You are on page 1of 7

VAHİDİYET VE EHADİYET / FİHRİSTE

َ ُ ُ ‫ﱠ‬ َ ْ ْ ُ َ َ
‫اس ِم ۪ه ُس ْ حانه َوِان ِﻣﻦ ْ ٍء ِا َس ﱢبح ِ ح ْم ِد ۪ه‬
ْ
ِ

Mevzu İle Alakalı Kur’an’da Geçen Yerler


‫ﱡ‬ َ َ
1) Bazan iki kelimede meselâ َ ‫ َرب ال َعال ۪م‬ve ‫ َرﱡ ك‬de, ‫ َ ﱡر ك‬tabiriyle ehadiyeti ve َ ‫ َر ﱡب ال َعال ۪م‬ile
ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir
gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, Güneş'i dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde
yerleştirir ve göğe bir göz yapar. Meselâ:

‫ض‬َ ‫الس ٰم َوات َو ا ْ َ ْر‬


‫ َخل َق ﱠ‬âyetinden sonra ‫الن َه َار ال ْ ل‬
‫ﱠَ َ ُ ُ ﱠ‬
‫ولﺞ‬
ُ ُ
‫ولﺞ ال ْ َل ِ النهار و ﻳ‬
َ ُ
‫ ﻳ‬âyetinin akabinde ‫َو ﻫ َو ع ۪ل ٌم‬
ِ َ ِ ِ ِ ِ
ُ ‫ﱡ‬
‫الصدور‬ ‫ات‬
ِ ‫ ِ ذ‬der. "Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hatıratını bilir, idare eder." der,
tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avamın fehmini nazara alan o basit
ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.

Şualar – 248

2) DÖRDÜNCÜ SIR:
ُ َ َ ‫ﱠ‬
Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ı ‫ ِا اك ن ْع ُ د‬demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir
َ َ َ ‫ﱠ َ َ ُ ﱠ‬
dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip ُ ‫ِا اك ن ْع ُ د َو ِا اك ْست ۪ع‬
demeğe küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen cüz'iyatta zahir bir
surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad'i
mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes
َ َ َ ‫ﱠ‬ ُ َ َ ‫ﱠ‬
her mertebede ُ ‫ ِا اك ن ْع ُ د َو ِا اك ْست ۪ع‬deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e hitab ederek müteveccih
olsun.

İşte Kur'an-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i a'zamından meselâ semavat ve
arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz'îden bahseder; tâ
ki, zahir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ: Hilkat-i semavat ve arzdan bahsi içinde
hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve sîmasındaki dekaik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki, fikir
dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ:
َ ُ َ ْ َْ َ ٰ ‫َ ُ ﱠ‬ َ ْ َ
‫ات َوا ْرض َواخ ِت ف ال ِس ِت ْم َو ال َوا ِن ْم‬
ِ ‫ و ِﻣﻦ ا ا ِت ۪ه خلق السمو‬âyeti mezkûr hakikatı mu'cizane bir surette
gösteriyor.

Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil daireler gibi en
büyüğünden, en küçük sikkeye kadar enva'ı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet ne kadar olsa yine
kesret içinde bir vahdettir. Hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet
sikkesi bulunmak lâzımdır. Tâ ki, kesreti hatıra getirmesin. Doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e karşı kalbe
yol açsın. Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet
üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir
cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet o
rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine îsal eder ve
َ َ َ ‫ﱠ‬ ُ َ َ ‫ﱠ‬
Zât-ı Ehadiyeyi mülahaza ettirir ve ondan ُ ‫ ِا اك ن ْع ُ د َو ِا اك ْست ۪ع‬deki hakikî hitaba mazhar eder. İşte
"Bismillahirrahmanirrahîm" Fatiha'nın fihristesi ve Kur'anın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle bu
mezkûr sırr-ı azîmin unvanı ve tercümanı olmuş. Bu unvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir.
Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı rahîmiyeti ve şefkati görür.

Sözler – 12
Mevzuya Örnek Teşkil Edecek İki Parlak Misal: Hz. Muhammed (a.s.m) ve Hz. Yunus (a.s)
1) Hikmet-i Mi'rac nedir?
Elcevab:
Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O
kadar incedir ve latîftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de
vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için,
kesret tabakatının müntehasından tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mi'rac ile bir
ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına,
makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlukatında
cemal-i san'atını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni'-i Âlem'in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır. Cemal hem kemal, ikisi de
mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzât sevilirler. Öyle ise, o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline
nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor.
Masnuatını sever, Çünki masnuatının içinde cemalini, kemalini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en
âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibariyle en
sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta
münteşir ve mütecelli kemalâtın numunelerini gösteren ferd, en sevimlidir.

İşte Sâni'-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva'ını bir
noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva'-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i
hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir
çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar
bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve
huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına
sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.

Sözler – 572
(Hz. Muhammed (a.s.m) Allah’ın bütün isimlerine en yüksek manada mazhar olduğu gibi ehadiyete
dahi en ulvi makamda mazhar olmuştur, bunu hikmet-i Mi’raçtan anlıyoruz.)

2) Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir
münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i
meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve
َ ُ ْ ّ َ َ َ َ ْ ‫َٓ َ ٓﱠ‬
karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette َ ‫ ِاله ِا انت ُس ْ حانك ِا ۪ كنت ِﻣﻦ الظ ِال ۪م‬münacatı, ona
sür'aten vasıta-i necat olmuştur.

Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat
verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya
geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut" ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine
müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı
olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbab'dan başka
bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için
şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir
tahte'l-bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid
ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü
bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve
tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i
yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.

Lemalar – 5

BİRİNCİ SIR:
"Bismillahirrahmanirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan
sîmasında birbiri içinde birbirinin numunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.

Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i
kübra-i uluhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor. İkincisi: Küre-i arz sîmasında nebatat ve hayvanatın
tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür
eden Sikke-i Kübra-i Rahmaniyettir ki, "Bismillahirrahman" ona bakıyor.Sonra insanın mahiyet-i
câmiasının sîmasındaki letaif-i re'fet ve dekaik-ı şefkat ve şuâat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden
sikke-i ulyâ-i rahîmiyettir ki, "Bismillahirrahmanirrahîm"deki "Er-Rahîm" ona bakıyor.

Demek "Bismillahirrahmanirrahîm" sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i
ehadiyetin kudsî unvanıdır. Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani
"Bismillahirrahmanirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan
insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.

İKİNCİ SIR:
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü
boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ: Nasılki Güneş,
ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki Güneşin zâtını mülahaza etmek için gayet
geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneşin zâtını unutturmamak için, herbir
parlak şeyde Güneşin zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneşin
cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harareti gibi hâssalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneşi bütün
sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı seb'a gibi
keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de:
ْ َْ َ
‫َو ِ ِ ال َمث ُل ا ع ٰل‬

-temsilde hata olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan
insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi,
mevcudat ile alâkadar herbir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü
boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara
veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irae eden "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.

Sözler - 8
Evet zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini
unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare
eden ve küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedahe belki bilmüşahede rahmettir ve
o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o
mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve
sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i
rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı
rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir
câmiiyeti var.

Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren, o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir
hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât, seni başı boş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına
dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini meyvesi çürük,
bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın! Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile
noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin.
Hâşâ..

Sözler – 11
(Allah ehadiyet sırrıyla hiçbir mahluku başıboş bırakmaz. [ Deizm! ])

Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:

Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnüma bir sözdür. Görünüp ve
işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder. İşte hayatının sureti bu gibi emirlerdir. Şimdi hayatının sırr-ı
hakikatı şudur ki: Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden
esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.

Sözler – 128

(Ehadiyet sırrıyla kainattan hayatın zihayatlardan, zişuurların zişuurlardan insan nev’inin


intihab edildiğni anlıyoruz. Keza hikmet-i Mi’racta da bunu vurguladık.)
Madem Güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani
masnu'lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken,
mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler. Acaba,
maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayıd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu
umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vücud ve
bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfâtı muhita ve şuunatı
külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i
ef'ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey
gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?

Sözler – 195
(Bu parçada dahi ehadiyet sırrının deizm mefkuresini lağvettiğini görüyoruz.)
BEŞİNCİ İŞARET:
Şu muvazene ve müfadale; Cenab-ı Hakk'ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı
var.

Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde
tasarrufatıdır.

İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. İşte
ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle
görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir.
Meselâ nasıl bir padişahın, -fakat veli bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir
perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki
çeşittir.

Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine
göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî memurları da
perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek
denilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde
yapmış, haşmet-i rububiyetini göstermiş. Fakat ibadının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı
arkada bırakıp, doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubudiyet-i hâssa ile mükellef edip
ُ ‫اك َ ْس َتع‬
َ ‫ﱠ َ َْ ُُ َ ﱠ‬ ‫ا ْﺣ َس ُﻦ ال َخالق َ ا ْر َﺣ ُم ﱠ‬
‫ ِا اك نع د ِوا‬deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir. İşte ُ ‫الر ِاﺣ ۪م َ ا‬
۪ ِ۪
ُ َ ‫ اك‬meânîsi, şu manaya da bakıyor.

Sözler – 618

İkinci Pencere
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz
bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ
herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde
bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak
bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna
şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke,
bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i
Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...

Sözler – 655

َ َ ُ ُ ْ
Altıncı Fıkra: ‫الخ‬...‫ ِﺣﺸ َمته ِ ذاك‬ibaresidir. Meali şudur ki: Yani, kâinatın heyet-i mecmuasında
tezahür eden haşmet-i rububiyet, vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterdiği gibi; zîhayatların
cüz'iyatlarına mukannen erzaklarını veren nimet-i Rabbaniye dahi, ehadiyet-i İlahiyeyi isbat edip
gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir.
Ehadiyet ise; herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ Güneş'in
ziyası, bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf
cüz'de ve su katrelerinde, Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi
bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde hususan zîhayatta ve bilhâssa herbir insanda; o
Sâni'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.

İşte şu fıkra işaret eder ki: Kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, o koca Güneş'i şu zemin
yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca Küre-i Zemini onlara bir beşik, bir
menzil, bir ticaretgâh; ve ateşi, heryerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia; ve
dağları, mahzen ve anbar; ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata
girenlere süt emziren dâye ve hayvanata âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i
İlahiye, gayet vâzıh bir surette vahdaniyet-i İlahiyeyi gösterir. Evet Hâlık-ı Vâhid'den başka kim
Güneş'i Arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den başka kim havayı elinde tutar,
pek çok vazifelerle tavzif edip, rûy-i zeminde çevik-çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den
başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe, binler
batman eşyayı yuttursun ve hâkeza... Herbir şey, herbir unsur, herbir ecram-ı ulviye, o haşmet-i
rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelal'i gösterir.

İşte celal ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi, cemal ve rahmet noktasında dahi nimet
ve ihsan, ehadiyet-i İlahiyeyi ilân eder. Çünki zîhayatta ve bilhâssa insanda, o derece san'at-ı câmia
içinde; hadsiz enva'-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki; bütün
kâinatta tecelli eden bütün esmasının cilvesine mazhardır. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde,
bütün esma-i hüsnayı birden mahiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i İlahiyeyi ilân eder.

Mektubat – 234

Üçüncü Sikke:
İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete
kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine
karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan
bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın
yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki,
herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi a'zâ-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika
ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmada göz, kulak gibi a'zâların umum efradında birbirine
benzediği, o nev'-i insanın Sâni'i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de:
Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva'ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas
olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni'-i Vâhid'in
iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki;
bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.

Lemalar – 319

Beşinci Şuâ'nın İkinci Mes'elesi:


Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi
ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında
tezahürü var. Yani nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli
olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri
insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zât-ı Hayy-ı Kayyum, bu
kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, câmiiyet-i tamme ile
bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar.
Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

Lemalar – 353

Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i nev'iye ve vahdet-i cinsiye
ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i
fıtratta birlik ve herbir nev'in efradı sîmalarında görülen sikke-i hikmette ittihad ve iaşede ve icadda
beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin vahdetine kat'î
şehadette bulunmasın! Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla,
vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.

Şualar – 53

‫ََْ ﱠ‬ َ َ
Üçüncü Basamaktaki ‫ َوتج ا ﺣ ِد ِة‬kelimesi, pek büyük ve çok ince ve derin ve gayet geniş bir
hakikata işaret eder. Onun izah ve isbatını Risale-i Nur'a havale edip, gayet kısa bir temsil ile bir tek
nüktesini beyan edeceğiz. Evet nasılki güneş, ziyasıyla umum zemini ışıklandırıp vâhidiyete bir misal
olduğu gibi, âyine gibi mukabilindeki her şeffaf şeyde timsali ve aksi ve yedi renkli ziyasıyla ve zâtının
suretiyle bulunup ehadiyete dahi bir misal teşkil eder. Eğer güneşin ilmi ve kudreti ve ihtiyarı olsa idi
ve cam parçalarının ve içinde güneşçikler görünen katrelerin ve kabarcıkların kabiliyetleri bulunsa idi;
irade-i İlahiyenin kanunuyla herbirisinde ve yanında timsaliyle ve sıfatlarıyla tam bir güneş bulunup,
sair yerlerde bulunması onun tasarrufatına hiç noksan vermeyerek kudret-i Rabbaniyenin emriyle,
tesiriyle, hükmüyle pek büyük zuhurata sebeb olarak, ehadiyetteki fevkalâde kolaylık ve suhuleti
gösterir.

Aynen öyle de; Sâni'-i Zülcelal, vâhidiyet itibariyle bütün eşyayı ihata eden ilim ve iradesi ve
kudretiyle bakar ve hazır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellisiyle herşeyin, hususan
zîhayatın yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki; kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir
insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder. Ve zîhayatı öyle mu'cizatlı bir şekilde yaratır ki; eğer
bütün esbab toplansa, bir bülbülü, bir sineği yapamazlar. Ve bir bülbülü yaratan, bütün kuşları
yaratan olabilir ve bir insanı halk eden, ancak kâinatı icad eden zâttır.

Şualar – 661

İ'lem Eyyühel-Aziz!
İsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise mevcudatın cüz'iyatına tecelli
eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri
cemalin tecelliyatındandır.

Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da
cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal
o kadar celildir.

Mesnevi-i Nuriye - 210

You might also like