı tarihi ve medeni gelişmeler görülmektedir.
Farklı bölgelerdeki tarihi gelişim mutlaka birbirlerini
etkilemektedir. Bu etkileşim yakın zamanlara gelince
daha da yoğunlaşmaktadır. Uzak geçmişte ulaşım ve
haberleşmenin uzun zamanlar aldığı dönemlerde bu
etkileşim hem daha az hem de daha uzun bir sürede
meydana geliyordu. Ama Sanayi İnkılabından sonra
ulaşım ve haberleşmenin hızlı olduğu yakın dönemde bu
etkileşim hem çok hızlı hem de çok geniş boyutlu olma­
ya başlamıştır. Öyle ki, artık dünyanın herhangi bir ye­
rindeki belki çok basit bir olay bütün dünyayı ilgilendi­
rebilecek bir konuma gelmiştir. Esasen günümüzdeki
Küreselleşme de bu noktada başlamıştır.
Tarihte sebeplerin mutlaka önceden hazırlanmış,
planmış ve büyük sebepler olması şart değildir. Bazen
küçük tesadüfler, ferdi buluşlar veya hareketler, tarihi
olaylara sebep olabilir. Bir küçük kıvılcımı hareket, söz,
fikir, soru önceden tespit edilemeyecek sonuçlar doğu­
rabilir. O halde tarih, kontrolümüzün dışında gelişen bir
hadisedir. Tarihe hükmetmemiz zor görünmektedir. Ancak
kısmen yönlendirebiliriz.
1 27
TARiH FELSEFESi

��

Her sebep aynı sonucu doğurmaz, yani tarih ayniyle


tekerrür etmez. Tarihte benzer gelişmeler meydana ge­
lebilir17. Tarihin tekerrür etmesi için, zamanı geri dön­
dürüp, o hadiseleri tekrar aynı şekilde yaşamak gerekir
ki, bu da imkansızdır.
Yalnız sebeplerin önceliği tarihçinin ilgi alanına göre
değişir. Her sebep, her tarihçi için aynı önemde ve önce­
likte olmayabilir. Fikir tarihi üzerinde çalışma yapan bir
tarihçi, stratejik ve taktik hatalarla daha az ilgilenir. İkti­
sat tarihi ile uğraşan bir tarihçiyi de saraydaki çekişmeler
fazla ilgilendirmez. Tarihçinin tarihe ilgisinin farklı ol­
ması, diğer sebeplerin veya olayların önemsiz olduğu
anlamına gelmez. O halde tarih yazıcılığının biraz da
tarihçinin ilgi alanına göre şekillendiğini söylemek
mümkündür.

VI. Tarihin Diğer Bilimlerle İlişkisi

Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, ta­


rih birçok bilim dalı ile ilişki halindedir. Bunlar, coğrafya
(ileriki bölümlerde değinilecektir), arkeoloji, sanat tari­
hi, hukuk, felsefe, filoloji, din, kronoloji, mitoloji vb.
bilim dallarıdır. Tarihin bu bilim dalları ile münasebeti
konusuna girmek, malumu ilam etmek ve tekrar olaca­
ğından, konuyu ilgili kaynaklara havale etmekle yetin­
mek doğru olacaktır18. Biz bu bilimlere, ilave olarak,

17
Turan; a.g.m., s. 1 7
18
Tarihle diğer ilimlerin münasebeti üzerinde hemen bütün tarih
usulü ile ilgili eserlerde detaylı olmasa bile temel bilgiler verilmek­
tedir. Burada başlıcalarını zikretmekle yetiniyoruz: Z. Velidi To­
gan; Tarihte Usul, İstanbul 198 1, Mübahat Kütükoğlu; Tarih Araş­
tırmalarında Usul, İstanbul 1991, İsmail Özçelik; Tarih Araştırma­
larında Yöntem ve Teknikler, Ankara 1 993, Fırat Üniversitesi Tarih
Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, (Elazığ, 21 -24
Mayıs 1984), Elazığ 1 990. Özellikle bu son eserde tarihle diğer
1 28
M U STAFA ÖZTÜRK

��

Tarih-Tabiat/Fizik Çevre ve Tarih-Külli İrade münase­


betlerini ele almak istiyoruz.

1. Tarih-Tabiat/Fiziki Çevre İlişkileri


Şimdiye kadar, tarih ve medeniyeti yaratan beşe­
ri/ insanın, tabiatın bir parçası olduğu unutularak izahlar
yapılmış, tabii olaylarla tarihi olaylar arasındaki şaşırtıcı
benzerlikler görmezlikten gelinmiştir. Oysa insan da
netice itibarıyla tabiatın bir parçasıdır, ondan ayrı düşü­
nülemez. Tabiatın diğer canlılar için geçerli olan bütün
kanunları, insan toplulukları için de geçerlidir. İnsanlar
da diğer canlı varlıklar gibi doğarlar, beslenirler, ürerler,
koloniler (cemiyetler) kurarlar, karınlarını doyurmak ve
nesillerini devam ettirmek için sürekli olarak diğer kolo­
nilerle mücadele ederler ve nihayet ölürler.
Tabiat olayları karşısında diğer canlı kolonilerinin
aldıkları tedbirler (korunma, barınma, iaşe temini, göç
vb. ) ile insanın aynı olaylar karşısında aldığı tedbirler
arasında esas itibariyle ne fark vardır? İkisi arasındaki tek
fark, insanın iradi ve fiziki kabiliyetinin sonucu olarak
ortaya çıkan farktır19• İnsanların diğer canlı kolonilerin­
den tek farkı şuur/bilinç sahibi olması ve bunun sonucu

ilimlerin münasebeti üzerinde kıymetli tebliğler verilmiştir. Mesela;


Baki Öğün; "Tarih ve Arkeoloji", s.55-58, Tuncer Gülensoy; "Tarih
ve Dil", s. 59-65, Ethem Ruhi Fığlalı; "Tarih ve Din", s. 67-70,
Mehmet Kaplan; "Tarih ve Edebiyat", s. 71 -76, Teoman Duralı;
"Tarih ve Felsefe", s. 77-82, Halil Cin; "Tarih ve Hukuk", s. 83-97,
Hayrani Altıntaş; "Tarih ve Psikoloji", s. 99- 102, Oktay Aslanapa;
"Tarih ve Sanat", s. 1 03- 1 04, Erdal Türkkan; "Tarih ve Teknoloji",
s. 1 05-1 1 5, Sina Akşin; "Tarih ve Siyasi İlimler", s. 1 17- 1 25, Meh­
met Eröz; "Tarih ve Sosyoloji", s. 1 27- 1 3 1
19
Tabiatla cemiyet arasındaki münasebetler üzerinde etraflı bir ince­
leme için bkz: Vittorio Castellano; "İnsan Cemiyetlerinin Biyolojik
Nazariyesindeki Yeni İnkişaflar Hakkında Bazı Düşünceler", İÜ.
Hukuk. Fak. Mec. 13-4 (Ekim 95 1-Tem. 952), İstanbul 1953, s. 14-
31
1 29
TARi H FELSEFESi

��

olarak da sürekli bir gelişme göstermesidir. Mesela; an­


lar yaratıldıkları andan bugüne kadar daima aynı işi aynı
şekilde yaparlar. Herhangi bir kuş türü, yaratıldığı andan
itibaren hep aynı şekilde davranır. Ama insan, doğu­
mundan ölümüne kadar aynı faaliyetleri yapmakla bera­
ber, aklı ve şuuru sayesinde, karnını doyururken, kendi­
sini savunurken sürekli bir tekamül göstermiştir. İşte
insanın bu alanda başardığı tekamüle uygarlık diyoruz.
Bu itibarla canlı varlıklar içinde geçmiş/tarih şuuru olan
tek varlık insandır. Aklı ve şuuru sayesinde medeniyet
kuran tek varlık da gene insandır. İnsanın hayattaki başa­
rıları, tarih ve medeniyeti meydana getirmiştir. Başka bir
ifade ile tarih, insanın başarılarının bir yekC:mudur.
Her ne olursa olsun nihayetinde insan da bu tabia­
tın ayrılmaz bir parçasıdır. Tabiatın umumi kanunları
insan için de geçerlidir. Öyleyse tabiat kanunları ile tarih
arasında inkar edilemeyecek bir ilişki vardır. Tabiat ka­
nunları ile tarih arasındaki ilişkinin tespiti, onların bilim­
sel esaslarının tarihe tatbiki tarihi daha iyi anlamamıza,
ondan daha fazla faydalanmamıza vesile olacaktır. Zira
tabiat kanunları daha kesin sonuçlar verebilecek nitelik­
tedir.
Aslında tabiat kanunlarına benzer kanunları tarihte
aramanın mümkün olduğunu ilk defa ileri süren Voltai­
re' dir20• Voltaire'in bu fikirleri döneminde de tenkit
edilmiştir. Voltaire tenkit edilse de, kendisini haklı çıka­
racak pek çok gelişme olmuştur ve olmaktadır.
Şimdi tabiatın umumi kanunları ile tarih arasındaki
ilişkiye dair birkaç örnek verelim: Tabiatta bir action'un
(hareketin) olabilmesi için şartların tamamlanması
(enerjinin tatbik edilmesi) lazımdır. Değirmen veya

20
Turan; a.g.m., s. 19, Özlem; a.g.e., s. 30
1 30
M U STAFA ÔZTÜRK

.&IJ�

dokuma tezgahlarının çalışması için bir kuvvetin (su


veya hava gücü) tatbik edilmesi lazımdır ki, hareket ol­
sun. Öyleyse tarihte bir olayın meydana gelebilmesi için
muharrik bir gücün-sebebin olması şarttır. Tarihte bir
olay hiçbir zaman kendiliğinden meydana gelmez. Ta­
rihte meydana gelen herhangi bir olayın da mutlaka
muharrik gücü-sebebi vardır.
Tabiat, birbirini tamamlayan ve birbirine muhtaç
olan zıtlıklar üzerine kurulmuştur. Erkek-dişi, gece­
gündüz, sıcak-soğuk, yaz-kış, doğum-ölüm, uzak-yakın,
ilh ... Yani hayat zıtlıklar üzerine kurulmuştur, her şey
zıddı ile kaimdir, zıtlıklar hayatın dinamizmidir. Bu zıt­
lıkların hepsi aynı zamanda birer tez-antitezdir. Tez ve
anti-tez de sentezi meydana getirir. O halde tabiattaki
zıtlıklar, hayatın muharrik gücü, gelişmenin ve değişme­
nin ilk sebebidir. Tarih ve uygarlık da bu ilk sebepten
doğmuştur. Dikkat edilirse tarih, daima bu zıtlıklar üze­
rine kurulmuş, bu zıtlıklar neticesinde gelişmiştir. Her
yerde her zaman her şey bulunsaydı, insanlar ve bölgeler
arasında eşitsizlik olmasaydı, tarih ve medeniyet de ol­
mazdı. Yani tarihin ve medeniyetin oluşmasının teme­
linde zıtlıklar, başka bir ifade ile yetersizlikler bulunmak­
tadır. Bu yetersizlikler, coğrafi ve beşeri yetersizliklerdir.
Zira coğrafya farklıdır, insan iradi ve fiziki kabiliyetleri
bakımından farklıdır, yetersizdir. İşte bütün gelişmelerin
temeli bu yetersizlikler/zıtlıklardır.
Mesela; bilindiği gibi elektrik devresinde ( +) ve ( - )
kutuplar vardır. Devre tamamlanmadan ısı, ışık veya güç
elde etmek mümkün değildir. Ancak ( +) ve (-) kutupla­
rın birleşmesi ile devre tamamlanır ve bir güç ortaya
çıkar. ( +) ve ( - ) yani erkek ile dişinin birleşmesinden
yeni bir yavru doğar. Tabiattaki bu iki zıt unsurun bir­
leşmesi gibi, cemiyet hayatındaki zıtlıklar da tarihi olay-
1 31
TARiH FELSEFESİ

�\�
lan meydana getirmektedir. Mesela, Orta Çağ' da Avru­
pa'nın siyasi ve özellikle de iktisadi bakımdan içinde
bulunduğu olumsuz durum, Doğu' da Müslümanların
Kudüs'ü almaları ile birleşince, yani ( +) ve ( ) kutuplar
-

kapanıp devre tamamlanınca Haçlı Seferleri ortaya çık­


mıştır. Yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse; 1 9.
yüzyılın ortalarında Avrupa'nın sanayileşen devletlerinin
sömürge alanlarını ellerinde tutmak için sermayelerini
ve teknolojilerini ihraç etme ihtiyacı ile Osmanlı Devle­
ti'nin ideali haline gelen mamuriyet/bayındır olma ihti­
yacı ve arzusu ile birleşince, ilk borçlanma meydana gel­
di. Avrupalılar zorla bizi borçlandırmadıkları gibi, biz de
sırf bir fantazi uğruna borç almadık. Bizim kalkınma
ihtiyacımız, Batının sermayesini ihraç etmek suretiyle
nüfuz alanlarını tahkim ihtiyacı olmasaydı borçlandırma,
banka şubelerinin kurulması, demiryolu, havagazı, vapur
işletmeleri gibi teknoloji ihracı yapılmazdı.
Bitki ve hayvanlara yapılan aşılarla nasıl yeni bir ırk
elde ediliyorsa, insanların da birbirleriyle karışmaları
sonucu melez ırklar meydana gelmektedir. Bugün insan
ırkının uğradığı değişim tabiat kanununun bir sonucu­
dur. Irklar arasındaki bu değişim tabii olarak kültürel
değişimi de beraberinde getirmiştir. Farklı coğrafyalar­
daki hayvan ırkları nasıl yaşadıkları coğrafyanın özellik­
lerine göre karakteristik özellikler alıyorsa, farklı coğraf­
yalarda yaşayan insan ırkları da farklılık göstermektedir.
Asya, Kuzey Avrupa, Akdeniz ve Afrika ırklarında oldu­
ğu gibi.
Bütün canlılar aynı hayat tarzına sahip olan kendi
kolonileri ile birlikte yaşarlar. Meşhur atasözümüzde
dile getirildiği gibi; "her kuş kendi zümresi ile uçar." Her
canlı kolonisi, üzerinde yaşadığı coğrafyanın özellikleri­
ne göre bir hayat tarzına sahiptir. Bir coğrafyadaki bitki
1 32
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.fa;,
veya hayvan türlerinin başka bir coğrafyada veya başka
bir bitki ve hayvan kolonisi içinde varlığını sürdürmesi
mümkün değildir.
Beşeri hayatta da bu böyledir. Aynı kökten gelen,
aynı dili konuşan, aynı dine inanan, kısaca aynı hayat
tarzını benimseyen insan toplulukları da kendi kolonile­
rini oluştururlar. Bu koloni, çekirdek aileden başlamak
üzere, boy, kabile ve millet çizgisi ile geniş bir halka
meydana getirir, kendine has bir hayat tarzı belirler. Söz
konusu koloni büyüdükçe bölünür ve aynı karakterde
yeni koloniler oluşturur.
Bu olgu, bütün milletlerin hayatında süregelen bir
olgudur. Milletleşmenin temelinde bu tabiat kanununun
olduğunu söylersek, mübalağa yapmış sayılmayız. Milli
devletlerin sınırları, tarihi süreçte bu olgu ile belirlen­
miştir. Tabiatta da olduğu gibi, her bitki veya hayvan
kolonisinin kesin sınırlarını belirlemek mümkün olma­
dığı gibi, cemiyet hayatında da her insan kolonisinin
kesin sınırlarını belirlemek mümkün olmayabilir. Tari­
hin şartları gereği çizilen sınırlarda birbirlerinin koloni­
lerine ait halklar (azınlıklar) bulunabilir. Ama her şeye
rağmen temelde milli devletlerin sınırlarını bu tabii olgu
çizmiştir.
İnsanın kendi hayat tarzını sürdürebileceği bir or­
tamda yaşaması mecburiyet ve arzusu, göç olgusunda da
açık bir şekilde görülmektedir. Tarihte meydana gelen
göçlerde bunun örnekleri olduğu gibi, günümüzde daha
bariz bir şekilde devam etmektedir. Mesela İstanbul,
Ankara, Adana gibi göç alan büyük illerimizde olduğu
gibi, Anadolu'nun herhangi bir yöresinden göç eden bir
aile büyük çoğunlukla yakın akraba ve hemşehrilerinin
bulundukları mahallelere yerleşmektedir. Keza Avrupa
veya daha başka ülkelere giden vatandaşlarımız da tabii
1 33
TARİ H FELSEFESİ

olarak Türk vatandaşlarının yoğun olarak bulundukları


yerlere yerleşmeyi tercih etmektedirler. Aynı şekilde
ülkemize veya dünyanın başka bölgelerine yerleşen ya­
bancılar da kendi yurttaşlarının veya aynı kültürü be­
nimseyen insanların yoğun olarak bulundukları yörelere
yerleşmektedirler. Mesela, ABD' de Çinliler, Kübalılar,
İrlandalılar, Meksikalılar, Sicilyalılar, Müslümanlar,
Zenciler kendi kolonilerinde yaşamayı tercih ederler.
Çünkü bu unsurlar diğer kolonilerin içinde yaşayamaz­
lar, onlar da yabancı kabul ettikleri unsurları kendi içle­
rinde barındırmazlar. Netice itibariyle tabiattaki koloni
düzeni beşeri hayatta da aynı şekilde varlığını sürdür­
mektedir.
Tabiat boşluk ve tesadüf kabul etmez. Tabiatta
herhangi bir yörede herhangi bir şekilde bir boşluk
meydana geldiği zaman, mutlaka başka unsurlar tarafın­
dan doldurulur. Cemiyet de boşluk kabul etmez. Cemi­
yette de boşluk olduğu zaman (devlet otoritesinde)
başka güçler o boşluğu doldurur. Devletin meşru otori­
tesinin olmadığı veya zaafa uğradığı yerlerde ve zaman­
larda yetkili olmayan gayrimeşru güçler o boşluğu dol­
durur, bir güç haline gelir. İşte tarihteki feodalleşme bu
şekilde ortaya çıkmıştır. Merkezi otoriteler, yeterli ikti­
sadi ve siyasi güç unsurlarına sahip olmadıkları, meşru
devlet iradesinin yapması gerekenleri yeterince ve za­
manında yapamadığı için bir boşluk meydana gelmiş ve
boşluk mahalli güçler tarafından doldurulmuş ve feodal­
leşme süreci başlamıştır. Elbette feodalizmin burada
izah edilemeyecek kadar geniş sebepleri vardır ama her
halükarda feodalizm, merkezi otoritelerin iktisadi ve
siyasi zaafından doğmuştur. İktisadi, siyasi, dini alanlar­
da meydana gelen bir boşluk1 eksiklik1 zaa� ilgisizlik,
hemen başka unsurların bu alanlara hakim olmasına
1 36
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�� ..

fetün li'l-havadis (zati) olan sıfat-ı kelamiye ile rahman,


halik, rezzak, hakim, rabb, mukdi, aziz, gaffar, cebbar,
tevvab, hak sıfatlarından ibaret olan sıfat-ı selbiye'den
ibarettir.
Ele alınacak herhangi bir konuda bu bütünlüğün
nazar-ı itibara alınması icap etmektedir. Dikkat edilirse
bütün sıfatlar birbirine bağlı olup mutlak kudreti ifade
etmektedir.
Gerçekten de kaza-kader konusundaki farklı yo­
rumlar, Allah'ın ilim ve kudret sıfatları ile ilgilidir. Bilin­
diği gibi, gelecekte kulun ne yapacağının takdir edilmesi
kader, zamanı gelince de onun tecelli etmesine kaza
denir. O halde gelecekte kulun fiillerinin yani kaderinin
külli irade/All ah tarafından tespiti (kader), Allah'ın
keyfi iradesinin bir sonucu değil, kulun cüz'i iradesini ne
şekilde kullanacağının Allah tarafından bilinmesinden ve
ona göre takdir etmesinden ibarettir. Başka bir ifade ile
külli iradenin cüz'i iradeye tahakkümü yoktur. Külli
irade ile cüz'i irade arasındaki ilişki, öncelikle Allah'ın
cüz'i iradeyi bilmesine dayanır. Ondan sonra cüz'i ira­
denin dilemesi doğrultusunda bir takdir belirler. Zira
Allah'ın ilmi, ezeli ve ebedi olup, kudreti sonsuzdur. Öte
yandan rahman, rahim, gaffar, adil gibi sıfatlarını da na­
zar-ı itibara alırsak, ortada şüpheye veya farklı yorumlara
mahal kalmayacaktır.
Esasen kader, bugüne kadar söylenenlerin tersine
"ölçü" demektir. Kur'an' da 1 1 yerde geçen Kader keli­
mesi tamamıyla "ölçü" anlamında kullanılmıştır. "Allah,
her şeyi belli bir ölçü içinde indirmektedir" (Hicr 2 1 ), "gök­
ten su, ölçüyle iner" (Mu'minun 1 8, Zuhruf 1 1 ), "inen
suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir"
(Ra' d 17), "topraktan pınarların fışkırması, fışkıran sula­
rın birleşmeleri yine belli bir ölçüye göredir" (Kamer 12).
1 37
TARİ H FELSEFESİ

�.�

Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri


kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze
konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin
belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta rastlantının
bulunmadığını göstermektedir. Kur' an, kader kavramıy­
la "sünnetullah" denen tabiat kanunlarını kastetmekte­
dir23.
Bu durumda kul, fiillerinin faili ve tabii olarak da
mes'ulüdür. Allah'ın kulun fiillerine keyfi bir müdahalesi
yoktur. Kulun kaderini takdir ve tayin etmesi, kulun
iradesini nasıl kullanacağının bilinmesinden ibarettir.
Tarihi meydana getiren insan olduğuna göre, insan­
lığın, tarihin bir kader ve kazası düşünülebilir mi? Kısa­
cası tarihte ilahi tecellinin, külli iradenin bir müdahalesi
var mıdır? Yukarıdan beri konuyu insan ölçeğinde ele
aldık ve gördük ki, külli iradenin cüz'i iradeye bir müda­
halesi bulunmamaktadır. O halde insanlığın tarih ve
medeniyeti oluşturmasında da külli iradenin bir müda­
halesi mevcut değildir. Yani tarih ve medeniyet insan ese­
ridir. Bütün beşeri olaylar (tarih), külli irade dairesi
içinde cereyan etmektedir ama külli iradenin bu olaylara
doğrudan ve keyfi bir müdahalesi yoktur.
O halde tarih ve medeniyet, insan eseridir. Beşeri
hadiselerin faili de, mes'ulü de insandır. Tarihte meyda­
na gelen başarılar-yenilgiler, üzücü olaylar, işgaller, yı­
kımlar, savaşlar, medeni gelişmeler hep insan eseridir.
Eğer üzücü bir olay olmuşsa, bu dahi insan eseridir. O
akıbeti (kötü yönetimi, zulmü, yerinde ve yeterli tedbir­
leri almayan) hazırlayan gene insandır, bunun böyle
olacağını bilen Allah'tır. Buna göre kader takdir eden de
Allah'tır. Allah'ın bu takdiri, sonsuz bilgisi sayesindedir.

23
Yaşar Nuri Öztürk, "Kader Alın Yazısı mı, Tabiat Kanunları mı?"
Hürriyet Gazetesi, 5 Şubat 2009.
1 38
MUSTAFA ÖZTÜRK

�V?,

Yaşar Nuri Öztürk, bu konuyu bir satranç oyununa ben­


zetmektedir. 'Kader diye anılan tabiat kanunları, satran­
cın nasıl oynanacağına ilişkin kurallara benzer. Bu kuralla­
rı yaratıcı koyar. Bize düşen, bu kuralları değiştirmek değil,
satrancı onlara uygun oynayarak kazanmaktır. Allah,
satrancın galip ve mağlubunu önceden belirlemez, ilan
etmez. Ama Allah, sonsuz bilgisiyle satrancın galip ve mağ­
lubunu ilk bakışında anlar, bilir. Beceriksiz oynayanın
yenilgisinin sebebi, Allah'ın onu önceden bilmesi değildir,
kendisinin yanlış oynamasıdır24•
Roma'nın yıkılmasında Allah'ın doğrudan bir mü­
dahalesi yoktur. Roma, gayritabii olan idare tarzını be­
nimsedi ve bilinen akıbete uğradı. Girişte zikredilen
ayetlerde görüldüğü gibi, tarihte ne kadar iyi veya kötü
akıbet varsa, hepsi insanın eseridir. İnsanlar kendi kendi­
lerine zulmetmişler, yoksa Allah onlara zulmedici değil­
dir. Nitekim bu konuda Kur'an-ı Kerim' de, "başınıza her
ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine
de çoğunu affeder"25 buyrularak, insan olarak bütün yap­
tıklarımızın bize ait olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir.
Gene insanın tabiatı tahribinin ve bunun kötü sonuçla­
rının da bize ait, bizim yapıp-etmelerimizin bir sonucu
olduğu başka bir ayette şöyle açıklanmaktadır: "İnsanla­
rın kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma­
fesat ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının
bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır."26 Görülüyor ki,
dünyada insanın yapıp-ettikleri ve iyi veya kötü sonuçla­
rı tamamıyla insana aittir. Günümüz çevre sorunlarının
sorumlusu insandır ve bunun sonuçlarının bir kısmını
görecek olan da gene insandır.

24
Yaşar Nuri Öztürk, agm.
25 Şura Suresi/30
26 Rum Suresi/41
1 39
TARiH FELSEFESi

�./,g;,

Bu noktada şunu söyleyebiliriz: Külli daire dahilin­


deki her şey sünnetullah'a (Allah'ın insanları idare ka­
nunlarına1 tabiat kanunlarına) uygundur. İlahi ve tabii
kanunlara uyulduğu müddetçe1 sünnetullaha uygundur.
Cüz'i iradeyi kullanarak1 yeme içme usul ve adabı1 gün­
lük yaşayışta benimsediğimiz kurallar1 yaptığımız evler1
hayatı kolaylaştıran teknik araç gereçlerin keşfı1 imali1
cemiyet halinde yaşamanın bir kuralı olarak yaptığımız
kanunlar1 yönetmelikler1 askerlik ve vergi usulleri1 eğitim
öğretim usullerij ilh. hepsi sünnetullaha uygundur. Bü­
tün bu tasarruflar1 Allah'ın insanlara bahşettiği cüz'i
irade dahilindedir. İnsanlar yaptıkları fiillerin failidirler
ve aynı zamanda sonuçlarından da sorumludurlar. Bun­
ların insanlar tarafından yapılması, kendi kendilerini idare
etme hususunda Allah'ın insanlara bahşettiği bir yetkidir.
Öyleyse insanların kendi kendilerini idare hususundaki
tasarrufları, kanun, yönetmelik, düzenleme, ör.fi adet vb.
sünnetullaha, Allah'ın yaratma kanunlarına uygundur.
O halde tabii yaşayış tarzını dini veya dindışı diye
taksim etmek yersiz ve yanlıştır. Allah'ın bize bahşettiği
iradeye dayanarak yaptığımız her şey1 şer'i1 yani ilahidir.
İrademizi doğru kullanmamanın sonuçları bize aittir. Bu
noktada zulüm1 kötü yönetim1 başarısızlık ve eksiklikle­
rimizi1 beceriksizliklerimizi Allah'a mal etmek veya onun
bir gazabı olarak değerlendirmek de yersizdir. İyi-kötü1
doğru-yanlış1 başarılı-başarısız1 adil-adil olmayan her şey
insana aittir1 tabii olarak başarısızlıklardan da insan so­
rumludur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TARİHİN UMUMİ KANUNLARI

Tarih ve medeniyetin gelişmesi dikkatle takip edil­


diğinde1 bu gelişmelerin gerçekten de bazı umumi ka­
nunlara dayandığı1 bu kanunların tarih ve medeniyeti
şekillendirdiği görülecektir. Tarihin aslına1 niteliğine ve
niceliğine vakıf olmak için tarihi meydana getiren
umumi kanunların bilinmesi çok önemlidir. Eğer tarihin
bu genel geçer kanunları bilinirse1 tarih daha iyi tanınmış
olur ve geleceğe yönelik tespitler yapmak kolaylaşır. İşte
ancak bu suretle tarihten daha iyi faydalanmış oluruz.
Esasen bu husus fiziğin de temel kanunudur. Fizik­
te1 bir sistemin yani maddenin durumu biliniyorsa1 onun
bütün fiziksel özellikleri ve hareketleri de bilinebilir.
Mevcut fiziki olay biliniyorsa1 gelecekteki fonksiyonları
da bilinir. Ay ve güneşin hareketleri1 mevcut durumu
bilindiği için1 ne zaman ay veya güneşin hangi düzlemde
tutulacağı bilinmektedir. Mevcut durumu bilindiği için1
uzaya gönderilen bir aracın ne zaman Ay veya Mars' a
ineceği bilinmektedir1•

Namık Kemal Pak, "Kuantum Teorisi ve Kuantum Düşünme


Tarzı", Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü, Fen
ve Fizik Eğitimi Sempozyumu münasebetiyle verdiği konferans. (21
1 42
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

Bunun gibiJ tarihin mevcut durumunun yani geç­


mişin temel kanunlarının bilinmesi) gelecekte neler ola­
bileceğini tespit etmek için şarttır. Eğer tarihin mevcu­
dunu yani temel kanunlarını tespit edebilirsek, gelecekte
de neler olabileceğini nispi de olsa tespit edebiliriz.
Ancak tarihin kanunları, fizik kanunları gibi maddi
olmadığı için sonuçları da matematiksel değildir. Tari­
hin asli unsuru sürekli bir değişim içinde olan insan ol­
duğu için, tarihte sabit bir durum tespit etmek çok güç­
tür. Tarihte, fizikte olduğu gibi sabitlik yoktur, değişken­
lik/ seyyallik vardır. Öyleyse toplumları meydana getiren
ve umumi değişimin ana kanunlarını tespite ihtiyaç var­
dır. Bu genel kanunların tespiti ile kesin olmayan tarihin
umumi kanunlarını tespit etmiş oluruz. İnsanın temel
davranış özellikleri ve ihtiyaçları, eğilimlerinin tespiti ile
tarihin mevcut durumu en azından ana ilkeleriyle tespit
edilebilir. Bu ilkelere tarihin ana kanunları, mevcut du­
rumu demek mümkündür. Bu kanunlar, herkese, yer ve
zamana, sosyal statüye göre değişen kanunlar değil, bü­
tün zamanlarda her yerde, her zaman ve herkes için ge­
nel geçer kanunlar olmalıdır. Çünkü aynı kanunlara veya
mecburiyetlere bağlılık, ortak davranış özelliklerini ve
yaşamayı, ortak müesseseler meydana getirmeyi mecbur
kılar. Bu suretle tarihin mevcut durumunu tespit etmiş
oluruz.
Her tarihi olayın, farklı sebepleri olabilir. Ama bü­
tün bu farklı görünen sebeplerin dayandıkları temel/ asli,
her yerde, her zaman geçerli olan bazı sebepleri vardır
ki, biz bunlara Tarihin Umumi Kanunları diyoruz. Bu

Kasım 2008), Elazığ 2008. Bu çalışmamızın birinci baskısında da


tarihin ana kanunlarını aşağıda görüldüğü şekilde tespit etmiştik.
Sayın Pak'ın fizikteki bu tespiti, bu kanunun tarihe de uyarlanması
için cesaret verici olmuştur.
1 43
TARiH FELSEFESİ

�v�
kanunlar bütün zamanları kapsar. Her yerde her zaman
geçerli olan kanunlardır. Bu kanunlar zaman, mekan, cin­
siyet sosyal statüye ve kültüre göre değişmez. Farklı coğraf­
yalardaki gelişmelerin farklı sebepleri, bu ana kanunla­
rın, kendi şartları içinde farklı tezahürlerinden başka bir
şey değildir. Biz bu umumi kanunları aşağıdaki şemada
(Bkz. Şekil 2) görüldüğü gibi tasnif ettik.

Şekil 2 : Tarihin Umumi Kanunları

Coğrafya Ruhi/Fıtri Kanunlar (Din)

İnsanın Bedeni /Fıtri Kanunları

a. Karnını Doyurma/iaşe
b. Korunma İçgüdüsü/Güvenliğini Sağlama
c. Neslini Devam Ettirme İçgüdüsü

Şemada görüldüğü gibi, söz konusu umumi kanun­


ları, önce üç ana esasa ayırdık. Bu kanunların tam orta­
sında, temelinde insan vardır. O halde tarihin umumi
kanunlarının esası insanın bizatihi kendisidir. Zaten
tarihin kaynağı ve hedefi de insandır. Gerçekte bütün
bilimlerin hedefi insan olmakla beraber, kaynakları (top­
rak, hayvan varlığı, madenler, fizik çevre vd.) farklıdır.
Ama beşeri bilimlerin hem kaynağı hem de hedefi in­
sandır. İnsanın fıtratından (yaratılış) gelen üç temel
içgüdüsü tarih ve medeniyetin gelişmesinin temelini
teşkil etmektedir. Bunlar insanın;
a. karnını doyurması,

b. can güvenliğini sağlaması ve


c. neslini devam ettirmesi içgüdüleridir.
1 44
MUSTAFA ÖZTÜRK

�vz..

Bu temel içgüdüler, bir coğrafyada geçmekte, üze­


rinde yaşanılan coğrafyaya göre gelişmekte ve inanılan
din ile şekillenmektedir. Tarihte dünyanın neresinde,
hangi dönem ve kültürde olursa olsun, tarihi şekillendi­
ren, medeniyetin gelişmesini sağlayan unsurlar / kanun­
lar, bu üç temel kanundur. Bu unsurlar, tarihi meydana
getiren değişmez kanunlardır. Bölgeler veya kültürler
arasında görülen farklılıklar, esasa müteallik olmayıp
coğrafi ve dini özelliklerin neticesinde görülen farklılık­
lardır.
Bu ana kanunlar tarihi oluşturan, temelinde tarihin
inşa edildiği ana kanunlardır. Aynı zamanda tarihin sey­
rinin umumi kanunlarıdır. Bu umumi kanunlar, aynı
zamanda insanın doğuştan edindiği tabii hakla rdır. Eski
ve yeni bütün medeniyetlerde tabii haklar; can, mal, ırz
ve namus güvenliği olarak belirlenmiştir. Yani zikredilen
temel/tabii haklar, hem tarihin inşa edildiği kanunlar,
hem de tarihin seyrinin esasını teşkil eden kanunlardır.
Tarihte gelmiş geçmiş bütün din veya felsefi görüşlerin,
siyasi nizamların tamamı, bu hakların sağlanması, ko­
runması veya daha iyi olması için gayret sarf etmiş, ka­
nunlar vazetmiş ve fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu izahlar­
dan anlaşılacağı gibi, bu tabii kanunlar/haklar ilk defa
1 8. yüzyılda Montesqiue ile başlamamış, tam tersine
temelleri insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmış, ondan
önce de hemen bütün din ve felsefi görüşler, bu konuda
görüşler ileri sürmüşler ve kanunlar vazetmişlerdir2•

Mesela İslamiyeti ele alalım. İslamiyet de bu tabii hakların korun­


masına büyük önem vermiştir. Bu tabii haklar, Kul Hakkı olarak gö­
rülmüş ve en üst derecede muazzez olarak kabul edilmiştir. Nite­
kim İslamiyette dünyevi ceza tertip edilen yegane suçlar, can, mal,
ırz ve namusa karşı işlenmiş suçlardır. Haksız yere adam öldürme­
nin, mala/ rızka karşı taarruzda bulunmanın yani hırsızlık, haramilik
yapmanın ve başkasının ırzına tecavüz etmenin, zina yapmanın
dünyevi cezası açıkça belirtilmiştir. Kur'an-ı Kerim' de dünyevi ce-
1 45
TARiH FELSEFESİ

�fg;,

İnsanın yaratılışında var olan bu temel özellikler, insanın


insanca yaşaması için bütün dönemlerde vazgeçilmez
olan özelliklerdir. İnsanın bu fıtri özellikleri temel hak ve
hürriyetlerinin esasını oluşturmaktadır. Genel olarak bu
haklara Tabii Haklar denir. Tabii haklara gene fıtrattan
gelen din ve vicdan hürriyetini de eklemek yerinde ola­
caktır. Bu durumda Tabii Haklar; can1 mal1 ırz-namus
güvenliği ile din ve vicdan hürriyeti olarak şekillenmekte­
dir.
Burada tartışılması, bizi konudan uzaklaştıracaktır
ama şu kadarını ifade edelim ki, hürriyet kavramı da bu
temel hakların kullanılması irade ve kabiliyetidir. İnsan,
bu fıtri temel haklarını kullandığı-kullanabildiği oranda
hürdür ve insan hür olduğu müddetçe mutludur. İnsanın
huzur ve mutluluğu, hürriyetini kullanmasına, o da tabii
haklara sahip olmasına bağlıdır. O halde tarih boyunca
bugüne kadar halledilemeyen hürriyet meselesi, aynı
zamanda temel hakların kullanılması meselesidir. Bu
temel hakların şahıs ölçeğinde kullanma iradesine sahip
olunması şahsi hürriyetin, cemiyet-devlet ölçeğinde (ya­
şanan toplumun ulusal güvenliği, iktisadi vaziyeti, refah
seviyesinin yükseltilmesi, ırz ve namus güvenliği içinde
olunması, herkesin din ve vicdanında hür olması) kulla­
nılması milli egemenliği/bağımsızlığın esasını meydana
getirir. Görülüyor ki, temel hakların kullanılması sadece
şahıs ile sınırlı kalmamakta, devletlerin de milli bağım­
sızlığının esasını teşkil etmektedir. Zira klasik veya mo­
dern olsun bütün devletlerin tarih boyunca en önemli

zası açık olarak belirtilen suçlar, Kul hakkına karşı işlenmiş suçlar­
dır. Ama Allah'ın emir ve yasaklarına karşı yapılan suçların veya
ihmallerin dünyevi ve fiili cezası belirtilmemiş, mesela namaz kıl­
mamanın, oruç tutmamanın, hacca gitmemenin, zekat vermemenin
dünyevi ve fiili cezaları tertip edilmemiş, bunların cezalan ahirete
havale edilmiştir.
1 46
MUSTAFA ÖZTÜRK

,&\!g;,

görevleri1 dış tehditlere karşı halklarının can1 mal ile ırz


ve namus güvenliklerini1 içeride de mümkün olduğu
kadar tabii haklarını sağlamak olmuştur. Bu temel pren­
siplere bağlı olan siyasi teşekküller varlıklarını uzun süre
devam ettirmişler1 aksine politikalar izleyen, halkının
can, mal, ırz ve namus güvenliğini sağlayamayan devlet­
ler varlıklarını sürdürememişlerdir.
Tarih dikkatle incelendiğinde1 bütün tarihi olayla­
rın, savaş ve barışların, işgal ve göçlerin, cezai-medeni
kanuni düzenlemelerin tamamının bu temel hak ve hür­
riyetlerin verilip verilmemesine1 ne kadar ne şekilde
verileceğine, bu hakların ihlali karşısında tertip edilecek
cezaların usulüne göre şekillendiği görülecektir. Klasik
veya çağdaş bütün siyasi otoritelerin/ devletlerin en çok
uğraştıkları ve çözmek istedikleri meseleler1 bu temel
hakların verilmesi ve kullanılması meseleleridir. Öyle ki,
bu temel haklar1 günümüzde bütün çağdaş anayasaların
vazgeçilmez ilkeleri haline gelmiştir. ülkelerin me­
deniliğinin en önemli göstergesi1 bu tabii hakların yerine
getirilebilmesiyle doğru orantılıdır. Görüldüğü üzere,
tarihin umumi kanunları1 bugün de medeniyetin asli
unsurlarını teşkil etmektedir. İnsanın karakteri değişme­
yeceğine göre, gelecekte de temel haklar yani tarihin
umumi kanunları1 geleceği şekillendirmeye devam ede­
cektir.
Bu kanunlara uyulduğu yani, insanların iaşesinin
temin edildiği, ülke kaynaklarının adil bir şekilde payla­
şıldığı, günümüz tabiriyle iktisadi hayatın istikrarlı oldu­
ğu, insanların can, mal, ırz ve namus güvenliklerinin
bulunduğu, halkın din ve vicdan hürriyetinin sağlandığı
zamanlarda, barış ve huzur olur, bunu sağlayan siyasi
otoriteler varlıklarını sürdürebilirler, bunu sağlayan yö­
neticiler başarılı olurlar. Aksi halde1 insanlar arasında
1 47
TARiH FELSEFESi

�fg,
eşitsizlik, kaynakların adil bir şekilde paylaşılmaması,
insanların can, mal, ırz ve namuslarından emin olmama­
ları, din ve vicdan üzerinde baskı yapılması halinde mev­
cut siyasi otoritenin varlığını sürdürmesi mümkün de­
ğildir. Tarihin özünü, zikrettiğimiz esaslar belirlemekte
ve herhalde tarihin ders alınması gereken en önemli
yanını oluşturmaktadır. Zira tarih bir bütün olarak ince­
lendiği zaman, hiç yıkılmayacak gibi görünen büyük
imparatorlukların hep bu yüzden dağıldığı, yıkıldığı gö­
rülecektir. Gerek klasik, gerekse çağdaş devletler için bu
kanurılar daima geçerli olmuş ve olacaktır. Şimdi bu
umumi kanunları daha yakından inceleyelim.

1. Coğrafya

1. Coğrafya-Tarih Münasebetleri
İnsanın bir coğrafyada yaşadığı, tabiatın bir parçası
olduğunu belirtmiştik. Coğrafyanın tarih üzerinde etkili
olduğu öteden beri söylenir ama bu etkilerin neler oldu­
ğu, nasıl olduğu üzerinde fazla durulmaz. Biz konuyu
biraz daha etraflı bir şekilde incelemeye çalışacağız.
Coğrafyamız, dünyamızdır. Dünyaya genel olarak
bakıldığında, klasik bilgilerimizi hatırlamak yerinde ola­
caktır. Dünyanın yaklaşık olarak ı)ı ü kara ve % ü sudur.
Karaların büyük bir kısmı kuzey yarım kürededir. Kuzey
Amerika, Avrupa, Asya'nın hemen tamamı, Afrika'nın
kuzey bölümü hep kuzey yarım kürededir. Güney yarım
kürede ise Orta Afrika ve Orta Amerika'nın güneyi ile
Avustralya ve Pasifik Adaları bulunmaktadır. Diğer kı­
sımların hepsi sudur. Üstelik güney yarım küredeki kara­
ların büyük bir bölümü, gelişmeye fırsat vermeyen tro­
pik iklim kuşağındadır. Kuzey yarım küre, karaların bü­
yük bir kısmının bulunmasının yanı sıra yaşamaya ve
1 48
MUSTAFA ÖZTÜ RK

��

gelişmeye en müsait bölgedir. Dünya nüfusunun büyük


bir kısmı da tabii olarak kuzey yarım kürededir. Tarihin
asli unsuru insan olduğuna ve nüfusun büyük kısmının
kuzey yarım kürede olduğuna göre, dünya tarihine yön
veren büyük gelişmelerin de kuzey yarım kürede olması
tabiidir.
Kuzey yarım küreyi de kendi içinde taksim etmek
yerinde olacaktır. Zira her coğrafi bölge aynı özellikte
değildir. Dünyada büyük güçlerin yükseldiği, büyük
medeniyetlerin kurulduğu coğrafyalar vardır. Tarih ve
medeniyetin geliştiği, büyük gelişmelerin (yazının icadı,
tekerlek, ilk ziraat, ilk devletler, büyük imparatorluklar,
kanunlar, semavi dinler, ihtilaller, keşifler ve nihayet iki
dünya savaşı) meydana geldiği bölge, kuzey yarım küre­
nin orta kuşak denen 15-60. paralelleri arasıdır. Tarih ve
medeniyet orta kuşakta gelişmiştir. Bu kuşak doğudan
başlayarakJaponya, Kore, bütün Orta Asya, Çin, Türkis­
tan, Hindistan, İran, bütün Orta Doğu, Akdeniz havzası,
Avrupa ve Kanada'nın kuzey bölgeleri hariç tutularak
Orta Amerika'ya kadar olan kuşaktır. Geçmişte tarih
burada yoğrulup geliştiği gibi, günümüzde ve gelecekte
de gene tarihin merkezi burası olacaktır. Tarih ve mede­
niyetin, yükseliş ve çöküşlerin merkezi bu kuşaktır. O halde
geleceğin tarihi de gene bu kuşakta geçecektir. Tarihin
mihverinin başka bölgelere kayacağını düşünmek yer­
sizdir.
Daha yakın plandan bakıldığında, coğrafyanın fark­
lılık gösterdiği görülecektir. Coğrafya her yerde, her
zaman aynı özellikte ve cömertlikte değildir. Bu coğrafi
farklılıklar veya yetersizlikler yüzey şekilleri, bitki örtüsü,
hayvan varlığı, ısı, yağış, nem, yeraltı ve yerüstü zengin­
likleri şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla üretim çeşit ve
miktarı, oranı da farklı olacaktır. Coğrafya farklıdır, her
1 49
TARİH FELSEFESi

yerde her zaman aynı özellik ve verimlilikte değildir, ama


insanların ihtiyaçları her yerde her zaman aynıdır ve sürek­
lidir. İşte bu yüzden insanoğlu ilk günden itibaren coğ­
rafya-tabiat ile mücadele etmiş, üretim, nakliye, ulaştır­
ma, iletişim alanlarında pek çok teknikler geliştirmiş, öte
yandan aynı coğrafi yetersizliklerden dolayı coğrafyalar
arasında göçler, savaşlar, işgaller meydana gelmiştir.
Eğer coğrafi farklıklar olmasaydı, her şey, her yerde her
zaman yeterli miktarda ve oranda bulunsaydı, tabiatla
mücadele, üretim tekniklerinde, ulaşım ve haberleşmede
gelişme, kısacası medeniyet meydana gelmez, hayat
durağan olurdu. Coğrafyanın farklı yaratılmasındaki
hikmet budur. O halde tarih ve medeniyetin gelişmesinin
ilk sebebi bu coğrafi farklıklar veya yetersizliklerdir.
İşte bu coğrafi farklılıklardan/yetersizliklerden, her
şeyin her yerde yeterli miktarda ve oranda bulunmama­
sından dolayı tarihte ilk mübadele/ değiş-tokuş yani
ticaret doğmuştur. Demek ki, coğrafi farklılık ve yetersiz­
liklerin ilk sonucu mübadele olmuştur. Avcılık dönemin­
den başlayarak ilk göçler de gene coğrafi yetersizlikler­
den kaynaklanmıştır. Nüfus hareketleri, savaşlar, istilalar
hep bu coğrafi farklılıklardan-yetersizliklerden doğmuş­
tur.
Bu haliyle coğrafyanın, insan ve cemiyetin yapısı,
karakteri ve tekamülü üzerinde etkisi vardır. Coğrafya­
nın insanın yapısı ve karakteri; mizacı üzerinde tesirli
olduğunu ilk defa tespit eden İbni Haldun' dur3• Gerçek­
ten de coğrafya insanın yapısı, mizacı ve cemiyetlerin
tekamülü üzerinde etkilidir. Çünkü nihayet insan da bu
tabiatın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Tabiat-

İbni Haldun'un tarih ve medeniyet hakkındaki görüşleri için meş­


hur eseri Mukaddime'ye müracaat edilebilir. İbni Haldun; Mukad­
dime ! -III, ( Çev. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul 1954.
1 50
M U STAFA ÖZTÜRK

��

taki her canlı1 yaşadığı fizik çevrenin karakterine uygun


olarak yaratılmıştır veya her canlı ve bitki türü üzerinde
yaşadığı coğrafyaya uyum sağlar1 onunla bütünleşir.
Soğuk iklimdeki hayvan türleri ile çöl veya tropik iklim­
deki hayvan türleri birbirinden farklıdır. Aynı şekilde
bitki örtüsü de farklıdır. Bütün bunların bir tesadüf ol­
duğu söylenemez. Bugünkü bilgilerimizle hikmetini ve
faydalarını kavrayamayacağımız bir düzendir.
Bunun gibi insanlar da farklı coğrafyaların özellikle­
rine uygun olarak yaratılmışlardır. Veya insan da üzerin­
de yaşadığı coğrafyanın özelliklerine uygun fiziki özellik­
ler kazanmıştır. Bu karakteristik farklılıklar1 o insanların
ırki özelliklerini oluşturur. Demek ki coğrafya insanın
ırklara ayrılmasının ilk sebebidir.
Coğrafya1 iktisadi gelişmenin ve farklılığın da ilk sebe­
bidir. Coğrafi farklılıklar veya yetersizlikler1 bölgeler
arasındaki gelişmişlik düzeyini ve iktisadi hayat şartlarını
belirler. Bundan dolayı bölgeler arasında iktisadi hayat
tarzı da farklılık arz eder. Dünyanın bir bölgesinde göçe­
be kültür hüküm sürerken1 bir bölgede denizciliğe veya
balıkçılığa1 bunların yan sanayilerine dayalı bir iktisadi
yapı hüküm sürmektedir. Tabiatıyla bu durum1 cemiyet­
lerin arzu ve isteklerinin1 ihtiyaçlarının ve hatta mutfak
kültürlerinin farklı olması sonucunu doğurmuştur ki1 bu
da cemiyetleri birbirlerinden ayıran en önemli bir kültür
unsurudur. Tropik iklimde hububat üretimi olmadığı
için1 hububata dayalı beslenme alışkanlıkları ve kültürü
yoktur. Yiyeceklerin kışın tüketilmesi amacıyla dondu­
rularak1 tuzlanarak veya kurutularak saklanması geleneği
yoktur. Bu gelenekler ancak orta kuşakta ve soğuk ikli­
min hüküm sürdüğü bölgelerde vardır.
Toplumsal gelenek-görenek1 mitoloji de coğrafyadan
etkilenmiştir. Toplumların mitolojik değerlerine bakıl-
ı sı
TARiH FELSEFESi

�l}g.
<lığında, yaşanılan coğrafyaya ait efsane ve mitolojik
değerlerin o coğrafyaya ait değerler olduğu görülür.
Mesela, zengin Hint mitolojisinde, o derecede zengin
Hint coğrafyasının unsurlarını görmemek mümkün
değildir.
Kültürün başka bir unsuru olan giyim-kuşam da
coğrafyaya göre şekillenmiştir. İnsanların coğrafi şartlara
göre bir giyim-kuşam kültürü geliştirmeleri gayet ta­
biidir. Kültürün bütün unsurlarında dinin tesiri vardır
ama ilk belirleyici unsur gene de coğrafyadır.
Coğrafya, kültürün önemli bir unsuru olan mimari
üzerinde de etkilidir. Sıcak iklim kuşağının mimarisi ile
soğuk iklim kuşağının mimarisi de elbette birbirinden
farklı olacaktır. Bu mimari farklılık, yapı malzemesinden,
süslemelere kadar her alanda kendini gösterir.
Coğrafya, kültürün her unsuruna tesir ettiği gibi,
tabii olarak dile de tesir etmiştir. Dillerin ilk ortaya çık­
tıkları zaman kendi coğrafi özelliklerine göre bir yapıya
kavuşması tabiidir. Mesela, dilin oluşmaya başladığı
karanlık çağlarda, Türklerin yaşadığı Asya' da deniz ol­
madığı için, deniz ve deniz kültürü ile ilgili kelime ve
terimler yoktur, bunu tabii karşılamak gerekmektedir.
Eski Türkçede belki vardır ama sıkça kullanılmadıkları
için unutulmuş olabilir. Günümüzde denizcilikle ilgili
terimlerimiz çoğunlukla İtalyancadan alınmıştır. Öte
yandan Arabistan' da da deve ile ilgili onlarca kelimenin
bulunması gene coğrafi yapının özellikleriyle ilgilidir.
Çünkü o coğrafyada deve, her bakımdan hayati önemi
haiz bir varlıktır. Bundan başka dillerin kelime ve telaf­
fuz özellikleri (sert, haşin, kaba, yumuşak, akıcı, kibar)
de coğrafyalarına göre şekillenmiştir.
Coğrafya, sosyal hayat üzerinde de etkilidir. Coğrafi
özellikler, sosyal hayatın, dünya görüşünün şekillenme-
1 52
MUSTAFA ÖZTÜ RK

,:&\�

sinde önemli bir etkendir. Sıcak, ılıman deniz iklimi


kuşağında hayat daha kolaydır. Bu kuşaktan kastımız,
sıcak deniz kuşağıdır. Yoksa her deniz (Kuzey Buz De­
nizi gibi) sıcak deniz, her sıcak bölge, ılıman bölge de­
mek değildir. Arabistan Çölü ve Sahra Çölü sıcak iklime
dahildir ama kastettiğimiz ılıman iklim kuşağında değil­
dir. Tam tersine burada karasal iklim gibi sert bir hayat
tarzı ve dolayısıyla müşterek yaşamak mecburiyeti var­
dır, bunun sonucunda da feodal bir hayat tarzı hüküm
sürmektedir.
Sıcak deniz kuşağında ferdi kabiliyetler ön plana çı­
kar. Çünkü insan tek başına emeğine dayanarak hayatını
sürdürebilir. Bu bölgelerde yaşayan insanlar, balıkçılık,
ağ örme, tayfalık, hamallık gibi işlerde çalışarak geçimle­
rini sağlayabilir. Bu bölgeler dışarıya da açık olduğundan
farklı din ve kültürde olan insanlar, dolayısıyla fikirler
birbirleriyle yoğun temas halindedir. Burada yaşayan
insanlar bu kültürlerle temasa gelerek etkilenebilirler.
Sıcak deniz ikliminin özelliğinden dolayı, bu bölgelerin
insanları daha ziyade hür düşünceye sahip olurlar.
Demek ki sıcak kıyı bölgelerinde, iktisadi bakımdan
hür teşebbüs, düşünce bakımından da hür düşünce
hakimdir. Gelenekçilik ve muhafazakarlık fazla görül­
mez, cemiyetin sosyal kontrolü zayıftır. Çünkü cemiye­
tin sosyal kontrolünün temel sebebi, iktisadi zaruretler­
den dolayı geliştirilen ortak yaşayış tarzıdır. İktisadi ba­
kımdan birbirlerine muhtaç olan insanlar arasında sosyal
kontrol daha fazladır. Zikrettiğimiz sıcak iklim kuşağın­
da ferdi teşebbüs ve insanın kendi kendine yaşayabilme­
si, tabii olarak toplumsal kontrolü de asgariye inmiştir.
Bu yüzden bu bölgelerde feodal hayat tarzı gelişmemiş­
tir. Hatta ilk çağlardan beri Avrupa' da süregelen feoda­
lizm, kıyılardan, özellikle İtalya, Fransa kıyılarından iti­
baren yükselen burjuvazi ile yıkılmıştır. Burjuvazinin
1 53
TARiH FELSEFESi

gelişmesi ve yükselişi bu tabii realiteye uygundur. Kıyı­


lardaki bu hayat tarzı, şaşırtıcı bir şekilde deniz ikliminin
uzandığı bölgelere kadar varlığını korumaktadır. Deniz
ikliminin tesirinin kaybolduğu bölgeden itibaren farklı
bir hayat tarzı görülmektedir. Bu gerçeği bugün bütün
Akdeniz kıyılarında müşahede etmek mümkündür. Me­
sela; Akdeniz' de Mersin ve Antalya kıyılarının hayat
tarzı ile hemen Torosların kuzeyindeki Mut, Karaman,
Ulukışla gibi bölgelerdeki hayat tarzı farklıdır. Bu durum
İspanya, Fransa, Tunus, Mısır ve Suriye kıyılarında da
aynıdır. Deniz ikliminin tesirinin bittiği bölgelerden
itibaren farklı iklim başladığı için farklı bir iktisadi hayat
tarzı, buna bağlı olarak da farklı bir sosyal hayat tarzı
kendini gösterir.
Karasal iklim veya daha genel bir ifade ile insanların
birlikte yaşamak mecburiyetinde oldukları iklim şartla­
rının (bu iklim çöl iklimi de olabilir) sosyal hayata olan
tesirleri daha farklıdır. Böyle iklim şartlarında kişi tek
başına yaşayamaz. En azından bu iklimdeki iktisadi faa­
liyetleri tek başına sürdüremez. Burada insan tek başına
geniş arazilerini ekip biçemez, geniş yaylalarda veya
çöllerde kendi varlığını ve sürülerini yalnız başına koru­
yamaz. Bundan dolayı karasal iklimde birlikte yaşamak
mecburiyeti vardır. Bu mecburiyetin esası iktisadidir. Bu
iktisadi hayat tarzı insanları birlikte yaşamaya mecbur
etmekte ve buna bağlı bir sosyal düzeni de beraberinde
getirmektedir. Kısacası burada kolektif bir hayat tarzı
esastır. Kolektif hayat tarzı şöyle ya da böyle bir lidere
ihtiyaç gösterir. Bu lider çeşitli kültürlerde ve dönemler­
de, dayandığı temele göre (Feodal, Bey, Ağa, Aşiret Rei­
si, Şeyh) isimlendirilir. Böylece feodalizm denen sosyal
gerçek ortaya çıkar. Burada toplumsal kontrol daha belir­
gindir. Gelenekçilik, muhafazakarlık, dindarlık, an'anevl
değerlere bağlılık daha fazladır. Örnek olarak Anadolu'yu
ele aldığımızda, bu sosyal gerçeklik görülecektir. Kıyı
1 54
MUSTAFA ÖZTÜ RK

.&V�

kesimlerde daha rahat bir hayat tarzı hüküm sürerken ve


feodal kalıntılar görülmezken, Orta ve Doğu Anadolu' da
kolektif bir hayat tarzının varlığı, muhafazakarlık ve feo­
dal kalıntılar görülmektedir.
Karasal iklim kuşağında yaşayan insanların, varlıkla­
rını devam ettirmek, tabiatla ve düşmanlarıyla mücadele
etmek için, daha çok kol gücüne, insan gücüne ihtiyaçla­
rı vardı. Bundan dolayı geniş akraba toplulukları büyük
önem arz etmektedir. Hatta bu hayat şartlarında geniş
aile tipi de yeterli gelmez, kan ve soy bağı ile birbirlerine
bağlı olan daha geniş topluluklara ihtiyaç duyulur, bir
soy ve nesep bağlılığı geliştirilerek aşiret kavramı etra­
fında birleşilir, böylece aşiret-kabile duygu ve düşüncesi
gelişir. O halde aşiret-kabilecilik düşünce ve olgusu ka­
rasal iklimde, çöl ikliminin hayat şartları karşısında
temayüz etmiştir. En erken çağlarda bunun örnekleri
Arabistan' da görülmüş, hatta Araplar arasında kabileci­
lik bir iftihar vesilesi olmuş, giderek Ensab Tarihi (Ne­
seb Tarihi) gelişmiştir. Öyleyse asabiyenin temeli ikti­
sadi şartların doğurduğu hayat tarzıdır. Oysa sıcak iklim
kuşağının rahat hayat şartlarında insanlar hayatlarını tek
başlarına sürdürebilirler, geniş bir akraba, boy-soy toplu­
luğuna ve aşiret yapılanmasına ihtiyaç duymazlar, bun­
dan dolayıdır ki, bu bölgelerde aşiret geleneği görülme­
mektedir. Hemen şunu belirtelim ki, bu husus, bu bölge
insanlarının bir övünç kaynağı veya zaafı olarak değer­
lendirilmemelidir. Bu, tamamıyla coğrafyadan kaynak­
lanan bir hayat tarzıdır.
Bu gerçek, iktisadi ve sosyal hayata yansıdığı kadar,
siyasi eğilimlerin de belirlenmesinde önemli bir faktör
olmuştur. İnsanların siyasi eğilimleri tabii olarak hayat
tarzlarına göre şekillenir. Sıcak deniz kuşağında daha çok
hür düşünce hakimdir. Gelenekçilik, muhafazakarlık ve
dindarlık çok etkin değildir. Bu bölgelerde yaşayan in-
1 55
TARİH FELSEFESİ

��

sanlar da tabii olarak, yaşayış tarzlarına uygun olan siyasi


eğilimleri tercih ederler. Nitekim liberal, daha serbest
bir hayat tarzını teklif eden siyasi partiler, daha çok kıyı
kesimlerinde taraftar bulmaktadır. Aynı şekilde karasal
iklim kuşağında yaşayan insanlar da kendi geleneksel
hayat tarzlarına, düşünce ve dünya görüşüne sahip olur­
lar. Karasal iklim kuşağında gelenek-göreneklere bağlı­
lık, muhafazakarlık, dindarlık esastır, bu düşünceler daha
çok ön plana çıkmaktadır. İşte burada da gelenekçiliği,
muhafazakarlığı ve dindarlığı teklif eden, böyle bir hayat
tarzını vadeden siyasi partiler ön plana çıkar4• Tabiatıyla
siyasi eğilimlerde çok daha farklı özel şartlar vardır. Fa­
kat tercihlerin temelinde coğrafi farklılıklardan doğan
hayat tarzı bulunmaktadır.
Şimdi dünya coğrafyasının bölgesel özelliklerine ve
buna bağlı olarak tarih açısından dünyanın önemli mer­
kezlerini daha yakından incelemeye geçebiliriz. Coğraf­
ya değişmediğine ve değişmeyeceğine göre, geçmişte
dünya tarihine yön veren coğrafi merkezlerin incelen­
mesi, özelliklerinin genel hatlarıyla tespit edilmesi bü­
yük önem arz etmektedir. Dünya coğrafyası milletlerin
kaderlerine tesirleri bakımından da farklı cazibe merkez­
lerine ayrılır.' Dünyanın her bölgesi, tarihteki önemleri
bakımından aynı derecede değildir, her bölgenin tarihte
oynadığı rol farklı olmuştur. Dünya tarihine yön vermiş,
etkilemiş merkezi coğrafyaları aşağıda görülen başlıklar
altında incelemek mümkündür. Coğrafya değişmediğine

Bu çalışmamızın birinci baskısı Şubat 1 999 tarihinde yapılmıştı. O


zaman bu tespitleri yapmıştık ve bu tespitlerimiz Türkiye örneğiyle
de tescil edilmiştir. Nisan 1 999 Genel Seçimlerinde bu tarihi­
coğrafi tespitlerimizin büyük oranda gerçekleştiğini gördük. Ger­
çekten de bu seçimlerde dindarlığı ve muhafazakarlığı teklif eden
siyasi partiler çok büyük oranda Orta ve Doğu Anadolu'dan, liberal
eğilimli siyasi partiler de Batı Anadolu ve kıyı kesimlerinden daha
fazla oy aldılar. Çünkü insanların siyasi eğilimleri tabii olarak yaşa­
dıkları hayat tarzlarına göre şekillenir.
1 56
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

göre, gelecekte de tarihteki benzer gelişmelerin olması


muhtemeldir. Bu bakımdan zikredilen merkezi coğrafya­
ların ana hatlarıyla incelenmesi, geleceğe ait nispi teklif­
lerin (proj ection) yapılmasına yardımcı olacaktır. Her
ne kadar bilim, teknoloji, haberleşme, ulaşım ve silah
sanayiinde baş döndürücü gelişmeler meydana gelmişse
de, coğrafyanın rolünü inkar etmek, coğrafyanın önemi­
nin kalmadığını söylemek mümkün değildir.
Dünya coğrafyasını bu nazarlarla ve ana hatlarıyla
ele aldığımızda aşağıdaki özellikleri tespit etmekteyiz.
Şimdi bu merkezi coğrafyaları yakından incelemeye
Amerika' dan başlayabiliriz.

2. Bazı Coğrafyaların Umumi Karakterleri


a. Amerika
Amerika uzun yüzyıllar eski dünyadan habersiz bir
halde kalmış, sakinlerinin ne zaman, nereden gittikleri
henüz tam olarak tespit edilmeyen bir kıtadır. Amerika,
eski dünya ile tanıştığında, keşfedildiğinde, teknolojik
bakımdan hala çok geri bir vaziyetteydi. Eski dünya ile
arasında büyük bir kalkınmışlık farkı vardı. Eski dünya
ateşli silahları kullanmaya başlamış, atı ise uzun süreden
beri evcilleştirmiş ve gemi ile dönemine göre aşılmaz
olan Atlas Okyanusu'nu aşacak bir düzeye gelmiş bulu­
nuyordu. Bu tespit, Amerika kıtasında hiçbir medeni
gelişmenin olmadığı anlamına gelmez. Elbette eski
Amerikan kültürlerinde de dünya, ay ve güneşin hare­
ketleri, yazı, ateş gibi medeniyetin esasları, kendi kendi­
lerini idare edecek bir siyasi ve sosyal düzenleri vardı.
Ama teknik bakımdan kalkınmışlık itibariyle eski dünya
ile bariz bir fark vardı. Zaten onun içindir ki, eski kıtamn
işgalcileri tarafından kolayca işgal edilebilmiştir. Eski ve
Yeni Dünya arasında devlet hayatı, düşünce, kültür ve
sanat bakımından derin farklılıklar vardı.
1 57
TARİH FELSEFESİ

.,-&\�
1 5 . yüzyılın sonlarından itibaren Amerika'nın keşfi
ve arkasından başlayan işgaller, günümüz Amerika' sının
son beş yüz yıllık tarihine damgasını vurmuştur. Bugün
Amerika tarihi hakkında bilinenler, eski Amerikan kül­
türlerinin, tarih ve medeniyetinden çok, son beş yüz
yılın tarihine ait bilgilerdir. Bu dönemin tarihi de ilk
aşamada Avrupalılar tarafından Amerika kıtasının yağ­
malanması teşkil eder. İkinci aşama Amerika' da kendine
bir pay alan her Avrupa devletinin orada kendisine ait
bir koloni kurması, merkezi otoritesini ve kültürünü, dil
ve kilisesini kolonisine taşıması oluşturmaktadır5• Bu
haliyle Amerika, Avrupa'nın bir şubesi konumuna gel­
miştir. Gerçekten de Amerika'y ı işgal eden Avrupa'nın
merkezi devletleri, din/kilise ve kültürlerini de o bölgelere
götürmüşlerdir. Portekiz ve İspanyollar Orta ve Güney
Amerika'y a Portekizce ile İspanyolca ve Katolik Kilisesini,
İngilizler Kuzey Amerika'ya İngilizce ve İngiliz Protestanlı­
ğını, Fransızlar da Kanada'ya Fransızca ve Katolikliği
götürmüşlerdir.
Bu uzun dönemde Amerikan yerlileri sürekli ve bi­
linçli bir şekilde katledilmişlerdir. Amerika kıtası keşfe­
dildiğinde Amerika'nın nüfusunun Avrupa'nın nüfusu
kadar olduğu tahmin edilmektedir. 16. yüzyılın başla­
rında Peru' da bir milyon nüfus varken, yüzyılın ortala­
rında bu nüfus 30.000 civarlarına düşmüştür6• 20. yüzyı-

İngilizler ilk kolonilerini 1584 tarihinde Kuzey Amerika' da Virgi­


nia'da kurdular. Fransızlar ise 1 604 tarihinde daha kuzeyde Akadia
Yarırnadası'nda bugün Annapolis denilen Port Royal'de ilk koloni­
lerini kurdular. 17. yüzyılın ilk yarısında özellikle 1 628 ve 1 638 ta­
rihleri arasında, daha sonra Il. Şarl döneminde Anglikanların zul­
münden kaçan çok miktarda Püriten Amerika'ya göç etti. 1 8. yüzyı­
lın ortalarında Ingilizlerin kurdukları 13 kolonide faal bir milyon
nüfus vardı. İngiltere ve Fransa'nın Kuzey Amerika'daki sömürgeci­
lik faaliyetleri ve sömürge savaşları hakkında daha geniş bilgi için
bkz. Ali Reşad, Kurnn-ı Cedide Tarihi 2, Matbaa-i Amire, İstanbul
1 333, s. 422-426
Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, (çev. Nihal Önol), Varlık
Yay., İstanbul 1973.
1 58
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

lın ilk çeyreğine kadar devam eden bu katliamlar sonun­


da, özellikle Kuzey Amerika'da yani ABD' de yerli Ame­
rikan nüfusu neredeyse tamamen yok edilmiştir7•
Amerika tarihinin üçüncü aşaması, İngiliz kolonile­
rinden başlayarak, sömürgeci Avrupa devletlerine karşı
bağımsızlık savaşları oluşturmaktadır. Amerikan bağım­
sızlık savaşlarının ilk örneğini, İngilizlere karşı ayaklanan
ve ilk bağımsızlıklarını kazanan İngiliz kolonileri olmuş
ve Amerika Birleşik Devletleri'ni kurmuşlardır ( 4 Tem­
muz 1 776)8• 19. yüzyılın hemen ilk çeyreğinde Güney
Amerika ülkelerinde de İspanyollara karşı bağımsızlık
savaşları başlamıştır. İspanyollara karşı bağımsızlık sa­
vaşları özellikle Bolivya, Peru, Kolombiya, Arjantin ve
Brezilya' da gelişmiş ve diğer ülkelere de yansımış, yüzyı­
lın sonlarında hemen bütün Güney Amerika ülkeleri
bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bu bağımsızlık savaş­
larında da baştan beri süregelen katliamlar devam etmiş­
tir9.
Amerika'nın gelişmesi, eski dünya ile tanışmasından
ve onlar tarafından keifedilmesinden sonra olmuştur. Bü­
tün kıta Amerika'sının siyasi, iktisadi ve sosyal değerleri
(dil, din/kilise, mimari) eski dünyanın değerleridir.
Gerçi bu gelişmenin maliyeti, Amerikan yerlilerine çok
pahalıya mal olmuştur, ama Amerika'nın bugün geldiği

Amerika' da yerli nüfusun katledilişinin resmi belgelerle özgün


hikayesi için Bkz. Dee Brown, Kalbimi Vatanıma Gömün Kızılderili
Irkının Yok Edilişinin ABD Resmi Arşivlerine Dayanan Gerçek Belge­
sel Öyküsü, ( Çev. Celal Üster), Üçüncü Basım, E Yayınlan, İstan­
bul, 1 998.
Amerika Birleşik Devletleri'nin genel tarihi için Bkz. Allan Nevins­
Henry Steele Commager, Amerika Birleşik Devletleri Tarihi, ( Çev.
Halil İnalcık),Varlık Yay., İstanbul 1961.
Sömürgecilik tarihi için bkz. Raimondo Luraghi, Sömürgecilik
Tarihi, ( Çev. Aydın Emeç), İstanbul 2000; Marc Ferro, Sömürgeci­
lik Tarihi: Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine (1 3-20. yüzyıl), İm­
ge Yay., İstanbul 2002, Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih 1 789-1 960,
Ankara 1 973.
1 59
TARiH FELSEFESi

�ti$.,
..

nokta Avrupa ile bütünleşmek olmuştur ve Amerika' da


kadim kültürler sadece birer kültür mirası olarak kabul
edilmiş ve kendilerince yeterli miktarı muhafaza edilmiş­
tir.
Bu haliyle kıta Amerika'sı siyasi, iktisadi, sosyokül­
türel bakımdan eski dünyaya muhtaçtır. Bütün Amerika
ülkelerinin iktisadi ve kültürel ilişkileri, birbirlerinden
çok, eski dünya ülkeleriyledir. Nitekim 1 830'lardan iti­
baren ABD'nin benimsediği ve esası eski dünyanın dip­
lomasisinden uzak kalarak sadece Amerika ile ilgilenme­
ye dayanan Monreo doktrini; 1 86 1 - 1 864 İç Savaşı'ndan
sonra iflas etmiş ve ABD eski dünya siyaseti ile yakından
ilgilenmiş ve bizzat her iki dünya savaşının içinde yer
almıştır. Amerika olmadan eski dünya yaşayabilir, Jakat
eski dünya olmadan Amerika yaşayamaz. Yaşasa bile bir
müddet sonra ilk keşfedildiği dönemdeki konumuna
düşmeye mahkumdur. Belki de Amerika'nın özellikle de
ABD'nin eski dünya ile bu kadar yakından ilgilenmesi­
nin sebebi budur.

b. Avrupa
Aslında Avrupa; Asya, Afrika ve Amerika gibi müs­
takil ve tabii bir kıta olmayıp, Asya'nın batı ucudur. Eğer
Avrupa bir kıta ise, Avrupa' dan daha geniş yüzölçüme
sahip olan Güney Asya'nın yani Himalayalar'ın güneyi,
Bangladeş'ten Basra Körfezi'ne kadar olan Hindistan'ın
da bir kıta olması gerekirdi. Ama her nasılsa, galatımeş­
hur olarak Avrupa bir kıta olarak kabul edilmiştir. Kana­
atimize göre, Avrupa'nın bir kıta olarak kabul edilmesi,
tabii coğrafyayla değil, tamamen dini ve kültürel müla­
hazalarla ilgilidir.
Her şeye rağmen Avrupa, tarihte oynadığı rol ile
müstesna bir yere sahiptir. Dünyanın en küçük kıtası
olmasına rağmen, dünyayı en fazla etkileyen kıta Avru-
1 60
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

pa' dır. Dünyada Avrupa ile ilişkisi olmayan veya Avru­


pa' dan etkilenmeyen hiçbir millet ve bölge yoktur. Av­
rupa'ya bu üstünlüğü veren, iktisadi, siyasi ve kültürel
alanda yaptığı atılımlardır.
Bu atılımlar, aşağıdaki haritada yapılan coğrafi ve
sosyokültürel taksimatla belirtilen bütün Avrupa' da
meydana gelmemiştir. Onun için Avrupa'yı da ikiye
bölmek icap etmektedir (Bkz. Harita 1 ) . Avrupa'yı Av­
rupa yapan değerler Danimarka'dan Adriyatik'e inen bir
çizginin batısında gelişmiştir. Bu çizginin doğusunda Orta
ve Doğu Avrupa'da söz konusu gelişmeler görülmemekte­
dir. Aşağıdaki haritada da görüldüğü gibi; Avrupa'yı
Avrupa yapan değerlerin geliştiği bölgeler, İtalya, Fran­
sa, İspanya, Portekiz, İngiltere, Belçika, Hollanda, Da­
nimarka ve kısmen Almanya'dır. Buna Antik kültürün
merkezi olması itibariyle Mora Yarımadası'nı da ilave
etmek gerekmektedir. Bu bölgeler, şu ya da bu şekilde,
farklı dönemlerde dünyanın cazibe merkezi olmuşlardır.
Yunanistan Antik kültürüyle, İtalya hem Roma'nın ve
hem de Rönesans'ın merkezi olarak, Fransa, Büyük İhti­
lali ile Avrupa kültür ve siyasetine damgalarını vurmuş­
lar, birer cazibe merkezi haline gelmişlerdir. İspanya
coğrafi keşifleri ve kurduğu denizaşırı imparatorlukları
ile, İngiltere de aynı şekilde denizaşırı imparatorluğu ve
sanayi inkılabı ile, kuzey ülkeleri sömürgecilik ve dünya
ticaretindeki rolleri ile bir zamanların cazibe merkezle­
riydi.
Fakat Orta ve Doğu Avrupa' da buna benzer iktisadi
siyasi ve kültürel gelişmeler görülmemektedir. Hiçbir
zaman, Varşova, Prag ekolü olmamış, Bükreş veya Sofya
Avrupa'nın siyaset, iktisat veya kültür merkezleri haline
gelememiştir. Bunun sebebi; Orta ve Doğu Avrupa'nın,
Batı Avrupa gibi üç tarafı denizle çevrili müsait bir ko­
numda olmamasıdır. Dahası İstanbul-Rusya veya Avru-
1 61
TARiH FELSEFESi

�fa,

pa-Rusya merkezli büyük güçler arasında sürekli işgalle­


re uğramış, el değiştirmiştir. Geç Orta Çağ' da Hunlarla
Romalılar, daha sonra Bizans ile Avar ve Peçenekler,
bilahare Osmanlı-Rus, Alman-Rus mücadeleleri sırasın­
da sürekli işgallere uğramış ve bahsi geçen gelişmelerin
olmasına imkan kalmamıştır. Balkarılar çoğunlukla İs­
tanbul-Rusya merkezli güçlerin etki alanı iken, Mora
Yarımadası da Anadolu veya İtalya merkezli güçlerin
etki alanı olmuştur. Hiçbir zaman Mora merkezli güçler
Doğu Akdeniz' de veya Balkanlar' da güçlü hakimiyetler
kuramamışlardır10• Bu bölge daha çok kültür, sanat ve
felsefe ile temayüz etmiştir.
Bahsettiğimiz Danimarka-Adriyatik çizgisi, aynı
zamanda beşeri ve dini ayırımın da esasıdır. Bu çizginin
doğusu çoğunlukla Slav ve Cermen ırkındandır, batısı
ise Anglo-Sakson ve Latin' dir. Danimarka hattını biraz
daha doğuya, Baltık Denizi'ne doğru uzatarak, Adriya­
tik'ten Baltık Denizi'ne uzanan çizginin doğusu Orto­
doks, batısı ise Katolik, kuzeybatı çoğunlukla Protes­
tan'dır. Avrupa tarihinde meydana gelen çatışmalar ve
bloklaşmalar da bu hattın iki tarafındaki devletler ara­
sında olmuştur. Mesela, Birinci ve İkinci Dünya Savaşla-

10
Mora Yanmadası ilk çağlarda İtalya merkezli Roma İmparatorlu­
ğu'nun hakimiyetine girmiş ve uzun yüzyıllar Roma'ya bağlı kalmış­
tır. Daha sonra Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun hakimiye­
ti altına girmiştir. Doğu Roma'nın Türkler tarafından ortadan kal­
dınlmasından sonra da 19. yüzyıla kadar Türk hakimiyetinde kal­
mıştır. Dolayısıyla Mora, daima İtalya veya Anadolu merkezli güç­
lerin hakimiyetinde kalmaya mahkum olmuştur. Tarihte Anadolu
veya İtalya'nın ağırlığı Mora Yanmadası üzerinde daima hissedil­
miştir. Bu tarihi zemin, günümüzde Yunanistan'ın dış politikasına
da tesir etmiştir. Bağımsızlığını kazandığı günden beri Yunanistan,
daima Anadolu'yu/Türkiye'yi kendisine yönelik tehdidin esas kay­
nağı olarak görmüştür. Yunanistan Anadolu'nun bu tarihi-coğrafi
baskısını AB'ye girmek suretiyle dengelemiştir. O halde günümüz­
de Türk-Yunan ilişkilerinin temelinde bu tarihi-coğrafi zeminin ol­
duğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
1 62
MUSTAFA ÖZTÜRK

.,&IJ�

rındaki müttefikler hep aynı devletlerden müteşekkil


olup, düşmanları da aynıydı. Habsburg hanedanı etra­
fında oluşan ittifak ile müttefikler arasında tarih boyunca
mücadeleler olmuştur. Bu karşılıklı ittifaklar 1 567- 1608,
1 6 1 8 - 1 648, 1689- 1 7 1 4 ve 1793- 1 8 1 5 tarihleri arasında
meydana gelmiş ve nihayet iki güç 1 9 14- 1 9 1 8 Birinci
Dünya Savaşı ve 1 939- 1945 İkinci Dünya Savaşlarında
karşı karşıya gelmişlerdir1 1• İkinci Dünya Savaşı' ndan
sonraki Doğu-Batı ayırımının temelini gene bu görün­
meyen, fakat Avrupa'nın bir gerçeği olan Baltık­
Adriyatik Hattı oluşturmuştur. (Bkz. Harita 2)
Orta ve Doğu Avrupa' da bu siyasi olumsuzluklara
ilave olarak, karasal iklimin hakim olmasının bir sonucu
olarak, büyük oranda ziraata dayanan ekonomik yapı ve
kolektif yaşama mecburiyetinin getirdiği feodal bir sos­
yal düzen mevcuttu. Bu bölgede feodalizmin uzun süre
varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Bu coğrafi ve sosyal
yapı, çağımızda da Avrupa'nın siyasi bakımdan kalkın­
mışlığının dünya görüşünün tarihi zeminini oluşturmuş­
tur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çağdaş feodal düzen
diyebileceğimiz sosyalist dünya görüşünün Orta ve Do­
ğu Avrupa' da yayılma alanı bulması tesadüfi değildir.
Bunu sadece o dönemde masa başında yapılan bir payla­
şım olarak kabul etmek yanlıştır. Bunun asıl sebebi veya
en azından kolaylaştıran sebebi, sözünü ettiğimiz tarihi­
coğrafi zemindir. Nitekim sosyalist dünya görüşü, dün­
yanın diğer bölgelerinde (mesela Orta Doğu' da) feodal
geleneklerin hakim olduğu bölgelerde yayılma alanı
bulmuştur.

11
William H. Mc Neil; The Pursuit of Power, The University of Chi­
cago Press, Chicago 1982, p. 308
i üID AYrL!pc 1'-lcCeriye� :c:resi
' s�eri::: l,.le:e!"'.t�· 2ciresi
i

CLçEx. uıscc,L 0 800


K U Z E Y BUZ
Harita : 2
AVRUPA NIN ETNİK AYRMI


I Z L A N DA

A FR İ K A
1 65
TARiH FELSEFESi
�-�

N
:;ı
CD

w
N
:;ı
""

<(
""
a:
LL
ı.rı <(
:;ı
z
<

·� ·�
o
l il ili
t-
� '!: a
ıı!
_____ OJJ eı-� -------------
--- ----J
1 66
MUSTAFA ÖZTÜRK

�fg,

c. Akdeniz
Dünyanın en önemli denizidir. Bu önemi Avrupa,
Asya ve Afrika kıtalarının ortasında olmasından ve bu­
nun sağladığı üstünlükten gelmektedir. Çevresinde ku­
rulan ilk ve yüksek medeniyetlerle, dünya tarih ve me­
deniyetine haklı olarak Akdeniz medeniyeti kavramı ile
yerleşmiştir12• Akdeniz üç kıtayı siyasi, iktisadi ve sosyal
bakımdan birbirlerine bağlar. Çoğu zaman deniz, ayırıcı
bir özellik arz ederken ve uzaklığı temsil ederken Akde­
niz, birleştirici ve yakınlaştırıcı olmuştur. Afrika ile Avru­
pa'yı Mısır ile Anadolu'yu, Suriye ve Filistin ile İtalya ve
Mora'yı, Cezayir ile Fransa'yı birleştiren bir rol üstlen­
miştir ki, tarihten gelen bu husus, günümüzde de devam
etmektedir.
Akdeniz çevresinde, tarihin ilk ve en yüksek mede­
niyetleri kurulmuştur. Eski Mısır, Antik Yunan-Roma,
Anadolu, Doğu Akdeniz'de kurulan medeniyetler bu
meyandadır. Yalnız burada önemli bir hususu belirtme­
den geçemeyeceğiz. Tarihe mal olmuş meşhur Akdeniz
Medeniyeti, Akdeniz'in tamamında değn İtalya'dan Tu­
nus'a uzanan bir çizginin doğusunda gelişmiştir (Bkz. Ha­
rita 1 ) . Mısır, Yunan, Roma kültür ve medeniyeti, hep
Akdeniz'in doğusunda oluşmuştur. Helenistik kültür
burada gelişmiştir. Büyük felsefe okulları (Atina, Milet,
İskenderiye) burada açılmış, devlet ve demokrasi fikri
burada tartışılmış, büyük dinler burada doğmuş, büyük
imparatorluklar bu bölgede gelişmiştir. Burada kurulan
12
Femand Braudel, Akdeniz ve çevresini alışılmışın dışında daha çok
sosyoekonomik cephesiyle incelediği meşhur eserinde, Akdeniz'i
bir bütün olarak kabul etmiştir. Bizim yaptığımız tarzda bir taksime
tabi tutmamaktadır. Oysa Akdeniz'in tarihi seyir içinde geçirdiği
evreler ve gösterdiği medeni tekamül, Akdeniz'in bütün bölgele­
rinde görülmez. Braudel'in bu konudaki çalışması için Bkz. Fer­
nand Braudel; Akdeniz ve Akdeniz Medeniyeti 1-II, ( Çev. M. Ali Kı­
lıçbay) , İstanbul 1989.
1 67
TARiH FELSEFESi

��
antik kültür, 1 5 - 1 6. yüzyıllarda büyük atılımlar yapan
Avrupa'nın en büyük ilham kaynağını teşkil etmiştir.
İtalya' dan Tunus' a uzanan çizginin batısında Kuzey
Afrika' da Cezayir kıyılarında, Avrupa' da Fransa ve İs­
panya'nın Akdeniz sahillerinde Sardunya Adası'nda,
Doğu Akdeniz' dekine benzer büyük bir kültür ve mede­
niyet görülmemektedir. Bunun sebebi, bu bölgelerin
coğrafi yetersizliğidir. Cezayir kıyılarını geriden besle­
yebilecek verimli bir bölge, dolayısıyla nüfus yoktur.
Kıyılardan birkaç km. sonra kayalık Atlas Dağları ve
onun arkasından dünyanın en büyük çölü (Sahra Çölü)
başlar. Geri planda Batı Akdeniz'i besleyebilecek Mısır,
Mezopotamya, Anadolu ve Suriye gibi antik kültür mer­
kezleri yoktur. Ama Afrika'nın kuzeydoğu ucunda Mı­
sır' da durum farklıdır. Nil ve çevresindeki hayat, Mısır'ın
içlerine oradan da Sudan'a kadar uzanmaktadır. Doğu
Akdeniz' deki Adalar, Kıbrıs, Girit, Rodos ve Oniki Ada­
lar, her bakımdan, yaşamaya, gelişmeye müsait yerlerdir.
Aynı zamanda Doğu Akdeniz kültürünün çevre ülkelere
geçişinde de önemli birer merkez konumundadır.
Doğu Akdeniz, kara ve deniz yollarıyla Hicaz, Hin­
distan, İran, Asya, Anadolu, Kafkasya, Karadeniz ve ötesi
gibi büyük nüfus potansiyelinin olduğu ve büyük mede­
niyetlerin kurulduğu bölgelere bağlanmaktadır. Doğu
Akdeniz kültürünü besleyen kültür odakları Anadolu,
Suriye, Mısır Mezopotamya, (Sümer, Babil), Pers, Hint
ve Çin uygarlıklarıdır13• Dünya coğrafyasındaki bu müs-

13
Bu tarihi gerçeklere göre, burada bir konunun tasrih edilmesi ge­
rekmektedir. Genelde Doğu Akdeniz, özelde de Yunan-Helen kül­
türü, kaynağını Doğu' dan alması itibariyle Doğu kültürüdür. Yunan
kültürü olarak bilinen ve yanlış olarak bugünkü Yunanlılara mal
edilen kültürün kaynaklan Doğu' dur. Nitekim Yunan filowfu ola­
rak bilinen pek çok filowf Anadoluludur. Doğu Akdeniz kültürü­
nün zirvede olduğu M.Ö. 5-4. yüzyıllarda, bugün bu medeniyete
sahip çıkan Batı Avrupa hala karanlık dönemlerini yaşıyordu. Batı
Avrupa'nın bu kültüre hiçbir katkısı olmamıştır. Ama daha sonra bu
1 68
MUSTAFA ÖZTÜRK

�-la:,
tesna mevki, Doğu Akdeniz' e sözünü ettiğimiz üstünlük­
leri sağlamıştır. Fakat Batı Akdeniz'in uzak veya yakın
çevresinde böyle büyük nüfus ve medeniyet merkezleri
yoktur.
Bunlara ilave olarak Doğu Akdeniz, Batı Akdeniz' e
göre daha sıcaktır. Yerküredeki perspektif nazarıitibara
alındığında, Batı Akdeniz kıyılarının, daha kuzeyde kal­
dığı görülecektir. Mesela, Doğu Akdeniz' in en kuzey ucu
olan İskenderun' dan geçen 36° 10' kuzey paraleli, Mal­
ta'nın güneyinden, Küçük Sirte Körfezi'ne bugünkü
Tunus'un güney kesiminden Cezayir sahrasını geçerek
Fas'a ulaşır. Adriyatik Körfezi, Ligur Denizi ve Lion
Körfezi 45. kuzey paralelleri üzerindedir ki, Doğudaki
karşılığı Karadeniz'in kuzeyidir. Adriyatik üzerinden
geçen 45. paralel Karadeniz'in kuzeyinden Kırım üze­
rinden geçmektedir. Kısacası Batı Akdeniz (özellikle
Avrupa kesimi); Doğu Akdeniz'e göre daha kuzeyde
olduğundan nispeten soğuk bir iklime sahiptir. Bu yüz­
den de Doğu Akdeniz' de görulen yüksek medeniyet gibi
bir medeniyet görülmemektedir. Bu sözlerimizden Batı
Akdeniz'de hiç medeni gelişmenin meydana gelmediği
anlamı çıkarılmamalıdır. Elbette burada da bir medeni­
yet vardır ama Doğu Akdeniz' deki gibi değildir. Yukarı­
daki haritada da görüldüğü gibi, Avrupa'yı Avrupa ya­
pan, değerlerin batıda oluşmasının aksine (ters simetrik)
olarak Akdeniz'i Akdeniz yapan gelişmeler de Doğu
Akdeniz' de meydana gelmiştir (Bkz. Harita 1 ).
Arnold Toyrıbee de daha genel bir biçimde dünya
medeniyet dairelerini çizmektedir. O, bütün Avrupa'yı
içine alacak bir Avrupa ile Mezopotamya, İran, Mısır,
Hint medeniyet daireleri gibi daireler çizerek, dünya

kültürü kendi asli kültürü yapmayı başarmış, buna gene Doğu kö­
kenli olan Hristiyanlığı da ilave ederek bugünkü Avrupa kültürüne
ulaşmıştır.
1 69
TARİH FELSEFESİ

��
tarih ve medeniyetinin bu dairelerde geliştiğini söyle­
mektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Avrupa'nın taksimin­
den ve Akdeniz'in bahsi geçen özelliğinden söz etmez14•
Bu özelliğinden dolayı Akdeniz, tarihin her döne­
minde büyük öneme sahip olmuş ve tarihte koruduğu
önemini gelecekte de korumaya devam edecektir. 1 5 .
yüzyılın sonlarında başlayan coğrafi keşiflerle yeni tica­
ret yollarının bulunmasıyla 16. yüzyıldan itibaren cazibe
merkezlerinin Atlas kıyılarına kaydığı, Akdeniz'in eski
önemini kaybettiği yolunda yaygın bir kanaat vardır.
Hatta Osmanlı Devleti'nin çöküş sebeplerinden birisi de
Akdeniz'in önemini kaybettiği, dolayısıyla eski ticaret
yollarının önemi kalmadığından Osmanlı Devleti'nin bu
ticari imkandan mahrum kaldığı ileri sürülmektedir15•
Oysa Osmanlı Devleti'nin çöküş sebepleri burada sayı­
lamayacak kadar çoktur. Öteden beri bu tezler ileri sürü­
lürken, hala Osmanlı Devleti'nin bu ticaret yollarından
yılda kaç akçe kazandığı tespit edilmemiştir. Bunu bilen
de yoktur. Dünya ticaret yolları değişmeden Osmanlı
Devleti bu ticaret yollarından yılda kaç akçe kazanıyor­
du? Yolların değişmesiyle ne kadar kaybı olmuştur? Üs­
telik 16. yüzyıla ait bütçeler elimizdeyken ve çoğu da
yayınlanmışken16, bu konuda net bilgiler bulunmamak-

14
Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, İstanbul 1 975.
15
Bu tezin savunucusu Braudel'dir. Barkan ve Akdağ da aynı görüşü
paylaşmaktadır. Bkz. Mustafa Akdağ; Türkiye'nin Iktisadi ve Içtimai
Tarihi II, İstanbul 1 974, s. 1 93
16
Ömer Lütfi Barkan; "H. 934 (M. 1 527- 1 528) Mali Yılına Ait Bir
Bütçe Örneği", İ. Ü.İktisat Fakültesi Mec., XV/1-4, İstanbul (Ekim
1 953-Tem. 1 954), s. 251 -329. Nitekim Özer Ergenç de aynı tespiti
yapmış ve "Ticaret yollarının değişiminin ekonomik hayat ve özel­
likle de Anadolu şehirleri üzerindeki etkisi, herhalde büyütülmüş
olmalıdır. Bu gelişmelerden Kayseri ve Konya'nın etkilendiğine
ilişkin pek az kanıtlar vardır." demektedir. Bkz. Özer Ergenç; "Şehir
Tarihi Araştırmaları Hakkında Bazı Düşünceler", (Konferans), Bel­
leten LII/203, (Ağustos 1 988), Ankara 1988, s. 675
1 70
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
tadır. Osmanlı ekonomisinin ticarete dayanan, ticaretle
para kazanan bir ekonomi olmadığı da unutulmamalıdır.
Çünkü Osmanlı ekonomisinin dayandığı esaslar, burada
izahı mümkün olmayan çok farklı esaslardır. Devletin
kuruluş esasları ve sosyal yapısı da çok farklıdır. Bu iti­
barla ticari yolların değişmesiyle Osmanlı iktisadi düze­
ninin değişmesini izah etmek aceleci bir tavırdır. Ana
yolların değişmesinden İtalya şehir devletlerinin etki­
lendiği doğrudur ve tabiidir, çünkü bu şehirlerin sistem­
leri farklıdır, ekonomik ve sosyal yapıları tamamıyla
ticarete dayanmaktadır. Ama Osmanlı düzeni ve eko­
nomisi İtalya şehir devletlerine benzememektedir.
Yeni ticaret yollarının bulunması ve cazibe merkez­
lerinin değişmesi, belki ilk zamanlarda Akdeniz'in öne­
minde bir sarsıntı geçirmesine sebep olmuştur, fakat
hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Nitekim yeni
bulunan (Afrika'nın güneyi dolaşılarak Hindistan'a ula­
şan) yolların, mevcut teknoloji ile aşılmasının zorlukları,
tehlikeli ve uzun yolculuk, maliyet fiyatlarını arttırdığın­
dan, kısa sürede 1 6. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Akdeniz'in öneminin yeniden artmasına sebep olmuş­
tur. Gerçekten de bundan sonraki dünya siyasi dengesi­
nin mihverini Atlas veya Afrika yolu değil, Akdeniz oluş­
turmuştur. Avrupa devletleri arasında özellikle İngiltere
ile Fransa arasında Akdeniz'in üstünlük mücadeleleri
bütün 1 7, 1 8 ve 19. yüzyıllar boyunca sürmüştür. Zikre­
dilen yüzyıllarda Avrupa dengesi, Akdeniz üzerine ku­
rulmuştur. Batılı devletler, Rusya'nın ideali olan sıcak
denizlere inmesini engellemeyi hedeflerken, Rusya da
mümkün olduğu kadar güneye, Akdeniz' e inmeyi amaç
edinmiştir.
Bu hassas denge 20. yüzyılda da devam etmiş, NA­
TO ve Varşova Paktı gibi uzun süre dünya siyasetini
1 71
TARiH FELSEFESİ

�.�
etkileyen iki kutuplu bir düzenin doğmasına vesile ol­
muştur. O halde Akdeniz, hiçbir zaman önemini kaybet­
mediği gibi, günümüzde de kaybetmemiş ve gelecekte de
kaybetmeyecektir. Akdeniz'in bu önemi hem siyasi hem de
iktisadi bakımdan -bütün teknolojik gelişmelere rağmen­
varlığını sürdürecektir.

d. Anadolu
Anadolu tabiri, tarihte anlam ve sınırları itibariyle
büyük değişiklikler geçirmiştir. Anadolu tabiri ilk olarak
Yunanca Anatolia tabirinden çıkmış ve şafağın ülkesi
veya güneşin doğduğu yer anlamındadır. Gerçekten de
Yunanistan' dan bakılınca, elbette Anadolu güneşin doğ­
duğu yerdir. Bu dönemlerde Anadolu' dan kasıt, kıyıdan
fazla da uzak olmayan Batı Anadolu kıyılarıdır. Keza
Romalılar da Anadolu'yu işgal edince Batı Anadolu'ya
Anatolia dediler, burada kurdukları Themaya Anatolika­
Anatolikon adını verdiler. Doğu Roma (Bizans) döne­
minde 7-9. yüzyıllarda Anatolikon Theması, bugünkü
Konya, Afyon, Isparta, Burdur, güneyden Göksu vadi­
sinden Silifke'ye, Toros Dağlarının kuzeyinden Beyşe­
hir, Denizli, Aydın, İzmir, Bergama ve Sardis'i içine alı­
yordu. III. Leon zamanında 732' de Menderes vadisinin
kuzey-güney çizgisinin batısı Thrakesion, Silifke kısmı ise
Seleukia ve Niğde, Nevşehir bölgesi de Kappadokia
themaları olarak taksim edildiler. Böylece Anatolikon,
Konya ve Afyon çevresi ile münhasır kaldı17•
Doğudan veya güneyden bakılınca da Anadolu,
Rum ülkesi idi ve Araplar coğrafyacı ve tarihçileri, Türk­
ler ve İranlılar Anadolu'ya Romalıların-Rumların ülkesi
anlamında Diyar-ı Rum derlerdi. Nitekim Anadolu Sel-

17
Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi (Çev. Fikret lşıltan),
Ankara 1981, 11. Nolu harita.
1 72
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�
çuklularına Rum Selçukluları da denmektedir. Anadolu
fethedilip Türkleşip İslamlaştıktan sonra da Balkanlar ve
Avrupa toprakları Rum ülkesi anlamında Rum-ili/Rumeli
olarak adlandırıldı.
Osmanlı döneminde Anadolu tabirinin ihtiva ettiği
anlam ve sınırlarda önemli değişiklikler olmuştur. Kuru­
luş döneminde Osmanlı Devleti'nin iki vilayeti vardı ki,
bunlar Anadolu ve Rumeli vilayetleridir, her birisi birer
Beylerbeylik olarak taksim edilmiştir ve Anadolu eyale­
tinin merkezi Kütahya idi. Anadolu Eyaleti'nin sancakla­
rı Kütahya, Ankara, Kastamonu, Bolu, Kangırı ( Çankı­
rı), Hüdavendigar, Saruhan, Karahisar-ı Sahip, Teke,
Aydın, Menteşe, Alaiye, Biga, Kocaili idi. 1 6. yüzyılın
ikinci yarısında Biga ve Kocaili, Cezayir-i Bahr-i Sefid'e,
Alaiye de Kıbrıs'a bağlandı18• Bu taksimat bazı küçük
değişikliklerle 19. yüzyılda çıkarılan vilayet nizamname­
sine kadar sürdü.
Avrupa'daki Osmanlı toprakları da Rumeli Eyaleti
adı ile taksim edilmiştir. Devlet protokolünde Rumeli
daima birinci, Anadolu ise ikinci derecededir19• Anadolu
ve Rumeli Beylerbeyliklerinin yanında Anadolu ve Ru­
meli Kazaskerlikleri ve Defterdarlıkları da kuruldu.
Anadolu tabirinin birinci anlamı, zikredildiği gibi
idari taksimattaki Anadolu Eyaletidir. İkinci anlamı
bundan daha geniş olup, Anadolu'nun tabii ve fiziki
coğrafyasının uzandığı sınırlardır. Bu anlamıyla Anadolu
denince daha geniş bir coğrafya kastedilmektedir ki,
gerçek Anadolu'nun sınırları buralardır. Anadolu'nun

18
Metin Kunt, Sancaktan Eyalete 1 550-1 650 Arasında Osmanlı
Ümerası ve İl idaresi, Boğaziçi Yay., İstanbul 1978, s. 1 3 1, 136,
155- 1 56
19
Doğu Roma İmparatorluğu'nda ise bunun tersidir, devlet protoko­
lünde Anadolu birinci, Balkanlar ikinci derecededir.
1 73
TARİH FELSEFESİ

�.�
ikinci anlamını belirleyen kurum ve uygulamaları dört
başlık altında tespit ettik ki, bunlar şunlardır:
a. Timar rejiminin uygulandığı bölgeler,
b. Anadolu Muhasebesine/Defterdarlığına bağlı vi­
layetler,
c. Anadolu Kazaskerliği,
d. Kol sisteminde her yolun nihayeti olan şehirler ki
bunlar; Anadolu Sağ Kolunun nihayeti Şam, Orta
Kolunun nihayeti Bağdat ve Sol Kolunun nihaye­
ti ise Tebriz' dir.
O halde Anadolu'nun sınırları Şam-Bağdat ve Teb­
riz yayıdır. Bu sınırlar Osmanlı miri rejiminin sınırlarını
teşkil eder. Gerçekten de bu sınırlarda timar ve miri
mukataa sistemi uygulanmış, buraya dahil vilayetlerin
muhasebe defterleri tutulmuştur ki, bütün Anadolu ha­
zinesi Anadolu Defterdarlığı'na (Şıkk-ı Sani) bağlıydı.
Başka bir deyişle devlet bu bölgelerden asker çıkarmış,
vergi almış ve merkezi kültürünü ikame etmiş, yani tam
anlamıyla hakim olmuştur. Anadolu Kazaskerliğine bağlı
kadılıkların sınırları da bu sınırlardır. İşte Osmanlı belge­
lerinin takibinden Osmanlı için Anadolu'nun ifade ettiği
sınırlar, zikredilen bu sınırlardır. O halde Anadolu'nun
sınırlarını bugünkü siyasi sınırlarımızdan ibaret görmek
yanlıştır. Anadolu'nun sınırları, tabii ve tarihi coğrafya­
sının uzandığı sınırlardır.
Şimdi Anadolu coğrafyasının özelliklerine göz at­
mak yerinde olacaktır. Asya, Avrupa ve Afrika'yı birbiri­
ne bağlayan önemli bir mevkidedir. Akdeniz' e hakim
olması itibariyle aynı zamanda Akdeniz'in bir parçasıdır.
Karadeniz'e uzun bir kıyısının olmasından dolayı, haki­
miyeti Karadeniz'in kuzeyine de uzanmaktadır. Her iki
denizi birleştiren Boğazlar, Anadolu'nun mevcut olan
1 74
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
değerini daha da arttırmaktadır. Anadolu'nun bu mevkii
siyasi olduğu kadar iktisadi bir önem de taşımaktadır.
Doğu-batı, kuzey-güney istikametlerindeki ticaretin
merkezi, geçiş yeri Anadolu' dur. Bu haliyle Anadolu,
sadece yakın çevresiyle değil, aynı zamanda uzak çevresi
ile de (Avrupa, Karadeniz'in kuzeyi, İran, Türkistan,
Mısır, Hicaz gibi) münasebet halindedir ve bu bölgeler
arasındaki münasebet Anadolu vasıtasıyla sağlanmakta­
dır.
Bu haliyle Anadolu, tabii coğrafyası ve mevkii itiba­
riyle hinterlandı çok geniş olan bir coğrafyadır. Bu coğ­
rafyaya hakim olan güçler, kısa zamanda çevresine doğru
yayılırlar. Çevresinin cazibe merkezi olur veya çevresini
himayesine, etki alanına alır. Anadolu'nun bu etkisi, tabii
coğrafyası ile sınırlıdır. Bu sınır, doğuda Kafkas dağlarının
batısı, batıda Tuna nehri tabii sınır olmak üzere Bulgaris­
tan, Makedonya üzerinden Arnavutluk'tan Adriyatik'e
ulaşır. Güneyde ise Kıbrıs Adası dahil Şam-Bağdat çizgisi­
nin kuzeyidir. Anadolu'nun tabii sınırları bugünkü siyasi
sınırlar değil, gerçek sınırlar olan bu tabii sınırlardır. Bu
sınırlar Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dö­
nemleri dahil olmak üzere daima Anadolu'ya bağlı kal­
mıştır. Veya söz konusu devletlerin hakimiyet alanlarını
bu sınırlar oluşturmuştur. Gerçekten de tarihte Suriye,
Kuzey Irak, Kıbrıs ve Balkanlar'ın kaderi, Anadolu'nun
kaderi ile birlikte gelişmişti?0• Bu özellikleriyle Anadolu
merkezi bir coğrafyadır. Yukarıda sınırları çizilen coğraf­
yaların hakim merkezidir. Tarih boyunca daima bu mer­
kezlere hükmetmiştir.

20 Anadolu'nun tabii ve fiziki coğrafyasından hareketle, tarih boyunca


Anadolu'nun hakimiyet alanını, yani tabii sınırlarını tespite çalıştı­
ğımız bir araştırma için Bkz. Mustafa Öztürk; "Osmanlı Miri Reji­
minin Misak-ı Milli ile Münasebetleri", Genelkurmay ATASE, Be­
şinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I (İstanbul, 23-25 Ekim 1 995),
Ankara 1 996, s. 186- 192
1 75
TARiH FELSEFESi

�l}g;,

Coğrafya değişmediğine göre, günümüzde ve gele­


cekte Anadolu, gene etki alanı olan bu bölgelerin mer­
kezi olacaktır. Merkezi coğrafya demek mutlaka zikredi­
len bölgeleri eskiden olduğu gibi tek siyasi güç altında
birleştirmek demek değildir. Zaman ve şartlara göre
merkezi rol değişebilir. Mesela, bilim, teknoloji, ulaşım
ve iletişim alanındaki gelişmelerin baş döndürücü bir
hızla devam ettiği günümüzde hemen her bölgede ikti­
sadi, siyasi ve kültürel işbirliklerine dayalı ma­
halli/bölgesel iktisadi ve siyasi Birlikler kurulmaktadır.
İşte Anadolu yüzyılımızda kendi bölgesel işbirliğini ku­
rabilecek tarihi, coğrafi ve kültürel birikim ve kabiliyete
sahip bir coğrafyadır. Eğer ülkemiz bir birliğe girecekse,
bu mutlaka Anadolu merkezli bir birlik olmalıdır. Çünkü
bizzat Anadolu bölgesel bir güç merkezidir. Bundan
dolayı Türkiye kendi Birliği'ni kurmalıdır21• Son elli yıl­
dan beri adeta bir ideal haline getirilen Avrupa Birliği'ne
girmek düşüncesi, tamamıyla sun'idir, tarihi ve coğrafi
şartlarla asla bağdaşmamaktadır. Zira tarihte Anadolu ile
Avrupa'nın bütünleştiği bir dönem hatırlanmamaktadır.
Avrupa ile tarihi, iktisadi ve siyasi ilişkiler başka, Avrupa
ile her alanda bir bütünlük oluşturmak başka şeydir.
Tarihi, coğrafi ve kültürel zemin buna uygun değildir.
Anadolu coğrafyası aynı zamanda yaşamaya, me­
deni inkişafa müsait bir coğrafyadır. Kuzeyde ve güney-

21
Bu konudaki tekliflerimiz için bkz. "Yeni Bir Bölgesel Örgütlenme
Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi-Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu (Kahra­
manmaraş, 12- 1 3 Kasım 2007), (Editörler: A. Hamdi Aydın­
Seyhan Taş-Saniye Adıgüzel), Kahramanmaraş 2008, s. 147- 165,
aynı makalenin başka bir yayını için bkz. "Yeni Bir Bölgesel Örgüt­
lenme Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Fırat Üniversitesi Orta
Doğu Araştırmaları Merkezi; Uluslararası Üçüncü Orta Doğu Semi­
neri -Küreselleşme Sürecinde Orta Doğu'nun Yeri ve Geleceği-, (Elazığ,
2-4 Kasım 2006), Elazığ 2008, s. 1 7 1 - 1 95
1 76
MUSTAFA ÖZTÜRK

�}�

de doğu-batı istikametinde uzanan dağ silsileleri Anado­


lu'ya tabii bir muhafaza sağlar. Kolay kolay geçit verme­
yen Karadeniz ve Toros Dağları sayesinde Anadolu,
kuzeyden veya güneyden işgale uğramamıştır. Tarih
boyunca Kırım merkezli bir güç Karadeniz Dağlarını
aşarak Anadolu'yu işgal edememiştir. Keza Şam veya
Bağdat merkezli bir güç de Torosları aşarak Anadolu'yu
işgal edememiştir. Arapların güçlü oldukları 7-9. yüzyıl­
larda Anadolu'ya akınlar yapılmış ise de, bu akınlar etkili
olamamış ve ancak Tarsus-Erzurum hattında Suğur /
Avasım denilen bir hat kurulmuştur. Anadolu'ya yapılan
akınlar ve işgaller, daima doğu-batı istikametinde geliş­
miştir. İlk çağlardaki deniz kavimlerinin göçleri Batı'dan
Anadolu'ya yapılmıştır. Pers veya Sasani akınları doğu­
dan batıya gelişmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda vuku
bulan Türk fethi de doğu-batı istikametinde gelişmiştir.
Son olarak Kurtuluş Savaşı'nda Yunan ordusu yine batı­
dan doğuya doğru yayılmıştır. Kısacası Anadolu'daki
fetih ya da işgallerin yönü doğu-batı istikametindedir. Bu­
nun en önemli sebebi Anadolu'nun tabii coğrafyasıdır.
Anadolu, aynı coğrafyada yaşayan milletlerin aynı
şartları yaşadıklarına dair ilginç bir örnek teşkil etmek­
tedir. Coğrafi konumu itibariyle Asya ile Avrupa arasın­
da bir köprü mesabesindedir. Tarihte, Yunan-Roma­
Pers, Doğu Roma-Sasani, Arap-Bizans ilişkilerinde dai­
ma merkezi rol üstlenmiştir. Doğu Roma (Bizans)
hakimiyeti döneminde, Bizans, Doğu'ya sefer yaptığın­
da, Balkan halkları, Bulgar, Avar, Peçenek ve Sırplar
İstanbul' a saldırırlardı. Doğu seferini bitiren Bizans,
Balkanlar'a döner, onlarla mücadele eder ve tabii ki ço­
ğunlukla kanlı bir şekilde onları sindirirdi. Bizans tarihi,
Doğu-Batı seferleri ile geçmiştir.
1 77
TARiH FELSEFESİ

�iZ;,

Onun yerine kurulan Osmanlı Devleti de aynı ka­


deri paylaşmıştı. Osmanlılar Rumeli'ye sefer yaptıkla­
rında ilk başlarda Karaman1 zaman zaman Memluklar ve
daha sonraki uzun yüzyıllarda da İran, Osmanlı Anado­
lu'suna saldırırdı. Osmanlı Doğu'ya döndüğünde, bu
sefer Balkanlar'daki Sırp, Macar, Papalık1 Avusturya­
Macaristan saldırıya geçerlerdi. Bizans'ın yaşadığı bu
kısır döngüyü aynı şekilde Osmanlı Devleti de yaşamış­
tır ki, bunda Anadolu coğrafyasının tabii özelliklerinin
önemi aşikardır.
Anadolu coğrafyası kendi içinde farklı önemi haiz­
dir. Anadolu'nun her bölgesi önemlidir ama Doğu Ana­
dolu bölgesi Anadolu'nun birlik ve bütünlüğü bakımın­
dan daha fazla bir öneme sahiptir. Zira Anadolu'nun
fethi Doğu Anadolu' dan başlamış ve Kayseri ( 1072) ve
Antakya'daki ( 1 07 4) direnişlerinden sonra Deniz­
li/Honaz' a ( 1 1 76 Miryakefalon) kadar önemli bir dire­
nişle karşılaşılmamıştır. Doğu Anadolu fethedildikten
sonra, Adalar Denizi'ne kadar tabii bir engel bulunma­
maktadır.
Sınırlarını çizdiğimiz Anadolu'nun bütünlüğü1 bir­
liği sağlandığı zaman bölgesel güç merkezi olmaktadır.
İlk çağlarda Anadolu' da onlarca mahalli krallık hüküm
sürerken1 Anadolu merkezi bir güç olamamıştır. Hititler
kısmen Orta Anadolu merkezli bir güç oldukları zaman
Suriye'ye kadar yayılabildiler. Öte yandan İstanbul mer­
kezli Doğu Roma (Bizans) veya Osmanlı Devleti için de
Doğu Anadolu fethedilmeden veya birlik sağlanamadan
bölge devleti olmanın imkanı yoktu. Keza Beylikler Dö­
neminde de Anadolu merkezi bir konumda değildi. Hat­
ta Doğu Roma'nın merkezi İstanbul fethedilmesine
rağmen1 Anadolu'nun birliği tam olarak sağlanamadığı
için Osmanlı Devleti hala mahalli bir devlet niteliğin-
1 78
MUSTAFA ÖZTÜRK

.sJ.fg.,
deydi. Osmanlı Devleti 1300 yılından 1 5 1 6 yılına kadar
geçen 216 yıllık sürede mahalli bir devlet niteliğinde
kalmış, ancak Yavuz Sultan Selim ve Kanuni'nin Doğu
Anadolu'daki vilayetleri Osmanlı birliğine katması (Di­
yarbakır 1516, Harput 1 5 1 6, Erzurum 1 5 1 8, Van 1 534-
1548) ile Osmanlı Devleti sınırlarını aşan bir cihan dev­
leti olabilmiştir. O halde Doğu Anadolu hem Anadolu'da
birliğin sağlanması hem de bölgesinde güçlü bir konuma
ulaşmada hayati önemi olan bir bölgedir. Yani Doğu Ana­
dolu olmadan Anadolu'nun varlığı ve birliği düşünülemez.
Anadolu'nun birliği sağlanmadan da bir bölge ve dünya
devleti olmanın imkanı yoktur.
Bu tarihi vakıayı tersinden okuduğumuzda, Anado­
lu'nun bütünlüğünün korunmasının önemi daha iyi
anlaşılacaktır. Bugün ülkemizin güvenliğinin Anado­
lu'nun birliğinin devamında olduğu açıktır. Türkiye
ancak Anadolu'nun bütünlüğünü sürdürdüğü müddetçe
bir bölge ve dünya devleti vasfını sürdürebilir. Bu tarihi
ve coğrafi gerçekler Batılı sömürgeci devletler tarafından
çok iyi bilindiğinden, Türkiye'nin parçalanması, özellik­
le de Doğu Anadolu'nun Türkiye' den ayrılması husu­
sunda gizlemeye dahi lüzum görmedikleri büyük gayret­
ler içindedirler. Bunun için günümüzde çevremizde
cereyan eden hadiseleri değerlendirmek yeterlidir.
Anadolu'nun bu coğrafi ve tarihi özelliklerinden
dolayı, tarih boyunca burada kurulan bütün devletler
askeri nitelikli devletler olmak zorunda kalmışlardır.
Anadolu coğrafyası, üzerinde barındırdığı devletleri
askeri nitelikli olmaya mecbur etmektedir. Zira Anado­
lu' nun bütünlüğünü elde tutmak, burada bağımsız ya­
şamak zordur, pahalıdır ve burada hürriyetin bedeli
ağırdır. Burada bağımsız olarak yaşamak isteyen devlet­
ler, milli hasılalarının önemli bir kısmını savunmalarına
1 79
TARiH FELSEFESi

��
ayırmak zorundadırlar. Çünkü Anadolu, uzak denizler­
de, stratejik önemi olmayan herhangi bir yer değil, dün­
yanın kalpgahıdır. Hitit, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve
nihayet Osmanlı Devleti askeri nitelikli devletlerdi, buna
mecburlardı. Coğrafi zaruretlerden kaynaklanan bu ge­
lenek, günümüz Türkiye'sinde de devam etmektedir.
Bugün de milli hasılamızın büyük bir kısmını savunma
ihtiyaçlarına ayırmamızın temelinde, bu tarihi ve coğrafi
gerçekler ile zaruretler vardır.

e. Katkasya22
Hazar Denizi'nin batısından Karadeniz'e ve Doğu
Anadolu'ya kadar olan ve merkezini de Kafkas Dağları­
nın meydana getirdiği bölgedir. Bu bölge tarih boyunca
doğu-batı istikametinde meydana gelen kavimler göçü­
nün ve işgallerin tesirinde kalmıştır. Bu geliş-gidişler,
tabii olarak Kafkas halklarının da çok farklı kavimlerden
oluşmasına ve bunların birbirleriyle karışmasına vesile
olmuştur. Dolayısıyla Kafkaslar, farklı ırk ve dillerin bu­
luştuğu bir bölgedir.
Sert karasal iklimi, medeni gelişmeyi engelleyen bir
unsur olmuştur. Feodal kalıntılar, toplumsal kontrol ve
sosyal baskı Kafkas halklarında belirgindir. Bu bakımdan
bu bölgede küçük mahalli prenslikler (Ermeni ve Gür­
cü) kurulmuştur ama hiçbir zaman bölgesel bir gücün
merkezi olamamıştır. Tarihte hiçbir zaman Gence, Eri-

22
Kafkaslar, Genelkurmay ATASE tarafından Sekizinci Askeri Tarih
Semineri'nin konusu yapıldı. Bkz. Genelkurmay ATASE, Sekizinci
Askeri Tarih Semineri Bildirileri 1, XIX ve XX. Yüzyıllarda Türkiye
Kafkaslar, (İstanbul, 24-26 Ekim 200 1 ), Ankara 2003, Bu seminer­
de bizim "Kafkasya'nın Tarihi Coğrafyası ve Stratejik Önemi", s. 1-
20, konulu bildirimize müracaat edilebilir. Ayrıca Selçuklular dö­
neminde Kafkaslar için Bkz. Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkas­
ya, Konya 2000.
1 80
M U STAFA ÖZTÜRK

�!,&;.,

van ve Tiflis'te büyük bir siyasi, askeri veya iktisadi güç


oluşmamıştır. Bu, orada hiç medeniyet gelişmemiş an­
lamına gelmez, elbette bu bölgede de bir medeniyet
vardır ama bölgesini veya dünyayı etkileyebilecek nite­
likte bir güç merkezi olamamıştır. Kafkasların tarihi ve
tabii coğrafyası buna fırsat vermemiştir. Çünkü Kafkas­
lar, çevresini kuşatan üç büyük merkezi coğrafya ile sı­
nırlıdır, tarih boyunca üç büyük güç merkezinin etki
alanı olmuştur. Bu merkezler, Anadolu, İran ve Kuzey
(Rusya) dir. Gerçekten de Kafkasya, tarih boyunca Ana­
dolu, İran ve Rusya' da kurulan devletlerin ya işgaline
uğramış veya hakimiyetlerini kabul etmiştir. Uzun yüz­
yıllar İran merkezli Pers ve Sasanilerin hakimiyetinde
kalan Kafkasya, bir zamanlar Anadolu'ya kadar yayılan
Roma'nın, arkasından gene Anadolu'yu merkez edinen
Bizans'ın himayesine girdi. Uzun bir süre Selçuklu Dev­
leti'nin himayesinde kaldı. Bir zamanlar Altınordu ve
Timur Devletleri Kafkasya'ya hakim oldu. Daha sonra
gene Anadolu merkezli Osmanlı hakimiyeti Kafkaslar' da
tesis edildi ve uzun yıllar İran ( Safevi) ile Osmanlı Dev­
leti arasında bir mücadele alanı oldu. 1 6. yüzyıldan itiba­
ren kuzeyde gelişen Rusya 1 8. yüzyıldan itibaren Kafkas­
lara ve hatta daha da doğuya doğru yayılmaya başlamış­
tır.
Geçmişte Anadolu, İran ve Rusya tarafından hima­
ye edilen veya bu üç bölgede kurulan büyük güçlerin
mücadele alanı olan Kafkasya, bugün de Türkiye, İran ve
Rusya arasında bir nüfuz alanı halindedir ve gelecekte de
bu vakıa devam edecektir. Bundan dolayı, Kafkaslar' dan
büyük güçlerin doğuşunu beklemek yanlış olur. Bu bek­
lenti, tarihi zemine ve realiteye de aykırıdır.
1 81
TARiH FELSEFESİ

f. İran
Dünya coğrafyasının önemli merkezlerindendir.
Asya kıtasının Akdeniz' e ve Orta Doğu' ya açılan en
önemli mevkiidir. İran coğrafyasına hakim olan güçler
kısa zamanda çevrelerine de hakim olurlar. Bu hakimiyet
alanı Hazar Denizi'nin güneyinden ve doğusundan baş­
layarak Afganistan'ı içine alır ve güneyde Hindistan'ın
kuzeyine1 Basra Körfezi'ne kadar devam eder. Batıda ise
Anadolu ve Akdeniz' e kadar uzanır. Dikkat edilirse söz
konusu geniş alanlar gelecekte de önemlerini koruyan
stratejik bölgelerdir. Siyasi ve iktisadi güç merkezleri bu
alanlardır.
Ancak tarihi gelişmeler dikkatle izlenirse1 İran'ın
hedefi ve yönü büyük çoğunlukla Batı olmuştur. Türkis­
tan veya Çin'e fazla bir yöneliş yoktur. II. Dara'nın Hin­
distan seferi dışında İran'ın doğu ve güneydoğusuna
ciddi bir seferi yoktur. Pers ve Sasani dönemlerinin tari­
hi Batı ile yapılan mücadelelerle geçmiştir. Daha M.Ö.
587 yılında Babil Kralı Buhtunnars (Nebukadnazer)
Kudüs'ü aldı ve yıktı. Yaklaşık yüz yıl sonra M.Ö. 490
yılında Persler1 Atina önlerinde göründü ve aynı yıl yapı­
lan meşhur Marathon Savaşı'nda büyük bir yenilgiye
uğradılar. Arkasında M.Ö. 480'de Salamis ve 479'da da
Plataia Savaşları yapıldı. Bu savaşlar da Perslerin yenilgi­
siyle sona erdi.
Öte yandan Persler1 II. Kambiz döneminde (M.Ö.
550-522) Mısır'ı ele geçirdiler. I. Dara döneminde Pers
İmparatorluğu'nun sınırları İndus'tan Sirderya'ya ve
Tuna'ya1 oradan Akdeniz'e kadar genişledi. M.Ö. 333'te
Persler gene Akdeniz kıyısında İskenderun Körfezi'nde
İskender ile yapılan İssos Savaşı'nı kaybettiler.
Sasaniler döneminde de İran'ın yönü gene batı ol­
muştur. Nitekim M.S. 579 yılında Sasanilerin Bizans
1 82
M U STAFA ÖZTÜRK

��

üzerine önemli akınları olmuş ve Malatya civarında bü­


yük başarılar elde etmişlerdir. Kısa denebilecek bir süre
sonra, M.S. 602' de Boğazlara doğru gene bir Sasani akını
görülmektedir.
Bilahare 1 0- 1 ! .yüzyılda İran coğrafyasına sahip
olan ve burada büyük bir devlet kuran Selçukluların da
yayılma yönü ve alanı kendisinden önce burada devlet
kuran Pers ve Sasanilerinkinden farklı olmamıştır. Onlar
da Maveraü'n-Nehr ve İndus'a kadar yayılmakla bera­
ber, onların da asıl hedefi ve yönü batı olmuştur. Nite­
kim Selçuklu Devleti'nin bir ucu olan ve onun adına
hareket eden Anadolu Selçuklu Devleti'nin hedefi de
batıydı. Selçuklu Devleti' ne bağlı olarak Anadolu' da
fetihler yapılmış, Suriye ve Filistin üzerinden Akdeniz' e
ulaşılmış, Anadolu ise tedricen fethedilmiş ve Adalar
Denizi' ne ulaşılmıştır.
Kısacası İran coğrafyasının meyli batıyadır. Orta
Doğu ve Anadolu' da güçlü siyasi birlikler olmadığı za­
man, İran merkezli güçler Akdeniz' e kadar hakimiyetle­
rini uzatabilirler.

g. Orta Doğu
Siyasi bir terim olan Orta Doğu, 19. yüzyılda İngil­
tere tarafından kullanılan bir terimdir. Bilindiği gibi Do­
ğu olarak anılan 3 bölge vardır. Bunlar; Yakın Doğu, Orta
Doğu ve Uzak Doğu. Bütün bu bölgelerin mihveri İngil­
tere' dir. Yakın, orta ve uzak tabirleri İngiltere'ye göredir.
Ama bu tabirler günümüz siyasi edebiyatına girmiştir.
Her ne kadar Orta Doğu'nun sınırları üzerinde tam bir
mutabakat yok ise de, ekseriyet tarafından kabul edilen
Orta Doğu; Basra Körfezi, Akdeniz ve Kızıldeniz ile
sınırlı olan bugünkü Suriye, Irak, Filistin, Ürdün, Lüb­
nan, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez emirliklerini
1 83
TARiH FELSEFESi

�vg;,

içine alan bölgedir. Buna Türkiye, İran, Mısır ve Libya'yı


da dahil eden görüşler vardır.
I. Dünya Savaşı'na kadar Yunanistan, Bulgaristan,
Levant (Doğu Akdeniz kıyıları: Lübnan, Suriye) ve Mı­
sır, Yakın Doğu kavramıyla ifade edilirken, savaştan son­
ra Mezopotamya, Arap Yarımadası, İran ve bazen de
Afganistan'ı da kapsayacak şekilde, Orta Doğu terimiyle
Yakın Doğu'nun yerini aldı. Orta Doğu daha çok Lib­
ya'nın doğusundan Pakistan'a kadar uzanan, Asya'nın
güneybatısı ile Afrika'nın kuzeydoğusunu içerisine alan
bir bölgenin adı olmuştur. Bu durumda Mısır, Arap Ya­
rımadası, Verimli Hilal Ülkeleri (Irak, Suriye, Lübnan,
Filistin), Türkiye, İran ve Afganistan'ı içine alan bir coğ­
rafi bölge olmaktadır.
Bazı yazarlar, ırk unsurunu dikkate alıp Türkiye,
İran ve Afganistan'ı Orta Doğu'nun kapsamından ayıra­
rak, Arap ırkının hakim unsur olduğu bölgeyi Arap Orta
Doğu' su kavramıyla karşılamaktadırlar23• Bize göre Orta
Doğu kavramı, yakın zamanlarda mahiyet değiştirmiş ve
Orta Doğu, siyasi ve coğrafi anlamından ziyade, İslam
coğrafyası ve kültürünü ifade eden bir terim haline gelmiş­
tir. Bugün Orta Doğu kavramı, İslam Dünyası ile özdeş
hale gelmiş bu kavramdan İslam Dünyası anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse Orta Doğu; Asya, Avrupa ve Afri­
ka'yı kara ve deniz yolları ile birbirine bağlayan çok
önemli bir konumdadır. Fırat ve Dicle'nin suladığı Me­
zopotamya ve Nil' in suladığı Mısır'da ilk büyük medeni­
yetler kurulmuştur. Kramers'in eserine ilham kaynağı
olduğu gibi, tarih Sümer' de başlamıştır.
Üç büyük kitabi din (Yahudilik, Hristiyanlık, İsla­
miyet) burada doğmuştur. Orta Doğu ile ilgisi olmayan,

23 Davut Dursunoğlu, Orta Doğu Neresi, İstanbul 1 995, s. 15, 1 6


1 84
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\Y?,
Orta Doğu siyasetinden, iktisadi ve kültürel tarihinden
etkilenmeyen hiçbir oluşum veya bölge yok gibidir. Ne­
redeyse insanlık tarihi Orta Doğu tarihi demektir. Geç­
mişte bu derecede önemli olan Orta Doğu, günümüzde
de önemini korumaktadır ve gelecekte de koruyacaktır.
Coğrafi özellikleri itibariyle bütün Orta Doğu aynı
tarihi/ coğrafi seyri göstermemiştir. Öncelikle Orta Do­
ğu coğrafyasını iki ana bölüme ayırmak daha doğru ola­
caktır. Birincisi, Doğu Akdeniz' den, yani bugünkü Suri­
ye, Lübnan ve İsrail' den başlayıp Ürdün ve lrak'ı içine
alıp Basra Körfezi'ne ulaşan bölüm, ikincisi de bu bölge­
nin daha güneyi, Akabe Körfezi'nden Basra Körfezi'ne
uzanan çizginin güneyi olan Arap Yanmadası (bugünkü
Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez emirlikleri) bölümü­
dür.
Birinci bölüm, yani bugünkü Doğu Akdeniz-Basra
kesimi tarih boyunca çevresinde kurulan üç büyük gü­
cün himayesinde gelişmiştir. Bunlar doğuda İran, ku­
zeyde Anadolu ve güneybatıda Mısır' dır. Anadolu' da ilk
büyük devlet kuran Hititler, Şam' a kadar yayıldılar. Ar­
kasından Anadolu'ya sahip olan Roma, bütün Doğu
Akdeniz, Mısır ve doğuda da Musul, Kerkük' e kadar
uzandı. Roma'nın varisi olan Bizans da aynı hatta kaldı.
Doğuda Pers ve Sasaniler lrak'ı uzun yüzyıllar ellerinde
tuttular. Güneyde Mısır Firavunları döneminde Kudüs
ve Filistin çoğunlukla Mısır'ın himayesindeydi. Hatta
Firavunlar hazan Şam' a kadar gelmekteydiler. Firavun­
lardan çok sonra Mısır' da kurulan Memluklar da bütün
Suriye'yi alarak Anadolu sınırlarına dayandılar. Dikkat
edilirse bu bölge tarih boyunca iki büyük gücün etki
alanında kalmıştır. Yani Suriye ve Irak, tarihte ya Anado­
lu veya İran merkezli güçlerin etkisinde kalmıştır. Hatta
İran daha çok lrak'ın güneyine, Anadolu ise Kuzey Suri-
1 85
TARiH FELSEFESi

,;SJW;.,

ye ve Kuzey Irak'ta etkili olmuştur24• Şam merkezli bir


güç, hiçbir zaman Mısır' a veya Anadolu'ya hakim ola­
mamıştır. Bilakis Anadolu veya Mısır merkezli güçler bu
bölgeye hakim olmuş, tarihi seyri içinde zaman zaman el
değiştirmiştir. Hatta Şam'ın güneyi Mısır'ın, Kuzeyi de
Anadolu'nun etki alanı olarak kabul edilebilir. Keza do­
ğuda Bağdat merkezli bir gücün Anadolu veya İran'a
hakim olduğu görülmemektedir. Aksine Bağdat daima
İran veya Anadolu'nun etki alanında olmuştur.
Ortadoğu'nun ikinci kısmı olan Güney bölgesi Hi­
caz, kuzeye göre daha şanslıdır. Akabe Körfezi'nden
Basra Körfezi'ne uzanan çizginin güneyinde çöl iklimi
bütün özellikleri ile görülmektedir. Bu bakımdan bu çöl
iklimi ve tabii coğrafyası, aynı zamanda bölgeye tabii bir
koruma sağlamaktadır. Etrafında tarihe yön veren büyük
devletler kurulurken, yıkılırken, büyük gelişmeler mey­
dana gelirken (kuzeyinde Sümer, Babil, İran' da Pers,
Sasani, Anadolu' da Roma, Bizans, batısında Mısır' da
Firavunlar dönemi Mısır'ı) bölge hiç bir zaman işgal
edilmemiştir. Çünkü çöl coğrafyası, işgallere karşı tabii
bir engel oluşturmaktadır25• Dolayısıyla çöl şartları, böl­
geye tabii bir koruma sağlamıştır. Buradaki kabile reisle-

24 Anadolu ile Şam-Bağdat hattının kuzeyi yani bugünkü Suriye ile


Kuzey lrak'ın kader birliği tarihin ilk dönemlerine kadar iner. Yerin
altındaki arkeolojik tabakalar bile iki bölgenin aynı tarih ve kültürü
paylaşbğını göstermektedir. Hitit arkeolojik kalınbları bütün Kuzey
Suriye' de, Kuzey Irak merkezli Asur tüccarlarının tabletleri, borç
senetleri ve her türlü alışverişlerine ait arkeolojik buluntular Orta
Anadolu'da, Kayseri' de görülmektedir. Uzun tarihi süreçte, bu böl­
gedeki halklar da birbirine karışmış, etkilenmiş, aynı kaderi paylaş­
mışbr. Bunun içindir ki, bölge halklarının günlük hayatları arasında
da çok önemli bir fark yoktur.
25 Tabii korumaya başka bir örnek de Rusya coğrafyasıdır. Rusya
coğrafyası da soğuk iklim karakteri ile tabii bir korumaya sahiptir.
Napolyon'un Rusya seferinde ve her iki Dünya Savaşında da Rus­
ya'yı koruyan, soğuk kış mevsimi ve kar olmuştur.
1 86
MUSTAFA ÖZTÜRK

�t�
ri de tabii olarak etraflarındaki güçlere tabi olmuşlardır.
Ya Roma'nın veya Mısır'ın tabiiyetini tanımışlardır.
Suriye ve Filistin'i ele geçiren Selçukluların hakimi­
yeti Yemen' e kadar uzanıyordu. Ama hakimiyet savaşlar
yoluyla değil tabiiyetini tanıma yoluyla olmuştur. Os­
manlı hakimiyetinden önce Memluklu hakimiyetinde
olan Hicaz, Osmanlı Devleti'nin Mısır'ı ilhakı ile Os­
manlı Devleti'ne tabiiyetlerini bildirmişlerdir. Yoksa
Osmanlı ordularının Hicaz'a seferleri yoktur26•

h. Hindistan
Asya'nın güneyindeki büyük Hint kıtasıdır. Dil, din
ve kültürü ile Bengal Körfezi'nden Pakistan'a kadar uza­
nır. Kuzeyinde dünyanın en yüksek tepesinin de bulun­
duğu büyük Himalayalar dağ silsilesi yükselir. Doğu, batı
ve güneyi ise Hint Okyanusu ile çevrilidir. Himalaya­
lardan kaynağını alan binlerce dere büyük Ganj Nehri'ni
besler. Kuzeyden güneye inildikçe geniş ova ve düzlük­
lere ulaşılır.
Hindistan kıtasının orta ve güneyi tropik iklim ku­
şağındadır. Muson yağmurları Hindistan için hayati
önem arz etmektedir. Uçsuz bucaksız ovalarda tropikal
iklimin bütün özelliklerini görmek mümkündür. Binler­
ce ağaç ve bitki türü bulunan dev ormanlar, aynı zaman­
da binlerce tür hayvan varlığını da barındırmaktadır. Yaz
ile kış mevsimi, gece ile gündüz arasında çok büyük sı­
caklık farkı bulunmamaktadır.
Bu haliyle cömert Hindistan kıtası insanlar için ya­
şamaya son derecede elverişli bir konumdadır. Orta
kuşakta olduğu gibi, çetin kış şartları yoktur. Bu itibarla
26
Orta Doğu hakkında son bir çalışmamız için Bkz. "Orta Doğu
(Kavram, Jeopolitik ve Sosyoekonomik Durum", Fırat Üniversitesi
Orta Doğu Araştırmaları Dergisi 1/1 , Elazığ 2003, s. 253-265
1 87
TARi H FELSEFESi

��
hayat kolaydır. Bu zengin tabiatıyla her devirde ihtiyaç
duyulan pek çok gıda ve temel ihtiyaç maddesinin kay­
nağı olmuştur. Hint baharatı tarihin en önemli ticaret
metaını oluşturmuştur. Hint tekstil sanayii, ticaret ve
rekabetin en önemli unsurunu oluşturmuştur. Hint tica­
reti bütün çağlar boyunca Asya ve Avrupa ticaretinde
önemli rol oynamıştır.
Hindistan her bakımdan kendine yeterli bir ko­
numdadır. Bu itibarla Hindistan halkı tarihte halkını
beslemek için başka coğrafyalara yayılma ihtiyacı his­
setmemiştir. Tarihte Hint merkezli güçlerin fetih ama­
cıyla ülkelerinden çıktıkları görülmemiştir. Tam tersine
Hindistan'ın bu zenginlikleri daima başka milletlerin
iştahını kabartmış ve Hindistan tarih boyunca büyük
güçlerin en önemli hedefi olmuştur. Kuzeyden Türkler,
Moğollar, Batı' dan Araplar, Yeni ve Yakın Çağlarda Por­
tekiz, Fransız ve İngilizler, hep Hindistan'ın zenginlikle­
rine ulaşmak amacıyla Hindistan' a seferler yapmışlardır.
Burada söz konusu kavimlerin değişik aralıklarla kur­
dukları devletler, Hint tarihinin önemli bir kısmını oluş­
turmaktadır.
Hindistan'ın zengin coğrafyası; kültür, mitoloji ve
sosyal hayata damgasını vurmuştur. Halk, bu zengin
tabiatla adeta bütünleşmiştir. Halk, tabiatla o kadar barı­
şıktır ki, en vahşi hayvanları bile dini inançlarının bir
gereği olarak korumakta, onlarla birlikte yaşamayı ba­
şarmış bulunmaktadır. Bu durum tarihe mal olmuş Hint
Mistisizminin kaynağını oluşturmaktadır. Hint felsefesi­
nin temeli tabiat ile Tanrı ilişkisine dayanır. Buna göre
Tanrı tabiatın her zerresinde mevcuttur, yaratılan her
şey Tanrı'dan bir eserdir. Her şey bir dönüşüm içinde
cereyan etmektedir. Tanrı bütün tabiatta tecelli etmiştir.
Bu itibarla yaratılan her şey kutsaldır, bu bakımdan tabi­
ata zarar vermek, hayvanları öldürmek günah olarak
1 88
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

kabul edilmiştir. Günümüzün modern dünyası Hint


felsefesini ve dünya görüşünü tam olarak anlamaktan
acizdir. Oysa bir halkın kültürünü tanımak, onun gönül
dünyasını tanımaktan geçer.
Hint halkının bu anlayışı, tabiata karşı bile bu kadar
hoşgörülü olması, tabii olarak, insanların da birbirleri ile
kaynaşmalarına, herkesi yaşayış tarzı ile olduğu gibi ka­
bul etmesine vesile olmuştur. Bugün bir milyar civarın­
daki nüfusu ile yedi yüz büyük etnik grup ve bunların
binlerle ifade edilen dil ve lehçeleri, onlarca din ve mez­
hebi ile büyük ülke olan Hindistan' dan, günümüz dün­
yasının en çok ihtiyaç duyduğu demokrasi, hoşgörü, bir
arada yaşama tecrübesi, ötekini olduğu gibi kabul etme
zarafeti bakımından alacağı çok büyük dersler vardır.
Hint demokrasisi, insanın insana tahammülü sanatının
bir ifadesidir. Sadece bugün Hindistan'da yirmi üç par­
tiden oluşan bir koalisyon hükümetinin iş başında oldu­
ğunu hatırlamak bile yeterlidir.
Kısaca Hindistan, tarihe yaptığı fetihlerle değil,
kurduğu yüksek felsefi-mistik kültürü ve hoşgörüsü ile
temayüz etmiştir. Zengin kaynakları ve ticareti ile daima
hedef ülke olmuş, sömürgecilik tarihinde hiç de hak
etmediği acı akıbetlere maruz kalmıştır. Özellikle İngiliz
sömürge dönemi, Hindistan'ın en bedbaht ve karanlık
dönemi olarak tarihe geçmiştir.

i. Çin
Asya ana karasının orta ve güneydoğusunda yer
alan geniş bir coğrafyadır. Doğusunda Pasifik Okyanusu
ile çevrilidir. Kuzeyinde geniş Moğolistan düzlükleri,
güneyinde ve batısında Tibet ile Himalaya dağ silsileleri
bulunmaktadır. Batısı ise Türkistan ile sınırlıdır. Orta
kuşak iklim özelliklerini gösteren Çin, geniş ova ve pla-
1 89
TARİH FELSEFESİ

talar ile zirai bakımdan kendi kendine yeterli bir kapasi­


teye sahiptir.
Karasal iklim özelliklerine sahip olduğundan, tabii
olarak tarihin daha en erken devirlerinden itibaren feo­
dal bir sosyoekonomik düzen hakim olmuştur. Halkın
büyük çoğunluğu, geniş toprakları ellerinde bulunduran
Çin asilzadelerinin mülkiyetinde olup, halk sadece birer
serftir. Bütün zenginlik, üretim araçları ve servet asilza­
delerin tekelindeydi. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren Çin' de
yayılan Budist inancının verdiği tevekkül ile Çin feoda­
lizmi din ile daha da kuvvetlendirilmiştir. Böylece Çin
halkı, bir beyin kapısında hayatı boyunca karın tokluğu­
na çalışmayı bir fazilet addedecek bir ruh haline kavuş­
turuldu. Çin halkının bu ruh hali, sosyo-iktisadi hayat
tarzı çağımıza kadar hep böyle süregeldi. Modern feoda­
lizm olarak tanımlayabileceğimiz sosyalist düzenin
Çin' de yayılma alanı bulmasının temelinde, bu tarihi ve
coğrafi gerçekler bulunmaktadır.
Çin tarihinin erken devirleri, kuvvetli merkezi im­
paratorlukların kurulduğu devirdir. Böylece saraylarla
süslenmiş zengin şehirler kurulmuş, ticaret, el sanatları,
sanayi hayli ilerlemiş bulunuyordu. Pekin' den başlaya­
rak Roma'ya kadar uzanan meşhur İpek Yolu'nun baş­
langıcı Çin idi. İpek Yolu ağı, tek bir yol değil, doğudan
batıya çeşitli ana merkezlere uğrayan bir ağ teşkil edi­
yordu. Böylece Çin ticareti Roma'ya, Yakın Doğu'ya
kadar olan bütün ticareti besleyen merkez idi.
Çin'in bu zenginlikleri daha milattan önceki yüzyıl­
larda kuzey komşuları olan Türkler ve Moğolların dik­
katlerinin Çin'e çevrilmesine ve arkasından bitip tü­
kenmeyen saldırılarına vesile olmuştur. Bu saldırılardan
iyice bunalan Çin, kuzey sınırlarını emniyet altına almak
için meşhur Çin Seddi'ni inşa etmiştir. Milattan önceki
1 90
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

dönemlerde iki yüzyılda bitirilen bu seddin uzunluğu


1 .200 km.dir.
Çin tarihine bakıldığında, yukarıdaki örnekte de
görüldüğü gibi, Çin daima savunma politikası takip et­
miştir. Tarihte Çin Hanlarının büyük fetihlere giriştikle­
ri görülmemiştir. Elbette zaman zaman komşuları ile
olan anlaşmazlıklarında, komşularına karşı seferler dü­
zenlemişlerdir, ama bizim buradaki kastımız, Asyalı
komşuları Türkler veya Moğollar gibi, kıtalar aşan sefer­
ler yapmamışlardır. Çin hiçbir zaman bir dünya impara­
torluğunun merkezi olamamıştır. Tam tersine Hindistan
gibi, ipeği, baharatı ve diğer zenginlik kaynakları ile dai­
ma hedef ülke olmuş ve işgal edilerek sömürülmüştür27•
Ama günümüzde Çin, bambaşka bir özelliğiyle
dünyaya hakim olmaya başlamıştır. O da ekonomik
gücüdür. Her alanda büyük gelişmeler kaydeden Çin
ekonomisi, Batı ekonomilerinin korkulu rüyası haline
gelmiştir. Askeri bakımdan Çin için endişeye mahal
görmüyoruz ama ekonomik bakımdan aynı şeyi söyle­
mek güçtür. Acaba Çin, tarihteki sömürülmesinin, uğra­
dığı işgallerin intikamını mı almaya çalışıyor?
Görülüyor ki, dünya coğrafyası her bakımdan farklı­
lık göstermektedir. Bu farklılıklar veya imkanlar, o coğ­
rafya üzerinde yaşayan milletlerin kaderine hükmetmek­
tedir. Başka bir deyişle, milletler üzerinde yaşadıkları
coğrafyanın esiridirler. Coğrafya değişmeyeceğine göre,
her millet, coğrafyalarının kendilerine biçtiği kaderi
yaşamak zorundadır. Milletler iktisadi, teknolojik veya
siyasi bakımdan bu kaderlerini iyileştirebilirler ama ta­
mamen değiştiremezler.
27
Hindistan ve Çin'in sosyal yapısı ile ilgili olarak daha fazla bilgi için
Bkz. Moore Barrington Jr; Demokrasinin ve Diktatörlüğün Toplum­
sal Kökenleri: Çağdaş Dünyanın Oluşumunda Soylunun ve Köylünün
Rolü ( çev. Şirin Tekeli-Ünsal Oskay), Verso Yay., Ankara 1989.
1 91
TARiH FELSEFESi

,&��

il. Bedeni-Fıtri (Yaratılış) Kanunlar


İnsanın yaratılışında pek çok haslet bulunmaktadır.
Bu hasletler maddi ve manevi olmak üzere iki cephelidir.
İnsanları hayvanlardan ayıran bu iki cepheliliği, özellikle
de manevi cephesidir. Maddi ve manevi cephede insan­
da pek çok tabii fıtri, (yaratılıştan) özellikler mevcuttur.
Yemek-içmek, uyumak, gülmek, ağlamak, sevmek, se­
vilmek, korunmak, övülmekten hoşlanmak, beğenilmek,
kin, nefret, merak, öğrenmek, ilh ... gibi daha pek çok fıtri
duygu vardır. Ancak dikkat edilirse bu duyguların çoğu
ferdidir, toplumu etkileyebilecek nitelikte değildir. Top­
lumu etkileyebilecek fıtri duygular (içgüdüler) sosyal
nitelikli duygulardır. Yani kendisinden başka ikinci bir
kişiyi ilgilendiren duygulardır. Toplumu derinden ve
sürekli etkileyebilecek olan fıtri duygular ise şunlardır:
1 . Karnını doyurmak (iaşe),
2. Can güvenliğini sağlamak
3. Neslini devam ettirmek.
Gerçekten de bu duygular, her türlü tekamülün ilk
sebebidir. Bu duygular zaman, mekan, sosyal statü, yaş ve
cemiyet ile sınırlı değildir. Her zaman, her yerde ve her­
keste ömür boyu var olan duygulardır. Söz konusu duy­
gular, bu yönleriyle sürekli ve toplumsaldır. Yani toplu­
mu umumi manada ilgilendiren ve etkileyen duygular­
dır. O halde, tarihin birinci umumi kanunu toplumsal
özelliği olan fıtri kanunlardır. Şimdi bunları daha yakın­
dan inceleyelim.

1. İaşe
Bir yaratılmış olarak insan, yemek-içmek mecburiye­
tindedir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu mecburiyet
daimidir. Bundan dolayı ilk insanlardan başlayarak, tarih
1 92
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�.�

boyunca insanoğlu daima iaşesini temin için çalışmıştır.


Bu amaçla uzun süre avlanmış, bazen vahşi hayvanlarla,
bazen de iaşesine ortak olmak isteyen, onu gasp etmeye
çalışan diğer insanlarla savaşmak zorunda kalmıştır. Bu
savaşta bazen bir vahşi hayvan, bazen de rakibi insanlar
tarafından öldürülmüştür. Bu uğurda kendisi de öldür­
mek zorunda kalmıştır. İnsanoğlu iaşe ihtiyacını karşı­
lamak ve sürekli kılmak için çok büyük tecrübeler ge­
çirmiştir. Bir taraftan av tekniklerini geliştirirken bir
taraftan da ziraate geçmiş, yerleşik düzeni kurmuştur.
Ama aynı zamanda avcılık ve toplayıcılık hayatını da
sürdürmüştür. Böylece daha ilk dönemlerde cemiyet
halinde yaşama mecburiyeti doğmuş ve buna bağlı ola­
rak iktisadi müesseseler ortaya konmuştur.
İaşe, yeme-içme, günümüz tabiri ile geçim, daha ge­
nel ifadesi ile hayatı idame ettirmenin kaynağı, coğraf­
yadır. Yukarıda coğrafyanın her yerde her zaman aynı
özellik ve verimlilikte olmadığını, bu yüzden de bir coğ­
rafyada yaşayan insanların mutlaka başka bir coğrafyaya
muhtaç olduklarını, bundan dolayı da ilk mübadelenin,
ilk nüfus akışlarının meydana geldiğini belirtmiştik. Ha­
yatı idame ettirme tarz ve müesseseleri coğrafi farklılık­
lara paralel bir seyir göstermektedir. Bununla beraber
bütün bölgelerde hayatı idame ettirmenin kaynakları ve
müesseseleri ortaktır. Bunlar;
a. Ziraat
b. Sanayi
c. Ticarettir.
İlk yerleşik medeniyetlerden bugüne kadar bu üç
asli unsur değişmemiştir. Ancak bu unsurların üretim
araç-gereçleri ve mübadele tekniklerinde zaman içinde
gelişmeler meydana gelmiştir. İlk dönem ekonomileri,
büyük oranda zırai ekonomiye, zirai mahsullerin ülke
1 93
TARiH FELSEFESİ

�\�
içinde veya ülkeler arasında yapılan mütevazi bir ticarete
ve şehirlerde tabii enerji kaynaklarına dayanan bir sana­
yie dayanmaktaydı. Modern ekonomilerde de bu asli
unsurlar değişmemiş, ancak üretim ve mübadele teknik­
lerinde gelişmeler meydana gelmiştir. Bu ortak özellikle­
ri doğu-batı, kuzey-güney ülkelerinde görmek müm­
kündür. Hatta bu ortak özellikler benzer müesseselerin
de doğmasına sebep olmuştur. Çünkü her kültür temel­
de aynı şartları yaşamaktadır ve tabii olarak benzer dav­
ranış özellikleri göstermektedir.
Hayatı idame ettirme mecburiyeti, tabiattan daha
fazla faydalanma, birim alandan daha fazla gelir temin
etme, birim zamandan daha çok hizmet edinmek azim
ve iradesini doğurdu. Böylece insanoğlu sürekli tabiatla
mücadelede yeni arayışlar içine girdi ve bütün bu müca­
dele iktisat dediğimiz bilimi doğurdu. Başka bir ifade ile
insanlık tarihinde dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de
hayati önemi haiz olan iktisat unsurunun ilk sebebi hayatı
idame ettirme duygu ve iradesinin tezahürüdür.
Tarih ve medeniyetin tekamülünde iktisadın önemi
inkar edilemez. Hatta cemiyet hayatının her alanını ku­
şatmıştır. Belki de bundan dolayı Marx, her şeyi iktisat
zaviyesinden izah etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Çünkü nereye baksak, hangi konuyu ele alsak karşımıza
iktisat çıkmaktadır. Tabii burada hemen şunu söyleye­
lim; iktisat her şeyin yegane ve ilk sebebi değildir, ama ce­
miyet hayatındaki önemi de inkar edilemez.
Hayatı idame ettirme/iaşe, tarihte üretim teknikleri
ile iktisadi müesseseleri doğurmuştur. Avlanma şekilleri,
silahları (taş ve maden başlı baltalar, mızrak ve oklar),
toprağın sürülmesi, sulanması, yiyeceklerin bozulmadan
(tuzlanarak, soğukta veya kurutularak) muhafaza usulle­
ri, mübadele/ticaret, tedavül araçları (midye kabukları,
1 94
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

tuzlanmış balık, tropik meyveler, deri, kürk, yontulmuş


taşlar, külçe demir, bakır ve nihayet daha pratik ve her­
kes tarafından hüsnükabul gören kıymetli madenlerden
-altın, gümüş- kesilmiş sikkeler, muteber kağıtlar ve
emek), fiyatların oluşması, borç, senet gibi medeniyet
unsurları doğdu, çağlar içinde günümüze kadar gelişti.
Öte yandan iktisada bağlı olarak ülkelerin fiziki ya­
pılarında da çoğu günümüze ulaşan fiziki eserler verildi.
Bunlar hanlar, bedestenler, kervansaraylar, agoralar veya
pazar yerleri, iskeleler, ticaret yolları gibi eserlerdir. Bu
ticari mekanlarda her kültürden tüccar bulunabilirdi.
Dolayısıyla kültürler arası bir mübadele de olmaktaydı.
Aslında medeniyet tarihinde şimdiye kadar göz ardı
edilmiş olmakla beraber tüccarların rolü çok önemlidir,
insanlık tüccarlara çok şey borçludur. Bilmedikleri iklim­
lere korkusuzca giden her türlü tehlikeye maruz kalan
tüccarlar, uzun ve tehlikeli yolculukları boyunca sadece
mal taşımamış, aynı zamanda ülkelerin kültürlerini de
birbirlerine taşımışlardır. Fakat bu isimsiz kahramanla­
rın tarihte hak ettikleri mevkie oturtulduklarını söyle­
mek mümkün değildir.
İaşe meselesi tarihte ve günümüzde bütün devletle­
rin en önemli meselesi olmuştur. İleride de değinileceği
gibi sanayi öncesi toplumlarda devlet, saltanatla özdeş­
leşmiştir. Saltanatın muhafazası devletin muhafazası
demektir. Çağımızda ise saltanatın yerini hükümetler
almıştır. Geçmişte saltanatların, günümüzde de siyasi
iktidarların en önemli meseleleri iaşe ve geçim standart­
lannın iyileştirilmesi ve muhafazasıdır. İaşe veya geçim
şartlarının yeterince ve zamanında yerine getirilmemesi,
her ikisi (sultan/kral veya siyasi iktidar) için tehlikeli
sonuçlar doğurabilirdi. İaşenin temin edilmemesi, mer­
kezi tehdit edebilirdi. Materyalist düşünürlerden çok
önce Yusuf Has Hacib bu noktaya dikkati çekmiş ve Bey
1 95
TARiH FELSEFESİ

,&\�
halk için bir saadettir, halk mesud olmalıdır, halkın mesut
olması için de karnının doyması lazımdır8 demiştir. Gü­
nümüzde de iktisadi hayatın, geçim standartlarının iyi­
leştirilememesi siyasi iktidarları tehdit edebilir. Bu yüz­
den beyler/ siyasi iktidarlar hazinenin dolu olmasına ve
ordunun güçlü olmasına dikkat etmeli, bu konuda azami
gayreti sarf etmelidirler. Gene üstat Yusuf Has Hacib
"Hazine ve ordu beylerin kuvvetini teşkil eder, bu ikisi ile
insan kendi öcünü alır, bu ikisi ile bey büyüklük bulur, bu
ikisi bir araya gelirse beylik tacı azamet bulur'129 demek
suretiyle iaşe ile konumuzun ikinci esası olan güvenliğe
dikkat çekmektedir.
Onun için geçmişte olduğu gibi, şimdi ve gelecekte
de halkın karnının doyurulması/hayat şartlarının iyileş­
tirilmesi siyasi iktidarların en önemli meselesi olmalıdır
ve olacaktır. Hatta bu husus çağımız siyasi iktidarlarının
veya dünya devletlerinin de ortak meselesi haline gel­
miştir. Zira bir ülkedeki geçim şartlarının dengesizliği ve
yetersizliği ilk bakışta sadece o ülkeyi ilgilendiren bir
mesele gibi görülmektedir. Fakat aslında bazı ülkelerde­
ki geçim şartlarının yetersizliği, dengesizliği, bütün dün­
yayı, özellikle de kalkınmış ülkeleri tehdit etmektedir.
Bu yüzden (arka planda başka hesaplar olsa bile) millet­
lerarası yardım kuruluşları kurulmuştur.
Öte yandan iaşeye konu olan temel gıda ve zaruri
ihtiyaç maddelerinin ticaretinden bazı çevreler spe­
külatif kazançlar elde edip zenginleşerek merkezi tehdit
edebilirlerdi. Aynı zamanda da halkın spekülatif kazanç
heveslilerinin insafına terk edilmesi, iktisadi ve sosyal
dengeleri bozabilirdi. Bu yüzden devletler iaşeyi kolay­
laştıracak tedbirler almışlardır.

28 Kutadgu Bilig, s. 384


29 Kutadgu Bilig, s. 391
1 96
MUSTAFA ÖZTÜRK

Osmanlı Devleti'nden örnek vermek gerekirse, bu


tedbirler şu şekilde özetlenebilir: Toprağın zemininin,
mülkiyetinin devletin kabul edilmesij bir ailenin işleye­
bileceği miktardaki ünitelere bölünmesi, ticarette kar
haddinin getirilmesi, ihtikarın yasaklanması, temel gıda
ve ihtiyaç maddelerine narh verilmesi gibi tedbirlerdir30•
Bu tedbirler sayesinde Osmanlı Devleti kendi dönemin­
de açlığı yenen iktisadi düzenini, bu sayede de uzun
süren ve merkezi otoriteye dayanan kendine has bir
saltanat sistemini kurmayı ve devam ettirmeyi başarmış­
tır. Aslında toprağın devletin mülkü olması, sadece top­
rağın tasarruf hakkının tevcih edilmesi, ihtikarın yasak­
lanması, ticaret malına kar haddinin getirilmesi gibi ikti­
sadi tedbirler bütün klasik çağ devletlerinin hatta kısmen
de olsa günümüz modern devletlerinin de takip ettikleri
sosyo-iktisadi politikalardır.
Kısaca tarihin önemli bir boyutunu meydana geti­
ren iktisat ve iktisadi gelişmeler, iktisadi rekabet ve mü­
esseseler, bu uğurda yapılan savaşlar ve insanlığın geçir­
diği acı tecrübeler hep iaşe meselesinin çeşitli zamanlar­
da ve bölgelerde tezahür etmiş şekilleridir.

2. Nefsini Koruma/Güvenliğini Sağlama


İnsanın toplumsal olan fıtri duygularının ikincisi
kendini koruma duygusudur. İnsanlar da diğer canlılar
gibi dış tehlikelere karşı hayatlarını korurlar. Bu duygu
da tıpkı iaşe meselesi gibi, her zaman her yerde ve her­
keste mevcuttur. Zaman, mekan sosyal statü ve cinsiyet
ile sınırlı değildir.

30
Mehmet Genç; "Osmanlı Ekonomisinde Devlet ve Ekonomi" V.
Milletler Arası İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler (İstanbul, 21-25
Ağustos 1989) Ankara 1 990, s. 1 8- 1 9
1 97
TARİH FELSEFESİ

İnsanlardaki kendini koruma duygusu önce tabiata


karşı gelişmiştir. İnsan, kendisini sıcak ve soğuklardan
koruyacak tedbirler almış ve bu alanda da tabii olarak
tabiattan faydalanmıştır. Hayvan postu ve dokumadan
giyecek yapmış ve böylece giyim-kuşam kültürünü baş­
latmıştır. Elbette giyim-kuşam tarzı, coğrafi özelliklere
göre farklılık göstermiştir. Ayrıca giyim kuşam tarzına
etki eden başka bir unsur da (ileride değinilecek olan)
dindir.
İnsan tabiatı icabı belli bir yerde ikamet etmek zo­
rundadır. Yani bir barınağa ihtiyacı vardır. Bu barınak,
kendisini hem tabiata ve hem de rakiplerine karşı koru­
yacaktır. İşte bu aşamada insanoğlu korunmayı bulmuş­
tur. Bu barınak bazen göllerde kazıklar üzerine yapılmış
bir kulübe, bazen sarp kayalıklara oyulmuş veya tabii
mağaralar, kamıştan, buzdan evler ve nihayet taş, tuğla
v.b. malzeme ile yapılmış evlerdir. Böylece medeniyet
tarihinin önemli bir boyutu olan mimari, bölgeden böl­
geye kültürden kültüre farklı üsluplar halinde doğmuş ve
gelişmiştir.
İnsandaki nefsini koruma (güvenlik) hasleti tarihte
her türlü savunma ve saldırı teknik, araç ve gereçlerinin
gelişmesini sağlamıştır. Sivri taştan, ağaçtan veya ucu
madeni ok ve mızraklar, baltalar ilk savunma ve saldırı
silahlarıdır. Atın evcilleştirilmesi, savaş arabaları, madeni
her türlü silah ve nihayet ateşli silahların keşfi, surların
inşası hep bu uğurda gösterilen çabalardır. Karada ve
denizde karşı tarafa daha çok zayiat verecek çeşitli çap­
taki toplar, bu alanda büyük bir inkılap yaratmıştır. Ni­
hayet savunma ve saldırı silahlarında bugün gelinen
nokta göz önüne alındığında, insanlık tarihinin adeta
mihverini, güvenlik duygusu ve buna bağlı gelişmelerin
meydana getirdiği görülmektedir. Fert ölçeğinde insan-
1 98
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
daki can güvenliğini koruma içgüdüsü, millet ölçeğinde
milletlerin varlığını ve bağımsızlığını korumaya dönüşmüş­
tür. Her millet de tıpkı tek kişi gibi can güvenliğini yani
halkının can güvenliğini yani bağımsızlığını korumak
zorundadır.
Güvenlikten (Savunma ve saldırı da netice itibariy­
le savunmaya yöneliktir.) doğan savaş taktikleri, savaşla­
rın insan kaynağı, askerlik usulleri (köleler, toprağa bağlı
veya paralı askerler, nihayet vatani görev olarak mecburi
askerlik), savaşanların finansmanı, orduların ikmal ve
iaşe usulleri ve daha pek çok askeri müesseseler başlı
başına askeri tarih adıyla tarihin bir alt disiplinini oluştu­
racak kadar zengin ve çok boyutludur.
Güvenliği sağlama her zaman silahlı güçle olmaya­
bilir. Zira her halde askeri güce başvurmak, beklenen
sonuçları vermeyebilir. Askeri gücün sonuçlarını önce­
den tahmin etmek de güçtür. Hatta bazen bizim dahi
tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar doğurabilir. Bu du­
rumda politika-siyaset-diplomasi denen ve askeri güce
başvurmadan karşı taraftan güvenliğini sağlayacak veya
hayat kaynaklarını temin ve idame ettirecek, araçları
zaman ve mekana göre değişebilen siyaset/diplomasi
usullerine başvurulur. O halde uluslararası siyasetin de ilk
sebebi insanın güvenliğini sağlama duygusundan kay­
naklanmaktadır. Öyleyse dünya tarihinde meydana ge­
len bütün savaşların, işgallerin, bu amaçla geliştirilen
silahların ve takip edilen siyasetin temeli, insanın canını
koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Bu haliyle korunma
içgüdüsü, tarihin ikinci umumi kanunudur.
Dünyanın neresine gidilirse gidilsin şehirlerin fiziki
yapısına tesir eden en önemli unsurlardan birinin güven­
liğe ait eserlerin yer aldığı görülmektedir. Hemen her
şehirde mutlaka bir sur, kale, burç kalıntısı, kışla, tabya
1 99
TARiH FELSEFESi

�.�
vb. eserlerin kalıntılarına rastlanabilir. Günümüzde dahi
hemen her şehirde veya stratejik önemi haiz bölgelerde
güvenlik ile ilgili (askeri garnizon, hava alanı, korugan,
dinleme ve gözetleme tesisleri) bir tesisi görmek müm­
kündür.
Tarihin ağırlıklı boyutu olan askeri ve siyasi tarihin
temeli, tarihin umumi kanunlarından olan insanın güvenli­
ğini sağlama duygusuna dayanmakta ve ondan kaynak­
lanmak-tadır.

3. Neslin Devamı (Cinsiyet)


Temel fıtri kanunlardan üçüncüsü, bir canlı olarak
insanın neslini devam ettirme ( cinsiyet-seksualite) duy­
gu ve iradesidir. İnsan, yaratılış itibariyle kadın ve erkek
olarak iki zıt fakat birbirini tamamlayan bir surette yara­
tılmıştır31, yaratılmışların en mükemmelidir32• Cinsiyet
insandaki hayatın ve devamlılığın dinamizmidir. İnsan
neslinin varlığı, bu bitip tükenmeyen temele dayanmış­
tır.
İnsandaki bu duygu ve bu duygunun tezahürü de
tıpkı öteki fıtri kanunlar gibi süreklidir. Zaman, mekan,
cinsiyet veya sosyal statü ile sınırlı değildir. Bu duygu
tabii olarak bir karı-kocadan oluşan ve ilk sosyal müesse­
se olan aile müessesesinin doğmasına sebep olmuştur33.

31
"Ey inananlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi
tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üs­
tün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok koruna­
nızdır. Allah hakimdir, haberi olandır" Hucurat/ 1 3
32
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık", Tin / 4
33
Dikkat edilirse, tabiatta canlıların büyük çoğunluğunun birleşmele­
ri mevsimlere bağlıdır, belli çiftleşme mevsimleri vardır. Bundan
sadece insan istisnadır, insanın cinselliği mevsimlere bağlı olmayıp
süreklidir. Kanaatimizce bunun hikmeti de "aile" birliğinin devam­
lılığının sağlanmasıdır. Bir an için aksi olduğu, insanlann da birleş-
200
MUSTAFA ÖZTÜRK

İşte bu noktada başlangıçta ferdi olan cinsiyet -neslin


devamı duygusu- sosyalleşmiştir. Zaten öteki temel ka­
nunlar da (iaşe, güvenlik, din) başlangıçta ferdi iken
bilahare sosyalleşmiştir. Ancak tarihin seyri içinde insan
nesli ve nesebi çevresel faktörlerden dolayı sürekli tehdit
altındadır. Bu bakımdan neslin devamlılığı ve nesebin
sahih olması için yani insan neslinin korunması için ta­
rihte hemen bütün kültürlerde bazı tedbirler alınmıştır.
Neslin devamlılığını sağlayan en önemli faktörler, ka­
nunlar ve din olmuştur.
Nesli tehdit eden iki tehlike vardır:
a. Neslin Hayatiyetini Tehdit Eden Dış Tehlikeler,
b. Nesebin Bozulması.

a. Neslin Hayatiyetini Tehdit Eden


Dış Tehlikeler
Nesli tehdit eden en önemli dış faktörler; savaşlar
ve veba gibi salgın hastalıklar ile tabii afetlerdir. Klasik
çağlarda bu faktörler hemen her yerde her zaman ortaya
çıkar ve büyük kayıplara sebep olurdu. Bugün olduğu
gibi geçmişte de savaşları önleyecek herhangi bir uluslar
arası hukuk kuralı veya kuruluş yoktu. Onun için tarihte
savaşlar kadar nesli tehdit eden başka bir faktör olma­
mıştır. İşte bu tehdide karşı insanlar, çekirdek aileden
başlayarak, boy, soy-sop ve nihayet millet ve milliyetçilik
etrafında temerküz ettiler.
Cemiyetin ilk çekirdeği olan aile bütün toplumun
temelini teşkil etmektedir. Aile fertleri aynı duygu, dü­
şünce ve gayeler etrafında birleşmektedir. Zamanla usul

melerinin mevsimsel olduğu düşünülürse, ailenin devamlılığının


sağlanması ve sosyalleşme ve nesebin korunması mümkün olmaya­
caktı.
201
TARi H FELSEFESİ

�.�
ve füru'u bakımından genişleyen aile sayesinde, aynı
ortak duygu, düşünce ve amaçları benimseyen ve hedef­
leyen aile bireyleri çoğalır. Bu fertler varlıklarını, nesille­
rini devam ettirmek için birbirlerine daha fazla muhtaç­
tırlar. Aynı hayat tarzına sahip olan insanların birlikte
yaşamaları daha kolaydır. İktisadi ve sosyal ilişkilerde
birbirlerini daha iyi anlarlar. Bu bakımdan insanlar, or­
tak değerlere sahip oldukları kimselere daha yakın olur­
lar. Bu tabii/fıtri yakınlık cemiyette, çekirdek aile, geniş
aile, boy, soy, kabile, millet milliyet şuurunun gelişmesi­
ne vesile olmuştur. Ortak değerleri yaşamadan dolayı
fıtri bağlarla birbirine bağlı olmayan insanlar köylülük,
hemşerilik veya aynı memleketlilik bağları ile birbirlerine
bağlanmaktadır. Böylece milliyetçiliğin dayandığı önem­
li bir unsur olan vatan/vatandaşlık duygusunun temeli
de gene ortak değerlerle birlikte yaşama arzusu ve irade­
sine dayanmaktadır. Çünkü insan, neslini ancak müşte­
rek bir coğrafyada ve müşterek değerlerin yaşandığı bir
cemiyette koruyabilir. Aksi halde vatandan ve müşterek
değerlerden yoksun olarak insanın neslini, soyunu de­
vam ettirmesi mümkün değildir
Aile-kabile-boy-soy-millet, milliyetçiliğin ilk sebebi,
fıtri olan neslin korunması duygusundan doğmuştur. Bu
hasletlerin tarihte çok önemli bir yere sahip oldukları
hemen göze çarpmaktadır. Gerçekten de tarih bir yerde,
milletlerin mücadelesidir. Her millet kendi varlığını
korumak için yekdiğerine karşı mücadele etmiştir. Hatta
bu mücadele ırkçılığı doğuracak kadar ileri boyutlara
varmıştır. Elbette ırkçılığın başka sebepleri de vardır.
Bizim kastettiğimiz, ırkçılığın benimsenmesi ile neslinin
devamı için yapılması gerekenlerin, yapılacak olanların
meşrulaştırılmasıdır. Dolayısıyla özellikle son çağlarda
temelleri ve metotları farklı, fakat hedefleri, milletlerinin
202
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

varlıklarını devam ettirmek olan ideolojiler doğdu. Bu


ideolojiler uzun yıllar dünya siyasi iktisadi ve sosyal dü­
zenine damgasını vurdu.

b. Nesebin Bozulması
Dışarıdan nesli tehdit eden unsurlar kadar tehlikeli
olan husus, nesebin bozulması meselesidir. Nesep, insa­
nın anne babası ve ataları ile olan meşru bağıdır. İnsan
nesebinde erkek ile kadının mevkileri farklıdır. Yaratılış
icabı, erkeğin nesebi dikeydir, kadının yataydır. Yani
erkek kaç kadınla birlikte olursa olsun, doğan çocuğun
nesebi babasına aittir, yani tektir. Ama kadının birlikte
olduğu her erkekten doğan çocukların babaları tabii
olarak farklıdır. Bu durumda doğan çocukların birbirle­
riyle annelerinin ve babalarının usul ve furu'larıyla olan
sıhriyet bağları büyük bir mesele ve içinden çıkılamaz bir
hale gelecektir. Onun için fıtrat adeta neslin sahih olma­
sı görevini kadına yüklemiştir.
Nesebin sahih olması için evlilik müessesesi doğ­
muş, öte yandan da bütün toplumlarda, nesli/nesebi
bozan zina yasaklanmıştır. Evlilik, neslin sahih olarak
devamı için verilen toplumsal izindir. Cinsel birleşmeler
ancak evlilik müessesesi ile meşrulaştırılmıştır. Bu meşru­
laştırmada en önemli başvuru kaynağı da dindir. Din,
kimin kiminle evlenebileceğini belirler, meşru kılar. As­
lında din ile tabii hukuk/ fıtrat birbiriyle çelişmez. Hiçbir
din (kitabi olsun olmasın) insan fıtratına uygun olmayan
bir evliliğe cevaz vermemiştir. Bütün dinlerde insanın
usul ve füru'u (anne-baba, dede, nine, teyze, hala, kardeş,
çocuklar, torun, kardeş çocukları) ile evlenmesi yasaktır.
Tarihte bu usulün dışına çıkarak yapılan evlilikler varsa
da bunlar istisnai olup, döneminde bile hoş karşılanma­
mıştır.
203
TARiH FELSEFESi

�Jg;,

Böylece insanın neslini devam ettirme içgüdüsü et­


rafında aile hukuku, medeni hukuk dediğimiz, evlenme,
boşanma, çocukların velayeti, miras taksimi, karı­
kocanın mal tasarrufları ve hukukları gibi medeniyetin
önemli bir cephesi doğmuş ve kültürden kültüre farklı­
lıklar göstererek günümüze kadar gelişmiştir. Dolayısıyla
tarih ve medeniyetin önemli bir boyutu olan medeni
hukuk doğmuştur.
Dikkat edilirse, tarih ve medeniyetin temel unsurla­
rı olan iktisat, savunma ve millet/milliyetçilik müessesele­
rinin ilk sebebi, çıkış noktası, insandaki fıtri duygulardır.
Gerçekten de tarih ve medeniyet, sözü edilen bu üç un­
sur üzerine bina olunmuştur. Her türlü maddi ve manevi
gelişmenin temelinde bu unsurlar bulunmaktadır. Üre­
tim araç ve teknikleri, üretilen malların muhafazası, nak­
li, ticareti, paylaşımı, buna bağlı sosyal sınıfların oluşu­
mu, söz konusu iktisadi problemlerin halli için ileri sürü­
len fikirler, oluşturulan doktrinler ve felsefi sistemler,
insanların karnını doyurma içgüdüsünden kaynaklanmak­
tadır.
Her türlü savaş araç gereçleri, savunma ve saldırı
usul ve müesseseleri, askerlik ve bununla ilgili her şey,
diplomasi, milletlerarası münasebetler ve politikaların
da temelinde insanın kendisini koruma içgüdüsü bulun­
maktadır.
Nihayet, bütün bunların üzerinde ortak değerlere
sahip, aynı hayat tarzını paylaşan insanların bir araya
geldikleri, tarih ve medeniyetin gelişmesinde çok önemli
bir yere sahip olan millet/milletçilik kavramının temelin­
de de neslini koruma içgüdüsü vardır.
Hatta aşağıda din bahsinde görüleceği gibi, dinin
temeli de insanoğlunun kendini koruma içgüdüsüdür.
Tarihte gelmiş geçmiş bütün dinlerde öteki alem inancı
2 04
MUSTAFA ÖZTÜ RK

olduğuna göre, insan öteki alemde de kendini, inandığı


inanç sistemi dahilinde korumak istemiştir. Tarihteki
herhangi bir olay, mutlaka bu unsurlarla ilgilidir. Tarihte
bu unsurlarla ilgisi olmayan hiçbir olay/ gelişme yoktur.

111. Din
Din de, yemek-içmek, emniyetini sağlamak ve nes­
lini devam ettirmek gibi fıtri bir duygudur. Ama bu duy­
gu bedeni değil, ruhidir. İnsanın manevi vechesini ilgi­
lendiren fıtri bir duygudur. Bu bakımdan biz dini müsta­
kil bir başlık altında incelemeği uygun gördük.

1. Din Teriminin Anlamı


Din kelimesinin kökü hakkında çeşitli görüşler ileri
sürülmekle beraber Arami-İbrani kökenli bir kelime
olduğu yaygın bir kanaattir. Çoğulu edyan olan din,
Arapça' da farklı yerlerde farklı manalarda kullanılmıştır.
Dinin en çok kullanıldığı anlamlar, ceza, mükafat, hü­
küm, hesap, itaat, adet, kanun, şeriat/yol, mezhep ibadet
ve millettir. Özellikle Kur'an-ı Kerim' de muhtelif yerler­
de din, bu anlamlarda kullanılmıştır.
Avesta' da daena, Eski Farsçada (Pehlevi dilinde)
den, sonraki Farsçada din gibi kelimelerle ifade edilen
din, yol, mezhep, üslup, ayin, ibadet tarzı gibi anlamlara
gelmektedir.
İbrancada önceleri ibadet, kurban ve dua işlerini ni­
telendirmek üzere kullanılan Abodath Elohim deyimi
aynı zamanda din kavramını da ifade etmekteydi. Bazen
din kavramı Yir'ah, (Korku, haşyet), emaneth (insan)
gibi kelimelerle kullanılmıştır.
Eski Yunancada din, halkın inancı ile karışık saygı
anlamına gelen thrioheya, (örf, adet) kelimesi ile ifade
edilmektedir.
205
TARİH FELSEFESİ

�iZ;,

Türkçede din kelimesinin Arapçadan geldiği kay­


dedilmektedir. İslamdan önce Türklerin din kavramını
ifade etmek üzere çeşitli dönemlerde drm, darm, nam,
den gibi kelimeler kullandıkları kaynaklarda yer almak­
tadır. Bunlardan drm ve darm kelimelerinin Sanskritçe
dharmadan, nom34 kelimesinin (din, inanç, kanun an­
lamlarında) Soğdçadan geçtiği anlaşılmaktadır35•
Batı alemi, felsefi, ilmi bazı hususlarda Röne­
sans'tan sonra eski Yunan' dan etkilenmesine rağmen din
deyimi eski Yunan'dan da Hristiyanlığın içinden çıktığı
Yahudilikten de almamış, eski putperest Roma'dan al­
mıştır. Latince' de din deyimi için büyük saygı, itina,
titizlik gösterilen, tazim edilen şey anlamına religio keli­
mesi kullanılmakta idi. Bu kelimenin bir şeyi vazife
edinmekle tekrar tekrar okunmak, yapmak, ihmal etmek
anlamına gelen bu uluhiyete karşı vazifesini titizlikle
yerine getirmeyi ifade eden re-legere'den veya bağlamaklı
anlamına gelen ve insanla Tanrı arasındaki bağı ifade
eden re-ligare'den çıktığı ileri sürülmüştür36•

2. Dinin Kayn ağı


Bugüne kadar yapılan çalışmalarda dinin kaynağı
hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüş­
ler özellikle 19. yüzyılda Avrupa' da ortaya çıkmıştır. İleri
sürülen her görüş, sahip olunan felsefi ekolün dinin kay­
nağına yansıması şeklindedir. Eğer bir kişi pozitivist veya
materyalist felsefe ekolünü benimsemiş ise dinin kayna-

34 Nam, Soğdçada nwm, akide, kanun, din, dini eser, dua, telakki
anlamlarına gelmektedir. Nomçı da Vaiz anlamındadır. Bkz. A.von
Gabain, Eski Türkçenin Grameri, (çev. M. Akalın), TDK Yay., An­
kara 1988, s. 288
35 Geniş bilgi için bkz. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük; Dinler
Tarihi, Ankara 1993, s . 2-3
36 Tümer-Küçük; Dinler Tarihi, s. 4-5
206
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
ğını da tabii olarak bu felsefenin esasları doğrultusunda
izah etmiştir. Esasında bu durum, sadece dinin kayna­
ğında değil, bütün hususlarda tezahür eder. Mesala eği­
tim, kadının sosyal ve iktisadi hayattaki yeri ve hatta
uluslararası ilişkilerde tabii olarak sahip olunan, benim­
senen felsefi ekole göre izahlar yapılmıştır. Dinin kayna­
ğı hususundaki görüşlerde de bu gerçek görülmektedir.
Tylor dinin kaynağının animizm olduğunu, atalara
tapma, fetişizm ve büyü gibi inançların ondan doğduğu­
nu ileri sürerken, Herbert Spencer, ilkel kabile dinlerinin
kaynağının her bir sonucu atalara tapınma olduğunu
ileri sürmektedir37• Smith ve Reinach ise dinde evrimi
totemcilikten başlatırlar. J.G. Fragezer da, insanın varlık
güçlerine karşı ilk tepkisini hatalı bir tarzına dayanan
büyü hareketleriyle onları kontrol altına almağa çalışmak
olduğu üzerinde durur. Emile Durkheim, dinin kaynağı­
nı sosyolojik bir temele bağlar. Buna göre dinin temel
fikri kutsaldır. Ve o da içtimai yaptırıma dayanır. Kutsal,
toplumun kutsal kabul ettiğidir. Max Müller' e göre, di­
nin kaynağı tabiat olaylarının insana verdiği korkudur.
Bu görüşe Naturizm denir. Naturizm fiziki çevrede rast­
lanan kuvvet ve varlıkların kişilendirilmesi ve tartışılması
demektir38•
Dinin kaynağından çok, Batı' da Hristiyanlığın ge­
lişmesini Tarih ve Din adlı önemli eserinde ele alan
Toynbee, tarihteki dinin yeri ve önemini çeşitli boyutla­
rıyla verdikten sonra, daha çok Batı' da Hristiyanlığın
Avrupa' daki gelişmesi ile devletlerin Hristiyanlıkla olan
ilişkileri üzerinde durmaktadır39•

37
Tümer-Küçük; Dinler Tarihi, s. 28
38
Tümer-Küçük, a.g.e., s. 29
39
Arnold Toynbee, Tarihçi Açısından Din, (Çev. İbrahim Canan),
Ankara 1 982.
207
TARiH FELSEFESi

�v�
Felicien Challaye de bu konuda şunları söylemek­
tedir: "İnsan, hayatının bağlı olduğu engin gerçeği her za­
man tartışmaya çalışmıştır. Onun karşısında daima bazı­
ları kişisel, bazıları ortaklaşa, yani tapınışla ilgili olan ha­
reketlerin yanı sıra birtakım heyecanlar duymuştur. Din,
daima ruha ve duyguya hitap etmiştir. Bir kafa dini bir de
gönül dini vardır. Kafa dini insana içinde yaşadığı kainat
hakkında -doğruluğunun veya yanlışlığının burada
önemli olmayan- bir bilgi verir. Dünyayı idrak edip onun
üzerinde etki yapmak, organizmasını tehdit eden tehlike­
lerden kaçınmak, ana ihtiyaçlarını gidermek, hayatını ko­
rumak için bu bilgi, insana çok lazımdır. Bilimde olduğu
gibi dinde de aynı temel eğilimi bulmaktayız ki, bu varlığın
kendi varlığında direşmesi (sebat etmesi), yani korunma
içgüdüsüdür.
Korunma içgüdüsü insanın bütün hayatı boyunca gö­
zetmekle kalmaz, aynı zamanda ölümle yok oluş düşüncesi
yüzünden ıztırap çekmesine, bu düşünceye karşı isyan etme­
sine de yol açar. İnsan bu yok oluş düşüncesini nahoş ve
aşağılatıcı bularak reddeder.
Dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün yahut bir parça­
sının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygı­
yı yatıştırırlar. İnsanda, üstün hayvanlarda ve küçük çocuk­
larda zaten bulunan bir eğilim vardır ki bu, sırf öğrenmiş
olmak zevki için öğrenmek arzusu, yani meraktır.
Gönül dinine gelincei onun ana belirtisi sezgidir. Kut­
sal varlıklara, totemik hayvanlara tabiatı canlandıran
koruyucu tanrılara, Tanrı'ya, evrensel hayata olan sevgidir.
Burada ortaya sempati çıkar ki, bunun ilkel vasfına, haksız
olarak itirafta bulunmuşlardır. Bencillik hayatın korunma­
sını sağlarken, sempati, varlığı kendi benliğinden çıkarmaya
psikolojik hayatın kendi öz kişiliğini daha ötesine geçmeye
sevk eder. Sempati, soylu varlıkların üzerinden aşarak son-
208
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\�

suz varlığa hitap edebilir. Mistik deneyin esası işte budur.


Böylece din, şu üç ilkel eğilimin ruhsallaşması ve sosyalleş­
mesi ile izah edilir ki, bunlarj korunma içgüdüsü, merak ve
sempatidir.1140
Bu konuda Takiyettin Mengüşoğlu da şunları söy­
lüyor: "İnanma fenomeni de insan hayatının öbür feno­
menleri gibi, temelini insanın varlık yapısında bulur. İnan­
ma, insan hayatının, insanın yapıp-etmelerinin taşıyıcısıdır.
İnanma olmadan bizim yapıp-etmelerimiz durur, varlığı­
mız tehlikeye girer. Gerçi inanma, bir değerdir. Fakat
inanma, yalın bir değer değildir, tersine değer gruplarıyla
örülmüş bir değerler örgüsüdür. Eğer inanma, insanın ya­
pıp-etmelerinin dışına atılır, insanın yapıp-etmelerinden
ayrılırsa, o zaman inanmaya dayanan, insan olmanın var­
lık yapısına ait olan birlikte yaşama da kaosa dönüşür.
İnanma fenomeni, yalnız şimdi ile bugünle ilgili değildir.
İnanma gelmekte olana, uzak bir geleceğe kadar uzanır. Bu
da kökünü, an içinde şimdi de sona ermeyen, geçmiş ve
gelmekte olan zamanla bağlantısı olan insanın varlığında,
hayatında bulur. Çünkü insanın bütün umutları, bekleme­
leri, yapıp-etmeleri, gelmekte olanın, geleceğin çizgisi üstün­
dedir. İnanma, ister dar anlamda ister geniş anlamda anla­
şılsın, insanın varlık temeline kök salmıştır. İnsan inanma­
dan yoksun olamaz, inanma yok edilemez. Çünkü inanma­
yı yok etmek demek, insanı yok etmek demektir."41
Görüldüğü üzere dinin kaynağı insanın bizzat ken­
disidir, yani fıtridir. İnsanın yaratılışı ile ilgili bir duygu­
dur. Dikkat edilirse dinin kaynağı hakkındaki görüşler
(korku, endişe, beklenti, korunma içgüdüsü, merak,
sempati) bir noktada yoğunlaşmaktadır. O da insanın

4-0 Felicien Challaye; Dinler Tarihi, ( Çev. Samih Tiryakioğlu), Varlık


Yay. Ankara 1960, s. 220-221
41 Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s . 196-203
209
TARİH FELSEFESi

�I�

fiziki ve iradi güç bakımından sahip olduğu zaafıdır. İn­


san, netice itibariyle bir yaratılmıştır. Mutlak var­
lık/ Allah tarafından yaratılmış olmasının tabii bir sonu­
cu olarak iradi ve fiziki kabiliyet ve kudreti sınırlıdır. Bu
kudreti bilinen beş duyusuna dayanır. İnsan, gücü ne
olursa olsun nihayetinde bu beş duyu ile sınırlıdır. Aynı
zamanda hayatı dahi sınırlıdır. Bu durumda insan, her
şeyi her zaman yapmaya muktedir değildir. Geleceğe ait
ve hele ölümden sonrasına ait hiçbir şeyi bilememekte­
dir. Böyle olunca hal ve istikballerindeki (öteki alem)
hayatını devam ettirmek, tehdit ve tehlikelerden ko­
runmak için, daha üstün olarak kabul ettiği bir varlığa
inanmaktan başka çaresi yoktur. Yani dinin kaynağı in­
sandır. İnsanın, zayıf ve aciz olarak yaratılmasıdır. Din
fıtridir derken, bunu kastediyoruz. Yani din duygusu
rastgele insana verilmemiş, insanın yaratılışı icabı din,
fıtri bir duygu olarak gelişmiştir.

3. Dinin Özellikleri
Gerek dinin kelime anlamından ve gerekse ıstılahi
anlamından veya çeşitli kültürlerde dine atfedilen anla­
mı ile dinin asli unsurlarını şu şekilde tespit etmek
mümkündür:
a. Mutlak yaratıcı Tanrı kavramı, b. İnanç, c. İbadet,
d. Ahlak, e. Kutsal Kitap, f. Dinin kurucusu/Peygamber,
g. İlham-vahiy42• Bu kavramlar ve özellikler bütün din­
lerde ortaktır. O halde dini kendi ifademizle; inanma
ihtiyacı karşısında insanların kutsal kabul ettiği değerlerin
bütünü veya insanların inanmakla huzur buldukları değer­
ler yekunu şeklinde tarif edebiliriz. Biz burada sadece
semavi dinleri kastetmiyoruz. İnsan neleri kutsal olarak

42
Tümer-Küçük, a.g.e , s. 7
.
210
MUSTAF A ÖZTÜRK

�v�
kabul etmiş, neye inanmış, neye inanmakla mutlu ve
huzurlu olabiliyor ise dini, o değerler yekCınudur.
Bütün dinlerin ortak özellikleri vardır. Bunları ön-
ce;
a. İnanca ait,
b. İbadet ve ahlaka ait olmak üzere ikiye ayırmak
mümkündür.

a. İnanca ait ortak özellikler


aa. Tek Tanrı inancı
ab. Vahiy
ac. Peygamberler (Din kurucusu)
ad. İnsanüstü varlıklar (melekler, cinler)
ae. Ahiret inancı
af. Haşr (ölümden sonra dirilmek)

b. Ahlaka ait ortak özellikler


ba. Adam öldürmemek
bb. Hırsızlık yapmamak
be. Zina yapmamak
bd. Yalan söylememek

Burada söz konusu ortak özelliklerin tarihi derinlik


içinde dinler arasında tespit ve mukayeselerini yaparak,
konudan uzaklaşmak istemiyoruz. Konu, daha çok mu­
kayeseli dinler tarihinin meselesidir. Onun için biz bu
konuya fazla girmek istemiyoruz. Ancak birkaç soruya
da cevap aramadan geçemeyeceğiz. Kitabi olsun olma­
sın, dinler arasındaki bu şaşırtıcı benzerliğin kaynağı ve
sebebi nedir? Nasıl oluyor da birbirlerine çok uzak me­
safelerde olan ve saliklerinin birbirleriyle temasları ve
etkileşimleri mümkün olmayan dinler arasında bu ben­
zerlikler görülmektedir. Kanaatimizce bunun bir tek
21 1
TARiH FELSEFESi

��

sebebi vardır. O da bütün dinlerin kaynağının tek ve ilahi


olmasıdır. Yani bütün dinlerin kaynağı ilahidir.
Dinler tarihi alanında yapılan çalışmalarda yapılan
bilimsel tespitler, bugüne kadar kitabi/ dini metinlerle
mukayese edilmediği için, dinler arasındaki şaşırtıcı
benzerliğin mahiyeti anlaşılamamıştır. Oysa bu alandaki
bilimsel veriler, ilahi/kitabi bilgilerle birleştirildiği za­
man, bu birliğin mahiyeti daha açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Yukarıda zikredilen bütün hususlar bütün
dinlerde vardır, ama bunun sebepleri araştırılmamıştır
veya kutsal metinler nazarıitibara alınmadığı için bu
birliğin mahiyeti tam olarak anlaşılamamıştır. Oysa ar­
keolojik araştırmaların veya dinler tarihi verilerinin kut­
sal kitaplarla mukayesesi, bu birliğin sebebini ortaya
çıkaracaktır43•
Kur'an-ı Kerim'de bütün kavimlere peygam­
ber/uyarıcı gönderildiği hakkındaki ayetler, konuya
daha açıklık getirecektir. Mesela; "Her millet içinde mut­
laka bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiştir"44 ayeti, bütün
kavimlere peygamber gönderildiğini açıkça ortaya koy­
maktadır. "Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetle­
rini anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi
uyaran elçiler gelmedi mi ? "Kendi kendimize şahidiz" dedi­
ler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir
olduklarına şahitlik ettiler'45 ayeti de bu hususta başka bir
delildir. "Bu böyledir, çünkü Rabbin halkı habersiz iken

43
Burada kutsal kitapların araştırmaalar tarafından kaynak olarak
kullanılıp kullanılmaması, inanılıp inanılmaması meselesi akla gele­
bilir. Bize göre bu önemli bir mesele değildir, bilim adamı kaynak­
lara peşin hükümlerle bakmamalıdır. Her şeyden önce peşin hü­
kümlerle kaynakları değerlendiren bir bilim anlayışı sorgulanmalı­
dır. Bu konuyu giriş bölümünde de tartışmıştık.
44 Fatır/24
45
En'am/ 1 30
212
MUSTAF A ÖZTÜRK

�.iM;,

ülkeleri zulüm ile helak edici değildir"46 ayeti de hiçbir


kavme peygamber gönderilmeden zulmedilmediğini
ifade etmektedir. Aynı mealde başka bir ayette de "Biz
elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edecek değiliz"47
buyrulmaktadır. Dahası bütün peygamberlerin1 mensup
oldukları kavimlerin diliyle gönderildikleri de "biz her
peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki
onlara ( emredildikleri şeyleri) açıklasın. (Peygamberin
açıklamasından) sonra Allah dilediğini saptırır1 dilediğini
yola iletir. O azizdir1 hikmet sahibidir"48 ayeti ile ifade
edilmiştir. Bunlar ve daha benzeri pek çok ayette bütün
kavimlere peygamber, uyarıcı1 dolayısıyla vahiy geldiği
ifade edilmektedir. Öyleyse dinler arasındaki bu birlik
tesadüfi değildir. Bunun temeli tektir ve o da ilahidir. Bu
husus akla daha uygundur, Allah'ın kudret ve adaletinin
üstünde ve dışında değildir. Bilimsel bilgilerle kitabi
bilgiler birleştirildiğinde1 dinler arasındaki bu birliğin
sırrı daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. O halde yuka­
rıda da zikredildiği gibi1 bütün dinlerin kaynağı tektir ve o
da ilahidir.
Buna rağmen dinlerin gelişmesi hususunda1 özellik­
le Batı aleminde dinlerin çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa
doğru bir seyir takip ettiği görüşü yaygındır. Oysa yuka­
rıda bahsi geçen özellikler dikkate alındığında bütün
dinler arasında bir birlik ve tek tanrı fikrinin olduğu gö­
rülür. Meselaj en ilkel din kabul edilen Totemizmde
dahi tek tanrı inancının varlığı görülmektedir. Tote­
mizmin temel fikri Mana' dır. Bu söz bir Melanezya te­
rimidir. Hem maddi hem manevi ve ruhi olan1 her yere
yayılmış bulunan kutsal alametlerle kutsal yaratıklarda ve

46 En'am/ 1 3 1
47
İsra/ 1 5
48
İbrahim/ 4
21 3
TARiH FELSEFESi

�\!�

nesnelerde, bütün yaratıklarda ve bütün nesnelerde görülen


kişilik dışı bir kuvveti gösterir. Bu fikre Kuzey Amerika
Kızılderililerinde de rastlanılır ki, orada Siyu'lar bunu
anlatmak için Vakan, İrokualar, Orenda, Algomkinler,
Manitu terimlerini kullanırlar.
Gerçekte tapınma müşterek ilkeye hitap etmekte­
dir. Başka bir ifade ile totemin filan hayvanın, filan insa­
nın, filan tasviri değil, bir çeşit isimsiz ve kişilik dışı kuv­
vetin dinidir ve bu kuvvet, bu yaratıkların hiçbirine ka­
rışmamakla beraber, bunların her birinde bulunur. Hiç­
biri bunun tamamına sahip değildir ama bundan hep­
sinde vardır. Bu kuvvet, kalıbı içine girdiği suj elerden o
kadar bağımsızdır ki, onlardan önce var olduğu gibi,
onlardan sonra da var olmaya, yaşamaya devam eder.
Kişiler ölürler, kuşaklar geçerler ve yerlerine başkaları
gelir, fakat bu kuvvet daima aktüel, canlı ve kendine
benzer olarak kalır. Dünkü kuşaklara nasıl can veriyor
idiyse bugünkülere de can verir. Nitekim yarınkilere de
can verecek olan yine odur. Kelimeyi çok geniş almak
şartıyla yine denebilir ki, bu kuvvet her totemik mezhe­
bin tapındığı tavrıdır. Yalnız bu kişilik dışı bir tavırdır,
adı yoktur, tarihi yoktur, dünyada bakidir, sayılamayacak
kadar çok nesnelere dağılmış bir haldedir49•
Görülüyor ki, totemizmdeki Mana'mn özellikleri
bizim bildiğimiz mutlak yaratıcı, tek, ezel-ebed, yaratıl­
mış hiç bir şeye benzemeyen Tanrının özelliklerinden
başka bir şey değildir. Onun altında insanların kutsiyet
atfettikleri şeyler birer külttür. Bunların yaratıcı sıfatları
yoktur. Bütün kültürlerde ve dinlerde mutlak yaratıcı
tanrı inancıyla ahiret inancı ve bu ikisi arasında da kutsi­
yet atfettikleri değerleri, mitleri vardır. En eski medeni-

49
Challeye; a.g.e, s . 1 1 - 1 2
214
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
yetlerde, mesela Mısır' da50 mutlak yaratıcı tanrı Horus,
Sümerler de Marduk'tur. Hatta Hammurabi Kanunlarını
vazederken, Tanrı Marduk tarafından görevlendirildiği­
ni ifade etmektedir51. Bu tanrı Roma' da Jupiter52, Yu­
nan' da Zeus53, Hint Vedalarında Mithra, Agni veya Ve­
da' dır54. Eski İran'da Ahura ve eski Türk dininde de Gök
Tengri, Bay Ülgen'dir55• Bütün eski Önasya kavimlerinde
tek tanrı inancı görülmekte56 ve hatta bu bölge dillerinin
ortak dili olan Sami dillerindeki Allah kelimesi dahi or­
taktır. Mesela eski Babilce El kelimesi Allah anlamına
gelmektedir. Arapçada bu kelimenin başına bir harf-i

50
Eski Mısır dini hakkında daha geniş bilgi için bkz. Herodoti Hero­
dot Tarihi Şerhli Terceme I ( George Rawlinson'un İngilizce tercü­
mesinden Türkçeye çeviren: Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 1941.
51
Kadriye Yalvaç-Mebrure Tosuni Sümer Babil Assur Kanunları ve
Ammi Şaduqa Fermanı, Ankara, 1975, s. 1 8 1 . Sümerlerin Marduk'u
bilinen mutlak yaratıcı Tanrıdır. Hammurabi'nin de kendisini
Marduk tarafından gönderildiğini söylemesi, Kur' an' da adlarını
bildiğimiz peygamberlerin, kendilerinin Allah tarafından gönderi­
len birer peygamber olarak gönderildiklerini söylemeleri ile büyük
bir benzerlik göstermektedir. Öyleyse Hammurabi, bir resul, nebi
bir uyana olabilir. Nitekim Hamrnurabi Kanunları olarak bilinen
kanunlarına bakıldığında da, kanunlarının tevhid inancı ile çelişen
bir yönünün olmadığı, tam tersine esas itibariyle bu kanunların ki­
tabi dinlerin ana ilkelerine uyduğu görülmektedir. O halde Ham­
murabi, neden adları bize bildirilmeyen peygamberlerden birisi
olmasın?
52
Halil Demircioğlu; Roma Tarihi I, 1. Kısım, Ankara 1987, s. 63-68
53
Antik Yunanda din hakkında bkz. Arif Müfit Manseli Ege ve Yunan
Tarihi, Ankara 197 1
54
Challeyei a.g.e, s. 47 vd
55
Bahaeddin Ögeli Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, İstanbul,
1971, s. 1 60- 161, Abdulkadir İnani Tarihte ve Bugün Şamanizim, 3.
Baskı, Ankara 1986, A. İnani Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, An­
kara, 1987,Tümer Küçüki age, s. 78-85, Hikmet Tanyui İslamiyetten
Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, İbrahim Kafesoğlu,
Türk Milli Kültürü 3. Baskı, İstanbul 1984, s. 284-303
56
Füruzan Kınali "Eski Önasya Dinlerinde Monoteist Temayüller",
Belleten, XVII /70, Ankara 1954, s. 1 1 5- 1 29
215
TARiH FELSEFESi

��
tarif (J 1) getirilerek ( oJl 1) /Allah kelimesi doğmuştur.57
Nitekim Allah Süryancada Aloho58 İbranicede Elo­
him' dir.
Kitabi dinlerde bu birlik her bakımdan daha açık bir
şekilde görülmektedir. Hatta bu birlik, sadece tek tanrı
fikrinde değil, kainatın, ilk insanın yaratılışı ve peygam­
berlere vahyedilen bütün konularda da müşahede edil­
mektedir.
Fakat Darwinist dinciler, sosyologlar gelişme teori­
sini dinlere de uyguladılar. Onlar çok tanrılı dinleri alt
basamakta görüyorlar, tek tanrılı dini de en üst basama­
ğa yerleştiriyorlar. Böylece tek tanrılı din, yetkin bir din
olarak çok tanrılı dinlerin gelişmesiyle meydana geliyor.
Fakat tek tanrılı dini, çok tanrılı dinden türetmek,
Darwinist şemayı uygulamak için bir zorlama, bir hayal
ürünü olmaktan öteye geçemez59• Yani dinlerin basitten
mürekkebe (çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa) doğru ge­
liştiği fikri, Darwinist teorinin dinlerin gelişmesine uygu­
lanmasından başka bir şey değildir.
Gerçekten dinlerin tekamülünde çok tanrıcılıktan
tek tanrıcılığa doğru bir seyir yoktur. Olsa olsa tek tanrı
inancında bir tekamül vardır. Zira sıkça değinildiği gibi,
bütün eski kültürlerde tek tanrı inancı vardır. Nitekim
Kur' an-ı Kerim' de bu husus sana bugün dini tamamladım
ayetiyle ifade edilmiştir60• İbadet, ahlak, muamelat, ahi­
ret, haşır gibi hususlara daha da açıklık getirilmiştir.
Gerçekten de tek tanrılı dinin ilk haliyle son hali arasın­
da pek çok alanda büyük bir tekamül vardır.
57
f,
Celal Nuri; Co " afya-yı Tarihi Mülk-ü Rum, Konstantiniyye (Mat­
baa-i Orhaniye , 1 9 1 7, s. 37.
58
R.. Payne Smith; A Cornpendious Syriac Dictionary, (Ed. J. Payne
Smith), Oxford Univ. Press 1979, p. 14.
59
Mengüşoğlu, a.g.e., s. 203.
60
Maide/3.
216
MUSTAFA ÖZTÜRK

�lf.&;,

Bütün dinler arasında tek tanrı inancı olunca, ona


bağlı olarak kutsiyet atfedilen değerlerde ve bizim geç­
miş kavimlerin tanrıları zannettiğimiz olağanüstü varlık­
lar arasında da bir benzerlik görülmektedir. Hemen bü­
tün dinlerde iyilik-kötülük, cennet-cehennem, iyi ruhlar­
kötü ruhlar, savaş tanrısı, bereket tanrısı, fırtına tanrısı, vb.
değerler ve inanışlar mevcuttur.
Dikkatimizi çeken nokta, üstün varlık olarak kabul
edilen ve kutsiyet atfedilen bu güçlerin her birisinin bir
tabiat olayının idareye memur olmasıdır. Bunlar da İs­
lami inanıştaki meleklerden başka bir şey değildir.
Hatta kutsiyet atfedilen ve mabetlerde onlara tazim
edilen İkonaların ortaya çıkışında dahi bir birlik ve ben­
zerlik bulunmaktadır. İnsanın fıtri duygularından birisi
de sevdiği veya kutsadığı değerleri müşahhaslaştır­
mak/ somutlaştırmak arzu ve eğilimidir. İnsan, sevdiği
veya kutsadığı değeri karşısında görmek ister, dokunmak
ister. İşte insanın bu fıtri duygusundan dolayı, en erken
çağlarda resim ve heykel sanatı ortaya çıkmıştır. En eski
kavimler, kutsallık atfettikleri kültlerini çeşitli suretlerde
resim veya heykel şeklinde müşahhaslaştırmışlar, onları
mabetlerinin en mutena yerlerinde muhafaza etmişler ve
her türlü tazimi göstermişlerdir. Bazen bu o kadar ileri
boyutlara varmıştır ki, bu yüzden iç çatışmalar bile mey­
dana gelmiştir. Bizans tarihinde İkonaların kiliselerden
kaldırılıp kaldırılmaması yüzünden uzun süren savaşlar
meydana gelmiş ve çok kan dökülmüştür.
Bu dönemi Charles Diehl şöyle tasvir ediyor: "VIII.
yüzyılda bu bağlılık, hiçbir zaman olmadığı kadar yaygın­
dı. Her yere, yalnız kilise ve manastırlara değil, fakat evlere,
dükkanlara, mobilyaların, elbiselerin, süslerin üzerine
İsa'nın ve Meryem' in ve azizlerin resimleri konulmaktaydı.
Bu dini tasvirlere karşı gösterilen saygı ve kulluk belirtileri
21 7
TARİH FELS EFESi

.s}!!?,

çok fazlaydı. Onların önünde secde ediliyor, kandiller ve


mumlar yakılıyordu. Bu tasvirler üzerine ant içiliyor, şeref­
lerine ilahiler okunuyor, kurbanlar adanıyordu. Onlardan
şifa, aklın almayacağı mucizeler isteniyor ve bekleniyordu,
koruyuş/arına o derecede mutlak surette güveniliyordu ki,
bazen çocuklara vaftiz babası yapılmaktaydı/ar. Bu şaşkın­
lığı haklı göstermek için, din bilginleri maddi tasvirinde
aziz varlığın manen bulunduğu ve tasvire karşı gösterilen
saygının, temsil aslına yöneldiği yolunda açıklamalar yap­
maktaydılar. Halk bunun asla farkında olmuyordu. Tas­
virler ona gerçek kişiler gibi görünüyordu. Bizans edebiyatı,
içlerinde ikonların doğaüstü ve tanrısal varlıklar gibi ko­
nuştuğu, hareket ettiği ve yer değiştirdiği dindar efsanelerle
doludur. Herkes inanmıştı ki, her şeye gücü yeten tasvirler
mistik bir özellikle, vücudun olduğu gibi, ruhun da sağlığını
temin ederler, onlar tarafından fırtınalar yatıştırılır, şeytan
kaçırılır, hastalıklar uzaklaştırılır. Onları layık oldukları
gibi takdis etmek, bu dünyada bütün iyilikleri ve öbüründe
sonsuz şan ve şerefi elde etmenin en güvenilir bir aracıdır. "61
İslamiyet de aynı akıbete uğramaktan çekindiği için
resim ve heykeli şiddetle yasakladı. Ama insanlık tarihi
kadar eski olan bu duygu ve eğilimin her ne olursan ol­
sun, birden bire kesin olarak ortadan kaldırmak müm­
kün değildi. Binlerce yıldan beri süregelen ikona anlayı­
şı, İslamda resim ve heykel yerine Arapça hatla Allah'ın
ve İslam büyüklerinin (Lafz-ı celil ve Peygamberden
sonra, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin,
bunlara ilave olarak hazan Hamza, Talha) isimlerinin
yazıldığı levhalara dönüştü. İslamın ikonaları da camiler­
deki levhalardır. İslamın din kurucusu peygamber ve din
büyüklerinin resim veya heykelleri yerine onların adlan-

61
Aktaran, Auguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, (çev. Haluk
Şaman), Noktakitap Yay. İstanbul 2006, s. 1 20
218
MUSTA F A ÖZTÜRK

��

nın yazıldığı hat sanatına tahvil edildi. İkona anlayışı


İslamda kesin olarak ortadan kaldırılmadı, sadece değiş­
tirildi. Hatta Şii camilerinde Hz. Ali'nin temsili resimle­
rine de rastlanmaktadır.
Öte yandan insanoğlunun kutsal gördüğü değerleri,
fıtratından gelen müşahhaslaştırma arzu ve eğilimi, milli
ve ideolojik alanda da görülmekte, dünyanın her yerinde
kahramanların, devlet büyüklerinin ikonaları (portre,
heykel, para ve pulların üzerinde olmak üzere) modern
insanın da mitleri halinde varlığını sürdürmektedir. Ne­
tice itibariyle bütün bu birlik tezahürleri normaldir,
çünkü bütün dinlerin kaynağı aynıdır ve o da ilahidir.
Gene bütün dinlerde tanrı adına yapılmış bir mabet
vardır. İslamda da yeryüzünde Allah adına yapılmış ilk
ve tek bina Kabe' dir. Öyleyse başka kavimlerin inşa et­
tikleri mabedi.erin çıkış noktası mana ve mefhumu, dola­
yısıyla o kavimler için meşruiyet ve kutsiyeti aynıdır,
onların da mabetleri Tanrı adına inşa edilmiştir.
Keza dinler arasında ibadet ve ahlak hususunda da
inanılmaz bir benzerlik bulunmaktadır. Namaz62, oruç63,
kurban, kutsal yerleri (Yahudi ve Hristiyanlıkta Kudüs,
İslamda Mekke-Medine, Hint dinlerinde Ganj Nehri ve
Varanasi, Banares ve Katmandu şehirleri) ziyaret/hac,
sadaka/ zekat bütün dinlerde ibadetin esaslarını teşkil
etmektedir. Bundan dolayı gelmiş-geçmiş bütün kavim­
lerde ibadet ve ahlakın müesseseleri oluşmuştur. Bunlar,
tanrının huzuruna çıkmak için hazırlık amacıyla yapılan

62
"Biz Beyt'i (Kabeyi) insanlara toplanmak ve güven yeri yaptık. Siz de
İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).
İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rüku ve secde
edenler için evinizi temizleyin" diye emretmiştik" Bakara/ 1 25
63
"Ey inananlar, sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) korun­
manız için sizin üzerinize de oruç yazıldı" Bakara / 183
219
TARiH FELSEFESİ

.s)�
temizlik (Abdest), namaz/ dua, adab, erkanı ve mekanı,
dini mimari, hac adab-erkanı, merasimi, kutsal mekanla­
rın tespit, bakım onarım ve hizmetlerinin yerine getiril­
mesi, hac geleneklerinin oluşması gibi daha pek çok
kültür ve medeniyet unsurlarıdır.
Bütün dinlerin vazettikleri ahlak prensipleri de or­
taktır. Bunlar en genel ifade ile adam öldürmemek, hırsız­
lık yapmamak, zina yapmamak ve yalan söylememektir.
Bunlara biz Kul Hakkı diyoruz ki, bu haklar bütün dinler
tarafından muazzez kabul edilmiştir. Hiç bir din bu
prensiplerin aksini tavsiye etmediği gibi onlara karşı
işlenen suçları da hoş karşılamamıştır.
Yukarıda da değinildiği gibi bütün dinler, dünyada
cemiyetin varlığını, huzur ve sükununu bozan davranış­
ları yasaklamıştır. Yani insan hayatı, mal ile ırzı ve namu­
su dinler tarafından da korunmuştur. Tarihin umumi
kanunlarının merkezi olarak kabul ettiğimiz bu üç fıtri
duygunun (karnını doyurmak, korunma içgüdüsü, can
güvenliğini sağlamak ve neslini devam ettirmek) bütün
dinler tarafından da korunması tesadüfi değildir. Bun­
dan dolayı biz de bu kanunları tarih ve medeniyetin
merkezi olarak kabul ettik.

4. Sosyal Bir Müessese Olarak Din


Dinin ilk çıkış noktası ferttir. Ferdin fıtri (içgüdü­
sel) duygularından doğmuş ve gelişmiştir. Fakat tesirleri
ve fonksiyonları itibariyle din hemen sosyalleşmiştir.
Çünkü din ortak bir inanış ve yaşayışı teklif eder. Bu
bakımdan birden fazla kişiyi ilgilendirmektedir. Birden
fazla kişiyi ilgilendiren her olay da sosyal olaydır. Onun
için dini sadece ferdin kalbine gömmek, tek kişiyi ilgi­
lendiren bir olay zannetmek yanlıştır. Yukarıda sözü
edildiği üzere din, diğer bedeni duygular gibidir. Ancak
220
MUSTAFA ÖZTÜRK

.,:&\�

bedeni değil ruhi olan fıtri bir duygudur. Din insan haya­
tının her safhasına tesir eder. Dine ne kadar bigane de
olunsa yine de kişinin hayatında dinin yerini tamamen
yok farz etmek yanlıştır, bu fıtrata aykırıdır.
Bu özelliklerinden dolayı din, insanın kimliğinin
oluşmasında en önemli bir faktördür. Kişi dini ile bütün­
leşir, kimlik sahibi olur. Herkesin dini kendisi için en
doğru ve en kutsaldır. Kişi dinini, aynı dine inanan, aynı
hayat tarzını benimseyen kendi topluluğu - cemiyeti -
milleti içinde sürdürebilir. Kişiden başlayarak genişleyen
halka, cemiyete de kimliğini kazandırır. Artık o kişi veya
topluluk için başka dinler ve mensupları ötekidir, yaban­
cıdır, hatta düşmandır. Bu yüzdendir ki, din adına bir
cemiyeti öteki aleyhine kışkırtmak ve savaşa sürmek çok
kolaydır ve bu tarih boyunca en çok başvurulan usul
olmuştur. Aslında hiçbir dinin özü ötekini düşman kabul
etmez, onlara karşı mecbur kalınmadıkça savaşı teklif
etmez, ama dinin bu gücünü bilen bütün eski-yeni dev­
letler dini daima meşrulaştırma aracı olarak kullanmış­
lardır.
Her din, o dine inananlara ortak bir davranış biçimi
vermektedir. Her toplumdaki gelenek ve göreneklerin
kaynağı büyük ölçüde dindir. Farkında olunmasa da
günlük hayatta yaşanan pek çok davranış tarzının dini
temellere dayandığı bir gerçektir. Böylece her toplum
kendine has ortak değerler edinir ki, bu, o toplumun en
önemli kültür ögesini oluşturur. Aynı zamanda bu gele­
nek-görenekler, ortak yaşayış tarzı, toplumları birbirin­
den ayıran en önemli özelliklerdir. Yukarıda zikredildiği
gibi, bu ortak inanç, ortak hayat tarzını meydana getirdi­
ği için fert, aynı inançtaki toplumlarda şahsiyet bulur ve
kendisini o toplumun bir ferdi olarak görür. Yani kişinin
toplum içindeki sosyalleşmesi, bir bakıma o toplumun
221
TARiH FELSEFESİ

inancını paylaşması ile mümkündür. Aksi halde öte­


ki/yabancı kalır. Nitekim günümüzde bütün toplumlar­
da gözlenen vakıa bunu teyit etmektedir.
Burada şunu özellikle belirtmek gerekmektedir.
Sosyal bir gerçeklik olarak dinin toplumsal hayattaki yeri
başka, dindar olmak başka şeydir. Bir toplumdaki bütün
fertler, aynı derecede dindar olamazlar, bunu beklemek
veya herkesin dindar olmasını sağlamak mümkün değil­
dir. Fakat dinin sosyal hayattaki etkin ve belirleyici rolü
bizim için önemlidir. Dindar olsak da olmasak da din,
tarihin derinliklerinden gelen o muazzam gücüyle top­
lumsal vazifesini yapmaktadır. Tarihin her döneminde
her toplumda din adamları, dinin elden gittiğinden,
mabetlere devam edenlerin sayısının giderek azaldıkla­
rından şikayet etmişlerdir. Bugün cami veya kiliselere
devam edenlerin sayısına bakarak dinin etkisinin azaldı­
ğını sanmak yanlıştır. Tam tersine din, her zaman top­
lumsal hayatın merkezinde olmuştur.
Mesela günümüzde Batı' da kiliseye devam edenle­
rin sayısının çok düştüğü dile getirilmektedir. Bu Batı' da
Hristiyanlığın zaafa uğradığı anlamına gelmez. Çünkü
bütün dünyada olduğu gibi, Batı' da da din / Hristiyanlık
/ kilise toplumsal hayatın merkezindedir. Hristiyanlıkta
kilise, Tanrı ile Kul arasında bir müessesedir, insanın
doğumundan ölümüne kadar olan kültürel odaklann
(doğum, evlenme, ibadetler ve ölüm) merkezindedir.
Her doğan çocuk mutlaka kilisede bir papaz tarafından
vaftiz edilir ve kilise defterine kaydedilir. Bütün evlilikler
mutlaka kilisede yapılır. Hristiyanlıkta ibadetler ferdi
değildir, mutlaka kilisede bir papazın refakatinde toplu­
ca yapılır. Cenaze törenleri mutlaka kilisede yapılır ve
ölen şahsın kaydı kilise defterinden düşülür. Bu haliyle
kilise Hristiyanlığın merkezi müessesesidir ve aynı za-
222
MUSTAFA ÖZTÜRK
�!/?,
manda Hristiyan dünyasını birleştiren en önemli unsur­
dur.
Aynı şekilde İslam aleminde de din en önemli bir­
leştirici sosyal müessesedir. İslam dünyasındaki günlük
hayata dair bütün gelenekler, ortak yaşayış tarzının te­
melleri İslami geleneklerdir. Her ne kadar, halkı Müslü­
man olan devletlerin, Müslüman olmadan önceki gele­
neksel kültürlerinden tevarüs ettirdikleri kültür unsurları
varsa da, bunlar bir şekilde İslamileştirilrniştir. Ama İs­
lam aleminde Hristiyanlıkta olduğu gibi, kilise tarzı
merkezi bir müessese yoktur. Bunun sebebini İslam ile
Hristiyanlığın Tanrı-Kul ilişkisinde aramak lazımdır.
Bilindiği gibi, İslamda Tanrı ile kul arasında hiçbir mü­
essese yoktur, kişi hür irade sahibidir, fiillerinin faili ve
aynı zamanda mes'ulüdür. İstediği zamanda ve yerde
ferdi olarak Tanrı'ya dua edebilir, ibadetini yapabilir.
Onun için zaman ve mekan önemli değildir. Ama Hris­
tiyanlıkta Tanrı ile kul arasında Hz. İsa adına her türlü
dünyevi ve uhrevi yetkileri şahsında bulunduran Papa
vardır. Ancak onun vasıtasıyla insanlar ibadet edebilirler,
onun vasıtasıyla çocuklarını vaftiz edebilirler. O halde
Hristiyanlıktaki merkezi ibadet tarzının temelinin Tanrı­
kul ilişkisinden geldiğini ve bunun kilise olarak müesse­
seleştiğini söylemek mümkündür.
Dünyanın öteki bölgelerinde de dinin o toplumla­
rın sosyal hayatlarını, günlük yaşayış tarzlarını belirledi­
ğini görmek mümkündür. Mesela Hindistan' da hayatın
merkezinde gene din vardır. Hatta belki de dinin sosyal
hayatla bu kadar iç içe olduğu ülke Hindistan' dır. Hint
dinlerinin yayıldığı ülkelerde hayatın her safhası, dinle,
mitolojiyle ve kutsallıkla örülmüştür.
Yukarıdaki şemada tarihin umumi kanunlarını coğ­
rafya, fıtri kanunlar ve din olarak taksim etmiştik. Esasen
223
TARiH FELSEFESi

.&IJ�

tarih ve medeniyetin mihveri bu üç umumi kanundur.


Bedeni olan fıtri kanunlar bir coğrafyada geçmekte, coğ­
rafyanın verdiği mekanlarda gelişmekte, öte yandan
dinle şekillenmektedir. Din, bedeni olan bu fıtri duygu­
lara kendine göre (ama bütün dinlerle ortak olan) bazı
kısıtlamalar ve sınırlandırmalar getirmektedir. Mesela
kişinin karnını doyurması hususunda nelerin yenip içi­
lebileceğini, nelerin yasak olduğunu din belirler. Kan,
leş, domuz etinin ve sarhoş eden içeceklerin yasaklan­
masının temeli dindir. Yiyecek ve içeceklerin meşrulaştı­
rılması din ile olmuştur. Bu da giderek haram-helal mef­
humunun doğmasına vesile olmuştur. Sözü edilen ha­
ramlar hemen bütün dinlerde vardır64•
Bu noktada din, insanlar arasında nispi paylaşım,
birlikte paylaşımı, kanaat duygusu, kul hakkının, yetim
malının yenmemesi gibi duyguların gelişimini, bazen
teşvik edici tedbirlerle, bazen de müeyyideler vazederek
getirmiş ve müesseseleştirmiştir. Sadaka ve zekat bu
paylaşımın önemli bir müessesesidir. Dinler, bir taraftan
iaşeye karın doyurmaya ve geçime yönelik muhtemel
tehditlere karşı müeyyideler (mala yönelik olan hırsızlık
bütün dinlerde men edilmiş, İslamda da cezası açık ola-

64
Herodot Mısırlıların domuz yemediklerini hatta domuzun dokun­
duğu birisinin Nil'e atıldığını zikreder, Bkz. Herodot Tarihi, s. 168.
Keza Yahudilikte de domuz eti yemek yasaktır. İslamiyeti kabul
etmeden önceki dönemlerde Türkler de domuz eti yemezler, evle­
rinde beslemezler, Moğol ve Tunguzlar gibi domuz yemez ve kur­
ban etmezlerdi. Hatta Eberhard, aynı coğrafyada aynı hayat şartla­
rını yaşayan Asya kavimlerinin etnik ayırımını yaparken, kültür çev­
resi metodunu kullanmış ve kavimleri tespit ederken onların do­
muz eti yiyip yememelerini esas alınıştır. Tunguzlarla Moğolların
domuz yediklerini ama Türklerin asla yemediklerini tespit etmiş ve
Türk kimliğinin ayırıcı özelliğini buraya dayandırmıştır. (W. Eber­
hard, Çin'in Şimal Komşu/an, Ankara 1942, s. 45 vd) . Görülüyor ki,
Türklerde domuz yememe geleneği, İslamiyetin kabulü ile edinil­
miş bir gelenek değil, kültürel bir gelenektir.
2 24
MUSTAFA ÖZ TÜRK

�.12.,

rak belirtilmiştir) getirirken, öte yandan insanlar arasın­


daki farkı asgariye indirmek için sadaka, kurban ve fakir­
lere ikramı teşvik ve zekatı ibadet derecesine yükselt­
mekle iaşenin temini hususunda önemli müesseseler
meydana getirmiş, bu haliyle insanı hayvanlardan ayır­
mıştır. Zaten insanı hayvanlardan ayıran en önemli özel­
lik insandaki akıl, irade ve dindir.
Acaba dinler sözünü ettiğimiz hakça paylaşımı ger­
çekten sağlayabildiler mi? Tabiatıyla yeryüzünde insan­
lık tarihinde hakça bir paylaşımı sadece dinlerden bek­
lemek yanlıştır. Bunu tam anlamıyla sağlamaları müm­
kün değildir. Ama bugün bu hususta insanlığın geldiği
noktada bazı gelenekler ve müesseseler varsa bu dinlerin
sayesinde olmuştur. Bir an için din müessesesinin insan­
lık tarihinde olmadığını düşünelim; herhalde insanlık,
iaşe konusunda hayvanlardan farklı olmazdı ve insanlık,
şimdi tahayyül dahi edemeyeceğimiz akıbetlere maruz
kalırdı.
İkinci bedeni-fıtri kanun olan korunma içgüdüsü de
dinler tarafından ya şekillendirilmiş veya din yoluyla
meşrulaştırılmıştır. Bütün dinlerde adam öldürmek ya­
saktır. Fakat bazen de kendini korumak amacıyla adam
öldürmek teşvik edilmiştir. Bu uğurda ölenlere şe­
hit/martyr, kalanlara da gazi denmektedir. Bu da özellik­
le kitabi dinlerde bir müessese haline gelmiştir. Acı ama
gerçektir ki, tarihte en çok telaffuz edilen ve kullanılan
mefhumlar, kelimeler bunlar olmuştur.
Son olarak dinler neslin korunması hususunda da
çok etkili olmuştur. Bu alanda dinlerin getirdikleri ve
üzerinde önemle durdukları husus, neslin bozulmasına
sebep olan zinanın yasaklanması olmuştur. Gayrimeşru
hayat tarzı (zina, livata) bütün dinlerde yasaklanmıştır.
Bununla neslin ve ailenin korunması amaçlanmıştır.
225
TARiH FELSEFESİ

�.�
Böylece aile hukuku, medeni hukuk dediğimiz müessese­
ler gelişmiştir. Öyleyse medeni hukukun temelinin din
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Eğer bugün
çağdaŞ medeni hukuk yakından incelenirse, pek çok
alanda dinlerin öğretilerini güncelleştirdiği görülecektir.
Mesela, bütün ülkelerin medeni kanunlarında insanın
usul (kan bağı ile bağlı olduğu kendi büyükleri-anne,
baba, hala, teyze, amca, büyük anne, büyük baba) ve
füru'u (kendisinden sonrakiler, oğlu, kızı, torunu, yeğen­
leri) ile evlenmesi yasaktır. Keza livata da bugün hiçbir
ülkenin medeni kanunu tarafından benimsenmemiştir.
Bazı marjinal örnekler görülmekte ise de bu da toplum
tarafından nefretle karşılanmaktadır. Bu husus, gelmiş­
geçmiş, kitabi veya tabiat dinlerinde de böyledir. O hal­
de farkında olmasak da tarihin derinliklerinden gelen
toplumsal tecrübe ile dinin öğretileri günümüzde de
varlığını sürdürmektedir ki, bu gayet tabii bir hadisedir.
Kısaca tarihin umumi kanunlarının merkezindeki
fıtri kanunlar, bir coğrafyada geçmekte ve dinle şekil­
lenmektedir.

5. Birlik ve Ayrılık Vasıtası Olarak Din


Din ortak bir inanışı vazetmekle ortak bir yaşayış
tarzını da beraberinde getirir. Bu ortak inanışın en belir­
gin özelliği tek ilah, tek mabettir. En tepedeki değerler bir
olunca, ona bağlı olarak günlük yaşayış, paylaşım ve
birlikte yaşamak kolaylaşır. Çünkü o cemiyette yaşayan
bütün insanlar aynı şeylere inanmakta, aynı ferdi ve sos­
yal davranışlarda bulunmakta, aynı kader ve tasayı pay­
laşmaktadırlar. Bu sosyo-psikolojik bir vakıadır.
Bu özelliğiyle din, birlik ve ayrılık vasıtası olabilir.
Dinin siyasi birlik ve ayrılık sebebi olmasının ilk örneğini
eski Yunan sitelerinde görmekteyiz. Site dahilinde ken­
disini ortaya çıkaran bu birliğin doğmasında dinin oyna-
226
M U STAFA ÖZTÜRK

.&lf�

<lığı rol çok önemlidir. Eski Yunanlılar, siyasi ve cemiyet


fikrini dini cemiyet fikriyle birleştirecek kadar ileri git­
mişlerdir. Site, aynı zamanda dini bir birliği, müşterek
bir ilah ve mabedi ifade ederdi, bu iki birliği birbirinden
ayıramamışlardı. Belli bir yerde oturan fertler arasında
mevcut din birliği eski Yunanlılarda adeta bir sosyal bağ
rolünü oynamış, çeşitli birlikleri ve nihayet sitenin te­
şekkül ve teessüsüne hizmet etmişti. Dinin bu husustaki
mevkii ve önemi çok büyüktür. Sitenin teşekkül ve tees­
süsüne rastlayan safhalarda olduğu gibi, din, daha sonra­
ları, yani sitenin ortaya çıkmasından sonra da ortaya
çıkan bu siyasi teşekkülün kuvvetlenmesine ve onun
tamamlanmasına ve gelişmesine çok büyük yardımda
bulunmuştu.
Eski Yunanda dinle devlet ikiliği, din ve devlet ara­
sında ayrılık gibi bir şey söz konusu olmamıştır. Bu iki
mefhumu yani din ve site mefhumlarını yekdiğeriyle
tamamen meczetmişlerdir. Site ve din telakkileri arasın­
da genişlik ve önem bakımından hiç bir fark yoktur. Her
ikisinin ifade ettiği mana tamamen birbirinin aynı idi.
Fert kendisi için site ve ilahların haricinde bir hukuk ve
statünün mevcudiyetine ihtimal vermiyordu. Site, fert
için ne kadar önemliyse, din de o kadar önemliydi. Me­
sela Atina sitesinde dinin icaplarını kabul etmeyen ve
icra etmeyen bir fert için Atinalı sıfatını kazanmak kati­
yen söz konusu olamazdı.
Eski Yunanda siyasi ve sosyal bir bağ olan dinin, si­
tenin üstünde daha büyük siyasi teşekküllerin ortaya
çıkmasına mani olduğu söylenmektedir. Din, eski Yu­
nanda umumi birliğin kurulmasına, site hudutlarının
daha büyük siyasi birlikler halinde büyümesine, siteler
arasında daimi bir konfederasyon teşkiline ve bilhassa
birçok sitelerin birleşmesine mani olmuştur. Zira her
227
TARİH FELSEFESİ

�.�
sitenin kendine mahsus ilahı vardı. Bu ilahın komşu
sitelerle hiç bir alakası mevcut değildir. Bundan dolayı­
dır ki bu telakki, fertleri site hudutları dahilinde hapse­
derek daha geniş birlikler teşkil etmelerine büyük bir
engel teşkil etmiştir. Hatta siteler birbirleriyle savaş ilan
ettikleri zaman, onların kendi ilahları arasında da müca­
delelerin başladığı kanaati hakim bulunmaktaydı. Muha­
rip sitelerin ilahları da birbirinin hasmı olurlardı.
Ancak eski Yunanda din alanında meydana gelen
değişme, din telakkilerinin mahalli karakterlerinde deği­
şikliklerin doğmasına sebep olmuştur. Bazı akide ve
telakkiler, bazı ilahlar yavaş yavaş umumileşmeye başla­
mış ve siteler arasında dini prensip ve düşünceler nokta­
sından bir benzerlik doğmasına doğru gidilmiştir. Nite­
kim bu gelişmenin neticesi olarak Delf ve Delos gibi müş­
terek ve umumi mabetler ortaya çıkmış ve keza Olimp
adı altında bazı mabutlar bütün Yunanlılar tarafından
müşterek mabut kabul edilmişlerdi. Yine bu cümleden
olarak her dört senede bir Gök Tanrısı ve bütün ilahların
kralı Zeus şerefine icra edilen Olimpiyat oyunlarına da
bütün Yunanlılar iştirak ederlerdi. İşte dini fikir ve telak­
kilerde meydana gelen bu birlik, sitelerin birbirleriyle
olan münasebetlerini arttırmış, siteler arasında yakınlık
kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim Pele­
ponnes ve Delos birlikleri bu tarzda bir birliğin en canlı
birer ömeğidir65•
Görüldüğü gibi mabutlar arasındaki ayrılık, sitelerin
bir araya gelmesini uzun süre engellemiş, büyük birliklerin
kurulması, ancak müşterek dini telakkilerin kabulü ve ya­
yılması ile mümkün olmuştur. Ancak o zaman Yunan site­
leri imparatorluk haline gelebilmişlerdir.

65
Recai G. Okandan; "Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül", İ. Ü. Hukuk
Fak. Mec. VI, S. 2-3, İstanbul 1940, s. 303-305
228
MUSTAFA ÖZTÜRK

Görünüşte farklı olmakla beraber, esas itibariyle


birliği sağlayan bir unsur olarak, dinin önemine ikinci bir
örneğe de 9. yüzyılda Bizans'ta rastlamaktayız. Bizans bu
dönemde bir yandan güneyden gelen Arap akınlarıyla
uğraşırken, öte yandan kuzeyde de Bulgarlarla uğraşmak
zorundaydı. 9. Yüzyılın ilk yarısında Ruslar dalgalar ha­
linde güneye inmeğe başladılar ve 860 yılında İstanbul'u
kuşattılar. Uzun ve çetin mücadelelerden sonra bu tehli­
ke atlatıldı. Fakat mesele tam anlamıyla çözülemedi.
Devlet, hem Araplarla, hem de Bulgarlarla uğraşırken,
bir de Rus tehlikesi ortaya çıkmıştı.
Mesele Patrik Photios'un önerisi üzerine çözüme
kavuşturuldu. Buna göre, Ruslar Hristiyanlaştırılmak
suretiyle Bizans nüfuz sahasına alınabilirdi. Böylece dev­
letin kuzey sınırları, din birliği sağlanmak suretiyle emni­
yet altına alınmış olacaktı. Başlangıçta hayal gibi görü­
nen bu proje birkaç yıl içinde olumlu sonuçlar vermeye
başladı. Devlet, bu plan çerçevesinde Hazarlarla ilişkile­
rini yeniden canlandırdı. Bir Misyoner heyeti kuruldu ve
bu heyetin başına Selanik Piskoposu Konstantin getiril­
di. Tarihte Slavların havarisi olarak kabul edilen bu zat,
önemli başarılar elde etti. Heyet, bir yandan diplomasi,
bir yandan da misyonerlik işlerini yürütüyordu.
Devlet, bu projesini ilk aşamada Hazar ülkesinde
uygulamayı düşünürken, Moravya hükümdarı Patis­
lav'ın İstanbul' dan bir misyoner heyeti talep etmesi,
büyük ve isabetli bir fırsat oldu. Patislav, Frank ruhanile­
rinin ülkesindeki çalışmalarından ve ileride ülkesi için
bir tehlike arzedecek olan Frank-Bulgar işbirliğinden
çekiniyordu. Bu talep de Bizans için önemli bir fırsat
oldu. Kilise, bu işi, Selanikli iki kardeş olan Konstantin
ve Methodios' a havale etti. Islav dillerine de hakim olan
bu iki misyoner kardeş, Islav topraklarında hızlı bir mis-
229
TARİH FELSEFESİ

yonerlik faaliyetlerine giriştiler. Konstantin önce Slav


yazısını meydana getirdi ve Kitab-ı Mukaddes'i Islavcaya
çevirdi. Moravya' da ibadet dilini de Islavca yaptılar.
Böylece bu çalışmalar, kuzeyde Bizans ve Ortodoks­
Grek kültürünün yerleşmesine, dolayısıyla siyasi alanda
da Bizans ile bütünleştiğinden, bölge, Bizans için bir
tehlike olmaktan çıkmıştı. Roma kilisesi ile yapılan uzun
nüfuz mücadelelerinden sonra Bulgaristan, Sırbistan ve
Hırvatistan da Bizans nüfuz sahasına alınarak, Bizans'ın
kuzey ve batı sınırları büyük ölçüde emniyet altına alın­
mış oldu66.
Dikkat edilirse Bizans, genel olarak 10. yüzyıldan
itibaren kendisini toparlamış ve özellikle 7-8. yüzyıllarda
Araplara kaptırdığı güney illerini teker teker geri almaya
başlamıştır. Bizans'ın Şark Domestiki Joannis Cour­
cuas'ın şark seferi ile 934 yılında Malatya ve Samsat, 949
yılında Erzurum geri alındı. Keza 962' de Halep ve
969' da da Antakya tekrar Bizans'ın eline geçti. Demek
ki, Bizans, kuzeyini din birliği ile tahkim ettikten sonra
güneyde başarılar kazanmaya başlamıştır.
Bu durum, sadece Bizans' a has bir şey değildir.
Benzer gelişmeleri, Bizans'ın güney komşusu olan İslam
dünyasında da görmekteyiz. İslamın ilk yıllarında, yani
Dört Halife devrinde (hatta bu devrin de ilk yarısında)
henüz mezhep ayrılıkları doğmadığı ve dini telakkil erde
bir birlik olduğu için büyük başarılar elde edilmiştir.
Özellikle Hz. Ömer döneminde Suriye, Irak, Mısır, Tür­
kistan ve kısmen de Anadolu fethedilmişti. Bu fetihler
ileriki yıllarda daha da gelişerek 8. Yüzyılın başlarında
bütün Kuzey Afrika ve İspanya'ya kadar genişlemişti.

66
Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi ( Çev. Fikret lşıltan),
Ankara 198 1 s. 214-2 15, M. Çelik; Bizans'ta Din-Devlet İlişkileri, s.
155-156
230
MUSTAF A ÖZTÜRK

Ama aynı dönemlerde İslam dünyası, dini bakım­


dan belki de döneminin en buhranlı yıllarına girmiş bu­
lunuyordu. Belki temelleri Cahiliye dönemine kadar
inen Haşimi ve Ümeyyeoğulları arasındaki çekişmeler,
bu dönemde halifelik etrafında siyasallaşmış ve İslam
dünyası iki kutuplu-iki halifeli bir dünya haline gelmişti.
Hatta Emeviler döneminde Mekke' de Abdullah bin
Zübeyr de halifeliğini ilan ederek yaklaşık on yıl Mekke
merkezli Hicaz'ın halifesi oldu. Öte yandan soyları Hz.
Fatıma'ya dayandığından Fatımiler olarak bilinen bir
güç de Mısır'da bağımsızlığını ve halifeliğini ilan etmişti.
Üstelik Mısır Fatımilerinin diğerlerinden farkı, Batıni
olmalarıydı. Bu da İslam dünyasını fikri ve siyasi bakım­
dan tehdit eden önemli bir unsurdu. Aynı tarihlerde
İspanya'daki Endülüs Emevileri de kendi halifelerini ilan
etmişlerdi. Böylece İslam dünyası siyasi bakımdan dört
ana kitleye/halifeliğe ayrılmış oldu. İdeolojik bakımdan
da Ehl-i Sünnet-Şia-Batınilik gibi, her birisi diğerini küfürle
itham edecek derecede ileri giden ayrılıklar, İslam dünyasını
bir daha bir araya gelemeyecek şekilde ayırmıştır. Bu da
İslam dünyasının zaafa uğramasına ve Bizans'ın karşı
harekatla başarılar elde etmesine vesile olduğu gibi, İs­
lam dünyasında günümüze sirayet eden ayrılıkların da
tarihi zeminini oluşturmuştur.
Din bir birlik unsuru olduğu gibi ayrılık unsuru da
olabilir. Yunan sitelerinde, Bizans'ta ve İslam dünyası
örneklerinde de olduğu gibi, siyasi teşekküllerin kendi
içinde bir birlik vasıtası, fakat bölgeler arasında (müşte­
rek dini telakkiler kabul edilinceye kadar) ayrılık vesilesi
olmuştur. Tarihte her devlet iç politikada din birliğini
sağlama hususunda azami gayreti göstermiştir. Din birli­
ği, aynı dine inanan insanlar arasında farklı telakkilerle
(mezhepler) sarsılabilir. Onun için tarihte bütün siyasi
231
TARiH FELSEFESi

.&IJ�

teşekküller tek din, tek devlet esasına bağlı kalmışlardır.


Ya bir tek din veya mezhebi devletin esas dini kabul
edecek veya idaresi altındaki bütün dinlere aynı mesafe­
de uzak olunacaktır. ülkedeki din ve mezheplere uzak
kalmak, merkezi otoriteyi sarsabilirdi. Bu ayrılıklar, mer­
kez için daima bir potansiyel tehlike olmuştur. İşte bu
noktada bir devletin farklı din veya mezhepten olan
kendi halkına savaş açtığına şahit olmaktayız. Buna da
din savaşları denmiştir. Gerçekte bu savaşlar din savaşı
değil, dinle meşrulaştırılan siyasi savaşlardı. Hristiyan­
lığın doğması ve Roma' da yayılması sürecinde uğradığı
takibat ve Hristiyanların maruz kaldıkları zulmün altın­
da, Roma' da din birliğinin, dolayısıyla mevcut kurulu
düzenin sarsılacağı endişesi yatmaktadır. İslam'ın doğu­
şu sürecinde de aynı endişeler yaşanmıştı. Bizans'ta
Hristiyanlığın farklı bir mezhebine bağlı olan Doğu
Hristiyanlığının merkezi hükümet tarafından takibata
uğraması hatta katliamlara maruz olmalarının sebebi
gene din birliğinin bozulacağı, ayrılığı doğuracağı endi­
şesi ve tehlikesi idi67•
İtikadi esaslarda (Hz. İsa hem gerçek tanrı, hem
gerçek insan) İstanbul Filisesi ile ayrılığa düşen Doğu
Kiliseleri (Antakya, Urfa, Kudüs, İskenderiye) Bizans'ta
din birliğini tehdit etmekteydi. İmparator Theodo­
sius'un aldığı tedbirler neticesinde ülkede geçici de olsa
sükunet sağlanmıştır. 431 yılında Efes'te toplanan Kon­
silde teolojik münakaşaları karara bağlanmak amacıyla
İstanbul Patrikliği ökömeniklik statüsüne kavuşturuldu.
Konsil kararlarını Roma Kilisesi imzalamışken, Antakya

67
Bizans'ın mezhep kavgalan ve halkına karşı takip ettiği siyaset için
bkz. Prokopius, Bizans'ın Gizli Tarihi, ( Çev. Orhan Duru), İstanbul
200 1, M. Çelik; Bizans Devletinin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kit­
le Katliamları (W-VII. Yy.), Antakya 1994, aynca aynı yazar; Sürya­
ni Kilisesi Tarihi I, İstanbul, 1987
232
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
ve İskenderiye Patrikleri imparatorun baskısı sonucu
imzaladı. Ancak bu patrikler halefleri tarafından ihanetle
suçlandılar68•
il. Teodosius'un ölümü üzerine Bizans tahtına
Mardan geçti (M.S. 450 ) . Yeni imparator kiliseler ara­
sındaki liderlik çekişmesinden ülkenin çok büyük zarar­
lara uğradığını görmüştü. Hele hele İskenderiye patrik­
hanesinin devlete hakim olması, imparatorluğun siyasal
etkinliğini azaltmıştır. Bu, yönetimde iki başlılık demek­
ti. İmparator Marciaus ülkede din birliğini (daha doğru­
su mezhep ve kilise birliğini) sağlamak amacıyla bazı
tedbirlere başvurdu. 8 Ekim 45 1 yılında Kadıköy' de bir
Konsil toplandı. Konsil bir dini toplantı olmaktan çok,
adeta bir mahkeme salonuna dönüştü. İskenderiye Pat­
riği bir mücrim gibi sorgulanarak aforoz edildi ve kilise­
den uzaklaştırıldı. İmparator yeni bir Amentu hazırlata­
rak, Konsile kabul ettirdi69, böylece inanç birliği sağlan­
mış olacaktı. İmparatorun baskısı ile İstanbul Patrikliği­
ne Ökömenlik verilmesi, özellikle Doğu kiliselerinde
infialle karşılandı. Ancak imparator, ülkede din birliğini
sağlamaya kesin kararlı olduğu için daha sert ve yeni
tedbirler almanın kaçınılmaz olduğu kanaatindeydi.
Konsilin kararları Roma Katolik dünyasında halkı pek
etkilemedi. Hatta kamuoyu duyarlı bile değildi. Tepkiler
sadece ruhanilerden geliyordu. Ancak Doğu' da durum
farklıydı. Dini konularda halk o kadar duyarlıydı ki, za­
man zaman ruhaniler halkı kontrol edemiyorlardı. Kadı­
köy Konsilinde Doğu' da etkili olan birçok piskoposun
aforoz edilerek sürgüne gönderilmeleri, beklenenin çok
üzerinde bir infiale sebep oldu. Özellikle İskenderiye'de
nümayişler başladı. Sokak hareketlerinin kontrol altına

68
Çelik; Bizansta Din-Devlet İlişkileri, s . 43-44
69
Çelik, a.g.e. 45-48
233
TARiH FELSEFESi

��
alınabilmesi için tüm ülkede olağanüstü hal ilan edildi.
Alınan askeri tedbirlerle bir sükunet sağlandıysa da bu
uzun sürmedi. Bir müddet sonra kiliselerin işgaliyle so­
kak hareketleri yeniden başladı. Askerler işe karışınca
gösteriler çatışmalara dönüştü. Günlerce aralarında de­
vam eden çatışmalarda sel gibi kan aktı. Sükunet ancak
24.000 kişinin katledilmesiyle sağlanabildi70•
ülkede çok kan akması neticesinde alınan sıkı as­
keri önlemler hadiseleri durdurdu, ancak problem bit­
medi. Halk neticeyi bir türlü kabullenemediği gibi, yapı­
lan katliamlarla devletten iyice soğumaya başladı. Devle­
tin bu politikası milliyetçilik duygularının uyanmasına
sebep oldu. Nitekim 457 yılında Marcian'ın ölümü ile
hadiseler tekrar başladı. İskenderiye' deki devletin patri­
ği, halk tarafından linç edilmek suretiyle katledildi.
Ayaklanmalar yine çok kanlı bir şekilde bastırılabildi.
Antakya, Urfa ve daha pek çok vilayette büyük kitle kat­
liamları, Doğu'nun devletten soğumasına ve Sasani-İran
nüfuzu altına girmesine sebep oldu. Sasaniler, Mecusi
olmalarına rağmen en büyük rakipleri olan Bizans' a karşı
bu tabanı kullanmak düşüncesiyle N asturilere kucak
açtı. Bu hoşgörü, doğu Hristiyanlarının İran' a meylet­
melerine sebep oldu71•
Farklı dini düşünceler her dönemde siyasi iktidarla­
rı, merkezi otoriteleri yani hükümetleri tehdit eden bir
unsur olagelmiştir. Bundan dolayı her devirde ve her
siyasi teşekkülde kendi içinden farklı dini eğilimlere
karşı tedbirlerin (bu tedbirler çoğunlukla kıyım şeklinde

70
Çelik, a.g.e., s. 46 Bu işkence ve katliamlar ileriki yıllarda da devam
etmiştir. Justinianus'un 705-7 1 1 yıllarında yaptığı işkence ve katli­
amlar için bkz. Auguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, s. 105-
1 06
71
Çelik, a.g.e., s. 47-49
234
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

oluyordu.) alındığı görülmektedir Hatta dünya tarihin­


de farklı düşüncelerden olanlara karşı yapılan savaşlar­
dan çok, devletlerin farklı dini inanışta olan kendi halk­
ları üzerine yaptıkları savaşlar ve kıyımlar daha fazladır
dersek, mübalağa yapmış olmayız. Bizans örneğinde
olduğu gibi; Bizans'ın farklı dini eğilimlerde olan kendi
halkı üzerine yaptığı seferler ve bu seferlerde katlettiği
insan sayısı, Sasani ve Araplara karşı yaptığı seferlerden
ve onlara verdirdiği zayiattan az değildir. Belki de bu
farklı dini eğilimler merkezi otorite için daha tehlikeli bir
konumdaydı.
Daha yakın zamanlara gelindiğinde Avrupa' da dine
dayandırılan fakat dini olmayan savaşlar bazen yüzyıllar
sürmüştür. İşte 1492- 1 592 Yüzyıl Savaşları, 1 6 1 8- 1 648
Otuz Yıl Savaşları; hep farklı dini eğilimlerden doğan
savaşlardır. Gerçekte bu savaşlar dinin emirleri değildir.
İncil'in hiçbir ayetinde bu ve benzeri savaşları teşvik
eden bir işaret yoktur. Hal böyleyken Avrupa'nın bu dini
taassubunun ve bitip tükenmeyen savaşların sebebi ne­
dir? Kanaatimizce bunun tek sebebi farklı dini eğilimle­
rin farklı yaşayış tarzları getireceğinden dolayı siyasal
iktidarların, hükümetlerin otoritesinin sarsılacağı ve
milli menfaatlerinin bozulacağı endişesidir.
Görüldüğü gibi din, birlik ve ayrılığın en önemli un­
surlarındandır. Bir devlet/toplumun dininin bütünlük
halinde olması, o devlet ve toplumun devamlılığı için
çok önemlidir. Dini bakımdan parçalanmış bir toplu­
mun siyasi bakımdan da parçalanması mukadderdir. O
halde geçmişte olduğu gibi, modern devletler de siyasi
varlık ve birliklerinin bir esası olarak din-mezhep birliği­
ne, buna bağlı olarak ortak bir kültürü geliştirmeye dik­
kat etmek zorundadırlar. Bir toplumdaki dini ayrılıkların
derinleşmesi, o toplumu zaafa uğratır, din ve mezhep
235
TARİH FELSEFESi

�.�
ölçeğinde bölünmesine vesile olabilir. Bu sözlerimizle,
bir toplumda yaşayan bütün insanların aynı dine inan­
maya mecbur edilmeleri gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Bir toplumda farklı dini eğilimler, inanışlar mutlaka ola­
caktır. Bu, o toplumun zaafı değil, zenginliğidir. Ama her
dini eğilim mensupları, kendi inançları etrafında siyasal­
laşmaya giderlerse, o zaman toplumsal zaaf ortaya çıkar.
Dini bakımdan bölünmüşlük de bir daha telafisi müm­
kün olmayan akıbetler doğurur. Çünkü dinde farklılaş­
ma, kültürel farklılaşma, farklı bir hayat tarzı demektir.
Değişik kesimler tarafından değişik zamanlarda, ül­
kemizde devletin din hizmetlerinden çekilmesi, din
hizmetlerinin ilgili vakıflara havale edilmesi dile getiril­
mektedir. Bunu teklif edenlerin ne maksatla söyledikleri
konumuzun dışındadır ama bunun tarihi ve sosyal ger­
çeklerle bağdaşmadığı açıktır. Çünkü toplumda her ke­
sim kendi cemaatini, şeyhini, cami ve mescidini yaratır,
ona sahiplenir, onun etrafında ayrışır. Öte yandan her
camiin görevlilerinin maaş ve diğer sosyal hakları eski­
den olduğu gibi, o camiin vakıf mütevellisine havale
edilmiş olur. Bu da yeni sosyal ayrıcalıklar ve giderek
buhranlar yaratacaktır72•
Nitekim tarihte dini yorumların farklılaşması etra­
fında oluşan tekke-tarikat geleneği, her cami ve mescidin
72
Yakın bir geçmişte din hizmetlerinin mahalle veya köy halklarının
yardımları ile yürütüldüğü, bu durumdaki din görevlilerinin itibar­
lannın bugünkünden çok aşağı olduğu unutulmamalıdır. Bu yönüy­
le Cumhuriyet dönemi eskiye oranla çok ileridedir. Eskiden vakıf
gelirlerine veya halkın ianelerine bağımlı bulunan din görevlileri,
Cumhuriyetin laik devlet anlayışı sayesinde maaş ve sosyal haklan
devlet güvencesi altına alınmış birer devlet memuru haline getiril­
miştir. Bu suretle din görevlileri sadece devlete karşı sorumlu ol­
maya başlamış, diğer mahalli veya maddi güç merkezlerinin din gö­
revlileri üzerindeki baskılan kaldınlmıştır. Devletin din hizmetle­
rinden çekilmesini teklif edenler, gerçekte geriye dönüşü teklif et­
tiklerinin farkında değildirler.
236
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\[&;,

bir grup tarafından sahiplenilmesinin olumsuz neticeleri


yaşanmıştır. Anadolu Selçukluları devrinde hemen her
cami ve mescit bir şeyh bir vakıf tarafından sahiplenil­
mişti. Biri diğerini neredeyse küfürle itham ediyordu. Bu
ortamda her türlü dini ve sosyal uçlar gelişti ve bilinen
sonuçlar ortaya çıktı73• Gerek din hizmetlerinin vakıflara
devri hususundaki görüş ve tartışmalar, gerekse yakın
zamanlarda ülkemizde Aleviliğin ayrı bir din, cem evle­
rinin de mabet olarak kabulü, böyle bir ayrışmayı haber
vermektedir. İslamın farklı yorumundan başka bir şey
olmayan Aleviliğin İslam dışı bir din veya yaşayış tarzı
olarak kabul edilmesi, her şeyden ve herkesten önce
Alevi vatandaşlara yapılacak en büyük haksızlık ve iftira­
dır. Görüldüğü gibi din birliği, dini anlayış ve yaşayış
birliği, milli birliğin de çok önemli bir esasıdır. O halde
çağdaş devletler de dini anlayış hususunda günümüzün
değer yargılarına, insanın ihtiyaçlarına uygun ciddi bi­
limsel tedbirler almak zorundadır.

6. Milli Kimliğin Esası Olarak Din

İnsanın dünyevi ve uhrevi bütün hayatını kuşatan


din, tarih boyunca kişinin kendisini tanımlamasının en
önemli unsuru olmuştur. Başka bir deyişle din, kişinin
kimliğini oluşturan ilk ve en önemli unsurdur. Yukarıda­
ki izahlardan da anlaşılacağı gibi, özelde kişi, genelde de
cemiyet kendisini mensup olduğu diniyle tanımlar, di-

73
Aynı durum bugün Avrupa' da yaşayan vatandaşlarımız arasında da
vakidir. Avrupa ülkelerindeki her grup, kendi camisine gitmekte,
çok mecbur olmadıkça başka grupların devam ettikleri camilere
gitmemeyi tercih etmektedir. Avrupa' da yaşanan bu dini ayrışma­
nın ülke geneline uyarlamanın doğuracağı sonuçları şimdiden gör­
memek mümkün değildir. Cami ve mahalle ölçeğinde meydana ge­
lecek bir ayrışma, telafisi mümkün olmayan bir ayrışmaya sebep
olabilir. Bu itibarla laik devlet düzeni, din birliğini, dolayısıyla da
milli birliği sağlama hususunda gerçekten büyük bir önemi haizdir.
237
TARİH FELSEFESİ

�.f.g;,

niyle sosyal bir şahsiyet kazanır. Bir kişinin bir toplumda


kabul edilebilir, tanınır, meşru ferdi olması için o toplu­
mun dinini benimsemesi lazımdır. Aksi halde o toplum­
da dışlanır, yabancılaşır, ikinci sınıf tebaa-vatandaş mu­
amelesi görür. Demek ki tanınma ve yabancılaşma­
nın/ ötekileş (tir) menin temeli de dindir. Tarih boyunca
bu hep böyle olmuştur, bu durum bugün de değişme­
miştir. Öyleyse din hem kişiye hem de topluma şahsiyet
veren, onu tanımlayan en önemli unsurlardan birisidir.
Kişiye kimlik veren, topluma şahsiyet veren dindir.
Nitekim klasik dönemlerde millet tanımlaması din
esasına göre yapılmaktaydı. Hatta Kur'an-ı Kerim' de de
millet, din kavramı ile belirlenmiştir. Osmanlı millet
sisteminde de gayrimüslim unsur din esasına göre isim­
lendirilmişti. Yahudi milleti, Hristiyan milleti gibi. An­
cak 19. yüzyılda milletin kaynağı ırk esası olarak kabul
edilince, millet anlayışı ırki isimlendirmelerle anılmaya
başlandı. Türk milleti, Rus milleti, Alman milleti gibi.
Her kişi geleneksel olarak veya hür iradesiyle kendi­
sini tanımlayabileceği bir din veya bir dinin farklı yoru­
mu olan bir mezhep ittihaz eder. Her millet de kendi
tarihi ve kültürel geçmişine, dünya görüşüne uygun bir
din veya mezhep edinir. Avrupa' daki Reform hareketleri
buna güzel bir örnek teşkil eder. Bugüne kadar Reform
hareketleri sadece Hristiyanlıkta bir iman yenilenmesi,
herkesin konuştuğu dil ile dininin kutsal kitabını oku­
ması için yapılan hareketler olarak takdim edildi. Oysa
Reform hareketleri zannedildiğinden öte çok daha derin
arılamları olan bir harekettir.
Bilindiği gibi, Reform hareketlerine kadar Batı Av­
rupa bir Hristiyan ümmeti halindeydi. Katoliklik ve
onun temsilcisi olan Papa, bu ümmetin yeryüzünde
Tanrı'nın vekili idi. Onun her emirnamesi bütün Avru-
238
M U STAFA ÖZTÜRK

��
pa' da kayıtsız şartsız kabul görürdü, Papa'nın emirname­
lerini tartışmak ve itaat etmemek mümkün değildi. Oysa
14. yüzyıldan itibaren Avrupa'da Milli Monarşiler doğ­
maya ve güçlenmeye başladı. Artık her milli monarşi,
kendi menfaatlerinin gereğini yapmak eğilimine girdi.
Siyasi ve iktisadi olarak milli siyasetlerini kuran özellikle
kuzey ülkeleri, Alman Prenslikleri ve İngiltere, kültürel
yani dini bakımdan hala Papa'ya bağlıydılar. Bir devletin
milli olabilmesi için siyası, iktisadı ve kültürel bakımdan
da bağımsız olması gerekir. Halbuki söz konusu devlet­
ler, ilk ikisini başarmışlar ama üçüncüsü olan kültürel
bağımsızlıklarını yani milli kiliselerini hala kazanama­
mışlardı. Milli monarşilerini kuran bu devletlerin, kültü­
rel bakımdan da Papalığın himaye ve tasallutundan kur­
tulmaları, milli kiliselerini kurmaları gerekiyordu. İşte
Reform hareketleri bu imkanı sağlamış, kuzey ülkeleri
Papa' dan bağımsız kendi milli kiliselerine kavuşmuşlar­
dı. Böylece Protestanlığı benimseyen ülkeler, kendi milli
kiliselerine kavuşmakla devlet olarak ümmetten millı
devlete geçmişlerdir74•

74
Dikkat edilirse Protestanlıkta, Katoliklikte olduğu gibi, merkezi ve
ruhani bir kilise veya Papa gibi bir din adamı yoktur. Her ülkenin
kilisesi millidir, o ülkenin idare anlayışına göre, ya bağımsızdır veya
kral kiliseyi temsil eder. Alınan Protestan Kilisesi, İngiliz Anglikan
Kilisesi, Amerikan Protestan Kilisesi gibi, her birisi diğerinden
müstakildir. Ama Katolik Kilisesi, Katolikliğin yayıldığı bütün ülke­
lerin ruhani kilisesidir. Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesine benzer
ise de, orada da farklı ülkelerin kiliseleri vardır, yani Katolik Kilisesi
gibi bütün Ortodokslara hakim değildir. Yunan Kilisesi, Rus Kilise­
si, Bulgar, Sırp Kiliseleri bu manada millidirler. İstanbul Ortodoks
Kilisesi'nin Ökünerniklik iddialarının temelinde, bütün Ortodoks­
ların merkezi ve ruhani kilisesi olma gayret ve politikaları bulun­
maktadır. Ancak diğer milli Ortodoks kiliselerinin bunu kabul et­
meleri zordur, çünkü her ülkenin bağımsız kilisesi, aynı zamanda
onun siyasi bağımsızlığını da ifade etmektedir. Bu itibarla, her birisi
bağımsız birer devlet olan Rusya, Bulgaristan veya Yunanistan,
dini/kültürel bakımdan İstanbul O rtodoks Patrikliğine bağlı ve ba­
ğımlı olmayı asla düşünmezler.
239
TARiH FELSEFESİ

�va.
Yeni Hristiyanlık mezhebi olan Protestanlık, kuzey
ülkelerinin tarihi, kültürel temellerine ve iktisadi geliş­
melerine en uygun mezhepti. Zira Protestanlık, pek çok
konuda Katoliklikten ayrılıyordu. Protestanlığın esasları
şu şekilde özetlenebilir:
a. Papa tek otorite değildir ve yanılmazlığı yoktur.
Hristiyanlığı bilen herkes otoritedir. Papanın
dünyevi hiçbir yetkisi yoktur, imparatordan üs­
tün değildir.
b. Kilisede hiyerarşi olamaz, Papa'nın ve piskopos­
ların Hristiyanlar üzerinde onlara hizmet dışın­
da yetkileri yoktur.
c. Tanrı'nın ruhaniyetinde herkes eşittir. Bu ne­
denle laikle ruhban arasında hiçbir fark yoktur.
d. Ayrı bir kilise hukuku olamaz. Hristiyanlıkta
cemaat, tüzel bir kişilik değil, ancak bir inanan­
lar topluluğudur. Halbuki Katoliklikte cemaat,
hem tüzel kişilik, hem de Hz. İsa'nın kişiliğinde
bütünleşmiş manevi bir birliktir. Cemaat kimi
seçerse, vaftiz ve ayini o yapar.
e. Ruhani imparatorluğunda Tanrı bizzat hüküm
sürer. Bu nedenle günahları ancak o bağışlayabi­
lir, Tanrı dışında hiç kimsenin böyle bir yetkisi
yoktur.
f. Dini korumada başvurulacak tek kaynak Kutsal
Kitap'tır, Konsil kararları ve kilise dogmaları
değildir. Kutsal Kitab'ı yorumlamak kilisenin
tekelinde değildir, onu okuyup anlayabilen her­
kes yorumlayabilir.
g. Günah itiraflarının mecburiliği ve kilise men­
suplarının günah çıkarma yetkisi kabul edile­
mez.
240
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
h. Kilisede resim ve heykellere yer verilmez.
ı. Sadece Anglikanlar haç çıkarırlar.
j. İbadetler herkesin ana diliyle yapılır.
k. Araf ve ebedi cezaya inanmazlar, Hz. Meryem
konusunda diğer mezheplere katılmazlar, aziz­
leri kabul etmezler.
1. Teslise inanırlar, bu konuda diğer mezheplerle
aralarında fark yoktur.
m. Katolik ve Ortodokslar gibi merkezi ve ruhani
başkanları yoktur. Gene Katoliklerin aksine
Protestan rahipler evlenebilirler75•

İşte bu özellikleriyle Katoliklikten ayrılan Protestan


mezhebi, her türlü gelişmeye açık bir mezheptir. Alman
Cermenizmi, ancak devletin ve kişinin günlük hayatına
fazla müdahaleci olmayan Protestanlıkta şahsiyetini
bulabilirdi. Keza İngiliz kapitalizmi ancak Protestanlık
sayesinde gelişebilirdi. Gerçi iktisadi gelişmelerde dini
temayüllerin doğrudan etkisi yoktur ama iktisadi ahlakı
belirlemede, iktisadi faaliyetleri meşrulaştırmada önemli
bir rol oynamaktadır. Kalvinizmin, modern kapitalizmin
babası olup olmadığı meselesi çok eski bir tartışmadır.
Esas iktisadi hayatı yönlendiren sermaye birikimidir ama
onun kullanılmasını meşrulaştıran din veya mezhep
görüşleri olmuştur76• Her şeye müdahale eden Katoliklik
ile Kapitalizmin gelişmesi mümkün değildi. Demek ki,
Kapitalizmin gelişmesinde Protestan düşüncesinin ve
getirdiği hayat tarzının önemli bir yeri vardır77• Yani

75
Ayhan Öztürk-Özgür Yıldız; Amerikan Protestan Misyonerlerinin
Türkiye'deki Faaliyetleri (1 820-1 938), Kayseri 2007, s. 1 2-14
76
Claude Delınas, Avrupa Uygarlık Tarihi, s. 1 1 0-1 1 1
77
Protestanlık ile kapitalizm arasındaki ilişki hakkında daha geniş
bilgi için bkz. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu,
( çev. Zeynep Aruoba), Hil Yay., İstanbul 1985
241
TARİH FELSEFESİ

�\fg.,
Kapitalizm, ancak Protestanlık ile gelişebilirdi, her ikisi
arasında büyük bir uyum vardır78• Kısaca Reform hare­
ketleri, milli monarşilerin gelişmesine paralel olarak
milli kiliselerin kurulmasını, ümmetten milli devlete
geçişi sağlamıştır.
Her milletin kendi tarihi, kültürel zeminine ve dün­
ya görüşüne göre bir dini-mezhebi benimsemesi sadece
Avrupa' da değil, bütün dünyada olan bir hadisedir. Me­
sela Türkler, kendi tarihi ve kültürel zeminlerine uygun
olarak İslamiyetin Ehl-i Sünnet itikadını benimsediler.
İranlılar, eski Pers asabiyesine ve geleneksel Tanrı-Kral
inanışlarına uygun İslamiyetin Şiiliğini benimsediler.
Suudlular ise eski Arap kabilecilik anlayışına uygun olan
Vahhabilik düşüncesini İslam adına yerleştirdiler. Japon­
lar, geleneksel Japon feodalizmine uygun olan Taoizmi
seçtiler. Hint coğrafyasında ise, o coğrafyaya ve o coğ­
rafyanın doğurduğu yaşayış tarzına uygun olan Budizm
ve diğer Hint dinleri gelişti. Görüldüğü gibi, her millet
kendi yaşayış tarzına, dünya görüşüne göre bir din veya
mezhep edinmiştir. O halde dünyada din ve mezheple­
rin dağılımında bu tarih-coğrafi ve kültürel şartları göz­
den uzak tutmamak gerekmektedir. Bu dağılımın neden­
niçin'ine bakıldığında zikredilen tarihi ve coğrafi şartları
görürüz.
Tarihte her milli hareketin arkasında o hareketin
dini vardır. 19. yüzyıldaki millileşme hareketlerinin te­
melinde milli kiliseleri çok önemli görevler üstlendiler.

78
Protestan mezhebini benimseyen ülkelerde kapitalizm gelişmiş ve
bu süreç bugünkü Avrupa'nın gelişmişlik düzeyine de yansımıştır.
Avrupa'nın Protestan kuzey ülkeleri ve gene Protestan olan ABD,
gelişmişlik düzeyinde güneyin Katolik ülkelerine göre daha çok ge­
lişmişlerdir. Aynı şekilde Ortodoksluğu benimseyen ülkeler de Ka­
tolik ülkeler gibi istenen düzeyde kapitalist gelişmelerini başara­
mamışlardır.
242
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

Yunan milli hareketinin merkezi Yunan Kilisesiydi. Ke­


za, Sırp, Bulgar ve Ermeni hareket ve isyanlarının geri­
sinde de bu ulusların kiliseleri vardı. Bu uluslara milli
kimlik bilincini veren de elbette kiliseleri olmuştur. Bü­
tün bu tarihi hakikatler, din ile milli kimliğin birbirinden
ayrılmaz unsurlar olduğunu göstermektedir.

7. Meşrulaştırma Aracı Olarak Din ya da


Dinin Siyasallaş( tırıl) ması
Yukarıdan beri sıkça tekrarlandığı üzere din, ruhi­
fıtri bir duygu olup, daima insanla beraber var olmuştur.
Irk, cinsiyet ve kültür farkı tanımaz. Bütün insanlarda
yaratılıştan var olan bir duygudur. Bu duygu, sosyal sta­
tü, yaş ve zamanla da sınırlı değildir. Yani doğumdan
ölüme kadar, hatta ölümden sonraki hayatta, kraldan
sıradan çobana, halifeden, sultandan köleye kadar her­
kes için din vardır ve zaruridir. Kaynağı fıtri olan bu
duygunun gücü de çok fazladır ve hiçbir zaman eksil­
mez. Hatta bedeni-fıtri duygulardan farklı olarak, insan
hayatının belli bir dönemine temerküz etmez ve insanın
ölümden sonraki hayatını da içine alır. İnsanın ölümden
sonraki hayatını ilgilendiren tek müessese dindir. Oysa
bedeni-fıtri duygular sadece hayat ile kaimdir. Kitabi
olsun veya olmasın bütün dinlerde öteki alem/ahiret
inancı olduğuna ve dünyada iken yapılanlardan dolayı
mutlaka hesap verileceğine dair inanç olduğu göz önüne
alınırsa, dinin gücü, etkisi daha iyi anlaşılacaktır. İşte din,
gücünü bu özelliğinden almaktadır.
Bu özelliğinden dolayı din, tarihte meşrulaştırma
aracı olarak en fazla kullanılan müessese olmuştur. Zira
her siyasi iktidar, gücünü, hakimiyetini bir kaynağa da­
yandırarak meşrulaştırmak mecburiyetindedir. Bu kay­
nak, umum tarafından hüsnükabul görecek bir kaynak
243
TARiH FELSEFESİ

��
olmalıdır. Siyasi iktidarlar, tarihte çeşitli kültürlerde ve
devirlerde farklı adlarla (Firavun, Kral, İmparator, Sul­
tan, Halife, Emir, Hakan, Padişah) anılmışlardır. Ama
hepsinin dayandıkları güç, meşrulaştırma aracı olarak
gördükleri ortak değer din olmuştur.
İnsanlığın ilk siyasi teşekküller kurdukları dönem­
lerden başlayarak, özellikle Sanayi İnkılabı sonrası Ya­
kınçağlara kadar geçen uzun sürede en önemli meşrulaş­
tırma aracı din olmuştur. Hakimiyetin kurulmasında,
devlet ile halk, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
bütün ilişkilerde (hukuk, yargılanma sistemi, medeni ve
cezai kanunların vaz'ı, asker alma, vergilendirme, eğitim­
öğretim tarzı ve müesseseleri, giyim-kuşam, mülk edin­
me, hak ve diğer görevler) din en önemli düzenleyici­
meşrulaştırıcı araç olmuştur. Sanayi öncesi toplumların
en belirgin özelliklerinin dini karakterli olmasının, dinin
en önemli sosyal müessese olmasının sebebi budur.
Acaba bu dönem insanları gerçekten çok mu dindarlar­
dı? Neden dini, devlet ve hakimiyetlerinin esası kabul
etmişlerdir? Dinin yerine başka müesseseler koyamazlar
mıydı?
Kanaatimizce bunun sebebi, eski insanların çok
dindar olmaları değildir. Bunun tek sebebi, dinin gücü­
dür. Bu güç daimidir, insan hayatının bütün dönemlerini
hatta ahiretini kuşatmıştır. İnsanın ölümünden sonraki
hayatını da ilgilendirdiğinden dolayı din, çok güçlü bir
müessesedir. Sanayi öncesi toplumlar, dinin bu özelliği­
ni keşfetmişlerdi ve hakimiyetlerini devam ettirmek için
her alanda kullanmışlardı.
Fakat dinin dışındaki meşrulaştırma araçları olabi­
lecek unsurlar, şu ya da bu şekilde sınırlıdır. Mesela, bir
an için dinin yerine toprağın ikame edildiğini düşünelim.
Devletin sınırları ne kadar geniş olursa olsun, nihayet,
244
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\�
devletin elinde sınırlı miktarda toprak vardır. Kaynağı­
nın sınırlı olması itibariyle herkese toprak vermenin
imkanı yoktur. Toprak farklı özellikte olduğu için, her­
kesi memnun etmek de imkansızdır. Sonra toprak, her­
kese (alim, edip, şair, zanaatkar, tüccar) aynı derecede
hitap etmez. Yani toprak, kaynağı ve hitap edeceği kitle
itibariyle de sınırlıdır, umumi ve sürekli değildir.
Aynı şekilde dinin yerine para, makam ve mevkinin
ikame edildiğini düşünelim. Para ekonomisinin geliş­
mediği bir dönemde, herkese, her yerde, yeterli miktar­
da ve oranda para vermenin imkanı yoktur. Nihayet
paranın kaynağı da sınırlıdır. Keza, mevki, makam­
mansıb da kaynağı itibariyle sınırlı olup, herkese aynı
derecede hitap etmez.
Görülüyor ki, dinin dışında meşrulaştırma araçları
olarak ilk akla gelen toprak, para, mevki, makam gibi
kaynakların hepsi sınırlıdır, herkese aynı derecede hitap
etmemektedir. Üstelik bu kaynaklara olan arzu ve mec­
buriyet zamanla azalabilir. Ama bu kaynaklar da tarih
boyunca her zaman birer teşvik unsuru olarak kullanıl­
mıştır. Henüz vatan-millet gibi kavramların bilinmediği
bu dönemde, tabii olarak en geniş, en etkili, en birleştiri­
ci/ meşrulaştırıcı unsur din olmuştur.
İşte klasik çağ insanı, bitip-tükenmeyen, zaman,
mekan, cinsiyet ve sosyal statü ile de sınırlı olmayan din
kaynağını keşfetmiştir. Böylece kendi hazine veya top­
raklarından hiçbir şey çıkmadan, eksilmeden bütün in­
sanlara bu kaynağı cömertçe dağıtmışlardır. Din ile önce
hakimiyetlerini, sonra da dahili ve harici politikalarını
meşrulaştırmışlardır. O yüzden bütün klasik çağlara
damgasını vuran müessese din olmuştur. Bütün iktidar­
ların hakimiyetlerinin kaynağının dini olmasının sebebi
budur.
245
TARİH FELS EFESİ

.&l.!M:..

Tarihte uzun süre meşrulaştırma aracı olarak kulla­


nılan din, aynı zamanda en fazla istismar edilen müesse­
se de olmuştur. Siyasi iktidarlar, meşrulaştırma ihtiyacı
duydukları her alanda dine müracaat etmişlerdir. Bu
yüzden tarihte çoğu zaman din savaşları olarak addedi­
len savaşlar, gerçekte din savaşları değil, dinle meşrulaştı­
rılmış politik savaşlardır. Meşhur Haçlı Seferleri öteden
beri dini nitelikli olarak gösterilmişse de, gerçekte ikti­
sadi ve siyasi temellere dayanır. O dönemde Avrupa'nın
içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal buhran, Avrupa'yı
Doğu'nun zenginliklerine yöneltti. Bu uzun ve sonu belli
olmayan maceraya, dinin dışında hangi kuvvet yüz bin­
lerce insanı sürükleyebilirdi? Hiçbir kuvvet bunu başa­
ramazdı. Ancak, Papaların uhrevi vaadleri bu insanları
tek amaç etrafında birleştirebildi. Böylece gerçekte ikti­
sadi ve siyasi amaçlara ve hedeflere yönelik olan Haçlı
Seferleri, dinle özdeşleştirildi, dinle meşrulaştırıldı.
Aynı şekilde, İslamiyet'in doğuşundan sonraki Arap
fetihlerinin temelinde de benzer siyasi ve iktisadi hedef­
ler veya endişeler vardır. Yalnız bu siyasi endişeler, ci­
hangirlik uğruna yeni yerler fethetmekten ziyade kendi­
ni müdafaa tarzındadır. Bizans'ın güneyinde gelişen bu
hareket, Bizans'ın dahili dengelerini tehdit ettiği için,
Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar takınan Bizans' a
karşı yapılan hareketlerdir. Sasaniler de aynı endişeleri
duyarak bu yeni dini, kendi sınırlarını aşarak, dahili den­
gelerini, mevcut kurulu düzenlerini bozmasına fırsat
vermeden, doğduğu yerde boğmak için Müslümanlara
karşı harekete geçtiler. Burada da Müslümanların Sa­
sanilere karşı yaptıkları seferlerde, fetih değil, müdafaa
ön plana çıkmaktadır.
Bir yerde doğan yeni bir din veya fikir akımı, siyasi
sınırları tanımadan komşularını etkiler. Bu da komşula-
246
MUSTAFA ÖZTÜ RK

.&IJ�

rın pek hoşlandıkları bir durum değildir. Nitekim Yakın­


çağlarda da benzer gelişmeleri Fransız İhtilali sonrasında
görmekteyiz. İhtilalin getirdiği yeni fikirler, komşularını
endişelendirmiş ve malum olan Kutsal İttifak doğmuş,
bunun sonunda da Avrupa dengelerini alt-üst eden İhti­
lal Savaşları başlamıştır.
Devletlerin iç politikalarında da din en önemli meş­
rulaştırma aracıdır. Çünkü her siyasi iktidar, varlığını,
hakimiyetini herkes tarafından kabul edilen değerlere
dayandırmak zorundadır ki, bu değerin de din olduğunu
belirtmiştik. Siyasi iktidarlar, mevcut kurulu düzenlerini
korumak için en fazla dine dayanmışlar, karşı hareketleri
de gene dinle bastırmışlardır. Farklı dini telakki ve yo­
rumlar, mevcut kurulu düzeni tehdit eden en büyük
tehlikelerdir. Bu durumda merkezi otorite gene din sila­
hıyla bu aykırı fikirleri bastırma yolunu seçmektedir. Bu
aykırı fikirler Batı' da aforoz edilmekte, Doğu' da da Rafızi
olduğuna karar verilerek, bu gibilerin katlinin vacip ol­
duğu hakkında fetva verilmekteydi.
Kral veya sultanlara din büyüğünün (papa veya
şeyhülislam) elinden taç giymek, kılıç kuşanmak, çok
büyük bir saygınlık ve meşruiyet sağlamaktaydı. Bu yüz­
dendir ki, tarih boyunca din adamları daima iktidara
yakın olmuşlardır. Hanedandan sonra en muteber sınıf
din adamları sınıfı olmuştur. Firavunların, Sumer, Babil,
Asur, Hitit ve Roma kral veya imparatorlarının en yakı­
nında bulunanlar kahinlerdi. Orta Çağ Avrupa'sında en
önemli ve en saygın sını� kilise mensupları sınıfıydı.
Keza İslam dünyasında da din görevlilerinin müstesna
bir mevkie sahip oldukları da malumdur.
İktisadi ve sosyal hayata ilişkin herhangi bir kararın
alınmasında din en önemli etkendi. Hemen hiçbir konu
yoktur ki, dinle meşrulaştırılmamış olsun. Mesela, Os­
manlı Devleti'nde, temelleri hiç de dine dayanmayan
247
TARiH FELSEFESi

�.�
sayısız örfi vergi çeşidi, Ebu's-Suud Efendi tarafından
dine dayandırılmış, dinle meşrulaştırılmıştır. Gene sıkça
görülen bir olay da, savaşlarda devletin nakit paraya olan
ihtiyacını karşılamak amacıyla, halkın elinde bulunan
altın ve gümüş süs eşyalarını hazineye getirmeleri, bunu
kullanmanın haram olduğu hakkında fetvalar yayınlan­
masıdır. Daha bunlar gibi, iç politikaya ait pek çok mese­
le dinle meşrulaştırılmıştır.
Sonuç olarak tıpkı bedeni-fıtri kanunlar gibi din de
tarih ve medeniyetin en önemli kanunlarındandır. Be­
deni-fıtri kanunlara yön veren, onları meşru-gayrimeşru,
helal-haram, doğru-yanlış, iyi-kötü olarak değerlendiren
ve buna bağlı müesseseler meydana getiren dindir. O
halde din, tarih boyunca en önemli sosyal müessese
olmuştur. İşte bu yüzdendir ki, geçmişte ve hatta günü­
müzde din daima ön plana çıkmakta ve hayatın her saf­
hası ile bütünleşmektedir.
Tarihte uzun süre meşrulaştırma aracı olarak kulla­
nılan dinin yerine, özellikle Yakın Çağlardan itibaren
yeni değerler ikame edilmiştir ki, ileriki bölümlerde bu
konu ele alınacaktır. Bütün bu yeni değerlere rağmen
din, sosyal hayattaki yerini ve önemini hiçbir zaman
kaybetmemiş ve kaybetmeyecektir. Çağdaş yönetimler
de eskiden olduğu gibi dini en önemli meşrulaştırma
aracı olarak görmeye devam etmektedirler. Dinle siyasal
iktidarlar daima birbirlerine muhtaçtır. Bu karşılıklı
mecburiyet geçmişte olduğu gibi, gelecekte de devam
edecektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

TOPLUMSAL MÜŞTEREKLER

Buraya kadar ortaya konan tarihin umumi kanunla­


rı, belki de ikinci dereceden kanunlar olarak addebi­
leceğimiz Toplumsal Müşterekleri meydana getirmiştir.
Bu toplumsal müşterekler, tarihin ana kanunları değil
ama umumi kanunların tarihi süreç içinde bölgeden
bölgeye, kültürden kültüre farklılıklar arz etmekle bera­
ber, meydana getirdiği ortak değerlerdir. Bu değerler,
gerçekten de tarihte bazı benzer yaşayış tarzları ve ortak
müesseseleri meydana getirmiştir. Toplumsal müşterek­
ler1 üçüncü bölümde bahsettiğimiz "tarihin mevcut du­
rum"unun tespitidir. Üçüncü bölümde tarihin ana ka­
nunlarını tespit etmeye çalıştık. Burada da bu ana ka­
nunların toplumda nasıl bir müşterek hayat ve idare,
üretim usulleri, sosyal ve iktisadi hayat tarzı ve ilişkiler
ağı oluşturacağını tespite çalışacağız. En az tarihin
umumi kanunları kadar önemli olan bu toplumsal müşte­
reklerin tahlili, tarih ve medeniyetin tekamülünün daha
iyi anlaşılmasına, kültürler arasındaki müştereklerin
kavranılmasına yardımcı olacaktır. Toplumların temel
250
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

ortak özelliklerinin tespiti, bir anlamda tarihin daha iyi


anlaşılmasını sağlayacaktır. Ortak toplumsal özellikler,
tabii olarak ortak davranış özellikleri gösterdiğinden,
geçmişte meydana gelen tarihi olayların, kurulan mües­
seselerin, devletler arası ilişkilerin mahiyetini, sebepleri­
ni daha iyi tahlil etmeye imkan sağlayacaktır. Kısaca
toplumsal müşterekler, tarihin özünü ve gerçek sebeple­
rini anlamak ve tahlil etmek için özel bir önemi haizdir.
Sözkonusu toplumsal müşterekler, tarihte toplum­
ların özelliklerini yansıttığından, geçmişin tanınmasında
önemli bir katkı sağlayacaktır. Tarihi süreç içinde top­
lumlar daima aynı özellikte olmamışlar, zaman ve
mekana göre farklı gelişmeler göstermişlerdir. Yani top­
lumsal gelişme statik olmadığı gibi, aynilik de arzetmez.
Ama bütün bunlara rağmen, toplumların dayandıkları
ortak özellikler mevcuttur. Bu ortak özellikler her top­
lumda, her zaman görülen özelliklerdir. Bu özellikler,
mahalli bazı gelişmelere bağlı olarak, kendi içinde hazan
farklılık veya değişmeler gösteriyorsa da bu, umumi
değişmeyi ifade etmez. Mesela, bir yerde tedavül aracı­
nın külçe demirden sikkeye geçmesi önemli bir gelişme­
dir, ama ayni ekonomiden para ekonomisine geçişi ifade
etmez. Aynı şekilde, arabanın icadı çok büyük bir geliş­
medir ama ulaşımda o beklenilen muazzam devrim de­
ğildir. Aynı şartları yaşayan toplumlar, benzer davranış
özellikleri gösterirler. Toplumsal değişmeyi sağlayan
esas unsur değişmediği müddetçe, esasa ilişkin olmayan
bazı farklılıklara rağmen ortak yaşayış tarzı devam eder.
O halde bu toplumsal değişmenin esası nedir, hangi
büyük tarihi olaydır? Toplumsal değişmeye esas olarak
alacağımız unsur ne olmalıdır?
İşte bu umumi değişimin başlangıcını mahalli ol­
mayan, bütün toplumları derinden etkileyen evrensel
olan bir olayı esas aldık ki, o da Sanayi İnkı lab ı dır. Sanayi
251
TARiH FELSEFESİ

.&lf�

İnkılabı'ndan önce de pek çok büyük gelişme meydana


gelmiştir. Yazının ve tekerleğin icadı11 ateşin bulunması,
atın ehlileştirilmesi,2 karasabanın kullanılması, ateşli
silahların bulunması Sanayi öncesi dönemin büyük inkı­
laplarıdır. Bu buluşları bulan ve kullanan kavimler diğer­
lerine üstünlük sağlamışlar ve üstün bir medeniyet mey­
dana getirmişlerdir. Bu buluşlar, zamanında dünya tarih
ve medeniyetinde çok büyük katkılar sağlamıştır ancak
gene de Sanayi İnkılabı gibi evrensel tesirler meydana
getirmemiştir.
Çünkü Sanayi İnkılabı, medeniyetin tekamülünde
evrensel bir tesir icra etmiştir. Binyıllardan beri sürege­
len geleneksel üretim araç ve teknikleri, hayat tarzı, yö­
netim anlayışı, Sanayi İnkılabı ile köklü bir değişime
uğramıştır. Belki de Sanayi İnkılabından sonra meydana
gelen baş döndürücü gelişmeler, kendisinden önceki
bütün zamanlarda meydana gelen gelişmelerden daha

Tekerleğin ilk defa kimler tarafından bulunduğu konusunda çeşitli


görüşler olup, ilk tekerleğin Mısırlılar veya Yunanlılar tarafından
bulunduğu ileri sürülmektedir. Arkeolojik buluntular ve rölyefler­
den arabanın bu kavimler tarafından kullanıldığı doğrudur. Ama ilk
defa arabanın Türkler tarafından icat edildiği Oğuz Destanı'nda sa­
bittir. Oğuz Destanı bu konuda şu bilgileri vermektedir: "Diğer bir
kavim de, düşmanları yağma edip, olcay alındığında, hayvanları
bunları taşımak için yetişmediğinden Qanqlı yaptılar. Bundan evvel
tekerlek yoktu, (arabayı) ilk defa bunlar inşa ettiler. Levazım, ağır­
lık ve olcayları bunun üzerine koyarak taşıdılar, gittiler. Oğuz bun­
dan dolayı onlara Qanqlı (yani arabalılar) adını verdi". Oğuz Desta­
nı, Reşideddin Oğuznamesi Tercüme ve Tahlili, (Yay. Zeki Velidi To­
gan), 2. Baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1 982, s. 20. M.Ö. 2. bi­
nin başları ile tarihlendiğini belirttiğimiz Oğuz'un Batı Seferi ile
Mısır, Yunan, Pers ve diğer Batılı kavimlerin tekerleği öğrendikleri
ve kendilerinin de kullanmağa başladıkları muhtemeldir.
Bu konuda da farklı görüşler olmakla beraber Wolfram Eberhard,
atın ilk defa Türkler tarafından ehlileştirildiği kanaatindedir. Bkz.
W. Eberhard "Çin Kaynaklarına Göre Orta Asya' daki At Cinsleri ve
Beygir Yetiştirme Hakkında Malumat", ülkü (Ekim 1940), Ankara
1940, s. 1 6 1 - 1 72
252
MUSTAFA ÖZTÜRK

fazladır, daha etkilidir. Sanayi İnkılabından sonra mey­


dana gelen savaşlarda ölen insanların toplamı, daha ön­
ceki binyıllarda meydana gelen bütün savaşlarda ölen
insanlardan daha fazladır. İşte bu yüzden biz, toplumsal
değişmenin ekseni olarak, Sanayi İnkılabını tercih ettik.
Elbette tarihte Sanayi İnkılabından başka büyük olaylar
vardır. Mesela, Hristiyanlığın, İslamın doğuşu, Haçlı
seferleri, Coğrafi keşifler vb. Ama dikkat edilirse bütün
bu olaylar mahallidir, evrensel değildir. Bu yüzden biz
toplumsal değişmenin mihveri olarak Sanayi İnkılabını
kabul ve aşağıdaki şemada görüldüğü gibi, toplumsal
özellik ve müşterekleri, Sanayi Öncesi/Sanayi Sonrası
olarak taksim ettik.

Şekil 3 : Toplumsal Müşterek ve Özellikler

SANAYİ İNKILABI
Öncesi Sonrası
1. Tek Kişinin (Monark) 1 . Monarşiden Meşrutiyete
Hakimiyeti Vardır. ve Cumhuriyete Geçildi.
2. Monark Ailesi/ Saltanat 2. Saltanat Dönemi Tedri-
Mevcuttur. cen Sona Erdi.
3. Devletle Saltanat Özdeş- 3. Devletle Saltanat Ayrıldı.
leşmiştir.
4. Hakimiyetin Kaynağı 4. Hakimiyetin Kaynağı
Dindir. Anayasa Oldu.
5. Din En Önemli Sosyal 5. Meşrulaştırmanın Aracı
Müessese ve Meşrulaş- Anayasa Oldu.
tırma Aracıdır.
6. İmparatorluklar Çağıdır. 6. Milli/Ulus Devletler
Çağıdır.
7. Merkezi Bürokrasi ve 7. Kölelik ve Kul Müsesse-
253
TARİH FELSEFESİ

Hassa Ordusunda Kö- sinin Yerini Düzenli


lelik ve Kul Müessesesi Muhafız Orduları ve
Hakimdir. Devlet Memurları Aldı.
8. Zirai Ekonomi Hakim- 8. Zirai Ekonomiye İlave
dir. Olarak Sanayi Ekono-
misine Geçildi
9. Para Ekonomisi Geliş- 9. Para Ekonomisi Gelişti.
memiştir.
1 0. Enerji Kaynakları Tabii 1 0. Tabii Enerji Kaynakları-
Enerji Kaynaklarıdır. na İlave Olarak Buhar
Enerjisine Geçildi.
1 1 . Sosyal Değişme ve 1 1 . Sosyal Değişme ve Ge-
Gelişme Çok Ağır ve lişme Çok Hızlı Bir Su-
Uzun bir Sürede Mey- rette Meydana Gelmeye
dana Gelmektedir. Başladı.
1 2. Devletin Görevleri 1 2. Devletin Görevlerinde
Sadece Dahili ve Ha- Değişimler Oldu, Devlet
rici Güvenliği Sağla- Sosyal ve İktisadi Haya-
maktı. tın İçine Çekildi.

En genel ifadesiyle tarihi, medeni ve toplumsal de­


ğişmeyi, şemada görüldüğü şekilde takdim etmek müm­
kündür. Bu özellikler (bazı mahalli farklılıklar normal
karşılanırsa), esasta bütün kültürlerde ortaktır. Her yer­
de aynı anda ve aynı şekilde gelişme ve değişme görül­
mez. Bir yerde karasabanla tarla sürülürken, başka bir
yerde pullukla sürülebilir. Dünyanın bir bölgesi sanayi
inkılabını ikmal etmiş ve sanayi sonrası toplum modeli­
ne geçmişken, başka bir yerde hala sanayi öncesi hayat
tarzı veya sanayi inkılabının ilk dönemlerinin özellikleri
görülebilir. Medeni gelişme, güneşin doğuş sürecine
benzer. Dünyanın her yerinde güneşin hareketi ve etkisi
nasıl farklılık gösteriyorsa, yeryüzünde tedrici bir seyir
254
M U STAFA ÖZTÜRK

�.�
takip ediyorsa, medeni gelişme de aynı şekilde bir seyir
takip eder. Dünyanın bir yerinde sabah iken, başka bir
bölgesinde hala gece olduğu gibi, dünyanın bir bölge­
sinde sanayileşme görülürken, başka bir bölgesinde kla­
sik tarım toplumu yaşayış tarzı görülebilir. Bu da tabia­
tiyla bölgeler ve toplumlar arası gelişmişlik gerçeğini
ortaya koymaktadır. Bütün bunlara rağmen, en genel
hatları ile toplumsal müşterekleri bu tarzda incelemeye
tabi tuttuk. Şimdi bu özellikleri daha yakından incele­
meye çalışalım.

1. Sanayi İnkılabı Öncesi Toplumsal Özellikler

1. Bütün Toplumlarda
Tek Kişinin (Monark) Hakimiyeti Vardır
İnsan bedeni ve fikri bakımdan farklı yaratıldığın­
dan birbirine muhtaç olup, mutlaka birlikte yaşamak
mecburiyetindedir3• Bir insan aynı anda çiftçi, değir­
menci, fırıncı, balıkçı, terzi, tüccar, asker, öğretmen ola­
maz. Her insan farklı iradi ve fiziki kabiliyette yaratılmış­
tır. İşte insanların birlikte cemiyet halinde yaşamaları,
dolayısıyla devlet dediğimiz o mücerred ama hayati olan
mefhumun kaynağı ve ilk sebebi, insanın farklı yaratıl­
masıdır.

İnsanların farklı kabiliyette yaratılmış olmaları, aynı zamanda in­


sanların birbirlerine muhtaç olmaları, insanların birlikte yaşamaya
mecbur olmaları dernektir. Farklı yaratılış, insanların tabii olarak
bir iş bölümü yapmaları sonucunu doğurmuştur. Herkes her şeyi
her zaman yapabilecek kudret ve kabiliyette olsaydı, herhalde top­
lumda iş bölümü ve birlikte yaşama mecburiyeti olmazdı. Nitekim
toplumsal iş bölümü Kur' an-ı Kerim' de şu ayet ile ifade edilmekte­
dir: "Rabbin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında
onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik ve onların kimini öte­
kine üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti on­
ların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır." Zuhruf/32
255
TARiH FELSEFESi

�t�
Birlikte yaşamak mecburiyetinde olan insanları ida­
re edecek bir müesseseye ihtiyaç vardı ki, bu da uzun
müddet güç unsurlarını elinde bulunduran bir hanedan
ve hanedanın reisi olan monark olmuştur. Hakimiyeti
elinde bulunduran tek kişi, farklı kültürlerde farklı adlar­
la (Firavun, kral, imparator, şah, sultan, emir, hakan,
padişah) anıldığı için, hepsini ifade edecek bir terim
olarak monark terimini kullandık. Hatta monarşi terimi­
nin de bu terimden geldiği malumdur.
Herkes monark olamazdı, bütün toplumlarda yöne­
tici olabilmenin bazı şartları vardı. Bu şartların en önem­
lisi, monarkın büyük, soylu, köklü ve geniş bir boya
mensup olması gereğiydi. Yani güç ve kudreti elinde
bulundurması gerekiyordu. Çünkü böyle bir boyun, aynı
zamanda iktidarı elinde bulundurabilecek maddi (nüfus
potansiyeli de dahil) güç unsurlarına sahip olması de­
mekti. Bu suretle halkı daha iyi koruyacağı ve yöneteceği
kanaatı yaygındı. Mesela eski Türk töresinde herkes
Hakan olamazdı. Türklerde Beylik Oğuz boyuna aitti.
Hatta Oğuz'un da bütün boyları Beylik iddiasında bulu­
namazlardı. Oğuz' un içinde de en muteber boylar, Kayı,
Bayındır ve Bayat gibi boylardı. Tabiatiyle bu, gelenek­
sel olan usuldü.
Bazan geleneğin dışına çıkılıp güçlü bir komutanın
saltanatı ele geçirip kendi hanedanını kurduğu görül­
mektedir. Bir devlette farklı sülalelerin hüküm sürmesi­
nin sebebi budur. Eski Mısır' da bunun ilk örneklerine
şahit olunmaktadır. Eski Mısır'ın uzun tarihinde yirmi­
yedi sülalenin hüküm sürdüğü bilinmektedir. Çin tari­
hinde de farklı sülaleler hüküm sürmüştür. Aslında Türk
tarihinde devlet olarak addedilen iktidarlar da, farklı
sülalelerden başka bir şey değildir. Ama herhalde çok
farklı ve etnik menşeden gelen sülaleler, en fazla Roma
ve Bizans tarihinde görülmektedir. Mesela Roma' da
256
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�J�

Antonius, Augustus, Diocletianus sülaleleri, ilk akla ge­


len sülalelerdir. M.Ö. 1. Yüzyılda devlete hakim olan
Augustus ailesinden Tiberius, Caligula, Cladius ve Ne­
ron imparator olmuşlardır. Augustus sülalesi, Roma
aristokrasisindendi. Ama mesela Nerva ve Trianus İs­
panya, Hadrianus ve Antonius Galya kökenliydi.
Aynı şekilde Doğu Roma (Bizans) sülaleleri de tek
ve asil bir seyir takip etmiyordu. 1. Justinianus (527-
565) ve Heraclius ( 6 1 0-64 1 ) gibi imparatorlardan sonra
farklı hanedanlar saltanata hakim olmuşlardır. Mesela,
İsaura Hanedanı (7 1 7-802), 802 yılında Nykephoros'un
gerçekleştirdiği hükümet darbesi ile kurduğu iktidardan
( 802 -820) sonra, Amorion/Phrygia Hanedanı ( 820-
867), 1. Baselius'un kurduğu Makedonlar Hanedanı
(867- 1 1 85), Latinlerin kurduğu krallık ( 1 204-126 1 ) ve
nihayet Paleologlar sülaleleri, Bizans'ın başlıca hanedan­
larıdır. Bunlardan başka daha birçok hanedan (Trakya,
Angelos, Laskaris ve Kantakuzenos) Bizans' ta iktidara
gelmiştir. Adı geçen hanedanlar, dolayısıyla imparatorlar
arasında etnik bir birlik de yoktu. Mesela Makedonlar
sülalesini kuran 1. Baselius ( 867-886) Makedon, V.
Leon ( 8 1 3-820) ise Ermeni'ydi4•
Bazan da merkez adına bir vilayeti yöneten valiler,
bağımsızlıklarını ilan edip, kendi hanedan ve devletlerini
kuruyorlardı. Mısır' da Tulunoğlu Ahmet ve Mernluklu­
lar, bu tarzda monarşilerini kuran hanedanlardır. Böyle­
ce bir asalet ünvanına dayanmadan, tamamen kendi
kabiliyetleri ile bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı. Mo­
narkın devlete hakimiyeti, tabii bir hak olarak bütün
ailesine intikal ediyordu. Böylece monarkın bağlı olduğu
aile/ sülale devletin tabii varisi haline geliyordu.

Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi, s. 529-533


257
TARİH FELSEFESİ

.&t!2.

2. Monark Ailesi/ Saltanat Mevcuttur.


Bütün dönemlerde ve kültürlerde monarkın ailesi,
tabii olarak saltanat ailesidir. Ailenin erkek-kadın bütün
üyeleri, saltanatın tabii varisidir. Normal şartlarda gele­
nek, saltanatın babadan oğula geçmesi tarzındadır. Za­
ruri hallerde veya o andaki şartlara göre saltanat, aynı
aileden başka bir üyeye geçebilirdi. Bütün kültürlerde
saltanat ailesi imtiyazlıdır. Fakat saltanatın el değiştir­
mesiyle birlikte bütün aile fertleri için her şey bitmek­
teydi. Böyle iktidar değişiklikleri çoğunlukla hanedan
üyelerinin hayatlarına mal olmaktaydı. Çünkü yeni ikti­
dar için eski saltanat üyeleri daima rakip ve potansiyel
tehlike olarak görülüyordu. İşte bu yüzden tarihte prens
veya şehzade katillerine sıkça rastlanmaktadır. Çünkü
saltanatın bütün üyeleri, mülkün yani devletin gerçek
hukuki ve meşru varisleriydi. Onun için saltanat tarzı
yönetimlerde eski veya yeni saltanat üyeleri daima po­
tansiyel bir tehdit olarak görülmüştür. Bazan şehzade
veya prens katilleri için iktidarın farklı bir aileye geçmesi
gerekmeyebilirdi. Örneklerine Osmanlı tarihinde sıkça
rastlandığı gibi, bir padişah değişikliği dahi, şehzadelerin
katledilmeleri için yeterliydi. Bu husustaki tartışmalar
yersizdir. Bu tartışmaların saltanat yönetiminin özellik­
lerinin bilinmemesinden kaynaklandığı açıktır. Kısaca
şehzade katilleri, saltanatla yönetim tarzının tabii bir
sonucudur5•

Osmanlı Devleti'nde şehzadeler olayını en özgün bir şekilde ele


alan tek eser olarak gösterebileceğimiz eser, Şerafettin Turan'ın
eseridir. Bkz. Şerafettin Turan; Kanuni Süleyman Dönemi Taht
Kavgaları, 2. Baskı, Ankara 1997.
258
MUSTAFA ÖZTÜRK

.,&\}!?,

3. Saltanatla Devlet Özdeşleşmiştir.

Bu dönemde saltanatla devlet bütünleşmiş, özdeş­


leşmiştir. Devlet/mülk, bu mülkte mevcut olan yeraltı,
yer üstü kaynaklarının tamamı, devletle özdeşleşmiş
olan hanedanın malıydı. Devletin üstün yetkilerini elin­
de bulunduran saltanat, herşeyin mutlak ve tartışmasız
sahibiydi. O isterse, mülkün belli bir kısmının sadece
tasarruf yetkilerini başkalarına belli şartlarla, bir görev
karşılığı olarak çoğunlukla da geçici süreyle devredebi­
lirdi. Klasik dönem devletlerinin sonuncusu olan Os­
manlı Devleti'nde bu uygulamanın bütün incelikleri
görülmektedir. Her türlü tasarrufun tevcihi, mutlak ira­
denin tek sahibi olan padişaha aitti. En büyük memur­
luktan en küçük görevliye kadar ( timar, zeamet ve mu­
kataalar, imam, müezzin, ferraş, dellal, esnaf gedikleri,
bir tüccarın yanına alacağı yardımcı vd.) bütün tevcihi er
padişah tarafından yapılırdı. Çünkü mülk devletle bü­
tünleşmiş olan saltanatın yani padişahındı.
Mülkün saltanatla özdeşleşmesi, saltanat üyelerini
(kadın-erkek) her bakımdan ön plana çıkarmaktadır.
Saltanat üyelerinin hepsi mülkün tabii, hukuki ve meşru
varisleridir. Onun için eski devletlerde monarkın ölümü,
hazan devletin ölümü ile eşdeğerde görülürdü. Bir mo­
narkın ölümünden sonra, devletin/mülkün paylaşılması
gündeme geliyordu ki, bu gerçekten devletin ölümü
demekti. Buna daha çok Doğu saltanatlarında rastlan­
maktadır. Bir sultan öldüğü zaman, çoğunlukla devlet
oğullar (hazan hanedanın diğer üyeleri) arasında payla­
şılırdı. Bu uğurda yapılan bitmek-tükenmek bilmeyen
taht kavgaları, büyük devletlerin parçalanmasına sebep
oluyordu. Cengiz ve Timur Devletleri bu suretle parça­
landılar. Yıldırım Bayezid'in Ankara bozgunundan
( 1402) sonra, oğulları arasında başlayan taht kavgaları-
259
TARİH FELSEFESİ

�Jz.

nın temelinde bu paylaşım duygusu bulunmaktadır.


Aynı şekilde mevcut iktidara karşı şehzadelerin iktidar­
dan hak talep etmelerinin de temelinde bu anlayış bu­
lunmaktadır.
Saltanat üyeleri mülkün tabii ve meşru ortakları ol­
duklarından, devletler arasında, diplomasi alanında da
önemli bir mevkii işgal ediyorlardı. İleriki bölümlerde
diplomasi araçlarında da görüleceği gibi, saltanat üyeleri
iki yönden diplomasi aracı olarak kullanılıyorlardı.
Birincisi saltanatlar arasında sıkça görülen siyasi ev­
liliklerdi. Bu yolla saltanatlar güçlerini birleştirmeyi,
yekdiğerinin güç ve nüfuzunu yanına almayı sağlamış
oluyordu. Doğu ve Batı saltanatlarında bu yola hep baş­
vurulmuştur. Bütün dönemlerde, bütün devletlerde aynı
amaçla yapılan siyasi evliliklere sıkça rastlanmaktadır6•
Hatta bu siyasi evlilikler Avrupa' da o kadar yaygınlaş­
mıştı ki, her devlet diğeri üzerinde bu yolla hak iddia
edebiliyordu. Bu siyasi evlilikler, 1 8. yüzyıla gelindiğin­
de, meşhur Veraset Harpleri ile sonuçlanmıştır7• Çünkü

Mesela; 698 yılında, İstanbul' daki saltanat mücadelesi dolayısıyla


Kerson'a giden I. Justinianus Hazar Devleti arazisine kaçtı. Hazar
Kağanı tarafından iyi karşılandı ve Hristiyanlığı kabul eden Ka­
ğan'ın kız kardeşi Theodora ile evlendi ve böylece Hakan'ın gücü­
nü yanına aldı. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 132, Keza,
Araplara karşı sürdürülen savaşlarda Hazarların geleneksel dostlu­
ğu önemini koruyordu. Bu amaçla Bizans'ın Hazar ile ittifakı, III.
Leon'un 733 yılında oğlu ve veliahdi Konstantinos'u Hazar Haka­
nı'nın bir kızı evlendirerek bunu teyit ve takviye etti. Ostrogorsky,
Bizans Devleti Tarihi, s. 1 46
Avrupa hanedanlarının hemen hepsi birbirine akraba oldukları için,
biri diğerinin arazisinde veya saltanatında kendi varisi olan prensi­
nin tahta geçmesinde hak iddia ediyordu. Bunun üzerine 18. yüzyı­
lın ilk yansı Veraset Harpleriyle geçmiştir. 170 1 - 1 7 1 4 İspanya,
1733- 1738 Lehistan ve 174 1 - 1 748 Avusturya Veraset Harpleri
meydana gelmiştir. Ali Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, Matbaa-i
Amire, İstanbul 1333, s. 386-387
260
MUSTAF A ÖZTÜRK

Avrupa saltanatlarının hepsi şu ya da bu şekilde birbirine


akrabadır.
İkincisi de saltanat üyelerinden birinin merkezle
muhalefete düşmesi sonucu rakip bir devletin eline
geçmesi ve o devletin o şehzadeyi bir tehdit unsuru ola­
rak elinde tutması usulüdür ki, buna rehin usulü diyoruz.
Bir şehzade veya prensin başka bir devletin eline geçme­
si, ya sığınma yoluyla veya tarihin tabii bir seyri sonucu
olmaktadır. En yakın örneklerini kendi tarihimizden
verecek olursak, Selçuklu döneminde Keykavus'un Bi­
zans' a sığınması, Cem Sultan ve nihayet İran'a sığınan
Şehzade Bayezid, ilk hatırlanan isimlerdir. Bu olaylar
kısaca hatırlanacak olursa, bu şehzadeler karşı devletin
elindeyken, Selçuklu veya Osmanlı bu devletlere karşı
fiili bir harekette bulunmamıştır. Çünkü onlar da, yanla­
rına kuvvet verecekleri şehzadeleri ülkelerine gönder­
mek ve onları hükümetlerine karşı desteklemekle tehdit
ediyorlardı. Keza bu konuya da ileride tekrar değinile­
cektir.
Klasik dönemlerde bütün mülkün devle­
tin/ saltanatın malı olarak kabul edilmesinden dolayı
özel mülkiyet çok sınırlıydı. Mutlak otorite her şeye
hakimdi, bu yüzden özel mülkiyetin sınırları çok dardı.
Sıradan insanların ancak genel iktisadi vaziyeti etkile­
yemeyecek nitelikteki mülklerle (bağ, bahçe, ev, dükkan,
dokuma tezgahları, canlı hayvan gibi), gene de devletin
mutlak murakabesinde olmak şartıyla sahip olma
imkanları vardı. Bütün devletlerin iktisadi sosyal politi­
kalarının temeli olan zırai arazide özel mülkiyet hemen
yok gibiydi.
Ama özellikle Avrupa' da feodal beylerin, toprak sa­
hiplerinin merkezi otorite ile çatışmalarının veya zaman
zaman birlikte hareket etmelerinin temelinde özel mül-
261
TARİH FELSEFESİ

kiyetin sınırlarının genişletilmesi iradesi vardır ve bunu


siyasi otoriteye kabul ettirmişlerdir. Uzun tarihi süreçte
Avrupa'nın iktisadi temelinde özel mülkiyet/ özel sektör
çok erken çağlardan beri vardır. Elbette bu karşılıksız
değildi, zira krallar çoğu zaman mülk sahiplerinden pek
çok görevler talep ediyorlardı. Her şeye rağmen hazan
krallar özel mülk sahiplerinin topraklarına el koyabili­
yorlar, yeni kanunlar yayınlayabiliyorlardı. Çünkü özel
mülkiyetin genişlemesi, güçlü, kudretli bir sınıfı doğu­
rurken, devletin askeri gücünün dayandığı köylülerin
erimesine ve devletin asker çıkaramamasına sebep olu­
yordu. Bunun tipik örneğini 10. asırda Bizans'ta gör­
mekteyiz. İmparator Romanos Lakapenos, Bizans'ın çok
ciddi bir mesele ile karşı karşıya bulunduğunu, artan bir
süratle kudretlilerin, fakirlerin arazilerini satın aldıklarını
ve yarı köleler oluştuğunu görerek, bunun önlenmesi için
922 yılında çıkardığı bir kanunla yasaklamış ve yeni bir
düzen getirmiştir8• Bizans'tan örneğini verdiğimiz bu
karşılıklı mücadeleler, Avrupa'nın ileriki tarihlerinde ve
Osmanlı Devleti'nde de görülmektedir. Fakat Avrupa' da
özel mülkiyetin sınırları, Osmanlı Devleti'nden çok önce
kurumsallaşmış ve gelişmiştir. Bundan dolayı Avru­
pa' daki özel mülkiyetin gelişmesi ve temel sebepleri,
Doğu toplumlarınkinden farklıdır. Belki de iki kültür
arasındaki kalkınma süreçlerindeki farklılık ve müessese­
leşmenin temellerini burada aramak gerekmektedir.
Öyle zannediyoruz ki, miri rejim/ devlet malı, dev­
letin her şeyin sahibi ve mutasarrıfı olmasının temelinde
bu anlayış bulunmaktadır. Geçmişte saltanatla bütün­
leşmiş olan devlet, bugün belki zahiren saltanattan uzak­
laşmış görünmektedir. Oysa gerçekte değişen fazla bir
şey yoktur. Mülke sahip olma hak ve yetkisi zımni olarak

Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 253-254


262
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJ�

modern devletlerde de hala devam etmektedir. Eskiden


olduğu gibi, modern devletler de her şeyin sahibidir.
Her ne kadar şahısların özel mülkiyet sınırı eskiye oranla
genişlemişse de, nihayetinde devlet, istediği zaman şah­
sın özel mülkiyetine çeşitli vesilelerle el koyabilmekte­
dir. İstimlak, mahkeme kararı ile kişinin bütün mal varlı­
ğına el koymak ve lojistik seferberlik uygulamalarında
bunu görmek mümkündür. Demek ki, miri re­
jim/devlet-mülk ilişkisinde fazla bir gelişmenin meyda­
na geldiğini söylemek güçtür.

4. Hakimiyetin Kaynağı Dindir

Hakimiyetin kaynağının din olduğu, bunun sebep­


leri ve tesirleri yukarıdaki bahislerde tartışıldığından
tekrara düşmemek amacıyla burada girmeyi uygun gör­
medik.

5. Din En Önemli Sosyal Müessesedir

Dinin fert ve toplum hayatında neden çok önemli


olduğu hususuna yukarıda çeşitli vesilelerle değinildi.
Burada daha ziyade din-devlet ilişkileri üzerinde ana
hatları ile durulacaktır.
Bütün devletler, her hususta dinin gücünden fayda­
lanmışlardır. Gerek iç ve gerekse dış politikada siyasi
iktidar, dinin gücüne ve din adamlarının manevi nüfuz­
larına muhtaçlardı. Aslında din adamları da, varlık ve
nüfuzlarını devam ettirmek için siyasi otoritelerin gücü­
ne muhtaçlardı. Bu karşılıklı mecburiyet din-devlet ilişki­
lerinin esasını oluşturmaktaydı. Her iki müessesenin
gelişme ve yükselmesinde karşılıklı rolleri inkar edilme­
melidir. Belki de şimdiye kadar bu rolleri göz ardı edildi­
ğinden iki müessese sanki birbirinin karşıtı hatta düş­
manıymış gibi bir intiba uyanmıştır. Aslında durum hiç
263
TARiH FELSEFESİ

��
de zannedildiği gibi değildir. Siyasi otoritelerin gelişme­
sinde, güçlenmesinde, devlet şekillerinin gelişmesinde,
siyasi ve iktisadi uygulamalarda din nasıl etkin bir rol
oynamışsa, din ve dini müesseselerin gelişmesinde, hi­
maye görmesinde de siyasi otoriteler de aynı şekilde
etkin rol oynamışlardır. Orta Çağ Avrupa'sında impara­
torluklara manevi güç veren Papalık ise, Papalığı da bu­
güne kadar himaye edip getirenler, Avrupa'nın kral veya
imparatorları olmuştur. Her ikisinin henüz başka alter­
natifleri bulunamadığı için, bütün klasik çağlar din ve
devletin iç içe olduğu dönemlerdir.
Bu hususta dinler veya kültürler arasında önemli
farklar yoktur. Tam tersine büyük benzerlikler bulun­
maktadır. Mesela, 1 0- 1 3. Yüzyıllar Avrupa'sında dinin
toplum ve devlet hayatındaki rolü malumdur. Aynı çağ­
larda Selçuklu Anadolu'suna bakıldığında, şaşırtıcı ben­
zerlikler görülmektedir. Anadolu' da da din, en önemli
sosyal müessesedir. Toplumun bütün kesimlerini derin­
den etkilemektedir. En çok tartışılan konular, dini konu­
lar, merakla dinlenen hikayeler, çoğu müridleri tarafın­
dan abartılan ulu kişilerin menkıbeleri, en çok hürmet
gören kişiler şeyh, baba, evliya olarak adlandırılan ulu
kişilerdi. Devrin modası, bir şeyhe mürid olmaktı. Hatta
Selçuklu sultan veya ümerasından bir ulu kişiye, bir şey­
he, bir tarikata bağlanmayan, mürid olmayan kimse he­
men hemen yok gibidir. Üstelik bu hayat tarzı, geniş
vakıflar yoluyla da beslenmekteydi. Hele hele 1 243 Kö­
sedağ bozgunundan sonra Anadolu' da başlayan Moğol
hakimiyeti ve arkasından gelen buhran döneminde si­
yasi otoritenin din adamlarının ve nüfuzlu tarikat şeyh­
lerinin manevi nüfuzlarına olan ihtiyacı daha da fazlalaş­
tı. Aynı anlayış ve ilişkiler Osmanlı Devleti'nin kuruluş
sürecinde de devam etti. Kuruluş halindeki devletin
nüfuzlu tarikat şeyhlerinin manevi desteğine ihtiyacı
264
MUSTAF A ÖZTÜRK

�./g,

vardı. Bu destek de hiçbir maddi karşılık beklenmeden


sağlandı. Hatta karşılıklı ilişkiler Fatih dönemine kadar
devam etti. Gerçekten de Fatih dönemine kadar geçen
süre, kuruluş devridir. Üstelik bu devirde bir de Fetret
devri atlatılmış, adeta devlet yeniden kurulmuştur. Fatih
döneminde İstanbul alınmış, kendi merkezi ordusu ku­
rulmuş, Adriyatik ve Karadeniz' de fetihler yapabilecek
büyüklükte bir donanma inşa ettirilmiş ve en önemlisi
barut, ateşli silahlarda kullanılmaya başlanmıştır. Batı'da
fodaliteyi yıkan ateşli silahlar, doğuda dini otoritenin zayıf­
lamasına vesile olmuştur. Artık Fatih'in tekke ve tarikatle­
rin manevi nüfuzuna fazla ihtiyacı kalmamıştır. Üstelik
bu dini çevreler, devlete hakim olmaya başlamışlardır.
Yüksek otoritenin temsilcisi olarak padişah, otoritesinin
üstünde başka bir güç görmek istememiştir.
Aynı çağlarda Avrupa' da da siyasi otoriteler dini
zabt u raht altına almak hususunda hayli mesafe katet­
mişlerdi. Bu şaşırtıcı benzerlik ilginçtir. 1 250 yılından
itibaren Papalık eski otoritesini kaybetmeye başlamış ve
Büyük Şizmatik hareketlerle buhrana sürüklenmiştir.
Hatta Papalık Fransa'nın himayesine girmiş, seçimlerde
bir devletin adayı olmak zorunda kalmıştı. 14. yüzyıldan
itibaren başlayan Hümanizma ve arkasından Rönesans
ve Reform, Avrupa' da dini otoriteyi eskiye nazaran ikin­
ci plana itti. Burada da siyasi otoritenin dine hakimiyet
mücadelesine şahit olunmaktadır. Elbette Fatih'in Av­
rupa' daki gelişmelerden etkilenerek dini otoriteyi zabt u
raht altına aldığını söylemiyoruz. Aksine Fatih'in belki
de Batı' daki gelişmelerden haberi yoktu. Ama herhalde
Avrupa ve Anadolu' da aynı şartlar yaşanmıştır ki, benzer
gelişmeler meydana gelmiştir.
Bu iki örneğin dışında tarih boyunca din-devlet iliş­
kileri, karşılıklı üstünlük mücadelesi içinde geçmiştir.
Erken dönemlerde ikisinin birbirlerine karşılıklı mecbu-
265
TARiH FELSEFESi

�\!&;.

riyeti, din-devlet çatışmasının olmadığı intibamı uyan­


dırmakta ise de bu, yanıltıcıdır. Aslında tarihte daima
dinle devlet birbirleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Ger­
çekte bunda dinin bizzat bir dahli olmayıp, din adamları
ve yöneticilerin karşılıklı üstünlük mücadelesi vardır.
Yukarıda da değinildiği gibi, tarih boyunca en güçlü
meşrulaştırma aracı din olduğu için, sanki dinle devlet
bir çatışma içindeymiş gibi yanlış bir kanaat hasıl olmuş­
tur. Dinle devletin görevleri ve hedefleri birbirinden
farklıdır. Nitekim bu konuda Yusuf Has Hacib de "din
dalı ile dünya dalı birbirine karşıdır, ikisi birbirine yaklaş­
maz, bunların yolu birbirini keser. Dinin dünya ile birleşti­
rilmesi güçtür, bu ikisi bir araya gelmez, bunu bilmek kafi­
dir, biri yaklaşırsa diğeri kaçar, ikisini birlikte tutmak iste­
yen kimse yolunu şaşırır"9 demekle dinle devletin görevle­
rinin farklı olduğunu ve birleştirilemeyeceğini ifade et­
mektedir.
Kısaca din, yukarıda bahsi geçen özelliklerden do­
layı, bütün klasik çağlar boyunca bütün toplumlar için
en önemli sosyal müessese olmuştur. Bu müessese, her
dönemde ve her kültürde benzer tesirler icra etmiştir.

6. İmparatorluklar Çağıdır

Bu dönem iktisadi ve sosyal özellikleri itibariyle bü­


yük güçlerin yükseldiği dönemdir. Askeri bakımdan
güçlü olan devletler kısa bir sürede çevrelerini hakimi­
yetleri altına alıp imparatorluk haline gelmişlerdir. Üre­
tim araç ve teknikleri, geniş topraklara sahip ülkelerin
nüfusunu beslemeye yetmediği için çevre ülkelere ya­
yılma her zaman mümkündü. Yukarıdaki bölümlerde de
değinildiği gibi, coğrafya her zaman aynı özellik ve ve­
rimlilikte değildir. Ama insanların ihtiyaçları aynıdır ve

9
Kutadgu Bilig, s. 382
266
MUSTAFA ÖZTÜRK

,&l}Z:,

süreklidir. Bundan dolayı devletler, teknolojinin tabii


enerji kaynaklarına dayandığı bu dönemde nüfuslarını
besleyecek imkanlardan yoksunlardı. Bu mecburiyet
bitip tükenmeyen savaş ve işgallerin en önemli sebebi­
dir. Öte yandan henüz devletler arası hukuk esaslarının
belirlenmediği ve güçlü olan devletlerin menfaatleri
doğrultusunda hareket etme serbestisine sahip oldukları
bu dönemde, askeri ve iktisadi bakımdan güçlü olan
devletler, geniş bir yayılma alanı bulmaktaydılar. İktisadi
bakımdan zengin havzalar, daima büyük güçlerin hedefi
olmuştur. Bu itibarla eski imparatorlukların sınırları,
günümüzde kıtalarla ifade edilebilecek genişliğe ulaşı­
yordu. Antik Mısır, Sümer, Asur, Babil, Pers, Roma,
Doğu Roma (Bizans), Arap, Moğol, Babür, Selçuklu,
Osmanlı, İspanya ve İngiliz imparatorlukları bu bağlam­
da görülebilir.
Küçük topluluk veya beylik/prenslikler de büyük
güçlerin karşısında varlıklarını devam ettirmek için ya
onların himayesini kabul veya işgallerine razı olmak
zorunda kalıyorlardı. Onun için klasik dönemlerde ma­
halli güçlerin uzun süre yaşamaları pek mümkün gö­
rünmüyordu. Büyük güçlerin sınırları dahilinde çok
değişik dil, din ve kültüre sahip kavimlerin bulunmasının
sebebi budur. Yukarıda zikri geçen büyük güçlerin için­
de çok farklı ırk ve kültüre mensup uluslar bulunmakta­
dır. Mesela Roma İmparatorluğu'nda hemen bütün Ak­
deniz kavimleri, Galyalılar, Grekler, Traklar, Makedon­
lar, Cermenler, Mısırlılar, Suriyeliler, Anadolulular ve
bunların sayılamayacak derecede alt unsurları yaşamak­
taydı. Aynı şekilde Osmanlı Devleti'nin hakimiyetinde
Araplar, Acemler, Ermeniler, Gürcüler, Tatarlar, Yunan­
lılar, Bulgarlar ve daha pek çok farklı din ve kültüre sahip
guruplar yaşamaktaydı. Farklı din ve kültürlerin siyasal
267
TARiH FELSEFESi

�� ..

bakımdan kendilerini ifade etme ve geliştirmeleri müm­


kün değildi. İmparatorluklar mevcut kültürleri, siyasal­
laşmadıkları müddetçe korumuşlardır. Şimdi Büyük
Güçlerin hakim olduğu bu dönemin özelliklerine baka­
lım:
Aslında bu bölümde tespit edilen bütün özellikler,
imparatorlukların sahip oldukları özelliklerdir. Hakimi­
yet tektir, paylaşılamaz, kaynağını mutlaka kutsallıktan
alır. Hakimiyeti tehdit etmesi muhtemel olan dini farklı­
laşmalara müsaade etmez. Çünkü bu dönemde henüz
ırk esasına dayalı bir millet anlayışı gelişmediği için, im­
paratolukların varlığını tehdit eden en önemli unsur din
idi. Dinin farklı yorumlanması demek olan mezhep ayrı­
lıkları da aynı şekilde imparatorlukları tehdit edebilirdi.
Bunun için eski imparatorluklar Tek Devlet-Tek Din
esasına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır. Mesela Roma' da
Hristiyanlığa karşı çıkışın ve onlara karşı şiddet uygula­
manın temelinde bu anlayış ve yeni dinin mevcut kurulu
düzeni sarsacağı endişesi vardır. Din bahsinde görüldü­
ğü gibi, Doğu ve Batı İmparatorluklarında Tek Devletin
varlığını devam ettirmesi için Tek Dine bağlı kalmanın
gerekliliğinden hareketle, merkezi din veya mezhebi
hakim kılmak için çok kan dökülmüştür.
Tek din esası sağlandıktan sonra imparatorluk sınır­
larında ümmet esasına dayalı bir millet anlayışı gelişmiş­
tir. Batıda Yakın Çağlara kadar Hristiyanlığa dayalı bir
ümmet anlayışı hakimdi. Onun için klasik dönem Avru­
pa' sında Papa'nın bir emri, coğrafi ve ırki sınırları tanı­
madan bütün Avrupa' da yankı buluyordu. Papa'nın
emirlerini tartışmak bir yana, ona itaat etmek bir iman
esasıydı. Yukarıda zikredildiği gibi, Reform hareketleri,
Avrupa' daki Hristiyan ümmet anlayışını yıkmış, milli
devletlerin gelişmesini, dini bakımdan bağımsızlaşması­
nı sağlayan kültürel zemini oluşturmuştur.
268
MUSTAFA ÖZTÜ RK

İslam dünyasında da aynı şekilde ümmet anlayışı


hakimdi. İslam tarihinde farklı dönemlerde kurulan dev­
letlerde, sultanın bir emri farklı ırklara mensup Müslü­
manlar tarafından itaatle karşılanıyordu. Ancak her iki
dünyada var olan ümmet anlayışı, farklı yorumlarla,
mezhep anlayışlarıyla bölünebiliyordu. Reform hareket­
lerine kadar Batı Hristiyanlığı Katolik ve Ortodoks anla­
yışı etrafında ikiye bölünmüştü. İslam dünyası da
Sünnilik ve Şiilik etrafında ikiye bölünmüştü. Osmanlı
Devleti Sünniliği, Safavi Devleti ise Şiiliği temsil ediyor­
du.
Tek devlet tek din esasına bağlı olan eski impara­
torluklarda farklı din ve kültürler de yaşama alanı bul­
muşlardı. Farklı din ve kültür mensupları, imparatorlu­
ğun yüksek hakimiyetini tanımak, vergi vermek ve siya­
sallaşmamak şartıyla varlıklarını sürdürebiliyorlardı.
Ancak imparatorlukların merkezi dini, her türlü siyasi ve
sosyo-ekonomik esasları belirliyordu. Yani imparator­
lukların merkezi hakim kültürünü, o imparatorluğun
dini belirliyordu. Buna rağmen İmparatorluk kültürleri­
nin içinde barındırdıkları azınlık kültürlerinden etki­
lenmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden imparatorluk bakiyesi
bölgelerdeki halklar arasında din, dil ve ortak yaşayışa
dair kültürel benzerlikler hala varlığını sürdürmektedir.

7. Merkezi Bürokrasi ve Hassa Ordusunda


Kölelik ve Kul Müessesesi Hakimdir
Klasik dönem imparatorluklarında, merkez ve taşra
bürokrasisi ile merkezi ordu (Hassa Ordusu) hizmetleri,
sarayın güvenliği, casusluk, harem, mutfak, kiler, at bakı­
cılığı, ahırlar, şehzadelerin/prenslerin eğitimi gibi pek
çok alanda geniş bir muteber kalifiye işgücüne ihtiyaç
vardı. Bu hizmetlerin sağlanması, saltanatın devamı için
269
TARiH FELSEFESİ

hayati bir önem arzediyordu. Çünkü saltanat, ancak


sağlam temellere dayandırılmış bir hizmetli ordusu ile
sağlanabilirdi. Böyle bir hizmeti kimler, nasıl sağlayacak­
lardı? Saltanat sahipleri kime, ne kadar güvenebilirlerdi?
Çünkü saltanat hukukunun, veraset usullerinin kesin ve
hukuki kurallarının belirlenmediği bir dönemde, salta­
natın el değiştirmesi her an mümkündü, bu her zaman
beklenebilen bir tehlikeydi. Öyleyse saltanatın söz ko­
nusu tehdit ve tehlikeyi önleyecek tedbirler alması la­
zımdı.
İşte bu noktada ve bu ihtiyaca binaen klasik impara­
torluklar Kölelik müessesesini keşfettiler ve geniş ölçüde
kullandılar. Köleler, geniş aile veya kabilelerden gelme­
yen, geri planda nüfus ve iktisadi güçleri olmayan insan­
lardı. Kölelerin, geriye dönüşleri mümkün olmadığı için
önlerinde tek seçenekleri vardı, o da efendilerine hiz­
metti. Kölelerin iki vasfı vardırj sadakat ve ihanet. Hayatta
kalmalarının, başarı ve yükselmelerinin tek şartı efendi­
lerine sadakattir. Başarmak ve yükselmek için, ihanet
etmeyecekleri kimse yoktur. Yeni efendilerinin hizmet­
lerinde yer edinmek için eski efendilerine ihanet eden
yüzlerce köle vardır.
Kölelik, klasik dönemin iktisadi ve sosyal bir mües­
sesesidir. Esasen köleliğin ortaya çıkışının sebebi tama­
men iktisadidir. Avcılık ve toplayıcılık döneminde insan­
lar günlük olarak avladıkları veya topladıkları ile kendile­
rinin ve ailelerinin karınlarını doyurabiliyorlardı. Ne
kadar sürdüğü kesin olarak belli olmayan avcılık ve top­
layıcılık hayat tarzı, mevsimlere bağlıydı. Hayvan sürüle­
rinin geliş-geçiş dönemleri, sebze ve meyvelerin olması
mevsimlerle sınırlıydı. Onun için her zaman yiyecek
bulmak mümkün olmayabilirdi. Karasal bölgelerde uzun
kış şartları, avlanmaya ve yiyecek toplamaya imkan ver-
270
MUSTAFA ÖZTÜRK

,&il&;,

miyordu. Bu durumda insanlar her zaman açlık tehlike­


siyle karşı karşıya idiler. Öyleyse insanların her mevsim­
de her zaman karınlarını doyuracakları bir sisteme ihti­
yaçları vardı. Bu ihtiyaç onları yerleşik düzene, köyler
kurup tarım yapmaya yöneltti. Böylece her mevsimde
kendilerine yetecek yiyeceklerini temin etmek amacıyla
toprağı ekip biçmeye, hububat ekimi yapmaya, hayvan­
ları ehlileştirmeye başladılar.
İşte bu aşamada geniş arazileri ekip biçmek, hay­
vanlara bakmak için daha çok iş gücüne ihtiyaç duyuldu.
İnsanların talebi olan bu geniş ve ucuz iş gücü, o dönem­
lerde hemen her savaşta bolca elde edilen ve köleleştiri­
len insanlarla karşılandı. O halde köleliğin ilk ortaya
çıkışı iktisadi sebeplere dayanır. Dikkat edilecek olursa
avcılık ve toplayıcılık döneminde kölelik yoktur. Keza
atlı göçebe toplumlarda, mesela Türklerde de kölelik
yoktu. Tarım toplumuna geçince kölelik ortaya çıkmış­
tır. Bunun sebebi de geniş iş gücüne olan ihtiyaçtır. Kı­
sacası kölelik tarım toplumunun bir kurumudur. Köle
edenler yönünden bakılınca, temelde iktisadi şartların
bir neticesi olduğu ortadadır. Ama köle edilenler yö­
nünden bakılınca bunun temelinde de açlık, yokluk ve
zulüm korkusu olduğu görülmektedir.
Nitekim Theodore Zeldin de köleliğin birinci se­
bebinin korku olduğunu vurgulamaktadır. Yaşamak ne
kadar acı verirse versin, insanlar ölmek istemiyordu.
Böylece, savaşta ölmenin en büyük şeref olduğuna ina­
nan ve insanları köleleştirmekle hayvarıları ehlileştirmek
arasında aynı güç ve rahatlık arayışının parçaları olmaları
itibariyle fark gözetmeyen krallar, şövalyeler ve diğer
şiddet bağımlıları tarafından hor görülmeye razı oldular.
Köleler, ayrıca hayvan muamelesi görmeye, alınıp satıl­
maya, kafalarının kazınmasına, damgalanmaya, dövül-
271
TARiH FELSEFESi

�\�

meye, aşağılayıcı isimlerle anılmaya göz yumdular, çün­


kü zulüm insanlığın büyük bir bölümü için yaşamın ka­
çınılmaz bir unsuru gibi görünüyordu10•
Köleliğin iki kaynağı vardı. Birincisi savaşlarda elde
edilen esirler, ikincisi ise rızaya bağlı kölelikti. Savaş
esirleri, efendileri tarafından köleleştirilerek, bütün işle­
rinde istihdam edilmeye başlandı. Bütün eski kültürler,
bu savaş esirlerine dönemin anlayışına, kendi hukuk
anlayışlarına göre bir de hukukilik kazandırdılar. Böyle­
ce köleler, sadece iş güçleriyle değil, hukuki olarak da
köleleştirildiler. Erkek köleler, tamamiyle efendilerinin
insafına bağlı olan çalışma ve hayat şartlarına tabiydi.
Kadınlar ise, cariye olarak bütün ev hizmetlerini görme­
nin yanında, efendilerinin odalıkları olarak da istihdam
ediliyorlardı. Hatta Cahiliye dönemi Arapları cariyeleri­
ne para karşılığı fuhuş bile yaptırıyorlardı. Böylece geniş
bir iş gücü piyasası oluştu ve bütün eski kültürlerde köle
ticareti çok karlı bir iş kolu haline geldi. Bu dönem, ha­
zan devletler arasında yapılan antlaşmalarda belli mik­
tarda köle verilmesinin şart koşulduğu bir dönemdir.
Köleler, ileri gelenler, zenginler veya hükümdarlar ara­
sındaki hediyeleşmenin en muteber metaı idiler. Hatta
Mısır hükümdarı Mukavkıs, Maria adındaki bir köleyi
Peygambere hediye olarak göndermiş ve Peygamber de
onunla evlenmiş ve ondan çocukları dahi olmuştur.
Savaş, açlık ve yokluğun yoğun olarak yaşandığı bu
dönemlerde çoğu sahipsiz insanlar, kendilerini himaye
edecek, iş verecek ve karınlarını doyurabilecekleri bir
efendi ararlardı. Karın tokluğuna verilecek her işi yap­
maya hazır bu insanlar, böyle bir efendi bulduklarında
kendilerini şanslı hissederlerdi. En azından başlarını

10
Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, (çev. Elif Özsayar),
Aynntı Yay., İstanbul 1998, s. 17
272
MUSTAF A ÖZTÜRK

�v�

sokacakları bir kulübeleri, kendilerini himaye eden bir


efendileri vardı. Geride bıraktıkları veya sorumlu olduk­
ları kimseleri olmayan insanlar için kölelik, adeta bir
kurtuluş idi. Bu tarz köleliğe de rızaya bağlı kölelik diyo­
ruzıı. Tarihte bazı kavimlerin çocuklarını kıyılara getire­
rek, bir daha hiç göremeyeceklerini bile bile, bilmedikle­
ri diyarlara köle olarak sattıkları dahi vakidir12• Bu da
herhalde o insanların bulundukları hayat şartlarının ne
kadar çetin olduğunu göstermektedir. O insanlar, her
halükarda, çocuklarının gidecekleri yerdeki hayatlarının,
yanlarındaki hayattan daha iyi olacağını düşünmüş ol­
malıydılar.
Özelliklerini incelediğimiz imparatorluklar, bahsi
geçen hizmetleri ve saltanatın güvenliğini temin maksa­
dıyla geniş köle nüfusu istihdam etmişlerdi. Eski Mısırlı­
lar, Habeşli kölelerden kurulu orduyla saray hizmetlerini
yürütmüşlerdi. En büyük köle imparatorluğu olan Ro­
ma' da merkezi ordu ve saray hizmetlerini köleler görü­
yordu. Büyük toprak sahiplerinin arazi ve mülklerini
geniş köle sınıfı koruyordu ve onların her türlü hizmetle­
rini yapıyorlardı. İslam devletlerinde Abbasiler de Türk

11
Keza Zeldin, a.g.e., s. 19
12
Karadeniz'in kuzey-doğusundaki Gürcü, Abaza ve Çerkez kavimle­
rinin kendi çocuklarını veya yakaladıkları esirleri kıyılara getirerek
sattıkları yolunda kayıtlar vardır. Osmanlı Devleti bu esir alışverişi­
ni yasaklamaya çalışmışsa da bunda başarılı olamamış, hatta Rus­
ya' dan yardım istemiştir. Sadrazamın 30 Ocak 1855 tarihli telhisin­
de "Gürcistan ve Abaza ve Çerkezistan'dan üsera ihracının men'i hak­
kında isdar buyuru/an evamir-i aliye kıra'at olunarak ol-babda ne
vechle ten bihat ve te'kiddt icrasına müsara'at kılınmış olduğuna ve bu
hususda vuku ' bulmakda olan taharriy at ve ikdamdta vasıta-i
mü'essire olmak üzere Devleteyn-ifahimateynin Karadeniz'de bulunan
donanmalarından iki kıt'a vapurun ol-havali sevahiline irsali lüzumu­
nun te'kidine Batum Ordu-yu Hümayunu devletlü paşa hazretleri ta­
rafından tevarüd iden tahrirat manzur-ı ali-yi cenab-ı mülukane buyu­
rulmak içün arz ve takdim kılındı. Bu maddenin men 'i emrinde . . . "
BA. İrade-Dahiliye No: 5790
273
TARiH FELSEFESi

��
unsuru bu amaçla istihdam etmişlerdi13• Selçuklular ve
Hint sultanlıkları Gulam teşkilatı adıyla geniş bir köle
ordusu oluşturmuşlardı.
Aynı ihtiyaç ve endişelerden dolayı Osmanlı Devle­
ti de bu geleneği sürdürdü. Hatta Osmanlı Devleti selef­
lerinden daha ileri olmak üzere, istihdam edeceği kölele­
rini devşirerek Birun' da özel olarak yetiştirirdi. Böylece
büyük kabile ve boylara dayanmayan nüfus potansiye­
linden yoksun köleler eliyle sarayın muhafazası, hizmet­
leri, asker ve sivil bürokrasi hizmetleri yerine getirilmiş
oluyordu. Osmanlı merkez ordusu Yeniçeriliğin mahiyeti
budur. Saray bürokrasisinin ve taşra idaresinde geniş
ölçüde bu Kul Taifesinden faydalanılmıştır. Bir an için
bu sistemin yerine, Anadolu' dan mesela Germiyan, Ay­
dınoğlu, Karaman, Dulkadirli Bey sülalelerinden, Bayın­
dır, Avşar, Döger gibi Türk boylarından saray muhafızı
istihdam edildiğini düşünelim. Herkesin bey olabildiği
bir dönemde saltanat, bir gecede el değiştirebilirdi. İşte
mahiyeti bir türlü anlaşılamayan Devşirme ve Köle/Kul
zümresinin varlığının siyasi ve sosyal sebebi budur.

8. Zırai Ekonomi Hakimdir

Fıtri kanunlardan olan iaşenin, yani insanların kar­


nını doyurmanın, kısaca ekonominin temeli ziraattir.
Ziraat sadece iaşenin değil, taşıdığı önemden dolayı,
devlet ekonomisinin temeli olmuştur. Çünkü zırai istih-

13
Burada bir noktaya açıklık getirmek lazımdır. Abbasi hizmetindeki
Türkler, zikrettiğimiz, alınıp satılan köleler değildi, zaten bunlara
köle değil Mevdll deniyordu. Türk unsuru, bir tür ücretli asker nite­
liğindeydi. Dönemin şartlan gereği, bir boy, kendi askeri gücüyle
bir sultanın hizmetine girebilir, yeri ve zamanı gelince oradan ayrı­
labilir, başka bir sultanın/ devletin hizmetine girebilirdi. Hatta za­
manla kendi aristokrasilerini kurabilir ve müstakil bir devlete dönü­
şebilirlerdi. Abbasilerin hizmetindeki Tulunoğullan, İhşidiler ve
Mısır Memlukları bu tarzda hükümranlıklarını kuran Türk
Mevalilerdi.
2 74
MUSTAFA ÖZTÜRK

...&��

sal, herkesin muhtaç olduğu mahsullerdir. Kraldan sıra­


dan çobana, halifeden köleye herkes doğumdan ölüme
kadar zırai mahsullere muhtaçtır. Başka bir ifade ile zırai
mahsullerin sınırsız bir pazarı vardır. Bu haliyle, zırai
mahsuller aynı zamanda stratejik önemi de haizdir. Öy­
leyse ziraatle, toprakla büyük kazançlar elde edilebilir ve
merkez aleyhine, merkezi tehdit edebilecek güçler orta­
ya çıkabilir. Bu da saltanatla özdeşleşmiş bulunan devleti
tehdit edebilirdi. Onun için bütün klasik dönem devletleri­
nin en önemli meselesi, stratejik önemi haiz olan toprağın
mülkiyeti, tasarrufu ve intikali meselesidir.
Zırai alanlar/toprak, sadece iaşe için değil, temel
geçim kaynağı olduğundan dolayı, devletlerin ekonomi­
lerinin de temelini oluşturmaktaydı. Zırai alanların ta­
sarrufu aynı zamanda bir ödeme ve vergi toplama aracı
olarak tevcih ediliyordu. Çünkü aşağıda da değinileceği
gibi, para ekonomisi gelişmemişti. Zırai alanların tevcihi
hem vergi, hem de ücret karşılığı olmak üzere para ola­
rak kullanılıyordu.
Ekonominin temeli zırai ekonomi olunca, kamu ge­
lirleri ve harcamaları da büyük ölçüde zırai ekonomiye
dayanmaktadır. Klasik çağlarda devletlerin en büyük
gelir kaynakları zırai alanlar olmuştur. Hatta geniş bir
yelpazeyi andıran kamu görevlilerinin maaşları da gene
zırai gelirler veya tevcihlerle karşılanmıştır. O halde bu
dönem devletlerinin gelirlerini sadece zırai mahsuller­
den alınan vergilerle sınırlı görmemek lazımdır. Geniş
bir kitle olan kamu görevlilerinin (asker, her derece ve
her sınıftan bürokrat, hatta din adamları) ücretlerinin de
zırai gelirlerden karşılandığı düşünülürse, zırai ekono­
minin devlet için önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zırai
ekonomi denince, sadece toprağın işletilmesine dayalı
bir ekonomi olduğu düşünülmemelidir. Esas toprak
275
TARiH FELSEFESi

�.�
olmakla beraber, toprağın üzerinde oluşan genel bir
ekonomiyi kastediyoruz. Bu durumda hayvancılık, hay­
vancılıkla ilgili yaylak-kışlak hayatının getirdikleri, sebze
ve meyvecilik, arıcılık vb. daha pek çok alandaki faaliyet­
ler, zırai ekonomiye dahil olmaktadır. Görüldüğü gibi,
zırai ekonominin alanı genişlemekte, dolayısıyla zırai
ekonominin devletlerin ekonomisine olan etkisi de art­
maktadır.
Bu dönemin genel ekonomileri ziraat, tabii enerji
kaynaklarına dayalı gene zırai mahsulleri işlemeğe yöne­
lik sanayi ile zirai ve sanayi mamul veya mahsullerin ülke
içinde veya ülkeler arasında cereyan eden ticarete daya­
nıyordu. Sanayi ve ticaret, şehir ekonomisinin esaslarını
teşkil ediyordu. Bu alanlardaki vergilendirmeler, zırai
alanlara göre daha azdı ve şehir halkı askeri görevlerle
yükümlü değildi. Ancak bazı resmi görevlerle yüküm­
lüydüler. Osmanlı örneğinde olduğu gibi, devletin en
önemli gelir kaynakları zırai alanlardı. Osmanlı'daki
vergilerin büyük bir kısmı kırsal alan gelirleridir14• Şehir
halkının verdiği vergiler çok küçük bir cüz'ü oluşturmak­
tadır. Reayanın ödedikleri vergiler, varlıklarının ve ka­
zançlarının arz-ı memleketle ilişkileri yönünden karşılaş­
tırıcı bir incelemeye alınırsa, zırai ürünlerde en yüksek
vergilendirmenin % 50' den başladığını, genel olarak %

14
Mesela, bkz. Halil İnalcık; "Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu", Belle­
ten XXIII/92, Ankara 1959, 575-6 10. Bu ve benzeri örnekleri Os­
manlı tarihinden vermeye çalışacağız. Çünkü Osmanlı Devleti,
merkezi ve taşra idaresi, ekonomik ve sosyal düzeni ile en son klasik
çağ devletidir. Klasik çağ devletlerinin bütün özelliklerini taşımak­
tadır. Üstelik günümüze intikal eden zengin arşivi sayesinde bu kla­
sik çağ devletinin her alandaki idare ve tasarruflarına vakıf olmakta­
yız. Bu itibarla Osmanlı dönemine ait bir uygulama ile çağdaşı veya
kendisinden önceki devletlerin uygulamaları arasında hiçbir fark
yoktur. Osmanlı Devleti'ne ait örnekler, aynı zamanda bütün sana­
yi öncesi devletlere ait örnekler olması hasebiyle özel bir önemi ha­
izdir.
2 76
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\�

1 2,S'tan aşağı düşmediğini, hatta raiyyetlik vergileri de


hesaba katılırsa, çiftçi halkın kazançları üzerinden alınan
vergilerin, ortalama olarak % SO'yi bulduğunu, buna
karşılık "şehirlü" ödeyicilerde, bunun en çok % l O'dan
başlayıp hiç vergi vermemeye kadar düştüğünü görü­
rüz 15. Bu özelliğinden dolayı, bütün tarım toplumu dev­
letlerinin gelirlerinin büyük çoğunluğunun kırsal kesim
gelirleri, askeri güçlerinin de kırsal kesim nüfusundan
müteşekkil olduğu görülmektedir. Osmanlı iktisadi ve
sosyal sisteminde bunu açıkça görmekteyiz. Zırai eko­
nominin hakim olmasının bir sonucu olarak, Osmanlı
Devleti'nin askeri gücünü kırsal kesim nüfusu oluşturmuş­
tur. Aynı şekilde devlet gelirlerinin en büyük kaynağı gene
kırsal alan gelirleriydi. Bu gelenek yakın zamanlara kadar
devam etti. Uzun yüzyıllar devletin askeri güç ve iktisadi
kaynağı kırsal kesimdi. Bütün tarım toplumu devletleri­
nin genel özelliği buydu16•
Bu durum sanayi inkılabından sonra yavaş yavaş
değişmiş, vatan borcu anlayışıyla askerliğin mecburi hale
getirilmesi ile şehir kesimi de askere alınır olmuştur.
Ticaret ve sanayiin gelişmesiyle, şehir ekonomilerinin
milli hasıla içindeki payları yükselmiştir. Hatta bu deği­
şim nüfus hareketlerinde de görülmektedir. Mesela ül­
kemizde daha yakın zamanlara kadar kırsal kesim nüfusu
% 70, şehir nüfusu %30 iken, buna bağlı olarak tarım
gelirlerinin milli hasıladaki payı da sanayi ürünlerine
göre ön plandaydı. Ama ülkemizde de sanayileşmeyle

15
Ak.dağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi II, s. 289
16
Mesela Perslerdeki benzer durumu Josef Wiesehöfer şöyle tespit
etmiştir: "Nihayetinde kralın vergi çuvallannı, kentten gelen vergiler­
den çok daha büyük ölçüde topraktan gelen vergiler dolduruyordu ve
ordusunun askerleri de öncelikle kırdan gelen insanlardan toplanıyor­
du." ]osef Wiesehöfer, Antik Pers Tarihi, (Almancadan çeviren:
Mehmet Ali İnci), Telos Yay., İstanbul 2002, s. 274
277
TARiH FELSEFESİ

�.!fh

birlikte bugün bu oran tamamen yer değiştirmiştir. Şehir


nüfusunun kırsal nüfusa oranı değişmiş, ülkemizin nüfu­
sunun % 70'i şehirlerde, % 30'u da kırsal kesimde
meskC:mdur17•
Klasik dönemlerde zırai ekonominin hakim olma­
sının başka önemli bir sonucu ve müessesesi de ayni bir
vergi olan Öşür vergisinin ihdasıdır. Bilindiği gibi, öşür,
yıllık olarak mahsulden alınan ayni bir vergidir ve karşı­
lığı olarak nakit kabul edilmezdi. Bu dönemin besin
kaynaklarının teminindeki güçlük düşünüldüğünde,
öşrün önemi daha iyi anlaşılacaktır. Tabii enerji kaynak­
larına bağlı bir ekonomide üretim ve nakliyenin zorluğu,
kıtlıklar, çekirge gibi tabii afetler, savaş ve iç karışıklıklar
gibi siyasi ve sosyal hadiseler, iaşenin temini hususunda
her zaman bir tehdit oluşturuyordu. Bunun için devletin
stoklarında temel gıda maddesi olan hububatın her za­
man hazır bulundurulması hayati ehemmiyeti haizdi.
Ülkenin herhangi bir yerinde herhangi bir sebeple orta­
ya çıkacak darlık, öşür malından karşılanıyordu18• Bu

17
Kurulduğu günden beri gerek Roma gerekse Osmanlı dönemlerin­
de İstanbul'un iaşesi, Anadolu ve Rumeli'nin üzerinde bir yüktü.
Çünkü İstanbul devlet merkeziydi, öte yandan çevresinde kendisini
besleyecek kaynaklar da çok kıttı. Hububatı ve eti Anadolu ve Ru­
meli'den, zeytinyağı Adalar'dan, tereyağı Kırım ve Trabzon'dan,
odunu Istranca Dağlarından gelirdi. Bu haliyle devlet ekonomisine
ticari faaliyetlerinin dışında ciddi bir katkısı yoktu. Ama bugün İs­
tanbul'un sadece katma değer vergisi, bütün Doğu Anadolu'nun 1 6
vilayetinin bütün gelirlerinden fazladır. Anadolu'nun e n ücra köşe­
sindeki her esnaf ve tüccar İstanbul'a muhtaçtır. Sadece bu örnek
söz konusu değişimin boyutlarını göstermeye yeter.
18
Osmanlı'dan iki örnek verelim. 18 1 9- 1 820 yıllarında Şam ve çevre­
sinde meydana gelen kıtlık, "kaht u gıla vukCıuna mebni zahiiyir hu­
susunda Şam ahalisi gi,riftar-ı muzayaka olduklarını ... Saruhan ve Ay­
dın sancaklarında mevcCıd olan zahiiyiri Beyrut ve Sayda iskeleleriyle
Şam-ı Şerife nakl ve furuht olunduğu sCıretde Şam ahalisinin duçar ol­
dukları muzayakadan vareste olmalarına sebep... muşarünileyhin İz­
mir ve Mağnisa ve Aydın kazalarında der-anbar keyl-i İstanbuli olmak
üzere otuz bin keyl mikdarı hınta ve yirmi bin keyl mikdarı şa'ir
278
MUSTAF A ÖZTÜRK

<&V&;.
itibarla öşür bu dönemin vazgeçilmez bir müessesesidir
ve bütün klasik dönem devletlerinde aynı amaç ve endi­
şelerle uygulanan bir vergi sistemiydi19•
Sadace ekonomi değil, hayatın bütünü tabiatın ta­
hakkümü altındadır. Ekonomik faaliyetler (üretim, nak­
liye, ticaret, bunlardaki zorluklar veya değişmeler) bü­
yük oranda tabiata bağlıydı. Üretim çoğunlukla tabiatın
cömertliği ile doğru orantılıydı.
Böyle bir dönemde ekonomiyi tehdit eden en
önemli tehlikeler, kuraklık ve çekirge salgınlarının sebep
olduğu kıtlıklar, sel baskınları gibi tabii afetlerdir. Sıkça
görülen veba salgınları da ekonomiyi olumsuz yönden
etkiliyordu. Bütün bunlar kıtlıkların meydana gelmesine
ve fiyatların yükselmesine20 sebep olmaktaydı. Bu da
merkezi hükümetleri tehdit eden en önemli unsurdu.
Hükümetler, otoritelerini sarsabilecek gelişmeleri
önlemek için bazı tedbirler almak zorundalardı. Bunlar
spekülatif kazanç heveslileri ve kaçakçılıkla mücadele,
ticarete sınırlandırmalar ve yasaklamalar getirmek şek­
linde özetlenebilir.

mevcud idüğünden bahisle ol mikdar keyl hınta ve şa'irin İzmir'den


rikab-ı sefayine tahmilen Beyrut ve Sayda iskelelerinden birine nakl ve
andan Şam-ı Şerif'e tesyil olunarak.. " giderilmiştir. BA. Cevdet Dahi­
liye No: 340. Keza 1 845 yılında Diyarbakır ve havalisinde yeterli
yağmur yağmamasından dolayı kıtlık meydana gelmiş, bunun ön­
lenmesi için "mahallinde mevcCıd olan a 'şar zahdyirinden tohumluk
olarak mahalli ki/esiyle bin kile hınta ve ol-mikdar şa'irin kura-i
merkume ahalisine ikraz ve i'tası hususu nda gereğinin yapılması için
"

emir gönderilmiştir. Başbakanlık Arşivi, Cevdet İktisat No: 63 7-B.


19
Sasanilerde öşür ve diğer vergiler hk. Bkz. Wiesehöfer, Antik Pers
Tarihi, s. 27 1 -274, Bizans'ta vergiler için bkz. Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, s. 175- 176, devletin hububat stoklarını kontrolü için
bkz. s. 321. Bizans'ta öşür vergisi Anone olarak adlandırılmıştı. Au­
guste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi, s. 199
20
Mesela Osmanlı dönemi için Bkz. Mustafa Öztürk; "Osmanlı
Ekonomisinde Fiyatları Etkileyen Unsurlar", Prof Dr. Şerafettin
Turan Armağanı, Elazığ 1996, s. 22 1-239
279
TARİH FELSEFESİ

��

9. Para Ekonomisi Gelişmemiştir

Bu dönemin en belirgin özelliklerindendir. Eko­


nomik çarkı dönderebilecek bir para ekonomisi geliş­
memiştir. Bunda1 coğrafi1 iktisadi ve teknik sebep ve
yetersizlikler önemli bir rol oynamaktadır. Gerek devlet­
lerin iktisadi faaliyetlerinde1 gerekse halkın günlük faali­
yetlerinde pratik tedavül aracı olan para yeterince ge­
lişmemiştir. Para ekonomisij paranın her zaman, her yerde
yeterli miktarda ve oranda bulunması, mal, emek veya
hizmetin istenildiği zaman paraya çevrilebilmesi demektir.
Para ekonomisininin gelişmediği dönemlerde1 mal ve
hizmet akışı1 mal ve hizmetin paraya çevrilmesi güç ol­
maktadır. Ama para ekonomisinin geliştiği dönernlerde1
mal ve hizmetlerin akışı1 tedavülü hızlanır1 giderek eko­
nomik gelişme olur ve sermaye birikimi meydana gelir.
Hükümetler de kamu harcamalarında veya devlet olarak
almaları gereken vergilerin toplanmasında büyük bir
rahatlığa kavuşmuş olur. Ama sanayi öncesi toplumlarda
iktisadi1 coğrafi ve teknik zaruretlerden dolayı1 henüz
para ekonomisi gelişmemiş olduğundan1 daha ziyade
ayni ekonomi hakimdir. Mal ve hizmetler1 çoğunlukla
ayni olarak1 malla1 emekle veya vergiden muafiyetle
ödeniyordu. Bu durum sanayi öncesi bütün toplumların
ortak kaderiydi.
Hititler1 Karkamış'ı aldıkları zaman1 buradan vergi
almak durumundaydılar. Öte yandan buraya gönderdiği
asker-sivil memurlarına maaş vermek zorundaydılar.
Oysa zamanın şartları Hattuşaş'tan aylık1 altı aylık veya
yıllık olarak taşradaki memurlarına nakit olarak maaş
gönderilmesini imkansız kılıyordu. Aynı durum Karka­
mış veya Kayseri halkı için de geçerliydi. Keza Roma'nın
da1 Anadolu1 Suriye veya Mısır'ı ilhak zaman devletin
hakkı olarak buralardan vergi alması gerekiyordu. Aynı
2 80
MUSTAFA ÖZTÜRK

�iZ:,

zamanda da bu geniş topraklara gönderdiği asker-sivil


memurlarına maaş ödemesi gerekiyordu. Bu mümkün
olmadığından, devletlerin hem vergilerini toplaması,
hem de taşradaki memurlarının maaşlarını ödemesi için
tek çare kalıyordu ki, o da yerinde ücretlendirmedir. Yani
memurların bulundukları bölgelerde devletin alması
gereken gelirlerden ücretlendirilmesi suretiyle maaşların
ödenmesi usulüdür. Böylece aynı zamanda devlet, alma­
sı gereken vergileri de toplamış oluyordu. Devlet, taşra­
da yapması gereken hizmetlere karşılık, görevlendirdiği
memurlarının maaşlarını belli ünitelere böldüğü toprak­
ların tasarruf haklarını belli kurallar dahilinde tevcih
etmek suretiyle ödüyordu. İşte bu usul, bilinen meşhur
timar sisteminden başka bir şey değildir. Yukarıda da
değinildiği gibi, bu dönemde toprak, devletlerin en bü­
yük iktisadi güç kaynağıdır. Devletin sadece askeri değil,
bütün idari ve iktisadi çarkı toprak üzerine bina edilmiş,
toprak ve gelirleri, devletlerin mihveri halindeydi. Bu
usul, bütün klasik çağ devletlerinde vardı, fakat devletten
devlete, dönemden döneme kuralları farklılık göster­
mekle beraber, hepsinde mecburiyetler ve amaç ortaktı.
Babil' de21 Sümer' de, Hititlerde ve daha sonra gelen Ro­
ma, Pers, 22 Bizans, İslam devletleri, nihayet Selçuklu ve
Osmanlı' da bu usul vardı. Öyleyse timar sistemi, ne Do­
ğu'nun, ne Batı'nın, ne de Hristiyanların ya da Müslüman­
larındır. İktisadi zaruretlerin ortaya çıkardığı bir müesse­
sedir. Zaten medeniyete dair müesseseleri, bir bölgeye, devle­
te, kültüre veya dine maletmek doğru değildir.

21
Günbattı, Cahit; "Eski Babil Devrinde Timar ve Devlet Arazisinin
Tahsisi Hakkında Bazı Görüşler", Belleten LV/21 2, (Nisan 199 1 ) ,
Ankara 1 9 9 1 , s. 1 - 1 2
22
Perslerde timar uygulamaları için Bkz. J osefWiesehöfer, Antik Pers
Tarihi, s. 1 06, 146
281
TARİH FELS EFESi

�fg,,

Para ekonomisinin gelişmemesi, devletlerin askeri


müesseselerinin de toprağa bağlı olması sonucunu do­
ğurdu. Böylece bu dönemlerin askeri gücü kırsal alanlara
dayanan yarı-çiftçi askerlerdi. Bütün devletlerin merkezi
hazinelerinden maaş vererek kurdukları merkezi hassa
güçleri vardı. Ordularının büyük gücü ise taşradaki yarı­
çiftçi askeri güçlerdi. Devlet bu suretle, sürekli ordu
beslemek zorunda kalmadığı gibi, aynı zamanda zırai
alanları da işletiyordu. Böylece geniş bir halk kitlesini
istihdam da ediyordu. Öte yandan askeri gücün ülkenin
her tarafına dağılmış olması, merkezden ülkenin her­
hangi bir sınırına ulaşmanın aylar aldığı bir dönemde,
ülkeye yapılan bir saldırının zamanında önlenmesi için
büyük önem taşıyordu. Ülkenin her tarafına yayılmış
olan bu askeri gücü, vilayetlerdeki komutanlar, Beyler
idare etmekte ve merkezden gelen bir emirle kısa za­
manda verilen görevi yerine getirmekteydiler. Bu teşki­
latlanma, dışarıdan gelen saldırılara karşı önemli bir
görev ifa ediyordu. Aynı zamanda içeride de merkez
aleyhine gelişen olayların bastırılmasında, merkezi otori­
tenin sağlanmasında önemli bir yere sahipti. Yeterince
nakit olmaması, devlet gelirlerinin belli zamanlara, ço­
ğunlukla da mahsul sonu olan sonbaharda temerküz
etmesine sebep oluyordu. Diğer zamanlarda devletler
hep nakit ve mahsul sıkıntısı içinde olmuşlardır.
Konu Osmanlı örneğinde ele alındığında, daha te­
ferruatlı bilgilere ulaşılmaktadır. Osmanlı Devleti de,
devlet yönetimi ve iktisadı ile sanayi öncesi şartları yaşı­
yordu. Para ekonomisi gelişmemiş, milli hasılasının çok
az bir kısmı nakde çevrilebilmektedir. Ülkenin her tara­
fına yayılmış yarı çiftçi bir askeri gücü ve çoğunluğu kul
taifesinden olan nakit maaşlı bir merkez/hassa ordusuna
sahiptir. Gelirleri çoğunlukla hasat sonu olan sonbahar-
282
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�fu-.,

da yoğunlaşmaktadır. Ama üç kıtaya yayılmış olan mu­


azzam gücü ve kalabalık askeri, idari ve bürokratik züm­
resi ile daha çok ve her zaman nakit paraya ihtiyaç göste­
riyordu. Bunun da ne kadar sınırlı olduğu görülmekte­
dir.
Osmanlı'nın kamu finansmanını karşılamada sıkça
baş vurduğu çare akçe tağşişi yani paranın devalüasyonu
yoluyla hazineye gelir sağlamaktı. Devletin gerçekte
bunda reel bir kazancı yoktu. İç dengelerin korunmasın­
dan endişe edildiğinden vergilerin, zamanın şartlarına
göre yükseltilmesi usulü de pek tercih edilmemiştir.
Mesela, iki koyuna bir akçe olan resm-i ağnam, altmış
akçe olan resm-i çift ve daha pek çok verginin matrahı
uzun yüzyıllar hiç değişmemiştir. Bazı vergilerde matrah
yükseldiyse de bu devletin harcamalarına çare olacak
nitelikte değildi. Bu durumda yapılacak şey akçeyi deva­
lüe ederek hazineye gelir sağlamaktı. Öyle bir zaman
geldi ki ( 1688) akçe devalüe edilemeyecek kadar küçül­
dü ve devrini tamamladı. Onun yerine Kuruş-Para esası­
na geçildi. Öyle tahmin ediyoruz ki, Osmanlı düzeninin
çökmesinde dış tesirlerden çok yanlış iktisadi uygulama­
lar etkili olmuştur. Osmanlı Devleti, Marmara çevresin­
de mahalli nitelikli bir devlet iken, bu ayni ekonomi
özellikli çark, devletin ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu.
Fakat özellikle 16. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren
devlet, mahalli olmaktan çıkmış, bir dünya devleti haline
gelmişti. Üç kıtaya yayıldığı gibi, Karadeniz, Akdeniz ve
Kızıldeniz' de birer donanması bulunuyordu. Bu büyük­
lükte bir devletin çarkı hala öşür vb. ayni gelirlere dayalı
bir ekonomi ile dönemezdi. Daha çok nakde ihtiyacı
vardı. Bu nakit ihtiyacını da devalüasyonlarla karşılıyor­
du. Her şeye rağmen 1 7. yüzyılın sonlarına kadar klasik
sistem hakim oldu. Bu dönemde yeni bir para sistemine
283
TARİH FELSEFESİ

�.�
geçilmesinin yanında, nakit ihtiyacını karşılayabilecek
yeni bir usul bulundu ki, bu da 169S'te ilk defa miri mu­
kataaların malikane usulü ile satılmasıdır. Bütçede bü­
yük bir rahatlama görüldü, mali göstergeler olumlu hale
geldi23• Devam eden Osmanlı-Avusturya harplerinin
getirdiği mali külfet, mukataa satışlarının yarattığı ferah­
lıktan cesaret alan hükümeti, 1 702' de miri toprakları da
malikane usulü ile satmaya itti. Hatta bu meyanda san­
cak ve eyaletler de malikane usulü üzere tevcih edilmeye
başlandı24• Burada esas amaç daha çok nakit bulmaktı,
çünkü ayni ekonomi dönemini tamamlamıştı. Miri mu­
kataaların ve toprağın malikane usulü ile satılmasını
tarihimizde ilk özelleştirme olarak görebiliriz. Bu tarihten
itibaren Türk tarihinde yeni bir dönem başlayacaktır.
Günümüze intikal eden feodal kalıntılar bu dönemden
kalmadır25•
23
Mehmet GENÇ, "Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi", Türkiye
İktisat Tarihi Senireri, Ankara 1975, s. 23 1 -292
24
Geniş örnekleri için bkz. Orhan Kılıç; XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında
Osmanlı Devleti'nin İdari Taksimatı-Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Ela­
zığ 1 997.
25
Bilindiği gibi, 18. yüzyıla kadar şu ya da bu şekilde devam eden kla­
sik sistemde feodalleşmeye imkan yoktu. Bu dönemde devlet bu
hususta çok hassastı ve bunun önlenmesi için her türlü tedbiri
almıştı. Zırai alanlan bir ailenin işleyebileceği ünitelere bölmüş, şe­
hir hayatında narh uygulamış, ticarete kar haddi getirmiş, ihtikar ve
kaçakçılıkla ciddi bir şekilde mücadele etmiş, aksi davranışlar ile
zenginleşenlere karşı müsadere usulünü kullanmaktan çekin­
memiştir. Devletin hassas olduğu ve fırsat vermediği çok önemli bir
husus daha vardı ki, o da devlet kaynaklan ile kimsenin zengin­
leşmesine, birinin öteki üzerine tahakkümüne fırsat ve imkan
vermemesiydi.
Zamanın şartlan gereği uygulanan ama sonrası takip ve kontrol
edilmeyen malikane sistemi ile bu klasik sistem çöktü, mütegallibe
beyler, taşrada zadegan, ayan ve eşraf taifesi türedi. 1 8. yüzyıl
boyunca iktisadi ve sosyal bakımdan güçlenen bu unsurlar, 19.
yüzyılda bir şekilde sancaklarda paşalık ve diğer devlet görevleri el­
de ettiler. Islahatlarla beraber kurulan taşra meclislerine bu zümre­
ler girdi. Meşrutiyet Meclislerinin seçimlerinde çoğunlukla bu
2 84
MUSTAFA ÖZTÜRK

�1./g,

Osmanlı Devleti ömrünü tamamlayana kadar hatta


Cumhuriyetten günümüze kadar bir türlü milli hasıla­
mızın büyük kısmını nakde çevirmeyi ve ödemeler den­
gesini kurmayı başaramadık. Bu da tarihi süreçte iktisadi
bakımdan çöküşü getirmiştir. Çünkü bir devlet, halkının
ihtiyaçlarını, iç piyasanın her türlü nakit ve teknoloji
ihtiyacını kendi öz kaynakları ile sağlayamadığı zaman
mutlaka başka ülkelerden teknoloji transfer edecek ve
nakit ihtiyacını da dış borçla kapatacaktır. Bunun tipik
örneği Osmanlı iktisat tarihinde görülmektedir. Bu den­
gesizlik bugüne kadar devam etmekte ve hala iç piyasa­
nın ihtiyacı olan nakit ve teknolojiyi kendi öz kaynakla­
rımızla sağlayamamaktayız ve bugünkü iç-dış borç yü­
künün sebebi budur.

10. Enerji Kaynakları


Tabii Enerji Kaynaklarına Dayanmaktadır.
Sanayi öncesi toplumların en belirgin özelliğidir.
Yukarıdan beri sayılan özellikler, aslında enerji kaynakla­
rının tabii enerji kaynakları olmasından ileri gelmekte­
dir. Nitekim toplumların özelliklerinin değişim dönemi
olarak Sanayi İnkılabını esas almıştık. Bu da tabii enerji
kaynaklarının yerine yeni enerji kaynaklarının ikame
edildiği dönemdir.

zümrelerin temsilcileri Mebus olarak seçildi, mektep-medreselerde


okuyabilenler bunların çocukları oldu. Böylece devletin kaynaklan
ile ayrıcalıklı bir taşra burjuvazisi doğdu. Bu kesimin sosyal ve ikti­
sadi güç ve nüfuzları Cumhuriyete de intikal etti, yakın zamana ka­
dar olan dönemde milletvekilleri ve üst düzey bürokrat olarak
varlıklarını sürdürdüler ve günümüzde kısmen de olsa hala
varlıklarını sürdürmektedir. Yani gümüzün yarı köylü seçkinleri ve
ağ�lık sistemi, Osmanlı klasik düzeninin bozulmasından sonra bize
intikal eden mirastır. Çünkü Osmanlı klasik sistemi, devletin kay­
nakları veya asker-sivil memuriyetleri ile böylesi feodalleş-melere
asla izin ve imkan vermezdi.
285
TARİH FELSEFESİ

Tabii enerji kaynakları insan ile hayvanın kas, suyun


ve havanın kaldırma ve itme gücüdür. Uzun yüzyıllar in­
sanoğlunun hayatını idame ettiren enerji kaynakları bu
tabii enerji kaynaklarıdır. Su ve havanın kaldırma ve
itme gücüne hükmedilemez, nakledilemez ve bu kaynak­
lar depo edilemezdi. Bu yüzden bu kaynaklar, bazan
faydalı olduğu gibi, bazan da fırtına ve dalgalar halinde
yıkıcı olabiliyordu. Ama öyle de olsa, su ve havanın kal­
dırma ve itme gücü vazgeçilmez birer enerji kaynağı
olmuştur. Enerji kaynağı olmanın yanında, suyun hayat
kaynağı olması dolayısıyla, ilk medeniyetler sulak vadi­
lerde kurulmuş ve gelişmiştir. Mesela Nil, Fırat, Dicle,
Kızılırmak ve İndus vadileri, insanlığın ilk medeniyet
merkezleridir. Su sadece bir enerji kaynağı değil, gerçek­
te hayat kaynağıdır.
Enerji kaynağı olarak su ve havanın kaldırma ve it­
me gücü, ulaşım ve bazı mekanik aletlerin işletilmesinde
kullanılıyordu. Deniz ve nehirlerde kürekle veya yelkenli
ile ulaşım sağlanıyor ve nakliye yapılıyordu. Nehir ke­
narlarında dokuma tezgahları ve değirmenlerin çalıştı­
rılması suyun kuvvetiyle olmaktaydı. Daha yakın zaman­
larda, rüzgarların düzenli olduğu bölgelerde, rüzgarın
gücünden de değirmenlerin ve tezgahların çalıştırıldığı
görülmektedir. Bunlara daha çok Hollanda' da rastlan­
maktadır. Hatta bu usul ile günümüzde elektrik enerjisi
dahi elde edilmektedir.
İnsan ve hayvan gücüne dayalı enerji, daha kolay
kontrol altına alınabilmektedir. Bu meyanda at, öküz,
manda, deve daha ilk dönemlerde insanoğlu tarafından
evcilleştirilmiştir. Hatta bazı bölgelerde köpek ve lama­
ların gücünden de istifade edilmektedir. Bu hayvanlar
ziraat, ulaşım ve nakliyede kullanılmıştır. Bugün hala yer
yer hayvan gücünden istifade edilmektedir. Bu güç kay-
2 86
M U STAFA ÖZTÜRK

.sJ.�

naldan, hiçbir zaman önemlerini tamamen kaybetme­


mişlerdir.
İnsan gücü çok önemli bir enerji kaynağıdır. Bütün
bu enerji kaynaklarını bulan ve kullanan insanın kendi­
sidir. Elbette buna kendi gücünü de katacaktır. Ziraat,
nakliye ve günlük hayatın pek çok alanında geniş bir
insan ve hayvan gücüne ihtiyaç vardır. Bu da bol ve ucuz
emeğin elde edilmesi için, insanların köleleştirilmesi ve
köle ticaretinin başlaması sonucunu doğurdu. Zira bilin­
diği gibi kölelik, doğuştan gelen bir özellik değildir. Bila­
kis bütün insanlar hür ve eşit doğarlar. Öyleyse insanlık
tarihinde binlerce yıl insanların köleleştirilmesinin haki­
ki sebebi nedir? Herhalde bunun sebebi, sözünü ettiği­
miz bol ve ucuz emeğin elde edilmesidir. Meşrulaştırma
araçları ne olursa olsun, köleliğin temeli buna dayan­
maktadır. Din veya örflerin köleliği mazur ve meşru
göstermeleri bu gerçeği değiştirmez.
Dikkat edilirse, köleliğin kaldırılması, Sanayi İnkı­
labından sonra olmuştur. Bu dönemden sonra köle
emeğine ihtiyaç kalmamıştır. Bu durumda kölelerin
beslenmesinin anlamı yoktu. Yoksa 1 9. yüzyıl insanı,
tamamen yüksek insanlık idealleri uğruna köleliği kal­
dırmamıştır. Görülüyor ki, Sanayi İnkılabı, hiç akla gel­
meyen sosyal değişmelerin de esası olmaktadır.
Tabii enerji kaynakları sürekli ve düzenli değildir.
Su azalabilir, çoğalabilir, kuruyabilir, rüzgar durabilir,
ters ve düzensiz esebilir. Ucuz emek her zaman bulun­
mayabilir. Onun için enerji kaynakları adeta zaruri ihti­
yaçlar gibidir. Su kaynakları, nakil vasıtaları, evcil hay­
vanlar ve köleler, aynı zamanda bir serveti ifade ediyor­
du, bir zenginlik ve varlık alametiydi.
Tabii enerji kaynakları kendisinde var olan özellik­
lerden (suyun azalması, ulaşıma imkan vermeyecek de-
287
TARiH FELSEFESi

�.fg.,

recede azması, rüzgarın ters ve düzensiz esmesi, insan ve


hayvanın yorulması, hastalanması ve ölmesi) dolayı,
sürekli, bol ve hızlı üretim yapılamıyor, hizmet verilemi­
yordu. Dünyanın her tarafında aynı enerji kaynakları
kullanıldığı için bölgelerarası gelişmişlik farkı çok bariz
değildi. Coğrafi imkanlardan doğan farklılıklar normal
karşılanırsa, bölgelerarasındaki gelişmişlik düzeyi para­
lellik arzediyordu.
Tabii enerji kaynaklarının yukarıda sözü edilen
özelliklerinden dolayı ulaştırma, haberleşme ve üretim
teknikleri de sınırlıydı. Birim alandan birim zamanda,
belli oranda istihsal yapılır veya hizmet verilebilinirdi.
Yapılan istihsal veya verilen hizmet, hemen hemen bir­
birinin aynı olup, birisi diğerinden çok farklı değildi.
Mesela, M.Ö. 3. Bin yıllarında bir Mısır köylüsü, bir
günde bir çift öküz ile yaklaşık olarak 4-5 dönüm tarla
sürebiliyordu. İki bin yıl sonra Anadolu' da bir Hitit köy­
lüsü de aynı tekniklerle, aynı alanı hemen hemen aynı
zamanda sürebiliyordu. Hatta bu durum (Anadolu için
söylemek gerekirse) 20. yüzyılın ilk yarısına kadar de­
vam etti. Bir Romalı süvari bir günde 25-30 km. yol alır­
ken, bir Moğol, Bizans veya Arap süvarisi de aynı yolu
hemen hemen aynı zamanda alıyorlardı. Aralarındaki
fark, sahip oldukları enerji kaynağından değil, atın yaş ve
cinsine, yolun durumuna ve binicilerinin maharetlerin­
den kaynaklanıyordu. Zırai ve sınai üretim de aynı şekil­
de sahip olunan enerji kaynağından değil, zırai alanın
verimliliğine ve sınai üretim kaynağının düzenine bağ­
lıydı. Bu yüzden bu dönem toplumlarının genel yaşayış­
larında büyük bir benzerlik görülmektedir.
288
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�.!&;,.

1 1 . Sosyal Değişme ve Gelişme Çok Ağır ve


Uzun Bir Sürede Meydana Gelmektedir.
Enerji kaynaklarının birliği ve benzerliği, toplumla­
rın üretim teknikleri, yaşayış biçimleri ve dünya görüşle­
rinde de bir birlik ve benzerliği sağlamıştır. Bütün top­
lumlar, aynı enerji kaynaklarını kullanmaktadırlar. Bu
enerji kaynakları, hızlı toplumsal bir değişimi doğuracak
nitelikte değildi. Onun için sanayi öncesi toplumlarda
sosyal değişme çok yavaş ve uzun bir sürede meydana
gelmiştir.
Mesela, M.Ö. 3. Binde bir Mezopotamya köylüsü
ile, M. Ö. 7. yüzyıl veya M. S. 3, 5, 8 ve 1 3. yüzyıllar
Anadolu köylülerinin birer günlük hayatları arasında ne
fark vardır? Hepsi de ziraatle geçiniyorlar, bir çift öküz
ile günde 4-5 dönüm tarla sürüyorlar, aynı zirai mahsul­
leri aynı usullerle (tohum çıkarma, öğütme, pişirme,
saklama ve tüketme) yetiştirip tüketiyorlar, hemen he­
men aynı hayvanları evcilleştirmişler ve aynı usullerle et,
süt, yün ve güçlerinden istifade ediyorlardı. Yapı malze­
meleri farklı (kerpiç, taş, toprak, tuğla, ahşap) olmakla
benzer (güneşten azami ölçüde istifade eden, sıhhi ve
çoğunlukla hayvanları yanlarında ahırlarda veya alt kat­
larda barınan) evlerde oturuyorlar, kadınlarının hayvan­
larının yünlerinden dokudukları elbiseleri giyiyorlardı.
Hepsi de belli zamanlarda dinlerinin gereği olarak ma­
bede gidiyorlardı. Eğitim-öğretimleri, dünya görüşleri
(dinleri farklı da olsa) birbirlerinden farklı değildi. Bu
sosyal yapı bütün klasik çağ toplumlarında hakimdi.
Hatta sanayi sonrası dönemde bile dünyanın pek çok
bölgesinde bu sosyal yapı hala mevcudiyetini korumak­
tadır.
Bu bakımdan yakın tarihe bakıldığında Roma, Bi­
zans, Arap, Selçuklu ve Osmanlı dönemi cemiyet haya-
289
TARiH FELSEFESİ

�!&;,

tında çok fazla bir fark yoktur. Mesela Selçuklu dönemi


Anadolu köylüsü ile 15 veya 1 6. Yüzyıl Osmanlı dönemi
köylüsü arasında1 günlük hayat ve kabullerde fazla bir
fark yoktur. Selçuklu dönemi Aksaray'ı ile Osmanlı dö­
nemi Aksaray'ı arasında günlük yaşayış itibariyle bir fark
yoktur. Selçuklu Aksaray'ının mahalle1 köy ve mezra
adları1 alınan vergi çeşit ve oranları1 şahıs adları1 eğitim
kurumları1 ölçü-tartı birimleri (belki çok az değişiklikle)
ayniyle Osmanlı dönemine intikal etmiştir26•
Özetle sanayi öncesi toplumlarda1 hakimiyetinin
kaynağını dinden alan bir monarkın1 monark ailesi­
nin/ saltanatın devletle özdeşleştiği1 dinin en belirleyici
unsur olduğu bir yönetim anlayışı ve dünya görüşü vardır.
Bu dönemde enerji kaynakları tabii enerji kaynakları
olan1 üretim1 ulaştırma ve haberleşme tekniklerinin bu
enerji kaynaklarına dayanan bir teknoloji1 zırai bir eko­
nominin hakim olduğu1 para ekonomisinin gelişmediği1
milli hasılanın çok az bir kısmının nakde çevrilebildiği
bir ekonomik yapı ve çok uzun sürede çok yavaş değişen
bir sosyal yapı hakimdi.

1 2. Devletin Görevleri Sadece Dahili ve


Harici Güvenliği Sağlamaktı.
Bu dönem devletlerinin görevleri sadece dahili ve
harici güvenliği sağlamakla sınırlı görülmüş1 bugünkü
anlamda devlet sosyal ve iktisadi hayatın içinde değildi1

26
Bu gerçekten hareketle, Osmanlı dönemi kaynakları ile Selçuklu
döneminin incelenmesi hususunu teklif edebiliriz. Bilindiği gibi, Sel­
çuklu dönemine ait arşiv kaynaklan bulunmamaktadır. En eski
Osmanlı arşiv kaynaklan ise, 15. yüzyılın ilk yansına kadar inmek­
tedir. Toplumsal değişmenin çok ağır ve uzun bir sürede olduğu bir
dönemde, Osmanlı arşiv kayıtlan pekala geriye, Selçukluya yönelik
olarak kısmen kullanılabilir. Kanaatimizce bu usul, bir takım rivayet
ve menkabelerin kullanılmasından çok daha sağlıklı bir yoldur.
2 90
M U STAFA ÖZTÜRK

.&IJZ:.

devlet kendisini, sosyal hizmetleri yerine getirmekle


görevli addetmemiştir. Bu bakımdan bu dönem devlet­
leri merkezi bütçelerinden yol köprü, okul, hastahane
vb. sosyal hizmet alt yapılarını yapmamışlardır. Daha
doğrusu merkezi hazineden bu yatırımlar için nakit para
ayrılmamıştır. Eğer bu yatırımlardan herhangi birisi
(yol, köprü, liman, kale vb. ) devletin güvenlik hizmetle­
rini ilgilendiriyorsa, ona para ayrılmıştır. Yoksa diğer
alanlara yapılan harcamalar da nihayetinde o devletin
milli hasılasından harcanmaktadır, ama kurumları farklı­
dır. Bu dönemde sözkonusu hizmetler, vakıflar marife­
tiyle yerine getirilmiştir. Klasik çağlarda Doğu' da ve
Batı' da vakıfların bu kadar yaygın olmasının sebebi bu­
dur. İngiltere veya Fransa' daki okullar için merkezi büt­
çeden para ayrılmamış, kilise tarafından yaptırılmıştır.
Keza Osmarılı merkezi bütçelerinde27 de zikredilen yatı­
rımlar için tek akçe harcanmamıştır. Ama 19. yüzyıldan
itibaren Avrupa' da meydana umumi değişmeye paralel
olarak devlet anlayışlarında da değişmeler meydana
gelmiş ve bu Osmarılı Devleti'ne sirayet etmiş, sosyal
nitelikli hizmetler bizzat devletin merkezi bütçesinden
karşılanmağa başlanmıştır28• Bu umumi değişimin esasla­
rı ve sebeplerine aşağıda değinilmiştir.

27
Mesela Bkz. Barkan; "H. 934-935 (M. 1 527- 1 528) Mali Yılına Ait
Bir Bütçe Örneği", İÜ. İktisat Fakültesi Mecmuası XV/ 1-4, (Ekim
1953-Tem. 1954), İstanbul 1954, s. 251-329
28
19. yüzyıl bütçelerine örnek ve karşılaştırma için Bkz. Teville Gü­
ran; "Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi: Bütçeler ve Hazine
Hesaplan ( 1 84 1 - 1 86 1 ) ", TTK Belgeler XIII, S. 1 7'den Aynbasım,
Ankara 1989
291
TARİH FELSEFESİ

�fg,

il. Sanayi Öncesi


Toplumların Diplomasi Araçları
Diplomasi/ siyaset, bir devletin kendi milli menfaat­
lerinin tahakkuku için karşı devletler nezdinde takip
ettiği, benimsediği usullerdir. Bu usullerin tahakkuku
için kullanılan araçlara/vasıtalara da diplomasi araçla­
rı/ siyaset vasıtaları denir. Tarih boyunca bu usuller za­
man ve şartlara göre çeşitlilik arzetmiştir. Ama yukarıda
izahı yapılan özellikler çerçevesinde sanayi öncesi dö­
nemin diplomasi araçları da dönemin özelliklerini yan­
sıtmaktadır. Bu araçları şu başlıklar altında toplamak
mümkündür.

1. Askeri Güç
Diplomasi aracı olarak tarihte en fazla başvurulan
bir araçtır. Askeri güç sayesinde milli menfaatlerin ta­
hakkuku mümkün olabilmiştir. Askeri güç zaman ve
şartlara göre saldırı ve müdafaa tarzında olabilirdi. Ama
askeri güç daima kendisinden sonra halli müşkil veya
tamiri imkansız olan meseleler ve yıkımlar bırakmaktay­
dı. Bu vakıa halen devam etmektedir. Ülkelerin milli
menfaatlerinin tahakkuku askeri güce bağlı olduğundan
bu dönem devletlerinin hepsinin ortak özelliği askeri
nitelikli olmalarıdır. Askeri sınıflar daima en muteber
sınıf olmuşlardır. Askeri hizmetlerin finansmanını sağla­
yanlar da o derece muteber sayılmışlardır. Devletin
idari, iktisadi ve bürokratik teşkilatlanması, askeri ihti­
yaçlara göre teşkilatlandırılmıştır. Medeni gelişmelere
bakıldığında, ilk buluşların tatbik edildiği alanlar askeri
alanlar olmuştur. Çünkü askeri güç, insanın/ devletin
varlığını devam ettiren en önemli unsurdur. Fıtri kanun­
lar bahsinde de görüldüğü gibi, insanın kendi nefsini
292
MUSTAFA ÖZTÜRK

.&!.�

koruması fıtri bir duygudur. Bu duygu da tarihte her


türlü askeri gelişmenin temelini oluşturmuştur.
Buna bağlı olarak askeri gücün kullanılması mecbu­
riyeti, tarihçe çok geniş bir alan tutan askeri tarihi ortaya
çıkarmıştır. Asker alma usulleri, askerin iaşe ve ibatesi,
eğitimi, savaş araç- gereçleri, ulaşım, haberleşme ile kara,
deniz ve yakın dönemde de hava savaş teknolojileri ge­
lişti ki, bütün bunlar tarihin büyük bir kısmını meydana
getirmektedir.
Bu çağlarda en çok başvurulan diplomasi aracı as­
keri güç olmuştur. Bu yüzden tarih boyunca savaşlar hiç
eksik olmamıştır. İnsanların ihtiyaç, ihtiras, arzu ve istek­
leri değişmeyeceğine göre, gelecekte de askeri güç kul­
lanma, yani savaşlar eksik olmayacak, üstelik öncekiler­
den daha şiddetli ve yıkıcı olacaktır. Ancak askeri güç
kullanımı, coğrafi veya siyasi sebeplerle her zaman ve
her yerde kullanılmayabilir. Bunun yerine başka güç
unsurları diplomasi aracı olarak kullanılır.

2. İktisadi Güç ve İmtiyazlar


Coğrafi farklılık, imkansızlık ve siyaset icabı olarak,
askeri gücün kullanılması her zaman mümkün olmayabi­
lirdi. Bazan masa başında yapılan tahminler yanlış çıka­
bilir, farklı sonuçlar doğurabilirdi. Bu yüzden askeri gü­
cün kullanılması her zaman pratik olmayabilirdi.
Onun için askeri güçten sonra en çok kullanılan
diplomasi aracı, iktisadi güç unsurlarının kullanılmasıdır.
Bir devlet, karşı bir devlet nezdinde milli menfaatlerini
temin etmek için iktisadi imkanlarını kullanmaktaydı.
Coğrafi farklılık veya yetersizliklerden dolayı, her ülke
mutlaka başka coğrafyaların iktisadi imkarılarına muh­
taçtı. Üretim araç ve tekniklerinin yetersiz olduğu, para
ekonomisinin gelişmediği bu dönemde, hiç bir ülke,
293
TARiH FELSEFESİ

�.fa;.

halkının bütün ihtiyaçlarını kendi öz kaynakları ile karşı­


lama imkanına sahip değildi. Onun için iktisadi ilişkiler
son derecede önemliydi, bütün ülkeler bu konuda bir­
birlerine muhtaçtı. Hatta savaşlarda bile iktisadi faaliyet­
lerin geliştiği bir gerçektir.
İşte bu ilişkinin en önemli müessesesi de ticaretti.
Biri diğerine ticari imkanlar vererek, milli menfaatlerini
temin etmekteydi. Aslında bu ilişki karşılıklıdır, bu me­
yanda devletler bazan birbirlerine ticari imtiyazlar ver­
mişlerdir. Bu imtiyazlar, zannedildiği gibi, zaaf eseri
olarak verilmemiştir. Selçukluların Venediklilere verdik­
leri imtiyazlar bu amaca yöneliktir29•
Özellikle Osmanlı Devleti'nde çok örneklerini gör­
düğümüz ticari imtiyazlar/kapitülasyonlar, karşı devlet­
lere zaaf eseri olarak değil, birer politik araç olarak ve­
rilmiştir30. Kuruluş devrinde Osmanlı Sultanları Vene­
dik' e Akdeniz, Ceneviz' e de Karadeniz' de ticaret yapma
imtiyazını vermekle, Avrupa' da kendisine karşı oluşan
ittifaklarda en azından bu iki denizci devletin ittifaklara
girmemelerini sağlamışlardır. Ancak Papalığın ısrarlı
davetleri üzerine bu devletler bazan birkaç parça do­
nanma ile Avrupa' daki ittifaklara katılmışlardır. Daha
sonra Fransa'ya verilen ( 1 535) imtiyazlarla Fransa, çok
muteber bir dost olmasa da (menfaatleri icabı), Avru­
pa' da Osmanlı Devleti' ne karşı oluşan ittifaklara resmen
katılmamıştır. Tabii ki bu husus, Osmanlı Devleti'nin
güçlü olduğu zamanlarda geçerli olmuştur. 1740'tan
sonra imtiyazlar tersine etki yapmağa başlamıştır.
Bu ilişkilerde iktisadi güç, bazan ambargo veya ab­
luka halinde de kullanılabilir. Bir devletin (daha doğrusu
düşmanın) gücünü kırmak, hayat damarlarını kesmek

29
Şerafettin Turan, Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
30
Halil İnalcık; "İmtiyazat" maddesi, El III, Leiden E.]. Brill 1 979.
2 94
MUSTAFA ÖZTÜRK

�fg.,

ıçın, o devlete ambargo uygulanırdı. Mesela 1 1 87'de


Kudüs'ün Selahaddin Eyyübi tarafından alınması üzeri­
ne, Papalık Memluklulara ambargo uygulamış, bütün
Avrupa devletinin Memluklarla ticaret yapmalarını ya­
saklamıştır. Aynı şekilde Osmanlı-İran münasebetlerin­
de de İran'a ticari ambargo uygulanmış ve Van' da bulu­
nan tüccar taifesinin ellerindeki malı mümkün olduğu
kadar Van' da satmaları, satamadıklarını ise Diyarbekir
ve Halep' e götürüp satmaları ve emr-i şerife aykırı olarak
hiçbir ferdin İran tarafına gitmemesi istenmişti31 • Aynı
şekilde İran da Osmanlı Devleti'ne ticari ambargo uygu­
lamıştır. Hiçbir dönemde önemini kaybetmeyen iktisadi
güç unsurlarının kullanımı günümüzde daha geniş bir
şekilde uygulanmaktadır32.
İktisadi ablukalar da en az ambargo kadar etkili bir
diplomasi aracı olarak kullanılmıştır. Mesela, 1772' de
Rus donanması İstanbul Boğazı'nı Karadeniz yönünden
ablukaya alınca, İstanbul' da açlık tehlikesi baş göster­
miştir33. Böylece iktisadi güç, hazan ticari imtiyaz, hazan
ambargo ve hazan da ticari olarak sıkça kullanılan bir
diplomasi aracı olmuştur.

3. Siyasi Evlilikler

Döneme damgasını vuran idare tarzı monarşi oldu­


ğu için, saltanat aileleri, hanedan üyelerinin kimlikleri
büyük önem arz etmektedir. Onun için hanedan üyele-

31
Orhan Kılıç, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van (1 548-1 648), Van 1997,
s. 44
32
Mesela 197 4 yılında ABD'nin bize uyguladığı ambargo, 1980-1988
yıllan arasında İran'a, 1991 'den sonra 12 yıl boyunca lrak'a uygula­
nan uluslararası ambargolar ilk akla gelen ambargolardır.
33
Mustafa Öztürk; "Osmanlı Ekonomisinde Fiyatları Etkileyen
Unsurlar", Prof Dr. Şerafettin Turan Armağanı, Elazığ 1 996, s. 232
295
TARiH FELSEFESi

�v�

rinin siyasi kimlikleri bir diplomasi aracı olarak kulla­


nılmıştır.
Siyasi iktidarlar, güçlerine güç katmak, müttefik
bulmak için hanedanlar arasında sıkça siyasi evliliklere
başvurmuşlardır. Bununla, biri diğerinin gücünden fay­
dalanmak veya o ülkede hak sahibi olmak için bu usule
başvurulmuştur. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar
çoktur. Onun için birkaç örnek vermekle yetineceğiz.
Mesela, Avrupa Hun Hükümdarı Atilla, Romalı prenses
Onoria ile nişanlandı ve çeyiz olarak da Roma' dan top­
rak talebinde bulundu. Sultan Orhan Bizans Tekfuru­
nun kızı Nilüfer Hatun'la evlendi. Böylece Bizans, Sul­
tan Orhan'ın dostluğunu kazanırken, Sultan Orhan'ın da
bu dostluğa ihtiyacı vardı. Yıldırım Bayezid1 Germiyan
Beyi'nin kızı Devlet Hatun'la evlendi ve çeyiz olarak
Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Emet'i aldı. Akkoyunlu
Hükümdarı Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorunun
kız kardeşi ile evlenerek, rakibi Osmanlı Devleti' ne karşı
önemli bir müttefik kazanmış oldu. Bu evlilik Trabzon
Rum İmparatoru için de aynı önemi haizdi.
Avrupa'da1 Avusturya-Macaristan İmparatoru Fer­
dinand (Kanuni'nin çağdaşı), İspanyol prensesi İsabel
ile evlendi. Böylece bir süre, Viyana'nın hakimiyeti İs­
panya sömürgelerine kadar uzandı. Gene Parma Dükü
Ferdinando di Borbone'nun ( 1 75 1 - 1 8 0 1 ) karısı, Avus­
turya İmparatoriçesi Maria Thresa'nın kızı Maria Ame­
lia idi. Aragon Kralı II. Ferdinando ( 1452- 1 5 16)1 Castil­
la tahtının varisi İsabel'le evlenerek, İspanyol Birliğini
kurulmasında önemli bir adım atmış oldu. Gene Maria
Thresa'nın öteki kızı Mary Antuanet de Fransız sarayına
gelin gitmiş, 1 6. Louis'nin eşi olarak Avusturya ile Fran­
sa arasında güçlü bir ittifak sağlanmıştı.
Daha Mısır' da, İran' da, Çin' de, Göktürklerde yüz­
lerce örneği görülen siyasi evliliklerin temelinde, sözünü
2 96
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
ettiğimiz karşılıklı güç birliği veya milli menfaatlerin
temini yatmaktadır.

4. Rehin Usulü

Hanedan üyelerinin ön planda olmasından dolayı,


bu dönemde rehin usulüne de sıkça başvurulmuştur.
Rehin usulü, yapılan bir anlaşma sonunda, hanedan
üyelerinden birinin karşı tarafın sarayında misafir edil­
mesi usulüdür. Bu bir nevi garantidir. Öyle ki rehin usu­
lünün esasları siyaset-name türü eserlere dahi girmiştir.
Mesela, Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset-names'nin 25. Faslı,
Rehin Alınmasına ve Padişahın Dergahında İkamet Etti­
rilmesine Dairdir Burada Nizamü'l-Mülk; "Arap, Kürt,
.

Deylemli, Rum emirlerine ve itaat altına girmemeli husu­


sunda yeni anlaşma yapanlara, herkesin bir oğlunu veya
kardeşini dergahta ikamet ettirmeleri söylenmelidir. Öyle ki
(bunlar) 1 . 000 olmazlarsa, hiçbir zaman 500 kişiden az
olmasınlar. Bir yıl geçince onların yerine (başkasını) gön­
dersinler ve bunlar geri gitsinler. Yerine gönderilenler oraya
(dergaha) varmadıkça onlar (eski rehineler) geri gitme­
sinler ki, hiç kimse padişaha isyan etmesin. Deylemlilerden ,
Dağlılardan (Kuhiyan), Taberistan ve Şabenkare halkın­
dan ikta ve dirlik (nan-pare) sahibi olan bunlar gibilerden
en az 5 00 kişinin dergahta ikamet etmesi lazımdır ki, ihti­
yaç duyulduğu vakit, padişahın dergahı insandan hali kal­
masın ve (padişahın) gönlü daima rahat olabilsin."34 Dik­
kat edilirse Nizamü'l-Mülk sadece hanedan üyelerinin
değil, teb' adan dirlik sahibi olan bazı ileri gelenlerin de
rehin vermelerini tavsiye etmektedir.
Rehin usulü sayesinde karşı tarafın anlaşmalarına
bağlılığı sağlanmış olmaktaydı. Mesela, daha sonra Bi­
zans İmparatoru olacak olan Manuel, bir müddet Yıldı-
34
Nizamü'l-Mülk, Siyaset-name, s. 1 3 1
297
TARİH FELSEFESİ

�\�

rım Bayezid'in sarayında rehin edilmişti35• Bu, normal


hallerdeki rehin usulüydü.
Fakat hazan geleneğin dışında olaylar cereyan ede­
bilir ve hanedan üyeleri, karşı devletin eline geçince bir
tehdit unsuru, bir diplomasi aracı olarak kullanılabilinir­
di. Bunda, hanedan üyelerinin kendilerini tahtın hakiki
varisi addetmelerinin, saltanatın kendilerine verilmesi
gerektiği iddiasında bulunmalarının da payı büyüktür.
Böyle hallerde taht kavgaları başlamakta, bu da karşı
devletler için bulunmaz bir fırsat olmaktadır. Mesela,
Selçuklu Sultanı Keykavus'un Bizans'a sığınması, Bi­
zans'ın Selçukluyu elindeki rehine ile tehdit etmesi ve
baskı uygulaması bunun canlı örneğidir. Aynı şekilde
Şehzade Cem olayı da bu konuda iyi bir örnektir. Dahili
taht kavgaları sonucu önce Rodos şövalyelerinin eline
düşen Cem, daha sonra Mısır ve Papalığın eline geçmiş­
tir. Bu devletler, uzun süre Osmanlı Devleti'ni, Cem'i
silahlandırıp salıvermekle tehdit etmişler ve Cem adına
Osmanlı Devleti'nden yıllık binlerce altın almışlardır.
Bu konuda da binlerce örnek bulunmaktadır. Daha
fazla örneklere boğulup asıl konudan uzaklaşmadan
şunu söyleyebiliriz ki, saltanatın cari olduğu bu dönem­
de, saltanat üyeleri hem rehin ve hem de siyasi evlilikler
yoluyla birer diplomasi aracı olarak kullanılmışlardır.

35
Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 505-506, Bailly, Bizans İmpa­
ratorluğu Tarihi, s. 300. Daha sonra Manuel Yıldırım'ın sarayında
Venediklilerin yardımı ile kaçacak ve imparator olacaktır. Yıldırım
da Manuel'in bu hareketini affetmeyecek ve ancak İstanbul' da bir
cami ve bir Müslüman mahallesi kurması karşılığında sulha razı
olacaktır.
298
MUSTAFA ÖZTÜRK

�-/g,

111. SANAYi İNKILABI

Uzun yüzyıllardan beri süregelen bu geleneksel ya­


pıyı, devlet anlayışını, dünya görüşünü, iktisadi ve sosyal
yapıyı değiştiren Sanayi İnkılabı olmuştur. Toplumsal
değişmenin başlangıcı ve esası kabul ettiğimiz Sanayi
İnkılabının mahiyeti ve özelliklerini burada ana hatlarıy­
la hatırlamakta fayda vardır.
Sanayi İnkılabı her ne kadar James Watt'ın 1765 yı­
lında buharlı körüğü bulması ile başlatılıyorsa da, tarihin
sebepleri bahsinde de belirttiğimiz gibi, herhangi bir
olayın birden fazla sebebi vardır. Sanayi İnkılabı da bir­
denbire ortaya çıkmış veya tek sebebe dayanan bir olay
değildir. Aslında Sanayi İnkılabının sebeplerini Orta
Çağ Avrupa'sında aramak daha uygun olacaktır. Avrupa
Orta Çağı denince, statik bir toplumsal yapı, skolastik
bir düşünce ve dini taassubunun yaygın olduğu karanlık
bir Avrupa akla gelmektedir. Bunların hepsi doğrudur.
Ama hazan bir döneme ait olumsuzluklar, o dönemde
meydana gelen olumlu gelişmeleri görmeye ve göster­
meye engel olmaktadır. Zira o dönem, sözkonusu olum­
suzluklarla özdeşleşmiştir. Kimsenin aklına bu dönemde
de olumlu şeylerin yapılabileceği gelmemektedir, halbu­
ki gerçek hiç de öyle değildir.
Yeni Çağlarda Avrupa'nın düşünce, kültür, sanat,
din, iktisat ve siyaset vb. alanlarda atılım yapmasının
temelleri Orta Çağ' daki gelişmelere dayanmaktadır. Bu
atılımın sebepleri, dinamikleri, bilimsel ve kültürel biri­
kim, Orta Çağ Avrupa'sında gelişmiştir. Orta Çağ Avru­
pa'sında canlı bir iktisadi hayat vardı. Avrupa, Bizans'tan
başlayıp Batı'ya ve kuzey ülkelerine ulaşan Doğu-Batı­
Kuzey ve İtalya' dan başlayıp Alpleri aşarak kuzeye ula­
şan kuzey-güney yoluna ilave olarak, İspanya' dan başla­
yıp, Paris' e ve oradan hem Orta ve Doğu Avrupa'ya hem
299
TARİH FELSEFESi

�@;.,

de kuzeye ulaşan bir ticaret yol ağına sahipti36• Akdeniz


ülkeleri, başta İtalya şehir devletleri olmak üzere adeta
Avrupa'nın temsilcileri olarak Doğu, özellikle de Mısır,
Anadolu limanlarında ticaret yapıyorlardı. Venedik,
Ceneviz Pizza ve Amalfıliler Doğu limanlarında koloni­
ler bile kurmuşlardı. Bu tüccarlar vasıtasıyla Doğu-Batı
ticareti canlı bir şekilde devam ediyordu. Doğunun ipek,
boya ve baharatı Batı'ya, Batı'nın mamul ve cam eşyası,
silah araç-gereçleri Doğu'ya akıyordu37•
Doğu-Batı arasındaki bu ticari ilişkiler Haçlı Sefer­
lerine rağmen durmadı. Avrupa içinde de canlı bir tica­
ret vardı. Karayollarının yanında Tuna, Ren ve Sen ne­
hirleri önemli birer su yollarıydı. Her yıl belli şehirlerde
kurulan panayırlar (mesela Aix en Province, Kolonya,
Champaigne) fuarlar, ticarete canlılık getiriyordu. Fuara
katılacak tüccarlara, yolda kendilerine taarruz edilmesini
yasaklayan geçiş tezkireleri, ticareti ve tüccarı teşvik eden
bir unsurdu38•
Tüccarlar arasındaki anlaşmazlıklara bakan Tacirler
Konsülü, ticaret hukukunun menşeini oluşturdu. Banka
ve bankerlik, tüccarların finansman meselesini büyük
ölçüde çözüyordu. Tüccarları para taşıma külfetinden
kurtaran havale mektubu (poliçe) ticarete büyük bir
kolaylık sağladı39•
Orta Çağ Avrupa'sında şehir ekonomisinde lonca­
lar önemli bir rol oynamaktaydılar. Zanaat erbabının
yetişmesinde, esnaflık geleneğinin kurulmasında büyük
katkılar sağlamıştır.

36
Charles Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, ( Çev.
Samih Tiryakioğlu), Varlık Yay., İstanbul 1 960, s. 155
37
Şerafettin Turan, Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
38
Seignobos, a.g.e. s. 155
39
Seignobos, a.g.e. s. 156- 1 5 7
300
MUSTAFA ÖZTÜRK

��
Avrupa' da ilmi ve fikri gelişmenin temeli üniversite­
lerdir. Avrupa'nın atılım yapmasında önemli rol oyna­
yan üniversitelerin büyük bir kısmı Orta Çağda kurul­
muştur. Paris Üniversitesi 1 221, Lizbon 1209, Alman­
ya'da Heidelberg 1 386, Leibzig 1409, Viyana 1385 ve
Napoli Üniversitesi 1224'te kuruldu. Aynı çağlarda
Londra, Oxford Cambridge Üniversiteleri açıldı. İlmi
gelişme de (Papalığın baskısıyla kolay olmasa da) üni­
versitelerde gelişti. Avrupa' da ilmi fikri birliği sağlayan
en önemli iki unsur Latince ve Hristiyanlıktı. Latince
bütün üniversitelerin öğretim dili olması hasebiyle, bü­
tün Avrupa' da ilmi buluşlar ve fikir akımları Latince
vasıtasıyla yayılıyorlardı. Hristiyanlık ise Avrupa birliği-
.
nın vazgeçı·1 mez unsuruydu� .
Esasen Avrupa' daki büyük değişimin fikri ve kültü­
rel temeli olan Hümanizma da Orta Çağ'ın sonlarında
ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Zihinlerde sadece salt bir
insanlık, insanseverlik olarak algılanan Hümanizma, ger­
çekte bu kadar dar manada ele alınmamalıdır. Boyutları,
insanseverliğinin de ötesinde çok geniştir, tesirleri çok
derindir. Bu öğreti, insan dehasının yüceliğini, bilim
alanında yarattıklarının sanat alanında, manevi hayatta
yarattıklarının gücünü över, insan gücünü, yasalarını
kavramış olduğu maddenin kaba gücüne karşı çıkartır.
Bu öğreti bir eylem ahlakına görürür, insani ilişkilerde
en yüksek kusursuzluğu gerçekleştirebilmek için sürekli
çaba harcamasını buyurur. Böylece hümanizma, sonsuz
bir kültür çalışmasına gerek gösterir; insan ve dünya
hakkında durmadan genişletilen bir bilimi gerektirir, bir
ahlakın ve bir hukukun temellerini atar, bir politikayla
sonuçlarur41• İşte bu esaslara dayanan Hümanizmanın

4-0
Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, ( çev. Nihal Önol), Varlık
Yay., İstanbul 1 973, s. 60-63
41
Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, s. 97
301
TARİH FELSEFESi

�!&;,

gelişmesinden sonra Avrupa' da ve dünyada oluşan bü­


tün sistemler, kaynağını hümanizmadan almışlardır.
Hümanizma Avrupa ve dünyada meydana gelen köklü
değişimlerin fikri ve kültürel temeli olmuştur.
Kilisenin din adına devlet ve cemiyet hayatına
hakim olduğu Ortaçağlarda her türlü düşünce, ilim, fikri
ve sanatsal faaliyet, dinin (daha doğrusu din adına hare­
ket eden kilisenin) kontrolündeydi, hiçbir düşünce kili­
senin öğretilerinin dışında olamazdı. Böylece insan ade­
ta köleleştirilmişti, insanın ruhi, fikri hiçbir kıymeti yok­
tu. İnsana bahşedilmiş olan cüz'i iradenin serbestce kul­
lanılması mümkün değildi. Resim denince hepsi birbiri­
nin kopyası niteliğinde olan Hz. İsa'nın ve havarilerinin
muhtelif resimleri , musiki deyince ilahiler akla geliyor­
du. İnsanın gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini, sevinç
ve kederlerini tuvale dökmesine, bir musiki eseri olarak
terennüm etmesine imkan yoktu.
Katolik kilisesi adeta Tanrı'y ı da bu dünyevi hüküm­
ranlığına alet ediyor, Tanrı'y ı şedit, ceberrud, cezalandıran,
cehennemde yakan bir Tanrı olarak vazediyordu. Papa ise
yeryüzünde Tanrı'nın halifesi olup, dünyevi ve uhrevi bütün
yetkileri elinde tutan bir makamdı. Eğer papa isterse kilise­
nin şartlarına uyması kaydıyla dünyevi işleri imparatora
devredebilirdi.
İşte bu derece yoğun baskı altında bulunan insan,
ifrat derecede tepki gösterdi. Antik çağın serbest düşün­
cesi, devasa sanat eserleri, İslam düşüncesinin insana
verdiği değer, özellikle de İslamda cüz'i iradenin ser­
bestçe kullanılması, Hümanizmanın doğmasına ve ge­
lişmesine etki eden sebeplerdir.
14. yüzyılın ikinci yarısında gelişen Hümanizmaya
göre, Tanrı, Katolik Kilisenin vazettiğinin tam tersine
sevecen şefkatli bir baba gibidir, affedicidir, hoş görülü­
dür, insana daima yakındır. Mutlak yaratan olması hase-
3 02
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

biyle kalplerde geçen her şeyi bilir. O halde İncil'i sadece


Latince okumak şart değildir. Herkes istediği dilden dua
edebilir. Zira Tanrı onu her halükarda duyar, anlar. Öy­
leyse kul ile Tanrı arasına hiç kimse hiçbir makam gir­
memelidir. Görünüşte çok masumane olan bu fikirler,
aslında kilisenin varlık sebebini ortadan kaldırıyordu.
Başlangıçta bu çerçevede gelişen Hümanizma insanı
herşeyin başlangıç1 sebep ve hedefi haline getirdi. Hüma­
nistlere göre İnsan, kendi iradesini hür olarak kullanabi­
lecek güçtedir, günah ve sevabını, kar ve zararını bilir. O
halde insan herşeyi yapmaya muktedir olduğu gibi, her­
şeyi yapmada da serbest olmalıdır.
Kısaca özetlediğimiz Hümanizma İnsan merkezli
bir dünya görüşünün adıdır. Bundan sonra gelişen her
şey Hümanizmadan kaynaklanmıştır. Eğer dikkat edilir­
se, yeni ve yakınçağlar yukarıda zikri geçen ve temelleri
Hümanizmaya dayanan gelişmeler olduğu dönemlerdir.
O halde Hümanizmayı sadece sanatta bilimde, insancıl­
lık olarak görmek yanlıştır. Hümanizma, bir hayat tarzı,
bir dünya görüşüdür. Bundan sonraki bütün gelişmeler,
aşağıdaki şekilde görülen çerçevede olmuştur. Bu izah­
lardan anlaşıldığı üzere, hümanizmanın zannedildiğin­
den de öte derin tesirleri bulunmaktadır ki, biz bunları
aşağıdaki şekil ile gösterdik.

Şekil 4: Hümanizmanın Tesirleri

ı 1 1 1 l
Sanatta Dinde İdarede İktisatta Bilimde

l
Rönesans
l
Reform
ı
Meşruti Monarşi
l l
Ferdiyetçilik Pozitvizm
303
TARiH FELSEFESi

��

İnsanı her şeyin temeli ve hedefi olarak kabul eden


hümanizmanın tesirleri hayatın her alanına yansımıştır.
İnsanın sanat anlayışı, arzu ve istekleri, Rönesansın esası­
nı oluşturmuştur. Mademki insan her şeyin esasıdır, o
halde insanın içinden geldiği gibi, duygularıyla gördüğü
gibi sanatını icra etmeli, bunu mimariye, resme, heykel
ve müziğe yansıtmalıydı. Aynı şekilde insan, günah ve
sevabını bilebilecek kudrettedir, akıl ve irade sahibidir.
Tanrı da kendisine çok yakındır, kalbinden geçen sırları
dahi bilir. O halde insan, ruhunun derinliklerinden gelen
bir şevkle inanmalı, Tanrı ile kul arasına hiçbir kişi veya
makam girmemelidir. İşte bu da Reformun esasıdır.
İnsan akıl ve irade sahibi olup, kendi kendisini idare
edebilecek kabiliyettedir. Başkalarının kendisini idare
etmesine ihtiyacı yoktur. Tek özellikleri, hanedandan
gelen kimselerin, çocuk, deli, kabiliyetsiz de olsa, geniş
halk kitlelerini idare etmesi kabul edilemez. O halde
insanlar kendi kendilerini idare etmelidir. Ancak burada
önemli bir mesele var, herkes kendi kendisini idare et­
meye kalksa, cemiyet hayatı ortadan kalkar, yani ferdin
kendi iradesini sonsuz bir hürriyetle kullanması ve kendi
kendisini idare etmesi mümkün değildi. İşte bu noktada,
insanlar kendilerini temsilcileri vasıtasıyla idare etme
yolunu buldular ki, bu da Meşruti Monarşidir.
Keza insan, akıl ve idrak sahibi olduğu için kir ve
zararını bilir. İktisadi alanda da kendi kendisini idare
edebilecek kabiliyettedir. Hiçbir akıllı insan Sibirya' da
buz, çölde kürk ticareti yapmaz. O halde insanın iktisadi
faaliyetlerinde de hür olması lazımdır ki bu da giderek
Ferdi Ekonominin gelişmesini sağlamıştır.
Nihayet insan akıl ve idraki sayesinde kendisini ve
tabiatı keşfedecek, hayatını kolaylaştıracak bilgiye ulaşa­
bilecek kabiliyettedir. Oysa o zamana kadar her şeyi ilahi
3 04
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

iradenin bir tecellisi olarak gören Papalığın öğretileri


bütün bilimlerin esasını teşkil ediyordu. İşte bu konuda
da Hümanizma insanı merkez haline getirdi. İnsanın akıl
ve duyuları ile kavranan bilim, bilim olarak kabul edildi.
İnsan, gördüğü, duyduğu, hissettiği, kısacası elle tutup
gözle gördüğü, deneyip gözlediği şeylere inanmaya baş­
ladı. İşte bu da Pozitivist bilim anlayışının doğmasına
vesile oldu. Böylece akıl, idrak ve duyular, yeni dönemde
bilimin kaynağı haline geldi.
Görülüyor ki, Hümanizma şimdiye kadar yanlış
olarak algılandığı gibi, salt insan severlik, hoşgörü değil,
başlı başına bir dünya görüşüdür. Ondan sonraki yakla­
şık yedi yüz yıllık dönemde sanat, din, idare, bilim, felse­
fe, iktisat ve daha başka alanlarda meydana gelen bütün
gelişmelerin temelidir. Başka bir ifade ile bütün - izm'le­
rin (hepsi insan merkezli olan pozitivizm, naturalizm,
realizm, rasyonalizm, materyalizm, sosyalizm vd.) temeli
hümanizmadır. O halde hümanizmayı hoşgörü ile karış­
tırmamak lazımdır42•
İşte her alandaki bu muazzam gelişmelerin tesiriyle
Avrupa' da büyük atılımlar meydana geldi. İlk sömürge­
cilik hareketlerinden galat-ı meşhur ifadesiyle coğrafi
keşiflerden itibaren iktisadi bakımdan da güçlenen Av­
rupa, yeni inkılaplara yöneliyordu ki, 1 8. yüzyılın ikinci
yarısında bu da Sanayi İnkılabı ile gerçekleşti. 1 8 . yüz­
yılda Aydınlanma döneminde bilim, üretim sürecine

42
Geniş bir aydın hatta akademisyen tarafından Türk Hümanizmi
adıyla eserler verilmekte, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre
hümanist olarak gösterilmektedir. Bunu söyleyenler ya Hümaniz­
mayı veya zikredilen zatların dünya görüşlerini bilmiyorlar. Zira her
ikisi birbirinden çok farklıdır. Hümanizma, insan kaynaklı olup,
kutsallık dairesinin dışında bir hayat tarzı teklif ederken, bu zatlar,
hiçbir zaman kutsallık dairesinden çıkmamışlardır. Onun için Türk
hoşgörüsü, Mevlana, Yunus ve Haa Bektaş'ın hoş görüsü demek
daha doğrudur.
305
TARİH FELS EFESİ

�!&;,

sistemli bir biçimde uygulandı. Daha yüzyılın ilk yan­


sında İngiltere' de tekstilde kullanılan seyyar mekik icat
edildi (1733 ). Aynı yıllarda kok kömürü ile dökme demir
yapma usulü bulundu. Nihayet 1 76S'de James Watt,
içinde su buharı dolaşan tek etkili makinayı icad etti.
1784'te James Watt'ın tek etkili ve düz hareketli buhar
makinası, çift etkili ve dairevi bir şekilde hareket eden
bir makine halinde geliştirildi. Bu makine artık sanayi ve
ulaşımın her alanında kullanılmaya başlandı.
Buhar gücünün makinaya uygulanması, Sanayi İn­
kılabının temelini teşkil eder. Geleneksel enerji kaynak­
larının dışında yepyeni bir enerji kaynağı bulunmuştu.
Bu yeni enerji kaynağı, geleneksel tabii enerji kaynakla­
rının aksine nakledilebiliyor, depo edilebiliyor ve ona
daha kolay bir surette hükmediliyordu. Bu yeni enerji
dokuma tezgahlarında, değirmenlerde, maderılerin çıka­
rılmasında, çıkrıkların işletilmesinde kullanılmaya baş­
landı.
Tahtadan yapılan raylı sistem daha 1 670'ten beri
biliniyordu. Buharın lokomotife uygulanması 1 770'te
oldu. 1 776' da demirden yapılan raylı sistem bulununca,
daha sonraki yıllarda hızlı bir gelişme gösterecek olan
demiryolu ile ulaşım sistemine geçildi. Böylece Sanayi
İnkılabının en pratik sonuçlarından birisi olan demiryo­
lu insanlığın hizmetindeki yerini aldı. Aynı zamanda
buharlı makinalar ile yelkenlilerde de kullanılmaya baş­
landı ve denizlerde ulaşım, hem daha kolay ve hem de
daha hızlı bir hale geldi. Geleneksel enerjinin yerine
buhar enerjisinin geçmesi, Avrupa'nın, bilahare dünya­
nın iktisadi ve sosyal hayatında derin değişiklikler mey­
dana getirmiştir.
Önce İngiltere' de, daha sonra (Restorasyon döne­
minde) kıta Avrupa'sında başlayan Sanayi İnkılabı, İn­
giltere' de daha ziyade özel sektör, kıta Avrupa'sında ise
306
M USTAF A ÖZTÜRK
�}&:,
devletin desteği ile gelişmiştir. Yeni sanayi merkezleri
oluşmaya başlamıştır. Sanayi merkezleri, öncelikle bü­
yük enerji kaynaklarının, kömür yataklarının bulunduğu
ye rlerde kurulmuştur. İngiltere' de Yorkshire, Fransa' da
Alsas-Loren, Almanya' da Ruhr havzası gibi. Sanayi mer­
kezleri stratejik önemi haiz olmalarından dolayı, çoğun­
lukla da Paris, Bedin ve Londra gibi başkentlerde kuru­
luyordu. Bazan da Lyon, Frankfurt ve Moskova gibi
önemli yol kavşaklarında veya Hamburg ve Marsilya gibi
liman şehirlerinde kuruluyordu.
Bu suretle, şehirlerin geleneksel yapısı da değişme­
ye başlamıştır. Kol gücüne dayalı geleneksel üretim tar­
zının yerini, makinaya dayalı yeni üretim tarzı almıştır.
Eskiden 5 - 1 0 veya 20-30 kişinin çalıştığı atölyelerde
şimdi binlerle ifade edilen sayılarda işçiler çalışmaya
başlamıştır. Bu tarihe kadar Avrupa' da hiçbir varlığı his­
sedilmeyen, ama şimdi iktisadi alandaki önemlerine
binaen, geleneksel sınıf tasnifinin dışında yeni bir sınıf,
işçi sınıfı doğdu. İşçi sınıfı asil veya burjuva sınıfından
değildi. Şehir halkından veya kırsal kesimden gelen ve
birbirleriyle kan bağı bulunmayan veya asalet ünvanı
olmayan bu insanlar, artık Avrupa'nın yeni gerçeğiydi.
Hayat tarzları birbirlerinden farklıydı. Tek ortak yönleri,
emekleriyle para kazanmaktı. Artık Avrupa'nın günde­
mine işçi hakları ( çalışma şartları, gün ve saatleri,
maluliyet, emeklilik, izin, ölüm, grev, yönetime katılma
vb.) girdi. Bu hakların savunulması, bu hususta fikirler
ileri sürülmesi, yeni fikir akımlarının (sosyalizm) doğ­
masına yol açtı. İşçiler yönetime girmek için hatırı sayılır
bir baskı unsuru oldular. Hatta 1 848 İhtilalleri sanayi­
leşmenin getirdiği problemlerden doğan bir ihtilaldir43•

43
H. C. Wells, Cihan Tarihinin Umumi Hatları IV, ( Çev. Mehmet Ali
Tevfik Bey), İstanbul 1 928, s. 1 50, Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi,
s. 1 1 8 - 1 24, aynca Şerafettin Turan; Dünya Tarihi Ders Notları,
(Ank. Ünv. DTCF. Basılmamış)
307
TARiH FELSEFESi

��

Sanayi İnkılabı, uluslararası ilişkilere de yeni usuller


getirmiştir. Coğrafyanın her yerde aynı cömertlikte ol­
madığını, farklılık arzettiğini belirtmiştik. Bundan dolayı
bir coğrafyada yaşayan insanlar, mutlaka başka bir coğ­
rafyaya muhtaçtırlar. Sanayi İnkılabı ile sanayileşmiş
Avrupa devletleri bu mecburiyeti daha fazla hissetmeye
başladılar. Sanayileşmiş ülkelerin, sanayilerini devam
ettirmeleri, üç hususun devamına bağlıydı. Bunlar;
a. Hammadde kaynaklarının,
b. Pazarların,
c. Hammadde ve pazarlara giden yolların emniyet al­
tına alınmasıdır.
İngiltere'den başlayıp, 19. yüzyılın ilk yarısından
itibaren Avrupa'ya tedricen yayılan sanayileşme, her
halükarda Avrupa coğrafyasından başka coğrafyalara
muhtaçtı. Çünkü sanayinin bütün hammaddesinin sü­
rekli olarak kendi coğrafyasından temin edilmesi müm­
kün değildi. Aynı şekilde mamul maddelerinin hepsinin
de iç piyasasında tüketmesi mümkün olmadığı gibi,
ekonomik de değildi. Her iki halde de sanayileşme kendi
coğrafyasının dışında farklı (hammadde ve pazar bakı­
mından) coğrafyalara muhtaçtı. Bu ihtiyaç, sanayileşmiş
ülkeleri, coğrafyaları dışında yeni hakimiyet alanları
aramaya, yani yeni sömürgeler elde etmeye itmiştir.
Böylece sanayileşen devletler, hammadde kaynaklarına
ve mamul maddelerini satabileceği geniş pazarlara ihti­
yacı vardı. İşte bu gerçek 19. yüzyıldan başlayarak Avru­
pa'nın hızlı ve sistemli bir sömürgecilik sürecine girmesi­
ne sebep oldu. Sömürgecilikte hammadde ve pazarlara
giden yolların emniyeti de çok önemliydi.
Böylece 19. yüzyıl sömürgeciliğin sistemleştiği, hız­
landığı ve rekabet mevzuu olduğu yüzyıldır. Bu yüzyılda
savaş araç ve tekniklerinin yanında diplomasi araçları da
308
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!,g;,

değişmiştir. Bu arada gözden uzak tutulmaması gereken


çok önemli bir gelişme ile bunun getirdiği sonuçlar var­
dır ki, o da 1789 Fransız İhtilalidir.
Her ikisi, yani Sanayi İnkılabı ile Fransız İhtilali,
mahiyet itibariyle birbirlerinden farklı görünseler de,
kendisinden sonraki dönemlere olan tesirleri bakımın­
dan birbirlerini tamamlayan iki unsurdur. Her ikisinin
aynı dönemlere rastlaması bir tesadüf değil, bir tevafuk­
tur. 19. yüzyılın gerçeklerinden olan bu gelişmelerin
birinin diğerine tercih edilmesi mümkün değildir. Yakın
Çağ'ın maddi vechesini Sanayi İnkılabı oluşturmuşsa,
sosyal vechesini de Fransız İhtilali oluşturmuştur. Onun
için Sanayi İnkılabının sonuçlarını incelerken, yer yer
Fransız ihtilalinin sonuçlarına atıfta bulunmak gereke­
cektir.

iV. Sanayi Sonrası Toplumsal Özellikler

1 . Monarşiden Meşrutiyete ve
Cumhuriyete Geçildi
Sanayi İnkılabıyla beraber en önemli değişim, yöne­
tim biçimlerinde meydana gelmiştir. Mutlak Monarşi­
den Meşrutiyete ve oradan Cumhuriyete geçilmiştir.
Meşrutiyet, mutlak monarşi ile cumhuriyet arasında bir
geçiş sürecidir. Bu süreç bütün dünyada değişik zaman­
larda olmakla beraber aynısı ile yaşanmıştır. Meşruti
Monarşi, 19. yüzyılın ideal rejimi haline gelmiştir.

2. Saltanat Dönemi Tedricen Sona Erdi


Mutlak monarşiden meşrutiyete geçilen süreçte,
saltanatlar da yavaş yavaş önemlerini kaybetmeye baş­
lamıştır. Bunun yerine halk irade ve idaresine dayanan
kurumlar ön plana çıktı. Hatta bu dönemin aydınları
309
TARİH FELSEFESi

�.JM;.,

tarafından, uzun yıllar yönetimlerinde kaldıkları saltanat


rejimini tenkit etmeye başladılar. Saltanatla mücadele,
saltanatın zararları dile getirilmeye ve onunla mücadele,
dönemin aydınlarının mücadelesinin temelini oluşturur.

3. Devletle Saltanat Ayrıldı

Uzun yıllar devletle özdeşleşen ve devlet olarak ka­


bul edilen saltanatlarla devlet birbirinden ayrılma süre­
cine girdi. Devletin mahiyeti ve esasları farklılaştı, devlet
yeni bir hüviyet kazandı. Bunun sonunda mülk, devletle
özdeşleşmiş bulunan saltanatın olmaktan çıktı. Artık kral
veya sultan, mülkün mutlak sahibi değildir. Bundan
dolayıdır ki, bu dönemde klasik dönemlerde olduğu
gibi, taht kavgaları ve prens/şehzade katledilmesine
rastlanmaz. Aynı sebepten dolayı, siyasi evlilikler de eski
önemini kaybetti. Sanayileşerek elde edilecek güç, her­
hangi bir devlet ile yapılacak bir siyasi evlilikten daha
önemliydi.

4. Hakimiyetin Kaynağı Anayasa Oldu

Klasik dönemlerde hakimiyetin kaynağı, saltanatta


gelmiş olmak ve din temsilcisi tarafından takdis edil­
mekti. Ama bu dönemde bunu yerine yazılı anayasalar
hakimiyetin kaynağı, halk iradesi de meşruiyetin kaynağı
haline geldi. Fransız İhtilalinin getirdiği bu yenilik, he­
men bütün devletler tarafından benimsendi. 19. yüzyıl
anayasaları hemen hemen birbirinin kopyası olup, Meş­
ruti Monarşi anayasalarıdır. Zaten bu dönemin ideal
rejimi Meşruti Monarşidir. Hiç kimse Q. J. Roussou
hariç) krallıkların kaldırılmasını düşünmüyordu. Hatta
1789 Fransız ihtilali dahi monarşik bir ihtilaldir. 19.
yüzyıl, meşruti monarşi anayasalarının geçerli olduğu bir
dönemdir.
310
MUSTAFA ÖZTÜRK

�!&:,

Burada bir noktayı tashih etmekte fayda görmekte­


yiz. O da anayasal düzene geçilmekle, kralların yetkileri­
nin sınırlandırıldığı meselesidir. Bu kanaat yaygın ol­
makla ve hüsnükabul görmekle beraber yanlıştır. Gerçek
hiç de zannedildiği gibi değildir. Bilakis krallıklar, anayasal
düzenlerde daha da güçlenmiştir. Eskiden kralların gele­
neksel olarak sahip oldukları yetkiler, şimdi birer anayasa
maddesi ile daha da meşrulaştırılmış, anayasal zemine
oturtulmuştur. Eskiden geleneksel olarak kralların yetki­
sinde olan parlamentoları toplama ve dağıtma, savaş ve
barış kararı verme, bakanları, ordu komutanlarını1 elçile­
ri atama ve azletme yetkileri1 yeni dönemde birer madde
olarak anayasalarda yer aldı. Böylece krallıklar daha da
güçlendi. Bu suretle hemen hemen bütün Avrupa' da 1 8.
yüzyılın dağınıklığı ve sarsılan merkezi otoritelerin yeri­
ni, daha güçlü merkezi otoriteler aldı. Başka bir ifade ile
1 9. yüzyıl, merkezi otoritelerin güçlendiği dönemdir. Bunda
sözünü ettiğimiz kralların anayasal bakımdan güçlenme­
lerinin yanında Sanayi İnkılabının sağladığı üstün ateş
gücü ve kolay ulaşımın etkisi büyüktür. Bu değişimi Av­
rupa' da olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nde de görmek
mümkündür.

5. Meşrulaştırmanın Aracı Anayasa Oldu

Tarihte uzun yıllar en önemli belirleyici unsur olan


dinin yerini şimdi Anayasa ve kanunlar almaya başladı.
Tabii haklar1 kanun karşısında eşitlik, iktisadi ve siyasi
hürriyetler, dönemin önemli sosyal müesseselerini belir­
leyen unsurlar oldu. İktisadi şartların düzeltilmesi, sınıf­
lar arasındaki ayırımın kaldırılması, dönemin idealleri
haline geldi.
Sanayi İnkılabı ile siyasi ve sosyal hayatta yeni bir
anlayış, yeni bir hayat tarzı ve yeni bir dönem başlamış-
31 1
TARiH FELSEFESi

��

tır. Yeni dönemi eski dönemden ayıran temel özellikler,


bilim ve aklın ön plana çıkmasıydı. Yeni dönem temelde
klasik dönemden ayrıldığı için, bu yeni dönemi tasvir
etmek üzere Jeunne/Genç tabiri kullanılmıştır. ]eunne
Europe, Jeunne İtalino tabirleri, yeni dönemi ifade eden
en çarpıcı tabirlerdir. Avrupa'daki bu genel kanaate pa­
ralel olarak, Türkiye' de Avrupai tarzda ıslahat isteyen
aydınlar da kendilerine Jeunne Turk/Jön Türk adını ver­
diler ve ilk kongrelerini İsviçre' de yaptılar, yayın organ­
ları da Jön Türk Dergisiydi.
Milli birliklerini kuran devletler, aynı zamanda iler­
lemek zorundaydılar. Onun için terakki/ilerleme de bu
dönemin yeni bir ideali haline geldi ve bu dönemde
kurulan pek çok partinin adı Union and Progress-Union
und Fortschritt, yani Birlik ve İlerleme Partileriydi.
1 830'da Belçika'yı Hollanda' dan ayıran parti Union Par­
tisiydi. Bismark'ın partisinin adı da Union und Fortschritt
idi. Keza bizim İttihat ve Terakki Cemiyeti/Partisinin adı
da buradan tercümedir.
Akıl ve bilim, dönemin her alanına hakim kılınmaya
başlandı. Başka bir deyişle, Sanayi sonrası dönem, akıl ve
bilim çağıdır. Bilim, din adına bütün yetkileri elinde
bulunduran Papalığın uzun yüzyıllar süren tasallut ve
tasarrufundan bu dönemde kurtulmuştur. Bu yüzdendir
ki, 19. yüzyılda özellikle pozitif bilimlerde, fizik, kimya,
biyoloji alanlarında büyük gelişmeler sağlanmıştır. Hatta
bazı bilim adamları 1 9. yüzyıla Kimya, 20. yüzyıla da
Fizik yüzyılı derler.

6. Milli/Ulus Devletler Çağıdır

Klasik dönemlerde, ümmet tarzında geniş impara­


torlukların hakimiyetinde bir siyasi yapılanma var iken,
312
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\!&;,

bu dönemde milli devletler daha belirgin olarak tarih


sahnesine çıktılar. Artık her devlet daha çok kültürel ve
ırki sınırlarla belirlenen sınırlarında milli birliğini kurma
gayretine düştü. 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren
dağınık, birer şehir devleti halinde yaşayan devletler,
milli birliklerini kurmak için mücadele etmeye başladı­
lar. Sanayinin gelişmesi, iktisadi faaliyetlerin ve ticaret
hacminin genişlemesi, Avrupa' da Birliklerin (Union)
kurulmasını mecbur hale getirdi. Bu muazzam iktisadi
gelişmelere bağlı olarak yenilenen ve büyüyen askeri güç
karşısında artık küçük şehir devletleri yalnız başlarına
varlıklarını sürdüremezlerdi. İtalya ve Almanya'nın milli
birliklerini kurmak hususundaki çabalarının temelinde
bu muazzam gelişme bulunmaktadır. Bunun için şehir
devletleri veya konfedarasyonlar ve daha sonra da Avru­
pa devletleri arasında gümrük duvarları kaldırıldı. Bu da
henüz birliklerini kurmaya çalışan devletlerin (Almanya
ve İtalya) birliklerini sağlamada önemli bir adım oldu.
1 834'te Alman Gümrük Birliği (Deutsche Zolwerein),
1 8SO'de Avusturya-Macaristan arasında ve 1 85 1 yılında
da Rusya ile Polonya arasında kurulmuştur. 1 848- 1 874
yılları arasında İsviçre kantonları arasındaki gümrükler
tedricen kaldırılmıştır. İtalya' da ise bunun için birliğin
sağlanması gerekiyordu, bu da ancak 1 8 60'ta gerçekleşti.
Hatta bu muazzam gelişmeler karşısında milli bir­
likler de yeterli olmayacak, daha büyük birlikler Pan'lar
yeni dönemin nihai hedefleri haline gelecektir. Pan­
Slavizm, Pan-Cermenizm fikirleri, 19. yüzyılın yeni ideal­
leri olacaktır. Hatta Pan-Türkizm'in de fikri temeli bu­
dur. Geçmişteki büyük imparatorlukların yerini şimdi
Pan'lar alacaktır.
313
TARİH FELSEFESi

,;&!.�

7. Kölelik ve Kul Müessesesinin Yerini Düzenli


Muhafız Orduları ve Devlet Memurları Aldı.
Klasik dönemin büyük oranda toprağa dayalı ikti­
sadi yapısı, kendine has müesseseler de meydana getir­
mişti ki, bunların en önemlisi Kul Sistemi idi. Ama bu
dönemde artık Kul Sisteminin devam etmesi mümkün
değildi. Gelişen sanayi karşısında, her zaman her yerde
savaşabilen ve daha uzak mesafelere intikal edebilen,
üstün ateş gücüyle mücehhez orduların olduğu bir or­
tamda, devşirme usulü ile meydana getirilen bir Kul
taifesi ile muhafız ordusunu ve merkezi bürokrasi hiz­
metlerini yürütmek mümkün değildi. Artık bu müesse­
seler devirlerini tamamlamışlardı. Bunların yerine daimi,
eğitimli, kışlaları ve eğitim sistemleri, bütçeleri olan sü­
rekli ordulara ihtiyaç vardı. Kul taifesi bürokratlar yerine
devlet memuruna ihtiyaç vardı.
Avrupa bu yönde yeni sistemini kurarken, aynı sü­
reci Osmanlı Devleti'nde de takip etmek mümkündür.
Kul sisteminin bakiyesi olan Yeniçeri Ocağı 1 826 yılında
kaldırıldı. Daimi düzenli orduya geçiş çalışmaları başla­
dı. Asakir-i Mansure ve Redif teşkilatlarının kuruluşu bu
gayretilerin eseridir. Harbiye Mektebi de ordunun subay
ihtiyacını karşılamaya yönelikti. İdadi ve Rüşdiyeler ile
Mülkiye Mektebi'nin kurulması, yeni dönemde devlet
memurlarını yetiştirmeye yönelik çalışmalardır.

8. Zirai Ekonomiye İlave Olarak


Sanayi Ekonomisine Geçildi
Buhar enerjisinin makinaya uygulanmasıyla birim
zamanda birim alandan alınan mahsul, birim zamanda
katedilen mesafe ve alınan hizmet arttı. Böylece istihsal
miktarı ve çeşidi arttı ve uzak mesafeler yakınlaştı44• İkti-
44
1 807' de Fulton ilk buharlı gemiyle ilk büyük seferi gerçekleştirdi.
1 8 1 9'da Amerikan Savannah gemisi, denize açılınış ve New
314
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

sadi büyüme meydana geldi ve ticaret hacmi büyüdü. Bu


büyüme hem ülke içinde hem de ülkeler arasında ger­
çekleşti.
Her şeye rağmen zırai ekonomi önemini korumak­
tadır, çünkü zırai ekonomi hiçbir zaman önemini kay­
betmez. Ancak eskiye göre, zırai ekonomiye ilave olarak
sanayi ekonomisi de gelişti. Sanayileşen ülkelerde zirai
ekonomi ikinci dereceye gerilerken, sanayi ekonomisi
birinci dereceye yükseldi. Sanayileşen ülkelerin milli
hasılalarında sanayinin payı önemli ölçüde yükseldi,
yeni makinalarla ziraat de daha verimli hale getirildi.
Dolayısıyla o zamana kadar iktidarlara yakın olan topra­
ğa bağlı malikane sahiplerinin yerini sanayiciler almaya
başladı.
Şehirlerin çehresi ile sosyal yapısı değişti. Kırsal
alanlardan sanayi merkezlerine doğru gözle görülür bir
göç yaşandı. Böylece geleneksel tarım işçilerinin yanında
sanayi bölgelerinde, o zamana kadar hiçbir statüsü ol­
mayan yeni bir işçi sınıfı doğdu. İşçi haklarının savu­
nulması yeni fikir akımlarının (sosyalizm) doğmasına
esas teşkil etti.

9. Para Ekonomisi Gelişti


Klasik dönemlerde milli hasılanın çok az bir kısmı
nakde çevrilebilirken, sanayileşen ülkeler, sanayi mamul­
lerinin ihracı ile milli hasılalarının daha büyük bir kısmı­
nı nakde çevirecek hale geldiler. Ayni ekonominin yerini
nakit ekonomisi almaya başladı. Artık her türlü mal ve
hizmet nakte çevrilebiliyordu. Bu da milli ekonomilerin
gelişmesini hızlandırdığı ve çeşitlendirdiği gibi, serma­
yenin uluslararası alanda da akışını kolaylaştırdı.

York'tan Liveıpool'a 25 günde gelmişti. Aynı dönemde Trevithick


saatte 16 km. hıza çıkabilen bir buharlı araba yaptı. Delmas, Avrnpa
Uygarlık Tarihi, s. 1 54
315
TARİH FELSEFESİ

��

Nakit ekonomisi tabii olarak yeni müesseselerin


benimsenmesi neticesini doğurdu. Değişimi, Osmanlı
Devleti'nde takip edersek, bunu daha yakından görmek
imkanımız olacaktır. Toprağa bağlı yarı çiftçi askerlerin
yerini, şimdi düzenli bir ordu teşkilatı dahilinde belli bir
bütçesi ve eğitim kurumları olan yeni bir ordu sistemi
aldı. İltizam usulü ile görevlendirilen valilerin yerine,
maaşlarını merkezden alan valiler atanmaya başlandı.
Eskiden ayni olarak ücretlendirilen memurlara maaş
verilmeye başlandı. Eskiden iltizam usulü ile toplanan
vergiler, yeni dönemde, kurulan Defterdarlık ve Mal
Müdürlükleri eliyle toplanmaya başlandı. Bu değişimin
örneklerini çoğaltmak mümkündür.

10. Tabii Enerji Kaynaklarına İlave Olarak


Buhar Enerjisine Geçildi
Buhar enerjisinin bulunması ve hayata uygulanması
ile birim zamanda alınan mal ve hizmet arttı, mesafeler
eskiye oranla çok kısaldı. Üretim ve ticaret hacmi büyük
boyutlara ulaştı. Sanayileşen Avrupa devletlerinin, sana­
yi tesislerinin devamı için hammadde kaynaklarına ve
sanayi mamulleri için de pazarlara ihtiyaçları vardı. Yani
bu muazzam sanayilerini devam ettirmek için her ha­
lükarda başka coğrafyalara muhtaçlardı. İşte bu noktada
sömürgecilik daha büyük önem ve boyut kazandı.
Yeni enerji kaynaklarının bulunması, mesafelerin
kısalması, üretimin eskiye oranla çok artmasına ilave
olarak, libarelizm ve milliyetçilik gibi iki büyük akımın en
önemli sonucu, sömürgecilicik ve emperyalizm döne­
minin başlaması olmuştur. İlk sömürgecilik hareketleri,
aslında coğrafi keşiflerle başlar. Dolayısıyla 1 5 . yüzyılın
sonlarında başlayan Avrupa'nın dışarıya açılması hare­
ketleri, keşif değil tam anlamıyla yeni bulunan yerlerin
316
MUSTAFA ÖZTÜRK

işgali ve yağmalanması hareketidir45• İlk işgal seferlerine


çıkan filolar da özel sektörün, yani tüccarlarındı. Birer
yağmacı maceraperest olan bu korsanlar, krallarından
özel izinler alırlar ve karşılıklı sözleşmeler yaparlardı.
Hemen bütün sözleşmelerde, bulunacak yere kralın
hakimiyetinin tanınması ile kilisenin götürülmesi ve elde
edilecek ganimetlerin ortak olarak paylaşılması hususları
yer alıyordu. Yani devletler, bu işi siyasi ve iktisadi ba­
kımdan çok karlı buldukları için tüccarların arkasından
gitmeye başladılar. Bu süreç, Sanayi İnkılabından sonra
liberalizmin gelişmesi ile birlikte daha geniş bir şekilde
devam etti. Büyük sermayedarlar, başta Afrika, Hindis­
tan, Pasifik, Avustralya, Çin gibi ülkelerde geniş koloni­
ler kurdular. Öyle bir zaman geldi ki, sanayileşen Avrupa
ülkeleri büyük ve güçlü kumpanyalar kurdular (İngilte­
re'nin India ve Levant Company gibi) . Böylece İngilte­
re, Fransa, Hollanda, Danimarka, Belçika gibi ülkeler,
menfaatlerini bu tüccar kumpanyaları üzerinden sağlı­
yorlardı.
19. yüzyılın son çeyreğine kadar süren bu döneme
sömürgecilik çağı demek daha doğrudur. Çünkü bu dö­
nemden özellikle 1 875-76'lardan sonra, sömürgeci ülke­
ler, sömürgelerindeki muazzam kaynakları uzaktan, kimi
yerli ortakların desteği ve tüccarların imkanları ile koru­
yamayacaklarını anladılar. Büyük sermayedarlar da bu­
ralardaki menfaatlerini korumak için ülkelerinin askeri

45
Keşif, tamamıyla insanlık ve bilimsel idealler uğruna, bilinmeyen
bölgelerin ve insanlann tanınması, onlann kültürlerinin tanıtılması
ve bu kültürlerin karşılıklı olarak birbirlerinden faydalanması için
yapılan hareketlerdir. Ama bugüne kadar yanlış olarak dünyaya
empoze edilen bu istilalarda böyle bir hedefin olmadığı, tam tersine
keşfedilen bölgelerin bütün zenginlik kaynaklan ve kültürleri ile
birlikte yok edildiği malumdur. Bu itibarla bu hareketleri keşif ola­
rak değil, Avrupa'run genişlemesi ve ilk sömürgecilik hareketleri
olarak kabul etmek daha doğrudur.
31 7
TARİH FELSEFESi

gücünün kendilerini korumalarını istiyorlardı. Uluslara­


rası rekabet de bunu mecbur kılıyordu. Böylece sömür­
geci ülkeler, menfaatlerini korumak için bizzat askeri
güce başvurmaya başladılar ve bu tarihten sonra emper­
yalizm çağı başlamış oldu.
Nitekim bu politik değişimin ilk örneği, İngilte­
re'nin 1 878 yılında geçici olarak Kıbrıs'a yerleşmesi ol­
du. Arkasından 1 882'de Mısır ile Tunus'a yerleşti. Keza
Fransa da sömürgelerini askeri güç ile muhafaza etme
politikasını benimsedi. Birliğini yeni kurmuş olan Al­
manya da bu rekabete katıldı ve 19. yüzyıl sonları, dün­
yada sömürgecilikten emperyalizme geçen bir dönem
oldu ve bu, Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli sebebini
oluşturdu.
Birinci Dünya Savaşı'nın tesirleri çok yıkıcı oldu,
bütün siyasi ve iktisadi dengeler bozuldu. Savaş sonra­
sında yapılan antlaşmalar, dünyaya yeni bir düzen ge­
tirmeye çalıştıysa da bu mümkün olamadı. Bu antlaşma­
lar, hiçbir tarafı memnun etmedi. Kısa bir süre sonra
dünya ikinci bir savaşa girdi. Aslında İkinci Dünya Sava­
şı'nın sebepleri, Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren antlaş­
malarda, daha doğrusu paylaşmalarda yatmaktadır. İkin­
ci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni bir dönem başladı. Bu
dönemin özellikleri, esas itibariyle önceki yüzyılın özel­
liklerinden çok farklı değildir. Ancak teknolojinin hızla
gelişmesi, bu teknolojinin askeri alanda kullanılması
eskiye oranla daha yıkıcı sonuçlar doğurdu. Bu dönemin
başka bir özelliği de ideoloji döneminin başlamasıydı.
Artık ülkeler ideolojik kamplara ayrıldı, ideoloji bu dö­
nemin en çok kullanılan tabiri haline geldi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki elli yıllık dönem
Soğuk Savaş halinde geçti. Bu dönemde de tıpkı 1 9.
318
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.la:,

yüzyılın son çeyreğine kadarki zamanda olduğu gibi,


sanayileşmiş ülkeler menfaatlerini başka ülkelerdeki
ortakları, işbirlikçileri vasıtasıyla korudular, bu amaçla
çeşitli adlarla bloklar, paktlar kurdular. Bu dönemde
sanayileşmiş ülkelerin dünyaya yayılan muazzam bir
sermayesi oluştu. Söz konusu ülkeler için bu sermayeyi
korumak hayati önem taşıyordu. Onların refahı bu küre­
sel sermayenin varlığına ve devamına bağlıydı. 20. yüzyı­
lın son çeyreğine gelindiğinde, yüz yıl öncesinde olduğu
gibi, bu muazzam sermayeyi ülke dışı ortaklarla koru­
manın mümkün olmadığı hatta hazan tehlikeli olduğu
görüldü ve bizzat askeri güç ile menfaat alanlarını koru­
mak üzere işgal etmeye başladılar ki, buna emperyaliz­
min hortlaması demek mümkündür. Böylece emperya­
lizm daha güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıkarken,
tarihteki kısır döngünün de aynı şekilde döndüğüne
şahit olunmaktadır46•

46
Bilindiği gibi, 1 979 Devrimine kadar İran, Batı'nın en yakın mütte­
fiki idi ve Batı'nın en büyük petrol kaynağıydı, aynı zamanda Ba­
tı'nın İran' da büyük yatırımlan vardı. Fakat 1 979 Devrimi ile kuru­
lu düzen bozuldu ve bu gelişme Batı'nın menfaatlerine büyük darbe
indirdi. Öyleyse artık uzak ortaklara değil bizzat kendi gücüne gü­
venmeliydi. Onun için askeri güç kullanarak menfaatlerini koruma­
lıydı. Bu amaçla önce İran'a Irak saldırtıldı. ABD tarafından İran'a
çeşitli operasyonlar yapıldı. Keza Irak için de aynı durum söz konu­
sudur. Dolayısıyla Irak ve Afganistan'ın işgali, İran'ın tehdit edilme­
si ve hedef haline getirilmesinin arka planında bu çok önemli poli­
tik değişme bulunmaktadır. Aynı şekilde Batı'nın Türkiye hakkın­
daki politik değişiminin temelinde de yeni emperyalizmin bu poli­
tikaları vardır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile ilgili planlarını
erteleyen Batı, yeni dönemde bu planlarını sahneye koymaktan çe­
kinmemektedir. Yüzyılın son çeyreğinde Batı'nın desteği ile tahrik
ve teşvik edilen Ermeni Meselesi, Kürt ayrımalığı ve bunlara bağlı
terörizmin ortaya çıkmasında hep bu politik değişim bulunmakta­
dır.
319
TARiH FELSEFESi

.&V�

1 1 . Sosyal Değişme ve Gelişme Çok Hızlı Bir


Surette Meydana Gelmeye Başladı
Klasik dönemlerde toplumlar uzun yüzyıllar aynı
enerji kaynaklarına bağlı olmakla ortak bir yaşayış tarzı
meydana getirmişlerdi. Hemen bütün toplumların dav­
ranış ve günlük yaşayışları birbirine benzerdi, aralarında
çok büyük farklılıklar yoktu. Bu yüzden sosyal değişme
çok ağır bir surette meydana geliyordu, toplumlar ara­
sında gelişmişlik düzeyi bakımından çok büyük farklar
bulunmuyordu.
Ama sanayi inkılabından sonra sosyal gelişme ve
değişme çok hızlı ve kapsamlı oldu. Toplumlar arasın­
daki gelişmişlik açısı açıldı. Sanayileşen ülkeler ile diğer­
leri arasında gözle görülür bir fark meydana geldi. Bu da
giderek yukarıda sözünü ettiğimiz sömürgeciliğin geliş­
mesine sebep oldu. Sanayileşen ülkeler, kendilerini me­
deniyetin merkezi olarak görmeye başladılar.
Toplumlardaki geleneksel değer yargıları değişme­
ye başladı. Gelişmiş olan ülkelerin değer yargıları, sana­
yileriyle beraber, karşı ülkelerin kültürel değerleri üze­
rinde etkili oldu. Bu etkileşim dil, edebiyat, kültür ve
gündelik hayat üzerinde belirgin olarak hissedilmeye
başlandı.
Sanayileşmeyle beraber şehirleşme de hızlandı. Kır­
sal kesimden şehirlere doğru büyük göçler meydana
geldi. Eskiden tarım toplumu özellikleri gösteren top­
lumlar, giderek şehir toplumu haline geldiler ve şehir­
leşme hızlandı. Buna paralel olarak, hemen her toplum­
da hızlı, kimi zaman sağlıksız ve kontrolsüz bir değişim
meydana geldi. Geleneksel üretim şekillerinin yerini
yeni zanaatlar aldı. Geleneksel cemiyetteki sosyal ilişki­
lerin esaslarını, yeni cemiyetin sosyal ilişkileri belirleme­
ye başladı. Sosyal hayattaki toplumsal kontrol azalmaya
başladı. Kısacası bu hızlı ve toplumsal değişim her alan­
da hissedilmeye ve görülmeye başlandı.
320
MUSTAFA ÖZTÜ RK

��

1 2. Devletin Görevlerinde Değişimler Oldu


Devlet anlayışında değişmeler meydana geldi. Sa­
nayi inkılabı öncesinde bütün devletlerin ortak yanla­
rından birisi de, devletin, ülkenin güvenliğini sağlamanın
dışında hemen hiçbir alanda kendisini görevli addet­
memesidir. Klasik dönem devletleri sağlık, bayındırlık,
eğitim vb. sosyal alanlarda merkezi bütçelerinden hiç
harcama yapmazlardı. Ancak bu alanlarda herhangi bir iş
(yol, köprü, liman vb.) askeri ve güvenlik ile ilgili ise,
ona gerekli yatırımı yapılmıştır. Bunun dışında okullar,
hastahaneler, dispanserler açılması, kanalların açılması,
bataklıkların kurutulması gibi alanlara girmemiş, mer­
kezi bütçelerinden bu hizmetlerle ilgili bir harcama
yapmamışlardır. Bu dönem devletlerinin anlayışı buydu.
Söz konusu hizmetler vakıflar tarafından yürütülmüştür.
Klasik çağlarda Doğu' da ve Batı' da bir vakıf kültürünün
gelişmesi ve vakıfların hizmet alanlarının bu derece ge­
niş olmasının sebebi budur.
Sanayi İnkılabından sonra devletlerin görevlerinde
de değişiklik oldu, devlete yeni görevler yüklendi. O
zamana kadar devletin merkezi bütçesinden para ayır­
madığı alanlarda, şimdi devlet yatırım yapmaktadır.
Devlet resmi okullar açmakta, sağlık hizmetleri, bayın­
dırlık, ulaştırma, haberleşme, tarımın iyileştirilmesi vb.
daha pek çok alana fiilen girmiş bulunmaktadır. Yüzyıl­
larca eğitime tek kuruş ayırmayan devlet, şimdi ilköğre­
timi mecburi ve parasız yapıyor, kalifiye eleman yetişti­
recek sanat ve teknik okullar açıyordu.
Bu değişimin sebebi, 1 8. yüzyılda gelişen ve 1 9.
yüzyılın devlet ve toplum hayatının esasını teşkil eden
Liberal felsefedir. Bilindiği gibi Liberal felsefe, şahsın
iktisadi ve sosyal hürriyetini savunan bir sistemdir. An­
cak sağlık hizmetlerinde, eğitimin geliştirilmesinde ve
321
TARİH FELSEFESİ

�fg;,

kalitesinin yükseltilmesinde, ulaşım ve haberleşmenin


sağlanmasında devletin görev almasını kabul etmektedir.
Zira işçiler arasında olabilecek bir salgın hastalık, ferdin
iktisadi yatırımına ve kazancına büyük zarar verebilirdi.
Eğitimden yoksun bir işçi kitlesi, teknolojiyi yeterince
kullanamaz ve dolayısıyla üretim düşebilirdi. Ulaşım ve
haberleşme, ferdi teşebbüsün iktisadi faaliyetini doğru­
dan etkilediği için, yollar ve haberleşme şebekesi ve mü­
esseseleri devlet tarafından yapılmalıydı. Diğer hizmet­
lerin de devlet tarafından yapılması öngörülüyordu. İşte
bu yüzdendir ki, klasik çağlarda devletlerin merkezi büt­
çelerinden tek kuruş harcanmayan sağlık, bayındırlık ve
eğitim kurumları, 19. yüzyılda bizzat devletler tarafından
kurulmaya, geliştirilmeye başlandı. Bu da giderek devle­
tin iktisadi ve sosyal hayata fiilen girmesine ve sosyal
devlet denen anlayışın doğmasına sebep oldu.

V. Sanayi Sonrası Diplomasi Araçları


1 . Askeri Güç
Sanayi öncesi döneme ait diplomasi araçları önemli
oranda değişti. Askeri güç önemini hiçbir zaman kay­
betmediği gibi, bu dönemde de kaybetmedi. Aksine
askeri güç, sanayileşme ile birlikte daha da gelişti. Ateş
gücü, menzili ve tesiri bakımından eskiyle kıyas kabul
etmeyecek oranda yükseldi. Yeni ulaşım ve haberleşme
tekniklerinin askeri gücün hizmetine verilmesiyle etkin­
liği arttı. Bu yeni teknolojinin gemilerde kullanılmasıyla,
devletlerin donanma gücü de büyüdü47• Yani diplomasi
aracı olarak askeri güç kullanılmaya devam etti. Ancak

47
Dünya tarihinde askeri gücün gelişmesini inceleyen müstesna bir
çalışma için Bkz. William H. Mc. Neil, The Pursuit of Power, Chica­
go 1 982, özellikle sanayi inkılabı sonrası gelişlemeler için s. 223 vd.
322
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

askeri gücün mahiyetinde büyük değişmeler meydana


geldi. Yakın Çağlardaki savaşların dünyada yaptığı yıkı­
mın izleri çok canlıdır. İki dünya savaşında maddi ve
manevi kayıpların toplamı, belki de klasik dönemlerin
bütün savaşlarının kayıp ve yıkımlarından daha fazladır.
Gene de günümüzde askeri güç, en önemli diplomasi
aracıdır.
Ancak askeri güç kullanımı, her zaman her yerde
pratik olmayabilir. Coğrafi faktörler, hedef ülkeye askeri
harekat yapılmasına engel olabilir. Askeri güç kullanımı­
nın sonuçlarını kesin olarak tespit etmek mümkün de­
ğildir. Üstelik, insan ve maddi bakımdan çok büyük ka­
yıplara yol açmaktadır. Onun için başka diplomasi araç­
larına ihtiyaç vardır.

2. İktisadi Güç ve İmtiyazlar


İktisadi güç veya imtiyazlar da bu dönemde diplo­
masi aracı olarak kullanılmaya devam etti. Hatta iktisadi
rekabet yeni döneme damgasını vurmuş ve sömürgecilik
hızla yayılmıştır. Klasik çağlarda da var olan iktisadi güç
veya imtiyazlar, çağdaş dönemde de daha geniş boyutlu
olarak devam etmektedir. Tarihte hiçbir zaman önemini
kaybetmeyen iktisadi güç, imtiyazlar veya teşvikler, gü­
nümüzde de tarihin seyrini belirleyen en önemli unsur­
lardandır. Hatta günümüzün iktisadi faaliyetleri daha
çok genişlemiş, ticaret hacmi o oranda artmıştır. Artık
birbiri ile iktisadi bağı olmayan bölge veya ülke kalma­
mıştır. Dünyanın bir yerindeki bir buhran, aynı anda
bütün dünyayı etkileyebilmektedir. Hele çağımızın kü­
resel ekonomisinin ulaştığı seviye göz önüne alınırsa,
günümüzün iktisadi şartları ve iktisadi baskı veya yön­
lendirmelerin yeri daha iyi anlaşılacaktır.
323
TARİH FELSEFESİ

�1/2.,

Hakim küresel güçlerin iktis.adi güçleri, küçük ser­


mayeli şirketlere hayat hakkı tanımadığı gibi, milli dev­
letlere de hayat hakkı tanımamaktadır. Artan dünya
nüfusu ile beraber, iktisadi kaygılar, dengesizlikler, yok­
luklar ve bütün bunların getirdiği mahalli veya küresel
çatışmalar, çağımızın tarihi oluşumuna temel teşkil et­
mektedir. Bu iktisadi zaruret ve endişelerin önündeki
ideolojiler dönemi kapanmış, ideolojik temellere dayalı
siyasi sistemler çökmüştür. Bir zamanlar Doğu Almanya
ile Batı Almanya arasına örülen duvarlar bile, her türlü
tehlikeye rağmen, yoksulların refaha kaçışını engelleye­
memiştir. Meksika ve Kübalılar da aynı amaçla, bütün
tehlikeleri göze alarak ve ideolojilerini unutarak refah
ülkesine kaçmaktadır ve bu kaçışın önü bir türlü alına­
mamaktadır. Keza, 2003 yılında Kıbrıs'ta yapılan seçim­
lerde, Avrupa Birliği'nin vaadettiği iktisadi teşvikler sa­
yesinde, Kıbrıs Davası bir tarafa bırakılarak, büyük bir
Türk çoğunluğu, AB planını desteklemiştir.
Eskiden devletlerin saltanatla idare edilmelerinden
dolayı, saltanat üyeleri rehin veya evlilikler yoluyla birer
diplomasi aracı olarak kullanılıyorlardı. Ancak bu dö­
nemde saltanatlar yavaş yavaş önemlerini kaybetmeye
başladıklarından, saltanat üyelerinin rehin alınması veya
onlarla siyasi evlilikler yaparak güç kazanılması dönemi
geçmiştir. Gerçi siyasi evlilikler yer yer devam etmekte­
dir. Ama klasik çağlarda olduğu kadar önemli değildir.
Artık Avrupa'nın bu hızlı gelişmesi karşısında siyasi evli­
liklere ihtiyaç duyulmamaktadır. Yeni dönemde saltanat
rejimleri yavaş yavaş önemlerini kaybetmeye başlayınca,
saltanat üyelerinin de önemi kalmadı. Klasik çağlarda
görülen siyasi evlilikler bu dönemde ikinci planda kaldı,
cumhuriyete geçilince de tamamen ortadan kalktı. Bu­
nun yerine iktisadi işbirlikleri, büyük ticari ortaklıklar
doğdu.
3 24
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

3. Etnik ve Dini Unsurların


Tahriki/Milliyetçilik
Sanayi İnkılabı ile birlikte sömürgeciliğin hız ka­
zanması neticesinde, sanayileşmiş ülkeler tarafından
dünyanın çeşitli bölgelerine büyük miktarda sermaye ve
teknoloji ihracı yapılmıştı. Ancak ihraç edilen sermaye
ve yapılan yatırımların sağlam garantileri yoktu. Karşı
devlet her zaman umulmadık kararlar alabilir, yatırımla­
ra el koyabilir, devletleştirebilirdi. O halde Batılı gelişmiş
sermayedar ülkeler, bizzat kontrolü ellerine almalı ve
yatırımlarını garanti altına almalıydılar. İşte burada
Fransız İhtilalinin dünya siyasi literatürüne kazandırdığı
yeni bir diplomasi aracı olan milliyetçilik fikrinden fayda­
lanıldı. Ve milliyetçilik fikri, yeni dönemin en kuvvetli
diplomasi aracı haline geldi.
Milliyetçilik fikrinin ilk defa Fransız İhtilali ile orta­
ya çıktığı hakkında yaygın fakat yanlış bir kanaat vardır.
Milliyetçiliğin ilk defa Fransız İhtilali ile ortaya çıkmadı­
ğını daha önce yaptığımız bir araştırmada ortaya koy­
muştuk48. Gerçekten de Fransız İhtilali ilk defa milliyet­
çilik fikrini doğurmamıştır. Fransız İhtilali, askeri, siyasi
ve iktisadi menfaatlerini tahkim etmek için, nüfuz alanı
olarak gördükleri devletlerin farklı etnik ve dini unsurla­
rını tahrik, teşvik ve kullanma metotlarını dünya siyasi
literatürüne getirdi. Bu yeni diplomasi aracı 19. yüzyılda
o kadar çok kullanıldı ki, (şimdiye kadar yanlış olarak)
19. yüzyıla hep milliyetçilik yüzyılı dendi. Bu yüzyıl, mil­
liyetçiliğin tabii bir seyir halinde geliştiği yüzyıl değil, aksine
milliyetçilik fikrinin, yeni dönemde yeni bir diplomasi aracı
olarak yaygın bir şekilde kullanıldığı yüzyıldır. Bu yüzden
19. yüzyılda milli karakterli isyanlar başgösterdi.

48
Mustafa Öztürk; "Doğu Anadolu Meselesinin Tarihi Boyutları",
Türk Yurdu, c. 1 2, S. 55, (Mart 1992), Ankara 1992, 8- 1 3
325
TARiH FELSEFESi

�\}�

İsyan görülen her yerde, her olayda Batılı bir veya


birkaç devletin taraf, isyan bittikten sonra da oralarda
mandater olarak bulunmaları ilginçtir. Ancak her nasılsa
bu uyum, özellikle de bizim tarihçilerimizin dikkatlerin­
den kaçmıştır. Başka bir ilginç nokta da bütün emperya­
list devletlerin, yukarıda Avrupa'yı taksim ettiğimiz Bal­
tık-Adriyatik çizgisinin batısındaki devletlerin olduğu­
dur. Sanayi İnkılabı, Avrupa'nın bu bölgesinde geliştiği
için, tabii olarak sanayi sonrası bütün diplomasi araçları
bu bölgenin devletleri tarafından kullanılacak ve söz
konusu devletler sömürgecilikte başı çekeceklerdir.
Onun için sömürgecilik ve sonrası bütün gelişmelerde
bu devletler karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; İngiltere,
Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İspanya ve Porte­
kiz'dir. Dünyanın herhangi bir bölgesindeki milletlerara­
sı bir meselede mutlaka bu devletlerden bir veya birkaçı
vardır. ABD ise daha geç denecek bir dönemde sömür­
gecilik hareketlerine katılmıştır.

4. Rehin Usulü Değişti

Bir diplomasi aracı olarak rehin usulü devam etmek­


tedir. Fakat artık bu rehin, bir saltanat üyesi değil, ülke­
sindeki güçlü bir muhalefet grubudur. ülkesinde siyasi
otoriteye karşı gelmiş, arılaşamamış, farklı düşünen ay­
dın, yazar, gazeteci veya siyasi muhalifler, bu dönemin
rehineleri olarak birer diplomasi aracı haline geldiler.
Mesela, 1 9. yüzyılda ülkelerinde muhalefete düşen
liderler veya gruplara, özellikle de sanayileşmiş Batılı
devletler tarafından kucak açılıyor, onlara her türlü ba­
rınma ve siyasi faaliyetlerine devam etme (gazete ve
dergi çıkarma, dernek kurma, kongreler yapma gibi)
imkanları tanınıyordu. İtalyan Birlik fikrinin babası
Guisseppe Mazzini'ye Fransa sahip çıkmış, uzun süre
326
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.V?.
misafir etmiştir. Gene İtalyan Carbonari Cemiyetinin
bir şubesi Paris'teydi. Aynı şekilde Jön Türklere kucak
açan, aynı adla bir gazete çıkarmalarına (Belçika) ve
dernek kurup siyasi faaliyetlerini devam ettirmelerine
imkan veren Batılı devletler olmuştur. Jön Türklerden
başka ileriki yıllarda İttihat ve Terakki Cemiyeti men­
suplarının da sığındıkları yer, Batı Avrupa ülkeleriydi.
19. yüzyılda ülkesinde hangi sebeple olursa olsun muha­
lefete düşmüş muhalefet gruplarının sığınağı Batıydı. Bu
ülkeler arasında Fransa'nın müstesna bir yeri vardı.
Çünkü bu fikrin merkezi Fransa ve Fransız İhtilalidir.
Fransa, İhtilalden sonra hürriyetlerine kavuşmak isteyen
her milleti kardeş kabul etmişti. Bu fikir, çevresindeki
farklı dini ve etnik gruplardan oluşan İngiltere, Avustur­
ya-Macaristan, Prusya ve Rusya'nın Kutsal İttifak kur­
malarına ve İhtilal Harplerinin başlamasına sebep ol­
muştur.
Sanayi İnkılabından sonra kabul edilen bu diploma­
si aracı günümüzde de aynı amaçlarla daha yaygın bir
şekilde kullanılmaktadır. Fransa, uzun yıllar İranlı muha­
lifleri, Cezayir, Mısır, Uzak Doğu ve Latin Amerika'nın
muhalif liderlerini misafir etti. Onlara her türlü siyasi ve
iktisadi imkanı sağladı. Aynı zamanda karşı devletler
üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturdu. Mesela,
Humeyni Fransa'nın elindeyken, Şah dönemi İran'ının
ABD' den sonra en fazla ticaret yaptığı ülke Fransa idi.
Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Yu­
nanistan gibi ülkeler dahi Türkiye aleyhtarı ne kadar
muhalif grup varsa (etnik, dini, siyasi kimlik veya eğilim­
lerine hiç bakılmaksızın) hepsini barındırmakta ve Tür­
kiye üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadırlar. Bu baskı­
lar sayesinde iktisadi ve siyasi menfaatlerini temin et­
mekte ve aynı zamanda korumaktadırlar. Bu rehineler,
327
TARİH FELS EFESi

<&IJ�

hazan bazı ülkeler tarafından daha da ileri gidilerek si­


lahlandırılmakta ve o ülkeye karşı kullanılmaktadır ki,
buna uluslararası terörizm denir. Demek ki, terörizm de
yeni bir rehine usulü olup bir diplomasi aracı olarak
kullanılmaktadır. O halde terörizmin temeli, tarihteki
rehine usulüne dayanmaktadır.

5. Sermaye ve Teknoloji İhracı

Sanayi İnkılabından sonra benimsenen yeni bir dip­


lomasi aracı da sermaye ve teknoloji ihracıdır. Sanayileş­
me yolunda önemli mesafeler alan özellikle İngiltere ve
Fransa gibi devletler, o zamana kadar hiç başvurulmayan
bir usulü, sermaye ihracı usulünü kullanmaya başladılar.
Bu suretle nüfuz alanlarını daha güçlü bir şekilde elle­
rinde tutacaklardı. Bunun sonucu olarak daha 19. yüzyı­
lın ilk yarısında, çoğu Londra ve Paris merkezli olan
bankaların Osmanlı ülkesinin muhtelif vilayetlerinde
(Mısır, İzmir, İstanbul, Selanik) şubeleri açıldı, Böylece
artık Batı sermayesinin müesseseleri de kurulmuş olu­
yordu49.
Batılı sömürgeci devletlerin, sömürgelerinde nüfuz­
larını daha iyi yerleştirmek için yeni bir unsur olarak
teknoloji ihracı/yatırımlarını bir diplomasi aracı olarak
kullanmaya başladıkları görülmektedir. Böylece hem
sömürge alanlarında teknoloji ihracıyla nüfuzlarını tah­
kim etmiş ve hem de sanayi mamullerini bu bölgelerde
satmak yoluyla büyük kazançlar elde etmiş oldular. Bu­
nunla aynı zamanda sömürgeleştirecekleri ülkelerin yerli
milli sanayilerinin gelişmesini de engellemişlerdir. üs-

49 Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi, Ankara 1982,


ayrıca bankaların kuruluş ve gelişmesi için bkz. İlhan Tekeli-Selim
İlkin; Para ve Kredi Kaynağı Olarak Merkez Bankasının Kuruluş ve
Gelişmesi, Ankara 1 98 1 .
328
MUSTAFA ÖZTÜRK

�IJM;.
manlı yerli sanayiinin Batı menşeli mamul mallar karşı­
sında uğradığı akıbet malumdur. Tabii olarak teknoloji
ihracı yoluyla sanayilerine gerekli olan hammaddeyi
ucuz ve garantili olarak temin ettikleri gibi1 mamulleri
için de önemli pazarları ellerinde tutmuş oluyorlardı.
Böylece sanayi inkılabından sonra teknoloji ihracı1 dünya
siyasi tarihine yeni bir diplomasi aracı olarak girmiş ol­
du. Zira daha önceki binyıllarda1 yüzyıllarda bir devletin
başka bir devletin topraklarında yatırım yaptığı görül­
memiştir.
Ama şimdi Batılı sermayedarlar ve sanayileşmiş
devletler1 yayılma alanlarında yatırım yapmakta1 serma­
yelerini oralarda açtıkları bankalar vasıtasıyla temsil
etmektedirler. İşte bu yüzdendir ki1 19. yüzyılda Batılı
devletler sermaye ve teknoloji ihracına başladılar. Bu
dönemde Osmanlı Devleti'nde bu alanda meydana ge­
len gelişmelerin arka planında Avrupa'daki bu gelişme­
ler ve geleneksel diplomasi araçlarındaki köklü değişik­
likler bulunmaktadır. Osmanlı'daki demiryolu projeleri1
bu alanda Batılı devletler arasında meydana gelen reka­
betin temelinde1 bu gerçekler vardır. Demiryolundan
başka İstanbul'un havagazı ve şehir hatları vapur işlet­
meleri1 maden işletmeleri1 hep bu amaçla yapılan yatı­
rımlardır.

6. Kültürel Kolonizasyon

Batılı sömürgeci devletlerin sermaye ve yatırımları­


nı garanti altına alabilecek en emin yol1 kendilerinin
nüfuz edebileceği çoğunlukla da kendilerine yakın gör­
dükleri unsurlara sahip çıkmak1 onları bağımsızlık1
özerklik vaadleriyle tahrik ve teşvik etmekti. İlk planda
Avrupa' da başlayan Sırp ve Yunan isyanlarının arkasında
Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan İmparatorlu-
329
TARiH FELSEFESi

�.�

ğu'nu zayıflatmak emelleri vardı. Daha sonra Osmanlı


Devleti toprakları dahilinde Batı'nın menfaatlerini ko­
rumak amacıyla Ermenilerin desteklenmesi, bilinen
Ermeni isyanlarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Arka­
sından Araplar, Osmanlı Devleti aleyhine tahrik ve teş­
vik edildiler. Arap isyanlarından sonra da Orta Doğu'ya
Batılı devletlerin yerleşmesi, bölgeyi uzun süre paylaş­
maları manidardır.
Emperyalizmin menfaatlerini her zaman destekle­
nen azınlıklarla sürdürmek mümkün olmayabilirdi. Tah­
rik ve teşvik edilecek unsurlar, her zaman bulunmayabi­
lir veya bu unsurun nüfusu ve coğrafi dağılımları özerk­
bağımsız bir devlet oluşturmaya uygun olmayabilirdi. Bu
durumda o ülkenin kendi halkından, kendi tebaasından,
kendilerine en azından düşman olmayan, onlara sempati
duyan bir grubun yetiştirilmesi gerekiyordu. İşte meşhur
Misyoner Mekteplerinin kuruluş ve gelişmesinin altında
yatan asıl gerçek budur. Bu mektepler vasıtasıyla kültürel
koloniler meydana getirecekler, iktisadi ve siyasi menfa­
atlerini bu koloniler vasıtasıyla devam ettireceklerdi
veya ileride kuracakları devletin idareci zümresini yetiş­
tireceklerdi. Onun içindir ki, özellikle 1 9. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere
emperyalizmin etki alanına giren dünyanın her bölgesinde
misyoner mektepleri açılmaya başlanmıştır. Latin Ameri­
ka, Küba, bütün Afrika, İran, Çin, Japonya ve Pasifik
Adalarında sözkonusu devletlerin binlerce misyoner
mektepleri açılmıştır. Bu yarışta ABD geç kalmakla be­
raber en fazla yayılan ve misyoner mektepleri açan dev­
let ünvanını aldı. O halde misyoner mektepleri de yeni
dönemin yeni bir diplomasi aracı olup, emperyalizmin
kültürel tabanını oluşturan bir kurumdur.
BEŞİNCİ BÖLÜM

GELECEGE YÖNELİK NİSPİ TEKLİFLER

Buraya kadar tarihin umumi kanunlarını inceleme­


ğe çalıştık. Bununla aynı zamanda medeniyetin tekamü­
lünün de esaslarını tespit etmiş olduk. Özetle, tarih ve
medeniyetin umumi kanunlarının coğrafya ile insanın (be­
deni/ruhi) fıtri kanunları olduğu sonucuna vardık. Tarihi
oluşturan her şey bu ana kanunlardan doğmuş veya etki­
lenmiştir. Medeniyetin temelini bu umumi kanunlar
meydana getirmiştir. Tarihte hiçbir olay, hiçbir gelişme
ve müessese yoktur ki, bu umumi kanunlara doğrudan
veya dolaylı olarak dayanmamış olsun. Sıkça değinildiği
gibi, bölgeler ve kültürler arasında farklı gelişmeler veya
uygulamalar görülebilir. Bu farklılıklar, tarihin umumi
kanunlarından doğan farklılıklar değil, o bölgenin
imkanları veya cemiyetlerin uygulamalarından doğan
farklılıklardır.
Tarih ve medeniyetin umumi kanunlarını böylece
tespit ettikten sonra, geleceğe yönelik tekliflerimiz ne­
lerdir? Bu ana konulara göre bizi nasıl bir gelecek bek­
lemektedir? Cemiyet ve devlet hayatının siyasi, iktisadi
ve sosyal alanında nasıl değişmeler beklemektedir? Ger-
332
MUSTAFA ÖZTÜRK

çi tarihçi, olmamış olaylar hakkında kehanette buluna­


maz. Ama geçmişten hareketle geleceğe yönelik olarak
kesin olmayan, nispi tekliflerde bulunabilir. Zaten tarih
felsefesinin ikinci boyutu, geleceğe yönelik nispi tekliflerde
b u l u n m a ktır. Tarih felsefesi ilk aşamada, geçmişte mey­
dana gelen olayların umumi kanunlarını tespit eder,
ikinci aşamada da geleceğe yönelik nispi/ oransal teklif­
lerde bulunur.
Bu çerçevede umumi kanunlardan uzaklaşmadan
geleceğe yönelik tekliflerimizi şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Coğrafyaya Bağlı Gelişmeler

Coğrafya değişmediğine ve değişmeyeceğine göre,


coğrafya, tarih ve medeniyetin tekamülündeki önemini
koruyacaktır. Her ne kadar bu konuda bilim ve teknolo­
jinin gelişmesi ile coğrafyanın eski önemini kaybettiği
tarzında bazı görüşler ileri sürülüyorsa da, coğrafyanın
etkisinden tamamen kurtulmak mümkün değildir. Sana­
yi ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesine
rağmen, coğrafya hiçbir zaman önemini kaybetmeyecek­
tir.
Geçmişte, üzerinde barındırdığı kavimlerin kaderi­
ne hükmeden coğrafya, gelecekte de onların kaderine
hükmedecektir. Teknolojinin gelişmesiyle zahiri olarak
coğrafyaya bağımlı olmaktan kurtulunduğu zannedili­
yorsa da, bu aldatıcıdır. Buna en güzel örnek, Roma
devri yollarının geçtiği güzergahtan, bugün otoyolların
geçmesi gösterilebilir. Çünkü coğrafya değişmemiştir.
İnsanlar da, farklı dönemlerde yaşasalar bile basiret sa­
hibidir. Aklın yolu bir olduğuna göre, aynı coğrafyada
benzer gelişmelerin olması tabiidir.
Eskiden dünya tarih ve medeniyetinde büyük ge­
lişmelerin meydana geldiği bölgeler, gene cazibe mer-
333
TARiH FELS EFESi

��

kezleri olacaktır. Bu bölgeler, merkezi Akdeniz olmak


üzere Avrupa, Anadolu ve Ortadoğu' dur. Dünyanın si­
yasi, iktisadi ve askeri güç merkezleri ve dünya dengele­
rinin mihveri gene Avrupa, Yakın Doğu, Orta Doğu ve
Merkezi Asya olacaktır. Çünkü Batı, sanayileşmesini
tamamladığı için geniş hammadde kaynaklarına ve geniş
pazarlara açılan yolların düğüm noktası Akdeniz ve Orta
Doğu olması hasebiyle, Akdeniz ve Orta Doğu doğu­
batı, kuzey-güney istikametlerindeki gidiş-gelişlerin
merkezi olarak görmeye devam edecektir. Bu merkezi
bölgenin iktisadi ve stratejik bakımdan çevresi konu­
mundaki Merkezi Asya da yeni dünyanın coğrafi mihve­
rini tamamlayan coğrafya olacaktır. Dolayısıyla dünya­
nın siyasi ve askeri mihverini gene bu bölgeler oluştura­
caktır. Bu bakımdan Akdeniz bugün de, gelecekte de
önemini koruyacaktır. Bu bölgedeki dengelerin bozul­
masının etkileri dünyanın başka bölgesindeki dengelerin
bozulmasından daha tesirlidir. ABD'nin yeni dönemde­
ki yerini bu gelişmeler ışığında tespit etmek daha doğru­
dur ki, bu meyanda Amerika'nın eski dünyaya bağımlılı­
ğı ve dolayısıyla ilgisi devam edecektir. Amerika kıtası­
nın en güçlü devleti ABD, eski dünya siyasetinin içinde
olmaya devam edecektir.
Bu coğrafya' da Anadolu'nun müstesna bir yeri var­
dır. Anadolu tarih boyunca Avrupa'yı Doğu'ya bağlayan
bir vazife gördüğü gibi, Avrupa'yı tehdit eden unsurları
da barındırmıştır. Coğrafi ve beşeri olarak Anadolu Batı
Avrupa 'dan ayrıdır. Tarihin hiçbir döneminde Anado­
lu'nun Batı Avrupa ile bütünleştiği görülmemiştir. Bu bü­
tünleşmenin bugün ve gelecekte de olması mümkün değildir.
Zira bu bütünleşme tarihi zemine ve coğrafi şartlara aykı­
rıdır. Onun için böyle bir birleşme ve bütünleşme beklen­
memelidir.
3 34
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.!k.

Aynı şekilde Anadolu coğrafyası Kafkaslar ve İran


ötesi, Türkistan ile de birleşmeye tarihi ve coğrafi şartlar
nedeniyle müsait değildir. Zira tarihte hiçbir zaman
Anadolu ile Türkistan'ın bütünleştiği görülmemiştir.
Zaten Anadolu, coğrafi olarak Türkistan'a çok uzak
olup, farklı bir iklimdedir. Hazar Denizi, Elburz ve Kaf­
kas Dağları Anadolu ile Türkistan arasında tabii birer
engeldir. Bugünkü yüksek teknolojiye rağmen bu engel­
ler hala aşılamamıştır. Buna bir de beşeri olarak iki dün­
yanın arasına İran/Fars, Ermeni, Gürcü unsurların gir­
diği düşünülürse, bu bütünleşmenin zorlukları daha açık
bir şekilde görülür.
Ama herhalde siyasi ve iktisadi ilişkiler devam etti­
rilmelidir. Nitekim Atlas Okyanusu'nun batısındaki
ABD ve hiçbir zaman sınırsız bir birleşmenin olmadığı
Batı Avrupa ile en üst seviyede siyasi, askeri ve iktisadi
ilişkiler kurulabilmiştir. Aynı şekilde Türkistan ile de bu
ilişkiler en üst seviyede kurulabilir ve kurulmalıdır. Bun­
da her iki dünyanın menfaatleri bulunmaktadır. Ancak
bizim kastımız, Batı Avrupa için olduğu gibi bir bütün­
leşmenin mümkün olamayacağıdır. Anadolu'nun Doğu
ile sınırların kaldırıldığı bir birleşmeden çok, iktisadi ve
kültürel işbirliğine dayanan bir birliğin kurulması daha
uygundur. Zira Batı Asya'nın tarihinde bu birlik hemen
her dönemde görülür, bu bölge daima büyük güçlerin ve
birliklerin yükseldiği bir bölge olmuştur.
Anadolu'nun tabii coğrafyası aynı zamanda beşeri
coğrafyasını oluşturmaktadır. Anadolu'nun tabii sınırları
ise, yukarıdaki bölümlerde belirtildiği üzere, Şam­
Bağdat hattının kuzeyi, oradan Batum'a, Batı' da ise Tu­
na Nehri tabii sınır olmak üzere, Adriyatik'e uzanan
sınırdır. Bu sınır, Adriyatik'ten Doğu Rumeli, Makedon­
ya, Sancak ve Kosova'yı içine alarak Mora Yarımada-
3 35
TARiH FELSEFESi

�.�

sı'nın kuzeyi de dahil olarak Adalar Denizi'nden Oniki


Ada ve Kıbrıs' tan Şam' a ulaşır. Bu bölge hem coğrafi
hem de tarihi ve kültürel bakımından Anadolu ile bütün­
leşmiştir. Bu bölgelerin kaderi Anadolu'nun kaderi ile
birlikte oluşmuştur.
Öyleyse gelecekte de Anadolu'nun bütünleşeceği
bölgeler, bu bölgeler olacaktır. Bu sözlerimizden yayıl­
macı, işgalci hedefler güttüğümüz anlamı çıkarılmamalı­
dır. Aksine işgal ve yayılmacılığın dışında karşılıklı işbir­
liği ile daha iyiye, daha güzele gidileceğine inanıyoruz.
Gerilim politikaları yerine işbirliği ve güven politikasını
tercih ediyoruz. Gerek Anadolu'nun gerekse söz konusu
bölgelerdeki devletlerin (Irak, Suriye, Bulgaristan, Yu­
nanistan, Makedonya) menfaatleri gerilim politikasında
değil, karşılıklı güven ve işbirliği politikasındadır. Bu
ülkelerin yöneticileri artık kokuşmuş 19. yüzyıl Avrupa
diplomasisinin modası geçmiş ilkelerini bırakıp daha
gerçekçi politikalar izlemelidirler. Söz konusu ülkelerin
menfaatleri Türkiye gibi bir ülkeyi karşılarına almakta
değil, yanlarına almaktadır. Keza Türkiye'nin menfaatle­
ri de bunu gerektirmektedir. Bu meyanda Türkiye mer­
kezli, bölge ülkelerini içine alan iktisadi, siyasi ve kültü­
rel birlikler oluşturulabilir. Hatta bunda bölge ve dünya
siyaseti için zaruret de vardır.
Son zamanlarda dünyanın cazibe merkezlerinin Pa­
sifik' e kaydığı yolunda yaygın kanaatler bulunmaktadır.
Japonya, Güney Kore, Hong Kong, Singapur, Tayland,
Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde meydana ge­
len iktisadi kalkınma, bazı düşünürleri bu tarzda bir dü­
şünceye sevk etti. Oysa gerçek hiç de zannedildiği gibi
değildir. Zaten Batıdan gelen herhangi bir fikir ve tezi,
hiçbir elemeye tabi tutmadan, alternatifini düşünmeden,
doğrulamadan, şüphe dahi etmeden kabul etme gibi bir
3 36
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

eğilimimiz vardır. Tarihi süreç incelendiğinde durumun


hiç de böyle olmadığı görülecektir.
Uzak Doğu olarak tabir edilen söz konusu bölge, ta­
rihte hiçbir zaman cazibe merkezi olmamıştır. Asya kıta­
sının doğu ucunda kuzeyden güneye sıralanan bu ülke­
ler, hiçbir zaman Asya'nın derinliklerine hükmetmemiş­
lerdir. Bilakis, merkezi Asya'da kurulan güçler (Mesela
Kubilay Han) bu bölgelere seferler düzenlemişler, uzun
süre işgal etmişlerdir. Zaten kenar kuşakta olan bir ülke­
nin merkezi ülkeyi işgali, stratejik bakımdan mümkün
değildir. Uzak Doğu tarihinde de bu gerçeklik görül­
mektedir. Dahası 1 6. yüzyıldan başlayarak Uzak Doğu,
Pasifik Adaları, Avustralya, Yeni Zelanda, Hong-Kong,
Singapur, Çin ve Japonya vb. bölgeler, kendilerinden
binlerce kilometre uzaklıktaki Batı tarafından sömürge
haline getirilmiş, yakın zamana kadar devam eden sö­
mürge idareleri kurulmuştur. Hatta Batı'nın değer yargı­
ları, dil ve dini dahi buralara yayılmıştır. Uzak Doğu' daki
en yoğun Katolik nüfusun Filipinler' de olduğu unutul­
mamalıdır. Kendi başına bir cazibe merkezi olmayan
bölge kendisinden binlerce kilometre mesafedeki güçler
tarafından sömürge haline getirilmiştir. Hal böyle iken
son 10- 1 5 yılda Uzak Doğu ülkelerinde meydana gelen
iktisadi gelişmelere bakarak, bu bölgenin merkezi bir
bölge olmasını beklemek yanlış olur. Bunun birkaç se­
bebi vardır.
Evvela tarihi zemin Uzak Doğu'nun cazibe merkezi
olmasına uygun değildir. İkincisi coğrafya da buna uy­
gun değildir. Dünya nüfusunun yoğun olduğu bölgeler
Çin, Avrupa, Orta Doğu ve Amerika' dır. Hindistan,
yoğun bir nüfusa sahiptir. Fakat Uzak Doğu sanayi ma­
mullerine uygun bir pazar değildir. Çin ekonomisi de
rejiminden kaynaklanan sebeplerle Pasifik ülkelerinin
337
TARiH FELSEFESi

�!�

mallarına kapalıdır. Öyleyse Pasifik ülkeleri kendilerin­


den çok uzakta Orta Doğu, Latin Amerika, Afrika pazar­
larına girmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bu da
ekonomik olmadığı gibi, Avrupa ve ABD'nin pazarlarına
girmek, onlarla rekabet anlamına gelmektedir. Kendile­
rinden çok uzaktaki bölgelerde köklü Avrupa ve ABD
sanayii ile uzun süre bir rekabete dayanamazlar. Nitekim
bunun sonuçları alınmaya başlanmıştır.
Son olarak Pasifik ülkelerinin iktisadi yapısı, zanne­
dildiği gibi güçlü temellere dayanmamaktadır. Pasifik
ülkelerinin ekonomileri daha çok imalat, otomotiv sana­
yii ile turizm, ticaret, kağıt oyunları (borsa) ve oyuncak
sanayiine dayanmaktadır. İleri bilgisayar teknolojisi de
önemli bir yer tutmaktadır. Temel sanayi demir, çelik,
maden, petrol sanayii fazla gelişmemiştir. Harp sanayii
ise Avrupa ve ABD harp sanayii ile mukayese dahi kabul
etmeyecek düzeydedir. Enerji bakımından da (özellikle
Japonya) dışa bağımlıdır. Özetle, gelecekte de büyük
güçler, tarihte büyük güçlerin yükseldiği coğrafyalarda
yükselecektir. Bu coğrafya da Orta Doğu, Anadolu, Av­
rupa, Akdeniz havzası ve merkezi Asya' dır.

il. İktisadi Gelişmeler


Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de iktisat, milli ve
milletlerarası ilişkilerde en belirgin unsur olacaktır. Fıtri
esaslara (insanın karnını doyurma içgüdüsüne ) dayan­
dığı için hiçbir zaman önemini kaybetmeyecektir. İkti­
sadi güç, askeri ve siyasi gücün de temeli olduğu için
milletlerarası ilişkilerde iktisadi üstünlük veya güç ön
plana çıkacaktır. İktisadi güç, milletlerarası etkinlikte
yegane unsur olmasa da önemli bir unsur olacaktır. Ta­
rihte kullanılan iktisadi diplomasi araçları (ambargo,
abluka, imtiyaz, ticari tekeller) kullanılmaya devam ede­
cektir.
338
MUSTAF A ÖZTÜRK

Dahili siyasette de iktisat önemini koruyacaktır.


Halkın geçim standartlarının yükseltilmesi, istihdamın
geliştirilmesi, iktisadi refah seviyesinin yükseltilmesi,
gelecekteki hükümetlerin en önemli görevleri olacaktır.
Hükümetler veya siyasi partiler, ideolojilere bağlılık yerine,
iktisadi refahı sağlama oranında itibar göreceklerdir. Üre­
time katılan kesimler (işçiler, çiftçiler, işverenler) yöne­
tim üzerinde daha etkin bir hale geleceklerdir. Bu kesim­
ler, doğrudan olmasa da, dolaylı olarak yönetime katıla­
caklardır. Hükümetlerin bu gerçekleri göz önüne alarak
sosyal politikalarını belirlemeleri, yerinde ve zamanında
gerekli düzenlemeleri yapmaları artık kaçınılmaz olacak­
tır.
Sanayi ve teknolojinin gelişmesi ile iktisadi müesse­
selerde de değişmeler beklenebilir. Dünyanın bazı yerle­
rinde (Afrika ortalarında, Amazon havzasında ve Pasifik
adalarında) hala sanayi öncesi toplumsal özellikler ya­
şanmakla beraber, medeni dünyada para ekonomisi de
devrini yavaş yavaş tamamlayacak ve giderek kredi eko­
nomisine geçilecektir. Çok yakın bir gelecekte olmasa
bile para yerine kredi transferi usulüne geçilecektir. Bu
usul, hem günlük hayatta, hem de milletlerarası ticarette
kullanılacaktır. Belki de bu usul, bir yerde mal ve hizme­
tin kredi karşılığı mal ve hizmetle ödenmesi usulünü
getirecektir. Bu, klasik takas usulünü hatırlatmaktadır.
Sadece değişen şey, tedavül aracı olacaktır.
Dünyada serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme
hızlanacaktır. Bu, dünyadaki siyasi ve sosyal eğilimlerle
bir paralellik arz etmektedir. Siyasi ve sosyal konjonktür
tabii olarak iktisadi yapıyı da etkilemektedir.
Bizde de aynı gelişmeler görülecektir. Çünkü dün­
yada hiçbir gelişme genel konjonktürden farklı bir seyir
göstermez. Bu bakımdan bizde aynı gelişmeler görüle-
339
TARİH FELSEFESİ

�.�

cek, siyasi hayatta liberalizm ön plana çıktığı gibi, ikti­


sadi hayatta da liberalizmin gerekleri ön plana çıkacaktır.
Bu meyanda özelleştirmeler de hızlanacak ve yaygınla­
şacaktır.
Ama ülkemizde özelleştirmenin tarihi ve iktisadi
zemini, Batı' dakinden çok farklı bir gelişme göstermek­
tedir. Zira özelleştirme, Batı' da yüzyıllardan beri zaten
vardı. Avrupa'nın sanayi inkılabını gerçekleştiren, ser­
maye birikimini sağlayan kesim, bizde olmamasıyla
övündüğümüz burjuvazi olmuştur. Özel sektör, yüzyıl­
lardan beri Avrupa'nın bir gerçeğidir.
Üçüncü dünya ülkelerindeki özelleştirmenin man­
tığı ise, devlet tarafından alt yapısı tamamlanan işletme­
lerin, özel sektör tarafından işletilmesidir. Bu isteğin bu
dönemde gündeme gelmesi tesadüfi değildir. Zira he­
men bütün üçüncü dünya ülkelerinde, alt yapı meselesi
büyük oranda halledilmiştir. Şimdi özel sektörün istedi­
ği, alt yapı meselesi kalmamış işletmelerin kendilerine
satılmasıdır. Görülüyor ki, üçüncü dünya ülkelerinin
özel sektörü, Avrupa' da olduğu gibi, yüzyıllardan beri
devletin ekonomisinde yer almamış, herhangi bir katkı­
da bulunmamıştır.
Oysa Avrupa özel sermayesi, Avrupa'nın iktisadi
gelişmesinin esası olmuştur. Hatta daha 15. yüzyılda
denizaşırı keşif seferlerine çıkan filolar bile özel sektö­
ründü. Fakat Doğu'nun özel sektörünün böyle bir katkı­
sı yokken, şimdi, sadece hazır işletmelerin işletme hak­
kını satın almak istemektedir. "Tarlada izi olmayanın
harmanda yüzü olmaz" atasözümüz bu anlayışı ifade
etmektedir. Geçmişte iktisadi kalkınma sürecimizde
(tarlamızda) emeği, sermayesi olmayan özel sektör,
(yüzü olmadığı halde) harmandan pay istemektedir.
3 40
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

ülkemiz açısından düşünülürse, alt yapısı, esasları


ve hedefleri belirlenmeden yapılacak bir özelleştirme,
tamiri imkansız bunalımlara yol açabilir. Böyle hazırlık­
sız bir özelleştirmenin olumsuz sonuçları, tarihimizdeki
ilk özelleştirmede görülmüştür.
Tarihimizdeki ilk özelleştirme 10 Ocak 1695 tarihli
fermanla miri mukataaların malikane usulü üzere satıl­
masıdır. Kısaca hatırlanacak olursa, 1 683 Viyana bozgu­
nu sonrası Osmanlı-Avusturya savaşları devam etmek­
tedir. Had safhaya ulaşan ordunun masraflarına, bir de
bu dönemde sıkça görülen cülus bahşişleri eklenince
devlet, ilk defa para sisteminde değişikliğe gitti ve Ku­
ruş-Para esasına geçildi. Kısa süreli de olsa 1688- 1 69 1
yılları arasında bakırdan para bastırdı. Bütün burılar çare
olmayınca miri mukataaların satılması yoluna gidildi.
Sun'i bir rahatlık görüldü, bütçe rakamları olumlu hale
geldi. Bundan cesaret alan hükümet, 1 702' de miri top­
rakları da malikane usulü ile satmaya başladı. Miri muka­
taa veya çiftlikleri satın alabilerıler ise, taşradaki askeriler
veya mütekaidleri, ribahor denen tefeciler veya zorba
aileler idi. Eskiden devletin miri arazisinde (devlet me­
muru sıfatıyla) raiyyet hukuku ile çalışan raiyyet, şimdi
hiçbir hukuku olmayan, bütün istikbali topraklarının
yeni sahibi olan ağanın iki dudağının arasında olan bir
ırgat durumuna düştü. Orılar için iki seçenek vardı. Ya
ağanın kapısında kapu halkı sıfatıyla karın tokluğuna,
ağanın bütün isteklerine boyun eğerek çalışmak veya
yerini yurdunu terk ederek eşkıyalığa başlamaktı. Bu da
1 8. yüzyıla damgasını vuran büyük sosyal çalkantıların
en önemli sebeplerinden birisini teşkil etmektedir. Öte
yandan miri çiftlik veya mukataaları satın alarılar ise
giderek güçlendiler ve ayanlık iddiasında bulunmaya
başladılar. Akdağ'ın tabiriyle Ayanlık düzeni devri dedi-
341
TARİH FELSEFESİ

�'�

ğimiz devir böylece başlamış oldu. İşte günümüze intikal


eden feodal kalıntılar bu devrin mirasıdır. Klasik Os­
manlı rejiminde feodal sivrilmeler mümkün değildi.
O halde yapılacak bir özelleştirmenin hedefleri ve
alt yapısı, hukuki zemini çok iyi tespit edilmelidir. Aksi
halde, 1 8. yüzyıldaki akıbetlere uğramak mukadderdir.
Üretim araç ve tekniklerinin gelişmesiyle üretim
önemli oranda artacak ve aynı zamanda çeşitlenecektir.
Dünyada zırai ve sınai üretim artacaktır. Dünya nüfusu
da artacaktır. Ama üretim-nüfus bağlantısından dolayı
kıtlık ve buna bağlı açlık beklenmemektedir. Eğer bugün
bile dünyanın herhangi bir yerinde açlık meydana geli­
yorsa, bunun sebebi iktisadi değil, kötü yönetim veya o
bölgedeki siyasi karışıklıklardır. Bu yüzden dünyadaki
tabii dengeyi nazarıitibara alarak, gelecekte dünya nüfu­
sunun artmasından dolayı bir açlık tehlikesi görmemek­
teyiz. Eğer olursa, bunun sebebi iktisadi değil, siyasi
olacaktır, tabiatı tahrip etmemizin sonucu olacaktır.
Zaten bütün ülkelerdeki iktisadi dengesizlikler, aslında
yokluktan değil, kötü yönetimden, yani siyasi yapılanma
ve tercihlerden ve tabiata şuursuz bir şekilde müdahale­
den ileri gelmektedir. Gerek ülke içinde ve gerek ülkeler
arasında söz konusu siyasi tercihler devam edeceğine
göre, iktisadi dengesizlikler, hem ülke içinde hem de
ülkeler arasında devam edecek, buna bağlı olarak açlık
ve sefalet, savaşlar, kıyımlar bitmeyecektir.
İşte geleceğin insanının en büyük ve en ulvl görevi
bu olumsuzlukları ortadan kaldıracak çareler bulmak ve
uygulamaktır. Hayatı kolaylaştıran teknolojide gelinme­
si gereken seviyeye gelinmiştir. Uzak mesafelere bugün­
künden çok daha kısa bir sürede ulaşılacak bir teknoloji
bulunacaktır. Haberleşme, bugünkünden daha hızlı
olabilir, yeni enerji kaynakları bulunabilir. Kısaca şu
342
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

mevcut teknoloji daha da geliştirilebilir. Bütün bu ge­


lişmeler, insanlığa esasta bir yenilik getirmeyecektir. Asıl
yenilik getirecek olan şey, yukarıda sözü edilen olumsuz­
lukları ortadan kaldıracak çarelerin bulunmasıdır. İnsan­
ların hala köle olarak görülmesi ve köle muamelesine
maruz kalması, açlık ve sefalet çekmesi, medeni insanın
kabul edemeyeceği bir husus olmalıdır. Bundan sonra
insani değerlerin yüceltilmesine çalışılmalıdır. İnsanların
fikr� iktisadi ve dini bakımdan hür olmaları, geleceğin ide­
alleri olmalıdır.

111. Milletlerarası İlişkiler

Milletlerarası ilişkilerin temelini oluşturan esaslar


(iktisadi ve askeri güç), gelecekte de değişmeyecektir.
Milletlerarası bölgesel işbirlikleri (siyasi, iktisadi ve kül­
türel) oluşturulacaktır. Zaten bugün bu noktaya gelin­
miştir. Günümüzde artık hiçbir devlet tek başına yaşaya­
maz tezi sıkça kullanılmaya başlandı. Geçmişte de hiçbir
devlet tek başına yaşayamamıştır, yaşamamıştır. Bu hu­
sus, bugüne has bir şey değildir, her devirde devletler
birbirlerine muhtaç olarak yaşamışlardır. O halde gele­
cekte de bu vakıa devam edecek, hiçbir ülke tek başına
yaşayamayacaktır. Ancak bu tarihi gerçeğin altında gü­
nümüzde, adeta ülkeleri tek merkezli bir gücün himaye­
sine sokmaya, bu ülkelerin başka tercihleri yokmuş gibi
bir eğilim sezilmektedir. Hiçbir ülke tek başına yaşaya­
maz, bu doğrudur. Ama bütün ülkeler de Amerika ve
Batı'nın değerleri, doğruları ve menfaat dairesi içerisinde
yer almaya mecbur değildir. Günümüzde sıkça kullanı­
lan globalleşen/küreselleşen dünya tabirleri, Batı ile küre­
selleşmek, Batı'nın değer ve doğruları içinde yer almak
anlamında kullanılmaktadır ki, bu da milli devletlerin
varlığı için son derece tehlikelidir. Biz, tarihi bir gerçek
343
TARI H FELS EFESi

�\}�
olan, bir devletin tek başına yaşayamaması hususunun,
Batı ile bütünleşmeyen, onun menfaat dairesine girme­
yen bir devletin yaşayamayacağı şeklinde tefsir edildiği
kanaatindeyiz.
Hakim küresel güçlerin siyaset, iktisat ve kültürel
alanda tek/Batı merkezli dünya hakimiyetinin tesisi
olarak ifade edebileceğimiz Küreselleşme/Globalizm,
yüzyılın son çeyreğinde dünyayı derinden etkilemiştir.
Küresel sermaye, dünya ekonomisine hakim olabilmek
için, ülkelerinin askeri gücünü arkasına alarak geniş bir
yayılma alanı bulmuştur. Askeri/ siyasi ve iktisadi men­
faatlerin korunması için kültürel alanda da hakimiyetin
kurulması lazımdır ki, bu da Batı, özellikle de ABD kül­
türü ve İngilizcenin küresel dil haline getirilmesi ile sağ­
lanmıştır. Hatırlanacağı gibi, 1 8 . yüzyıldan itibaren Av­
rupa' da gelişen liberal kapitalist sermaye, tüccarlar, dün­
yanın uzak bölgelerinde ticaret kolonileri kurdular.
Özellikle İngiltere ve Fransa bu ticaret kolonileri ile milli
siyasi menfaatlerini birleştirdiler ve o bölgeleri uzun
yıllar işgal ettiler. Mesela İngiltere'nin Hindistan' daki
İngiliz Kumpanyası' nın (Indian Company) fetihleri
sayesinde bir siyasi devlet haline gelmiş, İngiltere mille­
tinin beş-altı misli fazla nüfusu idaresi altına almıştı.
Parlamento, Kumpanyanın kontrol altına alınması lü­
zumunu hissetmişti. O zaman başbakan olan Pitt'in
teklifi üzerine 1784 yılı başlarında Hindistan Fermanı
(Bill de l'Inde) adıyla bilinen bir kanun kabul edildi. Bu
kanuna göre Umumi Vali, Kumpanya tarafından tayin
edilecek fakat Kral Umumi Valiyi azletme yetkisine sa­
hip olacaktı50. Görüldüğü gibi, sömürgelerdeki şirketler,
merkezi hükümetleri, oralarla ilgilenmeye, oralara asker
göndermeye mecbur etmişlerdir. Esasen sömürgecilik,

50
Ali Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, s. 439-440
344
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

önce sermayenin yayılması ve sonra da bu sermayenin


korunması amacıyla başlamıştır51•
Günümüzde aynı hedeflere yönelik olarak küresel
sermayenin korunması amacıyla küreselleşme denen
iktisadi ve siyasi bir yayılma yaşanmaktadır. Küreselleş­
menin iktisadi, siyasi ve kültürel boyutları bulunmakta­
dır, çünkü küresel sermayenin korunması için siyasi ve
kültürel bakımdan da yayılmak, Batı'nın değer yargıları­
nı hedef ülkelere yaymak şarttır. Bunun için merkezi
ulus devletlerin federasyonlara ayrılması, Batı kültürü­
nün ikame edilmesi, küreselleşmeyi tamamlayacak olan
unsurlardır. Bunu, Batı'nın yayılması olarak görebiliriz.
Bu, bir med-cezir hadisesine benzemektedir. Önümüz­
deki yıllarda denizin kabarması gibi Batı'nın bu genişle­
mesi sürecek, küresel ekonomi belli bir düzeyde yayıla­
cak, belki kimi ulus devletler federasyonlara bölünecek,
yeni devletçikler ortaya çıkacaktır. Tarihte hiçbir şeyin
sonsuz olmadığı gerçeğinden hareketle, bir müddet son­
ra denizin çekilmesi gibi, Batı etkisi de uzun süreli olma­
yacak ve bir geriye dönüş başlayacaktır. O zaman küre­
selleşmenin ortaya çıkardığı yeni meseleler, küreselleş­
me sonrasındaki en önemli meseleleri teşkil edecektir.
Eskiden birlikte yaşayan halklar, birbirine düşman kom­
şular haline gelecek, sonu gelmeyen kısır bir döngü baş­
layacaktır. Tarihte büyük küresel güçlerin tasfiyesinden
sonra yaşanan hadiseler yeniden yaşanacaktır.
Osmanlı Devleti'nin tasfiyesinden sonra Orta Doğu
ve Balkanlar' da bugüne kadar süren hadiselerin teme­
linde bu tarihi gerçeklerin bulunduğu unutulmamalıdır.

51
1 8. yüzyılda Fransız Konvansiyon Meclisi üyelerinden birinin
İngilizler için söylediği şu söz bu konuda çok önemli olan bu doğ­
ruyu tespit etmektedir: "İngilizlerin siyaseti tüccar defterlerine tabi­
dir. İngiltere'de gümrük defterlerine göre sulh veya harbe karar verilir."
Ali Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, s. 416
345
TARiH FELSEFESi

��

Osmanlı Devleti' nin Orta Doğu' dan çekilmesinden


sonra burada kurulan manda rejimleri, düzeni sağlamak­
tan çok uzak olmaktan öte, bölgeye çözümsüz yeni ça­
tışma alanları bırakmışlardır. Keza Balkanlar' da da aynı
süreci görmek mümkündür. Kısaca büyük güçlerin tasfi­
yesinden sonra daima yeni meseleler ortaya çıkmıştır.
Üstelik küreselleşmenin mantığında, yayıldığı alanlarda
halkları adil bir şekilde yönetme ve zenginlik kaynakları­
nı adil olarak paylaşma gibi bir amacı yoktur, tam tersine
küreselleşmenin temelinde çatışmaları tahrik ve teşvik
ederek ve bunları daima canlı tutarak sömürme hedefi
vardır. Böyle olunca küreselleşme sonrasındaki dünyada
çok daha yoğun ve sonu gelmeyecek çatışmaların mey­
dana geleceğini tahmin etmek zor değildir.
Milletlerarası ilişkilerde klasik diplomasi araçlarının
yanında yeni diplomasi araçları kullanılacaktır. Klasik
dönemdeki askeri güç, daha geniş ve yıkıcı bir şekilde
kullanılacaktır. İktisadi güç ve imtiyazlar daha geniş bir
şekilde kullanılmaya devam edilecektir. Rehin usulü,
karakter değiştirerek devam edecektir. Klasik dönemde
rehin edilen saltanat üyelerinin yerini, yeni dönemde
ülkelerin muhalefet unsurları ve azınlıklar alacaktır. Yeni
dönemde bunlara ilave olarak yeni diplomasi araçları
kullanılmaya başlanmıştır.
Bunlar ilk bakışta yüce insanlık ideallerine hadim,
kimsenin karşı çıkamayacağı değerlerdir. İnsan Hakları
ve çevre geleceğin yeni diplomasi araçları olacaktır. Ulus­
lararası sözleşmeler (Helsinki ve Paris gibi), Sınır Tanı­
mayan Doktorlar vb. gönüllü kuruluşlar, emperyalizm
adına başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmektedirler.
Bu kuruluşların samimi ve yüce insanlık ideallerine
hadim oldukları zannedilmemelidir. İnsan hakları iddia­
larıyla, karşı ülkelerin idari ve hukuki üniterliğini zede-
3 46
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

lemekte ve daha çok müdahale imkanı bulmaktadırlar.


Çevre meselesi ile de o ülkelerin enerji politikalarına
müdahale etmekte ve daha çok kendilerine bağımlı hale
getirmektedirler. Mesela Avrupa ve ABD'nin elektrik
enerjisinin çok büyük bir kısmı nükleer enerjiye dayan­
maktadır. İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde kaç
adet hidro-elektrik santrali vardır? Hemen hemen yok
gibidir. Bütün enerjileri nükleer ve termik santrallere
dayanmaktadır. Sadece ABD'nin 46 adet nükleer santra­
li bulunmaktadır. Ancak Türkiye' de çevre endişesiyle
birtakım kuruluşlarla nükleer enerji karşıtı kampanyalar
başlatılmaktadır ki, bu, oldukça manidardır. Bu bakım­
dan çevre, gelecekte üçüncü ülkeler nezdinde yeni bir
diplomasi aracı olarak kullanılacaktır.
İnsan Haklan ve Demokrasi de gelecekte önemli
bir diplomasi aracı olarak kullanılacaktır. Bundan yüz yıl
önceki Anadolu Islahatı veya Rumeli Islahatı tabir ve
dayatmalarının yerini bugün İnsan Hakları ve Demokrasi
gibi kavramlar almıştır. Bu bağlamda azınlıklar önemli
bir diplomasi aracı olacaktır. Bilindiği gibi, azınlıkların
tahrik ve teşvik edilerek diplomasi aracı olarak kullanıl­
ması Fransız İhtilali ile başlamıştır. Daha önce zikredil­
diği gibi, Sanayi öncesi toplumların diplomasi araçları
askeri güç kullanılması, iktisadi güç veya imtiyazlar, si­
yasi evlilikler ve nihayet rehin usulleri idi. Bir ülkedeki
farklı din ve milliyetteki azınlıkların tahrik ve teşvik
edilmek suretiyle bir diplomasi aracı olarak kullanılması
keyfi.yeti yoktu, bu bilinmiyordu. İşte Fransız İhtilali,
bunu dünya siyasi tarihine mal etmiş ve buna da "milli­
yetçilik akımlarının yükselmesi" denmiştir. Aslında bu
milliyetçiliğin yükselmesi değil, milliyetçilik gibi fıtri ve
tabii bir duygunun, sefil bir şekilde istismarından başka
bir şey değildir. Günümüze kadar süren mücadelelerin
347
TARİ H FELSEFESİ

�.�

temelinde emperyalizmin bu politikası bulunmaktadır.


Bu bağlamda azınlıklar önemli bir malzeme oluşturmuş,
bütün 19 ve 20. yüzyıl politikaları azınlıkların tahrik ve
teşviki üzerine bina edilmiştir.
Ama yakın tarihimizde bunun bedellerinin çok ağır
olduğu görüldü, dünya, binlerce yıldan beri birlikte ya­
şayan pek çok kavmin birbirine düşman edildiği bir
dünya, fasit bir daire haline getirildi. O halde bundan
ders alarak, Batı'nın kokuşmuş 1 9. yüzyıl diplomasinin
zihniyet, hedef ve araçlarını terk ederek, daha yaşanabilir
bir dünyanın kurulması lazımdır, bu zihniyet değişimi
hayati önemi haizdir.
Tarihi sürecin ve coğrafyanın tabii bir sonucu ola­
rak, hiçbir ülkenin halkı tam anlamıyla saf ırk değildir,
tek bir din veya mezhebe bağlı değildir, mutlaka farklı­
lıklar vardır ve olacaktır, bu gayet tabiidir. Başka bir ifa­
de ile azınlıklar, tarih ve coğrafyanın her ülkeye bıraktığı
mirastır, emanettir. Ama bu farklılıklar, birinin diğerini
yok saymasını, ezmesini gerektirmemelidir. Birinin diğe­
ri aleyhine kışkırtılarak sonu gelmeyecek olan macerala­
ra sürüklenmemelidir. Bize göre, bir ülkedeki azınlıklar,
o ülkenin zenginliği sayılması gerektiği gibi, o azınlığın
sıklet merkezini oluşturan ülke ile siyasi, iktisadi ve kül­
türel bir bağ, bir araç olmalıdır. Mesela; ABD' deki Küba
veya Meksikalılar, Fransa' daki Müslümanlar, Alman­
ya' daki Türkler veya diğer yabancılar, Bulgaristan veya
Yunanistan' daki Türkler, Türkiye' deki Rumlar, Suriye,
Irak ve İran' daki Türkler veya Türkiye' deki Araplar,
Ermeniler, artık karşı ülke tarafından bir baskı unsuru
değil, ilişkileri geliştirecek birer unsur olarak görülmeli­
dir. İşte ancak bu zihniyet değişimi başarıldığı zaman
farklılıklar, milletlerin dinamizmi ve zengirıliği haline
gelebilir. Aksi halde son iki yüzyıldan beri süregelen fasit
348
MUSTAFA ÖZTÜRK

�}�

daire içinde sonu bilinmeyen maceralara sürüklenmek­


ten kurtulmak mümkün olamayacaktır.
Milletlerarası kuruluşlar, güçlü devletlerin ellerinde
baş ka ülkelere karşı baskı ve meşrulaştırma aracı olarak
kullanılmaya devam edeceklerdir. Başta Birleşmiş Mil­
letler (BM), Avrupa Konseyi ve Lahey Adalet Divanı vb.
kuruluşlara ileride yenileri eklenecektir. Geçmişte oldu­
ğu gibi bu kuruluşlar, gelecekte de daima güçlü ve em­
p eryalist devletlerin hizmetinde olacaktır. Milletlerarası
kuruluşların, sistemli olarak başka devletlerin içişlerine
karışmalarına belki de ilk defa Avrupa' da İhtilal Savaşla­
rından sonra toplanan Viyana Kongresi'nde görülmek­
te dir.
Fransız İhtilalinden sonra Fransa'nın dünyaya yay­
dığı fikirler, kısa sürede İngiltere, Avusturya-Macaristan,
Prusya ve Rusya' da akis buldu ve bu devletler tarafından
Fransa'ya karşı Kutsal İttifak kuruldu. Arkasında da bili­
nen ihtilal savaşları başladı. Uzun süren savaşlardan
sonra bozulan Avrupa dengelerini yeniden kurmak ve
Fransa'yı Fransa sınırları içerisine hapsetmek amacıyla
Viyana Kongresi toplandı. Kutsal İttifak devletleri kong­
reye hakimlerdi, her türlü Veto hakları vardı. Kutsal
İttifak devletleri, kendi milli menfaatleri doğrultusunda
kimi ülkeleri birleştirerek, kimi ülkeleri kimine vererek
Avrupa dengesini kurmaya çalıştılar. Ama kısa bir süre
so nra Viyana rejimine tepkiler doğdu ve Viyana rejimi
iflas etti. Kutsal İttifak devletlerinin Viyana Kongresi'ne
hakim olmaları ve veto hakları bulunması, günümüz
B M'nin ilk örneği olarak kabul edilebilir.
Fransız İhtilalinden yaklaşık iki yüzyıl sonra,
1979 ' da meydana gelen İran Devrimi ile Fransız İhtilali
sonrasında meydana gelen olaylar arasında şaşırtıcı bir
benzerlik bulunmaktadır. Fransa' da doğan fikirleri, daha
349
TARİH FELSEFESi

Fransa' da iken boğmak, kendi . ülkelerini etkilemeye


fırsat vermemek için Kutsal İttifakı kuran anlayış, aynı
şekilde İran' da doğan fikirlerin çevre ülkelere yayılması­
nı engellemek, dolayısıyla menfaatlerini korumak ama­
cıyla, Batı tarafından İran' a karşı Kutsal İttifak kuruldu
ve aynı yıl Irak, İran' a saldırtıldı. Ondan sonra devam
eden gelişmeler, Körfez Savaşı ve sonrası olaylar, BM ve
diğer milletlerarası kuruluşların güçlü emperyalist dev­
letlerin ellerinde nasıl birer meşrulaştırma aracı olarak
kullanıldıklarını canlı bir şekilde göstermektedir.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde sadece güçlü
devletlerin elinde meşrulaştırma aracı olan milletlerarası
kuruluşlar, gelecekte de aynı hizmetlerini yerine getire­
cektir. BM'nin içinde gıda, sağlık, bilim, kültür gibi alt
birimler bulunmaktadır. Bugüne kadar bu alt kuruluşlar
hiçbir meseleye kesim çözüm bulamamışlardır. Hatta
dünyada yüz milyondan fazla olduğu tahmin edilen kara
mayınlarının temizlenmesine ABD karşı çıkmaktadır.
Böyle hayati ve insani bir çalışmada ABD hangi amaçla
karşı çıkmaktadır? Bundan neyi amaçlamaktadır, bu
belli değildir. Ama bir ülke aleyhine alınacak iktisadi am­
bargo veya savaş kararı derhal bir gecede birkaç dakikalık
oturumlarda hemen alınıp uygulanabilmektedir. Bunun
örneklerini hala canlı olarak görmekte olduğumuz gibi,
gelecekte de sıkça göreceğiz.
O halde her ne surette olursa olsun, milli varlık ve bü­
tünlüğümüzü milletlerarası kuruluşlara havale etmemeli­
yiz. Bu uğurda ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Elbette bir
milletler cemiyetinde yaşamaktayız, yalnızlık politikası
takip etmek mümkün değildir. Diğer ülkelerle siyasi,
iktisadi, kültürel her türlü münasebet kurulabilir. Hatta
söz konusu kuruluşlara üye de olunabilir. Ama bunlar
350
MUSTAF A ÖZTÜRK

��

sadece iktisadi ve ticari seviyede kalmalıdır. Hiçbir za­


man milli varlık ve bütünlüğümüzü havale edeceğimiz
mahfiller olmamalıdır. Kaldı ki, bütün milletlerarası
anlaşmalar ve kuruluşlara yapılan üyelikler daima müte­
kabiliyet/karşılıklılık ilkesi dahilinde olmaktadır. Bu esa­
sa bağlı kalındığında, dengeli kullanıldığında, ülkeler
arasında samimi işbirliği ve güç doğar. Ama aksi olduğu
zaman da biri, diğerinin aleyhine üstün hale gelir ve ta­
hakküm kurar. Bugün Batı ile kurulan ve sürdürülen
ilişkiler bu noktadadır.
Öte yandan milletlerarası kuruluşlar da uzun ömür­
lü olamamaktadır. Hatta bir milletin hayatında önemsiz
sayılabilecek kadar kısa ömürlü olan kuruluşlar da var­
dır. Bir zamanlar büyük umutlar bağlanan siyasi ve as­
keri paktlar ve ittifaklar, şartların değişmesiyle kısa süre­
de önemlerini kaybedebilmektedir.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında İngiltere,
Fransa ve Rusya (Sovyetler Birliği) müttefik iken, İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra Batılı müttefikler bu sefer eski
müttefikleri olan Sovyetler Birliği'ne karşı ittifak oluş­
turdular. Hatta Batılı müttefiklerin de tarihleri birbirle­
riyle mücadele içinde geçmiştir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya, ideoloji esa­
sına dayalı iki kutuplu bir dünya haline geldi. Kapitalist
blok (Batı) ve Sosyalist blok ( Sovyetler Birliği ve peyk­
leri) yarım yüzyıl dünya siyasetine damgasını vurdu. Her
iki blok askeri bakımdan da NATO ve Varşova Paktı adı
altında teşkilatlandı. Yarım yüzyıl dünyada soğuk savaş
rüzgarları esti. Öyle ki, her iki dünyanın bir daha yan
yana gelecekleri kimsenin aklına gelmezdi ve buna kim­
se inanmazdı. Ama bugün eski düşmanlar dost olmuş­
lardır. Dahası, iki eski düşman, iki yeni dost olarak aynı
351
TARiH FELSEFESi

�IJ&;,

askeri teşkilat içinde bütünleşmektedir. Sovyetler Birli­


ği'ne karşı kurulan NATO'ya bir gün Sovyet peyklerinin
de katılacağına kimse inanmazdı. Ama bugünün şartları
değişmiş, NATO, eski düşmanlarını da içine olacak şe­
kilde genişlemiş ve kendisine yeni düşmanlar ve yeni
hedefler belirlemeye başlamıştır.
Yeni dönemde NATO, dünyanın bekçiliğine talip
görünmektedir. Eskiden Sovyetler'e karşı belirlenen
NATO stratejisi, şimdi eski Sovyet topraklarını içine
almakta, savunma ve saldırı tesislerini Baltık'tan Pasifik' e
kadar yaygınlaştırmaktadır. Sovyet tehlikesi ortadan
kalktığına göre NATO kime karşı genişlemektedir; yeni
düşman kimdir, yeni hedef neresidir? Eski NATO Genel
Sekreterinin ifadesiyle yeni düşman İslam ve İslam Dün­
yasıdır. Eskiden NATO'nun yönü Sovyetler Birliği'ne
idi, şimdi ise İslam Dünyasına döndü. Türkiye de bu
yeni oluşumun içinde önemli bir konuma sahiptir. Eski­
den Türkiye'nin üstlendiği rol, şimdi de aynı derecede
önemini korumaktadır. Kısa bir gelecekte eski Sovyet­
ler'i içine alacak olan NATO, güneyde de İsrail'i içine
alırsa buna şaşmamak lazımdır.
Kısaca milli varlık ve bütünlüğümüzü havale edece­
ğimiz milletlerarası kuruluşlar, kısa zamanda dağılmakta,
zaman ve şartlara göre amaç ve hedefleri değişmektedir.
Bir zaman müttefik olan güçler düşman, eski düşmanlar
dost olabilmektedir. B öyle bir ortamda milli varlık ve
bütünlüğümüz nasıl milletlerarası kuruluşlara havale
edilebilir? O halde tarihteki bu değişmeyen gerçeği dik­
kate alarak milli varlık ve bütünlüğümüzü milletlerarası
kuruluşlara havale etmekten mümkün mertebe kaçınıl­
malıdır.
352
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir hu­


sus da içerideki meselelerimizi her ne pahasına olursa
olsun milletlerarası metinlere (antlaşma, sözleşme vb. )
koymamamızdır. Aksi halde kendi i ç işimiz olan mesele­
lerde yabancı müdahalesini davet etmiş oluruz.
Kırım Harbi'nden ( 1 853-1 856) sonra imzalanan
Paris Antlaşması'nın (30 Mart 1 856) 10. maddesinde
Osmanlı Devleti'nin ilan ettiği Islahat Fermanı ( 1 8 Şu­
bat 1 856) onaylanıyordu. Aynı madde ile Türkiye'nin
bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü de korunacaktı. İşte
Paris Antlaşması ilk defa toprak bütünlüğümüzü Avrupa
Devletleri'nin himayesine koyduğumuz ilk antlaşmadır.
1 877- 1 878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra imzalanan
Berlin Antlaşması'nın 6 1 . maddesinde de Osmanlı Dev­
leti'nde yapılacak ıslahatların Osmanlı Devleti'nin karar
vereceği, tatbikatına diğer Avrupa devletlerinin nezaret
edecekleri hükme bağlanmıştı. Bu suretle kendi iç işimiz
olan ıslahatlar yoluyla Avrupa müdahalesinin meşru
müdahale yolu açılmış oldu. Ondan sonra da sürekli
olarak Anadolu Islahatı adı altında Osmanlı Devleti'nin
iç işlerine müdahale ettiler. Bu yolla bazı bölgelerde
isyanların çıkmasını teşvik ettiler ve arkasından da o
bölgelerin özerklik ve bağımsızlıklarını verdiler.
İlginçtir, günümüzdeki olaylar yüzyıl öncesi olayla­
rını hatırlatmaktadır. Geçmişteki Islahat Programının
yerini günümüzde İnsan Hakları ve Demokrasi ile Siyasi
Çözüm teklifleri aldı. Geçmişte Ermenilere yüklenen rol,
günümüzde Kürtlere yüklenmiştir. Emperyalizm, gele­
cekte de yeni terimler ve görevler verecekleri yeni unsur­
lar bulacaktır.
353
TARİH FELSEFESİ

�fa.

iV. Sosyal Değişmeler

Sosyal alanda da önemli değişiklikler beklenmekte­


dir. Bu değişmeleri birkaç başlık altında incelemek
mümkündür.

1. Parlamenterizmin Sonu
İnsanların iradi ve fiziki kabiliyet ve eğilimlerinin
farklı olduğunu, bundan dolayı birlikte yaşamak mecbu­
riyetinde olduklarını ve bundan toplumsal iş bölümü­
nün doğduğunu belirtmiştik. Tabii ve coğrafi şartlar,
üretim araçlarının dağılımı toplumda yöneten-yönetilen
kesimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hemen
bütün toplumlarda ve zamanlarda insanların güvenlik
araçları ve iaşe kaynaklarını ellerinde bulunduranlar
daima ön plana çıkmışlar, yönetimde etkili olmuşlardır.
Başka bir ifade ile toplumların askeri ve iktisadi (kılıç ve
para) güç unsurlarına sahip olan kesim, daima yönetim­
de etkili olmuştur. Diğer halk kitlelerinin yönetime ka­
tılmaları, bu iki unsura olan katkıları nispetinde olmuş­
tur. En eski çağlarda toplumun en etkin kesimi askeriler
ve zenginler olmuştur. Yönetime (Senato, Şehir Meclis­
leri) girenler toplumun bu kesimi olmuştur. Bölge ve
kültür farkı olmaksızın, bütün kültürlerde durum böy­
leydi. Toplumsal sınıflar içinde bu kesim (primus inter
pares) birinciler içinde en birinciydi. Bu sınıflar monark­
la birlikte çeşitli müesseseler adı altında (Senato, Meclis,
Kurultay) halkı yönetirler, onlar adına kararlar alırlardı.
Halk da bunu kabul ediyor, meşru görüyordu. Dönemin
dünya görüşü ve yönetim anlayışı buydu.
Avrupa' da Hümanizmanın gelişmesiyle insanların
kendi kendilerini yönetmeleri yeniden sorgulanmağa
başlandı. İnsanı hedef ve merkez kabul eden bu dünya
görüşünde, tek bir kişinin milyonlarca insanı idare etmesi
354
MUSTAFA ÔZTÜRK

�iZ.

kabul edilemezdi. İnsan kendi kendisini idare edebilecek


kabiliyettedir. O halde insan kendi kendisini idare etme­
lidir. Ama her kesin kendi başına kendi kendisini idare
etmesi mümkün olmadığına göre bu nasıl sağlanacaktı ?
İşte insanoğlu, hem bir toplumda yaşamak hem de kendi
kendisini idare etmek amacıyla yöneticilerini seçme
usulünü keşfetti. Aslında bu, bütün eski toplumlarda
görülen bir temsil şekliydi. İslam' dan önceki Türk dev­
letlerinde boy beyleri, boylarını temsilen Hakan'ın ya­
nında Kurultay' da temsil edilirlerdi. Eski Arap toplu­
munda aşiret reisleri, aşiretlerini temsilen seçecekleri
şefe biat ederlerdi. Eski Yunan toplumunda da seçkinle­
rin temsilcileri kralın yanında şehir meclislerinde görev
alırlardı. Daha yakın dönemlere gelindiğinde Avrupa' da
kralların yanında halkın ileri gelenlerinin seçtikleri üye­
lerden oluşan Meclisler (Parlamentolar) doğdu. 15 ve
1 6. yüzyıllarda hemen bütün Avrupa ülkelerinde birer
parlamento vardı. Fakat bu parlamentolar, bugün anla­
dığımız manada serbest ve herkesin katılımıyla seçilen
üyelerden müteşekkil parlamentolar değildi. Her şehrin
ileri gelenlerinin (asiller, burjuvalar) kendi aralarında
mutabakata vararak seçilen üyelerden müteşekkil par­
lamentolardı. Bu parlamentolar, kralların iradelerini
reddetme yetkileri olmayıp, birer yüksek mahkeme nite­
liğindeydi. Parlamentoların gücü, kralların gücüyle ters
orantılıydı. Zayıf kralların dönemlerinde etkin olan par­
lamentolar, güçlü kralların dönemlerinde toplantılara
dahi çağrılmazdı.
Her ne olursa olsun, bu parlamentolar günümüz
modern parlamentolarının ilk örnekleridir. Parlamento­
ların güçlenmesi ve müesseseleşmesi 1 9 ve 20. yüzyıllara
rastlar. Bu dönemde parlamenterizm en ideal rejimdir.
Fakat hala üretim kaynakları belli tekellerin elindedir.
355
TARiH FELSEFESi

��

Bu dönemlerde meydana gelen büyük savaşlar, askerile­


rin hala birinci planda olmalarını sağlamıştır. İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonraki gelişmeler, askeri güce olan
ihtiyacı arttırmış, dolayısıyla askerilerin yönetim üzerin­
deki etkisinin devam etmesi sonucunu doğurmuştur.
Fakat yüzyılımızın sonlarına doğru dünyada çok şey
değişti. En büyük değişim teknolojide yaşandı. Buna
teknoloji devrimi demek hiç de mübalağa olmaz. İletişim,
ulaşım ve bilgisayar alanındaki bu muazzam değişim,
iktisadi ve sosyal hayatı da derinden etkiledi. Hatta eski
Sovyet rejimini yıkan ABD'nin askeri gücü değil, bu tekno­
loji devrimi olmuştur.
İşte böyle bir ortamda insanlar, kendi ihtiyaçlarını
daha kolay temin edebilmekte yani vekillere ihtiyaç
duymadan kendi kendilerini idare edebilmektedir. Eği­
tim ve öğretimin yaygınlaşması bu gelişmeye önemli
katkılar sağlamış, artık yol-iz bilmeyen, yönetilmeğe
muhtaç köylü-kasabalı tipi kalmamıştır. Halkta siyasi
şuur oldukça gelişmiştir. Artık insanlar kendi işlerini
kendileri görmeye başlamış, parlamentere ihtiyaç kal­
mamıştır. Zaten şimdiye kadar da hep öyle olmamış
mıdır?
Türkiye örneğinden hareketle konumuzu daha so­
mutlaştırmak mümkündür. Asli görevi yasama olan par­
lamento, günümüzde iş takip merkezi haline gelmiştir.
Milli hakimiyetin mümessili olan parlamentonun, dola­
yısıyla milli hakimiyetin başka müesseselerle sınırlandı­
rıldığı görülmektedir. Bu sınırlandırmalar sadece dahili
müesseselerle değil, taraf olunan milletlerarası antlaşma­
ların getirdiği sınırlamalarla daha da genişlemiştir. Böy­
lece milli parlamentoların hakimiyeti daralmakta, varlık­
ları tehlikeye düşmektedir. Bir yandan dahili, öte yandan
milletlerarası müesseselerle yetkisini paylaşmak veya
356
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

kısmen devretmek zorunda kalan parlamento, giderek


halk nezdindeki güvenini kaybetmektedir. Bu aşamada
halk kendi ihtiyacı olan müesseseleri oluşturmaya baş­
lamıştır.
Öteden beri var olan şirketler ve kooperatifler şimdi
daha küçük ve aynı sosyal grupları içine alacak şekilde
yaygınlaşmaktadır. Hemen her kesimde her alana yöne­
lik olarak kurulan vakıf ve dernekler, müşterek yaşama
tarzının iradesi ve tezahürüdür. Toplumda giderek yay­
gınlaşan cemaat ve cemaatleşme de kendi kendini idare
etme azim ve iradesinin başka bir tezahürüdür.
Yalnız burada cemaat kavramına açıklık getirmek
gerekir. Cemaat, esas olarak topluluk demektir. Aynı
menfaat ilişkileri ve yaşayış tarzını benimseyenlerin
oluşturdukları sosyal bir oluşumdur. Böyle olmakla be­
raber cemaat denince daha çok dini anlamda cemaatler
akla gelmektedir. Oysa ortak menfaat ilişkisi içinde olu­
şan her türlü topluluk (kulüp, dernek, sendika, parti,
kooperatif, localar, her türlü sosyal dernekler, bu bağ­
lamda dini, kültürel ve mahalli dernekler, birlikler) ce­
maattir. Esasen, ferdi kabiliyeti ile varlığını sürdüreme­
yen insanlar, kendisini ifade edebileceği, menfaatini
korumayı düşündüğü bu gibi kuruluşlarda yer almakta­
dırlar. Bu, o kişiye aynı zamanda bir kimlik de vermek­
tedir. Bir futbol takımına taraftar, bir sosyal derneğe
veya kulübe üye olmak, kişiye, kendince sosyal bir statü
kazandırmaktadır. Oysa bu durum, kişinin idari ve fiziki
kabiliyetinin ve kendi kendine yetersizliğinin ifadesidir.
İnsanların bu zaafını keşfeden birtakım akıllı insanlar da
cemaat olgusu etrafında adı ne olursa olsun yeni baron­
lar ve patronlar olarak ön plana çıkmışlardır.
Bütün bu gelişmelere bakarak parlamentonun zayıf­
ladığı ve giderek önemini kaybettiği söylenebilir. Bu
357
TARİH FELSEFESİ

gelişmeler önümüzdeki yıllarda .yaygınlaşacağına göre,


ya parlamentoyu daha güçlü bir konuma getirecek ted­
birler alınmalı veya parlamentonun tarihi ömrünü ta­
mamladığı kabul edilerek, onun yerine yeni bir yönetim
tarzı bulunmalıdır.

2. Yükselen Değerler: Din ve Milliyetçilik


Aslında toplumdaki önemini hiçbir zaman kaybet­
meyen din, belki bir asırdan beri pozitivist ve ideolojik
cereyanların ön plana çıkmasıyla ikinci derecede bir
müessesse haline gelmiştir. Bu gerileyiş, dinin toplumsal
ihtiyaç olmaktan çıkmasından kaynaklanmamaktadır.
Söz konusu pozitivist ve ideolojik cereyanların ön plana
çıkmasından kaynaklanmaktadır
Yüzyılımızın sonlarında ideoloji devrinin kapanma­
sıyla din yeniden ön plana çıktı, ideolojinin yerini din
aldı. Eskiden ideoloji esası üzerine kurulan dünya den­
geleri, şimdi ve gelecekte din esası üzerine kurulacaktır.
Huntington'un medeniyetler savaşı tezi, gelecekte dünya
dengelerinin din esası üzerine kurulacağı ve dinlerin,
medeniyetlerin çatışacağı esasına dayanmaktadır. Hun­
tington bununla, Batı nazarında eski komünist rejimin
yerine yeni bir hedefbelirlemiştir.
Fıtri bir duygu olduğunu sıkça vurguladığımız din,
modern insanın en önemli bir ihtiyacı haline gelmiştir.
Çağın getirdiği büyük sıkıntıları ve bunalımları dinle
aşma eğilimi giderek yaygınlık kazanmaktadır. Manevi
vechesi olmayan, insanın ruhi derinliklerine hitap etme­
yen eski ideolojiler, insanları tatmin etmekten uzaktı.
Belki gençlik yıllarında heyecanla bir ideolojiye sahip
olunabilir, ama bu uzun ömürlü olamazdı, nitekim öyle
de oldu. Çünkü ideoloji, fıtri değildir ve bütün zamanlarda
358
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

herkesi kapsamaz. Üstelik ideolojilerin öğretileri zamanla


değişebilir. Ekonominin ve sosyal hayatın gerçeklerine
ve ihtiyaçlarına her zaman cevap veremeyebilir. Yani
ideolojiler statiktir. Nitekim Toynbee de gelecekte ideo­
loji çağının sona ereceğini, ideolojilerin bu özelliklerin­
den hareketle ortaya koymuştur. İşte bu kısa mülahaza­
lardan dolayı, devrini tamamlayan ideolojilerin yerini
dinin alacağını söylemek mümkündür.
İdeolojilerin yerine geçen din, milletlerarası ilişki­
lerde de ön plana çıkmaktadır. Çünkü milletlerarası
ilişkilerin de herkes tarafından kabul gören bir unsura
dayanması gerekmektedir. Eskiden bu unsur ideolojiydi,
şimdi ve gelecekte din olacaktır. İşte bu noktada din, siya­
sallaşmaktadır. Yani din, sadece insanların manevi dün­
yasına hitap eden, kul ile tanrı arasındaki ilişkiyi sağlayan
bir müessese olmaktan çıkmaktadır.
Üçüncü bölümde üzerinde uzun uzadıya durulduğu
gibi dih, öteden beri daima siyasallaştırılmıştır. Dinin
siyasi emellere alet edilmediği hiçbir dönem yoktur. Bu,
yeni bir şey değildir. Onun için günümüzde de gelecekte
de din siyasallaştırılmaya devam edilecektir.
Ancak burada gözden kaçan bir husus vardır. O da
dini taassup ve dinin siyasallaştırılmasının daha erken
çağlarda ve daha bilinçli bir şekilde Avrupa' da başladığı­
dır. Sanki dini taassup sadece İslama has bir şeymiş gibi
yanlış bir kanaat bulunmaktadır. Oysa tarihte Avrupa' da
görülen dini taassubun bir örneğini başka bir kültürde
görmek zordur. Burada sadece Avrupa tarihinin kısaca
hatırlanması yeterlidir.
Din, Batı tarafından da siyasallaştırılmaktadır. İr­
landa meselesi, sadece İngiltere'nin değil, aslında bütün
Batı'nın bir meselesi olarak devam etmektedir. Daha 1 3 .
yüzyıldan beri süregelen ve Papalığın bir ideali olan Or-
359
TARiH FELS EFESi

��

todoks Kilisesini Katolik Kilisesiyle birleştirme hayali,


günümüzde farklı bir şekilde tezahür etmektedir. Batı,
Ortodoks dünyasını (NATO, AB, Avrupa Konseyi yo­
luyla) içine almak suretiyle bu bütünleşmeyi sağlamış
olacaktır. Öte yandan Fener Patriği'ne de Ökümeniklik
verilmesiyle, Ortodoks dünyası, hem Türk hakimiyetin­
den kurtulacak, hem de milletlerarası bir statü kazana­
caktır.
İslam dünyasında da ideolojiler devrinin sona er­
mesinden sonra dini hareketler gelişti. İslam dünyasın­
daki dini hareketlerin hepsinin ortak bir özelliği vardır.
Bu özellik, Kur'an-ı Kerim'in ortak bir anayasa yapılma­
sı, dini esaslara dayalı bir yönetim tarzının tespit edilme­
si değildir. Bütün İslam ülkelerini asgari müşterekler
etrafında birleştirmek de değildir. Aksine her İslam ülke­
sinin başka bir ülke ile halledilememiş bir meselesi bu­
lunmaktadır. Ayrıca ülkeler seviyesinde değil ama bölge­
ler itibariyle İslam dünyası mezhepler bakımından bö­
lünmüştür. Bu yüzden İslam ülkelerindeki dini hareket­
ler, her ülkenin özel şartlarına göre gelişme göstermek­
tedir. Bundan dolayı bütün ülkelerdeki hareketlerin bir
ortak özelliği vardır. O da Batı emperyalizmine karşı di­
renmedir. Batı emperyalizmine karşı İslam, yegane güç
unsuru haline gelmiştir. Batı'nın fundamentalizm veya
İslami terör yakıştırmalarının temelinde, İslam dünya­
sındaki bu başkaldırı hareketleri bulunmaktadır. Dolayı­
sıyla ilk bakışta dini gibi görünen bu hareketler, aslında
millidir.
Gerçekte tarihteki bütün dini hareketler, milli ka­
rakterlidir. Ancak bu milli hareketler dinle meşrulaştırıl­
dığı için, dini hareketler olarak takdim edilmekte, dinle
bütünleştirilmiş olarak görülmektedir. İran, Mısır, Suri­
ye ve Cezayir' deki hareketler aslında milli hareketlerdir.
360
MUSTAFA ÖZTÜRK

�\�

Hepsinin de hedefleri, yukarıda değinildiği gibi bir İslam


birliği kurmak veya İslam anayasası ikame etmek değil,
Batı emperyalizmine karşı direnmektir. Bu direnişin itici
gücü, meşrulaştırma aracı din olduğu için, bu hareketler
dini hareketler zannedilmektedir. Batı'nın rahatsızlığı,
kendisine karşı sürdürülen direnişlerden ileri gelmekte­
dir. Keza dini karakterli idareler kurulursa da Batı'nın
menfaatlerine halel gelecektir. Onun için her ne olursa
olsun, Batı, bu hareketleri kontrol altına almak zorunda­
dır Bunun da ilk şartı, bu hareketleri gayr-i meşru (terörist)
ilan etmektir. Nitekim günümüzde yaşanan hadiseler
tahlil edildiğinde, bu vakıanın müşahhas örnekleri görü­
lecektir.
Dinin fıtri bir duygu olduğunu, bundan dolayı bü­
tün zamanların en önemli sosyal müessesesi ve meşrulaş­
tırma aracı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu gerçek­
ten hareketle, modern yönetimler de bu unsurun gü­
cünden faydalanmalıdır. Dini yasaklamak nasıl mümkün
ve akılcı değilse, ondan uzak durmak da o derecede akıl­
cı değildir. Cemiyet hayatı boşluk kabul etmez. Boş bı­
rakılan, uzak durulan bir alana, ehliyetsiz, samimiyetsiz
gruplar sahip çıkabilirler. Bu olumsuz gelişmelere fırsat
vermemek için devletin dini zapturapt altına alması,
ehliyetsiz grupların ellerine bırakmaması gerekmektedir.
Dinin devletle çatışması yerine, devletin dine sahip çık­
ması onu zapturapt altına alması en akılcı yoldur. Çünkü
din, ne görmezlikten gelinebilecek ve ne de yasaklayabi­
lecek bir kurumdur. O halde bu durumda yapılacak şey,
onun manevi ve birleştirici özelliğinden çağın şartlarına
göre faydalanmaktır. İç politikada, iktisadi faaliyetlerde,
eğitim vb. bütün hususlarda dinden faydalanmak müm­
kündür.
Gelecekte yükselecek olan başka bir değer de milli­
yetçilik olacaktır. Gerçekte insanla birlikte var olan milli-
361
TARİH FELSEFESi

��

yetçiliğin siyasi nitelik kazanması, diplomasi aracı olarak


kullanılması, Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabından son­
ra olmuştur. Siyasi ve iktisadi şartlar ve hedefler değiş­
mediğine göre, gelecekte milliyetçilik bir diplomasi aracı
olarak kullanılmağa devam edecektir. Bundan dolayı
milliyetçilik yükselen değer olacaktır. Yoksa kendi sos­
yolojik ihtiyaçlarından dolayı yükselmeyecektir. Millet­
lerarası emperyalizm daha yeni diplomasi arayışları için­
deyken, milliyetçilik gibi güçlü bir duygu ihmal edilme­
yecek, görmezlikten gelinmeyecektir.
Milliyetçilik çoğunlukla dinle beslenmiştir. Ancak
milliyetçilik dinle beslendiği zaman başarıya ulaşmıştır.
Zaten tarihteki bütün milli hareketler dinle bütünleş­
memiş midir? Yunan isyanları, Yunan Kilisesi tarafından
desteklenmiştir. Yunan isyanlarının ilk fikri ve dini te­
melleri Yunan Kilisesinde atılmıştır. Bulgar ve Sırp is­
yanları da aynı şekilde Bulgar ve Sırp Kiliseleri tarafın­
dan desteklenmiştir. Ermeni Kilisesi de Ermeni isyanla­
rının ilk fikri ve siyasi merkeziydi. Kısaca dinle milliyet­
çilik birbirlerinden ayrı düşünülemez. Biri olmadan di­
ğerinin tek başına başarıya ulaşması mümkün değildir.
Milliyetçilik cereyanları sadece Doğu milletlerini
değil, Avrupa ve Amerika'yı da etkileyecektir. İskoçya,
İngiltere' den er veya geç ayrılacaktır. Belçika' da Flaman­
larla Valonlar ayrılmanın eşiğine gelmişlerdir. Eski Çe­
koslovakya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri olarak ikiye
bölündü. Eski Yogoslavya parçalandı. İtalya içten içe
Kuzey-Güney çekişmesi sürecine girmiştir. Kanada'nın
Quebec eyaleti, yapılan halk oylamasında kıl payı ile
ayrılmanın eşiğinden döndü. ABD' de de ayrılık rüzgarla­
rı esmeye başlamıştır. Zaten ABD'yi ayakta tutan tek şey
iktisadi güç ve menfaattir. Yoksa bir milleti millet yapan
değerlerin hiçbirisinin ABD toplumunda olmadığı bi-
362
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

!inmektedir. Irk, dil ve din bakımından bu derecede


birbirine zıt olan böyle bir toplum, ne zamana kadar
yaşayacaktır? Bu tarihi ve sosyolojik gerçeklerden hare­
ketle, ABD' de de ayrılık cereyanlarının eseceğini gör­
mek için kahin olmaya gerek yoktur. Doğu' da Çin ve
Hindistan' da da benzeri gelişmeler görülebilir.
Ancak bu gidişin mikro-milliyetçilikle noktalanaca­
ğını düşünmek yanlıştır. Dünyada binlerce ırk bulun­
maktadır. Bütün bu ırkların kendi kaderlerine hakim
olma esasına dayanarak bağımsız olmalarını beklemek
yanlış olur. Coğrafyaların da bölünebilme kapasiteleri
vardır. Tarihte bir coğrafyanın tabii sınırı olduğu gibi,
beşeri sınırı da vardır. Dahası tarihte devlet kurmuş,
bağımsız olmuş milletler vardır. Bir de bu milletlere tabi
halklar, ırklar olmuştur. Tarihte devlet kuran hakim
milletler daha azdır. Bu hakim milletler pek çok farklı ırk
ve dindeki insanları himayelerine almışlardır. Onlar da
bu himayeden memnun olmuşlar ve bu suretle gelenek­
sel varlıklarını günümüze kadar sürdürebilmişlerdir. Bu
bakımdan tarihte hiç millet olamamış, devlet kuramamış
ırkların mikro-milliyetçilik cereyanları adı altında ba­
ğımsız olacaklarını söylemek yanlış olur. Kanaatimizce
bu tezde, daha alt grupların da emperyalizm tarafından
tahrik ve teşvik edilmesi amacı yatmaktadır. Bu suretle
daha küçük ve yeni hedefler gösterilmektedir. Bir devlet
ne kadar küçük parçalara bölünürse, emperyalizm tara­
fından idaresi de o derecede kolay olur.
Türkiye açısından konu ele alındığında, emperya­
lizmin aynı amaç ve hedeflerini görmek mümkündür.
Geçmişte Anadolu' da çeşitli devletler hakimiyet kur­
muşlardır. Daha ilk çağlardan başlayarak Anadolu' da
mahalli küçük krallıklar, prenslikler kurulmuştur. Fakat
bunların ömrü ne kadar olmuştur? Bütün Anadolu tarihi
363
TARİH FELSEFESi

��!&;,

incelendiğinde, burada kurulan küçük krallık, prenslik ve


beyliklerin ömürlerinin çok kısa olduğu görülecektir.
Öte yandan Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı
dönemleri, Anadolu' da birliğin sağlandığı ve uzun süre
muhafaza edildiği dönemlerdir. Başka bir ifade ile Ana­
dolu'daki halkların da milli menfaatleri, Anadolu'nun
birliğindedir. Ancak bu birlik sayesinde iktisadi ve sosyal
gelişme mümkün olur. Bu bakımdan Anadolu, parça­
lanmayı kabul etmeyen bir coğrafyadır.
Öyleyse günümüzde yaşadığımız meselelerin teme­
linde ne vardır? Bugünkü şartlarda Anadolu'nun bö­
lünmesi mümkün müdür? Hemen belirtelim ki, bu me­
selelerin altında emperyalizmin Orta Doğu' da yeniden
yapılanması ve hedefleri vardır. Türkiye de bu hedeflerin
ortasındadır. ülkemizdeki ayrılıkçı cereyanların tama­
men kendi ihtiyaçlarımızdan ve iç dinamiklerimizden
kaynaklandığına inanmak kadar bir saflık olamaz. Bu
ayrılıklar sadece Kürtçülük ile değil, Çerkes, Abaza, Laz
ve Lezgi gibi daha alt birimlere indirilmektedir. Hatta
bununla da yetinilmeyerek İslamın iki farklı yorumun­
dan başka bir şey olmayan Alevilik ve Sünnilik ayrılık
meselesi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bütün bun­
lar kendi ihtiyaçlarımızdan veya sadece kötü yönetim­
den kaynaklanmamaktadır. Tamamıyla emperyalizmin
bölgemizdeki amaçlarının ve planlarının bize yansımala­
rıdır. Bunlara rağmen ülkemizde bir ayrılık beklenme­
melidir. Çünkü böyle bir ayrılık tarihi ve coğrafi zemine
aykırıdır. Söz konusu gruplar tarihte Anadolu' da hiçbir
zaman devlet kuramamışlardır. Kırk elli yıl hüküm süren
aileleri devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu
gruplar daima Anadolu'nun bütürılüğü içinde yer almış­
lardır, zira menfaatleri de buradadır. Bu ayrılıkçı hare­
ketleri akamete uğratan başka önemli bir unsur da din
3 64
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�.�

birliğidir. Nasıl eski Yunan' da din birliği milli birliği sağ­


lamışsa, bugün ülkemizde de din birliği, milli birliği sağ­
layan en önemli bir unsurdur. Eğer bu ayrılık rüzgarları
farklı dinden olan bir kavmin hareketi olsaydı, çoktan
başarıya ulaşırdı. Bugüne kadar bu hareketler başarıya
ulaşmamış ise, bunda din birliğinin katkısı inkar edile­
mez
Hal böyleyken ve bu gerçekler Batı tarafından da
çok iyi bilinirken, sadece bölgedeki milli menfaatlerinin
tahakkuku amacıyla Türkiye' nin başına gaile açmakta­
dırlar. Batı'nın yeni stratejisinin, mikro-milliyetçilik te­
meline ilave olarak, din temeline dayalı dini azınlık ve
cemaatler yaratmak, bu yolla emperyalist emellerini
tahakkuk ettirmek istediği bilinmeyen bir şey değildir.
Yakın zamanlarda ülkemizde bu alanda yaşananların,
Batı'nın bu stratejisinin iç politikamıza ve sosyal bün­
yemize yansımasından başka bir şey değildir.
İnsanlığın bugüne kadar geçirmiş olduğu macera
demek olan tarih, sadece geçmişte kalan bir vakıa olma­
yıp, insanın hal ve istikbalini de tayin eden bir bütündür.
Bu haliyle tarih, canlı ve dinamiktir. Geçmişteki olayla­
rın bütünü olması hasebiyle, hal ve gelecekte de milletle­
rin hak ve iddialarının delili ve şahidi olacaktır. Milletler,
menfaatlerinin, tezlerinin zeminini tarihe dayandırmak­
ta, onu şahit göstermektedirler. İşte bu yüzden olmuş
olmalı ki, tarih diğer bilimlerden ayrılır. Belki de bundan
dolayı farklı şekillerde yorumlanan, çarpıtılan ve üzerin­
de bir türlü birlik sağlanamayan ve tarafsız olunamayan
bilim tarihtir. Tarihin dışındaki bilimlerde, dünyanın her
tarafında asgari bir birlik vardır. Bu birlik tabii bilimlerde
daha belirgindir. Tarihin dışındaki beşeri bilimlerde de
(iktisat, hukuk, edebiyat, dil, felsefe, sosyoloji vb.) asgari
bir birlik vardır. Bu bilim dallarının hiç birisinde, tarihte
olduğu gibi çok farklı yorumlar görülmemektedir. Ama
tarih, geçmişin şahidi olduğu için milletler menfaatleri­
nin delillerini tarihte aramaktadırlar ve bu yüzden çok
farklı şekillerde yorumlanmakta, üzerinde bir türlü birlik
sağlanamamaktadır.
Tarihin bu özelliğinden ve gücünden dolayı devlet­
ler iç politikada, devlet düzenlerini, dünya görüşlerini,
3 66
MUSTAFA ÖZTÜRK

��

kısaca meşru düzenlerinin delillerini tarihe dayandır­


maktadırlar. Böylece tarihi de meşru gördükleri düzen­
lerine göre (mesela, eski Sovyet rejiminin tarihi yorum­
laması gibi) yorumlama eğilimi ortaya çıkar ki, buna bazı
çevreler tarafından resmi tarih denmektedir. Aslında
resmi, gayr-i resmi tarih olmaz, resmi, gayr-i resmi görüş
olur. Tarihin resmi görüşe göre yorumlanmasından do­
layı mukabil tarih görüşleri ortaya atılmakta ve toplum­
daki uçlar sivrilmekte, hiç de lüzum olmadığı halde ta­
rihi bir dönem, olay veya şahıs etrafında yeni taraf­
lar/taraftarlar temerküz etmektedir.
Buna paralel olarak tarih daima ideolojilerin en
önemli dayanağı olmuştur. Aydınlanma döneminden
başlayarak bütün felsefi ve ideolojik akımlar tarihe sa­
rılmışlar, onu görüşlerine delil göstermişlerdir. Elbette
bu eğilim ülkemizde de devam etmekte, tarih, ideolojiler
doğrultusunda yorumlanmaktadır. Öyle bir hale geldi ki,
Atatürk'ün endişe ettiği gibi, tarih insanlığı şaşırtacak bir
mahiyet aldı. Çünkü tarihi yazan, yapana sadık kalma­
mıştır.
Bu olumsuz gidişi önlemek için tarihi ideolojilerin
tasallutundan kurtarmak gerekmektedir. Tarihe kendi
kaynakları ve metodu uygulanmalıdır. Tarihin unsurları
(zaman, mekan, insan, olay, sebep-sonuç) üzerinde as­
gari bir müşterek sağlanmalıdır. Kanaatimizce tarihi
farklı veya ideolojik esaslara göre yorumlamanın teme­
linde, tarihin unsurları üzerinde asgari de olsa mutaba­
kat sağlanamaması bulunmaktadır. Eğer tarihin unsurla­
rı ve özellikleri üzerinde asgari mutabakat sağlansa, bu
ayrılıklar da asgariye inecektir.
Çalışmamızda tarihi üç ana kanun üzerine bina et­
tik. Bunlar, coğrafya, bedeni-fıtri ve ruhi-fıtri kanunlar­
dır. Başka bir ifade ile tarihin asli unsuru ve ona yön
367
TARİH FELSEFESi

��

veren, coğrafyada yaşayan insandır. İnsanın sosyal nite­


likli olan fıtri duyguları (karnını doyurma, güvenliğini
sağlama, neslini devam ettirme ve din) tarihin ve mede­
niyetin ilk sebebidir. Tarih bu duygular üzerine kurul­
muş, medeniyet ise bu duyguların tezahürüdür. O halde
tarih ve medeniyetin akışında geçmişte olduğu gibi,
gelecekte de bu birlik ve benzerlik olacaktır. Geçmişteki
kavimler bu tabii kanunların uygulanması oranında var­
lıklarını sürdürmüşlerdir. Bu kanunlar aynı zamanda bir
bütünlük arz etmektedir. Biri diğerine tercih edilemez.
Geçmişte bu kanunlardan herhangi birisinin sağlanma­
sında zaaf gösteren devletler veya iktidarlar varlıklarını
koruyamamışlardır. Gelecekte de umumi kanunları ye­
terince ve zamanında hazırlayamayan, bunda zaaf göste­
ren iktidarlar da varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Başka bir değer de dindir. İlgili bahiste de genişçe
yer verildiği gibi, dinlerin kaynağı tektir, o da ilahidir.
Dinler, çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru bir
tekamül göstermemiştir. Din tektir, zaman zaman bo­
zulmalar meydana gelmiş, çeşitli varlıklar ve mitler ka­
rışmış, bu varlıklar ve mitler, özellikle Batılı araştırmacı­
lar tarafından o dönemlerin tanrıları zannedilmiştir.
Gerçek hiç de öyle değildir. Tarihte çok tanrılı bir din
olmamıştır. Bütün kültürlerde tek tanrı inancı vardır. Bu
da dinlerin tek ve ilahi kaynaklı olduğunu göstermekte­
dir.
Dinlerin inanç, ibadet ve ahlaki değerleri arasındaki
birlik ve benzerlik de buna delalet etmektedir. Öte yan­
dan dinler arasındaki bu birlik, gerçekten dinlerin bizzat
birbirlerine düşman olmadıklarını göstermektedir. Aynı
kaynaktan gelen ve aynı amaca yönelik olan dinler, dai­
ma birbirlerine uzak ve düşman hale getirilmiştir. Bunda
dinin gücünden faydalanmak isteyen, onu daima en
368
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.�

önemli meşrulaştırma aracı olarak gören siyasi iktidarla­


rın payı büyüktür.
Umumi kanunların zaman ve şartlara göre değişen
araç ve metotları, geleceğe yönelik nisbi teklifleri oluş­
turmaktadır. Siyasi, askeri, sosyal ve kültürel hedeflerin
belirlenmesi ve tahakkuku uğrunda takip edilen politika­
lar ve benimsenen araçlar, hep umumi kanunların ta­
hakkuku ve idamesine yöneliktir. Milletlerarası ilişkiler­
de de asli unsur, umumi kanunların tahakkuku ve ida­
mesidir. Bu kanunların metotları ve araçları gelecekte
farklı olabilir, zaman ve şartlara göre değişebilir. Değiş­
meyecek olan gerçek, umumi kanunlardır. Çünkü bu
umumi kanunlar, insanla birlikte var olan fıtri kanunlar­
dır. İnsanın özelliği ve ihtiyaçları değişmeyeceğine göre,
tarihin manası, hedefi, milletlerarası ilişkiler, dahili ve ha­
rici politikalar değişmeyecektir.
KAYNAKLAR

ABADAN, Yavuz; "Hürriyet Problemi", İÜ. Hukuk Fakültesi


Mec. VI/2-3, İstanbul 1 940, s. 50 1 -5 1 6, VI/4, İstanbul,
1 940, s. 8 1 3-849, VII/1, İstanbul 1 941, s. 269-324.
AKDAG, Mustafa; Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I-II,
İstanbul 1 974.
ALİ Reşad, Kurun-ı Cedide Tarihi 2, Matbaa-i Amire, İstanbul
1 333.
ARAR, İsmail; "Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri", Genel­
kurmay ATASE. Birinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I,
Ankara 1 983, s. 27-36.
ARMAOGLU Fahir, Siyasi Tarih 1 789-1 960, Ankara 1 973.
ATEŞ, Süleyman; Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara 1 985.
ATSIZ; Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul 1 975.
BAİLLY Auguste, Bizans İmparatorluğu Tarihi, (çev. Haluk
Şaman) , Noktakitap Yay., İstanbul 2006.
BARKAN, Ömer Lütfi; "H.934-934 (M. 1 527- 1 528) Mali
Yılına Ait Bir Bütçe Örneği", İ.Ü.İktisat Fakültesi Mec.,
XV/1 -4, İstanbul (Ekim 1 953-Tem. 1 954), s. 25 1 -32.
BARKAN, Ömer Lütfi; "Türkiye'de Sultanların Teşrii Sıfat
ve Selahiyetleri ve Kanunnameler", İÜ. Hukuk Fakültesi
Mec. XII, s. 2-3, İstanbul 1 946, s. 7 1 3-733.
BARRI NGTON Moore Jr; Demokrasinin ve Diktatörlüğün
Toplumsal Kökenleri: Çağdaş Dünyanın Oluşumunda Soy­
lunun ve Köylünün Rolü (çev. Şirin Tekeli-Ünsal Oskay),
Verso Yay., Ankara 1 989.
BEDİRHAN, Yaşar; Selçuklular ve Kafkasya, Konya 2000
BEYDABA; Kelile ve Dimne, (Yayına Hazırlayan: Sadık Yalsı­
zuçanlar ), 13. Baskı, İstanbul 2005 .
3 70
MUSTAFA ÖZTÜ RK

��

BLOCH, Marc; Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği,


( çev. M. Ali Kılıçbay) , Ankara 1 985.
BOLAY, S. Hayri; "Filozofların Tarih Görüşleri" Tarih Meto­
dolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollokyumu, Fırat
Üniversitesi Yay., (Elazığ, 2 1 -26 Mayıs 1984), Elazığ
1 990.
BOLAY, Süleyman Hayri; Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 5. Baskı,
Ankara 1 990.
BRAUDEL, Fernand; Akdeniz ve Akdeniz Medeniyeti I-II,
( çev. M. Ali K.ılıçbay), İstanbul 1 9 8 9.
BROWN D ee, Kalbimi Vatanıma Gömün Kızılderili Irkının
Yok Edilişinin ABD Resmi Arşivlerine Dayanan Gerçek Bel­
gesel Öyküsü) ( çev. Celal Üster), Üçüncü Basım, E Yayın­
ları, İstanbul 1 998.
CAN, Yılmaz; İslam Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara 1 99 5.
CARR, Edward Hallet; Tarih Nedir? ( çev. Misket Gizem
Gürtürk), İstanbul 1996.
CASTELLANO, Vittorio; "insan Cemiyetlerinin Biyolojik
Nazariyesindeki Yeni İnkişaflar Hakkında Bazı Düşünce­
ler", İÜ. Hukuk. Fak. Mec., 1 3/1 -4 (Ekim 95 1 -Tem. 952),
İstanbul 1 953, s. 14-3 1 .
CELAL Nuri; Coğrafya-yı Tarihi Mülk-i Rum, (Matbaa-i
Orhaniye), Kostantiniyye 1 9 17.
CHALLAYE, Felicien; Dinler Tarihi, ( Çev. Samih Tiryakioğ­
lu), İstanbul 1 960.
CÖHÇE Salim, "Doğu Akdeniz Çevresinde Türk Hakimiye­
tinin Tesisi'� Orta Doğu'da Osmanlı Dönemi Kültür İzleri
Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri I, (Hatay 25-27 Ekim
2000, İskenderun 28 Ekim 2000), Atatürk Kültür Merkezi
Yay., Ankara 2002.
ÇELİK, Mehmet; Bizans Devletinin Antakya ve Yöresinde
Giriştiği Kitle Katliamları (W-VII. Yy.), Antakya 1994.
ÇELİK, Mehmet; Siyasal Sistem Açısından Bizans İmparator­
luğunda Din-Devlet İlişkileri I (Kuruluşundan X. Yüzyıla
kadar), Elazığ 1 996.
371
TARiH FELSEFESİ

ÇELİK, Mehmet; Süryani Kilisesi Tarihi I, İstanbul 1 987.


DELMAS Claude, Avrupa Uygarlık Tarihi, ( çev. Nihal Önal),
Varlık Yay., İstanbul 1 973.
DEMİRCİO GLU, Halil; Roma Tarihi I, I. Kısım, 2. Baskı,
Ankara 1 987.
DEMİRKENT Işın, "Tatikios : Türk Asıllı Bir Bizans Ku­
mandanı", Belleten 248, (Nisan 2003), Ankara 2003, s. 93-
1 1 0.
DURANT, Ariel ve Will; Tarih Üzerine, (çev. Hüseyin Za-
mantılı), İstanbul 1 983.
DURSUNOGLU Davut , Orta Doğu Neresi, İstanbul 1 995.
Eberhard, Wolfram, Çin'in Şimal Komşuları, Ankara 1 942.
Eberhard, W, "Çin Kaynaklarına Göre Orta Asya' daki At
Cinsleri ve Beygir Yetiştirme Hakkında Malumat", Ülkü
(Ekim 1 940) , Ankara 1 940, s. 1 6 1 - 1 72.
ERGENÇ, Özer; "Şehir Tarihi Araştırmaları Hakkında Bazı
Düşünceler", (Konferans), Belleten LII /203, (Ağustos
1 988), Ankara 1 988, s. 667-683.
ERGİN, Muharrem; Göktürk Abideleri, ( 1 3. Baskı), İstanbul
1 989.
FERRO Marc, Sömürgecilik Tarihi: Fetihlerden Bağımsızlık
Hareketlerine (1 3-20. yüzyıl), İmge Yay., İstanbul 2002.
FIRAT ÜNİVERSİTESİ, Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihi­
nin Meseleleri Kollokyumu, (Elazığ, 2 1 -24 Mayıs 1 984),
Elazığ 1 990.
GENÇ, Mehmet, "Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi",
Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Ankara 1 975, s. 23 1 -292.
GENÇ, Mehmet; "Osmanlı Ekonomisinde Devlet ve Eko­
nomi", V. Milletlerarası İktisat Tarihi Kongresi (İstanbul,
2 1 -25 Ağustos 1 989), Ankara 1 990 s.1 5-30.
GÜNBATTI, Cahit; "Eski Babil Devrinde Timar ve D evlet
Arazisinin Tahsisi Hakkında Bazı Görüşler", Belleten
LV/21 2, (Nisan 1 99 1 ), Ankara 1 9 9 1 s. 1 - 1 2.
3 72
MUSTAFA ÖZTÜRK

�.iZ.,
HALKİN, Leon; Tarih Tenkidinin Unsurları, (çev. Bahaeddin
Yediyıldız), Ankara 1 9 8 9.
HANÇERLİOGLU, Orhan; Felsefe Sözlüğü, 2. Baskı, İstan­
bul 1 973.
HANÇERLİOGLU, Orhan, Düşünce Tarihi, İstanbul 1 999.
HERODOT; Herodot Tarihi Şerhli Terceme I, (George
Rawlinson'un İngilizce tercümesinden Türkçeye çeviren :
Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 194 1 .
İBNİ HALDUN, Mukaddime I III, (çev. Zakir Kadiri Ugan),
-

MEB. Yay., Ankara 1956.


İLKİN, Selim-TEKELİ, İlhan; Para ve Kredi Sisteminin Olu­
şumunda Bir Aşama Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası,
Ankara 19 8 1 .
İNALCIK, Halil; "İmtiyazat" Maddesi, Eİ III, Leiden, Briell
1 979.
İNALCIK, Halil; "Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu", Belleten
XXIII/92, Ankara 1 959, s. 575-6 1 0 .
İNAN, Abdulkadir; Tarihte ve Günümüzde Şamanizm, 2 .
Baskı, Ankara 1 986.
İNAN, Abdülkadir; Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, Ankara
1 987.
İPLİKÇİOGLU Bülent, Eskiçağ Tarihinin Ana Hatları, İstan­
bul 1 994.
KAFESOGLU, İbrahim; "Tarihte Çağlar Meselesi", Türk
Kültürü S. 254, Ankara 1 984.
KAFESOGLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, 3. Baskı, İstan­
bul 1984.
KILIÇ, Orhan; 1 8. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devleti'nin
İdari Taksimatı - Eyalet ve Sancak Tevcihatı, Elazığ 1 997.
KILIÇ, Orhan; XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Van (1 548-1 648),
Van 1997.
KINAL, Füruzan; "Eski Önasya Dinlerinde Monoteist Te­
mayüller", Belleten XVIII/70, Ankara 1954, s. 1 1 5 - 1 29.
373
TARİH FELSEFESi

KÖHNEN, Gerhard; Dünya Ekonomi Tarihi (Başlangıçtan­


Bugüne), ( çev. Tunay Akoğlu), İstanbul 1 965.
KRANZ Walther, Antik Felsefe, ( çev. Suad Y. Baydur), İkinci
.
Baskı, İstanbul 1994.
KUNT Metin, Sancaktan Eyalete 1 550- 1 650 Arasında Os­
manlı Ümerası ve İl İdaresi, Boğaziçi Yay., İstanbul 1978,
s. 1 3 1 , 1 36, 1 55- 1 56.
KURMUŞ, Orhan; Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi, Ankara
1 982.
KÜTÜKOGLU, Mübahat; Tarih Araştırmalarında Usul, 2.
Baskı, İstanbul 199 1 .
LA GARRİ GUE, Victor Rouquet; "iktisat Nazariyelerinin
Meydana Gelmesinde Tarihin Rolü", ( çev. Nafıa Somel)
İÜ. İktisat Fakültesi Mec. 1 2/1 -2, (Ekim 1 950-0cak 1 95 1 ) ,
İstanbul 1 9 5 1 , s. 87- 1 00.
LURAGHI Raimondo, Sömürgecilik Tarihi, (çev. Aydın
Emeç), İstanbul 2000.
M.C.NEİL, William H.; The Pursuit of Power, Chicago Uni­
versity Press, Chicago 1982.
MANSEL, Arif Müfit; Ege ve Yunan Tarihi, Ankara 1 97 1 .
MENGÜŞO GLU, Takiyettin, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1 988.
MERDİN, Saadettin, Tanrıya Koşan Fizik, İstanbul 1 996.
MEVLANA; Mesnevi I-VI, (çev. Veled İzbudak), 5. Baskı,
MEB. Yay. İstanbul 1 974.
NEVINS Allan-Commager Henry Steele, Amerika Birleşik
Devletleri Tarihi, (çev. Halil İnalcık),Varlık Yay., İstanbul
1 96 1 .
NİETZSCHE Friedrich; Tarih Üzerine, ( çev. Nejat Bozkurt),
İstanbul 1 994.
NİZAMÜ'L-MÜLK; Siyaset-name, (Yay. M. Altay Köymen),
2. Baskı, İstanbul 1 990.
OKANDAN, G. Recai; "Devletin Fiziki Unsuru", İÜ. Hukuk
Fakültesi Mec. XW/1 -2, İstanbul 1 948, s. 1 62-193.
3 74
MUSTAFA ÖZTÜRK

OKANDAN, G. Recai; "Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül",


İÜ. Hukuk Fakültesi Mec. VI/2-3, İstanbul 1 940, s. 30 1 -
340.
ORKUN, Hüseyin Namık; Eski Türk Yazıtları, TDK
Yay.No : 529, Ankara 1987.
Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Halep, (Yayına Hazırlayanlar:
Cengiz Eroğlu-Murat Babuçoğlu-Mehmet Köçer), Global
Strateji Yayınları, Ankara 2007.
OSTROGORSKY, Georg; Bizans Devleti Tarihi, (çev. Fikret
Işıltan), Ankara 1 999.
ÖGEL, Bahaeddin; Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, İs­
tanbul 1 97 1 .
Ö Z Esat, "Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/ çilik:
Sevr ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik ve İdeolojik
Boyut", Siyaset ve Toplum Sayı 4, (Güz 2005), Ankara
2005.
ÖZÇELİK, İsmail; Tarihte Araştırma Yöntem ve Teknikleri,
Ankara, 1 993.
ÖZLEM, Doğan; Tarih Felsefesi, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay., İzmir 1 984.
ÖZTÜRK, Ayhan - Yıldız Özgür; Amerikan Protestan Misyo­
nerlerinin Türkiye'deki Faaliyetleri (1 820-1 938), Kayseri
2007.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, "Kader Alın Yazısı mı, Tabiat Kanun­
ları mı?" Hürriyet Gazetesi, 5 Şubat 2009.
ÖZTÜRK Yücel, "Şark Meselesinin Sosyo-Kültürel Zemini",
Siyaset ve Toplum, Sayı 4 ( Güz 2005), Ankara 2005.
ÖZTÜRK, Mustafa, "Orta Doğu (Kavram, Jeopolitik ve
Sosyoekonomik Durum", Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Dergisi I/1, Elazığ 2003, s. 253-265 .
ÖZTÜRK, Mustafa; "Doğu Anadolu Meselesinin Tarihi
Boyutları", Türk Yurdu, c. 1 2, S. 55, (Mart 1992), Ankara
1 992, s. 8- 1 3.
375
TARiH FELSEFESi

.;!&�I&:.,
ÖZTÜRK, Mustafa; "Osmanlı Ekonomisinde Fiyatları Etki­
leyen Unsurlar", Prof Dr. Şerafettin Turan Armağanı, Ela­
zığ 1 996, s. 221 -239.
ÖZTÜRK, Mustafa; "Osmanlı Miri Rejiminin Misak-ı Milli
ile Münasebetleri", Genelkurmay ATASE, Beşinci Askeri
Tarih Semineri Bildirileri I (İstanbul, 23-25 Ekim 1 995),
Ankara 1 996, s. 1 86- 1 92.
ÖZTÜRK, Mustafa; "Yeni Bir Bölgesel Örgütlenme Modeli:
Güneybatı Asya Birliği", Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi; Uluslararası Üçüncü Orta Doğu
Semineri -Küreselleşme Sürecinde Orta Doğu'nun Yeri ve Ge­
leceği-, (Elazığ, 2-4 Kasım 2006 ) , Elazığ 2008, s. Aynı teb­
liğin başka bir kaynakta yayını için bkz. "Yeni Bir Bölgesel
Örgütlenme Modeli: Güneybatı Asya Birliği", Kahra­
manmaraş Sütçü İmam Üniversitesi-Bölgesel Sorunlar ve
Türkiye Sempozyumu (Kahramanmaraş, 1 2- 1 3 Kasım
2007 ) , (Editörler: A Hamdi Aydın - Seyhan Taş - Saniye
Adıgüzel), Kahramanmaraş 2008, s. 147- 1 65.
PARKINSON, C. Northcote; Siyasal Düşüncenin Evrimi,
( çev. Mehmet Harmancı), 2. Baskı, İstanbul 1 984.
PROKOPIUS, Bizans'ın Gizli Tarihi, ( çev. Orhan Duru),
İstanbul 200 1 .
ROUSSEAU, Herve; Dinler, ( çev. Osman Pazarlı), İstanbul
1 970.
SEİGNOBOS Charles, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tari­
hi, (çev. Samih Tiryakioğlu), Varlık Yay., İstanbul 1 960.
SMITH, R Payne; A Compendious Syriac Dictionary, (Ed. J.
Payne Smith), Oxford Univ. Pres 1 979.
TAHRAN M. Taner, "Ön Asya Dünyasında Kimmerler ve
İskitler", Türkler 1 , Yeni Türkiye Yay. Ankara 2002.
TANYU, Hikmet; İslamiyetten Önce Türklerde Tek Tanrı
İnancı, İstanbul 1 986.
TO GAN, Zeki Velidi; Tarihte Usul, İstanbul 1 98 1 .
TOSUN, Mebrure - YALVAÇ, Kadriye; Sümer Babil Assur
Kanunları ve Ammi Şaduqa Fermanı Ankara 1 975.
3 76
MUSTAFA ÖZTÜ RK

�J/g,,
TOYNBEE, Arnold; Tarih Bilinci I-II, İstanbul 1 975.
TOYNBEE, Arnold; Tarih ve Din ( çev. İbrahim Canan),
Ankara 1 978.
TURAN, Şerafettin; "Askeri Tarihin Tarih İçindeki Yeri",
Genelkurmay ATASE, Birinci Askeri Tarih Semineri Bildi­
rileri I, Ankara 1 983, s. 1 1 -25.
TURAN, Şerafettin; "Machiavelli'nin Tarih Anlayışı", İtalyan
Filolojisi, İtalyan Dili ve Edebiyat Kürsüsü Dergisi, Yıl: 1, S.
1, Ankara 1 969, s. 1 9-25.
TURAN, Şerafettin; Kanuni Süleyman Dönemi Taht Kavgala-
rı, 2. Baskı, Ankara 1 997.
TURAN, Şerafettin; Türk Kültür Tarihi, Ankara 1 990.
TURAN, Şerafettin; Türk-İtalyan İlişkileri I, Ankara 1 990.
TÜMER, Günay-KÜÇÜK Abdurrahman; Dinler Tarihi, 2.
Baskı, Ankara 1 993.
WEBER Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, ( çev.
Zeynep Aruoba), Hil Yay., İstanbul 1985.
WELLS H. G., Cihan Tarihinin Umumi Hatları W, (çev.
Mehmet Ali Tevfik Bey), İstanbul 1928.
WELLS, H.G.; Cihan Tarihinin Umumi Hatları I, ( çev. Maa­
rif Nezareti Heyeti), İstanbul 1 927.
WELLS, H.G.; Kısa Dünya Tarihi, (çev. Ziya İshan), İstanbul
1 972.
WİESEHÖFER Josef, Antik Pers Tarihi, (Almancadan çevi­
ren : Mehmet Ali İnci), Telos Yay., İstanbul 2002.
YUSUF Has Hacib; Kutadgu Bilig, (çeviri: Reşit Rahmeti
Arat), 4. Baskı, TTK. Yay., Ankara 1989.
ZELDİN Theodore, İnsanlığın Mahrem Tarihi, (çev. Elif
Özsayar), Ayrıntı Yay., İstanbul 1 998.

You might also like