You are on page 1of 165

JOAN ROBINSON

iKTiSADi FELSEFE
V YAYINLAR!

BiRİNCİ BASKI TEMMUZ 1986

V YAYINLARI

VERSO AŞ.
Konur Sokak, 13/7 Kızılay-ANKARA
Tel 25 68 95
P .K. 359 Yenişehir - ANKARA

Kapak , VMS (Versa Matbaacılık Sanayi)


Dizgi, baSıkı, cilt : Sevinç Matbaası, 29 92 11 • Ankara
JOAN ROBINSON

İKTİSADİ FELSEFE
Çeviren
MEHMET TOMANBAY

\TYAYINI.. Alll
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ

Sosyal bilimlerde, öne sürülen varsayımların geçerliliğini ya


da geçersizliğini kanıtlayabilme konusunda üstünde anlaşmaya va­
rılabilmiş ortak bir yöntem oluşturulamamıştır : Olayları birçok
kereler yineliyereık sınayabilme ve böylelikle de kontrol edebilmek
olanağı yoktur. Bu durumda yalnızca olayların görünüşüne bakıla­
rak sezgi.sel birtakım yorumlar yapılabilir. Yapılan yorumlar ise
kişisel yargılar etkisindedir ve nesnel olmaktan uzaktır. Herkese
göre değişen, bireysel değerlendirmeler toplumsal olayların açık­
lanmasında öne sürülürler. Böylelikle de kesinlikle doğru bir ya­
nıtın varlığını savlayabilmek olanaksızlaşır. Ya da bir konuda bir
sınama yapılabilse bile bu sınamanın sonuçlarının ileri.de deği.şe­
bilirliği hiçbir zaman gözden ırak tutulmaz.

iktisat yazınında da, insanoğlu ile doğrudan ilişkili olan ikti­


sadi olayların ve sorunların açıklanmasında birbirinden farklı bir­
çok görüş öne sürülmüş ve çeşitli düşünce sistemleri oluşturul­
muştur. Kuşkusuz. tüm bu görüşlerde, öne sürenlerin kişisel de·
ğer yargıları etkin olmuştur. Bu nedenle diğer tüm sosyal bUim
dallarında olduğu g�bi iktisat alanında da, çeşitli değer yargılarını
ve kültürel oluşumları dikkate al.m.adan sorunlar hakkında konuş­
maya çalışmak ya da düşünceler ileri sürmek iyi bir yol değildir.

1903 yılında doğup, 1983 yılında ölümüne kadar aktif olarak


iktisat ile ilgilenmiş bulunan Joan Robinson bu yapıtını i.şte bu
yaklaşım ile oluşturmuştur. iktisat yazınında önemli yer tutan
başlıca düşünce sistemlerinin, çeşitli iktisadi olaylar ve sorunlar
hakkında getirdikleri görüşlerini, bu yaklaşım ile ele almış ve öne
sürülen görüşlerin hangi ahlaksal. değer yargılarının etkisi altında
oluşturulduklarını göstermeye çalışmıştır. iktisadın yalnızca bir
istatistik ya da rakamlar konusu olmadığını, bir de bireysel ve top-

VII
lumsal ahlak yonunun olduğunu bu kitapda çok açık bir şekilde
gözler önüne sermiştir.
Joan Robinson, İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde yoğun­
la.şan ve Keynes'in temel fikirlerini kabul eden küçük fakat etkili
bir Keynes sonrası grubun en önemli ismidir. Nicholos Kaldor,
Luigi Pasinetti, Piero Sraffa gibi iktisatcılarla birlikte Joan Robin­
son, neo-Keynesci iktisatcılar olarak bilinirler. Öte yandan Keynes'
in görüşleri ile olduğu kadar !vlarxist iktisat ile de ortak yönleri
vardır ve bu nedenle Neo-Marxistler olarak .da adlandırılırlar.
Joan Robinson, çağımızda iktisat düşüncesine önemli katkılar­
da bulunmuş bir iktisatcıdır. Özellikle neo-klasik görüşleri eleştir­
diği ve piyasalar, işsizlik ile istihdam ve büyüme gibi konularda
yeni görüşler öne sürdüğü birçok yapıtı· vardır. Kendisine esas ünü­
r.ü "Robinson Modeli" olarak tanımlanan ve "eksik rekabet kura­
mını" oluşturduğu piyasa analizi sağlam ışt�r. Eksik rekabet kura­
mında Robinson, her firmanın kendi malına dönük tüketici ter­
cihleri yarattığını ve tüketici tercihlerine dayanarak bir mal tekeli
oluşturduğunu öne sürer. Ancak piyasada, bu mala çok yakın ola­
rak ikame edilebilecek mallar da bulunmaktadır. Bu nedenle de
hiçbir firmanın kesinlikle egemen olamadığı bir piyasa türii sözko­
nusudur. Joan Robinson'un "eksik rekabet" olarak çöziimlediği bu
durumu daha sonraları Amerikalı lktisatcı Edward Chaınberlin de
"tekelci rekabet" adı altında çözümlemiştir.
1933 yılında Economics of İmperfect Competition başlığı taşı­
yan bu çalışmasıyla iktisat kuramına katkıda bulur.an Robinson
azgelişmiş ekonomiler için büyük anlam taşıyan "gizli işsizlik" kav­
ramını da geliştirmiştir. Bıı yöndeki çalışmaları ile de, azgelişmiş
ülkelerde, çalışabilir niifusun üretime e tkisinin ve istihdam soru­
nunıın daha rahatlıkla anlaşılabilmesine yardımcı olmuş ve bu tür
iilkeler için bir "büyüme kuramı" oluşturmuştur.
Bir neo-Keynesci ya da bir neo-Marxist olarak Robinson'wı bi­
limsel yaşamındaki en büyük çabası ise Marx ile Keynes'in görüş­
le.rinin bir sentezini yaratmak olmuştur. iktisat kuramına getirdi­
ği katkıların birçoğunda bu çabanın izlerini gönnek olanaklıdır.
Bu sentezin ortaya çıkarılabilmesi için ise düşünce sistemle­
rinin gerisinde yatan ve bıı iktisadi görüşlerin oluşmasında etkin
olan ahlaksal değer yargılarını anlamak, Robinson için özel bir

VIII
önem taşımıştır. işte bu yapıtında Robinson, iktisat yazınında çok
az rastlanan bu çabanın, en başarılı ve güzel bir örneğini vermiş­
tir. Kuşkusuz bu çaba, çalışmanın felsefi yönünün de yoğun olma­
sına neden olmuştur. Robinson'un bu alanda da ne denli yetkin ol­
duğu bu çalışmada ortaya çıkmıştır.
Yapıtın Türkçe'ye kazandırılmasında ise en büyük güçlük bu
noktadan kaynaklanmıştır. Çeviri salt bir iktisat çevirisi olmamış­
tır. iktisadi terimlerin ve kavramların yanısıra birçok felsefi terim
ve kavram çeviride yer almıştır. iktisat terimleri ve kavramları ile
birlikte birçok felse:fi terim ve kavramın bir arada bu lunması ya­
pıtın dilini oldukça ağırlaştırmış ve anlaşılırlığını güçleştirmiştir.
Tüm bu noktalarda çevirinin sade ve anlaşılır bir hale getirilebil­
mesi için özel çaba gösterilmiş ve zaman zaman konu hakkında
yetkin olduğunu bildiğimiz dostlarımızın yardımlarına da başvu­
rulmuştur. Kuşkusuz dostların bu yardımlarına teşekkürüm bir
borçdur.
Türkçe karşılıklarının tartışılabilir olduğunu sandığımız kav­
ramların ingilizce asılları parantez içinde verilmiştir. Ayrıca me­
tindeki ( *) işaretli dipnotlar da çevirene aittir.
Çağımızın en ünlü iktisatcılarından olan Joan Robinson'un di­
limizdeki bu çevirisi sanırım, yalnızca iktisat ile ilgilenenlerin de­
ğil, öğrenmeye istekli herkesin ilgisini çekecektir.

Dr. Mehmet TOMANBAY

IK
içlNDEKİLER

1 - METAFİZİK, AHLAK VE BİLİM ı

2 - KLASİKLER : DIDER 29

3 - NEO-KLASİKLER: FAYDA 49

4 - KEYNESGİL DEVRİM 77

5 - GELİŞME VE AZGELİŞME 103

b - OYUNUN KURALLARI NELERDİR? 129

7 - BAŞLICA KAYNAKLAR VE AD DİZİNİ 152

X.I
METAFİZİK, Aın..AK ve BİLİM

Çağdaş yaşamın bu denli rahatsız edici olmasının. bir nedeni


de daha önceleri sorgusuz sualsiz kabul edilen birçok şey hakkın­
da kendi kendimizi soruşturur olmaya başlamamızdır. Eskiden
herkes inandığı şeylere ya doğru olduğuna inandığı için ya da top­
lumdaki "doğru düşünür" saydığı kişilerin doğru sztyması nede­
niyle inanıyordu. Freud'un tüm davranışlarımızı akla uygun duru­
ma getirme (rasyonalizaiiyon) eğilimimizi açığa çıkarmasından ve
de Marx'ın, fikirlerimizin ideoojilerden kaynaklandığını gösterme­
sinden bu yana kendi kendimize şu soruyu sorar olduk : Acaba
inandığım şeye neden inanıyorum? Kuşkusuz böyle bir soru sor­
mamız bunun bir yanıtının olduğunu gösterir. Ancak bir aşamada
bunu yanıtlayabilsek de, ardından ortaya yanıtlanması gereken bir
soru daha çıkar. İnanmama neden olan şeyler hakkındaki inanışları­
ma neden inanıyorum? Böyle bir süreç sonunda da açıktır ki içine
nüfuz edemiyeceğimiz bir sis içinde ıkalınz. Gerçek artık gerçek
değildir. Kötülük artık kötü değildir. "Herşey ne dernek istediği­
mize bağlıdır" Fakat böyle bir durum, yaşamı çekilmez yapar. Bu
nedenle de bu durumdan bir çıkış yolu bulmamız gerekir.

"Gerisi ya da ilerisi, eşit uzaklıktadır. Dışarıya ya da içeriye,


yol aynı darlıktadır" "Siz kimsiniz". "Kendimim. Daha fazla bir
şey söyleyebilir misiniz?" 'Nesiniz", "Büyük engel.... Etrafından do­
laşarak aşınız o engeli, aşınız o engeli".'

İnançlarımız ın köklerini bula:bilmek için bir miktar dolam­


baçlı yollara başvurmalıyız. Genel olarak bir ideolojiyi oluşturan
ve özellikle de yaşamımızda önemli bir yer tutan iktisadi yaşam
ve iktisadın kendisi (Üniversitelerde, akşam kurslarında ve belli
başlı temel makalelerde öğretinin anakonusu ile ilgili duyguların

1 Ibsen, Peer Gynt, Perde il, Sahne 7.

1
ve düşüncelerin esas parçası) her dönemde egemen ideoloji için,
kısmen bir bilimsel araştırma yöntemi olduğu kadar kısmen de
bir araç oluşturmaktadır.

- 1 -

ideolojiyi, bilimden nasıl ayırabiliriz?

Öncelikle, tanımlarla neyi ifade ettiğimizi belirtmeliyiz. Doğal


tarih kategorileri ile kafa karıştırıcı mantıksal t anımlardan sakın­
mak önemlidir. Bir "nokta", hacını ve büyüklüğü olmayan ancak
bir konuma sahip olan biçimde tanımlanabilir. Açıktır ki hiçkim­
se bir noktayı dikkate almaz. O, yalnızca mantıksal bir soyutlama­
dır. Fakat bir fil nasıl tanımlanabilir? Doğru düşünebilen bir kişi
şu şekilde açıklamada bulunabilir : Bir fili tanımlayamam, fakat
gördüğüm zaman tanıyabilirim.

Bir ideoloji bir noktadan daha fazla file benzemektedir. O,


betimleyebildiğimiz, hakkında konuşup tartışabildiğimiz varolan
birşeydir. Anlaşmazlık.lan ortadan kaldırmak jçin mantıksal bir ta­
nıma başvurmak iyi bir yol değildir. Çünkü, gereksindiğimiz şey
tanım değil, ölçüttür. Bir fil, açık bir örnektir, ancak şimdi biz bir
başka örneği, mantıkcılann çok hoşlandığı kuğu örneğini ele alalım.

Eğer "kuğu" sözcüğü, karakteristiği beyaz görünmek olan bir


kuşu betimliyorsa Avusturalya'da yaşayan ve siyah renkli olan kuş­
lar başka bir sözcük ile adlandırılmalıdırlar.

Ancak bir kuğuyu tanımlayabilmenin ölçütü renk değil de ana­


tomik bir ölçüt olursa bu durumda siyah ve beyaz kuğular aynı
kategoriye girerler. Görüleceği üzere bütün tartışmalar, yaratıkla­
rın özellikleri hakkında değil de, kategorilerin hangi ölçütlere göre
oluşturulacağı hakkındadır. Aslında, ne şekilde tanımlarsak tanım­
layalım, onlar ne ise odur.

Bilimsel bir önermenin zıddı olarak, ideolojik bir önermenin


ölçütü ne olabilir. Öncelikle, eğer ideolojik bir önerme, mantıksal
bir üslup içinde sunulursa ya anlamsız bir ses olmaktan öteye gi­
demez ya da kısır bir tartışmaya dönüşmekten kurtulamaz. Bir
önermede bulunalım: Bütün insanlar eşittir. Mantıksal bir çerçe­
vede bu ne ifade eder? "Eşit" sözcüğü miktarsal bir anlam taşı-

2
maktadır. Bu dununda eşit sözcüğünün öncelikle bütün insanların
aynı ağırlıkta olduk.lan anlamına geldiğini düşünebilir miyiz? Ya
da zeka testlerinde bütün insanlar aynı puanı mı almaktadır? Ya
da "miktar"a yüklediğimiz anlamı biraz abartarak herkesi eşit mik­
tarda sevimli bulabilir miyiz?

Görüldüğü. gibi "eşit" sözcüğü, hangi anlamda. k ullan ıl dığı be­


lirtilmeden kullanılırsa, boş bir ses olmaktan kurtulamamaktadır.
Örneğimizde ise "eşitlik", "aym. derecede" anlamında kullanılmış­
tır. Her insan aynı derecede eşittir.

Metafizik bir önermenin en önemli göstergesi sınanamaınası­


dır. Eğer dünya gerçek olmasaydı, gerçek dünyadan hangi nokta­
larda farklı olduğunu da söyleyemezdik. Dünya için farklı bir ta­
nımlama yapmadıkca, o aynı dünya olacaktır. Yanlışlığı asla ka­
nıtlanamaz.

Eğer o önerme doğru olmasa, dünya ne şekilde farklı olurdu,


bunu kesin bir biçimde söylemek mümkün değildir. Bizim meta­
fizik spekülasyonlarımız ne olursa olsun dünya yine aynı dünya
olacaktı. Hiçbir şekilde ispat sözkonusu değildir, çünkü sunula­
cak herhangi bir sav kendi terimleriyle yapılan tanımlardan olu­
şan bir döngü içinde hiç bir yere varmadan yuvarlanıp gider.

Gerçek yaşam üzerine ışık tuttuklarını iddia etmekle birlikte


aslında bu tür görüşlerden hiçbir şey öğrenemeyiz. Ampirik bö­
lümlere ait önermeler için Profesör Popper'in ölçütünü2 uygular­
sak gerçekler tarafından asılsızlığı kanıtlanabilen bir önermenin
bilimsel bir önerme olmadığını söyleyebiliriz.

Öteyandan metafizik cümleler içeriksiz de değillerdir. Herşey­


den önce bir bakış açısını yansıtırlar ve davranışlara rehberlik
eden duygulan formüle ederler. "Bütün insanlar eşittir" sloganı do­
ğuşla birlikte ortaya çıkan ayncahklara karşı bir protesto anlamı
taşımaktadır. Eşitlikci bir toplumda hiçkimse böyle bir şeyi söy­
lemeyi düşünmeyecektir. Bu slogan, toplumsal sınıflar ve renkl eri
küçük görmenin (aşağılamanın) yanlış olduğunu kabul eden bir
özel yaşantı için ahlaksal bir standart ifade etmektedir. Yine bu
slogan, herkesin eşit haklara sahip olduğu bir toplum yaratmayı
amaçlayan bir politik yaşam programı ve bazılarının diğerlerinden
daha fazla haklara sahip olduğunu kabul eden bir durumu red
etmek için de ahlaksal bir standartı ifade etmektedir.

2 Bkz. The Logic of Scientific Discovery.


3
Metafizik önermeler, varsayımların oluşturulabileceği bir or­
tamı da yaratırlar. Onlar henüz bilim dünyasına ait değildirler an­
cak, bu dünya için gereklidirler. Onlarsız, bilmek istediklerimizin
ne olduklarını bilemeyiz. Bel.iti konumuz ile ilgili birtakım bilim­
lerde durum farklı olabilir. Ancak, şimdiye kadar psikolojik ve top­
lumsal birtakım sorunlar ile ilgili yapılan araştırmalarda, metafi­
zik çok önemli hatta çok gerekli bir rol oynamıştır.

Örneğimize bakalım. "Bütün insanlar eşittir" sloganı bir araş­


tırma programı oluşturur. Bu kapsamda doğuştan kazanılmış ye­
teneklerin istatistiksel dağılımının toplumsal sınıflar ve renkler ile
ne oranda ilişkili olduğunu araştıralım. Bu kolay bir görev değil­
dir. Çünkü ilgili olduğumuz ortamın içine doğrudan ideoloji ka­
rışmaktadır. Yetenek nedir? Doğuştan kazanılmış ya da çevreden
elde edilmiş yetenekleri birbirinden ayırt edecek ölçütleri nasıl
oluşturabiliriz? Vereceğimiz yanıtı, ideolojimizden anndırabilmek
için zorlu bir uğraş vermemiz gerekmektedir. Fakat önemli olan
bir nokta vardır: İdeoloji olmak.sızın sorunu düşünmemizde olası
değildir.

- 11 -

Toplumsal bilimlerle ilgili düşünce dünyasından ideolojinin


etkisi arındırılsa da anndırılmasa da, ideoloji sosyal yaşamın hare­
ketli dünyası için kaçınılmaz bir gerekl iliktir. Bir toplum, o toplu­
mun üyeleri kendi çıkarları ile ilgili en uygun davranış biçiminin
ne olduğu konusunda ortak bir bilince sahip olmadıkca varolamaz.
Bu ortak bilinç ise ideoloji içinde ortaya koyulabilir.

Evrimci bir bakış açısı ile, ideolojinin içgüdünün yerine geç­


tiğini (ikamesi olduğunu) söylemek makul görünür. Ha}rvanlar ne
yaptıklarını bilir görünürler; bizler ise öğretilmek zorundayızdır.
Çünkü, insanoğlu için standartlaşmış davranışlar genler aracılığıy­
la diğer nesillere geçmez. Standartlaşmış görünen davranışlar, ko­
laylıkla farklı toplumlarda, farklı biçimlere girebilir. Bununla bir­
likte yine de her sosyal hayvan için birtakım ahlaksal standartla­
rın varlığı zorunludur.

Ahlaksal davranışlann varlığı için, biyolojik bir gereklilik de


sözkonmudur. Irkının canlılığını sürdürebilmesi için, her hayvan

4
bir bencilliğe (kendi geçim araçlarını koruyabilmek ve yiyeceği­
ni elde edebilmek için güçlü bir itici güç) sahip olmalıdır. Aynca
her hayvan bencilliğini kendisinden ailesine yayabilir (dişisinin ve
çocuklarının çıkarları için mücadele etmek). Öteyandan, toplumun
diğer bireylerine saygı ve şefkat göstererek öz çıkarlarımızdan fe­
dakarlık etmeden, sosyal yaşamı olanaklı kılrrıa:k da sözkonusu de­
ğildir. Bencilliğini kontrol altına alamamış bireylerden oluşan bir
toplwn kendisini parçalamaktan kurtulamaz; Öteyandan tam an­
lamıyla özverili birey ise kısa sürede açlığa mahkum olur. Yaşam
için gerekliliği açık olan bu zıt eğilimlerin arasında ise bir çelişki
vardır ve bu iki eğilimi uzlaştırabilmek için de bir seri kurallar
olmalıdır. Ayrıca, bu kuralların kişinin güncel çıkarlan ile çeliş­
mesi durumunda kurallara uyulmasını zorunlu kılan mekanizma
olmalıdır.

Adam Smith, ahlaksal değerleri, aynı duygulan paylaşma


(sempati) temelinden türetir:

İnsanoğlunu ne kadar bencil kabul edersek edelim; do­


ğasında başkalarının çıkarlarına ilgi göstermesine yolaçan
birtakım güdüler vardır. Bu güdüler insanın, başkalarının
mutluluğunu kendisi için gerekli görmesine neden olur.
Ancak insanın bu olaydan, kişilerin mutluluğunu görme
zevkinden başka hiçbir yarar elde etmesi sözkonusu değil­
dir. Kendimiz, sevinçli bir ortamda ikeri başkalarını düş­
kün bir durumda görür ya da sefalet içinde olduklarını an­
larsak, acıma ya da şefkat türü şiddetli duygular duyanz.
Zaman zaman eaşkalannın üzüntülerinden, kendimizin de
üzüntüye kapılması, kanıtlanmasına gerek kalmıyacak ka­
dar açık bir olaydır. İnsan doğasının diğer tüm özgün duy­
gulan gibi bu duygu da, sadece şefkatli ve dürüst insanlara
-ki onlar bu duygulan daha şiddetli bir şekilde duyabi­
lirler- özgü değildir. Toplwnun yasalannı hiçe sayan en
canavar ruhlu kişi bile bütünüyle bu yapının dışında de­
ğildir.3

Bu görüşler bir noktaya kadar doğru olmakla birlikte her ala­


nı da kapsamaz. Bir çelişki ortaya çıktığı zaman sizin zarannıza
kendimi korumak durumunda kalının ve aynı duygulan paylaş-

3 The Theory of Moral Sentiments, Cilt 1., s. 1 2.


-

s
mak beni durdurmaya yetmez. Fedekarlık duygusu çocuğunu sa·
vunan bir annenin kendisini feda etmesine neden olabilir. Bir baş­
ka alanda böyle bir olayın yaşanabileceğini söylemek çok inandırıcı
değildir.

Bencilce güdüler, fedakarlık güdülerinden daha güçlü olduğu


için, başkalarının hak iddialan konusunda uyarılmamız gerekmek­
tedir. Başkalarının hak iddialan konusunda uyanlmamızı sağla­
yan mekanizma ise ahlak duygusu ve bireyin bilinçliliğidir. Başka­
larının malına saygı göstermeyi , ekonomik bir örnek olarak ala­
lım. Hırsızlık, kötü davranışlar arasında en kötülerden birisi de­
ğildir. Zenginin yoksulu soyması gibi insafsızlık ve adilik sınırları­
nı aşmadıkca, hırsızlık olayına doğal bir tepki duymayız. Hatta,
yoksulun zengini soyması durumunda olaya sempati ile bakabili­
riz. Robin Hood'a benzer bir davranış içinde olan bir hırsızın ya
da eşkiyanın yakalandığını okuduğumuz zaman ise sempatimiz
polisten yana olmaz. Bir toplumda dürüstlük eksikliği toplum için
bir zarar kaynağıdır ve tümü ile sıkıcı bir şeydir - herkes için ol­
duğu kadar hırsızlar için bile; derler ki, ·hırsızlar arasında şeref
olmasa hırsızlık da olana:klı değildir.

Mülkiyete saygının yokluğu durumunda, kaıbu] edilebiJir bir


yaşam standardını ortaya çıkarabilmek olanaksızdır. En basit bir
yatırım bile - bir sonraki hasat mevsimi için toprağı ekmek -
bir kişinin kontrol edebileceği ölçünün dışına çıkarsa değerli bir
yatırım olamaz. Bazı olaylarda, topluma ceza korkusu zorla kabul
ettirilebilinir. Ancak bu yol pahalı, etkisiz ve karşı bir hücuma or­
tam hazırlıyan bir yoldur.
Açıklık çok daha ucuz bir yoldur. Benim rahatım için başka­
larının açık ve dürüst olması bir gerekliliktir. Benim dışımda her­
kesin dürüst olması beni çok avantajlı bir duruma sokacaktır. Her­
kes için iyi insanların yönetimi altında olma gereksinimi ahlaka
olan gereksinimin artmasına da yol açar. Bu konuda Dr. Johnson
şöyle der:
Toplumun mutluluğu iyi ahlaka bağlıdır. Isparta devle­
tinde hırsızlık herkesin rızası ile serbest bırakılmıştı. Bu
yüzden de bir suç değildi, fakat bununla birlikte toplum­
da güvenlik de yoktu. Böylelikle Isparta devletinin sahip
olduğu yaşamda toplumsal güven de ortadan kalkmıştı.
Dürüstlüğün olmadığı bir toplumda kokuşma ve çözülme

6
olur. Toplumda düriistlüğün azaldığı dönemlerde genellik­
le kulaklarımıza inanmaktan korkarız. Sahtekarlığın on
katına çıktığı durumlarda nasıl olacağımızı düşünün?4

Toplumda hırsızlığa karşı güçlü bir doğal muhalefetin olma­


ması nedeniyle, mülkiyete saygının öğretilmesi gereklilik kazanır.
Bu öğretim olayı, sosyal yaşamı olanaklı kılabilmek için teknik bir
gerekliliktir.Örnek olarak kargaları alalım. Bir arada topluluk
halinde yaşarlar. Her ilkbaharda, yuvalarını yenilerl er ya da yeni­
den inşa ederler. Yuvaları için gerekli dallan bulmak amacıyla,
davranışlarını yöneten içgüdü ya da benzeri bir duygu ile dışarı­
lara çıkarlar. Verimli bir çalışmayı - en kolay ve en iyi dalları
elde edebilmek - gerçekleştirebilmek için bazı doğal eğilimlere
sahiptirler. Aksi halde amaçlarına ulaşamazlar. Açıktır ki yuvayı
oluşturan dallar en iyi ve en kolay elde edilen dallardır. O halde
birbirlerinden dal çalmalarını, hırsızlık yapmalarını önleyen ne­
dir? Şayet herbiri dalların getirilmesi konusunda diğerlerine gü­
venirse, toplum bir süre sonra parçalanır. Yuvalarının inşasında
terkedilrniş yuvaların malzemelerini özgürce kullandıklarına göre,
ikinci elden gelen dallara karşı doğuştan ıbir hoşnutsuzlukları ol­
ması sözkonusu değildir. Zaman zaman, bazı hırsızlık olaylan da
gözlenebilmektedir. Ancak, hırsız belirlenebilirse, diğer kargalar
topluca saldırırlar ve onu topluluklarından dışlarlar.5 Hırsızın ne
zaman suçluluk duygusuna ve diğerlerinin de yapılan haksızlığa
karşı bir öfke duygusuna (gerçi kuşların duygusal yaşamı da bi­
zim yaşantımıza çok benzediği için genellikle böyle olur) kapılıp
kapılmayacaklarını sormak amacımız değildir. Önemli ol an nokta,
kargaların öznel duygulan ile de ilgili değildir. önemli olan nok­
ta, aynı teknik durumun - sosya l yaşam ve bireysel mülkiyet -
aynı sonuca ulaştırmasıdır : Yaptırımlar ile güvence altına alınmış
bir ahlak kuralının varlığı.

Kargaların bir bilince sahip olup, olmadıklarını bilmeyiz ama,


insanların bilinçli ol duklarını biliriz. Erkekler ve kadınlar bir dav­
ranış kalıbı yaratan içgüdü yerine, toplumun gelişmesine katkıda

4 Boswell, (The life of Dr. Johnson). (Ailen and Unwin Edition). Cilt II,
s. 298.
5 G. K. Yeats bu konuda kuşkuludur, bu "topluca dışlama" yı daha da çar­
pıcı bir olguya, grubun zina eden erkek kargayı hep birlikte cezalan­
dırma eylemlerine bağlamaktadır. The Life of the Rook, ss. 31 ve 33.

7
bulunan. çeşitli davranış özelliklerinin ortaya çıkmasına yarayan ve
herkeste farklı düzeyde oluşan bir bilince sahiptirler. Sağlıklı bir
insan beyninin yapısında daima bir bilinçlenme eğilimi vardır. Bu
eğilim, konuşmayı öğrenme eğilimine çok benzer. Sesleri anlam­
landırma ve en uygun anlamıyla kullanabilme gücü doğuşta insan
beyninde saklıdır. Yaşamın ilk yıllarında bu yetenek çok hızlı bir
şekilde gelişir ve sonraları da çok hızlı bir şekilde ve kolaylıkla
gelişimini sürdürür. Bu, insan beyninin özel bir işlevidir ve bir
kaza sonucunda yok olabilir. Bazen bir kaza sonrasında beynin (ki
bazı yedek parç3.ları içerir) yeniden eğitilmesi olanaklıdır ve unu­
tulan sözcüklerin öğrenilebilme yeteneği tekrar kazanılır. Bir dili
öğrenme yeteneği bütün ırklarda hemen hemen aynıdır. Hangi di­
lin öğrenileceği ise çocuğun doğup, büyüdüğü topluma bağlı ola­
rak değişiklik gösterir.

Bütün bu söylenenler ahlak duygusunun ya da bilinçlenme eği­


liminin gelişimi için de doğrudur. Bu gelişme daha arkadan gelir
(konuşmanın kazanılmasından bir ya da iki yıl sonra), kimi zeka
geriliği olanlar bu gelişimin dışında kalır; bazıları ise sonralan
iyileşebilen beyin yaralanma.lan ile bilinçlerini ya da ahlak duygu­
larım kaybedebilirler. Bilinçlenmenin niteliği de, öğrenilen dil gibi,
bireyin doğup büyüdüğü topluma bağlıdır.

Kimileri, insan doğasının en saygıdeğer özelliğini hayvanlar


ile aynı düzeye düşürdüğü için, ahlakın bedeni bir temeli olduğu
ve biyolojik zorunluluklardan b.ynaklandığı fikrine karşı çıkarlar.
Bu yaklaşım mantıksız görünmektedir. Hepimiz, anne sevgisinin
iyi ve takdire değer olduğunda hemfikirizdir. (İnsan doğası hak­
kındaki buluşları ile büyük şaşkınlıklara yol açmış Freud bile, bir
kadının oğluna duyduğu sevginin, tüın duyguların en safı olduğu­
nu söyler.6 Anne sevgisinin biyolojik bir işleve sahip olduğunu ya
da bu duyguyu hayvanlar ile paylaştığımızı hiç kimse yadsıyama­
maktadır. (Burada istisna :kuralı doğrulanmaktadır. Bir balık cin­
sinde (stickle-<back) yavruların bakımını ve sorumluluğunu erke­
ğin üzerine aldığı ve bu konuda en aşın düşkünlüğün bir örneğini
oluşturduğu bilinmektedir. Dişisi ise, dünyaya getirme konusunda
sadece bedensel işlevini yerine getirmekte ve başka ırkların erkek­
leri gibi sorumluluktan uzak bir yaşam sürmektedir. İnsan top-

6 New Introductory Lectures, Çeviren : W.S.H. Sprott, ss. 171 2.


-

8
lumu gibi, doğa da aynı teknik sorunda çeşitli çöztimler bulabil­
mektedir.)

Bilinçlenmeyi sağlayan biyolojik. mekanizmanın duygusal do­


nanımımız aracılığıyla işlediği görülmektedir:

Doğa, toplum olarak yaşamaya başlayan insanları, öz­


gün bir memnun olma ve kardeşlerine karşı yapılan hak­
sızlıklar konusunda da özgün bir nefret ve kızma duygusu
ile donattı. İyi ortamlarda mutlu olmasını, olumsuz ortam­
larda acı duymasını öğretti. Doğa, insanoğlunun hoşgörü­
lü bir yapıya sahip olmasını, insanın çıkarına daha uygun
ve takdire layık, buna karşılık hoşgörülü ve alçak gönüllü
olmayan yapısını ise küçültücü ve saldırgan buldu.7

Bir çocuğun bilinci, aile bireylerinin doğru ve yanlış kabul et­


tikleri şeyleri öğrenerek biçimlenir. Sonralan manevi bir yapı ka­
zanarak, Adam Smith tarafından "içimizdeki insan" 8 diye ta­
nımlanan vicdanımız tarafından, onaylanması gerekli bir istek ha­
line dönüşür. Gizli kalmış bir utanma, kuşkusuz, açığa çılanış bir
utanmadan daha az acı vericidir. Buna karşın yine de ızdırap ver­
meye devam eder.

Utanma duygusu doğal ve evrenseldir. Ancak utanmaya neden


olan olaylar gelenek ve göreneklere göre değişiklik gösterirl er. Tra­
fik kurallarına benzerler. Her ülkede trafik kuralları olmalıdır, an­
cak bazı ülkelerde soldan gidilir, bazılarında ise sağdan gidilir.
Birçok toplumlarda son yıllara kadar ahlakın en büyük kay­
nağını din oluşturmuştur. Bir toplumda bireyleri uyumlu bir top­
luluk haline getirme hiç bir şekilde kolay değilclir. Din, bireyin
doğru olarak düşündüğü şeyi yapma arzusunu güçlendirebiJmenin
ve doğrulan empoze edebilmenin en yararlı aracıdır.

Bu mekanizma üç koldan etkinlik gösterir diyebiliriz :


1 - Başkasının iyil iğini düşünmeye ilişkin ahlak ilkelerinin
dışına çıkıp, basiret, temkinlilik ve aydınlanmış özçıkar'a hitap
edip, kötülüklerin tanrısal adaletle cezalandırılacağına inandırarak;
2 Herşeyi gören bir tanrı inancını dikkate aldırıp, benim-
-

senmeme korkusunu derinleştirerek; ve de,

7 Adam Smith, Moral Sentiınents, Cilt 1, s. 276.


8 İbid., s. 304.

9
3 - En adi bir haydut da bile azıcıkta olsa bulunabilen baş­
kalarına iyilik etme duygusunu güçlendirerek.

Dinsel esaslara göre ahlak eğitiminden geçirilen birçok insan,


tannnın gazabından koruna:bilmek için doğru olanı yapmaktan baş­
ka hiçbir yol olmadığına inanır: Si dieu n'existe pas, tout est
permis. Eğer tanrı olmasaydı, hiçbir şey yasak olmayacaktı. Bu
cümle şimdiye kadar söylenmiş en aptalca cümledir. Tanrının var­
lığına inanmamam, Londra da yolun sağından, Paris'te de yolun
solundan güvenlik içinde gidebileceğim anlamına gelmemektedir.
Tann'nın olmaması durumunda hırsızlar, dürüst insanlar için za­
rar verici olmaktan çıkmayacaklardır. Ya da hırsızlığın iyice art­
tığı bir toplumda kötülükleri denetim altında tutmak için herhangi
bir harcama yapılmaktan vazgeçilmeyecektir. Eğer bir adamın vic­
danı, Tann'ya inancını yitirdiğinde yok oluyorsa, bu adamın ço­
cukluğunda vicdanı iyi yoğrulmamış demektir. Vicdanı, henüz baş­
kalarınca takdir edilme isteği ile doludur, kötü ve iyi ayrımı yapa­
cak düzeye erişmemiştir.

Günümüzde, din savunucularının, en hararetle üzerinde dur­


dukları ve savundukları fikir, iyi ilişkiler ve sosyal uyumun gerek­
liliği üzerinedir. Ahlaksızlıklar, dağılan yuvalar, mücadeleler ve
modern yaşama uymayan kin ve garazlar dinin zedelenmesinin en
önemli nedenleridir. Kiliselere geri dönüş, sağlıklı düzeni de geri
getirecektir. Bu yolda görüş öne sürenler, istemiyerek de olsa yu­
karıdaki fikri savunmak durumunda kalmaktadırlar. Ahlak, biza­
tihi, arzulanan ve saygı duyulan bir kavramdır. Din, bize ahlakı
desteklediği, güçlendirdiği için tavsiye edilir. Ahlak tavsiye edil­
mez, çünkü o, dinden kaynaklanır.

Öteyandan, dinsel inançları olmayanlar, ahlak ile ilgili kural­


ları akla dayandırarak oluşturma eğilimindedirler. Bu çerçevede
öne sürülen en geçerli görüşe göre, birey doğru olanı yapmalıdır.
Eğer kişi doğru davranış içinde olmaz ise, toplumun diğer birey­
leri de doğru olanı yapmayacaklardır. Bu karışık bir ifadedir. Ka­
rışıklık savaş zamanının afişlerindeki bir slogandan kaynaklan­
maktadır : "Herşey size bağlıdır". Kuşkusuz, yetkililer, kendileri­
ne inanarak davranmamızı istemişlerdi. Ancak bu doğru bir is­
tek değildi. Herhangi bir kişi bir bireyi olarak bir anlam, bir değer
ifade etmez. Ancak, kuşkusuz, örnek al ınan kişi çok değerli biri
olabilir ve bu çerçevede de etkileyiciliği sözkonusudur. Fakat, sa-

10
vaş zamanının afişindeki slogan etkileyiciliği olan belirli bir kişi­
yi işaret etmemekte idi. Afiş, sokaktaki sıradan vatandaşın herbiri­
si için geçerli idi.
Oy kullanmayı örnek olarak al alım. Küçük bir toplulukta, ge­
nellikle tek bir oy bile belirleyici olabilir. O halde, benim için
önemli olabilecek kararın alınacağı bir toplantıda bulunmam. en
uygun ve emin yoldur. Fakat, varsayalım ki güvenli bir seçim çev­
resinde yaşamaktayım. Bu durumda bir genel seçimde niçin, oy
kullanm alıyım? Bir tek oy, sonucu değiştirmek için az veya çok
bir etkiye sahip değildir. "Ah, eğer herkes bu şekilpe düşünürse de­
mokrasi anlamını yitirir." Evet, fakat ben herkes değilim. - Ben sa­
dece benim. Diğerleri bensiz de devam edecekl erdir. "Ne etkileyici
bir konuşma biçimi" Evet, işte en önemli nokta burasıdır. Herke­
sin, oyunu kullanmasının görevi olduğunu hissedeceği, tamamiyle
doğrudur. Fakat, bu, birtakım nedenler ile ikna edilmenin bir so­
nucu değildir. Birey, oy kullanmak doğru bir davranış olduğu için,
oy kullanmanın doğru olduğunu düşünmelidir.

Ya da kargalar örneğini tekrar ele alalım. Eğer bir karga, bir


diğer yuvadan görünmeden, bir dal alsa, sistem çökmez. Eğer, gö­
rülürse ve buna karşın saldırıya uğrayıp cezalandırılmaz ise, stan­
dartlar çürümeye başlar. Fakat, komşu yuvadan dal çalma olayı,
dikkate değer bir olay olarak kabul edilmese bunun zararları ne­
ler olabilir? Hırsızlığın kendiliğinden yapılmaması dışında, yapıl­
maması için hiç bir neden olmayacaktır.

Daha sofistike sistemler ahlakı, evrimin yöneliş eğiliminden


türetmeye çalışırlar. Fakat bu, ikna edici bir yaklaşım değildir.
Desem ki; "bırak evrim ıkendi kendini idare etsin, ben canım nasıl
isterse öyle davranacağım" Bu durumda, sorumluluk duygularına
başvurmadan benim bu görüşümü yadsıyabilmek olanaklı değil­
dir. Evrim, elbetteki belirli bir düzeyde sorumluluk duygusuna sa­
hip olmanu sağlamıştır. Fakat, eğer evrim bana sorumluluk duy­
gusu yanında, görevlerim hakkında somut bilgi sahibi olmamı da
sağlıyabilmiş olsaydı, o zaman zaten bu konuda kuramlar üretme­
ye gerek kalmazdı.

Yukarıdaki görüş, ahlaki duyguların teolojiden ya da akıldan


türemediği sonucuna ulaşır. Ahlaki duygular, konuşmayı öğrenm e
yeteneğimiz gibi, sahip olduğumuz doğal bir özelliğimizdir.

11
Eğer bu görüşü doğru kabul edersek, etik duygulan.mızın içe­
riğinin ne olduğu sorusunu da açık bırakmış oluruz. Etik ile ilgili
tüm felsefi sistemler, etik duygulann rasyonel bir muhasebesini
yapma çabası içindedirler. Artık, bu gibi duygulara sahip olduğu­
muz gerçeği değil, hangi davranış biçimlerinin bu duygularımız üze­
rine inşa edilmiş olduğu konusu önem taşımaktadır.

Keynes, olasılık kuramı ile ilgili çalışmasını Moore'un etik sis­


teminin etkisi altında gerçekleştirdi. Moore'un etik sistemine göre,
bireyler "gelecek tüm nesiller boyunca, neden-sonuç ilişkileri ara­
cılığıyla doğacak etkiler toplamının maksimum iyilik yaratma ola­
sılığını en yüksek düzeye çıkartacak şekilde davranmak ile yüküm­
Iüdürler" .9 Sözkonusu olasılıkları hesaplamak son derece önem­
liydi: Fakat Keynes, olasılık kuramına ilişkin tüm sorunları büti.i­
nüyle çözmüş bile olsaydı, bu, yine de herkesin günlük yaşamda
uygulayabileceği bir kurallar dizisi oluşturamazdı.

Diğer akılcı etik sistemler, daha az hayalperest olabilirler, an­


cak daha iyi değildirler. Prof. Braithwaite, bilimsel yasalar siste­
mi ile etik kurallar sistemi arasındaki farklılığa dikkati çekmek­
tedir.

Yazık ki, iki hiyerarşi arasında mantıksal bir fark var­


dır: Bilimsel hiyerarşi (scientific hierarchy) oluşurken,
önermeler gittikce daha güçlü bir hale gelir ve bizler de
gittikçe daha çok tartışırız. Amaçlar hiyerarşisi (hierarchy
of ends) oluşuııken önermeler gittikçe daha zayıf hale ge­
lir ve bizler de gittikçe daha az tartışırız. Bu şu gerçekten
kaynaklanır: Düşük düzeydeki bir bilimsel yasa, yüksek dü­
zeydeki açıklamasının mantıksal bir sonucu olmakla bir­
likte, tersine, dar bir A sonucuna ulaşılmasının mantıksal
sonucu daha geniş bir B sonucuna ulaşılması olacaktır.
( A,B tarafından içerilmektedir ve bu durumda A ile i lgili
olarak ulaştığımız tüm bulgular B için de geçerli olacak­
tır). Dolayısıyla hiyerarşide yukarı doğru çıkıldığında amaç­
lar kapsamca genişler ve tanım.lan güçleşir. Büyük ahlak
filozoflarının en son amaç olarak önerdikleri kavramlar
(Aristo'nun eudaimonia'sı ya da Mill'in "mutluluğu") işte
bu nedenle tartışılır bir biçim alır. Bunlara olumlu ya da

9 Keynes, Two Memoirs, s. 97.

12
olwnsuz örnekler vermek kolaydır; ancak kavramların ken­
dileri Principra E thica'nın tanımlanamaz "erdemliliği" gibi,
anlaşılamaz, esrarlı bir görünümündedirler. Öyle görünü­
yor ki kendilerinden daha az nitelikli kavramları açıklaya­
bilmek için ıkendilerinin çok geniş kavramlar olması gere­
kiyor ve somut içeriklerini kaybediyorlar.10

Akıl, yardımcı olamaz. Eğitimlerimiz ( öyleki bir isyan, isyan


ettiği olaylardan etkilenir) aracılığıyla herbirimize kabul ettirilen
etik sistem akla uygun kurallardan türememiştir. Bize etik siste­
mi nakletmeye çalışanlar onun akılcı bir muhasebesini yapabilme­
yi ya da sistemi bütünüyle formüle edebilmeyi ender olarak başa­
rabilmişlerdir. Bize etik sistemi aktaranlar, toplum onlara ne öğ­
rettiyse onu aktarmı şlardır. Bu durwn insanın konuşmayı öğren­
diği dili aktarmasına benzer.

Etik kuralların içeriği bir toplumdan diğerine, dillerdeki fark­


lılıklar kadar olmamakla birlikte yine de oldukça büyük farklılık­
lar taşımaktadır.

Hamlet'deki ahlak anlayışı, hıristiyan ve putperest inanışları­


nın bir karışımı olarak kabul edilir. Aynı durum, cennet ve cehen­
nemi hiç unutmaksızın günah ve adaletsizliği te:rıkedip iyiye dönen
kimseler ile, kendi etiketlerini şerefli bir intikam alma aracı ola­
rak saklayanların bakış açılarını kapsayan, Shakespeare'in eserle­
rinde de görülebilir. İyi bir intikam, düşmanın cehenneme gitme­
sini sağlıyacak bir katliam içinde bulunm asını gerektirir. Belki de
teoloji daha zayıftır, fakat etik sistem bütünüyle doğrudur ve hıris­
tiyan duygulan ve düşünceleri henüz ona bulaşmamıştır.

Ekonomik davranış ile ilgili olduğu için örnek olarak Thug'


lan * alalım. Bunlar müslümanlık ve hinduluk:tan kaynaklanan bir
mezheptiler. İlahi bağlılıkları Tanrıça Kali'ye idi. Yakaladıklarını,
dinsel bir törenle boğarak öldürüyorlar ve ele geçirdikleri malları
mezhep üyeleri arasında özel bir formülle bö!üyorlardı. İnanışla­
rına göre kadınları öldürmek yasaktı. Ancak, bir törenlerinde ta­
nık bırakmamak düşüncesiyle kendi kurallarına karşı gelip, kadın-

10 R. B. Braithwaite, 'Moral Principles and Inductive Policies', Proceeding


of the British Academy, 1950.
* Thug: 19. asıra kadar Hindistan'da bulunan ve adam öldürüp, soyarak
geçinen bir tarikat <iyesi.

13
ları öldürdüler. Bunun üzerine K:ıli onları tel'kedip, kaçtı. İngiliz -
Hindistan polisi de mezhep üyelerini yakal adı.
Herhangi bir ekonomik sistem bir dizi kurala sahip olmak.
durumundadır. İdeoloji bu kuralların geçerliliğini kanıtlar ve bire­
yin bilinci ise kuralların yaşama geçirilmesini sağlar.
Bu örnekler, insan bilincinin çeşitli biçimlere girebileceğini
bizlere anımsatmaktadır. Bunlar, aynca, ahlak sistemlerine bağlı
olarak ahlaksal yargılamalar yaptığımızı da göstermektedir. Ham­
let, tartışma götürür bir olay olabilir, ancak Thug'lar hak.kında
ortak bir yargıya sahip olduğumuz açıktır. Herhangi bir Thug'ın
dindarlığına, cesaretine ve disiplinine hayran olabiliriz, fakat
Thugismi bi.r ekonomik sistem olarak onaylamayız. Belki de, sev­
gili okuyucu, siz, topluma karşı tarafsız bir yapı içinde olduğunu­
zu ve herhangi bir etik sistemin, bir başka etik sistemle farklı ol­
madığını söyleyerek onayladığınızı da belirtebilirsiniz. Fakat bu
yaklaşım gerçekten doğru mudur, gerçekten Thug'lann etik siste­
mini onayladığınızdan emin misiniz?
Basit düşünceli bir kişi doğru ile yanlış arasındaki farkı bil­
diğine inanır. Bilincinin aldığı özel biçim, o çerçevede olabilecek
tek biçimdir (oluşan bilinci bütünüyle dinsel inançlar formasyonu
içindedir). Gelişmiş insanlar çeşitli etik sistemlerin farkındadırlar
ve ahlak sorunları karşısında göreli bir bakış açısına sahiptirler.
Fakat yine de durum değişmemektedir. Görelilik kuramı altında da
birtakım kesin yargılarımız bulunmaktadır. Herkesin paylaştığı
bazı temel etik duygular vardır. Acımasızlığa karşı sevecenliği, kar­
gaşaya karşı da uyumu tercih ederiz; cesarete hayranlık, adalete de
saygı duyarız. Bu duygulara sahip olmadan doğan insanları ise
psikopat olarak tanımlar ve tedavi etmeye çalışırız. Üyelerini bas­
kıcı bir yönde eğitmeye çalışan toplulukları hastalıklı kalabalıklar
olarak tanımlanz. Etik değerleri dikkate almaksızın insan sonın­
lan hakkında konuşmaya ya da düşünmeye çalışmak iyi bir yol de­
ğildir.
Gunnar Myrdal, (bir iktisatcı olarak) "kavraml arımızın bir­
çoğu değer yargılan ile yüklüdür" ve "siyasal değerlemeler ve te­
rimler olmaksızın tanımlanamazlar" 11 derken çok geniş kapsamlı bir
yaklaşım içindedir. Gerçekten de ekonomik terminolojinin değer
yargılannı çağrıştırmadığı iddia edilemez. Örneğin, "büyük" "iyi-

11 An International Econorny, s. 337.

14
yi", "eşit" "adaletli bir eşitliği", "dengesizlik" "istenilmeyen, iyi ol­
mayan bir dunınlu yanı bir tür uyumsuzluğu"' az ya da çok çağ­
rıştırır. "Sömürü" dediğimiz zaman aklımıza "kötülük ve adalet­
sizlik" gelir. "Normal düzeyin altında bir kar oranı" ifadesi, "üzün ­
tü ve sıkıntı" veren bir tablo resmeder. Yukarıdaki durumun ay­
nısı, özel bir ekonomik sistemi veri olarak aldığımızda da. karşı­
mıza çıkar. Sistemin işleyişinin teknik özelliklerini objektif bir şe­
kilde betimleyebiliriz. Ancak aynı sistemi etkisi altında oluştuğu
değer yargılarını dikkate almadan betirnleyemeyiz. Bir sistemi dı­
şından incelemeye çalışmamız o sistemin mümkün olan tek sistem
olmadığını da ortaya koyar. Sistemin betimlenmesi esnasında sis­
temi, açık ya da dolaylı bir şekilde, yürürlükte olan ya da hayali
başka sistemlerle kıyaslarız. Farklılıklar tercihleri vurgular, ter­
cihler ise değer ya:ııgılannın bir sonucudur. Değer yargılarımıza ba.o;;­
vurmaktan kaçınamayız. Bu değer yargılarımız ise herhangi bir
şekilde beynimize yeretmiş ya da yaşam felsefemiz içinde yer al­
mış etik önyargılanmızdan kaynaklanır. Kendi düşünce alışkan­
lık !anmızdan kaçınam ayız. Önümüz engellerle doludur. Fakat bel­
ki, yine de engellerin etrafından dola.o;;abiliriz. Bizim için nelerin
değerli olduğunu görebilir ve neden bu değer yargılarına önem
verdiğimizi araştırabiliriz.

Din iktisadi ideolojimizde çok fazla etkili değilmiş gibi görü­


nür. Zenginlerin Tanrı katına çok zor yaklaştığını söyleyen İncil'i
okurken bu sözün saçma olduğunu düşünen 18. yy. rahibi ile ilgili
bu olay, gerçek olmayabilir, ancak, İncil'deki bu cümlenin gerçeği
yansıtmadığı çok açıktır.

Dinsel inanışlar ile iktisadi gerçekler arasındaki çelişki "Arı­


ların Masal.ı" (Fable of the Bees)'de de hicvedilmektedir. Dr.
Johnson'a göre her genç adam, bu kitabı kötülüklerle dolu oldu­
ğunu sanarak (ve yanılarak) kütüphanesinde bulunduruyor. Ki­
tapdaki masala göre; anlar bir gün ahlaklı yaşamaya karar verir
ve bilinçli bir ya.o;;a m tarzını seçerler. Gururu terkederek alçakgö­
nüllü bir biçimde yaşamaya karar verirler. Sonuç büyük bir ba.o;;a­
nsızlıktır.

Anların daha önceki ya.o;;a:rnlannda,

Kötülüklerin ·kaynağı cimrilik,


O lanetli ahlak dışı özellik,

ıs
Savurganlığın kölesi idi,
O asil günah Lüks'e olan tutku,
Yaşıyordu mil yonlarca yoksulun emeğiyle.
Gurur, bir milyon daha yoksulu alet etmişti.
Kıskançlık ve kendini beğenmişlik,
Sanayi bakanlanydı.

En büyük aptallıkları,
Beslenmede, eşyalarda, giyimde dengesizlik,
İşte bu aptalca tutkuları,
Ticareti yönlendiren çark idi.12
Ahlaklı yaşama döndüklerinde,
Gurur ve lüks azalıp
Yaşamlan terkettikçe
Tüccarlar değil artık, büyük şirketler
imalata yön veriyor.
Zanaat ve el işleri artık
Terkedilmiş bir kenarda.
Olduğuyla yetinmek sanayinin engeli
Onlann yerel dükkanlannı beğenmelerini sağlıyor,
Artık fazlasını istemiyorlar.13
Keynes'in Mandeville'in efektif talep kuramı yorumu zorlama bir
yorumdur.14 Zenginin lüksünün, yoksula istihdam olanağı yarattığı
bilinen bir gerçekti. Mandeville'in zamanındaki İngiltere gibi azge­
lişmiş bir ülkede, tarım sektöründe büyük bir işgücü bolluğu var­
dı. Bu işgücü fazlası ise özellikle geçimini, zenginlerin lüks harca­
malanndan sağlayan hizmetli ya da esnaf kesimi için bir işgücü
arzı oluşturuyordu. '.Bu konu Dr. Johnson'un (ki o, Mandeville'in
"Monostik ahlak" anlayışını kabul etmemekle birlikte, iktisadi yak­
laşımı ile bütünüyle bir uyuşma içinde idi) savunduğu en önemli
konulardan birisi idi.
Yoksullara yarar sağlamaksızın lüks harcamalan ya­
pamazsınız. Hatta, açıktır ki, lüks harcamalar yoluyla yok­
sullara sağlanan yararlar, onlara mal ve hizmet vererek
sağlanacak yarardan daha fazladır. Lüks harcamalar yapa­
rak işgücü fazlasını sanayi üretim içine çekebiliriz, oysa

12 Mandeville, The Fable of the Bees (Kayc's e.dition), Cilt 1, s. 25.


13 lbid., s. 34.
14 General Thcory, Bölüm 23.VIJ.

16
yapılacak maddi yardım onların tembel ve aylak bir şekil­
de kalmalarına neden olur. Gerçi, itiraf edeyim ki, lüks
harcama yapmak yerine yoksullara yardımda bulunmak
daha gösterişli bir davranış şeklidir.1.5

Öte yanda,

Birçok yanlışlar, kitaptan kitaba nakledilirler ve bu


süreç içinde de saygınlık kazanırlar. Bu sÜrece önemli bir
örnek, lüksün zararlı bir davranış olduğu konusunda orta­
ya koyulan düşüncelerdir. Oysa gerçek, lüksün daha fazla
yarar sağladığıdır. Londra' daki lüks binaları ele alalım. Bu
binaların konforlu ve rahat bir yaşam için gerekli ortamı
sağladıkları açıktır ve bu ortamın oluşturulması ise sınai
çabaların bir sonucu değil midir? Birçokları, melankolik
bir ifade ile, inşaatçıların atıl kaldıklarını söyliyebilirler.
Onların yeterli çalışma ortamına sahip olmadıkları doğru­
dur. Ancak bu, yeterli iŞe sahip olamama inşaatlar nede­
niyle değil, düşmeyen kiralar yüzündendir. Bir kişi, bir ta­
bak yeşil bezelye için yarım guinea * verebilir. Bu kaç ki­
şiye tarım sektöründe istihdam olanağı sağlıyabilir? Kaç
tane çiftçi, bu turfanda sebzeleri pazara olabildiğince er­
ken getirmek için rekabete girecektir? Yarım guinea'nın
neden bir yoksula verilmeyip de lüks bir tüketim için har­
candığını soran ciddi sorular ile karşılaşılacaktır. Kaç ki­
şinin bu parayla iyi bir yemek yiyeceği sorula:bilinir? Ya­
zık, aylak bir yoksula para vermektense, sanayide çalışan
bir yoksula para vermek daha iyi değil midir? Çalışan biri­
sine emeğinin karşılığı olarak para vermenin, o parayı sa­
daka olarak vermekten çok daha iyi olduğuna emin olun.
Eskinin önemli bir lüksü olan bir tabak dolusu tavuskuşu
beyni ile ilgili aynı lüksün canlandığını varsayalım; kafa­
ları kesilmiş, bir yığın tavuskuşu yoksullara çok ucuz bir
şekilde bırakılmayacak mıdır? Aşın harcamalar yüzünden
insanların zarara uğradığını ileri süren göriişler ise çok an­
lamlı değildir. Toplwndaki birtakım bireylerin zarara uğ­
raması toplumun bütünü açısından bir sorun oluşturma­
maktadır. Lüksün sonucu olarak, genel bir üretim çabası-

15 Boswell, The life of Dr. Johnson (Ailen and Unwin edition). Cilt II, s. 298.
* Yirmibir şilin değerinde İngilizlerin eski alUn parası.

17
nın olması durumunda , hapishanelerde bir yığın borçlu­
nun bulunması önem taşımayacaktır; öte yandan, bu borç­
lulara borç verenler de, keza, dikkata alınmayacak.tır.16

Mandeville'in bakış acısı iktisadi bir bakış acısı değildir. Bu


yaklaşım, Hıristiyan dünya görüşünün etkisinde kalmış, gönenç ile
ulusal zenginliği herşeyin üstünde tutan bir kişinin sahip olduğu
ikili yapıyı göstermektedir.

Masalına eklediği düz yazısında Mandeville bu durumu şöyle


açıklar :

Toplumların gönenç ve gelişmişliklerinin ileri bir dü­


zeye çıkarılabilmesinin toplumlarda egemen olan kuraldı­
�ı birtakım yollara başvurmadan sözkonusu olamıyacağını
söylemem yanlış anlaşılmasın. Böyle söyleyerek, insanların
kavgacı ve açgözlü olmalarının dışında daha kötü olduk­
larını da kastetmiyorum. Ancak, çok fazla sayıda kavgacı
ve kendini beğenmiş insanlar bulunmasaydı, hukuk mes­
leği de bu denli şaşalı ve toplumda geniş kabul görmüş bir
şekilde devam edemezdi.11

Ve, görüşlerini daha da güçlendirebilmek için imgesel bir olay


anlatır :

Eleştiren kişi benim eserim olan Lord Shaftesbury'yi


hana karşı kullanacak , insanların özveride bulunmaksızın
hem ahlaklı hem de sosyal olabileceklerini söyleyecektir.
Eserimin, ahlaka ulaşmayı olanaksız kılan bir engel oldu­
ğunu, eserimde ahlakı uygulaması olanaksız bir öcü gibi
tanıttığımı söyleyecek, ancak bu bölüm için Tanrı'yı öve­
ceğini ve aynı zamanda eserlerinden vicdan rahatlığıyla
zevk alacağını söyleyecektir.

Sonunda bana, ulusun vicdanının ya da onun yansıdı­


ğı yasama organının, ahlaksızlık ve benzeri kötülükleri ola­
bildiğince azaltmaya ve buna karşılık Tanrı'ya inancı yü­
celtmeye çalıştığını söyleyebilir. Bu esnada, açıkça söylen­
memekle birlikte, önemli olan konu ulusun gönenci, huzur
ya da zenginlik, güç, onur ve benzeri şekillerde tanımlaya-

16 Op. cit., ss. 1334.


17 İbid., s. 231.

18
bileceğimiz ülkenin gerçek çıkarları değil midir? Bundan
başka en büyük ilgileri bizlerde ortaya çıkabilecek deği­
şiklikler olan, en dindar ve iyi yetişmiş din adamlarımız
dünyasal ve bedensel arrulardan uzaklaşıp Tanrıya dön­
memiz için dua ederlerken aynı duaları ile yaşadıkları ül­
kenin dünyasal nimetlerini ve mutluluklarını elde edebil­
meye de çalışmamakta mıdırlar?
Son sorularla birlikte, onların çok şaşkın ve üzüntü
içinde olduklarını itiraf etmeliyim : İmgesel olayımızda
sorulan sorulara olumlu yanıtlar vermek zorundayım; ve
bütün yasama yetkisini elinde tutan güçlerle birlikte, pa­
pazların ve kırallann da içtenliğine güvenmemem (ki as­
lında Tanrı güvenmemizi istemektedir) durumunda, bana
karşı yapılan itiraz da geçerli bir hal alır : Gerçeklerin ışı­
ğında, kendim için söyleyebileceğim bütün söz, insan an­
layışının esrarlı bir geçmişe sahip olduğudur.18
Adam Smith bu yaklaşımı beğenmez. Mandeville'in keskin hic­
vinden sonra, onun yanıtı oldukça sade ve iddiasızdır.19
Dr. Mandeville'in kitabındaki en büyük hata, ne dere­
cede ve hangi yönde olursa olsun, tüm hırs ve istekleri, bü­
tünüyle kötü olarak göstermesidir. Bu nedenle, bireylerin
duygularının ne olduğuna ya da ne olması gerektiğine bak­
madan hepsini boş ve anlamsız şeyler olarak yorumlar. Bu
safsata aracılığıyla da, 'bireysel düşkünlüklerin kamu ya­
rarına olduğunu" söylediği meşhur formülasyonuna ulaşır.
Şayet, görkemliliğe olan istek, zarif sanatlar ve insan ya­
şamının geliştirilmesi doğrultusunda yapılan tercihler bi­
çiminde ortaya çıkarsa ya da bu istek giyimde, döşemede
ve evin çeşitli donanımlarında ya da miınarlıkda, heyk.el­
traşlıkta, ressamlık ve müzikte hoş ve güzel olan şeylerden
yana olma şeklinde kendini gösterirse bu durum lüks ve
gösterişli bir yaşam olarak tanımlanır. Bu hırslara düş­
künlük herhangi bir zorlama olmadan ortaya çıkar ve ka­
mu yararına oldukları da tartışma götürmez.
Şayet görkemlilik arrusu, güzel sanatlara ve insan ya­
şamının geliştirilmesine duyulan zevk, giyim, eşya, mi,mar-

1 8 Op. cit., ss. 234-5.


19 Moral Sentirnents, Cilt il, ss. 302-3.

19
!ık, heykel, resim ve müzik zevki bir lüks, duygusallık ve
kibirlilik olarak nitelendirilecekse açıktır ki lüks, duygu­
sallık ve kibirlilik toplumun çıkarınadır. Çünkü böylesine
itham edici isimler takılan bu özellikler olmasaydı sanat
teşvik gönnez, kimse bu dallarla ilgilenmek istemezdi.

Mandeville'in zamanından daha önceleri geçerli olan


ve tüm hırslarımızı ortadan kaldırıp kökünden sökerek ve
yerine iyi ahlak ve doğruluğun yerleştirilmesini amaçla­
yan böylelikle de din uğruna dünyasal zevkleri feda eden
bazı doktrinler, gerçek yaşama çok fazla uymayan bu sis­
temin, gerçek kaynağıydı. Dr. Mandeville için iki şeyi ka­
nıtlamak kolaydı. Bunlardan ilki, insanlarda, dünyevi zevk­
lerden bu denli uzaklaşmanın sözkonusu olamamasıdır.
İkincisi ise, böyle bir olayın tüm toplumu kapsar bir bi­
çimde gerçekleşmesinin sanayileşmeyi, ticareti ve bir an­
lamda tüm iş yaş amını ortadan kaldırarak bütün topluma
zararlı bir hale gelmesiydi. Mandevil le yukarıdaki ilk öner­
me ile, doğruluk ve iyi ahlakın gerçekte varolmadığını , iyi
gibi görünen bütün davranışların aslında bir aldatmaca ve
oyun olduğunu kanıtlar gibi göründü. İ kinci önermeyle de
bireysel hırsların kamu yararına olduğu ve onlarsız bir
toplumun gelişip kalk ınamayacağı kanıtlanır görünmüştü.

Ancak, yine de bu sistemde kayda değer bir özellik olduğunu


kabul eder :

Bu sistem ne kadar zarar verici görünse bile ne bü­


yük bir insan kitlesi üzerinde etkili olmuş ne de bazı açı­
lardan gerçekleşebilirmiş gibi görünüp iyi ilkeler etrafın­
da bütünleşmiş insanlar için bir tehlike oluşturmuştur.21ı

Aslında Mandeville'in görüşleri asla yanıtlanamadı. İkiyüz yıl­


dan daha uzun bir süre sonra Keynes, gözleri yarıyarıya kapalı ah­
lak anlayışımız üzerinde uzun uzadıya düşünmeye başladı :

Avrupa'da ya da en azından Avrupa'mn bir kı smında


- fakat, sanının, Amerika Birleşik Devletlerinde değil ­
bireylerin, desteklediğimiz, özendirdiğimiz ve koruduğu­
muz, paraya olan eğilimlerini de kapsayan, toplumun temel

20 Loc. cit.

20
yapılanna oldukça geniş, gizli bir karşı çıkış vardır. Şöyle
ya da böyle işlerimiz arasında bir tercih düzenlemesi yap­
mak istememiz, a priori bir gereklilik değil, ama deneyim­
lerimizin ortaya çıkardığı bir olaydır ve olabildiğince az
da olsa, yine de paraya olan eğilimimizin etkisindedir. Fark­
lı bireyler, seçmiş oldukları mesleklerine ve ilgi alanlarına
bağlı bir şekilde, günlük yaşamlannda, paraya olan eğilim­
lerini az ya da çok ön plana çıkarırlar. Tarihçiler, paraya
olan eğilimin, şimdilerden çok daha az olduğu toplumsal
organizasyonların geçmişte yaşadıkl arını gösterebilmekte­
dirler. Birçok dinler ve felsefeler, parasal kar hırsı ile et­
kilenmiş yaşam biçimlerine şiddetle karşı çıkarlar. Öteyan­
dan, bugün birçok insan , din uğruna dünyevi zevkleri feda
eden fikirleri red etmektedirler. Bunun yanında, bu insan­
lar için parasız herhangi bir iş yapman ın çok güç olduğu
açıktır ve bilinen belirli olumsuzluklarına karşın, para, gö­
revini yerine getirmektedir. Sonuç olarak, sıradan vatan­
daşlar, d ikkatlerini sorundan uzaklaştırırlar ve akıl karış­
.
tırıcı sorun hakkında gerçekte ne düşündükleri ve hisset­
tikleri konusunda açık bir fikirleri de yoktur.21

Schumpeter, işadamlannın halkın sadakatini kontrol edeme­


yeceği görüşünü öne sürerek aynı konuyu farkl ı bir kapsamda ele
alır :

Lordlar ve şövalyeler büyük bir kolaylık ve incelikle


saraylı, yönetici, diplomat, politikacı ve askeri yönetici bi­
çimlerine dönüştüler. Öyle ki ortaçağ şövalyesi çok ani
olarak ortadan kayboldu. Düşününce hayret edilecek bir
nokta da bütün bu yeni kişiliklerin eski görkemliliklerini
hala korumakta olmalandır, hem de sadece hanıınlann
gözünde değil.

Sanayici ve tüccarlar için bu durumun tersi geçerlidir.


Onlarda kesinlikle mistik bir inanışın ve geçmişin izi yok­
tur. Borsa elbetteki bir sarayın yerini tutamaz. Sanayici
ve tüccarın, girişimciliği de yüklenmesi ile birlikte tam an­
lamıyla bir önder işlevini görmeye başladıkları ortaya çık­
mıştır. Ancak bu nitelikteki bir iktisadi önderlik, ortaçağ

21 Essays in Persuasion, s. 320.

21
lordlannın askeri önderliklerini dönüştürdükleri gibi ko­
laylıkla ulusun önderliğine dönüştürülemez. Tersine, böyle
bir iktisadi yapı, muhasebe defterleri ve maliyet hesaplan
tarafından emilir ve bunlann arasında sıkışır kalır.
Burjuvayı, akılcı ve korkak olarak tanımlanın. Burju­
vazi, bir ulusu istekleri doğrultusunda biçimlendirebilmek
ya da kendi pozisyonunu koruyabilmek için akılcı ve şid­
det dışı araçlar kullaru.r. Halkın, iktisadi beklentilerini et­
kileyebilir. İktisadi durumunu gözler önüne sermeye çalı­
şır. Para ödemelerinde bulunabileceği sözünü verir ya da
ödemeyi geciktirmekle tehdit edebilir. Bir politikacıyı, ga­
zeteciyi ya da polisi hileli ilişkilerinde kullanmak için ki­
ralıyabilir. Ancak yapabileceği bütün herşey bu kadardır
ve çok fazla da önemli değildir. Yaşam alışkanlı.klan ve
deneyimleri kişisel bir alışkanlık yaratıcı yapıda değildir.
İşyerindeki ofisinde çok başarılı olabilen birisi, çoğu za­
man işyerinin dışında, evinde ya da topluluk önünde kö:ı:»
ğe hoşt demekten acizdir.22
İş adamının saygınlığını sarsan en önemli şeyin sürekli olarak
aşın kar peşinde koşmak olduğu açıktır. Saygınlıklann her türlü­
sünü kolaylıkla elde etmek olana:klı değildir. Ancak zenginlik ile
her türlü saygınlık da satın alınabilir.
Bu duyguların üstesinden gelmek ve kişinin zengin olmak
için başvurduğu yollan haklı göstermek iktisatcının göreviydi. Hiç­
kimse kötü bir vicdana sahip olmayı istemez. Dünyaya ve mala
mülke hiç önem vermeden, bütünüyle kalender bir şekilde yaşaya­
bilen insan çok az bulunur. Thug1ar bile hırsızlık ve cinayetlerini
inandıkları ilaheleri için yapıyorlardı. İktisatcılann görevi ne ya­
pacağımızı söylemek değil, doğru .kurallara niçin uymamız gerek­
tiğini göstermektir.
Bu konu daha sonralan Adam Smith'in öncülleri olan iktisat­
cıların başlıca bir iki fikrine atıfta bulunularak aydınlatılmıştır.
Ancak bu yapılırken tutulan yol bilgi birikimine dikkat eden, dü­
şünce gelişimini izleyen, tarihci ve her çağın kendine özgü sorun­
ları karşısında fikirlerin ıı::ıasıl ortaya çıktığım gösteren bir yol de­
ğildir. Ancak, tutulan yol, düşünce ve eylem üzerinde hala güçlü

22 Capitalism, Socialism and Democracy, ss. 137-8.

22
bir etkisi olabilen metafizik önermelerin gizemli yaklaşımlannı
herhangi bir mantıksal içeriği olmayan çabalarla çözmeye çalışan
bir yoldur.

- m -

İktisat, sadece tannbilimin ( theology) bir dalı değil dir. ikti­


sat kapsamında yapılan tüm çaba, duygulann etkisinden kurtula­
bilmek ve ona bir bilimsel statü kazandırabilmek içindir. Metafi­
zik önermelerin sadece ahlak duygulannı açıklamakla kalmadığı­
nı aynca varsayımlarda üretebildiğini yukarıda görmüştük. Şimdi
de bu fikirle ilgilenmeden önce, fikrin nasıl ortaya atıldığı konu­
sunda düşünmeliyiz.
Bilimsel yöntem, filin diğer bir çeşidine benzer. Yani betim­
lenebilir, ancak tanımlanamaz. Bilimsel genellemenin ne şekilde
oluştuğu hakkındaki genel görüş ise gözlenen örneklerden tümeva­
rım yoluyla oluştuğu şeklindedir.
Kuzey yarımküresinde yaşayan insanların uzun yıllar sahip ol­
duldan bir genel inanışları vardı : Tümevarım yöntemiyle kanıt­
lanmış bu genellemeye göre tüm kuğular beyaz renkte idiler. Avus­
turalya'nın keşfedilmesiyle s iyah kuğuların varlığının ortaya çık­
ması bu genellemeyi altüst etti. Ancak o güne kadar görülen tüm
kuğular gerçekten de beyaz renkte idiler. Bu, deneme ile ulaşıla­
mayacak bir durumdur. İngiltere'de bir kuğu ile ilk kez karşılaştı­
ğınızda onun beyaz renkli, uzun boyunlu v.s. olduğunu gözlersiniz
ve bu yaratığın adının "kuğu" olduğunu öğrenirsiniz. Burada bir
tüme vanm sözkonusu değildir. Fakat bu ilk örnekten benzer ya­
ratıklann kuğu olduklan genellemesine ulaşırsınız. Şimdi de ırk­
lan renklerine göre değil de anatomik özelliklerine göre sınıflaya­
lım . Bütün kuğuların uzun bir boyuna sahip oldukları sözü net ve
açık bir tanımlama getirmemektedir. Çünkü bu yaratık uzun bir
boyuna sahip değilse bir kuğu olaraık sınıflandınlamtyacaktır. Şa­
yet bu yaratıklar ''beyaz kuş" olarak adlandınlsalardı, bu durumda
Avusturalya'daki yara.tıklan siyah beyaz kuş olarak çağırmak ap­
talca olurdu ve bu yüzden Avusturalya'daki bu kuşlara başka bir
isim verilirdi.
Tümevanm yöntemini açıklamakta ıkullanılan çok bilinen bir
başka yaklaşım da şudur : Yarın sabah güneşin doğacağına :niçin

23
inanırsınız? Gündelik yaşamı.mızın devam edebilmesi için güneşin
doğuşunu da kuşku taşımaz bir olay olarak kabul etmek zorundayız.
Herhangi bir başka gelişmeyi kabul edemez ve inanamayız. Kendi­
mize ciddi olarak bir başka gelişmenin varlığına inanıp inanamıya­
cağımızı sorabiliriz. İnanırsak arkasından niçin inandığımızı sora­
biliriz. Yanıt, kuşkusuz güneşin daha önceki hareketlerini inceli­
yen tümevanrn yönteminden kaynaklanmamaktadır. Gezegenlerin
hareketlerini açıklayan bir kuram vardır. Bu kurama göre, güne­
şin bilinen hareketi gerçekleşmektedir ve bu hareketin kesilmesi­
ni beklemek için hiçbir neden yoktur. ( Gerçi kuşkusuz güneş doğ­
mayabilir de. Ancak bunun olup olamayacağını asla bilemeyiz ) . Ön­
celeri oluşturulan bir kurama göre Tann güneşi dünyayı aydınlat­
ması için yaratmış ve ona kendi etrafında dönmeyi öğretmişti. Böy­
lelikle de insanlar geceleri bir miktar uyuyabilme ol anağına sahip­
tiler. Yine bir diğer kurama göre ise, güneş tanrısı Apollon her
gün gökyüzünde savaş arabası ile gezintiye çıkıyordu. Bilim geliş­
meden önce bunlara benzer daha pekçok kuram vardı. Bilimsel
süreç Profesör Popper'in iddia ettiği gibi kuramlann geçersizliği­
ni kanıtlamaya dayanır. Belirli bir dönemde bilimin esasını, geçer­
sizliği kanıtlanamamış kuramlar oluşturur.

Sosyal bilimlerde, bilimsel yöntemin uygulanabilmesi esnasında


ortaya çıkan en büyük güçlük, varsayımlann geçersizliğini kanıtla­
yabilme konusunda üstünde anlaşmaya varılabilmiş bir standartın
oluşturulamamış olmasıdır. Tekrar tekrar deneyerek kontrol etıne
olanağımızın olmadığı olaylarda sadece görünüşe bakarak yaptığı­
mız yoruma güvenebiliriz. Yorumumuz ise kuşkusuz yargılarımızı
da içerir. Bu durumda kesinlikle doğru bir yanıta ulaşabilmek söz­
konusu değildir. Yorumlayan kişinin ahlaksal değerlerin etkisi al­
tında olması, varılan karann çeşitli önyargılar çerçevesinde oluş­
masına neden olur.

isteği dışında ikna edilen kişi,


Yine aynı fikri taşıyor demektir.
Bu karmaşık durumdan çıkış yolu önyargılardan kurtulup so­
runa bütünüyle nesnel bir mantıkla yaklaşmaya çalışmak değildir.
Herhangi birisi size "inan bana, hiçbir önyargım yok" diyebilir.
Bu kişi ya kendisini aldatmaktadır ya da sizi aldatmaya çalışmak­
tadır. Profesör Popper, toplumbilirncinin tarafsızlığı üzerine da­
yandınlmış gibi görünen tartışma yöntemini eleştirmektedir. Bili-

24
min nesnelliği bireyin tarafsızlığından değil birçok kişinin sürekli
olarak birbirlerinin kuramlarını deneye tabii tutmalarından kay­
naklanır. " Bilim adamlan, birbirlerinin amaçlarına aykırı amaç­
lar ortaya koymaktan kaçınabilmek için, kuramlarını test edilebi­
lir bir şekilde açıklarlar. Bu durumda kuramlar, deneylerle ya red
edilirler ya da geçerlilikleri kanıtlanır." 21

Sanırım Profesör Popper, doğal bilimlerin toplumsal bilim­


lerden daha iyi olmadıklarını söylerken yanılmaktadır. Bunların
tümü insanın zayıflığını taşırlar : Benim kuramım, ama doğru, ama
yanlış ! Fakat, toplumbilimlerin en önemli özelliği, öncelikle sözko­
nusu sorunların daha büyük ölçülerde politik ve ideol ojik bir içe­
riğe sahip olmasıdır. Böylelikle, pekçok değeryagıları da toplumsal
bilimlerde içerilmiş bulunur. İkinci olarak da, toplumsal bilimler­
de, "kamu deneyimi"ne başvurulduğu için laboratuvarda çalışan,
belirli ve değişmez koşul lar altında birbirlerinin deneyimlerini sq­
rekli yineliyebilen b ilim adamları gibi kesin sonuçlara asla ulaşı­
lamaz. Toplumbilimciler deneylerinin bitiminde elde ettikleri so­
nuçların değişebilirliği hakkında daima bir kaçamak yol bırakır­
lar. "Evet derler, deneyimim sonunda elde ettiğim ve belirli ne­
denlerden kaynaklanan sonuçlar, kabul ediyorum ki, önceden tah­
min ettiklerimin tersidir. Ancak, o nedenlerin etkili olmaması du­
rumunda benim tahminlerim hala geçerliliğini korumaktadır"

Varılan yargılara güvenme gereksinimi bizi başka bir sonuca


ulaştırır. Zaman zaman iktisatcıların diğer bilim adamlanndrn
çok daha ters ve titiz oldukları belirtilir. Bunun nedeni, bir yazar
tarafından önesürülen fikirlerin o yazarın kişisel yargılarını da
içermesi ve bu yüzden de ortaya çıkacak anlaşmazlığın birbirle­
rini zedeleyici olmasıdır.

Adam Smith, ozan ve matematikcilerin faı:ıklı bir özelliğine


dikkat çeker :

Şiir sanatının güzelliği, zerafet ve inceliği temel alma­


sındadır. Genç bir şair başlangıç yıllarında bu özelliklere
tam anlamıyla sahip olduğu konusunda kendisine nadiren
güvenir. Bu nedenle de arkadaşlarının ya da kamunun ken­
disi ile ilgili olumlu yargılan da olmak üzere hiçbirşey onu
çok fazla memnun etmez. Öteyandan, olumsuz gelişmeler

23 The Open Society and its Enemies, Cilt II, s. 205.

. 25
de onu çok fazla üzmez. Perfornııansını geliştirici olabile­
cek iyi fikirler hak.kında kuşkuludur. Onu bir kısmı olum­
suz, bir kısmı da olwnlu etkiliyebilir.

Buluşlarının önemi ve gerçeğe bağlılığı konusunda


çok daha büyük bir kesinliğe sahip olan matematikçiler ise,
tam tersine, genellikle kamudan daha farklı bir kabul gö­
rürler.

Matematikçiler, genel fikirlerden ya da kamunun sahip


olduğu fikirlerden bağımsız olarak karar verebilir durum­
dadırlar. Bu nedenle de hem kendi fikirlerini ve ünlerini
güçlendirebilmek hem de rakiplerinin geçersizliklerini ka­
nıtlaya:bilmek için birtakım fikirsel oyunlara, hile ve fesat­
lara başvurma olana:kları çok azdır. En hoş ve sevimli dav­
ranışlara onlar sahiptir. Birbirleri ile iyi bir uyum içinde
yaşarlar. Arkadaşlarının ünleri kendi ünleri demektir ve
bu nedenle de kamuoyunun beğenisini kazanabilmek için
hiçbir hile ve oyuna başvurmazlar. Fakat, çalışmalarının
geçerliliği kanıtlanıp onaylanırsa memnun olurlar. öteyan­
dan savsaklandıklarında da çok fazla sinirlenip kızmazlar.

Şairlerin ya da kendilerini iyi yazar olarak değerlen­


direnlerin durumları daha farklıdır. Kendilerini birbirin­
den farklı edebi topluluklara bölmeye çok eğilimlidiı:ler.
Bu topluluklar birbirlerinin ünlerine büyük bir düşmanlık
duyarlar ve bazen açıkça, genellikle de gizli bir şekilde bir­
birlerine karşı çeşitli hile ve oyunlara başvururlar. Kamu­
oyunu kendi fikirleri doğrultusunda ve rakiplerinin aley­
hinde oluşturmak için her çeşit hile ve oyunu gündeme
getirirler."'

Belki de Adam Smith, matematikçileri çok fazla yücelten bir


bakış açısına sahipti ve belki de iktisatçılar, şairler kadar kötü de­
ğil diler. Fakat asıl, ayrıntıların dışında değindiği ana konu önem­
lidir. Hataların ortadan kaldırılabilmesi konusunda üzerinde an­
laşmaya varılabilmiş bir yöntemin olmayışı, iktisadi çelişkilerin
arasına kişisel unsurların girmesine neden olur ve bu, tüm tehlike­
lerin en önemlisidir. Bu kuralın kanıtlanmasında dikkate değer
bir istisna sözkonusudur. Bu açıdan Keynes, hiçkimsenin fikrine

24 Moral Sentiments, Cilt I, s. 293-7.

26
kendisininkinden daha fazla değer vermediği için en özgür ve cö­
mert iktisatcıydı. Eğer herhangi bir kişi onunla aynı fikre sahip
değilse, o ·kişi aptaldı ve üzerinde durulmağa değmezdi.

Kişisel sorun ana zorluğun bir yan ürünüydü. Ana zorluk ise
deneysel yöntemin olmamasıydı ve bu yüzden de iktisatçılar me­
tafizik kavranılan hatalı terimler olarak kullanmama konusunda
zorlanamıyorlar ve hangi kavramın hatalı olduğu noktasında da
birbirleriyle anlaşabilmek için herhangi bir zorunluluk duymu­
yorlardı. Böylelikle de iktisat, bir tarafta sınanamay�n varsayımlar,
öteyanda yine sınanamayan sloganlar arasında topallamaktadır.
Bizim burada yapmak istediğimiz ise olabildiğince yoğun bir biçim­
de, birbirine kanşmış olan bilim ve ideolojiyi birbirinden ayırmak­
tır. Ortaya çıkacak sorulara çok açık ve net yanıtlar bulamayaca­
ğız. Günümüzde, toplumumuzda egemen olan ideolojini.ri önde ge­
len örelliği, büyük bir karmaşa içinde olmasıdır. Bu ideolojik ya­
pıyı anlayabilmenin tek yolu ise bu yapının çelişkilerini ortaya çı­
karabilınektir.

27
KLASİKLER : DE(;ER

İktisatın en önemli düşüncelerinden biri "değer" sözcüğü ile


açıklananıdır. Değer nedir ve nereden kaynaklanır? Öncelik.le be­
lirtmeliyiz ki burada değer yararlı anl amın da değildir.

Değer sözcüğünün iki ayn anlamı sözkonusudur. Bazen


belirli bir nesnenin yararlılığını, bazen de o nesneye sahip
olmanın �dığı, bir başka malı satınalma gücünü ifade
eder. Birincisine "kullanım değeri" diğerine "değişim de­
ğeri" denilebilir. Kullanım değeri çok büyük olan nesnele­
rin değişim değeri genellikle ya çok küçüktür ya da hiç
yoktur. Bunun tersine değişim değerleri yüksek olan nes­
nelerin de kullanım değerleri çoğu kez çok küçüktür ya da
yoktur. Hiçbir şey sudan daha yararlı değildir; anc.ak su,
hemen hiçbir şeyi satın alamaz; ya da su karşılığında he­
men hiçbir şey elde edilemez. öte yandan bir elmasın çok
küçük bir kullanım değeri vardır. Bununla birlikte elmas,
çoğunlukla, diğer malların çok büyük miktarları ile mü­
badele edilir.1

Değer, rastlantısal olayların etkisinde dönemden döneme de­


ğişiklikler gösterebilen piyasa fiyatları anlamına gelmez. Cari fi­
yatların, zaman içindeki ortalaması da değildir. Gerçek.ten, basit
bir şekilde fiyat ile açı:klanamaz, aksine fiyatların ne old1ığunu ve
nasıl oluştuğunu açıklayabilen bir şeydir. Değer nedir? Onu nere­
de buluruz? Bütün metafizik kavramlar gibi, değer kavramı da
dikkatlice kullanılmadığı zaman sadece sözcük anlamını ifade eder.
Yine de değerleri ortaya çıkaran nedenleri incelerken önümüze çı­
kan sorunlar, hiçbir zaman anlamsız değildir.

1 Adam Smith, Wea.lth of Nations (Everyman Edition), Cilt 1, ss. 24-S.

29
- ı -

Adam Smith'in, araştırmasına nasıl başladığına bir göz atalım:

Mal stoklarının oluşumundan ve toprağın mülk edinil­


mesinden önce, toplumun o ilkel döneminde, değişik nes­
neleri birbiriyle değiştirebilmenin tek kuralının, bu nesne­
leri elde etmek için gereken emek miktarları arasındaki
oranı dikkate almak olduğu ortaya çıkmaktadır.

Örneğin bir avcı toplumunda bir kunduzun öldürülme­


si bir geyiği öldürmek için gereken emeğin iki katı emeğe
mal oluyorsa, doğal olarak, hir kunduz iki geyik.le değişti­
rilecek yani iki geyik değerinde olacaktır. İki günlük ya
da iki saatlik emek ürününün, bir günlük ya da bir saatlik
emek ürününden iki kat değerli olması doğaldır.

Bu durumda, emeğin tüm ürünü emekçiye aittir. Her­


hangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel ola­
rak harcanan emek miktarı, bu metanın satınalacağı, hük­
medeceği ya da değiştirilebileceği emek miktarını belirle­
yebilecek tek koşuldur.2

Bu önermeyi hangi çerçevede yorumlayabiliriz? Metafizik. bir


önerme değildir. Bu, gerçeğe büyük miık.tarda yakın belirli bir olay­
dan sözetmektedir. Sınanabilecek ·'bir varsayım görevi de görebi­
lir. Fakat bu öyle bir varsayımdır ki ne gözlemlerden ne de �
zümlemelerden kaynaklanmıştır. Bütünüyle imgesel bir dünyaya
aittir. Tanrının, güneşi, gece ve gündüzü birbirinden ayırması için
dünyanın etrafında döndürdüğünü söyleyen varsayım ile tamamıy­
le aynı nitelikte bir varsayı.ındIT.

Adam Smith'in kuramını analitik olarak inceleyelim. Avcılar


ticarete nasıl bulaştılar? Değişim, uzmanlaşmanın bir sonucudur.
Ancak, Adam Smith çok net bir şekilde, ormanların herkese açık
olduğunu belirtir. Belirli süre yerlerinde mülkiyet yoktur ve işin
ağırlığından ya da gerektirdiği becerilerden d�an farklar h�aba
katılmaz. Eğer durum böyle ise ticarete neden gerek duyulur? Ken­
disi daha sonraki bir paragrafta bu duruma işaret etmektedir :

2 Op. cit., ss. 41.2.

30
İşbölümün olmadığı, değişimin çok ender görüldüğü,
her kişinin herşeyi kendisi için sağladığı toplumun o ilkel
dönemlerinde işlerin yürütülebilmesi için önceden bir bi·
riktirmeye ya da stoklamaya gerek yoktur. Her kişi çeşitli
dönemlerdeki gereksinimlerini sırası geldikçe ve kendi eme­
ğiyle gideı meye çalışır. Acıkınca, avlanmak için ormana gi­
der; giysileri eskiyince, avlayacağı ilk büyük hayvanın pos­
tunu giyer; kulübesi yıkılmaya başlayınca, en yakındaki
ağaçlar ve otlarla elinden geldiğince onanr.3

Bu durumda fiyatlar arasında normal bir oran nasıl olur da


oluşabilir? Arada sırada rastgele değiş-tokuşlar olabilir, fakat nor­
mal bir fiyatta düzenli bir ticaret niçin ortaya çıkar? Özel durum­
larda iki tarafın normal bir fiyattan ticaret yapmaya karar verm(>
!erini kolaylıkla anlayabiliriz. Bu gibi durumlarda değişimi yön­
lendiren her bir malın üretiminin gerektirdiği zaman olmayıp, "ge­
nellikle mal olduğu" zamandır. Değişim, adil ve doğru olduğu için
değer kurallarına göre gerçekleşir. Bu ortaçağ bilginlerinin "Adil
Fiyat" ( Just Price) kavramından çok uzak bir olay değildir.

Kuramın modern çağlara kadar uzanan biçimlerinde uzman­


laşmaya da yer verilmektedir. Uzmanlaşma, kendi üretim araçla­
rına sahip olan özel yetenekli sanatkarlar için geçerlidir. Uzman­
laşmanın bu çerçevede kabul edilmesi aslında değişimi açıklaya­
bilme çabasından kaynaklanır. Öte yandan kuramı büyük mik­
tarda zedeler, ancak zamanımızda farklı niteliklerdeki emek için
bir ölçü oluşturmaz.

Bir nalbant nal üretirken ya da bir dokumacı kumaş dokurken


somut emek sözkonusudur. Üretilenlerin değerini ise soyut emek
belirler. Üretilen mallann her birinde ne kadar soyut emek oldu­
ğunu, fiyatlarına bakarak bulabiliriz.

Bir üretici piyasaya değişim için bir balta getirsin. Bal­


tası karşılığında piyasada 20 kilogram tahıl alabilecektir.
Bu, baltanın 20 kilogramlık tahıl ile eşit miktarda sosyal
�ek değerine sahip olduğu anlamına gelir.4

3 İbid., s. 241.
4 Political Economy, Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi İktisat Ensti­
tüsü Yayını, Laurenoe and Wishart, Lond. 1957, s. 71.

31
Kavrama analitik bir çerçevede yaklaşsak bile bunun tarihsel
bir bakış açısıyla ilgisi olmayacaktır. Çünkü bir köylü ekonomisi­
nin yaşayabilmesi için her yerel topluluğun gereksinim duyduğu
belli alanlarda uzmanlaşmış kişileri desteklemesi zorunluluktur. Bu
uzmanlar bir nalbant, iki berber, beş papaz ya da daha başkaları
olabilir. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmeleri için her yıl gerekli
miktarda ücreti almak durumundadırlar Bir birim çıktının emek
zamanının bu ücretle bir i lgisi yoktur. Dikkate alınabilecek en
basit yöntem çağdaşlaşamamış Hindistan köylerinde geçerliliğini
korumaktadır. Bu yönteme göre, çeşitli konularda uzınanlaşrruş
kişiler kaldırılan hasadın belli bir oranına el koyma hakkına sa­
hiptirler ve karşılığmda da istenilen her türlü işi yapmak duru­
mundadırlar.

Ticaret ve fiyat en azından neolitik zamanlara kadar uzanan


bir geçmişe sahiptir. Eskiden çakınaktaşı ve kehribar üzerine i ş
gören seyyar satıcıların varlığı konusunda güçlü kanıtlar vardır. Bu
tür satıcıların, her seyahatleri sonunda pl anladıklarının dışında ek­
zotik malları ya da piyasa da geçerli olan mallan sattıklarına ba­
kılırsa bu tüccarların yerli piyasada geçerli olan ne ise mallarını
o şey karşılığında sattıklarım düşünmek yanlış gibi görünmüyor.5
Emek zamanının bu konuda bir etkisinin olmadığı açıktır.

Adam Smith'in kunduz ve geyik hikayesinin herhangi bir şe­


kilde analitik ve tarihsel açıklayıcılığı yoktur. Hikayeyi bütünüyle
ahlaki önyargılardan türetmiştir. Sadece olması gerekenler gözö­
nüne alınmıştır. İktisadi sistemin ahlaksal açıdan doyuma ulaştı­
rıcı olduğu dönemlerde, avcılarında tamamiyle saf ve temiz bir ya­
şam sürüyor olmaları gereklidir.

Bir ülkenin toprağı tümüyle özel mülkiyete dönüşür


dönüşmez , tüm diğer insanlar gibi toprak sahipleri de ek­
meden biçmeyi çok severler ve toprağın doğal ürünleri için
bile rant isteminde bulunurlar . . .

Bir takım kişilerin elinde stoklar birikir birikmez, bun­


lardan bazıları, bu stoklan doğal olarak gayretli kimseleri
işe koşmakta kullanacaklardır. Stok sahibi bu kişiler, işe
aldıkları kişilerin ya işlerini ya da bunların emeklerinin
malzemelerin değerine kattığı şeyi satıp bir kar elde etmek

S Bkz. J.G.D. Clarık, Prehistoric Europe, Bölüm - IX.

32
için, bu insanlara iş malzemesi ve geçim maddeleri s ağlava­
caklardır.�

Her toplumda ya da çevrede, ücret ve karl ar ile rant­


lar için bir ortalama ya da alışılmış düzey vardır . . . Bu or­
talama ya da alışılmış oranlara, genel olarak hüküm sür­
dükleri zamanda ve yerde ücret, kar ve rantın doğal oran­
lan adı verilebilir. Bir metanın fiyatı toprak rantını, emek
ücretini ve o metayı yetiştirmek, hazırlamak ve pazara gö­
türmek için kullanılan stoklann karını doğal oranlanna
göre ödüyorsa, ve buna yetecek miktardan ne az ne de çok­
sa, bu meta, doğal fiyat adı verilebilecek bir fiyattan satıl­
maktadır. Meta kesinlikle değerine satıl maktadır.;

Bu kuram fiyat kuramı o! arak, anlaşılır ve sade bir mantığa


dayanmaktadır. Ancak günümüze kadar, özenli bir şekilde öğre­
tilmekle birlikte, yine de etkin bir kuram olarak tartışıldığını söy­
lemek kuşku götürür. Burada ana sorun, analizde dikkate alınma­
makla birlikte, ahlaksal çıkmaz üzerindedir. Mülkiyet ve kar, işçi­
ler için büyük bir sorun oluşturmaktadır. Burada, işçinin " kendi­
siyle paylaşacak bir efendisi, ya da bir topra:k ağasının olmadığı"
"ilişkilerin o ilk biçimine" duyulan bir özlem kokusu vardır.8

Fakat Adam Smith bu konuda akla uygun düşünmektedir. Ki­


tap ahlak duygularına değil, doğrudan konuyu açıklamaya yönel­
miştir. Süreç, i şbölümü aracılığıyla verimliliğin arttınlması süre­
cidir. Değer ile ilgili yüzeysel bir kuram, mal birikiminin ve ser­
best ticaretin yararlannı öne süren ana noktayı açıklamakta ye­
terlidir. Fiziksel çıktıyı arttırmak önemlidir ve bu kapsamda fiyat­
lar fazlaca önemli bir sorun oluşturmamaktadır.

Ricardo'da da "değer" ikinci derecede önemli bir konudur.


Ricardo, özgün bir fiyat kuramı oluşturmamıştır :

Emek, makina ve sermayenin katkısıyla topraktan elde


edilen ürünler toplumun üç sınıfı arasında bölüşülür; bun­
lar toprak sahipleri, toprağın işlenmesi için gerekli serma­
ye ya da malzeme sahipleri ve toprağı işliyen emekçilerdir.

6 Wealth of Nations, Cilt 1, ss. 44 ve 42.


7 1bid., s. 48.
8 İbid., s. 57.

33
Fakat, toplumun farklı aşamalarında, bu üç sınıf ara­
sında paylaşılan ve rant, kar ve ücret olarak tanımla.ır n n
çıktının paylaşım oranlan bütünüyle farklı olmaktadır. Bu
farklılık ise, başlıca, toprağın verimliliğinden, sermaye ve
nüfusun yoğunluğundan, beceri, hüner ve tarımda kullanı­
lan araçlardan kaynaklanmaktadır.

Bu paylaşımı düzenleyen yasanın belirlenmesi ise, si­


yasal iktisatın temel sorunudur.9

Fakat, Ricardo bu dağıtılacak top l amı ölçme geregıne gelip


takıldı. Ricardoyu zorlayan en önemli nokta, çıktının toplam değeri
içinde ücretin payında meydana gelen ve sermayenin kar oranında
da bir değişikliği gerektiren değişiklikdi ki, bu değişiklik de mal­
ların göreli fiyatlarını değiştirmekteydi. Ma! l arın göreli fiyatları­
nın değişmesinin nedeni ise, ücret ve karların, herbir metanın ma­
liyetine farklı oranlarda girmesidir. Bu durumda ürünün değeri
hangi birimle belirlenecektir? Ricardo bu konuda emek-zamanı bi­
rimini kul lanmıştır. Anc"ak tam anlamıyl a da tatmin olmuş değil­
dir ve Mr. Sraffa'nın da gösterdiği gibi Principles'ın çeşitli baskı­
larında bu birimi sürekli olarak geliştirmeye çalışmıştır. Konu en
net ve anlaşılır bir şekilde, Raheny'de meşhur teneke kutuda bulu­
nan, son tebliğinde ele alınmıştır.10

Kusursuz bir değer ölçüsü şu özelliklere sahip olmalı­


dır; kendisi bir değere sahip olmalı ve bu değer de değiş ..
memelidir. Tıpkı uzunluk ve ağırlık ölçülerinde olduğu
gibi. Kusursuz bir uzunluk ölçüsünde, ölçünün kendisi bir
uzunluğa sahiptir ve bu uzunluk ne arttırılabilir ne de azal­
tılabilir. Ağırlık ölçüsünde de, ölçünün kendisi bir ağırlığa
sahiptir ve bu ağırlık sabittir.

Bununla birlikte, yetkin bir değer öl çüsü olabilecek,


istenen özelliklere sahip bir metayı bulmak o kadar kolay
değildir. Bir uzunluk ölçüsü belirlemek istediğimiz zaman
bir "yard" ya da bir "food" yu seçeriz ve bu uzunluk ne
azalır ne de artar. Fakat bir değer ölçüsü belirlemek iste­
diğimiz zaman, bize bir ölçü oluşturacak ve sahip olduğu

9 Works of David Ricardo, Der: P. Sraffa, Cilt 1, Preface to the Principles,


s. 5.
10 İbid., Cilt 1 , s. IX.

34
değeri kendiliğınden değişme�ıc bir m� ... bulabilir
11
miyiz?

Açıkca görebiliriz ki bu, kesinlikten uzaktır. Ağırlık ve uzun­


luk, kuşkusuz, insanoğlunun kendi arasında anlaşmaya vardığı öl
çülerdir. Bu ölçüler üzerinde bir kere anlaşmaya varıldıktan son
ra, pratik amaçlarla da olsa, insanoğlu bunları değiştirmez. Çünkü,
ölçüler, maddi bir tabana oturtulmuştur. Bütün bu ölçüler Robin·
son Crusce için ne i se, Trafalgar meydanında da odur, Moskova
ve New York'da da odur. Oysa, değer, kişiler arasmda bir ilişki
sorunudur. Robinson Crusoe için çok fazla bir anl am ifade etmez.
Farklı tarihlerde ya da farkl ı iktisadi sistemlerde ulusal gelirin öl­
çülmesi için herkesce aynı anlama gelen ve değişmeyen bir birim
asla oluş turulamayacaktır.

Artık , yanıt alamaz isek , sorumuzda bir bozukluk ol duğunu


bil iriz. Ancak Ricardo hiçbir zaman soruda bir hata olduğunu ka­
bul etmemiştir ve sadece yanıtlardaki hataları bulup ayıklamaya
çalışmıştır.

Ricardo'nun, soyut değerin üzerine gitmekten vazgeçemeyişin­


de, i deoloj i k bir yankı ya da içinden geçeni gerçekmiş gibi gören
bir düşüncenin kokusu yokmuş gibi görünmektedir. Ricardo'nun
sosyal ve siyasal sorunlarl a ilgilenenlerde, ne yazık ki az görünen
çeşitten açık ve samimi bir kafası vardı; dürüst bir düşünsel bil­
mece ile dürüstce savaşıyordu. Ancak bu tartışma ideolojik terim­
ler ile yapılıyordu ve Sraffa, Ricardo'yu kurtarana dek, Ricardo
bütünüyle farklı bir sorunla uğraşmak zorunda kalmıştı .

Bir değer ölçüsü olarak onun emek-birimi tehli kel i düşünce­


lere öncülük etmiş gibi görünüyordu. "Değer"in yaratılmasında
söz sahibi olan sadece emek miydi ? Bu, karların sadece işçilerin
sırtında kazanıldığı anlamına gelmiyorrnuydu? Ricardo'nun bir
değer birimi araştırırken yaptığı o düzeltmelerin, onun sermayeyi
de üretken saydığını gösterdiği kabul edildi. -Böylelikl e tüm tar­
tışma analiz maskesi altında metafizi k bir sise battı.

Marshall, Ricardo'ya tehlikeli düşünceler yakıştırılmasına kar­


şı onu savunmayı üstüne aldı. Yanlış anlamalar belirsizlikten kay­
naklanıyordu :

1l Op. cit., Cilt IV, s. 361 .

35
Ricardo'nun düşüncesi ne denli enginse, sunumu da o
denli karışıktır; sözcükleri, açıklamadığı yapay anlamlar
vererek ku!lanır; bu anlamlara bağlanıp kalmaz. Hiçbir uya­
rıda bulunmadan bir hipotezden diğerine geçer.

Eğer biz, onu doğru anlamaya çalışırsak, onu, onun


Adam Smith'i yorumlayışından daha büyük bir cömertlik
ve yüce gönüllülükle yorumlamalıyız. Sözcükleri net ve
açık değilse , onlara yazılarının diğer bölüml erinde verdiği
an1 amlan da katarak açıkl amaya çalışmalıyız .12

Marshall böylelikle, Ricardo'nun "bekleme" yi bir üretim ma­


liyeti ögesi olarak gördüğünü ileri sürer. "Marx'ın yanılgısından
kaynaklanan Malthus'un yorumunu Düzeltiyor" yan başlığı altında
Ricardo'dan alıntı yapar :

"Malthus, bir şeyin maliyeti ile değerinin eşit olduğu­


nu belirten yaklaşımın benim öğretimin bir parçası ol du­
ğunu düşünür gibidir. Eğer maliyet ile "üretim maliyeti"ni
demek istiyorsa, bu karlan da içerir. Yukarıdaki parag­
raf ta açıklayamadığı şey budur ve bu yüzden beni iyi an­
lamış değil dir". Yine de Rodbertus ve Kari Marx, şeylerin
doğal değerlerinin yalnızc a , onlara harcanan emekten ol uş­
tuğu önermesinin, Ricardo'ya ait olduğunu ileri sürerler.
Hatta bu yazarların sonuçlarına karşı inatla karşı çıkan
Alınan iktisatcılan bile, sık sık, onların Ricardo'yu doğru
yorumladıklarını ve vardıkları sonuçların da Ricardo'nun
mantığını izlediğini söylerler.13

Bu olayların tümü, çözümleme ile ideoloj i arasındaki ilişkile­


rin güzel bir örneğidir. Dahası, günümüzde çok fazla ilgi duyulma­
dığından, biz konuya tarafsız bir şekilde bakabiliriz.

Marshall, Ricardo'nun sadece bir değer ölçüsü aradığını çok


iyi biliyordu. Yukarıdaki alıntıların yapıldığı ekin sonunda Marshall
şunları yazıyor :

Ricardo'nun i l k bölümünün burada yapılan tartışma­


sında, yalnızca değişik malların göreli değişim değerlerini
belirleyen nedenler gözönünde tutulmuştur; çünkü, bu bö-

12 Marshall , Principles, s. 813.


13 Loc. cit., s. 816.

36
lümün daha sonraki düşünceye etkisi bu yönde olmuştur
Aslında bu bölüm, emeğin fiyatının, paranın genel satın
alma gücünü ölçmede ne denli iyi bir ölçüt olduğu tartış·
ması ile ilgiliydi.14

Tartışmanın, değer ölçüsünden , göreli fiyatların belirlenmesi


kuramına kayması, ilginin, Ricardo'nun sorunundan -topraktaP
el de edilen ürünün toplumun sınıflan arasında dağılımını di.izcnli­
yen yasalar- daha az yakıcı bir konu olan göreli fiyatlara kayma­
sı i le ilgi i iydi . Fakat, al ttan alta da, dağılım sorunu bu daha az ılık
sorunu sürekli olarak alevlendirme durumundaydı. Bu gizemli
varlık, değer, göreli fiyatlann içinde pusuya yatmış bekliyordu ve
bu fiyatlar yalnızca mallar arasındaki değişim oranlan olarak ilan
ediliyordu. Eğer, emeğin tek başına göreli fiyatların belirlenmesin­
de etkin olduğu kabul edilseydi bu durumda değerin de yaratıcısı
emek olacaktı ve eğer emek, değeri yaratıyorsa, kuşkusuz değerin
sahibi de emek olmalıydı. Adam Smith'in akılcı düşünüşü, yani
toprak ağası ile efendinin , bileğine güvenerek işe girmesi ve pay­
larını almaları daha sofu bir kuşağa göre değildir. Sermaye, dışarı­
dan aldığı değeri yaratma konusunda serbest bırakılmalı dır. Çün­
kü öyle bir an gelir ki, değer ölçüsü ararken Ricardo'yu uğraştıran
o sorun -karların ücretlere oranı ol gusu, farklı malların fiyatla­
rında, bu malların üretiminde kullanılan sermayenin emeğe olan
oranı ile birlikte değişmelidir- karlar için ahlaki bir değerlendir­
me kazanıp, emeğin yarattığı değeri almasını savunan o s insi gö­
rüşe bir yanıt biçimini alır.

- 11 -

Marshall , Ricardo'nun ne demek istediğini hep bilmiştir an­


cak Marx'ı anlamamıştır. Marx'ın, değerin emek - kuramını kulla­
nışı, emekçinin, emeğinin ürününe sahip olma hakkını savunmak
gibi basit bir sav değildi. Tersine, onun savı, bu değer kuramının
kesinlikle sömürünün nedeni olduğu idi.

Diğerleri gibi, Marx'da kendisini görel i fiyatlar ile ilgili bir


kuram önerme zorunda hisetti. Bunu önemli saydığı halde, bu

14 Loc. cit., s. 821.

37
kuramın, görüşlerinin ana noktasıyla ilgili olmadığını da göre­
biliriz.

Kapitalin Birinci Cildinde o ünlü parağrafında göreli fiyatlar


üzerinde durur :

Örneğin, buğday ve demir gibi iki mal alalım. Bunla­


rın arasındaki değişim oranı ne olursa olsun, bu, daima
belli bir miktar buğdayı, bir miktar demire eşit kılan bir
denklemle gösterilebilir. Diyelim 1 " guarter" * buğday = x
"cwt" ** demir olsun. Bu denklem bize ne anlatır? Bu denk­
lem, bize, iki farklı şeyde, bir guarter buğday ile x cWt de­
mirde, herikisinde de eşit miktarlarda ortak bir şeyin var
olduğunu anlatır. Öyleyse bu iki şeyin, ne biri, ne de öte­
kisi olmayan üçüncü bir şeye eşit olması gerekir. Bunun
için de bunlann herbirinin, değişim değeri olarak, bu
üçüncü şeye indirgenebilir olması gerekir.

Bu ortak "şey" malların geometrik, kimyasal ya da her­


hangi bir doğal özelliği olamaz. Bu tür özellikler, ancak on­
l ara bir yararlılık sağladıkları sürece, onları kullanım de­
ğerleri haline getirdiği sürece dikkatimizi çekerler. Ama
malların değişimi , açıkca kull anım değerinden bütünüyle
soyutlanarak karakterize edilen iştir.

Malların kullanım değerini bir yana bırakırsak, geriye


ortak tek bir özellikleri, emek ürünleri olmal arı özelliği
kalır. Ama emek ürününün kendisi bile elimizde bir deği­
şikliğe uğramıştır. Emek ürününü, kullanım değerinden so­
yutlarsak, aynı zamanda, onu kullanım değeri yapan mad­
di öğelerden ve biçimlerden de soyutlamış oluruz; artık o,
masa, ev, iplik ya da herhangi yararlı bir şey değildir. Mad­
di bir şey olarak varlığı yok olmuştur. Ve artık kendisine,
bir doğramacının, duvarcının , eğiricinin ya da başka tür­
den belirli bir üretici
emeğin ürünü olarak bakılamaz.
Ürünlerin yararlı nitelikleri i le birlikte, hem bunlarda şe­
killenmiş çeşit çeşit emeğin yararlı niteliğini, hem de bu
emeğin somut biçimlerini yok etmiş oluruz. Hepsinde or­
tak olan o şey dışında bir şey kalmaz; hepside tek ve aynı
tür emeğe, soyut insan emeğine indirgenmiştir.

* Yüz librenin dörtte biri.


** Yüz libre. (Yaklaşık 50 kg).

38
Bütün bunlar bize, insan emek gucunun bu malların
üretiminde harcandıklarını ve bu mallar tarafından içeril­
diklerini anlatır. Hepsinde ortak olan ve kristalleşmiş sos­
yal öz olarak gördüğümüz bu şey "Değer"dir}5

Geral d Shove, bunu "tümü i l e doğmatik bir önerme" olarak


niteleyen bu satırların yazarına karşı çıkarak bunun bir kanıtlama
olduğunu savunuyor.16 Fakat burada bir kanıtlama bulmak çok
zordur. Burada "değer" fiyattan farklı bir şeydir, fiyatı açıktır ve
kendisi de açıklanmak zorundadır. Onu emek - zamanla açıklamak
ta sadece bir savdır. Eğer değeri, bir mal ın üretiminde gerekli olan
emek - zaman olarak tanımlarsak ve bundan da, malların doğal ola­
rak değerleri oranındaki fiyatlardan değiştirilecekleri önermesini
türetirsek, bu durumda bu görüşü metafizik bir önerme olmaktan
çıkarıp bir varsayıma indirgemiş oluruz. Fakat o, sınanması zaman
kaybından başka bir şey olmayan bir varsayımdır. Çünkü, daha
önceden bildiğimiz gibi ve Marx'ın da bildiği gibi bu doğru değildir.

Bu fiyatlar kuramı, Adam Smith'in geyikler ve kunduzlar h i­


kayesi gibi, imgesel bir olay değildir. B i tlime özgün bir katkısı ol­
ması da amaçl anm amıştır. Bu yalnızca katı bir doğma idi. Emeğin ,
değerin ölçüsü olduğu fikri ile, kaynağı olduğu fikrinin bu içiçe
geçişi Ricardo'dan alınmıştır. Marx'ın hiç okumadığı Ricardo'nun
o son çalışmasında gördüğümüz gibi bu karmaşa bir yanlış anlama
değildi; Ricardo'nun soruna yaklaşım biçimine çok yakındı .

Tartışmanın yoğunlaştığı nokta tümü ile farklı idi. Tüm mal­


ların, değerleri ile orantılı olan fiyatları karşılığında değiştirildik­
leri dogmasını benimseyerek, Marx bu dogmayı emek gücüne uy­
gular. Bu kapitalizmi açıklayan bir ipucudur. İşçi , değerini alır,
yani emek - zamanı terimleri çerçevesinde tanımlanan maliyetini ve
işveren, işçiyi maliyetinden daha fazla değer yaratması için kulla­
nır. İ şçinin maliyeti, ancak, yaşamını sürdürebil mesine yetecek bir
ücrettir. ( Bu , yalnızca, fizyolojik gereksinimleri karşılayan mini­
mum ücret değil , "emeğini özgürce satan emekçi sınıfının oluş­
tuğu" zamana ait yaşam koşullarıyla belirlenen "tarihsel ve ahlak­
sal öge" leri içeren bir ücrettir) .17

ıs Capital, Cilt 1, ss. 3-5.


16 "Mrs. Robinson on Marxian Economics", Economic Joumal, Nisan 1944.
17 Capital, Cilt 1, s. 150.

39
Marx'ın kapitalizmi suçlaması, sömüıiiyü hırsızlık olarak yo­
rwnlayan safdil idealistler ile aynı türde değildir. Tersine, bir tür
mantıksal olay ile kapitalizmi savunur. Hiçbir do landırıcılık söz­
konusu değildir - doğru ve adil bir şekilde herşey değeri karşılığın­
da değiştirilir. İşçinin payına düşen, işçinin maliyeti olan değerdir
yoksa ürettiği değer değildir.

Bu düzlemde, tilin tartışma metafizik bir görünümdedir; me­


tafizik fikirlerin işleyiş yönünün tipik bir örneğini verir. Mantıksal
olarak deli saçması sözcükler görünümündedir, fakat bu Marx'ın
aydınlanmasına yardımcı ve kendinden sonra gelen Marksistler i çi n
ise b i r e s i n kaynağı olmuştur.

İdeoloj ik olarak, haksızlığa yapılmış doğrudan bir saldırıdan


çok daha güçlü bir ağudur. Sistem kendi kural ları içinde adalet­
siz deği ldir. İşte bu nedenledir ki reform olanaksızdır; s istemin
kendisini devirmekten başka yapılacak şey yoktur.

Bilimsel düzlemde, kapitalizmi çözümleyecek bir yaklaşıma


temel hazırlar.

Marx, Ricardo'dan, şimdiler de model olarak tanımladığımız


şeyi -varsayımlar oluşturup, sonuçlar çıkarmak- kurmanın püf
noktalarını öğrenmişti. Emek-gücünün değeri hakkındaki dogma­
yı , ( çözümleyici ) analiti k bir görüşle destekledi .
_
Kapitalizm, öncelikle, çiftçileri v e sanatkarları çökerterek ge­
reksindiği işçiler ile ilgili eksiğini kapatır. "Özgür emekçi sınıfı
oluştuğu" zaman egemen olabilecek yaşam standardı gerçek - ücret
düzeyini belirler. Ücretlerin üzerinde kalan üretim fazlası kapita­
liste aittir. Bu "değer"in1 metafizik artığı değildir; malların, özellik­
le ücret mallarının somut bir artığıdır. Kapitalistler bir kısım işçi­
nin ürününden elde ettiği artığı bir taraftan başkalarını istihdam
etmek için kullanırlar - bir kısmını kendi gereksinimleriyle elleri­
ne bakanların gereksinimlerini doyurmak için; ve bir kısmını, bü­
vük bir kısmını da, daha fazla artık elde etmek için, daha çok ser­
maye biriktirmekte kullanırlar. Emek gücü sürekli olarak artmak­
tadır (o dönemde kolay varılacak bir varsayım) ve heran iş göre­
bilecek bir işsizler ordusu vardır. Bu durum , gerçek ücretlerin, baş­
langıçtaki düzeylerinin üzerine çikmalannı engelleyen bir meka­
nizma oluşturur. Sermaye, bu yedek emeği azaltacak kadar hızlı
biriktirilince, gerçek ücretlerin düzeyi yükselir ve istihdam edilen

40
kişi başına artık azalır. Birikim yavaşlar. ( Burada, Marx'ın görüş­
lerinde zayıf bir nokta vardır, çünkü gelecekten beklenen karlar
düşük görünürken yatırıma kalkışmanın başarısızlığıyla açıklanan
bir ticaret devirleri kuramı, geçmişte gerçekleşmiş karlar düşük
olduğundan azalmış kaynak akımı ile kanştınlmaktadır) . Emek
arzının önde gitmesini sağlayan, yalnızca, birikimin yavaşlamasına
neden olaıi karlardaki azalma değildir. Yüksek ücretler nedeniyle,
emek kullanımında tasarruf sağlayan yenilikl erin devreye sokul­
ması da bir diğer nedendir. Doğa] büyüme, başta yavaş bir biri­
kim hızı ve onun beraberinde teknoloj ik işsizlik olduğu halde ye­
dekler ordusunu tazeler ve gerçek - ücretler yeniden düşer.

Burada metafizik kuram; bilimse] bir varsayıma dönüşmüştür -


kapitalizmde gerçek ücretlerin yükselmeyeceği varsayımına. O za­
mana kadar akl a yakın görünen varsayımın yanlış olduğu ortaya
çıkmıştır. Bu, gerçekte kuramın bilimselliğinin bir kanıtıdır."De­
ğer yasası" nda olduğu gibi, bir metafizik inanç, yanlış olamaz ve
bu, ondan bir şeyler öğrenilemiyeceğinin işaretidir.

Apaçık nedenlerle, Marksizmin bilimsel olmayan dogmatik


ögesi t arihi bir hareketi des teklemiş ve katı bir ideoloji içinde ser­
pilmiştir. Bilimsel öge durumuna uğramıştır, çünkü bilim sınama
ve yanılma ile ilerler ve, hatanın kabul edi l mesi yasaklandığı an
ilerleme de ortadan kalkar. Bugün bile, Marksistler kapitalizmin
işçilerin yaşam standartlarım yükselttiği savını red eder ya da
dogmatik ögeye destek sağl amak için , Marx'ın düşünce gelişimin­
deki o bilimsel ögeyi feda etmeyi seçerek, Marx'ın böyle bir öngö­
rüde bulunmadığını söylerler.

Marx karşıtlarının da söyledikleri daha iyi değildir. Marx'a


karşı saldınlannda metafizik üzerinde önemle durmuşlardır; en
güçlü olduklarına inandıkları nokta olarak da, özellikle göreli fiyat­
lar kuramına sıkı sıkıya sarılmışlardır.

Marx göreli fiyatlar kuramım inceden inceve işledi . Bövlelikle


de kuram , Kapitalin birinci cildindeki o basit dogmadan çok fark­
lı bir duruma gel di . Sadık Marksistler Kapital in birinci cilti ile
üçüncü cildi arasında farklıhklar olduğunu öne süren !!Öriişlere
karşı çok alıngandırlar. Marx'ı ilgilendirdiği sürece de bunu bir
tutarsızlıktan çok bir düzeltme olarak görmek d ah a düriist bir ta­
vır olur. 'Birinci ciltte, malların normal fiyatlarının, değerleri ile
orantılı olduğunu söyler. Üçüncü ciltte ise bu durum sadece, çalış-

41
tırılan adam başına düşen toplam ortalama sermayeyi gerektiren
mallar için söz konusudur ( bilimsel terminoloj i ile söylersek ) . Her
durumda, Marx düşüncelerinin geri kalan kısmını birinci ciltteki
gibi bütünleşmiş ve uyumlu bir hal e getirememiş ve onları yayın­
lamamıştır. Hiç kimse bitmemiş bir çalışmadaki tutarsızlıklardan
ötürü suçlanamaz. Üçüncü cildin, değer yasası aracılığıyla farklı
sermaye - emek oranlan ile üretim çizgilerindeki kar oranlarının
eşitliği arasında bir uzlaşma getireceğini Engels i l an etmişti. Engels
bu konu üzerinde uzun süre düşündü . Böhm Bawerk'in alaycı de­
yimiyle çözümler önerilecek bir çeşit ödüllü deneme yarışmasına
yol açtı.18 Sonunda üçüncü cilt ortaya çıktığında, hiçbir çözümün
bul urun adığı görüldü, fakat yalnızca, bir tekerleme kılığına girmiş
fiyatların, sermayenin alması gereken normal karı da içeren üre­
tim maliyetini kapsadığı söyleyen o bilinen basmakalıp düşünce
ortada idi.

Böhm-Bawerk, Marx'ın sırtından nükteler savurabildiği için


hoşnuttu. Akademik İktisatcılar da, o gün bugündür, öğrencileri­
ne, Marx'ın sisteminin düpedüz bir karışıklığa dayalı olduğunu
söyleyebilecek duruma geldiklerinden büyük bir rahatlık duymuş­
lardır. Marksistler ise son derece zorlanmış görüşlerle savunma
yarışına girdiler. Fakat, Marx'ın kuramı, hiçbir temelde , şu ya da
bu şekilde tümü ile buna dayanmıyordu. Kuramının özü, metafizik
yönüyle, emek gücünün değeri ile; bilimsel yönüyle ise, sanayi üre­
timinde ücretlerin payı ile ilgiliydi. Ne Böhm'ün şakrak nükteleri
ne de Marx'ın savunucularının şişirilmiş yanıtlan işin bu yanına
değinmiştir.

Anal itik olarak dikkate alındığında bütün bunl ar, boş bir yay­
gara idi. Çünkü, göreli fiyatların çözümlenmesinde, Adam Smith'in
açık ve anlaşılır kuramından daha iyisini gerçekleştiremeyiz. Top­
lumun iktisadi yapısının genel gelişimi, ücret, faiz, kar ve rantla­
rın ( en ilginç soru burada yatmaktadır) genel düzeyini de belir­
ler. Her bir mal için, normal fiyat, bu temele göre, o malın nor­
mal üretim maliyeti tarafından yönlendirilir ( tekellerle, doğal kıt­
lıklar dışında, Adam Smith'de konuya bu şekilde önem vermiştir) .
Çünkü, her sanayi, az ya da çok , diğerlerinin ödediği oranda, üre­
tim faktörlerine ödemede bulunabilmelidir.

18 Kari Marx and the Close of his System. (Kitabın bu İngilizce Başlığı
yanlış çevrilmiştir. Böhm analizin tamamlanması gerekliliğini ifade et­
miştir) .

42
İmalat sanayının ge11:el gidişini ilgilendirdiği sürece ( en azm­
dan şimdiye kadar - otomasyon bir vurgulama şansı getirebilir)
m aliyetlerdeki farklılığı belirleyen en öneml i öge, çalıştırılan eme­
ğin saat başına düşen çıktı miktarıdır. Bir çay bardağı ile motorlu
arabanın fiyatları arasındaki fark ya da bir Austin ile Rolls-Royce
arasındaki fark, temelde, bunların herbirinin üretiminde ortaya
çıkan ücret tutarları arasındaki farka bağlanır. ( Kendini en ilkel
koşullarda da gösterebilen işte bu " değerin ücret kuramı" dır ki,
Adam Smith'in mitoloj ik değer-emek kuramının ortaya çıkmasına
neden olmuştur) .

Doğal mallar için bu geçerli deği ldir ( gerçi Marx, bunu hiçbir
zaman kabullenmeyecektir) . Bir ton platin ile bir ton gümüş ara­
sındaki fiyat farkı kişi başına ürün farklarının tersinden çok daha
büyüktür; bir kilo şaraplık üzümün fiyatı ile bir kilo bektaşi üzü­
mü arasındaki fark da böyledir.

Fakat, imalat sanayi için, kuşkusuz, herkes üzerinde anlaşa­


caktır ki, fiyatlardaki farklılıklar bir taraftan az ya da çok emek ma­
liyeti ile orantılıdır ve diğer taraftan da yapılan yatırımın ölçeği ,
kişi başına düşen sermaye ve çalıştırılan işçi sayılarının farklılığı
gibi nedenler yüzünden tam anlamıyla orantılı değildi r.

Bütün bu kargaşa nedendir? Göreli fiyatlar ile i l gili akla uy­


gun bir başka kuram aynı anlama gelmez m i ? Akılcı bir kuram
olduğu sürece gelir; anlaşmazlık, akılcı düzlemde değildi ve değil­
dir. Bütün sorunun nedeni ideolojik seslendirmelerdir.

Kuşkusuz, hiçkimse, ideoloj i sinin bilincinde değildir; tıp­


kı, kişinin kendi nefesini kokladığını bilememesi gibi. Özellikle
Marx, kendisini bütünüyle bilimsel saydı ve ahlaksal duygulara da­
yanan i dealist sosyalizme şiddetle karşı çıktı. Onun çözümlemesi ,
kapitalizmi , iktisadi gelişmede, gerekl i b i r aşama olarak gösterdi .
Bu aşamada, sosyal emeğin üretici gücü olgunlaşmalıydı ve tarih­
sel görevini tamamlamadan da bir tarafa atılmamalıydı ve atıla­
mazdı. Aynı anda, kapitalistler de, sistemin, diğer herhangi bir kişi
gibi hizmetindeydiler. Schumpeter'in yenilikci girişimcisi , insanlığa
iyilik eden kişs, Marx'ın Para Babalan dedklerinin tıpkısıdır. Yal­
nız sıfatları farklıdır. Çünkü Marx onlardan çok nefret ediyordu.
Yazdığı her cümle, bunlara karşı ahlaksal kızgınlıkla doludur ve
Marxsizm, özgün biçimde ( Hıristiyanlık gibi ) , haksızlığa maruz kcı.-

43
lan kimsenin, bu haksızlığın nedenleri hakkındaki yakarışları ve
çözüm yolları arayışları ile doludur. Hıristiyanl ıkta olduğu gibi,
zamanın geçişi , bu sistemi, sistemin önde gelenlerinin inancı hali­
ne getirmiş ve Marksizmin ahlaksal çekiciliği de aynı nedenden
ötürü zayıflamıştır.

- 111 -

Kuramın pratikdeki geçerliliği nasıldır? Kapitalizmin bürün­


düğü çeşitli kılıkları açığa vurmak için ortaya atılmış bu değer ya­
sası, sosyal ist bir ekonomide ne hale girer?

Herşeyden önce, Ulusal Gelir'in ölçülmesinde bir birim olarak


emek-değer tümü ile yararsızdır. Bir yıl içinde üretilen malların
toplam değerini yalnızca bu mallarda kullanılan emek saatlerin i
altalta yazarak hesaplıyamayız.

Üretken ve üretken olmayan emeklerin ayrılmasında bir sorun


vardır. Bu sorunun başlangıcı Adam Smith'e dek uzanır :

Harcandığı nesnenin değerine değer katan bir tür emek


vardır; bi r de böyle bir sonuca yol açmayan emek vardır.
Birinci tür emek, bir değer ortaya Çlkardığı için üretken
emek, diğeri ise üretken olmayan emek diye adlandırılabi­
lir. Bir manüfaktür işçisinin emeği, üzerinde çalıştığı mal­
zemenin değerine kendi geçimi ve patronunun karı değe­
rinde bir değer katmaktadır. Oysa , bir hizrnetkann emeği
hiçbir şeyin değerine, ek değer katmaz. Manüfaktür işçis i
iicretini patronundan peşin olarak almakla birlikte, ger­
çekte bu işçi patronuna hiçbir gi dere malolmaz; çiinkü ge­
nel olarak ücretlerin değeri, emeğin üzerinde çalıştığı nes­
nenin büyüyen değeri içinde, bir kar ile birlikte yerine kon­
muştur. Oysa bir hizmetkarın geçim giderleri hiçbir zaman
yerine konulmaz.

Toplum içinde en saygın katmanlardan bazılarının eme­


ği, tıpkı hizmetkarların ki gibi hiçbir değer üretmez; bu
emek harcanıp bittikten sonra, yaşamını sürdüren ve ileri­
de karşılığına eşit miktarda emek elde edilebilecek kalıcı
bir nesne ya da satılabilir malda maddeleşip, kendini ger-

44
çekleştinnez. Örneğin, emrinde çalışan tüm sivil ve askeri
memurlarıyla hükümdar, ordu ve donanmanın tümü, üret­
ken olmayan emekçilerdir. Bunlar toplumun h izmetka rl a ­

rıdır; geçimleri, diğer insanların yıllık emek ürün l erinin


bir bölümüyle sağlanmaktadır. Bu kişilerin hizmeti, ne ka­
dar onurlu, yararlı ya da gerekl i olursa olsun, ileride, kar­
şılığında eşit miktarda hizmet elde edilebilecek hiçbir şey
üretmez. Bu kişilerin bir yılda harcadıkları emeğin sonuç­
lan, yani ülkenin ko runması, güvenliği ve savunması ülke­
nin bir sonraki yıldaki korunm ası, güvenliği ve sav unma­
sını satın alamaz. Hem en ciddi ve en önem1i hem de en
hafif meslekl erden bazılarını da bu sınıfl andırmaya sok­
mak gerekir : Kilise görevlileri hukukcular, doktorlar ve
her çeşit yazar; oyuncular, soytarılar, müzikciler, opera
şarkıcıları, opera danscılan v.s. Bunların en az saygın ola­
nının emeği, tüm diğer emek türlerini belirleyen aynı ilke­
lerin belirlediği belli bir değere sahiptir; öte yandan en
soylu ve en yararlı meslekten kişinin emeği, ileride eşit
miktarda emek satınal abilecek ya da elde edebilecek hiç­
bir şey üretmez. Aktörün tiradı, konuşmacının söylevi ya
da müzi sye n in ezgisi gibi, tümünün yaptığı iş, tam üretil­
dikleri anda yok olmaktadır.19

Adam Smith, birikim sürecine katılan emek kavramına el yor­


damıyla yaklaşmaktadır. Üretken ve üretken olmayan emek ara­
sındaki ayrımı Marx ele almıştır. Taşımacılığı üretken olarak ka­
bul etmiş, ticareti ise üretken saymamıştır. Uygulamada, Sosyalist
ül keler' de Ulusal Gelirin hesaplanmasında, mallar ile hizmetler
arasında bir sınır çizilmiş gibi görünür. Bu nedenle, şapka Ulusal
Gelirin bir parçası o lu r ancak saç tıraşı olmaz. Böyle bir yöntem
,

için çok geçerli nedenler olabilir. Verimlilikteki artış, fiziksel çık­


tıdaki bir artış ( nitelik farklarının saptanması güç olsa da) il e ko­
laylıkla ölçülebilir. Oysa hizmetler yalnızca mal ol dukları şeyle
değerlendirilirler. Fakat, felsefi bir bakış açısıyla, değer ü reten
emek ile, diğerleri arasındaki farkı anlamak pek kolay değildir.

İkinci güçlük işçilerin niteliği ile ilgilidir. Yetenekli bir mü­


hendisin, bir saatl ik çalışmasında ne kadar "soyut emek" i çerildi-

19 Wcalth of Nations, Cilt I, s. 294.

45
ğini nasıl saptayabiliriz? Değişik nitelikteki işçilerin göreli ücret­
lerini kullanarak, bu işçilerin ürettikleri mala kattıkları değerlerin
farklı miktar larını belirlemek yasal değil dir; ücretlerdeki farklılık­
ların emek-gücünün değerindeki farkları ölçmeleri beklenir, yani
işçilerin yetiştirilmeleri ve geçimlerinin maliyetini ; yaratılan de­
ğerdeki farklar bu yoldan öl çülemez.

Bir başka güçlük şudur : değer, bir işle fiili olarak harcanan
zamanın bir ürünü değil , t�plum açısından gerekli emek-zamanın
bir ürünüdür. Marx; ağır çalışan bir işçinin ürününün, etkin çalı­
şan işçinin ürününden daha fazla "değer" içereceği gibi saçma bir
görüşten dikkatle kaçındı. Teknoloj i k ilerleme ler ve sermaye do­
nanımındaki artışlar malların değerini azaltır, eskimiş yöntemler
ile en i leri teknikler hala yanyana kullanılırken ya da işçilerin bir
kısmı, diğerlerinden daha mekanik aygıtları kullanırken ve aynı
zamanda her grup işçi içinde bazıları diğerlerinden daha etkin
iken , her üretimi dalı için, "toplumsal açıdan gerekli emek zamanı "
nı nasıl hesaplayabiliriz?

Son olarak, bir yıllık üretimin değeri, yalnızca yıl içinde har­
canan emek değildir. Aynca daha önceki yıllarda harcanan ve üre­
timde kullanılan sermaye mallarında içerilmiş bulunan emek za­
manı da bu değere dahildir. Bu durum, tartışmanın içine, tesisin
amortisman ve stokların değerlendiri lmesi gibi şaşırtıcı ve karıştı­
rıcı sorulan da sokar.

Fakat tüm bu soruların şöyle ya da böyle üstesinden gelinse


de, "değer" birimi yine de yararsız olmaya devam eder, çünkü öl­
çücülerin ölçmeye çalıştıkları şeyleri bir türlü ölçemez. Üretkenlik
ve Ulusal Gelirin büyümesi çıktı akım olarak düşünülür; kesinlik­
le gözlenmesi gereken, saatte kişi başına düşen fiziksel çıktıdaki
değişmelerdir. Değer terimleri içinde, bir saat yine bir saattir. Sa­
bit bir miktar emek, yıllar yılı , aynı değeri üretir. Ama bu kimi il­
gilendirir? B ilmek istediğimiz, bu emek zamanının ne kadar mal
üretiyor olduğudur.

Uygulamada Sosyalist İktisatcılar, Ulusal Gelirlerini parasal


terimler ile toplarlar. Onlar da kapitalist meslektaşları gibi indeks
sayılan hakkında aynı sorunlara sahiptirler, eski maliyetlere karşı
yenileme maliyetleri konusunda aynı güçlüğe düşerler, ellerinden
geldiğince sayılara taşıyabilecekleıinden öte anlam yükü yükleme­
ye kalkışırlar. Değer kuramı, onlara hiç yardımcı olmaz.

46
Gerçek ücretlerle ilgili bir kuram olarak emek gücünün değerı,
sosyalist iktisatta hiçbir öneme sahip değildir. Üretimi düzenliyen
planlama, kendi çıkan için değil, yatırımları savunmak, sosyal hiz­
metleri ve toplumun genel harcamalarını finanse etmek için bir
artık yaratılmasını amaçlar. Gerçek ücretlerle ilgili Keynesci kuram
daha uygundur. Fiyatların parasal ücret l erle ilişkisi, yatırımın tü­
ketime olan oranı ile belirlenir.

Aynı zamanda, sosyalist iktisat, hiçbir kapitalist topluınwı ya­


pamadığı hızlı bir birikim oranı göstermekle gurur duyar. Yatırı­
labilir kaynakları " sömürü" ve "karşılığı ödememiş emek" diye
yaftalamak, onları biraz güç duruma sokar. Kapitalistlerin yalnız
kendileri için artık değer yarattıkları, buna karşılık sosyal plancı­
ların toplumun iyiliği ile ilgilendiklerini ileri sürmek, öznel, ahlak­
sal bir düzlemde tartışmak demektir; nesnel olarak düşünüldü­
ğiinde, Marx'ın modelindeki kapitalistler, tıpkı sosyalist plancılar
gibi, işlevleri birikimi sürdürmek olan toplumun bir organıydılar.
Keynes'in belirttiği gibi : "Anlar gibi tasarruf ettiler ve biriktirdi­
ler. Tüm toplumun daha az yararına olmadı bu iş. Çünkü onlar
kendileri de zaten sınırlı birtakım amaçlara yöneliyorlardı.".20 Gü­
neydoğu Asya'da ya da Karayib'ler de bugün gördüğümüz gibi, ka­
pitalistlerce sömürülmüş olmak, hiç sömürülmemiş olmak ile kı­
yaslandığında hiç önem taşımaz. Burada değer yasası insanın ka­
fasını derinden karıştıran bir tür şaşılık geliştiriyor.

Göreli fiyatlar hakkında ne diyebiliriz? Dükkanlarda satılan


malların fiyatlarını değerleriyle orantılı kılmaya çalışmak, yatının
v .s. için ücretlerden alınan tek düze bir vergi ile fon toplamayı ve
fiyatların vergiyi de içerecek gibi maliyetleri de kapsamasını ge­
rektirir. Böyle bir sistemi önermek için pekçok neden bulunmakla
birlikte fiyatların arz ve talep koşullarına göre biçimlendiri l mesi
gereklidir. Çünkü değerler bütün özel darlıklar giderildiği zaman
talep fiyatlarıyla çakışacaktır ve böylelikle de her mal tek tek
tümü ile esnek bir arz içinde bulunacaktır. Böyle bir fiyatlama sis­
temine girişilmemiştir ve sosyalist kuramda da görel i fiyatlar ile
ilgili açık bir öğreti görülmez. Siyasal iktisat ders kitabı, bize yal­
nızca "değer yasasının işleyişinin fiyatların planlanmasında dikka­
te alınacağını" 21 söyler; nasıl gözönünde tutulacağını anlatmaz.

20 Economic Consequences of the peace, s. 16.


21 Op. cit., s. 591 .

47
Ders kitabı Sovyetler Birliğindeki iki üretim türü arasındaki
ayırıma büyük bir önem veri r - tüm üretim araçlarının devletin ma­
lı olduğu ve işçilerin ücret aldığı, sanayide tümüyle sosyalist üre­
tim; ve üretim araçlarının büyük kısmının kooperatiflerin mülki­
yetinde olduğu ve işçilerin üretimden pay aldığı, tarımın büyük
kısmında kooperatif üretim.

Tarımsal mal ların fiyatlarını değerlerine bakarak saptamak na­


sıl mümkün olmaktadır? Bu, şimdiye kadar açıklanamamıştır. Kol­
lektif bir çiftlikte, olasıdır ki, en doğru yol değişik işleri değerlen­
dirmektir, öyle ki bir işgününü kazanmak, birinde de öbüründe de
aynı ölçüde güç o l sun. Fakat çiftlikte bir i şgününde elde edilen
parasal gelir, bir bütün olarak, ürün karşılığı alınan fiyatlara bağ­
lıdır; bu fiyatlar kısmen yetkililer tarafından ve kısmen de ser­
best piyasada arz ve talep koşullarına göre bel irlenir. Değer mi fi­
yatları belirler yoksa fiyatlar mı değeri belirler?

Değerin çeşitli anlamları arasında, hiçbir zaman yüzeye çıkma­


mış olan bir tanesi vardır. Bu eski bir kavram olan Adil Fiyat (Just
Price) dır - Adam Smith'in avcılarını, her tür avın yakalanmasırıı
genellikle gerektirdiği süre temeline dayandırarak değiştirmeye iten
ilke. Burada istenilen anlam budur. Fiyatlar öyle olmalıdır ki ( si­
yasal yarara bağlı olarak) , kırsal alandaki ve kentteki bir günlük
emek yaklaşık aynı gel iri getirsin. Fakat, bu bir ideal olarak düşü­
niilse bile , farklı çevrelerde, birbirinden farklı yaşam standartları­
na sahip olan bireyler için eşit kabul edilebilecek gelirin hesap1an­
ması hala bir sorun olarak ortada duracaktır. Değer yardımcı olma­
yacaktır. Uygulamada işe yarayacak bir içeriği yoktur. Yalnızca bir
kelimedir o.

48
NEO-KLASİKLER. : FAYDA

Ortodoks kesimin savunduğu ancak üzerinde çok fazla anlaş­


maya varılamayan emek kuramının güncelliğini yitirmeye baş l adı·
ğı anlarda fayda gündeme geldi .

- 1 -

Fayda, elde tutulamayan , kontrol edilemeyen bir hacının meta­


fizik kavramıdır; malların faydalı olma niteliği bireylerin onları
satın almalarına neden olur ve bu satın alma işlemi malların sahip
oldukları faydanın bir göstergesidir.

Fayda ilk olarak göreli fiyatlar kuramı ile bağlantılı olarak


gündeme gelmiştir. Fayda ve göreli fiyatlar açısından su ve elmas
arasındaki büyük çelişkiyi açıklamakta birtakım niceliksel kav­
ramlar kullanılır. Bunlar toplam, ortalama ve marj inal terimleri
ile ifade edilir. Suyun toplam faydası, yaşam bütünüyle ona bağlı
olduğu için, sonsuz dererede büyüktür. Bireyler suya gereksindik­
leri halde, ona bol miktarda sahip olduklarından herhangi bir öde­
mede bulunmak için isteksizdirler. Bununla birlikte Aden'de, su
çok yetersiz ve kıt bir mal olduğu için, bir fiyat karşılığı elde
edilir ve birey marjinal faydanın fiyata eşit olduğu noktaya kadar
su tüketimine devam eder. Bu noktayı nasıl belirleyebiliriz? Fiyat,
açıJQtır ki, marjinal faydanın bir ölçüsüdür ve bu noktanın belir­
lenmesinde de bu ilişki yardımcı olur.

Jevons bu konuya ilişkin kuramsal düşünceyi yakaladığı anda


büyük bir heyecana kapılmıştı :

"Geçen birkaç ay içinde, şans eseri aklıma öyle sağ­


lam ve içtutarlılığa sahip düşünceler geldiki, artık bunla-

49
nn gerçek iktisat Kuramı olduğu hakkında hiçbir kuşkum
kalmadı ve o zamandan beri konu üzerinde yazılmış diğer
ki taplara küçümsiyerek bakmaktan kendimi al amaz ol­
dum.'

Marshall, aynı konuyu, "tüketici artığı" fikri i l e bağlantılı bir


şekilde ortaya koydu.2 lktisatın İlkelerinin ( Principles Of Econo­
mics ) son yazımında, Marshall, konuyu, birçok özelliğini de gün­
deme getirerek belli bir çerçeve içine oturttu :

Fayda, arzu ya da istek ile uyunilu bir şekilde dikkate


alınabilir. Daha önce de savlandığı gibi, istek doğrudan ö l­
çülemez. Ancak dolaylı bir şekilde, görünen olgu kapsamın­
da bir ölçme işlemi yapılabilir. Bu durumda, bireyin, is­
teklerini doyuma ulaştırmak için ödemek isteğinde olduğu
fiyat, iktisatın özellikle ilgi duyduğu ölçü birimi olarak or­
taya çıkar. Kişi, bilinçli bir şekilde doyuma konu olmayan
isteklere de sahip olabilir; fakat bizim için şu anda bilinçli
olarak doyuma ulaştırılmak istenen istekler sözkonusu­
dur; ve sonuçta ortaya çıkan doyumun, genel olarak, satın
alma işlemi gerçekleştirilirken beklenen doyum ile büyük
bir uyum içinde olduğunu varsayarız.

İstekler sonsuz sayıdadır, fakat her bir isteğin bir sı­


nırı vardır. İnsan doğasının bu bilinen ve temel eğilimi,
doyuma ulaştınlabilir istekler yasası ya da azalan fayda ya­
sası olarak tanımlanabilir. Bu nedenle : Kişinin, herhangi
bir şeyden elde ettiği toplam fayda ( bu, bireyin o şeyden
elde ettiği toplam zevk ya da kazanç olabilir) o şeyin mik­
tarı arttıkça, artar, fakat faydadaki artış onun miktann­
daki artış kadar hızlı değildir. Eğer o şeyin miktarı belli
bir oranda artıyorsa, kişinin ondan elde ettiği fayda aza­
lan bir oranda artar. Bir diğer deyişle, kişinin, o şeyin mik­
tarındaki artışla birlikte elde ettiği ek fayda, her artışla
birlikte azalır.

Gerek istekleri gerekse isteklerin doyurulmasından el­


de edilen doyumları, soyut olarak algılamak mümkün olsa
bile bunları doğrudan ölçmenin olanaksız olduğu ne kadar

ı Letters and Journals, s. ısı.


2 Pure Theory of Domestic Values.

50
vurgulansa azdır. Eğer ölçme işlemini başarabilseydik, bi·
risi isteklerimiz diğeri de gerçekleşmiş doyuml aruruz olmak
üzere iki ayrı hesaplama yapmak durumunda kalırdık. O
zaman ikisi de herhalde biribirinden oldukça farklı olur­
du. Çünkü, bırakınız insanların daha yüce beklentilerini, ik­
tisat biliminin ilgi alanına giren türdeki istekler (ve özel­
likle örnek alınana - benzemeğe - çalışmakla ilişkili is­
tekler) genellikle, bilinçsizce insanın içinden gelen türden
isteklerdir; birçokları alışkanlıklardan; bazıları marazi kö­
kenli olup ( kişinin kendisini ya da başkalarını) yaralayıcı
niteliktedir, ve birçoğuda doyurulamamış olan beklentiler­
den türeyebilir. . . Elbette, insanın alabileceği doyumların
birçoğu olağan türden zevkler değildir ve insanı yücelten
tür gelişimlere aittir ve de hatta bazıları kısmen özveri ve
kendini yadsımadan türeyebilir. Yukarıda sözügeçen iki
doğrudan ölçüm böylece farklılık gösterebilir. Fakat, her
iki ölçümde zaten olanaksız olduğu için, iktisat biliminde
kullanılan türden ölçümlere başvurmak zorunda kalırız; ve
de bunları ( tüm hataları ile birlikte) hem insanı harekete
sürükleyen istekleri hem de neticede insanın elde ettiği do­
yumları yansıtan ölçütler olarak kullanırız.3

Doyumu dikkate almamazlık edemeyiz ancak, yine de fiyat ile


ölçülen şey elde edilen doyum değil, istektir. "Fayda" İyi Bir Şey­
dir; İktisadi yaşamın amacı, elde edilen faydayı olabildiğince art­
tınnaya çalışmaktır. Ve oluşturulan bir diyagram da fayda, ölçü­
lebilir bir nicelik olarak görülür.

Daha ileriye gitmeden, bu kavramın çağdaş kullanırnlanrun


bile metafizik etkilerden arındınlamadığını, üzülerek belirtmeli­
yiz. Şu ana kadar söylediklerimizden çıktığı kadarıyla "fayda" öl­
çülemiyen ve bu nedenle de üzerinde herhangi bir işlem yapılamı­
yan bir kavramdır. Bu yüzden bu kavramın yerine "açıklanmış ter­
cihler" kuramı koyulabilir. Piyasadaki davranışların gözlenmesi ile
bireylerin seçimleri belirlenebilir. Tercih, bireyin piyasadaki ince­
lemeleri sonucunda yaptığı bir tercihdir; herhangi bir değer yargı­
sını içermez. Tartışma devam etmekle birlikte bireyin tercih ettiği
şeye sahip olmasının İyi Bir Şey olduğu da açıktır. Kabul edilme-

3 Principles, ss. 92-3.

51
lidir ki bu doyuma ulaşma ile ilgili hir sorun değil, özgürlükle il­
gili bir sorundur - kişinin tercih ettiği şeye sahip olmasını isteriz.
Böylelikle davranışlanna sınır koymaktan da kurtulmuş olur. Fa­
kat örneğin;

İlaç tutkunları tedavi edilmelidir; çocuklar okula gitmel idir.


Peki öyleyse, değer yargılanmıza başvurarak tercihlerin kendileri­
ni yargılamadığımız takdirde, hangi tercihlerin dikkate alınacağına
ve hangilerinin sınırlanacağına nasıl olurda karar verebiliriz?

Değer yargılarından sakınabilmek için doğamızı baskı altına


alabilmek bizim için tümü ile olanaksızdır.

Öte yandan, piyasa davranışlarının, tercihler için iyi bir gös­


terge olduğuda kesin değildir. Kişilere mallarda çeşitli seçenekler
sunarak ya da gelir düzeyini değiştirerek neleri satın alabileceğini
görmeye çalışmak pratikte geçerliliği olan bir deneme değildir. İ ti­
raz, sadece pratik değil, mantıksaldır da.

Marshall'ın söylediği gibi :

Bu yasada ( azalan marj inal fayda yasası ) açıklaı:ıma­


sı gereken örtülü bir koşul vardır. Bu koşula göre, kişinin
zevklerinde ya da karektcrinde değişime neden olabilecek
bir sürenin varlığı göz önüne alınmaz . Bu nedenle, iyi tür
müzik dinleyen bir insanın o tür müzikten dinledikçe daha
hoşlanması ; tamahkarlık ve hırsın bir türlü doyurulama­
ması; temizlik. gibi bir meziyet ya da alkol düşkünlüğü gibi
kötü bir alışkımlığın giderek güç k azan ması sözü edilen ko­
nunun geçerliliğini ortadan kaldırabilecek örnekler değil­
dir. Çünkü bu gibi olaylarda gözlemlerimiz için belli bir
süre gereklidir; ve sürenin başlangıcı, ile bitişindeki kişi
hala aynı özelliklere sahip kişi değildir. Eğer, zaman için­
de karakterinde herhangi bir değişikliğin olmayacağını var­
saydığımız birisini gözönüne alırsak, bu kişi için, sahip ol­
duğu bir şeyin sunwnu arttıkça, marj inal faydası sürekli
olarak azalır.4

Bir kişinin farklı iki fiyat düzeyine karşı tepkilerini iki farklı
zamanda gözlemliyebiliriz. Kişinin iki farklı zamanda aynı malı sa­
tın alırken ortaya koyduğu farklı davranışın ne kadannın fiyatlar-

4 Principles, s. 94.

52
daki değişmelerden, n e kadarının da aynı dönemde tercihinde or­
taya çıkan değişikliklerden kaynaklandığını nasıl belirleyebiliriz ?
Karakterinin değişmeyeceği konusunda herhangi bir güvence yok­
tur, çünkü zevklerin e tkilenip değişebilmesi açısından örneğin; sa­
dece çorba ve viski yoktur. Pratikte herşey, ya alışkanlık son:.ıcu
ortaya çıkan bir uyuşukluk ya da bir değişim isteğ i geliştirir.

İ ki bilinmeyenli bir denkleme sahibiz. Tercihler hakkında bazı


bağımsız kanıtlara sahip ·o lmadıkça, deney iyi sonuç veremez. Oy­
sa tercihler hakkındaki gözlemlerimizi sözkonusu deneye dayana­
rak çıkarabilirdik.

Tek güçlük bu değildi. Jevons için ve Marshai l 'ın kaleme alır­


ken görel i dikkatsiz davrandığı yazılarında deği ş tirilemez, etkile­
nemez, yalıtılmış istek ve zevk donanımlarıyla birlikte bir birey,
bir tek "insan" bir Robinson Cruose'dur. Toplumun, reklaml arın
ve " komşunun" yaşam standardını taklit etme i tisi gibi etkenlerin,
bireyin tercihleri üzerindeki etkilerini de dikkate aldığımız da de­
ney çerçevesini belirlemek , gerçekten güçleşir.

Daha da beteri , herbir başka kişinin araba sahibi olmasının


bizim gönencimizi azaltabileceği örneğinde olduğu gib i , bir kişinin
tüketiminin başkasının gönencini olumsuz etkiliyebil eceğini kabul
ettiğimizde, tercihlerimizi gerçekten tercih edip etmediğimiz konu­
sunda kuşkuya düşmeye başlarız.

Bu mantık oyunlarım bırakarak fayda kavramın a dönelim.


Kavram herhangi bir kişinin bile üzerinde konuşabileceği , hiçbir
bilimsel içeriği bul unmayan, yalnızca bir sözcük, metafizik bir kav­
ramdır.

Fiyatlara fayda kuramını kullanarak yaklaşımın ideolojik içe­


riği, Gunnar Myrdal'ın işaret ettiği gibi, iki kenarı keskin bıçak
gibiydi.5

Bir açıdan, Neo-klasiklerdeki fayda kavramı; klasik kuramda­


k inden çok daha insancıldı. Ücretler, ilk olarak, ulusların zengin­
liğini belirleyen ögeler arasına dahil edi lmişti. Adam Smith , işçile­
rin bolluk içinde yaşamalarına taraftardı, fakat ücretler onun için
esas olarak bir maliyet ögesiydi ve zenginlikte ileri gidebilmiş bir

5 Lectures delivered at Cambridge in 1 950. Aynca, bkz. The Political


Element in thc Development of Economic Theory.

53
ülkede emeğin ucuz olması beklenirdi.6 Ricardo için de zenginlik
birikim dernekti . Neo--klasikler için ise, işçilerin tükettikleri mal­
lardan elde ettikleri fayda diğerlerinden daha farklı el eğildi.

Wicksell bu konu hakkında şunları söylemekteydi :

İktisadi olaya, bir bütün olarak ciddi şekilde bakma­


ya ve tüm toplum için gönencin koşullarını aramaya baş­
lar başlamaz, proleter yanın çıkarlarını da dikkate almak
bir zorunluluk olarak ortaya çıkar; bu aşamadan sonra her­
kes için eşit hak savında bulunmak çok kolaylaşır.

Bu nedenle siyasal iktisatın özünde yatan düşünce ya


da bu adla adlandırılan bir bilimin varlığı, söylemek ister­
sek , bütünüyle devrimci bir programı vurgulamaktadır. Sık
sık devrimci bir program ile ortaya çıktığı için kavramın
içeriğinin net olmamas ı da bir süpriz değildir. Gerçekte,
uygulamada ve kuramdaki birçok soruna çözüm getirile­
bilmesi için iktisadi ya da sosyal gelişmenin hedefinin açık­
ca anlaşılması gereklidir. Eski bakış açısının geçerliliği hak­
kında hala birşeyler söylenebilir, fakat, her türlü durum­
da, dürüst olunmalı ve yalana başvurulmamal ıdır. Eğer,
örneğin, çalışan sınıfları toplumun gelişmemiş ve basit bir
sınıfı olarak kabul edersek, ya da, eğer, bu kadar ileriye
gitmeksizin, bu sınıfların toplumun ürününden yeterli bir
pay almaya henüz hazır olmadıklannı kabul edersek, görüş­
lerimizi açıkca ve rahatça eşitlikci olmayan o eski düşün­
ce üzerine oturtabiliriz. Bilimi değersiz kılan yalnızca bir­
tek şey vardır - gerçeği gizlemek ya da saptırmaya çalış­
mak . Örneğimizde bu, çalışan sınıfların durumunu istedik­
leri ya da umdukları herşeyi elde ediyorl armış gibi göster­
mek ya da iktisadi gelişmelerin kendiliğinden herkesin ola­
naklı olan en yüksek doyuma ulaşmasını sağlayabileceği
gibi temelsiz ve iyimser inanışlara güvenmek şekl inde or­
taya çıkmaktadır.7

Sadece bu d�ğil, azalan marjinal yararl ar doktrini gelirin açık­


l anmasında da kullanılmıştı. Marshall'ın ifade ettiği gibi :

6 Wealth of Nations, Oi.lt 1, s. 84.


7 Lectures on Political Economy, Ciilt 1, s. 4.

54
Herhangi bir şey için r;erekli fiyatı ödemede bir yok­
sul bir varsıla göre daha güçlü bir dürtüye gereksinim du­
yar. Bir şilin bir varsıl için, bir yoksula göre daha küçük
bir zevk ya da doyum ölçüsüdür. Tek bir puroya bir şilin
harcama konusunda kuşkulu olan bir varsıl, kendisine bir
ay yetecek miktarda tütüne bir şilin harcama konusunda
kuşkulu olan bir yoksula göre, küçük zevkler arasında ter­
cih yapmak konusunda daha titiz davranacaktır.

Geliri yılda 100 pound olan bir memur, yılda 300 pound
olan bir diğerine göre, yağmurlu havalarda da işine yürü­
yerek gidecektir; çünkü, tramvay ya da otobüse harcanan
para varsıla göre yoksul için çok daha büyük değer ifade
etmektedir. Eğer yoksul kişi parasını harcarsa, daha son­
raki günler için varsıla göre, isteklerinden daha fazla feda­
karlık yapmak durumunda kalacaktır. Belli bir miktar ma­
liyete katlanarak elde edilecek kazanç, yoksulun kafasın­
da, varsıla göre daha büyük bir değer taşımaktadır.8

Malların eşitsiz dağılımı sonucunda bu mallardan elde edile­


cek faydanın uçup gitmesine neden olan bir iktisadi sis teme daha
radikal araçlarla karışmadıkça, yukarıdaki husus , sendikaların,
artan oranlı vergilerin ve Gönenç Devletinin haklılığını kanıtlayan
eşitlikçilik ilkt-lerini gösterir.
Fakat öte yandan, fayda kavramı tüm yönleri ile Laisser faire
ilkesini haklı çıkarmıştır. Herkes, gelirini istediği gibi harcamak­
ta özgür olmalıdır. Bireyler her mala harcadıkları son şilinlerinin
marjinal faydalarını birbirine eşitledikleri
zaman en yüksek fayda­
yı da elde etmiş olurlar. Tam rekabet koşullan altında, kar peşin­
de koşmak , üreticileri marjinal maliyetlerini fiyatlara eşitletmek
zorunda bırakır ve kullanıma hazır kaynaklardan olanaklı olan en
yüksek doyum elde edilir.

Bu, ahlak sorununu ortadan kaldırdığı için ideolojilere son


veren bir ideolojidir. Tüm toplumun çıkan için her bireyin bencil
davranması bir zorunluluktu.
Bu düşünce sistemi, gerçekte, Adam Smith'e kadar (belki de
Adem Peygambere kadar) ulaşan bir geçmişe sahiptir. Uluslann
Zenginliği'nin temel tezi şudur :

8 Principles, s. 19.

55
Herkesin kendi koşullarını daha iyiye doğru geliştir­
mek için harcadığı doğal çaba kısmi ve bir ölçüde sıkıntı
verici olsa bile siyasal iktisatın kötü etkilerini , birçok açı­
lardan, düzeltmek ve önlemeyi amaçlamaktadır. Böyle bir
siyasal iktisatın, gerçi, az ya da çok kuşkusuz geciktirmek­
le birlikte, bir ulusun gönenç ve bolluğa doğru doğal i ler­
lemesini sürekli olarak durdurmaya gücü yetmez.9

Bir diğer paragrafta :

Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yar­


dımseverliğinden dolayı değil , onların kendi çıkarlarını
gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına
değil , bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi ihti­
yaçlarımızdan değil onlann kaz.ançlarından sözederiz. Di­
lenciden başka hiç kimse yalnızca hemşerilerinin yardım­
severliğine dayanarak yaşamaz.10

Adam Smith, bir şeyi birşeyle değiştirme, takas ve ma l değişi­


mi konusunda insan doğasında bir doğal eğilimin varlığını 11 bu­
l amaz, ve bunu özellikle takdir eder; Adam Smith'in tavırlarında
sık sık, kibarca bir hoşlanmayış göriilmektedir - halbuki bu eğilim
insan doğasında vardır ve esasen de bu eğilim ulusal zenginliğin
temelini oluşturmaktadır ve tümüyle gelişebilmesi için birtakım
sınırlamaların olmaması gereklidir. (Belki de Adam Smith'in bu
eğilimi bul amamasının nedeni, Mandeville'in içinde sakladığı o ko­
nuyu gerçekten yanıtlayamamas ındandır.)

Neo-klasikler tarafından, bu durum daha da keskinleştirildi


ve hatta bunların içlerinden bazıları işi, trafiğin sağdan mı yoksa
soldan mı işlemesine yetkil i makamların karar vennesi gerektiği
noktasına kadar götürdüler.

Kuşkusuz, böyle saf bir inanış çok ender görülür; yazarların


birçoğu şu ya da bu noktada ·kuşkuludurlar. Walras kendisinin bir
sosyalist olduğuna inanmıştı ve Marshall 'da gençliğinde o yönde
bir eğilime sahipdi . Marshall'ı isyan ettiren ise sosyalistlerin yaz­
dıkları oldu.

9 Wealth of Nations, Cilt IJ, s. 168.


10 İbid., Cilt I, s. 13.
1 1 Op.cit., s . 12.

56
Wicksell, bütün herşeyi başından sonuna gördü. Walras, kla­
siklerin belirsiz öğretisini gözlemlerde bulunarak kesin bir şekil­
de kanıtlayabilınek için yola çıktı.

Serbest rekabetin, en yüksek yaran sağlayabileceğini


kanıtlamak gereklidir. Gerçekten de bu görüş, Walras'ın
iktisat ile ilgili çalışmalarında başlangıç noktasını oluş tur­
du. Serbest ticaret dogmasının çağdaş savunucularında ara­
yıp bulamadığı ve olağan bir dille açıklanmaya çalışıldığın­
da yetersiz kalındığını düşündüğü birçok öneriyi matema­
tiksel formüllerle süsledi. Böylelikle de çok keskin ve açık
bir mantığa sahip olan Walras, hemen hemen trajik olmak­
la birlikte, net bir kanıtlama bulduğu düşüne kapıldı.12

Pigou'nun özel ve toplumsal net ürün arasındaki aynını, siste­


me birtakım istisnaların girebileceği bir gedik açtı .

Genel vurgu, aynıydı ve ağırlıkla Laisser Faire üzerindeydi .


Öğretinin farklı iki yanını bir arada tutmak nasıl olanaklıydı -
tümü ile devrimci bir proğrama sahip olan fayda kuramı ile, Lais­
ser faire'in tümü ile tutucu olan ideoloj isini?
Öncelikle, her ne kadar, mantıksal açıdan başa çıkılmaz zor­
lukların varlığı görülmekte ise de, dinsel düzlemde bu güçlükleri n
üstesinden gelmenin gerçekten çok kolay olduğunu anlamalıyız. İk­
tisatcılann öğrencileri , gerçi büyük zenginliklere sahip değildirler
ancak, yine de henüz, toplumdaki eşitsizliklerden büyük zarar gör­
memiş bir katman oluştururlar. Sosyalist eğilimliler, genel likle ko­
nuyu bütünüyle her koşulda sahtekarlık olarak görüp red etmiş­
lerdir. Bu görüşün taraftarları ise vicdanlarını toplumsal açıdan
rahatlatmaya oldukça hazırlıklıydılar.

Öğretinin, eşitlikci ögeden arın dırılması yöntemi , dikkatleri


fayda.dan fiziksel çıktıya çekerek bu çıktının ençoklaştınlması zo­
runluluğunu vurgulamak idi. Eşit dağıtılmış, daha az miktardaki
bir çıktı, kesinlikle, eşit dağıtılmamış daha büyük m iktardaki bir
çıktıdan daha fazla fayda sağlayıcıydı. Fakat biz, dikkatlerimizi
toplam üretim üzerinde yoğunlaştırınca, fayda'yı da unutmamız
kolaylaşıyordu. Marshal1 , sosyalist eğilimini, gerçek ulusal geliri
dikkate alarak tedavi etti.

12 Lectures on Poolitical Economy, s. 74.

57
Sosyalizme doğru bir eğilim geliştirmiştim; daha sonra
bu eğilimim Mill'in 1 879 da Fortnightly Review'da yayınla­
nan makalesi ile de kuvvetlenmişti. Bu nedenle, on yıldan
daha fazla bir süre, "sosyalizm" olarak adlandırılan fikir­
lerin etkisi altında kaldım ve dünyada başka olay yokmuş
gibi çalışmal arımın en önemli konusunu bu oluşturdu. Fa­
kat sosyalistlerin yazdıkları zaman zaman beni oluml u et­
kilemekle birlikte, genellikle isyana sü.riikledi. Çünkü, on­
lar gerçeklerden oldukça uzak görünmekteydi; ve, kısmen
bu nedenle, daha uzun bir süre düşünmeden, konu üzerin­
de konuşmalarımı kısıtlamaya karar verdim.

Artık, yaşlanmaya başladığıma göre konu üzerinde ye­


terince düşünüp, belli sonuçlara ulaşmaya başlamış olmam
gereken şu günlerde, her yerde, çalışan sınıf lehinde şaşır­
tıcı gelişmelerin varlığım görüyorum : ve bir sosyalist
proje için, Mill'in yazdığı zaman da varolmayan daha
gelişmiş bir yapılanma da kısmi bir sonuç ol arak orta­
ya çıkmaktadır. Fakat, günümüzde belli bir düzeye ulaşmış
hiçbir sosyalist yapılanma, yüksek bir yatının düzeyinin
devamı ve bireysel kişiliklerin güçlendirilmesi için yeterli
bir hazırlığa da sahip görünmemektedir; ne de sosyalist ya­
pılanma, emeklerine dayanan sınıfların gerçek gelirlerini
·

geçmişte olduğu ·kadar hızlı bir şekilde arttırmaya devam


edebilecek bir üretim düzeyini gerçekleştirebilecek üretim
kapasitesini ve maddi olanakları hızla sağlayabileceği ko­
nusunda söz verememektedir ve bu açıdan da ülkenin top­
lam gelirinin eşit bir şekilde paylaşılması da önem taşıma­
maktadır13

Son elli yıl içinde, batı dünyasında insan karakterinin


ortalama düzeyi hızla yükseldi Fakat, bence, ideal anlam­
da yetkin toplumsal örgütlenme gibi uzak bir hedef yönün­
de gerçek ilerleme yapanlar, enerjilerini bu yoldaki bazı
belirli güçlükler üzerinde yoğunlaştırıp, güçlerini telaşlı ve
düşünce9izce çabalarla harcarnayanlardır.14

13 Industry and Trade, s. vü.


14 Op-:-cit., s. 664.

58
Marshall, yaşam güneşinin yavaş yavaş batmaya başladığı bu
son dönemlerinde, kendisini, yirmi yıldan daha fazla bir süre önce
yazdıklarını yeni baştan gözden geçirmek zorunda hissetti :
Her çağda toplwnsal amaçlar yen i biçimler alır : Fa·
kat hepsinin altında temel bir ilke vardır; bu ilerleme top­
lumsal faydanın arttırılmasında kullanılabilecek olan in·
san doğasının sadece en yüce değil, en dayanıklı güçleri·
nin ne oranda gelişmiş olduğuna bağlıdır. Gerçek toplum·
sal faydanın ne olduğu konusunda birtakım kuşkular ola·
bilir; fakat, bu kuşkuların varlığı, sözkonusu temel ilke·
nin geçerliliğini yitirmesi için yeterli bir gerekçe oluştura·
maz. Çünkü daima, bir anlaşma platformu vardır ve top­
lumsal fayda bu sağlıklı uygulama ortamı ve mutluluk üre·
ten yeteneklerin gelişimi içinde sözkonusu olur ve güçle­
nir. Çünkü yine bu platform kişinin kendisine olan saygı­
sını arttınnr ve beslenen umutlar ile de gittikçe güçlenir.
Gazocağında boşa giden gazı faydalı hale getirmek, hiçbir
şekilde kamu malını kendi içinde zevkli hale getirmeye ça­
lışmak ve her sınıftan insanı kendisini müsrif harcama­
larda açıkca gösteren gücün dışında diğer yollarla büyük
çabalara özendirmekten elde edilen zaferle kıyaslanamaz.

Kişilerin iyi çalışmalarını ve insiyatif koymadaki bece­


rilerini, sıcak beğeni duygularımız ve işin uzmanı kişilerin
takdirleri aracılığıyla güçlendirmeye gereksinimimiz var­
dır. Tüketimi, tüketiciyi kuvvetlendirici yönlere çekmeye
ve tüketim için üretimde bulunanları en iyi ka liteli mallar
üretmeleri için özendirmeye de gerek duyarız. İtiraf ede­
lim ki, yapılması gerekli bazı işler, kişileri yücelten işler
değildir. Bu gibi işleri dar sınırlar içinde de olsa, azaltabil­
mek ve bunları yapanların değerini azaltan yaşam koşuJla­
nnı tümüyle ortadan kaldırabilmek için , daha ileri bilgi­
lerin peşinde �oşmak ve maddi kaynakları arttırmak ara­
yışı içinde olmalıyız. İnsanoğlunun yaşam koşullarında ani
bir gelişme olamaz; çünkü, kişi bu koşullan kendisi için
biçimlendirdiği kadar o koşu11ar da kişiyi biçimlendirir ve
kişinin kendisi hızla değişemez : fakat kişi, gelişmiş yaşam
koşu11arının herkes için varolabileceği bir uzak amacın ger­
çekleştirilmesi doğrultusunda sebatla uğraş vermelidir.15

15 İbid., ss. 664,665.

59
Bu fikir ile birlikte düşünüldüğünde, yalnızca zenginlerin ta­
sarrufda bulunabildiği yeryüzünde hüküm süren eşitsizlik ortamı
için kabul edilebilecek tek haklı neden böyle bir eşitsizliğin ser­
maye birikimi için zorunlu olduğudur. Bu, klasik akılcı düşünü­
şün bir örneğidir, fakat bu bile, genellikle yumuşatılmış bir biçim
içinde sunulur - eşitsizlik paylaşılacak olan toplam ürünün büyü­
tülebilmesi amacıyla savunulabilinir, böylelikle toplam üründen
alınan en küçük bir pay bile bu ürünün arttırılabilmesi sonucun­
da, eşitlikci bir sistemde olabileceğinden daha büyük olur. Ve ek
bir fikir olarak bize, genellikle, gelirin yeniden dağılımmın gerçek­
ten, göze batar bir şekilde herhangi bir kişinin gelirini arttırma­
dığı öğretilmiştir.

Bütün bu fikirlerin temelinde makul düşünmeye çalışma ça­


bası yatabil ir. Ancak bizi burada ilgilendiren tek nokta, fayda kura­
mının eşitlikçi ahlakının büyük bir ustalıkla gözden ırak tutul­
masıdır.

Fayda kuramının eşitlikci ahlakını dikkatimizin dışına çıka­


rabilmenin bir diğer yolu, kuramın bu yönünü açıkca kabul etmek
arıcak, üretilen toplamın dağıtılması sorunundan kesinlikle ayır­
maktır. Dağıtım sorununun vergileme ve prim sistemi ile ilgili bir
sorun olduğu kabul edilmekte ve serbest bir piyasanın toplumu
maksimum doyuma nasıl ulaştıracağı gösterilmeye çalışılmakta­
dır. Kuşkusuz, hiçkimse, ciddi bir şekilde vergilenmemektedir ve
prim almamaktadır ya da hiçkimse, para güdüsüne bağlı bir ikti­
sadi sistemin bireylerine gelirlerini onlann çabalarından bağımsız
bir şekilde nasıl dağıtabildiğini araştırmamaktadır; ya da hiçkim­
senin kendi ailesinin faydası için ortalamanın üzerinde bir kazanç
elde etmesine izin verilmediği bir durumda k�r güdüsü, sistem
içinde nasıl işleyecektir.

Hala öğretilen ve sürekli süslenerek füenle işlenen bu çeşit çö­


zümlemelerde, etik yargılar dışlanmaktadır ve bütün uygulama
saf bir mantık temel ine oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu alanda
uğraşan uzmanlar için, ahlaksal fikirlerden çıkarılan sonuçlar mu­
halif göriişler olmaktan öteye gidemez.

Yine de, iktisatcılar da insandırlar ve kendilerini birtakım


düşünme ahşkanhklanndan soyutlayamazlar. Sistemleri ahlak duy­
gıılan ile doyurulrnuştur. Sistemin hoş kokulu havasını teneffüs

60
edip iyi yönlerini görmeye çalışmış bu kişiler farklı kokuları alına
ve hastalıklı gelişmeleri sezme yeteneklerini de kaybetmişlerdir.
Bunlar hastalıklı kokulardan şikayet eden kendi dışlarındaki kişi­
lere, kızgınlıkla şu yanıtı verirler : "Koku yalnızca sizin burunlan­
nızdadır. Amacımız, bütünüyle kokusuzdur, bilimseldir, mantık.sal­
dır ve değer yargılarından arındırılmıştır"

Neo-klasik sistemin gerisindeki, belki de bilinçsizce, zihinleri


meşgul eden temel konu, ücretlerde olduğu gibi karları da ahlak­
sal bir temele oturtmaktı. İşçinin değeri kendisini bir ücret karşı­
lığı çalıştırmasından geliyordu. Kapitalistin değeri ise nereden kay­
naklanmaktaydı?
Klasiklerin, sömürüyü ulusal gönencin kaynağı olarak kabul
eden düşünme tarzları tümü ile terkedilmişti. Sermaye artık, işçi­
lerin hiçbir mülkiyete sahip olmadığı ve emeğinin meyveleri orta­
ya çıkıncaya kadar kendi yaşantısını sürdüremeyeceği olgusu ne­
deniyle, temel olarak ücretler için avans olma zorunluluğundan
çıkmıştı. Sermaye belli bir süre sonunda oluşup daha uzun bir ge­
belik süresi sonunda da üretimde bul unuyordu. Mademki serma­
ye üretkendi, sermayedar da bu sermaye üzerinde belli bir oran­
da hakka sahipti. Mademki yalnızca varsıllar tasarrufta bul unu­
yordu, bu durumda eşitsizlik gerekli ve olumluydu. Bu sırada ise,
bütünüyle devrimci bir niteliğe sahip olan proğrarn saf gönenç
kuramının işe yaramaz çarklarını döndürmekten başka bir işe ya­
ramaz hale geldi.

- 11 -

Neo-klasik sistemin, tümü ile birbirinden ayrı iki dalı vardı .


Bunların herbiri kendi içinde analitik bir modele ve ahlaksal kuş­
kuları teskin etmek için birtakım dağlayıcı araçlara sahiptiler.
Ancak, bu ikisinin arasındaki fark günümüze kadar çok fazla
vurgulanmamıştır ve genellikle de tümüyle yok sayılmıştır. Örne­
ğin Schurnpeter, iktisadi Analizin Tarihi ( History of Economic
Analysis ) için yazdığı notlarında, MarshaJl 'ın kuramının canalıcı
noktasının Walras tarafından oluşturulan proje ile tamamıyle aynı
olduğunu iddia eder.16

16 Op.cit., s. "i!37.

61
Aslında, sermaye sunumu ile ilgili oarak her ikisi arasında te­
mel bir farkl ılık vardır. Walras'a, Jevons'a, Avusturya'lılara, Wick­
sell'e ( ve kıt kaynakların alternatif kull anımlar arasındaki dağılı­
nırnı -tek konu olmasa bile, iktisadın bu en önemli konusunu­
merkezi bir konu olarak gören Lord Robbins'e bile, belli) üretim
faktörleri sunumunu veri olarak almak doğal gelmiştir. Faktör
kullanan her işveren, üretim maliyetini en aza indirmenin buna
karşın getirisini en çoğa çıkarmanın yoll arını arar. Üretim faktö­
rünün en küçük bir parçası ise, kendisine en yüksek getiriyi geti­
recek yerde istihdam edilmelidir, ve her tüketici, tüketimini fay­
dasını en yükseğe çıkaracak 'şekilde planlamaya çalışır. Her birey
için kendisine "en iyi" yi veren ve kişiyi daha iyi bir düzeye ulaş­
mak için herhangi bir davranışa itmeyen tek bir denge noktası
vardır. ( Çünkü grubların kollektif olarak kendilerini daha iyi ko­
şull ara götürme çabaları kesinlikle kurallara karşıydı ) . Bu durum­
da kişi, sahip olduğu faktörün ma.I1jinal verimliliği tarafından be­
lirlenen bir gelir elde eder. Marj inal verimlilik ise istemden daha
çok faktörün kıtlığı tarafından belirlenir. Burada da "sermaye"
bütün diğerleri gibi bir faktördür ve, görünüşte, mülkiyeti ile iş­
letilmesi arasında ki fark ortadan kalmıştır. Bütün ilişkileri eko­
nometrik denklemler ile oluşturmak bize büyük miktarda yardım­
cı olur. X ve Y arasındaki simetrik ilişki, " sermaye ve emek" ara­
sında acı ve uzlaşmaz bir eğilime sahip olan ilişkinin tüm olum­
suzluklarından arınmış bir şekilde, oldukça yalın ve hoş bir görü­
nüme sahiptir; ve ürünün üretim faktörleri arasında bölüşümünü
belirleyen sistemin görünen akılcılığı, ürünün çeşitli kesimler ara­
sındaki dağılımı sırasında aslında varolan tüm keyfiliği saklamak­
tadır.

Marshall'ın modeli tümüyle farklıdır. Üretim faktörleri basit


bir şekilde veri olarak alınamaz, onlar sunum fiyatına sahiptirler;
her faktörün, üretime sokulabilmesi için alması' gerekli olduğu
belli bir getiri oranı vardır. Bu fiyat bir maliyet değildir, fakat
maliyeti için bir ölçüdür -işçilerin ve sermayedarların özveri ve
çabalarının maliyeti- Kuşkusuz, işçilerin çabalan, tamı tamına
çalışma anlamına gelmektedir. Sermayedarların özverisi ise bekle­
mektir. Bu, toprağı gerçek bir ranttan ve kirayı ise ahlaksal bir ge­
rekçeden yoksun bırakmaktadır. ( Fakat, şimdi toprağı ulusallaş­
tırmak için çok geçtir ve zaten bir gayrimenkul'e yatırım yapan
sermayedar, sıradan bir kişi kadar beklemektedir).

62
Birbiri arkasına gelen her iki model de doyurucu bir şekilde
oluşturulamamıştır. Her birindeki çelişkiler dikkate alınmadan ge­
çiştirilebilinir (ya da kısa sürede yanıtlan bulwıabilecek bilmece­
ler olarak gözardı edilebilinir) . Çünkü, esas vurgu sistemin yapısı
üzerine değil, fakat, sistemin iç işleyişi -göreli fiyatlar kurarnı­
üzeriı:ıedir ki bu konu en ince ayrıntısına kadar işlenmiş ve şimdi­
lerde de artık hemen hemen tartışma dışına çıkmıştır.

İlk modelin eksiği, yatırımın finansmanın da ve sermaye için


bir kar oranı hesaplama yöntemi oluşturmamı ş olmasıdır. Faktör­
ler, önceden belirtildiği gibi veridir. Bu faktörler, çeşitli biçim­
lere girerek somutlaşırlar ve bu şekilde veri olarak kabul edilir­
ler : Örneğin sennaye, rnakinalardan ve mal stoklarından oluşur.
Piyasa dengesinde her makinanın bir kiralanma fiyatı vardır ve bu
fiyat o makinanın üretiminde kullanıldığı malın isteminden türe­
yen bir fiyattır. Genel olarak, sermayenin kar oranları, eşitlenme
eğilimi içindedirler ve bu eğilim sennayedarlann üretim faktör­
lerini, daha az rant getiren bir biçimden daha çok rant getireceği­
ne inanılan bir diğerine değiştirebilir olmaları sonucunda ortaya
çıkar. Fakat bu durumda veri olarak ka:bul edilen somut faktör­
lerin arzı söz konusu değildir. Konu edilen yalnızca soyut anlam­
da bir miktar sermayedir. Faktörler değişik biçirrilere girse de ge­
nelde "sermaye" olarak tanımlanırlar ve bu sorun bugüne kadar
aynntilı bir şekilde incelenmemiştir.

Marshal iki yönlü sorunun diğer yönü üzerinde durmuştur.


Karı, beklemenin sunum fiyatı olarak kabul ettiğimizde şöyle bir
sonuca ulaşmamızda doğallaşır : Belli miktardaki kar oram belli
miktarda sermaye birikimini de özendirir. Bir ekonominin her bü­
yüme oranında, yatırımdan beklenen belli bir kar oranı da vardır
ve rekabetçi koşullarda, normal kar oranından daha fazlasını ka­
zandıracağı umudunu veren alanlar, yatırımın büyük kısmım ken­
disine doğru çeker ve böylelikle de o alanlardaki getiri de tekrar
aşağılara doğru çekilir. Yatırımın gitmediği diğer alanlarda ise umu­
lan karlar normal karın aşağısındadır. Anlaşılacağı üzere, tüm sis­
temde kar oranlarının eşitlenmesi yönünde bir eğilime neden olan,
sürekli bir fon akımı ve çekil mesi olayı vardır. Fakat Marshall'ın
sorunu, sermaye birikimine uygun değil, sermaye stokuna uygun
kar oranının ne olacağıdır. Toprak, emek ve bekleme üretim fak­
törleridir; rant, ücret ve faiz de onların üretime katılmaları sonu-

63
cunda elde ettikleri ödüllerdir. İşçilerin "çabalan" na benzeterek,
.sermaye stoğuna sahip olmayı özveri olarak yorumlamak gerçekte
çok büyük bir anlam ifade etmemektedir. Marshall bu konuyu da­
ha da puslu bir şekilde bırakmıştır ve günümüze kadar da puslu
kalmıştır.

Profesör Pigou, neo-klasik öğretimin iki yönünü birikimin


sona erdiği bir anda ortaya çıkan durağan durum dengesi çerçeve­
sinde uzlaştırmıştı. Satın alma gücü ile ölçülen, bir miktar zengin­
liğe sahip olmak için, rantiyer yönüyle ele aldığımız sermayedar­
lar, gelecekteki tüketimlerinden, yapmak durumunda olduJdan mar­
j inal tüketimden vazgeçme oranlarını karşılayabilecek miktarda
bir faiz . oranı talep ederler. Varolan veri bir zenginlik düzeyinde,
düşük bir faiz oranı daha çok tüketime, buna karşılık yüksek bir
oran tasarrufa neden olacaktır. Aynca, sermayedarı girişimci yönü
ile ele aldığımızda da belli bir kar oranının daha varlığını görürüz
ki sermayenin marj inal verimliliği tarafından yönetilen bu kar ora­
nı sermayedarın sahip olduğu ve bir zenginlik ifade eden somut
sermaye malları stoğunu kullanmasını özendirecek bir orandır.
Sermayenin sunum fiyaUnı gösteren faiz oranı, istem fiyatını gös­
teren kar oranına eşit olduğunda sermaye s toğu dengededir. Böy­
le bir y.:rleştirme de Walrasgil denklemler de belli bir yere otur­
tulabilir ve tektip bir fiyat ve miktar seti görülür. Her parçanın
geri kalanlar üzerindeki baskısı da bütünü dengede tutar.

Böyle bir mantıksal yapı belli bir çekici liğe sahiptir. B,u man­
tıkla, matematiğe gerek duyulmaksızın, entellektüel anlamda gü­
zelliği olan birtakım ipuçları yakalanabilir. Bu durum, bu man­
tıkla yaklaşımda bulunanlara, i deolojik işlevlerini yürütmede bü­
yük bir destek sağlar. Böyle bir zerafet karşısında, birikimin sona
erdiği bir anda ortaya çıkan durağan durumun tartışılmasının, bu­
günün sorunları için bize çok fazla yardımcı olamayacağı şeklinde­
ki bir şikayette, yalnızca kötü niyetli bir kişi bulunabilir.

- 111 -

Bir noktada, bırakınız yapsınlar ( laisser-faire) okulu kesin bir


siyasal platforma sahipti. Bu okulun taraftarları, Serbest Ticare­
tin en hızlı savunucularıydılar. Aslında bu, siyasal iktisaUn mer­
kezi öğretisi durumundadır. Adam Smith'in fizyokratların bırak-

64
tığı yerden alıp savunduğu temel fikir, Merkantilizme karşı oluş
idi, Ricardo'nun rant kuramı, Tahıl Yasası'nın geçerliliğini yitir­
mesine neden olmuştu. Neo-klasikler için ise, Serbest Ticaret'e
olan inanç, bir mihenk taşı durumuna gelmişti; k orumacılar, her­
hangi bir yasaya bağlı olmaksızın daha az bir üretime taraftardılar.

Serbest Ticaret olgusu, gerçi Ricardo'nun kıyas l amalı üstün­


lükler kuramı ile başlıyarak farklı bir biçime girmekle birlikte,
esas olarak, genel bir olgu olan bireysel kar peşinde koşma ile aynı
şeydi. Serbest Ticaret, varolan kaynaklar ile m ümkün olan üreti­
min gerçekleştirildiği bir dünyada, rekabet aracılığıyla ençok fa v­
danın elde edilebildiği biı denge durumunun varlığını göste�k­
teydi.
Ancak siyasetçilere ve seçmenlere baş vuru lduğu takdirde dün­
yadaki üretim çok daha az olacaktır. Korumacılığın, dünyanın geri
kalan bölümü pahasına, bir ülkenin faydasına olacağı için Lbul
edilemeyeceği görüşüne kamuoyu şu yanıtı verebilecektir : "Eğer
biz bundan kar edeceksek , bizi buna yöneltin"

Serbest Ticaretin İngiltere'ye getirdiği fayda nesnel bir düşün­


ce ile anlaşılacak ve kanıtlamaya bile gerek kalmayacak kadar
açı ktı. Aslında, herbir ül kenin Serbest Ticaret al tında daha da zen­
ginleşecekleri gösterilmeliydi. Böylelikle tüm dünyaya bu. sistemi
vicdan rahatlığı ile öğütlemek ı:!e mümkün olabilirdi. T(orumacılar,
özel çıkarlar peşinde koşan ve birbirinin çıkarını savu;ıan bir grub
insan olarak gösterildiler. Bir gümrük vergisi bir ticarete yararlı
olabilirdi, fakat korunan sektöre getirdiği yarardan daha fazla za­
rarı ekonominin geri kalan kısmına getirmesi de kaçınılmazdı. (Bu
noktada, ilave yararlar konusundaki kuşkular, kişilerarası kıyasla­
malar yaparak ve değer yargılarını ön plana çıkararak bir yana bı­
rakılmıştı. Korumacıların işlevi, Serbes t Ticar-et dogmasının man­
tıksal temelini zayıflatmak değil, kendi dogmaları içindeki tehli­
keli düşünceler ile savaşmaku . )

B i r gümrük vergi sine olan istemin, heriıangi hir kişi yerine ge­
nellikle o işten çıkarı olan bir kesimden ( Lobi'den) geldiği yeterin­
ce açık bir gerçektir, fakat, korumacılığın lehiride, hiçbir iyi görü­
şün asla bulunamadığını söylemek de doğru değildir.

Şimdi neocklasik öğretinin! onları nasıl yanılttığını görelim.


Saf uluslararası ticaret kuramı için, her ülk�nin veri bir nü­
fus, doğal kaynaklar, sermaye stoku ve teknik bilgi ile durağan ko-

65
şulda varsayıldığı bir model oluşturuldu. Ayrıca, değer olarak dış­
alımın değer olarak dışsatıma eşit olduğu uluslararası bir denge
durumu da varsayıldı. Tam istihdam ve tam rekabet koşullan da
var kabul edildi. Hiçbir ticari i lişkinin olmadığı bir durumun ter­
sine, ticaretin varlığı durumunda elde edilen yarar bu model ile
gösterildi.

Günümüzde, gerçek yaş�mda, ulusların korumacılığa başvur­


malarının bir nedeni de istihdamı arttırabilmektir. Saf kuramda
bu konu hiç ele alınmamıştır, çünkü ekonomi sürekli olarak tam
istihdamda varsayılmaktadır. ( Gerçekte Pigou, belirli durumlarda
gümrük vergis i koyulmasına izin verilmesinin ekonomide kurul­
mak istenen dengenin başarılamaması sonucunda oluşan işsizliği
azaltabileceğini kabul etti. Fakat, kuramın korumacılığın faydalı
olduğu durumları göstermesine karşın, Sidgwick'in bakış açısını
kullanarak yaptığı analizden herhangi bir olumlu sonuç çıkarmak­
tan da sakındı. Korumacılığın yararlı olduğu durumlarda i s e, uy­
gulamanın meyvelerini toplayabilme açısından hükürnetin bece­
r::ksiz ve hantal ellerine de güvenilemiyordu.17

Öte yandan, bir ülke, ödemeler dengesini düzeltmek için de


dışalımını azaltabilir. Fakat saf kuramda, altın akışı aracılığıyla
çalışarak fiyatları ayarlayan ve böylelikle de dışalım ve dışsatım
dengesini düzenleyen otomatik bir mekanizma vardır.

Sonra da, yerli sanayilerin kurulması ve bu sanayilerin kendi­


lerinden daha ucuza mal satan yabancı üreticilere yetişebilmeleri
sorunu sözkonusudur. Burada sağduyudan uzaklaşmayı bütünüyle
engellemek olanaksızdı. " Bebek sanayiler" için bir istisna olmalıy­
dı. Bununla birlikte, bu sanayiler kendilerini "artan getiri" diye
bilinen sorunun içinde buluyorlardı; bebekl erin durumu oldukça
kuşke vericiydi ; şimdilerde sıradan bir fikir durumuna gelen, az­
geli!"miş ülkelerde korumacılığın, sanayinin gelişimini bir bütün
olarak kuvvetlendireceği tezi açık bir şekilde asla kanıtlanamadı.

Öte yandan konu He ilgili tüm sorunlar çözülmüş kabul edilse


bile yine de, serbest ticaretin her ulusa nasıl fayda l ı olduğunu an­
lamak mümkün olamazdı. Analizin zayıf noktası, evrensel tam re­
kabet varsayımının etkilerini dikkate almamaktı. Halbuki, satıcı-

17 Public Finance, s. 209.

66
! arın bir kısmı bir araya gelerek fiyatları yukarıda tutacakları ko­
nusunda anlaşabilirler ve kendileri için, bireysel olarak rekabet et­
tikleri takdirde elde edecekleri bir ortamdan daha iyisini oluştu­
rabilirler. Daha az çalışıp, daha fazla kar elde ederler. Aynı şekil­
de, herhangi bir ulus denge koşullarının varsayıldığı bir model
içinde dışalıma göre daha yüksek dışsatım fiyat larında daha küçük
bir ticaret hacmi ile, Serbest Ticaret koşullarında olduğundan daha
varsıl olabilir. Bu durum, Bickerdike tarafından, Edgworth'ün şe­
killi analizini eleştirdiği ünlü makalesinde işaret edilmiştir. Edg­
worth de bu noktayı kabul etmek zorunda kaldı ve daha da ileri
giderek saf Serbest Ticaret olgusunu bir miktar değiştirip, koyu­
lacak küçük bir gümrük vergisinin her ulus için daha yararlı ola­
cağını söyledi.18 Buradaki " küçük" gümrük vergisi bir tekelcinin
rekabet fiyatı üzerine koyduğu "küçük" artış ile aynı anlama gel­
mekteydi. En fazla kar getiren fiyat, mümkün olan en yüksek fiyat
değildir, çünkü bu en yüksek fiyatda satış l ar çok azalabilir. En fazla
kar getiren fiyat satılan birim başına en yüksek karı getiren fi­
yattır.

Bu, Serbest Ticaret olgusunda çok ciddi bir gedikti. Nasıl ele
alınmıştır? Aslında bu gözden ·kaçmıştı. Bickerdike'in makalesi
şimdilerde iyi biliniyor, çünkü Abba Lemer 1 930 larda 19 aynı nok­
tayı yeniden keşfettiğinde Bickerdike'in unu tulan makalesi de ye­
niden hatırlandı ve o zamandan beri ciddi bir şekilde ele alınma­
yıp savsaklandı durdu. Hatta etkili bir şekil de hasıraltı edilmeye
çalışıldı. Şimdi unutulmuş olan bir ciltte, neo-klasik düşüncede za­
yıf bir noktayı temsil eden sorun aşağıdaki şekilde ele alınmak­
tadır :

Bu ciltte b aşkaca aufta bulunmadığımız ve bir ülke­


nin ticaret hadlerinin gümrük vergisi koyularak düzeltil­
mesi ( yani, dışarıdan aldığı malların fiyatlarını dışarıya
sattığına göre düşürmesi ) sonucunda ortaya çıkacak yarar­
lan savunan oldukça kuramsal bir fi.kir vardır. Bu konu
ile ilgilenenler, sözkonusu fikri kısaca anlatılmış ve yanıt-

18 Papers Relating to Political Economy, Cilt il, "Bickerclike's Theory of


İncipient Taxes".
19 The Diagrammatic Representation of Dernand Conditions in Interna­
tional Trade, Economica, Ağustos 1934.

67
lanmış bir şekilde, 7 _Şubat 1931 tarihli Nation and Athe­
naeum da "Gümrük Vergisi Sorunu ve İktisatçı" başlıklı
Profesör Jacob Viner'ın makalesinde bulabilirler. Şimdiye
kadar tanıdığım hiçbir iktisatçı ( Profesör Viner sonuca
ulaşır) koruma sonucunda ticaret hadlerinde görülebilecek
olumlu bir gelişmeden normal koşullarda herhangi bir ül­
keye, verimli kaynakların iktisadi olmayan yeniden dağılı­
mı sonucunda ortaya çıkan zarara eşit bir kazanç sağladı­
ğını asla gösterememiştir.20

Kuşkusuz önemli nokta, 1 9 14 Dünya Savaşı öncesinde İngil­


tere'nin Serbest Ticaret aracılığıyla diğer ülkelerden pekçok şey
kazanabilmek için gerekli tüm ortama sahip olmasıydı. Buna kar­
şılık bu ilişkiden kaybedeceği çok şey vardı. Öğretideki savaş
öncesinden kalan güven, ancak işsizlik ve İngiliz ödemeler denge­
sindeki süreğen ( kronik) zayıflık dünyadaki daralma tarafından
daha da arttırılınca ve bunun sonucu olarak İktisatçıların bile bir­
şeylerin değiştiğini farketmelerine zorlanmasıyla sona erdi . Eski
Kurt Marshall, olayın tümüyle bir ulusal çıkarlar sorunu olduğunu
çok iyi biliyordu :

Alman İktisatcılar, bir yandan Adam Smith'in liderli­


ğini kabul ederken öte yandan da Ricardo okulunun kendi­
ni beğenmişliğine ve yalnızca adanın çıkarlarını dikkate
alan dar fikirliliğe de kızıyorlardı. Özel likle de, Serbest Ti­
caretin İngiliz taraftarlarının İngiltere gibi sanayileşmeye
başlamış bir ülkeye uygun önermenin, değiştirilmeden ta­
rımsal ülkelerde de geçerli olabileceğini örtülü bir şekilde
varsaymalarına çok içerlediler. List'in ulusal heyacanı ve
parlak dehası bu haddini bilmeyişi bir tarafa fırlatıp attı;
ve Ricardo'cuların Serbest Ticaretin dolaylı etkilerini gör­
düklerini fakat çok az dikkate aldıklarını gösterdi. İngil­
tere için, dolaylı etkileri ihmal etmek çok fazla zararlı bir
durum yaratmıyordu; çünkü Serbest Ticaretten esas ka­
zançlı çıkan onlardı ve dolaysız olarak büyük yararlar elde
ediyorlardı. Fakat List, Almanya ve büyük miktarda da
Amerika için, Serbest Ticaretin dolaylı etkilerinin birçoğu­
mın olumsuzluklar taşıdığını gösterdi; ve bu olumsuzluk-

20 Tariffs : The Case Examined, Sir William Beveridge and Others, s. 14,
Dipnot 1 .

68
ların doğrudan elde edilen yararlardan daha ağır bastığını
iddia etti.21

Kuşkusuz bu, düşünce tarihi açısından , Principles da can sıkı­


cı bir ek olarak yer almaktadır ve Marshall'ın Serbest Ticaret, İn­
giltere için yararlıydı fakat di ğerleri için o den l i yararlı olmayabi­
lirdi, şeklindeki saygısızca sözedişini yalnızca onun birkaç öğren­
cisi farketmiştir.

- iV -

Fayda kavramı ile birlikte matematik de gündeme geldi ve bu


gelişme iktisat da bütünüyle bilimsel öze sahip yeni bir dönemin
başladığının işareti oldu. Aslında Ricardo'nun düşünme biçimi tü­
müyle matematikseldi ancak hiç cebir b i lmiyo r du . Jevons için ise
matematik anahtar görevi t aş ıy ordu :

Eğer iktisat tam anlamıyla bir bilim olacak ise, çok


açıktır ki matematiksel bir öze sahip olmalıdır. Matemati­
ğin dilini ve yöntemlerini toplumsal bilimlerin herhangi
bir dalına uygulama çabalarına karşı pekçok önyargı var­
dır. Birçok kişi doğal bilimlerin matematiksel yöntemler
için uygun bir yapıya sahip olduğunu ve sosyal b ilim lerin ,

-neler olduğunu hala anlayamadığım- daha başka yön­


temlere gereksinim gösterdiğini düşünürler. Buna karşın
benim iktisat kuramım tümüyle matematiksel bir özyapı­
ya sahiptir.

Tam anl am ıyl a yetkin bir istatistiksel sisteme ne zaman


sahip olacağımızı bilemiyorum fakat, böyle bir si s teme sa­
hip olma isteği, siyasal iktisatı gerçek bir bilim haline ge­
tirmede tek aşılmaz engeli oluşturmaktadır.zz

Bu konuda en büyük çıkışı Edgeworth yap mı şt ı . Tüketimden


elde edilen haz, iki boyutlu bir yapı içinde miktar olarak ölçüle­
cekti; Boyutlar yoğunluk ve zaman idi ve her iki boyutta da, bi­
rim olarak mümkün olan en küçük parçalar kullanıl acaktı. Mik-

21 Principles, s. 767.
22 Theory of Political Economy (Birinci Baskı) , s. 3.

69
tar olarak en büyük faydayı elde etmek için en çok malı hedef
alan faydacılık ilkesine göre farklı bireylerin aldıkları hazlar top­
lanacaktı ve Edgeworth bu toplama işleminde hiçbir zorluk gör­
memekteydi

Faydalararasında bir .kıyaslamanın yapılması için na­


sıl bir birim esas alınmalıdır? Bu konuda şöyle bir yakla­
şım önerilebilir. Bir birimlik zaman esnasında bir bireyin
kullandığı bir birim haz-yoğunluk "bir" olarak sayılmalı­
dır. O halde faydanın üç boyutu vardır : Faydanın kitlesi
ikincisi yogunluk - zaman - sayı birimleri diğer bir hazdan
fazla olduğunda "haz çokluğu" Üçüncü boyut ise kuşku­
suz evrimsel bir k azanımdır ve halen kesin olarak evrim­
leşmemiş tir.

Üçlü ölçeğe tekrar baktığımızda, üçüncü boyut için


özel herhangi bir zorluk bulamayız, o yalnızca bir sayım
işidir. İkinci boyut ise düzenli bir zamanlama işidir : Bu­
rada değindiğimiz öznel \"e nesnel zaman ölçütü arasında­
ki ayrım ı varsaydığumzda önemsiz hale gelir. Fakat mfun­
kün olabilecek eıı küçük parçaların dikkate al ındığı ve bu
nedenle de nesnelliğin güvenli ortamından uzaklaş tığımız
birinci boyut gerçekte, birtakım özel zorlukları içermekte­
dir. Hazzı atomlara ayınnak kolay değildir; kumdan daha
süreklidir, herhangi bir sıvıdan daha fazla akıcıdır; çünkü
bu yan uyanıklığın ortamı içine gömülmüş bulunan zor­
lukla algılıyabilmenin çekirdeğini oluşturur.

Yaşamın altın kumlarını sayamayız; aşk denizlerinin


"sayısız gülücüklerini" numaralandıramayız; fakat bizler
gözlem aracılığıyle burada daJı a çok sayıda ya da orada
daha az sayıda haz birimleri, mutluluk kitlesi olduğunu
görebiliriz; ve bu da yeterlidir.ıJ

Bu bizi eşitlikçiliğin en uzlaşmaz türüne götürür. Ancak Edge­


worth göz boyamakta haşan sağlamaktadır :

Fayda kuramını açıklayan matematiksel yakl aşımda te­


mel fikir En.çok Haz etrafında yoğunlaşır. Yani, bütün du­
yularla ve bütün zaman süresince elde edilen hazlar topla-

23 Mathematical Psychics, s. 8.

70
mının en büyüğü esas ilgiyi oluşturur. Matematiksel akıl
yürütme kısmen, Mr. Sidgwick'sin Ençok Hazzın, doğru ey­
lemin sonucunda olduğunu belirten kanıtını onaylama ile
uğraşır; ve kısmen de bu sonuca ulaşmaya neden olan ara­
daki aksiyomlardan sonuçlar çıkarmaya çalışır. Bu sonuç
çıkarma son derece soyut ve hatta belki de olumsuz bir
yapıdadır. Eşitliğin faydacılık içinde anılması gerektiği var­
sayımını olumsuzlaştırır. Çünkü, eğer duygular Haz Ka­
pasitesi içinde farklılaşıyorsa -benzer koşullar altında
bazı tür duygular ( örneğin; düş kurma ve sevecenlik ) or­
talama olarak diğerlerine göre daha fazla haz ve daha az
sıkıntı (örneğin; angarya) verir- o halde koşulların eşit­
liğinin en fazla mutluluk verici düzenlemesi olduğu gibi
bir önyargı yok demektir; özellikle bu gelecek nesillerin
çıkarları göz önüne alındığında geçerlidir.24

Bir güvenlik supabı görevi gören bu kaçış fikri genellikle olum­


lu bulunmuştur, fakat bu görüşün dikkatleri başka tarafa çektiği
de kesindir. Bir ölçü birimi, herkes için aynı olan ortak bir karan
vurgular. Bireyin öznel bilincinde yerleşik bir birim hiç deği ldir.
Haz birimi de, Ricardo'nun mutlak değeri ya da Marx'ın soyut eme­
ği gibi aynı türde imgesel bir kavramdır.
Bu tür aldatıcı matematik günümüzde de hala gelişmektedir.
Niceliksel fayda uzun süre önce tartışma dışına çıkmıştır, ancak
bir şeyin niceliğinin ne olması gerektiğinin göstergesi dikkate alın­
maksızın, halen "sermaye" nin nicel iklerinin ortaya konduğu mo­
deller oluşturulmaya devam edilmektedir. Faydaya işlemsel bir an­
lam verebilme sorunundan, onu, grafikler aracılığıyla açıklayarak
kurtulmaya çalışılmıştı. Böylece "sermaye" nin niceliğinin ne ol­
ması gerektiği sorunundan da onu matematiksel bir yapıya sok­
mak suretiyle kaçınılmıştı . K, sermayedir, � K ise yatırımdır. O
halde K aslında nedir? Elbetteki sermayedir. Bir anlam i fade et­
mek zorundadır. O halde çözümlememize devam edelim ve kendi­
mizi sermayenin ne olduğunu soran işgüzarlarla uğraşma sıkıntı­
sından kurtarıp bunlara boş verelim.

Bu kötü alışkanlıklardan oluşan mirasa karşın, iktisat bilimi,


marj inalist yaklaşımdan önemli ölçüde yararlandı.

24 İbid., s. VII.

71
Anlamlı bir içeriğe sahip olmaksızın konuşulmal anna karşın
metafizik kavramlar burada da bilime katkıda bulundular. İktisa­
di çözümleme yöntemi , ona sahip olan herhangi bir kişi için yal­
nızca sağduyu şeklinde ortaya çıkan bir düşünme alışkanlığıydı.
Bu düşünme alışkanlığının değerini , ona sahip olan kişi , sahip ol­
mayan bir diğeriyle tartışmaya girdiği zaman takdir edebilirdi. Mr
Little, Whitehall'daki deneyimlerini şu şekilde anlatır :

İktisat danışmanı olmadan önce, iktisatçıların ne şe­


kilde yararlı olduklarını (birkaç konu dışında) anlamakta
büyük güçlük çekiyordum. Bana iktisattaki belli başlı fi­
kirlerin temeldeki ve gerekli çerçevesi çok basit ve sınırlı
görünmüştü. Öyleki ikti sadi işlerle ilgili yetenekli bir kişi
resmi bir eğitimden geçmeksizin, konuların üzerinde bir
m iktar durarak onları rahatlıkla kavrayacaktı ve kavraya­
bilirdi . Herhangi biri bu sınırlı fikirsel yapının ilerisine git­
tiği anda, iktisat kuramı anlaşılamaz hale geliyordu. Öte
yandan gerçek profesyonel tahmin yöntemlerine bakarsak
-evet, anlayışlı bir iktisatçı bu yöntemleri, uygulamada
güvenilecek bir yöntem yerine, yöntem içinde araştırıcı alış­
tırmalar olarak düşünür . . .

Whitehall'daki deneyimim, kişinin konusunu fazla bü­


yütmesinden kaynaklanan rahatsızlığımı tedavi etti Bu, aka­
demik iktisat bilgisinin, iktisadi konularda danışmanlık
yapabilmek için olmazsa olmaz, sin e gua non olduğu de­
mek değildir. Sanatda, bir üniversite seminerinde hiç de
parlak görülmeyen birinci sınıf uygulayıcılar bulunmak­
tadır. Fakat, iyi bir iktisat kuramı bilgisinin ve iktisatla
ilgi l i çeşitli tartışmalarda ve konuşmalarda ( iktisadi ger­
çekler hakkında niceliksel ve modern iktisat tarihi hakkın­
da kuramsal bilgiler yanında) bulunmanın çok yararlı -la­
tinceden, mantıkdan ve antik tarihden daha yararlı- ol­
duğuna da inandım.

İktisat kuramı, iktisadi büyüklüklerin birbirleriyle na­


sıl ilişkili olduğunu ve bu ilişkileri ne şekilde gerçekleştir­
diklerini ve nasıl bir karmaşık yapıya sahip olduklarını
öğretir. İktisatçı olmayanlar akademik olmaya çok merak­
lıdırlar. Bunlar gerçek dünyadan çok fazla sayıda soyutla­
ma yaparlar. Hiçkimse az da ol sa kuram olmaksızın, İkti-

72
sadi konularda düşünemez, çünkü gerçekler ve ilişkiler
kendilerinin düzenlenmesinde birbirleri içine çok fazla gir­
mişlerdir; kolaylıkla yerlerine yerleştirilemezler. Fakat,
eğer kuramcı bilgisiz ise, bazı olanakları görmesine engel
olan çok kısmi bir kuram oluşturmaya yönelir. Ya şur­
dan ya da hurdan derlenmiş bazı eski ve çok basit kuram­
ların peşine takılır. Aynca, inanının ki geçmişi çok bpnce
yorumlamaya yönelir. Post hoc ergo propter hac nadiren
yeterli bir iktisadi açıklamadır. Bazen, Whitehall 'da çok
kuşkulu iktisadi analizlerin gel iştirilmesindeki saflığa va­
ran emin olma duygusu karşısında şok oldum.25

Ancak kendi zamanı içinde neo-klasik tablo kısır sonuçlardan


oluşmaktaydı . Jevons , istatistiki araştırmalarına yeterli şevkle baş­
ladı ancak öncülüğünü yaptığı araştırmalar diğer kuramcılar tara­
fından çok az takip edildi (Gerçi, gerçekci çalışmalarda kuram­
dan yararlanmaksızın pek çok çalışma yapılmıştır) . Pareto'nun söz­
de dağıtım yasası ya da ticari devrenin varsayılan düzenliliği gibi
istatistiksel genellemeler, neo-klasik analizden kaynaklanarak ortaya
çıkarılmadı. Bunları açıklamak için özel kuraml ar oluşturuldu.

Neo-klasik düşüncenin egemen olduğu dönemin sonlarına doğ­


ru Profesör Clapham İktisatcılar ile alay ediyordu

Yetkin bir İngiliz okulunda, iyi eğitimden geçmiş bir


iktisatçının bir şapka fabrikasını ziyaret ettiğini düşünün.
İlk girdiği odada , raflarda içinde şapkalar olan kutular var­
dır. Öte yandan bu iktisatçı kendi zihninde de bir takım
raflar oluşturmuştur ve onun düşüncesindeki bu raflarda
da birtakım kutular bulunmaktadır. Odada üzerinde Aza­
lan Getiri Sanayii , Sabit Getiri Sanayii ve Artan Getiri Sa­
nayii yazılmış kutular bulunan bir sıra bulunmaktadır.
Bunların da üzerinde (üç ölçeğin de ayrı olarak belirtildi­
ği ) Azalan Getiri Sanayiinde Tekeiler, Sabi t Getiri Sana­
yi i n de Teke1ler ve Artan Getiri Sanayiinde TekeJler yazı l ı
kutuların bulunduğu tozlu b i r raf vardır. İktisatçı , bunla­
rın üzerindeki etiketlerde, ayn ca, Azalan Getiri Sanayiin­
de Tekellerde Vergiler ve vd. da okuyabilmektedir . Ancak
İ ktisatcı, akıl yapısını genell ikl e onayladığı bazı iktisatçı-

25 "The Economists in Wh i tehall", Lloyds Bank Review, Nisan 1 957, s. 35.

73
!arın kafalarında bu tür kutuların çok fazla yer almadığı
s ıraların bulunduğundan da haıberdardır; ancak bunları ho­
calarından devir almıştır ve bunların arkadaşl arı tarafın­
dan zekice kullanıldığına tanık olmuştur.

Fakat henüz, tüm okuduklarından ya da yapılan konuş­


malardan, herhangi bir kişinin çıkıp da kutulan açtığını
ve yetkiyle ve inandırıcılıkla, " Sabit Getiri �anayi , Çorap;
Artan Getiri Sanayi, Şapka" dır dediğini hatırlamamakta­
dır. Ya da yaşamdaki olgular hakkında yorum yapan her­
hangi bir sanayie ait monografın Getiri Yasalannın karlı
kullanımından sözetmiş olduğuna rastlamamıştır. Belki de
kendisi zerafetten yoksun olduğu kuşkusuz olan böyle bir
küçük monoğraf yazmayı denemiş ancak bundan hiçbir şe­
kilde yararlanmamıştır. Fakat bu yüzden de hiçkimse ken­
disini suçlamamıştır.

Evine gittiğinde rafından, çeşitli yaşam olaylan ile


dolu yaklaşık 900 sayfalık, Sanayi ve Ticaret : İş Organizas­
yonu ve Sınai Teknikler Üzerine Bir Çalışma ( İndustry
and Trade: A Study of Industrial Technigue and Business
_ürganization) adlı kitabı indirir. Kitapda Sabit Getiriye
ait iki atıf -birtanesi dipnot olarak- ve Azalan ve Artan
Getiriye ait ise genel olarak ( im Allgemeinen ) birçok atıf
vardır. Ancak bütün bunlarda büyük kitabın kendisine öğ­
rettiği İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan sanayi olguları
ile yakın bir ilişki bulamaz; görünürde elde ettiği herşey
budur. Sonra Refah iktisadı (The Economics of Welfare)
adlı kitabı dener. Yaklaşık bin sayfalık kitapda hangi sa­
nayilerin hangi kutuda ol duğuna dair hiçbir belirti bula­
maz. Oysa kitapda birçok yorum sanki herkes ne zaman
olduğunu biliyormuş gibi "azalan getiri k oşullan egemen
olduğunda" ya da "artan getiri koşullan egemen olduğun­
da" şeklinde başl amaktadır.26

Bu kısırlık için sanırım i ki neden vardı.

Birincisi, tartışılan sorunların uygulamada hiçbir önemi yok­


tu. Önerilen siyaset Laisser Faire idi ve ne şekilde gerçekleştirile­
bileceği konusundaki ayrıntıları betimlemeye de gerek yoktu. Ver-

26 "Of Empty Economic Boxes", Economic Joumal, Eylül 1922.

74
gileme ile ilgili kurallar da, açıktır ki , Marshall'ın analizinden or­
taya çıkmıştır fakat onlar politika için emredici olmak yerine açık­
layıcı araçlardır. İstemleri esnek olmayan mallar her koşulda ver­
gilendiriliyorlardı çünkü , onlar kar getiriyorlardı ve Marshall'ın tü­
ketici fazlası hakkındaki görüşü bu konuda hiçbir olumlu ekleme­
de bulunmamıştı. Pigou'nun vergiler ve sübvansiyon i le ilgili gö­
rüşlerine gelince, eğer birisi bunları ciddiye alırsa, artan ve aza­
lan getiri sanayilerini büyük bir istekle araştırmış olurdu. Fakat
bu ( Clapham'ın işaret ettiği gibi ) hiçkimsenin yapmadığı bir şeydi.

Serbest Ticaret'i savunmak anlamında değil ama, Laisser Faire


kuramının özünden kaynaklanan pratik sorunlar hakkında söyle­
necek ( Geçmekte olan kimi olaylar aracılığıyl a günümüze kadar
büyütülerek gelen çeşitli türdeki sorunlara karşı olarak) çok fazla
şey de yoktu; Çünkü, günlük veriler ile kullanılabilecek olan geliş­
meye açık birtakım işlemsel kavramlarda çok az bir ilerlemeye ne­
den olması yüzünden kuramın siyaset ile bağlantısı da olumsuzdu.

Neo-klasiklerin uygulamadan bu denli soyutlanmış olmaları­


nın ikinci nedeni kuramda bulunan denge kavramının egemenli­
ğiydi . İktisadi teolojiye karşı olarak, iktisadi kuramın işlevi, sına­
nabilir varsayımlar oluşturabilmesidir. Fakat, ekonomideki tüm
ilgili parçaların sağlıklıklı işlemleri sonucunda elde edilebilecek
bir denge durumunun varsayıldığı ve böyle bir durumun terimleri
çerçevesinde oluşturulmuş bir varsayımı sınamak için hiçbir ne­
den yoktur; bu varsayımın doğruyu kanıtlamayacağını önceden
biliriz. Dengenin egemenliği , hem bütünün zaman içindeki hare­
ketlerini ve hem de parçaların ayrıntılı içetkileşimini tek bir mo­
del altında birleştirmenin çok karışık bir işlem olduğu gerçeğiyle,
haklı çıkarıldı. Basit bir dinamik model ile çok ince işlenmiş bir
statik model arasında seçim yapmak sadece saf ente1lektüel neden­
ler için gerekliydi. Fakat, statik modelin seçilmesi de bir kaza so­
nucunda değildi ; dengenin rahatlatıcı uyumu Laisser-faire ideolo­
j isini destekledi ve öne sürülen bu görüşün geliştirilmesi bizleri, o
denli meşgul etti ki tehlikeli düşünceler için hiç vaktimiz kalmadı.

75
KEYNESGİL DEVRiM

Keynes'in kimi çağdaşları ve büyükleri "Keynesgil Devrim"


deyimini beğenmezler. Onlar, Genel. Tooride (General Theory ) çok
fazla yeniliğin bul wımadığını söylerler.' Kuşkusuz Marshall'da
Genel Teori dahil herşey bulunabilir. Fakat neo-klasik kuramın uy­
gulamadaki örneğini oluşturan 1 929 2 yılındaki ünlü Beyaz Kağıt­
dan Marshall'ın daha sonra Hazinede çalışan öğrencilerinin neye
inandıklarını biliyoruz. O yılın genel seçimlerinde Ll oyd George se­
çim kampanyasını o dönemde çoktan % l O'un üzerine çıkmış olan
işsizliği ( ki daha sonra yüzde yirmiye çıkmıştır) kamu çalışmaları
programı ile ortadan kaldıracağı vaadine dayandırmaktaydı. Hazi­
neden bu vaadin neden olanaklı olamayacağının gösterilmesi isten­
di {bu istem anayasal açıdan son derece uygunsuzdu) . Gerekçeleri
çok basitti. Toplam tasarruf fonu veri olarak saptandığında, eğer
daha fazlası ev yatınını, dış borç verme olarak kullanıldığında so­
nuçda dışsatım fazlası buna bağlı olarak azalacaktı ve dolayısıyla
bütün olarak ekonomiye hiçbir yarar sağlanmayacaktı.3

Bu günlerde bu tamamiyle komik görülebilir. Efektif İstem


kuramının ne kadar güçlü kavgalar verilerek kazanıldığı hakkın­
daki benzer hikayeyi yenilemeye artık gerek yok; bu yeni çizginin
tartışmakta olduğumuz temalarla olan ilişkisini görmek bizi daha
fazla ilgilendiriyor.

- i -

tik olarak Keynes klasiklerin, makul düşünce tarzını geri ge­


tirmiştir. Kapitalist sistemi bir sistem, artan bir ilgi ve tarihsel

Pre-Keynesgil Ortodoks iktisadı onların dizi dibinde öğrenmiş bulunan


bu yazara bunu söyleme1eri çok anlamlı değildir.
2 Memorandum on Certain Proposals Relating to Unemployment, Cmd 3331.
3 Op. cit., s. 47.

77
gelişim içinde bir devre olarak görmüştür. Bazen bu ona, öfke ve
ümitsizlik vermiş fakat genel de sistemi onaylamış ya da ne paha­
sına olursa olsun bunu düzenlemeye ç�lışmış ve yeterince iyi işle­
mesine çaba göstermiştir. Ancak Adam Smith'inki gibi, onun da
savunması çıkara dayalı siyaset üzerine kurulmuştu

Bana göre, Kapitalis t sistem akıllıca yönetilirse, şu


anda geçerliliği olan herhangi bir diğer sisteme göre ikti­
sadi hedeflere ulaşmada büyük olasılıkla, çok daha etkili
olabilir, fakat kendi içinde, eleştiriye açık pek çok noktayı
da taşımaktadır. Sorunumuz, doyurucu bir yaşam biçimi
i s teğimizi aksatmayacak, olabildiğince etkili bir toplumsal
organizasyonu gerçekleş tirebilrnektir.4

İ kinci olarak. da, Keynes, Laisser-Faire Kuramının silip attığı


ahlak sorununu geri getirmiştir. Çok açıktır ki, Cambridge'de ikti­
satın Wertf rei olabileceği ya da pozitif ve normatif iktisatın bir­
birinden keskince ayrılabileceği b ize öğretilmemişti. Biz araştır­
manın aydınlatıcı olduğu kadar, yeni bulgulara ulaştırıcı olduğu­
nu da biliyorduk. Ancak Laisser-Faire Kuramının uyuşturucu etki­
si Cambridge de bile kendisini çok tatlı bir şekilde gösterdi. Mas­
hall, kuşkusuz, büyük bir ahlakçıydı, fakat nasılsa ahlak hep en iyi­
den kaynaklandı. Pigou, Refah İktisadı ( Economics Of Welfare )
ile ilgili göıii şlerini hep La.isser-Faire'ın en yüksek doyumu sağlı­
yacağı ilkesinin istisnalarını dikkate alarak oluşturdu. Bu ilkeyi
hiç bir zaman sorgulamadı . Bu noktada birtakım düzeltmeler ge­
rekli oldu ve kaynakların olanaklı olan en etkili kullanımlar ara­
sındaki dağılımı gözden geçirildi. Üıiin lerin dağılımındaki eşitsiz­
lik ise kuşkular doğurdu, fakat bu kuşkular kolaylıkla Ütopyacı
düşler haline dönüştüıiil dü. Biraz önce gördüğümüz gibi, kar ' mo­
tifini sevmediği halde, Keynes bile, belli bir temkinliği elden bırak­
maksızın kaynakların en iyi olası kullanımının Laisser-Faire ( Kar
mekanizması ) Mekanizması ile gerçekleşmesinin zorunlu olmadı­
ğını belirtmesine karşın yine de bu mekanizmanın, olası diğer me­
kanizmalardan daha iyi olduğunu düşündü ( yirmili yıllarda) .

Otuzlu yıllarda sistemin kaynaklarının büyük bir kısmı hiçbir


şekilde kullanılamadı ;

4 Essays in Persuasion, s. 321.

78
Keynes bu duı:umun mekanizmada varolan oldukça köklü bir
sakatlıktan kaynaklandığını saptadı ve herkesin kendi çıkan için
çalışmasının toplumun da yararını arttıracağı kuralına bir istisna
getirdi. Ve böylelikle de bireysel kar peşinde koşma ile kamu ya­
rarı arasındaki uzlaşmayı da büyük miktarda çatlattı.

Kar olgusunu metafizik olarak haklı ç ıkaran özenle işlenmiş


yapı, Keynes'in sermayenin, verimli olduğu için değilde kıt olduğu
için bir getiriye sahip olduğunu söylemesi ile büyük bir darbe
yedi.5 Daha da kötüsü, işsizliğin nedeninin tasarruf olduğu fikri,
birikimin kaynağı olarak eşitsiz gelir dağılımını haklı gösteren gö­
rüşün de yaşam damarlarını kesti.

Genel Teori'yi içe zor sindirilir yapan, aslında ufak bir çabay­
la kolayca anlaşılabilir olan entellektüel içeriği değil, getirdiği et­
kileyici sonuçlardır. Özel kusurların kamu yararlarını oluşturma­
sından daha da kötüsü yeni doktrinin özel erdemlerin ( tutumlu­
luk ve dikkatli ev idaresi gibi) kamu kusurlarını oluşturduğu hu­
susundaki uygunsuz ifadesi olmuştu.

Böylelikle yolumuzun ne olduğunu açıklıkla görmüş olduk.


Kamu yaran açısından tam istihdamın bulunduğu bir ekonomide
tasarruf, harcamadan kuşkusuz daha çok arzu edilen bir durum­
dur. Tasarruf , yalnızca yatırımların azaldığı ve dolayısıyla kulla­
nılmadığı durumlarda kötüdür. Fakat, Keynes, Mandeville'in Adam
Smith'e karşı oluşturduğu sistemden daha da fazla eleştiri ve iti­
raza açık "ele avuca sığmaz" bir sistemi savunur görünmektedir.
Ve, kuşkusuz, Keynes de Mandeville gibi korkunç bir ince eleyip
sık dokuyucudur. Acı hapları tatlandırıcı bir şeker ile yutmayı ter­
cih etmemiştir. Bu haplar ne kadar kötü olursa o denli fazla yarar
sağl ayacaktı.

Genel Teori, uzun dönemde çelişen çıkarların otomatik olarak


bir uyum içinde uzlaşabileceğine inanmanın olanaksız olduğunu
göstererek, neo-klasiklerin boğmayı başardığı seçme ve karar ver­
me sorununu açık bir şek.ilde ortaya koydu. İdeoloj ilere son ver­
me ideoloj isi yıkıldı. İktisat, bir kere daha siyasal iktisat haline
geldi.

5 General Theory, s. 213.

79
Üçüncü olarak, Keynes, zaman kavramını iktisat kuramına ge­
ri getirdi. " Denge" ve "Mutlak Sağduyu" nun mahküm ettiği bu
Uyuyan Prensesi uzun uykusundan uyandırdı ve yaşama tekrar baş­
lamasına neden oldu.

Bu serbest bırakma, i ktisatın teoloj iden bilime doğru büyük


bir mesafe almasına neden oldu; şimdi, varsayımların ileride yan­
lışlıklarının kanıtlanacağını bildiğimiz bir biçimde ol uşturulmala­
rına da çok fazla gerek yok. Geleceği bilemeyen ya da geçmişi çö­
zümleyemeyen insanoğlu yaşadığı bir dünya ile ilgili varsayımları,
en azından ilkesel olarak, sınanabilir bir biçimde oluşturma ola­
nağına sahiptir.

- 11 -

Keyncs , ekonometri hakkında çok kuşkuluydu ( Son yirmi yıl­


da yapılan ve onun kuşkularını yatıştırıcı çalışmalar, kuşkusuz,
söz konusu değil ) ; fakat, olanaklı olan tüm yeni istatiksel çalışma­
ları da gerçekleştirdi. Savaşı Nasıl Finanse Ederiz ( How to Pay
for the War ) de modern anlamda oluşturulan ilk Ulusal Gelir tab­
lolalarını i kili giriş yoluy l a kullandı. Erwin Rothbart'ın kendisi için
hazırl adığı derlemede ve Rothbart'ın etkisi ile bu yöntem resmen
kabul olundu ve halen tüm dünyada geniş bir şekil de kullanıl­
maktadır.

Geçmişe dönüp bakmak ve zaman içindeki gelişmelere eğilmek


( zaman kavramını kullanmak) iktisat kuramının tarihle de bağla­
rının kuru lmasına neden oldu . Keynes kendisini bir bilim adamı­
nın kuşkuculuğu içine hapsetti. Bir tezi aydınlatmak için herhangi
bir örneğe başvuruyordu, eğer bu örnek tezin aydınlatılmasında
yeterli olmuyorsa bir diğer örneği kolaylıkla bulabiliyordu. Sha­
kespeare'in zekasının yalnızca bir enflasyon çağında gel işebildi­
ğini 6 ya d a zaman zaman bir yeniden imar patlamasına neden
olan depremlerin olduğu yerler dışında, uygarlığın bulunamayaca­
ğı 7 gibi çok çarpıcı görüşler öne sürdü. Bu neşeli ve kaygısız gö­
rüşler yalnızca, analizin paradoks l arını göstermek için yapılmış yü­
zeysel süsler gibiydi. ( İktisat tarihini, ci ddi olarak yetmiş yaşında
ele almayı planlamıştı, bu yüz den bu işi nasıl neticelendirebildiği-

6 Treatise on Money, Cilt il, s . 154.

7 General Theory, s. 129.

80
ni bilemiyoruz) . Keynes, gerçi bir tarihçi deği l di, ancak, Genel
Teori İ ktisat tarihinin analitik incelemesi için büyük bir saha oluş­
turdu. Önceleri, tar1h ve kuram arasında, şimdilerde değerden düş­
müş olan altın arzı sonucunda fiyatlarda ortaya çıkan hareketlerle
ilgili yorumlar dışında, hemen hemen hiçbir bağlantı kurulmamıştı.

Tarih bize, gelişmenin itici gücünün teknik yenilikler olduğu­


nu öğretti; kuramda ise birçok deneme "bilgi birikiminin veri ol­
duğu" durumlara göre gerçekleştirilir. Yeniliklerin ne o lduğu ve
ne getirdiği özel ve zor bir sorudur; bir yenilik gerçekleştirildiğin­
de, bu yenilikle ilgili görüşler, herbirinin kendi içinde dengede ol­
duğu farklı bilgi birikimi düzeylerine dayanan iki ayrı teknoloj ik
durumu kıyaslıyarak oluşturulur. Akademik doktirine Marx'ın gö­
rüşlerini kendisine göre düzeltip iyi l eştirerek getirmiş bulunan
Schumpeter, sistemini yenilikler üzerine oluşturdu; fakat ortodoks
düşüncenin merkezinden de bir miktar uzaktaydı, ancak Keynes 'in
sınırlan yıkmasından sonradır ki kendisine bu düşünce içinde bir
yer edinebildi.

İ ktisadi sistemlerin büyüyüp, çöküşünü de tarihten öğrendik ;


kurama göre, Robinson Crusoe'nin adasında ve Chicago ile Lond­
ra şehirlerinde olduğu kadar, elbise ile şarabı değiştiren efsanevi
köylüler arasında da yaşamı yönlendiren bir kurallar dizisi vardı.

Tarihte, çeşitli coğrafik özellikler ve toplumsal gelenekleri ile


farklı biçimlerde ve büyüklükl erde uluslar görülmüştür; kurama
göre ise, benzer malların ticaretini yapan ve göreli olarak miktar­
larının farklılığı dışında bütün yönleriyle benzer faktör donanım­
larına sahip A ve B olarak tanıml anan iki ülke vardır.

Tarihde, yaşanan her olayın belli bir sonucu vardır. Burada


mrulan soru, böyle bir olayın yaşanmaması durumunda ne olaca­
ğıdır? Bu yalnızca boş bir spekülasyondur; kurama göre ise siste­
min ulaşabileceği bir denge durumu vardır ve sistemin bu den­
�eye ulaşmak için nerede başlayacağı önemli değildir.

Genel Teori, doğal olmıyan engelleri bütünüyle kırmış ve ta­


rih ile kuramı birlikte tekrar gündeme getirmiştir. Fakat, kuram­
�ılar için geriye dönüp, zaman içindeki olaylarla uğraşmak çok ko­
lay değildir. Yirmi yı l sonra bile, uyanmış prenses, hala şaşkın ve
;ersem bir durumdadır.

81
Keynes de ayakları üstüne tam anlamıyla sağlam basmıyordu.
Zamana bağlı olmayan çoğaltan 8 hakkındaki göıiişleri oldukça kuş­
ku vericiydi. Analizinin, en çarpıcı tartışmalarının yer aldığı, güç
kabul edilir esas noktası, gerçi, belli bir anda yatırım oranlarında
ortaya çıkan bir değişikliğin etkilerini izleme anlamına gelmekle
birlikte , herbirinde veri bir yatırım oranının gerçekleştiği statik
kısa-dönem denge dunımlarının kıyaslanmasına dayanır.

Keynes, yalnızca, çok kısa-dönem sorunları i le ilgilendi ( hep;


" Uzun-dönem üniversite öğrencilerinin uğraşı alanına girer" derdi )
ve bu yüzden de onun için farklı durumların yapılarının kıyaslan­
masını yapmak ile değişimin sonuçlarını gözlemek arasında belki
de çok önemli bir fark yoktu. Bununla birlikte kendisi ve Sir
Dennis Robertson arasında konu hakkında 9 büyük bir karşılıklı
atışma vardı . Fakat, uzun-dönem sorunlarına gelindiğinde farklı­
lık kaçınılmazlaşır ve denge durumunun sakin sularında yüzmeyi
öğrenmiş olanlar tarihsel analizlerin gereklerini çok rahatsız edici
bulurlar. Bizler hala donmuş bir havuza konan ördekler gibi ya­
nılmaya ve hatalarımızla uğraşmaya çabalayıp duruyoruz.

Statik dengenin dışına, en azından, sermaye birikimi bağlamın­


da çıktık. Tasarruf isteğini yatının güdüsünden ve her ikisini de
elde bekletilen stoğun sunum fiyatından ayırmayı öğrendik. Ancak,
İktisatın diğer dallarında, zamandan kopuk dengenin , tarihsel ge­
lişim ile yer değiştirmesi için ·daha çok uzun mücadele gerekmek­
tedir.

Keynes göreli fiyatlar kuramı ile ilgilenmemiştir. Gerald Shove,


Maynard'ın değer kuramım anlamak için gerekl i olan yirmi daki­
kayı bile bu konuya harcamadığını söylerdi. Bu tür konularda or­
todoks düşünceyi kendi başına bırakmayı tercih ediyordu. Marshall'
ın eşyalarından (düşüncelerinden) büyük bir kısmım yanında taşı­
dı, ancak kendi giymediği giysileri atmak için Marshall'ın paket­
lerini de bütünüyle açmadı. Keynesgil devrim, genel - olarak bu çer­
çevede, kendi yolunda yavaş da olsa dönüşüne devam ediyor.

8 General Theory, s. 122.


9 Bkz. H.G. Johnson, "Some Cambridge Controversies on Monetary Theory",
Review of Economic Studies, 1951-2, XIX (2) 49.

82
- m -

İlerleme, kısmen, entellektüel uyuşukluk yüzünden de yavaş


olabilir. Hataları ortadan kaldırmak için üzerinde anlaşmaya va­
rılmış bir yöntemin olmadığı konularda, öğreti uzun süre yaşaya­
bilir. Bir profesör kendisine öğretilenleri
öğretir ve öğrencileri
belli bi� saygı ve huşu ile ona karşı yapılan el eştirilere karşı çıkar­
lar. Bu karşı çıkışda, profesörün öğrencileri olmalarından başka
hiçbir nedenleri yoktur.

Bu konuda Pigou ve Marshall'ın yer aldığı iyi bir belge niteli­


10
ği taşıyan bir örneğimiz vardır. Genel Teori'nin Pigou tarafından
yapılan gözden geçirilmesi , oldukça kaba ve aşırı bir saldırganlık
düzeyindedir ve mantık olarak da yapıtın yanlış olduğunu savu­
nur. Böyle sert bir karşı çıkışın nedeni , Keynes'in Marshall'a olan
saldırısına üzülmesi ve kızmasıdır.

Eğer isteseydi, Marshall'ın Ricardo için olduğu gibi, Keynes'de


Marshall için bir "cömert" olabilirdi , yani onu kendi fikirleri ile
kontrol altına alması kolay olll!du. Marshall'ın kuşkulan Ricardo'
nunkilerden de daha fazla bir şekilde çeşitli yorumların yapılma­
sına yardımcı oldular. Kendine duyduğu güvenden ötürü hiçbir
dış yardıma gereksinimi olmadığı için kindarlıkdan uzaklığa bir
istisna oluşturan Keynes ( Adam Smith'in şairlerinin tersine) Mars­
hall'ın yorumunu kopartıp unufak edip onu aşağıladı ve artıkları­
nın üzerinde dans etti. Çünkü Keynes kendisinin söylediklerinin
yeni birşeyler olduğuna insanların inanmasının, son derece önem
( gerçek, acil siyasal önem) taşıdığını düşünüyordu. Eğer kibar ve
sade olsaydı, bütünüyle bilimsel dikkat ve akademik ihtiyatla ha­
reket etseydi kitabı farkı� varılmamış bir yapıt olarak kalacak
ve milyonlarca aile huzurdan son derece uzak bir şekil de işsizliğin
içinde çürüyüp gideceklerdi. Kita:bının ortodoks düşünce tarafın­
dan hazmedilememesini istiyordu. Böylelikle kitabı ya birtarafa
atılacak ya da tümü ile çiğnenerek yutulacaktı.

Pigou, ilkini tercih etti ve kitabı dışlayarak birtarafa attı. Emi­


nim ki bunun nedeni kitabın içinde kendisi hakkında yeralan ifa­
deler değil, Marshall'a olan bağlılığının aşağılanmasıydı .

Onüç yıl sonra kitabı ele alıp sakin bir şekilde okuduğunda bir­
çok konuda kitapla uyum içinde olduğunu şaşkınlıkla gördü ve

10 Econoınica, Mayıs 1 936.


83
Keynes hakkındaki çalışmasının yanlış olduğunu anladı. O zaman
kendisi emekli olmuş, Keynes ise ölmüştü. Fakat Keynes hakkın­
daki haksız çalışmasını tamir edebilmek için izin istedi . 1 1 Gençler
için, okuyup okumamış olmalarının hocaları tarafından farkedil e­
meyeceği düşünülse bile Genel Teori oldukca etkileyici bir klasik­
dir. Geçmişteki mücadeleleri yaşayanlar için ise, hareketl i ve soy­
lu bir yapıttır.

Günümüzde kişisel duygunun, yeniye karşı eski fikirler için


nasıl bir savunma oluşturduğunun son derece çarpıcı bir örneğini
oluşturmaktadır.

Denge kuramının sürebilmesinde psikoloj ik bir unsur da rol


oynamıştır. Denge kavramına karşı dayanılmaz bir cazibe vardır -
mükemmel çalışan bir rnakinanın hemen hemen sessiz mırıltısı ;
karşılıklı baskıların tam dengesinin belirgin durağanlığı; bir ra­
hatsızlık halinde kendiliğinden yavaşca iyileşme gibi . Acaba bun­
da Freud'dan bazı şeyler varmıdır? Bunun ana rahmine dönme ar­
zusu ile ilgisi varım dır? Entellektüel açıdan yetersiz bir fikrin güç­
lü etkisini hesaplarken psikoloj i k bir açıklamayı da dikkate almak
gerekir.

- iV -

Denge kavramı, analiz için, kuşkusuz, zorunlu bir araçtır. Marks


bile, "basit yeniden üretim" olgusunu birikim analizini, tasarruf
ve yatının terimleri çerçevesinde açıklarken kullanır; bu açıdan
sermaye mallan stoğunun tümüyle korunduğu, basit yeniden üre­
tim , Pigou'nun "yetkin durağan durum" kavramıyla büyük ben­
zerlikler gösterir. Fakat denge kavramını kul!anacak kişi onu tam
yerine oturtmalıdır. Bu kavram varsayımların olaylar karşısında
sınanması çerçevesinde değil, analitik bir görüşün bütünüyle ilk
aşamalarında yer almalıdır. Çünkü, çok iyi biliriz ki bir denge du­
rumunda birçok olayı bul abilmemiz mümkün değildir. Halen bir­
çok yazar, uzun dönemi , bir gün ulaşabileceğimiz gelecekteki bir
tarih olarak algılar. Ya da bir denge durumunda kimi olayların
gerçekleşebileceğini -diyelim ki dışalım dışsatıma eşit olsun ya da
kar oranlan normal olsun- düşünsek bile, herşeyin hergün, bu­
günden yarına iyi gitmesi sözkonusu olmayacaktır. Bu görüşler

11 Bkz. "Keynes's General Theory, A Retrospective View".

84
çerçevesinde öne sürü!en çağdaş bir örneğe bakarsak� uzun dö­
nemde bütün tekeller parçalanacaktırY Bu çok kaba bir genelle­
me gibi görünür ancak söylemek istediğimiz bu değildir. Önemli
olan nokta, bu görüşün teke l kan olayının öneml i olmadığını öne
sürmesidir. Güneşin sadece özel günlerde parladığı olgusuna rağ­
men, henüz iflas etmemiş bazı tekeller, neşe içinde ürünlerini top­
luyor olacaklardır. Oysa, hepimiz bir anda ölmeyeceğiz, fakat
"Uzun dönemde hepimiz ölüyüz"

Uzun dönem dengesi oldukça kaypak bir dengedir. Marshal l ,


uzun dönemden, gelecek zaman içinde, sürekl i belirli b i r mesafeyi
kQruyan bir ufku kast etmiştir. Bu kullanışlı b ir mecazi yak l aşım­
dır; fakat, öz olarak o dengenin kendisine uyguladığı yaklaşım sü­
reci nedeniyle kayan bir denge durumunu tartışmaya dalmış ve
böylelikle düz bir diyagram üzerine üç boyutlu şekiller çizmek su­
retiyle kendisini tam anlamıyla bir kannaşa ve tuzağın içine dü­
şürmüştür.13

Kendiliğinden bir denge durumuna doğru yönelmekten sözet­


menin çelişkili bir terim olduğunu kimse yadsıyamaz. Ancak hala
bu konuda ısrar edilir. İşte bu nedenledir ki konunun canlı tutul­
masını somut gerekçeleri aşan, bir çeşit psikoloji k çekiciliğe atfet­
rneliyiz.
Marshall, zamandan bağımsız, kavranılan günlük yaşama uyar­
layarak bir takım genellemelere gitmenin zorluğunu çok iyi bi li­
yordu. Normal fiyat, genel yaşam koşullarının, tüm olağan etkileri
ile birlikte görülmesine yetecek kadar uzun kararlı bir zaman sü­
resi içinde iktisadi güçlerin ortaya çıkaracağı bir değerdir.14
Bu durumun tam bi r sapma olduğunu bir eleştirisinde belir­
ten Sir Dennis Robertson bununla yetinmeyerek konuyu hiddetle
tekrarlamaktadır.15 Ancak, eğer iktisadi güçler özel bir durumda
varsalar nasıl olur da karşılıklı olarak çelişki içinde bulunurlar?
İşletilen yatırımın bir kısmı kar beklentilerinin bir sonucu ise,
hangi diğer kısmı elde edilemez olacaktır? Bu güçlerin işlemesi
sonucu yeterli zamanı bulduğu takdirde hedefine varacak olan den-

12 Peter Wiles, "Are Adjusted Roubles Rational?" Soviet Studies, Ekim


1955, s. 144.
13 Principles, Ek H.
14 tbid., s. 347.
15 Lectures on Econornic Principles. Cilt I, s. 95.

85
ge nedir? Her koşulda "durağan koşullar" belirli bir nüfus ve ser­
maye stoğuna mı, belirli bir gelişme hızına mı karşılık gelmektedir.

Bu sorular yanıtlana:bilse ve gerçek durumun, kendisine doğ­


ru hareket etme eğiliminde olduğu normal noktanın zaman için­
deki geçişine kesin bir anlam verilse bile, gerçek durumun denge­
den ne kadar uzakta olma eğiliminde bulunduğunu - normal duru­
mun hareket hızı ile kıyaslandığında normale doğru seyreden bu
tepkinin ne kadar süratli olduğunu araştırmamız gerekmektedir.
Hangi durumlarda aradaki fark büyümekte, hangilerinde da­
ralmaktadır? Bunlar ilgi çekici ve önemli sorulardır. Fakat, Key­
nesgil Devrimin egemenliğinde olan özel bölüm -ticaret dönemi
kuramı- dışında bu sorular nadiren gündeme gelir ve yanıtlanma­
lanna izin verilir. Nonnal koşulların betimlendiği anlarda tartış­
ma kesilir ve daha ileri araştırmalar denge kavramının uyutucu et­
kisi ile ortadan kalkar.

- V -

Bunlar, Keynes öncesi fikirlerin yaşamaları ve canlanmalan


için yardımcı gerekçelerdir. Esas nedeni, herzaman olduğu gibi,
ideoloj ik yapı içinde aramalıyız. Keynes, bireysel egoizm ve kamu
yaran arasındaki neo-klasik uzlaşmayı yıkarak iktisada ahlak so­
rununu geri getirmiştir. Ayrıca Keynes, bir başka zayıflığı daha göz­
ler önüne sermiştir. İnsan yaşamında, kendimizin ve diğerlerinin
çıkarları arasındaki çelişkiye benzer bir diğer çelişki daha vardır
-şimdiki ben ve gelecekteki ben arasındaki çelişki- Bu, neo-kla­
sik ideolojinin gerçekte çözemediği bir çelişkidir; yalnızca ondan
kaçınmıştır. Sağgörü, bir tür meziyettir ve kişinin kendini kontrol
deneyiminden kaynaklanır. Bir özveri olarak bekleme kavramı,
varlık sahibi herhangi bir kişinin, tüketme yönünde sabit bir arzu
taşıdığı "varolan hazlar" ve elde edeceği çıkarın bu varsıl kişiyi
kendini tutmaya yönelten "ödül " ol duğu görüşü ile bağlantılıdır.

Çünkü , neo-klasik sistem, ekonominin bütünü hakkında, daima,


muğlak bir sistem idi ve dikkatini, bu doyurucu olmayan durum
içinde yer alan uygun tasarruf oranı konusundaki yaşamsal soru­
nu bir yana terkederek, göreli fiyatlar ili.erine yoğunlaştırdı. Eğer
geleceği hesaba katmazsaın gelecekteki o günü bir süre sonra şlın­
diki gün olarak yaşamaya başlarsam, başımı duvarlara vururum.

86
Toplum için yapılan optimum tasarruf oranı böyle budala tiplerin
eline mi teslim edilecektir? O takdir de gelecek nesillerin durumu
ne olacaktır? Tasanuf için en büyük parayı bekarlar ayırdığından
bu konuda aile duygusu zayıf bir destektir. Bu tip saçma sapan
sorulardan kısmen kaçmak amacıyla birikimin sona erdiği dura­
ğan duruma yönelerek onu incelemek Marshall'm takipcileri için
sonderece değerli olmuştur.

Genel Teori'den on yıl önce, Keynes Laisser-Faire'ün cenazesi­


nin kaldırıldığı anlamına gelen bir konuşmasında şunları söylü­
yordu :

Gelin, geçmişten günümüze kadar, Uıisser-Faire 'ün üze­


rine kurulduğu metafizik ya da temel ilkelerin neler oldu­
ğunu açıklamaya çalışalım. Bireylerin, iktisadi faaliyetle­
rinde "doğal bir özgürlük" eğilimine sahip oldukları savı
doğru değildir. Sonradan kazandıkları ya da doğuştan sa­
hip oldukları sürekli haklar veren bir "anlaşma" nın varlı­
ğından da sözedilemez. Dünya bireysel ve toplumsal çıkar­
ların hep birbirine uygun düştüğü bir şekilde yönetilemez.
Her iki çıkarın birbirine uygun bir şekilde doyuma ulaştı­
rılması kolay bir şekilde başarılamaz. İktisatın ilkel erinden
çıkarak bireysel çıkar peşinde koşmanın sürekli olarak
toplumsal faydanın da artmasına neden olacağını söyle­
mek, doğru değildir. Bireysel çıkar hissinin genellikle, ye­
terince olgunlaştığı fikri de doğru değildir. Kendi hedef­
lerini geliştirmeye ayn ayrı çaba gösteren bireyler çoğun­
lukla çok ihmalci ya da çok zayıf oldukları için hedeflere
ulaşmaktan dahi uzaktırlar. Denemeler, bireylerin toplum­
sal bir birim olarak yaptıkları davranışlarda bireysel ola­
rak yaptıkları davranışlara göre daha az açık görüşlü ol­
duklarını göstermez.

Bu nedenle, soyut bir temel üzerinde karar veremeyiz.


Bunun yerine. Bu rke'un "yasamada en zevkli sorunlardan
biri, devletin neyi yönetmesi gerektiğine karrıu zeka.sıyla
karar vermesi ve neyi mümkün olduğu kadar az karışmak
suretiyle bireyin yönetimine bırakacağını belirlemesidir"
şeklindeki ifadesinde belirttiği gibi, bu temelin meziyetle­
rini ayrıntılarıyla ele almamız gerekir. Bentham'm bugün
unutulmuş fakat yararlı sınıflamasında nomenklatürün de
.

87
deyimlendirdiği şekliyle, gündem ve gündem dışı arasın­
daki ayrımı yapmamız ve bunu yaparken de Bentham'ın
karışımın aynı zamanda " genellikle gereksiz" ve "genel­
l ikle öldürücü" olduğu yolundaki ön yargısına sap� anma­
mamız lazımdır.16

Laisser-Fai,re'in Sonunda ise Keynes, birikim sorunu ile ilgi l i


olarak yalnızca şunları söylemiştir :

Benim ikinci örneğim tasarruflar ve yatırım ile ilgili­


dir. Toplumun bir bütün olarak gereksindiği tasarruf mik­
tarının gerçekleşebilmesi için akıllıca oluşturulmuş bir ka­
rarın eşgüdümlü şekilde yaşama geçirilmesine gerek oldu­
ğuna in anmaktayım . Bu tasarruflar yabancı yatının şeklin­
de yurt dışına gitse de ya da yatırım piyasasının varolan
örgütlülüğü bu tasarrufları en verimli ulusal alanlara ka­
nalize etse de yine de bu eşgüdümlü karara gerek vardır.
Bu konuların , şimdi olduğu gibi tümüyle özel kararların
ve özel karların belirleyiciliğine bırakılmasını düşünemi­
yorum.n

Potansiyel tasarrufların işsizlik içinde ziyan edilmeyeceği,, ya­


tınma dünüştürülebilecek kaynakların kullanılaeağı hususundaki
tüm sorun gündeme eklendiğinde, son derece az miktarda gündem­
dışı konu kalmış gibi görülmektedir.
Temel noktaya karşı çıkmak olanaksız olmuştur. Fakat Key­
ries'in eski fikirlere büyük bir bağlılığı vardı.

"Genel Teori'nin okuyucuyu kendisine doğru yönlendirebile­


ceği toplumsal Felsefe" kitabın kanıtlarından okuyucunun bekliye­
bileceği yönlendirmeden açıkca daha az köktencidir :

İktisatda kabul edilmiş bulµnan Klasik kurama karşı


yaptığımız eleştiri, onun analizindeki mantık yanılmaları­
nı belirtmekten çok örtülü varsayımlarının hiçbir zaman ,
ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş ol duğunu ve dolayısıyla
somut dünyanın iktisadi sorunlarını çözümlemeye yeterl i
bulunmadığını ortaya koymaktan başka birşey olmamıştır.
Ancak, merkezi organlar tam i stihdama olabildiğince ya-

16 Essays in Persuasion, ss. 312-13.


11 1bid., s. 318.

88
kın bir toplam üretim hacrnını oluşturmakta başarıya ula­
şır ulaşmaz, klasik k uram bütün hukukuna yeniden kavuş­
muş olacaktır. Üretim hacını veri olarak alınmışsa, yani
klasik okulun anlayışı dışındaki güçler tarafından yönetil­
diği varsayılırsa bu okulun, üretilmiş malların cinsin i, ve
bunları üretmek için içerisine katılan üretim faktörlerinin
oranlarını ve elde edilen üretim de.ğerinin bu faktörler ara­
sındaki bölünürnünü belirlendiren şeyin bireysel çıkar ol­
duğu şeklinde yaptığı analize karşı da diyecek birşey kal­
rnaz.18

Bu zayıflayan krallıkta, Laisser-Faire yine de canlanabil ir;


kaybettiği gücünü yeniden ele geçirebilmek için yeni bir sal dırıya
geçebilir. Bu toparlama ile eski i deoloj i k güçlerin kendi bayrak­
ları altında toplanması -uzun dönemli denge içinde kaynakların
optimum dağılımı- Değer ve Dağılım o l arak adlandırılan kuramın
tarihsel zamanla ve gönenç diye adlandırılan kuramın insan yaşa­
mıyla temas haline getirilmesindeki ağır gelişimin nedenini oluş­
turmaktadır.

- VI -

Bazı açılardan doktrine yapılan en sert karşı çıkış, Keynes'e


aitti. Keynes özellikle doktirinin , vergilerin koyan ülkelere çok za­
rarlı olduğunu söyleyen görüşüne karşı . çıkmıştı. Saf kuram ve
B ickerdike'in görii ş leri hakkında hiç bir yazın taraması yapmadı.
Daha basit ve çok açık bir konu olan gürnriik vergileri ile i lgilendi
ve koyulan bir gümrük vergisinin istemi yabancı mallardan, yerli
mallara yönelteceğini ve böylelikle de yerli sanayide istihdamın
a rtacağını belirtt i .

Keynes önceleri doğrnatik b i r Serbest-Ticaret taraftarıydı . Geç­


mişteki fikirlerini kolayl ıkla terkedebilen bir yapıya sahip olan
Keynes, Genel Teori, de şimdi1erde eleştiriye başladığı doktirinin
eskiden bir savunucusu olduğunu belirtiyordu :

Örnek olarak kendimiz tarafından yazılmış cümleleri


belirtmekten daha iyisini yapamayız. Daha 1 923'de klasik
okulun sadık bir öğrencisi olarak ve bize öğretilenlerden
hiç kuşkulanmaksızın hiçbir koşul aramadan kabullendiği-

18 General Theory, s. 378.

89
miz bir sırada şöyle yazıyorduk : "Korumanın yapamaya­
cağı birşey varsa o da işsizliği. kaldırmaktır. . . Korumanın
lehinde onun, her ne kadar olası değilse de olanaklı avan­
tajları üzerine kurulmuş kanıtlar vardır ve onları yanıtlan­
dırmak basit bir iş değildir. Ne varki, onun işsizliğe çare
olacağını savlamak, ,korumacı hatasının en ağır ve en kaba
biçimindekini işlemek olur".19
Bu, resmi doktrinin bir parçası değildi, çünkü Serbest Ticaret
olgusu tam istihdamın veri olduğu bir model içerisinde önerilmiş­
ti, ve bu nedenle de olsa olsa o dönemlerde öğretilen "vulgar ikti­
sat" ın bir parçası olabilirdi.
Biraz önce alıntı yaptığımız çalışmada da dikkati çektiği gibi,
neo-klasik düşüncede bir geri çekilme ilk olarak şu önerme ile or­
taya çıkıyordu; "uzun dönemde, dı�alımı keserek, diğer koşullar­
da sahip olabileceğimiz dış satımdaki kıyaslamalı değer Üstünlü­
ğünün azalmasına engel olamayız" 211 (Bu önermenin yapıldığı sıra­
da, 19. yy. iktisadi yaşamımıza damgasını vurmaya başlayan dış
yatırımlar henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamıştı.) İkinci olarak
da, biz bir dışsatım fazlasına sahip olabilirdik, fakat bu kendi ül­
kemiz yerine, yurt dışına yatırım yapmak anlamına gelebilirdi.21
Son olarak da, eğer işsizlik için birtakım şeylerin yapılması gere­
kiyorsa, burada en iyi yol , yurt içinde konut ve yol yapımına yatı­
rımda bulunmak olabilirdi. Kuşkusuz, en sonuncusu en fazla tav­
siye edilebilecek olanıydı (gerçi , bir miktar korumanın ve devalü­
asyonun olduğu zamanlarda bu önerme, kamu hizmetleri politika­
sı açısından da gerekli bir uygulama idi ) . Bu polemiğe katılan bir­
çok yazarın anlayacağı gibi, bu son önerme Çindeki kıtlık konu­
-

sundaki bahaneye benzer : Kendi halkımın çoğu gereksinim içinde


iken neden kalkıp da Çin'dek:i açlığı giderme kampanyasına üye
olayım? Hiçbir şeye üye olmayacağım.
Diğerlerinde oldu!tu gibi Serbest Ticaretciler arasın­
da da, kamu h arcamalarının şemalarını yayınlamanın ne
dereceye kadar akıllıca olaca� ve bunların do�al ve gerek ­

li yeniden düzenlenmeleri ne kadar geçiktireceği gibi konu­


larda fikir aynhkları olabilir.

19 İbid., s . 334.
20 Tariffs, The Case Examined, s. 53 .
21 Loc. cit., s. 56.

90
Fakat Serbest Ticaret için temel olgu, istihdam edile­
memiş üretim faktörlerinin işe yaramaz bir şekilde bekle­
dikleri gerçeğine karşın, sarsılmadan yerinde durmakta­
dır : Çünkü Serbest Ticaret en azından ul uslararası işbölü­
mü ilkeleri ile uyumlu bir şekilde, değişim aracılığıyla da­
ha kolaylıkla elde edilebilecek olan TPal ların üretiminde
kullanılmayacak ancak sendikaların ücret pol itikaları ve
yatırım koşullan ve onlar arasındaki girişimler sonucun da
diğer faaliyetlerde istihdam edilebilecek olan üretim fak­
törlerini temin eder.22

Bu, bir ideolojinin ne kadar küçük bir mantığa gereksinimi ol­


duğunu bir kez daha göstermektedir. Pekçok güçlü insanı ağlatan,
Keynes'in Serbest Ticarete karşı getirdiği eleştirileri bastırmak için
yapılan büyük karşı çıkışlar, bir ideolojinin kendi yararlılığını ne
kadar uzun süre yaşatabileceğini gösterir; İı'ıgiltere'nin en büyük
dışsatımcı ülke olduğu 1 930'l arda, bu öğretiyi telkin etmek, her dü­
zeyde olabildiğince küçük bir anlam ifade etmekteydi .

Serbest Ticaret öğretisi, ahlak sorununun neo-klasikler tara­


fından nasıl bir tarafa itildiğini ve buna karşılık da Keynesgil dev­
rimin onu nasıl geri getirdiğini gösteren en açık bir örnektir.
Bickerdike'in unutulan itirazıyla ve Marshall'ın okunmamış ve açı­
ğa çıkmamış fikirleriyle Serbest Ticaret öğretisinde iyi ahlak ve
bireysel çıkar birbirinden ayrılmaz bir şekilde görülmektedir. Ser­
best Ticaret yalnızca tüm dünya için değil ayn ayn her ülke için
de, yararlı bir olgudur. Hiçbir ülke, tek başına ne işsizli ği diğer
ülkelere ihraç edebilir ve ticaret dengesini düzenliyebilir ne de fi­
yatlarda bir avantaj sağlıyahilir.

Dolayısıyla da tek başına, kendisine hiçbir yarar sağlayamaz.


Ulusal çıkarlar herkesin yararına olan politikalar aracılığıyla ger­
çekleşebilir. Korumacılık aracılığıyla elde edileceği öne sürülen
avantajlar saf bir düş olmaktan öteye geçemez.

Keynes, bencillik ve özveri motiflerinin bu mutlu beraberliği­


ni parçalayarak, bizleri, benim daha çoğa sahip olmam sonucunda se­
nin daha aza sahip olduğun o rahatsız edici gerçeğe geri götürdü.

22 Op.cit., s. 74.

91
- VI I -

Genel Teori, kapsadığı alan içerisinde olabilecek en büyük bi­


l imsel i lerlemeyi yaptı. Ancak yine de bu yapıt fikirlerin önce me­
tafizik şekilde algılandığı tezini öne sürmektedir. Fayda ile, satın­
alma güçü birimleriyle , mallara olan istem arasındaki ilişkinin ay­
nısı, Likitide tercihi ile, faiz oranları birimleriyle paraya olan i s­
temde de mevcuttur. ( Mallar ve satınalma gücü gibi) para ve faiz
oranı gerçekten zorlandıklarında kendiliklerinden yakalanamayan
kavramlara dönüşürler.

Evrensel bir psikoloj ik yasaya dayandırılan marjinal tüketim


eğiliminin kararlılığı, yalnızca iyi niyetli bir düşünceye dönüşmüş­
tür ve sermayenin marjinal etkenliğinin gerçekten işlemsel bir ta­
nımı ise hala aranış halindedir. Bu kavramlar olmaksızın, Genel
Teori'nin ayakları üzerine sağlamca basabilmesinin ne denli güç ol­
duğu açıktır.

Bu kavramlarda, belirtmek gerekirse, metafizik zaylf bir aşı­


lama şeklindedir ve bunlardan onu söküp atmak büyük bir zorluk
yaratmaz. Esas olarak Genel Teori'yi sürükleyen en büyük ideolo­
jik kavram , tam istihdam kavramıdır.

İlk olarak tanımlama sorunları ile ilgilenelim.

Keynes, uygulamalı siyaset ile ilgilenmeye başlamasıyla bir­


l ikte, "bir istihdam düzeyinden de sözetmeye başladı ve Hazine'nin
dahi bu yaklaşımı kolaylıkla içine sindirememesine karşın, bunu
Keynes'gil devrimin zaferinin resmi olarak tanınması anlamına
gelen 1944 yılında yayınlanan Beyaz Kağıt'da 23 dile getirdi ve Hü­
kümet de "yüksek ve kararlı" bir istihdam düzeyinin süreğen kı­
lınma sorumluluğunu kabul etti.

Bir siyaset hedefi tespit edildiği n de bu tür belirsizlik açıkca


akılcı hale gelir. Çok kesin olmak istersek, bunu isyancılara rehin­
leri n , rehin olarak verilmesine benzetebiliriz . Aynca bilimsel alan­
da belirsizlik kesinlikten daha somuttur. Profesör Popper'in işa­
ret ettiği gibi bilim "rüzgar" gibi belirsiz deyimlerle yetkin şekil­
de çalışır, ve anlam daha dar bir alanda kesinlikle belirtilmek is­
tendiğinde bu, sınırlar koymakla yapılabilir ( örneğin; "saatte 20

23 Cmd. 6527.

92
ila 40 mil arasında hızı olan rüzgar") Profesör Popper ' Fiziksel ö l ­
çüler içinde sürekli bir hata payını da dikkate almak zorundayız­
dır ve kesinlik hiçbir şekilde bu hata payını indirgemeye çalışmak
ya da böyle bir payın bulunmadığı şeklinde davranmakla değil an­
cak bu hata payının açıkca kabul edilmesi ile oluşabilir" 24 demek­
tedir.

Tam i stihdam, muğlak bir kavram olmaya çok elverişlidir.


Öncelikle, tam gün tanımına giren günlük saat sayısı bile tümüyle
keyfi bir şekilde belirlenmektedir. Fazla mesai yapmak fırsatı ba­
zen çıkabilecek midir? Çıkarsa ne kadar olacaktır? Sonra da, belli
bir anda gerekli olan işgücünü oluşturacak insan sayısı sorunu or­
taya çıkar. Evli kadınlar mı, öğrenciler mi, sağlıklı rantiyerler m i
işgücüne dahil olacaklardır? Tüm yönleriyle iş bulmak d a ayn
bir sorundur. " Gizli işsizlik" terimi, duygusallık dönemlerinde so­
kaklarda kibrit satan kişileri nitelemek için türetilmiştir. Terim,
aile üretimlerinde hiçbir etkinliğe sahip olmayan köylüleri de kap­
sar. Bu köylüler hiçbir etkinlikleri yoksa üretimde nasıl yer alır­
lar. İşsizlik kişi başına çok düşük bir üretim düzeyi olarak kendi­
sini gösterir. Bunların hiçbirisi pozitif analizin sorunları değildir.
Her sorunun koşullan, o soruna uygun olarak tartışılmak üzere ve
sorunun gerektirdiğinden daha fazla bir kesinlik verilmeme gerek­
l i liği gözönüne al ınarak belirlenir.

İ deoloj i k bir slogan için bu belirsizlik sözkonusu olamayacak­


tır. Tam istihdam, iyi bir şeydir, ve akıllı bir siyaset aracılığıyla
kolaylıkla ulaşılabilir. Denge durumu gibi mut l u ve arzu edilir bir
durumdur.

Onun nasıl bir durum olduğunu söyleyebilmeliyiz.

Onun özgür tanımında Keynes, belli düzeyde bir getiri elde ede­
mediği için çalışmaktan vazgeçen kişilerin oluştu rduğu gönül Jü iş­
sizlik ile zorunlu işsizliği birbirinden ayırır :

Parasal ücretlere göre işçi tüketim mallan fiyatların­


da hafif bir yükselme durumunda , eğer geçerli ücret koşul­
larında çalışmaya istekli emeğin toplam sunumu ve aynı
koşullardaki emeğin toplam istemi istihdamın varolan dü­
zeyinin üstünde bulunurlarsa, irade dışı işsizler vardır.ıs

24 The Open Society and its Enemies, Cilt II, s. 18.


25 General Theory, s. 15.

93
Tekrar :

Bir birim üretim faktörünün marjinal getirisinin en


düşük ol duğu noktaya kadar -ki bu nokta, çıktıyı ürete­
bilmek için yeterli üretim faktörüne ulaşmanın olanaklı
olduğu noktalar- çıktı miktarı arttuııldığında Tam istih­
dama da ulaşılmış olur.26

Potensiyel çıktının üst sınırını "emeğin marjinal zahmeti" (Mar­


jinal disutility of labour) belirler.27

Emeğin zararı, Marshall'ın bir yaklaşımıydı ve Keynes onu dik­


katsiz bir şekilde kullandı.

Marshall, böğürtlen toplayan bir çocuk tanımlar. Bu çocuk ,


bir diğer böğürtlenin marjinal faydasının, onu topl amak için har­
canan çaba sonucu ortaya çıkacak marjinal zahmeti karşılayama­
yacağı noktaya kadar böğürtlen toplamaya devam eder.ıs Kısacası,
durmasının gerekliliğini hissedene kadar devam eder.

Piyasada geçerli ücret düzeyinde bir iş bulma ile iş bulama­


yıp hiçbir ücret elde edememe arasında seçme yapma durumunda
olan ve başka hiçbir sosyal güvenliği olmayan işçi için bu kavra­
mın hiçbir anlamı yoktur. Belkide Marshall'ın kavramın saçmalı­
ğını fark edememesinin nedeni Oxford ve Cambridge'deki hocaların
özel ödüllendirme sistemleri ile bağlantı kurmasıdır.

Bir öğretim görevlisinin aldığı ücretin miktarı, ortaya koydu­


ğu çabanın sayısal birimlerinden oldukça bağımsızdır. Bu durum­
da bu görevli eğiteceği öğrenci sayısına bir sınırlama getirmeye­
cektir. Hepimiz, öğrencilerin marj inal zararlarının sayılan arttık­
ca arttığını biliriz ve hepsine bağımsız bir şekilde verilen belli bir
gelir düzeyi ile birlikte, gelirin marj inal faydasındaki ·farklılıkla­
rın gittikce daha az önem taşımaya başladığını düşünürüz.

Bilimsel çalışma içindeki bir kişi için, gelirin marjinal fayda­


sı ile çalışmanın zahmetini birbirinden ayırmak çok cazip bir fi­
kirdir. Bu kişiye giderek artan bir maaş bağlarsak belirli sayıda
öğrenci eğitmesi için o maaştan öğrenci başına düşen oranın nasıl
değişeceğini görürüz.

26 İbid., s. 303.
27 Op. cit., s. 26.
28 Principles, s. 33 1 .

94
Fakat, ne yazıkki bu bilimsel bir yaklaşım olmayacaktır. Boş
zamanın değeri, harcanabilir satın alma gücünden bağımsız değil­
dir. Çalışmanın zahmeti, eğer seçenek durum hiçbirşey yapmamak
ve hiçbiryere gitmemek ise, gerçekten olumsuz olabilir ve seçenek
durum çok hoş ve pahalı hazlardan oluşuyorsa çalışmanın zahmeti
çok yüksektir.
Çalışmanın zahmeti için önerilebilecek herhangi bir önlem çok
esnek bir önlem olacaktı. Neo-klasik düşüncenin tümü içindeki
kavramların kaçınılmaz olarak en metafiziği buydu. Keynes bu ko­
nuya çok fazla önem vermemişti ve anlaşılır bir seçenek tanımı
kabul etmeye de hazırdı. Ona göre istiyen herkesin işe sahip oldu­
ğu bir durum tam istihdamdır. Fakat bu ulaşılamaz bir üst sınır­
dır. İdeoloj ik bir bakış açısıyla, Tam İstihdamın asla ulaşılamıya­
cak bir durum olduğunu söylemek, olanaklı değildir.
Beveridge, kayıtlı işsizlikler ile henüz doldurulmamış iş saha­
larının sayısı arasındaki ilişkiye değinmişti. Her iki rakam da, i l­
gili oldukları alanlarda oldukca kaba birer gösterge durumunda­
dır. Hatta tümüyle gerçek durumu yansıtsalar ve onlar arasında
kabaca bir eşitlik olsa bile, bu durum, emeğin istemi ve sunumu
arasındaki ilişkide önemli bir nokta dernek değildir. Çünkü, dol­
'
durulmamış iş sahaları ile işsiz sayısı arasındaki bu kaba uyum
hem coğrafik konwn farklılıkları nedeniyle hem de işsizlerin ni­
teliği ile işçi arayan iş sahalarının niteliği arasındaki uyumsuzluk­
lar yüzünden çok fazla bir anlam taşımaz. İşsizliğin üzerinde ar­
tan ya da azalan bir iş sahası fazlalığı, kısa dönemde istem hare­
ketlerinin tümüyle yararlı bir göstergesidir ve hem iş sahalarında
hem de işsizlikte bir azalış, büyük olasılıkla ya becerikli .bir işlet­
meciliğin ya da emeğin alışkanlık koşullarında olumlu bir geliş­
menin işaretidir. Ancak "Tam İstihdam" ı vurgulayarak belirtebil­
mek için bunların arasında tam bir denge kurmakta hiçbir yarar
yoktur.
Bir an için konudan ayrılalım. Dikkat çekicidir ki Beveridge,
bir kısım genç Keynesci ile danışma halinde Özgür Bir Toplumda
Tam istihdam ( Full Employment in Free Society) yi yazarken, or­
talama yüzde üçlük bir işsizlik düzeyi amaçlamak, çok cüretkar
bir hedef olarak görünmüştü. Bu rakama on iki yıldan fazla bir
süre için dokunmamamız gerektiği fikri, gerçekten sözkonusu yüz­
de iki, sonuçta tehlikeli oranda yüksek olabilir düşüncesiyle, o
zaman aşırı iyimser olarak nitelendirilmişti.

95
İ l k başlar da, özgür toplu sözleşme kurum lan ve bu kuruın­
lara uygun sendika davranışlarının varolduğu bir ortamda düşük
bir işsizlik düzeyini yakalayıp onu devam ettirebildiğimizde, yük­
selen fiyatlar, yükselen ücretler ve tekrar yükselen fiyatlardan olu­
şan kısır döngünün süreğenleşmesi çok açık bir olgu idi. Zaten o
zamanlarda, " tam istihdam noktası, enson ulaşılacak bir denge
noktası olarak, tam kıyısında durulan ve para değerinin dipsiz bir
boşluğa doğru itileceği bir uçurum gibi görünmektedir" 29 şeklinde
görüşler öne sürülebiliyordu. Bu görüş, acıdır ki gerçeğe dönüştü
ve hem tam istihdamın hem de kararlı fiyatların, İyi Şeyler oldu­
ğunu söyleyen görüşler için ideoloj ik sıkıntıların doğmasına neden
oldu. Bu noktada getirilen çözüm ise, ücret yükselişlerinin olduğu
dönemlerde aşırı istihdamın bulunduğu şeklinde idi. Tam istihdam
ise böylelikle, parasal ücret oranlarının, verimlilikten daha hızlı
yükselmesini önleyecek bir işsizlik oranını içeren bir istihdam dü­
zeyi olarak tanımlandı . Bu işsizlik oranı ise genellikle keyfi olarak
kestirilen rakamlar ile belirlendi. Örneğin yüzde üçlük bir işsizlik
oranının, fiyatları kararlı kılabileceği ve istenilen düzeyin sürdü­
rülebilmesi için doğru ve uygun bir siyaset olacağı kabul edildi.30

Genel Te o ri'yi bağımsız bir şekilde keşfeden Michal Kalecki,


yapıttan Keynes'e göre daha az iyimser sonuçlar çıkardı. Savaş es­
nasında, yeni kuramın sağlam bir şekilde oluşturulduğu ve eski ti­
caret - döngüsünün yenilebileceği ortaya çıktı , ancak Kalecki buna
karşın kendimizi siyasal bir ticaret döngüsü içinde yaşıyor bulabi­
leceğimiz kestiriminde bulundu

Daralma dönemlerinde; kitlelerin baskısıyla ya da bu


baskı olmasa da, borç alınarak finanse edilen kamu yatı·
nmlan geniş ölçekli işsizliği önlemeyi de amaçlar. Ancak
eğer değişimler, bu yöntemi konjonktürün ulaşılan bir zır­
ve ( boom) noktasında yüksek bir istihdam düzeyini sür­
dürmek içi n yapılıyorsa, büyük olasılıkla "iş yaşamının ön­
de gelenleri" nin güçlü bir karşı çıkışı ile yüzyüze geline­
c.e ktir. Daha önce de belirtildiği gibi sürekli tam istihdam
onların sevdikleri bir olay değildir. İşçi l er "i dare oluna-

29 Joan Robinson, Essays in the The Theory of Employment, s. 24.


30 Cf. J. E. Meade, The Control of İnflation. Ayrıca Bkz. K. J. C. Knowles
and C. B. Winster, "(;an the Level of Unemployrnent Explain Changes in
Wages?" Oxford İnstitute of Statistics Bulletin, Mayıs 1959.

%
maz hale gelecekler" ve "sanayinin yönlendiricileri " onlara
" bir ders vermek" için çok istekli ol acaklardır. Daha da
fazlası , bu dönemlerdeki fiyat yükselişleri küçük ve büyük
·antiyerlerin zararınadır ve onları "zirve yorgunu" ( boom
tired) haline getırir.

Bu durumda, büyük işletmeler ve rantiyer çıkarları


arasında güçlü bir dayanışma oluşur ve büyük olasılıkla,
durumun açıkca çok sağlıksız olduğunu söyl eyebilecek bir­
den çok iktisatcıyı bul�bilirler. Tüın bu güçlerin ve özel­
likle bü)ük işletmelerin --ıbir kural olarak hükümet kat­
larında etkilidirler- baskısı sonucunda hükümet bütçe
açıklarını azaltıcı ortodoks politikaya dönme konuswıda,
ikna edilebilinir. Durgwıluk, tekrar kendisi için gündeme
gelecek olan hükümet harcamaları politikasını takip eder . . .

" S iyasal iş döngüsü" rejimi ondokuzuncu yüzyıl kapi­


talizminde varolduğu şekliyle yapay bir yenileme durumu
olarak görülecekti. Tam i stihdama ancak konj onktörün zir­
ve noktasının en üstünde ulaşılabi l ecek, fakat durgwıluk
ya da düşüşler daha yumuşak ve kısa süreli olacaktı.31

Belki de, büyük i ş yerine şehre, bütçe açıklan yerine para s i­


yasetine önem verilmesi gerekmekteydi. Ancak , genelde, yukarıda­
ki yaklaşım hedefe oldukça yakın olarak gerçekleşmişti.

Yine de, düşük işsizlik düzeyine karşı ç1kışlar, olabileceğinden


daha düşüktü (en azından İngiltere' de) ve büyük bir işsizlik olgu­
suna karşı sert önlemler alınabilecekti. Geniş bir çerçeveden ba­
karsak, Tam İ stihdam, siyasetin ortodoks bir hedefi haline gelmişti.

Keynes'in de bazı durumlarda kabul ettiği şekliyle, Tam İstih­


damın ulaşılabilir olduğu fikri Laisser-Faire'in yeni bir savunma­
sına dönüştü. Yalnızca, özel-girişim sisteminin bir ayıbını ortadan
kaldırmak gerekliydi ve böylelikle bir kere daha sistem bir i deal
haline geliyordu.

Tam İstihdam (aşırı istihdam haline gelmesine izin vermiye­


cek kimi sınırlamalar ile birlikte) tutucu siyasetin bir amacı ve
sosyalist eleştirilere karşıda en güçlü fikirlerden birisi oldu. "Ağır

31 "Political Aspects of Full Employment", The Political Quarterly, Ekim /


Kasım, 1943.

97
ve süreğen bir işsizliğe enğel o lamayan kapitalist sistemin savunu­
lamaz olduğu konusunda, birtakım haklı gerekçeleri i l e birlikte
bizim de kısmen kabul ettiğimiz, şikayetlerde bulunurdunuz. Fa­
kat biz şimdi size yüksek ve kararlı istihdam düzeyine sahip bir
kapitalizm sunuyoruz. Şikayet edebileceğiniz hiçbirşey yok"

Marksist eleştiriciler, kendi b akış açılarından Keynes'in kura­


mının tepkisel kabul edilen sonuçlara ulaştığını anladılar. Bu ne­
denle, Keynes'in analizinin mantığını yazdılar ve hatta kendilerini
ilk defa Keynes'in hücum ettiği maliye sahtekarlarının öncüleriyle
ittifak içinde buldular. Örneğin, Profesör Baran, yal nızca silahlan­
ma harcamaları ile bir iktisadi sistemin zenginliğini sürdürebilme­
sinin insanlık için bir felaket, ahlaksal açıdan bir düşkünlük, siya­
sal bakımdan ise saygıdeğer olmayan bir davranış oluşturduğunu
göstermekle yetinmemiş; aynı zamanda paranın nicelik kuramını
ortaya koyarak hükümet harcamalarının enflasyona neden olduğu­
nu ve böylelikle de bu sistemin yürüyemeyeceğini belirtmiştir.32

Bu, mantık ve ideoloj i arasındaki karmaşanın bir diğer örne­


ğidir. Keynes , Kapitalist sistemin en belirgin zayıflığını ortadan
kaldırmanın yolunu gösterdiği için bir tepkicidir ve bu nedenle de
kuramı yanlıştır.

Fakat, eğer Keynes'in kuramı yanlış bile olsa oldukça zarar­


�ızdı. Çünkü tavrı doğru idi , uygulanabilir bir tedavi bulunmuştu
ve hastanın yaşamı gelecekteki mirascılannın bütünleşmesini ön­
leyecek bir şekilde uzatılmıştı.

Tam istihdamın bir sağ-görüş sloganı haline gel mesinin nede­


ni, istihdam kendi içinde bir sonuç ise, içeriği hakkında hiçbir
sorunun sorul aınamasıdır. İş ne içindir? Yalnızca, işçileri haylaz­
lıktan uzak tutmak içindir. Her ürün bir diğeri kadar iyidir.

Keynes, eski bağnaz Laisser�Faire düşüncesinin cahil yandaş­


larının oluşturduğu kalın duvarı yıkabilmek için kendine özgü gö­
rüşleri ile sal dırıya geçti :

Eski Mısır, masallaşan zenginl iğini borçlu olduğu, iki


farklı faaliyetin katmerli ayrıcalığına sahipti. Piramitler in­
şa etmek ve değerli madenleri yerden çıkarmak ki bun­
ların meyveleri, tüketilmelerine gerek kalmadan insanların

32 The Political Economy of Growth, s. 124.

98
gereksinimlerini karşılar ve bol olmalarına karşın değerin­
den yitirmez. Orta çağ katetraller inşa ediyor ve ilahiler
söylüyordu. İki piramit, iki ayin, bir ölü için, bir teke kı­
yasla iki defa daha değerlidir. Fakat bu Londra'yı
York'a bağlıyan i ki hatlık demiryolu için geçerlı değildir.
Böylece biz o denli düşünceli kimseler olmuş, o kadar ih­
tiyatlı ve gayretli maliyeciler niteliğine bürünmüşüz ki, her
i ş bitmiş gibi ileriki nesillerin "mali" yüklerini arttırma
kaygusuyla, içerisinde yaşayacaklarını umduğumuz evler
inşa ederken kendimizi işsizliğin sakıncalarından kolayca
kurtaramaz hale getirmişiz.33

Y atırun için yararlı ve kar getirici bir çıkış bulunmadığı za­


manlar zarann daha iyi olacağını söylemiştir :

Yaşamları süresince otwmalan için büyük konutlar


ve ölümlerinden sonra cesetlerini korumak üzere piramit­
ler inşa ettirmek milyonerlerin hoşuna gittiği, yahut, gü­
nahlanndan yerinerek katedraller yaptırdık.lan , manastır­
lan ya da yabancı misyonları donattıklan sırada sermaye
bolluğu ile üretim bolluğunun bir arada gerçekleşeceği o
giin ertelenebilir. Tasarruf dışı ödemeler için "toprakta de­
lilder kazmak" yalnızca istihdamı değil, yararlı mal ve hiz­
metler biçiminde gerçek ulusal geliri de arttın r.

Fakat şunu da eklemiştir :


Ne varki efektif istemi yöneten faktörler bilindikten
sonra, sağ duyulu bir toplumun bu gibi beklenmedik ve et­
kisiz çarelerle haraca bağlanmış olarak kalma:ktan hoşnut
olacağı akla uygun değildir.34
Bugünlerde bu çelişkiler ölçülü bir ciddiyetle ele alınmakta ve
umulduğundan daha çabuk sürede modası geçen silahların yapınu,
gönence hiçbirşey eklemeden kan yüksek tutan piramitlerden çok
daha faydalı olmaktadır. Soğuk savaştaki bir rahatlama belirtisini
izleyen Wall Street'deki bir hastalanma Keynes'in kuramının doğ­
ruluğunu açıkça göstermekte, fakat aynı zamanda, "kuram anlaşıl­
dığında aklıselim egemen olacaktır" şekliı:ıdeki iyimser görüşünün
yanlışlığını da ortaya koymaktadır.

33 General Theory, s. 1 31 .
34 Op. cit., s. 220.

99
Keynes, istihdamın sürdürülebilmesinin bir kamusal i lgi oluş­
turacağını , i s tihdam sorununun siyasal bir konuya dönüşeceğini gö­
rememiş olduğu için kendisini az da olsa suçlu bulmuştu.

Yukarıda alıntısı sunulan, Genel Teori adlı yapıtının son bölü­


mü n de Keynes, herhangi bir şeye karşı duyulacak özel bir isteme
hiçbir etki yapmadan, genelde effektif istemi sürdürmeye yönelik,
Hükümetin iz leyebil eceği bir çeşit tarafsızlık siyaseti şeklinde bir
yaklaşımın varolabileceğini umma yanlışına düşmüştür.

Hükümet, " tüketim eğilimi ile yatınını teşvik kavramlarını


birbirlerine uyumlu hale getirme görevini" üst le nmeli fakat bunun ,

dışında herşey " i k ti sadi güçlerin serbest oyunlarına" bırakılma­


l ı dır.35

Bu metafizik bir kavramlaştırmadır ve soyut işgücü veya top­


lam fayda kadar gerçeıkleştirilmekten uzaktır. Sadece yatırıma dö­
nüştürülebilir kaynaklara olan istemi, sunumla uyumlu hale geti­
recek siyaset nedir?

Gevşemeye başlama tehlikesiyle karşılaştığında çeşitli yollara


başvurulabilir : vergiyi azaltmak ya da yükü e n çok tüketme _eği­
l iminde olanlardan e n çok tasanuf yapma eğiliminde olanlara
kaydırmak; kar hadlerini düşürmek amacıyla rekabeti özendirmek;
toplumsal hizmetlerde sübvansiyonu ya da harcamaları arttırmak .
Bu çarelerin hepsi tüketimdeki eşitsizlikleri azaltmak amacını gü­
der. Ya da doğrudan veya ulusallaştırılmış sanayiler yoluyla; ver­
giyi azaltarak Hükümet harcamaları arttırılabilir ve özel yatırım­
l an teşvik etmek için kredi politik.asından yararlanılabil ir. Bunun
aksine, efektif istem aşın ölçüde arttığında, t üketimi azaltıcı ver­
giler, kredi kısıtlamaları ve azaltılan Hükümet harcamaları gibi
önlem ler devreye sokulabilir. Bütün bunlar yapılırken, ticaret den ­

ğesini belirli bir düzeyde tutmaya ve istihdamı korumaya özen gös­


terilmelidir. Tarafsız siyaset nedir? Bu yolların hangilerinin bile­
şimi uygulanırsa özel girişimin özü etkilenmez ve sadece nicelik
üzerinde işlerliği olur?

En az s elekt if görüldüğü ve ekonominin tamamının tarafsız ş e­


kilde düzenlenmes i idealini haklı çıkarabildiği i çi h , bazı çevreler­
de kredi politikasına karşı büyük beğeni vardır. Paranın miktar

35 General Theory, ss. 379 ve 380.

I GO
kuramının mantıksal içeriğinin berhava olmasının üstünden 36 yak­
laşık kırk yıl geçtiği halde bu kurama karşı çok büyük i deoloj ik
bir beğeninin sürmesi , kuramın siyasal tercih sorununu tamamen
kişisellikten uzak bir mekanizmayla kapatmasına bağlıdır.

Ancak , son deneyler tamamıyle niceliksel, bütün bir maliye


politikası bulunmadığını ortaya koymuştur. Bu eski çirkin putu en
sonunda yıkan resm i bir rapora sahip olduğumuz için şanslı sayıl­
malıyız. Ancak, Radcliffe Komisyonu bu noktada kesin ve açık ol­
duğu için bu konuda yapılacak belirli bir öğüt bulunmamaktadır.
Tek başına doğru olan bir politika yoktur, bu tamamen bir yargı
sorunudur.

Keynesgil devrim, eski uyutucu öğretileri yıkmıştır. Kendi me­


tafizik yaklaşımı kolaylıkla anlaşılır bir yapıya sahiptir. Böylece,
bulunduğumuz rahatsız ortamda kendimizi düşünmeyi sürdürmek­
le haşhaşa bırakılmış bulunuyoruz.

�6 in Keynes's Tract on Monetary Reform.

101
GELİŞME VE AZGELİŞME

Savaş sonrasında, yetersiz efektif istem sorunu ortadan kalk­


maya başlayınca yerini taze bir sorun aldı-uzun dönemli gelişme.

Bu değişim, kısmen, akademik bir hedef olarak iktisadın içsel


evriminden de kaynaklandı. Bir sorunun çözümü bir diğerini gün­
deme getirir; yatırımın anahtar rolü oynadığı, Keynes'in kısa dö­
nemli kuramının kurulmasıyla, yatırımla birlikte oluşacak serma­
ye birikiminin sonuçları hakkında konuşmakta gerekl i hale geldi.

Halen, ilginin merkezindeki değişim güncel durumun ortaya


çıkardığı acil sorunlardan kaynaklanm aktadır. Dünya üzerindeki
uluslar görünüşte üç gruba bölünmüştür. (Her birinin ayrıcalıklı
olgularının belirlenmesiyle) . ilk grup, yurttaşlarının göreli ola­
rak kişi başına yüksek bir tüketim düzeyini ( satınalınan mallar ve
hizmetler anlamında) tutturmuş olduğu i leri sanayi ülkelerinden
oluşur. Bu grubun üyeleri kendi aralarında ortalama bir büyüme
hızı çerçevesinde rekabet halindedirler. İkinci grub ise sosyalist
kurumlar altında hızla sanayileşen tarımsal ekonomileri kapsa­
maktadır. Son grubta ise, ilkel doğum koşulları sonucunda büyük
bir doğum artış hızına sahip olup buna karşılık çağdaş sağlıksal
gelişmeleri uygulayarak ölüm oranlarını azaltabilmiş ve bunun so­
nucunda da nüfusu hızla artan sömürge, yeni sömürge ve eskiden
sömürge durumunda olan ülkeler vardır. Bunlar yıllardır Batının
gönenci için su taşımış, odun kesmiş statülerini , gürültücü bir şe­
kilde terkedip, kendilerini gönenç düzeyi yüksek ülkeler haline ge­
tirmeye çalışmaktadırlar.

Bu ülkelerin koşullarında, hem , veri kaynakların çeşitli kulla­


nımlar arasında dağılımını sağlamaya çalışan statik neo-klasik

103
analiz, hem de veıi kaynakların nasıl istihdam edileceğini açıkla­
yan kısa, dönemli Keynesgil analiz büyük m iktarda yetersiz görün­
mektedir. Şimdi gerekl i olan, kaynakların nasıl arttırılabileceğini
açıklayan uzun dönemli dinamik bir analizdir.

- 1 -

Uzun dönemli gelişme sorunu için geleneksel öğretiye bazı ger­


çeklerin ışığında geri dönüp baktığımızda, kar oranlarının düşme­
ye baş1ayacağı ve sermaye birikiminin duracağı kestirimi ile karşı­
laşırız. Bu göıüşü destekleyen birbirinden farkl ı birçok gerekçe öne
süıülür; ancak şu ana kadar bunların hiçbirisi güçlü bir ikna edi­
ciliğe sahip olamamıştır.
Ricardo için güçlük, doğal kaynakların sınırlı olmasından kay­
naklanırdı. Kuramının en basit şeklinde, sermaye tahıl ile belirle­
nen sabit bir ücret oranında ( ki genellikle tarımsal üretim için ge­
çerlidir) sürekli artan işgüçünün ( artan nüfus aracılığıyla ) istih­
dam edilmesi sonucunda birikir. Tahıl üretimini arttırmak için ta­
rımsal faaliyeti daha verimsiz alanlara doğru geliştirmek zorunlu­
dur. Çalıştırılan kişi başına kar (en düşük verimli toprakta çal ı­
şan kişinin tahılsal ücret biçimindeki net üretimin ) in üstünde ka­
lan kısımdır ( daha verimli toprağın üstünlüğü sahibine bütünüyle
rant biçiminde ulaşır) . Madem ki kişi başına net üretim tarımsal
alanlar genişledikce düşer ve çalıştırılan kişi başına sermayenin
kar oranı zaman geçtikce düşer. Sonunda, daha ileri yatırımlar için
i tici güç ortadan kalkar ve birikimin sonu gelir.

Dünya nüfusunun artış hızı ve de günümüzdeki Amerika Bir­


leşik Devletlerinde sözkonusu olan kişi-başrna-düşen-doğal-kaynak­
yıkım-düzeyi ne herkesin erişmeye çalıştığı gözönüne alınırsa,
Ricardo'nun öne sürdüğü sorun pek yakında gerçekten ortaya çı­
kabilir. Öte yandan, henüz Ricardocu bir sorunun varolduğu öne
süıülemez; tam tersi tarımdaki fizik üıün artış _hızını kısıtlayan
başlıca unsur tarım ürünlerine olan efektif istemin arttış hızında­
ki zayıflıktır.

Marx, ortodoks kuramın kar oranlarındaki düşüş eğilimini


aldı ve bu düşüş eğiliminin nedenini kendisine göre açıkladı. Onun
açıklamasına göre, zaman içinde sermayenin organik bileşimi yük-

1 04
sclme eğilimi içindeydi. Bu, başka bir deyişle, teknolojik ilerleme­
lerle birlikte, sermaye kullanım eğilimindeki artış sonucunda çalı­
şan kişi başına sermayenin (emek zamanı terimleri hesabıyla) de­
ğer olarak artışı anlamına geliyordu. Sanayinin hasılatı içinde karın
payı, kişi başına düşen sermaye değerindeki artış kadar hızl ı yük­
selmez. Sonuçta sermayenin kar oranı düşer. Bu önermenin man­
tıksal temelini eleştirmek olanaklıdır,1 fakat deneysel temelini yad­
sımak çok kolaydır. Beygir gücü ya da ton olarak öl çülen kişi ba­
şına fiziksel sermayenin çağdaş teknoloji i l e yükseldiği doğrudur,
fakat, madem ki kişi başına üretim sermaye donanımının üretimi
artarken de (aynen sermaye donanımının kullanımında olduğu
gibi) artmaktadır, o halde Marx'ın anlamında, kişi başına "değer­
olarak-sermaye"nin artması için hiçbir zorunlu neden kalmamak­
tadır; nitekim son sıralarda bu oran düşer gibi görünmektedir.
Neo-klasik şema, bir ekonominin denge durumunu "teknoloj ik
bilgiyi veri" olarak kabul edip resmeder; bir buluş ekonomiyi bir
denge durumundan diğerine sıçratan bir şok etkisi yaratır.
Kişi başına düşen sermaye miktarı ne kadar büyükse, serma­
yenin karlılığının o kadar düşük olduğu neo-klasik model bağla­
mında-denge durumları kıyaslanarak gösterilebilir, ( ancak bu bağ­
lamda "sermaye miktarı" dendiğinde ne kast edildiği son derece
bel irsiz bırakılmıştır) . Denge durumlarının kıyaslanmasından kay­
naklanan ve sermaye birikimini zaman içinde ortaya çıkan bir sü­
reç olarak kabul eden önerme, kar oranlarının düşme eğilimi için­
de olacağı görüşü ile de tamamlanmalıdır. Bununla birlikte, bir
kıyaslamadan bir sürece geçiş, tartışılması gerekli tüm sorunları
kanıtlanmış varsayar.

Marshall, evvelden hazırlanmış bu formülasyon hakkında çok


kuşkuluydu ve "iktisadi ilerlemenin anlamlı tema"sına2 büyük bir
çekinme ve önemlilik içinde yaklaştı, fakat hızlı bir tasarruf ora­
nının, sermaye stoğunu kendisine olan isteme göre daha fazla art­
tırarak, faiz oranlarını .(ki ,Marshall bunu kar oranı ile özdeşleştirir)
düşme eğilimine sokacağı yaklaşımını, genelde, destekler göründü.
Keynes'in kısa dönemli kuramında , yatırımlar bir büyük yatı­
rım patlaması sonucunda kendisini bir sona götürür; yatırımlar

1 Cf. Joan Robinson, An Essay on Mandan Economics, Bölüm V.


2 Principles, s. 461.

105
sürerken satıcı piyasasında yüksek bir kar oranı ortaya çıkar, fa­
kat, yatırımlar sonucunda üretici kapasitedeki artış da satıcı piya­
sasının durgunlaşma eğilimine girmesine neden olur.

Uzun döneme döndüğünde ise, Keynes , kar oranının yok olma


noktasına doğru düşmesini kapitalizmin doğal bir eğilimi olarak
değil, uygulanan politikanın bir sonucu olarak düşünür.

Sermaye stoğunu, marjinal etkenliğinin çok küçük bir


rakama düştüğü noktaya kadar arttırmanın zor olmayaca­
ğı anlamında, sermaye isteminin sıkı bir şekilde sınırlı ol­
duğuna inanmaktayız. Bununla, sermaye mallarının kulla­
nılmasının hemen hiçbir masrafa mal olmayacağını değil,
fakat ondan elde edilecek gelirin olsa olsa aşınmasından
ve eskimesinden ortaya çıkan değer düşüklüğüne ve risk­
ler için olduğu kadar bakım ve onarım giderlerine karşılık
oluşturabileceği anlatılmak istenmektedir. Kısacası, daya­
nıklı mallardan varlıkları boyunca, elde edilen getiri, ge­
çici mallarda olduğu gibi yalnızca kendilerini üretmek için
gerekli ustalık ve bakım maliyetlerini kapsar.

Bu durum , belirli bir bireycilik derecesiyle tam uyum


halinde olmasına karşın yine de rantiyenin , gittikçe orta­
dan silinmesine (ve bunun sonucu olarak da) kapitalistin,
"sermayenin kıtlık değer"inden faydalanma olanağının ve
gücünün zayıflayıp yok olmasına yol açacaktır. Bugün faiz,
gerçek bir özverinin ödülü olarak değerlendirilemez; top­
rağın karşılığı olan raht için de aynı şey söylenebilir. N::r
sıl toprak sahibi toprak kıt olduğu için bir rant elde ede­
biliyorsa, sermaye sahibi de sermaye kıt olduğu için bir
k azanç elde edebilmektedir. Fakat, toprağın kıtlığını doğal
bir nedenle açıklamak olanaklı iken , sermayenin kıt olma­
sını açıklayabilecek böyle doğal bir neden yoktur. Birey­
sel tüketim eğiliminin sermayenin yeterince bollaşmasın­
dan önce, tam i stihdam koşullarında net tasarrufun sıfır­
landığı bir durumun yaratılmasına neden olduğu bir or­
tam dışında, bu tür bir sermaye kıtlığının uzun dönemde
oluşması için özde hiçbir neden varolmazdı. Sermaye kıt­
lığı ile burada kastettiğim şudur : Ancak ve ancak faiz şek­
linde bir ödül teklif ederek borç verme özverisine girilme­
sini sağlayan bir durum ..

106
Hatta bu durumda, devlet kurumları aracılığıyla, ser­
mayenin kıtlık niteliğinin ortadan kalktığı bir noktaya ka­
dar sermayenin büyümesine olanak tanıyacak bir düzeyde
kamusal tasarrufun . sürebilmesi sözkonusu olabilecekti.3
Sermaye mallarını, sermayenin marjinal etkenliğinin
sıfır olduğu bir noktaya kadar bollaştırabilmenin göreli
olarak clıtha kolay olduğunu düşünmekte haklı isem, bu
aynı zamanda kapitalizmin eleştiriye açık olumsuz özellik­
lerinden yavaş yavaş kurtulabilmenin de en akılcı yolu ola­
bilir. Çünkü, bu konuda bir an düşünecek olursak birikmiş
zenginliğin getiri oranında ufak bir azalmanın ne büyük
toplumsal değişmelere neden olabileceğini kol aylıkla göre­
biliriz. Kişi kazandığı gelirini daha ileride harcama düşün­
cesiyle şimdilerde biriktirme özgürlüğüne hala sahiptir.
Fakat, birikimi artmayacaktır. Kişi basit bir benzetmeyle,
işinden emekli olduğu zaman Twickenham'daki yazlığına
bir kasa altın ile giden Papa'nın babasının durumundadır
ve tüm günlük harcamalarını bu kasadan karşılar.4
Böylelikle kar oranlarının düşeceği kehaneti bir kabustan, ka­
bul edilebilir bir kuruntuya dönüşür.

- 11 -

!statiksel verilerle karşılaştırıldığında, geleneksel kuramlar çok


geçerli görünmemektedir. İleri sanayileşmiş ülkeler, özellikle de
Amerika Birleşik Devletleri için, rakamlar hem kişi başına düşen
sermaye değerinde, hem de şu ya da bu yönde görel i küçük deği­
şimler ile hasıla-sermaye oranında da ya da toplam hasıla içinde
kann payında da göze çarpar bir artışı ( patlama ya da durgunluk
dönemlerinin ortalaması) gösterir. Bu durum az ya da çok, sabit
bir sermaye kar oranı anlamına gelir. Teknolojik ilerleme ve do­
ğal kaynakların kullanılabilir durumu, düşen marjinal verimlil ik,
artan organik kompozisyon ya da azalan getirilere dayanan keha­
netleri anlamsız kılabilecek yeterli gelişmelerdir.

3 General Theocy, ss. 375-6.


4 Öp. cit., s. 221.

107
N eo-k l a s ik dok ti rinin zayıf noktası, teknol ojik il erlem eyi sis­
,

temin denge d urumunda kaymalara neden olan ve arasıra ortaya


çıkan bir şok olarak kabul etmesiydi. Harrod ise bu konuda tekno­
loj ik ilerlemeyi sanayi ekonomisinin kendi kendisine devam etme­
sini sağlayan bir süreç olarak kabul ederek taze bir görüş öne
sürdü.
Ünlü formül, g = s/v ile - toplam gelirin yıllı k büyüme yüzdesi,
gelir tasarruf oranın ın sermayenin yıllık gelire oranı ile bölümüne
eşittir - sermaye stoğu artarken birim sermaye başına düşen üreti­
min sabit olarak alınabileceği fikri açıklanmaya çal ı şıl ır ; aynı an­
da emek istihdamının eşit bir oranda artması ise, kişi başına üre­
timin kiş i başına sermayenin artış h ızı kadar hızlı arttığı anla-
'

mına gel ir.


Harrod,5 DomaJ'i ve Mahalanobis7 gib i çeşitli kişilerin birbir­
lerinden bağımsız çalışmalarında kararl ı büyüme için sözkonusu
formül oldukça farklı şekillerde oluşturulmuştur; aynca bunlar,
Sovyet iktisatc1 sı Fel'drnan'ın 8 kendilerine öncülük ettiğinden de
habersizdiler. Kalecki'nin Keynes 'in kuramını keşfetmesine ben­
zer bu gibi rastlantılar, atılması gerekl i özel bir adımın daha var­
hğın d a , konunun evriminde ulaşılan bir aşamanın göstergesidir.

Formül , geleneksel varsayımların cansıkıcılığından kendisini


kurtarmıştır. Taşımacılık alanındaki yeni buluşlar, ve ilerlemeler
alab i ldi ğin ce hızlı bir şekilde yeni hammadde kaynaklarını kulla­
nıma açtıkca, azalan getiri olayı da ortadan kalkar. Nötr bir tekno­
lojik ilerleme du rumund a organ ik komposi zyonun artmasına da
gerek yoktur. Bu ilerleme yeterli bir hıza ul aştığında marjinal ve­
rimlilikte düşme olmaz. Geleneksel at gözlüklerinden kurtu lduğu­
muz zam an , a raştırma yapabileceğimit alan genişler.
Formülün, iktisadın gelişimine katkısı büyük miktarda olum­
suz olmuştur; formül , Keynesgil ve modem analiz arasmda b i r set

5 "An Essay in Dynamic Theory", Econornic Joumal, Mart 1 939 .


6 "Capital Expansion, Rate of Growth and Ernployrnent", Eoonornetrica,
Nisan 1946. :
7 "Some Observations on the Process of Growth of National İncorne".
Sankhya, Eylül 1953.
8 "On thc Theory of Economic Growth", Planovoe Khoziaistvo, Kasım 1928,
Bkz. Dornar, Essays in the Theory of Eoonomic Growth.

108
oluşturmuştur; düşünce düzeyinde olumlu katkısı ise yararlı h i r
şekilde kanıtlanamamıştır.

Formül, bir ekonominin büyüme hızının teknoloj i k koşullar


( ki; belirli sınırlar içinde sermaye gelir oranını sabitleştirir)
- ve
nüfusun tasarruf eğilimi tarafından belirleneceğini öne sürer. Bu
yaklaşım konunun en önemli unsurunu hesap dışı bırakır - serma­
yenin birikim oranını belirleyçn kararları .

Bir özel girişimci ekonomide, yatının kararları olası kar oran­


lan ışığında alınır ve Genel Teo ri nin
' gösterdiği gibi, karlar tüke­
tim harcamalarından kendilerini kısıtlamaya çalışan tutumlu bi­
reylerin baskısı altındadır ve bu nedenle de artmaz. Tutumluluk
piyasa ekonomisinde deflasyonist, zayıflatıcı bir unsurdur; yalnız­
ca, yatının eğiliminin enflasyonist koşullara neden olacak kadar
güçlü olduğu anlarda, birikim açısından yararl ıdır. Yatırım eğili­
minin zayıf ol duğu anlarda, bu yatırım eğilimini daha da zayıflat ı r.9

Özel girişimci bir sistemde kalkınma kuramının tartışacağı ilk


soru şu olmalıdır. Ortalama sermaye birikimi oranını ne belirler?
Bu soru ile ilgili olarak statik denge analizi aracılığı ile öğretilen­
leri kabul ettiğimizde geride söyleyecek çok az şey kalır.

Keynes kuramının resmi kısmında, yatırımlar sermayenin mar­


j inal etkenliği ile faiz oranını eşitleyici bir eğilim içinde bulunur­
lar. Bu tam anlamıyla akla uygun bir durumdur. Sermayenin mar­
j inal etkenliği, risk ve belirsizliği de dikkate alarak yatırımdan
umulan gelir anlamındadır. Öyleyse, sermayenin marj inal etken·
liği , faiz oranına eşit tir demek, umulan kar ile günün geçerl i faiz
oranı arasında fark, risk karşılığında ödenen bir pirimdir demek
ile aynı anlama gelir.

9 Harrod, tam bu noktayı vurgulamaya çalışmış, fakat bunu dolaylı bir


yolla yapmıştır. Sermayeden elde edilen 'k.fır oranının şu ya da bu şe­
kilde faiz ile belirlendiğini kabul eder. Harrod'un ünlü "bıçak sırtı bü­
yüme oranı" ( günün geçerli cari ka r oranı veri alınırsa) şirketlerin ger­
çekleştirmek istedikleri birikim oranını değil de sözkonusu kar oranı­
nın oluşması için zorunlu olan birikim oranını verir. Toplumun tasar­
ruf eğilimi ne denli yüksekse sözkonusu istenilen oran o denli yüksek
olur. Yüksek bir tasarruf eğilimi yüksek bir bayüme hızı gerektirir,
ama bu büyüme hızını gerçekleştirecek güdülenmeyi zorunlu olarak sağ­

lamaz.

109
Ticaret devreli modelleri oluştururken, kar ya da gelir düzey­
lerindeki son değişikliklerden kaynaklanan kısa dönemli etkiler­
den bağımsız olan "otonom" yatırımlan ayırmak genellikle olağan­
dır. Uzun dönemli bir analiz için ise "otonom" yatırıml an yöne­
ten unsurları bilmek gereksinimi içindeyizdir.

Kalecki, yatırım planlarının mali sorunlar yüzünden smırlan­


dıklannı öne sürer. Finansman, yatınını yapan firmanın dağıtıl­
mamış karlarından ve de ( öz-kaynaklarından yapılan yatırımın be­
lirli bir oranı ile sınırlanmış) borç kredileri ile sağlanır. Kalecki'
nin ticaret devreli modeli uzun vadeli bir modele dönüştürüldü­
ğünde, bu öz olarak ( parasal cinsden) yatırımın bir tür adalete sa­
hip olduğunu gösterir; Yakın geçmişte yatının oranı yüksek olur­
sa, karlar ve yüksek bir yatırım oranının sürmesine olanak sağla­
yacak fonlar da yüksek olacaktır. Düşük olunca da yetersiz karlar
ve sınırlı borç alma koşullan yüzünden düşük bir yatının oranı
ortaya çıkacaktır. Fakat ilk bakışta bu durum yatırım düzeyini ne­
lerin yönettiği konusunda herhangi bir ışık vermez.

Marx alay eder : " Birikim! Birikim! Bu Musa ve Peygamber­


lerin yeni adıdır." Kapitalistler yatının yaparlar, çünkü bu onların
doğalarının bir gereğidir.

Keynes , ·kendi modelini biçimsel şekliyle pek ciddiye almaz :

Ahlaklı, hoş ya da yararlı olabilecek olumlu faaliyetle­


rimizin büyük bir oranı matematik bir bekleyişden daha
çok kendiliğinden oluşan bir iyimserliğe dayanır ki bu du­
rum insan doğasının bir özelliğidir. Olumlu bir şey elde et­
mek istediğimiz için verdiğimiz ve tam etkisinin ortaya
çıkması için uzun bir vade gerektiren kararların çoğu, do­
ğal güdül erimizin bir belirtisi olarak, hiçbir şey yapma­
maktansa bir şey yapmak türünden anlaşılmalı ; ve sayı ola­
sılıklarıyla çarpılmış ortalama çıkarlar dengesinin bir so­
nucu gibi kabul edilmemelidir. Girişim çabasındaki başlı­
ca özendirici unsurun , başkaları ne kadar içtenlikle söyle­
miş olsa da, kendi prospektüsündeki doğrulamalarda bu­
lunduğuna inanır. Gelecekteki yararların hesaplanması an­
cak Güney Kutbuna yapılan bir yolculuktan biraz fazla rol
oynayabilir. Zaten eğer hayranlık ve hırs zayıflar, doğal
iyimserlik sarsılır ve bunun sonucu olarak da iş yalnız ma­
tematik kestirmenin etkinliğine bırakılırsa, bir zamanlar

l lO
k azan ç umutlarıyla dolu olan mantık dayanağından yoksun
kalacak kaybetme korkulan içerisinde girişim ölür ve or­
tadan silinir.10
Yatının motifini anlayabilmek için, insan doğasını ve içinde
gerçekleşmek zorunda olduğu sosyal ve iktisadi sistemin çeşitli
türlerine karşı farklı tepkiler oluşturabilen davranış bi Çimlerini
anlamamız zorunludur. Konuyu anlamamız için matematiksel bir
yapı içine oturtmamız yeterli olmaz.
Harrod modeli, zayıf kalan birikimi neyin belirlediği konusun­
daki görüşe önemli katkıda bulunmuştur. Model , teknolojik olarak
olanaklı büyüme oranı anlamına da gel en, "doğal" büyüme oranı­
nı gerçekleştirmek için gerekli birikim oranı i1e plansız bir özel gi­
rişim ekonomisinde fiili olarak oluşan oran arasındaki farkı vur­
gular.
"Doğal" büyüme oranı, hem işgücünün büyüme oranı ( işgücü
saatindeki değişmeler ve benzeri kanşılıklan gözardı ederek ) hem
de kişi başına çıktının büyüme oranı ( ki Harrod "otonom" tekno­
lojik ilerleme ile yönlendirildiğini kabul eder ) tarafından yönlen­
dirilir. Onun tanısı, fiili birikimin normalde teknik olarak olanaklı
çıktı büyüme oranını gerçekleştirebilecek orandan daha küçük
olacağı şeklindedir. Yoksul ülkelerde, özellikle nüfus büyük bir
hızla artarken, yeterli tasarrufu gerçekleştirmek olanaklı değildir.
Zengin ülkelerde, yatının eğilimi çok zayıftır.11

Teknoloj ik ilerlemeyi tümüyle otonom olarak kabul etmek,


açıktır ki, gerçekci olmayan bir basitlemedir. Birikim ile verimli­
liğin arttırılması arasında güçlü bir bağlantı vardır.12 Bu, öne sü­
rülen görüşü daha da kuvvetlendiren bir öğedir : Birikim için güç­
lü bir baskının olduğu anlarda kapitalist ekonomi emek kıtlığı ile
karşı karşıya gelirse, üretim yöntemleri içinde emek tasarruf edici

10 General Theory, s. 161.


11 Bw durumu Harrod istenen büy'Jme oranı ile açıklamıştır ki, bu yüksek
bir tasarruf eğilimi anlamına gelmektedir.
1 2 Bunu Kaldor vurgulamıştır (Essays on Economiç Stability and Growth,
s. 267) fakat ne yazık ki teknolojik ilerleme oranını (ki bu, Kaldor'un
teknik ilerleme eğrisinin yüksekliği ile ölçülür) otonom kabul etmiş ve
sermaye birikim oranı (ki şekilde X değeri ile gösterilir) tarafından be­
lirlenen ve yalnızca sermaye kullanım ve sermaye tasarruf yönünde sap­
ma derecesini (ki eğrinin üzerindeki noktalarla ifade edilir) içeren bir
model kurmuştur.

111
arayışlar içine girer ve bu da özellikle donanım dizaynını ctki !er;
neticede ilk bakışta sermaye/gelir oranının artacağı düşünülebilir­
se de aslında bu durumda oran, artabilir de azalabilir de. Kısacası ,
gerçekleşen ( fiili ) oranının büyük olması ölçüsünde, olanak l ı b i !­
yüme oranı da artar.

Aşırı bir emek is temine karşı, teknoloj ik i lerlemenin yanıtı sı­


n ırsız bir çalışma üstüne oluşturulamaz. Kişi başına çıktıdaki artış
oranı , kar oranlarında bir düşmeye neden olmaksızın sonsuz bir
şekilde arttırılamaz. Fakat sınırın nerede başladığını bilemeyiz,
çünkü sistem kişi başına çıktıdaki artış oranını bu sınırı ampirik
olarak gözlememizi sağlayacak bir düzeye henüz çıkarmamış tır.

Öte yandan, teknoloj ik i lerlemenin, emek isteminde ortaya çı­


kacak bir eksiklik ile de engellenmediği çok açıktır. Firmalar ara­
sındaki rekabetci mücadele ve bilimsel çalışmalar ya da savaşlar
nedeniyle yapılan buluşların sanayiye uygulanmasıyla, emek sunu­
mu da fazla olmasına karşın verimlilik sürekli olarak artmaktadır.
Fiili büyüme oranının " doğal " büyüme oranından geri kalması şek­
linde oluşan bir başarısızlık, kendisini teknolojik işsizlik biçimin­
de ortaya çıkarır.

Harrod'un, seniıayenin fiili birikimi ile sabit bir kar oranı dü­
zeyi ile uyumlu en yüksek büyüme oranının gerçekleşmesi için ge­
rekli büyüme oranı arasındaki ilişkiye dönük analizi, buluşlar açı­
sından yorumlanırsa pekçok i l gi çekici araştırma alanları açar. Özel­
likle de Amerika Birleşik Devletlerinde yeniden gözlenen durgun­
luk eğilimi, "Amerika bakir alanlarının yerleşmeye açılına dönemi­
nin" bitmiş olması nedeniyle ree l kaynakların artık genişletileme­
mesinden değil, hele hele gerçek bireysel gereksinimlerin doyuma,
ulaşmasından hiç değil de, sanayinin işgüçü istemini, işgücü sunu­
mundaki yükselme oranında arttırarnamasından kaynaklanmakta­
dır, soruna bu tür yaklaşımlara çok seyrek rastlanmaktadır. Çün­
kü, geleneksel denge analizine bunca yabancı bir yaklaşım, belki de,
konu ile ilgilenenleri ürkütmektedir.13

- 111 -

Bir birikim kuramı oluşturma çabalan, Protestanlık üzerine


Weber'in kuramı bağlamında tartışılmakta olan sanayi kapitalizmi-

13 Der Bourgeuis, Bölüm XIX.

1 12
n i n kaynakları sorununa olan ilgiyi can l andırdı ( aynı konuda Som­
bart'ın " tilin sanayi kapitalizminin gelişimini etkileyen unsurun
Katoli k düşüncesi olduğu" nu belirten kuramını kimse ciddiye al­
mamıştır ) .

Wal t Whitman Rostow 14 4'.se sanayileşmenin iktisadi gerilikten


kaynaklanan " ulusal utanma duygusuna" bir tepki olarak başladı­
ğını belirten öğretisi ile, bu konudaki boşluğu doldurmak için ce­
sur bir girişimde bulunmuştur. Bu görüşe " tam anlamıyla uygun
bir olay vardır - Japonya'da 1 867 yılında ortaya çıkan. Meiji Resto­
rasyonu. Bu öğreti, Çinin tepkisinin 1 949 yılına kadar neden bek­
lediğini açıklamaz. Dahası, Japonya'nın başka bir ülkenin ekonomi k
v e askeri gücü karşısında çaresiz kalmanın yarattığı aşağılık duy­
gusuna gösterdiği tepki aynı zamanda kapi talizmin zorlayıcılığına
karşı da gösterilen bir tepkiydi. Gönençleri ve güçleri sanayi teknik­
lerden kaynaklanan bazı ülkelerin varolduğunu farketmeleri, Ja­
ponya'nın güçlü devletler arasında bir yer edinmelerine neden ol­
muştur. Kuşkusuz bu tür bir tepki kapitalizmin kaynaklarını de­
ğil, onun yayılmasını açıklayabi l ir. Sanayi Devrimini İngiltere'de
Van Tromp yüzünden ortaya çıkmış bulunan "ulusal utanma duy­
gusu" na bağlamak dayanaksız bir düşüncedir.

Daha az bi l inen ama daha çok umut verici görünen bir kuram
daha vardır. Bu, Veblen'in bir öğrencisi olan Profesör C. E. Ayres 15
tarafından orlaya atılmıştır.

Profesör C. E. Ayres şu soruyu sorar : "Sanay i Devrim i niçin


Batı Avrupa'da ve daha modern zamanlarda gerçekleşmiştir?
Neden Çin'de ya da eski Yulanistan'da ortaya çıkmamıştır" .10

Batı Avrupa'nın kültürel tarihinde tek olan şey nedir ?


Bu bölge, Akdeniz"in binlerce yı l l ık uygarlığının m i rascısı
durumundaydı, fakat aynı durumda daha başka yerler de
vardı. Nil ve Mezopotamya vadilerinde hala yerl eşik düzen
devam etmektedir. Peki, Batı Avrupa buralardan, hangi
noktalarda farklılık gösterir? .17

14 The Stages of Economic Growth.


ıs The Theory of Economic Progress ( University of North Caroline Press,
1944 ) . •
16 Op. cit., s. 129.
1 1 tbid., s. 1 32.

1 13
Sorunun yanıtını, Batı Avrupa'nın, "Akdeniz uygarlığının et­
kisi altında kalmış yeni yerleşilen komşu bir bölge" olması gerçe­
ğinde bulur.

Bu tür bir komşu bölge olayı, derinliğine etkileme,


nüfuz etme olgusudur. O, eski ve başka uygarlık bölgele­
rinden insanların gelip, kendileri ile birlikte eski yaşamla­
rında kullandık.lan çeşitli maddeleri ve araçl arını, taneli
bitkilerini, şarap ve meyve ağaçlarını, ehlileştirilmiş hay­
vanlarını ve askeri donanımlarını, taş ve ağaç işleme tek­
niklerini , mimarsal ekollerini, ve diğer tüm birikimlerini
beraberlerinde getirdikleri bir bölgedir. Onlar, aynca, be­
raberlerinde çok eski inançlarını ve gelenek görenekleri ile
ilgili değer yargılarını da getirirler. Fakat, son sözünü et­
tiklerimizin, komşu bölgenin yaşam koşullan altında önem­
lerinde sürekli bir azalma olduğu bilinmektedir. Komşu­
nun yaşamı, söylediğimiz gibi, daha özgür ve kolaydır. Bu
bölgede birtakım dini gelenek ve göreneklere sıkıca bağlı
olmak ana bölgeye göre daha az önem taşır.18

Teknolojik ilerlemeye, din, toplumunu zayıflatıcı bir özellik


de yükler :

Kilise, teknolojik değişime karşı, kurumsal direnişin


öncülüğünü yapan kurum olarak kabul edilmelidir. Kilise­
nin önderliği altında, feodal toplum, sanayi toplumunun
geliştirdiği bütün büyük buluşlara karşı çıkmış ve yasak­
lamalar getirmiştir; aııcak karşı çıkışlar etkisizdi -sanayi
evrimini kabul eden bakış açısıyla öyle de olması gereki­
yordu- ve bu etkisizliğin nedeni Hıristiyanlığı, diğer ina­
nışlardan ayıran bir iyileştirerek geliştirmenin ( ıslahatın )
varlığı değil, fakat, Batılı halkın üzerine, İslfunlığın Arap­
lara, H induizm'in Hintlilere ya da Konfuçyüz dininin Çin­
lilere uyguladığı baskıdan daha az baskı uygulayan yaban­
cı bir din olmas'ı gerçeğidir. Ortaçağ uygarlığının özü-özeti
olarak Kiliseyi görme eğiliminde olduğumuzda kendimize
şu soruyu sormalıyız : Alt tarafı Avrupa kültürünün daha
önemli simgesi Saint Thomas'mı yoksa onun çağdaşı İm­
parator i l . Frederick'mi derdiniz?.19

l'ô İbid., s. 1 33.


19 Op. cit., s. 135.

l 14
Avrupa halklarının yaşadığı deneyim, yakın bir kültü­
rün ayrılmaz parçalan oian tüm araç ve gereçleri ile do­
natılmış komşu bir toplwnun, daha sonraları, hemen he­
men tümüyle bu kültürün kurumsal güç sisteminden ayrıl­
dığını göstermektedir. Sonuç, başka hiçbir yerde karşıl a­
şılmayacak şekilde tek bir sonuçtur. Benzer bölgenin ve
benzer şekilde donatılmış insan topluluklarının aynı dona­
nımları devam ettirmekle birlikte bu denli birbirinden fark­
lılaştığı başka hiçbir örneğe tarihte rastlamak olanaklı de­
ğildir. Batı Avrupa yüzyıllar boyunca bir büyük uygarlığın
yerleşim merkezi olmuştur ve bu uygarlığın donanımların­
dan hiçbir önemli parça ortadan kalkıp yok olmamıştır;
ancak buna karşılık bir büyük ilerlemeyi gerçekleştirebil­
miştir; bu uygarlık tarih boyunca kıyas kabul etmez bir
şekilde tüm büyük uygarlıkların en eskisi, en az katı ola­
nı, uzun yıllar boyunca diğerlerine göre kurumsal tutucu­
laşmanın en az baskısı altında kalanı ve yine diğerl erine
göre herhangi bir değişim ve yenileşime karşı en açık ve
hassas olanıydı ve bu nedenle aynı temel üzerinde bir bü­
yük ilerlemeyi ve farklılaşımı yaşamış tek örnekti. İşte,
açıktır ki , bu karmaşık nitelik, ortaçağ Avrupası uygarlı­
ğının, Sanayi Devriminin atası olmasına neden ol du .20

Profesör Ayres'e göre, teknoloj ik devrime yol açan büyük ye­


n ilikler, farklı amaçlar için bulunmuş araçların ya da aletlerin yeni
birleşimleridir :

İşte bu nedenle bir uçak, içten yanmalı bir motor ile


uçurtmanın birleşiminden oluşmuştur. Bir otomobil, i çten
yanmalı bir motor ile bir faytonun birleşimidir. İçten yan­
malı motor ise, bir buhar motoru ile gazlı bir yakıtın bir­
leşimidir ve buhar motorunun yerine geçerek, elektrik kı­
vılcımlı daha ileri birleşimlere yol açmıştır. Kuşkusuz bu
söylediklerimiz genel şeylerdir. Uygulamada bu birleşim­
ler çok daha ayrıntılı olaylardır. Piyasaya "yeni " olarak
çıkarılan her mal, bir seri buluş sonucunda ortaya çıkan
nihai bir üründür . 21 . .

20 lbid., s. 137.
21 İbid., s. 1 12.

115
Aletleri, herkesin değilde yalnızca, onları kullanabilme
kapasitesine sahip kişilerin aletl eri olarak kabul edersek,
kul lanabilme kapasitesiyle birlikte düşündüğümüzde bu
olgu, yeni birleşimlerin oluşabil mesini sınırlayan bir olgu
olarak ortaya çıkar. Bunun da ötesinde, daha fazla aletin
varlığı, potansiyel birleşim sayısını arttırır. Eğer tarih hak­
kında hiçbirşey b ilmiyorsak ve bu nedenle de yalnızca alet
ya da araçların doğasını anlamaya çalışarak, bir takım so­
nuçlara ulaşmak istersek, teknolojik gelişimin, başlangıç
dönemlerinde farkedilemeyecek kadar yavaş olduğunu buna
karşılık son dönemlere gelindikçe bu gelişimin baş döndü­
rücü bir hıza ulaştığını anlarız.zı

Sanayi devriminin ön koşullan, bu gibi birleşimlerin birikim­


leri sonucunda oluştu. Örneğin, yeni dünyanın keşfi, sözkonusu dö­
nemin hazırlanmasında çok açık bir rol oynadı. Profesör Ayres'e
göre, bu keşif, Akdeniz ile Viking geleneklerine göre yapılan gemi­
lerin birleşimi sonucunda geliştirilen okyanusda seyahate uygun
büyük gemilerin bir sonucuydu :
Onbeşinci yüzyılın sonlarında okyanusu bir uçtan di­
ğerine geçmeye başlıuran gemiler bu iki türün bir birleşi­
miydi. Bu birleşim nasıl , ne zaman ve nerede olup da yeni
tür gemiler halinde ortaya çıktı kesin olarak bilmiyoruz.
Belki, Viking kültürünün aşağıya doğru inmeye başlayıp;
Akdeniz kültürünün de yukarıya doğru çıkıp karşı l aştık­
ları Biscay koyunun kıyılarında bu birleşme gerçekleşmiş
olabilir. Eğer durum böyleyse, bu verimli karşılaşmadan
önce, çok uzun bir dönem geçmiş demektir; bu da iki nok­
taya dikkatimizi yoğunlaştırmamıza neden olur : Birincisi,
bu birleşim, düşünülerek ve özel bir amaca dönük olarak
( örneğin Hint adalarına gitmek gib i ) gerçekleştirilmemiş­
tir. İ kincisi ise, geminin basit bir buluş olmadığı, kültürel
özelliklerin yoğunlaşması sonucunda ortaya çıktığıdır ve
bu nedenle de bu birleşim, genel teknolojik ilerleme ve
iki farklı kültürün genel bir etkileşim ile içiçe girmesinin
ağır işleyen bir işlevi olarak hemen hemen kaçınılmaz bir
şekilde oluşmuştur. Denizaşırı seyahatler ve keşifler çağı­
nın, daha önceleri yapılmış farklı türdeki buluşların bir­
leştirilmelerinin sonucunda ortaya çıkan okyanusda yüze-

22 İbid., s. 1 19.

1 16
bilen gemilerin, bir işlevi olduğu kestirimi güvenilir gibi
görünmektedir ve bu birleşim kültürel i lişkinin b i r sonu­
cu olarak gcrçekleşmiştir.23

Mademki gemiler ortaya çıknuştır, keşifler de gerçekleştiril­


mek zorundaydı .

Batı Avrupa'nın kendine özgü özelliği birleşiml er sonucu b i r­


takım yeni buluşların orada ortaya çıkması değildi. Çünkü bu bu­
luşlar heryerde olabilirdi, ancak bölgenin esas özelliği, yeni buluş­
lara karşı, diğer eski uygarlıklara göre daha az bir törese l ve gele­
neksel d iren işin olmasıydı.

Bu olgu, günümüzün en göze çarpan sorununa da bazı açılar­


dan ışık tutmaktadır Hindistan'ın takl i t edilmey e çalışılmış par­
lementer demokrasisinin kurumlan altında, Çin'in komünist parti
yönetimindekine göre, daha yavaş bir iktisadi büyüme hızını ger­
çekleştirebilmiş olması. Batı liberalizmi H indistan'ın geleneksel
yapısını yalnızca yüzeysel bir şekilde etkileyebildi. Buna karşılık
Çin'deki şiddetli düşünsel değişim, teknoloj i de hızlı bir değişimin
gerçekleşmesine neden oldu ve toplumsal yapılanma da bu düşün­
sel patlamaya uygun bir şekilde yeni den oluşmaya başladı.

Bu konuya, günümüzdeki en yakın benzerli k İngiliz ve Fran­


sız sömürge askerlerinin Kara Afrika'dan ayrılması olabilir. �ski
geleneklerine çok zayıf şekilde bağlı olan bu halka en çağdaş tek­
nolojiler sunulmaktadır; eğer Profesör Ayres'in kuramı doğru ise,
ileri de Kara Afrika' da ki halkların hepimizi geçmesi gerekmek­
tedir.

- iV -

Bütün iktisadi doktrinler içinde, az gelişmiş ülkeler ile ençok


ilgili ol an ı , Malthus'unki d ir . Onun nüfus kuramı, bu ülkelerin so­
runlarına çok açık çözümler getirmemek l e birlikte yine de, hızlı
bir nüfus artışının kişi başına gelirin büyüme hızım yavaşlatacağı
acı gerçeğine çok sade bir şeki l de dikkatimizi çeker.

Bu görüş özellikle ilk ortaya atıldığı anl arda olduğu gibi yiye­
cek arzı konusunda hala, yol göstericiliğini korumaktadır. Bir yan­
dan neslimiz kitlesel açlık öngörülerine karşı sürekli uyanık olmak

23 Op. cit., s. 143.

1 17
durumundadır, diğer yandan ise bize, bilimsel bir tarımsal faali­
yet ile hem karadan hem denizden elde edilecek gelir ile astrono­
mik bir nüfusun doyurulabileceği de söylenmektedir. Eğer bu iyim­
ser görüş gerçekleşebi lirse, ana noktaya da dokunmuş oluruz. Ana
nokta, eğer gerçekten iyi bir performans gösterirsek birim başına
üretimin ne olabileceği değildir. Ana nokta, kişi başına üretim
için şimdilik yapabileceğimizin ne olduğunu bilmemizdir. Kişi ba­
şına üretimi arttırmanın yolu araç .gereç donanımı ve eğitimini
sağlayabilmekten geçer. Azgelişmiş ülkelerde, çok az sayıda istih­
dam edilmiş ya da çok düşük verimlilik düzeylerinde istihdam
edilmiş büyük işçi kitleleri vardır. Onları, anlamlı bir verimlilik
düzeyini gerçekleştirebilmek için araç-gereçlerle donatmak ve eğit­
mek önemli ve büyük bir görevdir. Bu nedenle de nüfus sayısı
arttıkça, hepsinin tümüyle eğitilip çeşitli araçl arla donatılmaları
sürekl i olarak ileri bir tarihe uzar; dahası , ekonomi genelinde sü­
rekli bir verimlilik artışı ve yüksek bir verimlilik düzeyine vanş
daha da uzun bir zaman alır.

Uygun bir örgütlenme ile, işsizliğin ortadan kalkabileceği gö­


rüşü, Çin örneğinde de görüldüğü gibi , doğrudur. İnsanoğlunun,
çıplak elleri ile de sürekli olarak yapabileceği yararlı şeyler var­
i:hr. Dünyamızı bugün rahatsız eden , kitlesel işsizlikler ve eksik is­
tihdamlar, toplumsal ve iktisadi kurumlarda bir bozukluk olduğu­
nun göstergesidir. Bu durumun iyileştirilmesinin kolay olduğu da
söylenemez. Yeni makineler yapmak toplumu yeniden örgütlemek­
ten çok daha kolaydır. Yeniden örgütleme sorunu çözülmüş olsa
bile, üretim düzeyi yine de düşük kalacaktır. Çünkü, daha çok çıp­
lak elli daha çok insan, ortalamayı düşürmese bile, yükselmesini
de zorlaştırır. Uygun olmayan toplumsal kurumlarla engellenme­
miş ve dürüst ve akıllıca yönetilen bir yetkin örgütlülük varsayı­
mı altında bile, veri bir işgücü aracılığıyla gerçekleştirilebilecek
yatırım miktarının sınırı vardır ( dış alımla getirilen donanımın
karşılığını ödemede kullanılan dışsatımı da yatırımın bir parçası
gibi kabul ederek) . Bu sınırı, yalnızca, kişinin kendi tüketimini.
aşan tüketim gereksinimi üretilirken istihdam edilen kişi başına
düşen üretim fazlası belirler. Artığın, kişi başına tüketime oranı,
yatırıma ayrılabilecek, emek gücünün en yüksek oranını belirler.
( Bu, çok karışık bir sorunun kaba bir şekilde basite indirgenme­
sidir. Fakat s özü geçen ana kural konuyu karmaşıklaştıran ayrın­
tılara karşın yine de geçerliliğini korur) .

1 18
Yatırıma ayrılmış kaynak oranının veri olduğu koşullarda,
kişi sayısının büyüme hızının yavaşlamasıyla, kişi başına düşen
donanım miktarının daha hızlı artacağı açıktır. Bu görüş, bir ya­
tırım programının daha az öneml i olmayan konut, kent içi hizmet­
ler ve doktor, öğretmen v.s. gibi alanlarına da uygulandığında ge­
çerliliğini korumaktadır.

Nüfus artış sorunu o denli, hassas ve sosyal yönleri ağır ba­


san öznel bir konudur ki, tartışılması esnasında mantıksal yakla­
şımlar çok az etkili olur ve sorunun çözümünde çok basit rılan
noktalar bile ya görülmez ya da yadsınırlar.

Ortadoks Marksizm ve Katolik inancı , nüfus sorunu diye bir­


şeyin olmadığı konusunda hemfikirdirler ( gerçi son zamanlarda
heriki görüş de bu konudaki düşüncelerini yumuşatmaya başla­
mışl ardır) . Eğer şu şekilde söylenseydi dini gerekçeyi anlamak
olanaklı olabilirdi : "Şimdilerde süregelen nüfus artışındaki bu
büyük hız yaşamımızın birçok alanında büyük sıkıntılara yol aç­
maktadır ve birçok kişinin belli bir konfor düzeyine ulaşmasını
güçleştirmektedir. Ancak katolik düşünceye göre doğum kontrolu
günahdır. Hıristiyan olmasalar bile başkalarının günah işlemeleri­
ne yardımcı olmak, bunların yoksulluklarını azaltmak pahasına
bile olsa yanlıştır" Bununla birlikte dini bütün kişiler, erdemli bir
davranış için başkalarına bu denli yüksek bir fiyat ödemeleri ge­
rektiğini söylemekten kaçınırlar ve böyle bir sorun olmadığma
inanmayı tercih ederler. "Tanrı bebek verirse rızkını da gönderir"
Elbette doğru ama beraberinde bir de biçerdöver göndermiyor.
Marxsistlere kalırsa, nüfus sorunu konusunda bilinçsiz olamazlar
ama, konunun üzerinde durmamaları için iyi nedenleri vardır.

Dünyanın ileri sanayileşmiş bölgelerinde de nüfus sorunu var­


dır. Bize, demokrafik gelişimin üç aşamadan geçtiği söylenirdi. İ l k
aşamada, yüksek doğum oranı ile yüksek ölüm oranı arasında il­
kel bir denge vardır. Sonralan ise tıp, beslenme ve besin sunumu
alanında ortaya çıkan çağdaş gelişmeler ölüm oranını azaltarak bir
nüfus patlamasına neden olmuşlardır. Daha sonra ise, iyi bir eği­
tim ile birlikte, kent nüfusunun kır nüfusuna oranında ortaya çı­
kan artış ve daha yüksek bir yaşam standardı doğum artış hızını
düşürerek yeni ve çağdaş bir dengeye ulaşılmasına neden olmuş­
tur. Son günlerdeki deneyimler ise , nüfus artış hızının çok düşük
bir rakama (ırk intihan olarak kabul edilebilecek bir rakam) ulaş-

1 19
tıkta n sonra yeniden artabileceği görüşlerinin öne sürülmesine ne­
den olmaktadır. Sadece doğum kontrolu ve aile planlamasının yay­
gınlaşması i le nüfus artışını kontrol altında tutabileceğimizi artık
ümi t edemeyiz.
Batı dünyasında ( özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde ) nü­
fus artışları teknoloj i k i lerlemeni n de hızlı olduğu bir anda ger­
çekleşmiştir. Harrod'un anlamında " doğal" büyüme oranı, çok açık
bir şekilde biri k i m oranının önünde gitmektedir ve i s tihdam ola­
n aklarının, çalışabi lir işgücüne göre yetersiz kalması sonucunda
Amerika Bi rleşik Devletleri bir tür yüksek düzeyl i az gelişmişlik
içine sürüklenir görünmektedir. Bu durum, küçük ölçekli hizmet
sektöründe görülen bi r tür yüksek düzeyli gizli işsizlik aracılığıyla
bir ölçüde hafifleti lebilmektedi r.
Öte yandan yüksek bir yaşam standardı tuttu rulduğunda ra­
kamlardaki büyümenin en göze çarpan etkisi , insanoğlunun , ülkeyi
vücutları, evleri ve otomobi lleri i le karmakarışık bir hale getire­
rek birbi rlerinin rahatlarını bozmaları şeklinde ortaya çıkar. Bu­
nun sonucunda tüketimin getirmiş olduğu bu dışsal olumsuzluk­
l ar fayda kuramını bütünüyle bir harabe haline geti ri r.
- V -

Geçmişte, büyük devrimsel buluşlar, Avrupa ve Çin arasında­


ki iletişimi n başlamasına neden olan ve basım tekniğinin alfabe dil­
lerine de uygulanmasına yol açan Moğol İ mparatorluğu örneğinde
olduğu gibi , şans eseri oluşan tarihsel olaylar aracılığıyla rastlan­
t ısal bir şeki l de gerçekleşmişti r.24 Günümüzde i se, araştırmalar, bi­
l i nç l i bir şekilde teknik sorunları n çözümüne yönelmiştir ( bunun­
la birli kte, ne yazık ki , bu çabalar büyük miktarda en iyimser deyi­
miyle savunma amacına yöneliktir) . Öte yandan toplumsal evrim
bil inçlenmeye de neden olmaktadır. Azgelişmiş bir ü l ke geli şimini
ne tür bir toplumsal yapıya doğru düzenl eyeceğini de düşünmek­
tedir.
Adam Smith'in öğretilerine hala bağlı bazı kişi ler, geri kal mış
ekonomilere kapitalizmin filizlenip meyve vermesi için gerekli uy­
gun koşull arı yaratmaktan başka hiçbirşeye gereksinimimiz yok­
tur gibi sinden önerilerde bulunmaktadırlar. Geri kalmış ülkelerin
yurttaşları ve yöneticileri ise kendi deneyimlerinden kaynaklanan

24 Ayres, op. cit., s. 141.

1 20
kuşkulara sahiptirler; yeteri kadar beklemiş olduklarına inanm ak­
ta ve daha çabuk ürün verebilecek yöntemler istemektedirl er.

Hükümet yetki lileri iktisadi kalkınmayı yönlendirme görevini


üstlerine aldıkları ı.aman, yatırımlar özel sektörün i çgüdüsel ve
yabanıl duygulan yerine bilinçli bir plan aracılığıyla kontrol edil­
melidir. Büyüme ile i lgili formülden ( g = s/v) türedilen önerilerin
söyleyeceği şeyler vardır. Örneğin, bu formül , eğer belli oranda bir
büyüme gerçekleştirilmek isteniyor ise, ne denli sermaye tasarruf
edici yatınmlar yapılırsa, tüketimin gelire oranının daha yüksek
tutulmasının da o denli olanaklı olacağını söyler (g veri ise, daha
küçük bir v değeri daha küçük b i r s değerin i gerektirir) . Yine
aynı formül, gerçekleştirilmek istenen yatırım kompozisyonu veri
olarak alınırsa, ortaya çıkacak büyüme hızı ( g ) , yatırımın tüketi­
me oranına bağlıdır (ve veri ise, daha yüksek bir g daha yüksek
bir s gerekt irir) .

Yine de, tasarrufu çok fazla ciddiye almak, konuyu anlama­


mıza yardımcı olmaktan daha fazla yanlış anlamalara yol açabile­
cek bir durumdur. Azgelişmiş bir ekonominin belirleyici sorunu
varolan birik.im oranının çok düşük olmasıdır. ( Bazı durumlarda
bu oran eksik istihdamı azal tmak ve yaşam standartını yükseltmek
bir yana nüfus artış hızını bile karşılayamamaktadır . ) Bu gibi eko­
nomiler, büyüme hızlannı arttırabilme gibi ağır bir göreve sahip­
tirler. Sermaye - hasıla oranlarını düşük tutabilmek için ne denli
çaba gösterilirse gösterilsin y_ine de bu durum ( formül bağlamın­
da) tasarrufun gel i re olan oranında genel bir artışı zorunlu kılar .
Ancak bu ülkelerin büyük bir kısmında, halk kitlelerini n çoğun­
luğu, etk i n bir çalışma için gerekli enaz geçim koşul larının da al­
tında yaşamlanm sürdürmektedirler. Sorun, "bir yandan gereksiz
tüketim sınırlanırken diğer yandan da gerekli tüketimi hızla art­
tırabilrne zorunluluğu" şeklinde çok n et olarak ortaya koyulabilir.
Genel tasarruf oranı (formülde s ile gösteri le n ) dikkatleri aileler
arasındaki gelir dağılımından u7.aklaştırarak ba şk a yönlere çeker.
Bu oran, kamu yatınmlanndaki boJJuk aracıhğıvla bireysel zen­
gin l i �n artması durumunda ortaya çıkan ve Hintliler tarafından
"U sektörün büyümesi" diye adlandınlan yakışıksız sorunun giz­
lenmesine yardımcı olur.
Birikim oranının artmasına izin vermek için t üke tim in kısıl­
masına olan ge rek sinimsosyalist kurumlar aracılığıyla kalkınma-
,

121
Ianru gerçekleştirmeye çalışan ekonomiler için bir haklı gerekçe
oluşturur. Özel mülkiyeti, tazmin etmeksizin devletleştiren bir dev­
rim, daha önceleri u-sektöriindeki "gereksiz" tüketlııti besleyen
kaynaklan yatırımlar için kullanılır hale getirir. Öteyandan, gerek­
siz tüketim fazlası, istenen birikim açısından çok küçüktür. Kaza­
nılmamış ge)irleri engellemenin en önemli yaran, ahlaksal ve siya­
sal olarak, gerçek ücretlerin çok hızlı artmasını önlemesidir. Da­
hası, sağlık hizmetleri, eğlence ve benzeri biçimlerdeki toplu tüke­
timler ( ki kollektivist bir ekonomide bunları sağlamak çok daha
kolaydır) genel gönence birbirim ulusal harcama anlamında (her­
kes tarafından kabul edilebilecek bir gerekçe temelinde) yalnızca
bir kısım aileye özgü olabilecek ücret artışlarından, daha fazla kat­
kıda bulunur.
Marx, sosyalist devrimin gelişmiş bir sanayi ekonomisine ula­
şabilmek için birtakım kamulaştırmalara gidilebileceğini öngördü.
Sonralan uygulamada da görüldüğü gibi sosyalist ekonomiler var­
lıklarını sürdürebilmek için sanayileşmek zorundaydılar. Onlar,
kapitalizmin parçalayıp ortadan kaldınna konusunda başarısız kal­
dığı eski ideolojiler ve feodal mülkiyet ilişkileri ile de savaştılar.
Sosyalizmi ya da feodalizmi bir türlü içlerine sindiremeyen orto­
doks iktisatcılar ise bu' durum karşısında büyük bir şaşkınlığa düş­
tüler.
Stalin, sosyalizmin iktisadi amaçlarını şu şekilde formüle et­
mişdi : "Tüm toplumun sürekli olarak artan maddesel ve kültürel
gereksinimlerini en yüksek düzeyde doyuma ulaştınnak".25
Bu cümleye, pozitif bir yaklaşımla baktığımızda, metafizik bir
slogandan daha fazla anlam taşımadığını görürüz : "Bütün insan­
lar eşittir" sloganı gibi bu da ayaklan yere basmayan bir bakış açı­
sını yansıtmaktadır. "Sürekli artan" gereksinimler, deyişi olanaklı
verimlilik artışı için önceden kestirilebilecek bir sınırın olmadığı
anlamına gelmektedir (çünkü, kuşkusuz "sürekli artan", gereksi­
nimler değil, gereksinimlerin karşılanmasına yarayan araçlardır) .
"Kültürel" gereksinimler sözü i se yalnızca maddi mallara yönelik
( gerçi bunlar tekbaşına, çıktının Marxist tanımı kapsamına girmek­
tedir) bir anlam taşımaz. "Tüm toplum" terimi ise zenğinliğin top-

lum kesimleri arasındaki dengesiz dağılımını suçlayarak mahki:ım


eden bir içeriğe sahiptir.

25 Economic Problems of Socialism in U.S.S.R, İngiliz Baskısı, s. 45.

1 22
Bu noktada, ortodoks iktisatçıların karşı çıkabileceği hiçbir
şey yoktur. Gerçekte bu yaklaşım ortodoks iktisatçıların ağzından
birçok şeyi kapmaktadır. Fakat, toplam geliri arttırmak için ge­
rekli olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet yüzünden or­
taya çıkan eşitsizliği bağışlamaya ve haklı görmeye de alışmışlar­
dı. Eğer, gelir bir eşitsizlik olmaksızın daha hızlı büyürse, orto­
doks iktisatçılar da çok güç bir durumda kalırlar. Belki de bu du­
rum, onların, kapitalist kurumların özgürlüğün en güçlü siperleri
olduğunu belirten siyasal görüş aracılığıyla yansıyan ideoloj inin
meşalesini neden terkettiklerinin ve matematik ve cebirin o kar­
maşık yapısı içine gizlendiklerinin bir yanıtıdır.

- VI -

Keynes'in kuramı, doğrudan azgelişmiş ülkeler i le ilgil i çok az


şey söylemektedir, çünkü o, genel olarak oldukça yetkin mali ku­
rumlar ve sofistik bir işletme sınıfının olduğu gelişmiş bir sanayi
ekonomisi kapsamında çerçevelenmiştir. Keynes'in ilgi l endiği iş­
sizlik sorunu o dönemde varolan kapasitenin eksik kullanımından
kaynaklanmıştır. Efektif istemde ortaya çıkan bir düşüşün sonu­
cudur. Azgelişmiş ekonomilerdeki işsizlik kapasite ve efektif iste­
min yeterince büyük olmamasındandır.

Yine de olumsuz da yaklaşılsa, Genel Teori büyük bir öğretici­


liğe sahiptir.

Yapıt, özel olarak enflasyonun, ne anlama geldiğini açıklama­


ya çalışır. Enflasyonun parasal bir olgu olduğu ve doğru bir para
arzı uygulaması ile sakınılabileceği şeklindeki eski öğretilerde yer
alan bu görüşlerin derin izlerini yapıtta görmek olanaklıdır ve bu
görüşlerin etkileri tümüyle anndınlabilmiş değildir.

Ancak, Genel Teorinin analizi enflasyonun , parasal değil , reel


bir olay olduğunu gösterir. Enflasyon iki aşamada gerçekleşir (çok
karışık bir sürece kabaca ve basit bir şekilde eğilir) . Efektif is­
temdeki bir artış, esnek olmayan bir mal arzı ile karş1Jaştığında,
fiyatları yükseltir. Yiyecek ma11an , köylü işletmeciliğinin ağır bas­
tığı bir tarımsal yapı tarafından sunulduğunda, ·bu ma11ann fiyat­
larında ki bir artış doğrudan satıcıların gelirlerinde bir artışa ne­
den olur ve onların harcamalarını da arttırır. Yaşam standartının
maliyetinin yükselmesi, ücret oranlarının yüksel mesi için bir baskı

1 23
oluşturur. Bunun üzerine parasal gelirler yükselir, fiyatlar daha
yüksek bir düzeyde karar kılar ve böylelikle kısır bir spi ral döngü
ortaya çıkar.

i l k aşama - efektif istemin artışı, herhangi bir kalkınmaya ge­


rek olmaksızın kolaylıkla önlenebilir. Ancak , eğer bir kalkınma sü­
reci de sözkonusu ise tüketim artışına uygun olarak yatırımların
da arttırılacağı bir aşama olmalıdır. Efektif istemde bir artışla bir­
likte enflasyonist bir eğilim de olmalıdır. Sorun bu eğilimin nasıl
normal sınırlar içinde tutulacağıdır.

Elektrik tesisleri gibi verimli hale gelmeleri uzun zaman alan


ve bu esnada da pekçok işçi istihdam eden bazı yatmm proğram­
Ian, uzun dön emde, gelişim için zorunlu görünmektedirler. Enflas­
yonist olmayan bir kalkınmanın gizi sermaye tasarruf eden ve hız­
lı bir şekilde verimli hale gelen yatırımlan , gerekli büyük proğ­
ramlan desteklemek üzere yeterli bir artık yaratacak olan tüketim
malı sektörüne ( özellikle tarım) doğru bir şekilde dağıtabilmekte
yatar.

Enflasyonla ilgili ip uçlan şaşırtıcı "açık finansman" kavramı


yaklaşımından çok daha fazl a bir şekilde bu tür analizlerde bulu­
nabilir.

Keynesgil analiz, aynca, dış yardımın yararlı ve yararsız kul­


lanımları sorununa da ışık tutar. Dış yardımın, kalkınmanın baş­
latılabilmesi için zorunlu olduğu iki farklı durum vardır. Birinci­
si, kalkınma için gerekli donanımın ülkede hiçbir fiyatta üretile­
mediği , aynı esnada ise , ülkenin dışa satabileceği tüm mallar içip.
dünya isteminin esnek olmadığı 76 bir durumdur. Böyle bir durum­
da, ne kadar çok çalışırsanız çalışınız ya da tutumlu olursanız olu­
nuz yine de sınırlı dış ticaret kazançlarımızın ödeyebileceğinden
daha fazla bir donanımı almanız olanaklı olamaz.

26 Yani, fiyat düşüşüne karşı esnek değildir. Genellikle hiçbir ülke, fiyat art­
tınmlarını güvenli b i r politika kılabilecek derecede herhangi bir maide
bir dışsatım tekeline sahip de�ildir. Fiyattaki bir artış, hemen veya kısa
b i r siire sonra ya pazara yeni sunumcu lann girmesine ya da alıcıların
ikame mallara yönelmesine neden olur. Fiyat düşüriilmesi ise rakip sa­
tıcılar tarafından takjp edilir. Böylece istem, fiyat artışlanna karşı son
derece esnek fiyat düşüşleri karşısınd a ise esnek olmayan bir yapıya
sah ip olabilir.

1 24
İ kinci durumda ise yerli işgücü istenilen yatıı:ımları gerçek­
leştirebilecek bir düzeydedir fakat, yatırımda çalışmak için yiye­
cek mallan üretiminden ayrılmış kişileri doyurabilecek miktarda
yeterli bir fazlayı e lde edebilmenin de bir yolu yoktur. Böyle bir
durumda, dış yardım ya yiyecek mal ian dışalırnında ya da yatırım
mallan dışalımında kullanılabilir. Dış yardımdan en iyi yararı
elde eldebilmek onu, donanım stoğunda en hızlı birikimi sağlıya­
cak şekilde bu iki kullanım arasında bölüştürebilmekten geçer.
Ancak bu gibi durumlar çok seyrek o�arak karşımıza çıkar.
Genellikle, kalkınma sürecine geçilmeden önce dışalımı gerçekleş­
tirilen ancak satınalınmak.tan kolaylıkla vazgeçilebilecek zorunlu
ol mayan tüketim mallan ya da ev içi tüketimde kullanılmakla bir­
likte zorunl u olmayan ve kolaylıkla satılabilir dışsatım mallarına
dönüştürülebilen mallar da vardır. Bu durumda dış yardım çok
da zorunlu değildir fak.at lüks tüketimi azaltma gereksinimini or­
tadan kaldırdığı için de siyasal açıdan oldukça yararlıdır. Bunun­
la birlikte eğer dış yardım, vergi indirimine ayrılırsa ya da ücret
ödemeleri, komisyon ve rüşvet şeklini alıp dış yardımsız gerçek­
leştirilemeyecek dışalım üzerine harcanırsa kalkınma sürecine hiç­
bir katkısı olmaz.
Artık bu, A.B.D. yönetimi tarafından da anlaşı l dı. İ lerleme
Antla,şması'nın üyelerine yardımların, yalnızca yetkin bir toprak
reformu ile artan o ranlı vergi sistemini sağlıklı bir şekilde kurum­
sallaştırabilen dürüst hüküınetlere verileceği söylendi. Bu yasal
karar, gerçi basit bir şekilde iktisat kuramına inanç olarak görün­
mekle birlikte, yine de kuşkusuz göründüğü kadar basit değildir.
Kuramsal analizlerde sıkca tartışılan ve azgelişmenin sorun­
ları ile bağ�tılı olan bir diğer konu daha vardır; bu da aynı ürün
için olası pekçok teknik sözkonusu olduğundan hangisinin seçile­
ceğidir. Bu konu da iki zıt görüş öngörülmektedir. Birisi, en ge­
lişmiş otomatik donanımı yeğleyip diğerlerine tepeden bakan g&­
rüş ve diğeri de yerel sanatkarların çıkarlarını ön plana alan duy­
gusal görüş.
Bu puslu ortamdan çıkabilmek için öncelikle k arrıu vicdanına
başvuran iki basit kuralı önerebiliriz. Herşeyden evvel istihdam
edilen işgücünün vesair değişken girdilerin başka bir alanda daha
iyi kullanımı sözkonusu olmadıkca, hiçbir donanım hurdaya çıka­
nlmamalı ve hiçbir üretim yöntemi küçük gözle görülmemelidir.
Yeni vatırımlar en iyi teknikleri içermelid i r, fakat yeni, eskinin

125
yerini almaz; yalnızca onun yanında beraberce çalışır. Tüm işçile­
rin hepsi en iyi tekniklerle donatılana kadar, kötü tekniklerle ça­
lışmış olmak hiçbir donanıma sahip olmamaktan daha iyidir. İkin­
cisi, hiçbir teknik yalnızca istihdam olanağı yaratıldığı için seçil­
mez. Gösterilen etkinliğin amacı, en yüksek istihdamı istatistik ra­
kamlar olarak sağlamak değil, üretimi arttırmaktır. ( Sorunu emek -
yoğun teknikler kapsamına oturtmak yanlış anlamalara yol açar.
El sanatlarına dayalı etkinliğin yararlan emek kullanılmasında de­
ğil, sermaye tasarnıf etmesinde yatar. )

Daha az sermaye kullanan ve dolayısıyla da kişi başına daha


az üretim gerçekleştiren tekniklerin, daha fazla mekanize olmuş
ve bu nedenle de daha az emeğe gereksinen bir diğerine göre bir
birim yatırım başına daha fazla çıktı ya da daha hızlı yatırım ge­
tirisi sağladıkları bir dunun da, oturup ciddi bir şekilde düşünmek
gereklidir. Böyle bir durumda; doğru iktisat politikasının, en yük­
sek artık değer oranını sağlayan ve böylelikle de sermaye biriki­
mine en büyük katkıyı yapan tekniği seçmek olduğu savlanır. İlk
bakışta, bu görüş iktisadi etkinliğin temel amacının kalkınma ol­
ması nedeniyle oldukça anlamlı görünür. Ancak olay daha yakın­
dan bakıldığında bu denli basit değildir. Bir tekniğin sağladığı ar­
tık, o tekniği işleten işçilerin toplam ücret değerleri çıktıktan son­
ra geride kalan net üretimdir. Daha fazla bir artık, daha küçükten
başlayarak istihdamda ve çıktı da daha hızlı bir artış oranı anla­
mına gelir. Daha yoğun olarak sermaye tasarruf eden teknikler,
daha fazla çıktı sağlarlar ve dolayısıyla da işçilerine daha çok üc­
ret ödenmesine neden olurlar. Bu nedenle de bu teknikler daha az
bir artığın kalmasına neden olurlar.

Yarın tüketebileceğimiz daha çok reçel ile bugün tüketeceği­


miz daha az reçel arasında bir seçme sözkonusudur. Bu sorun, bi­
reylerin kazanç ya da kayıp konusundaki görüşleri birbirinden
farklı olduğu için, "gelecekteki tüketimden özveri de bulunma" ya
dayalı hesaplamalar ile çözümlenemez. Daha çok artık yaratan da­
ha fazla mekanize teknikler seçildiğinde zarar edenler diğer teknik
seçilmiş olsaydı, istihdam edilmiş olacak kişilerdir. Bu kişilerin
özverilerinden kaynaklanan yarar daha sonralan ortaya çıkar ve
bu kişiler bu yaran görebilecek kadar uzun yaşamayabilirler. Seç­
me işlemi şu ya da bu şekilde yapılmalıdır. Fakat Refah iktisadı­
nın ilkeleri bu seçme işleminin yapılmasında yardımcı olamaz.

1 26
Aslında, çok genel olarak olaya baktığımızda iktisat kuramı
için plancıya söylenecek şey yoktur. Bunun tek istisnası ise şudur :
Birşeyi, diğerinden daha fazla yeğleyen kişilere çok fazla kulak ka­
bartılmamalıdır sanayi değil tanın; iç pazara üretim değil dış­
satım; ağır sanayi değil hafif sanayi gibi. Sürekli olarak her ikişey
bi rlikte istenmelidir.

Bununla birlikte, ayrıntıya girildiğinde, çağdaş iktisadın geliş­


tirdiği istatistiksel ve matematiksel yöntemler kalkınmanın plan­
lanmasında çok işe yarayabilirler ve metafizik kavraml arın temiz­
lenmesine de yardımcı olurlar.

127
OYUNUN KURAU..ARI NELERDİR?

Zaman zaman etkilerini yitirip, zaman zama n da güçlenen ve


birbirleriyle sürekli itişip kakışma içinde bulunan ve bu nedenle
de kamu oyunda tam anlamıyla anlaşılaınıyan bu iktisadi öğreti­
lerin kabul edilebilir temel göıüşleri hangileridir ve bunlardan ik­
tisat politikalarının hangi kuralları türetilebilir?

- ı -

Bütün bu karışıkl ığın ortasında, seyrek olarak dikkatimizi çe­


ken ve hakkında hiç kuşkuya düşmeden kabul ettiğimiz katı ve
değişmez bir i deoloj ik parça vardır bu ulusçuluktur.

İktisatın doğası ulusçuluk içine kök salmıştır. Saf bir bilim


dalı olarak bu alanda ödüllendirici bir çalışma oluşturabilmek
çok güçtür; doğal bilimlerdeki matematiğin güzelliği ve yapılan
bulı.rşların doyuruculuğu bu kavgacı, belirsiz ve disiplin altına al ın­
mamış dalın uzmanları tarafından yadsınır. Politikanın sorun ları­
m aydınlatabilme umudu dışında bu konu asla gelişememiştir. Fa­
kat politika, kendisini uygulamaya koyacak bir yetkili güç olma­
dıkça ve bu yetkili güç de ulusal özellik taşımadıkça, bir anlam
taşımaz. İktisadi konular, doğası gereği hep ulusçu terimler kap­
samında ele alınır. Ayrıca Marxism bile, devrimci yönetimler oluş­
turulduğunda ulusçu kalıplar içine sokulur. Gelişmekte olan ülke­
lerin en önemli istekleri yalnızca karınlarını doyurmak yerine, ulu­
sal bağımsızlık ve ulusal saygınlığı geliştirme yönündedir.

Klasik öğretinin sıkı savunucuları bu konuda hiç kararsızl ığa


düşmediler. Onlar, Merkantilizmin dar ulusçuluğuna karşılık daha
geniş görüşlü bir politikayı öne sürüyorlardı, ancak onların Ser-

1 29
best Ticareti savunmuş olmaları, bu politikanın tüm dünya için
deği l yalnızca İngiltere için yararlı olmasındandı.

Neo-klasik doktrin evrensel bir anlam taşıyordu. Fayda için


hiçbir ulusal sınır sözkonusu değildi. Edgworth haz birimlerinin ·
top!anabilirliğini önerdiği zaman sınır tanımaksızın her bireyi de
hazları sayılabilecek bir birim olarak önermişti! Bireyse l hazların
hesaplanabileceğini önerdiğinde yalnızca İngiliz yurttaşı olan bi­
reyleri kastetmemişti.

F,akat uygulamada görüldüğü şekliyle,


fayda öğretisi bir sınıf
sorunu olmaktan çıkıp çok daha fazla ulusçu bir anlam kazandı.
Gunnar Myrdal'ın önerdiği gibi,2 Refah Devleti'ni destekleyen u lu­
sal dayanışmayı güçlendirmeye çalışmak, genel olarak tüm insan­
ların dayanışmasının ortaya çıkmasını da büyük miktarda engel­
leyiciydi.

Neo-klasiklerin i deolojisi evrensel bir iyilik temelinde anlam


taşımakla birlikte doğal olarak onlar halkın gönenci ve Ulusal Ge­
l ir gibi terimler kapsamında konuşma alışkan l ığına kapılmışlardır.
Bizim ulusumuzun, bizim halkımızın sorunları yeterde artar bile.

Şimdilerde, Profesör Meade gibi sağgörü sahibi bir yazar, ser­


best piyasanın erdemlerini sıralamadan önce, oldukça dikkatli bir
şekilde şunları söylemektedir; "parasal sistemin ve fiyat sistemi­
nin eşitlik içinde çalışması için toplumda sağlıklı bir mal ve gelir
dağıl ımının olması zorunludur." Eşitsizliğin, sistemi yalnızca ada­
letsiz bir hale getirmeyeceğini aynı zamanda yetersiz ve verimsiz
bir hale de getireceğini işaret eder ve bu durumdan sakınmanın
ön koşulu olarak da "oldukça adaletli bir mal ve gelir dağılımını
sağlayacak köktenci önlemler a l ınmalı" der.3 Ancak, İngiltere yurt­
taşları arasındaki dağılımın dışında herhangi bir dağılımı düşün­
mez. Eşitlik ve verimliliği sınırlarımıza yaymak nefes alıp vermek
kadar doğal görünür.

Karmaşık önermeler ve kavramlar yumağı ile, hiçbir ülkenin


korumadan yarar sağlamayacağını söyler görünen Neo-:klasik oku­
lun temel öğretisinin ( Serbest Ticaretin) bu örtülü ( implici t ) öne­
risi kuşku götürse de olayı somutlaştırarak ve gerekli nitelendir-

1 Cf, s. 67.
2 Bkz. An Intemational Economy.
3 Planning and the Price Mechanism, s. 35.

1 30
meyi açık seçik yaparak,hiçbir üretici grubun en azından bir sii.re
diğerlerine zarar vermeksizin korumacılıktan yarar sağlanamaya­
cağını savladığı zaman kesinlikle su götürmez bir haklılığa sahip­
tir. Fakat , iktisatçılar yoksul ülkelerden yapılan dış alımı sübvan­
se ederek dünyanın toplam faydasını arttırmanın zengin ulusların
görevi olduğunu savl amamı şlardı.

Gerçekten evrensel olarak kabul gören bir bakış açısı çok sey­
rektir. En fazla, genelde zengin bir dünyada, yoksul bir dünyadan
daha iyi bir biçimde yaşayabileceğimizi söyleyerek bu evrensell iğe
yaklaşa:biliriz. Diğer ülkelerin zenginliği, bu ülkelerin çıkarları açı­
sından değil , bizim konforumuza katkıda bulunabileceği için iste­
nir; onların zenginliği bizi tehdit eder bir duruma geldiğin de kuş­
kusuz istenir olmaktan çıkar. Bu, doğru ve uygun olduğu kadar
doğal bir düşünme yolu olarak görünür ancak biz bunun özel bir
düşünme yolu olduğunu dikkate etmeyiz; bu havayı doğduğumuz­
dan beri soluruz ve hiçbir zaman nasıl koktuğunu merak etmeyiz.

Son zamanlarda istatistiğin gelişimi, ulusçu ideoloj iler için


yeni besleyici kaynaklar oluşturdu. Düzenli aralıklarla ortalama
Ulusal Gelir, büyüme oranı,_ tasarruf yüzdesi , verimlilik, verimli­
lik artışı gibi bilgileri içeren çeşitli "Lig tabl oları" yayınlanır oldu
ve bizler bu tablolarda kendi ülkelerimizin yerlerini endişeyle in­
celemeye başladık. Zavallı İngiltere, çoğu zaman olduğu gibi , bi­
raz düşmüş, yoksullaşmış gibi göründüğünde üzüntü duyduk ; ya
yerimizin yanlış olduğunu göstermek için istatistikde yanlışlar
bulmaya çalıştık; ya da kıyaslamaların yanlış yola yönelmesine ne­
den olan kötü yabancıların sahip oldukları her çeşit haksız çıkara
dikkatleri çektik.

Uluslararası rekabetin olduğu bir dünyada diğer ticaretci ül­


kelerdeki verimlilik artışının gerisinde kalmama endişesi için sağ­
lam bir neden vardır; eğer, diğer ülkelerin daha ucuza satmaları
sonucunda pazarımızı kaybedersek, kendi tüketimimizin azalma­
sını da engellememiz çok güçleşir ve ulusal gelirde bir azalma da
hiç hoşa gitmeyen bir durumdur.

Lig tabloları, aynca neyin yapılması gerektiğini de gösterebi­


lir ve bir gözlemcinin, örneğin yatınmlar konusunda karşı görüş
öne süren bir muhalife karşı daha fazla yatırım yapılmasını rahat­
l ıkla öne sürüp onu susturmasına yardımcı olur.

131
Bunl ar, kıyaslamaların akla uygun kullanımlarıdır. Ancak bu
tablolara başvurunun esas amacı çok daha basittir ve uluslararası
düzeyde sözkonusu olan gelişmelerin gerisinde kalmama içgüdüsü­
nün sonucudur.

Uluslararası rekabet ve ulusal politika i ktisadi kalkınma için


büyük bir itici güç oluşturur. Laisser Faire kuramının görünen
yüzünün arkasında bütün kapitalist ülkelerin hükümetlerinin çe­
şit'i yararlar elde etmeleri için kendi yurttaşlarına yeni bölge leri
ele geçirerek ve yeni kurumlar oluşturarak yardım etmeleri ile ti­
carete ve üretime yaptıkları katkılar vardır. Serbest Ticaret öğre­
tisinin arkasında Marshall 'ın çok zekice gözlediği gibi, gerçekten
de İngi l iz ulusal çıkarlarının korunması yatmaktaydı .

U l uslararası rekabet rej imi altında gerçekleştirilen üretim ara­


cılığıyla elde edilen büyük atılımlar, bizi bugün içinde bulunduğu­
muz paradoksal duruma getirdi. Daha önceleri haberleşme hiçbir
zaman bu denli gelişmemişti. Tüm ülkelerde eğitilmiş kamuoyu
dünyanın diğer kısunlan hakkında bu denli bi l inçli olmamıştı. Bir
dünya sorunu olarak yoksulluk hakkında düşünmek bu denli de­
ğer kazanmamıştı; insan soyunu o kötü sefaletlerden ve yoksulluk­
lardan bilimin sağlığa, doğum kontroluna ve üretime uygulanması
ile kurtarabilmek, ancak şimdileı-de olanaklı görünmektedir.

Daha önceleri iktisadi enerj inin ve bilimsel çalışmaların bu


denli büyük bir oranı yıkım araçlarına ayrılmamıştı. Evrensel ya­
rarlan olduğu savl anan bu öğretileri, Cengiz Han'ın süvarilerini
anımsatan aynı yurtseverlikle bir� eştirebiliriz.

Adam Smith'in söylediği gibi "Doğa insanoğlunu toplumsal


bir yaşam a göre biçimlendirdi" ve aynı anda ona birlikte yaşadığı
diğer insanlara karşı duyacağı bir sempati duygusu aşıladı. Evrim
bir bilinç üretir; fakat biyoloj i soyun sınırında durur.

Evrim, ' bana en yakın olan kişinin kim ol duğu' şeklindeki ah­
laksal sorunların bu en önemlisine yanıt veremeyecektir. Bu nok­
tada insanlık Doğaya bakmak zorundadır, fakat ne varki doğa, bu
yönde ne yapılabileceği konusunda hiçbir işaret vermemektedir.

U l usal yurtseverlik , ülke çıkarları doğrultusundaki pekçok ge­


lişme için kuşkusuz büyük bir güçtür. Sınırların belirlenmesinde
büyük bir birleştiriciliğe sahiptir. Dini grupların ya da ırkçı bö l­
geciliğin yeni�ınesi ve böylelikle ülke içindeki uyumun sağlanma-

1 32
sında en büyük etkendir. Ancak Marxsistler bu yurtseverliğin s·nıf
çelişkilerini de ortadan kaldırması karşısında çok kederleni rler.
Fakat yurttaşlar arasında ülke sınırlan içindeki uyum, saldırgan­
lığı ülke sınırları dışına aktararak sağlanır. ülkedeki pekçok can
sıkıcı olay ulu�al çıkarlar adına haklı gösterilir. Dr. Johnson'un be­
l irttiği gibi "Yurtseverlik, kötü insanların en son sığınağı dır"
Yurtseverliği, iyi davranma duygularına dönüştürecek bir ulusa l
bilinci geliştirebilmek için daha çok yolumuz vardır. Kuşkusuz bu
ülkede, ulusal bilinç hakkında büyük tartışmalar yaparız. Fakat
bu konudaki yaygaralar esas ol arak bizim gerçek güdülerimizin
ne olduğunun araştırılması yerine ulusal politikamızın gelişmiş ah­
laksal güdülere dayandırılması ve onlara göre biçiml endiri lmesi
konusundaki ısrarlara göre yapılır. Bu durumun en çağdaş örneği
Nyasaland * daki yönetimi "polis devleti" olarak tan�mlayan Dev­
lin raporuna karşın duyulan büyük kızkınhktır. Ancak, birçok açı­
lardan kızgınlık, İngiltere'ye olan bağımlılık sisteminin böyle bir
�anımı gerektiren koşullar içinde. olabileceğinden değil , kişilerin İn­
gil tere'ye olan bağımlıl ık hakkında bu gibi tanımlamaları ve keli­
meleri duymaları karşısında bu bağımlılık sistemine karşı duya­
bilecekleri iyi duygularım . kaybedecekleri korkusunda idi.

Bireylerde olduğu gibi, halkları da yaşamdan aldıkları ile de­


ğil yaşama yaptıkları katkılan ile değerlen diririz. Her birinde ( her
biri her zaman kendisinde olmasa da) dış prestijin, içeriklerinin
kötü bir ikamesi olduğıınu yeterince açıklıkla görürüz. Biliri z ki
sald ırganlık, zayıflığın, övünme ise kendine güven duygusundaki
eksikliğin bir işaretidir. Ancak yine de hırs, aşın gurur ve zul met­
me duygulan ulusal terimler kapsamında hala da genel kabul gör­
mektedir.

Günü müzde görüldüğü üzere, birçok iktisadi etkinlik , uluslar­


arası yararlar gözönüne alınarak yapılmakla birlikte, bütün bun­
lara ulusal çıkarl ar gözönüne alınarak yapılmışcasına değerlendir­
meler yakıştırılır. Hindistan'a, açlık çeken halka daha doyurucu
yemek vererek bireylerinin al dığı haz ve mutluluğu arttırmayı
amaçladığımızdan değil, Sovyetler Birliğine karşı Batının presti­
jini arttırmayı umduğumuz için yardım ederiz. Çinde açlık çeken-

* Afrika'da Nyasa gölüne sınır olan bölgenin eski adı. 1964'den bu yana
Malawi.

1 33
!erin yapılan yardımlar ile sıkıntılarının hafiflemesi karşısında Ba­
sının Yargıları bizi çok fazla ilgilendirmez.

Keynesgil devrim, Serbest Ticaret öğretisinin ikiyüzlü uluslar­


aracılık fikrinin kafalanmız.a. yerleşmesine yardımcı oldu. Savaş
sonrası uluslararası antlaşmalar Serbest Ticaret fikirleri ile etki­
lenmiş olmakla birlikte, azgelişmiş ülkeler ve ödemeler dengesi
güçlüğü çekenler için hiç de olumlu yönler taşımıyorl ardı; anlaş­
malar sözkonusu ülkelerin istihdam politikasının uluslararası yü­
kümlülüklere göre öncelik taşımasını amaçlıyordu. İlkesel olarak,
hakkında çok az şey yapılmış olmakla birlikte, temel mallar tica­
retinin bir yönetmeliğe bağlanarak düzenlenmesi temel pol itika
amacı olarak kabul edildi ( gerçi Serbest Ticaret fanatikleri hala
bunu kabul etmemektedirler) . öte yandan eğer, temel mal üretici­
lerinin yoksullaşması sonucunda ödemeler dengelerimiz iyileşiyor­
sa, en azından bu durumun gurur verici bir yönü olmadığını da ka­
bul ederiz.

Ülkelerin karşı karşıya olduklan çeşitli sorunların bilincinde


olma ve yalancı - evrenselci Serbest Ticaret öğretisinin terkedilme­
si büyük bir bilimsel i lerleme idi. Aynca bu gelişmeyle düşünsel
çerçevede de büyük karışıklıklar ortaya çıktı ve zihinler kanştı.
Laisser-Faire'in uyuşturuculuğundan kurtulunması ile birlikte ah­
lak sorunu dikkatlerimizin dünya ölçeğinde gerçeklere dönmesini
sağladı .

- 11 -

Sorunun öteki yuzune gelince, yapılması gereken seçiml ePin


ve bu seçimleri yapmak için gereken basit kurallann farkına an­
cak şimdi vanyoruz. Bir amaç olarak Tam İstihdam İ deoloj isi,
kendi içinde çok zayıf ve arkasında nelerin yattığı kolaylıkla görii­
lebilecek bir ideoloj iydi. Ulusal bir istihdam politikası uygulan­
ması gerekliliğinin kabul edilmesi sonucunda, tüketim ve yatının
arasında; ya da ulusal ve yabancı yatınmlar arasında; ya da kamu
ve özel sektör yatınmlan arasında doğru, doğal ve yol gösterici bir
denge ilişkisinin varlığını gösteren bir fikire ya da gerçek ücretler
ve faiz oranlannm doğru ve doğal bir denge düzeyinin olabilece­
ğini belirten fikire güvenirlilik az.aldı.

1 34
Herhangi bir durumda ( ne kadar yüksek bir istihdam düzeyi
ve hangi düzeydeki sapmaların kararsızlık sayılmayacağı gibi so­
ruları konu dışında bırakarak) , "yüksek ve kararlı bir istihdam
düzeyi" nin gerçekleştirilmesi hedef olarak kabul edilince, bu tür
sorunların ortaya çıktığı koşullarda tüm dikkatler istihdam soru­
nuna yoğunlaşır. Resmi göriiş, hiçbirşeyin yapılamayacağı şeklinde
olunca, bu konuda birtakım önerilerde bulunmak gerekli hale ge­
lir. Şimdi tartışma neyin yapılabileceği hakkında olmalıdır.

Neo-klasik kalıt, hala, yalnızca iktisat öğretimi üzerinde değil,


kamu oyunun biçimlenmesinde ya da en azından sloganları ile
kamu oyunun yönlendirilmesinde de çok etkilidir. Fakat yaşanan
canlı bir sorun gündeme geldiğinde neo-klasik iktisatın söyleyebi·
leceği fazla birşey yoktur. Daha sonraları konunun uzmanları daha
ve daha çok matematiksel yöntemlere ve araçlara başvurmayı yeni
bir sığınak olarak görmüşler ve matematiksel işlemler ile cebel le­
şirken neyi aydınlatmayı umdukları şeklindeki sorular karşısında
da büyük sıkıntılara düşmüşlerdir.

İ ktisadi öğretiler ulusal politika hedeflerinin seçiminde bir et­


kiye sahip oldukça, bütün olarak bu durum, yardımcı olmak yeri­
ne kişileri bilgisizliğe yandaş bir hale getirmeye başlar.

Fayda kavramı, "parayı örten peçe"nin arka yüzünü görme­


miz anlamına gelir fakat, paranın değeri ölçülebil irken fayda öl­
çülemez; Buna karşın bir deri tabakçısının deriler ile uğraşması
eğiliminde olması gibi iktisatçılarda ölçülebil irlik yönünde bir eği­
lime sahiptirler.

İ ktisatçıların önlem almaları gerektiğine inanılan birçok yan­


lışlığa yine i l k olarak onlar düşerler. İktisatçıların temel kavramı
olan Ulusal Gelir bir çelişkiler yumağıdır. Örneğin , tüketim , gele­
neksel olarak tüketim mallan satışı olarak tanım1anır ve yüksek
oranda bir "tüketim" yüksek bir yaşam standardı olarak kabul
edilir. Oysa sözcüğün açık ve sade anlamıyla tüketim, doğal istek­
lerin doyuma ulaştırılması ile bağlantılı bir olaydır ve malların
satın alına işleminin olduğu anda değil, bu satın alma işleminden
uzun ya da kısa bir süre sonra gerçekleşir. Bu zaman boyutu tü­
müyle rakamların dışında tutulur. Bu zaman boyutunun ista tistik
rakamlar içinde gösterilmemesi , öneminin yadsınmasından değil,
istatistik güçlükler nedeniyled.ir.

135
Giyim modası maddi o lmayan değerlerin işin içine girdiği bir
çeşit spordur, bununla birlikte faydacılık yaklaşımına göre büyük
olasılıkla fazla sayıda zarara uğramış kişinin sıkıntısı, az sayıda
kazanan kişinin elde ettiği hazdan daha ağır basar. Öte yandan iş­
levi maddi doyum sağlamak olan mallarda dayanıklılık büyük bir
kazançtır; eğer satışların nicelik boyutu arttığında, tüketimin za­
man boyutunda azalma ortaya çıkarsa, satışların nicelik boyutunu
yaşam standardındaki değişikliğin· bir ölçüsü olarak almak ciddi
bir hata olur.

Ayrıca, fayda öğretisine göre, malların, kendilerinden bağım­


sız olarak varolan istekleri doyuma ulaştırmalan umulur. İşte bu
nedenden ötürüydi ki mallar, İyi Şeyler olarak görüldü. Ustaca bir
reklamla, kendi gereksinimini kendisi yaratan malların İyi Şey
olduklan hiçbir zaman açık değildir. M al lar ve gereksinimler ol­
madan daha iyi bir durumda ola:bilecek miyiz? Doğal olarak bu
tür sorular Ulusal Gelir istatikçilerini sıkıntıya sokarak uyaran so­
rulardır. (Kuşkusuz, Ulusal Gelir çalışmaları , üretimdeki değişme­
l erin ölçülmesi , iş dünyasındaki çalışmaların ve etkinliğin ölçüsü
olarak verim lilik değişmelerinin gösterilmesi gibi alanlarda ger­
çekten çok değerli çalışmalar oluştururlar) .

Fayda kuramının en önemli noktası , Adam Smith'in su ve el­


mas hakkındaki sorusuna getirdiği yanıttır -doyumu ölçtüğü var­
sayılan toplam faydayı, fiyat aracılığıyla öl çülen marjinal fayda­
dan ayıran yanıt. Marshall'ın tüketici artığını grafik olarak göster­
mesi kuşkusuz bir kandınnacadır- doğası gereği ölçülemiyen şe­
yin yalancı - niceliksel bir uygulama içine alınması. Fakat bu dav­
ranışın arkasındaki fikir sağduyuya dayanır. Bir m al satınalma
fırsatının olması böyle bir sahnalmanın olmayacağı bi r duruma kı­
yasla, tüketiciye o mala yapılan harcama mi ktarı ile ölçülemeyecek
bir yarar s ağl ar Ulusal Gelir hesaplamalarında ise malların fayda­
.

lan değil deği şim değerleri dikkate alınır. Eğer siyaset rakamlara
yansıyan yaşam standardı ile i l gil i propagandalardan etkilenmesey­
di, ve iktisadi ma1lar yaranna ve serbest mallar zararına sürekl i
ve sistematik bir baskı olma.saydı bu, yalnızca bir fe lse fi spe küla s­
yon sorunu olurdu. Örneğin yerleşime açılmamış kırsal alanın k�r
amacı i le sömürülmesine karşı koymak gittikçe daha güçleşmek ­

tedir, çünkü, karşı koyanlar ( k i yumuşak b aşlı , saçma ve yurtsever


olmayanlar olarak kabul edilirler) iktisadi olmayan değerle ri sa-

1 36
vunuyor olmakla suçlanabilirler, halbuki, para değil fayda'nın ik­
tisadi değer olduğunu ve mallann faydasının fiyatları ile ö l çül me­
diğine ilk işaret etmesi gerekenler iktisatcılardır.

Bağnaz bir Laisser-Faire düşüncesi, birtakım doğrul arın yanlış


değerlendirip bozulmasına neden olur. Keynes ( kısmen tutucu yak­
laşımında) tam istihdam olduğu zaman " üretilen malları özel çı­
karların belirlediği şeklindeki klasik analize yapılacak herhangi bir
karşı çıkış yoktur" 4 derken daha önce yazdığı şu satırları unut­
muş görünmektedir : "Deneyimler, toplumsal açıdan yararlı olan
yatırını politikalarının aynı zaman da en karlı olanlarla çakışabile­
ceğini gösteren açık kanıtlar ortaya koyamamıştı r " .3

Bu nokta da Keynes, özel sektörün hızlı kazanma eğilimi ile


de ilgilenmiş o!uyordu. Ekonomimizde, hala , karşılığı kolaylıkla
ödenebilen mal ve hizmetlerin yeğlenmesi yönünde temel bir eği­
lim vardır. Bireysel tüketimde paketler içinde kolaylıkla satılabi­
len mallar ya da bireysel olarak karşılığı kolaylıkla verilebilen
hizmetler özel girişim için karlı bir alan oluşturur. Sözgel imi , kent
hizmetlerine dönük harcamalara yapılan yatırımlar kamunun dı­
şında özel girişim açısından ilgi çekici değildir ve kolaylık l a da
para kazandırmaz; kirlilik gürültü gibi negatif mallar ise verdiği
zararlara karşılık üretenler tarafından hiçbir tazminat verilmeksi­
zin çevreyi olumsuz bir şekilde etkilerler.

Bu konuda ne tür durumlarda ödeme isteminde bulunulacağı


ve ne gibi durumlarda da istenemiyeceği ise tümüyle teknik bir
sorundur. Kanalizasyon ve sokak aydın l atmalan gibi gerekliliği
çok açık olan birtakım hizmetler için bir miktar fon toplamak açık­
ca zorunludur ki bu fonlar elektrik, su, havagazı gibi mall arın fi­
yatlarına ufak eklemeler yapılarak toplanır; bu yolla sağlanan fon­
ların kullanıldığı alanlar en can alıcı hizmetler ile bel ediyelerin
saygınlığını arttırma n i telikleri olan park l arın çiçeklendirilmesi
gibi çevre güzelleştirici birtakım geleneksel hizmetlerdir.

Karlı olabilecek yatırunlar için fonlar, geçmişte yapılmış yatı­


rımlardan elde edilen karl ardan oluşturulur. B ir mal satın aldığı­
mızda bir yandan o malın üretim maliyeti karşılığını ( burada yap­
tığımız ödeme malın üretiminde kullanılan donanımın finansmanı-

4 General Theory, ss. 378-9.


5 İbid., s. 157.

137
nı sağlayan kişinin getirisini de içerir) ve bir yandan da yeni yatı­
runlan finanse edecek olan dağıtılmamış karlan oluşturan ve bu
üretim mali}' etinin üstünde kalan bir fazla miktarı öderiz. Birçok
durumda da fiyatlar" genel yönetime, toplwnsal hizmetlere, ulusal
borçların faizlerine, savunma ve benzeri alanlara harcanacak olan
vergileri de içerir. İktisadi işlevleri açısından, kar marjları ve d�
!aylı vergiler arasındaki fark çok açık değildir; birisi diğerinden
daha az ya da daha çok sıkıntı verici denilemez. Ancak bunlar ara­
sındaki esas fark, kar paylarındaki ya da karlı yatırımlardaki kar
marj larının, görünürde hissedarların kontrolu altında olan yöne­
tim kurulu tarafından belirlenmesi, buna karşılık ve�i oranları­
nın ise, görünürde seçmenlerin kontrolu altında olan kent ve hü­
kümet yöneticileri tarafından belirlenmesidir. Birinin diğerinden
daha fazla "iktisadi" olacağı şeklindeki fikrin ideolojik önyargılar
dışında hiçbir kaynağı yoktur.

Satılabilir malların fazlasıyla üretilmesi ile satılamaz hizmet­


lerin savsaklanması olayının en aşın şekilde gözlendiği ABD' deki
durumu, Profesör Galbraith şöyle betimler :

Leylak ve açık kiraz renkli, özel havalandırmalı ve ot�


matik direksiyonlu ve güçlendirilmiş fren tertibatlı araba­
sını alan aile, çukurlu, tümsekli, bozuk yolda korkunç sar­
sıntılı bir şekilde, yıkık dökük binalar ve ilan tahtaları ile
uzun bir süredir dikilmemiş ve bu nedenle de toprak altın­
da kalmaya başlamış elektrik ve telefon telleri arasında bir
gezintiye çıktı. Daha sonra ticari yaşamın göze batmadan
değerini düşürdüğü kırsal bir alana geldiler. (Reklamı ya­
pılan mallar, değerlendirme sistemimizde mutlak bir ön­
celiğe sahiptir. Kırsal kesimin görünüşü gibi estetik kuş­
kular ikinci planda gelir. Bu gibi konularda bir uyum için­
deyizdir) . Portatif bir buzdolabından aldı:k lan çok zevkli
şekilde am:balaıjlanmış yiyecekleri ile kirlenmiş bir dere
kıyısında piknik yaptıklar ve gecelerini geçirmek üzere
halk sağlığına ve ahlakına zararlı bir parka gittiler. Çürü­
yen çöp kokularının ortasında kurdukları çadırlarının için­
de, şişirme yataklarında uyumaya başlamadan hemen ön­
ce, kendilerine verilmiş olan bu nimetlerdeki görülmemiş
eşitsizliği şöyle bir düşünerek uykuya daldılar.6

6 The Affluent Society, ss. 186-7.

138
Biı.ler henüz bu düzeye ulaşmamakla birlikte, bu yönde olduk­
ca yol aldık.

İstihdam politikalarının kimi değerlendirmeleri özel girişim


yatırımlarının ilk olarak temel kaynaklar üzerine yapılacağını ve
kamu -yatırımının da durgunluğu ortadan kaldıracağını mutlak bir
doğru olarak kabul eder. Bu nedenle , iyi bir düzeye gelmiş bulu­
nan özel yatırımın yavaş yavaş yavaşlamaya başlayıp bir durgun­
luğa doğru gidiyor göründüğü anlarda, " kamu hizmetleri"nin ger­
çekleştirilmesi ve yükümlenilmesi gündeme gelir.

Lloyd George ve Keynes için, yeni iş yaratılması konusunda


geri mahallelerin temizlenmesi ve yolbnn genişletilmesi önerisin­
de bulunmak, resmi ortodoks düşüne.:!nin herhangi bir şey yapıl­
masına karşı olduğu bir anda, çok akılcı bir yaklaşımdı. Fakat şim­
di bu gibi işlerin yapılması için bir durgunluk dönemini beklemek
de çok anlamlı görünmemektedir. Özel yatırımın dışsatımın geliş­
mesine yardımcı olacağını, ve bizim sanayimiz daha iyi bir düzeye
gelene kadar da geri bölgelerin temizlenmesine para ayıramayaca­
ğımızı ve yine aynca kar getiren sanayiler bir bütün olarak geliş­
medikce dışsatımın da gelişemiyeceğini öne sürmek olanaklıdır. Bu
mantıksal önerme inandırıcı değildir. Fakat, uluscu bir bakış acı­
sıyla, yalnızca kamu olduğu ve hiçbir mantıksal temele sahip ol­
madığı için, toplumsal açıdan yararlı olmakl a birlikte kamu yatı­
rımı, herhangi bir özel yatırıma göre daha az tercih edilmelidir;
bu, La.isser - Faire i deolojisinin eski bir kalıntısıdır.

Bir başka örnek ise, Keynes'ın daha önce de gördüğümüz gibi,


tam istihdam düzeyinde, durmadan süregelen yatırımların kısa
süre içinde sermaye donanımı için yapılan tüm yararlı i s tem leri
doyuracağı ve faiz oranlarının yok olmaya yüz tuttuğu bir nokta­
ya doğru azalmasına neden olac.ağı savıdır ( düşüncelerini uzun
dönem sorunlarının dışındaki sorunlara yoğunlaştırdığında) . Fa­
kat Keynes bu durumdan hiçbir zaman ürkmemiştir. Aksine bu
gelişmeyi , uygarlaşmış bir yaşam çağının başlangıcı ol arak kabul
etmiştir. "Vulgar Keynesciler" ise farklı bir yorumda bulundular.
B u durumu karlı yatırım olanaklarının tümüyle kuruyacağını ka­
bul eden bir " durgunluk kuramı" oluşturarak çözümlediler. Ta­
sarrufların artık gereksiz olacağı , yüksek gerçek ( reel ) ücretlerin
kar oranlarını yok olma noktasına kadar ittiği ve teknik gelişme­
nin, işçinin iş yaşamındaki can sıkıcılığı ve angaryayı azaltıp, boş

139
zamanların giderek arttığı bir durumun ortaya çıkmasına neden
olacağı olasılığını, durgunluk kuramcıları, kutlanacak değil korku­
lacak birşey olarak karşılamaktadırlar. Bu, kuşkusı.ı;ı, eğer ikti sa­
di yaşamın amacı kar edilebilir bir ortamın oluşturulması olarak
saptanırsa, tümüyle anlaşılabilir bir bakış açısıdır. Maddi i stekle­
rin doymuş bulunması, kar açısından olumsuz bir d urum dur. Fa­
kat, böyle bir gelişme, özel girişim sistemini istek!eri karşılaya­
bilme gücüne dayanarak haklı ve savunulabil ir kılan geleneksel sav­
larla iyi bir uyum içinde değildir.

Uygulamada sözkonusu olan istihdam poli tikası özel bir kuram­


dan kaynaklanmamaktadır, fakat bunW11a birlikte yine de bu uy­
gulamaya karşı güçlü bir direniş yoktur. Herhangi bir kısıntıya
gidilmek istendiğinde en kolayhkla başvurulan alan Kamu Yatı­
rımlarıdır ve ekonomide bir canlanmaya gereksinim duyulduğun­
da da bu canlanma. için en kolaylıkla ve zevkl e başvurulan alan
özel tüketimdir. Toplumsal açıdan yararlı yatırımların planl anma­
sını dikkate alan bir bakış açısıyla durum genellikle şöyledir : Yazı
jse ben kazanırı m , tura ise sen kaybedersin.

Sistem yalnızca, kar edilebilecek alanlara yatının yapma eği­


limi sonucunda bozulmamaktadır. Bu atmosfer içinde bile, denge­
l i bir yatırım sürecin i n oluşmasına neden olacak bir kar motifi
beklentisi için hiçbir neden yoktur. Bu durum, neo-klasik sistem i n
sürekli olarak e n zayıf noktasını oluşturmuştur. Serbest rekabet
koşullan altında, veri kaynakların en yüksek doyuma ulaştırabile­
ceğini söyleyen öğreti, tam bir denge durumunun varlığını da çağ­
nştınr. Böyle bir denge durumunun varlığı, bir denge varsayımı
ve bu dengeden ortaya çıkacak sapmaların zarar verici o!duğunu
göstermekle kanıtlanabilir ( kuşkusuz böyle bir durumda gelir da­
ğılımının da olması gereken bir dağılımda bulunduğu varsayımı
yapılır) . Walras, kendi pazarının sakinlerine, denge kuruluncaya
değin, tekliflerini yüksek sesle söyletmeyi ve sonra da denge fiyat­
ları üzerinden gerçek ticarete başlamalarını sağlayan türden par­
lak bir düşünceye sahip bulunuyordu. Bu cins bir denge kavramım
yatırım konusunda da öne sürmek bir küstahlıktır; bu sistemde
yatırımlar serisinin dengeli bir şekilde gerçekleşmesi tümüyle plan­
lı bir ekonomide (eğer varsa) olanaklıdır.

Marshall daha az düşkurucudur; genel bir kar denge düzeyi


ol duğunu ve kar oran1annın normalin üstünde olduğıı sanayi daI-

140
lannın yatırımları kendisine daha bir hızlı çekeceğini, böylel ikle
de mal sunumunun artışı sonucunda bu sanayi mallarının fiyatla­
rının düşeceğini varsayar. Fakat, llkeler'in 1 . Cildinde genel denge
koşulları varsayımında bulunarak., bir sanayide belli bir andaki
denge durumundan sapmalar üzerinde çalışmıştır. Hiçbir zaman
bu ciltte, genel dengenin ne şekilde korunabileceği konusunda bir
açıklamada bul unrnamış tı r.

Ve onun kendi tartışmaları da böyle bir korumanın olanaklı


olamıyacağını gösterir. Onun görüşlerine göre, rekabetci bir sanayi
aşırı kar beklentilerinin etkisiyle denge noktasının ilerisine geçe­
cek ve sonra da normalden aşağı karların olduğu bir döneme gire­
cek tir. Bu du rum , rekabetci ortamın doğasının dışında ortaya çı­
kar. Bir satıcı piyasasındaki her bir firma satıcı piyasasının hep
var olacağını düşünerek üretim kapasitesini karlı olacağı noktaya
değin genişletmeyi amaçlar, ama başkaları da aynı şeyi yaptıkla­
nndan dolayı satıcı piyasasından eser kalmaz. Gerçeğin olasılıkla
böyle olduğu genellikle bilindiği halde aşın gidiş durdurulamaz ,
çünkü her bir firma, gelmekte olan alıcı piyasası ötekileri piya sa
dışına sürerken ayakta kal.acak talihli firmalar arasında kendisinin
de bulunacağını umar.

Tekelleşmiş bir sanayi dalında gelecek ile ilgili yapılan akıllı


bir planlama, yukarıdaki belirtilerin ışığında istemdeki olası bir
artışı karşılayabilmek için önlem olarak bir miktar malın saklan­
masını önerir. Fazla kapasite, sakınılması gereken büyük bir şey­
tandır. Tekel daha da güçlendikce, daha fazla önemli bir hale ge­
lecek ve sürekli olarak i s temin gerisinde kalarak satıcı piyasasını
kararlı ve daha olumlu bir duruma getirecektir.

Bazı sanayi dallarının daha çekici olduğu ve bu dallara üre­


tici olarak daha kolaylıkla girilebilen bir dünyada, yatırımlarda
sistematik bir bozulma vardır. Bu bozulma sonucunda, i stihdam
politikasının denetim altına almak- i stediği genel kararsızlık dönem­
lerinde olabilecek yatırım düzeyinin çok daha altında ya da üzerin­
de, herhangi bir sistemde ileriye dönük yatırım kestirimlerinde söz­
konusu olabilecek hataların daha üzerinde ya da altında ve spekü­
la tif etkilenmeler aracılığıyla yanlış yönlendirilmiş yatırım mik­
tarlarının üzerinde ya da aşağısında yatırım dalgal anm aları orta­
ya çıkar k i , Keynes de "Bir ülkede sermayenin gel işmesi bir gazi­
nonun çalışmasından elde edilecek para ile olursa, bu ülke eksik

141
ve kusurlu koşullar altında iş görme riski ile :karşı karşıya bulunu­
yor demektir" 7 sözüyle bu durumu yansıtmaya çalışmıştır.

- 111 -

Gelir ve zenginlik dağılımı dürüst ve akla uygun olarak kabul


edilmiş olsa bile bütün bunlar doğru olacaktır. Çağdaş bir demok­
raside bu çok rastlanılan bir durum değildir. Vergi s istemi ve top­
lumsal hizmetler gibi birtakım s iyasal kanallar aracılığıyla iktisadi
sistemin oluşturmaya çalıştığı gelir dağılımına sürekli ol arak bir
baskı ve saldın içinde bulunuruz.

Ancak bu saldın gelişigüzel ve genellikle de etkisizdir ( kağıt


üzerindeki artan oranlı vergi sistemimiz ile, uygulamadaki azalan
oranlı vergiden kaçınma sistemi arasındaki fark pek ünlüdür) . Ye­
niden dağılım çabalarının arkasında örel bir felsefe yoktur ve sağ­
lıklı bir yeniden dağılım içinde akılcı bir ölçütün varlığı göze çarp­
mamaktadır; bu dağılım, siyasal baskı gıublannın arasındaki den­
gede oluşan kaymalara göre aşağı ya da yukarıya doğru ( çok bü­
yük ölçülerde olmamakla birlikte) bir dalgalanma gösterir.

Wicksell'e göre fayda iktisatcılan, odak noktasını gel ir dağılı­


mı sorununun oluşturduğu " tümüyle devrimci bir programa" 8 bağ­
lıydılar. Marshall ve bir ölçüde de Pigou, toplam fiziksel ulusal ge­
lirin dağılımını daha eşit yaparak faydasını arttırma ça:balannın
bu kavram için yaratacağı tehlikeyi vurgulayarak, kuramlarının
saplanıp kalacağı sabit fikirl ilikten kendilerini kurtardılar. Bu gi>­
rüş, Keynesgil devrim ile çürütülmüş oldu. Keynes'in umduğu gibi
eğer tasarruf doyurucu bir özel yatının oranı için yeterl i olabile­
cekten daha fazla ise, bu fazla tasarrufu toplumsal amaçlar için
kullanmak yalnızca zararsız değil, fakat Laisser - Faire sistemi al­
tında varolabilecek olan ve eksikliği bütçe açıklan ile kolaylıkla
kapatılabilen bir tasarruf miktarından daha fazla toplam tasarrufa
gereksinildiğinde , Ulusal Gelire de katkıda bulunucudur.

Daha önce gördüğümüz gibi Edgeworth ve ondan sonra da bir­


çokları, daha büyük bir eşitliğin daha büyük ·bir mutluluk getire-

7 General Theory, s. 159.


8 c.f. s. 53.

142
bileceğinin bilinemiyeceğini öne süren goruşe sığındılar. Çünkü,
bireylerin haz kapasiteleri birbirinden far:klıdır ve böylelikle de
tam anlamıyla bilimsel bir haz ölçü aleti geliştirene kadar da, "her
kadın ve her erkeğin bir olarak sayılacağı" ilkesi uygulamada çok
di kkatli kullanılmalıdır.9

Yıllarca önce bu bakış acısı Profesör Harberl er tarafından


açıklanmıştır : "Bacağının kesilmesinin sana, bana batan bir iğne­
den' daha fazla acı vereceğini nasıl bilirim ?" Anlaşıldığına göre
eğer o sıralarda o bu sözü tersine çevirerek söyleseydi sözün an­
lamı daha çarpıcı olurdu.

Bu gibi tartışmalar günümüzde daha da tehlikeli olmaya oaş­


ladı, çünkü olasıdır ki bulguları tartışmasız doğru olabilen bir
haz ölçme makinesine asla sahip olamayacağız. Ancak buna kar­
şın, acının bilimsel ölçümü oldukca iyi bir şeki l de gelişti ve eğer
acıya karşı hassasiyetin dağılımı ile ilgili olarak yapılan bir ulusal
araştırmanın eğrisi gelir dağılımının sahip olduğu eğrinin tümüyle
benzeri olsaydı bu çok şaşırtıcı olacaktı .

Eğer soru ş u şekilde soruluyorsa : " İnsanoğlunun gönencine


daha büyük bir katkıyı, satılabilmesi için reklamının yapılması ge­
rekli olan oyuncak üretimine yapılacak yatırım mı, yoksa sağlık
hizmetlerinin gelişimi için yapılacak yatının mı yapar?" Yanıt bana
çok net ve açık görünür; lA.isser - Faire ideolojisinin önerebileceği
en iyi yanıt soruyu sormamaktır.

Keynelgil çarelerle kabaca iyileştirilmiş iktisadi sistemimizi


savunmak olanaklıdır ve onun da söylediği gibi sistemimiz " görü­
nürde en iyisi" dir. Ya da çok kötü değildir ve herhangi bir deği­
şiklik acı vericidir. Kısacası, sistemimiz sahip olabileceğimiz en
iyi sistemdir.

Ya da Schuriı.peter'in Marx'dan aldığı sert tutumu izlemek


olanağı vardır. Sistem acımasızdır, haksızdır, denetlenemez türden­
dir, ne var ki mallan gerçekten sağlayan da bu sistemdir , ve lanet
olsun, sizin istediğiniz de zaten mallardır.

Ya da sistemin noksanlıklarını ka:bul ederek siyasal platform­


da -demokrasinin başka herhangi bir sistemde gelişemiyeceği ve

9 Mathematical Psychics, s. 8 1 .

143
bu sistem olmaksızın yaşayamayacağını söyleyerek- savunusunu
yapabiliriz.

Günümüzde olanak dışında olan ise herkes için en büyük do­


yumu sağlayabileceği söylenen hassas ve kendi kendisini düzene
sokabilen bir mekanizma olarak bu sistemi neo-klasik çerçevede
savunabilmektir.

Fakat seçenek durumundaki savunuların hiçbirisi kulağa an­


lamlı gelmemektedir. Şimdilerde, staıus quo 'yu koruyabilmek için
en iyi yöntem, bütün bu biçimsiz sorulan kendi haline bırakmaktır.

- VI -

Evrensel ve ulusal politika sorunlarından sistemin içsel işle­


yişine dönmek için, bir sanayi ekonomisindeki çeşitli oyuncular
için günümüzde hangi oyun kurallarının kabul edildiğini soralım.

Sendikalar için durum nasıldır? Katı Laisser - Faire öğretisine


göre, tekeller ile eşit bir konuma sahiptirler. Piyasa güçlerinin ser­
bestçe çalışması her işçi grubunun net marj inal ürünlerine sahip
olmalarını sağlar ve sendikalarda, bir tekelcinin fiyatları yüksek
tutarak satışları sınırlaması gibi, ücretleri denge düzeyinin üzerin­
de tutarak işsizl iğe neden olur.

Bazı açılardan Keynesgil öğretinin en göze çarpan yeniliği ( dış


ticaret üzerindeki etkilerinden soyutlayarak) ücretlerde genel bir
indirimin işsizliği azal tmayacağı buna karşıl ık ( Kalecki'nin yakla­
ş ımını kullanarak ) onu arttıracağını belirtmesiydi.

Aynı anlarda "eksik rekabet" gündeme geldi ve piyasa güçleri­


nin marjinal ürün değeri üzerinden ücretleri eşitleyebileceği fikri
değerden düştü, böylelikle de o eski ortodoks düşünce kendi ha­
vuzunda bile suyun yüzünde kalamadı .

Şimdilerde üzerinde genellikle anlaşmaya varılan bir düşün­


ceye göre sendikalar, sistem içinde yeni tekelci güç oluşturmazlar
fakat ücret pazarlıklarında işveren tarafında kaçınılmaz olarak or­
taya çıkan tekelci tavrın ve etkinliğin dengelenebilmesi için Profe­
sör Galbraith 10 tarafından "karşı gelen güç" diye tanımlanan bir

10 Bkz. American Capitalizm.

1 44
işlev taşırlar. Aynı anda, en azından büyük işletmelerdeki işveren­
ler gelip geçen kızgınlıklarının dışında, sendikalarla oldukca dosta­
ne bir şekilde birlikte yaşamayı kabul etmeye başlamışlardı r.

Bunlllll a birlikte yeni öğreti iki ucu keskin bıçak gibidir. Para­
sal ücret oranlarında bir artma eğilimi tekeli denetim altında tut­
mak için gereklidir, fakat bu artış eğiliminin hız kazanması işçi­
ler yararına değildir. Bu durum toplumun tüm fertleri için bir sı­
kıntı oluşturur.

Yüksek istihdam yıllarında ücretlerde ortaya çıkan ve arka ar­


kaya gelen kısır artışlar bu olguyu genel bir doğru olarak gözler
önüne sermiştir. Fakat üyelerinin çıkarlarını korumak her sendi­
kanın kendi görevidir. Bir sendikadan kamu çıkarlarını gözetmesi
ve ücret istemlerinden vazgeçmesini i stemek onun kendi güveni­
lirliğini ortadan kaldırmasını istemek anlamına gelir. Bir bütün
olarak örgütlenmiş emek piyasasına birtakım kısıtlamalara gitme­
leri için başvurmak, karlarda azalma olmadığı sürece, doğal ola­
rak, büyük bir kuşkuyla karşılanır.

Bu noktada, bireysel çıkarların kollanmasının tüm toplumun


yararına da olacağını söyleyen öğreti görkemli bir darbe yemek­
tedir.

Eski kuram tam istihdam ve kararlı fiyatlar varsayımında bu­


lunmuştu. Şimdi tarih, bu varsayımın geçerli olmadığını göstermiş­
tir. B öyle bir durumun oluşmasını sağlayacak mekanizma nerede­
dir? Oyunun eski kuralları , oynanamaz hale gelmiştir ve köklü bir
şekilde gözden geçiril me gereksinimi içerisindedirler.

Toplu sözleşmede taraf olan diğer kesimde durum nasıldır? İş­


verenler için ücret istemlerine direnmek uygun bir davranış mıdır?
Kısa bir süre önce yayın dağıtım şirketlerindeki bir Lokavt, yayın
dünyasını büyük zarara uğratarak ve pekçok yerel basımevini de
iş göremez hale getirerek İngiliz basınını sessizliğe sokmuştur. Son­
ralan işverenler, eğer uyuşmazlığı çatışmasız 11 çözmüş olsalardı
kabul etmek zorunda kalacakları daha yüksek ücret artışlarından,
kendilerinin ciddi kayıplara uğramaları pahasına, halkı kurtarmış
olmakla öğünrnüşlerdir. Bu tür halk anlayışlarından dolayı min­
nettarlık duyup onları kutlamaya razı olalım mı ? Yoksa çatışmayı

11 Bkz. The Times, Eylül 1 959, Letter from J. Brooke - Hunt.

145
izleyen üretim kaybından ve yaygın düşmanlıktan dolayı üzülelim
mi ? Ortodoks öğreti bize yardımcı olamaz.

Ya fiyatlarda durum nasıldır? Fiyatların rekabetle beli rlendiği


yoiwıdaki eski kuram savaşlar arasındaki uzun alıcı piyasası dö­
neminden sonra geçerliğini koruyamadı ve eksik ve tekelci reka­
bet kuramları ise ardlannda tam bir keşmekeş ortamı bıraktılar.
Kimi i ktisatcılar tarafından kabul edilmiş olan ve fiyatların mali­
ye� 1 er tarafından yönlendirildiğini söyleyen iş adamları kuramı
çok fazla açıklayıcı ve yardımcı bir kuram değildir; herhangi bir
özel malın üretilmiş bulunan herhangi bir yığını için, genel mas­
rafları, yıpranm ayı ve "adil ve kabul edilebilir kar"ı içeren bir ma­
liyet tanımı yapmak oldukca güçtür. Bununl a birlikte bir firma­
nın, ürettiği mala koymayı uygun bulduğu fiyatı haklı ve adaletl i
göstermeye yarayabi lecek, maliyetleri belirleyici kimi formüller bu­
lunabil ir.

Konu ile ilgili herhangi bir durumda iş adamları kuramı çok


fazla uygulanabilir değildir çünkü, bir kaç özel durum dışında i ş
adanılan maliyetler düştüğünde fiyatları d a azaltmak için h i ç is­
tekli değillerdir.

Ortodoks kuramın bize söylediği başlıca şey tam rekabet ko­


şullarında maliyetler ile b irlikte fiyatların da düştüğü, oligopol pi­
yasası koşullarında ise böyle olmadığıdır. Kuram b_ize, firmaların
tam rekabet koşullan egemenmiş gibi davranmasının İyi Bir Şey
olduğunu ve böyleli kl e de fiyatların aşağıya düşeceğini söyler mi ?
Bu Cohen Konseyinin 12 üçüncü raporunda (birtakım kuşkularla
birlikte) dikkate alınan bakış a_çısıdır. Ancak bu rapor bu ilişki­
l erin yorumcuları tarafından bir miktar şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Kuşkusuz bir sanayinin kendisine yakışır amacı kar etmektir? Fi­
yatlarda bir düşüşün karlan arttıracağı ve böyle bir gelişmenin
umulabileceği durumlar vardır. Sonraları uygulamada bu durum
kanıtlanmış fakat, maliyetlerin düşmesi sonucunda fiyatların da
düşmesi gerektiğini söyleyen öğreti büyük bir kuşkuyla karşılan­
mıştır. İngiltere Sanayi Federasyonu'nun bir sözcüsü k onu edilen
raporu yo rum layarak şunları söylemiştir :

Sanayi sektörünün isteyerek fiyatları indireceği konu­


sunda birtakım belirsizl ikler sözkonusudur. Fiyatları dü-

12 Council on Prices, Productivity and Incomes, 1959.

146
şürmek ve böyle1ikle de is temi ve üretimi arttırmak başka
şeydir; karlan ya da kar paylarını azalt�rak fiyatları piya­
sa düzeylerinin altında tutmak başka bir şeydir.13

Daha sonra da malların dayanıklılığı sorunu gündeme gelir.


Varsayalım ki bir ima!atcı, fazladan maliyet yüklenmeden, malını
daha dayanıklı hale getirecek bir yol keşfetmiş olsun . Bu yöntemi
müşterilerinin yararına olsun diye mi uygulamaya sokacaktır ya
da tüketicilerin daha az dayanıklı birkaç mal yerine dayanıklılığı
artmış bir malı kull anm aları sonucunda elde edecekleri doyumla­
rında üretici zararına ortaya çıkacak artış tehlikesini mi ve yine
malın dayanıklılığı arttığı için piyasadaki dolaşımında ve dolayı­
sıyla pazar payında ortaya çıkan azalmayı mı dikkate al acaktır?
Bu durumda imalatcının araştırmacılarına aynı çekiciliğe sahip ve
fazla maliyeti olmayan, daha az dayanıklı bir madde bulmalarını
önermek daha iyi olmayacak mıdır? Burada, en karlı olanın top­
lum açısından en yararlı olacağını söyleyen öğreti önemli bir dar­
be yemektedir.

Şimdi de kar paylan pol itikasına bakalım ? İnsan doğasında


kendi üyesi olduğunu bildiği ırka ya da insan grubuna yaklaşma.
ve birlikte yaşama ve bu grubun savunuculuğunu yapma doğrul­
tusunda ve henüz nedeni açıklanamayan (belki , sürü halinde yaşa­
yan hayvanların içgüdülerinde bu konuyla ilgili ipuçları bulunabi­
lir) güçlü bir eğiliı:n vardır.

Ulus, ırk, kilise, kent insanlararası bağlılığı arttıran unsurlar­


dır. Marx sınıf üzerine yazmak istediği bölümü fırsat bulup da bir
türlü yazamadı. Vulgar Marxism'de sınıf bağlılığı bir tür egoism
olarak gösterilir, fakat öyle deği ldir; bu tür bir bağlılık sık sık
bireylerden , çıkarlarından özveride bulunmalarını ister.

Bu dostluk dolu eğilim genel güven ruhunun ve grub olarak


yaşama ahlakının kaynağıdır. Bu olgu firmalar için de aynı şekil­
de geçerli dir; anonim şirket niteliğindeki girişiml erin olanaksız­
lığını öne süren Adam Smith'in kehanetini çürüten 14 ve sını rlı so­
rumlu şirketlerin durgunluk yaratacağını söyleyen Marshall'ın yar­
gısının 15 geçersizliğini ortaya koyan temel etken, işletme müdürle-

13 Report in The Times, 7 Ağustos 1959.


14 Wealth of Nations, Cilt 1, s. 229.
15 Principles, s. 316.

147
nnın ve yönetim kurullarının kendi egolarını ait bulundukları ör­
güte yansıtma ve örgütü sanki bir aile işiymiş gibi benimseyip ele
alma yetenekleridir.

Bu bağlılığa ya da sadakate neden olan oluşum, aslında fir­


malardır. Paydaşlar ( firma ile özdeşleşmiş kurucu üyeler dışın da­
,
kiler) az ya da çok bir alacakl ı gibi düşünülürler ve firmanın ka­
zançlarından onlar yararına vazgeçmek de hoş olmayan bir zorun­
luluktur.

Firmaya böylesine bağlılık, fi rmanın kendi kendisini büyük


ölçüde finanse etmesine yol açar, ama zaman zaman büyük yeni tah­
viller çıkarmak isteyen çok büyük firmalar için bu durum sözko­
nusu değildir. Firmalar paydaşlara kar paylarını öderler ve hisse
senetlerinin piyasa fiyatlarını yukarıda tutmaya çalışıdar. Bu dav­
ranışları paydaşların çıkarlarını korumak için değil fakat firmanın
sermayesini arttırmanın en iyi yolu olduğu içindir.

Karların dağıtımı sorununda en uygun davranış hangisidir?


Kimi iktisatcılar marj inal kuramını çürüttüğü için öz-finansmana
karşıdırl ar. Yatırımlar kar edildiği bilinen yerlere giderler ve gö­
reli olarak daha düşük verimliliği olan yatırımlar eski firmalar ta­
rafından faaliyetlerini sürdürürken, yüksek marj inal verimliliği
olan yeni yatırımlara finansman bulunamıyabilinir. Daha da önem­
lisi , öz-finansman yanlıları , karların dağıtılmasını tüm firmaların
piyasaya hisse senedi aracılığıyla girmelerini önerirler. Ancak, da­
ha ödenmiş payların belki, yalnızca yüzde 1 0'u tasarruf edilebile­
cek ve yeniden yatırıma yönle.ndirilebilecektir. Halbuki dağıtılma­
mış paraların yüzde t OO'ü de yeniden yatırılabilecektir. Bu durum­
da dış finansmanın getireceği yararlar, yatırıma ayrılabilecek mik­
tarlar arasındaki bu büyük farkın yaratacağı olumsuzluklardan
daha fazla olabilecek midir?

İ şletme yönetimi ( Management ) hu öğretiye tümüyl e karşıdır


( çünkü büyük M ile yazılan Management da kendi görüş açısına
sahip bir varlıktır) ve yeniden yatınını kar olayının haklılığını ka­
nıtlayan en önemli olgu olarak kabul eder. Sanayileşme olgusunun
altında yatan güdünün kar hırsı olduğu fikri korkakça yapılmış bir
iftira olarak kabul edilir. Aslında olay tam tersidir: Kar hırsının al­
tında yatan güdü sanayileşmedir.

148
Savaş esnasında yayınlanan ve 1 20 işadamı tarafından imzala­
nan ve şimdilerde unutulmuş bulunan bir manifestoda şu göriişler
ileri süriilmüştür. Sanayi

Üç yönlü bir kamu sorumluluğuna sahiptir; mal larını


tüketen kamuya, iş vererek sanayie yeni iş alanl arı açan
kamuya ve sürekli çalışıp gel işerek kendisine sermaye sağ­
layan kamuya . . . sanayii yönlendirenlerin en önemli sorum­
luluğu, tüketiciler olarak kamunun, çalışanlar olarak me­
mur ve işçilerin ve yatırımcılar olarak sermaye sahipleri­
nin değişen çıkarları arasında bir denge sağlamaya çalış­
mak ve bir bütün olarak ulusun gönencine olabilecek en
yüksek katkıyı yapabilmektir.16

Bu gururlu ve kibirli bir yaklaşımdır. Bu insanlara Ulusal Ge­


lirin dağılımını belirleme hak.kını kim vermiştir ve hangi üstün in­
san aklı onların bu dağıtımı doğru yapabildiklerini savl ayabilir?
A ncak göriinürde büyük bir doğru vardır ki o da, kaynakların da­
ğıtım ve gelirin bölüşüm yetkisi ve gücünün onların elinde oldu­
ğudur. Dengelemek zorunda oldukları çıkarlar listesine onlar, her­
şeyden önce , yönetim kurullarını ve ikinci olarak, biraz müphem
ve dağınık biçimde, günümüzde rekabetin keskinliğini bu denli yu­
muşatan bir sanayideki meslektaşlarla olan dayanışmayı ve ayrıca
sanayie özgü, yani ait oldukları sınıfla olan dayanışmayı da ekle­
melidirler. Ama onurluluk geriye kalan bizlere sırf kendi sınıfla­
rını tavsiyeye yönelik olağanüstü bir reklam ustalığı değildir. İş­
l etmecinin firmasına bağlanmasını sağlayan bir önem l i öge de iyi
bir bilgiye ve üne sahip olma isteğidir. Sevgi ikiyüzlü de olsa -kö­
tünün erdem'e gösterdiği saygı- ikiyüzlülük sinikl iğe haydi haydi
yeğ tutulacaktır. Marx'ın işçilerin terlerini son damlal arına kadar
sıkmaya çalışan, insafsız sömüriicü portrelerinde çağdaş kapita­
liste çok. güç rastlanır.

Keynes iyimser bir anında büyük işletmelerin kendilerini sos­


valleştireceğinden söz eder.17 Bugünlerde, İşletme, Yönetimi ( bü­
yük M ile yazılan türii) kendisini bir tür kamu hizmeti olarak gör­
mekten zevk almaktadır.

l6 A National Policy for Industry, 1942.


l7 Essays in Persuasion, s. 3 14.

149
Bütün bu görüşler, son zamanlarda, eski moda kar arıyan ka­
pitalizmin şiddetli bir geri tekmesiyle büyük yara almıştır. Firma­
ların paydaşlarının malı oldukları şeklin�ki yasal görünüm, k i­
birli, başı yukarda efendi işletmeciliğe bir darbe vurmak için gün­
deme getirilmiştir. Bir kez daha kimi iktisatcılar, eski ortodoks
düşünceye sıkıca bağlı kalarak ve karlı olanın doğru olması ge­
rektiği görüşüne dayanarak pey sürüp arttırm ayı kazananı selam­
lıyorl ar ve bir zamanlar "Girişimin ödülü"ne ait onur halesi finan­
sal manevraların karlarına razı oluyorlar. Sanayinin kendine özgü
amacının kar paylarını ödemek olduğunu söyleyenler, paydaşların
yöneti m kuruluna değil yönetim kurulunun kendi paydaşlarına r i k
vet teklif etmeleri konusunda doğacak baskıları d a normal kabul
etmelidirler.

Biz hangi tarafta yer almalıyız? Acaba İşletme Yönetiminin


centilmence halk anlayışı çok sık olarak centilmence rahatlığın ve
uzun hafta sonu tatillerinin bahanesi olmuyor mu? Paydaş'ın çok
sevindirilmesi işletme yöneticilerini sinik, sendikacıları saldırgan
hale getirmeyecek m i ? Ve Refah Devleti anlayışının kolay müphem­
liğiyle yumuşatılmış keskin sorunlarla bizi bir kez daha karşı kar­
şıya getirmeyecek m i ?

Ortodoks düşüncenin bizleri büyük bir kargaşaya soktuğu bir


diğer sorun ise Tekel'dir. Ortodoks düşünceye göre tekel , genel de
Kötü Bir Şey'dir. Profesör Knight Amerika Birleşik Devletlerinde­
ki, anti-tröst yasaları kişi özgürlüğüyle bağdaşmayan ve yasal ol­
mayan bir engeJleme olarak eleştirmektedir, ancak birçok iktisat­
cıya göre, rekabet Laisser Faire'in geçerliliği için çok gereklidir;
-

çeşitli marjları birbirine eşitleyen, kaynaklan dağıtan ve böylelik­


le de fayda'yı ençoklayan rekabettir ve iktisadi çerçevedeki tilin iş­
lemler rekabet aracılığıyla yürütülür.

Fakat , acaba , rakabet, tekelin esas nedeni değil midir? Fiyat­


ları düşürmek, pazarını genişletebilmek, düşük fiyat rekabeti ya­
pabilmek İyi Bir Şey'dir faka t bütün bu güçlüklerin üstesinden
gelip piyasadaki etkinliği sağlayan firma "kötü" bir tekel demek
değil midir? Kısıtlayıcı uygulamalara yapılan karşı çıkışların ve
bu kısıtlamalara karşı şimdilerde yapılan olumsuz kampanyanın
dayanak noktalan rekabetin kısıtlanıyor olması ve verimsiz üreti­
cilerin korunmasıdır. Eğer kampanya başarıya ulaşırsa, rekabet,
verimsiz olanları sistem dışına atarak, daha fazla tekel yaratacak-

1 50
tır. Bizim istediğimiz bu mudur? Eğer bu durumu istemiyorsak
ne yapmalıyız? Oyunun kuralları nelerdir?

- V -

Belki bütün bu söylenenler olumsuz ve yıkıcıdır; fakat, bdki


de, s öylenenler kimilerine, başvurulacak clıı.ha iyi bir "ole" olma­
dığı için eski öğretileri öneriyor görünmektedir. Yapıtımızın sa­
vunduğu sav da daha iyi bir "ole"nin ·kesinlikle olmadığıdır.

Ahlak sorunu asla çözümlenemiyecek önemli bir çel işkidir.


Toplumsal yaşam, insanoğlunu, sürekli olarak kötülükler arasında
tercih yapmak zorunda bırakacaktır. Bu ana kadar formüle edil­
miş olan metafizik çözümlerin hiçbirisi, uzun dönemde, doyuma
ulaştırıcı görünmemektedir. lktisatcılar tarafından tanrı bilimcile­
rin çözümleri yerine önerilen çözümler daha az aldatıcı ve i mgesel
değildir.

Yine de iktisatcılann bilimsel yönde bir ilerleme yapabilecek­


lerine olan umudumuzu ya da bilimin yararsız o l madığı konusun­
daki inancımızı yiti rmemeliyiz. Eskimiş metafizik düşüncenin çü­
rüyen kalıntılarını, yolumuzda ilerlemeden önce, temizlemek de
gereklidir.

Aralarında tartışırken, iktisatcıların ( Profesör Popper'in doğal


bilim bağlamında �öylediği gib i ) biribirlerinin amacını yanlış an­
layarak konuşmaktan çok ciddi olarak kaçınmaya çalışmaları; in­
sanlığa seslenirken kendi öğretilerini ve bunların imlemlerini doğ­
ru yorumlamaları; ve önemli olan değerlerin yalnızca para ile öl­
çülebilir değerler olduğunu söylermiş izlenimini veren ideolojiyi
desteklemekten kaçınmaları, tersine onunla savaşmaya çalışmaları
gerekmektedir.

ısı
BAŞLICA KAYNAKLAR VE AD DİZİ Nİ

- Ayres, C.E., 1 13,1 17,120 Marshall , lndustry and Trade,


- .Baran. P ., 98 57-59; Prlndples, 36-37,50-52,
Beveridge, Full Employmeı:ıt, 59; 54-55,68-69,85,94,105,147; Pure
Tarlffs, 68,90 Theory, 50
Bickerd.ike, 67 Marx, 36-37,39-43,4546,110
Böhm-Bawerk, 42 Meade, J.E., lnflation, 96; ftan..
Boswell, 7,17 nlng, 130
Braithwait, R.B., 13 Myrdal,lnternatlonal Economy,
Brooke-Hunt, J., 145 14,130
- Clapham, 73,75 - Natlonal Pollcy for Industry, 149
Clark, J.G.D., 32 - Pigou, Economtcs of Welfare, 73;
- Domar, 108 On Keynes, 83; Publlc
- Edgeworth, Mathematical Psy· Flnance, 66
chics, 69,70,130,142; Papers, Popper, Logic, 3; Open Sodety,
67 25,93,151
Engels, 42 - Radcliffe Committee, 101
- Fel'd.man, 108 Ricardo, 34-37, 39-40
Freud, 1 Robertson, D.H., 82,85
- Galbraith, Affiuent Soclety, 138; Robinson, J., Essays, 96; Mar­
Amerlcan Capitallsm, 144
xian Economics, 105
- Harrod, 108-109,1 1 1-1 1 2 Rostow, W.W., 1 1 3
- Jevons, Letters, 49-50; PoHdcal Rothbarth, E . , 80
Economy, 69
- Schumpeter, Capitallsm, So-
Johnson, H.G., 82
dallsm and Democ:racy, 22;
Johnson, Samuel, 6-7,16-17,133
- Kaldor, 1 1 1
Hlstory of Economic Analy·
Kalecki, 96 sis, 61
Shove, C.F., 39,82
Keynes, Economic Consesuen­
Smith, Adam, Moral Sentiments,
ces, 47; Essays in Persnastmı,
5,9,19,25-26; Wealth of Na­
20-21, 77, 87-88, 149; General
Theory, 16,80,82,92-94,�100,
tions, 29,33,45,55,147
Sombart, 113
1 10-1 1 1 ,123,142; How to Pay
Sraffa, 35
for the War, 80; Tract, 101;
Treatise, 80; Two Me:molrs, - U.S.S.R. Academy of Science,
12 PollticaJ Economy, 31 ,47
Knowles, K.J.C., 96 - Weber, Max, 1 12
- Lerner, A., 67 Wicksell, 54,57,62
Little, l.M.D., 72-73 Wiles, PJ.D., 85
- Mahalanobis, 108 Winster, C.B., 96
Mandeville, 16-18 - Yeats, G.K., 7

1 52

You might also like