You are on page 1of 183

BİLİM FELSEFESİ

Birinci Baskı
Aralık 2022
BİLİM FELSEFESİ

Yayıncı Kuruluş
Unistar Yayınevi

Basım Yeri
Lefkoşa KKTC

Çeviri
Tuna HANOĞLU
Önsöz:
Bilim felsefesinin amacı, bilimi ve bilimin mantığını açıklayarak kısaca aktarmaktır. Bir
yandan, bilimi anlamak için çeşitli yaklaşımlar vardır. Zaman içerisindeki tarihsel gelişim
sürecini inceleyerek bilimi anlamaya çalışabiliriz. Diğer bir yaklaşım ise bilimsel araştırma
yapan kişileri aynı anda yani bulundukları döneme ve kültürel bağlama göre incelemek, içinde
bulundukları sosyal ve kültürel koşulları inceleyerek bilimi anlamaya çalışmaktır; yani bilimi
anlamaya çalışmak, kişisel ve kültürel koşulların etkisine bakmaktır. Bilimin oluşumu ve
gelişimi ile ilişkili sosyal koşullar, bilimi açıklama yoluna gider.
Bilime bir de mantık veya felsefe açısından bakılabilir. Bu açıdan bilim hem bir olgu
hem de bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bilim düzenli ya da organize bir bilgi
bütünüdür. Bilgilerimiz “önerme” denilen dilsel ifade biçimlerinde yer aldığından, bu
yaklaşıma göre bilimi anlama bir bakıma bu önermeleri inceleme, eleştirme ve çözümleme
demektir. Önermeleri oluşturan terim ya da kavramları aydınlatma, bu kavramlar arasındaki
ilişkileri belirleme, önerme ve kavramları mantıksal bir ilişki düzeni içinde kapsayan teori veya
benzer sistemleri yapı ve işleyiş olarak açıklığa kavuşturma bu yaklaşımın başlıca özelliğini
belirleyen süreçlerdir. Bu anlamda bilim felsefesi, bilimin dilsel yapısını çözümleme, eleştirme
ve aydınlatma çabasından başka bir şey değildir.
Bilimin felsefi yönden ele alınışı, bilimsel faaliyetin ve felsefi düşüncenin bulunduğu
her toplumda karşımıza çıkmaktadır. Konuya örnek olarak Aristoteles bilimin kendisini bir
araştırma konusu olarak almış, yani bilimin yöntemini, yapısını ve işleyişini kendi felsefi
sistemi içinde açıklamaya çalışmıştır.
Fonotik açıdan bir noktaya değinmekte de fayda görüyorum. Çoğu kez sanıldığının
tersine “Bilim Felsefesi” ile “Bilimsel Felsefe”nin aynı şey olmadığını vurgulamak gerekir.
Bilim felsefesi, felsefeye özgü düşünme ve çözümleme yönteminden yararlanarak, bilimin
kavramsal metodoloji ve işleyişini aydınlatmayı amaçlar. Bilimsel felsefe ise felsefeye bilimin
tutum ve yöntemiyle uyumlu bir nitelik kazandırmak, öylece felsefeyi, verimsiz, sorumsuz
saydığı geleneksel uğraşın- dan kopararak, sorunlarına topluca değil, bilimlerde olduğu gibi
parça parça yanıtlar arayan ölçülü bir disiplin kimliği vermektir.
Bilim Nedir?
Bilim yaşamımızın her alanında kendini yaygın bir çevre edinmiştir. Gündelik hayatta
kullandığımız herhangi bir alet ya da herhangi bir durum olay içerisinde bilinçli yahut bilinçsiz
olarak karşımıza çıkar. Bilimsel yollardan edinilen bilgiler insanoğluna doğal çevresini denetim
altına alma olanağını sağlamış; doğa olanaklarını kendi yaşamını kolaylaştırma, daha rahat,
daha güvenilir ve daha uzun yaşama yolunda kullanma yeteneğini vermiştir. Bilginin çok yönlü
tükenmez bir güç kaynağı olduğu, insanoğlunun uzaya açılan teknik başarılarıyla günümüzde
iyice ortaya çıkmıştır.
Bilimi anlamanın önemi nedir, buna neden gerek vardır? Bu soruya şu iki yönden yanıt
verebiliriz. (1) Bilimin uygulama sonuçları yaşamımızı giderek artan ölçülerde her cephesinde
etkilemektedir; (2)Bilimsel düşünceyi tanıma çağımız aydını için bir entelektüel zorunluluktur.
Bu sonuçlar bilimin bizim için önemli olan bir cephesini oluşturur. Bundan belki de
daha önemli bir başka cephesi, bilimin güçlü bir düşünme yöntemi olmasıdır. Bilimsel düşünme
yönteminin yapı ve özelliği, kitabımızın ilerleyen kesimlerde ayrıntılı olarak ele ünlü
düşünürler ile birlikte alınacaktır.
Bilimsel düşünme belli bir kafa disiplini gerektirir. Bu disiplini kazanmış bir kimse her
şeyden önce gerçeğe dönüktür; olaylara saygılıdır. Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı olmasını
bilir; olgulara dayanmayan uluorta genellemeler- den kaçınır; akla ya da ortak-duyuya ne kadar
yakın görünürse görünsün hiç- bir konuda önyargılara, dogmatik inançlara saplanmaz. Bilimsel
düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlik
ölçüsü de güvenilir gözlem verileridir. Gözlem verilerine ters düşen, ya da onları aşan, her türlü
iddia, teori veya genelleme duygusal çekiciliği ne olursa olsun, şüphe konusu olmak zorundadır.
Herhangi bir çıkarım ya da savın geçerliği, olgulara uygunluk gösterdiği kadardır.
Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü
mistik ve doğaötesi görüşlerin karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları, doğaüstü
kuvvetlerin varlığını tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider.
Son olarak bilimsel düşüncenin bir anlama, bir bulma ve doğrulama yöntemi olduğunu
söylemeliyiz. İnsanlık uzun geçmişinde, aynı amaçlar için başka yolları da denemiştir. Mitoloji,
din, metafizik gibi bilim dışı yollar, evreni an- lama çabaları arasında sayılabilir. Fakat bu
çabaların hiçbiri başarılı olmamış- tır; bilimsel yöntemin sağladığı güvenilir bilgiye, olguları
açıklama gücüne erişememiştir.
İlerde daha genişçe ve ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu üç nokta bilimin entelektüel
değerini belirten temel özelliklerdir. Demek oluyor ki, bilimin değeri bir yandan teknolojideki
uygulaması ile faydaya yönelmiş icatlarda, öte yan- dan nitelikleri belli bir kafa disiplini,
rasyonel bir dünya görüşü ve evrenin insanoğlu için sır olan yanlarını ve işleyişini anlama,
açıklama ya da betimle- me yöntemi oluşturmasında kendisini göstermiştir. Bu iki cepheli
değer, yüzeyde uyuşmaz gibi görünse de aslında birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü,
faydaya dönük teknolojik gelişmeler, temelde fayda gözetmeyen, salt insanoğlunun bilme ve
anlama çabasına dayanan bilgi ve açıklamaları gerektirdiği gibi, bu tür bilgi ve açıklamaların
kapsamını genişletme, geçerlik ve güvenirliği artırma bakımından da teknik araçlara
gereksinme vardır.
“Bilim nedir?” sorusu çok sorulan sorular arasındadır. Ancak üzerinde henüz hepimizin
birleştiği bir yanıtı verilmemiştir. Bu güçlüğün nedenleri arasında şu ikisi gösterilebilir:
1. Bilim donmuş(static) bir konu değil, devamlı ve ivmelenen bir hızla gelişen, değişen bir
olgudur.
2. Bilim inceleme konusu ve yöntemi yönünden kapsamı ve sınırları kesinlikle belli bir
etkinlik değil, çok yönlü, sınırları yer yer belirsiz karmaşık bir oluşumdur.
Dural ve basit oluşumları bile tanımlamada çoğu kez güçlük çekeriz. Bilim gibi sürekli
değişme halinde olan, yapısı karmaşık bir süreci, kesin açık ve herke- sin kabul edeceği bir
tanımla belirlemek ise büsbütün güç bir iştir.
Ancak bu güçlük ne bilginleri ne de bilim üzerinde düşünen filozofları bazı tanımlar ileri
sürmekten de alıkoymamıştır. İlgili literatüre bir göz atmak ortaya atılmış tanımların sayı ve
çeşit bakımından çokluğunu görmeye yeter. Biz bunlardan sadece önemli gördüğümüz birkaçı
üzerinde duracağız.
Çok yaygın bir tanımlamaya göre bilim, örgün bir bilgiler bütünüdür. Bu tanım yetersizdir;
ancak yetersizliğin nedenini açıklamadan önce, tanımın dayandığı iki terimin (“Bilgi” ve
“Örgün”) anlamlarını belirtmeye ihtiyaç vardır.
“Bilgi” terimi günlük dilde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Biz burada sadece teknik
anlamını belirtmekle yetineceğiz. Bir şeyin bilgi sayılması için şu üç koşulu karşılaması gerekir:
1. O şeyin bir önerme ile dile getirilebilir olması (Önerme, bir tümce ile dile getirilen doğru
veya yanlış bir yargı demektir. Örneğin “Bakır bir iletkendir” tümcesi doğru bir önerme,
“Dünya güneşten daha sıcaktır” tümcesi yanlış bir önerme dile getirmektedir).
2. Bu önermenin doğruluğunu gösteren güvenilir kanıt veya belgelerin olması.

3. Önermenin doğruluğuna inanılması.


Örneğin, dünyanın yuvarlak olması bilgilerimizden biridir. “Dünya yuvarlak- tır”
önermesi bunu dile getirmektedir. Üstelik önermenin doğruluğunu gösteren elimizde çeşitli
kanıt veya belgeler vardır. Ayrıca çoğumuz önermenin doğruluğunu kabul etmekteyiz. Öte
yandan “Dünya yuvarlaktır” önermesi herhangi bir önerme değildir; olgusal içerikli bir
önermedir. “Yuvarlak nesneler biçimlidir” gibi bir önerme ise olgusal içerikten yoksundur.
“Yuvarlak” sözü bir biçim türü ifade ettiğine göre, önerme aslında “Biçimli olan cisimler
biçimlidir” demekten ileri geçemiyor. Oysa “Dünya yuvarlaktır” önermesi bize bir şey
öğretiyor. Dünya yuvarlak değil, başka bir biçimde de olabilirdi; yuvar- lak olması zorunlu
değildir. “Örgün” terimine gelince, bilgilerimizi dile getiren önermelerin mantıksal bir ilişki
içinde olması anlamına gelmektedir. Bilim bir yığın dağınık, ilişkisiz önermelerden
oluşmamakta (bu önermelerin hepsi doğru olsa bile), bunların mantıksal yönden bir ilişki
düzeni içinde yer alması, bir sistem oluşturması gerekmektedir.
O halde bilime örgün bir bilgiler bütünü gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu tanım bir
yandan çok geniş, öte yandan çok dar görünmektedir. Çok geniştir çünkü bilim dışında başka
bazı şeyleri de aynı şekilde niteleyebiliriz. Örneğin bir telefon rehberi, bir üniversite kataloğu
için de örgün bilgiler bütünü diye- biliriz. Ama bu tür şeylere bilim diyemeyiz. Tanım aynı
zamanda çok dardır; çünkü bilgi, bilimi tanımlamada gerekli bir nitelik olmakla beraber, yeterli
bir nitelik değildir. Bilgi bir üründür; bir sürecin sonucudur. Bilim bir sonuç olduğu kadar, hatta
belki daha fazla, bir süreçtir. Bu süreç “Bilimsel düşünme”, “Bilimsel yöntem” ya da “Bilimsel
araştırma” denilen bir bulma ve doğrulama çabasıdır. Söz konusu tanım bilimin bu özelliğine
yer vermediği için dar ya da eksik sayılmak gerekir.
Bir başka yaygın tanım da şudur: Bilim gerçeği (ya da “doğru”yu) arama etkinliğidir. Çok genel
bir anlamda bu tanımı belki uygun görebiliriz. Ancak aynı tanımı felsefe, hatta sanat ve
edebiyata da uygulamak olanağı vardır. Kaldı ki, tanımda geçen “gerçek” ya da “doğru” terimi
açık ve belirli bir anlam taşıma- makta, çeşitli bağlamlarda farklı anlamlar için kullanılmaktadır.
Bilimi, “İnsan deneyim ve yaşantısını betimleme, yaratma ve anlama yöntemi” olarak
tanımlayanlar da vardır.1 Burada “deneyim” ve “yaşantı” sözleri ile tüm bilinçli algılarımız dile
getiriliyorsa (ki öyle olması gerekir) tanımın kapsamı çok geniş tutulmuş demektir; çünkü,
bilim kadar hatta daha fazla sanat ve edebiyat çalışmaları da insan yaşantısını betimleme (tasvir
etme), yaratma ve anlama çabasındadır.
Tanınmış bir bilim adamı, genellikle kabul edilmiş bazı tanımları eleştirdikten sonra,
şöyle bir tanım ileri sürüyor: “Bilim, üzerinde herkesin birleşebileceği yargılan konu alan bir
çalışmadır.”2 Bu tanım şu iki yönden açıklanmaya muhtaç görünüyor: (1) “yargı” sözü ile ne
anlatılmak isteniyor? (2) “üzerinde her- kesin birleşebileceği” koşulu neden ileri sürülüyor?
Yazarın “yargı” sözü ile doğa olgularına ilişkin önermeleri dile getirmek istediğini
düşünebiliriz. Bu doğru ise akla başka bir soru gelmektedir. Bilim doğa olaylarını mı, yoksa
bunları dile getiren yargılan mı inceler? Dilin bilimdeki önemli yerini inkâr etmemekle beraber,
bilimin doğrudan olguları değil, bunların ifadesi olan birtakım dilsel nesneleri konu aldığını
söylemek pek akla yakın görünmüyor. Dil bir anlatım ve bildirim aracıdır; bilim dilden
yararlanarak incelediği olguları ve ulaştığı sonuçları saptar. Bilginin yayılması, eleştiriye konu
olması için de belli bir dilde ifade edilmiş olmasına ihtiyaç vardır. Ama gene de bilimin konusu
olguların kendisidir, yoksa bunları dile getiren önermeler değildir, diyeceğiz.
Yazarın ileri sürdüğü koşula gelince, böyle bir sınırlamanın önemini hemen 6
belirtmeliyiz. Böylece kişisel kalan, öznel, benzeri olmayan ya da mucize türünden “olgular”ın
bilimsel incelemenin kapsamı dışına düştüğü; yalnız nesnel, herkesin inceleme ve eleştirisine
açık olguların bilime konu olabileceği belirtilmiş olmaktadır.
Bilim kavramımızın genişlemesi ve derinleşmesi için önemli sayabileceğimiz iki tanıma
daha değinmekte yarar vardır. Bunlardan biri ünlü bilgin Einstein'a, ötekisi çağımızın büyük
düşünürü Russell'a aittir.
Einstein'ın tanımı: Bilim, her türlü düzenden yoksun duyu verileri (algılar) ile mantıksal
olarak düzenli düşünme arasında uygunluk sağlama çabasıdır3.
Russell'ın tanımı: Bilim, gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme) yo- luyla önce
dünyaya ilişkin olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan yasa- ları bulma çabasıdır.
Her iki tanımda da olgulardan ve mantıksal düşünmeden söz edilmektedir. Ancak
Einstein'ın tanımında bilime duyu verileri olarak. Konu oluşturan olgular düzensizdir. Algı
dünyamız bir kaostan başka bir şey değildir. Düzen olgu dünyasının değil, mantığın, insan
aklının bir niteliğidir. Bilim, aklın düzenleyici niteliğini, yani mantığı kullanarak olgu
dünyasını anlaşılır kılmaya çalışır. Russell’ın tanımında ise akla olguları düzenleme görevi
değil, gözlem yolu ile saptanan olgular arasındaki ilişkileri bulma görevi düşmekte- dir.
Einstein'ın tam tersine Russell, doğayı düzenli saymaktadır. Bilim bu dü- zeni bulma ve dile
getirme çabasıdır.
Bu karşılaştırmadan anlaşılacağı üzere Einstein bilime daha çok akılcı bir açı- dan
bakmaktadır. İlerde de göreceğimiz gibi, bilim ne salt aklın ne de katıksız gözlem ve deneyin
bir sonucudur. Kant'ın göstermeye çalıştığı üzere bilgilerimizin içeriğini duyu verilerimiz
(algılarımız), biçimlerini soyut ussal kavramlar oluşturur. Bilim, algı verileriyle kuramsal
düşüncenin sürekli etkileşimine dayanan bir süreçtir.

Bilimin Özellikleri
Bilim kavramını belirlemeye çalışırken bazı özelliklerini göz önünde tutmak gerekir.
Bunlar arasında başlıcaları aşağıda sıralanmıştır. Bilim olgusaldır. Bilimin başta gelen ve onu
mantık, matematik, din gibi diğer düşünme disiplinlerinden ayırt eden özelliği olgusal oluşudur.
Bunun kısaca anlamı şudur: Bilimsel önermelerin tümü ya doğrudan ya da dolayısıyla
gözlenebilir olguları dile getirir. Bunların doğru ya da yanlış olması dile getirdik- leri olguların
veya olgusal ilişkilerin var olup olmamasına bağlıdır. Bilimde hiçbir hipotez veya teori gözlem
ya da deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim
kendiliğinden doğru sayılan, ya da tanım gereğince doğru olan önermelerle uğraşamaz. Bunlar
çok kere içi boş, bilgi vermeyen, doğru ya da yanlışlığı olgulara değil, kendi anlamlarına bağlı
olan önermelerdir. Örneğin: “kırmızı elmalar renklidir”; “kanatlı hayvanlar hayvandır”;
“3+3=6” gibi önermeler bu tür önermelerdendir.
Yeşil bir şeyin renkli olup olmadığını saptamak için gözleme başvurmaya gerek yoktur.
“Yeşil” ve “renk” sözlerinin anlamlarını bilmemiz yeter. Bu tür önermelere analitik önermeler
diyoruz. Matematik ve mantık önermeleri bu gruba girer. Öte yandan “Dünya yuvarlaktır”,
“Sabit basınç altında gazlar ısıtılınca genleşir”, “Ankara Türkiye’nin başkentidir” gibi
7 önermeler “sentetik”tir."
Bir elmanın renginin kırmızı olup olmadığını söylemlerden ve önermelerden
anlayamayız; bunun için gözlem yapmak zorunludur. Bilimsel önermeler bu gruba girer. Bilim
mantıksaldır, Bu özellik iki yönden kendini göstermektedir: (a) Bilim ulaştığı sonuçların her
türlü çelişkiden uzak, kendi içinde tutarlı olmasını is- ter. Birbiriyle çelişen iki önermeyi doğru
kabul etmez. (b) Bilim bir hipotez ya da teoriyi doğrulama işleminde mantıksal düşünme ve
çıkarsama kuralların- dan yararlanır. Hipotezlerin veya teorik önermelerin bir özelliği doğrudan
test edilememeleridir. Bir teoriyi doğrulamak için gözlem olgularına başvurmak gerekir. Ancak
bunu yapabilmek için önce teoriden birtakım gözlenebilir sonuçlar (bunlara ön deyiler de
diyebiliriz) çıkarmaya ihtiyaç vardır. Bu çıkar- sama işlemi ise dedüktif mantığın kurallarına
dayanmaksızın başarılamaz.
Bilim nesneldir. Birçok kimseler bilimsel nesnelliği mutlak bir anlamda yorumlarlar.
Bu doğru değildir. Kuşkusuz bilgin doğruyu arama çabasında kişisel eğilim, istek ve
önyargıların etkisinde kalmamaya, olguları olduğu gibi saptamaya çalışacaktır. Ancak
unutmamalıdır ki, bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi bir insan uğraşıdır. Bir hipotezin
kurulmasında veya seçiminde bilim adamı ister istemez bazı değer yargılarına, hatta bir ölçüde
kişisel duygu ya da, beğenilere yer vermekten kaçınamaz. Bilimde özellikle bulma, belli
kurallara indirgenebilen bir süreç değildir. Yeni bir hipotez veya teorinin or- taya konması
aklımıza olduğu kadar, hatta belki daha fazla, sezgi ve muhayyilemize dayanan, yaratıcı bir
oluşumdur. Kaldı ki, en basit gözlemlerimizde bile tam ve katıksız bir nesnellik sağlanamaz.
İnsanoğlu bir fotoğraf makinesi değildir; bütün algılarımız bazı varsayım ve kavramlar
çerçevesinde oluşmaktadır. Günlük yaşamda olduğu gibi bilimde de çevremizde olup biten her
şeyi değil, ancak bazı şeyleri algılar veya gözlemleriz. Yaşama veya araştırma ama- cımıza göre
bir seçmeye gitmek, ancak konumuza ilişkin olgularla ilgilenmek bizim için hem doğal, hem
de bir zorunluluktur. Böyle olunca, bilimde nesnel- lik mutlak değil, sınırlı ve özel anlamda
yorumlanmak gerektir. Bu da bilimsel olma iddiası taşıyan her sonuç veya “doğrunun”
güvenilir olması, bir kişi veya grubun tekelinde değil, kamunun (meslek çevresinin)
soruşturmasına açık ve elverişli olacak biçimde dile getirilmesi demektir.
Bilim eleştiricidir. Bilim, ne denli akla uygun görünürse görünsün, her sav ya da teori
karşısında, hatta bu sav veya teori yerleşmiş, herkesçe kabul edilmiş olsa bile, eleştirici tutumu
elden bırakmaz. Bilim bu tutumunu yalnız bilim dışı görüşlere karşı değil, kendi içinde de
sürdürür. Bilimde her teori veya görüş olgular tarafından desteklendiği sürece “doğru” kabul
edilir. Yeni bazı olguları açıklama gücünü gösteremeyen, ya da bazı gözlem verilerinin
doğrulamadığı bir teori er geç daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştiriye tabi tutulur; ya
bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir. Ya da buna olanak yoksa bir yana itilir;
yerine daha güçlü bir teori konmaya çalışılır.
Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile uğraşır. Bu nedenledir
ki, sınıflama bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. “Belli koşul- lar altında su 100°C'de
kaynar”, “Bakır iletkendir”, “Bir gazın hacmi, sıcaklık sabit tutulduğunda, basınçla ters orantılı
değişir” gibi önermeler tek tek olgu- ları değil, fakat kapsamı sınırsız olgu sınıflarına ilişkin
özellikleri dile getirir. Bilimsel önermeler genelleme niteliğinde olup ya bir sınıf olgunun
paylaştığı bir özelliği, ya da olgular arasında değişmez bazı ilişkileri dile getirir. Bilim açısından
tek bir olgunun kendi başına bir önemi yoktur; o ancak inceleme konusu bir olgu sınıfına üye
ise, dolayısıyla bir genellemeyi doğrulama (veya yanlışlama) işleminde kanıt görevini
görüyorsa önemlidir.
Bilim geneli arayıcıdır. Yetkili bilim çevresinin denetim ve eleştirisine açık olmayan,
8
kişiye özgü kalan bulgu veya “doğrular” bilimsel nitelikten yoksundur. Bilimin bu kamuya
açıklık niteliği, onun belli bir dil ya da ifade vasıtası ile anlatılır olmasına bağlıdır. Kamuya
açıklanamayan, kişisel kalan bulgular ne denli önemli olursa olsun, bilimsel türden bilgi
sayılamaz. Bilim, benzer koşullar altında belli bir yöntemle daima aynı sonuçların elde edilmesi
gereğine bağlıdır. Bu gereği karşılayamayan, elde edilen bulgulara ne yoldan ulaşılacağı dile
getirilemeyen kişisel başarılar, bizim için şaşırtıcı ya da çok göz kamaştırıcı olabilir, fakat
bilimsel olamaz.
Bilim seçicidir. Evrende olup biten olgular çeşit ve sayı yönünden sonsuzdur. Bilimin
bunların tümü ile ilgilenmesi hem gereksiz hem de olanaksızdır. Bir olgunun bilime veri niteliği
kazanabilmesi için ya inceleme konusu bir prob- leme ilişkin olması, ya da bir hipotez veya
teorinin test edilmesinde kanıt de- ğeri taşıması gerekir. Bu bakımdan bilimsel araştırmaya konu
olan olgular, tüm olguların ancak küçük bir parçasını kapsamaktadır. Bilimsel nitelik taşı- yan
bütün gözlem ve deneyler, ancak belli bir hipotezin ışığında belli olgulara yöneldiğinde etkinlik
kazanır. Gelişigüzel yürütülen, olgular arasında seçici olmayan bir gözlem ya da deneyin
güvenilir sonuç vermesi şöyle dursun, bir enerji ve zaman kaybından başka bir şey olduğu
söylenemez. Bilgin olgu istifi yapan bir koleksiyoncu değildir, o ancak araştırma amacına uyan,
cevabını aradığı sorulara ilişkin olguları saptamaya çalışır.
Bilim de bütün diğer girişim ve çabalarımız gibi, açık veya üstü örtük birtakım temel
inançlara dayanır. Varsayım denen bu inançlarımız düşünme ve hare- ketlerimizin temelde
yatan gerekçelerini oluşturur. Örneğin, sabahleyin rast- ladığımız bir kimseye “günaydın”
dememiz gibi son derece basit bir davranışın bile dayandığı bir varsayım vardır. Hitap ettiğimiz
kişinin Türkçe bildiğini farz etmiş olmalıyız ki, ona başka bir dilde değil Türkçede seslenmiş
olalım. Bunun gibi çok daha karmaşık bir etkinlik olan bilimsel araştırma da, çoğu kez ifade
edilmeyen, hatta belki bilinç altında tutulan, bazı temel inanç ve varsayımlara dayanmaktadır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı,
2) Bu dünyanın bizim için anlaşılabilir olduğu,
3) Bu dünyayı bilme ve anlamanın değerli bir uğraş oluşturduğu.
Birinci varsayım, çevremizde olup bitenlerin hayal ürünü değil, gerçek olduğu; bu
gerçek dünyanın algılarımızdan bağımsız, bilgilerimize göre biçimlenme- yen nesnel bir varlığı
olduğu görüşünü içermektedir. İkinci varsayım bilgi edinmenin olanak dışı olmadığı, üçüncü
varsayım ise bilginin değerli şey olduğunu söylemektedir. Gerçekten, temelde incelemeye konu
bir dünyanın varlığını, bu dünyanın bizim için anlaşılır olduğunu, gene bu dünyayı anlamanın
değerli bir uğraş olduğunu kabul etmemişsek, bilim bir anlama çabası olarak gerekçesini yitirir,
anlamsız bir hareket olarak kalır.
Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişigüzel değil, olguların düzen- li
ilişkiler içinde yer aldığı, tutarlı, kapristen uzak bir dünyadır. Örneğin, suyun hangi koşullar
altında donduğu, hangi koşullar altında kaynadığı, bu tür değişmez, düzenli ilişkilerdendir. A,
B, C, koşulları altında suyun donacağını D, E, F, koşulları altında ise kaynayacağını bekleriz.
Aynı koşullar altında suyun bazen donduğu, bazen kaynadığı görülse idi böyle bir bekleyiş için
9 olanak kalmazdı. Olguların gelişigüzel yer aldığı kaprisli bir dünyada, olup bitenlerin
gerisindeki temel ilişkileri arayan, bunları dile getirip açıklamaya çalışan bilim için de olanak
yok demektir.
Her olgu, bizim için saptanabilir olsun olmasın, kendinden önce yer alan başka olgulara
bağlı olarak ortaya çıkar. Bunun kısaca anlamı şudur: Nedensiz olgu yoktur ve bu neden
doğanın kendi içindedir. Bu varsayımdan hareket eden bilim, herhangi bir olgunun
açıklanmasını o olgunun ortaya çıkış koşullarına başvurarak yapar. Örneğin, suyun kaynaması
için 76 cm baro-metrik basınç altında sıcaklığın 100°C'ye çıkmış olması gerekir. Burada suyun
kaynaması bir sonuç, belli ölçülerdeki basınç ve ısı ise birer ön koşuldur. Sonuçla ön koşullar
arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak şöyle gösterebiliriz:
Y = f (X1, X2 … Xn)
Formülde, “Y” sonucu, “X1, X2 ... Xn”ler de ön koşulları göstermektedir. “f” ise
ilişkinin fonksiyonel olduğunu ve bu fonksiyonda “Y”nin bağımlı, “X1”nin ise bağımsız
değişken olduğunu belirtmektedir.
Bilim gözlem konusu bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder. Bu
ise, zaman ve uzayın “realite” denilen gerçek dünyanın temel boyut- ları olduğu inancına
dayanır. Olguların zaman ve uzayla sınırlandırılması bili- mi, ilkece gözlem konusu
olamayacak birtakım doğa dışı “nesnelere yönelmekten alıkoyduğu gibi, bu tür nesneleri
inceleme konusu yapan çalışmaların bilimsel olamayacağı yargısını da temellendirmektedir.
Örneğin din, mitoloji ve metafizik incelemeler gibi.
Bilim “var olan her şeyin bir miktarda var olduğu” ilkesine bağlıdır. Bu nedenledir ki,
bilginler elde ettikleri bulguları nicelik türünden dile getirmeye büyük önem verirler. Deney
sonuçlarının basit gözlemle değil, ölçme yolu ile saptanması ve bunların sayısal terimlerle
ifadesi bilimde giderek önem kazanan bir gelişmedir. Örneğin sıcaklık, sertlik, yoğunluk,
öğrenme yeteneği, yaratıcılık vb. değişkenlerin zamanla ölçülebilir bir biçimde
tanımlandıklarını ve bu tanımlara uygun geliştirilen ölçme araçları kullanılarak ölçüldüklerini
görmekteyiz. Bir bilimde ölçme tekniğinde erişilen yetkinlik o bilimin ilerleme derecesini
saptamada önemli bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bir tür ölç- meye başvurmayan bir
çalışmaya bilim demek artık çok güç görünmektedir. Bilimin dayalı olduğu varsayımlara ilişkin
Einstein'ın şu sözleri önemle üzerinde durulmaya değer: Teorik kavramlarımızla gerçek
dünyayı anlamanın olanaklı olduğu inancı olmaksızın, dünyamızın iç uyumuna inanmaksızın,
bilim denen şeyin ortaya çıkması beklenemezdi. Bu inanç her türlü bilimsel buluşun temel itici
gücüdür ve daima öyle kalacaktır.
Modern teorik fizikçi de bilerek ya da bilmeyerek, en az bir meta-fiziksel ilkenin
güdümündedir. Doğanın yeni yasalarını bulma çabasında o, bu yasaların matematiksel olarak
basit ve açık bir biçimde dile getirilebileceği inancını taşır. Böyle bir inancın güdümünde
olmaksızın, fiziğin bir tek genel yasasını bulma olanağı düşünülemez bile.
Temel varsayımların metafiziksel nitelikte olup olmadığı sorusu ayrı bir inceleme
konusudur. Ancak şu kadarını belirtelim ki, bilimin son 300 yıllık süre içindeki baş döndürücü
gelişmesi dayandığı varsayımların geniş ölçüde geçerli olduklarını kanıtlayıcı niteliktedir.

10
GERÇEKÇİ Lİ K İ Çİ N ARGÜMANLAR

Gerçekçiliği destekleyen son dönem felsefi argümanlar, bilimsel girişimin başarısından,


pratiğinin gerçekçi bir açıklamasının gerekliliğine geçmeye çalışmaktadır. Gördüğüm
kadarıyla, buradaki argümanlar iki farklı düzeye denk düşüyor. Zemin seviyesinde, yeni,
doğrulanmış tahminler, farklı görünen fenomenlerin (veya alanların) çarpıcı birleşimleri, bir
teorik modelden diğerine başarılı bir şekilde geçiş ve benzerleri gibi belirli başarılarla ilgilenilir.
Ardından bu başarıyı açıklamamız isteniyor ve bunu yapmanın en iyi ve belki de sinsice
önerilen tek yolunun realist bir temelde olduğu söyleniyor. Bu temel düzeydeki argümanların
ayrıntılarını hiç de ikna edici bulmuyorum. Ve neyse ki, (argümandaki boşlukları kapatmak
için) bir sürü el ovuşturma ve (onları mazur göstermek için) hayırseverlikle bile gerçekçiliğin
kendisinin dikkatimizi davet ettiği başarıları açıklamak için kullanılamayacağını gösteren güçlü
ve ayrıntılı bir analiz sunmuştur. Ancak realist argümanın ikinci bir seviyesi, metodolojik
seviyesi vardır ki bu da kendi yanılsamacı metodolojisinin ayrıntılarını açıklamakta yetersiz
kaldığı için saldırdığı araçsallığa saldırıdan kaynaklanır. Bu argümanlar, bilimsel pratikte
gömülü olan yöntemlere odaklanmaktadır; bu yöntemler, bana devam eden bilim hakkında
doğru ve anlayışlı görünen yollarla ortaya çıkarılmıştır. Daha sonra bu yöntemlerin neden
bilimsel başarıya yol açtığını açıklamamız istenir ve meseleyi açıklamanın en iyi ve (yine) belki
de gerçekten yeterli tek yolunun realizmi temel almak olduğu söylenir. Bu metodolojik
argümanlardan bazılarını detaylı bir şekilde inceleyerek içlerinde barındırdıkları kusurları
göstermek istiyorum. Ancak öncelikle, yukarıda ortaya koyduğum gibi, gerçekçiliği savunmaya
11 yönelik tüm bu stratejiyle ilgili derin ve bence aşılamaz bir soruna işaret etmek istiyorum.
Sorunu ortaya koymak için, bu yüzyılın başlarında matematiğin temelleri üzerine yapılan
tartışmaları, küme teorisini ortaya atmasını takip eden tartışmaları gözden geçirmeme izin
verin. Burada iki temel endişe vardı; kümeler hiyerarşisinin ihtiyaç duyulan sayı-teorik içeriği
aştığı ölçüde anlamlılığı üzerineydi; ikinci endişe, kesinlikle kısmen ilkinden türemişti, tüm işin
tutarlılığı (ya da tutarsızlığı) üzerineydi. Bu bağlamda matematiksel bir teorinin tutarlılığını
yalnızca en sıkı ve güvenli araçları kullanarak göstermeye çalışmak için oldukça parlak bir
program tasarlanmıştır. Özellikle, küme teorisinin tutarlılığından endişe duyuluyorsa,
tutarlılığın küme teorik bir kanıtının hiçbir yararı olmayacağı açıktır. Çünkü küme teorisi
tutarsız olsaydı, böyle bir tutarlılık kanıtı hem mümkün olurdu hem de hiçbir önemi olmazdı.
Böylece tatmin edici olan sonlu yapısalcı araçların matematikte kullanılması gerektiğini öne
sürdüler. Elbette, program 1931'de böylesine katı bir tutarlılık kanıtının olanaksızlığını
göstermesiyle sona erdi. Ancak fikir, uygulanamaz olduğu kanıtlanmış olsa da bence doğruydu.
Meta teorik argümanlar, söz konusu teori tarafından kullanılan argümanlardan daha katı
gereklilikleri karşılamalıdır, aksi takdirde teori hakkında akıl yürütmenin önemi tartışmalı hale
gelir. Bu özdeyişin gerçekçilik tartışmasına özel bir güçle uygulandığını düşünüyorum.
Yapıcı ampirizme kadar realizme şüpheyle yaklaşanlar, bilimsel araştırmalarda
açıklama aygıtının önemi konusunda endişe duymuşlardır. Bilimsel açıklamanın getirdiği
sistematikleşme ve tutarlılığı takdir etmekle birlikte, kabul edilebilir açıklamaların doğru
olması gerekip gerekmediğini ve dolayısıyla açıklayıcı ilkelerde bahsedilen varlıkların var
olması gerekip gerekmediğini sorgulamaktadırlar. Haklı olduklarını varsayalım. Varsayalım
ki, bilimsel uygulamalardaki olağan açıklama çıkarma araçları güvenilir bir şekilde doğru olan
(ya da neredeyse doğru olan) ilkelere ya da varlığı (ya da varlığa yakınlığı) güvenilir olan
varlıklara yol açmıyor. Bu durumda, bizi iyi açıklamalara (hatta 'en iyi açıklamaya') götüren
olağan tümdengelim yöntemlerinin yaklaşık olarak doğru bile olsa sonuçlar vereceğine
güvenilemez. Ancak gerçekçiliğe götüren strateji, belirttiğim gibi, sıradan bir tür tümevarımsal
çıkarımdır. Dolayısıyla, eğer gerçekçi olmayan kişi şüphelerinde haklı olsaydı, en iyi açıklama
(ya da benzeri) olarak gerçekçiliğe yönelik böyle bir çıkarım, mümkün olsa da tıpkı tutarsız bir
sistemin yöntemlerini kullanan bir tutarlılık kanıtı durumunda olduğu gibi, hiçbir öneme sahip
olmazdı. O halde, gerçekçilik tartışması için de geçerli görünüyor: gerçekçiliği savunmak için,
sıradan bilimsel uygulamalardan daha katı yöntemler kullanmak gerekir. Özellikle, açıklayıcı
hipotezlerin açıklayıcı etkinliğinin yanı sıra doğruluk payı da taşıdığını varsayarak bu
hipotezlerin önemine ilişkin soruyu geçiştirmemek gerekir. Aynı sonucu görmenin ikinci bir
yolu daha vardır. Gerçekçilikle ilgili meselenin tam olarak, iyi desteklenmiş açıklayıcı
hipotezlerde kullanılan bireylerin, özelliklerin, ilişkilerin, süreçlerin ve benzerlerinin
gerçekliğine inanıp inanmamamız gerektiği meselesi olduğuna dikkat edin^ Şimdi bilimsel
pratiğin bir açıklaması olarak ortaya çıkan gerçekçiliğin hipotezi nedir? Bu sadece kabul edilen
bilimsel teorilerimizin yaklaşık olarak doğru olduğu hipotezidir, burada 'yaklaşık olarak doğru
olma' teoriler ve dünya arasındaki teori dışı bir ilişkiyi ifade etmek için alınır. Böylece,
açıklayıcı hipotezler tarafından ortaya konan ilişkilerin gerçekliği konusundaki şüpheleri
gidermek için realist, kendisi de böyle bir ilişki (yaklaşık doğruluk) ortaya koyan başka bir
açıklayıcı hipotez (realizm) ortaya koymaya devam eder. Gerçekçilik konusunda ciddi olan ve
bu konuda açık fikirli olan herkes, gerçekçi hamleyi tatmin edici olarak kabul ederse tutarsız
davranmak zorunda kalacaktır.
Böylece hem temel düzeyde hem de metodoloji düzeyinde, realizmin bilimsel pratiği
açıklamak için iyi bir hipotez olduğunu göstererek realizme hiçbir destek tahakkuk etmez. Eğer
başlangıçta gerçekçilik konusunda açık fikirliysek, o zaman böyle bir kanıtlama (başarılı olsa
bile) sadece açık bıraktığımız soruyu ("İyi açıklayıcı hipotezleri doğru olarak kabul etmeli 12
miyiz?") akla getirir. Böylece, özdeyiş geçerli olur ve olağan tümevarımsal olanlardan daha katı
argüman yöntemleri kullanmamız gerekir. Bunlar ne olabilir? Bariz adaylar, ampirik
genellemelere yol açan tümevarım kalıplarıdır. Ancak, ampirik genellemeleri çerçevelemek
için öncelikle gözlemlenebilirler arasında bazı gözlemlenebilir bağlantılara sahip olmalıyız.
Realizm için bu, teorileri yaklaşık doğruluk yoluyla dünyaya bağlamalıdır, ancak bu tür
bağlantılar gözlemlenebilir değildir ve dolayısıyla tümevarımsal bir çıkarımın temeli olarak
uygun değildir. Burada söz konusu olan noktaları irdelemek istemiyorum.
Bunlar, gerçekçiliğin kişiyi dünya ile doğrulanamaz bir örtüşmeye zorladığı şeklindeki
iyi bilinen fikre tekabül eder. Bildiğim kadarıyla, son zamanlarda hiçbir gerçekçilik
savunucusu, uygun şekilde katı gerekçeler kullanarak Hilbert stratejisine dayalı bir dava
açmaya çalışmadı ve tekabül etme konusundaki sorunlar göz önüne alındığında, muhtemelen
bu da iyi bir şeydir.
O halde, iyi bir açıklayıcı hipotez olarak realizm için argüman stratejisi (mantıksal
olarak konuşursak) açık fikirli bir inançsız için etkili olamaz. Peki ya inananlar için? En
azından, gerçekçiliğin bilimin temel felsefesi olduğu konusunda bir tür iç tutarlılık gösteremez
mi ve bu en azından gerçekçi için bir teselli olamaz mı? Ancak, tutarsız sistemler için tutarlılık
kanıtlarıyla olan analojiyi hatırlayın. Bu tür bir uyum hiç kimseyi teselli etmemelidir. Ancak
gerçekçilik için korkarım ki hüküm daha da serttir. Çünkü görebildiğim kadarıyla, söz konusu
argümanlar işe yaramıyor ve bunun nedeni de daha önce tanımladığım aynı soru-kaçırma
prosedürleriyle ilgili. Sorunları göstermek için bazı metodolojik argümanlara yakından
bakmama izin verin.
Metodolojik düzeyde tipik bir realist argüman, benim 'küçük avuç' sorunu olarak
adlandıracağım şeyle ilgilenir. Şöyle devam eder. Herhangi bir zamanda, belirli bir bilimsel
alanda, sadece küçük bir avuç dolusu alternatif teori (veya hipotez) vardır. Sadece bu kadar az
sayıda alternatif, rakip olarak ya da revizyon gerektiren bir teorinin olası halefleri olarak ciddi
bir şekilde değerlendirilir. Dahası, genel olarak, bu bir avuç, bu canlı seçeneklerden hiçbirinin,
her biri daha önceki teorilerin iyi doğrulanmış özelliklerini koruyarak ve yalnızca daha az
doğrulanmış yönlerde sapma göstererek, bu alanda daha önce kabul edilen teorilerden çok uzak
olmayacağı bir tür aile benzerliği sergiler. Neden? Seçeneklerimizi daha önce kabul görmüş
teorilerimizin küçük bir avuç dolusu indirgemek neden iyi ardıl teoriler üretmek için işe
yarıyor?
Gerçekçi buna şu şekilde cevap verir. Mevcut teorilerin söz konusu alanın yaklaşık
olarak doğru açıklamaları olduğunu varsayalım. O zaman halef teoriler arayışını, ontolojileri
ve yasaları halihazırda sahip olduklarımıza benzeyenlerle, özellikle de halihazırda sahip
olduklarımızın iyi bir şekilde doğrulandığı teorilerle sınırlandırmak makul olacaktır. Ve eğer
bu önceki teoriler yaklaşık olarak doğruysa, o zaman bu tür muhafazakar halefler de doğru
olacaktır. Dolayısıyla, bu tür ardıllar iyi öngörü araçları olacaktır; yani kendi başlarına başarılı
olacaklardır.
Küçük avuç problemi üç farklı soruyu gündeme getirmektedir: (1) (teorik olarak) sonsuz
sayıdaki olasılıktan neden sadece küçük bir avuç? (2) neden bir avuç dolusu üye arasındaki
muhafazakar aile benzerliği? ve (3) seçenekleri bu şekilde daraltma stratejisi neden bu kadar
iyi çalışıyor? Realist yanıt ilk soruna hiç değinmiyor gibi görünmektedir, zira önerildiği gibi
13 kendimizi sadece öncüllerine benzeyen ardıl teorilerle sınırlasak bile, teorik olarak her zaman
bunlardan küçük bir avuçtan fazlası olacaktır. İkinci soruyu, yani ontolojinin ve yasaların iyi
teyit edilmiş özelliklerinin neden korunduğu sorusunu yanıtlamak için realist, bu teyidin
yaklaşık olarak doğru bir ontolojinin ve yaklaşık olarak doğru yasaların işareti olduğunu
varsaymalıdır. Ancak realist böyle bir varsayımı nasıl gerekçelendirebilir? Elbette, 'T iyi bir
şekilde doğrulanmıştır; dolayısıyla, T'nin gerektirdiği türden nesneler ve T'ninkilere yaklaşan
tatmin edici yasalar vardır\' şeklinde geçerli bir çıkarım yoktur. Bilimdeki dramatik ontoloji
değişimlerinden herhangi biri bu şemanın geçersizliğini göstermektedir. Örneğin, yüzyılın
başındaki elektrodinamik teorilerden eterin kaybolması bunu ontoloji düzeyinde gösterirken,
Rutherford-Bohr atomunun dönen sistemler için klasik enerji ilkeleri karşısındaki dinamiği de
bunu yasalar düzeyinde göstermektedir. Tabi ki realistler, iyi doğrulanmış olmak ile yaklaşık
olarak doğru olmak (ilgili açılardan) arasında kesin bir çıkarım söz konusu değildir, ancak bir
tür olası çıkarım vardır diye yanıt verebilirler.
Üçüncü soru ve bence realistin en çok üzerinde durduğu soru, küçük avuç stratejisinin
neden bu kadar iyi işlediğidir. Örneğin araçsalcının burada bir cevabı olmadığı düşünülür.
Sadece iyi çalıştığını not etmeli ve bununla yetinmelidir. Ancak realist, yaklaşık doğruluğun
öncül teorilerden ardıl teorilere aktarılmasına atıfta bulunarak neden işe yaradığını
açıklayabilir. Fakat bu neyi açıklar? En iyi ihtimalle, halef teorilerin neden öncekilerle aynı
zemini kapsadığını açıklar, çünkü söz konusu muhafazakar strateji bunu garanti eder. Ancak
burada araçsalcının da aynı açıklamayı sunabileceğine dikkat edin: önceki teorilerin iyi teyit
edilmiş bileşenlerini sonraki teorilerde korumakta ısrar edersek, elbette sonrakiler iyi teyit
edilmiş zemin üzerinde başarılı olacaktır. Ancak zorluk burada değil, daha ziyade sonraki
teorilerin yeni bir zeminde, yeni tahminlerde ya da önceki teorilerin anomalilerinin üstesinden
gelmedeki başarılarının nasıl açıklanacağıdır. Gerçekçi bu alanda, kuramcının yeni bir kuram
önerirken iyi bir tahminde bulunmuş olmasından başka ne söyleyebilir? Çünkü eski teorinin
yaklaşık doğruluğundaki hiçbir şey, teoriyi daha az doğrulanmış kısımlarında değiştirmenin
ilerici bir değişim yaratacağını garanti edemez (hatta muhtemel kılamaz). Bilim tarihi, bu tür
kurcalamaların sadece ara sıra başarılı olduğunu ve çoğunlukla başarısız olduğunu yeterince iyi
göstermektedir. Bu başarısızlıklar tarihi, ara sıra elde edilen başarıları açıklamak için pek
kullanılamaz. Yaklaşık olarak doğru olanın genişletilmesiyle yeni yaklaşık doğrulara
ulaşılabileceği fikri bir hayal ürünüdür. Ne yaklaşık gerçeğin mantığında ne de bilim tarihinde
destek bulmaktadır. Gerçekçi için sorun, genellikle başarısız olan bir stratejinin ara sıra başarılı
olmasını nasıl açıklayacağıdır. Bunu yapmak için özel bir kaynağa sahip olmadığını
düşünmektedir.
Özellikle, her zamanki gibi yaklaşık gerçeğe geri dönmesi, yumuşak bir yastıktan başka
bir şey sağlamıyor. Üzerinde rahatça dinlenebilir, ancak davasını ileriye taşımaya gerçekten
yardımcı olmaz.
Küçük avuç problemi üç soruyu gündeme getirmektedir: neden küçük? neden dar
kapsamlı? ve neden işe yarıyor? Gerçekçinin bunlardan ilkine verecek bir cevabı yoktur,
ikincisinde açıklayıcı hipotezlerin doğruluğu sorusunu sorar ve üçüncüsünü ele almak için
hiçbir kaynağı yoktur. Karşılaştırma yapmak için, baş düşmanı olan araçsalcının aynı alanda ne
kadar iyi olduğunu görmek faydalı olabilir. Bence araçsalcı, küçüklük ve darlık sorularını ele
almak için önemli bir temele sahiptir, çünkü halihazırda alanda bulunan teorilerin araçsal
başarısının getirdiği birçok deneysel kısıtlamayı karşılayan alternatif teoriler bulmanın son
derece zor olduğuna işaret edebilir. Çoğu zaman böyle bir alternatif bulmak bile yeterince
zordur.
Ayrıca, aynı alanda çalışan bilim insanlarının ortak yaklaşımları, düşünceyi genel kabul 14
gören kategorilere kanalize ederek seçenek yelpazesini daraltma etkisine sahiptir. Buna bir de
araçsal olarak gerekçelendirilmiş 'Geçmişte işe yaradıysa, tekrar dene' kuralını eklersek, neden
genellikle sadece küçük ve dar bir avuç olduğuna dair oldukça iyi bir açıklama elde ederiz. Bu
stratejinin araçsal olarak başarılı bilim üretmek için neden işe yaradığına gelince, çoğunlukla
işe yaramadığını daha önce belirtmiştik. Bu stratejinin ürettiği şeylerin çoğu başarısızlıktır.
Bilimsel hafızanın bir cilvesidir ki bu gerçek, tıpkı bir arkadaşımıza 'harika' tatil maceralarımızı
anlatırken tatil sırasında yaşadığımız kötü anıları hatırlamamız gibi gözden kaçar. Sosyal bir
inşa olarak bilginin genel bir açıklamasına meyleden araçsalcılar bu noktada daha ileri gidebilir
ve bilimsel topluluğun bilgisini nasıl 'yarattığını' açıklamak için bilim sosyolojisine
yaslanabilir. Burada sadece geri çekilmekle yetiniyorum ve küçük avuç probleminde
araçsalcının en az üçte iki puan aldığını, gerçekçinin ise kendi haline bırakıldığında başarısız
olduğunu not ediyorum.
Bence realistin buradaki başarısızlığının kaynağı metodolojik düzeye endemiktir ve bu
alandaki tüm argümanlarına bulaşır. İlk olarak, açıklayıcı etkinlikten açıklayıcı hipotezin
doğruluğuna doğru soru-kaçırma hareketini tekrarlamasında yatmaktadır. İkinci durumda ise,
yaklaşık doğruluk kavramını iki yönlü olarak yanlış kullanmasında yatmaktadır: birincisi,
varsayılan yaklaşık doğruluklar bütününden daha ileri ve yeni doğruluklara projeksiyon
yapmaya çalışmasında ve ikincisi, tekabüliyet ilişkisine gerçek bir erişime ihtiyaç duymasında
yatmaktadır. Bununla birlikte, ne yaklaşık doğruluk mantığı tarafından onaylanan bu ilk türden
genel bağlantılar ne de ikinci olarak bu türden garantili bir erişim vardır. Ancak realist, kendi
realizminin açıklayıcı gücünü iddia edebilmek için varmış gibi davranmak zorundadır. Bu iki
etkenin gerçekçi yolu küçük avuç sorunuyla enfekte ettiğini gördük. Şimdi de gerçekçilerin bir
başka metodolojik favorisi olan 'bağlaçlar sorununda bu iki etkenin iş başında olduğunu
göstereyim.
Bağlaçlarla ilgili sorun şudur. Eğer T ve T bağımsız olarak iyi doğrulanmış, açıklayıcı
teoriler ise ve ikisi arasında ortak bir terim belirsiz değilse, o zaman T ve T'nin birleşiminin
güvenilir bir tahmin aracı olmasını bekleriz (tabii ki teorilerin birbiriyle tutarsız olmaması
koşuluyla). Neden? diye soran gerçekçiye şu şekilde cevap verir. Eğer realist varsayıma göre T
ve T' iyi bir şekilde doğrulanırsa, atıfta bulundukları varlıklar (vs.) için yaklaşık olarak doğrudur
ve eğer belirsizlik gerekliliği gerçekçi bir şekilde ortak bir referans alanı gerektirecek şekilde
ele alınırsa, o zaman iki teorinin birleşimi de yaklaşık olarak doğru olacak ve dolayısıyla
güvenilir gözlemsel öngörüler üretecektir.
Ancak iş başındaki aracılarımıza dikkat edin. İlk olarak realist, açıklamalardan yaklaşık
doğruluklarına doğru soru sorma hamlesini yapar ve ardından yaklaşık doğruluğa kötü davranır.
Çünkü yaklaşık doğruluk mantığındaki hiçbir şey 'T yaklaşık olarak doğrudur' ve 'T yaklaşık
olarak doğrudur' çıkarımını 'T - T' bağlacının yaklaşık olarak doğru olduğu sonucuna götürmez.
Daha ziyade, genel olarak, bir yaklaşımın sıkılığı, daha fazla yaklaşımı yığdıkça dağılır. Eğer
T, bazı parametrelere ilişkin tahmininde e içindeyse ve T de e içindeyse, o zaman
söyleyebileceğimiz tek genel şey, bağlacın parametrenin 2e içinde olacağıdır. Dolayısıyla,
yaklaşık doğruluk mantığı bizi burada tam tersi bir sonuca götürmelidir; yani, iki teorinin
birleşiminin genel olarak her ikisinden de (ortak alanları üzerinde) daha az güvenilir olduğu
sonucuna. Ancak bu ne beklediğimiz ne de bulduğumuz şeydir. Dolayısıyla, bağlaçların
güvenilirliğine ilişkin gerçek beklentilerimizin realistin yaklaşık doğrular stokuna dayanması

15 oldukça mantıksız görünmektedir.


Elbette, realist burada geri adım atmayı deneyebilir ve T ile T arasında olduğu gibi,
yaklaşıklıkların karakteri üzerinde bir tür tek-biçimlilik gibi ek bir gereklilik ortaya koyabilir.1
Realistin, yaklaşıklıklar ile 'gerçek' arasındaki mesafeye atıfta bulunmadan bunu nasıl başarılı
bir şekilde yapabileceğini görmek zordur. Çünkü ne tür bir içselci gereklilik bu mesafenin
daraltılmasını sağlayabilir? Ancak gerçekçi bu tür gereklilikleri dayatacak konumda değildir,
çünkü ne kendisi ne de bir başkası 'gerçeğe' gerekli erişime sahip değildir.
Dolayısıyla, gerçekçi hangi tekdüze yaklaşım koşulunu dayatırsa dayatsın, yine de
bunun bizi gerçeğe yaklaştırdığının gösterilmesini talep edebiliriz, uzaklaştırdığının değil.
Gerçekçinin bize her şeyin işe yaradığını (bazen!) göstermekten başka bir kanıtı olmayacaktır.
Ama asıl bulmaca buydu. Aslında bence bulmaca çok da zor değil. Çünkü eğer kendimizi
yaklaştırma meseleleriyle meşgul etmezsek, birbiriyle uyumlu ve başarılı iki teorinin neden
birleşimlerinin de başarılı olmasını beklememize yol açtığına dair derin bir gizem yoktur.
Çünkü birleşimi oluştururken, sadece birinin güvenilir tahminlerini diğerinin güvenilir
tahminlerine ekleriz, önceden çatışma olasılığını ortadan kaldırmış oluruz.
Dolayısıyla, gerçekçi hangi tekdüze yaklaşım koşulunu dayatırsa dayatsın, yine de
bunun bizi gerçeğe yaklaştırdığının gösterilmesini talep edebiliriz, uzaklaştırdığının değil.
Gerçekçinin bize her şeyin işe yaradığını (bazen!) göstermekten başka bir kanıtı olmayacaktır.
Ama asıl bulmaca buydu. Aslında bence bulmaca çok da zor değil. Çünkü eğer kendimizi
yaklaştırma meseleleriyle meşgul etmezsek, birbiriyle uyumlu ve başarılı iki teorinin neden
birleşimlerinin de başarılı olmasını beklememize yol açtığına dair derin bir gizem yoktur.
Çünkü birleşimi oluştururken, sadece birinin güvenilir tahminlerini diğerinin güvenilir
tahminlerine ekleriz, önceden çatışma olasılığını ortadan kaldırmış oluruz. Aslında, realist
argümandaki bu düğüm şeması her yerde geçerlidir ve metodolojik düzeydeki her bir argümanı
geçersiz kılar. Dolayısıyla burada vardığım sonuç gerçekten de serttir. Gerçekçiliğin
metodolojik argümanları başarısızdır, başarılı olsalar bile yine de davayı
desteklemeyeceklerdir. Çünkü uyguladıkları varsayılan genel strateji, gerçekçiliğe rasyonel
destek sağlayacak kadar katı değildir. Sonraki iki bölümde, bu durumun gayet iyi olduğunu
göstermeye çalışacağım, çünkü gerçekçilik bilimin gelişiminde her zaman ilerici bir faktör
olmamıştır ve zaten gerçekçilikten başka daha çekici bir pozisyon vardır.

Gerçekçilik ve ilerleme
Fiziksel kuramlar arasında yirminci yüzyılın iki devi olan görelilik ve kuantum kuramını
incelediğimizde, gerçekçinin bilimin ilerlemesini yalnızca kendi görüşünün açıkladığı
iddiasının canlı bir şekilde çürütüldüğünü ve gerçekçilik üzerinde de bazı ilginç bükülmeler ve
karşıtlıklar bulduğumuzu görürüz. Görelilik kuramları neredeyse tek başına Albert Einstein'ın
eseridir. Einstein'ın erken dönem pozitivizmi sayfalardan dışarı fırlar. Aynı pozitivist gerilim
1916 tarihli genel görelilik makalesinde de belirgindir; Einstein burada genel eş değişkenlik
şartını, 'uzay ve zamandan fiziksel nesnelliğin son kalıntılarını da alıp götürdüğünü' söylediği,
şüpheli görünen bir doğrulamacı argüman aracılığıyla haklı çıkarmaya çalışır. Einstein'ın genel
göreliliğe giden çileli yolunun incelenmesi, her zaman bir kavramın gerçek bir göndergeye
sahip olduğunu inkâr etmek için kullanılan bu Machçı çizginin tekrar tekrar kullanıldığını
gösterir. Einstein'ın felsefi yöneliminde başka ne tür rakip eğilimler olursa olsun (ve kesinlikle
başkaları da vardı), bu araçsalcı / pozitivist tutumun Einstein'ı çeşitli realist taahhütlerden
kurtarmadaki önemini inkar etmek zor olacaktır. Bununla birlikte, genel görelilik üzerine 16
çalışmasından birkaç yıl sonra, kabaca 1920 civarında, Einstein felsefi bir dönüşüm geçirdi,
pozitivist gençliğinden uzaklaştı ve gerçekçiliğe derinden bağlandı. Özellikle, dönüşümünün
ardından Einstein, genel teorinin merkezi teorik varlıkları olan dört boyutlu uzay-zaman
manifoldu ve ilişkili tansör alanları için gerçek gerçeklik iddiasında bulunmak istedi. Bu ciddi
bir meseledir, çünkü onun iddiasını kabul edersek, sadece uzay ve zaman gerçek olmaktan
çıkmakla kalmaz, aynı zamanda neredeyse tüm olağan dinamik nicelikler de gerçek olmaktan
çıkar. Böylece bizim anladığımız şekliyle hareketin kendisi de gerçek olmaktan çıkar.
Günümüzün uzay ve zaman felsefecileri kuşağı bu konuda Einstein'ın izinden gitmiştir. Ancak
ilginç bir şekilde, bu fikirler sokaktaki sıradan insanın (sizin ve benim gibi) aklını karıştırmakla
kalmıyor, aynı zamanda çoğu çağdaş bilim insanının da aklını karıştırıyor. Yani, çalışan, bilgili
bilim insanları arasındaki çoğunluğun görüşünün, genel göreliliğin astrofizik ve kozmolojideki
belirli yerçekimi sorunlarını ele almak için muhteşem bir düzenleme aracı sağladığı yönünde
olduğuna inanıyorum. Ancak çok azının, sözünü ettiğim türden gerçekçi varlık ve yokluk
iddialarına itibar ettiğine inanıyorum. O halde rölativistik fiziğin gelişiminde realist olmayan
bir tutumun önemli olduğu, kurucusunun yine de bitmiş ürüne karşı realist bir tutum
benimsediği, ancak onu gerçekten kullananların çoğunun teoriyi 'büyük bir gerçeği' ifade
etmekten ziyade güçlü bir araç olarak gördüğü anlaşılmaktadır.
Kuantum teorisi ile birlikte bu sıra değişir. Heisenberg, felsefi duruşunu açıklayan şu
özet ile başlar: 'Bu makalede, yalnızca ilkesel olarak gözlemlenebilen nicelikler arasındaki
ilişkilere dayanan bir kuantum teorik mekaniği için temeller elde edilmeye çalışılacaktır'.
Makalenin bütününde Heisenberg yalnızca gözlemlenemeyenlere herhangi bir atıfta bulunmayı
reddetmekle kalmaz; aynı zamanda kendi mekaniğinin altında yatan bir gerçekliğin resmini
oluşturmaya çalışmak gerektiği fikrinden de uzaklaşır. Kuantum teorisinin ikinci babası olan
Schrödinger'in başlangıçta kendi denkleminin altında yatan dalgasal gerçekliğe dair belli
belirsiz bir resme sahip olduğu görülmektedir. Ancak buradaki zorlukları görmekte gecikmedi
ve aynı hızla, isteksizce de olsa, gerçekliğe herhangi bir gönderme yapma girişiminden
vazgeçti. Ortaya çıkmakta olan kuantum teorisinin realist yorumundan uzaklaşan bu araçsalcı
hamleler, Bohr'un tamamlayıcılık felsefesi olarak adlandırdığı felsefe tarafından özel bir güç
kazandı. Bu gerçekçi olmayan konum, Ekim 1927'deki ünlü Solvay konferansı sırasında
sağlamlaştırıldı ve bugün de sağlam bir şekilde yerinde duruyor. Bu tür bir kuantum gerçek
dışılığı, mezun olan her fizikçinin öğrendiği ve uyguladığı şeyin bir parçasıdır. Son elli yılda
atom, nükleer ve parçacık fiziğindeki tüm parlak başarıların kavramsal zeminidir. Fizikçiler
teorileri hakkında son derece gerçekçi olmayan bir şekilde düşünmeyi öğrendiler ve tam da
bunu yapmak bilim tarihindeki en muhteşem öngörü başarısını getirdi. Gerçekçi Einstein ile
gerçekçi olmayan Bohr arasında kuantum teorisinin yorumlanması üzerine yaşanan savaş,
bence fizikte sadece bir yan gösteri ya da boş bir entelektüel egzersiz değildi. Bu, Bohr
tarafından ilerici bir bilim olarak fizik girişimi adına üstlenilen önemli bir çabaydı. Çünkü
Einstein'ın gerçekçiliğinin, eğer ciddiye alınırsa, yeni fiziğin birleştirilmesini ve ifade
edilmesini engelleyeceğine ve böylece bilimin ilerlemesini durduracağına inanıyordu. Özellikle
de Einstein'ın gerçekçiliğinin yeni nesil en parlak ve en iyi öğrencileri bilimsel çıkmazlara
sürükleyeceğinden korkuyorlardı.
Örneğin Dilara, yüksek lisans öğrencisiyken, Einstein'ın fikirlerini öğrenmek için
Berlin'de biraz zaman geçirmekle ilgilenmiştir. 'Daha pragmatik olan Sommerfeld...
öğrencilerini, ki bunlardan biri de bu yazardır, kuantumu "açıklamak" gibi umutsuz bir göreve
çok fazla zaman harcamamaları, bunun yerine onu temel olarak kabul etmeleri ve sonuçlarını
17 çözmeye yardımcı olmaları konusunda uyarmıştır. Kuantumu 'açıklama' görevi, elbette,
teorinin formüllerinin altında yatan bir gerçekliği tanımlamaya ve böylece formüllerin tahmin
başarısını bu gerçekliğin yaklaşık olarak doğru açıklamaları olarak açıklamaya yönelik realist
programdır. Bu bölümün ilk kısmında eleştirdiğim bu program, kuantum teorisinin
kurucularının bilimsel bir çıkmaz olarak gördükleri aynı programdır. Einstein meselenin tam
da burada düğümlendiğini gayet iyi biliyordu. 'Asıl sorun fiziğin bir tür metafizik olmasıdır;
fizik "gerçekliği" tanımlar. Ama biz "gerçekliğin" ne olduğunu bilmiyoruz. Onu sadece fiziksel
betimleme yoluyla biliyoruz … Ancak Talmudik filozof "gerçekliği" doğal zihnin korkutucu
bir yaratığı gibi koklar.
Kuantum teorisinin gelişimi ve pratikte sonsuz başarısı için realist olmayan bir tutumun
öneminden şüphe edilemez. Tarihsel karşı olgular her zaman yanıltıcıdır, ancak bu alandaki
gerçekçi programların kısırlığı bilimsel ilerlemeye giden yolun gerçekçilik tarafından
engelleneceğine inandıklarını göstermektedir. Kuantum teorisinin kurucuları, kendilerine çok
iyi hizmet eden realist olmayan tutuma asla dönmediler. Belki de bunun nedeni, kuantum
teorisinin altında yatan merkezi teorik aygıtın, karmaşık değerli ve sonsuz boyutlu bir dalga
fonksiyonunun yoğunluklarının ciddiye alınmasının, göreliliğin dört boyutlu manifoldundan
bile daha zor olmasıdır. Ama şimdi çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Nasıl ki göreliliğin
uygulayıcıları, uzay-zaman yapısına yönelik daha pragmatik bir tutum lehine gerçekçi yorumu
görmezden geliyorlarsa, kuantum fizikçileri de benzer bir tersine dönüş yapacak ve yeni keşifler
hakkında konuşma zamanı geldiğinde gerçekçi olmayan tarihlerini ve bağlılıklarını unutacak
gibi görünmektedirler.
Teorisyenler bu yeni varlığı açıklamak için, tılsımlı kuark olarak adlandırılan yeni bir
kuark türü ortaya attılar. Bu durumda y/J parçacığının, spinleri aynı hizada olan bir tılsımlı
kuark ve bir anti-tılsımlı kuarktan oluştuğu düşünülür. Ancak bu doğruysa, hizalanmamış veya
değişken spin hizalamalarına sahip bu tür başka çiftler de olmalı ve bunlar oldukça yeni
gözlemlenebilir parçacıklar oluşturmalıdır. Tılsımlı kuark modelinden elde edilen bu tür
tahminlerin çeşitli deneylerde doğrulandığı ortaya çıkmıştır. Bu hikâyede, bilim insanlarının bu
alandaki konuşma biçimindeki gerçekçi hissi aktarmak için biraz ilerledim. Çünkü bunun
gerçekçiliğe bir dönüş mü olduğunu yoksa bunun yerine temelde gerçekçi olmayan bir tutumla
bir şekilde uzlaştırılıp uzlaştırılamayacağını sormak istiyorum. 1 Gerçekçi olmayan seçeneğin
doğru olduğuna inanılır.

Gerçekçi olmayan
Gerçekçi yetenekli biri olsam bile, gerçekçiliğini, bu bölümün ilk kısmında inceleyip
reddettiğim ve yirminci yüzyıl fizik tarihinin yanlış olduğunu gösterdiği oldukça sofistike
tümevarımsal argüman biçimine dayandırdığına inanmıyorum. Aksine, eğer onun kalbi de
benimki gibiyse, onu etkileyen şeyin daha basit ve sade bir tür argüman olduğunu öne
sürüyorum. Bu argüman şudur ve ben bunu birinci şahıs olarak ifade edeceğim. Gündelik
nesnelerin varlığı ve özellikleriyle ilgili olarak duyularımın kanıtlarına kesinlikle güveniyorum.
Bilimsel araştırmanın 'kontrol et, iki kez kontrol et, kontrol et, üç kez kontrol et' sistemine ve
bilim kurumlarında yerleşik diğer güvenlik önlemlerine de aynı şekilde güveniyorum. Eğer
bilim insanları bana gerçekten moleküller, atomlar, y/J parçacıkları ve kim bilir belki de
kuarklar olduğunu söylüyorlarsa, öyle olsun. Onlara güveniyorum ve dolayısıyla bu tür şeylerin
gerçekten var olduğunu ve bunlara eşlik eden özellik ve ilişkileri kabul etmek zorundayım.
Dahası, eğer araçsalcı (ya da 'gerçekçi olmayan' türün başka bir üyesi) ortaya çıkıp bu
varlıkların ve onlara eşlik edenlerin sadece kurgu (ya da benzeri) olduğunu söylerse, o zaman 18
ona inanmak için, benim üzerimde bir iş yapmak için (bir şekilde) uydurulmuş bir kurgu
olduğuna inanmaktan daha fazla bir neden görmüyorum; ki buna inanmıyorum. O halde
gerçekçi olmam daha iyi olacak gibi görünüyor. Bu sade ve ikna edici cümleyi şöyle
özetleyebiliriz: duyuların kanıtlarını kabul etmek ve aynı şekilde bilimin doğrulanmış
sonuçlarını kabul etmek ancak bir realist için mümkündür; dolayısıyla ben de bir realist
olmalıyım (siz de olmalısınız!).
Kişinin duyularının kanıtlarını kabul etmesi ve aynı şekilde doğrulanmış bilimsel
teorileri kabul etmesi nedir? Bunları kişinin hayatına doğru olarak kabul etmektir; bu da kişinin
davranışlarını, pratik ve teorik olarak, bu doğrulara uyum sağlayacak şekilde ayarlaması
anlamına gelir. Şimdi, elbette, doğrular ve gerçekler vardır. Bazıları bizim ve yaşamlarımız için
daha merkezi, bazıları daha az merkezi. Herhangi bir konuda yanılıyor olabilirim, ancak şu anda
nerede olduğum konusunda yanılıyor olsaydım, bu beni tılsımlı kuarklara olan belki de yanlış
inancımdan daha fazla etkileyebilirdi. Dolayısıyla, sahip olduğum bilimsel inançlardan
bazılarının, örneğin algısal inançlardan daha az merkezi olması, sade argüman çizgisiyle
uyumludur. Elbette, tılsımlı kuark işine derinlemesine girmiş olsaydım, bu inançtan
vazgeçmek, algısal düzeydeki bazı inançlardan vazgeçmekten daha zor olabilirdi.
Böylece, tüm düşünceli insanlar tarafından iyi bilinen 'inandığını görme' olgusunu elde
ederiz). O halde bu sade cümle bizden duyularımızın kanıtlarını kabul ettiğimiz gibi bilimsel
sonuçları da 'aynı şekilde' kabul etmemizi istediğinde, her ikisini de doğru olarak kabul etmemiz
gerektiğini anlıyorum. Bizden hakikat türleri ya da varoluş biçimleri ya da benzerleri arasında
ayrım yapmamızın değil, yalnızca hakikatlerin kendileri arasında merkezilik, inanç dereceleri
ya da benzerleri açısından ayrım yapmamızın istenmediğini düşünüyorum. Bunun anlaşıldığını
varsayalım. Şimdi, sizce gerçekçiliğin baş düşmanı Bohr, sade bir çizgide durabilir miydi?
Bilim uğruna (Einstein'ın gerçekçiliğine karşı) savaşan Bohr, ya bilimin sonuçlarından
vazgeçmek ya da bilimin 'gerçeklerini' günlük yaşamın gerçeklerinden farklı bir kategoriye
yerleştirmek zorunda hissedebilir miydi? Pek olası görünmüyor. Dolayısıyla, bu temel konuda
tutarsız olduğunu düşünmezsek, bizi bilimin sonuçlarını doğru olarak kabul etmekten gerçekçi
olmaya götüren herhangi bir gerekli bağlantı olup olmadığını sorgulamaya başlayabiliriz.
'Gerçekçilik karşıtı' terimini gerçekçiliğin birçok farklı düşmanından herhangi birine
atıfta bulunmak için kullanmama izin verin: idealist, araçsalcı, fenomenalist, ampirist (yapıcı
ya da değil), gelenekselci, yapısalcı, pragmatist, vb. O halde bana öyle geliyor ki hem realist
hem de anti-realist, benim 'sade çizgi' olarak adlandırdığım şeyi takip etmelidir. Yani, her ikisi
de bilimin onaylanmış sonuçlarını daha sade ve aşina olunan iddialarla aynı seviyede kabul
etmelidir. Bu, taraflardan birinin (ya da diğerinin) evde ya da bilimde daha az doğrulanmış
iddialardan daha fazlasını ayırt edemeyeceği anlamına gelmez; ya da birinin belirli bir çıkarım
tarzını (en iyi açıklamaya yönelik çıkarım gibi) seçemeyeceği ve hem evde hem de dışarıda
güvenilirliği konusunda endişelenemeyeceği anlamına gelmez. Sadece eşitliği korumak
gerekir. O halde diyelim ki hem realist hem de anti-realist bilimsel araştırmaların sonuçlarını
daha sade gerçeklerle eşit düzeyde 'doğru' olarak kabul ediyor. (Bazı anti-realistlerin farklı bir
kelime kullanmayı tercih ettiğinin farkındayım, ama önemli değil). Ve bilimsel gerçeklerin bu
kabulünü 'temel pozisyon' olarak adlandırıyoruz. O halde gerçekçileri gerçekçilik
karşıtlarından ayıran şey, bu temel pozisyona ne ekledikleridir.
Anti-realist, pragmatik, araçsalcı ve gelenekselci hakikat anlayışlarında olduğu gibi,
19 temel pozisyona hakikat kavramının özel bir analizini ekleyebilir. Ya da anti-realist, idealizm,
konstrüktivizm, fenomenalizm ve bazı ampirizm çeşitlerinde olduğu gibi kavramların özel bir
analizini ekleyebilir. Bu eklemeler daha sonra, örneğin varlık ifadeleri için özel bir anlam ortaya
çıkaracaktır. Ya da anti-realist, bazı özel çıkarımsal araçlara ihtiyatla yaklaşarak ya da bilimin
bazı özel yönleri (örneğin, açıklamalar ya da yasalar) için kendi açıklamasını inşa ederek belirli
metodolojik kısıtlamalar ekleyebilir. Tipik olarak, anti-realist çekirdeğe bu türden birkaç
ekleme yapacaktır. Peki ya gerçekçi; bilimin sonuçlarının gerçekten doğru olduğuna dair temel
kabulüne ne ekler? Gerçekçinin eklediği şey, masaya vurarak, ayaklarını yere vurarak
"Gerçekten!" diye bağırmaktır. Yani, gerçekçi ve anti-gerçekçi, diyelim ki, gerçekten
elektronlar olduğu, gerçekten birim negatif yük taşıdıkları ve gerçekten küçük bir kütleye sahip
oldukları konusunda hemfikir olduklarında, gerçekçinin eklemek istediği şey, tüm bunların
gerçekten böyle olduğu vurgusudur. "Gerçekten elektronlar vardır, gerçekten! Bu tipik realist
vurgu hem negatif hem de pozitif bir işleve hizmet eder.
Olumsuz anlamda, anti-realistin her iki tarafın da paylaştığı temel kabullere yapacağı
eklemeleri reddetmek anlamına gelir. Örneğin realist, kavramların fenomenalist indirgemesini
ya da pragmatik hakikat anlayışını reddetmek ister. Realist, bu eklentilerin kabul edilen hakikat
ya da varoluş iddialarının tözselliğini ortadan kaldırdığını düşünür. "Hayır," der, "gerçekten
varlar ve sadece sizin küçültülmüş anti-realist anlamınızda değiller. Olumlu anlamda gerçekçi,
bu hakikat ya da varoluş iddialarını hangi sağlam anlamda ele aldığını açıklamak ister; yani,
gerçeklik hakkındaki iddialar olarak-gerçekte, gerçekten olan şey. Bunun tam gelişmiş
versiyonu, dünya ile örtüşme olarak hakikat kavramını ve yakın örtüşme olarak yaklaşık
hakikatin vekil kullanımını içerir. Bu uygunluk ve yaklaşık doğruluk fikirlerinin gerçeği neyin
doğru kıldığını açıkladığının varsayıldığını, oysa aslında bunların yalnızca birer süs, yani
dikkatimizi çekebilecek ama rasyonel inancı zorlamayacak yüzeysel süslemeler olarak işlev
gördüğünü daha önce görmüştük. Fazladan 'gerçekten' gibi, bunlar da dikkat çekici bir ayak
vuruşudur ve mantıksal olarak konuşursak, daha fazla güçleri yoktur. Bana öyle geliyor ki,
realist ve anti-realistleri, her birinin temel pozisyona eklemek istedikleri açısından
karşılaştırdığımızda, üçüncü bir alternatif ortaya çıkıyor ve bu da çekici bir alternatif. Bu, temel
pozisyonun kendisidir ve tek başına bir pozisyondur. Eğer gerçekçiliğin özünde sadece
gündelik gerçeklerin bilimsel gerçeklerle olan sade bağlantısına kadar uzandığını ve
sağduyunun birini kabul ederken diğerini de aynı temelde kabul etmemizi gerektirdiğini
düşünmekte haklıysam, o zaman bu sade çizgi çekirdek pozisyonu tek başına zorlayıcı ve
ciddiye almamız gereken bir pozisyon haline getirir. Bunu yapmaya çalışalım ve bunun
yaşayabileceğimiz bir felsefe ve bilime karşı bir tutum oluşturup oluşturmadığını görelim.
Temel pozisyon ne realist ne de anti-realisttir; ikisi arasında aracılık eder. Bu pozisyon
için bir isme sahip olmak güzel olurdu, ancak onun adına başka bir 'izm' benimsemek utanç
verici olurdu, çünkü o zaman ontolojik bağlılık için yarışan pek çok adaydan sadece biri gibi
görünürdü. Bence bu sadece o kalabalıktan biri değil, daha ziyade, arkasındaki sade çizginin de
işaret ettiği gibi, sağduyulu epistemoloji -doğal ontolojik tutum- içindir.
NO A'nın bilime karşı nasıl yeterli bir felsefi duruş oluşturduğunu göstermeye başlamak
için, ontoloji hakkında ne söylemesi gerektiğini görelim. NO A bize bilimin sonuçlarını doğru
olarak kabul etmemizi öğütlediğinde, doğruluğu olağan göndergesel şekilde ele almamız
gerektiğini anlıyorum, böylece bir cümle (veya ifade), atıfta bulunulan varlıkların atıfta
bulunulan ilişkilerde durması durumunda doğrudur. Dolayısıyla, NO A sıradan göndergesel
semantiği onaylar ve bizi doğruluk yoluyla, doğru olarak kabul ettiğimiz bilimsel ifadeler
tarafından atıfta bulunulan bireylerin, özelliklerin, ilişkilerin, süreçlerin ve benzerlerinin
varlığına bağlar. Onların varlığına olan inancımız, ilgili bilimin doğruluğuna olan inancımız
kadar güçlü (ya da zayıf) olacaktır ve buradaki inanç dereceleri, muhtemelen, olağan bilimsel
20
kurallara tabi olarak, olağan doğrulama ve kanıt desteği ilişkileri tarafından yönlendirilecektir.
Bu referans duruşunu benimserken NOA, realizmin doğasında varmış gibi görünen
ilerlemeciliğe bağlı değildir. Çünkü realist, bir inanç maddesi olarak, uzun vadede bilimsel
başarının bizi gerçeğe yaklaştıracağını düşünür. Yaklaşık gerçeği kullanan tüm açıklayıcı
girişimi, elini bu şekilde zorlamaktadır. Ancak, bir 'NOAer' ('bilen' olarak telaffuz edilir) bu
kadar kararlı değildir. Bir bilim adamı olarak, diyelim ki içinde çalıştığı gelenek bağlamında,
NOA'cı elbette teorilerinin atıfta bulunduğu varlıkların varlığına inanacaktır. Ancak gelenek,
örneğin Kuhn'un 'paradigma değişimleri' olarak adlandırdığı kavramsal devrimler tarzında
değişirse, NOA'daki hiçbir şey bu değişimin ilerici, yani aynı şeyler hakkında daha doğru
bilgiler edindiğimiz bir değişim olarak kabul edilmesini gerektirmez. NOA, bu tür değişiklikleri
toptan referans değişiklikleri olarak sayan Kuhncu alternatifle tamamen tutarlıdır. Realistlerin
aksine, NOA taraftarları paradigma değişimi durumlarında olguları incelemekte ve bu olguların
üzerine realist-pro- gressivist bir üstyapı koymadan para-digmalar arasında referansın istikrarı
için ikna edici bir dava açılıp açılamayacağını görmekte özgürdürler. Başka bir yerde , NOA'nın
mümkün kıldığı gibi, kişi kendini özgür kılarsa, meselenin gerçeklerinin genellikle davayı
çözmeyeceğini ve bunun, sözde anlaşılmazlık durumlarının aslında referansın istikrarı
sorununun belirsiz olduğu gerçek durumlar olduğunu düşünmek için iyi bir neden olduğunu
savunuldu . Bence NOA, bu tür sonuçlar için doğru felsefi konumdur. Referans ve varlık
iddialarını onaylar, ancak bilim tarihini önceden uygun kalıplara sokmaya zorlamaz.
Şu ana kadar realist için asıl önemli olan noktadan kaçınmayı başardım: 'dış dünya' ne
olacak? Dünyadaki şeylere atıfta bulunmaktan bahsetmediğim sürece nasıl referanstan ve varlık
iddialarından bahsedebilirim? Ve elbette burada realist yine ayaklarını yere vurmak ister. 1
Bence gerçekçinin ayaklarını yere vurup "Gerçekten!" diye bağırmasına (ve dış dünyayı
çağırmasına) neden olan sorun, gerçekçinin bilim oyunu karşısında almaya çalıştığı duruşla
ilgilidir. Gerçekçi, arenanın dışında durup devam eden oyunu izlemeye çalışır ve sonra (bu dış
bakış açısından) meselenin ne olduğuna karar vermeye çalışır. Ona göre bu, oyunun dışındaki
bir alanla ilgilidir. Bence gerçekçi kişi kendini kandırıyor. Çünkü (gerçekten!) arenanın dışında
duramaz; ne de oyun alanının dışında bir alanı inceleyip oyunun ne hakkında olduğunu
işaretleyebilir.
Bu iki noktaya değinmeye çalışalım . Elektronların, diyelim ki oldukça küçük bir
kütleye sahip olmalarının yanı sıra, 'dış dünyada' nesneler oldukları yargısına nasıl varacağız?
Elbette elektron oyunundan uzak durabilir ve iddialarını, yöntemlerini, tahmin başarısını ve
benzerlerini inceleyebiliriz. Ancak elektron teorisinin elektronlarla ilgili olduğunu kabul etmek
dışında, teorinin ne hakkında olduğuna karar vermemizi sağlayacak nasıl bir duruş
sergileyebiliriz? Bu, bir planla inşa edilmekte olan bir evi ya da bir harita rotasıyla bir köy
yolunu eşleştirmeye benzemez. Çünkü hem fiziksel hem de kavramsal olarak dünyanın
içindeyiz. Yani, bilimin nesneleri arasındayız ve konu ve doğru uygulama hakkında yargıda
bulunmak için kullandığımız kavramlar ve prosedürlerin kendileri de aynı bilimsel dünyanın
bir parçasıdır. Epistemolojik olarak durum, tümevarımın gerekçelendirilmesiyle ilgili duruma
çok benzemektedir. Çünkü (sözde) dış dünya sorunu, realistin bilim tarafından (ve dolayısıyla
A YOK tarafından) onaylanan varlık iddialarını 'dışarıdaki' varlıkların varlığına dair iddialar
olarak gerekçelendirmemiz talebinin nasıl karşılanacağıdır. Tümevarım durumunda, yalnızca
tümevarımsal bir gerekçelendirmenin işe yarayacağı açıktır ve hiçbir tümevarımsal
gerekçelendirmenin işe yaramayacağı da aynı derecede açıktır. Dış dünya için de durum
aynıdır, çünkü varoluşa dair yalnızca sıradan bilimsel çıkarımlar işe yarar ve yine de bunların
21 hiçbiri varolanın gerçekten 'orada' olduğunu gösterme talebini karşılamaz. Bence dış dünyaya
ilişkin olarak Hume'un tümevarım konusundaki reçetesini izlemeliyiz. Gerçekçiliğin
gerektirdiği türden bir dışsallığı gerekçelendirmenin imkanı yoktur, ancak yine de gerçekliğe
dair böylesine rahatlatıcı bir kavrayışı özlemekten kendimizi alamayabiliriz.
Yani, bilimin nesneleri arasındayız ve konu ve doğru uygulama hakkında yargıda
bulunmak için kullandığımız kavramlar ve prosedürlerin kendileri de aynı bilimsel dünyanın
bir parçasıdır. Epistemolojik olarak durum, tümevarımın gerekçelendirilmesiyle ilgili duruma
çok benzemektedir. Çünkü (sözde) dış dünya sorunu, realistin bilim tarafından (ve dolayısıyla
A YOK tarafından) onaylanan varlık iddialarını 'dışarıdaki' varlıkların varlığına dair iddialar
olarak gerekçelendirmemiz talebinin nasıl karşılanacağıdır. Tümevarım durumunda, yalnızca
tümevarımsal bir gerekçelendirmenin işe yarayacağı açıktır ve hiçbir tümevarımsal
gerekçelendirmenin işe yaramayacağı da aynı derecede açıktır. Dış dünya için de durum
aynıdır, çünkü varoluşa dair yalnızca sıradan bilimsel çıkarımlar işe yarar ve yine de bunların
hiçbiri varolanın gerçekten 'orada' olduğunu gösterme talebini karşılamaz. Bence dış dünyaya
ilişkin olarak Hume'un tümevarım konusundaki reçetesini izlemeliyiz. Gerçekçiliğin
gerektirdiği türden bir dışsallığı gerekçelendirmenin imkanı yoktur, ancak yine de gerçekliğe
dair böylesine rahatlatıcı bir kavrayışı özlemekten kendimizi alamayabiliriz. Bence NO A'nın
söyleyeceği tek şey bu. Eğer bazı gerçeklere dayanarak tahminde bulunmanın, saf ve basit
tahminde bulunmaktan daha başarılı olma olasılığı olduğuna inanıyorsanız, o zaman daha
önceki teorilerimiz büyük ölçüde doğruysa ve bu teoriler üzerinde yaptığımız iyileştirmeler
doğru kısımları koruyorsa, o zaman bu temelde tahminde bulunmanın göreceli bir başarı
olasılığı vardır. Bunun zayıf bir açıklama olduğunu düşünüyorum, ancak o zaman buradaki
fenomenin daha güçlü bir şeye izin vermediğini düşünüyorum, çünkü çoğunlukla bu tür
tahminler başarısız oluyor. Aynı şekilde, NO A bağlaçlar sorununda (ve daha genel olarak
mantıksal kombinasyon sorunlarında) yardımcı olabilir. Çünkü iki tutarlı teori aslında örtüşen
alanlara sahipse (az önce de belirttiğim gibi, çoğu zaman karar verilebilir olmayan bir gerçek)
ve teorilerin örtüşen üyeler hakkında söyleyecek doğru şeyleri varsa, o zaman teorileri
birleştirmek sadece her birinin doğrularına katkıda bulunur ve böylece birlikte yeni doğrular
ortaya çıkarabilir. Diğer başarılı metodolojik kuralların bulunduğu yerlerde, NOA'nın gerçeği
kavramasının kuralların faydasını açıklamak için yeterli olacağını düşünüyorum.
Bununla birlikte, realistlerin aksine, NOA'nın bilimi oldukça anlaşılır kılmadaki
başarısını, realizm ya da çeşitli anti-realizmler karşısında onun lehine bir argüman olarak öne
sürmeyeceğim. Çünkü NOA'nın açıklamaları, NO A'ya ekledikleri şeyin, doğrulamacı bir
hakikat açıklaması ya da realistin yaklaşık hakikat özlemi gibi, onun hakikate olan çekiciliğini
ortadan kaldırmaması koşuluyla, realist ve anti-realist için de kullanılabilir. Dahası, bu bölümün
ilk kısmında yeterince açık bir şekilde ifade ettiğim gibi, açıklayıcı hipotez doğru olmadan da
açıklayıcı etkinliğe ulaşılabileceği ihtimaline karşı hassasım. NOA bilimin oldukça anlaşılır ve
hatta rasyonel görünmesini sağlayabilir, ancak NOA tüm bunlar için oldukça yanlış bir bilim
görüşü olabilir. Bilim felsefesi yaparken, bilimsel girişimin felsefemizde çok da anlaşılmaz ya
da irrasyonel görünmemesi gerektiğini bir kısıtlama olarak kabul edersek, belki de NOA'nın bir
bilim felsefesi için asgari bir standardı geçtiğini söyleyebiliriz. Gerçekten de NOA'nın belki de
en büyük erdemi, yeterli bir bilim felsefesinin ne kadar minimal olabileceğine dikkat
çekmesidir. (Bu açıdan NOA, sanattaki minimalist hareketle karşılaştırılabilir.) Örneğin NOA,
gerçekçiliğin çeşitli gerçekçilik karşıtlarından şu şekilde ayrıldığını görmemize yardımcı olur:
gerçekçilik NOA'ya dışsal bir yön, yani dış dünya ve yaklaşık gerçeğin tekabüliyet ilişkisini
ekler; gerçekçilik karşıtları (tipik olarak) içsel bir yön, yani gerçeğin, kavramların veya
açıklamaların insan odaklı indirgemelerini ekler (Hume'dan yaptığım açılış alıntısında olduğu 22
gibi). NOA, bu eklemelerin meşru özelliklerinin zaten gündelik hakikatlerin bilimsel
hakikatlerle eşit statüde varsayılmasında ve her ikisini de hakikat olarak kabul etmemizde
içerildiğini öne sürer. Başka hiçbir ekleme meşru değildir ve hiçbiri gerekli değildir.
Şimdiye kadar NOA'nın ayırt edici bir özelliğinin, onu şu anda havada olan benzer
görüşlerden ayıran bir özelliğinin, NOA'nın bir teori veya analiz (hatta metaforik bir resim)
sağlayarak hakikat kavramını güçlendirmeyi inatla reddetmesi olduğu açıkça görülecektir.
Bunun yerine NOA, 'hakikat' kavramını halihazırda kullanılmakta olan bir kavram olarak kabul
etmekte ve standart kullanım kurallarına uymayı kabul etmektedir. Bu kurallar Davidsoncu-
Tarskçı bir göndergesel semantiği içerir ve tamamen klasik bir çıkarım mantığını destekler.
Dolayısıyla NOA, 'hakikat'in (ve soydaşlarının) alışılagelmiş dilbilgisine saygı gösterir.
Aynı şekilde NOA, doğruluk yargılarını algısal yargılara ve çeşitli teyit ilişkilerine
dayandıran geleneksel epistemolojiye de saygı gösterir. Diğer kavramların kullanımında olduğu
gibi, neyin doğru olduğu konusunda anlaşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır (örneğin,
en iyi açıklamaya yönelik çıkarımın her zaman doğruluğu teyit edip etmediği konusunda).
NOA, bu anlaşmazlıkları çözmek için hiçbir kaynağa sahip değilmiş gibi davranır, çünkü NOA,
yirminci yüzyıl analitik ve analitik düşüncesinin büyük dersini kalbine alır.
Kıta felsefesi, yani bu tür şeylere karar vermek için genel metodolojik veya felsefi
kaynakların bulunmadığıdır. Realizmde ve tüm anti-realizmlerde ortak olan hata, böyle var
olmayan kaynakların varlığına olan bağlılıklarıdır. O halde, bir şeyin doğru olduğunu söylemek
ne anlama gelir (ya da falanca şeyin doğruluğu kişiyi neye bağlar) sorusuna cevap vermesi için
sıkıştırılırsa, NO A, belirli bir iddianın ortaya çıkardığı mantıksal ilişkilere işaret ederek ve daha
sonra bu belirli doğruluk yargısını temellendiren somut tarihsel koşullara odaklanarak cevap
verecektir. Çünkü sonuçta söylenecek başka bir şey yoktur.
Sadeliği nedeniyle, NOA'nın temsil ettiği minimalist duruşun bilimi anlamada devrimci
bir yaklaşıma işaret ettiğini düşünüyorum. Bu yaklaşımın, ahlakı Tanrı ve onun düzeni üzerine
kurmanın ne meşru ne de gerekli olduğunu görmeye başladığımızda ahlak anlayışımızda
meydana gelen devrim kadar derin olduğunu öne sürebilirim. On sekizinci yüzyılın tipik
teolojik ahlakçısının, örneğin Ethics'in sayfalarını okurken kendini yoksun hissetmesi gibi,
bence gerçekçi de NOA, özlemini çektiği 'dış dünyaya uygunluğu' ortadan kaldırdığında benzer
şekilde hissetmelidir. Ben de o kayıp cennet için pişmanlık duyuyorum ve sık sık realist
fanteziye kayıyorum.

23
NOA'NIN GEMİ Sİ -GERÇEKÇİ Lİ K İ Çİ N İ Yİ Mİ?

Arthur bilimsel gerçekçiliğin öldüğünü, eleştiri selinde boğulduğunu söylüyor. Onun


yerine 'Noah' olarak bilinen doğal ontolojik tutumu, NO A'yı koyar. NOA'nın ne realist ne de
anti-realist olan minimalist bir görüş olduğunu düşünmektedir. Ben NOA'nın tamamen realist
bir görüş olduğunu düşünüyorum: NOA'nın gemisinde realist, eleştiri sellerinin üzerinde mutlu
bir şekilde yelken açabilir.
NOA, duyuların kanıtlarını doğru olarak kabul ettiğimiz gibi bilimin sonuçlarını da
doğru olarak kabul etmemiz gerektiği şeklindeki 'sade çizgiden' kaynaklanmaktadır. Fine şöyle
yazıyor:
O halde diyelim ki hem realist hem de anti-realist bilimsel araştırmaların sonuçlarını
daha sade gerçeklerle eşit düzeyde 'doğru' olarak kabul ediyor.... Ve bilimsel gerçeklerin bu
kabulüne 'temel pozisyon' diyelim. O halde realistleri anti-realistlerden ayıran şey, bu temel
pozisyona ne ekledikleridir.
NOA tek başına, Kaliforniya saflığında, katkı maddesi içermeyen temel pozisyondur.
Bu gizemli bir durumdur. Genelde anlaşıldığı üzere, realizm-anti realizm meselesi tam olarak
hakikat sorusuna odaklanmaktadır. Genelde anlaşıldığı üzere, realistler Fine'ın temel
pozisyonunu kabul edebilir, ancak anti-realistler kabul edemez. Pozitivistler bilimin 'teorik
varlıklarının' varlığını reddeder ve bu tür varlıkların varlığını iddia eden herhangi bir teorinin
yanlış olduğunu düşünürler. Araçsalcılar bilimsel teorilerin ne doğru ne de yanlış olan araçlar
ya da kurallar olduğunu düşünürler. Epistemolojik anti-realistler teorilerin doğruluk değerleri 24
olduğunu, hatta bazılarının doğru olabileceğini kabul eder, ancak hiçbir teorinin doğru olarak
kabul edilmemesi gerektiğinde ısrar ederler. Genelde anlaşıldığı şekliyle bu anti-realist
pozisyonların hiçbiri tutarlı değildir.
Dolayısıyla pozitivist, 'teorik varlıklar' olmadığı için teorik bilimin tümüyle yanlış
olduğunu değil, bilime uygulandığında 'doğru' yararlı anlamına geldiği için bazı teorik
bilimlerin doğru olduğunu söylüyor olarak görülür. Araçsalcı da benzer bir şey söylüyor olarak
görülür. 'gözlemlenemeyen' hakkındaki bir teoriyi asla doğru olarak kabul etmememiz
gerektiğini değil, bazen kabul edebileceğimizi, çünkü bu tür teorilere uygulanmasında
'doğru'nun ampirik olarak yeterli anlamına geldiğini söylerken, Laudan da benzer bir şey
söylüyor olarak görülmektedir.
Gerçekçilik karşıtlarını bu şekilde görmek kesinlikle mümkündür. Ancak anti-
realistlerin kendilerini görme biçimi bu olmadığı gibi, onları görmenin en açık yolu da bu
değildir. Temel pozisyona bilim için kendine özgü bir hakikat teorisi eklemek aslında bu
pozisyonu yıkar. Bilimin sonuçları, daha sade gerçeklerle aynı düzeyde doğru olarak kabul
edilmemektedir. Sade ifadeler 'doğru' teriminin sade anlamında doğru olarak kabul edilir - bilim
parçaları 'doğru' teriminin bazı ezoterik anlamında doğru olarak kabul edilir. İkinci kabuller
birincilerle hiç de aynı seviyede değildir. Sadece 'doğru' terimindeki muğlaklık aksini
düşünmemize neden olabilir.
Fine, böyle bir muğlaklığın söz konusu olmadığına itiraz edebilir: ezoterik anti-realist
hakikat teorileri hem sade hakikatlere hem de bilimsel hakikatlere uygulanmalıdır. Bunun işe
yarayacağından şüpheliyim. Bazı bilimsel teoriler doğrudur, yani 'fenomeni kurtarmak' için
faydalıdır -ve fenomenin bazı ifadeleri doğrudur, yani ... neyi kurtarmak için faydalıdır
Gözlemlenemeyenler hakkındaki bazı ifadeler doğrudur, yani gözlemlenebilirler hakkında
doğrulardan başka bir şey vermezler- ve gözlemlenebilirler hakkındaki bazı ifadeler doğrudur,
yani ... ne hakkında doğrulardan başka bir şey vermezler! Bilim için geliştirilen ezoterik hakikat
teorileri, fenomenler veya gözlemlenebilirler hakkındaki sade ifadelere uygulanan sade hakikat
anlayışına parazit gibi görünmektedir.
Ancak ezoterik bir hakikat teorisi her tarafa uygulanabilse bile, bu yardımcı olmaz.
Şimdi hem realistler hem de anti-realistler temel pozisyonu kabul edemezler, çünkü her ikisinin
de kabul edebileceği tek bir temel pozisyon yoktur. Şimdi, 'doğru' terimine yüklenecek anlama
bağlı olarak (genel olarak) birkaç farklı temel pozisyonumuz var. Kafa karıştırıcı bir şekilde,
bu farklı pozisyonların hepsi aynı kelimeler kullanılarak ifade edilmektedir. Realistler ve anti-
realistlerin her ikisi de bu kelimeleri kabul edebilirler, ancak bunun tek nedeni bu kelimelerle
oldukça farklı şeyleri kastetmeleridir.
Bir paragraf önce 'sade ifadelere uygulanan sade hakikat anlayışı' hakkında yazmıştım.
Böyle bir 'sade hakikat anlayışı' olmadığı, temel pozisyonun 'doğru' terimine hangi anlamın
yükleneceğini açık bıraktığı, anti-realistlerin terime ezoterik anlamlar yüklediği ve realistlerin
de öyle yaptığı itiraz edilebilir. Bu da yardımcı olmamaktadır - ya da Fine'ın konuya ilişkin
kendi görüşü gibi görünmektedir.
Bunun bir faydası yok çünkü artık elimizde aynı kelimelerle kafa karıştırıcı bir şekilde
ifade edilen farklı temel pozisyonlar değil, hiçbir temel pozisyon yok. 'Doğru' terimine henüz
bir anlam yüklenmediği için, ne realist ne de anti realist sözde temel pozisyonu kabul etmenin
ne olduğunu bilir. Eğer her biri zımnen 'doğru'yu farklı bir şekilde okuyarak bunu kabul ederse,
25 o zaman temel pozisyonlar bolluğuna geri döneriz.
NOA 'doğruluk' kavramını halihazırda kullanımda olan bir kavram olarak kabul eder ve
standart kullanım kurallarına uymayı kabul eder. Bu kurallar Davidsoncu- Tarskçı bir
göndergesel semantiği içerir ve tamamen klasik bir çıkarım mantığını destekler. Dolayısıyla
NOA, 'hakikat'in (ve soydaşlarının) alışılagelmiş 'gramerine' saygı gösterir.
Şimdi göndergesel anlambilim zaten hakikatin felsefi bir teorisi ya da analizidir. 'Doğru'
terimi için 'standart kullanım kurallarının' bir parçası değildir, ancak bu kuralların çoğunu verir
veya açıklar. Önemli değil. Kilit nokta, göndergesel semantiğin tam da realistlerin hem sade
gerçeklere hem de bilimsel gerçeklere uygulamak istedikleri gerçek kavramını ortaya
çıkarmasıdır. Her türden gerçekçilik karşıtları, bunun kendilerini bazı bilimsel teorileri olağan
göndergesel şekilde doğru olarak kabul etmeye zorladığını fark ettiklerinde temel konumu
kabul edemezler. Temel pozisyon olan NOA kendi başına zaten tamamen realist bir
pozisyondur.
Fine aksini düşünmektedir. Ancak gerçekçinin temel pozisyona ne eklediğini, NOA'yı
('bilen' diye okunur) gerçekçiden neyin ayırdığını açıklamakta biraz zorlanıyor. NOA sessiz
konuşurken gerçekçinin bağırdığı, NOA'nın kaçındığı bazı sloganları gerçekçinin kullandığı ve
NO A'nın sahip olmadığı belli bir metafizik resme gerçekçinin sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bağırmakla başlayarak bunları teker teker ele alalım. Fine şöyle yazıyor:
O halde gerçekçi nedir; bilimin sonuçlarını gerçekten doğru olarak kabul eden temel
kabulüne ne ekler? ... gerçekçinin eklediği şey, masaya vuran, ayakları yere vuran bir
'Gerçekten!
Dolayısıyla NO A, masaya vurmaktan, ayaklarını yere vurmaktan ve bağırmaktan
kaçınan bir realisttir. Eski gerçekçiler, gerçekçilik karşıtı hakikat anlayışlarına karşı bağırıp
çağırırken, NOA'nın Gemisi'ndeki gerçekçiler, kendi göndergesel anlamsal hakikat
anlayışlarını 'güçlendirmeyi inatla reddetmekle' yetinirler. NOA'nın Gemisi gün batımına doğru
yelken açarken, sadece kibar ve ölçülü realistleri taşıyor. Bu mutlu gemiye katılabilmek için
daha fazla bağırmayacağıma söz veriyorum.
Sloganların bertaraf edilmesi daha uzun sürecektir. Gerçekçinin, NO A'nın kaçındığı
'Gerçek, Gerçeklikle örtüşmektir' gibi sloganlarla uğraşması beklenir. Şimdi benim için bu
sloganın içeriği NOA'nın söylediği bir şeyle tükeniyor: 'Bir cümle (ya da ifade) sadece atıfta
bulunulan varlıkların atıfta bulunulan ilişkilerde durması durumunda doğrudur. Ben de her
zaman (Tarski ' nin kendisiyle birlikte) semantik doğruluk anlayışının, sağduyusal doğruluk
teorisinin bir versiyonu olduğunu düşünmüşümdür. Daha önceki tekabüliyet teorisyenleri kısmi
açıklamalar yapmış (Aristoteles'inki gibi) ya da genel sloganlarla (tartışılmakta olan gibi)
uğraşmışlardır. Tarski, sloganların ne anlama geldiğini açıklayan tam bir açıklamanın (iyi
tanımlanmış her dil için) nasıl verileceğini göstermiştir. Bu şekilde Tarski, sağduyulu
tekabüliyet teorisini rehabilite etmiştir.
Çoğu filozof doğruluğun tekabüliyet teorisinin başka, Tarski'nin teorisinin başka bir şey
olduğunu düşünür. Karşılıklılık kuramcısı Tarski'nin sağlamadığı neyi sağlar (ya da sağlamaya
çalışır)? Fine, Tarski'nin genel bir tekabüliyet açıklaması, dil ve gerçekliğin hakikatin ortaya
çıkmasını sağlayacak şekilde 'eşleşebileceği' bir teori sağladığını (ya da sağlamaya çalıştığını)
düşünmektedir. Böyle bir teori 'doğruyu doğru yapan şeyin ne olduğunu açıklayacaktır'. Tüm
hakikatlerin gerçeklikle olan ilişkisine dair bir açıklama ile donanmış olan tekabüliyet
teorisyeni, tüm hakikatlerin ortak noktasını, 'özünü', onları 'doğal tür' yapan şeyi bilecektir.
26
Şüpheciliği paylaşıyorum. Tarski'nin bize öğrettiği bir şey varsa, o da özcü bir
tekabüliyet teorisinin geçersiz olduğu, hakikatin özünün bir kimera olduğudur. (Eğer burada
'özlerden' bahsetmemiz gerekiyorsa, bu şekilde konuşalım: Tarski bize hakikate bir öz
vermeksizin tekabüliyet teorisinin özünü verir). Doğrular çok ve çeşitlidir, olgulara karşılık
gelme biçimleri de öyle. Tarskian göndergesel anlambilim 'tekabüliyet' ilişkisini
yakalanabileceği kadar iyi yakalar.
Özer bize tüm doğru bağlaçların ortak noktasının her bir bağlacın doğruluğu olduğunu,
her doğru varoluşsal genellemenin matrisinin en az bir dizi tarafından karşılanacak şekilde
olduğunu ve bunun böyle devam ettiğini söyler. Emin olmak gerekirse, temel tümceler
düzeyinde, tanım güçlü bir şekilde dışa dönüktür, ancak olması gereken de budur. 'Ron Reagan
bir adamdır' ve 'Bu lale kırmızıdır' doğrularının çok fazla ortak noktası olduğu gösterilmemiştir:
her biri farklı bir nesne meselesidir... farklı bir ilkel açık cümleyi tatmin eder. Ancak, bir erkek
olmanın kırmızı olmakla ortak noktasından daha fazla ortak noktaları var mı, yani çok az mı?
Olduğunu ya da en azından Özer’in onlara verdiğinden daha fazla olduğunu göremiyorum.
Düşündüğünüzde, Özer'in çalışması, doğruların hepsinin bir özü paylaşabileceği
fikrinin oldukça saçma olduğunu gösteriyor. Özer'in anladığı anlamda doğru ya da yanlış olan
anlamlı dilsel öğelerdir. Diller, farklı insan amaçlarına uygun, büyük ölçüde geleneksel insan
icatlarıdır. Neden dillerin içerdiği şaşırtıcı çeşitlilikteki doğruların doğal bir tür oluşturduğunu
varsayalım? Özeri' n bize verdiğinden daha fazla 'tekabüliyet ilişkisi' olmadığını varsaymak
kesinlikle daha iyidir. Daha fazlası olduğunu düşünmek de bilimsel gerçekçiliğin bir parçası
olmak zorunda değildir.
Fine aynı fikirde değil. Ona göre realistler hakikate hakikatin özüne dair bir özlem
eklemelidir. Ahmet gibi dostları olan gerçekçiliğin düşmana ihtiyacı yoktur. Belki de gerçeğin
özünü arıyordu ama bulamadı. Bunun yerine, realizme karşı model-teorik argümanını buldu ve
realist davayı terk etti. (Bu arada, model-teorik argüman geçersizdir ama bu başka bir makale
konusu). Realistlerin gerçeğin özünün peşinden koşmasına gerek yoktur (kanıt: ben
koşmuyorum). Realistler Özer’in kendilerine ihtiyaç duydukları kadar bir tekabüliyet teorisi
sunduğunu düşünebilirler. Ancak belki de filozofların çağlar boyunca 'tekabüliyet' kelimesiyle
kaldırdıkları tüm tozlar göz önüne alındığında (sadece daha sonra göremediklerinden şikayet
etmek için), realistler bu kelimeyi bıraksalar daha iyi olur. Belki de realistler tekabüliyet
sloganını bırakıp NO A'nın sloganını tercih etseler daha iyi olur: 'Bir cümle (ya da ifade), atıfta
bulunulan varlıkların atıfta bulunulan ilişkilerde yer alması durumunda doğrudur.
Hakikat teorisi hakkındaki bir felsefi endişe için bu kadarı yeterli: hakikatin bir
tekabüliyet teorisi olup olmadığı veya ne ölçüde olduğu. Başka pek çok felsefi endişe var ve
ben bunlardan birine değinmek istiyorum, çünkü bu NO A ile bilimsel gerçekçilik arasına kama
sokmanın başka bir olası yolunu ortaya çıkaracaktır.
Hakikat teorisinin bilimsel gerçekçiye bir hakikat teorisinde ihtiyaç duyduğu her şeyi
verdiğini savunuyordum. Ancak hakikat teorisi tabiri caizse her tarafa uygulanabildiğine göre,
her türden şüpheli realiste de ihtiyaç duydukları her şeyi vermeyecek midir? Teorinin her yerde
geçerli olduğu, Tarski'nin T Sözleşmesi'nin örneklerinin aşağıdaki listesinden görülebilir:
(1) 'Bu gece dolunay var' ifadesi ancak ve ancak bu gece dolunay varsa doğrudur.

27 (2) 'Elektronlar negatif yüklüdür' ifadesi ancak ve ancak elektronlar negatif yüklü ise doğrudur.
(3) 'İki artı iki eşittir dört' ifadesi ancak ve ancak iki artı iki eşittir dört ise doğrudur.
(4) 'İnsanları yemek yanlıştır' ifadesi sadece ve sadece insanları yemek yanlışsa doğrudur.
(5) 'Merve beni ürpertiyor' ifadesi ancak ve ancak Merve beni ürpertiyorsa doğrudur.
Endişe şudur. Varsayalım ki (1) ay hakkında sağduyulu gerçekçiliğe ve (2) elektronlar
hakkında bilimsel gerçekçiliğe yol açıyor. O zaman (3) doğal sayılar hakkında Platoncu
gerçekçilik, (4) yanlışlık ve doğruluk hakkında ahlaki gerçekçilik ve (5) Merve nin bana (ve
şüphesiz aynı anda başkalarına da) verdiği gizemli bir varlık (sürüngenler) hakkında gerçekçilik
getirmeyecek mi? Sürüngen-gerçekçiliği saçma, ahlaki gerçekçilik ve Platonculuk felsefi
olarak şüpheli olduğuna göre, bunları ortaya çıkaran hakikat teorisi de saçmadır.
Bu endişe oldukça temelsizdir. Tarski'nin T Konvansiyonu (genellikle Tarski'nin
'disquotational şema ' ( ya da disquotational, deflasyonist ya da re¬dundancy teorı̇ sı̇ of gerçek
olarak adlandırılır) kendi başına bu gerçekçiliklerden hiçbirini vermez. Hepimiz "Merve beni
ürkütüyor" sözünün doğru olsa da (ki doğrudur) mantıksal-felsefi amaçlar için gerçek değeriyle
alınmaması gereken bir deyim olduğunu söyleyerek ürkütme-gerçekçiliğinden kaçınırız. Bu
deyimi deyim olmayan bir deyimle değiştiririz ("Merve beni sinirlendiriyor" gibi) ve tüyler
ürpertici olana ontolojik bağlılıktan kaçınırız. Benzer şekilde, ahlaki gerçekçilikten şüphe
duyan biri, mantıksal-felsefi amaçlar doğrultusunda 'İnsanları yemek yanlıştır' ifadesini kabul
etmeyi reddedebilir - ki bu tam da duygusalcıların, kuralcıların ve benzerlerinin yaptığı şeydir.
Alternatif olarak, matematikte gittiği yoldan ahlakta da gidilebilir. Field, Tarski'nin şemasını
kabul eder ve 'İki artı iki eşittir dört' ifadesini görünür değer olarak alır, ancak bunun yanlış
olduğunu söyleyerek aritmetik Platonculuktan kaçınır çünkü 'iki' ve 'dört' rakamlarının isim
olabileceği hiçbir sayı yoktur. Ahlaki gerçekçilikten de benzer şekilde kaçınılabilir: 'İnsanları
yemek yanlıştır' ifadesini olduğu gibi alın, Tarski'nin şemasını buna uygulayın ve 'yanlış'
ifadesinin işaret edebileceği bir özellik olmadığı için yanlış olduğunu söyleyin.
Yine benzer şekilde, bilimsel gerçekçilikten şüphe duyanlar ya 'Elektronlar negatif
yüklüdür' ifadesini olduğu gibi kabul etmeyi reddedebilir (araçsalcıların farklı şekillerde yaptığı
gibi) ya da olduğu gibi kabul edip yanlış olduğunu söyleyebilir çünkü 'elektron' teriminin atıfta
bulunacağı teorik varlıklar yoktur (pozitivistlerin yaptığı gibi) ya da olduğu gibi kabul edip
doğru olabileceğini kabul edebilir ancak doğru olarak kabul etmememiz gerektiğinde ısrar
edebilir (epistemolojik gerçekçilik karşıtlarının yaptığı gibi). Son olarak, sağduyulu
gerçekçiliğe şüpheyle yaklaşanlar ya 'Bu gece dolunay var' ifadesini olduğu gibi kabul etmeyi
reddedebilir ya da olduğu gibi kabul edip bunun yanlış olduğunu söyleyebilir çünkü 'ay'
kelimesinin işaret edebileceği harici bir nesne yoktur. Buradaki ayrışmalar elbette birbirini
dışlayan ayrışmalar değildir. Aslında, anti-realistler tipik olarak karma bir strateji benimserler;
önce belirli bir tür ifadenin görünürde (ya da kelimesi kelimesine alındığında) yanlış olduğunu
söylerler, sonra da bu tür ifadelerin 'gerçekte ne anlama geldiğini', yani mantıksal-felsefi
amaçlar için nasıl alınmaları gerektiğini söyleyerek bu sonucu yumuşatmaya çalışırlar. (Dışsal
nesne ifadelerinin sözde fenomenalist çevirilerini ya da ahlaki durum ifadelerinin sözde
emotivist çevirilerini düşünün). Tarski'nin T Konvansiyonu'nun kendi başına her türlü
metafizik soruyu akla getirdiği fikri basitçe yanlıştır. Tarski'nin kendisi de uzun zaman önce
bunu söylemiştir.
Bu arada, T Konvansiyonu'nu 'disquotational teori gerçek ' olarak adlandırmak oldukça
yanıltıcıdır. Hakikat teorisi T Konvansiyonu tarafından tüketilmemiştir, ancak onunla ilgili
felsefi endişelerin çoğu öyledir. T Konvansiyonu'nun örnekleri, sol tarafta bir ifadenin kota
28
işareti adından başka bir şey görünüyorsa veya hakkında konuşulan ifade bizim konuştuğumuz
dilden farklı bir dilden geliyorsa 'alıntı dışı' olmayacaktır. Bu koşulların hiçbirinin sağlanmadığı
durumlar, benim (l)-(5)'im gibi durumlar, T Sözleşmesi'nin döngüsel olduğu için önemsiz
olduğu şeklindeki yanlış görüşten de sorumludur. Benzer nedenlerle, teoriyi 'deflasyonist' ya da
'redun-dancy' teori olarak adlandırmak konusunda da benzer çekinceler vardır.
Eğer T Konvansiyonu kendi başına ay, elektronlar, doğal sayılar, ahlaki özellikler,
sürüngenler ya da başka herhangi bir şey hakkında gerçekçilik sağlamıyorsa, gerçekçilik için
önemi nedir! Cevap açıktır: tüm bu şeyler hakkında gerçekçiliği mümkün kılar. Realizm için
önemi budur; bu yüzden realistlerin ihtiyaç duyduğu hakikat teorisidir. Anti-realist hakikat
teorileri, hakikati inançlarımızın bazı içsel özellikleriyle (tutarlılıkları, yararlılıkları, kendi
kendilerini kanıtlamaları, nihai olarak inanılmazlıkları ya da her neyse) özdeşleştirir. Bu tür
teoriler gerçekçiliği imkansız kılar; ona yer bırakmazlar.
Dolayısıyla realistlerin hakikat teorisine ihtiyaçları vardır, ancak daha fazlasına da
ihtiyaçları vardır. X'ler hakkında gerçekçi olmak için (X'ler ne olursa olsun) şunları
yapmalısınız:

(a) mantıksal-felsefi amaçlar için X'ler hakkındaki ifadeleri olduğu gibi kabul etmek;
(b) Tarski'nin T Konvansiyonunu bu ifadelere uygulamak;
(c) bu ifadelerden bazılarını (uygun olanları: 'X'ler yoktur' olmaz) doğru olarak kabul etmek.
Bu konuyu kapatalım ve Fine'ın NOA'sına dönelim. Bilimin teorik ifadeleri söz konusu
olduğunda bu üç şeyin hepsini yapar. Bu tür ifadelerin (araçsalcıların aksine) olduğu gibi
alınması gerektiğinde ısrar eder. Tarski'nin şemasını onlara uygular (gerçekçi olmayan
doğruluk teorileriyle uğraşanların aksine). Ve uygun teorik ifadeleri doğru olarak kabul eder
(pozitivistlerin veya epistemolojik anti-realistlerin aksine). Tüm bunlar Fine'ın NOA'sını
doğrudan realist kampa yerleştirir.
Ama durun! Bu sapmanın iyi bir noktası olabilir. NOA ile realistlerin arasını açmanın
olası bir yolunu ortaya koymaktadır. Az önce söylenenin aksine, NOA'nın X'ler hakkında, X ne
olursa olsun, herhangi bir ifadeler bütününü görünüş değerinde kabul etmediğini varsayalım.
Bunu yapmanın zaten Kaliforniya-saf çekirdek pozisyonuna ekleme yapmak olduğunu
varsayalım. NOA, (2) gibi teorik bilimsel ifadelerin realist ve araçsalcı yorumları arasında
felsefi olarak tarafsızdır. NOA aynı zamanda (1) gibi sağduyu durumlarının realist ve
fenomenalist yorumları arasında da tarafsızdır NOA sade ifadeleri ve bilimsel ifadeleri doğru
olarak kabul eder. NOA, 'doğru' yu hakikat teorisi tarzı okur, tüm bunlar kabul edilen ifadelerde
atıfta bulunulan varlıklara bağlılık yolunu açar ve bu da yüz değerinde alınır. Ancak NOA bu
taahhütlerin gerçekte ne olduğunu açık bırakır, çünkü hangi ifadelerin görünür değerde (yani
gerçekçi olarak) alınacağını ve hangilerinin alınmayacağını açık bırakır.
Bu olası bir pozisyondur. Fine'ın NOA ile ilgili açıklamalarıyla (sadece) tutarlıdır.
NOA'ya ('bilen' olarak telaffuz edilir, unutmayın) eksiksiz bir felsefi bilme - hiçbir şey-izmini
atfeder. NOA elektronlara, aya, masa ve sandalyelere, fiziksel nesnelere, diğer insanlara,
kendine, hiçbir şeye bağlı değildir. Fine'ın NOA'sının bu olası yorumunu ilk olarak gözden
29 kaçırmıştım. Yarım kalan işimizin de göstereceği gibi, şimdi bunun doğru bir yorum
olabileceğini düşünüyorum.
NOA'nın realistlerden üç açıdan farklı olduğu söylenmiştir. Bunlardan ikisini ele aldık:
realistlerin bağırmasına ya da damgalamasına gerek yoktur; ve kendilerini NOA için kabul
edilebilir sloganlarla sınırlayabilirler, örneğin 'Bir cümle (ya da ifade) sadece atıfta bulunulan
varlıkların atıfta bulunulan ilişkilerde durması halinde doğrudur'. Bu sloganı üçüncü kez
alıntılıyorum çünkü gerçekçiye metafizik açısından ihtiyacı olan her şeyi veriyor gibi
görünüyor. Fine buna katılmıyor, bu da bizi üçüncü iddia edilen fark noktasına getiriyor: realist,
NOA'nın sahip olmadığı bir meta-fiziksel resme sahiptir.
Realizm için bilim bir şey hakkındadır; dışarıda, 'dışsal' ve (büyük ölçüde) bizden
bağımsız bir şey. Dışsallık ve bağımsızlığın geleneksel birleşimi, nesnel, dışsal bir dünyanın
realist resmine yol açar; ben buna Dünya diyeceğim. Realizme göre bilim bununla ilgilidir.
Dünya hakkında olmak bilime önem kazandıran şeydir.
Bu gerçekçi metafizik resimde tam olarak yanlış olan nedir? NOA da tam olarak aynı
resme bağlı değil midir?
Fine, 'tekabüliyet ilişkisinin belirsizliğinden ve realist tarzdaki referansın
anlaşılmazlığından' bahsediyor. Bunu detaylandırıyor:
Sorun erişimle ilgilidir. Karşılıklılık ilişkisi doğru durumları (diyelim ki) durumlara
(diyelim ki) eşleyecektir. Ancak bir ifadeyi ona karşılık gelen durumla karşılaştırmak istersek,
nasıl ilerleyeceğiz? Realist tarzda, Dünya'nın bir özelliği olarak anlaşılması gereken bir duruma
nasıl ulaşacağız!
Buradaki sorun tam olarak nedir? Birisi 'Bu gece dolunay var' diyor ve ben gece
gökyüzüne bakıp bu ifadenin doğru olduğunu tespit ediyorum. (Ezoterik bilimsel örneklerden
ziyade sıradan sağduyusal örnekler kullanıyorum, çünkü ortada bir sorun varsa, bu bilimsel
olduğu kadar sağduyusal gerçekçi metafiziği de etkileyen oldukça genel bir sorun olacaktır).
'Karşılıklılık ilişkisinin' her iki terimine de erişimim var: dilsel yetkinliğim bana söylenenlere
erişim sağlıyor, gözlerim bana dışarıdaki dolunaya (ya da tercih ederseniz Dünya'ya) erişim
sağlıyor. Elbette dilsel yetkinliği ya da duyusal farkındalığı açıklamak bir dizi bilimsel ve felsefi
soruna yol açmaktadır; ancak bunları açıklamak, onları yok saymak ya da hiç var olmadıklarını
göstermek değildir.
Belki de endişe, bilgiçlik taslayarak ((1)'e benzerlik amaçlanmıştır) "Bu gece dolunay
var" ifadesi doğrudur, çünkü bu gece dolunay vardır" diye rapor edersem, o zaman hala dilin
içinde sıkışıp kalacağım, "gerçekçi tarzda, Dünyanın bir özelliği olarak anlaşılan ... bir duruma"
ulaşamayacağımdır, Belki de endişe, (1) gibi T Sözleşmesi örneklerinin dili Dünya ile değil,
daha ziyade bir dili (hakkında konuşulan) diğeriyle (konuştuğumuz) ilişkilendirmesidir.
Eğer endişe buysa, bu garip bir endişedir. (1) bir parça dil ve Dünya hakkında
konuşmaktadır. Doğru, dilin Dünya ile olan ilişkisi hakkında konuşmak için dili kullanmak
gerekir. Ancak bu derin bir hakikat değildir; daha ziyade, soluk bir gerçekçiliktir.
Seninle konuşurken... kelimeler kullanmalıyım.
Ama anlasan da anlamasan da bu benim için de senin için de bir şey ifade etmez
Yapmamız gerekeni yapmalıyız...
Hakkında konuştuğumuz tek şeyin dil olduğu gibi ciddi bir anlamda dilin içine 30
hapsolmuş değiliz. Aksini düşünmek, kullanım ve söz arasındaki zor kazanılmış ayrımı
görmezden gelmektir.
Referansa geçip doğruluk koşullarını bileşimsel olarak kurmaya çalışırsak benzer bir
soru ortaya çıkar, çünkü orada da realistin bir terimin referansı olarak ihtiyaç duyduğu şey
Dünya'daki bir varlıktır. Buradaki zorluk, gözlemlediğimiz her şeyin ya da daha genel olarak
nedensel olarak etkileşimde bulunduğumuz her şeyin kesinlikle bizden bağımsız olmamasıdır.
Bu karşılıklılık sorunudur. Dahası, bu tür bir etkileşimden elde ettiğimiz her türlü bilgi, ilk
bakışta, etkileşime girilen şeyler hakkında bilgidir. Bu da kirlenme sorunudur. O halde,
karşılıklılık ve bulaşma ile karşı karşıya kalan biri hem bağımsız hem de nesnel varlıkları nasıl
elde edebilir? Açıkçası realistin kendi dünyasına doğrudan erişimi yoktur.
Sıradan örneğime dönelim (bir kez daha, buradaki herhangi bir sorun ezoterik olanlar
kadar sıradan örnekleri de etkileyecektir). Orada 'ay' terimi, eğer herhangi bir şey varsa,
Dünya'da var olan bir varlık olan aya atıfta bulunuyordu. Karşılıklılık ve bulaşma 'sorunları'
bunun yanlış olduğunu mu gösteriyor? Karşılıklılığın ayın bizden bağımsız olmadığını
göstermesi gerekiyor çünkü onu görebiliyoruz ya da başka bir şekilde onunla nedensel olarak
etkileşime girebiliyoruz. Ancak bunun içinde aptalca bir bağımsızlık açıklaması yatmaktadır:
bir varlık eğer onunla nedensel olarak etkileşime giremiyorsak bizden bağımsızdır. Bu anlamda
tek bağımsız varlıklar, uzay ve zamanda var olmayan ve uzay ve zamanda var olan varlıklarla
(bizim gibi) nedensel ya da başka türlü hiçbir ilişkisi olmayan Platonik varlıklar olacaktır.
Hiçbir bilimsel gerçekçi, tek bağımsız varlıkların Platonik varlıklar olduğu ve tek bağımsız
gerçekliğin Platonik soyut varlıklar alemi olduğu anlamına gelen bir bağımsızlık açıklamasını
kabul etmemelidir. Bir bilimsel gerçekçi Ay'ın (büyük ölçüde) bizden bağımsız olduğunu
söylediğinde, açıkça onun zihinsel olmadığını, bizim dışımızda var olduğunu, onu bizim
yaratmadığımızı, bizden çok önce var olduğunu, biz ona bakmadığımızda da var olmaya devam
ettiğini ve benzeri şeyleri kastetmektedir.
Kirlenme 'sorunu' ne olacak! Ayın dolunay olduğunu gördüğümüzde, Dünya'daki nesnel
bir ay hakkında değil, daha ziyade etkileşimde bulunulan bir ay hakkında bilgi edindiğimizi
göstermesi gerekiyor. Bu tireli varlık muhtemelen ay ile aynı varlık değildir (ya da tireler sizi
heyecanlandırıyorsa, ayın kendisi ile aynı varlık değildir). Fine, kendinde ay'ın aksine, etkileşim
halindeki-ay'ın nesnel olmadığını, Dünya'da olmadığını öne sürer. O zaman nerede, öznel ve
kafamızın içinde mi? Bu, ay gibi dış nesneleri hiç görmediğimiz, daha ziyade kafamızın içinde
ay gibi duyu verileri gördüğümüz şeklindeki uzun süredir göz ardı edilen görüşün kokusunu
taşıyor. Fine'ın bu görüşe geri dönmek istediğinden şüpheliyim. Fine'ın NO A'sının, bilimin
sonuçlarına ilişkin temel kabulüne bu kötü felsefe parçasını eklememesi gerektiğini biliyorum.
Belki de düşünce, ay ile etkileşime girmiş olanın, bizim tarafımızdan gözlemlenen ayın,
bir şekilde kısmen bizim icadımız olan ay kavramı tarafından oluşturulmuş olması anlamında
'nesnel' olmadığıdır. Sonuçta, dolunay olduğunu görebilmek için ay kavramına sahip olmalıyım
ve dolunay olduğunu söyleyebilmek için 'ay' kelimesine sahip olmalıyım. Görebildiğim (veya
söyleyebildiğim) şey kısmen sahip olduğum kavramlara (kelimelere) bağlıdır.
Dünya herhangi bir kavramsal veya dilsel şemaya göre oyulmamıştır. Şeyleri bu tür
şemalara göre oyan biziz. Oyduktan sonra, kendinde dünyaya, herhangi bir kavramsal şemadan
bağımsız olarak olduğu gibi dünyaya, büyük harfli 'W' harfli dünyaya katılamayız. Ayın
dolunay olması kendinde dünya hakkında bir olgu değildir, zira ay-kavramının ticaretini
31 yapmaktadır. 'Ay bu gece dolunay' ifadesi, 'ay' kelimesinin ticaretini yaptığı için, 'W' harfli
Dünya hakkında bir gerçeği ifade etmez. Deneyimlediğimiz ve hakkında konuştuğumuz dünya,
herhangi bir kavramsal şemadan bağımsız olarak olduğu gibi bir dünya değildir. Daha ziyade,
kısmen kendi kavramsal ya da dilsel yaratımımız olan bir dünyadır; bizim tarafımızdan
tasarlanan ya da bizim tarafımızdan hakkında konuşulan bir dünyadır. Bu kavramsal (ya da
dilsel) idealizmdir.
Bu hızla kavramsal (veya dilsel) göreceliliğe dönüşür. Kavramlarımız değişir ve
çeşitlenir. Bizim tarafımızdan algılanan tek bir dünya yoktur. Aristotelesçinin algıladığı dünya,
Newtoncunun algıladığı dünyadan radikal biçimde farklıdır. Eskimo'nun dünyası hiç de Kalahi-
bushman'ın dünyası değildir. İnsan şovenisti olmayı bırakıp insan olmayan hayvanları da göz
önüne aldığımızda bu durum gerçekten heyecan verici bir hal alır. Onlar da dünyayı
deneyimliyor, ama bizden farklı bir şekilde. Şempanzenin dünyası hiç de Albert-Einstein'ın
dünyası değildir ve her ikisi de bal arısının dünyasından ya da üç omurgalı dikenli sırtın
dünyasından ayrı dünyalardır. Ve bu böyle devam eder.
Elbette burada çürümeyi başlatan filozof Kant'tır. Kant, insanların hepsinin aynı
değişmez temel kavramlar kümesine sahip olduğunu varsayarak çürümenin yayılmasını
engellemiş, idealizmden relativizme kayışı engellemiştir. Çağdaş felsefi bilgelik bu varsayımı
aşmıştır. Çağdaş bilgelik yanlış yönlendirilmiş olsa bile, Kant'a ve Kantçılara insan olmayan
hayvanlar hakkında sorular sorabiliriz. Onlar da dünyayı deneyimliyorlar mı? Eğer öyleyse,
tüm deneyimin olasılığının bir koşulu olan anlama yetisinin tüm o Kantçı kategorilerine sahipler
mi?
Dünyayı hiç deneyimliyorlar mı? Eğer öyleyse, tüm deneyimin olasılığının bir koşulu
olan anlama konuşlandırmasının tüm o Kantçı kategorilerine sahipler mi? Şempanzeler, bal
arıları ve yassı solucanlar gelen uyarıcıları insanlar gibi yapılandırıyor mu? Bir alternatif,
insanların deneyim sahibi tek hayvanlar olduğunu söylemektir. Bu, Darwinizmi ciddiye alan
herkes tarafından mantıksız kabul edilmelidir.
Bir başka alternatif de Kantçı kategorilerin yalnızca insan deneyiminin olanaklılığının
koşulları olduğunu ve diğer canlıların bunlar olmadan da yapabileceğini söylemektir. Ama
şempanzeler onlarsız yapabiliyorsa, biz neden yapamayalım?
Elbette, X'ler tarafından deneyimlenen (tasavvur edilen, hakkında konuşulan) farklı
dünyalar hakkındaki tüm bu konuşmaların ciddiye alınması gerekmez. Bunu sadece
deneyimlerin, kavramların ve dünya hakkındaki konuşmaların büyük çeşitliliğine dikkat
çekmenin süslü bir yolu olarak görebiliriz. Bu görüşe göre, bizim tarafımızdan deneyimlenen
ay gibi tüm varlıklar ersatz varlıklardır. (Ne de olsa 'ersatz' Almancada 'tireli', 'tireli' de filozof
İngilizcesinde 'yapay', 'doğal olmayan' ya da 'gerçek dışı' anlamına gelmiyor mu?) Bizim
tarafımızdan deneyimlenen ay sadece aydır ve benzer şekilde diğer tüm tireli varlıklar için de
(Kantçı kendinde ay da dahil olmak üzere). Bu görüşe göre, 'Aristotelesçiler tarafından
tasarlandığı şekliyle ay mükemmel bir şekilde küreseldi' ifadesi, 'Aristotelesçiler ayın
mükemmel bir şekilde küresel olduğunu düşünüyorlardı' anlamına gelen bir filozof lafıdır.
Kant'ın yakın takipçilerinden bazılarının, ayın hiçbir yerde, hiçbir zamanda olmadığını
ve hiçbir şey yapmadığını fark ederek, bunun boş bir metafiziksel varsayım olduğuna karar
vermelerine, onu tamamen ortadan kaldırmalarına ve tam teşekküllü idealistler olmalarına
şaşmamalı. Bu noktada Kantçı arkadaşlarım (ki hala bir ya da iki tane var) bana Kant'ın bir
'ampirik realist' ve sadece 'transandantal idealist' olduğunu söylüyorlar. Bu Kantçı sloganları
anlamıyorum. Berkeley'in kendisini sağduyulu gerçekçiliğin savunucusu olarak sunmaya ne 32
kadar düşkün olduğunu hatırlıyorum. Gerçekte olduğu gibi görülen Kant metafiziği,
Berkeley'in metafiziği gibi bir idealizm biçimidir. Modern idealizm sadece Kantçı idealizmin
'dilselleştirilmiş' ya da 'kavramsallaştırılmış' ve genelleştirilmiş halidir.
Fine'ın, bir şeyleri gözlemlediğimizde ya da başka bir şekilde onlarla etkileşime
girdiğimizde, elde ettiğimiz bilginin etkileşime girilen şeylerle ilgili bilgi olduğuna dair
sözlerinden bu yana uzun bir yol kat ettik. Bu açıklama tamamen masum bir açıklama olabilir.
Fine'ın bu türden (ya da daha doğrusu bu türlerden) bir idealist olup olmadığını bilmiyorum.
Fine'ın NOA'sının bu idealizmlerle hiçbir ilgisi olmaması gerektiğini düşünüyorum. NOA
doğal ontolojik tutum anlamına gelir. Bu idealizmlerde yer alan ersatz tireli varlıklar yapay ve
doğal olmayan varlıklardır. Bu idealizmler, hiçbir NOA'nın bilimin sonuçlarına ilişkin temel
kabulüne eklememesi gereken şüpheli, belki de sonunda anlaşılmaz felsefi teorilerdir.
Gerçekten de, bilimin oldukça sıradan ve köklü bazı sonuçları bize ayın (tireli bir ay değil,
Kantçı kendinde ay bile değil, sadece ay) nesnel ve bizden bağımsız olduğunu söyler:
kafalarımızın dışında vardır, bizim tarafımızdan yaratılmamıştır, bizden çok önce var olmuştur,
vb. Bilimin bu parçalarını doğru olarak kabul eden NOA, realistle tam olarak aynı metafizik
resme sahiptir. Fine, realistin metafiziksel resmini kanıtlanmamış olarak değil, yanlış olarak
reddeder. Yanlışlığı, bilime doğal olmayan idealist bir bağlılık olarak adlandırılabilecek şeyden
kaynaklanmaktadır. Ancak felsefi olmayan NOA, karşılıklılık ve bulaşma 'sorunlarının'
ticaretini yapmamalıdır - çünkü bu trafik felsefedir. Felsefi olmayan NOA, sade gerçekleri ve
bilimsel olanları kabul etmekten daha fazlasını yapmamalıdır. Bu NOA'ya realistle aynı
'metafizik resmi' sağlamayacak mıdır?
Bu soruya verilecek olumlu bir yanıt, felsefi hiçbir şey bilmeyen NOA olasılığını göz
ardı etmektedir. Bu NOA'nın bilim parçalarını doğru olarak kabul etmesi, ayın nesnelliği ve
bağımsızlığı hakkında hiçbir şey ima etmez. Çünkü NOA, kabul edilen ifadelerin nasıl
'yorumlanacağını', ne anlama geldiklerini, ontolojik taahhütlerinin ne olduğunu oldukça açık
bırakmaktadır. Belki de sade gerçekler ve bilimsel gerçekler mantıksal-felsefi amaçlar için
olduğu gibi alınmalıdır ve belki de alınmamalıdır. Belki de sade doğrulara fenomenalist,
bilimsel doğrulara ise araçsalcı bir yorum getirilmelidir. (Unutmayın, Berkeley bu minimalist
anlamda bir NOA sayılır.) Tamamen felsefi olmayan NOA tüm bunları açık bırakır.
Geleneksel bilimsel gerçekçilik tartışmalarında, masa ve sandalyelere (ya da aya) ilişkin
sağduyulu gerçekçilik her iki tarafça da sorunsuz olarak kabul edilir. Dikkatler, bilimsel
gerçekçiliğin elektronlar gibi 'gözlemlenemeyenlere' ilişkin zorluklarına odaklanır. Ancak
Fine'ın tartışması geleneksel bir tartışma değildir. Fine'ın NOA'sı, bu yoruma göre, hiçbir meta-
fiziksel soruyu akla getirmemektedir. Bu nedenle her türden realist ve anti-realist (solipsist bile
olsa) NOA'yı kabul edebilir.
Özel bir husus, Fine'ın pozisyonunun doğru yorumunun bu olduğunu göstermektedir.
Einstein'ın beğenilen biyografisinde, Einstein'ın bir keresinde kendisine dönüp 'Ay'ın sadece
ona baktığımda var olduğuna gerçekten inanıp inanmadığımı' sorduğunu anlatır . Einstein'ın
sorusu elbette kuantum mekaniğinin, varlıkların gözlemlenmedikleri sürece iyi tanımlanmış
durumlarda var olmadıkları yorumuyla ilgiliydi. Ya bu şekilde yorumlanan kuantum
mekaniğinin doğru olduğu ortaya çıkarsa? Bilim, sağduyulu gerçekçiliği bile alaşağı etmiş
Bilim ve sağduyu sık sık çatışmıştır; bu çatışma neden bu kadar radikal olmasın? Eğer bu
33 mümkünse, o zaman bilim felsefemizi bilimin aşabileceği metafizik varsayımlarla (sağduyu
gerçekçiliğinin varsayımları) yüklememeliyiz. Dolayısıyla NOA olarak adlandırılan minimalist
pozisyon bilim felsefesinde savunulabilir tek pozisyondur - gerisi bilime kalmıştır.
Fine'ın kendisinin de az önce bahsedilen kuantum mekaniği yorumunun dostu
olmadığını eklememe izin verin. Aslında, bu tartışmalarda Einstein'ın tarafını tutmuştur .Mesele
şu ki, tüm metafiziksel soruları bilimin karar vermesi için açık bırakacak bir bilim felsefesi
(NOA) tanımlamak istiyor.
Bunun işe yarayacağından şüpheliyim. Az önce bahsedilen kuantum mekaniği yorumu
bilimin bir sonucu değil, kısmen anlamın doğrulanabilirlik teorisi gibi şüpheli felsefi teorilerden
esinlenen bilimin felsefi bir yorumudur. Felsefenin yardımı olmadan bilim sağduyulu
gerçekçiliği yıkamazdı. Gerçekten de kuantum fizikçisi deneysel aygıtları her kurduğunda
sağduyulu gerçekçiliği varsayar (tamamlayıcılık ilkesinin de kabul ettiği gibi). Bilim ile
sağduyu arasında olduğu iddia edilen çatışmaların çoğu (hepsi değil ama) hatasından
kaynaklanmaktadır (masanın katılığını, katı olmayan şeylerin davranışları açısından açıklamak,
katılığı ortadan kaldırmaktır).
Ancak bunlar bir paragrafta yanıtlanamayacak kadar zor sorulardır. Gerçekte ne kadar
minimalist olduğunu görmek için bunlardan minimalist pozisyon NOA'ya dönelim. NOA'nın
"kabul etmesi", yani "tam bir
Ay bu gece' ve 'Elektronlar negatif yüklüdür'. Peki NOA neyi kabul ettiğini biliyor mu?
Unutmayın, bu ifadelerin kabul edilip edilmeyeceğini açık bırakıyor, nasıl yorumlanacakları,
ontolojik taahhütlerinin ne olduğu hakkında hiçbir şey söylemiyor. Felsefi olmayan NOA
sadece felsefi hiçbir şey bilmez, hiçbir şey bilmez.
NOA'ya ('bilen' olarak telaffuz edilir) bir miktar içerik enjekte etmemiz gerekir. Bunu
yapmanın bir yolu açıktır: NOA'nın 'sade gerçeklere' yüz değerinde realist bir yorum vermesine
izin verin. (Bilimsel realistler ve karşıtları zaten bu konuda hemfikirdi.) Ancak o zaman aynı
şey NOA'nın 'sade' olanlarla 'eşit' olarak kabul ettiği bilimsel ifadeler için de geçerli olacaktır.
Ve NOA'nın Gemisi sonuçta gerçekçilik için (küçük 'r' ile) Fine (büyük 'F' ile) olacaktır.
Mehmet’i kurtarmak
En tatmin edici bulmadığım başka bir savunmayı ele almak istiyorum. Buna pozitivist
savunma denebilir; ve bazı filozoflar, iki teori arasındaki görünürdeki çatışmanın sadece sözel
olduğunu iddia etmek isteyen biri için mevcut tek savunmanın bu olduğunu düşünüyor gibi
görünüyor. Pozitivist savunmaya göre, tüm gözlemsel sonuçları aynı olan iki teoriye sahip
olduğumuzda, iki teori arasındaki görünürdeki anlaşmazlıklar yalnızca sözel anlaşmazlıklardır.
Buna pozitivist ilke diyebiliriz.... Örneğin Sklar'ın geometri hakkındaki gelenekselcilik
tartışması bu görüşü varsayıyor gibi görünmektedir. Alternatif geometrilerin tüm standart
durumlarında (artı fiziksel teorilerin başka yerlerindeki telafi edici ayarlamalar), bir teorinin
geometrik nesneleri diğerinin geometrik nesnelerinden tanımlanabilir. Sklar, alternatif
geometriler arasındaki çatışmayı normal dünya görüşü ile Descartes'ın 'şeytani iblis' hipotezi
arasındaki çatışmayla karşılaştırarak bu gerçeği gizler; ancak bu son örnek, bir teorinin
nesnelerinin diğerinin nesneleri açısından açıkça tanımlanamadığı bir örnektir, bu nedenle
yalnızca pozitivist ilkenin bir türüyle bu teoriler arasındaki çatışmanın tamamen sözel olduğu
iddia edilebilir.

Field, 'Anlambilimde Gelenekselcilik ve Araçsalcılık'


Filozofların hepsi olmasa da çoğu, iki teori sunumu arasındaki yüzeysel farklılıkların 34
teorinin altında yatan özdeşliği maskeleyebileceği konusunda hemfikirdir. Bazen bir teorinin
sözel sunumları, örneğin bir teorinin iki farklı doğal dilde sunulması durumunda olduğu gibi,
uyumsuzluğu akla bile getirmeyecek şekilde farklılık gösterebilir. Newton'un Latince
Principia'sının, bu eserin İngilizcesiyle aynı teoriyi sunmadığını iddia etmek isteyecek çok az
kişi vardır. Daha da ilginci, sadece bir doğal dilin söz konusu olduğu ve en azından yüzeyde bir
tür uyumsuzluk ya da başka bir şeyin mevcut göründüğü, ancak herkes olmasa da pek çok
kişinin bu yüzeysel uyumsuzluğun aldatıcı olduğu konusunda hemfikir olduğu durumlardır.
Dünya teorilerimiz, siz zamansal olarak genişletilmiş fiziksel nesnelerden bahsederken
benim temel ilkellikler olarak zaman dilimleriyle ilgilenmem bakımından farklılık gösteriyorsa
gerçekten uyumsuz mudur? Daha da radikal olarak, bu bir şey teorisine karşı uzam-zamansal
bölgeleri ilksel olarak alan ve şeyleri bu bölgelerin özsel yüklemleri olarak ele alan bir teori
vakası olsa bile, pek çok kişi burada teorik bir eşdeğerlik vakası olduğunu kesinlikle iddia
edecektir. Schrödinger ve Heisenberg 'temsillerinin', birincisinde durum fonksiyonunun
zamanla değişmesine ve operatörlerin değişmemesine, ikincisinde ise bunun tersinin geçerli
olmasına rağmen, gerçekten de bir ve aynı teorinin temsilleri olduğunu neredeyse hiç kimse
inkar etmeyecektir.
Fizikteki daha tartışmalı bir vaka ise ünlü çifttir: eğri uzay-zaman ile dengeleyici
metrik ve kuvvet alanlarına sahip düz uzay-zaman. Burada bazıları klasik bir teorik eşdeğerlik
vakasına sahip olduğumuzu söylerken, diğerleri daha ziyade 'teorilerin' hiç de eşdeğer
olmadığını ve aslında birincisinin verilerin makul bir açıklaması olarak ikincisine tercih
edilebileceğini düşünmektedir. Bu örnek hakkında daha sonra söyleyeceklerimiz olacaktır. Son
olarak, pozitivist filozofların eşdeğerlik paradigması, maddi dünyaya karşı kötü niyetli iblis ya
da fıçıdaki beyin, pozitivizmin bir sonucu olarak birçok kişi tarafından bir sonucu olarak
pozitivist pozisyonun bir indirgemesi olarak alınan bir eşdeğerlik iddiası vardır.
Teorik eşdeğerlik konusundaki pozitivist pozisyon, yeterliliği ya da nihai savunulabilir
olması hakkında ne düşünülürse düşünülsün, en azından açıktır. Özellikle, yüzeysel
uyumsuzluğun altta yatan ortak önemi maskelediğini iddia etmek istediğimiz durumları ele
almak için tasarlanmıştır. Çizgi tanıdıktır. Teorinin sonuçları arasında, söz konusu teorinin
doğruluğunu varsaymaktan bağımsız olarak, teorinin doğruluğunun ampirik olarak
belirlenmesine açık olan tüm sonuçlarını içerdiği iddia edilen özel bir cümle sınıfı ayırt edilir.
Eğer iki teori bu gözlemsel küme üzerinde uzlaşırsa, iki teorinin geri kalan teorik düzeyinde
bulunan görünürdeki uyumsuzluk ne kadar radikal olursa olsun, bunların eşdeğer olduğu iddia
edilir. Pozitivist programın kötü yanları iyi bilinmektedir, ancak burada bize bazı erdemlerini
hatırlatmak istiyorum.
Pozitivizm her ne kadar savunulamaz düalizmler, tutarsız temelci kavramlar vb. ile dolu
olsa da, en azından bir anlam, kanıt, ontoloji, hakikat, açıklama ve eşdeğerlik teorisini uyumlu
bir bütün haline getiren bir teorik eşdeğerlik açıklaması sunar. Gözlemsel olarak eşdeğer
teoriler anlam bakımından farklılık göstermez, çünkü teorinin toplam anlamı gözlemsel
sonuçlar kümesi tarafından tüketilir.
Teorinin sonuçları, bir teorinin lehinde ya da aleyhindeki olası kanıtların toplamını
tükettiğinden, kanıt olarak eşdeğer teoriler otomatik olarak gerçekten eşdeğerdir ve herhangi
bir algılama açıklığını engeller. Teorilerin görünüşte çelişen ontolojik iddialarını ciddiye almak
gerekmez, zira teorik düzeyde terimlere atıfta bulunarak bağlı olduğumuz ontoloji her
35 halükarda sadece bir konuşma biçimidir. Hangi teorinin doğru olduğu konusunda da
endişelenmemize gerek yoktur, çünkü bir kez daha, teorilerin gerçekte söylediği tek şey
gözlemsel sonuçlarının ne söylediğidir ve bu düzeyde aynı şeyi söylerler. Son olarak, bize
temelde birbiriyle ilişkili belirli gözlemlenebilir olayların genel sabit birleştirme kuralları altına
alınması olan bir açıklama açıklaması sunulmaktadır; bu da, görünürdeki farklılıklara rağmen,
pozitivist anlamda eşdeğer teorilerin, eğer açıklama da pozitivist olarak anlaşılıyorsa, olaylara
ilişkin aynı açıklamaları sunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Elbette tüm bunları burada son
derece kabataslak bir şekilde ve ne ayrıntılara ne de pozitivist kamp içindeki farklılık ve
tartışmalara gerekli dikkati göstermeden ortaya koyuyorum, ancak şimdilik bu kadarıyla
yetinmek zorundayım.
Burada pozitivist programa yöneltilen ve sözde imkânsızlığı ve saçmalığına dair bilinen
kanıtlarla dolu olan çok sayıdaki bilindik itirazlarla da ilgilenmeyeceğim. Daha ziyade,
pozitivizme karşı belirli bir tür realist alternatife odaklanacağım. Özellikle, bir realistin teorik
eşdeğerliğin pozitivist açıklamasına bir alternatif sunmaya çalışabileceği bir yolu keşfedeceğim
ve böyle bir programda karşılaşılan ve bir anti-realistin kendisininkinden farklı bir eşdeğerlik
kavramının uygulanabilirliğine ilişkin şüphecilik nedenleri olarak öne sürebileceği sorunları
inceleyeceğim. Sunacağım realist eşdeğerlik açıklamasının bir realistin sunabileceği tek
açıklama olduğunu ya da bu özel eşdeğerlik açıklamasının kendi yolunda ortaya koyacağım
zorlukların üstesinden gelemeyeceğini iddia etmiyorum. Bununla birlikte, sunduğum
açıklamanın birçok realistin teorik eşdeğerlikle ilgili içgüdülerini yakaladığını ve ortaya
koyduğum sorunların, birçok inatçı pozitivistin şüpheci yorumlarında gizli olan böyle bir realist
programa ilişkin şüpheci kuşkuları yakaladığını düşünüyorum.
Realiste göre pozitivist eşdeğerlik kavramında yanlış olan nedir? Ve bu eşdeğerlik
açıklamasının temel eksikliği nasıl giderilecektir? Aklımdaki realiste göre pozitivist kavramda
yanlış olan şey şudur: Kuantum mekaniğinin Schrödinger ve Heisenberg formülasyonları gibi
makul teorik eşdeğerlik durumlarını ele almak için tasarlanan pozitivist eşdeğerlik kavramı, bu
iki teori sunumunu yalnızca bir ve aynı teorinin iki ifadesi yapan şeyin ne olduğunu yanlış
yorumlamaktadır. Bu yanlış yorum, onu, yanlış bir şekilde, teorilerin eşdeğerliğine yönelik
herhangi bir makul bağlılığın, karşı konulamaz bir kaygan zemin argümanıyla kişiyi, dünyanın
gerçekçi bir açıklamasının genişletilmiş bir rüya açıklaması veya bir kapta beyin açıklaması ile
eşdeğerliği gibi saçma sonuçlara zorlaması gerektiğine inanmaya yönlendirir. Bu yanlış
anlamanın kaynağı, diyor benim gerçekçim, pozitivistin teorilerin teorik düzeyde birbirleriyle
olan karşılıklı ilişkilerini yeterince dikkate almamasıdır. Tüm makul teorik eşdeğerlik
durumlarında, iki teori sunumu arasında, olguları kurtarmak için ortak bir yetenekten, teorik
düzeyde bir ilişkiden çok daha güçlü bir ilişki olduğu görüldüğünde, teorik eşdeğerlik iddiasını
haklı çıkaran şeyin bu daha güçlü ilişki olduğu fark edilecektir. Ancak o zaman, bu tür gerçek
eşdeğerlik vakalarının kabulünden, realist program için yıkıcı olan türden herhangi bir
eşdeğerlik iddiasına hiçbir şekilde zorlanmadığımızı fark edeceğiz.
Bu yüzden araştırmak istediğim şey şu: bir realistin teorilere denklik atfetmesi için
yeterli olan teoriler arasındaki yapısal ilişki nedir? Özellikle, bu ek gereklilik, sadece tüm
gözlemsel sonuçların ortak olması şeklindeki zayıf pozitivist kısıtlamanın ötesine nasıl
geçmektedir? Gerçekçinin, çok dikkatli olmadığı sürece, programının onu pozitivistle ilk başta
düşündüğünden çok daha fazla ortak varsayımda bulunmaya yönlendirdiğini göreceğini iddia
edeceğim. Ve gerçekçinin bize sadece pozitivistinkinden daha katı bir eşdeğerlik kavramı değil,
aynı zamanda eşdeğerlik kavramının doğal olarak uyacağı bütüncül bir anlam, hakikat, ontoloji, 36
doğrulama ve açıklama teorisi sunması gerektiğini savunacağım. Bunun realist için imkansız
olduğunu kesinlikle iddia etmeyeceğim, sadece bu programı pozitivistin iddiasına karşı
koyacak kadar ciddiye alan herhangi bir realistin derin zorluklarla yüzleşmesi gerektiği
konusunda ısrar edeceğim.
***

Aklımdaki realist, teorik denklik için söz konusu iki teorinin aynı fenomeni kurtarmasının
yeterli olmadığını savunmaktadır. Teoriler arasında daha derin ve daha sıkı bir yapısal ilişki,
bir teorinin teorik düzeydeki yapısının diğer teorinin teorik düzeydeki yapısıyla ilişkisini
dikkate alan bir ilişki, gerçek bir eşdeğerlik için gereklidir. Bu ek yapısal bileşen ne olabilir?
Emin olabileceğimiz bir şey var. Bu yapısal 'izomorfizm' ne olursa olsun, salt biçimsel bir
kavram olamaz. Yani, yalnızca söz konusu kuramların mantıksal biçimi temelinde geçerli
olduğu belirlenebilecek bir ilişki olamaz. Neden olamaz? Hayal edilebilecek bu türden en güçlü
biçimsel ilişkiyi ele alacağız. Kuramların terim terim 'birbirlerine çevrilebilir' olduğunu, yani
her birinin diğerinden yalnızca bir kuramın terimlerinin diğerinin terimleriyle yer
değiştirmesiyle elde edilebileceğini varsayalım.
Ancak bir teorinin diğerine 'tercüme edilebilirliği', bir anlamda, bazı realistlerin teorik
eşdeğerlik için gerekli olarak talep etmek istedikleri, olguları korumanın ötesinde ve üstünde
ek bir kısıtlamadır. Peki bu mantıksal formun ortaklığına dair salt biçimsel bir kavram değilse,
nedir?
İki seçenek kendini göstermektedir. Eğer teorilerin terimlerinin anlamları hakkında, bu
terimlerin teorilerde oynadığı rolün dışından gelen bir kavrayışa sahipsek ve bu anlam bilgisine
dayanarak teorilerin mantıksal eşdeğerliğini onaylayabiliyorsak, o zaman elbette teoriler
eşdeğerdir. Bir dilde ifade edilen bir teorinin, teorilerin dilleri konuşanların inançlarının
toplamının küçük parçaları olduğu ve teorilerin tam kelime dağarcığının söz konusu teoriden
çok daha geniş bir bağlamda ve terimlerin anlamlarını söz konusu teorilerde oynadıkları rolden
bağımsız olarak kavradığımızı söylemeye meyilli olduğumuz bir şekilde gömülü göründüğü
başka bir dildeki versiyonuna yapılan doğrudan çeviriler bu türdendir. Dolayısıyla, 'Tuz
beyazdır' teorisinin 'Saiz ist weiss' teorisine eşdeğer olduğunu onaylamakta herhangi bir sorun
yaşamayacağız. Ancak bu eşdeğerlik kavramı en ilginç ve kritik durumlarda bize pek yardımcı
olmayacaktır. Schrödinger kuantum mekaniğinin Heisenberg kuantum mekaniğine eşdeğer
olduğuna dair inancımız, ilgili psi-fonksiyonlarının anlamlarını dışarıdan kavrayarak birinin
diğerinin basitçe zaman dönüşümü anlamına geldiğini bize bildirmesinden
kaynaklanmamaktadır.
Peki, bu ve benzeri durumlarda teorilerin birbirlerine gerçekten eşdeğer olduğunu, asla
yeterli olmadığını gördüğümüz salt biçimsel benzerliğin ötesinde bize ne garanti eder? Sanırım
cevap açık. Teorik terimlerin (kuantum mekaniği örneğinde psi-fonksiyonları ve operatörleri)
söz konusu teorilerde oynadıkları rol dışında anlamlarına dair hiçbir önsel anlayışa sahip
olmadığımıza inanıyoruz. Bu terimlerin anlamları hakkında, bir teoriden diğerine biçimsel bir
eşlemenin varlığının gerçek bir çeviri oluşturup oluşturmadığını ve dolayısıyla teorik
eşdeğerliğin gerçek bir kanıtını oluşturup oluşturmadığını belirlemek için başvurabileceğimiz
harici bir kavrayışımız yoktur. Daha ziyade, elimizdeki tek şey şudur: Bir teorinin gözlemsel
37 sonucu kavramına ilişkin sahip olduğumuz anlayışa göre, söz konusu iki teorinin gerçekten de
tüm gözlemsel sonuçlarının ortak olduğu konusunda tatmin olmuş durumdayız. Bunun da
ötesinde, teorik düzeyde teoriler arasında uygun türden bir biçimsel eşleştirmenin varlığını
gösterebiliriz. Tartışmamızın amacı açısından, teorik yapının uygun ortaklığını göstermek için
gerekli olan bu eşlemenin tam olarak ne olduğu çok da önemli değildir. Teorinin bu iki özelliği,
gözlemsel sonuçların ortaklığı ve teorik düzeyde uygun yapısal eşlemenin varlığı, birlikte teorik
eşdeğerliği tesis etmek için yeterli kabul edilmektedir.
Bu pozisyonun ardındaki sezgi açıktır. Teorik terimlerin anlamı, artık bize çok tanıdık
gelen teorik terimlerin anlamının bütünsel açıklamasında, tamamen kendi teorilerinde
oynadıkları rolle sabitlenir. Gözlemsel ortaklığın ve kuramsal düzeydeki yapısal uygunluğun
birleşik gücünün, kuramsal terimlerin anlam ortaklığını tesis etmek için yeterli olduğu kabul
edilir; bu terimlerin anlamları, gözlemsel sonuçları üreten kuramsal yapıda işgal ettikleri yer
tarafından tamamen belirlenir. Argümanın ayrıntıları, kişinin teorilerin bütüncül yapısına ilişkin
ayrıntılı açıklamasına ve teorik eşdeğerlik için yeterli yapısal ilişkinin ne olduğuna bağlı
olacaktır. Ancak, ortak gözlemsel sonuçlara sahip olan ve terimlerin terimlerle değiştirilmesi
gibi basit işlemlerle birbirinden elde edilebilen teoriler gibi basit durumları göz önünde
bulundurmak ("Siz sadece bizim "negatif yük" ile kastettiğimiz şeyi ifade etmek için "pozitif
yük" kullanıyorsunuz veya tam tersi"), programın motivasyonları ve argümanları hakkında
genel bir fikir vermek için yeterli olacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, gerçekçi bir teorik denklik anlayışı, pozitivist açıklamanın
tamamen reddedilmesi olarak görülmemelidir. Daha ziyade, olguların kaydedilmesindeki
pozitivist ortak-eşitlik kısıtlamasının, teorik eşdeğerlik için gerekli olsa da, yeterli olmadığı
iddiası anlamına gelir. Yine sezgi açıktır. İki teori aynı gözlemsel öngörülere sahip olabilir
ancak teorik düzeydeki yapıları o kadar radikal biçimde farklı olabilir ki, bunları (gerçekçi
olarak) dünyaya oldukça farklı açıklayıcı yapılar atfediyor olarak kabul etmek gerekir. Sadece
teoriler tarafından ortak olarak tahmin edilen gözlemsel sonuçları açıklamak için ortaya konan
teorik ontoloji düzeyindeki yapı ortaklığı, iki açıklamanın gerçekten, gerçekçi bir şekilde
birbirine denk olduğunu söylememiz için yeterlidir.
Bu şekilde yorumlanan realistin pozitivist açıklamanın ne kadarını kabul etmesi
gerektiğine dikkat edin. Teorik eşdeğerlik kavramını bu şekilde karakterize etme projesi, en
azından gözlemsel sonuçların ortaklığı kavramının tutarlı bir kavram olduğunu varsayar.
Schrödinger ve Heisenberg'in bize aynı teoriyi sunduğunu kabul eden argüman, en azından
gözlemsellik kavramına bazı tutarlı sınırların verilebileceğini varsaymalıdır. Eğer psi-
fonksiyonun kendisi her koşulda gözlemsel bir nicelik olarak kabul edilebilseydi, o zaman bir
temsilden diğerine uygun matematiksel dönüşümün varlığı, 'Aslanların çizgileri vardır'dan
'Kaplanların çizgileri vardır'a önemsiz biçimsel dönüşümün bu iddiaların gerçek eşdeğerliğini
göstermesinden daha fazla bir eşdeğerlik kanıtı oluşturmazdı. Elbette realistin gözlemselliğin
nerede bitip teorikliğin nerede başladığını ortaya koymasına gerek yoktur. Yalnızca iki teoriye
uyan sonuçların (örnekte kuantum-mekanik anlamda ölçümlerin sonuçlarının olasılıkları
seçilmiştir) gözlemsel olarak adlandırılabilecek her şeyi içerdiğinden emin olması gerekir.
Yani, teoriler arasındaki görünür uyumsuzlukların, aralarında var olduğu gösterilen eşdeğerlik
kurucu karşılıklı ilişki aracılığıyla yalnızca görünür olduğunu göstereceği uyumsuzlukların,
gözlemsel olmayan düzeyde sıkı bir şekilde 'hapsedildiğinden' emin olmalıdır. En azından
pozitivizmin ön varsayımlarının büyük bir kısmı bu tür bir realist tarafından da
varsayılmaktadır.
Özetlemek gerekirse, benim gerçekçiliğimin savunduğu şey şudur: teorilerin amacı,
gözlemlenebilir olguları açıklamak için teorik olarak ortaya konan yapıları tanıtmaktır. Sadece
38
aynı olguları öngörmek iki teorinin eşdeğer olması için yeterli değildir, çünkü bu olguları
kökten farklı şekillerde açıklayabilirler. Ancak teoriler hem önceden tahmin edilen olguların
ortaklığını hem de teorik düzeyde aralarında uygun yapısal eşlemenin varlığıyla gösterildiği
gibi teorik düzeyde uygun şekilde karakterize edilmiş bir yapı ortaklığını paylaşıyorsa, o zaman
teoriler açıkça eşdeğerdir. Herhangi bir uyumsuzluk görüntüsü, teorik düzeyde yalnızca sözel
eşdeğerlikten kaynaklanıyor olmalıdır. Ancak, anlamlarının bütünlüğünün söz konusu teorik
yapıda oynadıkları yer olduğunu söyleyen teorik terimlerin anlamı teorisi temelinde, iki teori
arasındaki görünürdeki anlaşmazlığın ortak yapısal unsurlar için alternatif sözel tanımlamaların
sadece yüzeyselliği olduğunu fark ettiğimizde, aldanmayacağız, ancak doğru bir şekilde
konuşursak, yanıltıcı derecede farklı iki şekilde ifade edilen tek bir teoriye sahip olduğumuzu
fark edeceğiz. Ancak gerçek bir eşdeğerlik için iki koşulun karşılanması şarttır. Gözlemsel
düzeyde teoriler özdeş olmalıdır. Teorik düzeyde ise uygun yapısal benzerliği taşımalıdırlar.
Gerçekçi, iki teorinin eşdeğer olduğunu kabul etmeden önce, olguların
kaydedilmesindeki ortaklığın ötesinde ve üstünde, teorik düzeyde hangi karşılıklı ilişkiyi talep
etmelidir? Terim çeviri, ortak tanımsal uzantılar ya da her neyse, her bir spesifik önerinin kendi
dikkatli analizini gerektireceğini söylemek zorunda olmadığımı umuyorum. Umarım hayal
edilen gerçekçiyi ya da kendimi belirli bir öneriye sıkıştırmadan söylemek istediğim her şeyi
söyleyebilirim. Ama o zaman onun realist yolundaki potansiyel tuzaklar hakkında nasıl ilginç
bir şey söyleyebiliriz?
Gerçekçi için bariz bir sorun, ilkelerinin sezgileriyle örtüşmesini sağlamaktır. Çok
tanıdık bir şekilde, önerisinin, sezgisel olarak eşdeğer teorilerin gerçek vakaları olarak kabul
ettiği ve aynı olguları kurtarmak için eşdeğer olmayan teorilerin vakaları olarak kabul ettiği
şeylerle çakışmak için taleplerinde çok zayıf veya çok güçlü olduğunu bulabilir.
Örneğin Ahmet ve Mehmet ile birlikte, eğri uzay-zaman ile evrensel kuvvetlere sahip
düz uzay-zamanın eşdeğer teoriler olduğunu savunmak istemiştir. Ancak bazı açıklamalarının
önerdiği bir eşdeğerlik modelinde, eşdeğer teorilerin aynı teorik varlıkları basitçe alternatif
isimlerle adlandırdığı yönündeki açıklamalarında, aklında olması gereken eşdeğerlik modeli,
iki teorinin katı bir şekilde terim terim tanımlanabilirliğini gerektirecektir. Ancak durum böyle
olmayacaktır, çünkü düz uzay-zaman teorisi, eğri uzay-zaman teorisine kıyasla 'ontolojik olarak
otiose' olduğundan, parametrelerinin ontolojik olarak daha cimri olan teorinin
parametrelerinden tanımlanmasını sağlayamaz. Yani, düz bir uzay-zaman metriği ve 'evrensel
kuvvetler' verildiğinde, eğri uzay-zaman teorisinde uzay-zaman eğriliğini belirleyebiliriz.
Ancak eğriliğin tam olarak belirlenmesi, uygun düz uzay-zamanı ve evrensel kuvvetleri
benzersiz bir şekilde belirlemek için yeterli değildir. Kabaca bu, on dokuzuncu yüzyılda
yapılan, tekdüze kütleçekim alanlarının deneysel olarak tespit edilemez olduğu gözlemiyle
ilgilidir. (Bu konu hakkında daha sonra söyleyeceklerim olacak.) Bu durumda kişi ya katı
eşdeğerlik modelinden vazgeçmek ya da bu iki teorinin gerçekten de eşdeğer olduğuna dair
sezgisinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Ahmet söz konusu olduğunda, meseleler elbette
daha karmaşıktır. Aslında yaptığı şey, diğer baskın yerlerde gözlemsel sonuçların ortaklığının
eşdeğerlik için yeterli olduğunu öne sürmektir ki bu da eğri uzay-zaman ile düz uzay-zaman
artı evrensel kuvvetlerin eşdeğerliğini kesinlikle kurtarır. Ancak doğal olarak, bu eşdeğerlik
kavramını benimsemek onun sözde bilimsel gerçekçiliğine zarar vermektedir.

39 Bu sezgi ile ilke çatışması sorununun diğer yönde de ortaya çıktığı görülebilir. Oldukça
katı realist eşdeğerlik kavramları bile, realistin eşdeğer olarak düşünmek istemediği teori
çiftlerini eşdeğer olarak dışlayacak kadar güçlü olmayabilir.
Şüphesiz gerçekçi, Schrödinger ve Heisenberg'in aynı şeyi söylemesini istese de, olağan
vahşi Kartezyen olasılıkların, dış maddi dünyaya ilişkin olağan şemamıza eşdeğer teoriler
olarak sayılmasını istemez. Şimdi bazı Kartezyen alternatifler, örneğin bize özel
deneyimlerimizden başka bir şey olmadığını ve bunu açıklayacak 'dışarıda' hiçbir şey
olmadığını söyleyen alternatif, teorik düzeyde sıradan teorimizle yapısal benzerlik eksikliği
nedeniyle sıradan teorimize eşdeğer olmadığı için reddedilecektir. Ancak diğer Kartezyen
fanteziler, örneğin tüm özel deneyimlerimizin bir kordon boyunca tanka batırılmış beynimize
beslenen uygun bir sinyalden kaynaklandığı (ya da kordonun diğer ucundaki sibernetik
makinenin uygun durumundan kaynaklandığı) fanteziler, sıradan 'dış dünya' teorimize yapısal
olarak istediğimiz kadar benzer hale getirilme olasılığına sahip gibi görünmektedir. Aslında,
keşfedilen bilimsel eşdeğerliğin gerçek vakalarını bu sahte Kartezyen vakalardan ayıran şey,
ilk vakalarda tanımlanamazlık, ikincilerde ise tanımlanamazlık değildir. Daha ziyade, bilimsel
vakaları bilimsel açıdan ilginç kılan ve Kartezyen vakaları ilginç kılmayan şey, bilimsel
vakalarda tanımlanabilirliği göstermenin önemli bir bilimsel görev olması, oysa benim aklımda
olan Kartezyen vakalarda tanımlanabilirliğin ilginç olamayacak kadar önemsiz olmasıdır.
Yine de burada biraz dikkatli olunması gerekmektedir. Teorik terimlerin anlamının
bütüncül-rol-in-a-teori açıklamasını reddeden bir tür realist vardır. Ona göre, sıradan dış-dünya
açıklamamıza yapısal olarak ne kadar benzer olursa olsun, Kartezyen alternatiflerin sıradan
açıklamayla eşdeğer olmadığını iddia etmekte bir sorun yoktur. Ancak o zaman nasıl bir teorik
eşdeğerlik açıklaması sunacağı, en azından ilgilendiğimiz, yüzeysel uyumsuzluğa rağmen
eşdeğerliğin açık olduğunu düşündüğümüz durumları nasıl ele alacağı açık değildir.
Aklımızdaki realist, teorik terimlere yalnızca söz konusu teorilerdeki bütünsel rollerinden
dolayı sahip oldukları anlamı veren anlam doktrinini benimsediği için, uygun şekilde inşa
edilmiş Kartezyen alternatiflerin eşdeğerliğini bizim sıradan açıklamamıza atfetmekten
kaçınmakta zorlanacaktır. Ancak bu durumda onun teorik eşdeğerlik hesabı, tehlikeli bir şekilde
pozitivist hesaba yaklaşmaktadır. Çünkü eğer fıçıdaki beyin dünya açıklaması gerçekten de
sıradan madde-nesne dünya açıklamasına eşdeğerse, fıçıdaki beyin açıklaması uygun bir
şekilde biçimsel olarak yapılandırıldığı sürece, o zaman fenomenleri sadece teorik eşdeğerlik
için yeterli olarak kaydetmekten gerçekten çok uzaklaştık mı?
Teorik terimlerin anlamının 'araçsalcı' bir açıklaması ile teorik ontolojinin realist bir
açıklaması arasındaki gerilim bir kez daha açıktır. Ancak realistimiz, görünüşe bakılırsa, bu tür
akıllıca toparlanmış Kartezyen alternatiflerin sıradan dünya görüşümüzle eşdeğer olduğunu
kabul edebilir. Bu makalenin başında ifade edilen görüşün aksine, o zaman tüm 'şeytani iblis'
hipotezleri eşit olmayacaktır. Bazıları sıradan dünya görüşümüze gerçek alternatifler olacak,
muhtemelen epistemik bir zeminde kabul edilemez olarak reddedileceklerdir. Diğer 'şeytani
iblis' hipotezleri ise sıradan dünya görüşümüzün tuhaf bir şekilde yanıltıcı bir terminolojiye
bürünmüş hali olacaktır. Her şey şeytani iblisin yaptıklarına ilişkin hipotezimizin, onun özel
deneyimlerimize ilişkin alternatif nedensel yapısında sıradan dünyamızı yapısal olarak
kopyalamada başarısız ya da başarılı olmasına bağlı olacaktır.
Diyelim ki realistimiz, teorik eşdeğerliğe ilişkin biçimsel kavramının, hangi çiftlerin
gerçekten eşdeğer teori çiftleri olduğuna ilişkin sezgileriyle uyumlu olduğu konusunda tatmin
oldu. O halde başka hangi kaygılar ortaya çıkmalıdır?
Realistimizin karşı çıktığı eşdeğerlik konusundaki pozitivist pozisyonun arkasındaki 40
motivasyonun temel bir bileşeni göz önüne alındığında bu oldukça açıktır. Şüphesiz pozitivist
kavramın arkasındaki en önemli itici güçlerden biri, şüphecilik olasılıklarını sınırlama
kabiliyetidir. Tüm olası ampirik verilerle eşit derecede uyumlu alternatif teorilerle karşı karşıya
kaldığımızda, bunlardan hangisine inanmamız gerektiğine nasıl karar vereceğimizi şaşırırız.
Pozitivist çizgiyi benimseyip tüm bu teorilerin aynı şeyi söylediğine hükmettiğimizde, artık
verilecek bir karar kalmamaktadır. Dolayısıyla şüpheciliğin araya girmesi için daha az alan
vardır. Hâlâ gözlemlenen ampirik olgulardan olası tüm ampirik olgular üzerinde tam
genellemelere varma sorunuyla karşı karşıyayız, elbette en genel haliyle tümevarım sorunuyla,
ama en azından artık bize musallat olan ilkesel olarak gözlemlenemez düzeydeki alternatifler
konusunda endişelenmemize gerek yok.
Diyelim ki realistimiz, teorik eşdeğerliğe ilişkin biçimsel kavramının, hangi çiftlerin
gerçekten eşdeğer teori çiftleri olduğuna ilişkin sezgileriyle uyumlu olduğu konusunda tatmin
oldu. O halde başka hangi kaygılar ortaya çıkmalıdır?
Realistimizin karşı çıktığı eşdeğerlik konusundaki pozitivist pozisyonun arkasındaki
motivasyonun ana unsurlarından biri oldukça açıktır. Şüphesiz pozitivist kavramın arkasındaki
en önemli itici güçlerden biri, şüphecilik olasılıklarını sınırlama kabiliyetidir. Tüm olası
deneysel verilerle eşit derecede uyumlu alternatif teorilerle karşı karşıya kaldığımızda,
bunlardan hangisine inanmamız gerektiğine nasıl karar vereceğimizi şaşırırız. Pozitivist çizgiyi
benimseyip tüm bu teorilerin aynı şeyi söylediğine hükmettiğimizde, artık verilecek bir karar
kalmamaktadır. Dolayısıyla şüpheciliğin araya girmesi için daha az alan vardır. Hâlâ
gözlemlenen ampirik olgulardan olası tüm ampirik olgular üzerinde tam genellemelere varma
sorunuyla karşı karşıyayız, elbette en genel haliyle tümevarım sorunuyla, ama en azından artık
bize musallat olan ilkesel olarak gözlemlenemez düzeydeki alternatifler konusunda
endişelenmemize gerek yok.
Eşdeğerlik için ampirik düzeyde salt uyumluluktan daha katı koşullarda ısrar
ettiğimizde, inanılacak alternatiflerin seçimini rasyonelleştirme sorunu yeniden gündeme gelir.
Gerçekçi bir bakış açısıyla, araştırmanın amacı olarak hakikat ve teorik düzeyde bile hakikatin
bir tekabüliyet teorisi (bu ne anlama geliyorsa) üzerindeki ısrarıyla, rasyonaliteye izin vermek
gibi çıkış yolları da ('Olguları eşit derecede iyi kurtaran eşdeğer olmayan teorilerden herhangi
birine inanırsanız rasyonel olursunuz') cazip değildir. Gerçekçiden beklemeye hakkımız olan
şey, eşdeğer olmayan ancak ampirik olarak ayırt edilemeyen alternatiflerden herhangi biri
yerine bir teorinin doğru olarak seçilmesini neyin rasyonelleştirdiğine dair sistematik bir
açıklamadır.
Gerçekçi elbette meydan okumayı reddedebilir ve şüpheci sonuçları kabul edebilir. Ama
kabul etmediğini varsayalım. Bize sunulacak olan şey, bir teorinin inancımız için değerine karar
verirken, teorinin olası tüm ampirik verilere uygunluğunun ötesine geçmemizi sağlayacak teori
seçiminin rasyonelliğine ilişkin bir açıklamadır. Yine de bir sorun, bu doğrulama modelinin
güçlerinin bizi eşdeğerlik sınırlarına getirmek için yeterli olduğundan emin olmamız
gerekecektir. Şüpheciliğin müdahalesinden kaçınmak için, yani eşdeğer olmayan herhangi iki
teoriden birinin epistemik olarak diğerine tercih edileceğine dair güvenceye ihtiyacımız
olacaktır. Başka bir deyişle, önerilen teorik eşdeğerlik kavramı ile teorilerin epistemik
değerliliği kavramı arasında yakın bir iç uyum olması gerekecektir.
Belirli bir teorik denklik modeli ve belirli, iddiaya göre uyumlu bir doğrulama modeli
41 olmaksızın, bu sorunu yalnızca aklımdaki meseleleri niteliksel bir şekilde kısaca ele alarak
gösterebilirim. Tipik olarak, bir teoriye, teorideki yeri 'iptal edilen' boş unsurları sokan bazı
süreçlerle aynı fenomeni kurtaran alternatif teoriler üretilebilir. Elbette en ilginç olanı, boş
unsurları içeren teorinin ilk ortaya çıktığı ve kavramsal bir revizyonla bunları ortadan
kaldırmanın önemli bir bilimsel keşif olduğu tarihsel vakalardır. Örneğin, boş gidiş-dönüş
deney sonuçlarını açıklamak için kullanılan eter teorileri özel görelilikle değiştirilebilir, böylece
'iptal edilmiş' bir unsura (gözlemcinin etere göre hızı) sahip bir teoriler manifoldunun yerine bu
boş unsura sahip olmayan bir teori getirilebilir. Yine Einstein bize, 'gerçek eylemsiz çerçeveler'
ve 'gerçek çekim alanları' gibi boş unsurlarıyla önceki yerçekimi teorilerinin, sadece yerel
eylemsiz çerçeveleriyle kavisli uzay-zaman ile değiştirilebileceğini gösterdi.
Pozitivist, bir teori ve onun aşırı derecede boş muadillerinin hepsinin eşdeğer olduğu
görüşüne bağlı görünürken, realist genel olarak bunların eşdeğer olmadığını iddia edecektir.
Ondan bekleyebileceğimiz şey, ontolojik basitlik kavramının, daha az boş teoriye daha fazla
basitlik ve daha basit teoriye daha fazla inanç gerekçesi sağlayacak şekilde
sistematikleştirilmesine yönelik bir girişimdir. Açıkçası bu, doğrulamayı doğru gözlemsel
sonuçlara sahip olmakla ilişkilendirenden farklı bir doğrulama kavramı gerektirecektir ve bu
yönde girişimlerde bulunulmuştur.
Peki ya elimizde bir çift teori varsa ve bu çiftin her bir üyesi ontolojik basitlik açısından
bazı açılardan diğerine tercih ediliyorsa? Teorik yapının bir yönü açısından ontolojik basitlik
açısından A'nın B'ye tercih edildiği ve başka bir bileşen açısından B'nin A'ya tercih edildiği bir
durumu kolayca hayal edebiliriz. Burada muhtemelen bu teori çiftine göre, üçüncü bir
alternatifin, C'nin, kavramsal olarak A ya da B'den daha basit olduğunu ve dolayısıyla her
ikisine de tercih edilebileceğini ortaya koymayı umacağız. Bununla birlikte, bu yaklaşımı
benimseyen bir realistten bekleyeceğimiz şey, benimsediği teorik eşdeğerlik kavramına göre,
her olası durumda her zaman tek bir 'azami derecede ayrıntıcı' teorinin ortaya çıkacağına
inanmak için bazı nedenlerdir.
Bu kritere göre, belirli bir gözlemsel sonuçlar kümesine göre, her ikisi de azami
derecede cimri olarak değerlendirilen herhangi iki teori, teorik olarak eşdeğer olacaktır. Bize
en basit bir teori olduğunu ve bunun kendi teorik eşdeğerlik kavramına göre benzersiz olduğunu
gösteremediği sürece, bir kez daha şüpheciliğin müdahalesine açık bir alanla karşı karşıya
kalacağız.
Ancak realist için bundan daha derin bir epistemik sorun vardır. Eşdeğerliği, gözlemsel
sonuçların ortaklığından daha fazlasını gerektirecek şekilde ele alan realist, tüm gözlemsel
sonuçları ortak olan eşdeğer olmayan teorileri tolere ettiğinde ortaya çıkan şüphecilik tehdidiyle
karşı karşıya kalır. Dolayısıyla onun doğrulama teorisi, bir teorinin inanç açısından değerini
değerlendirirken gözlemsel sonuçları üzerine düşünmenin ötesine geçen unsurlarla desteklenir.
Bunun yukarıdaki örnek için seçtiğim gibi ontolojik basitlik mi, yoksa sıklıkla öne sürülen
öncül teoriye ilişkin muhafazakarlık mı, yoksa teorilerin olası başka bir özelliği mi olduğu
önemsizdir. Gerçekçinin karşılaştığı ilk sorun, eğer inancın çözümlenemez bir şekilde askıya
alındığı durumları hoş görmeye istekli değilse, bize teorik eşdeğerlik kavramı ile garantili
inanılırlık kavramının birleşiminin her zaman en inanılır olarak yalnızca tek bir teoriyi ya da
teorik eşdeğerlik kriterine göre hepsi birbirine eşdeğer olan bir teoriler sınıfını ürettiğini
göstermeye çalışmaktır.
Ancak bunu yapsa bile, o zaman tamamen tatmin olmalı mıyız? Bence hayır. Çünkü her
zaman şu soru ortaya çıkacaktır: Bu doğrulama veya epistemik tercih edilebilirlik kavramını 42
neden kabul etmeliyiz? Neden daha basit teorinin ya da daha önce kabul edilen teoriden en az
sapma gösteren teorinin, herhangi bir anlamda doğru olma olasılığı en yüksek olan teori
olduğuna inanalım? Bu nokta pek de yeni değildir. Kişinin garantili inanç yapısına, gözlemsel
verilere salt uygunluğun ötesine geçen herhangi bir düşünceyi yerleştirdiği ölçüde, bu ek olarak
benimsenen 'inanılırlık işaretlerini' neden gerçek 'doğruluk işaretleri' olarak alması gerektiğini
görmek zordur.
Elbette, daha basit teorilerin doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu a priori
ilkeler olarak benimsemek gibi bilindik seçenekler de mevcuttur. Burada bunların peşine
düşmek istemiyorum. Bildiğimiz bir yaklaşımın aklımızdaki realiste açık olmadığını
belirtmeliyiz. Bu tür garantili inanç ilkeleri için, inanılabilirliğin normatif ilkelerinin nihai
olarak gerçek inanç pratiğimize dayandığını ve hakikat ile inanılabilirlik arasındaki bağlantının,
bazı inanç süreçlerinin (büyük olasılıkla) hakikate götürdüğünü göstermeye değil, daha ziyade
hakikat kavramını ideal garantili inanılabilirlik olarak anlamaya dayandığını iddia eden
pragmatist türden tanıdık bir 'gerekçe' vardır. Böyle bir yaklaşım bilimde basitlik,
muhafazakarlık vb. ilkelere olan gerçek güvenimizi rasyonalize etmeye çalışırken ne kadar ikna
edici olursa olsun, aklımızdaki gerçekçi bu yolla şüphecilik olasılığının altını oymaktan
çekinmelidir. Çünkü onun gerçekçiliğinde gerçekçi olan bir şey varsa, bu en azından hakikat
ve gerekçelendirme konusunda böyle bir pragmatist çizginin reddini içermelidir. Teoriler
hakkındaki gerçekçilik ne anlama gelirse gelsin, hakikatin nesnel gerçekliğe uygunluk olduğu
iddiasını içermelidir (bunun tartışmalı bir tez olduğu metafizik anlamda) ve bu da bir teorinin
inanılırlığıyla ilgili olarak gözlemsel verilere uygunluğun ötesinde ve üstünde herhangi bir şeyi
neden kabul etmemiz gerektiğine dair bir açıklama için güçlü bir baskıyı beraberinde getirir.
Ancak, gözlemsel verilere uygunluğun ötesinde ve üstünde bazı ilkelere başvurulması, olguları
kurtarmada ortaklığı aşan bir eşdeğerlik kısıtlaması getirmek isteyen ve bu talebin olası şüpheci
sonuçlarını kabul etmek istemeyen herkes için gereklidir.
Elbette realistin verebileceği tanıdık bir yanıt vardır. Ne yazık ki bu yanıt, tu quoque
yanıtının her zamanki tatminsizliğiyle birlikte, 'Sen daha iyi değilsin' biçimindedir. Bu yanıt,
realistin pozitiviste verdiği, gözlemlenemeyenlerin varsayımından kaçınmanın bile bizi hala
mevcut verilerin ötesine geçerek dünyanın tamamen genel bir teorisine sıçrama sorunuyla baş
başa bıraktığı tanıdık bir yanıttır. Ve cevap şöyle devam edecektir: salt tümevarımsal çıkarım
sorunu, ilke olarak gözlemlenebilir olandan gözlemlenemez olana çıkarım tartışması gibi, 'en
basit hipotez' vb. kavramların çağrılmasıyla enfekte olmuştur. Belki de öyledir. Yine de
gerçekçiden, ilkesel olarak gözlemlenemez ontolojisine olan inancının kaçınılmaz olarak
getirdiği kuşkuculuk aralığını sınırlandırmak için öne sürmeyi seçtiği ilkeler ve tüm olası
dünyalarda aynı fenomeni kurtardıklarında bile en azından bazı durumlarda teorilerin eşdeğer
olmamasını gerektiren bir teorik eşdeğerlik kriterine başvurması için bazı rasyonalizasyonlar
isteyeceğiz.
Eğer tartışmakta olduğumuz realist teorik denklik kavramı, doğrulamanın yukarıya
doğru olan yönünde sorunlarla karşılaşıyorsa, teorinin veriyle olan diğer aşağıya doğru
ilişkisinde de başa çıkması gereken zorluklar vardır. Teorilerimizin açıklayıcı olduğunu kabul
ediyoruz. Gerçekçinin açıklama ve teorik denklik kavramları nasıl bir araya gelmelidir?
İlk olarak, açıklama açıklamasının en azından bir eşdeğerlik ilkesinin bazı versiyonlarını
karşılaması gerektiği açık bir gereklilik olacaktır. Eğer iki teori gerçekten eşdeğer ise, o zaman
en azından bir anlamda fenomenler için 'aynı açıklamayı' sunmaları gerektiği umulur. Ve eğer
43 teoriler gerçekçi kritere göre eşdeğer değilse, o zaman açıklama düzeyinde, tahminsel olarak
eşdeğer olsalar bile, tahmin edilen fenomeni neden aynı şekilde açıklamadıklarını bize söyleyen
bir ayrım olmalıdır. Aslında buradaki durum daha inceliklidir, çünkü teorilerin realistin
aklındaki anlamda eşdeğer olmalarına, ancak bazı 'daha ince taneli' açıklayıcı anlamda tam
olarak eşdeğer olmamalarına izin veren bir tür içsellik olduğu iddia edilebilir. Örneğin,
'açıklama türünün' bireyselleştirilmesi, iddia edilen ifade biçimlerine bağlı olabilir, böylece bir
ve aynı teorinin iki eşdeğer versiyonunda, yalnızca teorinin iki versiyonda ifade edilme
biçimindeki farklılık nedeniyle bir anlamda farklı açıklamalar sunduğu söylenebilir. Açıklama
kavramını 'pragmatik' yönlerle yüklü bulan biri gerçekten de bunu savunabilir. Aynı şekilde,
kabul edilebilir bir teyit kavramının yeterliliğinin bir ölçütü olarak eşdeğerlik ilkesinin bariz
ikna ediciliğine rağmen, bir teorinin iki eşdeğer versiyonunun aynı verilerden farklı teyitler
aldığını savunmak da sanırım mümkün olacaktır.
Bence kesin olan şey, gerçekçi bir eşdeğerlik kavramının temsilcisinin, eşdeğer
teorilerin verilere eşdeğer olmayan açıklamalar getirmesine ya da aynı kanıt temeliyle eşdeğer
olmayan bir şekilde doğrulanmasına izin verme konusunda oldukça dikkatli olması gerektiğidir.
Eğer bunların her ikisine de izin verirse, eşdeğerlik kavramı, analitik olarak önceden anlaşıldığı
şekliyle kansız bir hayalete dönüşmeye başlar. En azından, ondan, teorik eşdeğerlik kavramıyla
doğal bir şekilde örtüşecek daha kaba açıklama ve doğrulama kavramlarını ve eşdeğer teorilerin
eşdeğer olmayan açıklamalar sunmasına veya eşdeğer olmayan bir şekilde doğrulanmasına izin
veren daha ince kavramların neden başlangıçta aklında olan gerçek teorik eşdeğerlik duygusunu
bozmadığına dair bir açıklama beklerdik.
Bir kez daha, kuramsal eşdeğerlik ve açıklama kavramlarını 'bir araya getirmeye'
yönelik gerçekçi bir girişimin ayrıntılı bir eleştirisini burada yapmamız mümkün olmayacaktır,
çünkü bu benim kaçınmaya çalıştığım şeyi, yani belirli bir eşdeğerlik ilkesinin ve belirli
açıklama ve doğrulama açıklamalarının sunulmasını gerektirecektir. Bunun yerine,
pozitivistlere bu tür gerçekçi bir programla ilgili bazı temel zorluklar gibi görünen şeylere
odaklanacağım. Pozitivistin iddia edeceği şey tanıdıktır. Elimizde verilerle uyumlu en az, en iyi
doğrulanmış teorinin (ve elbette bu teorinin temsil ettiği teorilerin denklik sınıfının tüm eşdeğer
üyelerinin) mevcut olduğunu varsayalım. Muhtemelen bu teori verilerin en iyi açıklayıcı
açıklamasıdır. Aslında, herhangi bir makul teyit ve açıklama kavramı, bizi en azından zayıf bir
anlamda, en iyi teyit edilmiş, en makul açıklamanın en iyi açıklama olduğunu kabul etmeye
yönlendirmelidir; bu ilişki, teyit kavramını en iyi açıklamaya çıkarım olarak benimsediğimizde
elbette önemsiz hale gelir.
Eğer realist açıklama temellerinin iskelet versiyonuna bile tutunmak istiyorsa, bir şey
daha iyi durumda olmalıdır. Söz konusu teorinin indirgemesi olan teori, eşdeğer en iyi alternatif
teoriler kümesi arasında görünmese iyi olur. Çünkü eğer ortaya çıkarsa, akıldaki teorik
eşdeğerlik kavramı otomatik olarak pozitivist kavrama indirgenmiş gibi görünecektir. Ancak
realist, indirgemenin, en iyi teorik açıklamasına eşdeğer değilse bile, ona daha basit (dolayısıyla
daha üstün) bir alternatif açıklama olarak sunulmasından nasıl kaçınacaktır?
Fakat en iyi realist teoriyi açıklayıcı kılan bu açıklama kavramı nedir? Burada bir kez
daha birbirinden oldukça farklı iki tür gerçekçiliğe odaklanmalıyız: biri teorik terimlerin
anlamını, içinde yer aldıkları teorilerdeki bütünsel rolleri tarafından verildiği şekliyle ele alan
gerçekçilik türü, diğeri ise semantik analoji yoluyla ya da başka bir şekilde teorik terimlere
'fazla' anlam atfedilmesine izin veren gerçekçilik türü. Dolayısıyla, örneğin, birinci tür gerçekçi
için moleküller vardır, ancak 'molekül'ün anlamı yalnızca moleküler teorilerin toplamında
oynadığı karmaşık rol tarafından verilir. Diğer tür gerçekçi için, 'molekül'ü 'parçacık' gibi
44
kavramlara ilişkin anlayışımız aracılığıyla anlarız; bu kavramlar anlamlarını ilk olarak
gözlemlenebilirliğe atıfta bulunmak için kullanıldıklarında kazanmışlardır, ancak terim
'görülemeyecek kadar küçük parçacıklar' ve hatta 'ilke olarak gözlemlenemeyen parçacıklar'
gibi oldukça farklı bağlamlarda kullanıldığında anlamları bozulmadan korunur. Teorik
terimlerin anlamının yalnızca bütüncül teorideki rolleri olduğu fikrine sahip olan ilk tür realist,
bizim üzerinde durduğumuz türdür. Neden mi? Çünkü, iddia ettiğim gibi, sadece böyle bir
realist için, gözlemsel eşdeğerliğe eklenen yapısal izomorfizm olarak teorik eşdeğerlik kavramı
makuldür. Teorik terimlerin anlamına ilişkin bu teori olmaksızın, teorik düzeyde en katı yapı
ortaklığının bile eşdeğerliği garanti etmek için neden yeterli olacağını görmek zordur. Ancak,
burada tartışmak istediğim, gözlemlenen olguların gözlemlenebilirler hakkındaki
genellemelere dahil edilmesinin ötesinde ve üstünde bir şey olarak gerçekçi açıklama
kavramının en makul anlamını ikinci tür gerçekçinin bakış açısından aldığıdır. Başka bir
deyişle, realistin pozitivist tarafından benimsenenin üzerinde ve üstünde bir açıklama nosyonu
ortaya koyma arzusu ile tartışmakta olduğumuz teorik eşdeğerlik nosyonuna izin veren teorik
terimlerin anlamına ilişkin bir teoriyi sürdürme arzusu arasında temel bir gerilim olduğunu iddia
etmek istiyorum.
Gözlemlenebilir olgular üzerinde bir genellemeye sahip olduğumuzu varsayalım.
Gerçekçi bunun ötesinde ve üstünde ne talep eder? Muhtemelen gözlemsel genellemeyi
açıklayan teorik bir varlık ya da özellik varsayımı. Peki bu teorik varsayım bize hangi ek
açıklayıcı gücü sağlar? Sıklıkla verilen cevap 'birleştirme'dir. Teorik yapıyı ortaya koymak, bir
şekilde, olguların birleşik bir açıklamasını sağlar.
Burada realist için neden zorluklar olduğunu düşündüğümü görmek için bazı vakalara
bakalım. Dinamiğin gözlemsel olguları, tercih edilen bir dizi hareket durumunu, yerel eylemsiz
hareketleri ayırmamızı gerektirir. Buna ek olarak, optik fenomenler de aynı referans
çerçevelerini ayırt edici olarak seçmektedir. Realist tüm bunları, uzay-zaman yapısının
kendisini (bu amaç için) gözlemsel hareketli sistemlerin ve ışık dalgalarının üzerinde ve üstünde
var olarak varsayarak açıklar. Eylemsiz ve eylemsiz olmayan durumlar arasındaki dinamik ve
optik ayrımlar daha sonra fiziksel sistemlerin altta yatan uzay-zaman yapısıyla olan ilişkisiyle
açıklanır. Ancak pozitivistlere göre, 'uzay-zamanın kendisi' varsayımı bize ne tür bir ek
açıklayıcı güç sağlar? Daha önce eylemsiz sistemler ile eylemsiz olmayan sistemler arasında
indirgenemez bir şekilde açıklanamaz temel bir ayrım varken, şimdi altta yatan uzay-zaman ve
fiziksel sistemlerin onunla ilişkileri açısından yeni ve önemsiz bir şekilde ortaya konmuş 'daha
derin' bir açıklamamız var. Ancak, zaten mükemmel derecede yeterli olan bir teoriye, sadece
daha fazla 'birleştirme' ya da olgulara daha fazla 'açıklama' gibi sahte bir görünüm veren bir
katman eklemekten başka bir şey yaptık mı?
Pek çok pozitivist şöyle diyecektir: Uzay-zaman açıklamasında, salt ilişkiselci teoriye
kıyasla ek açıklayıcı değerin ortaya çıkması, uzay-zamanın kendisine yapılan atıf gerçekten de
sadece vurguladığımız gerçekçi teorinin bütünsel-mekan-içinde-teorisi tarzında ortaya
konurken, uzay-zamanın bir tür 'hayalet' töz, bir tür ince 'katı' genişletilmiş maddi şey olarak
naif resminin bize diğer tür gerçekçinin sunacağı gibi bir açıklama elde ettiğimiz izlenimini
vermesinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu durumdaki açıklayıcı rolünden bağımsız olarak,
teorik aygıtı ortaya koyduğumuzda neden bahsettiğimizi gerçekten anlamış olsaydık, o zaman
bazı eski realistlerden aşina olduğumuz şekilde ilişkisel olana kıyasla teoriye daha fazla
45 açıklayıcı güç atfedebilirdik (tanıdık olmayanı tanıdık olana indirgemek, Newtoncu anlamda
'mekanizma' göstermek, vb.) Ancak teorik aygıtın söz konusu teorideki yerinin ötesinde ve
üstünde ne olduğuna dair böyle bir kavrayışa sahip değiliz. Sonuç olarak, varsayılan açıklayıcı
gücü geçersizdir.
Pozitivist bunu görmek için başka bir durumu ele alalım. Temel parçacıkların
etkileşimlerinin simetrilerinin incelenmesi bize bu parçacıkların çeşitli simetri grupları
açısından bir sistematiğini verir. Bu simetri yapısını, parçacıklar için çeşitli 'yüklerin' varlığını
varsayarak (tuhaflık, çekicilik, vb.) ve varsayılan yüklerle çeşitli uygun koruma kurallarını
ilişkilendirerek yakalayabiliriz. Ancak bu yükleri ve korunumlarını ortaya koyarken, ilgili
simetrileri açıklıyor muyuz? Teorik fizikçilerin çoğu, bence haklı olarak, yüklerin
çağrılmasının çeşitli simetrilerin ne olduğunu belirtmenin başka bir yolu olduğunu iddia
edecektir. Açıklanması gereken 'gözlemsel veriler' üzerinde 'teorik yapının' bir fazlalığı vardır.
Eğer herhangi bir şey simetrileri gerçekten açıklayıcı olarak kabul edilecekse, bunun bu
simetrilerin daha derin bir teorinin sonucu olarak doğal bir şekilde üretilen daha yüksek, daha
genel simetrilere (örneğin simetrilerin varsayılan bir gösterge alanından ya da başka bir birleşik
alan hesabından üretilmesi) dahil edilmesi olacağını iddia edeceklerdir. Tüm bunların pozitivist
açıklama kavramlarıyla uyumu açıktır.
Şimdi de baryon ve mezonların simetrilerinin kuark teorisi tarafından yapıldığı iddia
edilen açıklamasını ele alalım. Burada gerçek bir açıklama sunulduğunu hissediyor gibiyiz.
Bence bu sezginin bir kısmı pozitivist açıdan tamamen kabul edilebilirdir; kuark teorisi, ondan
türetilebilecek simetri açıklamalarından daha genel ve derindir. Ancak sezginin bir kısmı,
kuarkları 'analojik' olarak, bütün-parça ilişkisinden ve bunun gözlemlenebilirler alemindeki
açıklayıcı değerinden anlayabileceğimiz bir şekilde daha büyük parçacıkları oluşturan küçük
parçacıklar olarak görmemize dayanmaktadır. Bir kez daha görüyoruz ki, anlamları yalnızca
uygun teoride oynadıkları role dayanan terimlerin çağrılması, tamamen pozitivist olan bir
açıklama açıklamasına işaret ederken, terimlerin semantik analoji yoluyla kendilerine
atfedilebilecek 'fazla anlama' sahip olmalarına izin veren diğer gerçekçilik türü, teorik yapının
varsayılması yoluyla açıklamanın, gözlemsel gerçeklerin geniş genellemeler altında alt
edilmesinden daha fazlası olduğu şeklindeki gerçekçi kavramla daha uyumlu görünmektedir.
Doğal olarak, bu açıklama sorununu realist bakış açısından burada derinlemesine
incelemek niyetinde değilim. Tekrar etmek gerekirse, söylemek istediğim sadece şudur: bir
realist teorik terimlerin anlamına ilişkin iki tutum takınabilir; ya bütüncül-teorideki-rol tutumu
ya da teorik terimlere, terimlerin teoride oynadıkları rolün ötesinde ve üstünde bir anlam
tahakkuku tanıyan alternatif. İkinci bakış açısından, açıklamayı gözlemsel olasılıkların
hiyerarşik olarak genelliklere indirgenmesinin üstünde ve üstünde bir şey olarak gören gerçekçi
bir açıklama açıklamasının bize nasıl sunulacağı oldukça açıktır. Ancak, bu bakış açısından,
teorilerin denkliğine ilişkin realist açıklamanın ne anlama geleceğini görmek zordur. Temel
olarak, teorilerin yalnızca 'aynı şeyi söylediklerinde' eşdeğer oldukları çizgisine inmelidir ve bu
kavram, realistin bize sunduğu anlam teorisi (teorideki rolün üzerinde ve üstünde) açısından
açıklanmalıdır. Teorik anlamla ilgili alternatif bakış açısından, çok daha basit bir teorik
eşdeğerlik kavramı inşa edilebilir. Bu, basitçe pozitivist eşdeğerlik kavramını gerekli olarak
alan ve eşdeğerlik için yeterli bir koşul elde etmek üzere teorik düzeyde teoriler arasında yapısal
izomorfizm kavramını ekleyen bir kavramdır. Ancak bu teorik anlam ve teorik eşdeğerlik
kavramı, pozitivist pozisyondan pek çok şüpheli ön varsayım ödünç almanın yanı sıra, bir
teoride ya da onun herhangi bir eşdeğerinde, pozitivistlerin çok sevdiği teorinin eşdeğer ve
açıklayıcı olmadığı iddia edilen indirgemesinde zaten bulunmayan açıklayıcı şeyin ne olduğunu
görmemizi zorlaştırma zorluğundan da muzdariptir. 46
***
Özetlemek gerekirse: pozitivizm, tüm kusurlarına rağmen, bize doğrulama teorisi ve
açıklama teorisiyle düzgün bir şekilde bütünleşmiş bir teorik denklik teorisi sunar. Realist de
aynı şeyi yapmak mecburiyetindedir. Eğer realist, teorik terimlerin anlamına dair, bu terimlere
teoride oynadıkları rol aracılığıyla kendilerine verilen anlamın ötesinde ve üstünde bir anlam
atfeden bir teoriyi benimserse, o zaman teorik eşdeğerlik kavramı karmaşık olacak ve bize
teorik terimler için hangi anlam teorisini sunduğuna ayrıntılı olarak bağlı olacaktır. Eğer teorik
terimler için, anlamlarını yalnızca teoride oynadıkları rolle sabitleyen bir anlam teorisi
benimserse, o zaman teorik eşdeğerlik kavramı muhtemelen daha basit olacaktır. Bu, öncelikle
gözlemsel öngörü ortaklığını paylaşan ve ikinci olarak da teorik düzeyde uygun bir yapısal
izomorfizme sahip olan iki teori kavramı olacaktır.
İlk olarak, sunulan eşdeğerlik kavramının realistin sezgileriyle uyuşup uyuşmadığı
sorulacaktır. Sadece realistin eşdeğer saymak istediği teorileri mi eşdeğer olarak kabul ediyor
ve analitik olarak önceden eşdeğer olduğu düşünülen tüm çiftleri eşdeğer sayacak mı?
Daha sonra, sunulan eşdeğerlik kavramının 'yukarıya doğru' doğrulama kavramıyla
etkileşimi incelenmek istenecektir. Eşdeğer teoriler her zaman aynı verilerle eşit şekilde
doğrulanacak mı, yoksa eğer değilse, doğrulama için 'eşdeğerlik koşulunun' ihlali uygun bir
açıklama alacak mı? Doğrulama teorisi, eşdeğer olmayan olarak tanımlanan teorilerin farklı
şekilde doğrulanmasına izin verecek mi yoksa bunun yerine şüpheciliğe yer bırakacak mı?
Doğrulama teorisi her zaman eşdeğer olmayan alternatifler grubundan benzersiz bir 'en iyi
doğrulanmış' üye seçse bile, bu doğrulama kavramını benimsemek için uygun bir realist gerekçe
olacak mıdır?
Son olarak, eşdeğerlik kavramının 'aşağıya doğru' açıklama kavramıyla etkileşimine
bakmak istenecek midir? Eşdeğer teoriler olgulara her zaman 'aynı açıklamayı', eşdeğer
olmayan teoriler ise 'farklı' açıklamaları mı getirecektir? Daha da önemlisi, pozitivist kavramın
ötesinde ve üstünde, gerçekçinin aklında nasıl bir açıklama kavramı vardır? Bu kavram, realiste
göre bir teorinin neden Craigci indirgemesine eşdeğer olmadığını ve gerçekçi önermeleri olan
teorinin neden Craigci vekilin olmadığı bir şekilde açıklayıcı olduğunu anlamamızı sağlayacak
mıdır?
Bu soruların realistler tarafından yanıtlanamayacağını iddia etmek elbette mümkün
değildir. Ancak cevaplanana kadar, pozitivist kavramları 'modası geçmiş doğrulamacılığa'
alaycı bir atıfta bulunarak reddetme konusunda isteksiz olmak gerekir. Bazen (yanlış bir
şekilde) bilim insanlarının bir teoriyi, onun yerini alacak daha iyi bir teori ortaya çıkana kadar
reddetmedikleri söylenir. Gerçekçi eşdeğerlik kavramı tam olarak nedir ve pozitivistlerin
mantıksız da olsa bütünleşik açıklamalarının yerini hangi ilişkili gerçekçi doğrulama ve
açıklama kavramlarının doldurması beklenir?

47
FENOMENİ KURTARMAK İÇİN

Mantıksal pozitivizmin düşüşünden sonra, bilimsel gerçekçilik bir kez daha önemli bir felsefi
yaklaşım olarak geri dönmüştür. Burada bu pozisyonu eleştirmeye yönelik bir tutum yoktur
daha ziyade kapsamlı bir alternatifin ana hatlarını belirlemeye çalışmak hakimdir.

Bilimsel gerçekçilik tam olarak nedir? Basitçe ifade etmek gerekirse, bilimin bize dünya
hakkında verdiği resmin doğru olduğu ve varsayılan varlıkların gerçekten var olduğu
görüşüdür. (Tarihsel olarak, doğada gerçek zorunluluklar olduğu da eklenmiştir; burada bu
yönü göz ardı edilecek) Ancak bu ifade çok naif kalıyor; bilimsel gerçekçiye günümüzün
bilimsel teorilerinin (esasen) doğru olduğu inancını atfediyor.
Görünüşe göre doğru ifade gerçekten de epistemik tutumlar açısından olmalıdır ancak
bu kadar doğrudan değil. Bilimin amacı bize dünyanın neye benzediğine dair kelimenin tam
anlamıyla doğru bir hikaye sunmaktır; ve bir teoriyi kabul etmenin uygun biçimi onun doğru
olduğuna inanmaktır. Bu, bilimsel gerçekçiliğin ifadesidir. Buna göre, tüm anti-realizm, bilimin
amaçlarına kelimenin tam anlamıyla doğru bir hikaye vermeden de hizmet edilebileceği ve bir
teorinin kabulünün, doğru olduğuna inanmaktan daha az (veya başka) bir şey içerebileceği bir
durumdur.
Tam manasıyla doğru bir açıklama fikrinin iki yönü vardır: dil tam manasıyla 48
yorumlanmalıdır; ve bu şekilde yorumlandığında açıklama doğrudur. Bu durum gerçekçilik
karşıtlarını ikiye ayırır. Birinci tür, bilimin doğru olduğunu veya doğru olmayı amaçladığını,
doğru bir şekilde (ancak kelimenin tam anlamıyla değil) yorumlandığını savunur. İkincisi ise
bilim dilinin harfiyen yorumlanması gerektiğini ancak teorilerinin iyi olması için doğru olması
gerekmediğini savunur. Burada savunulan anti-realizm ikinci türe aittir.
***
Newton, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri ve Dünya Sistemi'ni yazarken,
kurtarılması gereken olguları öne sürdüğü gerçeklikten itinayla ayırmıştır. Aksiyomlarında
ortaya çıkan 'mutlak büyüklükleri' deneysel olarak belirlenen 'hissedilebilir ölçülerden' ayırdı.
'Görünen hareketlerin... gerçek hareketlerin farkları olduğu' iddiası aracılığıyla, 'belirli
cisimlerin gerçek hareketlerinin görünenlerden nasıl ve ne ölçüde [belirlenebileceğini]' titizlikle
ele almıştır.
'Görünür hareketler' göreceli mesafelerin, zaman aralıklarının ve ayrılma açılarının
ölçülmesiyle tanımlanan ilişkisel yapılar oluşturur. Kısaca, bu ilişkisel yapılara görünüşler
olarak adlandırılsın. Newton'un teorisi tarafından sağlanan matematiksel modelde cisimler
mutlak uzayda yer alırlar ve bu uzayda gerçek ya da mutlak hareketlere sahiptirler. Ancak bu
modeller içinde, bu görünüşlerin tam yansımaları olması gereken ve Newton'un dediği gibi,
gerçek hareketler arasındaki farklar olarak tanımlanabilen yapılar tanımlanabilir. Newton'un
modellerinin uygun parçaları olan mutlak konumlar ve mutlak zamanlar arasındaki ilgili
ilişkiler açısından tanımlanan bu yapılara, Simon'un (1954) terimini ödünç alarak hareket adı
verilebilir.
Newton teorisi için deneysel yeterlilik iddia ettiğinde, teorisinin öyle bir modele sahip
olduğunu iddia etmektedir ki, tüm gerçek görünümler bu modeldeki hareketlerle
ilişkilendirilebilir (izomorfik).
Newton'un teorisi bundan çok daha öteye gitmektedir. Mutlak uzay diye bir şey olduğu,
mutlak hareketin mutlak uzaya göre hareket olduğu, mutlak ivmenin belirli gerilme ve
gerilmelere ve dolayısıyla görünüşlerde deformasyonlara neden olduğu, vb. onun teorisinin bir
kısmını oluşturmaktadır. Buna ek olarak, güneş sisteminin ağırlık merkezinin mutlak uzayda
hareketsiz olduğu hipotezini (kendi terimi) ortaya atmıştır. Ancak, kendisinin de belirttiği gibi,
bu merkez başka herhangi bir sabit mutlak hareket durumunda olsaydı görünüşler farklı
olmazdı.
Newton'un teorisine (mekanik ve yerçekimi) TN ve TN(y) teorisine TN artı güneş
sisteminin ağırlık merkezinin sabit mutlak hıza sahip olduğu varsayımı denilsin. Newton'un
kendi hesabına göre, 77V(0) için deneysel yeterlilik iddiasındadır; ve ayrıca 77V(0) deneysel
olarak yeterliyse, TN(v) teorilerinin de öyle olduğunu ileri sürer.
Deneysel yeterlilik iddiasının ne olduğunu hatırlatarak, TN(y)'nin bir modelindeki tüm
hareketlerin, tüm sabit v ve w hızları için TN(y + w) modelindeki hareketlere izomorfik olması
durumunda, TN(y)'nin tüm teorilerinin tam olarak deneysel olarak eşdeğer olduğunu görmek
gerekir. Şimdilik, itirazları daha sonraki bir bölüme bırakarak, bu teorilerin deneysel olarak
eşdeğer olduğunu kabul ediniz.
***
49 7W(0)'ın deneysel önemi tam olarak nedir? Newton'un teorisiyle tek sorunu mutlak
uzayın varlığına inanmaması olan hayali ve anakronik filozof Leibniz'e odaklanılması gerekir.
Bunun bir sonucu olarak, şüphesiz, mutlak hareketle ilgili ifadelere hiçbir 'fiziksel anlam'
yükleyemez. Leibniz de Newton gibi 7W(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğuna inanır; ama
doğru olduğuna değil. Basit olması için Leibniz'in teoriyi kabul ettiğini ama ona inanmadığını
söylemek yeterli olacaktır; kafa karışıklığı tehlikesi olduğunda bu deyimi genişleterek teoriyi
deneysel olarak yeterli kabul ettiğini ama doğru olduğuna inanmadığını söylemek de
mümkündür. O halde Leibniz neye inanıyor?
Leibniz 77V(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğuna ve dolayısıyla eşit derecede geçerli
olmak üzere tüm TN(y) teorilerinin deneysel olarak yeterli olduğuna inanmaktadır. Yine de
Leibniz'in dünya hakkında sahip olduğu teoriyi - buna TNE deyiniz - tüm TN(y) teorilerinin
ortak kısmı ile özdeşleştirmek mümkün değildir. Teorilerin her biri için TN(y), dünyanın
mutlak bir hıza sahip olduğu ve mutlak uzayın var olduğu gibi sonuçlara bağlıdır. Her bir TN(y)
teorisinin her bir modelinde, hareketlerden başka bir şey bulunmalıdır ve sorun da buradadır.
Bir teoriye inanmak, onun modellerinden birinin dünyayı doğru bir şekilde yansıttığına
inanmak demektir. Bir teori izomorfik modellere sahip olabilir; bu fazlalık kolayca ortadan
kaldırılabilir. Eğer bu fazlalık ortadan kaldırılırsa, o zaman teoriye inanmak, modellerinden tam
olarak birinin dünyayı doğru bir şekilde yansıttığına inanmak anlamına gelir. Bu nedenle, bir
teoriler ailesinin hepsinin deneysel olarak yeterli olduğuna inanıyor ancak her biri olguların
ötesine geçiyorsa, o zaman her birinin yanlış olduğuna ve dolayısıyla ortak kısımlarının yanlış
olduğuna inanmakta hala özgürüz demektir. Çünkü bu ortak kısım şu şekilde ifade edilebilir:
bu teorilerden birinin modellerinden biri dünyayı doğru bir şekilde yansıtmaktadır.
***
Teorilerin, yalnızca olası uzantılarını dikkate almadıkça deneysel olarak eşdeğer
görüneceklerine itiraz edilebilir. Eşdeğerlik, genellikle ya da her zaman, başka bir uygulama
alanı için çıkarımları düşünüldüğünde ortadan kalkabilir. Brownian hareketi yaygın bir
örnektir; ancak bu eksik bir örnektir, çünkü fenomenolojik ve istatistiksel termodinamiğin
yeterince uzun zaman dilimlerinde makroskopik fenomenler üzerinde bile anlaşmazlığa
düştüğü bilinmektedir. Ancak iyi, kurgusal bir örnek vardır: klasik mekaniğin değiştirilmesine
yol açan beklenmedik boş sonuçları görmezden gelinirse, elektromanyetizmanın mekanikle
birleşimi.
Maxwell'in teorisi mekaniğin bir parçası olarak geliştirilmemiştir ancak mekanik
modelleri vardır. Bu, Poincare tarafından Electricite et Optique'in önsözünde ve başka yerlerde
ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, König'in bir sonucundan kaynaklanmaktadır. Ancak teori,
denklemlerde sadece türevinin değil, hızın kendisinin de göründüğü garip bir yeni özelliğe
sahipti. Mutlak hızı ölçmek için bir dizi düşünce deneyi geliştirildi, belki de en basiti
Poincare'ninkiydi: "Teorilerin, ancak olası uzantılarını dikkate almadığımız sürece deneysel
olarak eşdeğer görüneceği itiraz edilebilir. Eşdeğerlik, genellikle ya da her zaman, başka bir
uygulama alanı için çıkarımlarını düşündüğümüzde ortadan kalkabilir. Brownian hareketi
olağan bir örnektir; ancak bu kusurludur, çünkü fenomenolojik ve istatistiksel termodinamiğin
yeterince uzun zaman dilimlerinde makroskopik fenomenler konusunda bile anlaşmazlığa
düştüğü bilinmektedir. Ancak iyi, kurgusal bir örnek vardır: klasik mekaniğin değiştirilmesine
yol açan beklenmedik boş sonuçları göz ardı edersek, elektromanyetizmanın mekanikle
birleşimi.
Bu türden tüm deneylerin sonuçsuz kalması, klasik mekaniğin yerini rölativistik
50
mekaniğin almasına yol açmıştır. Ancak mutlak hızlar için, özellikle de güneş sisteminin
merkezi için değerler bulunduğunu düşünün. O zaman TN(y) teorilerinden biri doğrulanır ve
diğerleri geçersiz kılınır mıydı?
Bu mantık sahte bir mantıktır. Newton gerçek ve görünen hareketler arasındaki ayrımı,
Maxwell'in teorilerinin modellerinin sahip olduğu temel mekaniklerden daha fazlasını
varsaymaksızın yapmıştır. Bir TN(y) modelindeki her hareket, tüm sabit v ve w hızları için bir
TN(y + w) modelindeki harekete izomorfiktir. Bu deneysel eşdeğerlik iddiası on dokuzuncu
yüzyıl yansımaları tarafından çürütülebilir mi? Cevap hayır. Düşünce-deneyi, TN'ye hipotezi
ekleyen teoriyi doğruladığını düşündürtebilir:
HO. Güneş sisteminin ağırlık merkezi mutlak durağanlıktadır.
EO. Mutlak v hızıyla hareket eden iki elektriklenmiş cisim birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Bu teorinin kesinlikle görünüşlerle ilgili bir sonucu vardır:
CON. Güneş sisteminin ağırlık merkezine göre v hızıyla hareket eden iki elektrikli cisim
birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Ancak, aynı sonuç TN'ye iki alternatif hipotez eklenerek de elde edilebilir:
Hw. Güneş sisteminin ağırlık merkezi w mutlak hızına sahiptir.
Ew. Mutlak v + w hızıyla hareket eden iki elektriklenmiş cisim birbirini F(y) kuvvetiyle çeker.
Daha genel olarak, her TN(y) teorisi için bir elektromanyetik teori E(v) vardır, şöyle ki
E(0) Maxwell'in teorisidir ve tüm birleşik TN(y) artı E(v) teorileri deneysel olarak eşdeğerdir.
Poincare'nin eşdeğerini tartıştığı gözlemde hiçbir özgünlük yoktur. Görünüşe göre,
deneysel yeterlilik ve eşdeğerlik kavramlarının uygulanabilirliğini göstermek için sadece
tanıdık örneklere ancak doğru bir şekilde ifade edilmiş örneklere ihtiyaç vardır. Bu makalenin
geri kalanında, bu kavramları sözdizimsel olarak açıklama girişimlerinin onları saçmalığa
indirgemek zorunda kaldığını gösterirken, bu düşünceleri genelleştirme üzerinde durulacaktır.
***
Teorilerin yeni tür olgulara başarılı bir şekilde genişletilmesine izin vererek gizli
erdemlere sahip olabileceği fikri, geriye bırakılamayacak kadar güzeldir. Bu çok yeni bir fikir
de değildir. Comte, Cours de philosophie positive adlı eserinin ilk dersinde Fourier'nin ısı
teorisine atıfta bulunarak, kalorifik madde ve kinetik teori taraftarları arasındaki tartışmanın
boşluğunu göstermiştir. Deneysel eşdeğerlik yanılsamaları, bugüne kadar o üzücü eğilime
sahiptir; kalorifikler kaybetti. Federico Enriques, "Gerçek teorilerin sınırlı alanında kayıtsız
kalan hipotezler, olası uzantıları açısından önem kazanırlar" diye yazdığında tam da bu nedene
parmak basar gibidir. Bu öneriyi değerlendirmek için, bir teorinin genişletilmesinin tam olarak
ne olduğunu sormamız gerekir.
Deneylerin TN(0) artı E(0) birleşik teorisini gerçekten doğruladığını farz edin. Bu
durumda mekanik bir zafer kazanmış olurdu. TN(0)'ın deneysel olarak yeterli olduğu iddiası
gerçekler tarafından doğrulanmış olurdu. Ancak bu tür zafer kazanmış uzantılar, deneysel

51 eşdeğerlerinden birine karşı bir teori için asla geçerli olamaz.


Bu nedenle, Enriques'in fikri doğruysa, gerçekten bir yenilgi olan başka bir tür
genişletme olmalıdır - ancak nitelikli Bir T teorisi, deneysel olarak yeterli olan kolay veya açık
bir değişikliğe sahip olabilirken, deneysel olarak T'ye eşdeğer başka bir teori olmayabilir. Buna
bir örnek, Newton'un gök mekaniğinin Brian Ellis tarafından üretilen varyanttan üstünlüğü
olabilir; Ellis'in kendisi de bu görüşte gibi görünmektedir. Bu pragmatik bir üstünlüktür ve
açıklanan anlamda deneysel olarak eşdeğer olan teorilerin yine de farklı deneysel öneme sahip
olabileceğini ileri süremez.
***
Hala deneysel yeterlilik ve denklikle ilgili genel bir açıklamaya ihtiyaç duyarız.
Sözdizimsel yaklaşımın en belirgin başarısızlığı burada ortaya çıkmıştır. Bir teori, belirli bir
dildeki teoremler kümesiyle özdeşleştirilebilir olarak düşünülmüştür. Bu dilin, gözlemsel ve
teorik terimler olmak üzere iki sınıfa ayrılmış bir kelime hazinesi vardır. Birinci sınıf E olsun;
o zaman T teorisinin deneysel içeriğinin onun alt teorisi TIE -bu alt kelime dağarcığında ifade
edilebilen teoremler- olduğu söylenir. TIE, T'lE ile aynıysa T ve T' deneyselolarak eşdeğer
kabul edildi.
Belirgin sorular ortaya kondu ve çözüme kavuşturuldu. Craig, uygun koşullar altında
TIE'nin E sözlüğünde aksiyomatize edilebilir olduğunu gösterdi. Mantıkçılar sınırlı sözlüklerle
ilgili sorulara önem verdiler ve görünüşe göre bu, filozofların da önemli olduğunu düşünmeleri
için yeterliydi. Gözlemsel ve teorik terimler arasındaki ayrım daha tartışmalıydı ve bazıları bu
ayrımı 'eski' ve 'yeni tanıtılan' terimler olarak değiştirdi. Ancak tüm bunlar yanlıştır. Deneysel
ithalat bu sözdizimsel tarzda izole edilemez. Eğer bu yapılabilseydi, o zaman TIE tam olarak
T'nin gözlemlenebilir olan hakkında söylediklerini söyler, başka bir şey söylemezdi. Ama bir
düşünün: Kuantum teorisi, Kopenhag versiyonu, uzayda bazen bir konuma sahip olan bazen de
olmayan şeyler olduğunu ifade eder. Bu sonuç az önce teorik terimler kullanmadan ifade edilen
sonuçtur. Newton'un teorisi TN, ne bir konuma sahip olan ne de hacim kaplayan bir şeyin (yani
mutlak uzayın) var olduğunu iddia eder. Gözlemlenemeyen varlıklar, gözlemlenebilir özellikler
bakımından gözlemlenen varlıklardan sistematik olarak farklılık gösterdiği sürece, TIE, T varsa
böyle bir şey vardır diyecektir.
İndirgenmiş teori TIE, T'nin dünyasının gözlemlenebilir kısmının bir açıklaması
değildir; aksine, T'nin her şeyi açıklamasının engellenmiş ve sakatlanmış bir versiyonudur.
Deneysel eşdeğerlik de aynı derecede kötüdür. Bölüm II'de, 77V(0) ve TNE deneysel olarak
eşdeğer olmalıdır ancak TN ile ilgili yukarıdaki açıklama 77V(0)/E'nin TNEIE olmadığını
göstermektedir. Bu tür utanç verici durumları ortadan kaldırmak için, deneysel eşdeğerliği
yeniden tanımlama girişimlerinde teorilerin uzantıları dikkate alınmıştır. Ancak bunların da
benzer absürt sonuçları vardır.
Sözdizimsel yaklaşımın en kötü sonucu, felsefi dikkati ilgisiz teknik sorulara
odaklamasıdır. 'Teorik nesne' ve 'gözlemsel yüklem' ifadeleri kategori hatalarına işaret eder.
Terimler teorik olabilir ancak 'gözlemlenebilir' varsayılan varlıkları sınıflandırır. Dolayısıyla
bir 'teorik/gözlemlenebilir ayrımı' söz konusu olamaz. Tüm teori yüklü terimlerin ortadan
kaldırılmasının kullanılabilir bir dil bırakmayacağı doğrudur; ayrıca 'gözlemlenebilir' kelimesi
'kel' kelimesi kadar muğlaktır. Ancak bu gerçekler, gerçek olmayan ayrım üzerindeki
'gözlemlenebilir' işaretleri hiç ima etmemektedir. Sonuncusu oldukça açık bir şekilde
sınırlamalarımıza, gözlemin sınırlarına atıfta bulunur ki bunlar yetersiz değildir ancak ihmal
edilebilir de değildir.
***
52
Fenomenler, daha büyük bir bütünlüğün parçaları olarak gösterildiklerinde kurtarılmış
olurlar. Tam da bu nedenle, bilimsel teorilerin fenomenleri, yani gözlemlenebilir kısmı,
tanımladıkları dünyanın geri kalanından farklı terimlerle ifade etmeleri çok tuhaf olurdu.
Dolayısıyla, fenomenler ile fenomen ötesi arasındaki kavramsal çizgiyi bir sözcük dağarcığı
ayrımıyla çizme girişimi her zaman iyi olamayacak kadar basit görünmüş olmalıdır.
Gözlemlenemeyenleri tartışan filozofların hepsi bunu kelime dağarcığı açısından
yapmamıştır. Ancak ortak bir varsayım vardı: işaretlenen ayrımın felsefi olduğu. Dolayısıyla,
eğer varsa, felsefi analizle ve eğer saldırıya uğrarsa, felsefi argümanlarla çizilmelidir. Bu
tutumun büyük bir tersine dönüşe ihtiyacı vardır. Eğer gözlemin sınırları varsa, bunlar
deneyseldir ve deneysel bilim tarafından tanımlanmalıdır. 'Gözlemlenebilir' ile işaretlenen
sınıflandırma bilim dünyasındaki varlıklara ait olmalıdır. Ve bilim, bu ayrıma içerik
kazandırırken, onu deneysel olarak yeterli kabul ettiğimizde ne kadar inandığımızı ortaya
koyacaktır.
Gelecekteki birleşik bir bilim, gözlemin sınırlarını tam olarak ayrıntılarıyla ortaya
koyabilir; bu arada mevcut teoriler de bu konuda susmuş değildir. Newton'un tasvirini görmüş
olduk; görelilik teorisi için Clark Glymour'un iki açıklayıcı çalışması var. İlki (1972) yerel
(dolayısıyla ölçülebilir) niceliklerin uzay-zamanın küresel özelliklerini benzersiz bir şekilde
belirlemediğini göstermektedir. İkincisi ise bu özelliklerin, her biri mutlak bir geçmiş konisi
içinde yer alan yapılar tarafından, dolayısıyla gözlemlenebilir yapılar tarafından da benzersiz
bir şekilde belirlenmediğini göstermektedir. Sonuçta, ışık hızının sınırlayıcı fonksiyonu
aracılığıyla toplayabileceğimiz bilgiye mutlak bir sınır koyan görelilik teorisinin kendisidir.
Kuantum mekaniğinin temellerinde ölçüme çok daha fazla önem verilmiştir.
Tartışmaların çoğu gerekli sınırlamalar hakkındadır: amplifikasyonda gürültünün rolü, makro
ve mikro gözlemlenebilirler arasındaki ayrım. Yine de makro yapının mikro yapıyı ne ölçüde
belirlediği konusunda Glymour'un görelilik kuramı için yarattığı netliğe sahip değiliz. Bilimsel
gerçekçilik tartışması en azından dikkatleri bu tür sorulara yöneltme erdemine sahip olabilir.
Bilimin kendisi, ortaya koyduğu gözlemlenebilir olanı, ortaya koyduğu bütünden ayırır.
Bu ayrım, kısmen bilimin insan gözlemine getirdiği sınırların bir işlevi olarak, insan
merkezlidir. Ancak bilim, tanımlamak istediği fiziksel sistemlerin arasına insan gözlemcileri
yerleştirdiği için, kendisine insan-merkezli ayrımları tanımlama görevini de verir. Bu şekilde,
bilimsel gerçekçi bile bilimsel dünya resminde fenomen ve fenomen ötesi arasında bir ayrım
gözlemlemek durumundadır.
***
Bazı felsefi sorunları, sözdizimine yönelik yanlış bir yönelimin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Bunun alternatifi, teorilerin doğrudan modellerini tanımlayarak sunulduğunu
söylemektir. Fakat bu gerçekten yeni bir unsur ortaya koyar mı? T'nin teoremlerini
verdiğinizde, T'nin modeller kümesini, yani teoremleri karşılayan tüm yapıları vermiş
olursunuz. Ve eğer modelleri verirseniz, en azından T'nin teoremleri kümesini, yani tüm
modellerde karşılanan tüm cümleleri vermiş olursunuz. Buradan, T'yi modelleriyle olduğu
kadar teoremleriyle de tanımlayabileceğimiz sonucu çıkmaz mı?
Ancak argümanda bir eksiklik var. T'ye ait tek bir dil olan belirli bir L dili olduğu
53 varsayılmaktadır. Ve gerçekten de T'nin L'deki teoremleri, bu teoremlerin karşılandığı L'nin
model yapıları (yani L'nin yorumlandığı yapılar) kümesi tarafından belirlenir ve belirlenir.
Ancak, T için bu rolü oynayan bir L dili olduğu varsayımı, T'nin model kümesinin nasıl
olabileceği konusunda önemli kısıtlamalar getirmektedir.
Bir teori, diğer şeylerin yanı sıra, modellerinin ölçüm raporlarında tanımlanan yapıların
doğrudan görüntüleri olacak kısımlarının bir spesifikasyonunu (az ya da çok eksiksiz) sağlar.
Newton'un mekaniği söz konusu olduğunda, bu parçalara hareket adı verildiği varsayılır, genel
olarak bunlara deneysel alt yapılar denilsin. Ölçüm raporlarında tanımlanan yapıları ise
görünüşler olarak adlandırmaya devam edilebilir. Bir teori, modellerinden en az birinde tüm
görünüşler deneysel alt yapılara izomorfik ise deneysel olarak tam olarak yeterlidir. T teorisi,
T'nin her bir M modeli için, T'nin bir M' modeli varsa ve M'nin tüm deneysel alt yapıları M''nin
deneysel alt yapılarına izomorfikse, deneysel olarak T' teorisinden daha güçlü değildir. T ve T'
teorileri, eğer hiçbiri diğerinden deneysel olarak daha güçlü değilse, deneysel olarak tam olarak
eşdeğerdir. Bu durumda, basit bir sonuç olarak, her biri ancak ve ancak diğeri öyleyse deneysel
olarak yeterlidir.
Bölüm V'te iki tür genişletme ayırt edilmişti; birincisi bir tür zafer, ikincisi ise bir tür
yenilgi. İlkine "uygun uzantı" denilsin, bu sadece model sınıfını daraltır. Bir teori, uygun
uzantılarından herhangi birine deneysel olarak denk değilse, ona deneysel olarak minimal
diyebiliriz. Glymour, yukarıda atıfta bulunulan çalışmasında, genel göreliliğin deneysel olarak
minimal olmadığını ikna edici bir şekilde savunmuştur. Bunun nedeni, şu anki kullanılan
terimlerle, uzay-zamanın sadece yerel özelliklerinin görünüşlerin tanımlarına girmesi, ancak
modellerin küresel özelliklerde farklılık gösterebilmesidir. Bu, deneysel denkliğin önemsiz
olmayan bir başka örneğidir.
İkinci tür genişletmeyi tam olarak tanımlamak gerekir. Buradaki fikir, teorinin
modellerinin deneysel alt yapılardan farklı yapılarda olabileceğidir. Bu durumda teori deneysel
olarak minimal değildir ancak bu onu radikal bir şekilde yeni olgular ortaya çıktığında
modelleme olanakları sunma konusunda avantajlı bir konuma getirebilir. Kuantum
mekaniğindeki gizli değişken teorileri buna bir örnek teşkil edebilir.
Şu anda burada bulunan kavramlar ve verilen örnekler açısından, hem uygun hem de
uygun olmayan deneysel eşdeğerlik, benzersizlik ve genişletilebilirlik durumlarının gerçekten
de önemsiz olmadığı sonucuna varılabilir.
Teorinin formülasyonu bir şekilde gözlemsel olarak adlandırılamayacak tek bir terime
sahip olmasa bile, bu tür durumların artık oldukça mümkün olduğu görülmektedir. Ve şimdi,
teorilerin iç yapısından ziyade onlara karşı epistemik tutumla ilgili olan bilimsel gerçekçilik
meselesini ifade etmek mümkün olmalıdır.
Ölçümlerin tüm sonuçları içeride değildir; hiçbir zaman hepsi içeride değildir. Bu
nedenle tüm görünümlerin ne olduğu bilinemez. Bir teorinin deneysel olarak yeterli olduğunu,
tüm görünüşlerin onun modellerine (deneysel alt yapılarına) uyacağı söylenebilir. Bu kesin
olarak bilinmese de, makul bir şekilde buna inanılabilir. Tüm bunlar yalnızca deneysel yeterlilik
için değil, aynı zamanda doğruluk için de geçerlidir. Yine de alınabilecek iki farklı epistemik
tutum vardır: bir teori kabul edilebilir (deneysel olarak yeterli olduğu kabul edilebilir) veya
teoriye inanılabilir (doğru olduğuna inanılabilir). Bilimin amacının dünya hakkında tam
anlamıyla doğru bir hikaye üretmek ya da sadece deneysel olarak yeterli açıklamalar üretmek
olduğu düşünülebilir. Bu, bilimsel gerçekçilik ile onun (bölünmüş) karşıtlığı meselesidir.
Gözlemlenebilir olan ile gözlemlenemez olan arasındaki bilim içi ayrım insan-merkezli bir 54
ayrımdır; ancak söz konusu olan teorilere yönelik tutumlarımız olduğunda, bu ayrımın bizim
açımızdan yapılması makuldür.

Yaklaşık gerçek ve başarı: Yükselmenin yolu


Önceki bölümde dile getirilen şüphelere rağmen, bir teorinin yaklaşık olarak doğru
olması halinde başarılı olacağını tartışma adına kabul etmemiz gerekir. (Tl) kabul edilse bile,
(T2)'nin açıklayıcı başarının yaklaşık doğruluk yargısı için rasyonel bir gerekçe olarak
alınabileceği önerisinin herhangi bir inandırıcılığı var mıdır? Cevap 'hayır' gibi görünmektedir.
Nedenini görmek için, 'gerçekten atıfta bulunmak' ile 'yaklaşık olarak doğru' olmak
arasındaki bağlantılardan birinin kısaca incelenmesi gerekir. Sonuncusu nasıl anlaşılırsa
anlaşılsın, bir realistin, temel terimleri gönderme yapmakta başarısız olan bir teorinin yaklaşık
olarak doğru olduğunu asla söylemek istemeyeceğini düşünmek gerekli. Eğer genler gibi bir
şey olmasaydı, ne kadar iyi doğrulanmış olursa olsun, bir genetik teorisi yaklaşık olarak doğru
olmazdı. Atomlara benzer varlıklar olmasaydı, hiçbir atom teorisi yaklaşık olarak doğru
olamazdı; atom altı parçacıklar olmasaydı, hiçbir kuantum kimya teorisi yaklaşık olarak doğru
olamazdı. Kısacası, özellikle bir bilimsel realist için, bir teorinin gerçeğe yakın olması için
gerekli bir koşul, temel açıklayıcı terimlerinin gerçek anlamda atıfta bulunmasıdır. (Elbette bir
araçsalcı, doğrudan test edilebilir sonuçları gözlemlenebilir değerlere yakın olduğu sürece bir
teorinin yaklaşık olarak doğru olduğu şeklindeki daha zayıf bir iddiayı destekleyebilir. Ancak
yukarıda tartışıldığı gibi, realist yaklaşık doğrulukla ilgili iddiaları bir teorinin hem
gözlemlenebilir hem de derin yapısal boyutlarına atıfta bulunacak şekilde ele almalıdır).
Şimdi, bilim tarihinin bize sunduğu şey, hem başarılı olan hem de (yargılanabildiği
kadarıyla) temel açıklayıcı kavramlarının çoğuyla ilgili olarak referans vermeyen çok sayıda
teoridir. Daha önce bu tanıma uyan belirli bir teori ailesinden bahsedilmişti. Listeye birkaç
önemli örnek daha eklenmesi iyi olacak:
antik ve ortaçağ astronomisinin kristal küreleri;
tıbbın humoral teorisi;
statik elektriğin effiuvial teorisi;
evrensel (Noachian) bir tufana olan bağlılığıyla 'katastrofist' jeoloji;
kimyanın flojiston teorisi;
kalorik ısı teorisi;
titreşimsel ısı teorisi;
fizyolojinin yaşamsal güç teorileri;
elektromanyetik eter;
optik eter;
dairesel eylemsizlik teorisi;
kendiliğinden oluşum teorileri.
55 Sürekli uzatılabilecek bu liste, her durumda, bir zamanlar başarılı olmuş ve iyi bir
şekilde doğrulanmış ancak (şimdi inanılana göre) gönderme yapmayan merkezi terimler içeren
bir teoriyi içermektedir. Bilim tarihinde başarılı olmuş teorilerin aynı zamanda temel kavramları
açısından gerçekten gönderme yapan teoriler olduğunu düşünen herkes, bilim tarihinin yalnızca
daha whiggish versiyonlarını (yani yalnızca şu anda geçerli olanlara gönderme yapan geçmiş
teorileri anlatanları) incelemiştir.
CER savunucularının bazen analizlerinin yalnızca gelişmiş bilimler için geçerli
olduğunu öne sürerek kendilerini riskten korudukları doğrudur. Gelişmiş ve gelişmemiş
bilimler arasındaki bu ayrım realistlerin işine gelmektedir, çünkü bu ayrımı kullanarak CER'in
deneysel iddialarına ilk bakışta karşı çıkan herhangi bir örneği, örneğin sözde gelişmemiş bir
bilimden alındığı gerekçesiyle reddedebilir. Ancak bu izolasyon manevrası iki açıdan tatmin
edici değildir. İlk olarak, bu yazarlar genellikle gelişmiş bir bilimi, 'olgunluk eşiğini' geçtikten
sonra bilimdeki birbirini takip eden teoriler arasında değişmez bir şekilde uygunluk veya
sınırlayıcı durum ilişkilerinin elde edildiği bir bilim olarak tanımladıkları için, CER'i boşa
çıkarma riskini taşır. Krajewski "birbirini izleyen teoriler arasında [tekabüliyet] olduğu tezi
gerçekten de analitik hale gelir" derken bu görüşün totolojik karakterini kabul etmektedir.
Bununla birlikte, olgunluk tezinin 'bilim tarihi tarafından test edilebilecek ve edilmesi gereken'
bir versiyonu olduğuna inanmaktadır. Bu versiyon, 'her bilim dalının belli bir dönemde
olgunluk eşiğini aştığı' şeklindedir. Ancak bu hipotezin test edilebilirliği şüpheli bir durumdur.
Bu hipotezi çürütebilecek hiçbir tarihsel gözlem yoktur çünkü henüz hiçbir bilimin 'karşılık
gelen' teorilere sahip olmadığı keşfedilse bile eninde sonunda her bilimin karşılık geleceği iddia
edilebilir. Bunu doğrulamak da aynı derecede zordur çünkü en son teori ile selefi arasında
karşılık gelen ilişkilerin var olduğu bir bilim bulsak bile bu ilişkinin o bilimdeki sonraki teori
değişiklikleri için de geçerli olmaya devam edip etmeyeceğini bilmenin hiçbir yolu yoktur.
Başka bir deyişle, realizmin çok övülen deneysel test edilebilirliği onu gelişmiş bilimlerle
sınırlandırarak ciddi şekilde tehlikeye atılmaktadır.
Ancak CER'in gelişmiş bilimlerle sınırlandırılmasının ikinci bir olumsuz boyutu daha
vardır. Nihayetinde realistlerin amacı bilimin neden başarılı olduğunu açıklamaktır: realist
olmayanların hesaba katmadıklarını iddia ettikleri 'mucize' budur. İşin aslı, olgunlaşmamış
birçok bilim dalı da dahil olmak üzere bilimin bazı bölümlerinin çok uzun bir süredir başarılı
olduğudur; gerçekten de yukarıda bahsedilen teorilerin birçoğu, herhangi bir kritere göre
(doğurganlık, sezgisel olarak yüksek doğrulama, başarılı tahmin vb. dahil) deneysel olarak
başarılıdır. Eğer realist kendisini sadece olgun bilimlerin nasıl işlediğini açıklamakla sınırlarsa
(ve realistin gördüğü şekliyle çok az bilimin henüz olgun olduğunu hatırlayın), o zaman genel
olarak bilimin neden başarılı olduğunu açıklama hedefinde tamamen başarısız olacaktır.
Dahası, yukarıda verilen örneklerin birçoğu geçen yüzyıldaki matematiksel fizik tarihinden
gelmektedir (örneğin elektromanyetik ve optik eterler) ve Putnam'ın kendisinin de kabul ettiği
gibi 'herhangi bir bilim "gelişmiş" bir bilim sayılıyorsa, fizik kesinlikle " gelişmiş" bir bilim
sayılır'. Realistler muhtemelen yukarıda sıralanan teorilerin temel terimlerinin çoğunun gerçek
anlamda atıfta bulunmadığında ısrar edeceğinden, bu teorilerin hiçbirinin yaklaşık olarak doğru
olamayacağı sonucu çıkar (birincisinin ikincisi için gerekli bir koşul olduğunu hatırlayın). Buna
göre, bu tür vakalar (T2)'nin, yani hiçbir şeyin yaklaşık doğruluk kadar başarılı olamayacağı
iddiasının inandırıcılığı konusunda çok ciddi şüpheler uyandırmaktadır.
Bilim tarihinde şu anda gerçekten referans veren bir teori olduğuna inanılan son derece
başarılı her teori için şu anda büyük ölçüde referans vermeyen olarak görülen bir zamanlar
başarılı olan yarım düzine teori bulunabileceğini söylemek mümkün. Eğer CER savunucuları
epistemolojik konularda iddia ettikleri gibi deneyciler ise, bu tür ve bu sıklıktaki vakalar onları
56
(T2)'nin sağlam temelleri konusunda duraksatmalıdır.
Ancak karşı örnekleri referans vermeyen teorilerle sınırlamak gerekmez. Geçmişte
(söylenen kadarıyla) hem gerçekten gönderme yapan hem de deneysel olarak başarılı olan ve
yaklaşık olarak doğru kabul etmekten hiç de hoşlanılmayan pek çok teori vardı. Örneğin,
1960'lardan önce kıtaların herhangi bir yanal hareketini reddeden neredeyse tüm jeolojik
teorileri düşünün. Bu tür teoriler, herhangi bir standarda göre oldukça başarılı (ve görünüşe
göre referans niteliğinde) teorilerdi; ancak bugün herhangi biri, bu teorileri oluşturan teorik
iddiaların -yanal olarak sabit kıtalara bağlı oldukları için- neredeyse doğru olduğunu söylemeye
hazır olabilir mi? Jeologlar tektonik yapının temel mekanizmalarının birçoğu (hatta belki de
çoğu) hakkında temelden yanılmış olsalar da yapısal jeolojinin ( mesela) 1920 ile 1960 yılları
arasında başarılı bir bilim olduğu bir gerçek değil midir? Ya da atom çekirdeğinin yapısal olarak
homojen olduğunu varsayan 1920'lerin kimyasal teorilerine ne demeli? Ya da maddenin ne
yaratıldığını ne de yok edildiğini açıkça varsayan on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki kimyasal
ve fiziksel teoriler? Bu tür son derece başarılı ancak yanlış olduğu apaçık olan teorik
varsayımların 'gerçeğe benzer' olarak kabul edilebileceği (realist için mevcut olan) hiçbir
yaklaşık gerçek anlayışından haberdar olunamıyor.
Daha genel olarak, gerçekçinin, doğaya ilişkin derin yapısal karakterizasyonlarının
doğruluğunun artırılması ile fenomenolojik açıklamalar, tahminler ve manipülasyonlar
düzeyindeki iyileştirmeler arasında gerekli bir bağlantı olmadığı yönündeki ilk bakışta makul
görünen iddiaya karşı bir cevap vermesi gerekir. Yeni bir teori olan T2'nin teorik
mekanizmalarının, rakibi Tl9'ninkilere göre hedefe daha yakın olabileceği ve yine de T\'nin test
edilebilir tahminler düzeyinde daha doğru olabileceği sezgisel olarak tamamen makul
görünmektedir. Gözlemlenemeyen iddialar düzeyinde daha fazla uyumun deneysel düzeyde
daha fazla doğrulukla kendini gösterme olasılığının daha yüksek olduğuna dair bir argümanın
yokluğunda, realistin artan derin yapısal sadakatin pragmatik olarak kendini artan deneysel
doğruluk şeklinde göstermesi gerektiğine dair önsezisinin henüz mantıklı hale getirilmediğini
söylemek gerekir. (Elbette, artan deneysel doğruluğun teorik, yani derin yapısal taahhütler
düzeyinde daha fazla doğruluk anlamına geldiği yönündeki ters argüman da aynı derecede
sorunludur).

Yakınsama ve elde tutma ile ilgili kafa karışıklıkları


Şimdiye kadar, CER'in yalnızca statik veya eşzamanlı versiyonlarını, doğruluk
hakkında göreceli yargılardan daha çok mutlak yargılarda bulunan versiyonları tartışıldı.
CER'in çeşitli şekillerde 'yakınsama', 'karşılıklılık' ya da 'kümülasyon' olarak adlandırılan bir
kavrama başvuran versiyonları da aynı derecede ilgi çekicidir. CER'in artzamanlı versiyonunun
savunucuları yukarıda tartışılan argümanları ((S1)-(S4) ve (T1)-(T2)) ek bir setle tamamlar.
Bunlar şu şekilde olma eğilimindedir:
(Cl) Bilimsel bir alandaki önceki teoriler başarılı ve dolayısıyla realist ilkelere göre
(örneğin yukarıdaki (S3)) yaklaşık olarak doğruysa, bilim insanları yalnızca önceki teorilerin
uygun kısımlarını koruyan sonraki teorileri kabul etmelidir.
(C2) Aslında, bilim insanları (Cl) stratejisini benimsemekte ve bu süreçte yeni, daha
başarılı teoriler üretmeyi başarmaktadır.
57 (C3) Bilim insanlarının daha önceki teorilerin uygun kısımlarını daha başarılı
haleflerinde tutmayı başarması 'gerçeği', önceki teorilerin gerçekten atıfta bulunduğunu ve
yaklaşık olarak doğru olduğunu gösterir. Dolayısıyla, (Cl)'de öne sürülen strateji sağlamdır.
Belki de burada hakim olan görüş Putnam'ın ve (dolaylı olarak) Popper'ın görüşüdür;
buna göre olgun bir bilimdeki rasyonel olarak gerekçelendirilmiş ardıl teoriler, öncül teoride
görünüşte atıfta bulunulan varlıklara referans içermeli (çünkü hipotez gereği, önceki teorideki
terimler atıfta bulunur) ve aynı zamanda sınırlayıcı durumlar olarak öncül teorinin teorik
yasalarını ve mekanizmalarını içermelidir. Putnam'ın bize söylediği gibi, bir realist, eski bir
teorinin uygulanabilir herhangi bir halefinin 'sınırlayıcı bir durum olarak T'nin yasalarını
içermesi' gerektiğinde ısrar etmelidir. Benzer düşünen bir yakınsamacı olan John Watkins de
konuyu bu şekilde ifade etmektedir:
Bilim tarihinde tipik olarak, şimdiye kadar baskın olan bir T teorisinin yerini T1
aldığında, T1'in T'ye tekabül ettiği [yani T'nin T1'in bir 'sınırlayıcı durumu' olduğu] görülür.
Popper, H. R. Post, Krajewski ve N. Koertge de dahil olmak üzere, son zamanlarda çok
sayıda bilim felsefecisi benzer bir görüşü benimsemiştir.
Bu tutma biçimi, geniş çapta tartışılan tek tutma biçimi değildir. Gerçekten de realistler,
bir zamanlar başarılı olan bir öncül teoriden (Ti) bir ardıl teoriye (T2) geçişte neyin korunduğu
ya da korunması gerektiği konusunda çok çeşitli iddialar ileri sürmüşlerdir. En önemli realist
muhafaza biçimleri arasında aşağıdaki durumlar yer almaktadır: (1) T2, Ti'yi gerektirir. (2) T2,
Ti'nin gerçek sonuçlarını veya doğruluk içeriğini muhafaza eder. (3) T2, Ti'nin 'doğrulanmış'
kısımlarını muhafaza eder. (4) T2, Ti'nin teorik yasalarını ve mekanizmalarını muhafaza eder.
(5) T2, sınırlayıcı bir durum olarak muhafaza eder. (6) T2, başarılı olduğu ölçüde neden başarılı
olduğunu açıklar ve (7) T2, Tx'in merkezi terrnleri için referansı korur.
Sıradaki orulması gereken soru, alıkoyma bu anlamlardan herhangi biriyle
anlaşıldığında, realistlerin yakınsama ve alıkoyma hakkındaki tezlerinin doğru olup
olmadığıdır.

Bilim İnsanları CER'in Kalıcı Stratejisini Benimsiyor mu?


Yakınsak gerçekçinin argümanının bir kısmı, bilim insanlarının genellikle daha önceki
teorileri daha sonrakilerde korumaya çalışma stratejisini benimsedikleri yönündeki bir iddiadır.
Putnam'ın belirttiği gibi: "önceki teorinin mekanizmalarını mümkün olduğunca korumak....
bilim insanlarının yapmaya çalıştığı şeydir. Bilim insanlarının bunu yapmaya çalıştığı bir
gerçektir ve bu stratejinin önemli keşiflere yol açtığı da bir gerçektir'.
Benzer bir şekilde, I. Szumilewicz (gerçekçiliği vurgulamasa da) birçok seçkin bilim
insanının, yeni bir kuramın yerini aldığı kuramla 'karşılıklılık' ilişkisi içinde olmasını araştırma
programlarının temel sezgisel şartı haline getirdiğinde ısrar eder. Eğer Putnam ve diğer
tutucular çoğu bilim insanının benimsediği strateji konusunda haklıysa, bilim tarihi
literatürünün daha sonraki teorilerin gerçekten de sınırlayıcı vakalar olarak daha önceki teorileri
içerdiğine dair kanıtlarla ya da daha önceki teorileri içermeyen daha sonraki teorilerin açıkça
reddedilmesiyle dolu olmasını beklememiz gerekir. Nadir durumlar dışında (özellikle mekanik
tarihinden gelen), bilim literatüründe bu kaygıların hiçbirine rastlanmamaktadır. Örneğin, hiç
kimse ışığın dalga teorisini daha önceki korpüsküler teorinin teorik mekanizmalarını 58
korumadığı için eleştirmemiştir; hiç kimse C. Lyell'in tekdüze jeolojisini katastrofist jeolojide
öne çıkan yedi nedensel süreçten vazgeçtiği gerekçesiyle hatalı bulmamıştır; Darwin'in teorisi
çoğu jeolog tarafından Lamarckçı evrim teorisinin birçok mekanizmasını korumadığı için
eleştirilmemiştir.
Gerçekçinin bilimlerde retentionist stratejinin yaygınlığına ilişkin kendinden emin
iddialarına karşılık bilimde kullanılan değerlendirme stratejilerine ilişkin hipotezini genel bir
iddia olarak destekleyecek hiçbir tarihsel çalışmadan haberdar olunmadı. Dahası, Putnam ve
Boyd "bilim insanlarının tutucu davranışlarının bir açıklamasını" sunduklarını iddia ettikleri
ölçüde, yanlış bir açıklamaya sahiptirler; çünkü bilimde yaygın bir strateji varsa, o da
"kendinden öncekilerin kuramsal yasalarını ve mekanizmalarını içerip içermediğine
bakmaksızın, deneysel olarak başarılı bir kuramı kabul et" diyen stratejidir. Aslında,
realistlerden (C2) bir yaprak alıp, önceki teorilerin genellikle referans vermediğini varsayma
stratejisinin başarısının, önceki teorilerin genellikle referans vermediğinin doğru olduğunu
gösterdiği iddia edilebilir!
DAHA SONRAKİ TEORİLER MEKANİZMALARI, MODELLERİ KORUYOR MU?
VE
DAHA ÖNCEKİ TEORİLERİN KANUNLARI

Bilim insanlarının benimsediği açık stratejiler ne olursa olsun, Putnam ve diğer bazı
tutucular daha sonraki teorilerin 'tipik olarak' daha önceki teorileri gerektirdiği ve 'daha önceki
teorilerin çoğu zaman daha sonraki teorilerin sınırlayıcı vakaları olduğu' konusunda haklı
mıdır? Ne yazık ki, bu soruyu yanıtlamak zordur, çünkü 'tipik olarak' kelimesi çok fazla
korunmaya izin veren zayıf kelimelerden biridir. Putnam ve Watkins'in 'çoğu zaman (ya da
belki de önemli vakaların çoğunda) halef teorilerin sınırlayıcı vakalar olarak selef teorileri
içerdiğini' kastettiklerini varsayacağız. Bu şekilde yorumlandığında, iddia açıkça yanlıştır.
Kopernik astronomisi Batlamyus astronomisinin tüm temel mekanizmalarını (örneğin bir
ekvant boyunca hareket) muhafaza etmemiştir; Newton'un fiziği Kartezyen mekaniğin,
astronominin ve optiğin tüm teorik yasalarını (hatta çoğunu) muhafaza etmemiştir; Franklin'in
elektrik teorisi kendinden önceki teoriyi sınırlayıcı bir durum olarak içermemiştir. Rölativistik
fizik ne eteri ne de onunla ilişkili mekanizmaları korudu; istatistiksel mekanik termodinamiğin
tüm mekanizmalarını içermiyor, modern genetik Darwinci pangenesisi sınırlayıcı bir durum
olarak içermiyor; ışığın dalga teorisi korpusküler optiğin mekanizmalarını benimsemedi;
modem embriyoloji klasik embriyoloji teorisinde öne çıkan mekanizmalardan çok azını
içeriyor. Başka bir yerde gösterdiğim gibi, kayıp hemen hemen her düzeyde gerçekleşmektedir:
59 önceki teorilerin doğrulanmış öngörüleri bazen sonrakiler tarafından açıklanmamaktadır;
önceki teoriler tarafından açıklanan 'gözlemlenebilir' yasalar bile her zaman muhafaza
edilmemektedir, hatta sınırlayıcı vakalar olarak bile; önceki teorilerin teorik süreçleri ve
mekanizmaları, çoğu zaman olduğu gibi, önemsiz şeyler olarak muamele görmektedir.
Mesele şu ki, en önemli teorik yeniliklerden bazıları, bilim insanlarının, realistlerin
'olgun' bilim insanlarına uymalarını emrettiği kümülasyoncu veya retansiyonist kısıtlamayı
ihlal etme istekliliğinden kaynaklanmıştır.
Yakınsak realistin bu konularda yanılıyor olmasının derin bir nedeni vardır. Bu kısmen
ontolojik çerçevelerin bilimdeki rolü ve sınırlayıcı durum ilişkilerinin doğası ile ilgilidir. Bilim
insanlarının 'sınırlayıcı durum' terimini kullandıkları gibi, T\ ancak T\'de bir değer atanan tüm
değişkenlere (gözlemlenebilir ve teorik) T2 tarafından bir değer atanmışsa ve T\'nin her
değişkenine atanan değerler, TyR ile tutarlı belirli başlangıç ve sınır koşulları belirlendiğinde
T2'nin ilgili değişkene atadığı değerlerle aynı veya çok yakınsa T2'nin sınırlayıcı bir durumu
olabilir. Bu durum, T\'nin T2'nin sınırlayıcı bir durumu olabilmesi için 1\ tarafından varsayılan
tüm varlıkların T2'nin ontolojisinde yer almasını gerektiriyor gibi görünmektedir.

Bir teori geçişine eşlik eden bir ontoloji değişikliği olduğunda, T2 (uygun başlangıç ve
sınır koşullarıyla birleştirildiğinde) T19'un ontolojisini yakalayamazsa, Tr, T2'nin sınırlayıcı bir
durumu olamaz. 1\ ve T2 ontolojilerinin uygun bir şekilde örtüştüğü durumlarda bile (yani
T2'nin ontolojisinin T/s'nin tamamını kapsadığı durumlarda), T2'nin sınırlayıcı bir durum
olması için 1\'nin tüm yasalarının uygun sınırlayıcı koşullar altında T2'den türetilebilmesi
gerekir. Bir teorinin diğerinin sınırlayıcı durumu olabilmesi için bu iki koşulun da (diğerlerinin
yanı sıra) karşılanması gerektiğini vurgulamak önemlidir.
20 'İndirgeyici' teoriyle tutarlı sınırlayıcı koşullar meselesi ilginçtir. Sınırlayıcı durum
ilişkilerinin en iyi bilinen açıklamalarından bazıları daha önceki bir teorinin daha sonraki bir
teorinin sınırlayıcı durumu olduğunu göstermeye, ancak daha sonraki teori tarafından açıkça
reddedilen sınırlayıcı varsayımları benimsemeye bağlıdır. Örneğin, birçok standart ders kitabı
tartışması, c'nin sonsuza yaklaşması koşuluyla, klasik mekaniği (bir kısmını) özel göreliliğin
sınırlayıcı bir durumu olarak sunar. Ancak özel görelilik c'nin bir sabit olduğu iddiasına
bağlıdır. Esasen T2 ile tutarsız bir varsayım içeren bir T2'den 7\'nin 'türetilmesinde' şüpheli bir
şey yok mu? Eğer T2 doğruysa, o zaman T\'yi türetmek için yaygın olarak kullanılan bir
önermenin sınırlayıcı bir durum olarak kabul edilmesini yasaklar. (Bu tür kanıtların çoğunun
itiraz edilmeyecek şekilde yeniden formüle edilebileceğini belirtmek gerekir; örneğin görelilik
durumunda, v -" 0 yerine v -> °°.) T2'nin ontolojisinde korunmuştur, çünkü T2'nin yaklaşık
olarak doğru olduğunu iddia ettiği şey her şeyden önce bu ontolojidir.
Çoğu zaman filozoflar (ve fizikçiler) T\ ve T2 arasında bundan çok daha azına dayanan
bir sınırlayıcı durum ilişkisinin var olduğu sonucuna varırlar. Örneğin, birçok yazar bir teorinin
diğerinin sınırlayıcı durumu olduğunu iddia etmiştir, çünkü birincisinin yasalarının tamamı
değil, sadece bir kısmı ikincisinden türetilebilir. Diğer durumlarda ise, bir teorinin diğerinin
sınırlayıcı örneği olduğu söylenmiştir, zira birincinin matematiksel yasaları ikincide
homolojiler bulmakta ancak birincinin ontolojisi ikincininkinden tam olarak
çıkarılamamaktadır.
Sıklıkla yanlış tanımlanan önemli bir örneği ele alalım: klasik eter teorisinden
rölativistik ve kuantum mekaniğine geçiş. Elbette klasik mekaniğin bazı yasalarının göreli
mekaniğin sınırlayıcı durumları olduğu gösterilebilir. Ancak klasik teori tarafından ortaya
konan ve modem mekaniğin sınırlayıcı durumları olması düşünülemeyen başka yasalar ve genel
60
iddialar da vardır (örneğin eterin yoğunluğu ve ince yapısı hakkındaki iddialar, eter ve madde
arasındaki etkileşimin karakteri hakkındaki genel yasalar, eterin sıkıştırılabilirliğini
detaylandıran modeller ve mekanizmalar). Bunun nedeni basittir: bir teori, o teorinin dilinde
yer almayan bir değişkene değer atayamaz (ya da daha günlük bir ifadeyle, varlığını kabul
etmediği varlıklara özellik atayamaz). Klasik eter fiziği, diğerlerinin yanı sıra ışığın eterden
geçişiyle başa çıkmak için varsayılan bir dizi mekanizma içeriyordu. Bu tür mekanizmaların,
eterik bir ortamın varlığını reddeden ve eter tarafından yerine getirilen açıklayıcı görevleri çok
farklı mekanizmalarla yerine getiren özel görelilik teorisi gibi bir ardıl teoride ortaya çıkması
mümkün değildir.
On dokuzuncu yüzyıl matematiksel fiziği, bazı değişkenleri şu anda varlığını inkar
ettiğimiz varlıklara atıfta bulunduğu için fiziğimizin sınırlayıcı vakaları olduğu gösterilemeyen,
açıkça başarılı matematiksel teorilerin benzer örnekleriyle doludur. Adolf Griinbaum'un (1976)
mantıklı bir şekilde savunduğu gibi, T2'nin T/s ontolojisinin tamamını 'içermediği' iki uyumsuz
teori ve T2 ile karşı karşıya kaldığımızda, T2 tarafından varsayılmayan T\ varlıklarını içeren
7\'nin tüm mekanizmaları ve teorik yasaları T2'de sınırlayıcı durumlar olarak bile muhafaza
edilemez. Bu sonuç bazı açılardan önem taşımaktadır. Yakınsak ya da tutucu gerçekçiliğin
sahip olduğu az sayıdaki makuliyet, klasik ve post-klasik mekanik ile yerçekimi teorisi
arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde tanımladığı ön varsayımından kaynaklanmaktadır.
Gerçekçi için bu ilk bakışta en elverişli durumda bile (önceki teorinin bazı yasalarının
sonraki teorinin gerçekten sınırlayıcı durumları olduğu durumlarda), değişen ontolojilerin veya
kavramsal çerçevelerin önceki teori tarafından öne sürülen merkezi teorik yasaların ve
mekanizmaların çoğunu yakalamayı imkansız kıldığını gördüğümüzde, Putnam'ın iddiasının ne
kadar yanıltıcı olduğunu görebiliriz (1978: 20) "bilim insanlarının yapmaya çalıştığı şey, önceki
teorinin mekanizmalarını mümkün olduğunca korumak ya da bunların yeni mekanizmaların
"sınırlayıcı vakaları" olduğunu göstermektir". Önceki teorinin mekanizmalarının, sonraki
teorinin varlığını reddettiği varlıkları içerdiği durumlarda, hiçbir bilim insanı önceki
mekanizmaları toptan reddetme konusunda herhangi bir vicdan azabı duymaz (ya da
duymamalıdır).
Ancak temel ontolojide bir değişiklik olmadığı durumlarda bile, birçok teori (fizik gibi
olgun bilimlerde bile) öncüllerinin tüm açıklayıcı başarılarını korumakta başarısız olmaktadır.
İstatistiksel mekaniğin makro-termodinamiğin tersinmezliğini henüz gerçek bir sınırlayıcı
durum olarak yakalayamadığı iyi bilinmektedir. Klasik süreklilik mekaniği henüz kuantum
mekaniğine ya da göreliliğe indirgenmemiştir. Çağdaş alan teorisi, fiziksel yasaların uzayda
yansıma altında değişmez olduğu yönündeki klasik tezi henüz tekrarlayamamıştır. Eğer bilim
insanları realistlerin kısıtlamasını (yani yeni teorilerin sınırlayıcı durumlar olarak eski teorilere
sahip olması gerektiğini) kabul etmiş olsalardı, ne görelilik ne de istatistiksel mekanik
uygulanabilir teoriler olarak görülmeyecekti. Daha önce de söylendi, ancak tekrar tekrar
yinelenmesi gerekiyor: iki teorinin seçilmiş bileşenleri arasında sınırlayıcı ilişkilerin varlığına
dair bir kanıt, bir teorinin diğerinin sınırlayıcı bir durumu olduğuna dair sistematik bir kanıttan
çok uzaktır. Klasik ve modern fizik, yakınsak gerçekçinin hatalı bir şekilde hayal ettiği şekilde
birbirlerine dayanıyor olsalar bile, tüm ileri bilimlerdeki teori ardıllarının sınırlayıcı durum
ilişkileri gösterdiğine dair aceleci genellemesi açıkça yanlıştır. Ancak, bu tartışmanın da
gösterdiği gibi, gerçekçinin paradigma vakası bile onun bu konuda öne sürdüğü iddiaları
desteklemeyecektir.

61 Bu analizin altını çizdiği nokta, yakınsak epistemolojik gerçekçiliğin pek çok biçiminin
ne kadar gerici olduğudur. Eğer CER'in mevcut olgun teorileri referans, mevcut kanun ve
mekanizmaları da yaklaşık olarak gerçek olarak kabul etmeyen her yeni teoriyi reddetme
tavsiyesi ciddiye alınırsa, teorilerimizdeki derin yapı ve ontolojik değişikliklere yönelik her
türlü ihtimal ortadan kalkacaktır. Teorik modellerimizin önemli ölçüde reddedilmesi de aynı
şekilde yasaklanmış olacaktır. Bilginin büyümesine olan bağlılığına rağmen realist, gelecekteki
tüm teorileri çağdaş (olgun) bilimin ontolojisine uyum sağlamaya zorlayarak ve gelecekteki bir
neslin en iyi teorilerimizdeki merkezi terimlerin bazılarının (hatta çoğunun) 'doğal yer',
'flojiston', 'eter' veya 'kalori'den daha fazla referans olmadığı sonucuna varma olasılığını ortadan
kaldırarak farkında olmadan bilimi mevcut haliyle donduracaktır.

Teoriler Realistlerin İstediği Şekilde Birleşebilir mi?


Gerçek bilim içerisinde, genellikle realistlerin talep ettiği türden sürekliliğin bu ihlalleri,
yakınsak realistin kendi açıklaması olarak aldığı bilimsel büyüme biçiminin olgun bilimlerde
bile çoğu zaman mevcut olmadığını göstermek için tek başına yeterlidir. Ancak bu özel
durumların ötesine geçerek, realistlerin talep ettiği türden bir birikimin ilkesel olarak ulaşılamaz
olduğunu gösterebiliriz. Özellikle, David Miller ve diğerleri tarafından ortaya konan bazı
sonuçlardan yararlanarak aşağıdakiler gösterilebilir:
1. Bir ardıl teori olan T2'nin hem selefi Tr'nin gerçek sonuçlarını önceden doğru olarak
sunması hem de 7'nin anomalilerini açıklaması gerektiği yönündeki bilindik gereklilik
çelişkilidir.
2. Eğer yeni bir teori, T2, selefinin ontolojisinde veya kavramsal çerçevesinde bir
değişiklik içeriyorsa, o zaman Tr, T2'nin sahip olmadığı doğru ve kesin sonuçlara sahip
olacaktır.
3. Eğer iki teori, Tr ve T2, birbiriyle uyuşmuyorsa, o zaman her biri diğerinin sahip
olmadığı doğru ve kesin sonuçlara sahip olacaktır.
Bu sonuçlara varmak için, bir teorinin ifadelerin bir birleşimi olduğu ve sonuçlarının
içerik sınıfları açısından Tarski'ye göre tanımlandığı 'sözdizimsel' bir teori görüşünü kullanmak
gerekir. Söylemeye gerek yok ki bu, teoriler hakkında düşünmenin ne tek ne de en iyi yoludur;
ancak yakınsama ve kalıcılığı savunan çoğu filozofun teorileri kavrama eğilimi bu şekildedir.
Söylenebilecek olan şey, bir teorinin içeriği ve sonuçlarına ilişkin Tarskçı kavrayışın onlar gibi
kullanılması halinde, 1-3. sonuçlarda atıfta bulunulan bilindik yakınsamacı tezlerin hiçbir
anlam ifade etmeyeceğidir.
Miller'ın analizinin temel ama yıkıcı sonuçları, bilimsel ilerleme ya da büyümeyi bir
önceki teorinin Tarskçı içeriğinin ya da mantıksal sonuçlarının ya da gerçek sonuçlarının ya da
gözlemlenen sonuçlarının ya da teyit edilen sonuçlarının toptan korunmasına bağlama
çabalarının neredeyse tümünün mahkum olduğunu ortaya koymaktadır. Realistler, bilimde
kümülatif tutuculuğun hakim olduğunu düşündükleri sürece sadece tarihlerini yanlış anlamakla
kalmazlar, aynı zamanda teori değişikliği yoluyla neyin tutulması gerektiğine dair görüşleri göz
önüne alındığında, tarihin muhtemelen modellerinin gerektirdiği şekilde olamayacağını da
görebiliriz. Realistlerin kümülatiflik konusundaki katı tutumları tarihsel olarak yanlış olduğu
kadar normatif olarak da hatalıdır.
Diğer pek çok realistle birlikte Putnam da 'olgun bilimlerin yakınsadığını... ve bu
62
yakınsamanın bilim teorisi için büyük bir açıklayıcı değere sahip olduğunu' iddia etmiştir. Bu
bölümün de göstereceği gibi, Putnam ve diğer realistlerin her iki konuda da yanıldıkları
söylenebilir. Popper bir keresinde 'hiçbir bilgi teorisi, şeyleri açıklama girişimlerimizde neden
başarılı olduğumuzu açıklamaya çalışmamalıdır' demişti. Böyle bir dogma çok güçlüdür. Ancak
yukarıdaki analizin gösterdiği şey, son dönem epistemolojisinin mesleki bir tehlikesinin,
başarımızın ikna edici açıklamalarının kolay veya ucuza geldiğini hayal etmek olduğudur.

Yeni Teoriler Seleflerinin Neden Başarılı Olduğunu Açıklamalı mıdır?


Yukarıda özetlenenden görünüşte daha mütevazı bir gerçekçilik, genellikle Sellars'a
atfedilen gereklilik biçiminde aşinadır (R4) - her tatmin edici yeni teori, başarılı olduğu ölçüde
selefinin neden başarılı olduğunu açıklayabilmelidir. Bu görüşe göre, uygulanabilir yeni
teorilerin seleflerinin tüm içeriğini korumasına veya bu selefleri sınırlayıcı vakalar olarak
yakalamasına gerek yoktur. Bunun yerine, uygulanabilir yeni bir teorinin, TN'nin, dünyayı eski
To teorisine göre tasarladığımızda, To tarafından yönlendirilen beklentilerimizin doğru veya
yaklaşık olarak doğru olduğu bir dizi koşulun neden var olduğunu açıklaması gerektiği
konusunda ısrar edilmektedir.
Bu gereklilikten ne anlamalıyız? İlk olarak, açıkça karşılıksızdır. Eğer TN'nin To'dan
daha fazla doğrulanmış sonucu (ve daha fazla kavramsal basitliği) varsa, TN To'nun neden
başarılı olduğunu açıklayamasa bile, TN To'ya tercih edilebilir. Tersine, TN'nin To'dan daha az
doğrulanmış sonucu varsa, TN To'nun neden başarılı olduğunu açıklayabilse bile, TN rasyonel
olarak To'ya tercih edilemez. Kısacası, bir teorinin rakibinin neden başarılı olduğunu
açıklayabilmesi, o teorinin rakibinden daha iyi olduğunu söylemek için ne gerekli ne de yeterli
bir koşuldur.
Yeni teorilerin seleflerinin neden başarılı olduğunu açıklaması gerektiği iddiası başka
zorluklarla da karşı karşıyadır. Bunların başında kavramın kendisinin muğlaklığı gelmektedir.
Eski bir teorinin (To) başarılı olduğunu göstermenin bir yolu, çok başarılı yeni bir teori (TN)
ile birçok doğrulanmış sonucu paylaştığını göstermektir.
Ancak bu, bilimsel bir realistin kabul edebileceği bir 'açıklama' değildir, çünkü To veya
TN'nin epistemik bir değerlendirmesine hiçbir atıfta bulunmaz ve dolayısıyla buna bağlı
değildir. (Sonuçta, bir araçsalcı, eğer TN 'olguları kurtarıyorsa', o zaman To'nun da -
gözlemlenebilir sonuçlarından bazıları TN'ninkilerle örtüştüğü veya deneysel olarak ayırt
edilemediği sürece - olguları kurtarmayı başarması gerektiğini oldukça mutlu bir şekilde kabul
edebilir).
Bu ikna edici açıklamada kullanılan sezgi, yeni bir teorinin pragmatik başarısının, yeni
teorinin ve selefinin ilgili sonuçlarının kısmi bir karşılaştırmasıyla birleştiğinde, bazen bizi eski
teorinin ne zaman işe yaradığını ve ne zaman başarısız olduğunu söyleyebilecek bir konuma
getireceğidir. Ancak bu şekilde yapılabilecek karşılaştırmalar, ne yeni ne de eski teorinin
epistemik değerlendirmelerini içermez. Buna göre, bu tür karşılaştırmaların mümkün olması
epistemik realizm için hiçbir argüman sağlamaz.
Görünüşe göre realistin ihtiyacı olan şey, epistemik olarak sağlam bir 'selefin başarısını
açıklama' anlayışıdır. Böyle bir epistemik tanımlama muhtemelen yeni teori TN'nin yaklaşık
63 olarak doğru olduğu iddiasıyla başlayacak ve selefi To'nun 'gözlemlenebilir' iddialarının TN'nin
'gözlemlenebilir' sonuçlarından (bazılarından) çok az saptığını göstermeye devam edecektir.
Daha sonra TN'nin (varsayılan) yaklaşık doğruluğunun ve To ile TN'nin kısmen örtüşen
sonuçlarının To'nun neden başarılı olduğunu ortaklaşa açıkladığı iddia edilecektir. Ancak bu
bir non sequitur'dur. Yukarıda gösterdiğim gibi, TN'nin yaklaşık olarak doğru olması bile neden
başarılı olduğunu açıklamaz; bu koşullar altında, TN'nin yaklaşık doğruluğu, TN'den farklı bir
teorinin neden başarılı olduğunu nasıl açıklayabilir? TN ve To arasındaki ilişkilerin doğası ne
olursa olsun (gerektirme, sınırlayıcı durum, vb.), To ya da TN'ye (ya da her ikisine) yaklaşık
doğruluğun epistemik atfedilmesi, To ya da TN'nin ne kadar başarılı olduğu sorularına
dokunmadan bırakır.
Yeni teorilerin eski teorilerin neden başarılı olduğunu açıklaması gerektiği fikri,
başlangıçta, yeni teorilerin kendilerinden öncekileri gerektirdikleri için tam olarak açıkladıkları
'seviyeler' resmine bir rakip olarak ortaya çıkmıştır. Açıkça görülüyor ki bu, seviyeler resmine
göre bir gelişmedir (çünkü sonraki teorilerin genellikle öncekileri gerektirmediğini kabul eder).
Ancak teoriler arası ilişkilere dair genel bir tez olarak formüle edildiğinde, realist bir
epistem¬olojiyi desteklemek üzere tasarlandığında, bu pozisyonun daha önceki bölümlerde
tartışılanlara benzer zorluklardan nasıl kaçınacağını görmek zordur.

Realistlerin Nihai Petitio Principii'si


Petitio principii, kalıplaşmış Latince bir terimdir. Döngüsel nedensellikten doğan
safsatayı tanımlar. Bir sonuca neden olan şeyi, o sonucu ispatlamakta kullanma safsatasıdır.
Safsatalarla doğru bilgi edinilemez ve bir yere varılamaz.
Realistlerin argümanının detaylarından bir an geri çekilip genel stratejisine bakmanın
zamanı geldi. Temelde realist, gördüğümüz gibi, bilimin başarısından yola çıkarak bilimin
yaklaşık olarak doğru, gerçeğe benzer veya referanslı (ya da bunların herhangi bir
kombinasyonu) olduğu sonucuna varan tümevarımsal bir çıkarım kullanmaktadır. Bu argüman
şüpheciye teorilerin kötü niyetli olmadığını, pozitiviste teorilerin gözlemsel sonuçlarına
indirgenemeyeceğini ve pragmatiste klasik epistemik kategorilerin (örneğin 'doğruluk' ve
'yanlışlık') metabilimsel söylemin ilgili bir parçası olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.
O halde, 'bilimsel' bir hipotez olarak gerçekçiliğin kendisi ne olacak? Gerçekçiliğin
bilimin başarısını gerektirdiğini ve dolayısıyla açıkladığını kabul etsek bile ('Yaklaşık Gerçek
ve Başarı' bölümünde savunduğumun aksine), bu (varsayımsal) başarı, gerçekçinin kendi
bilimsel kabul edilebilirlik yorumuna göre, gerçekçiliğin kabulünü garanti etmeli midir?
Realizm bilimin başarısını açıklamak üzere tasarlandığından, bu başarıya ilişkin olarak
tamamen ad hoc kalmaktadır. Eğer gerçekçilik bazı yeni öngörülerde bulunmuş ya da dikkatle
kontrol edilen testlere tabi tutulmuşsa, bunu çağdaş gerçekçilik literatüründen öğrenemeyiz.
Görünürde tutarsızlık riskini göze alan realist, araçsalcının olguları kaydetmenin önemli bir
kanıt desteği biçimi olduğu görüşünü reddederken, realizmin kendisini, açıklamak için icat
edildiği olgular tarafından doğrulandığı şeklindeki şeffaf araçsalcı gerekçelerle onaylar. Hiçbir
realizm savunucusu, realizmin, realistin kendisinin de bilimsel teorileri değerlendirirken asgari
düzeyde ısrar ettiği bu katı ampirik talepleri karşıladığını göstermeye çalışmamıştır. Günümüz
realisti realizmi sıklıkla "bilimsel" ya da "iyi test edilmiş" bir hipotez olarak adlandırmakta,
ancak onu ampirik sağlamlığın olmazsa olmazı olarak kabul ettiği kontrollere tabi tutma
konusunda tuhaf bir şekilde isteksiz görünmektedir.
Putnam'ın gerçekçiliğin 'ampirik' ya da 'bilimsel' karakterine ilişkin görüşlerini oldukça
64
kafa karıştırıcı buluyorum. Bazı noktalarda, gerçekçiliğin hem ampirik hem de bilimsel
olduğunu öne sürer gibi görünmektedir. Nitekim şöyle yazmaktadır; 'Eğer realizm bu gerçeğin
[yani bilimin başarılı olduğunun] bir açıklaması ise, realizmin kendisi de kapsayıcı bir bilimsel
hipotez olmalıdır'. Putnam öncülü açıkça savunduğu için sonuca da bağlı görünmektedir. Başka
bir yerde, belirli realist ilkelere 'bilgi hakkındaki en üst düzey ampirik genellemelerimiz' olarak
atıfta bulunur. Dahası, realizmin 'yanlış olabileceğini' ve 'olguların onu desteklemekle (ya da
eleştirmekle) ilgili olduğunu' söyler.

Sonuç
Yukarıda tartışılan argümanlar ve vakalar aşağıdaki sonuçlara varılmasını gerektirmektedir:
1. Bir teorinin temel terimlerinin atıfta bulunması, başarılı olmasını gerektirmez ve bir
teorinin başarısı, temel terimlerinin tamamının veya çoğunun atıfta bulunduğu iddiası için bir
gerekçe değildir.
2. Yaklaşık doğruluk kavramı, tamamen yaklaşık olarak doğru yasalardan oluşan bir
teorinin deneysel olarak başarılı olup olmayacağına karar vermek için şu anda çok belirsizdir.
Açık olan şey, bir teorinin yaklaşık olarak doğru olmasa bile deneysel olarak başarılı
olabileceğidir.
3. Realistlerin, yaklaşık olarak doğru olmayan ve 'teorik' terimlerinin görünüşte atıfta
bulunmadığı birçok teorinin, yine de genellikle başarılı olduğu gerçeğine dair hiçbir
açıklamaları yoktur.
4. Yakınsamacının 'olgun' bir disiplindeki bilim insanlarının genellikle daha önceki
teorilerin yasalarını ve mekanizmalarını daha sonrakilerde koruduğu ya da korumaya çalıştığı
iddiası muhtemelen yanlıştır. Bu tür yasalar başarılı bir ardılda korunduğunda, ardılın başarısını
korunan yasaların ve mekanizmaların doğruluğuyla açıklayabileceğimiz iddiası, yaklaşık
doğrulukla ilgili yukarıda belirtilen tüm kusurlardan muzdariptir.
5. Gönderme yapan kuramların ve yaklaşık olarak doğru kuramların başarılı olacağı
gösterilebilseydi bile, gerçekçinin başarılı kuramların yaklaşık olarak doğru ve gerçekten
gönderme yapan kuramlar olduğu argümanı, tam da gerçekçi olmayanın reddettiği şeyi, yani
açıklayıcı başarının doğruluğa işaret ettiğini kabul eder.
6. Kabul edilebilir teorilerin, kendilerinden öncekilerin neden başarılı ya da başarısız
olduğunu açıkladığı ya da açıklaması gerektiği açık değildir. Bir teori rakiplerinden ve
öncüllerinden daha iyi destekleniyorsa, rakiplerinin neden işe yaradığını açıklayıp açıklamadığı
epistemik olarak belirleyici değildir.
7. Bir teori bir kez yanlışlanmışsa, halefinin ya tüm içeriğini ya da doğrulanmış sonuçlarını
veya teorik mekanizmalarını korumasını beklemek mantıksızdır.
8. Gerçekçiler, gerçekçi olmayan epistemologların bilimin başarısını açıklayacak
kaynaklardan yoksun olduğunu, fiat dışında hiçbir yerde ortaya koymamıştır.
Bu özel sonuçları akılda tutarak daha genel bir sonuca geçebiliriz: Gerçekçiliğin bilimin
başarılarının herhangi bir kısmını açıklayabileceği -Putnam, Newton-Smith ve Boyd'a rağmen-
henüz kanıtlanmış değildir. Çok açık olan şey, gerçekçiliğin, kendi ışıklarıyla bile, temel
65 terimlerine açıkça atıfta bulunulmayan ve teorik yasaları ve mekanizmaları tam olarak doğru
olmayan birçok teorinin başarısını açıklayamayacağıdır. Kaçınılmaz sonuç, birçok realistin
bilimin nasıl işlediğini açıklamak ve epistemolojilerinin yeterliliğini bu standarda göre
değerlendirmekle ilgilendikleri ölçüde, şimdiye kadar pek çok şeyi açıklamakta başarısız
olduklarıdır. Epistemolojileri, başa çıkma kaynaklarının ötesinde görünen anomalilerle karşı
karşıyadır.
Bu kitabın olası bir yanlış yorumlanmasına karşı korunmak önemlidir. Burada
söylediğim hiçbir şey, ilke olarak, gerçekçi bir bilim epistemolojisi olasılığını
reddetmemektedir. Böyle bir sonuca varmak, pek çok realistin bilimi realist olmayan bir şekilde
açıklama olasılığını ilkesel olarak reddettiği aynı çıkarımsal prematüreliğin kurbanı olmak
olacaktır. Benim buradaki görevim, daha ziyade, bir şeye inanmayı istemek ile ona inanmak
için iyi nedenlere sahip olmak arasında bir fark olduğunu kendimize hatırlatmaktır. Hepimiz
gerçekçiliğin doğru olmasını isteriz; bilimin, şeylerin gerçekte nasıl olduğunu kavradığı için işe
yaradığını düşünmek isteriz. Ancak bu tür iddialar henüz ortaya atılmamıştır. Teknolojinin
mevcut durumu göz önüne alındığında, gerçekçiliğin ve yalnızca gerçekçiliğin bilimin neden
işe yaradığını açıkladığı iddiasına yol açan yalnızca dileklerin yerine getirilmesi olabilir.
YAPISAL GERÇEKÇİ Lİ K:

İ Kİ DÜNYANIN DA EN İ Yİ Sİ Mİ ?

Halihazırda kabul gören fiziksel teoriler eğri bir uzay-zaman yapısını, temel parçacıkları
ve çeşitli türden kuvvetleri varsaymaktadır. Gözlem temelinde kesin olarak bilebildiklerimiz,
en fazla, makroskopik cisimlerin hareketleri, belirli durumlarda bulut odalarında ortaya çıkan
izler vb. hakkındaki gerçeklerdir. Fizikteki temel teorilerin içeriğinin çoğu, 'doğrudan
gözlemsel' olanın 'ötesine' geçer - 'doğrudan gözlemsel' olanın ne kadar liberal bir anlayışı
benimsenirse benimsensin. Halihazırda kabul edilen teorilerimizin gerçekten teorik, gözlemi
aşan içeriğinin durumu nedir? Çoğumuz, teorinin bu gözlemi aşan kısmındaki ifadelerin,
gözlemlenebilir olguların 'arkasında' yatan bir gerçekliğe dair teşebbüs edilmiş açıklamalar
olduğunu düşünmeden kabul ediyoruz: bu teoriler gerçekten de uzay-zamanın maddenin
varlığında eğrildiğini, elektronların, nötrinoların ve diğerlerinin var olduğunu ve çeşitli komik
şeyler yaptığını doğrudan iddia ediyor. Dahası, çoğumuz bu teorilerin muazzam deneysel
başarısının, altta yatan gerçekliğin bu tanımlarının doğru ya da en azından 'esasen' veya
'yaklaşık olarak' doğru olduğu varsayımını meşrulaştırdığını düşünmeden kabul ederiz.
Anladığım kadarıyla bilimsel gerçekçiliğin temel sorunu, üzerinde düşündükten sonra
çoğumuzun düşünmeden benimsediği bu görüşe sahip olmak için iyi nedenler olup olmadığıdır.
Elbette gerçekçilik karşıtı çeşitli alternatifler mevcuttur. Bunlardan en yaygın olanı,
teorilerimizin gözlem-aşkın içeriğinin aslında ve görünürdeki mantıksal biçimine rağmen hiç 66
de betimleyici olmadığı, bunun yerine deneysel yasalar için basit bir 'iskele' olduğu yönündeki
pragmatik veya araçsalcı görüşün bir versiyonudur. Teoriler kodlama şemalarıdır; 'elektron' ya
da 'zayıf kuvvet' gibi teorik terimlerin gerçek varlıklara atıfta bulunma niyetinde bile
olmadıkları, bunun yerine sadece deneysel yasalarımızı bir sisteme yerleştirmek için ortaya
atılan kurgusal isimler oldukları düşünülmelidir. Daha yeni bir anti-realist pozisyon - van
Fraassen'in pozisyonu - teorik terimlerin her halükarda gerçek varlıklara atıfta bulunduğunu (ve
örneğin karmaşık gözlemsel terimler için basitçe stenografi olmadığını), ancak en iyi
teorilerimizin bile doğru olduğunu, hatta 'yaklaşık olarak' doğru olduğunu, hatta bilimin
amacının doğru teoriler üretmek olduğunu varsaymak için hiçbir neden olmadığını; bunun
yerine, bir teorinin kabulünün sadece teorinin 'deneysel olarak yeterli' olduğu, 'olguları
kurtardığı' iddiasını içerdiği düşünülmelidir.
Son tartışmalarda esasen yeni bir argüman bulamıyorum. Bana en ikna edici görünen
iki argüman çok eskidir - her ikisi de kesinlikle Poincare ve Duhem'de bulunmaktadır. Bilimsel
gerçekçilik sorununun asıl ilgi çekici yanı, bence, bu iki ikna edici argümanın zıt yönlere
çekiliyor gibi görünmesinde yatmaktadır; biri gerçekçilik lehine, diğeri aleyhine konuşuyor gibi
görünmektedir; yine de gerçekten tatmin edici bir pozisyonun her iki argümanı da kendi
tarafında tutması gerekir. Bu makalenin amacı, iki argüman arasındaki bu gerilimi incelemek
ve (daha fazla değil) eski ve şimdiye kadar çoğunlukla ihmal edilmiş bir pozisyonun bu ikisini
uzlaştırmak için en iyi umudu sunabileceğini öne sürmektir.
Birini gerçekçiliğe yönelten ana argümana (belki de 'düşünce' demek daha doğru olur)
'mucize yok' argümanı diyeceğim (günümüzde bunun bir versiyonu bazen gerçekçilik için 'nihai
argüman' olarak adlandırılsa da). Bu argüman çok kabaca şu şekildedir. Eğer bir teori, örneğin
genel görelilik teorisi ya da ışığın foton teorisi kadar çok sayıda doğru ampirik öngörüde
bulunsaydı ve bu teorinin evrenin temel yapısı hakkında söyledikleri doğru ya da 'esasen' ya da
'temelde' doğru olmasaydı, bu bir mucize, neredeyse kozmik ölçekte bir tesadüf olurdu. Ancak
mucizevi olmayan bir alternatif varsa mucizeleri kabul etmemeliyiz. Eğer bu teorilerin olguların
'arkasında' olup bittiğini söylediği şey gerçekten doğruysa ya da 'yaklaşık olarak doğruysa', o
zaman olguları doğru anlamaları şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, şu anda kabul edilen teorilerin
gerçekten de 'esasen' doğru olduğu sonucuna varmak makuldür. Ne de olsa kuantum teorisi
Lamb kayması gibi bazı olguları 6 ya da 7 ondalık basamağa kadar doğru çıkarmaktadır; bazı
bilim adamlarına göre, yalnızca mantıksal olasılıklardan aşırı derecede etkilenen bir filozof
bunun kuantum teorisinin gerçekliğin temelde doğru bir açıklaması olamamasıyla uyumlu
olduğuna inanabilir.
Bu arada, argümanın bir teorinin ampirik başarısının belirli bir şekilde anlaşılmasını
gerektirdiğine dikkat edin. Bir teorinin sahip olduğu ve doğru çıkan her ampirik sonuç, teorinin
bir şekilde 'evrensel taslağı' yakalamış olması gerektiği fikrine sezgisel bir destek
vermeyecektir. Spesifik olarak, teoriye post hoc olarak yazılmış herhangi bir ampirik sonuç
dışlanmalıdır. Bir teorinin zaten doğru olduğu bilinen ve teorinin ortaya çıkarmak üzere
tasarlandığı bir olguyu doğru çıkarmasının mucize olmadığı açıktır. Eğer söz konusu olgu
teorinin inşasında kullanılmışsa - örneğin başlangıçta serbest olan bir parametrenin değerini
sabitlemek için - o zaman teori bu olguyu doğru olarak elde etmek zorundadır. (Öte yandan,
söz konusu deneysel sonuç teoriye yazılmamışsa, teorinin 'esasen doğru' olduğu fikrine verdiği
destek, sonucun teori formüle edildiğinde zaten bilinip bilinmediğinden kesinlikle bağımsızdır.)

67 Bu sezgisel 'mucize yok' argümanı, hepsi sorunlu ve bazıları diğerlerinden daha sorunlu
olmak üzere çeşitli şekillerde daha kesin hale getirilebilir. Örneğin, genellikle bir tür 'en iyi
açıklamaya çıkarım' ya da Peircian 'abdüksiyon' olarak kullanılır. Ancak, Laudan ve Fine'ın
(bölüm I, bu cilt) da belirttiği gibi, anti-realist tam olarak bilimde en iyi açıklamaya çıkarımın
geçerliliğini reddetme işinde olduğundan, felsefede realizmi tartışmanın bir aracı olarak buna
izin vermesi pek olası değildir. Belki daha da önemlisi, bazı filozofların açıklama gücü
temelinde realizmin kendisine bilimsel statü kazandırma çabalarına rağmen, iyi bir bilimsel
açıklama ile mevcut teorilerimizin başarısı için realizm tezi tarafından sağlanan 'açıklama'
arasında kesinlikle çok önemli, pragmatik bir fark vardır. İkna edici bir bilimsel açıklamanın
gerekliliklerinden biri bağımsız test edilebilirliktir -Newton'ın gezegen yörüngelerine ilişkin
açıklaması çok iyi bir açıklamadır çünkü teori yörüngelerin yanı sıra test edilebilir pek çok şey
daha ortaya koymaktadır: dünyanın oblatlığı, Halley kuyruklu yıldızının geri dönüşü vb. Ancak
gerçekçiliğin mevcut teorilerimizin başarısına ilişkin 'açıklaması' söz konusu olduğunda, elbette
herhangi bir bağımsız test söz konusu olamaz. Bilimsel gerçekçilik kesinlikle bilimin
başarısından ilginç bir şekilde çıkarılamaz. 'Mucize yok' argümanı bilimsel gerçekçiliği
kanıtlayamaz; iddia sadece, diğer şeyler eşit olduğunda, bir teorinin öngörüsel başarısının, bir
şekilde ya da başka bir şekilde gerçeği yakalamış olması lehine bir ilk akla yatkınlık argümanı
sağlamasıdır.
Argümanın psikolojik gücü, genellikle (göreceğimiz gibi yanlışlıkla da olsa) anti-
realizmin ya da araçsalcılığın büyük savunucuları olarak kabul edilen filozoflar tarafından bile
keskin bir şekilde hissedilmiştir: Pierre Duhem ve Henri Poincare. Örneğin Duhem şöyle diyor
Dolayısıyla [bir teorinin] en yüksek testi, sadece geleceğin ortaya çıkaracağı şeyleri
önceden göstermesini istemektir. Ve deney yapıldığında ve teorimizden elde edilen tahminleri
doğruladığında, aklımızın soyut kavramlar arasında kurduğu ilişkilerin yalnızca şeyler
arasındaki ilişkilere karşılık geldiğine dair inancımızın güçlendiğini hissederiz. (1906: 28)
Örneğin, Newton'un yasasını dile getirmeye hakkımız var mı? Çok sayıda gözlemin bu
yasayla uyumlu olduğuna şüphe yok, ama bu basit bir şans gerçeği değil mi? Ayrıca bunca
kuşak boyunca doğru olan bu yasanın bir sonraki kuşakta yanlış olmayacağını nereden
biliyoruz? Bu itiraza verebileceğiniz tek yanıt şudur: Bu çok olanaksızdır.
Dolayısıyla, 'mucize yok' argümanının, sağduyulu bir insanı bir tür bilimsel gerçekçi
görüşe yöneltebileceğini düşünüyorum. Ancak bilim tarihine ve özellikle de bilimsel devrimler
olgusuna yakından bakarsa, bu gerçekçi duyguların buharlaştığını hissetmesi muhtemeldir.
Newton'un kütle çekim teorisi şaşırtıcı bir öngörü başarısına sahipti: gezegen
yörüngelerinin katı Keplerian elipslerinden uzaklaşması, yerçekiminin dünya yüzeyi üzerindeki
değişimi, Halley kuyruklu yıldızının dönüşü, ekinoksların presesyonu vb. Newtoncular
(Uranüs'ün başlangıçtaki anormal hareketi gibi) deneysel zorlukları bile büyük başarılara
dönüştürdüler (bu durumda şimdiye kadar bilinmeyen Uranüs ötesi bir gezegenin tahmini daha
sonra Neptün olarak vaftiz edildi). Fizikçiler Newton'dan sonra doğdukları için kaderlerinden
yakınmayı alışkanlık haline getirmişlerdi - 'dünya sistemi' hakkında keşfedilecek tek bir gerçek
vardı ve Newton onu keşfetmişti. Newton'un teorisi adına görünüşte son derece ikna edici bir
'mucize yok' argümanı oluşturulabilirdi ve oluşturuldu da. Newton'un teorisi gezegenlerin
hareketlerini tam olarak doğru bulsaydı, Neptün ve Halley kuyrukluyıldızı hakkında doğru
olsaydı, bazı çift yıldızlar gibi inanılmaz derecede uzak cisimlerin hareketleri teoriye uygun
olsaydı bu bir mucize olurdu, ama teori öyle değil. Ancak, hepimizin bildiği gibi, Newton'un
teorisi yirminci yüzyılın başlarında Einstein'ın teorisi lehine reddedilmiştir. 68
Einstein'ın teorisi basitçe Newton'unkinin bir uzantısı olsaydı, yani Newton'un teorisini
özel bir durum olarak ele alsaydı ve sonra daha fazlasını söylemeye devam etseydi, bu bir sorun
teşkil etmezdi. Genel olarak, eğer bilimin gelişimi kümülatif olsaydı, bilimsel değişim ne realist
için ne de onun 'mucize yok' argümanı için bir sorun teşkil ederdi. Newton'un teorisinin bu
kadar çok olguyu doğru çıkarmasının nedeni hala doğru olması, sadece tüm gerçeği
yansıtmaması olabilir.
Ne yazık ki Einstein'ın teorisi Newton'unkinin basit bir uzantısı değildir. İki teori
mantıksal olarak tutarsızdır: Einstein'ın teorisi doğruysa, Newton'unki yanlış olmak
zorundadır.6 Bu elbette günümüzün tüm realistleri tarafından kabul edilmektedir. Bilimsel
ilerlemenin, 'başarılı', 'olgun' bilimlerde bile, teorik düzeyde kesinlikle kümülatif olmadığının,
bunun yerine en azından bir değişiklik ve revizyon unsuru içerdiğinin kabul edilmesi,
günümüzde hiçbir realistin şu anda kabul edilen teorilerin doğru olduğunu savunmak için
gerekçelerimiz olduğunu iddia etmemesinin nedenidir. Bunun yerine, iddia yalnızca bu
teorilerin 'yaklaşık' ya da 'esasen' doğru olduğuna dair gerekçelerimiz olduğu yönündedir. Bu
son iddia 'değiştirilmiş gerçekçilik' olarak adlandırılabilir. Kolaylık olması açısından bundan
sonra 'değiştirilmiş' ifadesini kullanmayacağım, ancak realistlerimin yalnızca olgun bilimdeki
mevcut teorilerimizin yaklaşık olarak doğru olduğunu kabul etmek için gerekçelerimiz
olduğunu iddia ettikleri anlaşılmalıdır.
Newton fiziğinin kendi amaçladığı alandaki nesneler için doğru olmaya devam ettiği
ve kuantum ve göreceli fiziğin oldukça farklı alanlardaki nesneler için doğru olduğu görüşü
benimsenmiştir. Ancak bu görüş kesinlikle savunulamaz. Newton'un teorisi, ışığınkine kıyasla
küçük hızlarla hareket eden makroskopik nesneler hakkında değildi (onun 'amaçlanan referansı'
değildi). İstediğiniz herhangi bir hızla hareket eden tüm maddi nesnelerle ilgiliydi. Ve bu teori
yanlıştır (ya da şimdi öyle düşünüyoruz), elbette muhteşem bir şekilde yanlıştır, ama yanlıştır.
Dahası, kesin konuşmak gerekirse, belirli cisimler ve belirli hareketler hakkında bile doğru
değildir ve mikroskobik cisimler veya çok yüksek hızlarda hareket eden cisimler söz konusu
olduğunda 'sadece' yanlıştır. Eğer görelilik ve kuantum teorisi doğruysa, Newton'un teorisinin
en makroskobik ve en yavaş hareket eden cisimler de dahil olmak üzere herhangi bir cismin
hareketine ilişkin öngörüleri kesinlikle yanlıştır. Sadece bunların yanlışlığı deneysel hata içinde
yer almaktadır. Yani doğru olan, Newton'un teorisinin bir dizi durum için deneysel olarak
hatasız bir yaklaşım olduğudur. Agazzi'nin iddia ettiği gibi, bilim insanları ve mühendislerin
kendilerini hala klasik fiziği bir dizi alanda uyguluyor olarak gördükleri de doğrudur. Ancak
yaptıkları şeyin tek açık görüşlü açıklaması, bence, aslında ellerinde mevcut olan en iyi
desteklenen teorileri, yani kuantum mekaniği ve görelilik teorisini uyguladıklarıdır. Sadece bu
teorilerin kendi amaçları doğrultusunda (aya roket göndermek ya da her neyse) klasik fiziği
uyguluyormuş gibi davranmanın pratikte hiçbir fark yaratmayacağı meta-sonucunu
gerektirdiğini ve aslında matematiksel açıdan daha zorlu olan yeni teorileri uygulamanın
ampirik bakış açısından bir çaba kaybı olacağını, ancak ampirik uygulama söz konusu
olduğunda bu karmaşıklığın tamamen önemsiz hale geleceğini biliyorlar.
Bu gerçekçi iddia, açıklığa kavuşturulması oldukça zor olan iki terimi içermektedir.
Birazdan 'olgun' bilimlere ilişkin kendi kabaca tanımlamamı önereceğim. 'Yaklaşık olarak
doğru' kavramına gelince, iyi bilinen ve önemli güçlükler kesin bir analiz girişiminin önünde
durmaktadır. Gerçekten de, çeşitli karakterizasyon girişimlerinin (Popper'ın 'artan doğruluk'
terimleri gibi) biçimsel olarak son derece kusurlu olduğu ortaya çıkmıştır.7 Her ne kadar
69 sezgisel düzeyde yaklaşık doğru kavramıyla oldukça mutlu bir şekilde çalışsak da, bu kavram
kesinlikle mutlu bir şekilde ilkel olarak bırakılabilecek türden bir kavram değildir. Bir kere, bu
kavram realistlerin ihtiyaç duyduğu işi yapacaksa, geçişli olmak zorundadır. Realistlerin,
halihazırda kabul edilen bir teorinin daha sonra değiştirilse ve yerine yenisi konsa bile, sadece
onun yerini alan bir sonraki teorinin ışığında değil, aynı zamanda onun yerini alan teorinin
yerini alan teorinin (eğer varsa) ışığında da 'yaklaşık olarak doğru' görüneceğini iddia etmeleri
gerekir. Ancak geçişlilik, yaklaşık doğruluk kavramının sezgisel olarak bile sahip olduğu bir
özellik midir?
Ancak burada yine de önemli bir ön soru vardır: sezgisel olarak konuşursak, biçimsel
analizden önce, bilim tarihinin (ya da onun seçilmiş bir kısmının) birbirini izleyen bilimsel
teorilerin giderek daha iyi 'gerçeğe yaklaşmalar' olduğu lehine konuşup konuşmadığı sorusu.
Bu açıkça bilimde teori değişiminin standart olarak ne kadar radikal olduğuna bağlıdır. Elbette
yine ne yazık ki muğlak terimlerle konuşuyoruz. Ancak realist iddianın -mevcut teorilerimizin
yaklaşık olarak doğru olduğunu söylemek için gerekçelerimiz olduğu iddiasının- ancak
Newton'un teorisinin, örneğin Einstein'ın teorisine 'yaklaştığını' ve genel olarak bilimin
gelişiminin (başarılı, 'olgun' bilimin gelişiminin) 'esasen' kümülatif olduğunu, sadece başarılı
ampirik sonuçlarının değil, devrilen teorilerin kendilerinin de 'devrimden' sonra 'değiştirilmiş
biçimde' de olsa genellikle yaşamaya devam ettiğini söylemek makul göründüğü ölçüde akla
yatkın olduğu kesindir. Aksine, bilimdeki teori değişikliği genellikle 'radikal' değişimler
içeriyorsa -gerçekten teorik varsayımların tamamen reddedilmesi gibi bir şey (elbette başarılı
ampirik içeriğin korunmasıyla birlikte)- o zaman realizm zor durumdadır. Daha ileri gitmeden
önce, gerçekçiliğin teori değişiminin 'esasen kümülatif' olduğu iddiasına bağımlılığı konusunda
açık olalım.
Öncelikle, realistin bizi teorik bilimin gelişiminin gerçekten de 'esasen kümülatif'
olduğuna ikna ettiğini varsayalım. O zaman gerçekçiliğini kabaca şu şekilde savunabilir.
'Olgun' bilimlerin gelişimi şimdiye kadar her düzeyde -gözlemsel olduğu kadar teorik düzeyde
de- 'esasen' birikimli olmuştur. Dolayısıyla, tümevarım yoluyla bu gelişimin gelecekte de
'esasen birikimli' olmaya devam edeceği sonucuna varmak makul görünmektedir. Bu da
muhtemelen, mevcut teorilerimiz değiştirilse bile, halef teoriler ışığında 'yaklaşık olarak' doğru
görünmeye devam edecekleri anlamına gelmektedir. Böyle bir gelişme elbette mantıksal olarak,
hem şu anda kabul edilen teorilerin hem de gelecekte kabul edilecek olanların gerçek teorik
varsayımlarının tamamen yanlış olmasıyla uyumludur. Ancak bu, tüm bu teorilerin ampirik
başarısını tamamen gizemli kılacağı için son derece mantıksızdır; öte yandan, mevcut
teorilerimizin yaklaşık olarak doğru olduğu varsayımı, ampirik başarıyı mucizevi olmayan bir
şekilde açıklamak için yeterlidir.
Sanırım hiç kimse (daha önce belirttiğim noktayı tekrarlayarak) bu argümanın tamamen
su geçirmez olduğunu iddia etmeyecektir. Geçmişteki 'temel kümülatiflikten' gelecekteki 'temel
kümülatifliğe' yapılan tümevarımsal 'çıkarım' elbette sorgulanabilir. Dahası, yaklaşık
doğrulukta tam olarak neyin söz konusu olduğu ve mevcut teorilerimizin yaklaşık doğruluk
varsayımının ampirik başarılarını gerçekten açıklayıp açıklamayacağı sorunu hala mevcuttur.
Sezgisel olarak, eğer bir teori 'yaklaşık' ya da 'esasen' doğruysa, sonuçlarının çoğunun da
'esasen' doğru olacağını varsaymak makul görünebilir. Doğrudan ampirik bir örnek vermek
gerekirse, diyelim ki banka bakiyemi hesaplarken küçük bir aritmetik hata yaptım ve toplam
dünyevi servetimin 100 sterlin olduğu, oysa gerçeğin 103 sterlin olduğu gibi kesinlikle yanlış
bir görüşe vardım. Bu kesinlikle yanlış teorinin hayata dair oldukça güvenilir bir rehber olması
'mucizevi' mi görünecek? Sonuçta, iddia edilebilir ki, ilgilenmem muhtemel sonuçların çoğu - 70
örneğin İsviçre'de bir aylık tatili karşılayamayacağım- aslında hem sahip olduğum yanlış
teorinin hem de gerçeğin sonuçları olacaktır. Ne olursa olsun, makul olsun ya da olmasın,
burada zorlu biçimsel güçlükler vardır. Elbette her yanlış teorinin sonsuz sayıda yanlış sonucu
vardır (aynı zamanda sonsuz sayıda doğru sonucu da vardır) ve benim 'neredeyse doğru'
teorimin tamamen yanlışladığı şeyler de vardır. Örneğin, gerçek şu ki, sterlin cinsinden ifade
edilen toplam servetim asal bir sayıdır, oysa sahip olduğum 'neredeyse doğru' teori -tamamen
yanlış bir şekilde- bunun bileşik olduğunu söylüyor. Dahası, argüman, eğer T teorisi T' teorisine
'yaklaşıyorsa', o da T" teorisine yaklaşıyorsa, o zaman T" T" teorisine 'yaklaşır' iddiasına bağlı
görünüyor. (Halihazırda kabul edilen teorilerimizin yerini alan teorilerin kendileri de -
muhtemelen- eninde sonunda başka teoriler tarafından geçersiz kılınabilir. Gerçekçinin, şu anda
kabul edilen herhangi bir teorinin, sadece hemen ardından gelen teorinin ışığında değil, sıradaki
diğer teorilerin ışığında bile yaklaşık olarak doğru görünmeye devam edeceğinden emin olması
gerekir). Ancak bu geçişlilik varsayımı doğru mudur? Sonuçta, örneğin gelişmekte olan bir
iribaşın bir saniyelik aralıklarla bir dizi fotoğrafını çekmiş olsaydık, dizideki her fotoğraf
muhtemelen kendinden öncekine 'yaklaşırdı', ancak yine de bir iribaşla başlayıp bir kurbağayla
bitiriyoruz. Bir kurbağa bir iribaşa 'yaklaşır' mı? Bununla birlikte, şu an için tüm bu zorlukları
bir kenara bırakmayı öneriyorum. Eğer 'olgun' bilimlerin gelişiminin 'esasen kümülatif' olduğu
iddiasını sürdürebilirse, o zaman realist iddiası için en azından bir tür argümana sahip olur.
Aksine, realist, olgun bilimlerin tarihinde bile teorik düzeyde radikal değişiklikler
olduğunu kabul etmek zorunda kalırsa, o zaman kesinlikle başı büyük beladadır. Varsayalım ki
bir zamanlar kabul görmüş, öngörüde bulunmada başarılı olmuş ve altta yatan teorik
varsayımları şu anda kesin olarak tamamen yanlış görünen olgun teoriler olsun. Gerçekçi,
önceki teorisyeni, teorisinin ampirik başarısını, teorinin kendisini yaklaşık olarak doğru olarak
görmesi için bir gerekçe olarak görmeye teşvik ederdi. Şimdi ise bilim insanlarını, yeni
teorilerinin ampirik başarısını, bu yeni teoriyi yaklaşık olarak doğru kabul etmeleri için bir
gerekçe olarak görmeye teşvik etmektedir. Eski ve yeni teoriler teorik düzeyde birbirleriyle
kökten çelişmektedir. Muhtemelen, bir T teorisinin yaklaşık olarak doğru olduğunu düşünmek
için iyi gerekçelerimiz varsa, T ile kökten çelişen herhangi bir T teorisinin yanlış olduğunu
düşünmek için de aynı şekilde iyi gerekçelerimiz vardır (düpedüz yanlış, 'yaklaşık olarak doğru'
değil). Dolayısıyla realist, daha önce yaklaşık olarak doğru olduğuna inanmak için iyi
gerekçelerimiz olduğunu söylediği bir teoriyi şimdi yanlış olarak kabul etmek için iyi
gerekçelerimiz olduğunu söylemek gibi gıpta edilemeyecek bir konumda olacaktır. Halihazırda
kabul edilen teoriler hakkında önerdiği yargı neden benzer şekilde hatalı olmasın?
O halde, gerçekçinin 'iyi gerekçeler'den şüphe götürür, varsayımsal bir anlamda
bahsetmediğini varsayarsak,9 gerçekçilik bilimde (ya da en azından olgun bilimde) radikal
teorik değişikliklerin varlığıyla uyumlu değildir. Realizme karşı başlıca argüman -bilimsel
devrimler argümanı- tam da kabul görmüş bilimsel teorilerde devrimsel değişikliklerin
meydana geldiği iddiasına dayanır; bu değişiklikler, eski teorinin yenisine ancak kuşkusuz
muğlak ve dolayısıyla elastik olan 'yaklaşma' kavramını kırılma noktasının ötesinde esneterek
'yaklaştığı' söylenebilir.
İlk bakışta bu iddia doğru gibi görünmektedir. Örneğin optik tarihini ele alalım. Bu tarihi
modern çağla sınırlasak bile, ışığın temel yapısına ilişkin teorimizde köklü değişimler olmuştur.
Bir ışık demetinin küçük maddi parçacıkların yağmurundan oluştuğu teorisi on sekizinci
yüzyılda yaygın olarak kabul görüyordu. Basit yansıma, kırılma ve prizmatik dağılma gibi bazı
71 ampirik sonuçları doğruydu. Ancak teori, ışığın maddeden değil, ışıklı cisimler tarafından
oluşturulan ve her yeri saran bir ortam olan 'ışıklı eter' tarafından taşınan belirli titreşim
hareketlerinden oluştuğu fikri lehine reddedildi. Işığın mekanik bir ortamda bir dalga olduğu
teorisinin, ışığın maddi parçacıklardan oluştuğu fikrinin bir 'uzantısı', hatta 'küçük
değişikliklerle bir uzantısı' olduğunu iddia etmek açıkça zor olacaktır: mekanik bir ortamdaki
dalgalar ve boş uzayda hareket eden parçacıklar, tebeşir ve peynirin kendisinden çok tebeşir ve
peynire benzemektedir. Hepsi bu kadar da değildi: Fresnel'in dalga teorisi kısa süre sonra yerini
Maxwell'in elektromanyetik teorisine bıraktı. Maxwell, bilindiği gibi, elektromanyetik alanı
altta yatan mekanik bir ortam açısından açıklamak için büyük bir çaba gösterdi; ancak onun ve
diğerlerinin girişimleri başarısız oldu ve elektromanyetik alanın bir ilkel olduğu kabul edildi.
Böylece ışığın temel yapısına ilişkin kabul edilen açıklamada temel bir değişiklik meydana
gelmiş gibi görünmektedir -elastik bir ortam boyunca taşınan titreşimler yerine, bedensiz bir
elektromanyetik alanda bir dizi dalga benzeri değişiklik haline gelmektedir. Mekanik bir
titreşim ve bir elektrik ('yer değiştirme') akımı kesinlikle kökten farklı türden şeylerdir. Son
olarak, foton teorisinin kabul edilmesiyle ışık yine ayrık varlıklardan oluşmaya başladı, ancak
bu varlıklar tamamen yeni bir mekaniğe uyuyordu.
Bu arada, teoriler ışığı tebeşirden peynire ve sonra da süper tebeşire dönüştürürken,
optiğin ele geçirilmiş ve sistematize edilmiş ampirik içeriğinde istikrarlı, temelde kümülatif bir
gelişme vardı. Maddi parçacık teorisi basit yansıma ve yeniden kırılma ile tatmin edici bir
şekilde ilgilenirken, klasik dalga teorisi girişim ve kırınımı ve nihayetinde kutuplaşma etkilerini
de ekledi; elektromanyetik teori ışığı elektriksel ve manyetik etkilerle ilişkilendiren çeşitli
sonuçlar ekledi; foton teorisi fotoelektrik etkiyi ve daha pek çok şeyi ekledi. Ampirik düzeydeki
süreç (doğru yorumlandığında) esasen kümülatifti. Geçici sorunlar (örneğin, klasik dalga
teorisinin daha önce ışığın ('esasen') doğrusal yayılımını desteklediği kabul edilen olgularla
başa çıkıp çıkamayacağı konusunda) yaşandı, ancak bunlar her zaman hızlı ve olumlu bir
şekilde çözüldü.
Ya da Newton-Einstein vakasını tekrar ele alalım. Ampirik düzeyde Einstein'ın
teorisinin Newton'unkinin bir tür 'modifikasyonlarla genişletilmiş hali' olduğunu söylemek
sezgisel olarak makul görünmektedir. Bu düzeyde bile, iki teorinin belirli bir cismin hareketiyle
ilgili olarak ortaya koyduğu en kesin sonuçları alırsak, bunların her zaman birbiriyle çelişeceği
doğrudur. Ancak bir dizi durum için (tabii ki söz konusu hızların ışık hızına kıyasla oldukça
küçük olduğu durumlar), iki teorinin öngörüleri kesinlikle farklı ancak gözlemsel olarak ayırt
edilemez olacaktır. Elbette Newton'un denklemlerinin ilgili rölativistik denklemlerin sınırlayıcı
durumları olduğu da doğrudur. Bununla birlikte, Newton'un teorisinde hareket yasaları ve
evrensel çekim ilkesinden çok daha fazlası vardır ve bunlar sadece matematiksel denklemler
olarak ele alınır. Bu denklemler, diğer şeylerin yanı sıra uzayın sonsuz olduğu, zamanın mutlak
olduğu, dolayısıyla bir gözlemci için eşzamanlı olan iki olayın herkes için eşzamanlı olduğu ve
bir cismin eylemsiz kütlesinin sabit olduğu varsayımlarını içeren çok genel teorik varsayımlar
dizisi içinde yorumlanmıştır. Einstein'ın teorisi ise tam tersine, uzayın sonlu olduğunu (sınırsız
olsa da), zamanın Newtoncu anlamda mutlak olmadığını ve bir cismin kütlesinin hızıyla birlikte
arttığını gerektirir. Tüm bunlar kesinlikle açık ve net çelişkilerdir.
O halde, bilimin gelişimine ilişkin resim kesinlikle, en üst teorik düzeylerde tamamen
birikimsel olmayan türden keskin değişimlerin eşlik ettiği, ampirik düzeyde temel bir
birikimselliğe sahip gibi görünmektedir. Geçmişteki teori değişimine ilişkin bu tablo, bilimde
halihazırda kabul gören teorilerin, makul ölçüde kısa bir süre içinde, mevcut teorilerin ampirik
başarısını koruyan (ve genişleten), ancak bunu halihazırda kabul görenlerle tamamen çelişen
temel teorik varsayımlar temelinde yapan teorilerle değiştirileceğini düşünmek için iyi
72
tümevarımsal gerekçeler sağlıyor gibi görünmektedir. Bu, elbette, kötümser tümevarım olarak
adlandırılan -genellikle yeni bir metodolojik keşif olarak kabul edilen, ancak aslında Poincare
tarafından zaten açıkça ifade edilen- durumdur. Mevcut teorilerimizi 'yaklaşık' ya da 'esasen'
doğru olarak kabul etmek için iyi gerekçeler varken, aynı zamanda bu teorilerin (muhtemelen)
ontolojik olarak yanlış olduğunu düşünmek için nasıl güçlü tarihsel-tümevarımsal gerekçeler
olabilir?
Işığın doğrusal yayılımı vakası, hem 'olgun' bilimin temel deneysel sürekliliğine hem de
Feyerabend ve Kuhn'un onu yanlış temsil etmesine yol açan bu sürecin ne olduğuna dair
açıklayıcı bir örnek sunmaktadır. Belirli teoriler, bilimin gelişiminin belirli aşamalarında o
kadar sağlam bir şekilde yerleşik hale gelir, 'arka plan bilgisinin' o kadar çok parçası olurlar ki,
onlardan ya da en azından onların ışığında yorumlanan belirli deneysel durumlardan kolayca
'gerçekler' olarak bahsedilir. Bu, ışığın kendi haline bırakıldığında doğrusal olarak yayıldığı
'gerçeği' için kesinlikle doğruydu. Fresnel'in teorisi ışığın her zaman kırınıma uğramasını
gerektirdiğinden, burada kesinlikle dalga devriminde 'kaybolan' bir 'gerçek' söz konusudur;
sadece çoğu durumda kırınım modeli ile geometrik optiğin öngörüleri arasındaki fark gözlemsel
düzeyin çok altındadır. Ancak bu son açıklama oyunu ele vermektedir. Işığın (katı bir şekilde)
doğrusal olarak yayıldığı fikri hiçbir zaman ampirik bir sonuç olmamıştır (Poincare'nin
terminolojisinde 'kaba bir gerçek' değildir). Gerçek ampirik sonuçlar -bazı 'ışın izleri', köşelerin
etrafını ya da bükülmüş opak tüplerin içini görememe, vs- 'kaybolmamış', dalga teorisine
geçişin bir sonucu olarak yeniden açıklanmıştır.
Teori değişiminin bu resminin yanlış olduğu gösterilmedikçe, gerçekçilik kesinlikle
savunulamaz ve temelde sadece iki (çok farklı) olasılık açıktır. İlki şu şekilde motive edilebilir.
Bilim, rasyonelliğin hüküm sürdüğü bir alandır. Tarihin bize daha sonra reddedileceğini
düşünmemiz için gerekçeler sunduğu türden iddiaların rasyonel bir şekilde kabul edilmesi söz
konusu olamaz. Bir zamanlar kabul görmüş bir teorinin başarılı ampirik içeriği genel olarak
yeni teoriye taşınır, ancak temel teorik iddiaları taşınmaz. O halde teorilerin, doğrudan ampirik
sonuçlarının ötesinde hiçbir gerçek iddiada bulunmadıkları şeklinde yorumlanmaları en
doğrusudur; ya da böyle yorumlanırlarsa, bu teorik iddiaların doğru ya da yaklaşık doğru olarak
kabul edilmesi bilimin rasyonel prosedürlerinin bir parçası değildir. Böylece bir tür pragmatik
ya da 'yapıcı' anti-realizme sürüklenmiş oluruz.
Böyle bir pozisyon bilime (yani bilimin 'gerçek kısmına') hoş, kümülatif (ya da yarı-
kümülatif) bir gelişim kazandırır; ancak bunu 'mucize yok' argümanını tamamen feda etmek
pahasına yapar. Sonuçta, pragmatistin asılsız olduğunu ve tamamen kodlayıcı bir rol oynadığını
iddia ettiği teorik bilim, aslında çoğu zaman verimli olmuştur. Yani, kelimesi kelimesine
yorumlanan ve bu nedenle dünyanın yapısına ilişkin iddialar olarak ele alınan teoriler,
kodlamak için ortaya atıldıklarının ötesinde test edilebilir sonuçlar vermiş ve bu sonuçlar
ampirik olarak kontrol edildiğinde doğru çıkmıştır. Neden? Pragmatist bunun bir cevabı
olmadığını ileri sürer.
Bilimsel değişimin ampirik olarak kümülatif, teorik olarak kümülatif olmayan resmini
kabul eden, ancak pragmatizmden kaçınmak isteyen biri için diğer alternatif saf, Poppercı
varsayımsal gerçekçiliktir. Bu, Popper'ın ana tezleriyle her zaman oldukça rahatsız edici bir
şekilde örtüşen tüm doğrulanabilirlik fikirlerinden arındırılmış görüşüdür. Bu varsayımsal
gerçekçi görüşe göre, bilimsel kuramların gerçekten kuramsal, gözlemi aşan kısımları sadece
73 kodlayıcı şemalar değil, olguların ardında saklı olan gerçekliğin betimleme girişimleridir. Ve
şu anki en iyi teorilerimiz, gerçeğe yönelik şu anki en iyi atışlarımızdır. Halihazırdaki en iyi
teorilerimizin gerçeğe en yakın teoriler olduğunu düşünmek için kesinlikle nedenimiz var
(mevcut kanıtlara bilinen tüm rakiplerinden daha iyi dayanıyorlar), ancak bu mevcut teorilerin
doğru olduğunu ya da reddedilen öncüllerinden bile gerçeğe daha yakın olduğunu düşünmek
için gerçek bir nedenimiz yok. Aslında, bilim tarihinin mevcut teorilerimizin 'yaklaşık' olarak
doğru olma ihtimalini bile çok düşük kıldığı kabul edilebilir. Elbette standart olarak
kendilerinden öncekilerden daha fazla ampirik sonucu yakalamaktadırlar, ancak bu 'Tanrı'nın
evren planını' yakalamaya daha yakın olduklarının hiçbir göstergesi değildir. Metodolojik
olarak tamamen bilinçli teorik bilim adamı, neredeyse kesin olarak başarısız olacağını ve
başarılı olsa bile, başarılı olduğunu asla bilemeyeceğini ve hatta gerçek bir göstergeye sahip
olamayacağını bilerek, asil bir şekilde hakikate yönelik sonu gelmeyen arayışını sürdürür.
Varsayımsal gerçekçilik kesinlikle mütevazı, alçakgönüllü bir pozisyondur. Şimdiye
kadar tartıştığımız anlamda gerçekçiliğin bir versiyonu olarak formüle edilebilir - aslında şu
anki en iyi teorilerimizin doğru olduğuna inanmak için mümkün olan en iyi gerekçelere sahip
olduğumuzu söylemek gibi (mevcut kanıtlar tarafından en iyi şekilde doğrulanmış veya en iyi
şekilde 'desteklenmişlerdir'); Hatta bunlardan daha iyi gerekçeler istememeliyiz; ancak yarın en
iyi doğrulanan teori bugün en iyi doğrulanan teoriyle temelden çelişebileceğinden, teorilerin
doğru olduğunu düşünmek için sahip olduğumuz gerekçeler kaçınılmaz olarak varsayımsaldır
ve (sadece ilkesel olarak değil, pratik olarak) reddedilebilirdir. Bu varsayımsal realist görüşü
daha önceki bir makalemde kendim savunmuştum: Bu görüşün sunumları sıklıkla (neredeyse
değişmez bir şekilde) anti-realizm ile arasında çok az öz farkı olduğu yanıtıyla karşılaştı. Bana
göre asıl sorun, yine varsayımsal gerçekçiliğin 'mucize yok' argümanına hiçbir taviz
vermemesidir. Konjonktürel realist görüşe göre, Newton'un teorisi uzay ve zamanın mutlak
olduğunu, kütleçekiminin uzakta etki eden kuvvetleri olduğunu ve eylemsiz kütlenin sabit
olduğunu iddia etmektedir; tüm bunlar tamamen yanlıştır ve yine de bu varsayımlara dayanan
teori ampirik olarak son derece yeterlidir. Bu sadece bir gerçek olarak kaydedilmelidir. Ve eğer
bunu oldukça şaşırtıcı bir gerçek olarak görüyorsanız, o zaman bu sizin bileceğiniz bir iştir -
belki de tüm yanlış teorilerin doğru sonuçlara (aslında sonsuz sayıda) sahip olduğu şeklindeki
temel mantıksal gerçeği içselleştirememekten kaynaklanıyordur.
Hem pragmatist hem de konjonktürel realist, sonsuz gerilemenin acısıyla her şeyi
açıklayamayacağımıza işaret edebilir ve açıklayamayacağımız şeylerden biri, bilimsel
kanıtlama mekanizmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadığı iddia edilen veya kökten
yanlış olduğu ortaya çıkan bu şeylerin neden verimli olması gerektiğidir. Açıkçası, her iki görüş
için de herhangi bir 'çürütme' söz konusu olamaz. Yine de, 'mucize yok' argümanının altında
yatan sezgilerin bazılarını barındıran ve aynı zamanda bilimde teori değişikliğine ilişkin tarihsel
gerçeklerle uyumlu bir pozisyon geliştirilebilirse, bu muhtemelen pragmatizmden veya
varsayımsal gerçekçilikten daha makul olacaktır.
Her iki dünyanın da en iyisine sahip olmak, teorik bilimin ampirik başarısını (ne kadar
geçici olursa olsun) teori değişimiyle ilgili tarihsel gerçeklere ters düşmeden açıklamak
mümkün müdür? Richard Boyd ve zaman zaman Hilary Putnam realizmin kendisinin zaten her
iki dünyanın da en iyisi olduğunu iddia etmişlerdir. Az ya da çok açık bir şekilde, çizdiğim
bilimsel değişim tablosunun yanlış olduğunu ve bu nedenle bilimsel devrimler argümanının
yanlış bir önermeye dayandığını iddia ettiler: bilim tarihi aslında radikal teorik devrimlerle
işaretlenmemiştir (her halükarda, 'olgun' bilimin tarihi değil). Tam tersine, Boyd'un iddiasına
göre:
Olgun bilimlerin tarihsel ilerlemesi büyük ölçüde hem gözlemlenebilir hem de 74
gözlemlenemeyen olgular hakkındaki gerçeğe birbiri ardına daha doğru yaklaşımlar
meselesidir. Daha sonraki teoriler tipik olarak önceki teorilerde yer alan (gözlemsel ve teorik)
bilgi üzerine inşa edilir.
Başka bir yerde, bilim insanlarının genellikle 'yeni teorilerin ... teorik varlıklar arasındaki
nedensel ilişkilere dair açıklamaları bakımından mevcut teorilere benzemesi gerektiği' (realist)
ilkesini benimsediğini ileri sürer.
15 Tartışmada Richard Boyd, kabul edilen bilimsel teorilerin 'metafizik' bileşenleri için
yaklaşık bir süreklilik iddiasında bulunmadığını kabul etti. Ancak tartışmanın bununla ilgili
olduğunu düşünmüştüm: teorilerin ampirik başarısı, olguların altında yatan gerçekliğin temel
('metafizik', gözlem-aşkın) tanımının her halükarda yaklaşık olarak doğru olduğunu
düşünmemiz için bize gerekçe sağlıyor mu? Richard Boyd'un yorumlarından bazıları, en
azından bana, onun tam anlamıyla bir realizmi değil, aşağıda formüle etmeye çalıştığım yapısal
realizm gibi bir şeyi savunduğunu düşündürdü.
Benzer şekilde Putnam da bir keresinde teori değişikliğine ilişkin pek çok tarihsel
vakanın 'bilim insanlarının yapmaya çalıştığı şeyin' 'önceki teorinin mekanizmalarını' 'mümkün
olduğunca sık' korumak ya da 'bunların yeni mekanizmaların 'sınırlayıcı vakaları' olduğunu
göstermek' olduğunu gösterdiğini iddia etmiştir. İlk olarak, bu iddiaların mevcut haliyle neden
yanlış olduğunu düşündüğümü açıklamak istiyorum. Daha sonra bu iddiaların altında geçerli
sezgilerin yattığını, ancak bu sezgilerin yapısal veya sözdizimsel gerçekçilik olarak
adlandırılabilecek oldukça farklı bir pozisyonda daha iyi yakalandığını savunacağım.
Larry Laudan, Boyd ve Putnam'ın iddialarına, flojiston, kalorik ve bir dizi eter gibi, bir
zamanlar başarılı teorilerde yer alan ancak şimdi tamamen reddedilen teorik varlıkların bir
listesini göstererek itiraz etmiştir. Laudan'ın bilmek istediği, yeni kuramlar eskilerin kuramsal
varlıklarını tamamen reddediyorsa, yeni kuramlar 'kuramsal varlıklar arasındaki nedensel
ilişkilere dair açıklamaları bakımından' eski kuramlara nasıl benzeyebilir? Görelilik teorisine
göre böyle bir ortam yokken, Fresnel'in açıklamasına göre iletim her yeri kaplayan elastik bir
ortamdaki periyodik bozulmalar yoluyla gerçekleşirken, görelilik fiziğinin, örneğin Fresnel'in
ışığın iletimine ilişkin açıklamasının 'mekanizmalarını' koruduğu nasıl söylenebilir? Daha
sonraki bilim insanlarının Fresnel'in teorisine 'yeni teoriler... teorik varlıklar arasındaki
nedensel ilişkilere dair açıklamaları bakımından mevcut teorilere benzemelidir' ilkesini
uyguladıkları nasıl söylenebilir? Boyd, klasik fiziğin mekanizmalarının göreli fizikteki
mekanizmaların sınırlayıcı durumları olarak yeniden ortaya çıktığını iddia etmektedir. Laudan,
bazı klasik yasaların rölativistik yasaların sınırlayıcı durumları olduğu elbette doğru olsa da,
diye yanıtlar.
Klasik teori tarafından ortaya konan başka yasalar ve genel iddialar da vardır (örneğin,
eterin yoğunluğu ve ince yapısı hakkındaki iddialar, eter ve madde arasındaki etkileşimin
karakteri hakkındaki genel yasalar, eterin sıkıştırılabilirliğini detaylandıran modeller ve
mekanizmalar) ki bunların modem mekaniğin sınırlayıcı durumları olması düşünülemez.
Bunun nedeni basittir: bir teori, o teorinin dilinde yer almayan bir değişkene değer atayamaz...
Klasik eter fiziği, diğerlerinin yanı sıra ışığın eterden geçişiyle başa çıkmak için varsayılan bir
dizi mekanizma içeriyordu. Bu tür mekanizmaların, eterik bir ortamın varlığını reddeden ve
eter tarafından yerine getirilen açıklayıcı görevleri çok farklı mekanizmalarla gerçekleştiren
75 özel görelilik teorisi gibi bir ardıl teoride ortaya çıkması mümkün değildir.
Gerçekçinin Laudan'ın eleştirilerine karşı meşru bir cevabı var mıdır? Elbette Laudan'ın
bazı örnekleri oldukça basit bir şekilde ele alınabilir. Boyd ve Putnam 'temel' kümülatiflik
iddialarını sadece 'olgun' bilimle sınırlandırmaya dikkat etmişlerdir. Lavoisier öncesi kimya,
olgunlaşmamış bir bilimin başlıca örneğidir, bu nedenle flojistonun daha sonraki bilim
tarafından tamamen reddedildiğini kabul etmekten mutluluk duyacaklardır.16 Muhtemelen,
Laudan'ın bir zamanlar bilimsel olarak kabul edilen ancak şimdi var olmayan varlıklar
listesindeki diğer öğelerden bazıları da benzer muamele görecektir.
Bu cevabın mantıklı olup olmadığı büyük ölçüde bir bilimin 'olgunluğa' erişmesi için
gerekenlerin makul ölçüde kesin bir açıklamasının yapılıp yapılamayacağına bağlıdır. Ne
Boyd'un ne de Putnam'ın bu konuda söyleyecek çok kesin bir şeyi yoktur ve bu da doğal olarak
realistin kendisine çok kullanışlı bir geçici araç sağladığı şüphesini doğurmuştur: daha önce
kabul edilmiş bir teorinin temel iddialarının artık tamamen reddedildiği açıkça görüldüğünde,
bu teorinin ait olduğu bilim, teorinin kabul edildiği tarihte otomatik olarak 'olgunlaşmamış'
sayılır.
Ve bana öyle geliyor ki, bu aslında gerçekçiliğin başlıca destekleyici argümanı olan
'mucize yok' argümanından 'okunabilir'. Bu argüman, daha önce de belirttiğim gibi, yalnızca
gerçek bir öngörü başarısına sahip olan teoriler için geçerlidir. Bu, sadece doğru ampirik
sonuçlara sahip olmaktan daha fazlası anlamına gelmelidir - çünkü bunlar, tanımladıkları
etkilerin zaten meydana geldiği gözlemlendikten sonra ilgili teorinin çerçevesine zorlanmış
olabilir. Çeşitli kimyasal deneysel sonuçların flojiston teorisine dahil edilebildiği kuşkusuz
gerçeği, flojiston teorisinin muhtemel doğruluğuna dair, ele aldığımız sezgisel türden bile olsa,
tek başına herhangi bir argüman oluşturmaz. Benzer şekilde, yaratılışçı biyolojinin, örneğin
fosil kayıtları açısından ampirik olarak yeterli hale getirilebileceği gerçeği, Yaratılış anlatımının
muhtemel doğruluğu için hiçbir argüman oluşturmaz. Böyle bir ampirik yeterlilik elbette
kolaylıkla elde edilebilir - örneğin, Gosse'nin varsayımını, Tanrı'nın kayaları 'fosillerle' birlikte
zaten orada bulundukları gibi yarattığını varsayarak. (Belki de Tanrı'nın bunu yapmaktaki
amacı inancımızı sınamaktı.) Ancak yaratılışçılığın bu ayrıntılı versiyonunun fosil kayıtlarının
ampirik detaylarını ima etmek zorunda olması elbette ne bir mucizedir ne de teorinin 'doğru
yolda' olduğunun bir göstergesidir. Bu öngörüsel 'başarının' açıklaması, elbette, halihazırda
bilinen sonuçları belirli bir çerçeveye geçici olarak dahil etmenin genellikle kolay olmasıdır.
Bir teorinin halihazırda bilinen türden belirli olayları öngörmedeki başarısı, bir teori lehine
'mucize yok' argümanını sürdürmek için tek başına yeterli değildir. En ad hoc, 'derme çatma'
teori bile standart olarak, özümsemek için yapıldığı çeşitli sonuçların gelecekte de geçerli
olmaya devam edeceğini gerektirmesi anlamında öngörücü olacaktır. (Örneğin, on dokuzuncu
yüzyılın başlarında Biot tarafından geliştirilen ağır episiklik korpüsküler ışık teorisi, kristal
optikteki belirli sonuçlara dayanarak çeşitli parametreleri sabitlemiş ve elbette bu sonuçların
'doğal' genellemelerinin gelecekte de geçerli olmaya devam edeceğini ima etmiştir). Teoriler
standart olarak bu zayıf öngörülebilirliği sergileyecektir, çünkü Popper olsun ya da olmasın,
bilim insanları şimdiye kadar hep aynı sonuçları vermiş olan iyi kontrol edilmiş deneyimlerin
sonuçları üzerinde içgüdüsel olarak tümevarımsal genellemeler yapmaktadır. Ancak bu tür
tümevarımsal manevraların başarısı, şüphesiz kendi içinde yeterince mucizevi olsa da, herhangi
bir özel açıklayıcı teorinin muhtemel doğruluğu lehine konuşmaz. 'Mucize yok' argümanının
altında yatan sezgileri ortaya çıkaran türden bir öngörü başarısı, çok daha güçlü, daha çarpıcı
bir öngörü başarısı biçimidir. Bu daha güçlü durumda, sadece eski bir ampirik genellemenin
yeni bir örneği değil, tamamen yeni bir ampirik genelleme bir teoriden çıkar ve deneysel olarak
doğrulanır. Newton'un teorisinin şimdiye kadar bilinmeyen bir gezegenin varlığını ve
76
yörüngesini öngörmesi, opak bir diskin gölgesinin merkezindeki beyaz noktanın ve Fresnel'in
ışık dalga teorisinin şimdiye kadar hiç bilinmeyen konik kırılma olgusunu öngörmesi bunun
örnekleridir. Dolayısıyla benim önerim, olgunluk kavramını uygun bir şekilde tanımlanmamış
olarak bırakmak yerine, bir realistin, bir bilimin, içinde bu son talep edilen anlamda öngörüde
bulunan teorilere sahip olduğunda olgun sayılacağını kabul etmesidir - bu fenomenler teoriye
'yazılmadan' genel fenomen türlerini öngörür.
Olgunluğun bu şekilde daha kesin bir şekilde tanımlanmasıyla, Laudan'ın değiştirilmiş
gerçekçi için zor vakalar listesi gerçekten de önemli ölçüde azaltılabilir. Laudan, Hartley ve
LeSage'in yerçekimsel eter teorilerini 'bir zamanlar başarılı' teorilere örnek olarak gösterirken,
az önce açıklanan öngörüsel başarı fikrinden çok daha zayıf bir ampirik başarı kavramıyla
çalışıyor olmalıdır. Muhtemelen basitçe bu teorilerin halihazırda bilinen çeşitli gözlemsel
sonuçları başarılı bir şekilde karşılayabildiğini kastetmektedir. Ancak yukarıda belirtilen güçlü
türden bir öngörü başarısına ihtiyacımız varsa, o zaman ne Hartley'in ne de LeSage'in spekülatif
hipotezleri böyle bir başarıya ulaşmıştır.
Bununla birlikte, öngörü başarısı konusunda ne kadar katı olunursa olunsun, Laudan'ın
bazı örneklerinin gerçekçilere meydan okumaya devam edeceğine şüphe yoktur. Bana (ve
başkalarına) bu türden en keskin meydan okuma gibi görünen şeye odaklanalım: klasik fiziğin
eteri. Aslında, Fresnel tarafından önerilen ışığın klasik dalga teorisinde yer alan elastik katı eter
üzerinde yoğunlaşarak meydan okumayı daha da keskinleştirebiliriz. Fresnel'in teorisi, ışığın
bir kaynaktan çıkan ve her yeri kaplayan mekanik bir ortam tarafından iletilen periyodik
bozulmalardan oluştuğu varsayımına dayanıyordu. Fresnel'in kendisinin de bu ortamın 'gerçek
varlığına' inandığına kuşku yoktur - oldukça zayıflatılmış ve nadir bir ortam olduğu doğrudur,
ancak esasen, denge konumlarından rahatsız olan 'parçalarından' herhangi biri üzerinde elastik
geri yükleme kuvvetleri üreten sıradan bir mekanik ortamdır. Fresnel'in teorisinin gerçek bir
öngörü başarısı gösterdiğine de kuşku yoktur - en azından tek bir yarıktan gelen ışığa tutulan
opak bir diskin gölgesinin merkezindeki beyaz noktaya ilişkin ünlü öngörüsünde olduğu gibi.
Eğer Fresnel'in teorisi 'olgun' bilim olarak sayılmazsa, neyin sayılacağını görmek zordur.
Elbette bu, Fresnel'in ışık hakkında ampirik olarak zaten bilinenler tarafından
yönlendirildiğini inkar etmek anlamına gelmez. Fresnel'in çalışması sırasında, elastik katıların
dinamik özellikleri hakkında keşfedilecek çok şey olduğu da doğrudur. Sonuç olarak, Fresnel'in
teorisi bazı açılardan dinamik olarak eksikti (özellikle de geriye dönüp bakıldığında). Ancak
elastik katı bir ortamda bir bozulma olarak ışığın dinamik açıdan tamamen yeterli bir teorisini
oluşturamamış olması (ya da daha iyisi: teorisinin bazı temel dy¬namik sorunlarla karşılaşmış
olması), Fresnel'in böyle bir teoriyi amaçlamadığı ya da ürettiği teorinin bu şekilde
yorumlanmasını istemediği anlamına gelmez. Işığı açıkça elastik bir ortamdaki bir bozulma
olarak düşünüyordu ve dinamik ve mekanik düşünceler (genellikle soyut, matematiksel türden)
ışıkla ilgili ampirik verilerle birlikte araştırmasına kesinlikle rehberlik etti.
Fresnel'in elastik katı eteri daha sonraki fiziksel teorilerde korunmuş ya da 'yaklaşık
olarak korunmuş' mudur? Elbette, defalarca söylediğim ve realistlerin de kabul edeceği gibi, bir
teorik varlığın diğerine yaklaşması veya bir nedensel mekanizmanın diğerinin sınırlayıcı bir
durumu olması kavramı son derece muğlaktır ve bu nedenle son derece esnektir. Ancak kavram
çok fazla esnetilirse, o zaman realist pozisyon kesinlikle boş hale gelir. Eğer siyah beyaza
'yaklaşırsa', eğer bir parçacık bir dalgaya 'yaklaşırsa', eğer bir uzay-zaman eğriliği
77 yakınlaştırırsa, o zaman hiç şüphesiz realist, gelecekteki teorilerin yaklaşık olarak şu anda sahip
olduklarımıza benzeyeceğinden emin olabileceğimiz konusunda haklıdır. Ancak bu bize pek
bir şey söylemeyecektir. Bana öyle geliyor ki, açık görüşlü tek yargı, Fresnel'in elastik katı
eterinin daha sonraki bilimin seyri içinde tamamen yıkılmış olduğudur. Gerçekten de bu,
görelilik kuramının ortaya çıkışından çok önce, Maxwell'in kuramının onun yerine kabul
edilmesiyle gerçekleşmiştir. Maxwell'in kendisinin, elektromanyetik alanının bir gün altta
yatan mekanik bir alt katmana -esasen Fresnel'in tasarladığı şekliyle etere- 'indirgeneceği'
umudunu taşımaya devam ettiği doğrudur. Ancak bu tür bir 'indirgeme' girişiminin bir dizi
başarısızlığı karşısında, alan sonunda ilkel bir varlık olarak kabul edildi. Işık, elastik bir ortamda
değil ama 'bedensiz' elektromanyetik alanda periyodik bir bozulma olarak görülmeye başlandı.
Bu elektromanyetik görüşün ışığı yaptığı şey olan bir yer değiştirme akımından ve Fresnel'in
teorisinin yaptığı şey olan bir ortamdaki elastik titreşimden daha farklı iki şeyden bahsetmek
zor olacaktır.
Laudan'a yanıt veren Hardin ve Rosenberg, Fresnel'in elastik katı eterinin Maxwell'in
teorisinde 'yaklaşık olarak korunduğunu' iddia etmeye çalışmak yerine, realistin Fresnel'in
başından beri elektromanyetik alandan bahsettiğini 'makul' bir şekilde kabul edebileceğini öne
sürmektedir. Bu kesinlikle çarpıcı bir öneri! Lakatos'tan etkilenmiş biri olarak, kesinlikle tarihin
rasyonel yeniden inşasının rolünü tamamen reddetmek istemem. Gerçekten de, bir tarihçinin
bir bilim adamının kendi teorisini tam olarak anlamadığını kabul etme seçeneğini saklı tutması
makul görünmektedir; ancak teoriyi tamamen yanlış anlamış olabileceğini ve aslında
ölümünden yaklaşık 50 yıl sonrasına kadar gerçekten anlaşılamayacağını kabul etmek,
Fresnel'in en ufak bir fikri olmadığını bildiğimiz bir şey hakkında 'gerçekten' konuştuğunu
kabul etmek, tüm bunlar kesinlikle 'rasyonel yeniden yapılandırmayı' çok ileri götürmektir.
'Hayırseverlik' bile aşırıya kaçabilir. Fresnel açıkça ışık taşıyan 'ışıklı eterin' elastik bir katı
olduğunu ve özünde bu tür cisimlerin mekaniğinin sıradan yasalarına uyduğunu iddia ediyordu:
eterin 'parçaları' vardır; bir parça denge konumundan bozulduğunda onarıcı elastik kuvvetler
devreye girer. Bunu açıkça iddia ediyordu ve daha sonraki bilim doğruysa, Fresnel'in yanıldığı
ortaya çıktı. Hardin ve Rosenberg'in iddiasında kesin bir çaresizlik havası vardır.
Yine de onların ve Boyd'un söylediklerinde haklılık payı vardır. Fresnel'den Maxwell'e
geçişte önemli bir süreklilik unsuru vardı ve bu, başarılı ampirik içeriğin yeni teoriye taşınması
gibi basit bir sorudan çok daha fazlasıydı. Aynı zamanda, tam teorik içeriğin ya da tam teorik
mekanizmaların ('yaklaşık' biçimde bile olsa) taşınmasından çok daha az bir şeydi. Hardin ve
Rosenberg'in Fresnel'in teorisinin başından beri 'gerçekten' elektromanyetik alanla ilgili olduğu
şeklindeki çok zorlama varsayımı yapılmadan da neyin taşındığı yakalanabilir. Değişimde bir
süreklilik ya da birikim vardı, ancak bu süreklilik içerikle değil, biçim ya da yapıyla ilgiliydi.
Aslında bu iddia Poincare tarafından zaten ortaya atılmış ve savunulmuştu. Ve Poincare,
Fresnel'den Maxwell'e geçiş örneğini, genellikle kendisine atfedilen anti-realist araçsalcılıktan
oldukça farklı genel bir tür sözdizimsel veya yapısal realizmi savunmak için kullanmıştır.
Poincare'nin büyük ölçüde unutulmuş bu tezi bana hem 'mucize yok' argümanının altını
doldurmanın hem de bilimdeki teori değişiminin boyutunu doğru bir şekilde açıklamanın tek
umut verici yolunu sunuyor gibi görünüyor. Kabaca konuşmak gerekirse, Fresnel'in ışığın
doğasını tamamen yanlış tanımladığını söylemek doğru gibi görünüyor; ama yine de teorisinin
ampirik öngörü başarısına sahip olması bir mucize değildir; Fresnel'in teorisi, bilimin daha
sonra gördüğü gibi, ışığa doğru yapıyı atfettiği için mucize değildir.
Poincare'nin görüşü, şu anda moda olan 'kötümser tümevarım'ı açıkça öngörerek
başlayan Bilim ve Hipotez'den aşağıdaki pasajda özetlenmiştir:
Bilimsel teorilerin geçici doğası dünya insanını şaşırtmaktadır. Kısa süren refah 78
dönemleri sona erdiğinde, birbiri ardına terk edildiklerini görür; yıkıntıların yıkıntılar üzerine
yığıldığını görür; bugün moda olan teorilerin de kısa bir süre içinde yenik düşeceğini tahmin
eder ve bunların kesinlikle boşuna olduğu sonucuna varır. İşte bilimin iflası dediği şey budur.
Kuşkuculuğu yüzeyseldir; bilimsel teorilerin amacını ve oynadıkları rolü hesaba
katmaz, yoksa yıkıntıların hala bir işe yarayabileceğini anlar. Hiçbir teori, ışığı eterin
hareketlerine bağlayan Fresnel'in teorisinden daha sağlam bir zemine oturmuş görünmüyordu.
Peki bugün Maxwell'in teorisi tercih ediliyorsa, bu Fresnel'in çalışmalarının boşa gittiği
anlamına mı gelir? Hayır; çünkü Fresnel'in amacı gerçekten bir eter olup olmadığını,
atomlardan oluşup oluşmadığını, bu atomların gerçekten şu ya da bu şekilde hareket edip
etmediğini bilmek değildi; onun amacı optik fenomenleri tahmin etmekti.
Fresnel'in teorisi, Maxwell'in zamanından önce olduğu gibi bugün de bunu yapmamızı
sağlıyor. Diferansiyel denklemler her zaman doğrudur, her zaman aynı yöntemlerle entegre
edilebilirler ve bu entegrasyonun sonuçları hala değerlerini korumaktadır.
Elbette buraya kadar anlatılanlar pozitivist enstrümentalizmin mükemmel bir ifadesi
gibi görünebilir: Fresnel'in teorisi gerçekten de sadece ampirik içeriğinden ibarettir ve bu içerik
daha sonraki teorilerde de korunur. Ancak Poincare, kendi pozisyonunun bu olmadığını oldukça
açık bir şekilde ifade etmeye devam eder.
Bunun fiziksel teorileri basit pratik reçetelere indirgemek olduğu söylenemez; bu
denklemler ilişkileri ifade eder ve denklemler doğru kalıyorsa, bunun nedeni ilişkilerin
gerçekliklerini korumalarıdır. O zaman olduğu gibi şimdi de bize şu şey ile şu şey arasında
şöyle şöyle bir ilişki olduğunu öğretiyorlar; sadece o zaman hareket dediğimiz şeye şimdi
elektrik akımı diyoruz. Ancak bunlar, Doğanın gözlerimizden sonsuza dek saklayacağı gerçek
nesnelerin yerine koyduğumuz imgelerin adlarıdır yalnızca. Bu gerçek nesneler arasındaki
gerçek ilişkiler, ulaşabileceğimiz tek gerçekliktir. (1905:162)
Poincare, Maxwell'in teorisi açısından bakıldığında Fresnel'in ışığın doğasını tamamen
yanlış tanımlamış olmasına rağmen, teorisinin sadece ışığın gözlemlenebilir etkilerini değil,
yapısını da doğru bir şekilde tanımladığını iddia etmektedir. Elastik katı eter diye bir şey yoktur.
Ancak, daha sonraki bakış açısına göre, (bedensiz) bir elektromanyetik alan vardır. Bu alan net
bir şekilde etere yaklaşmaz, ancak içindeki bozulmalar mekanik bir ortamdaki elastik
bozulmaların uyduğu yasalara biçimsel olarak benzer yasalara uyar. Fresnel neyin salınım
yaptığı konusunda oldukça yanılmış olsa da, daha sonraki bakış açısına göre, sadece optik
fenomenler konusunda değil, aynı zamanda bu fenomenlerin ışığa dik açılı bir şeyin ya da başka
bir şeyin salınımlarına bağlı olduğu konusunda da haklıydı.
Dolayısıyla, kendimizi matematiksel denklemler düzeyiyle sınırlarsak - dikkat edin,
olgusal düzeyle değil - aslında Fresnel'in ve Maxwell'in teorileri arasında tam bir süreklilik
vardır. Fresnel, çeşitli durumlarda yansıyan ve kırılan ışık demetlerinin göreli yoğunlukları için
ünlü bir denklemler dizisi geliştirmiştir. Sıradan polarize olmamış ışık iki bileşene analiz
edilebilir: biri geliş düzleminde polarize olmuş, diğeri ise ona dik açılarla polarize olmuş. I2,
R2 ve X2 sırasıyla gelen, yansıyan ve kırılan ışınların geliş düzleminde polarize olan
bileşenlerin yoğunlukları olsun; I'2, R'2 ve X'2 ise geliş düzlemine dik açılarla polarize olan
bileşenlerdir. Son olarak, i ve r gelen ve kırılan ışınların bir düzlem yansıtıcı yüzeyin normali
ile yaptığı açılar olsun. Fresnel'in denklemleri şu şekildedir
79 R/I = tan(i - r)/tan(i + r) R'/ If = sin(i - r)/ sin(i + r) X/1 = (2 sin r .cosi)/(sin(i + r)cos(i - r)j X'I
r = 2 sin r. cosi / sin(i + r)
Fresnel bu denklemleri aşağıdaki ışık resmine dayanarak geliştirmiştir. Işık, mekanik
bir ortam aracılığıyla iletilen titreşimlerden oluşur. Bu titreşimler, ışığın ortam boyunca iletim
yönüne dik açılarda meydana gelir. Kutuplanmamış bir ışında, titreşimler iletim yönüne dik açı
yapan tüm düzlemlerde meydana gelir - ancak tüm ışın, iki titreşimin bileşimi olarak görülerek
tanımlanabilir: biri geliş düzleminde meydana gelen ve diğeri ona dik açı yapan düzlemde
meydana gelen. Titreşimler ne kadar büyükse, yani parçacıklar titreşim tarafından denge
konumlarından ne kadar uzağa zorlanırsa, ışık da o kadar yoğun olur. Z, R, X, vs. aslında bu
titreşimlerin genliklerini ölçer ve ışığın şiddetleri bu genliklerin kareleri ile verilir.
Maxwell'in sonunda kabul edilen teorisinin bakış açısından, tekrar etmek gerekirse, bu
açıklama tamamen yanlıştır. Titreşim yapacak elastik bir eter yokken nasıl başka bir şey olabilir
ki? Yine de, bu bakış açısından, Fresnel'in teorisi tam olarak doğru yapıya sahiptir - Maxwell'in
teorisine göre titreşen şey 'sadece' elektrik ve manyetik alan güçleridir. Ve aslında, eğer Z, R,
X, vs.yi ilgili elektrik vektörlerinin 'titreşim' genlikleri olarak yorumlarsak, Fresnel'in
denklemleri Maxwell'in teorisi tarafından doğrudan ve tam olarak gerektirilir. O halde,
Fresnel'in teorisi sadece bazı doğru tahminlerde bulunmakla kalmıyordu; bunları optik
fenomenler arasındaki bazı ilişkileri doğru bir şekilde tanımladığı için yapıyordu. Bu yeni teori
açısından bakıldığında, Fresnel ışığın doğası konusunda oldukça yanılmıştı; öne sürdüğü teorik
mekanizmalar, yeni teorinin teorik mekanizmalarına yaklaşımlar ya da bunların sınırlayıcı
durumları değildi. Yine de Fresnel sadece bir dizi optik fenomen konusunda değil, bu
fenomenlerin ışığa dik açılarla periyodik değişim geçiren bir şeye ya da başka bir şeye bağlı
olduğu konusunda da oldukça haklıydı.
Ancak Poincare'ye göre, çağdaşlarının Maxwell'i ışığın doğasını kesin olarak keşfetmiş,
ışığın gerçekten elektromanyetik alanın titreşimlerinden oluştuğunu keşfetmiş olarak görmeleri
için, Fresnel'in çağdaşlarının Fresnel'i ışığın doğasını keşfetmiş olarak görmeleri için sahip
olduklarından daha fazla gerekçeleri yoktu. Her halükarda, Maxwell'e yönelik bu tutum,
Maxwell'in Fresnel'in ortaya koyduğu ilişkiler üzerine inşa ettiği ve şimdiye kadar bir yanda
tamamen optik olarak kabul edilen fenomenler ile diğer yanda elektrik ve manyetik fenomenler
arasında daha fazla ilişkinin var olduğunu gösterdiğinden daha fazlasını ifade ediyorsa yanlış
olur.
O halde, bilimde önemli bir teori değişikliğine ilişkin bu örnek, önceki ontolojik
fikirlerin radikal bir şekilde değiştirilmesiyle birlikte yapısal düzeyde kümülatif bir büyüme
sergiliyor gibi görünmektedir. O halde, yapısal bir gerçekçilik lehine konuşmaktadır. Bu sadece
bu özel örneğin bir özelliği midir, yoksa yapının korunması olgun (yani başarılı bir şekilde
öngörüde bulunan) bilimdeki teori değişiminin genel bir özelliği midir?
Bu özel örnek aslında en az bir önemli açıdan temsil edici değildir: Fresnel'in
denklemleri, yerini alan teoriye tamamen bozulmadan aktarılmıştır - orada yeni yorumlanmış
ancak matematiksel denklemler olarak tamamen değişmeden ortaya çıkmıştır. Çok daha yaygın
olan model, eski denklemlerin yeninin sınırlayıcı durumları olarak yeniden ortaya çıkmasıdır -
yani eski ve yeni denklemler kesinlikle tutarsızdır, ancak bazı niceliklerin bazı limitlere eğilimli
olması gibi yeniler de eskilere eğilimlidir.
Fizik tarihindeki kurala göre, ne zaman bir teori kendisinden önce gelen ancak gerçek
bir öngörü başarısına sahip olan bir teorinin yerini alsa, 'tekabüliyet ilkesi' uygulanır. Bu, eski
teorinin matematiksel denklemlerinin, yeni teorinin matematiksel denklemlerinin sınırlayıcı 80
durumları olarak yeniden ortaya çıkmasını gerektirir. Giderek daha fazla farkına varıldığı üzere
bu ilke, yeni bir teorinin mevcut teoriden daha iyi sayılabilmesi için sadece olay sonrası bir
gereklilik olarak değil, aynı zamanda çoğu zaman yeni teorinin gerçek gelişiminde sezgisel bir
araç olarak da işlemektedir. Boyd (1984) aslında tekabüliyet ilkesinin genel uygulanabilirliğini
kendi gerçekçiliğine kanıt olarak göstermektedir. Ancak bu ilke tamamen matematiksel
düzeyde geçerlidir ve dolayısıyla yeni teorinin temel teorik varsayımlarının (denklemlerdeki
terimleri yorumlayan) eskisininkilerle tamamen çelişkili olmasıyla oldukça uyumludur.
Uzaktaki bir çekim kuvvetinin uzay-zaman eğriliğinin 'sınırlayıcı bir durumu' olduğu ya da ona
'yaklaştığı' konusunda açık bir anlam göremiyorum. Ya da uzak mesafeden etki kütleçekim
teorisinin 'teorik mekanizmalarının' genel görelilik teorisine 'taşındığı'.
Yine de Einstein'ın denklemleri, bazı sınırlayıcı özel durumlarda inkar edilemez bir
şekilde Newton'un denklemlerine geçer. Bu anlamda, bu durumda yapının 'yaklaşık sürekliliği'
söz konusudur. Boyd'un işaret ettiği gibi, yeni bir teori selefinin başarılı ampirik içeriğini,
selefinin denklemlerini kendi denklemlerinin özel durumları olarak vermekten başka yollarla
da yakalayabilir. Ancak tekabüliyet ilkesinin genel uygulanabilirliği kesinlikle tam anlamıyla
gerçekçilik için değil, yalnızca yapısal gerçekçilik için bir kanıttır.
Bu pozisyon üzerinde, özellikle de bir teorinin yapısının başka bir teorinin yapısına
yaklaşması kavramıyla ilgili olarak, daha pek çok açıklayıcı çalışma yapılması gerekmektedir.
Ancak umuyorum ki söylediklerim, Poincare'nin görüşünün, bilimsel teorilerin statüsüne
ilişkin, her iki dünyanın da en iyisini sunma konusunda gerçekçi bir vaatte bulunan mevcut tek
açıklama olduğunu göstermek için yeterlidir: bilimde teori değişimine ilişkin tarihsel
gerçeklerin tüm etkisini kabul ederken, 'mucize yok' argümanının altını çizmek. Boyd'un
gerçekçiliği hakkında doğru olanı ('olgun' bilimde tamamen ampirik olandan daha yüksek
seviyelerde 'temel birikim' vardır) ve aynı zamanda Laudan'ın gerçekçilik eleştirisi hakkında
doğru olanı (birikim, tamamen yorumlanmış en üst teorik seviyelere kadar uzanmaz) yakalar.
Durumu daha da netleştirmeye yönelik bir adım olarak, bilimsel gerçekçiliğe doğru ya
da yanlış yöneltilen bir eleştirinin yapısal versiyonu etkilemediğini öne sürerek bitireyim.
Arthur Fine çarpıcı bir şekilde şunu iddia etmiştir: Ancak gerçekçilik daha önce de ölü ilan
edilmiştir. Bazı on sekizinci yüzyıl bilim adamları (elbette dolaylı olarak; bunu bu şekilde ifade
etmezlerdi) realizmin ölümünün evrensel çekim teorisinin temelleri üzerine yapılan
tartışmalarla hızlandırıldığına inanıyorlardı. Ancak bu durumda gerçekçiliğin, önce üzerine
fazladan bir iddia yüklenerek 'öldürüldüğü' ve bunun da suikastçının kurşunu için uygun bir
hedef olduğu artık kesinlikle açıktır. Bu fazladan iddia, bilimsel bir teorinin, bir mesafeden
eylem gibi 'anlaşılmaz' kavramlara ilkel olarak başvuramayacağıydı. Gerçekçi bir yorum
anlaşılabilirlik gerektiriyordu ve anlaşılabilirlik de temel teorik kavramların önceden kabul
edilmiş (ve iddiaya göre önceden 'anlaşılmış') bir metafizik çerçeve açısından yorumlanmasını
gerektiriyordu (Newton örneğinde bu elbette Kartezyen temasla eylem mekaniği çerçevesiydi).
Kuantum mekaniğinin temelleri konusunda uzman olduğunu iddia etmeksizin (ve bu teorinin
özelliklerine tüm saygımla), bana öyle geliyor ki Fine, kuantum mekaniğindeki realist
pozisyonu Einstein'ın pozisyonuyla özdeşleştirerek, benzer şekilde realizme aslında yapmasına
gerek olmayan bir iddiayı yüklüyor. Gerçekçi, kuantum mekaniksel durumların ilkel olarak
alınamayacağını, ancak bir şekilde anlaşılması veya klasik terimlere indirgenmesi veya
tanımlanması gerektiğini iddia etmek zorunda kalır.

81 Ancak yapısal gerçekçi en azından böyle bir iddiada bulunmaz, hatta bunu açıkça
reddeder. Evrenin temel mobilyalarının doğasını 'anlayabileceğimizi' düşünmenin bir hata
olduğunda ısrar eder. Newton örneğinde nihayetinde olanları alkışlamaktadır. Orada teori
deneysel olarak o kadar başarılı ve 'mekanistik indirgemeye' karşı o kadar dirençli olmuştur ki,
yerçekimi (gerçek bir uzak-etki kuvveti olarak anlaşılmıştır) ilkel indirgenemez bir kavram
olarak kabul edilmiştir. (Ve uzaktaki etki kuvvetleri, elektrostatik gibi diğer bilimsel teorilerin
mükemmel bir şekilde kabul edilebilir ve gerçekçi bir şekilde yorumlanmış bileşenleri haline
geldi). Yapısal gerçekçi görüşe göre, Newton'un gerçekten keşfettiği şey, teorisinin
matematiksel denklemlerinde ifade edilen ve teorik terimleri gerçek ilkeller olarak anlaşılması
gereken olgular arasındaki ilişkilerdir.
Kuantum mekaniğine karşı da benzer bir yapısal gerçekçi tutumun benimsenmemesi
için herhangi bir neden var mıdır? Bu görüş Einstein'ın 'klasik' metafizik önyargılarından açıkça
ayrılmış olacaktır: dinamik değişkenlerin her zaman keskin değerlere sahip olması gerektiği ve
tüm fiziksel olayların önceki koşullar tarafından tamamen belirlendiği. Bunun yerine, kuantum
mekaniğinin evrenin gerçek yapısını yakalamış gibi göründüğü, mikro sistemler tarafından
sergilenen her türlü olgunun gerçekten de sistemin kuantum durumuna bağlı olduğu ve bu
durumun gerçekten de kuantum mekaniğinin tanımladığı şekilde gelişip değiştiği görüşü
benimsenecektir. Elbette bu durumun, sistem 'makroskopik bir sistemle' etkileşime girdiğinde
teorinin daha fazla açıklamadığı bir şekilde süreksiz olarak değiştiği doğrudur - ancak
Newton'un teorisi yerçekimi etkileşimini açıklamaz, sadece bunun gerçekleştiğini varsayar.
(Aslında, elbette hiçbir teori sonsuz gerilemenin acısıyla her şeyi açıklayamaz). Eğer bu tür
süreksiz durum değişiklikleri açıklama için haykırıyor gibi görünüyorsa, bunun nedeni bazı
klasik metafizik varsayımların kökleşmiş doğasıdır (tıpkı uzaktaki eylemin açıklama için
'haykırdığı' fikrinin Kartezyen tarzı mekaniğe yönelik kökleşmiş bir önyargının yansıması
olması gibi).
Başka bir deyişle, yapısal gerçekçi basitçe, teorinin muazzam deneysel başarısı göz
önüne alındığında, evrenin yapısının (muhtemelen) kuantum-mekaniksel gibi bir şey olduğunu
iddia eder. Kuantum durumunun doğasını anlamamız gerektiğini düşünmek bir hatadır ve a
fortiori, bunu klasik terimlerle anlamamız gerektiğini düşünmek de bir hatadır. (Elbette bu, gizli
değişkenler programlarının bariz bir şekilde başlangıçsız olduğunu, bunlar üzerinde çalışmanın
bir şekilde bariz bir şekilde hatalı olduğunu iddia etmek değildir - yapısal gerçekçinin
yerçekiminin Kartezyen indirgeme girişimlerinin başından beri mahkum olduğunu iddia etmesi
gerektiğinden daha fazla değildir. Tek iddia, nihayetinde kanıtların yol gösterdiğidir: tüm
çabalara rağmen, en sevdiğimiz metafizik varsayımları içeren bilimsel bir teori inşa
edilemiyorsa, o zaman bu ilkeler ne kadar sağlam bir şekilde yerleşmiş olursa olsun ve geçmişte
ne kadar verimli olduklarını kanıtlamış olurlarsa olsunlar, nihayetinde vazgeçilmelidirler).

82
BİLİM NEYİ AMAÇLAR?

Bilimsel gerçekçiliğe etkileyici bir meydan okumada bulunmuş ve 'yapıcı ampirizm'


adının verildiği yeni bir ampirizmi güçlü bir şekilde savunmuştur. Meydan okunan bilimsel
gerçekçilik biçiminin savunulamaz olduğu konusunda onunla hemfikirim. Ancak, onun yapıcı
ampirizmini tatmin edici bir alternatif olarak kabul edemiyorum. Kuşkusuz, diğer ampirist
teorilerde sakıncalı bulunan pek çok şeyi kabul ettiği için, daha önceki daha kaba ampirizm
biçimlerinden çok daha kabul edilebilirdir. Ancak, sonuçta, onlarla aynı temel kusurlardan
muzdariptir ve bu nedenle onlarla birlikte reddedilmelidir.
Bilimsel gerçekçiliği birbirlerine karşıt olarak görür. Aralarındaki temel farkı, bilimin
amaçlarına ilişkin bir görüş ayrılığı olarak belirler. Deneycilerin amacının doğayı öngörmek,
başarılı öngörülerde bulunan teoriler üretmek olduğunu söyler- deneyimlerle doğrulanan
öngörüler. Bilimsel gerçekçiler ise bilimin amacını, şeyleri gerçekten oldukları ya da oldukları
gibi tanımlamak olarak görürler- çıplak gerçekliğin kendisini görebilmek için gerçekliği bir örtü
gibi örten görünüşlerden sıyırmaktır.
Geleneksel olarak ampirizme, bilimsel gerçekçilikle değil ama rasyonalizmle ve
bilgimizin kaynakları hakkında bir teori olarak vahiycilikle karşı çıkılmıştır. Ve çoğu bilimsel
gerçekçi bu konuda ampiristlerle hemfikirdir. Örneğin Galileo bilgimizin kaynakları konusunda
bir ampirist, Kardinal Bellarmino ise bir vahiyciydi. Ancak, van Fraassen'in kriterlerine göre,
83 deneyci olan Bellarmino, olmayan ise Galileo'dur. Dolayısıyla van Fraassen'in ampirizm
kavramı geleneksel bir kavram değildir. Bununla birlikte, deneyci gelenek içinde bilimin amacı
konusundaki anlaşmazlık önemli bir anlaşmazlıktır ve etiketler hakkında tartışmanın bir anlamı
olduğunu düşünmüyorum.
Bilimin amacına ilişkin farklı görüşler, doğal olarak teorik başarılarına ilişkin farklı
görüşlere yol açmaktadır. Bilimsel gerçekçiler için, iyi kurulmuş ve kabul edilmiş teoriler
kelimenin tam anlamıyla doğru olarak kabul edilmelidir - sadece ne olacağını tahmin etmek
için yararlı modeller veya eski moda terimi kullanırsak 'olguları kurtarmak' için değil.
Ampiristler için, bu tür teoriler sadece ampirik olarak yeterli olan ve olmaya devam edeceğine
inandığımız gerçeklik modelleridir. Van Fraassen, doğru olup olmadıklarının hiçbir önemi
olmadığını savunmaktadır - her ne kadar doğru ya da yanlış olduklarını inkar etmese de.
Van Fraassen'e göre bilimsel gerçekçinin pozisyonu şudur:
(1) Bilim, teorilerinde bize dünyanın nasıl olduğuna dair kelimenin tam anlamıyla
gerçek bir hikaye sunmayı amaçlar; ve bilimsel bir teorinin kabulü, onun doğru olduğuna dair
inancı içerir.
Harfi harfine doğruluk kavramı bir tekabüliyet kavramıdır: bir ifade, harfi harfine
yorumlandığında gerçekliği doğru bir şekilde tanımlıyor ya da ona karşılık geliyorsa harfi
harfine doğrudur. Harfi harfine yorumlama kuralları açıkça belirtilmemiştir, ancak aklında en
azından şu vardır: teorik bir varlığa yapılan herhangi bir görünür referans, bu şekilde
yorumlamamak için iyi özel nedenler olmadıkça, gerçek bir referans girişimi olarak
yorumlanmalıdır.
Bilimsel gerçekçilerin bilimin amacı anlayışına karşı van Fraassen, bilimi motive etmek
ya da pratiğini açıklamak için bunun gerekli olmadığını savunur. Bu amaçlar için, amacı
ampirik olarak yeterli teorilerin sağlanması olarak görmek yeterlidir. Dahası, teorilerin ampirik
olarak yetersiz belirlendiğine dair genel bir teze dayanarak, herhangi bir teoriden ampirik olarak
yeterli olmasından daha fazlasını rasyonel olarak talep edemeyeceğimizi savunur. Çünkü onun
ampirik yeterlilik kriterine göre kabul edilebilir olan teorilere indiğimizde, bunlar arasındaki
seçim, doğru olup olmadıklarıyla herhangi bir ilgisi olan gerekçelerle yapılamaz. Seçim artık
pragmatik bir seçim olmak zorundadır. Dolayısıyla, bir teorinin kabulü için doğruluğuna
inanmayı şart koşsaydık, bunu yapmak için iyi ampirik ve pragmatik nedenlerimiz olsa bile,
hiçbir teoriyi rasyonel olarak kabul edemezdik. Tersine, herhangi bir teoriyi kelimenin tam
anlamıyla doğru olarak kabul etseydik, onları ampirik olarak eşdeğer diğer teorilere tercih
etmek için sahip olduğumuz pragmatik nedenlerin (basitlik, zarafet ve benzeri) aslında onların
doğru olduğuna inanmak için gerekçeler olduğunu kabul etmemiz gerekirdi.
Van Fraassen böylece aşağıdaki pozisyona ulaşır:
(2) Bilim bize ampirik olarak yeterli teoriler vermeyi amaçlar; ve bir teorinin kabulü
sadece ampirik olarak uygun olduğuna inanmayı içerir.
Bu ifadeyi normatif olarak anlamayı amaçladığını ve aynı şeyin bilimsel gerçekçilere
atfettiği pozisyon ifadesi için de geçerli olduğunu varsayıyorum, çünkü bilim insanlarının
kendilerinin bilimin amaçları olarak ne gördüklerine veya kabul ettikleri teorilere ilişkin hangi
inançlara sahip olduklarına dair sosyolojik bir araştırma yoktur. Dolayısıyla, muhtemelen,
bilimin amaçlarının ne olduğunu düşünmemiz gerektiği ve bilimsel bir teoriyi kabul ederken
hangi inançlara sahip olmamız gerektiği bir sorudur. Bununla birlikte, temel tezler normatif 84
yargılar olarak sunulmadığından ve modern fiziksel teoriler hakkında çok fazla tartışma
olduğundan, van Fraassen'in pozisyonunu, en azından kısmen, bilim insanlarının günümüzün
baskın fiziksel teorilerine karşı tutumları olduğunu düşündüğü şeyin bir yansıması olarak
görmekten kendimi alamıyorum.
Bilimdeki baskın teorilerin mekanistik olduğu zamanlarda, bilimin amacını doğanın
altında yatan mekanizmaları keşfetmek ve tanımlamak olarak görmek kolaydı. On dokuzuncu
yüzyıl kimyasını düşünün. Elbette, o zamanın atomik-moleküler teorileri genellikle temel
kimyasal süreçleri tanımlıyor olarak görülüyordu; ve bunları kabul etmek, bu süreçleri
gerçekten tanımladıklarına inanmak demekti. Ancak o zamandan bu yana bilimin imajı büyük
ölçüde değişti ve baskın teoriler artık mekanik değil. Şimdi kuantum mekaniğini ve
geometrodinamiği düşünün. Bilimsel gerçekçilik artık doğal olarak kabul etmek zorunda
hissettiğimiz bir bilim felsefesi mi? Birçok uzay-zaman ve kuantum fizikçisinin, kabul ettikleri
ve üzerinde çalıştıkları teorilerin kelimenin tam anlamıyla doğru olabileceği önerisi karşısında
oldukça şaşıracaklarını düşünmekteyim, çünkü bu teorilerin karşılık gelebileceği gerçeklik
hakkında net bir anlayışa sahip değillerdir. Ve birçoğunun bilimin amacının bize sadece
deneysel olarak yeterli teoriler vermek olduğu konusunda hemfikir olduğunu görebiliyorum.
Bu noktada, konumu karakterize edişi göz önüne alındığında, onunla aynı fikirdeyim.
Van Fraassen'in pozisyonunu ve bu pozisyona ilişkin argümanlarını değerlendirirken,
söylediklerinin çoğuna ayrıntılı olarak katıldığımı fark ettim. En azından, hakikate ilişkin bir
tekabüliyet teorisini ve van Fraassen'in ampirik ve pragmatik düşünceler arasındaki ayrımını
kabul eden herhangi bir bilimsel gerçekçinin konumunu savunmakta ciddi bir sıkıntı içinde
olduğuna ikna oldum. Çünkü, bir iddianın doğruluğu ya da yanlışlığıyla ilgili tek düşüncenin
ampirik ya da mantıksal olduğu ve bu tür düşüncelerin tek başına hangi teorileri doğru olarak
kabul etmemiz gerektiğini asla belirleyemeyeceği (eksik belirleme nedeniyle) göz önüne
alındığında, bir teorinin doğru olduğuna inanmak için hiçbir zaman iyi bir nedenimiz
olamayacağı sonucu çıkar. Dolayısıyla, kabul ettikleri teorilerin harfi harfine doğruluğuna
inanan herkes bunu mantıksız bir şekilde yapmalıdır. Bu argümana karşı çıkmak için ya van
Fraassen'in ampirik eksik belirleme tezine ya da tüm argümanın dayandığı hakikatin tekabüliyet
teorisine karşı çıkmak gerekir.
Bununla birlikte, bilimsel realistlerin çoğu ciddi bir çıkmazdadır, zira hakikate ilişkin
bir tekabüliyet teorisini kabul etmenin konumları için elzem olduğunu düşünmektedirler.
Onlara göre tutarlılık ve pragmatik teoriler realizmle değil idealizmle birlikte gider. Dolayısıyla
çoğu bilimsel realist, argümanın zayıf noktası olarak ya ampirik eksik belirleme tezine ya da
ampirik/prag- matik ayrımına odaklanacaktır. Bununla birlikte, ampirik alt-belirlenim tezi çok
yaygın olarak kabul görmekte ve nadiren sorgulanmaktadır; ve çoğu bilimsel gerçekçi, alt-
belirlenim argümanına böylesine bir güç veren ampirik/pragmatik ayrımından vazgeçme
konusunda isteksiz olacaktır, çünkü bunu yapmak, konumları için gerekli olduğuna inandıkları
gerçeğin tekabüliyet teorisini zayıflatacak gibi görünmektedir. Yine de, bilimsel gerçekçiliği
savunmak istiyorlarsa bunlardan birini yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Doğruluğun
tekabüliyet teorisi konumları için gerekli değildir; van Fraassen'in ampirik/pragmatik ayrımı da
öyle. Çünkü bilimsel gerçekçilik, pragmatik bir doğruluk teorisiyle birleştirilebilir; ve böyle bir
doğruluk teorisi göz önüne alındığında, pragmatik olarak adlandırılanlar da dahil olmak üzere
teorileri değerlendirmek için kullandığımız tüm kriterler, onların doğruluğu veya yanlışlığı ile
ilgili olarak görülebilir.
85 Van Fraassen'in yapıcı ampirizmine karşı ben pragmatist tezi:
(3) Bilim, doğal olguların mümkün olan en iyi açıklayıcı açıklamasını sağlamayı
amaçlar; ve bilimsel bir teorinin kabulü, onun böyle bir açıklamaya ait olduğu inancını içerir.
Şimdi, (3)'ün neredeyse doğru olduğunu ve hem deneycilerin hem de bilimsel
gerçekçilerin bunu kabul edebileceğini düşünüyorum. Ampiristler, mümkün olan en iyi
açıklamanın ampirik olarak yeterli olan herhangi bir açıklama olduğunu kabul ederek bunu
kabul edebilirler. Bilimsel gerçekçiler ise, eğer varsa, mümkün olan en iyi açıklamanın zorunlu
olarak doğru açıklama olduğunu kabul ederek bunu kabul edebilirler. Sanırım pek çok bilimsel
gerçekçi kendi konumlarının bu pragmatist savunmasını kabul etmeyecektir, çünkü çoğu
pragmatik bir teoriyi değil, doğruluğun bir tekabüliyet teorisini kabul edecektir. Yine de fazla
seçenekleri olduğunu düşünmüyorum. Ya doğruluğun tekabüliyet teorisini reddedip içsel
gerçekçilik olarak bilinen pozisyonu kabul edecekler ya da van Fraassen'i takip ederek onun
yapıcı ampirizmine giden yolda ilerleyecekler.
Benim bu makaledeki amacım bilimsel gerçekçiliği bir içsel gerçekçi perspektifinden
savunmaktır. Bu perspektiften, van Fraassen'in
Fraassen'in bilimsel gerçekçiliğe karşı savı başarısız olmuştur. Sunacağım argümanların
çoğu, metafiziksel inançları ne olursa olsun bilimsel gerçekçiler tarafından kabul edilebilir
olmalıdır. Ve bu argümanlar bilimsel gerçekçilerin bağımsız ilgisini çekmelidir. Özellikle,
konvansiyonalizm ve güçlü altbelirlenim argümanlarının genellikle düşünüldükleri kadar iyi
olmadıklarını iddia edeceğim. Ancak, sonuçta, van Fraassen'in argümanlarının bilimsel
gerçekçiliğin metafiziksel gerçekçi versiyonunu yenilgiye uğratması gerektiğini düşünüyorum,
çünkü metafiziksel gerçekçiliğe karşı yeterli bir cevabı olmayan şüpheci bir meydan okuma
var. Dolayısıyla nihai seçim, yapıcı ampirizm ile içsel bilimsel gerçekçilik arasındadır.

86
Bİ Lİ MSEL GERÇEKÇİ Lİ K

Bilimsel gerçekçilerin düşüncesinde, daha önce bahsedilenlerin dışında, bir dizi


iplikçiği izole edebiliriz; ve belki de bunu yapmak faydalı olacaktır, çünkü çoğu bilimsel
gerçekçi bunları bir paket anlaşma olarak bir arada görmektedir.
İlk olarak, fizikalist bir ontolojiye bağlılık vardır. Bu ontolojinin kesin doğası nadiren
açıklanır ve neleri içerdiği konusunda bilimsel gerçekçiler arasında anlaşmazlıklar vardır.
Temel parçacıkları içerdiği konusunda neredeyse herkes hemfikirdir, ancak özelliklerin,
ilişkilerin, kuvvetlerin, kümelerin veya niteliklerin de dahil edilip edilmeyeceği tartışmalıdır.
Bazıları tümelleri (özellikler, ilişkiler) ontolojilerine dahil eder ancak kümelerin veya diğer
soyut tikellerin varlığını reddeder. Diğerleri kümelerden memnun ama tümellerden mutsuzdur.
Bazıları Hume'cu bir nedensellik ve dolayısıyla kuvvetler açıklaması sunarken (bir zamanlar
benim yaptığım gibi), diğerleri bazı doğal zorunluluk doktrinlerini kabul eder. Epifenomenal
niteliklerin varlığını kabul ederken bilimsel gerçekçi olduklarını iddia edenler de vardır.
Bilimsel gerçekçiliğin ikinci bir kolu bilimsel yasa ve kuramların statüsüyle ilgilidir.
Hepsi de bunların araçsal olarak değil gerçekçi olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Bilimin
yasaları ve teorileri gerçeklik hakkında gerçek iddialardır, bu amaç için az ya da çok yararlı
olan tahmin araçları değildir. Bu, bilimsel gerçekçiliğin temel tezidir. Her bilimsel gerçekçi
bunun bir versiyonunu kabul eder. Ancak bu tez de fizikalizm doktrini gibi çeşitli yorumlara
tabidir. Temel olarak fikir, dünyada yasalarımızın ve teorilerimizin atıfta bulunduğu ve doğru
87 ya da yanlış oldukları şeyler olduğudur. Yani bunlar gerçek varlıklara atıfta bulunuyor ve onlara
gerçek özellikler atfediyor olarak anlaşılmalıdır. Ancak bu iddianın bile nasıl yorumlanacağı
açık değildir. Naif bir yorumla, Hilbert uzayları, mükemmel gazlar, eylemsiz sistemler ve
tekdüze yerçekimi alanlarında sabit akışta ideal sıkıştırılamaz akışkanlar olduğunu
varsaymalıyız, çünkü yasalarımızın çoğu, eğer sadece boş bir şekilde doğru değillerse, görünüşe
göre bu gibi şeylere atıfta bulunmaktadır. Ancak benim izlenimim, bilimsel gerçekçilerin
çoğunun yasaların ya da bilim teorilerinin ontolojik taahhütlerini bu kadar naif ve gerçekçi bir
şekilde ele almak istemedikleri, yalnızca kendi ontolojileriyle uyumlu bir şekilde
anlaşılabilecek olanları ele aldıkları yönündedir. Geriye kalanların uygun bir şekilde
indirgenmesi ve istenmeyen taahhütlerden kaçınmak için görünür referansların ayrıştırılması
gerekecektir.3
Bilimsel gerçekçiliğin üçüncü kolu, bilimin yasa ve kuramlarının nesnel olarak doğru
ya da yanlış olduğu yönündeki nesnellik tezidir. Her bilimsel gerçekçi bunun bir versiyonuna
bağlıdır. Nesnellik tezi, bilimsel gerçekçiliğin ana tezinden nadiren ayırt edilir ve genellikle
onunla karıştırılır. Ancak benim anladığım kadarıyla bunlar birbirinden oldukça farklıdır.
Örneğin, uzayın Öklidyen olup olmadığının nesnel olarak doğru ya da yanlış olduğunu savunan
biri, uzayın ya da Öklidyenlik gibi bir özelliğin var olduğuna inanmayabilir. Örneğin, doğrunun
nihai olarak en iyi teoride ortaya çıkan şey olduğunu düşünen biri böyle düşünebilir. Dahası,
kişi uzayın geometrisiyle ilgili ifadelerin, örneğin fiziksel varlıklar arasındaki uzamsal
ilişkilerle ilgili ifadelere indirgenebilir olduğuna inanmasa bile bunun böyle olduğuna
inanabilir.
Bu iki tez sıklıkla birbirine karıştırılır, çünkü bilimsel gerçekçilerin çoğu gerçeğin
tekabüliyet teorisinin bir biçimini kabul eder. Bir durumun gerçekliğe tekabül etmesi halinde
nesnel olarak doğru olduğunu savunurlar. Elbette, tüm nesnel olarak doğru ifadelerin gerçekliğe
aynı şekilde karşılık geldiğini savunmazlar. Bazıları bunu diğerlerinden daha doğrudan yapar.
Bazı ifadeler, örneğin fiziksel nesnelere fiziksel özellikler atfedenler, gerçeklikle bir tür
doğrudan tekabüliyete sahiptir; ve bu temel ifadeler için bir Tarski T cümlesi tekabüliyet
ilişkisinin yeterli bir açıklamasını sağlar. Bununla birlikte, diğer ifadeler gerçeklikle daha
karmaşık şekillerde ilişkilidir ve nasıl karşılık gelebileceklerini ya da gelemeyeceklerini
anlamak için, onları doğrudan karşılıklar açısından anlamamızı sağlayacak doğruluk
koşullarının analizine sahip olmamız gerekir. Şimdi, böyle bir analiz varsa bir ifadenin nesnel
olarak doğru ya da yanlış olduğunu ve böyle bir analizin varlığının bir ifadeyi gerçekçi bir
şekilde yorumlama olasılığı için hem gerekli hem de yeterli bir koşul olduğunu varsayarsak,
aradaki ayrım-
3 Örneğin, ontolojilerinde tümelleri kabul edenlerin bazıları yasaları tümeller arasındaki
ilişkiler olarak yorumlamaya çalışmıştır.
Bilimsel gerçekçiliğin temel tezi ile nesnellik tezi arasındaki ilişki çökmektedir. Bir
ifade, objektif olarak doğru ya da yanlış ise gerçekçi bir yorumlama yeteneğine sahiptir.
Bununla birlikte, gerçeğin tekabüliyet teorisini reddeden herkes bu ayrımı yapmaya devam
edebilir.
Nesnellik teziyle ilgili temel güçlük, gelenekselcilerin genel bir ampirik yetersiz
belirlenim tezi kuruyor gibi görünen argümanlarından kaynaklanmaktadır. Söz konusu tez,
teorilerimizin tümevarımsal olarak eksik belirlendiği şeklindeki zayıf tez değil, bir teorinin tüm
ampirik sonuçları kontrol edilebilse ve hepsinin kontrol edildiği bilinebilse bile, farklı bir
ontolojik taahhütler kümesine sahip olan veya verili teoriyle başka bir şekilde uyumsuz olan,
ancak tam olarak aynı gözlemsel sonuçlara sahip olan alternatif bir teori oluşturmanın yine de 88
mümkün olacağı şeklindeki güçlü tezdir. Bu güçlü tez doğruysa, realistlerin ontolojisini ya da
en azından ontolojinin deneysel olarak iyi desteklendiği iddiasını tehdit eder.
Bilimsel gerçekçiliğin dördüncü bir ilkesi de gerçeğin tekabüliyet teorisidir. Çoğu
bilimsel gerçekçi, bilimsel varlıklar ya da zihinsel olmayan herhangi bir şey hakkında gerçekçi
olmak istiyorsak böyle bir teoriye sahip olmamız gerektiğine inanır. Gerçeğin tekabüliyet
teorisini savunurken realistler kendilerini idealizme, yani gerçekliğin deneyimden bağımsız
olarak var olan bir şey değil de deneyimin bir kurgusu olduğu görüşüne karşıt olarak görürler.
Böyle bir bağlantı olduğuna inanmakla, bence son derece yanılıyorlar. Fizikselci bir ontolojiyi
kabul etmek ya da bağımsız olarak var olan bir gerçekliğe inanmak için gerçeğe ilişkin bir
tekabüliyet teorisine sahip olmamız gerekmez. Aksine, fizikalist bir ontolojiyi kabul eden
herhangi birinin aynı zamanda bir doğruluk tekabüliyet teorisine de sahip olmaması gerektiğini
düşünülür, ancak bu burada savunmak istenilen bir iddia değil.
Açıkçası, tüm bu konuları tek bir makalede düzgün bir şekilde tartışamam. Bu yüzden
bilimsel gerçekçiler ile yapıcı deneyciler arasında en çok sorun teşkil eden sorulara
odaklanılacaktır. Bilimsel gerçekçi bir kişinin hangi ontolojiye sahip olması gerektiği sorusu
rahatlıkla bir kenara bırakılabilir. Asıl soru, bilimsel teorilerin nasıl anlaşılması gerektiğiyle
ilgilidir - gerçekçi ya da başka türlü.
TEORİ LER VE AÇIKLAMALAR

Amerika Birleşik Devletleri'ni ziyaret ettiğinizde bu ülke hakkında öğrendiğiniz bir şey
varsa o da bu ülke hakkında genelleme yapmanın tehlikeli olduğudur. Bilim felsefecilerinin
bilimsel kuramlar ve açıklamalar hakkında öğrenmesi gereken bir şey de bunlar hakkında
genelleme yapmanın tehlikeli olduğudur. Tehlike, bir alandaki kuramlar ve açıklamalar için ya
da en azından bazıları için doğru gibi görünen şeylerin diğerlerinde doğru olmayabileceği,
böylece farklı kuram ve açıklama teorilerinin hangi örneklerin alındığına bağlı olarak makul
görünebileceği ya da görünmeyebileceğidir. Van Fraassen'in bu durumun farkında olduğu
düşünülür -muhtemelen realist rakiplerinin çoğundan daha fazla. Çünkü bilimsel realistlerin,
nedensel açıklamaların hoş ve sade örneklerini genel olarak bilimsel açıklamaların tipik bir
örneği olarak ve on dokuzuncu yüzyıl fiziği veya kimyasından alınan ve yazarları tarafından
açıkça gerçekçi bir şekilde anlaşılması amaçlanan basit mekanistik teorileri bilimsel teorilerin
paradigmaları olarak alma konusunda oldukça acınası bir eğilimleri vardır. Böylece felsefi
konumlarına güçlü bir ilk akla yatkınlık tadı verilmektedir. Öte yandan Van Fraassen'in konumu
muhtemelen daha çok uzay-zaman teorileri üzerine daha önceki çalışmalarından (örneğin
1969,1970) kaynaklanmaktadır; burada teorilerin 'olguları kurtarmak' için az ya da çok
kolaylıkla kullanılabilecek bir tür modelden başka bir şey olmasının amaçlandığı hiç de açık
değildir.
Aslında, farklı türde sorulara cevap olarak ortaya çıkan farklı türde teoriler ve
açıklamalar vardır. Her türlü açıklama talebinin bir bilgi talebi olduğunu düşünerek van
89 Fraassen'i takip ediyoruz. Nedensel bir açıklama, bir şeyin nedensel geçmişi veya bir şeyle
sonuçlanan nedensel süreçler hakkında bilgidir.5 İşlevsel bir açıklama, bir şeyin devam eden
bir sistemdeki rolü hakkında - sistemin sürdürülmesine yaptığı katkı hakkında - bilgidir. Model-
teorik bir açıklama, bir sistemin gerçek davranışının (eğer varsa), bazı bozucu etkiler olmasaydı
ideal olarak sahip olması gerekenden nasıl farklı olduğuna dair bilgidir ve gerektiğinde, hangi
bozucu etkilerin farklılığa neden olabileceğine dair bazı bilgiler içerir. Sistemik bir açıklama,
açıklanacak olgunun diğer olgularla sistematik olarak nasıl ilişkili olduğuna dair bilgidir.
Öte yandan teoriler, bu tür açıklamaları yapabilmemiz için bize genel şemalar sağlar.
Nedensel süreç teorileri, doğanın temel nedensel süreçlerini tanımlamaya çalışır. İşlevselci
teoriler, çeşitli türlerde devam eden sistemlerle ve bunların sürdürülmesi için gerekli olan
işlevsel rolleri açısından tanımlanan mekanizma türleriyle ilgilenir. Model teorileri, gerçek
davranışların karşılaştırılabileceği ve (nedensel olarak) açıklanabileceği davranış normlarını
tanımlar. Sistemik kuramlar, kurumun işleyişini belirlemeye yetecek bazı genel örgütsel ilkeler
ortaya koyar.
Şimdi, bilimsel gerçekçilik argümanı, teorik varlıkların gerçekliğiyle ilgili olduğu
ölçüde, sahip olduğu gücü nedensel süreç teorilerini genel olarak bilimsel teorilerin tipik bir
örneği olarak kabul etmekten alır. Çünkü A'nın B'nin nedeni olduğunu kabul etmek, hem A'nın
hem de B'nin gerçek varlıklar (ya da olaylar) olduğunu kabul etmek demektir. Ancak model
teorilerin kuramsal varlıkları için böyle bir argüman geçerli değildir, çünkü model teorilerin
varsayımsal varlıkları hiçbir şeyin varsayılan nedeni değildir. Sonuç olarak, bir model teoriyi
kabul etmenin, görünüşte atıfta bulunduğu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmayı
gerektirdiğine dair hiçbir paralel argüman yoktur. Bu çeşitli teorileri kabul etmek için
Newtoncu noktasal kütlelerin ya da Einsteincı eylemsiz çerçevelerin gerçekliğine ya da klasik
termodinamiğin mükemmel tersinir ısı motorlarının varlığına inanmak zorunda değiliz, çünkü
bu varlıkların hiçbirinin söz konusu teoriler tarafından sağlanan açıklamalarda herhangi bir
nedensel rolü yoktur. Sonuç olarak, bu teorileri doğanın altında yatan nedensel süreçlerin tam
anlamıyla açıklayıcısı olarak düşünmek gerekli değildir. Ve eğer böyle yaparsak, Newton
dinamiğinin, özel göreliliğin ve termodinamiğin temel ilkelerinin hepsinin olmasa bile
birçoğunun boş bir şekilde doğru olduğu gibi saçma bir görüşe bağlanmış oluruz.
Öte yandan Van Fraassen'in görüşü, model ve sistemik teorileri tipik olarak almaktan
kaynaklanıyor gibi görünmektedir, çünkü bu tür teorilerin değeri, doğanın işleyişi hakkında
sağlayabilecekleri herhangi bir içgörüden değil, bu konudaki bilgimizi sistematik hale getirme
kapasitelerinden kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, bu teorilerin tam anlamıyla doğru ya da
yanlış olması önemli değildir. Önemli olan, tasarlandıkları görev için yeterli olup
olmadıklarıdır. Dolayısıyla, makul bir şekilde, böyle bir teoriyi kabul etmek, bu teorinin yeterli
olduğuna, yani van Fraassen'in anladığı anlamda ampirik olarak yeterli bir teori olduğuna
inanmaktan fazlasını içermez.
Bilimsel gerçekçiler, bilimsel teoriler hakkında genelleme yapmaya çalıştıklarında
sorunla karşılaşırlar. Yalnızca bir tür ideal sistem için geçerli olan (ve doğa yasalarının çoğu
böyledir) ve gerçek sistemlere uygulanmaları istenseydi kesinlikle yanlış olacak olan yasalarla
başa çıkmak için, birçok bilimsel gerçekçi bunların yalnızca gerçeğe iyi yaklaşımlar olduğunu
düşünür. Dolayısıyla, van Fraassen'in kendi konumlarını nitelendirmesi yerine, şöyle bir şeyi
kabul edeceklerdir:
(la) Bilim, teorilerinde bize dünyanın nasıl olduğuna dair tam anlamıyla doğru bir hikaye
vermeyi amaçlar; ve bilimsel bir teorinin kabulü, en azından yaklaşık olarak doğru olduğuna 90
dair inancı içerir.
Dolayısıyla, enerjinin korunumu ve momentumun korunumu gibi sadece kapalı ve
yalıtılmış sistemler için geçerli olan yasaları, gerçek sistemler hakkındaki gerçeğe sadece iyi
yaklaşımlar olarak değerlendirirler. Onlara göre kesin olarak doğru olan, az ya da çok kapalı ve
yalıtılmış herhangi bir sistemin enerji ve momentumunun az ya da çok korunmuş olduğudur.
Ve bilim ilerledikçe, bu esasen 'yanlış' yasalar, daha az idealleştirme ve dolayısıyla nesneler
arasındaki gerçek ilişkilere daha fazla sadakat içeren daha doğru yasalarla değiştirilmelidir.
Örneğin, ideal gaz yasalarının yerini van de Waal denkleminin aldığını düşünün. Dolayısıyla
pek çok bilimsel gerçekçi, model teorilerin yerini, tüm yasa ve ilkelerin gerçek şeylerin nasıl
davrandığına dair doğru genellemelerden ibaret olduğu sistemik teorilerin almasını
öngörmektedir.
Ancak, eğer bilim böyle bir sonuca ulaşmayı hedefliyorsa, çoğu zaman yanlış yöne
işaret ediyor gibi görünmektedir, çünkü teorik bilimsel araştırmaların büyük bir kısmı giderek
daha soyut model teoriler geliştirmeye ve teorilerimizi daha gerçekçi hale getirmek için
teorilerimizde yer alan idealleştirme derecesini azaltmaya yönelik çok az şey yapmaktadır.
Ekonomik tahminlerde ve genel olarak uygulamalı bilimlerde araştırmacıların, tahminlerinin
doğruluğunu en üst düzeye çıkarmak için ilgili değişkenlerin mümkün olduğunca çoğunu
hesaba katarak gerçek sistemlerin giderek daha ayrıntılı bilgisayar simülasyonlarını
geliştirmeye çalıştıkları doğrudur. Bu tür araştırmaların önemini inkar edilmiyor.
Soyutlama Ve Genellik
Newton mekaniğinin 1700'den yaklaşık 1900'e kadar olan gelişimini ele alalım (bkz.
Dugas 1955). Bu dönemde, mekanik alanında çalışan hiçbir önemli bilim adamı
Newton'unkinden daha gerçeğe yakın olduğunu düşündükleri teoriler geliştirmemiştir. Çoğu
Newton'un teorisinin zaten doğru olduğunu söylerdi. Bu nedenle, deneysel olarak
Newton'unkinden daha yeterli teoriler geliştirdiklerini de düşünmüyorlardı. Dolayısıyla,
üzerinde çalıştıkları temel teorinin gerçekçiliğini ya da ampirik yeterliliğini artırmayı
amaçladıklarını varsaymak yanlış görünüyor. Yine de Euler, Bernoullis, d'Alembert, Fermat,
Lazare Carnot, Lagrange, Laplace, Gauss, Coriolis, Hamilton ve Jacobi'nin klasik mekaniğe
ilişkin büyük çalışmaları, mekanik süreçlere ilişkin bilgi ve anlayışımızı büyük ölçüde
geliştirdiği için, bilimin amaçlarının gerçekleştirilmesine kesinlikle bir katkıda bulunmuştur.
Daha önce çözülmemiş birçok sorunu çözdüler; Newton teorisini yeni yollarla uyguladılar; yeni
ilkeler ve beklenmedik simetriler keşfettiler; ve karmaşık mekanik sorunları ele almak için
güçlü yeni matematiksel teknikler icat ettiler. Sanırım şu sonuca varabiliriz: Bilim insanları, saf
bilim insanları olarak, model teorilerini daha gerçekçi ya da deneysel olarak daha yeterli hale
getirme konusunda her zaman büyük bir endişe duymazlar. Yapacak çok daha ilginç başka işleri
vardır.
Van Fraassen'in yapıcı ampirizmi bu nedenlerden dolayı sorunludur. Ancak tüm
kuramları model kuramlar modelinde yorumlayarak sorunlarına yenilerini eklemektedir, çünkü
artık nedensel süreç kuramlarının varsayılan varlıklarının, model kuramların kuramsal
yapılarından daha fazla gerçek varlıklar olarak kabul edilme iddiasına sahip olmadığını
91 söylemeye kararlıdır. Ona göre atomlar, Jurassic dönemi yaratıkları, eylemsiz sistemler ve olası
dünyaların hepsi aynı düzeydedir ve görünüşte bu tür varlıklara atıfta bulunan teorileri kabul
etmek sadece teorilerin deneysel olarak yeterli olduğuna inanmayı gerektirir. Şimdi, eğer
bahsettiğimiz teoriler özel görelilik ve 'olası dünyalar' semantiği ise, van Fraassen'in pozisyonu
en azından makuldür. Ancak söz konusu kuramlar tarihsel kuramlar ya da kimyasal bileşim
kuramları ise tüm inandırıcılığını yitirir. Bence bunun nedeni, teorinin iddia ettiği şeyi yaptığı
kabul edilecekse, olguların varsayılan nedenlerinin var olması gerektiğidir; ve normalde
bunların varlığına dair çeşitli kaynaklardan bağımsız teyitler bulabilmeyi beklemeliyiz. Soyut
model teorilerinin teorik varlıklarında durum oldukça farklıdır. Neden olarak varsayılmadıkları
için herhangi bir etkiye sahip olmaları da beklenmez. Dolayısıyla, herhangi bir iz bırakmalarını
ya da kendilerini başka şekillerde, hatta hiçbir şekilde göstermelerini beklememeliyiz. İşte bu
yüzden, görünüşe göre, onlarla istediğimiz gibi oynayabilir ya da daha iyi bir teori üretmek için
onlara istediğimiz özellikleri atayabiliriz. Hiçbir gökbilimcinin kendilerine atadığımız
özelliklere sahip olmayan eylemsiz çerçeveler keşfetmeyeceğini ve gezginlerin olmaması
gereken başka olası dünyalara rastlamayacağını ve böylece koşullular hakkındaki teorilerimizi
mahvetmeyeceğini biliyoruz.

Geleneksellik
Konvansiyonalistler, o zaman bilimde daha fazla ampirik araştırmayı değil, karar
vermeyi gerektiren birçok soru olduğunu iddia ederler. Işığın tek yönlü hızı, gidiş dönüş hızına
eşit mi? Uzayın geometrisi Öklidyen midir? Üzerine kuvvet uygulanmayan bir cisim, durağan
halde mi yoksa düz bir çizgide düzgün hareket halinde mi devam eder? Bu sorular ve diğer pek
çok soru, uzlaşımcılar tarafından gerçekliğin ne olduğuyla ilgili değil, yalnızca şartlandırma
veya tanımla çözülebilecek sorular olduğu söylenmiştir. Bu sorularla ilgili olarak, konunun
gerçeği olmadığı söyleniyor.

Bir yasanın veya teorinin ifadesinin geleneksel olduğunu düşünmek için üç ana argüman
vardır. Birincisi, sıklıkla kullanılan döngüsellik argümanıdır. Örneğin, ışığın tek yönlü hızının
her yönde aynı olduğu ilkesinin uzlaşımsallığını tartışırken, ilkeyi kanıtlamak için önceden
varsaymamız gerektiğini göstermeye çalışır. Işığın tek yönlü hızını ölçmek için farklı yerlerde
eşzamanlı saatlere ihtiyacımız olduğunu savunuyor; yani, aynı anda aynı şeyi okumak. Sonuç
olarak, farklı yerlerde meydana gelen iki olayın (okumanın) eşzamanlı olmasının ne olduğunu
bilmeliyiz. Ancak nihayetinde, ışığın tek yönlü hızı hakkında önceden bazı varsayımlarda
bulunmadıkça, bu tür iki olayın eşzamanlı olup olmadığını belirleyemeyeceğimizi iddia ediyor.
Ve sonra, 'bu döngüselliğin ortaya çıkışı, eşzamanlılığın bir bilgi meselesi olmadığını, ama
eşgüdümlü bir tanım olduğunu kanıtlıyor, çünkü mantıksal döngü, bir eşzamanlılık bilgisinin
ilke olarak imkansız olduğunu gösteriyor' diye devam ediyor. Söz konusu yasanın geleneksel
olduğu sonucuna varıyor.
Araştırmacıların artık, uzaktaki olayların eşzamanlılığını belirlemek için ışığın tek
yönlü hızı hakkında bazı varsayımlarda bulunmak zorunda olduğunu düşünmekte yanıldıkları
kesin olarak tespit edilmiştir. Aslında, mantıksal olarak bu varsayıma bağlı olmayan, uzak bir
eşzamanlılık ilişkisi içinde saatler kurmak için kullanılabilecek birkaç prosedür vardır. Sonuç
olarak, uzak eşzamanlılık için mantıksal olarak bağımsız birkaç kriter vardır ve standart sinyal
senkronizasyon kriteri bunlardan sadece biridir. Bununla birlikte, gelenekselcilerin geri 92
dönecekleri ikinci bir argümanı var - tanım ihtiyacından gelen argüman. Uzak eşzamanlılığın
çok kriterli bir kavram olduğu kabul edilebilir, böylece bu ilişkiyi tanımlamak için uzak
eşzamanlılık için bir dizi farklı kriter seçilebilir. Yine de bir seçim yapılması gerekir ve seçimin
altında yatan yasa veya ilkenin tanım gereği doğru olduğu kabul edilmelidir. Bu ilke, tek yönlü
ışık ilkesi (tek yönlü ışığın hızının sabit olduğu) veya yavaş saat taşıma ilkesi (yeterince yavaş
taşınan yerel olarak senkronize edilmiş özdeş saatlerin eşzamanlı olarak kaldığı) olabilir veya
başka bir şey olabilir. Ancak kuşkusuz, bu yasalardan veya ilkelerden en az biri, eğer bu
argümanın kullanımını belgelemek zordur. Ancak, herhangi bir doğruluk veya yanlışlık sorusu
ortaya çıkmadan önce anlamı sabitlemek için bir tanım ihtiyacı olduğu varsayımı, mantıksal
pozitivistlerin ortak bir arka plan varsayımıdır. Bununla birlikte, bilim felsefesindeki
olgu/kavram ayrımına yönelik çalışmalarının anlamı anlaşılamamıştır. Ardından, en çok sevilen
gelenekleri olan uzak eşzamanlılığın ilginç bir anlamda geleneksel olmadığını özellikle
savunarak, meydan okumayı bilim kampı felsefesinin merkezine aldık. Araştırmacılar
olgu/uylaşım ayrımının bilimin analizi için mutlak olarak vazgeçilmez olduğunu
düşündüklerinde ve konvansiyonelliği yiğitçe savunduklarında hiçbir şüpheye yer bırakmayan
terimlerle yanıt verdiler: Uzak eşzamanlılık. Uzak eşzamanlılık kavramı iyi tanımlanmalıdır.
Tek yönlü ışık ilkesi seçilmişse, o zaman gelenekseldir ve diğerleri ampiriktir.
Bununla birlikte, böyle bir yasa kümesinden bir yasayı seçmek ve onu seçmek için iyi
bir neden verilemiyorsa, bunun geleneksel olduğunu, geri kalanının ampirik olduğunu
söylemek keyfidir. Ve eğer seçim keyfiyse, o zaman başka birini de seçebilirdik. Sonuç olarak,
böyle bir hukuk kümesindeki herhangi bir verili yasa, sistemimizi nasıl aksiyomlaştırmayı
seçtiğimize bağlı olarak, keyfi olarak ampirik veya geleneksel olarak kabul edilebilir.
"Eşzamanlılık" yasası kümesinin böyle olduğunu ve ışığın tek yönlü hızının tanım
gereği gidiş-dönüş hızına eşit olduğunu varsayarsak, o zaman yavaş saat taşıma ilkesi
ampiriktir. Bununla birlikte, tek yönlü ışık ilkesinin geleneksel olması bir gelenek meselesidir
ve aynı zamanda yavaş saat taşıma ilkesinin ampirik olması da gelenekseldir. Çünkü bu iki
ilkenin rollerini eşit derecede tersine çevirebilirdik. Özel görelilik kuramının doğru olduğunu
varsayarsak, "eşzamanlılık" yasa kümesinin var olduğunu biliyoruz. Uzak eşzamanlılık
konusundaki geniş literatürün tamamında, standart ışık sinyalini, uzak eşzamanlılığın yavaş
saatli taşıma tanımına tercih etmek veya bunun tam tersini yapmak için hiçbir argüman yoktur;
ve makul bir şekilde hiç olmadığını varsayabiliriz. Bu nedenle, hangi ilkeye geleneksel
hangisini ampirik olarak adlandırmayı seçtiğimiz keyfidir.
Durum böyleyken neden seçim yapmalıyız? Kümedeki tüm yasaları ampirik yasalar
olarak düşünseydik, uygulamamızda veya inançlarımızda ne fark ederdi? Özel görelilik
kuramının öngörülerinin aksine, yavaş aktarımla senkronize edilen saatlerin standart sinyal
senkronizasyonunda olmadığını bulduğumuzu varsayalım? Tanım veya uzlaşım gereği doğru
olarak adlandırmayı seçtiğimiz iki ilkeden hangisine devam etmemiz gerektiği konusunda
herhangi bir fark yaratır mı? Benim inancım, hiçbir fark yaratmayacağına inanıyorum. Radikal
olarak yeni bir uzay-zaman teorisine ihtiyaç duyulacaktı ve onu kurarken, daha önce
söylediğimiz şeyin tanım gereği doğru olduğunu kabul etmek veya ampirik olduğunu
söylediğimizi reddetmek için herhangi bir şekilde kısıtlanmış hissetmemiz gerektiğine
inanmıyorum.
Genel olarak, ampirik/geleneksel ayrımın bilimde pratik bir önemi yoktur. Bilimsel
uygulama, geleneksel olduğunu söylemeyi seçebileceğimiz veya ampirik olarak
93 düşünebileceğimiz şeylerden etkilenmez. Bu nedenle, bilimin tüm yasalarını ve teorilerini -en
azından deneyimin ışığında revizyona açık olmaları anlamında- ampirik olarak kabul edebiliriz.
Tanım ihtiyacından gelen argüman, bu nedenle, uzlaşımcılık için iyi bir argüman değildir,
çünkü genel olarak, tanımlamaya ihtiyaç yoktur. Bir terimi mesleğe veya öğrencilere ilk kez
tanıtırken bir terimin tanımını önermek faydalı ve hatta gerekli olabilir, ancak bu tanımın
ifadesi, daha sonraki deneyimlerin ışığında revizyona veya hatta reddedilmeye ayrıcalıklı bir
bağışıklığa sahip değildir. Uzlaşımcılık için üçüncü ve belki de en önemli argüman, ampirik
belirsizlikten mi? Belki deneysel olarak "eşzamanlılık" yasa kümesinin var olduğunu
keşfedebiliriz, ancak bu bizi kümedeki tüm yasaların herhangi birini veya hatta birleşimini uzak
eşzamanlılık ilişkisini tanımlayan olarak kabul etmeye bağlamaz. Uzak eşzamanlılığın standart
olmayan bir sinyalini veya taşıma tanımını benimsemekte özgürüz, diyelim ki ışığın tek yönlü
hızını yönün bir fonksiyonu veya göreli saat hızlarını onların göreli konumlarının bir
fonksiyonu yapan bir tanım ve bunu belirlemek için kullanın. kümedeki diğer tüm yasalar
nelerdir. Böyle bir tanım verildiğinde, yine de bir “eşzamanlılık” hukuk kümesi olacaktır, ancak
bu farklı olacaktır. Hiç şüphe yok ki, böyle bir koordinasyon fiziğimizi ciddi şekilde
karmaşıklaştıracaktır, ancak uzlaşımcının ileri sürdüğü gibi, herhangi bir a priori veya ampirik
temelde göz ardı edilemez. Sonuç olarak, kümedeki yasalardan herhangi biri ile ilgili olarak
konunun doğruluğu olamaz. Hepsi geleneksel.
Bu hareket, gerçeğin örtüşme teorisi ile birlikte nesnellik tezini sürdürmek isteyen
bilimsel gerçekçi için en ciddi olanıdır, çünkü bilimin yasalarını ve teorilerini gerçekçi bir
şekilde yorumlamaya yönelik tüm programını tehdit eder. Karşılık teorisini kabul eden
pozitivistlerin, bir tür uzlaşımcılık adına nesnellik tezini reddetmelerinin ana nedeni budur; ve
nesnellik tezini korumak isteyen bazılarının, bir tür tutarlılık teorisi lehine hakikatin uygunluk
teorisini reddetmelerinin ana nedenlerinden biridir. Mesele şu ki, tutarlılık teorisyeni, doğru
olanın en iyi (nihayetinde en iyi) teoride meydana gelen şey olduğunu iddia edebilir ve bu
uzlaşımcı argümandan utanmaz; çünkü hiç kimse standart olmayan bir uzak eşzamanlılık
tanımının özel görelilik teorisi kadar iyi bir teori üreteceğini iddia edemezdi. Ampirik olarak
eşdeğer olabilir, ancak doğa yasalarımızın çoğunda, yeterli açıklamamızın olmadığı bazı garip
uzamsal asimetriler olduğunu kabul etmeliyiz.
Şimdi, uzlaşımcılık için temel argüman -yani ampirik yetersiz belirlenimden gelen-
kabul ediliyor ve gerçeğin denklik teorisini kabul edilmeye devam ediliyor; ama o, ampirik
olarak yeterince belirlenmemiş olan yasalar ve teorilerle ilgili meselenin hiçbir gerçeği
olmadığı şeklindeki uzlaşımcı sonucu reddeder. Bilimsel realistlerle onların doğru ya da yanlış
oldukları konusunda hemfikirdir; ama, aksine ampiristler tarafından en yaygın olarak kullanılan
argüman budur. Doğru ya da yanlış olup olmadıklarının nihayetinde ampirik bir soru değil,
metafizik bir soru olduğu düşünülür.

Ampirik belirsizlik
Ampirik yetersiz belirlenimden gelen uzlaşımcı argümanın sonuçları bilimsel realist için
ciddidir, çünkü ampirik yetersiz belirlenim tüm teorilerimizin bir özelliği gibi görünecektir.
Sonuç olarak, realistlerin fizikalist bir ontolojiye olan inancını bile yanlış veya metafizik hale
getirmekle tehdit ediyor. Verili bir kuramla bağdaşmayan, ama ampirik olarak ona denk olan
başka bir kuram inşa etmek her zaman mümkünse, o zaman tüm kuramlar ampirik olarak
belirsizdir. Bu nedenle, hem hakikatin uygunluk teorisini hem de nesnellik tezini kabul edersek,
tüm teorileri ya yanlış ya da metafizik olarak düşünmeye zorlanabilir - bu, genel ampirik
belirsizlik ilkesi kabul edilseydi kaçınılmaz olurdu. 94
Bu ampirik yetersiz belirlenme tezi, elbette, teorilerimizin, onlar için sahip olduğumuz
kanıtlar tarafından tümevarımsal olarak eksik belirlendiği açık nokta değildir. İşler yeşil ya da
maviden ziyade gaddar olabilir. Mesele şu ki, aralarında hiçbir kanıtın ayrım yapamaması
anlamında ampirik olarak eşdeğer olan uyumsuz teoriler vardır; ve iddia, dünyaya ilişkin teorik
anlayışımızın, varsayılan ampirik kanıtların toplamı tarafından bile eksik belirlenebileceğidir.
Bu tez, eğer doğruysa, bilimsel gerçekçilik için gerçek bir tehdittir; Varsayım olarak alındığı
teoriye ampirik olarak eşdeğer olan ve başka, oldukça farklı türde varlıkların varlığını
varsayabilecek başka bir teori olduğundan emin olabilseydik, herhangi bir teorik varlığın
varlığına hangi nedenle inanmamız gerekebilirdi? Ampirik yetersiz belirlenme tezi yaygın
olarak ileri sürülse de, bunun için yapılan argümanlar genellikle sanıldığı kadar ikna edici
değildir.
Birincisi, indirgeyici analiz programının başarısızlığıdır. Bilimin teorik terimlerini
gözlemsel bir dilde tanımlamaya yönelik tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. En basit
teorik yüklemler bile böyle bir analize yiğitçe direnmiştir. Sonuç olarak, teorilerin gözlemsel
bir dilde söylenebilecek her şeyden daha fazlasını söylediği inancı arttı. Sadece kanıtların
ötesine geçmeleri değil. Tüm tümevarımsal genellemeler bunu yapar. Endüktif desteğin
olabileceği her şeyin ötesine geçerler. Çünkü terimleri salt gözlemsel olan bir dilde bile ifade
edilemezler. Sonuç olarak, tüm teorilerin kanıtlarla güçlü bir şekilde alt-belirlenmiş olması
gerektiği kabul edilir. Tüm olası gözlemler yapılmış olsa ve yapıldığı bilinse ve teorilerimiz bu
varsayılan deliller bütünü ile uyumlu olsa bile, teorilerimiz yine de bundan daha fazlasını
söyleyecek ve bu yüzden onun tarafından eksik belirlenecektir. Bu argümanın makul olduğunu
düşünüyoruz, ancak tamamen ikna edici değil, çünkü oldukça naif bir tümevarımcılığa
dayanıyor gibi görünüyor - en önemli öncül, A'nın bir gözlem dili L'de ifade edilememesi
durumunda, A'nın herhangi bir dil tarafından desteklenemeyeceğidir. L'de ifade edilebilen
kanıttır. Ve bu öncül için iyi bir argüman mı bilmiyoruz.
İkincisi ve daha da önemlisi, ampirik yetersiz belirlenimin birçok ikna edici örneği
vardır - bunlar tüm teorilerin benzer şekilde az belirlenmiş olduğuna inanmayı makul kılar. Her
halükarda, öncelikle vakalar tarafından ampirik yetersiz belirlenimi savunuyor ve kısaca
sunulduğu gibi kapsamlı genel argümanlara dayanmakla yetinmiyor.
Ayrıntıya girmeden, ampirik olarak eşdeğer teorilerin varlığına dair ikna edici
argümanlar olduğunu kabul ediyoruz, ancak bunlar sağlam olsalar bile genel tezi oluşturmazlar.
Çünkü bazı teorilerin nihai olarak eksik belirlendiğini göstererek, tüm teorilerin eksik
belirlendiğini kabul etmek mümkün değildir. Örneğin, geleneksellik için en ayrıntılı
argümanların mevcut olduğu dinamik teorilerimizi ve uzay ve zaman teorilerimizi yalıtmaya
çalışabilir ve bu teorilerde meydana gelen en azından bazı varlıkların, örneğin kuvvetler, kabul
edilebilir olduğunu kabul edebilir. Gerçek olmayıp, atom ve atom altı fiziğinin varlıkları için
bu varlıkların varlığını varsayan teorilerin aynı şekilde geleneksel olmadığını savunarak realist
bir yorumu korur.
Şimdi, özellikle "bilimsel varlık" gerçekçiliğini bu biçimde savunmak istemiyoruz,
çünkü artık daha güçlü içsel gerçekçi konumu tercih ederiz. Bununla birlikte, uzay-
zamanımızın ve diğer soyut model teorilerimizin uzlaşımsallığına ilişkin ana savların, nedensel
süreç teorilerimizin uzlaşımsallığı savları olarak devam etmediğini belirtmekte fayda var. Zira,
bu teorilerde öne sürülen varlıklar varsa, onların kendilerini çeşitli şekillerde göstermelerini ve
şu ana kadar geliştirdiğimiz teorilerde açıklananların dışında nedensel süreçlere katılmalarını
95 beklemeliyiz. Sonuç olarak, nedensel süreç teorilerimiz geliştikçe, beklenmedik kaynaklardan
teyit gelmesini beklemeliyiz. Bu nedenle, bir teorik bağlamda ampirik olarak ayırt edilemeyen
teoriler, başka bir teorik bağlamda ayırt edilebilir. Yeni teorik gelişmeler, daha önce ampirik
olarak eşdeğer olduğu düşünülen iki teorinin gerçeğiyle farklı bir şekilde ilgili olan bazı ampirik
değerlendirmeleri gösterebilir.
Örneğin, bir hacim hidrojenin neden bir klor ile birleşerek iki hacim hidrojen klorür
oluşturduğunu açıklamak için iki kimyasal kombinasyon teorisi oluşturmak mümkündür. Biri
klasik teoridir; diğeri ise, temel ve bileşik gazların karakteristiği olan belirli "gaz sayılarının"
ve bu gaz sayılarını birleşen hacimlerle ilişkilendiren belirli yasaların varlığını varsayar.
Ampirik olarak test edilebilir sonuçlar açısından, teoriler eşdeğerdir. Bununla birlikte, bunlar
çok farklı teorilerdir. Atomların ve moleküllerin varlığını ve kimyasal bileşimin para-mekanik
süreçlerini varsayar; diğeri yapmaz. İkinci teoriye, böyle şeylerin veya süreçlerin olmadığı
varsayımını ekleyebiliriz - sadece iki teorinin uyumsuz olduğundan emin olmak için. Şimdi, bu
iki teorinin aynı ampirik olarak test edilebilir sonuçlara sahip olmalarına rağmen, kesinlikle
değiller ve ampirik olarak asla eşdeğer olmadıklarını söylemek istiyorum. Çünkü gelişme için
oldukça farklı beklentiler sundular ve yeni teoriler geliştirildikçe, yeni gerçekler bunlardan
birinin kabulüyle alakalı hale geldi. Örneğin, elektroliz gerçekleri teorinin ampirik sonuçları
değildir, ancak kullanılan atomik-moleküler model üzerinde kolayca açıklanabildikleri için
kesinlikle onu desteklediler.
Pek çok filozof, teorileri, gözlemsel koşulluları ima eden cümle kümeleri, yani biçim cümleleri
olarak düşünür.
''C\ A C2A ... CnZD O''
Burada C15 C2,... Cn ampirik olarak belirlenebilir sınır koşullarıdır ve O bir gözlem
ifadesidir (örneğin, uzay-zaman bölgesinde 5 türünde bir olay meydana gelmektedir). Bu teori
modeli o kadar yaygın olarak kabul edilir ve kullanılır ki, makul bir şekilde "standart model"
olarak adlandırılabilir. Bu modelde, eğer aynı gözlemsel koşul kümesini ima ediyorlarsa, iki
teorinin ampirik olarak eşdeğer olduğunu söylemek yeterince doğaldır. Çünkü ancak bu
böyleyse, aynı ampirik sonuçlara sahip olacaklardır. Yine de bu kritere göre, benim "gaz sayısı"
teorim ampirik olarak eşdeğerdir - ki bu bize göre saçmadır. Saçmadır çünkü teorinin lehine
ve gaz sayısı teorisine karşı olan kanıtlar artık ezicidir. Bunun nedeni, filozofun orijinal
teorisinin çok genel ve güçlü bir kimyasal kombinasyon teorisine gömülmesi ve çok çeşitli
diğer fiziksel ve kimyasal teorilerle (ortak hipotezleri olması anlamında) iyi kurulmuş
bağlantılara sahip olmasıdır. .
Filozofun teorisi, bu diğer teorilerden destek aldı çünkü onların ayrılmaz bir parçası
haline geldi. Filozofun teorisinin lehinde olan kanıt, onun gözlemsel sonuçlarının elde
edildiğinin teyidi ile özdeşleştirilemez - en azından, "gözlemsel sonuçlar" standart modelin
önerdiği kadar dar bir şekilde anlaşılmıyorsa.
Teoriler normalde tecrit halinde ortaya çıkmazlar ve bir teorinin lehinde veya aleyhinde
kanıtlar beklenmedik yerlerden gelebilir. Bu kanıt, aksiyomlardan ilgili çıkarımları
gerçekleştiremediğimiz için değil, bu aksiyomların bir sonucu olmadığı için, her halükarda
yalnızca bu aksiyomların sonucu olmadığı için beklenmedik olabilir. Sadece bazı yeni,
bağlantılı teorik gelişmeler meydana geldiği için söz konusu teoriyle ilgili olarak görülebilen
kanıt olabilir. Bu nedenle, hangi teorik gelişmelerin meydana gelebileceğini önceden
bilemezsek, eğer varsa, mevcut göstergelere göre ampirik olarak eşdeğer görünecek teoriler
arasında hangi kanıtın ayrım yapabileceğini önceden söyleyemeyiz. 96
Bu nedenle, hangi teorik gelişmelerin olacağını bilemeyeceğimizi varsayarsak,
birbiriyle uyumsuz iki teorinin ampirik olarak eşdeğer olduğunu, yani hiçbir kanıtın aralarında
ayrım yapamayacağını iddia etmekte hiçbir zaman tam olarak haklı olamayız. Mevcut teorik
dünya anlayışımız göz önüne alındığında, ayırt edilemeyecekleri, ayırt edilemeyecekleri
anlamına gelmez. Bu nedenle bilimsel bir realist, teorilerin ampirik belirsizliği için
ampirist/gelenekselci argümanlara karşı kendi konumunu savunabilir, çünkü o, yetersiz
belirlenim tezinin kanıtlanamayacağını iddia edebilir. Herhangi bir gerçek ampirik yetersiz
belirlenme vakası olduğu, emir dışında gösterilemez.
Bunun nedeni belki de vurgulanmaya muhtaçtır. Kanıt alanının açıklığından
kaynaklanmaktadır. Bir teorinin kanıt alanı ile onun doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili olası
ampirik keşifler kümesini kastediyorum. Bu küme, teorinin ampirik sonuçları kümesinden
açıkça ayırt edilmelidir. Bir teorinin ampirik sonuçları, onun gerektirdiği gözlemsel koşullardır.
Dolayısıyla, bu tür sonuçlar kümesi, bir teorinin mantıksal sonuçları kümesinin bir alt
kümesidir. Ama kanıt alanı öyle değil. Hiçbir şekilde onun içermediği bir teori için kanıt olabilir
ve ona karşı, onunla çelişmeyen kanıt olabilir. Örneğin, elektroliz yasaları, atom-moleküler
teorisini kesinlikle destekledi, çünkü kimyasal kombinasyonlar hakkındaki belirli gerçekleri
açıklamak için önerilen atomik-moleküler model, elektrolizin gerçeklerini açıklamak için
kolayca uyarlanabiliyordu. Ancak, ek varsayımlar yapmadan yasaların orijinal teorisinden
çıkarılamazdı. Öte yandan bazı araştırmacıların deneyinin başarısızlığı, bu sıfır sonuç hem
Newton'un hareket yasalarıyla hem de onun yerçekimi yasasıyla uyumlu olmasına rağmen,
Newton mekaniğine karşı kesinlikle kanıt oldu. Newton'un mekanik yasalarının
elektromanyetik radyasyonun davranışı hakkında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu.
Bu nokta, mevcut bağlamda oldukça önemlidir, çünkü ampirik eşdeğerlik iddialarının
dikkatle ele alınması veya belirli bir teorik gelişme aşamasına görelileştirilmesi gerektiğini ima
eder. Mantıksal olarak farklı iki kuramın aynı ampirik sonuçlara sahip olması gerçeğinden (aynı
gözlemsel koşullar kümesini ima etmeleri anlamında), aralarında ayrım yapabilecek hiçbir kanıt
olmadığı sonucu çıkmaz. Bu, onların bu kadar ayırt edilebilmeleri için herhangi bir yol
düşünemememizden de kaynaklanmaz. Çünkü ilgilendiğimiz teoriler mantıksal olarak farklı
oldukları sürece, aralarında karar verecek testler tasarlamamızı sağlayacak öngörülemeyen
teorik gelişmelerin meydana gelmesi her zaman mantıksal olarak mümkündür. Bu nedenle,
herhangi bir ampirik eşdeğerlik iddiasını kabul etmeyi haklı çıkarmak için, en azından böyle
bir gelişmenin olamayacağına dair iyi bir teorik argümana ihtiyacımız var.
Uzak eşzamanlılığın uzlaşımsallığı tezinin savunucuları, tam da böyle bir argümana
sahip olduklarını iddia ederler. Sinyal hızları ve yavaş saat aktarımıyla ilgili gerçeklerin,
standart ve standart olmayan görelilik teorileri arasında ampirik olarak ayrım yapmamızı hiçbir
zaman imkansız kıldığını iddia ediyorlar - örneğin, bir atalet sisteminde ışığın tek yönlü hızını
bir tür yapan teoriler: yönün işlevi. Nedensel süreç teorilerinin teorik varlıkları, üzerinde
durduğumuz model teorilerinkinden farklıdır. Onlar, eğer varlarsa, doğa anlayışımızı
geliştirdikçe hakkında çok daha fazlasını keşfetmeyi bekleyebileceğimiz türden şeylerdir.
Ve onlarla ilgili kanıt alanının açıklığı nedeniyle, mantıksal olarak farklı ama ampirik
olarak eşdeğer nedensel süreç teorilerinin nihayetinde ampirik olarak ayırt edilemeyeceğinden
asla emin olamayız. Dolayısıyla, kendi konumunu kurmak için ihtiyaç duyduğu genel ampirik
yetersiz belirlenme tezi henüz kanıtlanmamıştır. Bildiğimiz kadarıyla, nedensel süreç teorileri
için ampirik yetersiz belirlenim tezini göstermenin tek yolu, mantıksal olarak eşdeğer olmadığı
97 varsayılan alternatif teorilerin spesifikasyonuna ampirik eşdeğerlik inşa etmektir. Örneğin, T
teorisi yerine 7* teorisine sahip olabiliriz.
T = Dünya, T teorisinin söylediği gibi olmasa da, şimdiye kadar söyleyebileceğimiz kadarıyla,
dünya sanki T doğruymuş gibi davranıyor. Tabii ki, bunun gibi her türlü varyantı vardır.
T" = Aslında hepimiz bir kaptaki beyinleriz, ama... veya
F" = Aslında dünya beş dakika önce başladı (yerel saat), ama...
Ancak varyasyonlar sadece genel stratejiyi göstermektedir. Dolayısıyla, dikkate alınması
gereken temel mesele, alternatif teorilerin bu tür spesifikasyonlarının öngördüğü metafizik
gerçekçiliğin bilimsel bir realist tarafından kabul edilebilir olup olmadığıdır.
1. Tüm teoriler, mantıksal olarak eşdeğer olmayan ancak ampirik olarak eşdeğer alternatif
teorilerin her zaman var olması anlamında ampirik olarak yetersiz belirlenir.
2. Ampirik olarak eşdeğer teoriler arasında seçim, pragmatik olanlar (basitlik, simetri, zarafet,
açıklayıcı güç vb.) dışında hiçbir gerekçeyle yapılamaz.
3. Pragmatik düşüncelerin doğruluk veya yanlışlıkla hiçbir ilgisi yoktur.
4. Dünyanın aşağı yukarı en iyi teorilerimizin söylediği gibi olduğuna inanmak için iyi
nedenlerimiz var.
Metafizik gerçekçilik konusunu tartışırken, bunu kendi içsel gerçekçilik konumumla
karşılaştırmama izin verin. Çünkü 3. tezi reddederek ve pragmatik bir hakikat teorisini kabul
ederek bilimsel gerçekçiliğin nasıl savunulabileceğini göstermek istiyoruz.
İç metafiziksel gerçekçilik
Bir şeyin böyle olduğunu bilmek için, ona inanmakta bir şekilde haklı olmalıyız ve
dahası, doğru olmalıdır. 'Bir şekilde' diyoruz çünkü görünüşe göre her haklı doğru inanç vakası
bir bilgi vakası değil. Ama burada değinmek istediğimiz nokta, gerekçelendirme kavramının
nasıl dile getirilebileceğinden bağımsız olduğu için, buradaki iyileştirmelerin bizi
ilgilendirmesine gerek yok. O halde sadece bilginin doğru ve gerekçeli inanç olduğunu
söyleyelim ve incelikleri görmezden gelelim. O halde, görünüşe göre, bilgi için iki tür koşul
vardır: biri dünyanın nasıl olduğuyla ilgilidir, diğeri ise onun hakkındaki inançlarımızın
gerekçelendirilmesiyle ilgilidir.
Bunları sırasıyla ontolojik ve epistemik koşullar olarak adlandıralım. Şimdi, neredeyse
herkesin, epistemik koşulların tatmininin ontolojik olanların tatminini gerektirmediği veya tam
tersi olduğu konusunda hemfikir olduğunu düşünüyoruz. Yanlışa inanmakta haklı olabiliriz ve
doğruya inanmakta haklı olmayabiliriz.
Bu, içsel ve metafizik gerçekçiler arasındaki ortak zemindir. Farklı oldukları nokta, bu
noktanın nihai olarak haklı çıkarılabilecek olanın sınırına kadar ekstrapolasyonundadır. İç
realist için doğru olan şey, eğer bir şey varsa, nihai olarak haklı gösterilebilir olandır. Ancak
metafizik realist için hakikat, bu sürecin öngörülen sınırında bile, rasyonel değerlendirmeden
bağımsız kalır.
İç realistin gerçeği, garanti edilen iddia edilebilirlik veya makul inançla eşitlemediğinin
açık olması önemlidir. Çünkü bu kavramlar mevcut veya mevcut kanıtlara ve belki de belirli
arka plan varsayımlarına ve verilen bağlamda söz konusu olmayan teorilere bağlıdır. Hayır,
içsel realist için gerçek, makul inancın bir tür sınır kavramıdır. Hepimiz bildiklerimizle sınırlı 98
olduğumuza ve muhtemelen inandığımız bazı şeylerin yanlış olduğuna inanıyoruz, ancak bu
nedenlerden dolayı yaptığımız şeye inanmamızın mantıksız olduğunu düşünmüyoruz. Koşullar,
makul olarak inandığımız şeyleri değiştirebilir. Yeni kanıtlar keşfedilirse, daha iyi bir teori öne
sürülürse, daha önce kabul edilen sonuçlar sorgulanırsa, makul olarak inandığımız şey bu
değişikliklerden etkilenir. Ayrıca, normalde bu değişiklikleri daha iyiye yönelik olanlar olarak
-dünyaya ilişkin bilgimizi ve anlayışımızı geliştiren değişiklikler olarak- kabul etmeliyiz.
Gerçek, içsel realist için bu sürecin varsayılan mükemmelliğidir. Eğer bilgimiz mükemmel
olsaydı, tam kanıta dayansaydı, içsel olarak tutarlı olsaydı ve teorik olarak mümkün olan en iyi
şekilde bütünleştirilmiş olsaydı, inanmamız gereken şey budur. Bu mükemmellik kavramını
açıklamaya çalışırken elbette çok büyük sorunlar var. Ama içsel realist için hakikat, eğer varsa,
olması gereken budur.
Metafizik realist ise farklı bir hakikat kavramına sahiptir. Ona göre hakikat, bizim
epistemik değerlerimizden bağımsız olarak geçerli olan ile doğru olan arasındaki bir ilişkidir.
Epistemik değerlerimiz, diğer insanların söylediklerini, inandıklarını ya da yeniden
düşündüklerini (doğruluk ya da yanlışlık açısından) değerlendirmeye dahil olduğumuzda açıkça
devreye giren değerlerdir.
Kendi inançlarımızı değerlendirmek. Bir şeyin ne kadar iyi kanıtlandığını,
desteklendiğini veya açıklandığını ya da bildiğimizi düşündüğümüz diğer şeylerle ne kadar
uyumlu olduğunu yargılarız. Ve bunu yapmak için, bazı tercihler sistemine sahip olmalıyız. Bu
tercihleri doğuran değerler bizim epistemik değerlerimizdir. Metafizik realist normalde böyle
değerlere sahip olduğumuzu kabul eder ve kesinlikle kabul etmelidir.
Ama gerçeğin, bu değerlerin ne olabileceğine bağlı olmadığı söylendi. Aslında, neyin
doğru olduğunu keşfetme amacına iyi uyarlanmış epistemik değerlendirme kriterleri geliştirmiş
olabiliriz. Ama sonra tekrar, olmayabiliriz. Dünya ve bizim epistemik değer sistemlerimiz,
ondan şüphe etmek için bize iyi nedenler verecek hiçbir kanıt bulamayacağımız (veya ortaya
çıkaramadığımız) olsa da, mükemmel teori bile (var olduğunu varsayarak) doğru olmayabilir.
Birinin hakikat kavramının, birinin gerçeklik hakkındaki inançlarını büyük ölçüde
etkilemesi gerekmez. Sonuç olarak, içsel realistler ve metafizik realistler oldukça benzer
ontolojilere sahip olabilirler. Örneğin, bir içsel realistin fizikalist olmaması için hiçbir neden
yoktur, çünkü hiçbir sebep yoktur, ki bu başka kimse için bir sebep değildir, neden bir içsel
realistin fizikalist ontolojiyi, onun fizikalist ontolojiyi, fizikalist ontolojiyi, fizikalist ontolojiyi,
fizikalist ontolojiyi olduğu gibi kabul etmemesi için bir sebep yoktur. İnanmak en mantıklısı.
Aksine, bunu yapması için çok iyi bir nedeni var gibi görünüyor.
Dahası, bir içsel realist, herhangi birinin bilgisinden veya onun hakkındaki
inançlarından bağımsız olarak var olan bir realitenin var olduğuna inanmanın tamamen saf
anlamıyla bir realist olabilir ve gerçekten olmalıdır. Elbette, fiziksel dünyanın doğasıyla ilgili
elimizdeki en iyi teorilere göre, insan ırkı hiç var olmamış olsa bile gerçeklik hemen hemen
aynı olurdu. Herhangi bir mantıklı kişi buna inanmalıdır ve içsel realistler fazlasıyla mantıklı
olabilir. Dahası, içsel realistin inanabileceği bağımsız gerçeklik, özelliksiz bir numen değil,
fiziksel özelliklerin birbirleriyle olağan yollarla etkileşime girdiği bir fiziksel nesneler
dünyasıdır. Bu şeylerin var olduğuna inanmak doğruysa ve inanmak doğru olan şey gerçekse,
o zaman, elbette, öyle oldukları doğrudur.

99 İçsel ve metafizik gerçekçiler, esasen yalnızca farklı hakikat kavramlarına sahip


olmaları bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Ama bu farklılık başkalarını doğurur. Örneğin,
metafizik realist bir tür şüpheci meydan okumaya açıktır: eğer hakikat bizim epistemik
değerlerimizden bağımsız ise, o zaman en iyi olduğuna karar vermemiz gereken teorilerin
gerçeğe daha yakın olduğuna inanmak için hangi nedenimiz var? Epistemik değerlerimizin
doğru olanı keşfetmeye uygun olduğunu nasıl bilebiliriz? Doğayı araştırabilir ve dünya
hakkında teorik bir anlayış geliştirebiliriz, ancak ne kadar iyi yaptığımızı görmek için
bildiğimizi düşündüğümüz şeyi gerçekle karşılaştıramayız. Bilimin gerçekliğin gerçek doğasını
keşfetme hedefine doğru ilerleme kaydettiğinden bile emin olamayız. Öte yandan içsel realist,
bu şüpheci şüphelerden rahatsız olmaz. Epistemik değerlerimiz, doğru olanı keşfetmenin
sonuna uyarlanmalıdır, çünkü hakikat, bu değerlere uygun olarak doğa hakkında araştırma ve
akıl yürütme sürecinin yalnızca doruk noktasıdır.
İki konumun bu nitelemeleri göz önüne alındığında, çoğu bilimsel realistin kendilerini
metafizik realist olarak göreceğini düşünüyorum, çünkü bu, hakikatin tekabüliyet teorisine
bağlılıkla ilişkilendirilmesi gereken konumdur. Birinin bilimsel bir realist olabileceği ve bu
kadar açık bir şekilde hatırlatan bir hakikat kavramına sahip olabileceği fikri, çoğu bilimsel
realistin saçma olduğunu düşünür. Yine de bu konuda yanıldıklarını düşünüyoruz. Yanılıyorlar
çünkü içsel realistin konumunu sistematik olarak yanlış anlıyorlar. İç realistleri, herhangi
birinin bilgisi veya anlayışından bağımsız olarak var olan bir gerçekliğin varlığını inkar olarak
kabul ederler. Ama elbette bunu yapmıyorlar ya da en azından yapmaları gerekmiyor. Böyle
bir gerçekliğin varlığına kesinlikle inanıyoruz, çünkü aklı başında her insanın mantıklı olarak
buna inanması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle, bizim hakikat kavramımız bazı
bakımlardan bazı idealistler tarafından savunulan tutarlılık kavramına benzese de, savunmamız
gereken konum, alışılmış anlamda idealist bir konum değildir. Bir içsel realistin bağımsız bir
fiziksel gerçekliğin varlığını inkar etmek zorunda olmadığı noktanın vurgulanması gerekir.
Ama korkarız ki savunmak istediğimiz pozisyona verilen isim, sürekli olarak yanlış
anlaşılmasını sağlayacaktır.
Bununla birlikte, bizce "içsel" hiçbir şey yoktur ve gerçekliğin fikirlerden veya duyu
izlenimlerinden ya da her neyse bir yapı olduğu görüşümüz değildir. Gerçeklik, herhangi birinin
bilgisinden veya inancından bağımsız olarak vardır ve sahip olduğu özelliklerin hemen hemen
hepsine sahiptir. Yani, aşağıdaki karşı olgusal koşul, doğru olduğunu düşündüğümüz, yani
inanma hakkıdır:
Eğer insanlar hiç var olmamış olsaydı, dünya şu anki halinden çok da farklı olmayacaktı.
Elbette şehirler, sürülmüş tarlalar, kitaplar, dünya hakkında teoriler olmayacaktı ve belki de biz
hiç var olmamış olsaydık bazı hayvan türlerinin soyu şimdi tükenmeyecekti. Ancak, genel
olarak, fark çok büyük olmazdı. Dünya hakkında farklı inançlarımız olsaydı, fark daha da az
olurdu. Yine de farklı olurdu, çünkü inançlarımız gerçekliğin parçalarıdır ve inançların etkileri
vardır, ancak abone olmamız gereken temel ontoloji, onun hakkında farklı inançlara sahip
olmamızdan veya gelmemizden etkilenmeyecektir.
Bir içsel realist böylece bağımsız bir gerçekliğin varlığına inanabilir. Yani, neye inanırsa
inansın, bağlı olduğu ontolojinin ve doğanın temel yasalarının aynı olacağına inanabilir.
Aslında, bunun böyle olması onun dünya anlayışının bir parçasıdır. Buradaki bağımsızlık
nedensel bir bağımsızlıktır. Kişi, onun hakkındaki inançlarını değiştirerek dünyanın temel
yapısını değiştiremez. Peki ya epistemik değerlerimizdeki değişiklikler? Epistemik
değerlerimizde bir değişiklik, dünya hakkında şu anda inanmamızın doğru olmayacağı şeylere
inanmamızı doğru kılarak dünyanın nasıl olduğunu değiştirmez mi? Ne de olsa bir içsel realist
bir tür idealist değil midir? 100
İlk olarak, iki tür değişikliği ayırt edelim. Serçe parmağımızın konumunu değiştirirsek,
bir anlamda Sirius'u değiştiririz çünkü onun serçe parmağımızla olan ilişkisini değiştirmiş
oluruz. Ama başka bir anlamda Sirius'u değiştirmiyoruz çünkü nedensel bir etki yok - en
azından Sirius üzerinde uzun süre hissedilecek hiçbir şey yok. Önceki türden değişikliklere
'Cambridge' değişiklikleri denir. Bu tür değişikliklerin özelliği, değiştirildiği söylenen nesne
üzerinde nedensel bir etki olmaksızın gerçekleştirilmeleridir. Sirius'un küçük parmağımıza göre
pozisyonundaki değişikliğin nedensel açıklaması sadece içimizde meydana gelen olaylara atıfta
bulunacaktır. Şimdi, bu anlamda epistemik değerlerimizde bir değişiklik, dünya üzerinde
yalnızca bir Cambridge değişikliğini etkiler. Olanların açıklaması sadece içimizde meydana
gelen olaylara atıfta bulunacaktır. Dolayısıyla, mevcut epistemik değerlerimize sahip olan hiç
kimse, dünyayı değişmiş olarak görmeyecektir. İnsanların bu konuda düşünme biçiminde
yalnızca bir dizi değişiklik görecekti.
Ama diyelim ki hepimiz değiştik, böylece hepimiz farklı bir epistemik değerler
sistemiyle donatılmış farklı türden varlıklar olduk. O zaman, muhtemelen, o zamanlar
olduğumuz varlıklar için dünyanın farklı bir yolu olurdu. Evet, bu doğru. Dünyanın nasıl
olduğu, ne tür varlıklar olduğumuza göredir. Bu, içsel gerçekçiliğin sonuçlarından biridir.
Dünya hakkında yaptıklarımıza inanmamızı yanlış yapmaz. Farklı türden varlıklar olsaydık,
farklı bir şeye inanmamız da yanlış olmazdı. İki farklı türden varlığın inanç sistemlerinin
karşılaştırılıp değerlendirilebileceği üçüncü bir bakış açısı da yoktur veya varsa, ayrıcalıklı bir
konuma sahip değildir.
Dolayısıyla, içsel realistlere göre, dünyanın mutlak olarak var olmasının hiçbir yolu
yoktur, yalnızca çeşitli türlerdeki varlıklara göreli olduğu yollar vardır ve bunların hiçbiri
mutlak öncelik iddia edemez. O halde bu, içsel bir realistin sonuçta bir tür idealist olduğu
anlamına mı gelir? Evet, dünyanın bizim için nasıl olduğu, nedensel olarak bağlı olmasa da,
olduğumuz varlık türlerine bağlı olduğuna inandığı sürece, bir içsel realist, bir tür idealist olarak
adlandırılabilir. Ancak bağımsız bir gerçekliğin varlığını inkar etmesi anlamında idealist
değildir veya kesinlikle olması da gerekmez.
Çünkü o da bizim gibi, onun hakkındaki inançlarımızdan etkilenmeyen ve onunla ilgili
deneyimlerimize bağlı olmayan bir gerçekliğin varlığına inanmanın doğru olduğunu
düşünebilir. Bu nedenle, içsel gerçekçilik ile bilimsel gerçekçilik arasında güçlü bir
uyumsuzluk yoktur. Bir içsel realist, bilimsel realizmin başlıca tezlerinin çoğunu kabul edebilir.
Ve bu makale, içselci bir bakış açısıyla bilimsel gerçekçiliğin bir savunması olmuştur.
Ama alternatif ne? Metafizik gerçekçilikte yanlış olan nedir? Bilimsel bir realistin
metafizik realist olmaması için herhangi bir sebep var mı? Evet, sanırım var. İlk olarak,
metafizik gerçekçilik esasen şüpheci bir konumdur. İnsan bilgisinin insan standartlarına göre
mükemmelliği bile mutlaka gerçeğe yol açmıyorsa, o zaman gerçek esasen bilinemezdir. Dünya
hakkındaki bilgimizi ve anlayışımızı geliştirmenin bizi gerçeğe daha da yaklaştıracağını
düşünmek için hiçbir nedenimiz olamaz. İkincisi, metafizik gerçekçilik için iyi bir argüman
olamaz. Epistemik değerlerimizden bağımsız bir şekilde dünyanın var olduğu varsayımının
herhangi bir açıklayıcı gücü olsaydı, buna inanmamız doğru olurdu. Ancak bu durumda,
dünyamızın bir parçası olur ve tamamen bağımsız bir gerçeklik olmaz. Sanırım, dünya
hakkındaki bilgimiz ve anlayışımızdan bağımsız olarak var olan şeyler olduğuna dair sağlam
argümanlarımız var. İç realist buna göre onları kucaklar. Aynı şekilde, aşkın bir numenin
varlığına dair sağlam argümanlarımız olsaydı, ona inanmamız da doğru olurdu. Ancak
epistemik değerlerimiz ne olursa olsun ikna edici olacak ve dolayısıyla düşünen tüm canlıları
101 bağlayıcı bir argüman oluşturabileceğimizi iddia etmeyelim. Üçüncüsü, metafizik gerçekçiliğin
varsayımları gereksizdir. İnsan gerçeği, arzu edebileceğimiz tek şeydir. Başka türden varlıklar
için başka tür bir hakikat varsa, o zaman bu onların sorunudur. Mutlak bir gerçek yoktur ve
olamaz ve bu nedenle, bizim veya başka bir tür yaratığın onun hakkındaki inançlarını nasıl
değerlendireceğinden bağımsız olarak, dünyanın herhangi bir yolu olamaz. Sonuç olarak, eğer
bilimsel bir realist olmak istiyorsanız, o zaman içsel bir realist olmanız gerektiği sonucuna
varıyorum.
Ama son olarak, bu pozisyona çok önemli bir itiraz yok mu? Dünyanın bizim için bir
yolu olduğunu ve belki de başka tür varlıklar için bir yol olduğunu, farklı bir yol olduğunu,
onlar için olduğunu ve ikisinin de öncelik talep edemeyeceğini söylüyorum. Ama elbette her
iki türün üyelerinin de tepki gösterdiği bir dünya, ortak bir dünya olmalı. Evet, bence bu doğru.
Bir dünyanın varlığını inkar etmiyorum ya da çok sayıda dünyanın varlığını iddia etmiyorum.
İnkar ettiğim şey, dünyanın çeşitli varlıklar için nasıl olduğundan bağımsız olarak herhangi bir
şekilde olduğudur. Farklı varlıkların dünyaya farklı bakış açıları olabilir, ancak öncelik
iddiasında bulunabilecek herhangi bir bakış açısı olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Ama belki farklı bir bakış açısına sahip bazı uzaylılarla tanışsaydık, dünyayı neden bizden farklı
gördüklerini açıklayabilirdik.
Belki de bu şekilde dünyanın gerçekte nasıl olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Belki
öyledir, ama yine de gerçek anlamda nesnel bir duruşa ulaşamadık, çünkü bizden farklı
canlıların inanç sistemlerini açıklamak için kurduğumuz teori, yine herhangi bir teoriyi
değerlendirir gibi değerlendirmemiz gereken bir teorimiz olurdu. Ve eğer uzaylılar dünya
hakkında nasıl düşündüğümüzle ilgili bir teori oluşturmuş ve onu kendi standartlarına göre
değerlendirmişlerse, bunun aynı olacağının garantisi yoktur.
Dolayısıyla, epistemik değerlerimizden bağımsız olarak dünyanın nasıl olduğunu
tanımlayacak hiçbir nesnel duruş mümkün görünmemektedir. Yine de metafizik gerçekçi,
dünyanın bizim epistemik değerlerimizden bağımsız olmasının bir yolu olduğuna inanır. Ama
itiraf etmeliyim ki bu görüşe pek anlam veremiyoruz. Onu tutmak için hiçbir neden
göremiyoruz. Neden olaylar T teorisi doğruymuş gibi davranıyor? Mükemmel derecede yeterli
cevap, bunun nedeni, dünyanın bizim için bir T dünyası olmasıdır.
Mutlak veya metafizik gerçekçilik kavramı, mutlak uzay kavramı gibidir. Yararlı bir iş
yapmaz. Herhangi bir mutlak hareket olduğunu varsaymadan cisimlerin nasıl hareket ettiği
hakkında açıklanabilecek her şeyi açıklayabiliriz. Aynı şekilde, gerçeklik bilgimiz hakkında
açıklanabilecek herhangi bir şeyi -örneğin, epistemik yakınsama fenomenlerini- dünyanın
mutlak bir şekilde var olduğunu varsaymadan da açıklayabiliriz. Bir yol varsa (bizim için) yeter
ki dünya bizim için olsun.

102
İLERLEME VEYA RASYONALLİK?
NORMATİF DOĞALİZM İÇİN BEKLENTİLER

Giriş
Bilimsel metodoloji teorisi (kısaca 'metodoloji') zor zamanlar geçirmiş görünüyor.
Metodolojinin bir zamanlar bilim felsefecileri arasında gurur duyduğu bir yerdeyken, şimdi
birçok kişi onun geleceği konusunda şüpheci. Araştırmacılar, her yöntemin en az diğerleri kadar
iyi (ve dolayısıyla kötü) olduğunu gösterdiğini iddia eder: metodolojik standartların, rakip
teoriler arasındaki seçimi belirlemek için hiçbir zaman çok belirsiz olduğunda ısrar ederler. 2
Genellikle metodolojik kuralları, hiçbir rasyonel seçim yapılamaz. 3 Metodolojistin hangi
teorilerin reddedileceği veya kabul edileceği konusunda çağdaş bilim adamlarına garantili
tavsiyelerde bulunamayacağını ve böylece metodolojiyi herhangi bir kural koyucu güçten
mahrum bırakacağını iddia edecek kadar ileri gider. 4. Farklı nedenlerle, yapabileceğimizin en
iyisinin doğa bilimcileri tarafından kullanılan yöntemleri tanımlamak olduğunu, çünkü karakter
olarak kuralcı olan normatif bir metodolojiye yer olmadığını savunuyorlar. İşin üstünü örtmek
için, alandaki herkes, sırasıyla tümevarımcılar bağlantılı yirminci yüzyıl epistemolojisindeki en
etkili iki programın, kaynaklarının üstesinden gelinemeyecek gibi görünen teknik zorluklarla
karşılaştığı gerçeğinin farkındadır. Herkes metodolojik girişimden vazgeçmedi; ancak bilimsel
metodoloji için hala kuralcı bir rol görenler, bu metodolojinin nasıl garanti edileceği konusunda
103 hemfikir değiller. Kısmen, bu pratik bir sorundur; piyasada birkaç rakip metodoloji var ve hepsi
doğru olamaz.
Ancak bu aynı zamanda kavramsal bir zorluktur, çünkü rakip yöntemler arasında keyfi
olmayan bir seçim yapma yolunun olmadığını kabul etmek, metodoloji epistemolojisinin (yani
meta-metodolojinin) derinden kuşkulu olduğunu söylemektir. Bilindiği gibi, uygulamalı
metodolojistler, bir bilim metodolojisinin garanti altına alınacağı koşullar hakkında
anlaşamazlar; Hangi metodolojiyi kabul edecekleri konusunda hemfikir olamamaları gerçekten
de şaşırtıcı değil. Tüm bunlar, metodolojistin önereceği tavsiyeye kimsenin en ufak bir dikkat
göstermesi için iyi bir neden olmadığı algısını davet ediyor.
Bu nedenle, birçok metodoloji uzmanının sinir kaybı yaşaması pek şaşırtıcı değildir.
Yine de, bu kasvetli gerçeklere rağmen, metodolojik girişimin zamanından önce silindiğine
inanıyorum. Bence başlangıçta makul, ancak nihayetinde aldatıcı bir dizi argümanın gücüyle
büyük ölçüde terk edildi. Daha da kötüsü, onun sahadan çekilmesi, epistemik göreciliğin çeşitli
tatsız biçimlerine ya da çeşitli ve neredeyse eşit derecede şüpheli epistemik sezgicilik
biçimlerine yüksek bir zemin bırakmıştır.
Ancak canavara yeni bir hayat vermenin mümkün olduğunu göstermeye çalışmadan
önce, metodolojik girişime karşı son yıllarda muhtemelen en etkili argüman olan şey üzerinde
biraz durmam gerekiyor. Bu argüman, 'tarihsel dönüşüm' olarak adlandırılan şeye
dayanmaktadır. Bu ifade, 1960'lar ve 1970'ler boyunca, bilimsel rasyonaliteye dair felsefi
nosyonumuzun, bizim felsefi düşüncemizi savunan yazarların görüşlerine atıfta bulunmaktadır.
Bilinen çeşitli bilim metodolojilerinde somutlaştırıldığı gibi, bilimdeki büyük tarihsel
başarıların rasyonelliğini yakalamakta tamamen başarısızdır.
Bu "tarihçiler", benim onları adlandıracağım şekliyle, Galileo, Newton, Darwin ve
Einstein gibi bilim devlerinin, bir zamanlar filozoflar tarafından savunulan teori
değerlendirmesinin tüm tanıdık metodolojik kanonlarını ihlal ettiğini gösterdiklerini iddia
ediyorlar. Tarihçiler, büyük bilim adamlarının herhangi bir bilim metodolojisinden çıkan
tavsiyelere uygun seçimler yapmamalarının, bu metodolojinin dramatik bir indirgemesi olarak
durduğunda ısrar ediyorlar. Mevcut metodolojilerin, eski bilim adamlarının eylemlerinin
rasyonel olarak yeniden inşasına izin vermedeki başarısızlığının, bu metodolojilerin
yetersizliğini kesin olarak gösterdiğini söylüyorlar. Bir metodoloji veya epistemolojinin geçmiş
bilimi rasyonel olarak sergilemesi gerekliliğinin tamamen yanlış olduğuna inanıyoruz. Ayrıca,
bu gereklilikte ısrar etmeden, rakip yöntem veya bilgi teorileri arasında makul ve garantili
seçimler yapabileceğimizi düşünüyorum. Bu makalenin amacı, rasyonel yeniden
yapılandırılabilirlik şartının ne istendiğini ne de gerekli olduğunu göstermektir.

Meta-metodolojik kriter olarak yeniden yapılanabilirliğin rasyonel reddi


Tarihselciler, bilimin rasyonel bir etkinlik olduğuna ve bir bilim metodolojisinin eo ipso
bir rasyonellik teorisi olduğuna inanırlar; bu teori, yeterliliği bilim tarihini rasyonel bir etkinlik
olarak sergileyip sergilemediğinin belirlenmesiyle değerlendirilecektir. Bu varsayımların her
ikisi de -bir metodolojinin çok yönlü bir rasyonalite teorisi olduğu ve belirli paradigmatik
eylemlerin rasyonalitesini yargılamak için bağımsız ve doğru araçlara sahip olduğumuz- birkaç
önemli soruyu akla getiriyor. Rasyonel eylem hakkındaki herhangi bir teoriden bağımsız olarak,
belirli eylemleri veya olayları bilişsel olarak rasyonel olarak tanıyabileceğimiz ve böylece bu
eylemleri bir metodoloji teorisinin yeterliliğinin turnusol testleri olarak kullanabileceğimiz
fikri, bir tür epistemik sezgiye dayanır.
104
Ancak burada, bu konumun bariz sezgiciliğine değil, metodolojik sağlamlığı
rasyonaliteyle aşırı aceleyle özdeşleştirmesine odaklanacağız. Açıkçası, tarihselcilerin
metodolojileri değerlendirme stratejisi, bilimin, en azından anahtar ve biçimlendirici
bölümlerinde, özünde rasyonel bir etkinlik olduğu tezine önceden bir bağlılık gerektirir. Onlara
göre, eğer bir metodoloji dünyadaki Newton'lar, Einstein'lar ve Darwin'ler tarafından yapılan
seçimlerle çelişen tavsiyelerde bulunuyorsa, o zaman bu, bu devlerin mantıksız olduklarının
değil, incelenen metodolojinin başarısız olduğunun kanıtıdır.
Bazıları böyle bir çatışmanın bir metodolojiyi reddetmek için yeterli olup olmadığı
konusunda gevezelik edecek olsa da, tüm tarihçiler, sağlam bir metodolojinin bilimsel
seçkinlerin teori seçimlerinin büyük kısmı ile örtüşmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. Bazı
meta-metodoloji uzmanları şu şekilde ilerler: Gözden geçirilen metodoloji, örneğin Kartezyen
veya Newton fiziği veya Newton ve göreli fizik arasındaki seçim gibi önde gelen tarihsel
vakalara uygulanır. Her durumda, yalnızca ve yalnızca çatışan tarafların erişebileceği tüm
kanıtlara sahip olduğunu varsayarak, metodolojinin hangi rakibi seçeceği sorulur. Daha sonra,
metodolojinin zorunlu kıldığı teori seçimlerini, olayı sona erdiren büyük bilim adamlarının fikir
birliği tarafından yapılan teori seçimleriyle karşılaştırır.
Metodoloji, bilimsel seçkinler tarafından fiilen yapılan seçimlerle uyumlu seçimlere yol
açıyorsa, o zaman -tarihselcilere göre- bu seçimlerin ve onları yapan bilim adamlarının
rasyonelliğini sergilemiş ve kendi referanslarını oluşturmuştur. Değerlendirilen metodoloji,
bilimsel seçkinler tarafından fiilen yapılanlardan farklı tercihlere yol açıyorsa, o zaman bu
metodoloji, birçok büyük bilim adamının mantıksız olduğu kabul edilemez sonucu nedeniyle
reddedilmelidir. Kısacası, böyle bir uyuşmazlığı, değerlendirilmekte olan metodolojinin reddi
olarak kabul ederler. Ne yazık ki, birazdan göstereceğimiz gibi, hem bir metodolojinin büyük
bilim adamlarının rasyonalitesi ile ilgili çıkarımları olduğu varsayımı hem de metodolojilerin
değerlendirilmesi gerektiği tezi. Geçmiş bilimi rasyonel olarak yakalama derecesinin ışığında
tamamen yanlıştır.
Gördüğümüz gibi, tarihselci aşağıdaki doktrinleri kabul eder: Rasyonellik tezi (RT):
Çoğu büyük bilim insanı teori seçimlerini rasyonel olarak yapmıştır. Meta-metodoloji tezi
(MMT): Bir bilim metodolojisi, geçmiş bilim adamlarının seçimlerini rasyonel olarak
tekrarlama yeteneği açısından değerlendirilmelidir. Tarihselciler, mevcut metodolojilerin çoğu
zaman bilimsel seçkinlerin seçmiş olduğu teorileri seçmede başarısız olduğunu düşünmekte
kesinlikle haklıdırlar. Böylece, Newton'un fiziği, herhangi bir başarılı şaşırtıcı tahminde
bulunduğu bilinmeden çok önce kabul edildi ve böylece metodoloji kurallarını ihlal etti.
Aristoteles'in fiziğinin Galileo'nunkinden çok daha genel olmasına rağmen, Galile fiziği
Aristoteles'inkine tercih edilerek kabul edildi, bu nedenle ardıl teorilerin her zaman
öncekilerden daha genel olması gerektiği yönündeki emrini ihlal etti. Einstein, özel görelilik
kuramını, klasik mekaniğin tümünün göreliliğin sınırlayıcı bir durumu olduğunu kimse
gösteremeden çok önce kabul etti ve böylece mantıksal kuramların çoğunun metodolojilerine
ters düştü. Ampiristlerin hepsi, rasyonel olarak kabul edilen bir ardıl teorinin, selefleri
tarafından açıklanan her şeyi açıklamasını gerektirir. Bu gibi nedenlerle bazı araştırmacılar
mevcut tüm metodolojileri yetersiz bularak reddederler.
Burada şüpheli olan çok şey var, ancak bu makalenin amaçları için, tarihçilerin çoğunun
yaptığı ulumalardan sadece birine odaklanmak istiyoruz. İncelemesi, metodoloji ve
rasyonalitenin neden keskin bir şekilde ayırt edilmesi gerektiğini ve MMT'nin -tarih okulunun
105 temel meta-tezinin- neden tamamen kabul edilemez olduğunu gösterecektir.
Özellikle yanlış giden şey, tarihçilerin meta-metodolojisinin, bilim adamlarının hem
amaçlarının hem de arka plan inançlarının failden faile değişiklik gösterdiği gerçeğini hesaba
katmamasıdır; bizimkinden çok farklı bilimsel çağlardan bahsediyoruz. Bilim adamlarının
amaçları zaman içinde önemli açılardan değiştiyse, yöntemlerimizin -amaçlarımızı
gerçekleştirmeye yönelik oldukları gibi- oldukça farklı amaçlara sahip faillerin rasyonalitesi
veya irrasyonelliği hakkında herhangi bir şey gerektirmesini makul bir şekilde bekleyemeyiz.
Ne? rasyonellik, faile ve bağlama özgüdür. Bir failin rasyonel davrandığını söylediğimizde,
asgari olarak, amaçlarını destekleyeceğine inandığı şekillerde hareket ettiğini iddia etmiş
oluyoruz. Bir failin, amaçlarına hizmet edeceğine inandığı bir şekilde hareket ettiğinin
belirlenmesi, eylemlerinin rasyonelliğini göstermek için yeterli olabilir veya olmayabilir;
filozoflar bu konuda tartışacaklar. Ancak çok az kişi, bir failin kendi amaçlarını
destekleyeceğine inandığı eylemine rasyonalite atfetmek için gerekli bir koşul olduğunu inkar
edebilir. Bir failin rasyonalitesini (veya aksiyolojik olarak homojen bir failler topluluğunun
rasyonalitesini) yargıladığımızda, şunu düşünmeliyiz: hangi eylemler yapıldı; temsilcinin
amaçları veya amaçları nelerdi; olası eylemlerinin olası sonuçları hakkında yargılarını
bilgilendiren arka plan inançları. Bir failin rasyonalitesinin değerlendirilmesi için kapsamlı
olmasa bile, bu bileşenleri gerekli kılmayan geçerli bir rasyonalite kavramı yoktur.
Şimdi, bu bileşenlerin, tarihselcilerin tarzında metodoloji ve rasyonaliteyi bir araya
getirmenin yanlışlığını ortaya çıkarmak için yeterli olduğunu göstereceğim. Argüman basittir:
geçmişin bilim adamlarının bizimkinden farklı amaçları ve arka plan inançları olduğu ölçüde,
o zaman amaçlarımızı gerçekleştirmeye yönelik stratejileri benimseyip benimsemediklerini
sorarak eylemlerinin rasyonelliği uygun şekilde belirlenemez.
Yine de metodolojilerimiz, amaçlarımızı desteklemek için tasarlanmış taktik ve stratejik
kurallar dizisidir. Yalnızca bilişsel yararları bizimkiyle aynıysa ve yalnızca arka plandaki
inançları büyük ölçüde bizimkiyle aynıysa, geçmiş bilim adamlarının rasyonelliğini
değerlendirmek için yöntemlerimizi kullanmak uygun olacaktır.
Buradaki anahtar soru, geçmişteki bilim adamlarının bizimkilerle büyük ölçüde aynı
olan arka plan inançlarına ve bilişsel hedeflerine (ya da fayda yapılarına) sahip olup
olmadığıdır. Tarihsel faillerin ilgili arka plan inançlarının bizimkilerden önemli ölçüde farklı
olduğu, ayrıntılı bir tartışma gerektirmeyecek kadar açık görünüyor. Geçmişin bilim
adamlarının açıkça dünya hakkında teorileri ve hem birbirimizden hem de bizimkinden farklı
nedensel inançları vardı. Bilişsel amaçları bizimkiyle aynı olsa bile, onlarla aramızdaki ilgili
arka plan inançlarındaki bu tür farklılıklar, muhtemelen onları çeşitli eylem biçimlerine bizim
yapacağımızdan çok farklı faydalar atamaya yönlendirecektir.
Geçmiş bilim adamlarının bilişsel amaçlarının bizimkinden önemli ölçüde farklı olması
durumu daha da kötüleştiriyor. Gerçekten de, son yirmi yılın tarih bilimi -çoğu tarihçilerin
kendi kalemlerinden geliyor- geçmişin bilim adamlarının şu anda kabul ettiğimizden çok farklı
bilişsel yarar takımyıldızlarına sahip olduklarını oldukça kesin bir şekilde ortaya koydu.
Örneğin Newton, yaratılışının ayrıntılarında Yaradan'ın elini göstermeyi doğa felsefesinin
temel amaçlarından biri olarak gördü. Ne de olsa "Tanrı'yı şeylerin görünüşlerinden yola
çıkarak söylemenin kesinlikle Doğa Felsefesine ait olduğu" konusunda ısrar edilmişti. (Böyle
de doğal bir teolojinin inşasını bilimin temel görevi olarak görüldü. ) Newton, bilim insanının
ya kesin ya da yüksek olasılıklı teoriler üretmeyi hedeflemesi gerektiğini savundu. Newton, ne
zaman rakip teoriler arasında belirli bir seçim yapmakla karşı karşıya kalsa, -çünkü muhtemelen
rasyonel bir adamdı- bilişsel amaçlarını neyin teşvik edeceğine dair inançları ışığında bunlar 106
arasında seçim yapma eğilimindeydi. Mekanik felsefe, aktif bir yaratıcı için herhangi bir rolü
baltalama eğiliminde midir? Eğer öyleyse, bu, Newton'un aksiyolojisiyle çeliştiği gerekçesiyle
onu reddetmek için temel teşkil eder. Kartezyen girdap teorisi, ters-kare yasasıyla
karşılaştırılabilir güvenli "kanıt"tan yoksun mudur? O zaman atılmalıdır. Mesele şu ki,
Newton'un teori seçimlerinin rasyonalitesi veya irrasyonelliği hakkındaki yargılar, Newton'un
bilişsel değerleri ışığında ve Newton'un önceki inançlarının arka planına karşı yapılmalıdır. Bu
bileşenleri yok sayarsanız, kişi artık Newton'un rasyonelliği sorusunu -bırakın çözüme
kavuşturmayı- ele alabilecek durumda bile değildir.
Bir eleştirmen, Newton'un bazı bilişsel amaçlarının bizimkilerden farklı olduğunu kabul
ederken, bazı Newtoncu amaçların bizimkilerle aynı olduğunda ısrar etmeye hazır olabilir (en
tanıdık aday: "dünya hakkında doğru teoriler bulmak"). Geçmiş bilim adamlarının, özellikle de
ilgili farklılıkları görmezden gelecek kadar genel terimlerle ifade edildiğinde, bilimsel araştırma
için uygun hedefler olarak kabul ettiğimiz bazı amaçları paylaştıkları kesinlikle doğrudur.
Bununla birlikte, bu tür bir ortaklık, eski bilim adamlarının eylemlerinin rasyonelliğini
amaçlarımıza karşı değerlendirmenin uygunluğunu belirlemek için yetersiz kalmaktadır.
Amaçların bu tür kısmi örtüşmesi pek işe yaramaz, çünkü bir failin eyleminin rasyonalitesi,
amaç kümelerinden yalnızca birini teşvik edecek şekilde hareket edip etmediğini belirleyerek
değerlendirilmez.
Bir failin eylemleri, bu araçların uygun bir alt kümesine göre değil, yalnızca bilişsel
yararlarının ağırlıklı kümesine göre rasyonel olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle, bir Newton
ya da bir Darwin, metodolojik düşüncelerimizi destekleyen bazı amaçları paylaşmış olsa bile,
eylemlerinin amaçlarını (özellikle de onların ortak amaçlarını) destekleyip desteklemediğini
belirleyerek rasyonelliklerini değerlendirebileceğimiz sonucu çıkmaz. bizimle ortak). Aksine,
eylemlerinin yalnızca bilişsel yararlarının uygun şekilde ağırlıklandırılmış ürünlerine göre
rasyonel olduğu belirlenebilir. İkincisi, Newton'un, Darwin'in veya Einstein'ın bariz bir şekilde
yaptığı gibi, bizimkinden önemli ölçüde farklıysa, o zaman eylemlerinin rasyonelliğini
değerlendirirken, amaçlarımızı desteklemek için hareket edip etmediklerini sormak boşunadır.
Üzerinde durduğumuz sorun basitçe şudur: Bir failin rasyonel olarak hareket ettiğine
dair hüküm vermemiz, onun amaçlarını ciddiye almayı gerektirdiği ölçüde, o zaman
failinkinden farklı amaçları teşvik etmek için tasarlanmış metodolojiler, failin rasyonelliği
hakkında hüküm vermekte yetersiz görünür. . Burada eleştirdiğim genel yaklaşımı, belirli bir
bilim insanının rasyonel olduğunu iddia ederken, onun amaçlarına değil, bilimsel araştırmanın
kurucu amaçlarına atıfta bulunduğumuzu söyleyerek savunmaya çalışılabilir.
Konuya bu şekilde yaklaşırken, bir fail, niyetleri (yani, eylemlerini yönlendiren
amaçlar) diğerlerininkinden oldukça farklı olsa bile, eylemleri bu genel "bilimin amaçlarını"
destekleme eğiliminde olduğu sürece rasyoneldir. Bilim. Bu analiz, rasyonalitenin, pek çok
uyurgezerliği içermesini mümkün kılar, çünkü ajanlar, "bilimin gerçek amaçlarını" (ve bu
nedenle, sözde rasyonel olmayı) niyet etmeden teşvik edebilirler. Ajanların genellikle
eylemlerini motive edenlerden oldukça farklı amaçlara ulaştıkları önerisiyle ilgili hiçbir
sorunum yok. Gerçekten de, bu bana oldukça dikkat çekici bir nokta gibi görünüyor (daha sonra
döneceğim). Ancak, diğer şeylerin yanı sıra, amaçlarını desteklemek için etkili bir şekilde
hareket eden faillerin irrasyonel hale gelebileceğini (yani, eylemlerinin "amaçları" teşvik
etmemesi durumunda) olağan rasyonellik anlayışımıza uyguladığı şiddeti kabul edemem.
bilim) ve amaçlarını ilerletmek için umutsuzca hareket etmeyen faillerin rasyonel oldukları
ortaya çıkabilir (özellikle, eylemleri istemeden bilimin amaçlarını ilerlettiğinde). Ancak bu
107 yaklaşımda daha da ciddi bir zorluk vardır, çünkü her zaman için bilimi oluşturan bir dizi
tanımlanabilir amaç olduğunu varsayar. Bireysel 'bilim adamlarının' bir çağdaki amaçlarının bir
başka çağdakilerden çok farklı olduğunu daha önce görmüştük; 'bilimsel' topluluğun
amaçlarının zamanla değiştiği iddiasını belgelemek artık zor olmayacaktı. Ama belki de belirli
amaçların bilimi oluşturucu olduğu önerisi, betimleyici olmaktan çok şartlayıcıdır. Ama bilim
aksiyolojisinin böyle şartlı bir şekilde karakterize edilmesi, Arşimet, Descartes, Newton'un
eylemlerinin ya da aksini belirlemede bizim için nasıl bir işe yarayabilir? Çalışması, şimdi
bilimin kurucusu olarak kabul ettiğimiz daha ileri amaçlara ulaşmada başarısız olursa,
irrasyonel olduğuna mı karar veriyoruz? Kesinlikle hayır. Rasyonalite, yalnızca eylemlerinin
kendi amaçlarını ilerletip ilerletmediği belirlenerek değerlendirilebilir, ancak doğayı
incelemedeki rasyonalitesinin statüsü, eylemlerinin kendisinden oldukça farklı amaçları teşvik
edip etmediği konusunda tutarlı bir şekilde asalak hale getirilemez.
Bu kesinlikle çok açık. Ancak bunun doğal sonucu, geçmişin büyük bilim adamlarının
eylemlerini rasyonel kılıp kılmadıklarını görerek metodolojilerimizin sağlamlığını
yargılamanın aynı derecede uygunsuz olmasıdır. Amaçlarımız ve arka plan inançlarımız geçmiş
bilim adamlarınınkinden farklı olduğu için, eylemlerinin rasyonelliğine ve metodolojik
tekliflerimizin sağlamlığına ilişkin tespitler tek ve aynı sürece indirgenemez. Akılcılık bir
şeydir: metodolojik sağlamlık tamamen başka bir şeydir. Böyle olduğu için, tarihselcinin
metodolojik girişimi reddetmesi, tıpkı belirli metodolojileri bilim tarihini irrasyonel kıldıkları
gerekçesiyle reddetmesi gibi, büyük bir karşılıksızdır. Ancak, geçmiş bilimi rasyonel olarak
gösterip göstermediklerini sorarak metodolojilerin doğrulanamayacağı noktasını kabul etmek,
bilim felsefecisini biraz daha savunmasız bırakıyor gibi görünüyor. MMT'nin büyük çekiciliği,
rakip metodolojiler arasında seçim yapmak için "tarafsız" bir temel vaat etmesiydi. MMT'den
vazgeçersek, metodolojik önerilerin nasıl garanti altına alınabileceğini kendimize yeniden
sormalıyız.

Doğal bir meta-metodoloji


Metodolojinin epistemolojisine dikkatle bakarak yeniden başlayalım. Bir metodoloji,
çok genelden çok özele kadar değişen bir dizi kural veya özdeyişten oluşur. Tipik metodolojik
kurallar şunları içerir:
Yalnızca yanlışlanabilir teoriler öne sürün.
Geçici değişikliklerden kaçının.
Sadece bilinenleri açıklayan teoriler yerine, başarılı ve şaşırtıcı tahminlerde bulunan teorileri
tercih edin.
İnsan denekler üzerinde deney yaparken, kör deneysel teknikler kullanın.
Diğer alanlardaki başarılı teorilerle analoji sergilemeyen teorileri reddeder.
Gözlemlenemeyen varlıkları varsayan teorilerden kaçının.
Nedensel hipotezleri test etmek için kontrollü deneyler kullanın.
Tutarsız teorileri reddedin.
Basit teorileri karmaşık olanlara tercih edin.
Yeni bir teoriyi ancak öncekilerin tüm başarılarını açıklayabiliyorsa kabul edin. 108
Bütün bu kurallar çağdaş metodolojistler tarafından savunulmuştur ve bazılarına
hararetle itiraz edilmiştir. Meta-metodolojinin kilit sorusu, kişinin bu tür metodolojik kuralları
kabul veya reddetmek için nasıl bir garanti sağladığıdır.
Dikkat edilmesi gereken ilk nokta, bu kuralların veya özdeyişlerin komut biçiminde
olmasıdır. Onların dilbilgisi, bildirim niteliğindeki ifadeden çok, buyruğun grameridir. Bu
nedenle, kesinlikle doğru ya da yanlış olabilecek, ancak en iyi ihtimalle yalnızca yararlı
olabilecek türden bir ifade gibi görünüyorlar.
Dilbilgisi ve semantiği, bilim felsefecileri ve epistemologlar için büyük bir keder
kaynağı olmuştur, çünkü bu tür buyruklar için yetki belgesini karakterize etmenin kabul edilmiş
bir yolu yoktur. Doğruluk koşullarını araştırmak bir hata gibi görünüyor, çünkü sıradan
ifadelerden oldukça farklı görünüyorlar. Yine de, doğruluk koşulları yoksa, izinlerini sormak
bile ne anlama gelir? Hangi amaçlar için izin? Belki de kullanımları için bir emir? Ama bunun
ne anlama geldiği bile belli değil.
Diğer pek çok alanda olduğu gibi burada da sözdiziminin yalnızca yararsız değil,
yanıltıcı olduğunu da öne sürüyoruz. Metodolojik kurallar bir boşlukta ve bağlam olmadan
ortaya çıkmaz. Metodolojik kurallar veya özdeyişler belirli bir nedenle, özellikle söz konusu
kuralı izlemenin kişinin değer verdiği belirli bilişsel amaçları teşvik edeceğine inanıldığı için
ileri sürülür. Metodolojik kuralları, onları ısırtan aksiyolojik bağlama atıfta bulunmadan
formüle ederek (yukarıdaki kurallar listesinde az önce yaptığım gibi), onların emrine giden yolu
sistematik olarak gizlemektedir.
Tüm metodolojik kuralların (yukarıda gösterilen biçimde) kategorik buyruklarmış gibi
değil, daha çok varsayımsal buyruklar olarak yorumlanması gerektiğini ileri sürüyoruz.
Spesifik olarak, metodolojik kuralların, sıklıkla formüle edildikleri elips biçiminden
kurtulduklarında, öncelleri amaçlar veya hedefler hakkında bir ifade olan ve sonucu zorunlu
eylemin eksiltili ifadesi olan varsayımsal buyruklar biçimini aldığına inanıyorum. . Şematik
olarak, formun metodolojik kurallarını koyun.
(0) 'Biri x yapmalı\ forma sahip olarak anlaşılmalıdır.
(1) 'Birinin hedefi y ise, o zaman x yapmalıdır\
Bu nedenle, "Ad hoc hipotezlerden kaçının", kural olarak daha uygun bir şekilde
formüle edilmiştir: "Eğer kişi çok riskli teoriler geliştirmek istiyorsa, o zaman ad hoc
hipotezlerden kaçınmalıdır." İki noktanın vurgulanması gerekir: (a) her metodolojik kural,
varsayımsal bir buyruk olarak yeniden biçimlendirilebilir (bir kez içine yerleştirildiği amaç-
teorik bağlam hakkında bir şeyler bildiğimizde) ve (b) ilgili varsayımsal buyruk, önerilen bir
eylemi bir amaç veya amaca bağlayacaktır.
Yukarıda (1) ile şematize edilen türden emirler her zaman araçlar ve amaçlar arasında
bir ilişki ileri sürer. Spesifik olarak, bu tür her kural, 'x yapmanın', aslında, y'yi teşvik edeceğini
veya y'yi teşvik etme eğiliminde olacağını veya birini y'nin gerçekleşmesine yaklaştıracağını
varsayar. Metodolojik kurallar, bu nedenle, araçlar hakkında, aziz amaçları gerçekleştirmek için
etkili araçlar hakkında ifadelerdir. Bu tür kuralların, kendileri henüz doğruluk değeri taşıyan
ifadeler gibi görünmeseler bile, yine de garantilerinin bu tür ifadelerin doğruluğuna bağlı
olduğu açıktır. (1) türünden bir kural ileri sürersem, x'i yapmanın y'yi ilerletme ihtimali
109 olduğuna inanmayı taahhüt ederim. Eğer bir failin hiçbir miktarda x yapmasının onu y'nin
gerçekleşmesine yaklaştırmayacağına inanmak için güçlü nedenimiz olduğu ortaya çıkarsa, o
zaman metodolojik kuralı (1) reddetmek için güçlü nedenlerimiz olacaktır.
Öte yandan, x yapmanın y'yi desteklediğine ve bunu şimdiye kadar tasarladığımız diğer
eylemlerden daha etkili bir şekilde yaptığına dair kanıt bulursak, o zaman (1)'i garantili tavsiye
olarak kabul ederiz. Kuralları veya özdeyişleri, ampirik dünya hakkındaki iddialara dayanan,
diğer ampirik teorileri test ettiğimiz yöntemlerle tam olarak aynı şekilde tahlil edilecek iddialar
olarak tasavvur ettiğimizi öne sürüyoruz. Bu görüşe göre metodolojik kurallar, ampirik bilginin
bir parçasıdır, ondan tamamen farklı bir şey değil. Düşük seviyeli ampirik iddiaların (örneğin,
bu iddia edilen amaç-araç bağlantıları) nasıl test edildiği konusunda makul ölçüde net olmamız
koşuluyla, rakip metodolojilerin nasıl test edileceğini bileceğiz. Dolayısıyla özel bir bilim meta-
metodolojisine ihtiyacımız yok; daha ziyade, diğer türlerdeki rakip ampirik teoriler arasında
seçim yaptığımız gibi, rakip metodolojiler arasında da seçim yapabiliriz. Bu, rakip yöntemler
arasında seçim yapmanın bazen rakip teoriler arasında seçim yapmaktan daha kolay olacağı
anlamına gelmez. Ama metodoloji için nevi şahsına münhasır bir epistemolojiye ihtiyacımız
olmadığını söylemektir. Bu biraz tanıdık geliyorsa, aklımızdaki şeyin, diyelim ki bir
natüralizmden çok farklı olduğunu vurgulamamıza izin verin.
O ve birçok doğa bilimci, epistemolojinin tamamen normatif olmayan bir mesele,
aslında betimleyici psikolojinin bir dalı olması gerektiğine, sadece “bilimler” dediğimiz “bilgi”
bedenlerini nasıl inşa etmeye başladığımızı kaydetmesi gerektiğine inanıyor. Görünüşe göre,
temelcilik öldü ve bilgi teorisi “bilimselleşti”, geleneksel olarak epistemologları ve
metodolojistleri meşgul eden normatif ve kuralcı kaygıların meşru bir kapsamı olmadığına
inanıyor. Aşağıda ayrıntılı olarak göstermeye çalışacağım gibi, metodolojinin bu tür bir
denormativizasyonu, onun doğallaştırılmasıyla zorunlu değildir. Tam tersine, tamamıyla
"bilimsel" ve sağlam bir biçimde "tanımlayıcı" bir metodolojinin normatif sonuçları olacağı
gösterilebilir.

Metodolojik kurallar ve metodolojik gerçekler


Metodolojik kuralların test edilmesinin uygunluğunu diğer herhangi bir tanımlayıcı
veya teorik iddia ile aynı şekilde göstermek için, metodolojik kuralları muadili tanımlayıcı veya
teorik ifadeler üzerinde parazit olarak görmenin uygun olduğunu göstermeliyiz. Bu sonuca
giden yolun yarısındayız, çünkü formun kategorik metodolojik kurallarını az önce gördük.
(0) 'Siz (veya biri) yapmalısınız /,
(1) '(kişinin) merkezi bilişsel hedefiniz x ise, o zaman siz (biri) y'yi yapmalısınız.
(1) gibi zorunluluklar, her ihtimale karşı doğrudur (veya garanti edilir).
(2) 'y yapmak, x'i üretmek için alternatiflerinden daha olasıdır'
doğrudur (veya garanti edilir). (2) yanlış olduğunda, (1) de yanlıştır. Ancak (2), iki muhtemelen
"gözlemlenebilir" özellik, yani "y yapmak" ve "x'i gerçekleştirmek" arasında olumsal bir ilişki
ileri süren koşullu bir bildirim ifadesi olduğu ortaya çıkıyor. Spesifik olarak, (2) istatistiksel bir
yasanın tanıdık biçimine sahiptir.
Tüm metodolojik kuralların (en azından metodologlar arasında genellikle tartışılan
türden tüm bu kurallar ve kısıtlamalar), amaçlar ve araçlar arasındaki bağlantılarla ilgili bu
türden olumsal ifadeler olarak yeniden şekillendirilebileceğini ileri sürüyoruz. Elbette bu bize,
fiziğin ampirik bir disiplin olduğunu bilmenin bize teorilerini nasıl test edeceğimizi 110
söylemesinden daha fazla, bu tür metodolojik kuralların nasıl test edileceğini özellikle
söylemez. Ancak metodolojik kuralların ampirik ve araçsal (yani amaç-araç karakteri)
üzerindeki bu ısrarın öne sürdüğü şey, bu kuralların kendine özgü veya benzersiz bir şekilde
sorunlu bir statüye sahip olmadığıdır. Rakip metodoloji teorileri arasında seçim yapmak -şimdi
metodolojik kuralların aileleri olarak tasavvur edilmektedir- herhangi bir diğer öğrenme dalının
rakip ampirik teorileri arasında seçim yapmaktan daha fazla (ve hemen eklemeliyim ki, daha
az değil) sorunlu değildir. Metodolojik kuralların emredici bir karaktere sahip gibi görünmesi,
aslında onların bir emir karakterine sahip olmaları, onları daha şeffaf bir şekilde tanımlayıcı
iddialardan farklı bir kanıtsal veya epistemik temele oturtmak için hiçbir şey yapmaz.
Ancak bizim felsefi eleştirmenimiz, bu manevranın olması/olması gereken sorununun
etrafından dolaşsa bile, şu ana kadar metodolojik bir kuralı ancak başka bir kuralın önceden
kurulmasını verili olarak kabul ederek 'test edebileceğimiz' gerçeğini görmezden geldiğine
dikkat çekebilir. bize ilkini nasıl test edeceğimizi söyleyen metodolojik kural. Ve bu ikinci kural
da, muhtemelen, gerekçelendirilmesi için önceden kurulmuş bir metodolojik kuralı vb.
gerektirecektir. Ya kısır bir döngüyle ya da sonsuz bir gerilemeyle karşı karşıyayız gibi
görünüyor, bunların hiçbiri metamız için umut verici bir terapi gibi görünmüyor. metodolojik
kaygılar. Çemberi nasıl kırarız ya da gerilemeyi nasıl engelleriz?
Bu sorunun hızlı cevabı, tüm tartışmalı metodoloji teorilerinin ortak olarak paylaştığı
bazı garanti edici veya kanıtlayıcı ilkeler bulmamız koşuluyla gerilemeden
kaçınabileceğimizdir. Eğer böyle bir ilke -bütün çatışan taraflarca kabul edilir- varsa, o zaman
rakip metodolojiler arasında seçim yapmak için tarafsız ve tarafsız bir araç olarak kullanılabilir.
Buradaki endişe, tüm büyük teorilerin olduğuna inanmak için herhangi bir nedenimiz olup
olmadığıdır. Bilimsel metodoloji, iyi bilinen birçok farklılığına rağmen, yine de, aralarında
seçim yapmak amacıyla 'tartışmasız' olarak ele alınabilecek bazı ampirik destek ilkelerini
paylaşırlar.
Politika ve stratejilerin değerlendirilmesine ilişkin normal tümevarımsal
kanaatlerimizde böyle bir seçim kriterimiz olduğuna inanıyoruz. Kısaca ve bu amaçlarla, bu
kanaatler aşağıdaki kuralla formüle edilebilir: (Ri) Belirli türden eylemler, m, geçmişte belirli
bilişsel amaçları, e, tutarlı bir şekilde teşvik ettiyse ve rakip eylemler, n, bunu başaramadıysa,
Bu metodolojiler farklı olduğu sürece, gelecekteki eylemlerin olduğunu varsayın. 'Amacın e
ise, yapmalısın iri' kuralına uymak, eylemlerden ziyade bu amaçları teşvik etme olasılığı daha
yüksektir. Rj'nin, rakip araştırma stratejileri arasında seçim yapmak için ne çok karmaşık ne de
çok ilginç bir kural olmadığını söylemekte acele ediyoruz. Ancak o zaman, kabul ettiğimiz şeyi
mümkün olduğunca ilkel olarak tutmamız tavsiye edilir. Sonuçta, biçimsel bir metodoloji
teorisinin amacı, daha karmaşık ve daha incelikli kanıtsal destek kriterleri geliştirmek ve garanti
etmektir.
Şimdilik RP ile başlayalım. R]'nin bizim için ne kadar gerekçelendirme çalışması
yapabileceğini sormadan önce, mevcut, rakip metodolojiler arasından seçim yapmak amacıyla
R]'yi tartışmasız olarak ele alıp alamayacağımızı sormamız gerekiyor. İki nokta esastır: (1) R]
bilim felsefecileri arasında evrensel olarak kabul edilir ve dolayısıyla yarı-Arşimetçi bir bakış
açısı olarak vaadi vardır ve (2) felsefi uzlaşma sosyolojisinden oldukça bağımsız olarak, öyle
görünmektedir. deneyimden öğrenmenin sağlam bir kuralı. Gerçekten de, eğer Ri sağlam
değilse, genel bir kural yoktur.
Ri'nin evrensel olarak kabul edildiğini varsaymak ne kadar güvenli? Çok az kişi, çeşitli
111 tümevarımcı okulların buna onay vereceğinden şüphe duyacaktır. Bilim felsefesindeki sözde
tarihsel ekolün çoğu üyesi de öyle, çünkü tüm programları geçmişten bilimsel rasyonalitenin
nasıl çalıştığına dair bir şeyler öğrenebileceğimiz varsayımına dayanıyor. Ri'yi ve onun
neredeyse eşdeğerlerini ortadan kaldırırsanız, tarihsel kamp, klasik pozitivizm eleştirilerinin
hiçbirini üstlenemez. Bilim felsefecileri arasında, R'yi reddetmeye meyilli olabilecek tek grup
Poppercileri bırakır. Ne de olsa Popper, her türlü tümevarımcı çıkarsamaya karşı olduğu
kayıtlara geçmiştir.
Ancak, son on yılda Popper, kendi epistemik programının (özellikle de doğrulama ve
gerçeğe benzerliğe yaptığı vurguyla) bir "tümevarımcılık kokusu"na bağlı olduğunu görmeye
başladı. Gerçekten de, R gibi bir şeyi varsaymanın uygunluğu konusunda bilim felsefecileri
arasında geniş bir fikir birliğine varılabileceğini kabul etmek makul görünüyor. Ancak, R]'nin
çağdaş metodolojistler arasında tartışmasız olması gerektiği kabul edilse bile, meta-metodolojik
bilmecelerimize oradan nasıl bir çözüme ulaşılır? Adımlar oldukça basit. İlk olarak, R'nin
verildiğini varsayalım. İkinci olarak, tüm metodolojik kuralları, yukarıda (2)'de belirtilen türden
amaç-araç eş-varyansları öne sürenler olarak tasavvur ettiğimizi varsayın. O halde görevimiz
şudur: Önerilen herhangi bir metodolojik kural için, kuralın öne sürdüğü ortak varyansın iddiası
için (R^ tarafından desteklenen türden bir kanıt olup olmadığını belirlemek. Bu sorunun yanıtı
olumluysa, o zaman, (mevcut) herhangi bir rakibinden ziyade bu kuralı kabul etme garantisini
gösterdik.Cevap olumsuz ise, o zaman kuralı reddetmek için nedenlerimiz var.Özetle, tek
önemli meta-metodolojik sorunun şu olduğunu öneriyorum. Önerilen herhangi bir metodolojik
kural göz önüne alındığında (uygun koşullu bildirim biçiminde dizilmiş), kuralda önerilen
araçların, ilişkili bilişsel amacını mevcut rakiplerinden daha iyi desteklediğine dair kanıtımız
var mı -ya da bulabilir miyiz?
Belirli bir kuralı izlemenin temel amaçlarımızı bilinen rakiplerinden daha iyi
desteklediğine dair kanıt elde edebilirsek, kuralı onaylamak için gerekçelerimiz var demektir.
Kurala göre hareket etmenin bilişsel amaçlarımızın gerçekleşmesini engellediğine dair
kanıtımız varsa, kuralı reddetmek için nedenlerimiz var. Aksi halde statüsü belirsizdir. Bu
şekilde, ilk başta yalnızca basit kanıtsal destek ilkelerini kullanarak bir karmaşık metodolojik
kurallar ve prosedürler bütünü oluşturmamız ilkesel olarak mümkün olmalıdır. 'İlk başta'
diyorum çünkü basit tümevarımsal kuralların (RJ gibi, bu basit testle seçilmiş bir metodolojik
kurallar bütününe sahip olduğumuz anda, daha karmaşık kanıtsal destek kurallarına hızla yol
vereceği gibi) beklenebilir: prosedürler.
(R)'nin onu ısırmak için çok zayıf olduğu düşünülmedikçe, birçok tanıdık metodolojik
ve epistemolojik soruşturma kuralının onun tarafından gözden düşürüldüğü gösterilebilir.
Başka bir yerde gösterdiğim gibi 'Eğer doğru teoriler istiyorsanız, o zaman önerilen teorileri,
selefleri tarafından açıklanan her şeyi açıklayamıyorlarsa reddedin', 'Yüksek tahmine sahip
teoriler istiyorsanız. güvenilirlik, ad hoc hipotezleri reddetme', 'Eğer sonraki testler için başarılı
bir şekilde ayağa kalkması muhtemel teoriler istiyorsanız, o zaman yalnızca başarılı bir şekilde
şaşırtıcı tahminlerde bulunmuş teorileri kabul edin', RP kadar kaba bir seçim aracını kullansalar
bile, hepsi başarılı olamazlar.
Bu meta-metodoloji açıklaması içinde, bilim tarihindeki belirli bölümlerin veya
aktörlerin rasyonelliği veya irrasyonelliği hakkında sorularla ilgilenmemize gerek olmadığına
dikkat edin. Gerçek veya hayali olsun, vakalar hakkında ortak sezgilere başvurmamıza da gerek
yok. Bu yaklaşımda bir metodolojinin diğerinden daha iyi olup olmadığına karar vermek için
geçmiş bilim adamlarının rasyonelliği hakkında hiçbir varsayıma ve somut vakalar hakkında
hiçbir ortak sezgiye ihtiyacımız yok. Biz sadece, geçmişte hangi tür bilişsel sonuçların hangi 112
yöntemlerin teşvik ettiğini veya desteklemediğini sorgularız. Bazen bu tür soruları yanıtlamak
kolay olacaktır; diğer zamanlarda, çok zor olacak. Ama burada da, ampirik araştırmanın diğer
tüm alanlarında aşina olduğumuz bir ayrımı basitçe tekrarlıyoruz.

Tarih için önemli bir rol


Bu yaklaşımın metodoloji ile tarihsel faillerin rasyonalitesi arasındaki bağı koparmasına
rağmen, yine de önerilen metodolojik kuralların değerlendirilmesinde bilim tarihini merkez
sahneye geri getirdiği şimdiden açık olmalıdır. Bu merkezilik belki bir örnekle daha açık hale
getirilebilir. "Güvenilir teoriler aranıyorsa, o zaman incelenenin geçici değişikliklerinden
kaçınılmalıdır" şeklindeki tanıdık metodolojik kuralı değerlendirdiğimizi varsayalım. Tartışma
uğruna, bu kuraldaki ilgili terimlerin anlamlarına ilişkin makul ölçüde net fikirlere sahip
olduğumuzu varsayın; Gerçekten de, onlar olmadan, kural asla kimsenin meta-metodolojisi
tarafından test edilemezdi. Şimdi, bu tür kuralların yorumlanmasını önerdiğim gibi, bu, belirli
bir araştırma stratejisinin (yani, geçici değişikliklerden kaçınma), herhangi bir makul karşıt
stratejiden (örneğin sık sık geçici değişiklikler yapmaktan) daha sık olarak sonraki testlere
dayanan sonuçlar ürettiğini ileri sürer.
Eskiden bu konuyu tartışan filozoflar, metodolojik sezgilerin ticaretine başvurmuşlardır.
Bu diyalektik, tahmin edebileceğiniz gibi, büyük ölçüde sonuçsuz kaldı; bazı filozoflar, geçici
değişikliklerden ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir; Diğerleri,
bilimsel ilerleme için gerekli olduklarını savundular. ama şimdi, bu tür koltuk çekişmelerinin
büyük ölçüde konunun dışında olduğunu görecek durumdayız; çünkü soru ilke olarak konuyla
ilgili gerçeklere başvurularak çözülebilir. Şimdiye kadar ad hoc olan teorilerin, genellikle non-
fd hoc olan teorilerden daha az güvenilir olduğu doğru mu yanlış mı? Elbette bu sorunun
yanıtını henüz bilmiyoruz çünkü bilim felsefecileri tarihsel kayıtlara dikkatle bakma zahmetine
girmediler. Ama bakacak olursak, bu geniş çapta alıntılanan metodolojik özdeyişin statüsünü
belirleyebileceğimizi beklemek için bir neden yok mu?
Hemen hemen tüm diğer metodolojik kurallarla benzer şekilde. Uygun türden koşullu
bildirimler olarak bir kez kullanıldıklarında, geçmişle ilgili başka herhangi bir hipotezin
kayıtlara karşı test edilebileceği şekilde, onları tarihsel kayıtlara karşı test etmek mümkün hale
gelir. Ve böyle bir testin sonuçlarını bir kez bildiğimizde, somut vakalar hakkındaki "analitik
öncesi sezgilerimize", "bilimsel seçkinler"in değer profillerine veya somut vakalarla ilgili başka
herhangi bir sezgiye ihtiyacımız olmayacak. Sözde meta-metodoloji sorunu, en azından,
metodolojik kuralların sıradan ampirik iddialardan farklı bir karaktere ve statüye sahip
olduğuna dair bir inanç tarafından harekete geçirildiği sürece, burada büyük ölçüde düzmece
olarak görülmektedir. özel bir garanti süreci türü.
Bu analiz, metodolojinin birincil konusu olarak büyük bilim adamlarının rasyonelliği
hakkındaki sezgilerimize sahip olduğu konusundaki ısrarlarına neden direnmek istediğimi
açıklamalıdır. "Bir metodolojinin amacının, "en büyük veya en başarılı bilimde fiilen kullanılan
değerlendirme kriterlerini" ifade etmek olduğunu kabul edenlere cevap veriyorum.
metodolojinin en önemli amacının bu olmadığı; Gerçekten de, eğer haklıysam, bu tür kriterleri
dile getirmek metodolojinin amacının bir parçası değildir. Bana göre, metodolojik girişimin
başlıca amacı, doğal dünyayı araştırmak için en etkili stratejileri keşfetmektir. Bu araştırma,
geçmiş bilim adamları tarafından kullanılan değerlendirme kriterlerini dile getirmemizi
içerebilir veya içermeyebilir. Ancak ikinci görev, en iyi ihtimalle, kendi içinde bir amaçtan
113 ziyade bir amaca yönelik bir araçtır.
Natüralist meta-metodolog, onu tanımladığım gibi, vakalar hakkında hiçbir ön-analitik
sezgiye, bilimsel elitin seçimleri hakkında hiçbir bilgiye, bilim adamları arasında metodolojik
terminolojinin kullanımının nüansları hakkında hiçbir detaylı bilgiye ihtiyaç duymaz. ve hangi
disiplinlerin 'bilimsel' olduğu ve hangilerinin olmadığı konusunda önceden bir varsayım yoktur.
İhtiyacı olan ve bol miktarda olan şey, hangi araştırma stratejilerinin hangi bilişsel sonuçları
destekleme eğiliminde olduğuna dair verilerdir.

İlerleme rasyonellik değil


Metodoloji karşısında tarihin kilit rolünün amaç-araç bağlantıları hakkında kanıt
sağlamak olduğunu söyledik. Ancak metodolojinin bilim tarihiyle ilgili bazı çarpıcı özelliklerin
açıklanmasında da önemli bir rolü vardır. Ancak, geçmiş bilim adamlarının rasyonelliğini
sergilemek veya açıklamakla ilgisi yoktur. Açıklamayı gerektiren şey, bilimin epistemik malları
üretmede şaşırtıcı derecede başarılı olduğu gerçeğidir. Bilimi kesinlikle ciddiye alıyoruz çünkü
bilişsel olarak önemli bulduğumuz amaçları teşvik etti. Dahası, zaman geçtikçe giderek daha
başarılı hale geldi. “Kime göre başarılı?” ya da “Hangi standartlara göre ilerici?” diye
sorarsanız, yanıt elbette şudur: Işıklarımızla başarılı, standartlarımıza göre ilerici.
Zamanımızdaki bilim (elbette bizim ışığımızla) 100 yıl öncesine göre daha iyidir ve o zamanın
bilimi (yine bizim ışıklarımızla) bir yüzyıl önceki durumuna kıyasla ilerlemeyi temsil ediyordu.
Daha önceki bilim adamlarının amaçları veya rasyonelliği hakkında hiçbir şey bilmesek
bile, bilimin ilerlemesi hakkında bu iddiaları kolayca öne sürebiliriz ve bilimin seyri bilimin
amaçlarının birçoğunu gerçekleştirmekte büyük ölçüde başarısız olmuş olsa bile, bunları ileri
sürebiliriz. bu daha önceki aktörlerin onları yorumladığı gibi. Bunu yapabiliriz çünkü
rasyonalitenin aksine ilerlemenin faile özgü bir kavram olması gerekmez. Bu dizinin nihai
ürünleri aktörlerin amaçladığından çok uzak olsa da, ilerlemeyi temsil eden belirli bir olaylar
dizisi hakkında çelişkisiz konuşabiliriz ve çoğu zaman da konuşuruz. Eylemlerin istenmeyen
sonuçları olduğu bir klişedir. Öyle oldukları için, bu istenmeyen sonuçların sonunda aktörlerin
başlangıçta ulaşmak istedikleri hedeflerden daha değerli olduğu görülebilir. Bu faillerin
eylemleri, işleri arzu edilir bulduğumuz durumlara yaklaştırdığı sürece, bu eylemleri ilerici
olarak göreceğiz. Bu nedenle, bir Sosyal Demokrat, Magna Carta'nın imzalanmasını,
aristokratik çerçevecilerinin akıllarından başka hiçbir şey olamazken, siyasi gücün daha adil
dağılımına yönelik ilerici bir adım olarak görebilir. Sert deneyciler, Descartes deneycilerin
bilişsel hedeflerinden birkaçını paylaşacak olsa da, Kartezyen optiği Descartes'ın öncüllerinin
optiklerinde ilerleyici bir gelişme olarak görebilirler. Enstrümentalistler, Newton'un fiziğine
Kartezyen benzerlerinden daha iyi bakabilirler ve bunu yaparlar, gerçi enstrümentalistler
bilimin amaçlarıyla ilgili Newton'un görüşlerinin pek azını paylaşıyor olsalar da.
Bu nedenle, bilim tarihi, bilim adamları her zaman veya daha sık olarak herkesten daha
rasyonel oldukları için değil (akıllı olduklarından şüpheliyim), daha çok bilim tarihinin -diğer
birçok disiplinin aksine- bir çoğumuzun önemli ve değerli olduğunu düşündüğü amaçların
gerçekleşmesine zaman içinde yaklaşan eylem ve kararların etkileyici kaydı.
Bilim tarihi olan kayıtlar bize ne tür bilişsel hırsların gerçekleştiğini ve hangilerinin
gerçekleşmediğini gösterir. Bugün bilimin gelişiminde aşamalı olarak gerçekleşmemiş olan
bilişsel hedefleri benimsiyor olsaydık, o zaman o tarih metodolojik düşüncelerimize çok az
kısıtlama getirirdi. Bu koşullar altında, büyük ölçüde Aristoteles'in yapmaya zorlandığı gibi
metodolojiyi yapmaya zorlanmalıyız. Ancak, bizim değer verdiğimiz bilişsel hedeflerin 114
birçoğunu gerçekleştirmede davranışları büyük ölçüde başarılı olan insanların bir kaydı bulunur
bulunmaz, önerilen bir bilim metodolojisi bu kaydı görmezden gelemez. Bilimlerin bize
sunduğu şey, amaçlarımızı ilerletmede başarılı olduklarını zaten göstermiş olan bir dizi örtük
stratejidir.
Bu koşullar altında, önerilen herhangi bir metodolojiden, bilim tarihinin çeşitli önemli
dönemlerinde açıkça kullanılmış olsaydı, ilerlemeye katkıda bulunacak teori seçimlerine yol
açıp açmayacağını sormak tamamen uygundur. Belli bir bilim metodolojisi, bilim tarihindeki
tüm itibarsız teorileri tercih etmemize ve kabul edilenlerin hepsini reddetmemize yol açmış
olsaydı, o zaman bu metodolojiyi reddetmek için prima-facie gerekçelerimiz var demektir.
Fakat bu gerçekleşirse (ve zamanımızın en iyi bilinen metodolojilerinin çoğuna göre böyledir),
o zaman bu metodolojiyi reddetmek için gerekçelerimiz olurdu - geçmişin şu sonuca varmasına
yol açtığı için değil. bilim adamları irrasyoneldi (bu, onaylayacak genellikten yoksun bir sonuç)
- ama bu, amaçlarımızı ilerletmede diğer stratejilere göre tartışmasız daha az ilerici olan
seçimlere yol açacağı için. Metodolojinin bir bilimsel ilerleme teorisinin anahtar parçalarından
biri olduğunu söylemiştim. Ancak bilişsel ilerleme teorisinin eşit derecede merkezi bir parçası
daha vardır.
Şimdiye kadar tüm amaçların eşit olduğunu ve bir metodolojinin görevinin sadece
aksiyolojik olarak tarafsız bir şekilde araştırmak olduğunu, yani bu amaçları teşvik etmek
olduğunu varsaydık. Bu analizde, bir bilim metodolojisinin inşası, belirli bir bilişsel veya
epistemik uçlar dizisi üzerinde asalak olan, varsayımsal zorunluluklar olarak tasarlanan bir dizi
metodolojik kuralın geliştirilmesidir. Yine de, bu çekici bir metodoloji anlayışı olmasına
rağmen, bilimle ilgili tüm epistemik kaygılara pek değinmez. Hepimizin bazı bilişsel amaçların
diğerlerine göre tercih edilebilir olduğuna inandığımızdan şüpheleniyorum. Dar bir anlayışla
metodoloji, araçlar ve amaçların incelenmesiyle sınırlı olduğundan, bu yargıları yapacak
konumda değildir. Bu nedenle, metodolojiyi, araştırmanın meşru veya izin verilebilir
amaçlarına yönelik bir araştırmayla tamamlamamız gerekiyor. Yani, bir bilimsel ilerleme
teorisi, işlevi, önerilen belirli amaçları meşru olarak onaylamak veya onaylamamak olan bir
araştırma aksiyolojisine ihtiyaç duyar. Başka bir yerde böyle bir araştırma aksiyolojisinin nasıl
görünebileceğini tanımlamaya çalışmama rağmen, yerin sınırlılıkları bu sorunun burada ciddi
bir şekilde ele alınmasını engelliyor. Buradaki amaçlarımız için, araştırma aksiyolojisinin,
merkeziliği kaba gelişme durumuyla yalanlanan epistemolojinin ve bilim felsefesinin son
derece az gelişmiş bir parçası olduğu gerçeğini belirtmek yeterlidir. Metodoloji, aksiyoloji
olmadan hiçbir yere varamaz.

Çözüm
Metodolojik kuralların, büyük bilim adamlarının teori seçimlerini rasyonel olarak
gösterip göstermediklerini belirleyerek tahlil edilmesi gerektiği iddiasını inceleyerek başladım.
Bunun metodolojik bir kuralın meşru bir testi olmadığını gösterdim çünkü bu seçimler tipik
olarak bizimkinden farklı aksiyolojilere ve arka plan inançlarına sahip bilim adamları tarafından
yapıldı. Seçimleri mantıklı olabilir, ancak metodolojilerimizin bunu ortaya çıkarmasını
beklemek uygun değildir. Rasyonelliğin yeniden yapılandırılabilirliğini uygun bir meta-kriter
olarak reddederek, metodolojik doktrinleri amaçlar ve araçlar arasında olumsal bağlantıları öne
süren ifadeler olarak tasavvur ederek boşluğu doldurmayı önerdim. Metodolojik kurallara dahil
edilen araştırma stratejilerinin, söz konusu kuralı izlemenin bilişsel amaçlarımızı
115 gerçekleştirmeye doğru ilerlememizi sağlayacağına dair makul argümanlarımız ve kanıtlarımız
olup olmadığının belirlenmesiyle test edilebileceğini gösterdim. Ampirik yöntemleri "test
etmek" için ampirik yöntemlerin kullanılmasıyla ilgili soru sormanın ortaya çıkması,
metodolojistler tarafından evrensel olarak kabul edilen kanıtsal destek ilkelerine başvurularak
önlenir. Böylece önümüze çıkan şey, bilim felsefecisi için önemli bir eleştirel ve kuralcı rolü
koruyan ve bize rakip metodolojiler ve bilim epistemolojileri arasında seçim yapmamızı
sağlamayı vaat eden natüralist bir metodoloji teorisinin taslağıdır. Söz vermediği şey,
metodolojinin a priori veya düzeltilemez kanıtlarıdır; tersine, metodolojiyi epistemik olarak
bilimin kendisi kadar güvencesiz kılar. Ama bu sadece, sorgulamanın nasıl yapılacağına dair
bilgimizin, dünyanın nasıl olduğuna dair en iyi tahminlerimizi oluşturan aynı ipte asılı olduğunu
söylemek içindir. Metodolojiyi fizikten daha güvenli kılmak isteyenler var; Buradaki zorluk,
fizik kadar güvenli olduğunu göstermektir.
GERÇEKÇİLİK, YAKLAŞIK GERÇEK VE
FELSEFİ YÖNTEM

Gerçekçilik ve Yaklaşık Gerçek


Bilimsel realistler, başarılı bilimsel araştırmanın karakteristik ürününün, büyük ölçüde
teoriden bağımsız fenomenlerin bilgisi olduğunu ve bu tür bilgilerin, ilgili fenomenlerin
olmadığı durumlarda bile, sorgulanmayan bir anlamda mümkün (aslında gerçek) olduğuna
inanırlar. , gözlemlenebilir. Bilimsel gerçekçilik için karakteristik felsefi argümanlar, bilimsel
metodolojinin belirli temel ilkelerinin gerçekçi bir açıklama gerektirdiği iddiasını somutlaştırır.
En gelişmiş biçimiyle, bu tür bir kaçırma argümanı, olgun bilimsel araştırmaların temel
metodolojik ilkelerinin tümünün araçsal bilgiye göre güvenilirliğini doğrulamak veya
açıklamak için gerçekçi bir bilimsel araştırma anlayışının gerekli olduğu iddiasını somutlaştırır.
Bu tür argümanlar sunan realist, rasyonel olarak uygulanan bilimsel yöntemin her
zaman gerçeğe doğru ilerlemeye yol açacağı görüşüne bağlı değildir, hatta bu tür bir ilerlemenin
asimptotik bir sınır olarak kesin gerçeğe sahip olacağı görüşüne daha az bağlıdır.
Bununla birlikte, yirminci yüzyıl fizik biliminin merkezi gelişmelerini, örneğin teorik
ve metodolojik taahhütlerin diyalektik ve ilerleyici etkileşimini içeriyormuş gibi tasvir etmeden
bilimsel gerçekçiliği savunmak zor olurdu. Bu hatlar boyunca bir gerçekçilik savunması iki şeyi
gerektirir.
Her şeyden önce realist, ilgili bilimlerin yakın tarihi hakkında, entelektüel başarılarının
yaklaşık teorik bilgiyi içerdiği ve bu bilimlerdeki teorik ilerlemenin (büyük ölçüde) bir teorik 116
ilerleme olduğunu gösteren bir tarihsel tezi savunabilmelidir. (zorunlu olarak yakınsak
olmayan) yaklaşım süreci. Teorik bilgiyi ve teorik ilerlemeyi gerçeğe yakınlaştırmalar
içeriyormuş gibi ele almayan hiçbir realist anlayış, fiili bilim tarihi ile prima facie bile
bağdaşmaz. Bu nedenle realist, bilimsel teorilerin son gelişiminin tarihsel anlamını oluşturan
yaklaşık teorik bilgi ve yaklaşıklık yoluyla teorik ilerleme kavramını kullanmalıdır.
İkinci olarak, realist, onun yaklaşık teorik bilgiye ve birbirini takip eden yaklaşımlarla
teorik ilerlemeye yönelik tarihsel çekiciliğinin, tarihsel olduğu kadar felsefi standartlara da
uygun olduğunu kanıtlayabilmelidir. Ne realistin tarihsel açıklaması, ne de felsefi bir tez olarak
bilimsel realizmi savunmak için ona başvurması, bilim felsefesindeki anti-realist konumların
karakteristik felsefi değerlendirmelerinden herhangi biri tarafından baltalanmamalıdır. Bilimsel
gerçekçiliğe yönelik önemli meydan okumalar, bu kısıtlamaların her ikisini de karşılayan
gerçekçi bir yaklaşık doğruluk ve yaklaşık bilginin büyümesi anlayışının mevcut olduğuna dair
şüphelerden kaynaklanmaktadır. Bu meydan okumalara uygun gerçekçi cevaplar ve bu
cevapların felsefi sonuçları bu makalenin konusudur.

Gerçekçi Bir Yaklaşım Tedavisinin Zorlukları


Bazı filozoflar (realistler dahil), gerçekçinin yaklaşık teorik bilginin büyümesini içeren
bilimsel teorilerin gelişiminin yeterli bir açıklamasını sağlama yeteneği konusunda ciddi
endişelere sahipti. 1930'lardaki çalışmalardan bu yana sistematik, genel ve konudan ve
bağlamdan bağımsız matematiksel ve felsefi (kesin) hakikat teorisine sahibiz. Buna karşılık,
genel kabul görmüş genel ve sistematik bir yaklaşık doğruluk teorisi yoktur. Çeşitli özel
bilimlerden, belirli yaklaşıklık örneklerinin çok sayıda iyi çalışılmış örneğini elde ettik, ancak
bu durumlardaki ayrıntılar, yalnızca ilgili doğal fenomenler hakkında olumsal ve çoğu zaman
ezoterik gerçeklere değil, aynı zamanda yaklaşık teorilerin ve modellerin uygulanacağı özel
uygulama bağlamı. Kısmen bu tür konu ve bağlam bağımlılığının yarattığı karmaşıklıklar
nedeniyle, yaklaşık gerçeğe yapılan başvuruların epistemolojik ilişkisinin ne olması gerektiğine
dair genel bir anlayışa sahip değiliz. Ayrıca, göreceğimiz gibi, bilimsel gerçekçiliğin
savunulması sırasında yaklaşık doğruluk kavramına başvurulacağı zaman, ilgili ayrıntıların
teorik iddialara bağımlılığı, özel felsefi yöntem sorunları ortaya çıkarır.
Başka bir yerde bilimsel realistin, felsefi metodolojinin ve epistemoloji ve metafizikteki
merkezi meselelerin belirgin bir şekilde natüralist anlayışlarını benimsemesi gerektiğini
savundum. Bu makaledeki amacım, atıfta bulunulan makalelerde geliştirdiğim gerçekçilik için
belirgin bir şekilde doğalcı argümanların, yaklaşık gerçeğin yeterli gerçekçi bir tedavisini
sağlamak için nasıl genişletilebileceğini göstermek olacaktır.
Literatürdeki belirli anti-realist argümanlara cevap vermek yerine, realistin yaklaşık
teorik bilgi anlayışının uygun bir şekilde vesile olduğu derin felsefi endişeleri yakalayan dört
itiraza cevap vereceğiz. Benim beklentim, bu itirazlara verilen yanıtların, bir realistin yaklaşık
doğruluk ve yaklaşık bilgi anlayışına ilişkin diğer itirazlara verdiği yanıt için yeterli bir temel
oluşturacağıdır. Dikkate alacağım itirazlar şunlardır:
1 (Tarihsel itiraz). Realistler basitçe tarihsel bir olgu olarak yanılıyorlar: birçok önemli
bilimsel ilerleme, (realist standartlara göre) arka plan teorilerindeki derin hatalara dayandırılmış
gibi görünüyor. Bu nedenle, bilimsel uygulamaların güvenilirliğini açıklamak için yaklaşık
olarak doğru arka plan teorik bilgisi gerekli değildir.
117 2 (önemsizliğe itiraz). Realist ilgili arka plan teorilerinin bir dereceye kadar veya bazı
açılardan yaklaşık olarak doğru olduğu söz konusu ilerlemelerin çoğu hakkında cevap verebilir.
Burada realistin felsefi projesi önemsizliğe indirgenme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Sorun şu ki, genel bir yaklaşıklık kuramından tümüyle yoksunuz: Bir tümcenin yaklaşık olarak
doğru olmasının, belirli bir dereceye kadar ya da belirli bir açıdan yaklaşık olarak doğru
olmasının ya da daha doğruya daha yakın olmasının ne olduğuna dair genel bir nitelememiz
yok. (belirli açılardan veya genel olarak) başka bir cümleden daha fazla. Eğer böyle bir genel
teorimiz olsaydı, o zaman realist, ilgili tarihsel olayların gerçeğe bazı yaklaşımları yansıttığı
tezini rafine ederek ona başvurabilirdi. Olduğu gibi, herhangi bir tutarlı teorinin şu veya bu
açıdan yaklaşık olarak doğru olduğu ve bu tür teorilerin herhangi bir dizisinin şu veya bu açıdan
gerçeğe doğru ilerlemeyi yansıtacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
3 (Uygarlık itirazı). Realist daha sonra, teorik konularda gerçeğe yakınlık açısından ilgili
ve alakasız yönler arasında ayrım yaparak ve bilimsel bilginin büyümesinin karakteristik olarak
birinciyi içerdiğini iddia ederek yanıt verebilir. Burada realist, uydurma veya geçici bir yaklaşık
hakikat anlayışı pahasına önemsizlikten kaçınır - aslında, hem icat hem de döngüsellik
pahasına.
Söz konusu düzenek, sırasıyla mevcut hakikat teorileri ve yaklaşık hakikat teorileri
arasındaki az önce bahsedilen önemli farktan kaynaklanmaktadır. Gerçeğin basitleştirilmesi
durumunda, Tarski'nin gerçeği tanımlama stratejisi, söz konusu belirli konudan veya belirli
tarihsel olaylardan veya uygulama bağlamından büyük ölçüde bağımsız olan tek tip bir
muamele sağlar. Buna karşılık, ilgili yaklaşım anlayışımız, belirli teori veya teorilere, tarihsel
düzenlemelere ve incelenen uygulama bağlamlarına özgü hususları yansıtır.
Bu nedenle, örneğin, realist göreli mekaniğin önceden edinilmiş yaklaşık teorik bilgiden
geliştiğini görürse, Newton mekaniğine yansıyan ilgili yaklaşıklık yönlerine ilişkin kavrayışı,
göreli hızlara göre düşük bağıl hızlara sahip parçacık sistemleri için sayısal doğruluğu
vurgulayacaktır. ışık, çeşitli fiziksel büyüklüklerin tanımlanması ve güvenilir ölçüm
prosedürlerinin geliştirilmesi ve belirli temel yasalara verilen merkezi rol. Örneğin, yüksek
göreli hızlar için sayısal doğruluğun ya da Newtoncu teorik uzay ve zaman kavramının
sağlamlığının önemini azaltacaktır.
Burada, ilgili ve alakasız yaklaşıklık açıları arasındaki ayrımlar, Newton mekaniğinin
yaklaşık olarak doğru olduğu açılarla ilgili mevcut teorik kavramlara dayanan yargıları ve
benzer şekilde, bu tür yaklaşımların bu tür yaklaşımlarda oynadığı rol hakkında teoriye bağlı
yargıları yansıtır. göreli mekaniğin başarılı gelişimi. Genel bir yaklaşıklık teorisine sahip
olmadığımız için, realistin önemsizlik itirazına yanıt olarak ilgili yaklaşıklık derecelerine
yaptığı başvurunun her zaman tam da bu tür konu ve bölüm-duyarlı anlayışta temellendirilmesi
gerekecektir.
Realistin yaklaşıklık konusundaki yaklaşımının neden geçici veya yapmacık bir unsur
içerdiğini şimdi görebiliriz. Bilim felsefecileri tarafından tipik olarak ele alınan bilimsel
araştırma bölümlerinin her biri için, gerçeğe uygun yaklaşımların nasıl gittiğine ve eğer varsa,
hangi katkılara sahip olduğuna dair standart bir gerçekçi resim (ya da her halükarda bu tür
resimlerin dar bir aralığı) vardır. herhangi biri, bilimsel bilginin daha sonraki büyümesi için
yaptılar. Gerçekçi, ilgili yaklaşıklık anlam(lar)ını tanımlarken böyle bir resme güvenecektir.
Ancak böyle bir tablo, bilim tarihi ve felsefesindeki realist araştırma geleneğini yansıtmaktadır.
Önerdiği tanımların değerlendirilebileceği ilgili yaklaşıma ilişkin konu ve bölüm açısından
tarafsız bir kavram olmadığından, realist, farklılıkları tanımlarken kendi geleneğinin 118
"bulgularının" sağlamlığını basitçe varsayıyor olacaktır. ) ilgili ve alakasız yaklaşımlar
arasında. Gerçekçinin, bu kadar kapsamlı bir şekilde sorular sormasına izin verildiğinde,
gerçekçi bir yaklaşık gerçeğin gerçekçi bir açıklamasını inşa edebilmesi şaşırtıcı değildir - ve
kesinlikle gerçekçilik için kaçırıcı bir argüman için bir temel değildir.
(Döngüsellik itirazı). Bilimsel araştırmalarda, özellikle de tarihsel araştırmalarda,
yukarıda değinilen türden konu-ve-bölüm-tarafsız genel özelliklerden yoksun açıklayıcı
kavramlar için bazı emsaller vardır: bazen tamamen genel bir tanıma dahil edilmeye direnen
teorik düşünceler, aşağıdakileri haklı çıkarabilir ( konu-ve-bölüm-tarafsız olmayan) bu tür
kavramların belirli durumlarda uygulanma yolları. Gerçekçi gelenekte sunulan bilimsel
ilerlemenin (ya da yokluğunun) çeşitli tarihsel açıklamalarında yaklaşık doğruluk kavramının
kullanılmasıyla ilgili durumun bu olduğunu iddia etmek için varsayalım. Realistin ilgili olaylara
ilişkin açıklamaları, bilim tarihindeki açıklamalar olarak metodolojik olarak kabul edilebilir
olsa bile, bilimsel realistler ve anti-realistler arasındaki felsefi sorunu ele aldıkları anlaşılırsa,
kabul edilemez bir döngü içerecektir.
İşte neden. Belirli bir alandaki bilginin ve güvenilir metodolojinin büyümesine ilişkin
herhangi bir gerçekçi açıklama, ilgili bilimsel topluluğun üyeleri arasında var olan (ed)
epistemik olarak ilgili nedensel etkileşim türlerinin bir açıklamasını içermelidir. vardır)
çalışmalarının iddia edilen nesneleri. Bu nedenle, örneğin, atom teorisindeki bu tür gelişmelerin
gerçekçi bir açıklaması, bilim adamlarının çeşitli atom altı parçacıklara epistemik erişimi nasıl
elde ettiklerine dair nedensel bir açıklamayı ve realistin atom teorisinin gözlemlenemeyen
teoriden bağımsız parçacıklar hakkında olduğu iddiasını içerecektir. bu hesaba bağlı olacaktır.
Realistin atom altı parçacıklara epistemik erişim açıklaması, ilgili çağdaş fiziksel teorilerle
birlikte bu tür parçacıkların mevcut en iyi teorisine dayanacaktır.
Şimdi, realistin, epistemik erişimin ilgili açıklaması da dahil olmak üzere, bazı alanların
gelişimine ilişkin açıklamasının, felsefi bir tez olarak gerçekçiliği savunmak için ilerlediğini
varsayalım. Açıkça, realizmin ortaya çıkan savunması, ancak realistin açıklaması ve özellikle
onun epistemik erişime ilişkin açıklaması gerçekçi bir şekilde anlaşılırsa ikna edicidir. Örneğin,
ancak atom altı parçacıklara epistemik erişimin hesabı gerçekçi bir şekilde anlaşılırsa, realistin
durumu, atom teorisinin gözlemlenemez ve teoriden bağımsız bir konunun ilerlediği
durumudur. Ancak realistin kendi hesabına, onun açıklaması ve içerdiği epistemik erişim
açıklaması, kendileri hakkında bir realizm savunmasının arandığı araştırma geleneğine dayanan
sıradan bilimsel teorilerdir. Realistin açıklamasının gerçekçi bir yorumunda ısrar etmek, bu
nedenle, söz konusu geleneğe ilişkin gerçekçiliği varsayar. Bu nedenle realistin, felsefi bir tez
olarak realizm için kaçırıcı bir argümanda araçsal olarak güvenilir metodolojinin gelişimine
ilişkin açıklamasına başvurması, sorgulayıcı bir şekilde döngüseldir.

Tartışmacı Bir Strateji


Düşündüğümüz zorluklar iki sınıfa ayrılıyor gibi görünüyor. İlk üçü, realistin tarihsel
açıklamalarının esasen felsefe-öncesi bir eleştirisini temsil eder: gerçekçinin, bilimsel bilginin
gelişmesinde teorik meselelerle ilgili yaklaşık gerçeğin rolüne ilişkin kavrayışının, tarihteki
ilgili bölümler için en iyi açıklamayı temsil ettiğini reddederler. Dördüncüsü, belirgin bir
şekilde felsefi bir meydan okuma sunar: realistin bilimsel bilginin büyümesine ilişkin
açıklaması en iyi açıklamayı sağlasa bile, gerçekçiliğe yönelik tümevarımsal çıkarımın söz
119 konusu felsefi soruyu gündeme getirdiğini ileri sürer.
Bazı felsefi ön bilgilerden sonra, bu iki sınıfa tekabül eden iki farklı aşamada meydan
okumalara cevap vermeyi öneriyorum. Yanıtımın ilk aşamasında, yaklaşık gerçeğe yönelik
karakteristik gerçekçi açıklayıcı çağrıyı sıradan bir tarihsel açıklama parçası olarak ele alıyoruz.
İlk üç zorluğun ortaya çıkardığı daha derin problemlerin özel durumlar olduğu, açıklayıcı
bağlamlarda genel bir parametrik spesifikasyon problemini tanımlarım ve bu probleme genel
olarak uygun çözümü belirlerim. Ardından, realistin yaklaşık gerçeğe yönelik açıklayıcı
çağrısının, söz konusu çözümün dikte ettiği metodolojik talepleri karşılamasının neden makul
olduğunu göstereceğiz.
Dördüncü meydan okumayla ilgili olarak, argüman adına realistin tarihsel
açıklamalarının doğrulandığını varsayıyorum ve bunların gerçekçi olarak anlaşılıp
anlaşılmayacağını veya bunun yerine realist için esas olan böyle bir anlayışın olup olmadığını
sorguluyorum. durum—anti-realistlere karşı soru soruyor. Burada da realistin yaklaşık gerçeğe
başvurmasına ilişkin metodolojik sorunun -bu durumda felsefi yönteme ilişkin bir sorunun-
felsefi düşünceler ile ampirik bulgular arasındaki uygun etkileşim hakkında daha genel bir
metodolojik sorunun özel bir durumu olduğunu iddia ediyoruz: Bilim Felsefesi. Büyük ölçekli
bir felsefi paket kavramını tanımlıyorum ve gerçekçi olarak anlaşılan bilimsel teorilerin
gerçekçi felsefi pakete dahil edilmesinin, gerçekçi paketin rakiplere karşı yeterli ve dairesel
olmayan bir savunmasıyla neden uyumlu olduğunu (ve aslında bunun gerektirdiğini)
belirtiyorum: felsefi kavramlar. Gelelim felsefi ön bilgilere.
FELSEFİ ÖN ÖNERİLER

Bilimsel Gerçekçilik İçin Kaçırma Argümanı


Düşündüğümüz zorluklar, gerçekçilik için, gözlemlenemeyen (ve yaklaşık olarak
zihinden bağımsız) "teorik varlıklar"ın yaklaşık bilgisini tanımamız gereken bir dizi gerçekçilik
argümanları bağlamında ortaya çıkmaktadır. Son bilim. Realistin argümanlarını ve onlarda
vücut bulan yaklaşık doğruluk kavramına yapılan başvuruları değerlendirmek için, bu
argümanların tam olarak ne olduğunu anlamamız gerekir. Bu bölümün devamında, gerçekçilik
için kaçırılma argümanlarının nasıl gittiğini genel hatlarıyla göstereceğim.
Teoriye Bağlı Yöntemden Nesnel Bilgi Bilimsel bir teorinin "araçsal güvenilirliği" ile,
gözlemlenebilir fenomenler hakkında yaklaşık olarak doğru gözlemsel tahminler yapma
kapasitesinin kapsamını - yaklaşık ampirik yeterliliğinin kapsamını kastediyorum. Bazı
yöntemlerin "araçsal güvenilirliği" ile, uygulamalarının araçsal olarak güvenilir teorilerin
kabulüne ne ölçüde yardımcı olduğunu kastediyorum. Bilimsel gerçekçilik için kaçırıcı
argümanlar, bilimsel gerçekçilerin ve onların felsefi muhaliflerinin, güncel güncel bilimsel
pratiğin yöntemlerinin önemli ölçüde araçsal olarak güvenilir olduğu konusunda büyük ölçüde
hemfikir olduğu diyalektik bir durumda gerçekleşir. Gerçekçilik için kaçırıcı argümanlar, ilk
olarak, "teorik" bilginin - "gözlemlenemeyenlerin" bilgisinin olasılığını reddeden deneyciye
yöneliktir. Deneyciye karşı realist, yalnızca yaklaşık teorik bilginin gerçekliğini kabul ederek,
görünüşte teoriye bağlı bilimsel yöntemlerin (tartışmasız) araçsal güvenilirliğini yeterince
açıklayabileceğimizi ileri sürer.
120
Bu yazıda dikkatimizi öncelikle realistler ve ampiristler arasındaki tartışmaya
odaklayacağız, dikkatimizi, realistler ve konstrüktivistler arasındaki tekabül eden anlaşmazlığa
büyük ölçüde daha sonraki bir makaleye ayıracağız. Gerçekçilik için durum büyük ölçüde
teorik düşüncelerin fiili (ve açıkça başarılı) bilimsel uygulamada oynadığı olağanüstü rolün
tanınmasında yatmaktadır. En çarpıcı örneği ele almak gerekirse, bilim adamları yeni teorik
gelişmeler temelinde "teorik" büyüklükler veya varlıklar için operasyonel "ölçüm" veya "tespit"
prosedürlerini rutin olarak değiştirir veya genişletir. Bu tür bir metodolojinin güvenilirliği ve
haklılığı, realistin ölçüm ve teorik ilerleme anlayışıyla mükemmel bir şekilde açıklanabilir.
Deneyci bir konumla uyumlu olan işlemsel prosedürlerin revize edilebilirliğine ilişkin
açıklamalar, "ölçüm" ve "tespit" prosedürlerinin teoriye bağlı revizyonlarının bilimin
ilerlemesine nasıl olumlu bir metodolojik katkı sağladığını açıklamakta yetersiz görünmektedir.
Söz konusu metodolojinin güvenilirliğine ilişkin gerçekçi açıklamanın iki önemli
sonucu vardır. Birincisi, bilimsel araştırma, başarılı olduğu zaman, gerçeğe ardışık (ancak
zorunlu olarak yakınsak olmayan) yaklaşımlarla birikimlidir. İkincisi, bu kümülatif gelişme
mümkündür, çünkü mevcut teori ile onu geliştirme metodolojisi arasında diyalektik bir ilişki
vardır. Mevcut teorilerin yaklaşık gerçeği, mevcut ölçüm prosedürlerimizin neden (yaklaşık
olarak) güvenilir olduğunu açıklar. Bu güvenilirlik, sırayla, deneysel veya gözlemsel
araştırmalarımızın yeni teorik bilgileri ortaya çıkarmada neden başarılı olduğunu açıklamaya
yardımcı olur, bu da sırayla ölçüm tekniklerinde vb. iyileştirmeler sağlayabilir.
Yöntemlerin teori bağımlılığı ve bunun sonucunda teori ve yöntemin diyalektik
etkileşimi, bilimsel metodolojinin tüm yönlerinin tamamen genel özellikleridir - deneysel
tasarım ilkeleri, araştırma problemlerinin seçimleri, deneysel kanıtların değerlendirilmesi ve
kalitenin değerlendirilmesi için standartlar. Ve açıklamaların metodolojik önemi, teori seçimini
yöneten ilkeler ve teorik dilin kullanımına ilişkin kurallar. Her durumda, kabul edilen teoriler
ile ölçüm ve saptama prosedürlerinin teori bağımlılığı durumunda örneklenen türden ilişkili
yöntemler arasında bir diyalektik etkileşim modeli vardır. Ayrıca, bu teori bağımlılığı modeli,
bilimsel metodolojinin güvenilirliğini azaltmaktan ziyade onun güvenilirliğine katkıda bulunur.
Realistlere göre, teoriye bu kadar bağımlı olan bir bilimsel metodolojinin güvenilirliği
için bilimsel olarak makul olan tek açıklama tamamen gerçekçi bir açıklamadır: şu anda kabul
edilen teoriler tarafından dikte edilen bilimsel metodoloji, tam olarak daha fazla bilgi üretmede
güvenilirdir, çünkü tam olarak ve şu anda kabul edilen teorilerin yaklaşık olarak doğru olduğu
ölçüde. Bilimsel yöntem, paradigmaya bağlı bir paradigma değiştirme stratejisi sağlar: mevcut
teorilerimizi ve yöntemlerimizi daha ileri araştırmalar ışığında değiştirmek veya değiştirmek
için bir strateji, öyle ki herhangi bir zamanda metodolojik ilkelerinin kendisi teorik bilgiye bağlı
olacaktır. şu anda kabul edilen teoriler tarafından sağlanan resim. Kabul edilen teoriler
bütününün kendisi ilgili olarak yeterince yaklaşık olarak doğruysa, bu metodoloji hem dünya
bilgimizde hem de metodolojimizin kendisinde müteakip bir diyalektik gelişme üretmek için
çalışır. Realiste göre, bu açıklamaya başvurmadan ve içerdiği gerçekçi bilimsel bilgi anlayışını
benimsemeden, güncel güncel bilimsel pratiğin araçsal güvenilirliğini bile açıklamak mümkün
değildir.
Yansıtılabilirlik, Kanıt, Teorik Akla yatkınlık ve Kanıta Dayalı Ayırt Edilemezlik Tezi
Gerçekçinin kaçırma argümanı doğruysa, bilimsel kanıt kavramımızı dramatik bir şekilde
yeniden düşünmek gerekir. Bir dizi gözlemsel kanıt verili bir teorinin "teyit derecesi" sorununu
ele alalım. Çok iyi bir ilk yaklaşıma göre, bir teori, (a) teorinin kendisinin 'öngörülebilir' olması
121 tahmin edilebilir rakiplerinin tahminleriyle karşı karşıya getirir; ve (c) ilgili deneylerde veya
gözlem ortamlarında, bu ortamlara ilişkin tahmin edilebilir teoriler tarafından önerilen olası
yapay etkiler için uygun kontroller olmuştur.
Realistin argümanının merkezinde, yansıtılabilirlik yargılarının aslında teorik olarak
akla yatkınlık yargıları olduğu gözlemi yer alır: mevcut teorilerimize uygun bir şekilde
benzeyen önerileri yansıtılabilir olarak ele alırız (ilgili benzerlik açılarının belirlenmesinin
kendisi teorik bir konudur). Bu tutucu tercihin güvenilirliği, mevcut teorilerin yaklaşık
doğruluğuyla açıklanır ve bu açıklamanın bir sonucu, teorik akla yatkınlık yargılarının kanıtsal
olmasıdır. Önerilen bir teorinin daha önce doğrulanmış teoriler ışığında makul olması, onun
(yaklaşık) doğruluğunun bir kanıtıdır. Teorik akla yatkınlık yargıları, (kısmen) teorik
öncüllerden teorik sonuçlara kadar tümevarımsal çıkarsama meseleleridir; tam olarak bu
çıkarımlar, "en iyi açıklamaya yönelik tümevarımsal çıkarımın" güvenilirliğini haklı çıkarır ve
açıklar.
Teorik akla yatkın yargıların kanıtsal olduğu iddiası, realistlere realizme karşı en derin
ampirist argümana bir cevap verir. Ampirist (zımnen veya açık bir şekilde) benim kanıtsal ayırt
edilemezlik tezi olarak adlandırdığım bir ilkeye başvurur.
En makul biçimiyle, herhangi iki ampirik olarak eşdeğer toplam bilim için, birinin
aldığı ampirik destek ya da onaylamanın, verili bir gözlemsel veri bütünü veriliyken, diğerinin
aldığıyla aynı olacağını ileri sürer. Deneycinin gözlemlenemeyenlerin bilgisinin imkansız
olduğu sonucuna varması, bu tezin dolaysız bir uygulamasıdır; bu, tüm bilimsel bilginin
ampirik bilgi olduğu iddiasının ampirist bir analizi olarak düşünülebilir. Realist, ikinci iddiayı
kabul eder, ancak ampirist analizi reddeder. Bunun yerine realist, teorik akla yatkınlıkla ilgili
kanıta dayalı mülahazaların dolaylı olarak deneysel olduğunu ve mevcut toplam bilimi (bu
değerlendirmeler tarafından tercih edilen) içeren veya doğal olarak genişleten toplam bilimleri,
önemli ölçüde farklı olan ampirik olarak eşdeğer toplam bilimlerden ayırmaya hizmet
edebileceğini ileri sürer. Hakim toplam bilim (bu tür düşüncelerin öngörülemez olarak
reddettiği) Nominal özler tarafından tanımlanan türlerin gerçek nedensel yapıyı yansıtacağına
ve dolayısıyla maddelere ilişkin genel bilginin formülasyonu veya doğrulanmasına uygun
olacağına inanmak için hiçbir neden yoktur. Ancak tözleri gizli gerçek özlerine göre
sınıflandırabilirsek, tözler hakkında sistematik genel bilgi mümkün olacaktır.
Geleneksel tanımlardan ziyade doğal tanımlarla tanımlandığında, az önce açıklanan
projelendirilebilirlik sorununa teoriye bağlı çözümler elde etmek mümkündür. Bu nedenle,
çoğu bilimsel terimin geleneksel tanımlardan ziyade doğal tanımlara sahip olarak görülmesi
realistin kaçırıcı argümanının merkezinde yer alır. Bu tür terimler, atıfta bulundukları türleri
(vs.) belirli bilimsel veya pratik akıl yürütme türlerine uygun kılan özellikler, ilişkiler vb.
terimleriyle tanımlanır. Bu tür terimler söz konusu olduğunda, önerilen tanımlar her zaman yeni
kanıtlar veya yeni teorik gelişmeler ışığında her zaman değiştirilebilir ve insanların aynı türden
(özellik, büyüklük vb.) bir terimle bahsetmeleri mümkündür. Doğru aposteriori doğal tanımının
ne olduğu konusunda fikir ayrılığı.
Doğalcı tanım anlayışının bu son sonucu, realistin bilimsel bilgi ve yöntemlerin
gelişimine ilişkin diyalektik anlayışı için esastır. Realistin (en azından tipik olarak) olgun
bilimsel toplulukların türlerin, ilişkilerin, büyüklüklerin vb. tanımlarını değiştirdiği gelişmeleri
diyalektik ilerlemeler (veya işler kötü giderse, aksilikler) olarak tasvir etmesi gerekecektir.
Konunun değişikliklerinden ziyade.
Referans ve Epistemik Erişim Bilimsel terimler için geleneksel ampirist tanım
açıklaması, natüralist bir açıklama lehine terk edilecekse, o zaman bu terimler için natüralist bir
122
referans anlayışı gereklidir. Uygun türden bir açıklama, son zamanlardaki nedensel referans
teorileri tarafından sağlanmaktadır. Bir terimin gönderimi, terimin kullanımı ile göndergesi
(örnekleri) arasındaki doğru türden nedensel bağlantılarla kurulur.
Natüralist referans ve bilgi teorileri arasındaki bağlantı oldukça sıkıdır: Referansın
kendisi epistemik bir kavramdır ve referansla ilgili nedensel bağlantı türleri sadece güvenilir
düzenlemede yer alan bağlantılardır. Kabaca ve dejenere olmayan durumlar için, bir t terimi bir
tür (özellik, bağıntı, vb.) k'ye atıfta bulunur, tam da eğilimi olan nedensel mekanizmaların
mevcut olması durumunda, zaman içinde, t terimi k için yaklaşık olarak doğru olacaktır.
Böyle bir durumda, k'nin özelliklerini t'nin kullanımını düzenlemek olarak düşünebiliriz
ve t'yi kullanarak söylenenleri bize k'ye toplumsal olarak koordineli epistemik erişim sağlamak
olarak düşünebiliriz. t, k'ye atıfta bulunur (dejenere olmayan durumlarda), t'nin sosyal olarak
koordineli kullanımının diğer türlere (özellikler, vb.) değil, k'ye önemli epistemik erişim
sağlaması durumunda. Referans mekanizmaları sadece güvenilir inanç düzenleme
mekanizmalarıdır.
Böylece, tıpkı realist anlayışın gerektirdiği gibi, iki farklı terim veya tarihsel olarak
farklı iki ortamda aynı terim, tanımlara rağmen, aynı türe (mülk, vb.) epistemik erişim
sağlayabilir ve dolayısıyla atıfta bulunabilir. İlgili dil toplulukları tarafından onlarla
ilişkilendirilen oldukça farklı ve hatta tutarsızdır.
Natüralist referans anlayışının bir başka özelliği, realistin yaklaşık bilginin büyümesi
anlayışının anlaşılması için önemlidir. Bilimsel açıdan önemli birçok durumda, bir terimin
kullanımı birden fazla türe (özellik, ilişki...) epistemik erişim sağlayabilir, ancak bilgimiz
bunun böyle olduğunu anlamamız için yetersiz olabilir ve sonuç olarak bir bize göründüğü gibi,
birkaç farklı türe ilişkin bilgileri birleştiren bir tür (vs.) kavramı.
Bir terim ile çeşitli türler (vb.) arasında bu şekilde kurulan ilişkiyi kısmi düzanlam
olarak adlandırır ve bu tür belirsizlik durumlarını ortadan kaldırmak için dil kullanımının
revizyonunu düz anlamsal incelik olarak adlandırır. Realistin yaklaşık bilginin gelişimi
anlayışına göre, bir tür yaklaşık bilgi, kısmen ifade eden bir terimi içeren bir cümleler bütünü
tarafından temsil edilen bilgidir, eğer bu cümlelerde bu terime yüklenilen şey, bir kişiyle ilgili
gerçeğe metodolojik olarak önemli yaklaşımları temsil eder. veya ayrı ayrı ele alınan ilgili kısmi
işaretlerden daha fazlası. Bu gibi durumlarda, yaklaşıklıktaki sonraki gelişmenin karakteristik
bir biçimi, belirsizliğin keşfedilmesi ve bunun sonucunda anlamsal iyileştirmedir.

Epistemolojide Natüralizm ve Radikal Olumsallık


Modern epistemolojiye büyük ölçüde 'temelci' kavramlar hakimdir: tüm bilgi, epistemik
olarak ayrıcalıklı bir konuma sahip belirli temel inançlarda temellendirilmiş olarak görülür.
Diğer gerçek inançlar, ancak temel bilgilere başvurularak gerekçelendirilebildikleri takdirde
bilgi örnekleridir. Hangi inançların ayrıcalıklı sınıfa girdiği temel bir sorudur. Benzer şekilde,
temel olmayan bilgi iddialarını gerekçelendirmek için meşru olan temel çıkarımsal ilkeler, a
başlıca gerekçelendirilebilir; ayrıca, belirli bir çıkarımın bu ilkeler tarafından belirlenen
standartları karşılayıp karşılamadığına ilişkin öncelikli bir sorudur. Temelciliği verimli bir
şekilde iki bölümden oluştuğunu düşünebiliriz: tüm bilgilerin temel inançların öncelik olarak
belirlenebilir bir özünden gerekçelendirilebileceğini kabul eden öncül temelcilik ve
123 gerekçelendirilebilir çıkarım ilkelerinin çıkarımsal ilkelere indirgenebileceğini savunan
çıkarsama temelciliği öncelikli olarak doğrulanabilir ve uygulaması kontrol edilebilir.
"Natüralist epistemoloji" alanındaki son çalışmalar, temelciliğin temelde yanlış
olduğunu kuvvetle önerir. Algısal bilginin tipik durumu için ne öncüller ne de çıkarımlar var
gibi görünüyor; bunun yerine, algısal bilgi, algısal inançlar epistemik olarak güvenilir
mekanizmalar tarafından üretildiğinde elde edilir. Öncüllerin ve çıkarımların gerçekleştiği
yerlerde bile, bilgi durumlarını diğer doğru inanç durumlarından ayıran şey, güvenilir inanç
üretimi gibi görünmektedir. Çeşitli natüralist düşünceler, temelciliğin gerektirdiği şekilde
epistemik olarak ayrıcalıklı hiçbir inancın olmadığını öne sürer.
Bilimsel gerçekçiliğin kaçırılarak savunulmasının epistemolojide daha kapsamlı bir
natüralizm ve sonuç olarak temelciliğin daha da kapsamlı bir reddini gerektirdiğini savundum.
Özellikle, tüm Q/ bilimdeki tümevarımsal çıkarımın önemli metodolojik ilkeleri derinden
teoriye bağlıdır. Yalnızca ilgili arka plan teorilerinin yaklaşık olarak doğru olması nedeniyle ve
bu ölçüde gerçeğe yönelik güvenilir bir rehberdirler. Gerçeğe bir rehber olarak güvenilirliği
arka plan teorilerinin doğruluğundan bağımsız olan bazı daha temel kurallara indirgenemezler.
Arka plan teorilerinin yaklaşık olarak doğru olduğu olumsal bir ampirik mesele olduğu için,
çıkarımın bilimsel ilkelerinin gerekçelendirilmesi, nihai olarak, tıpkı duyuların epistemik
rolünün, duyuların güvenilir olduğuna dair olumsal ampirik gerçeğe dayanması gibi, ampirik
bir gerçek meselesine dayanır. Dolayısıyla, çıkarsama temelciliği kökten yanlıştır;
tümdengelimsel olmayan çıkarımın apriori gerekçelendirilebilir kuralları yoktur ve bu tür bir
çıkarımın haklı olup olmadığı hakkında a posterior bir sorudur. Ampirik bilimin epistemolojisi
ampirik bir bilimdir.
Bilimsel yöntemlerin bu radikal olumsallığının bir sonucu, gerçekçinin yaklaşık bilginin
büyümesi anlayışı için önemlidir. Başarılı modern bilimsel metodolojinin bildiğimiz şekliyle
ortaya çıkışı, ilgili olarak yaklaşık olarak doğru bir teorik geleneğin mantıksal, epistemik ve
tarihsel olarak olumsal ortaya çıkışına bağlıydı. Böyle bir geleneğin ilk ortaya çıkışını, kendisi
teoriden bağımsız olan daha soyut olarak tasarlanmış bilimsel veya rasyonel bir metodolojinin
sonucu olarak anlamak mümkün değildir. Böyle bir metodoloji yoktur. Belirli bir bilimsel
disiplin içinde ilk başarılı paradigmayı kuran teorik yenilikler, bu alandaki başarılı
metodolojinin sonuçları olarak değil, başlangıçları olarak düşünülmelidir.
Epistemolojideki radikal olumsallığın, realistin ampirizme karşı davasının merkezinde
olduğuna dikkat edin. Kanıtsal ayırt edilemezlik tezine karşı realist, mevcut toplam bilime
dayanan inandırıcılık yargılarının ampirik olarak eşdeğer toplam bilimler arasında kanıtsal
ayrımlar sağladığını iddia eder. Ancak realistin açıklamasına göre, epistemik olarak güvenilir
olan, ona ilişkin akla yatkınlık yargılarını sağlayan şey, mevcut toplam bilimin geçerliliği değil,
yaklaşık doğruluğudur. Bütüncül bilimlerin gerçeğe uygun yaklaşımları somutlaştırdığı bir
zamanın ortaya çıkmış olması, elbette radikal bir şekilde olumsaldır. Dolayısıyla realistin
ampirizmi çürütmesinin merkezinde bu olumsallığı yansıtan epistemolojik ilkeler yer alır.

Metafizik
Mantıksal pozitivistler, doğramacılığın onları reddetmeye yönelttiği
'gözlemlenemeyenler' hakkında bir tür araştırma için 'metafizik' terimini kullandılar.
Geleneksel olarak bu terimin kapsamına girenlerin çoğu, pozitivistlerin anladığı anlamda
'metafizik ‘ti, ancak örneğin maddenin atomik yapısı hakkında araştırma da öyleydi. Eğer
124
bilimsel gerçekçilik doğruysa, o zaman bilim adamlarının rutin olarak başarılı 'metafizik'
yaptıkları sonucu çıkar. Metafizik ile ilgili olarak (filozofların ve diğerlerinin bu terimi
genellikle kullandıkları gibi) durum daha karmaşıktır.
Bilimsel gerçekçilik standart nedenlerden herhangi biri için doğruysa, o zaman bilim
adamları kimyasal türlerin gerçek özlerini keşfederler ve böylece bazı gerçek metafizik
yaparlar. Ayrıca, gözlemlenemeyenin bilimsel bilgisinin mümkün olması, bilimsel bulguların
bazı geleneksel metafizik soruları çözüp çözmediğini (veya çözeceğini) ciddi bir soru haline
getirir. Kuşkusuz, materyalist bir zihin anlayışı lehine son zamanlardaki neredeyse fikir birliği,
deneysel metafiziğin olasılığına ilişkin gerçekçi bir anlayışı yansıtmaktadır. Bununla birlikte,
bilim adamlarının, yöntemleri onları bu tür sorulara yanıtları yansıtan teorileri benimsemeye
yönlendirse bile, filozofların özel ilgi alanı olan belirgin metafizik sorulara rutin olarak doğru
yanıtlar alma eğiliminde oldukları bilimsel gerçekçilikten çıkmaz.
Özellikle, bir bilimsel realist, belirli bir tarihsel anda kullanılan bilimsel yöntemlerin
güvenilirliğini, o sırada kabul edilen arka plan teorilerinin yaklaşık doğruluğuna başvurarak
açıklamayı önerdiğinde, bu teorilerde cisimleşen metafizik kavramların, bu teorileri temsil
ettiğini kabul etmesine gerek yoktur. Felsefi standartlara göre iyi bir yaklaşım iki örnek konuyu
açıklayacaktır.
Darwin'in Köken ‘deki açıklamasının değerlendirildiği yöntemlerin güvenilirliğinin,
geçerli arka plan biyolojik teorisinin çoğunun yaklaşık gerçeğine atıfta bulunarak
açıklanacağını düşünün. Örneğin türler hakkında çok şey biliniyordu- sadece belirli türler
hakkında gerçekler değil, ancak bir tür kavramıyla formüle edilebilecek anatomik, davranışsal,
genetik ve biyografik genellemeler hakkında. Realist, bu tür bilgisinde somutlaşan gerçeğe
yaklaşımların, Darwin ve çağdaşları tarafından kullanılan biyolojideki araştırma yöntemlerinin
güvenilirliğini açıklayan şeyin bir parçası olduğunu kabul edecektir.
Darwin'in çalışmasından önce, hâkim anlayış, türlerin üyeliğini öncelikle bireylerin bir
özelliği haline getirdi; Darwin'den sonra, bir türü ilk etapta bir popülasyon ailesi olarak doğru
bir şekilde gördük. Darwin döneminin arka plandaki biyolojik teorileri, türlerin metafiziği
hakkında derinden yanlış yaptı. Bununla birlikte, Darwin öncesi biyologların sınıflandırma
uygulamaları, erken evrim teorisinde metodolojinin güvenilirliğinin hayati bir şekilde bağlı
olduğu türler hakkında zengin ve önemli ölçüde doğru irfan oluşturmaya hizmet edecek kadar
güvenilirdi- ya da en azından realist makul bir şekilde savunabilir.
Benzer şekilde realist, fizikçilerin kuantum teorisindeki erken gelişmeleri
değerlendirdikleri yöntemlerin güvenilirliğini, örneğin atomların ve atom altı parçacıkların ön-
kuantum teorisinin yaklaşık olarak doğru olduğu noktalara başvurarak açıklamak isteyecektir.
Çeşitli atom altı parçacıkların ve (çoğu) temel fiziksel büyüklüklerin doğru tanımlanmasına, bu
parçacıkların saptanması ve çeşitli fiziksel özelliklerinin ölçülmesi için güvenilir prosedürlerin
mevcudiyetine ve klasik anlayışlara başvuracaktır. Hem kuantum-mekanik sistemlerin zaman-
evrimi için denklemin formülasyonunda hem de pratikte kuantum-mekanik sistemler için
uygun Hamiltoniyenin seçilmesinde kullanılan tekniklerde yansıtılır.
Gerçekten de kuantum teorisinin erken gelişiminin çoğunu, yeterli bir kuantum mekanik
tedavisinin sağlandığı fenomenler yelpazesinin kademeli olarak genişlemesi olarak tasvir etmek
isteyecektir. Böyle bir hesaba göre, kuantum teorisinin erken gelişiminin herhangi bir
125 aşamasında, fiziksel sistemler için önerilen modeller her zaman, daha sonra kuantum-mekanik
reformülasyonu bekleyen esasen klasik (veya göreli) bileşenlerle birlikte belirgin bir şekilde
kuantum-mekanik bileşenlerin bir karışımıydı. Realist, bu tür bir gelişmenin güvenilirliğini ve
haklılığını, klasik mekaniğin kendisinin ve kuantum teorisinin gelişimindeki ardışık aşamaların
gerçeğine yaklaşma açılarına başvurarak açıklamak isteyecektir.
Şimdi, klasik bir atomik fenomen kavramı olarak anlaşılan atomik fenomen kavramını
düşünün. Felsefi metafiziğe katkı. Muhtemelen, bu kavramın metafizik bileşeni, bir tür mekanik
atomizedir: ayrı ve sorunsuz bir şekilde bireyselleştirilmiş parçacıkların ve bunlarla ilişkili
alanların, belirli bir mesafede eylem olmadan deterministik bir şekilde etkileşime girdiği bir
resim. Mevcut kuantum-mekanik madde anlayışımız, bu resmin her bir bileşenini reddeder:
atomistik ayrı parçacıkları için, parçacık benzeri bireyselleşmenin bazen imkânsız olduğu dalga
benzeri özelliklerle varlıkları değiştiririz; determinizmi reddediyoruz ve uzaktan eylemin klasik
felsefi reddi tarafından kesinlikle engellenecek yerel olmayan etkilerin olduğunu kabul
ediyoruz. Atom dünyasının klasik kavramları, kabul edelim, metafizikteki gerçeğe zayıf
yaklaşımlardı. Bu, gerçekçilerin kuantum teorisinin gelişimine ilişkin açıklamasını sürdürmek
için diğer açılardan yeterince iyi yaklaşımlar olmalarını engeller mi?
Açıkçası hayır. Realistin açıklamasına yönelik başka itirazlar ne olursa olsun, onun
açıklamasının ilgili olarak yaklaşık olarak doğru olarak ele aldığı klasik anlayışın iyi metafizik
olmadığı inandırıcı bir itiraz değildir. Tek yapması gereken, klasik kavrayıştaki metafizik
hataların, onun hakiki kavrayışlarının metodolojik katkısını nasıl bozamadığını açıklamaktır.
Bu amaçla, örneğin, atom altı parçacıkların (klasik) parçacık benzeri olduğu açılardan,
kuantum-mekanik sistemlerin ölçümden önceki zaman evriminin determinizmine ve çok çeşitli
fenomenlere başvurabilir. Yerel olmayan 'uzaktan eylemin' etkilerini önemli ölçüde göstermez.
Belki de evrim teorisinin gelişmesi durumunda ve kesinlikle kuantum mekaniği durumunda,
realistin açıklaması bilim adamlarının önemli bir başarı ile 'metafizik' yapmasını sağlayacaktır;
her iki durumda da onları iyi metafizik yapıyormuş gibi tasvir etmemelidir.
Az önce tartışılan vakalar ek bir noktayı göstermektedir. Her durumda, daha önceki
teorik geleneğin metafizik eleştirisi sağlamsa, o zaman metafizik hatalara ek olarak, belirli
anahtar önermelerin mantıksal biçimiyle ilgili hataları da içeriyordu. Müstehcen, bireyler değil,
popülasyonlar arasındaki bir ilişkidir; Dolayısıyla Darwin öncesi biyoloji, tür üyeliğine ilişkin
mantıksal önerme türleri hakkında bir hata içeriyordu. Benzer şekilde, kuantum mekaniği,
klasik olarak kabul edilen fiziksel büyüklüklerin vektör veya skaler değerli fonksiyonlardan
ziyade Hermit operatörlerine karşılık geldiğini düşünmemizi gerektirir; sonuç olarak, klasik
mekanik, örneğin, parçacıklara konum veya momentum atfetmelerinin mantıksal biçimi
hakkında yanılıyor. Her iki hata da önceki teorinin yaklaşık gerçeğinin, sonraki teorinin
geliştirildiği ve onaylandığı metodolojiye yaptığı söylenen katkıyı baltalamaz. Gerçekçi ihtiyaç,
başarılı arka plan teorilerine ne metafizik başarı ne de mantıksal kesinlik atfeder. Yaklaşımın
felsefi olarak temiz olması gerekmez.

Gerçekçilik Nedensellik ve Zihin Bağımsızlığı


Realist bilim anlayışı, bilimsel teoriler temel soruları ele aldığında, onların
söylediklerine yansıyan derin bir gerçekliğin sosyal inşası unsurunun bulunduğuna göre, çeşitli
neo-Kantçı yapılandırmacı anlayışlarla çelişir. Bazen realistlerin ve konstrüktivistlerin bilim
adamları tarafından incelenen gerçekliğin ne ölçüde "zihin" olduğu konusunda farklı oldukları
söylenir. Gerçekliğin sosyal inşasının derin unsuru, söylediklerine yansır. Bazen realistlerin ve
126
konstrüktivistlerin bilim adamları tarafından incelenen gerçekliğin "zihni Tanımlayan Zihin
Bağımsızlığı" olduğu konusunda farklı oldukları söylenir. 'akılcı yeniden inşa' üzerine, bilimin
bulgularından elenebilir. Bilim adamlarının yöntemlerinin ve kavramlarının, incelenen
fenomeni üretmek için işleyen temel mekanizmalar, süreçler ve kuvvetler hakkındaki ortadan
kaldırılamaz metafizik kavramlar tarafından belirlendiği ve bu bağımlılığın yalnızca "icat
bağlamının psikolojik bir tuhaflığı" olmadığı konusunda hemfikirler. ' onay bağlamında
rasyonel olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Bilimsel araştırma tarafından keşfedilen nedensel
güçlerin ve ilişkilerin eleyici İnsan veya düzenlilik hesabını reddetme konusunda da
hemfikirdirler. Peki fark nerede yatıyor? Her iki tarafın da ampirizmi reddettiği göz önüne
alındığında, zihin veya teorinin gerçeklikten bağımsızlığı sorununun önemi nedir?
Cevap, önemli bir nitelemeye tabi olarak, realistin reddetmesi, ancak yapılandırmacının
onaylaması, teorilerin, paradigmaların, kavramsal çerçevelerin, bakış açılarının
benimsenmesinin- veya ilişkili çıkarlara, niyetlere, amaçlara vb. sahip olunmasına- bir şekilde.
Bilim adamlarının bu teoriler, çıkarlar vb. bağlamında inceledikleri nesnelerin nedensel
güçlerini ve bunlar arasındaki nedensel ilişkileri oluşturur veya oluşturmaya katkıda bulunur.
Teorilerin vb. benimsenmesi ve projelere veya çıkarlara sahip olmanın kendileri nedensel
fenomenlerdir ve bu nedenle örneğin tarih, felsefe ve bilimde açıklayıcı olan nedensel
faktörlerin kurulmasına nedensel olarak katkıda bulunurlar. Ve sonuç olarak, böyle bir
disiplinde bir teorinin benimsenmesi, teorinin kendisinin konusu olan nedensel güçlere ve
ilişkilere nedensel olarak katkıda bulunabilir. Realistin reddettiği şey, teorilerin
benimsenmesinin veya çıkarlara sahip olmanın nedensel güçlerin ve ilişkilerin kurulmasına
yaptığı bir tür başka katkının (mantıksal, kavramsal, sosyal olarak yapıcı veya benzerleri)
olduğudur.
Dolayısıyla realist, nedensel güçlerin ve ilişkilerin kurulmasına zihinlerin nedensel
olmayan katkısını ve teorilerin (kabul edilmesini) reddederken, yapılandırmacı böyle bir
katkının temel olduğu konusunda ısrar eder. Bu makale öncelikle realistin ampirizme karşı
kaçıran argümanına odaklanırken, bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin uygun bir şekilde
geliştirilmiş gerçekçi bir açıklamanın, eğer bir ampirizme temel olarak hizmet etme ihtimali
varsa, karşılaması gereken iki kısıtlamaya dikkat etmek önemlidir. İlk olarak, realistin
açıklamasının esas olarak atıfta bulunduğu doğal türlerin, kategorilerin, vb. tanımları, bir
anlamda, çıkara bağlıdır. Açıklama veya tahminle ilgili özellikler ve nedensel güçler, üstlenilen
pratik veya teorik projelere bağlıdır. Bu nedenle, tanımların ve kavramsal çerçevelerin
uygunluğu, kullanılacakları ilgi alanlarına bağlıdır. Realist, bu gerçeği, söz konusu çıkar
bağımlılığının, çıkarların veya projelerin benimsenmesinin bilimsel çalışmanın nesnelerinin
nedensel güçlerine nedensel olmayan herhangi bir katkısını içerdiğini reddetmekle uyumlu bir
şekilde kabul etmelidir.
Benzer şekilde, Quine ve diğerlerinin bize hatırlattığı gibi, bir çıkarlar ve projeler
gündemi sabitlenmiş olsa bile, "dünyayı eklemlerinden kesme" türlerini ve kategorilerini
tanımlamanın birkaç yolu olabilir- bunlar, yansıtma görevine eşit derecede uygundur.
Açıklayıcı olarak önemli nedensel ilişkiler (gerçekçinin bu ilişkileri anlamasına rağmen). Bazen
bu tür iki çerçevenin teorik taahhütlerinin çatışan metafizik kavramları içerdiği görünebilir. Bu
tür çerçeveler arasındaki seçim, gerçekçi için keyfi olacaktır. Bu nedenle, realistin yaklaşıklık
127 açıklaması, görünür metafizik çatışmalara rağmen, bu tür bir çerçeveyi diğerlerinden yaklaşık
olarak daha doğru olarak ele almamalıdır; kesinlikle, birinin yerine diğerinin benimsenmesini,
nedensel ilişkilerin kurulmasına veya benzer konuların metafiziksel olarak çözülmesine
nedensiz bir şekilde katkıda bulunmak olarak değerlendirmemelidir.
Keyfiliğin ve türlerin çıkar bağımlılığının realistin gerektirdiği şekilde ele alınabileceği
hiçbir şekilde tartışmasız değildir. Bu makalenin amaçları doğrultusunda, ampirizmden ziyade
yapılandırmacılığın birincil hedef olduğu bir denemede, sorunun daha kapsamlı bir şekilde ele
alınması gerektiğini kabul ederken, uygun bir realist tedavinin mümkün olduğunu
varsayacağım. Zihin bağımsızlığıyla ilgili diğer iki konu, kısa bir dikkatimizi hak ediyor.

Zihin Bağımsızlığı ve Zihinlerin Nedensel Rolü


Realistin zihinsel fenomenlerin nedensel rolünü kabul ettiğini ve yapılandırmacılardan
yalnızca bu tür fenomenleri nedensel yapının oluşturulmasında nedensel olmayan bir rolü
reddetmesiyle farklı olduğunu gördük. Bununla birlikte, zihinsel fenomenlere açıkça nedensel
bir rol atfedilmesinin yapılandırmacılığı desteklediği görülen durumlar vardır. Bu tür iki vaka
dikkati hak ediyor. İlk olarak, ideolojinin toplumsal rolünden etkilenen bilim adamları,
genellikle "insan doğasının" ve toplumsal olarak tanımlanmış çeşitli grupların "doğalarının"
"toplumsal inşalar" olduğunu iddia ederler ve çoğu zaman, en azından ilk etapta bununla
kastettikleri görülür. Genel olarak insanlar veya sosyal olarak tanımlanmış grupların üyeleri
tarafından sergilenen gerçek psikolojik kapasite ve eğilimlerin, kendi kültürlerinde kabul edilen
psikolojik eğilimler ve kapasiteler hakkındaki ideolojik olarak yerleşik inançlar tarafından
önemli ölçüde belirlendiğini ve kendi kültürlerini değiştirme eğiliminde olduğunu kabul eder.
Psikolojiler ideolojiye uygundur.
İlginç bir şekilde, bu tür iddialarda bulunan pek çok kişi, bu sosyal inşa tarzını
yapılandırmacı bir gerçeklik ve bilgi anlayışına uygun görüyor gibi görünmektedir. Açıkçası
bu böyle değil. Yapılandırmacılığın bağımsız kanıtı ne olursa olsun, kültürel olarak aktarılan
kalıp yargıların, kalıplaşmışların gerçek psikolojik yapısını nedensel olarak etkilediği gerçeği,
yapılandırmacının ihtiyaç duyduğu zihinler veya teoriler tarafından nedensel yapının nedensel
olmayan bir şekilde belirlendiğine dair hiçbir kanıt sağlamaz.
İkinci durum, kuantum mekaniğinde ölçüm kavramını tanımlama sorununa çözümlerle
ilgilidir. Önemli bir anlayışa göre, ölçümleri karakterize eden şeyin bir kısmı, bunların
epistemik olarak ilgili etkileşimler olmalarıdır, böylece ölçüm bilgi açısından -yani zihinsel bir
şey açısından- tanımlanır ve bu, bilen bir sistemle özel bir etkileşim türüdür. Fiziksel durumda
süreksiz değişiklikler üreten ve ölçülen miktarlar için keskin değerlerle sonuçlanan. Bazen,
ölçümlerin Schrödinger denklemi tarafından yönetilmediği gerçeğinin açıklamasının, bunların
fiziksel bir sistem ile fiziksel olmayan bir zihin arasındaki etkileşimleri içermesi olduğu eklenir.
İkinci öneri kabul edilsin ya da edilmesin, bazen bu şekilde tanımlanan bilgi
sistemlerinin özel rolünün gerçekçiliği çürüttüğü ileri sürülmektedir, çünkü bu, bilim adamları
tarafından incelenen fenomenlerin, özellikle de deneysel ölçümlerinin sonuçlarının zihne bağlı
olduğunu göstermektedir. Yansıma, bu yorumun (düalist versiyonunda bile) belirli zihinsel
fenomenlere basitçe ayırt edici bir nedensel rol atfettiğini gösterir. Nedensel yapının nedensel
olmayan bir sosyal inşası önerilmez. Gerçekten de kuantum mekaniğinin gelişimi, nedensel
gerçekliği kavramsal şemalarımıza göre tanımlayamadığımızın en dramatik son kanıtı olarak
pekâlâ anılabilir.
128
Homeostatik Özellik-Küme Tanımları, Gerçekçilik ve İki Değerlik
İçinde kullanılan kelime dağarcığındaki tüm cümlelerin belirli zihinden bağımsız
doğruluk değerlerine sahip olduğu görüşüyle bir araştırma grubuyla ilgili gerçekçiliği
tanımlamanın yerleşik bir pratiği vardır ve böyle bir gerçekçilik anlayışı, herhangi bir gerçekçi
açıklamaya önemli bir kısıtlama getirir. Zihin bağımsızlığının gerekliliğinin dikkatli bir şekilde
nitelendirilmesi gerektiğini az önce gördük. Dahası, realistin kısmi düz anlamlandırmaya ve
düz anlam arıtımına atfettiği yaklaşıklık rolü, bilimsel ifadelerin belirli bir doğruluk değerine
sahip olması gerektiğine göre herhangi bir anlayışı engeller: Kısmen ifade edilen içerikler, bir
yüzeysel anlamda doğru ve diğerinde yanlış olabilir.
Gerçekçi bir bilimsel dil anlayışının iki değerliliğin başarısızlıklarını öngördüğü
oldukça farklı bir yol vardır ve realistin açıklama projesini anlamamız açısından önemlidir,
çünkü hem realistin yaklaşım açıklamasındaki diyalektik karmaşıklığın başka bir boyutunu
yansıtır hem de altında yatan bilimsel rasyonalite kavramının daha derin bir analizi için felsefi
mekanizma sağlar.
Locke tarafından öngörülen ve moleküler formüllerle kimyasal türlerin şu anda kabul
edilen doğal tanımlarına yansıtılan maddelerin temel tanımlarının türleri, söz konusu türe üyelik
için gerekli ve yeterli koşulları belirtir görünmektedir. 'Sıradan dil' geleneğindeki son
zamanlardaki natüralist olmayan özellik-kümelenmesi veya ölçütsel nitelik teorileri, gerekli ve
yeterli koşulları sağlamayan tanımların olasılığını ortaya koymaktadır. Bunun yerine, bazı
terimlerin bir dizi özellik tarafından tanımlandığı söylenir, öyle ki bu özelliklerden yeterli
sayıda sahip olunması, terimin kapsamına girmek için yeterlidir. Kümede hangi özelliklerin ait
olduğu ve bunların hangi kombinasyonlarının terimin altına düşmek için yeterli olduğu
kavramsal bir meseledir. Bununla birlikte, genellikle, bu tür terimlere karşılık gelen türlerin
'açık dokulu' olduklarında ısrar edilir, bu nedenle, mülkiyet-kümelenmesi veya ölçütsel nitelik
tanımları ile meşru olarak ilişkilendirilen bir kapsam belirsizliği vardır. Bu tür tanımların
"kesinliği" ya da "belirsizliği", uygun dil kullanımına ilişkin katı biçimci pozitivist anlayışların
önerdiği yapay kesinliğin aksine, sıradan dilsel kullanımın tamamen uygun bir özelliği olarak
görülür.
Tanımları gerçekten sıradan dil modeline uyan herhangi bir terim olduğundan
şüpheliyim, çünkü herhangi bir önemli 'kavramsal doğru' olduğundan hiç şüphem yok. Bununla
birlikte, karmaşık fenomenleri inceleyen özel bilimlerde biraz benzer tanımlara sahip terimlerin
yaygın olduğuna inanıyorum. İşte sık sık olduğunu düşündüğüm şey
• Önemli sayıda durumda birlikte ortaya çıkmaları anlamında doğada koşullu olarak
kümelenmiş bir özellikler F ailesi vardır.
• En azından tipik olarak, bunların birlikte ortaya çıkması, metaforik olarak bir tür
homeostaz olarak tanımlanabilecek şeyin sonucudur. Ya F'deki bazı özelliklerin mevcudiyeti
diğerlerinin mevcudiyetini destekleme eğilimindedir ya da F'deki özelliklerin varlığını
sürdürme eğiliminde olan altta yatan mekanizmalar veya süreçler ya da her ikisi de vardır.
• F'deki özelliklerin homeostatik kümelenmesi nedensel olarak önemlidir: F'deki
özelliklerin söz konusu altta yatan mekanizmalarla birlikte meydana gelmesiyle üretilen önemli
etkiler vardır.
129 • F'deki özelliklerin çoğunun homeostatik kümelenmesinin meydana geldiği şeylere
uygulanan bir tür t terimi vardır.
• t’nin analitik bir tanımı yoktur; daha ziyade, homeostatik küme F'nin tamamı veya bir
kısmı, altında yatan mekanizmaların bir kısmı veya tamamı ile birlikte, t'nin doğal tanımını
sağlar. Hangi özelliklerin ve mekanizmaların t'nin tanımına ait olduğu sorusu aposteriori bir
sorudur - genellikle zor bir teorik sorudur.
• Kusurlu homeostaz nomolojik olarak mümkün veya gerçektir: bir şey F'deki özelliklerin
hepsini olmasa da bazılarını gösterebilir; altta yatan ilgili homeostatik mekanizmaların tümü
olmasa da bazıları mevcut olabilir.
• Bu gibi durumlarda, F'deki çeşitli özelliklerin ve çeşitli mekanizmaların, bir şeyin t'nin
kapsamına girip girmediğini belirlemedeki göreli önemi -eğer belirlenebiliyorsa- kavramsal bir
meseleden çok teorik bir meseledir.
• Ayrıca, ilgili tüm gerçekler ve tüm gerçek teoriler veriliyken bile çözülemeyecek kadar
çok genişleme belirsizliği vakası olacaktır. F'deki özelliklerin hepsini olmasa da bazılarını
gösteren şeyler olacaktır, öyle ki, ikili bir seçimin yapılacağı varsayılarak, hiçbir rasyonel
düşünce bunların t altında sınıflandırılıp sınıflandırılmayacağını dikte etmez.
• Homeostatik özellik kümesi F'nin, ilgili temel homeostatik mekanizmalarla birlikte
nedensel önemi, t ile gösterilen tür veya özellik doğal bir tür olacak şekildedir.
• t'nin yerini önemli ölçüde daha az kapsamlı olarak belirsiz bir terimle değiştiren hiçbir
kullanım iyileştirmesi, atıfta bulunulan türün doğallığını korumayacaktır. Bu tür herhangi bir
iyileştirme ya nedensel açıklama ya da tümevarımla ilgisi olmayan önemli ayrımları ele
almamızı ya da tam da bu açılardan önemli olan benzerlikleri göz ardı etmemizi gerektirir.
• t'yi tanımlamaya hizmet eden homeostatik özellik kümesi, uzamsal olarak
bireyselleştirilmemiştir. Bunun yerine, özellik kümesi bir (tür veya belirteç) tarihsel nesne veya
süreç gibi bireyselleştirilir: özellik kümesinde veya temeldeki homeostatik mekanizmalarda
zaman içinde (veya uzayda) belirli değişiklikler, tanımlayıcı kümenin kimliğini korur. Sonuç
olarak, t'nin altına düşme koşullarını belirleyen özellikler zaman (veya uzay) içinde
değişebilirken, t aynı tanıma sahip olmaya devam eder. Tanımsal mülkiyet kümesi için
bireyselleşme kriterinin tarihselliği, mülkiyet kümesinin ve onu üreten nedensel faktörlerin
tarihsel gelişiminin açıklayıcı veya tümevarımsal önemini (teorik veya pratik araştırmanın ilgili
dalları için) ve açıklayıcı ve tümevarımsal önem, mülkiyet kümesinin kendisi için uygun
bireyselleşme standartlarını belirler. Mülkiyet kümesi için bireyselleşme koşullarının
tarihselliği, bu nedenle, t'nin atıfta bulunduğu türün doğallığı için esastır.
Doğal türlerin -biyolojik türlerin- paradigma durumları, homeostatik küme türlerinin
örnekleridir. Herhangi bir belirli biyolojik türün biyolojide indüksiyon ve açıklama için
uygunluğu, üyelerini karakterize eden kusurlu bir şekilde paylaşılan ve homeostatik olarak
ilişkili morfolojik, fizyolojik ve davranışsal özelliklere bağlıdır. Homeostaz mekanizmalarının
tanımsal rolü, modern tür kavramında melezlemenin rolüne yansır; Eşeyli üreyen türler için,
popülasyonlar arasındaki genetik materyal değişiminin, bazı evrimci biyologlar tarafından,
türlerin diğer özelliklerinin homeostatik birliği için gerekli olduğu düşünülür ve bu nedenle,
önerdikleri tür tanımına yansıtılır.
Tür terimlerinin genişlemesindeki gerekli belirsizlik, Darwin'in gözlemlediği gibi, 130
evrim teorisinin bir sonucu: türleşme, ana tür ile ortaya çıkan tür arasında ara olan
popülasyonların varlığına bağlıdır. Sınıflandırmada ortaya çıkan belirsizliği yapay olarak
ortadan kaldıran herhangi bir sınıflandırma "inceltmesi", evrim teorisinin inandırıcılığının
dayandığı türleşme hakkındaki merkezi gerçeği karartacaktır.
Benzer şekilde, bir türü tanımlayan mülkiyet-kümelenmesi ve homeostatik
mekanizmalar, süreç benzeri bir tarihsel varlık olarak genişlemeyen bir şekilde
bireyselleştirilmelidir. İlgili türlerden üreme izolasyonunu artıran karakterler için seçimin,
filettik evrimde önemli bir faktör olduğu ve türlerin tanımlayıcı özellik kümesini ve
homeostatik mekanizmalarını zaman içinde zorunlu olarak değiştiren bir faktör olduğu evrensel
olarak kabul edilmektedir.
Bundan, tutarlı olarak geliştirilmiş bir bilimsel gerçekçiliğin, karmaşık homeostatik
fenomenlere atıfta bulunan doğal tür veya mülkiyet terimlerinin belirsizliğini öngördüğü
sonucu çıkar; böyle bir belirsizlik, "dünyayı eklemlerinden kesmenin" zorunlu bir sonucudur.
Realistlerin yaklaşıklık açıklamalarının, kısmi düz anlam söz konusu olmadığında bile çift
değerliliği onurlandırması gerekmez. Benzer şekilde, bilimsel gerçekçilik, en azından bazı
doğal türler için uzamsal olarak bireyselleştirilmemiş tanım kümelerinin varlığını öngörür ve
bu nedenle, daha geleneksel bir ampirist perspektiften artzamanlı tutarsızlıklar gibi görünecek
olan yaklaşık bilgi dilsel pratiklerinin büyümesi için meşru araçlar olarak bu tür doğal tür
terimlerin uygulanması için standartlarda davranır.
Ayrıca, tanımların homeostatik küme kavramı, bilimsel gerçekçiliğin merkezi açıklayıcı
tezinin daha açık bir formülasyonuna izin verebilir. Başka bir yerde, 'x y'yi bilir' ve 'x y'ye atıfta
bulunur' ilişkilerinin homeostatik özellik-küme tanımlarına sahip olduğu bir bilgi ve referans
anlayışı için tartıştım. Önceki bölümlerde, bilimsel rasyonalitenin bir homeostatik özellik-küme
tanımına sahip olduğunu ve realistin bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin açıklamasının,
bilimsel rasyonalitenin homeostatik birliğinin bir açıklamasındaki can alıcı bileşen olarak en
iyi şekilde anlaşılacağını öne süreceğim.
Çift değerlilik hakkındaki düşüncelerden kaynaklanan gerçekçiliğe yönelik tüm meydan
okumalar, çürütmede fiili çift değerlilik başarısızlığı olasılığına bir başvuru gerektirmez.
Örneğin, kuantum mekaniğindeki ölçüm problemi, bazen kuantum sistemlerinin ölçümden
önce klasik büyüklüklerin belirli değerlerinden yoksun olduğu ve problemin belirli bir
büyüklüğe göre belirsizliği gideren etkileşimleri karakterize etmek olduğu söylenerek konur.
Bazen ölçümden önceki iddia edilen belirsizlik, gerçekçiliğin başarısızlığının bir göstergesi
olarak görülür. Gerçekçilik, klasik büyüklüklerin değerleri için belirliliği öngörmek olarak
görülür.
Yanıt olarak, realistin bir realist olasılığına başvurmasına gerek yoktur. Geri Al iki
değerlik başarısızlıkları için açıklama. Bir fiziksel sistemin belirli bir klasik büyüklük değerine,
örneğin yörünge açısal momentumunun belirli bir bileşenine sahip olduğu iddiasını anlamanın
iki yolu vardır. İlk anlayışta, bu iddianın açısal momentum hakkındaki ifadelerin mantıksal
statüsünün klasik yanılgısını içerdiği anlaşılmaktadır; bu durumda ifade her zaman yanlıştır,
ancak birçok açıdan bu tür ifadelerin özel durumları da yararlı bir şekilde yaklaşık olarak doğru
olabilir. Alternatif olarak, ifade, sisteme ilgili operatörün bir öz durumunu atfediyor olarak
yorumlanabilir, bu durumda yanlış olması gerekmez, ancak söz konusu sisteme bağlı olarak
belirli bir doğruluk değerine sahiptir. Dikkatli bir analizde, burada açıklamak için iki değerlikli
131 bir başarısızlık yoktur.
YAKLAŞIK GERÇEK VE PARAMETRİK ÖZELLİK: GERÇEKÇİNİN SIRADAN BİLİM
OLARAK AÇIKLAMASI

Realistin Açıklamasının Durumu


Önceki bölümlerde önerilen tartışmacı stratejinin, önce sıradan bir bilimsel hipotez
olarak kabul edilen bilimsel yöntemlerin araçsal güvenilirliğine ilişkin gerçekçinin
açıklamasına ilişkin kanıtları değerlendirmemizi gerektirdiğini hatırlayın. Realistin açıklaması
iyice doğrulanmış görünüyorsa, o zaman, realistin açıklamasının kendisine ilişkin olarak, realist
yorumu benimsemenin meşru olup olmadığını belirlemeye yönelik daha ileri ve daha belirgin
bir bilim felsefesi görevi kalacaktır.
Bu yaklaşım, realistin açıklamasının, bilimde olağan bilimsel standartlar tarafından
onaylanmaya veya çürütülmeye tabi olan sıradan bir nedensel açıklama biçimine sahip
olduğunu varsayar. İki düşünce, bunun olmadığını gösterebilir. İlk olarak, epistemik
meselelerin bazı felsefi açıklamaları nedensiz görünmektedir; bu, örneğin, bazı aşkın
açıklamalar ve 'kanıt', 'güvenilir', 'gerekçelendirme' ve benzeri gibi kavramların bazı 'sıradan
dil' analizleri için doğrudur. İkinci olarak, doğruluk ve yaklaşık doğruluk kavramlarını onları
nedensel olmaktan çıkaran düşünme yolları vardır.
Realistin bilimsel teorilerin epistemolojisine ve semantiğine ilişkin kavrayışı bu 132
sorunların hiçbirini ortaya çıkarmaz. Gerçek, 'ilkel düz anlamdan' tanımlanabilir ve realistin
hesabına göre düz anlam epistemik ve dolayısıyla nedensel bir meseledir; hakikat, yazışma
hakikattir ve yazışma, karmaşık bir nedensel etkileşimler meselesidir. Benzer şekilde, gerçeğe
yakınlık açısından bahsetmek, gerçek nedensel durumlar ile belirli olası durumlar arasındaki
benzerlik ve farklılık açısından konuşmaktır. Karşı-olgusal olasılıklarla bu tür
karşılaştırmaların doğası hakkında genel bir açıklama yapmak felsefi olarak zordur, ancak bu
tür karşılaştırmalar bilimde sıradan nedensel akıl yürütmenin o kadar rutin bir özelliğidir ki,
mevcut bağlamda zorluklar ortaya çıkardıklarını varsaymak için hiçbir neden yoktur.
Aynı şekilde realistin açıklayıcı iddiaları da tamamen sıradan nedensel iddialardır.
Belirli türde tarihsel ve toplumsal koşullar altında, bireysel ve toplumsal olarak kabul edilen
inançların, belirli bir nedensel güç sergiledikleri söylenir -nedensel olarak ilgili yollarla
yaklaşık olarak doğru olduklarında (nedensel olarak) yaklaşık bilginin kurulmasına yardımcı
olan yöntemler üretme eğilimi. Ne kadar tartışmalı olsa da bu, bilimsel toplulukların ve
dünyanın geri kalanının etkileşimleri hakkında sıradan bir nedensel tezdir. Olağan bilimsel
kanıt standartlarına göre nasıl ilerlediğini makul bir şekilde sorabiliriz. Şimdi dikkatimizi bu
konuya çeviriyoruz.

Bilim Tarihi, Realistin Açıklamasını Hemen Yalanlıyor mu?


Tarihsel itiraza göre, realistin bilimsel yöntemin güvenilirliğine ilişkin açıklaması, bilim
tarihinde, metodolojik uygulamaların başarılı olduğu, ancak ilgili arka plan teorilerinin
olmadığı dönemler olduğu gerçeğiyle, çağdaş standartlara göre reddedilir. Realistin
açıklamasının gerektirdiği gibi yaklaşık olarak doğrudur. Realistin yanıtı iki kısımdan gelir.
Birincisi, realistin açıklaması, bilim adamlarının olgun araştırma dönemlerinde bile
metafizik yapmakta özellikle iyi olmalarını gerektirmez. Gerçekçinin, bilim tarihindeki
herhangi bir bölüm hakkında, ilgili arka plan teorilerinin metafizik konularda gerçeğe yakın
olduğunu göstermesi gerekmez. Realistin pozisyonu, daha önceki arka plan teorilerinde, o
epizod sırasında yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin açıklaması için çok önemli olan
gözlemlenemeyen fenomenlerle ilgili belirli yaklaşıklık yönlerine başvurmasını baltalamayan
herhangi bir hata açısından tehlikeye atılmaz.
İkincisi, realistin bilim yöntemlerine ilişkin açıklaması, şu anda olgun olan herhangi bir
bilim tarihinde, ilgili arka plan teorilerinin, karakteristik olan yöntemlerin güvenilirliğini
sağlamak için hakikatten çok uzak olacağı erken aşamaların olacağını tahmin eder. Olgun
bilimlerden. Bu sonuç, bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin realist açıklamanın dayattığı
epistemolojideki radikal olumsallığın ve özellikle, epistemik açıdan önemli bir anlamda, en
erken ve yaklaşık olarak doğru teorilerin kendi içinde ortaya çıkmasının tesadüfi olduğu
iddiasının bir sonucudur. Herhangi bir bilimsel disiplin. Tabii ki, belirli erken başarılar için
hiçbir tarihsel açıklamanın mümkün olmadığını kastetmiyorum, ancak realistlere göre
açıklama, teorik olarak daha olgun yöntemlerin güvenilirliği gibi herhangi bir şeyle rasyonel
yöntemlerin işleyişine başvurmayı içeremez.
Özetle, realistin açıklaması, ancak (a) ilgili tarihsel olaylar, tahmin edilebilirlik ve ilgili
yargıların derin ve rutin güvenilirliğini sergileyen yöntemlerin işleyişini içeriyorsa, derinden
133 yanlış arka plan teorileri tarafından yönlendirilen başarılı bilim fenomeni tarafından doğrudan
çürütülebilir. 20. yüzyılın en olgun bilimlerinin karakteristiği olan konular ve (b) ilgili arka plan
teorilerindeki yanlışlık boyutları yalnızca derin olmakla kalmaz, aynı zamanda bu teorilerin
hangi açılardan ele alındığına başvurarak bu güvenilirliğin bir açıklamasını da engeller.
Yaklaşık olarak da doğrudur. Son zamanlardaki ampirist bilim felsefesindeki realizme yönelik
eğilim, tam tersi bir anlayışı yansıtmaktadır: Filozoflar gerçekçilik tarafından cezbedilmişlerdir,
çünkü son derece başarılı bilimde metodolojik uygulamaların güvenilirliğinin gerçekçi bir
açıklamasını nasıl sunabileceklerini düşündüler ve bu yöntemlerin alternatif ampirist "rasyonel
inşalarında güvenlerini kaybettiler. Her halükârda, realistin tarihsel itiraza yanıtı olarak
tasavvur ettiğim şey, (a) ve (b)'yi tatmin eden durumların olmadığıdır. Gerçekçiliğin her şeyden
önce ampirik bir tez olduğu varsayılır ve onun dayandığı ampirik iddialardan biri buradadır.
Önemsizlik, Uygunluk ve Parametrik Belirtimin Metodolojisi Dolaysız tarihsel
yanlışlama suçlamasına karşı, realist, açıklamalarının mantığının zaten dikte ettiği gibi, tezinin,
olgun bilimlerdeki arka plan teorilerinin ilgili açılardan yaklaşık olarak doğru olarak görülmesi
gerektiği konusunda ısrar ederek yanıt verir. Bölüm 1.2'de gördüğümüz gibi, realist şimdi
açıklamalarının önemsiz olduğu meydan okumasıyla karşı karşıyadır: herhangi bir tutarlı teori
bazı açılardan doğrudur ve yaklaşık doğruluk açısından göreceli önemi hakkında genel bir teori
sunmamıştır. Burada verilen cevap, önemli olan yaklaşıklık hususlarının, realistin bilimsel
yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin ayırt edici açıklamasını sürdürmek için gerekli olan hususlar
olduğu ve gerçeğe yakınlaştırmaların iddia edilmesinin bunlarla ilgili olduğu açık bir cevaptır.
Cevap, tam da düzenbazlık suçlamasının karşılanabilmesi durumunda başarılı olur: Her
ihtimale karşı, gerçekçi, genel bir bağlam ve olaydan bağımsız yaklaşım dereceleri hesabının
yokluğunda bile, onun temyizinin kendi teorik projesine uygun yaklaşıklık açısından geçici ve
dolayısıyla metodolojik olarak uygunsuz bir düzenek oluşturmaz.
Realistin açıklamalarına ilişkin olasılıkları değerlendirmek için, bu tür hileleri
metodolojik olarak uygun başvurulardan nedensel değişkenlerin bağlama özgü
spesifikasyonlarına ayıran şeyin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Neyse ki soru ezoterik değil;
Sıklıkla, özellikle tarihsel açıklamalar bağlamında, nedensel parametrelerin bağlama bağlı
özelliklerine hitap eden teorileri onaylıyoruz ve ad hoc teorileştirmeden kaçınma metodolojisi
iyi anlaşıldı. Örneğin evrim teorisindeki açıklamaları ele alalım. Çeşitli olası evrimsel
mekanizmalar vardır -bireysel seçilim, akraba seçilimi, genetik sürüklenme, pleiotropik olarak
bağlantılı özellikler için seçilim, vb.- çünkü hiçbiri evrim teorisinin herhangi bir belirli evrimsel
epizoddaki etkisine ilişkin bağlamdan bağımsız bir tahminde bulunmaz. Ayrıca, özellikle
evrimsel bölümlerde bu faktörlerin birkaçı çalışabilir ve bunların göreceli etkilerini tahmin
etmenin bağlamdan bağımsız bir yolu yoktur. Yine de yaşamın çeşitliliği için modern evrimsel
açıklama iyi bir şekilde doğrulanmıştır. Hangi metodolojik ilkeler, evrim teorisi tarafından
sağlanan açıklamaları geçici olmaktan ziyade uygun ve "en iyi açıklamaya yönelik
tümevarımsal çıkarım" için uygun olarak ele almamıza izin verir?
Cevap oldukça açık. Canlı organizmaların belirli özellikleri için çeşitli bireysel evrimsel
açıklamalardan beklediğimiz şey, bunların yalnızca birbirleriyle değil, aynı zamanda ilgili
bilimsel disiplinlerdeki bağımsız araştırma sonuçlarıyla da uyumlu olmalarıdır: jeoloji, genetik,
gelişim biyolojisi, hayvan davranışı, atmosfer bilimleri, oşinografi, antropoloji, vb. Çeşitli özel
açıklamaların daha geniş bilimsel bilgi çerçevesine entegre edilmesinin bu gerekliliği, evrim
teorisinin açıklayıcı başarılarının salt bir düzenin yansımaları olması olasılığına karşı bizim
metodolojik güvencemizi oluşturur. Bu model oldukça geneldir: belirli açıklamalar, teorik
entegrasyon gereklilikleri de dahil olmak üzere teoriye bağlı kanıt standartlarının, belirli
açıklamaların kabulünü dikte etmesi durumunda ve tam da bu açıklamaların başarısının olması 134
durumunda açıklayıcı kaynaklarından yararlandıkları daha geniş bir teori için kanıt sağlar.
Bireysel açıklamalar, daha geniş teorinin nedensel iddialarına tümevarımsal destek verir.
Gerçekçinin bilimsel yöntemlerin güvenilirliği konusundaki geniş açıklaması için de
aynı standartlar geçerlidir. Gerçekçinin, içerdikleri yaklaşıklık açısından bağlama bağlı
spesifikasyonlar da dahil olmak üzere, belirli bölümlerdeki yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin
açıklamalarının bağımsız olarak bilimsel kanıtlarla desteklenmesi ve özellikle de testi
geçmeleri durumunda karşılanır. Yerleşik bilimsel teorinin geri kalanıyla tutarlılık ve (bu daha
kolay olan kısım) tam da bu belirli gerçekçi açıklamaların bilimsel epistemolojinin daha geniş
gerçekçi açıklayıcı resmine tümevarımsal destek vermesi durumunda.
Gerçekçiliğin Yerel Tutarlılığı B Belirli bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin
bireysel gerçekçi açıklamalar iyi bir şekilde doğrulandı mı ve bunlar özellikle bilimin geri
kalanıyla uygun şekilde tutarlı mı? Yaklaşık bilginin büyümesine ilişkin genel realist anlayışı
tümevarımsal olarak destekliyorlar mı? Önemli bir analiz düzeyinde, her iki sorunun yanıtı da
'Açıkçası evet' olmalıdır.
Yöntemlerin güvenilirliğinin belirli gerçekçi açıklamaları kabaca iki kategoriye ayrılır.
Birinci kategori, belirli ölçüm ve hesaplama prosedürlerinin güvenilirliği ve çeşitli kontrol
türlerinin güvenilirliği ve deneysel ve gözlemsel çalışmaların tasarımının diğer özellikleri için
teorik açıklamalardır. İkinci kategoride, rasyonel deneysel ve gözlemsel araştırmanın daha
geniş ana hatlarını belirleyen tahmin edilebilirlik yargılarının güvenilirliğine ilişkin teorik
açıklamalar yer almaktadır. Her iki kategorideki açıklamalar ya statik ya da diyalektik olabilir.
Statik bir açıklama ile, ilgili metodolojik yargılar zamanında uzun süredir kurulmuş olan bazı
teorilerin yaklaşık doğruluğuna başvurarak bir metodoloji parçasının güvenilirliğini açıklayan
bir açıklama anlıyorum; Diyalektik açıklamalar, ilgili hatlar boyunca gerçeğe daha yakın bir
yaklaşım getiren teorik bakış açısındaki değişikliklere başvurarak, metodolojinin bazı yeni
özelliklerinin veya önceden kurulmuş bir metodolojik pratiğin bazı revizyonlarının
güvenilirliğini açıklar.
Yakın bilim tarihinde herhangi bir zamanda hem statik hem de diyalektik birinci
kategorideki bireysel gerçekçi açıklamalar, sıkıcı bir şekilde normal bilimin köklü parçalarına
benziyor: bunlar, yöntemlerde rutin olarak açıkça ifade edilen türden iddialardır. Bilim
adamlarının araştırma tasarımının uygunluğunu açıkladığı ampirik bilimlerdeki makale
bölümleri. Statik türden açıklamaların çoğu ve diyalektik olanların neredeyse tamamı, mevcut
teorik anlayışta veya onun doğrudan öncüllerinde bağlama özgü derecelere ve yaklaşıklık
derecelerine atıfta bulunacaktır. Bilimsel kuramlaştırmanın bu açık parçaları, herhangi bir
felsefi ya da tarihsel projenin hizmetinde üretilmez. Daha iyi kurulmuş bilimlerde, görünüşe
göre, herhangi bir şey olduğu kadar doğrulanırlar; kesinlikle, yerleşik bilimin geri kalanıyla
bağdaşmadıklarına dair hiçbir kanıt yoktur. Ne de olsa, bu tür sıradan bilim parçalarını
ampiristler için bu kadar rahatsız eden şey buydu. Telafi itirazına karşı savunmasız olmaları
ihtimali yok denecek kadar uzak.
Bilim adamları, bu tanım altında belirli öngörülebilirlik yargılarının güvenilirliğine
ilişkin nedensel soruyu nadiren açıkça araştırıyor gibi görünüyor. Bununla birlikte, kendi
metodolojik yargıları için gerekçeler, bu tür yargıların başkaları tarafından eleştirileri ve bu tür
yargılarda değişiklik önerileri sunarlar. Bu tür gerekçeler yayınlanmış makalelerde, hakem
raporlarında, hibe tekliflerinde, deneysel makalelerin giriş bölümlerinde ve teorik makalelerde
135 ve kitaplarda açıkça belirtilir ve gerekçelendirdikleri yargılar aslında gerçekçi anlatıma atıfta
bulunur. Olağan bilimsel akıl yürütme standartlarının, bu projelendirilebilirlik yargılarını, tıpkı
realizmin gerektirdiği gibi, arka plan teorilerinden tümevarımsal çıkarımlar olarak ele alması,
bilimsel çıkarım mantığının öğrencileri arasındaki fikir birliği konumu dışındadır. Burada da
söz konusu gerekçelendirmeler, özellikle diyalektik türden gerçekçi açıklamaları yansıttıkları
durumlarda, rutin olarak bağlama özgü yaklaşımlara başvurur. Yine bu tür durumlarda bilim
adamlarının akıl yürütmelerinin felsefi bir amaca hizmet etmek için tasarlandığına dair bir
ihtimal yoktur ve bilimin geri kalanıyla tutarlılık gerekliliğinin bu tür akıl yürütmelerde yerine
getirilmediğini düşünmek için herhangi bir neden yoktur- Gerçekten de akıl yürütmededir.
Tutarlılık gereksinimi ifadesini olağan bilimde bulan türden!
O halde, yerel tutarlılık fenomeni buradadır: eşzamanlı olarak incelenen sıradan bilimin
açık ve neredeyse açık bulguları, gerçekçinin açıklayıcı girişiminin dayandığı yansıtıla bilirlik
yargılarının güvenilirliğine ilişkin belirli açıklamaları, yalnızca zımnen de olsa, güçlü bir
şekilde onaylıyor gibi görünmektedir ve bunlar görülürdedir. Bunu, içerdikleri ilgili yaklaşıklık
açılarından bağlama bağlı yargıları uygun tutarlılık şartına tabi kılacak şekilde yapmak.
Birlikte ele aldığımız belirli gerçekçi açıklamalar, 2. bölümde geliştirilen gerçekçi
bilimsel epistemoloji anlayışını tümevarımsal olarak destekliyor mu? Burada felsefe dışında
herhangi bir bilime havale edemeyiz, ancak 1950'lerin ortalarından itibaren gerçekçiliği
mantıksal ampirizme bir alternatif olarak ciddiye alma eğiliminin, bilim felsefecileri arasında
bilimin gerçek uygulamalarının son derece yaygın olduğu yargısını yansıttığını
gözlemleyebiliriz. Gerçekçi bir açıklama gerektiriyor. Şu sonuca varıyorum ki, eğer soruyu ön-
felsefeden incelersek, realistin bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin açıklamasının
bilimsel bir hipotez olarak iyi bir şekilde doğrulandığını ve özellikle, Realistin parametrik
belirtim sorununa yaklaşımının, örneğin önceden bağlam-bağımsız bir formülle verilmeyen
belirtimlere de dayanmak zorunda olan evrimci biyologların yaklaşımından daha fazla kuşkulu
olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Şimdi realistin açıklayıcı hipotezinin teyidinde belirgin felsefi boyutun ne olduğu
sorusuna dönüyoruz. 2. bölümde prova edilen ayrıntılı makine, felsefi olarak pek çok şeyin olup
bittiğini gösteriyor. Bazıları yalnızca döngüsellik sorunuyla ilgilidir, ancak çoğu, gerçekçilik
üzerine felsefi tartışmaların yarattığı metodolojik iklimde gerçekçiliğin bilimsel bir tez olarak
savunulmasıyla da ilgilidir.

Belirgin Felsefe Nedir?


I: Artzamanlı Modeller Çıkarım ve Dil Kullanımı
Realistin gerçekçilik için kaçıran argümanının merkezinde, bilimsel yöntemlerin
güvenilirliğini yeterince açıklayan veya kullanımlarını haklı çıkaran hiçbir alternatifin olmadığı
iddiası yer alır. Gerçekçilik için bu çizgide bir davanın -ya da en azından,
gözlemlenemeyenlerin bilgisinin imkânsız olduğu yolundaki doğrulamacı ısrara karşı- bir
davanın, bilim tarihinde yalnızca birkaç bölümün eşzamanlı incelenmesiyle yapılabileceğini
hayal etmek mümkündür. Gerçekçi açıklamalar ve gerekçeler mevcut görünmektedir. Bununla
birlikte, ampirist epistemolojik ilkelerin, özellikle de kanıtsal ayırt edilemezlik tezinin derin
inandırıcılığı o kadar büyüktür ki, bilimsel bir hipotez olarak bile, birkaç izole vaka hakkındaki
gerçekçiliğin rasyonel olarak kabul edilebilir olacağı şüphelidir. Bunun yerine, herhangi bir
bireysel gerçekçi açıklamanın akla yatkınlığı, bilimsel yöntemlerin güvenilirliğinin genel
gerçekçi açıklamasına ek ve can alıcı destek sağlayan artzamanlı düşüncelere dayanıyor gibi 136
görünmektedir. Gerçekte, bu artzamanlı mülahazaların rolü, bireysel eşzamanlı-gerçekçi
açıklamaların, bilimsel metodolojinin güvenilirliğine ilişkin bilimsel olarak kabul edilebilir bir
tarihsel anlayışa tutarlı bir şekilde entegre edilebileceğini ortaya koymaktır.
Bilhassa, bilim tarihinde, realistin açıklamalarını savunmada filozofların ve tarihçilerin
ayırt edici bir katkısı olan iki kalıp vardır. Her şeyden önce, bilimsel disiplinlerin gelişiminde
birbirini takip eden aşamalar arasındaki karşılıklı onayın son derece yaygın bir fenomeni vardır.
Teorik yenilikler söz konusu olduğunda, (a) yeni ve yenilikçi teorik teklifin, ilgili kanıtlar göz
önüne alındığında, bilim adamlarının onu kabul etmek için sahip oldukları tek gerekçenin, bazı
temel özellikleri korurken bazı bilimsel sorunu veya soruyu çözmesi olduğu şeklinde olması
rutindir. ve (b) yeni öneri, önceki anlayışı, kendi kabulündeki rollerini haklı çıkaran açılardan
yaklaşık olarak doğru olarak onaylar. Ayrıca, daha sonraki teorik yenilikler tipik olarak hem
daha önceki yenilikçi önerilerin hem de onların öncüllerinin yaklaşıklık derecelerine ve
derecelerine ilişkin tahminlerimizde bir revizyonu gerektirse de karşılıklı onaylama kalıplarının
karakteristik olarak geriye dönük olarak sürdürüldüğü görülmektedir. Onay tipik olarak, yenilik
ve onun öncül teorileri arasındaki kanıtsal ve metodolojik olarak önemli ilişkilere çok iyi bir
ilk yaklaşım olarak sürdürülür. Gerçekçiliği bu kadar makul kılan, bu türden geriye dönük
olarak sürdürülen karşılıklı onayın her yerde bulunması ve teorik yeniliklerin
gerekçelendirilmesine göre onu "rasyonel olarak yeniden yapılandırmanın" zorluğudur.
İkinci bir kalıp, bilimsel dilin kullanımıyla ilgilidir. Gerçekçi projelendirilebilirlik
anlayışı, bilim adamlarının genel yasaları ve nedensel iddiaları formüle ederken kullandıkları
kategorilerin, geleneksel olarak belirlenmiş nominal özlerden ziyade tipik olarak temeldeki
nedensel yapıları yansıtmasını gerektirir ve bireysel gerçekçi açıklamaların geleceği
sınıflandırma pratiğindeki değişikliklerin çoğu, bir kategoriler ve nedensel yapı arasında bir
uyum sağlamaya çalışır. Bilimsel dil kullanımındaki bu kalıbın sürdürülmesi gerçekçilik için
esastır: bilim adamlarının artzamanlı dilsel davranışı, bilimsel türlerin, ilişkilerin,
büyüklüklerin vb. yeni veriler ve yeni teorik gelişmeler. Dolayısıyla, bilimsel topluluklardaki
fiili dilsel uygulamalarda tam da böyle bir görünür özcülük modelinin tanımlanması, realistin
bilimsel yöntemin güvenilirliğini açıklaması için duruma önemli, belirgin bir şekilde felsefi bir
katkıdır.

II: Epistemolojik, Metafizik ve Semantik Temeller


Geriye dönük olarak sürdürülen karşılıklı onaylama ve görünürdeki özcülüğün her yerde
bulunan kalıpları, realistin açıklamasını kabul etmek için felsefi nedenler oluşturur ve bu
kalıpların tanınması, çağdaş bilimsel gerçekçiliğin ortaya çıkmasında merkezi bir faktördü.
Yine de felsefi anlamlarını anlamaya yönelik daha teorik girişimler olmasaydı, etkileri bu kadar
önemli olmazdı. Buradaki bariz örnekler, nedensel referans teorileri ve ilişkili natüralist tanım
kavramlarıdır. Bu belirgin felsefi teorileri ifade etmenin mümkün olmadığı kanıtlanmasaydı, o
zaman bilimdeki tanımların görünüşte rasyonel teori ve kanıta dayalı revizyonunun yalnızca
görünüşte veya yalnızca görünüşte rasyonel olduğunu kabul etmek rasyonel olabilirdi. Gerçekçi
açıklama için ilk durum, hayati bir şekilde baltalanmış olurdu.
Benzer düşünceler epistemolojik boyut için de geçerlidir. Hem belirli durumlarda
bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin gerçekçi açıklamalar hem de karşılıklı onaylama
137 modelinin her yerde bulunmasının daha geniş gerçekçi açıklamayı desteklediği görüşü,
bilimdeki kanıta dayalı mülahazaların derinden teoriye bağlı olduğunu gerektirir. Bu sonucu
içeren gerçekçi bir epistemolojik çerçeve sağlamak mümkün olmasaydı- ve özellikle, kanıtsal
ayırt edilemezlik tezini çürütmek ve bunun sonucunda temelciliğin terk edilmesini makbul
kılmak için bu çerçeveyi ifade etmek mümkün olmasaydı - o zaman şu olurdu: ne belirli
açıklamaları ne de karşılıklı onaylama modelini realist açıklama için önemli bir destek olarak
almak mantıklı değildi. Dolayısıyla, projelendirilebilirdik yargılarının temelci olmayan
gerçekçi bir şekilde ele alınmasının geliştirilmesi ve bu incelemenin epistemolojide bağımsız
olarak gelişen temelci olmayan bir natüralizm geleneğine dahil edilmesinin, gerçekçi
açıklamanın rasyonel kabulü için gerekli olduğu kanıtlanmıştır.
Metafizik üzerine. Gerçekçi temelcilik karşıtlığının yararlı bir şekilde özümsenebileceği
epistemoloji içindeki nedensel referans teorisi ve natüralist kavramların tümü, nedensel
ilişkilerin açıkça İnsan dışı bir kavrayışını yansıtıyor gibi görünmektedir. Bu nedenle realistin
açıklamasını savunmada bu temel unsurların ikna ediciliği (en azından ilk bakışta) İnsan dışı
bir nedensellik kavramının başarılı bir şekilde ifade edilmesine bağlıdır.
Realistin açıklamasının bilimsel bir teori olarak kabul edilmesi, realistin açıklamasının
kendisi gerçekçi olmayan bir şekilde yorumlanabileceğinden, bilimsel gerçekçiliğin kabulünü
gerektirmez. Yine de öne sürdüğüm şey, gerçekçinin açıklamasının, görünürdeki epistemolojik,
semantik ve metafizik içerimler bakımından yeterince yeni olduğudur ki, (bilimsel ve diğer)
bilgi, dil ve 2. bölümde belirtilen metafizik, bu açıklamanın savunulması için esastır.
Az önce sunulan resim, realistin bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin
açıklamasının, her ne kadar yaklaşıklık açısından bağlama bağlı spesifikasyonlara rağmen, iyi
onaylanmış bir bilimsel teori olduğu şeklindeki mevcut durumu yakaladığını düşünüyorum.
Bölümde ana hatları verilen homeostatik mülkiyet-küme tanımlarının belirgin bir şekilde
natüralist anlayışından yararlanırsak, bu durum için daha da geniş bir felsefi ortam elde
edilebilir.

Gerçekçilik ve Bilimsel Akılcılığın Homeostatik Karakteri


Bölüm 2.5'te birçok doğal türün, özelliğin vb. homeostatik özellik-küme tanımlarına
sahip olduğunu savundum ve bilgi ve referansın bunlar arasında olduğunu öne sürdüm. Şimdi,
bilimsel rasyonalitenin kendisine benzer bir homeostatik küme muamelesi önermek istiyorum.
Normalde bilimsel rasyonalitenin bilim pratiğinin iki farklı özelliğinde sergilendiğini
düşünüyoruz: araştırmacıların akıl yürütmelerindeki yüksek düzeyde müzakereci rasyonalite ve
bilimsel araştırmanın doğal fenomenleri anlama ve tahmin etmedeki muhteşem başarıları.
Temelcilik yanılırsa, kesinlikle göründüğü gibi, bu özelliklerden ilki mantıksal olarak ikincisini
gerektirmez ve gerçekçi açıklama, bunların neden (ve ne zaman) güvenilir bir şekilde birlikte
ortaya çıktıklarını açıklamak olarak düşünülebilir. İşte bilimsel rasyonalitenin iki farklı
bileşeninin bir tür homeostazıdır.
Bu birlikte oluşumun nedensel bir mesele olduğu kabul edildikten sonra, daha ince bir
analiz düzeyinde açıklama gerektiren benzer türden bir birlikte oluşumlar ailesinin olduğunu
görmek kolaydır. Belirli bir alt disiplindeki metodolojik normlar, yalnızca o alt disiplindeki
arka plan teorik bulgularıyla değil, aynı zamanda diğer alt disiplinlerden ve tamamen farklı
disiplinlerden elde edilen bulgularla belirlenir. Bu kadar geniş bir teori yelpazesi tarafından
belirlenen metodolojik normların, başarılı bir bilimsel araştırma için pratik bir rehber olacak
kadar birleşik olması, açıklama gerektirmektedir. Örneğin, neden ortaya çıkan metodolojik
138
normlar karakteristik olarak uzlaşmaz bir şekilde çelişmiyor.
Benzer şekilde, farklı disiplinlerde büyük ölçüde bağımsız olarak çalışan bilim
adamları, ortak noktaları olduğunu fark etmemiş olabilecekleri bir soruna sıklıkla aynı çözümde
birleşirler. Bu neden olmalı? Benzer şekilde, büyük ölçüde bağımsız olarak gelişen disiplinler,
disiplinler arası çalışma için olgunlaşır ve büyük ölçüde bağımsız olarak geliştirilmiş teorileri
ve metodolojileri (bazı zor ama imkânsız olmayan müzakerelerle) bütünleştirilebilir olduğunu
kanıtlar. Bu neden bu kadar sık mümkün oluyor.
Önerdiğim şey, bilimsel rasyonalitenin, bilimsel pratiğin tüm bu çeşitli bileşenlerinin
homeostazisi tarafından tanımlandığını düşünmemiz ve ilk adım olarak, müzakereci rasyonalite
ile teorik ve ampirik başarının örtüşmesinin gerçekçi açıklamasını düşünmemiz gerektiğidir.
İlgili homeostazın daha genel gerçekçi bir açıklamasına doğru. Bu projenin, natüralist bir ahlaki
rasyonalite anlayışını içerecek şekilde verimli bir şekilde genişletilmesi bile mümkündür.
Eğer bu bölümün önerisi başarılı olacaksa, gerçekçi açıklama ve onun altında yatan
felsefi natüralizm için prima facie daha fazla destek sağlayacaktır. Bununla birlikte, realistin
açıklamasının kendisinin gerçekçi bir şekilde anlaşılması gerekip gerekmediğini veya bunun
yerine, döngüsellik itirazının öne sürdüğü gibi, bunun anti-gerçekçiye karşı soru sormaya
devam edip etmeyeceğini hala bilmemiz gerekiyor.
ÇEVRİM İTİRAZINI KARŞILAMAK

Döngüsellik ve Felsefi Paketler


Döngüsellik itirazına göre, gerçekçinin bilimsel yöntemlerin başarısına ilişkin
açıklaması, iyi doğrulanmış olsa bile, soruyu sormadan gerçekçi bir şekilde yorumlanamaz ve
dolayısıyla döngüsellik olmadan bilimsel gerçekçiliği doğrulayan olarak ele alınamaz. Bu
itirazın ortaya koyduğu sorun, yalnızca ele alınan gerçekçiliğin özel savunmasıyla değil,
bilimsel gerçekçiliğin hemen hemen her türlü makul savunmasıyla da karşı karşıyadır.
Sebep basittir: en önemsiz durumlar dışında, bir veya daha fazla teori veya gelenekle
ilgili gerçekçiliğin savunulması, gerçekler arasında elde edilmesi gereken epistemik olarak ilgili
nedensel ilişkileri açıklayan bir epistemik temas teorisinin savunulmasını gerektirecektir.
Teorilerin veya geleneklerin konusu ve ilgili araştırıcıların davranışları. Realist tez ve onu
destekleyen epistemik temas teorisi nedensel tezler olduğundan, bunların doğrulanması her
zaman varsayılan özne olan varlıkların nedensel güçleri hakkındaki teorilerin (ya da çok basit
durumlarda, basmakalıpların) doğrulanmasına bağlı olacaktır. Söz konusu teori veya gelenek
meselesi. Spesifik epistemik temas teorilerinin teyidi, sırayla, kısmen ilgili konunun mevcut en
iyi teorilerinde temellenen teorik düşüncelere bağlı olacaktır. Bu tür teoriler, realist tezin
kanıtlarının yargılanacağı hayati bir arka plan varsayımı olacaktır. Gördüğümüz gibi, epistemik
temas teorisi ve (dolayısıyla) onun onaylanmasının bağlı olduğu teoriler, realist tezin kendisini
doğrulamaya yardımcı olacaklarsa, kendilerinin gerçekçi olarak anlaşılması gerekecektir. Ama
139 elbette, bu teoriler, herhangi bir makul durumda, hakkında gerçekçiliğin söz konusu olduğu
teori veya gelenekle aynı anti-realist değerlendirmelere tabi olacaktır. Gerçekten de eğer bu
teori köklü bir çağdaş teoriyse, ilgili epistemik temas teorisinin temellerini kendisi sağlayabilir!
Bu, gerçekçiliğin savunulmasının anti-realistlere karşı soru sormaya başladığı bir nokta değil
mi?
İşte cevap 'hayır'. Eğer epistemik temas teorileri kendi başlarına realistin anti-realizme
karşı tek argümanını oluşturuyorsa; örneğin, atom teorisinde realizm lehine tek argüman, bilim
adamları ile atomlar, onların özellikleri ve onları oluşturan parçalar arasındaki görünüşte iyi
doğrulanmış bir epistemik temas teorisinin eklemlenmesinden oluşuyorsa, o zaman soru
gerçekten de şu varsayımla sorulacaktı. Bu teorinin kendisinin gerçekçi bir şekilde anlaşılması
gerekir. Epistemik temas teorilerinin gerçek rolü oldukça farklıdır.
Gerçekçilik meselesi, tartıştığımız biçimde, yalnızca teoriden bağımsız (gözlemlenemez
olsa bile) bir konuya sahip olduğu ilk bakışta var olan bir teori veya araştırma geleneği
durumunda ortaya çıkar. Gerçekçilik için ilk bakışta durum, bu nedenle (gerçekçi olarak
anlaşılan) bir epistemik temas teorisinin açık onayına dayanacaktır. Burada önerilen çizgide
savunulan realizmin özel durumunda, temas teorisi, realistin bilimsel yöntemlerin
güvenilirliğine ilişkin açıklamasında cisimleşen teoridir. Bununla birlikte realizmin
savunulması, yalnızca epistemik temas teorisine değil, realistlerin onun uygun şekilde
hazırlanmış versiyonlarını söz konusu teori veya geleneğin epistemolojik, semantik ve
metafiziksel bir kavrayışına (felsefi bir paket) dahil etme yeteneğine bağlıdır.) çeşitli anti-realist
kavramların savunucuları için mevcut olanlardan daha üstündür.
Bu nedenle, örneğin, atom teorisi geleneğine ilişkin gerçekçiliğin savunulması,
görünüşte gerçekçi bir epistemik temas teorisi için temel sağlayan en iyi doğrulanmış atom
teorilerine bağlıdır; ama aynı zamanda, böyle bir teorinin realist olarak ele alınmasını
meşrulaştıran ek, daha açık felsefi düşüncelere de bağlıdır. Bilimsel gerçekçiliğin burada
sunulan versiyonunda, bu ek düşünceler iki türlüdür. İlk olarak, yalnızca genel olarak atom
teorisinin ve özel olarak ilgili epistemik temas teorisinin gerçekçi bir yorumuyla, fizik ve
kimyada tamamen araçsal bilginin olasılığı hakkında şüphecilikten kaçınmanın mümkün
olduğu tartışılır: kabul edilen bir tür bilgi. Ampiristler ve konstrüktivistler tarafından olduğu
kadar realistler tarafından da. İkinci olarak, atom teorisinin gerçekçi bir şekilde ele
alınmasından ortaya çıkan resmin, temelcilikten ayrılışında ve bilimsel dili ele alışında
epistemoloji ve semantik teorideki oldukça bağımsız savunulabilir diğer gelişmelerle uyumlu
olduğu ileri sürülmektedir.
Böyle bir diyalektik ortamda, realist epistemik temas teorilerinin, söz konusu teori veya
geleneğin (veya yakından ilişkili bazı teori veya geleneklerin) realist bir anlayışına bağımlılığı,
anti-realist'e karşı soru sormak anlamına gelmez. Gerçekçilik durumunda hakkaniyet,
gerçekçiliğin, görünüşte en iyi teyit edilmiş gerçekçi epistemik temas teorilerinin ve söz konusu
iddia edilen konunun görünüşte en iyi doğrulanmış tözel teorilerinin realist bir yorumu
tarafından sağlanan bir bağlamda anlaşılmasını gerektirir.
Daha da önemlisi, gerçekçiliğe karşı davada adalet için meselenin sadece aynı şekilde
anlaşılması gerekir. Hem ampiristlerin hem de konstrüktivistlerin anti-realist argümanları,
realistin hâkim teorik anlayışı ve onunla ilişkili metodolojiyi kabul ettiği varsayımına dayanır.
Realistin, bir teori veya geleneğin terimlerinin toplumsal olarak yapılandırılmamış varsayılan
göndergelerinin özelliklerini, en azından yaklaşık olarak, varsayılan konu ve onlar tarafından
140
dikte edilen metodolojiyi yaklaşık olarak güvenilir olarak kabul etmek. Bu varsayımlar üzerine
(ama onlarsız değil). Ampirist, realistin konumunun onu gözlemlenemeyen fenomenlerin
özelliklerini araştırma olasılığına ve dolayısıyla ampiristin çok güçlü argümanlara sahip olduğu
epistemolojik bir pozisyona bağladığını düşünebilir.
Realistin bilimsel metodolojinin güvenilirliğine ilişkin açıklamasının realist bir
yorumunu benimseyerek anti-realist'e karşı hiçbir soru sorulmadığı görüldüğünde, şu soru kalır:
Realistin açıklamasının iyi bir şekilde doğrulandığını varsayalım. Bu açıklamanın realist bir
versiyonunu içeren gerçekçi felsefi paket, araçsal olarak yorumlanan açıklamayı içeren ampirist
bir paketten veya bir sosyal inşa parçası olarak anlaşılan realistin açıklamasını içeren
yapılandırmacı bir paketten daha üstün olabilir mi? Bu denemedeki ana amacım, realistin
yaklaşık bilginin büyümesi için belirgin gerçekçi bir açıklamaya başvurmasının, ilgili
yaklaşıklık açılarından bağlama ve bölüme bağlı uygun bir açıklamayı içermesinin, herhangi
bir önemsizlik, düzenek içermediğini göstermektir ya da gerçekçiliği savunma görevini bir
kerede bitirmemek için yalvarmak. Bu nedenle, söz konusu iki alternatif yerine gerçekçi paketin
tercih edilmesini haklı çıkaran düşüncelerin ana hatlarını kısaca belirteceğim.
Ampirist Pakete Karşı Burada sunulan programa göre bilimsel gerçekçilik için temel
argüman, bilimsel bir hipotez olarak gerçekçiliğin, bilimsel yöntemlerin güvenilirliği için
bilimsel olarak kabul edilebilir tek açıklamayı sunduğudur. Deneyci bu durumda açıklama
talebinden etkilenmemiş olabilir. Yine de realist, realist açıklamayı kabul etmenin, bilimin
araçsal bulgularını kabul etmek için sahip olduğumuz tek gerekçeyi sağladığını da iddia
edebilir. Olası bir ampirist yanıt, bilimde bir realist gibi akıl yürütmenin araçsal olarak güvenilir
olduğu sonucuna varan tümevarımla ilgili ikinci dereceden tümevarımın bir sonucu olarak,
görünüşte gerçekçi bir bilimsel yöntemin tümevarımsal sonuçlarını kabul etmeyi haklı
çıkarabileceğimizdir. Bu sonuç yalnızca gözlemlenebilirlerle ilgili olduğu için, ampirist bunu
kabul edebilir ve halihazırda kabul edilen teorileri ampirik olarak yeterli olarak kabul etmeyi
haklı çıkarmak için kullanabilir.
Bu çürütmeye karşı, söz konusu tümevarımın kanıtlanabilir bir şekilde bilimdeki diğer
herhangi bir şey kadar teoriye bağımlı olduğunu ve bu nedenle önerilen stratejiyi benimseyen
ampirist için uygun olmadığını savundum. İşte olası bir cevap. Tümevarımla ilgili tümevarımlar
hakkında üçüncü dereceden bir tümevarımla ikinci dereceden tümevarım, dördüncü dereceden
bir tümevarıma itiraz ederek üçüncü dereceden tümevarım, vb. gerçekçi teorik düşünceler,
ancak n+ birinci dereceden tümevarım ile.
Eğer haklıysam, bu son yanıt, eğer bu paket bilimsel bilginin gerekçelendirilmesine dair
uzaktan bile makul bir açıklama sağlayacak olsaydı, realistin açıklamasının ampirist bir felsefi
pakete dahil edilmesinin gerektireceği şeydir. Ortaya çıkan felsefi paketin sonuç olarak yalnızca
uzaktan makul olacağını kanıtlayacağını iddia ediyorum. Burada sadece sonsuz gerileme değil,
sonsuz yükseliş var: her bir tümevarımsal çıkarım düzeyi, daha soyut ve sorunlu bir
tümevarımsal çıkarım düzeyine başvurularak gerekçelendirilir. Realistin paketinin halihazırda
alternatif, daha az spekülatif ve bağımsız olarak gerekçelendirilmiş natüralist epistemolojiyi
içerdiği göz önüne alındığında, bunun daha üstün olacağını tahmin ediyorum.

Yapılandırmacı Pakete Karşı


141 Gerçekçinin bilimsel yöntemlerin güvenilirliğine ilişkin açıklamasını içerecek şekilde
oluşturulabilecek bir tür yapılandırmacı felsefi pakete yanıt vermek çok daha zordur.
Konstrüktivizm, ampirizmden daha zengin bir felsefi programdır ve aynı zamanda, tutarlılığı
tartışmalı olan özellikleri (genellikle sadece zenginliğine katkıda bulunanları) içerir.
Konstrüktivizme yönelik kapsamlı gerçekçi bir yanıtın ele alması gereken tüm sorunları
çözmeye başlamaktansa, önerilen paket üzerinde yapılanmaya yönelik oldukça standart iki
itirazın nasıl uygulanabileceğini kısaca belirteceğim.
Her şeyden önce, herhangi bir uygun felsefi paketin, görünüşte en iyi kurulmuş bilimsel
ve metodolojik bulguların çoğunun versiyonlarını içermesi gerekecektir. Kısım 2.4'te ana
hatlarıyla belirtilen, sosyal kurumların ve dilsel geleneklerin kurulmasının, bu kurumlarda ve
sözleşmelerde katılımcılar tarafından incelenen nesnelerin nedensel güçlerine nedensel
olmayan bir şekilde katkıda bulunmadığı önerisi, hem anlayışımızın oldukça farklı
özelliklerinde çok derin köklere sahiptir. Bu nedenle, herhangi bir yapılandırmacı felsefi paket,
nedensel ilişkilerin sosyal inşasına ilişkin belirgin bir şekilde yapılandırmacı bir kavrayış
içerdiği herhangi bir noktada ilk bakışta savunmasız olacaktır. Önerilen yapılandırmacı paket,
bu şüpheli özelliği, bilimsel yöntemlerin güvenilirliğinin natüralist açıklamasının versiyonuna
ve dolayısıyla temel epistemolojisinin tam merkezine dahil edecektir. Bu nedenle, önerilen
paketin, gerçekçi rakipleri kadar kesinlikle merkezi epistemolojik meselelerin tatmin edici bir
şekilde ele alınmasını sağlayacağı şüphelidir.
Konstrüktivizme ikinci bir standart itiraz, anomalilerin tarihsel gerçeğinin, dünya bilim
adamlarının üzerinde çalıştıkları, kabul ettikleri paradigmalar veya teoriler tarafından
mantıksal, sosyal veya kavramsal olarak belirlenmiş bir yapıya sahip olmadığını göstermesidir.
Bu itiraza ilişkin varyantları ve olası yanıtları incelemek bu makalenin kapsamı dışındadır.
Bununla birlikte, herhangi bir yapılandırmacı paketin kabul edilebilirliğine ciddi bir
meydan okuma oluşturduğundan şüphe edilemez. Teorik konulardakilerle tam olarak paralel
olan metodolojik konularda anormallikler olduğu için, bilimsel yöntemin güvenilirliğinin
sosyal inşasına dair bir doktrinin dahil edilmesi, yapılandırmacı felsefi paketi pek
güçlendirmiyor gibi görünüyor.
Deneyci ve yapılandırmacı alternatiflere karşı gerçekçi bir felsefi paketin ateşli bir
savunması için kaynakların mevcut olduğu ve özellikle realistin bilimsel metodolojinin
güvenilirliğine ilişkin açıklamasının gerçekçi bir yorumunun dahil edilmesinin gerçekçi paketi
zayıflatmaktan ziyade güçlendirdiği sonucuna varıyorum.

Bilimde Rasyonallik Ve Objektiflik


Bilimsel teoriler arasındaki seçim konusunda yeni bir fikir birliği için temelimiz
olduğuna hâlâ inanıyorum. Böyle bir fikir birliğine varıldığı takdirde, her sorun üzerinde tam
bir anlaşma anlamına gelmese de son derece temel bir konuda büyük bir yakınlaşmayı temsil
edecektir. Bu makalenin amacı, bu yaklaşımı daha eksiksiz geliştirmektir. Görünen o ki, proje
1983'te düşündüğümden çok daha karmaşık.

Bilimsel Rasyonallik Üzerine


Kuhn'un mantıksal ampirist bilim felsefesine meydan okumasının merkezi bir parçası,
bilimde teori seçiminin doğasıyla ilgilidir. İki temel teori (veya paradigma) arasındaki seçimin, 142
'kanıtla çözülemeyecek' sorunları gündeme getirdiğini savunuyor. Bunların nasıl çözüldüğünü
görmek için, "ikna etme teknikleri" ya da "kanıtın bulunamayacağı bir durumda "tartışma ve
karşı-savlama" hakkında konuşmamız gerekir. Bu tür seçimler, mantıksal olarak açık ve kesin
hale getirilemeyecek türden yargıların uygulanmasını içerir. Bu tür ifadeler, özünde benzer
birçok başka ifadeyle birlikte, bazı eleştirmenlerin bilimin temelde irrasyonel olduğu ve
nesnellikten yoksun olduğu görüşünü Kuhn'a atfetmesine yol açtı.

Kuhn, ciddi bir yanlış yorum olarak gördüğü bu yanıt karşısında şaşkına döndü. İletmek
istediği şey, eğitimli bilim adamlarından oluşan topluluğun kararının sahip olabileceğimiz en
iyi nesnellik ve rasyonellik ölçütünü oluşturduğu iddiasıydı. Bu tür nesnel ve rasyonel
yöntemlerin doğasını daha iyi anlamak için, bilim adamlarının rekabet halindeki teorilerin
karşılaştırmalı değerlendirmelerini yapmaya çalıştıklarında gerçekte ortaya koydukları
düşüncelere daha ayrıntılı bakmamız gerekir.
Örnekleme amacıyla, Kuhn iyi bilimsel teorilerin özelliklerinin (kapsamlı olmayan) bir
listesini sunar, şöyle iddia eder: bireysel olarak önemli ve toplu olarak neyin tehlikede olduğunu
göstermek için yeterince çeşitli... Bu beş özelliğin doğruluğu, tutarlılık, kapsam, basitlik ve
verimlilik - bir teorinin yeterliliğini değerlendirmek için standart kriterlerdir... Hemen hemen
aynı türden diğerleriyle birlikte, teori seçimi için ortak bir temel sağlarlar.
Biri onları kullanmaya çalıştığında iki tür sorun ortaya çıkar.
Bireysel olarak ölçütler kesin değildir: bireyler, somut durumlara uygulanabilirlikleri
konusunda meşru olarak farklılık gösterebilirler. Ek olarak, birlikte konuşlandırıldıklarında,
tekrar tekrar birbirleriyle çatıştıklarını kanıtlarlar; örneğin doğruluk, bir teorinin seçimini dikte
edebilir, rakibinin seçimini kapsayabilir.
Bu tür nedenlerden dolayı -ve diğerleri gibi- bireysel bilim adamları, belirli bir teori
seçimi konusunda belirli bir anda farklılık gösterebilir. Bununla birlikte, zaman içinde, bilim
adamları topluluğunun bireysel üyeleri arasındaki etkileşimler, grup için bir fikir birliği üretir.
Bireysel seçimler kaçınılmaz olarak kendine özgü ve öznel faktörlere bağlıdır: yalnızca grup
etkinliğinin sonucu nesnel ve tamamen rasyonel olarak kabul edilebilir.
Kuhn'un başlıca iddialarından biri, varsayımsal-tümdengelimli akıl yürütme ile birlikte
gözlem ve deneyin, bilimsel teorilerin seçimini yeterince açıklamadığı görünüyor. Bu, bazı
filozofların teori seçiminin rasyonel olmadığına inanmalarına yol açmıştır. Kuhn ise tersine,
dahil olan ek faktörleri belirlemeye çalıştı. Bu ek faktörler, bilimsel rasyonalitenin çok önemli
bir yönünü oluşturur.

Bayes Teoremi
Bilimsel hipotezleri veya teorileri değerlendirme ve seçme problemiyle başa çıkmanın
ilk adımı, bilim mantığının bir karakterizasyonu olarak geleneksel hipotetik-tümdengelimli (H-
143 D) şemanın yetersizliğinin kabul edilmesidir. Bu şemaya göre, bilimsel bir hipotezi, uygun
başlangıç koşulları ve yardımcı hipotezlerle birlikte, doğru olduğu ortaya çıkan gözlemsel bir
tahminden çıkararak onaylıyoruz. HD yönteminin bir takım iyi bilinen eksiklikleri vardır. (1)
Aynı öngörüyü açıklamak için başvurulabilecek alternatif hipotezleri hesaba katmaz. (2)
Değerlendirilmekte olan hipotezin ilk akla yatkınlığına atıfta bulunmaz. (3) İstatistiksel
hipotezlerin test edilmesi gibi durumları içeremez.
T, test edilen teori veya hipotezi, 'B' arka plan bilgimizi ve 'E' yeni elde ettiğimiz bazı
yeni kanıtları temsil etsin. Daha sonra denklemin sol tarafındaki ifade, arka plan bilgisi ve yeni
kanıtlar temelinde hipotezimizin olasılığını temsil eder. Bu, arka olasılık olarak bilinir.
Denklemin sağ tarafı dört olasılık ifadesi içerir. Bunlardan ikisi, P(T/B) ve P(~T/B), ön
olasılıklar olarak adlandırılır, bunlar, hipotezimizin doğru olduğuna dair yeni kanıt E'yi hesaba
katmadan, yalnızca arka plan bilgisine dayanarak olasılığı temsil eder. Sırasıyla doğru veya
yanlış. Açıkçası, iki önceki olasılığın toplamı bir olmalıdır; birinin değeri biliniyorsa, diğerinin
değeri hemen çıkarılabilir. Kalan iki olasılık, P(E/T.B) ve P(E/ T.B), olasılıklar' olarak bilinir,
bunlar sırasıyla, hipotezimiz doğru olsaydı yeni kanıtın ortaya çıkma olasılığı ve bunun
gerçekleşme olasılığıdır. Eğer hipotezimiz yanlış olsaydı. İki olasılık, önceki iki olasılığın
aksine bağımsız olarak oluşturulmalıdır; birinin değeri diğerinin değerini otomatik olarak
belirlemez. Hipotezimizin sonsal olasılığını hesaplamak için, Bayes teoreminin sağ tarafına
yerleştirmek için üç ayrı olasılık değerine ihtiyacımız var - bir önceki olasılık ve iki olasılık.
Bilimsel akıl yürütmenin doğasıyla ilgili herhangi bir önemli sorunu çözmeye
girişmeden önce, Bayes teoreminin basit ve tartışmasız bir uygulamasına bakalım. Günde 6.000
adet konserve açacağı üreten bir fabrika düşünün. Bu fabrikanın iki makinesi var, yenisi günde
5.000 kutu açacağı üreten ve eskisi günde 1.000 kutu üreten eski bir makine. Yeni makine
tarafından üretilen konserve açıcıların yüzde 1'i kusurlu; Eski makine tarafından üretilenlerin
yüzde 3'ü kusurlu. Bugünün üretiminden rastgele bir konserve açacağı seçiyoruz ve onu kusurlu
buluyoruz. Yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığı nedir?
Bu sorunun cevabını Bayes teoremi ile alabiliriz. Bugün bu fabrikada üretilen konserve
açıcı sınıfını 'B', yeni makine tarafından üretilen konserve açıcı sınıfını T ve kusurlu bir
konserve açıcı için 'E'yi temsil edersek, aradığımız olasılık sonsal olasılık P(T/B.E) bugünün
üretiminden hatalı bir konserve açacağının yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığıdır.
Önceki olasılıkların ve benzerliklerin değerleri verilmiştir, yani:
Bu değerleri denklem (1)'e eklemek, hemen P(T/B.E) = 5/8 verir. Eski makinenin
kusurlu bir konserve açacağı üretme olasılığının yenisine göre daha yüksek olduğuna dikkat
edin, ancak kusurlu bir konserve açacağının yeni makine tarafından üretilmiş olma olasılığı,
eski makine tarafından üretilmiş olandan daha fazladır. Bu, açıkçası, yeni makinenin genel
olarak eskisinden çok daha fazla konserve açacağı üretmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu örneğe bakmanın bir yolu, belirli bir konserve açacağının yeni makine tarafından
üretildiği hipotezini T üzerinde düşünmektir. Bu nedensel bir hipotezdir. Arka plan bilgimiz B,
konserve açacağının bu fabrikada bugünün üretiminin bir parçası olduğudur. Bu ön bilgi
temelinde, T'nin önceki olasılığını değerlendirebiliriz; 5/6'dır. Şimdi bu konserve açacağı
hakkındaki bilgimize, arızalı olduğu bilgisini E ekliyoruz. Bu bilgi, yeni makine tarafından
üretildiği hipotezi ile ilgilidir; arka olasılık 5/8'dir. Bu sonucu oluşturmak için Bayes teoremine
başvurmak gerekmese de son derece yapay örnek, Bayes teoreminin basit bir nedensel hipotezin
arka olasılığını belirlemek için nasıl kullanılabileceğini açıkça göstermektedir.
Daha gerçekçi bilimsel durumlara geldiğimizde Bayes teoreminin nasıl uygulanacağını
görmek o kadar kolay değil; önceki olasılıklar özellikle zor görünebilir. İnanıyorum ki, aslında,
144
bilim adamlarının bilimsel hipotezler hakkında yaptıkları mülahazalarda sıklıkla ortaya
koydukları inandırıcılık argümanlarını yansıtıyorlar. Bu konuyu 4. bölümde tartışacağım;
gerçekten, sonraki bölümlerde Bayes teoremine giren tüm olasılıklara yakından bakmamız
gerekecek.
Bu bölümde Bayes teoremini sunmak ve onun bilimsel hipotezleri değerlendirme
sorununa uygulanması hakkında birkaç ön açıklama yapmakla ilgilendim. Bir sonraki bölümde
Bayes teoremi ile Kuhn'un teori seçiminin doğası hakkındaki görüşleri arasındaki bağlantıları
açıklamaya çalışacağım. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce, Bayes teoreminin verilebileceği
diğer iki faydalı form sunmak istiyorum. İlk olarak, toplam olasılık teoremi nedeniyle:
formüller
Açık konuşmak gerekirse, on dokuzuncu yüzyılda ışığın cisimcik teorileri gibi gerçekçi
tarihsel örnekler için gerekli olan biçimdir. Bu durumda, I ve T2'yi birbirini dışlayan olarak
yorumlayabilmemize rağmen, meşru olarak onları ayrıntılı olarak kabul edemeyiz, çünkü
birinin veya diğerinin doğru olduğundan emin olamayız. Bu nedenle, Abner Shimony'nin
hepsini yakalama hipotezi olarak adlandırdığı ve Ti ve T'nin her ikisinin de yanlış olduğunu
söyleyen Ts'yi tanıtmamız gerekir. T1-T; böylece birbirini dışlayan ve kapsamlı bir hipotezler
seti oluşturur. Bu, bilim adamlarının iki veya daha fazla ciddi aday arasından doğru bir hipotez
seçmeye çalıştıklarında ortaya çıkan türden bir durumdur.

***
Tartışma amacıyla Kuhn, "her bilim adamı, kendisine P(T/E) için bir değer, yani kanıt
üzerindeki T teorisinin olasılığı için bir değer hesaplamasına izin veren bir Bayes algoritması
uygulayarak, rekabet eden teoriler arasında seçim yapar" diye kabul etmeye isteklidir. E, hem
kendisine hem de meslek grubunun diğer üyelerine belirli bir zaman diliminde açıktır. Daha
sonra, tüm rasyonel bilim adamları tarafından kullanılan ve P için benzersiz bir değer veren
benzersiz bir algoritma olup olmadığı veya tamamen rasyonel olsalar da farklı bilim
adamlarının farklı P değerleri veren farklı algoritmalar kullanıp kullanamayacağı sorusu
açısından can alıcı konuyu formüle eder. Teori seçimi fenomenini açıklamak için üçüncü bir
olasılık önermek istiyorum - yani birçok farklı bilim adamı aynı algoritmayı kullanabilir, ancak
yine de farklı sonuçlara ulaşabilir
Bir Bayes algoritmasından bahsedildiğinde, akla gelen ilk düşünce, (1), (3)
denklemlerinden herhangi birinde somutlaştırılan Bayes teoreminin kendisidir. veya (4).
Örneğin elimizde: terimin en basit anlamıyla bir algoritma oluşturan. Kanıtın beklenenliğine
P(E/B) diyelim. Önceki olasılık, olabilirlik ve beklenenlik için verilen değerler, sonraki
olasılığın değeri, önemsiz aritmetik işlemlerle hesaplanabilir.
Denklemi bir algoritma olarak kullanmayı önerirsek, açık olan soru, sağ taraftaki
ifadeler için değerlerin nasıl elde edileceğidir. Olasılık kavramının hangi yorumunun
benimsendiğine bağlı olarak, prensipte birkaç cevap mümkündür. Tümevarımcı mantık ve
doğrulama teorisine Camapian bir yaklaşım benimsenirse, Bayes teoreminde görünen tüm
olasılıklar, betimleyici dilin yapısından ve doğrulama derecesinin tanımından apriori olarak
türetilebilir. Herhangi bir gerçek bilimsel vakanın, bu yaklaşım içinde mevcut olan oldukça
145 kısıtlı aygıtlar aracılığıyla nasıl ele alınabileceğini görmek son derece zor olduğundan, pek çok
filozof bu çizgiyi takip etmeye hevesli değildir. Ayrıca, zengin bir betimleyici dil mevcut olsa
bile, ciddi bilimsel teorilerle ilişkilendirilen olasılıkların apriori semantik doğrular olduğunu
varsaymak felsefi olarak cazip değildir.
Geriye iki ana alternatif kalıyor. Birincisi, olasılıkların özellikle önsel olasılığın sağ
tarafında P(T/B)- olanı nesnel ve ampirik kısmı. En altta atıfta bulundukları görüşü savunmaya
çalıştım, çeşitli türde hipotezlerin veya teorilerin oluşturulduğu sıklıklara başarılı bulundu.
Açıkçası, bu alternatifi geliştirmenin çok büyük zorlukları var; ben aşağıdaki konuya
dönecektir. Bu arada diğerini de düşünelim. Çok daha popüler-alternatif.
Kalan alternatif yaklaşım, kişisel olasılıkların kullanımını içerir. Kişisel olasılıklar
özneldir; Tutarlılık koşulunu yerine getirmeleri koşuluyla, bunlara sahip olan bireyin öznel
inanç derecelerini temsil ederler. Biraz idealize edilmiş bir durum düşünün. B arka plan
bilgisinin (başlangıç koşullarını, sınır koşullarını, yardımcı hipotezleri içerebilen)
mevcudiyetinde, T teorisinin tümdengelimsel olarak kanıt E'yi gerektirdiğini varsayalım. Bu,
varsayımsal-tümdengelim yönteminin uygulanabilir göründüğü durumdur. Bu durumda, 1'e eşit
olmalıdır ve denklem şuna düşer:
Daha sonra, belirli bir bilim adamından, E kanıtının elde edilip edilmediğinden oldukça
bağımsız olarak, yalnızca arka plan bilgisi B üzerinde T teorisinin akla yatkınlık derecesi
sorulabilir. Benzer şekilde, aynı kişi, T'nin doğruluğuna veya yanlışlığına bakılmaksızın, E'nin
ne ölçüde bekleneceği konusunda sorgulanabilir. Kişiciğe göre, doğrudan sorgulama veya daha
az doğrudan bir yöntemle - ortaya çıkarmak mümkün olmalıdır. Söz konusu teoriyle ilgili
araştırmalara katılan bir bilim adamıyla ilgili bu tür psikolojik gerçekler. Bu bilgi, arka plan
bilgisi B ve kanıt E, yani arka olasılık P göz önüne alındığında, bu bireyin T teorisine sahip
olması gereken inanç derecesini belirlemek için yeterlidir.
Daha genel durumda, T ve B, tümdengelimli olarak E'yi gerektirmediğinde, prosedür
aynıdır, ancak P'nin değerinin de tespit edilmesi gerekir. İstatistiksel anlamlılık testlerinin
uygulanabildiği birçok bağlamda, P olasılığının bir değeri hesaplanabilir ve kişisel olasılık, bu
şekilde elde edilen değerle çakışacaktır. Her durumda, istatistiksel testler uygulansın veya
uygulanmasın, gerekli güven derecesini sağlamada prensipte yeni bir sorun yoktur. Bu, tüm
olasılıkların kişisel olasılıklar olarak alındığı standart Bayes yaklaşımını yansıtır.
Her durumda, ister nesnel ister kişisel bir olasılık yorumunu benimsesin, denklem - veya
Bayes teoreminin başka bir versiyonunun - bilimsel hipotezleri veya teorileri değerlendirmek
için bir algoritma olarak alınabilir. Aynı algoritmayı kullanan bireysel bilim adamları,
olasılıklar için farklı değerler koydukları için aynı hipotezin farklı değerlendirmelerine
ulaşabilirler. Olasılıklar objektif olarak yorumlanırsa, farklı bireylerin bu objektif değerlere
ilişkin farklı tahminleri olabilir. Olasılıklar kişisel olarak yorumlanırsa, farklı bireylerin bunlara
ilişkin farklı öznel değerlendirmeleri olabilir. Bayes teoremi mekanik bir algoritma sağlar,
ancak bireysel bilim adamlarının yargısı, ona beslenecek değerlerin elde edilmesinde rol oynar.
Bu, algoritmaların genel bir özelliğidir; kendilerine verilen verilerden sorumlu değildirler.

Önceki olasılıklar
21. bölümde, Bayes teoremindeki önceki olasılıkların, bilim adamlarının ilgilendikleri
hipotezlerle ilgili olarak düzenli olarak yaptıkları akla yatkınlık yargılarının türlerini 146
somutlaştırıyor olarak görülebileceğini belirtti. Bu düşüncenin açıkça farkında olan Einstein,
bir teorinin eleştirilebileceği veya değerlendirilebileceği iki bakış açısını karşılaştırdı: İlk bakış
açısı açıktır: teori ampirik gerçeklerle çelişmemelidir…. Mevcut ampirik gerçekler tarafından
teorik temelin onaylanması ile. İkinci bakış açısı, gözlem malzemesinin ilişkisiyle değil,
teorinin kendisinin öncülleriyle, kısaca ama belirsiz bir şekilde “öncüllerin doğallığı” veya
“öncüllerin mantıksal basitliği” olarak nitelendirilebilecek olanla ilgilidir. Ikinci bakış açısı
kısaca bir teorinin "içsel mükemmelliği" ile ilgili olarak karakterize edilebilir, oysa birinci bakış
açısı "dış doğrulamaya atıfta bulunur.
Einstein'ın ikinci bakış açısı, akla yatkınlık argümanlarına veya önceki olasılıklarla ilgili
yargılara atıfta bulunurken aklımda olan türden bir şey.
Bilimlerde inandırıcılık düşünceleri yaygındır; gerçekten önemli, vazgeçilmez bir rol
oynarlar. Bu gerçek, bilimsel hipotezleri değerlendirmenin mantığını anlamada bir yardım
olarak Bayes teoremine başvurmanın ilk nedenini sağlar. Makullük argümanları, belirli bir
gözlem veya deneyin sonucundan önce, yani referans olmaksızın, belirli bir hipotezin olasılığını
artırmaya veya azaltmaya hizmet eder. Bilim adamının kendini içinde bulduğu bilimsel
durumda başarılı olması muhtemel olan bu tür bir hipotez mi sorusuna cevap vermek üzere
tasarlanmıştır. Bilim adamları, eğitim ve deneyimlerine dayanarak bu tür yargılarda bulunmaya
yetkilidir.
Bu noktanın en iyi şekilde somut örneklerle açıklanabileceğine inanıyorum. Örneğin,
Newton'un zamanından beri, yerçekimi kuvvetlerinin ters kare karakteri için iyi bilinen bir akla
yatkınlık argümanı vardı. Bir madde parçacığından yayılan yerçekimi kuvvetini, ondan küresel
olarak düzgün bir şekilde yayılan bir kuvvet olarak düşünmek doğaldır. On yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda tüm yetkin fizik bilimcileri, fiziksel uzayın üç boyutlu bir Öklid yapısına
sahip olduğuna inanıyordu. Öklidyen bir kürenin yüzeyi yarıçapın karesi olarak arttığından,
yerçekimi kuvvetinin de aynı şekilde seyreltildiğini varsaymak mantıklıdır, çünkü parçacıktan
uzaklaştıkça, kürenin üzerinde durduğu küresel yüzey büyür. Kuvvet yayılmalıdır.
Büyük dozlarda sakarin tüketiminin etkilerine ilişkin ünlü bir Kanada araştırması başka
bir örnek sağlar. Sıçanlarla yapılan kontrollü bir deneyde, ağır sakarin tüketimi ile mesane
kanseri arasındaki istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki, diyet alkolsüz içeceklerde yapay bir
tatlandırıcı olarak sakarin kullanımının insanlarda mesane kanseri riskini arttırdığı hipotezine
önemli ölçüde inandırıcılık katmaktadır. Bu örnek, öncekinden farklı olarak, doğası gereği
istatistikseldir ve varsayımsal-tümdengelimli bir çıkarımın primafacie görünümüne bile sahip
değildir.
Önsel olasılıkların doğası hakkında daha net bir anlayışa varmak için, onlara kişiselci
ve nesnelci (frekans veya eğilim teorisyeni) bakış açısından bakmak gerekecektir. Saf katıksız
kişilikle ilgili ürkütücü şey, önceki olasılıkların (ve diğer olasılıkların) her türlü kendine özgü
ve nesnel olarak alakasız düşünceler tarafından belirlenmesini hiçbir şeyin engelleyememesidir.
Belirli bir hipotez, son derece düşük bir ön olasılık alabilir, çünkü bilim adamı akşamdan kalma
olduğunu düşünür, sevgilisiyle yakın zamanda kavga eder, hipotezi ilk ortaya atan bilim
insanının politikasıyla tutkulu bir anlaşmazlık içindedir, derin önyargılar barındırır. Hipotezin
yaratıcısının ait olduğu etnik gruba karşı, vb. Talep etmek istediğimiz şey, araştırmacının,
hipotezleri değerlendirme konusundaki tüm ilgili deneyimini, söz konusu hipotezin dikkate
alınıp alınmadığı sorusuna dayandırmak için her türlü çabayı göstermesidir. Başarılı olabilecek,
147 duygusal ilgisizlikleri bir kenara bırakacak türdendir.
Tutarlılık şartını ihlal etmeyen gerçekten sapkın inanç sistemleri oluşturmak oldukça
kolaydır. Ancak bilimin amaçlarını aklımızda tutmalıyız. Adil veya taraflı madeni paraların
fırlatılması veya kararsız çekirdeklerin radyoaktif bozunması gibi uzun bir dizi olaya sahip
olduğumuzda, öznel inanç derecelerimizin bir frekans teorisyeni veya bir eğilim teorisyeninin
nesnel olasılık olarak kabul edeceği şeye uymasını isteriz. Carnap, tümevarımsal ya da
mantıksal ya da epistemik olasılıkların göreli frekansların makul tahminleri olması gerektiği
fikrinde son derece haklıydı.
Mantıklı bir kişiselcinin, kişisel olasılıklarının nesnel gerçeği yansıtmasını isteyen kişi
olduğunu öne sürüyorum. Bir yazı tura dizisi üzerine bahis yapan bir kişiselci, yalnızca
Hollanda kitaplarından kaçınmayı değil, aynı zamanda makul bir kazanma (veya çok hızlı
kaybetmeme) şansına da sahip olmak ister. Okuduğum gibi, F. P. Ramsey'in inanç dereceleri
hakkındaki ünlü makalesinin bütün amacı, öznel inanç dereceleriniz ilgili frekanslarla eşleşirse
ne elde edeceğinizi düşünmektir. Duyarlı kişilik uzmanı tarafından kabul edilen gerçeklerden
biri, madeni paranın yazı veya tura gelip gelmediğini, o sabah yatağın hangi tarafından
çıktığından etkilenmediğidir. Kişiye özel bahisçinin amacının tura ve tura bahislerinde
olabildiğince iyi yapmak olduğunu kabul edersek, bahis oranlarının bu tür ilgisizliklerden
etkilenmesine izin vermek açıkça ters etki yapacaktır.
Olasılıkların hipotezlere atanması konusunda da aynı genel değerlendirme yapılmalıdır.
Belirli bir bilim adamının belirli bir sabah dispeptik olup olmadığı, incelenmekte olan bir
fiziksel hipotezin doğru olup olmadığı sorusuyla ilgisizdir. Elbette çok daha rahatsız edici olan,
herhangi bir bilim insanının istemeden ideolojik veya metafizik önyargılardan etkilenebileceği
gerçeğidir. Kapitalizme veya ırkçılığa bilinçsiz bir bağlılığın davranış bilimlerinde
kuramlaştırmayı ciddi şekilde etkileyebileceği açıktır.
Benzer durumlar fizik bilimlerinde de ortaya çıkabilir; başka bir tarihsel örnek bu
noktayı açıklayacaktır. 1800'de Alessandro Volta pili icat etti ve böylece bilim adamlarına sabit
elektrik akımları üretmenin bir yolunu sağladı. Hans Christian Oersted, elektrik akımının
manyetik bir iğne üzerindeki etkisini 1820'de keşfetti. Neden böyle bir gecikme oldu? Bunun
bir nedeni, statik bir elektrik yükünün manyetik bir iğne üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı
önceden belirlenmiş gerçekti. Bahsedilen diğer bir neden ise, böyle bir etki olsaydı, beklentinin
aksine iğneyi akım taşıyan tele dik olarak hizalamasıdır. Holton ve Brush'ın belirttiği gibi,
'Fakat bir kişide akımlar ve pusula iğneleri bulunsa bile, pusula iğnenin hareket edebilmesi için
doğru konuma yerleştirilmediği sürece etki gözlemlenemez.
Bilim adamları, hipotezlerin önceki olasılıklarını değerlendirme konusunda nasıl bir yol
izlemeli? Shimony, kişisel olasılıklara daha fazla kısıtlama getirerek standart Bayesci
kişilikçiliğin ötesine geçen bir görüş olarak adlandırdığı bir görüşü detaylandırırken, deneyimin
ciddi bilim adamları tarafından ciddi şekilde ileri sürülen hipotezlerin başarılı olma şansı
olduğunu gösterdiğine işaret eder. Aslında bilim, son dört ya da beş yüzyılda önemli ilerleme
kaydetmiştir; bu, bu sınıfın üyeleri arasında başarı olasılığının kaybolmadığına dair güçlü
ampirik kanıtlar teşkil etmektedir. Aynı şekilde, zorlu deneyimler de bize bilimsel yanılmazlık
iddialarını reddetmeyi öğretti. Bu nedenle, ciddi olarak ilgilendiğimiz hipotezlerin öncüllerine
aşırı değerler atamaktan kaçınmak için iyi nedenlerimiz var. Dahası, Shimony bize, deneyimin
bilimin zor ve sinir bozucu olduğunu öğrettiğini hatırlatır: sonuç olarak, açıkça ileri sürülen
hipotezlere oldukça düşük ön olasılıklar atamalı ve her şeyi yakalama hipotezi için oldukça
yüksek bir önceliğe izin vermeliyiz. Henüz doğru hipotezi düşünmedik. Bilim tarihi, başarılı
148
adayın o sırada tasavvur bile etmediği teoriler arasından seçim durumlarıyla doludur.
Bilimsel Çıkarımın Temelleri'nde, önceki olasılıklar sorununa, olasılığın nesnel bir
yorumu, özellikle frekans yorumu açısından yaklaşılmasını önerdim. Hipotezlerin önceki
olasılıklarını değerlendirmede uygulanabilecek üç tür ölçüt önerdim: biçimsel. maddi ve
pragmatik.
Pragmatik kriterler, yeni bir hipotezin ortaya çıktığı koşullarla ilgilidir. Daha önce,
Shimony'nin, ciddi bilim adamları tarafından savunulan hipotezlerin ortadan kalkmayan bir
başarı şansına sahip olduğu şeklindeki gözleminde pragmatik bir kriterin bir örneğini
görmüştük. Aynı madalyonun diğer yüzü, bilimsel krankların aydınlatıcı bir
karakterizasyonunu sunan Martin Gardner tarafından sağlanmıştır. Bu kategorideki herhangi
biri tarafından tek bir yararlı bilimsel önerinin ortaya çıktığı şüpheli olduğundan, bu türden
insanlar tarafından ileri sürülen hipotezlerin doğru olma olasılığı ihmal edilebilir düzeydedir.
L. Ron Hubbard'ın Dianetics'inin ilk yayınlandığı zamanı hatırlıyorum. Bir psikolog arkadaş
hakkında ne düşündüğünü sorduğunda, 'Bu kitabı okumadan kınayamam ama okuduktan sonra
kınayacağım' dedi. Yetkin bilim adamları uzmanlık alanlarının dışında hipotezler
sunduklarında, bu tür önerilere kayda değer bir inandırıcılık sağlayıp sağlamadığını merak etme
hakkımız vardır. Hubbard, tesadüfen, psikoloji eğitimi almamış bir mühendisti.
Biçimsel ölçütler, yalnızca yeni bir hipotezin iç tutarlılığıyla ilgili meselelerle değil,
aynı zamanda yeni hipotezin kabul edilmiş yasalar ve teorilerle uyumsuzluğu veya zorunlu
ilişkileri ile de ilgili olmalıdır. Fiziğin kabul edilen temel yasalarının çoğuyla -örneğin, açısal
momentumun korunumu yasasıyla- çelişmesi gerçeği, onun Kızıldeniz'in sularının ayrılması ve
dünyanın dönüşünün kısa süreliğine kesintiye uğraması (güneşin hareketsiz durması) tamamen
mantıksız.
Kuhn'un yukarıda bahsedilen bilimsel teorilerin değerlendirilmesine ilişkin beş görüşü
arasında, tartıştığımız türden tutarlılığı içerdiği hatırlanmalıdır. Bunu, Kuhn'un bilimsel teori
seçimi hakkında öne sürdüğü ana konulardan birinin, önceki olasılıkların ve inandırıcılık
yargılarının kullanılmasıyla ilgili olduğuna dair güçlü bir ipucu olarak alıyorum.
Maddi kriterler, dikkate alınan hipotez veya teorinin gerçek yapısı ve içeriği ile ilgilidir.
En bariz örnek, Kuhn'un beş maddesinden bir diğeri olan sadeliktir. Sadelik, bilim adamları ve
filozoflar tarafından sıklıkla a priori bir ölçüt olarak ele alındığından, bana son derece önemli
geliyor. Örneğin, kuarkların maddenin temel bileşenleri olduğu hipotezinin, farklı kuark
türlerinin sayısı arttıkça, sonuç olarak daha az basit hale geldiği için inandırıcılığını yitirdiği
öne sürülmüştür. Aynı zamanda evrensel bir metodolojik düstur olarak da savunulmaktadır:
Mümkün olan en basit hipotezi arayın. Yalnızca daha basit hipotezler test altında geçerli
değilse, daha karmaşık hipotezlere başvurulmalıdır.
Basitlik, fizik bilimlerinde açıkça önemli bir husus olmasına rağmen, sosyal/davranış
bilimlerinde uygulanabilirliği sorunludur. Yakın tarihli bir makale, 'Dil Slips of the Tongue',
Michael T. Motley, Freud'un teorisini çok basit olmakla eleştirir - aşırı basitleştirme.
Bence basitliğe bakmanın en makul yolu, onu oldukça alakalı, ancak uygulanabilirliği
bir bilimsel bağlamdan diğerine değişen bir özellik olarak görmektir. Herhangi bir bilim
dalındaki uzmanlar, eldeki bağlama uygun basitlik veya karmaşıklık derecesi hakkında
149 yargılarda bulunurlar ve bunu, o belirli bilimsel araştırma alanındaki kapsamlı deneyime
dayanarak yaparlar. Bilimsel hipotezlere ve teorilere uygulanan kesin bir basitlik ölçüsü
olmadığından, bilim adamları, belirli bir hipotez veya teorinin sahip olduğu basitlik derecesine
ve verilen bağlamda arzu edilen basitlik derecesine ilişkin yargılarını kullanmalıdır.
Bahsettiğim yargı türü ürkütücü değil; eğitim ve deneyime dayalı olarak ortaya çıkan bir yargı
türüdür. Bu deneyim, açıkça dile getirilebilecek türden bir şey olamayacak kadar zengindir.
Bayesian tarafından ön olasılık ataması, o belirli bilimsel alandaki tüm ilgili deneyimler
temelinde hipotez veya teorinin başarı şansının en iyi tahmini olarak kabul edilebilir. Alan adı.
Kişisel olasılık, bilimi öznel ilgisizliklerle kirletme çabasını değil, ilgili tüm kanıtların dahil
edilmesini kolaylaştırma girişimini temsil eder.
Sadelik, birçok maddi kriterden sadece biridir. Çağdaş fizikte sıklıkla kullanılan,
yakından ilişkili bir başka kriter de simetridir. Belki de en çarpıcı tarihsel örnek de Broglie'nin
madde dalgalarıyla ilgili hipotezidir. Işık, doğrusal momentum açısından bağlantılı olan hem
parçacık hem de dalga davranışı sergilediği için, açıkça doğrusal momentuma sahip olan maddi
parçacıkların neden dalga boyu ve frekans gibi dalga özelliklerine de sahip olmaması
gerektiğini öne sürdü.
Yaygın olarak kullanılan üçüncü bir materyal kriteri, sakarin çalışmasında gösterildiği
gibi analojidir. Sıçanlar ve insanlar arasındaki fizyolojik analoji, sakarinin insanlarda mesane
kanserine neden olabileceği hipotezine önemli ölçüde inandırıcılık kazandıracak kadar
güçlüdür. Bilimde analoji yoluyla argümanların kullanılmasının B neredeyse her zaman önceki
olasılıkları belirlemeyi amaçlar. Resmi kriterler şunları sağlar: belirli bir hipotezin
tümdengelimsel olarak uygun olduğu yolları hesaba katmamız başka ne biliyoruz. Analoji,
verili bir durumun ne derecede olduğunu değerlendirmemize yardımcı olur. Hipotez, diğer
bildiklerimizle tümevarımsal olarak uyuşur.
Öncül olasılıklarla ilgili çıkaracağım ders, onların belirli türdeki hipotezlerin başarılı
olduğu sıklıklara ilişkin en iyi tahminlerimiz olarak anlaşılabilmeleridir. Bu tahminler kaba ve
kesin değildir; bazı filozoflar bunları aralıklarla düşünmeyi tercih edebilirler. Bununla birlikte,
kişi bunları kişisel olasılıklar olarak yorumlamak isterse, başarı veya başarısızlıkla ilgili tüm
deneyimlerini ortaya koyma amacını onlara sahip olan özneye atfettiğimiz sürece, bunda bir
sakınca yoktur. Düşünülenlere benzer hipotezler. Kişiselci ve sık sık kullanan kişinin önceki
olasılıkların yorumu konusunda ciddi bir anlaşmazlık içinde olması gerekmez.
Bir nokta hemen zahmetli olmaya uygundur. Sonsal olasılıkların değerlerini hesaplamak
için Bayes teoremini kullanacaksak, önceki olasılıklar için sayısal değerler vermeye hazır
olmamız gerektiği görülecektir. Ne yazık ki, incelediğimiz türden akla yatkınlık argümanlarının
kesin sayısal değerler verebileceğini varsaymak mantıksız görünüyor. Olağan cevap,
"önceliklerin silinmesi" veya "öncelerin silinmesi" olarak bilinen bir fenomen nedeniyle,
önceki olasılıkların çok kaba tahminlerinin bile, yapmakla ilgilendiğimiz türden bilimsel
yargılar için yeterli olacağıdır. Bununla birlikte, açıkçası, bu tür bir yakınsama, olasılıklarla
ilgili anlaşmaya bağlıdır.

Beklenenlik
Denklem (3)'ün paydasında geçen 'P(E/B) terimi, şaşırtıcılığın tersi olduğu için
beklenen olarak adlandırılır. P(E/B) değeri ne kadar küçükse, o kadar şaşırtıcı Eis; P(E/B)'nin
değeri ne kadar büyükse, o kadar az şaşırtıcıdır ve dolayısıyla E o kadar fazla beklenir.
Beklenenlik paydada gerçekleştiğinden, daha küçük bir değer kesrin değerini artırma
eğilimindedir. Bu, bir teorinin yapabileceği tahminler ne kadar şaşırtıcı olursa,
150
gerçekleştiklerinde kanıt değerlerinin o kadar büyük olduğu konusunda yaygın olarak kabul
edilen bir sezgiye uygundur.
Gerçekleşen şaşırtıcı bir tahminin klasik bir örneği Poisson parlak noktasıdır. Işık
teorileri konusunda tamamen saf olan birine, parlak bir şekilde aydınlatılmış dairesel bir
nesnenin (top veya disk) gölgesinin merkezinde parlak bir noktanın görünmesinin ne kadar olası
olduğunu sorarsak, kesinlikle bunun çok olasılık dışı olduğu yanıtını bekleriz. aslında. Bu cevap
için iyi bir endüktif temel var. Günlük hayatımızda hepimiz pek çok opak nesnenin gölgesini
gözlemlemişizdir ve bunların merkezlerinde parlak noktalar yoktur. Bir keresinde, bir giriş
sınıfına Poisson parlak noktasını gösterdiğimde, bir öğrenci gölgeyi oluşturan bilyeli yatağı
dikkatle inceledi, çünkü içinden bir delik olduğundan kesinlikle şüpheleniyordu.
Bana göre bir başka çarpıcı örnek de Cavendish burulma dengesi deneyidir. Newton'un
evrensel yerçekimi teorisinden tamamen habersiz birine bir laboratuvarda bir kurşun bilye ile
bir öz bilye arasında bir çekim kuvveti bulmayı ne kadar kuvvetle beklediklerini sorarsak,
cevabın yine, olası olmayan. Bu örnekte de yanıt için sağlam bir endüktif temel vardır. Sıradan
büyüklükteki nesnelerin dünyaya olan yerçekimsel çekimine hepimiz aşinayız, ancak
Cavendish'in deneyini gerçekleştirirken kullandığı gibi nispeten küçük (elektriksel olarak nötr
ve manyetize edilmemiş) iki nesne arasındaki çekime dair günlük deneyime sahip değiliz.
Newton'un teorisi, elbette, herhangi iki maddi nesne arasında bir çekim kuvveti olacağını
öngörür. İşin püf noktası, nasıl ölçüleceğini bulmaktı.
Yukarıdaki iki örneğin gösterdiği gibi, beklenenliğe düşük bir değer atamak için olası
bir temel vardır; konunun ilgili fizik teorisi konusunda tamamen naif olduğu varsayılarak akla
yatkın hale getirildi. Bu yaklaşımın sorunu, Bayes teoremini -mesela (3) denklemi biçiminde-
kullanmak isteyen bir kişinin, denklemdeki diğer terimler açıkça atıfta bulunduğundan,
değerlendirilecek olan T teorisinden tamamen masum olamamasıdır. Sonuç olarak, P(E/B) ile
toplam olasılık teoreminde sağ tarafta görünen önceki olasılıklar ve olasılıklar arasındaki
ilişkiyi tanımak zorundayız:
T'nin önceki olasılığının ihmal edilebilir olmadığını ve uygun başlangıç koşullarıyla
birlikte T'nin E'yi içerdiğini varsayalım. Bu koşullar altında E, tamamen şaşırtıcı olamaz:
beklenenlik yok olacak kadar küçük olamaz. Ayrıca, E'nin beklenenliğini değerlendirmek için,
T'nin yanlış olması durumunda olasılığını da dikkate almalıyız. Beklenenliğe odaklanarak,
olasılıklarla uğraşmaktan gerçekten kaçınamayız.
Bir zorluk daha var. Örneğin, ışığın dalga teorisinin doğru olduğunu varsayalım.
Poisson parlak nokta deneyi bağlamında kesinlikle yeterince doğrudur. P(E/B)'yi
değerlendirmek istiyorsak, deneyin başlangıç koşullarını -gölgesi ekrana düşecek şekilde parlak
bir ışıkla aydınlatılan dairesel nesneyi- B'ye dahil etmeliyiz. Dalga teorisinin doğruluğu göz
önüne alındığında, parlak noktanın nesnel olasılığı 1'dir, çünkü bu başlangıç koşulları
gerçekleştiğinde, parlak nokta ortaya çıkar. Dalga teorisinin doğru olduğunu bilmemiz,
inanmamız, reddetmemiz veya hiç düşünmemiş olmamız hiç fark etmez. B'de belirtilen koşullar
altında, parlak nokta her zaman oluşur. Bir sıklık ya da eğilim olarak yorumlanır, P(E/B) = 1.
Pek çok önemli durumda önemsizleştirmeden kaçınacaksak, beklenti kişisel bir olasılık olarak
ele alınmalıdır. Benim gibi bilimsel teori tercihini veya seçimini nesnel düşüncelere
dayandırmak isteyen herkes için bu sonuç ciddi bir sorun teşkil ediyor.
151 Net sonuç iki yönlü bir problemdir. İlk olarak, beklenenliğe odaklanarak, olasılıklarla
açıkça ilgilenme ihtiyacından kaçmayız. Önceki bölümde olasılıklara odaklandığımızda ortaya
çıkan zorlukları, özellikle de her şeyi yakalama hipotezindeki olasılık sorununu tartışacağım.
İkincisi, beklenenlik, yoruma nesnel bir olasılık olarak meydan okur. Bölüm 71'de, her şeyi
yakalamaya ilişkin beklenti veya olasılık ile ilgilenmekten kaçınmak için bir strateji
önerilecektir. Bu manevra, umarım, bilimsel hipotezlerin değerlendirilmesi için nesnel bir temel
olasılığını açık tutacaktır.

Öngörülebilir senaryolar
Denklem (6) 'ya başvurarak, beklenti veya her şeyi yakalama olasılığı ile başa çıkma
ihtiyacını ortadan kaldırmış olsak da ciddi olarak düşündüğümüz hipotezler üzerindeki
olasılıkları yeterince ele aldığımızı iddia edemeyiz, çünkü değerleri her zaman açık bir şekilde
tespit edilemez. Bir örnekten, yani Kopernik hipotezinde gözlemlenebilir yıldız paralaksının
bulunmama olasılığından daha önce bahsetmiştik. Sabit yıldızların Dünya'dan muazzam bir
mesafede bulunmalarına yardımcı bir hipotez ekleyerek, Kopernik hipotezini, bu artırılmış
hipotez üzerindeki olasılığın 1 olacağı şekilde artırabileceğimizi not ettik. Ancak, birçok
nedenden ötürü, bu yardımcı varsayım, bu tarihsel bağlamda pek makul kabul edilemezdi.
Şimdiye kadar, elbette, nispeten yakın yıldızların paralaksını ölçtük ve bu değerlerden bu
mesafeleri hesapladık. Güneş sistemimizdeki tanıdık nesnelere kıyasla bizden son derece
uzaktalar.
İyi bilinen başka bir örnek düşünün. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda ışığın dalga
ve cisim teorileri büyük bilimsel ilgi gördü. Her biri bazı önemli optik olayları açıklayabildi ve
her biri temel zorluklarla karşı karşıya kaldı. Korpüsküler hipotez, ışığın boş uzayda nasıl büyük
mesafeler kat edebileceğini kolayca açıkladı ve keskin gölgeleri kolayca açıkladı.
Uzunlamasına bir dalga olarak ışık teorisi, çeşitli kırınım fenomenlerini açıkladı, ancak
kutuplaşmayla yeterince başa çıkamadı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında, ışık enine bir dalga
olarak düşünüldüğünde, dalga teorisi kutuplaşmayı ve kırınımı oldukça açık bir şekilde
açıkladı.
Huygens uzun zamandan beri dalga teorisinin doğrusal yayılımı ve keskin gölgeleri
nasıl idare edebileceğini göstermişti. On dokuzuncu yüzyılın çoğunda dalga teorisi optiğe
hükmetti. Parçacık teorisinin savunucusu hala ciddi bir itirazda bulunabilir. Boş alanda yayılan
bir dalganın olasılığı nedir? Bir ortamdan yoksun, cevap sıfırdır. Böylece dalga teorisyenleri
teorilerini, tüm uzayın ışıldayan eter olarak bilinen tuhaf bir maddeyle dolu olduğu
varsayımıyla güçlendirdiler. Bu maddenin, ışık dalgalarını iletmek için gereken özelliklere tam
olarak sahip olduğu varsayılmıştır.
Anlattığımız süreç, makul senaryoların keşfi ve tanıtımı olarak kabul edilebilir. Bir
teori, bir anormallikle karşı karşıya kalır — bu teori göz önüne alındığında, küçük, muhtemelen
sıfır bir olasılığa sahip görünen bir fenomen. Teorinin savunucuları, teoriye bağlanırsa olasılığı
yüksek, muhtemelen birliği sağlayan bazı yardımcı hipotezler ararlar. Bu hareket, argümanın
yükünü yeni yardımcı hipotezin akla yatkınlığına kaydırır. Işığın dalga teorisine dahil olan iki
örnekten bahsettim. Birincisi, dalganın enine olduğu yardımcı varsayımıydı. Teorinin bu
modifikasyonu, teorinin ayrılmaz bir parçası olarak dahil edilmek için yeterince mantıklıydı.
İkincisi ise ışıldayan eterdi. Bu yardımcı hipotezin inandırıcılığı on dokuzuncu yüzyıl boyunca
ve yirminci yüzyıla kadar tartışıldı. Eter, enine dalgaları iletecek kadar yoğun (uzunlamasına
dalgalardan daha yoğun bir ortam gerektiren) ve astronomik cisimlerin gözle görülür bir hız
152
düşüşü olmadan içinden geçmesine izin verecek kadar ince olmalıydı. Dünya'nın etere göre
hareketini tespit etme girişimleri başarısız oldu. Lorentz-Fitzgerald daralma hipotezi, eter
teorisini kurtarmaya yönelik bir girişimdi — yani makul bir senaryoya yönelik başka bir
girişimdi- ama elbette özel görelilik lehine terk edildi.
Bu yardımcı senaryoları çağırıyorum çünkü bunlar bir şeyin nasıl olabileceğine dair
hikayeler ve makul çünkü sorunlu fenomenleri ele almada herhangi bir yardımcı olacaklarsa bir
dereceye kadar kabul edilebilirliğe sahip olmaları gerekiyor. Dalga teorisi, Poisson parlak
noktasını teoriden çıkararak işleyebilir. Parçacık teorisi için bu fenomenle başa çıkabilecek
makul bir senaryo mevcut görünmüyordu. Aynı şey, Foucault'nun ışığın hızının havada sudan
daha yüksek olduğunu göstermesiyle ilgili olarak da söylenmiştir.
Dalga teorisini benimsemeyen, ancak Newton emisyon teorisine bağlı kalan önemli on
dokuzuncu yüzyıl gözlükçülerinden biri David Brewster'dı. 1831'de sunulan 'Fiziksel Optiğin
Mevcut Durumu Hakkında Bir Raporda, ‘dalgalı teorinin’ hala zorluklarla dolu olduğunu ve
örtük onayımızı talep edemeyeceğini savundu. Brewster, dalga teorisinin benzersiz açıklayıcı
ve öngörücü başarısını özgürce kabul etti; yine de yanlış olduğunu düşündü.
Brewster'ın dalga teorisinde bulduğu zorluklar arasında ikisinden bahsedilebilir. İlk
olarak, dalga teorisini ‘görünmez, maddi olmayan, ölçülemez, tüm bedenlerden ayrılamaz ve
kendi gözümüzden yıldızlı göklerin en ücra noktasına kadar uzanan bir eter’ gerektirdiği için
mantıksız buldu. Tarih onu bu konuda kesinlikle haklı çıkardı. İkincisi, dalga teorisini, kendi
keşfettiği bir fenomeni, yani seçici absorpsiyonu belirli gazlardan geçen güneş ışığı
spektrumundaki koyu çizgileri açıklayamadığını buldu. Brewster, bir gazın çakmaktaşı
camdaki belirli bir kırılma indeksinin ışığına karşı opak olabileceğine dikkat çekerken, aynı
camdaki kırılma indeksleri yalnızca en küçük biraz daha yüksek veya daha düşük olan ışığı
serbestçe iletir. Brewster, dalga teorisyenlerinin, gaza nüfuz eden eterin neden neredeyse aynı
dalga boyunda iki dalga ilettiğini, ancak aralarında yatan çok kesin bir dalga boyunda ışık
iletmediğini açıklayacak makul bir senaryo olmadığını savundu.
Brewster, tercih ettiği Newton teorisinin soğurma çizgileriyle başa çıkabileceği makul
bir senaryo bulamadı ve dalga teorisinin savunucuları bakış açılarını destekleyecek bir senaryo
bulamadı. Karanlık soğurma çizgileri hem dalga hem de parçacık teorileri için anormal kaldı;
ikisi de onlara yüksek olasılık sağlamanın bir yolunu göremedi.
Geriye dönüp baktığımızda, her şeyi yakalama hipotezinin bu noktada çok güçlü
göründüğünü söyleyebiliriz. Güneş ışığı spektrumundaki karanlık soğurma çizgilerinin,
gazların emisyon spektrumlarındaki ayrık çizgilerle yakından ilişkili olduğunu ve bunların da
atomların kararlılığı sorunuyla yakından bağlantılı olduklarını kabul ediyoruz. Bu fenomenler,
yirminci yüzyılın başında klasik fiziğin devrilmesinde önemli bir rol oynadı.
Sorunlu olasılıklarla başa çıkmak için makul bir senaryo kavramını tanıttım. Olasılıklar,
iki nedenden herhangi biri için bilimsel bir teori için sorun yaratabilir. İlk olarak, gözlemlenen
bazı fenomenlere son derece küçük — tüm pratik amaçlar için sıfır olasılık sağlayan bir evcil
hayvan teoriniz varsa, bu tercih edilen teori için bir sorundur. Olasılığın daha büyük olacağı
makul bir senaryo bulmaya çalışıyorsunuz — ideal olarak birlik. İkincisi, eğer bir kanıtın bazı
ilgi hipotezleriyle ilgili olasılığını değerlendirmenin bir yolu yok gibi görünüyorsa, bu başka
bir sorundur. Bu durumda, yüksek, orta veya düşük bir değer atamayı içerip içermediğine
153 bakılmaksızın, olasılığı yönetilebilir hale getirecek makul bir senaryo ararız.

Savunduğum Bayes yaklaşımı açısından bu ne anlama geliyor? Bize geri dönelim:


Pfr/RB) _ PtVB^E/TpB)
p(t2/e.b) p(t2/b)p(e/t2.b)’ (7)

iki olasılık içerir. On dokuzuncu yüzyıl optiklerinde olduğu gibi, her iki olasılığın da sorunlu
olduğunu varsayalım. Gördüğümüz gibi, makul senaryolar ararız A! ve sırasıyla A2 ila augment
ve T2. Arama başarılı olursa, artırılmış teoriler Ap ^ ve A2 ile ilgili olarak E'nin olasılıklarını
değerlendirebiliriz.T2. Sonuç olarak, (6) 'yı verecek şekilde değiştirebiliriz
P(A1.T1/E.B) P(A1.T1/B)P(E1/A,.T1.B)
(8)
p(a2.t2/e.b) p(a2.t2/b)p(e/a2.t2.b)’
Bu denklemi, iki artırılmış teorinin arka olasılıklarını karşılaştırmak için kullanabilmek
için, her iki artırılmış teorinin önceki olasılıkları için senaryoların olasılıklarını
değerlendirmeliyiz — ApT ^ ve A2.T2- içinde görünür. 4. Bölümde, önceki olasılıkların nasıl
ele alınabileceğini, yani değerlerinin en azından kaba tahminlerini nasıl elde edebileceğimizi
açıklamaya çalıştım. Önerildiği gibi, makul senaryolar olasılıkları belirlenebilir hale getirdiyse,
bunları arka olasılıkların oranını değerlendirmek için önceki olasılıklara ilişkin tespitlerimizle
birlikte kullanabiliriz. Böylece Kuhn'un gündeme getirdiği merkezi konuyu, yani iki teori
arasındaki tercihin temeli olanı ele aldık. Denklem (8) bir Bayes algoritmasıdır.
Eğer ya artırılmış teori, arka plan bilgisi ile bağlantılı olarak B, gerektirir E, o zaman
karşılık gelen olasılık birdir ve (8) 'den düşer. Her iki ihtimal de düşerse, içinde bulunduğumuz
özel durum var.:
P(A1.T1/E.B) _ ^ApT./B) (9)
P(A2.T2/E.B) P(A2.T2/B)’
böylece tüm yükü önceki olasılıklara — akla yatkınlık hususlarına - yüklüyor. Denklem (9), bu
tür özel durumlarda uygulanabilen basitleştirilmiş bir Bayes algoritmasını temsil eder.
Yukarıda başka bir özel durum türü belirtilmiştir. Ortak diş örneğimizde olduğu gibi,
önceki olasılıkların değerleri birbirinden büyük ölçüde farklı değilse, ancak gözlemsel kanıtlar
biriktikçe olasılıklar büyük ölçüde farklılaşırsa, önceliklerin yıkanması olacaktır. Bu durumda,
arka olasılıkların oranı, pratik amaçlar için olasılıkların oranına eşittir.
(8) veya (9) 'un teori seçimi için bir algoritma olarak kullanılması, tüm bilim adamlarının sayısal
değerler üzerinde hemfikir olacağı veya aynı teoriyi tercih edeceği anlamına gelmez. Önceki
olasılıkların değerlendirilmesi, Kuhn'un haklı olarak ısrar ettiği türden bir bilimsel yargıyı
açıkça gerektirir. Ayrıca, bu formüllerin bireysel teoriler hakkında hiçbir değerlendirme
sağlamadığı, yalnızca karşılaştırmalı değerlendirmeler sağladığı açıkça unutulmamalıdır.
Böylece, belirli bir teorinin 'tamamlanmış bilimin' bir bileşeni olma olasılığına ilişkin bir
tahminde bulunmak yerine, mevcut teorileri mevcut değerleriyle karşılaştırırlar.
Kuhn standartları
Bu makalenin başlarında, Kuhn'un bilimin rasyonelliği ve nesnelliği hakkındaki 154
görüşleriyle bağlantılı olarak bahsettiği beş kriterden alıntı yaptık. Onları ayrıntılandırmaya
çalıştığım Bayes yaklaşımıyla açıkça ilişkilendirmenin zamanı geldi. Bu kriterlerin önemini
takdir etmek için, bilimsel teorilerin bilgi erdemleri, doğrulayıcı erdemler ve ekonomik
erdemler olarak adlandırılabilecek üç yönünü ayırt etmek önemlidir. Bu noktaya kadar
kendimizi neredeyse yalnızca doğrulamayla ilgilendirdik, çünkü Bayes teoremini kullanmamız
yalnızca doğrulayıcı erdemler için olanlar Almancadır. Ancak Kuhn'un kriterleri açıkça diğer
erdemlere de atıfta bulunduğundan, onlar hakkında da biraz konuşabiliriz.
Örneğin, kapsam meselesini düşünün. Newton'un üç hareket yasası ve onun evrensel
çekim yasası, Galileo'nun düşen cisimler yasası ile Kepler'in üç gezegensel hareket yasasının
birleşiminden açıkça daha geniş bir alana sahiptir. Bu, basitçe, Newton mekaniğinin Kepler ve
Galileo yasalarının bir araya getirilmesinden daha fazla bilgi içerdiği anlamına gelir. Bu tür bir
durum göz önüne alındığında, daha bilgilendirici teoriyi tercih ediyoruz çünkü bilgimizi
olabildiğince artırmak bilimin temel amacıdır. Elbette, bunun kanıtı son derece sınırlı veya
titrek olsaydı, oldukça bilgilendirici bir teori seçmekte tereddüt edebiliriz, çünkü haklı olma
arzusu, daha fazla bilgi içeriğine sahip olma arzusunu geçersiz kılabilir. Ancak eldeki durumda
bu husus ortaya çıkmaz.
Bununla birlikte, sezgisel çekiciliğine rağmen, kapsam çekiciliği tamamen sorunsuz
değildir. Önceki paragrafın Galileo-Kepler-Newton örneğini yorumlamanın iki yolu vardır. İlk
olarak, Newton'un teorisinin Galileo ve Kepler yasalarında zorunlu kıldığı küçük düzeltmeleri
görmezden gelebiliriz. Bu durumda, Newton yasaları için Galileo ve Kepler yasalarının
birleşiminden daha geniş bir kapsam talep edebiliriz, çünkü ikincisi ilki tarafından zorunlu
kılınmıştır, ancak tam tersi değildir. Bir zorunluluk ilişkisinin geçerli olduğu yerlerde,
karşılaştırmalı kapsamı iyi anlayabiliriz.
Bununla birlikte Kuhn, tarihsel yönelimli filozofların çoğuyla birlikte, daha önceki
teorileri özel durumlar olarak içeren daha genel teoriler bularak bilimin ilerlediğini inkâr
etmenin acısını çekmiştir. Teori seçimi veya tercihi, karşılıklı olarak uyumsuz veya karşılıklı
olarak ölçülemeyen rakip teorileri içerir. Bildiğim kadarıyla Kuhn, kapsamın kesin bir
karakterizasyonunu sunmadı; Aksine Karl Popper, bunu yapmak için ciddi girişimlerde
bulundu. Popper'ın çabalarına yanıt olarak, Adolf Griinbaum, Popperian önlemlerinin
hiçbirinin, birbiriyle uyumsuz rekabet eden teoriler arasında kapsam karşılaştırmaları yapmak
için yararlı bir şekilde uygulanamayacağını etkili bir şekilde savundu. Sonuç olarak, kapsam
kavramı, onu rakip teoriler arasındaki tercihleri anlamak için kullanacaksak temel bir açıklama
gerektirir. Ancak kapsam, doğrulamadan ziyade bilgiye atıfta bulunduğundan, açıklamaya
çalıştığım Bayes programında hiçbir rol oynamıyor. Böylece bu zor kavramı açıklama sorununu
bir kenara bırakabiliriz.
Kuhn'un kriterlerinden bir diğeri de doğruluktur. Bence iki farklı şekilde
yorumlanabilir. Birincisi bilgi erdemleri, ikincisi ekonomik erdemlerle ilgilidir. Bir yandan, iki
teorinin her ikisi de aynı fenomenle ilgili gerçek tahminler yapabilir, ancak bunlardan biri bize
kesin tahminler verebilir, diğeri ise yalnızca daha az kesin olan tahminler verir. Örneğin, bir
teori, belirli bir günde bir güneş tutulması olacağını ve bütünlük yolunun Kuzey Amerika'yı
geçeceğini tahmin etmemizi sağlıyorsa, tutulma hakkında doğru bilgiler veriyor olabilir. Başka
bir teori sadece günü değil, zamanı ve sadece kıtayı değil, aynı zamanda kesin sınırları da
verirse, ikincisi, en azından bu özel olayla ilgili olarak çok daha fazla bilgi sağlar. Her ikisi de
yanlış değildir; aksine, ikincisi ilkinden daha fazla bilgi verir. Bununla birlikte, — kapsam
durumunda olduğu gibi — bu teorilerin uyumsuz veya ölçülemez rakipler olmadığı (en azından
155 bu tutulmaya göre) açıkça belirtilmelidir ve bu nedenle Kuhn'un öncelikli olarak ilgilendiği
ilginç teori tercihi türünü göstermemektedir.
Öte yandan, bir teori neredeyse ama tam olarak doğru olmayan tahminler verebilirken,
başka bir teori tamamen doğru veya en azından daha neredeyse doğru tahminler verir. Newton
astrofiziği, dünyanın yörüngesini belirlemede iyi bir iş çıkarır, ancak genel görelilik, günberi
deviniminde yüzyılda 3,8 saniyelik bir yay düzeltmesi getirir. Newton teorisi kelimenin tam
anlamıyla yanlış olmasına rağmen, bu tür bağlamlarda kullanılır, çünkü yanlışlığı küçüktür ve
genel görelilik yerine onu kullanmanın getirdiği ekonomik kazanç (hesaplama çabasındaki
tasarruf) muazzamdır.
Geriye kalan üç kriter basitlik, tutarlılık ve verimliliktir; Hepsinin doğrulayıcı erdemler
üzerinde doğrudan etkisi vardır. Önceki bölümlerde olasılıkların ele alınmasında, teorilerin akla
yatkınlığı üzerinde önemli bir etkiye sahip olan bir faktör olarak basitlikten kısaca
bahsedilmiştir. Daha fazla örnek eklenebilir, ancak bence mesele açık.
Aynı bölümde tutarlılığa da atıfta bulunduk, ancak bu konuda daha karlı bir şekilde
söylenebilir. Tutarlılığın iki yönü vardır: bir teorinin iç tutarlılığı ve kabul edilen diğer teorilerle
uyumluluğu. Bilim adamları, çelişkiler içeren eğlenceli ifade koleksiyonlarında tamamen haklı
gösterilebilirken, bilimin amacı kesinlikle yalnızca mantıksal olarak tutarlı teorileri kabul
etmektir. İçsel bir tutarsızlığın keşfi, bu teorinin önceki olasılığı üzerinde belirgin bir şekilde
olumsuz bir etkiye sahiptir, zekâsı için doğrudan sıfıra gitmesi gerekir.
Belirli bir teorinin kabul edilen diğer teorilerle ilişkilerini düşündüğümüzde yine iki yön
buluruz. Tümdengelim ve uyumsuzluk ilişkileri vardır ve tümevarımsal uyumsuzluk ve
uyumsuzluk ilişkileri vardır. Tümdengelimli ilişkiler oldukça basittir. Kabul edilen bir teoriyle
uyumsuzluk mantıksızlığa neden olur; Kabul edilen bir teorinin mantıksal bir sonucu olmak,
yüksek bir önceki olasılık yaratır. Her ne kadar daha dar teorilerin daha geniş teoriler altında
tümdengelimli olarak tüketilmesi muhtemelen gerçek vakaların aşırı basitleştirilmesi gibi bir
şey olsa da bununla birlikte, kapsayıcı bir teorinin çeşitli alanları tümdengelimli olarak
birleştirme yeteneği, güçlü bir inandırıcılık argümanı sağlar.
Teoriler arasındaki tümevarımsal ilişkiler söz konusu olduğunda, analoji bence en
önemli husustur. Deney sonuçlarının sıçanlardan insanlara indüktif olarak aktarılmasında
analojinin kullanılmasından daha önce bahsetmiştim. Arkeolojide, mevcut ilkel toplumlar ile
tarih öncesi toplumlar arasındaki benzerliklerden yararlanan etnografik benzetme yöntemi
yaygın olarak kullanılmaktadır. Fizikte, elektrostatiğin ters kare yasası ile yerçekiminin ters
kare yasası arasındaki analoji, önemli bir makul değerlendirmenin bir örneğini sağlar.
Kuhn'un tutarlılık (geniş anlamda yorumlanmış) ve basitlik kriterleri, teorilerin önceki
olasılıklarının değerlendirmeleriyle açıkça ilgili görünmektedir. Bayes yorumu için
haykırıyorlar.
Kuhn'un listesindeki son kriter verimlidir- birçok yönü vardır. Bazı teoriler, birkaç basit
ilke açısından görünüşte pek çok farklı kavramı birleştirerek verimli olduğunu kanıtlar. Newton
sentezi belki de olağanüstü bir örnektir; Maxwellian elektrodinamiği de mükemmel bir
durumdur. Yukarıda önerdiğim gibi, çok çeşitli gerçekleri barındırabilme yeteneği, belirli bir
teorinin önceki olasılığını artırma eğilimindedir. Farklı başarıyı, temel doğruluktan ziyade
olaya atfetmek mantıksızdır.
Başka bir doğurganlık türü, şimdiye kadar bilinmeyen fenomenlerin öngörülebilirliğini
içerir. Işığın dalga teorisi ile Poisson parlak noktasının tahmininden ve özel görelilikle zaman
156
genişlemesinin tahmininden tanıdık resimler olarak bahsedebiliriz. Bunlar, önemli anlamda
beklentinin düşük olduğu örneklerdir. Belirttiğimiz gibi, küçük bir beklenti, bir hipotezin arka
olasılığını artırma eğilimindedir.
Başka bir doğurganlık türü doğrudan makul senaryolarla ilgilidir; Bir teori, uygun
yardımcı varsayımların yardımıyla zorluklarla başarılı bir şekilde başa çıkarsa, bu şekilde
verimlidir. Newton mekaniği yine mükemmel bir örnek sunuyor. Uranüs'ün tedirginlikleri,
Neptün'ün varsayımıyla açıklandı. Neptün'ün tedirginlikleri Plüton varsayımıyla açıklandı.
Yıldızların galaksiler içindeki ve galaksilerin kümeler içindeki hareketleri, birçok güncel
teorinin bulunduğu karanlık madde açısından açıklanmaktadır. Sorunlu olasılıklarla başa
çıkmak için kolayca makul senaryolara yol açan bir teori, bu tür doğurganlıkla övünebilir.
Kuhn'un bu bölümdeki kriterlerinin tartışılması, bir Bayes çerçevesi içinde ne kadar
yeterince anlaşılabileceklerini göstermeyi amaçlamaktadır — onay için alman oldukları sürece.
Eğer sağlamsa, Kuhn'un teori seçimi konusundaki görüşlerini mantıksal ampirikçilerin
görüşleri ile birleştiren oldukça önemli bir köprü kurduk- en azından Bayes teoreminde
hipotezlerin ve teorilerin doğrulanmasını karakterize etmek için uygun bir şema bulanlar.

Neselliğe karşı rasyonellik


Bu makalenin başlığında hem rasyonellik kavramını hem de nesnellik kavramını
kullandık. İlişkileri hakkında bir şeyler söylemenin zamanı geldi. Belki de aralarındaki ayrıma
yaklaşmanın en iyi yolu, çeşitli rasyonellik derecelerini sıralamaktır. Belli bir anlamda,
tarafsızlığa hiç dikkat etmeden rasyonel olabilir. Kişinin inançları ve güven dereceleri söz
konusu olduğunda, bu esas olarak iyi bir temizlik meselesidir. Bayes’lilerin sıklıkla vurguladığı
gibi, kişinin inançlarındaki mantıksal çelişkilerden kaçınmak ve kişinin inanç derecelerinde
olasılıksal tutarsızlıktan kaçınmak önemlidir. Çelişki veya tutarsızlık keşfedilirse, bunların bir
şekilde ortadan kaldırılması gerekir; Her ikisinin varlığı bir tür mantıksızlık oluşturur. Ancak
bu tür mantıksızlık unsurlarının ortadan kaldırılması, öznenin inanç ve güven dereceleri
dışındaki gerçeklere herhangi bir itiraz olmaksızın gerçekleştirilebilir. Bu tür bir rasyonelliğe
ulaşmak, başka yerlerde statik rasyonellik olarak adlandırdığım minimal bir standarda
ulaşmaktır.
Ek gerçeklerin resme girmesinin bir yolu, Bayes teoremi. Belirli bir güven derecesine
sahip olduğumuz bir teorimiz var. Yeni bir kanıt ortaya çıkıyor- daha önce farkında
olmadığımız nesnel bir gerçek E- ve Bayes teoremini T'nin arka olasılığını hesaplamak için
kullanıyoruz. Arka olasılığın bu değerini, kişinin T'ye olan güven derecesi olarak kabul etmek,
Bayes koşullandırması olarak bilinir. Bununla birlikte, Bayes teoreminin kullanımı nesnelliği
garanti etmez. Ortaya çıkan arka olasılık T kabul etmeye istekli olmadığımız bir olasılık ise,
tutarsızlığı önlemek için başka yerlerde ayarlamalar yapabiliriz. Sonuçta, önceki olasılıklar ve
olasılıklar basitçe kişisel olasılıklardır, bu nedenle istenen sonucu elde etmek için
ayarlanabilirler. Bununla birlikte, statik rasyonellik gereklerine Bayes koşullandırması
gerekliliği eklenirse, kinematik olarak adlandırdığım daha güçlü bir rasyonellik türüne sahibiz
En yüksek rasyonellik derecesi — dinamik rasyonellik dediğim şey - nesnel gerçeğe,
savunucuların talep ettiğinden çok daha kapsamlı bir gönderme gerektirir. Kişiselcilik. Bilimsel
157 teori seçimleriyle ilgili görüşmelerimize önemli ölçüde nesnellik katmanın en belirgin yolu,
Bayes teoremindeki olasılıkların nesnel bir yorumunu sağlamaktır. Bu tartışma boyunca bu
yaklaşımı olabildiğince kapsamlı bir şekilde benimsedik. Örneğin, önceki olasılıklara başarı
sıklıkları açısından nesnel bir yorum verilebileceğini savunduk. Olasılık ilişkilerinin,
istatistiksel anlamlılık testlerinin veya gözlemlenen sıklıkların neden olduğu olasılıkların nasıl
objektif olabileceğini göstermeye çalıştım. Olasılıklar büyük zorluklar yarattığında, makul
senaryolara başvurdum. Sonuç, çözülemeyen bir olasılığın, izlenebilir bir önceki olasılıkla, yani
bir teorinin yardımcı bir varsayımla bağlantılı önceki olasılığıyla değiştirilebilmesiydi.
Bayes teoreminin çeşitli versiyonlarının sağ taraflarının paydalarının- denklemler (1),
(3) ve (4) — her şeyi yakalama konusunda bir beklenti veya bir olasılık içerdiğini not ettik. Bu
olasılıklardan herhangi birini nesnel olarak yorumlamaya çalışmak bana boşuna geliyor. Sonuç
olarak, bölüm 7'de, Bayes teoreminin iki örneğinin bir oranını içeren ve beklenti ve yakalama
olasılığının düştüğü denklemi (6) tanıttık. Kuhn'un önerdiği gibi, dikkatimizi, bireysel teorilerin
mutlak değerlendirmelerini sunmak yerine, rakip teorilerin değerlerini karşılaştırmakla
sınırlayarak, nesnel yoruma en ciddi şekilde meydan okuyan olasılıkları ortadan kaldırabildik.
Sonuç
Uzun yıllar boyunca, bilimdeki akla yatkınlık argümanlarının, bilimsel çıkarım
mantığının anlaşılmasında büyük bir engel oluşturduğuna ikna oldum. Kuhn, inandırıcılık
düşüncelerinin, bilim mantığına nereye uyduklarını görmeden, bilimsel akıl yürütmenin temel
bir yönünü oluşturduğunu kabul etmekte yalnız değildi. Kişi yalnızca kaba varsayımsal-
tümdengelim yöntemi açısından onay görürse, onlara yer yoktur. Sonuç olarak, makul
düşünceleri buluşsal yöntemlere indirgemek için bariz bir teşvik vardır. Keşif bağlamı ile
gerekçelendirme bağlamı arasındaki geleneksel ayrımı kabul edilirse, bunları eski bağlama
yerleştirmek caziptir. Ancak Kuhn, bence, inandırıcılık argümanlarının teorilerin seçimlerinin
gerekçelerine girdiğini ve bunun sonucunda bu ayrımın değerine şüpheyle yaklaştığını kabul
etti. İnandığım gibi, akla yatkın düşünceler basitçe hipotezlerin veya teorilerin önceki
olasılıklarının değerlendirmeleriyse, o zaman Bayes teoremi aracılığıyla gerekçelendirme
bağlamında vazgeçilmez bir rol oynadıkları ortaya çıkar. Bu önemli ayrımdan vazgeçmemize
gerek yok.
Bu makalenin çeşitli yerlerinde Bayes algoritmalarından bahsettik, çünkü esas olarak
Kuhn bu kavramı tartışmaya soktu. Bu tür algoritmaların var olduğunu iddia ettik — ve bunları
sergilemeye çalıştık - ancak bu iddiaya çok az önem veriyoruz. Algoritmalar önemsizdir;
Önemli olan, denklemlere beslenen olasılıkların değerlendirilmesinde yer alan bilimsel
yargıdır. Algoritmalar, Kuhn'un haklı olarak büyük önem verdiği türden bir yargının rolünü
anlamak için çerçeveler verir.
Bilim tarihi, bilimsel teorileştirme girişimlerinin başarılarını ve başarısızlıklarını anlatır.
Sunduğum Bayes analizi hiç de sağlamsa, bilim tarihi — elbette çağdaş bilimsel deneyime ek
olarak- şu anda ilgilendiğimiz teorilerin önceki olasılıklarıyla ilgili zengin bir bilgi kaynağı
sağlar. Nesnel ve rasyonel seçimler yapmak.
Başlangıçta, Bayes ilkelerine yapılan bir itirazın Hempel'in mantıksal-ampirist
yaklaşımı ile Kuhn'un tarihsel yaklaşımı arasındaki uçurumu kapatmada biraz yardımcı
olabileceğini öne sürdük. Umarım ikna edici bir dava sunmuşumdur. Ancak bu olabilir, hala
çözülmemiş birçok sorun var. Örneğin, paradigmaların veya teorilerin ölçülemez olması
sorununa bile değinmedik. Bu önemli bir konudur. Başka bir örnek için, tartışma boyunca
eleştirel olmayan bir şekilde, teoriler hakkındaki anlaşmazlıkların çeşitli taraflarının arka plan 158
bilgisinin ortak bir B bedenini paylaştığını varsaydık. Bunun kabul edilebilir bir varsayım
olduğu hiçbir şekilde açık değildir. Hiç şüphe yok ki tartışma için başka noktalar da var. Umarız
bazı yanlış anlaşılma alanları açıklığa kavuşturulmuştur.
NEDEN BAYESCİ DEĞİLİZ

Onay teorisinin amacı, bilimsel argümana rehberlik eden ilkelerin, bu argümanın


tümdengelimli bir tür olmadığı ve iddia etmediği sürece gerçek bir açıklamasını sağlamaktır.
Bir onay teorisi, tümdengelimli çıkarım teorileri kadar eleştirel ve açıklayıcı bir araç olarak
hizmet etmelidir. Herhangi bir başarılı onay teorisi, örneğin, Newton'un evrensel çekim
argümanındaki yapıyı ve varsa yanlışlıkları, atom teorisi için ve atom teorisine karşı on
dokuzuncu yüzyıl argümanlarında, Freud'un psikanalitik genellemeler argümanlarında ortaya
çıkarmalıdır. Bilimsel yargıların yaygın olarak paylaşıldığı ve sosyolojik faktörlerin her yerde
bulunmalarını açıklayamadığı ve onay teorisinin sağladığı mercekten yapılan analizin yargılar
için iyi bir açık argüman ortaya koymadığı durumlarda, onay teorisi en azından bazen yanlış
algılanmış olabilecek bazı iyi argümanlar öne sürmelidir. Tümdengelimli çıkarım teorileri, bu
akıl yürütmenin gösterici olması gerektiği ölçüde bilimsel akıl yürütme için bunu yapar.
Bilimsel argümanların geçerliliğini değerlendirmek için niceleme teorisini uygulayabiliriz ve
bu tür argümanları hemen hemen her zaman entimematik olarak ele almamız gerekse de,
enterpolasyon yaptığımız önseziler keyfi değildir; Çoğu durumda, aynı konu tartışılırken
olduğu gibi, ortak bir bastırılmış önseziler kümesi vardır. Yine, bilimsel iddiaların doğru
mantıksal biçimi konusunda farklılıklar olabilir; bu tür farklılıklar, örneğin klasik mekaniğin
farklı formalizasyonlarıyla (veya bunlardan) sonuçlanır. Ancak bu tür farklılıklar, gerçek
argümanlardaki geçerliliğin değerlendirilmesi için genellikle bir fark yaratmaz. Onay teorisi
159 kendi alanında da yapmalıdır. Başarısız olursa, yine de birçok amaç için ilgi çekici olabilir,
ancak bilimsel akıl yürütmeyi anlamak amacıyla değil.
Özellikle, onay teorisi hem metodolojik gerçekleri hem de bilim tarihinde meydana
gelen belirli yargıları açıklamalıdır. 'Açıkla' derken, en azından onay teorisinin metodolojik
gerçeklikler için bir gerekçe sağlaması ve bunlar arasındaki bazı sistematik bağlantıları ortaya
çıkarması ve dahası, keyfi veya sorgulayıcı varsayımlar olmaksızın, belirli tarihsel yargıları
ilkelerine uygun olarak ortaya çıkarması gerektiğini kastediyorum.
Günümüzde onay teorisiyle ilgilenen hemen hemen herkes, onay ilişkilerinin olasılık
ilişkileri açısından analiz edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Onay teorisi, olasılık teorisi artı
girişler ve eklerdir. Dahası, hemen hemen herkes doğrulamanın kanıtlara dayalı hipotezlerin
koşullu olasılıklarının oluşmasıyla ilerlediğine inanmaktadır. Bu nedenle, onay teorisinin
karşılaştığı temel görevler, yalnızca doğrulamanın içerdiği olasılıkların nasıl belirleneceğini
açıklamak ve göstermek, ‘onaylama’, ‘açıklayıcı güç’, ‘basitlik’ gibi meta-bilimsel kavramların
işlevleri açısından açıklamalarını geliştirmek ve göstermektir. Olasılıklar ve koşullu olasılıklar
ve onaylama teorisinin temel görevlerini göstermek, bilimsel çıkarım kanunları ve kalıpları
ortaya çıkarır. Her zaman böyle değildi. Olasılıksal doğrulama hesapları, ancak Carnap'ın
Olasılığın Mantıksal Temellerinin (1950) yayınlanmasından sonra gerçekten baskın hale geldi,
ancak elbette birçok olasılıksal hesap Carnap'ınkinden önce gelmişti. Seçkin bir çağdaş filozof,
Carnap'ın tümevarımsal mantıktaki başarısını Frege'inkiyle karşılaştırdı. Tümdengelimli
mantık: tıpkı Frege'den önce olduğu gibi, tümdengelimli çıkarım ilkelerinin yalnızca küçük ve
teorik olarak ilgisiz bir koleksiyonu vardı, ancak ondan sonra sistematik ve derin bir teorinin
temeli vardı. Gösterici akıl yürütme, bu yüzden Carnap ile ve tümevarımsal akıl yürütme.
Carnap'ın Mantıksal Temellerinden sonra, onay teorisi üzerine yapılan tartışmalar, esas olarak
olasılığın yorumlanmasına ve çeşitli meta-bilimsel kavramların uygun olasılıksal
açıklamalarına odaklanmış gibi görünmektedir. Meta-bilimsel kavramlar, olasılığın
yorumlanması gibi tartışmalı olmaya devam etmektedir, ancak olasılığın giderek daha mantıklı
yorumları, olasılığın inanç derecesi olduğu doktrinine yol açmaktadır. Son yıllarda birkaç
filozof, belirli metodolojik uygulamaları ve ilkeleri türetmek ve açıklamak ve hatta bazı tarihsel
vakaları aydınlatmak için olasılıksal analizler uygulamaya çalışmıştır.
Birçoğu kadar ustaca ve takdire şayan olan bu çabaların daha az yanlış
yönlendirilmediğine inanıyorum. İlk olarak, olasılıksal analizler de bilim tarihi, çok yakın
zamana kadar, çeşitli teorilerin doğrulanması için açık olasılıksal argümanlar veya verilerin
olasılıksal analizleri, bilim tarihinde büyük nadirlikler olmuştur. Fizik bilimlerinde her
halükarda, olasılıksal argümanlar nadiren meydana gelmiştir. Copernicus, Newton, Kepler,
hiçbiri teorileri için olasılıksal argümanlar vermez; Maxwell ya da Kelvin ya da Lavoisier ya
da Dalton ya da Einstein ya da Schrodinger ya da.... İstisnalar da var. Jon Dorling, görünüşe
göre Ptolemaik ve Kopernik teorilerinin olasılıksal terimlerle genişletilmiş bir karşılaştırmasını
yapan on yedinci yüzyıldan kalma bir Ptolemaik astronomu tartıştı; Laplace, elbette,
astronomik teoriler için Bayes argümanları verdi. Ve insanlar var — örneğin Maxwell —
bilimsel hipotezler için veya aleyhine bir dava açarken olasılıksal bir argüman vermekte zorluk
çeken, ancak metodolojiyi olasılıksal terimlerle tartışan. Bu, olasılığın teyitte büyük olduğu
çağdaş fizik biliminin birçok alanı olduğunu inkâr etmek değildir; Kozmik ışınların kökenleri,
yerçekimi dalgaları için deneysel aramalarda korelasyon ve varyans analizi vb. Tartışmalarda
regresyon analizi nadir değildir. Açıkça söylemek gerekirse, olasılık, bilimsel argüman
tarihinde belirgin bir şekilde küçük bir nottur.
Bilim tarihindeki olasılık düşüncelerinin nadirliği, bazı olasılık hesapları için
160
diğerlerinden daha utanç vericidir. İster Carnap'ın ister Hintikka ve öğrencileri tarafından
geliştirilen mantıksal teoriler, bilim tarihinden çok uzakta görünüyor. Yine de, bu gelenekte
çalışan bazı insanlar metodolojik gerçekleri hesaba katmak için ilginç adımlar attılar. Benim
kendi eğilimim, bu tür araştırmalara olan ilginin, kanıtlar ve hipotezler arasındaki yapısal
bağlantıların sözdizimsel versiyonlarına ilişkin elde ettikleri içgörülerden, bu içgörülerle
ördükleri olasılık ölçülerinden daha fazla kaynaklandığına inanmaktır. Frekans yorumları,
değerlendirilecek her hipotez için, onu atayacak uygun bir referans hipotez sınıfı olduğunu ve
hipotezin önceki olasılığının, bu referans sınıfındaki gerçek hipotezlerin sıklığı olduğunu
varsayar. Aynısı ister tekil ister genel olsun, kanıt beyanları için de geçerlidir. Bu tür referans
sınıflarının nasıl belirleneceği ve ilgili frekansların sıfır çıkmaması için nasıl belirleneceği
meselesi, yalnızca frekansçı yazarlar tarafından değinilen bir sorudur. Daha da önemlisi,
referans sınıfları belirleyebilecek önerilen özelliklerin çoğu için istatistiklerimiz yoktur ve bilim
tarihimizde bunlara sahip olduğunu düşünenleri makul bir şekilde hayal edemeyiz. Bu şekilde
düşünüldüğünde, bilimsel argümanın tarihinin büyük ölçüde hayali tahminlerin tarihi olduğu
ortaya çıkmalıdır. Ayrıca, hipotezler için referans sınıfları belirlemek için doğal adaylar gibi
görünen bazı özelliklerin- örneğin basitlik- sapkın sonuçlar vermesi muhtemel görünmektedir.
Gözlemlenen nicelikler arasında basit ilişkiler kuran hipotezleri tercih ediyoruz ve bu nedenle
sık görüşlü bir görüş onlara yüksek önceki olasılıklar vermelidir. Yine de basit hipotezler, çoğu
zaman çok faydalı yaklaşımlar olsa da çoğu zaman kelimenin tam anlamıyla yanlış olduğu
ortaya çıktı.
Şu anda, belki de olasılığın felsefi açıdan en etkili görüşü, onu inanç derecesi olarak
anlamaktadır. Öznelci Bayesci (bundan sonra kısalık için, basitçe Bayesci) olasılık görüşü,
bilimsel akıl yürütmeyi anlamak için genel bir çerçeve sağlamak için onu anlayan giderek artan
sayıda savunucuya sahiptir. Bilim tarihindeki açık olasılıksal argümanların nadirliği ile tekil
olarak yersizdirler, çünkü bilimsel akıl yürütmenin Bayes anlamında olasılıksal olması için
açıkça olasılıksal olması gerekmez. Gerçekten de bazı Bayesciler tarihsel vakaları kendi
çerçeveleri içinde tartıştılar. Etkisi ve görünürdeki uygulanabilirliği nedeniyle, bundan sonra
tüm dikkatimi öznel Bayes hesabına vereceğim.
Tezimiz birkaç katlıdır. Birincisi, Bayeslilerin savunduğu inanç ve çıkarım üzerindeki
kısıtlamaların rasyonelliğini a priori küçümsemek için bir dizi girişim vardır. Bu argümanlar
tamamen takdire şayan, ancak inandırıcı olmadığımı iddia etmeliyiz. Bu durumda tezimiz yeni
bir tez değil ve birçok Bayeslian bu a priori argümanları yetersiz görüyor. İkincisi, bir onaylama
hesabının açıklaması gereken çeşitli metodolojik kavramlar ve bir onaylama teorisinin
açıklaması gereken bu kavramları içeren metodolojik gerçeklikler vardır: örneğin, çeşitli
kanıtlar ve neden arzuluyoruz, geçici hipotezler ve neden onlardan kaçınıyoruz, bir teorinin
ayrılmaz bir parçası olan bir hipotezi ayıran nedir teoriye, sadeliğe ve neden bu kadar sık takdir
edildiğine, neden ‘de-Occamized’ teorilerin bu kadar sık küçümsendiğine, bir kanıt parçasının
bir hipotezle ne zaman alakalı olduğunu belirleyen şeye ve eğer bir şey varsa, bir bit teorinin
bir bit kanıtla doğrulanmasını, başka bir bit teorinin (veya muhtemelen aynı bitin) başka bir
(veya muhtemelen aynı) bit kanıtla doğrulanmasından daha güçlü kılar. Bu kavramların
bazılarının makul Bayes açıklamaları olmasına rağmen, diğerlerinin makul Bayes açıklamaları
yoktur. Metodolojik gerçeklere ve belirli tarihsel vakalara ilişkin Bayes hesapları iki türden
biridir: ya önceki olasılıkları kısıtlayan genel ilkelere bağlıdırlar ya da yapmazlar. Benim
iddiam, birinci tür Bayesliler tarafından önerilen ilkelerin çoğunun ya mantıksız ya da tutarsız
olduğu ve bu ilkelerin istenmesi için, ikinci tür Bayeslilerin belirli tarihsel vakalar ve yöntem
161 gerçeklikleri için sağladığı açıklamaların kimeralar olduğudur. Son olarak, Bayes şemasının
ciddi — ve belki de pek makul olmayan — revizyon olmadan hiç yakalayamayacağına dair
teori ve kanıt ilişkisinin temel ama tamamen ortak özellikleri olduğunu iddia ediyoruz.
Bayes planının veya ilgili olasılıksal hesapların hiçbir şey yakalamadığını düşünüyoruz.
Aksine, ilgili muhakemenin açıkça istatistiksel olduğu durumlarda açıkça uygundurlar. Dahası,
Carnap, selefleri ve halefleri tarafından geliştirilen hesaplar, olağan akıl yürütmenin belirli
ilkelerinin olasılıksal bir çerçevede etkileyici sistematikleştirmeleri ve genellemeleridir. Ancak
bilimsel akıl yürütmeyi anlamaya gelince, durumumuzun Fregean sonrası mantıkçılarınkine
benzer olduğunu düşünmenin çok yanlış olduğunu düşünüyoruz, konumuz, ana hatları açık olan
güçlü bir teori tarafından bir ilkeler yığınından dönüştürüldü. Hotchpotch'a bile sahip
olduğumuz için kendimizi gururlandırıyoruz. Görüşlerim tuhaf, biliyorum; Onların lehine
sunacağım argümanların çok azı yeni ve belki de hiçbiri belirleyici değil. Öyle olsa bile,
bilimsel akıl yürütmenin analizine tamamen farklı yaklaşımları ciddiye almayı garanti etmek
için yeterli görünüyorlar.
Ele alacağımız teoriler aşağı yukarı aşağıdaki çerçeveyi paylaşacaktır. Tüm hipotezleri
ve ilgilenilen tüm gerçek veya olası kanıtları ifade eden bir cümle sınıfı vardır; Sınıf Boole
işlemleri altında kapalıdır. Her ideal rasyonel ajan için, tüm cümlelerde tanımlanmış bir işlev
vardır, öyle ki, mantıksal eşdeğerlik ilişkisi altında, işlev, eşdeğerlik sınıflarının toplanması
üzerine bir olasılık ölçüsüdür. Herhangi bir önermenin olasılığı, temsilcinin bu önermeye olan
inanç derecesini temsil eder. Yeni kanıtlar biriktikçe, bir önermenin olasılığı Bayes'in kuralına
göre değişir: yeni kanıtlar üzerindeki bir hipotezin arka olasılığı, kanıtlar üzerindeki hipotezin
önceki koşullu olasılığına eşittir. Bu, çeşitli onay hesapları tarafından paylaşılan bir plandır. Bu
tür teorilere ‘Bayesci’ veya bazen ‘kişiselci' diyoruz.
Biz kesinlikle iman derecelerine sahibiz. Bazı iddialara az çok inanıyoruz, bazılarını
makul buluyoruz ve inanmaya meyilliyiz, bazılarını agnostik buluyoruz, bazılarını mantıksız
ve zoraki buluyoruz, yine de diğerlerini olumlu olarak saçma buluyoruz. Bizce herkes bu tür
derecelendirmeleri kabul ediyor, ancak açıklamaları daha ince veya daha kaba olabilir. Kişiselci
olasılık teorisyenleri okulu, aynı zamanda, 0 ile 1 arasında herhangi bir değere sahip olabilecek
ve rasyonel olursak bir olasılık fonksiyonu ile temsil edilebilir olması gereken inanç
derecelerine sahip olduğumuzu iddia eder. Muhtemelen, inanç dereceleri günlük inanç
dereceleriyle birlikte değişecektir, böylece kişi bir önermeyi yalnızca ona olan inanç derecesi
sıfıra yakın bir yerdeyse saçma ve saçma olarak görür ve yalnızca inanç derecesi yarıya yakın
bir yerdeyse agnostik olur, vb. Şahsiyetçilere göre, ideal olarak rasyonel bir temsilci, olasılık
aksiyomlarını tatmin edecek şekilde her zaman inanç derecelerini dağıtır ve yeni bir inancı
kabul etmeye geldiğinde, yeni kabul edilen inancı koşullandırarak yeni inanç dereceleri de
oluşturur. Elbette çok sayıda iyileştirme var; ama temel görüş bu.
Neden gerçekten inanç derecelerimiz olduğunu düşünmeliyiz? Şahsiyetçilerin ustaca bir
cevabı vardır: insanlar onlara sahiptir çünkü insanların sahip olduğu inanç derecelerini
ölçebiliriz. Hiç kimsenin (rasyonel) zarar beklediği bir bahsi kabul etmeyeceğini, ancak
herhangi birinin (rasyonel) kazanç beklediği herhangi bir bahsi kabul edeceğini varsayalım. O
zaman bir kişinin önermeye olan inanç derecesini ölçebiliriz. P sabit miktar için bularak v, en
yüksek miktar u öyle ki, kişi almak için u ödeyecek u + v eğer P doğruysa, ancak hiçbir şey
almazsa P doğru değil. Acentenin bahis için ödemeye istekli olduğu en büyük miktar u ise, u
ödemesinden beklenen kazancı sıfır olmalıdır. Eğer ajanın kazancı P durum böyle ise v; eğer
onun kazancı P durum böyle değilse - u. Böylece
v • prob(P) + (-u) • prob(~ P) = 0.
162
Çünkü Prob (~P) = 1 -prob(P), ve bizde
prob(P) = u/(u+v).
Gerekçe açıktır: mantıklı olan herhangi bir kişi beklenen kazancını en üst düzeye çıkaracak
şekilde hareket edecektir; bu nedenle, bir bahis satın alıp almayacağına karar verildiğinde,
yalnızca beklenen kazancı sıfırdan büyükse satın almayı yapacaktır. Bu nedenle, kabul edeceği
bahis oranları, inanç derecesini belirler.
Bu cihazın, en azından bazı önermelerde inanç derecelerine sahip olduğumuza veya
üretebileceğimize dair gerçekten kanıt sağladığını düşünüyoruz, ancak aynı zamanda bahis
oranlarının inanç derecelerinin ölçülmesi için itiraz edilemez bir cihaz olmadığı açıktır. Bahis
oranları, çeşitli nedenlerle inanç derecelerini ölçmede başarısız olabilir: konu, kazanırsa bahsin
ödeneceğine inanmayabilir veya kaybetmeyi neyin oluşturduğu açık olsa da kazanmayı neyin
oluşturduğunun açık olduğundan şüphe edebilir. Parasal kazanç (veya her neyse) dışında değer
verdiği şeyler, bahsi satın almanın beklenen faydasını belirlemesine girebilir: örneğin, riskin
kendisine olumlu veya olumsuz bir değer verebilir. Ve kendisine P'ye bahis teklif edilmesi, bir
şekilde P'ye olan inancını değiştirebilir.
Öyleyse, en azından bazı önermelere inanç derecelerimiz olduğunu ve bazı durumlarda
en azından yaklaşık olarak 0 ile 1 arasında bir aralıkta ölçülebileceğini varsayalım. İki soru
vardır: neden rasyonellik için kişinin inanç derecelerinin olasılık aksiyomlarını karşılaması
gerektiğini düşünmeliyiz ve neden yine rasyonellik için inanç derecelerindeki değişikliklerin
koşullanmayla ilerlemesi gerektiğini düşünmeliyiz? Her seferinde bir soru. İnanç derecelerini
ölçmek için bahis oranlarını kullanırken, konunun beklenen kazancı en üst düzeye çıkaracak
şekilde hareket edeceği varsayılmıştır. Bahis bölümü, beklenen kazanç için ifadede P'nin doğru
olması durumunda kazancın çarpılma katsayısını belirleyerek inanç derecesini belirledi.
Dolayısıyla bahis bölümü, bir olasılık rolünde olduğu gibi bir inanç derecesini belirler. Ama
neden bu rolü oynayan şeyler, inanç dereceleri olasılıklar olsun? Eylemin olası her sonucuna
olan inanç derecelerimizin ürününün toplamını ve bu sonucun bize kazancını (veya kaybını) en
üst düzeye çıkaran eylemleri seçtiğimizi varsayalım. Neden bu toplamın içine giren inanç
dereceleri olasılık olmalı? Yine ustaca bir argüman var: eğer kişi, olasılık işlevi olmayan bir
inanç derecesi işlevi kullanarak beklenen kazancını en üst düzeye çıkaracak şekilde hareket
ederse ve her teklif için olası bir bahis varsa (ki eğer teklif edilirse, eğer teklif edilirse
ödeneceğine inanır), o zaman teklif edilirse girilecek ve sonuç ne olursa olsun net bir zarara
uğrayacak bir bahis kombinasyonu vardır. Öğüt verdiği şey sağduyudur.
Bahis bölümlerinin inanç derecelerinin doğru ölçütleri olduğunun net olmamasının
nedenlerinden bazıları argümanın kesin olmamasının da nedenleridir: inanç derecelerine sahip
olabileceğimiz, ancak üzerinde kabul edilebilir bir bahsin olmayacağından emin olabileceğimiz
birçok önerme durumu vardır. Yine, bahislere koyduğumuz değerden başka değerlerimiz
olabilir ve bu diğer değerler kumar oynayıp oynamama konusundaki kararlılığımıza girebilir;
ve beklenen kazancımızı veya beklenen faydamızı en üst düzeye çıkaracak şekilde hareket etme
politikasını benimsememiş olabiliriz: yani, olasılıkları lehimize değerlendirmemize rağmen,
belirli bahisleri veya bahis kombinasyonlarını yapmayı reddederek kendimizi aleyhimize kitap
yaptırmaktan kurtarabiliriz.
Hollanda kitabı argümanı, saçma taahhütlerden ve hatta bu tür taahhütlerin olasılığından
163 kaçınmak için kişinin olasılık olan inanç derecelerine sahip olması gerektiğini göstermeyi
başaramaz. Fakat bu, kişiselci bakış açısı için bir tür gerekçe sağlar, çünkü kişinin inanç
dereceleri olasılıklarsa, o zaman belirli bir tür saçmalıktan kaçınıldığını gösterir. Bu tür
saçmalıklardan kaçınmanın başka yolları da var, ama en azından kişiselci yol böyle bir yol.
Bayes teorisine yapılan yaygın itirazlardan biri, çıkarılanla durum arasında herhangi bir
bağlantı sağlayamamasıdır. Bayes cevabı, yöntemin, uzun vadede herkesin gerçek üzerinde
hemfikir olacağını garanti etmesidir, Bt'nin, her biri B (ı) olasılığına sahip, birbirini dışlayan,
müştereken kapsamlı bir dizi hipotez olduğunu varsayalım. Xr, sonlu bir değerler kümesine ve
P (xr = xr | BJ = e (xr | Bl) tarafından verilen koşullu dağılıma sahip bir rastgele değişkenler
dizisi olsun; o zaman xr değerlerini deneylerin sonuçları olarak düşünebiliriz, her hipotez her
sonuç için bir olasılık belirler. İki hipotezin aynı olasılık dağılımına sahip olmadığını
varsayalım; yani, i * j için, xr'nin tüm xr değerleri için, = £ (xr \ Bj), burada c'ler yukarıda
tanımlanmıştır. X, bu değişkenlerin ilk n'sini göstersin, burada x, x'in bir değeridir. Şimdi bu n
rastgele değişkenlerinin bir gözlemini hayal edin.
Gözlemden önce, bölümün hangi elemanının gerçekte elde ettiğine ilişkin verilen x
olasılığının a'dan büyük olma olasılığı şöyledir
Burada toplama, B (ı) * 0 olanlarla sınırlıdır.
Olarak sınırda n sonsuzluğa yaklaşır, verilen olasılığın olasılığı x Bölümün hangi
elemanının gerçekte elde ettiği a'dan büyükse 1'dir. Teorem budur. Önemi nedir? İlgili verilerin
bolluğunun gözlemlenmesiyle, kişinin gerçeğe oldukça ikna olacağı neredeyse kesindir ve
bunun böyle olduğunu kendisinin de bildiği gösterilmiştir. Bu biraz yanıltıcı. Sonuç, ikinci
dereceden olasılıkları içerir, ancak kişiselcilere göre bunlar da inanç dereceleridir. Öyleyse
gösterilen şey şu gibi görünüyor: sınırda n sonsuzluğa yaklaştıkça, ideal olarak rasyonel bir
Bayes, ideal olarak rasyonel bir Bayesçinin (teoremdeki gibi inanç derecelerine sahip) inanç
derecesine sahip olduğuna dair inanç derecesine sahiptir. X, bölümün gerçekte hangi unsurunda
a'dan büyük alır. Teorem bize sınırda herhangi bir rasyonel Bayeslinin olasılık 1'i gerçek
hipoteze ve olasılık 0'ı geri kalanına atayacağını söylemez; bize sadece rasyonel Bayeslilerin
onun atayacağından emin olduğunu söyler. Zaten Bayesliler olanlara güven verebilir, ancak
dönüşüm için pek bir gerekçe değildir. Güvence bile zayıf. Mary Hesse, teoremin
varsayımlarının yaklaşık olarak gerçek bilimsel bağlamlarda bile geçerli görünmediğine
tamamen doğru bir şekilde inanıyoruz. Son olarak, kararlı tahmin teoremlerinin bazı
varsayımlarından, bunun yerine, dikkate alınan tüm ilk dağılımların hangi kanıtın hangi
hipotezlerle ilgili olduğu konusunda hemfikir olması gerektiği varsayılırsa vazgeçilebilir.
Ancak böyle bir anlaşmanın olmasının önsel bir nedeni açık değildir.
Nispeten az sayıda Bayesci, Bayes doktrininin doğruluğuna kitap argümanları, kararlı
tahmin teoremleri veya diğer a öncü argümanlar tarafından ikna ediliyor. Kırılganlıkları çok
aşikar. Bayes doktrininin çekiciliğinin diğer iki özellikten kaynaklandığını düşünüyoruz.
Birincisi, önceki olasılıklar hakkında yalnızca çok zayıf veya çok doğal varsayımlarla veya hiç
varsayımlarla, Bayes şeması sağduyuyla iyi uyum sağlayan ilkeler üretir. Böylece, küçük
kısıtlamalarla, hipotezlerin olumlu örnekleriyle doğrulandığı ilkesi elde edilir; ve yine, kişi,
gerçekte meydana gelen bir olayın, bazı hipotezlerde meydana gelme olasılığının çok düşük
olması durumunda, bu olayın hipotezi, aksi takdirde olacağından daha az olası hale getirdiği
sonucuna varır. Bu ilkeler ve diğerleri, sağduyu otoritesi gibi bir şey talep edebilir ve Bayes
doktrini bunların sistematik bir açıklamasını sağlar. İkincisi, rasyonel inanç derecelerine a priori
getirilen kısıtlamalar o kadar hafiftir ve olasılık teorisinin aygıtı aynı anda o kadar kesin ve
esnektir ki, Bayes bilim filozofları, şemalarını uygulayarak bilimsel akıl yürütme ve çıkarımın
164
inceliklerini ve kaprislerini makul bir şekilde açıklamayı umabilirler. Dağılımla ilgili makul
varsayımlarla birlikte inanç dereceleri. Bu, örneğin Profesör H.'nin tartışma çizgisi gibi
görünüyor. Bayesçilik için standart argümanların yetersizliğini kabul ettikten sonra, görüşün
bilimsel akıl yürütme ve çıkarımın iddia edilen bir dizi özelliğini açıklayabileceğini göstermek
için yola koyulur. Benim kendi görüşüm farklıdır: belirli çıkarımlar hemen hemen her zaman
az ya da çok inanç dereceleri atayarak Bayes şemasına uygun hale getirilebilir, ancak bu
anlaşmadan hiçbir şey öğrenmiyoruz. İstediğimiz şey bilimsel argümanın bir açıklamasıdır;
Bayescilerin bize verdiği şey bir öğrenme teorisidir - aslında bir kişisel öğrenme teorisidir.
Ancak argümanlar az ya da çok kişisel değildir; Önsezilerden haberdar olan herkesi ikna etmek
için bir argüman yapıyoruz ve bunu yaparken hiçbir otobiyografi rapor etmiyoruz.
Önsezilerimizden sonucuna doğru kaymamızı makul kılan inanç derecelerini bize atfetmek,
yalnızca atfetme keyfi olabileceği için değil, aynı zamanda inanç derecelerimin doğru bir
ataması olsa bile, hiçbir şeyi açıklamakta başarısız olur. Ne yaptığımızı açıklamıyor tartışıyor
— neden, yani söylediklerimin başkaları üzerinde en az etkiye sahip olması gerektiğini veya
neden olması gerektiğini umabileceğimizi. Şimdi, Bayesciler kişisel çıkarım ve tartışma
arasındaki boşluğu iki yoldan biriyle kapatabilirler. İlk olarak, onun görüşüne duydukları saygı
nedeniyle başkalarının inançlarını değiştirmek için argümanlar verilebilir. Bu pek akla yatkın
değildir; Argüman verme noktası bu olsaydı, kişi onlarla uğraşmaz, sadece fikrini belirtirdi.
Alternatif olarak ve daha da umut verici bir şekilde, Bayesciler tam olarak argümanlar
vermemizi önerebilirler çünkü inancı kısıtlayan genel ilkeler, geniş çapta abone olunan ilkeler
vardır ve argümanlar verirken, izleyicilerimizin belirli inançları olduğunu varsayarak, bu ilkeler
ışığında başka inançlara sahip olmaları gerektiğini göstermeye çalışıyoruz. Kurmaya
çalışıyorlar. Bu öneride tartışmalı bir şey yok ve onaylıyorum. Tartışmalı olan, argüman için
gerekli olan genel ilkelerin en iyi şekilde bir Bayes çerçevesinde önceki olasılıkları kısıtlayan
koşullar olarak anlaşılabileceğidir. Bazen yapabilirler, belki; ama bence argümanlar kanıtları
teoriyle ilişkilendirmeye başladığında, onları Bayes çerçevesi içinde makul bir şekilde
açıklamak çok zordur. Her halükarda, zorlukların ne olabileceğini daha ayrıntılı olarak görmeye
değer.
***

Genellikle bilimsel yöntem olarak kanunlaştırılan iddiaların ve kavramların sıcak


noktası hakkında çok az Bayes edebiyatı vardır; Bayes bakış açısından, bir hipotezi geçici kılan,
bir kanıt gövdesini diğer kanıt gövdesinden daha çeşitli kılan şey hakkında çok az şey yazılmış
gibi görünüyor ve neden çeşitli kanıtları tercih etmeliyiz, bazı durumlarda neden daha basit
teorileri tercih etmemiz gerektiği ve yaptığımız zaman neyi tercih ettiğimiz hakkında. Ve
benzeri. Carnap'ta bu konuda neredeyse hiçbir şey yok ve Bayes pozisyonuna dair daha yeni ve
daha kişisel ifadeler neredeyse hayal kırıklığı yaratıyor.
Çeşitli kanıtlara olan talebin bir yönü şu durumlarda ortaya çıkar:
4 Dahası, metodolojik ilkeler konusundaki tartışmalarının çoğunun Bayes ilkeleriyle
yalnızca en gevşek ilişkiye sahip olduğuna inanıyorum.
Aralarında karar vermeye çalıştığımız bazı kesin alternatif hipotezler kümesi. Bu gibi
durumlarda, doğal olarak, sahte rakipleri ortadan kaldırmada en yardımcı olacak kanıtları tercih
165 ederiz. Çeşitliliğin bu yönü, Bayescilerin hesaba katması kolay ve doğaldır ve bir hesapta,
yorum gerektirmeyecek kadar doğrudan halledilir. Ama çeşitlilik için daha fazlası var. Bazı
durumlarda, bir teori yanlışsa, belirli türden kanıtlar elde edildiğinde ve karşılaştırıldığında
yanlışlığının ortaya çıkacağından şüphelenmek için bazı nedenlerimiz vardır. Örneğin,
Aristotelesçi ayrımlar geleneği göz önüne alındığında, tüm maddeyi aynı dinamik yasalara tabi
tutan on yedinci yüzyıl hareket teorileri için hem karasal hem de göksel kanıtlar talep etmek
için bazı nedenler vardı. Bir kez daha, çeşitli kanıtlara yönelik bu tür bir talebin Bayes planına
yerleştirilememesinin özel bir nedenini görmüyorum. Ama daha fazlası var. Karmaşık bir teori,
mantıksal olarak bağımsız çok sayıda hipotez içerebilir ve belirli kanıt organları, bu hipotezlerin
bazıları için temel oluşturabilir, ancak diğerleri için geçerli olmayabilir. Elbette, çeşitli kanıtlara
olan talebin bir kısmı ve önemli bir kısmı, teorilerimizin çeşitli bağımsız bölümlerinin test
edildiğini görme arzusundan kaynaklanmaktadır. Çeşitli kanıtlara olan talebin bu yönünü
hesaba katmak, yalnızca kanıtların teori parçalarıyla alaka düzeyini hesaba katmaktır.
Bayeslilerin bunu nasıl yapabileceklerini daha sonra ele alacağız.
Sadelik, bazı Bayescilerin hesaba katmaya çalıştığı bilimsel yöntemin bir başka
özelliğidir. Bayes kapasitelerinin ötesinde görünen basit için bilimsel tercihin bir yönü vardır
ve bu, tek bir özellik olduğunda yalnızca kombinasyon halinde belirlenebilen bir dizi özelliğin
işleyişini öne süren teoriler için ‘de-Occamized’ hipotezleri küçümsemektir. Bu tür teoriler,
herhangi bir sıradan teori alınarak ve teorinin ifadesinde meydana geldiği her yerde, yeni
niceliklerin cebirsel bir kombinasyonu ile tek bir niceliğin değiştirilmesiyle üretilebilir. Eğer
orijinal nicelik, teori için bir miktar kanıtın ifadesinde ortaya çıkan nicelik değilse, o zaman
yeni, Kamulaştırılmamış teori, orijinal teoride olduğu gibi o kanıtla aynı sonuç ilişkilerine sahip
olacaktır. Eski teori kanıtları gerektiriyorsa, yeni teori de kanıtları gerektirecektir. Şimdi, Bayes
ilkelerinden, eğer iki teorinin her ikisi de gerektiriyorsa e, o zaman (her hipotezin önceki
olasılığının ne 1 ne de 0 olması koşuluyla), eğer e bunlardan birini doğrularsa, diğerini doğrular.
Öyleyse, kanıt parçalarının açıklanamayan teorilerin açıklanması için sayılmadığı gerçeği (öyle
olduğu için) nasıl olur? Mükemmel derecede iyi teoriler de-Occamized olarak sayılabilir. Ekstra
tekerleklere sahip olmak, bir teorinin yalnızca bir dizi kanıtla ilgili olarak sahip olduğu bir
özelliktir; mevcut ve bilimsel tercihle alakalı görünen tek Bayes ilişkisi, teori hakkındaki
kanıtların olasılığıdır ve ne yazık ki, teori kanıtları gerektirdiğinde bir teori ve onun
Kamulaştırılmamış muadilleri için olasılık aynıdır. Ölçülen miktarlarla ilgili yerleşik bir
teorinin yokluğunda, verilere uyacak ‘en basit’ eğriyi seçmek, eğrileri deneysel verilere
uydurmada yaygın bir uygulamadır. Bu nedenle doğrusal ilişkiler, daha yüksek dereceli
polinom ilişkilerine tercih edilir ve ölçülen büyüklüklerin üstel işlevleri, ölçülen büyüklüklerin
cebirsel kombinasyonlarının üstel işlevlerine tercih edilir. Sorun bu tercihi hesaba katmaktır.
Bir tür Bayes olan Harold Jeffreys, aşağıdaki satırlar boyunca bir açıklama (1979) sundu.
Cebirsel ve diferansiyel denklemler basitlikle sıralanabilir; iki veya daha fazla nicelik
arasındaki varsayımsal ilişki ne kadar basitse, önceki olasılığı o kadar büyük olur. Ölçüm
hatasının bilinen bir olasılık dağılımı varsa, ölçülen miktarlarla ilgili bir denklem verildiğinde
herhangi bir ölçüm sonucu kümesinin olasılığını hesaplayabiliriz. Öyleyse, bu öncelikler ve
olasılıklarla, arka olasılık oranlarının ölçüm sonuçlarından hesaplanabileceği açık olmalıdır.
Jeffreys, ölçülen miktarlarla ilgili denklemde daha yüksek dereceli terimlerin tanıtılması için
bir Bayes anlamlılık testi yaptı. Kabaca, eğer birinin denklemi verilere çok iyi uyuyorsa,
denklemin çok fazla terimi ve çok fazla keyfi parametresi vardır; ve eğer denklem verilere
yeterince uymuyorsa, o zaman denkleme yeterli terim ve parametre dahil edilmemiştir. Bütün
iş, elbette, tamamen önceki olasılıkların sırasına bağlıdır. Olasılık Teorisinde keyfi 166
parametrelerin sayısı arttıkça bir hipotezin önceki olasılığının azaldığını, ancak aynı sayıda
keyfi parametreye sahip hipotezlerin aynı önceki olasılığa sahip olduğu öne sürüldü. Bu, hemen
her hipotezin önceki olasılığının sıfır olduğu sonucuna götürür. Daha önce, bu zorluktan
muzdarip olmayan biraz daha karmaşık bir sabıka kaydı önerdiler. Sorun aslında sonsuz sayıda
uyumsuz hipoteze sonlu olasılıklar atamanın bir yolunu bulmaktan ibaret değildir, çünkü bunu
yapmanın birçok yolu vardır. Sorun şu ki, bilim adamlarının tipik olarak önceki inanç
derecelerinin herhangi bir makul basitlik sırasına göre dağıtılmasının çok mantıksız olması ve
bunu yapmak için rasyonel olmalarının daha az makul olmasıdır. Araştırmaya devam eden
deneysel olarak belirlenmiş nicelikler arasında çok az basit ilişki düşünebilirim ve çoğu zaman
basit ilişkilerin yerini sonsuz derecede karmaşık ilişkiler alır: Kepler yasalarının kaderini
düşünün. Kuşkusuz, yeni ölçülen nicelikler kümesinin, özellikle de maddenin iyi doğrulanmış
bir teorisinin yokluğunda, gerçekten basit bir ilişki içinde duracağını varsaymak herkes için saf
olacaktır.
Başka bir Bayes girişimi düşünün, bu Mary Hesse yüzünden. Hesse, önceki olasılıklara
bir 'kümeleme' kısıtlaması koyar: herhangi bir pozitif r için, bir hipotezin r + 1 pozitif
örneklerinin birleştirilmesi, r pozitif örneklerinin bir negatif örnekle birleştirilmesinden daha
olasıdır. Bu varsayımın, kanıtlarla uyumlu en ekonomik, en basit hipotezleri seçmemize yol
açacağını iddia ediyor. İşte argüman:
Bireylerden oluşan ilk kanıtı düşünün ab a2,..., an, hepsinin özellikleri var P ve Q. Şimdi
bir bireyi düşünün an + l özelliği olan P. An + bende Q var mı yok mu? Başka hiçbir şey
bilinmiyorsa, kümelenme varsayımı bizi ga + 1'i tahmin etmeye yönlendirecektir, çünkü ceteris
paribus, evrenin verilerle tutarlı bir şekilde mümkün olduğunca homojen olduğu
varsayılmalıdır... Ancak bu aynı zamanda hem verilerle doğrulanan hem de Q'nun an + 1'e
uygulanması hakkında bir tahmin yapmak için yeterli içeriğe sahip en ekonomik genel yasa
alınarak yapılacak tahmindir. Çünkü h = 'Tüm P'ler g'dir‘, eşit içerikli h'nin ’gruified' çelişkili
hipotezinden kesinlikle daha ekonomiktir: 'P ve Q olan an'a kadar olan tüm x'ler ve P olan diğer
tüm x'ler ~ g'dir.’
İçerik temelinde en olası hipotezden kaynaklanan tahmini seçmek için bir kural
benimsenirse veya içerikte bir bağ olması durumunda, eşit içeriğe sahip olanlar üzerindeki en
ekonomik hipotez kabul edilirse, bu kural kümeleme varsayımıyla aynı tahminleri verecektir.
İşte eğri uydurmaya uygulanan argüman:
F, deneylerden iki veri noktasının (xb yj, (x2, y2) elde edildiği iddiası olsun İki nokta,
y = a + bx hipotezi ve ayrıca elbette y = aQ + ax + formundaki belirsiz sayıda başka hipotez ile
tutarlıdır... + a "x, burada a0 değerleri, , bir tarafından belirlenmez (xb yj, (x2, y2). Başka bir
noktanın y değerinin en ekonomik tahmini nedir? g, nerede x-değeri nın-nin g dır-dir x3?
Açıkçası, daha yüksek mertebeden bir hipotezin parametrelerine keyfi değerler atayan bir
tahmin yerine, yalnızca f'de zaten bulunan bilgileri, yani a, b'nin hesaplanabilir değerlerini
kullanan tahmindir. Dolayısıyla en ekonomik tahmin, eğrilerin sadeliğinin hemen hemen tüm
hesaplarında ‘en basit‘ hipotezin verdiği tahmin olan g - (x3, a + bx3) ’ noktası hakkındadır.
Olasılıksal dile çevrildiğinde, bu, ekonomi hakkındaki sezgilere uymak için, noktaların (xb a +
bxr), (x2, a + bx2), (x3, a + bx3) olduğu iddiasına daha yüksek başlangıç olasılığı atamamız
gerektiği anlamına gelir. Üçüncü nokta, yalnızca a ve b açısından ifade edilemez. Bu
formülasyonda ekonomi, genel hipotezlerden ziyade sonlu tanımlayıcı nokta listelerinin bir
167 işlevidir ve ilgili başlangıç olasılığı, ilgili genel yasanın doğru olduğu bir evrenden ziyade bu
belirli noktaları içeren bir evrenin olasılığıdır.... Bu nedenle, minimum sayıda parametre
açısından açıklama, evrenin homojenliğinin veya kümelenmesinin başka bir yönü olarak kabul
edilebilir. (Hessen 1974: 230-2)
Hesse'nin kümeleme varsayımı doğrudan eğriye uygun duruma uygulanır, çünkü
kümeleme varsayımı daha sonra iki eşleştirilmiş x ve y değerinin y = ax + b yüklemini
karşılaması durumunda, üçüncü bir değer çiftinin yüklemi karşılamaması daha olasıdır.
Dolayısıyla, bir sonraki örnekte doğrusal hipotez tercihi, Hesse'nin kümelenme varsayımından
ve olasılık aksiyomlarından kaynaklanır. Ne yazık ki, önemsiz ek varsayımlarla her şey
sonuçlanır. Çünkü, elbette, eğer y = a + bx meşru bir yüklem ise, o zaman y = ax + bxx \ ax ve
bv'nin kesin değerleri için Hesse'nin ilk iki veri noktası (x15 ax + bxx \) ve (x2, flı + b &ty,
nerede
b - yı~y2 a -v x2 yı~y2 xj - x\
V xı - x2 J
Dolayısıyla ilk iki veri noktası hem y = a + bx yüklemini hem de y = ax + bxx2
yüklemini karşılar. Bu nedenle, kümeleme varsayımıyla, üçüncü noktanın ikinci dereceden
ifadeyi karşılama olasılığı yarıdan büyük olmalı ve üçüncü noktanın doğrusal ifadeyi karşılama
olasılığı da yarıdan büyük olmalıdır ki bu imkansızdır.
Basit teorileri tercih etmemizin bir başka Bayes açıklaması da yakın zamanda Roger
R.tarafından önerildi. Bir hipotezin verilere ‘uygunluğunun iyiliği’ için bir ölçütümüz olduğunu
varsayalım — örneğin, kategorik veriler için% 2 dağılımına dayalı güven bölgeleri veya eğriye
uygun olarak belki de kare sapmaların ortalama toplamının bir rakamdan daha az olduğunu
varsayalım. Olası sonuçların sayısının sınırlı olduğu durumlarda, uygunluk kriterini karşılayan
bu tür olası sonuçların sayısını, uymayan sayılarla karşılaştırabiliriz. Bu oran R., hipotezin
'gözlemlenen örnek kapsamını' çağırır. Olası sonuçların sonsuz olduğu durumlarda, uygunluk
kriterini karşılayan olası sonuçların bölgesi her zaman ilgili tüm hipotezler için sınırlıysa, bu
tür bölgelerin hacimlerini farklı hipotezler için karşılaştırabilir ve böylece bir ölçü alabiliriz.

Karşılaştırmalı örnek kapsamı.


Bir hipotezin gözlemlenen örnek kapsamı ne kadar küçükse, sonuçları gözlemleyerek o
kadar ciddi şekilde test edilmesi yeterince makul görünmektedir. R.’nin ilk önerisi şudur:
gözlemlenen örnek kapsamı ne kadar küçükse, hipotez o kadar basittir. Ancak dahası, kategorik
verilerle ilgili hipotezler için aşağıdakileri kanıtlar: eğer ve H2 parametreli hipotezlerdir ve
H2'deki serbest bir parametrenin maksimum olasılık değerini almasına izin verilerek elde edilen
özel bir H2 durumudur, o zaman her hipoteze tüm hipotezler üzerinde yeterince iyi uyan kanıt
elde etme olasılığını ortalarsak. Olası parametre değerleri, ortalama Hx olasılığı, ortalama H2
olasılığından daha büyük olacaktır. R.’nin öne sürdüğü sonuç, teori ne kadar basit olursa, ona
yeterince uyan verilerin ortalama olasılığının o kadar yüksek olduğudur. Bu nedenle, basit bir
teori, daha karmaşık teorilerden daha düşük bir önceki olasılığa sahip olsa bile, basit teori için
ortalama olasılık daha yüksek olduğu için, arka olasılığı, daha karmaşık teorilerinkinden daha
hızlı artacaktır. Yeterli kanıt biriktiğinde, basit teori tercih edilecektir. R.’nin, destekle ortalama
olasılığı belirlemeyi önerir.
R.’nin yaklaşımının birçok erdemi vardır; Onun ahlaksızlıklarına odaklanacağım. İlk
olarak, gözlemlenen örnek kapsamı basitlikle düzgün bir şekilde ilişkili değildir. Eğer H bir
168
hipotez, T H ile ve H'nin tahminlerde bulunduğu fenomenle tamamen alakasız bir diğeri ise, o
zaman H & T, H ile aynı gözlemlenen örnek kapsamına sahip olacaktır. Dahası, eğer H * bir
de- Occamization nın-nin H, sonra H * ve H aynı gözlemlenen örneğe sahip olacaktır kapsama
alanı. İkincisi, R.’nin teoremi neredeyse yeterli değildir. Örneğin, eğriye uydurmada, doğrusal
bir hipotezin ortalama olasılığının, ikinci dereceden veya daha yüksek dereceli bir hipotezin
ortalama olasılığından daha büyük olduğunu belirlemez. Kanıtların, incelenmemiş olanlar
kadar incelenmemiş bir hipotezi ve bu kadar gereksiz kısımları olmayan bir hipotezi
desteklemesine izin vermedikçe, ortalama olasılık açısından desteği açıklayamayız.
Son olarak, kanıtların teori ile alaka düzeyi sorusuna geliyoruz. Bir kanıt, Bayesci
şemaya göre bir hipotezi ne zaman doğrular? Doğal cevap, hipotezin arka olasılığı önceki
olasılığından büyük olduğunda, yani kanıt üzerindeki hipotezin koşullu olasılığı hipotez
olasılığından büyükse bunu yapmasıdır. Olumlu alaka koşulunun gerektirdiği şey budur ve bu
durum felsefi Bayesciler tarafından en yaygın olarak ileri sürülen durumdur. Resim
kinematiktir: Bir Bayes ajanı, her an tutarlı bir inanç dereceleri kümesine sahip olarak zaman
içinde ilerler; ayrık aralıklarla yeni gerçekleri öğrenir ve her yeni bir gerçeği öğrendiğinde, e,
inanç derecelerini şartlandırarak revize eder. e. e'nin keşfi, sonraki olasılığı önceki
olasılıklarından daha yüksek olan hipotezleri doğruladı. Birkaç nedenden dolayı, bu
açıklamanın tatmin edici olmadığını düşünüyorum; Dahası, teoride önemli değişiklikler
olmadan zorluklarının düzeltilebileceğinden şüpheliyim.
İlk zorluk tanıdık bir zorluktur. Bir teorinin sonuçlarını, bir yandan gerçek veya olası
gözlemlerin raporlarından ve bu tür gözlemlerin basit genellemelerinden oluşan cümlelere
ayırabileceğimizi varsayalım; ve diğer yandan teorik olan cümleler. O zaman teorinin
'gözlemsel' sonuçlarının toplanması her zaman en az teorinin kendisi kadar olası olacaktır;
Genel olarak teori, gözlemsel sonuçlarından daha az olası olacaktır. Bir teori, gözlemsel
sonuçlarının toplanmasından daha iyi bir şekilde kurulmamıştır. Öyleyse neden teorileri
eğlendirmeliyiz? Olasılıkçı görüşe göre, öyle görünüyor ki, bunlar karşılıksız bir risk. Doğal
cevap, teorilerin gözlemsel sonuçların toplanmasının hizmet edemeyeceği bazı özel işlevlere
sahip olmalarıdır; en sık önerilen işlev açıklamadır — teoriler açıklar; gözlemsel sonuçların
toplanması yapmaz. Ancak bu öneri ne kadar akıllıca olursa olsun, Bayeslilerin bir şeyleri
görme nedenini daha canlı hale getiriyor. Açıklayıcı güç ne olursa olsun, açıklamanın iyiliğinin
inanç için garanti ile el ele gitmesini kesinlikle beklemeliyiz; yine de teoriler açıklarsa ve
gözlemsel sonuçları açıklamıyorsa, Bayesliler bağlantıyı inkar etmelidir. Zorluk, hem rasyonel
inanç derecelerinin olasılık ölçüleri tarafından üretildiği varsayımıyla hem de kanıtsal alaka
düzeyine ilişkin Bayes açıklamasıyla ilgilidir. İnanç derecelerinin olasılık ölçümlerini Bayes
tarzında yapmak, bir teorinin sonuçlarının herhangi bir koleksiyonundan daha güvenilir
olamayacağını zaten garanti eder. Bayesci onaylama ifadesi, bir kanıt parçasının bize bir teoride
gözlemsel sonuçlarından daha fazla tam güven vermesini imkansız kılar. İşleri kurmanın Bayes
yolu doğaldır, ancak kaçınılmaz değildir ve teori ile kanıt arasındaki ayrımın makul olduğu her
yerde
Bayescilerin söyleyebileceği (ve bazılarının söylediği) bir şey, inanç derecelerimizin
dağıtılmış olmasıdır - ve tarihsel olarak dağıtılmıştır — böylece bir gezegen hakkındaki
kanıtları koşullandırmak, birinci ve ikinci yasalara olan inanç derecelerimizi değiştirebilir,
ancak üçüncü yasaya olan inanç derecemizi değiştiremez. 1 bunun sezgilerimiz için bir
169 açıklama olduğunu hiç görmeyin; Aksine, açıklanmasını istediğimiz şeyin ne olduğunu (bazı
ek iddialarla) yeniden ifade etmek gibi görünüyor. İnsanların inanç derecelerinin bu kadar
yaygın olmasının herhangi bir nedeni var mı? Eğer inançları farklı olsaydı, Mars gözlemlerini
üçüncü yasanın bir testi olarak görmeleri eşit derecede mantıklı olurdu, ama birincisinin değil
miydi? Bana öyle geliyor ki, bir delilin alaka düzeyi veya ilgisizliği hakkında geniş çapta
paylaşılan bir yargıyı, yalnızca inanç derecelerinin bu yargıları Bayes şemasına göre üretecek
kadar dağıtılmış olduğunu iddia ederek açıklamayı asla başaramayız. Bayesciler bunun yerine
davayı hipotezler arasındaki bazı yapısal farklılıklara itiraz ederek açıklamaya çalışabilirler;
mevcut görünen tek araç, çeşitli hipotez kombinasyonları üzerinde tek bir gezegen hakkındaki
kanıtların olasılığıdır. Gözlemlerin Kepler'in birinci ve ikinci yasalarının tanımlarını
gerektirdiği, ancak Kepler'in üçüncü yasasının açıklamadığı şekilde olduğu varsayılırsa, o
zaman birinci ve ikinci yasalardaki kanıtların olasılığının — yani kanıtların koşullu olasılığının
— olduğu sonucuna varılır. Bu hipotezler göz önüne alındığında - birliktir, ancak üçüncü
yasaya ilişkin kanıtların olasılığı birlikten daha az olabilir. Ancak, yalnızca bu gerçekler üzerine
davanın bir hesabını bulmaya yönelik herhangi bir girişim, yalnızca varsayımsal-tümdengelimli
bir hesap girişimidir. Sorun zaten çözülmemiş olana indirgenmiştir. Söz konusu davaya (ve
eklenebilecek diğer birçok davaya) gerçek bir Bayes açıklaması sağlamak için gerekli olan şey,
koşullu olasılıkları kısıtlayan ve burada belirtilen kanıtların taşınmasıyla ilgili ayrımların ortaya
çıkmasına neden olan genel bir ilkedir. Muhtemelen, bu tür ilkelerin, kanıt ve hipotez arasındaki
içerik veya yapı ilişkilerini kullanması gerekecektir. Dava, böyle bir ilkenin var olmadığını
ortaya koyacak hiçbir şey yapmaz; İnanıyorum ki, onlar olmadan Bayes şemasının, kanıtların
teoriye dayanmasının çok temel özelliklerini bile açıklamadığını açıkça ortaya koyuyor.
Üçüncü bir zorluğun Bayes kinematiği ile ilgisi vardır. Bilim adamları genellikle
teorilerini, teoriler ortaya çıkmadan çok önce bilinen kanıtlardan savunurlar. Kopernik,
teorisini, teoriden türetilen şaşırtıcı yeni tahminlere dayanarak değil, binlerce yıl boyunca
yapılan gözlemleri kullanarak savundu ve muhtemelen bu tür argümanlara dayanarak, ilk
öğrencilerinin bağlılığını kazandı. Newton, Principia yayınlanmadan önce kurulan Kepler'in
ikinci ve üçüncü yasalarını kullanarak evrensel yerçekimini savundu. Einstein'ın 1915'te
yerçekimi alanı denklemleri için verdiği argüman, yarım asırdan fazla bir süre önce kurulan
Merkür'ün perihelyonunun anormal ilerlemesini açıklamalarıydı. Diğer fizikçiler tartışmayı son
derece güçlü buldular ve bu olmadan İngilizlerin 1919'daki ünlü tutulma seferini
yapmayacakları adil bir varsayım. Eski kanıtlar aslında yeni teoriyi doğrulayabilir, ancak Bayes
kinematiğine göre doğrulayamaz. Çünkü kanıt olduğunu varsayalım e teori tanıtılmadan önce
bilinir T zamanda t. Çünkü e bilinir t, prob,(e) = 1. Ayrıca, prob, (e) = 1 olduğundan, e verilen
T, prob, (e, T) olasılığı da 1'dir. O zaman sahip olduk
, x sorun.(T) xprob.(e, t\ z x)
Sorun,(T, e) = = sorun, T.
sorun,(e)
Koşullu olasılık Nın-nin T açık e bu nedenle önceki olasılık ile aynıdır T \ e kanıt
oluşturamaz T pozitif alaka düzeyi koşulu nedeniyle veya olasılığı nedeniyle e açık T. Bayes
mekanizmalarının hiçbiri geçerli değildir ve eğer bunlarla kesinlikle sınırlıysak, T'ye sahibiz.
eski kanıtların yeni teoriyi doğrulayamayacağı saçmalığı. Sonuç oldukça kararlı. E olasılığı çok
yüksekse, ancak birlik değilse, prob, (e, T), T gerektiriyorsa hala birlik olacaktır ve bu nedenle
prob, (T, e) prob, (T) 'ye çok yakın olacaktır. Bayesciler eski kanıt / yeni teori problemiyle nasıl
başa çıkabilir? Kırmızı ringa balığı boldur. Bayescilerin itiraz edebileceği kanıtların önceki
olasılığı gerçekten birlik değildir; Kanıtlar ölçülen veya gözlemlenen değerler olarak ifade
170
edildiğinde, teori gerçekten bu kesin değerlerin elde edilmesini gerektirmez; ideal bir Bayes,
yeni bir teorinin utancına asla maruz kalmaz. Bu cevapların hiçbiri işe yaramaz: eski kanıtların
kabulü, ona olan inanç derecesini, bir miktar kanıta olan inanç derecemiz kadar birliğe yakın
hale getirebilir; kesin ölçülen değer (örneğin, günberi ilerlemesi) teori ve bilinen başlangıç
koşulları tarafından gerektirilmese de, ölçülen miktarın değerinin belirli bir aralıkta yatması çok
iyi bir şekilde gerektirilebilir ve yine de inanılan şey budur; ve son olarak, yanında ideal bir
Bayesçinin asla yeni bir teoriyle yüzleşmeyeceğine işaret edin, çünkü Bayes onay teorisi fikri,
bilimsel çıkarımı ve argümanı, iyi bilim adamlarının en azından bilim hakkında yaklaşık olarak
ideal olduğu varsayımıyla açıklamaktır
Doğal bir savunma hattı, karşı olgusal inanç derecelerinin getirilmesinden geçer. Eski
kanıtlar üzerine yeni bir teorinin arka olasılığını belirlemek için Bayes kuralını kullanırken,
kişinin eski kanıtlara olan gerçek inanç derecesini kullanmaması gerekir, ki bu birliktir ya da
neredeyse öyledir; bunun yerine kişinin sahip olacağı inanç derecesini kullanmalıdır... Sorun,
boşlukları, hem gerekli olgusal karşıtlık derecelerine sahip olmamız hem de yeni teoriye kaç
kanıt dayandığını belirlemeye hizmet etmeleri makul olacak şekilde doldurmaktır. Böyle bir
tamamlamanın olduğundan şüphe etme eğilimindeyim. Yalnızca e'yi ve e'yi gerektiren her şeyi
kabul edilen inançlar gövdesinden atamayız; e'ye karşı olgusal bir inanç derecesi ve T'ye karşı
olgusal bir e olasılığını belirlemek için bazı kurallara ihtiyacımız var. Basitleştirmek için,
olasılığın sabit olması için T'nin mantıksal olarak e'yi gerektirdiğini varsayalım.
Biri bir madeni parayı üç kez çevirip iki kez baş ve bir kez kuyruk çevirirse, bu kanıtı
hipotezleri doğrulamak için kullanırken (örneğin madeni paranın adaleti), iki kafa ve bir
kuyruğun olduğu gibi olma olasılığı yoktur. Çevirmeden sonra - yani birlik - ama çevirmeden
önce ne olduğunu. Bu durumda, Bayes yönetimi tarafından koşullandırmada kullanılan acil ve
doğal bir karşı olgusal inanç derecesi vardır. Bilimsel vakalarla ilgili sorun, inanç derecesinin
bu kadar acil ve doğal bir alternatif dağılımının mevcut olmamasıdır. 1915'te Einstein'ın günberi
ilerlemesini türetmesinin genel göreliliği ne kadar doğruladığını belirlemeye Bayes tarzında
çalışan birini düşünün. Bozuk para çevirme gibi, günberi anomalisini neredeyse kesin yapan
tek bir olay yoktur.
Gerekli olanın olgusal olmayan bir inanç derecesi olduğu varsayımı caziptir, ne kadar
az olursa olsun; ancak bununla ilgili, benzersiz bir tarihsel inanç derecesinin olmaması dışında
başka sorunlar da var. Bunlardan en önemlisi, kanıtlara karşı olgusal inanç dereceleri üretmenin
çeşitli yollarının bizi tutarsızlıkla tehdit etmesidir. Örneğin, bazı Bayes yazarları tarafından
örtük olarak kullanılan bir öneri şudur. Yaklaşık olarak T tanıtıldığı zaman, kullanılabilecek bir
dizi alternatif rakip teori olacaktır; onlara 7 \, T2, deyin..., Tk ve bunların birbirini ve birbirini
dışladığını varsayalım. Sonra P (e) eşittir
P(7’1)P(e, 7;) + P(T2)P(e, T2)+...<■ P(Tk)P(e, Tk)
+ P (~(T1v...vTjp (e, T1v...v7;)),
ve bu formülü, e'deki karşı olgusal inanç derecesini değerlendirmek için kullanmaya
çalışabiliriz. Tabii ki, P (e) 'yi değerlendirirken bu terimin göz ardı edilmesi tavsiye edilebilir,
ancak bunu yapmak için herhangi bir gerekçeyi Bayes çerçevesinde deşifre etmek zordur.
Çünkü bu terim göz ardı edilirse, T'nin arka olasılığını değerlendirmek için kullanılan önceki
olasılıkların toplanması, T'deki e olasılığı sıfır olmadığı veya önceki T'nin olasılığı Kesin olarak
171 sıfır olmadığı sürece tutarlı olmayacaktır. Bu itirazı son terimi şu şekilde değiştirerek
giderebiliriz::
P(T) P(e, T),
ancak bu da işe yaramaz, çünkü kişinin inanç derecesi
P(7) vT2v...v7; v7’)
birlik yoksa, önceki inanç dereceleri hala tutarsız olacaktır. Dahası, bu, ancak ortaya çıkan
öncelikler dizisi tutarsızsa, bu önerilerden herhangi birine göre e'ye olan gerçek inanç
derecesinin yerine e'ye olan gerçek inanç derecesinin gelmesi durumunda da geçerli olacaktır.
olasılıklar tutarsız olacaktır. Örneğin, son terimi basitçe silersek, kişi bunu kolayca
hesaplayacaktır
" P{T^...vTk') P(e, T ^...^ TK)
k, e) P (e, T1v...vTk) P(T1v...vTk) ’
ve daha fazlası
P, T WM
Fakat T'nin Tı V ile tutarsız olduğu varsayıldığı için... v Tk ve P (T, e) sıfır değildir, bu
tutarsızdır.
Yeni teori eski kanıtla karşı karşıya kaldığında, eski kanıtın henüz kurulmadığı zamana
bakmamız ve onu önceki olasılık için kullanmamız gerektiği önermesine geri dönelim. e, o
zaman sahip olacağımız inanç derecesi ne olursa olsun. Önceki olasılık e için böyle bir karşı
olgusal değere bağlı kalamayız ve daha önce olduğu gibi, genellikle hem önceki hem de koşullu
olasılıkları tutarsız hale getirmeden başka hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Tüm cümlelerimize
karşılık gelen tarihsel dönemde sahip olacakları inanç derecesini verirsek (bunun hangi dönem
olduğunu bir şekilde bildiğimizi varsayarsak) ve sonra onu e'ye koyarsak, tutarsızlık
muhtemelen ortaya çıkmayacaktır; ancak tamamen olgusal olmayanın nasıl birleştirileceği hiç
de net değil dönemimizle ortaya çıkan koşullu olasılıklar. Gerçek inanç dereceleri. Bana öyle
geliyor ki, yeni bir teori ortaya çıktığında aşağıdaki oldukça ayrıntılı prosedür işe yarayacak.
Gerçek inanç dereceniz P işlevinden başlayarak, ilgili tarihsel dönemde e'ye sahip olacağınız
inanç derecesini düşünün, buna H (e) deyin. Şimdi, H (e) 'yi e'ye olan inanç derecesinde keyfi
bir değişiklik olarak görerek ve Richard Jeffrey'nin kuralını kullanarak P'yi değiştirin,
P'(S) = H(e) P (S, e) +(l-H(e)) p($, ~ e).
Jeffrey kuralı, Pf'nin bir olasılık fonksiyonu olduğunu garanti eder. Son olarak, e * üzerinde
koşullandırın.
P"(S)=P’(S,e),
ve P'nin yeni gerçek inanç işleviniz olmasına izin verin. (Alternatif olarak, P" Jeffrey kuralı
kullanılarak ikinci kez oluşturulabilir.)
Tarihsel öneriye hala birtakım itirazlar var. Her birimiz için, bazı tarihsel dönemlerde
kişisel olarak sahip olacağımız inanç derecelerinin olduğu açık değildir. Hangi tarihsel dönemin
alakalı olduğu hiç belli değil. Örneğin, güneş ışığının yerçekimsel sapmasının, genel göreliliğin
ortaya çıkmasından çok önce, 1900 civarında deneysel olarak belirlendiğini varsayalım. Genel
göreliliğin onayını değerlendirmeye çalışırken, yirminci yüzyıl fizikçisi bu varsayımın dibine
ne kadar geriye gitmeli? Eğer sadece on dokuzuncu olsaydı, o zaman dönemin teorik
önyargılarını paylaşarak, ışığın yerçekimsel sapması oldukça mümkün görünürdü. Nerede 172
durmalı ve neden? Ancak bu zorlukları bir kenara bırakırsak, böylesine tarihsel bir Bayesçiliğin,
ne kadar ilgi çekici bir öneri olursa olsun, bilimsel onay kararlarının alındığı ilkelerin doğru bir
açıklaması olması gerçekten mantıksızdır. Çünkü öyle olsaydı, o zaman onları yapanların, ilgili
tarihsel dönemlerde inanç derecelerinin ne olacağına dair bir yargıda bulunacak kadar
yakınlıkla bilim tarihini incelemedikleri gerekçesiyle çok sayıda bilimsel yargıyı kınamamız
gerekirdi. Karşı olgusal inanç derecelerini gerçek olanlarla uyumlu hale getirmek için gereken
incelikle birleştiğinde, bu düşünceler, eski kanıtların yeni teoriye ne kadar dayandığına dair
makul bir Bayes açıklaması için karşı olgusal inanç derecelerine bakmamız gerektiğinden şüphe
etmemi sağlıyor.
Son olarak, eski kanıt / yeni teori sorununa oldukça farklı bir Bayes yanıtı düşünün. İdeal
Bayes ajanı mükemmel bir mantıkçı olmasına rağmen, hiçbirimiz değiliz ve sonuç olduğunu
bilmediğimiz hipotezlerimizin her zaman sonuçları vardır. Yeni bir teoriyi doğrulamak için eski
kanıtların alındığı durumda, öğrenilen yeni bir şey olduğu iddia edilebilir ve tipik olarak
öğrenilen şey, eski kanıtın yeni teori tarafından zorunlu kılındığıdır. Bazı eski anormal sonuçlar
yalan söyler ve yeni bir teoriyi doğrulayan bu eski sonuç değil, yeni teorinin eski anomaliyi
gerektirdiği (ve dolayısıyla açıkladığı) yeni keşiftir. Yarı rasyonel ajanların, kendi dillerindeki
cümleler arasındaki sonuçsal ilişkiler konusunda Karar derecelerine sahip olduklarını ve P (h |
- e) = 1'in P (e, A) = 1 anlamına geldiğini varsayarsak, şunu varsayarız:,
bu belli bir anlam ifade ediyor. Yarı rasyonel Bayesçinin hipoteze olan inanç derecesini
değiştirdiğini hayal ediyoruz. h, e'nin önceki h inanç derecesinden, e, o h | - e ve arka plan
inançları ne olursa olsun, koşullu h o inanç derecesine geçişinin yeni keşfi ışığında h'yi
gerektirir. Eski kanıtlar, bu dolaylı yolla, yeni bir teoriyi doğrulayabilir, o zaman, sağlanan
b&e&(h |— e))> P(h,b&e).

Bu nedenle, mantıksal ve Bağlantı arasında teori veya yapısal bir bağlantı keşfi belirli
bir bölümü en önemli kanıt ise kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt,
delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt, delil, kanıt varsa, doğru olduğuna
inanılan ne bir kanıt, teorisi için kanıt bir parçası olduğu düşünülmektedir. İnanmadığım şey,
önemli olan ilişkinin sadece bir yandan teori ile diğer yandan Dürüstlük arasındaki zorunlu
ilişki olduğudur. İlişkinin basitçe bir gereklilik olamamasının nedenleri, tam olarak varsayımsal
tümdengelim hesabının nedenleridir yanlıştır; ancak öneri, kanıtların teoriyle alaka düzeyine
ilişkin kararımızın, ikisi arasındaki Yapısökümcü bir bağlantı algısına bağlı olduğunu ve bu
inanç derecesinin en iyi ihtimalle epifenomenal olduğunu algılamakta en azından doğrudur.
Kanıtların teori üzerindeki etkisinin belirlenmesinde, inanç dereceleriyle belirgin bir bağlantısı
olmayan, farklı teorileri savunan insanlar tarafından aynı şekilde paylaşılan mekanizmalar ve
katmanlar var gibi görünmektedir. En radikal yenilikler dışında, bilim adamları yeni bir teorinin
kanıtı olan ve olmayan konusunda yakın bir anlaşma içinde görünüyorlar; Bazı gözlem veya
deneylerin bazı hipotezlerinin alaka düzeyine ilişkin iddialar genellikle ayrıntılı hesaplamalar
ve argümanlarla desteklenir. Kanıtsal alaka düzeyinin belirlenmesinin tüm bu özellikleri, bu
ilişkinin bir şekilde kanıt beyanlarını ve teori beyanlarını birbirine bağlayan yapısal, nesnel
özelliklere bağlı olduğunu göstermektedir. Ama eğer bu doğruysa, gerçekten önemli ve
gerçekten ilginç olan bu yapısal özelliklerin ne olabileceğidir. Olumlu alaka düzeyi koşulu,
doğru olsa bile, kanıtları teoriyle alakalı kılan şeyin en az ilginç kısmı olacaktır.
173 Bu argümanların hiçbiri Bayesci şeyler planına karşı belirleyici değildir ve olmamalıdır;
çünkü önemli açılardan bu şema şüphesiz doğrudur. Ancak birlikte ele alındığında, en azından
bilimsel argüman ve Dürüstlük için önemli olan, ancak Bayes planının henüz nüfuz etmediği
kanıtlarla hipotezler arasında ilişkiler olması gerektiğini şiddetle önerdiklerini düşünüyorum.
Gerçekçilik için. Birkaç yıl önce Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediğini yazdım. Bu
kitap genellikle gerçekçiliğe bir saldırı olarak algılanıyordu. Bugünlerde düşman konusunda
yanıldığımı düşünüyorum: savaşmamız gereken gerçekçilik değil köktenciliktir.
Gerçekçilik savunuculuğum - bir dizi oldukça farklılaşmış durumda çeşitli farklı
alanlarda çeşitli farklı bilgi türleri hakkında yerel gerçekçilik - Kantçı yapıdadır. Kant, oldukça
soyut felsefi konumlar oluşturmak için neyin şaşırtıcı bir argüman biçimi olması gerektiğini sık
sık kullandı (0): X—algısal bilgimiz, irade özgürlüğümüz, her neyse. Ancak 0 olmadan (algının
aşkın birliği veya sonların krallığı) X imkansız veya düşünülemez olurdu. Dolayısıyla 0. Yerel
bilginin nesnelliği benim 0; X, planlama, tahmin, manipülasyon, kontrol ve politika belirleme
olasılığıdır. Eylemlerimizin beklenen sonuçları hakkındaki iddialarımız güvenilir olmadıkça,
planlarımız boşa çıkar. Bu nedenle bilgi mümkündür.
Kantçı argüman formu hakkında şaşırtıcı bulunabilecek şey, başladığı X'lerdir. Bunlar
genellikle saf aklın temiz ve düzenli dünyasında ne uygun belgeleri ne de uygun tanıtımları
olan, şüpheli değeri ve şüpheli kökeni olan mülteciler olarak ortaya çıkan gerçeklerdir.
Nesnelliği temellendirdiğim gerçekler, özelliklerin kesin sınırlara sahip olduğu, kuralların açık
olduğu ve davranışların kesin olarak belirlendiği açık, iyi aydınlatılmış akıl sokaklarında benzer
şekilde yabancıdır. Meşe palamutundan meşe ağacı alabileceğimi biliyorum ama çam
kozalağından değil; bu beslenme çocuğumu daha güvenli hale getirecek; açları beslemek ve
evsizleri barındırmak daha az sefalete neden olacak; ve daha fazla smear testi yapılması vajinal
kanser insidansını azaltacaktır. Aristotelesçi Toplum Bildirileri'nden Yeniden Basılan fiziğe
yaklaşmakburada konumuz, üst kattaki pencereden aşağıdaki kızımın eline bir pound bozuk
para bırakabileceğimi de biliyorum, ancak muhtemelen bir kağıt mendil değil; Pusula iğnemi
takip ederek kuzeye gidebileceğimi (çok uzun arabamda değil, yaya olduğum için), bu...
Bu gerçekleri belirsiz ve kesin olmasa da biliyorum ve bunun iyileştirilebileceğini
varsaymak için hiçbir nedenim yok. Çoğu durumda, neden sonuç arasındaki bağlantının
gücünden veya sıklığından veya güvenilirliğinin aralığından da emin değilim. Ve hiçbir
durumda hangi planların veya politikaların en uygun stratejiyi oluşturacağını kesinlikle
bilmiyorum. Ancak bu öğelerin bilgi öğeleri olduğu konusunda ısrar etmek istiyorum. Elbette,
tüm gerçek bilgi öğeleri gibidirler (duyu verileri veya sentetik a priori gibi kurgusal öğelerin
aksine) savunulamaz ve daha fazla kanıt ve argüman ışığında revizyona açıktırlar. Bunları
bilmiyorsam, ne bilirim ve bir şeyi nasıl öğrenebilirim?
Bu tuhaf gerçeklerin yanı sıra, esas olarak doğa bilimleri tarafından sağlanan çok sayıda
kesin ve kesin bilgiye de sahibiz. Burada, bir ampirist olarak, uygulanmaları gereken dünyadan
önemli ölçüde uzaklaştığım soyut yasaları değil, belirli türdeki somut sistemlerin kesin
davranışlarını, örneğin nötr K-mezonlar bozulduğunda ne olacağı bilgisini düşünüyorum. İnme
kurbanlarını tespit etmemizi sağlayan korumalı dalgalı bir manyetik alanda c-p ihlali veya
kalamarların (süper iletken kuantum girişim cihazları) davranışını tespit etmemizi sağlar. Bu
bilgi genellikle oldukça eklemli, oldukça soyut bir teorik şema içinde düzenlenir.
Tümevarım kullanılmadan pozitif bilim yapılamaz ve bu somut fenomenlerin meşru
olarak soyut bir şemadan türetilebildiği durumlarda, bu şema için bir tür tümevarımsal temel
görevi görürler. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği, bu türevlerin sağlamlığına ve 174
dolayısıyla soyut yasalara ampirik desteğe meydan okudu. Hala bu türevlerin genellikle titrek
olduğunu iddia ediyorum, ancak burada yapmak istediğim nokta bu değil. Öyleyse argüman
uğruna tam tersini varsayalım: türevler tümdengelimli olarak doğrudur ve yalnızca gerçek
önseziler kullanırlar. Daha sonra, uygun teşviklerin geçerliliğini vererek,1 söz konusu yasalar
konusunda gerçekçi olmak için nedenlerimiz var. Ama bu bize köktenci olmamız için sebep
vermiyor. Bir yasanın doğru olduğunu kabul etmek - hatta bir ‘temel’ fizik yasası veya sözde
temel parçacıklar hakkındaki bir yasa bile — evrensel olduğunu, her yerde tuttuğunu ve her
alanda yönettiğini kabul etmekten uzaktır.

***

Köktenciliğe karşı. Hukuk benzeri bilgi öğelerini kabaca iki kategoriye ayırmama geri
dönün: (1) yasal olarak teorik şemalara göre düzenlenmiş olanlar, bunlar genellikle, her zaman
olmasa da, bir kıvılcım odası gibi oldukça yapılandırılmış, üretilmiş ortamlardaki davranışlarla
ilgili gerçekler; (2) olmayanlar. Tüm olguların tek bir büyük şemaya ait olması gerektiğini ve
dahası bunun birinci kategorideki olguların özel ve ayrıcalıklı bir statüye sahip olduğu bir şema
olduğunu düşünme eğilimi vardır. Doğanın nasıl işlemesi gerektiğinin örnekleridir.
Diğerlerinin onlara uyması için yapılmalı. Bu, direnmemiz gerektiğini düşündüğüm türden bir
köktenci doktrin. Biyologlar bunu zaten kendi özel bilgi öğeleri adına yapıyorlar.
İndirgemecilik biyolojide uzun zamandır modası geçmiştir ve şimdi ortaya çıkma yine gerçek
bir olasılıktır. Ancak biyoloji ve fizik arasındaki uzun süredir tartışılan ilişkiler, teşvik ettiğim
köktencilik karşıtlığı için iyi paradigmalar değil. Biyologlar, ‘yaşamın’ ortaya çıkmasıyla yeni
yasaların nasıl ortaya çıktığı hakkında konuşurlardı.; günümüzde yaşam hakkında değil,
karmaşıklık ve organizasyon seviyeleri hakkında konuşuyorlar. Yine de her iki durumda da söz
konusu ilişki, bir yandan daha büyük, zengin donanımlı, karmaşık sistemler ile diğer yandan
fiziğin temel yasaları arasındaki ilişkidir: söz konusu olan ‘aşağıya doğru’ indirgeme
olasılığıdır.
Bunun ötesine geçmek istiyorum. Sadece aşağı yönlü azaltma olasılığına değil, aynı
zamanda ‘çapraz yönlü azaltma’ olasılığına da meydan okumak istiyorum. Sistemler için
geçerli olan fizik yasaları (kelimenin tam anlamıyla doğru, tartışma uğruna hayal edebiliriz) bir
laboratuvarın oldukça yapmacık ortamlarında mı yoksa modern bir teknolojik cihazın
mahfazasının içinde mi, bu yasalar sistemlere, hatta aynı türden sistemler, farklı türlerde ve
daha az düzenlenmiş ayarlar? Mülteci gerçeklerimiz, her zaman, yeterli çaba ve dikkatle, temel
kurallara uygun olarak düzenli bir şekilde davranarak, fizik topluluğunun uygun üyelerine
yeniden kalıplanabilir mi? Ya da kendi liyakatleriyle bilgi bedenine kabul edilmelidirler — ve
edilmelidirler —?
Fizik deneyinden daha günlük deneyimin gerçeklerine geçerken, sadece kontrollü
ortamlardan kontrolsüz ortamlara değil, çoğu zaman mikrodan makroya da geçiyoruz. Bu iki
farklı değişimden kaynaklanan sorunları ayrı tutmak için, klasik mekanikten bir örnek
seçeceğim ve ölçeği sabit tutmaya çalışacağım. Klasik elektrik ve manyetizma da işe
yarayacaktı. Dahası, iddialarımı olabildiğince açık hale getirmek için, Newton'un üçüncü
yasasının ve onun düşen cisimlere uygulanmasının en basit ve en iyi bilinen örneğini ele
175 alacağım: F = ma. Köktendinci kanon içinde yetişen çoğumuz bunu evrensel bir niceleyici ile
önde okuyoruz: herhangi bir durumda herhangi bir beden için, maruz kaldığı ivme, o durumda
kendisine uygulanan kuvvetin eylemsiz kütlesine bölünmesine eşit olacaktır. Bunun yerine, tüm
nomolojikleri bir ceteris paribus yasası olarak okumamız gerektiğine inandığım gibi okumak
istiyorum: herhangi bir durumda herhangi bir beden için, hiçbir şey müdahale etmezse, ivmesi,
üzerine uygulanan kuvvetin kütlesine bölünmesine eşit olacaktır. Fakat başka bir kuvvetten
başka bir hareket üretimindeki bir kuvvete ne müdahale edebilir? Elbette sorun yok: hızlanma
her zaman kütleye bölünen toplam kuvvete eşit olacaktır. Ben de bunu sorgulamak istiyorum.
Gerçek bir durumun teorik bir tedavisini nasıl oluşturduğumuzu bir kez daha düşünün.
Temel teorinin soyut kavramlarını uygulamadan önce - bir kuantum alanı, bir tensör, bir
Hamiltoniyen atayın veya tartışmamız durumunda bir kuvvet işlevi yazın - önce teorinin
işleyebileceği şekilde durumun bir modelini üretmeliyiz. Bu noktadan itibaren teorinin kendisi,
kendi soyut kelime dağarcığının terimlerini tanıtmak ve böylece yasalarını devreye sokmak için
‘dile giriş kuralları’ sağlar. Fizik Yasalarının Nasıl Yattığı, klasik kuvvet fonksiyonunun kabaca
kuantum analoğu olan Hamiltoniyen durumu için bunu gösterdi. Kuantum mekaniğini
öğrenmenin bir kısmı, kanonik modeller için Hamiltoniyenin nasıl yazılacağını öğrenmektir -
örneğin, serbest hareket halindeki sistemler için, bir kare kuyu potansiyeli için, doğrusal bir
harmonik osilatör için vb. klasik mekanik için de aynı noktayı koydu.
Gerçek bir durumu tedavi etmenin temel stratejisi, bu sabit bileşenlerden bir modeli bir
araya getirmektir; ve sonra parçalar için Hamiltonyacılardan öngörülen bileşik Hamiltoniyeni
belirlemek. Model, temsil etmesi gereken durumla karşılaştırıldığında gerçekçilik soruları
ortaya çıkar. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği, en iyi durumlarda bile, ikisi arasındaki
uyumun çok iyi olmadığını savundu. Orada en iyi vakalara odaklandım, çünkü şu soruyu
yanıtlamaya çalışıyordum: ‘Modern teorilerin açıklayıcı başarıları onların gerçeği için tartışıyor
mu? Burada, modellerin, eğer varsa, durumun çok kötü bir görüntüsünü sağladığı çok sayıda
'kötü' duruma odaklanmak istiyorum. Bunlar teoriyi onaylamayan durumlar değildir. Belirli bir
durum için bir teorinin öngörülerinin, durumu teori dilinde tanımlamayı başarana kadar yanlış
olduğunu gösteremezsiniz. Modeller çok kötü bir uyum sağladığında, teori doğrulanmamıştır;
sadece uygulanamaz.
Şimdi düşen bir nesneyi düşünün. Galileo'nun eğik kuleden değil, daha önce üst kattaki
pencereden düştüğünü tarif ettiğim madeni para değil, yerçekimsel olmayan etkilere karşı daha
savunmasız bir şey.
Bazı durumlarda bir fizikçi, bir [davranışçı psikolog] 'dan daha kötü bir peygamberdir,
çünkü Aziz Stephen Meydanı'nda rüzgarla süpürülen bin dolarlık banknotun nereye ineceğini
belirtmesi gerektiğinde, bir [davranışçı] koşullandırma deneyinin sonucunu oldukça doğru bir
şekilde belirleyebilir.
Mekanik bu durum için bir model sağlamaz. 1.000 TL banknotu dünya çevresinde
desteklenmeyen bir nesne olarak tanımlayan ve böylece yerçekimi nedeniyle üzerine uygulanan
kuvveti tanıtan yalnızca kısmi bir modelimiz var. Toplam güç bu mu? Köktendinci hayır
diyecek: prensipte var (Tanrı'nın tamamlanmış teorisinde?) rüzgarın hareketi için mekanikte bir
model, muhtemelen inşa etmeyi asla başaramayacağımız çok karmaşık bir model olsa da. Bu
inanç temel-ist için gereklidir. Mekanikte 1.000 TL banknot için bir model yoksa, nota ne
olacağı yasaları tarafından belirlenmez. Düşen bazı nesneler, aslında çok büyük bir sayı,
mekaniğin alanının dışında olacak veya ondan yalnızca kısmen etkilenecektir. Peki bu köktenci
inancı haklı çıkaran nedir? Mekaniğin doğru modelleyebileceği durumlardaki başarıları, ne 176
kadar kesin veya şaşırtıcı olursa olsun onu desteklemez. Sadece teorinin kendi alanında doğru
olduğunu gösterirler, alanının evrensel olduğunu değil. Önermek istediğim köktenciliğe
alternatif, tam da şunu varsayar: mekanikte kuvvet işlevleri atanan tanıdık modellerle nedenleri
yeterince temsil edilebilen tüm hareketler için mekaniğin doğru, tam anlamıyla doğru olduğunu
kabul edebiliriz. Bu hareketler için mekanik, tahmin için güçlü ve kesin bir araçtır. Ancak diğer
hareketler için sınırlı servis kolaylığı sağlayan bir araçtır.
1000 TL banknot sorunumuzu akışkanlar dinamiği uzmanına bırakalım. Uzman derhal
sorunun kötü tanımlandığından şikayet etmelidir. Fatura tam olarak neye benziyor: katlanmış
mı yoksa düz mü? tam ortasından ya da... ? gevrek mi yoksa buruşuk mu? genişliğe karşı ne
kadar? ve benzeri ve benzeri ve benzeri. Cevaplar verilebildiğinde, akışkanlar dinamiğinin
uygulanabilir bir model sağlayabileceğinden şüphem yok. Ancak, her gerçek durum için, hatta
çoğunluk için bile, akışkanlar dinamiğinin, tüm nedenleri ve hatta baskın olanları
modellemesine izin verecek kadar ‘doğru soruları’ olduğundan şüpheliyim. İşe yarayan
modellerin Newton yasalarını (ya da bu konuda Lagrange'ın yasalarını) meşru bir şekilde
devreye sokarak bunu yapacağından eşit derecede şüpheliyim.

Peki uçaklar nasıl ayakta kalıyor?


İki gözlem önemlidir. İlk olarak, mekaniğin bittiği yerde hiçbir yasanın elde
edilmediğini iddia etmemize gerek yok. Akışkanlar dinamiği, mekanikle gevşek örtüşmelere ve
iç içe geçmişlere sahip olabilir. Fakat bu hiçbir şekilde temel fiziğin bir alt disiplini değildir;
kendi başına bir disiplindir. Yasaları, 1.000 TL banknotu olduğu kadar Newton veya
Lagrange'ınkileri de yönlendirebilir. İkincisi, 1.000 TL banknot geldiği gibi gelir ve bunun için
bir model avlamamız gerekir. Tam tersi uçak için de geçerlidir. Çalıştığını bildiğimiz modellere
uyacak şekilde inşa ediyoruz. Gerçekten de, bildiğimiz yasaların alanına bu kadar girmeyi bu
şekilde başarıyoruz.
Birçoğu rüzgarın ve diğer dışsal faktörlerin bir kuvvet üretmesi gerektiğini hissetmeye
devam edecektir. Ne de olsa rüzgar, hem uzaktan hem de çarpışmalar yoluyla fatura üzerindeki
tüm olağan kuvvetleri uygulaması gereken milyonlarca küçük parçacıktan oluşur. Bu görüş
soruyu akla getiriyor. Rüzgar için iyi uyan bir moleküler modele sahip olduğumuzda ve
teorimizde (ya eski ilkelerden kompozisyonla ya da yeni ilkelerin kabul edilmesiyle) modellere
kuvvet işlevleri atayan sistematik kurallara sahip olduğumuzda ve atanan kuvvet işlevleri tam
olarak doğru hareketleri tahmin ettiğinde, o zaman iyi olacak rüzgarın bir kuvvetle çalıştığını
iddia etmenin bilimsel nedeni. Aksi takdirde varsayım, köktenci inancın başka bir ifadesidir.
Ceteris paribus yasaları, doğa tanımlarına karşı. Mekanik yasaları evrensel değilse de
yine de doğruysa, onlar için en az iki seçenek vardır. Bunlar saf ceteris paribus yasaları olabilir:
yalnızca sınırlı koşullarda geçerli olan veya belirtilenler dışında etkiyle ilgili hiçbir faktör
oluşmadığı sürece geçerli olan yasalar. Farklı ortamlarda veya başka nedenlerin ortaya çıktığı
durumlarda neler olduğu hakkında hiçbir şey takip edilmez. Muhtemelen bu seçenek Newton
mekaniği örneğimiz için çok zayıf. Bir cisme bir kuvvet uygulandığında, kuvvet, hareketinin
diğer nedenleri de iş başında olduğu için işlenemez olsa bile, nesnenin hareketi ile ilgili
olacaktır; ve kuvvetin tam alaka düzeyi şu formülle verilecektir: F = ma: (toplam) kuvvet, bir
cismin hareketi ile ilgili olacaktır. bu formülle belirlenen ivmeye bir bileşene katkıda bulunun.
177 Bu gibi durumlar için daha eski doğa dili uygundur. Gerekli büyüklükte bir ivme üretmek bir
kuvvetin doğasında vardır. Bu demek oluyor ki, ceteris paribus, bu ivmeyi üretecek. Ancak
başka nedenler iş başındayken bile, bunu yapmaya ‘çalışacaktır’. Kuvvetler söz konusu
olduğunda fikir aşinadır: bir ivme üretmeye çalışmak, F!m, aslında toplam ivmenin bir vektör
bileşeni olarak Fhn üretmekten ibarettir. Genel olarak, ‘denemek olarak sayılan şey, bir tür
nedenden diğerine farklılık gösterecektir. Bir davranışı bir özelliğin niteliğine atfetmek, bu
davranışın, genellikle yalnızca bir ‘eğilim’ veya bir ‘deneme’ olarak olsa da ceteris paribus
koşullarının katı sınırlarının ötesine ihraç edilebilir olduğunu iddia etmektir. İhraç
edilebilirliğin kapsamı ve aralığı değişecektir. Bazı doğalar oldukça kararlıdır; diğerleri
menzillerinde çok kısıtlıdır. Buradaki nokta, geniş kapsamlı bir doğayı, ilgili ceteris paribus
yasasının evrensel uygulanabilirliği ile karıştırmamamız gerektiğidir. Kuvvetlerin öngörülen
ivmeye neden olma eğiliminde olduğunu kabul etmek (ve gerçekten de bunu saadetli koşullarda
yapmak), F - ma'nın evrensel olarak doğru olduğunu kabul etmekten çok uzaktır. Sonraki
bölümlerde, temel fiziğin deneysel olarak türetilmiş yasaları hakkındaki köktenciliğin bir hata
olacağı iki farklı metafizik resmi anlatacağım. Birincisi bütüncüllüktür; ikincisi çoğulculuktur.
Bana öyle geliyor ki, bütüncüllüğün yalnızca ceteris paribus yasalarına yol açma olasılığı çok
daha yüksekken, doğalar çoğulculuğa daha uygundur.
***
Doğanın küçük parçalarına bakarız ve çok sınırlı koşullar altında bakarız. Bu özellikle
kesin bilimler için geçerlidir. Çok kesin sonuçlar elde edebiliriz, ancak bunu yapmak için
girdilerimiz üzerinde çok sıkı kontrole ihtiyacımız var. Çoğu zaman onları tek tek doğrudan
kontrol etmiyoruz, bunun yerine genel ama etkili bir koruma biçimi kullanıyoruz. Doğrudan
kontrolü amaçlayan bir deney biliyorum - Stanford Yerçekimi Probu. Yine de sonunda, komuta
edemedikleri nedenleri ortalamak için uzay gemisini yuvarlayacaklar. Bazen fiziği
laboratuvarın dışına çıkarırız. Daha sonra ekranlama daha da önemli hale gelir, kalamarlar
(süper iletken kuantum girişim cihazları) manyetik dalgalanmaların çok ince ölçümlerini
yapabilir ve bu da felç kurbanlarının tespitine yardımcı olur. Ancak testleri uygulamak için
hastanenin bir Hertz kutusu olmalıdır — manyetizmayı çevreden engellemek için küçük bir
metal oda. Ya da daha sade bir örnek için, koruyucu muhafazaları delinmişse pillerin çalışma
olasılığının düşük olduğunu hepimiz biliyoruz.
Korumanın Kullandığımız yasalar için önemli olamayacağını düşünmeye eğilimliyiz.
Aynı yasalar kalkanların içinde ve dışında da geçerlidir; Aradaki fark, kalkanın içinde yasaların
ne üreteceğini nasıl hesaplayacağımızı bilmemizdir, ancak dışarıda durum çok karmaşıktır.
Bütüncüler bu iddialara karşı temkinlidir: İncelediğimiz olaylar birbirine kilitlenmişse ve
değişiklikler parçaların düzenlenişinden ziyade toplam yapıya bağlıysa, küçük özel durum
parçalarına bakarak çok yanılıyor olmamız muhtemeldir.
Bilimsel bir örnek düşünün, fiber optik nedeniyle iletişim teknolojisindeki devrim.
Düşük kayıplı optik lifler, onlarca kilometrelik açıklıklar boyunca saniyede birçok gigabit
hızında bilgi taşıyabilir. Ancak kilometre başına sadece birkaç desibel kaybeden lif
demetlerinin gelişimi hikayede var olan tek şey değil. Liflere özgü nabız genişletici etkiler
gerçekten yıkıcı olabilir. Bakliyatlar elyaftan aşağı inerken genişlerse, sonunda birbirlerine
bulaşırlar ve bilgiyi yok ederler. Bu, darbelerin birbirine çok yakın gönderilemeyeceği ve iletim
hızının saniyede onlarca veya en fazla yüzlerce megabite düşebileceği anlamına gelir.
Bunun böyle olmadığını biliyoruz - teknoloji başarılı oldu. Bunun nedeni, doğru
durumda doğru türdeki optik fiberin solitonları iletebilmesidir - şekillerini uzak mesafelerde 178
tutan tek dalgalar. Nedenini açıklayacağım. Gelen darbenin ışık yoğunluğu, optik fiberin
kırılma indeksinde bir kaymaya neden olarak endekste hafif bir doğrusal olmayanlık oluşturur.
Doğrusallık, nabızda 'cıvıltı’ olarak adlandırılan şeye yol açar. Nabzın ön yarısındaki frekanslar
düşürülürken, arka yarısındakiler yükseltilir. Cıvıltının etkileri, solitonu üretmek için dağılma
etkileriyle birleşir. Kararlı darbe şekilleri, düşük kayıplı optik liflerin genel bir fenomeni
değildir. Bunun yerine, iki farklı, zıt yönlü sürecin bir sonucudur. Dispersiyona bağlı olarak
genişleyen nabız, kırılma indeksindeki doğrusal olmayanlık nedeniyle nabız daralması ile iptal
edilir. Gerçekten de mükemmel kararlı darbeler üretebiliriz. Ancak bunu yapmak için, tam
olarak doğru tasarıma sahip ve giriş darbelerini üreten lazerin gücü ve giriş frekansı ile tam
olarak eşleşen lifleri kullanmalıyız. Şans eseri, bunu yapmak zor değildi. Fikirler ilk kez
1980'de test edildiğinde, kolayca bulunabilen cam elyafları ve lazerler birbirine kolayca
uyuyordu. Bu çok özel eşleşme göz önüne alındığında, fiber optikler etkileyici bir başlangıç
yaptı.
Solitonlar gerçekten kararlı bir fenomendir. Bunlar doğanın bir özelliğidir, ancak çok
özel koşullar altında doğanın bir özelliğidir. Açıkçası, bunların düşük kayıplı optik liflerin genel
bir özelliği olduğunu varsaymak bir hata olur. Soru şu ki, ödüllendirdiğimiz bilimsel
fenomenlerden kaç tanesi solitonlar gibidir, karşılaştığımız ortamlara veya daha da önemlisi
inşa ettiğimiz ortamlara yereldir? Doğa, düşündüğümüzden daha bütünselse, köktendincinin
laboratuvar yasalarını dünyanın en uzak noktalarına ihraç etme umutları kesilecektir.
Köktendinci inanç konusunda pek iyimser olmadığım açık. Ama bu aslında çizdiğim
bütüncül sezgilerden değil. Ne de olsa, az önce anlattığım hikaye, ‘yanlış’ yerel teorinin —
solitonların düşük kayıplı liflerin özelliği olduğu teorisi - onu ışık ve maddenin etkileşimi
hakkında çok daha genel bir teoriye gömerek güçlü başarılarını açıklıyor. Metafiziksel olarak
köktendinci ortaya çıkar. Sahip olduğumuz başarılı teorilerin yetkileri sınırlı olabilir, ancak
başarıları gerçekten evrensel bir otoriteye atıfta bulunularak açıklanmalıdır. Başarılarını neden
açıklamamız gerektiğini anlamıyorum. Onlar için doğrudan ampirik kanıtlarımız olduğunda
daha genel teorilere inanmaya hazırım. Ama bana öyle geliyor ki, başlangıçta hiçbir açıklamaya
ihtiyaç duymayan bir şey için sadece ‘en iyi açıklama’ oldukları için değil. 'Teori kendi alanında
başarılıdır': açıklama ihtiyacı, alanın küçük mü büyük mü yoksa çok küçük mü yoksa çok büyük
mü olduğu ile aynıdır. Teoriler başarılı oldukları yerde başarılıdır ve işte bu kadar. Bunu
metafizik bir doktrine dönüştürmekte ısrar edersek, sanırım şimdi döndüğüm metafizik
çoğulculuk gibi görünecektir.
***

Yasaların yama işi. Metafizik nomolojik çoğulculuk, doğanın farklı alanlarda, birbiriyle
sistematik veya tekdüze bir şekilde ilişkili olması gerekmeyen farklı yasa sistemleri tarafından
yönetildiği doktrinidir: bir yasalar dizisi ile. Nomolojik çoğulculuk her türlü köktenciliğe
karşıdır. Burada özellikle fiziğin tüm fenomenleri kendi soyut teorilerinde toplama
girişimleriyle ilgileniyoruz. Fizik Yasalarının Nasıl Yalan Söylediği'nde, çoğu durumun bir
fizik yasasına yalnızca çarpıtma yoluyla getirildiğini savundum, oysa bunlar genellikle daha
fenomenolojik yasalardan gelen kavramlarla oldukça doğru bir şekilde tanımlanabilir. Önerilen
resim, bir süreklilikte, mükemmel olmayan ama kötü olmayan durumlardan gerçekten çok kötü
olanlara kadar birçok farklı duruma aitti. Bir uçta temel fiziğin tamamen tükenebileceğini öne
179 sürdüm ‘'Nedir... kalemimin ucundaki bölgedeki elektrik alan vektörünün değeri nedir?'),
transistörlerde ise oldukça iyi çalışıyor. Ama asıl odak noktası bu değildi. Şimdi keskin
bölünmeler çizmek istiyorum: tipik olarak fizik tarafından incelenen sistemlerin bazı
özellikleri, davranışlarının fizik yasalarına hiç tabi olmadığı durumlara girebilir. Ancak bu,
davranışları için bir rehberleri olmadığı veya yalnızca düşük seviyeli fe- nomenolojik yasaları
olduğu anlamına gelmez. Oldukça soyut ilkelerden oluşan oldukça farklı bir organize kümeye
girebilirler.
Metafizik çoğulculuğun karşılaştığı iki acil zorluk vardır. Birincisi, metafizik monizmin
kalıntıları olan görüşlerle birleştirilmesi gerektiğini hayal ederek kendimizi yarattığımızdır.
İkincisi, doğanın çözmesi gereken gerçek bir sorun olduğuna inanıyorum.
Sormaya meyilliyiz: Newton yasalarına tabi olmayan hareketler nasıl olabilir? Cevap:
Newton'un teorisine dahil olmayan hareket nedenleri vardır. Birçoğu bunu imkansız buluyor
çünkü indirgemeciliği bırakmış olsalar da yakın bir kuzene tutunuyorlar: üstünlük. Düşen
nesnenin ve çevresinin tam bir 'fizik' tanımını verdiğimizi varsayalım. Bu durumun diğer tüm
özelliklerini düzeltmemeli mi? Niçin? Şu anda üzerinde durduğumuz tartışma düzeyinde bu
kesinlikle doğru değil: rüzgar soğuk ve fırtınalı; fatura yeşil, beyaz ve buruşuk. Bu özellikler
gaganın kütlesinden, dünyanın kütlesinden, aralarındaki mesafeden bağımsızdır.
Önemli olan fiziğin mikroskobik özellikleridir; gerçekliğin geri kalanı onlara üstün
gelir. Buna neden inanayım ki? Üstünlük, indirgemecilik üzerinde ileriye doğru bir adım olarak
lanse edilir. Kabaca söylemek gerekirse, avantajın, gerçekleştirilmesi zor olan daha geleneksel
‘tip-tip’ indirgemeciliğin yerine daha zayıf bir tür indirgemeciliğin, ‘belirteç-belirteç’
indirgemeciliğin yerini alabileceğimiz varsayılıyor. Ancak geleneksel görüşün kendi lehine
argümanları vardı. Bilim, mikro yapılar ve makro özellikler arasında oldukça sistematik çeşitli
bağlantılar çizer. Genellikle taslak pürüzlüdür; bazen kesindir; genellikle güvenilirliği çok özel
koşullarla sınırlıdır. Yine de çarpıcı vakalar var. Ancak bu vakalar tip tipi indirgemeciliği
destekler; üstünlük için önemsizdirler. Tip-tip indirgemeciliğin iyi bilinen sorunları vardır:
keşfettiğimiz bağlantıların genellikle indirgemelerden çok nedensel bağlantılara benzediği
ortaya çıkar; kendi alanlarında sınırlıdırlar; kesin olmaktan ziyade kabadayıdırlar; ve çoğu
zaman, güzel indirimler üretmeyi umduğumuz iyi başlangıç önerileri bile bulamıyoruz. Bu
sorunlar, doktrini bir dizi özel yolla değiştirmeyi veya belki de tamamen bırakmayı önerir. Ama
kesinlikle bizi geri çekilme pozisyonu olarak belirteç-belirteç indirgemeciliğiyle bırakmıyorlar.
Ne de olsa, az önce anlattığım hikayede, mikro yapıların makro özellikleri sabitlediği iddiası
için ilk etapta tartışılan bir dereceye kadar sistematik bağlantının ortaya çıkmasıydı. Ancak,
belirteç-belirteç indirgemeciliğinde eksik olan sadece bu sistemselliktir.
Fizik tarafından incelenen mikro özellikleri denetlemeyen makro özellikler olduğu
görüşü bazen 'ortaya çıkışçılık' olarak etiketlenir. Öneri, üstünlüğün olmadığı yerde, makro
özelliklerin mucizevi bir şekilde hiçbir yerden çıkmaması gerektiğidir. Ama neden? Bu mülkler
hakkında yeni inenlerden hiçbir şey yok. Onlar dünyanın her yerinde, fiziğin özelliklerinin
yanında duruyorlardı. Belki de fizik tarafından incelenen özellikler kümesinin tamamlandığı
hissiyle yanılıyoruz. Gerçekten de bu iddianın doğru olduğu gerçek bir anlam olduğunu
düşünüyorum, ancak bu anlam ortaya çıkma suçlamasını desteklemiyor. Fizik tarafından
incelenen özelliklerin alanının nasıl belirlendiğini düşünün. İşte bir karikatür: hareketlere ilgi
ile başlıyoruz — sapmalar, yörüngeler, yörüngeler. Ardından, tahmin altında kapalı (veya
yeterince kapalı) olan en küçük özellik kümesini ararız. Yani, başlangıç faktörlerimizle
nedensel olarak ilgili olan tüm faktörleri ve ardından bunlarla nedensel olarak ilgili olan her
şeyi elde edene kadar seti genişletiriz. Başarılı olmak, sahip olduğumuz tüm mülkleri aldığımızı 180
göstermez. Bu, bu makalenin baş iddiasından oldukça bağımsız olarak akılda tutmamız gereken
bir gerçektir, öngörücü kapanışın kendisi yalnızca oldukça kısıtlı koşullarda elde edilir. Acil
olan nokta, bir dizi özellik arasındaki öngörücü kapanışın tanımlayıcı bütünlük anlamına
gelmediğidir.
Metafizik çoğulculuğun karşılaştığı ikinci sorun, tutarlılıktır. Fizik yasalarının tüm
madde ve enerjiyi taşıdığı bölgelerde renk lekelerinin ortaya çıkmasını istemiyoruz. İşte on
yedinci yüzyılın mekanik felsefesini öğretirken anlattığım iki hikaye. Her ikisi de tutarlı bir
evrenin yaratılabilmesini sağlamak için Doğa Kitabının nasıl yazılacağıyla ilgilidir. Bir
hikayede Tanrı fizikle çok ilgileniyor. Fiziğin tüm yasalarını dikkatlice yazar ve evrendeki
madde ve enerjinin ilk dağılımını ortaya koyar. Daha sonra, varsa makroskobik özellikler ve
makroskobik yasaların ortaya çıkacağı da dahil olmak üzere gelecekteki tüm olayları
hesaplamanın sıkıcı ama entelektüel olarak önemsiz işini Aziz Petrus'a bırakır.
***
Sonuç
Çağdaş bilimimizin yasalarının, doğru oldukları ölçüde, en iyi ihtimalle gerçek ceteris
paribus olduğunu savundum. En güzel durumlarda, onlara doğa iddiaları gibi davranabiliriz.
Ancak deneyimlerimizde yasalarımızı — en temel fizik yasalarımızı bile — evrensel olarak
kabul etmemiz için hiçbir nedenimiz yok. Gerçekten de, "özellikle fiziğin en temel yasalarımız"
demeliyim, eğer bunlar temel parçacıkların yasaları ise. Çünkü bu yasaları laboratuvar
ortamının dışındaki temel parçacıklar için geçerli saymak için neredeyse hiçbir endüktif
nedenimiz yok - eğer orada varlarsa. Ian Hacking, ‘Onları püskürtebilirseniz, var olurlar’
sözüyle ünlüdür. Bunu hep kabul etmişimdir. Ama şimdi daha temkinli olurdum: "Onları
püskürtebildiğiniz zaman var olurlar.’
Teorik varlıkların laboratuvarın kendine özgü koşulları ve kuralları tarafından yaratıldığı
iddiası, sosyal inşacılardan aşinadır. Daha önce tarif ettiğim kararlı düşük kayıplı darbeler,
bunun nasıl olabileceğine dair bir örnek veriyor. Burada sadece laboratuvar dışındaki teorik
varlıkların varlığı hakkında değil, davranışları hakkında da bir uyarı eklemek istiyorum.
Amaç, yalnızca teorik varlıkları kesin ve ince etkiler üretmek istediğimiz şekilde
kullanabildiğimiz zaman var olmaları gerektiği değil; aynı zamanda onların davranışlarını,
istediğimizi yapmalarını sağlayabilirsek çok iyi anlamamız gerektiği de böyle olmalıdır. Bu,
inanıyorum ki, bazı çok somut, bağlam kısıtlı iddiaların gerçeği için, davranışlarını tanımlamak
ve onları kontrol etmek için kullandığımız iddiaları savunuyor. Ancak tüm bu hassas kontrol
durumlarında, koşullarımızı modellerimize uyacak şekilde oluşturuyoruz. Tekrar ediyorum:
Bu, modellerimizi her duruma uyacak şekilde uyarlamanın mümkün olması gerektiğini
göstermiyor.
Belki de bir tür durumla diğeri arasında gerçek bir fark olamayacağını ve dolayısıyla
laboratuvarlarımızın duvarlarındaki indüksiyonlarımızı durdurmak için ilkeli bir neden
olmadığını hissediyoruz. Ancak bir fark var: bazı koşullar sahip olduğumuz modellere
benziyor; diğerleri benzemiyor. Ve sadece bilimsel faaliyetin amacı, söz konusu yasaların
kapsamı altında, yasaların yönettiği tüm ve yalnızca bu koşullara giren modeller oluşturmaktır.
Köktendinciler meseleleri farklı görüyorlar. Yasalar istiyorlar; gerçek yasalar istiyorlar; ama en
önemlisi, en sevdikleri yasaların her yerde yürürlükte olmasını istiyorlar. Köktendinciliğe
181 direnmeye çağırıyorum. Gerçeklik sadece yasaların bir parçası olabilir.
182

You might also like