Professional Documents
Culture Documents
iKTiSADi FELSEFE
V YAYINLAR!
V YAYINLARI
VERSO AŞ.
Konur Sokak, 13/7 Kızılay-ANKARA
Tel 25 68 95
P .K. 359 Yenişehir - ANKARA
İKTİSADİ FELSEFE
Çeviren
MEHMET TOMANBAY
\TYAYINI.. Alll
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
VII
lumsal ahlak yonunun olduğunu bu kitapda çok açık bir şekilde
gözler önüne sermiştir.
Joan Robinson, İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde yoğun
la.şan ve Keynes'in temel fikirlerini kabul eden küçük fakat etkili
bir Keynes sonrası grubun en önemli ismidir. Nicholos Kaldor,
Luigi Pasinetti, Piero Sraffa gibi iktisatcılarla birlikte Joan Robin
son, neo-Keynesci iktisatcılar olarak bilinirler. Öte yandan Keynes'
in görüşleri ile olduğu kadar !vlarxist iktisat ile de ortak yönleri
vardır ve bu nedenle Neo-Marxistler olarak .da adlandırılırlar.
Joan Robinson, çağımızda iktisat düşüncesine önemli katkılar
da bulunmuş bir iktisatcıdır. Özellikle neo-klasik görüşleri eleştir
diği ve piyasalar, işsizlik ile istihdam ve büyüme gibi konularda
yeni görüşler öne sürdüğü birçok yapıtı· vardır. Kendisine esas ünü
r.ü "Robinson Modeli" olarak tanımlanan ve "eksik rekabet kura
mını" oluşturduğu piyasa analizi sağlam ışt�r. Eksik rekabet kura
mında Robinson, her firmanın kendi malına dönük tüketici ter
cihleri yarattığını ve tüketici tercihlerine dayanarak bir mal tekeli
oluşturduğunu öne sürer. Ancak piyasada, bu mala çok yakın ola
rak ikame edilebilecek mallar da bulunmaktadır. Bu nedenle de
hiçbir firmanın kesinlikle egemen olamadığı bir piyasa türii sözko
nusudur. Joan Robinson'un "eksik rekabet" olarak çöziimlediği bu
durumu daha sonraları Amerikalı lktisatcı Edward Chaınberlin de
"tekelci rekabet" adı altında çözümlemiştir.
1933 yılında Economics of İmperfect Competition başlığı taşı
yan bu çalışmasıyla iktisat kuramına katkıda bulur.an Robinson
azgelişmiş ekonomiler için büyük anlam taşıyan "gizli işsizlik" kav
ramını da geliştirmiştir. Bıı yöndeki çalışmaları ile de, azgelişmiş
ülkelerde, çalışabilir niifusun üretime e tkisinin ve istihdam soru
nunıın daha rahatlıkla anlaşılabilmesine yardımcı olmuş ve bu tür
iilkeler için bir "büyüme kuramı" oluşturmuştur.
Bir neo-Keynesci ya da bir neo-Marxist olarak Robinson'wı bi
limsel yaşamındaki en büyük çabası ise Marx ile Keynes'in görüş
le.rinin bir sentezini yaratmak olmuştur. iktisat kuramına getirdi
ği katkıların birçoğunda bu çabanın izlerini gönnek olanaklıdır.
Bu sentezin ortaya çıkarılabilmesi için ise düşünce sistemle
rinin gerisinde yatan ve bıı iktisadi görüşlerin oluşmasında etkin
olan ahlaksal değer yargılarını anlamak, Robinson için özel bir
VIII
önem taşımıştır. işte bu yapıtında Robinson, iktisat yazınında çok
az rastlanan bu çabanın, en başarılı ve güzel bir örneğini vermiş
tir. Kuşkusuz bu çaba, çalışmanın felsefi yönünün de yoğun olma
sına neden olmuştur. Robinson'un bu alanda da ne denli yetkin ol
duğu bu çalışmada ortaya çıkmıştır.
Yapıtın Türkçe'ye kazandırılmasında ise en büyük güçlük bu
noktadan kaynaklanmıştır. Çeviri salt bir iktisat çevirisi olmamış
tır. iktisadi terimlerin ve kavramların yanısıra birçok felsefi terim
ve kavram çeviride yer almıştır. iktisat terimleri ve kavramları ile
birlikte birçok felse:fi terim ve kavramın bir arada bu lunması ya
pıtın dilini oldukça ağırlaştırmış ve anlaşılırlığını güçleştirmiştir.
Tüm bu noktalarda çevirinin sade ve anlaşılır bir hale getirilebil
mesi için özel çaba gösterilmiş ve zaman zaman konu hakkında
yetkin olduğunu bildiğimiz dostlarımızın yardımlarına da başvu
rulmuştur. Kuşkusuz dostların bu yardımlarına teşekkürüm bir
borçdur.
Türkçe karşılıklarının tartışılabilir olduğunu sandığımız kav
ramların ingilizce asılları parantez içinde verilmiştir. Ayrıca me
tindeki ( *) işaretli dipnotlar da çevirene aittir.
Çağımızın en ünlü iktisatcılarından olan Joan Robinson'un di
limizdeki bu çevirisi sanırım, yalnızca iktisat ile ilgilenenlerin de
ğil, öğrenmeye istekli herkesin ilgisini çekecektir.
IK
içlNDEKİLER
2 - KLASİKLER : DIDER 29
3 - NEO-KLASİKLER: FAYDA 49
4 - KEYNESGİL DEVRİM 77
X.I
METAFİZİK, Aın..AK ve BİLİM
1
ve düşüncelerin esas parçası) her dönemde egemen ideoloji için,
kısmen bir bilimsel araştırma yöntemi olduğu kadar kısmen de
bir araç oluşturmaktadır.
- 1 -
2
maktadır. Bu dununda eşit sözcüğünün öncelikle bütün insanların
aynı ağırlıkta olduk.lan anlamına geldiğini düşünebilir miyiz? Ya
da zeka testlerinde bütün insanlar aynı puanı mı almaktadır? Ya
da "miktar"a yüklediğimiz anlamı biraz abartarak herkesi eşit mik
tarda sevimli bulabilir miyiz?
- 11 -
4
bir bencilliğe (kendi geçim araçlarını koruyabilmek ve yiyeceği
ni elde edebilmek için güçlü bir itici güç) sahip olmalıdır. Aynca
her hayvan bencilliğini kendisinden ailesine yayabilir (dişisinin ve
çocuklarının çıkarları için mücadele etmek). Öteyandan, toplumun
diğer bireylerine saygı ve şefkat göstererek öz çıkarlarımızdan fe
dakarlık etmeden, sosyal yaşamı olanaklı kılrrıa:k da sözkonusu de
ğildir. Bencilliğini kontrol altına alamamış bireylerden oluşan bir
toplwn kendisini parçalamaktan kurtulamaz; Öteyandan tam an
lamıyla özverili birey ise kısa sürede açlığa mahkum olur. Yaşam
için gerekliliği açık olan bu zıt eğilimlerin arasında ise bir çelişki
vardır ve bu iki eğilimi uzlaştırabilmek için de bir seri kurallar
olmalıdır. Ayrıca, bu kuralların kişinin güncel çıkarlan ile çeliş
mesi durumunda kurallara uyulmasını zorunlu kılan mekanizma
olmalıdır.
s
mak beni durdurmaya yetmez. Fedekarlık duygusu çocuğunu sa·
vunan bir annenin kendisini feda etmesine neden olabilir. Bir baş
ka alanda böyle bir olayın yaşanabileceğini söylemek çok inandırıcı
değildir.
6
olur. Toplumda düriistlüğün azaldığı dönemlerde genellik
le kulaklarımıza inanmaktan korkarız. Sahtekarlığın on
katına çıktığı durumlarda nasıl olacağımızı düşünün?4
4 Boswell, (The life of Dr. Johnson). (Ailen and Unwin Edition). Cilt II,
s. 298.
5 G. K. Yeats bu konuda kuşkuludur, bu "topluca dışlama" yı daha da çar
pıcı bir olguya, grubun zina eden erkek kargayı hep birlikte cezalan
dırma eylemlerine bağlamaktadır. The Life of the Rook, ss. 31 ve 33.
7
bulunan. çeşitli davranış özelliklerinin ortaya çıkmasına yarayan ve
herkeste farklı düzeyde oluşan bir bilince sahiptirler. Sağlıklı bir
insan beyninin yapısında daima bir bilinçlenme eğilimi vardır. Bu
eğilim, konuşmayı öğrenme eğilimine çok benzer. Sesleri anlam
landırma ve en uygun anlamıyla kullanabilme gücü doğuşta insan
beyninde saklıdır. Yaşamın ilk yıllarında bu yetenek çok hızlı bir
şekilde gelişir ve sonraları da çok hızlı bir şekilde ve kolaylıkla
gelişimini sürdürür. Bu, insan beyninin özel bir işlevidir ve bir
kaza sonucunda yok olabilir. Bazen bir kaza sonrasında beynin (ki
bazı yedek parç3.ları içerir) yeniden eğitilmesi olanaklıdır ve unu
tulan sözcüklerin öğrenilebilme yeteneği tekrar kazanılır. Bir dili
öğrenme yeteneği bütün ırklarda hemen hemen aynıdır. Hangi di
lin öğrenileceği ise çocuğun doğup, büyüdüğü topluma bağlı ola
rak değişiklik gösterir.
8
lumu gibi, doğa da aynı teknik sorunda çeşitli çöztimler bulabil
mektedir.)
9
3 - En adi bir haydut da bile azıcıkta olsa bulunabilen baş
kalarına iyilik etme duygusunu güçlendirerek.
10
vaş zamanının afişindeki slogan etkileyiciliği olan belirli bir kişi
yi işaret etmemekte idi. Afiş, sokaktaki sıradan vatandaşın herbiri
si için geçerli idi.
Oy kullanmayı örnek olarak al alım. Küçük bir toplulukta, ge
nellikle tek bir oy bile belirleyici olabilir. O halde, benim için
önemli olabilecek kararın alınacağı bir toplantıda bulunmam. en
uygun ve emin yoldur. Fakat, varsayalım ki güvenli bir seçim çev
resinde yaşamaktayım. Bu durumda bir genel seçimde niçin, oy
kullanm alıyım? Bir tek oy, sonucu değiştirmek için az veya çok
bir etkiye sahip değildir. "Ah, eğer herkes bu şekilpe düşünürse de
mokrasi anlamını yitirir." Evet, fakat ben herkes değilim. - Ben sa
dece benim. Diğerleri bensiz de devam edecekl erdir. "Ne etkileyici
bir konuşma biçimi" Evet, işte en önemli nokta burasıdır. Herke
sin, oyunu kullanmasının görevi olduğunu hissedeceği, tamamiyle
doğrudur. Fakat, bu, birtakım nedenler ile ikna edilmenin bir so
nucu değildir. Birey, oy kullanmak doğru bir davranış olduğu için,
oy kullanmanın doğru olduğunu düşünmelidir.
11
Eğer bu görüşü doğru kabul edersek, etik duygulan.mızın içe
riğinin ne olduğu sorusunu da açık bırakmış oluruz. Etik ile ilgili
tüm felsefi sistemler, etik duygulann rasyonel bir muhasebesini
yapma çabası içindedirler. Artık, bu gibi duygulara sahip olduğu
muz gerçeği değil, hangi davranış biçimlerinin bu duygularımız üze
rine inşa edilmiş olduğu konusu önem taşımaktadır.
12
olwnsuz örnekler vermek kolaydır; ancak kavramların ken
dileri Principra E thica'nın tanımlanamaz "erdemliliği" gibi,
anlaşılamaz, esrarlı bir görünümündedirler. Öyle görünü
yor ki kendilerinden daha az nitelikli kavramları açıklaya
bilmek için ıkendilerinin çok geniş kavramlar olması gere
kiyor ve somut içeriklerini kaybediyorlar.10
13
ları öldürdüler. Bunun üzerine K:ıli onları tel'kedip, kaçtı. İngiliz -
Hindistan polisi de mezhep üyelerini yakal adı.
Herhangi bir ekonomik sistem bir dizi kurala sahip olmak.
durumundadır. İdeoloji bu kuralların geçerliliğini kanıtlar ve bire
yin bilinci ise kuralların yaşama geçirilmesini sağlar.
Bu örnekler, insan bilincinin çeşitli biçimlere girebileceğini
bizlere anımsatmaktadır. Bunlar, aynca, ahlak sistemlerine bağlı
olarak ahlaksal yargılamalar yaptığımızı da göstermektedir. Ham
let, tartışma götürür bir olay olabilir, ancak Thug'lar hak.kında
ortak bir yargıya sahip olduğumuz açıktır. Herhangi bir Thug'ın
dindarlığına, cesaretine ve disiplinine hayran olabiliriz, fakat
Thugismi bi.r ekonomik sistem olarak onaylamayız. Belki de, sev
gili okuyucu, siz, topluma karşı tarafsız bir yapı içinde olduğunu
zu ve herhangi bir etik sistemin, bir başka etik sistemle farklı ol
madığını söyleyerek onayladığınızı da belirtebilirsiniz. Fakat bu
yaklaşım gerçekten doğru mudur, gerçekten Thug'lann etik siste
mini onayladığınızdan emin misiniz?
Basit düşünceli bir kişi doğru ile yanlış arasındaki farkı bil
diğine inanır. Bilincinin aldığı özel biçim, o çerçevede olabilecek
tek biçimdir (oluşan bilinci bütünüyle dinsel inançlar formasyonu
içindedir). Gelişmiş insanlar çeşitli etik sistemlerin farkındadırlar
ve ahlak sorunları karşısında göreli bir bakış açısına sahiptirler.
Fakat yine de durum değişmemektedir. Görelilik kuramı altında da
birtakım kesin yargılarımız bulunmaktadır. Herkesin paylaştığı
bazı temel etik duygular vardır. Acımasızlığa karşı sevecenliği, kar
gaşaya karşı da uyumu tercih ederiz; cesarete hayranlık, adalete de
saygı duyarız. Bu duygulara sahip olmadan doğan insanları ise
psikopat olarak tanımlar ve tedavi etmeye çalışırız. Üyelerini bas
kıcı bir yönde eğitmeye çalışan toplulukları hastalıklı kalabalıklar
olarak tanımlanz. Etik değerleri dikkate almaksızın insan sonın
lan hakkında konuşmaya ya da düşünmeye çalışmak iyi bir yol de
ğildir.
Gunnar Myrdal, (bir iktisatcı olarak) "kavraml arımızın bir
çoğu değer yargılan ile yüklüdür" ve "siyasal değerlemeler ve te
rimler olmaksızın tanımlanamazlar" 11 derken çok geniş kapsamlı bir
yaklaşım içindedir. Gerçekten de ekonomik terminolojinin değer
yargılannı çağrıştırmadığı iddia edilemez. Örneğin, "büyük" "iyi-
14
yi", "eşit" "adaletli bir eşitliği", "dengesizlik" "istenilmeyen, iyi ol
mayan bir dunınlu yanı bir tür uyumsuzluğu"' az ya da çok çağ
rıştırır. "Sömürü" dediğimiz zaman aklımıza "kötülük ve adalet
sizlik" gelir. "Normal düzeyin altında bir kar oranı" ifadesi, "üzün
tü ve sıkıntı" veren bir tablo resmeder. Yukarıdaki durumun ay
nısı, özel bir ekonomik sistemi veri olarak aldığımızda da. karşı
mıza çıkar. Sistemin işleyişinin teknik özelliklerini objektif bir şe
kilde betimleyebiliriz. Ancak aynı sistemi etkisi altında oluştuğu
değer yargılarını dikkate almadan betirnleyemeyiz. Bir sistemi dı
şından incelemeye çalışmamız o sistemin mümkün olan tek sistem
olmadığını da ortaya koyar. Sistemin betimlenmesi esnasında sis
temi, açık ya da dolaylı bir şekilde, yürürlükte olan ya da hayali
başka sistemlerle kıyaslarız. Farklılıklar tercihleri vurgular, ter
cihler ise değer ya:ııgılannın bir sonucudur. Değer yargılarımıza ba.o;;
vurmaktan kaçınamayız. Bu değer yargılarımız ise herhangi bir
şekilde beynimize yeretmiş ya da yaşam felsefemiz içinde yer al
mış etik önyargılanmızdan kaynaklanır. Kendi düşünce alışkan
lık !anmızdan kaçınam ayız. Önümüz engellerle doludur. Fakat bel
ki, yine de engellerin etrafından dola.o;;abiliriz. Bizim için nelerin
değerli olduğunu görebilir ve neden bu değer yargılarına önem
verdiğimizi araştırabiliriz.
ıs
Savurganlığın kölesi idi,
O asil günah Lüks'e olan tutku,
Yaşıyordu mil yonlarca yoksulun emeğiyle.
Gurur, bir milyon daha yoksulu alet etmişti.
Kıskançlık ve kendini beğenmişlik,
Sanayi bakanlanydı.
En büyük aptallıkları,
Beslenmede, eşyalarda, giyimde dengesizlik,
İşte bu aptalca tutkuları,
Ticareti yönlendiren çark idi.12
Ahlaklı yaşama döndüklerinde,
Gurur ve lüks azalıp
Yaşamlan terkettikçe
Tüccarlar değil artık, büyük şirketler
imalata yön veriyor.
Zanaat ve el işleri artık
Terkedilmiş bir kenarda.
Olduğuyla yetinmek sanayinin engeli
Onlann yerel dükkanlannı beğenmelerini sağlıyor,
Artık fazlasını istemiyorlar.13
Keynes'in Mandeville'in efektif talep kuramı yorumu zorlama bir
yorumdur.14 Zenginin lüksünün, yoksula istihdam olanağı yarattığı
bilinen bir gerçekti. Mandeville'in zamanındaki İngiltere gibi azge
lişmiş bir ülkede, tarım sektöründe büyük bir işgücü bolluğu var
dı. Bu işgücü fazlası ise özellikle geçimini, zenginlerin lüks harca
malanndan sağlayan hizmetli ya da esnaf kesimi için bir işgücü
arzı oluşturuyordu. '.Bu konu Dr. Johnson'un (ki o, Mandeville'in
"Monostik ahlak" anlayışını kabul etmemekle birlikte, iktisadi yak
laşımı ile bütünüyle bir uyuşma içinde idi) savunduğu en önemli
konulardan birisi idi.
Yoksullara yarar sağlamaksızın lüks harcamalan ya
pamazsınız. Hatta, açıktır ki, lüks harcamalar yoluyla yok
sullara sağlanan yararlar, onlara mal ve hizmet vererek
sağlanacak yarardan daha fazladır. Lüks harcamalar yapa
rak işgücü fazlasını sanayi üretim içine çekebiliriz, oysa
16
yapılacak maddi yardım onların tembel ve aylak bir şekil
de kalmalarına neden olur. Gerçi, itiraf edeyim ki, lüks
harcama yapmak yerine yoksullara yardımda bulunmak
daha gösterişli bir davranış şeklidir.1.5
Öte yanda,
15 Boswell, The life of Dr. Johnson (Ailen and Unwin edition). Cilt II, s. 298.
* Yirmibir şilin değerinde İngilizlerin eski alUn parası.
17
nın olması durumunda , hapishanelerde bir yığın borçlu
nun bulunması önem taşımayacaktır; öte yandan, bu borç
lulara borç verenler de, keza, dikkata alınmayacak.tır.16
18
bileceğimiz ülkenin gerçek çıkarları değil midir? Bundan
başka en büyük ilgileri bizlerde ortaya çıkabilecek deği
şiklikler olan, en dindar ve iyi yetişmiş din adamlarımız
dünyasal ve bedensel arrulardan uzaklaşıp Tanrıya dön
memiz için dua ederlerken aynı duaları ile yaşadıkları ül
kenin dünyasal nimetlerini ve mutluluklarını elde edebil
meye de çalışmamakta mıdırlar?
Son sorularla birlikte, onların çok şaşkın ve üzüntü
içinde olduklarını itiraf etmeliyim : İmgesel olayımızda
sorulan sorulara olumlu yanıtlar vermek zorundayım; ve
bütün yasama yetkisini elinde tutan güçlerle birlikte, pa
pazların ve kırallann da içtenliğine güvenmemem (ki as
lında Tanrı güvenmemizi istemektedir) durumunda, bana
karşı yapılan itiraz da geçerli bir hal alır : Gerçeklerin ışı
ğında, kendim için söyleyebileceğim bütün söz, insan an
layışının esrarlı bir geçmişe sahip olduğudur.18
Adam Smith bu yaklaşımı beğenmez. Mandeville'in keskin hic
vinden sonra, onun yanıtı oldukça sade ve iddiasızdır.19
Dr. Mandeville'in kitabındaki en büyük hata, ne dere
cede ve hangi yönde olursa olsun, tüm hırs ve istekleri, bü
tünüyle kötü olarak göstermesidir. Bu nedenle, bireylerin
duygularının ne olduğuna ya da ne olması gerektiğine bak
madan hepsini boş ve anlamsız şeyler olarak yorumlar. Bu
safsata aracılığıyla da, 'bireysel düşkünlüklerin kamu ya
rarına olduğunu" söylediği meşhur formülasyonuna ulaşır.
Şayet, görkemliliğe olan istek, zarif sanatlar ve insan ya
şamının geliştirilmesi doğrultusunda yapılan tercihler bi
çiminde ortaya çıkarsa ya da bu istek giyimde, döşemede
ve evin çeşitli donanımlarında ya da miınarlıkda, heyk.el
traşlıkta, ressamlık ve müzikte hoş ve güzel olan şeylerden
yana olma şeklinde kendini gösterirse bu durum lüks ve
gösterişli bir yaşam olarak tanımlanır. Bu hırslara düş
künlük herhangi bir zorlama olmadan ortaya çıkar ve ka
mu yararına oldukları da tartışma götürmez.
Şayet görkemlilik arrusu, güzel sanatlara ve insan ya
şamının geliştirilmesine duyulan zevk, giyim, eşya, mi,mar-
19
!ık, heykel, resim ve müzik zevki bir lüks, duygusallık ve
kibirlilik olarak nitelendirilecekse açıktır ki lüks, duygu
sallık ve kibirlilik toplumun çıkarınadır. Çünkü böylesine
itham edici isimler takılan bu özellikler olmasaydı sanat
teşvik gönnez, kimse bu dallarla ilgilenmek istemezdi.
20 Loc. cit.
20
yapılanna oldukça geniş, gizli bir karşı çıkış vardır. Şöyle
ya da böyle işlerimiz arasında bir tercih düzenlemesi yap
mak istememiz, a priori bir gereklilik değil, ama deneyim
lerimizin ortaya çıkardığı bir olaydır ve olabildiğince az
da olsa, yine de paraya olan eğilimimizin etkisindedir. Fark
lı bireyler, seçmiş oldukları mesleklerine ve ilgi alanlarına
bağlı bir şekilde, günlük yaşamlannda, paraya olan eğilim
lerini az ya da çok ön plana çıkarırlar. Tarihçiler, paraya
olan eğilimin, şimdilerden çok daha az olduğu toplumsal
organizasyonların geçmişte yaşadıkl arını gösterebilmekte
dirler. Birçok dinler ve felsefeler, parasal kar hırsı ile et
kilenmiş yaşam biçimlerine şiddetle karşı çıkarlar. Öteyan
dan, bugün birçok insan , din uğruna dünyevi zevkleri feda
eden fikirleri red etmektedirler. Bunun yanında, bu insan
lar için parasız herhangi bir iş yapman ın çok güç olduğu
açıktır ve bilinen belirli olumsuzluklarına karşın, para, gö
revini yerine getirmektedir. Sonuç olarak, sıradan vatan
daşlar, d ikkatlerini sorundan uzaklaştırırlar ve akıl karış
.
tırıcı sorun hakkında gerçekte ne düşündükleri ve hisset
tikleri konusunda açık bir fikirleri de yoktur.21
21
lordlannın askeri önderliklerini dönüştürdükleri gibi ko
laylıkla ulusun önderliğine dönüştürülemez. Tersine, böyle
bir iktisadi yapı, muhasebe defterleri ve maliyet hesaplan
tarafından emilir ve bunlann arasında sıkışır kalır.
Burjuvayı, akılcı ve korkak olarak tanımlanın. Burju
vazi, bir ulusu istekleri doğrultusunda biçimlendirebilmek
ya da kendi pozisyonunu koruyabilmek için akılcı ve şid
det dışı araçlar kullaru.r. Halkın, iktisadi beklentilerini et
kileyebilir. İktisadi durumunu gözler önüne sermeye çalı
şır. Para ödemelerinde bulunabileceği sözünü verir ya da
ödemeyi geciktirmekle tehdit edebilir. Bir politikacıyı, ga
zeteciyi ya da polisi hileli ilişkilerinde kullanmak için ki
ralıyabilir. Ancak yapabileceği bütün herşey bu kadardır
ve çok fazla da önemli değildir. Yaşam alışkanlı.klan ve
deneyimleri kişisel bir alışkanlık yaratıcı yapıda değildir.
İşyerindeki ofisinde çok başarılı olabilen birisi, çoğu za
man işyerinin dışında, evinde ya da topluluk önünde kö:ı:»
ğe hoşt demekten acizdir.22
İş adamının saygınlığını sarsan en önemli şeyin sürekli olarak
aşın kar peşinde koşmak olduğu açıktır. Saygınlıklann her türlü
sünü kolaylıkla elde etmek olana:klı değildir. Ancak zenginlik ile
her türlü saygınlık da satın alınabilir.
Bu duyguların üstesinden gelmek ve kişinin zengin olmak
için başvurduğu yollan haklı göstermek iktisatcının göreviydi. Hiç
kimse kötü bir vicdana sahip olmayı istemez. Dünyaya ve mala
mülke hiç önem vermeden, bütünüyle kalender bir şekilde yaşaya
bilen insan çok az bulunur. Thug1ar bile hırsızlık ve cinayetlerini
inandıkları ilaheleri için yapıyorlardı. İktisatcılann görevi ne ya
pacağımızı söylemek değil, doğru .kurallara niçin uymamız gerek
tiğini göstermektir.
Bu konu daha sonralan Adam Smith'in öncülleri olan iktisat
cıların başlıca bir iki fikrine atıfta bulunularak aydınlatılmıştır.
Ancak bu yapılırken tutulan yol bilgi birikimine dikkat eden, dü
şünce gelişimini izleyen, tarihci ve her çağın kendine özgü sorun
ları karşısında fikirlerin ıı::ıasıl ortaya çıktığım gösteren bir yol de
ğildir. Ancak, tutulan yol, düşünce ve eylem üzerinde hala güçlü
22
bir etkisi olabilen metafizik önermelerin gizemli yaklaşımlannı
herhangi bir mantıksal içeriği olmayan çabalarla çözmeye çalışan
bir yoldur.
- m -
23
inanırsınız? Gündelik yaşamı.mızın devam edebilmesi için güneşin
doğuşunu da kuşku taşımaz bir olay olarak kabul etmek zorundayız.
Herhangi bir başka gelişmeyi kabul edemez ve inanamayız. Kendi
mize ciddi olarak bir başka gelişmenin varlığına inanıp inanamıya
cağımızı sorabiliriz. İnanırsak arkasından niçin inandığımızı sora
biliriz. Yanıt, kuşkusuz güneşin daha önceki hareketlerini inceli
yen tümevanrn yönteminden kaynaklanmamaktadır. Gezegenlerin
hareketlerini açıklayan bir kuram vardır. Bu kurama göre, güne
şin bilinen hareketi gerçekleşmektedir ve bu hareketin kesilmesi
ni beklemek için hiçbir neden yoktur. ( Gerçi kuşkusuz güneş doğ
mayabilir de. Ancak bunun olup olamayacağını asla bilemeyiz ) . Ön
celeri oluşturulan bir kurama göre Tann güneşi dünyayı aydınlat
ması için yaratmış ve ona kendi etrafında dönmeyi öğretmişti. Böy
lelikle de insanlar geceleri bir miktar uyuyabilme ol anağına sahip
tiler. Yine bir diğer kurama göre ise, güneş tanrısı Apollon her
gün gökyüzünde savaş arabası ile gezintiye çıkıyordu. Bilim geliş
meden önce bunlara benzer daha pekçok kuram vardı. Bilimsel
süreç Profesör Popper'in iddia ettiği gibi kuramlann geçersizliği
ni kanıtlamaya dayanır. Belirli bir dönemde bilimin esasını, geçer
sizliği kanıtlanamamış kuramlar oluşturur.
24
min nesnelliği bireyin tarafsızlığından değil birçok kişinin sürekli
olarak birbirlerinin kuramlarını deneye tabii tutmalarından kay
naklanır. " Bilim adamlan, birbirlerinin amaçlarına aykırı amaç
lar ortaya koymaktan kaçınabilmek için, kuramlarını test edilebi
lir bir şekilde açıklarlar. Bu durumda kuramlar, deneylerle ya red
edilirler ya da geçerlilikleri kanıtlanır." 21
. 25
de onu çok fazla üzmez. Perfornııansını geliştirici olabile
cek iyi fikirler hak.kında kuşkuludur. Onu bir kısmı olum
suz, bir kısmı da olwnlu etkiliyebilir.
26
kendisininkinden daha fazla değer vermediği için en özgür ve cö
mert iktisatcıydı. Eğer herhangi bir kişi onunla aynı fikre sahip
değilse, o ·kişi aptaldı ve üzerinde durulmağa değmezdi.
Kişisel sorun ana zorluğun bir yan ürünüydü. Ana zorluk ise
deneysel yöntemin olmamasıydı ve bu yüzden de iktisatçılar me
tafizik kavranılan hatalı terimler olarak kullanmama konusunda
zorlanamıyorlar ve hangi kavramın hatalı olduğu noktasında da
birbirleriyle anlaşabilmek için herhangi bir zorunluluk duymu
yorlardı. Böylelikle de iktisat, bir tarafta sınanamay�n varsayımlar,
öteyanda yine sınanamayan sloganlar arasında topallamaktadır.
Bizim burada yapmak istediğimiz ise olabildiğince yoğun bir biçim
de, birbirine kanşmış olan bilim ve ideolojiyi birbirinden ayırmak
tır. Ortaya çıkacak sorulara çok açık ve net yanıtlar bulamayaca
ğız. Günümüzde, toplumumuzda egemen olan ideolojini.ri önde ge
len örelliği, büyük bir karmaşa içinde olmasıdır. Bu ideolojik ya
pıyı anlayabilmenin tek yolu ise bu yapının çelişkilerini ortaya çı
karabilınektir.
27
KLASİKLER : DE(;ER
29
- ı -
30
İşbölümün olmadığı, değişimin çok ender görüldüğü,
her kişinin herşeyi kendisi için sağladığı toplumun o ilkel
dönemlerinde işlerin yürütülebilmesi için önceden bir bi·
riktirmeye ya da stoklamaya gerek yoktur. Her kişi çeşitli
dönemlerdeki gereksinimlerini sırası geldikçe ve kendi eme
ğiyle gideı meye çalışır. Acıkınca, avlanmak için ormana gi
der; giysileri eskiyince, avlayacağı ilk büyük hayvanın pos
tunu giyer; kulübesi yıkılmaya başlayınca, en yakındaki
ağaçlar ve otlarla elinden geldiğince onanr.3
3 İbid., s. 241.
4 Political Economy, Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi İktisat Ensti
tüsü Yayını, Laurenoe and Wishart, Lond. 1957, s. 71.
31
Kavrama analitik bir çerçevede yaklaşsak bile bunun tarihsel
bir bakış açısıyla ilgisi olmayacaktır. Çünkü bir köylü ekonomisi
nin yaşayabilmesi için her yerel topluluğun gereksinim duyduğu
belli alanlarda uzmanlaşmış kişileri desteklemesi zorunluluktur. Bu
uzmanlar bir nalbant, iki berber, beş papaz ya da daha başkaları
olabilir. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmeleri için her yıl gerekli
miktarda ücreti almak durumundadırlar Bir birim çıktının emek
zamanının bu ücretle bir i lgisi yoktur. Dikkate alınabilecek en
basit yöntem çağdaşlaşamamış Hindistan köylerinde geçerliliğini
korumaktadır. Bu yönteme göre, çeşitli konularda uzınanlaşrruş
kişiler kaldırılan hasadın belli bir oranına el koyma hakkına sa
hiptirler ve karşılığmda da istenilen her türlü işi yapmak duru
mundadırlar.
32
için, bu insanlara iş malzemesi ve geçim maddeleri s ağlava
caklardır.�
33
Fakat, toplumun farklı aşamalarında, bu üç sınıf ara
sında paylaşılan ve rant, kar ve ücret olarak tanımla.ır n n
çıktının paylaşım oranlan bütünüyle farklı olmaktadır. Bu
farklılık ise, başlıca, toprağın verimliliğinden, sermaye ve
nüfusun yoğunluğundan, beceri, hüner ve tarımda kullanı
lan araçlardan kaynaklanmaktadır.
34
değeri kendiliğınden değişme�ıc bir m� ... bulabilir
11
miyiz?
35
Ricardo'nun düşüncesi ne denli enginse, sunumu da o
denli karışıktır; sözcükleri, açıklamadığı yapay anlamlar
vererek ku!lanır; bu anlamlara bağlanıp kalmaz. Hiçbir uya
rıda bulunmadan bir hipotezden diğerine geçer.
36
lümün daha sonraki düşünceye etkisi bu yönde olmuştur
Aslında bu bölüm, emeğin fiyatının, paranın genel satın
alma gücünü ölçmede ne denli iyi bir ölçüt olduğu tartış·
ması ile ilgiliydi.14
- 11 -
37
kuramın, görüşlerinin ana noktasıyla ilgili olmadığını da göre
biliriz.
38
Bütün bunlar bize, insan emek gucunun bu malların
üretiminde harcandıklarını ve bu mallar tarafından içeril
diklerini anlatır. Hepsinde ortak olan ve kristalleşmiş sos
yal öz olarak gördüğümüz bu şey "Değer"dir}5
39
Marx'ın kapitalizmi suçlaması, sömüıiiyü hırsızlık olarak yo
rwnlayan safdil idealistler ile aynı türde değildir. Tersine, bir tür
mantıksal olay ile kapitalizmi savunur. Hiçbir do landırıcılık söz
konusu değildir - doğru ve adil bir şekilde herşey değeri karşılığın
da değiştirilir. İşçinin payına düşen, işçinin maliyeti olan değerdir
yoksa ürettiği değer değildir.
40
kişi başına artık azalır. Birikim yavaşlar. ( Burada, Marx'ın görüş
lerinde zayıf bir nokta vardır, çünkü gelecekten beklenen karlar
düşük görünürken yatırıma kalkışmanın başarısızlığıyla açıklanan
bir ticaret devirleri kuramı, geçmişte gerçekleşmiş karlar düşük
olduğundan azalmış kaynak akımı ile kanştınlmaktadır) . Emek
arzının önde gitmesini sağlayan, yalnızca, birikimin yavaşlamasına
neden olaıi karlardaki azalma değildir. Yüksek ücretler nedeniyle,
emek kullanımında tasarruf sağlayan yenilikl erin devreye sokul
ması da bir diğer nedendir. Doğa] büyüme, başta yavaş bir biri
kim hızı ve onun beraberinde teknoloj ik işsizlik olduğu halde ye
dekler ordusunu tazeler ve gerçek - ücretler yeniden düşer.
41
tırılan adam başına düşen toplam ortalama sermayeyi gerektiren
mallar için söz konusudur ( bilimsel terminoloj i ile söylersek ) . Her
durumda, Marx düşüncelerinin geri kalan kısmını birinci ciltteki
gibi bütünleşmiş ve uyumlu bir hal e getirememiş ve onları yayın
lamamıştır. Hiç kimse bitmemiş bir çalışmadaki tutarsızlıklardan
ötürü suçlanamaz. Üçüncü cildin, değer yasası aracılığıyla farklı
sermaye - emek oranlan ile üretim çizgilerindeki kar oranlarının
eşitliği arasında bir uzlaşma getireceğini Engels i l an etmişti. Engels
bu konu üzerinde uzun süre düşündü . Böhm Bawerk'in alaycı de
yimiyle çözümler önerilecek bir çeşit ödüllü deneme yarışmasına
yol açtı.18 Sonunda üçüncü cilt ortaya çıktığında, hiçbir çözümün
bul urun adığı görüldü, fakat yalnızca, bir tekerleme kılığına girmiş
fiyatların, sermayenin alması gereken normal karı da içeren üre
tim maliyetini kapsadığı söyleyen o bilinen basmakalıp düşünce
ortada idi.
Anal itik olarak dikkate alındığında bütün bunl ar, boş bir yay
gara idi. Çünkü, göreli fiyatların çözümlenmesinde, Adam Smith'in
açık ve anlaşılır kuramından daha iyisini gerçekleştiremeyiz. Top
lumun iktisadi yapısının genel gelişimi, ücret, faiz, kar ve rantla
rın ( en ilginç soru burada yatmaktadır) genel düzeyini de belir
ler. Her bir mal için, normal fiyat, bu temele göre, o malın nor
mal üretim maliyeti tarafından yönlendirilir ( tekellerle, doğal kıt
lıklar dışında, Adam Smith'de konuya bu şekilde önem vermiştir) .
Çünkü, her sanayi, az ya da çok , diğerlerinin ödediği oranda, üre
tim faktörlerine ödemede bulunabilmelidir.
18 Kari Marx and the Close of his System. (Kitabın bu İngilizce Başlığı
yanlış çevrilmiştir. Böhm analizin tamamlanması gerekliliğini ifade et
miştir) .
42
İmalat sanayının ge11:el gidişini ilgilendirdiği sürece ( en azm
dan şimdiye kadar - otomasyon bir vurgulama şansı getirebilir)
m aliyetlerdeki farklılığı belirleyen en öneml i öge, çalıştırılan eme
ğin saat başına düşen çıktı miktarıdır. Bir çay bardağı ile motorlu
arabanın fiyatları arasındaki fark ya da bir Austin ile Rolls-Royce
arasındaki fark, temelde, bunların herbirinin üretiminde ortaya
çıkan ücret tutarları arasındaki farka bağlanır. ( Kendini en ilkel
koşullarda da gösterebilen işte bu " değerin ücret kuramı" dır ki,
Adam Smith'in mitoloj ik değer-emek kuramının ortaya çıkmasına
neden olmuştur) .
Doğal mallar için bu geçerli deği ldir ( gerçi Marx, bunu hiçbir
zaman kabullenmeyecektir) . Bir ton platin ile bir ton gümüş ara
sındaki fiyat farkı kişi başına ürün farklarının tersinden çok daha
büyüktür; bir kilo şaraplık üzümün fiyatı ile bir kilo bektaşi üzü
mü arasındaki fark da böyledir.
43
lan kimsenin, bu haksızlığın nedenleri hakkındaki yakarışları ve
çözüm yolları arayışları ile doludur. Hıristiyanl ıkta olduğu gibi,
zamanın geçişi , bu sistemi, sistemin önde gelenlerinin inancı hali
ne getirmiş ve Marksizmin ahlaksal çekiciliği de aynı nedenden
ötürü zayıflamıştır.
- 111 -
44
çekleştinnez. Örneğin, emrinde çalışan tüm sivil ve askeri
memurlarıyla hükümdar, ordu ve donanmanın tümü, üret
ken olmayan emekçilerdir. Bunlar toplumun h izmetka rl a
45
ğini nasıl saptayabiliriz? Değişik nitelikteki işçilerin göreli ücret
lerini kullanarak, bu işçilerin ürettikleri mala kattıkları değerlerin
farklı miktar larını belirlemek yasal değil dir; ücretlerdeki farklılık
ların emek-gücünün değerindeki farkları ölçmeleri beklenir, yani
işçilerin yetiştirilmeleri ve geçimlerinin maliyetini ; yaratılan de
ğerdeki farklar bu yoldan öl çülemez.
Bir başka güçlük şudur : değer, bir işle fiili olarak harcanan
zamanın bir ürünü değil , t�plum açısından gerekli emek-zamanın
bir ürünüdür. Marx; ağır çalışan bir işçinin ürününün, etkin çalı
şan işçinin ürününden daha fazla "değer" içereceği gibi saçma bir
görüşten dikkatle kaçındı. Teknoloj i k ilerleme ler ve sermaye do
nanımındaki artışlar malların değerini azaltır, eskimiş yöntemler
ile en i leri teknikler hala yanyana kullanılırken ya da işçilerin bir
kısmı, diğerlerinden daha mekanik aygıtları kullanırken ve aynı
zamanda her grup işçi içinde bazıları diğerlerinden daha etkin
iken , her üretimi dalı için, "toplumsal açıdan gerekli emek zamanı "
nı nasıl hesaplayabiliriz?
Son olarak, bir yıllık üretimin değeri, yalnızca yıl içinde har
canan emek değildir. Aynca daha önceki yıllarda harcanan ve üre
timde kullanılan sermaye mallarında içerilmiş bulunan emek za
manı da bu değere dahildir. Bu durum, tartışmanın içine, tesisin
amortisman ve stokların değerlendiri lmesi gibi şaşırtıcı ve karıştı
rıcı sorulan da sokar.
46
Gerçek ücretlerle ilgili bir kuram olarak emek gücünün değerı,
sosyalist iktisatta hiçbir öneme sahip değildir. Üretimi düzenliyen
planlama, kendi çıkan için değil, yatırımları savunmak, sosyal hiz
metleri ve toplumun genel harcamalarını finanse etmek için bir
artık yaratılmasını amaçlar. Gerçek ücretlerle ilgili Keynesci kuram
daha uygundur. Fiyatların parasal ücret l erle ilişkisi, yatırımın tü
ketime olan oranı ile belirlenir.
47
Ders kitabı Sovyetler Birliğindeki iki üretim türü arasındaki
ayırıma büyük bir önem veri r - tüm üretim araçlarının devletin ma
lı olduğu ve işçilerin ücret aldığı, sanayide tümüyle sosyalist üre
tim; ve üretim araçlarının büyük kısmının kooperatiflerin mülki
yetinde olduğu ve işçilerin üretimden pay aldığı, tarımın büyük
kısmında kooperatif üretim.
48
NEO-KLASİKLER. : FAYDA
- 1 -
49
nn gerçek iktisat Kuramı olduğu hakkında hiçbir kuşkum
kalmadı ve o zamandan beri konu üzerinde yazılmış diğer
ki taplara küçümsiyerek bakmaktan kendimi al amaz ol
dum.'
50
vurgulansa azdır. Eğer ölçme işlemini başarabilseydik, bi·
risi isteklerimiz diğeri de gerçekleşmiş doyuml aruruz olmak
üzere iki ayrı hesaplama yapmak durumunda kalırdık. O
zaman ikisi de herhalde biribirinden oldukça farklı olur
du. Çünkü, bırakınız insanların daha yüce beklentilerini, ik
tisat biliminin ilgi alanına giren türdeki istekler (ve özel
likle örnek alınana - benzemeğe - çalışmakla ilişkili is
tekler) genellikle, bilinçsizce insanın içinden gelen türden
isteklerdir; birçokları alışkanlıklardan; bazıları marazi kö
kenli olup ( kişinin kendisini ya da başkalarını) yaralayıcı
niteliktedir, ve birçoğuda doyurulamamış olan beklentiler
den türeyebilir. . . Elbette, insanın alabileceği doyumların
birçoğu olağan türden zevkler değildir ve insanı yücelten
tür gelişimlere aittir ve de hatta bazıları kısmen özveri ve
kendini yadsımadan türeyebilir. Yukarıda sözügeçen iki
doğrudan ölçüm böylece farklılık gösterebilir. Fakat, her
iki ölçümde zaten olanaksız olduğu için, iktisat biliminde
kullanılan türden ölçümlere başvurmak zorunda kalırız; ve
de bunları ( tüm hataları ile birlikte) hem insanı harekete
sürükleyen istekleri hem de neticede insanın elde ettiği do
yumları yansıtan ölçütler olarak kullanırız.3
51
lidir ki bu doyuma ulaşma ile ilgili hir sorun değil, özgürlükle il
gili bir sorundur - kişinin tercih ettiği şeye sahip olmasını isteriz.
Böylelikle davranışlanna sınır koymaktan da kurtulmuş olur. Fa
kat örneğin;
Bir kişinin farklı iki fiyat düzeyine karşı tepkilerini iki farklı
zamanda gözlemliyebiliriz. Kişinin iki farklı zamanda aynı malı sa
tın alırken ortaya koyduğu farklı davranışın ne kadannın fiyatlar-
4 Principles, s. 94.
52
daki değişmelerden, n e kadarının da aynı dönemde tercihinde or
taya çıkan değişikliklerden kaynaklandığını nasıl belirleyebiliriz ?
Karakterinin değişmeyeceği konusunda herhangi bir güvence yok
tur, çünkü zevklerin e tkilenip değişebilmesi açısından örneğin; sa
dece çorba ve viski yoktur. Pratikte herşey, ya alışkanlık son:.ıcu
ortaya çıkan bir uyuşukluk ya da bir değişim isteğ i geliştirir.
53
ülkede emeğin ucuz olması beklenirdi.6 Ricardo için de zenginlik
birikim dernekti . Neo--klasikler için ise, işçilerin tükettikleri mal
lardan elde ettikleri fayda diğerlerinden daha farklı el eğildi.
54
Herhangi bir şey için r;erekli fiyatı ödemede bir yok
sul bir varsıla göre daha güçlü bir dürtüye gereksinim du
yar. Bir şilin bir varsıl için, bir yoksula göre daha küçük
bir zevk ya da doyum ölçüsüdür. Tek bir puroya bir şilin
harcama konusunda kuşkulu olan bir varsıl, kendisine bir
ay yetecek miktarda tütüne bir şilin harcama konusunda
kuşkulu olan bir yoksula göre, küçük zevkler arasında ter
cih yapmak konusunda daha titiz davranacaktır.
Geliri yılda 100 pound olan bir memur, yılda 300 pound
olan bir diğerine göre, yağmurlu havalarda da işine yürü
yerek gidecektir; çünkü, tramvay ya da otobüse harcanan
para varsıla göre yoksul için çok daha büyük değer ifade
etmektedir. Eğer yoksul kişi parasını harcarsa, daha son
raki günler için varsıla göre, isteklerinden daha fazla feda
karlık yapmak durumunda kalacaktır. Belli bir miktar ma
liyete katlanarak elde edilecek kazanç, yoksulun kafasın
da, varsıla göre daha büyük bir değer taşımaktadır.8
8 Principles, s. 19.
55
Herkesin kendi koşullarını daha iyiye doğru geliştir
mek için harcadığı doğal çaba kısmi ve bir ölçüde sıkıntı
verici olsa bile siyasal iktisatın kötü etkilerini , birçok açı
lardan, düzeltmek ve önlemeyi amaçlamaktadır. Böyle bir
siyasal iktisatın, gerçi, az ya da çok kuşkusuz geciktirmek
le birlikte, bir ulusun gönenç ve bolluğa doğru doğal i ler
lemesini sürekli olarak durdurmaya gücü yetmez.9
56
Wicksell, bütün herşeyi başından sonuna gördü. Walras, kla
siklerin belirsiz öğretisini gözlemlerde bulunarak kesin bir şekil
de kanıtlayabilınek için yola çıktı.
57
Sosyalizme doğru bir eğilim geliştirmiştim; daha sonra
bu eğilimim Mill'in 1 879 da Fortnightly Review'da yayınla
nan makalesi ile de kuvvetlenmişti. Bu nedenle, on yıldan
daha fazla bir süre, "sosyalizm" olarak adlandırılan fikir
lerin etkisi altında kaldım ve dünyada başka olay yokmuş
gibi çalışmal arımın en önemli konusunu bu oluşturdu. Fa
kat sosyalistlerin yazdıkları zaman zaman beni oluml u et
kilemekle birlikte, genellikle isyana sü.riikledi. Çünkü, on
lar gerçeklerden oldukça uzak görünmekteydi; ve, kısmen
bu nedenle, daha uzun bir süre düşünmeden, konu üzerin
de konuşmalarımı kısıtlamaya karar verdim.
58
Marshall, yaşam güneşinin yavaş yavaş batmaya başladığı bu
son dönemlerinde, kendisini, yirmi yıldan daha fazla bir süre önce
yazdıklarını yeni baştan gözden geçirmek zorunda hissetti :
Her çağda toplwnsal amaçlar yen i biçimler alır : Fa·
kat hepsinin altında temel bir ilke vardır; bu ilerleme top
lumsal faydanın arttırılmasında kullanılabilecek olan in·
san doğasının sadece en yüce değil, en dayanıklı güçleri·
nin ne oranda gelişmiş olduğuna bağlıdır. Gerçek toplum·
sal faydanın ne olduğu konusunda birtakım kuşkular ola·
bilir; fakat, bu kuşkuların varlığı, sözkonusu temel ilke·
nin geçerliliğini yitirmesi için yeterli bir gerekçe oluştura·
maz. Çünkü daima, bir anlaşma platformu vardır ve top
lumsal fayda bu sağlıklı uygulama ortamı ve mutluluk üre·
ten yeteneklerin gelişimi içinde sözkonusu olur ve güçle
nir. Çünkü yine bu platform kişinin kendisine olan saygı
sını arttınnr ve beslenen umutlar ile de gittikçe güçlenir.
Gazocağında boşa giden gazı faydalı hale getirmek, hiçbir
şekilde kamu malını kendi içinde zevkli hale getirmeye ça
lışmak ve her sınıftan insanı kendisini müsrif harcama
larda açıkca gösteren gücün dışında diğer yollarla büyük
çabalara özendirmekten elde edilen zaferle kıyaslanamaz.
59
Bu fikir ile birlikte düşünüldüğünde, yalnızca zenginlerin ta
sarrufda bulunabildiği yeryüzünde hüküm süren eşitsizlik ortamı
için kabul edilebilecek tek haklı neden böyle bir eşitsizliğin ser
maye birikimi için zorunlu olduğudur. Bu, klasik akılcı düşünü
şün bir örneğidir, fakat bu bile, genellikle yumuşatılmış bir biçim
içinde sunulur - eşitsizlik paylaşılacak olan toplam ürünün büyü
tülebilmesi amacıyla savunulabilinir, böylelikle toplam üründen
alınan en küçük bir pay bile bu ürünün arttırılabilmesi sonucun
da, eşitlikci bir sistemde olabileceğinden daha büyük olur. Ve ek
bir fikir olarak bize, genellikle, gelirin yeniden dağılımmın gerçek
ten, göze batar bir şekilde herhangi bir kişinin gelirini arttırma
dığı öğretilmiştir.
60
edip iyi yönlerini görmeye çalışmış bu kişiler farklı kokuları alına
ve hastalıklı gelişmeleri sezme yeteneklerini de kaybetmişlerdir.
Bunlar hastalıklı kokulardan şikayet eden kendi dışlarındaki kişi
lere, kızgınlıkla şu yanıtı verirler : "Koku yalnızca sizin burunlan
nızdadır. Amacımız, bütünüyle kokusuzdur, bilimseldir, mantık.sal
dır ve değer yargılarından arındırılmıştır"
- 11 -
16 Op.cit., s. "i!37.
61
Aslında, sermaye sunumu ile ilgili oarak her ikisi arasında te
mel bir farkl ılık vardır. Walras'a, Jevons'a, Avusturya'lılara, Wick
sell'e ( ve kıt kaynakların alternatif kull anımlar arasındaki dağılı
nırnı -tek konu olmasa bile, iktisadın bu en önemli konusunu
merkezi bir konu olarak gören Lord Robbins'e bile, belli) üretim
faktörleri sunumunu veri olarak almak doğal gelmiştir. Faktör
kullanan her işveren, üretim maliyetini en aza indirmenin buna
karşın getirisini en çoğa çıkarmanın yoll arını arar. Üretim faktö
rünün en küçük bir parçası ise, kendisine en yüksek getiriyi geti
recek yerde istihdam edilmelidir, ve her tüketici, tüketimini fay
dasını en yükseğe çıkaracak 'şekilde planlamaya çalışır. Her birey
için kendisine "en iyi" yi veren ve kişiyi daha iyi bir düzeye ulaş
mak için herhangi bir davranışa itmeyen tek bir denge noktası
vardır. ( Çünkü grubların kollektif olarak kendilerini daha iyi ko
şull ara götürme çabaları kesinlikle kurallara karşıydı ) . Bu durum
da kişi, sahip olduğu faktörün ma.I1jinal verimliliği tarafından be
lirlenen bir gelir elde eder. Marj inal verimlilik ise istemden daha
çok faktörün kıtlığı tarafından belirlenir. Burada da "sermaye"
bütün diğerleri gibi bir faktördür ve, görünüşte, mülkiyeti ile iş
letilmesi arasında ki fark ortadan kalmıştır. Bütün ilişkileri eko
nometrik denklemler ile oluşturmak bize büyük miktarda yardım
cı olur. X ve Y arasındaki simetrik ilişki, " sermaye ve emek" ara
sında acı ve uzlaşmaz bir eğilime sahip olan ilişkinin tüm olum
suzluklarından arınmış bir şekilde, oldukça yalın ve hoş bir görü
nüme sahiptir; ve ürünün üretim faktörleri arasında bölüşümünü
belirleyen sistemin görünen akılcılığı, ürünün çeşitli kesimler ara
sındaki dağılımı sırasında aslında varolan tüm keyfiliği saklamak
tadır.
62
Birbiri arkasına gelen her iki model de doyurucu bir şekilde
oluşturulamamıştır. Her birindeki çelişkiler dikkate alınmadan ge
çiştirilebilinir (ya da kısa sürede yanıtlan bulwıabilecek bilmece
ler olarak gözardı edilebilinir) . Çünkü, esas vurgu sistemin yapısı
üzerine değil, fakat, sistemin iç işleyişi -göreli fiyatlar kurarnı
üzeriı:ıedir ki bu konu en ince ayrıntısına kadar işlenmiş ve şimdi
lerde de artık hemen hemen tartışma dışına çıkmıştır.
63
cunda elde ettikleri ödüllerdir. İşçilerin "çabalan" na benzeterek,
.sermaye stoğuna sahip olmayı özveri olarak yorumlamak gerçekte
çok büyük bir anlam ifade etmemektedir. Marshall bu konuyu da
ha da puslu bir şekilde bırakmıştır ve günümüze kadar da puslu
kalmıştır.
Böyle bir mantıksal yapı belli bir çekici liğe sahiptir. B,u man
tıkla, matematiğe gerek duyulmaksızın, entellektüel anlamda gü
zelliği olan birtakım ipuçları yakalanabilir. Bu durum, bu man
tıkla yaklaşımda bulunanlara, i deolojik işlevlerini yürütmede bü
yük bir destek sağlar. Böyle bir zerafet karşısında, birikimin sona
erdiği bir anda ortaya çıkan durağan durumun tartışılmasının, bu
günün sorunları için bize çok fazla yardımcı olamayacağı şeklinde
ki bir şikayette, yalnızca kötü niyetli bir kişi bulunabilir.
- 111 -
64
tığı yerden alıp savunduğu temel fikir, Merkantilizme karşı oluş
idi, Ricardo'nun rant kuramı, Tahıl Yasası'nın geçerliliğini yitir
mesine neden olmuştu. Neo-klasikler için ise, Serbest Ticaret'e
olan inanç, bir mihenk taşı durumuna gelmişti; k orumacılar, her
hangi bir yasaya bağlı olmaksızın daha az bir üretime taraftardılar.
B i r gümrük vergi sine olan istemin, heriıangi hir kişi yerine ge
nellikle o işten çıkarı olan bir kesimden ( Lobi'den) geldiği yeterin
ce açık bir gerçektir, fakat, korumacılığın lehiride, hiçbir iyi görü
şün asla bulunamadığını söylemek de doğru değildir.
65
şulda varsayıldığı bir model oluşturuldu. Ayrıca, değer olarak dış
alımın değer olarak dışsatıma eşit olduğu uluslararası bir denge
durumu da varsayıldı. Tam istihdam ve tam rekabet koşullan da
var kabul edildi. Hiçbir ticari i lişkinin olmadığı bir durumun ter
sine, ticaretin varlığı durumunda elde edilen yarar bu model ile
gösterildi.
66
! arın bir kısmı bir araya gelerek fiyatları yukarıda tutacakları ko
nusunda anlaşabilirler ve kendileri için, bireysel olarak rekabet et
tikleri takdirde elde edecekleri bir ortamdan daha iyisini oluştu
rabilirler. Daha az çalışıp, daha fazla kar elde ederler. Aynı şekil
de, herhangi bir ulus denge koşullarının varsayıldığı bir model
içinde dışalıma göre daha yüksek dışsatım fiyat larında daha küçük
bir ticaret hacmi ile, Serbest Ticaret koşullarında olduğundan daha
varsıl olabilir. Bu durum, Bickerdike tarafından, Edgworth'ün şe
killi analizini eleştirdiği ünlü makalesinde işaret edilmiştir. Edg
worth de bu noktayı kabul etmek zorunda kaldı ve daha da ileri
giderek saf Serbest Ticaret olgusunu bir miktar değiştirip, koyu
lacak küçük bir gümrük vergisinin her ulus için daha yararlı ola
cağını söyledi.18 Buradaki " küçük" gümrük vergisi bir tekelcinin
rekabet fiyatı üzerine koyduğu "küçük" artış ile aynı anlama gel
mekteydi. En fazla kar getiren fiyat, mümkün olan en yüksek fiyat
değildir, çünkü bu en yüksek fiyatda satış l ar çok azalabilir. En fazla
kar getiren fiyat satılan birim başına en yüksek karı getiren fi
yattır.
Bu, Serbest Ticaret olgusunda çok ciddi bir gedikti. Nasıl ele
alınmıştır? Aslında bu gözden ·kaçmıştı. Bickerdike'in makalesi
şimdilerde iyi biliniyor, çünkü Abba Lemer 1 930 larda 19 aynı nok
tayı yeniden keşfettiğinde Bickerdike'in unu tulan makalesi de ye
niden hatırlandı ve o zamandan beri ciddi bir şekilde ele alınma
yıp savsaklandı durdu. Hatta etkili bir şekil de hasıraltı edilmeye
çalışıldı. Şimdi unutulmuş olan bir ciltte, neo-klasik düşüncede za
yıf bir noktayı temsil eden sorun aşağıdaki şekilde ele alınmak
tadır :
67
lanmış bir şekilde, 7 _Şubat 1931 tarihli Nation and Athe
naeum da "Gümrük Vergisi Sorunu ve İktisatçı" başlıklı
Profesör Jacob Viner'ın makalesinde bulabilirler. Şimdiye
kadar tanıdığım hiçbir iktisatçı ( Profesör Viner sonuca
ulaşır) koruma sonucunda ticaret hadlerinde görülebilecek
olumlu bir gelişmeden normal koşullarda herhangi bir ül
keye, verimli kaynakların iktisadi olmayan yeniden dağılı
mı sonucunda ortaya çıkan zarara eşit bir kazanç sağladı
ğını asla gösterememiştir.20
20 Tariffs : The Case Examined, Sir William Beveridge and Others, s. 14,
Dipnot 1 .
68
ların doğrudan elde edilen yararlardan daha ağır bastığını
iddia etti.21
- iV -
21 Principles, s. 767.
22 Theory of Political Economy (Birinci Baskı) , s. 3.
69
tar olarak en büyük faydayı elde etmek için en çok malı hedef
alan faydacılık ilkesine göre farklı bireylerin aldıkları hazlar top
lanacaktı ve Edgeworth bu toplama işleminde hiçbir zorluk gör
memekteydi
23 Mathematical Psychics, s. 8.
70
mının en büyüğü esas ilgiyi oluşturur. Matematiksel akıl
yürütme kısmen, Mr. Sidgwick'sin Ençok Hazzın, doğru ey
lemin sonucunda olduğunu belirten kanıtını onaylama ile
uğraşır; ve kısmen de bu sonuca ulaşmaya neden olan ara
daki aksiyomlardan sonuçlar çıkarmaya çalışır. Bu sonuç
çıkarma son derece soyut ve hatta belki de olumsuz bir
yapıdadır. Eşitliğin faydacılık içinde anılması gerektiği var
sayımını olumsuzlaştırır. Çünkü, eğer duygular Haz Ka
pasitesi içinde farklılaşıyorsa -benzer koşullar altında
bazı tür duygular ( örneğin; düş kurma ve sevecenlik ) or
talama olarak diğerlerine göre daha fazla haz ve daha az
sıkıntı (örneğin; angarya) verir- o halde koşulların eşit
liğinin en fazla mutluluk verici düzenlemesi olduğu gibi
bir önyargı yok demektir; özellikle bu gelecek nesillerin
çıkarları göz önüne alındığında geçerlidir.24
24 İbid., s. VII.
71
Anlamlı bir içeriğe sahip olmaksızın konuşulmal anna karşın
metafizik kavramlar burada da bilime katkıda bulundular. İktisa
di çözümleme yöntemi , ona sahip olan herhangi bir kişi için yal
nızca sağduyu şeklinde ortaya çıkan bir düşünme alışkanlığıydı.
Bu düşünme alışkanlığının değerini , ona sahip olan kişi , sahip ol
mayan bir diğeriyle tartışmaya girdiği zaman takdir edebilirdi. Mr
Little, Whitehall'daki deneyimlerini şu şekilde anlatır :
72
sadi konularda düşünemez, çünkü gerçekler ve ilişkiler
kendilerinin düzenlenmesinde birbirleri içine çok fazla gir
mişlerdir; kolaylıkla yerlerine yerleştirilemezler. Fakat,
eğer kuramcı bilgisiz ise, bazı olanakları görmesine engel
olan çok kısmi bir kuram oluşturmaya yönelir. Ya şur
dan ya da hurdan derlenmiş bazı eski ve çok basit kuram
ların peşine takılır. Aynca, inanının ki geçmişi çok bpnce
yorumlamaya yönelir. Post hoc ergo propter hac nadiren
yeterli bir iktisadi açıklamadır. Bazen, Whitehall 'da çok
kuşkulu iktisadi analizlerin gel iştirilmesindeki saflığa va
ran emin olma duygusu karşısında şok oldum.25
73
!arın kafalarında bu tür kutuların çok fazla yer almadığı
s ıraların bulunduğundan da haıberdardır; ancak bunları ho
calarından devir almıştır ve bunların arkadaşl arı tarafın
dan zekice kullanıldığına tanık olmuştur.
74
gileme ile ilgili kurallar da, açıktır ki , Marshall'ın analizinden or
taya çıkmıştır fakat onlar politika için emredici olmak yerine açık
layıcı araçlardır. İstemleri esnek olmayan mallar her koşulda ver
gilendiriliyorlardı çünkü , onlar kar getiriyorlardı ve Marshall'ın tü
ketici fazlası hakkındaki görüşü bu konuda hiçbir olumlu ekleme
de bulunmamıştı. Pigou'nun vergiler ve sübvansiyon i le ilgili gö
rüşlerine gelince, eğer birisi bunları ciddiye alırsa, artan ve aza
lan getiri sanayilerini büyük bir istekle araştırmış olurdu. Fakat
bu ( Clapham'ın işaret ettiği gibi ) hiçkimsenin yapmadığı bir şeydi.
75
KEYNESGİL DEVRiM
- i -
77
gelişim içinde bir devre olarak görmüştür. Bazen bu ona, öfke ve
ümitsizlik vermiş fakat genel de sistemi onaylamış ya da ne paha
sına olursa olsun bunu düzenlemeye ç�lışmış ve yeterince iyi işle
mesine çaba göstermiştir. Ancak Adam Smith'inki gibi, onun da
savunması çıkara dayalı siyaset üzerine kurulmuştu
78
Keynes bu duı:umun mekanizmada varolan oldukça köklü bir
sakatlıktan kaynaklandığını saptadı ve herkesin kendi çıkan için
çalışmasının toplumun da yararını arttıracağı kuralına bir istisna
getirdi. Ve böylelikle de bireysel kar peşinde koşma ile kamu ya
rarı arasındaki uzlaşmayı da büyük miktarda çatlattı.
Genel Teori'yi içe zor sindirilir yapan, aslında ufak bir çabay
la kolayca anlaşılabilir olan entellektüel içeriği değil, getirdiği et
kileyici sonuçlardır. Özel kusurların kamu yararlarını oluşturma
sından daha da kötüsü yeni doktrinin özel erdemlerin ( tutumlu
luk ve dikkatli ev idaresi gibi) kamu kusurlarını oluşturduğu hu
susundaki uygunsuz ifadesi olmuştu.
79
Üçüncü olarak, Keynes, zaman kavramını iktisat kuramına ge
ri getirdi. " Denge" ve "Mutlak Sağduyu" nun mahküm ettiği bu
Uyuyan Prensesi uzun uykusundan uyandırdı ve yaşama tekrar baş
lamasına neden oldu.
- 11 -
80
ni bilemiyoruz) . Keynes, gerçi bir tarihçi deği l di, ancak, Genel
Teori İ ktisat tarihinin analitik incelemesi için büyük bir saha oluş
turdu. Önceleri, tar1h ve kuram arasında, şimdilerde değerden düş
müş olan altın arzı sonucunda fiyatlarda ortaya çıkan hareketlerle
ilgili yorumlar dışında, hemen hemen hiçbir bağlantı kurulmamıştı.
81
Keynes de ayakları üstüne tam anlamıyla sağlam basmıyordu.
Zamana bağlı olmayan çoğaltan 8 hakkındaki göıiişleri oldukça kuş
ku vericiydi. Analizinin, en çarpıcı tartışmalarının yer aldığı, güç
kabul edilir esas noktası, gerçi, belli bir anda yatırım oranlarında
ortaya çıkan bir değişikliğin etkilerini izleme anlamına gelmekle
birlikte , herbirinde veri bir yatırım oranının gerçekleştiği statik
kısa-dönem denge dunımlarının kıyaslanmasına dayanır.
82
- m -
Onüç yıl sonra kitabı ele alıp sakin bir şekilde okuduğunda bir
çok konuda kitapla uyum içinde olduğunu şaşkınlıkla gördü ve
- iV -
84
çerçevesinde öne sürü!en çağdaş bir örneğe bakarsak� uzun dö
nemde bütün tekeller parçalanacaktırY Bu çok kaba bir genelle
me gibi görünür ancak söylemek istediğimiz bu değildir. Önemli
olan nokta, bu görüşün teke l kan olayının öneml i olmadığını öne
sürmesidir. Güneşin sadece özel günlerde parladığı olgusuna rağ
men, henüz iflas etmemiş bazı tekeller, neşe içinde ürünlerini top
luyor olacaklardır. Oysa, hepimiz bir anda ölmeyeceğiz, fakat
"Uzun dönemde hepimiz ölüyüz"
85
ge nedir? Her koşulda "durağan koşullar" belirli bir nüfus ve ser
maye stoğuna mı, belirli bir gelişme hızına mı karşılık gelmektedir.
- V -
86
Toplum için yapılan optimum tasarruf oranı böyle budala tiplerin
eline mi teslim edilecektir? O takdir de gelecek nesillerin durumu
ne olacaktır? Tasanuf için en büyük parayı bekarlar ayırdığından
bu konuda aile duygusu zayıf bir destektir. Bu tip saçma sapan
sorulardan kısmen kaçmak amacıyla birikimin sona erdiği dura
ğan duruma yönelerek onu incelemek Marshall'm takipcileri için
sonderece değerli olmuştur.
87
deyimlendirdiği şekliyle, gündem ve gündem dışı arasın
daki ayrımı yapmamız ve bunu yaparken de Bentham'ın
karışımın aynı zamanda " genellikle gereksiz" ve "genel
l ikle öldürücü" olduğu yolundaki ön yargısına sap� anma
mamız lazımdır.16
88
kın bir toplam üretim hacrnını oluşturmakta başarıya ula
şır ulaşmaz, klasik k uram bütün hukukuna yeniden kavuş
muş olacaktır. Üretim hacını veri olarak alınmışsa, yani
klasik okulun anlayışı dışındaki güçler tarafından yönetil
diği varsayılırsa bu okulun, üretilmiş malların cinsin i, ve
bunları üretmek için içerisine katılan üretim faktörlerinin
oranlarını ve elde edilen üretim de.ğerinin bu faktörler ara
sındaki bölünürnünü belirlendiren şeyin bireysel çıkar ol
duğu şeklinde yaptığı analize karşı da diyecek birşey kal
rnaz.18
- VI -
89
miz bir sırada şöyle yazıyorduk : "Korumanın yapamaya
cağı birşey varsa o da işsizliği. kaldırmaktır. . . Korumanın
lehinde onun, her ne kadar olası değilse de olanaklı avan
tajları üzerine kurulmuş kanıtlar vardır ve onları yanıtlan
dırmak basit bir iş değildir. Ne varki, onun işsizliğe çare
olacağını savlamak, ,korumacı hatasının en ağır ve en kaba
biçimindekini işlemek olur".19
Bu, resmi doktrinin bir parçası değildi, çünkü Serbest Ticaret
olgusu tam istihdamın veri olduğu bir model içerisinde önerilmiş
ti, ve bu nedenle de olsa olsa o dönemlerde öğretilen "vulgar ikti
sat" ın bir parçası olabilirdi.
Biraz önce alıntı yaptığımız çalışmada da dikkati çektiği gibi,
neo-klasik düşüncede bir geri çekilme ilk olarak şu önerme ile or
taya çıkıyordu; "uzun dönemde, dı�alımı keserek, diğer koşullar
da sahip olabileceğimiz dış satımdaki kıyaslamalı değer Üstünlü
ğünün azalmasına engel olamayız" 211 (Bu önermenin yapıldığı sıra
da, 19. yy. iktisadi yaşamımıza damgasını vurmaya başlayan dış
yatırımlar henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamıştı.) İkinci olarak
da, biz bir dışsatım fazlasına sahip olabilirdik, fakat bu kendi ül
kemiz yerine, yurt dışına yatırım yapmak anlamına gelebilirdi.21
Son olarak da, eğer işsizlik için birtakım şeylerin yapılması gere
kiyorsa, burada en iyi yol , yurt içinde konut ve yol yapımına yatı
rımda bulunmak olabilirdi. Kuşkusuz, en sonuncusu en fazla tav
siye edilebilecek olanıydı (gerçi , bir miktar korumanın ve devalü
asyonun olduğu zamanlarda bu önerme, kamu hizmetleri politika
sı açısından da gerekli bir uygulama idi ) . Bu polemiğe katılan bir
çok yazarın anlayacağı gibi, bu son önerme Çindeki kıtlık konu
-
19 İbid., s . 334.
20 Tariffs, The Case Examined, s. 53 .
21 Loc. cit., s. 56.
90
Fakat Serbest Ticaret için temel olgu, istihdam edile
memiş üretim faktörlerinin işe yaramaz bir şekilde bekle
dikleri gerçeğine karşın, sarsılmadan yerinde durmakta
dır : Çünkü Serbest Ticaret en azından ul uslararası işbölü
mü ilkeleri ile uyumlu bir şekilde, değişim aracılığıyla da
ha kolaylıkla elde edilebilecek olan TPal ların üretiminde
kullanılmayacak ancak sendikaların ücret pol itikaları ve
yatırım koşullan ve onlar arasındaki girişimler sonucun da
diğer faaliyetlerde istihdam edilebilecek olan üretim fak
törlerini temin eder.22
22 Op.cit., s. 74.
91
- VI I -
23 Cmd. 6527.
92
ila 40 mil arasında hızı olan rüzgar") Profesör Popper ' Fiziksel ö l
çüler içinde sürekli bir hata payını da dikkate almak zorundayız
dır ve kesinlik hiçbir şekilde bu hata payını indirgemeye çalışmak
ya da böyle bir payın bulunmadığı şeklinde davranmakla değil an
cak bu hata payının açıkca kabul edilmesi ile oluşabilir" 24 demek
tedir.
Onun özgür tanımında Keynes, belli düzeyde bir getiri elde ede
mediği için çalışmaktan vazgeçen kişilerin oluştu rduğu gönül Jü iş
sizlik ile zorunlu işsizliği birbirinden ayırır :
93
Tekrar :
26 İbid., s. 303.
27 Op. cit., s. 26.
28 Principles, s. 33 1 .
94
Fakat, ne yazıkki bu bilimsel bir yaklaşım olmayacaktır. Boş
zamanın değeri, harcanabilir satın alma gücünden bağımsız değil
dir. Çalışmanın zahmeti, eğer seçenek durum hiçbirşey yapmamak
ve hiçbiryere gitmemek ise, gerçekten olumsuz olabilir ve seçenek
durum çok hoş ve pahalı hazlardan oluşuyorsa çalışmanın zahmeti
çok yüksektir.
Çalışmanın zahmeti için önerilebilecek herhangi bir önlem çok
esnek bir önlem olacaktı. Neo-klasik düşüncenin tümü içindeki
kavramların kaçınılmaz olarak en metafiziği buydu. Keynes bu ko
nuya çok fazla önem vermemişti ve anlaşılır bir seçenek tanımı
kabul etmeye de hazırdı. Ona göre istiyen herkesin işe sahip oldu
ğu bir durum tam istihdamdır. Fakat bu ulaşılamaz bir üst sınır
dır. İdeoloj ik bir bakış açısıyla, Tam İstihdamın asla ulaşılamıya
cak bir durum olduğunu söylemek, olanaklı değildir.
Beveridge, kayıtlı işsizlikler ile henüz doldurulmamış iş saha
larının sayısı arasındaki ilişkiye değinmişti. Her iki rakam da, i l
gili oldukları alanlarda oldukca kaba birer gösterge durumunda
dır. Hatta tümüyle gerçek durumu yansıtsalar ve onlar arasında
kabaca bir eşitlik olsa bile, bu durum, emeğin istemi ve sunumu
arasındaki ilişkide önemli bir nokta dernek değildir. Çünkü, dol
'
durulmamış iş sahaları ile işsiz sayısı arasındaki bu kaba uyum
hem coğrafik konwn farklılıkları nedeniyle hem de işsizlerin ni
teliği ile işçi arayan iş sahalarının niteliği arasındaki uyumsuzluk
lar yüzünden çok fazla bir anlam taşımaz. İşsizliğin üzerinde ar
tan ya da azalan bir iş sahası fazlalığı, kısa dönemde istem hare
ketlerinin tümüyle yararlı bir göstergesidir ve hem iş sahalarında
hem de işsizlikte bir azalış, büyük olasılıkla ya becerikli .bir işlet
meciliğin ya da emeğin alışkanlık koşullarında olumlu bir geliş
menin işaretidir. Ancak "Tam İstihdam" ı vurgulayarak belirtebil
mek için bunların arasında tam bir denge kurmakta hiçbir yarar
yoktur.
Bir an için konudan ayrılalım. Dikkat çekicidir ki Beveridge,
bir kısım genç Keynesci ile danışma halinde Özgür Bir Toplumda
Tam istihdam ( Full Employment in Free Society) yi yazarken, or
talama yüzde üçlük bir işsizlik düzeyi amaçlamak, çok cüretkar
bir hedef olarak görünmüştü. Bu rakama on iki yıldan fazla bir
süre için dokunmamamız gerektiği fikri, gerçekten sözkonusu yüz
de iki, sonuçta tehlikeli oranda yüksek olabilir düşüncesiyle, o
zaman aşırı iyimser olarak nitelendirilmişti.
95
İ l k başlar da, özgür toplu sözleşme kurum lan ve bu kuruın
lara uygun sendika davranışlarının varolduğu bir ortamda düşük
bir işsizlik düzeyini yakalayıp onu devam ettirebildiğimizde, yük
selen fiyatlar, yükselen ücretler ve tekrar yükselen fiyatlardan olu
şan kısır döngünün süreğenleşmesi çok açık bir olgu idi. Zaten o
zamanlarda, " tam istihdam noktası, enson ulaşılacak bir denge
noktası olarak, tam kıyısında durulan ve para değerinin dipsiz bir
boşluğa doğru itileceği bir uçurum gibi görünmektedir" 29 şeklinde
görüşler öne sürülebiliyordu. Bu görüş, acıdır ki gerçeğe dönüştü
ve hem tam istihdamın hem de kararlı fiyatların, İyi Şeyler oldu
ğunu söyleyen görüşler için ideoloj ik sıkıntıların doğmasına neden
oldu. Bu noktada getirilen çözüm ise, ücret yükselişlerinin olduğu
dönemlerde aşırı istihdamın bulunduğu şeklinde idi. Tam istihdam
ise böylelikle, parasal ücret oranlarının, verimlilikten daha hızlı
yükselmesini önleyecek bir işsizlik oranını içeren bir istihdam dü
zeyi olarak tanımlandı . Bu işsizlik oranı ise genellikle keyfi olarak
kestirilen rakamlar ile belirlendi. Örneğin yüzde üçlük bir işsizlik
oranının, fiyatları kararlı kılabileceği ve istenilen düzeyin sürdü
rülebilmesi için doğru ve uygun bir siyaset olacağı kabul edildi.30
%
maz hale gelecekler" ve "sanayinin yönlendiricileri " onlara
" bir ders vermek" için çok istekli ol acaklardır. Daha da
fazlası , bu dönemlerdeki fiyat yükselişleri küçük ve büyük
·antiyerlerin zararınadır ve onları "zirve yorgunu" ( boom
tired) haline getırir.
97
ve süreğen bir işsizliğe enğel o lamayan kapitalist sistemin savunu
lamaz olduğu konusunda, birtakım haklı gerekçeleri i l e birlikte
bizim de kısmen kabul ettiğimiz, şikayetlerde bulunurdunuz. Fa
kat biz şimdi size yüksek ve kararlı istihdam düzeyine sahip bir
kapitalizm sunuyoruz. Şikayet edebileceğiniz hiçbirşey yok"
98
gereksinimlerini karşılar ve bol olmalarına karşın değerin
den yitirmez. Orta çağ katetraller inşa ediyor ve ilahiler
söylüyordu. İki piramit, iki ayin, bir ölü için, bir teke kı
yasla iki defa daha değerlidir. Fakat bu Londra'yı
York'a bağlıyan i ki hatlık demiryolu için geçerlı değildir.
Böylece biz o denli düşünceli kimseler olmuş, o kadar ih
tiyatlı ve gayretli maliyeciler niteliğine bürünmüşüz ki, her
i ş bitmiş gibi ileriki nesillerin "mali" yüklerini arttırma
kaygusuyla, içerisinde yaşayacaklarını umduğumuz evler
inşa ederken kendimizi işsizliğin sakıncalarından kolayca
kurtaramaz hale getirmişiz.33
33 General Theory, s. 1 31 .
34 Op. cit., s. 220.
99
Keynes, istihdamın sürdürülebilmesinin bir kamusal i lgi oluş
turacağını , i s tihdam sorununun siyasal bir konuya dönüşeceğini gö
rememiş olduğu için kendisini az da olsa suçlu bulmuştu.
I GO
kuramının mantıksal içeriğinin berhava olmasının üstünden 36 yak
laşık kırk yıl geçtiği halde bu kurama karşı çok büyük i deoloj ik
bir beğeninin sürmesi , kuramın siyasal tercih sorununu tamamen
kişisellikten uzak bir mekanizmayla kapatmasına bağlıdır.
101
GELİŞME VE AZGELİŞME
103
analiz, hem de veıi kaynakların nasıl istihdam edileceğini açıkla
yan kısa, dönemli Keynesgil analiz büyük m iktarda yetersiz görün
mektedir. Şimdi gerekl i olan, kaynakların nasıl arttırılabileceğini
açıklayan uzun dönemli dinamik bir analizdir.
- 1 -
1 04
sclme eğilimi içindeydi. Bu, başka bir deyişle, teknolojik ilerleme
lerle birlikte, sermaye kullanım eğilimindeki artış sonucunda çalı
şan kişi başına sermayenin (emek zamanı terimleri hesabıyla) de
ğer olarak artışı anlamına geliyordu. Sanayinin hasılatı içinde karın
payı, kişi başına düşen sermaye değerindeki artış kadar hızl ı yük
selmez. Sonuçta sermayenin kar oranı düşer. Bu önermenin man
tıksal temelini eleştirmek olanaklıdır,1 fakat deneysel temelini yad
sımak çok kolaydır. Beygir gücü ya da ton olarak öl çülen kişi ba
şına fiziksel sermayenin çağdaş teknoloji i l e yükseldiği doğrudur,
fakat, madem ki kişi başına üretim sermaye donanımının üretimi
artarken de (aynen sermaye donanımının kullanımında olduğu
gibi) artmaktadır, o halde Marx'ın anlamında, kişi başına "değer
olarak-sermaye"nin artması için hiçbir zorunlu neden kalmamak
tadır; nitekim son sıralarda bu oran düşer gibi görünmektedir.
Neo-klasik şema, bir ekonominin denge durumunu "teknoloj ik
bilgiyi veri" olarak kabul edip resmeder; bir buluş ekonomiyi bir
denge durumundan diğerine sıçratan bir şok etkisi yaratır.
Kişi başına düşen sermaye miktarı ne kadar büyükse, serma
yenin karlılığının o kadar düşük olduğu neo-klasik model bağla
mında-denge durumları kıyaslanarak gösterilebilir, ( ancak bu bağ
lamda "sermaye miktarı" dendiğinde ne kast edildiği son derece
bel irsiz bırakılmıştır) . Denge durumlarının kıyaslanmasından kay
naklanan ve sermaye birikimini zaman içinde ortaya çıkan bir sü
reç olarak kabul eden önerme, kar oranlarının düşme eğilimi için
de olacağı görüşü ile de tamamlanmalıdır. Bununla birlikte, bir
kıyaslamadan bir sürece geçiş, tartışılması gerekli tüm sorunları
kanıtlanmış varsayar.
105
sürerken satıcı piyasasında yüksek bir kar oranı ortaya çıkar, fa
kat, yatırımlar sonucunda üretici kapasitedeki artış da satıcı piya
sasının durgunlaşma eğilimine girmesine neden olur.
106
Hatta bu durumda, devlet kurumları aracılığıyla, ser
mayenin kıtlık niteliğinin ortadan kalktığı bir noktaya ka
dar sermayenin büyümesine olanak tanıyacak bir düzeyde
kamusal tasarrufun . sürebilmesi sözkonusu olabilecekti.3
Sermaye mallarını, sermayenin marjinal etkenliğinin
sıfır olduğu bir noktaya kadar bollaştırabilmenin göreli
olarak clıtha kolay olduğunu düşünmekte haklı isem, bu
aynı zamanda kapitalizmin eleştiriye açık olumsuz özellik
lerinden yavaş yavaş kurtulabilmenin de en akılcı yolu ola
bilir. Çünkü, bu konuda bir an düşünecek olursak birikmiş
zenginliğin getiri oranında ufak bir azalmanın ne büyük
toplumsal değişmelere neden olabileceğini kol aylıkla göre
biliriz. Kişi kazandığı gelirini daha ileride harcama düşün
cesiyle şimdilerde biriktirme özgürlüğüne hala sahiptir.
Fakat, birikimi artmayacaktır. Kişi basit bir benzetmeyle,
işinden emekli olduğu zaman Twickenham'daki yazlığına
bir kasa altın ile giden Papa'nın babasının durumundadır
ve tüm günlük harcamalarını bu kasadan karşılar.4
Böylelikle kar oranlarının düşeceği kehaneti bir kabustan, ka
bul edilebilir bir kuruntuya dönüşür.
- 11 -
107
N eo-k l a s ik dok ti rinin zayıf noktası, teknol ojik il erlem eyi sis
,
108
oluşturmuştur; düşünce düzeyinde olumlu katkısı ise yararlı h i r
şekilde kanıtlanamamıştır.
lamaz.
109
Ticaret devreli modelleri oluştururken, kar ya da gelir düzey
lerindeki son değişikliklerden kaynaklanan kısa dönemli etkiler
den bağımsız olan "otonom" yatırımlan ayırmak genellikle olağan
dır. Uzun dönemli bir analiz için ise "otonom" yatırıml an yöne
ten unsurları bilmek gereksinimi içindeyizdir.
l lO
k azan ç umutlarıyla dolu olan mantık dayanağından yoksun
kalacak kaybetme korkulan içerisinde girişim ölür ve or
tadan silinir.10
Yatının motifini anlayabilmek için, insan doğasını ve içinde
gerçekleşmek zorunda olduğu sosyal ve iktisadi sistemin çeşitli
türlerine karşı farklı tepkiler oluşturabilen davranış bi Çimlerini
anlamamız zorunludur. Konuyu anlamamız için matematiksel bir
yapı içine oturtmamız yeterli olmaz.
Harrod modeli, zayıf kalan birikimi neyin belirlediği konusun
daki görüşe önemli katkıda bulunmuştur. Model , teknolojik olarak
olanaklı büyüme oranı anlamına da gel en, "doğal" büyüme oranı
nı gerçekleştirmek için gerekli birikim oranı i1e plansız bir özel gi
rişim ekonomisinde fiili olarak oluşan oran arasındaki farkı vur
gular.
"Doğal" büyüme oranı, hem işgücünün büyüme oranı ( işgücü
saatindeki değişmeler ve benzeri kanşılıklan gözardı ederek ) hem
de kişi başına çıktının büyüme oranı ( ki Harrod "otonom" tekno
lojik ilerleme ile yönlendirildiğini kabul eder ) tarafından yönlen
dirilir. Onun tanısı, fiili birikimin normalde teknik olarak olanaklı
çıktı büyüme oranını gerçekleştirebilecek orandan daha küçük
olacağı şeklindedir. Yoksul ülkelerde, özellikle nüfus büyük bir
hızla artarken, yeterli tasarrufu gerçekleştirmek olanaklı değildir.
Zengin ülkelerde, yatının eğilimi çok zayıftır.11
111
arayışlar içine girer ve bu da özellikle donanım dizaynını ctki !er;
neticede ilk bakışta sermaye/gelir oranının artacağı düşünülebilir
se de aslında bu durumda oran, artabilir de azalabilir de. Kısacası ,
gerçekleşen ( fiili ) oranının büyük olması ölçüsünde, olanak l ı b i !
yüme oranı da artar.
Harrod'un, seniıayenin fiili birikimi ile sabit bir kar oranı dü
zeyi ile uyumlu en yüksek büyüme oranının gerçekleşmesi için ge
rekli büyüme oranı arasındaki ilişkiye dönük analizi, buluşlar açı
sından yorumlanırsa pekçok i l gi çekici araştırma alanları açar. Özel
likle de Amerika Birleşik Devletlerinde yeniden gözlenen durgun
luk eğilimi, "Amerika bakir alanlarının yerleşmeye açılına dönemi
nin" bitmiş olması nedeniyle ree l kaynakların artık genişletileme
mesinden değil, hele hele gerçek bireysel gereksinimlerin doyuma,
ulaşmasından hiç değil de, sanayinin işgüçü istemini, işgücü sunu
mundaki yükselme oranında arttırarnamasından kaynaklanmakta
dır, soruna bu tür yaklaşımlara çok seyrek rastlanmaktadır. Çün
kü, geleneksel denge analizine bunca yabancı bir yaklaşım, belki de,
konu ile ilgilenenleri ürkütmektedir.13
- 111 -
1 12
n i n kaynakları sorununa olan ilgiyi can l andırdı ( aynı konuda Som
bart'ın " tilin sanayi kapitalizminin gelişimini etkileyen unsurun
Katoli k düşüncesi olduğu" nu belirten kuramını kimse ciddiye al
mamıştır ) .
Daha az bi l inen ama daha çok umut verici görünen bir kuram
daha vardır. Bu, Veblen'in bir öğrencisi olan Profesör C. E. Ayres 15
tarafından orlaya atılmıştır.
1 13
Sorunun yanıtını, Batı Avrupa'nın, "Akdeniz uygarlığının et
kisi altında kalmış yeni yerleşilen komşu bir bölge" olması gerçe
ğinde bulur.
l 14
Avrupa halklarının yaşadığı deneyim, yakın bir kültü
rün ayrılmaz parçalan oian tüm araç ve gereçleri ile do
natılmış komşu bir toplwnun, daha sonraları, hemen he
men tümüyle bu kültürün kurumsal güç sisteminden ayrıl
dığını göstermektedir. Sonuç, başka hiçbir yerde karşıl a
şılmayacak şekilde tek bir sonuçtur. Benzer bölgenin ve
benzer şekilde donatılmış insan topluluklarının aynı dona
nımları devam ettirmekle birlikte bu denli birbirinden fark
lılaştığı başka hiçbir örneğe tarihte rastlamak olanaklı de
ğildir. Batı Avrupa yüzyıllar boyunca bir büyük uygarlığın
yerleşim merkezi olmuştur ve bu uygarlığın donanımların
dan hiçbir önemli parça ortadan kalkıp yok olmamıştır;
ancak buna karşılık bir büyük ilerlemeyi gerçekleştirebil
miştir; bu uygarlık tarih boyunca kıyas kabul etmez bir
şekilde tüm büyük uygarlıkların en eskisi, en az katı ola
nı, uzun yıllar boyunca diğerlerine göre kurumsal tutucu
laşmanın en az baskısı altında kalanı ve yine diğerl erine
göre herhangi bir değişim ve yenileşime karşı en açık ve
hassas olanıydı ve bu nedenle aynı temel üzerinde bir bü
yük ilerlemeyi ve farklılaşımı yaşamış tek örnekti. İşte,
açıktır ki , bu karmaşık nitelik, ortaçağ Avrupası uygarlı
ğının, Sanayi Devriminin atası olmasına neden ol du .20
20 lbid., s. 137.
21 İbid., s. 1 12.
115
Aletleri, herkesin değilde yalnızca, onları kullanabilme
kapasitesine sahip kişilerin aletl eri olarak kabul edersek,
kul lanabilme kapasitesiyle birlikte düşündüğümüzde bu
olgu, yeni birleşimlerin oluşabil mesini sınırlayan bir olgu
olarak ortaya çıkar. Bunun da ötesinde, daha fazla aletin
varlığı, potansiyel birleşim sayısını arttırır. Eğer tarih hak
kında hiçbirşey b ilmiyorsak ve bu nedenle de yalnızca alet
ya da araçların doğasını anlamaya çalışarak, bir takım so
nuçlara ulaşmak istersek, teknolojik gelişimin, başlangıç
dönemlerinde farkedilemeyecek kadar yavaş olduğunu buna
karşılık son dönemlere gelindikçe bu gelişimin baş döndü
rücü bir hıza ulaştığını anlarız.zı
22 İbid., s. 1 19.
1 16
bilen gemilerin, bir işlevi olduğu kestirimi güvenilir gibi
görünmektedir ve bu birleşim kültürel i lişkinin b i r sonu
cu olarak gcrçekleşmiştir.23
- iV -
Bu görüş özellikle ilk ortaya atıldığı anl arda olduğu gibi yiye
cek arzı konusunda hala, yol göstericiliğini korumaktadır. Bir yan
dan neslimiz kitlesel açlık öngörülerine karşı sürekli uyanık olmak
1 17
durumundadır, diğer yandan ise bize, bilimsel bir tarımsal faali
yet ile hem karadan hem denizden elde edilecek gelir ile astrono
mik bir nüfusun doyurulabileceği de söylenmektedir. Eğer bu iyim
ser görüş gerçekleşebi lirse, ana noktaya da dokunmuş oluruz. Ana
nokta, eğer gerçekten iyi bir performans gösterirsek birim başına
üretimin ne olabileceği değildir. Ana nokta, kişi başına üretim
için şimdilik yapabileceğimizin ne olduğunu bilmemizdir. Kişi ba
şına üretimi arttırmanın yolu araç .gereç donanımı ve eğitimini
sağlayabilmekten geçer. Azgelişmiş ülkelerde, çok az sayıda istih
dam edilmiş ya da çok düşük verimlilik düzeylerinde istihdam
edilmiş büyük işçi kitleleri vardır. Onları, anlamlı bir verimlilik
düzeyini gerçekleştirebilmek için araç-gereçlerle donatmak ve eğit
mek önemli ve büyük bir görevdir. Bu nedenle de nüfus sayısı
arttıkça, hepsinin tümüyle eğitilip çeşitli araçl arla donatılmaları
sürekl i olarak ileri bir tarihe uzar; dahası , ekonomi genelinde sü
rekli bir verimlilik artışı ve yüksek bir verimlilik düzeyine vanş
daha da uzun bir zaman alır.
1 18
Yatırıma ayrılmış kaynak oranının veri olduğu koşullarda,
kişi sayısının büyüme hızının yavaşlamasıyla, kişi başına düşen
donanım miktarının daha hızlı artacağı açıktır. Bu görüş, bir ya
tırım programının daha az öneml i olmayan konut, kent içi hizmet
ler ve doktor, öğretmen v.s. gibi alanlarına da uygulandığında ge
çerliliğini korumaktadır.
1 19
tıkta n sonra yeniden artabileceği görüşlerinin öne sürülmesine ne
den olmaktadır. Sadece doğum kontrolu ve aile planlamasının yay
gınlaşması i le nüfus artışını kontrol altında tutabileceğimizi artık
ümi t edemeyiz.
Batı dünyasında ( özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde ) nü
fus artışları teknoloj i k i lerlemeni n de hızlı olduğu bir anda ger
çekleşmiştir. Harrod'un anlamında " doğal" büyüme oranı, çok açık
bir şekilde biri k i m oranının önünde gitmektedir ve i s tihdam ola
n aklarının, çalışabi lir işgücüne göre yetersiz kalması sonucunda
Amerika Bi rleşik Devletleri bir tür yüksek düzeyl i az gelişmişlik
içine sürüklenir görünmektedir. Bu durum, küçük ölçekli hizmet
sektöründe görülen bi r tür yüksek düzeyli gizli işsizlik aracılığıyla
bir ölçüde hafifleti lebilmektedi r.
Öte yandan yüksek bir yaşam standardı tuttu rulduğunda ra
kamlardaki büyümenin en göze çarpan etkisi , insanoğlunun , ülkeyi
vücutları, evleri ve otomobi lleri i le karmakarışık bir hale getire
rek birbi rlerinin rahatlarını bozmaları şeklinde ortaya çıkar. Bu
nun sonucunda tüketimin getirmiş olduğu bu dışsal olumsuzluk
l ar fayda kuramını bütünüyle bir harabe haline geti ri r.
- V -
1 20
kuşkulara sahiptirler; yeteri kadar beklemiş olduklarına inanm ak
ta ve daha çabuk ürün verebilecek yöntemler istemektedirl er.
121
Ianru gerçekleştirmeye çalışan ekonomiler için bir haklı gerekçe
oluşturur. Özel mülkiyeti, tazmin etmeksizin devletleştiren bir dev
rim, daha önceleri u-sektöriindeki "gereksiz" tüketlııti besleyen
kaynaklan yatırımlar için kullanılır hale getirir. Öteyandan, gerek
siz tüketim fazlası, istenen birikim açısından çok küçüktür. Kaza
nılmamış ge)irleri engellemenin en önemli yaran, ahlaksal ve siya
sal olarak, gerçek ücretlerin çok hızlı artmasını önlemesidir. Da
hası, sağlık hizmetleri, eğlence ve benzeri biçimlerdeki toplu tüke
timler ( ki kollektivist bir ekonomide bunları sağlamak çok daha
kolaydır) genel gönence birbirim ulusal harcama anlamında (her
kes tarafından kabul edilebilecek bir gerekçe temelinde) yalnızca
bir kısım aileye özgü olabilecek ücret artışlarından, daha fazla kat
kıda bulunur.
Marx, sosyalist devrimin gelişmiş bir sanayi ekonomisine ula
şabilmek için birtakım kamulaştırmalara gidilebileceğini öngördü.
Sonralan uygulamada da görüldüğü gibi sosyalist ekonomiler var
lıklarını sürdürebilmek için sanayileşmek zorundaydılar. Onlar,
kapitalizmin parçalayıp ortadan kaldınna konusunda başarısız kal
dığı eski ideolojiler ve feodal mülkiyet ilişkileri ile de savaştılar.
Sosyalizmi ya da feodalizmi bir türlü içlerine sindiremeyen orto
doks iktisatcılar ise bu' durum karşısında büyük bir şaşkınlığa düş
tüler.
Stalin, sosyalizmin iktisadi amaçlarını şu şekilde formüle et
mişdi : "Tüm toplumun sürekli olarak artan maddesel ve kültürel
gereksinimlerini en yüksek düzeyde doyuma ulaştınnak".25
Bu cümleye, pozitif bir yaklaşımla baktığımızda, metafizik bir
slogandan daha fazla anlam taşımadığını görürüz : "Bütün insan
lar eşittir" sloganı gibi bu da ayaklan yere basmayan bir bakış açı
sını yansıtmaktadır. "Sürekli artan" gereksinimler, deyişi olanaklı
verimlilik artışı için önceden kestirilebilecek bir sınırın olmadığı
anlamına gelmektedir (çünkü, kuşkusuz "sürekli artan", gereksi
nimler değil, gereksinimlerin karşılanmasına yarayan araçlardır) .
"Kültürel" gereksinimler sözü i se yalnızca maddi mallara yönelik
( gerçi bunlar tekbaşına, çıktının Marxist tanımı kapsamına girmek
tedir) bir anlam taşımaz. "Tüm toplum" terimi ise zenğinliğin top-
1 22
Bu noktada, ortodoks iktisatçıların karşı çıkabileceği hiçbir
şey yoktur. Gerçekte bu yaklaşım ortodoks iktisatçıların ağzından
birçok şeyi kapmaktadır. Fakat, toplam geliri arttırmak için ge
rekli olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet yüzünden or
taya çıkan eşitsizliği bağışlamaya ve haklı görmeye de alışmışlar
dı. Eğer, gelir bir eşitsizlik olmaksızın daha hızlı büyürse, orto
doks iktisatçılar da çok güç bir durumda kalırlar. Belki de bu du
rum, onların, kapitalist kurumların özgürlüğün en güçlü siperleri
olduğunu belirten siyasal görüş aracılığıyla yansıyan ideoloj inin
meşalesini neden terkettiklerinin ve matematik ve cebirin o kar
maşık yapısı içine gizlendiklerinin bir yanıtıdır.
- VI -
1 23
oluşturur. Bunun üzerine parasal gelirler yükselir, fiyatlar daha
yüksek bir düzeyde karar kılar ve böylelikle kısır bir spi ral döngü
ortaya çıkar.
26 Yani, fiyat düşüşüne karşı esnek değildir. Genellikle hiçbir ülke, fiyat art
tınmlarını güvenli b i r politika kılabilecek derecede herhangi bir maide
bir dışsatım tekeline sahip de�ildir. Fiyattaki bir artış, hemen veya kısa
b i r siire sonra ya pazara yeni sunumcu lann girmesine ya da alıcıların
ikame mallara yönelmesine neden olur. Fiyat düşüriilmesi ise rakip sa
tıcılar tarafından takjp edilir. Böylece istem, fiyat artışlanna karşı son
derece esnek fiyat düşüşleri karşısınd a ise esnek olmayan bir yapıya
sah ip olabilir.
1 24
İ kinci durumda ise yerli işgücü istenilen yatıı:ımları gerçek
leştirebilecek bir düzeydedir fakat, yatırımda çalışmak için yiye
cek mallan üretiminden ayrılmış kişileri doyurabilecek miktarda
yeterli bir fazlayı e lde edebilmenin de bir yolu yoktur. Böyle bir
durumda, dış yardım ya yiyecek mal ian dışalırnında ya da yatırım
mallan dışalımında kullanılabilir. Dış yardımdan en iyi yararı
elde eldebilmek onu, donanım stoğunda en hızlı birikimi sağlıya
cak şekilde bu iki kullanım arasında bölüştürebilmekten geçer.
Ancak bu gibi durumlar çok seyrek o�arak karşımıza çıkar.
Genellikle, kalkınma sürecine geçilmeden önce dışalımı gerçekleş
tirilen ancak satınalınmak.tan kolaylıkla vazgeçilebilecek zorunlu
ol mayan tüketim mallan ya da ev içi tüketimde kullanılmakla bir
likte zorunl u olmayan ve kolaylıkla satılabilir dışsatım mallarına
dönüştürülebilen mallar da vardır. Bu durumda dış yardım çok
da zorunlu değildir fak.at lüks tüketimi azaltma gereksinimini or
tadan kaldırdığı için de siyasal açıdan oldukça yararlıdır. Bunun
la birlikte eğer dış yardım, vergi indirimine ayrılırsa ya da ücret
ödemeleri, komisyon ve rüşvet şeklini alıp dış yardımsız gerçek
leştirilemeyecek dışalım üzerine harcanırsa kalkınma sürecine hiç
bir katkısı olmaz.
Artık bu, A.B.D. yönetimi tarafından da anlaşı l dı. İ lerleme
Antla,şması'nın üyelerine yardımların, yalnızca yetkin bir toprak
reformu ile artan o ranlı vergi sistemini sağlıklı bir şekilde kurum
sallaştırabilen dürüst hüküınetlere verileceği söylendi. Bu yasal
karar, gerçi basit bir şekilde iktisat kuramına inanç olarak görün
mekle birlikte, yine de kuşkusuz göründüğü kadar basit değildir.
Kuramsal analizlerde sıkca tartışılan ve azgelişmenin sorun
ları ile bağ�tılı olan bir diğer konu daha vardır; bu da aynı ürün
için olası pekçok teknik sözkonusu olduğundan hangisinin seçile
ceğidir. Bu konu da iki zıt görüş öngörülmektedir. Birisi, en ge
lişmiş otomatik donanımı yeğleyip diğerlerine tepeden bakan g&
rüş ve diğeri de yerel sanatkarların çıkarlarını ön plana alan duy
gusal görüş.
Bu puslu ortamdan çıkabilmek için öncelikle k arrıu vicdanına
başvuran iki basit kuralı önerebiliriz. Herşeyden evvel istihdam
edilen işgücünün vesair değişken girdilerin başka bir alanda daha
iyi kullanımı sözkonusu olmadıkca, hiçbir donanım hurdaya çıka
nlmamalı ve hiçbir üretim yöntemi küçük gözle görülmemelidir.
Yeni vatırımlar en iyi teknikleri içermelid i r, fakat yeni, eskinin
125
yerini almaz; yalnızca onun yanında beraberce çalışır. Tüm işçile
rin hepsi en iyi tekniklerle donatılana kadar, kötü tekniklerle ça
lışmış olmak hiçbir donanıma sahip olmamaktan daha iyidir. İkin
cisi, hiçbir teknik yalnızca istihdam olanağı yaratıldığı için seçil
mez. Gösterilen etkinliğin amacı, en yüksek istihdamı istatistik ra
kamlar olarak sağlamak değil, üretimi arttırmaktır. ( Sorunu emek -
yoğun teknikler kapsamına oturtmak yanlış anlamalara yol açar.
El sanatlarına dayalı etkinliğin yararlan emek kullanılmasında de
ğil, sermaye tasarnıf etmesinde yatar. )
1 26
Aslında, çok genel olarak olaya baktığımızda iktisat kuramı
için plancıya söylenecek şey yoktur. Bunun tek istisnası ise şudur :
Birşeyi, diğerinden daha fazla yeğleyen kişilere çok fazla kulak ka
bartılmamalıdır sanayi değil tanın; iç pazara üretim değil dış
satım; ağır sanayi değil hafif sanayi gibi. Sürekli olarak her ikişey
bi rlikte istenmelidir.
127
OYUNUN KURAU..ARI NELERDİR?
- ı -
1 29
best Ticareti savunmuş olmaları, bu politikanın tüm dünya için
deği l yalnızca İngiltere için yararlı olmasındandı.
1 Cf, s. 67.
2 Bkz. An Intemational Economy.
3 Planning and the Price Mechanism, s. 35.
1 30
meyi açık seçik yaparak,hiçbir üretici grubun en azından bir sii.re
diğerlerine zarar vermeksizin korumacılıktan yarar sağlanamaya
cağını savladığı zaman kesinlikle su götürmez bir haklılığa sahip
tir. Fakat , iktisatçılar yoksul ülkelerden yapılan dış alımı sübvan
se ederek dünyanın toplam faydasını arttırmanın zengin ulusların
görevi olduğunu savl amamı şlardı.
Gerçekten evrensel olarak kabul gören bir bakış açısı çok sey
rektir. En fazla, genelde zengin bir dünyada, yoksul bir dünyadan
daha iyi bir biçimde yaşayabileceğimizi söyleyerek bu evrensell iğe
yaklaşa:biliriz. Diğer ülkelerin zenginliği, bu ülkelerin çıkarları açı
sından değil , bizim konforumuza katkıda bulunabileceği için iste
nir; onların zenginliği bizi tehdit eder bir duruma geldiğin de kuş
kusuz istenir olmaktan çıkar. Bu, doğru ve uygun olduğu kadar
doğal bir düşünme yolu olarak görünür ancak biz bunun özel bir
düşünme yolu olduğunu dikkate etmeyiz; bu havayı doğduğumuz
dan beri soluruz ve hiçbir zaman nasıl koktuğunu merak etmeyiz.
131
Bunl ar, kıyaslamaların akla uygun kullanımlarıdır. Ancak bu
tablolara başvurunun esas amacı çok daha basittir ve uluslararası
düzeyde sözkonusu olan gelişmelerin gerisinde kalmama içgüdüsü
nün sonucudur.
Evrim, ' bana en yakın olan kişinin kim ol duğu' şeklindeki ah
laksal sorunların bu en önemlisine yanıt veremeyecektir. Bu nok
tada insanlık Doğaya bakmak zorundadır, fakat ne varki doğa, bu
yönde ne yapılabileceği konusunda hiçbir işaret vermemektedir.
1 32
sında en büyük etkendir. Ancak Marxsistler bu yurtseverliğin s·nıf
çelişkilerini de ortadan kaldırması karşısında çok kederleni rler.
Fakat yurttaşlar arasında ülke sınırlan içindeki uyum, saldırgan
lığı ülke sınırları dışına aktararak sağlanır. ülkedeki pekçok can
sıkıcı olay ulu�al çıkarlar adına haklı gösterilir. Dr. Johnson'un be
l irttiği gibi "Yurtseverlik, kötü insanların en son sığınağı dır"
Yurtseverliği, iyi davranma duygularına dönüştürecek bir ulusa l
bilinci geliştirebilmek için daha çok yolumuz vardır. Kuşkusuz bu
ülkede, ulusal bilinç hakkında büyük tartışmalar yaparız. Fakat
bu konudaki yaygaralar esas ol arak bizim gerçek güdülerimizin
ne olduğunun araştırılması yerine ulusal politikamızın gelişmiş ah
laksal güdülere dayandırılması ve onlara göre biçiml endiri lmesi
konusundaki ısrarlara göre yapılır. Bu durumun en çağdaş örneği
Nyasaland * daki yönetimi "polis devleti" olarak tan�mlayan Dev
lin raporuna karşın duyulan büyük kızkınhktır. Ancak, birçok açı
lardan kızgınlık, İngiltere'ye olan bağımlılık sisteminin böyle bir
�anımı gerektiren koşullar içinde. olabileceğinden değil , kişilerin İn
gil tere'ye olan bağımlıl ık hakkında bu gibi tanımlamaları ve keli
meleri duymaları karşısında bu bağımlılık sistemine karşı duya
bilecekleri iyi duygularım . kaybedecekleri korkusunda idi.
* Afrika'da Nyasa gölüne sınır olan bölgenin eski adı. 1964'den bu yana
Malawi.
1 33
!erin yapılan yardımlar ile sıkıntılarının hafiflemesi karşısında Ba
sının Yargıları bizi çok fazla ilgilendirmez.
- 11 -
1 34
Herhangi bir durumda ( ne kadar yüksek bir istihdam düzeyi
ve hangi düzeydeki sapmaların kararsızlık sayılmayacağı gibi so
ruları konu dışında bırakarak) , "yüksek ve kararlı bir istihdam
düzeyi" nin gerçekleştirilmesi hedef olarak kabul edilince, bu tür
sorunların ortaya çıktığı koşullarda tüm dikkatler istihdam soru
nuna yoğunlaşır. Resmi göriiş, hiçbirşeyin yapılamayacağı şeklinde
olunca, bu konuda birtakım önerilerde bulunmak gerekli hale ge
lir. Şimdi tartışma neyin yapılabileceği hakkında olmalıdır.
135
Giyim modası maddi o lmayan değerlerin işin içine girdiği bir
çeşit spordur, bununla birlikte faydacılık yaklaşımına göre büyük
olasılıkla fazla sayıda zarara uğramış kişinin sıkıntısı, az sayıda
kazanan kişinin elde ettiği hazdan daha ağır basar. Öte yandan iş
levi maddi doyum sağlamak olan mallarda dayanıklılık büyük bir
kazançtır; eğer satışların nicelik boyutu arttığında, tüketimin za
man boyutunda azalma ortaya çıkarsa, satışların nicelik boyutunu
yaşam standardındaki değişikliğin· bir ölçüsü olarak almak ciddi
bir hata olur.
lan değil deği şim değerleri dikkate alınır. Eğer siyaset rakamlara
yansıyan yaşam standardı ile i l gil i propagandalardan etkilenmesey
di, ve iktisadi ma1lar yaranna ve serbest mallar zararına sürekl i
ve sistematik bir baskı olma.saydı bu, yalnızca bir fe lse fi spe küla s
yon sorunu olurdu. Örneğin yerleşime açılmamış kırsal alanın k�r
amacı i le sömürülmesine karşı koymak gittikçe daha güçleşmek
1 36
vunuyor olmakla suçlanabilirler, halbuki, para değil fayda'nın ik
tisadi değer olduğunu ve mallann faydasının fiyatları ile ö l çül me
diğine ilk işaret etmesi gerekenler iktisatcılardır.
137
nı sağlayan kişinin getirisini de içerir) ve bir yandan da yeni yatı
runlan finanse edecek olan dağıtılmamış karlan oluşturan ve bu
üretim mali}' etinin üstünde kalan bir fazla miktarı öderiz. Birçok
durumda da fiyatlar" genel yönetime, toplwnsal hizmetlere, ulusal
borçların faizlerine, savunma ve benzeri alanlara harcanacak olan
vergileri de içerir. İktisadi işlevleri açısından, kar marjları ve d�
!aylı vergiler arasındaki fark çok açık değildir; birisi diğerinden
daha az ya da daha çok sıkıntı verici denilemez. Ancak bunlar ara
sındaki esas fark, kar paylarındaki ya da karlı yatırımlardaki kar
marj larının, görünürde hissedarların kontrolu altında olan yöne
tim kurulu tarafından belirlenmesi, buna karşılık ve�i oranları
nın ise, görünürde seçmenlerin kontrolu altında olan kent ve hü
kümet yöneticileri tarafından belirlenmesidir. Birinin diğerinden
daha fazla "iktisadi" olacağı şeklindeki fikrin ideolojik önyargılar
dışında hiçbir kaynağı yoktur.
138
Biı.ler henüz bu düzeye ulaşmamakla birlikte, bu yönde olduk
ca yol aldık.
139
zamanların giderek arttığı bir durumun ortaya çıkmasına neden
olacağı olasılığını, durgunluk kuramcıları, kutlanacak değil korku
lacak birşey olarak karşılamaktadırlar. Bu, kuşkusı.ı;ı, eğer ikti sa
di yaşamın amacı kar edilebilir bir ortamın oluşturulması olarak
saptanırsa, tümüyle anlaşılabilir bir bakış açısıdır. Maddi i stekle
rin doymuş bulunması, kar açısından olumsuz bir d urum dur. Fa
kat, böyle bir gelişme, özel girişim sistemini istek!eri karşılaya
bilme gücüne dayanarak haklı ve savunulabil ir kılan geleneksel sav
larla iyi bir uyum içinde değildir.
140
lannın yatırımları kendisine daha bir hızlı çekeceğini, böylel ikle
de mal sunumunun artışı sonucunda bu sanayi mallarının fiyatla
rının düşeceğini varsayar. Fakat, llkeler'in 1 . Cildinde genel denge
koşulları varsayımında bulunarak., bir sanayide belli bir andaki
denge durumundan sapmalar üzerinde çalışmıştır. Hiçbir zaman
bu ciltte, genel dengenin ne şekilde korunabileceği konusunda bir
açıklamada bul unrnamış tı r.
141
ve kusurlu koşullar altında iş görme riski ile :karşı karşıya bulunu
yor demektir" 7 sözüyle bu durumu yansıtmaya çalışmıştır.
- 111 -
142
bileceğinin bilinemiyeceğini öne süren goruşe sığındılar. Çünkü,
bireylerin haz kapasiteleri birbirinden far:klıdır ve böylelikle de
tam anlamıyla bilimsel bir haz ölçü aleti geliştirene kadar da, "her
kadın ve her erkeğin bir olarak sayılacağı" ilkesi uygulamada çok
di kkatli kullanılmalıdır.9
9 Mathematical Psychics, s. 8 1 .
143
bu sistem olmaksızın yaşayamayacağını söyleyerek- savunusunu
yapabiliriz.
- VI -
1 44
işlev taşırlar. Aynı anda, en azından büyük işletmelerdeki işveren
ler gelip geçen kızgınlıklarının dışında, sendikalarla oldukca dosta
ne bir şekilde birlikte yaşamayı kabul etmeye başlamışlardı r.
Bunlllll a birlikte yeni öğreti iki ucu keskin bıçak gibidir. Para
sal ücret oranlarında bir artma eğilimi tekeli denetim altında tut
mak için gereklidir, fakat bu artış eğiliminin hız kazanması işçi
ler yararına değildir. Bu durum toplumun tüm fertleri için bir sı
kıntı oluşturur.
145
izleyen üretim kaybından ve yaygın düşmanlıktan dolayı üzülelim
mi ? Ortodoks öğreti bize yardımcı olamaz.
146
şürmek ve böyle1ikle de is temi ve üretimi arttırmak başka
şeydir; karlan ya da kar paylarını azalt�rak fiyatları piya
sa düzeylerinin altında tutmak başka bir şeydir.13
147
nnın ve yönetim kurullarının kendi egolarını ait bulundukları ör
güte yansıtma ve örgütü sanki bir aile işiymiş gibi benimseyip ele
alma yetenekleridir.
148
Savaş esnasında yayınlanan ve 1 20 işadamı tarafından imzala
nan ve şimdilerde unutulmuş bulunan bir manifestoda şu göriişler
ileri süriilmüştür. Sanayi
149
Bütün bu görüşler, son zamanlarda, eski moda kar arıyan ka
pitalizmin şiddetli bir geri tekmesiyle büyük yara almıştır. Firma
ların paydaşlarının malı oldukları şeklin�ki yasal görünüm, k i
birli, başı yukarda efendi işletmeciliğe bir darbe vurmak için gün
deme getirilmiştir. Bir kez daha kimi iktisatcılar, eski ortodoks
düşünceye sıkıca bağlı kalarak ve karlı olanın doğru olması ge
rektiği görüşüne dayanarak pey sürüp arttırm ayı kazananı selam
lıyorl ar ve bir zamanlar "Girişimin ödülü"ne ait onur halesi finan
sal manevraların karlarına razı oluyorlar. Sanayinin kendine özgü
amacının kar paylarını ödemek olduğunu söyleyenler, paydaşların
yöneti m kuruluna değil yönetim kurulunun kendi paydaşlarına r i k
vet teklif etmeleri konusunda doğacak baskıları d a normal kabul
etmelidirler.
1 50
tır. Bizim istediğimiz bu mudur? Eğer bu durumu istemiyorsak
ne yapmalıyız? Oyunun kuralları nelerdir?
- V -
ısı
BAŞLICA KAYNAKLAR VE AD DİZİ Nİ
1 52