Professional Documents
Culture Documents
Şerif Mardin Türkiye'de Toplum Ve Siyaset İletişim Yayınları
Şerif Mardin Türkiye'de Toplum Ve Siyaset İletişim Yayınları
lletifim Yayınları
Klodfarer Cad. İletişim Han No.7 Cağaloğlu-İSTANBUL Tel: 516 22 60-61-62
ŞERİF MARDİN
ATATÜ RK VE TÜ RK DEVR İ M İ
Atatürk Devrim l erini Hazı rlayan Faktörler 1 39
5
Atatürkçülüğün Kökenleri 1 56
Atatürkçül üğün Fikir Kayn akl arı 1 60
Atatürk ve Pozitif Düşünce 1 63
Yeni leşm e Dinam iğinin Tem elle ri ve Atatürk 1 75
Giriş 1 75
1. Osmanlı Sosyal Düzeni ve Reform . . . . . .. . . ... ..... . ..... . . .. . 1 77
A. Osmanlı Yapısının Toplu msal Özellikleri:
Patrimonyal Bürokrasi 1 78
B. Tanzimat'la Gelen Yeni Görüş 1 81
1. Yeni Bir Onur Anlayışı 183
2. Mil liyetçi l i k Akımı ve İ slam cılık 1 86
3 . İttihat ve Terakki 1 88
il. Yenileşme Dinamiğinin Tem elleri 192
A. Ütopyacı lık ve Kitap 193
B. Pozitif Bilim 196
C. Halk . . . ... ........ . ...... ...... .. . . . . . .. . . ... . . . .. . . . .. .. . ........ ... . . . . . 199
D. Ütopyacı lı k ve İ dealizm 201
E. Ulusal Devlet ve İdeolojisi 203
Sonuç 205
Atatürk ve İ n kı laplar Münasebetiyle 208
'
Atatürk, B ü rokrasi ve "Rasyonel lik" 213
TANZİ MAT
Tanzim at ve " İ lmiyye" 225
Ali Paşa ve Hürriyet 230
Yeni Osm an lı lar'ın Haki ki H üviyeti 235
Tanzimat Bürokrasisisi 235
Kuleli Vak' ası 242
Tanzim at Fermanı 'nın Manası 246
Yeni Bir İzah Denemesi 246
A. Reşit Paşa'nın Palmerston'la Mülakatı
veya Vezir-i Azam'ın Padişah Aleyhtarlığı 249
B. Sadık Ri fat Paşa ve Tanzim at' ın Fikriyatı 255
Tanzim at Devrinde İ ktisadi Gelişme Fikri 262
6
Sivil Toplum,
Siyasal Kültür
ve
Sosyal Yapı
Sivil Toplum*
riz (6. yüzyıl). Bu huku k kodu Roma' da ve erken Bizans'ta şehir i liş
kileri çerçevesi içinde teşekkül eden bir h u ku k düzeninin ifadesidir.
Batı Avrupa'da, 12. yüzyıldan itibaren şehirlerin yeniden önem ka
zanmaya başlamasıyla, şehir hayatını düzenleyen Roma Hukuku ye
niden kullanılmaya b aşlanmıştır. Fakat bu canlanmanın beraberin
de getirdiği· "sivil" köklü kavram ve uygu lamalar, bu defa yepyeni
bir dinamik de oluşt u rdu. 1 7. ve 1 B. yüzyılda Batı düşünürleri ara
sında bu kökün art ı k " hürriyet"lerden söz açı ldığında ku llanılmaya
başlandığını görüyoruz. "Sivil toplu m " etrafında kümelenen tarihi
ve felsefi kavram lar ise Hegel'in ve Marx'ın ku llanımlannda ortaya
çıkmıştır. Böylece kavram ın, 1) Bir " medenilik" anlayışıyla 2) Batı
9
Avru pa'nın toplumsal tarihinde çok önem li bir sosyal tarih aşama
sıyla, 3) Tarih felsefesi alanında bir tartışmayla ilgili olduğu görülüyor.
10
karakterlerinden bi rini oluşturu r. Verilen hakların her birine bir
" hürriyet" adını veri rsek, belirli bir " hürriyet" anlayışının şe hirler
de odaklaşmaya başladığını da hatırlarız. Bu haklar içinde belki en
önemlilerinden biri şehir içinde oluşan grupların, bu grubu teşkil eden
fertlerden ayrı olarak, bir " hükmi şahsiyet" kim liği kazanabilm esi
ve bu kolektif kimlikle , ki m liğin verdiği savu nm a kabu ğunun arkası
na sığınarak iş yapabilmeleriydi. Burada hemen belirtmem iz gere
ken bir husus, bu tip " hürriyet"lerin Osmanlı l mparatorluğu 'nda son
derece güdük kaldığıdır.
Osmanlı "kamu hu ku ku "nda hükmi şahsiyet bir dereceye kadar
dini birimlerin kazandığı bir hüviyetıir. Ancak, ilerde göreceğimiz gibi,
Batı'da hükmi şahsiyetin çok daha geniş bir boyut kazanması , ge
nel olarak ülkenin "vatandaş" haklarının tabii bi r boyutu sayılması
Osmanlı İ mparatorluğu'nun " klasik" devirleri yapısında yoktur.
İ mtiyazlar sayesinde bir " hükmi şahsiyet" kazanan şehirlerin ken
di leri de bundan sonra kendi kendilerini idare eden birimler olarak
gelişti ler. Birkaç şehir aynı amaçlar etrafında birleşince de ortaçağ
asillerinin hiç beklemedikleri güç küme lenmeleri ortaya çıktı . Asil
ler, ortaçağdan kalma kurumları , gelişen yeni süreç doğru ltusunda
şekillendirmeyi kabu l etmek zoru nda kaldılar. Sonuç olarak şehir
de, şehrin dışına taşarak bir bölge'nin yargı fonksiyonunu üzerine
alan yeni yargı organları (parlements' l ar) ve yeni danışma organla
n (etats'lar) ortaya çıktı. Avru pa' da genel bir gelişme olarak karşı
mıza çıkan bu ku ru m l arın yetkileri feodal-sonrası Batı dünyasında
meşruiyetin-hiç olmazsa zımnen ve bir dereceye kadar yeni geliş
mekte olan devlet teorilerinde - üçlü bir kaynaktan oluştu ru lmasını
sağladı. Bu üçlü egemenlik kaynağında şun ları görebiliyoruz: 1) Şe
hirlerle irtibat kurarak asillere karşı yeni buldu kları bu güç kayna
ğıyla güçlerini pekiştirmeye çalışan krallar, 2) Etats' larda temsil edi
len eski feodal sı nıfların devamı kilise ve asi ller, 3) Şehir önderleri
nin çı karlarını ortaya çıkaran etats' ların "üçüncü kamarası" ve ge
ne de -hukukçulardan teşekkül etmesi açısından- aynı güçlerin dünya
görüşünü büyük çapta yansıtan bölgesel yargı ve hu ku ki tefsir or
gan ları (parlement' lar).
11
Görüldüğü üzere, bu noktada, feodal devirlerde asiller arasında
şa' 'Si anlaşmalara bağlı olan kamu düzeni yavaş yavaş bir ce>Qrafi
alanı kapsamaya başlıyor. Şahısların anlaşmaları olmaktan çıkıp
"kamu" gibi bir soyut kavram la ilgisi oranında da değişiyor, özetle
yepyeni bir varlık olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sistemin Avru
pa'da görülen genel çizgilerine Alman kamu huku kunda Stindes-
taat sistemi denmiştir; fakat kavramın Batı'daki bir toplumsal evre
yi ifade etmesi bakımından daha genel bir ku llanımı mevcuttur.
Bütün bunlar olurken, Avrupa' da taşra kapsamındaki küçük bi
rimlerin gittikçe büyüyen bir krallıklar sistemi haline gelmeleri bir di
ğer yenilik çığın açtı. Başlangıçta, krallar şehirlerle birlikte çalışmış
lardı. Fakat yeni devletler siste,mi içinde her milli devletin kendisini
milli sınırlan içinde savunması sorunu durumu değiştirdi. Şehir aha
lisinin milli savunma konularıyla ilgilenmesi mümkün de{ıildi. Savun
ma -ve saldırı- örgütlenmesinin bir merkezden idare edilmesi gere
kiyordu. Eski milislerin yerini mil,li bir ordu almaya başlamıştı. Şehi r
ahalisi b u değişikliği desteklemeye hazırdı ve destekledi de. Ancak,
krallar bu sayede güçlendikçe şehir ahalisinden "hürriyetleri" ya
vaş yavaş geri almaya başladılar. Böylece. Stindestaat sistemi git
tikçe güçlenen bir merkeziyetçi-bürokratik devletler sistemine dö
nüştü. Fakat şehirlere verilen imtiyazların izi Batı Avrupa'da hiçbir
zaman tamamen silinmedi . Devlet ne kadar güçlenirse güçlensin ,
üretici sınıfların desteğine mu htaçtı. Yeni devletler şehirlilerin ikti
sadi verimliliğini kısıtlayan uygulamalardan kaçındılar. Orta sınıfla
nn palazlanmasına yol açık bırakıldı. Hatta orta sınıflardan çok faz
la fedakarlık istendiği zaman, devletle orta sınıflar arasında bir ça
ıııma çıktı. İngiltere'de 1640'1arın ayaklanması , Fransa'da 1 789
ayaklanması (de!;Jişik bir bileşimi olmasına raj;'jmen) genelinde bu
çatışm aların ürünü olarak gösterilebilir.
İktisadi sınıfların devlet bitimi içindeki bu özerklikleri bize "sivil
toplum"la -kavramı tarihi bir gelişme açısından incelediğimiz zaman
neler kastedildiğini anlatı r.
Anahatlannı anlattı!;ıımız dengede, böylece, a) devlet dışındaki ha
yatın akışının garanti altına alınması ve b} İktisadi faaliyetlerin milli
12
hayatın çerçevesi içinde bile bi r özerkliğe sahip olması gibi unsu r
ların belirdiğini görüyoruz.
13
Hegel'den "sivil toplum" sorununu devralan Marx' a göre , Hegel
bu görüşünde yanılmıştı r. Bir görüntü ve bi r " aldatmaca" olduğu
nu anl ayamadığı bir süreci gerekli bir evrim aşaması olarak göster
miştir. Marx'a göre Hegel " sivil toplum " ve "devlet"i iki ayrı birim
olarak gördüğü için , devlette iktisadi faaliyetlere ve bu faaliyetleri
düzenleyen lere " boyu n eğm e" hadisesini göremem iştir. Kişinin ve
sınıfların iktisadi çı karlarını "vatandaş" olarak gördükleri işlemler
den ayırmak yanlıştır. H egel, devleti, topluluk hayatının gerçek içe
riği saydığı sivil top l u m u n dışında ona şekil veren bir çerçeve ola
rak görmektedir. Oysa sivil toplumun biçimle organik bir bağlantısı
mevcuttu r. Devlet, kişinin evrensel gelişmesinin sonucu değil, çı
karlarının şeki llendi rdiği bir son uç olarak görülme lidir. Devlet şahsi
çıkar çarkı nın dışına çı kamadığı için -19. yüzyıl kapitalist devletinin
aksine- insanlann gelişmesine geti rilmiş bir engeldir.
"Sivil toplum"la ilgili ol arak Hegel 'de bir miktar üzerinde duru
lan, fakat Marx'ta bazen olumlu bir gelişme olarak gösteri ldiği hal
de çok zaman olumsuz olarak ele alınan bir nokta vardır. O da "si
vil toplum"un Batı' da yalnız bazı sınıflara değil, genel olarak özerk
grup şeklinde teşkilatlanmaya bir imkan yaratmış olduğudur. 19. yüz
yı ld a sendikaların ortaya çı kışı bunun güzel bir örneğini verir. Aynı
kon uyla ilgili iki noktaya d aha değinmek gerekir: Birincisi, sivil top
lum-devlet bi leşim inin Marx'ı n an lattığı kadar "çatlaksız" olmadığı
dır. İ kincisi de "sivil toplu m u " olmayan , bu geleneğe dayanmayan
toplulu klarda devletin engellenmemiş bir bürokrasi yoluyla pekala
tahammül edilmez bir baskı yaratabileceğidir. M arx, "Asyaf" toplu
lu klarla i lgili olarak bu özelliği ilk yazı larında vurg u l amış, fakat son
radan arka plana atm ı ştır. Son olarak "sivil toplum"un 18. yüzyıl
dan itibaren yeni bir eksen kazandığını belirtmek gerekir. Bu eksen ,
kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve bu gelişmenin "aydın"lann grup
niteliğini ve etkinliğini değiştirmesiyle ilgilidir.
Bu rada söz konusu özellikleri incelemeye geçmeden bir daha be
lirtelim ki , kendi ülkemizde Batı tipi sivil toplumda gördüğümüz v u r
gu geleneği yoktu r. Ne Osma_n lı İ mparatorluğu ' nda, ne de Cu m h u
riyet Türkiyesi ' nde şehirlerin öze rklikleri Batı'da olduğu gibi geliş-
14
mem iştir. Hükmi şahsiyet anlayışı da, karşı sında, bunu bir derece
ye kadar devletten "çalınm ış" bir düzen leme yetkisi olarak gören
devleti bulmuştu r. Ancak bu farkı ayrıntıları nda anlamak için de kit
le araçlarının gelişimiyle "sivil toplu m " an layışının Batı'da n asıl de
ğiştiğini izlemek gere ki r.
Bu boyutları özetlemek yolunda İ talyan siyaset bilimcisi Poggi, "a
public " , yani " kamu alanı içinde izleme sürecinin birleştirdiği kişi
ler topluluğu" kavramını kul lanmıştır. Poggi'ye göre, fikir ü rünleri
nin kitle iletişim araçlarıyla yayı lması, ilk defa, kişilerin belirli bir yerde
toplanmasına ihtiyaç olm adan bir " k atılanlar" kümesi oluşturabil
miştir. Bu yoldan katılmanın bi rkaç önem li sonucu olm uşt u r. Katı
lanlar toplu luğunun soyut bir haberleşme "ağı" şekline girmesi, milli
devletler çerçevesinde, " m i l li çı kar", " kam uoyu " gibi kavram ların
daha beli rgin ve altı çizilmiş bir şe kilde bir meşru iyet kaynağı h ali
ne gelmesini sağlamıştır. " Kam uoyu" kavramı da, devlet işlerinin
devletin dışı na taşan bir soyut çerçeve içinde tartışılmasını sağla
mıştır. Poggi , " b u rjuvazi " nin devletin içinde egemen olması hadi
sesi göz önüne geti rildiği zam an, bu sı nıfın d a gücünü fikirlerin ça
tışmasının sağ landığı bu al andan ald ığını ve ayrıca, bu " gi rişim bi
çimi"nin kendi başına koyduğu sınırlar içinde kaldığını belirtmiştir.
15
ona "yataklık" eden gel işmelere dayanmadan , "havada" gelişmiş
olm asıdır. Batı'daki " kamuoyu "nun arkasında, son kertede, çok es
kilere giden toplu luğun i ktisadi kesim lerinin oluşturdu klan fakat on
ların varlığının dışında da çalışan bir kişi ve gru p özerkliği fikri var
dır. Bundan dolayı Batı'da "m illi çıkar" dendiği zaman "kişi" ve
"grup" özerkliği akla geliyor. Türkiye'de ise "mi lli çıkar"ın kişi ve
ya grup özelliklerine bağlı olamayan kolektif bir anlamı vardır. Bun
dan dolayı da Türkiye' de "hürriyet" fikri etrafındaki tartışmalar ge
nellikle b u ikili köken ayrı lığını anlamamaktan ileri gelen bir karma
şıklık gösterir. Daha i lginci , Batı' da "sivil toplum "un gelişme çizgi
sinin paralelinde -fakat aykırı- bir düşünce tarzı oluşturan Rousse
au , Duguit, Maurras gibi " kolektivist" fikir sahip leri , Türkiye' de po
zitif bir yankı bulmuşlardır. 1961 Anayasası 'nın Batı'nın kökenine
dayanm a konusundaki ad ımları da toplum sal çe rçevem ize oturtu
lamam ı ştır. Bizdeki " kolektivist" anlayışın bir uzantısı , Osmanlı bü
rokratik - patrimonyal idaresinin devlete bağlı, meşruiyet anlayışı
dır. İ kinci uzantısı ise iletişim araçlarının ve aydın gruplarının geliş
memesi ve İ slami sistem lerde devlete karşı koyma geleneğinin bir
meşruiyet kaynağı olarak Batı'daki gelişmelere benzer toplumsal da
yanaklardan mahrum kalmış olmasıdır.
Bu toplu msal evrim farkı vu rgulandıktan sonra, İ slam toplulukla
rında şekillenme süreçlerinin eksik kalan , fakat, -bir bakıma- devlet
karşısında "sivil top lum"un Batı' daki rolünü andı ran bir yönünü an
latmak gerekir. H atı rlanacağı üzere, Osmanlı topluluğunda iki ayrı
hukuk kaynağı ve bu doğrultuda iki ayrı meşruiyet kaynağı mevcut
tur. Bunlardan birincisi Şeriat , ikincisi "Örf-i Su ltani" , yani padişa
hın kanun koyma yetkisidir. Ö rf-i Su ltani, Batı'da m illi devletlerin ku
ruluşu sırasında kralların kendi güçlerini meşrulaştırmak için kullan
dı kları Rai5on d'Etat kavramını hatırlatır. İ slam tarihinde olduğu gi
bi Osmanlı tarihinde d� Şeriat' la Su ltani meşruiyet kaynaklarının bü
tünleşmesinden bahsedi ldiği kadar i kisinin arasındaki çatışmadan
'
da bahsedilebi lir. Ancak bu i kinci eksen İ slam ve 0$m anlı tari hinin
daha az bilinen ve ü;;::e rinde daha az çalışı lmış alanlarıdır. İ slam'ın
başından beri, İ slami inançları i lkel saflığıyla koru m ayı devlet biri-
16
mini koru mak kadar önemli sayan bir akımla karşılaşırız. Devlet bu
saflığı ortadan kaldı racak eğilimler gösterirse devlete karşı konur.
Bu tutu m, İslam tarihinde ve Osmanlı tarihinde beliren uzun bi r halk
ayaklanmaları geleneğinin tarihsel-toplu msal içeriğini oluşt u rur. İ s
lam 'ın ilk çağlarında gördüğümüz hadis-ehli (ehlü'l-hadis) bunun
bir halkasını teşkil ediyorsa, halkanın d iğer u cunu Müslüman Kar
deşler teşkil eder. Osmanlı İ mparatorluğu 'nda da bu gibi bir davra
nışın birçok örneklerini göstermek m ü m kündür. Babailerin isyanın
dan beri izleyebildiğimiz bu zincirin bir çeşit İ slamcı popülizm oluş
tu rduğunu söyleyebili riz. Bu popülizmin modern zamanlardaki be
lirtilerini 1 908'den sonra İ ttihat ve Terakki'ye karşı koyan genel akım
da görebi liriz. Bir hayli değişmiş bir şeklinin Demokrat Parti'nin des
teğini sağlamış olduğu şüphe götürmez. Zamanımızda bir diğer şekli,
MSP'nin aldığı destekte görülür.
Bütün bun lardan çı karacağımız son uç, kendi demokratik " gele
neğimiz"in 1) bir boşluğa (sivil topum eksikliği), 2) Batı "kam uoyu '
'nun tarihsel temeli olmadan gelişen " biçim"ine, 3) bir İ slami yapı
sal unsu ra (İslami populizme) dayandığı söylenebilir. Bu karmaşık
lık açısı ndan , " h ü rriyet"le ilgili değerlendirm elerimizdeki kendimi
ze özgü çizgileri daha iyi anlayabiliriz.
KAYNAK A Ç
17
Türk Toplumunu İnceleme Aracı Olarak
"Sivil Toplum"*
18
ğerlerini özetlemek için kul lanılmışsa d a Batı fikir tarihi sü reci için
de yerini aradığım ızda xv. yüzyı ldan xvııı. yüzyıla-kadar sü ren bir
zaman kesiti içinde çeşitli an lamlar kazandığını görüyoruz. Her dü
şünürün kendi değerlendi rmesine bağlı olan bu an lamlar daha çok
toplumu ayakta tutacak ku rum ve bun ları temellendiren tabiat ka
nunu anlayışlarının üzerine yerleştirilmiş, bunları n bir " üçüncü katı"
olarak bina edilmiş, onlardan türeti lm iştir.
Bütün bun lara rağmen kavramın Türkiye ile ilgili tartışmalarda sah
neye çıkması faydasız olmamıştır. En azından kendi kuşağımın ül
kemizin toplum yapısının ve siyasi kurum l arının bazı eksikleri konu
sunda duyduğu bir rahatsızlığı odakl aştırm ası bakımınd an önemi
yadsınamaz. Bu yazıyı böyle bir rahatsızlığı d uymuş olan lara ithaf
ediyoru m.
19
yoksundur. Tam anlamıyla "otorite "den bahsedilecekse, bu otori
te devlet monopolündedir. H atta sivi l toplumu tanım larken kullan
dığımız "iktisadi sistem" - " h u k u ki sistem" kavram ları bile Osman
lı İ m paratorluğu 'nda batıdakine eş bir anlam taşımaz. Bu fark ise
ancak Osmanlı İ mparatorluğu Batı'dan değişik çizgilerle gelişmiş
sosyal tarihi çerçevesi içine yerleştirildiği zaman anlaşılabilir. Batı'
da kilise I seküler güçler; feodalite I burjuvazi I endüstri proletarya
sı; yerel odaklar I milli odaklar şeklinde görülen ku.t uplaşmaların ya
rattığı çatışmalar yerine Osman lı İ mparatorluğu 'nda çatışmalara
uzun vadede bakıldığında, bun ların cemaat I devlet ekseninde odak
landığını söyleyebiliriz. Konuyu bu açıdan değerlendirerek farklıl ık
ların anlatılmasını bir tarafa bırakmamızı ve Osmanlı İ m paratorlu
ğu'nda "toplum zembereği" diyebi leceğimiz dinamik odağın n ası l
çalıştığını anlamaya yöne lmemizi teklif ediyoru m . Fakat bunu anla
yabilmek için de bi r adım geri atarak Batı lılann Osmanlı İmparator
luğu 'nda en eski zam anlardan beri Batı düşünürlerinin neleri eksi k
gördü klerini gözden geçi rmemiz gerekecekti r.
Gerek İ talya'nın şehir devletlerinden gerek i l k Batı millet · devlet
lerinin düşüncesinden ve gü n lük yaşam ından aldıkları ilham la Os
manlı İmparatorluğu'na bakan kişi ler Osmanlı İ mparatorluğu'nda pa
dişahın "köleleşmiş" bir bürokrasi yoluyla hüküm ranlık ettiklerini an
latırlar.
Bu fikri değişi k fikri kalı plarına rağmen M akyavel , Bodin ve Mon
tesqieu'de bulabiliriz. Bu rada vurgu Padişah otoritesiyle Teb' ası ara
sında "aracı" bi r güç olmadığından dolayı otoritesinin " Doğu Despo
tizmi" şeklini ald ığıdır. Osman lı İ mparatorluğu'nda Batı' da devletin
merkeziyle teb'a arasında bir köprü ya da tampon vazifesini gören
"standa", "Rechtsgemeinschaften" ya da m ahal li "parlement"
lar yoktur.
Biraz farklı bir yaklaşım Osmanlı İ mparatorluğu'nda özel m ü l ki
yetin korunmamış olduğu tezidir. Bu tezin bir oranda doğru olduğu
şüphe götürmez. Fakat Batılıların hata yaptı kları nokta Osmanlı İ m pa
ratorlu ğu'nun yapı sının detaylarına inmemiş olmalarıdır.
Osmanlı İ mparatorluğu 'nda "Ku l" statüsünde olanların gerek ha-
20
yatları gerek malları açısından padişahın iradesine bağlı old u klarını
biliyoruz. Bunun kanıtı padişahın beğenmediği devlet adam l arının
idam hükmüne ya da m allarının m üsaderesine ne kadar kolayca ka
rar veri ldiğidir. "Kul"un tam an lamıyla kendi statüsü açısından hu
ku ktan yoksun bir alanda çalıştığı d a söylenemez. Kanunnameler
statüsünü belirttiği oranda o da bir h u kuki çerçeve içinde bir " Kar
yer"e yerleştirilm iştir. Ancak bu kesinlikle Weber'in - "Kariyer"i de
ğildir.- ve bürokrat gerçekten padişah karşısında "Köle" değilse bi
le "Kul" - " Gulam"dır.
Diğer taraftan , " Ku l " statüsünü temel taşı olarak görüp bu ndan
Osmanlı İ m paratorluğu'nun tüm özell iklerini çıkarmak mümkün de
ğildir. Zira " Kul" st atüsünün garanti leri eksikse de Padişah'la ve
yönettiği idareci sınıfl a (askeri sınıfı) dolaylı bir ilişkisi olan "Sade
Vatandaş"ın h ayatı çok daha emniyetlidir. Kendisine bu güveni sağ
layan da Şeri at'ın günlük hayatları üzerine açtığı şemsiyedir. Böy
lece, Osmanlı İ mparatorluğu'nda kişi haklarından bahsederken bun
ların aynı değerler üzerine ku ru lmuş iki ayrı alan içine girdiği gerçe
{ıi ortaya çıkar.
Gene şeriatın koruyuculuğunun ne biçim bir koruyuculuk olduğunu
anlamak için iki ayrı ge lişmeyi de gözümüzün önüne getirmemiz ge
rekir. Bunlar İ slami topluluklarda " Ü m met" biriminin tarihi işlevi ve
bu birimin Osm anlı İ m paratorl uğu' nda geçirdiği değişi klerdir.
lslam ve Ü mmet
21
ve yerine geçecek olan. kimseler onun yalnız dini rolünü değil siyasi
rol lerini de tevarüs etmek için mücadelelere girişiyorlardı.
İ slam 'ın i lk yı llarında bir tür doğrudan demokrasi İ slam'd aki siya·
si yönünün pratikte aldığı şekildi ve bu uyg u l amaların arkasında
"Emr bil m a'ruf ... " ( İyiyi arayın ve kötüden çekinin) şeklinde siyasi
felsefeyi ifade eden i l keler de görü lüyordu. Kur' an , bu ilkelerin kay·
nağı, temeli ve karşısına-geçi lmez orijiniydi .
İslami potansiyel devletin ortaya çı kışı bu paradigmanın parçalan·
masın a yol açtı. Devletin çı karlarıyla ilgili düşünce giderek cemaa·
tin Ku r' anda belirti len çıkarlarıyla ilgi li ilkelerden sıyrıldı . Bu çekiş·
menin yarattığı geri lim aslı nda latent bir gerilimdi fakat zaman za·
man kutu plaşma gerçek bir ç atışmaya dönüŞebi liyord u . Bu karşı la·
mal arda kendilerini "gerçek mümin" ilan edenl e rle, İ slami prensip·
leri uygu lamakta "yan çizmiş" olmakla suçladıkları kimseler arasın·
daki ç atışmayı izleyebi liyoruz. Bunu bir bakıma Montgomery Watt '·
ın deyim iyle " karizmatik cem aati " yeniden kurma gayreti olarak ni·
telendirebiliriz: yu muşak bir cem aat tipi ilişkisinin ·doğrudan demok·
rasiyle birlikte· yeniden can l andı rılmaya çalışılm ası.
Her ne kadar İ slam da "Kiliseye" tekabül edecek bir kurum yok·
sa da İ slam'ın ilk yüz yıl ları bir İ slami aydın tabakasının oluşu muna
tanık olmuştu .
Topl u m içindeki yeri açısı ndan bu grup için "tabaka" yerine t a·
rihçi Duby'nin kul landığı "Ordre" kelimesini ku llanmayı tercih eder·
dim. Bunun Osm anlıcası ise "erkan (rükn)"dır ve sözcüğün yarat·
tığı çağrışımın doğru bir çağnşım olduğunu aşağıda göstermeye ça·
lışacağım.
Hodgson İslam'ın ilk iki yüzyılındaki gelişmeden şöyle bahsediyor:
22
tirebileceğimiz gibi bu kişiler İslam'ın kamuya intikaline hakim oldular. İs
lam'ın spekülatif ve teolojik düşüncesi üzerinde çok etkili oldular "
23
mal arı , bunları n , kurdukları gru pları başarı lı bir şekilde yürütmeleri
ni sağ lam ıştı. Dindarlı kları Şeriat esprisine göre kotarılmış bi r top
lu msal program ın odak noktası olan bu çalışm alar, aynı zamanda
İ sl am'ın ilk devir cem aatinin homojenliğini kend ilerine rehber ola
rak ku llanıyordu.
Ahi al·Hadith tipindeki top lu msal hareketlerin devam lılığı hare
ketin kendi kemikleşmesinden çok devletle olan zıtlığından kaynak
lanıyord u . Bu zıtlık devam etti kçe aynı eylem zaman geçtikçe baş
ka şekillerle fakat aynı amaç ve hedefle ortaya çıkabiliyordu. Bu ken
dini yeniden yarat m anın arka p lanında yatan Ku r' an mesajının öne
mi de açıktır. İdeal İ slam toplu luğunun nasıl kurulacağı konusunda
oldu kça net işaretler verdikleri oranda, Ku r'an 'ın emirlerinin bir ide
oloji ol arak çalışm ası daima im kan dahilindeydi.
Ahi al-Hadith tipi toplulu kların yanında Devletin karşısında od ak
lanan ikinci bir küme de tasavvuf ku rumlarıydı . Genellikle tasawuf
bizde oldu kça soyut bir fikir odağı olarak görü lür oysa, bu spekü
lasyonları ayakta tutan unsur tari katların som ut varlı kları ve İ slam
dünyasının her yerine n üfuz eden haberleşme ağlarıydı. Tasavvu
fu n , bu somut biçimiyle 1 3.-15. yüzyılları arası nda Selçu klu lar ve Os
manlı lar'a kök söktüren ayaklanm alar da çıkardı klarını unutmam a
mız yerinde olacaktır.
Yu karıda saydığım İ slam toplulu kları na özgü toplum ve siyaset bi
çim lerini anlatmakla bu toplulu klarda ortaya çı kabilecek toplu msal
hareket lerin anlaşılması için bir ipucu sağladığımı sanıyoru m . Os
manlı İ m p aratorluğu'nun or:taya çı kmasını bu " mozaik"in parçal a
rının bir taraftan-esas itibariyle- yeniden görüldüğü fakat aynı zaman
da şeki l değiştirdiği yeni bir siyasi sentez ol arak değerlendirebi liriz.
Osmanlı İ mparatorluğu kendinden önce gelen İ slami İ mparator
luklardan daha düzen li ve toplu luğun her köşesine daha " n üfuz edi
ci" bir yapıdır. Aynı zamanda İ mparatorluk merkez teşkilatı Ulema'yı
kendine sıkı bir şekilde b ağlamayı bilmiştir. İ mparatorluk Medrese
sistemini genel devlet işlerine fayd alı olacak şekilde sistemati kleş
tirdi ve geliştirdi. Ahi al-Hadith tipini andıran hareket lere (örneğin
Kadızade li lere) kuşkulu bir gözle bakı ldı, tasavvuf "e hlileştiri ldi" ve
24
" rafizilik" kontrol altına alındı. Fakat Osm an lılar gene aynı siyasi ni
teliğin bir sonucu ol arak Şeriat'ı "ayrı fakat eşit " denebi lecek bi r
özel h u ku k alanına yerleştirm eye de özen gösterdiler. Bu da alela
de vatandaş için sosyal hayatı ve ekonomiyi kapsayan bi r düzenle
me ve o oranda da bir garanti idi .
Bunları bir geriye bakışla değerlendirdiğimiz zaman Osm anlıl ar
da " sivil toplum "un öğelerini gördüğüm üzü söyleyebilir miyiz? Ce
vabımız hem "evet" hem "hayır" olacaktır. Osmanlı İ m paratorlu
ğu'nda bir Doğu Despotizmi görenlerin Şeriat'ın garantilediği bir özel
mül kiyet alanını gözden kaçırdıkları oranda , onların tarifine uyan bir
"Sivil toplum " dinamiğinin öğelerinin kısmi mevcud iyeti nden bah
sedebiliriz. Genel özel hayatın " Ö rf-i Sult ani" den uzak, bir çeşit ma
suniyetle korunmuş olarak cereyan etmesi açısından "sivil toplu m '
' u n varlığını ileri sürebi liriz.
Loncaların çalışmasına, devletin esnaf üzerindeki kontrolüne ve
siyasi ku rum lardan uzak tutu lm alarına baktığımızda imaj biraz da
ha bulanık gözüküyor. Fakat salt-Batı'ya bakarak bu kontrollerin "si
vi l toplumu" ortadan kaldı rıcı olduğunu ileri sü remeyiz. Sistemde
gerçekten eksi k olan Fransızların " Corps Constitues" olarak isim
lendirdikleri, stende, rechtsgemeinschaften tipi ku ru luşlar ve ser
best şehirlerdir. Fakat bu e ksiğin yanı başı nda, "sivil toplum" mo
deline uyan Batı top lulu klarının modernleşme sürecinde edindik
leri yeni bir yapısal öze l liğin de eksikliğini anmak gerekir. O da Batı
devletlerinin bu yüzyıllarda "sivil toplu m" oluştu ran yapılan yan yolda
karşılamak üzere, onlara doğru giden bir süreci başlatmış olm aları
dır. Bu süreçte Batı toplum ları "sivil toplu m " tipine uygun olarak el
de ettikleri bazı avantaj ları yitirmişlerdi fakat bu kaybın beraberinde
sürüklediği homojen leşm e "Sosyal sınıfların" kristalleşmesinin şart
larını ortaya çıkarmıştı . Bu gibi yeni tabakaların "pazar kritik kay
n akları"nı kontrol etme öze llikleri Osman lı İ mparatorluğu 'nda göz
ükmez ve sözkonusu kontrol çağımız Tü rkiye'sinde bile ancak rü
şeym halinde mevcuttur. Bunun da ardından, "sivil toplum"u n si
yasi sahaya aktarı lması , bildiğimiz demokratik sü recin başlangıcı gel
miştir.
25
Gianfranco Poggi" " sivil toplu m"un politize olması ve politikayı
kontrolu altına almasıyla bi rlikte ikinci bir nitelik değişikliğine uğra
dığı ndan bahseder. Poggi'ye göre "Sivil Toplu m"un verdiği im kan
larla odaklanan burjuvazi radikalliğini bu yeni toplum tipinde otonom
olarak gelişen ve girişimci " kast"ın faaliyetlerinden ayn bir alan oluş
turan , sosyal ve fikri yön lerinin gelişmesine borçludur.
"Sivil Toplum"un bu komponel leri bilhassa entellektüel, edebi sa
natsal faaliyetlere girişmişler ve bu oranda farklı bi r sosyal kim li k
gelişti rmeye başlam ışlardı. Bu kimliğin bir "publ ic" y a d a zam anla
birkaç "public"le karşılıklı bir etkileşimle kendini bulduğunu söyle
yebiliriz. Bunlar gittikçe artan çalışmalarını bir dızi kuruluş ve ileti
şim araçlarıyla (bilimsel dernekler, edebi salonlar, m ason locaları . . .
ve günlük ve peryodi k b asın) geliştiriyorlardı.
Bunların kamusal (pu blic) yönü de her gelene açık olmalarıydı .
Bu na ilaveten , her katılan , nisbeten gemlenmemiş açık bir tartışmaya
kat kıda bu lunmakta serbestti ve bu nun amacı da herhangi bir ko
nuda geniş bir yayımı olan bir "amme efkarı " olu şturmaktı.
xvııı. yüzyılın sonunda bu unsur (the public) Osmanlı im parator
luğu'nda mevcut değildi. Osmanlı İmparatorluğu'nda " amme efkan"
yeraltı nda olu şan bir me kanizmaya bağlıydı ve yayın tekniği şayia
ve karalamaydı .
XIX. yüzyıl Osmanlı İ mp aratorluğu'nda reform devridir. Bu yüzyı l
Osm anlı Devlet ad am l arın ın eğitim , adalet ve idare sisteminde re
form lar uygulayarak İm paratorluğun çöküşünü durdurmaya çalıştık
ları devredir. İl ham kayn akları Batı aydın despotizminin "en liberal"
olarak tanım layabileceği miz örnekleriydi. Batıda olduğu gibi bu ra
da da reformun ana amacı devlet teşvikiyle teb'ayı ü retici bir duru
ma geti rmekti. Devlet , teb ' asının çalışmalarını koruyu cu , ü retici ol
malarını sağlayacak temel eğitim i sağlayıcı, ve ü retimi geliştirecek
idari teşkilatı ve haberleşme ağını kurucu rolünü üstleniyordu.
Bu gibi bir genel politikayı ortaya çı karacak itiş XVl l l . yüzyı lda pek
bilinmeyen sebeplerden dolayı kudreti artan Osm anlı kalemlerinden ,
bürokrasisinden gelmişti. Bu bürokrasi az zamanda Padişahın sim
gelediği Patrimonyal rneşruiyet kavram ının kontrolünü eline geçire-
26
cek, Padişahın kendisini arka plana itecekti. A li ve Fuat Paşaları bu
gibi bir açıdan değerlendirmek gerekir. Bürokratlar bu sırada kendi
hayat ve mülklerini garanti altına almayı da sağlamışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu 'nda bir "Kamuya açık alan " (public sphe
re) gene de Tanzimat reformlarının bir ü rünü olarak ortaya çıktı. An
cak bu gelişme Tanzimat devlet adamlarının bir ikinci kuşağının ürü
nüdür. 1 860' 1arda, Bab-ı A li'nin kalemlerinde yetişmiş ve daha sonra
gazeteciliğin kurucuları olarak gözüken bir grubun gazetelerdeki ya
zıları bir çeşit "amme efkarı " yarattı. Bu yeni sosyolojik yapı 1 876
Anayasasının en belirgin mimarlarından biri olarak görülmelidir.
Fakat Osmanlı intellegentsia'sının bu etkisi geçiciydi. Tesiri , i le
tişim tekniklerini ku lanmayı bilen küçük bir grubun bunları tekelleş"
tirdiği bir devreye tekabül ediyordu . Bu Osmanlı intelligentsia'sı bü
yük halk kitlelerinden kopuk olarak iş gördüğü oranda onu berabe
rinde demokratik bir idareye doğru sürüklemenin yükünden ku rtul
muştu. Ancak iletişim tekni klerinin verdiği yeni güç, yeni aydınların
geride bıraktıkları halk kümesi tarafından , buğulu gözlü kler ardında
da olsa, yavaş yavaş anlaşılmaya başladıkça onlar bu defa kendi
taraftarlarını "mobilize" etmeye uğraştılar. Tarikat çalışmalarının 19.
yüzyılın dördüncü çeyreğinde, İstanbu l' da ve taşralarda yeraltında
ivmesi bunu gösterir. Bu hareketleri halk kitlelerinin eskiden beri
mevcut liderliğini elden çıkarmamaya kararlı gelenekçilerin bilme
dikleri ve anlayamadı kları fakat gücünü gördükleri yeni bir sisteme
sızmaya çalışmaları olarak değerlendirebiliriz . Bunu, biraz basitleş
ti rerek Şeriat -Özel h u ku k -halk u leması kesitinin, devlet - bürokrasi
- merkez kümesiyle olan çatışmasının nitelik bakımından farklı yeni
bir aşaması olarak değerlendirebiliriz. il . Abdü lhamid'in dehası bu
çatışmayı sezinleyerek kendisini " halkçı" kümenin lideri olarak "sa
tabilmesi"ydi.
İkinci bir anayasacılık hareketi , Jön Türklerin gi rişimi , geniş halk
kitleleri, Şeriat kümesini - belki de haklı olarak - karşıt görmeleri so
nucunda bir müddet sonra otokratik idareleriyle sonuçlandı . Ancak,
bu da ittihat ve Terakki'nin bu kopukluğun farkında olmadığı şek
linde anlaşılmamalıdı r. Bazıları "sivil ku rum ların" Türkiye'de bulun-
27
madığının ve bunun da kendilerini fiki rlerini tatbik imkanı az olan
bir sosyolojik yapı ile karşı karşıya bıraktığının farkındaydılar. Bun
dan dolayı gerek İttihatçılar gerek Kemalistler bu "ara"yı temsil ede
cek kurumları (ban kalar vs. ) sınıfları (ticari ve endüstri burjuvazisi)
ve yasalan (Cum hu riyetin medeni kanunu ve ticaret yasaları) temel
lendirmeye çalıştılar. İlginç olan ve kurumsal sosyolojinin üzerinde
du rması gereken gelişme "sivil toplum " kurucu olarak tanımlaya
bileceğimiz bu yeni yapıların uzun vadede zamanımızda Kemalist
ler tarafından değil fakat dindar Müslümanlar tarafından zaptedil
miş olduklarıdır. Çok geniş bir zaman kesiti boyunca seyretmiş ay
rıntılı gelişmeleri , burada çok genel bir ifade i le ve bir çizgi halinde
an latmış bulunuyorum. Bu çizgi tarihsel ve ku ramsal araştırma ala
nı araştırmacıları ilgilendirirse sanırım yeni görüş açılarına yol açabilir.
Sosyalizmin dünya gündemine gelmesi "sivil toplum" kavramı
nın ü lkemize ne oranda uygu lanabileceği konusunu daha da kar
maşık bir hale sokmu ştur. Tü rkiye sosyalizmi ve Marksizm i her ne
kadar bir aydınlar hareketi olmuşsa da, yazımda "şeriat kü mesi "
olarak tanımladığım halk katının görüşlerine yakın, Osmanlı-İslami
eşitçilik görüşünün altını çizen fikirler içeriyordu.
Bu açıdan AP ve ANAP' ın programları ve uygul amalarının bazı
yönlerinin popülist-eşitlikçi olması bizi şaşırtmamalıdır. CHP ileri ge
lenleri arasında bunu anlayanlar (Örneğin Turan Güneş) oİmuşsa
da Batı' da çıkmış bi r toplumsal ikilem üzerinde ku rulmuş Türk orta
sol ve solunun parti programlar:na bu sofistike anlayışı yansıtmak
mümkün olmamıştır.
Sosyal tarihinin "gerçeği" belirli yönelim ler gösteren , aydınlan ta
rafından -gelişmeleri Batılı fikir kalıplarına göre değerlendirilen Türk
iye'nin çok partiİi sistem e geçmesi bu gerçeğin ağırlığını yeniden
terazinin kefesine koymuştur. Bunun somut sonuçlarını ancak bu
gü n görebi liyoruz. Diğer taraftan , Türkiye'nin Kapitalizmini de alı
şılmış kalıplarla incelemeye çalışanlar ülkemizin öz toplu msal dina
miğinin anlaşılmasına nisbeten az katkıda bulunmuşlardır.
Her iki yönü de ciddiye alan kişilerin bize Türk kapitalizminin yen
gecin dolanmasına benzeyen yol alışının tarihini sağlayabileceği ümit
28
edilir.
Bugünkü Türkiye' de "ikinci küme" (taşra, şeriat, sokaktaki adam)
kümesi günlük hayatımıza damgasını vurmaya başlamıştır. Bunu "si
vil toplumun" artık toplum yapısına girdi{li şeklinde mi algılamamız
gerekir? Soruya cevap verebilmek için önce sivil toplum kavramı
nın Batı'da beraberinde getirmiş olduau "kişi hakları"na bir göz at
mak gerekir.
Kişi haklan "ikinci küme" tarafından çok özel ve Batı'dakine he
men hiçbir şey katmayan fakat ondan çok şey götüren şekilde an
laşılmaktadır. Kendi anlayışım, kişi haklarının özünün, kitle toplu
mu ile ilişkisinin ve bu hakların uygulanma modelitelerinin en iyi şe
kilde Kant, J.S. Mill gibi klasik fikir tarihçileri tarafından ifade edildi
aidir.
Buna karşı çıkan varsa "sivil toplum" kavramının yan ürünlerin
den en deaerlilerinden birine ve benim anlayışıma ve "medeniyet"
dedi{Jimiz olaya karşı çıkmaktadır.
29
T irk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar:
Merkez-Çevre İl işkileri*
• İlk olarak Daedalus'ta (Kış 1 973, s. 1 69-190) ikinci olarak da Politlcal Particl
patlon in Turkey (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1 975, s. 7-32) içeri
sinde yaralan "Center-Priphery Aelations: A Key to Turkish Politics"in çeviri
si: Şeniz Gönen tarafından yapılan bu çeviri Dün ve Bugün Felsefe (Kitap 1 ,
Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, 1 985, s . 1 67-95)'de yayımlanmıştır .
30
çok sayıda toplumsal güçle ustaca oynayan "büyük düzen kurucu
lar" dan başka şey deği llerdi çoğunlukla. Ne var ki , Osmanlıların bu
konulardaki başarıları, komşularının ku rumlarıyla karşıtlık durumunda
ele alınıp tam anlamıyla değerlendirilemez.4 Daha geniş bir bakış
açısı edinebilmek için , bir başka karşılaştı rma yapmak doğru olur.
Bu karşılaştırmada, Osm anlı İm paratorluğu , ortaya çıkmakta olan
merkezileşmiş Batı devleti ve daha sonra onu n yerine geçen mo
dern u lus-devleti ile yan yana konarak ele alınm alıdır.
Batı'da, onyedinci yüzyıl yarısında ortaya çıkan hükümet biçimi
olan "Leviathan"da, daha sonraki ulus-devlet de, Osm anlı ku rum
larının gelişiminde rol oynadı. Bunlar, başlangıçta, Osmanlıların özel
likle gerçekleştirdi kleri başarı lardan ötürü eskiden beri gu ru r duy
dukları alanlarda üstünlük elde etmeye başlayan rakipler olarak gö
rüldüler. Ama daha sonraki modernleşme süreci boyunca Osman
lılar, bu yeni devlet biçimlerini kendi hükümetlerinde yapacakları re
formun modelleri olarak gördüler.
Leviathan ve ulus-devlet, yapısal açıdan Osmanlı kurumlarıyla kar
şıtlıklar gösterdiğinde, Türk tarihi bakımından da önem taşır. Batı '
da devleti biçimlendiren güçler, modernleşme başlamadan önce Os
manlı devletini biçimlendiren güçlerden önemli ölçüde farklı gibi gö
rünmektedir. Modern devleti yaratan merkezileşme süreci, dayan
dığı feodal temellerden ötürü , çevre güçleri diyebileceğimiz şeyler
le uzlaşmalar yapı lması sonucu nu veren bir dizi karşı karşıya gel
meyi kapsamıştı. Bu güçler, feodal soylu lar, kentler, kasabalar [burg
hers] ve daha sonra endüstri emeğiydi. Bu uzlaşmalar, Leviathan'
ın ve ulus-devletin bir ölçüde iyi eklemlenmiş yapılar olmasına yol
açtı. Ne zaman bir uzlaşma ve hatta tek yanlı bir zafer gerçekleşse,
çevresel gücün bir bölümünün merkezde bütünleşmesi de sağlan
mış oluyordu. Böylece, feodal zümreler ya da "ayrıcalı klılar" ya da
işçiler, yönetim le bütünleşti ler, ama aynı zamanda, özerk duru mla
rının tanınmasını sağladı lar. Art arda kendini gösteren bu karşı kar
şıya gelmelerin ve tanınıp kabu l edilmelerin çok önem li sonuçları
olmuştur. Karşı karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise , u lus ku
rucular ile yerelciler, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar
31
arasındaki çatışmalar, bunun örnekleridir. Bu çapraz bölünümler,
Batı Avrupa modern siyasasının bükülgen liğine büyü k ölçüde kat
kıda bulunan çeşitli siyasal kim liklerin ortaya çı kmasına yol açtı. 5
Öte yandan merkez, çevresel öğelerle bir bağlantı lar sistemi içinde
bulunuyordu. Ortaçağın büyük züm releri (estates) parlamentolarda
yer almıştı: alt sınıflara haklar tanınmıştı.
Ondokuzuncu yüzyıldan önce Osmanlı İ mparatorluğunda, katmerli
karşı karşı gelmenin ve bütünleşmenin bu ayırt edici özell ikleri e k
sik gibi görünmektedir. Daha doğrusu , temel karşı karşıya gelme,
tek boyutlu luydu ve her zaman , merkez ile çevre arasındaki bir ça
tı şma olarak ortaya çıkıyordu. Ayrıca, çevresel toplum güçlerinin
özerkliği, ancak de facto'ydu * ve, Batı Avrupa' da, örneğin, "bağımlı
tüzel kişili kler" 6 olsalar bile " Bey' den ya da Prens'ten ayrı" 7 .olan
zümrelere tanınmış kurumsallık hakkı i le bunun arasında çok önemli
bir fark vardı. Yakın zamana kadar, merkez i le çevrenin karşı karşı
ya gelmesi , Türk siyasasının tem elinde yatan en önem li toplumsal
kopu kluktu ve yüz yıldan fazla süren modernleşmeden sonra da var
lığını sürdürmüş gibi görünüyordu . Bu incelemede , modernleşme
boyunca bu kopukluğun n ası l sürüp gittiği ele alınıyor.
Geleneksel Sistem
32
tü, soysop zincirleri hala güçlüydü, dinsel tarikatlar özerk· güçleri
nin dayandığı temel leri hatırlatabilirlerdi ve çeşitli etnik ve dinsel grup
lar vardı.
Bu dağınık potansiyelin özel bir du ru m u , devlet ile İmparatorlu
ğun çekirdeği olan Anadolu'daki göçebeler arasındaki ilişkiydi. Dev
letin çevredeki göçebelerle uğraşm asının getirdiği güçlük, yerel bir
rahatsızlıktı. Ama ayrıca, göçebeler ile kentlerde oturanlar arasın
daki karşıtlık, Osman lı okumuşlarının, uygarlığın kent ile göçebelik
arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ilişkin her şeyin kü
çümsenmekten başka bir işe yaramadığı konusundaki kalıp düşün
cesini de doğurmuştu . Göçebe ve yerleşi k halk arasındaki bu temel
kopukluğun bir kalıntısı, yerleşik tarım yapılan on üç ilin istatistik ve
rilerinin, toplumsal yapısının ve başlıca sorunlarının, hayvancılığa
dayalı ekonominin ve göçebeliğin kalıntılarının geçerli olduğu dört
ildeki verilerle, yapıyla ve sorunlarla keskin bir karşıtlık içinde bu
lunduğu doğu Türkiye'de bugün de hala görülür.9
Merkez-çevre kopu kluğunun bi r başka ku rucu öğesi , merkezin ,
bir Osmanlı-öncesi soylular züm resinden kalan izlere ve yıldızları
Osmanlılarla birlikte parlayan taşralı bazı güçlü ailelere karşı kuş
kuyla davranmasıydı. Taşralar ayrıca, baş eğmez din sapkın lığının
da fesat yuvalarıydı. Kargaşalı k çıkaran tarikatlar, karşıt görüşleri
uzlaştı rmaya yönelen dinler. Mesih olduğunu ileri sürenler uzun sü
ren ve iyice hatırlanan bir tehlike oluştu rmuşlardı. Osmanlı taşrala
rı , taht üzerinde hak iddia edenler için elverişli yerler haline geldi
ğinde çevre, ayaklanm aların çıkış noktası görevini yerine getirmesi
için gerekli olanı da edinmiş oldu.
Bütün bunlar, merkezin göz yumduğu bir yerelcilik temeli üzerin
de ortaya çıkıyordu ; çünkü , Osmanlı toplumsal yöneticiliği, başa çı
kılmaz örgütlenme işleriyle karşı karşıya kalmıştı. İm paratorluk ge
nişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, ye
rel törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özellikle
re yöneli k ve merkezse! olmayan bir uzlaşme.ı sistemini pekiştirerek
baş ettiler. Gevşek bağların işe yaradığını gördüklerinde, daha kap
samlı bir bütünleştirmeye girişmediler. Bu yarı-özerk gruplar arasın-
33
da, kendi din lide rleri tarafı ndan denet lenen gayrim üslim top l u l u k
ları sayabiliriz . Böylece , daha gen el ve büt ü n sel anlamda, merkez
ve çevrenin b i rbi r iyle çok gevşek bağlar içinde bu lu nan iki dünya
olduğun u söyleyebiliriz. Toplu msal parçalanm ışlıkla birlikte Osm anlı
toplu munun bu yan ı , Osm anlı d üzenı temel soru n larından birini or
taya koyar. Bu soru n , S u ltan ve resmi görevlileri i le Osm anlı Ana
dolu 'sunun iyice bölük pörçük yapısı arası nda ortaya çı kan karşı kar
şıya gel medir. Anadol u , m odern Tü rkiye ' n i n t oprak bakım ından ku
rucu öğesi olduğu içi n , bugünkü ıncelemeler açısından özel likle
önem taşır.
Böl ü k pörçüklük karşısınd a yer alan lar, yani resmi görevli l er çev
,
reden deyim yerindeyse yaln ızca parmaklığın öte yanında olm aları
bakımından değil, bazı simgese l farklıl ıklarla olduğu gibi bazı ayı rt
edici statü ö zellikleri dolayısıyla da ayrı lıyorlardı Uzun süre. bazı bü
. .
34
rak bir ölçüde açıklanabi lir bu, ama ayn ı zamanda Osm anlı yasallı
ğının da belli bir yanıdır. Yani bu , ülkenin en önde gelen yu rttaşları
nın tüccarlar değil de, siyasal iktidarı elinde tutan lar olduğunu gös
termektedir. Devletin ekonomi üzerinde kurmuş olduğu denetim, Os
man lı İmparatorluğu' nda siyasanın önceliği olduğunu gösteren bir
başka örnektir. 13 Resmi görevliler, yönetici olarak geniş iktidara sa
hiptiler, ama bunun tersine, kul statüleri dolayısıyla, özel yönelim
yasalarına bağlıydılar ve Müslüman halkın "medeni hakları"ndan
yoksundu lar. 14 Daha geniş bir açıdan bakınca, miras yoluyla iş ba
şına gelmiş resmi görevli ile özgür doğmuş Müslümanın tüm yaşam
biçimleri arasında bir karşıtlık görülür. �
37
davranış t arzını daha son ra gelişti rmeye koyu ldu. Önceleri bu tarz,
merkezin yüklediği sı kıntıları n ve zorl ukların farkına varmış olmak
tan ileri gitmiyordu .
Çevrenin e konom i k v e toplu msal yaşam ına, devletin zorla el at
masın a karşı çı kanların dünya görü şü , bir tarz deği lse de , yerelci
lik, bölgeci l i k ve heterodox dini inanç olarak kendini ortaya koyan
bir tavır doğurdu. "Temel gruplar"20 denen şey, çevrede önemli rol
oynadı ve böylece, bir gru pla özdeşleşme , bu çevresel tavrın edi
nebileceği çeşitli biçim le rden biriydi. Ama gerç e kte, çevresel tavrın
birçok farklı biçiminde, hepsinin de m emu rlan kötü gözle görmesin
den doğan bir benze rli k vardı. Yerel eşrafa herhangi bir resmi yetki
verildiğinde (devlet onları resmi görevde ku llanmak zorunda sık sı k
kalıyordu), bu çevresel tavı r yumu şuyord u . Ama memurlar dışında
herhangi bir ki msen in ge rçekten yasallık [resmiyet] kazanm ası söz
konusu olmadığından , gerginlik potansiyeli can lı lığını her zaman ko
ruyord u .
İm paratorluğun parlak çağında, merkez i le çevre arasınd aki şid
detli karşı karşıya gelme potansiyeli , ara sıra elle tutulur bir durum
alıyordu. Bu , hem toplu msal güçlerin normal böl ü k pörçü klüğünden ,
hem de çevre ile olan bağların bu olası lığın karşısı n a dengeleyici
bir ağı rlık olarak çı kması ndan ileri geliyordu . Bu bağlar arasında, taş
ran ın alt düzeylerine kadar girmiş olan adalet sistem i n i , geleneksel
bayındırlık işleri ile hayırseverl i k ku rum ları nı ve dinsel ku rum u n ge
niş kapsam lı şebekesini (merkez ile çevre arasındaki gerçek daya
nak noktası buydu) sayabili riz. 2 1 Tımar ve zeamet sistemi , özellik
le etnik olan bir bütün leştirici mekan izmaydı ve İ mparatorluk orta
ya çıktığı sırada normal tımar ve zeamet sahibi, köylülerle yakın bağ
ları olan bir ekin yetıştiriciydi. 22
Osm anlı resmi görevlileri, ancak İ m paratorl u k gerilemeye başla
yınca, kendi toplu mlarını talan eden kimseler d u ru m u n a geldiler, bu
görevli ler ile çevre ve öze l li kle vergilerin ağı r yü kü altında ezilen köy
lüler arasındaki ilişki , " Doğu despotizmi" niteliğini gittikçe daha açık
ça göste rdi. Bu , önceki çağl ardaki Su ltan yöneliminin sert liğinden
kökçe farklı bir söm ü rü çeşidiydi ve önceki sistemle ancak, yönetici
38
seçkinler i le onların dışında kalanların arasındaki kop u kluğu sü rdür
me tarzı bakımından benzerlik gösteriyord u . Nitekim , yerel halk da,
bu bitişme nokt asında, yerel çı karl arı dile geti ren yerel eşrafa gitti k
çe güvenmeye başl adı . Etki lerinin ve otorite le rinin artm asına rağ
men bu eşraf, Avru pa feodal soyluların kiyle karşılaştın labilecek özerk
bir statüye sahip değildi. Merkezin ad am ları olarak eşraf, belli bir
yasallığa sahipti, ama daha fazla özerklik ancak devlet gücüne mey
dan okumakla ya da düpedüz ayaklanmayla elde edilebilirdi. 23 Böy
lece , devlete karşı d u rm ak için yeterince toprak zenginliği ve gücü
olan soylu lar, daha fazla öze rklik kazan abi liyordu . Bu durum orta
ya çı ktığı zaman , yerel eşrafı n , köylünün e linde avucunda olanı al
mak konusunda devletten daha az hı rsl ı olmadığını , am a sistemin
yü rümesini sağlayan asgari hizmetleri sağ lamanın da kendi çı karı
na uygun düştüğünü kavradığını gösteren belirtiler vardır.
Osmanlı "çevre" sinin merkezden yabancılaşmasının yeni bir kent
sel biçimi, Patrona İsyanı denilen olay biçiminde, İstanbu l'da 1 730'da
ortaya çı ktı . İstanbul esnaf ve zan aat karı ndan, loncaları aracılığıy
la, bir askeri sefere büyü k ölçüde kat kıda bu lunmaları istenm iş ve
bu sefer, Sarayın pısı rı klığı ve bece riksizliği yüzünden başarısızlığa
uğramıştı. İstanbu l 'daki alt sınıflar o zamana kadar, Versailles'in tan
tanasını ve onsekizinci yüzyıl Fransa'sının zevk ve eğlence d üşkün
lüğünü kopya etmeye yönelik birçok gi rişim sonucunda, Osmanlı
devlet adam larının ve Sarayın Batılı laşm ası na bir süre t anıklık et
mişt i . Gelenekle rin yozlaştırıl masını önlemek için silaha sarı lm aları
istendiğinde, bu sınıfların cevabı olu mlu old u . 24
İstanbul'da daha önce de birçok ayaklanma olmuştu . Ama bu
ayaklanma, daha sonraları sık sı k tekrarlanan karakteristik bir ra
hatsızlığın belirtilerini gösteren ilk ayakl anm ayd ı . Yani bu rada söz
konusu olan , resmi seçkinler grubu nun bir bölümünün, askerl i k ve
yönetim örgütünü Batılı laştırmak için harcadığı bir çabayd ı ; bu ça
baya Batılı yaşam tarzının yüzeysel bir taklidi eşlik ediyor ve aynı
çaba, bir başka menfaat grubu tarafından kitl,ı:ıleri Batılılaşmaya karşı
hare kete geçi rmek için kul lanılıyordu . Türk modernleşmecileri , bu
ve benzeri ayaklanmaların gerçekten de bir yanını oluştu ran ve devlet
39
adam larının siyasal entrikal arından olu şan arka plan üzerinde dur
mu şlardır yalnızca. Ne var ki , eksiksiz bir tablo çizebilmemiz için ,
çevreni n merkezden ve kit lelerin yönetici lerden kü ltürel açıdan ya
bancıl aşması olayı üzerinde de durmamız gerekir. Modernleşmenin
�nraki evrelerinde bu yabancılaşma, daha da bileşik hale gelecekti.
40
ğinde, Osmanlı devleti, çevrenin gündelik yaşamında varlığını git
tikçe daha çok duyu ruyordu. 1. Abdü lhamid ( 1 876- 1 909), ha.!A gö
çebe yaşayanları yerleşik düzene geçmek konusunda zorlayarak
çevrenin bütünleştirilmesine devam etmeye çalıştı. Sultan , aynı za
manda, Müslüman Osmanlı çevresine, merkezle bir ve aynı şey ol
duğu duygusunu aşılamaya girişti. Sir William Ramsay'in çok iyi be
lirttiği gibi, Abdülhamid'in Pan-İslamizm siyaseti , bütün Müslüman
ları birleştirme hayali olmaktan çok, halkını İslami-imparatorluk dü
şüncesi çevresinde birleştirmek için bir çeşit ön-ulusalcılık kurmak
amacıyla harcadığı bir çabaydı. Ramsay şöyle diyor:
41
/
42
ulusal bütünleştirme sorunuyla tamı tamına örtüşmez ve bundan ötü
rü bir başka başlık altı nd a ele alınabilir.
43
leti çevreye yaklaştırma konusunda reformu n ondokuzuncu yüzyıl·
da \i mimarlannın gösterdiği kararlılık, çevredeki bireyleri, yönetim
ve adalet sü reci i le yakın ilişki içine soktu. Bir merkezci yönetim sis·
teminin (1864'te uygulanmaya başlamıştır) çevreye yavaş yavaş sız
masından önce eşraf, yerel valilerle birl ikte çalışan yerel olarak se
çilmiş kurul lar aracılığıyla yönetime, bir hareket i letim kuşağı gibi
hizmet ediyordu. Zam an l a değişikliğe uğramasına rağmen bu rol ,
ondokuzuncu yüzyıl boyu nca devam etti30 ve böylece eşraf, alt sı
nıflar (köylüler) ile resmi görevliler arasında daha apaçık görünen
bir eklem haline geldi.
Devleti n, ekonomi üzerinde hala sürdürdüğü denetimden ötürü
eşrafın ekonomik alandaki yeni etkinli kleri, bu etkinliklerin önem ka
zandığı yerlerde, eşraf ile resmi görevliler arasında bir ikinci bağın
ku rulmasına yol açtı. Ayrıca, Osmanlı yönetim sisteminde, 1 876'dan
sonra görev yerlerinin sayısı önemli ölçüde arttığı için31 , orta ve aşa
ğı dereceden memu rlar, paralarını düzensiz bir biçimde alıyorlardı.
Böylece eşraf, resmi görevlilerle bir ortakyaşarlık ilişkisine girdi ve
rüşvet verme yeni boyutlar edindi. Bu , eşrafın, koruduğu kişilere hiz
met sağlaması zoru nluğundan olduğu kadar, kendi çıkarını geliştir
mesi zorunluğu ndan da doğuyordu.32 Bu yeni eşraf katmam arasın
da, taşra din adamları da sayı labilir. Bun ları n çoğu, mülk sahibiydi
ve yerel "etkili" kişi ler arasında yer alıyord u . Ama alt sınıflar üze
rindeki etki leri ve d ayanakları , din ve eğitimle uğraşmalarının sonu
cuydu. Gittikçe güçlenen laikleşme hareketi karşısında bu din adam
ları, çevre ile daha açık bir biçimde yakın ilişki kurdular.
Jön Türk devriminin 1908'de başarı kazanmasıyla eşraf, Osman
lı siyasal partilerinin saflarında ve mecliste görünmeye başladı. Et
kilerini izleyebildiğimiz her yerde bun ların , yönetimde merkezilikten
ku rtulmayı ve kültür üzerinde yerel denetimi savundu klarını görü
yoruz. Bu davranış aslında, din ·adamlannın değerler ve simge ler
üzerinde ku rmuş oldu kları denetimi koru mak girişiminden başka bi r
şeyi dile getirmiyordu. Özellikle yoksul vaiz ler, yani din adamı ol
maktan başka bir statü temeline sahip bulunmayan din adanı lan söz
konusuydu bu rada.33 Am a Osm anlı mirası nın m ihenktaşı olarak is-
44
lam görüşünü, dindar olmayan eşraf arasında benimseyenler de var
dı. Bu bakımdan, İslami ve birleştirici bir boyut, çevresel düşünüş
ve davranış tarzına yeniden eklendi ve böylece çevrenin karakte
ristik ideolojisi haline gelmiş olan şey, LumpenulemA'ya* özgü bir
öneri değildi yalnızca. Bunun bi r nedeni açıkça görülüyor, modern
eğitim kurumları, merkezi ile çevre arasındaki modem-ö.ncesi kül
tür kopukluğunu sürdürmüştü. Türk eğitim ku rumunun modernleş
tirilmesi, resmi görevlilerin kurumlarıyla başlamıştı. Taşralar, seç
kinlerin eğitiminin dışında kalmıştı ve taşralıların çoğu (etkili taşralı
ların bile çoğu), çocuklarını , modern okullara gönderemiyordu ya da
göndermek istemiyordu. Bugün elimizde bu lunan veriler, ancak en
yetenekli çocu kların, resmi çevrelerle bir iletişim kanalı kurabilecek
leri umuduyla başkente gönderildiklerini düşündürecek niteli ktedir.
1 903 yılında, belli ölçüde gelişmiş olan Konya vilayetinde, orta eği
timin modern kesiminde 1 . 963 öğrenci vardı; buna karşı , medrese-
lerdeki öğrenci sayısı 12.000'di.34 .
Eğitimin modern kesimine girebilmek, reformcu resmi görevlile
rin ve hatta bürokrasinin bir bölümünü oluştu ran kimselerin çocuk
ları için çok daha kolay bir işti.
Yeni eğitim kuruluşlarının temel taşlarından biri olan askeri okul
larda, bu okulların eğitimi ortaoku llara yaym ası ve öğrencilerin bü
yü k bölümünü, olanakları daha az olan ailelerden olması nedeniy
le, okuldaki toplumsallaşma, ailedeki toplumsallaşm adan daha ağır
basıyordu. Bu askeri rnilieu'de * • taşraların , ilerlemeye ve yeni dü
şüncelere kapalı ve uygarlığa aykırı yerler olarak görülmesi, belir
gin bir düşünce olarak ortaya çıktı.
Türkiye' de, kitle iletişim araçlannın ve kültür yaşamının modern
leştirilmesi, "büyük" kü ltü r ile "küçük" kü ltü r arasındaki uçuru m u ,
kapatmaktan çok derinleştirmiştir genellikle. İslamiyet'e ve onun kül
tür mirasına sarılmak da, çevreyi yeni bir kültür çerçevesiyle bütün
leştiremeyen merkeze, çevrenin verdiği bir karşı lıktı . Böylece taş-
45
ralar, ' gericilik" merkezleri haline geldi. Am a daha da önem l i olan ,
üst ve alt sın ıflan da kapsam ak üzere tüm taşra dünyası nın, İslami
bir m u halefet içinde laikliğe karşı gittikçe birleşmesiydi . Merkeziyet
çi liğe karşı olan eşraf, b u n u , yü reklendirici bi r gelişme ol arak' gör
dü ku ş kusuz. Osm anlı başkentindeki alt- sın ıflar da, mod ernleşt i r
me akışına katılm akta güçlük çeken kimseler anlamınd a , yani b u
yeni anlamda, çevrenin b i r bölümünü oluştu ruyorlardı . Bu yeni edi
nilmiş birliğin içindeki çevrenin karşısına, yeni ve düşünce bakımın
dan çok daha az ödün veren bir bürokrat tipi di kildi.
46
bir ürün elde edilmişti .
Devletin taşralara sızm asıyla, m erkezi destekleme konusunda du
yu lan geleneksel kaygıya yen i boyut lar eklend i . Böylece , devlet ile
yu rttaş arası nda doğru dan doğruya i lişki kurmayı amaçlayan bir gi
rişimde bulunuld u . Su ltan ile uyru k ları arasında yer alan bağlılı kla
nn bulunmaması gerektiği ilkesine dayanan Osm anlı devlet adam
lığı idealinin , bir bakı m a, yeni bir biçim içinde can l andırılm asıydı bu .
Reform un daha sonraki dönemlerinde , kredi ku ru m larının ku ru lma
sı ve başka kolaylıkların gerçekleştirilmesi , koruyucu bir baba ola
rak devlet fikrini bir gerçeklik haline gelirdi. Eşraf ise , bu olan akla
ra el koyup kendi çı karları için ku llandı ğında, reformcu devlet adam
larının hoşnutsu zluğunu çekti . 36
Reformcu resmi görevlilerin eşrafa karşı bu biçimde çı kışlarına,
ondokuzuncu yüzyı lın sonlarına doğru beliren bir başka karşıtlık kay
nağını da eklememiz gere ki r. Yen i çatışm a , Su ltan Abdü lham id dö
nem indeki yön etim m odern leşl irilmesinin sonu cuydu . Daha doğru
su Su ltanın sonuna kadar gitmeyen modernleştirmesinin ü rünüydü .
Gerçekten d e Su ltan. Osm anlı bürokrasisini akılcı yörüngeye otu rt
mak için tüm gücüyle çal ıştığı halde, başarıyı am açlayan talimatını
köstekleyen kişi lere de bel bağlam ıştı. Mülkiye Mektebini (bu oku
lu n modernleştiri lmesini Su ltan ıam an lam ıyla desteklemişti) biliren
lerin , yüksek görevlere gelme konusunda ne kadar başarı lı oldu kla
rı , henüz açıkça bilinm iyor.37 Bununla b irlik1e, ondokuzuncu yüzyı
lın sonunda Sultana elkin bir biçimde karşı çıkan genç bürokratlar
ve askerler, en yüksek yönetim ve hükümet görevlerine, yetenekli
olm aktan çok Sultan a bağlı olm akla tanı nan kimselerin getirildiğine
inanıyorlardı. Askerler ıse, S u ltanın modernleştirici reforml arının ,
Başkent yakınında m anevra yapan büyük askeri birliklerin h akiki
mermi ku llanmasını yasaklamasıyla uyuşm adığ ını düşünüyorlardı.
Bu çelişki leri ortadan kald ırm aya çal ışan ve sistem in " son
bu lacağını" u m an bu tulu m , daha önceki Osman lı "devle! nedeni"
ideolojisine karşıt olarak, "ulusal " bürokratçı lık diye adlandı rılabi lir.
Yeni ve oku l görm üş u lusalcı bürokratların Su ltanla aralarının açık
olm asının bi r başka neden i , Türkiye' de m odern bir devlet ku rm a ko-
47
nusunda sabırsızlanm alarıydı. Su ltanı n , ad ı m adım ilerlemeye d a
yanan ve kimi zaman da ü rkekçe olan yaklaşımtna oranla onlar, ulus
devletin çok daha kısa bir zaman harcanarak kurulması gerektiğini
düşünüyorlardı. U lusçu b ü rokratların sabı rsızlıgı nın bir nedeni de,
u lusalcı ideolojilerin Osm anlı İmparatorluğu içinde yayılmasıydı. Bu
fikirler, resmi Osmanlı düşünce dünyasının bir bölümünü etkiledi ve
daha önceki reformcul arda görü lmeyen bir ödün vermezlik yarattı.
1 885'terı sonra başkentin modernci çevrelerinde etkili hale gelmiş
olan ve bilimi, hakikatin mihenk taşı olarak kabul eden yeni bilim
görüşü bu davranışa çok iyi u yuyordu kuşkusuz.38 Böylece, Os
man lıların eski "din ve devleti" koruma slogan ı , Jön Türklerin " İtti
hat ve Terakki" slogan ında cilalanıp parlatılmış olarak yeniden o r
taya çı kıyord u . Jön Türk devrim inden sonra bu yeni kişi likler Su lta
nı sahneden u zaklaşt ı rınca, taşra eşrafın ı , geleneksel bürokratların
ve hatta daha önceki reform cu ların gördüğünden de daha kötü in
san lar olarak görd ü ler. J ön Türk m ecl isinde eşrafın merkeziyetçi
likten ku rtulmayı ve daha az askeri denetimi am açlayan yasa tasa
rı ları , ayrı lı kçı akım l arın gerçek bi r tehdit gibi görünmeye başladığı
sırada, Onları gerçekten kuşkulanılacak kimseler durumuna soktu.39
Türk Ku rtuluş S avaşı (1 920-1 922) sı rasında, bu merkez-çevre i ki
liği, u lusal direnme hareketinin yönetici organı olan Büyük Millet Mec
lisinde bir kez daha ortaya çı kar. Burada Kemalistler, görevinden
alınmış memur sınıfı üyelerinin liderliğinde bulunan ve genel likle eş
rafın partisi olan dağınık bir g rupla mücadele etm ek d u rumund ay
dılar. Bu grup, "İkinci Grup" diye bilinir. A m a Mecliste , kendileri
ne daha büyük ve yeni bir araya gelmiş bir topluluğun katı lm asıyla
bunl arı n sayısı arttı. 40
Bu kimseler, milletvekili seçimi , askerler, dinsel öğretim ve din
sel uygu lama konusunda çok ilginç bir dizi siyaset ileri sürdüler. Se
çim lerde milletvekili olara k adaylığını koyacak kişinin seçim bölge
.
sinde beş yıl otu rm asını isted iler; askerleri denetim altına alm aya
çalıştı lar ve jandarmaların halkı soyduğunu i leri sü rerek jandarma
kuwetlerirıi İ çişleri Baka,nlığı'na bağlam aya b aşl adı lar, din okul ları
aracılığıyla eğitim yapm ayı kuvvet le destekled iler, içki kul lanımını
4B
yasaklayan bir yasa onaylattılar. Bu grubun bileşimi ve tutarlığı ko
nusunda sağlam incelemeler elimizde olmadığı için birliklerinin ne
ölçüde sağlam olduğu konusunda da fazla bir şey söyleyemiyoruz;
ama topluluğu n , Kem alistlere muhalefetin bir dayanak noktası ol
duğu kesindir.41
Öte yandan , Kem alistler arasındaki daha radikal öğeler, yeni be
lediye yasasında, " halkın" , belediye meclislerinde temsil edilmedi
ğini söyleyerek itiraz ettiler. Ayrıca, Bursa eşrafını, Kemalistlerin ölüm
kalım savaşına gi rdiği Yun anlılara satı lmış olm akla suçladılar. Her
iki taraf da " halk" için çalıştığını ileri sürüyordu. Ama İkinci G ru p
için b u söz, merkeziyetçilikten kurtulma ve ekonomik liberalizm an
lamını açıkça taşıyord u ; Kemalistler için ise, plebisitçi demokrasi ve
devletin, "aradaki" grupları ortadan kaldırması gerektiğini alçak ses
le belirtir gibiydi. 42
Kemalistlerin İkinci Gruba mu halefetinin simgesel dile gelişi, din
üzerinde odaklaşmıştı. Ama Mustafa Kemal, amaçlarını henüz açı
ğa vu rmamıştı.
Kurtu luş Savaşının bitmesi ve Kemalistlerin zafer kazanmasıyla,
siyasaya el koymak daha kolaylaştı. İkna etmek için gözdağı ver
meye başvurulduğu kadar usta taktikler de ku llanıldı. Kemalistlerin
partisi olan Halk Partisi , üyelerini başarıyla disiplin altına aldı. Et
kinlikleri 1 925'teki Kürt ayaklanması ile aynı zamana rastlayan yeni
bir parti (Terakiperver Cumhuriyet Fırkası) ku ru lunca, hükümete iki
yıllık süre için geniş yetkiler tanıyan Takriri Sükun yasası kabul edildi.
Yeni parti ile ayaklanma arasında bir ilinti olmadığı halde, yeni mu
halefet merkeziyetçilikten kurtulma özlem lerini temsil ediyordu. Yeni
parti, "dinsel gericilik" le ilintileri olduğu söylenerek aynı yıl kapatıl
dı; gerçekten de ayaklanmanın ana tema'sı, "Kü rtlük"ten çok bu
olmuştu.43
Bu partinin kapatılmasının temel amacı, siyasal rakipleri tasfiye
etmek gibi görünmekle birlikte, kararın uygu lanmasının hangi bağ
lam içinde gerçekleştirildiğini de vu rgu lamcık gerekir. Ku rt!!��
vaşı'ndan önce ve �u savaş sırasında görülen ve bir kabusu andı
.@!!...Q.ö l ünmeler, S?rsıcı �tki ler yapm ıştı ve Kü rt ayaklanması bunla-
49
_r.ı._ş_y__yQ�Qrıı;ı çı k�.rdı_. Siyasal partileri , taşralan ve dinse l gericiliği bir
birine bağlayan i kinci bir sarsı lma 1 930'da ortaya çıktı. O sırada, Ke
malizme karşıt birçok g ru bu n kuvvetle desteklediği çok partili siya
sa kon usunda yapı lan bir deney, (Se rbest Cumhu riyet Fırkası) Me
nemen kasabasında küçük " Patrona" tipinden bir ayaklanmayla so-
nuçlandı . 44�vr�n in tern_eJ_��_r!_Q_l_ı;ı_ı:U��r.ı:ı..!_Ç_u m h ����.!-��.l��--�ı:rı-�.2.�
J�r.ı.r:ı � �ıy�r:ı��lt;ı l;ı_ir.Js.�.;z..<:lı'!.tı �. .9.?..<:lı:ı§.!.�ş_nr_ild_ i . Bu d u rum göz önünde
tutulursa, Mustafa Ken:ı_al' i n _1 930' 1ann başlarında, dil soru nlarına �
kültür kol'!��i!_I)_� ve tari h m itosların� niç��ne rji harcadığ_ı_ anl�la
bilir.
Yine M u stafa Kem al'in , T_ü rkler için yeni bir u lusal kim lik biçim
.!_e ndirmek i�!.!!.. bu sı rada ��_h neye çı kn:ı_��!-�.? bir raslantı �eğildir.
Atat ürk' ün ölümünden sonra, 1 946'da, üçüncü kez önemli bir mu
halefet partisi ku ru lduğu nda, Halk Partisi 'nin yaptığı uyarı karakte
ristikt i r: " Destek bu lmak için taşra kasabal arına ya da köylerine git
meyin ; u lusal birliğimiz sab·ote edilmiş olur. " 45 Bununla, "taşranın
temel g rupları , siyasal parti ler ol arak yeniden dirilecek" , denmek
isteniyordu . Bu sözün içtenli kle söylenip söylenmediği bir yana, 1 923
ile 1 946 arasında çevreye (taşralar anlamında) , kuşkulu gözle ba
kı ldığı bi r gerçektir ve potansiyel bir mu hal efet alanı olarak görül
düğü için de çevre, merkez t arafından sıkıca gözaltında tutu lmuştu r.
Bütün bu gerilimle birlikte, Halk Partisi 'nin safları na, taşra eşraf
sı nı fının önemli denebi lece k bir bölümünün başarıyla alınması , d i k
kate d eğer. Bu rada söz konusu olan uzlaşma, Jön Türklerin zama
nınd aki ya da daha önceki uzlaşmadan kökçe farklı değildir. Eşrafa
dayanan merkez , tam istendiği gibi güçsüz olan yerel aracı lar kul
lanarak köylünün çı karı için çal ışm ak konusundaki Osm anlı hayali
ni gerçekleşt i rmek için pek az araca sahipti. Gerçekten de Kema
list devri m , birçok tarzda gerçekleştiri lebi lird i . Yani bu devri m , eş
rafın karşısına etkin bir biçimde çı kan bir devrimsel örgütlenimle;
ve/ya da alt sınıflara gerçek hizmetler göt ü rere k ; ve/ya da çevresel
kitleler üzerinde odaklaşan bi r i deolojiyle gerç e kleştirilebil ird i . Oy
sa gerçekte , Türkiye Cu m h u riyetini ku ran lar, devletin güçlendiri lme
sini i l k amaç olarak ben imsediler ve eşrafa bağı mlı kalmayı gerek-
50
ti rse bile bu ndan vazgeçmediler. B u n u n , Cu m h u riyetin ekonomik
ve askeri zayıflığı n a rağmen Tü rkiye' n in ayakta kalmasını sağlayan
akıllıca bir karar old u ğu söylenebilir. Ama bugün geriye baktığımız
da, bu karar, akı lcı i rdeleme lerden değil de, bürokratik düşünüş ve
davranış tarzından kayn aklanm ış gibi görünüyor . Başka bir deyiş
le, her şeyden önce , merkezin güçlendirilmesi , yani çevreye karşı
partinin güçlendirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Cumhuriyetin ge
liştirdiği halkçı temalara rağmen, kökten devrimci olmayan yan , bü·
rokratik düşünüş ve davranış tarzının işte bu özelliğiydi.
Cum hu riyetin benimsediği siyasetlerin aktarılmasını sağlayan bi
rici k parti olan Halk Partisi, kı rsal alanda yaşayan kitlelerle ilinti ku
ramıyordu. Ankara h ü kümetinin i l k yıl ları nda uğruna bunca gürültü
koparılmış olan " halka doğru " hareketi , ya l ı n kattı ve Cu m h u riyet i n ,
51
gusunu veriyor. Bu tutu mun çeşit li katmanlarını yen:den hatı rlama
yı sağlayacak bir stenografi niteliği taşıyan eğitim yatırımları ise, el
de avuçta bulunanın, merkezde gerçek bir Kemalistler kuşağı ye
tiştirecek ku rum lara harcandığını göstermektedir. 4s
Sorunu bu biçimde ele almanın son uçlarından biri, Cumhu riyetçi
programın hayalci görüşünde kendini gösterir. Bu programa göre,
köylüler "geri kalmış"tır ve ancak, gerçekçiliğe hiç uymayan köy
yasası (Marksçılar buna üstyapı diyeceklerdir) gibi toprak yasalarıyla
dönüşüme uğratılabilirler.
Yasalar koyarak tepeden inme bütünleştirmeyi sağlamak, Osmanlı
toplu msal yöneticiliğinin temelinde bu lunan bir davranıştı . Kemaliz
min karakteristik özellikleri de, toplum konusundaki bu görüşün hala
ağır bastığnı gösterir. Kemalist programda köylülerin üzerinde önem
le durulması, eski bir Osmanlı tema'sının tekrarıdır ve köylülerin iler
lemesinin tepeden inme bütün leştirmeyle gerçekleştirileceği düşün
cesinde de, "daha önce görülmüş" bir yan vardır. Kemalistler, yö
netmeliklerin ve tüzüklerin önemini çok iyi biliyorlardı, ama bazı
çağdaş modernleştirme şemalarında, toplumun yeniden kuru lması
için kitlelerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyan devrimci
ve harekete geçirici yanı gözden kaçırmışlardı. Yönetmeliklerin, Os
manlı yönetiminin bir ilkesi olduğu ölçüde, Kemalistlerin modern
leşme konusundaki görüşlerinde de geleneksel bir kurucu öğe var
dı kuşkusuz. Kemalizm içinde, modern leşmenin örgütsel ve hare
kete geçirmeye ilişkin yanını fark eden biricik akı m , bazı etkin Mark
sçıların da içinde yer aldığı Kadro ( 1931·1935) dergisiydi. 47 Modern
leşmenin h arekete geçirici yanlannı Kemalistlerin gözden kaçırdık
ları gibi onlar da, modern toplumun bütünleştirici şebekesinin özünü
iyice göremediler ya da yasallığa dökemediler.
Cum hu riyetin resmi tutumu , Anadolu 'nun dama tahtasına benze
yen yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti._9_��-�':!.r.i.Y..����s>.lo
J_isinin benimsettirild iği kuş�klar da böylece , yerel, dinsel ve etni_k
�l�.!ı.__Tür�ıt�·n���r.�!'J.!��rından kalma gereksi��lıntılar
ola!.?.�.9!.9JL�29�Jtiler. KarŞ!.!aştıklarında, ��rer kalır:ı_�!_olar�_�_c!av:
E!.�Eılar on_!�!.�.J:?�l�-��- merkez, Büy��_şJ!�ştiri�L_!olünd eı_ç�vre-
52
nin ye�iden karşısına çıktı bu da merkezin kasvetli ve sert görünü
münü bir kez daha sergiledi. Kemalist ideolojinin yalınkatlığı, bu ger
çeklerin aydınlığında ele alınmalıdır.�ıatürls_ ı;;��l._h_�iek��-_g-��
çi_r.ı:ıı� Y�-c:lEı..!QP-1.!:!...���lYEl.P.!Y.El..l!J.Ş�J.r.ı. �öklü deQişLk_!!_kl��-giriş�_E!__ara-
.. .
9l!ğ_ıyl� .t;ı�ş.�r..Eı.ı:ıı.�c:lill�.Ş�Y!.!..!�.�<:>l<:>ji_i_l�__y�Q__�C!Y.�.Y.�!_ş_ıy�!�.�Jdeolo
.
jiye aktarılan çok ağır bir yüktü bu. Zaten ayrılıkçı olarak kendisin
den kuşku duyu l an kırsal alan, bu siyasetlerle merkeze daha fazla
yaklaştırılmış olmadı. Küçük, ama sürekli bir gelişme konusunda dik
kate değer bir yatkınlık gösteren çevre, kentlerin refahının kendi sır
tından sağlandığını ,48 nutuklarla avutu lduğu nu, ama dinsel kültürü
nün mutluluğundan yoksun bırakıldığını görebiliyordu. Bundan ötü
rü , yerel eşrafın, köylüyü elinde tutm asına ve devletin de, çevrenin
birliğini parçalayamamasına şaşmamak gerekir. Halk Partisi'nin bazı
eski ve önde gelen üyeleri tarafından 1 946'da kurulan Demokrat Par
ti, bir eşraf partisi olmaktan çok, kırsal kitlelerin ve onların başın'da
bulunanların kuwetle destekleyeceklerini düşündüğü bir siyasal ide
oloji ile başarıya ulaşacağını uman bir partiydi. Uyruklarının çıkarla
rını göz önüne alan eski Osmanlı devlet kavramıydı bu; yani bir eliy
le adalet öteki eliyle boll u k dağıtan koruyucu devlet düşüncesi ağır
basıyordu burada. Ama bu kez, bu durumu hemen ele geçirip ken
di çıkarı için kullanan , çevre oldu .
Demokrat Parti'nin, Tü rkiye'nin daha gelişmiş bölgelerinde belir
gin bir başarı , ulusal düzeyde de daha gösterişsiz bir başarı kazan
masının nedenlerini kavrayabilmek için, Osmanlı İmparatorluğu 'nda
ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan si·ıasal değişikliğin bazı yanla
rını özet olarak açıklam amız gerekir.
Ondokuzuncu yüzyılın ortasından sonra yeni bir merkezci yöne
tim mekanizm ası kurulunca, telgraf telleri Tü rkiye'nin taşralarını ağ
gibi sarınca ve askeri kuwetler modernleştiri lince, hükümetin etki
si daha derinlere indi . Osm anlı yönetim ve askerlik mekanizması
nın en küçük çarklarını denetim altına almak için Sultan Abdülha
mid'in güttüğü siyaset, daha da yoğunlaştı ve bu duru m , 1 908'de
Jön Türkler tarafından devralındı.
Hükümet denetim ve etkisinin bu yeni yaygınlaşması , yalnızca eş-
53
rafın çıkarlarına ulusal bir boyut kazandırmasından ötürü deği l , ama
aynı zamanda, daha sonra gittikçe önem kazanan bir gerçeği , yani
toplumsal yapının yerel özelliklerini billu rlaştırmasından ötürü de
önem taşıyordu .
Eşrafın koruduğu kimselerin kutu plaşmasına yol açan bir duru m
eskiden beri vardı. Gerçekten d e köylü, hükümetin koruyuculuğu
nu elde edemediği ya da eşraftan biri tarafından tehdit edildiği ve
ya sömürüldüğü zaman, korunm ak için bir başkasına yöneliyordu.
Hükümet gözle görülür hale gelince , bu kutuplaşma potansiyeli ye
ni bir biçim kazandı. Hükümetin taşralarda varlığını ortaya koyma
sı , hükümet iznine bağlı yeni olanakların elde edi lebileceği anlamı
na geliyordu. Örneğin , kullanım hakkı hükümete ait bi r taş ocağını
işletme iznini, öşürle çiftçili k yapma hakkını alma, bayındırlık işleri
için sözleşmeler yapma ve yerel yönetim kuruluşlarında görev edin
me gibi.
İki ayr• eşraf grubu bu lunduğu zaman , bunlardan birinin bütün bu
olanakları önceden edinip kendi çıkarları için ku llandığını söyleye
biliriz. Daha sonra da, rakip grup, merkezdeki ilişkilerini ku llanarak
durumu tersine çevirmeye çalışıyordu. Jön Türkler dönemindeki parti
siyasetleri, siyasan ın yerelleşmesinde görülen bu anlaşmazlık özel
liğini pekiştirdi. Ama• buna karşıt olarak eşraf da, yerel parti yapısını
denetim altında tutmanın ne kadar önemli olduğunu hemen anladı.
Böylece , parti örgütlerini denetim altında tutan eşraf aileleri ortaya
çıktı. Bazı aileler, 1 9 1 2 ile 1 91 3 arasında Türk siyasasına dilediğin
ce hükmeden İttihat ve Terakki ile etkin ilişkiler kurdu lar. " Hü kü·
met partisi"ni temsil eden bu eşrafın sayısı, m u halefete katılarak
kar ve kazançtan kendilerini yoksun bırakan eşraftan daha kabarıktı.
O sıralarda geçerli olan an layış, Osmanlı görüşünü hatı rlatıyor
du. Bu görüşe göre devlet , u l usal kapsamlı konu l arda karar verme
ye kalkışmadığı sürece eşrafla işbirliği yapabilirdi . Ama daha önce
gördüğümüz gibi bu , gerilimli bir düzendi ve eşraf, fırsat bu labildi
ğinde, devletin vasi liğinden kurtu lmaya çalışıyordu . Cumhuriyetin
ku ru lm asından sonra Cum huriyet Halk Partisi, ya " hü kümet parti·
si "nin yerel uzantı ları olm ak isteklerinden vazgeçmedi klerini kanıt-
54
layan eşrafla ya da tehlikeyi önceden kestirerek du rum larını ilerisi
için saklayabilen kimselerle işlerini yürüttü. Bu dönemde , yerel si
yasanın sınırlanması iki öğeye dayanıyordu . Bunlann birincisi, Ke
malist liderlerin sakınganlıkla davranması (yukarıda açıkladı k); ikin
cisi ise, merkezin örgütsel bakımdan sağlam bir birlik ve bunun ter
sine, çevresel güçlerin gevşek bir örgütlenim içinde bulunmasıydı.
Cumhuriyet tarihinde, merkezin örgütlenimine meydan okuyabile
cek kadar yoğu n bir örgütsel temelin çevrede ortaya çıkabilmesi ,
çok daha sonra gerçekleşen bir olaydı r. Tek parti yönetimine başa
rıyla meydan okum anın tam bu zam anda ortaya çıkması da bir ras
lantı değildir.
Demokrat Parti'nin 1 950'de Batı Tü rkiye'nin daha gelişmiş böl
gelerinde büyük bir seçim desteği elde etmesini açı klayan kuram
lar, genellikle şu iki noktadan bi ri üzerinde önemle dururlar ve bu
desteği ya köylülerin yaygın bir biçimde hoşnutsuz olmasıyla, ya da
hükümetin 1 945'te uygulamak istediği toprak dağıtımı yasasına, Bü
yük Millet Meclisi'nde karşı çıkan eşrafın baş kaldırmasıyla açıklar
lar.49 Gerçi, bu öğelerin her i kisi de, sağlanan desteği bir ölçüde
açıklar; ama Türk köyleri üzerine yazı lanların verdiği parçasal ama
apaçık bilgiler, daha farklı ve denenmeye değer bir açıklama getir
mektedir. Bu farklı görüş, Batı Türkiye'de, İ kinci Dünya Savaşı sı ra
sında, büyük ve daha zengin köyler ile kasabalar arasında ansızın
hızlanan bir bütünleşme olduğu gerçeği üzerinde temelleniyor.
Bu gelişmede, i ki aşama vardı. İlkin, Ku rtuluş Savaşı sırasında
bu bölgelerin yapısı , altüst olmuştu . Köyler boşaltılmış, halk köyleri
terketmiş, birçokları da, boş ve yeni köylere gitmişlerdi; kasabalar,
ticaret ve el sanatlarıyla uğraşan zümrelerini kaybetmiş ve göçmen
ler, yeni yerlere yerleştirilmişti . Bi rçok köyde, eski ve zengin aileler
etkisini kaybetm iş ve liderler arasında değişiklikler olmuştu. Böyle
ce ortaya çıkan yeni fı rsatl ar, savaşın ardından gelen genel yoksu l
lu ktan ötürü ku llanılamamıştı. Daha sonraları , Cumhuriyet dönemin
de altyapı temellerinin yavaş yavaş gelişmesiyle ve 1 940' 1arın baş
larında kendini gösteren, gittikçe artan tarım ürünleri talebiyle, en
sonunda belli bir dengeye kavuşm uş olan zengin köyler ile kasaba·
55
lar arasında yeni tipte bir bütünleşme ortaya çıktı.
Bu bütünleşmenin, u laşı m , yönetim ve piyasa olarak üç ku rucu
öğesi vardı. Ondoku zuncu yüzyı lın sonundan bu yana, demiryolla·
n, Batı Türkiye'nin büyük bir bölümünü, kentsel m erkezlerle bağla
mıştı. Bu gelişme, Cum hu riyet döneminde de devam etti. Aynı sü
reç, potansiyel olarak daha geniş bir pazar şebekesinin ku rulması
na yol açtı. Türkiye' de İkinci Dünya Savaşı 'na eşlik eden ve gittikçe
genişleyen kendi yağıyla kavru lma ekonomisi ve besin maddeleri
ne artan talep, bu şebekenin işlemesi için fırsat yarattı. Am a bütün
bunlar, hükümet kanallarını daha da fazla kullanmak zorun luğunu
doğurdu . İş anlaşmaları yapm ak için , imzalar almak, pullu belgeler
sağlamak ve izinler çıkarmak gerekliydi. Üstelik, bir "Savaş Ekono
misi " politikası ilan eden devlet , besin gereksinim lerinin karşı lan
masının can alıcı noktalarını denetimi altında tutuyordu. Böylece , hü
kümetle i lişki kurmak, tarım kredisi almak ya da resmi diploma al
sınlar diye oğu llarını bir hükümet okuluna göndermek isteyen ler için
ne kadar zorunluysa, küçük ve büyük tüccarlar için de o kadar zo
runlu oldu. Başka bir deyişle, toplumdaki ve ekonomideki can alıcı
noktaların tamıtamına h ü kü met denetimi altında olması , hükümetle
ilişki ku rmayı , öteki gelişen ülkelerde olduğundan daha önem li kıldı .
Bu arada, Türkiye'deki duruma eklenen ve ancak yine merkez çev
re diyalektiği ile açıklanabilecek olan bir yan , işin içine karıştı. Köy
lülerin "iyiliği" için yasalar yapan yönetim, 1 924 'te gerçeklerle pek
bağdaşmayan bir yasa çıkardı. Ne var ki , bu yasa, bazı amaçlar ba
kımından köye tüzel kişilik tanıyordu ve böylece, banka kredisi al
mak gibi bazı çok önem li t alepler, köy düzeyinde ileri sürülebilirdi.
Köyde hükümetin temsilcisi olan muhtar böylece, hükümetle ilişki
yi sağlayabildiği için büyük önem kazandı. Türk köy yaşamının bu
özelliği , 1 940' 1arın başlarında da apaçı k görülüyordu .50
Türk toplum bilimcisi Behice Boran'ın bu yı llarda incelediği bir köy
olan Adiloba'da köy liderliği , üçlü bir kurulun elindeydi; babaların
dan kalan serveti har vurup harman savu rduğu h alde, yakındaki ka
�abada bulunan bürokratik çevrelerle ilişkisi olduğu için gerekli bir
kimse ve eski bir ailenin çocuğu olan Ahmed Ağa; askerliği sırasın-
56
da kasabalılarla nası l başa çıkılacağını bilen İbrahim Çavuş ve üçü
nün birlikte kararlaştırdığı şeye resmiyet kazandıran ve yüksek züm
reden bir ai lenin çocuğu olan muhtar.51
Eşraftan yerel ilişkileri olan yöneticilerden , doktorlardan, avu kat
lardan ve işadam larından oluşan bu' kasaba "etkili kişilerin"in ka
nalıyla etkinlik gösteren yerel siyasa mekanizması, tek parti döne
minde işliyordu , ama bu süreç, merkez tarafından resmi olarak ka
bu l edi lmemişti. Merkezin, bu tür bir siyasanın, ulusal amaca yöne
lik bütüncü bir anlayışa bağımlı kılınması gereken bir çeşit " rüşvet
verme" olduğu konusundaki iki yüzlü , ama inatçı görüşü , merkez
çevre kopukluğundan kalan bir mirastı. Merkezin , çevreyi kuşkulu
bir gözle görmesinin devamıydı bu.52
Köyler ile kasabalar arasındaki bütünleşmenin 1 940' 1arda gerçek
leştiği Türkiye'nin batı bölgelerinde, Demokrat Parti (kasaba ile köy
arasındaki bütün leşmenin kurucusu olarak ortaya çıkıyordu), bu bü
tünleşmenin yer almadığı bölgelerdekinden daha güçlü bir destek
sağlamıştı. 53
Kasabalıların ve eşrafın ekonomik etkinliklere gi riştikleri ölçüde
bu parti, özel gi rişime de çağrıda bulu nan ekonomik bir platform la
ortaya çıktı. Bürokratik denetimin kösteklediği ve bürokrasiye ba
ğımlılığın öfkelendirdiği menfaatler, yen i partiyi , amaçlarına uygun
bir araç olarak gördüler. Yeni parti, köylüye hizmetler getireceği , köy
lünün gündelik soru nlarını siyasanın gerçek konusu olarak ele ala
cağı, Türkiye'yi bürokrasiden ku rtaracağı ve dinsel pratiği liberal
leşti receği konusu nda da söz verdi.
Demokrat Parti'nin başarısına ilişkin ol arak yukarıda ileri sürdü
ğümüz görüş, Türk köyleri üzerinde yapılan kılavuz incelemelere da
yanan bi r varsayımdır, ama bir kavram olarak, Demokrat Parti'nin
gücünün toplumsal temeline ilişkin karmakarışık bilgileri bir düze
ne sokmaktadır.
Cumhu riyet Halk Partisi, 1 946'ya kadar ' 'siyasal eylem için bir
araç" olmuştu en fazla. Bu tarihten sonra, "partiler ortaya çı kınca,
" kamunun, siyasaya katılması için bir ortam " haline geldi. Ama bu
dönüşüm, çevreyi bu partiye çekecek ölçüde yeterli değildi.54 Bu-
57
na karşıt olarak , Demokrat Parti' nin siyasal propagandasında özel
likle görüldüğü gibi gazetelerde ve öteki h aberleşme araçlarında
açıklanan mu halefet seçim platformu , "gerçek halkçılar" ile " bürok
ratlar" arasında bir tartışmanın yönlerini belirledi. Simgesel ve kül
türel aksesu ar (Demokrat Parti üyeleri tarafından camilere ve din
sel törenlere olağanüstü i lgi gösterilmesi ve Cum hu riyet Halk Parti
si 'nin bunu istemeye istemeye izlemesi) , laikliğin elden gittiği ileri
sürülerek sert itirazlara hedef olmuş ve böylece Demokrat Parti, çev
re kültürüyle özdeş bir kuruluş olarak görülmüştü. İşin gülünç yanı
bu partinin dört kurucusunun, Halk Partisi'nin öteki üyelerinin bü
rokrat "sınıf"tan oldu kları kad ar, bü rokrat olmalarıydı.
Demokrat Parti'nin, çevrenin kültürü niteliğiyle İ slamiyet ' e baş
vurarak elde elliği büyük yankı , Behice Boran ' ın 1 940'taki bi r bulu
şunun ışığında daha da önem kazanıyor. Boran , köyler, kasabalar
la daha büyük bir ilişki ku rdukça, köylünün, kendi köy yaşamı nı kü
çük görmeye başladığını saptam ıştı . Demokrat P arti'nin seçim ka
mpanyaları , değişim ve geçiş halinde bulunan birçok kı rsal bölge
ye yaşam tarzlarının küçük görülecek bir şey olm adığı inancını aşı
lamak için tam zamanında işin içine girdi. Böylece Demokrat Parti,
İ slamiyet'i ve kırsal değerleri yasallaştırdı [resmileştirdi). 55
1 950- 1 957 arasında bürokrasinin gücüne ve prestijine indirilen dar
beler, Türkiye'nin gelişmiş bölgelerinde, Demokrat Parti'nin , hem
eşraf hem de köylüler tarafından sevi lmesini sağladı. Ama bu , hem
Batı hem de Doğu Türkiye' de, öteki eşrafın, Halk Partisi'ne olan bağ
lılığını kaybettiği anlamına gelmez. Bununla birlikte, deneyimsel araş
tı rmaların kaderlerini Demokrat Parti'ye bağ layan kimseler ile Halk
Partisi'ni desteklemeye devam eden et kili kişilerin toplu msal
ekonomik arka planlarında bazı farklar ortaya koyacağı , bir ol ası lı k
olarak ileri sürülebilir. Demokrat eşraf ile köylüler arasındaki ittifak
yeni koşullar içinde sürd ü ; Cumhuriyet yasaları , adalet aygıtının ge
nişlemesi ve reforml arın altyapısını kurm akta Cu m huriyetin göster
diği başarı, Güneydoğu ve Doğu Tü rkiye gibi hala gelişmem iş böl
geler d ışında, koruyan ve korunan arası ndaki efendi-köle ilişkisini
yavaş yavaş değişikliğe uğratm ıştı. Eşraf ile köylüler arasındaki i liş-
58
kiler artık egemenlikten çok, ekonomik güç üzerinde temelleniyor
du. Eşrafın çevresindeki ikinci dereceden bazı kimseler de, ekono
mik alanda başarı kazanmayı sağlayacak fırsatları görmüşlerdi. Alış
verişler, değiş tokuşlar, pazarlıklar öncekinden çok daha fazla yay
gınlaştı ve korunan ların siyasası yeni bir d üzeyde gelişip serpildi.
Bu , Cumhu riyet Halk Partisi'nin onaylayacağı bir siyasal harekete
geçirme değildi kuşkusuz, ama yine de, bir çeşit harekete geçirmeydi
ve kitlelerin büyük bir bölümünü, merkezle, Cumhuriyet Halk Parti·
si döneminde olduğundan çok daha anlamlı bir ilişki içine sokmuştu .
Demokratları kırsal alanda destekleyenlerin, bu pazarlıkların, Cum
hu riyet Halk Partisi'nin ekonomik bir altyapı ku rmak konusunda bir
ölçüde gerçekleştirdiği başarıdan kaynaklandığını pek kavramadık·
ları söylenebilir. O sırada Demokrat Parti için oy verip duran işçiler,
Cum hu riyet Halk Partisi'nin d aha önceki ve ilerici yasaları sayesin·
de köksüz proleterler olmaktan ku rtu lduklarını düşünmemişlerdi her
halde. Ama Cum huriyet Halk Partisi üyelerinin bazılarının inanma
ya devam ettikleri gibi, d emek ki şükran duymak, siyasanın bir öğe
si değildi. Ayrıca, Tü rkiye , 1 950' 1erin başlarında, toprak bakımından
bir ölçüde zengin bir ülkeydi ve bundan ötürü toprak dağıtımı önemli
bir konu değildi. İşbirliğinin her iki tarafa da kar getireceği konusun
daki ortak anlayışa dayanan çerçeve içine yerleşmiş olan eşraf-köylü
ittifakı , çok daha etkili ve iyi bir biçimde yü rüyordu.
Bu dar geçitlerde, Cum huriyet Halk Partisi , gelecekte yapması ge
reken işin örgütlenme ve h arekete geçi rme old uğunu kavrayacak
yerde, eski ideallerin korunmasına sım sıkıya bağlandı . Böylece bü·
rokratlar da onu , en iyi işbirliği ku rabilecekleri parti olarak seçtiler.
Bu durumda, Cum huriyet Halk Partisi 'nin "bürokratik" merkezi , De·
mokratik Parti'nin ise "demokrat" çevreyi temsil ettiğini ileri sürmeyi
sağlayacak sağlam neden ler ortaya çıkmış oldu.
27 Mayıs 1 960 Devrim i , artık değişmez bir düzenin korunmasıyla
özdeşleştirilen merkez ile çevre arasındaki, (gerçek "hareket partisi"
arasındaki) kopu kluğu vurgu ladı. Merkezin , Çevre karşısındaki eski
kutuplaşması , yeni bir biçim edindi. Eski Cu mhuriyetçi düzeni , yani
zorlamaya dayanan d üzeni koruyan ların , değişme isteyenler karşı-
59
sındaki kutuplaşm asıydı bu . Görevinden uzaklaştırı lan Cum hurbaş
kanı Celal Bayar, daha birkaç yıl önce, 1924 Türk Anayasısı ile 1 960
devriminden sonra kabul edilen anayasa arasında, daha önceleri
Kemalist ideolojide biricik hükümranlık kaynağı olarak ortaya çıkan
"Türk halkına" bir hüküm ranlık kaynağı ol arak bürokrasinin ve ay
dınlarının anayasal açıdan yasallaştı rılmasının eklenmesinden baş
ka bir fark olmadığını belirtiyordu. 56
Cumhuriyet Halk Partisi'nin, gerçek değişiklik partisi olduğunu ve
demokratik yordam lan içtenlikle destekleyen örgüt niteliği taşıdığı
nı ileri sürmesi de böylece bir sonuç vermedi. En son olarak Parti'
nin bir bölüm ünün " halkçı lık" a önem verilmesi konusundaki çağırı
sı da (halka ve sıradan insana inme gi rişim iydi bu), üzerinde duru
lan konunun, halka inmekten çok, bir temel değişikliğin araçlarını
sağlamak olduğu için harcanıp gitti . Değişmeyi sağlayan yöntemle
rine kendisi inanmadığı için Cum huriyet Halk Partisi'nin çeşitli se
çim programlarında belirttiği ilerici , demokrati k ve halkçı siyasetle
rine, sıradan insanlar da hiçbir biçimde inanmadı lar. Bu durumun
ancak, Halk Partisi'nin yandaşları arasında, Demokrat Parti'yi ileri
ye götüren şebekeye benzer bir şebeke ku rulduğu zaman değişe
bileceğini söyleyebi liriz.
Yakın zamanda ( 1 971 ), askerlerin Türk siyasasına müdahalesi
ni, eski düzenin katı lığına dönmek isteğiyle özdeşleştirmek, çevre
için kolay olmuştu . Yasa ve düzenin yeniden kuru lmasına yöneli k
kıpırdanışın ve halk desteğinin ardındaki niyetlere dikkat etmeksi
zin, çevre öğeleri, kendilerinin benimsediği ayağı yere basan , do
laysız, kişisel ve gözlem lenebi lir harekete geçirme ve bütünleştir
me yöntemlerinin, Türk bürokrasisinin planlı ekonomiye dayanan he
rekete geçirme sisteminden daha elle tutu lur olduğuna ve daha az
riziko taşıdığına hala inanmaktadır. Merkezin çevreye karşı ben im
sediği tutum , alt sınıfların kötü du rum uyla özdeşleşmekten çok, ko
ruyucu öğütler olarak belirlendiği ölçüde, çevre öğeleri haklı gibi gö
rünüyorlar. Planlama da, bir kimsenin tüm kaderi üzerindeki dene
timini, bürokratça kararların sürgününe göndermeye benziyor. Başka
bir deyişle, burada, yönetmeliklerin, ürkünç yüzünü göstermesi söz
60
konusu. Planlam anın getirdiklerinin bu biçimde değerlendirilmesi
nin do{lru olup o lmad ığı n ı sormak yersiz kaçar burada; öne m l i olan ,
yön e tm eliklerin algılanmasının yarattığı kutu plaşm anın, resmi görev
liler ile bütün ötekiler arasındaki bi r kutuplaşma olmasıdır.
ileri sürdüğüm tez bunu böylece ortaya koyduktan sonra, önümüz
deki tablonun, aslında, çok daha karm aşık olduğunu eklemem ge
rekir. Gerçekten de, örgütlenmiş emek, çevrenin, tüm olarak bir par
çası değildir. Üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arası
daki çapraz kopukluk, Türk siyasasının, bu tabloyu değişikliğe uğ
ratabilecek bir yanıdır. Ayrıca, çevre içinde hem yeni kopuklukların
hem de farklılaşmaların ortaya ç ı kt ı ğ ı nı gösteren kanıtlar var. Bü
rokrasinin bazı üyeleri, farklıl aş mı ş ve bütünleşmiş bi r modern sis
temin gereksinimlerinin farkındalar artık ve bun lardan bazıları, çev
reyi temsil eden partilere geçiyorlar. Am a bunlar, Türk siyasası n ın
geleceğine ilişkin yanlarıdır ve merkez-çevre kutu p l aşması , hala bu
siyasanın en önemli ku rucu öğe le rin d e n biridir.
Geriye baktığımızda, m odernleşme boyunca, çevresel düşünüş
ve davranış tarzının iki yüzünün kalın çizgilerle ortaya çıktığını gö
rüyoruz. Bunlar, temel g ru p l ardan oluşmuş bir gerçek olarak çevre
ve resmilik-karşıtı kültürün bir merkezi olcırak çevredir. Bunların her
ikisi de Jön Türklerin ve Kemalistlerin be tes- no ires ' ıd ı r. • Ama, rast
lantısal gelişimler kadar, modernl e şt i rmeci le ri n siyaset l e ri de çev
rese l kiml i ğin i kinci yüzünü belirgin leştirme yönünde etki gösterdi.
Taşra Türkiye'sinin hemen tümünde ortaya çıktığı için bu kimlik, çev
resel düşünüş ve davranış tarzının, temel bağlılıkları vurgulayan ya
nını tamıtamına ortadan kaldırmasa da, örtüp kapatacak güçteydi.
Daha sonraları, bürokrasi-karşıtı olarak bu kim lik, u lusal düzeyde
etkinlik gösteren bir partiye (Demokrat Parti 'ye ve onun yerine ge
çenlere), ulus çapında bir bağlanma temeli sağladı. Merkezin bü
yük bir kuşkuyla baktığı çevresel tutumun yanlarından bi rin i n , ortak
temalar çevresinde taşranın birleşmesi anlamında bir birlik oluştur
ması da çel iş kili bir o l g ud ur. Bu yeni duru m , iktidara gelmek için De-
61
mokrat Parti 'nin ku llandığı bir şeydi. Merkezin çevreye karşı güttü
ğü politi kalar daha yatıştırıcı olsaydı , çevrenin , ulusal düzeyde bi r
leştirici bir topluluğu beklemedik biçimde doğuran ortak düşünüş
ve d avranış tarzı , belki d e kendini ortaya koyamayacaktı; çelişki!i
olan yan işte budur.
Parti sisteminin başarısının belirttiği gerçek ise, merkez ile çevre
arasındaki gergin ilişkilere rağmen, bu farkların barışçıl bir biçimde
birbirine denk düşürülmesini sağlayacak ortak bir anlaşma temeli
nin tam anlamıyla bu lunduğudur. Bu gizli anlaşma, her iki tarafın
da, sınırlı çıkarlarını aşan bir amaca bağlanm al arı anlamında, ger
çekten ideolojiktir. Cumhuriyet döneminde, bu anlayış üzerinde bir
ulusal amaç duygusu kuru labilirdi. Daha önceki bölük pörçük ve
merkezsel-çevresel yönelişlerin yerine geçen yeni toplumsal farklı
laşma eğilimleriyle birlikte gelişen ve Türkiye'de en son olarak or
taya çıkan gelişmeleden biri, u lusal amacın gittikçe daha özel ve
farklı anlamlar içinde kavranmasıdır. Bundan ötürü Tü rkiye için teh
like, kopukluğun bölük pörçüklük taşıyan çizgilerinin devam edip git
mesi değil, daha geniş bi r ölçüde, siyasal partiler gibi kapsayıcı ve
ulusal yapılar ile sendikalar gibi yatay olarak bütünleşmiş şebeke
lerin , kendi eğilimleri yönünde parçalanmalarıdır.
Son zaman lardaki parti bölünmelerinin ve sendika çoğalm aları
nın bir yerde duracağı u m ulabilir. Türkiye'nin yakın geleceğine iliş
kin sorun şudur: bu yeni topluluklar, olduklan gibi devam edip gide
cekler mi, yoksa bir ölçüde yeni sayı labilecek sınırlarının içine yeni
bireyler alıp onları bütünleştirebilecekler m i? Böyle bir bütünleşme
gerçekleştiğinde, bütünleşmenin ortaya koyduğu ve yaşayabilirliği
en fazla olan "modern" yapıların , modernleştirme ilkeleri göz önünde
tutularak ne olduğu kestiri lebilecek ürünler değil de, şu ya da bu
biçimde, "geleneksel" kültürün yanlarını içeren kurumlar olacağı bü
yük bir olasılıkla ileri sürülebilir.
1 Baştaki deyişi, Edward Shils'in " Center and Periphery"sinden aldım: The Lo
gic of Personal Knowledge: Essays Presented to M lchael Polanyl on His
Seventieth Birthday, 1 1 March 196 1 , Glencoe, 1961 , ss. 1 1 7-130, burada,
s. 1 1 7.
62
2 " Serbestçe devinip duran" kaynaklar içi n bkz: S . N . Eisenstadt. The Politl
cal System of Empires, New York, 1 969, passim.
3 Bu özelliklerin genel bir irdelenmesi için bkz: Halil inalcık, "The Rise of the
7 l bid . , 1 9.
a Bölük pörçük siyasa için bkz: A. Vinogradov ve J. Waterbury, "Situations of
Contested Legitimacy ın Morocco: An Alternative Framework", Comparatl
ve Studies in Society and History, Xlll, (January. 1 967), ss. 32-57; Max Gluck
sman. Politlcs, Law and Ritual in Tribal Society, New York. 1 965, ss.
1 55-20 1 .
9 Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşum zamanına ilişkin olarak bu konuda yazı
lanlar Speros Vryonis tarafından özetlenmiştir: The Decline of Medieval Hel
lenism in Asla Minor and the Process of Jslamization from the Eleventh
through the Fifteenth Centuries, Berkeley, 1 97 1 , ss. 258-285. Bir Fransız
antropoloji bilgini olan J. Cuisehier, 1 966'da şunu hala söyleyebiliyordu: " Ger
çekten de iki Türkiye vardır ve bunların birincisi hükümet Türkiyesi olan eski
ke ntse l gelenek Türkiyesidir, ikincisi ise, bugünkü Türklerin 4/5'ini oluşturan
ve Oğuz ve Türkmen aşirellerinden doğrudan doğruya gelenlerin kırsal gele
nekli Türkiyesidir . " (Etudes rurales, No. 22·26, 1 966, ss. 21 9-242, burada
s. 224). Doğu Türkiye için bkz. İsmail Beşikçi. D o ğ u Anadol u'nun Düzeni,
Ankara, 1 969, s. 23.
ıo Bkz: Gibb ve Bowen, Part 1, 39·1 99 ve daha ince ayrıntılara inen "Devshirme"
makalesiyle karşılaştırınız: Encyclopedia lslamica, yeni baskı, ss. 2 1 0-2 1 3.
11 Uriel Heyd, "The Ottoman Ulema and Westernization in the Time of Selim
1 3 Bkz: Halil İnalcık, "The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman
63
Economy'', Studie s in the Economic Hlstory of the Middie East from the
Rise of lslam to the Present Day, M.A. Cook (ed.), London, 1 970, ss. 206-2 1 8.
14 Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Slyaseten Kati, Ankara, 1 963, s. 71 .
1 5 Halil inalcık, "Ottoman Methods of Conquest" Studia lsıamlca, Fasc . 2.
(1 954). s. 1 1 3.
1 e Halil İnalcık, "Osmanlı Padişahı'', Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa
( 1 955), ss. 221 -228. Toprak tasarrufu, merkez ile çevre arasındaki sınırda yer
alan önemli bir öğeydi . El altından toprak edinen resmi görevliler (yasal ola
rak toprak edinen az sayıda kişi de), bu kaynakların denetimini ele geçirdikle
rinde, çevresel bir tutuma kayıyorlardı.
1 e F .B. Kramers, "Ottoman Turks: History", Encyclopedia lslamica, 1 . baskı,
iV. ss. 559 ve arkası; M . C. Şahabeddin Tekindağ, " Şemseddin Mehmed Bey
Devrinde Karamanlılar", is ıanbul Ü n ive rsi te s i Edebiyat Fakültesi Tarih Der
gisi, XIV, (Mart 1 966/,s. 8 1 -98.
19 Geleneksel düzen için bkz: "Askeri", Encyclopedla lslamlca, yeni baskı, 1,
s. 712. 1 968-1969 arasındaki durum için bkz: Özer Özenkaya, Köyde Top
lumsal Yapı ve Siyasal Kültür, Ankara, 1 97 1 , s. 1 36 .
20 Bu kavram için bkz: Clifford Geertz, "The lntegrative Revolution ' ' , O l d So
cietes and New States, C. Geetz (ed .). G lencoe, 1 963, ss . 1 05-1 57.
2 1 Gibb and Bowen, 1, Part, 1 passim.
22 İbid, 247 ve Ömer Lütfi Barkan, "Türk Toprak Hukuku Tarihinde Tan z imat
ve 1 247 (1 858) Tarihli Arazi Kanu nnamesi'', Ta nzim a t : Yüzüncü Yıldönü
mü M üna se bet iyle İstanbul, 1 940, s. 325.
,
23 Eşrafın daha önceki önemi için bkz: Halil İnalcık, "The Natura ol the Traditi
onal Society: Turkey", Politlcal Modernlzalion in Japan and Turkey, R.E.
Ward ve Dankwart Rustow (eds.), Princeton, 1 964, ss. 46-48. Daha sonraki
gelişmeler için bkz: Standlord Shaw, Between old and New: The Ottoman
Emplre under Selim 1 1 1 , 1 789- 1 807, Cambridge, Mass., 1 971 , ss. 2 1 2-21 7.
24 M. Münir Aktepe, Patrona i s y a nı : 1 730 İstanbul, 1 958, passim.
25 Joseph G. LaPalombara ve Myron Weiner, " Conclusion: The lmpact ol Par
ties on Political Development", Political Parties and Polilical Development,
LaPalombara ve M. Weiner (eds.), Princeton, 1 966, s. 4 1 3.
2a Halil inalcık, " Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ve "Tanzimat'ın
64
Ankara, 1 968, ss. 1 39 ve 1 47; Sabahattin Selek M illi Mücadele: Anadolu İh
tilali, İstanbul , 1 965, ı: ss. 56-65 ve il: ss. 1 94-197
:}) 1 864 Yönetim Yasası için bkz: Roderic H. Davison, Reform i n t h e Ottoman
tanbul, 1 952, ss. 538-539 ve Halide Edip (Adıvar), The Turkish Ordeal . New
York, 1 928, s . 1 83.
41 Sivillerin jandarmayı denetlemeleri konusunda bkz: Türkiye Millet Meclisi Za
bıt Ceridesi, 1, (29-6/7/1 336). latin scıipt edition, i l , ss. 1 82-1 83.
42 Halkı temsil etmeyen belediye sınırları konusunda bkz: l bid. , 1. (43-3/8/1 336),
lalin script, 111, s. 85; askerlik hizmetinden kaçan eşraf konusunda bkz. l bid . ,
lalin serip!, i l . s.443; her şeyden önce mülklerini korumak kaygusu duyan kim
seler olarak eşraf konusunda bkz: l bld . , i l, s.260.
43 Parti programının 1 4 . maddesi konusunda bkz: Tunaya. 61 7; ayaklanma ko
nusunda bkz: Bernard Lewis, The Emergence of M odern Turkey, 2 , ed. ,
London, 1 968, s. 266.
44 l b l d
., 417.
45 Fuad Köprü lü, " P artiler ve M i l l i Birlik" Dem okrasi Y o l unda, The Hague ,
1 964 , s.304.
46 M .T Öztelli, "The Estimates of Pr ivate l nternal r21tes of Return on Educatio·
nal lnvestment in the First Turkish Republic, ı 923-1 960" , l n te rnational Jo
urnal of Middle East Studles, 1, ( 1 970), ss. 1 56-176.
65
47 Kadro grubunun temel görüşleri için bkz; Şevket S. Aydemir, i nkılap ve Kad
ro, 2. baskı, Ankara, 1 968.
48 Kemal Karpat, Turkey's Politics : The Traruiition to a Multl Party System,
-
sı lbid. , 1 34 ve arkası.
52 Seçki nl er arasında yer alan bireylerin davranışlarında bu eğilimin çok yakın
bir zamanda nasıl bir yer tuttuğu, 1 968-69'da Ankara Ü niversitesi öğrencileri
arasında yapılan bir ankette görülebilir. Bu ankete verilen cevaplar. siyasal
kültürün yakından incelendiği dört köyde yaşayan köylülerin aynı sorulara ver
dikleri cevaplarla karşılaştırıldı ve sonuç olarak öğrencilerin ancak yüzde
50'sinin Türkiye'de genel oy verme hakkının devam etmesi gerektiğini dü şün
düğü; ama buna karşılık, incelenen köylerde aynı düşünceyi benimseyen köy
lüleri n , yüzde 64 ila 68 oranında olduğu saptandı. Bkz: Ozankaya, 1 68.
S3 Cemal Aygen, " M emleketimizdeki Seçimler ve N eticeleri", Ankara Ü niver
sitesi Siyasal Bilgiler Fakü ltesi Dergisi, XVl l . (Mart 1 962), ss. 203-287 ve
Sabri M . Sayarı , "Party Politics in Turkey: Dimensions of Competition and Or
ganization", basılmamış doktora çalışması, Columbia University. New York,
1 972, s. 111-30, Table 111-7.
S4 Osman Faruk Loğoğlu. " İsmet İnönü and the Political Modernization of Tur
key, 1 945-1965 " , basılmamış doktora çalışması . Princeton U niversity, Prin
ceton, N . J . , 1 970, s. 1 35.
ss Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları. 218-21 9. Boran, bu durumun geçici
bir durum olduğunu, ama yine de Demokrat Parti'nin işine yaradığını belirtir.
56 Cel a l Bayar. " Başvekilim Adnan Menderes", H ürriyet, Haziran 29, 1 969.
66
Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri :
Türkiye'de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci*
• 1 967 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesl Derglsi'nde (Cilt 22, No: 4, s. 1 1 1 -1 42)
" Historical Determinants of Stratification: Social Class and Class Conscious
ness in Tu r key İ ngilizce adıyla yeralan bu makale, Nuran Yavuz tarafından
"
67
Burada ku llanılan paradigma, toplumsal sınıflar ve sınıf bilincine
ilişkin çalışmalara temel olmuş bazı iyi bilinen metodolojileri bir araya
getirmek gibi bir üstün lüğe sahiptir ve temelde beş ana kategoriye
dayanmaktadır: statü farkındalığı (status awareness), tabaka
(stratum) farkındalığı, tabaka bağlılığı (affliation), tabaka bilinci
ve tabaka eylemi. Bu şemada, statü farkındalığı4, "sürekli [kesin·
tisiz] statü dizilerinin algı lanması; kendini ve başkalarını konumlan
dırma yeteneği"5 olarak tanım lanmıştır. Buna karşılık, tal:>aka far
kındalığı , ayrı [kesintili] , sıralanmış kategorilerin algı lanması"6, yani
"kendini ve başkalarını tabakalara yerleştirme yeteneği" anlamın·
da kullanılmaktadır. Tabaka farkındalığının özel bir varyantı da, "eko
nomik ölçütlere dayalı bir tabaka farkındalığı türü"7 olan sınıf far
kındalığıdır. Tabaka bağlılığı, bir tabakaya ait olm a duygusunu di·
le getirmektedir. "Tabaka bağlılığının da, ı rksal tabaka bağlılığı, mes·
lekf tabaka ba{llılığı , dinsel tabaka bağlılığı ve sınıf ba{llılığı gibi tür
leri vardı r". Sınıf bağlılığı , salt ekononik ölçütlere dayalı bir tabaka
bağlılığı türüdür. Bu ölçütler karma olarak da ele alınabilir; sözgeli
mi, hem ırk, hem "yaşama üslubu " öğelerine dayandırılabilir. Bu
karma ölçütlere uyanlar [bağlı olarak yaşayanlar] bir toplumsal züm
re (social set) oluştu rurlar. Tabaka bilinci , "tabaka çıkarları ve ide
olojisiyle özdeşleşme ve onlara bağımlı olma" dır. Tabaka bilincinin
salt ekonomik ölçütlere dayalı türü sınıf bilincidir. Son olarak da,
tabaka eylemi'ni "tabakanın çıkarları ve ideolojisi adına davranma"
olarak tanımlayacağız; sınıf eylemi ise, tabaka eyleminin salt eko
nomik ölçütlere dayalı bir türüdür.8
Bu modelin özellikle yararlanacağımız önem li bir yönünü modeli
oluşturan yazarlar şöyle açıklıyorlar:
68
Bu yazıda kanıtlamaya çalışacağımız bir başka temel nokta, "top
lumsal zümre" kategorisinin Türkiye'nin toplum yapısının incelen
mesine son derece uygun olduğudu r; çün kü Orta Asya'ya özgü, ön
ceden belirlenmiş ve başarıya bağlı ölçütleri hemen hemen eşit ağır
lıkta özümsemiş olan Türk toplum yapısı , bu açıdan , Batı Avrupa'
nın tarihsel evriminde rastlanan koşullarla hiçbi r benzerlik göster
memektedir.
69
Moğollarda ya da Türklerde aynı ilke hem doğuştan akrabalar, hem de ev
lat edinilenler için geçerliydi. Buna, savaşta tutsak alınıp azad edildikten
sonra evlat edinilen köleler de dahildi. 1 1
bir erkek atadan gelme ktedi rler İki öbeğin oluşmasındaki toplumsal çatal
laşma, Asya bozkır toplumunun b i r başka ilkesine, doğ u m sırasına göre de
recelendirme ilkesi ne dayan m aktadır Çeşitl i kemikler, ya da babayanlı soy
çizgileri, kurucuların doğum sırasına göre derecelendirilir ve böylece bir
birlerine kıyasla kıdemli ya da kıdemsiz sayılırlar. Çeşiıli babayanlı soy çiz
gileri arasında, kurucu atadan gelenlerin en kıdeml isi, yani en büyük oğul
ların çizgisi en soyludur ve giderek başlıca soylu çizgi haline gelmiştir. Kı
demsiz bir soy çizgisi, kıdemli bi r çizgi statüsüne. ancak kıdemli çizgi ar
dında çocuk bırakmadan ya da bi r kadı nla sona ererse, yükselebilir . Ne . .
var ki, kıdemsiz bir soy çizgisi, kendi başına da . . . üyelerinden birinin övgü
ye değer başarıları sonucunda soyluluk kazanabilir. 1 2
Öyle görülüyor ki , Türkler "soylu " ile " halk" arasındaki ayrımı an
cak halk saflarından soy iddiası konusunda hiçbir meydan okuma
70
gelmediği oranda istikrarlı kılabilmişlerdir. En azından bir tarihçi, ben·
zer bir sürecin, b.i r aşiret toplumunun "sınıflı bir toplum " a dönüş·
mesinin belirleyici göstergesi olduğunu öne sürmüştür.13
Bir başka istikrarsızlık kaynağı da, başarının "soylu" öbeğine geçiş
için temel oluşturm aya devam etmesiydi.14 Hizmetleri nedeniyle
yükselmiş olan resmi görevliler soylulardan daha fazla iktidara sa·
hip oldu kları sürece, bu özellik, daha sonraları ortaya çıkacak yeni
bir çatışma türünün temelini oluştu racaktı. Bu , Türk kökenli seçkin·
!erden (elite) kuru lu "toplumsal zümre" içinde görülecek ve Osmanlı
İmparatorluğu'nda da devam edecek bir çatışma türüdür.
Çok eski zam an larda bile, yu karıda tanımladığımız tabakalaşma
yapılarının yanısıra, Batılı tabakalaşma uzmanlarının hiç de yaban·
cısı olmadıkları "mesleki tabakalaşma"ya yol açabilecek bir oluşu
mun belirgin leşmemiş, gizil öğelerinin bulunduğu yolunda belirtiler
vardır. Sözgelimi, anlaşıldığı kadarıyla, oymağa (elan) et sağlama
işinin başında olmak, atların bakımıyla yükümlü olmak kadar say
gın bir toplumsal konum deği ldi. 1 5 Ancak, Türk aşi retleri, yarı-göçe
be oldukları ve tarihsel çağlarda yarı-yerleşik özellikler gösterdi kle·
ri bilinmekle birlikte16, Batı'daki toplumsal tabakalaşm a sisteminin
temeli olan ileri derecede farklı laşmış meslek yapı larına sahip ol
mamışlardır. Bu , özellikle, "piyasa ekonomisi işlemlerinde ifadesi
ni bulan mal ve hizmetler denelimi"ne ilişkin meslekler için geçerli·
dir.17 Bizim paradigmamız bağlamında bu tanım , "sınıflar"dan söz
edebi lmenin önkoşu lu olan faaliyetleri içerir.
Türklerin kitleler halinde İslam laşm ası , yani Abbasiler düzeni ve
ona eşlik eden metropol ekonomisi de önemli bir mesleki farklılaş
maya yol açmam ıştır. Çünkü , bu dondu rulmuş mesleki farklılaşma
aşaması (sözleşmeler pazar-dışı etmen lerce belirlendiği sürece)
erken-İslam uygarlığının özelliklerindendi.18 İslam lığı kabul eden
Türklerde görülen değişikliklere gelince, bunlar iki noktada topla·
nabilir: bir, bürokrasiye gi riş ve Sasani katiplerden devralınan
beceriler19; iki en derin temeli Aristoteles,kökenli olan bir tabaka
laşma modeli.20 Bu rada belirtmekte yarar var: tümüyle değişik bir
yapıdan kaynaklanan bu Aristoteles-kökenli modelle, Türk toplu luk·
71
larının du rumu arası nda önemli farklılıklar söz konusudur. Yüzyıllar
sonra, Osmanlı aydınları da, polis'i oluştu ran birimler araSlnda
Aristoteles-kökenli bir denge idea'sı benimseyeceklerdir. Ancak, bu
tür ideal' lerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gerçek tabakalaşmaya
ve tabaka bilincine ilişkin ipuçları sağlayabileceklerine inanmak bi
raz zor.
2. Bürokrasi
73
yine Türklerin İslam lığı kabulünden sonra ortaya çıkmış bir yeniliktir.
Türklerde merkezi devletin geç yapılaştığı ku ramını reddedenle
rin görüşlerine de yer vermek için, yazımızın bu noktasında konu
dan biraz ayrılıp bir parantez açmamız gerekecek.
Halil İnalcık, Türklerin İ slam-öncesinde de " devletler" kurdukları
tezini savunanların başında gelir.29 Ancak, İnalcık sonuçta, yalnız
ca İslam-öncesi Türk yöneticilerin, önderliğini yüklendi kleri toplulu
ğun toplumsal ve siyasal geleneklerini bozmam ak konusunda dik
katli davrandıklarını kanıtlar gibidir. Bu olgu , yöneticinin sahip ol
duğu yetki ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya devletin varolma
dığı bir devlet görünümü çıkmaktadır. İnalcık savında, ilk Türk " dev
let"lerinin yok oluş neden leri üzerinde du rmamaktadır. Bu olgu , her
seferinde, istikrarlı bir yönetim mekanizmasının ku ru lamamış olma
sıyla açıklanır gibidir. Birçok kez, bürokratik bi r nüve oluşturma gi
rişimlerinde bulunulmuş, ancak bu çabalar hiçbi r zaman başarıya
ulaşamamıştır.ao
Feodalizmin ve babadan oğula geçen beyliklerin bu lunmadığı , kul
lardan oluşan bir ku ru m un devletin yürütme işlevini yüklendiği göz
önüne alındığında, ilk bakışta Osmanlı İm paratorluğu'nda optimum
dengeye çok yaklaşmış bir " Doğu Despotizm i31 "nden söz edilebi
lir: Bu sistem , ideal olarak, yalnızca iki "toplumsal zümre"den oluş
maktadır. Bir yanda yönetici ile hizmetindeki yürütme görevlileri; öte
yanda ise, yönetilen ler.
Halil İnalcık'ın belirttiği gibi:
Osmanlı düzeni iki temel sın ıfı içermekteydi. Bunlardan birincisi olan as
keri, padişahın bir ber'atla, di nsel yetki ya da icra yetkisi tanıdığı kişiler
den, yani saray ve askeri erkandan, devlet görevlileri ve ulemadan oluşur
du. İkincisi olan reaya 'yı ise vergi ödeyen ama yönetime katılmayan bütün
Müslüman ve gayrimüslim teb'a oluşturuyordu. Reaya'nın "askeri"ye tanı
nan ayrıcalıklardan yararlanmasına olanak tan ımamak, İ mparatorluğun te
mel kurallarındandı. Bunlar arasında, yalnızca sınır boylarında savaşmış olan
lar, bir de, belli bir süre düzenli bir dinsel eğitimden geçtikten sonra padi
şahtan ber'atlarını alanlar, "askeri" sınıfına dahil olabilirlerdi.
74
Özetle, yalnızca padişahın kararı, kişinin toplumdaki konumunu belirle
mekteydi.
Çöküş döneminde Koçu Bey ve diğerleri , reaya'ya yeniçeri ya da tımar
sahibi olma hakkı verilerek bu temel kurala uyulmamasının, İmparatorluk
daki düzen bozukluğunun başlıca nedenlerinden biri olduğunu öne sürmüş
lerdir. 32
Devletler de, sık sık gözlemlediğimiz gibi , bir tek değil , pek çok ôğeden
oluşur. Bun lardan biri besin üretimiyle uğraşan kesim, ya da tarımsal sın ıf
tır. Mekanik sınıf adın ı alan bir ikincisi, çeşitli sanat ve el becerileriyle uğra
şan kişilerden oluşur ki , ivedi gereksin imleri karşılamanın yanı sıra, iyi bir
yaşam sürdürmenin koşulu olan refah gereçlerini de üreten bu sınıfın yok
luğunda kentler var olamaz. Bir üçüncüsü, pazarlamacı sınıf olarak adlan
dırılabilir ve alım-satım işleriyle, tüccar ya da perakendeci olarak uğraşır
lar. Dördüncü öğe, tarımsal kesim işçilerinden oluşan köle sınıfı, beşinci de
savunma gücüdür . Eğer bir devlet saldırganların kölesi olmak istemiyorsa,
sonuncusu, önceki dört öğeden daha az önemli sayılmamalıdır . . .
Burada, Platon 'un Devlet'inde, devleti oluşturan öğeler dökümünün ze
kice olmasına karşılık yetersiz kalışının nedeninin işte bu olduğuna dikkati
çekmek isteriz . . . Nitekim savunma gücünü oluşturan öğeden , a ncak çok
dah a sonraki bir aşamada; kentin toprakları genişleyip komşu topraklarla
teması sonucu savaş olasılığı ortaya çıkınca, söz edi lir. Platon 'un ilk ken
tinde dışarda bıraktıkları bununla da kalmaz. İlk dört öğenin -ya da kuru
luş için gerekli öğelerin sayısı her neyse- adalet dağıtımından sorumlu ve
neyin "adil" olduğunu saptayan bir yetkeye gerEi'ksinmesi olacaktır. Eğer
zi hnin, canlı varlıkta, bedenden daha önemli bir bölüm olduğunu kabul edi
yorsak, aynı biçimde, devl etin de zihne benzer bölümlerinin, bedensel ge-
79
reksinmelerini karşılayan bölümlerden daha önemli olduğunu kabul etme
miz gerekir; ve de zihne benzer bölümler derken, askeri kesimden , adale
tin yasal olarak örgütlenmesiyle ilgili kesimden ve (ekleyebiliriz) siyasal an
layış yetisi gerektiren enine boyuna düşünme işlevini üstlenen kesimden
söz e tmekteyiz . . . Yedinci öğeyi devlete mal varlıklarıyla katkıda bulunan zen
ginler oluşturur. Sekizinci öğe, devlete hizmetle görevli memurlardır. 50
İmdi, bir statü hiyerarşisi içinde yer aldıkları gibi, tabakaların bir
birlerine bağımlılıklarını da vurgu layan bu tür bir tabakalaşma mo
delinin , Osmanlı gerçekliğiyle pek bağdaşmadığı besbellidir; ancak,
bu modele hayli hayranlık duyan Osmanlı aydın ları küçük ekleme
ya da çıkartm alar yaparak bu betim lemenin çeşit lemelerinden ya
rarlanm aya çalışmışlardır.
Bu yolla elde edilen modellerden özellikle ikisi dikkate değer. Bun
lar, ıslahatçı ve devlet adamı Koçu Bey ile bürokrat ve yazar Katip
Çelebi'nin önerileridir.
Koçu Bey üç "sınıf"tan söz eder: sı radan vatandaş (reaya) ule
ma ve askeri sınıf (seyfiyye). Bu sonuncusu , İnalcık'ın askeri sı nıf
lamasına koşuttur. 51 İmparatorluğun seçkinler ve halk kitlelerinden
oluşan iki tabakasına ilişkin resmi ideolojisine en çok bu kadar yak
laşabi liyoruz. Ulema'ya özel bir köşecik ayrılmış olmasını, din adam
larının İmparatorlu k içindeki ayrıcalıklı konumu ile açıklayabiliriz.
Koçu Bey'in bugün "mesleki tabakalar" olarak tanımlayabilece
ğimiz toplulu klardan " sınıf" adı altında söz etmesini, dilsel bir kul
lanım farkıyla açıklamak yanlış olur; tam tersine bu, Osmanlı impa
raıorluğu ' nda var olan tabakalaşma bilinci konusunda bize önemli
bir ipucu vermektedir. Tarihçiler, tabakalaşma bilincinin , resmi gö
revlilerin alt-tabakalarının bi linci biçiminde ideolojik olarak kalıplaş
tığına işaret etmişlerdir. 1 7. yüzyı lda toplumsal mücadelelerde rol
alan kişilerin kendi konumlarını belirlemek için "yeniçerilik şuu ru " ,
"ku l lu k şuu ru" gibi deyim leri ku llanmaları b u yüzdendir.52
80
4. Osmanlı lmparatorluğu'nda "Sınıf" Bilinci
O halde, diyebi liriz ki, Avru pa'da feodal düzenin çöküşü ve çağ
daş kapitalizmin yükselişine bağlı nesnel ve kayıtlı mücadelelerin ,
öteki sonuçların yanı sıra, sınıf bilincinin Avrupa tarihinin bir öğesi
olarak yerleşmesine yol açmasına karşılık, bu rada, yönetici sınıfın
öğeleri arasındaki (tımar sahipleri/" kul" yöneticiler; yerel eşraf/as
keri) mücadele, doğası gereği, rol alanların bilinçlerinin başka bir
eksende yoğu nlaşmasına yol açmıştır: bir yanda askeri, onun kar
şısında ise muhalifleri yer almıştır. Daha soyut bir biçimde ortaya
koyarsak, diyebiliriz ki , siyasal iktidarın yalnızca padişaha ve yürüt
me mekanizmasına ait olduğuna ilişkin Osm anlı görüşünde ortaya
çıkan sapma, Osman lı İmparatorluğu 'nda tabakaların siyasal nite
likli olduğu görüşünü doğu rmuş, siyaset oyunu da "ya hep ya hiç"
ilkesinde somutlanmıştır: kişi , tanımı gereği , ya tepede olacak ya
ezilecektir. Bu tabakaların belirginleşmesi, Avrupa'da m al ve hiz
met üretim ve dağıtım ını üstlenen tabakaların belirgin leşmesine te
kabül etmektedir.
İkincil bir farkındalık, resmi zümrenin ara-tabakalarına özgü olan
dır.
Koçu Bey' in betim lemesinde tüccara ya da esnafa ayrı bir yer ve
rilmemiştir. Bu rada, Koçu Bey kendisi gibi Enderun 'da yetişmiş ve
Osmanlı Toplumunun ikili görünümü öğretilmiş öteki yorum cular ta
rafından da yinelenecek önemli yanlışa düşmektedir. Aslında esnaf,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osmanlı Toplumu içindeki statüsünün
bilincindeydi . Bu bilinçlilik, devletin , t üccara kıyasla daha sıkı de
netlediği esnaf arasında daha önemliydi . Yetkililer esnafa hiçbir za
m an gelişme olanağı tanımamışlardır. Loncalar halinde örgüt lenmiş
olmalarına rağmen bun ların etkinlikleri, devlet tarafından iyice kısıt·
lanmıştır. Kentli sivil halkın (burgher) denetimindeki Ortaçağ Avru
pa'sının belediye ku ru luşlarının Osman lı 'da karşı lığı yoktur ve lon
caların iç denetleme mekanizması dağını k 'Je düzensizdir. Yönetici
kurumun kültürel tepeden bakmasından kaynaklanan gocunma ise,
ekonomik hoşnutsuzluk eşliğinde kolayca ayaklanmalara dönüşe-
81
bilmekteydi. Sözgelimi, ileri görüşlü bir sadrazamın çağdaşlaşma
girişim lerine karşı ilk başkaldırı olan Patrona İ syanı'nda (1 730), es
naf bilinci çok önemli bir rol oynamıştır. 53
Öyleyse, esnaftan ancak çekirdek halinde bir toplumsal sınıf ola
rak söz edebiliriz. Ne var ki, tarihsel gelişmeler esnafın serpilip tam
anlamıyla bir Osmanlı toplumsal sınıfı olarak ortaya çıkmasına izin
vermeyecektir.
Her ne kadar Koçu Bey esnaf ve tüccarı yasal birer tabaka olarak
kabul etmiyorsa da, Enderun çıkışlı olmayan çağdaşı Katip Çelebi,
Koçu Bey ' in sözünü ettiği tabakaların, tüccarla birli kte imparatorlu
ğu taşıyan "dört direk"i oluştu rduğuna inanıyordu.54 Sonuç olarak,
Aristoteles modelinin en gerçekçi uyarlaması, Osmanlı gezgini Ev
liya Çelebi ' nin Türk şehirlerini betimlemesinde ortaya çıkar. Evliya
Çelebi Trabzon 'u şöyle anlatır:
Şehir sakinleri eskiden beri yedi sınıfa ayrılmıştır. Birincisi yiice ve guçlü
beyler ve beyzadelerdir ki, samur astarlı, görkemli harmaniyeler giyerler.
İ kincisi ulema ve din adamlarıdır; durumlarına uygun giyi nirler ve ba{lışlar
la yaşarlar. Ü çuncusü deniz ve kara yoluyla Ozakof'la, Kazakistan, Ming
relia, Çerkezistan , Abaza ve Kırım'la ticaret yapan tuccarlardır. Kumaştan
feraceler [genellikle çuhadan yapılan, yakası dik, kolları bol, geniş üstlük)
ve kontoş denilen dolamalar [cübbemsi bol ceketi giyerler. Dördüncu za
naatkarlardır. Ferace ve boğası [bir !Ur patiska) giyerler. Beşinci Karade
nizli kayıkçılardır . . . Altıncısı ba{lcılardır. . . Yedincisi balıkçılardır ki, binlerce
kişi bu adla anılır. 55
82
Görqlüyor ki , taşradaki "soylu lar" başkent bürokrasisinin göz yum
duğu oranda var olabi lmektedirler. Anadolu'ya ilişkin diğer gözlem
lerinde Evliya Çelebi'nin gezileri sı rasında ziyaret ettiği kişiler, ba
sit bir tabakalaşma düzeni içinde yer alırlar. Evliya, önce, eğer var
sa, merkezi hükümetin yerel temsilcisini , sonra tımar sahibini ve/ya
da yeniçeri subayını, ardından (bazen hanedan sahipleri57 olarak
nitelediği) ayan ve eşrafı , nihayet resmi görevlilerin sırtından geçi
nen ulema'yı , şairleri ve boşgezenleri ziyaret eder. Evliya'nın ziya
retleri her gezisinde bu sırayı izlemez; çünkü kendi dostlarına ön
celik tanır. Ancak, genelde bu sıra, çai;jdaş Türk taşra şehirlerinde
ki duruma büyük benzerlik göstermektedir. Bu ralarda, sıradan bir
gözlemle bile, vali başta olmak üzere protokolda, sivil meclis üye
.•
86
5. Onsekizinci ve Ondokuzuncu Yüzyıllardaki Gelişmeler
.90
" Böylel i kle , 19. yüzyıl boyunca İmparatorluğun taşradaki topraklarının ço
ğunluğu nu denetimi altına alan yeni bir özel toprak sahibi sınıf ortaya çıktı.
Bu olgu Balkanlardaki eyaletlerde, bu ü l keler bağımsızlıklarını kazandık
,
tan sonra da sürecek olan se rt toplumsal çatışmalara yol açtı. Batı ve Orta
Anadolu'da ise, Ağa !ipini ortaya çıkardı. "79
Ekonomi ve Politika
95
oluşmuş aristokrasi, bir ülkenin başı.na gelebilecek en büyük beladır"; Edmund
Spencer, Travels in European Turkey in 1 850 (Londra, 1 85 1 , 2 cilt), cilt 1 ,
s.270: Türkler için bkz. : M izancı Mehmed Murad, "Avrupadan İlk Sadalar",
Mizan, 1 2 Ramazan 1 300 (Mayıs 1 300, 1 888), ss.531 -532.
2 Hamilton Gibb and Harold Bowen , lslamlc Society and lhe West: A Study
1 3 J. Hamalla "The Dissolution of the hun Em pire , " Acta Archeologica, il, 4
(1 952) ss. 277-304.
1 4 Lawrence Krader, " Feudalism and the Tarlar Polity of the Middle Ages", Co
96
ton, 1963), ss.62-73.
20 G ustave E. von Gru nebaum, Medleval lalam (Chicago, 1 946), ss.203,
21 Türk-Mo(lol toplulukları, daha önce de İ mparatorluklar kurabilmişlerdir; an
cak bunlardan ikinciler için istikrarı sağlamak koloy olmamıştır. Bkz.: Rene
Gtraud, L 'Emplre des Turca Celestes: les Regnes d'Hilterlch, Qapgan et
Bilga ( Pa r is, 1960); Türk imparatorluklarının ku ruluş süreçlerine ilişkin bir çö
zümleme için bkz. Wilhelm Radloff, Das Kutadgu Biliğ des Jusuf Chass
Hadschib aus balasagun (St. Petersburg, 1 89 1 - 1 9 1 0) cilt I, Giriş, ss. Ll-LV;
ayrıca bkz.: Aus Slblrlen (Leipzig, 1 893), 1, s. 51 1 -51 B, ve Wilhelm Barthold,
Zwölf Forlesungen über dle Geschlchte der türken Mittelaslens (Berlin,
1 935), ss . 1 0-1 1 .
22 Büyük Selçuk İ mparatorluğu için bkz. : Berthold Spuler, "The Evolulion of Per
sian Historiography " , Historlans of the Mlddle East (yayına hazırlayan: Ber
nard Lewis ve P . M . Holı, Londra, 1 962), s. 130. Anadolu Selçukluları için bkz . :
M.C. Şahabeddin Tekindağ, "Şemsüddin Mehmed Bey Devrinde Karamanlı
lar , lstanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, XIV (Mart 1964),
"
ferin karşılaştıkları bir tür güçlükler için bkz.: Claude Cahen, "Artukids", Enc-
yclopaedla of lalam (2. baskı), 1, 1 , s.45. _
97
xxı ( 1 958) . ss .657-660.
32 Halil inalcık. " The Nature of Traditıonal Society Turkey" Polilical Moder
nizatlon in Japan and T urkey (Yayına hazırlayan. Robert E Ward ve Dank
wart Rustow. Princeıon. 1 964). s. 4 4
33 1 Melikofl, " Evrennos" E ncyclopaedia of lslam ( 2 baskı). 1 1 . s . 270.
34 a.y
l5 V.L. Menage, " D h u ' i kadr" E ncycl opedia ot lslam (2 baskı). 1 1 , s.329.
36 Hamdi Kreşevlakoviç, Çengiç Beylerı. Osmanlı devrinde Bosna-Hersek leo-
dalızmi hakkında bir etüd, (Hırvatçadan çevıren: lsmail Eren, İstanbul, 1 960),
çeşitli yerlerde.
37 Bkz. . Paul Wittek. " De la defaite d'Ankara a la pr ise de Constantinople " Re
vue des Etudes lslamiques , Xll ( 1 938). ss. 1 -34. Omer Lutli Barkan , " Osmanlı
İmparatorluğu'nda bır ıskan ve kolonı ıasyon metodu olarak sürgünler" İs
tanbul Ü n iversite İktisat Fakültesi Mecmuası, 1 5 ( 1 953-54), s.2 1 3 .
:ıa İsmail H . Uzunçaışılı, " Ashaf Oğullar ı " Encyclopedia of lslam (2. baskı), l ,
703. Bu tü r gelişmelerin i zledikleri aşamalarına ı lişkin ayrıntılı bilgi ıçin bkz . ,
Muhammad Ahmed Simsa r , "The Waqfiyah of ' Ahmed Paşa"', (Philadelp
hia, 1 940), çeşitli yerlerde.
:ıe Gibb ve Bowen , lslamic Society, 1 , 1 , s.51 .
40 Halil İnalcık, Fatih devri üzerinde tetkikler ve vesikalar, (Ankara, 1 954),
s. 1 70, not 1 25.
4 1 Bu gelişmelerin içinde cereyan ettiğı olağanüstü karmaşık koşulları iki ayrı
açıdan değerlendiren vakanüvisler tarihçi Naima ile seyyar gezgin Evliya Çe
lebi 'dir Bkz . . Tarih-i Naima (İstanbul, 1 820- 1853), 6 cilt ve Evllya Çele b i, Se
yahatname (İkdam ve Maarif Yayınları , İstanbul), XI cilt.
42 de Tott , Memolrs, il, ek, s.36 ve s.
98
51 Koçu Bey Risalesi (Yayınlayan: Ebüzziya, İstanbul, 1 903), ss.8-9.
52 Mustafa Akdağ, " Celali Fetret i " , Ankara Ü niversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi, XVI ( 1 958), ss. 1 06- 1 07.
53 Esnaf bilincinin bir çözümlemesi için bkz .. Münir Aktepe, Patrona i syanı (İs
tanbul. 1 958). ss. 27 ve s.
5'4 Bu "dört direk" ulema, askeri, tüccar ve reaya idi. Bkz .. Erwin l .J . Rosent
hal, Politlcal Tought in Medieval lslam (Cambridge, 1 958). s.229.
55 Evliya Çelebi, Narrative of Travels in Europe , Asia and Afrlca (Çeviren:
Hammer, Londra, 1 834-1 850). 3 cilt, 1 1 , s.47.
56 a.g .e., s.82.
s7 Evliya Çelebi Seyahatnamesi (Maarif yayın ı . Cilt IX, İstanbul 1 935), s. 1 00.
58 İnalcık, "The Nature ol traditional society", s.42.
59 Bkz .. örneğin, ıslahatçı ve yenil i kçi Sultan 111. Selim 'in bu tür "yolsuz"lukla
ra ilişkin fermanı, Enver Ziya Karal, Selim l l l ' ün Hatt-ı Hümayunları-Nlzam-ı
Cedld-1 807, s. 1 0 1 . Su ltan Selim "astların ve üstlerin" (edna ve ala) aynı kı·
yaletleri giymesinin Osmanlı,imparatorluğu 'nda bir " düzensizlik" belirtisi ol
duğu söyleyerek bu durumdan yakınmakta, ve -kendi açısından- tutarlı bir akıl
yürütmeyle, ıslahata ilişkin uygulamaların önkoşulu " düzen"in yeniden sağ
lanması olduğuna göre, bu eğilimlerin denetim altına alınması gerektiğini öne
sürmektedir.
ED Bkz . : Bernard Barber, Social Stratifcalion (New York, 1 957), s . 1 61 .
61 Robert M .Marsh, The Mandarins: Circulatlon of Elites'in China 1 600- 1 900
99
ita Resourcea: ita Munlplcal Organizatlon and Free Trade (Londra, 1 833),
ss. 1 21 - 1 22, Urguhart'ın görüşünün pek te fevkalade olmadığı aşağıdaki tar
tışmada görülecektir.
72 İnalcık, "Traditional Society'', s.47.
7 3 XVlll. yüzyıl şairlerinden Nabi'nin bu konudaki aydınlatıcı açıklamaları için
bkz.: Mehmet Kaplan, " Nabi ve 'Orta İnsan' Ti pi , İstanbul Ü niversitesi Ede
"
Ayan önceleri eyalet sakinleri tarafından seçilirken, daha sonra vali tarafın
,
1 00
Şerif Mardin'le Din ve Device Sosyolojisi
Konusunda Söyleşi *
1 01
lirleyici liklerini vu rgulayan bir yaklaşımla, çok yönl ü entel lektüel bir
kaygıdan h areketle din, id eoloji ve kültür kon u l arı na ağı rlık vermiş
tir. Yapısalcı-işlevselci oku l u n olduğu kadar, Weber'in , Fransız d ü
şün ü rlerin i n . sembol i k felsefeci lerin yaklaşı ml arına d a önem veren
Mardin ' Di n ve İdeoloji' ' Centre-Periphery' çalışmalarını bu dönemde
yayın l am aşt ır . 1 970 ' 1i yıl ları n sonlarından itibaren tüm üyle din sos
yolojisi çalışmalarına ağı rlık veren Mardin bu aşamada mikro belir
lenim lerin devresine girm iş ve i lişkiler yumağı olarak ele aldı ğı top
lu msal d üzeyde bu kez kişiler arası ilişkinin psiko-dinamiğinin altını
çizmeye yönelmişti r(Şerif M ardi n ıle söyleşiye bakınız.) Bun ların ya
nında Ş e ri f M ardi n ' i n i ki temel öze lliğinden bi risi çağdaşı olan diğer
toplumbilimcilerden farklıdır: Mardin araştırma konusunun seçim inde
ve irdelenmesinde Kem alist söylemin do laylı dolaysız etki lerinden
uzak kalmışt ı r. D iğer öze l l iği ise kendi sinin de belirttiği gibi çalış
malarının önerisel nitelikt e olmasıdır. Bu belki Osman lı-Türk toplum
sal yap ısının u l aşı lması ve çözümlenm esinde ki doğal zorlu klardan ,
be l ki de Mard i n ' i n " ku şku cu luğund an " kayn aklan m aktadır.
A.B . - Osmanlı-Türk toplu msal yapısına, teme lde kültürel düzey ve
bölünmelerin beli rleyic iliği ni vurgu layan , bu belirlenmelerin özerk ni
tel iklerinden hareket eden bir çe rçeve ile yaklaşıyorsun u z. Bu çer
çevenin oluşm asında Osman lı-Türk toplu msal yapısının hangi temel
dinami kleri ve Batı ku ram l arınd aki hangi gel işm eler etkin old u ?
Ş . M . - İnsan batıya oku mak için gittiği zaman , Platon okuyor, Aristo
okuyor, Saint August in okuyor; H obbes, Locke , ondan sonra fay
dacıları okuyor. Hegel okuyor. Marx okuyor, falan . . . Bun lar ise bir
dizi içinde birbirine gönderme yapan ve birbirine cevap veren kişi
ler. Onun için bir zincir olu şabiliyor. O zinci rin içindeki fikirleri bil
mek için zincirin parçaları hakkında bi raz bilgi sahibi olmak l azım .
Batıda birini yetiştirdikleri zam an , gerek siyaset bilimi nde olsu n , ge
rek sosyoloj ide olsu n bu zincirin nasıl teşekkül ett iğine dair, temel
bi lgiler vermek ihtiyacını hi ssed iyorlar. 1 8 . yy ayd ı n lanma devri fel
sefecilerinin fikirlerini bilmeden , Saint Simon ' d an Auguste Comte 'a,
Auguste Com te'dan da pozitivi zme ve Du rkhei m ' a nasıl bir geçiş
oldu ğunu an l amak zor oluyo r. Böyle yet işen bir kişi iyi yetişiyor ve
1 02
o h al kaların her birini bildiği için. daima son referansın arkasında
yatan diyalogları bil iyor. Mesela Durkheim ' ı incelediği zam an , " hah
burada Kant'tan gelen bir problem var," diyor veyahut da " 1 9. yy'da
Fransız felsefesinin Kant'tan etki lenmiş olan parçasının bu rada et
kisini görüyoruz" diye bağlayabiliyor on u. Bağlayabi lmek ve soru
nun niteliğini anl amak için yal nız senkronik · olarak değil , diyakronik
olarak onun nasıl geliştiğini bilm ekte fayda var. Onun için dört başı
mamur bir eğitim diyebiliriz buna. Ama alın Türkiye'den ya da Ni
jerya'dan gelm iş olan birisin i, o üniversite eğitim inin içine soku n .
Adamın bir kere bu i ş i n m antığını anlaması için aradan zaman geç
mesi lazım . Çünkü çocu kluğundan beri o zincirin hal kaları nın hep
sini bilmiyor. Bi r kısım halkalar aileden veriliyor, ananın babanın ko
nuşmalarından ortaya çı karılıyor, Eyfel Kulesini gezmekten ortaya
çıkıyor, falan . . . Şimdi bir kere bu ged ikleri kapamak gerekiyor ve
o zaman da bayağı b i r çaba gösterm ek lazı m . Yani o kişilerle birlik
te aynı söylemi aynı incelikle ku llanabilmek için çok çalışm ak lazım .
Farzedin ki çalıştık. Ondan sonra da orada, bu söylemi ku ll anan in
sanlardan biri haline geldik. Sorbonne'un etrafındaki kahvelerde,
"baksana bu adam bu işi ne kadar da iyi biliyor, " diyorlar. Ondan
sonra farzedin ki Türkiye'ye veyahut da Nijerya'ya döndü. Söyle
min tümüyle de ilgili olsa, bir böl ümüyle de i lgili olsa insan öğren
diklerini uygu lamaya çalışıyor. Yani insan kendi ü lkesinin gün lük ha
yatında da, düşünce h ayatında da öğrendiğinin ne işe yaradığını arı
yor. Benim tecrübem de şu oldu ki , Türkiye'ye döndükten sona iki
ayrı şeyle karşıl aştı m . Bi r kere benim okudu klarımı, beni m söylemi
mi konuşmuyordu kimse. Siyasal bilgi ler Fakültesi 'nde Fransız hu
ku ksal söy lemi hakimdi. H auriou , Duguit falan. Şimdi bir kere ben
o açıdan afalladı m , yani benim söyle mimle hiç ilgisi olmayan konuş
m alar ve daha çok pratiğe bağlı olan , anayasanın günlük meselele
rini hukuki bir açıdan değerlendiren bir arkadaş gru bu . Onun için
bir kere fakültede m esleki açıdan böyle bir şey oldu . Allah'tan , bu
arada gene Forum dergisi etrafında benim ..söylemimi kul lanan, ki
şi ler vardı. Forum dergisinde ilginç bir şey oldu. Hem Anglosakson
söylemini, hem da kontinental (kara Avrupası) latin söylemini bir-
1 03
leştiren insanlar çıkabildi orada. Bu , çok ilginç bir şey, Türkiye'de
nadiren olan bir hıidise am a, old u .
A. B.· Örneğin kimler?
Ş.M.· Tu ran Feyzioğ lu , Turan Güneş, ondan sonra Aydın Yalçın ,
Coşku n Kırca -bir ara dış m ünasebetler için-, ondan sonra Bü
lent Ecevit, tabii baştan itibaren.
A. G.- Metin And da ver.
Ş. M.· Metin And, evet. Aynı dili konuşan insanlar grubu. Şimdi
bu bir açıdan benim için faydalı old u . Yani yalnız kalmadım geldi·
ğim zaman. Fakat şu açıktı ki üniversitedeki söylem le, yani meslekt
söylemle benim söylemim arasında büyük bir uçu rum vardı. Ferze·
delim ki meslekle ilgilendim ve o söylemi ö{lrendim. Gerçekten de
o söylemi öğrenmek mecbu riyetinde kaldım. Ama ondan sonra da
Türkiye'deki konuların hu ku kçu açısından gözden geçirildi{li zam an ,
birçok konunun gözden kaçırıldığı veyahı.Jt d a gereksiz sayıldıQı , ya
da gereken deQerin verilmediği kanısına vardım. Bu böyle. Türki·
ye'ye gelmeden önce, doktora tezine başladığım zaman, Türkiye
hakkında çok az şey yazıldığı için, Türkiye ile ilgili bir konu seçmeyi
düşündüm . O zamanlar, yani Yeni Osman lı lar üzerine çalışmaya
başladı{Jım zaman anladım ki , Tanzimat evet , batıdan gelen bir dü
şünce tarzı olarak demin üzerinde konuştu ğumuz o düşünce zinci
rinin bir parçası olarak anlaşılabilir. Ama Tanzimata karşı reaksiyon
lar, yani Yeni Osman l ıların bu fikirleri ku llanış şekilleri , o düşünce
zincirinin, o söylemin izah edebildiği bir şey değil, başka bir şey.
A. B.· Tarihsel sosyolojik boyutun devreye girmesi. .. ?
Ş . M .· Onun için 1 950' 1erde bu konu üzerine çalışmaya devam et
tim. Ama i ki şey birden kafamda teşekkül etmeye başladı . Birincisi ,
batının söylemi Türkiye'deki kon ulan anlamak için bir dereceye ka
dar bir şey veriyor, fakat andan sonra pek açık değil, çok kapalı ta
raflar bırakıyor. İkincisi, bu meseleyi anlamak için siyasi fikir tarihi
yapmak kafi değil galiba, bir nevi sosyoloji yapmak lazım, demin söy
lediğim sebeplerden dol ayı.
A. B.- Doktora tezinizden sonra Türkiye' de düşünce tarihi ile ilgili
çalışmalar yaptınız bir süre. Tarihsel sosyolojik boyutun devreye gir-
104
mesi daha sonraki dönemde mi oldu?
Ş.M.- 1962'de Yeni Osmanlılar hakkındaki tezim basıldı. 1 962'den
itibaren biliyordum ki başka bir şey yapmam gerekli; fikir tarihi bun
dan son ra bi r malzeme oldu. O malzemenin analizinden daha baş
ka yaklaşımların gerekli olduğuna kanaat getirdim , hurda gene da
ha önce söylediğime geliyorum. O toplanan malzemeler, o düşün
ce zinciri, başka bir deyişle bulduğum söylemin içine tam oturmu
yor. Başka bir şey bu . Onun için sosyolojiyi merak ettim. Fakat gali
ba en önemli aydınlatıcı şeyleri antropolojide ve sembolik felsefe de
nebilecek olan Susanne Lenger, Cassirer ve onların düşüncelerini
devam ettiren felsefecilerde bulmaya başladım. O zamanlarda Av
rupa'da dil konusu önemli olmaya başlıyordu. Fakat ben hiçbir za
man dil konusunu fevkalade sempatik bulmadım. Dil konusu bana,
kültürün ortaya çıkardığı bir �roblemden kaçm ak için, yani şöyle di
yeyim, kültürü inceleyen bir araç değil , bir kültürün belirgin özellik
lerini ve davranış özel liklerini incelememek için yapılmış olan bir
kaçış gibi geldi. Onun için hiçbir zaman sempatik gelmedi bana. Yani
dilbilgisi ile ezan arasındaki ilişkiyi kuramıyordum bir türlü . Halbuki
günlük hayatta ezan vb. çok mühim bizim düzeyde. Ve o zaman eza
nın sembolik anlamı ve anlamının etkinliğinin araştırılmasıyla, dilin
etkinli{ıinin araştınlması bayağı ayrı alanlar oluştu ruyor gibi geldi ba
na.
A. B.-llk sorumun bu kez başka bi r yönünü vurgulamak istiyorum .
Toplumsal olguların özerk i ç dinamikleriyle açıklanmalarının önemi
ve belirleyiciliği, söyleminizin temel taşlarından birini oluştu ruyor.
Osmanlı İmparatorluğu' nda kültürel öğelerin belirleyici niteli klerin
den hareket eden yaklaşımınızın oluşmasında, Osmanlı yapısıyla il
gili çalışma ve gözlemleriniz ile bu söylem arasındaki beli.rleyicilik
oranı ne oldu?
Ş.M.- Şimdi bu vereceğim cevap biraz paradoks gibi olacak. Be
nim ilk yetişmem Fransız kültüründe oldu. Fransız kültürünü de çok
severim. Fransızların o sıralarda geçerli olan yarı bilimsel kitapları
nı okurdum. Mesela, Daniel Halevy'-nin Essai sur l'Acceleration de
l'Histolre adlı bir kitabı var; onu çok severdim. Yalnız bu bana Türki-
1 05
ye'nin özelliklerini hiçbi r zam an anlatm ıyord u . Tü rkiye'nin özel t ü r
den bazı yapılar oluşturduğunu, Fransız kültürü bana çok iyi göste
riyordu. Çünkü Fransız kültürünün söyled i klerinden ayrı bir şey olu
yordu bu. Mesela 1 9. yy sonunda sembolistler var; Mallarm�. -
çok sevdiğim bir kimse Mallarme- Verlaine var falan. Ve ondan son
ra· sem bo l izmin uzantıları var 20. yy' da ve devamı var. Şimdi bana
şu i lginç geliyordu: Türkiye'de bir nevi sembolizm olduğu zam an ,
Ahmet Haşim'de oluduğu gibi çok evcil bir sembolizm görülüyor
du . Lautreamonl'un sembolizminin içinde olan bir takım im kanlar,
ortaya çı kmalar veyahut da Verlaine'nin Fransız di linin im kanlarını
araştı rıp da yaptı!;jı şeyler; bizde, edebiyatta yokt u . Bu Jön Türkler'
de de görü lüyor. Jön Türklerin Avru pa'ya gittikleri sırad a pozitivizm
artık moribond (can çekişen yan i bi raz da son nefesini veren bir şey
gibi). Rue Monsieu r le Prince'de bir yer var, haftada birkaç kere gi
di liyor oraya konferans din leniyor. Bizim kiler, hangi sebeptense en
çok pozitivizmin bu şeklini seviyorlar. En sınırda olan , bilim olarak
onu seçiyorlar. Bu benim çok tuhafıma gitti. Bizim özelliklerimiz üze
rinde durm amın sebebi belki Fransız kültürünü çok sevm iş olmam
dan ve Fransız kültüründe bu lduğum şeyleri n , T ü rkiye'de başka bir
şe klini çok değişik bir şe klini-bulmamdand ı r. Fransız model lerini
ku l lanm ış insan ların bile, ürün olarak bir başka ü rün verm iş olmala
rından, aklıma hep bu soru işareti geliyord u .
A B.- 1 950'1erden sonra hukuki-idealist yaklaşım a bir alternatif ola
rak ortaya çıkan, fonksiyonalizm kaynaklı ve P arsons' un Weber yo
rumunun egemenliğiyle belirlenmiş modellerin belirttiğiniz göz lem
lere eklenmesi . . .
Ş.M.- Orad a da aynı şey oldu. Yani önce edebiyatta gördüğüm
konuyla ayn ı şey. Bu rad a bir başkalık olduğunu gördüm ve onu ha
fızama yerleştirdim. Sonra siyaset felsefesi açısından , yani Hobbes,
Locke. . . vb açısı ndan baktığım zaman yine bi r başka şey olduğu
nu, aradaki farkın, uçuru mun daha büyük olduğunu an ladım. Yani
Hobbes, Locke bi r tarafta, Namık Kemal başka bir t arafta, uçurum
devam lı olarak büyüyor. Devamlı olarak bu uçu ru m büyüdüğüne gö
re, meseleyi içinden an lam aya çalışmak lazım d iye bir fi kir hasıl ol-
1 06
du bende.
A.B.· İzin verirseniz daha özgül bir konuya geçmek istiyorum . Yak
laşım ınızın temel kıstaslarından birisi kuşkusu z sivil toplu m konu
su . Din ve İ deoloji ad lı kitabınızda sivil toplu m u n yokluğuyla betim
lediğiniz Osm an lı toplu m u nda, bu ikinci l yapı işlevlerinin İ slamın ku
rumları olan tarikatlar tarafından görüldüğünü vu rgu luyordunuz. Les
Temps Moderns'de yayı nlanan Le concept de societe civil en tant
qu'element d'approche de la societe Turque başlıklı m akaleniz
de ise, teme lde ortodoks olan ve göreli ol arak merkezde odaklanan
ulem aya, u lem a-vakıf ilişkisi çerçevesinde bu i kinci yapı işlevini d a
ha çok tanıyorsunuz. Osman lı toplumundaki bu temel i ki ncil yapı
nın saptanmasındaki algı biçiminizde bir değişi klik m i söz konusu ?
Ş. M.- Tabii bir farklılık var. Bel ki bilgi lerimin artmasından i leri ge
len bir farklıl ık. Birinci model tabii Montesquieu modeli. i lkel bir mo
del kuruyorsu nuz; Osmanlı İ m paratorluğu nda da Montesquieu 'nün
dediği gibi bazı ara ku rum ların olmadığı nın farkına varıyorsunuz.
Montesquieu'nun şablonunu Osm an lı İ mparatorluğu üzerine koy
duğu nuz zaman diyorsunuz ki Montesq u ieu 'den giderek bu iş ne
kadar aydın latı labi lir? Am a bu başlangıç he r şeyi iyi izah etm iyor.
Montesquieu'nun söylediği gibi Osman lı sosyal yapısının içinde her
türden ara kurumu nun görülemeyeceği tezine inanmadım. Yani ara
yapıların sıfı r olmasının pek m u htemel o lm ad ığını düşündüm baş
tan beri. Onun için bu ara yapıl arın fonksiyon u nu , kimler nası l orta
ya çıkıyordu diye aradı ğım zaman , ilk cevap bunu tarikat lar yapı
yordu şeklinde idi. Bu bel ki doğru luğunu m u hafaza eden bir şey ola
bilir; Osman lı İ mparatorluğu'nun şekillenme devirlerinde bunun daha
çok geçerli olduğunu söylemek lazı m belki. Yani şe kil lenme devi r
lerinde öyle de, daha sonra din strüktürlü, daha otu rmuş, daha ku
rumsal bir içerik aldığı zaman bunun u lema açısından, u lemanın ye
tişmesi ve fiki rleri açısından ince lenmesi gerektiğine inandım . De
mek ki bu rada bir zaman meselesi var. Birinci zamanda Fransız dü
şüncesi nin kalıplarından kaynaklanan bir etki son radan şekil değiş
tirmiş.
A.B.· İzin verirseniz aynı çerçevede u lema, vakıf ve te kke konu-
1 07
sun a dönelim. H. Hatemi Medeni Hukuk Tüzel Kişileri adh kitabın
da N. Berkes ve Lütfi Efendi'den hareketle vakıf tekkelerden söz edi
yor. Tekke ile vakıf arasında bir i lişki söz konusu mu? Tekke-vakıf
ilişi'İsi neden ulema-vakıf ilişkilerinin işlevlerini yerine getirmedi?
ş. M.- Vakıf aslında kapsayıcı bir ku rum , tekkelerin özel bir kuru
lu ş olduOu söylenemez. Yani hukuki mahiyeti olan bir kuruluş. Ge
nel olarak Osmanlı lmparatorluQu'ndaki bütün sosyal ku rum ları içi
ne sılan , veyahut da bütün sosyal kurumlann çalıştığı , kullandığı bir
hul<Ukl formül vakıf. Özellikle tekke ile vakıf arasında bir ilişki oldu
j;juou hiç zannetm iyoru m .
A. B.- Ulema-vakıf ilişkisini biraz açabilir misiniz?
ş.M.- Osmanlı lmparatorluQu'nda u lemanın türü bir hayli d�işik.
Yarıl ulema dendiği zaman biz daha çok devlet katlannda, daha do{J
rusı.J devletin kontrolünde yetişen kimseleri kastediyoruz. Ama din
le il gilenen bilgili kişilerin sayısı onlarla sınırlı değil şöyle kişiler da
var. -Bu Bediüzzam an' la ilgili yaptığım çalışmalardan gelen bir
şey- Tillo kasabası gibi küçücük bir kasabada (Siirt'te galiba) bir
kitaP ya da iki üç kitabı su gibi bilen adam lar var. Bunlar köy sevi
yesinde çalışıyorlar. Fakat bunların icazetleri , resmi icazet olacağı
na özel icazet gibi bir şey. Öğretmen meşruiyetini ona kadar gel
miş olan öğretim üyeleri silsilesinden alıyor ki , bu çok gerilere gide
bi liyor. işte bana bu kitabı şu öğretti ona da şu öğretmişti, ona da
bu öğretmişti şeklinde. Böylece kendinize bir meşru luk kazandı ra
bilirsiniz. Ama o silsi leyi bir öğretim üyesi olarak temsil etmek ve
o şekilde meşruiyet kazanmak Sahn-ı Seman'ın parçalarının birisinde
müderris olarak ders vermekle, aynı şey değil . Osmanlı lmparator
lu!:)u 'nda ulema dediğimiz -benim kul lanışımda- daha çok devle
te yakın olan , önemli resmi kurumlarda, medreselerde yetişmiş olan
kim seleri düşünürsek. Bunlar icazet de almışlar, ruhsat da almış
lar. Ama onların dışında başka kimseler de var. Bilgili ve meşru pro
fesôr olan kimseler de var. Vakıf müessesesi birinci lerin işlerini gör
melerine yardım etm ekte çok yaygın bir müessese. Y ani medrese
leriıı kurulmasında devam lı ilavelerde bulunu luyor. Vakıf kurmak su
retiyle bunu padişahlar yapıyor, padişahın yanındaki büyük adam-
1 08
lar da yapıyor, zenginler de yapıyor. Ama Tillo'daki kişi bunlardan
herhangi birinden istifade etmeden de ders verebilir. Bir de üçüncü
bir kategori diyelim. Bursa' da ku rulmuş olan bir medrese var. Bur
sa'daki medresenin de profesörü var, o da maişetini oradan alıyor.
Fakat devletin desteğine sahip olan büyük medreselerden çıkan mü
derrislerin aynı zamanda devlet katında alma hakları olan bir takım
pozisyonlar var. Bu pozisyonlara geldikleri zaman , artık ö{Jrencilik
zamanında istifade ettikleri medrese kaynaklarından değil, devletin
gelirlerinden istifade etmeye başlıyorlar. Onun için çok karmaşık bi r
şeyle karşı karşıyayız.
A.B.· Vakıf kurumunun devletin el koyma olanaklarının dışında kal
ması ne ölçüde beli rleyicidir?
Ş.M.- Evet, eskiden beri vakıflara el koymanın mümkün olup ol
madı{Jını inceleyen padişahlar var. O zaman bi r kısım gelirlerin , bu
gerçek bir vakıf deği ldir diye, devlete dönmesi sağlanıyor. Bu, Ah·
dülhamid zamanında bile eğitim ku rum larını geliştirmek için yapıl
mış olan bir şey. Bakalım bunun ku ruluş dokümanına, bir bakalım
da gerçekten hukuki vasfını taşımaya devam edebilir mi, yoksa gayri
meşru bir vakıf olarak mı çalışıyor? Gayri-meşru bir vakıf olarak ça
lışıyorsa devletin buna el koymaya hakkı vardır diyorlar. Hatta bun
dan daha da ileri giden bir şey var. Daha il. Mahmud zamanında
evkaf nezareti kuruluyor. Evkaf nezareti de "işte siz bu kriterlere
göre hareket etmezseniz, biz sizi kontrol ederiz" diyor. Yani devle
tin vakıflar üzerinde belirleyici kontrolü var. Siz buna dikkat edin ,
biz size bir takım kontrolörler göndereceğiz demenin ·kurum laşmış
şekli. Bunun bu kadar erken olması da herhalde bir tesadüf eseri
değil.
A.G.- Bu sözünü ettiğiniz Tillo'daki müderrisin Les Temps Moder
nes'deki yazıda subaltem clerge olarak geçen kategorinin örneği
olduğu söylenebilir mi?
Ş.M.- Ben orada subalterne clerge'den başka bir şey kastettim.
Fakir, az bilgili imam, hoca, medresenin bizde ortaokul seviyesine
tekabül eden kısmından geçmiş kimseler. Çünkü lise seviyesinden
geçmiş olanlar artık belirli bir sofistikasyona ve bir bilgiye çıkmış olu-
1 09
yarlar. Cami personeli falan gibi çok yaygın bir personel tipi de var.
Bir de öyle bir şey olabiliyor ki siz İ slami bir bi lgin olm adan bi r kişi
den tek bir kitabı okuyabi liyorsu nuz. Yani gidip belirli bir köydeki
bir Şeyh 'den (doğu da bu böyle oluyor) bir kitabı öğren iyorsunuz ve
size "bu kitabı öğren mişt i r 'ya da' bu kitabı öğretmeye ıcazetlidir"
diye bir diploma veriliyor. Onun için onları n dip lomaları bizi mkiler
den biraz farklı. "Subalterne clerge" den bunu kastediyorum , bir iki
kitabı bilen , ondan daha fazlasını bilmeyen . . .
A.G .- Ve tasavvuf erbabı olması da gerekmez. Olabilir de, olm a
yabilir de.
Ş.M.- O labilir de, olmayabilir de. Evet, yal nız tasavvuf erbabı ola
rak tanınması için etrafta bi raz da bi lgisini göstermiş olması lazım ,
meQer ki kerameti olması n . Eskiden beri üfü rü kçü vb. kimse lere Os
manlı İ mparatorluğu 'nda pek iyi nazarla bakı l m ıyor. Ancak bi r kim
se çok bilgili, yani kitabi bilgisi i leri ve aynı zamanda olaQanüstü bir
takım kudretler gösteriyorsa (healer 'şifa verici ') dedi kleri adamlar
var ya, baş ağrısını geçiriyor falan), ikisini birleştiriyorsa, o zaman
tasavvuf erbabı olmasına küçük bir extra ilave edilmiş oluyor. Fa
kat healer olarak geçinen ki mseler ancak köylerde, bilgisi fazla ge
lişm emiş olan yerlerde, bi r nevi şaman fonksiyonunu görerek bulu
nuyorlar. Ulemadan olan kimseler ve okumuş kimseler ise onlara
daima büyük bir şüp heyle bakıyorlar.
A.B.- U lema bütünü ve süfi örgütlerinin (her ne kadar iç içe girme
eğilimi gösterseler de ve her ne kadar belirleyicilikleri açısından eşan
lamlı olmasalar da) ayı birer ikincil yapı işlevi görmeleri yanında, din
sel bölünme farklılı klarını da içerdikleri gözönüne alınırsa, bu i ki ya
pının e klem lenmeleri , m erkez dışı kültürel özerk bütün diyebilece
ğimiz alternatif sivil toplum yapısını n asıl etki led i , nası l bir sentez
doğdu? Sizin i ki farklı vu rgulaman ızı bir araya get iri rsek neler söy
leyebi lirsiniz?
Ş . M . - Tabii bir araya getirmek lazı m . Çünkü bir arada yaşamış
lar, ve Osm anlı İ m paratorl uğu 'nda görüyoruz ki birçok oku muş in
san lar, yükse k seviyede okumuş insanlar, aynı zamanda tarikata da
giriyorlar. Yani çok görülen bir şey , devlet ad amı , fakat tarikat er-
1 10
babı; çok sofistike u lema, am a aynı zamanda tari katla i lgisi var, bu
nu çok görüyoru z . Buna karşı olan lar var, yani bir takım fundamen
talist müslüm an lar var , ama onlar hiçbir zam an bir iki nesilden faz
la et kili olmamışlar.
A. B . - U lema bütünüyle süfi örgü t lerinin iç içe girmesi , iki tane ay
n i kincil yapı oluşm asını engelliyor mu?
Ş.M.- YOk am a, şöyle diyelim: İ ki dairenin kesişmesi gibi bir i liş
ki leri var.
A.B.- Aradaki çelişki leri gözönüne alınırsa, bu kesişme o alte rna
tif sivi l toplum diyeceğimiz yapıyı nası l belirler?
Ş.M.- Bu sivi l top lum kon usunda ne dem ek istediğinize b ağlı bir
şey.
A.B.- Ben yalnızca ikinci l yapı olarak, merkez dışı kü ltüre l bütün
olarak vurgu lamak istedi m .
Ş . M .- İ kincil yapı dediğiniz zam an , ikinci l yapının ne yaptığı ko
nusunda bir varsayı mınız var demektir.
A. B . - Sizin yazdı kl arınızdan hareket ediyoru m . İ kincil yapı işlevi
ni gören bütünler olarak . . .
Ş.M.- Bir kere , e n basit ve kaba şekliyle söylersek, devlet dışında
gelişebilir (bu ekstrem ' aşırı' bir şeki l), bir de devletle i lişkiyi ku ran ,
kanal meydana getiren i kinci bir yön var. Devletin kan al ol arak ça
lışması aynı söylemi k u l l anm aktan ileri gelen bir şey. Ayrı lık m ese
lesine geli nce (tekken in kendine özgü bir takım düşüncelerin mer
kezi olm ası açısından) başından itibaren, tekkede okunan kitapl ar
la u lema içinde okunan kitap lar arası nda bazı farklar var. Çok bü
yük diyemeyiz am a, bazı farklar var. Tekkede daha çok edebiyat
okunuyor. Daha çok Farsça okunuyor. Daha çok spekülatif m istik
lerin , mesela İ bn-i Arabi'nin , kitapları okun uyor. İ bn-i Arabi' nin ki
tapları okunduğu zam an ortodoks u lemanın tehlikeli sayd ığı yönle
re gidi lebi liyor; (her şey Allah'tan olduğuna göre ah laksı zlık da Al
lah'tandır gibi). 1 9. ve 20 . yy. ' daki İ slam yenilikçilerinin tekkeye karşı
koymaları bi raz da b undan ileri geliyor. Bir öakıma tekkenin içinde
ki gelişme lerle , diğer u lema içindeki gelişmeler bi rden bi re aktivist
bir m ahiyet alıyor; bu gelişme i l k defa Cemalettin Afgani gibi kim-
111
selerle ortaya çıkıyor. Şimdi aktivizmden ne kastettiğimi an latayım:
İslam'ın, yalnız imanla i lgili olmayıp, aynı zamanda enerjik bir sos
yal atılımı gerçekleşti rmekle ilgili olduğu fikri ortaya çıkıyor ki bu ni
speten yeni bir gelişme. Bu ilginç kabuk değiştirmenin dünya siste
minin gelişmesiyle i lgili olduğuna inanıyorum (Wallerstein anlamın
da bir dünya sistem iyle), ama nası l intikal eder, onu bilmiyorum da
ha. Herhalde 1 9. yy'da bütün dünyadaki tarikatlar (ekseriyeti diye
lim) pasif bir tutumdan aktif bir tutuma geçiyorlar. Bu aktivist yakla
şım yavaş yavaş önceki mistisizm le olan edebi, ahlaki ilişkilerini ko
parmaya başlıyor. Çünkü m istisizmde her şey Allah'tan geliyorsa,
o zaman aktif bir intervention' a (girişim) ihtiyaç yok. Aktivist olunca
da diyorlar ki ; mesela İbn-i Arabi'nin felsefesinde her şey olur gibi
bir hava var: "Aslında her şey olmaz. İyi ve doğru vardır, bir de kö
tü ve yan lış vardır. Bizim bunları birbirinden ayı rmamız lazım. Ama
böyle mistik, panteist, monist bir takım fikirler üzerinde kalırsak hiçbir
zam an aktivizme yönelemeyiz" . Onun için 1 9. yy'dan itibaren o za
mana kadar pasif olan bir düşünce tarzı iki yönde de aktivist bir şe
kil almaya başlıyor. Bir tarafta u lema, İslam'ın bir kültür olduğu ko
nusunda fikirler yaymaya başlıyor; İslam artık yalnız bir din değil,
bir kültü r bütünüdür fikri yayılır. İkincisi ; tarikatların içindeki kimse
lerse "artık mistisizmi bir tarafa bırakalım. İyiyle kötü arasındaki fark
ların ve Müslümana gereken sorumlulu kların an latılması zamanı
gelmiştir" demeye başladılar. Şimdi , sivil toplum konusuna döner
sek, sivil toplum dediğim zaman bir geleneği kastediyorum. O ge
lenek de bir protesto geleneği, devlete karşı protesto edebilme ge
leneğidir. Devlete karşı protesto edebilme geleneğinin Müslüman
ca bir d ayanağının olması ise eski bir geleneğe dayanıyor. Sivil top
lumu, p rotesto etme im kanı olarak görürsek, bu bize bi r sivil toplu
mun karakterlerinden birine kapı açıyor. Sivil toplumun ikinci bir ta
rifi, huku k bakımından işlerin kendi başına yürütü lebileceği (Hegel
an lamına) ve devletin de karışmaması gerektiği bir alan şeklinde ya
pılabilir. Bu anlamıyla da alırsak gene İslamda bi r sivil toplum öğesi
var.
A. B.- Aktivizm ve gelenek � üzeyinde bir sivil toplumun çerçeve-
112
lediği yapılar devlet-birey arası bir flitraj mekanizması görevini yeri
ne getirdiler mi? Bu mekanizmalar bu geleneğin ne ölçüye kadar
belirleyici unsurlarıdırlar? Bu soru larla şunu vurgulamak istiyorum:
Osmanlı'da merkez-birey arasındaki boşluğa yerleşen dünyevi ne
tilikli ama dinsel biçime sahip patronaj ağı ve yapıları sözkonusu mu?
Bu ağ ve yapılar belirleyici mi?
Ş. M.- Bence, doğru . Dünyevi nitelikli olduğu şu açıdan söylene
bilir. Halkın problem leri , evlilik, veraset, mal mülk edinme gibi.
A.B.- Bunun yanında, Din ve İdeoloji kitabınızda "toplumsal sey
yaliyet tıkandığında tarikatlar bazı ilişkileri vasıtasıyla bu tıkanıklığı
açmış, bu işlevi üstlenmişlerdir" diyordunuz. Bu bir tür kliantel me
kanizma değil midir? Osmanlı böyle tanımlanabilir mi?
Ş. M.- Evet tanımlanabilir. Yalnız, buna bir şey eklemek lazım. Bu
gene çapraşık bir mesele. Çünkü , Osmanlı İmparatorluğu'nda u mu
miyetle birkaç tane piramit var. O piramitlerden bir tanesi devlet pi
ramidi (en başındaki memu rlarla, sadrazamlarla falan). Onun yanın
da bir ulema piramidi var. Bir de ilişkileri var. Piramitlerin tepesinde
olan kişilerin birbirleriyle ilişkileri var. Ama bunların hepsinin patro
naj ilişkileri var: Sadrazamın patronaj ilişkisi var, u lemanın patronaj
ilişkisi var, eşraf ile ayanın var. Şimdi denklem kurdu{;junuz zaman
bu çok bilinmezli bir denklem haline geliyor. Çünkü en azından dört
çıkış noktası var. O dört çıkış noktasının başka başka gelenekleri
var, her birine giden başka başka insan tipleri var. Bu durumda on
iki kareli bir denklem le çalışıyoruz demektir. Bu çerçeve içinde kal
mak şartıyla evet derim bu soruya.
A. B.- Ben şu anlamda sormuştum. Gelenek olarak sivil toplumun
temel işlevleri kliantelizm etrafında mı şekil leniyor?
Ş. M.- Evet muhakkak kliantelizm etrafında şekilleniyor da, biraz
Hegelien bir şekilde alı rsak, iki ayrı esprit çatışması da var burada.
İsterseniz iki ayrı tin çatışması var diyebiliriz. Bir taraftan sivil toplu
mun beraberinde getirdiği (bilmiyorum HeQel'e ne dereceye kadar
ihanet ediyorum burada) tinin bir görünüşü var sivil toplum olarak
Osmanlı'da. Bir de devletin oluşturduğu bir bütün var. O açıdan si
zin söylediğiniz doğru da, daha soyut bir analiz yaptığınız zaman
1 13
patronaj il işkilerinin t ransform asyon surecinde başka şekiller de gö
rülmesi m ü m kün mü konusu var.
A. B.- Bu kliante! özel l i kler sizin vurguladığınız yön leriyle, yapılar
arasında da sözkonusu ol abi lir m i ? Ö rneğin merkez/u lem a, mer
kez/tekke , tekke/u lema vs. gibi?
Ş.M.- Evet yapılar arasında da var. Şimdi yeni bir şablon düşünü
yoru m ... Bu radaki ünite, dediği niz gibi, çok önem li bi r ünite: Yani
patronaj i lişki leri. Yalnız patronaj il işkilerinin alt kavram l aştırmaları
nı alırsanız, orada kişiden başlamak lazım. Çün kü patronaj bir kişi
ilişkisidir. Şimdi Osmanlı İ m paratorlu ğu'nun işleyişinin tümünü (in
sanların kendilerine rehber aradıkları zaman , kişi ilişkileri açısından ,
kendi kişi liklerini gelişt iri rken doğruyu , yan lışı başka kişilere baka
rak geliştirme leri şeklinde) çok çap raşı k fakat hepsi nin içinde kişi
nin mu htelif soyut l u k ve som utluk tabakalarında görüldüğü bir sis
tem olarak görmek müm kün . Fakat bu açıdan sizin " patronaj" de
diğiniz ku rum u n yerine çok daha ayrıntılı bir sü reç geçiyor.
A.B.- İ zin verirseniz bu kon uda son bir soru yöneltmek istiyoru m .
Sözünü ettiğiniz yapı ları (merkez, u lema, tekke , eşraf vs.) genelde
nasıl bir kutu plaştı rm aya tabi tutabiliriz? Bir an lamda bu çerçevede
bugüne değin yazdıklarınızı , savl arını bütüncül olarak nası l değer
lendi riyorsu nuz?
Ş . M .- Bu birimlerden birinin devlet olduğu n u bi liyorum. Polarite
(kutu p)lerden bi r tanesi devlet ise diğer polariteler neler? Devletin
bir iş yapma türü var ki b u , benim daha önce i le ri sürmüş olduğum
kişilere bağlı olan büyük ağın karşısında olan bir hadise. Çün kü dev
let kişiyi ne kadar kabu l etse de Osm anlı İ mparatorluğu ' nda kişi öte
sinde bir takım kurum lar ku ruyor. Evet do(Jru d u r. Osm anlı İ mpara
torluğu 'nda ilerlemek için bir daireye, bir kaleme giriyorsu nuz ve ora
da kendinize bir patron seçiyorsunuz (sosyoloj i k an lamda bir pat
ron) O doğrudu r. Am a devlet bu kalemi yü rüttüğü zaman (kalem le
rin bütünü) bi rçok İ slami devletten farklı olarak bir bakan lık gi bi yü
rütüyor. Tam bir bakan lık gibi yürütüyor diyemiyorum (Weber'in bü
rokrasi şab lonuna tam man asıyla yaklaşm ış bir şey değil), fakat bir
çok diğer İ slami kuru mdan farklı olarak oraya b i r gidiş var, işi bir
114
bakan lık haline getirme isteği var. Ben Tanzi m at'ın bu kadar ç abuk
ürün vermiş olmasın ı , ancak devletin ku rsağında böyle bir şeyin kal
mış olmasıyla; devletin potansiye linde bu şekle daha çok yaklaştı r
mak isteğinin olmasıyla açı kl ıyoru m . Eskiden beri Osman lı İ mpara
torlu ğu'nda "Weberleşmeye" doğru bir gidiş var. Bu her ne kadar
güdük kaldıysa bile bir eğilimdir; fakat bunun karşısında " buyük ağ"
adını verdiğim i nsan arası ilişkilerden teşekkül eden süreç-kurum
mevcut. Binaenaleyh i kinci polariteyi aradığınız zaman, kabaca, dev
letle çevre arasınd aki i lişkilerde buluruz. Bunu , işleri kişiler üzerine
ku ru lmuş olan topluluk, yani her an lamıyla kişiyi ortaya çıkaran top
lulu kla, bir bloklar toplumu kurmak isteyen devlet arasındaki kutup
laşma (eğer "the n egation of t he person " (kişinin olumsu zlanması)
şe kli nde görebiliriz.
A.B.- B. Badie'nin "Culture et Pol itique" başlıklı kitabında İ slam '
da toplumsal i lişkileri beli rleyen unsurun " toplu msal sözleşmenin
komünoter (cemaatci) nitelikli olup, kişiler arası olm aması" şeklin
de bir savı var!
Ş.M.- Evet , kom ünoter dediği zaman gene bu başka bir şey. Çev
renin komünoter yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu i lginç bir
şey. Fakat bunu yapmak oryantalizmin koymuş olduğu bir kavram ı
ku llan m ak oluyor. O n u n ötesine geçebilir m iyiz acaba? O zam an
polariteleri daha iyi görebiliriz (bilhassa Tanzimat'taki polariteyi). Şim
di, Tanzimat, nizam , t anzim , bun ların hepsi birlikte olan ve bir çer
çeve kurm ak isteyen şeyler. Mesela erleri t alim eıtirdikleri zam an
batıdan gelen sub ayların çok kızdıkları duruml ardan bir tanesi şu:
Subaylarla erler arasında otorite ilişkilerinin içinde başka bi r imaj
aklım a gelmiyor. O ryan t al terliğin şıpırtısını hatı rlatan bir samimiyet
var; subayla er arası nda samim iyet olan bir ordu yürümez diyorlar.
Şim di subayla er arasınd aki bu ili şkiyi kişi ilişki lerinin subay otorite
sinin içine bi r envazyonu olarak gösterebiliriz. Tanzımat ' ın yaptığı
şeylerden bir tanesi bu envazyonu kesm ektir. Nefere diyor ki " sen
'
su bayınla böyle laubali olam azsı n. " subaya d a diyor ki "bırak böy
le dost arkadaş olm ayı , sen ku mandan olarak tamamen başka bir
yerdesin. Sen paket t aşıyamazsın , sen etrafı beyaz eldivenle dola-
1 15
şacaksın ve aranızda bir mesafe olacak ki senin subaylığın onun
erliği ortaya çıksın " Bu çok modern bir şey. Foucault'nun söyledi
ği bir şeye çok benziyor; günümüzde kurumların bir nevi kafesleyi
ci fonksiyonlarını çok iyi anlatıyor .
A. B.- İktidarın mikro fiziği olarak işlevi?
Ş. M.- Evet, bir mikro fiziği olarak işlevi. Gene polariteye gelelim.
Osmanlılar çok çabuk kışla kuruyorlar. Çünkü yapmak istedikleri kur
saklarında kalmış, o devlet açısından yapılması gereken iyi bir şey
kışla kurmak. Buradaki polarite, devletin kurumları arzu ettiği türde
yönetmesiyle, daha yumuşak, laubali unsurları arasında daha ko
lay geçişler olan sistem arasındaki polarite. Onun için bu polarite
den bahsedildiği zaman Badie'nin dediği doğrudur. Ama Baide'nin
dediğinin altında yatan süreci de "disagregate" etmemiz lazım. O
yalnızca güzel bir ilk adım. Ama komünoter dediğimiz zaman aslın
da çatışmalar nerede yatıyor? Şimdi sorunuza cevap vermiş oluyo
rum: Çatışmalar bir bakıma her zaman , bildiğimiz gibi gruplar ara
sında, eşraf ve onu kabu l etmeyen devlet arasında. Polariteyi A ve
B şekline indi rgemek isterseniz, temeldeki polariteyi isterseniz, bir
taraftan devletin devlet ku rma isteğiyle insanlar arası ilişkinin üze
rine ku ru lu olmasının polaritesi gibi görünüyor bana. Bu polarite
CHP'nin de tutumunu çok iyi anlatı r.
A.B.- Batıda sık sık " İslam toplumu" şeklinde genellemelerle kar
şılaşıyoruz. Ancak dinsel söylem le toplumsal tarih arasındaki belir
leyicilik ilişkileri gözönüne alınirsa, Osmanlı-Türk toplumsal yapı ve
geleneklerinin dinsel söyleme eklediği unsurlardan ve belirleyicilik
lerinden ne ölçüde söz edebiliriz?
Ş. M .- Türklerin Orta Asya'dan getirmiş olduklacı bu devlet ve ge
lenekleri, kültür bakımından önceki bazı İslami geleneklerle pek iyi
pekişmiyor. Topluluğun yönlendirilme şekliyle Osmanlılar'ın bu Or
ta Asya gelenekleri arasında bayağı çatışma var.
A.B.- Buna karşın İslam'ın mülkiyet yapısıyla Osmanlı iktisadi sis
teminin benzeştiği ileri sürülüyor.
Ş.M.- Benziyor ama, İslam düşünü rleri içinde "Türkler de hiç be
ğenmediğimiz yeni şeyler getirdi" diyenler çok. İbn-i Tayimiya da
116
onlann arasında. Türkler demiyorlar Moğollar diyorlar; onun için Ana
dolu 'da geçerli bir şey vardır. Cengiz zulmü diye. Bu , şu demek as
lında, gayri-İslami bir takım şeyler getirilmiştir, bunlar İslam'a uy
maz, bunlar Moğollar'dan, Orta Asya'dan gelen şeylerdir.
A B.· Bu ikiliği değerlendirme üzerine bir sorum var. " İslam'ın
monist" yapısının temelde ikincil yapı ların doğmasına engel oldu
ğu söyleniyor. Buna karşı lık Osman lı'da (sizin sözünü ettiğiniz ge
leneksel) sivil toplum ise daha çok İslamı düzeydeki örgütlenmeler
düzeyinde anlam kazanmış. Bu ikiliği bu açıdan değerlendi recek
olursak; Osmanlı patrimonial sistemi unsurlarının bir sentezin doğ
masında ya da etkileşimde daha belirleyici olduğu söylenebilir mi?
Ş. M.· Daha önce söylediğim bir noktayı başka bir şekilde söyle
yeyim. Osmanlıların kursağında kaldığını söylediğim şey. Bir sen
tez yapılmıştır. Ama o sentezin, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde
iki ayn kökeni varmış gibi görünüyor. Biri devlet için yapılması ge
reken şeylerin g,e leneği. Diğeri halk için yapılması gereken şeylerin
geleneği. Bence demokrasiye, demokratik ilkelere bağlılık, devle
tin ve halkın yararını koru ma karşıtlığının uzun zaman çatışmasın
dan ve geliştirdiği siyasi tecrübeden geliyor olabilir. 1 950'de halk
arasında bu kadar çabuk örgütlenme olmasının sebebi, bence, dev
letle halk arasındaki bu diyalektiğin zaman içinde onlara bu beceri
yi vermiş olması . Buna karşılık devletin olmadığı Müslüman ülke
lerde, iki şey birden eksik. Bir tanesi devlet mekanizması. Diğeri hal
kın kendini savunma geleneği. Osmanlı'da bunlar devamlı olarak
çatışma, pay etme halinde oldukları için ikisi de bilenmiş. Yani dev
let bilenmiş bir şekilde ortaya çıkıyor. Halkın kendi menfaatlerini ko
ruması da bilenmiş bir şekilde ortaya çı kıyor. Etrafımızdaki Arap
memleketlerindeki eksikler biraz da oradan geliyor. Bu paradoksal
(çelişkili) bir şey aslında. İşte bu baskıyı yapmadır ki halkın kendi
menfaatlerinin bilinmesini doğurmuştur.
A B.- Sizin de belirttiğiniz gibi Osmanlı'da cemaat yapısı ve Os
manlı patrimonial sistemi olarak iki temel bütün sözkonusu. Bunlar
eklemlenmiş ve farklı bir bütün ortaya çıkmış. Şimdi bu bütüne ta
mamen farklı bir toplumsal gelişmenin , batı devlet modelinin eklem-
1 17
lenmesinin somut son uçları neler old u? Gerek ku rum ların oluşm a
sı nda, gerek dinsel yapı nın gelişmesinde , gerekse ınsan davranış
larının temelinde . . . n asıl yoru m luyorsunuz?
Ş.M.- Şimdi devlet gelişmesi bakımından orad a bir "artı " var. Şu
açıdan ki Tanzimat ' a baktığımız zaman , Tanzimat çok kanun yapı
cı, n izam , talimatname koyucu bir şekilde gelm iştir. Zaten, kanun
kolleksiyonuna, düstu ra bakarsanız. ( 1 9. yy.'ın ortasından beri böyle
bir kanun kolleksiyonu var) neyin, nasıl yapılacağına dair, o zaman
dan beri gayet ayrıntılı şeyler konmuş olduğunu görürsünüz. Onun
için devletin kuru lm asında Tanzimat bir "artı" Nizamname, talimat
nam e , bugün r:ıe kadar bürokrasi varsa Tanzim at ' l a ortaya çıkmış.
O da devletin gelişmesini kolaylaştırmış. Jön Türkler zamanında da,
Atatürk devrinde de. Fakat devletle halkın birleşmesi veya bu luş
masında, o eklenme lerin olm asında büyü k bir kopukluk olduğu mu
hakkak. Kop u kl u k şu açıdan: dinin bütün bu fonksiyonları (önceki
fonksiyoıları) ortadan kaldırı lıyor ve yerine başka bir anlayış ve başka
bir gün lük hayat şablonu ortaya konuyor. Bunun doğrudan doğru
ya fi lmi kopart makla i lgili olduğu nu sanmıyoru m . Olabi lirdi; yani fil
mi koparm ak , insan ın kol u n u koparm ası gibi bir şey olabi lirdi. Ama
ondan daha başka bi r şey var. Her şeye rağm en 1 9 . yy. 'da ve 20.
yy. ' ın başında Türkiye'de en geri yörelere bile biraz ilkokul gitmiş,
ordu gitmiş, köyl üler askere gitmişler; bir dünyaya açılış var. Ve bu
dünyaya açılışın beraberinde getirdiği, bizim çok zaman tefsir ett i
ğimiz şekilde taşrada bir " m edeniyet" aleyhtarlığı, bir geriye gitme
yok. Dünya bir öküzün boynu zu n u n üzerinde duru r , kimse bunun
karşısında bir şey diyemez diye bir reaksiyon yok. Reaksiyon şöyle
oluyor: bizim kitaplarımız, dü nyanın bir öküzün boynuzları üzerinde
durduğunu söyler. Ama i l kokul kitabı bunu söylemiyor. Dünyanın
boşlu kta olduğunu söylüyor. Acaba doğru olan nedir? Şimdi , İ slam'ın
yeni gelişmesine baktığımız zam an, böyle bir du rumdan çı kı ldığını
kabul etmek lazı m . Yani bir şaşkın lık var. Genel bir şaşkınlık ve mo
del lerin hangisi geçerlidir diye samim i bir arayış var. Bu konuda çok
katı olan yerlerin dışındaki yerler yani Anadolu oldukça açık. Prob
lem bu arayıştan ileriye ge liyor. Birisi size şunu soruyor, bize oku l
1 18
kitapları diyor ki dünya bi r öküzün boynu zları üzerinde du rmuyor.
Nedir sizi n cevabı nız? Cevap veren ler de diyorlar ki, bu metalori k
bir an lamdır, bu aslında cazibe kuvvetinin başka bir ifadesidir. Ama
cazibe kuwetini kabul ediyoruz. Yani Newton veyahut da Galile dün
yasının mevcut olup olmadığıyla i lgili bir konu ve buna bir cevap ve
rilebiliyor. Çün kü, güneşin bu sistemin merkezi olduğunu söylemekte
İ slamiyet'e aykırı hiçbir şey yok ve hem en bunu söyleyiveriyorlar
adam lar. Bu arayışın çok hoş bir i fadesini buldum bir yerde; Ana
dolu 'nun epey içerlerinde olan bir beldede sorulan bir soru. Ve o
soruyu soran kimsenin gerçekte Newtoncu görüşü kabul ettiği an
laşı lıyor; diyor ki bu dünya i le cehennem arasındaki mesafenin çok
büyük olduğu nu biliyoruz. Yüzbin lerce , milyon larca, m ılyarlarca ki
lometre. Nası l oluyor da insan lar günahların yükünü bu kadar uzun
bir mesafe üzerlerinde taşıyabiliyo rlar. Şimdi bu soru tam m anasıy
la Newton 'cu bir soru; b u nu 1 6 . yy. 'da bir Müslü man sorm azdı. Bi r
çok İ slami düşün ü r ise Newtoncu görüşü karşılamakta bi r m ahzu r
görmüyor. Fakat karşılan amayan sorular var. Karşılanam ayan so
ruların daha çok günlü k hayat , sosyal hayat , evlilik, arkadaşlık, .kadın
erkek vb. mese leleri ile i lgisi var. Türkiye'de kadın -erkek müna
sebetleri çok me rkezi, çok önemli olduğu için bu konuda soru ları
var adam ların. Diyorlar ki peki biz kad ı n l arımıza haki m olmayacak
m ıyız? Şimdi soru bu şekilde soru lduğu zaman onu cevaplandırmak
çok daha zor. Ç ü n kü Newton ' u anlattığımız zaman yerçekimi diyor
su nuz; sinüs, kosinüs, vb. diyo rsunuz bunlar da matematikten çık
,
1 19
dipte olan ve Atatürk tarafından cevabı detaylı olarak verilmemiş olan
soruları var. Yani bugün bile göremediğimiz bir takım şeyler var. Sa
nıyorum , Türkiye'de en çok satılan kitaplardan biri, Mürşid-i Müte
ehhilin diye 1 870' 1erdeki kadılardan birinin yazm ış olduğu küçük bi r
broşürdür. Şimdi bu broşü r ne diyor. Bir Müslüman centilmen , ka
dınlarla olan i lişkisinde nasıl hareket eder? Şimdi bu var mı ilkokul
da? Bunu çok düz bir şekilde, çok yerde olan bir seviyede anlatı
yor. Daha yeni yeni oku l l ara cinsel eğitim gibi şeyler koyalım diyor
lar; ama bu da herhalde böyle bir takım çok yuvarlak kavramlarla
falan anlatılacak. Müftünün anlattığı ise çok açık seçik bir mesele,
cinsellik, Türk toplumunda kadın erkek ilişkileri. Ama bizim, üzerin
de durabileceğimiz, buna benzer başka şeyler de var. Mesela tica
ret, faizle ilgili olarak bir takım konular. Bunlar da fevkalade önemli
olan konu lar. Ama demiyoru m ki bu Türkiye' de yaşayan herkesin
düşünmüş olduğu konu lar onun için de bu cevaplar, bu İslamca ce
vaplar bu kimseler için önemli oluyor.
A.B.- Aynı çerçevede ele alacak olu rsak, Din ve İdeoloji kitabınız
da ümmet dünya görüşü ve pozitivizmin aynı yörüngede olduğunu ,
ümmetÇi yapının pozitivizmin yorumunu belirlediğini söylüyorsunuz.
Bu yoru mun oluşmasında resmi cu m huriyet ideolojisi ve batılaşma
eğilimi daha etkili olmadı m ı ?
Ş.M.- İnsanlar bir şeyi ne kadar değiştirmek isterlerse istesinler,
tevarüs etti kleri kavramlarla iş görmek mecburiyetindeler. Bu kav
ramlar olduğu gibi kul landıkları kavramlar olmayabilir. Ümmetçi gö
rüşle pozitivizm arasındaki bağın altını belki bugün lerde bu kadar
çizmek istemem. Meselenin ayrıntılarını öğrendikçe konuyu daha
başka bir konumda görmeye başlıyorum . Pozitivizm bence Osman lı
devlet adamlarında olan bir öğe. Tanzimat'a geçmiş olan bir şey.
Tanzimat'tan da Atatürk'e geçmiş olan bir şey ve onun da buna ge
tirdiği yenilikler var. Ama bugünkü halde bunun ümmetçilikle bağı
nın altının çizilmesinde yarar görm üyorum . Yani o ilişkiyi görmüyo
rum .
A. B- Gene aynı çerçevede ileri sürdüğünüz b i r nokta; " İslam di
ninin Türkiye'de çok işlevli bir nitelikte olmasının farklılaşmayla
120
giderilebileceği" şeklinde bir yargınız var. Bugün ise dinsel formel
ya da enformel eylem grupları ortaya çıktığını görüyoruz, toplumsal
farklılaşma, söyleminin değişmediği bi r siyasal farklılaşmayı çerçe
veliyor. Bu , sizin söylemiş olduğunuz düzlemde irrasyonel bir ilişki
oluştu rmuyor mu?
Ş.M.- Yanı lmış olabi lirim . . .
A.B.- Bunu nasıl yorumlayabilirsiniz? Örneğin bugün ortaya çıkan
formel - enformel İslami eylem gruplarının güdülenmelerini, çıkış nok
talarını. Kuşkusuz grupların hem dünyevi hem dini nitelikli biçim len
meleri söz konusu . . .
Ş.M.- Şimdi , zamanımızda eylem gruplarının mikro seviyede ça
lışması bütün dünyada görülen genel bir gelişme ve alt kültürlerin
(gençlik kültürleri gibi çeşitli alt kültürlerin), kültü r gruplarının orta
ya çıktığına şahit oluyoruz. Bu İslami teşkilatlanma herhalde onun
bir yönü olabilir; çünkü bir genel İslami eği lim diye bir şey var, bir
de Şiiler var; Şiiler'in içinde gruplar var; Fundamentalistler var, Fun
damentalistlerin içinde Tekfir ve Hicre gru bu var, Müslüman Kar
deşler var yani çok çeşitli alt dilimler teşekkül etmeye başladı. Ba
na öyle geliyor ki bu bir dünya eğilimi. Bunun Türkiye ile ilgisi ne
dir? Onu bilmekte zorluk çekiyorum. Yalnız şunu açı k olarak söyle
yeyim, doğrusu öngörmediğim bir öğe bu toplulukların parçalanması
öğesi. Bizim şimdiye kadar kafamızda olan entegre toplum imajını
değiştirmeye doğru giden bir gelişme. Ben bundan rahatsızım. Bel
ki tevarüs ettiğim şeylerden bir tanesi topluluğun nispi bir uyum için
de olma isteği olduğu gibi , topluluğun kendisinin de böyle çalıştığı
fikridir. Bu konu beni rahatsız ediyor. Şundan dolayı, bir kere bu par
çalanmanın nerede du racağını bilmek çok zor. Yeni bir dini grup çık
tığı zaman (mesela Ameri ka'daki Moon Grubu gibi) bazan bayağı ,
beyin yıkayıcı ve insanların içine giren, şahsiyetine hükmedici bir
nitelikle karşımıza çı kıyor. Şimdi biz Moon Grubu 'nun meşruiyetini
kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz. Böylece bir problemle karşı
karşıya kalıyoruz. Bir vergi meselesi dolayısıyla Moonlar' ın başla
rındaki kişi hapse atıldı am a, ondan daha derin konu lar var, yani
yarın çok daha baskıcı , çok daha insanın şahsına hükmedici bir di-
121
ni g rup ortaya çı karsa, yahut da he rhangi bir grup ortaya çı karsa
hangi kriterlerle biz bunu yasak edeceğiz. Hangi kriterlerle " bu ra
ya kadar gittiler ama bu ndan sonra yoktur" diyeceğiz. Bana öyle
geliyor ki bu açıdan hü rriyetin felsefi esasları ile i lgili olarak bir prob
lem ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, her ne kadar uzun zamandan be ri
Locke gibi kimselere göz atm adıysam da, ön ümüzdeki yıl ların bü
tün d ünya için en önem l i m eselelerinden bir tanesi bir grup ortaya
çıktığı zaman o grubunu m eşruiyetini sınayacak olan felsefi kriter
lerin neler olduğu sorunu olacak. Bunu düşünm eye başlamamız la
zım. Bu bana geleceğin bir sosyal biliminin son derece önem li bir
yönü gibi geliyor. Bir toplumsal mekan izm anın- nasıl çalıştığını çöz
mek (çü n kü b u , bir saatin için deki zamberekleri filan ayırıp da tek
rar koym ak gibi bi r şey) ço k zevkli ama, ben art ı k bir ahlaki zoru nlu
luk olarak bu çok sevd iğim işten be l ki de uzaklaşacağı m , be lki de
yapamıyacağım bir işi ele almak zo runda olduğumu hissediyoru m .
Bu günkü şart lar altında hü rriyet nedi r, şahsın hü rriyetinin sı nı rları
ned ir, grupların hü rriyetlerinin sını rları nedir diye bir konuyu anla
manın gerektiğine inanıyorum ve her ne kadar eti k, ağı r, zor saydı
ğım bir konuysa da, bu konu larda maalesef okum alara başlamış du
ru mdayım .
A . B . - B u gelişmeleri batı homo economicus'u ndan kaynaklanan
evrimci paradigmaların sarsı lması olarak değerlendirebi lir miyiz? . .
Ş . M .- Tabi, yani eminim ki onunla i lgili , o paradigma ile ilgili oldu
!;')u gibi, felsefemizin yeterli olmadığını da gösteren bir gelişme.
A.B.- Dinsel bölünmeler konusunda başka bir yönden, işlevleri açı
sından b akacak olu rsak dinsel biçimin egemen olduğunu , ancak
dünyevi nitelikli patronaj i lişkilerinin geliştiği bütünlerin bulunduğu
nu söylemek mümkün. Toplu msal gelişme-farklı laşma ve dinsel ya
pıların bu nunla bağıntılı biçimlenmesinin çıkı ş noktaları , son uçları
neler? . .
Ş . M . · Her şeyin kudret ve iktidarla bir ilişkisi vardır. Yani her in
san gru bunun oluşmasın ı n kudret ve iktidarla bir i lişkisi vardı r. Bu
siyaset şeklini alabilir. Dört kişi i le birlikte, ku d ret-iktidar ilişkilerinin
düzen lenmesi şeklinde olabilir. Yani bir küçü k grup içinde kimin baş
1 22
old uğu , kimin karar vereceği ve kimin kim i din leyeceği şeklinde ola
bilir. Onun için bütün insani manifestesyonların içinde bir kudret i liş
kisi olduğuna inanıyoru m . Bu böyle ise, dinse l grupların içinde bir
kudret-iktidar boyutu her zaman olacaktır. Bizim için önemli olan ta
rafı , günlük, yani siyaset dediğimiz al an l a bağının kuru lmasıdı r ve
bu rada tabii patronaj i lişkileri vardır. Pat ronaj i lişki leri olm ası bana
tabii geliyor.
A.B.- Şu anlamda soruyorum , biçim olarak dinsel yapının koru n
m ası, takat onun içinde çok dünyevi bir takım patronaj ilişkilerinin
oluşm ası ... Yani bir tür farklı laşmanın dinsel yapıyla birleşmesinin
meydana getirdiği bir sentez var. Bu , zanned iyorum az önce sözü
nü ettiğiniz konuyu , yan i dinsel eylem gru pları nın ortaya çıkışını da
az çok belirl iyor.
Ş . M .- Ben zaten orad an , yani on u varsayarak yürüyordu m . Siz
aslında şunu demek i stiyorsunuz, di nsel niteliğini kaybeder m i , kay
betmez mi o duruma geçtiği zaman? . .
A.B.- Onu demek istem iyorum aslında, kaybetmiyor; biçim aynı
kalıyorsa da, içerik değiştire rek sürüyor. Bu çok i lginç bir gelişme . . .
Ş.M.- Bence , kud ret ilişkileri daima olmuştur. Yalnız bizim zama
nım ızda b i r alan doğm aktadır. Kamu alanı diyebi leceğimiz b i r şey.
Eskiden kamu yasaları vardı . Şimdi kamunun tanımı değişti, daha
doğrusu , kamunun bünyesi değişt i . Kam u eskiden devlet ve yap
tıklarıyla i lgi li bir şey dem ekti. Ama m odern endüstri toplumunda bir
kam u alanı oluştu ki, devlet le bir değil. Kamu alanı çok daha çapra
şı k bir şey ve eskide n açı k olmad ığı kişilere açık demokrasi yoluyla,
gazeteler yoluyla, yayın araçları yoluyla, kille i letişimi yolu yla. Şim
di, eskiden m ikro seviyede kalabilecek bir grup bugün o kamu ala
nının açılmış olm ası dolayısıyla, doğal olarak bünye değiştiriyor. Çün
kü modern dü nyada kam uya girmek bir i ş yapm a tarzı. Bunu şahıs
olarak yapıyoruz, gru p olarak da yapıyoruz. Onun için bu galiba mo
dernli kle ilgili bir st rükt ü r değişikliğinin beraberinde getirmiş oldu
ğu , herkese ve bütün grup lara vurd u ğu yeni bir damga. Bu kaçınıl
maz gibi geliyor bana. Yani spor faaliyetlerinin bile, o kam u alanı
doğdu ktan sonra. başka bir şeki l almaları zora nlu geliyor bana.
1 23
insan-bilim Açısından Bir Ayraç
1 25
rar var? Bunu açım layabilir miyiz?
Ş . M .- Fol klor konusu nda Tü rkiye' de çok araştırma var. Ama folk
lorun ne demek olduğu konusunda çok daha az araştırma var. Ora
da bir kaynak var. Toplan mış olan folklorun bir nevi analizi ve izahı
lazım b i z e . O rada b ü yü k b i r araştı r m a alanı açı l m ı ş .
A. G.- Belki , ortaya konan ve rilerin incelenmesi bile, örneğin is
met Zeki Eyüboğlu'nun cinsel büyüler derlemesinin sistemleştiril
mesi gibi . ..
Ş.M.- Veyahut da Boratav'ın topladığı masalların içindeki tem a
lardan çok şey çıkarılabi li r. Bu daha yapılmadı.
A.G.- İ nsan-bilim açısından bir soru daha ekleyeceğim. Din v e lde
oloji'nin i kinci baskısına yazd ığınız ön sözde , sem bolik sistem lerin
kitaplı din lerde işleyişi açısı ndan Levi Strauss yönteminin pek ye
terli olam ayacağını belirtiyorsun uz. Bunun gerekçelerini, Arkoun'
un ve önerdiğiniz alternatif yaklaşımın ana çizgilerini kısaca açı kla
yabilir m isiniz?
Ş. M .- Şimdi, stüktüralistlerin bence bir hatası var. O da insanla
rın içinde, benim gerçekten olduğuna inandığım bi r eğilimi gözardı
etmeleri. Bazı stü ktürlerin bir nevi lineaire (çizgisel) bir sisteme gö
re çal ıştığını kabul edelim. Ama bu insanların dine olsun başka bir
şeye olsun "engagement"nını (bağlanma) an latamıyor. Ben Levi
Strauss' u n bir m itos'u bel ki izah edebi leceğini anl ıyorum . Tabii bir
çok kimse gene de bir şey izah etmeyeceğini söylemiştir, ama izah
edebileceğine inanıyorum . Fakat bir şiirin n asıl meydana gelebile
ceğini, insanın hayatındaki şiirselliğin kaynağını anlatabileceğini san
mıyorum . Oysa bence insanların hayatındaki şii rsellik çok önemli
bir şey ve şiirsellik dediğim zam an, işte, şiirin içinde gördüğümüz
ama insanların kendi iç bünyelerinde olan bir şeyi kastediyorum, yani
şiirden d aha geniş bir şey kastediyoru m . İ nsan ların bir spritüel eği
lim i , olduğuna inanıyorum . Benim yaptığım din araştırmalarında bu
nu n başka türlü bir izahı olabi leceğini görmüyoru m . Yani hep böyle
izah edi lmemiş bir noktaya varıyorsu nuz araştı rm ada. Am a bu ken
dini çok başka şekillerde de gösterebilir. U lulukta olur veyahut da
başka bir noktada toplanabi lir. Yani Max Weber'in dediği gibi dini
126
an lam ak için gerekli olan (daha doğrusu anlamak için gerekli oldu
ğunu söylemiyor, fakat d ine karşı m üzikal olma diye bir şeyden bah
sediyor), bu m üzikaliten in hiçbir zaman Levi-Strauss tarafından an
latılam ayacağına inanıyorum. Bi liyorum ki Levi-Strauss'u n sistemi
insan ların gıyabında çalışan bir sistemdir. Ama bu da bana çok şey
söy lemiyor. İ nsanların gıyabında çalışan bir sistem bence in sanla
rın kızgı nlıkları, sevgileri, tutku ları falan hakkında bir şey söylemi
yor. Oysa bu hisler günlük hayatımızda çok önemli. Bunun Levi
Strau ss'u n anlattığı kadar yüksek ve sofistike bir tarzda izah edil
mesine ihtiyaç yok. Daha kaba bir izah tarzı olsun da bana bunu
anlatsın. Çünkü din içinde olan insanlarda, sam imi olarak dine gi
ren insanlarda iki şey gördüm daima. Am a bu i ki şey birbirinden da
ima ayrı ve birbi riyle birleştiremiyorum b u n l arı . Bir tanesi an laşı lır
bir dünya şablonu meydana getirmeye çalışı r, yani dünya anlaşıla
bi lsin , daha doğrusu kai nat an laşı labilsin. Ama bunun yanı nda in
san ın bazı spritüel eğili m le rini tatm in eden bir izah da olsun. Bu iki
çıkı ş noktası birbirinin aynı değil. Biri Descartes'in yapacağı bir şey.
Ö bürü de en d ibinde belki bi r Jung' u n yapabileceği bir şey. İ kisi ay
nı değil gibi geliyor ban a.
A.8.- Bu görüşleriniz önsözde belirttiğiniz gibi, yalnızca kitaplı din
ler için mi söz konusu, yoksa genelde mi? ..
Ş . M.- Bütün dini davranışları kasdediyorum .
A. G.- Koyduğunuz çekinceyi daha da genişletm iş oluyorsu nuz.
Arkoun'u kısaca nasıl değerlend irirsiniz?
Ş . M.- Şimdi Arkoun ' a geleyim . Tabii ki bu bir gerçeği n ası l tahlil
ettiğinize ait bir şey. Bu discours (söylem) konusu da gerçeğin bir
kesiti olarak önemli bir şey ve ben on a çok önem veriyorum . Belirli
bir discours insan ın bu spiritüel eği lim lerini nası l bi r çerçeve içinde
çe rçeveleyeceğini anlatıyor. Fakat spritüel eğilimin discou rs'dan gel
diğine inanm ıyoru m . Onun otonom bi r şey olduğuna inanıyoru m. Do
layısıyla bu eğilim , onu çe rçeveleyen d iscours, ondan sonra da or
tadoksi diyelim, bun lar dini incelediğiniz zaman üç ayrı kesit, am a
o üç ayrı kesitin de bir meşru luğu olduğuna yani metodolojik bir meş
ru luğu olduğuna inanıyoru m. Arkou n'nun metodunun altı nı çiziyo-
1 27
rum: Bir discours'un meydana getirilmesi, bir söylemin ortaya çıka
nlması bence önem li.
A. G.- Sanıyorum , önsözde çok kısa seçilmiş olan nokta bu kez
biraz daha açılmış oldu.
A. B.- Söylem kavramı üzerine ... kültürel kod kavramı yerine söy
lem kavramını yeğlediğiniz sonucunu çıkarabilir miyiz? Örneğin kül
türel kodlann kurumlarına, süreçleri üzerine etkilerinden söz ede
bilir miyiz?
Ş. M.- Evet, yani, gene kod ara bir kavramdır. Söylem, kodun da
ha incelikli bir şeklidir. Onun için bana öyle gelir ki muhtelif söylem
leri bulmaya çalışmak lazım. Kod hoşuma gitmedi deyim olarak. Kod
bir ara kavramıydı. Söylem daha gelişmiş bir şey.
A.B.- Doğrudan kurumları karşılamayan , ama on ların alt yapısın
da bulunan bir etkileme biçimi o zaman söylem.
Ş.M.- Evet.
A.B.· Daha önce konuştuğumuz sivil toplum yaklaşımınıza bu kez
başka bir açıdan değinmek istiyorum. Temps Moderns'deki maka
lenizde, sivil toplum kavramının genelde batı dünyasının bir ürünü
olduğunu, sivil toplum yokluğunun Osman lı toplumsal yapısını açık
lamada belirleyici bir kavram olmadı{jını söylüyorsunuz. Daha ar
tan oranda bir tarihsel-sosyolojik eğilim içinde oldu{junuz söylene
bilir mi? Bundan sonraki çalışmalarınızda sivil toplum (ya da top
lumsuzluk) yaklaşımınız ikinci planda mı olacak?
Ş. M.- Şöyle, gene Montesquieu ve Hegel. Bu konuyu ilk incele
meye başladığım zaman biraz Montesquieu , biraz Hegel biliyordum.
Sivil toplumun olup olmadığı da benim için önemli bir şeydi. Çünkü
bu filozoflar buna öneml i diyorlar. Diğer taraftan , onların modelleri
ne göre sivil toplum var demiş olmalarının onun var olduğu anlamı
na gelmediğini gördüm. İnsan şablonu tatbik ettiği zaman çarpık bir
şekilde ona benzeyen ama tam olmayan bir şey buluyor. Yani şunu
göstermek istedim ki, gene batının kavramları o kadar geçerli değil...
Ş.M.· Bizim topluluğumuz için o kadar geçerli değilse , o zaman
batının düşüncesi de kendi üzerine bir monologdan ibaret midir? Ya
ni bu düşünce batı kurum larının batılılarca anlaşılması için onların
128
yaptıkları bir m onologdan ibaret m idir, diye düşünmeye başlıyor in
san .
A. B.- Bu soruyu sorm am ın nedeni belli bir çevrede yaklaşı m ı nı
zı n sivil toplum merkez li olduğu düşüncesinin sürm esi . Aslında siz,
araştırm alarınızd a daha farklı laşmış ve daha özgün bir yere geldi
ğinizi söylüyorsu nuz.
Ş. M.- Evet. O bir ara yerdi. Dediğim gibi insan a en çok öğrettiği
şeylerden bir tanesi de Montesqu ieu ' n u n d üşündüklerinin o kadar
üniversal olmadığı.
A. B.· Bununla bağlantı l ı bi r şey sormak istiyoru m . Batıda son yıl
lar d a gelişmeci ve yen i-davranışçı paradi gmaları aşan tari hsel
sosyolojik bir akı m egemen. Bu akımın en önem li özelli klerinden bi
risi de m akro bütünlere dönüş yapması . Sizin bu gelişmelerden et
kilenmeniz, ya da on larla eklemlenmeniz söz konusu oldu m u ?
Ş. M.- Yok, değil. Aksi isti kamette gidiyorum zannediyoru m . Me
sel a bu spiritüalite denilen şeyin ne olduğunu ben tam anlamış de
ği lim . Ama an lamak isterim . İ nsan ların b lok yapılarıyla kişi yapı ları
arasındaki ilişkinin ne olduğunu merak ediyoru m .
A.B.- İ zin verirseniz b u noktayı biraz açalım. Yazdı klarınız ve söy
ledikleriniz değerlendiri ldiğinde, batı topl u m l arının sınıf olgusu , do
ğu toplu mlarının ise kişi i lişkileri tarafından beli rlendiği ortaya çıkı
yor. Bu çerçeveyi doğ ru kabul edersek . . .
Ş . M . Evet . . .
A. B.- B u çerçeve Osm an lı-Türk toplumunun anlaşı lmasında, ge
liştirilmesi gereken bir kişilik kuramının önemini vurgulamaz mı? Böy
le bir kuram olm aksızı n bütüncül bir açı klama olabilir mi?
Ş . M .- Şimdi kişi lik i ki an lamda olabi lir, hangisini kastettiğin izi an
layalım . . .
A.B.- Soruyu sizin çalışmalarınız çerçevesinde tartışılan noktalar
dan biri olduğu için soruyorum. Sizin , Türk insanını bütün olarak an
lamaya yönelirken bu insana ilişki n bir kişi lik kuramının arayışı için
"
de olduğunuz ileri sürü lüyor. Ayrıca örneğin kitabınızda ku l landı ğı
nız bir E rikson modeli var . . .
Ş . M . - Anladı m. Yok o yan lış, yan i öyle bir şey d üşünmüyoru m .
1 29
Kişi dediğim zaman şunu o rt aya koymak lazım (belki bunu en iyi
Birds Geertz ortaya koymuş): toplu luğu an lam anın i ki şekli var. Sos
yal strüktür olarak anlayabilirsiniz veyahut da sosyal i lişkiler olarak
anlayabilirsiniz. Ben İ slam ' ı , Osm anlı 'yı ele ald ığım zaman sosyal
ilişki ler olarak incelemenin bana daha çok şey an l att ığını görüyo
ru m . Sosyal st rü ktü r olarak yaklaşmanın pek t abii bir faydası var
am a, sosyal i lişkiler açısı insanın daha derine gitmesini mümkün kı
lıyo r. Strü kt ü r insanı bir yerde tutuyor. Şim d i , sosyal st rü ktü rün ki
şiler üzerinde bağlı olduğunu söyleyebi lirsiniz. Ama sosyal i lişkile
rin kişiye bağlı olması, o kişi nin bir ki şiliğe sahip olması anlam ını
taşımaz. Ben bu rada bir ilişkiler ağından bahsetmek istiyoru m. Yok
sa, bir Türk kişisi , bi r Tü rk kült ü rü gibi şeylerle kesinlikle i lgim yok.
A. B.- E k olarak , benim de çok merak ettiğim bir kon u . Din ve i de
oloji kitabınızda kullandığınız ve " kimlik geliştirmede önemli bir mo
del temin ettiğini" söyled iğiniz Eri kson modeli h akkında bugün ne
düşünüyorsunuz? Tekrar yazsaydınız, aynı şeyi mi yazardınız?
Ş.M.- Şöyle; biraz cesaret etmişim onu kullan m akla. Ampirik ola
rak Türkiye 'de bu bunalım ların ne kadar merkezi olduğu nu o zaman
da bilmiyord u k , şimdi de bilm iyoruz. O bir benzetmedir. Ama elde
başka i m kanlar olmadığı için yapı lmış olan bi r benzetmedir. Erik
so n bu işi an lattığı için be l ki benzeyebi lir diye yapı lmış bir benzet
medir. Doğrusu ondan daha işe yarar bir model bulam amıştım o za
manlar.
A. B.- Bu kaygunun arkasında davranışçılık postülaları yatmıyor
du öyleyse . . .
Ş . M . - H ayır, ben davran ışçılıktan çok, kişinin toplu m a katıl ması
nın gözön ünde tutu lması gerektiğini söylüyord um ki , bu çok farklı
bir şey._Benim aradığım psiko-dinamik Erikson'daki psi ko-dinamikten
daha farklı , daha insan ın içinden gelen bi r şey. Yani dışa uyum ko
nusuyla daha az ilgili olan , insanın kendi kişiliğini geliştirmesini, oluş
tu rmasıyl a ilgili bir şey. İ nsan ı n kültü ründen gelen ve bel ki de arşe
tip al bir olay . . . ; çok bilmiyoru m doğru mudur, yanlış mıdır. Yan i bi
raz zayıf bul uyorum o arşetip kavram ını am a, insanın kendi kültü
ründen gelen söylem iyle , o söylemden yararlanarak bir kişinin ge-
1 30
lişme sürecini d üşünüyoru m . Eri kson ise meseleyi bir topl umun içi
ne soku lan , bir durumun içine sokulan bir insanın zaman zaman kar
şı laştığı bunalımlar gibi görüyor. Bu ban a anlamlı geliyor. Fakat be
nim işim daha çok insanın kendisini kültüründen aldığı araçlarla nasıl
insan yaptığı.
A.B.- " Some Aspects of Middle East Sodology" başlıklı m akale
nizde Türk topl u m bilimini değerlendiriyorsunuz ve en önem li özel
liklerden birisinin pozitivizm ve etkilerinin doğurduğu erekçilik oldu
ğunu ileri sürüyorsunuz. 1 960' 1ar sonrası fonksiyonalist okuldan kay
naklan an bir takım paradigmaların bu yapıya eklem lenmesi nasıl bir
sonuç doğu rdu ? Bu ekolün kat kı ları ileri sü rüldüğü gibi erekçi likten
bir kopu klu k oluşturdu m u ?
Ş . M.- Türkiye' d e insan lar genellikle fonksiyonalizmi çok seviyor
lar. Çünkü fonksiyonalizmi ku ll andıkları zam an kendi lerini rahatsız
eden bi r takım problem leri cevaplandırmadan toplum konusunu ce
vaplandırabiliyorlar. Kendini rahatsız edebilecek olan problemlere
el atmadan . . . yani tam amen mekani k bir şekilde. Türkler çok iyi mü
hendis çı kanyorlar. Akıllı sosyalbilimciler de Türkiye'deki akı l l ı mü
hendisler gibi iş yapıyorlar. İ lginç olan taraf şu: He rhalde top l u mu n
içinde insanl arın kendi Üzerlerine inmele rine engel olan b i r takım
düşünce kalıp ları da var.
A.B.- Bu çerçevede, B i rnbau m ' u n yaptiğı ayrım , tannsal düzey
de beli renen i ktidar-otorite ile siyasal yaşam düzeyinde belirlenen
i ktidar-güç ayrımı ne ölçüde ku llanıl abilir? Bu ayrımdan kaynakla
nan belirleyici söylem toplumbil im de derinliğe inmemizi engelleyici
bir unsun olarak gösterilebilir mi? Aynı şekilde Türkiye'de toplu m
bilimdeki düşünce ü retiminin daha ç o k bu söylemin izin verdiği ça
tışmalar ağıyla sın ı rlı olduğu söyle nebilir mi?
Ş. M.- Bu bir cevap değil am a, bir başlangıç cevabı olabilir. Çün
kü hep böyle "pratik" insanlar görüyoru m Osm anlı'da da, Cu m hu
riyet aydınlarında d a . Pratik insanların çok güçlü bir tarafları var. Bazı
şeyleri görü rler, üstüne gidıp onun için bir ' reçete ararlar. Mese la
Osm an lı devlet ad am ları eşraf ve ayanın ne güçte oldu ğunu çok iyi
an lam aya çalışıyorlar. Kabilelerin, m u htelif din gruplarının ne zaman
1 31
harekete geçecekleri konusunda dosya falan tutuyorlar. . . Eskiden
beri bu işleri çok iyi biliyorlar ve bilgi var ellerinde ve bu işlerin he
men üstüne gidiyorlar. Çok iyi pratik bir siyaset bilgileri var. Yalnız
bunun yanında bir merak azlığı var. Bütün bu çok akıllı pratik insan
larda " bu işin esası nedir, bunun dibindeki temel öğeler nasıl çalışır"
gibi sorulara inmek yok. Osmanlı devlet adam larında siyasal zeka,
işin pratiğini çok iyi bilme, beraberinde çok derin bir siyasi felsefe
anlayışı getirmiyor. Şimdi sosyal bilimlerde de öyle Türkiye' de; be
lirli bir paradigma ile çok yüksek değerde iş yapan sosyalbilimcile
rimiz var. Ama merak unsuru yok çoğu zam an. Yani bu paradigma
aslında ne kadarını izah ediyor, ne kadarını saklı tutuyor merakı yok.
Bir paradigmayı veri olarak kabul edip, o paradigmaya göre çok üs
tün seviyede bir cevap bulmak var. Bu merak azlığı bana bizim özel
karakterimizden biri gibi geliyor.
A. B.- Buna batı/doğu, irrasyonel/rasyonel ayrımını katmak gere
kir mi?
Ş.M.- İşte bağlı birbirine bunlar.
A.B.- Yine aynı makalede sayısal göstergeler üzerinden hareket
eden, daha çok ampirik bfr okul olan ve olgucu pozitivistler diya de
ğerlendirdiğiniz bir çevre var. Bu çevre makalenizden bu yana ol
dukça etkinlik gösterdi. Bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ş.M.- Tabii bir sosyal hadiseyi anlamak için sayısal verilerin kul
lanılmasının zorunlu kıldığı alanlar var. Türkiye'nin nüfusundan baş
lamak üzere, sayısal çalışmaların bence Çok büyük bir önemi var
ve Türkiye'de o konuda çok iyi çalışmalar yapılıyor. Mesele meka
nizmaların nasıl işlediği noktasına gelince, orada mevcut paradig
malar, bunları izah etmeye kafi gelmiyor. İlk defa olarak bir meka
nizmanın nası l çalıştığına karşı Marksizm le bir merak uyandı ve ba
zı izah denemeleri yapılmaya çalışı ldı. Bazı başarı lı izahlar oldu ben
ce. Ama az sayıda. Yine de Türk Marksizmi dünyanın en sığı Mark
sizmi demiyeceğim ama, dünyadaki sığ Marksizm ler içinde yer al
dığını sanıyorum.
A. B.- Bu batı "hama economicus"ünü kaynak alan Marksizmin
Osmanlı-İslam potası içinde erimesinin (ya da erimemesinin) sonu-
1 32
cu olabilir mi?
Ş . M .- Buna benzer ama daha basit bir şey var. Yani batıda olup
bitenleri anlam ak için zaman azlığı liseden başlıyor. Türkiye 'de lise
eğitimi diye bir şey yoktu r. Hele felsefe anlamında hiç yoktur. Fran
sa' da lise öğreniminden geçm iş olan bir kimseye nazaran üniversi
teye geldiğimizde, i ki yıl gerideyiz. M arksizmi anlamak için bence
yalnız kitap okumak yeterli değil , bir de genel kültür olm ası lazım.
A. B.- Türk siyasal bilim inde son 1 5-20 yılın tem el özel li klerinden
birine değinme k istiyorum. "Amerikan sosyoloji"si olarak ad landı
rılan egemen akımın önemli ölçüde Parsons'un Weber yoru muna
dayalı olduğunu bi liyoruz. Ancak Parsons'un Weber yorumu oldu k
ça tartışm alı bir yoru m . Ö rneğin tarihsel öğenin tümüyle dışlandığı
ile ri sürülüyor, başka deyişle bir yabancılaşm a söz konusu , Türki
ye'de özellikle 60'1ı yıllardan son ra bu akım güçlenmeye başlandı,
ancak Amerika'daki yapısının dışında bir yapı kazanarak. Sonuçta,
bu akım ın Tü rkiye' ye u laşm ası bir çifte yabancılaşma çerçevesinde
oldu . . .
Ş. M.- Evet çok doğru . . .
A. B.- Bun un Türk siyasal bilimi üzerindeki etkisi , sonuçları , neler
oldu?
Ş . M .- Şim di geri kalma var. Geç kalma var. Sosyal bilimlerde de
geç kalma diye bir şey var. Bir de bilimin yapılış tarzının Tü rkvari
bi r şekli var, ilm iye ' den gelen geleneksel biçimde. Tü rkiye'de bilim
mutlak olanı bilmektir. Ve bir şey vardır, o bilinir, soru işaretleriyle
gelmez. İ kincisi " Reasearch papers" gibi yazı tipl eri yoktur, gele
neksel İ slam ve Osmanlı kültüründe arenada karşı karşıya argüm an
teati edi lir. Birçok zaman lar padişah lar bi r şeyin hakikatini bilmek
istedikleri zam an , iki ayrı reasearch papers okutmuyorlar. Ad am la
rı getirip orada mün akaşa ettirtiyorlar, böyle bir gelenek var. Şimdi
bu geleneğin iyi tarafı da var, fakat yozlaşmış şekli de var. Gelene
ğin yozlaşm ış şekli şu : Ben senden daha iyi bilirim. Türkiye'de bi
lim "ben senden daha iyi bilirim" demek it;:in yapılıyor. Tü rkiye'de
bilim "yapm a"nın bu i ki özelliğini yan yana getirdiğiniz zaman belli
bi r müzakere ve m ü nakaşanın daha uzun sürmesi ihtimali var. Da-
1 33
ha uzun sü rmesi i htimali var, çün kü bir takım kişisel faktörler orta
ya çıkıyor. Yani bu bir burun sürtme şeklini alıyor. O burnu sürtülen
adam da; "yaa, ben de senin burnunu sürterim şeklinde ... " tepkisi
ortaya çı kıyor: o da aksini idd�a etmekten ileri gidemiyor. Yani Ame
rika'ya gidip de belirli bir kuşakta belirli bir şey öğrenmiş olan bir
kimse, onu ters çevirip , yani ters yüz edip yeniden bam başka b i r
şey öğrenmek istemez. Ama bunun yanında b i r de m esleki b i r re
sistance var. İ nsan etrafında birçok insanları yetişti riyor, bir kere gir
miş o döngünün içine; insan lar yetiştirecek, doktora yazdıracak. Bir
de biraz inatlaşma konusuna gelince, ona daha da sert bir çerçeve
çizi lmiş oluyor. Her şey de gitti kçe daha çabu k değişiyor: kaldı ki
Türkiye' de kitap satın alm ak o kad ar pahalı ki, bu izahı en basit yö
nünden alsan ız, Türk bili m davran ışının niteliğini ortaya çıkarabilir.
Yani olacak şey deği l, ben bıraktım kitap satın alm ayı. Arkadaşlar
dan l ngiliz Kültür Heyeti'nin bilmem l ngi ltere'den getirip de mikro
filmini alıyoruz. Ondan sonra beş tane mi kro fi lm yapıyoruz. Her bi
rimize 800 TL.'ye falan geliyor. Uğ raşm ak lazı m kitap okumak için.
A B.- Bildiğiniz gibi ilk kitabımızd a sizin Çevre-Merkez i lişkileri
başlı klı m akalenizi yayım lıyoruz. Bugün , yazı lışından 12 yıl sonra bu
yazıyı n asıl değerlendi riyorsu n uz?
Ş.M.- Şimdi maalesef benim bütün makalelerim programmatik olu
yor. Programm atik'ten şunu kastediyorum: Bi r konuyu ortaya atı
yoru m ve ondan sonra o konunun daha da incelenerek bu işin böy
le olup olm adığının başkaları tarafından irdelenm esini bekliyoru m .
O açıdan çok fazla yanıt gelmedi. İ nsanlar kullanmaya başladılar
bunu am a; bu incelemenin daha ayrıntılı, incelikli bir modele falan
sokulmasını bekliyord u m . O tipte teorik bir çalışma görmedim şim
diye kadar. Ama, çoğu zaman bir meseleyi ortaya attığım zaman
bu konu yüzde yüz böyledir, diye düşünmüyorum , yani çok endişe
lerim de oluyor: Belirli bir bir konuda acaba bunun ne kadarı doğru
id i, bunun yüzde kaçı on sene sonra, yirmi sene sonra, doğru ola
cak gibi. O konunun daha ayrıntısına gidilip aşı l m asını bekliyoru m .
Şimdi kendim de onl arı depase etmek için çalışmalar yapıyoru m .
Sanıyoru m ki bu çalışmayı n asıl aşmaya çalıştığımı anlattım. Orada
1 34
kendime bir çerçeve ku rdu m , o birinci istasyon hakkında, bu ndan
sonraki istasyonlarda daha ayrı ntılı neler söyleyebileceği m i anlat
maya çalıştım.
A B. - Bu nunla birlikte çevre-merkez yaklaşı mının temel dinam ik
leri üzerinde görüşlerin izde büyük değişiklik yok diyebilir miyiz?
Ş. M.- Hala önem li olduğuna inanıyoru m . Her ikisinin de mesela
bir dünya sistemi içinde değerlendirilmesi , yeni bir açı sağlardı. Onun
da yapı lması gereken bir şey olduğuna inanıyoru m. Am a d ünya sis
temi üzerine çalışan kimseler, mesela direkt olarak d ünya sistemi
nin mevcudiyeti bu oyu nun ku rallarını n ası l değiştirdi? Onu görmek
isterdim . Biraz yanlış anlam alara yol açan şeyler yazdığımı biliyo
ru m . Dogmatik okuyor. Am a sizin kuşak larınız daha başka şeyler
yapacaklar.
1 35
Atatürk ve
Türk Devrimi
1 37
Atatürk Devrimlerini Hazırlayan Faktörler
(Siyasi Batıhlaşmamızda Üç Engel) *
s.50-63.
1 39
taya çıkmış bazı zorluklarla ilgilidir.
Şimdi birinci konuya geçelim. __Atatürk devrimlerini� derinliklerin
de yatan fakat genellikle üzerinde durulmayan bir felsefi tem�.!..!.��!.!.
insanın kendi
i mu
. " kadderatına
- - hakim
- olabileceği fikridir. Bizzat Ata-
··· · -· · ·· ·
tÜ�k;·Ü�· �a�railı Şi8iı öCı� t;elireri i:Yim58r"iiı<: 50t>ai v0 1<0rıdine güven
bunun bir belirtisidir. Toplumu belirli yönlere doğru çevirmek için
girişilen böylesine ısrarlı bir çaba ancak bu çabanın bir tesiri olabi
lece{line inanılırsa bir mana kazanır. Bu itibarla, diyebiliriz ki, Ata·
türk'ün devrim lerinin tümü arkasında yatan en derin ve kapsayıcı
felsefi temel insanın çevresi üzerinde hakimiyetini kurabilece{li inan
cıdır.
Aranızda böyle bir inancın tabii olarak insanlarda var olduğuna,
böyle bir davranışın ayrıca bir felsefi temele dayanmadığına inananlar
varsa, onlar için bu unsurun üzerinde eği lmek lüzumsuz gibi görü
nebilir. Aslında ise , insanın çevresine hakim olabileceği, onu yo{lu
rabileceği inancı ve insanın insanlığını bu yolda gerçekleştirdiği fel
sefesi "tabii" , bir inanç, eskiden beri kabu l edilegelmiş bir düşün
ce değildir. Bu açıdan sınırlı bir kültür çevresinin ve belirli bir zama
nın mahsulüdür. Bu düş�-��-�.!.��aca, __Renaissance sonrası Batı_��
rüşünün özelliğidir. Bu yeni d � nya görüşü en belirgin nitelikleriyle
_ .
>ÇVlll'inci ası r Avru�_@şün.��-l�_!L!r...�sında ortaya_��'!'.!..��.:..
Böyle bir düşünce ve dünya görüşünün ne dereceye kadar bir özel
lik taşıdığını anlamak için o devirde Osmanlı İmparatorluğunda ka
za ve kader hakkında, insanın tarihe hakim olması hakkında düşü
nülenleri Avrupa düşüncesiyle karşılaştırmak kafidir.
Osmanlı aydın ları arasında insan iradesi konusunda en çok ge
çen kuram, İslami bir görüşten mülhemdi. Bu görüş açısının bize
tesir etmiş olan bir örneğini Xl' inci asır İslam düşünürü İbn-i Sina'
da bulabiliriz. İbn-i Sina'nın bu konudaki fikirleri daha sonra XV'inci
asırda Celaleddini Devvani ve nihayet XVl l'nci asırda Türk ahlakçı
sı Kınalızade kanalıyla Osmanlı kültür alemine yayılmıştı, İbn-i Si
na'nın Kitab-ül-lşarat Vettenbihat adlı eserinde görülen bu kura
mın ana ilkeleri şun lardı: Dünya üzerindeki bütün olayları meydana
���ir_��--�!_l_a._��-�����-��!:i_i_�-��---���9 8. .Y�.'Y..� �-�-�-� �---�.IJ.ı.�9�-��-�El.���-I
..
140
eder, fakat bir "varlıklar zinciri" vasıtasıyla yeryüzüne bağlanır. Bu
vaiiii<i"ar-zinc.iri"Afıatı;ıniiacie·s·i-n·ın··tiü···;.;a·iTı i<i·a;.·i·ı<aCieme ..i<aC1em0··e-i:
-ki " " " f
ıeyerek, ye ryüz üne inm"e"s ini sağlar. sü" iinc. rin halkalarından"i:iirr
- "
·9ök"S8Tvariii<·iar-;-;0ri··Kalkasi·-aa1rı·san·a·ir.- rı p kı fiaci"eTie oicili�l.l 9i ı:ıi
·anlama kabiliyeti, zeka da Allah'tan insanlara ayrıı şekli alan bir zin- .
cirle intikal etmektedir. 1
·şim.Cii-t>ü ŞekÜde-kl. tifr. zincirin en belirgin niteliklerinden biri insa
na iradesini kullanma imkanını tamamen inkar etmemesidir. Zira,
.
insan J\liah";·in -iiaCiesiiie iiö"ö"rliCiail<iö�rl.l:Ya-Cıe�ff;· t�k"�I doıav; siyıe.
.
" Nef'i gecenin gündüz olmasının insana her şeyin fani olduğunu ihtar eder.
Şinasi i se aksine hilal i n kamer olmasının insana ömründen bir gün daha
kaybettiğini haber verdiğini yazar. Nef'i bu alemi n bir rüyaya benzediğini ,
bir göz yumup açı ncaya kadar geçt iğini yazar. Şinasi ise bu güzel kainatın
bir yalan olduğundan pek emin değildir. Nel'i Tanrı i nayeti ol madıkça hiç
bir şeyin fayda vermeyeceğini söyler, Şinasi ise insanın mahiyetini ispat eden
şeyin iş ve eser olduğunu yazar. "4
1 43
Şinasi'nin dışında Avrupa'nın R asyonalizm akımına katılabilenlerin
sayısı , hatta İ kinci Meşrutiyet ' in i l anından sonra bile yok denecek
kadar azdı. Abdu llah Cevdet gibi bir düşünür bunun istisnalarından
birini teşkil eder.
İşte Atatü rk, Batı d üşüncesinin esasında yatan Rasyon alizm ' i ve
kendi çevresine hakim bir ınsan görüşü kab u l etm ekle bu ikiliğe bir
son vermiştir ve düşünce kalıplarının o zamana kadar gemleyici özel
liklerinden bizi kurtarmıştır. Atatürk'ün insan ın kendi çevresine h a
kim olmakla en yüksek insanlık belirti lerini ortaya çı kardığı inancını
kendi davranışında ve d emeçlerinin hemen hepsinde görmek müm
kündü r. G ençliğe hitabı belki bunun en be lirgin örneklerinden birini
teşkil etmektedir. Atatürk devrim lerinin en derin kısm ını teşkil eden
bu görüşün memleketimizde yerleşmesiyle de Batılı davranışı da ken
dimize m al etmeyi en kuwet li teminata bağlamış bulund u k,
Şimdi bugün incelem e k istediğim sorun ların i kincisine, Osm anlı
İmparatorluğu'nda "verimlilik" mefhumunun yerinin aran masına ge
çiyoru m .
Bilindiği üzere Osmanlı İ m paratorluğu'nun gerilemesi ile beraber
gelm iş olan u nsu rlardan bi ri İ mparatorluğun gelir kaynaklarının ku
ru m ası ve devletin fakirleş mesiydi. Bu faki rleşmeyi , genel an lam
da, Osmanlı İ mparatorlu ğ u ' n u n , kapitalizm ism ini verdiğimiz, çok
belirgin n iteli kleri olan bir gelişmeye iştirak etmemiş olm ası şe klin
de kıymetlendirebiliriz. Avrupa'da ticaret gelişirken, büyük ticari ör
gütler teşekkül ederken , Osmanlı İ m paraıorluğu'nda iç ve dış tica
ret önemini kaybetm işti. Avru pa'da XVl l l inci asrın sonlarından it i
baren end üstri devrimi ism ini verdiğimiz bir oluşun içine girm işken
Osmanlı İ m paratorluğu 'nda aksine m evcut m am u l eşya yapan ipti
dai m üesseseler zam an la ortadan kalkmıştı . Osmanlı İ mparatorlu
ğu böylece yalnız ham m adde kaynağı olarak fonksiyon görüyord u .
Osmanlı İ m paratorluğu'nun bu vetireye iştirek edemeyişi daha ay
dınlan m amış bir konudu r. Ancak genel olarak bu akı m a iştirak et
meyişimizin sebepleri h akkında eldeki ipuçları bu i ktisadi geri leme
yi bazı noktalara dayandı rm am ızı mümkün kılıyor.
Osm anlı İ mparato rluğu 'nun m u htelif mü esseselerini birbirine ke-
144
netleyen ve on ları ayakta tutan harç, gaza ideolojisi , devletin sın ı r
larını mümkün olduğu kadar genişletme çabasıydı . Bu itibarla, İmpa
ratorlu kta iktisadi faaliyet konusunda h akim zihniyet "verimi art
tı rmağa" değil, kı lıcının hakkiyle yeni gelir kaynakları elde etm eğe
yönelmişti. Bundan dolayıdır ki, Osman lı ' lar için harpte m ağlüp ol
mak ve toprak kaybetmek bir gelir azalm ası m anasına geliyordu . Di
ğer taraftan, Renaissance'dan sonra Avrupa' da askeri güç yeni şe
killer almıştı. Bu yeni beliren disiplinli piyade ve topçu birliklerine
karşı koymak için gene ayni tipte askeri birliklere ihtiyaç vardı. As
kerlerin Batı yöntem leriyle yetiştirilmesi, daimi olarak talim ettirilmesi
ve kendilerine maaş verilmesi için de yeni gelir kaynakları bu lmak
icabediyordu. Başka bir ifade ile bir taraftan devletin gelirleri azalı r
ken diğer taraftan da giderleri çoğalıyordu. Devletin bu zor d u rum
karşısında aradığı hal çareleri yu karda bahis konusu ettiğim iz ikti
sat bilgisi eksikliğini açıklaması bakımından ilgi çekicidir. Zira, mü
racaat edilen u su ller oldu kça mahduttu ve üç ana hal çaresi etra
fında toplanıyordu: Osm anlı İnıparatorluğu ' nda bir zaman lar iyi iş
leyen ve asker temini ile yakından ilintili olan toprak sistemini eski
haline getirmek, para basmak veya vergi yükünü arttırmak. Fatih
Su ltan Mehmet zam anında, Profesör İnalcı k'ın5 bulduğu üzere, yeni
askere i htiyaç hasıl olduğu zaman , Padişah, sipahilerin adedini art
tı rmağa gitmişti. Sipahilerin askeri hizmetlerinin karşılığı ise nakit
olarak değil, fakat kendi lerine veri len bir vergi toplama imtiyazı ile
veriliyordu. Buna Timar sistemi deniyordu . Osmanlı İmparatorl��u.·
nun bir özelli�� mparatorluğun g�riıe..ı:rıes��_i_ anlayaı:ıların bile uzun
-
�:a!Tl:a.n !i lTl:ar. _si5.�E!.':'1.i �-�X�.� i-�e.n yürürlüğe koxıı:ı a.k.tan �-a.��.a.. �lU'..�:
.
-�� t e.�li� ede n_:ı�-� i ! <:> ı.':'1 (3:�� r.!.��r.:..��-��-k��9.�- BeJ_!.JIB!���-e Katip Çe
_ _ -
.!_e_�J_ nakit karşılığı hizmet gören askerlerin artışının zaru ri olduğunu
anlamamışlar, bu gibi askerlerin adedinde bir kısıntı yapılmasını tav
siye etmişlerdir. Bu gibi. ıslahat taraftarları arasında bi�ara ekono
�-isine karşı ! onu aniam am���-�- -�ı��!..�e ı e�.9�!.i n bi� korku seziliyor.
Durumu, bugün kullandığımız iktisadi tab�rlerle kıymetlendirirsek,
Osm anlı İmparatorluğu 'nun iktisat politikasında "verim" mefhumuna
hemen hemen hiç ehemmiyet verilmediğini söyleyebiliriz. Rasyo-
1 45
nel işletme , çalışmaya önem verme, ticareti teşvik etmek için ted
birler alma, ilkel de olsa Batı devletlerinin artık iyice kullandıkları bir
para ve altın politikası tatbik etme, bunlar Osmanlı İmparatorluğu '
nda bilinmeyen şeylerdi.
Yeni usullere ve Avrupa' da görülen açık iktisadi gelişmelere Os
man lı İmparatorluğu ' u nda bu derece yabancı kalınmış olmanın se
bepleri hakkında bildiklerimiz çok azdır. fakat gene burada da Os
manlı sisteminde devletin toprak sistemine ve bu kanalla iktisadi ha
yata h akim oluşu mühim bir rol oynamışa benziyor. Genel olarak
diyebiliriz ki Osman lı toplum unun teşekkü l tarzı , devletle fert ara
sındaki münasebetler, ferdin Batıda olduğu kadar serbestçe geliş
mesini engellemiş olan bir u nsu rdu . Bilhassa Batıda büyük şehirle
rin kendilerine şehir olarak verilen bazı im tiyazlar sayesinde geliş
melerinin Osmanlı İmparatorluğu'unda benzerine rastlanmamakta
dır. Osmanlı iktisadi sisteminin bir neticesi de iktisadi "verim" mef
humunun anlaşılmamış olmasıydı.
XVl l l inci asrın son unda itibaren Avru pa'yı tetkike giden devlet
adamlarının tesiriyle Osm anlı İmparatorluğu'unda yanlış bir yol tu
tulduğu ve devletin fertleri vergi için sağan ezici bir mekanizma ol
maması gerektiği inancı yerleşti. Fakat, birkaç asırdan beri Avrupa' da
yerleşmiş olan bu fikir Osmanlı İmparatorluğu 'na çok geç geldi. Du
rum bir daha değişmişti: Avru pa' lı lar artık faaliyet sahalarını geniş
letmişlerdi. Orta Doğu 'da kesif bir iktisadi nufuz etme siyaseti baş
lamıştı. Batı , Osmanlı İ mparatorluğu'na mallarını satmak ve karşılı
ğında u cuz hammadde almak istiyordu. Böylece Osmanlı İmpara
torluğu yeni bir sorunla karşı karşıya kalmıştı : Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun iktisadi gelişmesi lüzumu artık kabul edilmişti. Şimdi bu ama
ca varmak için daha ucuz mam ü l eşya vadeden Batı kapitalizmiyle
işbirliği mi yapmak lazımdı , yerli iktisadi faaliyeti ziraat sahasına mı
münhasır kılm ak lazımdı, yoksa yerli sanayii korumak ve teşvik et
mek mi lazımdı?
i l . Mahmud ve Abdü lmecid zamanında girişilen bir sanayileşme
teşebbüsü kısa zam anda iflas etti. Osman lı devlet adam ları, bun
dan dolayı, uzun zaman bir sanayileşme hareketine gi rmek cesare-
1 46
tini kendilerinde bulam adılar. Böylece dış borçlara girişmek fikri or
taya çıktı. Fakat gene de yapılan borçlann mem leketin iktisadiyatı
nı geliştirme yolunda sarfedilmesi sağlanam adı . Osmanlı İmpara
torluğu' nda böyle bir işin zorluğu kabul edilmelidir. Bunu n la bera-
ber �-��9.!:ı .�-�---�-��-�l�m �-� rı_!:ı altında iktisadi faa!.��t_i�...ITl�k?.ı::t ��mas�
.
" Biz ne zaman ibretbin olmağa başlayacağız. Biz ne zaman netaic-i ili·
barımızı fiile çıkarmağa çalışacağız?
Bir fabrikamız yok. Mülkümüzde san' at ne ile ileri gider?
Bir şirket tesisine muvaffak olamadık . Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir
Müslüman bankası var mı? Beynimizde servet nasıl vücuda gelir?
İ yice bilmeliyiz ki biz, hala, ecdadımız olan abalı kabalı Türklerin, mevki
gibi, ahlak gibi �limize geçen mirasları , sayesinde yaşıyoruz. Osmanlı şa
nı, terakki fikri bunu mu iktiza eder?" 6
Di kkat edi lirse bu radaki esas tema devleti iktisadi sahaya müda
haleye davet değil, fertleri çalışmaya davet etmektir. Bütün mesele
1 47
iktisadi faaliyeti ciddiye alan ve iktisadın kurallarına göre kıymet ya
ratan bir Osman lı insan tipinin yaratılmasıdır. Bunun d aha kesin bir
şeklini Namı k Kemal ' in bir diğer makalesinde görmek mümkündür .
Bu m akalede Namık Kemal uzun uzadıya Londra'daki ticari haya
tın canlılığından bahsettikten sonra şu ifadeyi ku llanıyor:
"Ya bizde necabet umuma ait bir vasıl olduğu için hiç kimsede bir imtiyaz-ı
maddi hası l etmemiş ve i lamaşallah-ü taala hiçbir vakit hasıl etmeyecektir,
ya bizdeki tefavüt-Ü istifadeyi mucip olan vesait zaten menolunmuş ve bu
memnuniyetin tesiri karnen bade karnin herkese tevarüs eden melekli.t-ı fik
riye ile gönüllerde yerleşmiştir."
152
ilgisi yoktu . Hürriyet fikri maddi gerçeklerin üzerine bina edilmemiş,
müphem bi r arzu olarak muallakta kalm ıştı. Başka bir ifade i le Yeni
Osm anlıların hürriyet arzusunun ancak şekli unsu ru 1880' 1ere inti
kal edebilmişti.
Bunun da bir sebebi Yeni Osman lı lar zamanında bir sorun olarak
ortaya çıkan ası l meselenin ortadan kalkmış olmasıydı. il. Abdü lha
mid' in devlet işlerinin yürütülmesine el koyması ile, Tanzimat dev
rinin özelliklerinden biri olan siyasi seçkin gru bu n elinden siyasi yet
Kileri alınmıştı .
Diğer taraftan , Abdülhamid'in saltanatının i lk yılları ekonominin
eskisine nisbetle daha iyi olduğu bir devi rdi . O zamanlar nisbi bir
refah ve bolluk vard ı. Bu iktisadi düzelmenin bir neticesi okumuş
vatandaşların büyük bir kısmının ve bu arada aydınların kolayca iş
bu labilmeleriydi. Bu bakımdan Padişah Anayasanın yürürlükten kal
dırılması , Mithat Paşa ' nın öldürülmesi gibi hadiseleri unutturabilmişti.
Du rum bu şekilde d evam ettikçe Padişaha karşı yönelen protesto
ların aynı zamanda bir sosyal dayanağı olması zordu . Zaman la böyle
bi r sosyal ortamı yaratacak gelişmeler yavaş yavaş belirdi. Bu ge
lişmeler taşradan İstanbul'a bir akımla ilgiliydi. Sultan Hamid zamanı
Osmanlı İm paratorluğu'unda o zamana kadar kendi içine kapalı kal
mış taşranın İstanbu l'a akışının başlangıcını teşki l eder. Bu arada
askeri okullarda parasız olarak okuyan talebeler arasında da taşra
lıların adedi artmıştı. Okullarda bir takım imtiyazlar elde etmiş, Tan
zimattan beri zenginleşen Tanzimat ricalinin çocuklariyle, beyzade
lerle , taşra çocu kları arasında bu sı ralarda bir ikilik görmek müm
kündür. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu İbrahim Temo'ya
inanacak olursak bu geçimsizlik bazan m eydan kavgaları halini ala
biliyordu. Bu itibarla, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucularının
taşralı olması dikkate şayan bir olaydır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'
nde zaman la kuvvetlenen bu taşralı grubu için " hürriyet" artık so-.
muı bir anlama geliyord u . Onlar için " hürriyet " İstanbul'lu devlet
erkanı na tanınan imkan ları mem leketin he·r tarafına teşmil etmekti.
Bu nun içindir ki İttihat ve Terakki i ktidara geldiği zaman yaptığı ilk
işlerden bi ri saray erkanının çocuklarından olduğu için askeri okul-
1 53
lardan kolayca diploma alabilmiş, diploma aldıktan sonra yıldırım hı
zıyla yükselmiş olan ların rütbelerini indirmek oldu . İttihat ve Terak
ki'nin bu istikamette bir diğer işlemi fakir halli çocuklara ve taşralı
çocu klara eğitim imkan ları sağlamak için parasız yatılı öğretmen
okulları kurmak olmuştur. Böylece İttihat ve Terakki zamanında " hür
riyet" in m anasının yavaş yavaş "hal kçılığa" doğru kaydığını görü
yoruz. Artı k "hürriyet" sosyal bir dayanak bulmuştu, fakat bu hürri
yetin gene de Batı m anasında kasdedilen şahıs hürriyetini teminat
altına alma anlamından uzak olduğuna şüphe yoktur. Bütün halkçı
lık başlangıçlarına rağmen, İttihat ve Terakki memlekette siyasi bir
diktatorya tesis etmiş, kendi çı karlarına yaradığı zaman siyasi düş
manlarını paralı katillere öldürtmekten , tethiş usu llerine başvu rmak
tan çekinmemiştir. Bu itibarla gene o zamanlar "hürriyet" kavramı
nın mem leketimizde anlaşılmış olduğunu iddia etmek mümkün de
ğildir.
Bu noktada da Atatü rk'ün daha önce halledilememiş bir sorunu
ortadan kaldırmak için yeni bir tasavvuru ortaya attığını görüyoruz.
Atatü rk'ün "Hürriyet"in Batı anlamındaki şekli ni mem lekette kök
leştirmek için başvu rduğu çare Batının ferdi gaye bilen hukuk norm
larının Türkiye' de yerleşmesini mümkün kılacak olan değişikliği mey
dana getirmek olmuştu r. Bi rçok kimselerin göremediği bir noktayı
Atatürk sezmişti: "hürriyetin" hakiki manasında yerleşmesi için halk
çı bir politika takip etmek yeterli değildi. Hangi politika olu rsa olsun
insan hak ve hürriyetlerine hürmeti temin için muayyen kurallara uy
mak zorundadır. Bu da ancak memlekette bu ana kuralların işler du
rumda bulunduğu belirli bir huku k nizamını yerleştirmek suretiyle
olacaktır. Zamanla, Batı huku k sisteminin yerleştirilmesi neticesin
de, Batı hukuk norm ları içinde düşünmeğe alışan , başka türlü dü
şünemeyen bir nesil ortaya çıkacaktır. Bu neslin artık benimsediği
normlar da hürriyet mefhum unun Batılı bir çerçeve ile çerçevelen
mesini mümkün kılacaktı. Bu. bakımdan Atatürk'ün Batı hukuki sis
temlerini memleketimizde yerleştirme çabası çoğu zaman üzerin
de durulmayan derin bir m ana taşımaktadır.
Zaman, zannedersem , Atatürk' ün bu düşüncelerini doğru çıkar-
1 54
m ıştır. .!�-�!_Anayas����n ha��r. ı_i:lr.1'!1 asında, derin m anasında Batıl!
_!?_i!_i�üş_ hakim ol������!�e, b�l!�.�.-���.�-�..�.U..�..�o ����!�!:!!...������
-�ilm_!�--���-��lin yetiş�-��-- ol m as �� .:�J� ço �-�!��§!.i.r.:
__
1 Bu kavram için bak. Sherif Mardin, "The Mind ol the Turkish Relormer 1 700-
1 990", The Western Humanit les Revlew (Na. 4 , 1 960), ps.41 3-436.
2 Bak Mardin, W . H . R . (1 960), 4 1 8.
3 İhsan Sungu, "Mahmud ll'nin İzzet Molla ve Asakir'i Mansure Hakkında Bir
Hattı", Tarih Vesi ka l a n 1 ( 1 94 1 ), 1 70.
4 Mehmet Kaplan, "Şinasi'nin Türk Şiirinde Yarattığı Yenilik", Türk Dill ve Ede·
1 55
Atat ü rkçülüğü n Köke nl e ri *
1 56
liklerini görürüz:
1 . Osmanlı İmparatorluğu bir "monarşi"dir. Ülkenin siyasal maş·
ruiyet kayna!':Jı "padişah" ve sülalesidir. Zam an la padişahın yetki·
lerinin kısılmış olmasına rağmen, o ülkenin başında bulunan kişi·
dir. Padişahlık rejimini yalnız bu kamu rejimi özelli kleriyle hatırla·
mak da eksik kalır. İmparatorlukta, teb'a padişaha (ve onun gücü·
nü temsil eden kişilere) şahsi bağlarla bağlıdır (Ubudiyet).
2. Osmanlı İmparatorluğu , bir kültürler, dinler ve yöresel küme·
lenmeler mozaiğiydi. Din bakımından İmparatorluk 1 9. yüzyıl orta·
larında Müslüman, Rum , Ortodoks, Gregoryen , Yahudi , Katolik, Sür·
yani, Nesturi, Keldani ve hatta daha küçük cemaatlerden oluşuyor·
·
du. Müslümanlar arasında da önemli ayrı lıklar vardı (Sünnilik·
Alevilik). Konuşulan dillerin en mühim leri arasında Türkçe, Arapça,
Kürtçeyi saymak gerekir. Kültür grubu olarak Türkler, Araplar, Çer·
kezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar görünür. Bu grupların içinde 20.
yüzyılın ilk on yılına kadar Türklerin yalnız küçük bir üst tabaka oku
muşlar azınlığı, ayrı bir tarihlerinin olduğu bilincindedir, gelecekle
rinin Osmanlılar'ınkinden farklı olabileceği konusunda bir düşünce
daha gelişmemiştir. (Bu bilinçi 1 890' 1arda gelişmeye başlar).
3. Osmanlı İmparatorluğu 'nun temel felsefesi halkın idareye ka
tılması değildir. Klasik Osmanlı devlet idaresi düşüncesine göre
seçkinler-eğitim görmüş kimseler ve soylannda devletin emanet edi·
lebi lecel)ini göstermiş kişiler-devletin idaresini ellerinde tutmalıdır
lar. Gerçi 1 876'da bir Anayasa kabu l edilmiş, parlamento toplan
mıştır. Fakat il. Abdülham id bu meclisi feshetmiştir. 1 908'den son·
ra Jön Türkler Anayasa'yı tekrar uygu lama alanına koydular. Fakat
onları temsil eden İttih at ve Terakki Partisi , " halk" deyimini kullan
makla birlikte, ilkenin uygu lama şeklinin ne olacal)ını hiçbir zaman
açık olarak göstermedi.
4. Osmanlı İmparatorluğu'nun başında bulunan padişah hem ka·
mu düzeninin hem de dinin önderi sayılıyordu . Din adamları (Ule
ma) bu kurumsal ilişki dolayısıyla devlet idaresinde merkezi bir rol
oynuyorlar, eğitim , yargı ve bir dereceye kadar idarecilik alanlarını
tekellerinde tutuyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu' nda 19. yüzyılda bu
1 57
yapı ancak bir dereceye kadar değiştirilmişti. Devlet dininin gireme
diği çevre alanlarında tarikatlar devletle halk arasında bir aracı ro
lünü üstlenmişti.
5. Osmanlı İmparatorluğu , i ktisadiyatına hakim olamamış, 1 9. yüz
yıldan sonra bu kesiti yabancılara ve yabancılarla işbirliği halinde
olan azınlıklara bırakmıştır.
6. Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal felsefesi " denge" esasına
dayanıyord u . Jön Türkler temel yapı değişm elerine gidilmesi gere
ğini öne sürmüşlerdi, fakat değişen şartlara göre yapılacak olan de
vamlı bir uyumdan bahsetmemişlerdi.
Atat ürkçülük bu öğelerin yerine onların karşıtını koymayı amaçla
yan yaklaşımdır:
1 . Padişahlık rejimi kaldı rılacak, Cu mhu riyet getirilecektir. Şahsi
bağlılık üzerine kurulu düzen yerine, yasaların tanımladığı bir rejim
getirilecektir.
2. Anadolu 'nun toprakları üzerinde kuru lan Cumhuriyet bir Türk
toplu luğudur. Bu bilinç Cumhuriyet'in teb'asına rehber olmalıdı r.
"Temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz" (Atatürk'
ün Söylev ve Demeçleri , 1 1 , 1 945, 1 40- 1 4 1 ).
3 . Ulemanın devlet katında, azal mış olarak olsa bile, devam eden
etkileri silinmelidir. U lemanın halk önderliği rolüne bir son veri lme
lidir. Kişinin dünya görüşünü u lema değil , müspet bilim şekillendir
melidir. İslam bir devlet fonksiyonu görünümünü kaybetmeli , her
kesin şahsında şekillenen bir inanç şeklini almalıdır. İslam medeni
yeti zamanında parlak bir devir açmıştır, fakat bugün için örnek ni
teliğini yitirmiştir. Örnek olarak alınacak medeniyet Batı medeniyeti
ve beraberinde getirdiği m üspet bi lim an layışıdır.
4 . Tü rkiye Cum hu riyeti, bilumum Türk halkını n-sınıf ayrımı dev
reye girmeden "say'iyle" (çalışm asıyla) ku rduğu bir yapı olacaktı r.
Bu özellik sınıf ayrımının kurumlaştığı Batı ü l kelerinde mümkün de
ğildir, fakat bahis konusu ayrılıkların daha kesin çizgilerle ortaya çık
madığı Türkiye Cumhu riyeti' nde sınıfsız toplum , vatandaşlara veril
miş bir şans, bir im kandır. Seçilmesi gereken hedef " münewer"
"avam" (basit halk) ayrılığını kaldırıp halkın ihtiyaçlarını halkın ka-
1 58
tıldığı bir sistemle karşılamaya çalışmaktır.
5 . Türkiye Cum huriyeti' nin iktisaden kudretli olabilmesi için dev
letin şahısların geliştiremediği kaynaklar geliştirmesi, bu işi üstüne
alması gereklidir.
6. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısını te
melden değiştirecek yeni bir toplum düzenini kurmalı ve bu toplum
düzeni statik bir halde tutmayıp zamanla değişmesini sağlamalıdır.
Bu amaç Atatürkçülüğü Jön Türkler zamanında ortaya çıkan düzen
den belki en anlamlı şekilde ayıran öğedir.
Atatürk'ün kendi zamanında yukardaki öğelerin temellerini attığı
na inandı!)ı, fakat ancak zamanla oluşturabilecek hedefler olarak gör
düğünü gösteren birçok kanıt mevcuttur. Bu idealin saptadığı amaç
lardan 1 938'e kadar gerçekleştirilenler arasında şunları saymak
mümkündür:
1. Hilafetin saltanattan ayrılarak saltanatın kaldınlması (1 Kasım
1 922)
2. Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1 923).
3. Halifeliğin, Şer'iye ve Evkaf Vekaletleri'nin kaldırılması ve eği
timin devletin birliğini sağladığı bir alan olarak tanımlanması (3 Mart
1 924).
4. Tekke ve zaviyelerin, ziyaret maksadıyla türbelerin kapatıl
ması (2 Eylül 1 925).
5. Uluslararası takvimin kabulü (26 Aralık 1 925).
6. İsviçre Medeni Kanunu üzerine kurulu Türk Medeni Kanunu'
nun kabulü (1 7 Şubat 1 926).
7. Anayasa'dan "Türkiye Devleli'nin dini din-i İslamdır" madde
sinin kaldırılması ( 1 6 Nisan 1 928).
8. Uluslararası rakamların kabu lü (24 Mayıs 1 928).
9. Yeni Türk harflerinin kabulü ( 1 Kasım 1 928).
1 0. Ali İktisat Meclisi'nin açılışı (4 Aralık 1 928).
1 1 . Milli Eğitim Bakanlığı oku llarından Arapça ve Farsça öğreni-
minin kaldırılması (1 Eylül 1 929). •
160
�� ��-?�-�_!?.�:i ���-i.!� ?..!.�LC:..�.Y-?.!..!:!.�!�_r::ı ış b i r d ü nya görüş ü d��-
1 930' 1arda Kadro. Mecm u asını çı karan l a r Atat ü rkçülüğün temel in-
•.
de bir "sosyal l eştirme" görm üşle r , kitleleri en kısa yold an yararl an
d ı rm ayı Atat ü rkç ü l ü ğ ü n içind eki dinamik ku vvet ol arak alg ı l a m ı şl ar
d ı r. At atü rk' ün zamanındaki Tü rkiye'nin açı k bir demokrası olduğu
nu söyleyemememize rağ men- Atat ü rkçülüğün u ygu lan m asını de
mokratik ku ru m ların gelişm esiyle bir tutm uşt u r. Ancak, zam anındaki
bi rçok Batı d üşünürü gibi, bu gelişmenin ü l keyi şu veya bu e ksen
de bölecek siyasi parti ç atışması ort aya çı km adan ge rçekleşti ri lm e
sini tercih etm i ş o lacağını an lıyoru z. Bugün b u n u n im kansızlığı ko
nusundaki düşünceler d ü nya siyaset b i l i m ci leri arasında pekişmiş
tir. Çok partili hayata geçişte Atat ü rkçü lüğün en çabu k zedelenen
ilke lerinden biri n i n laiklik i l kesi olduğu ileri sürülm üştür. Bunun ka
nıtı olarak daha 1 94 7 yı lında C H P 'nin d i n eğitimi konusunda taviz
verdiği anl atı lır. Demo krat Parti iktidarı n ı n , i l k yıllarında bu n d an çok
ileri gittiği söylenemez. Ancak, 1 95 7 yılından itibaren Dem,okrat Par
ti'nin din taraft arları n ı yan ına almak için seçim kam panyasında din
se l eğilim leri ku l l an d ı ğ ı doğrudur.
"Gerçek" Atat ü rkç ü lüğün ne olduğu 1 970 ve 1 980'1erde Tü rki
ye 'de çok tart ış ı l an bir konu olarak be l i rm iştir. Bu soru n u n bi r çözü
mü olmadığı , Atat ü rkçü lüğün sağda ve so lda az çok tanım lanabile-
. b ı"i�..
��-�-� a ra��:§ ��� i_:��n �o·k�· 0·ia.�ag·ı ···kapsa"cil"�i-""56"yiene i
·
..
KAYNAKÇA
i l . Kronolojiler:
161
111. Önemli Eserler:
1 62
Atatürk ve Pozitif D üş ü n ce *
" Efendiler, dünyada her şey için, m edeniyet iç i n hayat için , m u 11a llak i
,
yet içi n en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim 11e len'in dı şı n da ��-��-�ı. � ramak
.
_
j)��ı-��tir, ceh alettir de laletıi �: Yalr:ı_ız, ilmin 11e fen ' i n yaşadığ ı m ı z her daki-
,
_
kadaki safhalarını, ilerlemesini, idrak etmek 11e tecakkiyatını zamanla takip
eylemek şarttır. " • ·
Fakat "bilim' in reh berliği" kendi başına açı k seçik bir an lam taşı
maz. Zira, "bilim'in rehberliği " en az i ki an lamda belirebilir. Bilim,
"madde" üzerinde h akimiyet tesis ederek milleti daha güçlü bir du
rum a getirme anlamını taşıyabil i r. Bu açıdan bakıldığında bilim, ör
neğin , endüstrinin gelişmesini sağlar ve erıdüstri ve milleti diğer
• Atatürk v e Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi, Tür k i y e Ticaret Odaları Sanayi
Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği, Ankara . s. 57-67
• • Söylev ve Demeçler 1 959. il, s . 1 94 .
1 63
milletlerden daha güçlü duruma getirecek araçları yaratır. Bilim, ikinci
bir anlamda, topll!_l!l_sal �!.�ütlenmenin en faydalı şeklinliirie ol��-
ğunu göstermeye yarayan bi r yaklaşım olarak görülebilir. . Bu ikinci
vurgu , 1 9'uncu yüzyıl Avrupasınd a "pozitivizm" adı İıı verdiğimiz bir
akımın özellikle üzerinde d u rduğu bir vÜ rg·u�iu-r. Pozitivizm 'in temel
tanımlarından biri, cansızları düzenleyen tabiat kanun larının insan
ları ve insan toplu lu kları nı da düzenlediğini ileri süren doktrin oldu
ğudu r (Siman , 1 963, 4).
Bilimin endüstri yoluyla m illeti kuvvetlendireceği 1 9'uncu yüzyı
lın ort asında Osmanlı İ mparatorluğu ' unda bilinmeyen bir fikir değil
di. Aksine, tutucular arasında bile oldukça yaygın bir görüştü . Ata-.
türk' ün bilim anlayışının ayırıcı özelliği bilimi toplumu şekillendirmek,
-
·ıçii1i<UıTanmak lste'�lş ÖTm�hu açıdan pozitivizm 'in getirdiği an�
lamda h areket etmiş olmasıdır . Böylece , Atatürk'ün görüşlerinin ne
oranda ve hangi anlamda pozitivizm tarafından etkilendiği bir so
run olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sunuşta pozitivizm'in Atatürk'ü
dolaylı olarak etkilediğini göstermek istiyorum. " Dolaylı" etkiden kas,
dettiğim, Atatürk'ün pozitivizm'in kurucularınca doğrud an etkilen
meyip, (Auguste Comte gibi) ilk kurucularının etkilediği yüzyı l sonu
düşünürler tarafından etkilendiğidir . " Dolaylı " kelimesiyle anlatmak
istediğim bir diğer husus pozitivist görüşün bi r "fi kir akımı" sonucu
olduğu kadar Atatürk neslinin içinde yetiştiği ku rumların etkisiyle şe
killendiğidir. Gene, " dolaylı " lığın bir üçüncü ekseni, geleneksel Os
manlı devlet kültüründe " m üspet" (pozitif) görüşlerin gelişmesine
müsait bazı unsurların bu lunmuş olduğudur. Atatürk'ün şahsi ba
şarısı , başkalarının bölük pörçü k ve sistemsiz .ofiii'iak et'k:ISlnCie-kıiı'ı -
=�i��-�rı··§·�-·�-�-��-�ı arı _t)�r--� 9 kta��· t ?.P�i��i!i!Ji:ü>.i'���S.ı�- -�e:p������--�i�-
-
de r,ı_ f ay9 cı!cın m�y� ı �_�y -��-ı�.'!.� ?.!���ı-�ı-� Ze ka ve anlayı şı bu nok
..
" Bugün ilmin, fennin bütün şumulü ile medeniyelın muvacehei sule pa
şında filan veya falan şeyhin irşadı ile saaoeti maddiye ve maneviye arıya-
-
� �i . �fıti � -- ·
- ·e-cieriı:Yes-iricie -·nıe-V�li-ci�-����
- --
_?.(ik k ci i ci i i���� i��;-�- ı-r-0 k-;��- �a�-;a;-ıTI -
�sıa kabul �trıı iyorum .
�
Efendiler ve ey m i llet, iyi biliniz k i ,_T.Q�_k,_ıy�--ç_�_r:!1�l!.riy13t - �-13y_hı e.r_, dı;ı r� it
ler, m üridler,
. mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat ıari-
·-····-·--·-···-----
katı medeniyedir.·-··----····-·---
"• ------·-··- --························
İ lginç olan nokta Osm anlı devlet adamlarının bir kısmının da, en
eski d evirlerden beri , kontrolleri altına alam adıkları , devam lı olarak
bi r tür memur statüsünün dışında kalan pir ve şeyh g ibi din ad am
larına şü phe ile bakmış oldu klarıdır . Bunu anlam ak için Osmanlı dev
let anlayışının bir özelliğini hatı rlamak gerekir: Osm an lı devleti, söy
lenen lerin aksine bir "teokrasi" değildi . _Qs�_an l ı devleti yalnız Şe
.briat'la
. .
idare edilen bir devlet olmamıştır. Şeriat ' ın ötesinde , eski Orta
.
ogu geıerie ki"e-rinCıe·n-·veô"rTa -Asyii 'fürk devletlerinden kayn akla
nan bir d evlet görüşü (devletin devlet ol arak yaşamını sağlamanın
en öne m li öğe olduğu fi kri) devlet adam larının izledikleri i l keler için
de önemli bir ye r tutuyord u . Bunu Halil İnalcı k'ın araştı rmaları ndan
öğ renmiş bulunuyoru z. Osman lı lar, devlet in din ad am ları üzerinde
etkin liğini sağlamak için din adam larının m aişet ini devlete baği"aml - Ş::
··iar�:··-öev"iat·;·"b"u··:.;öi-ıa- ·ıı·enı-·a:;-ri···aciaiTiia·r·irı·i·.-·i10m ·a·0··e�-i-tim·-·5i-s·i �n:i-i-
ni n ve adaletin personelini kontrolu altına almıştı . Devlet bu örgü
tün dışında kalan , i lahi gü ç l e rle doğrudan bağları bulunduğu nu id
dia eden, geçimini d evletten sağlamayan dinse l kişileri . tam anla
mıyla h az me.C:ıem e m.IŞ , tehilkeff gördüklerinfsurm-U-Ş veya id am et�
.
'
.
mi Şür. ösm ani cievief"adamTarının bu tutu mu na ''ialk,- Ciem.ek. me-
seie yf pek tabii ki abartmak o lu r, fakat -�-';J_IUl�-��� -��-�-�l!��-�-?.!:!�.!!.1_
. ıi bir "pragm ati k_�-��· u nsu ru yatıyordu . Osm anlı devlet adamı devlet
166
_)'�-��!!.!:!:'in i bi_r_ tür "toplu msal mimarlık" olarak değerlendirebiliy�!
devletin zararına olan gi rişimleri sürgün gibi politikalarla şe kil lendi
rebiliyordu . Bunun olumlu tarafı, Osmanlı devlet adamlarının devlet
yararına olan bir politikayı benimsemekte -kaynağı Batı da olsa
sanıldığından daha az tereddüt göstermiş olmalarıdır. Batı karşıtı güç
ler, çok zaman, yeniçeriler gibi, Batı kurumları İ mparatorluğa geti
rildiği takdirde, statülerini kaybedecek olan meslek gruplarıydı. Tepki
"yu kardan" değil "aşağıdan " geliyord u . Osm�����vlet adamının
_
b� �osy�J_�imar tarafını gör���� �Tan zi� at ' la gelen sosyal dü:
- - _
zen lemenin nasıl -bütün güçlü klere rağmen- Türkiye'ye yerleşti-
1jirii an layam ayız.Orneği n , S atiei Paşa ( 1 8 1 4-lSB3) gibi bir devlet
·adamının 1 870' 1erdeki tutumunu kavrayamayız. Saffet Paşa 1 870'de
açı lan Darülfünu n ' u n açı lış kon uşmasında:
" Bugün bilimlerin ve keşiflerin ürünü olarak bize o denli hayret verici bu
luşl arın gelecekte gCınlük bilinen şeyler haline geleceğini. . . "daha şimdi
",
den görülen başlangıçların bize insan aklının daha neler yapmaya yetenek
li olduğunu gösterdiğini" " Osmanlı tarihinin ilk iki yüz yılında bilim ve len
adamlarına gösterilen hi maye, saygı ve teşvik iki yüzyıl daha sürdürülmüş
olsaydı, Avrupa'nın uygar uluslarıyla ilişki kurulmuş, bu ulusların ilerleme
hızı i le başbaşa gidilmiş olsaydı bugünün Türkiye'sinin bu durumda
olmayacağını " anlatıyordu. Başarısızlıkların baş nedeni " uygar uluslardan
ayrı kalmak"dı. •
1 67
çoklarının iddia etti klerinin aksine- dinle devlet arasındaki kurum
sal bağların çözülmesinde çok ileriye gidilen bir devirdir. Eğitim ,
Rüşdiye ve İdadiye gibi Batı modeline göre ku ru lmuş oku llarla ve
Mülkiye , H arbiye gibi yü ksek oku llarla U lema'nın nisbi tekelinden
alınmış, bir sivil idareci sınıfı ku ru lmuş, mahkemelerde Şeriat'ın hük
mü hissedilir şekilde daraltılmıştı (Shaw ve Shaw, 1 977).
Batıya karşı bu açılmanın önem li meyvelerinden biri "Kızıl Sul
tan " ın politik kuşkularına rağmen , 1 890 1 ara doğru , Batıyı anlayan
'
bir okur yazarlar gru bunun yetişmesi, devlet hizm etinde olsalar bi
le her tür devleti bilimsel bir eleştiriden geçiren balı kaynaklannı oku
yabilen bir kuşağın belirmesi olmuştu. 1 890' 1arda yetişen bu aydın
ların pozitivizm ile ilişkileri iki noktada belirir. O sı ralarda siyasal ko
nulara dokunmak tehlikeli olduğu ndan Batı eserlerinden yapılan ter
cümeler arasında fizi ki bilim ler üzerinde du ranlar önemli bir yüzde
tutmaya başlamıştı (Tansel , 1 946- 1 95 1 , 4) Buna paralel olarak bazı
dergi lerde pozitivizm i anlatan yazılar çıkmaya başlamıştı. Hatta
'
1880' 1erde bile, genç yaşta intihar eden bir Türk aydını, Beşi r Fu
ad , Beşer adında bir kitapta (1 886, Okay, tarihsiz , 1 04 v . d.) fizik ve
kimya gibi " madde"yi inceleyen bilim lerin hayat i limlerinde de ge
çerli olduğunu ileri sürmüştü. Fikir. Fransız fiiyoloğu Claude Ber
nard'ın etkisinde şekillenmişti. Zi ra, Claude Bernard lntroduction
a l'Etude de la Med ecine Experimen tale adlı eserinde (1 865) de
ney metodunun yaşam lar hakkındaki bilgi ü retmenin önemli bir yö
nü olduğunu ileri sürüyordu. Claude Bernard'ın peşinden gid e n l er ,
1 68
mundaydı. Sonradan göstermeye çalışacağım üzere, 1 9 u ncu yüz
yılın "değişme" üzerinde du ruşunu hatı rlamak bize Atatürk'ün dü
şüncesinin birçok taraflarına ışık saçar. Her halde, 1 9'uncu yüzyı l
sonunda Osmanlı İmparatorluğu 'nda hayat ilimlerinin Tıbbiye ve Mül
kiye gibi yeni kuru lan okullarda okutu lmasının kendi başına bir etki
si olmuştur. 1 880'1erde Mülkiyede bulunmuş olan bir gazeteci, Ah
med İhsan bu etkileri şöyle özetliyordu :
" Hekim Başı Salih Efendi vardı. Nebatat dersi verirdi, fakat onun ağzın
dan çıkan sözler en derin lelsele kaideleri idi. . .
Salih Elendi'nin Kanlıc:a'daki yalısının bahçesi Türkiye'nin i l k nebatat bah
çesi idi. O, derse geldiği günler bahçesinden getirdiği çiçeklerin, yaprakla
rın ilmi yaşayışlarını anlatırken bizim batıl itikatlarla doldurulmuş olan zihin
lerimizi sanki süpürür ve temizlerdi . " *
1 69
İ kinci Meşrutiyet'in ilanıyla, " Ulüm-u İktisadiye ve İçtimaiye Mec
mua"sında pozitivizmin yeni bir şekli ortaya çıktı. Şu ayıp yazılarına
bu rada devam etti. Dergi , ilk sayısında pozitivizmin iktisadi hayata
değinen yönlerini değerlendi riyordu (Ülken, 1 966, 1 , 237-238). Şua
yıp ise aynı dergide " Devlet ve Cemiyet" adlı yazısında şu öğeler
üzerinde du ruyordu:
" Cemiyet ilmiyle insan ilmi birbirinden ayrılmaz hale geliyor. Sülün fel·
1 70
lardır. Ancak, artık bilin.�!! bir gerçek, belirli fikirlerin etkisinin fikir
değişikliği sürecinde en güçlü etken olmadı�<!ıI: Bu nların dışında,
·Fransi.zca ;; mentaı ii�" sözcüğüyle belirlenen gerçek, çok daha ted
rici bir dünya görüşü değişme sürecini aydın latmaktadır (Darnton ,
1 978, 1 06-1 36). Böylece karşımıza bir sorun daha çıkıyor: acaba Ata
türk neslinin dünya görüşündeki değişikliğin arkasında ne gibi ge
nel bir "mentalite" değişikliği keşfedilebilir?
1 9'uncu yüzyıl Osm anlı düşüncesini belki en derin bi_r şaki��� �.!:
-
kileyen unsu rlardan biri okul sistemindeki değişiklik olmuşt u r. Oku
lun medreseden ayrı bir kuru luş olduğu bize çokt�!.n beri an latılan
bir öğedir, fakat bu ayrılığın en aşağı üç yön ü olduğu inceleme ko
nusu yapılmamıştır: Pedagoji değişikliği, program değişikliği ve ör
gütlenme değişikliği . Bunların öğrencileri nası l eski fikir birikim leri
ne karşı gelmeye ittiklerini başka bir vesi le ile aydınlatm aya çalış
mıştım. * Burada bunlardan yalnız biri üzerinde du rmak istiyorum:
oku lun bir "kitaplar alemi" üzerinde ku ru lmuş olması. Bugün okul
larımızda "kitapsız"lıktan şikayet ettiğimiz zaman, bunu bir "kitaplaş
ma" ideali açısından ileri sürüyoruz: her öğrencinin bir ders kitabı
olması gerekir. Orta Zaman oku lları bunun tam aksine bir sistem
üzerine ku ruludur : kitap bulmak zor olduğundan hoca kitabı " hıfzet
miş" ve bildiğini öğrencilerine not şeklinde inti kal ettirmektedir. El
biruni önemli bir kitabı ancak kırk yılda bulabilmiştir. (Fischer, 1 980,
40) ve 1 9'uncu ası r medreselerimizde bunun bir şeklinin devam et
tiğini söyleyebiliriz. Önem li referans kaynağı pahalı ve zor bulunan
bir nesnedir. Bu husus, " kalem "den yetişenler için de geçerlidi r.
Aksine "Kitab"ın herkese açık bir kaynak olmasının ilk sonucu ki
tapta ileri sürülen belli bir tezin daima eleştiriye açık olmasıdı r. Böy
lece kitap eleştiri olasılığını arttırı r. Fakat diğer taraftan kitap gerçe
ğin bize kitapta şem a halinde -basitleştirilmiş olarak- intikal eden
imgesini, "gerçekmiş gibi" görmeye iter. Bu nun bi r örneğini Meh
met Kaplan bize anlatmıştır.
• "L'Alienation des Jeunes Turcs: Essai d'Explication Partielle d'une ' Consci
ence Revolutionnaire' " Strasbourg, Türkiye İktisadi ve Sosyal Tarihi Konfe
ransı, Temmuz 1 980.
1 71
:>ervet-i Fün un neslinde müşterek olan bir karakter . . . almış oldukları zihni
terbiyenin bir cihetten umumiyelle aynı olmasıdır. Tanzimat nesli ekseriyet le
kalemlerden y et işen, otodidakt insanlardan mürekkep olduğu halde, bu nesil
muntazam mektep tahsili görmüş, bir hoca elinde yetişmiş, bilhassa küçük
yaştan itibaren bir Garp dil ine aşina ol m uş kimselerdir. Birincilerinin hayat
tecrübelerinin fazla olmasına karşılık, iki nci lerinin kitaptan gelen bilgi l eri faz
ladır Mektep ve kitap onları hayata u ymaktan alıkoymuş gibidir, birinciler
ise daima hayatla beraber yürümüşlerdir. " (Kaplan, 1 946, 1 9) .
bir topluluk için �ereke_n sistemi ku rmakta ilk adımlan atmış, toplu-
_l_IJ�_IJ_E.!r.!.!r.!...�-�sk��-nd_�!.1 �'!..f!.a!.�
__ . .!ş , fakat ' ' işbi rliğ i ��-����'.�� .��taya 9! :
.
ancak
-··--··-·· vicdanların içinden çıktığı oranda, işbirliği ahlakı ile birlikte
...·---···--·-
çalışan bi r unsur olabilir. Bu nu da Atatü rk' ün birçok demeçlerinde
görüyoruz.
Son söz olarak bir noktaya işaret etmek gerekir: Auguste Comte,
Durkheim ve Atatürk m üşterek bir sorunla karşılaşmışlardır: laik top
lumsal işbirliği ahlakını düşünmek ve kurmak bir şeydir, laik ahlakı
insan ların ru hunu kapsayan kalıcı bir güç olarak yaşatmak başka
bir şeydir. Çağdaş sem boller sosyolojisi bu i kinci aşam anın süreci
nin -çapraşıklığı dolayısıyla- son derece zôr olduğunu göstermek
tedir. Atatü rk'ün lai k bir toplum pekiştiricisi ku rmaktaki başarısı bu
açıdan da değerlendirilmelidir.
1 73
B İ BL i YOGRAFYA
Çuk Yayınlan.
1 74
Ye n ileşme D i n am iği n i n Te m el l e ri ve Atatürk *
Gi riş
1 75
dükleri, yani tarih, belirli bir topluluğun ne gibi n. iteliklere değer ver
��İ_Ô.i idşi.İere a��.��.'. bunları oiliara ·yansitir; on iarCia i:ıu görÜntü;:;-ü�
canlı tutu lmasını sağlar, kişil erin davranışlarını bu öğelere göre bi
çimlendirmelerini gerçekleşti rir . .�i_şi .. �lJ..�.�ğ.�!:!�r�r:ı. �.'3.Q.'3.llJ.!9..!ğir:ı.!. 9Q.�-
9ü ğüE�.� için����d ığ �� � pl � m haritası" pe ki�i r. Söz konusu
-
imge, benzetme ya da " teşbih" sözcüğünden de anlaşı lacağı üzere
hiçbir zaman tam bir açı klıkla tanı m lanam az , zira beli rli bir "top
lum harita sı " yalnız bir dereceye kadar bilinçli bir olaydır.
Bun u n bir örneğini vermek için Türkiye 'de bi rçoklarının davranı
şını biçimlendiren belirli bir "toplum harita"sını i nceleyebiliriz. " Bü
rokratik dünya görüş ü " olarak tanı m l ayabi leceğimiz bu anlayışın
kaynağının ne olduğunu Türkiye'de sorarsak, alabi leceğimiz karşı
lıklardan biri " kırtasiyecilik" olacaktır. Bu yanıtı n açı k anlamı şu
du r: Yu rttaşın devlet kuru m larında işini görebi lmesi , istem inin bir
çok kanallardan geçmesine bağlıdır. Başvu rusunun yasalara uygun
luğu sınanır, imzalar sıralanır, herkes sorumlulu ğu bir başkasına atar,
damgalar vuru lur, defterlere kayıtlar geçi lir, yurttaşın işi uzar.
Buradaki yanıtta, belli bi r doğru luk payı bulunmaktadır. Sayıl an
özelliklerin gerçekten, "bürokratik dünya görüşü "nün açıkça be
liren karakterini tanım ladığı kuşkusuzdur. Ancak aynı bü rokr��!...9..���.
.!:�ı:!.!.Ş�!:)_,_gl�U.1 �l!!)_S.�.n i �. g��ü n.ı:...<t.?..� m ay��- ·�-�e m �J!...�.�!�. O d a ,
__
1 76
ve bilinçli değildir. Ku ru lması istenen toplulu k bir "tasarım ", bir "ta
savvur"dur ve tıpkı " sosyal devlet" teri r,:ı inde olduğu gibi genel
kavram larla anlatılmak zorunda kalınan " proje " lerden ibarettir. Bu
iki uçlu belirsizlikten yan i toplum imgesinin bir "benzetme" ve top
lumu değiştirme isteğinin bir " proje" olmasından dolayı , reform
hareketlerini incelemek birçoğunun sandığının tersine metodoloji k
zorluklarla dolu bir araştırma alanıdır. Bu sunuşumuzda Atatürk re
form larında bulduğum u z ve reform sü recine yaklaşımda bir başlan
gıç saydığımız dört "sosyal veri" üstünde durarak, bu reform ları
ortaya çıkaran genel dinamiğin bir kaba "şema"sını çizmek istiyo
ruz. Bu dört "sosyal veri "yi şöyle tanımlayabiliriz:
1�işiler� oto �� tes!..���?n����� lu bir onur anlayışından kural
__
-
lar- ve yasalar üstüne kurulu bir onu r an layışına geçiş.
--- -- -��:evre·n��·�� n i ��!-� adci�!ıili�en··-;j)oiititbiıim anlayı ı
-
•· ş�
na geçiş .
. 3. . ·-·· .
.. .. ... ...."Avam-havas" ayrılıkları üstüne ku rulmuş bir topluluktan
·· --
" ha�, ; ; 6lr .icipi.üi·ü� a ·9 0çış: · -· ·-
· ·· · ··· ·
·
•..
.9.��-�."..�_ı___t_�p_lul!l� nu tek bir "model" le kavram laştırmak, kuşku·
suz elde değildir. Ancak, imparatorluğun toplumsal özelliklerini iyi
anlatan bir şema, "patrimonyal . bürokrasi " adı verilen toplu luk tü
rüdür.1 Toplum ların geli şmişlik dereceleri, bir---- siyas al "merkeZ;· ,
. ge-
liştirebilme
---= --·----··--- başarılarına -- -
bağlanırsa,
· ·
patrimonyal topluluk tipinin bu
"i8k"afacia-o1<Iu kÇağe lişm iŞ"b1i"iöJjlü'ii1Sa'i"ör9otıenme·örneğiverdiği
·soylenebilir. ···· -- -· ······· ....
· - · ···· - · · · · - -- ··--·-- · ·-···· · · · ···· ·
.
..... ·
180
:nası için yeniliklerin kabul edilmesi gerektiğini anlamak o kadar uzun
-���'!!.e.rrı.i��!.�� Asıl engeller devlet dışındaki toplulu klardan gelmiştir,
bunun tarihini araştırmak ise konumuzun dışında kalmaktadır.
terek bunun bir Osmanlı temel yasası olarak ku llanı lmasını önere
bilmişlerdi.
1 82
Öneri en sonunda reddedilmişti, am a o zamanlar bile bakanlar
kurulu içinde devletin dinsel temellerini bir yan a bı rakmaya yandaş
olanlarla bu temelleri şiddet le savunanlar arasında bir çatışmanın
varlığı anlaşılabilir. Tanzimatçılar arasında bu kadar kısa bir dönemde
.�?,Ylesine B�� k�!.�.��arına yal].��ş�ir tutumun gelişmiş olma��Q��
..
1 84
bazı larının (yaşam a, m ü l kiyet, onur gibi) d üzenleyici yasa l arla ko
ru nacağını , çok açık deği lse de yine anlaşı l abi lir bir biçimde dile ge
ti rmesiyle , yeni bir insan hakları ve onurluluk an l ayışı get i riyord u .
Yasaların koruyucu rolünün yanında "yeni onur" an layışı , insan
haklarının her alanda bi r uzantısı olduğu oranda , daha genelleşm i ş
bir toplum ilkesi kiml iğiyle beliriyordu. İn san haklarının yasalarla ko
ru n acağı sözü veri l irke n , "yeni onu r" g ü n l ü k yaşama bi r ideal ola
rak doğru dan yansı m aya başlıyordu . Şinasi ve Nam ı k Kemal gibi
Tanzi m at aydın larının çı kardıkları gazetelerde yaydıkları düşünce
lerde "yeni onur"un savu nulmasının genel bir tema olarak belirdiğı
görü lür. Şinasi'nin yazılarında yeni onur'u simgeleyen erkar-ı umu
miye, erkar-ı milliye, mahkeme-i vicdan, devlet-i meşruta, hukuk
i nas gibi yeni sözler sı k sık ku llanı lır. Yeni onur, Namık Kem al' de
"hürriyet" adıyla geniş bir şöhret bu lacaktır. 1 860' 1arda sını rlı ama
etkin bir yurttaş yığını t arafından oku nan Tasvir-i Efkar gibi gazete
ler, bu in ançların yayı l m asını sağlıyordu .
Tanzimat'a karşı i l k protesto, bazı aydın ların Tanzimat 'ı n onu r de
ğişikliğiyle ilgili sözlerinin tümüyle yerin e getirilmediğini ileri sürme
leriyle bel.i rdi . Onl ara göre , Tanzi m at H att-ı Hümayu nu'nun söz ver
diği yasalar yönet i m i yerine, bir b ü r o k ra t ik seçki nler (elit) sultası
gelm işt i . Tanzimat d ü zen lemelerini geti ren devlet adam ları , yalnız
kendi yaşama, m al ve onu rlarını güvenlik altına almışlard ı . Yeni Os
manlılar ol arak t ari he geçen bu aydı nlar, devlet ad amlarının ego
ist liğini açı klamaya çalıştıklarında, i ki nokt aya takı lıyorlard ı :
1 . Söz verilen yasalar rejimi' nin kuru b i r vaat olarak kalması, b i r
ku ru m sal soru ndu : Ancak halk'ı temsi l eden b i r meclis bu yeni d ü
zenin uygu lam aya geçmesini sağlayabi lird i . Ancak bir parlamen
to, her sınıf insan ın çı karl arı nı gözetebilirdi. Bu ndan dolayı Yen i Os
manlı l ar, yaz ı lı bir anayasa'nın kabul edi lm esini ve bir parlamen
to'nun oluşturulmasını istiyorlardı.
2. Yeni Osm anlı lar'a göre, Tanzimat'ın ikinci bir eksi kliği, bir te
mel felsefe'ye dayanm am asıydı. Batı 'da at'tayasacılığın ve temsi l
sisteminin arkası nda onyedinci yüzyı ldan beri gelişen "aydınlık
felsefesi" yatmaktayd ı. Yeni Osm anlılar' a göre Tanzim atçılar üs-
1 85
man h sisteminin temel felsefesini oluştu ran İslamcı dünya görüşü
nü bir yana atm ışlar, böy lece Tanzimat reformlarını çürük bir teme
le otu rtm u şlardı. Oysa, onlara göre , İslamcı i lkeler demokratik bir
sistemin de felsefesini oluştu rabi lirdi.
Yeni Osmanlılar'ın anayasacı lık hakkındaki öneri leri on yıl içinde
gerçekleştirildi. Fakat Su ltan Abdülhamid bu kurum lara gelişme fır
satı tanımadan bir yıl içinde parlamentoyu , kendinden gelecek yeni
bir emre kadar feshetti.
ların aslen nereden gelr:niş oldu klarını anlatması dışında bir önem!..
yoktu.. Bundan dolayı da bir Osm an lı aydını Osmanlı toprakları için
.de Rusya'daki "Slav" birimine karşılık oluşturan birimi bulmakta zor
.
3. i ttihat ve Terakki
1 88
i de
�ı:ı��ı �ıl ı:ıı:r:ı ı:ıy��ı:ı.� _yı;ı� i- �i_r._���-�Y ����QL.Y.�!!.Ş!.�. Sistem n teme 1 in
.. ..
daha genç yaştayken bir kişiyi askeri değerlerle yoğurmak gibi bir
ilke yatıyordu. Bu sistem , en parlak adayları için baştan itibaren
parasız-yatılı bir sistem olarak çalışıyordu. Ortaoku ldan itibaren bir
tür askeri eğitim gören kimse , uzun yıllar askeri değerlerin üstün
tutulduğu ve vatan kurtarma 'nın ana amaç -olarak görüldüğü bir "at·
mosfer"de kalıyordu . Öğrenim parasız olduğu için bu eğitim kana·
lında düşük sosyo-ekonomi k bir tabandan gelen kimselere sık sık
rastlanabiliyordu. Bu gibi aile tiplerinde kazanılan değerlerin ise öğ·
renciler üstünde okulda telkin edilen idealler kadar ağır basam aya
cağı doğaldı.
i dealler arasında Osmanlılığı kurtarma görüşü çok etkindi. Fa·
kat bu ideal değişerek öğrenciler arasında daha çok "vatanı
kurtarma" biçim ini alıyordu. Kavramın böyle bir aşamadan geçmesi
bir rastlantı sonucu değildir. Eski sistemde ki kişisel ilişkilerin altını
çizdiği "uyruk" anlayışının ve kişisel ilişkilerin yerine daha genel
ilkelerin yer alm asıyla, uyru k olma yavaş yavaş bir "yurttaş " olma
anlayışı biçimine giriyordu. "Yurttaş " tipinin rengi ise artık kişilere
saygı, muhabbet, vefa değildi. "Yurttaş "ın bağlanma noktası " Pa·
dişah"la olan kişisel ilişki değil , çok daha soyut bir kavram olan "va
tan"dı. Su ltan Abdül hamid ' in hatası, gelişmekte olan "vatanper
ver liği Osm anlı hanedanına "vefa" ile bir saymış olm asıdır. Bu
"
nan lar d a çok daha kolayca bi r gru p , bir toplu luk olarak hare kete
geçebilirler. Hele , yaşadıkları kurumun iç mantığı ile hükümetin
"siyaseti" çelişkili olursa. . . O sırada oluştuğu gözlenen, ama hak
kında çok az bi lgi olan yü ksek oku llardaki toplu "okul ayaklanm a-.
ları " , bunun bir sonucu sayı labiı'i r.
çimi olabilir. Esasen , Tanzimatçılar bu gibi " parçalı" bir reform kav-
1 92
ram ından hareket etm işlerdir.
� � �u m�-�-....�. 9.t.9..".!.9..r;_q_�--- ��9.!ş��-sinLJl-9..�l��i
• . �. ���. �... .�?.e:t�-��.... ?.P.
• önünde canlanıjırc:ı�il�!:J...�.ir:ıı �.� ı:li!: M odern çağlarda ütopyacılığı te ş·
vik eden birçok etken i n varl ığı sayı l abi l i r , bun ların içinde " kitap
kültürü" kuşkusuz en önde bir yer tutar.
Atatürk'ten önceki kuşak için belire n bu yen i olanak, At at ürk ku
şağında daha d a beli rginleşm iştir. Böylece "ya r ı n ' ın Türkiye'si"
ni bir bütün olarak gözlerinin önüne getirebilen kişiler ortaya çıkmıştır.
Kılıçzade H akkı, Abd u l lah Cevdet bun lar arasında ·yer alırlar am a,
ütopyaları bir hayal olarak kal mıştır.
_,ll.ı_��q r�!. qı_c:ıeY?..!'.ı �J..-��9��-�ş_t_i_ r_��!��lş �a.9.l!..�-�-?..����...?..nd !!.:.. En
__
A. Ü topyacılık ve Kitap
1 93
miştir. Kişiler, kitaplar kadar önemli referans kayn aklarıdır. " Kalem "
den yetişm e , bunun tipik bir örneğini veri r . Oysa �9.�Y?. 1?.9,l_i�L '.'an,
_ . .
!_� ıl'Tl.''.ı;ı_9._ağl_ı _ �i �gid �n ' ' ki tap��Ci-���ğ r_E'._1:1��.9-�_ç!_�!!:J ..bi li_şs�! Y�:
_
p_�rı:ıızda te�_�_b i r -�şa�-�9.J9.uğun� -�ı:!l!.��l�L Kitap herkese aynı bi l
giyi vere n bir kaynak old u ğ u ndan , okuyan herkesin kesin likle aynı
öğe le rden hare ket etmesini sağ l ar; " m uhtelif r i v a yet " l e ri o rtadan
kald ırır, bilginin geniş bi r yığın tarafı ndan " pa yla ş ı l m a " sın ı sağ lar.
_!<it �p�� ü rekli olarak b i r tek metnin tekrar gözden geçirilmesini sağ
lad ı ğı içi_n e ! eştiri gl_ı;ıı:ı�ğ-�.!. 9-�.9,9.ğ_aj_!!..!:., Kitap, an l at ı m öğreni m i n i n
bir öze l liği olan " dedikodu-h ikaye-f ıkra" havasının ye rine, b i r " i l
keler d ünyası ' ' geçiri r. Bu d a kıtabın ve rdiği karşı laştırma ve eleş
tiri fı rsat larının ortaya ç ı kardığı bir son u çt u r.
Batı biliminin gelişmesinde " i l ke l e r dünyası " özellikle önem ka
zanmı ştı r . Batı bilimi d ü nyan ı n " som u t " n i t e l i k l e r i n in yerine, görü n
meyen am a -mat e m at i k ya d a fizik b i l i m l e rinde o l d u ğ u gibi- b i r
"doğa yasaları " d ü':'ıyası yaratır . Bilime v e b i l i m i yayan kitab a bağ
lanan kişi d ü nyayı a rt ı k ş afak ların pembe liği ya d a gü n eşin parlaklı
ğ ı i le değ i l , b i r n iceli kse l sü reç olarak gö rm e ye alışı r. Kitap, bu açı
dan , g e rçeğin bize "şema " d u ru m u n d a , basit leştiri l m i ş o l arak ak
tarı l m asını sağlar. Ancak, kitap k ü l t ü rüy l e yet işm iş olan ki m se b u
nun farkında deği ldir ve b u l du ğ u lormül' l e ri gerçek' le bir t u tar. Ki
tap ku l l an an , b i r form ül ad a m ı d ı r . T o p l u m bi l i m l e rinde bugün kü for
mülün yerine geçecek oku l laşma ve kitaplaşma sı nı rlı bir biçimde
olsa da duyarlı, ente llektüel nitel i k l e ri gelişmiş ki şiler arası nda b i r
ütopyacı eğilim yaratmıştır.
M e h met Kap lan bu sü reci şöyle an latıyor: ;
" Servet-i F ü nü n ·nesl inde m ü şterek olan bir karakler a l m ı ş old u k ları zihni
d i l i n e a ş i n a o l m u ş ki m se l e r d i r Bi r i n c ı l e r i n hayat ı ec r ü b e l e ri n i n fazla o l m a
1 94
.
raber yürümü şlerdir." B
1 95
lik" kendini gösterecekti. Ancak Atatürk'ü n , " ideal Türkiye" sini , ki·
şisel ilişki lerin değil , kurum ilişkilerinin yani yeni onur'un egemen
olduğu bir Türkiye olarak düşündüğü açıktı r. Söylev ve demeçlerin·
de bunu kanıtlayan bi rçok görüşe rastlanır.
B. Pozitif Bilim
" Hekimbaşı Salih Elendi vardı. Nebatat dersi verirdi. fakat onun ağzın
dan çıkan sözler en derin felsefe kaideleri idi . .
Salih Elendi 'nin Kanlıcı'daki yalısının bahçesi Türkiye 'nin ilk nebatat bah
çesi idi. O, derse geldıği günler bahçesınden gelirdiği çiçeklerin, yaprakla
rın ilmi yaşayışlarını anlatırken bizim bat ıl itikatlarla doldurulmuş olan zihin
lerimizi sanki süpürür ve temizlerdi . " 1 0
1 97
Bu etkiler, daha sistem atik olarak , 1 890' 1arda pozitivizm akımını
Türkiye'ye yansıtan iki yazarda biçimlenmiştir. Hüseyin Cahit Yal
çın (1 874-1 957) ve Ahmet Şu ayıp (1 876-1 91 0) Servet-i Fünun der
gisinde çıkardıkları dizi yazılarında pozitivizmi ve daha ayrıntılı ola
rak da o zaman Batı'da egemen olan düşünce akım larını okuyucu
larına sunuyorlardı. 1 1
Osmanlı aydınları arasında genel ''.pozitif" bilim anlayışının n e ka
dar yaygınlaştığını Hilmi Ziya Ü l ken şöyle anlatır:
C. Hal k
" Hami l-i hükümet aslen v e h akikaten elrad-ı milletdendar " Meşruten
vaziledar" olmak haysiyetiyle m üte 'ahhid olduğu şurüta riayet ettiği müd
detçe vezaif-i mütekabileye riayet olunmasını halktan talep edebilir. Fakat
kendi vazifelerinde tekasül ederlerse, emirler, metbualara emir ve talebde
bulunmak hak ve selah iyetlerini kaybeylemiş olurlar . " 1 3
200
Ne var ki, bir liberalizm özlem inin yarattığı "halk" kavramının
kullanımı, halktan kimin kasdedildiğini çok iyi belirtmiyordu. Bu nok
tada Osmanlı toplum yapısının Batı toplum yapısından farklı olma
sından doğan temel bir kavramsal sorunla karşılaşıyoruz.
D. Ü topyacılık ve i dealizm
20 1
Bu nedenlerden dolayı Ziya Gökalp için gerek "millet" gerek
"halk" varolan bir şey olmaktan çok , ancak "rüşeym" halinde bu
lunan ama daha "kendini idrak edecek" , öz benliğine zamanla ka
vuşacak bir n es ne ydi.
'
Aslında bu tipte bir düşünce, yani varolan toplulu klann aslında "öz
be n lik lerine kavuşmamış görüntüler olduğu görüşü Avrupa'da on
"
204
Sonuç
KAYNAKÇA
GENEL
ı\bu Manneh , Butrus, " Sultan Abdulhaınid i l and Shaikh Abudhuda al Sayya-
di " , Middle Eastern Studies, 1 978, N o : 1 5 , s . 1 3 1 - 1 53 .
Berkes , Niyazi, Türkiye ' cie Çağdaşlaşma, isıanbul , Doğu-Batı Yayınları, 1 978.
Eisenstadt, S.N. (editör), Polilical Sociology, N ew York, Basic Books. 1 97 1
Fischer Michael M . J . , lran: From Religious Dispate l a Revolilion. Cam bı idge
vs . . Har11ad U ni11ersily Press, 1 980. ,.
Gökalp, Ziya, " H ü kürnet ve Tahakküm' ' , Küçük Mecmua. 4 Aralı k 1 922.
Goflman, E rving, Asyl u ms : Essays on lhe Social Si lualion of Menıal Pati
ents and Other lnmates. P e l i ca n Books. 1 968- 1 978.
205
Hanioğlu , Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Ol arak Doktor Abdullah Cevdet ve Dö
nemi, İstanbul, Üçdal Yayınev i , 1 981 .
Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret ve Şiiri, İstanbu l . 1 946.
Mandelbaum, Maurice, History, Man and Reason: A Study in Nlneteenth. Cen
tury Thought, The Joh n Hopkins Press. Londra, Baltimore, 1 97 1 .
Mottahedeh, Roy, P . , Loyalty and Leadership i n a n Early lslamic Society. Prin
ceton, Princeton University Press, 1 98 1 .
Okay, M . Orhan, İ lk Türk Pozitivist ve Natüralisti: Beşir Fuad, İstanbul, Der
gah Yayınları, Tarihsiz.
Tokgöz, Ahmed İhsan, Matbuat Hatıralarım 1 888- 1 92 3 , İstanbul, 1 930 .
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, C. i l , Konya, Selçuk
Yayınları, 1 966.
ATATÜ R K
Abalıoğlu , Yunus Nadi , Ankara' nın İ lk Günleri, İstanb u l , Sel Yayı nları. 1 955.
Atar, İsmail, Atatürk'ün Halkçılık Programı ve Halkçılık İ lkesinin Tarihçesi,
İsta n bul, Baha Matbaası, 1 963.
Atay, Fatih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, Dünya Yayınları, 1 96 1 .
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 3 cilt, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 963- 1 965.
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum 'dan Ö lümüne Kadar Atatürk' le Braber, Anka-
ra, T.T . K . , 1 966-1 968.
Karal, Enver Ziya, Atatürk' ten Düşünceler, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayın
ları, 1 956.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Atatürk. İstanbul , Remzi Kitabevi, 1 961
Kocatürk, Utkan , Ata t ü r k ve Türk Dev rimi Kronolojisi 1 9 1 8- 1 938, Ankara, An
kara Ü niversitesi Yayınları, 1 973.
Uygar, H. İsmail Anılarda Atatürk, İstanbul, Dilek M atbaası, 1 973.
206
10 Ahmed İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım 1 888- 1 923, İstanbul. 1 930,
s.28-30.
1 1 H i lm i Ziya Ül k en Türkiye 'de Çağdaş Düşünce Tarihi, c . I , Konya Selçuk
, ,
207
Atatürk ve İ nkıl aplar M ü nasebet i yle *
208
cını devam lı bir şekilde hissetmiş olmasıdır.
���Q.�_!s- ��r yae��ı ileri �amleden sonra d u rmasını bilmiş, ve an
-
cak etrafı yokladı ktan. sonra ulaşı lacak gayeyi yeniden tesbit etmiş
tir�Atailirk-gi"İ:ıi cie viet···aeı-am ı arıriiHTliertip inde ki m eczu b ane -;iii<i3-
tö'r.ferden ayıran vasıflardan biri de zaten bu realizm'dir . Ancak in kı
laplarım ızı düşünürken bi rçok kimselerin içine düştükleri bir h ata
dan sıyrılmam ız icab eder: şimdiye kadar Atatürk inkı labı , u m u mi
yetle Atatürk' ün şahsiyeti i·le mezcedilmiş ve inkılaplarımızın tatbik
ediliş şeklinde kendine has hareket tarzının izleri aranmıştı r. İnkı
laplar meselesini bir hayli karıştı ran bu görüşün , yerini, ilerde daha
ilmi bir teoriye terkedeceği ümit edilir. Aslında, Atatürk İ n kılabında
birbirine paralel şekilde inkişaf etmiş asgari iki cephe görmek müm
kündür: bunlardan biri Atatürk' ün inkı lapcı şahsiyeti, diğeri ise ha
rekete sevkettiği inkılap mekanizmasını n kendine has karakterleri
dir. Bu iki unsuru birbirine karıştı rmamak lazımdır. Bu iki esas mu
vacehesinde de şöyle bir neticeye varı labilir . .f.t��.t9.��� 9!)__ş_�!1:;! kabi
-
liyetine_ı , uzak gö�üşlülüğün� ."-�-��!!!ı.!1'!.ı��_!_�_en , eline teslim edi�
len Osmanlı Devlet teşkilatını ş���..!.. i!.�-�J.�-�-�rr.ı.!:l.rr.ı.i.Y!t? ..��ğ.�ş.t ir.
-�esi mümkün deği l.� İşte . bu�d-an dol ayı Atatürk' ün, in kı lapcılığı
.
esseseleşmiş ci.8.lkavu klu �8.. b.u ı.�. a �- �9.ı:ı:ı.�9.D.9.9.E: Ancak böyle bir
-
izah sayesinde ve böyle bi r iki liğin ·mevcudiyeti muvacehesindedir
ki , derin şarklılığını d eğiştirmeye
. . çalıştığı
.. devlet teşkilatının, her şe-
.
ye."ra�me·n·y·a�·9i·ti·i···Üste Çİ kan···ş·arkli "d"avra.ni"Şi···k·ar-Şi sir1d·a·)ı.taüi"ri?-
.
ün duyd·�··ızdira"bi aılTayaiJl�.f§� Aiaüirk'.üii Tiriiversi'te..F>rö ies-ör ı e-
209
rini imtihan ediş hikayelerinde veya yakınlarının bazı tekliflerini müs
tehziane terslemesi fıkralarında, Atatürk'ün fikirlerinin ancak kari
katürünü benimseyebilen , tefessüh etmiş bir şark bürokrasisine karşı
duyduğu istikrahı görmek icab eder. Atatürk'ün hayatının şimdiye
kadar incelenmemiş bir cephesi de bu trajik cephedir. Bu bakım
dan , inkılap hareketinin yalnız Atatürk'e değil, etrafındakilere de m al
edilmesi lazım geldiği şeklindeki yeni moda iddiaların külliyen red
dedilmesi zamanı gelmiştir. Atütürk'ün muhitinden ancak inkılabı�
.�arikatürü _çıkabil�iş�.!::.�!__�ürk bu mu hitin yardımını görmemiş, ak-.
sine, çoğu zaman bu m u hitin teşkil etti�i Osman lı bü rokrasisi kalın
tılarının kurbanı olmuştur. .Atatürk'ün inkılaplarını, müessesevi itiyat
_l�ı ıı ın ı e�i�iy_ı e primitili:>i"r mito:;__baiine getlieri"i)u -ti�roİ<raiTar saye-
·
�sin ��·-����� ün_ . ı e rıı :_ı__�_c:ığ�yy�-����-� --�.c:ı���-ı� ı:ı�a.�__i_"._��-ı�_p_ı_a._r ��r.
__ __
21 2
Atat ü rk, B ü rokrasi ve " Rasyo nel l ik " *
213
bazı özel likler buluruz: zeka, an lama, kavram a potansiyeli gi
bi.2 Bunun yanında, kişinin aile içindeki ilişkilerine bakarız: müşfik
bir babanın tesiri otoriter bir babaya nisbetle, şahsiyet katlarının te
şekkülünde ve çocuğun büyüdükten sonra topluma karşı alacağı tu
tumda, çok ayrı sonuçlar veri r. 3 Şahsiyet dinamiği ile toplumsal di·
namiğin birleştiği yerdeki unsarlardan biri de sosyalizasyon adını
verdiğimiz, çocuğa toplum değerlerinin aktarılması sürecidir. 4 Bu
radaki intikal sürecinin özellikleri de, bazen toplumu olduğu gibi ka
bu l eden, bazen de toplu mu eleştiren kimseler ortaya çıkarır. Şah
siyet dinam iği katında kişinin toplumuna karşı tutumunu saptayan
bu etken lerin dışında, şahısların toplum hakkındaki tutumu bir gru
bun içinde "gömülü" olm alarından ıleri gelebilir, bu grubun diğer
fertleriyle birlikte hissettiklerini aksettirebilir. Ben , burada, Atatürk' ün
gençlik çağlarına rastlayan ve kendisinin de görüşlerini şekillendir
miş olan , biri sosyalizasyon seviyesinde, öteki grup değerleri ve
norm ları seviyesinde iki sü reçten bahsetmek istiyorum. Tezim , _!\!�
türk'ün, kişiliği, z�_kas� _ve hassasiyetiyle, grup davranışı olarak şe
killenen, kendisini . de etkilemiş olan geneİbir e{Ji limi ileriye götür�
�üŞ_?.�u�Ü-,uon� kendi Özelli�in i katarak yeni bi�_şekil verdiğidir. Böy-'
lece, Atatürk'ün devrimlerimize katkısını incelemiş olacağım gibi, da
ha teorik bi r sorun olan "Toplum mu kişinin mimarıdır yoksa bazı
müstesna kabiliyetli kişiler mi topluma yeniden şekil verirler" konu
sunu biraz ışıklandırabilmiş olacağımı sanıyorum.
Toplum değişmelerinin önemli bir yanı bu değişmelerin berabe
rinde getirdikleri değer uyumsuzluğudur. Yeniçeriler, Osmanlı as
keri reform larına karşı yöneldikleri zaman , yeni usullere karşı olan
olumsuz hislerini açıkça belirtm işlerdi. " Biz testiye ku rşun atar, ke
çeye pala sallarız" sözleriyle ifade edilen bu karşı koyma, aslında
yeni eğitim usu llerine karşı koym alarını n sembolleştirilmiş ifadesiy
di. Yeniçerilerin reaksiyonu , toplumsal değişme ile ilgili olan ikinci
bir özelliği gözlerimizin önüne seriyor. Toplumsal değişme esnasın
da, bazı gruplar eski ile yeni arasındaki uyumsuzluğu diğerlerine nis
beten daha derin bir şekilde duyarlar. Bu özelliği , bu rada, yalnız es
kiyi savunan bir grup için açıkladım. Fakat eskiyi inatla savunan bazı
21 4
gru plar bulunduğu gibi , değişen toplum içinde yeniyi tutan gru plar
da ortaya çıkar . Bu rada işlemek istediğim birinci nokta, Atatü rk' ün
Abdülhamid Türkiyesine istihfafla bakışında akranı olan bir grup in
sanın genel bir rahatsızlığını akseıtirdiğidir. Bu gruba, en engel an
lamında, "mektepli" ler, ve bu arada, " mektepli subaylar" diyebiliriz.
Şimdi, önce "mektepli"den neyi kasdettiğimi belirteyim. Su ltan
A1?.dülhamiq 9_�Y.!J..rı i ı:ı.e nellikle bir gerilik, istibdat �evri o..!_ar�� niteli
__
riz. Böyle bir görüşün gerçeği ancak sı nırlı bir şekilde aksettirdiğine
·artık şüphe kalmamıştır. Enver Ziya Karal'ın5 ilk defa �la-rak ortaya·
,
koyduğu , Abdülhamid devrinin bazı bakım lardan bir ilerleme devri
olduğu görüşü , kendinden önce az çok dağınık bir şekilde işlenmişti.
Bugün ise, yapılan her araştırma, Abdülhamid devrinin, bir açıdan
önemli bir "modern leşme" devresi olduğunu daha açık bir şekilde
göstermektedir. Bu , tabi i ki , 1 830' 1arın veya 1 860' 1arın Tü rkiyesine
nisbetle bir modern leşmedir. Özetle " Kızıl Su ltan"ın devrinde dev
let yapısının farklılaşmasında ilerlemeler kaydedildiği bir gerçektir.
Bunu Abdülhamid'in kendi gayretine m i , yoksa Sait Paşa'nın dira
yetine mi atfetmem iz gerektiği başka bir meseledir. Gene, bu ilerle
melerin daha önce harekete geçi rilmiş olan bir reform hareketinin
tabii sonucu m u olduğu, yoksa Abdül hamid'in veya başkasının ze
kasının mı ürünü olduğu ayrı bir sorundur. Bildiğimiz, 1 880 ve 1 890'
larda Tanzimat devrin de başlayan siyasal farklılaşma ve devlet iş
lerindeki kapsayıcılığın bu devirlerde de devam etıiğidir. Bu deği
şim, tümüyle , Max Weber'in "patrimonyal bürokrasi"den rasyonel
bürokrasiye geçiş kavramıyla anlattığı bir süreci çok andırıyor. We
ber'e göre, modern bürokrasi , daha önceki devirlerde de bel ki nü
ve halinde görünen, fakat o zaman lar beli rsiz bir rüşeym halinde
olan, daha tam yapısıyla ortaya çıkamayan , bazı özelliklere prim ver
miş, anlan ; açık ve seçi k olarak ortaya çı karmıştı r.
Weber' in modern topluma geçiş sürecinde önemini be lirttiği bu
gelişme iki ana ilkeye dayanır: modern toplumun idare mekanizma
sınd aki "hukukilik" vasfı ve gene modern idaren in gösterdiği farklı
laşma, uzmanlığa yönelme. Bunlardan birincisine, en genel şekliy
le, idari mekanizmada som ut hadiselerin bel li -ve gayrı şahsi- bi r
215
kaıdeler t ü m ü n ü n m iyarına vu ru l m ası d iyebil iriz. A rt ı k, eskisine nis
bet le şahsi kararlar önem i n i gittikçe kaybet m e ktedir. i kincisi , d ev
let işleri gittikçe bir ihtısas kon u su olm akta, bakan l ıklar ayrı l m akta,
bakan lı kların içindeki bürolar ise u zman l arla dolm akt adır.
Webe r' e göre bunun sonucu modern bürokrasinin karakterini be
li rleyen b azı öze l l i kler kazanmasıd ı r:
1 - " İdare ' n i n personelı şahsi statüsünde hürdür ve yalnız işinin tanımlanmış
ıomadır"
6- " Me m u rl ara yapı lan öd eme " m a a ş " şek l i n i al ı r ve b u n lar genel l i k l e
216
ediyordu .
Fakat Abdül hamid devri bir diğer bakımdan çok kesif bir şahsın
hükmetme, kayı rma ve tercih rejimi olduğundan "Su ltani'' idare tarzı
Tanzimat ' ın başından beri Tü rkiye'ye getirilen bi rçok müessesenin
" Weberien" diyebileceğimiz gerekleriyle uyumsuzluk halindeydi. Ab
dülh am id devrinin 1 885'ten son rak.i özel liği bu iki ayn yönelimin bir
biriyle çatışma haline gelmiş oimasıdır. Bu çatışm anın en kesif bir
şekilde görü ldüğü yer d e en ileri kurum laşma yapısın a sahip olan
askeri ku ru m lardı .
Abdü lh am id devrinin getirdiği yeni likler arasında, Padişahın ken
di merakının ürünü olduğu gibi , on dan önce devlet katında Süley
m an Paşa gibi söz sahibi olmuş kimselerin belirgin izini taşıyan
ön emli bir gelişme de askeri eğitim reform udur. 7 Bu reformlar sa
yesinde askeri eğitim rasyonelleştırilmiş, aske ri oku l larda ihti sas
dersleri büyü k ağırlık kazan m aya başlamışt ır. Bunun yanında, as
keri orta öğretimin sü resi uzam ış, memleket sath ına yayılmış ve ön
celeri nüfuz edemed iği halk t abakalarınd an eleman almaya başla
mıştı. Mektepli subayların protestosunun Abd ü l h amid'e karşı yönel
mesinde bu üç unsurun da bir rolü olduğuna ınanıyoru m .
Askeri öğrenim i n sü resinin uzam asından kasdettiğim , H arbiye'
ye ve askeri idadile re i lave ol arak, 1 870 ' 1e ri n sonu ndan iti baren as
ke ri rüşdiyelerin ku ru lmuş o lm asıdı r. Askeri eğit i m , böylece, i l koku
lun devam ıyla ort aoku l arasında bir nitelik taşıyan bu eğitim ku rum
larına kadar gelmişti. Askeri rüşdiyeye giren bir öğrenci, aynı oku l
sistemine devam ettiği takdirde ihtisas dalına göre 8 ila 1 2 yıl ara
sında askeri okullarda kalabiliyordu. Bunun an lamı, kişinin kendi aile
m u hitinin tesirlerinden sıyrılıp yeni bir ale m in tesi ri altında kalm ası
dır. Ö ğrencilerin bi r kısmının topl umun alt kesitlerinden gelmesi bu
tesiri arttırıyor aile i le olan bağları d.aha da be lirsizleştiriyord u . Ço
cu kları nı askeri oku ll ara gönderen bu t ü rden aileler, hayatta zorluk
larla karşılaşmış, aile yapısı n ı güçlükle sürdüren ai lelerdi. Bu aile
le r , geniş köşk veya ze ngin bir m ahalle hayatı blan , bu yo lla aile nam
ve ideoloji sini devam ett i ren aileler deği ldi. Böyle ai le lerden gelene
öğrenc i ler için ailel eriyle tem ası devanı ettirme k , u laşım b.akı m ı n-
217
dan güç ve pahalı bir işti. Bütün bu özelliklerin son ucu olarak aile
nin norm aktarıcı ve eğitici fon ksiyonunu çok zaman okulun kendisi
ve okul arkadaşları devralıyo rdu . Oku l aleminin özelliği ise fen ve
matematiğe, coğrafya ve tarihe önem vermesi , bunun yanında öğ
renciler arasında vatanpı;ırverlik duygu larını yerleştirmesiydi. Bu yeni
dünyanın hususiyetleri içinde başt a gelen; i nsanın "başarı " esası
na göre değerlendirilmesi, imtihan ve nota göre ödüllendirilmesiy
di . Bunun günümüz sosyoloj isinin tekni k tabi riyle ifadesi öğrencile
re bir " b aşarı" etiğinin . " a h l akı nın" aşı l anm asıd ır. 8
Birçok sosoyoloğun söylediklerine göre modern leşme sürecinin
öze lliklerinden biri bu değeri toplum lara artan bir hızla yerleştirme
sidir. Bir sosyal fonksiyonu n kimin tarafından d eğil de nasıl bi r ürün
vererek sonuçlandığına bakmak bu "başarı etiğinin" merkezini teşkil
eder. Mesela, fayd ası nı ölçmeden "yaş" a prim vermek "başan"
eliğine göre yapı lan bir değerlendi rme değild ir. Bu , " başarı" etiği
nin tam aksi olan "taşınan niteliğe" göre (ascription'a göre) öd ül
lendi rm edir. Gene, bu rada, yaşlı l arı n her an ve rdikleri ürüne göre
değerlendirilmelerinin " iyi" mi yoksa " köıü" mü bi r şey olduğu be
ni ilgilendirmemektedir. İ fade etmek istediği m , " iyi" veya "kötü" ,
modern zamanlarda, XIX. asır Batı aleminin başlattığı siyasal ve sos
yal esneklik ve hareketliliği gösteren toplum larda ve bu arada m o
dern eğitim sistem lerinde, bu esasın gitti kçe önem kazandığıdır.
Bu nitelik de Weber'in bü rokrasinin iç ge reği ol arak ortaya koy
duğu özel liklere pek iyi uym aktadır ve bi r dereceye kadar onun fi
ki rleriyle i lintilidir. Başka bir tabirle, oku lda değeri başarı esası na
göre değerlendiri lmiş, hayatını yönetmelik h ü kü m l erine göre ayar
lamış olan bir kim se , modern eğitim süreci nden geçen kişi, daha
sonraki hayatında, am i rinin , kişisel tercihlerinden sıyrılarak karar ver
mesini bekleyecektir. Belirli bir iş için aday arandığı zam an bu aday
lar arasında gereken tekn i k bilgiye sahip olan l arı n seçi lmesini iste
yecektir. Hizmet için hiyerarşik düzene bakı lm adan " tepeden inme"
yapılan işlem lere tepki gösterecektir. Bu işin hal ledilm esinde keyfi
karara değil, yönetmelik gibi soyut prensi pleri içine alan döküm an
larda tesbit edilen şekilde yü rüt ülmesini arzu layacaktır. Gerek as-
218
keri okuların iç nizamı ve disipline bağladıkları önem , gerek oku lu n
bir devamı olan askeri h ayatın -bazen başarısızlıkla sonuç lanan
fakat gene de devam lı- rasyone l leştirme ç abal arı askeri okul tale
belerin i , günlük itiyat l arı , bekleyişleri ve değerleri açısından genel
hatlanyla "Weberien" bir aleme sokmu ştu . Herhalde , uzun yı llar cid
di bir eğilim görüp başarı ları imti han ve not esasına göre değerlen
di ri len bir gru bun dünya görüşünde ehliyet , başarı prensibinin ko
layca yer etmesi beklenmelidir. Bir kimsenin liyakata göre değil de
aksine m ü ktesep sosyal statüye göre ödellendirilmesinin b u kimse
ler arasında önem li çalkantılar yaratmasını da bekleyebiliriz. Abdül
hamid devri buna müsaitti. Zi ra , padişah , bir taraftan modern nite
likleri t aşıyıcı kurum ları teşvik ederken bunun t am zıddı prensiplere
dayanan bir idare tarzını da aynı zamanda deste klem iş, bun un ken
disini ne kadar tehlikeli bir tenakuza düşürdüğünü farketmemişti.
Bi r t araftan başarı , g ayri şahsi lik, teknik bi lgi gere kti ren me kaniz
maları ku ran Padişah diğer taraftan şahsi d amgasını idaresine v u r
mayı da prensi p edi nmişt i . Abdülaziz'in yen i askeri ku rum ların or
taya çıkardığı güçler tarafından tahttan indirildiğini unutmayan S u l
tan , bir yönden " m e ktepli" leri teşvi k ederken diğer yönden sadık
bendelerinden meydana gelen paralel bir askeri ku manda strükt ü
rü ortaya çıkarm ıştı. 9 Bu gruba dahil olan kimseler imtiyazlı m u a
mele gördüğü gibi çocukları da aynı imtiyazlardan faydal anıyord u .
Böylece, oku l yıllarından itibare n , sistemin m odern yön leriyle, We
ber'in t abiriyle "pat ri monyal" bir bü rokrasiden arta kalan kı sım ları
arasında bir çatışma mevcuttur. Ahmet Cevat Emre hatıratında b u
du rumdan şöyle bahsediyor:
Beşiktaş Rüşdiyesi 'nde parlak üniformasıyla bir h ünkar çavuşu sınıf baş
çavuşu olmuştu. Zadegan ısmiyle anılan, çok güzel giyinmiş dört beş kişi
de vardı ki, sınıfın sıralarına giremezler, kürsünün yanında onlar için konan
sandalyelere otururlardı.
Emre'ye göre sonradan hünkar çavuşu sınıf işle rinde geri kalmış,
Em re kendisi başçavuş olmuş ve arkad aşları bu i mtiyazlı talebele-
219
re karşı olan tepkilerini göstermek üzere kendisini omuzlarında gez
dirmişlerdi.10
Yeni askeri eğitimin bir özel liği de cengaverlik, fedakarlık, vata
nperverlik gibi merkezi bir değer et rafında toplayan öğretisi dolayı
sıyla öğrencilerin arasında bir "espri! de corps" meydana getirme
si , grup niteliklerini pekişti rmesiydi. Böylece, en başarı lı öğrencile
rin (yeni değerleri benimsemekte ve ders düzeninin gereklerini ye
rine getirmekte en müsait şahsiyetlerin) mezuniyetinden sonra sis
temin icaplarını devam lı bir şe kilde aramış olm alarını bekleyebiliriz.
Fakat öğrenciler kıt' aya çıktıkları zaman hiç de u mdu klarını bulamı
yorlardı. Örneğin kıt 'aya çıktı kları zaman hiç de umduklarını bu la
mıyorlardı. Örneğin, 1 890' 1arı yaşamış olan bir subay hatıratında bu l
duğu durumu şöyle tarif ediyor:
Bir taburda ancak bır veya iki mektepli zabit bulunurdu . Bunlar da m üla
zımdı. Alaylarda dört binbaşıdan biri mektepli , diğerleri seciyesiz alaylı bin
başılardı. Alaylı zabıtan içinde okur-yazar, efendiden ve cahillerde de te
miz, haluk, çalışkan askere evlat gibi bakan ıyi simalar da vardı. Bu zaval lı
lar da hepimiz gibi gaddar, zal i m alaylı binbaşılara esi r idi ler Bu kodaman
ların garip, acaip,(!) unvanları vardı. Bin başı sallabaş Behçet Ağa (ihtiyarlı
ğından) Delibalta Musıara Ağa (titizl iği nden), Yumruk Vuran Hüseyin Ağa
(zabit dövdüğünden), bir manda yavrusunu devirdiğinden Camış Deviren
Hamza Ağa, küfürcülüğünden Dinsiz Veli Ağa gibi sıfatlarla anılan iri kıyım ,
uzun aksakallı, sakalı boyalı, palabıyık, gür kaşl ı , Yeniçeri biçimli , terbiye-ı
fikriye ve kudret-i askeriyeden , malümaı-ı harbiyede n , her t ürlü hasail-i in
saniyeden mahrum tiplerden i diler. 1 1
1 Kari Mannheim, l deology and Ulopia. (New York: Harcourt Harvest Books,
tarihsiz, ilk basılışı: 1 936), s.205.
2 Potansiyelin şekillenmesinde bile genetik unsurlar önemlidir, bak: " So c la l l
zation", Handbook ot Social Psychology. (2. bası, cilt 111, 1 969, çıkaran Gard
ner Kindzay) s.461 -463.
3 Bk.: Erik H.Erikson, Childhood and Society, (Penguin Books, 1 965). Passlm.
� Bak: "Socialization", s.g.e., s.450-55.
s Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Vlll. (Ankara, 1 962).
hamid 1 1-1 880- 1 987". Basılmış Doktora Tezi, University ol Californ ia, 1 966.
8 " Başarı" etiğinin aile'den çok okulda edinilen bir yönelim olduğu konusun
da bak: Talcott Parsons, The Social System, (Free Press Paperback, 1 964).
s.242.
9 Nizamettin Delilbaşı, s.g. e . , s.45: Griffiths, s . 1 09-1 1 3 .
10 A Cevat Emre, i ki Neslin Tarihi (İstanbul, 1 960), s.26.
1 1 Canlı Tari h l e r , Cilt 4 . (İstanbul , 1 946), " Nizamettin Delilbaşı, " s.62-ô3.
s.47.
222
Tanzimat
Ta nzim at ve "İ lmiyye" *
225
in tezinin tesiri altında kalmıştır.
Şekli bakım ı nd an Osm anlı m üessese leri nin incelenmesinde bü
yük bir yardı mı olmuş olan bu teori, aslı nda Osm an lı müessese leri
nin bir zaman cereyanı içinde gelişmeierini izahta tabiatıyla pek ve
rimli olamazdı. Zira Osm an lı İ mp aratorluğu' nda tatbik edilen sıyasi
sistemin u m u mi hatlarında uzun zam an bir değişi klik olm adığı fara
ziyesinden hareket ediyordu ve bu ıutum donmuş kalıplara sığma
yan bazı gelişmelerin izah ed ilmesi nde tamamiyle kısır kalıyord u .
Halbu ki bu gibi gelişmelerin vu kua geldiği , lıse günlerimizden beri
bildiğimiz bedahatler arasındadır. Bunlardan biri, m esela, Kanuni'
den sonra hükü mdarın devlet işlerin i n fiili tedvi rini etrafı ndaki dev
let adam larına bırakm ası gelmektedir. Bu gibı bir gelişme ise mutat
Osm anlı müessese ıeori mlerinde ancak bir istisna olarak gösteril
mekte ve Osmanlı ıç siyaseti n in aydın lanm ası nda pek cüz'i bir rol
oyn am aktadır.
Aslında mu htelif emareler Osm anlı İ mparatorlu ğu iç siyaseti tari
hinin ve buna paralel olarak gelişen m üesseselerinin gayet alaka
çekici bazı safh alar arzeıt ığine işaret etmekted ir. Ancak bu çekiş
menin kendine has u nsu rlarını bu ldu ktan son radır ki kültür ve siya
set tarihim izle şimd iye kad ar cevaplandırı lm amış olan bazı m esele
ler aydınlan abilece kt ir. Mesela bu iç çekişm enin ne gibi amillere da
yandığı keşfedildikten sonra ve ancak bundan sonra m em leketimiz
deki siyasi G arplılaşma hareketi esaslı inceleme konusu olabilecektir.
Zira siyasi Garplı laşma tempomuzun bu Osm anlı m üessesevi un
surlar tarafından veya Osman lı siyasetinin kendine h as politik faali
yetler tarafından ne derecede engel lendiğin i veya aksine GarplılaŞ
mam ıza ne derecede yardım et miş olduğunu ancak o zaman keş
fetmiş olacağız.
Bu problemin çözümünde ise siyasi ilim lerde ku llanılan "elite" me
todun u n büyük bir rol ü olabi leceği ne in anıyoruz. Elite teorisi , basit
leşti rilmiş şekliyle , tarih boyunca bi rbirini takip eden siyasi rejim ve
faaliyetlerin şeki llenmesinde en esaslı ami li n bir " önde rler" taba
kası olduğunu kabu l eder ve m uayyen bir siyasi teşki latlan m a şek
linde husule gelen , değişiklikleri bu "elite" veya " önderler" grubun-
226
da meydana gelen değişmelere bağlamaya çalışır. Burada "elite'
'den kasdedilen, bir üst tabakadan ziyade bi r cemiyetin en m ü him
addettiği sahalarda ehliyet kesbetmiş olan şahıslardır. Başka bir de
yimle bir cemiyette m evcut müteahassıslardır.
Elite teorisi her ne kadar bütün tarihi gelişmeleri izah edecek de
recede cihanşu m ül bir teori değilse de muayyen devirlerde siyasi
bünyede vukua gelen değişikliklerin mahiyetini tespit etmek için son
derece faydalı bir analiz aleti haline gelmiştir. Tabii ki bu metodun
kullanılmasıyla siyasi gelişme mevzuundaki problemlerin hepsi ce
vaplandırılam ayacaktır. Metodun temin ettiği en büyük fayda, bazı
problemlerin sarih olarak ifade edi lmesi , hakikaten mühim olan su
allerin sorulmasına amil olm asıdır.
Bu metodu ku llandığımız takdirde mesela Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun siyasi müesseselerinin gelişmesi mevzuunda bir hayli mü
him bazı nirengi noktaları tesbit edebildiğimizi ve problemin sara
hat kazandığını müşahede ederiz . Evvelce üstünde durduğum uz
Lybyer'in teorisini ele alalım. Lybyer'in gayet basit olan bir ' ' ku llar
m üessesesi" teorisi yerine, Osman lı İmparatorluğu 'nda üç. esaslı
"elite" veya önder grubu olduğu faraziyesinden hareket edildiği tak
dirde ve Osmanlı iç siyasi tarihi bu gruplarla Padişah arasındaki mu
vazenenin kah bu gruplardan biri , kah padişah şahsı lehine bir du
rum gösterdiği şeklinde ele alındığı takdirde, ortaya gayet entere
san meseleler çıkmaktadır.
Tarihçilerin mevcudiyetlerinden haberdar oldu kları, fakat arala
rındaki m ücadeleye ve kuvvet muvazenesi teşkilinde bir unsur ola
rak rol oynamalanna ehemmiyet vermemiş olduklan bu üç grup şun
lardır: Askeri bir elite olan Yeniçeriler, ilmi ve huku ki Elite'i teşki l
eden Ulema (İlmiyye sınıfı) ve Padişahla temasta olan idareciler küt
lesi. Bu üç unsurun (ve Padişahın), siyasi iktidarı aralarında ne şe
kilde paylaştıkları muvacehesinde bir Osman lı tarihi görüşü m üm
kün olduğu gibi, böyle bir metodun ku l lanılması ile şimdiye kadar
karanlık kalmış birçok noktaları aydınlatacağı muh akkaktı r.
Buna bir misal olmak üzere siyasi Avrupalı laşma tarihinden bir
örnek verebiliriz.
227
Umumiyetle memleketimizde 1 9 ncu asırda cereyan edenler ıs
lahat cereyanı gayet basit bir zaviyeden görülmeye alışılmıştır. Bu
noktadaki devrimci tezin şimdiye kadar ifade edilişini şöyle özetle
yebiliriz: İlmiyye sınıfı tabiatiyle Osmanlı İmparatorluğu'na yenilik
lerin girmesine ale�htardı. Bu sınıf bilhassa kendi nüfuzunu kıraca
ğını bildiği yeniliklere ısınm adığı için, daima padişahın otokrasisini
desteklemiş, Osmanlı İmparatorluğu'nda girişilen ıslahat hareket
lerini kösteklemiştir. Devrim aleyhtarı tarihçi ise bunun tam aksini
iddia etmeye daima hazırdır. Aslında, vakıaların tetkiki "devrimci"
izahın hakikate daha fazla yaklaştığını göstermektedir, fakat bu izah
da o kadar iptidai bir şekle soku lmuş ve basitleştirilmiştir ki , tabia
tıyla Tanzimat devrinde cereyan etmiş olan birçok hadiseleri izah
edememektedir. Bunları birer istisna saymak m ecburiyeti hasıl ol
muştur. Mesela Şeyhülislam Arif Hikmet Beyin ıslahat hareketi aleyh
tarlarını sustu rmak için Anadolu'ya gönderilmesi, m esela Yeni Os
manlılar Cemiyeti'nin saflarında Sarıyerli Hoca Sadık Efendi gibi şah
siyetleriıı bulunmuş olması , mesela 1 876'da Mahmud Nedim Paşa
ve ummiyetle Sultan Abdülaziz idaresine karşı tevcih edilen h are
ketin Yenikapı Mevlevihanesi Postnişini tarafından tahrik edilmiş ve
ya onun delaletiyle husule gelmiş olması. Bütün bunları "basit" te
ori muvacehesinde izah etmeye im kan yoktur. Şimdi de "elite" te
orisinin temin ettiği gözlükleri takmakla aynı hadiseyi inceliyelim.
Osman lı İmparatorluğu'nda " İlmiyye" sır:ı_ıfı şüphesiz ki cemiyet
esasını teşkil eden m ukaddes Kanunun (Kur'anın) ve diğer İslami
ilimlerin koruyucusu olarak pek parlak bir mevki işgal ediyordu. Ham
mer'in , Osmanlı İmparatorluğu'nun "yegane müstakil u nsuru" di
ye isimlendirdiği bu sınıf adaletin tecellisine yardım ettiği gibi dev
let işlerinde bazı ahlaki kıstasların da muhafaza edilmesine delalet
ediyordu. Eldeki eksik malumat ve sınıfın 1 O. asrın sonlarına doğru
Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün diğer unsurları gibi tefessühe yüz
tuttuğunu göstermektedir. Ancak bir cemiyet içinde uzun zaman mü
him bir mevki işgal etmiş olan bir teşekkülün bu kadar kolayca te
fessüh hareketlerine girişi ldiği anda bir ilmiyye sını fını yeni temeller
üzerinde kurmak isteyen bazı Ulemanın Mahmud ve Abdülmecid gibi
228
ısl ah atçı veya ıslahat taraftarı padişahlar zam anında mensup olduk
ları sınıf arasına bazı yen i fiki rler getirmek istedikleri ve bu yolda ça
lıştıkları görülmektedir. Mu htelif emarelerin işaret ettiği İ lmiyye sını
fındaki bu iç reform gayreti hakkında şi mdiye kadar hemen hemen
hiç malümat toplanm amıştır. Fakat böyle bir hare kete rastlan dığı da
in kflr edilemez. Neşriyat alem inde mu hte lif ahlak kitap larının yeni
den basılması, basitleştirilmesi ve daha anlaşılır bir hale gelmesi şek
linde, siyasi faaliyet sahasında Yeni Osm an lı lar Cemiyet i'ne katı
lanlar arasında birtakım dini şahsiyetlere rastgelinmesi şeklinde ken
dini gösteren bu hareket bir elite'in karakteristik davranış şekille
rinden b i ri olan " kendi kendini toparlama" gayretinin bir örneğidi r.
Böylece İ lmiyye sınıfının bir birim ol arak tetkik edi lmesinin yerinde
olacağını gösteren mu htelif emareler mevcu t olduğunu görüyoruz.
Binaenaleyh bu sın ıfı n bir birim olarak ele alınmasiyle hiç şüp hesiz
ki yakın tarihim izin gayet mühim bazı noktaları aydınlanacak ve ge
lişmemizin ne kadar kompleks bi r seyir takip ettiği "vak' an üvüs"
tipi tarihçi lerimizin önüne bir örnek ol arak serilecektir.
229
Ali Paşa ve H ü rriye t *
230
Reşit Paşa'nın meydana getirdikleri islahatla mu kayese edi lebile
cek bir ilavede bulunmamış olm aları pek mu hteme ldir. Bu h ususta
henüz ciddi bir tarihi etüd yapı lmamıştı r.
Bu arada, A li ve Fuat Paşaların müspet bir i lavede bulunmadık
ları noktasından da daha mühim bi r husus, A li Paşa' nın , devrinin
en büyük hürriyet aleyhtarlarından biri olduğu vakıasıdır; bu vakıa
arada kaybolmuş, ondokuzuncu asrın ortalarınd aki aydınların ga
yet mühim bir mesele addettikleri bir husus, daha sonra Abdülha
mid ve taraftarlarının bu problem i u n utturma gayretleri neticesinde
ortadan kaldı rı lmış gibidir. Halbuki Namık Kemal, Mustafa Fazıl Pa
şa, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi şahsiyet ler, Osmanlı İ mparatorluğu'·
nda mevcut rejime karşı iti raz ettikleri zaman Abdülaziz'in şahsi po
liti kasına değil , A li Paşa' nın politi kasına iti raz ediyorlardı. Genç Os
man lılar'ın Avru pa'ya kaçmasına sebep olan , M ustafa Fazı l Paşa'·
yı " Genç Osm an lılar"ın hamisi haline getiren hadiseler, A li Paşa'
nın Osmanlı İ mparatorluğu 'nda şahsi bir di ktatorya tesis etm eye ça
lışmasının neticeleri idi. Bu hareket hattının mümeyyiz vasıfları da
Osmanlı İ mparatorluğu'nun içine düştüğü badireyi halletmede, Ali
Paşa'nın yeni teşekkü l etmiş olan Osman lı Efkarı Umumi.yesini hi
çe saymasıydı . Babı ali.ye cahille rin top lanmasına müsaade etm iş
olan A li Paşa, Namı k Kemal 'e göre etrafına topladığı "dört buçu k
Fransızca sohbet" bilen leri n yardımıyla devlet meselelerini hal let
meye mu ktedir deği ldi.
Osman lı İ mparatorluğu hakikaten bu devirde inki raza iyice mey
letmiş olarak görü nüyordu. Abdülmecid devrinde bi r takım fu zuli is
raf neticesinde büyüyen borçların , genç padişah Abdülaziz'in tahta
geçmesiyle tasfiye edi leceği umu lurken, bu padişahın da zaman la
sad razama uyup devlet borçlarını arttırdığı ve verimsiz bir takım iş
lere sarfettiği görü lm üştü. Osmanlı İ m paratorluğu 'nda mali mese
lelerde müşavi rlerin tavsiyelerine lüzu m görü lmediği için ist ikraz
"memba-i sahi h " added ilmiş iken , ve devlet borçları biteviye arttırı
lı rken Genç Osmanl ı lar bunun "yalnız Babı'ali 'ye sahih olmuş bir ve
hime"den ibaret olduğunu layı kiyle takdir ediyorlardı. Nam ı k Kemal
Babıali'nin bu hareket hattının yan lış tarafl arı nı işaret etmekten ken-
231
dini alamıyordu:
" İstikrazat kat'iyen milletin reyi ve malümatı ile olmayıp yalnız sadrazam
ve hariciye nazırı gibi birkaç mütegalliban-ı devletin karar-ı haf ileri üzere ak
dolunup aradaki komisyonlardan onların bendeganı ve mensubatı müsteril
olurlardı. Şimdiye kadar akdolunan istikrazat-ı hariciye ile defter-i kebire ge
çen duyum-u dahiliyenin faizleri ve resülmali karşılıkları devletin varidat-ı
mukannenesinden nısfını ekil ve beli edi p baki ·kalan nısfını ise masarifat-ı
mukarrereyi tesviye kifayet edemediğinden beher sene elli milyon franktan
mütecaviz muvazenede açık görünmekte ve bunu örtmek için her yıl böyle
bir istikraz aktine ihtiyaç messetmekte olup mülkün ve ahalinin ahval'ı di
ğergünü ise bu kadar yükü bir zamanda kaldırmaya derkardır. "
234
Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti *
Tanzimat Bürokrasisi
235
mat hakkında mütalaa serdetmek gülünçtür. Gene Abdülhamid'in
güvenilir bir biyografisi mevcut değilken bu hükümdarın fikirlerini
kıymetlendirmiye gayret eden bir çalışma kısır kalmaya mahkum
dur. Binaenaleyh Batılılaşmamızın manasını kıymetlendirmeye ça
lışırken bu vetirenin ne şeki lde cereyan etmiş olduğunu bulmamız
icabeder. Batılılaşma tarihimizi , resen, 1 20 küsur senelik bir devre
ye sığıdırdığımız takdirde, bu 1 20 senelik dilimin içinde de muhak
kak ki en ilgi çekici hareketlerden biri Veni Osmanlılar hareketidir.
Düşünürlerimiz arasında bahis konusu grubun ehemmiyetini idrak
etmeyen yoktu r tahmin ederim. Bununla beraber, daha sonra Jön
Türk ismiyle ortaya çıkmış olanların bir nesil önce önderliğini yap
mış Yeni Osmanlıların gayeleri, ve geçirmiş oldu klan tecrübeler hak
kında, ciddi bir araştırm a mevcut değildir. İşte Yeni Osmanlılar Ce
miyeti ile ilgili hadiselerin tesbiti, yukarda bahsettiğimiz ve yapılması
zaruri olan tarihi etütlerden bi ridir. Memleketimizde monografi yaz
manın ne demek olduğunun yavaş yavaş anlaşılmaya başlanması
sayesinde Yeni Osm anlılar tarihinin yakında aydınlanması muhte
meldir, fakat şimdilik bu araştırmalarda kullanılacak bazı müşirlerin
de ortaya çıkarı lması mümkündür. Aşağıdaki mütalaalar bu müşir
lerden birinin tesbiti ile Yani Osmanlılar Cemiyeti 'nin faaliyete geç
ti!:ii sıralarda memleketimizde sosyal yapıda husu le gelen bazı ta
hawüllerin tasviriyle i lgilidir.
Bir kere Yeni Osmanlılar kim lerdir? Yeni Osmanlılar veya Genç
Osmanlılar Sultan Abdülaziz devrinde ilk defa olarak Türkiye'de nis
beten teşkilatlı bir siyasi fırka, teşkil etmiş olan şahıslardır. Burada
"fırka" kelimesinin kullanılışı kasdidir, zira o devirde henüz bir par
tiden bahsetmeye imkan yoktur.
Abdülaziz'in tahta çıkışından az sonra İmparatorluğun inhitata doğ
ru gidişinden huzu rsuzluk duyan bir kısım münewerler 1 865 sene
sinde memleket içinde güdü len politikanın islahı gayesine yönelti
len bir teşekkül meydana getirmiş ve bilhassa neşriyat yoluyla mem
leketimizdeki aydınları uyandırmaya çalışmışlardı. Grubun şöhret ka
zanmasına yardım etmiş olan en mühim amil ler arasında Namık Ke
mal ve Ziya Paşa gibi idealist şahsiyetlerin partinin kurucu ları ara-
236
sında bulunmuş olmalarını zikretmek lazımdır. Bugün Yeni Osman
lılar hatıra geldiği zaman cemiyetin kendisinden ziyade Namık Ke
mal'in cemiyetin maksatlarını anlatmak için H ürriyet Gazetesi nde '
238
il
" Kadim bir dini teşrii meclis olan Ulema uzvu bile . . . Nüfuz ve kudretini
kaybetmiş ve Babıali'nin üstünlüğüne boyun e(lmek mecburiyetinde kalmış
tır." 6
111
Kuleli Vak'ası
Böylece, Nam ı k Kemal'in daha sonra m enfada i ken rast ladığı Ku
leli Vak'ası m ü reıtiplerinden Şeyh Ahmet "e karşı niçin o kadar de-
243
rin bir saygı göstermiş olduğunu anlamak mümkü ndür. Şeyh Ah
met, Kem al' den önce Kem al'in müdafaa ettiği fikirlerin öncülüğünü
yapmıştı.
Tarif ettiğimiz bütün gelişmeleri Osmanlı tarihinin çerçevesinden
çıkarıp Batı Devletinin tekam ü l vetiresi ile mu kayese edersek, bi r
hayli ilgi çekici neticeler elde etmemiz mümkündür. Modern devle
tin Renaissance'tan bu yana tekamülünü incelemiş olan müellifler
bugün bu tekamülde iki safha görmekte müttefiktirler. Bunlardan bi
rincisi hükümdarın kendisine rakip gördüğü kuwetleri ortadan kal
dı rması veya zararsız hale getirmesidir. Bu kuvvetler arasında bil
hassa asılzadeler ve hakimler hükümdarın husumetinin ilk hedefini
teşkil ederler. Bu iki unsu.r zararsız hale getirildikten sonra, devle
tin idaresini, merkezde bulunan ve önce hü kü mdara tabi olan, fa
kat sonra kendi başına buyru k olan , bir bürokrasi temin eder. Batı
da belirmiş olan ilk ihtilaller merkezileşmeden doğan istibdada kar
şı ve krallığın bürokrasisine karşı yöneltilen bir protestodan ibaret
tir. 1 641 İngiltere'sinde olduğu gibi, 1 789 Fransa'sında da asılzade
ve hakim gibi devlet otoritesiyle halk arasında mutavassıt kuvvetler
artık "tampon"luk vazifelerini göremez hale gelmişlerdi. Zira XIV.
Louis gibi merkeziyetçi hükümdarlar bu kuwetleri ortadan kaldır
mışlardı. Asıl şayanı dikkat olan taraf Osmanlı İm paratorluğu'nda
da aynı gelişmelere rastlanılmasıdır. Osm anlı İm paratorluğu'nda
merkeziyetçi hareketler İkinci Mahmud zamanında tam bir muvaf·
fakiyetle neticelenmişti. Padişahın otoritesinin dağıtılması bakımın
dan en tehlikeli unsu r olan Yeniçeriler ortadan kaldınlmış, hüküm
dar, memleketin her köşesine devlet otoritesini yaymakta oldu kça
muvaffak olmuştu. Ulemanın kuweti , kaza sisteminin yav.aş yavaş
inhisarlarından çıkması ve yen i mahkemelerin ku ru lmasiyle, azal
mıştı. Buna karşılık bürokratların nüfuzu çoğalmış ve bu yeni zümnre
bi rçok haksızlıklar irtikab etmekten çekinm iyordu. İşte Ku leli Vak'
ası , devletin fazla ağır basmaya başlayan merkezi otoritesine karşı
yönelmiş olması bakımından ne İngiliz İ htilali'nden ve ne de Fran
sız İhtilali'nden farklıdır. Aslında her üç ihtilal de modern devletin
gelişme vetiresinin mu ayyen bi r safhasında cereyan etmiş olan ay-
244
nı tipte hadiselerdir. İ htilal mefhumunu bu noktadan incelersek "sağ"
ve "sol" telakkileri tamamiyle m an asız bir hale gelmektedir. Fran
sız ihtilali "sol"a yönelmiş bir hareketti. Ku leli Vak' ası ise irticai ma
hiyette, başka bir tabirle "sa�a" yönelik bir hareketti, ancak iki ha
dise devletin gelişme vetiresinde aynı " kadem e "de husule gelmiş
ve aynı sebeplerle ortaya çıkmış hareketlerdir.
Ekim 1868.
2 Bailey, Brltlsh Pollcy and the Turkish Reform Movement, s.271 -272.
3 Cevdet Paşa'dan naklen, Ebul'ula Mardin, Me d eni Hukuk Cephesinden Ah
met Cevdet Paşa, İ sta n b u l 1 946, s. 1 0, not. 8.
,
8 Namık Kemal, Hürriyet, 7 Eylül 1 868; Ziya Paşa için Bak. "Yeni Osmanlar
dan bir zat taralından m atbaamıza gönderilip dercolunan hatıralar," Hürriyet,
5 N isan 1 869.
245
Tanzimat Fe rma n ı n ı n JVl a n ası *
246
ğişiklik sayı ldıklarını araştırmak lazımdır. Şunu da belirtmek icabe
der ki, bu hususiyet leri açıklamak maksad iyle Hatt-ı Şerifin ehem
miyetinin bir izahı nı yapm aya çalışmış olan lar yok deği ldir. Fakat bu
tahlillerde bile, çoğu zam an , Tanzimat Ferman ı ' n ın siyasi tefe kkü r
tarihimizde getirdiği yen ilik layıkiyle beli rtilmemişt i r. Buna bir m isal
olarak, 1 940 sen esinde Gülhane H att-ı H u m ayunu 'nun 1 00 . yı ldö
nümü münasebet iyle neşredi len "Tanzımat " isimli kü lliyat ı zi kret
mek m ü m kündür. Bu külliyatta Tanzimat hakkında gayet faydalı bil
giler bulmak müm kündür. Fakat bu eserdeki en üstün kalitedeki ya
zılarda bile "Tanzimat Ferman ı nasıl bir tefekkür tarzının izlerini gös
teriyor?" gibi basit bir suale tatmin edici bir cevap bulmak m ü m kün
değildir. Bu kül liyattaki m akaleler nazarı iti bare alınırsa, G ü l hane
H att-ı Humayunu ' n u n hakiki mahiyetine nüfuz edi lmeyişinin sebep
leri arası nda iki e ksıklik b u l m ak m ü m kündür. Bun lardan birincisi ,
"Tanzim at " isimli esere dercedilen makalelerin çoğu nda ku llan ı lan
metodların , sordu ğumuz sualleri cevap l andırmaya müsait olmama
larıdır. İ kincisi ,- çözülmek istenen mese lenin hal ledi lm esine yarıya
cak bütün mu talar toplanmadan bazı u m u mi hü kümler istih raç edil
miş olmasıd ır.
Hakikaten büyük bir kıymeti h aiz olm akla beraber, seçilen meto
dun kafi derecede aydınlık tem in edebilecek bi r metod olmaması na
m isal teşkil etme k üzere , Sayı n Prof. Yavu z Abadan ' ı n "Tanzim at
Fermanının Tahlili" ism ini alan , incelemesini ve mu taların daha top
lanmaktan uzak old uğu bir mevzuda u m u m i hüküm lerin verilmiş ol
masına m isal olarak da Prof. Recai G . Okandan 'ın " Amme H u ku ku "
isimli incelemesi ni zi kretmek m üm kündür.
Prof. Abad an , incelemesinin m aksadını, bir yerde şu sözlerle izah
ediyor: "Tanzim at Fermanını hangi h u ku ki vesika kategorisine it
hal etmek m üm kü n d ü r ?" Abadan ' ın cevaplandı rmaya çalıştığı su al
budu r. Ferm anı bu cepheden incelem eye çalışmış olmanın en bü
yü k mahzu ru , vesi kanın bir t arih akımı içinde deği l , fakat m azi ve
istikbalden m üce rret , bizatihi bir birim teşkl l etmek üzere , yan i Fer
mandan önce cari usü llere nazaran ne gibi bir kıymet ifade ettiğini
araştırm aksızın , bazı ideal hukuk norm larına mutabakatı nokt asın-
247
dan incelenmiş olmasıdır. Bu usu le mü racaat edildiği takdirde, pek
tabidir ki , Tanzi mat Fe rman ı ' nın hangi güçl ükleri cevaplandırmak
içi n ortaya çıktığı , hangi tesirlerın neticesinde ve h angi gayeler pe
şinde koşan şah ıslar tarafından hazı rlandığı ve Osm an lı İ mparator
luğu 'nda cari devlet idaresi u su l lerine ne gibi değişi klikler getirdiği
suali cevaplandırılamıyacaktır. Biz ise, Tanzimat Fermanı 'nın asıl
özünün ortaya çı kması içi n , bu ikinci nev'i suallerin cevaplandırıl
ması zaruretine inanıyoruz. Değerli Prof. Dr. Yavuz Abadan'ın tah
lilleri, platonik felsefe ve görüş seviyesini aksettiren "idea" ya ya
kınlık veya uzaklık ölçüsüne dayandıkları için , kullandığı metoda ide
alist veya şekli metod diyebiliriz.
Kendi müessese tahlil metodumuza ise fonksiyonel metod demek
müm kündür. Bu metod bir müessesenin hangi tesi rler altında ve ne
gibi ihtiyaçları karşı lam ak üzere kuru lduğunu cevap landı rmaya ça
lışır.
Sayın Prof. Okandan'ın makalesine gelince bu rada kullanı lan usu l ,
am pirik müşahedeye dayanan tari hi metot olduğu içi n , istenen ne
ticeyi isti hsale daha müsaittir. Fakat bu radaki eksiklik, yazarın tari h
ilmi hakkınsa beslediğine kanaat getirdiğimiz inançlardır. Tarihi olay
ların yalnız siyasi olaylardan ibaret olmadığı , artık uzun zamandan
beri bir m ünakaşa konusu olm aktan çıkmıştır. Bi lhassa Tanzimat Fer
manı'nın " tarihi" üzerinde d u rulacaksa, bu rada devrin fi kirler tari
hi, " entellektüel tarih" ve fikir d eğişmeleri üzerinde dahi durmak ik
tiza ederdi. Buna rağm en, Okandan'ın makalesi münhasıran "siya
si" tarihten m isaller ve mu talar üzerinden hareket ederek, şöyle bir
hükme varabiliyor:
fermanlarında . . . "
248
günden itibaren neşrine başladığımız bu küçük denemenin esas tezi,
Gülhane Hatt-ı Humayunu'nun, büyük çapta, kendi devrinin ve Mu
ası r Avrupa'nın siyasi, hu ku ki, içtimai iktisadi fi kir ve telakkileri ve
müesseseleri nden kuvvet aldığı ve bunların tesi rinden doğmuş ol
masının kendine şimdiye kadar aydınlanamıyan karakterini bahşet
tiğidi r.
250
va vermekten uzak kılmış, gösterişli nümayişler haline getirmiş olan hüküm
darın kibrinde aramak icabeder. "3
il
Geçen sayıda Mustafa Reşit Paşa' nın bazı fikirleri üzerinqe du
rarak, bu qüyük devlet adamının tutumunda ve kanaatlerinde, dev
rinde Avrupa'da hüküm sürmüş siyasi fikirlerin izini bulmanın müm
kün olduğu ve binaenaleyh , Tanzimat Ferm anı'nın hazırlanmasın
da Avrupa tesirlerinin zannedi ldiğinden daha büyük bir rol oynamış
olduğu tezini ortaya atmıştık. Bunu ispat etmek için de Reşit Paşa'
nın yaşadığı devreden önce yazı lmış, fakat Paşanın devrinde bile,
Osmanlı imparatorluğu'nda cari "ideal devlet" tasavvurlarını kap
sayan " Nesaih-ül Vüzera" ismindeki siyasi öğütleri , Reşit Paşa'nın
aynı konudaki düşünceleriyle m u kayese etm iştik. Bu noktada kü
çük bir tavzi h yapmamız icabediyor. Nesai h 'ten "bir layiha" diye
bahsetm iştik. Aslında bu eser bir layihadan ziyade devlet istikrarı
nın ne şekilde temin edilmesi mümkün olduğunu an latan bir risale
dir, fakat Reşit Paşa'nın tetkik ettiğimiz düşünceleri aynı mevzu ile,
yani devlet m üstakar ve ilelebet payidar olm asını temin edecek va
sıtalarla ilgili olduğu için, " Nesaih"e müraccaat tam bir mu kayese
yapmamızı m ümkün kılmaktadır.
Şimdi de daha açıkladığımız bir meseleyi halle çalışalım: Reşit Pa-
252
şa'nın siyasi müesseselerinin n azım rolü hakkında beslediği kan a
atlerden bahsederken , bu tarz düşüncenin liberal düşünüşün bir ör
neği olduğunu söylemiştik. Bu inanç, liberalizm in hakikaten karak
teristik bir vasfı mıdır? Bunun hiç de şüphe götürmeyen bir husus
olduğunu liberalizmin Reşit Paşa'nın devrine rastlıyan şeklini yarat
makta bir hayli tesir icra etm iş olan bir yazarın eserinden anlamak
mümkündür. Yazarın ismi William Godwin, eseri ise "An Enquiry
Concerning Political J u st ice d i r Godwin, Locke'un fikirlerinden
" .
253
remzi altında mütalaa edilebilir, zira bahis konusu hükümetler, tek
bir şahsın yani hükümdarın , veya birkaç kişinin (aristokratların) fay
dasını sağlamak gayesini gütmektedir. İnsanın en kutsal vazifele
rinden biri " hayasız bir m isitisizm"in .yaldızı ile süslenen bu hükü
met sistemlerini değiştirmek ve insana bu şekilde gelişme imkanla
rının en genişlerini tem in etmektir5.
Godwin'in bu düşünceleriyle, Palmerston'un Memorandum'undan
Reşit Paşa'nın başarmak istediği anlaşılan işler arasında pek bü
yük farklar mevcut değildir. Burada Reşit Paşa'nın Godwin'i ince
den inceye tetkik ettiğini iddia etmiyoruz. Fakat, Reşit Paşa'nın zih
ninde, zam anının liberal fiki r cereyanlarının oldukça mühim bi r iz
bıraktığını gösterecek ipuçlarına rastladığım ızı söyleyebiliriz.
Reşit Paşa'nın husule getirmek istediği ıslahatın 1 9. Ası r başlan
gıcı Avrupa devlet düşüncesiyle olan irtibatını ve büyük devlet ada
mının tefekkürünün liberalizm ile olan temas noktalarını başka bir
yönden de tesbit etmek mümkündür. Reşit Paşa'nın gayesi "hüküm
darın hareketlerini tahdit edecek bazı müesseselerin kurulması" şek
linde tarif edilebilir. Bu ise gene 1 9. asır başlangıcı liberalizminin
ve ona en mühim özelliklerini bağışlayan Anayasacılık cereyanının
güttüğü gayelerden biridir. Bu Anayasacılık hareketiyle elde edilmek
istenenlerle Reşit Paşa'nın elde etmek istedikleri arasında tam bir
mutabakat mevcuttu r. Bunu da Anayasacı lığın gayelerini tarif eden
modern bir müel lifin sözlerinden anlamak mümkündür. Bu müellife
göre: Modern anayasacı lı k hareketinin ayı rıcı vasfı, hükümdarların
kanunlara tabi oldukları fikrinde ısrar etmesi değildir. Zira bu pren
sip daha orta zamanlarda bile yerleşmişti. (İslami devlet teorisinde
de böyle bir prensibe rastlamak m üm kündür). Modern Anayasacı
lık h areketinin hakikatten mümeyyiz olan vasfı, kanunların hakimi
yetini temin edecek tesirli siyasi kontrolleri tesis etmeye çalışmış
olm asıdır6.
1 850 senelerinde Reşit Paşa' nın Osmanlı Devleti'ne bulunduğu
hizmet mevzu unda mütalaada bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu
pek iyi tanıyan bir m üşahidin ifadesiyle:
Esasen ıslahatın (Reşit Paşa ıslahatının) m eydana getirmek iste-
254
diği nedir? İslahatın asıl gayesi, en eski zamanlardan beri bu mille
tin adet ve örf ve an' anelerinde mevcut olanl arı kanun şekline sok
mak ve şimdiye kadar müphem bir formülün veya bir tesadüfün eseri
olanları bir vakıa haline getirmektir7
Müellifin bahsettiği "örf ve adetler"e bir misal olarak Osmanlı
İmparatorluğu'nda cari usu llerden Danışm a Yol u ile Devlet İdaresi
diye tarif edi lmesi müm kün olan " u sul-ü meşveret"i zi kredebiliriz:
Reşit Paşa'nın bu Osm anlı idare tarzı ile ilgili icraatı, Tanzimat Fer
manı'nın tatbikine memur kılınan meclislerin harekete geçiri lmesiy
le "usu l-ü meşveret"i müesseseleştirmek olmuştur. Usul-ü meşve
ret'in bir müessese çerçevesi içine soku lmasına dair verilen bu mi
salimizin yanında Tanzimat Ferman ı ile ve onu takib eden ıslahatla
yapılmak istenenen " m üphem bi r form ülü" bir "vakıa" haline ge
tirmek olduğunu gösteren bi rçok örnekler vermek mümkündür. Bu
usu lleri kat'ileştirmek, senelerin değiştiremiyeceği müesseselere
bağlamak ve aynı zamanda hükümdarın salahiyetlerini de aynı esas
lar dahilinde tahdit etmek gibi Reşit Paşa'nın pek ehemmiyet verdi
ği üç hususun Batı düşüncesinin izini gösterdiğini , yu karda ispat et
meye çalıştık.
111
•
Bu esas üzere (ada let üzerine) müesses olmayan ve şer'i akıl ve insaf
Sanki Reşit Paşa' nın Palmerston 'la yaptığı mülakat esnasında ileri
sürdüğü tezler aynen tekrar ediliyormuş intibanı veren bu sözler daha
da ilgi çekici bir şekle girerek şöyle devam ediyor.
258
&ile hasıl olmayıp , saadet-i hal , memlekin (kralların) bad'el vefat istimrarını
dai olacak nizamaı-ı nalıanın bilmüşavere vaz-ı tesisine muvaffak olmağla
menuıtur.
Veya Sadık Rifat Paşa'nın Batılı menşeini daha kesin bir şekilde
gösteren bir ifade ile:
Hükumetler halk için mevzu olup, yoksa halk, hükümetler için mahlük de
ğildir.
259
İ şte bu ifade hakikaten modern bir eda t aşım aktadır ve hem Os
man lı İ m paratorlu ğu'nda o zamana kadar geçer akçe olan devlet
teorisi bakımından bir yenilik teşkil ettiğine ve hem de bariz bir şe
kilde Avrupa liberal düşüncesinin izini taşıdığına şüphe yoktur. Bu
düşüncenin Avru pai menşeini tam manasiyle ortaya çıkarmak için
Sadık Rifat Paşa'nın teorilerine neşterimizi tatbik etmeye devam ede
rek, bu fi kri anatomi tecrübesine devam edelim. Acaba Sadık Rifat
Paşa niçin hükumetlerin halk için yaratı ldığı esasına bu kadar ehem
miyet veriyordu?
Bunun cevabını Sadı k Rifat Paşa şöyle vermektedir:
" Efkar-ı umumiye ve temayülat-ı nas cuş ve huruşa gelmiş bir nehre şe
bihtir ve cihanda def-i izalesi muhal olan ahvalden biri itikat ve diğeri efkar
ı Ammedir. Bunlara muhalefet müteasser ve vahim olmağla efkar-ı Amme
nin galeyan ve heyecanında devletlerin cereyan-ı tabiata göre davranmala
rı ünsebdi:."
260
Fransız İ h t i l fil i n i n tesirine gelince, Sadık Aifat Paşa'nın düşün·
'
Bu cihetle her devlet ehli fesadın şerri nden kenduyu ancak ef'ali adliye
ile muhafaza edebilir. Bunca zamandan beri zuhura gelen lesadat ve ihtila·
lalın sebebi müstakili adem-i müsavat, yani, erbab-ı servet ve nüfuzun hadd·i
itidalde hareket etmemesi veya ashab-ı ihtiyacın ziyadesiyle düçar-ı muza.
yaka olmuş olması kaziyyesidir.
Fakat gene bu rada Sadık Aifat Paşa' nın teklif ettiği hal tarzı Os·
manlı devlet telakkilerine göre teklif edilecek çözüm u sü ilerinden bir
hayli ayrılmaktadır . Zira, Rifaı Paşa bu durum karşısında icra u nsu
runun kuvvetinin arttırılmasını teklif etmeyip:· bilakis icra kadrosunu
d ara lt ı p işlerin tabi at kanunlarının icaplarına göre seyretmelerini te
,
261
" Bir hükümete her ne kadar az adam müdahale ederse maslahat o ka·
dar merkez-i layıkında görülür."
Devlet işlerinin mümkü n olduğu kadar dar bir kadro ile görülmesi
fikri ise Batı' da, tabiatta düzen leyici bir elin mevcudiyeti ve bu dü·
zenleyici elin işleri hükümetlerin müdahalesine lüzum görü lmeden
halledebileceği inancına d ayanan bir fikirdir. Gene bu inanç ve tu·
tu m , hatırlan acağı üzere, Adam Smith ekolünün ve klasi k iktisat te·
orisinin temel direklerinden bi rin i teşkil etmekted i r. Sadık Rifat Pa·
şa' nın ticaret ve sanayi hakkınd aki ifadelerinde i ktisadi libe ralizm
teorisinin de Paşanın düşüncelerine tesir etm iş olduğunu gösterme·
ye çalışacağız.
iV
19. Asrın başlarında Avrupa'ya dışardan bakan bir seyirci için şüp·
hesiz ki Batı medeniyetinin en çok göze batan tarafı bu kıtayı o za
man sarmış olan hummal ı iktisadi faaliyet idi. Avrupa'da 1 7. ve 1 8.
asırlarda ist ihsal tekniklerinde yapı lan keşifler, 1 9. asrın başından
itibaren geniş bir tatbik sahası bu lmaya başlamış ve birçok sosyal
değişiklikler arasında, insanların , yeni beliren i ktisat i l m inin koyd u·
ğu kaidelere uydukları takdirde, refah seviyelerini ile lebet artı rabi·
lecekleri fikri ve zihn iyeti de hakim olmaya başlamıştı . İ ktisadi te·
rakki mefhumu Avru pa düşü ncesinde mühim bir yer işgal etmeye
başladığı gibi, Avru pa kıtasında terakkinin h aki katen gerçekleştiri·
lebi leceğini gösteren müsbet işaretler çoğalıyord u . Taşıt ve haber·
leşme vasıtalarının radi kal bir şekilde değişmesi, bu har enerjisinin
tekstil fabrikaları gibi fabrikalarda büyük kolaylıklar sağlam ış olma·
sı , kısaca "endüstri inkılabı' ismi verilen veti renin i l k me rhale lerin·
deki gelişme i er, Avru pa atmosferinde refaha doğru gidi ldiğine dair
262
bi r hava yaratmaya m uvaffak olmuşt u . Bu · havanın, 1 830' larda ve
daha önce Avrupa'ya m u rahhas veya elçi olarak giden Osmanlılar
da mühim izler bı rakmış olduğu mu hakkaktır. Herhalde Tanzimat
devri düşünürlerinin hemen hepsi nin ese rleri nde bu meseleye do
kunulmuştur. Tanzimat devri düşünürlerim izi daha sonraki düşünür
lerimizle birleştiren mesele " rejim " meselesi olduğu kadar refah yol
lannın tesbiti meselesidir. Bunun bir işareti , Avrupalıların iktisadi ge
lişme yolunda kaydett ikleri muvaffakiyetlere karşı duyu lan hayran
lığa Sadık Rifat Paşa'nın yazılarında rastlamak mümkün olduğu ka
dar, 1 860' 1arın fi kriyatını temsil eden Genç Osm anlıların yazıl arın
da görü lebilmesidi r. Mesala Batı' nın zenginliğinin Şinasi 'de uyan
dırdığı alaka, ticari durumumuzu kuwetlendirmek tezini i leri süren
m akalelerinde belirm e ktedir.
Genç Osmanlılara büyü k yardımları doku nmuş olan Mustafa Fa
zı l Paşa'nın yazılarında ise aynı i lgi göste rilmiştir. Keza N am ı k Ke
m al ve Ziya Paşa yerli sanayi im izin geriliği mevzu u nda birçok m a
kaleler yazmışlardır. Ali Suavi ' nin aşağıda naklettiğimiz ifadeleri , Sa
dık Rifat Paşa i le başlayıp Osman lı aydınları için hiçbir zaman i lgi
çekici hassasını kaybetmemiş olan Batı'nın maddi üstünlüğüne karşı ,
Tanzim at devrinin son sen elerinde de d u yu lan alakanın güzel bir
örneğini teşki l etme ktedir:
263
cü lüğünü yapmış olduğunu iddia ettiğimiz bu zatın yazılarında ba
his konusu iktisadi ilerleme meseleleriyle ilgili ne gibi bi r tutumun
belirdiğini araştıralım.
Sadık Rifat Paşaya göre, Avrupalıların refah seviyesinin yüksel
miş olması , Batı mem leketlerinde vatandaşın iktisadi faaliyetlerinin ,
1) Emniyet altına alınmış olması , 2) Engellenmeyip bilakis teşvik edil
miş olm asına hamledilmelidir. Sadık Rifat Paşa'nın kendi ifadesiyle:
" Bir devletin kudret ve mekneli m utasarrıf olduğu arazinin vüs'ati ile kı
yas olunmayıp, memleketin mamuriyeti ve teb'ayı mevcudesinin kesret-i vüf
reti ve hazinesinin serveti ile i'tibar olunur."
Bu itibarla:
"Kaffe-i nizamat-ı lazimenin üssülesası her sınıf teb'asının tabi olduğu dev
letten can ve mal ve i'tibar cihetiyle emniyet-i kamilesine mevkuf olduğun
dan. . . eali ve esafilden herkim olursa olsun kendüye servet ve samanı mucib-i
töhmet ve vesile-i mazarrat olmayıp, kudreti nin erdiği miktar eshab-ı mek
net izharını taraf-ı hükümetten müdahale ve bundan sonra muaheze olun
maya ve fabrika vesaire gibi imar-ı beldeye hakim ebniye inşası teb'aya çok
görünmeyip diledikleri vüs'at ve ziynette kargir ve ahşap ve her güna şeyi
yaptırmak isterler ise inşasına ruhsat ita ve belki de teşvikat-ı lazime ifa oluna.
O makule ehl-i servetten inti kal edenlerin varisleri olduğu halde emvaline
taraf-i devletten müdahale ve m üsadere olunmaya.
Keyfiyat-ı maruza Avrupa düvel-i mütemeddinesi indinde siyaset-i esasi
yenin elifbası mesabesinde olup, Devlet-i Aliyyece dahi istihsal esbabına
kemal-ü azm ve şiddet ile ihtimam olunmak vecibat-ı u mardandır. Avrupa '
nın şimdiki "civilisation" u yani usulu me'nusiyet ve meden iyeti iktizasınca
devletler, menafii mülkiye-i lazimelerinin terakkisini ancak leksir-i efrad-ı millet
ve imarı memleket esbab-ı asliyesiyle temin ve istihsal etmekte ve bu misil
lü menfaat-ı külliye ile ilerleyip yekdiğeri üzerine halen ve itibaren kesb-i
meziyet eylemektedirler. "
Müel lif bundan sonra Avru pa'da şirket ku rmakta, ticarette, zira-
264
atta , sanayide ve mün akalede kaydedilen gelişmeleri teker teker in
celeyerek bunların faydalarını belirtmektedir. Bu arada, Sad ı k Rifat
Paşa bilhassa yol yapımına-ticareti kolaylaştı ran bir vasıta olması
hasebiyle-büyük ehemmiyet vermektedir:
" Bir cesim fabrika veyahut demiryolu vesair umur-u mülkiyece enfa olup
da masarifat-ı külliyeye m uhtaç olarak şeyleri Devletin hazinesine tahmil et
meyip, aksiyon dedikleri usul üzere mesela bir-iki muteber sarraf taahhüdü
ile esham-ı müştereke olarak ahaliden akça alıp hissedar edersek vücuda
getirip hissedarlarına sene be sene menafii hissesine göre faiz eda olunur
ve Devlet tarafından menafiine müdahale olunmaz. "
'
tarihi ile meşg u l olanl arın b u noktada mutabık kalacaklarını zanne
derim - 1 9. asır başı iktisadi liberalizm doktrininin izlerini göstermek
tedir. Değiştiri lmiş bir şekilde olsa dahi Sadık Rifat Paşa'nın fikirle-
265
rinde, (bundan önceki m akalemizde ele ald ığımız fikirleri de sayı lır
sa) iktisadi liberalizm cereyan ında mevcut ana m efhu m lan bulmak
müm kündür. Bun ları n arası nda en mühim leri , a) İ nsanların kendi
olurlanna bı rakıldıkları takdirde girişecekleri faaliyetlerin tümünden
cemiyete fayda geleceği , yani tabiatta muvazene kuran bir "gizli
el"in mevcudiyeti fikri, b) bir devletin kuwetinin zenginliğine bağlı
olduğu ; c) hususi m ülkiyet ve serbest ticaretin devletin m üdahale
sine maruz kalmadan gelişmesi zarureti, hatta devletin vazifelerin
den birinin serbest iktisadi faaliyeti koruması olduğu, Sadık Rifat Pa
şa'nın fikirleri arasında bulunabilmektedir. Sadık Rifat Paşa'nın dü
şüncelerinde bilhassa klasik iktisat oku lunun ve fizyokratların fikir
lerinin tesirini görmek m ü m kü ndür. Zaten 1 830' 1 arda iktisadi libe
ralizmin temsilcisi olan Utiliter' lerin teorisi , bir müel life göre9 , fiz
yokrat i k düşüncelerin ve Adam Smith okulunun düşüncelerinin bir
karışım ınd an ibarettir. Böylece, Sadık Aifat Paşa'nın iktisadi geliş
me hakkındaki görüşlerinin zamanında Avru pa'da hüküm süren
inançlara icra edilmesinin müm kün olduğunu gördük.
1 Bu zabıtların metni için Bak. Frank Edgar Bailey, British Pollcy and the Tur
kish Reform Movement, (Cambridge: Harvard U niversity Press), 1 942,
s.271-276.
2 Bailey, op, cit. s.271 .
3 Bailey, op. cit, s.271 -272.
4 Sarı Mehmet Paşa'nın eserinin kritik metni için Bk. Walıer Livingston W�ight
Jr. Ottoman Statecraft, the Book of Counsels tor Vezirs and Governors of
Sarı Meh met Paşa the Defterdar. (Princeıon Orienıaı Texts, Vol. il, Prince
ton: Princeton University Press, 1 935).
s William Godwin , An Emquiry Concernlng Pollllcal Juctice (1 si Ed.), Landon,
1 793, Book 1, Ch. 2; Book V. Ch. 8.
6 John H. H aloweel, Main Currents in Modern Polltical Thoughl New York,
Henry Holl, 950.
7 M.A. U bicini, Letters on Turkey: An account of the Religious, Social and Com
mercial Conditions of the Ottoman Em pire. Translated from the French by Lady
Easthope (London: John Murray, 1 856), Vol. il, P. 1 32.
8 Müracaat edeceğimiz eserler şunlardır: 1 ) Abdurrahman Şeref, Tarih Musa
habeleri, s. 1 25-1 35. Sadık Rifat Paşa'nın "Siyasel-i Esasiye ve Dahiliye" is
mindeki denemesi bli sayfalara aynen dercedilmiştir. 2) Ri lat Paşa'nın Asar'·
ında "İdare-i Hükümetin Bazı Kavaidi Esasiyesini Mutazammın Rifat Paşa mer
humun Kaleme Aldığı Risale," Asar, Bölüm il, s.42-64 . Bu iki denemede birbi·
rinin aynı olan kısımlar mevcut ise de metinler birbirine tamamiyle tetabuk et
memektedir. Bunun için her ikisini de kullandık.
9 G . H . Sabine, A History of Polltical Theory, N. Y. Henry Holt, 1 937, s.567.
266