You are on page 1of 267

İ!et4im Yayıncılık A.Ş. • Bütün Eserleri 3 • ISBN 975-4 70-05 7-5 TK.NO.

ISBN 975-4 70-058-3 1. CİLT

1. BASKI © ilet4im Yayınlan, İst. 1990

KAPAK Bora Çetinhaya


KAPAK BASKISI ôzdemir Ofset
İÇ BASKI Şefik Matbaası

lletifim Yayınları
Klodfarer Cad. İletişim Han No.7 Cağaloğlu-İSTANBUL Tel: 516 22 60-61-62
ŞERİF MARDİN

Türkiye'de Toplum ve Siyaset


Makaleler I
DERIEYENLER Mümtaz'er Türköne - Tuncay Önder
iÇiNDEKiLER

S İ V İ L TOPLUM, S İ YASAL KÜ LTÜ R VE SOSYAL YAPI


1
Sivil Toplum . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.... ....·. . . . . . . . 9
"Sivil Toplum" Kavram ı . ..
............ ...... . .
........ .... . . . . . ........ 9
Bir Batı Toplumsal Aşaması O larak
' ' Sivi l Toplum" . . .... .......... .
.... ................ .
.......... .
.......... .. 10
Çağdaş Sivil Toplum Kavramı 13
Tü rkiye'de "Sivil Toplum" 15

Türk Toplumunu İ nceleme Aracı Olarak


"Sivil Toplum" ................................... ...... ........................ 18
Hegel-Marx ve Ö ncüleri 19
İ slam ve Üm met 21
Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar:
Merkez-Çevre İ lişkileri 30
Geleneksel Sistem . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . .. . . .. . ... . .... . . . ... . . . .. . . .
. 32
1 9. Yüzyı lda Osmanlı Modern leşmesi 40
1 9. Yüzyılda Toplumsal Kopukluklar . . . .. . . . .. . .. .. ..... . .. . . .... 43
Bü rokratın Bat ı lı laşması Olarak Modernleşme 46
Tabakalaşm anın Tarihsel Belirleyicileri:
Türkiye'de Toplu msal Sınıf ve Sınıf Bilinci 67
1 . Türklerde İ lk Tabakalaşma Ö ğeleri 69
2. Bürokrasi . . . . . .. .
... ... . . . . . . ....... .. . . . ......... . . . . ...... ... . ......... 72
3. Toplumsal Sınıfl arın Osm an lı Modelleri ..... . .......... . . . ... 79
4. Osmanlı İ m pa:ratorluğu ' nda "Sınıf" Bilinci 81
5. 1 8. ve 1 9. Yüzyıll ardaki Gelişmeler 87
Ekonomi ve Politi ka 94
Şerif Mardin 'le Din ve Devlet Sosyolojisi
Konusunda Söyleşi . .... .................. . . . ....... . . . . . ............. ...... . 101
İ nsanbilim Açısından Bir Ayraç 1 24

ATATÜ RK VE TÜ RK DEVR İ M İ
Atatürk Devrim l erini Hazı rlayan Faktörler 1 39

5
Atatürkçülüğün Kökenleri 1 56
Atatürkçül üğün Fikir Kayn akl arı 1 60
Atatürk ve Pozitif Düşünce 1 63
Yeni leşm e Dinam iğinin Tem elle ri ve Atatürk 1 75
Giriş 1 75
1. Osmanlı Sosyal Düzeni ve Reform . . . . . .. . . ... ..... . ..... . . .. . 1 77
A. Osmanlı Yapısının Toplu msal Özellikleri:
Patrimonyal Bürokrasi 1 78
B. Tanzimat'la Gelen Yeni Görüş 1 81
1. Yeni Bir Onur Anlayışı 183
2. Mil liyetçi l i k Akımı ve İ slam cılık 1 86
3 . İttihat ve Terakki 1 88
il. Yenileşme Dinamiğinin Tem elleri 192
A. Ütopyacı lık ve Kitap 193
B. Pozitif Bilim 196
C. Halk . . . ... ........ . ...... ...... .. . . . . . .. . . ... . . . .. . . . .. .. . ........ ... . . . . . 199
D. Ütopyacı lı k ve İ dealizm 201
E. Ulusal Devlet ve İdeolojisi 203
Sonuç 205
Atatürk ve İ n kı laplar Münasebetiyle 208
'
Atatürk, B ü rokrasi ve "Rasyonel lik" 213

TANZİ MAT
Tanzim at ve " İ lmiyye" 225
Ali Paşa ve Hürriyet 230
Yeni Osm an lı lar'ın Haki ki H üviyeti 235
Tanzimat Bürokrasisisi 235
Kuleli Vak' ası 242
Tanzim at Fermanı 'nın Manası 246
Yeni Bir İzah Denemesi 246
A. Reşit Paşa'nın Palmerston'la Mülakatı
veya Vezir-i Azam'ın Padişah Aleyhtarlığı 249
B. Sadık Ri fat Paşa ve Tanzim at' ın Fikriyatı 255
Tanzim at Devrinde İ ktisadi Gelişme Fikri 262

6
Sivil Toplum,
Siyasal Kültür
ve
Sosyal Yapı
Sivil Toplum*

"Sivil Toplum" Kavramı

"Sivil toplum", Batı'dan aldığımız siyasetle i lgili kavramlar ara­


sında, ülkem izde en çok yanılgı yaratanlardan biridir. Kavramın kar­
şıtı, birçok kez zannedildiği gibi , "askeri" topl um değildir. Terimin
vurgusu "şehir adabı"dır, karşıtı, olsa olsa "gaynmedeni" olabilir.
" Sivil toplum"daki "sivil"in kökü şehir hayatının beraberninde ge­
tirdiği hakları ve yükümlülükleri ifade eder. Bu vu rguyu anlama yo­
lunda bir başlangıç noktası olarak şehirlilik adabının -bir bakıma- sis­
tematikleştirilmesi olan Justinien'in Corpus Juris Civilis ini alabili­
'

riz (6. yüzyıl). Bu huku k kodu Roma' da ve erken Bizans'ta şehir i liş­
kileri çerçevesi içinde teşekkül eden bir h u ku k düzeninin ifadesidir.
Batı Avrupa'da, 12. yüzyıldan itibaren şehirlerin yeniden önem ka­
zanmaya başlamasıyla, şehir hayatını düzenleyen Roma Hukuku ye­
niden kullanılmaya b aşlanmıştır. Fakat bu canlanmanın beraberin­
de getirdiği· "sivil" köklü kavram ve uygu lamalar, bu defa yepyeni
bir dinamik de oluşt u rdu. 1 7. ve 1 B. yüzyılda Batı düşünürleri ara­
sında bu kökün art ı k " hürriyet"lerden söz açı ldığında ku llanılmaya
başlandığını görüyoruz. "Sivil toplu m " etrafında kümelenen tarihi
ve felsefi kavram lar ise Hegel'in ve Marx'ın ku llanımlannda ortaya
çıkmıştır. Böylece kavram ın, 1) Bir " medenilik" anlayışıyla 2) Batı

• Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1983,


cilt 7, s.1918-22.

9
Avru pa'nın toplumsal tarihinde çok önem li bir sosyal tarih aşama­
sıyla, 3) Tarih felsefesi alanında bir tartışmayla ilgili olduğu görülüyor.

Bir Batı Toplumsal Aşaması Olarak "Sivil Toplum"

Batı yakın tarihinin belirleyicilerinden biri, feodal düzendir. Feo­


dal düzenin siyasi açıdan en önemli karakteristiği ise dağınık ve da­
ğılmış bir sistem olmasıdı r. Feodalizmi düşündüğümüz zaman önü­
müze gelen imgelerden biri , zayı f bir kral ve ülke içinde asayişin fe­
odal asiller sınıfı tarafı ndan sağlanm asıdır. Feodalizmin bu aşama­
sında, Avru pa'nın çoğu yerinde şehi rler ve şehir hayatına bağlı olan
ticaret son derece sönük bir varlık göstermektedir. Çizdiğimiz bu tab­
lodaki ilk önem li değişiklikler de şehirlerin ve ticaretin yeniden can­
lanmasına bağlıdır. Bu gelişme feodal sisteme en a�ıır darbeyi in­
dirmiştir. Gelişmeyi 1 2. yüzyıldan itibaren izlem eye başlayabiliyo­
ruz. Değişikliği yaratan çapraşık et kenler arasında, ortaçağda gü­
ven liğin artmasıyla gel işen zi raati ve zi raat için gerekli olan ve yal­
nız şeh irlerde imal edi lebilen zi raat aletlerinin şehi r im alatındaki ro-
lünü sayabiliriz. .�

Şehirlerin gelişmesiyle bi rlikte ticaret de geliştiğinden, şehir faa­


liyeti toplumun tümü için yeni bir zenginlik kaynağı oldu. Feodal asi l­
ler de o zam ana kadar göremedi kleri ve mekanizmasını bilemedik­
leri bu yeni kaynaktan yararlanm ak istedi ler. Fakat yararlanabilme­
leri için tüccarın, küçük esnafın ve ü reticinin korunm ası gerekiyor­
du. Şehrin üretken sınıflarıysa asillere verdikleri yeni im kanların kar­
şıhQın ı almak istiyorlardı. Böylece, asillerle şehir ahalisi arasında bi r
uzlaşma ortaya çıktı. Şeh irliler şehir hayatının sü rdürülmesini müm­
kün kılacak haklar ve imtiyazlar isted iler ve bunları elde ettiler. Bu
hakların başta gelen leri , asi llerin şehir hayatına karışmamaları , şe­
hi rlerin kendi milislerini (askeri güçlerini) örgütleyebi lmeleri, hukuk
kurallarının şehir duvarları içinde şeh rin tayin ettii;li şekilde işleye­
bi lmesi ve kendi mahkemele rini kurabi lmeleriydi. Bu aşamada or­
taya çıkan şe hir özgürlükleri , Batı tarihsel gelişmesinin en önem li

10
karakterlerinden bi rini oluşturu r. Verilen hakların her birine bir
" hürriyet" adını veri rsek, belirli bir " hürriyet" anlayışının şe hirler­
de odaklaşmaya başladığını da hatırlarız. Bu haklar içinde belki en
önemlilerinden biri şehir içinde oluşan grupların, bu grubu teşkil eden
fertlerden ayrı olarak, bir " hükmi şahsiyet" kim liği kazanabilm esi
ve bu kolektif kimlikle , ki m liğin verdiği savu nm a kabu ğunun arkası­
na sığınarak iş yapabilmeleriydi. Burada hemen belirtmem iz gere­
ken bir husus, bu tip " hürriyet"lerin Osmanlı l mparatorluğu 'nda son
derece güdük kaldığıdır.
Osmanlı "kamu hu ku ku "nda hükmi şahsiyet bir dereceye kadar
dini birimlerin kazandığı bir hüviyetıir. Ancak, ilerde göreceğimiz gibi,
Batı'da hükmi şahsiyetin çok daha geniş bir boyut kazanması , ge­
nel olarak ülkenin "vatandaş" haklarının tabii bi r boyutu sayılması
Osmanlı İ mparatorluğu'nun " klasik" devirleri yapısında yoktur.
İ mtiyazlar sayesinde bir " hükmi şahsiyet" kazanan şehirlerin ken­
di leri de bundan sonra kendi kendilerini idare eden birimler olarak
gelişti ler. Birkaç şehir aynı amaçlar etrafında birleşince de ortaçağ
asillerinin hiç beklemedikleri güç küme lenmeleri ortaya çıktı . Asil­
ler, ortaçağdan kalma kurumları , gelişen yeni süreç doğru ltusunda
şekillendirmeyi kabu l etmek zoru nda kaldılar. Sonuç olarak şehir­
de, şehrin dışına taşarak bir bölge'nin yargı fonksiyonunu üzerine
alan yeni yargı organları (parlements' l ar) ve yeni danışma organla­
n (etats'lar) ortaya çıktı. Avru pa' da genel bir gelişme olarak karşı­
mıza çıkan bu ku ru m l arın yetkileri feodal-sonrası Batı dünyasında
meşruiyetin-hiç olmazsa zımnen ve bir dereceye kadar yeni geliş­
mekte olan devlet teorilerinde - üçlü bir kaynaktan oluştu ru lmasını
sağladı. Bu üçlü egemenlik kaynağında şun ları görebiliyoruz: 1) Şe­
hirlerle irtibat kurarak asillere karşı yeni buldu kları bu güç kayna­
ğıyla güçlerini pekiştirmeye çalışan krallar, 2) Etats' larda temsil edi­
len eski feodal sı nıfların devamı kilise ve asi ller, 3) Şehir önderleri­
nin çı karlarını ortaya çıkaran etats' ların "üçüncü kamarası" ve ge­
ne de -hukukçulardan teşekkül etmesi açısından- aynı güçlerin dünya
görüşünü büyük çapta yansıtan bölgesel yargı ve hu ku ki tefsir or­
gan ları (parlement' lar).

11
Görüldüğü üzere, bu noktada, feodal devirlerde asiller arasında
şa' 'Si anlaşmalara bağlı olan kamu düzeni yavaş yavaş bir ce>Qrafi
alanı kapsamaya başlıyor. Şahısların anlaşmaları olmaktan çıkıp
"kamu" gibi bir soyut kavram la ilgisi oranında da değişiyor, özetle
yepyeni bir varlık olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sistemin Avru­
pa'da görülen genel çizgilerine Alman kamu huku kunda Stindes-­
taat sistemi denmiştir; fakat kavramın Batı'daki bir toplumsal evre­
yi ifade etmesi bakımından daha genel bir ku llanımı mevcuttur.
Bütün bunlar olurken, Avrupa' da taşra kapsamındaki küçük bi­
rimlerin gittikçe büyüyen bir krallıklar sistemi haline gelmeleri bir di­
ğer yenilik çığın açtı. Başlangıçta, krallar şehirlerle birlikte çalışmış­
lardı. Fakat yeni devletler siste,mi içinde her milli devletin kendisini
milli sınırlan içinde savunması sorunu durumu değiştirdi. Şehir aha­
lisinin milli savunma konularıyla ilgilenmesi mümkün de{ıildi. Savun­
ma -ve saldırı- örgütlenmesinin bir merkezden idare edilmesi gere­
kiyordu. Eski milislerin yerini mil,li bir ordu almaya başlamıştı. Şehi r
ahalisi b u değişikliği desteklemeye hazırdı ve destekledi de. Ancak,
krallar bu sayede güçlendikçe şehir ahalisinden "hürriyetleri" ya­
vaş yavaş geri almaya başladılar. Böylece. Stindestaat sistemi git­
tikçe güçlenen bir merkeziyetçi-bürokratik devletler sistemine dö­
nüştü. Fakat şehirlere verilen imtiyazların izi Batı Avrupa'da hiçbir
zaman tamamen silinmedi . Devlet ne kadar güçlenirse güçlensin ,
üretici sınıfların desteğine mu htaçtı. Yeni devletler şehirlilerin ikti­
sadi verimliliğini kısıtlayan uygulamalardan kaçındılar. Orta sınıfla­
nn palazlanmasına yol açık bırakıldı. Hatta orta sınıflardan çok faz­
la fedakarlık istendiği zaman, devletle orta sınıflar arasında bir ça­
ıııma çıktı. İngiltere'de 1640'1arın ayaklanması , Fransa'da 1 789
ayaklanması (de!;Jişik bir bileşimi olmasına raj;'jmen) genelinde bu
çatışm aların ürünü olarak gösterilebilir.
İktisadi sınıfların devlet bitimi içindeki bu özerklikleri bize "sivil
toplum"la -kavramı tarihi bir gelişme açısından incelediğimiz zaman­
neler kastedildiğini anlatı r.
Anahatlannı anlattı!;ıımız dengede, böylece, a) devlet dışındaki ha­
yatın akışının garanti altına alınması ve b} İktisadi faaliyetlerin milli
12
hayatın çerçevesi içinde bile bi r özerkliğe sahip olması gibi unsu r­
ların belirdiğini görüyoruz.

Çağdaş Sivil Toplum Kavramı

1 7. ve 18. yüzyı llarda Batı Avrupa düşünürlerinin "sivil" köklü ifa­


deler ("sivil hürriyet ler" gibi) ku llanmaya başladıklannı görüyoruz.
Bu ifadeler Stöndestaat zamanında elde edilen hürriyetlerin daha
genel bir plana intikal ettirilerek kamu hayatının gerekli bir özelliği
olarak göstermenin aldığı yeni bir biçimdir. Şimdi sivil toplum teori­
lerde bir medeniyet aşaması olarak e le alınmaktadır. Toplumun vur­
gu lanan özelliği de, "siyasi"nin sultasından kurtulabilmiş ilk toplum­
sal sistem oluşudur. Sivil Batı'nın bütün " hürriyet'' anlayışında, " si­
yasi güçlerin su ltasında kurtulma" bu kökeni dolayısıyla önem li bir
yer kapsar. Genç Osm anlı İ mparatorluğu ve devrimiz Türkiyesi'yle
bir karşılaştı rma yaparsak, bu "kurtulma" fi kri nin bizde hiçbir za­
man Batı'da olduğu kadar derin köklere sahip olmadığı görülür.
Alman filozofu Hegel (1770-1830), Batı'nın "sivil toplum" anlayı­
şına katılmış bir düşünürdür. Fakat aynı zamanda görüşe önem li de­
ğişiklikler getirmiştir. Hegel'e göre "sivil toplum", kazanç, şahsi mut­
lu luk ve kişi statüsünün korunm ası gibi hayat kesitlerinin toplu ola­
rak yaşanmış şeklinin i fadesid ir. İ nsanların tek tek yararlandıkları
yaşam yönleri bu yolla kolektif bir şekil alı r. Ancak bu kolektif şekil
kendi başına yeterli değildir, zira bu biçimlerin simgelediği boyut in­
sanlann egoistliklerinin oluşturduğu boyuttu r. Bu "çıkarlar sistemi"ni
düzenleyen bitaraf bir güce i htiyaç vardır. Tari h böyle bir ihtiyacın
karşısına bitaraf bir güç olarak "devlet"i çıkarmıştır. Bundan dolayı
insanların gelişmesini şekil lendiren toplu msal evreler içinde yalnız
" sivil toplum"u değil, insanların "devlet" in kapsamında yaşamala­
rı da sayı lmalıdır. Sivil toplum tari hsel bakımdan olduğu kadar kav­
ramsal bakımdan da bir eksiği olan bir toplum .aşam asıdır. İ nsan an­
cak "devlet" birimi içinde yaşadığı zaman en "yüksek" amacına
u l aşmıştır.

13
Hegel'den "sivil toplum" sorununu devralan Marx' a göre , Hegel
bu görüşünde yanılmıştı r. Bir görüntü ve bi r " aldatmaca" olduğu­
nu anl ayamadığı bir süreci gerekli bir evrim aşaması olarak göster­
miştir. Marx'a göre Hegel " sivil toplum " ve "devlet"i iki ayrı birim
olarak gördüğü için , devlette iktisadi faaliyetlere ve bu faaliyetleri
düzenleyen lere " boyu n eğm e" hadisesini göremem iştir. Kişinin ve
sınıfların iktisadi çı karlarını "vatandaş" olarak gördükleri işlemler­
den ayırmak yanlıştır. H egel, devleti, topluluk hayatının gerçek içe­
riği saydığı sivil top l u m u n dışında ona şekil veren bir çerçeve ola­
rak görmektedir. Oysa sivil toplumun biçimle organik bir bağlantısı
mevcuttu r. Devlet, kişinin evrensel gelişmesinin sonucu değil, çı­
karlarının şeki llendi rdiği bir son uç olarak görülme lidir. Devlet şahsi
çıkar çarkı nın dışına çı kamadığı için -19. yüzyıl kapitalist devletinin
aksine- insanlann gelişmesine geti rilmiş bir engeldir.
"Sivil toplum"la ilgili ol arak Hegel 'de bir miktar üzerinde duru­
lan, fakat Marx'ta bazen olumlu bir gelişme olarak gösteri ldiği hal­
de çok zaman olumsuz olarak ele alınan bir nokta vardır. O da "si­
vil toplum"un Batı' da yalnız bazı sınıflara değil, genel olarak özerk
grup şeklinde teşkilatlanmaya bir imkan yaratmış olduğudur. 19. yüz­
yı ld a sendikaların ortaya çı kışı bunun güzel bir örneğini verir. Aynı
kon uyla ilgili iki noktaya d aha değinmek gerekir: Birincisi, sivil top­
lum-devlet bi leşim inin Marx'ı n an lattığı kadar "çatlaksız" olmadığı­
dır. İ kincisi de "sivil toplu m u " olmayan , bu geleneğe dayanmayan
toplulu klarda devletin engellenmemiş bir bürokrasi yoluyla pekala
tahammül edilmez bir baskı yaratabileceğidir. M arx, "Asyaf" toplu ­
lu klarla i lgili olarak bu özelliği ilk yazı larında vurg u l amış, fakat son­
radan arka plana atm ı ştır. Son olarak "sivil toplum"un 18. yüzyıl­
dan itibaren yeni bir eksen kazandığını belirtmek gerekir. Bu eksen ,
kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve bu gelişmenin "aydın"lann grup
niteliğini ve etkinliğini değiştirmesiyle ilgilidir.
Bu rada söz konusu özellikleri incelemeye geçmeden bir daha be­
lirtelim ki , kendi ülkemizde Batı tipi sivil toplumda gördüğümüz v u r­
gu geleneği yoktu r. Ne Osma_n lı İ mparatorluğu ' nda, ne de Cu m h u ­
riyet Türkiyesi ' nde şehirlerin öze rklikleri Batı'da olduğu gibi geliş-

14
mem iştir. Hükmi şahsiyet anlayışı da, karşı sında, bunu bir derece­
ye kadar devletten "çalınm ış" bir düzen leme yetkisi olarak gören
devleti bulmuştu r. Ancak bu farkı ayrıntıları nda anlamak için de kit­
le araçlarının gelişimiyle "sivil toplu m " an layışının Batı'da n asıl de­
ğiştiğini izlemek gere ki r.
Bu boyutları özetlemek yolunda İ talyan siyaset bilimcisi Poggi, "a
public " , yani " kamu alanı içinde izleme sürecinin birleştirdiği kişi­
ler topluluğu" kavramını kul lanmıştır. Poggi'ye göre, fikir ü rünleri­
nin kitle iletişim araçlarıyla yayı lması, ilk defa, kişilerin belirli bir yerde
toplanmasına ihtiyaç olm adan bir " k atılanlar" kümesi oluşturabil­
miştir. Bu yoldan katılmanın bi rkaç önem li sonucu olm uşt u r. Katı­
lanlar toplu luğunun soyut bir haberleşme "ağı" şekline girmesi, milli
devletler çerçevesinde, " m i l li çı kar", " kam uoyu " gibi kavram ların
daha beli rgin ve altı çizilmiş bir şe kilde bir meşru iyet kaynağı h ali­
ne gelmesini sağlamıştır. " Kam uoyu" kavramı da, devlet işlerinin
devletin dışı na taşan bir soyut çerçeve içinde tartışılmasını sağla­
mıştır. Poggi , " b u rjuvazi " nin devletin içinde egemen olması hadi­
sesi göz önüne geti rildiği zam an, bu sı nıfın d a gücünü fikirlerin ça­
tışmasının sağ landığı bu al andan ald ığını ve ayrıca, bu " gi rişim bi­
çimi"nin kendi başına koyduğu sınırlar içinde kaldığını belirtmiştir.

Türkiye'de "Sivil Toplum "

Türkiye'de "sivil toplum " u n bazı öğelerinin eksikliğinden bahset­


miştik. Ancak bunun yanında Poggi'nin i leri sürdüğü bu son geliş­
menin bizde 1 9. yüzyı lda kendi başına geliştiğini görüyoruz: Şinasi
ve Namık Kem al gibi gazeteciliği geliştiren düşünü rle r sayesinde
1 880' 1erden sonra Osmanlı İ mparatorluğu'nda halın sayı lır bir " ka­
muoyu"nu n geliştiği söylenebilir. Bunun yanında, belki daha önem li
ol an ı , " kam u çı karı" gibi kavram l arın da, 1 9. yüzyı lda, geleneksel
bi r Osman lı öğesi olan devlet çıkarlarından ayrı ve farklı olarak ge­
liştiğini görüyoruz. Ancak, en ilginç olan taraf, bu gelişmenin kendi
ülkemizde 1 9. ve 20. yüzyılda aynı sürece bağ lı olm adan. Batı 'da

15
ona "yataklık" eden gel işmelere dayanmadan , "havada" gelişmiş
olm asıdır. Batı'daki " kamuoyu "nun arkasında, son kertede, çok es­
kilere giden toplu luğun i ktisadi kesim lerinin oluşturdu klan fakat on­
ların varlığının dışında da çalışan bir kişi ve gru p özerkliği fikri var­
dır. Bundan dolayı Batı'da "m illi çıkar" dendiği zaman "kişi" ve
"grup" özerkliği akla geliyor. Türkiye'de ise "mi lli çıkar"ın kişi ve­
ya grup özelliklerine bağlı olamayan kolektif bir anlamı vardır. Bun­
dan dolayı da Türkiye' de "hürriyet" fikri etrafındaki tartışmalar ge­
nellikle b u ikili köken ayrı lığını anlamamaktan ileri gelen bir karma­
şıklık gösterir. Daha i lginci , Batı' da "sivil toplum "un gelişme çizgi­
sinin paralelinde -fakat aykırı- bir düşünce tarzı oluşturan Rousse­
au , Duguit, Maurras gibi " kolektivist" fikir sahip leri , Türkiye' de po­
zitif bir yankı bulmuşlardır. 1961 Anayasası 'nın Batı'nın kökenine
dayanm a konusundaki ad ımları da toplum sal çe rçevem ize oturtu­
lamam ı ştır. Bizdeki " kolektivist" anlayışın bir uzantısı , Osmanlı bü­
rokratik - patrimonyal idaresinin devlete bağlı, meşruiyet anlayışı­
dır. İ kinci uzantısı ise iletişim araçlarının ve aydın gruplarının geliş­
memesi ve İ slami sistem lerde devlete karşı koyma geleneğinin bir
meşruiyet kaynağı olarak Batı'daki gelişmelere benzer toplumsal da­
yanaklardan mahrum kalmış olmasıdır.
Bu toplu msal evrim farkı vu rgulandıktan sonra, İ slam toplulukla­
rında şekillenme süreçlerinin eksik kalan , fakat, -bir bakıma- devlet
karşısında "sivil top lum"un Batı' daki rolünü andı ran bir yönünü an­
latmak gerekir. H atı rlanacağı üzere, Osmanlı topluluğunda iki ayrı
hukuk kaynağı ve bu doğrultuda iki ayrı meşruiyet kaynağı mevcut­
tur. Bunlardan birincisi Şeriat , ikincisi "Örf-i Su ltani" , yani padişa­
hın kanun koyma yetkisidir. Ö rf-i Su ltani, Batı'da m illi devletlerin ku­
ruluşu sırasında kralların kendi güçlerini meşrulaştırmak için kullan­
dı kları Rai5on d'Etat kavramını hatırlatır. İ slam tarihinde olduğu gi­
bi Osmanlı tarihinde d� Şeriat' la Su ltani meşruiyet kaynaklarının bü­
tünleşmesinden bahsedi ldiği kadar i kisinin arasındaki çatışmadan
'
da bahsedilebi lir. Ancak bu i kinci eksen İ slam ve 0$m anlı tari hinin
daha az bilinen ve ü;;::e rinde daha az çalışı lmış alanlarıdır. İ slam'ın
başından beri, İ slami inançları i lkel saflığıyla koru m ayı devlet biri-

16
mini koru mak kadar önemli sayan bir akımla karşılaşırız. Devlet bu
saflığı ortadan kaldı racak eğilimler gösterirse devlete karşı konur.
Bu tutu m, İslam tarihinde ve Osmanlı tarihinde beliren uzun bi r halk
ayaklanmaları geleneğinin tarihsel-toplu msal içeriğini oluşt u rur. İ s­
lam 'ın ilk çağlarında gördüğümüz hadis-ehli (ehlü'l-hadis) bunun
bir halkasını teşkil ediyorsa, halkanın d iğer u cunu Müslüman Kar­
deşler teşkil eder. Osmanlı İ mparatorluğu 'nda da bu gibi bir davra­
nışın birçok örneklerini göstermek m ü m kündür. Babailerin isyanın­
dan beri izleyebildiğimiz bu zincirin bir çeşit İ slamcı popülizm oluş­
tu rduğunu söyleyebili riz. Bu popülizmin modern zamanlardaki be­
lirtilerini 1 908'den sonra İ ttihat ve Terakki'ye karşı koyan genel akım­
da görebi liriz. Bir hayli değişmiş bir şeklinin Demokrat Parti'nin des­
teğini sağlamış olduğu şüphe götürmez. Zamanımızda bir diğer şekli,
MSP'nin aldığı destekte görülür.
Bütün bun lardan çı karacağımız son uç, kendi demokratik " gele­
neğimiz"in 1) bir boşluğa (sivil topum eksikliği), 2) Batı "kam uoyu '­
'nun tarihsel temeli olmadan gelişen " biçim"ine, 3) bir İ slami yapı­
sal unsu ra (İslami populizme) dayandığı söylenebilir. Bu karmaşık­
lık açısı ndan , " h ü rriyet"le ilgili değerlendirm elerimizdeki kendimi­
ze özgü çizgileri daha iyi anlayabiliriz.

KAYNAK A Ç

Perry Ande rson , Lineages of the Absolutist State, London, 1975.


Marc Bloch, Feudal Society, 2 Cilt, Chicago, 1964.
Otto Hintze , The Historical Essays of Otto Hintze, New Y or k , 1975.
H.G. K oenigsbe rge r , Estates and Revolution,lthaca-London, 1971.
Gianfranco Poggi, The Development of the Modern State, Stanford,
1978.
Theda Skocpol, States and Social Revolutions, Cambridge, 1979.
Charles Tilly, ed., The Formation of National States in Western Eu-
rope, P ri nceton, 1975.
"'

17
Türk Toplumunu İnceleme Aracı Olarak
"Sivil Toplum"*

"Sivil topl u m " kavramını karmaşık, m erkezi bir nüveden çıkarak


gittikçe geniş yankı larla an l am kazanan oynak bir nirengi noktası
olarak de!';'ıerlendirmek gereki r.
Kavram , olumlu olduğu kadar olumsuz vurguları da ırıştırır. İ m·
gesel can lılı!';'ıı ise bu iki kutu p arası nda dolaşmasını yarattığı zen­
ginlikten kayn aklanır. "Sivi l Topl um"un bi r söylem içindeki yeri d a­
ha çok bu söylemin siyasi niteliğini anl atması bakımından önemli­
dir. Kavram ın bu işlevi en açı k şekilde Osm anlı İ mparatorluğu 'nda
yeri ni arayan lar arasında ortaya çıkar. "Sivil Toplum" böyle bir söy­
lemde Osm an lı toplumsal ve siyasal yapısındaki bir eksiğe işaret et­
mek için kullanan ların, Latent siyasi fikirlerinin bir göstergesidir.
Kavramın " estetik" diyebi leceğimiz bu vu rgusunun yanında
sosyoloji k-çözüm leyici n iteliği ban a daha da müphem gel iyor. Kav­
ramı t arihsel-sosyolojik bir analiz yapmak için kul landığımızda bir
eksiği nitelendirmeye çalıştığımız oranda baştan metodolojik açıdan
zayıf bir du ruma düşüyoruz: " Eksik" saptamak bir toplumun n ası l
çalıştığını araştırm ak yolu nda kullanılabi lecek yüzeysel bir yöntem­
dir. Bu gibi bir yaklaşım Osm an lı İ mparatorlu ğu ' nu n yapısını irdele­
mek için olsa olsa bir başlangıç mu hasebesi im kanını sağlar.
"Sivil Toplum"un bir diğer özelliği üreti ldiği B atı felsefe-sosyoloji­
siyasi fikir tarihi alanlarında bile değişik an lamlarla ortaya çıkmış ol­
masıdır. Her ne kadar "sivil toplum" Batı toplu l u klarının özgün de-

• Defter, sayı 2, Aralık-Ocak 1 987, s.7- 1 6

18
ğerlerini özetlemek için kul lanılmışsa d a Batı fikir tarihi sü reci için­
de yerini aradığım ızda xv. yüzyı ldan xvııı. yüzyıla-kadar sü ren bir
zaman kesiti içinde çeşitli an lamlar kazandığını görüyoruz. Her dü­
şünürün kendi değerlendi rmesine bağlı olan bu an lamlar daha çok
toplumu ayakta tutacak ku rum ve bun ları temellendiren tabiat ka­
nunu anlayışlarının üzerine yerleştirilmiş, bunları n bir " üçüncü katı"
olarak bina edilmiş, onlardan türeti lm iştir.
Bütün bun lara rağmen kavramın Türkiye ile ilgili tartışmalarda sah­
neye çıkması faydasız olmamıştır. En azından kendi kuşağımın ül­
kemizin toplum yapısının ve siyasi kurum l arının bazı eksikleri konu­
sunda duyduğu bir rahatsızlığı odakl aştırm ası bakımınd an önemi
yadsınamaz. Bu yazıyı böyle bir rahatsızlığı d uymuş olan lara ithaf
ediyoru m.

Hegel Marx ve Öncüleri


-

Hegel için sivil top lu m (Bürgerliche Gesellschaft) içinde yaşayan


kişi lerin yaşamasını sağlayacak bütün faaliyetleri içeren, yapılı ve
organize, bir iktisadi sistemi, bir hukuk sistemi ve bunların düzenli
bir şekilde çalışm asını sağlayacak otoriteye sahip bir cemaattir. Ya
da Hegel'in bir yerde belirttiği gibi , sivil top lum salt ihtiyaç üzerine
ku ru lmuş toplumsal bi rim ol arak tanım lanabilir.
Bu özelliklerin gel iştiği yerde ise beli rli bir milletin birliği bütün ku­
rum lara -ve bu arada sanat , din ve felsefeye-yansıyan dominant bir
güç olarak şekil lenir. Ancak, sivil toplumda bile, bahis konusu etti­
ğimiz üst seviye gelişmeden önce , şahıslar birbi rleriyle olan bağım­
sızlık ilişkilerinin ilerisine geçerek pratik olarak şahsi iradelerinin top­
lamı olmasının ötesinde bi r toplu l u k i radesi ifade edecek d u ru m a
geli rler.
Osmanlı İ m paratorluğu'nda yapılı (st ructu red) ve organize bir ce­
maat mevcuttur. Bu cem aatin aynı zam anda bir iktisadi ve bi r hu­
ku ki sistemi vard ı r. Bu kopu klu kta dini kurall arın pekiştirdiği bir
" cemaat " da vard ı r, fakat bu "cem aat" düzeni sağlayıcı otorite' den

19
yoksundur. Tam anlamıyla "otorite "den bahsedilecekse, bu otori­
te devlet monopolündedir. H atta sivi l toplumu tanım larken kullan­
dığımız "iktisadi sistem" - " h u k u ki sistem" kavram ları bile Osman­
lı İ m paratorluğu 'nda batıdakine eş bir anlam taşımaz. Bu fark ise
ancak Osmanlı İ mparatorluğu Batı'dan değişik çizgilerle gelişmiş
sosyal tarihi çerçevesi içine yerleştirildiği zaman anlaşılabilir. Batı'­
da kilise I seküler güçler; feodalite I burjuvazi I endüstri proletarya­
sı; yerel odaklar I milli odaklar şeklinde görülen ku.t uplaşmaların ya­
rattığı çatışmalar yerine Osman lı İ mparatorluğu 'nda çatışmalara
uzun vadede bakıldığında, bun ların cemaat I devlet ekseninde odak­
landığını söyleyebiliriz. Konuyu bu açıdan değerlendirerek farklıl ık­
ların anlatılmasını bir tarafa bırakmamızı ve Osmanlı İ m paratorlu­
ğu'nda "toplum zembereği" diyebi leceğimiz dinamik odağın n ası l
çalıştığını anlamaya yöne lmemizi teklif ediyoru m . Fakat bunu anla­
yabilmek için de bi r adım geri atarak Batı lılann Osmanlı İmparator­
luğu 'nda en eski zam anlardan beri Batı düşünürlerinin neleri eksi k
gördü klerini gözden geçi rmemiz gerekecekti r.
Gerek İ talya'nın şehir devletlerinden gerek i l k Batı millet · devlet­
lerinin düşüncesinden ve gü n lük yaşam ından aldıkları ilham la Os­
manlı İmparatorluğu'na bakan kişi ler Osmanlı İ mparatorluğu'nda pa­
dişahın "köleleşmiş" bir bürokrasi yoluyla hüküm ranlık ettiklerini an­
latırlar.
Bu fikri değişi k fikri kalı plarına rağmen M akyavel , Bodin ve Mon­
tesqieu'de bulabiliriz. Bu rada vurgu Padişah otoritesiyle Teb' ası ara­
sında "aracı" bi r güç olmadığından dolayı otoritesinin " Doğu Despo­
tizmi" şeklini ald ığıdır. Osman lı İ mparatorluğu'nda Batı' da devletin
merkeziyle teb'a arasında bir köprü ya da tampon vazifesini gören
"standa", "Rechtsgemeinschaften" ya da m ahal li "parlement"­
lar yoktur.
Biraz farklı bir yaklaşım Osmanlı İ mparatorluğu'nda özel m ü l ki­
yetin korunmamış olduğu tezidir. Bu tezin bir oranda doğru olduğu
şüphe götürmez. Fakat Batılıların hata yaptı kları nokta Osmanlı İ m pa­
ratorlu ğu'nun yapı sının detaylarına inmemiş olmalarıdır.
Osmanlı İ mparatorluğu 'nda "Ku l" statüsünde olanların gerek ha-

20
yatları gerek malları açısından padişahın iradesine bağlı old u klarını
biliyoruz. Bunun kanıtı padişahın beğenmediği devlet adam l arının
idam hükmüne ya da m allarının m üsaderesine ne kadar kolayca ka­
rar veri ldiğidir. "Kul"un tam an lamıyla kendi statüsü açısından hu­
ku ktan yoksun bir alanda çalıştığı d a söylenemez. Kanunnameler
statüsünü belirttiği oranda o da bir h u kuki çerçeve içinde bir " Kar­
yer"e yerleştirilm iştir. Ancak bu kesinlikle Weber'in - "Kariyer"i de­
ğildir.- ve bürokrat gerçekten padişah karşısında "Köle" değilse bi­
le "Kul" - " Gulam"dır.
Diğer taraftan , " Ku l " statüsünü temel taşı olarak görüp bu ndan
Osmanlı İ m paratorluğu'nun tüm özell iklerini çıkarmak mümkün de­
ğildir. Zira " Kul" st atüsünün garanti leri eksikse de Padişah'la ve
yönettiği idareci sınıfl a (askeri sınıfı) dolaylı bir ilişkisi olan "Sade
Vatandaş"ın h ayatı çok daha emniyetlidir. Kendisine bu güveni sağ­
layan da Şeri at'ın günlük hayatları üzerine açtığı şemsiyedir. Böy­
lece, Osmanlı İ mparatorluğu'nda kişi haklarından bahsederken bun­
ların aynı değerler üzerine ku ru lmuş iki ayrı alan içine girdiği gerçe­
{ıi ortaya çıkar.
Gene şeriatın koruyuculuğunun ne biçim bir koruyuculuk olduğunu
anlamak için iki ayrı ge lişmeyi de gözümüzün önüne getirmemiz ge­
rekir. Bunlar İ slami topluluklarda " Ü m met" biriminin tarihi işlevi ve
bu birimin Osm anlı İ m paratorl uğu' nda geçirdiği değişi klerdir.

lslam ve Ü mmet

İ slam ümmeti İ slam başlangıç devirlerinde Peygam berin etrafın­


da toplanan bir m üm inler cemaati olarak teşekkül etti. Bu cemaat,
Hristiyan inançlarının etrafında odaklanan cemaatlerin aksi ne, si­
yaseti "ikincil" bir faaliyet alanı olarak değerlendirip, siyaset alanı­
na sırt çevirmemişti . Aksine, cemaatin günlük kaygı larında politi ka
önemli bir yer tutuyordu .
Peygam berin otoritesi dini kon ul ara değindiği kadar siyasi konu­
lara da değiniyordu. Peygamberin işlevi dini olduğu kadar siyasi idi

21
ve yerine geçecek olan. kimseler onun yalnız dini rolünü değil siyasi
rol lerini de tevarüs etmek için mücadelelere girişiyorlardı.
İ slam 'ın i lk yı llarında bir tür doğrudan demokrasi İ slam'd aki siya·
si yönünün pratikte aldığı şekildi ve bu uyg u l amaların arkasında
"Emr bil m a'ruf ... " ( İyiyi arayın ve kötüden çekinin) şeklinde siyasi
felsefeyi ifade eden i l keler de görü lüyordu. Kur' an , bu ilkelerin kay·
nağı, temeli ve karşısına-geçi lmez orijiniydi .
İslami potansiyel devletin ortaya çı kışı bu paradigmanın parçalan·
masın a yol açtı. Devletin çı karlarıyla ilgili düşünce giderek cemaa·
tin Ku r' anda belirti len çıkarlarıyla ilgi li ilkelerden sıyrıldı . Bu çekiş·
menin yarattığı geri lim aslı nda latent bir gerilimdi fakat zaman za·
man kutu plaşma gerçek bir ç atışmaya dönüŞebi liyord u . Bu karşı la·
mal arda kendilerini "gerçek mümin" ilan edenl e rle, İ slami prensip·
leri uygu lamakta "yan çizmiş" olmakla suçladıkları kimseler arasın·
daki ç atışmayı izleyebi liyoruz. Bunu bir bakıma Montgomery Watt '·
ın deyim iyle " karizmatik cem aati " yeniden kurma gayreti olarak ni·
telendirebiliriz: yu muşak bir cem aat tipi ilişkisinin ·doğrudan demok·
rasiyle birlikte· yeniden can l andı rılmaya çalışılm ası.
Her ne kadar İ slam da "Kiliseye" tekabül edecek bir kurum yok·
sa da İ slam'ın ilk yüz yıl ları bir İ slami aydın tabakasının oluşu muna
tanık olmuştu .
Topl u m içindeki yeri açısı ndan bu grup için "tabaka" yerine t a·
rihçi Duby'nin kul landığı "Ordre" kelimesini ku llanmayı tercih eder·
dim. Bunun Osm anlıcası ise "erkan (rükn)"dır ve sözcüğün yarat·
tığı çağrışımın doğru bir çağnşım olduğunu aşağıda göstermeye ça·
lışacağım.
Hodgson İslam'ın ilk iki yüzyılındaki gelişmeden şöyle bahsediyor:

"Düşüncenin ve pratiğin bazı alanları, zamanla mutekit düşüncenin tem·


silcilerinin Allah'ın koyduğu amaçlara uygun bir dQzen yaratma ümitlerini
gerçekleştirmek izdüşümünde gelişerek onların oıoritesine tfibi oldu...
Sünni Müslümanlar arasında olduğu kadar Şiiler arasında da Ulema adı
verilen bir dizi inanmış erkek ve kadın, özel ve kamu yaşamı için Şeriat'ten
esinlenmiş bir proje olarak tanımlayabileceğimiz bir plan oluşıurdular. Kes-

22
tirebileceğimiz gibi bu kişiler İslam'ın kamuya intikaline hakim oldular. İs­
lam'ın spekülatif ve teolojik düşüncesi üzerinde çok etkili oldular "

Selçu klulann önem li b aşarılarından biri bu rü kn'ü devlet meka­


nizması içine almak oldu . Ulema da dini akadem iler olan medrese­
lere devlet desteğini temin etm ekle bu gelişmeden faydalanmışlar­
dı : Diğer taraftan Medreseden yetişenlerin de devlet "barem " inde
yer al malan , Şeriat üzerine kurulu adli mekanizmanın bir devlet me­
kanizm ası olarak çalışm ası sağlanmıştı. Selçuk Veziri Nizam ül-Mülk
bu i lginç "darbe"nin mimarı olarak gösteri lir.
Xl l . yüzyı lda am açlarına uygun şeki lde kul lanı ldıkları zaman dev­
letin müdah alesinden m asun olan Vakıflar da kurum laştı. Böylece,
teorik olarak devleti n , padişahın, m ü l kiyetinde olan zirai toprakların
Padişah gölgesinden ayrı lması için bi r im kan belirdi. Zira her ne ka­
dar U lema bu kayn akların ku llanılmasında mütevelli olarak gözü­
küyor idiyse de, pratikte vakıf konumu kendilerine oldukça geniş bi r
otonomi sağlamıştı. Osm anlı İ mparatorluğu'nd aki ikili işlevi sayesin­
de, Ulema, eskiden beri üstlendiği, halkın çıkarlarının temsi lcisi ro­
lünü daha da etki li bir biçimde sü rdürebiliyordu. Fakat diğer taraf­
tan İ lm iyye mensu plarının devlet memu riyet leri genel piram idinde
yer almış olması bunun aksine bir etki yaratıyordu : U lema'nın halkı
unutup politi kacı l arla işbirliği etmesi için bir kapı açı lmıştı. Med re­
seden çıkanlar bu im kan ları ku llan abiliyorlardı. Bu gelişmenin bir so­
nucu da i ki U lema tipinin ortaya çı km ası oldu: alt düzeylerde "halk­
la birli kte" yaşayan ve isteklerinin tercü manı "alt tabaka" Uleması
ve " resmi U lema" ya da "U lem a-yı RusOm."
Alt tabaka ve temsilcisi U lema böylece, bi r çeşit popü list ideoloji
ve yaşam l a karm aşı k bi r bi leşim haline gelen bir ortamda etkinliğini
sürdü rüyordu. Marshall Hodgson İ slam tarihi boyunca karakterini
muhafaza edebilm iş, zam an zaman da şiddet eylemleriyle uykuda
olmadığını gösteren bu eği limin İ slam tarihinde Ahi al-Hadith ola­
rak bilinen somut ve renkli bir sosy al cereyana dayan dı�ı nı göster­
miştir.
Hodgson'a göre Şer' i bir İ slami nizam ın form ülleştiri lm esi çalış-

23
mal arı , bunları n , kurdukları gru pları başarı lı bir şekilde yürütmeleri­
ni sağ lam ıştı. Dindarlı kları Şeriat esprisine göre kotarılmış bi r top­
lu msal program ın odak noktası olan bu çalışm alar, aynı zamanda
İ sl am'ın ilk devir cem aatinin homojenliğini kend ilerine rehber ola­
rak ku llanıyordu.
Ahi al·Hadith tipindeki top lu msal hareketlerin devam lılığı hare­
ketin kendi kemikleşmesinden çok devletle olan zıtlığından kaynak­
lanıyord u . Bu zıtlık devam etti kçe aynı eylem zaman geçtikçe baş­
ka şekillerle fakat aynı amaç ve hedefle ortaya çıkabiliyordu. Bu ken­
dini yeniden yarat m anın arka p lanında yatan Ku r' an mesajının öne­
mi de açıktır. İdeal İ slam toplu luğunun nasıl kurulacağı konusunda
oldu kça net işaretler verdikleri oranda, Ku r'an 'ın emirlerinin bir ide­
oloji ol arak çalışm ası daima im kan dahilindeydi.
Ahi al-Hadith tipi toplulu kların yanında Devletin karşısında od ak­
lanan ikinci bir küme de tasavvuf ku rumlarıydı . Genellikle tasawuf
bizde oldu kça soyut bir fikir odağı olarak görü lür oysa, bu spekü­
lasyonları ayakta tutan unsur tari katların som ut varlı kları ve İ slam
dünyasının her yerine n üfuz eden haberleşme ağlarıydı. Tasavvu­
fu n , bu somut biçimiyle 1 3.-15. yüzyılları arası nda Selçu klu lar ve Os­
manlı lar'a kök söktüren ayaklanm alar da çıkardı klarını unutmam a­
mız yerinde olacaktır.
Yu karıda saydığım İ slam toplulu kları na özgü toplum ve siyaset bi­
çim lerini anlatmakla bu toplulu klarda ortaya çı kabilecek toplu msal
hareket lerin anlaşılması için bir ipucu sağladığımı sanıyoru m . Os­
manlı İ m p aratorluğu'nun or:taya çı kmasını bu " mozaik"in parçal a­
rının bir taraftan-esas itibariyle- yeniden görüldüğü fakat aynı zaman­
da şeki l değiştirdiği yeni bir siyasi sentez ol arak değerlendirebi liriz.
Osmanlı İ mparatorluğu kendinden önce gelen İ slami İ mparator­
luklardan daha düzen li ve toplu luğun her köşesine daha " n üfuz edi­
ci" bir yapıdır. Aynı zamanda İ mparatorluk merkez teşkilatı Ulema'yı
kendine sıkı bir şekilde b ağlamayı bilmiştir. İ mparatorluk Medrese
sistemini genel devlet işlerine fayd alı olacak şekilde sistemati kleş­
tirdi ve geliştirdi. Ahi al-Hadith tipini andıran hareket lere (örneğin
Kadızade li lere) kuşkulu bir gözle bakı ldı, tasavvuf "e hlileştiri ldi" ve

24
" rafizilik" kontrol altına alındı. Fakat Osm an lılar gene aynı siyasi ni­
teliğin bir sonucu ol arak Şeriat'ı "ayrı fakat eşit " denebi lecek bi r
özel h u ku k alanına yerleştirm eye de özen gösterdiler. Bu da alela­
de vatandaş için sosyal hayatı ve ekonomiyi kapsayan bi r düzenle­
me ve o oranda da bir garanti idi .
Bunları bir geriye bakışla değerlendirdiğimiz zaman Osm anlıl ar­
da " sivil toplum "un öğelerini gördüğüm üzü söyleyebilir miyiz? Ce­
vabımız hem "evet" hem "hayır" olacaktır. Osmanlı İ m paratorlu­
ğu'nda bir Doğu Despotizmi görenlerin Şeriat'ın garantilediği bir özel
mül kiyet alanını gözden kaçırdıkları oranda , onların tarifine uyan bir
"Sivil toplum " dinamiğinin öğelerinin kısmi mevcud iyeti nden bah­
sedebiliriz. Genel özel hayatın " Ö rf-i Sult ani" den uzak, bir çeşit ma­
suniyetle korunmuş olarak cereyan etmesi açısından "sivil toplu m ' ­
' u n varlığını ileri sürebi liriz.
Loncaların çalışmasına, devletin esnaf üzerindeki kontrolüne ve
siyasi ku rum lardan uzak tutu lm alarına baktığımızda imaj biraz da­
ha bulanık gözüküyor. Fakat salt-Batı'ya bakarak bu kontrollerin "si­
vi l toplumu" ortadan kaldı rıcı olduğunu ileri sü remeyiz. Sistemde
gerçekten eksi k olan Fransızların " Corps Constitues" olarak isim­
lendirdikleri, stende, rechtsgemeinschaften tipi ku ru luşlar ve ser­
best şehirlerdir. Fakat bu e ksiğin yanı başı nda, "sivil toplum" mo­
deline uyan Batı top lulu klarının modernleşme sürecinde edindik­
leri yeni bir yapısal öze l liğin de eksikliğini anmak gerekir. O da Batı
devletlerinin bu yüzyıllarda "sivil toplu m" oluştu ran yapılan yan yolda
karşılamak üzere, onlara doğru giden bir süreci başlatmış olm aları­
dır. Bu süreçte Batı toplum ları "sivil toplu m " tipine uygun olarak el­
de ettikleri bazı avantaj ları yitirmişlerdi fakat bu kaybın beraberinde
sürüklediği homojen leşm e "Sosyal sınıfların" kristalleşmesinin şart­
larını ortaya çıkarmıştı . Bu gibi yeni tabakaların "pazar kritik kay­
n akları"nı kontrol etme öze llikleri Osman lı İ mparatorluğu 'nda göz­
ükmez ve sözkonusu kontrol çağımız Tü rkiye'sinde bile ancak rü­
şeym halinde mevcuttur. Bunun da ardından, "sivil toplum"u n si­
yasi sahaya aktarı lması , bildiğimiz demokratik sü recin başlangıcı gel­
miştir.

25
Gianfranco Poggi" " sivil toplu m"un politize olması ve politikayı
kontrolu altına almasıyla bi rlikte ikinci bir nitelik değişikliğine uğra­
dığı ndan bahseder. Poggi'ye göre "Sivil Toplu m"un verdiği im kan­
larla odaklanan burjuvazi radikalliğini bu yeni toplum tipinde otonom
olarak gelişen ve girişimci " kast"ın faaliyetlerinden ayn bir alan oluş­
turan , sosyal ve fikri yön lerinin gelişmesine borçludur.
"Sivil Toplum"un bu komponel leri bilhassa entellektüel, edebi sa­
natsal faaliyetlere girişmişler ve bu oranda farklı bi r sosyal kim li k
gelişti rmeye başlam ışlardı. Bu kimliğin bir "publ ic" y a d a zam anla
birkaç "public"le karşılıklı bir etkileşimle kendini bulduğunu söyle­
yebiliriz. Bunlar gittikçe artan çalışmalarını bir dızi kuruluş ve ileti­
şim araçlarıyla (bilimsel dernekler, edebi salonlar, m ason locaları . . .
ve günlük ve peryodi k b asın) geliştiriyorlardı.
Bunların kamusal (pu blic) yönü de her gelene açık olmalarıydı .
Bu na ilaveten , her katılan , nisbeten gemlenmemiş açık bir tartışmaya
kat kıda bu lunmakta serbestti ve bu nun amacı da herhangi bir ko­
nuda geniş bir yayımı olan bir "amme efkarı " olu şturmaktı.
xvııı. yüzyılın sonunda bu unsur (the public) Osmanlı im parator­
luğu'nda mevcut değildi. Osmanlı İmparatorluğu'nda " amme efkan"
yeraltı nda olu şan bir me kanizmaya bağlıydı ve yayın tekniği şayia
ve karalamaydı .
XIX. yüzyıl Osmanlı İ mp aratorluğu'nda reform devridir. Bu yüzyı l
Osm anlı Devlet ad am l arın ın eğitim , adalet ve idare sisteminde re­
form lar uygulayarak İm paratorluğun çöküşünü durdurmaya çalıştık­
ları devredir. İl ham kayn akları Batı aydın despotizminin "en liberal"
olarak tanım layabileceği miz örnekleriydi. Batıda olduğu gibi bu ra­
da da reformun ana amacı devlet teşvikiyle teb'ayı ü retici bir duru­
ma geti rmekti. Devlet , teb ' asının çalışmalarını koruyu cu , ü retici ol­
malarını sağlayacak temel eğitim i sağlayıcı, ve ü retimi geliştirecek
idari teşkilatı ve haberleşme ağını kurucu rolünü üstleniyordu.
Bu gibi bir genel politikayı ortaya çı karacak itiş XVl l l . yüzyı lda pek
bilinmeyen sebeplerden dolayı kudreti artan Osm anlı kalemlerinden ,
bürokrasisinden gelmişti. Bu bürokrasi az zamanda Padişahın sim­
gelediği Patrimonyal rneşruiyet kavram ının kontrolünü eline geçire-

26
cek, Padişahın kendisini arka plana itecekti. A li ve Fuat Paşaları bu
gibi bir açıdan değerlendirmek gerekir. Bürokratlar bu sırada kendi
hayat ve mülklerini garanti altına almayı da sağlamışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu 'nda bir "Kamuya açık alan " (public sphe­
re) gene de Tanzimat reformlarının bir ü rünü olarak ortaya çıktı. An­
cak bu gelişme Tanzimat devlet adamlarının bir ikinci kuşağının ürü­
nüdür. 1 860' 1arda, Bab-ı A li'nin kalemlerinde yetişmiş ve daha sonra
gazeteciliğin kurucuları olarak gözüken bir grubun gazetelerdeki ya­
zıları bir çeşit "amme efkarı " yarattı. Bu yeni sosyolojik yapı 1 876
Anayasasının en belirgin mimarlarından biri olarak görülmelidir.
Fakat Osmanlı intellegentsia'sının bu etkisi geçiciydi. Tesiri , i le­
tişim tekniklerini ku lanmayı bilen küçük bir grubun bunları tekelleş"
tirdiği bir devreye tekabül ediyordu . Bu Osmanlı intelligentsia'sı bü­
yük halk kitlelerinden kopuk olarak iş gördüğü oranda onu berabe­
rinde demokratik bir idareye doğru sürüklemenin yükünden ku rtul­
muştu. Ancak iletişim tekni klerinin verdiği yeni güç, yeni aydınların
geride bıraktıkları halk kümesi tarafından , buğulu gözlü kler ardında
da olsa, yavaş yavaş anlaşılmaya başladıkça onlar bu defa kendi
taraftarlarını "mobilize" etmeye uğraştılar. Tarikat çalışmalarının 19.
yüzyılın dördüncü çeyreğinde, İstanbu l' da ve taşralarda yeraltında
ivmesi bunu gösterir. Bu hareketleri halk kitlelerinin eskiden beri
mevcut liderliğini elden çıkarmamaya kararlı gelenekçilerin bilme­
dikleri ve anlayamadı kları fakat gücünü gördükleri yeni bir sisteme
sızmaya çalışmaları olarak değerlendirebiliriz . Bunu, biraz basitleş­
ti rerek Şeriat -Özel h u ku k -halk u leması kesitinin, devlet - bürokrasi
- merkez kümesiyle olan çatışmasının nitelik bakımından farklı yeni
bir aşaması olarak değerlendirebiliriz. il . Abdü lhamid'in dehası bu
çatışmayı sezinleyerek kendisini " halkçı" kümenin lideri olarak "sa­
tabilmesi"ydi.
İkinci bir anayasacılık hareketi , Jön Türklerin gi rişimi , geniş halk
kitleleri, Şeriat kümesini - belki de haklı olarak - karşıt görmeleri so­
nucunda bir müddet sonra otokratik idareleriyle sonuçlandı . Ancak,
bu da ittihat ve Terakki'nin bu kopukluğun farkında olmadığı şek­
linde anlaşılmamalıdı r. Bazıları "sivil ku rum ların" Türkiye'de bulun-
27
madığının ve bunun da kendilerini fiki rlerini tatbik imkanı az olan
bir sosyolojik yapı ile karşı karşıya bıraktığının farkındaydılar. Bun­
dan dolayı gerek İttihatçılar gerek Kemalistler bu "ara"yı temsil ede­
cek kurumları (ban kalar vs. ) sınıfları (ticari ve endüstri burjuvazisi)
ve yasalan (Cum hu riyetin medeni kanunu ve ticaret yasaları) temel­
lendirmeye çalıştılar. İlginç olan ve kurumsal sosyolojinin üzerinde
du rması gereken gelişme "sivil toplum " kurucu olarak tanımlaya­
bileceğimiz bu yeni yapıların uzun vadede zamanımızda Kemalist­
ler tarafından değil fakat dindar Müslümanlar tarafından zaptedil­
miş olduklarıdır. Çok geniş bir zaman kesiti boyunca seyretmiş ay­
rıntılı gelişmeleri , burada çok genel bir ifade i le ve bir çizgi halinde
an latmış bulunuyorum. Bu çizgi tarihsel ve ku ramsal araştırma ala­
nı araştırmacıları ilgilendirirse sanırım yeni görüş açılarına yol açabilir.
Sosyalizmin dünya gündemine gelmesi "sivil toplum" kavramı­
nın ü lkemize ne oranda uygu lanabileceği konusunu daha da kar­
maşık bir hale sokmu ştur. Tü rkiye sosyalizmi ve Marksizm i her ne
kadar bir aydınlar hareketi olmuşsa da, yazımda "şeriat kü mesi "
olarak tanımladığım halk katının görüşlerine yakın, Osmanlı-İslami
eşitçilik görüşünün altını çizen fikirler içeriyordu.
Bu açıdan AP ve ANAP' ın programları ve uygul amalarının bazı
yönlerinin popülist-eşitlikçi olması bizi şaşırtmamalıdır. CHP ileri ge­
lenleri arasında bunu anlayanlar (Örneğin Turan Güneş) oİmuşsa
da Batı' da çıkmış bi r toplumsal ikilem üzerinde ku rulmuş Türk orta
sol ve solunun parti programlar:na bu sofistike anlayışı yansıtmak
mümkün olmamıştır.
Sosyal tarihinin "gerçeği" belirli yönelim ler gösteren , aydınlan ta­
rafından -gelişmeleri Batılı fikir kalıplarına göre değerlendirilen Türk­
iye'nin çok partiİi sistem e geçmesi bu gerçeğin ağırlığını yeniden
terazinin kefesine koymuştur. Bunun somut sonuçlarını ancak bu­
gü n görebi liyoruz. Diğer taraftan , Türkiye'nin Kapitalizmini de alı­
şılmış kalıplarla incelemeye çalışanlar ülkemizin öz toplu msal dina­
miğinin anlaşılmasına nisbeten az katkıda bulunmuşlardır.
Her iki yönü de ciddiye alan kişilerin bize Türk kapitalizminin yen­
gecin dolanmasına benzeyen yol alışının tarihini sağlayabileceği ümit
28
edilir.
Bugünkü Türkiye' de "ikinci küme" (taşra, şeriat, sokaktaki adam)
kümesi günlük hayatımıza damgasını vurmaya başlamıştır. Bunu "si­
vil toplumun" artık toplum yapısına girdi{li şeklinde mi algılamamız
gerekir? Soruya cevap verebilmek için önce sivil toplum kavramı­
nın Batı'da beraberinde getirmiş olduau "kişi hakları"na bir göz at­
mak gerekir.
Kişi haklan "ikinci küme" tarafından çok özel ve Batı'dakine he­
men hiçbir şey katmayan fakat ondan çok şey götüren şekilde an­
laşılmaktadır. Kendi anlayışım, kişi haklarının özünün, kitle toplu­
mu ile ilişkisinin ve bu hakların uygulanma modelitelerinin en iyi şe­
kilde Kant, J.S. Mill gibi klasik fikir tarihçileri tarafından ifade edildi­
aidir.
Buna karşı çıkan varsa "sivil toplum" kavramının yan ürünlerin­
den en deaerlilerinden birine ve benim anlayışıma ve "medeniyet"
dedi{Jimiz olaya karşı çıkmaktadır.

29
T irk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar:
Merkez-Çevre İl işkileri*

"Toplumun bir merkezi vardır." Ama n ası l ki , bazı toplumlann öte­


kilerden daha sağlam m erkezleri varsa, bu m erkezler oluştu rulur­
ken kullanılan malzeme de toplum lara göre büyük değişiklik göste­
rir. 1 Bu "serbestçe devinip du ran" 2 kayn aklan düzene sokmak için
girişilen çabaların çoğunlu kla pek kısa ömürlü olmasına rağmen Or­
tadoğu'da, bu çeşit merkezlerin kurumsal çerçevesini kurmak için
yapılan gi rişim lerin uzun bir tarihi vardı r. Bu açıdan Osmanlı İ m pa­
ratorluğu , göze çarpan bi r istisnadır. Osm anlı İ mparatorluğu'nun,
karmaşı k ve incelmiş bir ku ru m lar şebekesine d ayanan uzun ömür­
lü bir m erkezi vardı.
Osmanlılann uyguladığı yöntem ler ustaca ve çeşitliydi. Dinsel azın­
lıklardan çoğunlukla küçük yaşlarda toplanan bireyleri yönetici seç­
kinler arasına alan , onları resmi görevliler sınıfıyla bütünleştiren, vergi
ve toprak yönetimini mutlaka merkezleştirmese de sıkıca denetim
altında tutan ve resmi dinsel d üzene egemen olan merkez, adalet
ve eğitim alanlannda ve yasallığın (resmiyetin) simgelerinin yayılıp
tanıtılmasında, sağlam d ayanak noktaları bu lmuştu . 3 Komşu İ ran '­
la bir karşılaştırma yapılırsa, Osm anlıların bu başarılan , daha açı k
bir biçimde ortaya çıkar. İ ran lı yönetici ler, denetime alamadıkları

• İlk olarak Daedalus'ta (Kış 1 973, s. 1 69-190) ikinci olarak da Politlcal Particl­
patlon in Turkey (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1 975, s. 7-32) içeri­
sinde yaralan "Center-Priphery Aelations: A Key to Turkish Politics"in çeviri­
si: Şeniz Gönen tarafından yapılan bu çeviri Dün ve Bugün Felsefe (Kitap 1 ,
Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, 1 985, s . 1 67-95)'de yayımlanmıştır .

30
çok sayıda toplumsal güçle ustaca oynayan "büyük düzen kurucu­
lar" dan başka şey deği llerdi çoğunlukla. Ne var ki , Osmanlıların bu
konulardaki başarıları, komşularının ku rumlarıyla karşıtlık durumunda
ele alınıp tam anlamıyla değerlendirilemez.4 Daha geniş bir bakış
açısı edinebilmek için , bir başka karşılaştı rma yapmak doğru olur.
Bu karşılaştırmada, Osm anlı İm paratorluğu , ortaya çıkmakta olan
merkezileşmiş Batı devleti ve daha sonra onu n yerine geçen mo­
dern u lus-devleti ile yan yana konarak ele alınm alıdır.
Batı'da, onyedinci yüzyıl yarısında ortaya çıkan hükümet biçimi
olan "Leviathan"da, daha sonraki ulus-devlet de, Osm anlı ku rum­
larının gelişiminde rol oynadı. Bunlar, başlangıçta, Osmanlıların özel­
likle gerçekleştirdi kleri başarı lardan ötürü eskiden beri gu ru r duy­
dukları alanlarda üstünlük elde etmeye başlayan rakipler olarak gö­
rüldüler. Ama daha sonraki modernleşme süreci boyunca Osman­
lılar, bu yeni devlet biçimlerini kendi hükümetlerinde yapacakları re­
formun modelleri olarak gördüler.
Leviathan ve ulus-devlet, yapısal açıdan Osmanlı kurumlarıyla kar­
şıtlıklar gösterdiğinde, Türk tarihi bakımından da önem taşır. Batı '­
da devleti biçimlendiren güçler, modernleşme başlamadan önce Os­
manlı devletini biçimlendiren güçlerden önemli ölçüde farklı gibi gö­
rünmektedir. Modern devleti yaratan merkezileşme süreci, dayan­
dığı feodal temellerden ötürü , çevre güçleri diyebileceğimiz şeyler­
le uzlaşmalar yapı lması sonucu nu veren bir dizi karşı karşıya gel­
meyi kapsamıştı. Bu güçler, feodal soylu lar, kentler, kasabalar [burg­
hers] ve daha sonra endüstri emeğiydi. Bu uzlaşmalar, Leviathan'­
ın ve ulus-devletin bir ölçüde iyi eklemlenmiş yapılar olmasına yol
açtı. Ne zaman bir uzlaşma ve hatta tek yanlı bir zafer gerçekleşse,
çevresel gücün bir bölümünün merkezde bütünleşmesi de sağlan­
mış oluyordu. Böylece, feodal zümreler ya da "ayrıcalı klılar" ya da
işçiler, yönetim le bütünleşti ler, ama aynı zamanda, özerk duru mla­
rının tanınmasını sağladı lar. Art arda kendini gösteren bu karşı kar­
şıya gelmelerin ve tanınıp kabu l edilmelerin çok önem li sonuçları
olmuştur. Karşı karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise , u lus ku­
rucular ile yerelciler, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar
31
arasındaki çatışmalar, bunun örnekleridir. Bu çapraz bölünümler,
Batı Avrupa modern siyasasının bükülgen liğine büyü k ölçüde kat­
kıda bulunan çeşitli siyasal kim liklerin ortaya çı kmasına yol açtı. 5
Öte yandan merkez, çevresel öğelerle bir bağlantı lar sistemi içinde
bulunuyordu. Ortaçağın büyük züm releri (estates) parlamentolarda
yer almıştı: alt sınıflara haklar tanınmıştı.
Ondokuzuncu yüzyıldan önce Osmanlı İ mparatorluğunda, katmerli
karşı karşı gelmenin ve bütünleşmenin bu ayırt edici özell ikleri e k­
sik gibi görünmektedir. Daha doğrusu , temel karşı karşıya gelme,
tek boyutlu luydu ve her zaman , merkez ile çevre arasındaki bir ça­
tı şma olarak ortaya çıkıyordu. Ayrıca, çevresel toplum güçlerinin
özerkliği, ancak de facto'ydu * ve, Batı Avrupa' da, örneğin, "bağımlı
tüzel kişili kler" 6 olsalar bile " Bey' den ya da Prens'ten ayrı" 7 .olan
zümrelere tanınmış kurumsallık hakkı i le bunun arasında çok önemli
bir fark vardı. Yakın zamana kadar, merkez i le çevrenin karşı karşı­
ya gelmesi , Türk siyasasının tem elinde yatan en önem li toplumsal
kopu kluktu ve yüz yıldan fazla süren modernleşmeden sonra da var­
lığını sürdürmüş gibi görünüyordu . Bu incelemede , modernleşme
boyunca bu kopukluğun n ası l sürüp gittiği ele alınıyor.

Geleneksel Sistem

M erkez i le çevreni n , Osm anlı siyasal ve e konomik yaşam ının te­


mel sorunu durumuna gelmesine yol açan bi rçok neden vardı.
Merkez-çevre kopu kluğunu n en genel boyutu , doğmakta olan bir
imparatorluk içinde bölük pörçüklüğün varlığını hala geniş ölçüde
sürdürmesiydi. 8 Osmanlı İ m paratorluğu , miras yoluyla geçen bir bü­
rokrasi ve feodal beyler tarafından değil de merkezden denetlenen
bir ordu ku rmakta başarı göstermişti , ama Osm an lı toplumu bu çer­
çevenin içine kolayca girip oturmuyordu. İ m paratorluğun bazı bö­
lümlerinde, imparatorlu k-öncesi bir soylular sınıfı varlığını sürdürmüş-

• " Fiilen", " billiil" (Ç.N.)

32
tü, soysop zincirleri hala güçlüydü, dinsel tarikatlar özerk· güçleri­
nin dayandığı temel leri hatırlatabilirlerdi ve çeşitli etnik ve dinsel grup­
lar vardı.
Bu dağınık potansiyelin özel bir du ru m u , devlet ile İmparatorlu­
ğun çekirdeği olan Anadolu'daki göçebeler arasındaki ilişkiydi. Dev­
letin çevredeki göçebelerle uğraşm asının getirdiği güçlük, yerel bir
rahatsızlıktı. Ama ayrıca, göçebeler ile kentlerde oturanlar arasın­
daki karşıtlık, Osman lı okumuşlarının, uygarlığın kent ile göçebelik
arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ilişkin her şeyin kü­
çümsenmekten başka bir işe yaramadığı konusundaki kalıp düşün­
cesini de doğurmuştu . Göçebe ve yerleşi k halk arasındaki bu temel
kopukluğun bir kalıntısı, yerleşik tarım yapılan on üç ilin istatistik ve­
rilerinin, toplumsal yapısının ve başlıca sorunlarının, hayvancılığa
dayalı ekonominin ve göçebeliğin kalıntılarının geçerli olduğu dört
ildeki verilerle, yapıyla ve sorunlarla keskin bir karşıtlık içinde bu­
lunduğu doğu Türkiye'de bugün de hala görülür.9
Merkez-çevre kopu kluğunun bi r başka ku rucu öğesi , merkezin ,
bir Osmanlı-öncesi soylular züm resinden kalan izlere ve yıldızları
Osmanlılarla birlikte parlayan taşralı bazı güçlü ailelere karşı kuş­
kuyla davranmasıydı. Taşralar ayrıca, baş eğmez din sapkın lığının
da fesat yuvalarıydı. Kargaşalı k çıkaran tarikatlar, karşıt görüşleri
uzlaştı rmaya yönelen dinler. Mesih olduğunu ileri sürenler uzun sü­
ren ve iyice hatırlanan bir tehlike oluştu rmuşlardı. Osmanlı taşrala­
rı , taht üzerinde hak iddia edenler için elverişli yerler haline geldi­
ğinde çevre, ayaklanm aların çıkış noktası görevini yerine getirmesi
için gerekli olanı da edinmiş oldu.
Bütün bunlar, merkezin göz yumduğu bir yerelcilik temeli üzerin­
de ortaya çıkıyordu ; çünkü , Osmanlı toplumsal yöneticiliği, başa çı­
kılmaz örgütlenme işleriyle karşı karşıya kalmıştı. İm paratorluk ge­
nişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, ye­
rel törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özellikle­
re yöneli k ve merkezse! olmayan bir uzlaşme.ı sistemini pekiştirerek
baş ettiler. Gevşek bağların işe yaradığını gördüklerinde, daha kap­
samlı bir bütünleştirmeye girişmediler. Bu yarı-özerk gruplar arasın-
33
da, kendi din lide rleri tarafı ndan denet lenen gayrim üslim top l u l u k­
ları sayabiliriz . Böylece , daha gen el ve büt ü n sel anlamda, merkez
ve çevrenin b i rbi r iyle çok gevşek bağlar içinde bu lu nan iki dünya
olduğun u söyleyebiliriz. Toplu msal parçalanm ışlıkla birlikte Osm anlı
toplu munun bu yan ı , Osm anlı d üzenı temel soru n larından birini or­
taya koyar. Bu soru n , S u ltan ve resmi görevlileri i le Osm anlı Ana­
dolu 'sunun iyice bölük pörçük yapısı arası nda ortaya çı kan karşı kar ­

şıya gel medir. Anadol u , m odern Tü rkiye ' n i n t oprak bakım ından ku ­
rucu öğesi olduğu içi n , bugünkü ıncelemeler açısından özel likle
önem taşır.
Böl ü k pörçüklük karşısınd a yer alan lar, yani resmi görevli l er çev­
,

reden deyim yerindeyse yaln ızca parmaklığın öte yanında olm aları
bakımından değil, bazı simgese l farklıl ıklarla olduğu gibi bazı ayı rt
edici statü ö zellikleri dolayısıyla da ayrı lıyorlardı Uzun süre. bazı bü­
. .

yü k ve küçü k resmi görevl i le ri ayırt eden öze l lik, bunların çoğunun


gayrim üslim gru plardan alınıp top lanmasıyd ı . 1 0 Bu uygu lama, ide­
al bir örüntüyü [pattern] . Su ltanın kölesi (Türkçede kul'u) haline gelen
bü rokrat örüntüsünü gerçekleşt i rme am acı nı güdüyord u . Bu ideal
şem ada, resmi görevli , hiçbir kişisel bağı olduğu i leri sürü lemeyen
ve hanedanın amaç larının yerine getirilmesine bütün varlığı nı ada­
mış bir kimse olarak ortaya çı kıyord u . Bundan ötü rü resmi düzen ,
özgür doğmuş Müslüman ları bu görevlerin dışında bı raktığı için suç­
lanıyordu ve kuşkusu z , bu engelleme, acı ve öfkeyle hatırlanıp du r­
du . Kul ile bazı istisnalar dışında alt sınıfların gündelik yaşam ına daha
yakın olan resmi dinsel düzen üyeleri arasında da sürtüşme vardı. 1 1
Böylece dinsel ku ru m , m erkez i le çevre arasındaki sı nır çizgisi üze­
rinde yer alıyordu . Modernleşti rme boyu nca ve me rkezin laikleştir­
me siyaset lerinden öt ürü de bu ku ru m çevre ile gitti kçe daha fazla
özdeşleşti. 1 2
Seçkin resmi görevliler ile çevre arasındaki ayırımın temel leri, eko­
nomik değişken lerde de görülüyordu . Resmi görevlilerden vergi alın­
mıyordu ve İ mparatorluğun geliştiği dönemde bun ların servetleri en
zengin tüccarlardan aşağı kalm ıyoro u . İşadam ının , bazı kim seleri
çalıştı rıp ücret ödem esi ve iş yerinin öteki giderleri göz önüne alına-

34
rak bir ölçüde açıklanabi lir bu, ama ayn ı zamanda Osm anlı yasallı­
ğının da belli bir yanıdır. Yani bu , ülkenin en önde gelen yu rttaşları­
nın tüccarlar değil de, siyasal iktidarı elinde tutan lar olduğunu gös­
termektedir. Devletin ekonomi üzerinde kurmuş olduğu denetim, Os­
man lı İmparatorluğu' nda siyasanın önceliği olduğunu gösteren bir
başka örnektir. 13 Resmi görevliler, yönetici olarak geniş iktidara sa­
hiptiler, ama bunun tersine, kul statüleri dolayısıyla, özel yönelim
yasalarına bağlıydılar ve Müslüman halkın "medeni hakları"ndan
yoksundu lar. 14 Daha geniş bir açıdan bakınca, miras yoluyla iş ba­
şına gelmiş resmi görevli ile özgür doğmuş Müslümanın tüm yaşam
biçimleri arasında bir karşıtlık görülür. �

Osmanlı yönetici sınıfının bir başka özelliğinden de söz edelim .


Bu özellik, merkezin bir ölçüde askeri yapıya sahip olmasıdır ve
İmparatorluğun başarısı , büyük ölçüde, askeri güçleri denetleyip ha­
rekete geçirmekten doğan bi r başarıydı; yönetici seçkinler ile bü­
tün öteki bireyler arasındaki ayırım , askeri terminoloji ile dile getiri­
liyordu. Yönetici sınıfın üyelerine askeri ya da "asker sınıfı" deni­
yordu.15 Ama, merkez ile çevre arasındaki karşı karşıya gelme, res­
mi görevlilik statüsünün mirasla geçmesinden doğmuyordu . Tam ter­
sine, liyakatli olanlar ilerleyip yükseliyordu ve İmparatorluğun en güç­
lü olduğu dönemde, resmi mesleklerde yükselme, özellikle bu bi­
çimde gerçekleşmişti. Devlete uzun zaman hizmet etmiş bazı aile­
ler, ayrıcalıklı yerler elde etmişlerdi, am a resmi görevlilerin sağlan­
dığı bu ikinci kaynak, yani bu aileler, resmi görevlere geçme konu­
sunda üyelerine yalnızca dolaylı ayrıcalıklar sağlıyordu. Resmi ko­
ruyuculuk (hamilik-patronage) ve saray çevrelerinin etkisi , ancak
İmparatorluğun büyük çöküş noktasına ulaştığı zaman daha fazla
önem kazanmış gibi görünüyor.
Her çeşit resmi görevli ile hem kı rsal hem de kentsel kitleler ara­
sındaki farka dikkati çeken bir başka yan da, devletin bü rokrat çe­
kirdeğinin etkinlik tarzıydı. Bu bü rokratik çekirdeğin, pek de haklı
olmayarak ekonomiyi ve toplumu büyük örçüde denetim altına al­
ma iddiası , besin maddelerinin ticaretini denetiminde tutması , top­
rak mülkiyetine koyduğu sınırlamalar ve savurganlığı kısıtlam aya yö-
35
nelik yasalar aracılığıyla, toplumsal katmanlan pekiştirmeye çalış­
mak için gösterdiği titizlik ve sertlik, devlet otoritesini, toplumun can
alıcı noktalarının üstünde tutma ve ona denk düşen bir yücelik im­
gesi yaratma amacı güdüyordu . 16 Mülkiyet ilişkileri, bu sistemin
içinde yer alıyordu. Sultan, kentlerin dışındaki ekilebilir topraklar üze­
rinde tam mülkiyet hakkına sahipti. İstediği zaman toprağı mülk ola­
rak verebilirdi, ama gerçekte, pek az toprak serbest mülkiyet ola­
rak verilmişti. Latifundia vardı, ama büyük çiftliklerin çoğu gaspe­
dilmişti ve gerektiği zaman d evlet bunlara el koyabilirdi. Bunun ter­
sine, köylülerin toprağına, ancak sahtekarlıkla ve bu toprağın ba­
ğışlanmasının temelinde yatan başlangıçtaki anlayış hileye getirile­
rek sahip olunabilirdi. Böylece bir hilenin yapıldığı ileri sürülecek olsa,
devlet her zaman gözünü açıyordu. Ama başlıca şu üç nedenden
ötürü, devletin etkinliği kısıtlanıyordu: Bazı bölgelerde, toprak ser­
best mülkiyet olarak veril mişti; öteki bölgelerde ise, mülkiyet hakla­
rının devamı , Osmanlı fethi sırasındaki feodal sisteme dayanıyordu .
Üçüncü olarak, birçok bölgede devlet, toprağın eşraf tarafından ele
geçirilmesine karşı çı kacak güçte ya da istekte değildi. Tımar ve ze­
ametin başlangıçtaki sistem inden uzaklaşmaya yol açan birçok de­
ğişiklik, uzun sürede, eşraf lehine bu yönde etki gösterdi. Ondoku­
zu ncu yüzyılda görüldüğü gibi devlet, kendini ortaya koyabildiği za­
man bireysel köylü mülklerini, toprakların birleştirilmesini engelle­
yen yasalar kabu l ederek korumaya çalıştı. 1 7
Devletin siyasal ve ekonomi k konulardaki denetim iddiası , kültür
üstünlüğü hakkıyla da destekleniyordu. Çevrenin ayrışıkhğına oranla
yönetici sınıf olağanüstü .derli topluydu ve bu, her şeyden önce bir
kültür olgusuydu. Burada biri olumlu öteki olumsuz iki �eyi birbi­
rinden ayırabiliriz .. Bir yand a, tüm devlet mekanizması Su ltanın yü­
celiği mitosunun etkisindeydi; öte yanda, sıradan ölümlülere, resmi
kü ltürün simgelerine u laşmalarını engelleyen kısıtlamalar konmuş­
tu . Göçebe ya da yerleşik o l an, kı rda ya da kentte bulunan hal kın
çoğu için b u kü ltür ayırım ı , çevrede yaşadığmı gösteren en çarpıcı
özel likti. Yönetici ler ve resmi görevliler, kentlerde, daha önceki , ba­
şarılı ve kent kökenli (İ ran lılarınki gibi) kCılllJrlerden kaynaklanan kül-
36
türün büyük ölçüde etkisi altındaydılar. Özellikle İ ran'ı n bü rokratik
kültürü , Osmanlı ku ru mlarının içine sızmışt ı . Ö rneğin yönetici ler, alt
sınıflara yabancı di lleri (Farsça ve Arapça) benimsetmişler ve bun­
ları resmi kültürle kaynaştırmışlardı. 1 8
Çevre , resmi düzenin okumuş v e yetişmiş üyelerinin yararlandığı
eğitim kurum larının ancak birinden, yani dinsel öğretim kurum ların­
dan yararlanabiliyordu . Bundan ötürü , çevrenin. büyük çeşitlilik gös­
teren kendi karşı-kültürünü gelişti rmesine şaşmamak gere kir. Ama
çevre, kültür bakım ı n dan i kincil bir statüye sahip olduğu nun iyice
farkındaydı . Nitekim bu farkı nda oluş , çevrenin, seçkinler kültürü­
nün üsluplarını acem ice taklit edişinde çok iyi bir biçimde dile geli r.
Bu , özellikle hem kı rsal hem de kentsel alt sınıflar için geçerlidir ve
bu açıdan, kentteki kitleler de çevren in bi r bölümü olarak görülebi­
lir. Osmanlı ların en güçlü olduğu ve koruyucu baba olarak Su ltan
imgesinin elle tutu l u r bir ekonomik gerçekli k taşıdı{lı sırada bile sa­
ray, resmi görevliler ve siyasa, halk takı m ının uzak d u rduğu ürkütü­
cü şeylerdi. Siyaset sözcüğü Türkçede, yönetim sanatı, bilgisi, si­
yasa an lamına ge liyor bugün; ama daha eski resmi dilde siyaset,
devlet neden leri yüzünden veril en ölüm kararı an lam ına da geliyor­
du. 1 968 ve 1 969'da gerçekleştiri len bi r araşt ı rm a, köylüler içi n , si­
yaset sözcüğü nün taşıdığı an lamlardan birinin hala bu olduğunu or­
taya koymuştu r. 1 9
Devlet egemenliği üslubu v e resmi statü i l e kültürün b u yanları ,
bir bütünü, kuru m l aşmış düşünüş ve davranış tarzını oluşt u ruyor­
du. Merkez tarafından gerçekleşti rilmiş başarıları çevrenin e rozyo­
na uğratması karşısında resmi görevlileri teti kte du rmakla yükümlü
kıl an ilkelerin, bu düşünüş ve davranı ş tarzı içinde önem li bir yeri
vardı. Öte yandan , yerel olarak güçlü aileler ve benzeri çevre kuv­
vet leri , merkezin resmi görevli lerini, birçok açıdan an laşabi ldikle ri
kimseler olarak gördükleri gibi , tarım artı-ü rün ünden ve öteki eko­
nomik kaynaklardan , merkez için en büyük payı koparmak (ai lele­
rin daha az pay alması dem ekti bu) am acıyla didinen raki pler ola­
rak da görüyorlardı. Bölük pörçü klüğü nden ve içine birbirine ben­
zemez birçok öğen in gi rmesinden ötü rü çevre , kendi düşünüş ve

37
davranış t arzını daha son ra gelişti rmeye koyu ldu. Önceleri bu tarz,
merkezin yüklediği sı kıntıları n ve zorl ukların farkına varmış olmak­
tan ileri gitmiyordu .
Çevrenin e konom i k v e toplu msal yaşam ına, devletin zorla el at­
masın a karşı çı kanların dünya görü şü , bir tarz deği lse de , yerelci­
lik, bölgeci l i k ve heterodox dini inanç olarak kendini ortaya koyan
bir tavır doğurdu. "Temel gruplar"20 denen şey, çevrede önemli rol
oynadı ve böylece, bir gru pla özdeşleşme , bu çevresel tavrın edi­
nebileceği çeşitli biçim le rden biriydi. Ama gerç e kte, çevresel tavrın
birçok farklı biçiminde, hepsinin de m emu rlan kötü gözle görmesin­
den doğan bir benze rli k vardı. Yerel eşrafa herhangi bir resmi yetki
verildiğinde (devlet onları resmi görevde ku llanmak zorunda sık sı k
kalıyordu), bu çevresel tavı r yumu şuyord u . Ama memurlar dışında
herhangi bir ki msen in ge rçekten yasallık [resmiyet] kazanm ası söz­
konusu olmadığından , gerginlik potansiyeli can lı lığını her zaman ko­
ruyord u .
İm paratorluğun parlak çağında, merkez i le çevre arasınd aki şid­
detli karşı karşıya gelme potansiyeli , ara sıra elle tutulur bir durum
alıyordu. Bu , hem toplu msal güçlerin normal böl ü k pörçü klüğünden ,
hem de çevre ile olan bağların bu olası lığın karşısı n a dengeleyici
bir ağı rlık olarak çı kması ndan ileri geliyordu . Bu bağlar arasında, taş­
ran ın alt düzeylerine kadar girmiş olan adalet sistem i n i , geleneksel
bayındırlık işleri ile hayırseverl i k ku rum ları nı ve dinsel ku rum u n ge­
niş kapsam lı şebekesini (merkez ile çevre arasındaki gerçek daya­
nak noktası buydu) sayabili riz. 2 1 Tımar ve zeamet sistemi , özellik­
le etnik olan bir bütün leştirici mekan izmaydı ve İ mparatorluk orta­
ya çıktığı sırada normal tımar ve zeamet sahibi, köylülerle yakın bağ­
ları olan bir ekin yetıştiriciydi. 22
Osm anlı resmi görevlileri, ancak İ m paratorl u k gerilemeye başla­
yınca, kendi toplu mlarını talan eden kimseler d u ru m u n a geldiler, bu
görevli ler ile çevre ve öze l li kle vergilerin ağı r yü kü altında ezilen köy­
lüler arasındaki ilişki , " Doğu despotizmi" niteliğini gittikçe daha açık­
ça göste rdi. Bu , önceki çağl ardaki Su ltan yöneliminin sert liğinden
kökçe farklı bir söm ü rü çeşidiydi ve önceki sistemle ancak, yönetici

38
seçkinler i le onların dışında kalanların arasındaki kop u kluğu sü rdür­
me tarzı bakımından benzerlik gösteriyord u . Nitekim , yerel halk da,
bu bitişme nokt asında, yerel çı karl arı dile geti ren yerel eşrafa gitti k­
çe güvenmeye başl adı . Etki lerinin ve otorite le rinin artm asına rağ­
men bu eşraf, Avru pa feodal soyluların kiyle karşılaştın labilecek özerk
bir statüye sahip değildi. Merkezin ad am ları olarak eşraf, belli bir
yasallığa sahipti, ama daha fazla özerklik ancak devlet gücüne mey­
dan okumakla ya da düpedüz ayaklanmayla elde edilebilirdi. 23 Böy­
lece , devlete karşı d u rm ak için yeterince toprak zenginliği ve gücü
olan soylu lar, daha fazla öze rklik kazan abi liyordu . Bu durum orta­
ya çı ktığı zaman , yerel eşrafı n , köylünün e linde avucunda olanı al­
mak konusunda devletten daha az hı rsl ı olmadığını , am a sistemin
yü rümesini sağlayan asgari hizmetleri sağ lamanın da kendi çı karı­
na uygun düştüğünü kavradığını gösteren belirtiler vardır.
Osmanlı "çevre" sinin merkezden yabancılaşmasının yeni bir kent­
sel biçimi, Patrona İsyanı denilen olay biçiminde, İstanbu l'da 1 730'da
ortaya çı ktı . İstanbul esnaf ve zan aat karı ndan, loncaları aracılığıy­
la, bir askeri sefere büyü k ölçüde kat kıda bu lunmaları istenm iş ve
bu sefer, Sarayın pısı rı klığı ve bece riksizliği yüzünden başarısızlığa
uğramıştı. İstanbu l 'daki alt sınıflar o zamana kadar, Versailles'in tan­
tanasını ve onsekizinci yüzyıl Fransa'sının zevk ve eğlence d üşkün­
lüğünü kopya etmeye yönelik birçok gi rişim sonucunda, Osmanlı
devlet adam larının ve Sarayın Batılı laşm ası na bir süre t anıklık et­
mişt i . Gelenekle rin yozlaştırıl masını önlemek için silaha sarı lm aları
istendiğinde, bu sınıfların cevabı olu mlu old u . 24
İstanbul'da daha önce de birçok ayaklanma olmuştu . Ama bu
ayaklanma, daha sonraları sık sı k tekrarlanan karakteristik bir ra­
hatsızlığın belirtilerini gösteren ilk ayakl anm ayd ı . Yani bu rada söz­
konusu olan , resmi seçkinler grubu nun bir bölümünün, askerl i k ve
yönetim örgütünü Batılı laştırmak için harcadığı bir çabayd ı ; bu ça­
baya Batılı yaşam tarzının yüzeysel bir taklidi eşlik ediyor ve aynı
çaba, bir başka menfaat grubu tarafından kitl,ı:ıleri Batılılaşmaya karşı
hare kete geçi rmek için kul lanılıyordu . Türk modernleşmecileri , bu
ve benzeri ayaklanmaların gerçekten de bir yanını oluştu ran ve devlet

39
adam larının siyasal entrikal arından olu şan arka plan üzerinde dur­
mu şlardır yalnızca. Ne var ki , eksiksiz bir tablo çizebilmemiz için ,
çevreni n merkezden ve kit lelerin yönetici lerden kü ltürel açıdan ya­
bancıl aşması olayı üzerinde de durmamız gerekir. Modernleşmenin
�nraki evrelerinde bu yabancılaşma, daha da bileşik hale gelecekti.

Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı Modernleşmesi

Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda, çözülmesi ge­


reken başlıca üç sorun onaya çıktı. Bunların üçü de, Osmanlı re­
form cu larının, u lus-devlet model alınarak bir devlet ku rm a girişim­
lerine i lişkindi ve üçü de, merkezin çevreyle ilişkilerini h arekete ge­
çirdi. Sorun ların bi rincisi, gayri mü slim grupların u lus-devlet içinde
bütün leştirilmesiydi; i kincisi çevrenin Müslüman öğeleri için aynı şeyi
yapm ak, yani İ mparatorluğun mozaik yapısına düzen vermekti , son
olarak, " u lusal topraklardaki" bu "birbirinden ayrı öğeler"in "siyasal
sisleme anlamlı bir .katılımda bu lunacak" duruma getirilmesi gereğiydi.25
Bu sonuncu gelişi m , ancak yirminci yüzyı lın ortasında başlatıldı ;
ne var ki , eşrafın siyasal yaşama ilk olarak elle tutu lur bir biçimde
sokulmasıyla, bir bütün leşme başlangıcı da, 1 908'den sonra görül­
meye başlanmışt ı .
Osm an lı İ mparatorluğu ' n u n gayri müslim öğelerinin ulusal bütün­
leştirilmesi, öncelikle, ihmal ve ondokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyı l
başlarındaki toprak kayıpları sonucunda gerçekleşti. Türkiye Cum­
huriyeti , ahali mübadelesiyle durumu daha da basitleştirdi. M üba­
deleyi izleyen yıllarda Cumhuriyet , gayrimüslim azınlı klara kuşkulu
bir gözle bakabilirdi , ama ancak az rast lanan duru ml arda, azın lık
soru nlan öneml i bi r siyasal kon unun içeriğini oluşturdu.
Genell ikle göz önüne alınmamasına rağmen, Müslüman öğelerin
ulusal bütünleştirilmesi , gayrımüslimlerin bütünleştirilmesi kadar so­
ru n yaratıyordu. Türk reform siyasetinin ku rucu lan ve Tanzimat
(1 839- 1 876), mal iyeye ve yönetime ilişkin reform larıyla bu konuda
bir temel taşı koymuşlard ı. 26 Ondokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyre-

40
ğinde, Osmanlı devleti, çevrenin gündelik yaşamında varlığını git­
tikçe daha çok duyu ruyordu. 1. Abdü lhamid ( 1 876- 1 909), ha.!A gö­
çebe yaşayanları yerleşik düzene geçmek konusunda zorlayarak
çevrenin bütünleştirilmesine devam etmeye çalıştı. Sultan , aynı za­
manda, Müslüman Osmanlı çevresine, merkezle bir ve aynı şey ol­
duğu duygusunu aşılamaya girişti. Sir William Ramsay'in çok iyi be­
lirttiği gibi, Abdülhamid'in Pan-İslamizm siyaseti , bütün Müslüman­
ları birleştirme hayali olmaktan çok, halkını İslami-imparatorluk dü­
şüncesi çevresinde birleştirmek için bir çeşit ön-ulusalcılık kurmak
amacıyla harcadığı bir çabaydı. Ramsay şöyle diyor:

En yakın zamanlara kadar, Küçük Asya'nın karmakarışık halkı, aşiretleri


ve ırklarıyla adlandırılmaktan tamı tamına memnun gibi görünmekteydi. Türk­
men ya da Avşar, Türkmen ve Avşar olmaktan memnunluk duymaktaydı
ve bildiğim kadarıyla bağlı olduğu bir ulus ya da imparatorluk birliğini dü­
şünmuyordu; bundan ötürO , İmparatorlüğun Birliğini dile getirebilecek ge­
nel bir ad yoktu.
Abdülhami d'in, İ m paratorluğun Müslüman uyruklarını belirtecek ad ya da
genel bir ünvan benimsenmesine herhangi bir önem verip vermediğini bil­
miyorum. Bu belki de ilgi alanının dışındaydı. . . ama onun gerçekleştirmeye
giriştiği süreç, en azından, buıiu dile ge tirmek için bir ad l:ulacaktı ve kesin
bilgilere dayanarak ileri sürebilirim ki, Anadolu ' da bir i,,paratorluk adının
geniş ölçude benimsenmesi, onun dönem inin belirgin t..i r özelliğidir. Bu ad,
tarihsel eski bir unvandı ve yaygınlaşması, Abdülhamic.'den çok önce Os­
manlı hükumetinin etkisiyle gerçekleşmişti. Ama Abdülhamid'in siyaseti,
İmparatorluktaki doğal bir sürece güç kazandırdı. .. Öğrenebildiğim kada­
rıyla, ülkede gerçek bir duygu birliğine yönelik pek zayıf bir eğilim vardı ve
bundan ötürü adın birleştirilmesi de önem taşımıyordu. Ülkedeki birçok gö­
çebe ve yarı-göçebe aşireti Sultana bağlayan ilintiler zayıftı; öte yandan bu·
tün Hıristiyanlar, Museviler ve resmi din dışı inançları olan Müslümanların
bazıları, İmparatorluk Tü rklerine özgü adla kendilerini adlandırmak istemi­
yorlardı, ya da böyle bir h akları yoktu . Ama bir ad vardı ve bu ad bir Türk­
Müsluman İmparatorluğun'daki birliğin dile gelişi olarak kendini yavaş ya­
vaş kabul ettirdi. Bu ad, Osmanlıy ' dı.27

41
/

Ama, Abdülhamid'in ulusal bi rleşme konusundaki başansını abart­


mamak gerekir. Bu yüzyılın başında, "Arap " , " Laz" , "Abaza" , "Çer­
kez" , "Arn avut", " Kürt" ve " Lezgi ' ' , İ mparatorluğun toplumsal ger­
çeğini belirten sözçüklerdi hala.
Jön Türkler ( 1 908- 1 9 1 8) , Küçük Asya halkının ancak bu bi rleşti­
rilmesi gerçekleştirildiği sırada iş başına geldiler. İ mparatorluğun et­
nik farklılıkların daha kesin olduğu ve yerel gru pların daha iyi örgüt­
lendiği öteki bölgelerinde bi r kültürel ve eğitimsel politikayı başt an­
başa uygulamaya çalıştılar. E hliyetsizlikleri ve henüz başlangıç ev­
resinde ki ulusalcılıkları yüzünden , yönetim leri için sağlayabilecek­
leri desteği ziyan ettiler. Bütün leşme eksikliği , merkezci olmayan
yön eti m kon usunda ileri sürülen istek ve ayrıca Jön Türkler' in laik
düşünceleri olarak görü len şeye karşı taşranın direnişi, onların i kti­
dardaki yı ll arının başlıca tema'sıdı r ve ve Anadolu'nun dışında ol­
duğu gibi içinde de kendini gösteri r. 28
Hedeflerini , Anadolu'yu Türkiye için ku rtarm akl a sını rlayan Mus­
tafa Kem al (Atatü rk) , böylece, geçmişin bütün kusurlarının, yanlış­
larının ve düşmanlıklarının unutu lduğu ya da bağışlandığı bir ortamda
işe başlam adı . Osm an lı İ mparatorluğu'nun 1 . Dünya Savaşı 'ndan
çeki lmesinin ardından , u l usal kurtu luş hareketinin örgüt lenmesinin
ilk dönem lerinde, Mustafa Kem al'in Ankara'daki u l usalcı kuvvetle­
ri , karşı çıktığı Su ltan hüküm eti için çalıştıkları varsayı lan isyancı
gru plar tarafından çevrildi. Gerçi bu gruplar, amaçlarının Su ltana
başkaldıran birini ortadan kaldırmak ve İ slam 'ın yücelmesini gerçek­
leştirmek olduğunu söylüyorlardı , ama aynı zamanda Jön Türk yö­
netiminin bir devamı ve bir m erkeziyetçi siyaset olarak gördükleri
şeye karşı harekete geçen çevre güçlerini temsi l ediyormuş gibi de
görünmektedirler. 1 920 i le 1 923 arasında, Anadolu'nun, temel grup­
ların çizgileri boyunca parçalanacağı konusundaki korku, kendi mer­
kezlerini kurm aya çalışan Kemalizmin mimarları arası nda derin ler­
deki güçlü bir akım gibi duyu l m uştu ve bu , tek parti yönetiminin
1 950'de sona ermesine kadar, Kemalist siyasetin çoğunlu kla gizli
de olsa, temel bir sorunu ol arak devam ett i. 29
Bu bölük pörçük yapıyı siyasal bakımdan bütün leştirme sorunu ,

42
ulusal bütünleştirme sorunuyla tamı tamına örtüşmez ve bundan ötü­
rü bir başka başlık altı nd a ele alınabilir.

Ondokuzuncu Yüzyılda Toplumsal Kopukluklar

Yirminci yüzyıl başlarında Avru pa'daki toprak kayıpları dolayısıy­


la Osmanlı İ m paratorluğu , b üyük toprak sahipliğinin , Hıristiyan ica­
nnın ve bir ölçüde yüksek bir gelişme düzeyinin toprakla i lgili kay­
naşmalara yol açabileceği bölgelerden kurtuldu. Bundan ötürü b u
bölümde yalnızca Anadolu 'nun t oplumsal yapısı nda, ondokuzuncu
yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşen ve Türkiye Cum­
hu riyeti 'nin miras olarak devraldığı gelişimleri ele alacağız.
Ondokuzuncu �üzyı lın sonunda, piyasa m alları , Anadolu'nun d a­
ha fazla gelişm iş bazı bölgelerine girmeye başladı. Her çeşit ve her
kökenden eşraf, ekonomik işlere gittikçe daha fazla ilgi duym aya
başladığından , yerel eşrafın daha önceki etki temeli yavaş yavaş de­
ğişime uğ radı. Bu bakı m dan , taşra çevresinin üst katm anı , birlik ol­
m asa da bir tekdüze lik edinmeye başladı (oysa bunu, daha önce
hiçbir zam an edin memişti.) Bu tekdüzeliğin bir yüzü, eşrafın et kin­
liğinin yeni odak noktasıydı , öteki yüzü ise karşıt gücün yeniden her
yerde ortaya çı kması sonucunu doğu rm asıydı. Yani devletin, çev­
reye daha derinlemesine girmesiydi. Bu gelişmeler, daha önceki ça­
tışmanın öğelerini kapsayan bir yeni karşı karşıya gelm e içinde, ta­
rafları , merkez-çevre kopukluğu içine yerleştirdi,- ama bu çatışma­
nın niteliğini de bir ölçüde dönüşüme uğrattı.
Eşraf bakımından bu dönüşü m , koruyuculuğun [patronage) işle­
meye başladığı yeni alan içinde yoğu n laştı . Koruyu cu l u k ya da ko­
ru m a ve korunan [client) ilişkileri çoktandır Osmanlı siyasasının içi­
ne sızmıştı: ama ondokuzuncu yüzyı lın yarısından sonra gerçekle­
şen bir yapısal dönüşüm , tüm görüntüyü değiştirdi. Ö rneğin, Osmanlı
uyru klarını yurttaş yapm ak ve yeni yükümlü lükler (vergi ler, askerlik
hizmeti, çeşitli tescil ku ralları) kabul ettirerek, ayrıca da yeni yarar­
lar sağlayarak (yollar, adaletin kurala bağlanması , toprak tescili) dev-

43
leti çevreye yaklaştırma konusunda reformu n ondokuzuncu yüzyıl·
da \i mimarlannın gösterdiği kararlılık, çevredeki bireyleri, yönetim
ve adalet sü reci i le yakın ilişki içine soktu. Bir merkezci yönetim sis·
teminin (1864'te uygulanmaya başlamıştır) çevreye yavaş yavaş sız­
masından önce eşraf, yerel valilerle birl ikte çalışan yerel olarak se­
çilmiş kurul lar aracılığıyla yönetime, bir hareket i letim kuşağı gibi
hizmet ediyordu. Zam an l a değişikliğe uğramasına rağmen bu rol ,
ondokuzuncu yüzyıl boyu nca devam etti30 ve böylece eşraf, alt sı­
nıflar (köylüler) ile resmi görevliler arasında daha apaçık görünen
bir eklem haline geldi.
Devleti n, ekonomi üzerinde hala sürdürdüğü denetimden ötürü
eşrafın ekonomik alandaki yeni etkinli kleri, bu etkinliklerin önem ka­
zandığı yerlerde, eşraf ile resmi görevliler arasında bir ikinci bağın
ku rulmasına yol açtı. Ayrıca, Osmanlı yönetim sisteminde, 1 876'dan
sonra görev yerlerinin sayısı önemli ölçüde arttığı için31 , orta ve aşa­
ğı dereceden memu rlar, paralarını düzensiz bir biçimde alıyorlardı.
Böylece eşraf, resmi görevlilerle bir ortakyaşarlık ilişkisine girdi ve
rüşvet verme yeni boyutlar edindi. Bu , eşrafın, koruduğu kişilere hiz­
met sağlaması zoru nluğundan olduğu kadar, kendi çıkarını geliştir­
mesi zorunluğu ndan da doğuyordu.32 Bu yeni eşraf katmam arasın­
da, taşra din adamları da sayı labilir. Bun ları n çoğu, mülk sahibiydi
ve yerel "etkili" kişi ler arasında yer alıyord u . Ama alt sınıflar üze­
rindeki etki leri ve d ayanakları , din ve eğitimle uğraşmalarının sonu­
cuydu. Gittikçe güçlenen laikleşme hareketi karşısında bu din adam­
ları, çevre ile daha açık bir biçimde yakın ilişki kurdular.
Jön Türk devriminin 1908'de başarı kazanmasıyla eşraf, Osman­
lı siyasal partilerinin saflarında ve mecliste görünmeye başladı. Et­
kilerini izleyebildiğimiz her yerde bun ların , yönetimde merkezilikten
ku rtulmayı ve kültür üzerinde yerel denetimi savundu klarını görü­
yoruz. Bu davranış aslında, din ·adamlannın değerler ve simge ler
üzerinde ku rmuş oldu kları denetimi koru mak girişiminden başka bi r
şeyi dile getirmiyordu. Özellikle yoksul vaiz ler, yani din adamı ol­
maktan başka bir statü temeline sahip bulunmayan din adanı lan söz­
konusuydu bu rada.33 Am a Osm anlı mirası nın m ihenktaşı olarak is-

44
lam görüşünü, dindar olmayan eşraf arasında benimseyenler de var­
dı. Bu bakımdan, İslami ve birleştirici bir boyut, çevresel düşünüş
ve davranış tarzına yeniden eklendi ve böylece çevrenin karakte­
ristik ideolojisi haline gelmiş olan şey, LumpenulemA'ya* özgü bir
öneri değildi yalnızca. Bunun bi r nedeni açıkça görülüyor, modern
eğitim kurumları, merkezi ile çevre arasındaki modem-ö.ncesi kül­
tür kopukluğunu sürdürmüştü. Türk eğitim ku rumunun modernleş­
tirilmesi, resmi görevlilerin kurumlarıyla başlamıştı. Taşralar, seç­
kinlerin eğitiminin dışında kalmıştı ve taşralıların çoğu (etkili taşralı­
ların bile çoğu), çocuklarını , modern okullara gönderemiyordu ya da
göndermek istemiyordu. Bugün elimizde bu lunan veriler, ancak en
yetenekli çocu kların, resmi çevrelerle bir iletişim kanalı kurabilecek­
leri umuduyla başkente gönderildiklerini düşündürecek niteli ktedir.
1 903 yılında, belli ölçüde gelişmiş olan Konya vilayetinde, orta eği­
timin modern kesiminde 1 . 963 öğrenci vardı; buna karşı , medrese-
lerdeki öğrenci sayısı 12.000'di.34 .
Eğitimin modern kesimine girebilmek, reformcu resmi görevlile­
rin ve hatta bürokrasinin bir bölümünü oluştu ran kimselerin çocuk­
ları için çok daha kolay bir işti.
Yeni eğitim kuruluşlarının temel taşlarından biri olan askeri okul­
larda, bu okulların eğitimi ortaoku llara yaym ası ve öğrencilerin bü­
yü k bölümünü, olanakları daha az olan ailelerden olması nedeniy­
le, okuldaki toplumsallaşma, ailedeki toplumsallaşm adan daha ağır
basıyordu. Bu askeri rnilieu'de * • taşraların , ilerlemeye ve yeni dü­
şüncelere kapalı ve uygarlığa aykırı yerler olarak görülmesi, belir­
gin bir düşünce olarak ortaya çıktı.
Türkiye' de, kitle iletişim araçlannın ve kültür yaşamının modern­
leştirilmesi, "büyük" kü ltü r ile "küçük" kü ltü r arasındaki uçuru m u ,
kapatmaktan çok derinleştirmiştir genellikle. İslamiyet'e ve onun kül­
tür mirasına sarılmak da, çevreyi yeni bir kültür çerçevesiyle bütün­
leştiremeyen merkeze, çevrenin verdiği bir karşı lıktı . Böylece taş-

• "Yoksul ulema" (Ç. N . )


•• " O r tam" , " çevr e" ( Ç . N .)

45
ralar, ' gericilik" merkezleri haline geldi. Am a daha da önem l i olan ,
üst ve alt sın ıflan da kapsam ak üzere tüm taşra dünyası nın, İslami
bir m u halefet içinde laikliğe karşı gittikçe birleşmesiydi . Merkeziyet­
çi liğe karşı olan eşraf, b u n u , yü reklendirici bi r gelişme ol arak' gör­
dü ku ş kusuz. Osm anlı başkentindeki alt- sın ıflar da, mod ernleşt i r­
me akışına katılm akta güçlük çeken kimseler anlamınd a , yani b u
yeni anlamda, çevrenin b i r bölümünü oluştu ruyorlardı . Bu yeni edi­
nilmiş birliğin içindeki çevrenin karşısına, yeni ve düşünce bakımın­
dan çok daha az ödün veren bir bürokrat tipi di kildi.

Bürokratın Batılılaşması Olarak Modernleşme

Güçlü eşrafla u zlaşm ak zorunda kalması na rağmen Osm an lı dev­


let adamı, onl arın gerçek özerklik kazan m asını benimseyemiyord u .
Geleneksel bürokratın düşünüş ve davranış ! arzının özüydü bu . Am a
ondoku zu ncu yüzyı lda Türkiye 'de, bürokrasi de değişim geçiriyor­
du . Bu yüzyılın son larında Osmanlı bürokrasisinin "mirasa dayanan"
ya da " Padişah kökenli"35 diyebi leceğimiz öze ll ikleri, bir " akılcı"
bü rokrasiye yerini bırakıyordu . Bu Webe r'ci fo rmülün , sınırlı bir an­
lamda kullanılabi leceğini söylemeliyiz. Çünkü bu değişimde , hiye­
rarşi gibi " bü rokrati k" öğeler, yapılan işe karşı lık öd üllendi rme gibi
" akı lcı" taleplerden çok d aha ağı r basıyordu .
Osm anlı bürokrasisinin b i r kesim ı , modern leşmenin gereksinim­
lerine, bir ölçüde erkenden uygun hale getirilmiş ve ondokuzu ncu
yüzyıda, reform liderliğini ele almıştı. Bu reformcu bürokrasi, refor­
m u n ilk can alıcı noktası olarak , askeri ve sivi l bürokrasiyi hazırla­
yan eğitim kurum larının modernleştirilmesini seçmişti. Osmanlı dev­
let adam larının am açları n a çok benzeyen am açlara yönelti lmiş Fran­
sız " Grandes Ecoles" ünü model olarak seçen ondokuzuncu yüzyı l
Osm anlı reformcu ları , "devletin çı karl arını" göz önünde tutan iyi ye­
tişmiş, bilgi li bürokrat seç kinler yetiştirm işti . Bi r bakım a, eski seç­
kinler zümresi sürdürülüyordu . Bu seçkinler yeni kalıplara dökü lmüş
ve böylece, daha önceki resmi görevliye birçok açıdan benzeyen

46
bir ürün elde edilmişti .
Devletin taşralara sızm asıyla, m erkezi destekleme konusunda du­
yu lan geleneksel kaygıya yen i boyut lar eklend i . Böylece , devlet ile
yu rttaş arası nda doğru dan doğruya i lişki kurmayı amaçlayan bir gi­
rişimde bulunuld u . Su ltan ile uyru k ları arasında yer alan bağlılı kla­
nn bulunmaması gerektiği ilkesine dayanan Osm anlı devlet adam­
lığı idealinin , bir bakı m a, yeni bir biçim içinde can l andırılm asıydı bu .
Reform un daha sonraki dönemlerinde , kredi ku ru m larının ku ru lma­
sı ve başka kolaylıkların gerçekleştirilmesi , koruyucu bir baba ola­
rak devlet fikrini bir gerçeklik haline gelirdi. Eşraf ise , bu olan akla­
ra el koyup kendi çı karları için ku llandı ğında, reformcu devlet adam­
larının hoşnutsu zluğunu çekti . 36
Reformcu resmi görevlilerin eşrafa karşı bu biçimde çı kışlarına,
ondokuzuncu yüzyı lın sonlarına doğru beliren bir başka karşıtlık kay­
nağını da eklememiz gere ki r. Yen i çatışm a , Su ltan Abdü lham id dö­
nem indeki yön etim m odern leşl irilmesinin sonu cuydu . Daha doğru­
su Su ltanın sonuna kadar gitmeyen modernleştirmesinin ü rünüydü .
Gerçekten d e Su ltan. Osm anlı bürokrasisini akılcı yörüngeye otu rt­
mak için tüm gücüyle çal ıştığı halde, başarıyı am açlayan talimatını
köstekleyen kişi lere de bel bağlam ıştı. Mülkiye Mektebini (bu oku­
lu n modernleştiri lmesini Su ltan ıam an lam ıyla desteklemişti) biliren­
lerin , yüksek görevlere gelme konusunda ne kadar başarı lı oldu kla­
rı , henüz açıkça bilinm iyor.37 Bununla b irlik1e, ondokuzuncu yüzyı­

lın sonunda Sultana elkin bir biçimde karşı çıkan genç bürokratlar
ve askerler, en yüksek yönetim ve hükümet görevlerine, yetenekli
olm aktan çok Sultan a bağlı olm akla tanı nan kimselerin getirildiğine
inanıyorlardı. Askerler ıse, S u ltanın modernleştirici reforml arının ,
Başkent yakınında m anevra yapan büyük askeri birliklerin h akiki
mermi ku llanmasını yasaklamasıyla uyuşm adığ ını düşünüyorlardı.
Bu çelişki leri ortadan kald ırm aya çal ışan ve sistem in " son
bu lacağını" u m an bu tulu m , daha önceki Osman lı "devle! nedeni"
ideolojisine karşıt olarak, "ulusal " bürokratçı lık diye adlandı rılabi lir.
Yeni ve oku l görm üş u lusalcı bürokratların Su ltanla aralarının açık
olm asının bi r başka neden i , Türkiye' de m odern bir devlet ku rm a ko-

47
nusunda sabırsızlanm alarıydı. Su ltanı n , ad ı m adım ilerlemeye d a­
yanan ve kimi zaman da ü rkekçe olan yaklaşımtna oranla onlar, ulus­
devletin çok daha kısa bir zaman harcanarak kurulması gerektiğini
düşünüyorlardı. U lusçu b ü rokratların sabı rsızlıgı nın bir nedeni de,
u lusalcı ideolojilerin Osm anlı İmparatorluğu içinde yayılmasıydı. Bu
fikirler, resmi Osmanlı düşünce dünyasının bir bölümünü etkiledi ve
daha önceki reformcul arda görü lmeyen bir ödün vermezlik yarattı.
1 885'terı sonra başkentin modernci çevrelerinde etkili hale gelmiş
olan ve bilimi, hakikatin mihenk taşı olarak kabul eden yeni bilim
görüşü bu davranışa çok iyi u yuyordu kuşkusuz.38 Böylece, Os­
man lıların eski "din ve devleti" koruma slogan ı , Jön Türklerin " İtti­
hat ve Terakki" slogan ında cilalanıp parlatılmış olarak yeniden o r­
taya çı kıyord u . Jön Türk devrim inden sonra bu yeni kişi likler Su lta­
nı sahneden u zaklaşt ı rınca, taşra eşrafın ı , geleneksel bürokratların
ve hatta daha önceki reform cu ların gördüğünden de daha kötü in­
san lar olarak görd ü ler. J ön Türk m ecl isinde eşrafın merkeziyetçi­
likten ku rtulmayı ve daha az askeri denetimi am açlayan yasa tasa­
rı ları , ayrı lı kçı akım l arın gerçek bi r tehdit gibi görünmeye başladığı
sırada, Onları gerçekten kuşkulanılacak kimseler durumuna soktu.39
Türk Ku rtuluş S avaşı (1 920-1 922) sı rasında, bu merkez-çevre i ki­
liği, u lusal direnme hareketinin yönetici organı olan Büyük Millet Mec­
lisinde bir kez daha ortaya çı kar. Burada Kemalistler, görevinden
alınmış memur sınıfı üyelerinin liderliğinde bulunan ve genel likle eş­
rafın partisi olan dağınık bir g rupla mücadele etm ek d u rumund ay­
dılar. Bu grup, "İkinci Grup" diye bilinir. A m a Mecliste , kendileri­
ne daha büyük ve yeni bir araya gelmiş bir topluluğun katı lm asıyla
bunl arı n sayısı arttı. 40
Bu kimseler, milletvekili seçimi , askerler, dinsel öğretim ve din­
sel uygu lama konusunda çok ilginç bir dizi siyaset ileri sürdüler. Se­
çim lerde milletvekili olara k adaylığını koyacak kişinin seçim bölge­
.
sinde beş yıl otu rm asını isted iler; askerleri denetim altına alm aya
çalıştı lar ve jandarmaların halkı soyduğunu i leri sü rerek jandarma
kuwetlerirıi İ çişleri Baka,nlığı'na bağlam aya b aşl adı lar, din okul ları
aracılığıyla eğitim yapm ayı kuvvet le destekled iler, içki kul lanımını

4B
yasaklayan bir yasa onaylattılar. Bu grubun bileşimi ve tutarlığı ko­
nusunda sağlam incelemeler elimizde olmadığı için birliklerinin ne
ölçüde sağlam olduğu konusunda da fazla bir şey söyleyemiyoruz;
ama topluluğu n , Kem alistlere muhalefetin bir dayanak noktası ol­
duğu kesindir.41
Öte yandan , Kem alistler arasındaki daha radikal öğeler, yeni be­
lediye yasasında, " halkın" , belediye meclislerinde temsil edilmedi­
ğini söyleyerek itiraz ettiler. Ayrıca, Bursa eşrafını, Kemalistlerin ölüm
kalım savaşına gi rdiği Yun anlılara satı lmış olm akla suçladılar. Her
iki taraf da " halk" için çalıştığını ileri sürüyordu. Ama İkinci G ru p
için b u söz, merkeziyetçilikten kurtulma ve ekonomik liberalizm an­
lamını açıkça taşıyord u ; Kemalistler için ise, plebisitçi demokrasi ve
devletin, "aradaki" grupları ortadan kaldırması gerektiğini alçak ses­
le belirtir gibiydi. 42
Kemalistlerin İkinci Gruba mu halefetinin simgesel dile gelişi, din
üzerinde odaklaşmıştı. Ama Mustafa Kemal, amaçlarını henüz açı­
ğa vu rmamıştı.
Kurtu luş Savaşının bitmesi ve Kemalistlerin zafer kazanmasıyla,
siyasaya el koymak daha kolaylaştı. İkna etmek için gözdağı ver­
meye başvurulduğu kadar usta taktikler de ku llanıldı. Kemalistlerin
partisi olan Halk Partisi , üyelerini başarıyla disiplin altına aldı. Et­
kinlikleri 1 925'teki Kürt ayaklanması ile aynı zamana rastlayan yeni
bir parti (Terakiperver Cumhuriyet Fırkası) ku ru lunca, hükümete iki
yıllık süre için geniş yetkiler tanıyan Takriri Sükun yasası kabul edildi.
Yeni parti ile ayaklanma arasında bir ilinti olmadığı halde, yeni mu­
halefet merkeziyetçilikten kurtulma özlem lerini temsil ediyordu. Yeni
parti, "dinsel gericilik" le ilintileri olduğu söylenerek aynı yıl kapatıl­
dı; gerçekten de ayaklanmanın ana tema'sı, "Kü rtlük"ten çok bu
olmuştu.43
Bu partinin kapatılmasının temel amacı, siyasal rakipleri tasfiye
etmek gibi görünmekle birlikte, kararın uygu lanmasının hangi bağ­
lam içinde gerçekleştirildiğini de vu rgu lamcık gerekir. Ku rt!!��­
vaşı'ndan önce ve �u savaş sırasında görülen ve bir kabusu andı­
.@!!...Q.ö l ünmeler, S?rsıcı �tki ler yapm ıştı ve Kü rt ayaklanması bunla-
49
_r.ı._ş_y__yQ�Qrıı;ı çı k�.rdı_. Siyasal partileri , taşralan ve dinse l gericiliği bir­
birine bağlayan i kinci bir sarsı lma 1 930'da ortaya çıktı. O sırada, Ke­
malizme karşıt birçok g ru bu n kuvvetle desteklediği çok partili siya­
sa kon usunda yapı lan bir deney, (Se rbest Cumhu riyet Fırkası) Me­
nemen kasabasında küçük " Patrona" tipinden bir ayaklanmayla so-
nuçlandı . 44�vr�n in tern_eJ_��_r!_Q_l_ı;ı_ı:U��r.ı:ı..!_Ç_u m h ����.!-��.l��--�ı:rı-�.2.�
J�r.ı.r:ı � �ıy�r:ı��lt;ı l;ı_ir.Js.�.;z..<:lı'!.tı �. .9.?..<:lı:ı§.!.�ş_nr_ild_ i . Bu d u rum göz önünde
tutulursa, Mustafa Ken:ı_al' i n _1 930' 1ann başlarında, dil soru nlarına �
kültür kol'!��i!_I)_� ve tari h m itosların� niç��ne rji harcadığ_ı_ anl�la­
bilir.
Yine M u stafa Kem al'in , T_ü rkler için yeni bir u lusal kim lik biçim­
.!_e ndirmek i�!.!!.. bu sı rada ��_h neye çı kn:ı_��!-�.? bir raslantı �eğildir.
Atat ürk' ün ölümünden sonra, 1 946'da, üçüncü kez önemli bir mu­
halefet partisi ku ru lduğu nda, Halk Partisi 'nin yaptığı uyarı karakte­
ristikt i r: " Destek bu lmak için taşra kasabal arına ya da köylerine git­
meyin ; u lusal birliğimiz sab·ote edilmiş olur. " 45 Bununla, "taşranın
temel g rupları , siyasal parti ler ol arak yeniden dirilecek" , denmek
isteniyordu . Bu sözün içtenli kle söylenip söylenmediği bir yana, 1 923
ile 1 946 arasında çevreye (taşralar anlamında) , kuşkulu gözle ba­
kı ldığı bi r gerçektir ve potansiyel bir mu hal efet alanı olarak görül­
düğü için de çevre, merkez t arafından sıkıca gözaltında tutu lmuştu r.
Bütün bu gerilimle birlikte, Halk Partisi 'nin safları na, taşra eşraf
sı nı fının önemli denebi lece k bir bölümünün başarıyla alınması , d i k­
kate d eğer. Bu rada söz konusu olan uzlaşma, Jön Türklerin zama­
nınd aki ya da daha önceki uzlaşmadan kökçe farklı değildir. Eşrafa
dayanan merkez , tam istendiği gibi güçsüz olan yerel aracı lar kul­
lanarak köylünün çı karı için çal ışm ak konusundaki Osm anlı hayali­
ni gerçekleşt i rmek için pek az araca sahipti. Gerçekten de Kema­
list devri m , birçok tarzda gerçekleştiri lebi lird i . Yani bu devri m , eş­
rafın karşısına etkin bir biçimde çı kan bir devrimsel örgütlenimle;
ve/ya da alt sınıflara gerçek hizmetler göt ü rere k ; ve/ya da çevresel
kitleler üzerinde odaklaşan bi r i deolojiyle gerç e kleştirilebil ird i . Oy­
sa gerçekte , Türkiye Cu m h u riyetini ku ran lar, devletin güçlendiri lme­
sini i l k amaç olarak ben imsediler ve eşrafa bağı mlı kalmayı gerek-

50
ti rse bile bu ndan vazgeçmediler. B u n u n , Cu m h u riyetin ekonomik
ve askeri zayıflığı n a rağmen Tü rkiye' n in ayakta kalmasını sağlayan
akıllıca bir karar old u ğu söylenebilir. Ama bugün geriye baktığımız­
da, bu karar, akı lcı i rdeleme lerden değil de, bürokratik düşünüş ve
davranış tarzından kayn aklanm ış gibi görünüyor . Başka bir deyiş­
le, her şeyden önce , merkezin güçlendirilmesi , yani çevreye karşı
partinin güçlendirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Cumhuriyetin ge­
liştirdiği halkçı temalara rağmen, kökten devrimci olmayan yan , bü·
rokratik düşünüş ve davranış tarzının işte bu özelliğiydi.
Cum hu riyetin benimsediği siyasetlerin aktarılmasını sağlayan bi­
rici k parti olan Halk Partisi, kı rsal alanda yaşayan kitlelerle ilinti ku­
ramıyordu. Ankara h ü kümetinin i l k yıl ları nda uğruna bunca gürültü
koparılmış olan " halka doğru " hareketi , ya l ı n kattı ve Cu m h u riyet i n ,

hükümet ile köylüler arasında yeni i l intiler ku rma konusunda yarat­


tığı olanaklardan yararlanı lamadı. Aslında, tarım kesiminin yarattığı
pek az artı-değer, T ü rkiye'nin kalkınması nın büyük bi r bölümü için
ku llanıldı. Köylü ler, kred i , sosyal yard ım ve Türkiye 'nin bazı bölge­
lerinde de korunmak için h ala eşrafa dayanmak zorundaydılar. Köy­
lüye Cumhu riyetin temel taşı niteliğini bağlayan simge, Kem alist ha­
rekette çok erken ortaya çıkt ı , am a Kem alistle rin enerjisi , köylüle­
rin sistem içind eki yerini köklü bir değişikliğe uğratmaktan çok, u lu­
sal kim lik simgeleri nin yaratılmasına yönelm işti. Cu mhu riyetin sınırlı
kaynakları göz önünde tutulursa, kolayca anlaşılabilen bir şeydir bu.
Ama sorun , çok daha derinlere iniyordu.
Cum hu riyet dönemindeki bürokrat sınıfın, köylülerle özdeşleme
konusundaki d üşüncesi yetersizdi. O sırada Türkiye' de köy sorunu
üzerinde birçok şey yazıldığı v e köy enstitüleri deneyi göz önüne
alınınca, ileri sürdüğü m üz bu ya r gın ın haksız olduğu d ü şü n ü le bi li r.
Ama ben , yönetici seçkin lerden herhangi birinin Rus, Cin ve hatta
.Balkan tipi bir ku ram , yan i köyl üleri harekete geçi recek etkin bir ku­
ram il�_!i_şü r.@_@_rıü hatırlamıyoru m . Resmi görevli lerin köylü lerle öz­
deşleşmesine gel ince ; bunun da ancak bi r�aç radikal öğretmen ta­
rafından gerçe kleştirildiğini söyleyebi liriz . Bu gerçekler, insana çev­
reyle olan geleneksel Osmanlı i lişkisinin yine de sürüp gittiği duy-

51
gusunu veriyor. Bu tutu mun çeşit li katmanlarını yen:den hatı rlama­
yı sağlayacak bir stenografi niteliği taşıyan eğitim yatırımları ise, el­
de avuçta bulunanın, merkezde gerçek bir Kemalistler kuşağı ye­
tiştirecek ku rum lara harcandığını göstermektedir. 4s
Sorunu bu biçimde ele almanın son uçlarından biri, Cumhu riyetçi
programın hayalci görüşünde kendini gösterir. Bu programa göre,
köylüler "geri kalmış"tır ve ancak, gerçekçiliğe hiç uymayan köy
yasası (Marksçılar buna üstyapı diyeceklerdir) gibi toprak yasalarıyla
dönüşüme uğratılabilirler.
Yasalar koyarak tepeden inme bütünleştirmeyi sağlamak, Osmanlı
toplu msal yöneticiliğinin temelinde bu lunan bir davranıştı . Kemaliz­
min karakteristik özellikleri de, toplum konusundaki bu görüşün hala
ağır bastığnı gösterir. Kemalist programda köylülerin üzerinde önem­
le durulması, eski bir Osmanlı tema'sının tekrarıdır ve köylülerin iler­
lemesinin tepeden inme bütün leştirmeyle gerçekleştirileceği düşün­
cesinde de, "daha önce görülmüş" bir yan vardır. Kemalistler, yö­
netmeliklerin ve tüzüklerin önemini çok iyi biliyorlardı, ama bazı
çağdaş modernleştirme şemalarında, toplumun yeniden kuru lması
için kitlelerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyan devrimci
ve harekete geçirici yanı gözden kaçırmışlardı. Yönetmeliklerin, Os­
manlı yönetiminin bir ilkesi olduğu ölçüde, Kemalistlerin modern­
leşme konusundaki görüşlerinde de geleneksel bir kurucu öğe var­
dı kuşkusuz. Kemalizm içinde, modern leşmenin örgütsel ve hare­
kete geçirmeye ilişkin yanını fark eden biricik akı m , bazı etkin Mark­
sçıların da içinde yer aldığı Kadro ( 1931·1935) dergisiydi. 47 Modern­
leşmenin h arekete geçirici yanlannı Kemalistlerin gözden kaçırdık­
ları gibi onlar da, modern toplumun bütünleştirici şebekesinin özünü
iyice göremediler ya da yasallığa dökemediler.
Cum hu riyetin resmi tutumu , Anadolu 'nun dama tahtasına benze­
yen yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti._9_��-�':!.r.i.Y..����s>.lo­
J_isinin benimsettirild iği kuş�klar da böylece , yerel, dinsel ve etni_k
�l�.!ı.__Tür�ıt�·n���r.�!'J.!��rından kalma gereksi��lıntılar
ola!.?.�.9!.9JL�29�Jtiler. KarŞ!.!aştıklarında, ��rer kalır:ı_�!_olar�_�_c!av:
E!.�Eılar on_!�!.�.J:?�l�-��- merkez, Büy��_şJ!�ştiri�L_!olünd eı_ç�vre-
52
nin ye�iden karşısına çıktı bu da merkezin kasvetli ve sert görünü­
münü bir kez daha sergiledi. Kemalist ideolojinin yalınkatlığı, bu ger­
çeklerin aydınlığında ele alınmalıdır.�ıatürls_ ı;;��l._h_�iek��-_g-��­
çi_r.ı:ıı� Y�-c:lEı..!QP-1.!:!...���lYEl.P.!Y.El..l!J.Ş�J.r.ı. �öklü deQişLk_!!_kl��-giriş�_E!__ara-
.. .

9l!ğ_ıyl� .t;ı�ş.�r..Eı.ı:ıı.�c:lill�.Ş�Y!.!..!�.�<:>l<:>ji_i_l�__y�Q__�C!Y.�.Y.�!_ş_ıy�!�.�Jdeolo­
.

jiye aktarılan çok ağır bir yüktü bu. Zaten ayrılıkçı olarak kendisin­
den kuşku duyu l an kırsal alan, bu siyasetlerle merkeze daha fazla
yaklaştırılmış olmadı. Küçük, ama sürekli bir gelişme konusunda dik­
kate değer bir yatkınlık gösteren çevre, kentlerin refahının kendi sır­
tından sağlandığını ,48 nutuklarla avutu lduğu nu, ama dinsel kültürü­
nün mutluluğundan yoksun bırakıldığını görebiliyordu. Bundan ötü­
rü , yerel eşrafın, köylüyü elinde tutm asına ve devletin de, çevrenin
birliğini parçalayamamasına şaşmamak gerekir. Halk Partisi'nin bazı
eski ve önde gelen üyeleri tarafından 1 946'da kurulan Demokrat Par­
ti, bir eşraf partisi olmaktan çok, kırsal kitlelerin ve onların başın'da
bulunanların kuwetle destekleyeceklerini düşündüğü bir siyasal ide­
oloji ile başarıya ulaşacağını uman bir partiydi. Uyruklarının çıkarla­
rını göz önüne alan eski Osmanlı devlet kavramıydı bu; yani bir eliy­
le adalet öteki eliyle boll u k dağıtan koruyucu devlet düşüncesi ağır
basıyordu burada. Ama bu kez, bu durumu hemen ele geçirip ken­
di çıkarı için kullanan , çevre oldu .
Demokrat Parti'nin, Tü rkiye'nin daha gelişmiş bölgelerinde belir­
gin bir başarı , ulusal düzeyde de daha gösterişsiz bir başarı kazan­
masının nedenlerini kavrayabilmek için, Osmanlı İmparatorluğu 'nda
ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan si·ıasal değişikliğin bazı yanla­
rını özet olarak açıklam amız gerekir.
Ondokuzuncu yüzyılın ortasından sonra yeni bir merkezci yöne­
tim mekanizm ası kurulunca, telgraf telleri Tü rkiye'nin taşralarını ağ
gibi sarınca ve askeri kuwetler modernleştiri lince, hükümetin etki­
si daha derinlere indi . Osm anlı yönetim ve askerlik mekanizması­
nın en küçük çarklarını denetim altına almak için Sultan Abdülha­
mid'in güttüğü siyaset, daha da yoğunlaştı ve bu duru m , 1 908'de
Jön Türkler tarafından devralındı.
Hükümet denetim ve etkisinin bu yeni yaygınlaşması , yalnızca eş-
53
rafın çıkarlarına ulusal bir boyut kazandırmasından ötürü deği l , ama
aynı zamanda, daha sonra gittikçe önem kazanan bir gerçeği , yani
toplumsal yapının yerel özelliklerini billu rlaştırmasından ötürü de
önem taşıyordu .
Eşrafın koruduğu kimselerin kutu plaşmasına yol açan bir duru m
eskiden beri vardı. Gerçekten d e köylü, hükümetin koruyuculuğu­
nu elde edemediği ya da eşraftan biri tarafından tehdit edildiği ve­
ya sömürüldüğü zaman, korunm ak için bir başkasına yöneliyordu.
Hükümet gözle görülür hale gelince , bu kutuplaşma potansiyeli ye­
ni bir biçim kazandı. Hükümetin taşralarda varlığını ortaya koyma­
sı , hükümet iznine bağlı yeni olanakların elde edi lebileceği anlamı­
na geliyordu. Örneğin , kullanım hakkı hükümete ait bi r taş ocağını
işletme iznini, öşürle çiftçili k yapma hakkını alma, bayındırlık işleri
için sözleşmeler yapma ve yerel yönetim kuruluşlarında görev edin­
me gibi.
İki ayr• eşraf grubu bu lunduğu zaman , bunlardan birinin bütün bu
olanakları önceden edinip kendi çıkarları için ku llandığını söyleye­
biliriz. Daha sonra da, rakip grup, merkezdeki ilişkilerini ku llanarak
durumu tersine çevirmeye çalışıyordu. Jön Türkler dönemindeki parti
siyasetleri, siyasan ın yerelleşmesinde görülen bu anlaşmazlık özel­
liğini pekiştirdi. Ama• buna karşıt olarak eşraf da, yerel parti yapısını
denetim altında tutmanın ne kadar önemli olduğunu hemen anladı.
Böylece , parti örgütlerini denetim altında tutan eşraf aileleri ortaya
çıktı. Bazı aileler, 1 9 1 2 ile 1 91 3 arasında Türk siyasasına dilediğin­
ce hükmeden İttihat ve Terakki ile etkin ilişkiler kurdu lar. " Hü kü·
met partisi"ni temsil eden bu eşrafın sayısı, m u halefete katılarak
kar ve kazançtan kendilerini yoksun bırakan eşraftan daha kabarıktı.
O sıralarda geçerli olan an layış, Osmanlı görüşünü hatı rlatıyor­
du. Bu görüşe göre devlet , u l usal kapsamlı konu l arda karar verme­
ye kalkışmadığı sürece eşrafla işbirliği yapabilirdi . Ama daha önce
gördüğümüz gibi bu , gerilimli bir düzendi ve eşraf, fırsat bu labildi­
ğinde, devletin vasi liğinden kurtu lmaya çalışıyordu . Cumhuriyetin
ku ru lm asından sonra Cum huriyet Halk Partisi, ya " hü kümet parti·
si "nin yerel uzantı ları olm ak isteklerinden vazgeçmedi klerini kanıt-
54
layan eşrafla ya da tehlikeyi önceden kestirerek du rum larını ilerisi
için saklayabilen kimselerle işlerini yürüttü. Bu dönemde , yerel si­
yasanın sınırlanması iki öğeye dayanıyordu . Bunlann birincisi, Ke­
malist liderlerin sakınganlıkla davranması (yukarıda açıkladı k); ikin­
cisi ise, merkezin örgütsel bakımdan sağlam bir birlik ve bunun ter­
sine, çevresel güçlerin gevşek bir örgütlenim içinde bulunmasıydı.
Cumhuriyet tarihinde, merkezin örgütlenimine meydan okuyabile­
cek kadar yoğu n bir örgütsel temelin çevrede ortaya çıkabilmesi ,
çok daha sonra gerçekleşen bir olaydı r. Tek parti yönetimine başa­
rıyla meydan okum anın tam bu zam anda ortaya çıkması da bir ras­
lantı değildir.
Demokrat Parti'nin 1 950'de Batı Tü rkiye'nin daha gelişmiş böl­
gelerinde büyük bir seçim desteği elde etmesini açı klayan kuram­
lar, genellikle şu iki noktadan bi ri üzerinde önemle dururlar ve bu
desteği ya köylülerin yaygın bir biçimde hoşnutsuz olmasıyla, ya da
hükümetin 1 945'te uygulamak istediği toprak dağıtımı yasasına, Bü­
yük Millet Meclisi'nde karşı çıkan eşrafın baş kaldırmasıyla açıklar­
lar.49 Gerçi, bu öğelerin her i kisi de, sağlanan desteği bir ölçüde
açıklar; ama Türk köyleri üzerine yazı lanların verdiği parçasal ama
apaçık bilgiler, daha farklı ve denenmeye değer bir açıklama getir­
mektedir. Bu farklı görüş, Batı Türkiye'de, İ kinci Dünya Savaşı sı ra­
sında, büyük ve daha zengin köyler ile kasabalar arasında ansızın
hızlanan bir bütünleşme olduğu gerçeği üzerinde temelleniyor.
Bu gelişmede, i ki aşama vardı. İlkin, Ku rtuluş Savaşı sırasında
bu bölgelerin yapısı , altüst olmuştu . Köyler boşaltılmış, halk köyleri
terketmiş, birçokları da, boş ve yeni köylere gitmişlerdi; kasabalar,
ticaret ve el sanatlarıyla uğraşan zümrelerini kaybetmiş ve göçmen­
ler, yeni yerlere yerleştirilmişti . Bi rçok köyde, eski ve zengin aileler
etkisini kaybetm iş ve liderler arasında değişiklikler olmuştu. Böyle­
ce ortaya çıkan yeni fı rsatl ar, savaşın ardından gelen genel yoksu l­
lu ktan ötürü ku llanılamamıştı. Daha sonraları , Cumhuriyet dönemin­
de altyapı temellerinin yavaş yavaş gelişmesiyle ve 1 940' 1arın baş­
larında kendini gösteren, gittikçe artan tarım ürünleri talebiyle, en
sonunda belli bir dengeye kavuşm uş olan zengin köyler ile kasaba·
55
lar arasında yeni tipte bir bütünleşme ortaya çıktı.
Bu bütünleşmenin, u laşı m , yönetim ve piyasa olarak üç ku rucu
öğesi vardı. Ondoku zuncu yüzyı lın sonundan bu yana, demiryolla·
n, Batı Türkiye'nin büyük bir bölümünü, kentsel m erkezlerle bağla­
mıştı. Bu gelişme, Cum hu riyet döneminde de devam etti. Aynı sü­
reç, potansiyel olarak daha geniş bir pazar şebekesinin ku rulması­
na yol açtı. Türkiye' de İkinci Dünya Savaşı 'na eşlik eden ve gittikçe
genişleyen kendi yağıyla kavru lma ekonomisi ve besin maddeleri­
ne artan talep, bu şebekenin işlemesi için fırsat yarattı. Am a bütün
bunlar, hükümet kanallarını daha da fazla kullanmak zorun luğunu
doğurdu . İş anlaşmaları yapm ak için , imzalar almak, pullu belgeler
sağlamak ve izinler çıkarmak gerekliydi. Üstelik, bir "Savaş Ekono­
misi " politikası ilan eden devlet , besin gereksinim lerinin karşı lan­
masının can alıcı noktalarını denetimi altında tutuyordu. Böylece , hü­
kümetle i lişki kurmak, tarım kredisi almak ya da resmi diploma al­
sınlar diye oğu llarını bir hükümet okuluna göndermek isteyen ler için
ne kadar zorunluysa, küçük ve büyük tüccarlar için de o kadar zo­
runlu oldu. Başka bir deyişle, toplumdaki ve ekonomideki can alıcı
noktaların tamıtamına h ü kü met denetimi altında olması , hükümetle
ilişki ku rmayı , öteki gelişen ülkelerde olduğundan daha önem li kıldı .
Bu arada, Türkiye'deki duruma eklenen ve ancak yine merkez çev­
re diyalektiği ile açıklanabilecek olan bir yan , işin içine karıştı. Köy­
lülerin "iyiliği" için yasalar yapan yönetim, 1 924 'te gerçeklerle pek
bağdaşmayan bir yasa çıkardı. Ne var ki , bu yasa, bazı amaçlar ba­
kımından köye tüzel kişilik tanıyordu ve böylece, banka kredisi al­
mak gibi bazı çok önem li t alepler, köy düzeyinde ileri sürülebilirdi.
Köyde hükümetin temsilcisi olan muhtar böylece, hükümetle ilişki­
yi sağlayabildiği için büyük önem kazandı. Türk köy yaşamının bu
özelliği , 1 940' 1arın başlarında da apaçı k görülüyordu .50
Türk toplum bilimcisi Behice Boran'ın bu yı llarda incelediği bir köy
olan Adiloba'da köy liderliği , üçlü bir kurulun elindeydi; babaların­
dan kalan serveti har vurup harman savu rduğu h alde, yakındaki ka­
�abada bulunan bürokratik çevrelerle ilişkisi olduğu için gerekli bir
kimse ve eski bir ailenin çocuğu olan Ahmed Ağa; askerliği sırasın-
56
da kasabalılarla nası l başa çıkılacağını bilen İbrahim Çavuş ve üçü­
nün birlikte kararlaştırdığı şeye resmiyet kazandıran ve yüksek züm­
reden bir ai lenin çocuğu olan muhtar.51
Eşraftan yerel ilişkileri olan yöneticilerden , doktorlardan, avu kat­
lardan ve işadam larından oluşan bu' kasaba "etkili kişilerin"in ka­
nalıyla etkinlik gösteren yerel siyasa mekanizması, tek parti döne­
minde işliyordu , ama bu süreç, merkez tarafından resmi olarak ka­
bu l edi lmemişti. Merkezin, bu tür bir siyasanın, ulusal amaca yöne­
lik bütüncü bir anlayışa bağımlı kılınması gereken bir çeşit " rüşvet
verme" olduğu konusundaki iki yüzlü , ama inatçı görüşü , merkez­
çevre kopukluğundan kalan bir mirastı. Merkezin , çevreyi kuşkulu
bir gözle görmesinin devamıydı bu.52
Köyler ile kasabalar arasındaki bütünleşmenin 1 940' 1arda gerçek­
leştiği Türkiye'nin batı bölgelerinde, Demokrat Parti (kasaba ile köy
arasındaki bütün leşmenin kurucusu olarak ortaya çıkıyordu), bu bü­
tünleşmenin yer almadığı bölgelerdekinden daha güçlü bir destek
sağlamıştı. 53
Kasabalıların ve eşrafın ekonomik etkinliklere gi riştikleri ölçüde
bu parti, özel gi rişime de çağrıda bulu nan ekonomik bir platform la
ortaya çıktı. Bürokratik denetimin kösteklediği ve bürokrasiye ba­
ğımlılığın öfkelendirdiği menfaatler, yen i partiyi , amaçlarına uygun
bir araç olarak gördüler. Yeni parti, köylüye hizmetler getireceği , köy­
lünün gündelik soru nlarını siyasanın gerçek konusu olarak ele ala­
cağı, Türkiye'yi bürokrasiden ku rtaracağı ve dinsel pratiği liberal­
leşti receği konusu nda da söz verdi.
Demokrat Parti'nin başarısına ilişkin ol arak yukarıda ileri sürdü­
ğümüz görüş, Türk köyleri üzerinde yapılan kılavuz incelemelere da­
yanan bi r varsayımdır, ama bir kavram olarak, Demokrat Parti'nin
gücünün toplumsal temeline ilişkin karmakarışık bilgileri bir düze­
ne sokmaktadır.
Cumhu riyet Halk Partisi, 1 946'ya kadar ' 'siyasal eylem için bir
araç" olmuştu en fazla. Bu tarihten sonra, "partiler ortaya çı kınca,
" kamunun, siyasaya katılması için bir ortam " haline geldi. Ama bu
dönüşüm, çevreyi bu partiye çekecek ölçüde yeterli değildi.54 Bu-
57
na karşıt olarak , Demokrat Parti' nin siyasal propagandasında özel­
likle görüldüğü gibi gazetelerde ve öteki h aberleşme araçlarında
açıklanan mu halefet seçim platformu , "gerçek halkçılar" ile " bürok­
ratlar" arasında bir tartışmanın yönlerini belirledi. Simgesel ve kül­
türel aksesu ar (Demokrat Parti üyeleri tarafından camilere ve din­
sel törenlere olağanüstü i lgi gösterilmesi ve Cum hu riyet Halk Parti­
si 'nin bunu istemeye istemeye izlemesi) , laikliğin elden gittiği ileri
sürülerek sert itirazlara hedef olmuş ve böylece Demokrat Parti, çev­
re kültürüyle özdeş bir kuruluş olarak görülmüştü. İşin gülünç yanı
bu partinin dört kurucusunun, Halk Partisi'nin öteki üyelerinin bü­
rokrat "sınıf"tan oldu kları kad ar, bü rokrat olmalarıydı.
Demokrat Parti'nin, çevrenin kültürü niteliğiyle İ slamiyet ' e baş­
vurarak elde elliği büyük yankı , Behice Boran ' ın 1 940'taki bi r bulu­
şunun ışığında daha da önem kazanıyor. Boran , köyler, kasabalar­
la daha büyük bir ilişki ku rdukça, köylünün, kendi köy yaşamı nı kü­
çük görmeye başladığını saptam ıştı . Demokrat P arti'nin seçim ka­
mpanyaları , değişim ve geçiş halinde bulunan birçok kı rsal bölge­
ye yaşam tarzlarının küçük görülecek bir şey olm adığı inancını aşı­
lamak için tam zamanında işin içine girdi. Böylece Demokrat Parti,
İ slamiyet'i ve kırsal değerleri yasallaştırdı [resmileştirdi). 55
1 950- 1 957 arasında bürokrasinin gücüne ve prestijine indirilen dar­
beler, Türkiye'nin gelişmiş bölgelerinde, Demokrat Parti'nin , hem
eşraf hem de köylüler tarafından sevi lmesini sağladı. Ama bu , hem
Batı hem de Doğu Türkiye' de, öteki eşrafın, Halk Partisi'ne olan bağ­
lılığını kaybettiği anlamına gelmez. Bununla birlikte, deneyimsel araş­
tı rmaların kaderlerini Demokrat Parti'ye bağ layan kimseler ile Halk
Partisi'ni desteklemeye devam eden et kili kişilerin toplu msal­
ekonomik arka planlarında bazı farklar ortaya koyacağı , bir ol ası lı k
olarak ileri sürülebilir. Demokrat eşraf ile köylüler arasındaki ittifak
yeni koşullar içinde sürd ü ; Cumhuriyet yasaları , adalet aygıtının ge­
nişlemesi ve reforml arın altyapısını kurm akta Cu m huriyetin göster­
diği başarı, Güneydoğu ve Doğu Tü rkiye gibi hala gelişmem iş böl­
geler d ışında, koruyan ve korunan arası ndaki efendi-köle ilişkisini
yavaş yavaş değişikliğe uğratm ıştı. Eşraf ile köylüler arasındaki i liş-

58
kiler artık egemenlikten çok, ekonomik güç üzerinde temelleniyor­
du. Eşrafın çevresindeki ikinci dereceden bazı kimseler de, ekono­
mik alanda başarı kazanmayı sağlayacak fırsatları görmüşlerdi. Alış
verişler, değiş tokuşlar, pazarlıklar öncekinden çok daha fazla yay­
gınlaştı ve korunan ların siyasası yeni bir d üzeyde gelişip serpildi.
Bu , Cumhu riyet Halk Partisi'nin onaylayacağı bir siyasal harekete
geçirme değildi kuşkusuz, ama yine de, bir çeşit harekete geçirmeydi
ve kitlelerin büyük bir bölümünü, merkezle, Cumhuriyet Halk Parti·
si döneminde olduğundan çok daha anlamlı bir ilişki içine sokmuştu .
Demokratları kırsal alanda destekleyenlerin, bu pazarlıkların, Cum­
hu riyet Halk Partisi'nin ekonomik bir altyapı ku rmak konusunda bir
ölçüde gerçekleştirdiği başarıdan kaynaklandığını pek kavramadık·
ları söylenebilir. O sırada Demokrat Parti için oy verip duran işçiler,
Cum hu riyet Halk Partisi'nin d aha önceki ve ilerici yasaları sayesin·
de köksüz proleterler olmaktan ku rtu lduklarını düşünmemişlerdi her­
halde. Ama Cum huriyet Halk Partisi üyelerinin bazılarının inanma­
ya devam ettikleri gibi, d emek ki şükran duymak, siyasanın bir öğe­
si değildi. Ayrıca, Tü rkiye , 1 950' 1erin başlarında, toprak bakımından
bir ölçüde zengin bir ülkeydi ve bundan ötürü toprak dağıtımı önemli
bir konu değildi. İşbirliğinin her iki tarafa da kar getireceği konusun­
daki ortak anlayışa dayanan çerçeve içine yerleşmiş olan eşraf-köylü
ittifakı , çok daha etkili ve iyi bir biçimde yü rüyordu.
Bu dar geçitlerde, Cum huriyet Halk Partisi , gelecekte yapması ge­
reken işin örgütlenme ve h arekete geçi rme old uğunu kavrayacak
yerde, eski ideallerin korunmasına sım sıkıya bağlandı . Böylece bü·
rokratlar da onu , en iyi işbirliği ku rabilecekleri parti olarak seçtiler.
Bu durumda, Cum huriyet Halk Partisi 'nin "bürokratik" merkezi , De·
mokratik Parti'nin ise "demokrat" çevreyi temsil ettiğini ileri sürmeyi
sağlayacak sağlam neden ler ortaya çıkmış oldu.
27 Mayıs 1 960 Devrim i , artık değişmez bir düzenin korunmasıyla
özdeşleştirilen merkez ile çevre arasındaki, (gerçek "hareket partisi"
arasındaki) kopu kluğu vurgu ladı. Merkezin , Çevre karşısındaki eski
kutuplaşması , yeni bir biçim edindi. Eski Cu mhuriyetçi düzeni , yani
zorlamaya dayanan d üzeni koruyan ların , değişme isteyenler karşı-
59
sındaki kutuplaşm asıydı bu . Görevinden uzaklaştırı lan Cum hurbaş­
kanı Celal Bayar, daha birkaç yıl önce, 1924 Türk Anayasısı ile 1 960
devriminden sonra kabul edilen anayasa arasında, daha önceleri
Kemalist ideolojide biricik hükümranlık kaynağı olarak ortaya çıkan
"Türk halkına" bir hüküm ranlık kaynağı ol arak bürokrasinin ve ay­
dınlarının anayasal açıdan yasallaştı rılmasının eklenmesinden baş­
ka bir fark olmadığını belirtiyordu. 56
Cumhuriyet Halk Partisi'nin, gerçek değişiklik partisi olduğunu ve
demokratik yordam lan içtenlikle destekleyen örgüt niteliği taşıdığı­
nı ileri sürmesi de böylece bir sonuç vermedi. En son olarak Parti'­
nin bir bölüm ünün " halkçı lık" a önem verilmesi konusundaki çağırı­
sı da (halka ve sıradan insana inme gi rişim iydi bu), üzerinde duru­
lan konunun, halka inmekten çok, bir temel değişikliğin araçlarını
sağlamak olduğu için harcanıp gitti . Değişmeyi sağlayan yöntemle­
rine kendisi inanmadığı için Cum huriyet Halk Partisi'nin çeşitli se­
çim programlarında belirttiği ilerici , demokrati k ve halkçı siyasetle­
rine, sıradan insanlar da hiçbir biçimde inanmadı lar. Bu durumun
ancak, Halk Partisi'nin yandaşları arasında, Demokrat Parti'yi ileri­
ye götüren şebekeye benzer bir şebeke ku rulduğu zaman değişe­
bileceğini söyleyebi liriz.
Yakın zamanda ( 1 971 ), askerlerin Türk siyasasına müdahalesi­
ni, eski düzenin katı lığına dönmek isteğiyle özdeşleştirmek, çevre
için kolay olmuştu . Yasa ve düzenin yeniden kuru lmasına yöneli k
kıpırdanışın ve halk desteğinin ardındaki niyetlere dikkat etmeksi­
zin, çevre öğeleri, kendilerinin benimsediği ayağı yere basan , do­
laysız, kişisel ve gözlem lenebi lir harekete geçirme ve bütünleştir­
me yöntemlerinin, Türk bürokrasisinin planlı ekonomiye dayanan he­
rekete geçirme sisteminden daha elle tutu lur olduğuna ve daha az
riziko taşıdığına hala inanmaktadır. Merkezin çevreye karşı ben im­
sediği tutum , alt sınıfların kötü du rum uyla özdeşleşmekten çok, ko­
ruyucu öğütler olarak belirlendiği ölçüde, çevre öğeleri haklı gibi gö­
rünüyorlar. Planlama da, bir kimsenin tüm kaderi üzerindeki dene­
timini, bürokratça kararların sürgününe göndermeye benziyor. Başka
bir deyişle, burada, yönetmeliklerin, ürkünç yüzünü göstermesi söz
60
konusu. Planlam anın getirdiklerinin bu biçimde değerlendirilmesi­
nin do{lru olup o lmad ığı n ı sormak yersiz kaçar burada; öne m l i olan ,
yön e tm eliklerin algılanmasının yarattığı kutu plaşm anın, resmi görev­
liler ile bütün ötekiler arasındaki bi r kutuplaşma olmasıdır.
ileri sürdüğüm tez bunu böylece ortaya koyduktan sonra, önümüz­
deki tablonun, aslında, çok daha karm aşık olduğunu eklemem ge­
rekir. Gerçekten de, örgütlenmiş emek, çevrenin, tüm olarak bir par­
çası değildir. Üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arası­
daki çapraz kopukluk, Türk siyasasının, bu tabloyu değişikliğe uğ­
ratabilecek bir yanıdır. Ayrıca, çevre içinde hem yeni kopuklukların
hem de farklılaşmaların ortaya ç ı kt ı ğ ı nı gösteren kanıtlar var. Bü­
rokrasinin bazı üyeleri, farklıl aş mı ş ve bütünleşmiş bi r modern sis­
temin gereksinimlerinin farkındalar artık ve bun lardan bazıları, çev­
reyi temsil eden partilere geçiyorlar. Am a bunlar, Türk siyasası n ın
geleceğine ilişkin yanlarıdır ve merkez-çevre kutu p l aşması , hala bu
siyasanın en önemli ku rucu öğe le rin d e n biridir.
Geriye baktığımızda, m odernleşme boyunca, çevresel düşünüş
ve davranış tarzının iki yüzünün kalın çizgilerle ortaya çıktığını gö­
rüyoruz. Bunlar, temel g ru p l ardan oluşmuş bir gerçek olarak çevre
ve resmilik-karşıtı kültürün bir merkezi olcırak çevredir. Bunların her
ikisi de Jön Türklerin ve Kemalistlerin be tes- no ires ' ıd ı r. • Ama, rast­
lantısal gelişimler kadar, modernl e şt i rmeci le ri n siyaset l e ri de çev­
rese l kiml i ğin i kinci yüzünü belirgin leştirme yönünde etki gösterdi.
Taşra Türkiye'sinin hemen tümünde ortaya çıktığı için bu kimlik, çev­
resel düşünüş ve davranış tarzının, temel bağlılıkları vurgulayan ya­
nını tamıtamına ortadan kaldırmasa da, örtüp kapatacak güçteydi.
Daha sonraları, bürokrasi-karşıtı olarak bu kim lik, u lusal düzeyde
etkinlik gösteren bir partiye (Demokrat Parti 'ye ve onun yerine ge­
çenlere), ulus çapında bir bağlanma temeli sağladı. Merkezin bü­
yük bir kuşkuyla baktığı çevresel tutumun yanlarından bi rin i n , ortak
temalar çevresinde taşranın birleşmesi anlamında bir birlik oluştur­
ması da çel iş kili bir o l g ud ur. Bu yeni duru m , iktidara gelmek için De-

• " En fazla tiksinilen şey" (Ç. N .)

61
mokrat Parti 'nin ku llandığı bir şeydi. Merkezin çevreye karşı güttü­
ğü politi kalar daha yatıştırıcı olsaydı , çevrenin , ulusal düzeyde bi r­
leştirici bir topluluğu beklemedik biçimde doğuran ortak düşünüş
ve d avranış tarzı , belki d e kendini ortaya koyamayacaktı; çelişki!i
olan yan işte budur.
Parti sisteminin başarısının belirttiği gerçek ise, merkez ile çevre
arasındaki gergin ilişkilere rağmen, bu farkların barışçıl bir biçimde
birbirine denk düşürülmesini sağlayacak ortak bir anlaşma temeli­
nin tam anlamıyla bu lunduğudur. Bu gizli anlaşma, her iki tarafın­
da, sınırlı çıkarlarını aşan bir amaca bağlanm al arı anlamında, ger­
çekten ideolojiktir. Cumhuriyet döneminde, bu anlayış üzerinde bir
ulusal amaç duygusu kuru labilirdi. Daha önceki bölük pörçük ve
merkezsel-çevresel yönelişlerin yerine geçen yeni toplumsal farklı­
laşma eğilimleriyle birlikte gelişen ve Türkiye'de en son olarak or­
taya çıkan gelişmeleden biri, u lusal amacın gittikçe daha özel ve
farklı anlamlar içinde kavranmasıdır. Bundan ötürü Tü rkiye için teh­
like, kopukluğun bölük pörçüklük taşıyan çizgilerinin devam edip git­
mesi değil, daha geniş bi r ölçüde, siyasal partiler gibi kapsayıcı ve
ulusal yapılar ile sendikalar gibi yatay olarak bütünleşmiş şebeke­
lerin , kendi eğilimleri yönünde parçalanmalarıdır.
Son zaman lardaki parti bölünmelerinin ve sendika çoğalm aları­
nın bir yerde duracağı u m ulabilir. Türkiye'nin yakın geleceğine iliş­
kin sorun şudur: bu yeni topluluklar, olduklan gibi devam edip gide­
cekler mi, yoksa bir ölçüde yeni sayı labilecek sınırlarının içine yeni
bireyler alıp onları bütünleştirebilecekler m i? Böyle bir bütünleşme
gerçekleştiğinde, bütünleşmenin ortaya koyduğu ve yaşayabilirliği
en fazla olan "modern" yapıların , modernleştirme ilkeleri göz önünde
tutularak ne olduğu kestiri lebilecek ürünler değil de, şu ya da bu
biçimde, "geleneksel" kültürün yanlarını içeren kurumlar olacağı bü­
yük bir olasılıkla ileri sürülebilir.

1 Baştaki deyişi, Edward Shils'in " Center and Periphery"sinden aldım: The Lo­
gic of Personal Knowledge: Essays Presented to M lchael Polanyl on His
Seventieth Birthday, 1 1 March 196 1 , Glencoe, 1961 , ss. 1 1 7-130, burada,
s. 1 1 7.

62
2 " Serbestçe devinip duran" kaynaklar içi n bkz: S . N . Eisenstadt. The Politl­
cal System of Empires, New York, 1 969, passim.
3 Bu özelliklerin genel bir irdelenmesi için bkz: Halil inalcık, "The Rise of the

Ottoman Empire", The Cambridge History of lslam, A.K.S. Lambton , P.R.


Halt ve B. Lewis (eds.), 1 : The Central Jslamic Lands, Cambridge, 1 970, ss.
29!>-323 ve H .A.R. Gibb ve Harold Bowen 'ın daha önceki ve daha kesinleyici
incelemesiyle karşılaştırın: lslamic Society and the West, I, Part. Landon,
1 950-1 967, ss. 39- 1 99. .

4 Bu deyişi lnternational Journ al of M iddle East S t ud ies de yayımlanacak


, .'

bir makalede kullanan Prof. Y. Abrahamian'a borçluyum .


s Batı Avrupa'da devletin gelişimine ilişkin yanlar için bkz: Reinhard Bendix,
Nation-Building and Citizenshlp: Sludies in Our Changing Social Order,
N ew York, 1966, ss. 1 - 1 42; C. J. Friedrich, The Age of the Ba ro que : 1 6 1 0-
1 660, New York, 1 952, ss. 1 4 ve arkası; R.R. Palmer, The Age of De rnocra­
tic Revolution, I , Princeton, 1 959, passim ve burada özellikle önemli olan:
Seymour M. Lipset ve Stein Rokkan, " Cleavage Structures, Party Systems
and Voter Alignement: An Jntroduction " , Part Systems and Voter Allgne­
ments: Cross-National Perspectives, Lipseı ve Rokkan (eds.). New York,
1 967, ss. 1 -64
a Friedrich, 20.

7 l bid . , 1 9.
a Bölük pörçük siyasa için bkz: A. Vinogradov ve J. Waterbury, "Situations of
Contested Legitimacy ın Morocco: An Alternative Framework", Comparatl­
ve Studies in Society and History, Xlll, (January. 1 967), ss. 32-57; Max Gluck­
sman. Politlcs, Law and Ritual in Tribal Society, New York. 1 965, ss.
1 55-20 1 .
9 Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşum zamanına ilişkin olarak bu konuda yazı­
lanlar Speros Vryonis tarafından özetlenmiştir: The Decline of Medieval Hel­
lenism in Asla Minor and the Process of Jslamization from the Eleventh
through the Fifteenth Centuries, Berkeley, 1 97 1 , ss. 258-285. Bir Fransız
antropoloji bilgini olan J. Cuisehier, 1 966'da şunu hala söyleyebiliyordu: " Ger­
çekten de iki Türkiye vardır ve bunların birincisi hükümet Türkiyesi olan eski
ke ntse l gelenek Türkiyesidir, ikincisi ise, bugünkü Türklerin 4/5'ini oluşturan
ve Oğuz ve Türkmen aşirellerinden doğrudan doğruya gelenlerin kırsal gele­
nekli Türkiyesidir . " (Etudes rurales, No. 22·26, 1 966, ss. 21 9-242, burada
s. 224). Doğu Türkiye için bkz. İsmail Beşikçi. D o ğ u Anadol u'nun Düzeni,
Ankara, 1 969, s. 23.
ıo Bkz: Gibb ve Bowen, Part 1, 39·1 99 ve daha ince ayrıntılara inen "Devshirme"
makalesiyle karşılaştırınız: Encyclopedia lslamica, yeni baskı, ss. 2 1 0-2 1 3.
11 Uriel Heyd, "The Ottoman Ulema and Westernization in the Time of Selim

ili and Mahmud i l ' , Scripta·Hierosolymitana, IX; Studies in lslamic History


'

and Clvilization, Uriel Heyd (ed). , Jerusalem, 1 961 , ss . 65-66.


'
12 Bkz: Gibb and Bowen, 1, Par! il. passlm.

1 3 Bkz: Halil İnalcık, "The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman

63
Economy'', Studie s in the Economic Hlstory of the Middie East from the
Rise of lslam to the Present Day, M.A. Cook (ed.), London, 1 970, ss. 206-2 1 8.
14 Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Slyaseten Kati, Ankara, 1 963, s. 71 .
1 5 Halil inalcık, "Ottoman Methods of Conquest" Studia lsıamlca, Fasc . 2.

(1 954). s. 1 1 3.
1 e Halil İnalcık, "Osmanlı Padişahı'', Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa­

kültesi Dergisi, Xl l l (Aralık 1 958), s. 68-79.


,

1 1 Halil İnalcık, " Land Problems in Türkish History", The Musllm W or l d c. 45


,

( 1 955), ss. 221 -228. Toprak tasarrufu, merkez ile çevre arasındaki sınırda yer
alan önemli bir öğeydi . El altından toprak edinen resmi görevliler (yasal ola­
rak toprak edinen az sayıda kişi de), bu kaynakların denetimini ele geçirdikle­
rinde, çevresel bir tutuma kayıyorlardı.
1 e F .B. Kramers, "Ottoman Turks: History", Encyclopedia lslamica, 1 . baskı,

iV. ss. 559 ve arkası; M . C. Şahabeddin Tekindağ, " Şemseddin Mehmed Bey
Devrinde Karamanlılar", is ıanbul Ü n ive rsi te s i Edebiyat Fakültesi Tarih Der­
gisi, XIV, (Mart 1 966/,s. 8 1 -98.
19 Geleneksel düzen için bkz: "Askeri", Encyclopedla lslamlca, yeni baskı, 1,
s. 712. 1 968-1969 arasındaki durum için bkz: Özer Özenkaya, Köyde Top­
lumsal Yapı ve Siyasal Kültür, Ankara, 1 97 1 , s. 1 36 .
20 Bu kavram için bkz: Clifford Geertz, "The lntegrative Revolution ' ' , O l d So­

cietes and New States, C. Geetz (ed .). G lencoe, 1 963, ss . 1 05-1 57.
2 1 Gibb and Bowen, 1, Part, 1 passim.

22 İbid, 247 ve Ömer Lütfi Barkan, "Türk Toprak Hukuku Tarihinde Tan z imat
ve 1 247 (1 858) Tarihli Arazi Kanu nnamesi'', Ta nzim a t : Yüzüncü Yıldönü­
mü M üna se bet iyle İstanbul, 1 940, s. 325.
,

23 Eşrafın daha önceki önemi için bkz: Halil İnalcık, "The Natura ol the Traditi­
onal Society: Turkey", Politlcal Modernlzalion in Japan and Turkey, R.E.
Ward ve Dankwart Rustow (eds.), Princeton, 1 964, ss. 46-48. Daha sonraki
gelişmeler için bkz: Standlord Shaw, Between old and New: The Ottoman
Emplre under Selim 1 1 1 , 1 789- 1 807, Cambridge, Mass., 1 971 , ss. 2 1 2-21 7.
24 M. Münir Aktepe, Patrona i s y a nı : 1 730 İstanbul, 1 958, passim.
25 Joseph G. LaPalombara ve Myron Weiner, " Conclusion: The lmpact ol Par­
ties on Political Development", Political Parties and Polilical Development,
LaPalombara ve M. Weiner (eds.), Princeton, 1 966, s. 4 1 3.
2a Halil inalcık, " Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ve "Tanzimat'ın

Uygulanması ve Sosyal Tepkileri " , Belleten, XXVlll, (1 964), s. 603-690 .


21 W.M . Ramsay, "The lntermixture of Races i n Asia Minor: Some o l its Cau­

ses and Effects", Proceedings of the British Academy, ( 1 9 1 5- 1 9 1 6), s. 409.


28 Jön Türkler zamanında taşranın laikliğe karşı çıkışı içi n , Osmanlı Meclisinin
96. ve 97. oturumlarına, Mayıs 24·25, 1 91 O ve 71 . oturumuna, Nisan 3, 1 9 1 1 ,
bakınız.
29 Bunun bir örneği, Kurtuluş Savaşı sırasında direniş örgütünün merkezileşti­
rilmesiydi. Bkz: Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 1, (1 15/36). Yi­
ne bkz: Doğan Avcıoğlu , Türkiye'nln Düzeni: Dün-Bugün-Yarın, birinci baskı,

64
Ankara, 1 968, ss. 1 39 ve 1 47; Sabahattin Selek M illi Mücadele: Anadolu İh­
tilali, İstanbul , 1 965, ı: ss. 56-65 ve il: ss. 1 94-197
:}) 1 864 Yönetim Yasası için bkz: Roderic H. Davison, Reform i n t h e Ottoman

Empire, 1 856- 1 876, Princeton, 1 963, ss. 1 36- 1 7 1


31 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V l l l : Birinci Meşrutiyet ve İstibdat De­

virleri, 1 8 76- 1 907, Ankara, 1 962, s. 329.


:ı:ı Cemal Bardakçı, Toprak Davasından Siyasi Partilere , İstanbul, 1 945, ss.
96-102.
33 Bkz: Celal Bayar, Ben de Yazdım: Mili Mücadeleye Giriş il, İstanbul 1 966,
ss. 451 ve 475.
34 Server İskil, Türkiye 'de Neşriyat Hareke tleri Tarih ine Bir Bakış, İstanbul,
1 939, s. 1 1 3.
35 B u terminolojiyi, M ax Weber'den alıyorum: Economy and Society, G uent­
her Roth ve Clause Wittich (eds.), New York, 1 968. 1: s.229.
36 "Veni Belgelerin ışığında Kamil Paşa'nın Siyasal Durumu" Belleten. XXXV.
( 1 97 1 ) , ss. 60-1 7 , burada ss. 1 10-1 1 .
37 Andreas Kazamias, Education and the Quesı t o r Modernity in Turkey, Lan­
don, 1 966, s. 90, n. 1 2. Bu bilgi konusunda beni uyaran Joseph L. Szyliowicz'­
dır: " Elite Recruitment in Turkey: The Role of the M ü l kiye", World Politics ,
Xlll, (April 1 97 1 ), s. 386. Ama, yüksek görevlerde, okulu bitirenlerin yüzde
1 0'unun bulunmasını " önemli" bulan yorumuna katılmıyorum. Veriler de, Less­
lie L. Ross. J r . ve Noralou P Roos tarafından sağlananlardan farklı : Mana­
gers of Modernization: Organizalion and Elites in Turkey 1 950-1 969, Camb­
ridge, Mass. 1 97 1 . s. 20
:ıa Bkz: M. Orhan Okay, Beşir Fuad, İstanbu l , ı 969. passi m.

39 Celal Bayar. Ben de Yazdım. il, s. 449. n. 1 .


40 İkinci Grup konusunda bkz: Tarık Z.Tunaya, T ü rkiye'de Siyasal Partiler, İs­

tanbul, 1 952, ss. 538-539 ve Halide Edip (Adıvar), The Turkish Ordeal . New
York, 1 928, s . 1 83.
41 Sivillerin jandarmayı denetlemeleri konusunda bkz: Türkiye Millet Meclisi Za­
bıt Ceridesi, 1, (29-6/7/1 336). latin scıipt edition, i l , ss. 1 82-1 83.
42 Halkı temsil etmeyen belediye sınırları konusunda bkz: l bid. , 1. (43-3/8/1 336),
lalin script, 111, s. 85; askerlik hizmetinden kaçan eşraf konusunda bkz. l bid . ,
lalin serip!, i l . s.443; her şeyden önce mülklerini korumak kaygusu duyan kim­
seler olarak eşraf konusunda bkz: l bld . , i l, s.260.
43 Parti programının 1 4 . maddesi konusunda bkz: Tunaya. 61 7; ayaklanma ko­
nusunda bkz: Bernard Lewis, The Emergence of M odern Turkey, 2 , ed. ,
London, 1 968, s. 266.
44 l b l d
., 417.
45 Fuad Köprü lü, " P artiler ve M i l l i Birlik" Dem okrasi Y o l unda, The Hague ,
1 964 , s.304.
46 M .T Öztelli, "The Estimates of Pr ivate l nternal r21tes of Return on Educatio·
nal lnvestment in the First Turkish Republic, ı 923-1 960" , l n te rnational Jo­
urnal of Middle East Studles, 1, ( 1 970), ss. 1 56-176.

65
47 Kadro grubunun temel görüşleri için bkz; Şevket S. Aydemir, i nkılap ve Kad­
ro, 2. baskı, Ankara, 1 968.
48 Kemal Karpat, Turkey's Politics : The Traruiition to a Multl Party System,
-

Princeton, 1 959, s. 104, n. 1 7


49 lbid. , 409-4 1 0 .
50 Behice Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları, Ankara, 1 945, s. 1 39.

sı lbid. , 1 34 ve arkası.
52 Seçki nl er arasında yer alan bireylerin davranışlarında bu eğilimin çok yakın
bir zamanda nasıl bir yer tuttuğu, 1 968-69'da Ankara Ü niversitesi öğrencileri
arasında yapılan bir ankette görülebilir. Bu ankete verilen cevaplar. siyasal
kültürün yakından incelendiği dört köyde yaşayan köylülerin aynı sorulara ver­
dikleri cevaplarla karşılaştırıldı ve sonuç olarak öğrencilerin ancak yüzde
50'sinin Türkiye'de genel oy verme hakkının devam etmesi gerektiğini dü şün ­

düğü; ama buna karşılık, incelenen köylerde aynı düşünceyi benimseyen köy­
lüleri n , yüzde 64 ila 68 oranında olduğu saptandı. Bkz: Ozankaya, 1 68.
S3 Cemal Aygen, " M emleketimizdeki Seçimler ve N eticeleri", Ankara Ü niver­

sitesi Siyasal Bilgiler Fakü ltesi Dergisi, XVl l . (Mart 1 962), ss. 203-287 ve
Sabri M . Sayarı , "Party Politics in Turkey: Dimensions of Competition and Or­
ganization", basılmamış doktora çalışması, Columbia University. New York,
1 972, s. 111-30, Table 111-7.
S4 Osman Faruk Loğoğlu. " İsmet İnönü and the Political Modernization of Tur­
key, 1 945-1965 " , basılmamış doktora çalışması . Princeton U niversity, Prin­
ceton, N . J . , 1 970, s. 1 35.
ss Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları. 218-21 9. Boran, bu durumun geçici

bir durum olduğunu, ama yine de Demokrat Parti'nin işine yaradığını belirtir.
56 Cel a l Bayar. " Başvekilim Adnan Menderes", H ürriyet, Haziran 29, 1 969.

66
Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri :
Türkiye'de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci*

Gerek Türk, gEtrekse Batılı yazarlar, Osmanlı toplum düzeninde


babadan oğula geçen bir aristokrasinin (hereditary aristocracy) bu­
lunmayışının, bu düzenin bir özelliği oldu ğunu beli rtmişlerdir.1 Son
yıllarda ortaya çıkan kanıtlar, Osmanlı toplumuna ilişkin bu görüşün
ancak koşullu olarak geçerli sayılabileceğini göstermiştir.2 Buna
karşılık, son on yıldır, Türkiye üzerine incelemeler yapan Tü rkler ve
Batılılar, Cumhuriyet Türkiyesi'nde babadan oğu la geçen bir "üst
sınıf"ın varolduğu görüşündedirler. 3 Bu görüş de, Osmanlı düzeni­
nin kuramsal olarak yeniden tasarlanması konusunda bize ipuçları
verebilecek ve Türkiye'de sınıfların bugün kü durumunu aydınlata­
bilecek bazı özellikleri, yani Tü rkiye'nin tabakalaşma düzenine iliş­
kin bazı özellikleri ortaya çıkarmaktadır. Bu yazımızda, ilerde Türki­
ye' deki tabakalaşmaya ilişkin çalışmalarda yararlı olabileceğini dü­
şündüğümüz bazı temel ayrımlardan yararlanarak soruna daha bir
açıklı k getirmeyi amaçlıyoruz.
Bu taslak, Osman lı deneyiminden çıkarılan tarihsel kategorileri ,
yakın döneme ilişkin, genelleştirilmiş bir sınıf bilinci paradigması çer­
çevesinde ele alarak, kültürler-arası karşılaştırmalı çalışmalar için
bir temel oluşturm a çabasını da içermektedi r.

• 1 967 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesl Derglsi'nde (Cilt 22, No: 4, s. 1 1 1 -1 42)
" Historical Determinants of Stratification: Social Class and Class Conscious­
ness in Tu r key İ ngilizce adıyla yeralan bu makale, Nuran Yavuz tarafından
"

Türkçeye çevrilmiş ve Y AZKO Felsefe Yazıları'nda (Dizi no: 5. İstanbul 1 983,


s.5-33) yayımlanmıştır.

67
Burada ku llanılan paradigma, toplumsal sınıflar ve sınıf bilincine
ilişkin çalışmalara temel olmuş bazı iyi bilinen metodolojileri bir araya
getirmek gibi bir üstün lüğe sahiptir ve temelde beş ana kategoriye
dayanmaktadır: statü farkındalığı (status awareness), tabaka
(stratum) farkındalığı, tabaka bağlılığı (affliation), tabaka bilinci
ve tabaka eylemi. Bu şemada, statü farkındalığı4, "sürekli [kesin·
tisiz] statü dizilerinin algı lanması; kendini ve başkalarını konumlan­
dırma yeteneği"5 olarak tanım lanmıştır. Buna karşılık, tal:>aka far­
kındalığı , ayrı [kesintili] , sıralanmış kategorilerin algı lanması"6, yani
"kendini ve başkalarını tabakalara yerleştirme yeteneği" anlamın·
da kullanılmaktadır. Tabaka farkındalığının özel bir varyantı da, "eko­
nomik ölçütlere dayalı bir tabaka farkındalığı türü"7 olan sınıf far­
kındalığıdır. Tabaka bağlılığı, bir tabakaya ait olm a duygusunu di·
le getirmektedir. "Tabaka bağlılığının da, ı rksal tabaka bağlılığı, mes·
lekf tabaka ba{llılığı , dinsel tabaka bağlılığı ve sınıf ba{llılığı gibi tür­
leri vardı r". Sınıf bağlılığı , salt ekononik ölçütlere dayalı bir tabaka
bağlılığı türüdür. Bu ölçütler karma olarak da ele alınabilir; sözgeli­
mi, hem ırk, hem "yaşama üslubu " öğelerine dayandırılabilir. Bu
karma ölçütlere uyanlar [bağlı olarak yaşayanlar] bir toplumsal züm­
re (social set) oluştu rurlar. Tabaka bilinci , "tabaka çıkarları ve ide­
olojisiyle özdeşleşme ve onlara bağımlı olma" dır. Tabaka bilincinin
salt ekonomik ölçütlere dayalı türü sınıf bilincidir. Son olarak da,
tabaka eylemi'ni "tabakanın çıkarları ve ideolojisi adına davranma"
olarak tanımlayacağız; sınıf eylemi ise, tabaka eyleminin salt eko­
nomik ölçütlere dayalı bir türüdür.8
Bu modelin özellikle yararlanacağımız önem li bir yönünü modeli
oluşturan yazarlar şöyle açıklıyorlar:

Bu paradigmanın bir katkısı da, kanımızca, toplumsal tabakalaşmanın öz­


nel yönlerinin çözümlenmesi doğrultusunda kullanılabilmesidir . . . Demek ki ,
sınıf bilinci y a da herhangi b i r başka tabaka bilinci türü belli bir süreç içinde
ortaya çıkma özelliğine sahiptir ve belli bir zamanda, belli bir toplulukta va­
rolan ya da olmayan bir nitelik olarak değil, tarihsel ya da biyografik bir di­
namik çerçeve içinde incelenmelidir. 9

68
Bu yazıda kanıtlamaya çalışacağımız bir başka temel nokta, "top­
lumsal zümre" kategorisinin Türkiye'nin toplum yapısının incelen­
mesine son derece uygun olduğudu r; çün kü Orta Asya'ya özgü, ön­
ceden belirlenmiş ve başarıya bağlı ölçütleri hemen hemen eşit ağır­
lıkta özümsemiş olan Türk toplum yapısı , bu açıdan , Batı Avrupa'­
nın tarihsel evriminde rastlanan koşullarla hiçbi r benzerlik göster­
memektedir.

1. Türklerde ilk Tabakalaşma Öğeleri:

Türklerin budunsal kökenini oluşturan Oğuzlarda, babadan oğu­


la geçen bir aristokrasinin var olduğu gözlemlenince, Türklerde aris­
tokrasinin bulunmadığı yolundaki savlar konusunda kuşku lar uyan­
maktadır. Daha eski Türk topluluklarında olduğu gibi, Oğuzlarda da,
tepede bir Han ya da aşiret başkanının, onun altında bi r aristokrat
tabakanın (beyler), son olarak da alt sınıflar ya da halkın yer aldığı
basit bir tabakalaşma düzeni görülmektedir.10
Soylu sınıftan olmanın iki belirleyici ölçütü vardır: akrabalık ve ba­
şarı . Ancak, soylu tabakasına girme olanağı sağlayan akrabalı k dü­
zenlemeleri o denli kendine özgüd ü r ki , daha ayrı ntılı bir tanımla­
mayı gerektirir:

Geç Roma toplumunun tersine, çobanıl (pastoralist) Altay toplumu, ba­


bayanlı (agnalic) akrabalık ilkesine sıkı bir biçimde dayalıdır . . . büıun Mo­
ğollar ve butün Türkler fiilen ya da gizli olarak baba taralından akrabadırlar.
Bu ilke uyarınca, en alt kesimden bir Moğol , en üsı yönetici Cengiz Han '­
la ortak atalara sahip olduğunu öne sürebilir ve İ mparatorla, herhangi bir
cıereceden , dolaysız bir babayanıı akrabalığı olduğunu orıaya çı karabilirdi .
Bir Kazak, Karakal pak ya da Ortaçağ Çağatay T ürkü de, İ mparatoru , Hanı
ya da Sultanıyla bu tür bir il işkisi bulunduğunu ariaya koyabilirdi . Dolayısıy­
la, yöneticilik becerisi ya da orduda yiğitlik ve Ö'lıderlik niteliği gösterecek
olursa, toplumda en yü ksek mevkiye yukselebil irdi . Böylece vezir ya da ko­
mutan olabilir, her iki d urumda da soylu lar (nobility) arasına katı labilirdi .

69
Moğollarda ya da Türklerde aynı ilke hem doğuştan akrabalar, hem de ev­
lat edinilenler için geçerliydi. Buna, savaşta tutsak alınıp azad edildikten
sonra evlat edinilen köleler de dahildi. 1 1

Toplumsal akışkanlık sağlayan bu yapı, toplumu "soylu" ve "halk"


öbeklerine (estate) bölen bir başka yapı tarafından karmaşı klaştı­
nlmıştı. Bu durumun öznel yönünü şöyle açıklayabiliriz: Yukanda
tanımladığımız akrabalık yapısının özellikleri , bir yandan topluluğun
saygınlığı daha az bir üyesinin yükselebilme umutlarını artırırken ,
öte yandan , saygınlığı olan tabakadan birini yükselebilme olanak­
ları açısından bunalıma itmekteydi. Krader, bu durumu şöyle açıklı­
yor:

Asya bozkırlarındaki bütün çobanı! toplu luklarda rastlanan babayanlı ak­


rabalık sistemi, kemikten akrabalık biçimi nde kavramlaştırılmıştır . . . Gerek
Türk, gerekse Moğol ların paylaştığı ·bu kemikten akrabal ık i lkesi geliştirildi­
ğinde, babayanlı akrabalığın alt bölümlere ayrıldı ğı akkemikliler ya da soy­
,

lu sınıf ve karakemikliler ya da hal k öbeği diye bölündüğü görü l ür Her iki


.

sınıfın üyeleri de baba tarafından en geniş derecede akrabadırlar; ister ak,


ister kara kemikli olsunlar, toplumun bütün üyeleri kuramsal olarak, ortak
,

bir erkek atadan gelme ktedi rler İki öbeğin oluşmasındaki toplumsal çatal­
laşma, Asya bozkır toplumunun b i r başka ilkesine, doğ u m sırasına göre de­
recelendirme ilkesi ne dayan m aktadır Çeşitl i kemikler, ya da babayanlı soy
çizgileri, kurucuların doğum sırasına göre derecelendirilir ve böylece bir­
birlerine kıyasla kıdemli ya da kıdemsiz sayılırlar. Çeşiıli babayanlı soy çiz­
gileri arasında, kurucu atadan gelenlerin en kıdeml isi, yani en büyük oğul­
ların çizgisi en soyludur ve giderek başlıca soylu çizgi haline gelmiştir. Kı­
demsiz bir soy çizgisi, kıdemli bi r çizgi statüsüne. ancak kıdemli çizgi ar­
dında çocuk bırakmadan ya da bi r kadı nla sona ererse, yükselebilir . Ne . .

var ki, kıdemsiz bir soy çizgisi, kendi başına da . . . üyelerinden birinin övgü­
ye değer başarıları sonucunda soyluluk kazanabilir. 1 2

Öyle görülüyor ki , Türkler "soylu " ile " halk" arasındaki ayrımı an­
cak halk saflarından soy iddiası konusunda hiçbir meydan okuma
70
gelmediği oranda istikrarlı kılabilmişlerdir. En azından bir tarihçi, ben·
zer bir sürecin, b.i r aşiret toplumunun "sınıflı bir toplum " a dönüş·
mesinin belirleyici göstergesi olduğunu öne sürmüştür.13
Bir başka istikrarsızlık kaynağı da, başarının "soylu" öbeğine geçiş
için temel oluşturm aya devam etmesiydi.14 Hizmetleri nedeniyle
yükselmiş olan resmi görevliler soylulardan daha fazla iktidara sa·
hip oldu kları sürece, bu özellik, daha sonraları ortaya çıkacak yeni
bir çatışma türünün temelini oluştu racaktı. Bu , Türk kökenli seçkin·
!erden (elite) kuru lu "toplumsal zümre" içinde görülecek ve Osmanlı
İmparatorluğu'nda da devam edecek bir çatışma türüdür.
Çok eski zam an larda bile, yu karıda tanımladığımız tabakalaşma
yapılarının yanısıra, Batılı tabakalaşma uzmanlarının hiç de yaban·
cısı olmadıkları "mesleki tabakalaşma"ya yol açabilecek bir oluşu­
mun belirgin leşmemiş, gizil öğelerinin bulunduğu yolunda belirtiler
vardır. Sözgelimi, anlaşıldığı kadarıyla, oymağa (elan) et sağlama
işinin başında olmak, atların bakımıyla yükümlü olmak kadar say­
gın bir toplumsal konum deği ldi. 1 5 Ancak, Türk aşi retleri, yarı-göçe­
be oldukları ve tarihsel çağlarda yarı-yerleşik özellikler gösterdi kle·
ri bilinmekle birlikte16, Batı'daki toplumsal tabakalaşm a sisteminin
temeli olan ileri derecede farklı laşmış meslek yapı larına sahip ol­
mamışlardır. Bu , özellikle, "piyasa ekonomisi işlemlerinde ifadesi­
ni bulan mal ve hizmetler denelimi"ne ilişkin meslekler için geçerli·
dir.17 Bizim paradigmamız bağlamında bu tanım , "sınıflar"dan söz
edebi lmenin önkoşu lu olan faaliyetleri içerir.
Türklerin kitleler halinde İslam laşm ası , yani Abbasiler düzeni ve
ona eşlik eden metropol ekonomisi de önemli bir mesleki farklılaş­
maya yol açmam ıştır. Çünkü , bu dondu rulmuş mesleki farklılaşma
aşaması (sözleşmeler pazar-dışı etmen lerce belirlendiği sürece)
erken-İslam uygarlığının özelliklerindendi.18 İslam lığı kabul eden
Türklerde görülen değişikliklere gelince, bunlar iki noktada topla·
nabilir: bir, bürokrasiye gi riş ve Sasani katiplerden devralınan
beceriler19; iki en derin temeli Aristoteles,kökenli olan bir tabaka­
laşma modeli.20 Bu rada belirtmekte yarar var: tümüyle değişik bir
yapıdan kaynaklanan bu Aristoteles-kökenli modelle, Türk toplu luk·
71
larının du rumu arası nda önemli farklılıklar söz konusudur. Yüzyıllar
sonra, Osmanlı aydınları da, polis'i oluştu ran birimler araSlnda
Aristoteles-kökenli bir denge idea'sı benimseyeceklerdir. Ancak, bu
tür ideal' lerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gerçek tabakalaşmaya
ve tabaka bilincine ilişkin ipuçları sağlayabileceklerine inanmak bi­
raz zor.

2. Bürokrasi

Oysa Sasani bürokrasisinin pratiği çok daha derin etkiler bırak­


mıştır. Bu merkezi bürokrasinin içerdiği olanaklar, Türk toplum ya­
pısı için bulunmaz bi r nimetti; çün kü böylece yapının bölünme eğili­
mini dizginlemek olanaklıydı .21 Asya İmparatorlu kları'nın ku ruluş
özelliği önce çeşitli oymakl arı, ardından aşiretleri giderek büyüyen
topluluklar halinde imparatorluğun bünyesi içine almak olmuştur. Bü­
rokrasiler bu tür imparatorluklara eklendiğinde , onları daha daya­
nıklı ve istikrarlı kılmaktaydı lar. Ancak, bu arada tabakalaşma dü­
zenine de yeni ve kalıcı bir öğe katılıyordu. Bürokratlar, başlangıç­
tan bu yana askeri gücü örgütleme işlevini üstlenmiş olan aristok­
rasiyle iktidar mücadelesine girmekteydiler artık. Böylece "orta
tabaka" ikiye bölünüyord u . Seçkinleri oluştu ran bu iki öğe arasın­
daki çekişme, en çarpıcı biçimde dil konusunda ortaya çıkmıştır. Bü­
rokrasinin dili, hesap ve defter tutmanın dili, " kentsoylu dili" hep
Farsça olmuş; öte yanda Türk kökenli seçkinler, Türkçe konuşmayı
sürdürmüşlerdir. Birbirin in rakibi olan bu iki seçkinler züm resinin çe­
kişmesi , yinelenen biçim lerde, Büyü k Selçuk İm paratorluğu ' nda,
Anadolu Selçukluları'nda ve Osmanlı İmparatorluğu'nda izlenebi­
lir.22 Öyleyse, tabaka bilincini oluşturan öğelerden birinin de kültü­
rü , mitosları ve ideolojisiyle farklı iki toplu luk olan aristokratlar ve
bürokratlar arasındaki bu çatışma olduğunu söyleyebili riz.
Osmanlı İmparatorluğu 'nun tabakalaşma düzenini etkilemiş olan
ikinci önem li kuru m, devletin " yü rütme görevinde" , " kul"lardan ya­
rarlanılmasıdır. Bu " kul"lar ömür boyu devlet hizmetinde görevlen-
72
dirilmek üzere Müslüman olmayan ailelerin çocu klarından devşiri­
lirdi. Bunlar, saray erkanını , bürokrasiyi , devam lı orduyu ve tım arlı
sipahileri oluştu ru rlardı.23 Yönetici ler arasında yalnızca ulema, ge­
nellikle bu yöntemle işbaşına getirilememekteydi.24
Merkezi yönetici/askeri mekanizmayı ku llarla besleme yöntemi,
yeni olmamakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu 'nda o güne dek ula­
şılmamış bir incelik ve yalınlıkta uygulanm ıştır. Osman lı hanedanı
böylece, ilk Türk devletlerini, siyasal gücün babadan oğu la geçme­
si özelliği nedeniyle yıpratan bir sorunu çözmeyi başarıyordu. İmpa­
ratorluk topraklarının, varisler arasında, önceleri yaşam boyu yarar­
lanabilecekleri " h assa arazileri"25 biçiminde, daha sonraları ise
doğru dan doğruya paylaştırılmaı::ı soru nları da böylece ortadan kal­
kıyordu . Artık hanedana kayıtsız-koşu lsuz bağımlı ve hanedanı aşa­
rak devletin sü rekliliğini sağlayan bi r yönetici/yü rütme mekanizma­
sı vardı. Kul-bürokratlara tanınan geniş yetki leri dengeleyen meka­
nizma ise, bu "yönetici ku rum " üyelerinin padişahla doğrudan iliş­
kilerinin olağanüstü nazik ve güvenceden yoksun kı lınmış olmasıy­
dı.26 Fatih dönem inde, en yaşlı erkek dışında, padişahın soyu ndan
gelen bütün şehzadelerin öldürülmesinin bi r ilke olarak benimsen­
mesiyle, 1 4. yüzyı lda Osmanlı İmparatorluğu'nu tehdit eden olası­
lık; yani taht üzerinde hak sahibi olduğunu öne sü ren hanedanlar
ku rulması olasılığı tümüyle ortadan kalkm ış oluyordu .27
Osm anlı İmparatorluğu , merkezi iktidara karşı muhalefet oluştu­
rabilecek diğer kayn aklar soru nunu ise, zamanında, kendileri gibi
Anadolu Selçu klu ları'na uç beyliği yapmış ve Osmanlıların Anado­
lu'da iktidarı tümüyle ele geçi rme gi rişim leri sı rasında sürekli reka­
bet halinde olduğu savaşçı beylerin arta kalan nüfuzunu kökünden
yok ederek çözüm lemişti.
Osm anlı İmparatorluğu 'nda top rağı n tasarruf biçimine ilişkin dü­
zen de, merkezi otoritenin rakiplerinin yok edilmesine yönelikti. Tı­
marlı' nın tımar'ı babadan oğu l'a geçmezdi.28 Tımar, kuramsal ola­
rak, askeri hizmet karşılığında verilirdi. Toprağın mülkiyeti devlete
aitti ; tımar sahibi yalnızca tasarruf hakkını elinde tutardı . Temel üre­
tim aracı üzerinde mutlak denetimi elinde tutan bir devlet kavramı, ,

73
yine Türklerin İslam lığı kabulünden sonra ortaya çıkmış bir yeniliktir.
Türklerde merkezi devletin geç yapılaştığı ku ramını reddedenle­
rin görüşlerine de yer vermek için, yazımızın bu noktasında konu­
dan biraz ayrılıp bir parantez açmamız gerekecek.
Halil İnalcık, Türklerin İ slam-öncesinde de " devletler" kurdukları
tezini savunanların başında gelir.29 Ancak, İnalcık sonuçta, yalnız­
ca İslam-öncesi Türk yöneticilerin, önderliğini yüklendi kleri toplulu­
ğun toplumsal ve siyasal geleneklerini bozmam ak konusunda dik­
katli davrandıklarını kanıtlar gibidir. Bu olgu , yöneticinin sahip ol­
duğu yetki ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya devletin varolma­
dığı bir devlet görünümü çıkmaktadır. İnalcık savında, ilk Türk " dev­
let"lerinin yok oluş neden leri üzerinde du rmamaktadır. Bu olgu , her
seferinde, istikrarlı bir yönetim mekanizmasının ku ru lamamış olma­
sıyla açıklanır gibidir. Birçok kez, bürokratik bi r nüve oluşturma gi­
rişimlerinde bulunulmuş, ancak bu çabalar hiçbi r zaman başarıya
ulaşamamıştır.ao
Feodalizmin ve babadan oğula geçen beyliklerin bu lunmadığı , kul­
lardan oluşan bir ku ru m un devletin yürütme işlevini yüklendiği göz
önüne alındığında, ilk bakışta Osmanlı İm paratorluğu'nda optimum
dengeye çok yaklaşmış bir " Doğu Despotizm i31 "nden söz edilebi­
lir: Bu sistem , ideal olarak, yalnızca iki "toplumsal zümre"den oluş­
maktadır. Bir yanda yönetici ile hizmetindeki yürütme görevlileri; öte
yanda ise, yönetilen ler.
Halil İnalcık'ın belirttiği gibi:

Osmanlı düzeni iki temel sın ıfı içermekteydi. Bunlardan birincisi olan as­
keri, padişahın bir ber'atla, di nsel yetki ya da icra yetkisi tanıdığı kişiler­
den, yani saray ve askeri erkandan, devlet görevlileri ve ulemadan oluşur­
du. İkincisi olan reaya 'yı ise vergi ödeyen ama yönetime katılmayan bütün
Müslüman ve gayrimüslim teb'a oluşturuyordu. Reaya'nın "askeri"ye tanı­
nan ayrıcalıklardan yararlanmasına olanak tan ımamak, İ mparatorluğun te­
mel kurallarındandı. Bunlar arasında, yalnızca sınır boylarında savaşmış olan­
lar, bir de, belli bir süre düzenli bir dinsel eğitimden geçtikten sonra padi­
şahtan ber'atlarını alanlar, "askeri" sınıfına dahil olabilirlerdi.

74
Özetle, yalnızca padişahın kararı, kişinin toplumdaki konumunu belirle­
mekteydi.
Çöküş döneminde Koçu Bey ve diğerleri , reaya'ya yeniçeri ya da tımar
sahibi olma hakkı verilerek bu temel kurala uyulmamasının, İmparatorluk­
daki düzen bozukluğunun başlıca nedenlerinden biri olduğunu öne sürmüş­
lerdir. 32

Ne var ki, bu ikili modeli, Osmanlı İmparatorluğu için , ancak bir


" ideal tip" olarak değerlendirmek gerekir; önemi , devletin yasallık
kazanmış özelliklerini , yasal olmayanlardan ayırt etmekte kolaylık
sağlamasındadır. Tabakalaşmanın asıl nesnel boyutlannı görebilmek
için, kuralın yanısı ra, ku ral-dışı olanları da hesaba katmak gerekir
ki, bunların sayısı hayli kabarı ktı r.
Birincisi, İmparatorluğun belli noktalarda gerçek anlamıyla feo­
dal yapılar içermesidir. Öncelikle, daha başından, Osmanlılara kar­
şı savaşmaktansa, onlara katılmayı seçen Müslüman Türk beyleriyle
Bizanslı tekfu rları buna örnek olarak gösterebiliriz. Böylece Osmanlı
İmparatorluğu'nda Evrenosoğulları , Malkoçoğu lları, Tu rhanoğu lla­
rı gibi "Osmanlı'nın soylu savaşçı sınıfını oluşturan "dört köklü aile"
bulunmaktaydı.33 Savaşlarda ün yapmış kişilerce kuru lan bu aile­
ler, Orta Asya'dakine benzer bir "aristokrasi" oluşturuyorlardı. İmpa­
ratorluğun ku ruluş yüzyıl larında, bu aileler büyük toprakları dene­
timleri altında tutmakta ve yöneticilerin gözünde bile bir tür "soylu­
lar toplulu ğu" oluşturmaktaydılar. 34
İkincisi , Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüdükçe bünyesi içine al­
mak zorunda kaldığı ve Selçuklulardan artakalmış eski beyliklerdi.
Sözgelimi, Türkiye'nin doğusunda eski bir Türk beyinin soyundan
gelen Zülkadiroğulları, 1 7. yüzyıla kadar Osmanlı egemenliği altın­
da " kısmen özerk bi r aile hüküm ranlığının ayrıcalı kl arından" yarar­
lanmışlardır.35 Bosna'da ise, Çengiç Beylerinin kendi "kaleleri" , tı­
marları ve feodal ayrıcalıkları vardı.36 Bun lar ve benzeri birçokları ,
İmparatorluğun sınır boylarında yer alan savaşçı lar oldukları gerek­
çesiyle bu ayrıcalı klara hak kazandıklarını öne sürmekteydiler.
O halde, özetle, ku llardan oluşan bir merkezi yürütme mekaniz-
75
masının , İmparatorluğun, ikili modele uymayan bütün bu nitelikleri­
ni ortadan kaldırm ak için yoğun ve sürekli baskı uyguladığını söyle­
yebiliriz. Bu çekişme, Osmanlı toplumsal tarihinin başlı<;: a özellikle­
rinden biridir.37 Baskı altında bir hanedanın soylu luk kimliğini sür­
dürmenin bir yolu da, yeni bir korunmuş statü üstlenmektir. Beyşe­
hir' de Eşrefoğullarının geliştirdiği, ailenin en büyük o{llunun daimi
mütevelli durumunda bulunduğu dinsel vakıf ku rma taktiği bunlar­
dan biridir.38 "Yönetici kurum"un öteki üyeleri de, soylarından ge­
lenlere, lüks olmasa bile, rahat yaşayabilecek kadar bir gelir bıra­
kabilmek için benzer girişim lerde bulunmuşlardır. Bu gibi kısmen
özerk bir hanedandan ya da eski bir devlet adamının soyundan ge­
len kişiler Ayan ve Eşraf görünümündedirler ve bu yeni toprak soy­
lu ları türüne eski ayrıcalı klarının bütün tortuları sızmıştır. Ayan teri­
mi , 1 8. yüzyılda, mültezime karşı yerel çıkarları savunan ve zaman­
la kendileri de mültezim olan kişi leri nitelemek için daha dar bir an­
lamda, kullanılmıştır.
Üçüncü bir nokta, her zaman için bir aristokrasi oluşturma olası­
lığını içinde barındırmış olan "yönetici ku rum "un kendisidir. Böyle­
ce, savaş zamanında, merkeze , belli bir sayıda silahlı asker sağla­
ma karşılığı olarak kendilerine tımar verilen "feodal ordu " üyeleri ,
mukataalarını genellikle en büyük oğu llarına, bırakmaktaydılar.39
Yasal olarak, ancak yedi yıl boyunca savaşa katılmadıkları takdir­
de, tımarlarının ellerinden alınması sözkonusuydu ki, bu da oldu k­
ça zayıf bir olasılıktı.40 Buna karşılık marketi güçlerin çıkarları ne­
deniyle birçok tımarın geri alındığı da bir gerçektir. 1 7. yüzyılda mer­
kezdekiler, tımarları sipahilerin elinden alıp mültezime dağıtmaya
başlamışlardı. Böylece, sipahi de daha eski "soylu" ailelerin kalın­
tılarının doğal müttefiki oluyor"41 ve devletin tesviye siyasetinin mu­
halifleri arasında yerini alıyordu .
Babadan oğula geçen ayrıcalıkların kuşaktan kuşağa aktarılma­
sına ilişkin bir başka süreç , 1. Selim zamanında Yeniçerilere evlen­
me izni verilmesiyle başlar. Artık devlet, Yeniçerilerin oğullarına da
Yeniçeri olarak devlet görevlileri arasına katılma hakkı tanımaktan
yanadır. Bu, çığ gibi büyüyen ve ancak doğurganlık ve kurum içi
76
tutarlılık etmenlerinin denetlenmesiyle dizginlenebilecek olan bir so­
runun başlangıcı olm uşt u r.
İmparatorlukta kul-yöneticiler ku rumuyla omuz omuza var olan bir
ikinci tabakayı ulema oluştu ruyordu . Ulema, "yönetici züm re" için­
de yer alan tabakalar arasında "medeni haklar" açısından ayrıca­
lıklı bi r konuma sahipti . 42 Bu olgu , ulemaya mesleklerinin gizemli
boyutu eşliğinde, dışındakilere kapalı, adeta toplumsal bir kale gö­
rünümü vermekteydi. Ünlü ulema aileleri vardı. Bunlar, 1 8. yüzyıl­
da devletin "temel yasası "nı yorumlama becerisinin -ki ulemanın
denetimindeydi- fazlaca önemsenmeye başlanmasıyla sayıca art­
tılar ve durum larını pekiştirdiler. Öte yandan , " kul" yönetici kuru­
mun zayıflaması u lemayı daha da güçlendi rdi.43
Böylece, yekpare izlenimi veren resmi "zümre"yi gerçekte oluş­
turan ikincil tabakaları kısaca gözden geçirmiş bulunuyoruz. Bu mo­
dele daha bir açıklık kazandırmak için, bu zümre içinde yer alan pro­
fesyonel tabakaların yasal olduklarını, ancak a) bazı durum larda bir
tabakanın aşağı yu karı kapalı , babadan oğu la geçen bir kast'a dö­
nüşebildiğini; b) yasal olarak tanınmaya çok yakın bi r nokada yer
alan ve babadan oğula geçen bazı tabakaların bulunduğunu ve bun­
ların " ku ral-dışı" kabul edildiğini ; c) Osmanlı İmparatorluğu 'nda
"üst" tabakanın hem som ut, yasal bir yapı, hem de yasa-dışı , rakip
bi r yapı anlamını taşıdığını akılda tutmak gerekir.
Bu "resmi zümre' 'nin yanı başında yönetilenlerin oluşturduğu top­
lumsal zümre yer alm aktaydı. Bu rada piramidin alt yarısı da yekpa­
re bir yapı deği ldi. En azından iki tabakadan söz etmek mümkün­
dür: Tüccar/esnaf ve köylüler. Ancak, daha sonra da belirteceğimiz
gibi , bu iki tabakanın yönetici zümreden hoşnut olmayışları , ikisini
tek bir zümre olarak ele alabilmemizi sağlayacak bir görüş birliğin­
de olmalanna yol açıyordu. Tüccarlar, bir zamanlar İmparatorluk için­
de önem li bir tabaka oluştu rmuşlardı. Dünya ticaret yollarının de­
ğişmesi bunlardan çoğunun iç ticarete yönelmesine ve girişim leri­
nin önemli oranda azalmasın a neden oldu . Zaman la, zanaatkarlar
sınıfından, yani esnaftan , farklı hiçbir özellikleri kalmadı.44
Esnaf, [bu hiyerarşi içinde] köylüden daha üst düzeyde, ancak,
77
" resmi zümre" den tümüyle ayrı bir eksen çevresinde yer almaktay­
dı.45 Heterodoks [resmi dinden sapan) akımlara açıktı: resmi züm­
reden hem daha heterodoks, hem de daha dindardı. Öte yandan ,
varoluşu devletin izlediği devletçi ekonomi siyasetinin insafına kal­
mıştı; karşılaştıkları ekonomik engel ler bu tutum karşısında m uhalif
olarak birleşmelerini kolaylaştırıyordu . Başkentteki halk ayaklanma­
ları çoğu kez, saray görevlilerinden hoşnut olmayanlarla esnaf ve
yeniçerinin ittifakı sonucu patlak verirdi.46
Nihayet, en alt sırada, köylü yer almaktaydı. Devletin, u lu sal geli­
ri artırmak için sağlıklı bir ekonomik siyaset izlemek yerine yürürlü­
ğe koydu ğu özel vergi uygulamalarının yükünü en ağır biçimde sır­
tında taşıyan kesim , köylülerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun tabakalaşma bağlamında yapısal öğe­
lerinden biri de, birincil gru pların sü rekli etkisidi r ki , bundan bazen
Osmanlı yapısının " korporatif" Özel liği olarak söz edi lir.47 Bu özel­
lik şöyle tanımlanmıştır.

Yönetici sınıf, padişahın teb'asının oluşturduğu sınıflardan yalnızca bir ta­


nesidir. Buna karşı lık, yönetilenlerin hepsi esnaf loncaları. . . gibi ku rumlar­
da örgütlenmişlerdi. Yönetilenler, devletten, hatta padişahtan da öte, asıl
bu kurumlara sadakatle bağlıydılar. Loncalar el bette ki temelde kent köken­
liydi. Bazı yörelerde çiftçi loncaları bulunmakla birli kte, genel olarak kırsal
kesimde köy kurulları, ya da -göçebeler sözkonusu olduğunda- aşiretler
bu görevi yüklenmişlerdi . Ancak, bütün loncalar, köy ve aşiret kuralları ye­
rel yöneticiler ıarafından denetlenmekle birlikte, azımsanmayacak bir özerk·
liğe sahiptiler. Kasaba ve köylerin genellikle kapalı ekonomik birimler ol·
malarının da pekiştirdiği bu özerklik, İ mparatorluk leb'asının yarı-bağımsız
birçok birime bölünmesine yol açıyordu. 48

İmparatorluğu gezen Avrupalı lar, yu karıda an latılan sistem-içi ve


tabakalar-arası aşağıdan yu karı akışkan lığı , kendi sistem lerine kı­
yasla, yüksek bir düzeyde buldu klarını hayretle ifade ediyorlardı. Za­
man la, " ku l sistem i" bozu ldu kça ve liyakat , yükselme için bir ölçüt
olma niteliğini yitirdikçe, bu akışkanlık azalmıştır; ancak, başarı öl-
78
çütünün uzun geçm işinden kaynaklanan eşitlik duygusunun ve
onunla birlikte akrabalık bağları üzerine temellenen korporatif örgüt­
lenme türünün bütün sisteme yaygınlaştığı kesindir.49
Böylece sıra, açıklanan yapının içerdiği "öznel" öğeleri inceleme­
ye geldi .

3. Toplumsal Sınıfların Osmanlı Modelleri

Sınıf ilişkileri imgesinin [modelinin), Türklerin Sasanilerden dev­


raldıkları iki önemli öğeden biri olduğu hatırlanacaktır. Bu imgeyi
oluşturan temel öğelerse , Aristoteles' in Politika'sından aşağıya ak­
tardığımız şu alıntıda bulunabilir:

Devletler de, sık sık gözlemlediğimiz gibi , bir tek değil , pek çok ôğeden
oluşur. Bun lardan biri besin üretimiyle uğraşan kesim, ya da tarımsal sın ıf­
tır. Mekanik sınıf adın ı alan bir ikincisi, çeşitli sanat ve el becerileriyle uğra­
şan kişilerden oluşur ki , ivedi gereksin imleri karşılamanın yanı sıra, iyi bir
yaşam sürdürmenin koşulu olan refah gereçlerini de üreten bu sınıfın yok­
luğunda kentler var olamaz. Bir üçüncüsü, pazarlamacı sınıf olarak adlan­
dırılabilir ve alım-satım işleriyle, tüccar ya da perakendeci olarak uğraşır­
lar. Dördüncü öğe, tarımsal kesim işçilerinden oluşan köle sınıfı, beşinci de
savunma gücüdür . Eğer bir devlet saldırganların kölesi olmak istemiyorsa,
sonuncusu, önceki dört öğeden daha az önemli sayılmamalıdır . . .
Burada, Platon 'un Devlet'inde, devleti oluşturan öğeler dökümünün ze­
kice olmasına karşılık yetersiz kalışının nedeninin işte bu olduğuna dikkati
çekmek isteriz . . . Nitekim savunma gücünü oluşturan öğeden , a ncak çok
dah a sonraki bir aşamada; kentin toprakları genişleyip komşu topraklarla
teması sonucu savaş olasılığı ortaya çıkınca, söz edi lir. Platon 'un ilk ken­
tinde dışarda bıraktıkları bununla da kalmaz. İlk dört öğenin -ya da kuru­
luş için gerekli öğelerin sayısı her neyse- adalet dağıtımından sorumlu ve
neyin "adil" olduğunu saptayan bir yetkeye gerEi'ksinmesi olacaktır. Eğer
zi hnin, canlı varlıkta, bedenden daha önemli bir bölüm olduğunu kabul edi­
yorsak, aynı biçimde, devl etin de zihne benzer bölümlerinin, bedensel ge-

79
reksinmelerini karşılayan bölümlerden daha önemli olduğunu kabul etme­
miz gerekir; ve de zihne benzer bölümler derken, askeri kesimden , adale­
tin yasal olarak örgütlenmesiyle ilgili kesimden ve (ekleyebiliriz) siyasal an­
layış yetisi gerektiren enine boyuna düşünme işlevini üstlenen kesimden
söz e tmekteyiz . . . Yedinci öğeyi devlete mal varlıklarıyla katkıda bulunan zen­
ginler oluşturur. Sekizinci öğe, devlete hizmetle görevli memurlardır. 50

İmdi, bir statü hiyerarşisi içinde yer aldıkları gibi, tabakaların bir­
birlerine bağımlılıklarını da vurgu layan bu tür bir tabakalaşma mo­
delinin , Osmanlı gerçekliğiyle pek bağdaşmadığı besbellidir; ancak,
bu modele hayli hayranlık duyan Osmanlı aydın ları küçük ekleme
ya da çıkartm alar yaparak bu betim lemenin çeşit lemelerinden ya­
rarlanm aya çalışmışlardır.
Bu yolla elde edilen modellerden özellikle ikisi dikkate değer. Bun­
lar, ıslahatçı ve devlet adamı Koçu Bey ile bürokrat ve yazar Katip
Çelebi'nin önerileridir.
Koçu Bey üç "sınıf"tan söz eder: sı radan vatandaş (reaya) ule­
ma ve askeri sınıf (seyfiyye). Bu sonuncusu , İnalcık'ın askeri sı nıf­
lamasına koşuttur. 51 İmparatorluğun seçkinler ve halk kitlelerinden
oluşan iki tabakasına ilişkin resmi ideolojisine en çok bu kadar yak­
laşabi liyoruz. Ulema'ya özel bir köşecik ayrılmış olmasını, din adam­
larının İmparatorlu k içindeki ayrıcalıklı konumu ile açıklayabiliriz.
Koçu Bey'in bugün "mesleki tabakalar" olarak tanımlayabilece­
ğimiz toplulu klardan " sınıf" adı altında söz etmesini, dilsel bir kul­
lanım farkıyla açıklamak yanlış olur; tam tersine bu, Osmanlı impa­
raıorluğu ' nda var olan tabakalaşma bilinci konusunda bize önemli
bir ipucu vermektedir. Tarihçiler, tabakalaşma bilincinin , resmi gö­
revlilerin alt-tabakalarının bi linci biçiminde ideolojik olarak kalıplaş­
tığına işaret etmişlerdir. 1 7. yüzyı lda toplumsal mücadelelerde rol
alan kişilerin kendi konumlarını belirlemek için "yeniçerilik şuu ru " ,
"ku l lu k şuu ru" gibi deyim leri ku llanmaları b u yüzdendir.52

80
4. Osmanlı lmparatorluğu'nda "Sınıf" Bilinci

O halde, diyebi liriz ki, Avru pa'da feodal düzenin çöküşü ve çağ­
daş kapitalizmin yükselişine bağlı nesnel ve kayıtlı mücadelelerin ,
öteki sonuçların yanı sıra, sınıf bilincinin Avrupa tarihinin bir öğesi
olarak yerleşmesine yol açmasına karşılık, bu rada, yönetici sınıfın
öğeleri arasındaki (tımar sahipleri/" kul" yöneticiler; yerel eşraf/as­
keri) mücadele, doğası gereği, rol alanların bilinçlerinin başka bir
eksende yoğu nlaşmasına yol açmıştır: bir yanda askeri, onun kar­
şısında ise muhalifleri yer almıştır. Daha soyut bir biçimde ortaya
koyarsak, diyebiliriz ki , siyasal iktidarın yalnızca padişaha ve yürüt­
me mekanizmasına ait olduğuna ilişkin Osm anlı görüşünde ortaya
çıkan sapma, Osman lı İmparatorluğu 'nda tabakaların siyasal nite­
likli olduğu görüşünü doğu rmuş, siyaset oyunu da "ya hep ya hiç"
ilkesinde somutlanmıştır: kişi , tanımı gereği , ya tepede olacak ya
ezilecektir. Bu tabakaların belirginleşmesi, Avrupa'da m al ve hiz­
met üretim ve dağıtım ını üstlenen tabakaların belirgin leşmesine te­
kabül etmektedir.
İkincil bir farkındalık, resmi zümrenin ara-tabakalarına özgü olan­
dır.
Koçu Bey' in betim lemesinde tüccara ya da esnafa ayrı bir yer ve­
rilmemiştir. Bu rada, Koçu Bey kendisi gibi Enderun 'da yetişmiş ve
Osmanlı Toplumunun ikili görünümü öğretilmiş öteki yorum cular ta­
rafından da yinelenecek önemli yanlışa düşmektedir. Aslında esnaf,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osmanlı Toplumu içindeki statüsünün
bilincindeydi . Bu bilinçlilik, devletin , t üccara kıyasla daha sıkı de­
netlediği esnaf arasında daha önemliydi . Yetkililer esnafa hiçbir za­
m an gelişme olanağı tanımamışlardır. Loncalar halinde örgüt lenmiş
olmalarına rağmen bun ların etkinlikleri, devlet tarafından iyice kısıt·
lanmıştır. Kentli sivil halkın (burgher) denetimindeki Ortaçağ Avru ­
pa'sının belediye ku ru luşlarının Osman lı 'da karşı lığı yoktur ve lon­
caların iç denetleme mekanizması dağını k 'Je düzensizdir. Yönetici
kurumun kültürel tepeden bakmasından kaynaklanan gocunma ise,
ekonomik hoşnutsuzluk eşliğinde kolayca ayaklanmalara dönüşe-
81
bilmekteydi. Sözgelimi, ileri görüşlü bir sadrazamın çağdaşlaşma
girişim lerine karşı ilk başkaldırı olan Patrona İ syanı'nda (1 730), es­
naf bilinci çok önemli bir rol oynamıştır. 53
Öyleyse, esnaftan ancak çekirdek halinde bir toplumsal sınıf ola­
rak söz edebiliriz. Ne var ki, tarihsel gelişmeler esnafın serpilip tam
anlamıyla bir Osmanlı toplumsal sınıfı olarak ortaya çıkmasına izin
vermeyecektir.
Her ne kadar Koçu Bey esnaf ve tüccarı yasal birer tabaka olarak
kabul etmiyorsa da, Enderun çıkışlı olmayan çağdaşı Katip Çelebi,
Koçu Bey ' in sözünü ettiği tabakaların, tüccarla birli kte imparatorlu­
ğu taşıyan "dört direk"i oluştu rduğuna inanıyordu.54 Sonuç olarak,
Aristoteles modelinin en gerçekçi uyarlaması, Osmanlı gezgini Ev­
liya Çelebi ' nin Türk şehirlerini betimlemesinde ortaya çıkar. Evliya
Çelebi Trabzon 'u şöyle anlatır:

Şehir sakinleri eskiden beri yedi sınıfa ayrılmıştır. Birincisi yiice ve guçlü
beyler ve beyzadelerdir ki, samur astarlı, görkemli harmaniyeler giyerler.
İ kincisi ulema ve din adamlarıdır; durumlarına uygun giyi nirler ve ba{lışlar­
la yaşarlar. Ü çuncusü deniz ve kara yoluyla Ozakof'la, Kazakistan, Ming­
relia, Çerkezistan , Abaza ve Kırım'la ticaret yapan tuccarlardır. Kumaştan
feraceler [genellikle çuhadan yapılan, yakası dik, kolları bol, geniş üstlük)
ve kontoş denilen dolamalar [cübbemsi bol ceketi giyerler. Dördüncu za­
naatkarlardır. Ferace ve boğası [bir !Ur patiska) giyerler. Beşinci Karade­
nizli kayıkçılardır . . . Altıncısı ba{lcılardır. . . Yedincisi balıkçılardır ki, binlerce
kişi bu adla anılır. 55

Öte yandan , Evliya Çelebi İstanbul'un Asya yakasındaki Üsküdar


semtinden söz ederken gözlemlediği yapıyı şöyle anlatır:

Askerler [Burada, askeri deyimi "askerler" olarak çevrilmiştir ki, yanlış­


tır. Doğrusu "yönetici kurum" uyesi. Ş . M .) ilk sınıfı ol uştururlar; sırma işle­
meli zengin giysiler içinde dolaşırlar. Diğer sınıflar, bahçıvanlar [bostancı­
lar?), ermişler, dilenciler, kayıkçılar ve tüccarlardır: herbiri olanakları ora­
nında dolamalar ve kumaştan feraceler giyerler. 56

82
Görqlüyor ki , taşradaki "soylu lar" başkent bürokrasisinin göz yum­
duğu oranda var olabi lmektedirler. Anadolu'ya ilişkin diğer gözlem­
lerinde Evliya Çelebi'nin gezileri sı rasında ziyaret ettiği kişiler, ba­
sit bir tabakalaşma düzeni içinde yer alırlar. Evliya, önce, eğer var­
sa, merkezi hükümetin yerel temsilcisini , sonra tımar sahibini ve/ya
da yeniçeri subayını, ardından (bazen hanedan sahipleri57 olarak
nitelediği) ayan ve eşrafı , nihayet resmi görevlilerin sırtından geçi­
nen ulema'yı , şairleri ve boşgezenleri ziyaret eder. Evliya'nın ziya­
retleri her gezisinde bu sırayı izlemez; çünkü kendi dostlarına ön­
celik tanır. Ancak, genelde bu sıra, çai;jdaş Türk taşra şehirlerinde­
ki duruma büyük benzerlik göstermektedir. Bu ralarda, sıradan bir
gözlemle bile, vali başta olmak üzere protokolda, sivil meclis üye­
.•

lerinin yerel askeri görevliyle yan yana oturduklarını, öğretmene vi­


layet memu rları arasında önemli sayılabi lecek bir yer verildiği ni, kı­
sacası Evliya Çelebi'nin çizdiği tabloya çok yakın bir görüntüyü bul­
mak mümkündü r. Ancak, bugün, ayan ve eşrafın protokolda resmi
bir yeri yoktur: ve ötekilerle birlikte bulunmaları -ki çok enderdir­
ancak bürokratik bi r görevleri olduğu takdirde söz konusudur.
Köylüler arasında tabaka bilincini oluşturan öğeleri ele almadan
önce tabakalann kesinlik kazanmasına önemli katkısı olan son bir
yapısal etmenden söz etmek gerekecek.
İmparatorluk'taki tabakalaşma psikolojisinin ayırt edici bi r özelli­
ği de, yönetici sınıf üyelerinin "herkesin kendi yerini bilm esine58"
verdikleri önem ve gösterdikleri özendir. Bu , özellikle , sözgelimi, belli
bir meslekten olan ların zanaatlerini beli rleyen bir işaret taşımaları ;
ya da belli bir "millet"in üyelerinin ayırtedici giysiler içinde dolaş­
malarını; ya da alt sın ıfların seçkinlerce giyilen kıyafetleri giymeme­
leri gibi konular üzerinde ısrarla durulması biçiminde ortaya çıkar.59
Bu tür "harcam·ayı kısıtlayıcı yasalar" , Ortaçağ Batı Avrupa'sının da
toplumsal özelliklerindendir. Bu , orada, merkezi otoritenin, lüks sa­
yı lan harcamaları denetlemesi biçi minde görülür. Ancak, aşırı har­
cam ayı önleyici yasalar, her zaman ve her yerde, bir sınıfın bir baş­
ka sınıfa özgü statü sem bollerini temellük etmesini engelleme işle­
vini de üstlenmiştir.60
83
Bu tür yasalar, Çin'de olduğu gibi, Osm anlı İ m paratorluğu'nda da,
"ekonomik gücün ku llanımının, zenginliğin, tüketim hakkının tek be­
lirleyicisi olamayacağı biçimde kısıtlanması"61 amacını taşımaktay­
dı.
Harcamaya ilişkin kurallara Osmanlı'nın özellikle mekanik bir bi­
çimde yaklaşması, " kast" kökenli bir görüşün izlerini taşır. Ancak,
bu tutumun kaynağını başka yerde aramak daha doğru olur: Türk­
lere özgü toplu msal düzenlerde baba-yan lı akrabalık ilişkilerine ola­
ğanüstü önem verilmesinin bu nda rolü olmak gerekir.
Bu anlayış temelde , her oymağı n belli bir p rotokola göre yerinin
belirlendiği bir oymak düzeni içinde ve her oymak üyesinin ötekiler­
le olan ilişkisini, sürekli aklında tuttuğu bir şecere haritasına göre
ayarladığı bir akrabalık düzeni içinde yerli yerine otu rmaktadır. Çok
mümkündür ki , "herkesin kendi yerini bilmesi" ; herkesin ailesinin
uzantısını akrabalarının hangi köyden, hangi soydan , hangi oymak"
tan , hangi oymak top lu luğundan, hangi il ya da hanlıktan geldiğini
kesin kes bilmesi zoru nluluğunun Kavramsal düzeyde bir kalıntısı­
dır. Bu d a, İmparatorluğun yapısal özelliklerini d aha da karmaşık­
laştıran bir başka öğedir .
Şimdi artık köylüler arasında tabaka bilincini incelemeye geçebi­
liriz.
Osmanlı İmparatorluğ u ' nun ekonomik yapısının en katı ekonom ik
ve siyasal denetim yapılarını içeren "devletçi" bir yapı olduğu ger­
çeği , Anadolu 'da köylülü k bilincinin ne oranda geliştiğini an lama­
mıza yardımcı olacak bir ipucu verecek ve aynı zamanda da, kim li­
ğini ancak feodal lordun çı karlarına muhalefet etmekle bu lan Avru­
pa köylüsüyle yapılacak kıyaslamalarda bir başlangıç noktası ola­
caktır.62
Türkiye'de yerel eşrafın ettiği kötülükler ve köylünün bunların elin­
den çektikleri konusunda son zam anlarda çok şey yazıldı. Bunları
yazan lar, Osmanlı İmparatorl uğu'nun son üç yüz yıllık çöküşü bo­
yu nca Türk köylüsünün içine düştüğü durumla, Avrupalı serf ara­
sında koşutlu klar bulmaya çalıştılar.63 Ancak, kanıtlar biraz daha
dikkatle incelendiğinde -eğer bu sav doğruysa- neden Türkiye'-
84
de köylülerin kaleleri ateşe vermedikleri, Fransız İhtilali sırasında gö­
rü len türden köylü isyan larına girişmedikleri ve Rus köylülerinin
"kara" bölünme taleplerine benzer olaylara rastlanmad ığı açıkla­
namamaktadır. Evet, Türkiye' de " köylü ayaklanmaları"nın varoldu­
ğunu öne süren M arksist önerme , biçimsel olarak, doğrudu r.64 An­
cak, bu ayaklanmaların n ası l , neden ve hangi koşu llar altında orta­
ya çıktığı çok başka bir konudur. Celali İsyanları olarak anı lan ayak­
lanmalar, aslında köylü ayaklanmalan değil , kendilerine hakları olan
topraklar verilmediği gerekçesiyle hoşnutsuzluk duyan küçük top­
rak "soyluları " tarafından başlat ı lmıştı r. Bu sipahiler, sipahinin ye­
rini alan mültezimin zorbalığından kaçan köylüyü de kendi safları­
na almışlardır. Böylece oluş\u rulan çeteler yerel tımar sahiplerinin
değil, iktidar merkezlerinin üzerine yürümüşler; yerel toprak sahip­
leriyle değil, devlet gücünün temsilcileriyle savaşmışlardır. Bu ayak­
lanmalar bazen başka bir biçimde de ortaya çıkmaktaydı: Askeri hiz­
met karşılığında i kta edilen topraklar üzerindeki klasik tımar düzeni
değişmeye başlad ı kt an ve muhalif bir güce dönüştükten sonra, Ana­
dolu 'da hüküm sü ren genel ekonomi k kargaşa, oralara gönderilen
Osmanlı devlet görevlileri arasında, yönetimden hoşnut olmayanla­
rı kendi saflarına çekerek, padişahtan belli bir siyasal güç kopara­
bilecekleri inancına yol açmıştı . Bu tür başkaldırılar genellikle eski­
den köylü statüsünde olup da sonradan eşkiyaya dönüşen gruplar­
la gerçekleştirilmekteydi. "Gerçek" köylüler ise. gerek isyancıların ,
gerekse hükümetin savaş giderlerini karşılamak durumunda kalıyor­
lardı. Abaza Paşa İsyanı65 bu tür ayaklanmalardan biridir.
Bir üçüncü ve benzer hareket , Osmanlı devlet görevlilerine tanı­
nan toprağı tasarruf hakkının kısa süreli oluşundan ve bazı memur­
ların u laşılması zor yörelerde kendi adlarına talana kalkıp, zaman la
affa uğrayacakları u m uduyla bu sü reyi uzatma çabalarından kay­
naklanıyordu.
Bu gibi duru m l arda ortak payda ve ayaklanmanın temel nedeni,
sipahi düzeninin bozulmuş ve sipahilere "haksızlık" edi lmiş olma­
sıydı. Tipi k köylü ayaklanm alarında Osmanlı köylüsünün başı çekti­
ği savı açısından ayrıca ilginç olan nokta, başkaldırının başlangıç
85
aşamasında, bu hareketlere önderlik edenlerin hep resmi bir ünvan
sahibi, devletçe atanmış kişiler oluşlarıdır.66 Daha da ilginci, elebaş­
ları, eğer devlet görevlisi olduğunu kanıtlayamazsa, hiç kimsenin
onu n yanı sıra ayaklanmaya katılmaya yanaşmamasıydı.67 "Yöne­
tici ku rum"un bu eski üyeleri , böylece devlet görevlisi iken sahip
oldu kları ayrıcalıklar kendi lerine yeniden tanınıncaya kadar direne­
bilmek için halkı baskı altında tutmaktaydılar. Resmi görevliler ara­
sındaki düşm an lık ve iktidar kavgasının neden olduğu bütün bu kar­
gaşa ve gürültünün , köylüler arası nda " resmi" olan her şeyden nef­
rete yol açtığı sonucunu çıkartabiliriz. Öte yandan , ayan ve köylü
aynı safta birleşmekteydi: Çünkü aralarındaki ayrılıklar, resmi siya­
sete m u halefet konusundaki ortak yan larına kıyasla önemsiz kalı­
yordu.
Toplumsal çatışmanın türü ve bunun köylülük kim liğinin oluşma­
sı üzerindeki etkisine ilişkin genel bir saptama d a, bütün bu çatış­
maların altında yatan temel sorun toprak tasarrufunun güvenceli/gü­
vencesiz ikilemi içinde bulunuşudur. Osmanlı devletinin varlığını sür­
dürebilmesi, toprağı tasarruf edenin güvencesiz olması öğesine da­
yanm aktaydı.68 Bel li bir yetki sahibine, bu yetkiyi elinde çok uzun
süre tutmasına izin verecek kadar güvenmemek, Osmanlı hükümet
biçiminin en güçlü gizil ilkesiydi. Köylü pek de ileri görüşlülük ola­
rak nitelenemeyecek bu tutumun nimetlerinin farkındaydı; özellikle
toprak tasarrufu konusundaki güvencesizlik daha da arttığında bu­
nun bir hayli yararını gördü.
Bugün bile birçok yerleşik ailenin , resmi görevlilerin tersine, "buy­
rukları altında bulunanları limon gibi sıkmam aları"69, köylülün ken­
di saflarında kalmasının neden lerinden biridir. Bu , özellikle, Celali
İsyan larına karışmamış sipahi ai leleri ile yerel servetleri resmi gö­
revlerden değil, yerel mülk sahibi olmaktan kayn aklanan kişilerce
ku ru lmuş eşraf aileleri için geçerlidir.

86
5. Onsekizinci ve Ondokuzuncu Yüzyıllardaki Gelişmeler

Buraya kadar incelenen durum, İmparatorluğun parlak dönemi­


ne ilişkindir. Kabaca denilebi lir ki, Osman lı devletinin yıldızının sö­
nüşüne, bir feodalleşme ve yerel toprak sahiplerinin güçlenme sü­
reci eşlik etmiştir. Çöküş döneminde bu d urumu karmaşıklaştıran
iki yeni etmen ortaya çı kmıştır. Bunlardan birincisi , yerel güçlerini
yeterince sağla� laştırdıklarında, geri çağrılma, tayin ya da rütbe ten­
zi li halinde, makam larından ayrılmaya niyetli olmadıklarını merke­
ze ima etmeye başlayan devlet görevlileri, yani yönetici ku rum üye­
leridir. Bu durumda merkez, taktik gereği , bu makamlarda sürekli
olarak kalma hakkını onlara bağışlam a yoluna gidiyordu. Tasarruf
hakları böylece daha güvenceli hale getirilen bu görevliler, vergi top­
lama konusunda öteki devlet görevli leri kadar acımasız d avranmı­
yor, köylünün ve yerel halkın desteğini kazanıyorlardı. 70
Bir başka gelişme, ayan ve eşrafın, arabulucu luk işlevini yüklen­
meye başlamasıydı; artık bunlar, taşradaki vergi yükümlüleri ile mer­
kezce atanmış gözü doymaz mültezimler arasında tampon görev;ni
üstlenmişlerdi. Böylece, vergi yükümlülerince seçilen ayanın , vergi
toplayan görevlilerle on lar adına yüz yüze geldiği ve alınacak vergi­
nin belirlenmesi sırasında yükümlü leri savu nduğu bir sistem geliş­
ti. 71
Merkezi otorite giderek zayıfladığı için, derebeyler konusu nda ol­
duğu gibi bu duru mda da kendi &iyasetinin uygu lanmasını sağlamak
için ayanla işbirliği yapmak zorunda kalıyordu.72
Ancak, kültürün yönetenle yönetilen arası ndaki iki liği yansıttığı ve
bir ara-tabakanın bulun madığı bir toplumda, ayan gibi aracı bir sını­
fın yasallık kazanm ası ya da kalıcı olması düşünü lemez. Ayan da,
son hasapta, gücünü devletin kendisine tanıdığı ayrıcalıklardan al­
makta ve egemen rolünü büyük bir hevesle üstlenmekteydi. Böylece
ayan da talana katıldı, on lar da kendi lerine bağımlı olan ları bunalttı­
lar ve resmi sınıfın görenekleri ve dünya göfüşüyle Özdeşleştiler. Ge­
ne de, alt sınıflar için ayan , ancak resmi görevli olduğu sürece ve
yöneticilerin d avranışlarını benimsediği oranda " kötü" olm uştur.73
87
Bu incelemenin son bölü m ü n de d u ru m u n 1 9 . yüzyı lda da değişme­
diğine ilişkin kanıtlar yer a l m a kt a d ı r . Kitleler için e n korku l u umacı ,
her zam an , resmi göre v l i l e r o l m u şt u r .
Merkezi otorite . h a k l ı o l a ra k d e re b eyl er i v e ay a n ı kendi varolu­
, ,

şunu sürekli tehdit e d e n ö ğ e l e r o l a rak görm e kt e yd i . Derebeyıeri ve


ayan , imparatorluğun ıdeaı yapısına aykırı , yasallık dışı öğeler ola­
rak kalmıyor, bu durum larını alaycı bir aldı rm azlıkla da karşılıyorlar­
dı. "Yönetici ku ru m " u n dürüst ve ıyi nıyetli üyeleri çözülmeyi hazı r­
layan etmenlere d u yu lan o e s ki korkunun etkisiyle, ilk dönemlerin
güçlü yönetimini geri getirmeye kararlıydılar. Böylece, Osmanlı İmpa­
rat orl u ğu ndaki çöküşü d u rd u rm ak ısteyen " ıslahatçı" padişahlar bile
'

Avrupa'ya özgü si lahlan m a ve örgüt lenme yöntem leri n i n benimsen­


mesi için çalışmakla yet i n m iyo r . Av r u p a' d aki ç ağdaş , merkeziyetçi
yönetim uygu lamalarıyla da ya kında n ilgileniyorlardı . Bu yüzden , en
başarıl ı ısl a h atç ı l a rda n i l . M ah m u d ' u n ( 1 807- 1 839), aynı zamanda
en acım asız sal d ı r ı l a rı n ı ayan ve d e rebey ıerine yöneltmesine şaş­
mam ak gerekir.74 Ancak, i l . M a h m u d m e rkezi yö n e t i m i n yasal çer­
çevesini yeniden ku r m ayı b aşarırken , öte yanda, yönetime ilişkin
gündelik soru nların çözüm ü gene eşraf ve ayanın desteğine bağım lı
ka lmakt ayd ı . 75 1 9 . yüzyı lda, iktidar merkezindeki tabakalaşma gö­
rünümüne, d u rumu karm aşıklaştıran yeni öğeler eklendi. Artık bü­
rokratlar, "ku lluk" statülerini reddetmekte, siyasal i ktidarın dizgin­
lerini ele geçirip çağdaşlaşma hareketinin önderliğini üstlenrtıektey­
diler. Bunlar, İmparatorluğa, kişi haklarının korunmasına ilişkin , Batı
kökenli kavram lar getirdiler. Ancak, bu girişimler yakından incelen­
diğinde, yeni yeni ortaya çıkmakta olan çağdaş bürokrasinin , aslın­
da kendi haklarını belirlemek ve korumak peşinde olduğu açıkça gö­
rülür. 76 Çağdaş Türkiye' nin toplumsal ve ekonomik temelini atan da
bu tabaka olacaktır. Bu tabakanın daha önceleri kendisine bağımlı
olan yönetim mekanizmasını n yaşam ve geçim koşu llan üzerindeki
denetimi azalmak zoru nda kalm ışti; çünkü yönetime ilişkin yasalar,
hiyerarşinin alt basam aklarında yer alanların haklarını düzenleme­
ye başlam ıştı. Öte yandan , bu yenilenen Yönetici Kurum'un üst ka­
demelerindekiler. artı k , yasal olarak korunmuş ve varislerine bı ra-
88
kabilecekleri servetler edinmeye b aşlamışlard ı . Bunların çoc u kları
çağdaş eğitim ve yabancı dif öğrenme olanaklarından da yararla­
nabilmekteydi . Böyleli kle de bir sonraki kuşak, u lemadan da daha
"billu rlaşmış" ayrıcalıklı bir statü sahibi ol arak hayat a atı labilecek­
ti. Bu du rum da başkentte bi r bü rokratik soylular çeşitlemesi ortaya
çı kıyordu . Bu gelişmeler, daha geç ve daha az olmakla birlikt e , as­
kerlik mesleğini de etkiledi. " Ku rulu düzen"in içinde başlıca tek bir
değişiklik söz konusuydu: ıç çatışma, bir kez daha, sivili, yı ldızı sön­
meye başlayan askerle karşı karşıya geti riyordu ki, bu da yön et i c i ­

likte ve mali kon u l arda uzman lığın öneriı kazandığına işaretti .


Öte yand an , bu harekete katılam ayan köklü ulema aileleri çök­
meye baş lad ı . Bu aileler ayrıcalıklı durumları nı , ancak, şer'i huku­
kun yanı sıra, medeni hukuk eğit im inden de geçerek ve şer'i hu­
kukla birlikte Batılı medeni h u ku k bi lgisi de gerekti ren yeni sivil mah­
kemelerde yargıçlık gibi meslekler edinme yoluyla Tanzimat'ın bü­
rokratik mekanizması içinde yer alarak ko r u yabi lm e kteydi ler .

Tüccar ve esnaf ise, bu dönemde , kapitü lasyonlar gereği Avrupa


endüstri ve ticaretinin rekabetiyle karşı karşıya kalan , bu nedenle
de oluşamadan çökmeye başlayan çekirdek halindeki sınıflardı. Bun­
ların merkezi otoriteye kp.rşı duydu kları hoşnutsuzluk sürmekte, özel­
likle de, ender olarak ön lerine çı kan ekonom i k genişleme fırsatları ,
gelir peşindeki yönetim tarafından engellendikçe kendini belli etmek­
teydi. Sözgelimi, tütün satı şl arınd a tekeli.eşme zorunlu tutulduğun­
da77 ya da küçük el tezgahları Avrupa' dan ithal edilen mallarla ya­
rışamaz hale geldiğinde78, bu hoşnutsuzlOk iyice açığa çıkmaktaydı.
Bütün bunlara rağmen, tabaka bilinci geleneksel çizgiler içinde
kalm aya devam etm iştir. Yöneten ve yönetilen b i rb i rle r iy le sürekli
boy ölçüşür olma konu mlarını koru mu şlardır. Batı 'nın etkisindeki ay­
dın ların başlatmayı başardıkları protesto h areketleri bile, merkezi bü­
rokratik mekanizmaya yöneltilmiştir. Genç Osm anlılar hareketi bu­
na bir örnek olarak göste ri lebi lir . On ların arpıl ları olan Jön Tü rkler
de 1 890'daki sü rgün yılları boyunca aynı tutumu sürdürm üşlerdir.
Taşraya gelince, Osmanlı'da tabakalaşmaya ilişkin en önemli de­
ğişiklik, devletin çoğunluğuna sahip olduğu İmparatorluk toprakları
89
üzerindeki mülkiyet hakkını tasfiye etmeye başlamasıdır. Bu deği­
şiklik, zaten, zorla el koyma ya da devlet görevlilerinin kendilerine
bağışlanan miri topraklan [üzerinde mutlak mülkiyet hakkına sahip
olunan] mülk'e dönüştü rmeleri biçiminde önceden başlamış bulu­
nuyordu.

"Ondokuzuncu yüzyılın başında mülk sahipliğinin artması iki ana kaynak­


tan beslenmekteydi. Birincisi , miri toprakların, hükümetçe, hazine açığını
kapatmak amacıyla mülk olarak; ikincisiyse, mukataanın, alıcıya çok geniş
hak ve yetkiler tanınarak, açık artırma yoluyla satışa çıkarılmasıydı [iltizamj .
"Kaldırılan tımar toprakları n ı n yeni mülk sahibi sınıfın eline geçişi, çoğun­
lukla bu tür satışlarla olmuştur. i l . Mahmud ve onu izleyenler döneminde
bu tür satışlar çok sık görülmektedir. Kendisine ' 'tapu temessükü"adı altın·
da bir belge verilen alıcı, kuramsal olarak, yasal özel mül kiyet hakkına sa­
hip değildi; ancak geli rlerin kirasını tasarruf edebilirdi . Oysa, gerçekte, la·
sarruf hakları sürekli olarak uzatılır ve onaylanırd ı ; Tanzimat döneminin ta­
rım yasalarının çoğundaki eğilim de, tasarruf hakkını, özel mülkiyetten pek
az farkı olan bir hakka dönüştürmekti. Devir ve kayıtlara ilişkin yönetmelik·
lerde yapılan değişi klikler, tapu temessükü be)gesinin değerini artırmakta,
bu belge giderek tapu senedine dönüşmekte, öte yandan yasalar ard arda
oğull ar, kızlar ve diğer akrabalara miras hakları tanınması yönünde değişti­
rilmekteydi.
" Bu tür kiralama işlem lerinde genel likle büyük topraklar söz konusu ol­
maktaydı. 1 858 Arazi Kanunu'na göre, meskun bir köyün tek bir kişinin m ül­
kiyeti altında yer alması yasaktı. Bu da Tanzimat döneminde devlet adam­
larının, büyük mülklerin çoğaldığının farkında ve karşısında olduklarını gös­
terir. Ancak bu yasak, gerçek uygulamaları pek etkilememiştir. Dönemin ti­
cari ve mali gelişmeleri, Türk tarı m ürünlerinin i hracatı da göz önüne alındı­
ğında, belli bir hazır para akımına yol açmış ve ceplerinde, açık arttırmalara
katılıp büyük topraklar satın alacak, toprak karşılığı borç verebilecek kadar
parası olan yeni bir sınıfı n doğması na yol açmıştı . Yeni yasalar bunlqra borç
ve satış sözleşmelerinin icra yoluyla yürürlüğe konulması hakkını tanımak­
ta; yeni kol luk gücü de bu tür yaptırımlar nedeniyle eskiden başlarına gele­
bilecek tehlikeli durum lardan onları korumaktaydı.

.90
" Böylel i kle , 19. yüzyıl boyunca İmparatorluğun taşradaki topraklarının ço­
ğunluğu nu denetimi altına alan yeni bir özel toprak sahibi sınıf ortaya çıktı.
Bu olgu Balkanlardaki eyaletlerde, bu ü l keler bağımsızlıklarını kazandık­
,

tan sonra da sürecek olan se rt toplumsal çatışmalara yol açtı. Batı ve Orta
Anadolu'da ise, Ağa !ipini ortaya çıkardı. "79

Bütün bunlara rağmen , 1 9. yüzyılda yerel eşraf, artık kayıtlan tu­


tulmayan devlet topraklarını ele geçirip temellük etmeye çalışı rken
bile, köylünün nefretinin hala eşrafa değil, hükümet görevlilerine yö­
nelmiş olduğunu göterecek son bi r kanıt daha öne sürülebilir. Bu­
nun nedenini, Osmanlı ekonomisinin "devletçi" özelliklerinde ara­
mak gerekir. Bu oluşu m u , daha sonraları meşrutiyetçi bir ideolog
olarak ün yapacak olan Ziya Paşa'nın Amasya valiliği üzerine Ke­
nan Akyüz' ün iligi çekici çalışmasında80 izlemek mümkün. Ziya Pa­
şa, 1 850'1erde Amasya'ya atandığında, kendisine yansıtılan şikayet­
lerden biri de, Zile Müftüsü Lütfu llah Efendi'nin kasaba halkına et­
tikleriyle ilgiliydi. Lütfu ilah Efendi, diğer birçok taşralı devlet memu­
ru gibi, eşraftandı. Dikkatli bir inceleme, Lütfullah Efendi'ye halkı
haraca kesme olanaklarını eşraftan oluşunun değil, diğer rolünün,
yani devlet mumuriyetinin sağladığını ortaya çıkarmaktadır.
Lütfullah Efendi'nin kötülükleri şu noktalarda toplanm aktadır:
a) Ordunun ihtiyacı olan sığı r ve atların halktan "gönüllü" bağış
biçiminde toplanm ası konusunda merkezi hümümetten gelen bir
emir üzerine Lütfu llah Efendi, ilk iş olarak mevcut bütün at ve sığır­
ları satın almıştır. Ardından , bu bağışları toplamak için gelen görev­
liyi misafir edip onunla bir anlaşmaya varmıştır. Bu anlaşma uyarın­
ca, görevli, hal kın bağış olarak getirdiği hayvanları kabul edi leme­
yecek kadar niteliksiz bu lduğunu açı klamıştır. Bunun üzerine Lüt­
fullah Efendi, kendi çiftliğinden satın alınacak hayvanların kabul edi­
leceğine dair bir söylenti çıkarm ıştır. Böylece, hayvanların ilk sahip­
leri , kendi hayvanlarını Lütfu llah Efendi'ye sattıkları fiyatın üç dört
katını ödeyerek geri almak ve görevli memura bağışlamak durumun­
da kalmışlardır;
b) Lütfullah Efendi, iltizam hakkının kendi adamlarına devredilmesi
91
konusunda müllezimle yasal olmayan an laşmalar yapmıştı r;
c) Eşkiyayla, peşlerine düşmek konusunda dçıha gevşek bir tu­
tum benimsemeye söz vererek, anlaşmışı ı r.8 1
Bütün bu işlem ler, ancak devletle ekonominin iç içe bulunduğu
ve dolayısıyla, karın üretim mekanizmasını denellemekle değil, dev­
letin önemli makamlarını elde tutmakla doğru orantı lı olduğu bir eko­
nomik yapı içinde mümkündür.
İstanbul'daki esnafla ilişki li olarak, benzeri bir gelişme de, esna­
fın refahının ve genelde iş hayatının devlet harcamalarına bağımlı
oluşudu r.82
Tanzimat olarak ad landı rılan bu dönemde (1 839-1 878) ortaya çı­
kan bir başka değişiklik, eski derebeylerinin ya da ayan ve eşrafın
bir bölümünün istanbul'a yerleşip, dış görünüşleriyle çağdaş bürok­
ratlardan ayırt edilemez hale gelmeleridir. Ancak, bu "yeniler" in baş­
kentin bürokrat "zümre"sine özgü görüşleri de benimsediklerini söy­
lemek o kadar kolay deği ldir.
1 9. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye'nin çağdaş)aşm a sü recinde
vardığı aşama, bürokrasinin yapısında da bir değişikliğe yol açmış­
tır: Hiyerarşi piramidinin hayli dar olan tabanı . yerini daha geniş ve
giderek genişleyen bir tabana bırakmıştır. Bürokrasinin alt ve orta
basamaklarını besleyebilmek için Batı modeli okul lar açılmıştır. Eği­
tim parasız olduktan başka, öğrencilere yiyecek ve yatacak yer de
sağlandığından, bu oku l lara taşradan belli bir akın başlamıştır. Bu
taşralılar, genellikle ayan ve eşrafın alt kademelerinden oluşan ta­
bakanın ve birkaç hal i vakti yerinde köylü ailesinin çocuklarıydı. Bu
gözlemimizin [şimdilik] yalnızca Jön Türklerin kökenleri üzerine yap­
tığımız çalışma sı rası nda edinilen izlenimlere dayandığını belirte­
lim. 83 Nicel çalışm alar bu gözleme daha net bi r görünüm kazandı·
racaktır. 1 890' larda artık bir yarı-soyluluğa dönüşen üst bürokratik
kademelerdekilere başkaldıranlar, işte bu " acemiler" olacaktır. Batı
hakkında edindikleri genel bilginin yol açtığı beklentilerle, derme çat­
ma yarı-çağdaş eğitim düzeninin getirdiği kısıtlı çağdaşlaşma ola­
nakları arasındaki uçurum , bu gençleri ıslahat hareketine fiilen ka­
tı lmak zorunda bırakmış gibidir. Am a ortaya çı kan ayrım, hala eski,
92
geleneksel taşra/metropol ayrımıydı ve başkaldırı bürokrasinin üst
kademelerindekilerini ayrıcalıklarından ötü rü sorgulamak anlamını
taşıyordu. Söz gelimi, Askeri Tıbbiye öğrencileri "taşralılar" ve "şehir
çocukları" olarak ikiye ayrılmışlardı. Şikayetler, paşa çocuklarıyla
hanedan mensuplarının, daha az çalışma gerektiren görevlere atan­
malarından kaynaklanıyordu. Daha sonraları, Jön Türkler, bu tür gö­
revler almış bütün subayları küçümseyeceklerdir.84
Bu noktada yapılması gereken önemli bir ayrım, bürokrasinin alt
ve üst kademeleri arasındaki farktı r. Taşralılar, Abdülhamid'in bü­
rokratik mekanizmasını beslemek üzere okullara alındıklarına gö­
re, kuşkusuz taşradan yönetici seçkinler safları na doğru daha canlı
bir akışkan lık ortaya çıkmıştır. Ancak, geleceğin Jön Türkleri olacak
olan bu taşralılar hala farklı muamele gördükleri kanısındaydılar. Bun­
da haksız da deği llerdi; çünkü sarayın , siyasal, askeri ve diploma­
tik makamların üst kademelerinin çoğu, tek ortak yönleri Tanzimat'ın
bürokrat ailelerinden olmak olan kişilerce tutulmuştu. Yetiştikleri yük­
sek okullarda derslerinde üstün başarı kaydeden taşralıların böyle­
ce zedelenen eşitlik duyguları , yalnızca Batı'yla olan ilişkilerinin bir
ürünü de değildi ; çünkü Batı hakkında öğrenci lik yıllarında edindik­
leri bilgiler oldukça sınırlıydı. Tersine, bu duygu lar, devlet görevle­
rine aday kişilere devletin nası l davranması gerektiği konusundaki
beklentilerin bir yankısrydı ki, bu da, 1 9. yüzyıl sonlarında bile gü­
cünü sürdüren asılsız bir kanıya, Osmanlı devletinin aristokrasilere
tahammülü olmadığı inancına dayanıyordu . Bu görüşe göre, devlet
görevlerine yapılan atamalarda, ideal olarak, yalnızca yetenek göz
önüne alınmalıydı. Kanımızca, Mann heim bu görüşü, devlet görev­
lerinde getirilmede eşit likçilik ilkesinin, Osm anlı İmparatorluğu'na
özgü önemli bir "ideoloji" olduğu ve Jön Türklerin bu açıdan çağ­
daş yenilikçilerden çok, tutucu ideologlar olarak hareket ettikleri bi­
çiminde ifade edebi lirdi.
Jön Türk İhtilali' nin başarısı, İm paratorluğu n tabakalaşm a düze­
ninin üzerine ku rulu olduğu ana ikiliği temelden değiştirmemiştir.
Eski ihtilalcilerd.en, yani Jön Türklerden oluşan yeni yönetici sınıf,
yine yönetilenden çok uzak kalmıştı r. Bunun nedeni, her şeyin öte-
93
sinde, yönetici tabakaya yeni girenlerin, ele geçirdikleri bürokrasi
kalesinin nihai amacıyla derhal özdeşleşmeleri , yani "devletin
bekaası" ilkesini hemen benimsemeleridir. Daha önce de gördüğü­
müz gibi , bu ,-temel Osmanlı siyasi ideolojisinin bir diğer yönüdür.85
Ancak, ayrıntılara pek önem vermeyen bazı Batılı yorumcuların
yaptığı gibi, Jön Türkler dönemine ilişkin tek olgu budu r deyip geç­
mek de görüntünün önemli bir boyutunu gözardı etmek olur. Çün­
kü Jön Türkler Avrupa' da sü rgün olarak geçirdikleri uzun yıllar bo­
yunca, Batı'nın özgürlük ve eşitlik kavramları ndan etkilenmişlerdi.
İktidarı ele geçirdikten sonra, Mannheim 'ın ku llandığı anlamda ger­
çekten "ütopyacı" olan yeni bi r fi kir ortaya attılar: Halkçılık. Sı ra­
dan insanı yüceltmek yeni bir tutumdu ve bu tutum Jön Türklerin
iktidarda kaldıkları 1 908-1 9 1 8 yılları arasında kök saldı. Bu görüşe
uygun olarak Jön Türkler yöneten/yönetilen ayrımını kaydırmaya ça­
lıştılar ve i ktidarlarının son yı llarında resmi mitolojide, ülkenin efen­
disi olarak köylü , önemi giderek artan bir yer edindi.86

Ekonomi ve Politika

Yirminci yüzyılın başlarına kadar Türkler, imparatorluğun ekono­


mik yaşamına, önemli ekonomik girişim sahipleri olarak katılmamış­
lardı r. Bu işler yabancı lara ya da Türk ve Müslüman olmayan azın­
lıklara bırakılmıştır.87 Ulusal ü lküler peşinde koşan Jön Türkler, yeni
bir Türk girişimci sınıfı yaratmaya çalıştılar. Ancak, ekonomik geliş­
menin laissez-faire siyasetine kapalı olduğu, Türkler ülkenin eko­
nomisini tümüyle ele geşirmiş olsalar bile, herkesce kabul edilmiş­
ti . Nitekim, Jön Türklerin kısa bi r tartışmadan sonra benimsedikleri
ekonomi felsefesi, dayanışmacılık olmuştu r.88 Daha sonralan , 1.
Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru , Jön Türklerin Almanya'da Die
Neue Orientierung89 olarak bilinen sosyal devlet siyasetiyle ilgilen­
meye başlamaları , dah a da kısıtlayacı bir tutuma yöneldiklerini gös­
terir. Bir "ulusal ekonomi"nin kuru lması, bir başka deyişle, Jön Türk­
lerin "devlet denetiminde bir sosyal devlet" sloganı, bu fikrin kendi-
94
lerine özgü türüdür ve devletçe yönetilen bir "u lusal ekonomi" ile
gelişmekte olan girişimci sınıfı uzlaştırma çabaları, o günden bu ya­
na Türk Ekonomisinin gelişimini niteleyen bir gerilime yol açmıştır.
Sık sık yinelenen çabaları ve kapitülasyonlann kaldırılması sonu­
cu Jön Türkler 1 9 1 8'de, üretim ve sermaye hacmi açısından taşra
düzeyini aşan birkaç Türk tüccarını iş başına getirmeyi başarmış­
lardır. Ancak, Jön Türklerin izledikleri devletçilik siyaseti i le Türk
"ekonomik sınıfı" karşısında benimsedikleri himayeci tutum arasın­
daki karşıtlığın ortaya çıkması için aradan henüz yeterince zaman
geçmem iştir.
Cumhuriyet Türkiyesi'nde toplumsal sınıfların durumu, gelenek­
sel devlet seçkinleri ile bunların yaratmak istedikleri ve fakat diz­
ginlerini bir türlü koyveremedikleri yeni sı nıf arasındaki ilişkiler açı­
sından aynı temel belirsizliği yansıtır. Sorunun , 1 920 ve 1 930'1arda
resmi zümre açısından nasıl görüldr.ığünü , Tü rkiye'nin "sınıfsız bir
toplum" olduğu konusundaki mitos açıkça ortaya koymaktadır. Bu
görüş, Türkiye' deki gelişmeler Marx'gil (Marxian) bir modele (özel­
likle Marx'ın daha önceleri ku llandığı halde sonradan gözardı ettiği
"Doğu Feodalizmi" kategorisini içermeyen basitleştirilmiş bir Marx'­
gil modele) uymadığı ölçüde doğruydu . Am a, Türk toplum undaki
gru plar-içi gizil çatışmaların güçlü dip-akıntılannı bir başka kılığa bü­
rüdüğü ölçüde de yanlıştı . Bu açıdan Türk toplumu hala, yönetenle
yönetilen arasındaki tarihsel iki liği , devlet seçkinleri arasındaki ikili
rekabeti, ve en son olarak da girişimci olmak isteyenlerle iktidan on­
larla paylaşmaya yanaşmayanların ayrımını yaşamaktadır. Türk si­
yasetinin gizil toplumsal temelini oluştu ran, işte bu çatışmalar ol­
muştu r. Bu yüzden de, Cumhuriyet Türkiyesinin, siyasal hayatında
bu çatışmaların tekrar tekar ortaya çıkm asına şaşmamak gerekir.

1 The Turklsh Letters of Ogler Ghiselln de Busberg; lmperlal Ambassador


at Constantinople 1 554-1562, (Çeviren : Foster, Oxford, 1 927), s.60: "Olumlu
meziyetlerin dol'.)uştan ya da rüşvet vererek Paşa yra. da Vezir olabildiği bir ül·
kede, otoritenin el değiştirmesi, ancak yeni edindiği makamı zora başvurarak
savunmak zorunda kalacak yoksul bir adamın zenginin yerini alması gibi be­
terin beteri bir duruma yolaçar . . . Bu durum süregidemez; aç mem urlardan

95
oluşmuş aristokrasi, bir ülkenin başı.na gelebilecek en büyük beladır"; Edmund
Spencer, Travels in European Turkey in 1 850 (Londra, 1 85 1 , 2 cilt), cilt 1 ,
s.270: Türkler için bkz. : M izancı Mehmed Murad, "Avrupadan İlk Sadalar",
Mizan, 1 2 Ramazan 1 300 (Mayıs 1 300, 1 888), ss.531 -532.
2 Hamilton Gibb and Harold Bowen , lslamlc Society and lhe West: A Study

of the lmpact of Western Clvilizatlon on Moslem Culture in the Near East,


1 , lslamlc Soclety on the Eighteenlh Century, 1 . Bölü m , s . 1 58 ve Not 1 . Ay­
rıca bkz. : t . Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devle ti Teşkilatından Kapukulu
Ocakları, 1 : Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı (Ankara 1 943), s.3 1 . Marksist
tarihçiler, özellikle de Osmanlı Tarihi üzerine yorum yapan Bulgar ve Ruslar,
benzer bulgulara daha iyimser bir tutumla yaklaşmaktadırlar. Bkz. : Bistra
A.Cvetkova, " L'evolution du regime feodal Turc da la tin du XVI, e jusqu'au
milieu du XVll l. e siecle" Etudes Historlque, 1 1 (1 960), s . 1 7 1 -206.
3 A.T.J . Matthews. Emergent Turkis h Adm lnistrators, (Ankara, 1 955), s. 25.
Türkçe yayınlanan sosyalist eğilimli dergilerde bir Türk " aristokrasi "sinden
söz etmek son üç dört yıldır olağanlaştı.
4 Richard T.Morris ve Raymond J . Murphy, "A Paradigm tor the Study of aass
Consciousness'', Sociology and Social Research (1 966), s.297-3 13.
s a.g.e., s.296.
s a.y.
7 a.y.
e a . g. e . , s.303.
9 a.g.e . , s .3 1 0 .
10 Faruk Sümer, "O{ıuzlara ait Destani Mahiyette Eserler " , Ankara Ü niversi­

tesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XVll (Temmuz-Aralık 1959),


ss.4 1 6, 421 .
11 Laurence Krader, Soclal Organization of the Mongol Turkle Pastoral No­
mads (Le Hague, 1 963), s.321 -322.
: 2 a .g. e . s.322
,

1 3 J. Hamalla "The Dissolution of the hun Em pire , " Acta Archeologica, il, 4
(1 952) ss. 277-304.
1 4 Lawrence Krader, " Feudalism and the Tarlar Polity of the Middle Ages", Co­

mparatlve Studles in Socitey and History, 1 (1 956-59), s . 80 ; G. Györlfy, "Die


Rolle des Buyruq in der Alttürkischen Gesellschaft", Acla Orientalia (Buda­
pest), Xf (1 960), s. 1 75.
15 Abdülkadir, "Oruiı' ve 'Ülüş' Meselesi", T ü rk Hukuk ve i ktisat Tarihi Mec­
muası (İstanbul, 1 931 ), s. 1 2 1 ve s.
1 s Faruk Sümer, "Anadolu'ya yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?", Belleten. XXIV

(Eki m , 1 960), ss. 567-576.


1 1 Morris ve Raymond, Sociology and Social Research ( 1 960). s. 300.
1 e Bkz.: A. K.S. Lambton, "The Merchant in medieval lslam'', A Locust's Leg:

Studies Is Honor of S.H. Taqizadeh (Londra, 1 962), ss. 1 21 -1 30.


1 9 H.A. R . Gi .. , "The Social Significance of the Shu ubiya", Studies on the Cl­

vilization of lslam (Yayına hazırlayan: Stanford Shaw ve William Polk, Bos-

96
ton, 1963), ss.62-73.
20 G ustave E. von Gru nebaum, Medleval lalam (Chicago, 1 946), ss.203,
21 Türk-Mo(lol toplulukları, daha önce de İ mparatorluklar kurabilmişlerdir; an­
cak bunlardan ikinciler için istikrarı sağlamak koloy olmamıştır. Bkz.: Rene
Gtraud, L 'Emplre des Turca Celestes: les Regnes d'Hilterlch, Qapgan et
Bilga ( Pa r is, 1960); Türk imparatorluklarının ku ruluş süreçlerine ilişkin bir çö­
zümleme için bkz. Wilhelm Radloff, Das Kutadgu Biliğ des Jusuf Chass­
Hadschib aus balasagun (St. Petersburg, 1 89 1 - 1 9 1 0) cilt I, Giriş, ss. Ll-LV;
ayrıca bkz.: Aus Slblrlen (Leipzig, 1 893), 1, s. 51 1 -51 B, ve Wilhelm Barthold,
Zwölf Forlesungen über dle Geschlchte der türken Mittelaslens (Berlin,
1 935), ss . 1 0-1 1 .
22 Büyük Selçuk İ mparatorluğu için bkz. : Berthold Spuler, "The Evolulion of Per­
sian Historiography " , Historlans of the Mlddle East (yayına hazırlayan: Ber­
nard Lewis ve P . M . Holı, Londra, 1 962), s. 130. Anadolu Selçukluları için bkz . :
M.C. Şahabeddin Tekindağ, "Şemsüddin Mehmed Bey Devrinde Karamanlı­
lar , lstanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, XIV (Mart 1964),
"

ss. 8 1 -98. Osmanlı İ m paratoluğu içih bkz . :J . H . Kramers, "Turks, Ottoman,


History", Encyclopedia of lsla m , 1 . baksı, 4 (2), s. 967; sorunun kültürel yönleri
için bkz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır (İstanbul, 1 945),
s.60.
23 Gibb ve Bowen, lslamlc Soclety, 1, 1 , ss. 39 v s.
24 a.g.e . , 1 ,2, s. 1 07.

25 Osmanlı İ mparatorluğu 'nun egemenliğini kurmadan önce bazı küçük sülale·

ferin karşılaştıkları bir tür güçlükler için bkz.: Claude Cahen, "Artukids", Enc-
yclopaedla of lalam (2. baskı), 1, 1 , s.45. _

26 Bkz.: Gibb ve Bowen, l sl a m l c Soclety, 1, 1 , s.45.


21 Bkz. Halil İ nalcık, "Osmanlı Hukukuna Giriş", Ankara Ü niversitesi Siyasal

Bilgiler Fakültesi, X lll (Haziran 1 958), s . 1 02 ve s. Bu uygulama daha sonra·


lan yerini veliahtların dış dünya ile ilişkilerini kesmek yöntemine bırakmıştır.
28 "Osmanlı feodalizm i temelde Batı feodalizminden, bellibaşlı feodallerin top·
raklarını görevleriyle bağımlı olarak geçici bir süre için ellerinde tutabilmeleri
açısından ayrılır." Gibb ve Bowen, lslamic Soclety, 1 , 1 , s.52, Ayrıca bkz.:
Claude Cahen, " Reflexion sur l'usage du mot 'F eodalite", Journal of Eco­
nomlc and Soclal History of the Orient, 111 (N isan 1 960), s . 1 1 .
29 Özellikle bkz.: İ nalcık "Osmanlı Hukukuna Giriş"
3l Bu ise, giderek, daha önce betimlediğimiz akrabalık düzenlemelerinin istik­
rarlı oluşuna bağımlı gibi görünmektedir. Bu istikrar ögesi, mümkündür ki, Türk
klanlarının ortak ata ile akrabalık derecesinin, klanın örgütlenmesindeki ana
ilkı... old{lu bir klan tipi oluşturmalarından kaynaklanmaktadır. Bkz . : Paul Kirs­
hoft, "The Principles of Clanship in Human Society" Readings in Anthropo­
logy (yayına hazırlayan : Morton O. Fried), 1 1 ( 1 959) , ss. 259-27 1 .
3l Do(lu Despotizmi kavramı için bkz.: K.A. Wittfogel', Oriental Despotism (New
Haven, 1 957); kavramın eleştirel değerlendirilmesi için bkz .. F.G. Fuulleybank'ın
Wittfogel eleşti risi; Bulletin of lhe School of Orlental and Afrlcan Studles,

97
xxı ( 1 958) . ss .657-660.
32 Halil inalcık. " The Nature of Traditıonal Society Turkey" Polilical Moder­
nizatlon in Japan and T urkey (Yayına hazırlayan. Robert E Ward ve Dank­
wart Rustow. Princeıon. 1 964). s. 4 4
33 1 Melikofl, " Evrennos" E ncyclopaedia of lslam ( 2 baskı). 1 1 . s . 270.
34 a.y
l5 V.L. Menage, " D h u ' i kadr" E ncycl opedia ot lslam (2 baskı). 1 1 , s.329.
36 Hamdi Kreşevlakoviç, Çengiç Beylerı. Osmanlı devrinde Bosna-Hersek leo-

dalızmi hakkında bir etüd, (Hırvatçadan çevıren: lsmail Eren, İstanbul, 1 960),
çeşitli yerlerde.
37 Bkz. . Paul Wittek. " De la defaite d'Ankara a la pr ise de Constantinople " Re­
vue des Etudes lslamiques , Xll ( 1 938). ss. 1 -34. Omer Lutli Barkan , " Osmanlı
İmparatorluğu'nda bır ıskan ve kolonı ıasyon metodu olarak sürgünler" İs­
tanbul Ü n iversite İktisat Fakültesi Mecmuası, 1 5 ( 1 953-54), s.2 1 3 .
:ıa İsmail H . Uzunçaışılı, " Ashaf Oğullar ı " Encyclopedia of lslam (2. baskı), l ,
703. Bu tü r gelişmelerin i zledikleri aşamalarına ı lişkin ayrıntılı bilgi ıçin bkz . ,
Muhammad Ahmed Simsa r , "The Waqfiyah of ' Ahmed Paşa"', (Philadelp­
hia, 1 940), çeşitli yerlerde.
:ıe Gibb ve Bowen , lslamic Society, 1 , 1 , s.51 .
40 Halil İnalcık, Fatih devri üzerinde tetkikler ve vesikalar, (Ankara, 1 954),
s. 1 70, not 1 25.
4 1 Bu gelişmelerin içinde cereyan ettiğı olağanüstü karmaşık koşulları iki ayrı
açıdan değerlendiren vakanüvisler tarihçi Naima ile seyyar gezgin Evliya Çe­
lebi 'dir Bkz . . Tarih-i Naima (İstanbul, 1 820- 1853), 6 cilt ve Evllya Çele b i, Se­
yahatname (İkdam ve Maarif Yayınları , İstanbul), XI cilt.
42 de Tott , Memolrs, il, ek, s.36 ve s.

4 3 Şerif Mardi n , " Som e Notes on the modernizatıon ol communications i n the


Ottoman Empire," Comparative Studies in Society and History , 111 ( 1 960),
ss.250-271 . Ancak, servet, eski ulema ailesinin sahip olduQu ayrıcalıklı statü­
nün karakteristik bir öğesi değildi.
44 Sabri F . Ü lgener, " 1 4 ncü Asırdanberi Esnaf Ahlakı ve Şikayeti Mucip Bazı
Haller," lstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Mecmuası ( 1 949-1 950),
ss.388-396).
45 Bkz .. G ibb ve Bowen, lslamic Sociely, 1, 1 , s.276 ve s.
46 Bkz. Juchereau de Saint Denis. Revolulions de Constanlinople, (Paris,
1 8 1 9), 2 cill, çeşitli ye rl e rde .
47 " Birincil grup" deyimini hangi anlamda kullandığım için bkz . : Kingsgley Da­
vis, Human Society (New York. 1 949). ss . 52-6 1
48 Gibb ve Bowen, lslamic Society, 1, 1 , s. 1 59.
49 Bu özgül düzenlemede siyasal , ekonomik ve dinsel etkinlikler bireysel değil,

örgütsel'dir. Bkz. Krader, Social Organization o t l he Mongol-Turkic Pasto­


ral Nomads. s. 3290'daki atıf: Radclilfe-Brown. Patrilineal and Matrilineal Suc­
cession, ss.34-35.
50 Aristoteles, Polltics (Yayına hazırlayan : Barker. 1 946), iV, 1 29 1 a .

98
51 Koçu Bey Risalesi (Yayınlayan: Ebüzziya, İstanbul, 1 903), ss.8-9.
52 Mustafa Akdağ, " Celali Fetret i " , Ankara Ü niversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi, XVI ( 1 958), ss. 1 06- 1 07.
53 Esnaf bilincinin bir çözümlemesi için bkz .. Münir Aktepe, Patrona i syanı (İs­
tanbul. 1 958). ss. 27 ve s.
5'4 Bu "dört direk" ulema, askeri, tüccar ve reaya idi. Bkz .. Erwin l .J . Rosent­
hal, Politlcal Tought in Medieval lslam (Cambridge, 1 958). s.229.
55 Evliya Çelebi, Narrative of Travels in Europe , Asia and Afrlca (Çeviren:
Hammer, Londra, 1 834-1 850). 3 cilt, 1 1 , s.47.
56 a.g .e., s.82.
s7 Evliya Çelebi Seyahatnamesi (Maarif yayın ı . Cilt IX, İstanbul 1 935), s. 1 00.
58 İnalcık, "The Nature ol traditional society", s.42.
59 Bkz .. örneğin, ıslahatçı ve yenil i kçi Sultan 111. Selim 'in bu tür "yolsuz"lukla­
ra ilişkin fermanı, Enver Ziya Karal, Selim l l l ' ün Hatt-ı Hümayunları-Nlzam-ı
Cedld-1 807, s. 1 0 1 . Su ltan Selim "astların ve üstlerin" (edna ve ala) aynı kı·
yaletleri giymesinin Osmanlı,imparatorluğu 'nda bir " düzensizlik" belirtisi ol­
duğu söyleyerek bu durumdan yakınmakta, ve -kendi açısından- tutarlı bir akıl­
yürütmeyle, ıslahata ilişkin uygulamaların önkoşulu " düzen"in yeniden sağ­
lanması olduğuna göre, bu eğilimlerin denetim altına alınması gerektiğini öne
sürmektedir.
ED Bkz . : Bernard Barber, Social Stratifcalion (New York, 1 957), s . 1 61 .
61 Robert M .Marsh, The Mandarins: Circulatlon of Elites'in China 1 600- 1 900

(Free Press, 1 96 1 ) , s.51 .


62 a.g.e., (Yukarı bkz.) s. 1 7- 1 8 .

63 Bkz. , Örneğin; F.Çağatay U luçay, XVll n c i Asırda Saruhanda E şkiyalık v e


Halk Hareketleri (1 944), çeşitli yerlerde.
64 Bu tür önermeler için bkz; Mustafa A. Mehmeı, " De Certains aspects de la

societe Ottornane a la lumiere de la regislation du Sultan Mahomet il ( 1 45 1 -


1 48 1 ) " , Studia et Acta Orientalia 1 1 (1 960), ss. 1 27-1 60.
65 Bkz.: "Abaza" , l sıam Ansiklopedisi, 1 , s.5.
66 Akdağ, A. Ü . Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XVI, s.84.
fj/ Mustafa Akdağ, Celali İsyanları ( 1 550-1 603) (Ankara, 1 963), s.247.

68 Gibb and Bowen. lslamlc Society, 1, ı. s. (?)


e;ı Palmerston, bu deyimi Osmanlı devletinin mültezim karşısındaki tutumunu be·
!imlemek için kullanmıştır. ancak, kuşkusuz, reaya'nın mültezimle olan ilişki·
si için de geçerlidir. Bkz.. Sir Charles Webster, Britain, the Liberal Move­
ment and the Eastern Question (Londra , 1 95 1 ). 2 cilt, sayfa numaraları SÜ·
reklidir, s.540.
10 A.D. Mordtman n , Anatolien: Skizze und Reisebriefen aus Kleinasien (Ya­
yına hazırlayan: Franz Babinger, Hanover, 1 925), s. 1 1 3.
7 1 G ibb ve Bowen, lslamic Society, ı. 1 , s. 1 93-1 94 . Laissez-faire siyasetinin
ateşli bir savunucusu ve İstanbul'daki İngiliz E IÇlliğinin birinci klitibi olan Da­
vid Urquhart, bunun o zamanlar Avrupasındaki merkeziyetçi eğilimlere kıyasla
bir ilerleme sayılabileceğini düşünüyordu. Bkz . . David Urquhart, Turkey and

99
ita Resourcea: ita Munlplcal Organizatlon and Free Trade (Londra, 1 833),
ss. 1 21 - 1 22, Urguhart'ın görüşünün pek te fevkalade olmadığı aşağıdaki tar­
tışmada görülecektir.
72 İnalcık, "Traditional Society'', s.47.
7 3 XVlll. yüzyıl şairlerinden Nabi'nin bu konudaki aydınlatıcı açıklamaları için
bkz.: Mehmet Kaplan, " Nabi ve 'Orta İnsan' Ti pi , İstanbul Ü niversitesi Ede­
"

biyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı De rgis i XI (1 961 ), s.32.


,

Ayan önceleri eyalet sakinleri tarafından seçilirken, daha sonra vali tarafın­
,

dan atanır olmuştur. 1 780'1erde ise Sadrıazam tarafından atanmaya başlan­


mıştır. Ancak, ilginçtir ki, 1 786'da Ayan makam olarak kaldırılıp görevleri mer­
kezce atanan bir şehir müfettişine devredildi{ıinde, halkın ayaklanarak itirazı
üzerine makamın yeniden tesisi gerekmiştir. Bkz.: "Ayan", l nönü Ansiklo­
pedisi iV (1 950), s.355. Bu konuda Bowen'in Encyclopedia of l sl am ı n ikinci
'

baskısındaki makale yerine l nönü An s l klo pe d is i ne atıp yapmayı seçmemin


'

nedeni, birincisindeki bütün bilgileri ikincisinin içerir olmasıdır.


74 Şerif Mardin , The Genesis of Young Ottoman Thought (Princeton, 1 962).
75 İnalcık, "The Natura ol Traditional Socitey" , s.54. " Mahmud"un isyankar
ılyan"a karşı açtı{ıı savaş, bunlardan çoğunun makamlarından alınması ve Sul­
tan'ın eyaletlerdeki otoritesinin pekiştirilmesiyle sonuçlandı. Ancak bu ileri ge­
lenlerin yüzlercesi yerel yönetimin başında kalmayı ve büyük mukataaları el­
lerinde tutmayı sürdürdüler . . . Pasif yerel halkın gözüne ço{ıunlukla kendileri­
ni zalim valilere karşı koruyan kişiler olarak görünürlerdi."
76 Mardin, The Genesls . s.1 07 ve s.
. .

77 Bu makalenin yazarının Karadeniz hinterlandından (Tosya) bir tüccar olan bü­


yük babasının babası bu tekelleşmeyi başlatan Mithat Paşa hakkında ka(jıda
geçirilemeyecek bi rkaç çift sözü vardı.
78 Mordtmann'ın, örne()in, yerel olarak imal edilen kahve değirmenlerine ilişkin
anlattıkları, Bkz.: Anatolien s. 1 0 ve s.
79 Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Londra, 1 96 1 ), s.444.
ao Kenan Akyüz, Ziya Paşa'nın Amasya Mutasarrıflığı Sırasındaki Olaylar,
(Ankara, 1 964).
81 a.g.e . , s.9.
82 de Tott, Memolrs, 1, s . 1 3 1 .
83 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi F i ki rl e r i (Ankara, 1 965).
84 a.g . e . , s.40.
85 a.g.e., s.225.
86 Bkz . : Ş.Mardin, "Türkiye'de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi ".
B 7 Fa l i h Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? (İstanbul, 1 966), s.66.
88 Dayanışmacılık (tesanütçülük-solidarism), Marksizm ile Fransız devrimi ide­
olojisindeki burjuva ögeleri " karşılıklı dayanışma bağlarının çoğulculuğu kav­
ramı aracılı(Jıyla uzlaştırmaya çalışan bir doktrindir. Bkz .. J.E.S. Hayward, "The
Official Social Phiosophy of the Third Republic: Leon Bourgeois and Solida­
rism " , l nternational Journal of Social History, VI (1 961 ), s.3 1 .
89 Ziya Gökalp, "İktisadi Vatanperverlik", Yeni Mecmua i l (1 9 1 8), s.322; Tekin
Alp, "Yeni İktisadiyat", Yeni Mecmua, Mart 28 Mart, 1 91 8, s.205.

1 00
Şerif Mardin'le Din ve Device Sosyolojisi
Konusunda Söyleşi *

Dün ve Bugün Felsefe adlı dizinin ilk kitabının b u bölümünde Türki­


ye'nin önde gelen sosyologlarından Şerif Mardin'in, kendisiyle ya­
pılan bir söyleşi ve önem li makalelerinden birinin çevirisi çerçeve­
sinde yaklaşım ını açımlamayı ve buradan hareketle din, devlet, top­
lumsal yapı olgularının kısmen de olsa altının çizilmesini hedefledik.
Şerif Mardin temelde düşünce tarihi, din sosyolojisi ve siyaset sos­
yolojisi çerçevesinde Osman lı-Türk toplumsal yapısının temel dina­
miklerinin saptanmasına ve onları çerçeveleyen kalıp ve söylemle­
rin bilirlenmesine yönelik çalışmalar yapmıştı r. Kültü rel öğelerin be­
lirleme gücü ve bu öğelerin iç dinamiklerinin önemi yaklaşımında
bili rleyici bir yer tutar. Şerif M ardin 1 950' li yıllarla birlikte siyasal dü­
şünce ağırlıklı bir uğraşı tercihi yapmış ve bu dönem çalışm aları Os­
manlı aydınının Avrupa duşüncesinden n asıl etkilendiği sorunsalı
üzerine yoğunlaşmıştır. • • Bu yıllarda Mardin'in çalışmaları sosyo­
lojik kalıpları daha az kullanan, arşiv ağı rlıkl ı olma görünümünü ve­
rir. Yetiştiği bilim çevre:erinde egemen olan yaklaşım ların Şerif Mar­
din'i etkilemediği söylenemez. Ancak bu etkilerin tarihsel verileri bir
ara malzeme olarak kabu l edip sosyolojik ağırlıklı bir çalışm a biçi­
mini benimsemesiyle arttığı görülür. Şerif Mardin 1 960' 1ı yılların or­
talarından itibaren toplumsal-kü ltürel öğelerin iç dinamiklerinin be-

• Ali Bayramoğlu, Dün ve Bugün Felsefe, Kita p 1 , (Bilim/Felsefe/Sanat Ya­


yınları, 1 985), s . 1 4 0-1 66.
• • Bk. Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, 1 962; Jön Türk­
lerin Siyasi Fikirleri, 1 964 (2. Baskı 1 984).

1 01
lirleyici liklerini vu rgulayan bir yaklaşımla, çok yönl ü entel lektüel bir
kaygıdan h areketle din, id eoloji ve kültür kon u l arı na ağı rlık vermiş­
tir. Yapısalcı-işlevselci oku l u n olduğu kadar, Weber'in , Fransız d ü­
şün ü rlerin i n . sembol i k felsefeci lerin yaklaşı ml arına d a önem veren
Mardin ' Di n ve İdeoloji' ' Centre-Periphery' çalışmalarını bu dönemde
yayın l am aşt ır . 1 970 ' 1i yıl ları n sonlarından itibaren tüm üyle din sos­
yolojisi çalışmalarına ağı rlık veren Mardin bu aşamada mikro belir­
lenim lerin devresine girm iş ve i lişkiler yumağı olarak ele aldı ğı top­
lu msal d üzeyde bu kez kişiler arası ilişkinin psiko-dinamiğinin altını
çizmeye yönelmişti r(Şerif M ardi n ıle söyleşiye bakınız.) Bun ların ya­
nında Ş e ri f M ardi n ' i n i ki temel öze lliğinden bi risi çağdaşı olan diğer
toplumbilimcilerden farklıdır: Mardin araştırma konusunun seçim inde
ve irdelenmesinde Kem alist söylemin do laylı dolaysız etki lerinden
uzak kalmışt ı r. D iğer öze l l iği ise kendi sinin de belirttiği gibi çalış­
malarının önerisel nitelikt e olmasıdır. Bu belki Osman lı-Türk toplum­
sal yap ısının u l aşı lması ve çözümlenm esinde ki doğal zorlu klardan ,
be l ki de Mard i n ' i n " ku şku cu luğund an " kayn aklan m aktadır.
A.B . - Osmanlı-Türk toplu msal yapısına, teme lde kültürel düzey ve
bölünmelerin beli rleyic iliği ni vurgu layan , bu belirlenmelerin özerk ni­
tel iklerinden hareket eden bir çe rçeve ile yaklaşıyorsun u z. Bu çer­
çevenin oluşm asında Osman lı-Türk toplu msal yapısının hangi temel
dinami kleri ve Batı ku ram l arınd aki hangi gel işm eler etkin old u ?
Ş . M . - İnsan batıya oku mak için gittiği zaman , Platon okuyor, Aristo
okuyor, Saint August in okuyor; H obbes, Locke , ondan sonra fay­
dacıları okuyor. Hegel okuyor. Marx okuyor, falan . . . Bun lar ise bir
dizi içinde birbirine gönderme yapan ve birbirine cevap veren kişi­
ler. Onun için bir zincir olu şabiliyor. O zinci rin içindeki fikirleri bil­
mek için zincirin parçaları hakkında bi raz bilgi sahibi olmak l azım .
Batıda birini yetiştirdikleri zam an , gerek siyaset bilimi nde olsu n , ge­
rek sosyoloj ide olsu n bu zincirin nasıl teşekkül ett iğine dair, temel
bi lgiler vermek ihtiyacını hi ssed iyorlar. 1 8 . yy ayd ı n lanma devri fel­
sefecilerinin fikirlerini bilmeden , Saint Simon ' d an Auguste Comte 'a,
Auguste Com te'dan da pozitivi zme ve Du rkhei m ' a nasıl bir geçiş
oldu ğunu an l amak zor oluyo r. Böyle yet işen bir kişi iyi yetişiyor ve

1 02
o h al kaların her birini bildiği için. daima son referansın arkasında
yatan diyalogları bil iyor. Mesela Durkheim ' ı incelediği zam an , " hah
burada Kant'tan gelen bir problem var," diyor veyahut da " 1 9. yy'da
Fransız felsefesinin Kant'tan etki lenmiş olan parçasının bu rada et­
kisini görüyoruz" diye bağlayabiliyor on u. Bağlayabi lmek ve soru­
nun niteliğini anl amak için yal nız senkronik · olarak değil , diyakronik
olarak onun nasıl geliştiğini bilm ekte fayda var. Onun için dört başı
mamur bir eğitim diyebiliriz buna. Ama alın Türkiye'den ya da Ni­
jerya'dan gelm iş olan birisin i, o üniversite eğitim inin içine soku n .
Adamın bir kere bu i ş i n m antığını anlaması için aradan zaman geç­
mesi lazım . Çünkü çocu kluğundan beri o zincirin hal kaları nın hep­
sini bilmiyor. Bi r kısım halkalar aileden veriliyor, ananın babanın ko­
nuşmalarından ortaya çı karılıyor, Eyfel Kulesini gezmekten ortaya
çıkıyor, falan . . . Şimdi bir kere bu ged ikleri kapamak gerekiyor ve
o zaman da bayağı b i r çaba gösterm ek lazı m . Yani o kişilerle birlik­
te aynı söylemi aynı incelikle ku llanabilmek için çok çalışm ak lazım .
Farzedin ki çalıştık. Ondan sonra da orada, bu söylemi ku ll anan in­
sanlardan biri haline geldik. Sorbonne'un etrafındaki kahvelerde,
"baksana bu adam bu işi ne kadar da iyi biliyor, " diyorlar. Ondan
sonra farzedin ki Türkiye'ye veyahut da Nijerya'ya döndü. Söyle­
min tümüyle de ilgili olsa, bir böl ümüyle de i lgili olsa insan öğren­
diklerini uygu lamaya çalışıyor. Yani insan kendi ü lkesinin gün lük ha­
yatında da, düşünce h ayatında da öğrendiğinin ne işe yaradığını arı­
yor. Benim tecrübem de şu oldu ki , Türkiye'ye döndükten sona iki
ayrı şeyle karşıl aştı m . Bi r kere benim okudu klarımı, beni m söylemi­
mi konuşmuyordu kimse. Siyasal bilgi ler Fakültesi 'nde Fransız hu­
ku ksal söy lemi hakimdi. H auriou , Duguit falan. Şimdi bir kere ben
o açıdan afalladı m , yani benim söyle mimle hiç ilgisi olmayan konuş­
m alar ve daha çok pratiğe bağlı olan , anayasanın günlük meselele­
rini hukuki bir açıdan değerlendiren bir arkadaş gru bu . Onun için
bir kere fakültede m esleki açıdan böyle bir şey oldu . Allah'tan , bu
arada gene Forum dergisi etrafında benim ..söylemimi kul lanan, ki­
şi ler vardı. Forum dergisinde ilginç bir şey oldu. Hem Anglosakson
söylemini, hem da kontinental (kara Avrupası) latin söylemini bir-

1 03
leştiren insanlar çıkabildi orada. Bu , çok ilginç bir şey, Türkiye'de
nadiren olan bir hıidise am a, old u .
A. B.· Örneğin kimler?
Ş.M.· Tu ran Feyzioğ lu , Turan Güneş, ondan sonra Aydın Yalçın ,
Coşku n Kırca -bir ara dış m ünasebetler için-, ondan sonra Bü­
lent Ecevit, tabii baştan itibaren.
A. G.- Metin And da ver.
Ş. M.· Metin And, evet. Aynı dili konuşan insanlar grubu. Şimdi
bu bir açıdan benim için faydalı old u . Yani yalnız kalmadım geldi·
ğim zaman. Fakat şu açıktı ki üniversitedeki söylem le, yani meslekt
söylemle benim söylemim arasında büyük bir uçu rum vardı. Ferze·
delim ki meslekle ilgilendim ve o söylemi ö{lrendim. Gerçekten de
o söylemi öğrenmek mecbu riyetinde kaldım. Ama ondan sonra da
Türkiye'deki konuların hu ku kçu açısından gözden geçirildi{li zam an ,
birçok konunun gözden kaçırıldığı veyahı.Jt d a gereksiz sayıldıQı , ya
da gereken deQerin verilmediği kanısına vardım. Bu böyle. Türki·
ye'ye gelmeden önce, doktora tezine başladığım zaman, Türkiye
hakkında çok az şey yazıldığı için, Türkiye ile ilgili bir konu seçmeyi
düşündüm . O zamanlar, yani Yeni Osman lı lar üzerine çalışmaya
başladı{Jım zaman anladım ki , Tanzimat evet , batıdan gelen bir dü­
şünce tarzı olarak demin üzerinde konuştu ğumuz o düşünce zinci­
rinin bir parçası olarak anlaşılabilir. Ama Tanzimata karşı reaksiyon­
lar, yani Yeni Osman l ıların bu fikirleri ku llanış şekilleri , o düşünce
zincirinin, o söylemin izah edebildiği bir şey değil, başka bir şey.
A. B.· Tarihsel sosyolojik boyutun devreye girmesi. .. ?
Ş . M .· Onun için 1 950' 1erde bu konu üzerine çalışmaya devam et­
tim. Ama i ki şey birden kafamda teşekkül etmeye başladı . Birincisi ,
batının söylemi Türkiye'deki kon ulan anlamak için bir dereceye ka­
dar bir şey veriyor, fakat andan sonra pek açık değil, çok kapalı ta­
raflar bırakıyor. İkincisi, bu meseleyi anlamak için siyasi fikir tarihi
yapmak kafi değil galiba, bir nevi sosyoloji yapmak lazım, demin söy­
lediğim sebeplerden dol ayı.
A. B.- Doktora tezinizden sonra Türkiye' de düşünce tarihi ile ilgili
çalışmalar yaptınız bir süre. Tarihsel sosyolojik boyutun devreye gir-

104
mesi daha sonraki dönemde mi oldu?
Ş.M.- 1962'de Yeni Osmanlılar hakkındaki tezim basıldı. 1 962'den
itibaren biliyordum ki başka bir şey yapmam gerekli; fikir tarihi bun­
dan son ra bi r malzeme oldu. O malzemenin analizinden daha baş­
ka yaklaşımların gerekli olduğuna kanaat getirdim , hurda gene da­
ha önce söylediğime geliyorum. O toplanan malzemeler, o düşün­
ce zinciri, başka bir deyişle bulduğum söylemin içine tam oturmu­
yor. Başka bir şey bu . Onun için sosyolojiyi merak ettim. Fakat gali­
ba en önemli aydınlatıcı şeyleri antropolojide ve sembolik felsefe de­
nebilecek olan Susanne Lenger, Cassirer ve onların düşüncelerini
devam ettiren felsefecilerde bulmaya başladım. O zamanlarda Av­
rupa'da dil konusu önemli olmaya başlıyordu. Fakat ben hiçbir za­
man dil konusunu fevkalade sempatik bulmadım. Dil konusu bana,
kültürün ortaya çıkardığı bir �roblemden kaçm ak için, yani şöyle di­
yeyim, kültürü inceleyen bir araç değil , bir kültürün belirgin özellik­
lerini ve davranış özel liklerini incelememek için yapılmış olan bir
kaçış gibi geldi. Onun için hiçbir zaman sempatik gelmedi bana. Yani
dilbilgisi ile ezan arasındaki ilişkiyi kuramıyordum bir türlü . Halbuki
günlük hayatta ezan vb. çok mühim bizim düzeyde. Ve o zaman eza­
nın sembolik anlamı ve anlamının etkinliğinin araştırılmasıyla, dilin
etkinli{ıinin araştınlması bayağı ayrı alanlar oluştu ruyor gibi geldi ba­
na.
A. B.-llk sorumun bu kez başka bi r yönünü vurgulamak istiyorum .
Toplumsal olguların özerk i ç dinamikleriyle açıklanmalarının önemi
ve belirleyiciliği, söyleminizin temel taşlarından birini oluştu ruyor.
Osmanlı İmparatorluğu' nda kültürel öğelerin belirleyici niteli klerin­
den hareket eden yaklaşımınızın oluşmasında, Osmanlı yapısıyla il­
gili çalışma ve gözlemleriniz ile bu söylem arasındaki beli.rleyicilik
oranı ne oldu?
Ş.M.- Şimdi bu vereceğim cevap biraz paradoks gibi olacak. Be­
nim ilk yetişmem Fransız kültüründe oldu. Fransız kültürünü de çok
severim. Fransızların o sıralarda geçerli olan yarı bilimsel kitapları­
nı okurdum. Mesela, Daniel Halevy'-nin Essai sur l'Acceleration de
l'Histolre adlı bir kitabı var; onu çok severdim. Yalnız bu bana Türki-

1 05
ye'nin özelliklerini hiçbi r zam an anlatm ıyord u . Tü rkiye'nin özel t ü r­
den bazı yapılar oluşturduğunu, Fransız kültürü bana çok iyi göste­
riyordu. Çünkü Fransız kültürünün söyled i klerinden ayrı bir şey olu­
yordu bu. Mesela 1 9. yy sonunda sembolistler var; Mallarm�. -
çok sevdiğim bir kimse Mallarme- Verlaine var falan. Ve ondan son­
ra· sem bo l izmin uzantıları var 20. yy' da ve devamı var. Şimdi bana
şu i lginç geliyordu: Türkiye'de bir nevi sembolizm olduğu zam an ,
Ahmet Haşim'de oluduğu gibi çok evcil bir sembolizm görülüyor­
du . Lautreamonl'un sembolizminin içinde olan bir takım im kanlar,
ortaya çı kmalar veyahut da Verlaine'nin Fransız di linin im kanlarını
araştı rıp da yaptı!;jı şeyler; bizde, edebiyatta yokt u . Bu Jön Türkler'­
de de görü lüyor. Jön Türklerin Avru pa'ya gittikleri sırad a pozitivizm
artık moribond (can çekişen yan i bi raz da son nefesini veren bir şey
gibi). Rue Monsieu r le Prince'de bir yer var, haftada birkaç kere gi­
di liyor oraya konferans din leniyor. Bizim kiler, hangi sebeptense en
çok pozitivizmin bu şeklini seviyorlar. En sınırda olan , bilim olarak
onu seçiyorlar. Bu benim çok tuhafıma gitti. Bizim özelliklerimiz üze­
rinde durm amın sebebi belki Fransız kültürünü çok sevm iş olmam­
dan ve Fransız kültüründe bu lduğum şeyleri n , T ü rkiye'de başka bir
şe klini çok değişik bir şe klini-bulmamdand ı r. Fransız model lerini
ku l lanm ış insan ların bile, ürün olarak bir başka ü rün verm iş olmala­
rından, aklıma hep bu soru işareti geliyord u .
A B.- 1 950'1erden sonra hukuki-idealist yaklaşım a bir alternatif ola­
rak ortaya çıkan, fonksiyonalizm kaynaklı ve P arsons' un Weber yo­
rumunun egemenliğiyle belirlenmiş modellerin belirttiğiniz göz lem­
lere eklenmesi . . .
Ş.M.- Orad a da aynı şey oldu. Yani önce edebiyatta gördüğüm
konuyla ayn ı şey. Bu rad a bir başkalık olduğunu gördüm ve onu ha­
fızama yerleştirdim. Sonra siyaset felsefesi açısından , yani Hobbes,
Locke. . . vb açısı ndan baktığım zaman yine bi r başka şey olduğu­
nu, aradaki farkın, uçuru mun daha büyük olduğunu an ladım. Yani
Hobbes, Locke bi r tarafta, Namık Kemal başka bir t arafta, uçurum
devam lı olarak büyüyor. Devamlı olarak bu uçu ru m büyüdüğüne gö­
re, meseleyi içinden an lam aya çalışmak lazım d iye bir fi kir hasıl ol-

1 06
du bende.
A.B.· İzin verirseniz daha özgül bir konuya geçmek istiyorum . Yak­
laşım ınızın temel kıstaslarından birisi kuşkusu z sivil toplu m konu­
su . Din ve İ deoloji ad lı kitabınızda sivil toplu m u n yokluğuyla betim­
lediğiniz Osm an lı toplu m u nda, bu ikinci l yapı işlevlerinin İ slamın ku­
rumları olan tarikatlar tarafından görüldüğünü vu rgu luyordunuz. Les
Temps Moderns'de yayı nlanan Le concept de societe civil en tant
qu'element d'approche de la societe Turque başlıklı m akaleniz­
de ise, teme lde ortodoks olan ve göreli ol arak merkezde odaklanan
ulem aya, u lem a-vakıf ilişkisi çerçevesinde bu i kinci yapı işlevini d a­
ha çok tanıyorsunuz. Osman lı toplumundaki bu temel i ki ncil yapı­
nın saptanmasındaki algı biçiminizde bir değişi klik m i söz konusu ?
Ş. M.- Tabii bir farklılık var. Bel ki bilgi lerimin artmasından i leri ge­
len bir farklıl ık. Birinci model tabii Montesquieu modeli. i lkel bir mo­
del kuruyorsu nuz; Osmanlı İ m paratorluğu nda da Montesquieu 'nün
dediği gibi bazı ara ku rum ların olmadığı nın farkına varıyorsunuz.
Montesquieu'nun şablonunu Osm an lı İ mparatorluğu üzerine koy­
duğu nuz zaman diyorsunuz ki Montesq u ieu 'den giderek bu iş ne
kadar aydın latı labi lir? Am a bu başlangıç he r şeyi iyi izah etm iyor.
Montesquieu'nun söylediği gibi Osman lı sosyal yapısının içinde her
türden ara kurumu nun görülemeyeceği tezine inanmadım. Yani ara
yapıların sıfı r olmasının pek m u htemel o lm ad ığını düşündüm baş­
tan beri. Onun için bu ara yapıl arın fonksiyon u nu , kimler nası l orta­
ya çıkıyordu diye aradı ğım zaman , ilk cevap bunu tarikat lar yapı­
yordu şeklinde idi. Bu bel ki doğru luğunu m u hafaza eden bir şey ola­
bilir; Osman lı İ mparatorluğu'nun şekillenme devirlerinde bunun daha
çok geçerli olduğunu söylemek lazı m belki. Yani şe kil lenme devi r­
lerinde öyle de, daha sonra din strüktürlü, daha otu rmuş, daha ku­
rumsal bir içerik aldığı zaman bunun u lema açısından, u lemanın ye­
tişmesi ve fiki rleri açısından ince lenmesi gerektiğine inandım . De­
mek ki bu rada bir zaman meselesi var. Birinci zamanda Fransız dü­
şüncesi nin kalıplarından kaynaklanan bir etki son radan şekil değiş­
tirmiş.
A.B.· İzin verirseniz aynı çerçevede u lema, vakıf ve te kke konu-

1 07
sun a dönelim. H. Hatemi Medeni Hukuk Tüzel Kişileri adh kitabın­
da N. Berkes ve Lütfi Efendi'den hareketle vakıf tekkelerden söz edi­
yor. Tekke ile vakıf arasında bir i lişki söz konusu mu? Tekke-vakıf
ilişi'İsi neden ulema-vakıf ilişkilerinin işlevlerini yerine getirmedi?
ş. M.- Vakıf aslında kapsayıcı bir ku rum , tekkelerin özel bir kuru­
lu ş olduOu söylenemez. Yani hukuki mahiyeti olan bir kuruluş. Ge­
nel olarak Osmanlı lmparatorluQu'ndaki bütün sosyal ku rum ları içi­
ne sılan , veyahut da bütün sosyal kurumlann çalıştığı , kullandığı bir
hul<Ukl formül vakıf. Özellikle tekke ile vakıf arasında bir ilişki oldu­
j;juou hiç zannetm iyoru m .
A. B.- Ulema-vakıf ilişkisini biraz açabilir misiniz?
ş.M.- Osmanlı lmparatorluQu'nda u lemanın türü bir hayli d�işik.
Yarıl ulema dendiği zaman biz daha çok devlet katlannda, daha do{J­
rusı.J devletin kontrolünde yetişen kimseleri kastediyoruz. Ama din­
le il gilenen bilgili kişilerin sayısı onlarla sınırlı değil şöyle kişiler da
var. -Bu Bediüzzam an' la ilgili yaptığım çalışmalardan gelen bir
şey- Tillo kasabası gibi küçücük bir kasabada (Siirt'te galiba) bir
kitaP ya da iki üç kitabı su gibi bilen adam lar var. Bunlar köy sevi­
yesinde çalışıyorlar. Fakat bunların icazetleri , resmi icazet olacağı­
na özel icazet gibi bir şey. Öğretmen meşruiyetini ona kadar gel­
miş olan öğretim üyeleri silsilesinden alıyor ki , bu çok gerilere gide­
bi liyor. işte bana bu kitabı şu öğretti ona da şu öğretmişti, ona da
bu öğretmişti şeklinde. Böylece kendinize bir meşru luk kazandı ra­
bilirsiniz. Ama o silsi leyi bir öğretim üyesi olarak temsil etmek ve
o şekilde meşruiyet kazanmak Sahn-ı Seman'ın parçalarının birisinde
müderris olarak ders vermekle, aynı şey değil . Osmanlı lmparator­
lu!:)u 'nda ulema dediğimiz -benim kul lanışımda- daha çok devle­
te yakın olan , önemli resmi kurumlarda, medreselerde yetişmiş olan
kim seleri düşünürsek. Bunlar icazet de almışlar, ruhsat da almış­
lar. Ama onların dışında başka kimseler de var. Bilgili ve meşru pro­
fesôr olan kimseler de var. Vakıf müessesesi birinci lerin işlerini gör­
melerine yardım etm ekte çok yaygın bir müessese. Y ani medrese­
leriıı kurulmasında devam lı ilavelerde bulunu luyor. Vakıf kurmak su­
retiyle bunu padişahlar yapıyor, padişahın yanındaki büyük adam-

1 08
lar da yapıyor, zenginler de yapıyor. Ama Tillo'daki kişi bunlardan
herhangi birinden istifade etmeden de ders verebilir. Bir de üçüncü
bir kategori diyelim. Bursa' da ku rulmuş olan bir medrese var. Bur­
sa'daki medresenin de profesörü var, o da maişetini oradan alıyor.
Fakat devletin desteğine sahip olan büyük medreselerden çıkan mü­
derrislerin aynı zamanda devlet katında alma hakları olan bir takım
pozisyonlar var. Bu pozisyonlara geldikleri zaman , artık ö{Jrencilik
zamanında istifade ettikleri medrese kaynaklarından değil, devletin
gelirlerinden istifade etmeye başlıyorlar. Onun için çok karmaşık bi r
şeyle karşı karşıyayız.
A.B.· Vakıf kurumunun devletin el koyma olanaklarının dışında kal­
ması ne ölçüde beli rleyicidir?
Ş.M.- Evet, eskiden beri vakıflara el koymanın mümkün olup ol­
madı{Jını inceleyen padişahlar var. O zaman bi r kısım gelirlerin , bu
gerçek bir vakıf deği ldir diye, devlete dönmesi sağlanıyor. Bu, Ah·
dülhamid zamanında bile eğitim ku rum larını geliştirmek için yapıl­
mış olan bir şey. Bakalım bunun ku ruluş dokümanına, bir bakalım
da gerçekten hukuki vasfını taşımaya devam edebilir mi, yoksa gayri­
meşru bir vakıf olarak mı çalışıyor? Gayri-meşru bir vakıf olarak ça­
lışıyorsa devletin buna el koymaya hakkı vardır diyorlar. Hatta bun­
dan daha da ileri giden bir şey var. Daha il. Mahmud zamanında
evkaf nezareti kuruluyor. Evkaf nezareti de "işte siz bu kriterlere
göre hareket etmezseniz, biz sizi kontrol ederiz" diyor. Yani devle­
tin vakıflar üzerinde belirleyici kontrolü var. Siz buna dikkat edin ,
biz size bir takım kontrolörler göndereceğiz demenin ·kurum laşmış
şekli. Bunun bu kadar erken olması da herhalde bir tesadüf eseri
değil.
A.G.- Bu sözünü ettiğiniz Tillo'daki müderrisin Les Temps Moder­
nes'deki yazıda subaltem clerge olarak geçen kategorinin örneği
olduğu söylenebilir mi?
Ş.M.- Ben orada subalterne clerge'den başka bir şey kastettim.
Fakir, az bilgili imam, hoca, medresenin bizde ortaokul seviyesine
tekabül eden kısmından geçmiş kimseler. Çünkü lise seviyesinden
geçmiş olanlar artık belirli bir sofistikasyona ve bir bilgiye çıkmış olu-
1 09
yarlar. Cami personeli falan gibi çok yaygın bir personel tipi de var.
Bir de öyle bir şey olabiliyor ki siz İ slami bir bi lgin olm adan bi r kişi­
den tek bir kitabı okuyabi liyorsu nuz. Yani gidip belirli bir köydeki
bir Şeyh 'den (doğu da bu böyle oluyor) bir kitabı öğren iyorsunuz ve
size "bu kitabı öğren mişt i r 'ya da' bu kitabı öğretmeye ıcazetlidir"
diye bir diploma veriliyor. Onun için onları n dip lomaları bizi mkiler­
den biraz farklı. "Subalterne clerge" den bunu kastediyorum , bir iki
kitabı bilen , ondan daha fazlasını bilmeyen . . .
A.G .- Ve tasavvuf erbabı olması da gerekmez. Olabilir de, olm a­
yabilir de.
Ş.M.- O labilir de, olmayabilir de. Evet, yal nız tasavvuf erbabı ola­
rak tanınması için etrafta bi raz da bi lgisini göstermiş olması lazım ,
meQer ki kerameti olması n . Eskiden beri üfü rü kçü vb. kimse lere Os­
manlı İ mparatorluğu 'nda pek iyi nazarla bakı l m ıyor. Ancak bi r kim­
se çok bilgili, yani kitabi bilgisi i leri ve aynı zamanda olaQanüstü bir
takım kudretler gösteriyorsa (healer 'şifa verici ') dedi kleri adamlar
var ya, baş ağrısını geçiriyor falan), ikisini birleştiriyorsa, o zaman
tasavvuf erbabı olmasına küçük bir extra ilave edilmiş oluyor. Fa­
kat healer olarak geçinen ki mseler ancak köylerde, bilgisi fazla ge­
lişm emiş olan yerlerde, bi r nevi şaman fonksiyonunu görerek bulu­
nuyorlar. Ulemadan olan kimseler ve okumuş kimseler ise onlara
daima büyük bir şüp heyle bakıyorlar.
A.B.- U lema bütünü ve süfi örgütlerinin (her ne kadar iç içe girme
eğilimi gösterseler de ve her ne kadar belirleyicilikleri açısından eşan­
lamlı olmasalar da) ayı birer ikincil yapı işlevi görmeleri yanında, din­
sel bölünme farklılı klarını da içerdikleri gözönüne alınırsa, bu i ki ya­
pının e klem lenmeleri , m erkez dışı kültürel özerk bütün diyebilece­
ğimiz alternatif sivil toplum yapısını n asıl etki led i , nası l bir sentez
doğdu? Sizin i ki farklı vu rgulaman ızı bir araya get iri rsek neler söy­
leyebi lirsiniz?
Ş . M . - Tabii bir araya getirmek lazı m . Çünkü bir arada yaşamış­
lar, ve Osm anlı İ m paratorl uğu 'nda görüyoruz ki birçok oku muş in­
san lar, yükse k seviyede okumuş insanlar, aynı zamanda tarikata da
giriyorlar. Yani çok görülen bir şey , devlet ad amı , fakat tarikat er-

1 10
babı; çok sofistike u lema, am a aynı zamanda tari katla i lgisi var, bu­
nu çok görüyoru z . Buna karşı olan lar var, yani bir takım fundamen­
talist müslüm an lar var , ama onlar hiçbir zam an bir iki nesilden faz­
la et kili olmamışlar.
A. B . - U lema bütünüyle süfi örgü t lerinin iç içe girmesi , iki tane ay­
n i kincil yapı oluşm asını engelliyor mu?
Ş.M.- YOk am a, şöyle diyelim: İ ki dairenin kesişmesi gibi bir i liş­
ki leri var.
A.B.- Aradaki çelişki leri gözönüne alınırsa, bu kesişme o alte rna­
tif sivi l toplum diyeceğimiz yapıyı nası l belirler?
Ş.M.- Bu sivi l top lum kon usunda ne dem ek istediğinize b ağlı bir
şey.
A.B.- Ben yalnızca ikinci l yapı olarak, merkez dışı kü ltüre l bütün
olarak vurgu lamak istedi m .
Ş . M .- İ kincil yapı dediğiniz zam an , ikinci l yapının ne yaptığı ko­
nusunda bir varsayı mınız var demektir.
A. B . - Sizin yazdı kl arınızdan hareket ediyoru m . İ kincil yapı işlevi­
ni gören bütünler olarak . . .
Ş.M.- Bir kere , e n basit ve kaba şekliyle söylersek, devlet dışında
gelişebilir (bu ekstrem ' aşırı' bir şeki l), bir de devletle i lişkiyi ku ran ,
kanal meydana getiren i kinci bir yön var. Devletin kan al ol arak ça­
lışması aynı söylemi k u l l anm aktan ileri gelen bir şey. Ayrı lık m ese­
lesine geli nce (tekken in kendine özgü bir takım düşüncelerin mer­
kezi olm ası açısından) başından itibaren, tekkede okunan kitapl ar­
la u lema içinde okunan kitap lar arası nda bazı farklar var. Çok bü­
yük diyemeyiz am a, bazı farklar var. Tekkede daha çok edebiyat
okunuyor. Daha çok Farsça okunuyor. Daha çok spekülatif m istik­
lerin , mesela İ bn-i Arabi'nin , kitapları okun uyor. İ bn-i Arabi' nin ki­
tapları okunduğu zam an ortodoks u lemanın tehlikeli sayd ığı yönle­
re gidi lebi liyor; (her şey Allah'tan olduğuna göre ah laksı zlık da Al­
lah'tandır gibi). 1 9. ve 20 . yy. ' daki İ slam yenilikçilerinin tekkeye karşı
koymaları bi raz da b undan ileri geliyor. Bir öakıma tekkenin içinde­
ki gelişme lerle , diğer u lema içindeki gelişmeler bi rden bi re aktivist
bir m ahiyet alıyor; bu gelişme i l k defa Cemalettin Afgani gibi kim-

111
selerle ortaya çıkıyor. Şimdi aktivizmden ne kastettiğimi an latayım:
İslam'ın, yalnız imanla i lgili olmayıp, aynı zamanda enerjik bir sos­
yal atılımı gerçekleşti rmekle ilgili olduğu fikri ortaya çıkıyor ki bu ni­
speten yeni bir gelişme. Bu ilginç kabuk değiştirmenin dünya siste­
minin gelişmesiyle i lgili olduğuna inanıyorum (Wallerstein anlamın­
da bir dünya sistem iyle), ama nası l intikal eder, onu bilmiyorum da­
ha. Herhalde 1 9. yy'da bütün dünyadaki tarikatlar (ekseriyeti diye­
lim) pasif bir tutumdan aktif bir tutuma geçiyorlar. Bu aktivist yakla­
şım yavaş yavaş önceki mistisizm le olan edebi, ahlaki ilişkilerini ko­
parmaya başlıyor. Çünkü m istisizmde her şey Allah'tan geliyorsa,
o zaman aktif bir intervention' a (girişim) ihtiyaç yok. Aktivist olunca
da diyorlar ki ; mesela İbn-i Arabi'nin felsefesinde her şey olur gibi
bir hava var: "Aslında her şey olmaz. İyi ve doğru vardır, bir de kö­
tü ve yan lış vardır. Bizim bunları birbirinden ayı rmamız lazım. Ama
böyle mistik, panteist, monist bir takım fikirler üzerinde kalırsak hiçbir
zam an aktivizme yönelemeyiz" . Onun için 1 9. yy'dan itibaren o za­
mana kadar pasif olan bir düşünce tarzı iki yönde de aktivist bir şe­
kil almaya başlıyor. Bir tarafta u lema, İslam'ın bir kültür olduğu ko­
nusunda fikirler yaymaya başlıyor; İslam artık yalnız bir din değil,
bir kültü r bütünüdür fikri yayılır. İkincisi ; tarikatların içindeki kimse­
lerse "artık mistisizmi bir tarafa bırakalım. İyiyle kötü arasındaki fark­
ların ve Müslümana gereken sorumlulu kların an latılması zamanı
gelmiştir" demeye başladılar. Şimdi , sivil toplum konusuna döner­
sek, sivil toplum dediğim zaman bir geleneği kastediyorum. O ge­
lenek de bir protesto geleneği, devlete karşı protesto edebilme ge­
leneğidir. Devlete karşı protesto edebilme geleneğinin Müslüman­
ca bir d ayanağının olması ise eski bir geleneğe dayanıyor. Sivil top­
lumu, p rotesto etme im kanı olarak görürsek, bu bize bi r sivil toplu­
mun karakterlerinden birine kapı açıyor. Sivil toplumun ikinci bir ta­
rifi, huku k bakımından işlerin kendi başına yürütü lebileceği (Hegel
an lamına) ve devletin de karışmaması gerektiği bir alan şeklinde ya­
pılabilir. Bu anlamıyla da alırsak gene İslamda bi r sivil toplum öğesi
var.
A. B.- Aktivizm ve gelenek � üzeyinde bir sivil toplumun çerçeve-
112
lediği yapılar devlet-birey arası bir flitraj mekanizması görevini yeri­
ne getirdiler mi? Bu mekanizmalar bu geleneğin ne ölçüye kadar
belirleyici unsurlarıdırlar? Bu soru larla şunu vurgulamak istiyorum:
Osmanlı'da merkez-birey arasındaki boşluğa yerleşen dünyevi ne­
tilikli ama dinsel biçime sahip patronaj ağı ve yapıları sözkonusu mu?
Bu ağ ve yapılar belirleyici mi?
Ş. M.- Bence, doğru . Dünyevi nitelikli olduğu şu açıdan söylene­
bilir. Halkın problem leri , evlilik, veraset, mal mülk edinme gibi.
A.B.- Bunun yanında, Din ve İdeoloji kitabınızda "toplumsal sey­
yaliyet tıkandığında tarikatlar bazı ilişkileri vasıtasıyla bu tıkanıklığı
açmış, bu işlevi üstlenmişlerdir" diyordunuz. Bu bir tür kliantel me­
kanizma değil midir? Osmanlı böyle tanımlanabilir mi?
Ş. M.- Evet tanımlanabilir. Yalnız, buna bir şey eklemek lazım. Bu
gene çapraşık bir mesele. Çünkü , Osmanlı İmparatorluğu'nda u mu­
miyetle birkaç tane piramit var. O piramitlerden bir tanesi devlet pi­
ramidi (en başındaki memu rlarla, sadrazamlarla falan). Onun yanın­
da bir ulema piramidi var. Bir de ilişkileri var. Piramitlerin tepesinde
olan kişilerin birbirleriyle ilişkileri var. Ama bunların hepsinin patro­
naj ilişkileri var: Sadrazamın patronaj ilişkisi var, u lemanın patronaj
ilişkisi var, eşraf ile ayanın var. Şimdi denklem kurdu{;junuz zaman
bu çok bilinmezli bir denklem haline geliyor. Çünkü en azından dört
çıkış noktası var. O dört çıkış noktasının başka başka gelenekleri
var, her birine giden başka başka insan tipleri var. Bu durumda on
iki kareli bir denklem le çalışıyoruz demektir. Bu çerçeve içinde kal­
mak şartıyla evet derim bu soruya.
A. B.- Ben şu anlamda sormuştum. Gelenek olarak sivil toplumun
temel işlevleri kliantelizm etrafında mı şekil leniyor?
Ş. M.- Evet muhakkak kliantelizm etrafında şekilleniyor da, biraz
Hegelien bir şekilde alı rsak, iki ayrı esprit çatışması da var burada.
İsterseniz iki ayrı tin çatışması var diyebiliriz. Bir taraftan sivil toplu­
mun beraberinde getirdiği (bilmiyorum HeQel'e ne dereceye kadar
ihanet ediyorum burada) tinin bir görünüşü var sivil toplum olarak
Osmanlı'da. Bir de devletin oluşturduğu bir bütün var. O açıdan si­
zin söylediğiniz doğru da, daha soyut bir analiz yaptığınız zaman
1 13
patronaj il işkilerinin t ransform asyon surecinde başka şekiller de gö­
rülmesi m ü m kün mü konusu var.
A. B.- Bu kliante! özel l i kler sizin vurguladığınız yön leriyle, yapılar
arasında da sözkonusu ol abi lir m i ? Ö rneğin merkez/u lem a, mer­
kez/tekke , tekke/u lema vs. gibi?
Ş.M.- Evet yapılar arasında da var. Şimdi yeni bir şablon düşünü­
yoru m ... Bu radaki ünite, dediği niz gibi, çok önem li bi r ünite: Yani
patronaj i lişki leri. Yalnız patronaj il işkilerinin alt kavram l aştırmaları­
nı alırsanız, orada kişiden başlamak lazım. Çün kü patronaj bir kişi
ilişkisidir. Şimdi Osmanlı İ m paratorlu ğu'nun işleyişinin tümünü (in­
sanların kendilerine rehber aradıkları zaman , kişi ilişkileri açısından ,
kendi kişi liklerini gelişt iri rken doğruyu , yan lışı başka kişilere baka­
rak geliştirme leri şeklinde) çok çap raşı k fakat hepsi nin içinde kişi­
nin mu htelif soyut l u k ve som utluk tabakalarında görüldüğü bir sis­
tem olarak görmek müm kün . Fakat bu açıdan sizin " patronaj" de­
diğiniz ku rum u n yerine çok daha ayrıntılı bir sü reç geçiyor.
A.B.- İ zin verirseniz bu kon uda son bir soru yöneltmek istiyoru m .
Sözünü ettiğiniz yapı ları (merkez, u lema, tekke , eşraf vs.) genelde
nasıl bir kutu plaştı rm aya tabi tutabiliriz? Bir an lamda bu çerçevede
bugüne değin yazdıklarınızı , savl arını bütüncül olarak nası l değer­
lendi riyorsu nuz?
Ş . M .- Bu birimlerden birinin devlet olduğu n u bi liyorum. Polarite
(kutu p)lerden bi r tanesi devlet ise diğer polariteler neler? Devletin
bir iş yapma türü var ki b u , benim daha önce i le ri sürmüş olduğum
kişilere bağlı olan büyük ağın karşısında olan bir hadise. Çün kü dev­
let kişiyi ne kadar kabu l etse de Osm anlı İ mparatorluğu ' nda kişi öte­
sinde bir takım kurum lar ku ruyor. Evet do(Jru d u r. Osm anlı İ mpara­
torluğu 'nda ilerlemek için bir daireye, bir kaleme giriyorsu nuz ve ora­
da kendinize bir patron seçiyorsunuz (sosyoloj i k an lamda bir pat­
ron) O doğrudu r. Am a devlet bu kalemi yü rüttüğü zaman (kalem le­
rin bütünü) bi rçok İ slami devletten farklı olarak bir bakan lık gi bi yü­
rütüyor. Tam bir bakan lık gibi yürütüyor diyemiyorum (Weber'in bü­
rokrasi şab lonuna tam man asıyla yaklaşm ış bir şey değil), fakat bir­
çok diğer İ slami kuru mdan farklı olarak oraya b i r gidiş var, işi bir

114
bakan lık haline getirme isteği var. Ben Tanzi m at'ın bu kadar ç abuk
ürün vermiş olmasın ı , ancak devletin ku rsağında böyle bir şeyin kal­
mış olmasıyla; devletin potansiye linde bu şekle daha çok yaklaştı r­
mak isteğinin olmasıyla açı kl ıyoru m . Eskiden beri Osman lı İ mpara­
torlu ğu'nda "Weberleşmeye" doğru bir gidiş var. Bu her ne kadar
güdük kaldıysa bile bir eğilimdir; fakat bunun karşısında " buyük ağ"
adını verdiğim i nsan arası ilişkilerden teşekkül eden süreç-kurum
mevcut. Binaenaleyh i kinci polariteyi aradığınız zaman, kabaca, dev­
letle çevre arasınd aki i lişkilerde buluruz. Bunu , işleri kişiler üzerine
ku ru lmuş olan topluluk, yani her an lamıyla kişiyi ortaya çıkaran top­
lulu kla, bir bloklar toplumu kurmak isteyen devlet arasındaki kutup­
laşma (eğer "the n egation of t he person " (kişinin olumsu zlanması)
şe kli nde görebiliriz.
A.B.- B. Badie'nin "Culture et Pol itique" başlıklı kitabında İ slam '­
da toplumsal i lişkileri beli rleyen unsurun " toplu msal sözleşmenin
komünoter (cemaatci) nitelikli olup, kişiler arası olm aması" şeklin­
de bir savı var!
Ş.M.- Evet , kom ünoter dediği zaman gene bu başka bir şey. Çev­
renin komünoter yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu i lginç bir
şey. Fakat bunu yapmak oryantalizmin koymuş olduğu bir kavram ı
ku llan m ak oluyor. O n u n ötesine geçebilir m iyiz acaba? O zam an
polariteleri daha iyi görebiliriz (bilhassa Tanzimat'taki polariteyi). Şim­
di, Tanzimat, nizam , t anzim , bun ların hepsi birlikte olan ve bir çer­
çeve kurm ak isteyen şeyler. Mesela erleri t alim eıtirdikleri zam an
batıdan gelen sub ayların çok kızdıkları duruml ardan bir tanesi şu:
Subaylarla erler arasında otorite ilişkilerinin içinde başka bi r imaj
aklım a gelmiyor. O ryan t al terliğin şıpırtısını hatı rlatan bir samimiyet
var; subayla er arası nda samim iyet olan bir ordu yürümez diyorlar.
Şim di subayla er arasınd aki bu ili şkiyi kişi ilişki lerinin subay otorite­
sinin içine bi r envazyonu olarak gösterebiliriz. Tanzımat ' ın yaptığı
şeylerden bir tanesi bu envazyonu kesm ektir. Nefere diyor ki " sen
'
su bayınla böyle laubali olam azsı n. " subaya d a diyor ki "bırak böy­
le dost arkadaş olm ayı , sen ku mandan olarak tamamen başka bir
yerdesin. Sen paket t aşıyamazsın , sen etrafı beyaz eldivenle dola-

1 15
şacaksın ve aranızda bir mesafe olacak ki senin subaylığın onun
erliği ortaya çıksın " Bu çok modern bir şey. Foucault'nun söyledi­
ği bir şeye çok benziyor; günümüzde kurumların bir nevi kafesleyi­
ci fonksiyonlarını çok iyi anlatıyor .
A. B.- İktidarın mikro fiziği olarak işlevi?
Ş. M.- Evet, bir mikro fiziği olarak işlevi. Gene polariteye gelelim.
Osmanlılar çok çabuk kışla kuruyorlar. Çünkü yapmak istedikleri kur­
saklarında kalmış, o devlet açısından yapılması gereken iyi bir şey
kışla kurmak. Buradaki polarite, devletin kurumları arzu ettiği türde
yönetmesiyle, daha yumuşak, laubali unsurları arasında daha ko­
lay geçişler olan sistem arasındaki polarite. Onun için bu polarite­
den bahsedildiği zaman Badie'nin dediği doğrudur. Ama Baide'nin
dediğinin altında yatan süreci de "disagregate" etmemiz lazım. O
yalnızca güzel bir ilk adım. Ama komünoter dediğimiz zaman aslın­
da çatışmalar nerede yatıyor? Şimdi sorunuza cevap vermiş oluyo­
rum: Çatışmalar bir bakıma her zaman , bildiğimiz gibi gruplar ara­
sında, eşraf ve onu kabu l etmeyen devlet arasında. Polariteyi A ve
B şekline indi rgemek isterseniz, temeldeki polariteyi isterseniz, bir
taraftan devletin devlet ku rma isteğiyle insanlar arası ilişkinin üze­
rine ku ru lu olmasının polaritesi gibi görünüyor bana. Bu polarite
CHP'nin de tutumunu çok iyi anlatı r.
A.B.- Batıda sık sık " İslam toplumu" şeklinde genellemelerle kar­
şılaşıyoruz. Ancak dinsel söylem le toplumsal tarih arasındaki belir­
leyicilik ilişkileri gözönüne alınirsa, Osmanlı-Türk toplumsal yapı ve
geleneklerinin dinsel söyleme eklediği unsurlardan ve belirleyicilik­
lerinden ne ölçüde söz edebiliriz?
Ş. M .- Türklerin Orta Asya'dan getirmiş olduklacı bu devlet ve ge­
lenekleri, kültür bakımından önceki bazı İslami geleneklerle pek iyi
pekişmiyor. Topluluğun yönlendirilme şekliyle Osmanlılar'ın bu Or­
ta Asya gelenekleri arasında bayağı çatışma var.
A.B.- Buna karşın İslam'ın mülkiyet yapısıyla Osmanlı iktisadi sis­
teminin benzeştiği ileri sürülüyor.
Ş.M.- Benziyor ama, İslam düşünü rleri içinde "Türkler de hiç be­
ğenmediğimiz yeni şeyler getirdi" diyenler çok. İbn-i Tayimiya da
116
onlann arasında. Türkler demiyorlar Moğollar diyorlar; onun için Ana­
dolu 'da geçerli bir şey vardır. Cengiz zulmü diye. Bu , şu demek as­
lında, gayri-İslami bir takım şeyler getirilmiştir, bunlar İslam'a uy­
maz, bunlar Moğollar'dan, Orta Asya'dan gelen şeylerdir.
A B.· Bu ikiliği değerlendirme üzerine bir sorum var. " İslam'ın
monist" yapısının temelde ikincil yapı ların doğmasına engel oldu­
ğu söyleniyor. Buna karşı lık Osman lı'da (sizin sözünü ettiğiniz ge­
leneksel) sivil toplum ise daha çok İslamı düzeydeki örgütlenmeler
düzeyinde anlam kazanmış. Bu ikiliği bu açıdan değerlendi recek
olursak; Osmanlı patrimonial sistemi unsurlarının bir sentezin doğ­
masında ya da etkileşimde daha belirleyici olduğu söylenebilir mi?
Ş. M.· Daha önce söylediğim bir noktayı başka bir şekilde söyle­
yeyim. Osmanlıların kursağında kaldığını söylediğim şey. Bir sen­
tez yapılmıştır. Ama o sentezin, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde
iki ayn kökeni varmış gibi görünüyor. Biri devlet için yapılması ge­
reken şeylerin g,e leneği. Diğeri halk için yapılması gereken şeylerin
geleneği. Bence demokrasiye, demokratik ilkelere bağlılık, devle­
tin ve halkın yararını koru ma karşıtlığının uzun zaman çatışmasın­
dan ve geliştirdiği siyasi tecrübeden geliyor olabilir. 1 950'de halk
arasında bu kadar çabuk örgütlenme olmasının sebebi, bence, dev­
letle halk arasındaki bu diyalektiğin zaman içinde onlara bu beceri­
yi vermiş olması . Buna karşılık devletin olmadığı Müslüman ülke­
lerde, iki şey birden eksik. Bir tanesi devlet mekanizması. Diğeri hal­
kın kendini savunma geleneği. Osmanlı'da bunlar devamlı olarak
çatışma, pay etme halinde oldukları için ikisi de bilenmiş. Yani dev­
let bilenmiş bir şekilde ortaya çıkıyor. Halkın kendi menfaatlerini ko­
ruması da bilenmiş bir şekilde ortaya çı kıyor. Etrafımızdaki Arap
memleketlerindeki eksikler biraz da oradan geliyor. Bu paradoksal
(çelişkili) bir şey aslında. İşte bu baskıyı yapmadır ki halkın kendi
menfaatlerinin bilinmesini doğurmuştur.
A B.- Sizin de belirttiğiniz gibi Osmanlı'da cemaat yapısı ve Os­
manlı patrimonial sistemi olarak iki temel bütün sözkonusu. Bunlar
eklemlenmiş ve farklı bir bütün ortaya çıkmış. Şimdi bu bütüne ta­
mamen farklı bir toplumsal gelişmenin , batı devlet modelinin eklem-
1 17
lenmesinin somut son uçları neler old u? Gerek ku rum ların oluşm a­
sı nda, gerek dinsel yapı nın gelişmesinde , gerekse ınsan davranış­
larının temelinde . . . n asıl yoru m luyorsunuz?
Ş.M.- Şimdi devlet gelişmesi bakımından orad a bir "artı " var. Şu
açıdan ki Tanzimat ' a baktığımız zaman , Tanzimat çok kanun yapı­
cı, n izam , talimatname koyucu bir şekilde gelm iştir. Zaten, kanun
kolleksiyonuna, düstu ra bakarsanız. ( 1 9. yy.'ın ortasından beri böyle
bir kanun kolleksiyonu var) neyin, nasıl yapılacağına dair, o zaman­
dan beri gayet ayrıntılı şeyler konmuş olduğunu görürsünüz. Onun
için devletin kuru lm asında Tanzimat bir "artı" Nizamname, talimat­
nam e , bugün r:ıe kadar bürokrasi varsa Tanzim at ' l a ortaya çıkmış.
O da devletin gelişmesini kolaylaştırmış. Jön Türkler zamanında da,
Atatürk devrinde de. Fakat devletle halkın birleşmesi veya bu luş­
masında, o eklenme lerin olm asında büyü k bir kopukluk olduğu mu­
hakkak. Kop u kl u k şu açıdan: dinin bütün bu fonksiyonları (önceki
fonksiyoıları) ortadan kaldırı lıyor ve yerine başka bir anlayış ve başka
bir gün lük hayat şablonu ortaya konuyor. Bunun doğrudan doğru­
ya fi lmi kopart makla i lgili olduğu nu sanmıyoru m . Olabi lirdi; yani fil­
mi koparm ak , insan ın kol u n u koparm ası gibi bir şey olabi lirdi. Ama
ondan daha başka bi r şey var. Her şeye rağm en 1 9 . yy. 'da ve 20.
yy. ' ın başında Türkiye'de en geri yörelere bile biraz ilkokul gitmiş,
ordu gitmiş, köyl üler askere gitmişler; bir dünyaya açılış var. Ve bu
dünyaya açılışın beraberinde getirdiği, bizim çok zaman tefsir ett i­
ğimiz şekilde taşrada bir " m edeniyet" aleyhtarlığı, bir geriye gitme
yok. Dünya bir öküzün boynu zu n u n üzerinde duru r , kimse bunun
karşısında bir şey diyemez diye bir reaksiyon yok. Reaksiyon şöyle
oluyor: bizim kitaplarımız, dü nyanın bir öküzün boynuzları üzerinde
durduğunu söyler. Ama i l kokul kitabı bunu söylemiyor. Dünyanın
boşlu kta olduğunu söylüyor. Acaba doğru olan nedir? Şimdi , İ slam'ın
yeni gelişmesine baktığımız zam an, böyle bir du rumdan çı kı ldığını
kabul etmek lazı m . Yani bir şaşkın lık var. Genel bir şaşkınlık ve mo­
del lerin hangisi geçerlidir diye samim i bir arayış var. Bu konuda çok
katı olan yerlerin dışındaki yerler yani Anadolu oldukça açık. Prob­
lem bu arayıştan ileriye ge liyor. Birisi size şunu soruyor, bize oku l

1 18
kitapları diyor ki dünya bi r öküzün boynu zları üzerinde du rmuyor.
Nedir sizi n cevabı nız? Cevap veren ler de diyorlar ki, bu metalori k
bir an lamdır, bu aslında cazibe kuvvetinin başka bir ifadesidir. Ama
cazibe kuwetini kabul ediyoruz. Yani Newton veyahut da Galile dün­
yasının mevcut olup olmadığıyla i lgili bir konu ve buna bir cevap ve­
rilebiliyor. Çün kü, güneşin bu sistemin merkezi olduğunu söylemekte
İ slamiyet'e aykırı hiçbir şey yok ve hem en bunu söyleyiveriyorlar
adam lar. Bu arayışın çok hoş bir i fadesini buldum bir yerde; Ana­
dolu 'nun epey içerlerinde olan bir beldede sorulan bir soru. Ve o
soruyu soran kimsenin gerçekte Newtoncu görüşü kabul ettiği an­
laşı lıyor; diyor ki bu dünya i le cehennem arasındaki mesafenin çok
büyük olduğu nu biliyoruz. Yüzbin lerce , milyon larca, m ılyarlarca ki­
lometre. Nası l oluyor da insan lar günahların yükünü bu kadar uzun
bir mesafe üzerlerinde taşıyabiliyo rlar. Şimdi bu soru tam m anasıy­
la Newton 'cu bir soru; b u nu 1 6 . yy. 'da bir Müslü man sorm azdı. Bi r
çok İ slami düşün ü r ise Newtoncu görüşü karşılamakta bi r m ahzu r
görmüyor. Fakat karşılan amayan sorular var. Karşılanam ayan so­
ruların daha çok günlü k hayat , sosyal hayat , evlilik, arkadaşlık, .kadın­
erkek vb. mese leleri ile i lgisi var. Türkiye'de kadın -erkek müna­
sebetleri çok me rkezi, çok önemli olduğu için bu konuda soru ları
var adam ların. Diyorlar ki peki biz kad ı n l arımıza haki m olmayacak
m ıyız? Şimdi soru bu şekilde soru lduğu zaman onu cevaplandırmak
çok daha zor. Ç ü n kü Newton ' u anlattığımız zaman yerçekimi diyor­
su nuz; sinüs, kosinüs, vb. diyo rsunuz bunlar da matematikten çık­
,

mış olan şeyler dıyorsunuz. Ulema da biliyor ki matematik diye bir


bilim var. Bunu oraya yerleştirebiliyorsunuz, am a kadın ları mıza ha­
kim olam ayacak m ıyız gibi bir soru tür açısından başka bir soru . Ata­
türkçülüğün o konuda bu kadar anlam l ı , bu kadar detaylı bir cevap
verdiğini söyleyemeyiz. Yani Newton fiziğinin verdiği şeyler çok de­
taylı , çok an lam l ı ; m atematiği var. vs . ' si var. Fakat At at ürkçü lüğün
cevaplandırılmasını gerekli görmediği buna benzer çok soru var.
Günlük hayat la ilgili olan ve bun ların yalnız yüzeyde olan bir tanesi­
ni söylüyorum.
İ nsan lar arası i lişkilerin meydana getirdiği toplu luğun çok daha

1 19
dipte olan ve Atatürk tarafından cevabı detaylı olarak verilmemiş olan
soruları var. Yani bugün bile göremediğimiz bir takım şeyler var. Sa­
nıyorum , Türkiye'de en çok satılan kitaplardan biri, Mürşid-i Müte­
ehhilin diye 1 870' 1erdeki kadılardan birinin yazm ış olduğu küçük bi r
broşürdür. Şimdi bu broşü r ne diyor. Bir Müslüman centilmen , ka­
dınlarla olan i lişkisinde nasıl hareket eder? Şimdi bu var mı ilkokul­
da? Bunu çok düz bir şekilde, çok yerde olan bir seviyede anlatı­
yor. Daha yeni yeni oku l l ara cinsel eğitim gibi şeyler koyalım diyor­
lar; ama bu da herhalde böyle bir takım çok yuvarlak kavramlarla
falan anlatılacak. Müftünün anlattığı ise çok açık seçik bir mesele,
cinsellik, Türk toplumunda kadın erkek ilişkileri. Ama bizim, üzerin­
de durabileceğimiz, buna benzer başka şeyler de var. Mesela tica­
ret, faizle ilgili olarak bir takım konular. Bunlar da fevkalade önemli
olan konu lar. Ama demiyoru m ki bu Türkiye' de yaşayan herkesin
düşünmüş olduğu konu lar onun için de bu cevaplar, bu İslamca ce­
vaplar bu kimseler için önemli oluyor.
A.B.- Aynı çerçevede ele alacak olu rsak, Din ve İdeoloji kitabınız­
da ümmet dünya görüşü ve pozitivizmin aynı yörüngede olduğunu ,
ümmetÇi yapının pozitivizmin yorumunu belirlediğini söylüyorsunuz.
Bu yoru mun oluşmasında resmi cu m huriyet ideolojisi ve batılaşma
eğilimi daha etkili olmadı m ı ?
Ş.M.- İnsanlar bir şeyi ne kadar değiştirmek isterlerse istesinler,
tevarüs etti kleri kavramlarla iş görmek mecburiyetindeler. Bu kav­
ramlar olduğu gibi kul landıkları kavramlar olmayabilir. Ümmetçi gö­
rüşle pozitivizm arasındaki bağın altını belki bugün lerde bu kadar
çizmek istemem. Meselenin ayrıntılarını öğrendikçe konuyu daha
başka bir konumda görmeye başlıyorum . Pozitivizm bence Osman lı
devlet adamlarında olan bir öğe. Tanzimat'a geçmiş olan bir şey.
Tanzimat'tan da Atatürk'e geçmiş olan bir şey ve onun da buna ge­
tirdiği yenilikler var. Ama bugünkü halde bunun ümmetçilikle bağı­
nın altının çizilmesinde yarar görm üyorum . Yani o ilişkiyi görmüyo­
rum .
A. B- Gene aynı çerçevede ileri sürdüğünüz b i r nokta; " İslam di­
ninin Türkiye'de çok işlevli bir nitelikte olmasının farklılaşmayla
120
giderilebileceği" şeklinde bir yargınız var. Bugün ise dinsel formel
ya da enformel eylem grupları ortaya çıktığını görüyoruz, toplumsal
farklılaşma, söyleminin değişmediği bi r siyasal farklılaşmayı çerçe­
veliyor. Bu , sizin söylemiş olduğunuz düzlemde irrasyonel bir ilişki
oluştu rmuyor mu?
Ş.M.- Yanı lmış olabi lirim . . .
A.B.- Bunu nasıl yorumlayabilirsiniz? Örneğin bugün ortaya çıkan
formel - enformel İslami eylem gruplarının güdülenmelerini, çıkış nok­
talarını. Kuşkusuz grupların hem dünyevi hem dini nitelikli biçim len­
meleri söz konusu . . .
Ş.M.- Şimdi , zamanımızda eylem gruplarının mikro seviyede ça­
lışması bütün dünyada görülen genel bir gelişme ve alt kültürlerin
(gençlik kültürleri gibi çeşitli alt kültürlerin), kültü r gruplarının orta­
ya çıktığına şahit oluyoruz. Bu İslami teşkilatlanma herhalde onun
bir yönü olabilir; çünkü bir genel İslami eği lim diye bir şey var, bir
de Şiiler var; Şiiler'in içinde gruplar var; Fundamentalistler var, Fun­
damentalistlerin içinde Tekfir ve Hicre gru bu var, Müslüman Kar­
deşler var yani çok çeşitli alt dilimler teşekkül etmeye başladı. Ba­
na öyle geliyor ki bu bir dünya eğilimi. Bunun Türkiye ile ilgisi ne­
dir? Onu bilmekte zorluk çekiyorum. Yalnız şunu açı k olarak söyle­
yeyim, doğrusu öngörmediğim bir öğe bu toplulukların parçalanması
öğesi. Bizim şimdiye kadar kafamızda olan entegre toplum imajını
değiştirmeye doğru giden bir gelişme. Ben bundan rahatsızım. Bel­
ki tevarüs ettiğim şeylerden bir tanesi topluluğun nispi bir uyum için­
de olma isteği olduğu gibi , topluluğun kendisinin de böyle çalıştığı
fikridir. Bu konu beni rahatsız ediyor. Şundan dolayı, bir kere bu par­
çalanmanın nerede du racağını bilmek çok zor. Yeni bir dini grup çık­
tığı zaman (mesela Ameri ka'daki Moon Grubu gibi) bazan bayağı ,
beyin yıkayıcı ve insanların içine giren, şahsiyetine hükmedici bir
nitelikle karşımıza çı kıyor. Şimdi biz Moon Grubu 'nun meşruiyetini
kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz. Böylece bir problemle karşı
karşıya kalıyoruz. Bir vergi meselesi dolayısıyla Moonlar' ın başla­
rındaki kişi hapse atıldı am a, ondan daha derin konu lar var, yani
yarın çok daha baskıcı , çok daha insanın şahsına hükmedici bir di-
121
ni g rup ortaya çı karsa, yahut da he rhangi bir grup ortaya çı karsa
hangi kriterlerle biz bunu yasak edeceğiz. Hangi kriterlerle " bu ra­
ya kadar gittiler ama bu ndan sonra yoktur" diyeceğiz. Bana öyle
geliyor ki bu açıdan hü rriyetin felsefi esasları ile i lgili olarak bir prob­
lem ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, her ne kadar uzun zamandan be ri
Locke gibi kimselere göz atm adıysam da, ön ümüzdeki yıl ların bü­
tün d ünya için en önem l i m eselelerinden bir tanesi bir grup ortaya
çıktığı zaman o grubunu m eşruiyetini sınayacak olan felsefi kriter­
lerin neler olduğu sorunu olacak. Bunu düşünm eye başlamamız la­
zım. Bu bana geleceğin bir sosyal biliminin son derece önem li bir
yönü gibi geliyor. Bir toplumsal mekan izm anın- nasıl çalıştığını çöz­
mek (çü n kü b u , bir saatin için deki zamberekleri filan ayırıp da tek­
rar koym ak gibi bi r şey) ço k zevkli ama, ben art ı k bir ahlaki zoru nlu­
luk olarak bu çok sevd iğim işten be l ki de uzaklaşacağı m , be lki de
yapamıyacağım bir işi ele almak zo runda olduğumu hissediyoru m .
Bu günkü şart lar altında hü rriyet nedi r, şahsın hü rriyetinin sı nı rları
ned ir, grupların hü rriyetlerinin sını rları nedir diye bir konuyu anla­
manın gerektiğine inanıyorum ve her ne kadar eti k, ağı r, zor saydı­
ğım bir konuysa da, bu konu larda maalesef okum alara başlamış du­
ru mdayım .
A . B . - B u gelişmeleri batı homo economicus'u ndan kaynaklanan
evrimci paradigmaların sarsı lması olarak değerlendirebi lir miyiz? . .
Ş . M .- Tabi, yani eminim ki onunla i lgili , o paradigma ile ilgili oldu­
!;')u gibi, felsefemizin yeterli olmadığını da gösteren bir gelişme.
A.B.- Dinsel bölünmeler konusunda başka bir yönden, işlevleri açı­
sından b akacak olu rsak dinsel biçimin egemen olduğunu , ancak
dünyevi nitelikli patronaj i lişkilerinin geliştiği bütünlerin bulunduğu­
nu söylemek mümkün. Toplu msal gelişme-farklı laşma ve dinsel ya­
pıların bu nunla bağıntılı biçimlenmesinin çıkı ş noktaları , son uçları
neler? . .
Ş . M . · Her şeyin kudret ve iktidarla bir ilişkisi vardır. Yani her in­
san gru bunun oluşmasın ı n kudret ve iktidarla bir i lişkisi vardı r. Bu
siyaset şeklini alabilir. Dört kişi i le birlikte, ku d ret-iktidar ilişkilerinin
düzen lenmesi şeklinde olabilir. Yani bir küçü k grup içinde kimin baş

1 22
old uğu , kimin karar vereceği ve kimin kim i din leyeceği şeklinde ola­
bilir. Onun için bütün insani manifestesyonların içinde bir kudret i liş­
kisi olduğuna inanıyoru m . Bu böyle ise, dinse l grupların içinde bir
kudret-iktidar boyutu her zaman olacaktır. Bizim için önemli olan ta­
rafı , günlük, yani siyaset dediğimiz al an l a bağının kuru lmasıdı r ve
bu rada tabii patronaj i lişkileri vardır. Pat ronaj i lişki leri olm ası bana
tabii geliyor.
A.B.- Şu anlamda soruyorum , biçim olarak dinsel yapının koru n­
m ası, takat onun içinde çok dünyevi bir takım patronaj ilişkilerinin
oluşm ası ... Yani bir tür farklı laşmanın dinsel yapıyla birleşmesinin
meydana getirdiği bir sentez var. Bu , zanned iyorum az önce sözü­
nü ettiğiniz konuyu , yan i dinsel eylem gru pları nın ortaya çıkışını da
az çok belirl iyor.
Ş . M .- Ben zaten orad an , yani on u varsayarak yürüyordu m . Siz
aslında şunu demek i stiyorsunuz, di nsel niteliğini kaybeder m i , kay­
betmez mi o duruma geçtiği zaman? . .
A.B.- Onu demek istem iyorum aslında, kaybetmiyor; biçim aynı
kalıyorsa da, içerik değiştire rek sürüyor. Bu çok i lginç bir gelişme . . .
Ş.M.- Bence , kud ret ilişkileri daima olmuştur. Yalnız bizim zama­
nım ızda b i r alan doğm aktadır. Kamu alanı diyebi leceğimiz b i r şey.
Eskiden kamu yasaları vardı . Şimdi kamunun tanımı değişti, daha
doğrusu , kamunun bünyesi değişt i . Kam u eskiden devlet ve yap­
tıklarıyla i lgi li bir şey dem ekti. Ama m odern endüstri toplumunda bir
kam u alanı oluştu ki, devlet le bir değil. Kamu alanı çok daha çapra­
şı k bir şey ve eskide n açı k olmad ığı kişilere açık demokrasi yoluyla,
gazeteler yoluyla, yayın araçları yoluyla, kille i letişimi yolu yla. Şim­
di, eskiden m ikro seviyede kalabilecek bir grup bugün o kamu ala­
nının açılmış olm ası dolayısıyla, doğal olarak bünye değiştiriyor. Çün­
kü modern dü nyada kam uya girmek bir i ş yapm a tarzı. Bunu şahıs
olarak yapıyoruz, gru p olarak da yapıyoruz. Onun için bu galiba mo­
dernli kle ilgili bir st rükt ü r değişikliğinin beraberinde getirmiş oldu­
ğu , herkese ve bütün grup lara vurd u ğu yeni bir damga. Bu kaçınıl­
maz gibi geliyor bana. Yani spor faaliyetlerinin bile, o kam u alanı
doğdu ktan sonra. başka bir şeki l almaları zora nlu geliyor bana.

1 23
insan-bilim Açısından Bir Ayraç

A. G.- Bu siyaset-bilim ağı rlıklı olarak tasarlanmış söyleşide, ben


sizin yaklaşımınızın insan-bilim (antropolojiyi) ilgilendiren yönüne bir
ayraç koymak istiyorum. Bu açıdan da en önem li gördüğüm nokta­
lardan bir tanesi , sizin yaklaşımınızın sanıyorum oldukça özgün bir
yanı olan "daemon" sorunu . Sanıyorum konuşmada da bir, i ki kez
eşiğine geldik. Soruyu şöyle sorayım , resmi İslam 'ın, bu daemon'­
un şeytanla, şer'le özdeşleştirilip, maskelenip, bastırılmasında, di­
ğer tektanrıcı dinlere göre daha ayırıcı, daha belirgin özellikleri ya
.
da mekanizmaları olduğu söylenebi li r mi?
Ş.M.- Bence var. O mekanizm a kesin olarak var. Her topluluk ve­
ya her kültür bu konu ile başka türlü baş eder diyelim . Konunun tü­
münü an lam ak için de daemon'un bir tarafından bastırılmış oldu­
ğunu kabu l ettikten sonra, o kültürde bu öğeyle başetme yollarının
ne olduğunu an lamak lazım. Ben bunu bildiğimi söyleyemem. Çün­
kü gelişmemiş bir araştırm a alanı ve şu anda bende bu lunmayan
bazı bilgileri gerektiriyor. FreUdcu veyahut da J ungcu bir yetişmeyi
gerektiriyor. Bence bunun da önümüzdeki yıllarda çok ilginç bir araş­
tırma konusu olarak belirginleşecek. Bu bir nokta. Yani benim tes­
bit ettiğim bir nokta. Ama bu noktanın etrafında birçok ayrıntılar vardır
eminim. O ayrıntıların yavaş yavaş ortaya çıkması lazım. İslam top­
lulu klarındaki cinsel hayatın ayrıntıları üzerinde araştırmaların ya­
pılması gerekiyor. Ben bu konuyu bilmiyorum, ama deamon hak­
kındaki yazıyı yazmamın nedeni başkalarını teşvik etmek oldu ; bu
konuya daha yatkın olan kimselerin, örneğin psikologların konuyu
ele alıp, biraz çalışmalarını sağlamak için oldu . Ben , burada ufu kta
bir nokta gördüm. Sanıyorum ki o nokta var. Am a bu işin çok daha
ayrıntılı çapraşık bir bütün etrafında oluştuğuna inanıyorum.
A.G.- Sanıyorum bu, modern yaklaşımı içeren ve Türkiye'de ça­
lışmayı düşünen insan-bUimciler için çok önemli bir ipucu , yani Türk
insanın bütüncül kavranışında yarı bilinçli olarak, sistemli biçimde
göz ardı edilen bir yanının araştırılması çok önemli olacak. Sizce ta­
sawuf hangi noktaya kadar esneklik içinde kalabilmiştir? Bu konu-
1 24
da ya da insanın daemonic yanını ne noktaya kadar meşrulaştır&·
bilm iştir?
Ş.M.· Tasawuf, aslında bence bütün bu çalışmaları mümkün kı·
lacak olan bir yaklaşım niteliğiyle, gerek sosyolojik hoşgörü, gerek
psikoloji ve psikanaliz açısından bu konu lara e(lilmiş olan bir düşünce
tarzı. Ama "ne düşündüğünü " bilmediğimiz b i r düşünce tarzı. Biz
bu konuya gimıeden önce tarihçilerin ve İslam ' ı iyi bilen sosyolog­
ların bu işin bütününü ortaya çıkarmaları ıa.zım . Ondan sonra psi­
kologların da bu bütünün ne anlama geldiğini ileri sürmeleri ıa.zım.
A.G.- Bu aşamada daha ziyade tarih aQırlıklı bi r çalışmanın ya­
rarlı olduğunu . . .
Ş . M .· Evet. Tarih ağırlıklı , evet, yani kültür tarihi ağırlıklı çalışma­
nın gerekli olduğuna inanıyoru m . Bun u n , şimdiye kadar yapılmayı­
şının sebepleri de var. Birçok kimse bu medeniyetin içinde olan ki­
şileri kırmak istem iyor. Çünkü çok h assas bir konu . Cinsel konular
daima çok hassas konu l ar olduğu için, bu konularla u(Jraşan kim·
selerin çamura bu lanmaları çok olağan bir şey ve bilgi lazı m , cesa·
ret IAzı m , bunun altını tekrar çizmek istiyorum . Eminim ki, lslam kül­
tür tarihinde bu konu l ara değinmiş olan ve bi r nevi sentezinin nasıl
çıktığını an latan bir takım düşünceler var. Ama biz o düşünceleri da·
ha bilmiyoruz.
A.G.- Belki, aynı noktaya bi r başka giriş biçimi de volk lslam'ın
günümüzdeki etki ve işleyişinin incelenmesinden geçebilir mi? Çün­
kü sanıyorum bu deamonic yön, belki şaman inançlarından kalan
bir biçimde halkın belli bir pratik ve sistemleşmemiş inançlar siste­
minin içerisinde öne m li olabilir.
Ş . M .- H alkın gün l ü k davranışlarında eminim ki bu deamon'a yer
veren bir öge var. Ama nasıl yer veriyorlar, onu bilmiyoru m. Daha
doğrusu onu araştırmadık. Hal k kültürü bu konularda bildii;Jimizden
daha zengin ve ben bu rada baskıcı bir şeyden, ortodoksiden bah­
sediyorum. iki alanda araştırmalar bu konu için önem li; biri kültür
tarihi araştı rmaları , ikincisi de etnolojik araştırmal ar.
A. G.· Değinmişken, volk İslam kavramının kapsadı(Jı olgulan n in­
celenmesinde sizce hangi tür olguların öncelikle araştı nlmasında ya-

1 25
rar var? Bunu açım layabilir miyiz?
Ş . M .- Fol klor konusu nda Tü rkiye' de çok araştırma var. Ama folk­
lorun ne demek olduğu konusunda çok daha az araştırma var. Ora­
da bir kaynak var. Toplan mış olan folklorun bir nevi analizi ve izahı
lazım b i z e . O rada b ü yü k b i r araştı r m a alanı açı l m ı ş .
A. G.- Belki , ortaya konan ve rilerin incelenmesi bile, örneğin is­
met Zeki Eyüboğlu'nun cinsel büyüler derlemesinin sistemleştiril­
mesi gibi . ..
Ş.M.- Veyahut da Boratav'ın topladığı masalların içindeki tem a­
lardan çok şey çıkarılabi li r. Bu daha yapılmadı.
A.G.- İ nsan-bilim açısından bir soru daha ekleyeceğim. Din v e lde­
oloji'nin i kinci baskısına yazd ığınız ön sözde , sem bolik sistem lerin
kitaplı din lerde işleyişi açısı ndan Levi Strauss yönteminin pek ye­
terli olam ayacağını belirtiyorsun uz. Bunun gerekçelerini, Arkoun'­
un ve önerdiğiniz alternatif yaklaşımın ana çizgilerini kısaca açı kla­
yabilir m isiniz?
Ş. M .- Şimdi, stüktüralistlerin bence bir hatası var. O da insanla­
rın içinde, benim gerçekten olduğuna inandığım bi r eğilimi gözardı
etmeleri. Bazı stü ktürlerin bir nevi lineaire (çizgisel) bir sisteme gö­
re çal ıştığını kabul edelim. Ama bu insanların dine olsun başka bir
şeye olsun "engagement"nını (bağlanma) an latamıyor. Ben Levi
Strauss' u n bir m itos'u bel ki izah edebi leceğini anl ıyorum . Tabii bir­
çok kimse gene de bir şey izah etmeyeceğini söylemiştir, ama izah
edebileceğine inanıyorum . Fakat bir şiirin n asıl meydana gelebile­
ceğini, insanın hayatındaki şiirselliğin kaynağını anlatabileceğini san­
mıyorum . Oysa bence insanların hayatındaki şii rsellik çok önemli
bir şey ve şiirsellik dediğim zam an, işte, şiirin içinde gördüğümüz
ama insanların kendi iç bünyelerinde olan bir şeyi kastediyorum, yani
şiirden d aha geniş bir şey kastediyoru m . İ nsan ların bir spritüel eği­
lim i , olduğuna inanıyorum . Benim yaptığım din araştırmalarında bu­
nu n başka türlü bir izahı olabi leceğini görmüyoru m . Yani hep böyle
izah edi lmemiş bir noktaya varıyorsu nuz araştı rm ada. Am a bu ken­
dini çok başka şekillerde de gösterebilir. U lulukta olur veyahut da
başka bir noktada toplanabi lir. Yani Max Weber'in dediği gibi dini

126
an lam ak için gerekli olan (daha doğrusu anlamak için gerekli oldu­
ğunu söylemiyor, fakat d ine karşı m üzikal olma diye bir şeyden bah­
sediyor), bu m üzikaliten in hiçbir zaman Levi-Strauss tarafından an­
latılam ayacağına inanıyorum. Bi liyorum ki Levi-Strauss'u n sistemi
insan ların gıyabında çalışan bir sistemdir. Ama bu da bana çok şey
söy lemiyor. İ nsanların gıyabında çalışan bir sistem bence in sanla­
rın kızgı nlıkları, sevgileri, tutku ları falan hakkında bir şey söylemi­
yor. Oysa bu hisler günlük hayatımızda çok önemli. Bunun Levi­
Strau ss'u n anlattığı kadar yüksek ve sofistike bir tarzda izah edil­
mesine ihtiyaç yok. Daha kaba bir izah tarzı olsun da bana bunu
anlatsın. Çünkü din içinde olan insanlarda, sam imi olarak dine gi­
ren insanlarda iki şey gördüm daima. Am a bu i ki şey birbirinden da­
ima ayrı ve birbi riyle birleştiremiyorum b u n l arı . Bir tanesi an laşı lır
bir dünya şablonu meydana getirmeye çalışı r, yani dünya anlaşıla­
bi lsin , daha doğrusu kai nat an laşı labilsin. Ama bunun yanı nda in­
san ın bazı spritüel eğili m le rini tatm in eden bir izah da olsun. Bu iki
çıkı ş noktası birbirinin aynı değil. Biri Descartes'in yapacağı bir şey.
Ö bürü de en d ibinde belki bi r Jung' u n yapabileceği bir şey. İ kisi ay­
nı değil gibi geliyor ban a.
A.8.- Bu görüşleriniz önsözde belirttiğiniz gibi, yalnızca kitaplı din­
ler için mi söz konusu, yoksa genelde mi? ..
Ş . M.- Bütün dini davranışları kasdediyorum .
A. G.- Koyduğunuz çekinceyi daha da genişletm iş oluyorsu nuz.
Arkoun'u kısaca nasıl değerlend irirsiniz?
Ş . M.- Şimdi Arkoun ' a geleyim . Tabii ki bu bir gerçeği n ası l tahlil
ettiğinize ait bir şey. Bu discours (söylem) konusu da gerçeğin bir
kesiti olarak önemli bir şey ve ben on a çok önem veriyorum . Belirli
bir discours insan ın bu spiritüel eği lim lerini nası l bi r çerçeve içinde
çe rçeveleyeceğini anlatıyor. Fakat spritüel eğilimin discou rs'dan gel­
diğine inanm ıyoru m . Onun otonom bi r şey olduğuna inanıyoru m. Do­
layısıyla bu eğilim , onu çe rçeveleyen d iscours, ondan sonra da or­
tadoksi diyelim, bun lar dini incelediğiniz zaman üç ayrı kesit, am a
o üç ayrı kesitin de bir meşru luğu olduğuna yani metodolojik bir meş­
ru luğu olduğuna inanıyoru m. Arkou n'nun metodunun altı nı çiziyo-

1 27
rum: Bir discours'un meydana getirilmesi, bir söylemin ortaya çıka­
nlması bence önem li.
A. G.- Sanıyorum , önsözde çok kısa seçilmiş olan nokta bu kez
biraz daha açılmış oldu.
A. B.- Söylem kavramı üzerine ... kültürel kod kavramı yerine söy­
lem kavramını yeğlediğiniz sonucunu çıkarabilir miyiz? Örneğin kül­
türel kodlann kurumlarına, süreçleri üzerine etkilerinden söz ede­
bilir miyiz?
Ş. M.- Evet, yani, gene kod ara bir kavramdır. Söylem, kodun da­
ha incelikli bir şeklidir. Onun için bana öyle gelir ki muhtelif söylem­
leri bulmaya çalışmak lazım. Kod hoşuma gitmedi deyim olarak. Kod
bir ara kavramıydı. Söylem daha gelişmiş bir şey.
A.B.- Doğrudan kurumları karşılamayan , ama on ların alt yapısın­
da bulunan bir etkileme biçimi o zaman söylem.
Ş.M.- Evet.
A.B.· Daha önce konuştuğumuz sivil toplum yaklaşımınıza bu kez
başka bir açıdan değinmek istiyorum. Temps Moderns'deki maka­
lenizde, sivil toplum kavramının genelde batı dünyasının bir ürünü
olduğunu, sivil toplum yokluğunun Osman lı toplumsal yapısını açık­
lamada belirleyici bir kavram olmadı{jını söylüyorsunuz. Daha ar­
tan oranda bir tarihsel-sosyolojik eğilim içinde oldu{junuz söylene­
bilir mi? Bundan sonraki çalışmalarınızda sivil toplum (ya da top­
lumsuzluk) yaklaşımınız ikinci planda mı olacak?
Ş. M.- Şöyle, gene Montesquieu ve Hegel. Bu konuyu ilk incele­
meye başladığım zaman biraz Montesquieu , biraz Hegel biliyordum.
Sivil toplumun olup olmadığı da benim için önemli bir şeydi. Çünkü
bu filozoflar buna öneml i diyorlar. Diğer taraftan , onların modelleri­
ne göre sivil toplum var demiş olmalarının onun var olduğu anlamı­
na gelmediğini gördüm. İnsan şablonu tatbik ettiği zaman çarpık bir
şekilde ona benzeyen ama tam olmayan bir şey buluyor. Yani şunu
göstermek istedim ki, gene batının kavramları o kadar geçerli değil...
Ş.M.· Bizim topluluğumuz için o kadar geçerli değilse , o zaman
batının düşüncesi de kendi üzerine bir monologdan ibaret midir? Ya­
ni bu düşünce batı kurum larının batılılarca anlaşılması için onların
128
yaptıkları bir m onologdan ibaret m idir, diye düşünmeye başlıyor in­
san .
A. B.- Bu soruyu sorm am ın nedeni belli bir çevrede yaklaşı m ı nı­
zı n sivil toplum merkez li olduğu düşüncesinin sürm esi . Aslında siz,
araştırm alarınızd a daha farklı laşmış ve daha özgün bir yere geldi­
ğinizi söylüyorsu nuz.
Ş. M.- Evet. O bir ara yerdi. Dediğim gibi insan a en çok öğrettiği
şeylerden bir tanesi de Montesqu ieu ' n u n d üşündüklerinin o kadar
üniversal olmadığı.
A. B.· Bununla bağlantı l ı bi r şey sormak istiyoru m . Batıda son yıl­
lar d a gelişmeci ve yen i-davranışçı paradi gmaları aşan tari hsel­
sosyolojik bir akı m egemen. Bu akımın en önem li özelli klerinden bi­
risi de m akro bütünlere dönüş yapması . Sizin bu gelişmelerden et­
kilenmeniz, ya da on larla eklemlenmeniz söz konusu oldu m u ?
Ş. M.- Yok, değil. Aksi isti kamette gidiyorum zannediyoru m . Me­
sel a bu spiritüalite denilen şeyin ne olduğunu ben tam anlamış de­
ği lim . Ama an lamak isterim . İ nsan ların b lok yapılarıyla kişi yapı ları
arasındaki ilişkinin ne olduğunu merak ediyoru m .
A.B.- İ zin verirseniz b u noktayı biraz açalım. Yazdı klarınız ve söy­
ledikleriniz değerlendiri ldiğinde, batı topl u m l arının sınıf olgusu , do­
ğu toplu mlarının ise kişi i lişkileri tarafından beli rlendiği ortaya çıkı­
yor. Bu çerçeveyi doğ ru kabul edersek . . .
Ş . M . Evet . . .
A. B.- B u çerçeve Osm an lı-Türk toplumunun anlaşı lmasında, ge­
liştirilmesi gereken bir kişilik kuramının önemini vurgulamaz mı? Böy­
le bir kuram olm aksızı n bütüncül bir açı klama olabilir mi?
Ş . M .- Şimdi kişi lik i ki an lamda olabi lir, hangisini kastettiğin izi an­
layalım . . .
A.B.- Soruyu sizin çalışmalarınız çerçevesinde tartışılan noktalar­
dan biri olduğu için soruyorum. Sizin , Türk insanını bütün olarak an­
lamaya yönelirken bu insana ilişki n bir kişi lik kuramının arayışı için­
"
de olduğunuz ileri sürü lüyor. Ayrıca örneğin kitabınızda ku l landı ğı­
nız bir E rikson modeli var . . .
Ş . M . - Anladı m. Yok o yan lış, yan i öyle bir şey d üşünmüyoru m .

1 29
Kişi dediğim zaman şunu o rt aya koymak lazım (belki bunu en iyi
Birds Geertz ortaya koymuş): toplu luğu an lam anın i ki şekli var. Sos­
yal strüktür olarak anlayabilirsiniz veyahut da sosyal i lişkiler olarak
anlayabilirsiniz. Ben İ slam ' ı , Osm anlı 'yı ele ald ığım zaman sosyal
ilişki ler olarak incelemenin bana daha çok şey an l att ığını görüyo­
ru m . Sosyal st rü ktü r olarak yaklaşmanın pek t abii bir faydası var
am a, sosyal i lişkiler açısı insanın daha derine gitmesini mümkün kı­
lıyo r. Strü kt ü r insanı bir yerde tutuyor. Şim d i , sosyal st rü ktü rün ki­
şiler üzerinde bağlı olduğunu söyleyebi lirsiniz. Ama sosyal i lişkile­
rin kişiye bağlı olması, o kişi nin bir ki şiliğe sahip olması anlam ını
taşımaz. Ben bu rada bir ilişkiler ağından bahsetmek istiyoru m. Yok­
sa, bir Türk kişisi , bi r Tü rk kült ü rü gibi şeylerle kesinlikle i lgim yok.
A. B.- E k olarak , benim de çok merak ettiğim bir kon u . Din ve i de­
oloji kitabınızda kullandığınız ve " kimlik geliştirmede önemli bir mo­
del temin ettiğini" söyled iğiniz Eri kson modeli h akkında bugün ne
düşünüyorsunuz? Tekrar yazsaydınız, aynı şeyi mi yazardınız?
Ş.M.- Şöyle; biraz cesaret etmişim onu kullan m akla. Ampirik ola­
rak Türkiye 'de bu bunalım ların ne kadar merkezi olduğu nu o zaman
da bilmiyord u k , şimdi de bilm iyoruz. O bir benzetmedir. Ama elde
başka i m kanlar olmadığı için yapı lmış olan bi r benzetmedir. Erik­
so n bu işi an lattığı için be l ki benzeyebi lir diye yapı lmış bir benzet­
medir. Doğrusu ondan daha işe yarar bir model bulam amıştım o za­
manlar.
A. B.- Bu kaygunun arkasında davranışçılık postülaları yatmıyor­
du öyleyse . . .
Ş . M . - H ayır, ben davran ışçılıktan çok, kişinin toplu m a katıl ması­
nın gözön ünde tutu lması gerektiğini söylüyord um ki , bu çok farklı
bir şey._Benim aradığım psiko-dinamik Erikson'daki psi ko-dinamikten
daha farklı , daha insan ın içinden gelen bi r şey. Yani dışa uyum ko­
nusuyla daha az ilgili olan , insanın kendi kişiliğini geliştirmesini, oluş­
tu rmasıyl a ilgili bir şey. İ nsan ı n kültü ründen gelen ve bel ki de arşe­
tip al bir olay . . . ; çok bilmiyoru m doğru mudur, yanlış mıdır. Yan i bi­
raz zayıf bul uyorum o arşetip kavram ını am a, insanın kendi kültü­
ründen gelen söylem iyle , o söylemden yararlanarak bir kişinin ge-

1 30
lişme sürecini d üşünüyoru m . Eri kson ise meseleyi bir topl umun içi­
ne soku lan , bir durumun içine sokulan bir insanın zaman zaman kar­
şı laştığı bunalımlar gibi görüyor. Bu ban a anlamlı geliyor. Fakat be­
nim işim daha çok insanın kendisini kültüründen aldığı araçlarla nasıl
insan yaptığı.
A.B.- " Some Aspects of Middle East Sodology" başlıklı m akale­
nizde Türk topl u m bilimini değerlendiriyorsunuz ve en önem li özel­
liklerden birisinin pozitivizm ve etkilerinin doğurduğu erekçilik oldu­
ğunu ileri sürüyorsunuz. 1 960' 1ar sonrası fonksiyonalist okuldan kay­
naklan an bir takım paradigmaların bu yapıya eklem lenmesi nasıl bir
sonuç doğu rdu ? Bu ekolün kat kı ları ileri sü rüldüğü gibi erekçi likten
bir kopu klu k oluşturdu m u ?
Ş . M.- Türkiye' d e insan lar genellikle fonksiyonalizmi çok seviyor­
lar. Çünkü fonksiyonalizmi ku ll andıkları zam an kendi lerini rahatsız
eden bi r takım problem leri cevaplandırmadan toplum konusunu ce­
vaplandırabiliyorlar. Kendini rahatsız edebilecek olan problemlere
el atmadan . . . yani tam amen mekani k bir şekilde. Türkler çok iyi mü­
hendis çı kanyorlar. Akıllı sosyalbilimciler de Türkiye'deki akı l l ı mü­
hendisler gibi iş yapıyorlar. İ lginç olan taraf şu: He rhalde top l u mu n
içinde insanl arın kendi Üzerlerine inmele rine engel olan b i r takım
düşünce kalıp ları da var.
A.B.- Bu çerçevede, B i rnbau m ' u n yaptiğı ayrım , tannsal düzey­
de beli renen i ktidar-otorite ile siyasal yaşam düzeyinde belirlenen
i ktidar-güç ayrımı ne ölçüde ku llanıl abilir? Bu ayrımdan kaynakla­
nan belirleyici söylem toplumbil im de derinliğe inmemizi engelleyici
bir unsun olarak gösterilebilir mi? Aynı şekilde Türkiye'de toplu m ­
bilimdeki düşünce ü retiminin daha ç o k bu söylemin izin verdiği ça­
tışmalar ağıyla sın ı rlı olduğu söyle nebilir mi?
Ş. M.- Bu bir cevap değil am a, bir başlangıç cevabı olabilir. Çün­
kü hep böyle "pratik" insanlar görüyoru m Osm anlı'da da, Cu m hu ­
riyet aydınlarında d a . Pratik insanların çok güçlü bir tarafları var. Bazı
şeyleri görü rler, üstüne gidıp onun için bir ' reçete ararlar. Mese la
Osm an lı devlet ad am ları eşraf ve ayanın ne güçte oldu ğunu çok iyi
an lam aya çalışıyorlar. Kabilelerin, m u htelif din gruplarının ne zaman

1 31
harekete geçecekleri konusunda dosya falan tutuyorlar. . . Eskiden
beri bu işleri çok iyi biliyorlar ve bilgi var ellerinde ve bu işlerin he­
men üstüne gidiyorlar. Çok iyi pratik bir siyaset bilgileri var. Yalnız
bunun yanında bir merak azlığı var. Bütün bu çok akıllı pratik insan­
larda " bu işin esası nedir, bunun dibindeki temel öğeler nasıl çalışır"
gibi sorulara inmek yok. Osmanlı devlet adam larında siyasal zeka,
işin pratiğini çok iyi bilme, beraberinde çok derin bir siyasi felsefe
anlayışı getirmiyor. Şimdi sosyal bilimlerde de öyle Türkiye' de; be­
lirli bir paradigma ile çok yüksek değerde iş yapan sosyalbilimcile­
rimiz var. Ama merak unsuru yok çoğu zam an. Yani bu paradigma
aslında ne kadarını izah ediyor, ne kadarını saklı tutuyor merakı yok.
Bir paradigmayı veri olarak kabul edip, o paradigmaya göre çok üs­
tün seviyede bir cevap bulmak var. Bu merak azlığı bana bizim özel
karakterimizden biri gibi geliyor.
A. B.- Buna batı/doğu, irrasyonel/rasyonel ayrımını katmak gere­
kir mi?
Ş.M.- İşte bağlı birbirine bunlar.
A.B.- Yine aynı makalede sayısal göstergeler üzerinden hareket
eden, daha çok ampirik bfr okul olan ve olgucu pozitivistler diya de­
ğerlendirdiğiniz bir çevre var. Bu çevre makalenizden bu yana ol­
dukça etkinlik gösterdi. Bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ş.M.- Tabii bir sosyal hadiseyi anlamak için sayısal verilerin kul­
lanılmasının zorunlu kıldığı alanlar var. Türkiye'nin nüfusundan baş­
lamak üzere, sayısal çalışmaların bence Çok büyük bir önemi var
ve Türkiye'de o konuda çok iyi çalışmalar yapılıyor. Mesele meka­
nizmaların nasıl işlediği noktasına gelince, orada mevcut paradig­
malar, bunları izah etmeye kafi gelmiyor. İlk defa olarak bir meka­
nizmanın nası l çalıştığına karşı Marksizm le bir merak uyandı ve ba­
zı izah denemeleri yapılmaya çalışı ldı. Bazı başarı lı izahlar oldu ben­
ce. Ama az sayıda. Yine de Türk Marksizmi dünyanın en sığı Mark­
sizmi demiyeceğim ama, dünyadaki sığ Marksizm ler içinde yer al­
dığını sanıyorum.
A. B.- Bu batı "hama economicus"ünü kaynak alan Marksizmin
Osmanlı-İslam potası içinde erimesinin (ya da erimemesinin) sonu-
1 32
cu olabilir mi?
Ş . M .- Buna benzer ama daha basit bir şey var. Yani batıda olup
bitenleri anlam ak için zaman azlığı liseden başlıyor. Türkiye 'de lise
eğitimi diye bir şey yoktu r. Hele felsefe anlamında hiç yoktur. Fran­
sa' da lise öğreniminden geçm iş olan bir kimseye nazaran üniversi­
teye geldiğimizde, i ki yıl gerideyiz. M arksizmi anlamak için bence
yalnız kitap okumak yeterli değil , bir de genel kültür olm ası lazım.
A. B.- Türk siyasal bilim inde son 1 5-20 yılın tem el özel li klerinden
birine değinme k istiyorum. "Amerikan sosyoloji"si olarak ad landı­
rılan egemen akımın önemli ölçüde Parsons'un Weber yoru muna
dayalı olduğunu bi liyoruz. Ancak Parsons'un Weber yorumu oldu k­
ça tartışm alı bir yoru m . Ö rneğin tarihsel öğenin tümüyle dışlandığı
ile ri sürülüyor, başka deyişle bir yabancılaşm a söz konusu , Türki­
ye'de özellikle 60'1ı yıllardan son ra bu akım güçlenmeye başlandı,
ancak Amerika'daki yapısının dışında bir yapı kazanarak. Sonuçta,
bu akım ın Tü rkiye' ye u laşm ası bir çifte yabancılaşma çerçevesinde
oldu . . .
Ş. M.- Evet çok doğru . . .
A. B.- Bun un Türk siyasal bilimi üzerindeki etkisi , sonuçları , neler
oldu?
Ş . M .- Şim di geri kalma var. Geç kalma var. Sosyal bilimlerde de
geç kalma diye bir şey var. Bir de bilimin yapılış tarzının Tü rkvari
bi r şekli var, ilm iye ' den gelen geleneksel biçimde. Tü rkiye'de bilim
mutlak olanı bilmektir. Ve bir şey vardır, o bilinir, soru işaretleriyle
gelmez. İ kincisi " Reasearch papers" gibi yazı tipl eri yoktur, gele­
neksel İ slam ve Osmanlı kültüründe arenada karşı karşıya argüm an
teati edi lir. Birçok zaman lar padişah lar bi r şeyin hakikatini bilmek
istedikleri zam an , iki ayrı reasearch papers okutmuyorlar. Ad am la­
rı getirip orada mün akaşa ettirtiyorlar, böyle bir gelenek var. Şimdi
bu geleneğin iyi tarafı da var, fakat yozlaşmış şekli de var. Gelene­
ğin yozlaşm ış şekli şu : Ben senden daha iyi bilirim. Türkiye'de bi­
lim "ben senden daha iyi bilirim" demek it;:in yapılıyor. Tü rkiye'de
bilim "yapm a"nın bu i ki özelliğini yan yana getirdiğiniz zaman belli
bi r müzakere ve m ü nakaşanın daha uzun sürmesi ihtimali var. Da-

1 33
ha uzun sü rmesi i htimali var, çün kü bir takım kişisel faktörler orta­
ya çıkıyor. Yani bu bir burun sürtme şeklini alıyor. O burnu sürtülen
adam da; "yaa, ben de senin burnunu sürterim şeklinde ... " tepkisi
ortaya çı kıyor: o da aksini idd�a etmekten ileri gidemiyor. Yani Ame­
rika'ya gidip de belirli bir kuşakta belirli bir şey öğrenmiş olan bir
kimse, onu ters çevirip , yani ters yüz edip yeniden bam başka b i r
şey öğrenmek istemez. Ama bunun yanında b i r de m esleki b i r re­
sistance var. İ nsan etrafında birçok insanları yetişti riyor, bir kere gir­
miş o döngünün içine; insan lar yetiştirecek, doktora yazdıracak. Bir
de biraz inatlaşma konusuna gelince, ona daha da sert bir çerçeve
çizi lmiş oluyor. Her şey de gitti kçe daha çabu k değişiyor: kaldı ki
Türkiye' de kitap satın alm ak o kad ar pahalı ki, bu izahı en basit yö­
nünden alsan ız, Türk bili m davran ışının niteliğini ortaya çıkarabilir.
Yani olacak şey deği l, ben bıraktım kitap satın alm ayı. Arkadaşlar­
dan l ngiliz Kültür Heyeti'nin bilmem l ngi ltere'den getirip de mikro
filmini alıyoruz. Ondan sonra beş tane mi kro fi lm yapıyoruz. Her bi­
rimize 800 TL.'ye falan geliyor. Uğ raşm ak lazı m kitap okumak için.
A B.- Bildiğiniz gibi ilk kitabımızd a sizin Çevre-Merkez i lişkileri
başlı klı m akalenizi yayım lıyoruz. Bugün , yazı lışından 12 yıl sonra bu
yazıyı n asıl değerlendi riyorsu n uz?
Ş.M.- Şimdi maalesef benim bütün makalelerim programmatik olu­
yor. Programm atik'ten şunu kastediyorum: Bi r konuyu ortaya atı­
yoru m ve ondan sonra o konunun daha da incelenerek bu işin böy­
le olup olm adığının başkaları tarafından irdelenm esini bekliyoru m .
O açıdan çok fazla yanıt gelmedi. İ nsanlar kullanmaya başladılar
bunu am a; bu incelemenin daha ayrıntılı, incelikli bir modele falan
sokulmasını bekliyord u m . O tipte teorik bir çalışma görmedim şim­
diye kadar. Ama, çoğu zaman bir meseleyi ortaya attığım zaman
bu konu yüzde yüz böyledir, diye düşünmüyorum , yani çok endişe­
lerim de oluyor: Belirli bir bir konuda acaba bunun ne kadarı doğru
id i, bunun yüzde kaçı on sene sonra, yirmi sene sonra, doğru ola­
cak gibi. O konunun daha ayrıntısına gidilip aşı l m asını bekliyoru m .
Şimdi kendim de onl arı depase etmek için çalışmalar yapıyoru m .
Sanıyoru m ki bu çalışmayı n asıl aşmaya çalıştığımı anlattım. Orada

1 34
kendime bir çerçeve ku rdu m , o birinci istasyon hakkında, bu ndan
sonraki istasyonlarda daha ayrı ntılı neler söyleyebileceği m i anlat­
maya çalıştım.
A B. - Bu nunla birlikte çevre-merkez yaklaşı mının temel dinam ik­
leri üzerinde görüşlerin izde büyük değişiklik yok diyebilir miyiz?
Ş. M.- Hala önem li olduğuna inanıyoru m . Her ikisinin de mesela
bir dünya sistemi içinde değerlendirilmesi , yeni bir açı sağlardı. Onun
da yapı lması gereken bir şey olduğuna inanıyoru m. Am a d ünya sis­
temi üzerine çalışan kimseler, mesela direkt olarak d ünya sistemi­
nin mevcudiyeti bu oyu nun ku rallarını n ası l değiştirdi? Onu görmek
isterdim . Biraz yanlış anlam alara yol açan şeyler yazdığımı biliyo­
ru m . Dogmatik okuyor. Am a sizin kuşak larınız daha başka şeyler
yapacaklar.

1 35
Atatürk ve
Türk Devrimi

1 37
Atatürk Devrimlerini Hazırlayan Faktörler
(Siyasi Batıhlaşmamızda Üç Engel) *

Atatürk devrim lerini ve genel olarak düşüncesini ele almanın bir


şekli de, bunlara, daha önce tartışılmış fakat halledilememiş bazı
sorunlara getirilen yeni çözüm yolları olarak bakmaktır. Bugünkü ko­
nuşmamızdaki amacın Atatürk' ün muhtelif sorunlara getirdiği çözüm
yolları üzerinde durmak deği ldir. Aksine bu rada Atatürk'ün çözdü­
ğü sorunların müzminliğini belirtmek istiyorum . Bu sorunlar ken­
dinden önce hiç kimse tarafından çözülmedikleri içindir ki kendisi­
nin bu meseleleri çözebilmiş olma&ı.,Dnemlidir. Atatürk devrimleri­
nin arkasında yatan bu çözülmesi zor sorunlar, belki de Atatürk'ün
getirdiği hal çarelerinin de öneminin bir daha, yenf bir açıdan , belir­
tilmesini mümkün kı lacaktır.
Ele alacağım sorunların birincisi geleneksel fikri kalıpların düşünce
üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Konusu , Osm an lı kültüründe insan ira­
desinin sınırlan hakkında beslenen inançların Osmanlı aydınlarının
dünya görüşünü nasıl etkilediğidir. Bu etkinin de gelişmemize en­
gel olan tarafi üzerinde du racağım. Ele alacağım ikinci sorun Os­
manlı lmparatorluğu 'nda iktisadi faaliyetten neler anlaşıldığı nokta­
sında toplanmaktadır. Bu rada da "iktisadi faaliyetin" çok sınırlı bir
mflnMa kabul edilmiş olm asının gelişmemiz ve Batılılaşmamız üze­
rindeki tesirini incelemek istiyorum. Dokunacağım üçüncü konu
Türkiye'de "hürriyet" kavramının yanlış anlaşılm ası dolayısiyle or-
"'

• Çeşit l i Cephelerlyle Atatürk-Seri Konferanslar,Robert Kolej, School of En­


gineering, Talebe Cemiyeti Kültürel Organizasyon Komisyonu, (Ankara 1 964),
·

s.50-63.

1 39
taya çıkmış bazı zorluklarla ilgilidir.
Şimdi birinci konuya geçelim. __Atatürk devrimlerini� derinliklerin­
de yatan fakat genellikle üzerinde durulmayan bir felsefi tem�.!..!.��!.!.
insanın kendi
i mu
. " kadderatına
- - hakim
- olabileceği fikridir. Bizzat Ata-
··· · -· · ·· ·
tÜ�k;·Ü�· �a�railı Şi8iı öCı� t;elireri i:Yim58r"iiı<: 50t>ai v0 1<0rıdine güven
bunun bir belirtisidir. Toplumu belirli yönlere doğru çevirmek için
girişilen böylesine ısrarlı bir çaba ancak bu çabanın bir tesiri olabi­
lece{line inanılırsa bir mana kazanır. Bu itibarla, diyebiliriz ki, Ata·
türk'ün devrim lerinin tümü arkasında yatan en derin ve kapsayıcı
felsefi temel insanın çevresi üzerinde hakimiyetini kurabilece{li inan­
cıdır.
Aranızda böyle bir inancın tabii olarak insanlarda var olduğuna,
böyle bir davranışın ayrıca bir felsefi temele dayanmadığına inananlar
varsa, onlar için bu unsurun üzerinde eği lmek lüzumsuz gibi görü­
nebilir. Aslında ise , insanın çevresine hakim olabileceği, onu yo{lu­
rabileceği inancı ve insanın insanlığını bu yolda gerçekleştirdiği fel­
sefesi "tabii" , bir inanç, eskiden beri kabu l edilegelmiş bir düşün­
ce değildir. Bu açıdan sınırlı bir kültür çevresinin ve belirli bir zama­
nın mahsulüdür. Bu düş�-��-�.!.��aca, __Renaissance sonrası Batı_��
rüşünün özelliğidir. Bu yeni d � nya görüşü en belirgin nitelikleriyle
_ .
>ÇVlll'inci ası r Avru�_@şün.��-l�_!L!r...�sında ortaya_��'!'.!..��.:..
Böyle bir düşünce ve dünya görüşünün ne dereceye kadar bir özel­
lik taşıdığını anlamak için o devirde Osmanlı İmparatorluğunda ka­
za ve kader hakkında, insanın tarihe hakim olması hakkında düşü­
nülenleri Avrupa düşüncesiyle karşılaştırmak kafidir.
Osmanlı aydın ları arasında insan iradesi konusunda en çok ge­
çen kuram, İslami bir görüşten mülhemdi. Bu görüş açısının bize
tesir etmiş olan bir örneğini Xl' inci asır İslam düşünürü İbn-i Sina'­
da bulabiliriz. İbn-i Sina'nın bu konudaki fikirleri daha sonra XV'inci
asırda Celaleddini Devvani ve nihayet XVl l'nci asırda Türk ahlakçı­
sı Kınalızade kanalıyla Osmanlı kültür alemine yayılmıştı, İbn-i Si­
na'nın Kitab-ül-lşarat Vettenbihat adlı eserinde görülen bu kura­
mın ana ilkeleri şun lardı: Dünya üzerindeki bütün olayları meydana
���ir_��--�!_l_a._��-�����-��!:i_i_�-��---���9 8. .Y�.'Y..� �-�-�-� �---�.IJ.ı.�9�-��-�El.���-I
..

140
eder, fakat bir "varlıklar zinciri" vasıtasıyla yeryüzüne bağlanır. Bu
vaiiii<i"ar-zinc.iri"Afıatı;ıniiacie·s·i-n·ın··tiü···;.;a·iTı i<i·a;.·i·ı<aCieme ..i<aC1em0··e-i:
-ki " " " f
ıeyerek, ye ryüz üne inm"e"s ini sağlar. sü" iinc. rin halkalarından"i:iirr
- "
·9ök"S8Tvariii<·iar-;-;0ri··Kalkasi·-aa1rı·san·a·ir.- rı p kı fiaci"eTie oicili�l.l 9i ı:ıi
·anlama kabiliyeti, zeka da Allah'tan insanlara ayrıı şekli alan bir zin- .
cirle intikal etmektedir. 1
·şim.Cii-t>ü ŞekÜde-kl. tifr. zincirin en belirgin niteliklerinden biri insa­
na iradesini kullanma imkanını tamamen inkar etmemesidir. Zira,
.
insan J\liah";·in -iiaCiesiiie iiö"ö"rliCiail<iö�rl.l:Ya-Cıe�ff;· t�k"�I doıav; siyıe.
.

kendi üstündeki varlıkların aracılığıyla bağlıdır.


f��at, kuramın asıl tehlikeli tarafı is���diği �-��ird_!, �?k d�r t:>i.r.
.
!!:1-��-�� yorumlanabilmesi��� Zincirin ucunda bulunan insanın kont­
rolü altına alabileceği saha istendiği zaman daraltılabiliyordu. Bu ku­
rumda insan iradesinin tesirli olan kısmından bahsetmek için kulla­
nılan teknik felsefi terim "irade-i cüz'iyye" idi.
Genel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda kullanılan din kitapları
"irade-i cüz'iyye' 'ye oldukça geniş bir yer ayırıyorlardı. Fakat XVlll .
inci asırda Ulemanın bozulması neticesinde, taassubun ve cehale-
tin···nıadreseye.girmesfyie-bu_s.ah"a ··z-am-anla..daraftliCil� -BÜ ..dav.ranİ·-
şın arkasında saklanan fikir şuydu: Osmanlılar dünya işlerini ihmal
ettiklerinden dolayı değil, din işlerini ihmal ettikleri için gerilemişler­
di. Böyle gittikçe nüfuzlu olan Ulema ideolojik planda da nufuzunu
kuvvetlendirmek istiyordu. İrade-i cüz'iyenin sahası daraltıldığı de­
recede Ulemanın söz sahibi oldukları saha genişliyordu. Yeni ve dar
görüşe göre asıl önemli olan , irade-i cüz'iyyenin kendini gösterebil­
diği saha değil, insanın Allah'la olan münasebetleri idi. Bu gibi bir
gelişmenin pratik önemini bilhassa askeri ıslahat konusunda izle­
mek mümkündür.
-�-��-���-�-�.Y.�_IJ�?..���r.!�-���u��oğru Avrupa 'd a�ele n bir as:
kari yardım ve askerleri Batı usullerine göre yetiştirme teklifi devrin
.
"PadiŞahi. faratin.i:ıan kendi ···uzm an'; iari.nCi.arl Va ı<..a t·iuvi.s (s-arav ·ı:a:�·
ri"tıçisi) Vasıf Efen°d iyegÖncferildlgi "iaman vasıf Efendi �ed···c;�;;a"bi"
. .
verilmesini tavsiye etmiŞ ü. Vasıl Efendi bÜ..t ekli f t1akkİn.daki ·Ci·ÜŞÜn·�·
ceİeri"rii "Şöyi"e"Tiah""efrili"Şi"i : Avrupa'lı düşünürler Allah'ın "umur-u
141
cüz' iyede" hiç eli olmadığına inanırlar, bundan başka, onlara göre
--·..--··�·-- .. �....--··············-·····�·-------·-·-..·-·-- -------- ·-·

-��Y.�i.!��!!Y.':'l.�.i- �'.��.�-���-�Q.�'.l.Y.�-��'. dahildir . Bundan do!'.':':rı. Avrupa_:-_


J�l�r en_!Y..L��IP._�raçL�.��-ı-��ğ_l�Y.�r:ı-�-��;:ıfın say cışı kazana��$ı � a ina­
_nırlar. Biz ise !?�nu�öy�_ol�adığılll..Y� muharebede ga�biye�!_l i�<!:
-�-�--���!��!��Q.-�.�u -��l]Y.?.!..�.�-�
Burada hemen bir soru ile karşılaşıyoruz, bu soruyu şöyle ifade
edebiliriz: İrade-i cüz' iyyenin daralmasına sebep Ulemanın bozul­
ması idiyse belki düşünceye, bir kabahat yü klemek, özürü kuram­
da aramak doğru değildir. Belki de U lema bozulmasıydı aynı kuram
daha liberal bir anlamda kullanılabilirdi. Böyle bir düşünceyi hemen
reddetmek mümkündü r zira, " irade-i cüz'iyye" gibi bir kavramda
belirli olarak dine yönelmiş bir kültürün izi apaçaktır. Bu itibarla bir
düşünce kalıbı olarak bile temin ettiği im kanlar sınırlıdır. "İrade-i
cüz'iyye" kavramının üzerinde bina edilebi lecek düşünceler m ah­
duttur. Her şeye rağmen insanın çevresi üzerindeki kontrolü sınırlı­
dır. Bu kavramın, insanı tabiat üzerinde egemen kılan Renaissance
düşüncesinden ve daha sonra Batıda ortaya çı kan rasyonalizm akı­
mının havasından ne kadar uzak olduğunu hatı rlarsak bizzat düşün­
ce kalıbının kendi başına nasıl geriye itici bir kuvvet olarak tesir gös­
terdiğini anlarız.
Düşünce kalıbının kendi başına nasıl tesir gösterebileceğinin belki
en bariz bir örneğini Sultan il. Mahmud'un çok önemli bir zamanda
göstermiş olduğu bir davranışında görebiliriz.
Sultan Mahm ud , Osmanlı padişahları arasında devletin gerileme­
sini durdurmak için en çok didinmiş padişahlardan biri idi. Kendi ira­
desini zorlayarak ve bazan da kısa zam anda bir netice elde etmek
için zecri tedbirlere başvu rarak İmparatorluğa yeniden can katma­
ya çalışm ıştı. 1 828-29 Osman lı-Rus harbinin başlamasından önce
divanda yapılan müzakerelerde kendisi harbe girmenin artık zam a­
nının gelmiş olduğu tezini savunanların görüşünü kabul etmişti. Buna
karşılık, barış taraftarları ordunun bir harbe girmek için hazı rlıklı ol­
madığını ileri sürüyorlardı. S ultan Mahmud'un bu fikirlere karşı dik­
kate değer cevabı aradaki farkın Allah'ın gücüne güvenerek kapatı­
labileceği olmuştu. Bunun üzerine yenici gruptan İzzet Mol la " Bu
1 42
devlet şer'i devleti midir yoksa akıl devleti midi r?" diye başlayan ve
"gahşer'i devleti , gah akı l devleti olmak ten akuzd u r" diye devam
eden meşhu r cevabını vermişti. İ zzet Molla'nın tarafı dinlenmedi ve
bilinen netice lerle harbe gi rildi. 3
İ şte bütün XIX u nc u asır boyunca, m üesseseler yönü nden oldu­
ğu kadar, fikir yönünden de "gah şer'i gah akıl devleti" olmanın m ah­
zu rları devam etti . Osm anlı devlet ad amlarının bir ara XIX uncu as­
nn ortasında bahis konusu olduğu gibi , Fransız kod sivilinden mi
mü lhem olacakları yoksa İ slam hu ku ku n u dergi leme faaliyet lerine
mi girişmeleri lazım geldiği şeklindeki teredd ütleri bunun bir beli rti­
sidir.
Namık Kem al' in ku ram l arında İ slam felsefesine ayırdığı yer dola­
yısiyle zamanı için Batılılığın en ileri bi r örneğini veren ese rlerinde
bile görülen çelişmeler bunun bir neticesidir. XIX uncu ası r düşü­
nü rlerimiz içinde aklı en önemli kural ol arak ele alan ve fi ki rlerini
" akı l" etrafında bi llu rlaştıran bir tek düşünür vardır, o da İ b rahim
Şinasi Efendidir. Böylece XVl l l nci asırda Avru pa' da aydı nlık devri­
nin özünü teşkil eden rasyonalizm akım ının bizde XIX uncu asırda
bi r tek gerçek temsi lcisi olduğunu görüyoruz.
Profesör Mehmet Kaplan, "Şinasi 'nin Türk Şiirinde Yarattığı
Yenilik" isimli, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi ' nde 1 947'de çıkan ma­
kalesinde bunu göstermiştir. Profesör Kaplan 'ın bu m akalede ileri
sürdüğü tez, Şinasi ' n in şii rlerine tam amen yeni ve deri n man ada
batılı bir dünya görüşü getird iğidir. Profesör Kaplan , tezini , gelenek­
sel görüşü tem sil eden Nef' i ile Şinasi arasındaki farkları beli rterek
göstermiştir.

" Nef'i gecenin gündüz olmasının insana her şeyin fani olduğunu ihtar eder.
Şinasi i se aksine hilal i n kamer olmasının insana ömründen bir gün daha
kaybettiğini haber verdiğini yazar. Nef'i bu alemi n bir rüyaya benzediğini ,
bir göz yumup açı ncaya kadar geçt iğini yazar. Şinasi ise bu güzel kainatın
bir yalan olduğundan pek emin değildir. Nel'i Tanrı i nayeti ol madıkça hiç­
bir şeyin fayda vermeyeceğini söyler, Şinasi ise insanın mahiyetini ispat eden
şeyin iş ve eser olduğunu yazar. "4

1 43
Şinasi'nin dışında Avrupa'nın R asyonalizm akımına katılabilenlerin
sayısı , hatta İ kinci Meşrutiyet ' in i l anından sonra bile yok denecek
kadar azdı. Abdu llah Cevdet gibi bir düşünür bunun istisnalarından
birini teşkil eder.
İşte Atatü rk, Batı d üşüncesinin esasında yatan Rasyon alizm ' i ve
kendi çevresine hakim bir ınsan görüşü kab u l etm ekle bu ikiliğe bir
son vermiştir ve düşünce kalıplarının o zamana kadar gemleyici özel­
liklerinden bizi kurtarmıştır. Atatürk'ün insan ın kendi çevresine h a­
kim olmakla en yüksek insanlık belirti lerini ortaya çı kardığı inancını
kendi davranışında ve d emeçlerinin hemen hepsinde görmek müm­
kündü r. G ençliğe hitabı belki bunun en be lirgin örneklerinden birini
teşkil etmektedir. Atatürk devrim lerinin en derin kısm ını teşkil eden
bu görüşün memleketimizde yerleşmesiyle de Batılı davranışı da ken­
dimize m al etmeyi en kuwet li teminata bağlamış bulund u k,
Şimdi bugün incelem e k istediğim sorun ların i kincisine, Osm anlı
İmparatorluğu'nda "verimlilik" mefhumunun yerinin aran masına ge­
çiyoru m .
Bilindiği üzere Osmanlı İ m paratorluğu'nun gerilemesi ile beraber
gelm iş olan u nsu rlardan bi ri İ mparatorluğun gelir kaynaklarının ku­
ru m ası ve devletin fakirleş mesiydi. Bu faki rleşmeyi , genel an lam­
da, Osmanlı İ mparatorlu ğ u ' n u n , kapitalizm ism ini verdiğimiz, çok
belirgin n iteli kleri olan bir gelişmeye iştirak etmemiş olm ası şe klin­
de kıymetlendirebiliriz. Avrupa'da ticaret gelişirken, büyük ticari ör­
gütler teşekkül ederken , Osmanlı İ m paraıorluğu'nda iç ve dış tica­
ret önemini kaybetm işti. Avru pa'da XVl l l inci asrın sonlarından it i­
baren end üstri devrimi ism ini verdiğimiz bir oluşun içine girm işken
Osmanlı İ m paratorluğu 'nda aksine m evcut m am u l eşya yapan ipti­
dai m üesseseler zam an la ortadan kalkmıştı . Osmanlı İ mparatorlu­
ğu böylece yalnız ham m adde kaynağı olarak fonksiyon görüyord u .
Osmanlı İ m paratorluğu'nun bu vetireye iştirek edemeyişi daha ay­
dınlan m amış bir konudu r. Ancak genel olarak bu akı m a iştirak et­
meyişimizin sebepleri h akkında eldeki ipuçları bu i ktisadi geri leme­
yi bazı noktalara dayandı rm am ızı mümkün kılıyor.
Osm anlı İ mparato rluğu 'nun m u htelif mü esseselerini birbirine ke-

144
netleyen ve on ları ayakta tutan harç, gaza ideolojisi , devletin sın ı r­
larını mümkün olduğu kadar genişletme çabasıydı . Bu itibarla, İmpa­
ratorlu kta iktisadi faaliyet konusunda h akim zihniyet "verimi art­
tı rmağa" değil, kı lıcının hakkiyle yeni gelir kaynakları elde etm eğe
yönelmişti. Bundan dolayıdır ki, Osman lı ' lar için harpte m ağlüp ol­
mak ve toprak kaybetmek bir gelir azalm ası m anasına geliyordu . Di­
ğer taraftan, Renaissance'dan sonra Avrupa' da askeri güç yeni şe­
killer almıştı. Bu yeni beliren disiplinli piyade ve topçu birliklerine
karşı koymak için gene ayni tipte askeri birliklere ihtiyaç vardı. As­
kerlerin Batı yöntem leriyle yetiştirilmesi, daimi olarak talim ettirilmesi
ve kendilerine maaş verilmesi için de yeni gelir kaynakları bu lmak
icabediyordu. Başka bir ifade ile bir taraftan devletin gelirleri azalı r­
ken diğer taraftan da giderleri çoğalıyordu. Devletin bu zor d u rum
karşısında aradığı hal çareleri yu karda bahis konusu ettiğim iz ikti­
sat bilgisi eksikliğini açıklaması bakımından ilgi çekicidir. Zira, mü­
racaat edilen u su ller oldu kça mahduttu ve üç ana hal çaresi etra­
fında toplanıyordu: Osm anlı İnıparatorluğu ' nda bir zaman lar iyi iş­
leyen ve asker temini ile yakından ilintili olan toprak sistemini eski
haline getirmek, para basmak veya vergi yükünü arttırmak. Fatih
Su ltan Mehmet zam anında, Profesör İnalcı k'ın5 bulduğu üzere, yeni
askere i htiyaç hasıl olduğu zaman , Padişah, sipahilerin adedini art­
tı rmağa gitmişti. Sipahilerin askeri hizmetlerinin karşılığı ise nakit
olarak değil, fakat kendi lerine veri len bir vergi toplama imtiyazı ile
veriliyordu. Buna Timar sistemi deniyordu . Osmanlı İmparatorl��u.·­
nun bir özelli�� mparatorluğun g�riıe..ı:rıes��_i_ anlayaı:ıların bile uzun
-
�:a!Tl:a.n !i lTl:ar. _si5.�E!.':'1.i �-�X�.� i-�e.n yürürlüğe koxıı:ı a.k.tan �-a.��.a.. �lU'..�:
.

-�� t e.�li� ede n_:ı�-� i ! <:> ı.':'1 (3:�� r.!.��r.:..��-��-k��9.�- BeJ_!.JIB!���-e Katip Çe­
_ _ -
.!_e_�J_ nakit karşılığı hizmet gören askerlerin artışının zaru ri olduğunu
anlamamışlar, bu gibi askerlerin adedinde bir kısıntı yapılmasını tav­
siye etmişlerdir. Bu gibi. ıslahat taraftarları arasında bi�ara ekono­
�-isine karşı ! onu aniam am���-�- -�ı��!..�e ı e�.9�!.i n bi� korku seziliyor.
Durumu, bugün kullandığımız iktisadi tab�rlerle kıymetlendirirsek,
Osm anlı İmparatorluğu 'nun iktisat politikasında "verim" mefhumuna
hemen hemen hiç ehemmiyet verilmediğini söyleyebiliriz. Rasyo-
1 45
nel işletme , çalışmaya önem verme, ticareti teşvik etmek için ted­
birler alma, ilkel de olsa Batı devletlerinin artık iyice kullandıkları bir
para ve altın politikası tatbik etme, bunlar Osmanlı İmparatorluğu ' ­
nda bilinmeyen şeylerdi.
Yeni usullere ve Avrupa' da görülen açık iktisadi gelişmelere Os­
man lı İmparatorluğu ' u nda bu derece yabancı kalınmış olmanın se­
bepleri hakkında bildiklerimiz çok azdır. fakat gene burada da Os­
manlı sisteminde devletin toprak sistemine ve bu kanalla iktisadi ha­
yata h akim oluşu mühim bir rol oynamışa benziyor. Genel olarak
diyebiliriz ki Osman lı toplum unun teşekkü l tarzı , devletle fert ara­
sındaki münasebetler, ferdin Batıda olduğu kadar serbestçe geliş­
mesini engellemiş olan bir u nsu rdu . Bilhassa Batıda büyük şehirle­
rin kendilerine şehir olarak verilen bazı im tiyazlar sayesinde geliş­
melerinin Osmanlı İmparatorluğu'unda benzerine rastlanmamakta­
dır. Osmanlı iktisadi sisteminin bir neticesi de iktisadi "verim" mef­
humunun anlaşılmamış olmasıydı.
XVl l l inci asrın son unda itibaren Avru pa'yı tetkike giden devlet
adamlarının tesiriyle Osm anlı İmparatorluğu'unda yanlış bir yol tu­
tulduğu ve devletin fertleri vergi için sağan ezici bir mekanizma ol­
maması gerektiği inancı yerleşti. Fakat, birkaç asırdan beri Avrupa' da
yerleşmiş olan bu fikir Osmanlı İmparatorluğu 'na çok geç geldi. Du­
rum bir daha değişmişti: Avru pa' lı lar artık faaliyet sahalarını geniş­
letmişlerdi. Orta Doğu 'da kesif bir iktisadi nufuz etme siyaseti baş­
lamıştı. Batı , Osmanlı İ mparatorluğu'na mallarını satmak ve karşılı­
ğında u cuz hammadde almak istiyordu. Böylece Osmanlı İmpara­
torluğu yeni bir sorunla karşı karşıya kalmıştı : Osmanlı İmparatorlu­
ğu'nun iktisadi gelişmesi lüzumu artık kabul edilmişti. Şimdi bu ama­
ca varmak için daha ucuz mam ü l eşya vadeden Batı kapitalizmiyle
işbirliği mi yapmak lazımdı , yerli iktisadi faaliyeti ziraat sahasına mı
münhasır kılm ak lazımdı, yoksa yerli sanayii korumak ve teşvik et­
mek mi lazımdı?
i l . Mahmud ve Abdü lmecid zamanında girişilen bir sanayileşme
teşebbüsü kısa zam anda iflas etti. Osman lı devlet adam ları, bun­
dan dolayı, uzun zaman bir sanayileşme hareketine gi rmek cesare-
1 46
tini kendilerinde bulam adılar. Böylece dış borçlara girişmek fikri or­
taya çıktı. Fakat gene de yapılan borçlann mem leketin iktisadiyatı­
nı geliştirme yolunda sarfedilmesi sağlanam adı . Osmanlı İmpara­
torluğu' nda böyle bir işin zorluğu kabul edilmelidir. Bunu n la bera-
ber �-��9.!:ı .�-�---�-��-�l�m �-� rı_!:ı altında iktisadi faa!.��t_i�...ITl�k?.ı::t ��mas�
.

hakkında en iptidai bilgi lerden yoksu n olmanın vatandaşın . n asıl ve­


rimffhaie ğeürifr:i.ce�lilln ailfa.şı ı mamasının
.
.
. . önen1 ii bir
.
yer iütiuQuna
şü phe yoktur. Başka bi r ifade ile-osm an il lmp·a;itorıu�ü · unda i kt i�
-
s-adfge rileme nin yanıbaşında onu arttırmış olan bir unsur, bir i kti·
sadi kültür eksikliği olmuşt u r. Bu kültür eksikliğinin bir neticesi de
iktisadi teşebbüsün ne olduğunun bilinmemesi idi. Bunun netice­
sinde Osmanlı İmparatorluğu'unda iktisadi faaliyet azınlıklara bıra­
kılmıştı.
XIX uncu asrın başında m uvaffakiyetsizliğe uğramış bir endüstri­
leşme teşebbüsü n den ve arka arkaya gelen faydasız ve zararlı is­
tikrazlardan sonra Namık Kemal'in ve siyasi batılılaşma uğrunda ça­
ba göstermiş ilk teşekkül olan Yeni Osmanlı Cemiyeti'nin mem le­
ketin ilerlemesiyle ele aldıkları sorunlardan biri de buydu. Onlar dev­
letin iktisadi politikasından da şikayet ediyorlar ve Tü rkler'in ziraat ,
ticaret ve sanayide çalışmalarını mümkün kılacak müesseselerin ku­
ru lmasını istiyorlardı.
Namık Kemal'in kendi sözleriyle:

" Biz ne zaman ibretbin olmağa başlayacağız. Biz ne zaman netaic-i ili·
barımızı fiile çıkarmağa çalışacağız?
Bir fabrikamız yok. Mülkümüzde san' at ne ile ileri gider?
Bir şirket tesisine muvaffak olamadık . Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir
Müslüman bankası var mı? Beynimizde servet nasıl vücuda gelir?
İ yice bilmeliyiz ki biz, hala, ecdadımız olan abalı kabalı Türklerin, mevki
gibi, ahlak gibi �limize geçen mirasları , sayesinde yaşıyoruz. Osmanlı şa­
nı, terakki fikri bunu mu iktiza eder?" 6

Di kkat edi lirse bu radaki esas tema devleti iktisadi sahaya müda­
haleye davet değil, fertleri çalışmaya davet etmektir. Bütün mesele
1 47
iktisadi faaliyeti ciddiye alan ve iktisadın kurallarına göre kıymet ya­
ratan bir Osman lı insan tipinin yaratılmasıdır. Bunun d aha kesin bir
şeklini Namı k Kemal ' in bir diğer makalesinde görmek mümkündür .
Bu m akalede Namık Kemal uzun uzadıya Londra'daki ticari haya­
tın canlılığından bahsettikten sonra şu ifadeyi ku llanıyor:

"Ya bizde necabet umuma ait bir vasıl olduğu için hiç kimsede bir imtiyaz-ı
maddi hası l etmemiş ve i lamaşallah-ü taala hiçbir vakit hasıl etmeyecektir,
ya bizdeki tefavüt-Ü istifadeyi mucip olan vesait zaten menolunmuş ve bu
memnuniyetin tesiri karnen bade karnin herkese tevarüs eden melekli.t-ı fik­
riye ile gönüllerde yerleşmiştir."

Namık Kemal'den sonra Ahm et Mithat Efendi'nin yazıları da ge­


ne Osm anlı vatandaşlarını iktisadi faaliyetlere sokmağa yönelen ça­
lışmalar olarak değerlendiri lebilir. Yu karda söylediklerimden şu so­
nucu çı karmak mümkündür: Osm anlı İm paratorluğu'nun XIX uncu
ası rda karşılaştığı i ktisadi du rum iki yönde gelişmeyi icabettiriyor­
du: bir taraftan devletin , Batının iktisadi nufuz etme politikası karşı­
sında bazı tedbirler alm ası gerekiyord u , aynı zamanda da ferdin ik·
tisadi faaliyette yer alması için ferdin teşvik edilmesi gerekiyord u .
Bu çözüm yollarının ikisinin bi rden tatbiki hemen hemen im kansız·
dı. Devletin m üdahalesi ferdi teşvi k için başvu ru lan yollarda mec­
buren kısıntılar meydana getirecekt i , ferdin teşviki için kendisine la·
nınması gereken geniş özgürlük ve mecbu ren bir yerde devletin men­
faati ile çatışacaktı. Bütün bunları n arkasında yatan i se Batının uzun
zam andan beri ku llanmağa başladığı bir sistem in ve beraberinde
getirdiği kavram ların Osmanlı İm paratorluğu'na çok yavaş yerleş ­
miş olm asıydı.
Daha önce ele aldığımız birinci sorunda olduğu gibi ferde mi yok­
sa devlete mi iktisadi gelişmede öncelik tanınması lazım geldiği şek­
lindeki münakaşalar XIX uncu asırdan sonra İ kinci Meşrutiyet dev­
rinde de sürüp gitti. XIX u ncu asırda ve gene İttihat ve Terakki Par­
tisi saflarında Birinci Dünya Harbi'nin sonuna doğru bir "milli İktisat''
temayülü belirmekle beraber, mesele daha çözülmemişti.
1 48
Atatürk'ün iktisadi sahaya getirdiği görüşler, yukarda üzerinde dur­
duğumuz hem devleti kuvvetlendirme ve hem de Türk'ü verimli kıl­
ma, ona iktisadi rasyonellik u nsurunu aşılama probleminin bir �al
çaresi olarak kıymetlendirilmelidir. Bir kere Atatürk'ün i ktisadiyata
ver�_i_�i...�Y-�.ı:ı�i...�!.�.Y.�.�uz. Bu kıymet verme ke-�:c!J ba�lnabirdevrim-:: _

_9.!.:, Kendi ifadesiyle:


"Yeni Türkiye devleti , t emellerini süngü ile deği l , süngünün dahi istinad
ettiği iktisadiya ııa kuracakt ır. X�-���r�.Y� .� ��ı�! i__c.�.��-�ı;ı�.�.. �i_r__�_�y_ı��..�ı � a..:
-
··
Y.<!.c��!�: ..'.�.��-t__ Y..�.� i !�r..��Y..E'....��".leti ikt isadi bir devlet ola��-�
__

Bu ifadesiyle bile Atatürk Osmanlı iktisadi hayat anlayışından de­


rin uçurumlarla ayrılıyordu.
Diğer taraftan Atatürk' ün devletçilik ism i altında ortaya çıkan bir
sistemi benimsemiş olmasının asıl ve derin sebebi yukarda belirtti­
ğimiz "fert m i, devlet m i" tartışm alarına bir çözüm yolu geti rm iş ol­
masındandı. Bu sistem altında devletin iktisaden kuvvetlenmesi im­
kan dahiline girecek, fakat bu kuvvetlenrrı.� ��. '-':<�r:!_d e ferdin iktisa­
-
di gerçekleri anlaması ve i ktisadi hayata girmesi temin edilecekti.
..
bevietÇlilkıe. fercie!Taiiı-nan yerin derin nedeni budur� Böyiece dev:
letçiliğin de yalnız zamanının değil , tarihin çözülmemiş sorularına,
teklif edilen bir hal çaresi olduğunu görüyoruz .
Şimdi de incelemek istediğim üçüncü konuya, Türkiye'de yakın
tarihimizde "hürriyet" kelimesine verilen bazı anlamlara ve bu an­
lamların etkisine geçiyorum.
Cevdet Paşa, t arihinin bir bölümünde, Su ltan i l . Mahmud zam a­
nında halk arasmda dolaşan dedikodu ların, tartışılması için topla­
nan bir divandan bahsedi liyor. Bu divanda devrinde devlet adam la­
n dedikodu ların yayı lmasını önlemek için ne yapılması gerektiği ko­
nuşulurken, Su ltan Mahmud devrinin meşhur sim alarından H alet
Efendi şöyle bir hal çaresi teklif etmiş: "Şimdi Okçu larbaşı'ndaki ber­
berin başı kesilsin. Saire havf ve dehşet gelir ve eracifin arkası ke­
silir" . Ancak divanda olan lardan birisinin "Aman o benim berberim­
dir" demesi üzerine Halet Efendi: "Öyle ise başkasının başı kesilsin"
1 49
diye buyurmuşlar. Bu hadise, Osmanlı İm paratorluğu 'unda Şeriat'­
ın teorik olarak temin ettiği garantilerin yanında, tatbikatta devlet
adamlarının insan varlığına ne kadar az ehemmiyet verdiklerini an­
latır. Genel olarak, " hürriyet" mefhumu Batıda asırlardan beri geli­
şirken Osman lı İmparatorluğu'na gi rdiği zaman Osman lı ların kafa­
larında çok açık bir şekilde m analandırabildikleri bir mefhum değil­
di. Hatta " hürriyet" mefhumunun Osmanlıcada ifade edilmesi için
ne gibi bir kelimenin kullanılacağında karar kılınamamıştı. Gerçi, Şe­
riat'ın em rettiklerinin yerine getirilmesi, herkese h akkının verilmesi
mAnasında " adalet" mefhumu Osmanlı aleminde m üessir olmuş
olan bir m efhumdu, fakat daha çok esirlerin esaretten çıkarılması
için o zamana kadar kullanılan "Hürriyetin" anlamı açık değildi. Son­
radan XIX uncu asrın ortalarına doğru yeni ortaya çıkan Batılı Os­
manlı düşünürlernin, Yeni Osman lı ların , bir muvaffakiyeti de bu ta­
birin aydınlar arasında yerleşmesini sağlamaları oldu. Ancak
"hürriyet" mefhumu o zamanlar Türkiye'ye yerleşmekle beraber çok
özel bir cmlamla yerleşti. Bu özelliğin en önem li yönü " hürriyetin"
Romantizm'in izlerini taşımasıydı. Bu kelimenin bugün bile dilimiz­
de beraberinde getirdiği çağırışım larda bu romantikliğin devamını
görmek mümkündür.
"Hürriyet" mefhu munun Yeni Osmanlılar tarafından ku llanılışın­
daki romantik "hava"d an şunları kastediyorum , hürriyetten "ne ef­
sunkar imişsin Ah ey didar-ı hürriyet" diye bahsetmek, hürriyetin ele
alınışında her çağda başvurulmuş bir yöntem değildir. Her siyasi dü­
şünür hürriyetten böylesine heyecanlı bir şekilde bahsetmez. Hür­
riyetten bahsederken , mesela, İngiliz yazarı ve filozofu Hume gibi:
"Hürriyet , insanın bir hareket tarzını bir diğerine tercih etmesin­
den ibaret değildir. Hürriyet insanının tercih ettiği şekilde hareket
etmesidir" gibi bir ifade kullanılabilir. (Liberty does not consist in
man's freedom to choose one act rather than anot her but in his fre­
edom to act as he chooses).
Bu i kinci, kupku ru , fakat düşündürücü , tarifin işaret ettiği düşün­
ce iklimi, Namık Kemal'in cüm lesinin yarattığı iklimden bir hayli fark­
lıdır. Genel olarak diyebiliriz ki " hürriyet" mefhu munun Türk kamu
1 50
efkarına romantik şekliyle inti kal edişi bu mefhumun ilk defa edebi­
yatçılar tarafından (ve Fransız romantiklerin in tesiri altında kalmış
edebiyatçılar tarafından) bize mal edilmiş olm asından ileri gelmek­
tedir.
Buna rağmen , Yeni Osm anlıların ortaya çı kardıkları " hürriyet"
mefhumunun tamamen havada kalmamasını temin eden bir u nsu r
mevcuttu . Yeni Osmanlılar " hü rriyet"ten bahsettikleri zaman aynı
zamanda bunun arkası na bir sosyal mu hteva yerleştiriyorlardı. Ye­
ni Osmanlıların beğenmedikleri ve " hürriyet" fikirlerine mu hteva ve­
ren bu unsur neydi? Bunu kısaca şöyle tarif edebiliriz: .Xl3.��9.��­
lılar Gülhane Hatt-ı Humayununun ilanından beri Reş!! Paşa'nın · ön-
- -
der�iili ya;;lığ��TM"zim�İ et a�i"�����i��cın t�� � k kÔ ı eden seç-
kinler zümresine karşı kaymağa çalışıyorlardı. Yeni Osman lılar bu
bürokratik seçkinler idaresinin 'bi r ne"v i. isü5ci'ai meydana getirdiğini
anlatmağa çalışıyorlardı . C?n. ı ı:ır.cı �?r� . 13..ı:t.�·ı .��i��e idareyi e_le _ i:l_l cı_n
bu sahte Avrupacı " üst tabaka" memlekete yalnız za!�r ��!�.� işti,
memleketin bu şekilde bir idareci ler aristokrasisi tarafından idare
edilmesi ancak kötü neticeler verebilirdi. XIX uncu asrın ortaların­
da Osmanlı İmparatorluğu hakkında bildiklerimiz Yeni Osmanlıla­
rın bu teşhislerinde yanılmadıklarını gösteriyor. l::fı.ı�i-�li_t�.I!.� .!.�r:ı-�!:
mat , devlet ida_resini eli n. ?e ! � tan yeni bir me rrı � r zo. rn re�ir.:ı i_r_ı_ � ��!e­
-
tin im kanlarından faydalanarak bir nevi "üst tabaka" meydana ge­
�fdikleri bir zaın andı. Bu durümd'a , Yeni Osmanİıların istediği bu gibi
bir azınlığın idaresinin yerine çoğunluğun idaresini getirmek, usul­
u meşvereti mem lekette sağlam temellere oturtmak, parlamenter
sistemin yerleşmesini temin etmekti.
Böylece Yeni Osmanlıların ileri sürdükleri oldukça romantik bir hür­
riyet mefhumunun aslında bir hayli somut sosyal bir tahlile dayan­
dırı ldığını görüyoruz. Yeni Osmanlılar hürriyetten bahsederken bel­
ki biraz fazla romantik bir eda ile kavramı ele alıyorlardı, fakat " hür­
riyet"ten ne kasdetti klerini kesin olarak biliyorlardı: on lar için " hür­
riyet Ali ve Fuat Paşanın başında bulundu kları bürokratik seçkinler
zümresinin baskısından kurtu lmak ve onun yerine seçilmiş bir meclisi
getirmek manasına geliyordu .
1 51
Nam ı k Kemal ve diğer Yeni Osm an lı ları n 1 860 ve 1 870 ' 1erde ya­
zı larıyla yerleşt irmeğe m u vaffak oldu kları " h ü rriyet " mefh umunun
bu ndan sonraki etkilerini izlemek bir hayli ilg inçti r .
Namık Kemal'in sürgüne gönderilmesinden ve 1 8 76 'da ilan edi­
len ilk Kanu n-u Esasi'si Su ltan Abdü lham id t arafından yürürlükten
kaldırıldıktan sonra, Kemal'in yaymağa m uvaffak olduğu "hürriyet"
an layışının birçok gençleri galeyana getirdiğini görüyoruz.
Zaman zaman ollar da, tı p kı Namık Kemal gibi bir Mesajeri vapu­
run a binip Avrupa' da soluğu alm ışlardır. Osman lı İ ttihat ve Terakki
Cemiyeti'nin 1 889 tarihindeki ku ru luşundan çok önce başl ayan bu
protesto hareKetıerının hemen hepsi istibdadın romantik gözlükler­
le kıym et lendi ri lmesin den doğmuş davranışlardır. Genç bir aydın ,
oku lda Vatan yah u t Silistre 'yi ve Namık Kemal'in diğer eserlerini
ele geçiriyor, bu ese rleri oku yarak ken dini yetiştiriyor, daha sonra
elinde görülen bir hürrıyetçi kitap veya bun ları n tesiri altında yayın­
ladığı bir yazı dolayı siyle j u rnal edıliyor ve Avrup a'ya kaçıyor. Mem­
leket dışına kaçtı ktan son ra, gene, tıpkı Namık Kemal ve Yeni Os­
manlı ların yaptığı gibi " hi.ı rriyet " idealini savu nan bi r gazete çıkar­
mağa teşebbüs ediyor.
1 895 senesinden ıti baren mem leket dışına kaçmağa başlayan İt­
tihat ve Terakki Cem iyetı m ensu plarının hareket leri de bu modele
uymaktadı r. Böylece, Abdü lhamid 'ın tahta geçt iği 1 8 76 yı lından yır­
minci asrın başına kadar Avru pa'da sayısı z hürriyetçi neşriyat çıkı­
yor. Şimdi, bu neşriyatın başlıca özelliklerinden biri hürriyetin roman­
tik ifadesinden öteye geçem emiş olm asıdır. Bütün Jön Türk neşri­
yatını tararsanız bu yazıların büyük çoğunluğu nun boş , yuvarlak laf­
larla dolu , romantik, santımental , gerçeklerle çok az i lgisi olan , uzun
vadede son derece sıkıcı basit bir feryattan ib aret olduğunu görür­
sü n üz.
Abdülham id devrini'n genç aydın larının prot estolarının bu kadar
boş olmasının sebebi neydi? Bunu şöyle ifade edebiliriz: Bu protes­
tolar sosyal m u htevadan yoksu ndu . H ürriyet fikri 1 880' 1erde bir fi­
kir ol arak yaşayabilmiş, fakat bir toplum gerçeğine bağl anam amış­
tı . Yapılan şi kayet lerin ve yazı lan makalelerin toplum soru n lariyle

152
ilgisi yoktu . Hürriyet fikri maddi gerçeklerin üzerine bina edilmemiş,
müphem bi r arzu olarak muallakta kalm ıştı. Başka bir ifade i le Yeni
Osm anlıların hürriyet arzusunun ancak şekli unsu ru 1880' 1ere inti­
kal edebilmişti.
Bunun da bir sebebi Yeni Osman lı lar zamanında bir sorun olarak
ortaya çıkan ası l meselenin ortadan kalkmış olmasıydı. il. Abdü lha­
mid' in devlet işlerinin yürütülmesine el koyması ile, Tanzimat dev­
rinin özelliklerinden biri olan siyasi seçkin gru bu n elinden siyasi yet­
Kileri alınmıştı .
Diğer taraftan , Abdülhamid'in saltanatının i lk yılları ekonominin
eskisine nisbetle daha iyi olduğu bir devi rdi . O zamanlar nisbi bir
refah ve bolluk vard ı. Bu iktisadi düzelmenin bir neticesi okumuş
vatandaşların büyük bir kısmının ve bu arada aydınların kolayca iş
bu labilmeleriydi. Bu bakımdan Padişah Anayasanın yürürlükten kal­
dırılması , Mithat Paşa ' nın öldürülmesi gibi hadiseleri unutturabilmişti.
Du rum bu şekilde d evam ettikçe Padişaha karşı yönelen protesto­
ların aynı zamanda bir sosyal dayanağı olması zordu . Zaman la böyle
bi r sosyal ortamı yaratacak gelişmeler yavaş yavaş belirdi. Bu ge­
lişmeler taşradan İstanbul'a bir akımla ilgiliydi. Sultan Hamid zamanı
Osmanlı İm paratorluğu'unda o zamana kadar kendi içine kapalı kal­
mış taşranın İstanbu l'a akışının başlangıcını teşki l eder. Bu arada
askeri okullarda parasız olarak okuyan talebeler arasında da taşra­
lıların adedi artmıştı. Okullarda bir takım imtiyazlar elde etmiş, Tan­
zimattan beri zenginleşen Tanzimat ricalinin çocuklariyle, beyzade­
lerle , taşra çocu kları arasında bu sı ralarda bir ikilik görmek müm­
kündür. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu İbrahim Temo'ya
inanacak olursak bu geçimsizlik bazan m eydan kavgaları halini ala­
biliyordu. Bu itibarla, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucularının
taşralı olması dikkate şayan bir olaydır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'­
nde zaman la kuvvetlenen bu taşralı grubu için " hürriyet" artık so-.
muı bir anlama geliyord u . Onlar için " hürriyet " İstanbul'lu devlet
erkanı na tanınan imkan ları mem leketin he·r tarafına teşmil etmekti.
Bu nun içindir ki İttihat ve Terakki i ktidara geldiği zaman yaptığı ilk
işlerden bi ri saray erkanının çocuklarından olduğu için askeri okul-
1 53
lardan kolayca diploma alabilmiş, diploma aldıktan sonra yıldırım hı­
zıyla yükselmiş olan ların rütbelerini indirmek oldu . İttihat ve Terak­
ki'nin bu istikamette bir diğer işlemi fakir halli çocuklara ve taşralı
çocu klara eğitim imkan ları sağlamak için parasız yatılı öğretmen
okulları kurmak olmuştur. Böylece İttihat ve Terakki zamanında " hür­
riyet" in m anasının yavaş yavaş "hal kçılığa" doğru kaydığını görü­
yoruz. Artı k "hürriyet" sosyal bir dayanak bulmuştu, fakat bu hürri­
yetin gene de Batı m anasında kasdedilen şahıs hürriyetini teminat
altına alma anlamından uzak olduğuna şüphe yoktur. Bütün halkçı­
lık başlangıçlarına rağmen, İttihat ve Terakki memlekette siyasi bir
diktatorya tesis etmiş, kendi çı karlarına yaradığı zaman siyasi düş­
manlarını paralı katillere öldürtmekten , tethiş usu llerine başvu rmak­
tan çekinmemiştir. Bu itibarla gene o zamanlar "hürriyet" kavramı­
nın mem leketimizde anlaşılmış olduğunu iddia etmek mümkün de­
ğildir.
Bu noktada da Atatü rk'ün daha önce halledilememiş bir sorunu
ortadan kaldırmak için yeni bir tasavvuru ortaya attığını görüyoruz.
Atatü rk'ün "Hürriyet"in Batı anlamındaki şekli ni mem lekette kök­
leştirmek için başvu rduğu çare Batının ferdi gaye bilen hukuk norm­
larının Türkiye' de yerleşmesini mümkün kılacak olan değişikliği mey­
dana getirmek olmuştu r. Bi rçok kimselerin göremediği bir noktayı
Atatürk sezmişti: "hürriyetin" hakiki manasında yerleşmesi için halk­
çı bir politika takip etmek yeterli değildi. Hangi politika olu rsa olsun
insan hak ve hürriyetlerine hürmeti temin için muayyen kurallara uy­
mak zorundadır. Bu da ancak memlekette bu ana kuralların işler du­
rumda bulunduğu belirli bir huku k nizamını yerleştirmek suretiyle
olacaktır. Zamanla, Batı huku k sisteminin yerleştirilmesi neticesin­
de, Batı hukuk norm ları içinde düşünmeğe alışan , başka türlü dü­
şünemeyen bir nesil ortaya çıkacaktır. Bu neslin artık benimsediği
normlar da hürriyet mefhum unun Batılı bir çerçeve ile çerçevelen­
mesini mümkün kılacaktı. Bu. bakımdan Atatürk'ün Batı hukuki sis­
temlerini memleketimizde yerleştirme çabası çoğu zaman üzerin­
de durulmayan derin bir m ana taşımaktadır.
Zaman, zannedersem , Atatürk' ün bu düşüncelerini doğru çıkar-
1 54
m ıştır. .!�-�!_Anayas����n ha��r. ı_i:lr.1'!1 asında, derin m anasında Batıl!
_!?_i!_i�üş_ hakim ol������!�e, b�l!�.�.-���.�-�..�.U..�..�o ����!�!:!!...������
-�ilm_!�--���-��lin yetiş�-��-- ol m as �� .:�J� ço �-�!��§!.i.r.:
__

1 Bu kavram için bak. Sherif Mardin, "The Mind ol the Turkish Relormer 1 700-
1 990", The Western Humanit les Revlew (Na. 4 , 1 960), ps.41 3-436.
2 Bak Mardin, W . H . R . (1 960), 4 1 8.
3 İhsan Sungu, "Mahmud ll'nin İzzet Molla ve Asakir'i Mansure Hakkında Bir
Hattı", Tarih Vesi ka l a n 1 ( 1 94 1 ), 1 70.
4 Mehmet Kaplan, "Şinasi'nin Türk Şiirinde Yarattığı Yenilik", Türk Dill ve Ede·

biyatı Dergisi il (1 947), 37-38.


5 Halil İnalcık, "Osmanlı İmparatorlugu 'nun Kuruluş ve İnkişafı devrinde Türki·
ye'nin İktisadi Vaziyeti Üzerinde Bir Tetkik Münasebetiyle", Bel leten, No. 60,
(195 1 ), s.656 v.d.
s M ustafa Nihat Özön, Namık Kemal ve İb ret Gazetesi (İstanbul, 1 938), s.4 1 .

1 55
Atat ü rkçülüğü n Köke nl e ri *

Atat ürkçülük, Cumhuriyet Türkiye'sinde, Osmanlı İmparatorluğu'­


undan kalma bazı temel yapısal unsu rları değiştirip onların yerine
dünya uygarlığına gidişte ilk adım sayı lan Batı uygarlığından esin­
lenmiş bir topluluğu kurm ak am acına yönelen görüştür. Bu dünya
görüşünü birkaç odak noktasında toplayarak bir devlet politikası şek­
line dönüştüren Mustafa Kemal Atatürk olduğundan , yaklaşıma onun
adı verilmiştir. Atatü rk, kendi sağlığında, bu ana odak noktalarını
cumhuriyetçilik, mil liyetçilik, halkçı lık, devletçilik, laiklik ve inkı lap­
çılık (devrimcilik) olarak vasıflandırmış, bunları " Kemalizm yolu" ola­
rak ad landırm ıştır. (Kongar, 1 98 1 , 4 1 9 : Cumhu riyet Halk Partisi
Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası , An kara, 1 935,
54'ten).
Bu görüşün bir "öğreti" olmayıp esnek.bir i lkeler bütünü oluştu r­
duğu konuyu inceleyenlerin çoğunluğunca ifade edilmiştir (Tahsin
Yücel, Atatürkçülük Nedir? 1 965, 1 85; Atatürk'ün Y.K. Karaosma­
noğlu'na bu konudaki sözleri ve Ş.S. Aydemir' in fikirleri için Bk. Kon­
gar, 1 98 1 , 420).
Atatürkçülüğü salt bir Batı'ya yöneliş, ya da saydığımız amaçları
uygulama olarak görmek konunun yalnız bir yönünü an latır. Konu­
yu tam olarak aydın latabi lmek için Türkiye Cu m hu riyeti'nde am aç
edinilen yapıyla Osman lı İmparatorluğu 'nun yapısını karşılaştırm ak
gerekir. Bu karşılaştırma yapıldığında İmparatorluğun şu yapısal özel-
• Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İ stanbul : İ letişim Yayınları, 1 983 .
Cilt 1 , s. 86-86.

1 56
liklerini görürüz:
1 . Osmanlı İmparatorluğu bir "monarşi"dir. Ülkenin siyasal maş·
ruiyet kayna!':Jı "padişah" ve sülalesidir. Zam an la padişahın yetki·
lerinin kısılmış olmasına rağmen, o ülkenin başında bulunan kişi·
dir. Padişahlık rejimini yalnız bu kamu rejimi özelli kleriyle hatırla·
mak da eksik kalır. İmparatorlukta, teb'a padişaha (ve onun gücü·
nü temsil eden kişilere) şahsi bağlarla bağlıdır (Ubudiyet).
2. Osmanlı İmparatorluğu , bir kültürler, dinler ve yöresel küme·
lenmeler mozaiğiydi. Din bakımından İmparatorluk 1 9. yüzyıl orta·
larında Müslüman, Rum , Ortodoks, Gregoryen , Yahudi , Katolik, Sür·
yani, Nesturi, Keldani ve hatta daha küçük cemaatlerden oluşuyor·
·
du. Müslümanlar arasında da önemli ayrı lıklar vardı (Sünnilik·
Alevilik). Konuşulan dillerin en mühim leri arasında Türkçe, Arapça,
Kürtçeyi saymak gerekir. Kültür grubu olarak Türkler, Araplar, Çer·
kezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar görünür. Bu grupların içinde 20.
yüzyılın ilk on yılına kadar Türklerin yalnız küçük bir üst tabaka oku­
muşlar azınlığı, ayrı bir tarihlerinin olduğu bilincindedir, gelecekle­
rinin Osmanlılar'ınkinden farklı olabileceği konusunda bir düşünce
daha gelişmemiştir. (Bu bilinçi 1 890' 1arda gelişmeye başlar).
3. Osmanlı İmparatorluğu 'nun temel felsefesi halkın idareye ka­
tılması değildir. Klasik Osmanlı devlet idaresi düşüncesine göre
seçkinler-eğitim görmüş kimseler ve soylannda devletin emanet edi·
lebi lecel)ini göstermiş kişiler-devletin idaresini ellerinde tutmalıdır­
lar. Gerçi 1 876'da bir Anayasa kabu l edilmiş, parlamento toplan­
mıştır. Fakat il. Abdülham id bu meclisi feshetmiştir. 1 908'den son·
ra Jön Türkler Anayasa'yı tekrar uygu lama alanına koydular. Fakat
onları temsil eden İttih at ve Terakki Partisi , " halk" deyimini kullan­
makla birlikte, ilkenin uygu lama şeklinin ne olacal)ını hiçbir zaman
açık olarak göstermedi.
4. Osmanlı İmparatorluğu'nun başında bulunan padişah hem ka·
mu düzeninin hem de dinin önderi sayılıyordu . Din adamları (Ule­
ma) bu kurumsal ilişki dolayısıyla devlet idaresinde merkezi bir rol
oynuyorlar, eğitim , yargı ve bir dereceye kadar idarecilik alanlarını
tekellerinde tutuyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu' nda 19. yüzyılda bu
1 57
yapı ancak bir dereceye kadar değiştirilmişti. Devlet dininin gireme­
diği çevre alanlarında tarikatlar devletle halk arasında bir aracı ro­
lünü üstlenmişti.
5. Osmanlı İmparatorluğu , i ktisadiyatına hakim olamamış, 1 9. yüz­
yıldan sonra bu kesiti yabancılara ve yabancılarla işbirliği halinde
olan azınlıklara bırakmıştır.
6. Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal felsefesi " denge" esasına
dayanıyord u . Jön Türkler temel yapı değişm elerine gidilmesi gere­
ğini öne sürmüşlerdi, fakat değişen şartlara göre yapılacak olan de­
vamlı bir uyumdan bahsetmemişlerdi.
Atat ürkçülük bu öğelerin yerine onların karşıtını koymayı amaçla­
yan yaklaşımdır:
1 . Padişahlık rejimi kaldı rılacak, Cu mhu riyet getirilecektir. Şahsi
bağlılık üzerine kurulu düzen yerine, yasaların tanımladığı bir rejim
getirilecektir.
2. Anadolu 'nun toprakları üzerinde kuru lan Cumhuriyet bir Türk
toplu luğudur. Bu bilinç Cumhuriyet'in teb'asına rehber olmalıdı r.
"Temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz" (Atatürk'­
ün Söylev ve Demeçleri , 1 1 , 1 945, 1 40- 1 4 1 ).
3 . Ulemanın devlet katında, azal mış olarak olsa bile, devam eden
etkileri silinmelidir. U lemanın halk önderliği rolüne bir son veri lme­
lidir. Kişinin dünya görüşünü u lema değil , müspet bilim şekillendir­
melidir. İslam bir devlet fonksiyonu görünümünü kaybetmeli , her­
kesin şahsında şekillenen bir inanç şeklini almalıdır. İslam medeni­
yeti zamanında parlak bir devir açmıştır, fakat bugün için örnek ni­
teliğini yitirmiştir. Örnek olarak alınacak medeniyet Batı medeniyeti
ve beraberinde getirdiği m üspet bi lim an layışıdır.
4 . Tü rkiye Cum hu riyeti, bilumum Türk halkını n-sınıf ayrımı dev­
reye girmeden "say'iyle" (çalışm asıyla) ku rduğu bir yapı olacaktı r.
Bu özellik sınıf ayrımının kurumlaştığı Batı ü l kelerinde mümkün de­
ğildir, fakat bahis konusu ayrılıkların daha kesin çizgilerle ortaya çık­
madığı Türkiye Cumhu riyeti' nde sınıfsız toplum , vatandaşlara veril­
miş bir şans, bir im kandır. Seçilmesi gereken hedef " münewer"
"avam" (basit halk) ayrılığını kaldırıp halkın ihtiyaçlarını halkın ka-
1 58
tıldığı bir sistemle karşılamaya çalışmaktır.
5 . Türkiye Cum huriyeti' nin iktisaden kudretli olabilmesi için dev­
letin şahısların geliştiremediği kaynaklar geliştirmesi, bu işi üstüne
alması gereklidir.
6. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısını te­
melden değiştirecek yeni bir toplum düzenini kurmalı ve bu toplum
düzeni statik bir halde tutmayıp zamanla değişmesini sağlamalıdır.
Bu amaç Atatürkçülüğü Jön Türkler zamanında ortaya çıkan düzen­
den belki en anlamlı şekilde ayıran öğedir.
Atatürk'ün kendi zamanında yukardaki öğelerin temellerini attığı­
na inandı!)ı, fakat ancak zamanla oluşturabilecek hedefler olarak gör­
düğünü gösteren birçok kanıt mevcuttur. Bu idealin saptadığı amaç­
lardan 1 938'e kadar gerçekleştirilenler arasında şunları saymak
mümkündür:
1. Hilafetin saltanattan ayrılarak saltanatın kaldınlması (1 Kasım
1 922)
2. Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1 923).
3. Halifeliğin, Şer'iye ve Evkaf Vekaletleri'nin kaldırılması ve eği­
timin devletin birliğini sağladığı bir alan olarak tanımlanması (3 Mart
1 924).
4. Tekke ve zaviyelerin, ziyaret maksadıyla türbelerin kapatıl­
ması (2 Eylül 1 925).
5. Uluslararası takvimin kabulü (26 Aralık 1 925).
6. İsviçre Medeni Kanunu üzerine kurulu Türk Medeni Kanunu'­
nun kabulü (1 7 Şubat 1 926).
7. Anayasa'dan "Türkiye Devleli'nin dini din-i İslamdır" madde­
sinin kaldırılması ( 1 6 Nisan 1 928).
8. Uluslararası rakamların kabu lü (24 Mayıs 1 928).
9. Yeni Türk harflerinin kabulü ( 1 Kasım 1 928).
1 0. Ali İktisat Meclisi'nin açılışı (4 Aralık 1 928).
1 1 . Milli Eğitim Bakanlığı oku llarından Arapça ve Farsça öğreni-
minin kaldırılması (1 Eylül 1 929). •

1 2. Yeni Belediye Kanunu'nda kadınlara seçme ve seçilme hak­


kının verilmesi (3 Nisan 1 930).
1 59
1 3. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kuru mu)nin kuru lma­
sı ( 1 5 Nisan 1 93 1 ).
1 4 . Devletçiliğin , Cum hu riyet Halk Partisi Programı'na girişi ( 1 0
Mayıs 1 93 1 ).
1 5. Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin (Türk Dil Kurumu) ku rulması ( 1 2
Temmuz 1 932).
1 6. Ekonomi Bakanlığı'nca hazırlanan Birinci Beş Yıllık Plan'ın ka­
bulü (1 Aralık 1 933).
1 7. Efendi, Paşa, Bey gibi lakapların kaldırılması (26 Kasım 1 934).
1 8. Türk kadınlarına milletvekili seçmek ve seçilmek hakkının ya­
sa ile tanınması (5 Aralık 1 934).
1 9. Büyük Millet Meclisi'nin İş Kanunu'nu kabul etmesi (8 Hazi­
ran 1 936).
20. Altı Ok kavram ının Anayasa'ya konması (5 Şubat 1 937).

Atatürkçülüğün F ikir Kaynakları

Atatürkçülüğün ana ilkeleri 1 9. yüzyıl sonunda, padişahın yasak­


larına rağmen İstanbul, İzmir, Beyrut gibi İmparatorluk merkezlerinde
yayılan Batı fikir akım larının etkisinde ortaya çıkmıştır. Bu fikirler
1 880' 1erden sonra yüksek öğrenim görenlerin bir bölümü üzerinde
etkili olmaya başlamıştır. Fi kirlerin tartışıldığı odak noktaları arasın•
da Mülkiye, Askeri Tıbbiye ve Harbiye okullarını saymak gerekir. Bu
oku llarda eğitimin kapsamında yapılan değişmeler Batı fikirlerinin
yayılmasının tabii bi r ortamını oluşturmuştu r. Atatürk nesli, Batı' nın
Büchner gibi materyalist düşünü rlerinin , müspet bilim lerle toplum
problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin ve Darwin'in
evrim teorilerinin sosyal bilim lere yansımasının etkisi altında yetişti.
Bu fikirleri daha açı k olarak zamanının toplum bilimleriyle pekiş­
tiren Ziya Gökalp'tir. Gerek Atatü rkçülüğün sınıfsız topluluk fikri, ge­
rek Türklüğün zamanla oluşacak bir ideal olduğu fikri, Gökalp'e da­
yanır. Atatürkçülük, uygu lanması zam an la m ü kemmel leşecek bir
·
öğeler bütünü olarak düş°Ün.üid9ğü içi_!:'ı YÖru ml��-��'.'!?..!Q.rk
..

160
�� ��-?�-�_!?.�:i ���-i.!� ?..!.�LC:..�.Y-?.!..!:!.�!�_r::ı ış b i r d ü nya görüş ü d��-
1 930' 1arda Kadro. Mecm u asını çı karan l a r Atat ü rkçülüğün temel in-
•.

de bir "sosyal l eştirme" görm üşle r , kitleleri en kısa yold an yararl an­
d ı rm ayı Atat ü rkç ü l ü ğ ü n içind eki dinamik ku vvet ol arak alg ı l a m ı şl ar­
d ı r. At atü rk' ün zamanındaki Tü rkiye'nin açı k bir demokrası olduğu­
nu söyleyemememize rağ men- Atat ü rkçülüğün u ygu lan m asını de­
mokratik ku ru m ların gelişm esiyle bir tutm uşt u r. Ancak, zam anındaki
bi rçok Batı d üşünürü gibi, bu gelişmenin ü l keyi şu veya bu e ksen­
de bölecek siyasi parti ç atışması ort aya çı km adan ge rçekleşti ri lm e­
sini tercih etm i ş o lacağını an lıyoru z. Bugün b u n u n im kansızlığı ko­
nusundaki düşünceler d ü nya siyaset b i l i m ci leri arasında pekişmiş­
tir. Çok partili hayata geçişte Atat ü rkçü lüğün en çabu k zedelenen
ilke lerinden biri n i n laiklik i l kesi olduğu ileri sürülm üştür. Bunun ka­
nıtı olarak daha 1 94 7 yı lında C H P 'nin d i n eğitimi konusunda taviz
verdiği anl atı lır. Demo krat Parti iktidarı n ı n , i l k yıllarında bu n d an çok
ileri gittiği söylenemez. Ancak, 1 95 7 yılından itibaren Dem,okrat Par­
ti'nin din taraft arları n ı yan ına almak için seçim kam panyasında din­
se l eğilim leri ku l l an d ı ğ ı doğrudur.
"Gerçek" Atat ü rkç ü lüğün ne olduğu 1 970 ve 1 980'1erde Tü rki­
ye 'de çok tart ış ı l an bir konu olarak be l i rm iştir. Bu soru n u n bi r çözü­
mü olmadığı , Atat ü rkçü lüğün sağda ve so lda az çok tanım lanabile-
. b ı"i�..
��-�-� a ra��:§ ��� i_:��n �o·k�· 0·ia.�ag·ı ···kapsa"cil"�i-""56"yiene i
·
..

KAYNAKÇA

Türker Acaroğ l u , Açıklamalı Atat ürk Kaynakçası, 2 cilt. 1 98 1

i l . Kronolojiler:

Utkan Kocat ü r k . Atatürk ve T ü rk De v r i m i Kro nolojisi 1 9 1 8 ·1 938.


Sami N. Özerdim, Atatü rk Devrimi Kronolojisi, 3. ·
basım . 1 974

161
111. Önemli Eserler:

Yunus Nadi Abalıoğl u , Ankara · n ın İlk Günleri. 1 955.


Samet Ağaoğlu. Kuvayı M i l l iye Ruhu. 1 94 4 .
lsmaıl Arar, Atatürk'ün H a l k ç ı l ı k Programı ve Halkçılık İ l kesinin Tarihçesi,
1 963.
Falih Rıfkı Alay, Çankaya. 1 96 1 .
Şevket Süreyya Aydemi r . T e k Adam , 111 cilt, 1 963- 1 96 5
Aleı İna n , Atatürk Hakkında H a l ıralar ve Belgeler, 1 968.
Aleı İnan, Medeni Bilgiler ve M . Ke mal Atatürk'ün E l Y azıları, 1 969.
Maıhar Müfit Kansu . E rz u r u m . dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber,
1 966-1 968.
Enver Ziya Karal . Atatürk ' te n Duşünce ler. 1 956
Yakup Kadrı Karaosmanoğ l u , A ı a ı ü r k 1 96 1
.

Suna Kılı, Ke malizm 1 969


Emre Kongar Ata türk ve De vrim K u ramları. 1 98 1
Hasan Rıza Soyak. A t a t ü r k · ıe n Hatıralar 1 9 73.
Taner Tımur. Türk Devrimi ve Sonrası 1 9 1 9- 1 94 6 , 1 97 1

i V . Kolektif Ese rler:

At atürk Dev rimleri 1 . M i l l e t lerarası Sempozyumu Bildirileri, 1 97 5 .


Atatürk Ha kkında Konferans l a r . Haz. A. Alet İnan. E .Ziya Karal .
Atatürk Y o l u . Haz. Turhan Feyııoğl u , 1 98 1
Atatürkçü l ü k Nedir? H a z Yaşar Nabi . 1 963 ve diğer bas.

1 62
Atatürk ve Pozitif D üş ü n ce *

Batı uygarlığının ondokuzuncu yüzyıl aşam ası , bilimin egemen du­


ruma geldiği yüzyıl olarak tanımlanır. Çok çapraşı k bir süreci olduk­
ça basitleştiren bu görüş, her şeye rağmen, bu yüzyılın gerçekten
önemli bir özelliğini belirler �.!..�Qr.�'..9D. düşüncesinln belki en beli�­
. .

gin karakteri, zamanı böyle bir değerlendirme açısından görmüş ve


bu görüşten _bi�.!.��?_r_� �� r�t�!�s�-9�� arı:ıı ı�- o�!!.'-��19_�� : .�� �t � r � - -�i_limj_�_
- -- -
egemenliğini olumlu bir- gelişme olarak algılamış, kendi sisteminin
"i8m-eTCiire{ji oıarakcie{jer ı e-ndfr'rıllştir: ona göre uygariık tıiifrTifrı-- r-e}ı:
"i:ıerliğinde yürümektedi r. ·· ··· -

" Efendiler, dünyada her şey için, m edeniyet iç i n hayat için , m u 11a llak i
, ­

yet içi n en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim 11e len'in dı şı n da ��-��-�ı. � ramak
.
_
j)��ı-��tir, ceh alettir de laletıi �: Yalr:ı_ız, ilmin 11e fen ' i n yaşadığ ı m ı z her daki-
,

_
kadaki safhalarını, ilerlemesini, idrak etmek 11e tecakkiyatını zamanla takip
eylemek şarttır. " • ·

Fakat "bilim' in reh berliği" kendi başına açı k seçik bir an lam taşı­
maz. Zira, "bilim'in rehberliği " en az i ki an lamda belirebilir. Bilim,
"madde" üzerinde h akimiyet tesis ederek milleti daha güçlü bir du­
rum a getirme anlamını taşıyabil i r. Bu açıdan bakıldığında bilim, ör­
neğin , endüstrinin gelişmesini sağlar ve erıdüstri ve milleti diğer
• Atatürk v e Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi, Tür k i y e Ticaret Odaları Sanayi
Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği, Ankara . s. 57-67
• • Söylev ve Demeçler 1 959. il, s . 1 94 .

1 63
milletlerden daha güçlü duruma getirecek araçları yaratır. Bilim, ikinci
bir anlamda, topll!_l!l_sal �!.�ütlenmenin en faydalı şeklinliirie ol��-­
ğunu göstermeye yarayan bi r yaklaşım olarak görülebilir. . Bu ikinci
vurgu , 1 9'uncu yüzyıl Avrupasınd a "pozitivizm" adı İıı verdiğimiz bir
akımın özellikle üzerinde d u rduğu bir vÜ rg·u�iu-r. Pozitivizm 'in temel
tanımlarından biri, cansızları düzenleyen tabiat kanun larının insan­
ları ve insan toplu lu kları nı da düzenlediğini ileri süren doktrin oldu­
ğudu r (Siman , 1 963, 4).
Bilimin endüstri yoluyla m illeti kuvvetlendireceği 1 9'uncu yüzyı­
lın ort asında Osmanlı İ mparatorluğu ' unda bilinmeyen bir fikir değil­
di. Aksine, tutucular arasında bile oldukça yaygın bir görüştü . Ata-.
türk' ün bilim anlayışının ayırıcı özelliği bilimi toplumu şekillendirmek,
-
·ıçii1i<UıTanmak lste'�lş ÖTm�hu açıdan pozitivizm 'in getirdiği an�­
lamda h areket etmiş olmasıdır . Böylece , Atatürk'ün görüşlerinin ne
oranda ve hangi anlamda pozitivizm tarafından etkilendiği bir so­
run olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sunuşta pozitivizm'in Atatürk'ü
dolaylı olarak etkilediğini göstermek istiyorum. " Dolaylı" etkiden kas,
dettiğim, Atatürk'ün pozitivizm'in kurucularınca doğrud an etkilen­
meyip, (Auguste Comte gibi) ilk kurucularının etkilediği yüzyı l sonu
düşünürler tarafından etkilendiğidir . " Dolaylı " kelimesiyle anlatmak
istediğim bir diğer husus pozitivist görüşün bi r "fi kir akımı" sonucu
olduğu kadar Atatürk neslinin içinde yetiştiği ku rumların etkisiyle şe­
killendiğidir. Gene, " dolaylı " lığın bir üçüncü ekseni, geleneksel Os­
manlı devlet kültüründe " m üspet" (pozitif) görüşlerin gelişmesine
müsait bazı unsurların bu lunmuş olduğudur. Atatürk'ün şahsi ba­
şarısı , başkalarının bölük pörçü k ve sistemsiz .ofiii'iak et'k:ISlnCie-kıiı'ı -
=�i��-�rı··§·�-·�-�-��-�ı arı _t)�r--� 9 kta��· t ?.P�i��i!i!Ji:ü>.i'���S.ı�- -�e:p������--�i�-
-
de r,ı_ f ay9 cı!cın m�y� ı �_�y -��-ı�.'!.� ?.!���ı-�ı-� Ze ka ve anlayı şı bu nok­
..

tada apaçık olarak ortaya çıkar.


Atatürk'ün pozitivizm'inin belirgin kanıtları arasında " laik" tutu­
munu en başta saymak gerekir. Zira, " laik" an layışın arkasında ya­
tan bir temel görüş toplumsal mekanizmanın Tanrısal bir düzenle­
me sonucu olmadığı , bazılarına göre tabiat kanunlarına doğrudan
bağlı olarak, bazı larına göre de kısmen bağlı olma sonucunda top-
164
lumun kendi kan u nları nı ü reten bi r bileşim olduğudur. Fakat, bizzat
Atatürk' ün kendi d evrindeki dınsel kuru ml ara karşı tepkisi ni incele­
diğimizde burada ilave bir özellik görürüz: Atatürk bilim 'i bir araç
olarak ku llanmayı Batı lı lığın en başta gelen özel liği saymakla birlik·
te dini bir araç olarak ku llanm ayı beğenmemektedir, reddetmekte­
dir. İslam tarihi içindeki en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en
başından itibaren politik bir araç olarak ku llanılmış olmasıdır. Ata­
türk'e göre Müslüm anlık nerede böyle bir nitelik kazanmışsa bir
" aldatmaca" olmuştur. Ası l mesele, dini bu gibi kon ulara "bulaştır­
m am ak"tır. Bugün varmış olduğum uz aşamada, laikliğin defalarca
tanımlamasını dinlemiş kimseler olarak, bu tutum bize tabii gelebi·
lir. Fakat Atatürk devrinde bu tutum "tabii" deği ldi, bi rçok kimseler
için aksine, İslam ' la sosyal düzen arasında doğrudan bir bağ vardı.
İslam , toplumun nasıl olması gerektiğini beli rttiğine göre dini politi·
kadan çıkarmak mümkün deği ldi. Pozitivizm kon usunda başta sor­
duğumuz soru , o zaman, şöyle bir probleme indi rgenebilir: nasıl olu·
yor da Atatürk kendi devrinde "tabii" olan bir tutumu "gayrı tabii "
saymış ve ona göre hareket etmiştir? Bu soruyu cevaplandırmak için
önce Atatürk'ün tepkisinin, bir an lamda ve bir dereceye kadar ken­
di kuşağının tepkisi olduğunu ve bilime karşı olumlu tutumunun
1 895' 1erde, bazı oku muşlar arasında beli rmeye başladığını hat ı rla­
mak gerekir. Bunun i ki kökeni olduğun u , bir kökün Batı fikirlerinin
Türkiye'ye çarpmasına, ikincisinin ise Su ltan Abdü lhamid zamanında
gelişen oku llaşmaya dayandığını göstermeğe çalışacağım . Fakat,
Türkiye' de bund an ötede de, pozitivizm in yerleşmesine yarayan bir
teme l " kolaylaştırıcı "nın tarihsel akımdan çı karılabileceği de şüp­
he götürmez. Bu tutu m , Türk bürokrasisinin devleti koruma konu ­
su ndaki görüşüdür. Fik.rim i daha d a açıklayabilmek ve Atatürk' ün
an layışındaki mu htelif "kat"ların birbirine giriftliğini anlatabilmek için
Atatürk'ün gene din h akkındaki bir fikrinin "arkeoloji"sini gelişti r­
meye çalışacağım. Başlangıç noktası olarak Atatürk'ün bazı Osmanlı
din adamları hakkındaki değerlendi rmelerini �labiliriz: Atatürk'ün be­
ğenmediği, İslam ' ın am açları na aykırı olarak tanımladığı özellikler­
den biri , İslam tari hinde Allah' la kul arası na giren , Allah'ın em irleri-
1 65
ni tefsir etm e yet kisine d ayan arak kişi üzerinde egemen lik ku rmuş,
kişiyi istediği tarafa iten pir ve şeyh lerin mevcu diyetidir.

" Bugün ilmin, fennin bütün şumulü ile medeniyelın muvacehei sule pa­
şında filan veya falan şeyhin irşadı ile saaoeti maddiye ve maneviye arıya-
-
� �i . �fıti � -- ·
- ·e-cieriı:Yes-iricie -·nıe-V�li-ci�-����
- --
_?.(ik k ci i ci i i���� i��;-�- ı-r-0 k-;��- �a�-;a;-ıTI -
�sıa kabul �trıı iyorum .

Efendiler ve ey m i llet, iyi biliniz k i ,_T.Q�_k,_ıy�--ç_�_r:!1�l!.riy13t - �-13y_hı e.r_, dı;ı r� it
ler, m üridler,
. mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat ıari-
·-····-·--·-···-----
katı medeniyedir.·-··----····-·---
"• ------·-··- --························

İ lginç olan nokta Osm anlı devlet adamlarının bir kısmının da, en
eski d evirlerden beri , kontrolleri altına alam adıkları , devam lı olarak
bi r tür memur statüsünün dışında kalan pir ve şeyh g ibi din ad am­
larına şü phe ile bakmış oldu klarıdır . Bunu anlam ak için Osmanlı dev­
let anlayışının bir özelliğini hatı rlamak gerekir: Osm an lı devleti, söy­
lenen lerin aksine bir "teokrasi" değildi . _Qs�_an l ı devleti yalnız Şe­
.briat'la
. .
idare edilen bir devlet olmamıştır. Şeriat ' ın ötesinde , eski Orta
.
ogu geıerie ki"e-rinCıe·n-·veô"rTa -Asyii 'fürk devletlerinden kayn akla­
nan bir d evlet görüşü (devletin devlet ol arak yaşamını sağlamanın
en öne m li öğe olduğu fi kri) devlet adam larının izledikleri i l keler için­
de önemli bir ye r tutuyord u . Bunu Halil İnalcı k'ın araştı rmaları ndan
öğ renmiş bulunuyoru z. Osman lı lar, devlet in din ad am ları üzerinde
etkin liğini sağlamak için din adam larının m aişet ini devlete baği"aml - Ş::
··iar�:··-öev"iat·;·"b"u··:.;öi-ıa- ·ıı·enı-·a:;-ri···aciaiTiia·r·irı·i·.-·i10m ·a·0··e�-i-tim·-·5i-s·i �n:i-i-
ni n ve adaletin personelini kontrolu altına almıştı . Devlet bu örgü­
tün dışında kalan , i lahi gü ç l e rle doğrudan bağları bulunduğu nu id­
dia eden, geçimini d evletten sağlamayan dinse l kişileri . tam anla­
mıyla h az me.C:ıem e m.IŞ , tehilkeff gördüklerinfsurm-U-Ş veya id am et�
.
'

.
mi Şür. ösm ani cievief"adamTarının bu tutu mu na ''ialk,- Ciem.ek. me-
seie yf pek tabii ki abartmak o lu r, fakat -�-';J_IUl�-��� -��-�-�l!��-�-?.!:!�.!!.1_­
. ıi bir "pragm ati k_�-��· u nsu ru yatıyordu . Osm anlı devlet adamı devlet

• Söylev ve Demeçler, 1 959, il, s.21 5.

166
_)'�-��!!.!:!:'in i bi_r_ tür "toplu msal mimarlık" olarak değerlendirebiliy�!
devletin zararına olan gi rişimleri sürgün gibi politikalarla şe kil lendi­
rebiliyordu . Bunun olumlu tarafı, Osmanlı devlet adamlarının devlet
yararına olan bir politikayı benimsemekte -kaynağı Batı da olsa­
sanıldığından daha az tereddüt göstermiş olmalarıdır. Batı karşıtı güç­
ler, çok zaman, yeniçeriler gibi, Batı kurumları İ mparatorluğa geti­
rildiği takdirde, statülerini kaybedecek olan meslek gruplarıydı. Tepki
"yu kardan" değil "aşağıdan " geliyord u . Osm�����vlet adamının
_
b� �osy�J_�imar tarafını gör���� �Tan zi� at ' la gelen sosyal dü:
- - _
zen lemenin nasıl -bütün güçlü klere rağmen- Türkiye'ye yerleşti-
1jirii an layam ayız.Orneği n , S atiei Paşa ( 1 8 1 4-lSB3) gibi bir devlet
·adamının 1 870' 1erdeki tutumunu kavrayamayız. Saffet Paşa 1 870'de
açı lan Darülfünu n ' u n açı lış kon uşmasında:

" Bugün bilimlerin ve keşiflerin ürünü olarak bize o denli hayret verici bu­
luşl arın gelecekte gCınlük bilinen şeyler haline geleceğini. . . "daha şimdi­
",

den görülen başlangıçların bize insan aklının daha neler yapmaya yetenek­
li olduğunu gösterdiğini" " Osmanlı tarihinin ilk iki yüz yılında bilim ve len
adamlarına gösterilen hi maye, saygı ve teşvik iki yüzyıl daha sürdürülmüş
olsaydı, Avrupa'nın uygar uluslarıyla ilişki kurulmuş, bu ulusların ilerleme
hızı i le başbaşa gidilmiş olsaydı bugünün Türkiye'sinin bu durumda
olmayacağını " anlatıyordu. Başarısızlıkların baş nedeni " uygar uluslardan
ayrı kalmak"dı. •

Osmanlı devlet adamlarının prat ik ve p ragmatik " sosyal mimar"


tarafını oldu kça iyi kavrayan pozit ivizm ' in ku rucusu Auguste Com­
te, bundan dolayı Tanzimat'ın "mimarı" Mustafa Reşid Paşa'ya teş­
vik edici bir mekt u p göndermişti.
"A son Excellence Reshid Pacha, ancien g rand visir de l ' E m pire
Ottoman . . . " • •

Gerçekte, Tanzimat adını verdiğimiz 19 ncu ası r reform politikası -bir

• Berkes, 1 970, s.233-34.


• • Systeme de Politique Positive ou Traiıe de Sociologie lnstituant la Religion
de L'Humanite, (Paris, 1 053), 111. XLVll-XLIX.

1 67
çoklarının iddia etti klerinin aksine- dinle devlet arasındaki kurum­
sal bağların çözülmesinde çok ileriye gidilen bir devirdir. Eğitim ,
Rüşdiye ve İdadiye gibi Batı modeline göre ku ru lmuş oku llarla ve
Mülkiye , H arbiye gibi yü ksek oku llarla U lema'nın nisbi tekelinden
alınmış, bir sivil idareci sınıfı ku ru lmuş, mahkemelerde Şeriat'ın hük­
mü hissedilir şekilde daraltılmıştı (Shaw ve Shaw, 1 977).
Batıya karşı bu açılmanın önem li meyvelerinden biri "Kızıl Sul­
tan " ın politik kuşkularına rağmen , 1 890 1 ara doğru , Batıyı anlayan
'

bir okur yazarlar gru bunun yetişmesi, devlet hizm etinde olsalar bi­
le her tür devleti bilimsel bir eleştiriden geçiren balı kaynaklannı oku­
yabilen bir kuşağın belirmesi olmuştu. 1 890' 1arda yetişen bu aydın­
ların pozitivizm ile ilişkileri iki noktada belirir. O sı ralarda siyasal ko­
nulara dokunmak tehlikeli olduğu ndan Batı eserlerinden yapılan ter­
cümeler arasında fizi ki bilim ler üzerinde du ranlar önemli bir yüzde
tutmaya başlamıştı (Tansel , 1 946- 1 95 1 , 4) Buna paralel olarak bazı
dergi lerde pozitivizm i anlatan yazılar çıkmaya başlamıştı. Hatta
'

1880' 1erde bile, genç yaşta intihar eden bir Türk aydını, Beşi r Fu ­
ad , Beşer adında bir kitapta (1 886, Okay, tarihsiz , 1 04 v . d.) fizik ve
kimya gibi " madde"yi inceleyen bilim lerin hayat i limlerinde de ge­
çerli olduğunu ileri sürmüştü. Fikir. Fransız fiiyoloğu Claude Ber­
nard'ın etkisinde şekillenmişti. Zi ra, Claude Bernard lntroduction
a l'Etude de la Med ecine Experimen tale adlı eserinde (1 865) de­
ney metodunun yaşam lar hakkındaki bilgi ü retmenin önemli bir yö­
nü olduğunu ileri sürüyordu. Claude Bernard'ın peşinden gid e n l er ,

Bernard'ın bu görüşünün arkasında yatan temel felsefi esasa inan­


dı klarından dolayı değil, Bernard'ın yaklaşım ı biyolojide yerleşmiş
ve artık yeni ufu klar açamayan görüşleri ortadan kaldırmalarına yar­
dım ettiğinden dolayı bu görüşü benimsemişlerdi. Yeni doktrinin ça­
buk yayılması bu radan kaynaklanıyordu (Mandelbau m , 1 971 , 1 5).
Bu yayılma, görüşlerimizi bir diğer olguya çekiyor: 1 9 uncu yüzyıl
Fransız yazarı " Halevy"nin ifadesiyle, "tarihin hızlandığını " başka
bir ifade ile insanlar arası i lişki lerin kesafet kazandığı , bir yüzyıldı.
Bundan dolayı 19 uncu yüzyıl , değişmeyi öge olarak kabul edebile­
cek, onları destekleyecek, teşvi k edecek doktrinleri bekleme duru -

1 68
mundaydı. Sonradan göstermeye çalışacağım üzere, 1 9 u ncu yüz­
yılın "değişme" üzerinde du ruşunu hatı rlamak bize Atatürk'ün dü­
şüncesinin birçok taraflarına ışık saçar. Her halde, 1 9'uncu yüzyı l
sonunda Osmanlı İmparatorluğu 'nda hayat ilimlerinin Tıbbiye ve Mül­
kiye gibi yeni kuru lan okullarda okutu lmasının kendi başına bir etki­
si olmuştur. 1 880'1erde Mülkiyede bulunmuş olan bir gazeteci, Ah­
med İhsan bu etkileri şöyle özetliyordu :

" Hekim Başı Salih Efendi vardı. Nebatat dersi verirdi, fakat onun ağzın­
dan çıkan sözler en derin lelsele kaideleri idi. . .
Salih Elendi'nin Kanlıc:a'daki yalısının bahçesi Türkiye'nin i l k nebatat bah­
çesi idi. O, derse geldiği günler bahçesinden getirdiği çiçeklerin, yaprakla­
rın ilmi yaşayışlarını anlatırken bizim batıl itikatlarla doldurulmuş olan zihin­
lerimizi sanki süpürür ve temizlerdi . " *

Bu etkiler, Claude Bernard'ın öğrencilerinden Şakir Paşa'nın ders


verdiği Askeri Tıbbiyede daha da ileri gidiyordu.
Pozitivizm fikrinin bir f i k i r akı m ı olarak Türk aydınlarını etkileme­
si 1 890 yıllarına rastlar. 1 894'de çıkan Servet-i F ünun dergisi pozi­
tivizm fikrinin sistematiğini Osmanlı aydınlarına sunmağa başlamıştı.
Dergide Hekimbaşı Salih Efendi'nin biografisinin ' erilmesi bir tesa­
düf eseri değildi (Ü lken, 1 966, 1 , 20 1 ). Pozitivizm konusundaki bil­
gi ler daha çok iki düşünür tarafından yayım lanıyordu . Hüseyin Ca­
hit -Yalçın- (1 874- 1 957) ve Ahmet Şuayıp (1 876- 1 9 1 0), Hyppoli­
te Taine'in fikirleri , Batıda, pozitivizm'in bir safhasını meydana ge­
tirmişti. Şimdi , Servet-i Fünun'da Hüseyin Cahil, Taine'in sanatın
belirleyicisi olarak gösterdiği " kan (ırk), zaman (tarih) ve mekan (coğ­
rafya)" (Ülken , 1 966, 1 , 204) unsurlarını, başka bir ifade i le "mad­
de"nin şekillendi rici rolünü okurlarına anlatıyordu. Aynı görevi; da­
ha etraflı bi r şekilde -ve bu arada 1 9'uncu asır Fransız fiki r tarihi­
nin mu htelif yönlerini inceleyerek- Ahmet Şu ayıp yapıyordu (Ülken,
1 966, I , 223-224).

• Tokgöz, 1 930, s.28-30.

1 69
İ kinci Meşrutiyet'in ilanıyla, " Ulüm-u İktisadiye ve İçtimaiye Mec­
mua"sında pozitivizmin yeni bir şekli ortaya çıktı. Şu ayıp yazılarına
bu rada devam etti. Dergi , ilk sayısında pozitivizmin iktisadi hayata
değinen yönlerini değerlendi riyordu (Ülken, 1 966, 1 , 237-238). Şua­
yıp ise aynı dergide " Devlet ve Cemiyet" adlı yazısında şu öğeler
üzerinde du ruyordu:

" Cemiyet ilmiyle insan ilmi birbirinden ayrılmaz hale geliyor. Sülün fel·

seti problemler içtimai problemlerden sayılıyor. Bir kimsenin yetkileri, ken­


di cinsinin mirasıdır ki, bu da cemiyetıen başka bir şey dej)ildir. Cemiyeıin
şart ları hayatın ka nu n la rı n a bağlıdır Hayat ilmi ile cemiyet ilminin yakınlıj)ı
p ek büyüktür . " •

Böylece, hayat biliminin -biyolojinin- toplum la ilgisi fikri Türk


toplu luğuna yirminci yüzyılın başında oldu kça etkili bir fikir olarak
inti kal etmişti. * •
Her ne kadar fikir akımlarının incelenmesi bize pozitivizmin bir dün­
ya görüşü olarak Osman lı aydınları arasında yer alması konusunda
ipuçları sağlıyorsa da bu etkiyi abartmak kolaydır. Fi kirler bazı dü­
şünürlerin kitaplarındaki fi ki rlerin yayılması dolayısıyla deği l , bu fi­
kirler o toplulukta ayrı yönlerden gelen fakat bir odak noktasında top­
lanan etki lere maruz kaldıklarından değişi r. * * • Bu noktada topla­
nan etkilerden üçünü gözden geçirmeğe çalışalım: Osmanlı bürok­
rasisinin pragmatik geleneği, okul program larında bilimle ilgili ders­
lerin etkisi ve pozitivizmin öğelerinin aydınlar tarafından açıklanması.
Bülün bunlar sonradan gelen fikir larihçisinin izleyebildiği unsu r-

• Yen i Türkçeye çeviren H.Z. Ülken , Ü lken, 1 966, 1 , s.239.


• • Bunu genel "bilim" anlayışı için de söyleyebiliriz; " Birinci Dünya Savaşı"
sırasında Darülfünunda felsefe tarihi okutan Gunther Jacobi o sırada Da­
rülfünun umum müdürü (rektörü) olan Salih Zeki'ye Henri Poincare'nin ki­
taplarını okumasını tavsiye edince üstad gülerek kütüphanesinden Fransız
matematikçi filozofundan tercüme ve neşrettiği üç eseri çıkarıp Jakobi'ye
göstermiştir." (Ülken, 1 966, 1 , s 3 56)
. .

• • • Aslında süreç bundan da daha çapraşıktır. fakat bu basitleştirilmiş modelin


bile açıklayıcı özellikleri mevcuttur.

1 70
lardır. Ancak, artık bilin.�!! bir gerçek, belirli fikirlerin etkisinin fikir
değişikliği sürecinde en güçlü etken olmadı�<!ıI: Bu nların dışında,
·Fransi.zca ;; mentaı ii�" sözcüğüyle belirlenen gerçek, çok daha ted­
rici bir dünya görüşü değişme sürecini aydın latmaktadır (Darnton ,
1 978, 1 06-1 36). Böylece karşımıza bir sorun daha çıkıyor: acaba Ata­
türk neslinin dünya görüşündeki değişikliğin arkasında ne gibi ge­
nel bir "mentalite" değişikliği keşfedilebilir?
1 9'uncu yüzyıl Osm anlı düşüncesini belki en derin bi_r şaki��� �.!:
-
kileyen unsu rlardan biri okul sistemindeki değişiklik olmuşt u r. Oku­
lun medreseden ayrı bir kuru luş olduğu bize çokt�!.n beri an latılan
bir öğedir, fakat bu ayrılığın en aşağı üç yön ü olduğu inceleme ko­
nusu yapılmamıştır: Pedagoji değişikliği, program değişikliği ve ör­
gütlenme değişikliği . Bunların öğrencileri nası l eski fikir birikim leri­
ne karşı gelmeye ittiklerini başka bir vesi le ile aydınlatm aya çalış­
mıştım. * Burada bunlardan yalnız biri üzerinde du rmak istiyorum:
oku lun bir "kitaplar alemi" üzerinde ku ru lmuş olması. Bugün okul­
larımızda "kitapsız"lıktan şikayet ettiğimiz zaman, bunu bir "kitaplaş­
ma" ideali açısından ileri sürüyoruz: her öğrencinin bir ders kitabı
olması gerekir. Orta Zaman oku lları bunun tam aksine bir sistem
üzerine ku ruludur : kitap bulmak zor olduğundan hoca kitabı " hıfzet­
miş" ve bildiğini öğrencilerine not şeklinde inti kal ettirmektedir. El­
biruni önemli bir kitabı ancak kırk yılda bulabilmiştir. (Fischer, 1 980,
40) ve 1 9'uncu ası r medreselerimizde bunun bir şeklinin devam et­
tiğini söyleyebiliriz. Önem li referans kaynağı pahalı ve zor bulunan
bir nesnedir. Bu husus, " kalem "den yetişenler için de geçerlidi r.
Aksine "Kitab"ın herkese açık bir kaynak olmasının ilk sonucu ki­
tapta ileri sürülen belli bir tezin daima eleştiriye açık olmasıdı r. Böy­
lece kitap eleştiri olasılığını arttırı r. Fakat diğer taraftan kitap gerçe­
ğin bize kitapta şem a halinde -basitleştirilmiş olarak- intikal eden
imgesini, "gerçekmiş gibi" görmeye iter. Bu nun bi r örneğini Meh­
met Kaplan bize anlatmıştır.
• "L'Alienation des Jeunes Turcs: Essai d'Explication Partielle d'une ' Consci­
ence Revolutionnaire' " Strasbourg, Türkiye İktisadi ve Sosyal Tarihi Konfe­
ransı, Temmuz 1 980.

1 71
:>ervet-i Fün un neslinde müşterek olan bir karakter . . . almış oldukları zihni
terbiyenin bir cihetten umumiyelle aynı olmasıdır. Tanzimat nesli ekseriyet le
kalemlerden y et işen, otodidakt insanlardan mürekkep olduğu halde, bu nesil
muntazam mektep tahsili görmüş, bir hoca elinde yetişmiş, bilhassa küçük
yaştan itibaren bir Garp dil ine aşina ol m uş kimselerdir. Birincilerinin hayat
tecrübelerinin fazla olmasına karşılık, iki nci lerinin kitaptan gelen bilgi l eri faz­
ladır Mektep ve kitap onları hayata u ymaktan alıkoymuş gibidir, birinciler
ise daima hayatla beraber yürümüşlerdir. " (Kaplan, 1 946, 1 9) .

Kaplan'ın bulgularını genelleştirerek, '.' o_ .k��· · �e_..'..: k it.�p"ın (>ğ�en­


ciyi "ütopik" Y�._da " mode �.�..r_�yıcı "Y� ��_'�. i9-�?.� !�P)��.�.���n:ı ı a�cı "
.
.�i! �.�!!_çerçeveye sok1uğunu söyleyebiliriz. 1 890'1ardaki yüksek okul­
larda yetişmenin sonuçlarından biri o kuşağı n en anlayışlı ve zeki
öğrencileri arasında bir " ütopik" yaklaşım geliştirmiş olmasıdır.
Toplu luğun çizgi leri belli bir imgeye uyması zorunluğu bu kuşa­
ğın Türkiye'yi değiştirme nok1asındaki çabasını yaratmıştır. Bunu da
Jön Türklerin politi kalarında izlemek mümkünd ü r. Doktor Abdu llah
Cevdet'in " Pek Uyanık Bir Uyku " makalesi bunun belki en önemli
belgesidir (Hanioğlu , 1 980, 39 1 ).
Pozitivizm'in bu konudaki katkısı " ütopik" yaklaşımla aynı yön­
de yürümektedir. J.��.Y9.:eyıJ�C: bu görüş o kadar genelleşmiştir ki kay­
nağına özel bir referans vermek artık gerekmemek1edir ...�enel P!.��-
.��P...ŞUd.!:!�:.-�9P.!.��-u..�.�ğjş�i.�f!.!.t:l�..rn9�.�9.r:ı.9..��_v�J?..�ygl_Q.�.Y..?!1.ış!Jr:rJ.!:'l.l t�
9.�!:...A ncak toplumun hangi yönde değiştirilmesi gerek1iği sorusu na
verilen cevaplar değişmektedir. Fransa'da ahlaki bir buhran olarak
gördüğü bir sorunu cevaplandı rmaya yönelmiş olan ve 1 9. yüzyı lın
en önemli pozitivist düşünürlerinden biri sayı lan (Tiryakian , 1 978,
1 9 1 )._Emile D�rk��r:ı::ı:.�_9?re, bu değişikliği yapmaya kalkışmadan
önce modern toplumun nasıl bir toplum olduğunu anlamak gerekir.
Burada Du rkheim'in fikirlerini -gene çok basite indirgeyerek- şöyle
açı k iayabi li riz :. i�b.� I qı:ıı.9�.9.�..�.� Ji.� i�!.��.i_!�P����-<:ır.��. t �p_l �!.��-�-�!�-�r.�:
. .
E a. tut ın a�..!Y..��-!�PJ.�.ı �.9.�_n._Q!'._e. rin..� ��JL9..9.��.�J�� .�9.1!1esin �I!_ e gemen
- .
.�!��,��J;!�re��'i..-�E.'.r..��.�l�- bunları kabul ��.mes.i.. ve içermesi toplulu­
ğun çalışma��.�..�.��.!.? r.:. Buna Du rkheim "mekanik tesanüt" diyor.
172
F akat modern � 13\;'i!.l l3�.� �-i_ş�� l_9.�.9..Jıl3!.�ş� i ��� -����'.:lr:1..��-P.�.:�--��i ��.r:ı
- - - - -
9��ı;ı rlerin_.>.'�_rine " ���l�!�ği_ .ıl��-�ı-� g�ç-�[; Bu toplu lukta görülen "te­
__

sanüt " , "organik tesanüt"tür (Giddens, 1 978, 22-23), Du rkheim 'a


göre (ve Comte ' a göre ) .L7-�_9. .. P.!.��-�!.�. .c:!.�".'!i:�:.! "organik tesanüt " lü
.

bir topluluk için �ereke_n sistemi ku rmakta ilk adımlan atmış, toplu-
_l_IJ�_IJ_E.!r.!.!r.!...�-�sk��-nd_�!.1 �'!..f!.a!.�
__ . .!ş , fakat ' ' işbi rliğ i ��-����'.�� .��taya 9! :
.

.�a.r.�cırnı�t _ı r.� Bu fikirler -daha önce birçok yayında belirtildiği gibi­


(Gökalp, 1 959, 1 49) Türkiye'ye Ziya Gökalp'in yazılarında girmiş ve
çok etkili olmu ştur .
Şimdi Atatürk' ün din hakkındaki fikirlerine dönebili riz: Atatürk' ün
şeyh, derviş ve P'ir' lerin aleyhinde olmasının çağdaş kökeni , kendi­
sinin Osmanlı İm paratorluğu'nda hakim olan İslam'da çağdaş top­
luluğa uymayan bir dış baskı unsu ru görmüş olmasıdır. Osmanlı top­
luluğu ancak dinin empoze edilmiş şekliyle ayakta du rmaktadır. Bunu
.
bir vicdan konÜ sÜ olarak . değe
. rlendirenler azınlıktadır. İslam dini­
n.in işböıü m.ü geiiŞrn em iŞ. bir foi)i'ü ı ü"k:i a··şe.ki iien.mTŞ oTm.as·ı··iJü···aıii·in
:Sô.syal ahlak,_ <:>ı ı:ı:ı.� p_()t 8:r:ı si_x� l i n in cırt�yayı _k..ı:n.��ı.ı:ı a m_'2.ni _ (J_l_ı:ı:ı_.� ��':l!:.:
.

--�yı e bir an layışın haki�_.91du�����.l.?.!..�-� d �-d�nin si_yasi bir ale�


-�-larak ku llanılması doğaldır. Diğer taraftan böyle_ - bir ..!_?plu lu k a�!
ı
ve Şeyhlerin yol gösterici kisvesine bürünmeleri de doğaldır. Bu du­
-rumun devam etmesi artık-·mümkün ·d eğildi f.TŞ·bi�iiQTahlflk� gelişti-
rilmelidir.__�!.��9-���-!:1--�- iş�J rliQi ahlakın.!_� ana ö�!�!ini Türk milli�
yetçi liği kavramına b ağladığını gösteren .ipuçları vardır. Fakat din , ·-----·--

ancak
-··--··-·· vicdanların içinden çıktığı oranda, işbirliği ahlakı ile birlikte
...·---···--·-
çalışan bi r unsur olabilir. Bu nu da Atatü rk' ün birçok demeçlerinde
görüyoruz.
Son söz olarak bir noktaya işaret etmek gerekir: Auguste Comte,
Durkheim ve Atatürk m üşterek bir sorunla karşılaşmışlardır: laik top­
lumsal işbirliği ahlakını düşünmek ve kurmak bir şeydir, laik ahlakı
insan ların ru hunu kapsayan kalıcı bir güç olarak yaşatmak başka
bir şeydir. Çağdaş sem boller sosyolojisi bu i kinci aşam anın süreci­
nin -çapraşıklığı dolayısıyla- son derece zôr olduğunu göstermek­
tedir. Atatü rk'ün lai k bir toplum pekiştiricisi ku rmaktaki başarısı bu
açıdan da değerlendirilmelidir.
1 73
B İ BL i YOGRAFYA

Berkes. Niyazi (1 978) Türkiye'de Çağdaşlaşma. İstanbul, Doğu-Batı Yayınları,


Darnton, Robert ( 1 978) "The Hlstory of mentalites: Recent.wlrltlngs on re­
volution, criminality and death in France " , in Structure Consciousness
and History. ed. Richard Harvey Brown . Stanford M . Lyman, Cambridge, ete.,
Cambridge U niversity Press. 1 06-1 36 .
Fischer. Hichael M .J . ( 1 980) ıran: From Religious Dispule Revolution Camb­
ridge ete .. Harvard University Press.
Giddens. Anlhony ( 1 978) Durkhelm. Yeri belirlilmemiş, Fonlana-Collins.
Hanioğlu, Şükrü ( 1 980) " Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cev­
det ve Dönemi" . Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fa­
kültesi.
Kaplan. Mehmet ( 1 946) Tevfik Fikret ve Şiiri. İstanbul.
Mandelbau m , Maurice ( 1 971) History, Man and Reason A Study in Ninete­
enth Cenlury Thought. The Johns Hopkins Press. Landon ve Baltimore.
Okay, M . Orhan (tarihsiz) İ lk Türk Pozitivist ve Naturalisti: Beşir Fuad. İstan­
bul. Dergah Yayınları.
Siman , W. M . ( 1 963) European Positivism in the Nineteenth Ce ntury: An Es­
say in lnlellectual History. lthaca. New York, Cornell U niversily Press.
Tansel, Fevziye Abdullah ( 1 94 6- 1 95 1 ) " Ahmet Hikmet Müftüoğlu" Türkiyat
Mecmuası, IX.
Tiryakian, Edward A. (1 978) " E mile Durkhelm" in A History of Soclological
Analysls Ed. Tom Bottomore ve Robert Nisbet, Landon. Heinemann.
(Tokgöz) Ahmet İhsan ( 1 930) Matbuat Hatıralarım 1 888-1 923, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya ( 1 966) Türkiye' de Çağdaş Düşünce Tarihi, il ci lt Konya, Sel­
,

Çuk Yayınlan.

1 74
Ye n ileşme D i n am iği n i n Te m el l e ri ve Atatürk *

Gi riş

Kişiliğim izin ötesinde bir varlık olarak beliren , değerlerine kendi·


mizi uydu rmak zorunda bulunduğumuz bir "toplulu k "ta yaşadığı·
mız biçimindeki anlayış, biyolojik yetenekle rim izin doğrudan ürünü
değildir. '.'.!�.!_uR!�� -�avramı , geçmiş birikimlerle bize geçen bir be'!�
.
��!.ille, bir teşbi�_ !i� Belleğimizde taşıdığımız ve günlük toplum iş­
lerimizi bir dereceye kadar düzenlilik içinde yapmamızı olasılı kılan
- �-�--��-n :z�t.ı:n..t:!..d..�.�-�-i-�_e.:._!_9 i_r:ı�!'l.Y�.ş.a._d_ı_�.ı-rı:ı_ı � .t.?E.ı �.�---��-�-l!_��ı_ı:ı.!_r1..�.i ç i_�:
.

len'!i_rdi"i bir ü ründü r.


Toplumu Yt:!� i� en d_q_�ı;ır:ı ı.e. rıı.e. �. i �t.t:!yen �i şiye _ ··r.�!.<>.�r:tı_C:':I.' � .d.!=!.� i ­
lecek olu rsa, bu kişi de, bir dereceye kadar sınırları belirtilmiş, kar-
maşık ama parçaları tutarlı bir topluluk imgesinden hareket edecek
ve bu çok yönlü, bir ölçüde de belirsiz kümeye yeni bir b i çim ver-
mek istey.ecek1ir.'"8u-radi"Üstünd9 du-ru ı'aıl.tiü.ii<fsi"frecinvari�i�- yani
-
�pı u ı u kta�-9�� payı �şTI�n. bir ama"Çfar-tiütüiiif.ı)iJ.ili-n�Q� ve
-��.. <ır:r,ı�çl a.!ı_r:ı_ �-�-���!�--�-��İ_f.!.��!..Q�T9.�.9..i_:-_�. �fı�9 r:ı_t_�pl �_r:ıı_ ı_cı rı r:ı ::;_� r��
.

gelmesini sağlayan etkenlerdir .


.. Toplum" imgesinin:toplÜmda yaşayan kimselere yön verici rolü
bir �� �ı;ıceye kadar �ili ��� -bir olaydı r : Ya�!-��-'.-�?�Y����-Q-�.�l ��-'. !i!.�: ..

!enekler, efsaneler, son olarak da toplumun


�------ · ____.._
kendi hakkında
__ _ düşün-

• Çağdaş Düşüncenin ışığında Atatürk, (İstan bul: Eczacıbaşı Vakfı Yayınları,


1 983), s.23-48.

1 75
dükleri, yani tarih, belirli bir topluluğun ne gibi n. iteliklere değer ver­
��İ_Ô.i idşi.İere a��.��.'. bunları oiliara ·yansitir; on iarCia i:ıu görÜntü;:;-ü�
canlı tutu lmasını sağlar, kişil erin davranışlarını bu öğelere göre bi­
çimlendirmelerini gerçekleşti rir . .�i_şi .. �lJ..�.�ğ.�!:!�r�r:ı. �.'3.Q.'3.llJ.!9..!ğir:ı.!. 9Q.�-
9ü ğüE�.� için����d ığ �� � pl � m haritası" pe ki�i r. Söz konusu
-
imge, benzetme ya da " teşbih" sözcüğünden de anlaşı lacağı üzere
hiçbir zaman tam bir açı klıkla tanı m lanam az , zira beli rli bir "top­
lum harita sı " yalnız bir dereceye kadar bilinçli bir olaydır.
Bun u n bir örneğini vermek için Türkiye 'de bi rçoklarının davranı­
şını biçimlendiren belirli bir "toplum harita"sını i nceleyebiliriz. " Bü­
rokratik dünya görüş ü " olarak tanı m l ayabi leceğimiz bu anlayışın
kaynağının ne olduğunu Türkiye'de sorarsak, alabi leceğimiz karşı­
lıklardan biri " kırtasiyecilik" olacaktır. Bu yanıtı n açı k anlamı şu­
du r: Yu rttaşın devlet kuru m larında işini görebi lmesi , istem inin bir­
çok kanallardan geçmesine bağlıdır. Başvu rusunun yasalara uygun­
luğu sınanır, imzalar sıralanır, herkes sorumlulu ğu bir başkasına atar,
damgalar vuru lur, defterlere kayıtlar geçi lir, yurttaşın işi uzar.
Buradaki yanıtta, belli bi r doğru luk payı bulunmaktadır. Sayıl an
özelliklerin gerçekten, "bürokratik dünya görüşü "nün açıkça be­
liren karakterini tanım ladığı kuşkusuzdur. Ancak aynı bü rokr��!...9..���.
.!:�ı:!.!.Ş�!:)_,_gl�U.1 �l!!)_S.�.n i �. g��ü n.ı:...<t.?..� m ay��- ·�-�e m �J!...�.�!�. O d a ,
__

ka��stü���ü�enlilik sa���a��ğr�-<!���msal 9!!_çe��!.'.!


·��_!raftı" etmektir. Gerçekl':!r, �ürokratı n k.afasında yaşaya�da�
ha düzenli, "kitaba uyg u n " Tü rkiye' ye ters gelirse, bürokratik eği-
'[i� ��-�Y.:��-��i!�0.�}��:ııi°§�!1! .�.��0�.��.n uy�u.�_i��.fu.Q:�]�!fii ��i, ��
ii_l<_t �ll ge}.i'._: Bü rokratik d avran ış hep düzenleme 'ye yönelikt i r ve bu­
nun karşısına çı kan gerçekleri " kuraldış ı " saymak eği limindedir.
Bu davranış, bilinçli olarak izlenen bir hareket deği ldir, bu bir "bi­
lişsel model " ve gerçekleri algılama süzgecidir. Bürokrat , asl ın­
da davranışının arkasında yatan bu sistemin çoklu k farkında değildir.
" Reformcu "yu , kendi toplumunda ortay a çı kan bazı itici güçler·
den yola çı karak toplum kavram ına yeni bir biçim verm ek ist eyen
kişi olarak tanı mlamıştık. Reformcu'nun i lerde ortaya çı karm ayı
am açladığı toplu luk türünün d ayandığı veriler de genellik:e ayrıntı l ı

1 76
ve bilinçli değildir. Ku ru lması istenen toplulu k bir "tasarım ", bir "ta­
savvur"dur ve tıpkı " sosyal devlet" teri r,:ı inde olduğu gibi genel
kavram larla anlatılmak zorunda kalınan " proje " lerden ibarettir. Bu
iki uçlu belirsizlikten yan i toplum imgesinin bir "benzetme" ve top­
lumu değiştirme isteğinin bir " proje" olmasından dolayı , reform
hareketlerini incelemek birçoğunun sandığının tersine metodoloji k
zorluklarla dolu bir araştırma alanıdır. Bu sunuşumuzda Atatürk re­
form larında bulduğum u z ve reform sü recine yaklaşımda bir başlan­
gıç saydığımız dört "sosyal veri" üstünde durarak, bu reform ları
ortaya çıkaran genel dinamiğin bir kaba "şema"sını çizmek istiyo­
ruz. Bu dört "sosyal veri "yi şöyle tanımlayabiliriz:
1�işiler� oto �� tes!..���?n����� lu bir onur anlayışından kural­
__

-
lar- ve yasalar üstüne kurulu bir onu r an layışına geçiş.
--- -- -��:evre·n��·�� n i ��!-� adci�!ıili�en··-;j)oiititbiıim anlayı ı
-
•· ş�
na geçiş .
. 3. . ·-·· .
.. .. ... ...."Avam-havas" ayrılıkları üstüne ku rulmuş bir topluluktan
·· --
" ha�, ; ; 6lr .icipi.üi·ü� a ·9 0çış: · -· ·-
· ·· · ··· ·
·

--4� Bir ümmet to��ğuİıdan �� �lusal devlet'e geçiş �


-
Bunlar Atatürk reform larının getirdiği, birçok noktalarda birbiriyle
kesişen bazı temel öğelere dayanan çağdaş Türk toplumunun ka­
rakterini ortaya çıkarm aya yarayacak deği şkenlerin bir "rölöve"si
sayılabilir.
Bu anlatım'da, aşamalar gerçektekinden daha kesin çizgilerle
" resm" edilecektir. Aslında, bugünkü Türkiye'de bile geçmiş yüz­
yılların değerlerinin izleri süregelmektedir. Ancak, ondokuzuncu yüz­
yıl Osmanlı toplumunun önem li değişmelere sahne olduğu açıktır.
Bu değişmeleri izlemek için çizgileri kalınlaştırmak, bize, süreci da­
ha açık olarak anlatır. Atatü rk'ün katkıl arını bu çerçeve içinden gör­
mek, onları açık bir görünüm'e kavuştu ru r.

1 . Osmanlı Sosyal Düzeni ve Reform

Tü rkiye gibi bü rokratik geleneği ağır basan bi r toplu lukta reform-


1 77
cu d av ranı ş bir dereceye kadar kolaylaştırı lmıştır. Osm anlı bürok·
.�i'l�ı.!_�'.".i_;z_�'!'�• ..�.1_�".:1 ��'.:9.!!..'..!�e ı.':l.'.!'�. �i.9.i_'!.!�E!.!:1.� ir._'!'�.'_���l_ı �ı�!.� , ;-Bı� ·

rakınız geçsinler" biçimindeki bi r ilke , onun dünya görüşünde yal·


nız egemen olm adığı alan l ar için geçerlidir. Ancak, Osmanlı toplu·
luğunda "niz_�� �-�m"ci_li�i l!.�.�5..ı toplumu değiştirm e. � �e.$�1 . _top:
.
lumun dengesini sağlamaktı r. Amaç , toplum biçimini elden geldiği
·
kadar değ-iştirmed·e-risürci'ifrmek olduğu için , bu topluluğa yenilik ge­
tirmek kolay deği ldir.
Burada üstünde du rulması gereken özelliklerden biri şudu r:
Asıl amacı denge sağ lamak olan bir toplulukta nasıl oluyor da de­
ğiŞikİÜ< gerçekİ0ştfrilebi liyor?
··
··­

- AtatÜrk'ü bu ·süredn içinden incelemek bize hem Atatürk'ün kat·


kıları, hem de içinden çı ktığı ortam hakkında aydınlatıcı bilgiler ve­
rir. Gözden geçirilmesi gereken etkenler arasında özellikle ikisi üs­
tünde d u rm ak yararlı olacaktır:
1 . Atatürk'ten hemen önceki yılların "düşünce iklimi" neydi?
2. Çok daha gerilere giden Osmanlı toplumunun de{Jişme dina­
miği reformcu eğilimlere nasıl yansıyordu?

A. Osmanlı Yapısının Toplumsal Özellikleri:


Patrimonyal Bürokrasi

•..
.9.��-�."..�_ı___t_�p_lul!l� nu tek bir "model" le kavram laştırmak, kuşku·
suz elde değildir. Ancak, imparatorluğun toplumsal özelliklerini iyi
anlatan bir şema, "patrimonyal . bürokrasi " adı verilen toplu luk tü­
rüdür.1 Toplum ların geli şmişlik dereceleri, bir---- siyas al "merkeZ;· ,
. ge-
liştirebilme
---= --·----··--- başarılarına -- -
bağlanırsa,
· ·
patrimonyal topluluk tipinin bu
"i8k"afacia-o1<Iu kÇağe lişm iŞ"b1i"iöJjlü'ii1Sa'i"ör9otıenme·örneğiverdiği
·soylenebilir. ···· -- -· ······· ....
· - · ···· - · · · · - -- ··--·-- · ·-···· · · · ···· ·
.

..... ·

Bu görüş şöyle kanıtlan abilir:


Mağribli sosyolog İbn-i H aldun'a göre, O rtadoğu 'da kuru lan dev­
letlerin tarihi, bir " t ek r ar " dan ibarettir. Soy bağlarının ve yeni bir
birlik duygusunun zaman zaman birleştirdiği göçerler, kentlerde yo-
1 78
ğunlaşan devletlerin merkezlerine saldırırlar. Başarı elde ederek bun­
lar yeni bi r devlet ku rarlar ama bir sü re son ra kent yaşayışı yeni ha­
nedanı "yumuşatır" , bu sülale de yeni göçer federasyonlarına ye­
nilir. İbn-i Haldu n ' u n bu teorisi Ortadoğu için son derece gerçekçi­
dir. Ancak, Osman lı İmparatorluğu'na bakıldığı zaman örgüt lenme­
si sayesinde O rtadoğu 'nun bu "inişli-çı kı şlı" tarihine kendı sını rları
içinde son verdiği görülür Osmanlı pa.trin.ı_ony�_l_i :zn.ı.:l�<ı9..� e.ı�.�.!l_i _�!!.
_

� lah, bir örg�t_l��.��...!�.��-��L


.. Patrimonya�yönetimlerde, meşruiyet'i hükümdar temsil ed�.r.: H ü­
kümdar, otoritesini, ülke düzeyine dağı lmış, oldu kça özerk bir feo­
dal sınıf yoluyla deği l , gelecekleri kendine bağlı bir " patrimonyal
bürokrat" sınıf aracılığıyla sağlar. Bu sınıfın Osmanlı Devleti'nde
iki kolu vardır: Biri askeri güçlerden , ötekisi " sivil " memu rlardan
oluşur. Bunlara devlet em rinde oldu kları söylenebilecek din adam­
ları da eklenebi lir. Buna rağmen, İ bn-i Haldun'un işaret ettiği tehli­
ke tam olarak gideri lememiştir. Ülkenin çevre alan larına egemen
olan kabileler ve gene merkezden uzak kesim lerde "eşraf" , hane­
danı rahatsız edecek kadar bir potansiyele sahiptir. Fakat hanedan
iddialıdır: Hükümdarı n , hüküm ranlığının eksiksiz olduğu , kimsenin
bu hükümranlığı kendisiyle paylaşmadığı ilkesi, rejimin temel değer­
leri arasında yer alır. Bunun en yüksek ölçüde sağlanması için hü­
kümdarın çevresinde toplanan "memurların", ülkenin stratej ik güç
kaynaklarına egemen olmaları gerekir. Örneğin , "eşraf" ve taşra­
nın iletişim sistemi m erkezce kontrol altına alınm alıdı r.
Patrimonyal yönetim, herhangı bir kümelenmeye göz yumduğu
anda kolayca yara alabileceği için, çabalarını toplu luk üstündeki de­
netimini koru maya çevirm iştir. Aajimin par���sı .��y_a.!_'!_��� ke..!!_�i
��neti r,rı _ �l�ı-��.1:1. ��.ı.r:n..<:k� sosyal küm elenmeleri izlemek ve toplu lu­
ğa sürekli olarak "düzen " vermeye çalışm aktı . . r. Osm anlı Devleti,
�l� m içindeki grüpları tasnif eder,uher bi'rTı;e . k�·�di biçtiği bir "rol "
�� bu grupların önderlerini toplu luğun har,e kel leri açısından ken­
dine karşı sorumlu tutar; gru pları ve kişi leri kendine göre çizdiği bir
top lu msal "yapı" planına yerleştirir. Rejim , kaynakları denetleme
politikasının bir parçası olarak , ülkenin zenginlik kaynaklarının ve
1 79
uyrukların ı n n iteli klerinin zaman zaman " envanter"ini çı karı r. Bu
iş, oldu kça küçük bir merkezse! bürokrasi ile sağlandığı için "çevre"
güçlerini kendi yanın a kazanm ak, adem-i merkeziyet' de, devlet po­
litikasının bir yönünü oluşt u ru r.
Devlet'e tehlike n e reden gelirse gelsin yok edilmeye çalışılır. Ö r­
neğin, Osman lı İmp aratorluğu İslami bir devlettir ve İslam dini Müs­
lüman uyrukların birlik olm asını sağlayan temel değerdir. Oysa, din­
sel ku rum l ar d a devlet t arafından sı kıca kontrol edilir. Din adamları
(ulema), geçim lerini devletin denetlediği kayn aklard an sağlarlar. Bu
açıdan , i lmiye (ulema'dan oluşan ku rum), Batı'd aki "kilise "ye ben­
zemez. Batı 'da kilisenin devletinkinden ayrı bir hiyerarşisi, geniş top­
rakları, zengin kayn akları vardır. Osm anlı İmparato rluğu'unda Müs­
lüman ların dinsel ku ruluşlarının çalışması bun larla hiç karşı laştırı­
lam az . Bazen, din öğrencileri (softalar) birli kte h areket ederek u le­
ma'ya devlet karşısında bir güç sağlarlar am a bu durumun çok uzun
sü reli olması olanaksızdı r. Hele bu çatışma Batı 'daki devlet-ki lise
çatışmasıyla karşılaştırı lam az. Devlet , bununla kal mayarak, İslam­
cı inancın biçimini d e den et ler. Devlet d ışında bel iren di nsel odak
noktaları kovuşturulur ve bastı rı lır. "Ayrımcı" sayılan "Şıh"lar dev­
letin erişebi ldiği yerlere sürü l ü r ya da idam edilir. "Şii-Alevi" kü­
mesine "beşinci kol " olarak bakı lır. Bağımsızlık belirtileri gösteren
dinsel liderler (RafızTler) kovu ştu ru l u r ve etkisiz d u ruma getiri lir.
Osm anlı bürokrat larının üstlendikleri bu koru m a işlevinin formü l
olarak açıklanma biçim i , Din ü Devle t ' tir . Bu rada " d i n " başta ge­
lir, oysa ası l koru nmaya çalışılan devlet'tir. Bunun da meşru , " M üs­
lüman lığa sığan" bir savunması vardır: Güçlü bir devletin koru yucu
gücünden yararlanam ayan dinin sürekliliği d e sağ lanamaz.
Devletin bu genel " n izam-ı alemci " davran ışına ve kend ini koru­
ma politi kasına rağmen m ekanizmalar bazen t e rs çalışabi lir. O za­
man "an arşi " , devletin " batacağı" korkusu belirir. Bundan dola­
yı dır ki, b irçok devlet adamı Yeni Osman lı lar' dan ve Jön Türkler'­
den önce bile "bu devletin n asıl ku rtarı l abi leceği " 2 konusu n u ken­
dine dert etmiştir. Tanzim at , Osman lı devlet adam l arının bu kaygı­
sının yeni bir biçi m alm ası ol arak tanımlanabilir. pevletin ku rt cı..�!!_�

180
:nası için yeniliklerin kabul edilmesi gerektiğini anlamak o kadar uzun
-���'!!.e.rrı.i��!.�� Asıl engeller devlet dışındaki toplulu klardan gelmiştir,
bunun tarihini araştırmak ise konumuzun dışında kalmaktadır.

B. Tanzimat'la Gelen Yeni Görüş

Dikkat edilirse, Osm anlıların "nizam-ı a l emci" tutumunda uyruk­


lar (taba) bir araç olarak belirir . Bu anlayışa göre, uyru kları hoş tut­
m ak esastır, bu koşullar sağlanırsa devlet iyi çalışır. Fakat, esas uy­
ruklar değil. devlet'tir. Bunun tam tersi bir tutum , devletin esas gö­
revinin uyruklarının mutlu luğunu sağlamak olduğu ilkesidir. Bu gö­
rüş önce Tanzimat döneminde belirir, sonra gittikçe güçlenerek, on­
dokuzuncu yüzyılın son u nda ortaya çıkar. Bu önemli amaç ayrılığı
devlet anlayışını temelden değiştirmektedir. Fakat zamanla değer
kazanan "uyrukların egemenliği" gibi h ukuksal bir kavramın ar­
kasında çok daha çapraşık bir sosyal süreç yatmaktatır. Bu süreç­
ten, burada " onur" kavramındaki bir değişme olarak söz edilecek­
tir. Atatürk, bu ana yörünge değişiminde -"on u r" kavramına karşı
kişisel bir duyarlığı olduğundan- önemli ve belirleyici bir rol oyna­
mıştır. Atatürk'ün görüşlerinde, yeni hukuksal kavramın TÜrkiye'ye
yerleştirilmesi zorunluğu, bir onur değişikliğinin gerektiği inancıyla
paralel olarak yürür ve çok zaman "on..ır" değişi kliğinin zoru n lu lu­
ğu demeçlerinde en güçlü çizgilerle v..ırgu lanı r.
Tanzim at'tan önceki devlet'i k urtarma çabaları Osmanlı askeri
gücünün yenileştirilmesi zorunluluğunun anlaşılmasıyla biçimlenmiş­
ti. Tanzimat'ın özelliği bu anlayışa yeni bir eksen katmış olmasıdır.
Askeri reformun yapılabilmesi için düzHnin idari, hukuki ve iktisadi
yapısında da yenilik gerekmektedir . Tanzimat'ın esas karakterini or­
taya çıkarmak için araştırmalar yapanla; genellikle bu karakter.i Tan­
zimat'ın "ikiliği" adını verdikleri bir u nsurda bulurlar. Bu teoriye
göre, Tanzimat bir yandan laik Batı ku rumıarını yerleştirmeye çalı­
şı rken, öte yandan imparatorluğun "dinsel " yapısından vazgeçe­
memiştir. Aynı teorinin Ziya Gökalp tarafından anlatılan biçimi , Tan-
1 81
zimat'ın Türk topluluğuna yabancı olduğu bir değerler kümesini yu­
karıdan zorlamaya çalışmış olduğu ve bunları "yerlileştirme"ye ça­
lışmadı{Jıdır. Bu itham bir bakıma doğrudur. Ancak konuya yalnız
bu açıdan bakmak, Tanzimat'ın yadsınamayan başarılarını arka pla­
na iter, Tanzimat hareketinin 1 839-1 876 yı lları arasında ne kadar
çok iş gördüğünü ve imparatorluğun kurumları nı laikleştirmekte ne
ölçüde ileri gittiğini gözden kaçırır. Ulema'yı , eskiden hemen hemen
tekelleri altına aldıkları bir yargı mekanizmasının arka planına itmek,
karma bir hukuk sistemi uygu lanan yeni bir yargı yapısı ortaya çı­
karmak. (Abdülhamid döneminde) sivil bir hukuk okulu ku rmak ve
Batı yargı geleneklerini an layan bir yargıç sınıfı yetiştirmeye başla­
mak, dava vekilliği ve savcı lık kurum larını ortaya çıkarmak, Tanzi­
mat'ın lai kleşme üstünde ne kadar durduğunu anlatan adımlardır.
Eğitim ku rum larının tekelini ellerinde tutan ulema'yı bir yana iterek,
sivil bir eğitim sistemi geliştirmek, sivil öğretmen okulları açmak, bu­
günkü orta ve liselerin karması olan rüştiye' leri ü l ke yüzeyine yay­
mak, sonraları (yine Abdülhamid'in söz edilmeyen bir başarısı) as­
keri okuı sistemini yeniden ku rarak yetişen " mektepli" subayların
sayısında önemli bir artış sağlamak, vilayet merkezlerinde askeri ve
sivil liseler açmak da, Tanzimat ve sonrasında eğitim düzeyinde gös­
terilen ilerlemelerdir. Son olarak, bir yargıç yönetici karışımı olan ka­
dı 'nın yerine, Türkiye'nin çağdaş yönetim sistemine çok benzeyen
bir sistemin ortaya çı karılması , Tanzimat'ın gelişti rdiği bir başka
ön!=lmli yeniliktir. Bu nların tümü, "laikleşme"ye doğru atılan önemli
adımlardır. Bu " ilerici"liğin bir başka kanıtı , Tanzimat devlet adam­
larının bir bölümünün Batı kurum larına karşı olan tutum larında gö­
rülebilir. Bir m illi eğitim bakanı , yazdığı bir mektupta Osmanlıların
tümüyle Avru palılaşması gereğini daha 1 870' 1erde savunu rsa, bu­
na "devletin İslamcı yönünü korumak" denilemez. Devlet adamla­
rının bazılarının Batı'yı model olarak almakta ne denli ileri gittikleri ,
1 860' 1ardaki tutumlarınd an da çıkarılabilir. O sırada Osm an lı bakan­
larının bir bölümü , Fransız medeni kanunu olan Code C i vi l i çevir­
'

terek bunun bir Osmanlı temel yasası olarak ku llanı lmasını önere­
bilmişlerdi.
1 82
Öneri en sonunda reddedilmişti, am a o zamanlar bile bakanlar
kurulu içinde devletin dinsel temellerini bir yan a bı rakmaya yandaş
olanlarla bu temelleri şiddet le savunanlar arasında bir çatışmanın
varlığı anlaşılabilir. Tanzimatçılar arasında bu kadar kısa bir dönemde
.�?,Ylesine B�� k�!.�.��arına yal].��ş�ir tutumun gelişmiş olma��Q��
..

manlı devlet geleneğinin pragmatikliğine ve nizam-ı fılem'ciliği ne


'
\terffebilir.---·------

1. Yeni Bir Onur Anlayışı

Tanzimat yeni bir uyruk kavramını geliştirmiştir. Siyasal konuları


çok iyi deşmesini bilen Şinasi, bunu , "Haddini bildirir sultana se­
nin kanunun" mısraıyla an latmış oluyordu. Bununla Şinasi, Reşit
Paşa'yı överken Gül hane Hatt-ı Hümayunu'nun yeni bir devlet­
birey ilişkisini belirlediğini anlatmak istiyordu. Şinasi'nin vurguladı­
ğı bu yeniliği tümüyle anlayabilmek için gözlerimizi Osmanlı Devle­
ti'nde görülen bir temel yapısal unsura çevirmemiz gerekir. Bütün
İslam devletlerinde görünen bu yapısal unsur, kamusal mekanizma­
ları yürütmekte kişilerarası ilişkilerin rolüdür. 3
Bugün , devletle ve kişilerle olan toplumsal ilişkileri oldukça kesin
bir yasa anlayışı d üzen ler. Bireyler, aralarındaki anlaşmayı kesin­
leştirmek isterlerse. bunu yasaların verdiği biçim lere göre gerçek­
leştirirler; sözleşmeler yaparlar, akitler d üzenlerler. Bunun bir so­
nucu noterin günlük yaşamda gittikçe artan önemidir. Çağdaş top­
lumlarda devlet le olan ilişkiler de yasalara göre d üzenlenir . Devlet
içindeki ilişkiler , örneğin ast-üsı ilişkileri , gene yasa değerr olan dü­
zenlemelerle, yönetme!iklerle biçim lendirilir. Hukuk ilişkileri yaşa­
mın her köşesine girmeye başlamıştır.
Patrimonyal t ipli d evletlerde yasaların rolü çok daha sınırlı ve be­
lirsizdir, bundan dolayı yasanın yerini çok zaman kişilerarası özel
anlaşm alar alır. Bir örnek olarak, çağdaş Örtamda memu rların ye­
tişmesinde etkin olan düzenlemeler arasında üniversitede sınıf geç­
me sınavları , diplom a, burs koşu lları, seçme sınavları . zorunlu hiz-
1 83
met i l ke l e ri ele alınab i l i r . P at ri monyal sistemlerd e ve özel likle Orta­
doğu patrim onyal izminde bu "gayr-ı şahsi" düzenlemeler çok da­
ha sı nı rlıdır. İyi m e m u r " tavsi y e " ile seçilir. M e m u r olarak çalışt ı rı­
lacak kimse sın avla deği l , b i r " kalem "in (bü ro'nun) başında b u l u ­
nan p rest ijli v e deneyim li b i r m e m u ra "çırağ " edilip onun "dizinin
dibinde " yetişerek, 1 2- 1 3 yaş larında mesleğine başlar. Birinin " di­
zinin dibinde" yetişm ekse , genç memu rla deneyi m l i memur arasında
bir insancıl i lişki ku rar. Bu i l i şkide genç mem u r kendini yetişt i rm i ş
olan a " medyun'ı- ş ükran d ı r . Bu kişiyi d a i m a ken d i n in " pir"i sa­
"

yacakt ı r , ona saygı göste recekti r. Ku ru luşu içindeki entrikalard a,


on u n yanını tutacaktır. Yetişen kimsenin yet i şt i rene ol an bağ ı , dev­
let yapısı nın üstüne d ayandı rıldığı genel b i r siste m in parçasıdır.
Bun u n ilginç bir başka örneği " devşirme" u s u lüdür. Aile bağla­
rından genç yaşta koparılan b i risi , asker ya da saray m e m u ru ola­
rak yetiştiri l m eye çalışı lır. O ki m se şimdi devlete "kul" olm u şt u r .
B u " ku l " luğu padişah için her a n tüm hayatını vermeye hazır o l ­
m asında belirir.
Hükümdarlar da kendi sist e m le rini perçin leştirm ek için yasal ku ­
ru m lardan çok, insan i l işkilerini ku l lanırlar. Yüksek m e m u rlarına ve
vezi rlerine dağıttıkları " nimet" lerle onları kendi lerine bağlamaya ça­
lışırlar; bir başka bağlama biçi m i , misak (anl aşm a) ya da yemin'­
dir. H ü kü m darlar kend ilerine karşı gelen bi ri n i bağışlarl arsa, suçlu
kişiye b i r daha böyle bir davran ışta b u l u n m ayacaklarına yemin etti­
rı rler. Bütün bu kişile rarası bağ lar, yaptırı m ları esnek, am a yine de
etkin , bir "mekanizmayı sürdürm e " olan�ğını ortaya çıkarı r. Bu me­
zanizm an ı n yanı sıra get i rd iği öze l l i kle rden b i ri , öze l b i r onurl u l u k
an layışıdı r. " Pir" ine kul o l m ak , onursu z l u k değild i r , çok aranan b i r
nitelik o l an "vefa"dır. İyi m e m u r vefakar m e m u rd u r . Kişinin on u ­
ru , pir' i n i n gücüne bağlıdır. Gerçi ın san , Allah ' ı n bi r yaratığı olduğu
oran da koru nmuşt u r , sayg ıya değerdir. Fakat b u saygı bugünkü sis­
tem lerde old u ğu gibi yasaların güvenceye aldığı bir konu deği ldir.
Tek güvence, ku ru lmuş olan insan ilişkilerine uyulmasına, padişah' -

ı n , " pir"in ya d a "büyük"ün , "küçük"ü kor u m a i l kesini bağlayıcı


saym ası na dayanır. İ ş l e , G ü l h ane H att-ı H ü m ay u n u kişi h aklarının

1 84
bazı larının (yaşam a, m ü l kiyet, onur gibi) d üzenleyici yasa l arla ko­
ru nacağını , çok açık deği lse de yine anlaşı l abi lir bir biçimde dile ge­
ti rmesiyle , yeni bir insan hakları ve onurluluk an l ayışı get i riyord u .
Yasaların koruyucu rolünün yanında "yeni onur" an layışı , insan
haklarının her alanda bi r uzantısı olduğu oranda , daha genelleşm i ş
bir toplum ilkesi kiml iğiyle beliriyordu. İn san haklarının yasalarla ko­
ru n acağı sözü veri l irke n , "yeni onu r" g ü n l ü k yaşama bi r ideal ola­
rak doğru dan yansı m aya başlıyordu . Şinasi ve Nam ı k Kemal gibi
Tanzi m at aydın larının çı kardıkları gazetelerde yaydıkları düşünce­
lerde "yeni onur"un savu nulmasının genel bir tema olarak belirdiğı
görü lür. Şinasi'nin yazılarında yeni onur'u simgeleyen erkar-ı umu­
miye, erkar-ı milliye, mahkeme-i vicdan, devlet-i meşruta, hukuk­
i nas gibi yeni sözler sı k sık ku llanı lır. Yeni onur, Namık Kem al' de
"hürriyet" adıyla geniş bir şöhret bu lacaktır. 1 860' 1arda sını rlı ama
etkin bir yurttaş yığını t arafından oku nan Tasvir-i Efkar gibi gazete­
ler, bu in ançların yayı l m asını sağlıyordu .
Tanzimat'a karşı i l k protesto, bazı aydın ların Tanzimat 'ı n onu r de­
ğişikliğiyle ilgili sözlerinin tümüyle yerin e getirilmediğini ileri sürme­
leriyle bel.i rdi . Onl ara göre , Tanzi m at H att-ı Hümayu nu'nun söz ver­
diği yasalar yönet i m i yerine, bir b ü r o k ra t ik seçki nler (elit) sultası
gelm işt i . Tanzimat d ü zen lemelerini geti ren devlet adam ları , yalnız
kendi yaşama, m al ve onu rlarını güvenlik altına almışlard ı . Yeni Os­
manlılar ol arak t ari he geçen bu aydı nlar, devlet ad amlarının ego­
ist liğini açı klamaya çalıştıklarında, i ki nokt aya takı lıyorlard ı :
1 . Söz verilen yasalar rejimi' nin kuru b i r vaat olarak kalması, b i r
ku ru m sal soru ndu : Ancak halk'ı temsi l eden b i r meclis bu yeni d ü ­
zenin uygu lam aya geçmesini sağlayabi lird i . Ancak bir parlamen­
to, her sınıf insan ın çı karl arı nı gözetebilirdi. Bu ndan dolayı Yen i Os­
manlı l ar, yaz ı lı bir anayasa'nın kabul edi lm esini ve bir parlamen­
to'nun oluşturulmasını istiyorlardı.
2. Yeni Osm anlı lar'a göre, Tanzimat'ın ikinci bir eksi kliği, bir te­
mel felsefe'ye dayanm am asıydı. Batı 'da at'tayasacılığın ve temsi l
sisteminin arkası nda onyedinci yüzyı ldan beri gelişen "aydınlık
felsefesi" yatmaktayd ı. Yeni Osm anlılar' a göre Tanzim atçılar üs-
1 85
man h sisteminin temel felsefesini oluştu ran İslamcı dünya görüşü­
nü bir yana atm ışlar, böy lece Tanzimat reformlarını çürük bir teme­
le otu rtm u şlardı. Oysa, onlara göre , İslamcı i lkeler demokratik bir
sistemin de felsefesini oluştu rabi lirdi.
Yeni Osmanlılar'ın anayasacı lık hakkındaki öneri leri on yıl içinde
gerçekleştirildi. Fakat Su ltan Abdülhamid bu kurum lara gelişme fır­
satı tanımadan bir yıl içinde parlamentoyu , kendinden gelecek yeni
bir emre kadar feshetti.

2. Milliyetçilik Akımı ve l slamcılık

Parlamentonun kapatılması hürriyetseverler için gerçekten büyü k


bir darbeydi. Fakat hü rriyetçilerle Su ltan Abdül hamid arasındaki bü­
tün zıtlıklara rağmen Padişah'ın bundan sonra izlediği politikada Yeni
Osmanlılar'ın düşüncelerinden kalma bir iz bulabiliriz. Bu iz, İslam­
cı ilkelerin Sultan tarafından kullanılmasıydı. Gerçi Padişah'ın "İslam­
cı" politikası Yeni Osman lı lar'ınkinden çok daha p ratik bir temele
dayanıyordu. 1 878 tarihli Berlin Muahedesi'nden sonra Osm anlı
-�-�i(�_n.__�����--����- �°-:�_ü._�an-����ar.es:
!!ll�P.�!a_tc:>_�ı��� ��-��y_eni
���ı:!e oranla çok daha büyük yüzde oluştu ruyordu .. Padişah o za­
mana kadar ortak bir eksen çevresinde toplanamayan Osmanlıları
şimdi belki "İslam" inancı çevresinde toparlayabileceğine inanıyor­
du. Bun u , Abu Mann eh'in 1 970' 1i yı llarda çıkan araştırmalarında da
açıkça görebi liriz.4 Fakat Padişah'ın İslamcı inançları kul lanmayı
denediği bir başka alan , genişliğine değil , derinliğine çalışıyordu.
Padişah lslam'ı , son derece ilkel kalmış bazı uyrukları için bir tür
onları top lu luğun amaçlarına yönelmeyi kolaylaştıracak etken ola­
rak kullanmak istiyordu , böylece kendi kişiliğinin ekseni olduğu bi r
devlet'e bağlılık yaratmaya çalışıyordu.
Ondokuzuncu yüzyıl, Batı'da milliyetçiliğin geliştiği dönem olmuş­
tu . Bu görüş Avrupa'nın "mil liyet " lerden oluştu ğunu , bu milliyetle­
rin herbirinin arm asında özel bir kültür yattığını ve bu kültürün bi­
çim lenmemiş olsa bile o milletin içinden , halkın geleneklerinden çı-
1 86
karılabileceğini ileri sü rüyordu . Milliyetçiliğin kültür ekseninin geliş­
mesinin yanıbaşında, bir siyasal milliyetçilik de gelişiyordu . Birçok
ülkeler aynı "millet"i içine aldıklarını ileri sü rdükleri bir sınır ge­
nişletme politikası uyguluyorlardı. Bazı ülkeler kendi "millet" leri­
nin dağınık ülkelerde bulunduğunu öne sürüp bunları birleştirme ça­
balarına girişmişlerdi. Rus aydın larının ve bazı siyaset adam larının
kendi Slav "millet "inden olduklarını öne sürdükleri toplulukl arı ege­
menlikleri altına alm aya yönelen ve Balkanlar'da çok etkin olmala­
rıyla sonuçlanan ideolojilerine Pan-Slavizm adı verilmişti. Padişah'ın
dış ilişkilere yansıyan İsl amcı politi kası olan Pan-İslamizm de böy­
lece Pan-Slavizm 'e de bir karşı lık veriyordu .
Fakat yine d e Osm an lı İmparatorluğu 'nun e n önem li sorunu bi r
iç konuydu: Daha önce görü ldüğü gibi , Osmanlı İmparatorluğu sı­
nırlan içinde yaşayan gruplar dinlerine g fuetasİiif edilmişti. Osm an-_
_l_ıl_<ı:r için ''Türk'·-�- ·· Çe!���·_ ·..'._· ·��-ıiP _ _ı;ı_i_�i--����� l_§l'!l_ıi!���!!!..�-9-�!9.1!1.�:­
' '

ların aslen nereden gelr:niş oldu klarını anlatması dışında bir önem!..
yoktu.. Bundan dolayı da bir Osm an lı aydını Osmanlı toprakları için­
.de Rusya'daki "Slav" birimine karşılık oluşturan birimi bulmakta zor­
.

luk çekiyordu. Olsa olsa bu bi rim "M üslümanlık" olabilirdi. Bu luş


yalnız Padişah'ın bu lu_şu değildi. Osm anlı İmparatorluğu'nun için­
de bi rliği sağlayacak bayra k ın "Müslümanlık" olduğu inancı ,
" "

1 870'den son ra güçlü bir düşünce akımı olarak belirmeye başladı.


_Tanzima(ı inceleyen lerin yine yaptıkları bir hata, İslam politikasının
sürekliliğini birtakım "gerici" kişilere bağlamalarıdır. Aslında, İslam­
cılık birtakım ' '.örümcek kaf alı " hocaların di renişinin ürünü olmak­
tan çok, beliren bazı siyasal sorunlara bulunmuş pragmatik bir ya­
nıttı. imparatorlu k parçalandıktan sonra bu yanıtın önem i kalmadı
ve lslamcılığın önemli bir tutamağı az çok kendiliğinden ortadan kal­
kabildi. Atatürk'ün bu radaki b aşarısı bu görüşün hala geçerli oldu­
ğunu söyleyen, realizmden yoksun bazı kimselerin karşısın a siste­
matik olarak çıkmış b u lunmasıdır . Bu , Atatü rk'ün özel vurgusudur.
Atatürk'ten önceki kuşağın aydınları arasında dine karı çıkma, açıkça
bilinen plüralizm (çoğulculuk) eğilim lerine rağmen , o kadar önem li
bir sorun da değildir. İ kinci Jön Türk hareketinin (1 889- 1 908) Padi -
1 87
şah 'ın İslamcı politi kasına karşı koymaktan kaynaklandığı söylene­
mez. Muhalefetin protestosu bir "eski onur anlayışı ' ' - "yeni onur
çatışması" çevresinde oluşm u şt u r. Bu çatışmayı da pekiştiren biz­
zat Padişah'ın 1 880' 1erde kurduğu bazı kurum larda beliren "eski
onur"un ki ş i l i kçi an l ay ı şı na d ayalı eği limlerd i . Bu eği lim lerdeki dev­
rimci p ot ansiye l ise bizzat yen i kurum ların çalışm a i l kelerinden kay­
n a k lan ıy o rd u
.

3. i ttihat ve Terakki

Abdülhamid döneminde etkili bir sansürün düşünce ortamını tahrip


ettiği doğrudur. Abdülham id döneminde hiçbir gelişme sağlanama­
dığı görüşüyse y an l ı şt ı r. Abdü l hamid çağının asıl paradoks'u , Pa­
dişah'ın "tehl ikesiz" san dığı bazı ku rumsal gelişmeleri destekle·
miş olması sonucunda hiç beklemediği hürriyetçi bir tep ki y le kar­ '

şılaşm ı ş olmasıdır. Padişah'ın parlamentoyu feshetmiş olmasına rağ­


men , b i r "gelişme" politi kasını tuttuğuna ku ş ku yokt ur . Stanford
Shaw, Abdülham id ' i n , saltanatının başında bir yabancı büyükelçi ­
ye gösterdiği reform planlarının hemen tümünü gerçekleştirdiğini be­
lirtmiştir. 5 Padişah 'ın ası t poiti kası, uyruklarının genel eğitim düze­
yini y ükse ltm e k ama b u n u yaparken siyasal düşünce gel i şm el eri ni
dondu rmaktı . Padişah 'ın tahtta bu lunduğu y ı l l ar , bu gibi bir tutumun
temelden ç el i şki l i olduğunu gösterm işti r. Bu nun yanında, her şeye
rağmen tahtta bulunduğu i l k on beş yı l Osmanlı basını içi n , edebi­
yatı !çin o kadar da sön ük geçm emiştir. H al it Ziya g i bi , Tevfik Fikret
gibi, Hüseyin Cahil gibi Türk edebiyatının en parlak kişileri bu dö­
nemde yetişmiştir.
Sultan Abdülhamid'in üstünde en çok durduğu konu, Yeni Osman­
lı yandaşı Süleym an Paşa tarafından ilk adım ları at ı l an subay ye­
tiştirme sistemini çağdaş l a ştır m aktı . Bu am açla Almanya'dan da­
nışm an olarak getirilen Von der Goltz " Paşa"nın tam bir başarı el­
d e et tiği söylenebilir . Van der Gol!��!:!.� .�� başladığı 1 883 yılı ile 1 895
.

yı lı arasında eski alaydan yetişme su b�ylarl a h i ç b i! �!9.i..l'!l_de ka_ri!;


•.

1 88
i de
�ı:ı��ı �ıl ı:ıı:r:ı ı:ıy��ı:ı.� _yı;ı� i- �i_r._���-�Y ����QL.Y.�!!.Ş!.�. Sistem n teme 1 in
.. ..

daha genç yaştayken bir kişiyi askeri değerlerle yoğurmak gibi bir
ilke yatıyordu. Bu sistem , en parlak adayları için baştan itibaren
parasız-yatılı bir sistem olarak çalışıyordu. Ortaoku ldan itibaren bir
tür askeri eğitim gören kimse , uzun yıllar askeri değerlerin üstün
tutulduğu ve vatan kurtarma 'nın ana amaç -olarak görüldüğü bir "at·
mosfer"de kalıyordu . Öğrenim parasız olduğu için bu eğitim kana·
lında düşük sosyo-ekonomi k bir tabandan gelen kimselere sık sık
rastlanabiliyordu. Bu gibi aile tiplerinde kazanılan değerlerin ise öğ·
renciler üstünde okulda telkin edilen idealler kadar ağır basam aya­
cağı doğaldı.
i dealler arasında Osmanlılığı kurtarma görüşü çok etkindi. Fa·
kat bu ideal değişerek öğrenciler arasında daha çok "vatanı
kurtarma" biçim ini alıyordu. Kavramın böyle bir aşamadan geçmesi
bir rastlantı sonucu değildir. Eski sistemde ki kişisel ilişkilerin altını
çizdiği "uyruk" anlayışının ve kişisel ilişkilerin yerine daha genel
ilkelerin yer alm asıyla, uyru k olma yavaş yavaş bir "yurttaş " olma
anlayışı biçimine giriyordu. "Yurttaş " tipinin rengi ise artık kişilere
saygı, muhabbet, vefa değildi. "Yurttaş "ın bağlanma noktası " Pa·
dişah"la olan kişisel ilişki değil , çok daha soyut bir kavram olan "va­
tan"dı. Su ltan Abdül hamid ' in hatası, gelişmekte olan "vatanper­
ver liği Osm anlı hanedanına "vefa" ile bir saymış olm asıdır. Bu­
"

nun daha somut bi r örneği, Padişah'a karşı muhalefeti yön lendir·


miş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluş tarihi değerlendiri·
lerek verilebilir.
ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin ku ru lm ası oldu kça gerile re gider.
Bu örgüt 1 889 yı lında Askeri Tıbbiye' de ku rulduğu �zaman Ermeni
devrim kuru luşlarının imparatorluk için bir tehlike yaratabilecekleri
olgusu tümüyle belirmemişti. Gerçi Osm anlı siyaseti Doğu Rume·
li'de ve Mısır'da önem li sayılabilecek gerilemeler göstermişti. Ama
du rum ayrıntı larıyla incelendiğinde Cem iyet'in kuru lmasına neden
olan etkenler arasında, dış siyasette hoşnutsuzluk kadar, izlenmekte
olan çağdaşlaşma politikasınd a " eksik"lere karşı bi r tepki görü·
lür. Bu eksikler, imparatorluğu ku rtarma çabalarının oku l düzeyin·
1 89
de görülen boşluklarıyla, ama başka bir planda da eğitimin genel
niteliğiyle , yani meslekle ilgili hususlardı . Gerçi İttihatçılar, "hürri­
yet" peşinde olduklarını, Namık Kem al'in izinden gittiklerini birçok
kez belirtmişlerdir. Ancak " hü rriyet' ' isteği olarak tanımladıkları tep­
kilerinin n için 1 889'dan daha önce belirmediğini sormak gerekir. As­
keri Tibbiye'nin bazı iç örgütlenme sorunlarına bakıldığı zaman bu
tepkinin niçin o zamanlar ortaya çıktığı daha kolay anlaşılabilir. Tep­
kinin sertliği de iç örgüt lenme konularının arkasında bir "eski onur
- yeni onur" çatışması yatmasından ileri gelmektedir. Bu nedenle,
Askeri Tıbbiye'de i ttihat ve T era kki 'nin - o zamanlar başka bir
adla- kuru lmasının nedeni, birçok Jön Türk'ün öne sürdüğü gibi
"edebiyat" (Namık Kem al) deği l , "hayat" (meslek)tir.
Gelişmeleri anlamak için önce, gözlerimizi , Askeri Tıbbiye'nin pek
sevilen müdürü Marko Paşa'nın ölümü olayına çevirelim . Marka Pa­
şa Askeri Tıbbiye'de "Avrupai" bir yönetim geliştirmiş, okulda "yeni
onur"un gerektirdiği ku rumların yerleşmesini sağlamıştı. Marko Pa­
şa'nın yönetiminde bilimsel başarı, entrika ve kayırmadan ayrı tu­
tu larak bir öd ü l l e nd i r me ilkesi olarak kuru msal laşmıştı. Örneğin ,
Marka Paşa zamanında ve ölümünden bir süre sonra, Avrupa'da
staj yapmaya hak kazanan öğrenciler bu hakkı sınavla kazanıyor­
lardı. M arka Paşa'nın 1 888'de ölüm ünden sonra bu sistem giderek
bozu ldu. Padişah'ın ya da yakınlarının tavsiye' sine "mazhar" olan­
lardan bir bölüm öğrenciler bu yolla Avrupa'ya staja gitmeyi başar­
dılar. Bu eski değer-yeni değer çatışmasının, Tıbbiye'lilerin ileri ge­
lenleri arasında çok büyük tepkiler ı,ıyandırdığını şuradan biliyoruz.
Jön Türkler, 1 908'den sonra iktidara geldiklerinde, okul yıllarında
önlerine geçerek Avrupa'ya "tavsiye" yoluyla giden birçok dokto­
ru "tenzil-i rütbe"ye tabi tuttular.
Padişah'ın bu " kayı rm a" politikası nın o sıralarda Harbiye'de de
etkin olmaya başladığını gösteren belirtiler vardır. Durum, kesin ola­
rak ancak gerekli ayrıntılı incelemeler yapıldığı zaman ortaya çıka­
caktır. Fakat 1 890' 1ar hakkında bugün bilinenler bu olası lığı şimdi­
den kanıtlıyor. O yıllarda Padişah, oku lların dışında da genel bir mu­
halefet akımının biçimlenmesinden çok korkmu ş, kendisine eski sis-
1 90
tem:n ilkelerine göre , m innet bai:'ılarıyla bağladığı insanların sayısı­
nı çoğaltma yoluna gitmişti. Bunun göstergesi, kişisel bağlantılar üs­
tüne ku ru'lu kendi paralel yönetim sistemini pekiştirmeye başlamış
olmasıdır. Değişiklik, birçok gelişmelerden de izlenebilmektedir. Ör­
neğin , Harp Oku lu; ndaki genç subayların o zamanlar yeni gelen öğ­
rencilere, "Burada zadeganı n (Sultan'ın, devlet adamlannın çocuk­
ları) ayrıcalıklarını ciddiye almayın, memleketin asıl sahipleri siz'si­
niz" gibi telkin lerde bu lundu kları bilinme ktedir.
" Eski onur" sisteminde bir " büyüğü"nden bahşiş kabu l etmek
olaağan bir şeydi. Bu tutum kolaylıkla başkalarından "rüşvet" de
kabul edilmesine kapı açabiliyor, "irtikAb"a dönüşebiliyordu. Fa­
kat Su ltan Abdülham id , hayretle, yeni öğrencilerinin "bahşiş"ten
ti ksindiklerini görüyordu. Gerçi "bahşiş"i hala cebine indiren bir
öğrenci grubu, para kabul eden bi r geniş "hafiye" grubu da vardı.
Ancak, Tanzimat'tan önce bir devlet ku ruluşu içinde hemen hiç kim ­
s e "bahşiş-i prensip b akımından reddetmeyi düşünmemiş olmalı­
dır. Sultan Abdülhamid , 1 883 yılında Van der Goltz'u askeri eğitim
sisteminin başına getirdiği zaman, askeri alanda "maddi" gücünün
artacağını hesap etmişti. Fakat 1 890' 1 arda mezun vermeye b aşla­
yan yeni okul sistemi yalnız eski kurumlardan eğitim noktasında farklı
değildi. Yeni oku llar içinde yetişen kişiler yeni değerler'le ortaya
çıkmışlardı. Bu değerler de Tanzimat'tan beri izlenen bir çizginin üs­
tünde yer alıyordu. Bunun yanında, yeni okullarda yetişen kimseler
merkezci otoriteye daha güçlü olarak karşı çıkıyorlardı , bu güç de
yeni oku lların yapısının kendilerine bağışladığı bir özellikti.
Harbiye'den Mül ki ye ye kadar bütün yüksek öğrenim kuru mla­
'

rında öğrencilerin kazandıkları gücün iki boyutu üstünde ayrıca dur­


mak gerekir:
1 . Goffman 'ın deyişiyle bunların birer "total kurum" olarak çalış­
maları .6
2. Kitaba bağlı bir öğrenimin "ütopya"cı niteliği .
Günlük hayatta yaşayışımızın sınırlarının v açık" olduğu zam an­
lar vardır, bunun tersine " kapalı " sınırlar içinde yaşanılan an lar da
görülür. Sokakta yü rüyen kişi , "açık" sınırlı bi r durumdadır, ama
1 91
"okul" gibi bir yerde öğrenci " kapalı" sınırlı bir ku rum un içindedir.
Çağdaş yaşam her ne kadar iletişim olanaklarıyla görüş sını rlarını
açmışsa da, ku rumsal açıdan oku l insanı ittikçe daha sı kı çalışan
bir cendereye sokmaktadır. Oku lların çağdaşlaşma süreci içinde al­
dı kları biçim bunu çok iyi anl atır.
Bir u çta, Osman l ı toplumunun mem u r yetiştirme ku rum larınd an
"kalem"i alalım. " Kalem "in bir okul görevi gördüğünü , en formel
biçimde çalıştığını, kişisel ilişkiler üstünde kurulu olduğu görmüş­
tük. Bu açıdan kalem, "açık uçlu" bir kurum diye tanımlanabilir. Öte­
ki uçta Harbiye'yi - 1 890' 1ardaki haliyle- düşünelim: Uzun bir öğ­
renim. Öğrenimin baştan itibaren yatı lı okulda geçmesi. Okulun dış
dünya ile bağları kesen yüksek duvarları. 600-700 kişinin aynı du­
varlar içinde bir hafta kapalı kalm ası . Von der Goltz Paşa'nın özel
merakı olan subayların bi r ülkenin "seçk i n"i oldu kları tem a'sının
öğrencilere her fırsatta tekrar edilmesi . Öğrenci üniforması , oku lun
"ideoloji"si ve okulun "espri"si. Bütün bunlar H arbiye'yi "kalem'­
'den çok ayrı bir kuru luş olarak tanımlamamızı sağlar. Harbiye, "sı­
nırları kapalı" bir " total kurum du r Total ku rumun içinde bulu­
" .•

nan lar d a çok daha kolayca bi r gru p , bir toplu luk olarak hare kete
geçebilirler. Hele , yaşadıkları kurumun iç mantığı ile hükümetin
"siyaseti" çelişkili olursa. . . O sırada oluştuğu gözlenen, ama hak­
kında çok az bi lgi olan yü ksek oku llardaki toplu "okul ayaklanm a-.
ları " , bunun bir sonucu sayı labiı'i r.

il. Yenileşme Dinamiğinin Temelleri

Ü topya, aradığımız, beğendiğimiz, özlemini çektiğimiz ilkelerle ha­


reket eden ideal toplum'u amaçlar ve yansıtır. Reformcunun ütop­
yacı niteliğini kazanabilmesi için ilerde olabileceğini varsaydığı b i r
toplu luk imgesi yaratabilme yeteneğini taşı ması gerekir. Bunun da
iki türü düşünülebi lir:
• İmge, reformcunun içinden çıktığı topluluğun "arınmış" bir bi­

çimi olabilir. Esasen , Tanzimatçılar bu gibi " parçalı" bir reform kav-
1 92
ram ından hareket etm işlerdir.
� � �u m�-�-....�. 9.t.9..".!.9..r;_q_�--- ��9.!ş��-sinLJl-9..�l��i
• . �. ���. �... .�?.e:t�-��.... ?.P.
• önünde canlanıjırc:ı�il�!:J...�.ir:ıı �.� ı:li!: M odern çağlarda ütopyacılığı te ş·
vik eden birçok etken i n varl ığı sayı l abi l i r , bun ların içinde " kitap
kültürü" kuşkusuz en önde bir yer tutar.
Atatürk'ten önceki kuşak için belire n bu yen i olanak, At at ürk ku ­
şağında daha d a beli rginleşm iştir. Böylece "ya r ı n ' ın Türkiye'si"­
ni bir bütün olarak gözlerinin önüne getirebilen kişiler ortaya çıkmıştır.
Kılıçzade H akkı, Abd u l lah Cevdet bun lar arasında ·yer alırlar am a,
ütopyaları bir hayal olarak kal mıştır.
_,ll.ı_��q r�!. qı_c:ıeY?..!'.ı �J..-��9��-�ş_t_i_ r_��!��lş �a.9.l!..�-�-?..����...?..nd !!.:.. En
__

büy ük başarısı d a -be l ki - bu nokt ad a toplanm akt ad ı r.

A. Ü topyacılık ve Kitap

Ondokuzuncu yüzy ı l Osm an lı aydınını en derinden etkileyen un­


su rlardan biri , Tanzimat ' ın başardığı. 1 880' 1erden sonra daha da bi­
çim lenen eğitim refo r mu ' du r . Eğit imin , kurum laşman ın ötesi nde,
bir başka etkisinden de söz etmek gerekir.
"Okul"u n , çeşitli açı lardan "medrese "den ayrı lan bir ku ru lu ş ol­
duğu çok işlen miş bir kon ud u r. Genellikle üstünde yeterince du ru l ­
m ayan özellik, modern eğitimin bir "kitaplar evreni " üstüne ku ru l­
duğudur. Bugün oku l larımızda " kitapsız"lıktan yakındığımız zam an ,
bunu , bir " kitaplaşma" ideali açı sından ileri sürüyoruz: Her öğren­
cinin bir ders kitabı olm ası gerekir. Orta zam an oku lları bunun tam
tersine bir sistem üstüne ku ruludur. Kitap bulmak zor oldu ğu ndan ,
hoca kitabı " h ıfze tmiş "tir ve bild iği ni öğrencilere not biçim inde ak­
tarır. El Biruni, çalışmalarında kullanmak istediği bi r kitabı ancak kırk
yı lda bulabilmişti:7 Ondokuzuncu yuzyı lda Osman l ı medreselerin­
de hala kitap yerine "kitabı b i l en h oca " n ı n egemen olduğundan
söz edilebilir. Bu ortam da önem li kaynak kitaplarının bulunması zor­
d u r ve bunlar pahalıya alınan araçlardır. Bunun yanında, bilimin ki­
taptan çı karı lan bir nesne olduğu an layışı da bütünüyle yerleşme-

1 93
miştir. Kişiler, kitaplar kadar önemli referans kayn aklarıdır. " Kalem " ­
den yetişm e , bunun tipik bir örneğini veri r . Oysa �9.�Y?. 1?.9,l_i�L '.'an,­
_ . .
!_� ıl'Tl.''.ı;ı_9._ağl_ı _ �i �gid �n ' ' ki tap��Ci-���ğ r_E'._1:1��.9-�_ç!_�!!:J ..bi li_şs�! Y�:
_
p_�rı:ıızda te�_�_b i r -�şa�-�9.J9.uğun� -�ı:!l!.��l�L Kitap herkese aynı bi l ­
giyi vere n bir kaynak old u ğ u ndan , okuyan herkesin kesin likle aynı
öğe le rden hare ket etmesini sağ l ar; " m uhtelif r i v a yet " l e ri o rtadan
kald ırır, bilginin geniş bi r yığın tarafı ndan " pa yla ş ı l m a " sın ı sağ lar.
_!<it �p�� ü rekli olarak b i r tek metnin tekrar gözden geçirilmesini sağ­
lad ı ğı içi_n e ! eştiri gl_ı;ıı:ı�ğ-�.!. 9-�.9,9.ğ_aj_!!..!:., Kitap, an l at ı m öğreni m i n i n
bir öze l liği olan " dedikodu-h ikaye-f ıkra" havasının ye rine, b i r " i l ­
keler d ünyası ' ' geçiri r. Bu d a kıtabın ve rdiği karşı laştırma ve eleş­
tiri fı rsat larının ortaya ç ı kardığı bir son u çt u r.
Batı biliminin gelişmesinde " i l ke l e r dünyası " özellikle önem ka­
zanmı ştı r . Batı bilimi d ü nyan ı n " som u t " n i t e l i k l e r i n in yerine, görü n ­
meyen am a -mat e m at i k ya d a fizik b i l i m l e rinde o l d u ğ u gibi- b i r
"doğa yasaları " d ü':'ıyası yaratır . Bilime v e b i l i m i yayan kitab a bağ­
lanan kişi d ü nyayı a rt ı k ş afak ların pembe liği ya d a gü n eşin parlaklı­
ğ ı i le değ i l , b i r n iceli kse l sü reç olarak gö rm e ye alışı r. Kitap, bu açı­
dan , g e rçeğin bize "şema " d u ru m u n d a , basit leştiri l m i ş o l arak ak­
tarı l m asını sağlar. Ancak, kitap k ü l t ü rüy l e yet işm iş olan ki m se b u ­
nun farkında deği ldir ve b u l du ğ u lormül' l e ri gerçek' le bir t u tar. Ki ­
tap ku l l an an , b i r form ül ad a m ı d ı r . T o p l u m bi l i m l e rinde bugün kü for­
mülün yerine geçecek oku l laşma ve kitaplaşma sı nı rlı bir biçimde
olsa da duyarlı, ente llektüel nitel i k l e ri gelişmiş ki şiler arası nda b i r
ütopyacı eğilim yaratmıştır.
M e h met Kap lan bu sü reci şöyle an latıyor: ;

" Servet-i F ü nü n ·nesl inde m ü şterek olan bir karakler a l m ı ş old u k ları zihni

terbiyenin b i r cihetten umu m ı yel l e a y n ı olmasıdır T a n z i m at nesli ekserıyetle

kalemlerden yetişen, otodidakt i nsa nl a rdan m ü rekkep olduğu halde. b u nesil

m u ntaz am m e ktep t a h s i l ı g ö r m ü ş , b i l hassa küçü k yaştan i t i b a ren bir G a rp

d i l i n e a ş i n a o l m u ş ki m se l e r d i r Bi r i n c ı l e r i n hayat ı ec r ü b e l e ri n i n fazla o l m a ­

sı na karş ı l ı k , ikinci l e r ı n i n k i t aptan g e l e n b i l g i leri fa zl a d ı r Mektep ve k i t a p

o n l a r ı hayata uymaktan a l ıkoym uş g ı b i d i r , b ı r i n c i l e r ıse d a i m a haya t l a b e -

1 94
.
raber yürümü şlerdir." B

Kaplan 'ın bu lguları genelleştirilerek " okul" ve "kitap"ın öğren­


ciyi " ütopik" ya da "model arayıcı ya da "ideal toplumu arayıcı"
"

bi r d üşünce çerçevesine soktuğu söylenebilir. 1 890' 1ardaki yü ksek


öğrenim ku rumlarında yetişmeni n sonuçlarından bi ri -bugün de ol­
duğu gibi- o kuşağın en an layışlı ve zeki öğrencileri arasında bir
" ütopik" yaklaşımın geliştiri lmiş ol masıydı .
Buradaki bu lguların , Atatürk'ün kat kı ları bakımından öneminin şu
noktada toplandığını söyleyebi liriz:
Atatürk hakkında incelemeler, ısrarlı biçimde, Atatürk' ün okuduk­
larıyla -özellikle Batı kaynakları- reform ları arasında bir bağ ku r­
maya çalışmışlardır . Bu rada gösteri lmek istenen şey, böyle bir bağ­
lantıya gerek de olmadığıdır. Atatü rk' ün reform larının kaynağını an­
lamak için döneminden önceki 50 yıl i çi nde Tü rkiye'nin geçirmiş ol­
duğu yapısal değişikli klere bakmak yeterlidir. Bunun ötesinde dü­
şüncelerinin bazı ayrıntıları Montesqu ieu ' nün ya da başka bi·r dü­
şünürün izini taşıyabi lir. Sözgelişi, Ziya Gökalp'in de böyle bir rol
oynamış olduğu ileride gösterilmeye çalışı lacaktı r. Tanzimat' ı.n ya­
pısal unsu rları Atatürk'ün dünya görüşünün genel ilkelerini sağla­
mışlardı r. Bu yapısal unsu rların ortaya çı kardıkları değerler arasın­
da, en başta "yeni onur"u saymak gereki r. "Yeni on u r"a yüksek
oku lların "total kurum" olarak gösterdikleri yen i nitelikleri de kat­
malıyız. Bu nitelikleri de harekete geçiı en , yeni bir "ütopya arayı­
şı"dır. Atatürk için askı sistemle ütopya arasındaki uçurum, zamanla,
kendini gittikçe rahatsız eden bi r özellik olarak belirecekti . Atatürk' ün
zamanının düşünürlerinde bulunmayan Cızelliği , gerçekten olağanüs­
tü özelliği, ütopyacılık'la real izm ' i d en �ı eli biçimde yürütebilmiş ol­
masıdır.
Atatürk'ün Cumhu riyet Türkiye'sine getirdiği yeniliklerin en başın­
da, eski kişisel ilişkiler d ünyasının ortadan kaldı rılıp yerine gayr-ı
şahsi mekanizmaları yerleştirme özlemi gelir. Bütün "yeni" ler, "es­
ki" lere bağlı olduğundan bunun tümüyle gerçekleşmediği ni biliyo­
ruz. Doğaldır ki, bir liderin çabalarıyla yapılan reformlarda da " kişisel-

1 95
lik" kendini gösterecekti. Ancak Atatürk'ü n , " ideal Türkiye" sini , ki·
şisel ilişki lerin değil , kurum ilişkilerinin yani yeni onur'un egemen
olduğu bir Türkiye olarak düşündüğü açıktı r. Söylev ve demeçlerin·
de bunu kanıtlayan bi rçok görüşe rastlanır.

B. Pozitif Bilim

"Onur" an layışı Atatürk reform larının derin temelini ortaya ko·


yuyorsa, bu reformun tanımladığı form ül de " bilim"dir. Bu açı dan ,
!\l_a��-r�-�� rç<:ı.�C>.11.�.<:l��-���-��- y� zyıl _���-� °.�.rl_� ri Q i �_i '. '!'.'_i_l i'!.'' ·� _<l.!��:
-�� bir " �h la����- de_ğ e �!::�iJJ��-ıştır. Başka bir deyişle, bilimle yolu·
nu ışıklandıran kimsenin yanlış yola düşmesi olası değildir. Bugün
Konunun biraz daha çapraşık yönler gösterdiğini biliyoruz ama za·
manında Atatürk tipik bir Batı aydınının davranışını gösteriyordu . Bu·
nun kaynaklarını ararken yine bir yandan Atatürk'ün kişisel duyarlı·
lığına, öte yandan 1 890' 1 ardaki Osmanlı İmparatorluğu'na dönmek
gerekir.
1 890'1ar kuŞağının bi r özelliği de, " bilim"e vermeye başladığı
önemde toplanıyord u . Bunun bir kökü rastlantıydı. Padişah'ın reji·
minde asit sülfürik tehlikesiz, siyaset tehlikeli bir konuydu. 1890' 1ar·
dan itibaren bilim birçok Osman lı aydını için sansür' den kaçmanın
yolu olmuştu. Çok " kitabi" olan 1 890' 1ar kuşağının Batı literatürün·
de bilimin gün geçtikçe artan önemini görmemesi elde değildi . Ede­
biyat bile 1 870'1erden son ra, realizm ve natüralizm akı mlarının etki"
sinde bu lunduğu orand a, "bilim"in etkisini gösteriyordu.
Ondokuzuncu yüzyıl bilim için büyük bir uygulama alanı olmuş·
tur. Bu uygulamanın ürünleri bu har makinalarının gelişmesinde, ile·
tişim ağlarının yayılmasında, kimyasal buluşların sanayide kullanıl·
masında, savaş araçlarının kusursuzlaşmasında görülebilmektedir.
Batı toplumu bilimın bu pratiK sonuçlarından etkilenmişti. Örgütle­
rin büyümesi , fabrikaların devleşmesi , tüketim m allarının ülke dü­
zeyinde pazarlanması , bürokratik ku ru luşların genişlemesi bilimin
gelişmesiyle yan yana gitmiştir . Zola gibi bir edebiyatçı , bilimin sa-
1 96
nayide kullanılmasının ve gitti kçe büyüyen örgütlerin , insanı nası l
küçülttüğünü özel kon usu yapmıştı. Osm anlı aydınlarının çoğu nlu­
ğu için, bilim'e verilen yeni önem ancak edebiyat kaynakları yo­
luyla anlaşılabilm iştir. Bu noktada Fransız edebiyatının özel bir yeri
olduğu görü lür. Taine gibi yarı fi lozof, yarı edebiyatçı kişi ler insan
davranışını "bilimsel açıdan " bakarak ıncelemeye başlamışlardı.
Taine, edebiyat ü rün lerini bile "kan, zaman ve ortam "a bağlıyor­
du ve bilim bilinci, Türkiye'de bir bakıma Taine'in etkilerine çok şey
borçluydu.
Ondokuzuncu yüzyıl , aynı zamanda, önemli bir "bilimsel yorum­
lama" (spekülasyon) ortamı yaratmıştır. Örneğin, Charles Darwin'­
in, canlıların zaman içinde biçim değiştirmeleriyle ilgili evrim teorisi
bu türden bir "bilimsel yorumlam a ydı . Bu ikinci türden bilimin Os­
"

manlı İmparatorluğu 'na, materyalist düşü nceyi getirmesi bakımın­


dan , etkin olduğu söylenebilir. Fakat Osm anl ı aydınları , biyolojik
bilimler' in bu spekülatif yönünün felsefi uçları üstünde pek durma­
mışlardır. Biyolojik bilimlerin "reçete" tarafı , daha çok etkin olmuş­
tur. Asıl i lgi -bü rokratik kökenden gelen bir itişle olacak- bilimin
pratik sonuçları üstünde toplanıyordu . Böylece , su bay olarak yeti­
şen Beşir Fuad adlı genç bir aydın, 1 886'da Beşer adındaki bir kitap·
ta "hayat ın biyolojik ve kimyasal öğelerle anlatılabileceğini belir­
"

tebiliyordu.9 Bu gibi düşüncelerin kökeni Fransız bilgini Claude Ber­


nard'ın 1 865'de çı kan Deneysel Tıp Araştırmalarına Giriş (lntro­
duction a l 'Etude de la Medecine Experimentale) adındaki ese­
riydi. Osmanlı aydınlarının "pozitif " bilimin etkisi altında nasıl gir­
di klerini belki de en iyi an latan , 1 880' 1erde Mülkiye'de (Siyasal Bil·
giler Fakültesi) okuyan ve sonradan gazeteci olan Ahmed İhsan'dır:

" Hekimbaşı Salih Elendi vardı. Nebatat dersi verirdi. fakat onun ağzın­
dan çıkan sözler en derin felsefe kaideleri idi . .
Salih Elendi 'nin Kanlıcı'daki yalısının bahçesi Türkiye 'nin ilk nebatat bah­
çesi idi. O, derse geldıği günler bahçesınden gelirdiği çiçeklerin, yaprakla­
rın ilmi yaşayışlarını anlatırken bizim bat ıl itikatlarla doldurulmuş olan zihin­
lerimizi sanki süpürür ve temizlerdi . " 1 0

1 97
Bu etkiler, daha sistem atik olarak , 1 890' 1arda pozitivizm akımını
Türkiye'ye yansıtan iki yazarda biçimlenmiştir. Hüseyin Cahit Yal­
çın (1 874-1 957) ve Ahmet Şu ayıp (1 876-1 91 0) Servet-i Fünun der­
gisinde çıkardıkları dizi yazılarında pozitivizmi ve daha ayrıntılı ola­
rak da o zaman Batı'da egemen olan düşünce akım larını okuyucu­
larına sunuyorlardı. 1 1
Osmanlı aydınları arasında genel ''.pozitif" bilim anlayışının n e ka­
dar yaygınlaştığını Hilmi Ziya Ü l ken şöyle anlatır:

"DarülfCinun'da felsefe tarihi okutan Gunther Jacobi o sırada Darüllünun'­


un umum müdürü (rektörü) olan Salih Zeki'ye Poi ncarre'nin kitaplarını oku­
masını tavsiye edince, üstad gülümseyerek kütüphanesinden Fransız ma­
tematikçi filozofundan tercüme ve neşrettiği üç eseri Jacobi'ye göstermiş­
ti. " 1 2

Bazı belirtiler, bu bilim anlayışının 1920'1ere etkin bir biçimde geç­


mediğini ve Atatürl<"·ün..il.u-konuC:ia. aii-cak k:en"i:irözei.Ç-aiiasiyla-t>Tidl�
_ğ!__ve beğendiği bir akımı sürdüre�ildiğini gösteriyor . Eldeki bilgiler
bu noktada şimdilik ancak bir yorum yapabilm eye olanak vermek­
tedir. Ancak -ihtiyat kaydıyla- bilimin 1 920' 1erde "başına gelen '­
'leri şöyle tanımlayabiliriz.
Qş _�.n.J . J?aratorlu_ğu 'nun !lk büyük aydın kaybı Çanakkale'9e
_ _r_ı:ı .d 1!1
oldlJ. Yüzlerceı yeı!işnıi_ş _ay�ın savaşt a öl�.ü � öteki savaşlar daha �ı:!.:
_ raki yıl larda geriye kalanla�ı n bir- bölümünü dah�_al�L.!.k.!!:1_�!-�i!.. ���
_yıp irrıpa�ı;ıtgr. ı�.� p_�rç:alanınca <:>�dan .�<:>.P�.ı:ı _t ()P�ı:l-�.�.!:.��-�-���Y..:
-
_dınl_ardı. Son olarak, "Ankara" egemen du ru m a geldiği zaman
"lstanbul" aydınları bir ölçüye - kadar saf dışı tutuldu. Büro kraSiaynİ
ciö�eyde kay-ı"el��-�--u��am-a�i ;·";iş·ı·�;··;i�e vermeden yeni cieviei;iri- ya�
- -
pı �;�� - � ������(;!�}ijJ���� :�n i �!v ı eİin_T,��F.e�in-��]�.� �de� blrti(f
_!_�kratik_ �üme oluştu. �-��_9 rk' ün orta y�ardımcıla�'Il���­
_

entellektüel nitelikte _ d�!!Jek elde değildir. Bundar:ı_�.c:>l�yı , Atatürk,


�-��1�'!1.!�-�!�.rı..���--�-�ını�- �-ir_ �u_��-� cır(3: _il �. �E:!�.i �i r ortamd a canland ır­
mak sorunuyla karşılaşıyordu. Bilim üstünde tekrar tekrar durması-
·�·� ��:··�Ç(���--�§!���: Q�·rekfr� ··- · · -·-·- · ·· ····· ···· · · ··· ··--··············· ···- ···
198
Asıl sorun " pozitif" bilimi, daha girmediği , etkinliğini gösterme­
miş olduğu bakir topraklar üstünde, İstanbu l 'un doğusundaki insan­
lar üstünde, etkin d u ru m a getirmekti . Anadolu , tarikatları n , küçük_
-��!.']-�!e ri�__y_����lene kle�������!.!9J.�-�9!d Ü!9..Q_ğQ._�jr_�@!!c:I!.
�r���l:!�.'.�itif �!i'!'_'_'.�_i_n andırm aktı. B�!!l andırma da, yıpran­
mış, azalmış, bir bölümü küskün bir aydınlar ·grubuyla yapılacaktı.
:! in zorl�9.�J?�.r-���--!���l}'._()id u.::-
--- --·--·-··- ··-·
ş
Ana soru n , "b i lirn"in temel öğe olarak, "d i n "in yerine nasıl ge­
çirebileceğiydi. Din , Anadolu insanında evrenle bağlantılı en yük­
sek meşruiyet kaynağını oluşturmuştu. Atatürk' ün evreni ise doğa
yasalarının evreniydi. Bu noktadaki kesin tutu mu çevresindekilerin
bazıların dan açıkça ayrı lıyordu �t <l!�.r �:.�-�-�c:ıQ.Ci.Y.���l��ı.��- Ç(J_�_b_u ­
riyet'in temel felsefesi niteliğine geti rme çabası , bilim'i bir " uygar
··cı"in·;•yad�-·'CTVITre ı i g io!1�.'.�i.�rai<··9·örciü$�-��---�a.:111.tı_�!.: Y��ta­
!P.r.�'_9 n dini toplu m��I bi_r_� l f,l_� -��y_9. ı �ı-�_ı_ Y.�...b.! lll!lh..��i.�--��- t()p lu m­
.:>�! işleıYl!1Jr:' _yerine koymak i stediğ_iJ1i ��sterir. Bu noktada Atatürk
gerçekten birçok arkadaşlarından daha derin ve çok daha cesu r bi-
çimde düşünüyordu. U zun sürede bilim 'in bu yeni anlayışının iste­
diği oranda yerleşememesi , din' in "geri teprne"si, kendisi gibi bi­
lim' i din'in yerine getirmek isteyenlerin çok daha önce de karşılaş­
tıkları bir durumdu r. Pozitivizmin kurucusu Augusıe Comte bu ndan
dolayı , ömrünün sonuna doğru din olgusuna merkezse! bir önem
vermişti. Ancak bu da ayrı bir konudur.

C. Hal k

Patrimonyal yönetimlerde uyruklar vardır, b i r "halk"ın varlığın­


dan söz etmekse zordu r. " H alk" sözcüğü ve an layışı , meşru iyetin,
kaynağını kolektif bir unsurdan aldığını varsayan teorilerde kul lanıl­
maya başlanır. " H alk"ın Osm anlı İmparatorluğu geleneksel siste­
minde bugünkü anlamından ayrı bir anlamda ku llanı lmış olması do­
ğaldır. Osman lı İ m paratorluğ u 1!��.!!!�!!�Y..�.�-gll)_..�.'..�eç_�l.!!-d i;!ş.9 k_
..
ta baka" ayn� ı-ü_�!.9��}iJL�.ı�uşt u..ı:.:
1 99
Seçkinler, devl�t_i y_�rıt:ıtiE l�r�1.c:lP.���-c.ı_sı_ 9_�!.t:l��rı ı �!.i..��pt_�!..Yı:ı. �l:!.rı.­
��ı_u_�u klara yansıtırlar. ����!__halk" bu k� u� a anca..���L�y_i.:
.
cidir.
İm paratorluğun ku ramsal kökünün kişilerarası ilişkiler olması bu­
nu pekiştirmektedir, zira kişi lerarası ilişkiler olarak sözü edilen öğe,
aslında seçkinler arası ilişki dir Bunun dışında, imparatorlu kta bir
' .

halktan söz açılamayışının bir başka nedeni , imparatorluğun yöne­


tim sisteminin "din grupları"na göre düzen len miş olm asıdır. Bun­
lara cemaat denir. Örneğin Rum Ortadoks cem aati bu yönetim bi­
rimlerinden biridir. Yahudi cemaati, bir başka birim oluşturur. Bu ya­
pı , ondokuzuncu yüzyılda Batı diplomasisinin etkisiyle daha da to­
paç bir niteliğe geldi. Cemaatlere yasal bir kim lik tanındı ve her bi­
rim bundan sonra diplomatik yazışmalarda " millet" olarak anıldı .
Ama bu "millet"lerin Müslümanlara sayı olarak katıldıklarında bir
"halk" oluşturmadıkları , kendilerini Osmanlı olarak görmedikleri za­
man geçtikçe daha açık olarak belirecekti.
Her ne kadar Osman lı İmparatorluğu 'nun yapısı bir "hal k"tan söz
edilmesini olasılı kılm ıyor idiyse de, "yeni onu r" un yanısı ra getirdi­
ği kavram dağarcığında " h alk" sözcüğü vardır. Bunun kökeni ,
"halk" kavramının Batı' daki "peupl e"den alınmış olmasıydı. Ba­
tı 'da demokratik milliyetçi akım bu konuda bir zorlu kla karşılaşma­
mıştı . Bir Fransız "m illet"i vardı (Le Peuple Français) ve bu millet
meşruiyet kaynağı o larak çakışıyordu . . . Demokratik-milliyetçi teo­
rinin yalnız birinci parçasını yani "meşruiyet" le i lgili bölümünü ala­
bilen Osmanlı aydın ları bu temel farka rağmen "halk" kavramını
bir hayli erken kullanmaya başlamışlardı. Bu tavır Mizancı Mu rat Bey
gibi , 1 890'1arın tutucu demokrat yazarlarında bile görülebiliyordu:

" Hami l-i hükümet aslen v e h akikaten elrad-ı milletdendar " Meşruten
vaziledar" olmak haysiyetiyle m üte 'ahhid olduğu şurüta riayet ettiği müd­
detçe vezaif-i mütekabileye riayet olunmasını halktan talep edebilir. Fakat
kendi vazifelerinde tekasül ederlerse, emirler, metbualara emir ve talebde
bulunmak hak ve selah iyetlerini kaybeylemiş olurlar . " 1 3

200
Ne var ki, bir liberalizm özlem inin yarattığı "halk" kavramının
kullanımı, halktan kimin kasdedildiğini çok iyi belirtmiyordu. Bu nok­
tada Osmanlı toplum yapısının Batı toplum yapısından farklı olma­
sından doğan temel bir kavramsal sorunla karşılaşıyoruz.

D. Ü topyacılık ve i dealizm

Otopya'yı bir "proje" olarak tanımlamıştık. Ancak, bu projelerden


bazıları daha belirg i n bazı ları daha belirsizdirler. Yirminci yüzyı lın
,

başında Osmanlı aydınları arasında çıkan ütopyaların d aha belirsiz


olanlar arasında yer alması doğaldı. Bunun nedeni, Osmanlı İmpa­
ratorluğu toplum yapısının sosyal mozaik görünümüydü. Müslüman­
lar, kendi aralarında bölünmüş Hıristiyanlar, Yah udiler, din niteliği­
ni gizleyen ama yine de din olarak yaşayan birçok küçü k din gru p­
ları , Tü rkler, Araplar, Kürtler, Pom aklar, Lazlar, Çerkezler, Boşnak­
lar, Ermeniler, Bu lgarlar, Rumlar . . . Bu d u rumda mozayiğin parça­
larından yalnız birini odak noktası olarak seçmek olanaksızdı . Türk­
lük bile bir isimden ibaretti: O da pek rağbette olmayan bir isimdi.
Ütopyacı , bu koşu llar altında, yaratmayı amaçladığı toplulu kta mo­
zayiğin hangi parçasını odak noktası olarak seçse ötekilerine hak­
sızlık etmiş olacaktı. Çözüm, bunların hepsinin üstünde, hepsini kap­
sayan fakat hiçbiri ile özdeşleşmeyen soyut bir varlık seçmekti. "Os­
manlılık", böyl e bir çözümdü. Fakat bir bütünün içinde bulunma­
nın başka sorunları d a vardı. "Tü rklüğü" seçen için bile "Türklüğü"
öz benliğiyle, Osmanlı topluluğu içinde yaşamış olmaktan gelen be­
lirsizlikten sıyırarak ortaya koymak bir meseleydi. Bundan dolayı Os­
m anlı İmparatorluğu içinde Türklüğü odak noktası olarak seçmiş bu­
lunan (bazen de sempatileri dış Türklere giden) Ziya Gökalp için
Cumhuriyet yıllarından önce Vatan ne "Türkiye" idi ve ne de
"Türkistan" fakat soyut bir ideal olan "Turan"
Ütopyacı için aynı soru n "halk" kavramıyla ortaya çıkıyordu:
Kimdi "halk"? Geleneklerine sıkı sı kıya bağlı olanlar mı yoksa
az ya da çok Batı lılaşm ayı seçmiş bu lunanlar mı ?

20 1
Bu nedenlerden dolayı Ziya Gökalp için gerek "millet" gerek
"halk" varolan bir şey olmaktan çok , ancak "rüşeym" halinde bu­
lunan ama daha "kendini idrak edecek" , öz benliğine zamanla ka­
vuşacak bir n es ne ydi.
'

Aslında bu tipte bir düşünce, yani varolan toplulu klann aslında "öz
be n lik lerine kavuşmamış görüntüler olduğu görüşü Avrupa'da on­
"

sekizinci yüzyılın sonuna doğru ve ondokuzuncu yüzyılın başında


büyük bir rağbet görmüştür. Buna "idealizm " deniyordu. Rousse­
au 'nun ortaya attığı "milli irade" , bu idealizmi esas öğesi durumu­
na getirmiştir. Ona göre politik bir tercihinin dünyalılar tarafından
ifadesi zorunlu olarak "gerçek" milli iradeyi ifade etmiyord u .
"Gerçek" milli irade, o toplu luğa "gerçekten" d e gerekli olan ka­
rarlardan oluşuyordu . Topluluğun iradesi dışında soyut bir "milli ira­
de" , bir ideal "çözüm yolu" vardı . O da ancak duyg u la r " l a bu­
"

lunabilirdi. Almanya' da Fichte ve romantik milliyetçiler aynı şeyi söy­


lüyorlardı. Milliyet bazı işaretleri varolan fakat sü rekli çabalarla bu­
lunması ve ortaya çıkarılm ası gereken bir olguydu.
Ziya Gökalp'in gerek "milliyet " , gerekse "halk" kavram larında
bu "rüşeym" teorisinin izleri görülebi lir. TürkiyB Cu mhu riyeti'nin
kurulmasıyla "millet"in kimlerden oluşacağı bir bakıma belirlenmişti.
Fakat Türklüğü kesin hatlarıyla ortaya çıkarmak gelecekteki ku­
şakların göreviydi.
Gökalp, ayrıntılı bir inceleme konusu yaptığı Osmanlı avam-havas
ayrılığını da kökten değiştirmek istiyordu. "Hal k " , onun için de, Ata­
tü rk' de olduğu gibi , "yeni onur" sistem inin egemenliğini simgeli­
yordu. "Halk", demokratik bir sistemde, egemen liğin zorunlu kay­
nağıydı. Zengin, yoksul herkes, "halk"tandı. Yeni rejimde "halk"ın
egemen liğini kurum laştırmak için Büyük Millet Meclisi'nin belirli bir
sosyal sınıfın egemen olmasına karşı koyacak yasaları çıkarması ye­
terliydi. Gökalp'e göre halk içinde sınıflar yok, meslek grupları vardı.
Bundan dolayı Tü rkiye'de sınıf konusu gerçek bir sorun deği ldi. Gö­
kalp'in bu düşüncelerini inceleyen bazı yazarlar, gerçeklerin karşı­
sında Gökalp' in nasıl böyle bir görüşü ileri sürebilmiş olduğunu sor­
gulamışlardır. Gökalp'in bu yaklaşımı , konuyu , "ilerde biçiriılendiri-
202
lebilecek bir toplum yapısı", "varılması gereken bir ideal" olarak
tanımlandığı zaman çok daha anlaşılabilir bir nitelik almaktadır.
Atatürk'ün halkçılık hakkındaki düşüncelerinde de yine aynı dü­
şünce sistemini buluyoruz: Halkçılık, Türk toplumunda, rüşeym"
olarak vardır. Aristokratlık Türklerde hiçbir zaman tutmamıştır. On­
larda bir halk egemen liği başlangıcı da görülebilir. Öyleyse, yarının
"gerçek" halkçılığı, modern toplum öğelerinden bu eğilimlerle ça­
kışan "meslek-i iç timai de (mesleklerin karşılıklı görev ve sorum­
"

luluğu üstüne kurulmuş dayanışmacılık'ta) bulunacaktır.1 4 Milletin


meclis egemenliği bu tür bir sosyal yapıdan kaynaklanacaktır.
Türkiye'de 1 924 Anayasası'nın kurduğu rejimin zamanla bir tür
başkanlık rejimine dönüştüğü yadsınamaz. Ancak Atatürk' ün gele­
cek' le ilgili düşüncelerinin bu tür bir halkçılığın gelişeceği u mudu­
na bağlı olduğu , bize, düşüncelerinin derin kaynağını en anlamlı bi­
çimd e veren anlatımdır. Yine, burada dikkati çeken nokta felsefede
idealist, toplum anlayışında ütopyacı olan bir kişinin bunları aman­
sız güncel bir realizm'le birleştirebilmiş olmasıdır.

E. Ulusal Devlet ve i deolojisi

Osmanlı İmparatorluğu , cemaat'ler üstüne kurulmuş bir devletti.


İmparatorluğun parçalanması, bunun yerine çoğunluğu Müslüman­
Türk bir birimin geçmesini sağlıyordu .
Ancak yeni kuru lan birimin sınırları nasıl tanımlanacaktı?
Bir bölüm Batılı düşünürlere göre, bir ulusal devlet kendi sınırla­
n içinde aynı "ırk"tan olan kimseleri toplar. Başkalarına göre, ulu­
sal devlet'in yur-ftaş'ı, belirli sınırların içinde yaşamayı kabul ede­
rek buradaki yasaları kendi yasaları sayan kişilerdir. Ziya Gökalp bu
iki ilkeyi de reddediyordu. Ona göre, u lusal varlığın özü paylaşılan
bir kültür'dü. Bu kültürün paylaşılması, aynı eğitimin, değerlerin ve
heyecanın paylaşılmasıydı. Böylece, mi llet, aynı eğitimi almış, aynı
dili konuşan , aynı duygu ları , idealleri, din ve ahlak öğelerini ve es­
tetiği paylaşan kişilerden oluşmaktaydı.
203
Atatürk'ün belki en ilginç davranışı, teoride oldukça kesin gibi gö­
rünen bu öğenin pratikte zorlu klarla karşı laşacağını anlamış olma­
sında yatar. Ziya Gökalp'in "müşterek kültür" olarak tanım ladığı
ilkede, kültürün, halkın yaşayışının içinden çıkarılarak sistematik bir
kültür politikasıyla işlenebileceği varsayılmıştı. Kemalizm'in gelişme­
si , bu öğenin Atatürk tarafından ne kadar ciddiye alındığını göste­
ren örneklerle doludur. Folklor araştırmaları , dilin arılaştırılmasında
yerel kaynaklara inilmesi bu örneklerin bazı larını belirler. Fakat Zi­
ya Gökalp'in üstünde durmadığı nokta, Osman lı tarihinin yeni re­
jimdeki yeri konusuydu. -��.��PI��9.��!Q.ş9.�. bir CumhuriyetÇ;i_!.�J!.:.
mi �Ç> sı:n an lıl �'.��.�'.��-r:ı '. '.ı ..ile .�e.::;!_8.�lE!.11�.'.�.n.. �.���JY.�i:_!�lh�� .9.��=
.

hu riy_e:_��':JŞı:l.�.ıı:ı.Eı!l_a. !'.ı:IQI (l}'.acı:ı._9.�_'_'.benlik '� başk_� bir �ay_nakt_�l1�E!l:


mel_i ydi. 1 930' 1ara doğru d a birleştirici odak noktası olarak böyle bir
_
"benlik QE!l i���ricisi "ne ı;ı_e reksi.!1i ':'1 ol �� ğu _ı:ı.çı �a ortaya çık_r:ıış:.
��_m hu ri}'.��eolojisinin tarih_:;��_ yö�Q__e. �si�!���!_�rk T�ri � Te­
. zi' ', böyle bir düşüncenin ve yine ütopik yaklaşımın bir ürünüydü .
Cumh�iyet kuşaklarını!l tarih anlaylŞi:osmanlı öncesi TÜrkierin ba­
-�!!_�r:.!_nd_�l1��-���!!!!:!.�.'!��: Bu ndan dolayı -kısa süreyle etkili ol­
masına karşılık- !�_r k T_cı r.i h Te? i'.!:Ji _, Atcıt9..��'..9..!1. �� ..���9.�.J ı.i�i�_i_ '!.'_I_�-�
.
_!! n den b.!_r.!_�y��ÇJ,��ek i!_: Atatürk, böylece, kendinden önceki ku­
_
şakta tarihçilerin dağınık olarak yaptıkları araştırmalan -Pan Tu­
ranizm kapanına düşmeden- kendine maledebiliyor; onları rejimin
destekleyicisi durumuna getirebiliyor, yeni bir kuşağı, eskisinin ken­
dine vereceği yükten kurtararak yola çıkarabiliyordu.
Aıatürk'ün bu konudaki mantığı .�a,!!� .�!1..!:�-�i__y�larda birçok Üçü_�.:
cü Düny�de_yleti tarafından ���nmiştir � Da�a dün bıraktıkları reJ.�r:!!:.
_
ı.���-ötesine geçmeyi isteye. n rejimler ya i ler�e ortaya çı �acak olan
ideal rejimi. bir destekleme öğesi olarak görüntülemek ya da uzak
tarihlerci.eii. esi'nienmekzÖrundaCıır
.i� ·;;:; :ıw·�Ciu �... -ı ar. Ataiürk, Çok önce, tıu iki yai<­
ş ı- � yeni "iejimi pe kişt �mek için kul lanmıştı r.

204
Sonuç

Buradaki su nuşta, Atatürk dönemi reform larının dinamiği üstün­


de duru lmak istenmişti r. Am acımız, bu reform ların içindeki gücün
hangi kaynaklardan geldiğini araştırm aktı . Bu kaynaklardan en
önem lisinin bir "yeni onur" anlayışı olduğunun ortaya konu labildi­
(;ıini umuyoruz. Atatürk bu onurluluk anlayışını Cumhuriyet Türkiye'­
sinin kurumlarının zembereği neteliğine getirmeye çalışmıştır. "Po­
zitif bilim" ve "halk" kavranılan, bu temel öğenin çevresinde onun­
la birlikle biçimlenen kavramlar olarak görülmelidir. "Ulusal devlet"
ise oldukça farklı ve dışsal dinamiğin ağı r bastığı bir sürecin sonu­
cudur. Buradaki yaklaşımımızda Atatürk, Osmanlı kurumlarının, Tan­
z imat'ın , ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl Avrupa'sının, ittihat ve Te­
rakki döneminin etki lerinin odak noktasında görü lmektedir. Bunun
başka türlü olmasına olanak da yoktu .
Büyük adamlar kendi çağlarının koşu lları içinde yoğrulmuşlardır.
Atatürk'ün özelliği, bazen kesintiye uğramış, ba?'.en gerç�.kliğl!!L.Qlr_
ölçüde yitirmiş, bazen uygu lamaya geçirilmesi olağanüstü cesaret
�e s_alt cesaret is�eyen_�irbirin � en ayrı yönlere dönük güçleri bir nok­
tada toplamış ve Cumhuritet'in " idea l "ini�..���-kökleri olarak ya-
i ır
.����-� _ !�.��-..�!.� �.5-�9. _ _:_
B
.. �_<;>_bjektif k�� ��-�����-�Y� gerekleri bile yokt�

KAYNAKÇA

GENEL

ı\bu Manneh , Butrus, " Sultan Abdulhaınid i l and Shaikh Abudhuda al Sayya-
di " , Middle Eastern Studies, 1 978, N o : 1 5 , s . 1 3 1 - 1 53 .
Berkes , Niyazi, Türkiye ' cie Çağdaşlaşma, isıanbul , Doğu-Batı Yayınları, 1 978.
Eisenstadt, S.N. (editör), Polilical Sociology, N ew York, Basic Books. 1 97 1
Fischer Michael M . J . , lran: From Religious Dispate l a Revolilion. Cam bı idge
vs . . Har11ad U ni11ersily Press, 1 980. ,.
Gökalp, Ziya, " H ü kürnet ve Tahakküm' ' , Küçük Mecmua. 4 Aralı k 1 922.
Goflman, E rving, Asyl u ms : Essays on lhe Social Si lualion of Menıal Pati­
ents and Other lnmates. P e l i ca n Books. 1 968- 1 978.

205
Hanioğlu , Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Ol arak Doktor Abdullah Cevdet ve Dö­
nemi, İstanbul, Üçdal Yayınev i , 1 981 .
Kaplan, Mehmet, Tevfik Fikret ve Şiiri, İstanbu l . 1 946.
Mandelbaum, Maurice, History, Man and Reason: A Study in Nlneteenth. Cen­
tury Thought, The Joh n Hopkins Press. Londra, Baltimore, 1 97 1 .
Mottahedeh, Roy, P . , Loyalty and Leadership i n a n Early lslamic Society. Prin­
ceton, Princeton University Press, 1 98 1 .
Okay, M . Orhan, İ lk Türk Pozitivist ve Natüralisti: Beşir Fuad, İstanbul, Der­
gah Yayınları, Tarihsiz.
Tokgöz, Ahmed İhsan, Matbuat Hatıralarım 1 888- 1 92 3 , İstanbul, 1 930 .
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, C. i l , Konya, Selçuk
Yayınları, 1 966.

ATATÜ R K

Abalıoğlu , Yunus Nadi , Ankara' nın İ lk Günleri, İstanb u l , Sel Yayı nları. 1 955.
Atar, İsmail, Atatürk'ün Halkçılık Programı ve Halkçılık İ lkesinin Tarihçesi,
İsta n bul, Baha Matbaası, 1 963.
Atay, Fatih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, Dünya Yayınları, 1 96 1 .
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 3 cilt, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 963- 1 965.
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum 'dan Ö lümüne Kadar Atatürk' le Braber, Anka-
ra, T.T . K . , 1 966-1 968.
Karal, Enver Ziya, Atatürk' ten Düşünceler, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayın­
ları, 1 956.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Atatürk. İstanbul , Remzi Kitabevi, 1 961
Kocatürk, Utkan , Ata t ü r k ve Türk Dev rimi Kronolojisi 1 9 1 8- 1 938, Ankara, An­
kara Ü niversitesi Yayınları, 1 973.
Uygar, H. İsmail Anılarda Atatürk, İstanbul, Dilek M atbaası, 1 973.

1S.N. E isenstadt (editör), Political Sociology, New York, Basic Books. 1 97 1 .


2 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İ lanı, İstanbul, Siyaset İlmi Dizisi.
3 Roy P Motlahadeh. Loyalty and Leadership in an Earley lslamic Socie ty,
Princeton, Princeton University Press. 1 98 1 .
4 Butrus Abu Manneh, " Sultan Abdulhamid i l and Shaikh Abudhuda al Say­
yadi ", Middle Eastern Studies. 1 978, No: 1 5. s . 1 3 1 - 1 53.
s Stanlord J. Shaw. Ezel Kural Shaw, Hislory ol the Otıoman Empire and Mo­
dern Turkey, c. il, Cambridge, Cambridge Un iversity Press. 1 977
6 Erving Goffman, Asylums: Essays on the Social Situation of Mental Patients
and Other lnmates. Pelican Books, 1 968 - 1 978.
7 Michael M . J . Fischer, l ran : From Religious Dispute to Revolition. Camb­
ridge vs .. Harvard U niversity Press, 1 980, s.40.
8 Mehmet Kaplan, Tevfik Fi kret ve Şiiri, İstanbul, 1 94 6 , s. 1 9 .

9 M . Orhan Okay, i lk Türk Pozitivist ve Natüralisti: Beşir Fuad. İstanbul. Der­


gah Yayınları, Tarihsiz, s. 1 04 .

206
10 Ahmed İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım 1 888- 1 923, İstanbul. 1 930,
s.28-30.
1 1 H i lm i Ziya Ül k en Türkiye 'de Çağdaş Düşünce Tarihi, c . I , Konya Selçuk
, ,

Yayınları, 1 966, s.223-224.


1 2 Aynı kaynak, s.356.
1 3 Birol Emil, Mizan'cı Murat Bey: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, İ stanbul Üni­

versitesi Edebiyat Fakültesi, 1 979, s . 3 1 B.


1 4 Aıatürk ' ün Söylev ve Demeçleri, c . I , 1 945, s . 1 9 1

207
Atatürk ve İ nkıl aplar M ü nasebet i yle *

Bi r toplumun muayyen bi r isti kanı ete sevkedilmesi isteniyorsa, bu


neticeyi elde etmek için i ki yoldan biri seçilebilir: Ya u l aşı lması iste­
nen n okta göz ön ünde tutu l u r , ideal bi r istikb alin p arlak portresi çi­
zi lir, bu portre rehber itti h az edilir ve " kızıl elma" ön plana geç irile­
rek, ancak bundan sonra Kızı l Elnıa'ya varacak olan yol lar tesbit ed i­
lir, veya evvela d u ru m u n m u hakemesi yapı lır ve u laşı lacak gaye,
bundan son ra ve eldeki i m kanl arın takatine göre tesbit edilir. Her
iki metodu n da sosyal ve siyasi hare ket lerde m ü h i m rol oynadığı sa­
bittir.
Birinci hal tarzı nın bir özel liği , yerin de ku l l anıldığı vakit mucize
kabilinden neticeler vermesidir. Atatürk inkı l abı bu gibi bir h areket
tarzının n eticesidir . . . Daha doğrusu , Atat ü rk ' ü n h are ket tarzı h ak­
kında revaçta olan n azariye budur. Fakat acaba Atat ürk inkılabını
bu gibi bir kalıba sığdırmak m ü m kün m üdür? Atat ürk, çoğu zam an
iddia edild iği gibi , yalnız Kızıl Elma'nın mevkiine göre mi p lanları n ı
tayin etm iştir? Atatürk ' ü n hareket leri i l e açı k bir tezat teşkıl eden
Enver P aşa'nın tutumu , Atat ürk'ün ne kadar büyük bir realist oldu­
ğunu bariz bir şekilde ortaya çıkarı r. Enver Paşa·nın beynelmilel alan­
daki ütopya sevd ası nın Atatürk tarafın dan kal ' iyelle redded ilmiş ol­
ması . mevcut şartl arı dai m a kaale aldığını gösterir. Mu hakkak ki Ata­
türk ' ü n şahsiyet inin öze lliklerinden biri de " ideal" metodunun ya"
nında i kinci metoda yer ve rmiş olması ve mevcudu yoklam a ihti ya-

• Forum. cilt 6, sayı 6 4 , ( 1 5 Kası m 1 95G). s. 1 0- 1 1

208
cını devam lı bir şekilde hissetmiş olmasıdır.
���Q.�_!s- ��r yae��ı ileri �amleden sonra d u rmasını bilmiş, ve an­
-
cak etrafı yokladı ktan. sonra ulaşı lacak gayeyi yeniden tesbit etmiş­
tir�Atailirk-gi"İ:ıi cie viet···aeı-am ı arıriiHTliertip inde ki m eczu b ane -;iii<i3-
tö'r.ferden ayıran vasıflardan biri de zaten bu realizm'dir . Ancak in kı­
laplarım ızı düşünürken bi rçok kimselerin içine düştükleri bir h ata­
dan sıyrılmam ız icab eder: şimdiye kadar Atatürk inkı labı , u m u mi­
yetle Atatürk' ün şahsiyeti i·le mezcedilmiş ve inkılaplarımızın tatbik
ediliş şeklinde kendine has hareket tarzının izleri aranmıştı r. İnkı­
laplar meselesini bir hayli karıştı ran bu görüşün , yerini, ilerde daha
ilmi bir teoriye terkedeceği ümit edilir. Aslında, Atatürk İ n kılabında
birbirine paralel şekilde inkişaf etmiş asgari iki cephe görmek müm­
kündür: bunlardan biri Atatürk' ün inkı lapcı şahsiyeti, diğeri ise ha­
rekete sevkettiği inkılap mekanizmasını n kendine has karakterleri­
dir. Bu iki unsuru birbirine karıştı rmamak lazımdır. Bu iki esas mu­
vacehesinde de şöyle bir neticeye varı labilir . .f.t��.t9.��� 9!)__ş_�!1:;! kabi­
-
liyetine_ı , uzak gö�üşlülüğün� ."-�-��!!!ı.!1'!.ı��_!_�_en , eline teslim edi�
len Osmanlı Devlet teşkilatını ş���..!.. i!.�-�J.�-�-�rr.ı.!:l.rr.ı.i.Y!t? ..��ğ.�ş.t ir.­
-�esi mümkün deği l.� İşte . bu�d-an dol ayı Atatürk' ün, in kı lapcılığı
.

devlet mekanizmasına ve cemiyete aksettiği anda yeni bazı kisve­


lere bürünmüştür. Atatürk'ün zihninde realist esaslar üzerinde ku­
ru lan , mevcudun hesaba katılmasıyla hazırlanan , inkı laplar, birçok
zam an lar devlet kadrolarının süzgecinden geçtikten sonra tamamiyle
irreel ve grotesk bir şekilde tatbik edilm iştir. Atatürk devrinin husu­
siyetlerinden biri de Atatürk ten fazla Atatürkçü olanların geniş sa­
yısıdır.
Hiç şüphesiz, Osmanlı Devletinin m üessesevi kadrolarında teşek­
kül eden bazı itiyatiar burada en büyük rolü oynam ıştır: .���ala in.:
kılap devrinde çı kan inkı lap ucubelerinin bir .ç oğu nun sebebin� !_l!ü ­ __

esseseleşmiş ci.8.lkavu klu �8.. b.u ı.�. a �- �9.ı:ı:ı.�9.D.9.9.E: Ancak böyle bir
-
izah sayesinde ve böyle bi r iki liğin ·mevcudiyeti muvacehesindedir
ki , derin şarklılığını d eğiştirmeye
. . çalıştığı
.. devlet teşkilatının, her şe-
.
ye."ra�me·n·y·a�·9i·ti·i···Üste Çİ kan···ş·arkli "d"avra.ni"Şi···k·ar-Şi sir1d·a·)ı.taüi"ri?-
.
ün duyd·�··ızdira"bi aılTayaiJl�.f§� Aiaüirk'.üii Tiriiversi'te..F>rö ies-ör ı e-
209
rini imtihan ediş hikayelerinde veya yakınlarının bazı tekliflerini müs­
tehziane terslemesi fıkralarında, Atatürk'ün fikirlerinin ancak kari­
katürünü benimseyebilen , tefessüh etmiş bir şark bürokrasisine karşı
duyduğu istikrahı görmek icab eder. Atatürk'ün hayatının şimdiye
kadar incelenmemiş bir cephesi de bu trajik cephedir. Bu bakım­
dan , inkılap hareketinin yalnız Atatürk'e değil, etrafındakilere de m al
edilmesi lazım geldiği şeklindeki yeni moda iddiaların külliyen red­
dedilmesi zamanı gelmiştir. Atütürk'ün muhitinden ancak inkılabı�
.�arikatürü _çıkabil�iş�.!::.�!__�ürk bu mu hitin yardımını görmemiş, ak-.
sine, çoğu zaman bu m u hitin teşkil etti�i Osman lı bü rokrasisi kalın­
tılarının kurbanı olmuştur. .Atatürk'ün inkılaplarını, müessesevi itiyat­
_l�ı ıı ın ı e�i�iy_ı e primitili:>i"r mito:;__baiine getlieri"i)u -ti�roİ<raiTar saye-
·
�sin ��·-����� ün_ . ı e rıı :_ı__�_c:ığ�yy�-����-� --�.c:ı���-ı� ı:ı�a.�__i_"._��-ı�_p_ı_a._r ��r.
__ __

_i_�r_el p��i. ����l_ı _!layasına bür�_rımüştü_r. Bun ların sayesinde mem­


leketim izde, Alman filozofu Vaihinger'in tabiriyle, bir "imiş gibi" ha­
vası yerleşmiş ve Atatürk devrine ve sonrası na kendine has bir ka­
rakter vermiştir. Bundan kasdettiğimizi anlatmak için küçük bir mi­
sal kafidir.
Atatürk'ün ölümünden dört sene sonra, 1 942 senesinde, liseler­
de oku n an fiziki coğrafya kitabı yeni Tü rkçeleştirildi. Talebeler için
anlaşılmaz bir hale gelen kitabın , bu derece aşırı anlamda yeni Türk·
çeleştiri lmesinin Atatürk tarafından tasvib edilmemiş olacağı bir ya­
na, yazarın devam ettiği oku lda, öğretim faaliyeti tamamiyle kitabın
dışında cereyan etme durumuna gelm işti. Zira kitabın müellifi olan
coğrafya hocası bile, kendi kitabını anlayam ıyord u . Şimdi vaziyeti
tahlil edersek karşımıza şöyle bir duru m çı kıyor: talebe kitabı anla­
mıyordu , fakat herşey talebe kitabı anlıyormuş gibi cereyan ediyor­
du (imtihan suallerinin hazırl anm ası dahil), öğretmen de kendi kita­
bını okuyamıyordu, fakat öğretim faaliyeti tıpkı okuyabiliyormuş gi­
bi devam ediyordu. Kitabı n tadil edilmiş şekliyle basılmasını emre­
den merciin böylece iyi bir iş yapılacağına inanacak kadar gaflet için­
de yüzdüğüne kendimi hiçbir zaman inandıramadım. Bu noktada da,
em ri veren , bu emrin verimli bir neticesi olmayacağını bildiği hald e ,
verimli olacakmış gibi hareket ediyordu . Sözün kısası , bütün em ir
21 0
silsilesi boyu nca, kimse yaptığı işe inanmadığı halde , bir hareket
meydana geliyor, bir iş yapı lıyordu .
Pek tabii olarak, b u hareket sun! bir esasa dayanıyordu. Böyle bir
esasa dayandığı için kolayca durduru lması mümkün olduğu gibi, ikin­
ci bir safhada aynı hareketin aksi isti kamete yönelmesini sağlam ak
gayet kolaydı. Bugün d il inkı labında birçok bakımlardan bir gerile­
me hissediliyorsa, bunu sebebi dil inkılabının başlangıçta bu gibi kof
ve gayri samimi elemanlara dayandırılmış olmasıdır. Fakat Atatürk
bile, eline verilen materyalde asırların yaptığı tahribatı izale edeme­
di, seçtiği elemanlara d ayanması lazımdı.
Yüksek bürokrat larımızın samimiyetsizliklerinden yadigar kalan en
tehlikeli unsurlardan biri de hiç şüphesiz ki kendileri tarafından mey­
dana konan ideal Türkiye tablosudur. Bu tablo, aynı propaganda zih­
niyetinin mahsulü olduğu için, realite i le hemen hemen ilgisi olma­
yan bir tablodur. Bu tablonun zi hinlere yerleşmiş olmasınd an dola­
yı yeni neslin birçok elemanları objektif müşahadenin ne demek ol­
duğu ndan ve ne şeki lde yapılması gerektiğinden tamamiyle biha­
berdirler. Etraflarınd aki alem le olan münasebetleri daimi bir kendi­
ni aldatma vetiresi haline gelmiştir.
Gene burada kasdettiğimizi ve karşılaştığımız problem lerin m a­
hiyetini izah etmek üzere bir örnek verelim . 1 930 ila 1 945 seneleri
arasında entellektüel m u hteva iddia eden programlardan en basit
afişlere kadar, haberleşme vasıtalarında inkı labın yarattığı köylü az
çok şu çizgilerle tasvir ediliyordu: Osmanlı İ mparatorluğu devrinde
köylü, fakir, cahil, en basit haklardan m ah ru m , zavallı bir mahlü ktu .
Devlet ve husu si şahıslar tarafından asırlarca istismar edilmiş, po­
sası çıkmıştı . Şimdi ise köylünün hayat seviyesi yükseliyordu. Oku­
ması temin edildiği gibi , insan hakl arına sahip olmanın tadını tadı­
yordu. Böylece, inkılaplar seyesinde, zengin, temiz, okumuş h ürri­
yetiyle mağrur , "ileri" bir köylü tipi, teşekkü l etmişti. Aslında, bu köy­
lü tipi , onu yaratan ların muhayyi lesinden başka bir yerde yaşamı­
yordu . Fakat bu m u hayyile mahsu llerinin kuvvetine bakın ki , " ileri"
köylü mitos'u , zaman la, bu mitos'u yaratanların kendilerini bile iğ­
fal etmiştir. Bunun içindir ki, mesela. Cumhuriyet Halk Partisi son
21 1
zamanlara kadar köylüye karşı takındığı tavırda zerre kadar realist
olm am ıştı r. Hala da Partinin kol lektif zihninde hakiki köylünün bir
resmi teşekkül etmemiştir.
Bugün inkılap larımızın tatbiki münasebetiyle ile ortaya çıkmış olan
mito-poetik düşünce tarzından sıyrılmış değiliz. Mem leketi sırf da­
ha realist bir noktadan görebildiği için i ktidara gelen Demokrat Par­
ti, zamanla, en eski devirlerden beri hareket hattımızın karakteris­
tiklerinden birini teşkil eden bu mito-poetik görüşe doğru kaymak­
tadır. Bugün, bu parti bir slogan ve direktif havası içinde yaşamak­
tadır. Bu anda propaganda afişi metodu bütün basitliği ile gen gel­
miştir. Bu , gayet zararlı bir tutumdur. Aslında, bizden önceki nesil
bu tutumu rehber ittihaz etmesine karşılık batılılaşam ama gibi bazı
sebepleri öne sürmüş olsaydı mazu r görülebi lirdi.
Fakat otuz seneden beri batılılaşm a yolu nda olan bizim neslimi­
zin, aynı özürlere müracaat etmesi abestir. Bizim bugün hiçbir özü­
rüm üz yoktur. Mem leket meselelerinin halledilmesi için , bu mese­
lelerin hakiki vechelelerinin ortaya çıkması lazımdır. Atatürk devrin­
de başarılam ayan bu işi başarmanın yükü , şarklı mitopoetik tutu­
mun kalıbını kı rmak mesuliyeti , bize düşmektedir.

21 2
Atat ü rk, B ü rokrasi ve " Rasyo nel l ik " *

İçinde yaşadığımız toplumu tümüyle beğenmemek, onu temelin­


den eleştirmek çok yaygın bir toplumsal davranış değildir. Hepimiz,
zaman zaman , istediğimiz hayalı gerçekleşlirememiş olm aktan şi­
kayet ederiz. Pahalılıktan, bazı düzensizliklerden , devlet ile olan iliş­
kilerimizde işlerimizin gerekliği kadar hızlı yürümemesinden, hatta,
daha genel olarak, toplumun içindeki yerimizin bize gereken imkan­
ları tanımadığından şekvacı oluruz. Çevre şart larının baskısıyla pa­
ralel şekilde artan bu şikayetler, bazen acı , fakat gene l l i kl e dağınık,
şekillenmemiş protestolardır. Toplum hayatının tabii bi r öze lliği olan
bu serzenişler nadiren toplum mekani z m ası n ın temelden bozu k ol­
duğu şeklinde bir in anca ve bir toplum kritiğine dönüşür. Toplumu
bir bütün olarak görüp de onu bir bütün olarak değerlendiren ve tü­
müyle yenileştirmek isteyen kişi , hele çözüm yol larını da, gene nis­
beten tutarlı bir bütün o larak sunan kirıse -bugünkü sosyolojinin
teknik tabiriyle ütopyacı1 - mü stesna bir ınsan tıpidir. Bu şeki lde­
ki yönelim ve davranışlar olağan insan davran ı şından sayılmayacak­
larına göre, karşımıza çıkt ı kları zam an b i r izah gerekti rirler.
Toplumlarını bu şekilde bir bütün ola rak eleşti ren ve d uru ma hal
çareleri arayan kişiler üzerinde yapı lan sosyolojik ve psikolojik araş­
tırmalar, bizi böyle bir hadiseyi bir dereceye kadar anlayabilecek du·
ruma getirmiştir. Bu gibi şahıslarda, bir kere , genet i k yapıdan gelen
..

• Atatürk Oevrlmlerl 1 . Mille llerarası Sempozyumu B i l d i r i le r i , 1 0 - 1 4 Aralık


1 973, (İ . Ü . Atatürk Devrımıeri Araşt ı r m a E nst ı t ü s ü Yayınlar ı . 1 91 5 ) . s 53-62.

213
bazı özel likler buluruz: zeka, an lama, kavram a potansiyeli gi­
bi.2 Bunun yanında, kişinin aile içindeki ilişkilerine bakarız: müşfik
bir babanın tesiri otoriter bir babaya nisbetle, şahsiyet katlarının te­
şekkülünde ve çocuğun büyüdükten sonra topluma karşı alacağı tu­
tumda, çok ayrı sonuçlar veri r. 3 Şahsiyet dinamiği ile toplumsal di·
namiğin birleştiği yerdeki unsarlardan biri de sosyalizasyon adını
verdiğimiz, çocuğa toplum değerlerinin aktarılması sürecidir. 4 Bu­
radaki intikal sürecinin özellikleri de, bazen toplumu olduğu gibi ka­
bu l eden, bazen de toplu mu eleştiren kimseler ortaya çıkarır. Şah­
siyet dinam iği katında kişinin toplumuna karşı tutumunu saptayan
bu etken lerin dışında, şahısların toplum hakkındaki tutumu bir gru­
bun içinde "gömülü" olm alarından ıleri gelebilir, bu grubun diğer
fertleriyle birlikte hissettiklerini aksettirebilir. Ben , burada, Atatürk' ün
gençlik çağlarına rastlayan ve kendisinin de görüşlerini şekillendir­
miş olan , biri sosyalizasyon seviyesinde, öteki grup değerleri ve
norm ları seviyesinde iki sü reçten bahsetmek istiyorum. Tezim , _!\!�­
türk'ün, kişiliği, z�_kas� _ve hassasiyetiyle, grup davranışı olarak şe­
killenen, kendisini . de etkilemiş olan geneİbir e{Ji limi ileriye götür�
�üŞ_?.�u�Ü-,uon� kendi Özelli�in i katarak yeni bi�_şekil verdiğidir. Böy-'
lece, Atatürk'ün devrimlerimize katkısını incelemiş olacağım gibi, da­
ha teorik bi r sorun olan "Toplum mu kişinin mimarıdır yoksa bazı
müstesna kabiliyetli kişiler mi topluma yeniden şekil verirler" konu ­
sunu biraz ışıklandırabilmiş olacağımı sanıyorum.
Toplum değişmelerinin önemli bir yanı bu değişmelerin berabe­
rinde getirdikleri değer uyumsuzluğudur. Yeniçeriler, Osmanlı as­
keri reform larına karşı yöneldikleri zaman , yeni usullere karşı olan
olumsuz hislerini açıkça belirtm işlerdi. " Biz testiye ku rşun atar, ke­
çeye pala sallarız" sözleriyle ifade edilen bu karşı koyma, aslında
yeni eğitim usu llerine karşı koym alarını n sembolleştirilmiş ifadesiy­
di. Yeniçerilerin reaksiyonu , toplumsal değişme ile ilgili olan ikinci
bir özelliği gözlerimizin önüne seriyor. Toplumsal değişme esnasın­
da, bazı gruplar eski ile yeni arasındaki uyumsuzluğu diğerlerine nis­
beten daha derin bir şekilde duyarlar. Bu özelliği , bu rada, yalnız es­
kiyi savunan bir grup için açıkladım. Fakat eskiyi inatla savunan bazı
21 4
gru plar bulunduğu gibi , değişen toplum içinde yeniyi tutan gru plar
da ortaya çıkar . Bu rada işlemek istediğim birinci nokta, Atatü rk' ün
Abdülhamid Türkiyesine istihfafla bakışında akranı olan bir grup in­
sanın genel bir rahatsızlığını akseıtirdiğidir. Bu gruba, en engel an­
lamında, "mektepli" ler, ve bu arada, " mektepli subaylar" diyebiliriz.
Şimdi, önce "mektepli"den neyi kasdettiğimi belirteyim. Su ltan
A1?.dülhamiq 9_�Y.!J..rı i ı:ı.e nellikle bir gerilik, istibdat �evri o..!_ar�� niteli­
__

riz. Böyle bir görüşün gerçeği ancak sı nırlı bir şekilde aksettirdiğine
·artık şüphe kalmamıştır. Enver Ziya Karal'ın5 ilk defa �la-rak ortaya·
,
koyduğu , Abdülhamid devrinin bazı bakım lardan bir ilerleme devri
olduğu görüşü , kendinden önce az çok dağınık bir şekilde işlenmişti.
Bugün ise, yapılan her araştırma, Abdülhamid devrinin, bir açıdan
önemli bir "modern leşme" devresi olduğunu daha açık bir şekilde
göstermektedir. Bu , tabi i ki , 1 830' 1arın veya 1 860' 1arın Tü rkiyesine
nisbetle bir modern leşmedir. Özetle " Kızıl Su ltan"ın devrinde dev­
let yapısının farklılaşmasında ilerlemeler kaydedildiği bir gerçektir.
Bunu Abdülhamid'in kendi gayretine m i , yoksa Sait Paşa'nın dira­
yetine mi atfetmem iz gerektiği başka bir meseledir. Gene, bu ilerle­
melerin daha önce harekete geçi rilmiş olan bir reform hareketinin
tabii sonucu m u olduğu, yoksa Abdül hamid'in veya başkasının ze­
kasının mı ürünü olduğu ayrı bir sorundur. Bildiğimiz, 1 880 ve 1 890'­
larda Tanzimat devrin de başlayan siyasal farklılaşma ve devlet iş­
lerindeki kapsayıcılığın bu devirlerde de devam etıiğidir. Bu deği­
şim, tümüyle , Max Weber'in "patrimonyal bürokrasi"den rasyonel
bürokrasiye geçiş kavramıyla anlattığı bir süreci çok andırıyor. We­
ber'e göre, modern bürokrasi , daha önceki devirlerde de bel ki nü­
ve halinde görünen, fakat o zaman lar beli rsiz bir rüşeym halinde
olan, daha tam yapısıyla ortaya çıkamayan , bazı özelliklere prim ver­
miş, anlan ; açık ve seçi k olarak ortaya çı karmıştı r.
Weber' in modern topluma geçiş sürecinde önemini be lirttiği bu
gelişme iki ana ilkeye dayanır: modern toplumun idare mekanizma­
sınd aki "hukukilik" vasfı ve gene modern idaren in gösterdiği farklı­
laşma, uzmanlığa yönelme. Bunlardan birincisine, en genel şekliy­
le, idari mekanizmada som ut hadiselerin bel li -ve gayrı şahsi- bi r
215
kaıdeler t ü m ü n ü n m iyarına vu ru l m ası d iyebil iriz. A rt ı k, eskisine nis­
bet le şahsi kararlar önem i n i gittikçe kaybet m e ktedir. i kincisi , d ev­
let işleri gittikçe bir ihtısas kon u su olm akta, bakan l ıklar ayrı l m akta,
bakan lı kların içindeki bürolar ise u zman l arla dolm akt adır.
Webe r' e göre bunun sonucu modern bürokrasinin karakterini be­
li rleyen b azı öze l l i kler kazanmasıd ı r:

1 - " İdare ' n i n personelı şahsi statüsünde hürdür ve yalnız işinin tanımlanmış

görevlerinı yeri n e get ı r m e k l e y ü k ü m l üd ü r "

2- " Mem u r iyet kesin b ı r h ı yerarşiye göre kadem e l e n d i r i l m iştir"

3- " Be l l i b i r kadronun ıonksı yonl a rı açı kça t a n ı m l a n m ı ştı r "


4- " Me m urlar bir ak ı t le vazıleye a l ı n ı r l a r "
5- " M e m urlar işe a l ı n ı ş t a mesl eki ı h t ısas yeteneği g ö z önünde ı u t u l arak
seçıli rler Bunun da e n m a k b u l göstergesi ı m t i h a n son ucu elde e d i l en dıp­

ıomadır"

6- " Me m u rl ara yapı lan öd eme " m a a ş " şek l i n i al ı r ve b u n lar genel l i k l e

emeklilik haklarına sahıp olurlar Mem u r ıstediğı z a m an ı ş i n i b ı raka b ı l ı r v e

bazen de i şi ne s o n verıl ebı l ir

7- " Me m u r u n görevı tek veya a na ışıd i r "

8 - " Me m u rı y et b ı r ( k a rı yer)d ı r ve mem urlar kıdem veya l iyakata v e b i r


(üst)ün değerlend i r m e s i n e göre terl ı ederl e r "

9- " M e m u r ne b ulun duğu mevkıe ne d e o mevk i i n gel i rlerine e l koya b i l i r "

1 O- " Me m u r O ü t ü n l e ş m ı ş b ı r kont rol v e d i s i p l ı n s i s t e m i ne t a b i d i r . "6

Bu öze l l iklerin Abd ü l hamid devri ile olan i l i ş kisine gelince, b u n u


saptam ak için önce T anzim at reformları n ı n genel çizgisini hat ı rl a­
mak gerekir. Tanzimat ' ı n en genel anlam d a O s m an lı idaresi ne ge­
tirdiği yen i l i k , Webe r ' i n şema'sına benzer b i r yapıyı yerleşti rmek ol­
muştu . H u ku kilik vasfına ve r i l e n önem , ıdaredeki farklı laşm a , M ü l ­
kiye ' n in ku ru l m asıyla ıdare u zmanı olan m e m u rlar yetiştirm eye ça­
lışı l m ası , yönet m e l i k veya ona m u ad i l düzen leyici doküman l ardaki
artış, memu riyetın "şahsi lik" unsu ru n u azalt ma çabaları , büt ün bun­
lar Tanzimat' la genelli kle eş saydı ğımız geliş m e l e rd i r . Bu dön üşü­
mün en eski t ecrübe a l an ı n ı ise Osm anlı askeri' m ü essese leri teşkil

216
ediyordu .
Fakat Abdül hamid devri bir diğer bakımdan çok kesif bir şahsın
hükmetme, kayı rma ve tercih rejimi olduğundan "Su ltani'' idare tarzı
Tanzimat ' ın başından beri Tü rkiye'ye getirilen bi rçok müessesenin
" Weberien" diyebileceğimiz gerekleriyle uyumsuzluk halindeydi. Ab­
dülh am id devrinin 1 885'ten son rak.i özel liği bu iki ayn yönelimin bir­
biriyle çatışma haline gelmiş oimasıdır. Bu çatışm anın en kesif bir
şekilde görü ldüğü yer d e en ileri kurum laşma yapısın a sahip olan
askeri ku ru m lardı .
Abdü lh am id devrinin getirdiği yeni likler arasında, Padişahın ken­
di merakının ürünü olduğu gibi , on dan önce devlet katında Süley­
m an Paşa gibi söz sahibi olmuş kimselerin belirgin izini taşıyan
ön emli bir gelişme de askeri eğitim reform udur. 7 Bu reformlar sa­
yesinde askeri eğitim rasyonelleştırilmiş, aske ri oku l larda ihti sas
dersleri büyü k ağırlık kazan m aya başlamışt ır. Bunun yanında, as­
keri orta öğretimin sü resi uzam ış, memleket sath ına yayılmış ve ön­
celeri nüfuz edemed iği halk t abakalarınd an eleman almaya başla­
mıştı. Mektepli subayların protestosunun Abd ü l h amid'e karşı yönel­
mesinde bu üç unsurun da bir rolü olduğuna ınanıyoru m .
Askeri öğrenim i n sü resinin uzam asından kasdettiğim , H arbiye'­
ye ve askeri idadile re i lave ol arak, 1 870 ' 1e ri n sonu ndan iti baren as­
ke ri rüşdiyelerin ku ru lmuş o lm asıdı r. Askeri eğit i m , böylece, i l koku­
lun devam ıyla ort aoku l arasında bir nitelik taşıyan bu eğitim ku rum ­
larına kadar gelmişti. Askeri rüşdiyeye giren bir öğrenci, aynı oku l
sistemine devam ettiği takdirde ihtisas dalına göre 8 ila 1 2 yıl ara­
sında askeri okullarda kalabiliyordu. Bunun an lamı, kişinin kendi aile
m u hitinin tesirlerinden sıyrılıp yeni bir ale m in tesi ri altında kalm ası­
dır. Ö ğrencilerin bi r kısmının topl umun alt kesitlerinden gelmesi bu
tesiri arttırıyor aile i le olan bağları d.aha da be lirsizleştiriyord u . Ço­
cu kları nı askeri oku ll ara gönderen bu t ü rden aileler, hayatta zorluk­
larla karşılaşmış, aile yapısı n ı güçlükle sürdüren ai lelerdi. Bu aile­
le r , geniş köşk veya ze ngin bir m ahalle hayatı blan , bu yo lla aile nam
ve ideoloji sini devam ett i ren aileler deği ldi. Böyle ai le lerden gelene
öğrenc i ler için ailel eriyle tem ası devanı ettirme k , u laşım b.akı m ı n-

217
dan güç ve pahalı bir işti. Bütün bu özelliklerin son ucu olarak aile­
nin norm aktarıcı ve eğitici fon ksiyonunu çok zaman okulun kendisi
ve okul arkadaşları devralıyo rdu . Oku l aleminin özelliği ise fen ve
matematiğe, coğrafya ve tarihe önem vermesi , bunun yanında öğ­
renciler arasında vatanpı;ırverlik duygu larını yerleştirmesiydi. Bu yeni
dünyanın hususiyetleri içinde başt a gelen; i nsanın "başarı " esası­
na göre değerlendirilmesi, imtihan ve nota göre ödüllendirilmesiy­
di . Bunun günümüz sosyoloj isinin tekni k tabi riyle ifadesi öğrencile­
re bir " b aşarı" etiğinin . " a h l akı nın" aşı l anm asıd ır. 8
Birçok sosoyoloğun söylediklerine göre modern leşme sürecinin
öze lliklerinden biri bu değeri toplum lara artan bir hızla yerleştirme­
sidir. Bir sosyal fonksiyonu n kimin tarafından d eğil de nasıl bi r ürün
vererek sonuçlandığına bakmak bu "başarı etiğinin" merkezini teşkil
eder. Mesela, fayd ası nı ölçmeden "yaş" a prim vermek "başan"
eliğine göre yapı lan bir değerlendi rme değild ir. Bu , " başarı" etiği­
nin tam aksi olan "taşınan niteliğe" göre (ascription'a göre) öd ül­
lendi rm edir. Gene, bu rada, yaşlı l arı n her an ve rdikleri ürüne göre
değerlendirilmelerinin " iyi" mi yoksa " köıü" mü bi r şey olduğu be­
ni ilgilendirmemektedir. İ fade etmek istediği m , " iyi" veya "kötü" ,
modern zamanlarda, XIX. asır Batı aleminin başlattığı siyasal ve sos­
yal esneklik ve hareketliliği gösteren toplum larda ve bu arada m o­
dern eğitim sistem lerinde, bu esasın gitti kçe önem kazandığıdır.
Bu nitelik de Weber'in bü rokrasinin iç ge reği ol arak ortaya koy­
duğu özel liklere pek iyi uym aktadır ve bi r dereceye kadar onun fi­
ki rleriyle i lintilidir. Başka bir tabirle, oku lda değeri başarı esası na
göre değerlendiri lmiş, hayatını yönetmelik h ü kü m l erine göre ayar­
lamış olan bir kim se , modern eğitim süreci nden geçen kişi, daha
sonraki hayatında, am i rinin , kişisel tercihlerinden sıyrılarak karar ver­
mesini bekleyecektir. Belirli bir iş için aday arandığı zam an bu aday­
lar arasında gereken tekn i k bilgiye sahip olan l arı n seçi lmesini iste­
yecektir. Hizmet için hiyerarşik düzene bakı lm adan " tepeden inme"
yapılan işlem lere tepki gösterecektir. Bu işin hal ledilm esinde keyfi
karara değil, yönetmelik gibi soyut prensi pleri içine alan döküm an­
larda tesbit edilen şekilde yü rüt ülmesini arzu layacaktır. Gerek as-

218
keri okuların iç nizamı ve disipline bağladıkları önem , gerek oku lu n
bir devamı olan askeri h ayatın -bazen başarısızlıkla sonuç lanan
fakat gene de devam lı- rasyone l leştirme ç abal arı askeri okul tale­
belerin i , günlük itiyat l arı , bekleyişleri ve değerleri açısından genel
hatlanyla "Weberien" bir aleme sokmu ştu . Herhalde , uzun yı llar cid­
di bir eğilim görüp başarı ları imti han ve not esasına göre değerlen­
di ri len bir gru bun dünya görüşünde ehliyet , başarı prensibinin ko­
layca yer etmesi beklenmelidir. Bir kimsenin liyakata göre değil de
aksine m ü ktesep sosyal statüye göre ödellendirilmesinin b u kimse­
ler arasında önem li çalkantılar yaratmasını da bekleyebiliriz. Abdül­
hamid devri buna müsaitti. Zi ra , padişah , bir taraftan modern nite­
likleri t aşıyıcı kurum ları teşvik ederken bunun t am zıddı prensiplere
dayanan bir idare tarzını da aynı zamanda deste klem iş, bun un ken­
disini ne kadar tehlikeli bir tenakuza düşürdüğünü farketmemişti.
Bi r t araftan başarı , g ayri şahsi lik, teknik bi lgi gere kti ren me kaniz­
maları ku ran Padişah diğer taraftan şahsi d amgasını idaresine v u r­
mayı da prensi p edi nmişt i . Abdülaziz'in yen i askeri ku rum ların or­
taya çıkardığı güçler tarafından tahttan indirildiğini unutmayan S u l­
tan , bir yönden " m e ktepli" leri teşvi k ederken diğer yönden sadık
bendelerinden meydana gelen paralel bir askeri ku manda strükt ü ­
rü ortaya çıkarm ıştı. 9 Bu gruba dahil olan kimseler imtiyazlı m u a­
mele gördüğü gibi çocukları da aynı imtiyazlardan faydal anıyord u .
Böylece, oku l yıllarından itibare n , sistemin m odern yön leriyle, We­
ber'in t abiriyle "pat ri monyal" bir bü rokrasiden arta kalan kı sım ları
arasında bir çatışma mevcuttur. Ahmet Cevat Emre hatıratında b u
du rumdan şöyle bahsediyor:

Beşiktaş Rüşdiyesi 'nde parlak üniformasıyla bir h ünkar çavuşu sınıf baş­
çavuşu olmuştu. Zadegan ısmiyle anılan, çok güzel giyinmiş dört beş kişi
de vardı ki, sınıfın sıralarına giremezler, kürsünün yanında onlar için konan
sandalyelere otururlardı.

Emre'ye göre sonradan hünkar çavuşu sınıf işle rinde geri kalmış,
Em re kendisi başçavuş olmuş ve arkad aşları bu i mtiyazlı talebele-

219
re karşı olan tepkilerini göstermek üzere kendisini omuzlarında gez­
dirmişlerdi.10
Yeni askeri eğitimin bir özel liği de cengaverlik, fedakarlık, vata­
nperverlik gibi merkezi bir değer et rafında toplayan öğretisi dolayı­
sıyla öğrencilerin arasında bir "espri! de corps" meydana getirme­
si , grup niteliklerini pekişti rmesiydi. Böylece, en başarı lı öğrencile­
rin (yeni değerleri benimsemekte ve ders düzeninin gereklerini ye­
rine getirmekte en müsait şahsiyetlerin) mezuniyetinden sonra sis­
temin icaplarını devam lı bir şe kilde aramış olm alarını bekleyebiliriz.
Fakat öğrenciler kıt' aya çıktıkları zaman hiç de u mdu klarını bulamı­
yorlardı. Örneğin kıt 'aya çıktı kları zaman hiç de umduklarını bu la­
mıyorlardı. Örneğin, 1 890' 1arı yaşamış olan bir subay hatıratında bu l­
duğu durumu şöyle tarif ediyor:

Bir taburda ancak bır veya iki mektepli zabit bulunurdu . Bunlar da m üla­
zımdı. Alaylarda dört binbaşıdan biri mektepli , diğerleri seciyesiz alaylı bin­
başılardı. Alaylı zabıtan içinde okur-yazar, efendiden ve cahillerde de te­
miz, haluk, çalışkan askere evlat gibi bakan ıyi simalar da vardı. Bu zaval lı­
lar da hepimiz gibi gaddar, zal i m alaylı binbaşılara esi r idi ler Bu kodaman­
ların garip, acaip,(!) unvanları vardı. Bin başı sallabaş Behçet Ağa (ihtiyarlı­
ğından) Delibalta Musıara Ağa (titizl iği nden), Yumruk Vuran Hüseyin Ağa
(zabit dövdüğünden), bir manda yavrusunu devirdiğinden Camış Deviren
Hamza Ağa, küfürcülüğünden Dinsiz Veli Ağa gibi sıfatlarla anılan iri kıyım ,
uzun aksakallı, sakalı boyalı, palabıyık, gür kaşl ı , Yeniçeri biçimli , terbiye-ı
fikriye ve kudret-i askeriyeden , malümaı-ı harbiyede n , her t ürlü hasail-i in­
saniyeden mahrum tiplerden i diler. 1 1

Di kkatinizi genç su bayın aradığı niteliklere çekiyorum: "terbiye-i


fikriye , kudret-i askeriye, malümat-ı harbiye" Yani liyakat ve teknik
bilgi. Bu noktada Atatürk' ün "bilirsin , ben askerliğin her şeyden zi­
yade san atkarlığını severim " 12 sözüne pek yaklaşmış oluyoruz.
İtti hat ve Terakki 'nin Askeri Tıbbiye'de kuru lan ilk nüvesinin or­
taya çıkm asında bu gibi saikler önem li bir rol oynamıştır. Mem leke­
tin modern ıdare ıcaplarına, i htısaslaşm anın gereklerine göre yürü-
220
tülmediği bulgusu askeri okullardan çı kan gençleri birleştiren, on­
lara aynı dili konuştu ran bir dünya görüşüydü. İtti hat ve Terakki'nin
başarısı, devlet içinde söz sahibi olacak bir duruma gelmesi en ge­
nel anlam da bu prensiplerin bir tatbik sahası olabileceği ümidini
uyandırmıştı. Gerçek böyle çıkmadı. İtti hatçılar da ideal sistem leri­
ni tatbik mevkiine koymaya çalışı rken bazen tavizci , bazen de ro­
mantik oldu lar. Amaçlarının bir kısmını başardılar fakat bir yerde mo­
dernlikleri güdük kaldı.
Bu arada, İttihat ve Terakki' nin ana desteğini temin etmiş genç
su bayların dünya görüşüyle ilgili bir diğer noktaya temas etmek is­
tiyorum. Subayların bir grup olarak beğenmediklerinin doğrudan doğ­
ruya kendi meslekleriyle i lgili- bir anlamda dar kapsamlı- şikayet ve
isteklerine değindim . Bunun bir de daha geniş kapsamlı bir ifadesi
vardı, o da Batı 'nın yalnız idari rasyonellik özel liklerini aramak de­
ğil, aynı zamanda bir m edeniyet bütünü olarak gereklerini aramak.
Bu çok daha soyut etkeni bahis konusu ettiğim kimselerin ancak
bazıları arasında bu luruz. Doktor Abdu llah Cevdet bunlardan biri­
dir. Bunun aksine Batı medeniyetini yalnız bir kültür tümü olarak gö­
rüp, idari hayata getiri lecek düzeltmelerin üzerinde durmamış pek
çok kimse vardır. Tevfik Fikret bunların arasında yer alır. Yaka ge­
nellikle Batılılaşmaya yalnız bu "medeniyet" açısından yaklaşanlar
reformcu olarak nisbeten zayıf kalmışlardır.
Atatürk'ün başarısını da bel ki en iyi bir şekilde bu açıdan değer­
lendirebiliriz. Başta, İttihat ve Terakki kurucularının, 1 900'1erin genç
subaylarının, görüşlerini şekil lendiren etkenlerle dünya görüşü or­
taya çıkan Atatürk'ün fikirlerinin onlardan ileriye giden bir özelliği
mevcuttur. Atatürk, bir taraftan İttihatçıl arın romantizmine kendini
kaptı rmaktan sakınırken , aynı zam anda, geniş kapsamlı bir Batılı lık
anlayışını geliştirmiş, buna mesleki görevlerinin dışında bir boyut ka­
zandırmayı bilmiştir. Hatta, daha da ileriye giderek, ve Batıcılığı yalnız
bir devlet reformu gereği de saymayarak, Batılı lığı n içindeki kültür
bütününden derin bir şekilde esinlenmiştir. Bir reform anlayışını bir­
birinden ayrı parçalar olarak değil fakat kendi zihninde bir bütün ola•
rak organize etmek ve bunu realizmini kaybetmeden , fakat aynı za-
221
ma ıda sebatla izlemek, bize bu rada kişiliğin özel katkısını gösteri­
yor. 1 900'1erin Türkiyesi 'nde birçok kimseler, çok genel etkenle�_İ_!!
J�_ş)JiY.J�.•..Y�_rıi.14:l_ş_mı:ır.tLl'!..9�r.�.ğJ11 i_ .�rı_lc:ı.rı:ı.ış�!· .. �.i.r9c:ı_� -��.�.l�L��-·��-�-i.��
_l!l_E!l �r Yı:ı.Q!:D�ı:l..YQ.11.l:!E!!ş�lı:t�.�t_ �!_r..�.9�.r:ı <:lı:ı.r:ı_ı:ı.ı;i!J!�.r:ı�r.�.�.-�ir.__r:j_t:ı.Y�.
.il!:D Yı:ı�f!tı:ı_b.fü:ırtYı:ılı:ı_ı�At.ı:ttür�_.o.ı9_':! , _�i.r..ş.ı:ıhş_ı r:ı..tı:t.�i h�.. <:l.ı:tr:r:ı9� .�.ı:lı:i'!1.?.��.
_<l�_<;l_i ğ_iı:ı:ı_i�__Ql!i.Y__Qı:t.. b�r.h�IQ_E.lJ�':!. .2.�_(l__g_ere_�-=-··

1 Kari Mannheim, l deology and Ulopia. (New York: Harcourt Harvest Books,
tarihsiz, ilk basılışı: 1 936), s.205.
2 Potansiyelin şekillenmesinde bile genetik unsurlar önemlidir, bak: " So c la l l­
zation", Handbook ot Social Psychology. (2. bası, cilt 111, 1 969, çıkaran Gard­
ner Kindzay) s.461 -463.
3 Bk.: Erik H.Erikson, Childhood and Society, (Penguin Books, 1 965). Passlm.
� Bak: "Socialization", s.g.e., s.450-55.
s Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Vlll. (Ankara, 1 962).

6 Bak: Martin Albrow, Burcaucracy. (Landon, 1 970), s.43, 44·45.


7 M .A. Griffiths, "The Aeorganization of The Ottoman Army Under Abdül­

hamid 1 1-1 880- 1 987". Basılmış Doktora Tezi, University ol Californ ia, 1 966.
8 " Başarı" etiğinin aile'den çok okulda edinilen bir yönelim olduğu konusun­
da bak: Talcott Parsons, The Social System, (Free Press Paperback, 1 964).
s.242.
9 Nizamettin Delilbaşı, s.g. e . , s.45: Griffiths, s . 1 09-1 1 3 .
10 A Cevat Emre, i ki Neslin Tarihi (İstanbul, 1 960), s.26.
1 1 Canlı Tari h l e r , Cilt 4 . (İstanbul , 1 946), " Nizamettin Delilbaşı, " s.62-ô3.

1 2 Yakınlarından Ha tı ra l ar . " Salih Bozok'a Mektup", (İstanbul, Sel Yayınları),

s.47.

222
Tanzimat
Ta nzim at ve "İ lmiyye" *

Bu günkü davranışımızı, içinde yaşadığımız cemiyetin ve problem­


lerinin anlaşı lmasında yardımı dokunacak en mühim metotlardan biri
şüphesiz ki tarihi metottu r. Bu bakımdan birçok cemiyet meselele­
rimizin halli, .Tü rk Tarihinin aydı nlan m asına ve tarihi gelişm elerimi­
zin daha iyi anlaşı lmasına bağlıdır. Fakat bu da basit bir "vak' anüvis"
görüşü i le temin edilemez. Oysaki şimdiye kadar Osmanlı tarihi sa­
hasındaki araştırmalar, bu gibi esasa istinat etmiştir. Osman lı İ m pa­
ratorluğu ' ndaki siyasi m üesseseler hakkında söylenmiş olan lar bil­
hassa böyle dar bir çerçeveye sığdırıl m aya çalışılmış ve bun dan do­
layı bugünkü siyasi davranışım ızı izah etmeye yardı m edecek ve­
rimli faraziyeler o rtaya atılamamıştır. Osm an l ı İ mparatorluğu mües­
seselerini incelemiş olan tarihçiler, m ü n h ası ran Osm an lı müesse­
selerinin şeklini tesbit etmekle meşg u l olmuşlardır. Bu bakı m dan ,
20 nci asrın b aşından beri Osm an l ı siyasi m üesseseleri mevzu un­
da orijinal bir görüş zaviyesi getirmiş olmakla şöhret kazanmış olan
Albert Howe Lybyer bile çok kaba bir tahmini n isbeten daha az ipti­
dai bir şekle sokm aktan başka bir şey yapam amıştır.
Lybyer'in ortaya attığı "kullar müessesesi" teorisine göre, Osman lı
İ mparatorlu ğu'nun esas karakterist iklerinden biri devlet idaresinin
padişahın şahsi ku lları olan birtakım insanlar tarafından temin edil­
diğidir. Lybye r'in kitabını yazdığı 1 9 1 3 senesinden bu yana Batı'da
Osm anlı Müesseseleri hakkında yazı l an l ar büyük nisbette Lybye r'-

• Forum. cilt 4 , sayı 48 ( 1 5 Mart 1956). s.9- 10.

225
in tezinin tesiri altında kalmıştır.
Şekli bakım ı nd an Osm anlı m üessese leri nin incelenmesinde bü­
yük bir yardı mı olmuş olan bu teori, aslı nda Osm an lı müessese leri­
nin bir zaman cereyanı içinde gelişmeierini izahta tabiatıyla pek ve­
rimli olamazdı. Zira Osm an lı İ mp aratorluğu' nda tatbik edilen sıyasi
sistemin u m u mi hatlarında uzun zam an bir değişi klik olm adığı fara­
ziyesinden hareket ediyordu ve bu ıutum donmuş kalıplara sığma­
yan bazı gelişmelerin izah ed ilmesi nde tamamiyle kısır kalıyord u .
Halbu ki bu gibi gelişmelerin vu kua geldiği , lıse günlerimizden beri
bildiğimiz bedahatler arasındadır. Bunlardan biri, m esela, Kanuni'­
den sonra hükü mdarın devlet işlerin i n fiili tedvi rini etrafı ndaki dev­
let adam larına bırakm ası gelmektedir. Bu gibı bir gelişme ise mutat
Osm anlı müessese ıeori mlerinde ancak bir istisna olarak gösteril­
mekte ve Osmanlı ıç siyaseti n in aydın lanm ası nda pek cüz'i bir rol
oyn am aktadır.
Aslında mu htelif emareler Osm anlı İ mparatorlu ğu iç siyaseti tari­
hinin ve buna paralel olarak gelişen m üesseselerinin gayet alaka
çekici bazı safh alar arzeıt ığine işaret etmekted ir. Ancak bu çekiş­
menin kendine has u nsu rlarını bu ldu ktan son radır ki kültür ve siya­
set tarihim izle şimd iye kad ar cevaplandırı lm amış olan bazı m esele­
ler aydınlan abilece kt ir. Mesela bu iç çekişm enin ne gibi amillere da­
yandığı keşfedildikten sonra ve ancak bundan sonra m em leketimiz­
deki siyasi G arplılaşma hareketi esaslı inceleme konusu olabilecektir.
Zira siyasi Garplı laşma tempomuzun bu Osm anlı m üessesevi un­
surlar tarafından veya Osman lı siyasetinin kendine h as politik faali­
yetler tarafından ne derecede engel lendiğin i veya aksine GarplılaŞ­
mam ıza ne derecede yardım et miş olduğunu ancak o zaman keş­
fetmiş olacağız.
Bu problemin çözümünde ise siyasi ilim lerde ku llanılan "elite" me­
todun u n büyük bir rol ü olabi leceği ne in anıyoruz. Elite teorisi , basit­
leşti rilmiş şekliyle , tarih boyunca bi rbirini takip eden siyasi rejim ve
faaliyetlerin şeki llenmesinde en esaslı ami li n bir " önde rler" taba­
kası olduğunu kabu l eder ve m uayyen bir siyasi teşki latlan m a şek­
linde husule gelen , değişiklikleri bu "elite" veya " önderler" grubun-

226
da meydana gelen değişmelere bağlamaya çalışır. Burada "elite'­
'den kasdedilen, bir üst tabakadan ziyade bi r cemiyetin en m ü him
addettiği sahalarda ehliyet kesbetmiş olan şahıslardır. Başka bir de­
yimle bir cemiyette m evcut müteahassıslardır.
Elite teorisi her ne kadar bütün tarihi gelişmeleri izah edecek de­
recede cihanşu m ül bir teori değilse de muayyen devirlerde siyasi
bünyede vukua gelen değişikliklerin mahiyetini tespit etmek için son
derece faydalı bir analiz aleti haline gelmiştir. Tabii ki bu metodun
kullanılmasıyla siyasi gelişme mevzuundaki problemlerin hepsi ce­
vaplandırılam ayacaktır. Metodun temin ettiği en büyük fayda, bazı
problemlerin sarih olarak ifade edi lmesi , hakikaten mühim olan su­
allerin sorulmasına amil olm asıdır.
Bu metodu ku llandığımız takdirde mesela Osmanlı İmparatorlu­
ğu'nun siyasi müesseselerinin gelişmesi mevzuunda bir hayli mü­
him bazı nirengi noktaları tesbit edebildiğimizi ve problemin sara­
hat kazandığını müşahede ederiz . Evvelce üstünde durduğum uz
Lybyer'in teorisini ele alalım. Lybyer'in gayet basit olan bir ' ' ku llar
m üessesesi" teorisi yerine, Osman lı İmparatorluğu 'nda üç. esaslı
"elite" veya önder grubu olduğu faraziyesinden hareket edildiği tak­
dirde ve Osmanlı iç siyasi tarihi bu gruplarla Padişah arasındaki mu­
vazenenin kah bu gruplardan biri , kah padişah şahsı lehine bir du­
rum gösterdiği şeklinde ele alındığı takdirde, ortaya gayet entere­
san meseleler çıkmaktadır.
Tarihçilerin mevcudiyetlerinden haberdar oldu kları, fakat arala­
rındaki m ücadeleye ve kuvvet muvazenesi teşkilinde bir unsur ola­
rak rol oynamalanna ehemmiyet vermemiş olduklan bu üç grup şun­
lardır: Askeri bir elite olan Yeniçeriler, ilmi ve huku ki Elite'i teşki l
eden Ulema (İlmiyye sınıfı) ve Padişahla temasta olan idareciler küt­
lesi. Bu üç unsurun (ve Padişahın), siyasi iktidarı aralarında ne şe­
kilde paylaştıkları muvacehesinde bir Osman lı tarihi görüşü m üm­
kün olduğu gibi, böyle bir metodun ku l lanılması ile şimdiye kadar
karanlık kalmış birçok noktaları aydınlatacağı muh akkaktı r.
Buna bir misal olmak üzere siyasi Avrupalı laşma tarihinden bir
örnek verebiliriz.
227
Umumiyetle memleketimizde 1 9 ncu asırda cereyan edenler ıs­
lahat cereyanı gayet basit bir zaviyeden görülmeye alışılmıştır. Bu
noktadaki devrimci tezin şimdiye kadar ifade edilişini şöyle özetle­
yebiliriz: İlmiyye sınıfı tabiatiyle Osmanlı İmparatorluğu'na yenilik­
lerin girmesine ale�htardı. Bu sınıf bilhassa kendi nüfuzunu kıraca­
ğını bildiği yeniliklere ısınm adığı için, daima padişahın otokrasisini
desteklemiş, Osmanlı İmparatorluğu'nda girişilen ıslahat hareket­
lerini kösteklemiştir. Devrim aleyhtarı tarihçi ise bunun tam aksini
iddia etmeye daima hazırdır. Aslında, vakıaların tetkiki "devrimci"
izahın hakikate daha fazla yaklaştığını göstermektedir, fakat bu izah
da o kadar iptidai bir şekle soku lmuş ve basitleştirilmiştir ki , tabia­
tıyla Tanzimat devrinde cereyan etmiş olan birçok hadiseleri izah
edememektedir. Bunları birer istisna saymak m ecburiyeti hasıl ol­
muştur. Mesela Şeyhülislam Arif Hikmet Beyin ıslahat hareketi aleyh­
tarlarını sustu rmak için Anadolu'ya gönderilmesi, m esela Yeni Os­
manlılar Cemiyeti'nin saflarında Sarıyerli Hoca Sadık Efendi gibi şah­
siyetleriıı bulunmuş olması , mesela 1 876'da Mahmud Nedim Paşa
ve ummiyetle Sultan Abdülaziz idaresine karşı tevcih edilen h are­
ketin Yenikapı Mevlevihanesi Postnişini tarafından tahrik edilmiş ve­
ya onun delaletiyle husule gelmiş olması. Bütün bunları "basit" te­
ori muvacehesinde izah etmeye im kan yoktur. Şimdi de "elite" te­
orisinin temin ettiği gözlükleri takmakla aynı hadiseyi inceliyelim.
Osman lı İmparatorluğu'nda " İlmiyye" sır:ı_ıfı şüphesiz ki cemiyet
esasını teşkil eden m ukaddes Kanunun (Kur'anın) ve diğer İslami
ilimlerin koruyucusu olarak pek parlak bir mevki işgal ediyordu. Ham­
mer'in , Osmanlı İmparatorluğu'nun "yegane müstakil u nsuru" di­
ye isimlendirdiği bu sınıf adaletin tecellisine yardım ettiği gibi dev­
let işlerinde bazı ahlaki kıstasların da muhafaza edilmesine delalet
ediyordu. Eldeki eksik malumat ve sınıfın 1 O. asrın sonlarına doğru
Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün diğer unsurları gibi tefessühe yüz
tuttuğunu göstermektedir. Ancak bir cemiyet içinde uzun zaman mü­
him bir mevki işgal etmiş olan bir teşekkülün bu kadar kolayca te­
fessüh hareketlerine girişi ldiği anda bir ilmiyye sını fını yeni temeller
üzerinde kurmak isteyen bazı Ulemanın Mahmud ve Abdülmecid gibi
228
ısl ah atçı veya ıslahat taraftarı padişahlar zam anında mensup olduk­
ları sınıf arasına bazı yen i fiki rler getirmek istedikleri ve bu yolda ça­
lıştıkları görülmektedir. Mu htelif emarelerin işaret ettiği İ lmiyye sını­
fındaki bu iç reform gayreti hakkında şi mdiye kadar hemen hemen
hiç malümat toplanm amıştır. Fakat böyle bir hare kete rastlan dığı da
in kflr edilemez. Neşriyat alem inde mu hte lif ahlak kitap larının yeni­
den basılması, basitleştirilmesi ve daha anlaşılır bir hale gelmesi şek­
linde, siyasi faaliyet sahasında Yeni Osm an lı lar Cemiyet i'ne katı­
lanlar arasında birtakım dini şahsiyetlere rastgelinmesi şeklinde ken­
dini gösteren bu hareket bir elite'in karakteristik davranış şekille­
rinden b i ri olan " kendi kendini toparlama" gayretinin bir örneğidi r.
Böylece İ lmiyye sınıfının bir birim ol arak tetkik edi lmesinin yerinde
olacağını gösteren mu htelif emareler mevcu t olduğunu görüyoruz.
Binaenaleyh bu sın ıfı n bir birim olarak ele alınmasiyle hiç şüp hesiz
ki yakın tarihim izin gayet mühim bazı noktaları aydınlanacak ve ge­
lişmemizin ne kadar kompleks bi r seyir takip ettiği "vak' an üvüs"
tipi tarihçi lerimizin önüne bir örnek ol arak serilecektir.

229
Ali Paşa ve H ü rriye t *

"Cenabı H ak bu milletin saadet halini beş altı kişiye tevdi et­


miş, anlar hal ve akdi umuru devlet edivermelidirler . " (A li Paşa)
Tarihten b azen de fazla şeyle r bekliyoruz. Mesela aydın larımızın
büyük bi r kısm ının kabul ettiği bir fikir de, tarihte şu veya bu şekilde
ehemmiyet kesbetmiş olan şahısların hakiki şahsiyetlerinin zaman­
la ve "tari h " in yardım iyle ortaya çı kacağıdır. Böylece, ewelce dini
bir inançtan m ütevellit "Allah ceza veya mü kafat larını versin" gibi
bi r düşünce tarzının yeri ne, "tarih ona nasıl olsa m üstehak olduğu
yeri verir" şeklindeki bir inanç yerleşmiştir. Aslında tarih, maalesef
insanların görüş zaviyesinin bir m ahsu lü olduğu için her zaman ha­
kikatin ortaya çıkmasında bu kadar ıutu fkar davran m amaktadır. Ta­
ri hin bu "yargıç" teorisinin ne kadar mübalağalı olduğunu anlamak
için 1 9. asrın meşh u r sadrazaml arından Mehmet Emin A li Paşa'nın
şahsiyetinin bugünkü u mumi efkarda bı raktığı ize bakmak kafidir.
Bugün , meslekleri tari hçi lik veya edebiyatçılık olm ayan geniş bi r ay­
dınlar kütlesine sorarsanız A l i ve Fuat Paşalar en başta Türkiye'nin
teceddüd ham lesine yardı m etmiş kıymetli i ki sadrazamdırlar. Bu
kanaat umumiyetle yerleşm ıştir, ve gerek Ali gerek Fuat Paşalar Os­
manlı İ m paratorluğu 'na b u lu ndu kları m üsbet ilavelerle an ılm akta­
dırlar. Oysaki tari hi hakikatin bunun aksine olduğunu gösteren de­
liller mebzulen mevcuttur. Aslında, A li ve Fuat Paşaların birer " idare-i
maslahat " çı oldu kları ve İ kinci Mah mud'un ve onu takiben Mustafa

• Forum, cilt 4, sayı 39, (1 Kasım 1 955), s . 1 0-1 1

230
Reşit Paşa'nın meydana getirdikleri islahatla mu kayese edi lebile­
cek bir ilavede bulunmamış olm aları pek mu hteme ldir. Bu h ususta
henüz ciddi bir tarihi etüd yapı lmamıştı r.
Bu arada, A li ve Fuat Paşaların müspet bir i lavede bulunmadık­
ları noktasından da daha mühim bi r husus, A li Paşa' nın , devrinin
en büyük hürriyet aleyhtarlarından biri olduğu vakıasıdır; bu vakıa
arada kaybolmuş, ondokuzuncu asrın ortalarınd aki aydınların ga­
yet mühim bir mesele addettikleri bir husus, daha sonra Abdülha­
mid ve taraftarlarının bu problem i u n utturma gayretleri neticesinde
ortadan kaldı rı lmış gibidir. Halbuki Namık Kemal, Mustafa Fazıl Pa­
şa, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi şahsiyet ler, Osmanlı İ mparatorluğu'·
nda mevcut rejime karşı iti raz ettikleri zaman Abdülaziz'in şahsi po­
liti kasına değil , A li Paşa' nın politi kasına iti raz ediyorlardı. Genç Os­
man lılar'ın Avru pa'ya kaçmasına sebep olan , M ustafa Fazı l Paşa'·
yı " Genç Osm an lılar"ın hamisi haline getiren hadiseler, A li Paşa'­
nın Osmanlı İ mparatorluğu 'nda şahsi bir di ktatorya tesis etm eye ça­
lışmasının neticeleri idi. Bu hareket hattının mümeyyiz vasıfları da
Osmanlı İ mparatorluğu'nun içine düştüğü badireyi halletmede, Ali
Paşa'nın yeni teşekkü l etmiş olan Osman lı Efkarı Umumi.yesini hi­
çe saymasıydı . Babı ali.ye cahille rin top lanmasına müsaade etm iş
olan A li Paşa, Namı k Kemal 'e göre etrafına topladığı "dört buçu k
Fransızca sohbet" bilen leri n yardımıyla devlet meselelerini hal let­
meye mu ktedir deği ldi.
Osman lı İ mparatorluğu hakikaten bu devirde inki raza iyice mey­
letmiş olarak görü nüyordu. Abdülmecid devrinde bi r takım fu zuli is­
raf neticesinde büyüyen borçların , genç padişah Abdülaziz'in tahta
geçmesiyle tasfiye edi leceği umu lurken, bu padişahın da zaman la
sad razama uyup devlet borçlarını arttırdığı ve verimsiz bir takım iş­
lere sarfettiği görü lm üştü. Osmanlı İ m paratorluğu 'nda mali mese­
lelerde müşavi rlerin tavsiyelerine lüzu m görü lmediği için ist ikraz
"memba-i sahi h " added ilmiş iken , ve devlet borçları biteviye arttırı­
lı rken Genç Osmanl ı lar bunun "yalnız Babı'ali 'ye sahih olmuş bir ve­
hime"den ibaret olduğunu layı kiyle takdir ediyorlardı. Nam ı k Kemal
Babıali'nin bu hareket hattının yan lış tarafl arı nı işaret etmekten ken-

231
dini alamıyordu:

" İstikrazat kat'iyen milletin reyi ve malümatı ile olmayıp yalnız sadrazam
ve hariciye nazırı gibi birkaç mütegalliban-ı devletin karar-ı haf ileri üzere ak­
dolunup aradaki komisyonlardan onların bendeganı ve mensubatı müsteril
olurlardı. Şimdiye kadar akdolunan istikrazat-ı hariciye ile defter-i kebire ge­
çen duyum-u dahiliyenin faizleri ve resülmali karşılıkları devletin varidat-ı
mukannenesinden nısfını ekil ve beli edi p baki ·kalan nısfını ise masarifat-ı
mukarrereyi tesviye kifayet edemediğinden beher sene elli milyon franktan
mütecaviz muvazenede açık görünmekte ve bunu örtmek için her yıl böyle
bir istikraz aktine ihtiyaç messetmekte olup mülkün ve ahalinin ahval'ı di­
ğergünü ise bu kadar yükü bir zamanda kaldırmaya derkardır. "

Bunlar N amık Kemal'in Londra'da çıkardığı Hürriyet Gazetesi'nde


yaptığı tenkidlerdi. Daha evvel bu tenkidlerden bir hayli hafif olan
ve hükümetin nazik bir mevzu addettiği , Girit m eselesine dokunan
bazı m akaleleri dolayısiyle Namık Kemal'in muharrirlik hayatına bir
nihayet verilmiş ve A li Paşa, Tasvir-i Efkar'da çıkan bu makaleleri
bahane ittihaz ederek, Tü rkiye' de matbuatı engel lemek için ortaya
atılan ilk resmi harekete amil olmuş, daima vebalini boynunda taşı­
dığı, Kararname-i Ali'yi çıkarmıştı. Bu kararnamenin ayırıcı vasfı mat­
buatı , "gayrımuayyen bir had ile takyit" etmesiydi. İşte gerek Mus­
tafa Fazıl Paşa'nın , gerekse Namık Kemal ve Ziya Paşa'nın
"meşveret" istemeleri Ali Paşa'nın icraati çerçevesi içinde bir m a­
na ifade eder. "Usul'u Meşveret" devlet işlerini kontrol ve başta olan­
ların idare edilenlere karşı mes'u liyeti demek olduğu için, Osm anlı
İmparatorlu!;Ju'nda tatbik edilmesi icabeden bir usuldü. Buna karşı
Ali Paşa, bir gün kendi evinde topladığı bir mecliste Cevdet Paşa'­
ya devletin ancak birkaç kişi tarafından idare edi lmesini en doQru
yol bu lduğunu, aksi takdirde karışı klık yaratılacağından korktuğu­
nu itiraf ediyordu . Ali Paşa'nın hürriyet aleyhtarlığı acaba neden ileri
geliyordu. Otoriter rejimlerin teessüs dinamiği bakımından bu hu­
sus bilhassa incelenmeye değer. Vesikalar bunun tek bir hususa
irca edilebileceğini gösteriyor: hürriyet'in mücerret bir mefhum ol-
232
ması ve binaenaleyh hudutlarının tayininde zorluk çekilmesi.
Ali Paşaya göre, birtakım insanlann icraati serbest bırakıldığı tak­
dirde bunların ne yapacakları kestirilemezdi. Meşru ti bir rejim tesis
edildiği takdirde Osmanlı İmparatorluğu 'nu teşkil eden bütün mil­
letler İmparatorlu ktan ayrı lmaya karar verebilecekleri gibi , şahıslar
da bundan istifade edebilir ve kendi hegemonyasına bir nihayet ve­
rebilirlerdi. " Hürriyet"in mücerret bir mefhum olmasından dolayı bu­
nun hudutlarını tayin meselesini fazla zor bulmak ve binaenaleyh
külliyen hürriyet isteyenleri baştan savm ak için hürriyeti dar bir şe­
kilde tahdid etmek bütün otoriter rejimlerin mümeyyiz vasfıdır.
Ancak burada bir noktaya bilhassa di kkat etmemiz lazım. Ali Pa­
şa' nın bütün ifadelerinden edinilen intiba, haki katen millete en çok
iyilik yapabileceğini zannettiği için iktidarda kalmak üzere bütün ter­
tibatını aldığı ve daha basit ş�hsi menfaatler ummanın bu rada mev­
zu bahis olmadığı merkezindedir. İşte bu sahte feragat daha sonra­
ki nesillerin yanı imasında hayli mühim bir unsur olmuştur. Zira bir­
çok kimseler bunda otoriter şahsiyetin vasfını görememişler ve Ali
Paşa tarafından ileri görülen bu iddia yalnız kendi şahsını ikna et­
mekle kalmamış ondan sonra gelenlere de tesir etmiştir. Ali Paşa'­
nın yu karda tarif ettiğimiz şekilde tecelli eden düşüncesinin son za­
manlarda Amerika ve Avrupa'da üzerinde duru lan iJir konunun tet­
kiki için malzeme teşkil edebileceği muhakkaktır. Bu konu da "oto­
riter şahsiyet"in incelenm esi ile ilgili araştı rmalardır. Problem şu şe­
kilde vazedilebilir: yirmi nci asrın gelişme seyrinde sık sık diktatör
tiplerine rastlanmaktadır. Bu tiplerin şahsiyet yapısında müşterek
bir unsur mevcut m ud ur? "Otoriter şahsiyet" diye bir şahsiyetten
bahsedilebilir mi? Şikago Üniversitesi profesörlerinden Harold Lass­
well 'e göre bu gibi bir ayırm a yapmak çok yerindedir ve otoriter re­
jim lerin tatbik edildiği memleketlerde gerek emir verenin gerekse
amire itaat edenlerin davranışları bu bakımdan incelenebilir. Lass­
well bilhassa otoriter tiplerin müşterek vasıflarını tesbit etmeye uğ­
raşmıştır. Lasswell'e göre bu gibi şahsiyetlerin ortaya çıkm asında
en mühim unsurlardan biri bu şahısların bir "güvensizlik" hissi ile
meşbu olmalarıdır. Şahsiyetin en derin t abakalarında, bu güvensiz-
233
lik, şahsın kendine karşı güvensizliği olarak ortaya çıkar. Ferdin hayat
tecrübesinde kendine karşı güven veya saygısının azalmasını intaç
ettiren bir hadise olmuştu r. Ferdin kendine karşı güvensizliği daha
sonra başkalarına karşı gösterilen bir güvensizlik şeklinde tecelli eder
ve emniyetsizlik duygusu , umumiyetle, insan ların tabiatiyle kötü ol­
du klarına inanmak kisvesine bürünür.
Böylece, insanlar umumiyetle kötülüğe meyyal olduklarından, bun­
ların kendi iyilikleri için bir velayet altına alınmaları mecburiyeti or­
taya çıkmış olur. Diğer bir netice de şudur: otoriter şahsiyete göre
hürriyet insanların " kolayca istismar edebilecekleri" bir mefhumdur
ve bundan dolayı son derece tehlikeli bir fikirdir (Harold Lasswell,
Power and Personality, Londra, 1 948). Dinle devletin birleştiği bir
muhitte, bu duygu ve fikir silsi lesinin tabii neticesi, Ali Paşa'nın, bu
makalenin en başında zikredilen ifadesinde kendini göstermekte·
dir. Böyle esas itibariyle şüpheci ve kendinden emin olmayan bir
psikolojik yapıya sahip olan Ali Paşa gibi bi risi için, ne Paris'te Sa­
inte Barba kolejinde tahsil görmüş olmak ne de Fransızcaya aşina
olm ak esas otoriter temayüllerde bir değişiklik meydana getirmez.
Otoriter şahsiyet bugünkü otoriter rejimlerin ayrılmaz parçalarından
biridir. Bu bakımdan demokrasi yolundaki çalışmalarda sırf mihani­
ki usullere ehemmiyet vermenin ve müesseselerin islahının tek ba­
şına kifayetsiz olduğu birçok alimler tarafından ileri sürülen bir ikaz­
dır. Kendi memleketimizin kültürel özelliklerinden biri olan "baba
sembolüne" karşı hissedi len yakınlık, Forum' un geçen sayısında
bir okuyucu mektubunda belirtildiği üzere, otoriter tipteki şahsiyet­
lerin rağbet bu lmasına sebep olmaktadı r. Bu gibi bir vaziyette "de­
mokrasinin ruhi", esasları diyebileceğimiz unsu rlara ehemmiyet ver­
memiz zamanı ve psiko-sosyal yapımızın ampiri k bir şekilde esas­
larını tayin edecek araştırm alar yapmak vakti geçmiştir bile.

234
Yeni Osmanlıların Hakiki Hüviyeti *

Tanzimat Bürokrasisi

Batılılaşma yolunda geçirdiğimiz tecrübelerin üzerine eğilen ya­


zı lar memleketim izde eskiden beri geniş bir rağbet görmüştür. Bu
konu bir hayli işlenmiş ve Batılılaşmamız hakkında birçok şeyler söy­
lenmiştir. Derin görüşlü ve umumi kültür seviyesi bir hayli yü ksek
olan bazı düşünürlerim izin bu sahada verdikleri eserlerde muharir­
lerinin bu yüksek vasıflarını hisetniek de müm kündür. Ancak bu ara­
da sorulması lazım gelen bir sual da şudur: Yazarların bu sübjektif
hassaları problemin hakiki mahiyetini ortaya çıkarmaya kafi midir?
Muhakkak ki hayır. Her şeyden önce ve daha teferruatlı kıymetlen­
dirme tekniklerine inmeden, veyahut tam teşekküllü bir sentez mey­
dana getirmeye çalışmadan bu yazılarda m ühim bir unsurun tamam­
lanması icabetmektedir ve o da m ünferit olayların tesbiti ve hadise­
lerin ne şekilde cereyan etmiş oldukları noktasında vuzuhun temi­
nidir. Kısaca, kıymetlendirm iye gitmeden önce materyali toplam ak
lazımdır. Mesela Tanzimat devrinde cereyan etmiş olayların son de­
rece teferruatlı ve sahih bir tablosunu meydana çıkarmadan Tanzi- •

• Forum, Cilt 7, sayı 79 (1 Temmuz 1 957), s . 1 1 -1 2; Cilt 7, sayı BO, ( 1 5 Temmuz


1 957), s.8; Cilt 7 , sayı 83, ( 1 Eylül 1 957), s . 9-1 0 .

235
mat hakkında mütalaa serdetmek gülünçtür. Gene Abdülhamid'in
güvenilir bir biyografisi mevcut değilken bu hükümdarın fikirlerini
kıymetlendirmiye gayret eden bir çalışma kısır kalmaya mahkum­
dur. Binaenaleyh Batılılaşmamızın manasını kıymetlendirmeye ça­
lışırken bu vetirenin ne şeki lde cereyan etmiş olduğunu bulmamız
icabeder. Batılılaşma tarihimizi , resen, 1 20 küsur senelik bir devre­
ye sığıdırdığımız takdirde, bu 1 20 senelik dilimin içinde de muhak­
kak ki en ilgi çekici hareketlerden biri Veni Osmanlılar hareketidir.
Düşünürlerimiz arasında bahis konusu grubun ehemmiyetini idrak
etmeyen yoktu r tahmin ederim. Bununla beraber, daha sonra Jön
Türk ismiyle ortaya çıkmış olanların bir nesil önce önderliğini yap­
mış Yeni Osmanlıların gayeleri, ve geçirmiş oldu klan tecrübeler hak­
kında, ciddi bir araştırm a mevcut değildir. İşte Yeni Osmanlılar Ce­
miyeti ile ilgili hadiselerin tesbiti, yukarda bahsettiğimiz ve yapılması
zaruri olan tarihi etütlerden bi ridir. Memleketimizde monografi yaz­
manın ne demek olduğunun yavaş yavaş anlaşılmaya başlanması
sayesinde Yeni Osm anlılar tarihinin yakında aydınlanması muhte­
meldir, fakat şimdilik bu araştırmalarda kullanılacak bazı müşirlerin
de ortaya çıkarı lması mümkündür. Aşağıdaki mütalaalar bu müşir­
lerden birinin tesbiti ile Yani Osmanlılar Cemiyeti 'nin faaliyete geç­
ti!:ii sıralarda memleketimizde sosyal yapıda husu le gelen bazı ta­
hawüllerin tasviriyle i lgilidir.
Bir kere Yeni Osmanlılar kim lerdir? Yeni Osmanlılar veya Genç
Osmanlılar Sultan Abdülaziz devrinde ilk defa olarak Türkiye'de nis­
beten teşkilatlı bir siyasi fırka, teşkil etmiş olan şahıslardır. Burada
"fırka" kelimesinin kullanılışı kasdidir, zira o devirde henüz bir par­
tiden bahsetmeye imkan yoktur.
Abdülaziz'in tahta çıkışından az sonra İmparatorluğun inhitata doğ­
ru gidişinden huzu rsuzluk duyan bir kısım münewerler 1 865 sene­
sinde memleket içinde güdü len politikanın islahı gayesine yönelti­
len bir teşekkül meydana getirmiş ve bilhassa neşriyat yoluyla mem ­
leketimizdeki aydınları uyandırmaya çalışmışlardı. Grubun şöhret ka­
zanmasına yardım etmiş olan en mühim amil ler arasında Namık Ke­
mal ve Ziya Paşa gibi idealist şahsiyetlerin partinin kurucu ları ara-
236
sında bulunmuş olmalarını zikretmek lazımdır. Bugün Yeni Osman­
lılar hatıra geldiği zaman cemiyetin kendisinden ziyade Namık Ke­
mal'in cemiyetin maksatlarını anlatmak için H ürriyet Gazetesi nde '

yazdığı makaleler gelmektedir.


Devrim tarihimizin ilk adımlarından biri sayılabilecek olan bu te­
şekkülü incelerken karşımıza çıkan ilk problem lerden biri bu şahıs­
ların faaliyeti hakkında pek az bilgiye sahip olmamız ve cemiyetin
faaliyeti hakkında bugüne kadar yazılmış olan eserlerin sathiliğidir.
Fakat bu noktadaki vuzu hsuzluğu aydınlattıktan sonra bile karşımı­
za ikinci bir zorluk çıkmaktadır, o da Genç Osmanlıların nelerden
şika,yetçi olmuş olduklarını tayin etmektir. Umumiyetle Yeni Osman­
lılar hakkında yazılmış eserlerde Osmanlı İmparatorluğu'nda o za­
manlar hüküm süren "istibdat" şikayetin m enşei olarak zikredilmek­
tedir. Filhakika Yeni Osmanlıların, birçok yazılarında "istibdat"a karşı
ateş püskürdükleri bir h akikattır, fakat "istibdat" kelimesi kendi ba­
şına bizi aydınlatacak kadar müşahhas bir kelime değildir. Bu şart­
lar içinde yapılması gereken işlem, bizi Yeni Osmanlıların hakiki mak­
satları hakkında zerre kadar aydınlatmayan bu "istibdat" mefhumu­
nu daha müşahhas bir şekle inkilab ettirmektir. Belki o zaman bu
gençleri harekete sevketmiş olan güdü lerin hakiki mahiyetini tesbit
etmeye muvaffak oluruz. Bir kere bu istibdadı ya Padişaha veya Padi­
şahtan başkalarına mal etmek gibi basit bir ayrım la işe başlayabiliriz.
Genç Osmanlılar Abdu laziz'in şahsi istibdadına karşı mı protes­
toda bulunuyorlardı? Zahiren, şikayetlerinin böyle bir menşei oldu­
ğunu düşünmek makül görünebilir: Abdu laziz'in tahta geçişinden
az sonra Osmanlı İm paratorluğu 'nun diğer memleketler muvacehe­
sindeki durumu kötü leşmiş ve bir m üddet durmuş gibi görünen par­
çalanma vetiresi ve devlet itibarının sarsılm ası gittikçe hızlanan bir
tempo ile tekrar başlamıştır. Hayatının sonu na doğ ru Su ltan Abdü­
laziz kendini safahata vermiş ve memleketi israfa boğmuştur. Ger­
çekte ise Yeni Osmanlılar hün karın şahsına karşı daima son dere­
ce hürmetkar davranm ışlardır. Namık Kemal'e göre mesela, Padi­
şah , halkın kendisinden istediği bir şeyi yapmayı hiçbir zaman red­
detmemiştir.1 Meselenin daha etraflı bir tetkiki neticesinde karşılaş-
237
tığı mız i l k netice Yeni Osmanlı ların ası l hedef tuttu kları istibdadın
Ali Paşa' nın istibdadı oluşudu r. Bu buluş bizde i l k anda bir sürpriz
tesiri yarat abilir. Zira ilk mektepten beri duymaya alışı k olduğu m u z
tez, Ali Paşa' nın Osm an lı İ mparatorluğu ' na geniş hizmetleri dokun­
muş bir şahsiyet olduğudur. Aslında bu kon unun teferruatına indi­
ğimiz zaman Sultan Abdü laziz devrinde günlük pol it ikanın tayinin­
de Padişahın ancak tali bir rol onadığını b u l u ruz. Böylece vaziyet
aydınlanmış bulunm aktadır: aslında, Abdülaziz Fuat ve Ali Paşala­
nn hemen hemen esiridir denebilir. Reşit Paşa devrinde başlam ı ş
olan bu "vüzera hegemonya"sının son safhası , Fuat ve Ali Paşala­
nn ölü münden sonra Rüştü ve Süleyman Paşalar gibi Ali Paşanın
yetiştirdiği çı rakları nın Abdülaziz' i haletmiş olm alarıdır. Sadrazam
ve ona hizmet eden yükse k bürokrasinin bu devirde böylesine kuv­
vetlen miş olması ise Batılılaşmamızla doğrudan doğruya ilgili bir me­
seledir. H adisenin başlangıç safhalarını Reşit Paşa devrinde ara­
mak icab eder. Reşit Paşa zamanında yapılan idari değişiklikler kendi
sadrazamlığı devrinde bile yeni "yüksek memur" tabakası yaratmıştı.
Bu grubu , lisan bilm eleri dolayısiyle veya yapılan değişikli klerden
doğan yeni müesseselerde memu r edi lmeleri sayesinde, Batı ile i r­
tibatta bulunan kalem efendi leri teşkil ediyord u . Batı' nın idari tek­
niklerine olan vukufları sayesinde İ mparatorlu ktaki bütün mühim dev­
let işlerinin kontrolü yavaş yavaş bu yeni mem u r t abakasının eline
geçme kte idi. Bu yen i " üst tabaka" nın husu siyetlerinden bir tanesi
de kendini beğenmişliği ve mem leketi idareye yalnız kendini ehil gör­
mesi idi . Daha Reşit Paşa zam anında, sadrazam , İ ngiliz Hariciye
Nazırı ile yaptığı bir m ül akatta il. M ahmud ' u n şahsına bir hayli yük­
sekten baktığını ve Osm anlı İ mparatorluğu 'nda m eydana getirilen
yenilikleri tamamiyle kendisine m al edip Padişah' ı bu yeniliklerin tat­
biki için kullan ılacak bir aletten ibaret saydığını gösteren kelimeler
sarfetmişti. 2 A li Paşa bu tutu m u bir adım ileri götürerek devlet ida­
resinin mahdut bir "elite" tarafından temin edil mesinin zaruretine
işaret etm ekten çekinm iyordu .

238
il

Geçen yazımızd a Yeni Osm an lıl arı n h aki ki h üviyetini incelemeye


çalışırken bu h are keti n m eydan a çı ktığı sı ralarda Osmanlı İmp ara­
torluğu 'nda husule gelen bazı sosyal değişiklikleri ele almış ve bu n ­
ların incelenmesi neticesinde Tanzimat devrinde Osmanlı Cemiye­
ti'nin bünyesindeki mühim değişikliklerin birinin yeni bir "kalemiyye"
sınıfının doğuşu olmuş olduğu neticesine varmıştık. Bu sınıfın ha­
misi ve banisi A li Paşa, Reşit Paşa zamanından beri ortaya çıkan
bahis konusu yeni grubun Osmanlı İmparatorluğu'nun inkirazdan
sı yrıl m ası n d a büyü k bir rol oynayacağına ve bu ku rtu lmada önder­
lik rolünü ü ze ri n e alac ağına t am am e n inanmıştı. Bahsettiğimiz k a­
naatin kendisinde ne derece yer etm iş old u ğu nu devrin en müte­
yakkız t arihçisi nin ifadelerinden an lamak m ü m kündür. 3
İ mparatorluğun Batı lılaşması yolunda ilk geniş pratik neticeleri sağ­
lamış bulunanlarır.ı yavaş yavaş idareyi hükümdarın elinden alıp ken­
di yarattıkları yeni bir sosyal gruba tevdi etme gayretleri o zamanlar
Osm anlı İ mp aratorlu ğu ' nd a cereyan eden h adiseleri takibeden ec­
nebi müşahit lerin gözü nden kaçmamıştı . Tanzimat hadise lerine nis­
beten objektif bir n azarla bakabilmiş olan tarihçi re' se n bu ge lişme
hakkında şu nları s öyl e m e ktedi r:

Men:ıurlar (bu devirde) hükümdarın kulları oım.!'lktari çıkmış, devletin hiz­


metkarları haline gelmişlerdir. 4

Başka bir ifı;ıde i le Reşit Paşa'nın ıslahatı sayesinde devlet idare­


sindeki şahsilik u nsuru yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutuyordu. Os­
man lı İmparatorluğu'nda idarenin sinir merkezinde mühim bir yer
işgal etmiş, hün ka rın e m rinde b u lu nan kapı ku lları müessesesi or­
tadan kalkıyor, hü kü m darın devlet işlerinin görü lm esindeki rolü gi t ­
tikçe azalıyor, ye rini gayri şahsi bir bü rokrasi alıyord u .
D a h a az objektif fakat hissiyatını bütün şiddetiyle ifade etm e kten
sakınmıyan diğer bir müşahitten Frederi k Mi llingen 'den yen i Tanzi­
mat efend i lerinin kud reti hakkında şun ları din liyoruz:
239
" Kuvvetli bir lonca teşkil etmeye muvaffak olan bu katipler (Fransızca me­
tinde aynen "kiatib") nisbeten yüksek bir tahsilin bağışladığı imkanlara sa­
hip olmaları ve devlet işleri nin rutinini bilmeleri neticesinde, devletin diğer
azası üzerinde haksız bir hakimiyet tesis edebilmiş ve bunu muhafaza ede­
bilmişlerdir. Bunların siyasi nüfuzu idarenin bütün kol larına şamildir ve bu
yayılma sayesinde bu uzuv kendine hudutsuz tesi r ve nüfuz imkanları sağ­
layabilmiştir ... 5

Millingen'in ifadelerine bakı lırsa Abdülaziz devrindeki "istibdat "


bu yeni tabakanın eseridir. Bu noktada da tarihçi Cevdet Paşa, Mil·
lingen 'i teyid etmektedir. Bir taraftan , Avrupa'nın lüksünü kolayca
benimseyen bu tabaka devlet gelirini şahsi zevklerinin tatmini için
talan etmekte, diğer taraftan da Padişahı birtakım israfat yapmaya
sevkederek kendi kusu rlarını örtmeye çalışm aktadırlar. Ancak yeni
bürokratlar hakkmda ileri sürülen şikayetler bu ndan ibaret değildir.
Tanzimat "yüksek memu rları " bi r müddetten beri yapılmakta olan
idari değişiklikleri tatbik mevkiine koyarken bunları hunharca birta­
kım muameleler için vesile addetmektedirler. Avrupalılaşma, bu zat­
ların, karışıklıktan istifade ederek, ceplerini doldu rmalanna yaramak­
tadır. Tanzimat'ın başlangıcında husule gelen bu değişiklikler bir di·
Qer bakımdan da Osmanlı İmparatorluQu'nda teesüs etmiş olan sos­
yal m uvazeneyi bozmaktadır: En eski devirlerden beri Osmanlı ca­
miasında ehemmiyetli bir mevki işgal etmiş olan İlm iyye sınıfının nü­
fuzu bile bahsettiQimiz bürokratlar tarafından kösteklenmiş, fakat ye­
rine bir şey konamamıştır. Millingen, ulemanın bu devirdeki duru­
mundan şöyle bahsediyor:

" Kadim bir dini teşrii meclis olan Ulema uzvu bile . . . Nüfuz ve kudretini
kaybetmiş ve Babıali'nin üstünlüğüne boyun e(lmek mecburiyetinde kalmış­
tır." 6

Eskiden Su ltanın keyfi idaresine mani olabilecek duru mda olan


bu müessese yeni bürokratların devlet gücünü istedikleri şekilde ku l­
lanmalarına mfmi olam amaktadır.
240
Yeni Osmanlıların yükselttikleri itiraz seslerinin teşrihine geri ge­
lirsek, bu itirazların arasında şimdiye kadar üzerinde durduğumuz
noktaların hepsini bulmak mümkündür. Yeni bir bürokratlar sınıfı­
nın devlet işlerinde padişahın elinden inisiyatifi almış olmalarının Na­
mık Kemal üzerinde uyandırdığı tesiri mi m erak ediyorsunuz? Na­
mık Kemal 'in başyazarlığını yaptığı Hürriyet Gazetesi'nde " İd are-i
Hazıranın Hülasa-i Asarı"7 isimli bi r m akalede hadisenin kendisin­
de yarattığı infiali görmek mümkündü r. Namı k Kemal'in Avrupaileş­
meyi yalnız sathi m anada an layan , Batılılığı , lüks Avrupa malları kul­
lanma kabiliyetiyle bir tutan, yeni zengin ruhlu Tanzim at yüksek me­
murlarına karşı olan istikrarını mı anlamak istiyorsunuz? Gene Hür­
riyet Gazetesi'nde bu konuyu ele alan bi rçok makaleye rastlamak
mümkündür.e
Gene yeni bürokratların, İlmiyyeden yetişmiş olanlara nisbetle, çok
daha cahil ve görgüsüz olmaları ve bu cehalet lerinin doğurduğu zu­
lüm Namık Kemal ve Ziya Paşa tarafından incelenmiş olan bir ko­
nudur.
Namık Kemal'in bütün hü rriyetseverliği i le beraber "irticai" ola­
rak tavsif edilmeye müsait bazı hareketleri saydığımız unsu rların mu­
hassalası noktasından kıymetlendirilmelidir. Mesela Namık Kemal'in
ve Ziya Paşa'nın yazdıkları m akalelerin birçoğunda Osmanlı İmpa­
ratorluğu 'ndan yekpare bir Avrupai medeni kanun yerleştirme gay­
retlerine karşı cephe aldıkları bir hakikattir. Fakat Avrupa'nın "A"­
sından habersiz olan birtakım zevatın sırf taklit zihniyetiyle Tanzi­
mat'ın ilk senelerinde Osmanlı lmparatorluğu'nda meydana getir­
dikleri ucubelerin karşısında bel ki de N amık Kemal'in daha çok
ehemmiyet veren Avrupalılaşmasına hak vermek icabeder.

111

Su ltan Aziz devrinde sivrilmeye başlamış· bu lunan ve bundan ön­


ceki yazıda özel liklerini belirtmeye çalıştığımız, yeni idareciler sını­
fına karşı en ağır ithaml arı tevcih edenlerden biri de büyü k şai r ve
241
edip Namık Kemal olm uştur. Tanzimat'ın " üst tabaka"sını teşkil
eden bükokrasiye karşı yöneltilen bu itirazların bilhassa Namık Ke­
mal'den gelmiş olmalarının izahını yapmak nisbeten kolaydır. Bu iti­
razların sebebini Namık Kem al'in ailesinin bazı hususiyetlerinde bu l­
mak mümkündür.
Namık Kem al'in ailesi Osm anlı Devletine asırlar boyunca hizmeti
dokunmuş olan bir aile idi ve Namık Kemal de ailesinin şanlı tarihi­
ne son derece ehemmiyet veren bir insandı. Şeceresini İran sefer­
leri kahramanı Topal Osman Paşa'ya dayandıran biri için bu me­
rakta gayri tabii bir taraf olduğu söylenemez. Ancak Tanzimat dev­
rinde Kemal'in ailesinin durumu değişm iş, yenilik taraftarları çıka­
ramadığı için devlet hizmetinin ön saflarından çıkmıştı. Kemal'in ba­
bası Mustafa Asım Bey zam anında bu devlete hizmet an'anesi pek
acı bir şekilde nihayete erm işti: müneccimbaşı olan Mustafa Asım
Bey'in vazifesi Sultan Aziz zamanında artık bir formaliteden ibaret
kalmıştı. Hatta, Padişahın göreceği işler için en hayırlı saatin tesbiti
müneccimbaşının vazifelerinden biri iken, Su ltan Abdü laziz'in cü­
lüsü m ün asebetiyle Asım Bey tarafından tesbit edilen hayırlı saat
kaale alınmamış, program daha pratik mülahazalar dairesinde ha­
zırlanmıştı. Bu hadiseyi , Namık Kemal'in ailesinin işgal ettiği mev­
kiin tedricen düşmesinin bir sembolü telakki etmek mümkündür. Bü­
tün bunların yanında Nam ı k Kem al' in babasının bir hayli para sıkın­
tısı çektiğini biliyoruz. Kem al'in, ailesinin düşm üş olduğu durumu
Tanzimat'ın beraberinde getirmiş olduğu sosyal değişikliklere yük­
lemiş olması kuvvetle m u htemeldir.

Kuleli Vak'ası

Bundan önceki makalelerde ileri sürülen m ütalaaların ışığında Os­


manlı tarihinde şimdiye kadar izahı yapılmamış ve m ahiyeti tesbit
olunamamış olan diğer bir vak' ayı daha kesin çizgilerle ortaya çı­
karmak mümkündür. O da tari himize Ku leli Vak' ası ismiyle geçmiş
olan hadisedi r. 1 859 yılında cereyan etmiş bulu nan Kuleli Vak' ası ,
242
Çe rkez H üseyin Paşa, Cafer Dem Paşa gibi askerlerin ve Şeyh Ah­
met gibi ulema mensu pl arı nın iştirakiyle , Sultan Abdülmecid ' i taht·
tan indirmek için girişi lmiş bir harekettir. Hadiseyi tertipliyen ler emel­
lerine muvaffak olm adan yakalanmışlar ve m u htelif cezalara çarp­
tırı lmışlardır. Şimd iye kadar yapı l an araştırmalarda bu hareketin i r­
ticai m ahiyette b i r h areket mi, yoksa i nkı lap hareket lerim izin öncü­
sü mü sayı lması lazım geldiği noktasında kat'i bir neticeye varıla­
mamıştır. Tarihçi Uluğ İ ğdem i r' i n göstermiş olduğu üzere , cemiye­
tin kuruluş sebep lerinden biri Abdü lmecid'in son senelerinde Tan­
zim at ıslahatı dolayısiyle Hı risl iyan teb ' aya verilen imtiyazl arı n ce­
miyet azalarınca h aksı z telakki edi lmiş olmasıdır. Bu itibarla, U luğ
İ ğdem i r'in cemiyetin inkılapçı karakteri h aiz olmadığı şekli ndeki fik­
ri, haki katin bir cep hesıni ortaya çı karm akt adır. Fakat hakikatin bir
diğer cephesi de Ku leli Vak' asına sebebiyet verenlerin bu hakları
tevzi etmiş olanlara karşı , yani Tanzi mat bürokrasisine karşı yönel­
miş oldu klarıdı r. Bu bakımdan Kuleli Vak' asına işti rak edenleri ha­
rekete getiren memnu niyetsizl ik, daha son ra Yeni Osmanlı ları ha­
rekete geçi rm iş olan m emnuniyetsizliğin aynı idi ve Yeni Osmanlı­
lar, " in kılapçı" sayı ldı kları t akd irde , Kuleli Vak'asına sebep olanla­
rı n da inkı lapçı sayıl m a ları icabeder.
Ku leli Vak'ası nın hakiki m ahiyet inin b u l u n m ası , araştırm a tekniği
bakımından bir yeniliğin neticesi deği l , basit bi r di kkat eserid ir. Bu ­
nun için yapılması gereken işleme Enge l hardt ' ı n Tanzimat h akkın­
daki meşhur (La Turq u ie et le Tanzim at) ese rin in birinci cildinin
1 57 nci sayfası nı okumakt an ibarettir. Bu rada Kuleli Vak' ası hak­
kında şu izahat veri l m e ktedir:

"Abdülmecid'in cülusundan beri tahtın etrafını almış bulunan ve tecrü­


besiz ve iradesiz b i r efendiyi entrikalarının a leti ve israflarının şuursuz suç
ortağı haline getiren bir nevi oligarşi husumelin tevcih olunduğu esas nok­
ta idi . "

Böylece, Nam ı k Kemal'in daha sonra m enfada i ken rast ladığı Ku­
leli Vak'ası m ü reıtiplerinden Şeyh Ahmet "e karşı niçin o kadar de-

243
rin bir saygı göstermiş olduğunu anlamak mümkü ndür. Şeyh Ah­
met, Kem al' den önce Kem al'in müdafaa ettiği fikirlerin öncülüğünü
yapmıştı.
Tarif ettiğimiz bütün gelişmeleri Osmanlı tarihinin çerçevesinden
çıkarıp Batı Devletinin tekam ü l vetiresi ile mu kayese edersek, bi r
hayli ilgi çekici neticeler elde etmemiz mümkündür. Modern devle­
tin Renaissance'tan bu yana tekamülünü incelemiş olan müellifler
bugün bu tekamülde iki safha görmekte müttefiktirler. Bunlardan bi­
rincisi hükümdarın kendisine rakip gördüğü kuwetleri ortadan kal­
dı rması veya zararsız hale getirmesidir. Bu kuvvetler arasında bil­
hassa asılzadeler ve hakimler hükümdarın husumetinin ilk hedefini
teşkil ederler. Bu iki unsu.r zararsız hale getirildikten sonra, devle­
tin idaresini, merkezde bulunan ve önce hü kü mdara tabi olan, fa­
kat sonra kendi başına buyru k olan , bir bürokrasi temin eder. Batı­
da belirmiş olan ilk ihtilaller merkezileşmeden doğan istibdada kar­
şı ve krallığın bürokrasisine karşı yöneltilen bir protestodan ibaret­
tir. 1 641 İngiltere'sinde olduğu gibi, 1 789 Fransa'sında da asılzade
ve hakim gibi devlet otoritesiyle halk arasında mutavassıt kuvvetler
artık "tampon"luk vazifelerini göremez hale gelmişlerdi. Zira XIV.
Louis gibi merkeziyetçi hükümdarlar bu kuwetleri ortadan kaldır­
mışlardı. Asıl şayanı dikkat olan taraf Osmanlı İm paratorluğu'nda
da aynı gelişmelere rastlanılmasıdır. Osm anlı İm paratorluğu'nda
merkeziyetçi hareketler İkinci Mahmud zamanında tam bir muvaf·
fakiyetle neticelenmişti. Padişahın otoritesinin dağıtılması bakımın­
dan en tehlikeli unsu r olan Yeniçeriler ortadan kaldınlmış, hüküm­
dar, memleketin her köşesine devlet otoritesini yaymakta oldu kça
muvaffak olmuştu. Ulemanın kuweti , kaza sisteminin yav.aş yavaş
inhisarlarından çıkması ve yen i mahkemelerin ku ru lmasiyle, azal­
mıştı. Buna karşılık bürokratların nüfuzu çoğalmış ve bu yeni zümnre
bi rçok haksızlıklar irtikab etmekten çekinm iyordu. İşte Ku leli Vak'­
ası , devletin fazla ağır basmaya başlayan merkezi otoritesine karşı
yönelmiş olması bakımından ne İngiliz İ htilali'nden ve ne de Fran­
sız İhtilali'nden farklıdır. Aslında her üç ihtilal de modern devletin
gelişme vetiresinin mu ayyen bi r safhasında cereyan etmiş olan ay-
244
nı tipte hadiselerdir. İ htilal mefhumunu bu noktadan incelersek "sağ"
ve "sol" telakkileri tamamiyle m an asız bir hale gelmektedir. Fran­
sız ihtilali "sol"a yönelmiş bir hareketti. Ku leli Vak' ası ise irticai ma­
hiyette, başka bir tabirle "sa�a" yönelik bir hareketti, ancak iki ha­
dise devletin gelişme vetiresinde aynı " kadem e "de husule gelmiş
ve aynı sebeplerle ortaya çıkmış hareketlerdir.

1 Namık Kemal, U su l u Meşveret Hakkında Mekıuplar, No: 5", Hürriyet, 1 0


" '

Ekim 1868.
2 Bailey, Brltlsh Pollcy and the Turkish Reform Movement, s.271 -272.
3 Cevdet Paşa'dan naklen, Ebul'ula Mardin, Me d eni Hukuk Cephesinden Ah­
met Cevdet Paşa, İ sta n b u l 1 946, s. 1 0, not. 8.
,

4 Georg Rosen , Geschichte des Osmanischen Reichea, Cilt 1, s.302.


5 Frederick Millingen, La Turqule Sous l e Regue d'Abdul Aziz, Paris, 1 866,
s. 255.
6 M i ll i nge n, s.g.e. , s. 257.

7 Hürriyet, 28 Aralık 1 868.

8 Namık Kemal, Hürriyet, 7 Eylül 1 868; Ziya Paşa için Bak. "Yeni Osmanlar­
dan bir zat taralından m atbaamıza gönderilip dercolunan hatıralar," Hürriyet,
5 N isan 1 869.

245
Tanzimat Fe rma n ı n ı n JVl a n ası *

Yeni Bir izah Denem esi

Tanzim at Fermanı'nın , siyasi tefekkür tarihimizde çok mühim bir


merhale teşkil ettiği, Tanzimat Fermanı'nda kullanılan bir ifade ile,
"cümlenin malumudur." Ancak, "çok mühim" tabirinin taşıdığı müp­
hemiyetin ötesine geçip, Gülhane Hattı Humayunu'nun kazara ni­
çin çok m ühim olduğunu merak edecek olan birisi , biraz da müşkü­
lpesent olursa, mevcut araştı rm a ve etüdlerde, bahis konusu vesi­
kanın mahiyetini izah edici m alumatı bulamıyacaktır. Tanzimat Fer­
manı'nı merak edenler, bu meselenin ele alındığı eserlerde, Batı'­
da "Tautologie" ismiyle tanınan bi r açıklama usulüne başvu ru ldu­
ğunu görecekler, yani Haıt-ı Şerifin "çok ehemmiyetli değişmeler
husule getirdiği için çok mühim olduğu" bedahati ile karşılaşacak­
lardır. Aslında, pek !abii olarak Tanzimat Ferm anı' nın hakiki mana­
sını anlamak için , bu gibi haki katlerin ötesine geçmek zarureti var­
dır. Tanzim at Fermanı çok mühim değişikliklerin bir temel taşı ad­
dediyorsa, bu değişikliklerin nelerden ibaret oldu ki arını ve niçin de-
• Forum, Cilt 8, sayı 8 8 , ( 1 5 Kasım 1 957), s.6-8; C i l t 8 . sayı 89, ( 1 Aralık 1 957),
s. 1 3- 1 5; Cilt 8, sayı 90, ( 1 5 Aralık 1 957), s. 1 3· 1 5; Cilt B. sayı 91 . (31 Aralık 1 957).
s . 1 2- 1 3.

246
ğişiklik sayı ldıklarını araştırmak lazımdır. Şunu da belirtmek icabe­
der ki, bu hususiyet leri açıklamak maksad iyle Hatt-ı Şerifin ehem­
miyetinin bir izahı nı yapm aya çalışmış olan lar yok deği ldir. Fakat bu
tahlillerde bile, çoğu zam an , Tanzimat Ferman ı ' n ın siyasi tefe kkü r
tarihimizde getirdiği yen ilik layıkiyle beli rtilmemişt i r. Buna bir m isal
olarak, 1 940 sen esinde Gülhane H att-ı H u m ayunu 'nun 1 00 . yı ldö­
nümü münasebet iyle neşredi len "Tanzımat " isimli kü lliyat ı zi kret­
mek m ü m kündür. Bu külliyatta Tanzimat hakkında gayet faydalı bil­
giler bulmak müm kündür. Fakat bu eserdeki en üstün kalitedeki ya­
zılarda bile "Tanzimat Ferman ı nasıl bir tefekkür tarzının izlerini gös­
teriyor?" gibi basit bir suale tatmin edici bir cevap bulmak m ü m kün
değildir. Bu kül liyattaki m akaleler nazarı iti bare alınırsa, G ü l hane
H att-ı Humayunu ' n u n hakiki mahiyetine nüfuz edi lmeyişinin sebep­
leri arası nda iki e ksıklik b u l m ak m ü m kündür. Bun lardan birincisi ,
"Tanzim at " isimli esere dercedilen makalelerin çoğu nda ku llan ı lan
metodların , sordu ğumuz sualleri cevap l andırmaya müsait olmama­
larıdır. İ kincisi ,- çözülmek istenen mese lenin hal ledi lm esine yarıya­
cak bütün mu talar toplanmadan bazı u m u mi hü kümler istih raç edil­
miş olmasıd ır.
Hakikaten büyük bir kıymeti h aiz olm akla beraber, seçilen meto­
dun kafi derecede aydınlık tem in edebilecek bi r metod olmaması na
m isal teşkil etme k üzere , Sayı n Prof. Yavu z Abadan ' ı n "Tanzim at
Fermanının Tahlili" ism ini alan , incelemesini ve mu taların daha top­
lanmaktan uzak old uğu bir mevzuda u m u m i hüküm lerin verilmiş ol­
masına m isal olarak da Prof. Recai G . Okandan 'ın " Amme H u ku ku "
isimli incelemesi ni zi kretmek m üm kündür.
Prof. Abad an , incelemesinin m aksadını, bir yerde şu sözlerle izah
ediyor: "Tanzim at Fermanını hangi h u ku ki vesika kategorisine it­
hal etmek m üm kü n d ü r ?" Abadan ' ın cevaplandı rmaya çalıştığı su al
budu r. Ferm anı bu cepheden incelem eye çalışmış olmanın en bü­
yü k mahzu ru , vesi kanın bir t arih akımı içinde deği l , fakat m azi ve
istikbalden m üce rret , bizatihi bir birim teşkl l etmek üzere , yan i Fer­
mandan önce cari usü llere nazaran ne gibi bir kıymet ifade ettiğini
araştırm aksızın , bazı ideal hukuk norm larına mutabakatı nokt asın-

247
dan incelenmiş olmasıdır. Bu usu le mü racaat edildiği takdirde, pek
tabidir ki , Tanzi mat Fe rman ı ' nın hangi güçl ükleri cevaplandırmak
içi n ortaya çıktığı , hangi tesirlerın neticesinde ve h angi gayeler pe­
şinde koşan şah ıslar tarafından hazı rlandığı ve Osm an lı İ mparator­
luğu 'nda cari devlet idaresi u su l lerine ne gibi değişi klikler getirdiği
suali cevaplandırılamıyacaktır. Biz ise, Tanzimat Fermanı 'nın asıl
özünün ortaya çı kması içi n , bu ikinci nev'i suallerin cevaplandırıl­
ması zaruretine inanıyoruz. Değerli Prof. Dr. Yavuz Abadan'ın tah­
lilleri, platonik felsefe ve görüş seviyesini aksettiren "idea" ya ya­
kınlık veya uzaklık ölçüsüne dayandıkları için , kullandığı metoda ide­
alist veya şekli metod diyebiliriz.
Kendi müessese tahlil metodumuza ise fonksiyonel metod demek
müm kündür. Bu metod bir müessesenin hangi tesi rler altında ve ne
gibi ihtiyaçları karşı lam ak üzere kuru lduğunu cevap landı rmaya ça­
lışır.
Sayın Prof. Okandan'ın makalesine gelince bu rada kullanı lan usu l ,
am pirik müşahedeye dayanan tari hi metot olduğu içi n , istenen ne­
ticeyi isti hsale daha müsaittir. Fakat bu radaki eksiklik, yazarın tari h
ilmi hakkınsa beslediğine kanaat getirdiğimiz inançlardır. Tarihi olay­
ların yalnız siyasi olaylardan ibaret olmadığı , artık uzun zamandan
beri bir m ünakaşa konusu olm aktan çıkmıştır. Bi lhassa Tanzimat Fer­
manı'nın " tarihi" üzerinde d u rulacaksa, bu rada devrin fi kirler tari­
hi, " entellektüel tarih" ve fikir d eğişmeleri üzerinde dahi durmak ik­
tiza ederdi. Buna rağm en, Okandan'ın makalesi münhasıran "siya­
si" tarihten m isaller ve mu talar üzerinden hareket ederek, şöyle bir
hükme varabiliyor:

"Tanzimat devrinde ve bu devri n , za manının siyasi, hu kuki, içtimai ve i k­

tisadi fikir ve telakkileri n i n tesir ve izlerinden tamamen mahrum bulunan

fermanlarında . . . "

Biz sayın Profesörle aynı kan aatte değiliz ve bu hükm ün hakika­


tin gizli kalmış bazı cephele ri ni aksettiremediği görü şü nü temsil edi­
yoruz. Aslı nda, Tanzimat Fermanı' nın haki ki mahiyeti hakkı nda, bu-

248
günden itibaren neşrine başladığımız bu küçük denemenin esas tezi,
Gülhane Hatt-ı Humayunu'nun, büyük çapta, kendi devrinin ve Mu­
ası r Avrupa'nın siyasi, hu ku ki, içtimai iktisadi fi kir ve telakkileri ve
müesseseleri nden kuvvet aldığı ve bunların tesi rinden doğmuş ol­
masının kendine şimdiye kadar aydınlanamıyan karakterini bahşet­
tiğidi r.

A. Reşit Paşa 'nın Palmerston 'la Mülakatı veya Vezir-i Azam'ın


Padişah Aleyhtarlığı

Tanzimat Fermanı'nın hazırlanmasında bizzat büyük gayretler sar­


fetmiş olan Reşit Paşa'nın , padişahlık müessesesi, ideal devlet şekli
ve Avrupa' da Fransız İ htilali ' nden sonra d aha büyük bir hızla yayıl­
maya başlamış olan liberalizm cereyanı hakkında neler düşünmüş
olduğunu tesbit etmek kolay değildir. Fakat, Paşanın, zamanında
yaşam ış olan kimselere nisbetle, çok ileri radikal fi kirler beslediğini
açıklayan bir vesika mevcuttur, o da Reşit Paşa' nın 1 839 senesi
Ağustos ayında (yani Gül hane Hatt-ı Humayunu'nun ilanından üç
ay önce) Londra'da Hariciye Nazırı Palmerston ' la yaptığı bir müla­
katın zabıtlarıdır. Reşit Paşa, 1 838 senesi nihayetinde Mehmet Ali'­
ye karşı İngiltere ile bir anlaşma akdetme imkanlarını araştırmak üze­
re İngiltere'ye gitmiş ve Londra'da iken Su ltan Mahmud vefat et­
miş. Bahis konusu vesikad an , Mustafa Reşit Paşa' nın , Sultan M ah­
mud'un ölüm ü ve Abdülmecid' in culüsu dolayısiyle, Osm anlı İm pa­
ratorluğu'nun vaziyetini görüşmek üzere Palmerston 'dan bir müla­
kat istemiş olduğu anlaşı lmaktadır.'
1 2 Ağustos 1 839 tari hinde vu ku bulan mülakatta Reşit Paşa şöy­
le bir tez ileri sürmüştür: Reşit Paşa'ya göre , Osmanlı İmparatorlu­
ğu 'nun karşı laştığı en mühim mesele, Mehmet Ali ' nin Yakın Doğu'­
da yaratmış oldugu yeni problem deği ldi. " Qüvel-i Muazzama"nın
müzaharetiyle, Mehmet Ali daima bir tehlike olm aktan çıkarılabilir­
di . Reşit Paşa'ya nazaran asıl mühim olan , Osmanlı İmparatorlu­
ğu 'nun her gün kuvvetini kaybetmesiydi ve asıl mesele bu inkirazı
249
durdurmaktı . Reşit Paşa, Palmerston 'a, bu meseleyi birkaç sene­
den beri düşünmekte olduğunu ve bir hal tarzı bulduğunu ve Sul­
tan Mahmud'un ölümünden sonra bunları daha açıkça ifade etmek­
ten artık bir endişe duymadığını söylüyordu . Reşit Paşa Avrupa dev­
letlerinden herhangi birinin, Osman lı İmparatorluğu 'nun iç işlerinin
düzenlenmesi gayesıyle yapı lacak bir müdahalenin devletler hu ku­
kuna ve milletlerin münasebetlerini tayin eden esaslara uymayaca­
ğını ve son derece kötü neıiceleri olacağına işaret ettikten sonra,
Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmanın yegane çaresinin "değişmez
esaslara m üstenit bir iç idare"nin tesisi olduğunu beyan ediyord u .
" U n systeme immuablement etabl i " ifadesiyle karakterlerini çiz­
diği bu yeni idare tarzından, Reşit Paşa'nın kasdettiği, muayyen ve
sarih esaslardan hareket eden, Padişahın indi ve şahsi hareketleri­
nin değiştirilemiyeceği bir iç idare tarzı idi. Reşit Paşa'ya göre, Os­
manlı İmparatorluğu 'nun inkirazının yegane sebebi, "les maux d 'u­
ne tyrannie insupportable" (dayanılmaz bir istibdadın acı ları) idi.
Fakat:

"(Tesis edilmesi elzem olan) yeni (siyasi) müesseseler, aklı selimin ve


idrakin emretıiği şekilde i dare edi ldikleri takdirde. herkes, değişmeyen bir
sistemin hakiki faidelerin i ist ihsal ederd i . i stibdat azaldıkça, hükümete kar­
şı sevgi çoğalır ve halk bütün kalbiyle faydalı olan ve iyilik bahşeden yeni­
liklere bağlanırdı. Böylece. sırf millet sevgisinin muharri k kuvvetiyle hakiki
bir reformun süralli inkişafı ve dolayısiyle, Osmanlı İ mparatorluğu'nun, kar­
şısına geçilmeyecek kadar kuvvelli bir şekilde canlanmasını temin etmek
mümkün olurd u . "2

Bundan sonra, Reşit Paşa, Yeniçeriliğin ilgasından sonra mevkii


tatbike konmak istenen ıslahatın , halkın indinde hiçbi r mukavemet·
le karşı laşmadığını söyleyerek, şunları ilave ediyordu:

"Sultan Mahmud 'un taraftar göründüğü yeni müesseseler bazen zorluk­


lara düçar olmuş ise , bunların tesisi anı ndan beri i leriye bir tek adı m atıla­
mamış ise, bunun sebebi n i , o m üesseseleri halkın işine yarıyacak bir mey-

250
va vermekten uzak kılmış, gösterişli nümayişler haline getirmiş olan hüküm­
darın kibrinde aramak icabeder. "3

Bundan sonra, Reşit Paşa, hükümdarın Türkiye 'de yapılmak is­


tenmiş olan birçok yeniliklere nası l mani olduğunu zikrederek, bu
hareketlere bir son verilm esinin yegane çaresini , devletin , şahısla­
rın tesirinden azade kılınmasını temin edecek temeller üzerinde ku­
ru lması olduğunu söylemiş ve bu arada, Su ltan Mahmud'un dar fi.
kirliliğine ve kaprislerine işaret ederek, hükümdara ve zımnen, hu­
kuk devletinin çerçevesine girmemiş bir monarşik müesseseye karşı
duyduğu istihkarı ifade etmiştir.
Reşit Paşa'nın bu mülakatından neler çıkarmak mümkündür?
Bu mülakatta, üzerinde durulması gereken dikkate şayan nokta­
lardan birincisi , Reşit Paşa' nın "değişmez müesseselere" göster­
diği alaka ve on lara devlet idaresi bakım ından verdiği yüksek kıy­
mettir. Bu tutu m, klasik Osm anlı kültü ründe devlet hakkında besle­
nen kanaat ve inançlardan bir hayli ayrı lan bir tutumdur. H iç şüp­
hesiz bundan önce de devlet işlerinin bir düzene konmasını tavsiye
eden layihalar yazılmıtı. " lslahat" fikri Osm anlı devlet tasavvu r ve
ideallerine yabancı d eği ldi, fakat padişahlık müessesesin in bu ka­
dar küçümsendiği, hatta Osmanlı Devletinin inkırazının sebepleri ara­
sında zikredildiği ve buna karşı lık tam amiyle mihaniki - müessesevi
değişikliklerle Osm anlı İmparatorluğu ' nun kaderinin değiştirilebile­
ceği ve inhitatının d u rd u rulacağı o zaman a kadar hiç ifade edi lme­
mişti. Reşit Paşa'nın fikirlerini 1 8 . ası rda yazılmış meşhur bir Os­
man lı ıslahat layihasiyle mukayese etmek su retiyle, bunu ispat et­
mek mümkündür. Bahis konusu layiha Sarı Mehmet Paşa' nın Ne­
saih 'ül Vüzera ve'I Ümera'sıdır. Sarı Mehmet Paşa'nın eseri ve Os­
m anlı Devletinin inkirazına mani olmak arzusu i le kaleme alınmış
bir eserdir.4 Fakat Sarı Mehmet Paşa, bu işin " iyi hükümdar"ı ye­
tişti rmek suretiyle yapılacağına kaanidir. Bu rada gaye, Eflatun'un
ve d aha sonra Farabi'nin güttüğü gayenin ayn ı, yani " iyi hüküm­
d ar"ı yetiştirip onun şahsiyeti vasıtasiyle devlet işlerini bi r düzene
sokmaktır. Nesaih'de, m üesseselerin kendi başlarına yoğurucu bi r
251
rol oynadıkları ve bir devletin muvazene temin eden unsu rları ara­
sında başta geldikleri inancını ifade eden kısımlar hemen hemen yok­
tu r. Bunun aksine, Reşit Paşa, ideal devleti istihsal etmek için en
doğru yolun "iyi hükümdar" yetiştirmek olduğu kaziyesini reddet­
mektedir. Reşit Paşa'ya göre devlet idaresinde, m uvazeneyi temin
edecek olan, "şey"ler, m addi varlıklar, müesseselerdir. Reşit Pa­
şa'nın tutumu ayrıca Avrupada 1 8 nci ve 1 9 ncu asırlarda yayılan
liberalizm cereyanının arkasında yatan ideoloji ve dünya görüşüne
tamamiyle uymaktadır.
Bundan sonraki yazımızda bulduğumuz bu benzerlikler üzerinde
ve Tanzimat Fermanı'nı şekillendirmiş diğer cereyanlar üzerinde du­
racağız.

il

Geçen sayıda Mustafa Reşit Paşa' nın bazı fikirleri üzerinqe du­
rarak, bu qüyük devlet adamının tutumunda ve kanaatlerinde, dev­
rinde Avrupa'da hüküm sürmüş siyasi fikirlerin izini bulmanın müm­
kün olduğu ve binaenaleyh , Tanzimat Ferm anı'nın hazırlanmasın­
da Avrupa tesirlerinin zannedi ldiğinden daha büyük bir rol oynamış
olduğu tezini ortaya atmıştık. Bunu ispat etmek için de Reşit Paşa'­
nın yaşadığı devreden önce yazı lmış, fakat Paşanın devrinde bile,
Osmanlı imparatorluğu'nda cari "ideal devlet" tasavvurlarını kap­
sayan " Nesaih-ül Vüzera" ismindeki siyasi öğütleri , Reşit Paşa'nın
aynı konudaki düşünceleriyle m u kayese etm iştik. Bu noktada kü­
çük bir tavzi h yapmamız icabediyor. Nesai h 'ten "bir layiha" diye
bahsetm iştik. Aslında bu eser bir layihadan ziyade devlet istikrarı­
nın ne şekilde temin edilmesi mümkün olduğunu an latan bir risale­
dir, fakat Reşit Paşa'nın tetkik ettiğimiz düşünceleri aynı mevzu ile,
yani devlet m üstakar ve ilelebet payidar olm asını temin edecek va­
sıtalarla ilgili olduğu için, " Nesaih"e müraccaat tam bir mu kayese
yapmamızı m ümkün kılmaktadır.
Şimdi de daha açıkladığımız bir meseleyi halle çalışalım: Reşit Pa-
252
şa'nın siyasi müesseselerinin n azım rolü hakkında beslediği kan a­
atlerden bahsederken , bu tarz düşüncenin liberal düşünüşün bir ör­
neği olduğunu söylemiştik. Bu inanç, liberalizm in hakikaten karak­
teristik bir vasfı mıdır? Bunun hiç de şüphe götürmeyen bir husus
olduğunu liberalizmin Reşit Paşa'nın devrine rastlıyan şeklini yarat­
makta bir hayli tesir icra etm iş olan bir yazarın eserinden anlamak
mümkündür. Yazarın ismi William Godwin, eseri ise "An Enquiry
Concerning Political J u st ice d i r Godwin, Locke'un fikirlerinden
" .

hareket ederek, devlet h akkında Locke kadar derine gitmeyen, fa­


kat 1 9. asır başlangıcı liberal muhitlerinde bir hayli müessir olmuş
ve popüler bir m ahiyet almış olan bazı siyasi fikirler ileri sürmüşt ü .
Bu itibarla, Godwin'de bulduğumuz fikirlere , 1 820' 1erde ve 1 830' 1ar­
da liberal mu hitlerde harcıalem olan düşünce tarzı diyebiliriz. İngil­
tere' de Godwin 'in temsil ettiği fi kirlerin aynının önderliğini Fransa'­
da Condorcet yapmış ve bu memlekette de Condorcet' n in fi kirleri
liberal mu hit lerde b i r h ayli müessi r olmuştu . Reşit Paşa' nın, m u h­
telif sefirlikleri ve diğer Avru pa memu riyetleri sı rasında, bahsede­
ceğimiz fikirlerin gerek Fransa'da gerek İ n gi ltere'de yayılmış şekil­
leriyle karşılaşmış olm ası pek m u htemeldir.
Godwin 'in siyasi ve teori felsefesi şöyle bir düşünce silsi lesi üze­
rinde kuru lmuştu: Locke ' u n psikolojik nazariyesine inanıl arsa, yan i
insanın bu dünyaya bem beyaz bi r kağıt gibi, her türlü tesirden ve
istikametten azade olarak geldiğine inanı lırsa, bundan insanı n do­
ğuştan terakkisine m ani olacak herhangi bir hassaya malik olmadı­
ğı istihraç edilir. Binaenaleyh, in san lard a ve milletlerde görü len ak­
saklıklar yaradılışlarının n eti cesi değil tesirine maruz bulundukları
müesseselerin bir n eticesidir. İ nsan kendisini iyi yola sevkedecek
müesseseler içinde büyürse iyi yol a, kötü m üesseseler içinde geli­
şi rse , kötü yola sevked ilir. İ nsan ı n iz'an ve id raki kendisine iyi mü­
esseseleri çoğaltm aya ve kötü müesseseleri kaldı rmayı em retmek­
tedir. İ nsana en çok tesir eden siyasi müesseseler olduğuna göre
insan bütün enerjisini bunları değiştirmeye 'hasretmelidir. Bu yeni
müesseseler ku rulduktan sonra, insanoğlunun yapamayacağı iş yok­
tur. Godwin'e göre mevcut hükumet lerin ekserisi " kötü müessese"

253
remzi altında mütalaa edilebilir, zira bahis konusu hükümetler, tek
bir şahsın yani hükümdarın , veya birkaç kişinin (aristokratların) fay­
dasını sağlamak gayesini gütmektedir. İnsanın en kutsal vazifele­
rinden biri " hayasız bir m isitisizm"in .yaldızı ile süslenen bu hükü­
met sistemlerini değiştirmek ve insana bu şekilde gelişme imkanla­
rının en genişlerini tem in etmektir5.
Godwin'in bu düşünceleriyle, Palmerston'un Memorandum'undan
Reşit Paşa'nın başarmak istediği anlaşılan işler arasında pek bü­
yük farklar mevcut değildir. Burada Reşit Paşa'nın Godwin'i ince­
den inceye tetkik ettiğini iddia etmiyoruz. Fakat, Reşit Paşa'nın zih­
ninde, zam anının liberal fiki r cereyanlarının oldukça mühim bi r iz
bıraktığını gösterecek ipuçlarına rastladığım ızı söyleyebiliriz.
Reşit Paşa'nın husule getirmek istediği ıslahatın 1 9. Ası r başlan­
gıcı Avrupa devlet düşüncesiyle olan irtibatını ve büyük devlet ada­
mının tefekkürünün liberalizm ile olan temas noktalarını başka bir
yönden de tesbit etmek mümkündür. Reşit Paşa'nın gayesi "hüküm­
darın hareketlerini tahdit edecek bazı müesseselerin kurulması" şek­
linde tarif edilebilir. Bu ise gene 1 9. asır başlangıcı liberalizminin
ve ona en mühim özelliklerini bağışlayan Anayasacılık cereyanının
güttüğü gayelerden biridir. Bu Anayasacılık hareketiyle elde edilmek
istenenlerle Reşit Paşa'nın elde etmek istedikleri arasında tam bir
mutabakat mevcuttu r. Bunu da Anayasacı lığın gayelerini tarif eden
modern bir müel lifin sözlerinden anlamak mümkündür. Bu müellife
göre: Modern anayasacı lı k hareketinin ayı rıcı vasfı, hükümdarların
kanunlara tabi oldukları fikrinde ısrar etmesi değildir. Zira bu pren­
sip daha orta zamanlarda bile yerleşmişti. (İslami devlet teorisinde
de böyle bir prensibe rastlamak m üm kündür). Modern Anayasacı­
lık h areketinin hakikatten mümeyyiz olan vasfı, kanunların hakimi­
yetini temin edecek tesirli siyasi kontrolleri tesis etmeye çalışmış
olm asıdır6.
1 850 senelerinde Reşit Paşa' nın Osmanlı Devleti'ne bulunduğu
hizmet mevzu unda mütalaada bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu
pek iyi tanıyan bir m üşahidin ifadesiyle:
Esasen ıslahatın (Reşit Paşa ıslahatının) m eydana getirmek iste-
254
diği nedir? İslahatın asıl gayesi, en eski zamanlardan beri bu mille­
tin adet ve örf ve an' anelerinde mevcut olanl arı kanun şekline sok­
mak ve şimdiye kadar müphem bir formülün veya bir tesadüfün eseri
olanları bir vakıa haline getirmektir7
Müellifin bahsettiği "örf ve adetler"e bir misal olarak Osmanlı
İmparatorluğu'nda cari usu llerden Danışm a Yol u ile Devlet İdaresi
diye tarif edi lmesi müm kün olan " u sul-ü meşveret"i zi kredebiliriz:
Reşit Paşa'nın bu Osm anlı idare tarzı ile ilgili icraatı, Tanzimat Fer­
manı'nın tatbikine memur kılınan meclislerin harekete geçiri lmesiy­
le "usu l-ü meşveret"i müesseseleştirmek olmuştur. Usul-ü meşve­
ret'in bir müessese çerçevesi içine soku lmasına dair verilen bu mi­
salimizin yanında Tanzimat Ferman ı ile ve onu takib eden ıslahatla
yapılmak istenenen " m üphem bi r form ülü" bir "vakıa" haline ge­
tirmek olduğunu gösteren bi rçok örnekler vermek mümkündür. Bu
usu lleri kat'ileştirmek, senelerin değiştiremiyeceği müesseselere
bağlamak ve aynı zamanda hükümdarın salahiyetlerini de aynı esas­
lar dahilinde tahdit etmek gibi Reşit Paşa'nın pek ehemmiyet verdi­
ği üç hususun Batı düşüncesinin izini gösterdiğini , yu karda ispat et­
meye çalıştık.

B. Sadık Rifat Paşa veya Tanzimatın Fikriyatı

Osmanlı Tarihçisi LOtfi Efendi, 1 837 senesi hadiselerini zikreder­


ken , bir taraftan Mustafa Reşit Paşa' nın, H ariciye Veki lliği u hdesin­
de kalmak üzere, Paris'e büyükelçi payesiyle tayin edildiğini anla­
tarak, hemen arkadan aynı tayinde Sadık Rifat Bey isminde birisin­
den bahsetmekte ve onun da aynı tarihte Viyana'ya elçi tayin edil­
diğini bahis konusu etmektedir. Daha sonra Mehmet Sadık Rifat Pa­
şa ismiyle şöhret bu lan bu genç diplomatın her ne kadar 1 854 se­
nesinde asarı neşredilmiş ve Su ltan H amit devrinin sonuna kadar,
yazdığı "Ahlak Risalesi" , m üteaddit baskıları .,yapılarak mektepler­
de okutulmuş ise de, bu zatın siyasi fikir tarihimizdeki ehemm iyeti
zam anla unutu lmuş, bugün ancak Tanzim at devri ile uğraşanlar ta-
255
rafından tamamen hatırdan çıkarılmam ıştır. En son olarak, Cu mhu­
riyetin ilk yıllarında tarihçi Abdu rrahman Şerefin "Tarih Musaha­
beleri"nde Sadık Rifat Paşa'ya geniş bir yer ayrılmış, Paşanın Os­
man lı devletinin idare tarzı hakkında yazdığı kısa bir eseri, aynen,
kitabın ayn bir faslı olarak, "Tari h Musahabeleri"ne dercedilmiştir.
Fakat Tanzimat tarihini Abdu rrahman Şeref kadar iyi bilen birisinin ,
Tanzimat'ın fikri menşei hakkında bu şekilde yapmak istediği bir ima
anlaşılmamıştır. Aslında, Sadı k Rifat Paşa'nın Gülhane Hatt-ı Hü­
mayunu ile başlayan devrenin fikri mübeşşirlerinden olduğu şeklin­
de bir kanaat beslediğini gösteren ıarihçi Sadık Rifat Paşa'nın dü­
şüncelerini eserine dercederek elimize kıymetli bi r ipucu vermiş bu­
lunuyor. Bu ipucunun tetkikinden neler çıkarabilece!;'jimizi gelecek
sayıda araştıracağız.

111

Tanzim at ricalinden Sadık Rifat Paşa' nın bazı eserlerinde, Mus­


tafa Reşit Paşa'nın tatbi k m evkiine koyduğu ıslahatın nazariyesini
bu lmanın mümkün olduğunu söylemiştik. Gene aynı incelemede,
Sadık Rifat Paşa'nın bu teori lerinde, Reşit Paşanın tutumunun ar­
kasında saklı kalan ve ortaya çıkarmaya muvaffak olduğumuz Batı­
lılığın izlerine de rastlandığını işaret etmiştik. Şimdi de bu köprüyü
ku rmaya ve Sadık Rifat Paşa'nın fikirlerini inceleyerek Reşit Paşa'­
nın fikirleriyle irtibat noktalarını, Balılı görüşleri hatırlatan veçheleri­
ni ve Tanzimat'ı izah edici taraflarını belirtmeye çalışalım.
Faydalanacağımız m ehazlar8 Rifat Paşa'nın, devletin idaresi hak­
kında yazdığı iki denemeden i barettir. Her iki yazıda da, S.Rifat Pa­
şa, İslami-Osmanlı siyasi yazarlarının zaman zaman ku llandıkları bir
kalıba müracaat ederek, lafı, devletlerin kudret ve bekasının men­
baının " adalet" olduğunu söylemekle açıyor. Fakat, bu basit giriz­
gahı takib eden kısmı oku rsak, Rifat Paşa'nın klasik siyasetname
yazarlarıyla olan benzerliklerinin şekilden ibaret kaldığını görürüz.
Zira, Rifat Paşa, yaptığı girişin hemen arkasından , daha önceki ya-
256
zarlarda ender rastlanan bir tok sözlü lükle, adil bir rejim kurama­
yan ve teb'ayı zülum la idare eden hükümetler için şu kat 'i hükmü
vermektedir: •

Bu esas üzere (ada let üzerine) müesses olmayan ve şer'i akıl ve insaf

ve hakkaniyete m ugayir olan h ü kümetin payidar olması mümkün olmaz.

Bu ifadenin arkasında bir tari h görüşü yattığı bedihidir: bir devle­


tin, dini icapları yerine getirmediği için deği l , fakat adaletin icapları­
nı yerine getirmediği için batmaya mahkü m olduğunu ileri süren gö­
rüş zaviyesi. Sadık Rifat Paşa'ya kadar, Osmanlı İmparatorluğu '­
nun gerilemesinin izahını yapan birisinin, hatta ileri sürdüklerine inan­
masa bile, dinin ihmal edildiği tezine dayanm ası bir zaruretti.
Fakat Sadık Rifat Paşa' da böyle bir izah tarzına rastlamak müm­
kün değildir. Sadık Rifat Paşa' nın teklif ettiği izah tarzı gayet basit­
tir: bir devlet zülumla idare edi lirse geriler. Böyle bir fikir yani dev­
letlerin tereddisine sebep olan unsu run adaletsizlik olduğu noktai
nazarı ise Batılı bir görüştür ve aydınlık devrinde bi r hayli revaç bul­
muş teorilerden biridir. Hatta Sadık Rifat Paşa'nın yaşadığı devir­
den biraz önce Avru pa'da bir hayli popüler olmuş olan bir yazar,
bu teoriyi düşünce aleminde bir moda haline getirmeye muvaffak
olmuştu. Yazarın adı Volney'dir; devletlerin adaletsizlikten dolayı ge­
riledikleri tezini ileri süren eseri ise, Les R u ines de Palmyre ismin­
de, herkesin anlayabileceği bir tarih felsefesi müdafaa eden ve ko­
nusu kısmen Osman lı İmparatorluğu 'nun tereddisi olan bir kitaptır.
Bu rada okuyucu , Sadı k Rifat Paşa'nın Volney' in fikirleriyle pek geç
mülaki olduğu şeklinde bir itirazda bulunabilir. Ancak Valney'in şöh­
retini 1 9. asrın başında yapmış olm ası, fikirlerinin az sonra müessi­
riyetlerini kaybettikleri manasına gelmez. Le s Ruines de Palmyre ' in
elimde şu anda bu lundurduğum nüshası , 1 869 da basılmış bir "cep
kitabı" olduğuna göre , Volney, o zaman lar bile Avrupa'da okunan
bir müellifti. Bunun yanında da, bugün bile, Avrupa'da ortaya atılan
teorilerin 30-40 sene rötarla memleketimize geldiğini unutmayalım.
Kaldı ki Volney' in Tü rkçeye ilk tercümesi 1 8 70 senelerine doğru ya-
257
pılacaktı, o bakımdan Sadık Rifat Paşa' nın uyanıklığına diyecek yok­
tu r.
Fakat Sadık Rifat Paşa'nın fiki rlerinin Batılı menşeini hatta daha
esaslı bir surette göstermek m ü m kündür. Bir kere Paşa' nın, devle­
tin m ahiyeti hakkı nda ileri sürdüğü mütalaalarda, o zamana kad ar
ender rastl anan bir objektiflik göze çarpmaktadır.
Bu objektiflik Makyavel'in 1 6. asırdan beri Batılı siyaset tetkikleri­
ne getirmeye muvaffak olduğu , soğukkan lı, mugal ata kabul etme­
yen ve o zamandan beri Avru pa'da siyasi ilim lerde m üessir olan il­
mi görüşün tam kendisidir. Sadık Rifat Paşa, gayet tabii bir şekilde,
hiç çekinmede n , " avam-ı nas" ın " evamir-i i lahiyeye irade-i insani­
yeden ziyade ri ayet ve itaat" eyledi klerini söylemekte, yani dinin ,
devletin otoritesini sağlaml aştırmaya yarayan bir vasıtadan başka
bir şey olm adığını ifade edebilmektedir. Gene Paşa, kanunlardan
bahsederke n , " kavanin-i şer' iyye"yi gölgede b ırakıp, d aha çok
" kavanin-i akliyye-i siyasiyye"den bahsetmeyi tercih ediyor. Daha
mühi m m i , sadık Rifat P aşa ' n ın bu sözlerinde, Reşit Paşa' nın ısla­
hatının teorisi belirmeye başlıyor. Ri fat P aşa' nın şu ifadelerine ba­
kalım:

Bir memlekette ahkam-ı şer'iyye ve kavanin-i mevzua-i hüküm ve nizam­


dan ziyade şahsiyata itibar ve riayet olunur ise, ol mahalle temekkün caiz
değildir.

Sanki Reşit Paşa' nın Palmerston 'la yaptığı mülakat esnasında ileri
sürdüğü tezler aynen tekrar ediliyormuş intibanı veren bu sözler daha
da ilgi çekici bir şekle girerek şöyle devam ediyor.

Ve esas-i kavanin ise, herkesin iğrazı nefsiyesini icra edemeyecek su­


rette tayin ve tahdidi hukuk etmek demektir.

Ni hayet , Sadık Rifat Paşa'ya göre:

Bir devletin kavam ve devamı yalnız hükümdarının hüsn-ü idare-i zatiye-

258
&ile hasıl olmayıp , saadet-i hal , memlekin (kralların) bad'el vefat istimrarını
dai olacak nizamaı-ı nalıanın bilmüşavere vaz-ı tesisine muvaffak olmağla
menuıtur.

Sadık Rifat Paşa'nın bu fikirlerinde, Reşit Paşa'nın fikirlerini tah­


lil ederken işaret etmiş olduğumuz m üessesecilik, sanki Reşit Pa­
şa tarafından ifade olunmuş gibi gene karşımıza çıkmaktadır.
Sadık Rifat Paşa'nın fikirlerine istikamet vermiş olan Batılılığın te­
sirini, Rifat Paşa'nın . devletleri meydana getiren kuwetler hakkın­
da beslediği kanaatlerde de görmek m ü m kündür.
Sadık Rifat Paşa'ya göre devletlerin kurulmasının asıl amili "tabiat­
i beşeriyye"dir ve:

. . . tabiat-ı Beşeriyyeye muhalif olan hüküm ve madde daima cari ve payi­


dar olamaz, velev bir vakii için cari olsa bile kuvve-i cebriye ile devam ede·
rek esbab-ı kaviyyesi bertaraf olur.

Sadık Rifat Paşa'nın devlet menşeini insan tabiatında araması­


nın Osmanlı-İslfımi siyaset yazarları bakımından büyük bir yenilik teş­
kil ettiğini iddia etme k zordur. Mesela Farabi'nin de böyle bir dü­
şünceyi öne sürmüş olduğu iddia edilebilir. Ancak, Sadık Rirat Pa­
şa, Osmanlı klasiklerinde bulunmadığı iddia edilmesi zor olan bir fi­
kirden hareketle yepyeni neticelere varıyor. Mesela Paşanın adale­
ti tarifi pek modern , liberalizm fikirlerinin tesirini gösteren bir tariftir:

Adalet dahi , mutlaka menfaat-i umumiyyeyi mü lk-ü mi lletin hüsn-ü mu­


hafazası kaziyyesidir.

Veya Sadık Rifat Paşa'nın Batılı menşeini daha kesin bir şekilde
gösteren bir ifade ile:

Hükumetler halk için mevzu olup, yoksa halk, hükümetler için mahlük de­
ğildir.

259
İ şte bu ifade hakikaten modern bir eda t aşım aktadır ve hem Os­
man lı İ m paratorlu ğu'nda o zamana kadar geçer akçe olan devlet
teorisi bakımından bir yenilik teşkil ettiğine ve hem de bariz bir şe­
kilde Avrupa liberal düşüncesinin izini taşıdığına şüphe yoktur. Bu
düşüncenin Avru pai menşeini tam manasiyle ortaya çıkarmak için
Sadık Rifat Paşa'nın teorilerine neşterimizi tatbik etmeye devam ede­
rek, bu fi kri anatomi tecrübesine devam edelim. Acaba Sadık Rifat
Paşa niçin hükumetlerin halk için yaratı ldığı esasına bu kadar ehem­
miyet veriyordu?
Bunun cevabını Sadı k Rifat Paşa şöyle vermektedir:

" Efkar-ı umumiye ve temayülat-ı nas cuş ve huruşa gelmiş bir nehre şe­
bihtir ve cihanda def-i izalesi muhal olan ahvalden biri itikat ve diğeri efkar­
ı Ammedir. Bunlara muhalefet müteasser ve vahim olmağla efkar-ı Amme­
nin galeyan ve heyecanında devletlerin cereyan-ı tabiata göre davranmala­
rı ünsebdi:."

Bu ifadede iki nokta mü himdir. Bunlardan bi rincisi , yukardaki ke­


limelerden anlaşıldığına göre , Sadık Rifat Paşa'nın devleti adaletle
idare etme zaruretini ahlaki bir mecburiyet deği l , bir tabiat kanunu­
na, amme efkarının dalgalanm ası gibi maddi bir varlığın icbar edici
kuvvetine bağlaması , i kincisi de yu karda zikrettiğimiz sözlerin he­
men arkasından , Fransız İ hti lali'ni (veya ihti lallerini) hatırda tuttu­
Qunu gösteren ifadeler ku llan m ış olmasıdır.
Birinci noktada Sadık Rifat Paşa'nın aldığı tavırla Batı siyasi dü­
şüncesi arası nda bir i linti kurm ak kolaydır. Sad ı k Rifat Paşa burada
halka hizmeti Allah'ın emirlerini dinleme lüzu munun doQurduğu bir
mecbu riyet olarak değil , eşyanın tabiatinin doğ u rduğu bir mecbu ri­
yet telakki �tmektedir. İ şte Sadık Rifat Paşa'da sık sık rastaldığım ız
bu görüş, bir taraftan Avrupa'da Newton'un keşiflerinin tesiriyle b i r
maddi varlıklar muvazenesi şeklinde tasavvu r edilen siyasi alem hak­
kında 1 7. ve 1 8. asırda beslenen kanaat leri aksettirmekte ve buna
ilaveten, daha müşah has ol arak , Montesquieu' nün terminolojisini
de hatırlatm aktadır.

260
Fransız İ h t i l fil i n i n tesirine gelince, Sadık Aifat Paşa'nın düşün·
'

eslerinden ihtilal vakıası karşısında bir hayli ü rkmüş olduğu nu ve


iyi idare, adalet fikirlerini bu kadar ısrarla m üdafaa etmiş olm asının
arkasında bir ihtilal korkusunun yattığını söylemek mümkündür. Pa­
şaya göre Osmanlı İ mparatorluğu'nda çı km ası m u hte me l olan i hti·
laller (ve daha önce çıkmış i hti l a ller) mil liyet esasına dayanan i hti·
lallerdir. Bunun önüne geçmek için Sadık Rifat Paşa şu önleyici ted·
biri teklif etmektedir:

"t<Affe·i hukuku tabiiyede mileli muhtelifeyi müsavi tutmak muktezayı dev·


!ettir. l dare-i mülk·ü teb'a iki suretin biri ile hasıl olur. Biri teb'ayı hoşnut
etmek ve diğeri halkı ihale ederek tahtı cebirde tutmak usulüdür. Evamir
ve ahkam-ı zulmiye tohm-ı adaveli ekip isyan ve tuğyan anı biçer. "

Başka bi r ifade ile:

İ dare-i gaddarane üzre hareket eden hükumet, hasmanesinden (?) ziya­


de teb'ayı mevcudesinden ihtiraz etmelidir.

Aifat Paşa, müsavatsızlik m eselesine bile dokunmaktan çe kin me·


yerek şun ları ilave etmektedir:

Bu cihetle her devlet ehli fesadın şerri nden kenduyu ancak ef'ali adliye
ile muhafaza edebilir. Bunca zamandan beri zuhura gelen lesadat ve ihtila·
lalın sebebi müstakili adem-i müsavat, yani, erbab-ı servet ve nüfuzun hadd·i
itidalde hareket etmemesi veya ashab-ı ihtiyacın ziyadesiyle düçar-ı muza.
yaka olmuş olması kaziyyesidir.

Fakat gene bu rada Sadık Aifat Paşa' nın teklif ettiği hal tarzı Os·
manlı devlet telakkilerine göre teklif edilecek çözüm u sü ilerinden bir
hayli ayrılmaktadır . Zira, Rifaı Paşa bu durum karşısında icra u nsu­
runun kuvvetinin arttırılmasını teklif etmeyip:· bilakis icra kadrosunu
d ara lt ı p işlerin tabi at kanunlarının icaplarına göre seyretmelerini te­
,

min etmeyi istemektedir.

261
" Bir hükümete her ne kadar az adam müdahale ederse maslahat o ka·
dar merkez-i layıkında görülür."

Devlet işlerinin mümkü n olduğu kadar dar bir kadro ile görülmesi
fikri ise Batı' da, tabiatta düzen leyici bir elin mevcudiyeti ve bu dü·
zenleyici elin işleri hükümetlerin müdahalesine lüzum görü lmeden
halledebileceği inancına d ayanan bir fikirdir. Gene bu inanç ve tu·
tu m , hatırlan acağı üzere, Adam Smith ekolünün ve klasi k iktisat te·
orisinin temel direklerinden bi rin i teşkil etmekted i r. Sadık Rifat Pa·
şa' nın ticaret ve sanayi hakkınd aki ifadelerinde i ktisadi libe ralizm
teorisinin de Paşanın düşüncelerine tesir etm iş olduğunu gösterme·
ye çalışacağız.

Tanzimat Devrinde i ktisadi Gel işme Fikri .

iV

19. Asrın başlarında Avrupa'ya dışardan bakan bir seyirci için şüp·
hesiz ki Batı medeniyetinin en çok göze batan tarafı bu kıtayı o za­
man sarmış olan hummal ı iktisadi faaliyet idi. Avrupa'da 1 7. ve 1 8.
asırlarda ist ihsal tekniklerinde yapı lan keşifler, 1 9. asrın başından
itibaren geniş bir tatbik sahası bu lmaya başlamış ve birçok sosyal
değişiklikler arasında, insanların , yeni beliren i ktisat i l m inin koyd u·
ğu kaidelere uydukları takdirde, refah seviyelerini ile lebet artı rabi·
lecekleri fikri ve zihn iyeti de hakim olmaya başlamıştı . İ ktisadi te·
rakki mefhumu Avru pa düşü ncesinde mühim bir yer işgal etmeye
başladığı gibi, Avru pa kıtasında terakkinin h aki katen gerçekleştiri·
lebi leceğini gösteren müsbet işaretler çoğalıyord u . Taşıt ve haber·
leşme vasıtalarının radi kal bir şekilde değişmesi, bu har enerjisinin
tekstil fabrikaları gibi fabrikalarda büyük kolaylıklar sağlam ış olma·
sı , kısaca "endüstri inkılabı' ismi verilen veti renin i l k me rhale lerin·
deki gelişme i er, Avru pa atmosferinde refaha doğru gidi ldiğine dair

262
bi r hava yaratmaya m uvaffak olmuşt u . Bu · havanın, 1 830' larda ve
daha önce Avrupa'ya m u rahhas veya elçi olarak giden Osmanlılar­
da mühim izler bı rakmış olduğu mu hakkaktır. Herhalde Tanzimat
devri düşünürlerinin hemen hepsi nin ese rleri nde bu meseleye do­
kunulmuştur. Tanzimat devri düşünürlerim izi daha sonraki düşünür­
lerimizle birleştiren mesele " rejim " meselesi olduğu kadar refah yol­
lannın tesbiti meselesidir. Bunun bir işareti , Avrupalıların iktisadi ge­
lişme yolunda kaydett ikleri muvaffakiyetlere karşı duyu lan hayran­
lığa Sadık Rifat Paşa'nın yazılarında rastlamak mümkün olduğu ka­
dar, 1 860' 1arın fi kriyatını temsil eden Genç Osm anlıların yazıl arın­
da görü lebilmesidi r. Mesala Batı' nın zenginliğinin Şinasi 'de uyan­
dırdığı alaka, ticari durumumuzu kuwetlendirmek tezini i leri süren
m akalelerinde belirm e ktedir.
Genç Osmanlılara büyü k yardımları doku nmuş olan Mustafa Fa­
zı l Paşa'nın yazılarında ise aynı i lgi göste rilmiştir. Keza N am ı k Ke­
m al ve Ziya Paşa yerli sanayi im izin geriliği mevzu u nda birçok m a­
kaleler yazmışlardır. Ali Suavi ' nin aşağıda naklettiğimiz ifadeleri , Sa­
dık Rifat Paşa i le başlayıp Osman lı aydınları için hiçbir zaman i lgi
çekici hassasını kaybetmemiş olan Batı'nın maddi üstünlüğüne karşı ,
Tanzim at devrinin son sen elerinde de d u yu lan alakanın güzel bir
örneğini teşki l etme ktedir:

"Herkes saadet ister. Saadet, celb-i menfaat ve def-i mazarrat kısımları­


na münkasımdır, ve bunların lüzumunu bildiren medeniyettir. Medeniyet,
içtima ve ihtilat hasebiyle şu lüzumu bildirip lazımı tahsil için sahibini say'
ve iştigale davet eder. Say' müessir olan levazımı tedarik ettirir . . . . Kaldı ki
medeniyetle lüzum bilip say' edenler işgali teksir edip yo.r uluyor gibi görün­
se de, emniyet ve rahat ve şeref ve ferah ve lezzet gibi menafii cali b olduk­
larından bunları, ehl·i saadet ve say' etmeyeneler bil'akis erbab-ı şekavet
demek olur."

Fakat bizim üzerinde şimdilik durduğumuz Sadık Rifat Paşa' nın


yazıları olduğuna, göre, geçen makalem izde mehaz olarak ku llan­
dığımız yazı lara dayanarak , Tanzi mat Fermanı' ndaki zi hniyetin ön-

263
cü lüğünü yapmış olduğunu iddia ettiğimiz bu zatın yazılarında ba­
his konusu iktisadi ilerleme meseleleriyle ilgili ne gibi bi r tutumun
belirdiğini araştıralım.
Sadık Rifat Paşaya göre, Avrupalıların refah seviyesinin yüksel­
miş olması , Batı mem leketlerinde vatandaşın iktisadi faaliyetlerinin ,
1) Emniyet altına alınmış olması , 2) Engellenmeyip bilakis teşvik edil­
miş olm asına hamledilmelidir. Sadık Rifat Paşa'nın kendi ifadesiyle:

" Bir devletin kudret ve mekneli m utasarrıf olduğu arazinin vüs'ati ile kı­
yas olunmayıp, memleketin mamuriyeti ve teb'ayı mevcudesinin kesret-i vüf­
reti ve hazinesinin serveti ile i'tibar olunur."

Bu itibarla:

"Kaffe-i nizamat-ı lazimenin üssülesası her sınıf teb'asının tabi olduğu dev­
letten can ve mal ve i'tibar cihetiyle emniyet-i kamilesine mevkuf olduğun­
dan. . . eali ve esafilden herkim olursa olsun kendüye servet ve samanı mucib-i
töhmet ve vesile-i mazarrat olmayıp, kudreti nin erdiği miktar eshab-ı mek­
net izharını taraf-ı hükümetten müdahale ve bundan sonra muaheze olun­
maya ve fabrika vesaire gibi imar-ı beldeye hakim ebniye inşası teb'aya çok
görünmeyip diledikleri vüs'at ve ziynette kargir ve ahşap ve her güna şeyi
yaptırmak isterler ise inşasına ruhsat ita ve belki de teşvikat-ı lazime ifa oluna.
O makule ehl-i servetten inti kal edenlerin varisleri olduğu halde emvaline
taraf-i devletten müdahale ve m üsadere olunmaya.
Keyfiyat-ı maruza Avrupa düvel-i mütemeddinesi indinde siyaset-i esasi­
yenin elifbası mesabesinde olup, Devlet-i Aliyyece dahi istihsal esbabına
kemal-ü azm ve şiddet ile ihtimam olunmak vecibat-ı u mardandır. Avrupa '­
nın şimdiki "civilisation" u yani usulu me'nusiyet ve meden iyeti iktizasınca
devletler, menafii mülkiye-i lazimelerinin terakkisini ancak leksir-i efrad-ı millet
ve imarı memleket esbab-ı asliyesiyle temin ve istihsal etmekte ve bu misil­
lü menfaat-ı külliye ile ilerleyip yekdiğeri üzerine halen ve itibaren kesb-i
meziyet eylemektedirler. "

Müel lif bundan sonra Avru pa'da şirket ku rmakta, ticarette, zira-

264
atta , sanayide ve mün akalede kaydedilen gelişmeleri teker teker in­
celeyerek bunların faydalarını belirtmektedir. Bu arada, Sad ı k Rifat
Paşa bilhassa yol yapımına-ticareti kolaylaştı ran bir vasıta olması
hasebiyle-büyük ehemmiyet vermektedir:

"Ticaretin ruhu sür'at ve suhulet-i nakliyat ise emniyettir. Her nevi


mahsulat-i ziraiyye ve sanaiyyenin satış mahallerinde ve iskelelere indiril­
mesi bu iki maddeye mütevakkıftır. Memalik-i Şahanenin sahile baid olan
ve tarik-i nakli suhuletli olmayan yerler ahalisi emr-i ziraate kemayen baği
itaat etseler bile mahsulat vakıaları mahallinde baha etmeyerek menfaat-i
ticaretten mahrum olduklarından git git masarifat-ı vaıalarını koruyamayıp
sailerine fütur gelmek tabii olduğu misillu, muhtaç oldukları yollar tesviye
ve bazı muktazi olan nehirler tathir olunarak, o makule yerlerden dahi se­
vahile külliyetli zehair suhuletle indirildiği ve kıymet-i layıkası ile satıldığı hal­
de, menfaat-i azime husulü derkardır. Bu tarafın, (Avrupa'nın) yolları , şose
tabir olunan ufak taşlar ile rıhtım olarak tarik-i muntazam ve ekseri etrafı
eşcar-ı mütesaviye i le müzeyyen ve geşt-ü güzar olup araba ile tenezzüh
adeta bir tenezzüh makamına geçer."

Sanayileşmenin, ancak, hu susi teşebbüsün korunmasıyla müm­


kün olacağını anlatmak üzere de Sadık Ri fat Paşa şu m u hakemeye
başvurmaktadır:

" Bir cesim fabrika veyahut demiryolu vesair umur-u mülkiyece enfa olup
da masarifat-ı külliyeye m uhtaç olarak şeyleri Devletin hazinesine tahmil et­
meyip, aksiyon dedikleri usul üzere mesela bir-iki muteber sarraf taahhüdü
ile esham-ı müştereke olarak ahaliden akça alıp hissedar edersek vücuda
getirip hissedarlarına sene be sene menafii hissesine göre faiz eda olunur
ve Devlet tarafından menafiine müdahale olunmaz. "

Şimdi, Sadık Rifat Paşa' nın bütün bu fikirleri i ktisadi tefekkür


·

'
tarihi ile meşg u l olanl arın b u noktada mutabık kalacaklarını zanne­
derim - 1 9. asır başı iktisadi liberalizm doktrininin izlerini göstermek­
tedir. Değiştiri lmiş bir şekilde olsa dahi Sadık Rifat Paşa'nın fikirle-

265
rinde, (bundan önceki m akalemizde ele ald ığımız fikirleri de sayı lır­
sa) iktisadi liberalizm cereyan ında mevcut ana m efhu m lan bulmak
müm kündür. Bun ları n arası nda en mühim leri , a) İ nsanların kendi
olurlanna bı rakıldıkları takdirde girişecekleri faaliyetlerin tümünden
cemiyete fayda geleceği , yani tabiatta muvazene kuran bir "gizli
el"in mevcudiyeti fikri, b) bir devletin kuwetinin zenginliğine bağlı
olduğu ; c) hususi m ülkiyet ve serbest ticaretin devletin m üdahale­
sine maruz kalmadan gelişmesi zarureti, hatta devletin vazifelerin­
den birinin serbest iktisadi faaliyeti koruması olduğu, Sadık Rifat Pa­
şa'nın fikirleri arasında bulunabilmektedir. Sadık Rifat Paşa'nın dü­
şüncelerinde bilhassa klasik iktisat oku lunun ve fizyokratların fikir­
lerinin tesirini görmek m ü m kü ndür. Zaten 1 830' 1 arda iktisadi libe­
ralizmin temsilcisi olan Utiliter' lerin teorisi , bir müel life göre9 , fiz­
yokrat i k düşüncelerin ve Adam Smith okulunun düşüncelerinin bir
karışım ınd an ibarettir. Böylece, Sadık Aifat Paşa'nın iktisadi geliş­
me hakkındaki görüşlerinin zamanında Avru pa'da hüküm süren
inançlara icra edilmesinin müm kün olduğunu gördük.
1 Bu zabıtların metni için Bak. Frank Edgar Bailey, British Pollcy and the Tur­
kish Reform Movement, (Cambridge: Harvard U niversity Press), 1 942,
s.271-276.
2 Bailey, op, cit. s.271 .
3 Bailey, op. cit, s.271 -272.
4 Sarı Mehmet Paşa'nın eserinin kritik metni için Bk. Walıer Livingston W�ight
Jr. Ottoman Statecraft, the Book of Counsels tor Vezirs and Governors of
Sarı Meh met Paşa the Defterdar. (Princeıon Orienıaı Texts, Vol. il, Prince­
ton: Princeton University Press, 1 935).
s William Godwin , An Emquiry Concernlng Pollllcal Juctice (1 si Ed.), Landon,
1 793, Book 1, Ch. 2; Book V. Ch. 8.
6 John H. H aloweel, Main Currents in Modern Polltical Thoughl New York,
Henry Holl, 950.
7 M.A. U bicini, Letters on Turkey: An account of the Religious, Social and Com­
mercial Conditions of the Ottoman Em pire. Translated from the French by Lady
Easthope (London: John Murray, 1 856), Vol. il, P. 1 32.
8 Müracaat edeceğimiz eserler şunlardır: 1 ) Abdurrahman Şeref, Tarih Musa­
habeleri, s. 1 25-1 35. Sadık Rifat Paşa'nın "Siyasel-i Esasiye ve Dahiliye" is­
mindeki denemesi bli sayfalara aynen dercedilmiştir. 2) Ri lat Paşa'nın Asar'·
ında "İdare-i Hükümetin Bazı Kavaidi Esasiyesini Mutazammın Rifat Paşa mer­
humun Kaleme Aldığı Risale," Asar, Bölüm il, s.42-64 . Bu iki denemede birbi·
rinin aynı olan kısımlar mevcut ise de metinler birbirine tamamiyle tetabuk et­
memektedir. Bunun için her ikisini de kullandık.
9 G . H . Sabine, A History of Polltical Theory, N. Y. Henry Holt, 1 937, s.567.

266

You might also like