Professional Documents
Culture Documents
Birinci Baskı
Aralık 2022
BİLİM FELSEFESİ
Yayıncı Kuruluş
Unistar Yayınevi
Basım Yeri
Lefkoşa KKTC
Çeviri
Tuna HANOĞLU
Önsöz:
Bilim felsefesinin amacı, bilimi ve bilimin mantığını açıklayarak kısaca aktarmaktır. Bir
yandan, bilimi anlamak için çeşitli yaklaşımlar vardır. Zaman içerisindeki tarihsel gelişim
sürecini inceleyerek bilimi anlamaya çalışabiliriz. Diğer bir yaklaşım ise bilimsel araştırma
yapan kişileri aynı anda yani bulundukları döneme ve kültürel bağlama göre incelemek, içinde
bulundukları sosyal ve kültürel koşulları inceleyerek bilimi anlamaya çalışmaktır; yani bilimi
anlamaya çalışmak, kişisel ve kültürel koşulların etkisine bakmaktır. Bilimin oluşumu ve
gelişimi ile ilişkili sosyal koşullar, bilimi açıklama yoluna gider.
Bilime bir de mantık veya felsefe açısından bakılabilir. Bu açıdan bilim hem bir olgu
hem de bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bilim düzenli ya da organize bir bilgi
bütünüdür. Bilgilerimiz “önerme” denilen dilsel ifade biçimlerinde yer aldığından, bu
yaklaşıma göre bilimi anlama bir bakıma bu önermeleri inceleme, eleştirme ve çözümleme
demektir. Önermeleri oluşturan terim ya da kavramları aydınlatma, bu kavramlar arasındaki
ilişkileri belirleme, önerme ve kavramları mantıksal bir ilişki düzeni içinde kapsayan teori veya
benzer sistemleri yapı ve işleyiş olarak açıklığa kavuşturma bu yaklaşımın başlıca özelliğini
belirleyen süreçlerdir. Bu anlamda bilim felsefesi, bilimin dilsel yapısını çözümleme, eleştirme
ve aydınlatma çabasından başka bir şey değildir.
Bilimin felsefi yönden ele alınışı, bilimsel faaliyetin ve felsefi düşüncenin bulunduğu
her toplumda karşımıza çıkmaktadır. Konuya örnek olarak Aristoteles bilimin kendisini bir
araştırma konusu olarak almış, yani bilimin yöntemini, yapısını ve işleyişini kendi felsefi
sistemi içinde açıklamaya çalışmıştır.
Fonotik açıdan bir noktaya değinmekte de fayda görüyorum. Çoğu kez sanıldığının
tersine “Bilim Felsefesi” ile “Bilimsel Felsefe”nin aynı şey olmadığını vurgulamak gerekir.
Bilim felsefesi, felsefeye özgü düşünme ve çözümleme yönteminden yararlanarak, bilimin
kavramsal metodoloji ve işleyişini aydınlatmayı amaçlar. Bilimsel felsefe ise felsefeye bilimin
tutum ve yöntemiyle uyumlu bir nitelik kazandırmak, öylece felsefeyi, verimsiz, sorumsuz
saydığı geleneksel uğraşın- dan kopararak, sorunlarına topluca değil, bilimlerde olduğu gibi
parça parça yanıtlar arayan ölçülü bir disiplin kimliği vermektir.
Bilim Nedir?
Bilim yaşamımızın her alanında kendini yaygın bir çevre edinmiştir. Gündelik hayatta
kullandığımız herhangi bir alet ya da herhangi bir durum olay içerisinde bilinçli yahut bilinçsiz
olarak karşımıza çıkar. Bilimsel yollardan edinilen bilgiler insanoğluna doğal çevresini denetim
altına alma olanağını sağlamış; doğa olanaklarını kendi yaşamını kolaylaştırma, daha rahat,
daha güvenilir ve daha uzun yaşama yolunda kullanma yeteneğini vermiştir. Bilginin çok yönlü
tükenmez bir güç kaynağı olduğu, insanoğlunun uzaya açılan teknik başarılarıyla günümüzde
iyice ortaya çıkmıştır.
Bilimi anlamanın önemi nedir, buna neden gerek vardır? Bu soruya şu iki yönden yanıt
verebiliriz. (1) Bilimin uygulama sonuçları yaşamımızı giderek artan ölçülerde her cephesinde
etkilemektedir; (2)Bilimsel düşünceyi tanıma çağımız aydını için bir entelektüel zorunluluktur.
Bu sonuçlar bilimin bizim için önemli olan bir cephesini oluşturur. Bundan belki de
daha önemli bir başka cephesi, bilimin güçlü bir düşünme yöntemi olmasıdır. Bilimsel düşünme
yönteminin yapı ve özelliği, kitabımızın ilerleyen kesimlerde ayrıntılı olarak ele ünlü
düşünürler ile birlikte alınacaktır.
Bilimsel düşünme belli bir kafa disiplini gerektirir. Bu disiplini kazanmış bir kimse her
şeyden önce gerçeğe dönüktür; olaylara saygılıdır. Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı olmasını
bilir; olgulara dayanmayan uluorta genellemeler- den kaçınır; akla ya da ortak-duyuya ne kadar
yakın görünürse görünsün hiç- bir konuda önyargılara, dogmatik inançlara saplanmaz. Bilimsel
düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlik
ölçüsü de güvenilir gözlem verileridir. Gözlem verilerine ters düşen, ya da onları aşan, her türlü
iddia, teori veya genelleme duygusal çekiciliği ne olursa olsun, şüphe konusu olmak zorundadır.
Herhangi bir çıkarım ya da savın geçerliği, olgulara uygunluk gösterdiği kadardır.
Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü
mistik ve doğaötesi görüşlerin karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları, doğaüstü
kuvvetlerin varlığını tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider.
Son olarak bilimsel düşüncenin bir anlama, bir bulma ve doğrulama yöntemi olduğunu
söylemeliyiz. İnsanlık uzun geçmişinde, aynı amaçlar için başka yolları da denemiştir. Mitoloji,
din, metafizik gibi bilim dışı yollar, evreni an- lama çabaları arasında sayılabilir. Fakat bu
çabaların hiçbiri başarılı olmamış- tır; bilimsel yöntemin sağladığı güvenilir bilgiye, olguları
açıklama gücüne erişememiştir.
İlerde daha genişçe ve ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu üç nokta bilimin entelektüel
değerini belirten temel özelliklerdir. Demek oluyor ki, bilimin değeri bir yandan teknolojideki
uygulaması ile faydaya yönelmiş icatlarda, öte yan- dan nitelikleri belli bir kafa disiplini,
rasyonel bir dünya görüşü ve evrenin insanoğlu için sır olan yanlarını ve işleyişini anlama,
açıklama ya da betimle- me yöntemi oluşturmasında kendisini göstermiştir. Bu iki cepheli
değer, yüzeyde uyuşmaz gibi görünse de aslında birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü,
faydaya dönük teknolojik gelişmeler, temelde fayda gözetmeyen, salt insanoğlunun bilme ve
anlama çabasına dayanan bilgi ve açıklamaları gerektirdiği gibi, bu tür bilgi ve açıklamaların
kapsamını genişletme, geçerlik ve güvenirliği artırma bakımından da teknik araçlara
gereksinme vardır.
“Bilim nedir?” sorusu çok sorulan sorular arasındadır. Ancak üzerinde henüz hepimizin
birleştiği bir yanıtı verilmemiştir. Bu güçlüğün nedenleri arasında şu ikisi gösterilebilir:
1. Bilim donmuş(static) bir konu değil, devamlı ve ivmelenen bir hızla gelişen, değişen bir
olgudur.
2. Bilim inceleme konusu ve yöntemi yönünden kapsamı ve sınırları kesinlikle belli bir
etkinlik değil, çok yönlü, sınırları yer yer belirsiz karmaşık bir oluşumdur.
Dural ve basit oluşumları bile tanımlamada çoğu kez güçlük çekeriz. Bilim gibi sürekli
değişme halinde olan, yapısı karmaşık bir süreci, kesin açık ve herke- sin kabul edeceği bir
tanımla belirlemek ise büsbütün güç bir iştir.
Ancak bu güçlük ne bilginleri ne de bilim üzerinde düşünen filozofları bazı tanımlar ileri
sürmekten de alıkoymamıştır. İlgili literatüre bir göz atmak ortaya atılmış tanımların sayı ve
çeşit bakımından çokluğunu görmeye yeter. Biz bunlardan sadece önemli gördüğümüz birkaçı
üzerinde duracağız.
Çok yaygın bir tanımlamaya göre bilim, örgün bir bilgiler bütünüdür. Bu tanım yetersizdir;
ancak yetersizliğin nedenini açıklamadan önce, tanımın dayandığı iki terimin (“Bilgi” ve
“Örgün”) anlamlarını belirtmeye ihtiyaç vardır.
“Bilgi” terimi günlük dilde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Biz burada sadece teknik
anlamını belirtmekle yetineceğiz. Bir şeyin bilgi sayılması için şu üç koşulu karşılaması gerekir:
1. O şeyin bir önerme ile dile getirilebilir olması (Önerme, bir tümce ile dile getirilen doğru
veya yanlış bir yargı demektir. Örneğin “Bakır bir iletkendir” tümcesi doğru bir önerme,
“Dünya güneşten daha sıcaktır” tümcesi yanlış bir önerme dile getirmektedir).
2. Bu önermenin doğruluğunu gösteren güvenilir kanıt veya belgelerin olması.
Bilimin Özellikleri
Bilim kavramını belirlemeye çalışırken bazı özelliklerini göz önünde tutmak gerekir.
Bunlar arasında başlıcaları aşağıda sıralanmıştır. Bilim olgusaldır. Bilimin başta gelen ve onu
mantık, matematik, din gibi diğer düşünme disiplinlerinden ayırt eden özelliği olgusal oluşudur.
Bunun kısaca anlamı şudur: Bilimsel önermelerin tümü ya doğrudan ya da dolayısıyla
gözlenebilir olguları dile getirir. Bunların doğru ya da yanlış olması dile getirdik- leri olguların
veya olgusal ilişkilerin var olup olmamasına bağlıdır. Bilimde hiçbir hipotez veya teori gözlem
ya da deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim
kendiliğinden doğru sayılan, ya da tanım gereğince doğru olan önermelerle uğraşamaz. Bunlar
çok kere içi boş, bilgi vermeyen, doğru ya da yanlışlığı olgulara değil, kendi anlamlarına bağlı
olan önermelerdir. Örneğin: “kırmızı elmalar renklidir”; “kanatlı hayvanlar hayvandır”;
“3+3=6” gibi önermeler bu tür önermelerdendir.
Yeşil bir şeyin renkli olup olmadığını saptamak için gözleme başvurmaya gerek yoktur.
“Yeşil” ve “renk” sözlerinin anlamlarını bilmemiz yeter. Bu tür önermelere analitik önermeler
diyoruz. Matematik ve mantık önermeleri bu gruba girer. Öte yandan “Dünya yuvarlaktır”,
“Sabit basınç altında gazlar ısıtılınca genleşir”, “Ankara Türkiye’nin başkentidir” gibi
7 önermeler “sentetik”tir."
Bir elmanın renginin kırmızı olup olmadığını söylemlerden ve önermelerden
anlayamayız; bunun için gözlem yapmak zorunludur. Bilimsel önermeler bu gruba girer. Bilim
mantıksaldır, Bu özellik iki yönden kendini göstermektedir: (a) Bilim ulaştığı sonuçların her
türlü çelişkiden uzak, kendi içinde tutarlı olmasını is- ter. Birbiriyle çelişen iki önermeyi doğru
kabul etmez. (b) Bilim bir hipotez ya da teoriyi doğrulama işleminde mantıksal düşünme ve
çıkarsama kuralların- dan yararlanır. Hipotezlerin veya teorik önermelerin bir özelliği doğrudan
test edilememeleridir. Bir teoriyi doğrulamak için gözlem olgularına başvurmak gerekir. Ancak
bunu yapabilmek için önce teoriden birtakım gözlenebilir sonuçlar (bunlara ön deyiler de
diyebiliriz) çıkarmaya ihtiyaç vardır. Bu çıkar- sama işlemi ise dedüktif mantığın kurallarına
dayanmaksızın başarılamaz.
Bilim nesneldir. Birçok kimseler bilimsel nesnelliği mutlak bir anlamda yorumlarlar.
Bu doğru değildir. Kuşkusuz bilgin doğruyu arama çabasında kişisel eğilim, istek ve
önyargıların etkisinde kalmamaya, olguları olduğu gibi saptamaya çalışacaktır. Ancak
unutmamalıdır ki, bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi bir insan uğraşıdır. Bir hipotezin
kurulmasında veya seçiminde bilim adamı ister istemez bazı değer yargılarına, hatta bir ölçüde
kişisel duygu ya da, beğenilere yer vermekten kaçınamaz. Bilimde özellikle bulma, belli
kurallara indirgenebilen bir süreç değildir. Yeni bir hipotez veya teorinin or- taya konması
aklımıza olduğu kadar, hatta belki daha fazla, sezgi ve muhayyilemize dayanan, yaratıcı bir
oluşumdur. Kaldı ki, en basit gözlemlerimizde bile tam ve katıksız bir nesnellik sağlanamaz.
İnsanoğlu bir fotoğraf makinesi değildir; bütün algılarımız bazı varsayım ve kavramlar
çerçevesinde oluşmaktadır. Günlük yaşamda olduğu gibi bilimde de çevremizde olup biten her
şeyi değil, ancak bazı şeyleri algılar veya gözlemleriz. Yaşama veya araştırma ama- cımıza göre
bir seçmeye gitmek, ancak konumuza ilişkin olgularla ilgilenmek bizim için hem doğal, hem
de bir zorunluluktur. Böyle olunca, bilimde nesnel- lik mutlak değil, sınırlı ve özel anlamda
yorumlanmak gerektir. Bu da bilimsel olma iddiası taşıyan her sonuç veya “doğrunun”
güvenilir olması, bir kişi veya grubun tekelinde değil, kamunun (meslek çevresinin)
soruşturmasına açık ve elverişli olacak biçimde dile getirilmesi demektir.
Bilim eleştiricidir. Bilim, ne denli akla uygun görünürse görünsün, her sav ya da teori
karşısında, hatta bu sav veya teori yerleşmiş, herkesçe kabul edilmiş olsa bile, eleştirici tutumu
elden bırakmaz. Bilim bu tutumunu yalnız bilim dışı görüşlere karşı değil, kendi içinde de
sürdürür. Bilimde her teori veya görüş olgular tarafından desteklendiği sürece “doğru” kabul
edilir. Yeni bazı olguları açıklama gücünü gösteremeyen, ya da bazı gözlem verilerinin
doğrulamadığı bir teori er geç daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştiriye tabi tutulur; ya
bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir. Ya da buna olanak yoksa bir yana itilir;
yerine daha güçlü bir teori konmaya çalışılır.
Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile uğraşır. Bu nedenledir
ki, sınıflama bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. “Belli koşul- lar altında su 100°C'de
kaynar”, “Bakır iletkendir”, “Bir gazın hacmi, sıcaklık sabit tutulduğunda, basınçla ters orantılı
değişir” gibi önermeler tek tek olgu- ları değil, fakat kapsamı sınırsız olgu sınıflarına ilişkin
özellikleri dile getirir. Bilimsel önermeler genelleme niteliğinde olup ya bir sınıf olgunun
paylaştığı bir özelliği, ya da olgular arasında değişmez bazı ilişkileri dile getirir. Bilim açısından
tek bir olgunun kendi başına bir önemi yoktur; o ancak inceleme konusu bir olgu sınıfına üye
ise, dolayısıyla bir genellemeyi doğrulama (veya yanlışlama) işleminde kanıt görevini
görüyorsa önemlidir.
Bilim geneli arayıcıdır. Yetkili bilim çevresinin denetim ve eleştirisine açık olmayan,
8
kişiye özgü kalan bulgu veya “doğrular” bilimsel nitelikten yoksundur. Bilimin bu kamuya
açıklık niteliği, onun belli bir dil ya da ifade vasıtası ile anlatılır olmasına bağlıdır. Kamuya
açıklanamayan, kişisel kalan bulgular ne denli önemli olursa olsun, bilimsel türden bilgi
sayılamaz. Bilim, benzer koşullar altında belli bir yöntemle daima aynı sonuçların elde edilmesi
gereğine bağlıdır. Bu gereği karşılayamayan, elde edilen bulgulara ne yoldan ulaşılacağı dile
getirilemeyen kişisel başarılar, bizim için şaşırtıcı ya da çok göz kamaştırıcı olabilir, fakat
bilimsel olamaz.
Bilim seçicidir. Evrende olup biten olgular çeşit ve sayı yönünden sonsuzdur. Bilimin
bunların tümü ile ilgilenmesi hem gereksiz hem de olanaksızdır. Bir olgunun bilime veri niteliği
kazanabilmesi için ya inceleme konusu bir prob- leme ilişkin olması, ya da bir hipotez veya
teorinin test edilmesinde kanıt de- ğeri taşıması gerekir. Bu bakımdan bilimsel araştırmaya konu
olan olgular, tüm olguların ancak küçük bir parçasını kapsamaktadır. Bilimsel nitelik taşı- yan
bütün gözlem ve deneyler, ancak belli bir hipotezin ışığında belli olgulara yöneldiğinde etkinlik
kazanır. Gelişigüzel yürütülen, olgular arasında seçici olmayan bir gözlem ya da deneyin
güvenilir sonuç vermesi şöyle dursun, bir enerji ve zaman kaybından başka bir şey olduğu
söylenemez. Bilgin olgu istifi yapan bir koleksiyoncu değildir, o ancak araştırma amacına uyan,
cevabını aradığı sorulara ilişkin olguları saptamaya çalışır.
Bilim de bütün diğer girişim ve çabalarımız gibi, açık veya üstü örtük birtakım temel
inançlara dayanır. Varsayım denen bu inançlarımız düşünme ve hare- ketlerimizin temelde
yatan gerekçelerini oluşturur. Örneğin, sabahleyin rast- ladığımız bir kimseye “günaydın”
dememiz gibi son derece basit bir davranışın bile dayandığı bir varsayım vardır. Hitap ettiğimiz
kişinin Türkçe bildiğini farz etmiş olmalıyız ki, ona başka bir dilde değil Türkçede seslenmiş
olalım. Bunun gibi çok daha karmaşık bir etkinlik olan bilimsel araştırma da, çoğu kez ifade
edilmeyen, hatta belki bilinç altında tutulan, bazı temel inanç ve varsayımlara dayanmaktadır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı,
2) Bu dünyanın bizim için anlaşılabilir olduğu,
3) Bu dünyayı bilme ve anlamanın değerli bir uğraş oluşturduğu.
Birinci varsayım, çevremizde olup bitenlerin hayal ürünü değil, gerçek olduğu; bu
gerçek dünyanın algılarımızdan bağımsız, bilgilerimize göre biçimlenme- yen nesnel bir varlığı
olduğu görüşünü içermektedir. İkinci varsayım bilgi edinmenin olanak dışı olmadığı, üçüncü
varsayım ise bilginin değerli şey olduğunu söylemektedir. Gerçekten, temelde incelemeye konu
bir dünyanın varlığını, bu dünyanın bizim için anlaşılır olduğunu, gene bu dünyayı anlamanın
değerli bir uğraş olduğunu kabul etmemişsek, bilim bir anlama çabası olarak gerekçesini yitirir,
anlamsız bir hareket olarak kalır.
Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişigüzel değil, olguların düzen- li
ilişkiler içinde yer aldığı, tutarlı, kapristen uzak bir dünyadır. Örneğin, suyun hangi koşullar
altında donduğu, hangi koşullar altında kaynadığı, bu tür değişmez, düzenli ilişkilerdendir. A,
B, C, koşulları altında suyun donacağını D, E, F, koşulları altında ise kaynayacağını bekleriz.
Aynı koşullar altında suyun bazen donduğu, bazen kaynadığı görülse idi böyle bir bekleyiş için
9 olanak kalmazdı. Olguların gelişigüzel yer aldığı kaprisli bir dünyada, olup bitenlerin
gerisindeki temel ilişkileri arayan, bunları dile getirip açıklamaya çalışan bilim için de olanak
yok demektir.
Her olgu, bizim için saptanabilir olsun olmasın, kendinden önce yer alan başka olgulara
bağlı olarak ortaya çıkar. Bunun kısaca anlamı şudur: Nedensiz olgu yoktur ve bu neden
doğanın kendi içindedir. Bu varsayımdan hareket eden bilim, herhangi bir olgunun
açıklanmasını o olgunun ortaya çıkış koşullarına başvurarak yapar. Örneğin, suyun kaynaması
için 76 cm baro-metrik basınç altında sıcaklığın 100°C'ye çıkmış olması gerekir. Burada suyun
kaynaması bir sonuç, belli ölçülerdeki basınç ve ısı ise birer ön koşuldur. Sonuçla ön koşullar
arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak şöyle gösterebiliriz:
Y = f (X1, X2 … Xn)
Formülde, “Y” sonucu, “X1, X2 ... Xn”ler de ön koşulları göstermektedir. “f” ise
ilişkinin fonksiyonel olduğunu ve bu fonksiyonda “Y”nin bağımlı, “X1”nin ise bağımsız
değişken olduğunu belirtmektedir.
Bilim gözlem konusu bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder. Bu
ise, zaman ve uzayın “realite” denilen gerçek dünyanın temel boyut- ları olduğu inancına
dayanır. Olguların zaman ve uzayla sınırlandırılması bili- mi, ilkece gözlem konusu
olamayacak birtakım doğa dışı “nesnelere yönelmekten alıkoyduğu gibi, bu tür nesneleri
inceleme konusu yapan çalışmaların bilimsel olamayacağı yargısını da temellendirmektedir.
Örneğin din, mitoloji ve metafizik incelemeler gibi.
Bilim “var olan her şeyin bir miktarda var olduğu” ilkesine bağlıdır. Bu nedenledir ki,
bilginler elde ettikleri bulguları nicelik türünden dile getirmeye büyük önem verirler. Deney
sonuçlarının basit gözlemle değil, ölçme yolu ile saptanması ve bunların sayısal terimlerle
ifadesi bilimde giderek önem kazanan bir gelişmedir. Örneğin sıcaklık, sertlik, yoğunluk,
öğrenme yeteneği, yaratıcılık vb. değişkenlerin zamanla ölçülebilir bir biçimde
tanımlandıklarını ve bu tanımlara uygun geliştirilen ölçme araçları kullanılarak ölçüldüklerini
görmekteyiz. Bir bilimde ölçme tekniğinde erişilen yetkinlik o bilimin ilerleme derecesini
saptamada önemli bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bir tür ölç- meye başvurmayan bir
çalışmaya bilim demek artık çok güç görünmektedir. Bilimin dayalı olduğu varsayımlara ilişkin
Einstein'ın şu sözleri önemle üzerinde durulmaya değer: Teorik kavramlarımızla gerçek
dünyayı anlamanın olanaklı olduğu inancı olmaksızın, dünyamızın iç uyumuna inanmaksızın,
bilim denen şeyin ortaya çıkması beklenemezdi. Bu inanç her türlü bilimsel buluşun temel itici
gücüdür ve daima öyle kalacaktır.
Modern teorik fizikçi de bilerek ya da bilmeyerek, en az bir meta-fiziksel ilkenin
güdümündedir. Doğanın yeni yasalarını bulma çabasında o, bu yasaların matematiksel olarak
basit ve açık bir biçimde dile getirilebileceği inancını taşır. Böyle bir inancın güdümünde
olmaksızın, fiziğin bir tek genel yasasını bulma olanağı düşünülemez bile.
Temel varsayımların metafiziksel nitelikte olup olmadığı sorusu ayrı bir inceleme
konusudur. Ancak şu kadarını belirtelim ki, bilimin son 300 yıllık süre içindeki baş döndürücü
gelişmesi dayandığı varsayımların geniş ölçüde geçerli olduklarını kanıtlayıcı niteliktedir.
10
GERÇEKÇİ Lİ K İ Çİ N ARGÜMANLAR
Gerçekçilik ve ilerleme
Fiziksel kuramlar arasında yirminci yüzyılın iki devi olan görelilik ve kuantum kuramını
incelediğimizde, gerçekçinin bilimin ilerlemesini yalnızca kendi görüşünün açıkladığı
iddiasının canlı bir şekilde çürütüldüğünü ve gerçekçilik üzerinde de bazı ilginç bükülmeler ve
karşıtlıklar bulduğumuzu görürüz. Görelilik kuramları neredeyse tek başına Albert Einstein'ın
eseridir. Einstein'ın erken dönem pozitivizmi sayfalardan dışarı fırlar. Aynı pozitivist gerilim
1916 tarihli genel görelilik makalesinde de belirgindir; Einstein burada genel eş değişkenlik
şartını, 'uzay ve zamandan fiziksel nesnelliğin son kalıntılarını da alıp götürdüğünü' söylediği,
şüpheli görünen bir doğrulamacı argüman aracılığıyla haklı çıkarmaya çalışır. Einstein'ın genel
göreliliğe giden çileli yolunun incelenmesi, her zaman bir kavramın gerçek bir göndergeye
sahip olduğunu inkâr etmek için kullanılan bu Machçı çizginin tekrar tekrar kullanıldığını
gösterir. Einstein'ın felsefi yöneliminde başka ne tür rakip eğilimler olursa olsun (ve kesinlikle
başkaları da vardı), bu araçsalcı / pozitivist tutumun Einstein'ı çeşitli realist taahhütlerden
kurtarmadaki önemini inkar etmek zor olacaktır. Bununla birlikte, genel görelilik üzerine 16
çalışmasından birkaç yıl sonra, kabaca 1920 civarında, Einstein felsefi bir dönüşüm geçirdi,
pozitivist gençliğinden uzaklaştı ve gerçekçiliğe derinden bağlandı. Özellikle, dönüşümünün
ardından Einstein, genel teorinin merkezi teorik varlıkları olan dört boyutlu uzay-zaman
manifoldu ve ilişkili tansör alanları için gerçek gerçeklik iddiasında bulunmak istedi. Bu ciddi
bir meseledir, çünkü onun iddiasını kabul edersek, sadece uzay ve zaman gerçek olmaktan
çıkmakla kalmaz, aynı zamanda neredeyse tüm olağan dinamik nicelikler de gerçek olmaktan
çıkar. Böylece bizim anladığımız şekliyle hareketin kendisi de gerçek olmaktan çıkar.
Günümüzün uzay ve zaman felsefecileri kuşağı bu konuda Einstein'ın izinden gitmiştir. Ancak
ilginç bir şekilde, bu fikirler sokaktaki sıradan insanın (sizin ve benim gibi) aklını karıştırmakla
kalmıyor, aynı zamanda çoğu çağdaş bilim insanının da aklını karıştırıyor. Yani, çalışan, bilgili
bilim insanları arasındaki çoğunluğun görüşünün, genel göreliliğin astrofizik ve kozmolojideki
belirli yerçekimi sorunlarını ele almak için muhteşem bir düzenleme aracı sağladığı yönünde
olduğuna inanıyorum. Ancak çok azının, sözünü ettiğim türden gerçekçi varlık ve yokluk
iddialarına itibar ettiğine inanıyorum. O halde rölativistik fiziğin gelişiminde realist olmayan
bir tutumun önemli olduğu, kurucusunun yine de bitmiş ürüne karşı realist bir tutum
benimsediği, ancak onu gerçekten kullananların çoğunun teoriyi 'büyük bir gerçeği' ifade
etmekten ziyade güçlü bir araç olarak gördüğü anlaşılmaktadır.
Kuantum teorisi ile birlikte bu sıra değişir. Heisenberg, felsefi duruşunu açıklayan şu
özet ile başlar: 'Bu makalede, yalnızca ilkesel olarak gözlemlenebilen nicelikler arasındaki
ilişkilere dayanan bir kuantum teorik mekaniği için temeller elde edilmeye çalışılacaktır'.
Makalenin bütününde Heisenberg yalnızca gözlemlenemeyenlere herhangi bir atıfta bulunmayı
reddetmekle kalmaz; aynı zamanda kendi mekaniğinin altında yatan bir gerçekliğin resmini
oluşturmaya çalışmak gerektiği fikrinden de uzaklaşır. Kuantum teorisinin ikinci babası olan
Schrödinger'in başlangıçta kendi denkleminin altında yatan dalgasal gerçekliğe dair belli
belirsiz bir resme sahip olduğu görülmektedir. Ancak buradaki zorlukları görmekte gecikmedi
ve aynı hızla, isteksizce de olsa, gerçekliğe herhangi bir gönderme yapma girişiminden
vazgeçti. Ortaya çıkmakta olan kuantum teorisinin realist yorumundan uzaklaşan bu araçsalcı
hamleler, Bohr'un tamamlayıcılık felsefesi olarak adlandırdığı felsefe tarafından özel bir güç
kazandı. Bu gerçekçi olmayan konum, Ekim 1927'deki ünlü Solvay konferansı sırasında
sağlamlaştırıldı ve bugün de sağlam bir şekilde yerinde duruyor. Bu tür bir kuantum gerçek
dışılığı, mezun olan her fizikçinin öğrendiği ve uyguladığı şeyin bir parçasıdır. Son elli yılda
atom, nükleer ve parçacık fiziğindeki tüm parlak başarıların kavramsal zeminidir. Fizikçiler
teorileri hakkında son derece gerçekçi olmayan bir şekilde düşünmeyi öğrendiler ve tam da
bunu yapmak bilim tarihindeki en muhteşem öngörü başarısını getirdi. Gerçekçi Einstein ile
gerçekçi olmayan Bohr arasında kuantum teorisinin yorumlanması üzerine yaşanan savaş,
bence fizikte sadece bir yan gösteri ya da boş bir entelektüel egzersiz değildi. Bu, Bohr
tarafından ilerici bir bilim olarak fizik girişimi adına üstlenilen önemli bir çabaydı. Çünkü
Einstein'ın gerçekçiliğinin, eğer ciddiye alınırsa, yeni fiziğin birleştirilmesini ve ifade
edilmesini engelleyeceğine ve böylece bilimin ilerlemesini durduracağına inanıyordu. Özellikle
de Einstein'ın gerçekçiliğinin yeni nesil en parlak ve en iyi öğrencileri bilimsel çıkmazlara
sürükleyeceğinden korkuyorlardı.
Örneğin Dilara, yüksek lisans öğrencisiyken, Einstein'ın fikirlerini öğrenmek için
Berlin'de biraz zaman geçirmekle ilgilenmiştir. 'Daha pragmatik olan Sommerfeld...
öğrencilerini, ki bunlardan biri de bu yazardır, kuantumu "açıklamak" gibi umutsuz bir göreve
çok fazla zaman harcamamaları, bunun yerine onu temel olarak kabul etmeleri ve sonuçlarını
17 çözmeye yardımcı olmaları konusunda uyarmıştır. Kuantumu 'açıklama' görevi, elbette,
teorinin formüllerinin altında yatan bir gerçekliği tanımlamaya ve böylece formüllerin tahmin
başarısını bu gerçekliğin yaklaşık olarak doğru açıklamaları olarak açıklamaya yönelik realist
programdır. Bu bölümün ilk kısmında eleştirdiğim bu program, kuantum teorisinin
kurucularının bilimsel bir çıkmaz olarak gördükleri aynı programdır. Einstein meselenin tam
da burada düğümlendiğini gayet iyi biliyordu. 'Asıl sorun fiziğin bir tür metafizik olmasıdır;
fizik "gerçekliği" tanımlar. Ama biz "gerçekliğin" ne olduğunu bilmiyoruz. Onu sadece fiziksel
betimleme yoluyla biliyoruz … Ancak Talmudik filozof "gerçekliği" doğal zihnin korkutucu
bir yaratığı gibi koklar.
Kuantum teorisinin gelişimi ve pratikte sonsuz başarısı için realist olmayan bir tutumun
öneminden şüphe edilemez. Tarihsel karşı olgular her zaman yanıltıcıdır, ancak bu alandaki
gerçekçi programların kısırlığı bilimsel ilerlemeye giden yolun gerçekçilik tarafından
engelleneceğine inandıklarını göstermektedir. Kuantum teorisinin kurucuları, kendilerine çok
iyi hizmet eden realist olmayan tutuma asla dönmediler. Belki de bunun nedeni, kuantum
teorisinin altında yatan merkezi teorik aygıtın, karmaşık değerli ve sonsuz boyutlu bir dalga
fonksiyonunun yoğunluklarının ciddiye alınmasının, göreliliğin dört boyutlu manifoldundan
bile daha zor olmasıdır. Ama şimdi çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Nasıl ki göreliliğin
uygulayıcıları, uzay-zaman yapısına yönelik daha pragmatik bir tutum lehine gerçekçi yorumu
görmezden geliyorlarsa, kuantum fizikçileri de benzer bir tersine dönüş yapacak ve yeni keşifler
hakkında konuşma zamanı geldiğinde gerçekçi olmayan tarihlerini ve bağlılıklarını unutacak
gibi görünmektedirler.
Teorisyenler bu yeni varlığı açıklamak için, tılsımlı kuark olarak adlandırılan yeni bir
kuark türü ortaya attılar. Bu durumda y/J parçacığının, spinleri aynı hizada olan bir tılsımlı
kuark ve bir anti-tılsımlı kuarktan oluştuğu düşünülür. Ancak bu doğruysa, hizalanmamış veya
değişken spin hizalamalarına sahip bu tür başka çiftler de olmalı ve bunlar oldukça yeni
gözlemlenebilir parçacıklar oluşturmalıdır. Tılsımlı kuark modelinden elde edilen bu tür
tahminlerin çeşitli deneylerde doğrulandığı ortaya çıkmıştır. Bu hikâyede, bilim insanlarının bu
alandaki konuşma biçimindeki gerçekçi hissi aktarmak için biraz ilerledim. Çünkü bunun
gerçekçiliğe bir dönüş mü olduğunu yoksa bunun yerine temelde gerçekçi olmayan bir tutumla
bir şekilde uzlaştırılıp uzlaştırılamayacağını sormak istiyorum. 1 Gerçekçi olmayan seçeneğin
doğru olduğuna inanılır.
Gerçekçi olmayan
Gerçekçi yetenekli biri olsam bile, gerçekçiliğini, bu bölümün ilk kısmında inceleyip
reddettiğim ve yirminci yüzyıl fizik tarihinin yanlış olduğunu gösterdiği oldukça sofistike
tümevarımsal argüman biçimine dayandırdığına inanmıyorum. Aksine, eğer onun kalbi de
benimki gibiyse, onu etkileyen şeyin daha basit ve sade bir tür argüman olduğunu öne
sürüyorum. Bu argüman şudur ve ben bunu birinci şahıs olarak ifade edeceğim. Gündelik
nesnelerin varlığı ve özellikleriyle ilgili olarak duyularımın kanıtlarına kesinlikle güveniyorum.
Bilimsel araştırmanın 'kontrol et, iki kez kontrol et, kontrol et, üç kez kontrol et' sistemine ve
bilim kurumlarında yerleşik diğer güvenlik önlemlerine de aynı şekilde güveniyorum. Eğer
bilim insanları bana gerçekten moleküller, atomlar, y/J parçacıkları ve kim bilir belki de
kuarklar olduğunu söylüyorlarsa, öyle olsun. Onlara güveniyorum ve dolayısıyla bu tür şeylerin
gerçekten var olduğunu ve bunlara eşlik eden özellik ve ilişkileri kabul etmek zorundayım.
Dahası, eğer araçsalcı (ya da 'gerçekçi olmayan' türün başka bir üyesi) ortaya çıkıp bu
varlıkların ve onlara eşlik edenlerin sadece kurgu (ya da benzeri) olduğunu söylerse, o zaman 18
ona inanmak için, benim üzerimde bir iş yapmak için (bir şekilde) uydurulmuş bir kurgu
olduğuna inanmaktan daha fazla bir neden görmüyorum; ki buna inanmıyorum. O halde
gerçekçi olmam daha iyi olacak gibi görünüyor. Bu sade ve ikna edici cümleyi şöyle
özetleyebiliriz: duyuların kanıtlarını kabul etmek ve aynı şekilde bilimin doğrulanmış
sonuçlarını kabul etmek ancak bir realist için mümkündür; dolayısıyla ben de bir realist
olmalıyım (siz de olmalısınız!).
Kişinin duyularının kanıtlarını kabul etmesi ve aynı şekilde doğrulanmış bilimsel
teorileri kabul etmesi nedir? Bunları kişinin hayatına doğru olarak kabul etmektir; bu da kişinin
davranışlarını, pratik ve teorik olarak, bu doğrulara uyum sağlayacak şekilde ayarlaması
anlamına gelir. Şimdi, elbette, doğrular ve gerçekler vardır. Bazıları bizim ve yaşamlarımız için
daha merkezi, bazıları daha az merkezi. Herhangi bir konuda yanılıyor olabilirim, ancak şu anda
nerede olduğum konusunda yanılıyor olsaydım, bu beni tılsımlı kuarklara olan belki de yanlış
inancımdan daha fazla etkileyebilirdi. Dolayısıyla, sahip olduğum bilimsel inançlardan
bazılarının, örneğin algısal inançlardan daha az merkezi olması, sade argüman çizgisiyle
uyumludur. Elbette, tılsımlı kuark işine derinlemesine girmiş olsaydım, bu inançtan
vazgeçmek, algısal düzeydeki bazı inançlardan vazgeçmekten daha zor olabilirdi.
Böylece, tüm düşünceli insanlar tarafından iyi bilinen 'inandığını görme' olgusunu elde
ederiz). O halde bu sade cümle bizden duyularımızın kanıtlarını kabul ettiğimiz gibi bilimsel
sonuçları da 'aynı şekilde' kabul etmemizi istediğinde, her ikisini de doğru olarak kabul etmemiz
gerektiğini anlıyorum. Bizden hakikat türleri ya da varoluş biçimleri ya da benzerleri arasında
ayrım yapmamızın değil, yalnızca hakikatlerin kendileri arasında merkezilik, inanç dereceleri
ya da benzerleri açısından ayrım yapmamızın istenmediğini düşünüyorum. Bunun anlaşıldığını
varsayalım. Şimdi, sizce gerçekçiliğin baş düşmanı Bohr, sade bir çizgide durabilir miydi?
Bilim uğruna (Einstein'ın gerçekçiliğine karşı) savaşan Bohr, ya bilimin sonuçlarından
vazgeçmek ya da bilimin 'gerçeklerini' günlük yaşamın gerçeklerinden farklı bir kategoriye
yerleştirmek zorunda hissedebilir miydi? Pek olası görünmüyor. Dolayısıyla, bu temel konuda
tutarsız olduğunu düşünmezsek, bizi bilimin sonuçlarını doğru olarak kabul etmekten gerçekçi
olmaya götüren herhangi bir gerekli bağlantı olup olmadığını sorgulamaya başlayabiliriz.
'Gerçekçilik karşıtı' terimini gerçekçiliğin birçok farklı düşmanından herhangi birine
atıfta bulunmak için kullanmama izin verin: idealist, araçsalcı, fenomenalist, ampirist (yapıcı
ya da değil), gelenekselci, yapısalcı, pragmatist, vb. O halde bana öyle geliyor ki hem realist
hem de anti-realist, benim 'sade çizgi' olarak adlandırdığım şeyi takip etmelidir. Yani, her ikisi
de bilimin onaylanmış sonuçlarını daha sade ve aşina olunan iddialarla aynı seviyede kabul
etmelidir. Bu, taraflardan birinin (ya da diğerinin) evde ya da bilimde daha az doğrulanmış
iddialardan daha fazlasını ayırt edemeyeceği anlamına gelmez; ya da birinin belirli bir çıkarım
tarzını (en iyi açıklamaya yönelik çıkarım gibi) seçemeyeceği ve hem evde hem de dışarıda
güvenilirliği konusunda endişelenemeyeceği anlamına gelmez. Sadece eşitliği korumak
gerekir. O halde diyelim ki hem realist hem de anti-realist bilimsel araştırmaların sonuçlarını
daha sade gerçeklerle eşit düzeyde 'doğru' olarak kabul ediyor. (Bazı anti-realistlerin farklı bir
kelime kullanmayı tercih ettiğinin farkındayım, ama önemli değil). Ve bilimsel gerçeklerin bu
kabulünü 'temel pozisyon' olarak adlandırıyoruz. O halde gerçekçileri gerçekçilik
karşıtlarından ayıran şey, bu temel pozisyona ne ekledikleridir.
Anti-realist, pragmatik, araçsalcı ve gelenekselci hakikat anlayışlarında olduğu gibi,
19 temel pozisyona hakikat kavramının özel bir analizini ekleyebilir. Ya da anti-realist, idealizm,
konstrüktivizm, fenomenalizm ve bazı ampirizm çeşitlerinde olduğu gibi kavramların özel bir
analizini ekleyebilir. Bu eklemeler daha sonra, örneğin varlık ifadeleri için özel bir anlam ortaya
çıkaracaktır. Ya da anti-realist, bazı özel çıkarımsal araçlara ihtiyatla yaklaşarak ya da bilimin
bazı özel yönleri (örneğin, açıklamalar ya da yasalar) için kendi açıklamasını inşa ederek belirli
metodolojik kısıtlamalar ekleyebilir. Tipik olarak, anti-realist çekirdeğe bu türden birkaç
ekleme yapacaktır. Peki ya gerçekçi; bilimin sonuçlarının gerçekten doğru olduğuna dair temel
kabulüne ne ekler? Gerçekçinin eklediği şey, masaya vurarak, ayaklarını yere vurarak
"Gerçekten!" diye bağırmaktır. Yani, gerçekçi ve anti-gerçekçi, diyelim ki, gerçekten
elektronlar olduğu, gerçekten birim negatif yük taşıdıkları ve gerçekten küçük bir kütleye sahip
oldukları konusunda hemfikir olduklarında, gerçekçinin eklemek istediği şey, tüm bunların
gerçekten böyle olduğu vurgusudur. "Gerçekten elektronlar vardır, gerçekten! Bu tipik realist
vurgu hem negatif hem de pozitif bir işleve hizmet eder.
Olumsuz anlamda, anti-realistin her iki tarafın da paylaştığı temel kabullere yapacağı
eklemeleri reddetmek anlamına gelir. Örneğin realist, kavramların fenomenalist indirgemesini
ya da pragmatik hakikat anlayışını reddetmek ister. Realist, bu eklentilerin kabul edilen hakikat
ya da varoluş iddialarının tözselliğini ortadan kaldırdığını düşünür. "Hayır," der, "gerçekten
varlar ve sadece sizin küçültülmüş anti-realist anlamınızda değiller. Olumlu anlamda gerçekçi,
bu hakikat ya da varoluş iddialarını hangi sağlam anlamda ele aldığını açıklamak ister; yani,
gerçeklik hakkındaki iddialar olarak-gerçekte, gerçekten olan şey. Bunun tam gelişmiş
versiyonu, dünya ile örtüşme olarak hakikat kavramını ve yakın örtüşme olarak yaklaşık
hakikatin vekil kullanımını içerir. Bu uygunluk ve yaklaşık doğruluk fikirlerinin gerçeği neyin
doğru kıldığını açıkladığının varsayıldığını, oysa aslında bunların yalnızca birer süs, yani
dikkatimizi çekebilecek ama rasyonel inancı zorlamayacak yüzeysel süslemeler olarak işlev
gördüğünü daha önce görmüştük. Fazladan 'gerçekten' gibi, bunlar da dikkat çekici bir ayak
vuruşudur ve mantıksal olarak konuşursak, daha fazla güçleri yoktur. Bana öyle geliyor ki,
realist ve anti-realistleri, her birinin temel pozisyona eklemek istedikleri açısından
karşılaştırdığımızda, üçüncü bir alternatif ortaya çıkıyor ve bu da çekici bir alternatif. Bu, temel
pozisyonun kendisidir ve tek başına bir pozisyondur. Eğer gerçekçiliğin özünde sadece
gündelik gerçeklerin bilimsel gerçeklerle olan sade bağlantısına kadar uzandığını ve
sağduyunun birini kabul ederken diğerini de aynı temelde kabul etmemizi gerektirdiğini
düşünmekte haklıysam, o zaman bu sade çizgi çekirdek pozisyonu tek başına zorlayıcı ve
ciddiye almamız gereken bir pozisyon haline getirir. Bunu yapmaya çalışalım ve bunun
yaşayabileceğimiz bir felsefe ve bilime karşı bir tutum oluşturup oluşturmadığını görelim.
Temel pozisyon ne realist ne de anti-realisttir; ikisi arasında aracılık eder. Bu pozisyon
için bir isme sahip olmak güzel olurdu, ancak onun adına başka bir 'izm' benimsemek utanç
verici olurdu, çünkü o zaman ontolojik bağlılık için yarışan pek çok adaydan sadece biri gibi
görünürdü. Bence bu sadece o kalabalıktan biri değil, daha ziyade, arkasındaki sade çizginin de
işaret ettiği gibi, sağduyulu epistemoloji -doğal ontolojik tutum- içindir.
NO A'nın bilime karşı nasıl yeterli bir felsefi duruş oluşturduğunu göstermeye başlamak
için, ontoloji hakkında ne söylemesi gerektiğini görelim. NO A bize bilimin sonuçlarını doğru
olarak kabul etmemizi öğütlediğinde, doğruluğu olağan göndergesel şekilde ele almamız
gerektiğini anlıyorum, böylece bir cümle (veya ifade), atıfta bulunulan varlıkların atıfta
bulunulan ilişkilerde durması durumunda doğrudur. Dolayısıyla, NO A sıradan göndergesel
semantiği onaylar ve bizi doğruluk yoluyla, doğru olarak kabul ettiğimiz bilimsel ifadeler
tarafından atıfta bulunulan bireylerin, özelliklerin, ilişkilerin, süreçlerin ve benzerlerinin
varlığına bağlar. Onların varlığına olan inancımız, ilgili bilimin doğruluğuna olan inancımız
kadar güçlü (ya da zayıf) olacaktır ve buradaki inanç dereceleri, muhtemelen, olağan bilimsel
20
kurallara tabi olarak, olağan doğrulama ve kanıt desteği ilişkileri tarafından yönlendirilecektir.
Bu referans duruşunu benimserken NOA, realizmin doğasında varmış gibi görünen
ilerlemeciliğe bağlı değildir. Çünkü realist, bir inanç maddesi olarak, uzun vadede bilimsel
başarının bizi gerçeğe yaklaştıracağını düşünür. Yaklaşık gerçeği kullanan tüm açıklayıcı
girişimi, elini bu şekilde zorlamaktadır. Ancak, bir 'NOAer' ('bilen' olarak telaffuz edilir) bu
kadar kararlı değildir. Bir bilim adamı olarak, diyelim ki içinde çalıştığı gelenek bağlamında,
NOA'cı elbette teorilerinin atıfta bulunduğu varlıkların varlığına inanacaktır. Ancak gelenek,
örneğin Kuhn'un 'paradigma değişimleri' olarak adlandırdığı kavramsal devrimler tarzında
değişirse, NOA'daki hiçbir şey bu değişimin ilerici, yani aynı şeyler hakkında daha doğru
bilgiler edindiğimiz bir değişim olarak kabul edilmesini gerektirmez. NOA, bu tür değişiklikleri
toptan referans değişiklikleri olarak sayan Kuhncu alternatifle tamamen tutarlıdır. Realistlerin
aksine, NOA taraftarları paradigma değişimi durumlarında olguları incelemekte ve bu olguların
üzerine realist-pro- gressivist bir üstyapı koymadan para-digmalar arasında referansın istikrarı
için ikna edici bir dava açılıp açılamayacağını görmekte özgürdürler. Başka bir yerde , NOA'nın
mümkün kıldığı gibi, kişi kendini özgür kılarsa, meselenin gerçeklerinin genellikle davayı
çözmeyeceğini ve bunun, sözde anlaşılmazlık durumlarının aslında referansın istikrarı
sorununun belirsiz olduğu gerçek durumlar olduğunu düşünmek için iyi bir neden olduğunu
savunuldu . Bence NOA, bu tür sonuçlar için doğru felsefi konumdur. Referans ve varlık
iddialarını onaylar, ancak bilim tarihini önceden uygun kalıplara sokmaya zorlamaz.
Şu ana kadar realist için asıl önemli olan noktadan kaçınmayı başardım: 'dış dünya' ne
olacak? Dünyadaki şeylere atıfta bulunmaktan bahsetmediğim sürece nasıl referanstan ve varlık
iddialarından bahsedebilirim? Ve elbette burada realist yine ayaklarını yere vurmak ister. 1
Bence gerçekçinin ayaklarını yere vurup "Gerçekten!" diye bağırmasına (ve dış dünyayı
çağırmasına) neden olan sorun, gerçekçinin bilim oyunu karşısında almaya çalıştığı duruşla
ilgilidir. Gerçekçi, arenanın dışında durup devam eden oyunu izlemeye çalışır ve sonra (bu dış
bakış açısından) meselenin ne olduğuna karar vermeye çalışır. Ona göre bu, oyunun dışındaki
bir alanla ilgilidir. Bence gerçekçi kişi kendini kandırıyor. Çünkü (gerçekten!) arenanın dışında
duramaz; ne de oyun alanının dışında bir alanı inceleyip oyunun ne hakkında olduğunu
işaretleyebilir.
Bu iki noktaya değinmeye çalışalım . Elektronların, diyelim ki oldukça küçük bir
kütleye sahip olmalarının yanı sıra, 'dış dünyada' nesneler oldukları yargısına nasıl varacağız?
Elbette elektron oyunundan uzak durabilir ve iddialarını, yöntemlerini, tahmin başarısını ve
benzerlerini inceleyebiliriz. Ancak elektron teorisinin elektronlarla ilgili olduğunu kabul etmek
dışında, teorinin ne hakkında olduğuna karar vermemizi sağlayacak nasıl bir duruş
sergileyebiliriz? Bu, bir planla inşa edilmekte olan bir evi ya da bir harita rotasıyla bir köy
yolunu eşleştirmeye benzemez. Çünkü hem fiziksel hem de kavramsal olarak dünyanın
içindeyiz. Yani, bilimin nesneleri arasındayız ve konu ve doğru uygulama hakkında yargıda
bulunmak için kullandığımız kavramlar ve prosedürlerin kendileri de aynı bilimsel dünyanın
bir parçasıdır. Epistemolojik olarak durum, tümevarımın gerekçelendirilmesiyle ilgili duruma
çok benzemektedir. Çünkü (sözde) dış dünya sorunu, realistin bilim tarafından (ve dolayısıyla
A YOK tarafından) onaylanan varlık iddialarını 'dışarıdaki' varlıkların varlığına dair iddialar
olarak gerekçelendirmemiz talebinin nasıl karşılanacağıdır. Tümevarım durumunda, yalnızca
tümevarımsal bir gerekçelendirmenin işe yarayacağı açıktır ve hiçbir tümevarımsal
gerekçelendirmenin işe yaramayacağı da aynı derecede açıktır. Dış dünya için de durum
aynıdır, çünkü varoluşa dair yalnızca sıradan bilimsel çıkarımlar işe yarar ve yine de bunların
21 hiçbiri varolanın gerçekten 'orada' olduğunu gösterme talebini karşılamaz. Bence dış dünyaya
ilişkin olarak Hume'un tümevarım konusundaki reçetesini izlemeliyiz. Gerçekçiliğin
gerektirdiği türden bir dışsallığı gerekçelendirmenin imkanı yoktur, ancak yine de gerçekliğe
dair böylesine rahatlatıcı bir kavrayışı özlemekten kendimizi alamayabiliriz.
Yani, bilimin nesneleri arasındayız ve konu ve doğru uygulama hakkında yargıda
bulunmak için kullandığımız kavramlar ve prosedürlerin kendileri de aynı bilimsel dünyanın
bir parçasıdır. Epistemolojik olarak durum, tümevarımın gerekçelendirilmesiyle ilgili duruma
çok benzemektedir. Çünkü (sözde) dış dünya sorunu, realistin bilim tarafından (ve dolayısıyla
A YOK tarafından) onaylanan varlık iddialarını 'dışarıdaki' varlıkların varlığına dair iddialar
olarak gerekçelendirmemiz talebinin nasıl karşılanacağıdır. Tümevarım durumunda, yalnızca
tümevarımsal bir gerekçelendirmenin işe yarayacağı açıktır ve hiçbir tümevarımsal
gerekçelendirmenin işe yaramayacağı da aynı derecede açıktır. Dış dünya için de durum
aynıdır, çünkü varoluşa dair yalnızca sıradan bilimsel çıkarımlar işe yarar ve yine de bunların
hiçbiri varolanın gerçekten 'orada' olduğunu gösterme talebini karşılamaz. Bence dış dünyaya
ilişkin olarak Hume'un tümevarım konusundaki reçetesini izlemeliyiz. Gerçekçiliğin
gerektirdiği türden bir dışsallığı gerekçelendirmenin imkanı yoktur, ancak yine de gerçekliğe
dair böylesine rahatlatıcı bir kavrayışı özlemekten kendimizi alamayabiliriz. Bence NO A'nın
söyleyeceği tek şey bu. Eğer bazı gerçeklere dayanarak tahminde bulunmanın, saf ve basit
tahminde bulunmaktan daha başarılı olma olasılığı olduğuna inanıyorsanız, o zaman daha
önceki teorilerimiz büyük ölçüde doğruysa ve bu teoriler üzerinde yaptığımız iyileştirmeler
doğru kısımları koruyorsa, o zaman bu temelde tahminde bulunmanın göreceli bir başarı
olasılığı vardır. Bunun zayıf bir açıklama olduğunu düşünüyorum, ancak o zaman buradaki
fenomenin daha güçlü bir şeye izin vermediğini düşünüyorum, çünkü çoğunlukla bu tür
tahminler başarısız oluyor. Aynı şekilde, NO A bağlaçlar sorununda (ve daha genel olarak
mantıksal kombinasyon sorunlarında) yardımcı olabilir. Çünkü iki tutarlı teori aslında örtüşen
alanlara sahipse (az önce de belirttiğim gibi, çoğu zaman karar verilebilir olmayan bir gerçek)
ve teorilerin örtüşen üyeler hakkında söyleyecek doğru şeyleri varsa, o zaman teorileri
birleştirmek sadece her birinin doğrularına katkıda bulunur ve böylece birlikte yeni doğrular
ortaya çıkarabilir. Diğer başarılı metodolojik kuralların bulunduğu yerlerde, NOA'nın gerçeği
kavramasının kuralların faydasını açıklamak için yeterli olacağını düşünüyorum.
Bununla birlikte, realistlerin aksine, NOA'nın bilimi oldukça anlaşılır kılmadaki
başarısını, realizm ya da çeşitli anti-realizmler karşısında onun lehine bir argüman olarak öne
sürmeyeceğim. Çünkü NOA'nın açıklamaları, NO A'ya ekledikleri şeyin, doğrulamacı bir
hakikat açıklaması ya da realistin yaklaşık hakikat özlemi gibi, onun hakikate olan çekiciliğini
ortadan kaldırmaması koşuluyla, realist ve anti-realist için de kullanılabilir. Dahası, bu bölümün
ilk kısmında yeterince açık bir şekilde ifade ettiğim gibi, açıklayıcı hipotez doğru olmadan da
açıklayıcı etkinliğe ulaşılabileceği ihtimaline karşı hassasım. NOA bilimin oldukça anlaşılır ve
hatta rasyonel görünmesini sağlayabilir, ancak NOA tüm bunlar için oldukça yanlış bir bilim
görüşü olabilir. Bilim felsefesi yaparken, bilimsel girişimin felsefemizde çok da anlaşılmaz ya
da irrasyonel görünmemesi gerektiğini bir kısıtlama olarak kabul edersek, belki de NOA'nın bir
bilim felsefesi için asgari bir standardı geçtiğini söyleyebiliriz. Gerçekten de NOA'nın belki de
en büyük erdemi, yeterli bir bilim felsefesinin ne kadar minimal olabileceğine dikkat
çekmesidir. (Bu açıdan NOA, sanattaki minimalist hareketle karşılaştırılabilir.) Örneğin NOA,
gerçekçiliğin çeşitli gerçekçilik karşıtlarından şu şekilde ayrıldığını görmemize yardımcı olur:
gerçekçilik NOA'ya dışsal bir yön, yani dış dünya ve yaklaşık gerçeğin tekabüliyet ilişkisini
ekler; gerçekçilik karşıtları (tipik olarak) içsel bir yön, yani gerçeğin, kavramların veya
açıklamaların insan odaklı indirgemelerini ekler (Hume'dan yaptığım açılış alıntısında olduğu 22
gibi). NOA, bu eklemelerin meşru özelliklerinin zaten gündelik hakikatlerin bilimsel
hakikatlerle eşit statüde varsayılmasında ve her ikisini de hakikat olarak kabul etmemizde
içerildiğini öne sürer. Başka hiçbir ekleme meşru değildir ve hiçbiri gerekli değildir.
Şimdiye kadar NOA'nın ayırt edici bir özelliğinin, onu şu anda havada olan benzer
görüşlerden ayıran bir özelliğinin, NOA'nın bir teori veya analiz (hatta metaforik bir resim)
sağlayarak hakikat kavramını güçlendirmeyi inatla reddetmesi olduğu açıkça görülecektir.
Bunun yerine NOA, 'hakikat' kavramını halihazırda kullanılmakta olan bir kavram olarak kabul
etmekte ve standart kullanım kurallarına uymayı kabul etmektedir. Bu kurallar Davidsoncu-
Tarskçı bir göndergesel semantiği içerir ve tamamen klasik bir çıkarım mantığını destekler.
Dolayısıyla NOA, 'hakikat'in (ve soydaşlarının) alışılagelmiş dilbilgisine saygı gösterir.
Aynı şekilde NOA, doğruluk yargılarını algısal yargılara ve çeşitli teyit ilişkilerine
dayandıran geleneksel epistemolojiye de saygı gösterir. Diğer kavramların kullanımında olduğu
gibi, neyin doğru olduğu konusunda anlaşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır (örneğin,
en iyi açıklamaya yönelik çıkarımın her zaman doğruluğu teyit edip etmediği konusunda).
NOA, bu anlaşmazlıkları çözmek için hiçbir kaynağa sahip değilmiş gibi davranır, çünkü NOA,
yirminci yüzyıl analitik ve analitik düşüncesinin büyük dersini kalbine alır.
Kıta felsefesi, yani bu tür şeylere karar vermek için genel metodolojik veya felsefi
kaynakların bulunmadığıdır. Realizmde ve tüm anti-realizmlerde ortak olan hata, böyle var
olmayan kaynakların varlığına olan bağlılıklarıdır. O halde, bir şeyin doğru olduğunu söylemek
ne anlama gelir (ya da falanca şeyin doğruluğu kişiyi neye bağlar) sorusuna cevap vermesi için
sıkıştırılırsa, NO A, belirli bir iddianın ortaya çıkardığı mantıksal ilişkilere işaret ederek ve daha
sonra bu belirli doğruluk yargısını temellendiren somut tarihsel koşullara odaklanarak cevap
verecektir. Çünkü sonuçta söylenecek başka bir şey yoktur.
Sadeliği nedeniyle, NOA'nın temsil ettiği minimalist duruşun bilimi anlamada devrimci
bir yaklaşıma işaret ettiğini düşünüyorum. Bu yaklaşımın, ahlakı Tanrı ve onun düzeni üzerine
kurmanın ne meşru ne de gerekli olduğunu görmeye başladığımızda ahlak anlayışımızda
meydana gelen devrim kadar derin olduğunu öne sürebilirim. On sekizinci yüzyılın tipik
teolojik ahlakçısının, örneğin Ethics'in sayfalarını okurken kendini yoksun hissetmesi gibi,
bence gerçekçi de NOA, özlemini çektiği 'dış dünyaya uygunluğu' ortadan kaldırdığında benzer
şekilde hissetmelidir. Ben de o kayıp cennet için pişmanlık duyuyorum ve sık sık realist
fanteziye kayıyorum.
23
NOA'NIN GEMİ Sİ -GERÇEKÇİ Lİ K İ Çİ N İ Yİ Mİ?
27 (2) 'Elektronlar negatif yüklüdür' ifadesi ancak ve ancak elektronlar negatif yüklü ise doğrudur.
(3) 'İki artı iki eşittir dört' ifadesi ancak ve ancak iki artı iki eşittir dört ise doğrudur.
(4) 'İnsanları yemek yanlıştır' ifadesi sadece ve sadece insanları yemek yanlışsa doğrudur.
(5) 'Merve beni ürpertiyor' ifadesi ancak ve ancak Merve beni ürpertiyorsa doğrudur.
Endişe şudur. Varsayalım ki (1) ay hakkında sağduyulu gerçekçiliğe ve (2) elektronlar
hakkında bilimsel gerçekçiliğe yol açıyor. O zaman (3) doğal sayılar hakkında Platoncu
gerçekçilik, (4) yanlışlık ve doğruluk hakkında ahlaki gerçekçilik ve (5) Merve nin bana (ve
şüphesiz aynı anda başkalarına da) verdiği gizemli bir varlık (sürüngenler) hakkında gerçekçilik
getirmeyecek mi? Sürüngen-gerçekçiliği saçma, ahlaki gerçekçilik ve Platonculuk felsefi
olarak şüpheli olduğuna göre, bunları ortaya çıkaran hakikat teorisi de saçmadır.
Bu endişe oldukça temelsizdir. Tarski'nin T Konvansiyonu (genellikle Tarski'nin
'disquotational şema ' ( ya da disquotational, deflasyonist ya da re¬dundancy teorı̇ sı̇ of gerçek
olarak adlandırılır) kendi başına bu gerçekçiliklerden hiçbirini vermez. Hepimiz "Merve beni
ürkütüyor" sözünün doğru olsa da (ki doğrudur) mantıksal-felsefi amaçlar için gerçek değeriyle
alınmaması gereken bir deyim olduğunu söyleyerek ürkütme-gerçekçiliğinden kaçınırız. Bu
deyimi deyim olmayan bir deyimle değiştiririz ("Merve beni sinirlendiriyor" gibi) ve tüyler
ürpertici olana ontolojik bağlılıktan kaçınırız. Benzer şekilde, ahlaki gerçekçilikten şüphe
duyan biri, mantıksal-felsefi amaçlar doğrultusunda 'İnsanları yemek yanlıştır' ifadesini kabul
etmeyi reddedebilir - ki bu tam da duygusalcıların, kuralcıların ve benzerlerinin yaptığı şeydir.
Alternatif olarak, matematikte gittiği yoldan ahlakta da gidilebilir. Field, Tarski'nin şemasını
kabul eder ve 'İki artı iki eşittir dört' ifadesini görünür değer olarak alır, ancak bunun yanlış
olduğunu söyleyerek aritmetik Platonculuktan kaçınır çünkü 'iki' ve 'dört' rakamlarının isim
olabileceği hiçbir sayı yoktur. Ahlaki gerçekçilikten de benzer şekilde kaçınılabilir: 'İnsanları
yemek yanlıştır' ifadesini olduğu gibi alın, Tarski'nin şemasını buna uygulayın ve 'yanlış'
ifadesinin işaret edebileceği bir özellik olmadığı için yanlış olduğunu söyleyin.
Yine benzer şekilde, bilimsel gerçekçilikten şüphe duyanlar ya 'Elektronlar negatif
yüklüdür' ifadesini olduğu gibi kabul etmeyi reddedebilir (araçsalcıların farklı şekillerde yaptığı
gibi) ya da olduğu gibi kabul edip yanlış olduğunu söyleyebilir çünkü 'elektron' teriminin atıfta
bulunacağı teorik varlıklar yoktur (pozitivistlerin yaptığı gibi) ya da olduğu gibi kabul edip
doğru olabileceğini kabul edebilir ancak doğru olarak kabul etmememiz gerektiğinde ısrar
edebilir (epistemolojik gerçekçilik karşıtlarının yaptığı gibi). Son olarak, sağduyulu
gerçekçiliğe şüpheyle yaklaşanlar ya 'Bu gece dolunay var' ifadesini olduğu gibi kabul etmeyi
reddedebilir ya da olduğu gibi kabul edip bunun yanlış olduğunu söyleyebilir çünkü 'ay'
kelimesinin işaret edebileceği harici bir nesne yoktur. Buradaki ayrışmalar elbette birbirini
dışlayan ayrışmalar değildir. Aslında, anti-realistler tipik olarak karma bir strateji benimserler;
önce belirli bir tür ifadenin görünürde (ya da kelimesi kelimesine alındığında) yanlış olduğunu
söylerler, sonra da bu tür ifadelerin 'gerçekte ne anlama geldiğini', yani mantıksal-felsefi
amaçlar için nasıl alınmaları gerektiğini söyleyerek bu sonucu yumuşatmaya çalışırlar. (Dışsal
nesne ifadelerinin sözde fenomenalist çevirilerini ya da ahlaki durum ifadelerinin sözde
emotivist çevirilerini düşünün). Tarski'nin T Konvansiyonu'nun kendi başına her türlü
metafizik soruyu akla getirdiği fikri basitçe yanlıştır. Tarski'nin kendisi de uzun zaman önce
bunu söylemiştir.
Bu arada, T Konvansiyonu'nu 'disquotational teori gerçek ' olarak adlandırmak oldukça
yanıltıcıdır. Hakikat teorisi T Konvansiyonu tarafından tüketilmemiştir, ancak onunla ilgili
felsefi endişelerin çoğu öyledir. T Konvansiyonu'nun örnekleri, sol tarafta bir ifadenin kota
28
işareti adından başka bir şey görünüyorsa veya hakkında konuşulan ifade bizim konuştuğumuz
dilden farklı bir dilden geliyorsa 'alıntı dışı' olmayacaktır. Bu koşulların hiçbirinin sağlanmadığı
durumlar, benim (l)-(5)'im gibi durumlar, T Sözleşmesi'nin döngüsel olduğu için önemsiz
olduğu şeklindeki yanlış görüşten de sorumludur. Benzer nedenlerle, teoriyi 'deflasyonist' ya da
'redun-dancy' teori olarak adlandırmak konusunda da benzer çekinceler vardır.
Eğer T Konvansiyonu kendi başına ay, elektronlar, doğal sayılar, ahlaki özellikler,
sürüngenler ya da başka herhangi bir şey hakkında gerçekçilik sağlamıyorsa, gerçekçilik için
önemi nedir! Cevap açıktır: tüm bu şeyler hakkında gerçekçiliği mümkün kılar. Realizm için
önemi budur; bu yüzden realistlerin ihtiyaç duyduğu hakikat teorisidir. Anti-realist hakikat
teorileri, hakikati inançlarımızın bazı içsel özellikleriyle (tutarlılıkları, yararlılıkları, kendi
kendilerini kanıtlamaları, nihai olarak inanılmazlıkları ya da her neyse) özdeşleştirir. Bu tür
teoriler gerçekçiliği imkansız kılar; ona yer bırakmazlar.
Dolayısıyla realistlerin hakikat teorisine ihtiyaçları vardır, ancak daha fazlasına da
ihtiyaçları vardır. X'ler hakkında gerçekçi olmak için (X'ler ne olursa olsun) şunları
yapmalısınız:
(a) mantıksal-felsefi amaçlar için X'ler hakkındaki ifadeleri olduğu gibi kabul etmek;
(b) Tarski'nin T Konvansiyonunu bu ifadelere uygulamak;
(c) bu ifadelerden bazılarını (uygun olanları: 'X'ler yoktur' olmaz) doğru olarak kabul etmek.
Bu konuyu kapatalım ve Fine'ın NOA'sına dönelim. Bilimin teorik ifadeleri söz konusu
olduğunda bu üç şeyin hepsini yapar. Bu tür ifadelerin (araçsalcıların aksine) olduğu gibi
alınması gerektiğinde ısrar eder. Tarski'nin şemasını onlara uygular (gerçekçi olmayan
doğruluk teorileriyle uğraşanların aksine). Ve uygun teorik ifadeleri doğru olarak kabul eder
(pozitivistlerin veya epistemolojik anti-realistlerin aksine). Tüm bunlar Fine'ın NOA'sını
doğrudan realist kampa yerleştirir.
Ama durun! Bu sapmanın iyi bir noktası olabilir. NOA ile realistlerin arasını açmanın
olası bir yolunu ortaya koymaktadır. Az önce söylenenin aksine, NOA'nın X'ler hakkında, X ne
olursa olsun, herhangi bir ifadeler bütününü görünüş değerinde kabul etmediğini varsayalım.
Bunu yapmanın zaten Kaliforniya-saf çekirdek pozisyonuna ekleme yapmak olduğunu
varsayalım. NOA, (2) gibi teorik bilimsel ifadelerin realist ve araçsalcı yorumları arasında
felsefi olarak tarafsızdır. NOA aynı zamanda (1) gibi sağduyu durumlarının realist ve
fenomenalist yorumları arasında da tarafsızdır NOA sade ifadeleri ve bilimsel ifadeleri doğru
olarak kabul eder. NOA, 'doğru' yu hakikat teorisi tarzı okur, tüm bunlar kabul edilen ifadelerde
atıfta bulunulan varlıklara bağlılık yolunu açar ve bu da yüz değerinde alınır. Ancak NOA bu
taahhütlerin gerçekte ne olduğunu açık bırakır, çünkü hangi ifadelerin görünür değerde (yani
gerçekçi olarak) alınacağını ve hangilerinin alınmayacağını açık bırakır.
Bu olası bir pozisyondur. Fine'ın NOA ile ilgili açıklamalarıyla (sadece) tutarlıdır.
NOA'ya ('bilen' olarak telaffuz edilir, unutmayın) eksiksiz bir felsefi bilme - hiçbir şey-izmini
atfeder. NOA elektronlara, aya, masa ve sandalyelere, fiziksel nesnelere, diğer insanlara,
kendine, hiçbir şeye bağlı değildir. Fine'ın NOA'sının bu olası yorumunu ilk olarak gözden
29 kaçırmıştım. Yarım kalan işimizin de göstereceği gibi, şimdi bunun doğru bir yorum
olabileceğini düşünüyorum.
NOA'nın realistlerden üç açıdan farklı olduğu söylenmiştir. Bunlardan ikisini ele aldık:
realistlerin bağırmasına ya da damgalamasına gerek yoktur; ve kendilerini NOA için kabul
edilebilir sloganlarla sınırlayabilirler, örneğin 'Bir cümle (ya da ifade) sadece atıfta bulunulan
varlıkların atıfta bulunulan ilişkilerde durması halinde doğrudur'. Bu sloganı üçüncü kez
alıntılıyorum çünkü gerçekçiye metafizik açısından ihtiyacı olan her şeyi veriyor gibi
görünüyor. Fine buna katılmıyor, bu da bizi üçüncü iddia edilen fark noktasına getiriyor: realist,
NOA'nın sahip olmadığı bir meta-fiziksel resme sahiptir.
Realizm için bilim bir şey hakkındadır; dışarıda, 'dışsal' ve (büyük ölçüde) bizden
bağımsız bir şey. Dışsallık ve bağımsızlığın geleneksel birleşimi, nesnel, dışsal bir dünyanın
realist resmine yol açar; ben buna Dünya diyeceğim. Realizme göre bilim bununla ilgilidir.
Dünya hakkında olmak bilime önem kazandıran şeydir.
Bu gerçekçi metafizik resimde tam olarak yanlış olan nedir? NOA da tam olarak aynı
resme bağlı değil midir?
Fine, 'tekabüliyet ilişkisinin belirsizliğinden ve realist tarzdaki referansın
anlaşılmazlığından' bahsediyor. Bunu detaylandırıyor:
Sorun erişimle ilgilidir. Karşılıklılık ilişkisi doğru durumları (diyelim ki) durumlara
(diyelim ki) eşleyecektir. Ancak bir ifadeyi ona karşılık gelen durumla karşılaştırmak istersek,
nasıl ilerleyeceğiz? Realist tarzda, Dünya'nın bir özelliği olarak anlaşılması gereken bir duruma
nasıl ulaşacağız!
Buradaki sorun tam olarak nedir? Birisi 'Bu gece dolunay var' diyor ve ben gece
gökyüzüne bakıp bu ifadenin doğru olduğunu tespit ediyorum. (Ezoterik bilimsel örneklerden
ziyade sıradan sağduyusal örnekler kullanıyorum, çünkü ortada bir sorun varsa, bu bilimsel
olduğu kadar sağduyusal gerçekçi metafiziği de etkileyen oldukça genel bir sorun olacaktır).
'Karşılıklılık ilişkisinin' her iki terimine de erişimim var: dilsel yetkinliğim bana söylenenlere
erişim sağlıyor, gözlerim bana dışarıdaki dolunaya (ya da tercih ederseniz Dünya'ya) erişim
sağlıyor. Elbette dilsel yetkinliği ya da duyusal farkındalığı açıklamak bir dizi bilimsel ve felsefi
soruna yol açmaktadır; ancak bunları açıklamak, onları yok saymak ya da hiç var olmadıklarını
göstermek değildir.
Belki de endişe, bilgiçlik taslayarak ((1)'e benzerlik amaçlanmıştır) "Bu gece dolunay
var" ifadesi doğrudur, çünkü bu gece dolunay vardır" diye rapor edersem, o zaman hala dilin
içinde sıkışıp kalacağım, "gerçekçi tarzda, Dünyanın bir özelliği olarak anlaşılan ... bir duruma"
ulaşamayacağımdır, Belki de endişe, (1) gibi T Sözleşmesi örneklerinin dili Dünya ile değil,
daha ziyade bir dili (hakkında konuşulan) diğeriyle (konuştuğumuz) ilişkilendirmesidir.
Eğer endişe buysa, bu garip bir endişedir. (1) bir parça dil ve Dünya hakkında
konuşmaktadır. Doğru, dilin Dünya ile olan ilişkisi hakkında konuşmak için dili kullanmak
gerekir. Ancak bu derin bir hakikat değildir; daha ziyade, soluk bir gerçekçiliktir.
Seninle konuşurken... kelimeler kullanmalıyım.
Ama anlasan da anlamasan da bu benim için de senin için de bir şey ifade etmez
Yapmamız gerekeni yapmalıyız...
Hakkında konuştuğumuz tek şeyin dil olduğu gibi ciddi bir anlamda dilin içine 30
hapsolmuş değiliz. Aksini düşünmek, kullanım ve söz arasındaki zor kazanılmış ayrımı
görmezden gelmektir.
Referansa geçip doğruluk koşullarını bileşimsel olarak kurmaya çalışırsak benzer bir
soru ortaya çıkar, çünkü orada da realistin bir terimin referansı olarak ihtiyaç duyduğu şey
Dünya'daki bir varlıktır. Buradaki zorluk, gözlemlediğimiz her şeyin ya da daha genel olarak
nedensel olarak etkileşimde bulunduğumuz her şeyin kesinlikle bizden bağımsız olmamasıdır.
Bu karşılıklılık sorunudur. Dahası, bu tür bir etkileşimden elde ettiğimiz her türlü bilgi, ilk
bakışta, etkileşime girilen şeyler hakkında bilgidir. Bu da kirlenme sorunudur. O halde,
karşılıklılık ve bulaşma ile karşı karşıya kalan biri hem bağımsız hem de nesnel varlıkları nasıl
elde edebilir? Açıkçası realistin kendi dünyasına doğrudan erişimi yoktur.
Sıradan örneğime dönelim (bir kez daha, buradaki herhangi bir sorun ezoterik olanlar
kadar sıradan örnekleri de etkileyecektir). Orada 'ay' terimi, eğer herhangi bir şey varsa,
Dünya'da var olan bir varlık olan aya atıfta bulunuyordu. Karşılıklılık ve bulaşma 'sorunları'
bunun yanlış olduğunu mu gösteriyor? Karşılıklılığın ayın bizden bağımsız olmadığını
göstermesi gerekiyor çünkü onu görebiliyoruz ya da başka bir şekilde onunla nedensel olarak
etkileşime girebiliyoruz. Ancak bunun içinde aptalca bir bağımsızlık açıklaması yatmaktadır:
bir varlık eğer onunla nedensel olarak etkileşime giremiyorsak bizden bağımsızdır. Bu anlamda
tek bağımsız varlıklar, uzay ve zamanda var olmayan ve uzay ve zamanda var olan varlıklarla
(bizim gibi) nedensel ya da başka türlü hiçbir ilişkisi olmayan Platonik varlıklar olacaktır.
Hiçbir bilimsel gerçekçi, tek bağımsız varlıkların Platonik varlıklar olduğu ve tek bağımsız
gerçekliğin Platonik soyut varlıklar alemi olduğu anlamına gelen bir bağımsızlık açıklamasını
kabul etmemelidir. Bir bilimsel gerçekçi Ay'ın (büyük ölçüde) bizden bağımsız olduğunu
söylediğinde, açıkça onun zihinsel olmadığını, bizim dışımızda var olduğunu, onu bizim
yaratmadığımızı, bizden çok önce var olduğunu, biz ona bakmadığımızda da var olmaya devam
ettiğini ve benzeri şeyleri kastetmektedir.
Kirlenme 'sorunu' ne olacak! Ayın dolunay olduğunu gördüğümüzde, Dünya'daki nesnel
bir ay hakkında değil, daha ziyade etkileşimde bulunulan bir ay hakkında bilgi edindiğimizi
göstermesi gerekiyor. Bu tireli varlık muhtemelen ay ile aynı varlık değildir (ya da tireler sizi
heyecanlandırıyorsa, ayın kendisi ile aynı varlık değildir). Fine, kendinde ay'ın aksine, etkileşim
halindeki-ay'ın nesnel olmadığını, Dünya'da olmadığını öne sürer. O zaman nerede, öznel ve
kafamızın içinde mi? Bu, ay gibi dış nesneleri hiç görmediğimiz, daha ziyade kafamızın içinde
ay gibi duyu verileri gördüğümüz şeklindeki uzun süredir göz ardı edilen görüşün kokusunu
taşıyor. Fine'ın bu görüşe geri dönmek istediğinden şüpheliyim. Fine'ın NO A'sının, bilimin
sonuçlarına ilişkin temel kabulüne bu kötü felsefe parçasını eklememesi gerektiğini biliyorum.
Belki de düşünce, ay ile etkileşime girmiş olanın, bizim tarafımızdan gözlemlenen ayın,
bir şekilde kısmen bizim icadımız olan ay kavramı tarafından oluşturulmuş olması anlamında
'nesnel' olmadığıdır. Sonuçta, dolunay olduğunu görebilmek için ay kavramına sahip olmalıyım
ve dolunay olduğunu söyleyebilmek için 'ay' kelimesine sahip olmalıyım. Görebildiğim (veya
söyleyebildiğim) şey kısmen sahip olduğum kavramlara (kelimelere) bağlıdır.
Dünya herhangi bir kavramsal veya dilsel şemaya göre oyulmamıştır. Şeyleri bu tür
şemalara göre oyan biziz. Oyduktan sonra, kendinde dünyaya, herhangi bir kavramsal şemadan
bağımsız olarak olduğu gibi dünyaya, büyük harfli 'W' harfli dünyaya katılamayız. Ayın
dolunay olması kendinde dünya hakkında bir olgu değildir, zira ay-kavramının ticaretini
31 yapmaktadır. 'Ay bu gece dolunay' ifadesi, 'ay' kelimesinin ticaretini yaptığı için, 'W' harfli
Dünya hakkında bir gerçeği ifade etmez. Deneyimlediğimiz ve hakkında konuştuğumuz dünya,
herhangi bir kavramsal şemadan bağımsız olarak olduğu gibi bir dünya değildir. Daha ziyade,
kısmen kendi kavramsal ya da dilsel yaratımımız olan bir dünyadır; bizim tarafımızdan
tasarlanan ya da bizim tarafımızdan hakkında konuşulan bir dünyadır. Bu kavramsal (ya da
dilsel) idealizmdir.
Bu hızla kavramsal (veya dilsel) göreceliliğe dönüşür. Kavramlarımız değişir ve
çeşitlenir. Bizim tarafımızdan algılanan tek bir dünya yoktur. Aristotelesçinin algıladığı dünya,
Newtoncunun algıladığı dünyadan radikal biçimde farklıdır. Eskimo'nun dünyası hiç de Kalahi-
bushman'ın dünyası değildir. İnsan şovenisti olmayı bırakıp insan olmayan hayvanları da göz
önüne aldığımızda bu durum gerçekten heyecan verici bir hal alır. Onlar da dünyayı
deneyimliyor, ama bizden farklı bir şekilde. Şempanzenin dünyası hiç de Albert-Einstein'ın
dünyası değildir ve her ikisi de bal arısının dünyasından ya da üç omurgalı dikenli sırtın
dünyasından ayrı dünyalardır. Ve bu böyle devam eder.
Elbette burada çürümeyi başlatan filozof Kant'tır. Kant, insanların hepsinin aynı
değişmez temel kavramlar kümesine sahip olduğunu varsayarak çürümenin yayılmasını
engellemiş, idealizmden relativizme kayışı engellemiştir. Çağdaş felsefi bilgelik bu varsayımı
aşmıştır. Çağdaş bilgelik yanlış yönlendirilmiş olsa bile, Kant'a ve Kantçılara insan olmayan
hayvanlar hakkında sorular sorabiliriz. Onlar da dünyayı deneyimliyorlar mı? Eğer öyleyse,
tüm deneyimin olasılığının bir koşulu olan anlama yetisinin tüm o Kantçı kategorilerine sahipler
mi?
Dünyayı hiç deneyimliyorlar mı? Eğer öyleyse, tüm deneyimin olasılığının bir koşulu
olan anlama konuşlandırmasının tüm o Kantçı kategorilerine sahipler mi? Şempanzeler, bal
arıları ve yassı solucanlar gelen uyarıcıları insanlar gibi yapılandırıyor mu? Bir alternatif,
insanların deneyim sahibi tek hayvanlar olduğunu söylemektir. Bu, Darwinizmi ciddiye alan
herkes tarafından mantıksız kabul edilmelidir.
Bir başka alternatif de Kantçı kategorilerin yalnızca insan deneyiminin olanaklılığının
koşulları olduğunu ve diğer canlıların bunlar olmadan da yapabileceğini söylemektir. Ama
şempanzeler onlarsız yapabiliyorsa, biz neden yapamayalım?
Elbette, X'ler tarafından deneyimlenen (tasavvur edilen, hakkında konuşulan) farklı
dünyalar hakkındaki tüm bu konuşmaların ciddiye alınması gerekmez. Bunu sadece
deneyimlerin, kavramların ve dünya hakkındaki konuşmaların büyük çeşitliliğine dikkat
çekmenin süslü bir yolu olarak görebiliriz. Bu görüşe göre, bizim tarafımızdan deneyimlenen
ay gibi tüm varlıklar ersatz varlıklardır. (Ne de olsa 'ersatz' Almancada 'tireli', 'tireli' de filozof
İngilizcesinde 'yapay', 'doğal olmayan' ya da 'gerçek dışı' anlamına gelmiyor mu?) Bizim
tarafımızdan deneyimlenen ay sadece aydır ve benzer şekilde diğer tüm tireli varlıklar için de
(Kantçı kendinde ay da dahil olmak üzere). Bu görüşe göre, 'Aristotelesçiler tarafından
tasarlandığı şekliyle ay mükemmel bir şekilde küreseldi' ifadesi, 'Aristotelesçiler ayın
mükemmel bir şekilde küresel olduğunu düşünüyorlardı' anlamına gelen bir filozof lafıdır.
Kant'ın yakın takipçilerinden bazılarının, ayın hiçbir yerde, hiçbir zamanda olmadığını
ve hiçbir şey yapmadığını fark ederek, bunun boş bir metafiziksel varsayım olduğuna karar
vermelerine, onu tamamen ortadan kaldırmalarına ve tam teşekküllü idealistler olmalarına
şaşmamalı. Bu noktada Kantçı arkadaşlarım (ki hala bir ya da iki tane var) bana Kant'ın bir
'ampirik realist' ve sadece 'transandantal idealist' olduğunu söylüyorlar. Bu Kantçı sloganları
anlamıyorum. Berkeley'in kendisini sağduyulu gerçekçiliğin savunucusu olarak sunmaya ne 32
kadar düşkün olduğunu hatırlıyorum. Gerçekte olduğu gibi görülen Kant metafiziği,
Berkeley'in metafiziği gibi bir idealizm biçimidir. Modern idealizm sadece Kantçı idealizmin
'dilselleştirilmiş' ya da 'kavramsallaştırılmış' ve genelleştirilmiş halidir.
Fine'ın, bir şeyleri gözlemlediğimizde ya da başka bir şekilde onlarla etkileşime
girdiğimizde, elde ettiğimiz bilginin etkileşime girilen şeylerle ilgili bilgi olduğuna dair
sözlerinden bu yana uzun bir yol kat ettik. Bu açıklama tamamen masum bir açıklama olabilir.
Fine'ın bu türden (ya da daha doğrusu bu türlerden) bir idealist olup olmadığını bilmiyorum.
Fine'ın NOA'sının bu idealizmlerle hiçbir ilgisi olmaması gerektiğini düşünüyorum. NOA
doğal ontolojik tutum anlamına gelir. Bu idealizmlerde yer alan ersatz tireli varlıklar yapay ve
doğal olmayan varlıklardır. Bu idealizmler, hiçbir NOA'nın bilimin sonuçlarına ilişkin temel
kabulüne eklememesi gereken şüpheli, belki de sonunda anlaşılmaz felsefi teorilerdir.
Gerçekten de, bilimin oldukça sıradan ve köklü bazı sonuçları bize ayın (tireli bir ay değil,
Kantçı kendinde ay bile değil, sadece ay) nesnel ve bizden bağımsız olduğunu söyler:
kafalarımızın dışında vardır, bizim tarafımızdan yaratılmamıştır, bizden çok önce var olmuştur,
vb. Bilimin bu parçalarını doğru olarak kabul eden NOA, realistle tam olarak aynı metafizik
resme sahiptir. Fine, realistin metafiziksel resmini kanıtlanmamış olarak değil, yanlış olarak
reddeder. Yanlışlığı, bilime doğal olmayan idealist bir bağlılık olarak adlandırılabilecek şeyden
kaynaklanmaktadır. Ancak felsefi olmayan NOA, karşılıklılık ve bulaşma 'sorunlarının'
ticaretini yapmamalıdır - çünkü bu trafik felsefedir. Felsefi olmayan NOA, sade gerçekleri ve
bilimsel olanları kabul etmekten daha fazlasını yapmamalıdır. Bu NOA'ya realistle aynı
'metafizik resmi' sağlamayacak mıdır?
Bu soruya verilecek olumlu bir yanıt, felsefi hiçbir şey bilmeyen NOA olasılığını göz
ardı etmektedir. Bu NOA'nın bilim parçalarını doğru olarak kabul etmesi, ayın nesnelliği ve
bağımsızlığı hakkında hiçbir şey ima etmez. Çünkü NOA, kabul edilen ifadelerin nasıl
'yorumlanacağını', ne anlama geldiklerini, ontolojik taahhütlerinin ne olduğunu oldukça açık
bırakmaktadır. Belki de sade gerçekler ve bilimsel gerçekler mantıksal-felsefi amaçlar için
olduğu gibi alınmalıdır ve belki de alınmamalıdır. Belki de sade doğrulara fenomenalist,
bilimsel doğrulara ise araçsalcı bir yorum getirilmelidir. (Unutmayın, Berkeley bu minimalist
anlamda bir NOA sayılır.) Tamamen felsefi olmayan NOA tüm bunları açık bırakır.
Geleneksel bilimsel gerçekçilik tartışmalarında, masa ve sandalyelere (ya da aya) ilişkin
sağduyulu gerçekçilik her iki tarafça da sorunsuz olarak kabul edilir. Dikkatler, bilimsel
gerçekçiliğin elektronlar gibi 'gözlemlenemeyenlere' ilişkin zorluklarına odaklanır. Ancak
Fine'ın tartışması geleneksel bir tartışma değildir. Fine'ın NOA'sı, bu yoruma göre, hiçbir meta-
fiziksel soruyu akla getirmemektedir. Bu nedenle her türden realist ve anti-realist (solipsist bile
olsa) NOA'yı kabul edebilir.
Özel bir husus, Fine'ın pozisyonunun doğru yorumunun bu olduğunu göstermektedir.
Einstein'ın beğenilen biyografisinde, Einstein'ın bir keresinde kendisine dönüp 'Ay'ın sadece
ona baktığımda var olduğuna gerçekten inanıp inanmadığımı' sorduğunu anlatır . Einstein'ın
sorusu elbette kuantum mekaniğinin, varlıkların gözlemlenmedikleri sürece iyi tanımlanmış
durumlarda var olmadıkları yorumuyla ilgiliydi. Ya bu şekilde yorumlanan kuantum
mekaniğinin doğru olduğu ortaya çıkarsa? Bilim, sağduyulu gerçekçiliği bile alaşağı etmiş
Bilim ve sağduyu sık sık çatışmıştır; bu çatışma neden bu kadar radikal olmasın? Eğer bu
33 mümkünse, o zaman bilim felsefemizi bilimin aşabileceği metafizik varsayımlarla (sağduyu
gerçekçiliğinin varsayımları) yüklememeliyiz. Dolayısıyla NOA olarak adlandırılan minimalist
pozisyon bilim felsefesinde savunulabilir tek pozisyondur - gerisi bilime kalmıştır.
Fine'ın kendisinin de az önce bahsedilen kuantum mekaniği yorumunun dostu
olmadığını eklememe izin verin. Aslında, bu tartışmalarda Einstein'ın tarafını tutmuştur .Mesele
şu ki, tüm metafiziksel soruları bilimin karar vermesi için açık bırakacak bir bilim felsefesi
(NOA) tanımlamak istiyor.
Bunun işe yarayacağından şüpheliyim. Az önce bahsedilen kuantum mekaniği yorumu
bilimin bir sonucu değil, kısmen anlamın doğrulanabilirlik teorisi gibi şüpheli felsefi teorilerden
esinlenen bilimin felsefi bir yorumudur. Felsefenin yardımı olmadan bilim sağduyulu
gerçekçiliği yıkamazdı. Gerçekten de kuantum fizikçisi deneysel aygıtları her kurduğunda
sağduyulu gerçekçiliği varsayar (tamamlayıcılık ilkesinin de kabul ettiği gibi). Bilim ile
sağduyu arasında olduğu iddia edilen çatışmaların çoğu (hepsi değil ama) hatasından
kaynaklanmaktadır (masanın katılığını, katı olmayan şeylerin davranışları açısından açıklamak,
katılığı ortadan kaldırmaktır).
Ancak bunlar bir paragrafta yanıtlanamayacak kadar zor sorulardır. Gerçekte ne kadar
minimalist olduğunu görmek için bunlardan minimalist pozisyon NOA'ya dönelim. NOA'nın
"kabul etmesi", yani "tam bir
Ay bu gece' ve 'Elektronlar negatif yüklüdür'. Peki NOA neyi kabul ettiğini biliyor mu?
Unutmayın, bu ifadelerin kabul edilip edilmeyeceğini açık bırakıyor, nasıl yorumlanacakları,
ontolojik taahhütlerinin ne olduğu hakkında hiçbir şey söylemiyor. Felsefi olmayan NOA
sadece felsefi hiçbir şey bilmez, hiçbir şey bilmez.
NOA'ya ('bilen' olarak telaffuz edilir) bir miktar içerik enjekte etmemiz gerekir. Bunu
yapmanın bir yolu açıktır: NOA'nın 'sade gerçeklere' yüz değerinde realist bir yorum vermesine
izin verin. (Bilimsel realistler ve karşıtları zaten bu konuda hemfikirdi.) Ancak o zaman aynı
şey NOA'nın 'sade' olanlarla 'eşit' olarak kabul ettiği bilimsel ifadeler için de geçerli olacaktır.
Ve NOA'nın Gemisi sonuçta gerçekçilik için (küçük 'r' ile) Fine (büyük 'F' ile) olacaktır.
Mehmet’i kurtarmak
En tatmin edici bulmadığım başka bir savunmayı ele almak istiyorum. Buna pozitivist
savunma denebilir; ve bazı filozoflar, iki teori arasındaki görünürdeki çatışmanın sadece sözel
olduğunu iddia etmek isteyen biri için mevcut tek savunmanın bu olduğunu düşünüyor gibi
görünüyor. Pozitivist savunmaya göre, tüm gözlemsel sonuçları aynı olan iki teoriye sahip
olduğumuzda, iki teori arasındaki görünürdeki anlaşmazlıklar yalnızca sözel anlaşmazlıklardır.
Buna pozitivist ilke diyebiliriz.... Örneğin Sklar'ın geometri hakkındaki gelenekselcilik
tartışması bu görüşü varsayıyor gibi görünmektedir. Alternatif geometrilerin tüm standart
durumlarında (artı fiziksel teorilerin başka yerlerindeki telafi edici ayarlamalar), bir teorinin
geometrik nesneleri diğerinin geometrik nesnelerinden tanımlanabilir. Sklar, alternatif
geometriler arasındaki çatışmayı normal dünya görüşü ile Descartes'ın 'şeytani iblis' hipotezi
arasındaki çatışmayla karşılaştırarak bu gerçeği gizler; ancak bu son örnek, bir teorinin
nesnelerinin diğerinin nesneleri açısından açıkça tanımlanamadığı bir örnektir, bu nedenle
yalnızca pozitivist ilkenin bir türüyle bu teoriler arasındaki çatışmanın tamamen sözel olduğu
iddia edilebilir.
Aklımdaki realist, teorik denklik için söz konusu iki teorinin aynı fenomeni kurtarmasının
yeterli olmadığını savunmaktadır. Teoriler arasında daha derin ve daha sıkı bir yapısal ilişki,
bir teorinin teorik düzeydeki yapısının diğer teorinin teorik düzeydeki yapısıyla ilişkisini
dikkate alan bir ilişki, gerçek bir eşdeğerlik için gereklidir. Bu ek yapısal bileşen ne olabilir?
Emin olabileceğimiz bir şey var. Bu yapısal 'izomorfizm' ne olursa olsun, salt biçimsel bir
kavram olamaz. Yani, yalnızca söz konusu kuramların mantıksal biçimi temelinde geçerli
olduğu belirlenebilecek bir ilişki olamaz. Neden olamaz? Hayal edilebilecek bu türden en güçlü
biçimsel ilişkiyi ele alacağız. Kuramların terim terim 'birbirlerine çevrilebilir' olduğunu, yani
her birinin diğerinden yalnızca bir kuramın terimlerinin diğerinin terimleriyle yer
değiştirmesiyle elde edilebileceğini varsayalım.
Ancak bir teorinin diğerine 'tercüme edilebilirliği', bir anlamda, bazı realistlerin teorik
eşdeğerlik için gerekli olarak talep etmek istedikleri, olguları korumanın ötesinde ve üstünde
ek bir kısıtlamadır. Peki bu mantıksal formun ortaklığına dair salt biçimsel bir kavram değilse,
nedir?
İki seçenek kendini göstermektedir. Eğer teorilerin terimlerinin anlamları hakkında, bu
terimlerin teorilerde oynadığı rolün dışından gelen bir kavrayışa sahipsek ve bu anlam bilgisine
dayanarak teorilerin mantıksal eşdeğerliğini onaylayabiliyorsak, o zaman elbette teoriler
eşdeğerdir. Bir dilde ifade edilen bir teorinin, teorilerin dilleri konuşanların inançlarının
toplamının küçük parçaları olduğu ve teorilerin tam kelime dağarcığının söz konusu teoriden
çok daha geniş bir bağlamda ve terimlerin anlamlarını söz konusu teorilerde oynadıkları rolden
bağımsız olarak kavradığımızı söylemeye meyilli olduğumuz bir şekilde gömülü göründüğü
başka bir dildeki versiyonuna yapılan doğrudan çeviriler bu türdendir. Dolayısıyla, 'Tuz
beyazdır' teorisinin 'Saiz ist weiss' teorisine eşdeğer olduğunu onaylamakta herhangi bir sorun
yaşamayacağız. Ancak bu eşdeğerlik kavramı en ilginç ve kritik durumlarda bize pek yardımcı
olmayacaktır. Schrödinger kuantum mekaniğinin Heisenberg kuantum mekaniğine eşdeğer
olduğuna dair inancımız, ilgili psi-fonksiyonlarının anlamlarını dışarıdan kavrayarak birinin
diğerinin basitçe zaman dönüşümü anlamına geldiğini bize bildirmesinden
kaynaklanmamaktadır.
Peki, bu ve benzeri durumlarda teorilerin birbirlerine gerçekten eşdeğer olduğunu, asla
yeterli olmadığını gördüğümüz salt biçimsel benzerliğin ötesinde bize ne garanti eder? Sanırım
cevap açık. Teorik terimlerin (kuantum mekaniği örneğinde psi-fonksiyonları ve operatörleri)
söz konusu teorilerde oynadıkları rol dışında anlamlarına dair hiçbir önsel anlayışa sahip
olmadığımıza inanıyoruz. Bu terimlerin anlamları hakkında, bir teoriden diğerine biçimsel bir
eşlemenin varlığının gerçek bir çeviri oluşturup oluşturmadığını ve dolayısıyla teorik
eşdeğerliğin gerçek bir kanıtını oluşturup oluşturmadığını belirlemek için başvurabileceğimiz
harici bir kavrayışımız yoktur. Daha ziyade, elimizdeki tek şey şudur: Bir teorinin gözlemsel
37 sonucu kavramına ilişkin sahip olduğumuz anlayışa göre, söz konusu iki teorinin gerçekten de
tüm gözlemsel sonuçlarının ortak olduğu konusunda tatmin olmuş durumdayız. Bunun da
ötesinde, teorik düzeyde teoriler arasında uygun türden bir biçimsel eşleştirmenin varlığını
gösterebiliriz. Tartışmamızın amacı açısından, teorik yapının uygun ortaklığını göstermek için
gerekli olan bu eşlemenin tam olarak ne olduğu çok da önemli değildir. Teorinin bu iki özelliği,
gözlemsel sonuçların ortaklığı ve teorik düzeyde uygun yapısal eşlemenin varlığı, birlikte teorik
eşdeğerliği tesis etmek için yeterli kabul edilmektedir.
Bu pozisyonun ardındaki sezgi açıktır. Teorik terimlerin anlamı, artık bize çok tanıdık
gelen teorik terimlerin anlamının bütünsel açıklamasında, tamamen kendi teorilerinde
oynadıkları rolle sabitlenir. Gözlemsel ortaklığın ve kuramsal düzeydeki yapısal uygunluğun
birleşik gücünün, kuramsal terimlerin anlam ortaklığını tesis etmek için yeterli olduğu kabul
edilir; bu terimlerin anlamları, gözlemsel sonuçları üreten kuramsal yapıda işgal ettikleri yer
tarafından tamamen belirlenir. Argümanın ayrıntıları, kişinin teorilerin bütüncül yapısına ilişkin
ayrıntılı açıklamasına ve teorik eşdeğerlik için yeterli yapısal ilişkinin ne olduğuna bağlı
olacaktır. Ancak, ortak gözlemsel sonuçlara sahip olan ve terimlerin terimlerle değiştirilmesi
gibi basit işlemlerle birbirinden elde edilebilen teoriler gibi basit durumları göz önünde
bulundurmak ("Siz sadece bizim "negatif yük" ile kastettiğimiz şeyi ifade etmek için "pozitif
yük" kullanıyorsunuz veya tam tersi"), programın motivasyonları ve argümanları hakkında
genel bir fikir vermek için yeterli olacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, gerçekçi bir teorik denklik anlayışı, pozitivist açıklamanın
tamamen reddedilmesi olarak görülmemelidir. Daha ziyade, olguların kaydedilmesindeki
pozitivist ortak-eşitlik kısıtlamasının, teorik eşdeğerlik için gerekli olsa da, yeterli olmadığı
iddiası anlamına gelir. Yine sezgi açıktır. İki teori aynı gözlemsel öngörülere sahip olabilir
ancak teorik düzeydeki yapıları o kadar radikal biçimde farklı olabilir ki, bunları (gerçekçi
olarak) dünyaya oldukça farklı açıklayıcı yapılar atfediyor olarak kabul etmek gerekir. Sadece
teoriler tarafından ortak olarak tahmin edilen gözlemsel sonuçları açıklamak için ortaya konan
teorik ontoloji düzeyindeki yapı ortaklığı, iki açıklamanın gerçekten, gerçekçi bir şekilde
birbirine denk olduğunu söylememiz için yeterlidir.
Bu şekilde yorumlanan realistin pozitivist açıklamanın ne kadarını kabul etmesi
gerektiğine dikkat edin. Teorik eşdeğerlik kavramını bu şekilde karakterize etme projesi, en
azından gözlemsel sonuçların ortaklığı kavramının tutarlı bir kavram olduğunu varsayar.
Schrödinger ve Heisenberg'in bize aynı teoriyi sunduğunu kabul eden argüman, en azından
gözlemsellik kavramına bazı tutarlı sınırların verilebileceğini varsaymalıdır. Eğer psi-
fonksiyonun kendisi her koşulda gözlemsel bir nicelik olarak kabul edilebilseydi, o zaman bir
temsilden diğerine uygun matematiksel dönüşümün varlığı, 'Aslanların çizgileri vardır'dan
'Kaplanların çizgileri vardır'a önemsiz biçimsel dönüşümün bu iddiaların gerçek eşdeğerliğini
göstermesinden daha fazla bir eşdeğerlik kanıtı oluşturmazdı. Elbette realistin gözlemselliğin
nerede bitip teorikliğin nerede başladığını ortaya koymasına gerek yoktur. Yalnızca iki teoriye
uyan sonuçların (örnekte kuantum-mekanik anlamda ölçümlerin sonuçlarının olasılıkları
seçilmiştir) gözlemsel olarak adlandırılabilecek her şeyi içerdiğinden emin olması gerekir.
Yani, teoriler arasındaki görünür uyumsuzlukların, aralarında var olduğu gösterilen eşdeğerlik
kurucu karşılıklı ilişki aracılığıyla yalnızca görünür olduğunu göstereceği uyumsuzlukların,
gözlemsel olmayan düzeyde sıkı bir şekilde 'hapsedildiğinden' emin olmalıdır. En azından
pozitivizmin ön varsayımlarının büyük bir kısmı bu tür bir realist tarafından da
varsayılmaktadır.
Özetlemek gerekirse, benim gerçekçiliğimin savunduğu şey şudur: teorilerin amacı,
gözlemlenebilir olguları açıklamak için teorik olarak ortaya konan yapıları tanıtmaktır. Sadece
38
aynı olguları öngörmek iki teorinin eşdeğer olması için yeterli değildir, çünkü bu olguları
kökten farklı şekillerde açıklayabilirler. Ancak teoriler hem önceden tahmin edilen olguların
ortaklığını hem de teorik düzeyde aralarında uygun yapısal eşlemenin varlığıyla gösterildiği
gibi teorik düzeyde uygun şekilde karakterize edilmiş bir yapı ortaklığını paylaşıyorsa, o zaman
teoriler açıkça eşdeğerdir. Herhangi bir uyumsuzluk görüntüsü, teorik düzeyde yalnızca sözel
eşdeğerlikten kaynaklanıyor olmalıdır. Ancak, anlamlarının bütünlüğünün söz konusu teorik
yapıda oynadıkları yer olduğunu söyleyen teorik terimlerin anlamı teorisi temelinde, iki teori
arasındaki görünürdeki anlaşmazlığın ortak yapısal unsurlar için alternatif sözel tanımlamaların
sadece yüzeyselliği olduğunu fark ettiğimizde, aldanmayacağız, ancak doğru bir şekilde
konuşursak, yanıltıcı derecede farklı iki şekilde ifade edilen tek bir teoriye sahip olduğumuzu
fark edeceğiz. Ancak gerçek bir eşdeğerlik için iki koşulun karşılanması şarttır. Gözlemsel
düzeyde teoriler özdeş olmalıdır. Teorik düzeyde ise uygun yapısal benzerliği taşımalıdırlar.
Gerçekçi, iki teorinin eşdeğer olduğunu kabul etmeden önce, olguların
kaydedilmesindeki ortaklığın ötesinde ve üstünde, teorik düzeyde hangi karşılıklı ilişkiyi talep
etmelidir? Terim çeviri, ortak tanımsal uzantılar ya da her neyse, her bir spesifik önerinin kendi
dikkatli analizini gerektireceğini söylemek zorunda olmadığımı umuyorum. Umarım hayal
edilen gerçekçiyi ya da kendimi belirli bir öneriye sıkıştırmadan söylemek istediğim her şeyi
söyleyebilirim. Ama o zaman onun realist yolundaki potansiyel tuzaklar hakkında nasıl ilginç
bir şey söyleyebiliriz?
Gerçekçi için bariz bir sorun, ilkelerinin sezgileriyle örtüşmesini sağlamaktır. Çok
tanıdık bir şekilde, önerisinin, sezgisel olarak eşdeğer teorilerin gerçek vakaları olarak kabul
ettiği ve aynı olguları kurtarmak için eşdeğer olmayan teorilerin vakaları olarak kabul ettiği
şeylerle çakışmak için taleplerinde çok zayıf veya çok güçlü olduğunu bulabilir.
Örneğin Ahmet ve Mehmet ile birlikte, eğri uzay-zaman ile evrensel kuvvetlere sahip
düz uzay-zamanın eşdeğer teoriler olduğunu savunmak istemiştir. Ancak bazı açıklamalarının
önerdiği bir eşdeğerlik modelinde, eşdeğer teorilerin aynı teorik varlıkları basitçe alternatif
isimlerle adlandırdığı yönündeki açıklamalarında, aklında olması gereken eşdeğerlik modeli,
iki teorinin katı bir şekilde terim terim tanımlanabilirliğini gerektirecektir. Ancak durum böyle
olmayacaktır, çünkü düz uzay-zaman teorisi, eğri uzay-zaman teorisine kıyasla 'ontolojik olarak
otiose' olduğundan, parametrelerinin ontolojik olarak daha cimri olan teorinin
parametrelerinden tanımlanmasını sağlayamaz. Yani, düz bir uzay-zaman metriği ve 'evrensel
kuvvetler' verildiğinde, eğri uzay-zaman teorisinde uzay-zaman eğriliğini belirleyebiliriz.
Ancak eğriliğin tam olarak belirlenmesi, uygun düz uzay-zamanı ve evrensel kuvvetleri
benzersiz bir şekilde belirlemek için yeterli değildir. Kabaca bu, on dokuzuncu yüzyılda
yapılan, tekdüze kütleçekim alanlarının deneysel olarak tespit edilemez olduğu gözlemiyle
ilgilidir. (Bu konu hakkında daha sonra söyleyeceklerim olacak.) Bu durumda kişi ya katı
eşdeğerlik modelinden vazgeçmek ya da bu iki teorinin gerçekten de eşdeğer olduğuna dair
sezgisinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Ahmet söz konusu olduğunda, meseleler elbette
daha karmaşıktır. Aslında yaptığı şey, diğer baskın yerlerde gözlemsel sonuçların ortaklığının
eşdeğerlik için yeterli olduğunu öne sürmektir ki bu da eğri uzay-zaman ile düz uzay-zaman
artı evrensel kuvvetlerin eşdeğerliğini kesinlikle kurtarır. Ancak doğal olarak, bu eşdeğerlik
kavramını benimsemek onun sözde bilimsel gerçekçiliğine zarar vermektedir.
39 Bu sezgi ile ilke çatışması sorununun diğer yönde de ortaya çıktığı görülebilir. Oldukça
katı realist eşdeğerlik kavramları bile, realistin eşdeğer olarak düşünmek istemediği teori
çiftlerini eşdeğer olarak dışlayacak kadar güçlü olmayabilir.
Şüphesiz gerçekçi, Schrödinger ve Heisenberg'in aynı şeyi söylemesini istese de, olağan
vahşi Kartezyen olasılıkların, dış maddi dünyaya ilişkin olağan şemamıza eşdeğer teoriler
olarak sayılmasını istemez. Şimdi bazı Kartezyen alternatifler, örneğin bize özel
deneyimlerimizden başka bir şey olmadığını ve bunu açıklayacak 'dışarıda' hiçbir şey
olmadığını söyleyen alternatif, teorik düzeyde sıradan teorimizle yapısal benzerlik eksikliği
nedeniyle sıradan teorimize eşdeğer olmadığı için reddedilecektir. Ancak diğer Kartezyen
fanteziler, örneğin tüm özel deneyimlerimizin bir kordon boyunca tanka batırılmış beynimize
beslenen uygun bir sinyalden kaynaklandığı (ya da kordonun diğer ucundaki sibernetik
makinenin uygun durumundan kaynaklandığı) fanteziler, sıradan 'dış dünya' teorimize yapısal
olarak istediğimiz kadar benzer hale getirilme olasılığına sahip gibi görünmektedir. Aslında,
keşfedilen bilimsel eşdeğerliğin gerçek vakalarını bu sahte Kartezyen vakalardan ayıran şey,
ilk vakalarda tanımlanamazlık, ikincilerde ise tanımlanamazlık değildir. Daha ziyade, bilimsel
vakaları bilimsel açıdan ilginç kılan ve Kartezyen vakaları ilginç kılmayan şey, bilimsel
vakalarda tanımlanabilirliği göstermenin önemli bir bilimsel görev olması, oysa benim aklımda
olan Kartezyen vakalarda tanımlanabilirliğin ilginç olamayacak kadar önemsiz olmasıdır.
Yine de burada biraz dikkatli olunması gerekmektedir. Teorik terimlerin anlamının
bütüncül-rol-in-a-teori açıklamasını reddeden bir tür realist vardır. Ona göre, sıradan dış-dünya
açıklamamıza yapısal olarak ne kadar benzer olursa olsun, Kartezyen alternatiflerin sıradan
açıklamayla eşdeğer olmadığını iddia etmekte bir sorun yoktur. Ancak o zaman nasıl bir teorik
eşdeğerlik açıklaması sunacağı, en azından ilgilendiğimiz, yüzeysel uyumsuzluğa rağmen
eşdeğerliğin açık olduğunu düşündüğümüz durumları nasıl ele alacağı açık değildir.
Aklımızdaki realist, teorik terimlere yalnızca söz konusu teorilerdeki bütünsel rollerinden
dolayı sahip oldukları anlamı veren anlam doktrinini benimsediği için, uygun şekilde inşa
edilmiş Kartezyen alternatiflerin eşdeğerliğini bizim sıradan açıklamamıza atfetmekten
kaçınmakta zorlanacaktır. Ancak bu durumda onun teorik eşdeğerlik hesabı, tehlikeli bir şekilde
pozitivist hesaba yaklaşmaktadır. Çünkü eğer fıçıdaki beyin dünya açıklaması gerçekten de
sıradan madde-nesne dünya açıklamasına eşdeğerse, fıçıdaki beyin açıklaması uygun bir
şekilde biçimsel olarak yapılandırıldığı sürece, o zaman fenomenleri sadece teorik eşdeğerlik
için yeterli olarak kaydetmekten gerçekten çok uzaklaştık mı?
Teorik terimlerin anlamının 'araçsalcı' bir açıklaması ile teorik ontolojinin realist bir
açıklaması arasındaki gerilim bir kez daha açıktır. Ancak realistimiz, görünüşe bakılırsa, bu tür
akıllıca toparlanmış Kartezyen alternatiflerin sıradan dünya görüşümüzle eşdeğer olduğunu
kabul edebilir. Bu makalenin başında ifade edilen görüşün aksine, o zaman tüm 'şeytani iblis'
hipotezleri eşit olmayacaktır. Bazıları sıradan dünya görüşümüze gerçek alternatifler olacak,
muhtemelen epistemik bir zeminde kabul edilemez olarak reddedileceklerdir. Diğer 'şeytani
iblis' hipotezleri ise sıradan dünya görüşümüzün tuhaf bir şekilde yanıltıcı bir terminolojiye
bürünmüş hali olacaktır. Her şey şeytani iblisin yaptıklarına ilişkin hipotezimizin, onun özel
deneyimlerimize ilişkin alternatif nedensel yapısında sıradan dünyamızı yapısal olarak
kopyalamada başarısız ya da başarılı olmasına bağlı olacaktır.
Diyelim ki realistimiz, teorik eşdeğerliğe ilişkin biçimsel kavramının, hangi çiftlerin
gerçekten eşdeğer teori çiftleri olduğuna ilişkin sezgileriyle uyumlu olduğu konusunda tatmin
oldu. O halde başka hangi kaygılar ortaya çıkmalıdır?
Realistimizin karşı çıktığı eşdeğerlik konusundaki pozitivist pozisyonun arkasındaki 40
motivasyonun temel bir bileşeni göz önüne alındığında bu oldukça açıktır. Şüphesiz pozitivist
kavramın arkasındaki en önemli itici güçlerden biri, şüphecilik olasılıklarını sınırlama
kabiliyetidir. Tüm olası ampirik verilerle eşit derecede uyumlu alternatif teorilerle karşı karşıya
kaldığımızda, bunlardan hangisine inanmamız gerektiğine nasıl karar vereceğimizi şaşırırız.
Pozitivist çizgiyi benimseyip tüm bu teorilerin aynı şeyi söylediğine hükmettiğimizde, artık
verilecek bir karar kalmamaktadır. Dolayısıyla şüpheciliğin araya girmesi için daha az alan
vardır. Hâlâ gözlemlenen ampirik olgulardan olası tüm ampirik olgular üzerinde tam
genellemelere varma sorunuyla karşı karşıyayız, elbette en genel haliyle tümevarım sorunuyla,
ama en azından artık bize musallat olan ilkesel olarak gözlemlenemez düzeydeki alternatifler
konusunda endişelenmemize gerek yok.
Diyelim ki realistimiz, teorik eşdeğerliğe ilişkin biçimsel kavramının, hangi çiftlerin
gerçekten eşdeğer teori çiftleri olduğuna ilişkin sezgileriyle uyumlu olduğu konusunda tatmin
oldu. O halde başka hangi kaygılar ortaya çıkmalıdır?
Realistimizin karşı çıktığı eşdeğerlik konusundaki pozitivist pozisyonun arkasındaki
motivasyonun ana unsurlarından biri oldukça açıktır. Şüphesiz pozitivist kavramın arkasındaki
en önemli itici güçlerden biri, şüphecilik olasılıklarını sınırlama kabiliyetidir. Tüm olası
deneysel verilerle eşit derecede uyumlu alternatif teorilerle karşı karşıya kaldığımızda,
bunlardan hangisine inanmamız gerektiğine nasıl karar vereceğimizi şaşırırız. Pozitivist çizgiyi
benimseyip tüm bu teorilerin aynı şeyi söylediğine hükmettiğimizde, artık verilecek bir karar
kalmamaktadır. Dolayısıyla şüpheciliğin araya girmesi için daha az alan vardır. Hâlâ
gözlemlenen ampirik olgulardan olası tüm ampirik olgular üzerinde tam genellemelere varma
sorunuyla karşı karşıyayız, elbette en genel haliyle tümevarım sorunuyla, ama en azından artık
bize musallat olan ilkesel olarak gözlemlenemez düzeydeki alternatifler konusunda
endişelenmemize gerek yok.
Eşdeğerlik için ampirik düzeyde salt uyumluluktan daha katı koşullarda ısrar
ettiğimizde, inanılacak alternatiflerin seçimini rasyonelleştirme sorunu yeniden gündeme gelir.
Gerçekçi bir bakış açısıyla, araştırmanın amacı olarak hakikat ve teorik düzeyde bile hakikatin
bir tekabüliyet teorisi (bu ne anlama geliyorsa) üzerindeki ısrarıyla, rasyonaliteye izin vermek
gibi çıkış yolları da ('Olguları eşit derecede iyi kurtaran eşdeğer olmayan teorilerden herhangi
birine inanırsanız rasyonel olursunuz') cazip değildir. Gerçekçiden beklemeye hakkımız olan
şey, eşdeğer olmayan ancak ampirik olarak ayırt edilemeyen alternatiflerden herhangi biri
yerine bir teorinin doğru olarak seçilmesini neyin rasyonelleştirdiğine dair sistematik bir
açıklamadır.
Gerçekçi elbette meydan okumayı reddedebilir ve şüpheci sonuçları kabul edebilir. Ama
kabul etmediğini varsayalım. Bize sunulacak olan şey, bir teorinin inancımız için değerine karar
verirken, teorinin olası tüm ampirik verilere uygunluğunun ötesine geçmemizi sağlayacak teori
seçiminin rasyonelliğine ilişkin bir açıklamadır. Yine de bir sorun, bu doğrulama modelinin
güçlerinin bizi eşdeğerlik sınırlarına getirmek için yeterli olduğundan emin olmamız
gerekecektir. Şüpheciliğin müdahalesinden kaçınmak için, yani eşdeğer olmayan herhangi iki
teoriden birinin epistemik olarak diğerine tercih edileceğine dair güvenceye ihtiyacımız
olacaktır. Başka bir deyişle, önerilen teorik eşdeğerlik kavramı ile teorilerin epistemik
değerliliği kavramı arasında yakın bir iç uyum olması gerekecektir.
Belirli bir teorik denklik modeli ve belirli, iddiaya göre uyumlu bir doğrulama modeli
41 olmaksızın, bu sorunu yalnızca aklımdaki meseleleri niteliksel bir şekilde kısaca ele alarak
gösterebilirim. Tipik olarak, bir teoriye, teorideki yeri 'iptal edilen' boş unsurları sokan bazı
süreçlerle aynı fenomeni kurtaran alternatif teoriler üretilebilir. Elbette en ilginç olanı, boş
unsurları içeren teorinin ilk ortaya çıktığı ve kavramsal bir revizyonla bunları ortadan
kaldırmanın önemli bir bilimsel keşif olduğu tarihsel vakalardır. Örneğin, boş gidiş-dönüş
deney sonuçlarını açıklamak için kullanılan eter teorileri özel görelilikle değiştirilebilir, böylece
'iptal edilmiş' bir unsura (gözlemcinin etere göre hızı) sahip bir teoriler manifoldunun yerine bu
boş unsura sahip olmayan bir teori getirilebilir. Yine Einstein bize, 'gerçek eylemsiz çerçeveler'
ve 'gerçek çekim alanları' gibi boş unsurlarıyla önceki yerçekimi teorilerinin, sadece yerel
eylemsiz çerçeveleriyle kavisli uzay-zaman ile değiştirilebileceğini gösterdi.
Pozitivist, bir teori ve onun aşırı derecede boş muadillerinin hepsinin eşdeğer olduğu
görüşüne bağlı görünürken, realist genel olarak bunların eşdeğer olmadığını iddia edecektir.
Ondan bekleyebileceğimiz şey, ontolojik basitlik kavramının, daha az boş teoriye daha fazla
basitlik ve daha basit teoriye daha fazla inanç gerekçesi sağlayacak şekilde
sistematikleştirilmesine yönelik bir girişimdir. Açıkçası bu, doğrulamayı doğru gözlemsel
sonuçlara sahip olmakla ilişkilendirenden farklı bir doğrulama kavramı gerektirecektir ve bu
yönde girişimlerde bulunulmuştur.
Peki ya elimizde bir çift teori varsa ve bu çiftin her bir üyesi ontolojik basitlik açısından
bazı açılardan diğerine tercih ediliyorsa? Teorik yapının bir yönü açısından ontolojik basitlik
açısından A'nın B'ye tercih edildiği ve başka bir bileşen açısından B'nin A'ya tercih edildiği bir
durumu kolayca hayal edebiliriz. Burada muhtemelen bu teori çiftine göre, üçüncü bir
alternatifin, C'nin, kavramsal olarak A ya da B'den daha basit olduğunu ve dolayısıyla her
ikisine de tercih edilebileceğini ortaya koymayı umacağız. Bununla birlikte, bu yaklaşımı
benimseyen bir realistten bekleyeceğimiz şey, benimsediği teorik eşdeğerlik kavramına göre,
her olası durumda her zaman tek bir 'azami derecede ayrıntıcı' teorinin ortaya çıkacağına
inanmak için bazı nedenlerdir.
Bu kritere göre, belirli bir gözlemsel sonuçlar kümesine göre, her ikisi de azami
derecede cimri olarak değerlendirilen herhangi iki teori, teorik olarak eşdeğer olacaktır. Bize
en basit bir teori olduğunu ve bunun kendi teorik eşdeğerlik kavramına göre benzersiz olduğunu
gösteremediği sürece, bir kez daha şüpheciliğin müdahalesine açık bir alanla karşı karşıya
kalacağız.
Ancak realist için bundan daha derin bir epistemik sorun vardır. Eşdeğerliği, gözlemsel
sonuçların ortaklığından daha fazlasını gerektirecek şekilde ele alan realist, tüm gözlemsel
sonuçları ortak olan eşdeğer olmayan teorileri tolere ettiğinde ortaya çıkan şüphecilik tehdidiyle
karşı karşıya kalır. Dolayısıyla onun doğrulama teorisi, bir teorinin inanç açısından değerini
değerlendirirken gözlemsel sonuçları üzerine düşünmenin ötesine geçen unsurlarla desteklenir.
Bunun yukarıdaki örnek için seçtiğim gibi ontolojik basitlik mi, yoksa sıklıkla öne sürülen
öncül teoriye ilişkin muhafazakarlık mı, yoksa teorilerin olası başka bir özelliği mi olduğu
önemsizdir. Gerçekçinin karşılaştığı ilk sorun, eğer inancın çözümlenemez bir şekilde askıya
alındığı durumları hoş görmeye istekli değilse, bize teorik eşdeğerlik kavramı ile garantili
inanılırlık kavramının birleşiminin her zaman en inanılır olarak yalnızca tek bir teoriyi ya da
teorik eşdeğerlik kriterine göre hepsi birbirine eşdeğer olan bir teoriler sınıfını ürettiğini
göstermeye çalışmaktır.
Ancak bunu yapsa bile, o zaman tamamen tatmin olmalı mıyız? Bence hayır. Çünkü her
zaman şu soru ortaya çıkacaktır: Bu doğrulama veya epistemik tercih edilebilirlik kavramını 42
neden kabul etmeliyiz? Neden daha basit teorinin ya da daha önce kabul edilen teoriden en az
sapma gösteren teorinin, herhangi bir anlamda doğru olma olasılığı en yüksek olan teori
olduğuna inanalım? Bu nokta pek de yeni değildir. Kişinin garantili inanç yapısına, gözlemsel
verilere salt uygunluğun ötesine geçen herhangi bir düşünceyi yerleştirdiği ölçüde, bu ek olarak
benimsenen 'inanılırlık işaretlerini' neden gerçek 'doğruluk işaretleri' olarak alması gerektiğini
görmek zordur.
Elbette, daha basit teorilerin doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu a priori
ilkeler olarak benimsemek gibi bilindik seçenekler de mevcuttur. Burada bunların peşine
düşmek istemiyorum. Bildiğimiz bir yaklaşımın aklımızdaki realiste açık olmadığını
belirtmeliyiz. Bu tür garantili inanç ilkeleri için, inanılabilirliğin normatif ilkelerinin nihai
olarak gerçek inanç pratiğimize dayandığını ve hakikat ile inanılabilirlik arasındaki bağlantının,
bazı inanç süreçlerinin (büyük olasılıkla) hakikate götürdüğünü göstermeye değil, daha ziyade
hakikat kavramını ideal garantili inanılabilirlik olarak anlamaya dayandığını iddia eden
pragmatist türden tanıdık bir 'gerekçe' vardır. Böyle bir yaklaşım bilimde basitlik,
muhafazakarlık vb. ilkelere olan gerçek güvenimizi rasyonalize etmeye çalışırken ne kadar ikna
edici olursa olsun, aklımızdaki gerçekçi bu yolla şüphecilik olasılığının altını oymaktan
çekinmelidir. Çünkü onun gerçekçiliğinde gerçekçi olan bir şey varsa, bu en azından hakikat
ve gerekçelendirme konusunda böyle bir pragmatist çizginin reddini içermelidir. Teoriler
hakkındaki gerçekçilik ne anlama gelirse gelsin, hakikatin nesnel gerçekliğe uygunluk olduğu
iddiasını içermelidir (bunun tartışmalı bir tez olduğu metafizik anlamda) ve bu da bir teorinin
inanılırlığıyla ilgili olarak gözlemsel verilere uygunluğun ötesinde ve üstünde herhangi bir şeyi
neden kabul etmemiz gerektiğine dair bir açıklama için güçlü bir baskıyı beraberinde getirir.
Ancak, gözlemsel verilere uygunluğun ötesinde ve üstünde bazı ilkelere başvurulması, olguları
kurtarmada ortaklığı aşan bir eşdeğerlik kısıtlaması getirmek isteyen ve bu talebin olası şüpheci
sonuçlarını kabul etmek istemeyen herkes için gereklidir.
Elbette realistin verebileceği tanıdık bir yanıt vardır. Ne yazık ki bu yanıt, tu quoque
yanıtının her zamanki tatminsizliğiyle birlikte, 'Sen daha iyi değilsin' biçimindedir. Bu yanıt,
realistin pozitiviste verdiği, gözlemlenemeyenlerin varsayımından kaçınmanın bile bizi hala
mevcut verilerin ötesine geçerek dünyanın tamamen genel bir teorisine sıçrama sorunuyla baş
başa bıraktığı tanıdık bir yanıttır. Ve cevap şöyle devam edecektir: salt tümevarımsal çıkarım
sorunu, ilke olarak gözlemlenebilir olandan gözlemlenemez olana çıkarım tartışması gibi, 'en
basit hipotez' vb. kavramların çağrılmasıyla enfekte olmuştur. Belki de öyledir. Yine de
gerçekçiden, ilkesel olarak gözlemlenemez ontolojisine olan inancının kaçınılmaz olarak
getirdiği kuşkuculuk aralığını sınırlandırmak için öne sürmeyi seçtiği ilkeler ve tüm olası
dünyalarda aynı fenomeni kurtardıklarında bile en azından bazı durumlarda teorilerin eşdeğer
olmamasını gerektiren bir teorik eşdeğerlik kriterine başvurması için bazı rasyonalizasyonlar
isteyeceğiz.
Eğer tartışmakta olduğumuz realist teorik denklik kavramı, doğrulamanın yukarıya
doğru olan yönünde sorunlarla karşılaşıyorsa, teorinin veriyle olan diğer aşağıya doğru
ilişkisinde de başa çıkması gereken zorluklar vardır. Teorilerimizin açıklayıcı olduğunu kabul
ediyoruz. Gerçekçinin açıklama ve teorik denklik kavramları nasıl bir araya gelmelidir?
İlk olarak, açıklama açıklamasının en azından bir eşdeğerlik ilkesinin bazı versiyonlarını
karşılaması gerektiği açık bir gereklilik olacaktır. Eğer iki teori gerçekten eşdeğer ise, o zaman
en azından bir anlamda fenomenler için 'aynı açıklamayı' sunmaları gerektiği umulur. Ve eğer
43 teoriler gerçekçi kritere göre eşdeğer değilse, o zaman açıklama düzeyinde, tahminsel olarak
eşdeğer olsalar bile, tahmin edilen fenomeni neden aynı şekilde açıklamadıklarını bize söyleyen
bir ayrım olmalıdır. Aslında buradaki durum daha inceliklidir, çünkü teorilerin realistin
aklındaki anlamda eşdeğer olmalarına, ancak bazı 'daha ince taneli' açıklayıcı anlamda tam
olarak eşdeğer olmamalarına izin veren bir tür içsellik olduğu iddia edilebilir. Örneğin,
'açıklama türünün' bireyselleştirilmesi, iddia edilen ifade biçimlerine bağlı olabilir, böylece bir
ve aynı teorinin iki eşdeğer versiyonunda, yalnızca teorinin iki versiyonda ifade edilme
biçimindeki farklılık nedeniyle bir anlamda farklı açıklamalar sunduğu söylenebilir. Açıklama
kavramını 'pragmatik' yönlerle yüklü bulan biri gerçekten de bunu savunabilir. Aynı şekilde,
kabul edilebilir bir teyit kavramının yeterliliğinin bir ölçütü olarak eşdeğerlik ilkesinin bariz
ikna ediciliğine rağmen, bir teorinin iki eşdeğer versiyonunun aynı verilerden farklı teyitler
aldığını savunmak da sanırım mümkün olacaktır.
Bence kesin olan şey, gerçekçi bir eşdeğerlik kavramının temsilcisinin, eşdeğer
teorilerin verilere eşdeğer olmayan açıklamalar getirmesine ya da aynı kanıt temeliyle eşdeğer
olmayan bir şekilde doğrulanmasına izin verme konusunda oldukça dikkatli olması gerektiğidir.
Eğer bunların her ikisine de izin verirse, eşdeğerlik kavramı, analitik olarak önceden anlaşıldığı
şekliyle kansız bir hayalete dönüşmeye başlar. En azından, ondan, teorik eşdeğerlik kavramıyla
doğal bir şekilde örtüşecek daha kaba açıklama ve doğrulama kavramlarını ve eşdeğer teorilerin
eşdeğer olmayan açıklamalar sunmasına veya eşdeğer olmayan bir şekilde doğrulanmasına izin
veren daha ince kavramların neden başlangıçta aklında olan gerçek teorik eşdeğerlik duygusunu
bozmadığına dair bir açıklama beklerdik.
Bir kez daha, kuramsal eşdeğerlik ve açıklama kavramlarını 'bir araya getirmeye'
yönelik gerçekçi bir girişimin ayrıntılı bir eleştirisini burada yapmamız mümkün olmayacaktır,
çünkü bu benim kaçınmaya çalıştığım şeyi, yani belirli bir eşdeğerlik ilkesinin ve belirli
açıklama ve doğrulama açıklamalarının sunulmasını gerektirecektir. Bunun yerine,
pozitivistlere bu tür gerçekçi bir programla ilgili bazı temel zorluklar gibi görünen şeylere
odaklanacağım. Pozitivistin iddia edeceği şey tanıdıktır. Elimizde verilerle uyumlu en az, en iyi
doğrulanmış teorinin (ve elbette bu teorinin temsil ettiği teorilerin denklik sınıfının tüm eşdeğer
üyelerinin) mevcut olduğunu varsayalım. Muhtemelen bu teori verilerin en iyi açıklayıcı
açıklamasıdır. Aslında, herhangi bir makul teyit ve açıklama kavramı, bizi en azından zayıf bir
anlamda, en iyi teyit edilmiş, en makul açıklamanın en iyi açıklama olduğunu kabul etmeye
yönlendirmelidir; bu ilişki, teyit kavramını en iyi açıklamaya çıkarım olarak benimsediğimizde
elbette önemsiz hale gelir.
Eğer realist açıklama temellerinin iskelet versiyonuna bile tutunmak istiyorsa, bir şey
daha iyi durumda olmalıdır. Söz konusu teorinin indirgemesi olan teori, eşdeğer en iyi alternatif
teoriler kümesi arasında görünmese iyi olur. Çünkü eğer ortaya çıkarsa, akıldaki teorik
eşdeğerlik kavramı otomatik olarak pozitivist kavrama indirgenmiş gibi görünecektir. Ancak
realist, indirgemenin, en iyi teorik açıklamasına eşdeğer değilse bile, ona daha basit (dolayısıyla
daha üstün) bir alternatif açıklama olarak sunulmasından nasıl kaçınacaktır?
Fakat en iyi realist teoriyi açıklayıcı kılan bu açıklama kavramı nedir? Burada bir kez
daha birbirinden oldukça farklı iki tür gerçekçiliğe odaklanmalıyız: biri teorik terimlerin
anlamını, içinde yer aldıkları teorilerdeki bütünsel rolleri tarafından verildiği şekliyle ele alan
gerçekçilik türü, diğeri ise semantik analoji yoluyla ya da başka bir şekilde teorik terimlere
'fazla' anlam atfedilmesine izin veren gerçekçilik türü. Dolayısıyla, örneğin, birinci tür gerçekçi
için moleküller vardır, ancak 'molekül'ün anlamı yalnızca moleküler teorilerin toplamında
oynadığı karmaşık rol tarafından verilir. Diğer tür gerçekçi için, 'molekül'ü 'parçacık' gibi
44
kavramlara ilişkin anlayışımız aracılığıyla anlarız; bu kavramlar anlamlarını ilk olarak
gözlemlenebilirliğe atıfta bulunmak için kullanıldıklarında kazanmışlardır, ancak terim
'görülemeyecek kadar küçük parçacıklar' ve hatta 'ilke olarak gözlemlenemeyen parçacıklar'
gibi oldukça farklı bağlamlarda kullanıldığında anlamları bozulmadan korunur. Teorik
terimlerin anlamının yalnızca bütüncül teorideki rolleri olduğu fikrine sahip olan ilk tür realist,
bizim üzerinde durduğumuz türdür. Neden mi? Çünkü, iddia ettiğim gibi, sadece böyle bir
realist için, gözlemsel eşdeğerliğe eklenen yapısal izomorfizm olarak teorik eşdeğerlik kavramı
makuldür. Teorik terimlerin anlamına ilişkin bu teori olmaksızın, teorik düzeyde en katı yapı
ortaklığının bile eşdeğerliği garanti etmek için neden yeterli olacağını görmek zordur. Ancak,
burada tartışmak istediğim, gözlemlenen olguların gözlemlenebilirler hakkındaki
genellemelere dahil edilmesinin ötesinde ve üstünde bir şey olarak gerçekçi açıklama
kavramının en makul anlamını ikinci tür gerçekçinin bakış açısından aldığıdır. Başka bir
deyişle, realistin pozitivist tarafından benimsenenin üzerinde ve üstünde bir açıklama nosyonu
ortaya koyma arzusu ile tartışmakta olduğumuz teorik eşdeğerlik nosyonuna izin veren teorik
terimlerin anlamına ilişkin bir teoriyi sürdürme arzusu arasında temel bir gerilim olduğunu iddia
etmek istiyorum.
Gözlemlenebilir olgular üzerinde bir genellemeye sahip olduğumuzu varsayalım.
Gerçekçi bunun ötesinde ve üstünde ne talep eder? Muhtemelen gözlemsel genellemeyi
açıklayan teorik bir varlık ya da özellik varsayımı. Peki bu teorik varsayım bize hangi ek
açıklayıcı gücü sağlar? Sıklıkla verilen cevap 'birleştirme'dir. Teorik yapıyı ortaya koymak, bir
şekilde, olguların birleşik bir açıklamasını sağlar.
Burada realist için neden zorluklar olduğunu düşündüğümü görmek için bazı vakalara
bakalım. Dinamiğin gözlemsel olguları, tercih edilen bir dizi hareket durumunu, yerel eylemsiz
hareketleri ayırmamızı gerektirir. Buna ek olarak, optik fenomenler de aynı referans
çerçevelerini ayırt edici olarak seçmektedir. Realist tüm bunları, uzay-zaman yapısının
kendisini (bu amaç için) gözlemsel hareketli sistemlerin ve ışık dalgalarının üzerinde ve üstünde
var olarak varsayarak açıklar. Eylemsiz ve eylemsiz olmayan durumlar arasındaki dinamik ve
optik ayrımlar daha sonra fiziksel sistemlerin altta yatan uzay-zaman yapısıyla olan ilişkisiyle
açıklanır. Ancak pozitivistlere göre, 'uzay-zamanın kendisi' varsayımı bize ne tür bir ek
açıklayıcı güç sağlar? Daha önce eylemsiz sistemler ile eylemsiz olmayan sistemler arasında
indirgenemez bir şekilde açıklanamaz temel bir ayrım varken, şimdi altta yatan uzay-zaman ve
fiziksel sistemlerin onunla ilişkileri açısından yeni ve önemsiz bir şekilde ortaya konmuş 'daha
derin' bir açıklamamız var. Ancak, zaten mükemmel derecede yeterli olan bir teoriye, sadece
daha fazla 'birleştirme' ya da olgulara daha fazla 'açıklama' gibi sahte bir görünüm veren bir
katman eklemekten başka bir şey yaptık mı?
Pek çok pozitivist şöyle diyecektir: Uzay-zaman açıklamasında, salt ilişkiselci teoriye
kıyasla ek açıklayıcı değerin ortaya çıkması, uzay-zamanın kendisine yapılan atıf gerçekten de
sadece vurguladığımız gerçekçi teorinin bütünsel-mekan-içinde-teorisi tarzında ortaya
konurken, uzay-zamanın bir tür 'hayalet' töz, bir tür ince 'katı' genişletilmiş maddi şey olarak
naif resminin bize diğer tür gerçekçinin sunacağı gibi bir açıklama elde ettiğimiz izlenimini
vermesinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu durumdaki açıklayıcı rolünden bağımsız olarak,
teorik aygıtı ortaya koyduğumuzda neden bahsettiğimizi gerçekten anlamış olsaydık, o zaman
bazı eski realistlerden aşina olduğumuz şekilde ilişkisel olana kıyasla teoriye daha fazla
45 açıklayıcı güç atfedebilirdik (tanıdık olmayanı tanıdık olana indirgemek, Newtoncu anlamda
'mekanizma' göstermek, vb.) Ancak teorik aygıtın söz konusu teorideki yerinin ötesinde ve
üstünde ne olduğuna dair böyle bir kavrayışa sahip değiliz. Sonuç olarak, varsayılan açıklayıcı
gücü geçersizdir.
Pozitivist bunu görmek için başka bir durumu ele alalım. Temel parçacıkların
etkileşimlerinin simetrilerinin incelenmesi bize bu parçacıkların çeşitli simetri grupları
açısından bir sistematiğini verir. Bu simetri yapısını, parçacıklar için çeşitli 'yüklerin' varlığını
varsayarak (tuhaflık, çekicilik, vb.) ve varsayılan yüklerle çeşitli uygun koruma kurallarını
ilişkilendirerek yakalayabiliriz. Ancak bu yükleri ve korunumlarını ortaya koyarken, ilgili
simetrileri açıklıyor muyuz? Teorik fizikçilerin çoğu, bence haklı olarak, yüklerin
çağrılmasının çeşitli simetrilerin ne olduğunu belirtmenin başka bir yolu olduğunu iddia
edecektir. Açıklanması gereken 'gözlemsel veriler' üzerinde 'teorik yapının' bir fazlalığı vardır.
Eğer herhangi bir şey simetrileri gerçekten açıklayıcı olarak kabul edilecekse, bunun bu
simetrilerin daha derin bir teorinin sonucu olarak doğal bir şekilde üretilen daha yüksek, daha
genel simetrilere (örneğin simetrilerin varsayılan bir gösterge alanından ya da başka bir birleşik
alan hesabından üretilmesi) dahil edilmesi olacağını iddia edeceklerdir. Tüm bunların pozitivist
açıklama kavramlarıyla uyumu açıktır.
Şimdi de baryon ve mezonların simetrilerinin kuark teorisi tarafından yapıldığı iddia
edilen açıklamasını ele alalım. Burada gerçek bir açıklama sunulduğunu hissediyor gibiyiz.
Bence bu sezginin bir kısmı pozitivist açıdan tamamen kabul edilebilirdir; kuark teorisi, ondan
türetilebilecek simetri açıklamalarından daha genel ve derindir. Ancak sezginin bir kısmı,
kuarkları 'analojik' olarak, bütün-parça ilişkisinden ve bunun gözlemlenebilirler alemindeki
açıklayıcı değerinden anlayabileceğimiz bir şekilde daha büyük parçacıkları oluşturan küçük
parçacıklar olarak görmemize dayanmaktadır. Bir kez daha görüyoruz ki, anlamları yalnızca
uygun teoride oynadıkları role dayanan terimlerin çağrılması, tamamen pozitivist olan bir
açıklama açıklamasına işaret ederken, terimlerin semantik analoji yoluyla kendilerine
atfedilebilecek 'fazla anlama' sahip olmalarına izin veren diğer gerçekçilik türü, teorik yapının
varsayılması yoluyla açıklamanın, gözlemsel gerçeklerin geniş genellemeler altında alt
edilmesinden daha fazlası olduğu şeklindeki gerçekçi kavramla daha uyumlu görünmektedir.
Doğal olarak, bu açıklama sorununu realist bakış açısından burada derinlemesine
incelemek niyetinde değilim. Tekrar etmek gerekirse, söylemek istediğim sadece şudur: bir
realist teorik terimlerin anlamına ilişkin iki tutum takınabilir; ya bütüncül-teorideki-rol tutumu
ya da teorik terimlere, terimlerin teoride oynadıkları rolün ötesinde ve üstünde bir anlam
tahakkuku tanıyan alternatif. İkinci bakış açısından, açıklamayı gözlemsel olasılıkların
hiyerarşik olarak genelliklere indirgenmesinin üstünde ve üstünde bir şey olarak gören gerçekçi
bir açıklama açıklamasının bize nasıl sunulacağı oldukça açıktır. Ancak, bu bakış açısından,
teorilerin denkliğine ilişkin realist açıklamanın ne anlama geleceğini görmek zordur. Temel
olarak, teorilerin yalnızca 'aynı şeyi söylediklerinde' eşdeğer oldukları çizgisine inmelidir ve bu
kavram, realistin bize sunduğu anlam teorisi (teorideki rolün üzerinde ve üstünde) açısından
açıklanmalıdır. Teorik anlamla ilgili alternatif bakış açısından, çok daha basit bir teorik
eşdeğerlik kavramı inşa edilebilir. Bu, basitçe pozitivist eşdeğerlik kavramını gerekli olarak
alan ve eşdeğerlik için yeterli bir koşul elde etmek üzere teorik düzeyde teoriler arasında yapısal
izomorfizm kavramını ekleyen bir kavramdır. Ancak bu teorik anlam ve teorik eşdeğerlik
kavramı, pozitivist pozisyondan pek çok şüpheli ön varsayım ödünç almanın yanı sıra, bir
teoride ya da onun herhangi bir eşdeğerinde, pozitivistlerin çok sevdiği teorinin eşdeğer ve
açıklayıcı olmadığı iddia edilen indirgemesinde zaten bulunmayan açıklayıcı şeyin ne olduğunu
görmemizi zorlaştırma zorluğundan da muzdariptir. 46
***
Özetlemek gerekirse: pozitivizm, tüm kusurlarına rağmen, bize doğrulama teorisi ve
açıklama teorisiyle düzgün bir şekilde bütünleşmiş bir teorik denklik teorisi sunar. Realist de
aynı şeyi yapmak mecburiyetindedir. Eğer realist, teorik terimlerin anlamına dair, bu terimlere
teoride oynadıkları rol aracılığıyla kendilerine verilen anlamın ötesinde ve üstünde bir anlam
atfeden bir teoriyi benimserse, o zaman teorik eşdeğerlik kavramı karmaşık olacak ve bize
teorik terimler için hangi anlam teorisini sunduğuna ayrıntılı olarak bağlı olacaktır. Eğer teorik
terimler için, anlamlarını yalnızca teoride oynadıkları rolle sabitleyen bir anlam teorisi
benimserse, o zaman teorik eşdeğerlik kavramı muhtemelen daha basit olacaktır. Bu, öncelikle
gözlemsel öngörü ortaklığını paylaşan ve ikinci olarak da teorik düzeyde uygun bir yapısal
izomorfizme sahip olan iki teori kavramı olacaktır.
İlk olarak, sunulan eşdeğerlik kavramının realistin sezgileriyle uyuşup uyuşmadığı
sorulacaktır. Sadece realistin eşdeğer saymak istediği teorileri mi eşdeğer olarak kabul ediyor
ve analitik olarak önceden eşdeğer olduğu düşünülen tüm çiftleri eşdeğer sayacak mı?
Daha sonra, sunulan eşdeğerlik kavramının 'yukarıya doğru' doğrulama kavramıyla
etkileşimi incelenmek istenecektir. Eşdeğer teoriler her zaman aynı verilerle eşit şekilde
doğrulanacak mı, yoksa eğer değilse, doğrulama için 'eşdeğerlik koşulunun' ihlali uygun bir
açıklama alacak mı? Doğrulama teorisi, eşdeğer olmayan olarak tanımlanan teorilerin farklı
şekilde doğrulanmasına izin verecek mi yoksa bunun yerine şüpheciliğe yer bırakacak mı?
Doğrulama teorisi her zaman eşdeğer olmayan alternatifler grubundan benzersiz bir 'en iyi
doğrulanmış' üye seçse bile, bu doğrulama kavramını benimsemek için uygun bir realist gerekçe
olacak mıdır?
Son olarak, eşdeğerlik kavramının 'aşağıya doğru' açıklama kavramıyla etkileşimine
bakmak istenecek midir? Eşdeğer teoriler olgulara her zaman 'aynı açıklamayı', eşdeğer
olmayan teoriler ise 'farklı' açıklamaları mı getirecektir? Daha da önemlisi, pozitivist kavramın
ötesinde ve üstünde, gerçekçinin aklında nasıl bir açıklama kavramı vardır? Bu kavram, realiste
göre bir teorinin neden Craigci indirgemesine eşdeğer olmadığını ve gerçekçi önermeleri olan
teorinin neden Craigci vekilin olmadığı bir şekilde açıklayıcı olduğunu anlamamızı sağlayacak
mıdır?
Bu soruların realistler tarafından yanıtlanamayacağını iddia etmek elbette mümkün
değildir. Ancak cevaplanana kadar, pozitivist kavramları 'modası geçmiş doğrulamacılığa'
alaycı bir atıfta bulunarak reddetme konusunda isteksiz olmak gerekir. Bazen (yanlış bir
şekilde) bilim insanlarının bir teoriyi, onun yerini alacak daha iyi bir teori ortaya çıkana kadar
reddetmedikleri söylenir. Gerçekçi eşdeğerlik kavramı tam olarak nedir ve pozitivistlerin
mantıksız da olsa bütünleşik açıklamalarının yerini hangi ilişkili gerçekçi doğrulama ve
açıklama kavramlarının doldurması beklenir?
47
FENOMENİ KURTARMAK İÇİN
Mantıksal pozitivizmin düşüşünden sonra, bilimsel gerçekçilik bir kez daha önemli bir felsefi
yaklaşım olarak geri dönmüştür. Burada bu pozisyonu eleştirmeye yönelik bir tutum yoktur
daha ziyade kapsamlı bir alternatifin ana hatlarını belirlemeye çalışmak hakimdir.
Bilimsel gerçekçilik tam olarak nedir? Basitçe ifade etmek gerekirse, bilimin bize dünya
hakkında verdiği resmin doğru olduğu ve varsayılan varlıkların gerçekten var olduğu
görüşüdür. (Tarihsel olarak, doğada gerçek zorunluluklar olduğu da eklenmiştir; burada bu
yönü göz ardı edilecek) Ancak bu ifade çok naif kalıyor; bilimsel gerçekçiye günümüzün
bilimsel teorilerinin (esasen) doğru olduğu inancını atfediyor.
Görünüşe göre doğru ifade gerçekten de epistemik tutumlar açısından olmalıdır ancak
bu kadar doğrudan değil. Bilimin amacı bize dünyanın neye benzediğine dair kelimenin tam
anlamıyla doğru bir hikaye sunmaktır; ve bir teoriyi kabul etmenin uygun biçimi onun doğru
olduğuna inanmaktır. Bu, bilimsel gerçekçiliğin ifadesidir. Buna göre, tüm anti-realizm, bilimin
amaçlarına kelimenin tam anlamıyla doğru bir hikaye vermeden de hizmet edilebileceği ve bir
teorinin kabulünün, doğru olduğuna inanmaktan daha az (veya başka) bir şey içerebileceği bir
durumdur.
Tam manasıyla doğru bir açıklama fikrinin iki yönü vardır: dil tam manasıyla 48
yorumlanmalıdır; ve bu şekilde yorumlandığında açıklama doğrudur. Bu durum gerçekçilik
karşıtlarını ikiye ayırır. Birinci tür, bilimin doğru olduğunu veya doğru olmayı amaçladığını,
doğru bir şekilde (ancak kelimenin tam anlamıyla değil) yorumlandığını savunur. İkincisi ise
bilim dilinin harfiyen yorumlanması gerektiğini ancak teorilerinin iyi olması için doğru olması
gerekmediğini savunur. Burada savunulan anti-realizm ikinci türe aittir.
***
Newton, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri ve Dünya Sistemi'ni yazarken,
kurtarılması gereken olguları öne sürdüğü gerçeklikten itinayla ayırmıştır. Aksiyomlarında
ortaya çıkan 'mutlak büyüklükleri' deneysel olarak belirlenen 'hissedilebilir ölçülerden' ayırdı.
'Görünen hareketlerin... gerçek hareketlerin farkları olduğu' iddiası aracılığıyla, 'belirli
cisimlerin gerçek hareketlerinin görünenlerden nasıl ve ne ölçüde [belirlenebileceğini]' titizlikle
ele almıştır.
'Görünür hareketler' göreceli mesafelerin, zaman aralıklarının ve ayrılma açılarının
ölçülmesiyle tanımlanan ilişkisel yapılar oluşturur. Kısaca, bu ilişkisel yapılara görünüşler
olarak adlandırılsın. Newton'un teorisi tarafından sağlanan matematiksel modelde cisimler
mutlak uzayda yer alırlar ve bu uzayda gerçek ya da mutlak hareketlere sahiptirler. Ancak bu
modeller içinde, bu görünüşlerin tam yansımaları olması gereken ve Newton'un dediği gibi,
gerçek hareketler arasındaki farklar olarak tanımlanabilen yapılar tanımlanabilir. Newton'un
modellerinin uygun parçaları olan mutlak konumlar ve mutlak zamanlar arasındaki ilgili
ilişkiler açısından tanımlanan bu yapılara, Simon'un (1954) terimini ödünç alarak hareket adı
verilebilir.
Newton teorisi için deneysel yeterlilik iddia ettiğinde, teorisinin öyle bir modele sahip
olduğunu iddia etmektedir ki, tüm gerçek görünümler bu modeldeki hareketlerle
ilişkilendirilebilir (izomorfik).
Newton'un teorisi bundan çok daha öteye gitmektedir. Mutlak uzay diye bir şey olduğu,
mutlak hareketin mutlak uzaya göre hareket olduğu, mutlak ivmenin belirli gerilme ve
gerilmelere ve dolayısıyla görünüşlerde deformasyonlara neden olduğu, vb. onun teorisinin bir
kısmını oluşturmaktadır. Buna ek olarak, güneş sisteminin ağırlık merkezinin mutlak uzayda
hareketsiz olduğu hipotezini (kendi terimi) ortaya atmıştır. Ancak, kendisinin de belirttiği gibi,
bu merkez başka herhangi bir sabit mutlak hareket durumunda olsaydı görünüşler farklı
olmazdı.
Newton'un teorisine (mekanik ve yerçekimi) TN ve TN(y) teorisine TN artı güneş
sisteminin ağırlık merkezinin sabit mutlak hıza sahip olduğu varsayımı denilsin. Newton'un
kendi hesabına göre, 77V(0) için deneysel yeterlilik iddiasındadır; ve ayrıca 77V(0) deneysel
olarak yeterliyse, TN(v) teorilerinin de öyle olduğunu ileri sürer.
Deneysel yeterlilik iddiasının ne olduğunu hatırlatarak, TN(y)'nin bir modelindeki tüm
hareketlerin, tüm sabit v ve w hızları için TN(y + w) modelindeki hareketlere izomorfik olması
durumunda, TN(y)'nin tüm teorilerinin tam olarak deneysel olarak eşdeğer olduğunu görmek
gerekir. Şimdilik, itirazları daha sonraki bir bölüme bırakarak, bu teorilerin deneysel olarak
eşdeğer olduğunu kabul ediniz.
***
49 7W(0)'ın deneysel önemi tam olarak nedir? Newton'un teorisiyle tek sorunu mutlak
uzayın varlığına inanmaması olan hayali ve anakronik filozof Leibniz'e odaklanılması gerekir.
Bunun bir sonucu olarak, şüphesiz, mutlak hareketle ilgili ifadelere hiçbir 'fiziksel anlam'
yükleyemez. Leibniz de Newton gibi 7W(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğuna inanır; ama
doğru olduğuna değil. Basit olması için Leibniz'in teoriyi kabul ettiğini ama ona inanmadığını
söylemek yeterli olacaktır; kafa karışıklığı tehlikesi olduğunda bu deyimi genişleterek teoriyi
deneysel olarak yeterli kabul ettiğini ama doğru olduğuna inanmadığını söylemek de
mümkündür. O halde Leibniz neye inanıyor?
Leibniz 77V(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğuna ve dolayısıyla eşit derecede geçerli
olmak üzere tüm TN(y) teorilerinin deneysel olarak yeterli olduğuna inanmaktadır. Yine de
Leibniz'in dünya hakkında sahip olduğu teoriyi - buna TNE deyiniz - tüm TN(y) teorilerinin
ortak kısmı ile özdeşleştirmek mümkün değildir. Teorilerin her biri için TN(y), dünyanın
mutlak bir hıza sahip olduğu ve mutlak uzayın var olduğu gibi sonuçlara bağlıdır. Her bir TN(y)
teorisinin her bir modelinde, hareketlerden başka bir şey bulunmalıdır ve sorun da buradadır.
Bir teoriye inanmak, onun modellerinden birinin dünyayı doğru bir şekilde yansıttığına
inanmak demektir. Bir teori izomorfik modellere sahip olabilir; bu fazlalık kolayca ortadan
kaldırılabilir. Eğer bu fazlalık ortadan kaldırılırsa, o zaman teoriye inanmak, modellerinden tam
olarak birinin dünyayı doğru bir şekilde yansıttığına inanmak anlamına gelir. Bu nedenle, bir
teoriler ailesinin hepsinin deneysel olarak yeterli olduğuna inanıyor ancak her biri olguların
ötesine geçiyorsa, o zaman her birinin yanlış olduğuna ve dolayısıyla ortak kısımlarının yanlış
olduğuna inanmakta hala özgürüz demektir. Çünkü bu ortak kısım şu şekilde ifade edilebilir:
bu teorilerden birinin modellerinden biri dünyayı doğru bir şekilde yansıtmaktadır.
***
Teorilerin, yalnızca olası uzantılarını dikkate almadıkça deneysel olarak eşdeğer
görüneceklerine itiraz edilebilir. Eşdeğerlik, genellikle ya da her zaman, başka bir uygulama
alanı için çıkarımları düşünüldüğünde ortadan kalkabilir. Brownian hareketi yaygın bir
örnektir; ancak bu eksik bir örnektir, çünkü fenomenolojik ve istatistiksel termodinamiğin
yeterince uzun zaman dilimlerinde makroskopik fenomenler üzerinde bile anlaşmazlığa
düştüğü bilinmektedir. Ancak iyi, kurgusal bir örnek vardır: klasik mekaniğin değiştirilmesine
yol açan beklenmedik boş sonuçları görmezden gelinirse, elektromanyetizmanın mekanikle
birleşimi.
Maxwell'in teorisi mekaniğin bir parçası olarak geliştirilmemiştir ancak mekanik
modelleri vardır. Bu, Poincare tarafından Electricite et Optique'in önsözünde ve başka yerlerde
ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, König'in bir sonucundan kaynaklanmaktadır. Ancak teori,
denklemlerde sadece türevinin değil, hızın kendisinin de göründüğü garip bir yeni özelliğe
sahipti. Mutlak hızı ölçmek için bir dizi düşünce deneyi geliştirildi, belki de en basiti
Poincare'ninkiydi: "Teorilerin, ancak olası uzantılarını dikkate almadığımız sürece deneysel
olarak eşdeğer görüneceği itiraz edilebilir. Eşdeğerlik, genellikle ya da her zaman, başka bir
uygulama alanı için çıkarımlarını düşündüğümüzde ortadan kalkabilir. Brownian hareketi
olağan bir örnektir; ancak bu kusurludur, çünkü fenomenolojik ve istatistiksel termodinamiğin
yeterince uzun zaman dilimlerinde makroskopik fenomenler konusunda bile anlaşmazlığa
düştüğü bilinmektedir. Ancak iyi, kurgusal bir örnek vardır: klasik mekaniğin değiştirilmesine
yol açan beklenmedik boş sonuçları göz ardı edersek, elektromanyetizmanın mekanikle
birleşimi.
Bu türden tüm deneylerin sonuçsuz kalması, klasik mekaniğin yerini rölativistik
50
mekaniğin almasına yol açmıştır. Ancak mutlak hızlar için, özellikle de güneş sisteminin
merkezi için değerler bulunduğunu düşünün. O zaman TN(y) teorilerinden biri doğrulanır ve
diğerleri geçersiz kılınır mıydı?
Bu mantık sahte bir mantıktır. Newton gerçek ve görünen hareketler arasındaki ayrımı,
Maxwell'in teorilerinin modellerinin sahip olduğu temel mekaniklerden daha fazlasını
varsaymaksızın yapmıştır. Bir TN(y) modelindeki her hareket, tüm sabit v ve w hızları için bir
TN(y + w) modelindeki harekete izomorfiktir. Bu deneysel eşdeğerlik iddiası on dokuzuncu
yüzyıl yansımaları tarafından çürütülebilir mi? Cevap hayır. Düşünce-deneyi, TN'ye hipotezi
ekleyen teoriyi doğruladığını düşündürtebilir:
HO. Güneş sisteminin ağırlık merkezi mutlak durağanlıktadır.
EO. Mutlak v hızıyla hareket eden iki elektriklenmiş cisim birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Bu teorinin kesinlikle görünüşlerle ilgili bir sonucu vardır:
CON. Güneş sisteminin ağırlık merkezine göre v hızıyla hareket eden iki elektrikli cisim
birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Ancak, aynı sonuç TN'ye iki alternatif hipotez eklenerek de elde edilebilir:
Hw. Güneş sisteminin ağırlık merkezi w mutlak hızına sahiptir.
Ew. Mutlak v + w hızıyla hareket eden iki elektriklenmiş cisim birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Daha genel olarak, her TN(y) teorisi için bir elektromanyetik teori E(v) vardır, şöyle ki
E(0) Maxwell'in teorisidir ve tüm birleşik TN(y) artı E(v) teorileri deneysel olarak eşdeğerdir.
Poincare'nin eşdeğerini tartıştığı gözlemde hiçbir özgünlük yoktur. Görünüşe göre,
deneysel yeterlilik ve eşdeğerlik kavramlarının uygulanabilirliğini göstermek için sadece
tanıdık örneklere ancak doğru bir şekilde ifade edilmiş örneklere ihtiyaç vardır. Bu makalenin
geri kalanında, bu kavramları sözdizimsel olarak açıklama girişimlerinin onları saçmalığa
indirgemek zorunda kaldığını gösterirken, bu düşünceleri genelleştirme üzerinde durulacaktır.
***
Teorilerin yeni tür olgulara başarılı bir şekilde genişletilmesine izin vererek gizli
erdemlere sahip olabileceği fikri, geriye bırakılamayacak kadar güzeldir. Bu çok yeni bir fikir
de değildir. Comte, Cours de philosophie positive adlı eserinin ilk dersinde Fourier'nin ısı
teorisine atıfta bulunarak, kalorifik madde ve kinetik teori taraftarları arasındaki tartışmanın
boşluğunu göstermiştir. Deneysel eşdeğerlik yanılsamaları, bugüne kadar o üzücü eğilime
sahiptir; kalorifikler kaybetti. Federico Enriques, "Gerçek teorilerin sınırlı alanında kayıtsız
kalan hipotezler, olası uzantıları açısından önem kazanırlar" diye yazdığında tam da bu nedene
parmak basar gibidir. Bu öneriyi değerlendirmek için, bir teorinin genişletilmesinin tam olarak
ne olduğunu sormamız gerekir.
Deneylerin TN(0) artı E(0) birleşik teorisini gerçekten doğruladığını farz edin. Bu
durumda mekanik bir zafer kazanmış olurdu. TN(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğu iddiası
gerçekler tarafından doğrulanmış olurdu. Ancak bu tür zafer kazanmış uzantılar, deneysel
Bilim insanlarının benimsediği açık stratejiler ne olursa olsun, Putnam ve diğer bazı
tutucular daha sonraki teorilerin 'tipik olarak' daha önceki teorileri gerektirdiği ve 'daha önceki
teorilerin çoğu zaman daha sonraki teorilerin sınırlayıcı vakaları olduğu' konusunda haklı
mıdır? Ne yazık ki, bu soruyu yanıtlamak zordur, çünkü 'tipik olarak' kelimesi çok fazla
korunmaya izin veren zayıf kelimelerden biridir. Putnam ve Watkins'in 'çoğu zaman (ya da
belki de önemli vakaların çoğunda) halef teorilerin sınırlayıcı vakalar olarak selef teorileri
içerdiğini' kastettiklerini varsayacağız. Bu şekilde yorumlandığında, iddia açıkça yanlıştır.
Kopernik astronomisi Batlamyus astronomisinin tüm temel mekanizmalarını (örneğin bir
ekvant boyunca hareket) muhafaza etmemiştir; Newton'un fiziği Kartezyen mekaniğin,
astronominin ve optiğin tüm teorik yasalarını (hatta çoğunu) muhafaza etmemiştir; Franklin'in
elektrik teorisi kendinden önceki teoriyi sınırlayıcı bir durum olarak içermemiştir. Rölativistik
fizik ne eteri ne de onunla ilişkili mekanizmaları korudu; istatistiksel mekanik termodinamiğin
tüm mekanizmalarını içermiyor, modern genetik Darwinci pangenesisi sınırlayıcı bir durum
olarak içermiyor; ışığın dalga teorisi korpusküler optiğin mekanizmalarını benimsemedi;
modem embriyoloji klasik embriyoloji teorisinde öne çıkan mekanizmalardan çok azını
içeriyor. Başka bir yerde gösterdiğim gibi, kayıp hemen hemen her düzeyde gerçekleşmektedir:
59 önceki teorilerin doğrulanmış öngörüleri bazen sonrakiler tarafından açıklanmamaktadır;
önceki teoriler tarafından açıklanan 'gözlemlenebilir' yasalar bile her zaman muhafaza
edilmemektedir, hatta sınırlayıcı vakalar olarak bile; önceki teorilerin teorik süreçleri ve
mekanizmaları, çoğu zaman olduğu gibi, önemsiz şeyler olarak muamele görmektedir.
Mesele şu ki, en önemli teorik yeniliklerden bazıları, bilim insanlarının, realistlerin
'olgun' bilim insanlarına uymalarını emrettiği kümülasyoncu veya retansiyonist kısıtlamayı
ihlal etme istekliliğinden kaynaklanmıştır.
Yakınsak realistin bu konularda yanılıyor olmasının derin bir nedeni vardır. Bu kısmen
ontolojik çerçevelerin bilimdeki rolü ve sınırlayıcı durum ilişkilerinin doğası ile ilgilidir. Bilim
insanlarının 'sınırlayıcı durum' terimini kullandıkları gibi, T\ ancak T\'de bir değer atanan tüm
değişkenlere (gözlemlenebilir ve teorik) T2 tarafından bir değer atanmışsa ve T\'nin her
değişkenine atanan değerler, TyR ile tutarlı belirli başlangıç ve sınır koşulları belirlendiğinde
T2'nin ilgili değişkene atadığı değerlerle aynı veya çok yakınsa T2'nin sınırlayıcı bir durumu
olabilir. Bu durum, T\'nin T2'nin sınırlayıcı bir durumu olabilmesi için 1\ tarafından varsayılan
tüm varlıkların T2'nin ontolojisinde yer almasını gerektiriyor gibi görünmektedir.
Bir teori geçişine eşlik eden bir ontoloji değişikliği olduğunda, T2 (uygun başlangıç ve
sınır koşullarıyla birleştirildiğinde) T19'un ontolojisini yakalayamazsa, Tr, T2'nin sınırlayıcı bir
durumu olamaz. 1\ ve T2 ontolojilerinin uygun bir şekilde örtüştüğü durumlarda bile (yani
T2'nin ontolojisinin T/s'nin tamamını kapsadığı durumlarda), T2'nin sınırlayıcı bir durum
olması için 1\'nin tüm yasalarının uygun sınırlayıcı koşullar altında T2'den türetilebilmesi
gerekir. Bir teorinin diğerinin sınırlayıcı durumu olabilmesi için bu iki koşulun da (diğerlerinin
yanı sıra) karşılanması gerektiğini vurgulamak önemlidir.
20 'İndirgeyici' teoriyle tutarlı sınırlayıcı koşullar meselesi ilginçtir. Sınırlayıcı durum
ilişkilerinin en iyi bilinen açıklamalarından bazıları daha önceki bir teorinin daha sonraki bir
teorinin sınırlayıcı durumu olduğunu göstermeye, ancak daha sonraki teori tarafından açıkça
reddedilen sınırlayıcı varsayımları benimsemeye bağlıdır. Örneğin, birçok standart ders kitabı
tartışması, c'nin sonsuza yaklaşması koşuluyla, klasik mekaniği (bir kısmını) özel göreliliğin
sınırlayıcı bir durumu olarak sunar. Ancak özel görelilik c'nin bir sabit olduğu iddiasına
bağlıdır. Esasen T2 ile tutarsız bir varsayım içeren bir T2'den 7\'nin 'türetilmesinde' şüpheli bir
şey yok mu? Eğer T2 doğruysa, o zaman T\'yi türetmek için yaygın olarak kullanılan bir
önermenin sınırlayıcı bir durum olarak kabul edilmesini yasaklar. (Bu tür kanıtların çoğunun
itiraz edilmeyecek şekilde yeniden formüle edilebileceğini belirtmek gerekir; örneğin görelilik
durumunda, v -" 0 yerine v -> °°.) T2'nin ontolojisinde korunmuştur, çünkü T2'nin yaklaşık
olarak doğru olduğunu iddia ettiği şey her şeyden önce bu ontolojidir.
Çoğu zaman filozoflar (ve fizikçiler) T\ ve T2 arasında bundan çok daha azına dayanan
bir sınırlayıcı durum ilişkisinin var olduğu sonucuna varırlar. Örneğin, birçok yazar bir teorinin
diğerinin sınırlayıcı durumu olduğunu iddia etmiştir, çünkü birincisinin yasalarının tamamı
değil, sadece bir kısmı ikincisinden türetilebilir. Diğer durumlarda ise, bir teorinin diğerinin
sınırlayıcı örneği olduğu söylenmiştir, zira birincinin matematiksel yasaları ikincide
homolojiler bulmakta ancak birincinin ontolojisi ikincininkinden tam olarak
çıkarılamamaktadır.
Sıklıkla yanlış tanımlanan önemli bir örneği ele alalım: klasik eter teorisinden
rölativistik ve kuantum mekaniğine geçiş. Elbette klasik mekaniğin bazı yasalarının göreli
mekaniğin sınırlayıcı durumları olduğu gösterilebilir. Ancak klasik teori tarafından ortaya
konan ve modem mekaniğin sınırlayıcı durumları olması düşünülemeyen başka yasalar ve genel
60
iddialar da vardır (örneğin eterin yoğunluğu ve ince yapısı hakkındaki iddialar, eter ve madde
arasındaki etkileşimin karakteri hakkındaki genel yasalar, eterin sıkıştırılabilirliğini
detaylandıran modeller ve mekanizmalar). Bunun nedeni basittir: bir teori, o teorinin dilinde
yer almayan bir değişkene değer atayamaz (ya da daha günlük bir ifadeyle, varlığını kabul
etmediği varlıklara özellik atayamaz). Klasik eter fiziği, diğerlerinin yanı sıra ışığın eterden
geçişiyle başa çıkmak için varsayılan bir dizi mekanizma içeriyordu. Bu tür mekanizmaların,
eterik bir ortamın varlığını reddeden ve eter tarafından yerine getirilen açıklayıcı görevleri çok
farklı mekanizmalarla yerine getiren özel görelilik teorisi gibi bir ardıl teoride ortaya çıkması
mümkün değildir.
On dokuzuncu yüzyıl matematiksel fiziği, bazı değişkenleri şu anda varlığını inkar
ettiğimiz varlıklara atıfta bulunduğu için fiziğimizin sınırlayıcı vakaları olduğu gösterilemeyen,
açıkça başarılı matematiksel teorilerin benzer örnekleriyle doludur. Adolf Griinbaum'un (1976)
mantıklı bir şekilde savunduğu gibi, T2'nin T/s ontolojisinin tamamını 'içermediği' iki uyumsuz
teori ve T2 ile karşı karşıya kaldığımızda, T2 tarafından varsayılmayan T\ varlıklarını içeren
7\'nin tüm mekanizmaları ve teorik yasaları T2'de sınırlayıcı durumlar olarak bile muhafaza
edilemez. Bu sonuç bazı açılardan önem taşımaktadır. Yakınsak ya da tutucu gerçekçiliğin
sahip olduğu az sayıdaki makuliyet, klasik ve post-klasik mekanik ile yerçekimi teorisi
arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde tanımladığı ön varsayımından kaynaklanmaktadır.
Gerçekçi için bu ilk bakışta en elverişli durumda bile (önceki teorinin bazı yasalarının
sonraki teorinin gerçekten sınırlayıcı durumları olduğu durumlarda), değişen ontolojilerin veya
kavramsal çerçevelerin önceki teori tarafından öne sürülen merkezi teorik yasaların ve
mekanizmaların çoğunu yakalamayı imkansız kıldığını gördüğümüzde, Putnam'ın iddiasının ne
kadar yanıltıcı olduğunu görebiliriz (1978: 20) "bilim insanlarının yapmaya çalıştığı şey, önceki
teorinin mekanizmalarını mümkün olduğunca korumak ya da bunların yeni mekanizmaların
"sınırlayıcı vakaları" olduğunu göstermektir". Önceki teorinin mekanizmalarının, sonraki
teorinin varlığını reddettiği varlıkları içerdiği durumlarda, hiçbir bilim insanı önceki
mekanizmaları toptan reddetme konusunda herhangi bir vicdan azabı duymaz (ya da
duymamalıdır).
Ancak temel ontolojide bir değişiklik olmadığı durumlarda bile, birçok teori (fizik gibi
olgun bilimlerde bile) öncüllerinin tüm açıklayıcı başarılarını korumakta başarısız olmaktadır.
İstatistiksel mekaniğin makro-termodinamiğin tersinmezliğini henüz gerçek bir sınırlayıcı
durum olarak yakalayamadığı iyi bilinmektedir. Klasik süreklilik mekaniği henüz kuantum
mekaniğine ya da göreliliğe indirgenmemiştir. Çağdaş alan teorisi, fiziksel yasaların uzayda
yansıma altında değişmez olduğu yönündeki klasik tezi henüz tekrarlayamamıştır. Eğer bilim
insanları realistlerin kısıtlamasını (yani yeni teorilerin sınırlayıcı durumlar olarak eski teorilere
sahip olması gerektiğini) kabul etmiş olsalardı, ne görelilik ne de istatistiksel mekanik
uygulanabilir teoriler olarak görülmeyecekti. Daha önce de söylendi, ancak tekrar tekrar
yinelenmesi gerekiyor: iki teorinin seçilmiş bileşenleri arasında sınırlayıcı ilişkilerin varlığına
dair bir kanıt, bir teorinin diğerinin sınırlayıcı bir durumu olduğuna dair sistematik bir kanıttan
çok uzaktır. Klasik ve modern fizik, yakınsak gerçekçinin hatalı bir şekilde hayal ettiği şekilde
birbirlerine dayanıyor olsalar bile, tüm ileri bilimlerdeki teori ardıllarının sınırlayıcı durum
ilişkileri gösterdiğine dair aceleci genellemesi açıkça yanlıştır. Ancak, bu tartışmanın da
gösterdiği gibi, gerçekçinin paradigma vakası bile onun bu konuda öne sürdüğü iddiaları
desteklemeyecektir.
61 Bu analizin altını çizdiği nokta, yakınsak epistemolojik gerçekçiliğin pek çok biçiminin
ne kadar gerici olduğudur. Eğer CER'in mevcut olgun teorileri referans, mevcut kanun ve
mekanizmaları da yaklaşık olarak gerçek olarak kabul etmeyen her yeni teoriyi reddetme
tavsiyesi ciddiye alınırsa, teorilerimizdeki derin yapı ve ontolojik değişikliklere yönelik her
türlü ihtimal ortadan kalkacaktır. Teorik modellerimizin önemli ölçüde reddedilmesi de aynı
şekilde yasaklanmış olacaktır. Bilginin büyümesine olan bağlılığına rağmen realist, gelecekteki
tüm teorileri çağdaş (olgun) bilimin ontolojisine uyum sağlamaya zorlayarak ve gelecekteki bir
neslin en iyi teorilerimizdeki merkezi terimlerin bazılarının (hatta çoğunun) 'doğal yer',
'flojiston', 'eter' veya 'kalori'den daha fazla referans olmadığı sonucuna varma olasılığını ortadan
kaldırarak farkında olmadan bilimi mevcut haliyle donduracaktır.
Sonuç
Yukarıda tartışılan argümanlar ve vakalar aşağıdaki sonuçlara varılmasını gerektirmektedir:
1. Bir teorinin temel terimlerinin atıfta bulunması, başarılı olmasını gerektirmez ve bir
teorinin başarısı, temel terimlerinin tamamının veya çoğunun atıfta bulunduğu iddiası için bir
gerekçe değildir.
2. Yaklaşık doğruluk kavramı, tamamen yaklaşık olarak doğru yasalardan oluşan bir
teorinin deneysel olarak başarılı olup olmayacağına karar vermek için şu anda çok belirsizdir.
Açık olan şey, bir teorinin yaklaşık olarak doğru olmasa bile deneysel olarak başarılı
olabileceğidir.
3. Realistlerin, yaklaşık olarak doğru olmayan ve 'teorik' terimlerinin görünüşte atıfta
bulunmadığı birçok teorinin, yine de genellikle başarılı olduğu gerçeğine dair hiçbir
açıklamaları yoktur.
4. Yakınsamacının 'olgun' bir disiplindeki bilim insanlarının genellikle daha önceki
teorilerin yasalarını ve mekanizmalarını daha sonrakilerde koruduğu ya da korumaya çalıştığı
iddiası muhtemelen yanlıştır. Bu tür yasalar başarılı bir ardılda korunduğunda, ardılın başarısını
korunan yasaların ve mekanizmaların doğruluğuyla açıklayabileceğimiz iddiası, yaklaşık
doğrulukla ilgili yukarıda belirtilen tüm kusurlardan muzdariptir.
5. Gönderme yapan kuramların ve yaklaşık olarak doğru kuramların başarılı olacağı
gösterilebilseydi bile, gerçekçinin başarılı kuramların yaklaşık olarak doğru ve gerçekten
gönderme yapan kuramlar olduğu argümanı, tam da gerçekçi olmayanın reddettiği şeyi, yani
açıklayıcı başarının doğruluğa işaret ettiğini kabul eder.
6. Kabul edilebilir teorilerin, kendilerinden öncekilerin neden başarılı ya da başarısız
olduğunu açıkladığı ya da açıklaması gerektiği açık değildir. Bir teori rakiplerinden ve
öncüllerinden daha iyi destekleniyorsa, rakiplerinin neden işe yaradığını açıklayıp açıklamadığı
epistemik olarak belirleyici değildir.
7. Bir teori bir kez yanlışlanmışsa, halefinin ya tüm içeriğini ya da doğrulanmış sonuçlarını
veya teorik mekanizmalarını korumasını beklemek mantıksızdır.
8. Gerçekçiler, gerçekçi olmayan epistemologların bilimin başarısını açıklayacak
kaynaklardan yoksun olduğunu, fiat dışında hiçbir yerde ortaya koymamıştır.
Bu özel sonuçları akılda tutarak daha genel bir sonuca geçebiliriz: Gerçekçiliğin bilimin
başarılarının herhangi bir kısmını açıklayabileceği -Putnam, Newton-Smith ve Boyd'a rağmen-
henüz kanıtlanmış değildir. Çok açık olan şey, gerçekçiliğin, kendi ışıklarıyla bile, temel
65 terimlerine açıkça atıfta bulunulmayan ve teorik yasaları ve mekanizmaları tam olarak doğru
olmayan birçok teorinin başarısını açıklayamayacağıdır. Kaçınılmaz sonuç, birçok realistin
bilimin nasıl işlediğini açıklamak ve epistemolojilerinin yeterliliğini bu standarda göre
değerlendirmekle ilgilendikleri ölçüde, şimdiye kadar pek çok şeyi açıklamakta başarısız
olduklarıdır. Epistemolojileri, başa çıkma kaynaklarının ötesinde görünen anomalilerle karşı
karşıyadır.
Bu kitabın olası bir yanlış yorumlanmasına karşı korunmak önemlidir. Burada
söylediğim hiçbir şey, ilke olarak, gerçekçi bir bilim epistemolojisi olasılığını
reddetmemektedir. Böyle bir sonuca varmak, pek çok realistin bilimi realist olmayan bir şekilde
açıklama olasılığını ilkesel olarak reddettiği aynı çıkarımsal prematüreliğin kurbanı olmak
olacaktır. Benim buradaki görevim, daha ziyade, bir şeye inanmayı istemek ile ona inanmak
için iyi nedenlere sahip olmak arasında bir fark olduğunu kendimize hatırlatmaktır. Hepimiz
gerçekçiliğin doğru olmasını isteriz; bilimin, şeylerin gerçekte nasıl olduğunu kavradığı için işe
yaradığını düşünmek isteriz. Ancak bu tür iddialar henüz ortaya atılmamıştır. Teknolojinin
mevcut durumu göz önüne alındığında, gerçekçiliğin ve yalnızca gerçekçiliğin bilimin neden
işe yaradığını açıkladığı iddiasına yol açan yalnızca dileklerin yerine getirilmesi olabilir.
YAPISAL GERÇEKÇİ Lİ K:
İ Kİ DÜNYANIN DA EN İ Yİ Sİ Mİ ?
Halihazırda kabul gören fiziksel teoriler eğri bir uzay-zaman yapısını, temel parçacıkları
ve çeşitli türden kuvvetleri varsaymaktadır. Gözlem temelinde kesin olarak bilebildiklerimiz,
en fazla, makroskopik cisimlerin hareketleri, belirli durumlarda bulut odalarında ortaya çıkan
izler vb. hakkındaki gerçeklerdir. Fizikteki temel teorilerin içeriğinin çoğu, 'doğrudan
gözlemsel' olanın 'ötesine' geçer - 'doğrudan gözlemsel' olanın ne kadar liberal bir anlayışı
benimsenirse benimsensin. Halihazırda kabul edilen teorilerimizin gerçekten teorik, gözlemi
aşan içeriğinin durumu nedir? Çoğumuz, teorinin bu gözlemi aşan kısmındaki ifadelerin,
gözlemlenebilir olguların 'arkasında' yatan bir gerçekliğe dair teşebbüs edilmiş açıklamalar
olduğunu düşünmeden kabul ediyoruz: bu teoriler gerçekten de uzay-zamanın maddenin
varlığında eğrildiğini, elektronların, nötrinoların ve diğerlerinin var olduğunu ve çeşitli komik
şeyler yaptığını doğrudan iddia ediyor. Dahası, çoğumuz bu teorilerin muazzam deneysel
başarısının, altta yatan gerçekliğin bu tanımlarının doğru ya da en azından 'esasen' veya
'yaklaşık olarak' doğru olduğu varsayımını meşrulaştırdığını düşünmeden kabul ederiz.
Anladığım kadarıyla bilimsel gerçekçiliğin temel sorunu, üzerinde düşündükten sonra
çoğumuzun düşünmeden benimsediği bu görüşe sahip olmak için iyi nedenler olup olmadığıdır.
Elbette gerçekçilik karşıtı çeşitli alternatifler mevcuttur. Bunlardan en yaygın olanı,
teorilerimizin gözlem-aşkın içeriğinin aslında ve görünürdeki mantıksal biçimine rağmen hiç 66
de betimleyici olmadığı, bunun yerine deneysel yasalar için basit bir 'iskele' olduğu yönündeki
pragmatik veya araçsalcı görüşün bir versiyonudur. Teoriler kodlama şemalarıdır; 'elektron' ya
da 'zayıf kuvvet' gibi teorik terimlerin gerçek varlıklara atıfta bulunma niyetinde bile
olmadıkları, bunun yerine sadece deneysel yasalarımızı bir sisteme yerleştirmek için ortaya
atılan kurgusal isimler oldukları düşünülmelidir. Daha yeni bir anti-realist pozisyon - van
Fraassen'in pozisyonu - teorik terimlerin her halükarda gerçek varlıklara atıfta bulunduğunu (ve
örneğin karmaşık gözlemsel terimler için basitçe stenografi olmadığını), ancak en iyi
teorilerimizin bile doğru olduğunu, hatta 'yaklaşık olarak' doğru olduğunu, hatta bilimin
amacının doğru teoriler üretmek olduğunu varsaymak için hiçbir neden olmadığını; bunun
yerine, bir teorinin kabulünün sadece teorinin 'deneysel olarak yeterli' olduğu, 'olguları
kurtardığı' iddiasını içerdiği düşünülmelidir.
Son tartışmalarda esasen yeni bir argüman bulamıyorum. Bana en ikna edici görünen
iki argüman çok eskidir - her ikisi de kesinlikle Poincare ve Duhem'de bulunmaktadır. Bilimsel
gerçekçilik sorununun asıl ilgi çekici yanı, bence, bu iki ikna edici argümanın zıt yönlere
çekiliyor gibi görünmesinde yatmaktadır; biri gerçekçilik lehine, diğeri aleyhine konuşuyor gibi
görünmektedir; yine de gerçekten tatmin edici bir pozisyonun her iki argümanı da kendi
tarafında tutması gerekir. Bu makalenin amacı, iki argüman arasındaki bu gerilimi incelemek
ve (daha fazla değil) eski ve şimdiye kadar çoğunlukla ihmal edilmiş bir pozisyonun bu ikisini
uzlaştırmak için en iyi umudu sunabileceğini öne sürmektir.
Birini gerçekçiliğe yönelten ana argümana (belki de 'düşünce' demek daha doğru olur)
'mucize yok' argümanı diyeceğim (günümüzde bunun bir versiyonu bazen gerçekçilik için 'nihai
argüman' olarak adlandırılsa da). Bu argüman çok kabaca şu şekildedir. Eğer bir teori, örneğin
genel görelilik teorisi ya da ışığın foton teorisi kadar çok sayıda doğru ampirik öngörüde
bulunsaydı ve bu teorinin evrenin temel yapısı hakkında söyledikleri doğru ya da 'esasen' ya da
'temelde' doğru olmasaydı, bu bir mucize, neredeyse kozmik ölçekte bir tesadüf olurdu. Ancak
mucizevi olmayan bir alternatif varsa mucizeleri kabul etmemeliyiz. Eğer bu teorilerin olguların
'arkasında' olup bittiğini söylediği şey gerçekten doğruysa ya da 'yaklaşık olarak doğruysa', o
zaman olguları doğru anlamaları şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, şu anda kabul edilen teorilerin
gerçekten de 'esasen' doğru olduğu sonucuna varmak makuldür. Ne de olsa kuantum teorisi
Lamb kayması gibi bazı olguları 6 ya da 7 ondalık basamağa kadar doğru çıkarmaktadır; bazı
bilim adamlarına göre, yalnızca mantıksal olasılıklardan aşırı derecede etkilenen bir filozof
bunun kuantum teorisinin gerçekliğin temelde doğru bir açıklaması olamamasıyla uyumlu
olduğuna inanabilir.
Bu arada, argümanın bir teorinin ampirik başarısının belirli bir şekilde anlaşılmasını
gerektirdiğine dikkat edin. Bir teorinin sahip olduğu ve doğru çıkan her ampirik sonuç, teorinin
bir şekilde 'evrensel taslağı' yakalamış olması gerektiği fikrine sezgisel bir destek
vermeyecektir. Spesifik olarak, teoriye post hoc olarak yazılmış herhangi bir ampirik sonuç
dışlanmalıdır. Bir teorinin zaten doğru olduğu bilinen ve teorinin ortaya çıkarmak üzere
tasarlandığı bir olguyu doğru çıkarmasının mucize olmadığı açıktır. Eğer söz konusu olgu
teorinin inşasında kullanılmışsa - örneğin başlangıçta serbest olan bir parametrenin değerini
sabitlemek için - o zaman teori bu olguyu doğru olarak elde etmek zorundadır. (Öte yandan,
söz konusu deneysel sonuç teoriye yazılmamışsa, teorinin 'esasen doğru' olduğu fikrine verdiği
destek, sonucun teori formüle edildiğinde zaten bilinip bilinmediğinden kesinlikle bağımsızdır.)
67 Bu sezgisel 'mucize yok' argümanı, hepsi sorunlu ve bazıları diğerlerinden daha sorunlu
olmak üzere çeşitli şekillerde daha kesin hale getirilebilir. Örneğin, genellikle bir tür 'en iyi
açıklamaya çıkarım' ya da Peircian 'abdüksiyon' olarak kullanılır. Ancak, Laudan ve Fine'ın
(bölüm I, bu cilt) da belirttiği gibi, anti-realist tam olarak bilimde en iyi açıklamaya çıkarımın
geçerliliğini reddetme işinde olduğundan, felsefede realizmi tartışmanın bir aracı olarak buna
izin vermesi pek olası değildir. Belki daha da önemlisi, bazı filozofların açıklama gücü
temelinde realizmin kendisine bilimsel statü kazandırma çabalarına rağmen, iyi bir bilimsel
açıklama ile mevcut teorilerimizin başarısı için realizm tezi tarafından sağlanan 'açıklama'
arasında kesinlikle çok önemli, pragmatik bir fark vardır. İkna edici bir bilimsel açıklamanın
gerekliliklerinden biri bağımsız test edilebilirliktir -Newton'ın gezegen yörüngelerine ilişkin
açıklaması çok iyi bir açıklamadır çünkü teori yörüngelerin yanı sıra test edilebilir pek çok şey
daha ortaya koymaktadır: dünyanın oblatlığı, Halley kuyruklu yıldızının geri dönüşü vb. Ancak
gerçekçiliğin mevcut teorilerimizin başarısına ilişkin 'açıklaması' söz konusu olduğunda, elbette
herhangi bir bağımsız test söz konusu olamaz. Bilimsel gerçekçilik kesinlikle bilimin
başarısından ilginç bir şekilde çıkarılamaz. 'Mucize yok' argümanı bilimsel gerçekçiliği
kanıtlayamaz; iddia sadece, diğer şeyler eşit olduğunda, bir teorinin öngörüsel başarısının, bir
şekilde ya da başka bir şekilde gerçeği yakalamış olması lehine bir ilk akla yatkınlık argümanı
sağlamasıdır.
Argümanın psikolojik gücü, genellikle (göreceğimiz gibi yanlışlıkla da olsa) anti-
realizmin ya da araçsalcılığın büyük savunucuları olarak kabul edilen filozoflar tarafından bile
keskin bir şekilde hissedilmiştir: Pierre Duhem ve Henri Poincare. Örneğin Duhem şöyle diyor
Dolayısıyla [bir teorinin] en yüksek testi, sadece geleceğin ortaya çıkaracağı şeyleri
önceden göstermesini istemektir. Ve deney yapıldığında ve teorimizden elde edilen tahminleri
doğruladığında, aklımızın soyut kavramlar arasında kurduğu ilişkilerin yalnızca şeyler
arasındaki ilişkilere karşılık geldiğine dair inancımızın güçlendiğini hissederiz. (1906: 28)
Örneğin, Newton'un yasasını dile getirmeye hakkımız var mı? Çok sayıda gözlemin bu
yasayla uyumlu olduğuna şüphe yok, ama bu basit bir şans gerçeği değil mi? Ayrıca bunca
kuşak boyunca doğru olan bu yasanın bir sonraki kuşakta yanlış olmayacağını nereden
biliyoruz? Bu itiraza verebileceğiniz tek yanıt şudur: Bu çok olanaksızdır.
Dolayısıyla, 'mucize yok' argümanının, sağduyulu bir insanı bir tür bilimsel gerçekçi
görüşe yöneltebileceğini düşünüyorum. Ancak bilim tarihine ve özellikle de bilimsel devrimler
olgusuna yakından bakarsa, bu gerçekçi duyguların buharlaştığını hissetmesi muhtemeldir.
Newton'un kütle çekim teorisi şaşırtıcı bir öngörü başarısına sahipti: gezegen
yörüngelerinin katı Keplerian elipslerinden uzaklaşması, yerçekiminin dünya yüzeyi üzerindeki
değişimi, Halley kuyruklu yıldızının dönüşü, ekinoksların presesyonu vb. Newtoncular
(Uranüs'ün başlangıçtaki anormal hareketi gibi) deneysel zorlukları bile büyük başarılara
dönüştürdüler (bu durumda şimdiye kadar bilinmeyen Uranüs ötesi bir gezegenin tahmini daha
sonra Neptün olarak vaftiz edildi). Fizikçiler Newton'dan sonra doğdukları için kaderlerinden
yakınmayı alışkanlık haline getirmişlerdi - 'dünya sistemi' hakkında keşfedilecek tek bir gerçek
vardı ve Newton onu keşfetmişti. Newton'un teorisi adına görünüşte son derece ikna edici bir
'mucize yok' argümanı oluşturulabilirdi ve oluşturuldu da. Newton'un teorisi gezegenlerin
hareketlerini tam olarak doğru bulsaydı, Neptün ve Halley kuyrukluyıldızı hakkında doğru
olsaydı, bazı çift yıldızlar gibi inanılmaz derecede uzak cisimlerin hareketleri teoriye uygun
olsaydı bu bir mucize olurdu, ama teori öyle değil. Ancak, hepimizin bildiği gibi, Newton'un
teorisi yirminci yüzyılın başlarında Einstein'ın teorisi lehine reddedilmiştir. 68
Einstein'ın teorisi basitçe Newton'unkinin bir uzantısı olsaydı, yani Newton'un teorisini
özel bir durum olarak ele alsaydı ve sonra daha fazlasını söylemeye devam etseydi, bu bir sorun
teşkil etmezdi. Genel olarak, eğer bilimin gelişimi kümülatif olsaydı, bilimsel değişim ne realist
için ne de onun 'mucize yok' argümanı için bir sorun teşkil ederdi. Newton'un teorisinin bu
kadar çok olguyu doğru çıkarmasının nedeni hala doğru olması, sadece tüm gerçeği
yansıtmaması olabilir.
Ne yazık ki Einstein'ın teorisi Newton'unkinin basit bir uzantısı değildir. İki teori
mantıksal olarak tutarsızdır: Einstein'ın teorisi doğruysa, Newton'unki yanlış olmak
zorundadır.6 Bu elbette günümüzün tüm realistleri tarafından kabul edilmektedir. Bilimsel
ilerlemenin, 'başarılı', 'olgun' bilimlerde bile, teorik düzeyde kesinlikle kümülatif olmadığının,
bunun yerine en azından bir değişiklik ve revizyon unsuru içerdiğinin kabul edilmesi,
günümüzde hiçbir realistin şu anda kabul edilen teorilerin doğru olduğunu savunmak için
gerekçelerimiz olduğunu iddia etmemesinin nedenidir. Bunun yerine, iddia yalnızca bu
teorilerin 'yaklaşık' ya da 'esasen' doğru olduğuna dair gerekçelerimiz olduğu yönündedir. Bu
son iddia 'değiştirilmiş gerçekçilik' olarak adlandırılabilir. Kolaylık olması açısından bundan
sonra 'değiştirilmiş' ifadesini kullanmayacağım, ancak realistlerimin yalnızca olgun bilimdeki
mevcut teorilerimizin yaklaşık olarak doğru olduğunu kabul etmek için gerekçelerimiz
olduğunu iddia ettikleri anlaşılmalıdır.
Newton fiziğinin kendi amaçladığı alandaki nesneler için doğru olmaya devam ettiği
ve kuantum ve göreceli fiziğin oldukça farklı alanlardaki nesneler için doğru olduğu görüşü
benimsenmiştir. Ancak bu görüş kesinlikle savunulamaz. Newton'un teorisi, ışığınkine kıyasla
küçük hızlarla hareket eden makroskopik nesneler hakkında değildi (onun 'amaçlanan referansı'
değildi). İstediğiniz herhangi bir hızla hareket eden tüm maddi nesnelerle ilgiliydi. Ve bu teori
yanlıştır (ya da şimdi öyle düşünüyoruz), elbette muhteşem bir şekilde yanlıştır, ama yanlıştır.
Dahası, kesin konuşmak gerekirse, belirli cisimler ve belirli hareketler hakkında bile doğru
değildir ve mikroskobik cisimler veya çok yüksek hızlarda hareket eden cisimler söz konusu
olduğunda 'sadece' yanlıştır. Eğer görelilik ve kuantum teorisi doğruysa, Newton'un teorisinin
en makroskobik ve en yavaş hareket eden cisimler de dahil olmak üzere herhangi bir cismin
hareketine ilişkin öngörüleri kesinlikle yanlıştır. Sadece bunların yanlışlığı deneysel hata içinde
yer almaktadır. Yani doğru olan, Newton'un teorisinin bir dizi durum için deneysel olarak
hatasız bir yaklaşım olduğudur. Agazzi'nin iddia ettiği gibi, bilim insanları ve mühendislerin
kendilerini hala klasik fiziği bir dizi alanda uyguluyor olarak gördükleri de doğrudur. Ancak
yaptıkları şeyin tek açık görüşlü açıklaması, bence, aslında ellerinde mevcut olan en iyi
desteklenen teorileri, yani kuantum mekaniği ve görelilik teorisini uyguladıklarıdır. Sadece bu
teorilerin kendi amaçları doğrultusunda (aya roket göndermek ya da her neyse) klasik fiziği
uyguluyormuş gibi davranmanın pratikte hiçbir fark yaratmayacağı meta-sonucunu
gerektirdiğini ve aslında matematiksel açıdan daha zorlu olan yeni teorileri uygulamanın
ampirik bakış açısından bir çaba kaybı olacağını, ancak ampirik uygulama söz konusu
olduğunda bu karmaşıklığın tamamen önemsiz hale geleceğini biliyorlar.
Bu gerçekçi iddia, açıklığa kavuşturulması oldukça zor olan iki terimi içermektedir.
Birazdan 'olgun' bilimlere ilişkin kendi kabaca tanımlamamı önereceğim. 'Yaklaşık olarak
doğru' kavramına gelince, iyi bilinen ve önemli güçlükler kesin bir analiz girişiminin önünde
durmaktadır. Gerçekten de, çeşitli karakterizasyon girişimlerinin (Popper'ın 'artan doğruluk'
terimleri gibi) biçimsel olarak son derece kusurlu olduğu ortaya çıkmıştır.7 Her ne kadar
69 sezgisel düzeyde yaklaşık doğru kavramıyla oldukça mutlu bir şekilde çalışsak da, bu kavram
kesinlikle mutlu bir şekilde ilkel olarak bırakılabilecek türden bir kavram değildir. Bir kere, bu
kavram realistlerin ihtiyaç duyduğu işi yapacaksa, geçişli olmak zorundadır. Realistlerin,
halihazırda kabul edilen bir teorinin daha sonra değiştirilse ve yerine yenisi konsa bile, sadece
onun yerini alan bir sonraki teorinin ışığında değil, aynı zamanda onun yerini alan teorinin
yerini alan teorinin (eğer varsa) ışığında da 'yaklaşık olarak doğru' görüneceğini iddia etmeleri
gerekir. Ancak geçişlilik, yaklaşık doğruluk kavramının sezgisel olarak bile sahip olduğu bir
özellik midir?
Ancak burada yine de önemli bir ön soru vardır: sezgisel olarak konuşursak, biçimsel
analizden önce, bilim tarihinin (ya da onun seçilmiş bir kısmının) birbirini izleyen bilimsel
teorilerin giderek daha iyi 'gerçeğe yaklaşmalar' olduğu lehine konuşup konuşmadığı sorusu.
Bu açıkça bilimde teori değişiminin standart olarak ne kadar radikal olduğuna bağlıdır. Elbette
yine ne yazık ki muğlak terimlerle konuşuyoruz. Ancak realist iddianın -mevcut teorilerimizin
yaklaşık olarak doğru olduğunu söylemek için gerekçelerimiz olduğu iddiasının- ancak
Newton'un teorisinin, örneğin Einstein'ın teorisine 'yaklaştığını' ve genel olarak bilimin
gelişiminin (başarılı, 'olgun' bilimin gelişiminin) 'esasen' kümülatif olduğunu, sadece başarılı
ampirik sonuçlarının değil, devrilen teorilerin kendilerinin de 'devrimden' sonra 'değiştirilmiş
biçimde' de olsa genellikle yaşamaya devam ettiğini söylemek makul göründüğü ölçüde akla
yatkın olduğu kesindir. Aksine, bilimdeki teori değişikliği genellikle 'radikal' değişimler
içeriyorsa -gerçekten teorik varsayımların tamamen reddedilmesi gibi bir şey (elbette başarılı
ampirik içeriğin korunmasıyla birlikte)- o zaman realizm zor durumdadır. Daha ileri gitmeden
önce, gerçekçiliğin teori değişiminin 'esasen kümülatif' olduğu iddiasına bağımlılığı konusunda
açık olalım.
Öncelikle, realistin bizi teorik bilimin gelişiminin gerçekten de 'esasen kümülatif'
olduğuna ikna ettiğini varsayalım. O zaman gerçekçiliğini kabaca şu şekilde savunabilir.
'Olgun' bilimlerin gelişimi şimdiye kadar her düzeyde -gözlemsel olduğu kadar teorik düzeyde
de- 'esasen' birikimli olmuştur. Dolayısıyla, tümevarım yoluyla bu gelişimin gelecekte de
'esasen birikimli' olmaya devam edeceği sonucuna varmak makul görünmektedir. Bu da
muhtemelen, mevcut teorilerimiz değiştirilse bile, halef teoriler ışığında 'yaklaşık olarak' doğru
görünmeye devam edecekleri anlamına gelmektedir. Böyle bir gelişme elbette mantıksal olarak,
hem şu anda kabul edilen teorilerin hem de gelecekte kabul edilecek olanların gerçek teorik
varsayımlarının tamamen yanlış olmasıyla uyumludur. Ancak bu, tüm bu teorilerin ampirik
başarısını tamamen gizemli kılacağı için son derece mantıksızdır; öte yandan, mevcut
teorilerimizin yaklaşık olarak doğru olduğu varsayımı, ampirik başarıyı mucizevi olmayan bir
şekilde açıklamak için yeterlidir.
Sanırım hiç kimse (daha önce belirttiğim noktayı tekrarlayarak) bu argümanın tamamen
su geçirmez olduğunu iddia etmeyecektir. Geçmişteki 'temel kümülatiflikten' gelecekteki 'temel
kümülatifliğe' yapılan tümevarımsal 'çıkarım' elbette sorgulanabilir. Dahası, yaklaşık
doğrulukta tam olarak neyin söz konusu olduğu ve mevcut teorilerimizin yaklaşık doğruluk
varsayımının ampirik başarılarını gerçekten açıklayıp açıklamayacağı sorunu hala mevcuttur.
Sezgisel olarak, eğer bir teori 'yaklaşık' ya da 'esasen' doğruysa, sonuçlarının çoğunun da
'esasen' doğru olacağını varsaymak makul görünebilir. Doğrudan ampirik bir örnek vermek
gerekirse, diyelim ki banka bakiyemi hesaplarken küçük bir aritmetik hata yaptım ve toplam
dünyevi servetimin 100 sterlin olduğu, oysa gerçeğin 103 sterlin olduğu gibi kesinlikle yanlış
bir görüşe vardım. Bu kesinlikle yanlış teorinin hayata dair oldukça güvenilir bir rehber olması
'mucizevi' mi görünecek? Sonuçta, iddia edilebilir ki, ilgilenmem muhtemel sonuçların çoğu - 70
örneğin İsviçre'de bir aylık tatili karşılayamayacağım- aslında hem sahip olduğum yanlış
teorinin hem de gerçeğin sonuçları olacaktır. Ne olursa olsun, makul olsun ya da olmasın,
burada zorlu biçimsel güçlükler vardır. Elbette her yanlış teorinin sonsuz sayıda yanlış sonucu
vardır (aynı zamanda sonsuz sayıda doğru sonucu da vardır) ve benim 'neredeyse doğru'
teorimin tamamen yanlışladığı şeyler de vardır. Örneğin, gerçek şu ki, sterlin cinsinden ifade
edilen toplam servetim asal bir sayıdır, oysa sahip olduğum 'neredeyse doğru' teori -tamamen
yanlış bir şekilde- bunun bileşik olduğunu söylüyor. Dahası, argüman, eğer T teorisi T' teorisine
'yaklaşıyorsa', o da T" teorisine yaklaşıyorsa, o zaman T" T" teorisine 'yaklaşır' iddiasına bağlı
görünüyor. (Halihazırda kabul edilen teorilerimizin yerini alan teorilerin kendileri de -
muhtemelen- eninde sonunda başka teoriler tarafından geçersiz kılınabilir. Gerçekçinin, şu anda
kabul edilen herhangi bir teorinin, sadece hemen ardından gelen teorinin ışığında değil, sıradaki
diğer teorilerin ışığında bile yaklaşık olarak doğru görünmeye devam edeceğinden emin olması
gerekir). Ancak bu geçişlilik varsayımı doğru mudur? Sonuçta, örneğin gelişmekte olan bir
iribaşın bir saniyelik aralıklarla bir dizi fotoğrafını çekmiş olsaydık, dizideki her fotoğraf
muhtemelen kendinden öncekine 'yaklaşırdı', ancak yine de bir iribaşla başlayıp bir kurbağayla
bitiriyoruz. Bir kurbağa bir iribaşa 'yaklaşır' mı? Bununla birlikte, şu an için tüm bu zorlukları
bir kenara bırakmayı öneriyorum. Eğer 'olgun' bilimlerin gelişiminin 'esasen kümülatif' olduğu
iddiasını sürdürebilirse, o zaman realist iddiası için en azından bir tür argümana sahip olur.
Aksine, realist, olgun bilimlerin tarihinde bile teorik düzeyde radikal değişiklikler
olduğunu kabul etmek zorunda kalırsa, o zaman kesinlikle başı büyük beladadır. Varsayalım ki
bir zamanlar kabul görmüş, öngörüde bulunmada başarılı olmuş ve altta yatan teorik
varsayımları şu anda kesin olarak tamamen yanlış görünen olgun teoriler olsun. Gerçekçi,
önceki teorisyeni, teorisinin ampirik başarısını, teorinin kendisini yaklaşık olarak doğru olarak
görmesi için bir gerekçe olarak görmeye teşvik ederdi. Şimdi ise bilim insanlarını, yeni
teorilerinin ampirik başarısını, bu yeni teoriyi yaklaşık olarak doğru kabul etmeleri için bir
gerekçe olarak görmeye teşvik etmektedir. Eski ve yeni teoriler teorik düzeyde birbirleriyle
kökten çelişmektedir. Muhtemelen, bir T teorisinin yaklaşık olarak doğru olduğunu düşünmek
için iyi gerekçelerimiz varsa, T ile kökten çelişen herhangi bir T teorisinin yanlış olduğunu
düşünmek için de aynı şekilde iyi gerekçelerimiz vardır (düpedüz yanlış, 'yaklaşık olarak doğru'
değil). Dolayısıyla realist, daha önce yaklaşık olarak doğru olduğuna inanmak için iyi
gerekçelerimiz olduğunu söylediği bir teoriyi şimdi yanlış olarak kabul etmek için iyi
gerekçelerimiz olduğunu söylemek gibi gıpta edilemeyecek bir konumda olacaktır. Halihazırda
kabul edilen teoriler hakkında önerdiği yargı neden benzer şekilde hatalı olmasın?
O halde, gerçekçinin 'iyi gerekçeler'den şüphe götürür, varsayımsal bir anlamda
bahsetmediğini varsayarsak,9 gerçekçilik bilimde (ya da en azından olgun bilimde) radikal
teorik değişikliklerin varlığıyla uyumlu değildir. Realizme karşı başlıca argüman -bilimsel
devrimler argümanı- tam da kabul görmüş bilimsel teorilerde devrimsel değişikliklerin
meydana geldiği iddiasına dayanır; bu değişiklikler, eski teorinin yenisine ancak kuşkusuz
muğlak ve dolayısıyla elastik olan 'yaklaşma' kavramını kırılma noktasının ötesinde esneterek
'yaklaştığı' söylenebilir.
İlk bakışta bu iddia doğru gibi görünmektedir. Örneğin optik tarihini ele alalım. Bu tarihi
modern çağla sınırlasak bile, ışığın temel yapısına ilişkin teorimizde köklü değişimler olmuştur.
Bir ışık demetinin küçük maddi parçacıkların yağmurundan oluştuğu teorisi on sekizinci
yüzyılda yaygın olarak kabul görüyordu. Basit yansıma, kırılma ve prizmatik dağılma gibi bazı
71 ampirik sonuçları doğruydu. Ancak teori, ışığın maddeden değil, ışıklı cisimler tarafından
oluşturulan ve her yeri saran bir ortam olan 'ışıklı eter' tarafından taşınan belirli titreşim
hareketlerinden oluştuğu fikri lehine reddedildi. Işığın mekanik bir ortamda bir dalga olduğu
teorisinin, ışığın maddi parçacıklardan oluştuğu fikrinin bir 'uzantısı', hatta 'küçük
değişikliklerle bir uzantısı' olduğunu iddia etmek açıkça zor olacaktır: mekanik bir ortamdaki
dalgalar ve boş uzayda hareket eden parçacıklar, tebeşir ve peynirin kendisinden çok tebeşir ve
peynire benzemektedir. Hepsi bu kadar da değildi: Fresnel'in dalga teorisi kısa süre sonra yerini
Maxwell'in elektromanyetik teorisine bıraktı. Maxwell, bilindiği gibi, elektromanyetik alanı
altta yatan mekanik bir ortam açısından açıklamak için büyük bir çaba gösterdi; ancak onun ve
diğerlerinin girişimleri başarısız oldu ve elektromanyetik alanın bir ilkel olduğu kabul edildi.
Böylece ışığın temel yapısına ilişkin kabul edilen açıklamada temel bir değişiklik meydana
gelmiş gibi görünmektedir -elastik bir ortam boyunca taşınan titreşimler yerine, bedensiz bir
elektromanyetik alanda bir dizi dalga benzeri değişiklik haline gelmektedir. Mekanik bir
titreşim ve bir elektrik ('yer değiştirme') akımı kesinlikle kökten farklı türden şeylerdir. Son
olarak, foton teorisinin kabul edilmesiyle ışık yine ayrık varlıklardan oluşmaya başladı, ancak
bu varlıklar tamamen yeni bir mekaniğe uyuyordu.
Bu arada, teoriler ışığı tebeşirden peynire ve sonra da süper tebeşire dönüştürürken,
optiğin ele geçirilmiş ve sistematize edilmiş ampirik içeriğinde istikrarlı, temelde kümülatif bir
gelişme vardı. Maddi parçacık teorisi basit yansıma ve yeniden kırılma ile tatmin edici bir
şekilde ilgilenirken, klasik dalga teorisi girişim ve kırınımı ve nihayetinde kutuplaşma etkilerini
de ekledi; elektromanyetik teori ışığı elektriksel ve manyetik etkilerle ilişkilendiren çeşitli
sonuçlar ekledi; foton teorisi fotoelektrik etkiyi ve daha pek çok şeyi ekledi. Ampirik düzeydeki
süreç (doğru yorumlandığında) esasen kümülatifti. Geçici sorunlar (örneğin, klasik dalga
teorisinin daha önce ışığın ('esasen') doğrusal yayılımını desteklediği kabul edilen olgularla
başa çıkıp çıkamayacağı konusunda) yaşandı, ancak bunlar her zaman hızlı ve olumlu bir
şekilde çözüldü.
Ya da Newton-Einstein vakasını tekrar ele alalım. Ampirik düzeyde Einstein'ın
teorisinin Newton'unkinin bir tür 'modifikasyonlarla genişletilmiş hali' olduğunu söylemek
sezgisel olarak makul görünmektedir. Bu düzeyde bile, iki teorinin belirli bir cismin hareketiyle
ilgili olarak ortaya koyduğu en kesin sonuçları alırsak, bunların her zaman birbiriyle çelişeceği
doğrudur. Ancak bir dizi durum için (tabii ki söz konusu hızların ışık hızına kıyasla oldukça
küçük olduğu durumlar), iki teorinin öngörüleri kesinlikle farklı ancak gözlemsel olarak ayırt
edilemez olacaktır. Elbette Newton'un denklemlerinin ilgili rölativistik denklemlerin sınırlayıcı
durumları olduğu da doğrudur. Bununla birlikte, Newton'un teorisinde hareket yasaları ve
evrensel çekim ilkesinden çok daha fazlası vardır ve bunlar sadece matematiksel denklemler
olarak ele alınır. Bu denklemler, diğer şeylerin yanı sıra uzayın sonsuz olduğu, zamanın mutlak
olduğu, dolayısıyla bir gözlemci için eşzamanlı olan iki olayın herkes için eşzamanlı olduğu ve
bir cismin eylemsiz kütlesinin sabit olduğu varsayımlarını içeren çok genel teorik varsayımlar
dizisi içinde yorumlanmıştır. Einstein'ın teorisi ise tam tersine, uzayın sonlu olduğunu (sınırsız
olsa da), zamanın Newtoncu anlamda mutlak olmadığını ve bir cismin kütlesinin hızıyla birlikte
arttığını gerektirir. Tüm bunlar kesinlikle açık ve net çelişkilerdir.
O halde, bilimin gelişimine ilişkin resim kesinlikle, en üst teorik düzeylerde tamamen
birikimsel olmayan türden keskin değişimlerin eşlik ettiği, ampirik düzeyde temel bir
birikimselliğe sahip gibi görünmektedir. Geçmişteki teori değişimine ilişkin bu tablo, bilimde
halihazırda kabul gören teorilerin, makul ölçüde kısa bir süre içinde, mevcut teorilerin ampirik
başarısını koruyan (ve genişleten), ancak bunu halihazırda kabul görenlerle tamamen çelişen
temel teorik varsayımlar temelinde yapan teorilerle değiştirileceğini düşünmek için iyi
72
tümevarımsal gerekçeler sağlıyor gibi görünmektedir. Bu, elbette, kötümser tümevarım olarak
adlandırılan -genellikle yeni bir metodolojik keşif olarak kabul edilen, ancak aslında Poincare
tarafından zaten açıkça ifade edilen- durumdur. Mevcut teorilerimizi 'yaklaşık' ya da 'esasen'
doğru olarak kabul etmek için iyi gerekçeler varken, aynı zamanda bu teorilerin (muhtemelen)
ontolojik olarak yanlış olduğunu düşünmek için nasıl güçlü tarihsel-tümevarımsal gerekçeler
olabilir?
Işığın doğrusal yayılımı vakası, hem 'olgun' bilimin temel deneysel sürekliliğine hem de
Feyerabend ve Kuhn'un onu yanlış temsil etmesine yol açan bu sürecin ne olduğuna dair
açıklayıcı bir örnek sunmaktadır. Belirli teoriler, bilimin gelişiminin belirli aşamalarında o
kadar sağlam bir şekilde yerleşik hale gelir, 'arka plan bilgisinin' o kadar çok parçası olurlar ki,
onlardan ya da en azından onların ışığında yorumlanan belirli deneysel durumlardan kolayca
'gerçekler' olarak bahsedilir. Bu, ışığın kendi haline bırakıldığında doğrusal olarak yayıldığı
'gerçeği' için kesinlikle doğruydu. Fresnel'in teorisi ışığın her zaman kırınıma uğramasını
gerektirdiğinden, burada kesinlikle dalga devriminde 'kaybolan' bir 'gerçek' söz konusudur;
sadece çoğu durumda kırınım modeli ile geometrik optiğin öngörüleri arasındaki fark gözlemsel
düzeyin çok altındadır. Ancak bu son açıklama oyunu ele vermektedir. Işığın (katı bir şekilde)
doğrusal olarak yayıldığı fikri hiçbir zaman ampirik bir sonuç olmamıştır (Poincare'nin
terminolojisinde 'kaba bir gerçek' değildir). Gerçek ampirik sonuçlar -bazı 'ışın izleri', köşelerin
etrafını ya da bükülmüş opak tüplerin içini görememe, vs- 'kaybolmamış', dalga teorisine
geçişin bir sonucu olarak yeniden açıklanmıştır.
Teori değişiminin bu resminin yanlış olduğu gösterilmedikçe, gerçekçilik kesinlikle
savunulamaz ve temelde sadece iki (çok farklı) olasılık açıktır. İlki şu şekilde motive edilebilir.
Bilim, rasyonelliğin hüküm sürdüğü bir alandır. Tarihin bize daha sonra reddedileceğini
düşünmemiz için gerekçeler sunduğu türden iddiaların rasyonel bir şekilde kabul edilmesi söz
konusu olamaz. Bir zamanlar kabul görmüş bir teorinin başarılı ampirik içeriği genel olarak
yeni teoriye taşınır, ancak temel teorik iddiaları taşınmaz. O halde teorilerin, doğrudan ampirik
sonuçlarının ötesinde hiçbir gerçek iddiada bulunmadıkları şeklinde yorumlanmaları en
doğrusudur; ya da böyle yorumlanırlarsa, bu teorik iddiaların doğru ya da yaklaşık doğru olarak
kabul edilmesi bilimin rasyonel prosedürlerinin bir parçası değildir. Böylece bir tür pragmatik
ya da 'yapıcı' anti-realizme sürüklenmiş oluruz.
Böyle bir pozisyon bilime (yani bilimin 'gerçek kısmına') hoş, kümülatif (ya da yarı-
kümülatif) bir gelişim kazandırır; ancak bunu 'mucize yok' argümanını tamamen feda etmek
pahasına yapar. Sonuçta, pragmatistin asılsız olduğunu ve tamamen kodlayıcı bir rol oynadığını
iddia ettiği teorik bilim, aslında çoğu zaman verimli olmuştur. Yani, kelimesi kelimesine
yorumlanan ve bu nedenle dünyanın yapısına ilişkin iddialar olarak ele alınan teoriler,
kodlamak için ortaya atıldıklarının ötesinde test edilebilir sonuçlar vermiş ve bu sonuçlar
ampirik olarak kontrol edildiğinde doğru çıkmıştır. Neden? Pragmatist bunun bir cevabı
olmadığını ileri sürer.
Bilimsel değişimin ampirik olarak kümülatif, teorik olarak kümülatif olmayan resmini
kabul eden, ancak pragmatizmden kaçınmak isteyen biri için diğer alternatif saf, Poppercı
varsayımsal gerçekçiliktir. Bu, Popper'ın ana tezleriyle her zaman oldukça rahatsız edici bir
şekilde örtüşen tüm doğrulanabilirlik fikirlerinden arındırılmış görüşüdür. Bu varsayımsal
gerçekçi görüşe göre, bilimsel kuramların gerçekten kuramsal, gözlemi aşan kısımları sadece
73 kodlayıcı şemalar değil, olguların ardında saklı olan gerçekliğin betimleme girişimleridir. Ve
şu anki en iyi teorilerimiz, gerçeğe yönelik şu anki en iyi atışlarımızdır. Halihazırdaki en iyi
teorilerimizin gerçeğe en yakın teoriler olduğunu düşünmek için kesinlikle nedenimiz var
(mevcut kanıtlara bilinen tüm rakiplerinden daha iyi dayanıyorlar), ancak bu mevcut teorilerin
doğru olduğunu ya da reddedilen öncüllerinden bile gerçeğe daha yakın olduğunu düşünmek
için gerçek bir nedenimiz yok. Aslında, bilim tarihinin mevcut teorilerimizin 'yaklaşık' olarak
doğru olma ihtimalini bile çok düşük kıldığı kabul edilebilir. Elbette standart olarak
kendilerinden öncekilerden daha fazla ampirik sonucu yakalamaktadırlar, ancak bu 'Tanrı'nın
evren planını' yakalamaya daha yakın olduklarının hiçbir göstergesi değildir. Metodolojik
olarak tamamen bilinçli teorik bilim adamı, neredeyse kesin olarak başarısız olacağını ve
başarılı olsa bile, başarılı olduğunu asla bilemeyeceğini ve hatta gerçek bir göstergeye sahip
olamayacağını bilerek, asil bir şekilde hakikate yönelik sonu gelmeyen arayışını sürdürür.
Varsayımsal gerçekçilik kesinlikle mütevazı, alçakgönüllü bir pozisyondur. Şimdiye
kadar tartıştığımız anlamda gerçekçiliğin bir versiyonu olarak formüle edilebilir - aslında şu
anki en iyi teorilerimizin doğru olduğuna inanmak için mümkün olan en iyi gerekçelere sahip
olduğumuzu söylemek gibi (mevcut kanıtlar tarafından en iyi şekilde doğrulanmış veya en iyi
şekilde 'desteklenmişlerdir'); Hatta bunlardan daha iyi gerekçeler istememeliyiz; ancak yarın en
iyi doğrulanan teori bugün en iyi doğrulanan teoriyle temelden çelişebileceğinden, teorilerin
doğru olduğunu düşünmek için sahip olduğumuz gerekçeler kaçınılmaz olarak varsayımsaldır
ve (sadece ilkesel olarak değil, pratik olarak) reddedilebilirdir. Bu varsayımsal realist görüşü
daha önceki bir makalemde kendim savunmuştum: Bu görüşün sunumları sıklıkla (neredeyse
değişmez bir şekilde) anti-realizm ile arasında çok az öz farkı olduğu yanıtıyla karşılaştı. Bana
göre asıl sorun, yine varsayımsal gerçekçiliğin 'mucize yok' argümanına hiçbir taviz
vermemesidir. Konjonktürel realist görüşe göre, Newton'un teorisi uzay ve zamanın mutlak
olduğunu, kütleçekiminin uzakta etki eden kuvvetleri olduğunu ve eylemsiz kütlenin sabit
olduğunu iddia etmektedir; tüm bunlar tamamen yanlıştır ve yine de bu varsayımlara dayanan
teori ampirik olarak son derece yeterlidir. Bu sadece bir gerçek olarak kaydedilmelidir. Ve eğer
bunu oldukça şaşırtıcı bir gerçek olarak görüyorsanız, o zaman bu sizin bileceğiniz bir iştir -
belki de tüm yanlış teorilerin doğru sonuçlara (aslında sonsuz sayıda) sahip olduğu şeklindeki
temel mantıksal gerçeği içselleştirememekten kaynaklanıyordur.
Hem pragmatist hem de konjonktürel realist, sonsuz gerilemenin acısıyla her şeyi
açıklayamayacağımıza işaret edebilir ve açıklayamayacağımız şeylerden biri, bilimsel
kanıtlama mekanizmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadığı iddia edilen veya kökten
yanlış olduğu ortaya çıkan bu şeylerin neden verimli olması gerektiğidir. Açıkçası, her iki görüş
için de herhangi bir 'çürütme' söz konusu olamaz. Yine de, 'mucize yok' argümanının altında
yatan sezgilerin bazılarını barındıran ve aynı zamanda bilimde teori değişikliğine ilişkin tarihsel
gerçeklerle uyumlu bir pozisyon geliştirilebilirse, bu muhtemelen pragmatizmden veya
varsayımsal gerçekçilikten daha makul olacaktır.
Her iki dünyanın da en iyisine sahip olmak, teorik bilimin ampirik başarısını (ne kadar
geçici olursa olsun) teori değişimiyle ilgili tarihsel gerçeklere ters düşmeden açıklamak
mümkün müdür? Richard Boyd ve zaman zaman Hilary Putnam realizmin kendisinin zaten her
iki dünyanın da en iyisi olduğunu iddia etmişlerdir. Az ya da çok açık bir şekilde, çizdiğim
bilimsel değişim tablosunun yanlış olduğunu ve bu nedenle bilimsel devrimler argümanının
yanlış bir önermeye dayandığını iddia ettiler: bilim tarihi aslında radikal teorik devrimlerle
işaretlenmemiştir (her halükarda, 'olgun' bilimin tarihi değil). Tam tersine, Boyd'un iddiasına
göre:
Olgun bilimlerin tarihsel ilerlemesi büyük ölçüde hem gözlemlenebilir hem de 74
gözlemlenemeyen olgular hakkındaki gerçeğe birbiri ardına daha doğru yaklaşımlar
meselesidir. Daha sonraki teoriler tipik olarak önceki teorilerde yer alan (gözlemsel ve teorik)
bilgi üzerine inşa edilir.
Başka bir yerde, bilim insanlarının genellikle 'yeni teorilerin ... teorik varlıklar arasındaki
nedensel ilişkilere dair açıklamaları bakımından mevcut teorilere benzemesi gerektiği' (realist)
ilkesini benimsediğini ileri sürer.
15 Tartışmada Richard Boyd, kabul edilen bilimsel teorilerin 'metafizik' bileşenleri için
yaklaşık bir süreklilik iddiasında bulunmadığını kabul etti. Ancak tartışmanın bununla ilgili
olduğunu düşünmüştüm: teorilerin ampirik başarısı, olguların altında yatan gerçekliğin temel
('metafizik', gözlem-aşkın) tanımının her halükarda yaklaşık olarak doğru olduğunu
düşünmemiz için bize gerekçe sağlıyor mu? Richard Boyd'un yorumlarından bazıları, en
azından bana, onun tam anlamıyla bir realizmi değil, aşağıda formüle etmeye çalıştığım yapısal
realizm gibi bir şeyi savunduğunu düşündürdü.
Benzer şekilde Putnam da bir keresinde teori değişikliğine ilişkin pek çok tarihsel
vakanın 'bilim insanlarının yapmaya çalıştığı şeyin' 'önceki teorinin mekanizmalarını' 'mümkün
olduğunca sık' korumak ya da 'bunların yeni mekanizmaların 'sınırlayıcı vakaları' olduğunu
göstermek' olduğunu gösterdiğini iddia etmiştir. İlk olarak, bu iddiaların mevcut haliyle neden
yanlış olduğunu düşündüğümü açıklamak istiyorum. Daha sonra bu iddiaların altında geçerli
sezgilerin yattığını, ancak bu sezgilerin yapısal veya sözdizimsel gerçekçilik olarak
adlandırılabilecek oldukça farklı bir pozisyonda daha iyi yakalandığını savunacağım.
Larry Laudan, Boyd ve Putnam'ın iddialarına, flojiston, kalorik ve bir dizi eter gibi, bir
zamanlar başarılı teorilerde yer alan ancak şimdi tamamen reddedilen teorik varlıkların bir
listesini göstererek itiraz etmiştir. Laudan'ın bilmek istediği, yeni kuramlar eskilerin kuramsal
varlıklarını tamamen reddediyorsa, yeni kuramlar 'kuramsal varlıklar arasındaki nedensel
ilişkilere dair açıklamaları bakımından' eski kuramlara nasıl benzeyebilir? Görelilik teorisine
göre böyle bir ortam yokken, Fresnel'in açıklamasına göre iletim her yeri kaplayan elastik bir
ortamdaki periyodik bozulmalar yoluyla gerçekleşirken, görelilik fiziğinin, örneğin Fresnel'in
ışığın iletimine ilişkin açıklamasının 'mekanizmalarını' koruduğu nasıl söylenebilir? Daha
sonraki bilim insanlarının Fresnel'in teorisine 'yeni teoriler... teorik varlıklar arasındaki
nedensel ilişkilere dair açıklamaları bakımından mevcut teorilere benzemelidir' ilkesini
uyguladıkları nasıl söylenebilir? Boyd, klasik fiziğin mekanizmalarının göreli fizikteki
mekanizmaların sınırlayıcı durumları olarak yeniden ortaya çıktığını iddia etmektedir. Laudan,
bazı klasik yasaların rölativistik yasaların sınırlayıcı durumları olduğu elbette doğru olsa da,
diye yanıtlar.
Klasik teori tarafından ortaya konan başka yasalar ve genel iddialar da vardır (örneğin,
eterin yoğunluğu ve ince yapısı hakkındaki iddialar, eter ve madde arasındaki etkileşimin
karakteri hakkındaki genel yasalar, eterin sıkıştırılabilirliğini detaylandıran modeller ve
mekanizmalar) ki bunların modem mekaniğin sınırlayıcı durumları olması düşünülemez.
Bunun nedeni basittir: bir teori, o teorinin dilinde yer almayan bir değişkene değer atayamaz...
Klasik eter fiziği, diğerlerinin yanı sıra ışığın eterden geçişiyle başa çıkmak için varsayılan bir
dizi mekanizma içeriyordu. Bu tür mekanizmaların, eterik bir ortamın varlığını reddeden ve
eter tarafından yerine getirilen açıklayıcı görevleri çok farklı mekanizmalarla gerçekleştiren
75 özel görelilik teorisi gibi bir ardıl teoride ortaya çıkması mümkün değildir.
Gerçekçinin Laudan'ın eleştirilerine karşı meşru bir cevabı var mıdır? Elbette Laudan'ın
bazı örnekleri oldukça basit bir şekilde ele alınabilir. Boyd ve Putnam 'temel' kümülatiflik
iddialarını sadece 'olgun' bilimle sınırlandırmaya dikkat etmişlerdir. Lavoisier öncesi kimya,
olgunlaşmamış bir bilimin başlıca örneğidir, bu nedenle flojistonun daha sonraki bilim
tarafından tamamen reddedildiğini kabul etmekten mutluluk duyacaklardır.16 Muhtemelen,
Laudan'ın bir zamanlar bilimsel olarak kabul edilen ancak şimdi var olmayan varlıklar
listesindeki diğer öğelerden bazıları da benzer muamele görecektir.
Bu cevabın mantıklı olup olmadığı büyük ölçüde bir bilimin 'olgunluğa' erişmesi için
gerekenlerin makul ölçüde kesin bir açıklamasının yapılıp yapılamayacağına bağlıdır. Ne
Boyd'un ne de Putnam'ın bu konuda söyleyecek çok kesin bir şeyi yoktur ve bu da doğal olarak
realistin kendisine çok kullanışlı bir geçici araç sağladığı şüphesini doğurmuştur: daha önce
kabul edilmiş bir teorinin temel iddialarının artık tamamen reddedildiği açıkça görüldüğünde,
bu teorinin ait olduğu bilim, teorinin kabul edildiği tarihte otomatik olarak 'olgunlaşmamış'
sayılır.
Ve bana öyle geliyor ki, bu aslında gerçekçiliğin başlıca destekleyici argümanı olan
'mucize yok' argümanından 'okunabilir'. Bu argüman, daha önce de belirttiğim gibi, yalnızca
gerçek bir öngörü başarısına sahip olan teoriler için geçerlidir. Bu, sadece doğru ampirik
sonuçlara sahip olmaktan daha fazlası anlamına gelmelidir - çünkü bunlar, tanımladıkları
etkilerin zaten meydana geldiği gözlemlendikten sonra ilgili teorinin çerçevesine zorlanmış
olabilir. Çeşitli kimyasal deneysel sonuçların flojiston teorisine dahil edilebildiği kuşkusuz
gerçeği, flojiston teorisinin muhtemel doğruluğuna dair, ele aldığımız sezgisel türden bile olsa,
tek başına herhangi bir argüman oluşturmaz. Benzer şekilde, yaratılışçı biyolojinin, örneğin
fosil kayıtları açısından ampirik olarak yeterli hale getirilebileceği gerçeği, Yaratılış anlatımının
muhtemel doğruluğu için hiçbir argüman oluşturmaz. Böyle bir ampirik yeterlilik elbette
kolaylıkla elde edilebilir - örneğin, Gosse'nin varsayımını, Tanrı'nın kayaları 'fosillerle' birlikte
zaten orada bulundukları gibi yarattığını varsayarak. (Belki de Tanrı'nın bunu yapmaktaki
amacı inancımızı sınamaktı.) Ancak yaratılışçılığın bu ayrıntılı versiyonunun fosil kayıtlarının
ampirik detaylarını ima etmek zorunda olması elbette ne bir mucizedir ne de teorinin 'doğru
yolda' olduğunun bir göstergesidir. Bu öngörüsel 'başarının' açıklaması, elbette, halihazırda
bilinen sonuçları belirli bir çerçeveye geçici olarak dahil etmenin genellikle kolay olmasıdır.
Bir teorinin halihazırda bilinen türden belirli olayları öngörmedeki başarısı, bir teori lehine
'mucize yok' argümanını sürdürmek için tek başına yeterli değildir. En ad hoc, 'derme çatma'
teori bile standart olarak, özümsemek için yapıldığı çeşitli sonuçların gelecekte de geçerli
olmaya devam edeceğini gerektirmesi anlamında öngörücü olacaktır. (Örneğin, on dokuzuncu
yüzyılın başlarında Biot tarafından geliştirilen ağır episiklik korpüsküler ışık teorisi, kristal
optikteki belirli sonuçlara dayanarak çeşitli parametreleri sabitlemiş ve elbette bu sonuçların
'doğal' genellemelerinin gelecekte de geçerli olmaya devam edeceğini ima etmiştir). Teoriler
standart olarak bu zayıf öngörülebilirliği sergileyecektir, çünkü Popper olsun ya da olmasın,
bilim insanları şimdiye kadar hep aynı sonuçları vermiş olan iyi kontrol edilmiş deneyimlerin
sonuçları üzerinde içgüdüsel olarak tümevarımsal genellemeler yapmaktadır. Ancak bu tür
tümevarımsal manevraların başarısı, şüphesiz kendi içinde yeterince mucizevi olsa da, herhangi
bir özel açıklayıcı teorinin muhtemel doğruluğu lehine konuşmaz. 'Mucize yok' argümanının
altında yatan sezgileri ortaya çıkaran türden bir öngörü başarısı, çok daha güçlü, daha çarpıcı
bir öngörü başarısı biçimidir. Bu daha güçlü durumda, sadece eski bir ampirik genellemenin
yeni bir örneği değil, tamamen yeni bir ampirik genelleme bir teoriden çıkar ve deneysel olarak
doğrulanır. Newton'un teorisinin şimdiye kadar bilinmeyen bir gezegenin varlığını ve
76
yörüngesini öngörmesi, opak bir diskin gölgesinin merkezindeki beyaz noktanın ve Fresnel'in
ışık dalga teorisinin şimdiye kadar hiç bilinmeyen konik kırılma olgusunu öngörmesi bunun
örnekleridir. Dolayısıyla benim önerim, olgunluk kavramını uygun bir şekilde tanımlanmamış
olarak bırakmak yerine, bir realistin, bir bilimin, içinde bu son talep edilen anlamda öngörüde
bulunan teorilere sahip olduğunda olgun sayılacağını kabul etmesidir - bu fenomenler teoriye
'yazılmadan' genel fenomen türlerini öngörür.
Olgunluğun bu şekilde daha kesin bir şekilde tanımlanmasıyla, Laudan'ın değiştirilmiş
gerçekçi için zor vakalar listesi gerçekten de önemli ölçüde azaltılabilir. Laudan, Hartley ve
LeSage'in yerçekimsel eter teorilerini 'bir zamanlar başarılı' teorilere örnek olarak gösterirken,
az önce açıklanan öngörüsel başarı fikrinden çok daha zayıf bir ampirik başarı kavramıyla
çalışıyor olmalıdır. Muhtemelen basitçe bu teorilerin halihazırda bilinen çeşitli gözlemsel
sonuçları başarılı bir şekilde karşılayabildiğini kastetmektedir. Ancak yukarıda belirtilen güçlü
türden bir öngörü başarısına ihtiyacımız varsa, o zaman ne Hartley'in ne de LeSage'in spekülatif
hipotezleri böyle bir başarıya ulaşmıştır.
Bununla birlikte, öngörü başarısı konusunda ne kadar katı olunursa olunsun, Laudan'ın
bazı örneklerinin gerçekçilere meydan okumaya devam edeceğine şüphe yoktur. Bana (ve
başkalarına) bu türden en keskin meydan okuma gibi görünen şeye odaklanalım: klasik fiziğin
eteri. Aslında, Fresnel tarafından önerilen ışığın klasik dalga teorisinde yer alan elastik katı eter
üzerinde yoğunlaşarak meydan okumayı daha da keskinleştirebiliriz. Fresnel'in teorisi, ışığın
bir kaynaktan çıkan ve her yeri kaplayan mekanik bir ortam tarafından iletilen periyodik
bozulmalardan oluştuğu varsayımına dayanıyordu. Fresnel'in kendisinin de bu ortamın 'gerçek
varlığına' inandığına kuşku yoktur - oldukça zayıflatılmış ve nadir bir ortam olduğu doğrudur,
ancak esasen, denge konumlarından rahatsız olan 'parçalarından' herhangi biri üzerinde elastik
geri yükleme kuvvetleri üreten sıradan bir mekanik ortamdır. Fresnel'in teorisinin gerçek bir
öngörü başarısı gösterdiğine de kuşku yoktur - en azından tek bir yarıktan gelen ışığa tutulan
opak bir diskin gölgesinin merkezindeki beyaz noktaya ilişkin ünlü öngörüsünde olduğu gibi.
Eğer Fresnel'in teorisi 'olgun' bilim olarak sayılmazsa, neyin sayılacağını görmek zordur.
Elbette bu, Fresnel'in ışık hakkında ampirik olarak zaten bilinenler tarafından
yönlendirildiğini inkar etmek anlamına gelmez. Fresnel'in çalışması sırasında, elastik katıların
dinamik özellikleri hakkında keşfedilecek çok şey olduğu da doğrudur. Sonuç olarak, Fresnel'in
teorisi bazı açılardan dinamik olarak eksikti (özellikle de geriye dönüp bakıldığında). Ancak
elastik katı bir ortamda bir bozulma olarak ışığın dinamik açıdan tamamen yeterli bir teorisini
oluşturamamış olması (ya da daha iyisi: teorisinin bazı temel dy¬namik sorunlarla karşılaşmış
olması), Fresnel'in böyle bir teoriyi amaçlamadığı ya da ürettiği teorinin bu şekilde
yorumlanmasını istemediği anlamına gelmez. Işığı açıkça elastik bir ortamdaki bir bozulma
olarak düşünüyordu ve dinamik ve mekanik düşünceler (genellikle soyut, matematiksel türden)
ışıkla ilgili ampirik verilerle birlikte araştırmasına kesinlikle rehberlik etti.
Fresnel'in elastik katı eteri daha sonraki fiziksel teorilerde korunmuş ya da 'yaklaşık
olarak korunmuş' mudur? Elbette, defalarca söylediğim ve realistlerin de kabul edeceği gibi, bir
teorik varlığın diğerine yaklaşması veya bir nedensel mekanizmanın diğerinin sınırlayıcı bir
durumu olması kavramı son derece muğlaktır ve bu nedenle son derece esnektir. Ancak kavram
çok fazla esnetilirse, o zaman realist pozisyon kesinlikle boş hale gelir. Eğer siyah beyaza
'yaklaşırsa', eğer bir parçacık bir dalgaya 'yaklaşırsa', eğer bir uzay-zaman eğriliği
77 yakınlaştırırsa, o zaman hiç şüphesiz realist, gelecekteki teorilerin yaklaşık olarak şu anda sahip
olduklarımıza benzeyeceğinden emin olabileceğimiz konusunda haklıdır. Ancak bu bize pek
bir şey söylemeyecektir. Bana öyle geliyor ki, açık görüşlü tek yargı, Fresnel'in elastik katı
eterinin daha sonraki bilimin seyri içinde tamamen yıkılmış olduğudur. Gerçekten de bu,
görelilik kuramının ortaya çıkışından çok önce, Maxwell'in kuramının onun yerine kabul
edilmesiyle gerçekleşmiştir. Maxwell'in kendisinin, elektromanyetik alanının bir gün altta
yatan mekanik bir alt katmana -esasen Fresnel'in tasarladığı şekliyle etere- 'indirgeneceği'
umudunu taşımaya devam ettiği doğrudur. Ancak bu tür bir 'indirgeme' girişiminin bir dizi
başarısızlığı karşısında, alan sonunda ilkel bir varlık olarak kabul edildi. Işık, elastik bir ortamda
değil ama 'bedensiz' elektromanyetik alanda periyodik bir bozulma olarak görülmeye başlandı.
Bu elektromanyetik görüşün ışığı yaptığı şey olan bir yer değiştirme akımından ve Fresnel'in
teorisinin yaptığı şey olan bir ortamdaki elastik titreşimden daha farklı iki şeyden bahsetmek
zor olacaktır.
Laudan'a yanıt veren Hardin ve Rosenberg, Fresnel'in elastik katı eterinin Maxwell'in
teorisinde 'yaklaşık olarak korunduğunu' iddia etmeye çalışmak yerine, realistin Fresnel'in
başından beri elektromanyetik alandan bahsettiğini 'makul' bir şekilde kabul edebileceğini öne
sürmektedir. Bu kesinlikle çarpıcı bir öneri! Lakatos'tan etkilenmiş biri olarak, kesinlikle tarihin
rasyonel yeniden inşasının rolünü tamamen reddetmek istemem. Gerçekten de, bir tarihçinin
bir bilim adamının kendi teorisini tam olarak anlamadığını kabul etme seçeneğini saklı tutması
makul görünmektedir; ancak teoriyi tamamen yanlış anlamış olabileceğini ve aslında
ölümünden yaklaşık 50 yıl sonrasına kadar gerçekten anlaşılamayacağını kabul etmek,
Fresnel'in en ufak bir fikri olmadığını bildiğimiz bir şey hakkında 'gerçekten' konuştuğunu
kabul etmek, tüm bunlar kesinlikle 'rasyonel yeniden yapılandırmayı' çok ileri götürmektir.
'Hayırseverlik' bile aşırıya kaçabilir. Fresnel açıkça ışık taşıyan 'ışıklı eterin' elastik bir katı
olduğunu ve özünde bu tür cisimlerin mekaniğinin sıradan yasalarına uyduğunu iddia ediyordu:
eterin 'parçaları' vardır; bir parça denge konumundan bozulduğunda onarıcı elastik kuvvetler
devreye girer. Bunu açıkça iddia ediyordu ve daha sonraki bilim doğruysa, Fresnel'in yanıldığı
ortaya çıktı. Hardin ve Rosenberg'in iddiasında kesin bir çaresizlik havası vardır.
Yine de onların ve Boyd'un söylediklerinde haklılık payı vardır. Fresnel'den Maxwell'e
geçişte önemli bir süreklilik unsuru vardı ve bu, başarılı ampirik içeriğin yeni teoriye taşınması
gibi basit bir sorudan çok daha fazlasıydı. Aynı zamanda, tam teorik içeriğin ya da tam teorik
mekanizmaların ('yaklaşık' biçimde bile olsa) taşınmasından çok daha az bir şeydi. Hardin ve
Rosenberg'in Fresnel'in teorisinin başından beri 'gerçekten' elektromanyetik alanla ilgili olduğu
şeklindeki çok zorlama varsayımı yapılmadan da neyin taşındığı yakalanabilir. Değişimde bir
süreklilik ya da birikim vardı, ancak bu süreklilik içerikle değil, biçim ya da yapıyla ilgiliydi.
Aslında bu iddia Poincare tarafından zaten ortaya atılmış ve savunulmuştu. Ve Poincare,
Fresnel'den Maxwell'e geçiş örneğini, genellikle kendisine atfedilen anti-realist araçsalcılıktan
oldukça farklı genel bir tür sözdizimsel veya yapısal realizmi savunmak için kullanmıştır.
Poincare'nin büyük ölçüde unutulmuş bu tezi bana hem 'mucize yok' argümanının altını
doldurmanın hem de bilimdeki teori değişiminin boyutunu doğru bir şekilde açıklamanın tek
umut verici yolunu sunuyor gibi görünüyor. Kabaca konuşmak gerekirse, Fresnel'in ışığın
doğasını tamamen yanlış tanımladığını söylemek doğru gibi görünüyor; ama yine de teorisinin
ampirik öngörü başarısına sahip olması bir mucize değildir; Fresnel'in teorisi, bilimin daha
sonra gördüğü gibi, ışığa doğru yapıyı atfettiği için mucize değildir.
Poincare'nin görüşü, şu anda moda olan 'kötümser tümevarım'ı açıkça öngörerek
başlayan Bilim ve Hipotez'den aşağıdaki pasajda özetlenmiştir:
Bilimsel teorilerin geçici doğası dünya insanını şaşırtmaktadır. Kısa süren refah 78
dönemleri sona erdiğinde, birbiri ardına terk edildiklerini görür; yıkıntıların yıkıntılar üzerine
yığıldığını görür; bugün moda olan teorilerin de kısa bir süre içinde yenik düşeceğini tahmin
eder ve bunların kesinlikle boşuna olduğu sonucuna varır. İşte bilimin iflası dediği şey budur.
Kuşkuculuğu yüzeyseldir; bilimsel teorilerin amacını ve oynadıkları rolü hesaba
katmaz, yoksa yıkıntıların hala bir işe yarayabileceğini anlar. Hiçbir teori, ışığı eterin
hareketlerine bağlayan Fresnel'in teorisinden daha sağlam bir zemine oturmuş görünmüyordu.
Peki bugün Maxwell'in teorisi tercih ediliyorsa, bu Fresnel'in çalışmalarının boşa gittiği
anlamına mı gelir? Hayır; çünkü Fresnel'in amacı gerçekten bir eter olup olmadığını,
atomlardan oluşup oluşmadığını, bu atomların gerçekten şu ya da bu şekilde hareket edip
etmediğini bilmek değildi; onun amacı optik fenomenleri tahmin etmekti.
Fresnel'in teorisi, Maxwell'in zamanından önce olduğu gibi bugün de bunu yapmamızı
sağlıyor. Diferansiyel denklemler her zaman doğrudur, her zaman aynı yöntemlerle entegre
edilebilirler ve bu entegrasyonun sonuçları hala değerlerini korumaktadır.
Elbette buraya kadar anlatılanlar pozitivist enstrümentalizmin mükemmel bir ifadesi
gibi görünebilir: Fresnel'in teorisi gerçekten de sadece ampirik içeriğinden ibarettir ve bu içerik
daha sonraki teorilerde de korunur. Ancak Poincare, kendi pozisyonunun bu olmadığını oldukça
açık bir şekilde ifade etmeye devam eder.
Bunun fiziksel teorileri basit pratik reçetelere indirgemek olduğu söylenemez; bu
denklemler ilişkileri ifade eder ve denklemler doğru kalıyorsa, bunun nedeni ilişkilerin
gerçekliklerini korumalarıdır. O zaman olduğu gibi şimdi de bize şu şey ile şu şey arasında
şöyle şöyle bir ilişki olduğunu öğretiyorlar; sadece o zaman hareket dediğimiz şeye şimdi
elektrik akımı diyoruz. Ancak bunlar, Doğanın gözlerimizden sonsuza dek saklayacağı gerçek
nesnelerin yerine koyduğumuz imgelerin adlarıdır yalnızca. Bu gerçek nesneler arasındaki
gerçek ilişkiler, ulaşabileceğimiz tek gerçekliktir. (1905:162)
Poincare, Maxwell'in teorisi açısından bakıldığında Fresnel'in ışığın doğasını tamamen
yanlış tanımlamış olmasına rağmen, teorisinin sadece ışığın gözlemlenebilir etkilerini değil,
yapısını da doğru bir şekilde tanımladığını iddia etmektedir. Elastik katı eter diye bir şey yoktur.
Ancak, daha sonraki bakış açısına göre, (bedensiz) bir elektromanyetik alan vardır. Bu alan net
bir şekilde etere yaklaşmaz, ancak içindeki bozulmalar mekanik bir ortamdaki elastik
bozulmaların uyduğu yasalara biçimsel olarak benzer yasalara uyar. Fresnel neyin salınım
yaptığı konusunda oldukça yanılmış olsa da, daha sonraki bakış açısına göre, sadece optik
fenomenler konusunda değil, aynı zamanda bu fenomenlerin ışığa dik açılı bir şeyin ya da başka
bir şeyin salınımlarına bağlı olduğu konusunda da haklıydı.
Dolayısıyla, kendimizi matematiksel denklemler düzeyiyle sınırlarsak - dikkat edin,
olgusal düzeyle değil - aslında Fresnel'in ve Maxwell'in teorileri arasında tam bir süreklilik
vardır. Fresnel, çeşitli durumlarda yansıyan ve kırılan ışık demetlerinin göreli yoğunlukları için
ünlü bir denklemler dizisi geliştirmiştir. Sıradan polarize olmamış ışık iki bileşene analiz
edilebilir: biri geliş düzleminde polarize olmuş, diğeri ise ona dik açılarla polarize olmuş. I2,
R2 ve X2 sırasıyla gelen, yansıyan ve kırılan ışınların geliş düzleminde polarize olan
bileşenlerin yoğunlukları olsun; I'2, R'2 ve X'2 ise geliş düzlemine dik açılarla polarize olan
bileşenlerdir. Son olarak, i ve r gelen ve kırılan ışınların bir düzlem yansıtıcı yüzeyin normali
ile yaptığı açılar olsun. Fresnel'in denklemleri şu şekildedir
79 R/I = tan(i - r)/tan(i + r) R'/ If = sin(i - r)/ sin(i + r) X/1 = (2 sin r .cosi)/(sin(i + r)cos(i - r)j X'I
r = 2 sin r. cosi / sin(i + r)
Fresnel bu denklemleri aşağıdaki ışık resmine dayanarak geliştirmiştir. Işık, mekanik
bir ortam aracılığıyla iletilen titreşimlerden oluşur. Bu titreşimler, ışığın ortam boyunca iletim
yönüne dik açılarda meydana gelir. Kutuplanmamış bir ışında, titreşimler iletim yönüne dik açı
yapan tüm düzlemlerde meydana gelir - ancak tüm ışın, iki titreşimin bileşimi olarak görülerek
tanımlanabilir: biri geliş düzleminde meydana gelen ve diğeri ona dik açı yapan düzlemde
meydana gelen. Titreşimler ne kadar büyükse, yani parçacıklar titreşim tarafından denge
konumlarından ne kadar uzağa zorlanırsa, ışık da o kadar yoğun olur. Z, R, X, vs. aslında bu
titreşimlerin genliklerini ölçer ve ışığın şiddetleri bu genliklerin kareleri ile verilir.
Maxwell'in sonunda kabul edilen teorisinin bakış açısından, tekrar etmek gerekirse, bu
açıklama tamamen yanlıştır. Titreşim yapacak elastik bir eter yokken nasıl başka bir şey olabilir
ki? Yine de, bu bakış açısından, Fresnel'in teorisi tam olarak doğru yapıya sahiptir - Maxwell'in
teorisine göre titreşen şey 'sadece' elektrik ve manyetik alan güçleridir. Ve aslında, eğer Z, R,
X, vs.yi ilgili elektrik vektörlerinin 'titreşim' genlikleri olarak yorumlarsak, Fresnel'in
denklemleri Maxwell'in teorisi tarafından doğrudan ve tam olarak gerektirilir. O halde,
Fresnel'in teorisi sadece bazı doğru tahminlerde bulunmakla kalmıyordu; bunları optik
fenomenler arasındaki bazı ilişkileri doğru bir şekilde tanımladığı için yapıyordu. Bu yeni teori
açısından bakıldığında, Fresnel ışığın doğası konusunda oldukça yanılmıştı; öne sürdüğü teorik
mekanizmalar, yeni teorinin teorik mekanizmalarına yaklaşımlar ya da bunların sınırlayıcı
durumları değildi. Yine de Fresnel sadece bir dizi optik fenomen konusunda değil, bu
fenomenlerin ışığa dik açılarla periyodik değişim geçiren bir şeye ya da başka bir şeye bağlı
olduğu konusunda da oldukça haklıydı.
Ancak Poincare'ye göre, çağdaşlarının Maxwell'i ışığın doğasını kesin olarak keşfetmiş,
ışığın gerçekten elektromanyetik alanın titreşimlerinden oluştuğunu keşfetmiş olarak görmeleri
için, Fresnel'in çağdaşlarının Fresnel'i ışığın doğasını keşfetmiş olarak görmeleri için sahip
olduklarından daha fazla gerekçeleri yoktu. Her halükarda, Maxwell'e yönelik bu tutum,
Maxwell'in Fresnel'in ortaya koyduğu ilişkiler üzerine inşa ettiği ve şimdiye kadar bir yanda
tamamen optik olarak kabul edilen fenomenler ile diğer yanda elektrik ve manyetik fenomenler
arasında daha fazla ilişkinin var olduğunu gösterdiğinden daha fazlasını ifade ediyorsa yanlış
olur.
O halde, bilimde önemli bir teori değişikliğine ilişkin bu örnek, önceki ontolojik
fikirlerin radikal bir şekilde değiştirilmesiyle birlikte yapısal düzeyde kümülatif bir büyüme
sergiliyor gibi görünmektedir. O halde, yapısal bir gerçekçilik lehine konuşmaktadır. Bu sadece
bu özel örneğin bir özelliği midir, yoksa yapının korunması olgun (yani başarılı bir şekilde
öngörüde bulunan) bilimdeki teori değişiminin genel bir özelliği midir?
Bu özel örnek aslında en az bir önemli açıdan temsil edici değildir: Fresnel'in
denklemleri, yerini alan teoriye tamamen bozulmadan aktarılmıştır - orada yeni yorumlanmış
ancak matematiksel denklemler olarak tamamen değişmeden ortaya çıkmıştır. Çok daha yaygın
olan model, eski denklemlerin yeninin sınırlayıcı durumları olarak yeniden ortaya çıkmasıdır -
yani eski ve yeni denklemler kesinlikle tutarsızdır, ancak bazı niceliklerin bazı limitlere eğilimli
olması gibi yeniler de eskilere eğilimlidir.
Fizik tarihindeki kurala göre, ne zaman bir teori kendisinden önce gelen ancak gerçek
bir öngörü başarısına sahip olan bir teorinin yerini alsa, 'tekabüliyet ilkesi' uygulanır. Bu, eski
teorinin matematiksel denklemlerinin, yeni teorinin matematiksel denklemlerinin sınırlayıcı 80
durumları olarak yeniden ortaya çıkmasını gerektirir. Giderek daha fazla farkına varıldığı üzere
bu ilke, yeni bir teorinin mevcut teoriden daha iyi sayılabilmesi için sadece olay sonrası bir
gereklilik olarak değil, aynı zamanda çoğu zaman yeni teorinin gerçek gelişiminde sezgisel bir
araç olarak da işlemektedir. Boyd (1984) aslında tekabüliyet ilkesinin genel uygulanabilirliğini
kendi gerçekçiliğine kanıt olarak göstermektedir. Ancak bu ilke tamamen matematiksel
düzeyde geçerlidir ve dolayısıyla yeni teorinin temel teorik varsayımlarının (denklemlerdeki
terimleri yorumlayan) eskisininkilerle tamamen çelişkili olmasıyla oldukça uyumludur.
Uzaktaki bir çekim kuvvetinin uzay-zaman eğriliğinin 'sınırlayıcı bir durumu' olduğu ya da ona
'yaklaştığı' konusunda açık bir anlam göremiyorum. Ya da uzak mesafeden etki kütleçekim
teorisinin 'teorik mekanizmalarının' genel görelilik teorisine 'taşındığı'.
Yine de Einstein'ın denklemleri, bazı sınırlayıcı özel durumlarda inkar edilemez bir
şekilde Newton'un denklemlerine geçer. Bu anlamda, bu durumda yapının 'yaklaşık sürekliliği'
söz konusudur. Boyd'un işaret ettiği gibi, yeni bir teori selefinin başarılı ampirik içeriğini,
selefinin denklemlerini kendi denklemlerinin özel durumları olarak vermekten başka yollarla
da yakalayabilir. Ancak tekabüliyet ilkesinin genel uygulanabilirliği kesinlikle tam anlamıyla
gerçekçilik için değil, yalnızca yapısal gerçekçilik için bir kanıttır.
Bu pozisyon üzerinde, özellikle de bir teorinin yapısının başka bir teorinin yapısına
yaklaşması kavramıyla ilgili olarak, daha pek çok açıklayıcı çalışma yapılması gerekmektedir.
Ancak umuyorum ki söylediklerim, Poincare'nin görüşünün, bilimsel teorilerin statüsüne
ilişkin, her iki dünyanın da en iyisini sunma konusunda gerçekçi bir vaatte bulunan mevcut tek
açıklama olduğunu göstermek için yeterlidir: bilimde teori değişimine ilişkin tarihsel
gerçeklerin tüm etkisini kabul ederken, 'mucize yok' argümanının altını çizmek. Boyd'un
gerçekçiliği hakkında doğru olanı ('olgun' bilimde tamamen ampirik olandan daha yüksek
seviyelerde 'temel birikim' vardır) ve aynı zamanda Laudan'ın gerçekçilik eleştirisi hakkında
doğru olanı (birikim, tamamen yorumlanmış en üst teorik seviyelere kadar uzanmaz) yakalar.
Durumu daha da netleştirmeye yönelik bir adım olarak, bilimsel gerçekçiliğe doğru ya
da yanlış yöneltilen bir eleştirinin yapısal versiyonu etkilemediğini öne sürerek bitireyim.
Arthur Fine çarpıcı bir şekilde şunu iddia etmiştir: Ancak gerçekçilik daha önce de ölü ilan
edilmiştir. Bazı on sekizinci yüzyıl bilim adamları (elbette dolaylı olarak; bunu bu şekilde ifade
etmezlerdi) realizmin ölümünün evrensel çekim teorisinin temelleri üzerine yapılan
tartışmalarla hızlandırıldığına inanıyorlardı. Ancak bu durumda gerçekçiliğin, önce üzerine
fazladan bir iddia yüklenerek 'öldürüldüğü' ve bunun da suikastçının kurşunu için uygun bir
hedef olduğu artık kesinlikle açıktır. Bu fazladan iddia, bilimsel bir teorinin, bir mesafeden
eylem gibi 'anlaşılmaz' kavramlara ilkel olarak başvuramayacağıydı. Gerçekçi bir yorum
anlaşılabilirlik gerektiriyordu ve anlaşılabilirlik de temel teorik kavramların önceden kabul
edilmiş (ve iddiaya göre önceden 'anlaşılmış') bir metafizik çerçeve açısından yorumlanmasını
gerektiriyordu (Newton örneğinde bu elbette Kartezyen temasla eylem mekaniği çerçevesiydi).
Kuantum mekaniğinin temelleri konusunda uzman olduğunu iddia etmeksizin (ve bu teorinin
özelliklerine tüm saygımla), bana öyle geliyor ki Fine, kuantum mekaniğindeki realist
pozisyonu Einstein'ın pozisyonuyla özdeşleştirerek, benzer şekilde realizme aslında yapmasına
gerek olmayan bir iddiayı yüklüyor. Gerçekçi, kuantum mekaniksel durumların ilkel olarak
alınamayacağını, ancak bir şekilde anlaşılması veya klasik terimlere indirgenmesi veya
tanımlanması gerektiğini iddia etmek zorunda kalır.
81 Ancak yapısal gerçekçi en azından böyle bir iddiada bulunmaz, hatta bunu açıkça
reddeder. Evrenin temel mobilyalarının doğasını 'anlayabileceğimizi' düşünmenin bir hata
olduğunda ısrar eder. Newton örneğinde nihayetinde olanları alkışlamaktadır. Orada teori
deneysel olarak o kadar başarılı ve 'mekanistik indirgemeye' karşı o kadar dirençli olmuştur ki,
yerçekimi (gerçek bir uzak-etki kuvveti olarak anlaşılmıştır) ilkel indirgenemez bir kavram
olarak kabul edilmiştir. (Ve uzaktaki etki kuvvetleri, elektrostatik gibi diğer bilimsel teorilerin
mükemmel bir şekilde kabul edilebilir ve gerçekçi bir şekilde yorumlanmış bileşenleri haline
geldi). Yapısal gerçekçi görüşe göre, Newton'un gerçekten keşfettiği şey, teorisinin
matematiksel denklemlerinde ifade edilen ve teorik terimleri gerçek ilkeller olarak anlaşılması
gereken olgular arasındaki ilişkilerdir.
Kuantum mekaniğine karşı da benzer bir yapısal gerçekçi tutumun benimsenmemesi
için herhangi bir neden var mıdır? Bu görüş Einstein'ın 'klasik' metafizik önyargılarından açıkça
ayrılmış olacaktır: dinamik değişkenlerin her zaman keskin değerlere sahip olması gerektiği ve
tüm fiziksel olayların önceki koşullar tarafından tamamen belirlendiği. Bunun yerine, kuantum
mekaniğinin evrenin gerçek yapısını yakalamış gibi göründüğü, mikro sistemler tarafından
sergilenen her türlü olgunun gerçekten de sistemin kuantum durumuna bağlı olduğu ve bu
durumun gerçekten de kuantum mekaniğinin tanımladığı şekilde gelişip değiştiği görüşü
benimsenecektir. Elbette bu durumun, sistem 'makroskopik bir sistemle' etkileşime girdiğinde
teorinin daha fazla açıklamadığı bir şekilde süreksiz olarak değiştiği doğrudur - ancak
Newton'un teorisi yerçekimi etkileşimini açıklamaz, sadece bunun gerçekleştiğini varsayar.
(Aslında, elbette hiçbir teori sonsuz gerilemenin acısıyla her şeyi açıklayamaz). Eğer bu tür
süreksiz durum değişiklikleri açıklama için haykırıyor gibi görünüyorsa, bunun nedeni bazı
klasik metafizik varsayımların kökleşmiş doğasıdır (tıpkı uzaktaki eylemin açıklama için
'haykırdığı' fikrinin Kartezyen tarzı mekaniğe yönelik kökleşmiş bir önyargının yansıması
olması gibi).
Başka bir deyişle, yapısal gerçekçi basitçe, teorinin muazzam deneysel başarısı göz
önüne alındığında, evrenin yapısının (muhtemelen) kuantum-mekaniksel gibi bir şey olduğunu
iddia eder. Kuantum durumunun doğasını anlamamız gerektiğini düşünmek bir hatadır ve a
fortiori, bunu klasik terimlerle anlamamız gerektiğini düşünmek de bir hatadır. (Elbette bu, gizli
değişkenler programlarının bariz bir şekilde başlangıçsız olduğunu, bunlar üzerinde çalışmanın
bir şekilde bariz bir şekilde hatalı olduğunu iddia etmek değildir - yapısal gerçekçinin
yerçekiminin Kartezyen indirgeme girişimlerinin başından beri mahkum olduğunu iddia etmesi
gerektiğinden daha fazla değildir. Tek iddia, nihayetinde kanıtların yol gösterdiğidir: tüm
çabalara rağmen, en sevdiğimiz metafizik varsayımları içeren bilimsel bir teori inşa
edilemiyorsa, o zaman bu ilkeler ne kadar sağlam bir şekilde yerleşmiş olursa olsun ve geçmişte
ne kadar verimli olduklarını kanıtlamış olurlarsa olsunlar, nihayetinde vazgeçilmelidirler).
82
BİLİM NEYİ AMAÇLAR?
86
Bİ Lİ MSEL GERÇEKÇİ Lİ K
Amerika Birleşik Devletleri'ni ziyaret ettiğinizde bu ülke hakkında öğrendiğiniz bir şey
varsa o da bu ülke hakkında genelleme yapmanın tehlikeli olduğudur. Bilim felsefecilerinin
bilimsel kuramlar ve açıklamalar hakkında öğrenmesi gereken bir şey de bunlar hakkında
genelleme yapmanın tehlikeli olduğudur. Tehlike, bir alandaki kuramlar ve açıklamalar için ya
da en azından bazıları için doğru gibi görünen şeylerin diğerlerinde doğru olmayabileceği,
böylece farklı kuram ve açıklama teorilerinin hangi örneklerin alındığına bağlı olarak makul
görünebileceği ya da görünmeyebileceğidir. Van Fraassen'in bu durumun farkında olduğu
düşünülür -muhtemelen realist rakiplerinin çoğundan daha fazla. Çünkü bilimsel realistlerin,
nedensel açıklamaların hoş ve sade örneklerini genel olarak bilimsel açıklamaların tipik bir
örneği olarak ve on dokuzuncu yüzyıl fiziği veya kimyasından alınan ve yazarları tarafından
açıkça gerçekçi bir şekilde anlaşılması amaçlanan basit mekanistik teorileri bilimsel teorilerin
paradigmaları olarak alma konusunda oldukça acınası bir eğilimleri vardır. Böylece felsefi
konumlarına güçlü bir ilk akla yatkınlık tadı verilmektedir. Öte yandan Van Fraassen'in konumu
muhtemelen daha çok uzay-zaman teorileri üzerine daha önceki çalışmalarından (örneğin
1969,1970) kaynaklanmaktadır; burada teorilerin 'olguları kurtarmak' için az ya da çok
kolaylıkla kullanılabilecek bir tür modelden başka bir şey olmasının amaçlandığı hiç de açık
değildir.
Aslında, farklı türde sorulara cevap olarak ortaya çıkan farklı türde teoriler ve
açıklamalar vardır. Her türlü açıklama talebinin bir bilgi talebi olduğunu düşünerek van
89 Fraassen'i takip ediyoruz. Nedensel bir açıklama, bir şeyin nedensel geçmişi veya bir şeyle
sonuçlanan nedensel süreçler hakkında bilgidir.5 İşlevsel bir açıklama, bir şeyin devam eden
bir sistemdeki rolü hakkında - sistemin sürdürülmesine yaptığı katkı hakkında - bilgidir. Model-
teorik bir açıklama, bir sistemin gerçek davranışının (eğer varsa), bazı bozucu etkiler olmasaydı
ideal olarak sahip olması gerekenden nasıl farklı olduğuna dair bilgidir ve gerektiğinde, hangi
bozucu etkilerin farklılığa neden olabileceğine dair bazı bilgiler içerir. Sistemik bir açıklama,
açıklanacak olgunun diğer olgularla sistematik olarak nasıl ilişkili olduğuna dair bilgidir.
Öte yandan teoriler, bu tür açıklamaları yapabilmemiz için bize genel şemalar sağlar.
Nedensel süreç teorileri, doğanın temel nedensel süreçlerini tanımlamaya çalışır. İşlevselci
teoriler, çeşitli türlerde devam eden sistemlerle ve bunların sürdürülmesi için gerekli olan
işlevsel rolleri açısından tanımlanan mekanizma türleriyle ilgilenir. Model teorileri, gerçek
davranışların karşılaştırılabileceği ve (nedensel olarak) açıklanabileceği davranış normlarını
tanımlar. Sistemik kuramlar, kurumun işleyişini belirlemeye yetecek bazı genel örgütsel ilkeler
ortaya koyar.
Şimdi, bilimsel gerçekçilik argümanı, teorik varlıkların gerçekliğiyle ilgili olduğu
ölçüde, sahip olduğu gücü nedensel süreç teorilerini genel olarak bilimsel teorilerin tipik bir
örneği olarak kabul etmekten alır. Çünkü A'nın B'nin nedeni olduğunu kabul etmek, hem A'nın
hem de B'nin gerçek varlıklar (ya da olaylar) olduğunu kabul etmek demektir. Ancak model
teorilerin kuramsal varlıkları için böyle bir argüman geçerli değildir, çünkü model teorilerin
varsayımsal varlıkları hiçbir şeyin varsayılan nedeni değildir. Sonuç olarak, bir model teoriyi
kabul etmenin, görünüşte atıfta bulunduğu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmayı
gerektirdiğine dair hiçbir paralel argüman yoktur. Bu çeşitli teorileri kabul etmek için
Newtoncu noktasal kütlelerin ya da Einsteincı eylemsiz çerçevelerin gerçekliğine ya da klasik
termodinamiğin mükemmel tersinir ısı motorlarının varlığına inanmak zorunda değiliz, çünkü
bu varlıkların hiçbirinin söz konusu teoriler tarafından sağlanan açıklamalarda herhangi bir
nedensel rolü yoktur. Sonuç olarak, bu teorileri doğanın altında yatan nedensel süreçlerin tam
anlamıyla açıklayıcısı olarak düşünmek gerekli değildir. Ve eğer böyle yaparsak, Newton
dinamiğinin, özel göreliliğin ve termodinamiğin temel ilkelerinin hepsinin olmasa bile
birçoğunun boş bir şekilde doğru olduğu gibi saçma bir görüşe bağlanmış oluruz.
Öte yandan Van Fraassen'in görüşü, model ve sistemik teorileri tipik olarak almaktan
kaynaklanıyor gibi görünmektedir, çünkü bu tür teorilerin değeri, doğanın işleyişi hakkında
sağlayabilecekleri herhangi bir içgörüden değil, bu konudaki bilgimizi sistematik hale getirme
kapasitelerinden kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, bu teorilerin tam anlamıyla doğru ya da
yanlış olması önemli değildir. Önemli olan, tasarlandıkları görev için yeterli olup
olmadıklarıdır. Dolayısıyla, makul bir şekilde, böyle bir teoriyi kabul etmek, bu teorinin yeterli
olduğuna, yani van Fraassen'in anladığı anlamda ampirik olarak yeterli bir teori olduğuna
inanmaktan fazlasını içermez.
Bilimsel gerçekçiler, bilimsel teoriler hakkında genelleme yapmaya çalıştıklarında
sorunla karşılaşırlar. Yalnızca bir tür ideal sistem için geçerli olan (ve doğa yasalarının çoğu
böyledir) ve gerçek sistemlere uygulanmaları istenseydi kesinlikle yanlış olacak olan yasalarla
başa çıkmak için, birçok bilimsel gerçekçi bunların yalnızca gerçeğe iyi yaklaşımlar olduğunu
düşünür. Dolayısıyla, van Fraassen'in kendi konumlarını nitelendirmesi yerine, şöyle bir şeyi
kabul edeceklerdir:
(la) Bilim, teorilerinde bize dünyanın nasıl olduğuna dair tam anlamıyla doğru bir hikaye
vermeyi amaçlar; ve bilimsel bir teorinin kabulü, en azından yaklaşık olarak doğru olduğuna 90
dair inancı içerir.
Dolayısıyla, enerjinin korunumu ve momentumun korunumu gibi sadece kapalı ve
yalıtılmış sistemler için geçerli olan yasaları, gerçek sistemler hakkındaki gerçeğe sadece iyi
yaklaşımlar olarak değerlendirirler. Onlara göre kesin olarak doğru olan, az ya da çok kapalı ve
yalıtılmış herhangi bir sistemin enerji ve momentumunun az ya da çok korunmuş olduğudur.
Ve bilim ilerledikçe, bu esasen 'yanlış' yasalar, daha az idealleştirme ve dolayısıyla nesneler
arasındaki gerçek ilişkilere daha fazla sadakat içeren daha doğru yasalarla değiştirilmelidir.
Örneğin, ideal gaz yasalarının yerini van de Waal denkleminin aldığını düşünün. Dolayısıyla
pek çok bilimsel gerçekçi, model teorilerin yerini, tüm yasa ve ilkelerin gerçek şeylerin nasıl
davrandığına dair doğru genellemelerden ibaret olduğu sistemik teorilerin almasını
öngörmektedir.
Ancak, eğer bilim böyle bir sonuca ulaşmayı hedefliyorsa, çoğu zaman yanlış yöne
işaret ediyor gibi görünmektedir, çünkü teorik bilimsel araştırmaların büyük bir kısmı giderek
daha soyut model teoriler geliştirmeye ve teorilerimizi daha gerçekçi hale getirmek için
teorilerimizde yer alan idealleştirme derecesini azaltmaya yönelik çok az şey yapmaktadır.
Ekonomik tahminlerde ve genel olarak uygulamalı bilimlerde araştırmacıların, tahminlerinin
doğruluğunu en üst düzeye çıkarmak için ilgili değişkenlerin mümkün olduğunca çoğunu
hesaba katarak gerçek sistemlerin giderek daha ayrıntılı bilgisayar simülasyonlarını
geliştirmeye çalıştıkları doğrudur. Bu tür araştırmaların önemini inkar edilmiyor.
Soyutlama Ve Genellik
Newton mekaniğinin 1700'den yaklaşık 1900'e kadar olan gelişimini ele alalım (bkz.
Dugas 1955). Bu dönemde, mekanik alanında çalışan hiçbir önemli bilim adamı
Newton'unkinden daha gerçeğe yakın olduğunu düşündükleri teoriler geliştirmemiştir. Çoğu
Newton'un teorisinin zaten doğru olduğunu söylerdi. Bu nedenle, deneysel olarak
Newton'unkinden daha yeterli teoriler geliştirdiklerini de düşünmüyorlardı. Dolayısıyla,
üzerinde çalıştıkları temel teorinin gerçekçiliğini ya da ampirik yeterliliğini artırmayı
amaçladıklarını varsaymak yanlış görünüyor. Yine de Euler, Bernoullis, d'Alembert, Fermat,
Lazare Carnot, Lagrange, Laplace, Gauss, Coriolis, Hamilton ve Jacobi'nin klasik mekaniğe
ilişkin büyük çalışmaları, mekanik süreçlere ilişkin bilgi ve anlayışımızı büyük ölçüde
geliştirdiği için, bilimin amaçlarının gerçekleştirilmesine kesinlikle bir katkıda bulunmuştur.
Daha önce çözülmemiş birçok sorunu çözdüler; Newton teorisini yeni yollarla uyguladılar; yeni
ilkeler ve beklenmedik simetriler keşfettiler; ve karmaşık mekanik sorunları ele almak için
güçlü yeni matematiksel teknikler icat ettiler. Sanırım şu sonuca varabiliriz: Bilim insanları, saf
bilim insanları olarak, model teorilerini daha gerçekçi ya da deneysel olarak daha yeterli hale
getirme konusunda her zaman büyük bir endişe duymazlar. Yapacak çok daha ilginç başka işleri
vardır.
Van Fraassen'in yapıcı ampirizmi bu nedenlerden dolayı sorunludur. Ancak tüm
kuramları model kuramlar modelinde yorumlayarak sorunlarına yenilerini eklemektedir, çünkü
artık nedensel süreç kuramlarının varsayılan varlıklarının, model kuramların kuramsal
yapılarından daha fazla gerçek varlıklar olarak kabul edilme iddiasına sahip olmadığını
91 söylemeye kararlıdır. Ona göre atomlar, Jurassic dönemi yaratıkları, eylemsiz sistemler ve olası
dünyaların hepsi aynı düzeydedir ve görünüşte bu tür varlıklara atıfta bulunan teorileri kabul
etmek sadece teorilerin deneysel olarak yeterli olduğuna inanmayı gerektirir. Şimdi, eğer
bahsettiğimiz teoriler özel görelilik ve 'olası dünyalar' semantiği ise, van Fraassen'in pozisyonu
en azından makuldür. Ancak söz konusu kuramlar tarihsel kuramlar ya da kimyasal bileşim
kuramları ise tüm inandırıcılığını yitirir. Bence bunun nedeni, teorinin iddia ettiği şeyi yaptığı
kabul edilecekse, olguların varsayılan nedenlerinin var olması gerektiğidir; ve normalde
bunların varlığına dair çeşitli kaynaklardan bağımsız teyitler bulabilmeyi beklemeliyiz. Soyut
model teorilerinin teorik varlıklarında durum oldukça farklıdır. Neden olarak varsayılmadıkları
için herhangi bir etkiye sahip olmaları da beklenmez. Dolayısıyla, herhangi bir iz bırakmalarını
ya da kendilerini başka şekillerde, hatta hiçbir şekilde göstermelerini beklememeliyiz. İşte bu
yüzden, görünüşe göre, onlarla istediğimiz gibi oynayabilir ya da daha iyi bir teori üretmek için
onlara istediğimiz özellikleri atayabiliriz. Hiçbir gökbilimcinin kendilerine atadığımız
özelliklere sahip olmayan eylemsiz çerçeveler keşfetmeyeceğini ve gezginlerin olmaması
gereken başka olası dünyalara rastlamayacağını ve böylece koşullular hakkındaki teorilerimizi
mahvetmeyeceğini biliyoruz.
Geleneksellik
Konvansiyonalistler, o zaman bilimde daha fazla ampirik araştırmayı değil, karar
vermeyi gerektiren birçok soru olduğunu iddia ederler. Işığın tek yönlü hızı, gidiş dönüş hızına
eşit mi? Uzayın geometrisi Öklidyen midir? Üzerine kuvvet uygulanmayan bir cisim, durağan
halde mi yoksa düz bir çizgide düzgün hareket halinde mi devam eder? Bu sorular ve diğer pek
çok soru, uzlaşımcılar tarafından gerçekliğin ne olduğuyla ilgili değil, yalnızca şartlandırma
veya tanımla çözülebilecek sorular olduğu söylenmiştir. Bu sorularla ilgili olarak, konunun
gerçeği olmadığı söyleniyor.
Bir yasanın veya teorinin ifadesinin geleneksel olduğunu düşünmek için üç ana argüman
vardır. Birincisi, sıklıkla kullanılan döngüsellik argümanıdır. Örneğin, ışığın tek yönlü hızının
her yönde aynı olduğu ilkesinin uzlaşımsallığını tartışırken, ilkeyi kanıtlamak için önceden
varsaymamız gerektiğini göstermeye çalışır. Işığın tek yönlü hızını ölçmek için farklı yerlerde
eşzamanlı saatlere ihtiyacımız olduğunu savunuyor; yani, aynı anda aynı şeyi okumak. Sonuç
olarak, farklı yerlerde meydana gelen iki olayın (okumanın) eşzamanlı olmasının ne olduğunu
bilmeliyiz. Ancak nihayetinde, ışığın tek yönlü hızı hakkında önceden bazı varsayımlarda
bulunmadıkça, bu tür iki olayın eşzamanlı olup olmadığını belirleyemeyeceğimizi iddia ediyor.
Ve sonra, 'bu döngüselliğin ortaya çıkışı, eşzamanlılığın bir bilgi meselesi olmadığını, ama
eşgüdümlü bir tanım olduğunu kanıtlıyor, çünkü mantıksal döngü, bir eşzamanlılık bilgisinin
ilke olarak imkansız olduğunu gösteriyor' diye devam ediyor. Söz konusu yasanın geleneksel
olduğu sonucuna varıyor.
Araştırmacıların artık, uzaktaki olayların eşzamanlılığını belirlemek için ışığın tek
yönlü hızı hakkında bazı varsayımlarda bulunmak zorunda olduğunu düşünmekte yanıldıkları
kesin olarak tespit edilmiştir. Aslında, mantıksal olarak bu varsayıma bağlı olmayan, uzak bir
eşzamanlılık ilişkisi içinde saatler kurmak için kullanılabilecek birkaç prosedür vardır. Sonuç
olarak, uzak eşzamanlılık için mantıksal olarak bağımsız birkaç kriter vardır ve standart sinyal
senkronizasyon kriteri bunlardan sadece biridir. Bununla birlikte, gelenekselcilerin geri 92
dönecekleri ikinci bir argümanı var - tanım ihtiyacından gelen argüman. Uzak eşzamanlılığın
çok kriterli bir kavram olduğu kabul edilebilir, böylece bu ilişkiyi tanımlamak için uzak
eşzamanlılık için bir dizi farklı kriter seçilebilir. Yine de bir seçim yapılması gerekir ve seçimin
altında yatan yasa veya ilkenin tanım gereği doğru olduğu kabul edilmelidir. Bu ilke, tek yönlü
ışık ilkesi (tek yönlü ışığın hızının sabit olduğu) veya yavaş saat taşıma ilkesi (yeterince yavaş
taşınan yerel olarak senkronize edilmiş özdeş saatlerin eşzamanlı olarak kaldığı) olabilir veya
başka bir şey olabilir. Ancak kuşkusuz, bu yasalardan veya ilkelerden en az biri, eğer bu
argümanın kullanımını belgelemek zordur. Ancak, herhangi bir doğruluk veya yanlışlık sorusu
ortaya çıkmadan önce anlamı sabitlemek için bir tanım ihtiyacı olduğu varsayımı, mantıksal
pozitivistlerin ortak bir arka plan varsayımıdır. Bununla birlikte, bilim felsefesindeki
olgu/kavram ayrımına yönelik çalışmalarının anlamı anlaşılamamıştır. Ardından, en çok sevilen
gelenekleri olan uzak eşzamanlılığın ilginç bir anlamda geleneksel olmadığını özellikle
savunarak, meydan okumayı bilim kampı felsefesinin merkezine aldık. Araştırmacılar
olgu/uylaşım ayrımının bilimin analizi için mutlak olarak vazgeçilmez olduğunu
düşündüklerinde ve konvansiyonelliği yiğitçe savunduklarında hiçbir şüpheye yer bırakmayan
terimlerle yanıt verdiler: Uzak eşzamanlılık. Uzak eşzamanlılık kavramı iyi tanımlanmalıdır.
Tek yönlü ışık ilkesi seçilmişse, o zaman gelenekseldir ve diğerleri ampiriktir.
Bununla birlikte, böyle bir yasa kümesinden bir yasayı seçmek ve onu seçmek için iyi
bir neden verilemiyorsa, bunun geleneksel olduğunu, geri kalanının ampirik olduğunu
söylemek keyfidir. Ve eğer seçim keyfiyse, o zaman başka birini de seçebilirdik. Sonuç olarak,
böyle bir hukuk kümesindeki herhangi bir verili yasa, sistemimizi nasıl aksiyomlaştırmayı
seçtiğimize bağlı olarak, keyfi olarak ampirik veya geleneksel olarak kabul edilebilir.
"Eşzamanlılık" yasası kümesinin böyle olduğunu ve ışığın tek yönlü hızının tanım
gereği gidiş-dönüş hızına eşit olduğunu varsayarsak, o zaman yavaş saat taşıma ilkesi
ampiriktir. Bununla birlikte, tek yönlü ışık ilkesinin geleneksel olması bir gelenek meselesidir
ve aynı zamanda yavaş saat taşıma ilkesinin ampirik olması da gelenekseldir. Çünkü bu iki
ilkenin rollerini eşit derecede tersine çevirebilirdik. Özel görelilik kuramının doğru olduğunu
varsayarsak, "eşzamanlılık" yasa kümesinin var olduğunu biliyoruz. Uzak eşzamanlılık
konusundaki geniş literatürün tamamında, standart ışık sinyalini, uzak eşzamanlılığın yavaş
saatli taşıma tanımına tercih etmek veya bunun tam tersini yapmak için hiçbir argüman yoktur;
ve makul bir şekilde hiç olmadığını varsayabiliriz. Bu nedenle, hangi ilkeye geleneksel
hangisini ampirik olarak adlandırmayı seçtiğimiz keyfidir.
Durum böyleyken neden seçim yapmalıyız? Kümedeki tüm yasaları ampirik yasalar
olarak düşünseydik, uygulamamızda veya inançlarımızda ne fark ederdi? Özel görelilik
kuramının öngörülerinin aksine, yavaş aktarımla senkronize edilen saatlerin standart sinyal
senkronizasyonunda olmadığını bulduğumuzu varsayalım? Tanım veya uzlaşım gereği doğru
olarak adlandırmayı seçtiğimiz iki ilkeden hangisine devam etmemiz gerektiği konusunda
herhangi bir fark yaratır mı? Benim inancım, hiçbir fark yaratmayacağına inanıyorum. Radikal
olarak yeni bir uzay-zaman teorisine ihtiyaç duyulacaktı ve onu kurarken, daha önce
söylediğimiz şeyin tanım gereği doğru olduğunu kabul etmek veya ampirik olduğunu
söylediğimizi reddetmek için herhangi bir şekilde kısıtlanmış hissetmemiz gerektiğine
inanmıyorum.
Genel olarak, ampirik/geleneksel ayrımın bilimde pratik bir önemi yoktur. Bilimsel
uygulama, geleneksel olduğunu söylemeyi seçebileceğimiz veya ampirik olarak
93 düşünebileceğimiz şeylerden etkilenmez. Bu nedenle, bilimin tüm yasalarını ve teorilerini -en
azından deneyimin ışığında revizyona açık olmaları anlamında- ampirik olarak kabul edebiliriz.
Tanım ihtiyacından gelen argüman, bu nedenle, uzlaşımcılık için iyi bir argüman değildir,
çünkü genel olarak, tanımlamaya ihtiyaç yoktur. Bir terimi mesleğe veya öğrencilere ilk kez
tanıtırken bir terimin tanımını önermek faydalı ve hatta gerekli olabilir, ancak bu tanımın
ifadesi, daha sonraki deneyimlerin ışığında revizyona veya hatta reddedilmeye ayrıcalıklı bir
bağışıklığa sahip değildir. Uzlaşımcılık için üçüncü ve belki de en önemli argüman, ampirik
belirsizlikten mi? Belki deneysel olarak "eşzamanlılık" yasa kümesinin var olduğunu
keşfedebiliriz, ancak bu bizi kümedeki tüm yasaların herhangi birini veya hatta birleşimini uzak
eşzamanlılık ilişkisini tanımlayan olarak kabul etmeye bağlamaz. Uzak eşzamanlılığın standart
olmayan bir sinyalini veya taşıma tanımını benimsemekte özgürüz, diyelim ki ışığın tek yönlü
hızını yönün bir fonksiyonu veya göreli saat hızlarını onların göreli konumlarının bir
fonksiyonu yapan bir tanım ve bunu belirlemek için kullanın. kümedeki diğer tüm yasalar
nelerdir. Böyle bir tanım verildiğinde, yine de bir “eşzamanlılık” hukuk kümesi olacaktır, ancak
bu farklı olacaktır. Hiç şüphe yok ki, böyle bir koordinasyon fiziğimizi ciddi şekilde
karmaşıklaştıracaktır, ancak uzlaşımcının ileri sürdüğü gibi, herhangi bir a priori veya ampirik
temelde göz ardı edilemez. Sonuç olarak, kümedeki yasalardan herhangi biri ile ilgili olarak
konunun doğruluğu olamaz. Hepsi geleneksel.
Bu hareket, gerçeğin örtüşme teorisi ile birlikte nesnellik tezini sürdürmek isteyen
bilimsel gerçekçi için en ciddi olanıdır, çünkü bilimin yasalarını ve teorilerini gerçekçi bir
şekilde yorumlamaya yönelik tüm programını tehdit eder. Karşılık teorisini kabul eden
pozitivistlerin, bir tür uzlaşımcılık adına nesnellik tezini reddetmelerinin ana nedeni budur; ve
nesnellik tezini korumak isteyen bazılarının, bir tür tutarlılık teorisi lehine hakikatin uygunluk
teorisini reddetmelerinin ana nedenlerinden biridir. Mesele şu ki, tutarlılık teorisyeni, doğru
olanın en iyi (nihayetinde en iyi) teoride meydana gelen şey olduğunu iddia edebilir ve bu
uzlaşımcı argümandan utanmaz; çünkü hiç kimse standart olmayan bir uzak eşzamanlılık
tanımının özel görelilik teorisi kadar iyi bir teori üreteceğini iddia edemezdi. Ampirik olarak
eşdeğer olabilir, ancak doğa yasalarımızın çoğunda, yeterli açıklamamızın olmadığı bazı garip
uzamsal asimetriler olduğunu kabul etmeliyiz.
Şimdi, uzlaşımcılık için temel argüman -yani ampirik yetersiz belirlenimden gelen-
kabul ediliyor ve gerçeğin denklik teorisini kabul edilmeye devam ediliyor; ama o, ampirik
olarak yeterince belirlenmemiş olan yasalar ve teorilerle ilgili meselenin hiçbir gerçeği
olmadığı şeklindeki uzlaşımcı sonucu reddeder. Bilimsel realistlerle onların doğru ya da yanlış
oldukları konusunda hemfikirdir; ama, aksine ampiristler tarafından en yaygın olarak kullanılan
argüman budur. Doğru ya da yanlış olup olmadıklarının nihayetinde ampirik bir soru değil,
metafizik bir soru olduğu düşünülür.
Ampirik belirsizlik
Ampirik yetersiz belirlenimden gelen uzlaşımcı argümanın sonuçları bilimsel realist için
ciddidir, çünkü ampirik yetersiz belirlenim tüm teorilerimizin bir özelliği gibi görünecektir.
Sonuç olarak, realistlerin fizikalist bir ontolojiye olan inancını bile yanlış veya metafizik hale
getirmekle tehdit ediyor. Verili bir kuramla bağdaşmayan, ama ampirik olarak ona denk olan
başka bir kuram inşa etmek her zaman mümkünse, o zaman tüm kuramlar ampirik olarak
belirsizdir. Bu nedenle, hem hakikatin uygunluk teorisini hem de nesnellik tezini kabul edersek,
tüm teorileri ya yanlış ya da metafizik olarak düşünmeye zorlanabilir - bu, genel ampirik
belirsizlik ilkesi kabul edilseydi kaçınılmaz olurdu. 94
Bu ampirik yetersiz belirlenme tezi, elbette, teorilerimizin, onlar için sahip olduğumuz
kanıtlar tarafından tümevarımsal olarak eksik belirlendiği açık nokta değildir. İşler yeşil ya da
maviden ziyade gaddar olabilir. Mesele şu ki, aralarında hiçbir kanıtın ayrım yapamaması
anlamında ampirik olarak eşdeğer olan uyumsuz teoriler vardır; ve iddia, dünyaya ilişkin teorik
anlayışımızın, varsayılan ampirik kanıtların toplamı tarafından bile eksik belirlenebileceğidir.
Bu tez, eğer doğruysa, bilimsel gerçekçilik için gerçek bir tehdittir; Varsayım olarak alındığı
teoriye ampirik olarak eşdeğer olan ve başka, oldukça farklı türde varlıkların varlığını
varsayabilecek başka bir teori olduğundan emin olabilseydik, herhangi bir teorik varlığın
varlığına hangi nedenle inanmamız gerekebilirdi? Ampirik yetersiz belirlenme tezi yaygın
olarak ileri sürülse de, bunun için yapılan argümanlar genellikle sanıldığı kadar ikna edici
değildir.
Birincisi, indirgeyici analiz programının başarısızlığıdır. Bilimin teorik terimlerini
gözlemsel bir dilde tanımlamaya yönelik tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. En basit
teorik yüklemler bile böyle bir analize yiğitçe direnmiştir. Sonuç olarak, teorilerin gözlemsel
bir dilde söylenebilecek her şeyden daha fazlasını söylediği inancı arttı. Sadece kanıtların
ötesine geçmeleri değil. Tüm tümevarımsal genellemeler bunu yapar. Endüktif desteğin
olabileceği her şeyin ötesine geçerler. Çünkü terimleri salt gözlemsel olan bir dilde bile ifade
edilemezler. Sonuç olarak, tüm teorilerin kanıtlarla güçlü bir şekilde alt-belirlenmiş olması
gerektiği kabul edilir. Tüm olası gözlemler yapılmış olsa ve yapıldığı bilinse ve teorilerimiz bu
varsayılan deliller bütünü ile uyumlu olsa bile, teorilerimiz yine de bundan daha fazlasını
söyleyecek ve bu yüzden onun tarafından eksik belirlenecektir. Bu argümanın makul olduğunu
düşünüyoruz, ancak tamamen ikna edici değil, çünkü oldukça naif bir tümevarımcılığa
dayanıyor gibi görünüyor - en önemli öncül, A'nın bir gözlem dili L'de ifade edilememesi
durumunda, A'nın herhangi bir dil tarafından desteklenemeyeceğidir. L'de ifade edilebilen
kanıttır. Ve bu öncül için iyi bir argüman mı bilmiyoruz.
İkincisi ve daha da önemlisi, ampirik yetersiz belirlenimin birçok ikna edici örneği
vardır - bunlar tüm teorilerin benzer şekilde az belirlenmiş olduğuna inanmayı makul kılar. Her
halükarda, öncelikle vakalar tarafından ampirik yetersiz belirlenimi savunuyor ve kısaca
sunulduğu gibi kapsamlı genel argümanlara dayanmakla yetinmiyor.
Ayrıntıya girmeden, ampirik olarak eşdeğer teorilerin varlığına dair ikna edici
argümanlar olduğunu kabul ediyoruz, ancak bunlar sağlam olsalar bile genel tezi oluşturmazlar.
Çünkü bazı teorilerin nihai olarak eksik belirlendiğini göstererek, tüm teorilerin eksik
belirlendiğini kabul etmek mümkün değildir. Örneğin, geleneksellik için en ayrıntılı
argümanların mevcut olduğu dinamik teorilerimizi ve uzay ve zaman teorilerimizi yalıtmaya
çalışabilir ve bu teorilerde meydana gelen en azından bazı varlıkların, örneğin kuvvetler, kabul
edilebilir olduğunu kabul edebilir. Gerçek olmayıp, atom ve atom altı fiziğinin varlıkları için
bu varlıkların varlığını varsayan teorilerin aynı şekilde geleneksel olmadığını savunarak realist
bir yorumu korur.
Şimdi, özellikle "bilimsel varlık" gerçekçiliğini bu biçimde savunmak istemiyoruz,
çünkü artık daha güçlü içsel gerçekçi konumu tercih ederiz. Bununla birlikte, uzay-
zamanımızın ve diğer soyut model teorilerimizin uzlaşımsallığına ilişkin ana savların, nedensel
süreç teorilerimizin uzlaşımsallığı savları olarak devam etmediğini belirtmekte fayda var. Zira,
bu teorilerde öne sürülen varlıklar varsa, onların kendilerini çeşitli şekillerde göstermelerini ve
şu ana kadar geliştirdiğimiz teorilerde açıklananların dışında nedensel süreçlere katılmalarını
95 beklemeliyiz. Sonuç olarak, nedensel süreç teorilerimiz geliştikçe, beklenmedik kaynaklardan
teyit gelmesini beklemeliyiz. Bu nedenle, bir teorik bağlamda ampirik olarak ayırt edilemeyen
teoriler, başka bir teorik bağlamda ayırt edilebilir. Yeni teorik gelişmeler, daha önce ampirik
olarak eşdeğer olduğu düşünülen iki teorinin gerçeğiyle farklı bir şekilde ilgili olan bazı ampirik
değerlendirmeleri gösterebilir.
Örneğin, bir hacim hidrojenin neden bir klor ile birleşerek iki hacim hidrojen klorür
oluşturduğunu açıklamak için iki kimyasal kombinasyon teorisi oluşturmak mümkündür. Biri
klasik teoridir; diğeri ise, temel ve bileşik gazların karakteristiği olan belirli "gaz sayılarının"
ve bu gaz sayılarını birleşen hacimlerle ilişkilendiren belirli yasaların varlığını varsayar.
Ampirik olarak test edilebilir sonuçlar açısından, teoriler eşdeğerdir. Bununla birlikte, bunlar
çok farklı teorilerdir. Atomların ve moleküllerin varlığını ve kimyasal bileşimin para-mekanik
süreçlerini varsayar; diğeri yapmaz. İkinci teoriye, böyle şeylerin veya süreçlerin olmadığı
varsayımını ekleyebiliriz - sadece iki teorinin uyumsuz olduğundan emin olmak için. Şimdi, bu
iki teorinin aynı ampirik olarak test edilebilir sonuçlara sahip olmalarına rağmen, kesinlikle
değiller ve ampirik olarak asla eşdeğer olmadıklarını söylemek istiyorum. Çünkü gelişme için
oldukça farklı beklentiler sundular ve yeni teoriler geliştirildikçe, yeni gerçekler bunlardan
birinin kabulüyle alakalı hale geldi. Örneğin, elektroliz gerçekleri teorinin ampirik sonuçları
değildir, ancak kullanılan atomik-moleküler model üzerinde kolayca açıklanabildikleri için
kesinlikle onu desteklediler.
Pek çok filozof, teorileri, gözlemsel koşulluları ima eden cümle kümeleri, yani biçim cümleleri
olarak düşünür.
''C\ A C2A ... CnZD O''
Burada C15 C2,... Cn ampirik olarak belirlenebilir sınır koşullarıdır ve O bir gözlem
ifadesidir (örneğin, uzay-zaman bölgesinde 5 türünde bir olay meydana gelmektedir). Bu teori
modeli o kadar yaygın olarak kabul edilir ve kullanılır ki, makul bir şekilde "standart model"
olarak adlandırılabilir. Bu modelde, eğer aynı gözlemsel koşul kümesini ima ediyorlarsa, iki
teorinin ampirik olarak eşdeğer olduğunu söylemek yeterince doğaldır. Çünkü ancak bu
böyleyse, aynı ampirik sonuçlara sahip olacaklardır. Yine de bu kritere göre, benim "gaz sayısı"
teorim ampirik olarak eşdeğerdir - ki bu bize göre saçmadır. Saçmadır çünkü teorinin lehine
ve gaz sayısı teorisine karşı olan kanıtlar artık ezicidir. Bunun nedeni, filozofun orijinal
teorisinin çok genel ve güçlü bir kimyasal kombinasyon teorisine gömülmesi ve çok çeşitli
diğer fiziksel ve kimyasal teorilerle (ortak hipotezleri olması anlamında) iyi kurulmuş
bağlantılara sahip olmasıdır. .
Filozofun teorisi, bu diğer teorilerden destek aldı çünkü onların ayrılmaz bir parçası
haline geldi. Filozofun teorisinin lehinde olan kanıt, onun gözlemsel sonuçlarının elde
edildiğinin teyidi ile özdeşleştirilemez - en azından, "gözlemsel sonuçlar" standart modelin
önerdiği kadar dar bir şekilde anlaşılmıyorsa.
Teoriler normalde tecrit halinde ortaya çıkmazlar ve bir teorinin lehinde veya aleyhinde
kanıtlar beklenmedik yerlerden gelebilir. Bu kanıt, aksiyomlardan ilgili çıkarımları
gerçekleştiremediğimiz için değil, bu aksiyomların bir sonucu olmadığı için, her halükarda
yalnızca bu aksiyomların sonucu olmadığı için beklenmedik olabilir. Sadece bazı yeni,
bağlantılı teorik gelişmeler meydana geldiği için söz konusu teoriyle ilgili olarak görülebilen
kanıt olabilir. Bu nedenle, hangi teorik gelişmelerin meydana gelebileceğini önceden
bilemezsek, eğer varsa, mevcut göstergelere göre ampirik olarak eşdeğer görünecek teoriler
arasında hangi kanıtın ayrım yapabileceğini önceden söyleyemeyiz. 96
Bu nedenle, hangi teorik gelişmelerin olacağını bilemeyeceğimizi varsayarsak,
birbiriyle uyumsuz iki teorinin ampirik olarak eşdeğer olduğunu, yani hiçbir kanıtın aralarında
ayrım yapamayacağını iddia etmekte hiçbir zaman tam olarak haklı olamayız. Mevcut teorik
dünya anlayışımız göz önüne alındığında, ayırt edilemeyecekleri, ayırt edilemeyecekleri
anlamına gelmez. Bu nedenle bilimsel bir realist, teorilerin ampirik belirsizliği için
ampirist/gelenekselci argümanlara karşı kendi konumunu savunabilir, çünkü o, yetersiz
belirlenim tezinin kanıtlanamayacağını iddia edebilir. Herhangi bir gerçek ampirik yetersiz
belirlenme vakası olduğu, emir dışında gösterilemez.
Bunun nedeni belki de vurgulanmaya muhtaçtır. Kanıt alanının açıklığından
kaynaklanmaktadır. Bir teorinin kanıt alanı ile onun doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili olası
ampirik keşifler kümesini kastediyorum. Bu küme, teorinin ampirik sonuçları kümesinden
açıkça ayırt edilmelidir. Bir teorinin ampirik sonuçları, onun gerektirdiği gözlemsel koşullardır.
Dolayısıyla, bu tür sonuçlar kümesi, bir teorinin mantıksal sonuçları kümesinin bir alt
kümesidir. Ama kanıt alanı öyle değil. Hiçbir şekilde onun içermediği bir teori için kanıt olabilir
ve ona karşı, onunla çelişmeyen kanıt olabilir. Örneğin, elektroliz yasaları, atom-moleküler
teorisini kesinlikle destekledi, çünkü kimyasal kombinasyonlar hakkındaki belirli gerçekleri
açıklamak için önerilen atomik-moleküler model, elektrolizin gerçeklerini açıklamak için
kolayca uyarlanabiliyordu. Ancak, ek varsayımlar yapmadan yasaların orijinal teorisinden
çıkarılamazdı. Öte yandan bazı araştırmacıların deneyinin başarısızlığı, bu sıfır sonuç hem
Newton'un hareket yasalarıyla hem de onun yerçekimi yasasıyla uyumlu olmasına rağmen,
Newton mekaniğine karşı kesinlikle kanıt oldu. Newton'un mekanik yasalarının
elektromanyetik radyasyonun davranışı hakkında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu.
Bu nokta, mevcut bağlamda oldukça önemlidir, çünkü ampirik eşdeğerlik iddialarının
dikkatle ele alınması veya belirli bir teorik gelişme aşamasına görelileştirilmesi gerektiğini ima
eder. Mantıksal olarak farklı iki kuramın aynı ampirik sonuçlara sahip olması gerçeğinden (aynı
gözlemsel koşullar kümesini ima etmeleri anlamında), aralarında ayrım yapabilecek hiçbir kanıt
olmadığı sonucu çıkmaz. Bu, onların bu kadar ayırt edilebilmeleri için herhangi bir yol
düşünemememizden de kaynaklanmaz. Çünkü ilgilendiğimiz teoriler mantıksal olarak farklı
oldukları sürece, aralarında karar verecek testler tasarlamamızı sağlayacak öngörülemeyen
teorik gelişmelerin meydana gelmesi her zaman mantıksal olarak mümkündür. Bu nedenle,
herhangi bir ampirik eşdeğerlik iddiasını kabul etmeyi haklı çıkarmak için, en azından böyle
bir gelişmenin olamayacağına dair iyi bir teorik argümana ihtiyacımız var.
Uzak eşzamanlılığın uzlaşımsallığı tezinin savunucuları, tam da böyle bir argümana
sahip olduklarını iddia ederler. Sinyal hızları ve yavaş saat aktarımıyla ilgili gerçeklerin,
standart ve standart olmayan görelilik teorileri arasında ampirik olarak ayrım yapmamızı hiçbir
zaman imkansız kıldığını iddia ediyorlar - örneğin, bir atalet sisteminde ışığın tek yönlü hızını
bir tür yapan teoriler: yönün işlevi. Nedensel süreç teorilerinin teorik varlıkları, üzerinde
durduğumuz model teorilerinkinden farklıdır. Onlar, eğer varlarsa, doğa anlayışımızı
geliştirdikçe hakkında çok daha fazlasını keşfetmeyi bekleyebileceğimiz türden şeylerdir.
Ve onlarla ilgili kanıt alanının açıklığı nedeniyle, mantıksal olarak farklı ama ampirik
olarak eşdeğer nedensel süreç teorilerinin nihayetinde ampirik olarak ayırt edilemeyeceğinden
asla emin olamayız. Dolayısıyla, kendi konumunu kurmak için ihtiyaç duyduğu genel ampirik
yetersiz belirlenme tezi henüz kanıtlanmamıştır. Bildiğimiz kadarıyla, nedensel süreç teorileri
için ampirik yetersiz belirlenim tezini göstermenin tek yolu, mantıksal olarak eşdeğer olmadığı
97 varsayılan alternatif teorilerin spesifikasyonuna ampirik eşdeğerlik inşa etmektir. Örneğin, T
teorisi yerine 7* teorisine sahip olabiliriz.
T = Dünya, T teorisinin söylediği gibi olmasa da, şimdiye kadar söyleyebileceğimiz kadarıyla,
dünya sanki T doğruymuş gibi davranıyor. Tabii ki, bunun gibi her türlü varyantı vardır.
T" = Aslında hepimiz bir kaptaki beyinleriz, ama... veya
F" = Aslında dünya beş dakika önce başladı (yerel saat), ama...
Ancak varyasyonlar sadece genel stratejiyi göstermektedir. Dolayısıyla, dikkate alınması
gereken temel mesele, alternatif teorilerin bu tür spesifikasyonlarının öngördüğü metafizik
gerçekçiliğin bilimsel bir realist tarafından kabul edilebilir olup olmadığıdır.
1. Tüm teoriler, mantıksal olarak eşdeğer olmayan ancak ampirik olarak eşdeğer alternatif
teorilerin her zaman var olması anlamında ampirik olarak yetersiz belirlenir.
2. Ampirik olarak eşdeğer teoriler arasında seçim, pragmatik olanlar (basitlik, simetri, zarafet,
açıklayıcı güç vb.) dışında hiçbir gerekçeyle yapılamaz.
3. Pragmatik düşüncelerin doğruluk veya yanlışlıkla hiçbir ilgisi yoktur.
4. Dünyanın aşağı yukarı en iyi teorilerimizin söylediği gibi olduğuna inanmak için iyi
nedenlerimiz var.
Metafizik gerçekçilik konusunu tartışırken, bunu kendi içsel gerçekçilik konumumla
karşılaştırmama izin verin. Çünkü 3. tezi reddederek ve pragmatik bir hakikat teorisini kabul
ederek bilimsel gerçekçiliğin nasıl savunulabileceğini göstermek istiyoruz.
İç metafiziksel gerçekçilik
Bir şeyin böyle olduğunu bilmek için, ona inanmakta bir şekilde haklı olmalıyız ve
dahası, doğru olmalıdır. 'Bir şekilde' diyoruz çünkü görünüşe göre her haklı doğru inanç vakası
bir bilgi vakası değil. Ama burada değinmek istediğimiz nokta, gerekçelendirme kavramının
nasıl dile getirilebileceğinden bağımsız olduğu için, buradaki iyileştirmelerin bizi
ilgilendirmesine gerek yok. O halde sadece bilginin doğru ve gerekçeli inanç olduğunu
söyleyelim ve incelikleri görmezden gelelim. O halde, görünüşe göre, bilgi için iki tür koşul
vardır: biri dünyanın nasıl olduğuyla ilgilidir, diğeri ise onun hakkındaki inançlarımızın
gerekçelendirilmesiyle ilgilidir.
Bunları sırasıyla ontolojik ve epistemik koşullar olarak adlandıralım. Şimdi, neredeyse
herkesin, epistemik koşulların tatmininin ontolojik olanların tatminini gerektirmediği veya tam
tersi olduğu konusunda hemfikir olduğunu düşünüyoruz. Yanlışa inanmakta haklı olabiliriz ve
doğruya inanmakta haklı olmayabiliriz.
Bu, içsel ve metafizik gerçekçiler arasındaki ortak zemindir. Farklı oldukları nokta, bu
noktanın nihai olarak haklı çıkarılabilecek olanın sınırına kadar ekstrapolasyonundadır. İç
realist için doğru olan şey, eğer bir şey varsa, nihai olarak haklı gösterilebilir olandır. Ancak
metafizik realist için hakikat, bu sürecin öngörülen sınırında bile, rasyonel değerlendirmeden
bağımsız kalır.
İç realistin gerçeği, garanti edilen iddia edilebilirlik veya makul inançla eşitlemediğinin
açık olması önemlidir. Çünkü bu kavramlar mevcut veya mevcut kanıtlara ve belki de belirli
arka plan varsayımlarına ve verilen bağlamda söz konusu olmayan teorilere bağlıdır. Hayır,
içsel realist için gerçek, makul inancın bir tür sınır kavramıdır. Hepimiz bildiklerimizle sınırlı 98
olduğumuza ve muhtemelen inandığımız bazı şeylerin yanlış olduğuna inanıyoruz, ancak bu
nedenlerden dolayı yaptığımız şeye inanmamızın mantıksız olduğunu düşünmüyoruz. Koşullar,
makul olarak inandığımız şeyleri değiştirebilir. Yeni kanıtlar keşfedilirse, daha iyi bir teori öne
sürülürse, daha önce kabul edilen sonuçlar sorgulanırsa, makul olarak inandığımız şey bu
değişikliklerden etkilenir. Ayrıca, normalde bu değişiklikleri daha iyiye yönelik olanlar olarak
-dünyaya ilişkin bilgimizi ve anlayışımızı geliştiren değişiklikler olarak- kabul etmeliyiz.
Gerçek, içsel realist için bu sürecin varsayılan mükemmelliğidir. Eğer bilgimiz mükemmel
olsaydı, tam kanıta dayansaydı, içsel olarak tutarlı olsaydı ve teorik olarak mümkün olan en iyi
şekilde bütünleştirilmiş olsaydı, inanmamız gereken şey budur. Bu mükemmellik kavramını
açıklamaya çalışırken elbette çok büyük sorunlar var. Ama içsel realist için hakikat, eğer varsa,
olması gereken budur.
Metafizik realist ise farklı bir hakikat kavramına sahiptir. Ona göre hakikat, bizim
epistemik değerlerimizden bağımsız olarak geçerli olan ile doğru olan arasındaki bir ilişkidir.
Epistemik değerlerimiz, diğer insanların söylediklerini, inandıklarını ya da yeniden
düşündüklerini (doğruluk ya da yanlışlık açısından) değerlendirmeye dahil olduğumuzda açıkça
devreye giren değerlerdir.
Kendi inançlarımızı değerlendirmek. Bir şeyin ne kadar iyi kanıtlandığını,
desteklendiğini veya açıklandığını ya da bildiğimizi düşündüğümüz diğer şeylerle ne kadar
uyumlu olduğunu yargılarız. Ve bunu yapmak için, bazı tercihler sistemine sahip olmalıyız. Bu
tercihleri doğuran değerler bizim epistemik değerlerimizdir. Metafizik realist normalde böyle
değerlere sahip olduğumuzu kabul eder ve kesinlikle kabul etmelidir.
Ama gerçeğin, bu değerlerin ne olabileceğine bağlı olmadığı söylendi. Aslında, neyin
doğru olduğunu keşfetme amacına iyi uyarlanmış epistemik değerlendirme kriterleri geliştirmiş
olabiliriz. Ama sonra tekrar, olmayabiliriz. Dünya ve bizim epistemik değer sistemlerimiz,
ondan şüphe etmek için bize iyi nedenler verecek hiçbir kanıt bulamayacağımız (veya ortaya
çıkaramadığımız) olsa da, mükemmel teori bile (var olduğunu varsayarak) doğru olmayabilir.
Birinin hakikat kavramının, birinin gerçeklik hakkındaki inançlarını büyük ölçüde
etkilemesi gerekmez. Sonuç olarak, içsel realistler ve metafizik realistler oldukça benzer
ontolojilere sahip olabilirler. Örneğin, bir içsel realistin fizikalist olmaması için hiçbir neden
yoktur, çünkü hiçbir sebep yoktur, ki bu başka kimse için bir sebep değildir, neden bir içsel
realistin fizikalist ontolojiyi, onun fizikalist ontolojiyi, fizikalist ontolojiyi, fizikalist ontolojiyi,
fizikalist ontolojiyi olduğu gibi kabul etmemesi için bir sebep yoktur. İnanmak en mantıklısı.
Aksine, bunu yapması için çok iyi bir nedeni var gibi görünüyor.
Dahası, bir içsel realist, herhangi birinin bilgisinden veya onun hakkındaki
inançlarından bağımsız olarak var olan bir realitenin var olduğuna inanmanın tamamen saf
anlamıyla bir realist olabilir ve gerçekten olmalıdır. Elbette, fiziksel dünyanın doğasıyla ilgili
elimizdeki en iyi teorilere göre, insan ırkı hiç var olmamış olsa bile gerçeklik hemen hemen
aynı olurdu. Herhangi bir mantıklı kişi buna inanmalıdır ve içsel realistler fazlasıyla mantıklı
olabilir. Dahası, içsel realistin inanabileceği bağımsız gerçeklik, özelliksiz bir numen değil,
fiziksel özelliklerin birbirleriyle olağan yollarla etkileşime girdiği bir fiziksel nesneler
dünyasıdır. Bu şeylerin var olduğuna inanmak doğruysa ve inanmak doğru olan şey gerçekse,
o zaman, elbette, öyle oldukları doğrudur.
102
İLERLEME VEYA RASYONALLİK?
NORMATİF DOĞALİZM İÇİN BEKLENTİLER
Giriş
Bilimsel metodoloji teorisi (kısaca 'metodoloji') zor zamanlar geçirmiş görünüyor.
Metodolojinin bir zamanlar bilim felsefecileri arasında gurur duyduğu bir yerdeyken, şimdi
birçok kişi onun geleceği konusunda şüpheci. Araştırmacılar, her yöntemin en az diğerleri kadar
iyi (ve dolayısıyla kötü) olduğunu gösterdiğini iddia eder: metodolojik standartların, rakip
teoriler arasındaki seçimi belirlemek için hiçbir zaman çok belirsiz olduğunda ısrar ederler. 2
Genellikle metodolojik kuralları, hiçbir rasyonel seçim yapılamaz. 3 Metodolojistin hangi
teorilerin reddedileceği veya kabul edileceği konusunda çağdaş bilim adamlarına garantili
tavsiyelerde bulunamayacağını ve böylece metodolojiyi herhangi bir kural koyucu güçten
mahrum bırakacağını iddia edecek kadar ileri gider. 4. Farklı nedenlerle, yapabileceğimizin en
iyisinin doğa bilimcileri tarafından kullanılan yöntemleri tanımlamak olduğunu, çünkü karakter
olarak kuralcı olan normatif bir metodolojiye yer olmadığını savunuyorlar. İşin üstünü örtmek
için, alandaki herkes, sırasıyla tümevarımcılar bağlantılı yirminci yüzyıl epistemolojisindeki en
etkili iki programın, kaynaklarının üstesinden gelinemeyecek gibi görünen teknik zorluklarla
karşılaştığı gerçeğinin farkındadır. Herkes metodolojik girişimden vazgeçmedi; ancak bilimsel
metodoloji için hala kuralcı bir rol görenler, bu metodolojinin nasıl garanti edileceği konusunda
103 hemfikir değiller. Kısmen, bu pratik bir sorundur; piyasada birkaç rakip metodoloji var ve hepsi
doğru olamaz.
Ancak bu aynı zamanda kavramsal bir zorluktur, çünkü rakip yöntemler arasında keyfi
olmayan bir seçim yapma yolunun olmadığını kabul etmek, metodoloji epistemolojisinin (yani
meta-metodolojinin) derinden kuşkulu olduğunu söylemektir. Bilindiği gibi, uygulamalı
metodolojistler, bir bilim metodolojisinin garanti altına alınacağı koşullar hakkında
anlaşamazlar; Hangi metodolojiyi kabul edecekleri konusunda hemfikir olamamaları gerçekten
de şaşırtıcı değil. Tüm bunlar, metodolojistin önereceği tavsiyeye kimsenin en ufak bir dikkat
göstermesi için iyi bir neden olmadığı algısını davet ediyor.
Bu nedenle, birçok metodoloji uzmanının sinir kaybı yaşaması pek şaşırtıcı değildir.
Yine de, bu kasvetli gerçeklere rağmen, metodolojik girişimin zamanından önce silindiğine
inanıyorum. Bence başlangıçta makul, ancak nihayetinde aldatıcı bir dizi argümanın gücüyle
büyük ölçüde terk edildi. Daha da kötüsü, onun sahadan çekilmesi, epistemik göreciliğin çeşitli
tatsız biçimlerine ya da çeşitli ve neredeyse eşit derecede şüpheli epistemik sezgicilik
biçimlerine yüksek bir zemin bırakmıştır.
Ancak canavara yeni bir hayat vermenin mümkün olduğunu göstermeye çalışmadan
önce, metodolojik girişime karşı son yıllarda muhtemelen en etkili argüman olan şey üzerinde
biraz durmam gerekiyor. Bu argüman, 'tarihsel dönüşüm' olarak adlandırılan şeye
dayanmaktadır. Bu ifade, 1960'lar ve 1970'ler boyunca, bilimsel rasyonaliteye dair felsefi
nosyonumuzun, bizim felsefi düşüncemizi savunan yazarların görüşlerine atıfta bulunmaktadır.
Bilinen çeşitli bilim metodolojilerinde somutlaştırıldığı gibi, bilimdeki büyük tarihsel
başarıların rasyonelliğini yakalamakta tamamen başarısızdır.
Bu "tarihçiler", benim onları adlandıracağım şekliyle, Galileo, Newton, Darwin ve
Einstein gibi bilim devlerinin, bir zamanlar filozoflar tarafından savunulan teori
değerlendirmesinin tüm tanıdık metodolojik kanonlarını ihlal ettiğini gösterdiklerini iddia
ediyorlar. Tarihçiler, büyük bilim adamlarının herhangi bir bilim metodolojisinden çıkan
tavsiyelere uygun seçimler yapmamalarının, bu metodolojinin dramatik bir indirgemesi olarak
durduğunda ısrar ediyorlar. Mevcut metodolojilerin, eski bilim adamlarının eylemlerinin
rasyonel olarak yeniden inşasına izin vermedeki başarısızlığının, bu metodolojilerin
yetersizliğini kesin olarak gösterdiğini söylüyorlar. Bir metodoloji veya epistemolojinin geçmiş
bilimi rasyonel olarak sergilemesi gerekliliğinin tamamen yanlış olduğuna inanıyoruz. Ayrıca,
bu gereklilikte ısrar etmeden, rakip yöntem veya bilgi teorileri arasında makul ve garantili
seçimler yapabileceğimizi düşünüyorum. Bu makalenin amacı, rasyonel yeniden
yapılandırılabilirlik şartının ne istendiğini ne de gerekli olduğunu göstermektir.
Çözüm
Metodolojik kuralların, büyük bilim adamlarının teori seçimlerini rasyonel olarak
gösterip göstermediklerini belirleyerek tahlil edilmesi gerektiği iddiasını inceleyerek başladım.
Bunun metodolojik bir kuralın meşru bir testi olmadığını gösterdim çünkü bu seçimler tipik
olarak bizimkinden farklı aksiyolojilere ve arka plan inançlarına sahip bilim adamları tarafından
yapıldı. Seçimleri mantıklı olabilir, ancak metodolojilerimizin bunu ortaya çıkarmasını
beklemek uygun değildir. Rasyonelliğin yeniden yapılandırılabilirliğini uygun bir meta-kriter
olarak reddederek, metodolojik doktrinleri amaçlar ve araçlar arasında olumsal bağlantıları öne
süren ifadeler olarak tasavvur ederek boşluğu doldurmayı önerdim. Metodolojik kurallara dahil
edilen araştırma stratejilerinin, söz konusu kuralı izlemenin bilişsel amaçlarımızı
115 gerçekleştirmeye doğru ilerlememizi sağlayacağına dair makul argümanlarımız ve kanıtlarımız
olup olmadığının belirlenmesiyle test edilebileceğini gösterdim. Ampirik yöntemleri "test
etmek" için ampirik yöntemlerin kullanılmasıyla ilgili soru sormanın ortaya çıkması,
metodolojistler tarafından evrensel olarak kabul edilen kanıtsal destek ilkelerine başvurularak
önlenir. Böylece önümüze çıkan şey, bilim felsefecisi için önemli bir eleştirel ve kuralcı rolü
koruyan ve bize rakip metodolojiler ve bilim epistemolojileri arasında seçim yapmamızı
sağlamayı vaat eden natüralist bir metodoloji teorisinin taslağıdır. Söz vermediği şey,
metodolojinin a priori veya düzeltilemez kanıtlarıdır; tersine, metodolojiyi epistemik olarak
bilimin kendisi kadar güvencesiz kılar. Ama bu sadece, sorgulamanın nasıl yapılacağına dair
bilgimizin, dünyanın nasıl olduğuna dair en iyi tahminlerimizi oluşturan aynı ipte asılı olduğunu
söylemek içindir. Metodolojiyi fizikten daha güvenli kılmak isteyenler var; Buradaki zorluk,
fizik kadar güvenli olduğunu göstermektir.
GERÇEKÇİLİK, YAKLAŞIK GERÇEK VE
FELSEFİ YÖNTEM
Metafizik
Mantıksal pozitivistler, doğramacılığın onları reddetmeye yönelttiği
'gözlemlenemeyenler' hakkında bir tür araştırma için 'metafizik' terimini kullandılar.
Geleneksel olarak bu terimin kapsamına girenlerin çoğu, pozitivistlerin anladığı anlamda
'metafizik ‘ti, ancak örneğin maddenin atomik yapısı hakkında araştırma da öyleydi. Eğer
124
bilimsel gerçekçilik doğruysa, o zaman bilim adamlarının rutin olarak başarılı 'metafizik'
yaptıkları sonucu çıkar. Metafizik ile ilgili olarak (filozofların ve diğerlerinin bu terimi
genellikle kullandıkları gibi) durum daha karmaşıktır.
Bilimsel gerçekçilik standart nedenlerden herhangi biri için doğruysa, o zaman bilim
adamları kimyasal türlerin gerçek özlerini keşfederler ve böylece bazı gerçek metafizik
yaparlar. Ayrıca, gözlemlenemeyenin bilimsel bilgisinin mümkün olması, bilimsel bulguların
bazı geleneksel metafizik soruları çözüp çözmediğini (veya çözeceğini) ciddi bir soru haline
getirir. Kuşkusuz, materyalist bir zihin anlayışı lehine son zamanlardaki neredeyse fikir birliği,
deneysel metafiziğin olasılığına ilişkin gerçekçi bir anlayışı yansıtmaktadır. Bununla birlikte,
bilim adamlarının, yöntemleri onları bu tür sorulara yanıtları yansıtan teorileri benimsemeye
yönlendirse bile, filozofların özel ilgi alanı olan belirgin metafizik sorulara rutin olarak doğru
yanıtlar alma eğiliminde oldukları bilimsel gerçekçilikten çıkmaz.
Özellikle, bir bilimsel realist, belirli bir tarihsel anda kullanılan bilimsel yöntemlerin
güvenilirliğini, o sırada kabul edilen arka plan teorilerinin yaklaşık doğruluğuna başvurarak
açıklamayı önerdiğinde, bu teorilerde cisimleşen metafizik kavramların, bu teorileri temsil
ettiğini kabul etmesine gerek yoktur. Felsefi standartlara göre iyi bir yaklaşım iki örnek konuyu
açıklayacaktır.
Darwin'in Köken ‘deki açıklamasının değerlendirildiği yöntemlerin güvenilirliğinin,
geçerli arka plan biyolojik teorisinin çoğunun yaklaşık gerçeğine atıfta bulunarak
açıklanacağını düşünün. Örneğin türler hakkında çok şey biliniyordu- sadece belirli türler
hakkında gerçekler değil, ancak bir tür kavramıyla formüle edilebilecek anatomik, davranışsal,
genetik ve biyografik genellemeler hakkında. Realist, bu tür bilgisinde somutlaşan gerçeğe
yaklaşımların, Darwin ve çağdaşları tarafından kullanılan biyolojideki araştırma yöntemlerinin
güvenilirliğini açıklayan şeyin bir parçası olduğunu kabul edecektir.
Darwin'in çalışmasından önce, hâkim anlayış, türlerin üyeliğini öncelikle bireylerin bir
özelliği haline getirdi; Darwin'den sonra, bir türü ilk etapta bir popülasyon ailesi olarak doğru
bir şekilde gördük. Darwin döneminin arka plandaki biyolojik teorileri, türlerin metafiziği
hakkında derinden yanlış yaptı. Bununla birlikte, Darwin öncesi biyologların sınıflandırma
uygulamaları, erken evrim teorisinde metodolojinin güvenilirliğinin hayati bir şekilde bağlı
olduğu türler hakkında zengin ve önemli ölçüde doğru irfan oluşturmaya hizmet edecek kadar
güvenilirdi- ya da en azından realist makul bir şekilde savunabilir.
Benzer şekilde realist, fizikçilerin kuantum teorisindeki erken gelişmeleri
değerlendirdikleri yöntemlerin güvenilirliğini, örneğin atomların ve atom altı parçacıkların ön-
kuantum teorisinin yaklaşık olarak doğru olduğu noktalara başvurarak açıklamak isteyecektir.
Çeşitli atom altı parçacıkların ve (çoğu) temel fiziksel büyüklüklerin doğru tanımlanmasına, bu
parçacıkların saptanması ve çeşitli fiziksel özelliklerinin ölçülmesi için güvenilir prosedürlerin
mevcudiyetine ve klasik anlayışlara başvuracaktır. Hem kuantum-mekanik sistemlerin zaman-
evrimi için denklemin formülasyonunda hem de pratikte kuantum-mekanik sistemler için
uygun Hamiltoniyenin seçilmesinde kullanılan tekniklerde yansıtılır.
Gerçekten de kuantum teorisinin erken gelişiminin çoğunu, yeterli bir kuantum mekanik
tedavisinin sağlandığı fenomenler yelpazesinin kademeli olarak genişlemesi olarak tasvir etmek
isteyecektir. Böyle bir hesaba göre, kuantum teorisinin erken gelişiminin herhangi bir
125 aşamasında, fiziksel sistemler için önerilen modeller her zaman, daha sonra kuantum-mekanik
reformülasyonu bekleyen esasen klasik (veya göreli) bileşenlerle birlikte belirgin bir şekilde
kuantum-mekanik bileşenlerin bir karışımıydı. Realist, bu tür bir gelişmenin güvenilirliğini ve
haklılığını, klasik mekaniğin kendisinin ve kuantum teorisinin gelişimindeki ardışık aşamaların
gerçeğine yaklaşma açılarına başvurarak açıklamak isteyecektir.
Şimdi, klasik bir atomik fenomen kavramı olarak anlaşılan atomik fenomen kavramını
düşünün. Felsefi metafiziğe katkı. Muhtemelen, bu kavramın metafizik bileşeni, bir tür mekanik
atomizedir: ayrı ve sorunsuz bir şekilde bireyselleştirilmiş parçacıkların ve bunlarla ilişkili
alanların, belirli bir mesafede eylem olmadan deterministik bir şekilde etkileşime girdiği bir
resim. Mevcut kuantum-mekanik madde anlayışımız, bu resmin her bir bileşenini reddeder:
atomistik ayrı parçacıkları için, parçacık benzeri bireyselleşmenin bazen imkânsız olduğu dalga
benzeri özelliklerle varlıkları değiştiririz; determinizmi reddediyoruz ve uzaktan eylemin klasik
felsefi reddi tarafından kesinlikle engellenecek yerel olmayan etkilerin olduğunu kabul
ediyoruz. Atom dünyasının klasik kavramları, kabul edelim, metafizikteki gerçeğe zayıf
yaklaşımlardı. Bu, gerçekçilerin kuantum teorisinin gelişimine ilişkin açıklamasını sürdürmek
için diğer açılardan yeterince iyi yaklaşımlar olmalarını engeller mi?
Açıkçası hayır. Realistin açıklamasına yönelik başka itirazlar ne olursa olsun, onun
açıklamasının ilgili olarak yaklaşık olarak doğru olarak ele aldığı klasik anlayışın iyi metafizik
olmadığı inandırıcı bir itiraz değildir. Tek yapması gereken, klasik kavrayıştaki metafizik
hataların, onun hakiki kavrayışlarının metodolojik katkısını nasıl bozamadığını açıklamaktır.
Bu amaçla, örneğin, atom altı parçacıkların (klasik) parçacık benzeri olduğu açılardan,
kuantum-mekanik sistemlerin ölçümden önceki zaman evriminin determinizmine ve çok çeşitli
fenomenlere başvurabilir. Yerel olmayan 'uzaktan eylemin' etkilerini önemli ölçüde göstermez.
Belki de evrim teorisinin gelişmesi durumunda ve kesinlikle kuantum mekaniği durumunda,
realistin açıklaması bilim adamlarının önemli bir başarı ile 'metafizik' yapmasını sağlayacaktır;
her iki durumda da onları iyi metafizik yapıyormuş gibi tasvir etmemelidir.
Az önce tartışılan vakalar ek bir noktayı göstermektedir. Her durumda, daha önceki
teorik geleneğin metafizik eleştirisi sağlamsa, o zaman metafizik hatalara ek olarak, belirli
anahtar önermelerin mantıksal biçimiyle ilgili hataları da içeriyordu. Müstehcen, bireyler değil,
popülasyonlar arasındaki bir ilişkidir; Dolayısıyla Darwin öncesi biyoloji, tür üyeliğine ilişkin
mantıksal önerme türleri hakkında bir hata içeriyordu. Benzer şekilde, kuantum mekaniği,
klasik olarak kabul edilen fiziksel büyüklüklerin vektör veya skaler değerli fonksiyonlardan
ziyade Hermit operatörlerine karşılık geldiğini düşünmemizi gerektirir; sonuç olarak, klasik
mekanik, örneğin, parçacıklara konum veya momentum atfetmelerinin mantıksal biçimi
hakkında yanılıyor. Her iki hata da önceki teorinin yaklaşık gerçeğinin, sonraki teorinin
geliştirildiği ve onaylandığı metodolojiye yaptığı söylenen katkıyı baltalamaz. Gerçekçi ihtiyaç,
başarılı arka plan teorilerine ne metafizik başarı ne de mantıksal kesinlik atfeder. Yaklaşımın
felsefi olarak temiz olması gerekmez.
Kuhn, ciddi bir yanlış yorum olarak gördüğü bu yanıt karşısında şaşkına döndü. İletmek
istediği şey, eğitimli bilim adamlarından oluşan topluluğun kararının sahip olabileceğimiz en
iyi nesnellik ve rasyonellik ölçütünü oluşturduğu iddiasıydı. Bu tür nesnel ve rasyonel
yöntemlerin doğasını daha iyi anlamak için, bilim adamlarının rekabet halindeki teorilerin
karşılaştırmalı değerlendirmelerini yapmaya çalıştıklarında gerçekte ortaya koydukları
düşüncelere daha ayrıntılı bakmamız gerekir.
Örnekleme amacıyla, Kuhn iyi bilimsel teorilerin özelliklerinin (kapsamlı olmayan) bir
listesini sunar, şöyle iddia eder: bireysel olarak önemli ve toplu olarak neyin tehlikede olduğunu
göstermek için yeterince çeşitli... Bu beş özelliğin doğruluğu, tutarlılık, kapsam, basitlik ve
verimlilik - bir teorinin yeterliliğini değerlendirmek için standart kriterlerdir... Hemen hemen
aynı türden diğerleriyle birlikte, teori seçimi için ortak bir temel sağlarlar.
Biri onları kullanmaya çalıştığında iki tür sorun ortaya çıkar.
Bireysel olarak ölçütler kesin değildir: bireyler, somut durumlara uygulanabilirlikleri
konusunda meşru olarak farklılık gösterebilirler. Ek olarak, birlikte konuşlandırıldıklarında,
tekrar tekrar birbirleriyle çatıştıklarını kanıtlarlar; örneğin doğruluk, bir teorinin seçimini dikte
edebilir, rakibinin seçimini kapsayabilir.
Bu tür nedenlerden dolayı -ve diğerleri gibi- bireysel bilim adamları, belirli bir teori
seçimi konusunda belirli bir anda farklılık gösterebilir. Bununla birlikte, zaman içinde, bilim
adamları topluluğunun bireysel üyeleri arasındaki etkileşimler, grup için bir fikir birliği üretir.
Bireysel seçimler kaçınılmaz olarak kendine özgü ve öznel faktörlere bağlıdır: yalnızca grup
etkinliğinin sonucu nesnel ve tamamen rasyonel olarak kabul edilebilir.
Kuhn'un başlıca iddialarından biri, varsayımsal-tümdengelimli akıl yürütme ile birlikte
gözlem ve deneyin, bilimsel teorilerin seçimini yeterince açıklamadığı görünüyor. Bu, bazı
filozofların teori seçiminin rasyonel olmadığına inanmalarına yol açmıştır. Kuhn ise tersine,
dahil olan ek faktörleri belirlemeye çalıştı. Bu ek faktörler, bilimsel rasyonalitenin çok önemli
bir yönünü oluşturur.
Bayes Teoremi
Bilimsel hipotezleri veya teorileri değerlendirme ve seçme problemiyle başa çıkmanın
ilk adımı, bilim mantığının bir karakterizasyonu olarak geleneksel hipotetik-tümdengelimli (H-
143 D) şemanın yetersizliğinin kabul edilmesidir. Bu şemaya göre, bilimsel bir hipotezi, uygun
başlangıç koşulları ve yardımcı hipotezlerle birlikte, doğru olduğu ortaya çıkan gözlemsel bir
tahminden çıkararak onaylıyoruz. HD yönteminin bir takım iyi bilinen eksiklikleri vardır. (1)
Aynı öngörüyü açıklamak için başvurulabilecek alternatif hipotezleri hesaba katmaz. (2)
Değerlendirilmekte olan hipotezin ilk akla yatkınlığına atıfta bulunmaz. (3) İstatistiksel
hipotezlerin test edilmesi gibi durumları içeremez.
T, test edilen teori veya hipotezi, 'B' arka plan bilgimizi ve 'E' yeni elde ettiğimiz bazı
yeni kanıtları temsil etsin. Daha sonra denklemin sol tarafındaki ifade, arka plan bilgisi ve yeni
kanıtlar temelinde hipotezimizin olasılığını temsil eder. Bu, arka olasılık olarak bilinir.
Denklemin sağ tarafı dört olasılık ifadesi içerir. Bunlardan ikisi, P(T/B) ve P(~T/B), ön
olasılıklar olarak adlandırılır, bunlar, hipotezimizin doğru olduğuna dair yeni kanıt E'yi hesaba
katmadan, yalnızca arka plan bilgisine dayanarak olasılığı temsil eder. Sırasıyla doğru veya
yanlış. Açıkçası, iki önceki olasılığın toplamı bir olmalıdır; birinin değeri biliniyorsa, diğerinin
değeri hemen çıkarılabilir. Kalan iki olasılık, P(E/T.B) ve P(E/ T.B), olasılıklar' olarak bilinir,
bunlar sırasıyla, hipotezimiz doğru olsaydı yeni kanıtın ortaya çıkma olasılığı ve bunun
gerçekleşme olasılığıdır. Eğer hipotezimiz yanlış olsaydı. İki olasılık, önceki iki olasılığın
aksine bağımsız olarak oluşturulmalıdır; birinin değeri diğerinin değerini otomatik olarak
belirlemez. Hipotezimizin sonsal olasılığını hesaplamak için, Bayes teoreminin sağ tarafına
yerleştirmek için üç ayrı olasılık değerine ihtiyacımız var - bir önceki olasılık ve iki olasılık.
Bilimsel akıl yürütmenin doğasıyla ilgili herhangi bir önemli sorunu çözmeye
girişmeden önce, Bayes teoreminin basit ve tartışmasız bir uygulamasına bakalım. Günde 6.000
adet konserve açacağı üreten bir fabrika düşünün. Bu fabrikanın iki makinesi var, yenisi günde
5.000 kutu açacağı üreten ve eskisi günde 1.000 kutu üreten eski bir makine. Yeni makine
tarafından üretilen konserve açıcıların yüzde 1'i kusurlu; Eski makine tarafından üretilenlerin
yüzde 3'ü kusurlu. Bugünün üretiminden rastgele bir konserve açacağı seçiyoruz ve onu kusurlu
buluyoruz. Yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığı nedir?
Bu sorunun cevabını Bayes teoremi ile alabiliriz. Bugün bu fabrikada üretilen konserve
açıcı sınıfını 'B', yeni makine tarafından üretilen konserve açıcı sınıfını T ve kusurlu bir
konserve açıcı için 'E'yi temsil edersek, aradığımız olasılık sonsal olasılık P(T/B.E) bugünün
üretiminden hatalı bir konserve açacağının yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığıdır.
Önceki olasılıkların ve benzerliklerin değerleri verilmiştir, yani:
Bu değerleri denklem (1)'e eklemek, hemen P(T/B.E) = 5/8 verir. Eski makinenin
kusurlu bir konserve açacağı üretme olasılığının yenisine göre daha yüksek olduğuna dikkat
edin, ancak kusurlu bir konserve açacağının yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığı,
eski makine tarafından üretilmiş olandan daha fazladır. Bu, açıkçası, yeni makinenin genel
olarak eskisinden çok daha fazla konserve açacağı üretmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu örneğe bakmanın bir yolu, belirli bir konserve açacağının yeni makine tarafından
üretildiği hipotezini T üzerinde düşünmektir. Bu nedensel bir hipotezdir. Arka plan bilgimiz B,
konserve açacağının bu fabrikada bugünün üretiminin bir parçası olduğudur. Bu ön bilgi
temelinde, T'nin önceki olasılığını değerlendirebiliriz; 5/6'dır. Şimdi bu konserve açacağı
hakkındaki bilgimize, arızalı olduğu bilgisini E ekliyoruz. Bu bilgi, yeni makine tarafından
üretildiği hipotezi ile ilgilidir; arka olasılık 5/8'dir. Bu sonucu oluşturmak için Bayes teoremine
başvurmak gerekmese de son derece yapay örnek, Bayes teoreminin basit bir nedensel hipotezin
arka olasılığını belirlemek için nasıl kullanılabileceğini açıkça göstermektedir.
Daha gerçekçi bilimsel durumlara geldiğimizde Bayes teoreminin nasıl uygulanacağını
görmek o kadar kolay değil; önceki olasılıklar özellikle zor görünebilir. İnanıyorum ki, aslında,
144
bilim adamlarının bilimsel hipotezler hakkında yaptıkları mülahazalarda sıklıkla ortaya
koydukları inandırıcılık argümanlarını yansıtıyorlar. Bu konuyu 4. bölümde tartışacağım;
gerçekten, sonraki bölümlerde Bayes teoremine giren tüm olasılıklara yakından bakmamız
gerekecek.
Bu bölümde Bayes teoremini sunmak ve onun bilimsel hipotezleri değerlendirme
sorununa uygulanması hakkında birkaç ön açıklama yapmakla ilgilendim. Bir sonraki bölümde
Bayes teoremi ile Kuhn'un teori seçiminin doğası hakkındaki görüşleri arasındaki bağlantıları
açıklamaya çalışacağım. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce, Bayes teoreminin verilebileceği
diğer iki faydalı form sunmak istiyorum. İlk olarak, toplam olasılık teoremi nedeniyle:
formüller
Açık konuşmak gerekirse, on dokuzuncu yüzyılda ışığın cisimcik teorileri gibi gerçekçi
tarihsel örnekler için gerekli olan biçimdir. Bu durumda, I ve T2'yi birbirini dışlayan olarak
yorumlayabilmemize rağmen, meşru olarak onları ayrıntılı olarak kabul edemeyiz, çünkü
birinin veya diğerinin doğru olduğundan emin olamayız. Bu nedenle, Abner Shimony'nin
hepsini yakalama hipotezi olarak adlandırdığı ve Ti ve T'nin her ikisinin de yanlış olduğunu
söyleyen Ts'yi tanıtmamız gerekir. T1-T; böylece birbirini dışlayan ve kapsamlı bir hipotezler
seti oluşturur. Bu, bilim adamlarının iki veya daha fazla ciddi aday arasından doğru bir hipotez
seçmeye çalıştıklarında ortaya çıkan türden bir durumdur.
***
Tartışma amacıyla Kuhn, "her bilim adamı, kendisine P(T/E) için bir değer, yani kanıt
üzerindeki T teorisinin olasılığı için bir değer hesaplamasına izin veren bir Bayes algoritması
uygulayarak, rekabet eden teoriler arasında seçim yapar" diye kabul etmeye isteklidir. E, hem
kendisine hem de meslek grubunun diğer üyelerine belirli bir zaman diliminde açıktır. Daha
sonra, tüm rasyonel bilim adamları tarafından kullanılan ve P için benzersiz bir değer veren
benzersiz bir algoritma olup olmadığı veya tamamen rasyonel olsalar da farklı bilim
adamlarının farklı P değerleri veren farklı algoritmalar kullanıp kullanamayacağı sorusu
açısından can alıcı konuyu formüle eder. Teori seçimi fenomenini açıklamak için üçüncü bir
olasılık önermek istiyorum - yani birçok farklı bilim adamı aynı algoritmayı kullanabilir, ancak
yine de farklı sonuçlara ulaşabilir
Bir Bayes algoritmasından bahsedildiğinde, akla gelen ilk düşünce, (1), (3)
denklemlerinden herhangi birinde somutlaştırılan Bayes teoreminin kendisidir. veya (4).
Örneğin elimizde: terimin en basit anlamıyla bir algoritma oluşturan. Kanıtın beklenenliğine
P(E/B) diyelim. Önceki olasılık, olabilirlik ve beklenenlik için verilen değerler, sonraki
olasılığın değeri, önemsiz aritmetik işlemlerle hesaplanabilir.
Denklemi bir algoritma olarak kullanmayı önerirsek, açık olan soru, sağ taraftaki
ifadeler için değerlerin nasıl elde edileceğidir. Olasılık kavramının hangi yorumunun
benimsendiğine bağlı olarak, prensipte birkaç cevap mümkündür. Tümevarımcı mantık ve
doğrulama teorisine Camapian bir yaklaşım benimsenirse, Bayes teoreminde görünen tüm
olasılıklar, betimleyici dilin yapısından ve doğrulama derecesinin tanımından apriori olarak
türetilebilir. Herhangi bir gerçek bilimsel vakanın, bu yaklaşım içinde mevcut olan oldukça
145 kısıtlı aygıtlar aracılığıyla nasıl ele alınabileceğini görmek son derece zor olduğundan, pek çok
filozof bu çizgiyi takip etmeye hevesli değildir. Ayrıca, zengin bir betimleyici dil mevcut olsa
bile, ciddi bilimsel teorilerle ilişkilendirilen olasılıkların apriori semantik doğrular olduğunu
varsaymak felsefi olarak cazip değildir.
Geriye iki ana alternatif kalıyor. Birincisi, olasılıkların özellikle önsel olasılığın sağ
tarafında P(T/B)- olanı nesnel ve ampirik kısmı. En altta atıfta bulundukları görüşü savunmaya
çalıştım, çeşitli türde hipotezlerin veya teorilerin oluşturulduğu sıklıklara başarılı bulundu.
Açıkçası, bu alternatifi geliştirmenin çok büyük zorlukları var; ben aşağıdaki konuya
dönecektir. Bu arada diğerini de düşünelim. Çok daha popüler-alternatif.
Kalan alternatif yaklaşım, kişisel olasılıkların kullanımını içerir. Kişisel olasılıklar
özneldir; Tutarlılık koşulunu yerine getirmeleri koşuluyla, bunlara sahip olan bireyin öznel
inanç derecelerini temsil ederler. Biraz idealize edilmiş bir durum düşünün. B arka plan
bilgisinin (başlangıç koşullarını, sınır koşullarını, yardımcı hipotezleri içerebilen)
mevcudiyetinde, T teorisinin tümdengelimsel olarak kanıt E'yi gerektirdiğini varsayalım. Bu,
varsayımsal-tümdengelim yönteminin uygulanabilir göründüğü durumdur. Bu durumda, 1'e eşit
olmalıdır ve denklem şuna düşer:
Daha sonra, belirli bir bilim adamından, E kanıtının elde edilip edilmediğinden oldukça
bağımsız olarak, yalnızca arka plan bilgisi B üzerinde T teorisinin akla yatkınlık derecesi
sorulabilir. Benzer şekilde, aynı kişi, T'nin doğruluğuna veya yanlışlığına bakılmaksızın, E'nin
ne ölçüde bekleneceği konusunda sorgulanabilir. Kişiciğe göre, doğrudan sorgulama veya daha
az doğrudan bir yöntemle - ortaya çıkarmak mümkün olmalıdır. Söz konusu teoriyle ilgili
araştırmalara katılan bir bilim adamıyla ilgili bu tür psikolojik gerçekler. Bu bilgi, arka plan
bilgisi B ve kanıt E, yani arka olasılık P göz önüne alındığında, bu bireyin T teorisine sahip
olması gereken inanç derecesini belirlemek için yeterlidir.
Daha genel durumda, T ve B, tümdengelimli olarak E'yi gerektirmediğinde, prosedür
aynıdır, ancak P'nin değerinin de tespit edilmesi gerekir. İstatistiksel anlamlılık testlerinin
uygulanabildiği birçok bağlamda, P olasılığının bir değeri hesaplanabilir ve kişisel olasılık, bu
şekilde elde edilen değerle çakışacaktır. Her durumda, istatistiksel testler uygulansın veya
uygulanmasın, gerekli güven derecesini sağlamada prensipte yeni bir sorun yoktur. Bu, tüm
olasılıkların kişisel olasılıklar olarak alındığı standart Bayes yaklaşımını yansıtır.
Her durumda, ister nesnel ister kişisel bir olasılık yorumunu benimsesin, denklem - veya
Bayes teoreminin başka bir versiyonunun - bilimsel hipotezleri veya teorileri değerlendirmek
için bir algoritma olarak alınabilir. Aynı algoritmayı kullanan bireysel bilim adamları,
olasılıklar için farklı değerler koydukları için aynı hipotezin farklı değerlendirmelerine
ulaşabilirler. Olasılıklar objektif olarak yorumlanırsa, farklı bireylerin bu objektif değerlere
ilişkin farklı tahminleri olabilir. Olasılıklar kişisel olarak yorumlanırsa, farklı bireylerin bunlara
ilişkin farklı öznel değerlendirmeleri olabilir. Bayes teoremi mekanik bir algoritma sağlar,
ancak bireysel bilim adamlarının yargısı, ona beslenecek değerlerin elde edilmesinde rol oynar.
Bu, algoritmaların genel bir özelliğidir; kendilerine verilen verilerden sorumlu değildirler.
Önceki olasılıklar
21. bölümde, Bayes teoremindeki önceki olasılıkların, bilim adamlarının ilgilendikleri
hipotezlerle ilgili olarak düzenli olarak yaptıkları akla yatkınlık yargılarının türlerini 146
somutlaştırıyor olarak görülebileceğini belirtti. Bu düşüncenin açıkça farkında olan Einstein,
bir teorinin eleştirilebileceği veya değerlendirilebileceği iki bakış açısını karşılaştırdı: İlk bakış
açısı açıktır: teori ampirik gerçeklerle çelişmemelidir…. Mevcut ampirik gerçekler tarafından
teorik temelin onaylanması ile. İkinci bakış açısı, gözlem malzemesinin ilişkisiyle değil,
teorinin kendisinin öncülleriyle, kısaca ama belirsiz bir şekilde “öncüllerin doğallığı” veya
“öncüllerin mantıksal basitliği” olarak nitelendirilebilecek olanla ilgilidir. Ikinci bakış açısı
kısaca bir teorinin "içsel mükemmelliği" ile ilgili olarak karakterize edilebilir, oysa birinci bakış
açısı "dış doğrulamaya atıfta bulunur.
Einstein'ın ikinci bakış açısı, akla yatkınlık argümanlarına veya önceki olasılıklarla ilgili
yargılara atıfta bulunurken aklımda olan türden bir şey.
Bilimlerde inandırıcılık düşünceleri yaygındır; gerçekten önemli, vazgeçilmez bir rol
oynarlar. Bu gerçek, bilimsel hipotezleri değerlendirmenin mantığını anlamada bir yardım
olarak Bayes teoremine başvurmanın ilk nedenini sağlar. Makullük argümanları, belirli bir
gözlem veya deneyin sonucundan önce, yani referans olmaksızın, belirli bir hipotezin olasılığını
artırmaya veya azaltmaya hizmet eder. Bilim adamının kendini içinde bulduğu bilimsel
durumda başarılı olması muhtemel olan bu tür bir hipotez mi sorusuna cevap vermek üzere
tasarlanmıştır. Bilim adamları, eğitim ve deneyimlerine dayanarak bu tür yargılarda bulunmaya
yetkilidir.
Bu noktanın en iyi şekilde somut örneklerle açıklanabileceğine inanıyorum. Örneğin,
Newton'un zamanından beri, yerçekimi kuvvetlerinin ters kare karakteri için iyi bilinen bir akla
yatkınlık argümanı vardı. Bir madde parçacığından yayılan yerçekimi kuvvetini, ondan küresel
olarak düzgün bir şekilde yayılan bir kuvvet olarak düşünmek doğaldır. On yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda tüm yetkin fizik bilimcileri, fiziksel uzayın üç boyutlu bir Öklid yapısına
sahip olduğuna inanıyordu. Öklidyen bir kürenin yüzeyi yarıçapın karesi olarak arttığından,
yerçekimi kuvvetinin de aynı şekilde seyreltildiğini varsaymak mantıklıdır, çünkü parçacıktan
uzaklaştıkça, kürenin üzerinde durduğu küresel yüzey büyür. Kuvvet yayılmalıdır.
Büyük dozlarda sakarin tüketiminin etkilerine ilişkin ünlü bir Kanada araştırması başka
bir örnek sağlar. Sıçanlarla yapılan kontrollü bir deneyde, ağır sakarin tüketimi ile mesane
kanseri arasındaki istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki, diyet alkolsüz içeceklerde yapay bir
tatlandırıcı olarak sakarin kullanımının insanlarda mesane kanseri riskini arttırdığı hipotezine
önemli ölçüde inandırıcılık katmaktadır. Bu örnek, öncekinden farklı olarak, doğası gereği
istatistikseldir ve varsayımsal-tümdengelimli bir çıkarımın primafacie görünümüne bile sahip
değildir.
Önsel olasılıkların doğası hakkında daha net bir anlayışa varmak için, onlara kişiselci
ve nesnelci (frekans veya eğilim teorisyeni) bakış açısından bakmak gerekecektir. Saf katıksız
kişilikle ilgili ürkütücü şey, önceki olasılıkların (ve diğer olasılıkların) her türlü kendine özgü
ve nesnel olarak alakasız düşünceler tarafından belirlenmesini hiçbir şeyin engelleyememesidir.
Belirli bir hipotez, son derece düşük bir ön olasılık alabilir, çünkü bilim adamı akşamdan kalma
olduğunu düşünür, sevgilisiyle yakın zamanda kavga eder, hipotezi ilk ortaya atan bilim
insanının politikasıyla tutkulu bir anlaşmazlık içindedir, derin önyargılar barındırır. Hipotezin
yaratıcısının ait olduğu etnik gruba karşı, vb. Talep etmek istediğimiz şey, araştırmacının,
hipotezleri değerlendirme konusundaki tüm ilgili deneyimini, söz konusu hipotezin dikkate
alınıp alınmadığı sorusuna dayandırmak için her türlü çabayı göstermesidir. Başarılı olabilecek,
147 duygusal ilgisizlikleri bir kenara bırakacak türdendir.
Tutarlılık şartını ihlal etmeyen gerçekten sapkın inanç sistemleri oluşturmak oldukça
kolaydır. Ancak bilimin amaçlarını aklımızda tutmalıyız. Adil veya taraflı madeni paraların
fırlatılması veya kararsız çekirdeklerin radyoaktif bozunması gibi uzun bir dizi olaya sahip
olduğumuzda, öznel inanç derecelerimizin bir frekans teorisyeni veya bir eğilim teorisyeninin
nesnel olasılık olarak kabul edeceği şeye uymasını isteriz. Carnap, tümevarımsal ya da
mantıksal ya da epistemik olasılıkların göreli frekansların makul tahminleri olması gerektiği
fikrinde son derece haklıydı.
Mantıklı bir kişiselcinin, kişisel olasılıklarının nesnel gerçeği yansıtmasını isteyen kişi
olduğunu öne sürüyorum. Bir yazı tura dizisi üzerine bahis yapan bir kişiselci, yalnızca
Hollanda kitaplarından kaçınmayı değil, aynı zamanda makul bir kazanma (veya çok hızlı
kaybetmeme) şansına da sahip olmak ister. Okuduğum gibi, F. P. Ramsey'in inanç dereceleri
hakkındaki ünlü makalesinin bütün amacı, öznel inanç dereceleriniz ilgili frekanslarla eşleşirse
ne elde edeceğinizi düşünmektir. Duyarlı kişilik uzmanı tarafından kabul edilen gerçeklerden
biri, madeni paranın yazı veya tura gelip gelmediğini, o sabah yatağın hangi tarafından
çıktığından etkilenmediğidir. Kişiye özel bahisçinin amacının tura ve tura bahislerinde
olabildiğince iyi yapmak olduğunu kabul edersek, bahis oranlarının bu tür ilgisizliklerden
etkilenmesine izin vermek açıkça ters etki yapacaktır.
Olasılıkların hipotezlere atanması konusunda da aynı genel değerlendirme yapılmalıdır.
Belirli bir bilim adamının belirli bir sabah dispeptik olup olmadığı, incelenmekte olan bir
fiziksel hipotezin doğru olup olmadığı sorusuyla ilgisizdir. Elbette çok daha rahatsız edici olan,
herhangi bir bilim insanının istemeden ideolojik veya metafizik önyargılardan etkilenebileceği
gerçeğidir. Kapitalizme veya ırkçılığa bilinçsiz bir bağlılığın davranış bilimlerinde
kuramlaştırmayı ciddi şekilde etkileyebileceği açıktır.
Benzer durumlar fizik bilimlerinde de ortaya çıkabilir; başka bir tarihsel örnek bu
noktayı açıklayacaktır. 1800'de Alessandro Volta pili icat etti ve böylece bilim adamlarına sabit
elektrik akımları üretmenin bir yolunu sağladı. Hans Christian Oersted, elektrik akımının
manyetik bir iğne üzerindeki etkisini 1820'de keşfetti. Neden böyle bir gecikme oldu? Bunun
bir nedeni, statik bir elektrik yükünün manyetik bir iğne üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı
önceden belirlenmiş gerçekti. Bahsedilen diğer bir neden ise, böyle bir etki olsaydı, beklentinin
aksine iğneyi akım taşıyan tele dik olarak hizalamasıdır. Holton ve Brush'ın belirttiği gibi,
'Fakat bir kişide akımlar ve pusula iğneleri bulunsa bile, pusula iğnenin hareket edebilmesi için
doğru konuma yerleştirilmediği sürece etki gözlemlenemez.
Bilim adamları, hipotezlerin önceki olasılıklarını değerlendirme konusunda nasıl bir yol
izlemeli? Shimony, kişisel olasılıklara daha fazla kısıtlama getirerek standart Bayesci
kişilikçiliğin ötesine geçen bir görüş olarak adlandırdığı bir görüşü detaylandırırken, deneyimin
ciddi bilim adamları tarafından ciddi şekilde ileri sürülen hipotezlerin başarılı olma şansı
olduğunu gösterdiğine işaret eder. Aslında bilim, son dört ya da beş yüzyılda önemli ilerleme
kaydetmiştir; bu, bu sınıfın üyeleri arasında başarı olasılığının kaybolmadığına dair güçlü
ampirik kanıtlar teşkil etmektedir. Aynı şekilde, zorlu deneyimler de bize bilimsel yanılmazlık
iddialarını reddetmeyi öğretti. Bu nedenle, ciddi olarak ilgilendiğimiz hipotezlerin öncüllerine
aşırı değerler atamaktan kaçınmak için iyi nedenlerimiz var. Dahası, Shimony bize, deneyimin
bilimin zor ve sinir bozucu olduğunu öğrettiğini hatırlatır: sonuç olarak, açıkça ileri sürülen
hipotezlere oldukça düşük ön olasılıklar atamalı ve her şeyi yakalama hipotezi için oldukça
yüksek bir önceliğe izin vermeliyiz. Henüz doğru hipotezi düşünmedik. Bilim tarihi, başarılı
148
adayın o sırada tasavvur bile etmediği teoriler arasından seçim durumlarıyla doludur.
Bilimsel Çıkarımın Temelleri'nde, önceki olasılıklar sorununa, olasılığın nesnel bir
yorumu, özellikle frekans yorumu açısından yaklaşılmasını önerdim. Hipotezlerin önceki
olasılıklarını değerlendirmede uygulanabilecek üç tür ölçüt önerdim: biçimsel. maddi ve
pragmatik.
Pragmatik kriterler, yeni bir hipotezin ortaya çıktığı koşullarla ilgilidir. Daha önce,
Shimony'nin, ciddi bilim adamları tarafından savunulan hipotezlerin ortadan kalkmayan bir
başarı şansına sahip olduğu şeklindeki gözleminde pragmatik bir kriterin bir örneğini
görmüştük. Aynı madalyonun diğer yüzü, bilimsel krankların aydınlatıcı bir
karakterizasyonunu sunan Martin Gardner tarafından sağlanmıştır. Bu kategorideki herhangi
biri tarafından tek bir yararlı bilimsel önerinin ortaya çıktığı şüpheli olduğundan, bu türden
insanlar tarafından ileri sürülen hipotezlerin doğru olma olasılığı ihmal edilebilir düzeydedir.
L. Ron Hubbard'ın Dianetics'inin ilk yayınlandığı zamanı hatırlıyorum. Bir psikolog arkadaş
hakkında ne düşündüğünü sorduğunda, 'Bu kitabı okumadan kınayamam ama okuduktan sonra
kınayacağım' dedi. Yetkin bilim adamları uzmanlık alanlarının dışında hipotezler
sunduklarında, bu tür önerilere kayda değer bir inandırıcılık sağlayıp sağlamadığını merak etme
hakkımız vardır. Hubbard, tesadüfen, psikoloji eğitimi almamış bir mühendisti.
Biçimsel ölçütler, yalnızca yeni bir hipotezin iç tutarlılığıyla ilgili meselelerle değil,
aynı zamanda yeni hipotezin kabul edilmiş yasalar ve teorilerle uyumsuzluğu veya zorunlu
ilişkileri ile de ilgili olmalıdır. Fiziğin kabul edilen temel yasalarının çoğuyla -örneğin, açısal
momentumun korunumu yasasıyla- çelişmesi gerçeği, onun Kızıldeniz'in sularının ayrılması ve
dünyanın dönüşünün kısa süreliğine kesintiye uğraması (güneşin hareketsiz durması) tamamen
mantıksız.
Kuhn'un yukarıda bahsedilen bilimsel teorilerin değerlendirilmesine ilişkin beş görüşü
arasında, tartıştığımız türden tutarlılığı içerdiği hatırlanmalıdır. Bunu, Kuhn'un bilimsel teori
seçimi hakkında öne sürdüğü ana konulardan birinin, önceki olasılıkların ve inandırıcılık
yargılarının kullanılmasıyla ilgili olduğuna dair güçlü bir ipucu olarak alıyorum.
Maddi kriterler, dikkate alınan hipotez veya teorinin gerçek yapısı ve içeriği ile ilgilidir.
En bariz örnek, Kuhn'un beş maddesinden bir diğeri olan sadeliktir. Sadelik, bilim adamları ve
filozoflar tarafından sıklıkla a priori bir ölçüt olarak ele alındığından, bana son derece önemli
geliyor. Örneğin, kuarkların maddenin temel bileşenleri olduğu hipotezinin, farklı kuark
türlerinin sayısı arttıkça, sonuç olarak daha az basit hale geldiği için inandırıcılığını yitirdiği
öne sürülmüştür. Aynı zamanda evrensel bir metodolojik düstur olarak da savunulmaktadır:
Mümkün olan en basit hipotezi arayın. Yalnızca daha basit hipotezler test altında geçerli
değilse, daha karmaşık hipotezlere başvurulmalıdır.
Basitlik, fizik bilimlerinde açıkça önemli bir husus olmasına rağmen, sosyal/davranış
bilimlerinde uygulanabilirliği sorunludur. Yakın tarihli bir makale, 'Dil Slips of the Tongue',
Michael T. Motley, Freud'un teorisini çok basit olmakla eleştirir - aşırı basitleştirme.
Bence basitliğe bakmanın en makul yolu, onu oldukça alakalı, ancak uygulanabilirliği
bir bilimsel bağlamdan diğerine değişen bir özellik olarak görmektir. Herhangi bir bilim
dalındaki uzmanlar, eldeki bağlama uygun basitlik veya karmaşıklık derecesi hakkında
149 yargılarda bulunurlar ve bunu, o belirli bilimsel araştırma alanındaki kapsamlı deneyime
dayanarak yaparlar. Bilimsel hipotezlere ve teorilere uygulanan kesin bir basitlik ölçüsü
olmadığından, bilim adamları, belirli bir hipotez veya teorinin sahip olduğu basitlik derecesine
ve verilen bağlamda arzu edilen basitlik derecesine ilişkin yargılarını kullanmalıdır.
Bahsettiğim yargı türü ürkütücü değil; eğitim ve deneyime dayalı olarak ortaya çıkan bir yargı
türüdür. Bu deneyim, açıkça dile getirilebilecek türden bir şey olamayacak kadar zengindir.
Bayesian tarafından ön olasılık ataması, o belirli bilimsel alandaki tüm ilgili deneyimler
temelinde hipotez veya teorinin başarı şansının en iyi tahmini olarak kabul edilebilir. Alan adı.
Kişisel olasılık, bilimi öznel ilgisizliklerle kirletme çabasını değil, ilgili tüm kanıtların dahil
edilmesini kolaylaştırma girişimini temsil eder.
Sadelik, birçok maddi kriterden sadece biridir. Çağdaş fizikte sıklıkla kullanılan,
yakından ilişkili bir başka kriter de simetridir. Belki de en çarpıcı tarihsel örnek de Broglie'nin
madde dalgalarıyla ilgili hipotezidir. Işık, doğrusal momentum açısından bağlantılı olan hem
parçacık hem de dalga davranışı sergilediği için, açıkça doğrusal momentuma sahip olan maddi
parçacıkların neden dalga boyu ve frekans gibi dalga özelliklerine de sahip olmaması
gerektiğini öne sürdü.
Yaygın olarak kullanılan üçüncü bir materyal kriteri, sakarin çalışmasında gösterildiği
gibi analojidir. Sıçanlar ve insanlar arasındaki fizyolojik analoji, sakarinin insanlarda mesane
kanserine neden olabileceği hipotezine önemli ölçüde inandırıcılık kazandıracak kadar
güçlüdür. Bilimde analoji yoluyla argümanların kullanılmasının B neredeyse her zaman önceki
olasılıkları belirlemeyi amaçlar. Resmi kriterler şunları sağlar: belirli bir hipotezin
tümdengelimsel olarak uygun olduğu yolları hesaba katmamız başka ne biliyoruz. Analoji,
verili bir durumun ne derecede olduğunu değerlendirmemize yardımcı olur. Hipotez, diğer
bildiklerimizle tümevarımsal olarak uyuşur.
Öncül olasılıklarla ilgili çıkaracağım ders, onların belirli türdeki hipotezlerin başarılı
olduğu sıklıklara ilişkin en iyi tahminlerimiz olarak anlaşılabilmeleridir. Bu tahminler kaba ve
kesin değildir; bazı filozoflar bunları aralıklarla düşünmeyi tercih edebilirler. Bununla birlikte,
kişi bunları kişisel olasılıklar olarak yorumlamak isterse, başarı veya başarısızlıkla ilgili tüm
deneyimlerini ortaya koyma amacını onlara sahip olan özneye atfettiğimiz sürece, bunda bir
sakınca yoktur. Düşünülenlere benzer hipotezler. Kişiselci ve sık sık kullanan kişinin önceki
olasılıkların yorumu konusunda ciddi bir anlaşmazlık içinde olması gerekmez.
Bir nokta hemen zahmetli olmaya uygundur. Sonsal olasılıkların değerlerini hesaplamak
için Bayes teoremini kullanacaksak, önceki olasılıklar için sayısal değerler vermeye hazır
olmamız gerektiği görülecektir. Ne yazık ki, incelediğimiz türden akla yatkınlık argümanlarının
kesin sayısal değerler verebileceğini varsaymak mantıksız görünüyor. Olağan cevap,
"önceliklerin silinmesi" veya "öncelerin silinmesi" olarak bilinen bir fenomen nedeniyle,
önceki olasılıkların çok kaba tahminlerinin bile, yapmakla ilgilendiğimiz türden bilimsel
yargılar için yeterli olacağıdır. Bununla birlikte, açıkçası, bu tür bir yakınsama, olasılıklarla
ilgili anlaşmaya bağlıdır.
Beklenenlik
Denklem (3)'ün paydasında geçen 'P(E/B) terimi, şaşırtıcılığın tersi olduğu için
beklenen olarak adlandırılır. P(E/B) değeri ne kadar küçükse, o kadar şaşırtıcı Eis; P(E/B)'nin
değeri ne kadar büyükse, o kadar az şaşırtıcıdır ve dolayısıyla E o kadar fazla beklenir.
Beklenenlik paydada gerçekleştiğinden, daha küçük bir değer kesrin değerini artırma
eğilimindedir. Bu, bir teorinin yapabileceği tahminler ne kadar şaşırtıcı olursa,
150
gerçekleştiklerinde kanıt değerlerinin o kadar büyük olduğu konusunda yaygın olarak kabul
edilen bir sezgiye uygundur.
Gerçekleşen şaşırtıcı bir tahminin klasik bir örneği Poisson parlak noktasıdır. Işık
teorileri konusunda tamamen saf olan birine, parlak bir şekilde aydınlatılmış dairesel bir
nesnenin (top veya disk) gölgesinin merkezinde parlak bir noktanın görünmesinin ne kadar olası
olduğunu sorarsak, kesinlikle bunun çok olasılık dışı olduğu yanıtını bekleriz. aslında. Bu cevap
için iyi bir endüktif temel var. Günlük hayatımızda hepimiz pek çok opak nesnenin gölgesini
gözlemlemişizdir ve bunların merkezlerinde parlak noktalar yoktur. Bir keresinde, bir giriş
sınıfına Poisson parlak noktasını gösterdiğimde, bir öğrenci gölgeyi oluşturan bilyeli yatağı
dikkatle inceledi, çünkü içinden bir delik olduğundan kesinlikle şüpheleniyordu.
Bana göre bir başka çarpıcı örnek de Cavendish burulma dengesi deneyidir. Newton'un
evrensel yerçekimi teorisinden tamamen habersiz birine bir laboratuvarda bir kurşun bilye ile
bir öz bilye arasında bir çekim kuvveti bulmayı ne kadar kuvvetle beklediklerini sorarsak,
cevabın yine, olası olmayan. Bu örnekte de yanıt için sağlam bir endüktif temel vardır. Sıradan
büyüklükteki nesnelerin dünyaya olan yerçekimsel çekimine hepimiz aşinayız, ancak
Cavendish'in deneyini gerçekleştirirken kullandığı gibi nispeten küçük (elektriksel olarak nötr
ve manyetize edilmemiş) iki nesne arasındaki çekime dair günlük deneyime sahip değiliz.
Newton'un teorisi, elbette, herhangi iki maddi nesne arasında bir çekim kuvveti olacağını
öngörür. İşin püf noktası, nasıl ölçüleceğini bulmaktı.
Yukarıdaki iki örneğin gösterdiği gibi, beklenenliğe düşük bir değer atamak için olası
bir temel vardır; konunun ilgili fizik teorisi konusunda tamamen naif olduğu varsayılarak akla
yatkın hale getirildi. Bu yaklaşımın sorunu, Bayes teoremini -mesela (3) denklemi biçiminde-
kullanmak isteyen bir kişinin, denklemdeki diğer terimler açıkça atıfta bulunduğundan,
değerlendirilecek olan T teorisinden tamamen masum olamamasıdır. Sonuç olarak, P(E/B) ile
toplam olasılık teoreminde sağ tarafta görünen önceki olasılıklar ve olasılıklar arasındaki
ilişkiyi tanımak zorundayız:
T'nin önceki olasılığının ihmal edilebilir olmadığını ve uygun başlangıç koşullarıyla
birlikte T'nin E'yi içerdiğini varsayalım. Bu koşullar altında E, tamamen şaşırtıcı olamaz:
beklenenlik yok olacak kadar küçük olamaz. Ayrıca, E'nin beklenenliğini değerlendirmek için,
T'nin yanlış olması durumunda olasılığını da dikkate almalıyız. Beklenenliğe odaklanarak,
olasılıklarla uğraşmaktan gerçekten kaçınamayız.
Bir zorluk daha var. Örneğin, ışığın dalga teorisinin doğru olduğunu varsayalım.
Poisson parlak nokta deneyi bağlamında kesinlikle yeterince doğrudur. P(E/B)'yi
değerlendirmek istiyorsak, deneyin başlangıç koşullarını -gölgesi ekrana düşecek şekilde parlak
bir ışıkla aydınlatılan dairesel nesneyi- B'ye dahil etmeliyiz. Dalga teorisinin doğruluğu göz
önüne alındığında, parlak noktanın nesnel olasılığı 1'dir, çünkü bu başlangıç koşulları
gerçekleştiğinde, parlak nokta ortaya çıkar. Dalga teorisinin doğru olduğunu bilmemiz,
inanmamız, reddetmemiz veya hiç düşünmemiş olmamız hiç fark etmez. B'de belirtilen koşullar
altında, parlak nokta her zaman oluşur. Bir sıklık ya da eğilim olarak yorumlanır, P(E/B) = 1.
Pek çok önemli durumda önemsizleştirmeden kaçınacaksak, beklenti kişisel bir olasılık olarak
ele alınmalıdır. Benim gibi bilimsel teori tercihini veya seçimini nesnel düşüncelere
dayandırmak isteyen herkes için bu sonuç ciddi bir sorun teşkil ediyor.
151 Net sonuç iki yönlü bir problemdir. İlk olarak, beklenenliğe odaklanarak, olasılıklarla
açıkça ilgilenme ihtiyacından kaçmayız. Önceki bölümde olasılıklara odaklandığımızda ortaya
çıkan zorlukları, özellikle de her şeyi yakalama hipotezindeki olasılık sorununu tartışacağım.
İkincisi, beklenenlik, yoruma nesnel bir olasılık olarak meydan okur. Bölüm 71'de, her şeyi
yakalamaya ilişkin beklenti veya olasılık ile ilgilenmekten kaçınmak için bir strateji
önerilecektir. Bu manevra, umarım, bilimsel hipotezlerin değerlendirilmesi için nesnel bir temel
olasılığını açık tutacaktır.
Öngörülebilir senaryolar
Denklem (6) 'ya başvurarak, beklenti veya her şeyi yakalama olasılığı ile başa çıkma
ihtiyacını ortadan kaldırmış olsak da ciddi olarak düşündüğümüz hipotezler üzerindeki
olasılıkları yeterince ele aldığımızı iddia edemeyiz, çünkü değerleri her zaman açık bir şekilde
tespit edilemez. Bir örnekten, yani Kopernik hipotezinde gözlemlenebilir yıldız paralaksının
bulunmama olasılığından daha önce bahsetmiştik. Sabit yıldızların Dünya'dan muazzam bir
mesafede bulunmalarına yardımcı bir hipotez ekleyerek, Kopernik hipotezini, bu artırılmış
hipotez üzerindeki olasılığın 1 olacağı şekilde artırabileceğimizi not ettik. Ancak, birçok
nedenden ötürü, bu yardımcı varsayım, bu tarihsel bağlamda pek makul kabul edilemezdi.
Şimdiye kadar, elbette, nispeten yakın yıldızların paralaksını ölçtük ve bu değerlerden bu
mesafeleri hesapladık. Güneş sistemimizdeki tanıdık nesnelere kıyasla bizden son derece
uzaktalar.
İyi bilinen başka bir örnek düşünün. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda ışığın dalga
ve cisim teorileri büyük bilimsel ilgi gördü. Her biri bazı önemli optik olayları açıklayabildi ve
her biri temel zorluklarla karşı karşıya kaldı. Korpüsküler hipotez, ışığın boş uzayda nasıl büyük
mesafeler kat edebileceğini kolayca açıkladı ve keskin gölgeleri kolayca açıkladı.
Uzunlamasına bir dalga olarak ışık teorisi, çeşitli kırınım fenomenlerini açıkladı, ancak
kutuplaşmayla yeterince başa çıkamadı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında, ışık enine bir dalga
olarak düşünüldüğünde, dalga teorisi kutuplaşmayı ve kırınımı oldukça açık bir şekilde
açıkladı.
Huygens uzun zamandan beri dalga teorisinin doğrusal yayılımı ve keskin gölgeleri
nasıl idare edebileceğini göstermişti. On dokuzuncu yüzyılın çoğunda dalga teorisi optiğe
hükmetti. Parçacık teorisinin savunucusu hala ciddi bir itirazda bulunabilir. Boş alanda yayılan
bir dalganın olasılığı nedir? Bir ortamdan yoksun, cevap sıfırdır. Böylece dalga teorisyenleri
teorilerini, tüm uzayın ışıldayan eter olarak bilinen tuhaf bir maddeyle dolu olduğu
varsayımıyla güçlendirdiler. Bu maddenin, ışık dalgalarını iletmek için gereken özelliklere tam
olarak sahip olduğu varsayılmıştır.
Anlattığımız süreç, makul senaryoların keşfi ve tanıtımı olarak kabul edilebilir. Bir
teori, bir anormallikle karşı karşıya kalır — bu teori göz önüne alındığında, küçük, muhtemelen
sıfır bir olasılığa sahip görünen bir fenomen. Teorinin savunucuları, teoriye bağlanırsa olasılığı
yüksek, muhtemelen birliği sağlayan bazı yardımcı hipotezler ararlar. Bu hareket, argümanın
yükünü yeni yardımcı hipotezin akla yatkınlığına kaydırır. Işığın dalga teorisine dahil olan iki
örnekten bahsettim. Birincisi, dalganın enine olduğu yardımcı varsayımıydı. Teorinin bu
modifikasyonu, teorinin ayrılmaz bir parçası olarak dahil edilmek için yeterince mantıklıydı.
İkincisi ise ışıldayan eterdi. Bu yardımcı hipotezin inandırıcılığı on dokuzuncu yüzyıl boyunca
ve yirminci yüzyıla kadar tartışıldı. Eter, enine dalgaları iletecek kadar yoğun (uzunlamasına
dalgalardan daha yoğun bir ortam gerektiren) ve astronomik cisimlerin gözle görülür bir hız
152
düşüşü olmadan içinden geçmesine izin verecek kadar ince olmalıydı. Dünya'nın etere göre
hareketini tespit etme girişimleri başarısız oldu. Lorentz-Fitzgerald daralma hipotezi, eter
teorisini kurtarmaya yönelik bir girişimdi — yani makul bir senaryoya yönelik başka bir
girişimdi- ama elbette özel görelilik lehine terk edildi.
Bu yardımcı senaryoları çağırıyorum çünkü bunlar bir şeyin nasıl olabileceğine dair
hikayeler ve makul çünkü sorunlu fenomenleri ele almada herhangi bir yardımcı olacaklarsa bir
dereceye kadar kabul edilebilirliğe sahip olmaları gerekiyor. Dalga teorisi, Poisson parlak
noktasını teoriden çıkararak işleyebilir. Parçacık teorisi için bu fenomenle başa çıkabilecek
makul bir senaryo mevcut görünmüyordu. Aynı şey, Foucault'nun ışığın hızının havada sudan
daha yüksek olduğunu göstermesiyle ilgili olarak da söylenmiştir.
Dalga teorisini benimsemeyen, ancak Newton emisyon teorisine bağlı kalan önemli on
dokuzuncu yüzyıl gözlükçülerinden biri David Brewster'dı. 1831'de sunulan 'Fiziksel Optiğin
Mevcut Durumu Hakkında Bir Raporda, ‘dalgalı teorinin’ hala zorluklarla dolu olduğunu ve
örtük onayımızı talep edemeyeceğini savundu. Brewster, dalga teorisinin benzersiz açıklayıcı
ve öngörücü başarısını özgürce kabul etti; yine de yanlış olduğunu düşündü.
Brewster'ın dalga teorisinde bulduğu zorluklar arasında ikisinden bahsedilebilir. İlk
olarak, dalga teorisini ‘görünmez, maddi olmayan, ölçülemez, tüm bedenlerden ayrılamaz ve
kendi gözümüzden yıldızlı göklerin en ücra noktasına kadar uzanan bir eter’ gerektirdiği için
mantıksız buldu. Tarih onu bu konuda kesinlikle haklı çıkardı. İkincisi, dalga teorisini, kendi
keşfettiği bir fenomeni, yani seçici absorpsiyonu belirli gazlardan geçen güneş ışığı
spektrumundaki koyu çizgileri açıklayamadığını buldu. Brewster, bir gazın çakmaktaşı
camdaki belirli bir kırılma indeksinin ışığına karşı opak olabileceğine dikkat çekerken, aynı
camdaki kırılma indeksleri yalnızca en küçük biraz daha yüksek veya daha düşük olan ışığı
serbestçe iletir. Brewster, dalga teorisyenlerinin, gaza nüfuz eden eterin neden neredeyse aynı
dalga boyunda iki dalga ilettiğini, ancak aralarında yatan çok kesin bir dalga boyunda ışık
iletmediğini açıklayacak makul bir senaryo olmadığını savundu.
Brewster, tercih ettiği Newton teorisinin soğurma çizgileriyle başa çıkabileceği makul
bir senaryo bulamadı ve dalga teorisinin savunucuları bakış açılarını destekleyecek bir senaryo
bulamadı. Karanlık soğurma çizgileri hem dalga hem de parçacık teorileri için anormal kaldı;
ikisi de onlara yüksek olasılık sağlamanın bir yolunu göremedi.
Geriye dönüp baktığımızda, her şeyi yakalama hipotezinin bu noktada çok güçlü
göründüğünü söyleyebiliriz. Güneş ışığı spektrumundaki karanlık soğurma çizgilerinin,
gazların emisyon spektrumlarındaki ayrık çizgilerle yakından ilişkili olduğunu ve bunların da
atomların kararlılığı sorunuyla yakından bağlantılı olduklarını kabul ediyoruz. Bu fenomenler,
yirminci yüzyılın başında klasik fiziğin devrilmesinde önemli bir rol oynadı.
Sorunlu olasılıklarla başa çıkmak için makul bir senaryo kavramını tanıttım. Olasılıklar,
iki nedenden herhangi biri için bilimsel bir teori için sorun yaratabilir. İlk olarak, gözlemlenen
bazı fenomenlere son derece küçük — tüm pratik amaçlar için sıfır olasılık sağlayan bir evcil
hayvan teoriniz varsa, bu tercih edilen teori için bir sorundur. Olasılığın daha büyük olacağı
makul bir senaryo bulmaya çalışıyorsunuz — ideal olarak birlik. İkincisi, eğer bir kanıtın bazı
ilgi hipotezleriyle ilgili olasılığını değerlendirmenin bir yolu yok gibi görünüyorsa, bu başka
bir sorundur. Bu durumda, yüksek, orta veya düşük bir değer atamayı içerip içermediğine
153 bakılmaksızın, olasılığı yönetilebilir hale getirecek makul bir senaryo ararız.
iki olasılık içerir. On dokuzuncu yüzyıl optiklerinde olduğu gibi, her iki olasılığın da sorunlu
olduğunu varsayalım. Gördüğümüz gibi, makul senaryolar ararız A! ve sırasıyla A2 ila augment
ve T2. Arama başarılı olursa, artırılmış teoriler Ap ^ ve A2 ile ilgili olarak E'nin olasılıklarını
değerlendirebiliriz.T2. Sonuç olarak, (6) 'yı verecek şekilde değiştirebiliriz
P(A1.T1/E.B) P(A1.T1/B)P(E1/A,.T1.B)
(8)
p(a2.t2/e.b) p(a2.t2/b)p(e/a2.t2.b)’
Bu denklemi, iki artırılmış teorinin arka olasılıklarını karşılaştırmak için kullanabilmek
için, her iki artırılmış teorinin önceki olasılıkları için senaryoların olasılıklarını
değerlendirmeliyiz — ApT ^ ve A2.T2- içinde görünür. 4. Bölümde, önceki olasılıkların nasıl
ele alınabileceğini, yani değerlerinin en azından kaba tahminlerini nasıl elde edebileceğimizi
açıklamaya çalıştım. Önerildiği gibi, makul senaryolar olasılıkları belirlenebilir hale getirdiyse,
bunları arka olasılıkların oranını değerlendirmek için önceki olasılıklara ilişkin tespitlerimizle
birlikte kullanabiliriz. Böylece Kuhn'un gündeme getirdiği merkezi konuyu, yani iki teori
arasındaki tercihin temeli olanı ele aldık. Denklem (8) bir Bayes algoritmasıdır.
Eğer ya artırılmış teori, arka plan bilgisi ile bağlantılı olarak B, gerektirir E, o zaman
karşılık gelen olasılık birdir ve (8) 'den düşer. Her iki ihtimal de düşerse, içinde bulunduğumuz
özel durum var.:
P(A1.T1/E.B) _ ^ApT./B) (9)
P(A2.T2/E.B) P(A2.T2/B)’
böylece tüm yükü önceki olasılıklara — akla yatkınlık hususlarına - yüklüyor. Denklem (9), bu
tür özel durumlarda uygulanabilen basitleştirilmiş bir Bayes algoritmasını temsil eder.
Yukarıda başka bir özel durum türü belirtilmiştir. Ortak diş örneğimizde olduğu gibi,
önceki olasılıkların değerleri birbirinden büyük ölçüde farklı değilse, ancak gözlemsel kanıtlar
biriktikçe olasılıklar büyük ölçüde farklılaşırsa, önceliklerin yıkanması olacaktır. Bu durumda,
arka olasılıkların oranı, pratik amaçlar için olasılıkların oranına eşittir.
(8) veya (9) 'un teori seçimi için bir algoritma olarak kullanılması, tüm bilim adamlarının sayısal
değerler üzerinde hemfikir olacağı veya aynı teoriyi tercih edeceği anlamına gelmez. Önceki
olasılıkların değerlendirilmesi, Kuhn'un haklı olarak ısrar ettiği türden bir bilimsel yargıyı
açıkça gerektirir. Ayrıca, bu formüllerin bireysel teoriler hakkında hiçbir değerlendirme
sağlamadığı, yalnızca karşılaştırmalı değerlendirmeler sağladığı açıkça unutulmamalıdır.
Böylece, belirli bir teorinin 'tamamlanmış bilimin' bir bileşeni olma olasılığına ilişkin bir
tahminde bulunmak yerine, mevcut teorileri mevcut değerleriyle karşılaştırırlar.
Kuhn standartları
Bu makalenin başlarında, Kuhn'un bilimin rasyonelliği ve nesnelliği hakkındaki 154
görüşleriyle bağlantılı olarak bahsettiği beş kriterden alıntı yaptık. Onları ayrıntılandırmaya
çalıştığım Bayes yaklaşımıyla açıkça ilişkilendirmenin zamanı geldi. Bu kriterlerin önemini
takdir etmek için, bilimsel teorilerin bilgi erdemleri, doğrulayıcı erdemler ve ekonomik
erdemler olarak adlandırılabilecek üç yönünü ayırt etmek önemlidir. Bu noktaya kadar
kendimizi neredeyse yalnızca doğrulamayla ilgilendirdik, çünkü Bayes teoremini kullanmamız
yalnızca doğrulayıcı erdemler için olanlar Almancadır. Ancak Kuhn'un kriterleri açıkça diğer
erdemlere de atıfta bulunduğundan, onlar hakkında da biraz konuşabiliriz.
Örneğin, kapsam meselesini düşünün. Newton'un üç hareket yasası ve onun evrensel
çekim yasası, Galileo'nun düşen cisimler yasası ile Kepler'in üç gezegensel hareket yasasının
birleşiminden açıkça daha geniş bir alana sahiptir. Bu, basitçe, Newton mekaniğinin Kepler ve
Galileo yasalarının bir araya getirilmesinden daha fazla bilgi içerdiği anlamına gelir. Bu tür bir
durum göz önüne alındığında, daha bilgilendirici teoriyi tercih ediyoruz çünkü bilgimizi
olabildiğince artırmak bilimin temel amacıdır. Elbette, bunun kanıtı son derece sınırlı veya
titrek olsaydı, oldukça bilgilendirici bir teori seçmekte tereddüt edebiliriz, çünkü haklı olma
arzusu, daha fazla bilgi içeriğine sahip olma arzusunu geçersiz kılabilir. Ancak eldeki durumda
bu husus ortaya çıkmaz.
Bununla birlikte, sezgisel çekiciliğine rağmen, kapsam çekiciliği tamamen sorunsuz
değildir. Önceki paragrafın Galileo-Kepler-Newton örneğini yorumlamanın iki yolu vardır. İlk
olarak, Newton'un teorisinin Galileo ve Kepler yasalarında zorunlu kıldığı küçük düzeltmeleri
görmezden gelebiliriz. Bu durumda, Newton yasaları için Galileo ve Kepler yasalarının
birleşiminden daha geniş bir kapsam talep edebiliriz, çünkü ikincisi ilki tarafından zorunlu
kılınmıştır, ancak tam tersi değildir. Bir zorunluluk ilişkisinin geçerli olduğu yerlerde,
karşılaştırmalı kapsamı iyi anlayabiliriz.
Bununla birlikte Kuhn, tarihsel yönelimli filozofların çoğuyla birlikte, daha önceki
teorileri özel durumlar olarak içeren daha genel teoriler bularak bilimin ilerlediğini inkâr
etmenin acısını çekmiştir. Teori seçimi veya tercihi, karşılıklı olarak uyumsuz veya karşılıklı
olarak ölçülemeyen rakip teorileri içerir. Bildiğim kadarıyla Kuhn, kapsamın kesin bir
karakterizasyonunu sunmadı; Aksine Karl Popper, bunu yapmak için ciddi girişimlerde
bulundu. Popper'ın çabalarına yanıt olarak, Adolf Griinbaum, Popperian önlemlerinin
hiçbirinin, birbiriyle uyumsuz rekabet eden teoriler arasında kapsam karşılaştırmaları yapmak
için yararlı bir şekilde uygulanamayacağını etkili bir şekilde savundu. Sonuç olarak, kapsam
kavramı, onu rakip teoriler arasındaki tercihleri anlamak için kullanacaksak temel bir açıklama
gerektirir. Ancak kapsam, doğrulamadan ziyade bilgiye atıfta bulunduğundan, açıklamaya
çalıştığım Bayes programında hiçbir rol oynamıyor. Böylece bu zor kavramı açıklama sorununu
bir kenara bırakabiliriz.
Kuhn'un kriterlerinden bir diğeri de doğruluktur. Bence iki farklı şekilde
yorumlanabilir. Birincisi bilgi erdemleri, ikincisi ekonomik erdemlerle ilgilidir. Bir yandan, iki
teorinin her ikisi de aynı fenomenle ilgili gerçek tahminler yapabilir, ancak bunlardan biri bize
kesin tahminler verebilir, diğeri ise yalnızca daha az kesin olan tahminler verir. Örneğin, bir
teori, belirli bir günde bir güneş tutulması olacağını ve bütünlük yolunun Kuzey Amerika'yı
geçeceğini tahmin etmemizi sağlıyorsa, tutulma hakkında doğru bilgiler veriyor olabilir. Başka
bir teori sadece günü değil, zamanı ve sadece kıtayı değil, aynı zamanda kesin sınırları da
verirse, ikincisi, en azından bu özel olayla ilgili olarak çok daha fazla bilgi sağlar. Her ikisi de
yanlış değildir; aksine, ikincisi ilkinden daha fazla bilgi verir. Bununla birlikte, — kapsam
durumunda olduğu gibi — bu teorilerin uyumsuz veya ölçülemez rakipler olmadığı (en azından
155 bu tutulmaya göre) açıkça belirtilmelidir ve bu nedenle Kuhn'un öncelikli olarak ilgilendiği
ilginç teori tercihi türünü göstermemektedir.
Öte yandan, bir teori neredeyse ama tam olarak doğru olmayan tahminler verebilirken,
başka bir teori tamamen doğru veya en azından daha neredeyse doğru tahminler verir. Newton
astrofiziği, dünyanın yörüngesini belirlemede iyi bir iş çıkarır, ancak genel görelilik, günberi
deviniminde yüzyılda 3,8 saniyelik bir yay düzeltmesi getirir. Newton teorisi kelimenin tam
anlamıyla yanlış olmasına rağmen, bu tür bağlamlarda kullanılır, çünkü yanlışlığı küçüktür ve
genel görelilik yerine onu kullanmanın getirdiği ekonomik kazanç (hesaplama çabasındaki
tasarruf) muazzamdır.
Geriye kalan üç kriter basitlik, tutarlılık ve verimliliktir; Hepsinin doğrulayıcı erdemler
üzerinde doğrudan etkisi vardır. Önceki bölümlerde olasılıkların ele alınmasında, teorilerin akla
yatkınlığı üzerinde önemli bir etkiye sahip olan bir faktör olarak basitlikten kısaca
bahsedilmiştir. Daha fazla örnek eklenebilir, ancak bence mesele açık.
Aynı bölümde tutarlılığa da atıfta bulunduk, ancak bu konuda daha karlı bir şekilde
söylenebilir. Tutarlılığın iki yönü vardır: bir teorinin iç tutarlılığı ve kabul edilen diğer teorilerle
uyumluluğu. Bilim adamları, çelişkiler içeren eğlenceli ifade koleksiyonlarında tamamen haklı
gösterilebilirken, bilimin amacı kesinlikle yalnızca mantıksal olarak tutarlı teorileri kabul
etmektir. İçsel bir tutarsızlığın keşfi, bu teorinin önceki olasılığı üzerinde belirgin bir şekilde
olumsuz bir etkiye sahiptir, zekâsı için doğrudan sıfıra gitmesi gerekir.
Belirli bir teorinin kabul edilen diğer teorilerle ilişkilerini düşündüğümüzde yine iki yön
buluruz. Tümdengelim ve uyumsuzluk ilişkileri vardır ve tümevarımsal uyumsuzluk ve
uyumsuzluk ilişkileri vardır. Tümdengelimli ilişkiler oldukça basittir. Kabul edilen bir teoriyle
uyumsuzluk mantıksızlığa neden olur; Kabul edilen bir teorinin mantıksal bir sonucu olmak,
yüksek bir önceki olasılık yaratır. Her ne kadar daha dar teorilerin daha geniş teoriler altında
tümdengelimli olarak tüketilmesi muhtemelen gerçek vakaların aşırı basitleştirilmesi gibi bir
şey olsa da bununla birlikte, kapsayıcı bir teorinin çeşitli alanları tümdengelimli olarak
birleştirme yeteneği, güçlü bir inandırıcılık argümanı sağlar.
Teoriler arasındaki tümevarımsal ilişkiler söz konusu olduğunda, analoji bence en
önemli husustur. Deney sonuçlarının sıçanlardan insanlara indüktif olarak aktarılmasında
analojinin kullanılmasından daha önce bahsetmiştim. Arkeolojide, mevcut ilkel toplumlar ile
tarih öncesi toplumlar arasındaki benzerliklerden yararlanan etnografik benzetme yöntemi
yaygın olarak kullanılmaktadır. Fizikte, elektrostatiğin ters kare yasası ile yerçekiminin ters
kare yasası arasındaki analoji, önemli bir makul değerlendirmenin bir örneğini sağlar.
Kuhn'un tutarlılık (geniş anlamda yorumlanmış) ve basitlik kriterleri, teorilerin önceki
olasılıklarının değerlendirmeleriyle açıkça ilgili görünmektedir. Bayes yorumu için
haykırıyorlar.
Kuhn'un listesindeki son kriter verimlidir- birçok yönü vardır. Bazı teoriler, birkaç basit
ilke açısından görünüşte pek çok farklı kavramı birleştirerek verimli olduğunu kanıtlar. Newton
sentezi belki de olağanüstü bir örnektir; Maxwellian elektrodinamiği de mükemmel bir
durumdur. Yukarıda önerdiğim gibi, çok çeşitli gerçekleri barındırabilme yeteneği, belirli bir
teorinin önceki olasılığını artırma eğilimindedir. Farklı başarıyı, temel doğruluktan ziyade
olaya atfetmek mantıksızdır.
Başka bir doğurganlık türü, şimdiye kadar bilinmeyen fenomenlerin öngörülebilirliğini
içerir. Işığın dalga teorisi ile Poisson parlak noktasının tahmininden ve özel görelilikle zaman
156
genişlemesinin tahmininden tanıdık resimler olarak bahsedebiliriz. Bunlar, önemli anlamda
beklentinin düşük olduğu örneklerdir. Belirttiğimiz gibi, küçük bir beklenti, bir hipotezin arka
olasılığını artırma eğilimindedir.
Başka bir doğurganlık türü doğrudan makul senaryolarla ilgilidir; Bir teori, uygun
yardımcı varsayımların yardımıyla zorluklarla başarılı bir şekilde başa çıkarsa, bu şekilde
verimlidir. Newton mekaniği yine mükemmel bir örnek sunuyor. Uranüs'ün tedirginlikleri,
Neptün'ün varsayımıyla açıklandı. Neptün'ün tedirginlikleri Plüton varsayımıyla açıklandı.
Yıldızların galaksiler içindeki ve galaksilerin kümeler içindeki hareketleri, birçok güncel
teorinin bulunduğu karanlık madde açısından açıklanmaktadır. Sorunlu olasılıklarla başa
çıkmak için kolayca makul senaryolara yol açan bir teori, bu tür doğurganlıkla övünebilir.
Kuhn'un bu bölümdeki kriterlerinin tartışılması, bir Bayes çerçevesi içinde ne kadar
yeterince anlaşılabileceklerini göstermeyi amaçlamaktadır — onay için alman oldukları sürece.
Eğer sağlamsa, Kuhn'un teori seçimi konusundaki görüşlerini mantıksal ampirikçilerin
görüşleri ile birleştiren oldukça önemli bir köprü kurduk- en azından Bayes teoreminde
hipotezlerin ve teorilerin doğrulanmasını karakterize etmek için uygun bir şema bulanlar.
Bu nedenle, mantıksal ve Bağlantı arasında teori veya yapısal bir bağlantı keşfi belirli
bir bölümü en önemli kanıt ise kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt,
delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt varsa, doğru olduğuna
inanılan ne bir kanıt, teorisi için kanıt bir parçası olduğu düşünülmektedir. İnanmadığım şey,
önemli olan ilişkinin sadece bir yandan teori ile diğer yandan Dürüstlük arasındaki zorunlu
ilişki olduğudur. İlişkinin basitçe bir gereklilik olamamasının nedenleri, tam olarak varsayımsal
tümdengelim hesabının nedenleridir yanlıştır; ancak öneri, kanıtların teoriyle alaka düzeyine
ilişkin kararımızın, ikisi arasındaki Yapısökümcü bir bağlantı algısına bağlı olduğunu ve bu
inanç derecesinin en iyi ihtimalle epifenomenal olduğunu algılamakta en azından doğrudur.
Kanıtların teori üzerindeki etkisinin belirlenmesinde, inanç dereceleriyle belirgin bir bağlantısı
olmayan, farklı teorileri savunan insanlar tarafından aynı şekilde paylaşılan mekanizmalar ve
katmanlar var gibi görünmektedir. En radikal yenilikler dışında, bilim adamları yeni bir teorinin
kanıtı olan ve olmayan konusunda yakın bir anlaşma içinde görünüyorlar; Bazı gözlem veya
deneylerin bazı hipotezlerinin alaka düzeyine ilişkin iddialar genellikle ayrıntılı hesaplamalar
ve argümanlarla desteklenir. Kanıtsal alaka düzeyinin belirlenmesinin tüm bu özellikleri, bu
ilişkinin bir şekilde kanıt beyanlarını ve teori beyanlarını birbirine bağlayan yapısal, nesnel
özelliklere bağlı olduğunu göstermektedir. Ama eğer bu doğruysa, gerçekten önemli ve
gerçekten ilginç olan bu yapısal özelliklerin ne olabileceğidir. Olumlu alaka düzeyi koşulu,
doğru olsa bile, kanıtları teoriyle alakalı kılan şeyin en az ilginç kısmı olacaktır.
173 Bu argümanların hiçbiri Bayesci şeyler planına karşı belirleyici değildir ve olmamalıdır;
çünkü önemli açılardan bu şema şüphesiz doğrudur. Ancak birlikte ele alındığında, en azından
bilimsel argüman ve Dürüstlük için önemli olan, ancak Bayes planının henüz nüfuz etmediği
kanıtlarla hipotezler arasında ilişkiler olması gerektiğini şiddetle önerdiklerini düşünüyorum.
Gerçekçilik için. Birkaç yıl önce Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediğini yazdım. Bu
kitap genellikle gerçekçiliğe bir saldırı olarak algılanıyordu. Bugünlerde düşman konusunda
yanıldığımı düşünüyorum: savaşmamız gereken gerçekçilik değil köktenciliktir.
Gerçekçilik savunuculuğum - bir dizi oldukça farklılaşmış durumda çeşitli farklı
alanlarda çeşitli farklı bilgi türleri hakkında yerel gerçekçilik - Kantçı yapıdadır. Kant, oldukça
soyut felsefi konumlar oluşturmak için neyin şaşırtıcı bir argüman biçimi olması gerektiğini sık
sık kullandı (0): X—algısal bilgimiz, irade özgürlüğümüz, her neyse. Ancak 0 olmadan (algının
aşkın birliği veya sonların krallığı) X imkansız veya düşünülemez olurdu. Dolayısıyla 0. Yerel
bilginin nesnelliği benim 0; X, planlama, tahmin, manipülasyon, kontrol ve politika belirleme
olasılığıdır. Eylemlerimizin beklenen sonuçları hakkındaki iddialarımız güvenilir olmadıkça,
planlarımız boşa çıkar. Bu nedenle bilgi mümkündür.
Kantçı argüman formu hakkında şaşırtıcı bulunabilecek şey, başladığı X'lerdir. Bunlar
genellikle saf aklın temiz ve düzenli dünyasında ne uygun belgeleri ne de uygun tanıtımları
olan, şüpheli değeri ve şüpheli kökeni olan mülteciler olarak ortaya çıkan gerçeklerdir.
Nesnelliği temellendirdiğim gerçekler, özelliklerin kesin sınırlara sahip olduğu, kuralların açık
olduğu ve davranışların kesin olarak belirlendiği açık, iyi aydınlatılmış akıl sokaklarında benzer
şekilde yabancıdır. Meşe palamutundan meşe ağacı alabileceğimi biliyorum ama çam
kozalağından değil; bu beslenme çocuğumu daha güvenli hale getirecek; açları beslemek ve
evsizleri barındırmak daha az sefalete neden olacak; ve daha fazla smear testi yapılması vajinal
kanser insidansını azaltacaktır. Aristotelesçi Toplum Bildirileri'nden Yeniden Basılan fiziğe
yaklaşmakburada konumuz, üst kattaki pencereden aşağıdaki kızımın eline bir pound bozuk
para bırakabileceğimi de biliyorum, ancak muhtemelen bir kağıt mendil değil; Pusula iğnemi
takip ederek kuzeye gidebileceğimi (çok uzun arabamda değil, yaya olduğum için), bu...
Bu gerçekleri belirsiz ve kesin olmasa da biliyorum ve bunun iyileştirilebileceğini
varsaymak için hiçbir nedenim yok. Çoğu durumda, neden sonuç arasındaki bağlantının
gücünden veya sıklığından veya güvenilirliğinin aralığından da emin değilim. Ve hiçbir
durumda hangi planların veya politikaların en uygun stratejiyi oluşturacağını kesinlikle
bilmiyorum. Ancak bu öğelerin bilgi öğeleri olduğu konusunda ısrar etmek istiyorum. Elbette,
tüm gerçek bilgi öğeleri gibidirler (duyu verileri veya sentetik a priori gibi kurgusal öğelerin
aksine) savunulamaz ve daha fazla kanıt ve argüman ışığında revizyona açıktırlar. Bunları
bilmiyorsam, ne bilirim ve bir şeyi nasıl öğrenebilirim?
Bu tuhaf gerçeklerin yanı sıra, esas olarak doğa bilimleri tarafından sağlanan çok sayıda
kesin ve kesin bilgiye de sahibiz. Burada, bir ampirist olarak, uygulanmaları gereken dünyadan
önemli ölçüde uzaklaştığım soyut yasaları değil, belirli türdeki somut sistemlerin kesin
davranışlarını, örneğin nötr K-mezonlar bozulduğunda ne olacağı bilgisini düşünüyorum. İnme
kurbanlarını tespit etmemizi sağlayan korumalı dalgalı bir manyetik alanda c-p ihlali veya
kalamarların (süper iletken kuantum girişim cihazları) davranışını tespit etmemizi sağlar. Bu
bilgi genellikle oldukça eklemli, oldukça soyut bir teorik şema içinde düzenlenir.
Tümevarım kullanılmadan pozitif bilim yapılamaz ve bu somut fenomenlerin meşru
olarak soyut bir şemadan türetilebildiği durumlarda, bu şema için bir tür tümevarımsal temel
görevi görürler. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği, bu türevlerin sağlamlığına ve 174
dolayısıyla soyut yasalara ampirik desteğe meydan okudu. Hala bu türevlerin genellikle titrek
olduğunu iddia ediyorum, ancak burada yapmak istediğim nokta bu değil. Öyleyse argüman
uğruna tam tersini varsayalım: türevler tümdengelimli olarak doğrudur ve yalnızca gerçek
önseziler kullanırlar. Daha sonra, uygun teşviklerin geçerliliğini vererek,1 söz konusu yasalar
konusunda gerçekçi olmak için nedenlerimiz var. Ama bu bize köktenci olmamız için sebep
vermiyor. Bir yasanın doğru olduğunu kabul etmek - hatta bir ‘temel’ fizik yasası veya sözde
temel parçacıklar hakkındaki bir yasa bile — evrensel olduğunu, her yerde tuttuğunu ve her
alanda yönettiğini kabul etmekten uzaktır.
***
Köktenciliğe karşı. Hukuk benzeri bilgi öğelerini kabaca iki kategoriye ayırmama geri
dönün: (1) yasal olarak teorik şemalara göre düzenlenmiş olanlar, bunlar genellikle, her zaman
olmasa da, bir kıvılcım odası gibi oldukça yapılandırılmış, üretilmiş ortamlardaki davranışlarla
ilgili gerçekler; (2) olmayanlar. Tüm olguların tek bir büyük şemaya ait olması gerektiğini ve
dahası bunun birinci kategorideki olguların özel ve ayrıcalıklı bir statüye sahip olduğu bir şema
olduğunu düşünme eğilimi vardır. Doğanın nasıl işlemesi gerektiğinin örnekleridir.
Diğerlerinin onlara uyması için yapılmalı. Bu, direnmemiz gerektiğini düşündüğüm türden bir
köktenci doktrin. Biyologlar bunu zaten kendi özel bilgi öğeleri adına yapıyorlar.
İndirgemecilik biyolojide uzun zamandır modası geçmiştir ve şimdi ortaya çıkma yine gerçek
bir olasılıktır. Ancak biyoloji ve fizik arasındaki uzun süredir tartışılan ilişkiler, teşvik ettiğim
köktencilik karşıtlığı için iyi paradigmalar değil. Biyologlar, ‘yaşamın’ ortaya çıkmasıyla yeni
yasaların nasıl ortaya çıktığı hakkında konuşurlardı.; günümüzde yaşam hakkında değil,
karmaşıklık ve organizasyon seviyeleri hakkında konuşuyorlar. Yine de her iki durumda da söz
konusu ilişki, bir yandan daha büyük, zengin donanımlı, karmaşık sistemler ile diğer yandan
fiziğin temel yasaları arasındaki ilişkidir: söz konusu olan ‘aşağıya doğru’ indirgeme
olasılığıdır.
Bunun ötesine geçmek istiyorum. Sadece aşağı yönlü azaltma olasılığına değil, aynı
zamanda ‘çapraz yönlü azaltma’ olasılığına da meydan okumak istiyorum. Sistemler için
geçerli olan fizik yasaları (kelimenin tam anlamıyla doğru, tartışma uğruna hayal edebiliriz) bir
laboratuvarın oldukça yapmacık ortamlarında mı yoksa modern bir teknolojik cihazın
mahfazasının içinde mi, bu yasalar sistemlere, hatta aynı türden sistemler, farklı türlerde ve
daha az düzenlenmiş ayarlar? Mülteci gerçeklerimiz, her zaman, yeterli çaba ve dikkatle, temel
kurallara uygun olarak düzenli bir şekilde davranarak, fizik topluluğunun uygun üyelerine
yeniden kalıplanabilir mi? Ya da kendi liyakatleriyle bilgi bedenine kabul edilmelidirler — ve
edilmelidirler —?
Fizik deneyinden daha günlük deneyimin gerçeklerine geçerken, sadece kontrollü
ortamlardan kontrolsüz ortamlara değil, çoğu zaman mikrodan makroya da geçiyoruz. Bu iki
farklı değişimden kaynaklanan sorunları ayrı tutmak için, klasik mekanikten bir örnek
seçeceğim ve ölçeği sabit tutmaya çalışacağım. Klasik elektrik ve manyetizma da işe
yarayacaktı. Dahası, iddialarımı olabildiğince açık hale getirmek için, Newton'un üçüncü
yasasının ve onun düşen cisimlere uygulanmasının en basit ve en iyi bilinen örneğini ele
175 alacağım: F = ma. Köktendinci kanon içinde yetişen çoğumuz bunu evrensel bir niceleyici ile
önde okuyoruz: herhangi bir durumda herhangi bir beden için, maruz kaldığı ivme, o durumda
kendisine uygulanan kuvvetin eylemsiz kütlesine bölünmesine eşit olacaktır. Bunun yerine, tüm
nomolojikleri bir ceteris paribus yasası olarak okumamız gerektiğine inandığım gibi okumak
istiyorum: herhangi bir durumda herhangi bir beden için, hiçbir şey müdahale etmezse, ivmesi,
üzerine uygulanan kuvvetin kütlesine bölünmesine eşit olacaktır. Fakat başka bir kuvvetten
başka bir hareket üretimindeki bir kuvvete ne müdahale edebilir? Elbette sorun yok: hızlanma
her zaman kütleye bölünen toplam kuvvete eşit olacaktır. Ben de bunu sorgulamak istiyorum.
Gerçek bir durumun teorik bir tedavisini nasıl oluşturduğumuzu bir kez daha düşünün.
Temel teorinin soyut kavramlarını uygulamadan önce - bir kuantum alanı, bir tensör, bir
Hamiltoniyen atayın veya tartışmamız durumunda bir kuvvet işlevi yazın - önce teorinin
işleyebileceği şekilde durumun bir modelini üretmeliyiz. Bu noktadan itibaren teorinin kendisi,
kendi soyut kelime dağarcığının terimlerini tanıtmak ve böylece yasalarını devreye sokmak için
‘dile giriş kuralları’ sağlar. Fizik Yasalarının Nasıl Yattığı, klasik kuvvet fonksiyonunun kabaca
kuantum analoğu olan Hamiltoniyen durumu için bunu gösterdi. Kuantum mekaniğini
öğrenmenin bir kısmı, kanonik modeller için Hamiltoniyenin nasıl yazılacağını öğrenmektir -
örneğin, serbest hareket halindeki sistemler için, bir kare kuyu potansiyeli için, doğrusal bir
harmonik osilatör için vb. klasik mekanik için de aynı noktayı koydu.
Gerçek bir durumu tedavi etmenin temel stratejisi, bu sabit bileşenlerden bir modeli bir
araya getirmektir; ve sonra parçalar için Hamiltonyacılardan öngörülen bileşik Hamiltoniyeni
belirlemek. Model, temsil etmesi gereken durumla karşılaştırıldığında gerçekçilik soruları
ortaya çıkar. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği, en iyi durumlarda bile, ikisi arasındaki
uyumun çok iyi olmadığını savundu. Orada en iyi vakalara odaklandım, çünkü şu soruyu
yanıtlamaya çalışıyordum: ‘Modern teorilerin açıklayıcı başarıları onların gerçeği için tartışıyor
mu? Burada, modellerin, eğer varsa, durumun çok kötü bir görüntüsünü sağladığı çok sayıda
'kötü' duruma odaklanmak istiyorum. Bunlar teoriyi onaylamayan durumlar değildir. Belirli bir
durum için bir teorinin öngörülerinin, durumu teori dilinde tanımlamayı başarana kadar yanlış
olduğunu gösteremezsiniz. Modeller çok kötü bir uyum sağladığında, teori doğrulanmamıştır;
sadece uygulanamaz.
Şimdi düşen bir nesneyi düşünün. Galileo'nun eğik kuleden değil, daha önce üst kattaki
pencereden düştüğünü tarif ettiğim madeni para değil, yerçekimsel olmayan etkilere karşı daha
savunmasız bir şey.
Bazı durumlarda bir fizikçi, bir [davranışçı psikolog] 'dan daha kötü bir peygamberdir,
çünkü Aziz Stephen Meydanı'nda rüzgarla süpürülen bin dolarlık banknotun nereye ineceğini
belirtmesi gerektiğinde, bir [davranışçı] koşullandırma deneyinin sonucunu oldukça doğru bir
şekilde belirleyebilir.
Mekanik bu durum için bir model sağlamaz. 1.000 TL banknotu dünya çevresinde
desteklenmeyen bir nesne olarak tanımlayan ve böylece yerçekimi nedeniyle üzerine uygulanan
kuvveti tanıtan yalnızca kısmi bir modelimiz var. Toplam güç bu mu? Köktendinci hayır
diyecek: prensipte var (Tanrı'nın tamamlanmış teorisinde?) rüzgarın hareketi için mekanikte bir
model, muhtemelen inşa etmeyi asla başaramayacağımız çok karmaşık bir model olsa da. Bu
inanç temel-ist için gereklidir. Mekanikte 1.000 TL banknot için bir model yoksa, nota ne
olacağı yasaları tarafından belirlenmez. Düşen bazı nesneler, aslında çok büyük bir sayı,
mekaniğin alanının dışında olacak veya ondan yalnızca kısmen etkilenecektir. Peki bu köktenci
inancı haklı çıkaran nedir? Mekaniğin doğru modelleyebileceği durumlardaki başarıları, ne 176
kadar kesin veya şaşırtıcı olursa olsun onu desteklemez. Sadece teorinin kendi alanında doğru
olduğunu gösterirler, alanının evrensel olduğunu değil. Önermek istediğim köktenciliğe
alternatif, tam da şunu varsayar: mekanikte kuvvet işlevleri atanan tanıdık modellerle nedenleri
yeterince temsil edilebilen tüm hareketler için mekaniğin doğru, tam anlamıyla doğru olduğunu
kabul edebiliriz. Bu hareketler için mekanik, tahmin için güçlü ve kesin bir araçtır. Ancak diğer
hareketler için sınırlı servis kolaylığı sağlayan bir araçtır.
1000 TL banknot sorunumuzu akışkanlar dinamiği uzmanına bırakalım. Uzman derhal
sorunun kötü tanımlandığından şikayet etmelidir. Fatura tam olarak neye benziyor: katlanmış
mı yoksa düz mü? tam ortasından ya da... ? gevrek mi yoksa buruşuk mu? genişliğe karşı ne
kadar? ve benzeri ve benzeri ve benzeri. Cevaplar verilebildiğinde, akışkanlar dinamiğinin
uygulanabilir bir model sağlayabileceğinden şüphem yok. Ancak, her gerçek durum için, hatta
çoğunluk için bile, akışkanlar dinamiğinin, tüm nedenleri ve hatta baskın olanları
modellemesine izin verecek kadar ‘doğru soruları’ olduğundan şüpheliyim. İşe yarayan
modellerin Newton yasalarını (ya da bu konuda Lagrange'ın yasalarını) meşru bir şekilde
devreye sokarak bunu yapacağından eşit derecede şüpheliyim.
Yasaların yama işi. Metafizik nomolojik çoğulculuk, doğanın farklı alanlarda, birbiriyle
sistematik veya tekdüze bir şekilde ilişkili olması gerekmeyen farklı yasa sistemleri tarafından
yönetildiği doktrinidir: bir yasalar dizisi ile. Nomolojik çoğulculuk her türlü köktenciliğe
karşıdır. Burada özellikle fiziğin tüm fenomenleri kendi soyut teorilerinde toplama
girişimleriyle ilgileniyoruz. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği'nde, çoğu durumun bir
fizik yasasına yalnızca çarpıtma yoluyla getirildiğini savundum, oysa bunlar genellikle daha
fenomenolojik yasalardan gelen kavramlarla oldukça doğru bir şekilde tanımlanabilir. Önerilen
resim, bir süreklilikte, mükemmel olmayan ama kötü olmayan durumlardan gerçekten çok kötü
olanlara kadar birçok farklı duruma aitti. Bir uçta temel fiziğin tamamen tükenebileceğini öne
179 sürdüm ‘'Nedir... kalemimin ucundaki bölgedeki elektrik alan vektörünün değeri nedir?'),
transistörlerde ise oldukça iyi çalışıyor. Ama asıl odak noktası bu değildi. Şimdi keskin
bölünmeler çizmek istiyorum: tipik olarak fizik tarafından incelenen sistemlerin bazı
özellikleri, davranışlarının fizik yasalarına hiç tabi olmadığı durumlara girebilir. Ancak bu,
davranışları için bir rehberleri olmadığı veya yalnızca düşük seviyeli fe- nomenolojik yasaları
olduğu anlamına gelmez. Oldukça soyut ilkelerden oluşan oldukça farklı bir organize kümeye
girebilirler.
Metafizik çoğulculuğun karşılaştığı iki acil zorluk vardır. Birincisi, metafizik monizmin
kalıntıları olan görüşlerle birleştirilmesi gerektiğini hayal ederek kendimizi yarattığımızdır.
İkincisi, doğanın çözmesi gereken gerçek bir sorun olduğuna inanıyorum.
Sormaya meyilliyiz: Newton yasalarına tabi olmayan hareketler nasıl olabilir? Cevap:
Newton'un teorisine dahil olmayan hareket nedenleri vardır. Birçoğu bunu imkansız buluyor
çünkü indirgemeciliği bırakmış olsalar da yakın bir kuzene tutunuyorlar: üstünlük. Düşen
nesnenin ve çevresinin tam bir 'fizik' tanımını verdiğimizi varsayalım. Bu durumun diğer tüm
özelliklerini düzeltmemeli mi? Niçin? Şu anda üzerinde durduğumuz tartışma düzeyinde bu
kesinlikle doğru değil: rüzgar soğuk ve fırtınalı; fatura yeşil, beyaz ve buruşuk. Bu özellikler
gaganın kütlesinden, dünyanın kütlesinden, aralarındaki mesafeden bağımsızdır.
Önemli olan fiziğin mikroskobik özellikleridir; gerçekliğin geri kalanı onlara üstün
gelir. Buna neden inanayım ki? Üstünlük, indirgemecilik üzerinde ileriye doğru bir adım olarak
lanse edilir. Kabaca söylemek gerekirse, avantajın, gerçekleştirilmesi zor olan daha geleneksel
‘tip-tip’ indirgemeciliğin yerine daha zayıf bir tür indirgemeciliğin, ‘belirteç-belirteç’
indirgemeciliğin yerini alabileceğimiz varsayılıyor. Ancak geleneksel görüşün kendi lehine
argümanları vardı. Bilim, mikro yapılar ve makro özellikler arasında oldukça sistematik çeşitli
bağlantılar çizer. Genellikle taslak pürüzlüdür; bazen kesindir; genellikle güvenilirliği çok özel
koşullarla sınırlıdır. Yine de çarpıcı vakalar var. Ancak bu vakalar tip tipi indirgemeciliği
destekler; üstünlük için önemsizdirler. Tip-tip indirgemeciliğin iyi bilinen sorunları vardır:
keşfettiğimiz bağlantıların genellikle indirgemelerden çok nedensel bağlantılara benzediği
ortaya çıkar; kendi alanlarında sınırlıdırlar; kesin olmaktan ziyade kabadayıdırlar; ve çoğu
zaman, güzel indirimler üretmeyi umduğumuz iyi başlangıç önerileri bile bulamıyoruz. Bu
sorunlar, doktrini bir dizi özel yolla değiştirmeyi veya belki de tamamen bırakmayı önerir. Ama
kesinlikle bizi geri çekilme pozisyonu olarak belirteç-belirteç indirgemeciliğiyle bırakmıyorlar.
Ne de olsa, az önce anlattığım hikayede, mikro yapıların makro özellikleri sabitlediği iddiası
için ilk etapta tartışılan bir dereceye kadar sistematik bağlantının ortaya çıkmasıydı. Ancak,
belirteç-belirteç indirgemeciliğinde eksik olan sadece bu sistemselliktir.
Fizik tarafından incelenen mikro özellikleri denetlemeyen makro özellikler olduğu
görüşü bazen 'ortaya çıkışçılık' olarak etiketlenir. Öneri, üstünlüğün olmadığı yerde, makro
özelliklerin mucizevi bir şekilde hiçbir yerden çıkmaması gerektiğidir. Ama neden? Bu mülkler
hakkında yeni inenlerden hiçbir şey yok. Onlar dünyanın her yerinde, fiziğin özelliklerinin
yanında duruyorlardı. Belki de fizik tarafından incelenen özellikler kümesinin tamamlandığı
hissiyle yanılıyoruz. Gerçekten de bu iddianın doğru olduğu gerçek bir anlam olduğunu
düşünüyorum, ancak bu anlam ortaya çıkma suçlamasını desteklemiyor. Fizik tarafından
incelenen özelliklerin alanının nasıl belirlendiğini düşünün. İşte bir karikatür: hareketlere ilgi
ile başlıyoruz — sapmalar, yörüngeler, yörüngeler. Ardından, tahmin altında kapalı (veya
yeterince kapalı) olan en küçük özellik kümesini ararız. Yani, başlangıç faktörlerimizle
nedensel olarak ilgili olan tüm faktörleri ve ardından bunlarla nedensel olarak ilgili olan her
şeyi elde edene kadar seti genişletiriz. Başarılı olmak, sahip olduğumuz tüm mülkleri aldığımızı 180
göstermez. Bu, bu makalenin baş iddiasından oldukça bağımsız olarak akılda tutmamız gereken
bir gerçektir, öngörücü kapanışın kendisi yalnızca oldukça kısıtlı koşullarda elde edilir. Acil
olan nokta, bir dizi özellik arasındaki öngörücü kapanışın tanımlayıcı bütünlük anlamına
gelmediğidir.
Metafizik çoğulculuğun karşılaştığı ikinci sorun, tutarlılıktır. Fizik yasalarının tüm
madde ve enerjiyi taşıdığı bölgelerde renk lekelerinin ortaya çıkmasını istemiyoruz. İşte on
yedinci yüzyılın mekanik felsefesini öğretirken anlattığım iki hikaye. Her ikisi de tutarlı bir
evrenin yaratılabilmesini sağlamak için Doğa Kitabının nasıl yazılacağıyla ilgilidir. Bir
hikayede Tanrı fizikle çok ilgileniyor. Fiziğin tüm yasalarını dikkatlice yazar ve evrendeki
madde ve enerjinin ilk dağılımını ortaya koyar. Daha sonra, varsa makroskobik özellikler ve
makroskobik yasaların ortaya çıkacağı da dahil olmak üzere gelecekteki tüm olayları
hesaplamanın sıkıcı ama entelektüel olarak önemsiz işini Aziz Petrus'a bırakır.
***
Sonuç
Çağdaş bilimimizin yasalarının, doğru oldukları ölçüde, en iyi ihtimalle gerçek ceteris
paribus olduğunu savundum. En güzel durumlarda, onlara doğa iddiaları gibi davranabiliriz.
Ancak deneyimlerimizde yasalarımızı — en temel fizik yasalarımızı bile — evrensel olarak
kabul etmemiz için hiçbir nedenimiz yok. Gerçekten de, "özellikle fiziğin en temel yasalarımız"
demeliyim, eğer bunlar temel parçacıkların yasaları ise. Çünkü bu yasaları laboratuvar
ortamının dışındaki temel parçacıklar için geçerli saymak için neredeyse hiçbir endüktif
nedenimiz yok - eğer orada varlarsa. Ian Hacking, ‘Onları püskürtebilirseniz, var olurlar’
sözüyle ünlüdür. Bunu hep kabul etmişimdir. Ama şimdi daha temkinli olurdum: "Onları
püskürtebildiğiniz zaman var olurlar.’
Teorik varlıkların laboratuvarın kendine özgü koşulları ve kuralları tarafından yaratıldığı
iddiası, sosyal inşacılardan aşinadır. Daha önce tarif ettiğim kararlı düşük kayıplı darbeler,
bunun nasıl olabileceğine dair bir örnek veriyor. Burada sadece laboratuvar dışındaki teorik
varlıkların varlığı hakkında değil, davranışları hakkında da bir uyarı eklemek istiyorum.
Amaç, yalnızca teorik varlıkları kesin ve ince etkiler üretmek istediğimiz şekilde
kullanabildiğimiz zaman var olmaları gerektiği değil; aynı zamanda onların davranışlarını,
istediğimizi yapmalarını sağlayabilirsek çok iyi anlamamız gerektiği de böyle olmalıdır. Bu,
inanıyorum ki, bazı çok somut, bağlam kısıtlı iddiaların gerçeği için, davranışlarını tanımlamak
ve onları kontrol etmek için kullandığımız iddiaları savunuyor. Ancak tüm bu hassas kontrol
durumlarında, koşullarımızı modellerimize uyacak şekilde oluşturuyoruz. Tekrar ediyorum:
Bu, modellerimizi her duruma uyacak şekilde uyarlamanın mümkün olması gerektiğini
göstermiyor.
Belki de bir tür durumla diğeri arasında gerçek bir fark olamayacağını ve dolayısıyla
laboratuvarlarımızın duvarlarındaki indüksiyonlarımızı durdurmak için ilkeli bir neden
olmadığını hissediyoruz. Ancak bir fark var: bazı koşullar sahip olduğumuz modellere
benziyor; diğerleri benzemiyor. Ve sadece bilimsel faaliyetin amacı, söz konusu yasaların
kapsamı altında, yasaların yönettiği tüm ve yalnızca bu koşullara giren modeller oluşturmaktır.
Köktendinciler meseleleri farklı görüyorlar. Yasalar istiyorlar; gerçek yasalar istiyorlar; ama en
önemlisi, en sevdikleri yasaların her yerde yürürlükte olmasını istiyorlar. Köktendinciliğe
181 direnmeye çağırıyorum. Gerçeklik sadece yasaların bir parçası olabilir.
182