You are on page 1of 184

K a p a k : S a it M a d e n

K iiş e le r : K e n a n Ö z iç
A r a p ç a b e y it le r : M a h m u t M e n g ü ç
K it a b ın B a s ı m ı : S ır a la r M a t b a s ı
'Prcf. 2V’

arlan

F
Ih

(
Av. Y usuf Ziya İnan

Prof. Dr.
Âli Nihad
Tarlan
( HAYATI ŞA HSİYETİ ve ESERLER İ )

SIRALAR M ATBAASI
İSTANBUL
Prof. Dr. Ali N ih a d T a rla n

--fasET.™.-.-.
....... .... '

B u eserde P ro f Dr. A li N ihad T arlan h ak kında fik ir ve


tib a la rı bu lu n an dost ve ta le b e le ri: [*]

Ord. Prof. Dr. Herbert W. DUDA


V iyana Ü niversitesi Ş ark iy at E nstitüsü M üdürü
Prof. Dr. Jean RYPKA
P rag Ü niversitesi Ş ark iy at E nstitüsü D irektörü
Dr. Muhammed SA Bİli
K araçi Ü niversitesi T ü rk Dili Bölüm ü Başkanı
Prof. Dr. Rızazâde ŞAFAK
T ah ran Ü niversitesi profesörlerinden ve Senato azası
Prof. Jean R. WALSH
E dinburg Ü niversitesi T ürk Dili ve Edebiyatı 'Bölüm ü
retim üyesi.
Prof. Ziyaeddin Fahri FINDIKOGLU
Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan
Doç. Dr. Faruk K. TÎMURTAŞ
Doç. Nureddin TOPÇU
Ord. Prof. Dr. Süheyl ÜNVER
Nevzat Hami Aygüveh
Bilecik E rtu ğ ru l Gazi Lisesi E debiyat öğretm eni
Nevzat AYASBEYOĞLU
Y üksek İslâm E nstitüsü öğretim üyesi .
Ali Rıza Alp
T ercüm an Gazetesi yazarı /
Namık Kemalzade A li Ekrem BULA YIR
- İstan b u l D arülfünunu M üderrislerinden
Dr. Kaya BÎLGEGİL
Gazi Eğitim E nstitüsü E debiyat Ö ğretm eni

[*] Liste soyadı sırasiyledir


— 4 —

Tarık BUĞRA
H ikayeci ve yazar
Hayrı BAŞER
Ş ark Sigorta Şirketi. M üdürü
Necdet BOLKAL
E m lâk K redi Bankası İzm it Şb. M üdür M uavini
Naim BULUÇ i
E skişehir K oleji Edebiyat Ö ğretm eni 1
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Şair, Y azar ve eski İstan b u l M illetvekillerinden
Mehmed ÇAVUŞOĞLU
E debiyat F akültesi T ürkoloji A sistanı ''
Edip EGÎ
Tüccar
M. Lütfü GÜNGÖR \
P endik Lisesi Edebiyat Ö ğretm eni
Ferda GÜLEY
O rdu M illetvekili
Zahir GÜVEMLİ
T atbikî Güzel S an atlar öğretim üyesi, S an’at tenkitçisi
Mahir İZ
Y üksek İslâm E nstitüsü öğretim üyelerinden
Baha KÂHYAOĞLU
E debiyat öğretm enlerinden
Ahmet KABAKLI
Çapa Eğitim E nstitüsü E debiyat Ö ğretm eni
Ferit KAM
İstanbul D arülfünun M üderrislerinden
Agâh Sırrı LEVENT
T ürk Dil K urum u G enel B aşkanı
Süleyman NAZİF
Elif NACİ
Ressam ve yazar
Orhan Seyfi ORHON
Şair, Rom an v e F ık ra yazarı
Ali Memduh ONGER
T üccar
Afife SALEPÇİ
N evşehir Lisesi Edebiyat Ö ğretm eni
Selâhaddin SAVCI
Edebiyat Ö ğretm eni
Nazife S ARI0Ğ.L AN OĞLU
E debiyat Ö ğretm eni
Midhat SERTOĞLU
B aşbakanlık A rşivi G enel M üdürü
Perihan TEDÜ
İstan b u l Belediyesi Şehir T iyatrosu S an atkârlarından
Sermet Sami UYSAL
Belçikada B rüksel Ü niversitesi Türkçe L ektörü
Halit Ziya UŞAKLIGİL
Hamdune ÜLGEN
Sam sun K oleji E debiyat Ö ğretm eni
U lvi YENAL
Sabık D enizcilik B ankası Um um M üdürü
Ahmet Emri YETKİN
A m asya bilgin ve şairlerinden
Zeki K urdoğlu, Ş ük rü Ü stünsoy ve ben, A li N ihad
T arlan’ın en yakın üç gönül dostu idik. İkisi ebediyete in­
tikal etti. H ocam ızın gönül âlem indeki m üm taz varlığını
biraz olsun gün ışığına çıkaran bu eseri onların muazzez
ru h ların a ith af ediyorum .
A. E.
HOCANIN HAYAT HİKÂYESİ NASIL HAZIRLANDI

Y irm i yıllık dostum ve hocam A li N ihad T arlan bu yıl me­


m uriyet h a y a tın ın 50 nci hocalık m esleğinin 47 nci senesini id ­
ra k ediyor. D ostları ve arkadaşları hoca için 50, yıl -münasebe­
tiyle bir eser hazırlanm asını istiyorlardı. O nun hakkında lü­
zum lu bilgilerden m ahrum olduğum uz, hayatım ve eserlerini
bilm ediğim iz söyleniyordu ki doğru idi. E serin basim m asrafla­
rın ı karşılayacağım ı dostlarım a bildirince çok sevindiler. B un­
dan sonra kitab ın kim in tarafın d an hazırlanacağım düşünm eye
başladık. H er dostu O-nu anlatm anın şerefini kazanm ak istiyor­
du. N ihayet bu işi A vukat Y usuf Ziya İn a n ’a tevdi ettik. Y usuf
Z iya İnan, A li N ihad T a rla n ’m yakını idi. H ocanın m ânevi
rahlesinde ilim ted ris etm işti. Y usuf Ziya İn an v elû t b ir y a­
zardı. T asavvuf ve İslâm düşüncesi üzerine çeşitli eserler v er­
m işti. B u m ünasebetle hocanın hayatını Y usuf Ziya İnan yaza­
caktı.
A v u k at Y usuf Ziya İn an ’m hazırladığı bu eser Prof. Dr. Ali
N ihad T arlan ’m b ü tü n yönlerini verecekti.
Y usuf Ziya în a n ’a em ek ve hizm etlerinden dolayı teşekkür
ve m innetlerim i arzederken, bu eserin yayınlanm asını üzerim e
aldığım için hocam A li N ihad T arlan ’dan affım ı dilerim . Bu
eser belki onun tevâzu ve m ahviyetini incitiverecektir. F ak at ne
yapalım ki değerli insanı cem iyetim ize çeşitli yönleriyle ta n ıt­
m ayı şerefli bir vazife bildik.
Ali Elm acı
ÖNSÖZ

B iyografi yazıları, kişiyi sorum luluk altına sokar. Öylesine


karışık bir m evzu ki değer ölçüleri his akım ı altında rengini
kaybetm eye m ahkûm . Buna karşı İlmî görüşün tarafsız hükm ü­
nü ikam e için am ansız bir savaş gerek. îy i ve kötüyü ayırm a
yarışıdır. Bu sebeple A li N ihad T a rla n ’ın h ay atı ve şahsiyetini
yazm a k a ra rm a katıldım ve eseri m eydana getirm e görevine
talip oldum.
Ali N ihad Tarlan, aile dostum uz, hocamız, üstadım ızdır. Bu
bakım dan karşılıklı m ünasebetlerim izde o daim a bir m ürşitti.
Böylesine değerli bir dostluğun yerilecek ta ra fı elbette olm ıya-
cak. Am a m ethedilecek, anlatılacak o kad ar çok şeyi v ar ki...
Size b u n ları iletem em enin ıztırabı içindeyim .
Ali Elmacı « bu eseri sizin hazırlam anızı biz de doğru bul­
duk. Ç ünkü Ali Nihad, bir hocadan çok fazla bir şeydir » der­
ken anlıyorum ki, benim anlatacağım T arlan, insan - baba - ho­
ca - m ürşid ve üstad Ali N ihad olm alıydı.
O’nun çok yönlü olduğunu bizden daha iyi bilenler v ardı
belki am m a biz kom şu idik, görüşm elerim iz, sohbetlerim iz d iğ er,
lerinden ayırıyordu bizi. T alih bizi hocam ıza yakın kılhıış, te ­
sadüf evlerim izi aynı m uhite getirm işti. Ü stelik oğlu A dnan T ar­
lan da yaşıtım ız, arkadaşım ızdı. Bu bakım dan Ali N ihad Tar-
la n ’ın hay atın ı yazm aya istekli olurken ra h a t ve emindim . Ni­
tekim eserin hazırlanışında. hiç bir zorluk çekmedim. Dost ve
kardeşim A dnan T arlan, her an yanım da, yardım a hazırdı. Ho­
canın biyografisini yazarken her tü rlü m alzem eyi bulup getiri­
yor, eserlerini tesbit ediyor, m em uriyet şecerelerini çıkarıyor,
unuttuğum h â tıralarım hatırlatıyor, eserin kusursuz olması için
ihm allerim e dikkat ediyordu. A ylarca süren bu m üşterek çalış­
m alarım ız, hocam ızın çeşitli yönlerini daha iyi anlam am ızı te ­
m in etti. A dnan da, ben de yeni yeni şeyler öğrendik. Hele ilim
— 9 —

adam ları ve A li N ihad babanın evlâdlarm dan gelen m ektuplar


yeni bir ufuk açm ıştı bizlere. K itabı tam am ladığım ız gün Ad-
n an la öyle bir sevincim iz v ard ı k i kelim eler bunu ifade edemez.
Evet, elinize geçen bu eserin yazarı imzası benim imzam.
F ak at bu eser A dnan T arlan ile Y usuf İnan’m m ü şterek eseridir.
Bu esere senin de im zanı koym an gerekir dediğim zam an öyle
bir m ahcubiyeti oldu ki, o hali içinde A dnan gerçekten Ali N i­
had T a rla n ’m oğlu olduğunu isbat etti. M azeretini kabul ettim .
Babasına ait olan bu eser için vesaik ve bilgileri verm esi Ali
N ihad’ın evlâdı olarak, benim arkadaşım olarak vazifesiydi ve
bunu yapm ıştı. Bu beyan önünde susm ak ve eserin ikim ize ait
olduğunu söylem ekten başka yapılacak b ir şey y o k ta artık. Bu
sebeple A dnan T a rla n kardeşim e teşekkürü borç bilm ekteyim .
A li N ihad T a rla n ’m h ay atın ı h azırlark en sıkıcı ve yorucu
bir biyografiden kaçındık. H ayatını öğrencilerinin k a n a at ve
inançlarını serpiştirdiğim iz b ir yazı dizisi içinde sunm ayı tercih
ettik. B irinci kısım da h ay at hikâyesi, şahsiyeti ifade eden yazı­
lar içinde geçm ekte, ikinci kısım ilim adam ları ve dostlarının
Ali N ihad hakkm daki düşüncelerini y ansıtm aktadır. N ihayet son
kısım da hoca ile sohbetlerim izde bize m üessir olan ve u n u tam a­
dığımız sözlerine y er v erd ik ki bu bölüm A li N ihad’m b ir fikir
ve m âna dem eti olarak okuyucuya sunulm uştur.
Böylece Ali N ihad T arlan hocanın, insan, bilgin ve sanatçı
olarak çeşitli yönlerini aksettirm eye ve m etodu üzerinde bilgi
verm eye çalıştık.
İm kânlarım ız nisbetinde m eydana getirdiğim iz bu eserde;
onu tam olarak anlatabildiğim ize em in değiliz. A ncak inanıyo­
ruz ki; elim izde bulunan bu eser, A li N ihad T a rla n ’m hayatı,
şahsiyeti, eserleri hakkında size, en doğru ve oldukça m ufassal
bilgiyi verecektir.
Tek tesellim iz okuyucunun anlayışı ve hocam ızın affedici
yüksek kişiliğidir. K usur ve hatâlarım ız için O’ndan ve siz oku­
yucularım ızdan özür dilerim .
Av. Y usuf Ziya İnan
Lâleli, 22 Şubat 1965
PRO F. DR. ALİ NİHAD TARLAN
— i —

M illetler, cesaretleri ile öğünür, zaferleri ile büyür, ahlâk­


la rı ile tesir ederler. F a k a t o nları y aşatan ve ölüm süz k ılan za­
ferleri değil, ilim leridr, B üyük m illet, fazileti, cesareti, ilim ye
sanatı bir arada ve tam b ir ah en k içinde b irle ştire n ve o b irlik
içinde yaşam a şu u ru n a ulaşm ış olan içtim ai b ir top lu lu k tu r. B u
sebeple m illetlerin tarih in i tanım ak, san ’atk ârların , yazarların,
d ü şünürlerin kişilikleri, davranışları ve eserlerini bilm ekle müm­
kündür.
B ir m illete h ay at yeren bü y ü k in sa n la r, çok zam an m ahviyr
yet ve tevâzu k a n a tla rı altında gizlenir, h a y a tla rın ı b ir köşede
uzlet içinde geçirirler. Bu, onların alın yazısı ve toplum un kaderi­
dir. Ç ünkü büyük insan, toprak k ad ar m ütevazi, ölü gibi m ü te ­
vekkil, güneş k a d a r cöm ert ve su k a d a r sahavet sahibidir. M üm ­
taz ve m üstesna zenginliklerini cöm ertçe d ağ ıtırk en hiçbir ih­
tira s ve davanın esiri değildir. B unun için bugünü yaşar,, y a rı­
nın h ay at anlayışına yeni b ir anlam kazandırm aya çalışırken
( ben ) idiasm dan uzak kalır. Böyle olunca da toplum , b ü y ü k in­
sanı zam anında fa n im s i ve bilm ek b ah tiy arlığından daim a m ah ­
rum kalır.
B üyük insan, günlük m eşgalelerim iz dışındadır; b ir anlık
zevk ve m enfaat aracı değildir. Ç ünkü o, bugünü y a rm a bağlı-
yan köprü ve y arm a h ay at veren k u d rettir. B u özelliği ile de
günün hengâm esi içinde en çok u n u tu la n kişiler, büyük insan­
lardır.
G erçek realite budur. İnsanlık kendi gününde yaşayan bin­
lerce artisti, şarlatanı, kom edyeni ta n ır ve onları çılgınca alkış­
larken âlim ler, filozoflar, büyük san atk âr ve öğreticiler bir köşe-
E W î WW 8 ;siŞ':,; v , • • ' . ' .

i ' — U —
i; a

de lim ve irfa n la rı ile başbaşa m ütevazi b ir h ay at yaşarlar. An­


cak unu tm am ak lâzım dır ki güneş daim a güneştir, p ırla n ta heı
zam an p ırla n ta olarak kalır. D eğeri tanım am ak, onu ne kü çü k
tü r, ne de b ü y ü k tü r. Zam an er geç b ü y ü k insanı aydınlığa çıka­
racaktır. Z ira ilim , insan h ay atın ın ayrılm az cüz’ü, v arlığın za­
ru rî ve m u tlak kanunudur.
Bu ezelî ve ebedî oluş içinde büyük insanı tan ıtm ak görevi
de yine bizlere, in san denen sosyal varlığa düşüyor. Y a rın ’a bir
şey verebilm ek için yapılan çalışam lar, değerlerin ortaya çık­
m asına da y ardım eder ve kişi, onlara hizm etle, insanlığa olan
şü k ran ve m in n ettarlığ ın ı kısm en olsun ifade im kânına kavuş­
tu ğ u için sevinç duyar.
O laylar, ikinci b ir okuldur. İlim disiplinini h ay at kırbacı
daha da k u v v etlen d irir ve insan düşüncesi olaylar içinde gelişe­
rek yeni u fu k lara doğru yol alır. B unda büyük insanın ve dış
akm larm etkisi olduğu m uhakkak. F a k a t insana tesir eden, ona
istikam et veren olaylardan ziyade, olayları tek lif eden düşünür-
» lerin eserleridir. Bu bakım dan büyük insanı nasil eserleri büyü­
tüyorsa onu ta n ıta n da eserler veya o eserlerden ışık alan başka
düşüncelerin, eserleri olm aktadır. Zira insan, gerçek anlam ıyla
b ir ışık - pervânedir.
. - I I -
D ünyşca m eşhur şarkiyatçı Prof. J a n R ypka « Les M üfredat
de S a b it » isim li eserinin m ukaddem esinde diyor ki : f« Dostluğu
benim için pek kıym etli olan eski rehberim, İstanbul Üniversi­
tesi Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden A li Nihad Tarlan’a, çok
değerli irşadlarmdan dolayı teşkkür etmek vazifemdir. Osmanlı
klâsik şiirinin şerhinde merhum Profesör Ferit Kam’ın an’ançsi-
ni büyük bir üstadlıkla devam ettirdiğini hatırlatmağa hacet var
mıdır? Onun yardımı olmasaydı, bu eserimin bir mısra’ını dahi
lâyık olduğu derecde itminan verecek bir şekilde tercüm eye m u­
vaffak olamıyacaktım. Bu âlimâne sabır ve alâkasından dolayı
kendisine en kalbı teşekkürlerimi sunarım. Prof. Jan Rypka »)
îşte b ir T ü rk profesörü ki, dünya şöh retlerin d en birisi eser­
lerin i ona borçlu olduğunu ifade ediyor ve m in n et duygularını
— 12 —

eserlerinin m ukaddem esinde açıklarken bundan şeref duyuyor­


lar. Bu şeref O’nunla çalışm ak, O’nu n la tanışm ak ve O’n u n en­
gin ru h dünyasını tan ım ak tan doğan b ir büyük fazilettir.

Prof. Dr. F ranz Taeschner, o değrli T ürk profesörünün se­


sini teype alm ak isterken (*) A v ru p a Ü niversiteleri adını saygı
ile anıyor ve O’na şeref payeleri veriyorlardı. F a k a t b ü tü n dün­
yanın tanıdığı bu insan, Ali N ihad T arlan adını, talebeleri hariç,
kaç kişi duym uştur? Hiç şüphesiz ki O’nu bir defa görm ek ebe-
diyyen h atırlam ak için kâfidir. A ncak gönül iste r ki, Ali N ihad
T arlan adı, öğrencilerin, âlim lerin kalbinde olduğu k ad ar halkın
gönlüne de girsin, orada da y erin i bir an önce alm ış olsun. İşte
bu düşünce tevazu k an atların ın gölgesine sığınm ış olan büyük
insan üzerine eğilm em iz için y e te r bir sebeptir.
Sonsuz bir insan sevgisinin pırıl p ırıl parladığı bu yüce in-
san ’m yakını olm ak ayrı bir b ah tiy arlık tır. Ben O’n u tanıdım ,
O nunla dost oldum , O’ndan feyiz ve ilham alm anın sevincini
duydum . B u sebeple O ’n u n için bir şeyler söylem ek istediysem
hoş görülm elidir, inandığım ı yazm ak, m übalâğasız gerçeği oldu­
ğu gibi verm ek vazifem dir ve bu görevin ağırlığı altM da insan
denen varlığı anlatabilirse ne m utlu. F ak at biliyorum ki Ali
N ihad T arlan ın fani varlığında ezel sırrın ın izleri v a r ve onun

(*) Pek Muhterem Profesör Dr. Ali Nihad Tarlan Bey,


^H âlen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin m isafir
profesörü olarak İstanbul’da bulunmaktayım. Eserlerini seneler­
den beri takip suretiyle Türk Divan Edebiyatı’nm eşsiz şârihi
olarak tanıdığım muhterem profesörün eserini, birkaç divan şii­
rini okumağı kabul eylediği takdirde, Alm anya’dan getirmiş bu­
lunduğum Magnetophon aleti ile zaptetmek arzusundayım. Bu
gün kısa bir seyahat için Anadoluya hareket edeceğim cihetle,
İstanburda son ikamet günlerimi teşkiT edecek olan 7 -10 Hazi­
ran günleri arasında tesbit edeceğinizi umduğum bir tarih ye
saatte zatı alinizi ikamet etmekte bulunduğum Nişantaşmdakî
haneye götürmek üzere bir iş’anm za num lazır bulunduğumu ih-
tiramatnna terdifen arzederim efendim?)
— 13 —

y a şan tıla rın d a n derleyeceğim inci a n ıla r size ancak bir âlim in
b a y a t hikâyesini d u yuracaktır. Göniil iste r k i A l i N ihad T ar-
ları’ın ilim hüv iy eti yanında insan tara fın ı da bilm iş, tanım ış ve
öğrenm iş olalım . O zam an ışık - p ervanenin m anasını ve insan
sevgisinin gerçek anlam ını id rak etm ek m üm kün olur. Ç ünkü
h a k ik a t b ü y ü k insanın akıl ve ru h hareketidir. O h a re k e ti tanı­
m ak h ak ik ati bilm ek dem ektir. Bu ise ilim lerin ve id rak in en
yükseği ve en zorunu teşkil eder.
— m —

Soğuk kış akşam ları anılarım ızla doludur. H er yıl kış özle­
m ini duyar, k a rlı geçlerin sihirli sıcaklığım beraberinde getiren
b ir ( büyük g ü z e lliğ i) bekleriz. O’n u n deyişiyle güzellik, duy-
gunun ve onun içinde eriyen fik rin bizzat kendisindedir. işte
biz de o ezeli ve ebedi duygunun rayihasına, o eriyen yüce fik ­
rin sıcaklığına olan hasretim izi Ali N ihad T arlan m ziyaret ve
sohbetlerinde giderm enin sevinç ve özlem i içinde kış akşam la­
rını düşünm ekten kurtulam ayız.
M em uriyet h ay atın ın 50 nci ve öğretim h ay atın ın 47 nci yı­
lım id rak eden sayın hocam ız Prof. Dr. A li N ihad T arlan ’m bu
sebeple hazırlanacak h ay at biyografisine talip olm am ızdan daha,,
tabiî ne v a rd ır? O A li N ihad T arlan ki, insanın rıfk ve yum u­
şaklıkla h a re k e t etm esini dileyen en aziz ve en yüce Peygam ber
Hz. M uham m ed’in izinde bize O’nu gösterm iş, gerçek ibadetin
ihlâs ve sevgi olduğunu öğretm iş, ah lâk ve im anın id ra k aydın­
lığında bizlere ilim ve irfan ın sonsuz m eyvelerini cöm ertçe ih­
san etm iştir.
B üyük bir insanın h a y a t hikâyesini yazm ak, biraz da o b ü ­
yü k lü k içinde erim ek, o yüceliği yaşam ak değil m idir? M utlu­
luk sancıları çeken ihsan kalabalığı arasında b ir m utlu lu k ağacı
bulduysak o m eyvelerden b ü tü n kalb ler faydalanm alıydı. Böyle
düşününce de işin zorluğu y erini huzur ve sevince terk etti. B ili­
yorum k i onun h ay at hikâyesi b ir tak ım y aşantılardan ib are t de­
ğildir. O duyan, düşünen ve duygularıyla düşünceleri arasında
k urduğu âhengi karşısındaki in san lara verebilen bir ilim ve duy­
gu pınarıdır. O’n u n h ay atım yazm ak bu bakım dan insanı dü-
— 14 —

şünm ek ve idrak etm ek anlam ına gelir. O. ilim ve faziletini te ­


vazu ile gizlerken dostlarım sevgi ve m uhabbetle kucaklar ve
' onlara insanın sırrın ı anlatır.
Soğuk bir P a z a r günüydü. Lâpa lâpa k a r yağıyordu. K apının
zili çaldı. B u P azar sabahında gelen kim di diye m erak la kapıya
koştum . K apıda paltosu k a rla rla örtülm üş bastonunda buz p a r­
çaları A li N ihad T arlan duruyorlardı. G elişleri evim izi şenlen­
dirm iş, eşim le büyük bir "sevinç duym uştuk. Hocam ı 15 gün gör­
m em iş ve arıyam am ıştım . K endileri bu gaybubetim den m erak a
düşerek ziyarete gelm işlerdi. İşte b ir hâdise ki b ir kim senin h a­
yatında hiçbir değeri olm ayabilir, fak a t A li N ihad T arlan, söz
konusu olünca bu küçük ziyaret bile büyük b ir ders ve ib ret
aynası hâline gelir. A li N ihad T arlan o P azar sabahı bizi sevin­
dirm ekle kalm adı, bize dostluğun vp ziyaretin ne olduğunu ve
ne olm ası gerektiğini öğretti. O nun insan hüviyeti, ş a rtla r ne
olursa olsun, insan lara saygı, sevgi, h ü rm e t ve hizm etin örneği­
dir. H er h arek eti ile ib re t ve hikm et sahibi olduğunu anlam ak
için onunla bir görüşm e bile yeter. Sigarasını içer ve çayını y u ­
dum larken daim a bir şeyler verm eye hazırdır. Y um uşak ve m u­
nis görünüşü insanları kalben aydınlığa k av u ştu ran b ir m u h ab ­
b et güneşidir. K endi eserine isim verdiği gibi O da G üneş Y ap­
raktır. ■ .
— IV — '
1314 - 1898 senesinde İs ta n b u l V ezneciler sem tinde Zeynep
H anım K onağının arkasına düşen bahçeli b ir evin şiir ve im an
dolu sinesinde h ay ata gözlerini açan Ali N ihad T arlan üç y a­
şında okum a yazm aay başlam ış ve b ir m üddet sonra M anastıra
Üçüncü O rdu M uhasebeciliğine tây in edilen M ehm et Nazif Bey
ile b irlikte İstan b u l’dan M anastır’a gitm iştir. İlk tahsilini M a­
n a stır’da R ehber-i M aarif adlı hususî b ir m ektepte ve M anastır
A skerî R üştiyesinde yâptı.^A li N ihad B eyin bu sırada yedi se­
kiz yaşında Sadi’n in G ülistan’m ı, Ş ark tan G arba b ir Seyyale-i
Edebiye adlı eserini, M ehm et E m ih’in şiir m ecm uasını, C evdet
Paşanın K asası Enbiya isim li büyük eseri ile ; M ehm et C elâl’in
Osmanlı edebiyatı nüm unelerini okuduğunu A li N ihad T a rla n ’m
h âtıratm dan öğreniyoruzT>Manastırda okurken okul m üsam ere-
M ehm ed Nazif Bey
— is ­

lerinde rol ahnış ve tak d ir görm üştür. B ir sene de S elânikte


Fransız m ektebinde okü y arak F ransızca öğrenm iştir.
1910 Senesinde A li N ihad T arlan babası ile b irlik te İstan-
bula döndü ve K oska’da m erhum H akkı B ey’in B u rh a n ı T erakki
R üştiyesine kaydolundu. 13 y aşlarına gelm işti. H âfız’m şiirleri­
ni okum akta, kendisi de şiir yazm aktadır. B ü Sıralarda yazdığı
ilk b eyit babası tarafın d an eniştesine ih b ar edilm iş ve F a tih Rüş_’
tiyesi farisî m uallim i H acı Y usuf E fendi şiiri dinlem ek istem işti.
K üçük A li N ihad, eniştesi karşısında sıkıla sıkıla yazm ış olduğu
beyiti okuduğu zam an eniştesi yerinden kalkm ış ve kendisinde
keşfettiği istidadı heyecanla kucaklam ıştı. B u ilk beyit A li Ni­
h a d ’m sanat hevesini kam çılam ış ve daha bü y ü k şiirlerin baş­
langıcı olm uştur (*) '
- ; — V — . .

Ali N ihad T a rla n ’m babası, Ü çüncü O rdu M uhasebeciliğin­


den m ütekaid M ehm ed Nazif Beydir. 1927 senesinde vefat eden
bu zat, dinî ve ahlâkî salâbetin örneği b ir insandı. B u hükm ü,
oğlunun m uhtelif m ünasebetlerle babasından bahs ederken edin­
diğim in tih ala ra d a y an arak veriyorum .
A li N ihad T arlan, babasına âid birkaç h â tıray ı şöyle nak let-
m iş t ir :
Dedem P u llu ( zengin, p a r a lı) Hacı A li Efendi, D ağıstan’da
yedi çiftlik b ıra k a ra k E rz u ru m ’a hicret etm iştir. Babam , E rzu­
ru m ’da dünyaya gelm iş, E rzu ru m ’daki büyük zelzelede b ü tü n
serveti m ahvolan dedem in gözlerine k a ra su inm iş ve o zam an
dokuz yaşındaki oğlunu yanına a la rak D ağıstan’a dönm üş ve
b ir çiftliği satıp te k ra r E rzu ru m ’a avdet etm iştir. O rada şöyle
bir hâdise geçm iş^D edem , hüküm et konağı önünde beklerken
bir Rus askeri, onu göğsünden itm iş. Gözleri görm eyen dedem in
m âruz kaldığı bu hâdise, babamın, aklım başından alm ış ve elin­
deki ucu topuzlu değneği Rus askerinin ense köküne indirm iş.
A sker y ere yuvarlanm ış, e tra fta n R uslar, babam ı tartak la m a y a

(*) H ançer-i aşkınla açtın sinem e çok y areler


işledi cangâhım a tîr-i firak ın pareler.
16,—

başlam ışlar. O şırada bir Rus zâbiti kam çısı ile kalabalığı dağı­
ta ra k dedem in y an m a gelm iş ve onu görür görm ez hem en elle­
rine sarılıp ağlam aya başlam ış. M eğer bu zâbit E rm eni im iş ve
Rus ordusuna intisab etm eden evvel dedem in çiftliğinde çalışır
ve ondan him aye görürm üş. Bu sırada kendine gelip ayağa k al­
kan Rus askerini bu sefer zâbit döğmeğe başlam ış. Bu E rm eni,
çiftlik satışı işlerinde de ona çok yardım etmiş.^J
Babam 11-12 yaşlarında iken dedem vefat etm iş. A nnesinin
küçük kardeşi H aşan Efendi dayım ız b ü y ü k hem şiresini iki ço­
cuğu ile ( b ir i babam , biri halam ) E rz u ru m ’dan K a rs’a g e tir­
miş ve babası K ars reisülulem âsı Şekili Ali E fendinin evine y e r­
leştirm iş. B irkaç ay sonra, büyük kardeşi Hacı A hm ed Efendi
dayı, H aşan E fendi day ry a « Sen, b u rad a yetişm iyorm uşsun gibi
bir de k uyruğuna çalı takıp getirdin » demiş. Çalı babaannem ,
babam ve halam . Bu sözü duyan babam ; dedesinin h er tü rlü
m üm ânaatm a rağm en o gece annesi ile kız kardeşini alıp dede
evinden çıkm ış, ayrı bir ev tutm uş. E rtesi günü K ars tab y ala­
rın d a am eleliğe başlam ış. A ynı zam anda bir hocadan A rapça
dersi alıyorm uş. Yem ek tâtillerin d e b ir ta rfta n koltuğunun a ltı­
na sıkıştrrdığı ekm eği yerken, bir ta ra fta n da M olla C âm ı’ye ça­
lışırm ış. K ars şehri ile tab y alar arasındaki yol 1,5 saatten fazla
sürerm iş. G eceleri de « Tâlîm -i H esâb » adlı bir eserden kendi
kendine hesap öğrenmiş. E rtesi sene tab y a kâtipliği im tihanını
kazanm ış ve oraya kâtip olmuş.
Babam ın teyzesinin kocası Cilim li M ehm ed E fendidir. O da
D ağıstan ulem âsından olup m eşhur Şirvânîzâde R üştü P aşa ile
ders şeriki im işler (1) . Cilim li M ehm ed Efendi yedi k e rre hac
etm iştir. H er İs ta n b u l’a gelişinde Ş irvânîzâde’lerde kalırm rş.
M ehm ed Efendi vefat edince âilesine m aaş tahsis e ttirm ek

(1) Babamın babası da meşhur Kurt İsmail Paşa ile ders


şeriki imiş. Bu m üessese Dağıstan’da akrabalıktan ileridir. Kurt
İsmail Paşa’nm oğlu Dâmat Ahmed Zülkifil Paşa babama çok
hürmet eder ve onu bir ağabey telâkki ederdi. Babam Ahmed
Paşa’dan yaşça büyüktü.
üzere babam ile teyzesinin oğlu Nâfiz Z ühdü Efendi İstanbul’a
gelm işler. Ve babam ın baba b ir ana ay rı kardeşi F atm a H anım a
m isâfir olm uşlar. F atm a H anım , babam dan çok büyükm üş ve
o zam an evli ve çoluk çocuk sâhibi imiş. Hafız Zühdü Efendi
m aaş tahsis e ttirip K a rs’a dönm üş, babam İsta n b u l’da kalıp
« M enşe-i K ü ttâb -ı A s k e rî» ye girm ek için m üracaat etm iş. As­
k erî k âtip ler yetiştirm ek gayesiyle kurulm uş olan bu m ektebe
o zam an bir lise m âhiyetinde olan valde m ektebi m ezunları
kabul ediliyorm uş. Babam ı bu m ektepten m ezun olm adığı için
reddetm işler. B abam m e’yûs olmamış. | a m b ir sene aşağı yu­
k arı iki üç günde b ir « Bâb-ı S e r-a s k e rî» (H a rb iy e N e z â re ti)
ye m ü râcaat ederm iş. Bu m ektebin idâresiyle tavzîf edilen h ey ’et
reddetm ekten bıkm ış, usanm ış, babam m ü ra c aa tta n bıkm am ış,
N ihayet b ir gün M âliye N ezâreti ( şim di A skerî Tıbbiye ) kar-?
şısm daki kâğıtçılara gitm iş; b ir m ısrâı kırm ızı, b ir m ısrâı siyah
m ürekkeple m anzum b ir istid ’â yazmış, götürm üş. B u orijinal
hâdise karşısında istisnâen babam ı kab u l etm işler^B abam , şâir
yaratılışlı idi. D ivançesi 1327 senesi Bâyezîd y a n g ın ın d a yahdı;
Yalnız H âfız M ehm ed Sebatüddin E fendi divânının sûhün-dh
m anzum b ir takrizi kalm ıştır. B ir m ensûr eseri de Ü niversite
K ütübhânesi Yıldız Y azm aları arasındadır. B edraka-i S adâkat
adlı bu eserin üzerinde şöyle yazar : « D ağıstan m uhacirîn-i islâ-
m iyyesinden ve ketebe-i aklâm -ı şâhâneden M ehm ed Nazîf » .
t^ B u esnâda annesini v e k ardeşini İsta n b u l’a g etirten babam ,
( o zam an 14 yaşında ) şöyle çalışırm ış : Sabah nam azına B âye­
zîd câm iine gidip câm i dersi görür, oradan M enşe-i K üttâb-ı
A skerî’ye derse gider. M ektepten ç ık tık tan sonra D efter-i Hâ-
k â n î’ye gidip tânesi beş p aray a doldurulan dip koçanı alır, eve
gelirm iş. Gece y a rıla rın a k ad ar k oçanlarr doldurur; sabah te k ­
r a r câm ie gider, akşam koçanları yerine v erip ücretin i alırm ış.
M enşe-i K ü ttâb -ı A skerî’yi n o rm a l m üd d d etten a ltı ay evvel bi­
rincilikle bitirm iş. Ve derh al levâzım dâiresine alınm ış
/M a n a stır’dayız. Ben babam ın odasm dayım . B ir anda dâire
karıktı. H erkes odalardan dışarı fırladı. S aray (hüküm et dairesi)
abluka edilmiş. K apılara süngülü askerler dikilm iş. Ne içeri, ne
— 18 —

dışarı. Yedi sene askerlik edip istibdâl ( terh is ) olm ayan asker­
ler, isyan etm işler. Birikm iş m aaşlariyle istibdâl tezkerelerini
istiyorlar. H üküm et erkânı, M üşir Nazif Paşa, E rkân-ı H arbiyye
Reisi Osm an P aşa ( bilâhare E vkaf N âzın olm uştu ) , m ıntaka
kum andanı H âdi P aşa ( M ahm ud Şevket P a şa ’m n kardeşi olup
sonradan M aarif N â z ırı) , sarayın ark a kapısındaki m erdivenler
üzerine oturm uş olan elebaşı 5 - 6 çavuşla görüştüler, nasihat
verdiler. Y erlerinden kıpırdam ayan çavuşlar, ısra r ediyorlardı.
B abam da bu zevâtın arasında idi. Ben babam ın paltosunun
eteğine tutunm uş,-hâdiseyi seyrediyordum . Yedi - sekiz y a şla rın ­
da idim. B ir anda ellerim boşaldı. B abam eteğini ellerim den
çekm iş ve kap ıd an çıkıp çavuşlara doğru y ü rüm üştü. Ben k ork­
tum , ağlam aya başladım , yaşlı gözlerim le bakıyordum . Ç avuş­
lar, b irden ayağa kalkıp selâm verdiler. Babam , konuştu ve
döndü- A sker de dağrldı. O gece, kendisini çok seven Ser-karîn-ı
H azret-i Pâdişahî M ehm ed A li P a şa ’ya telgrafla m ürâcaTt eden
babam , h avaleyi g etirtti, askere birikm iş m aaşlarını ve istibdâl
tezkerelerini dağıttırdı. Ben m aalesef birçok sâhalarda onun k â ­
bına varam am . O, b ir âlemdi?)
Ben babam ın ata bindiğini görm em iştim . B ir yaz, 10 - 15 gün
istirâ h a t için babam , M anastır’a y ak ın çok güzel bir kaza olan
F ilorina’ya bizi aldı götürdü. B ir gün biraz m eşâfade D udaksız
İbrâhim E fendinin elm alarıyla m eşhur çiftliğine gidiyorduk.
Ben ata binm eyi çok severdim . A nnem , kardeşlerim , arab alarla;
babam , ben, kolağası M usa Ağa, S üvâri yüzbaşısı ve 10-12 as­
k er ( çünki B ulgar kom iteleri h e r gün b ir cinâyet işliy o rlard ı)
atlı olarak yola düzüldük. B ir yerde sü v âri yüzbaşısı caddeden
ayrılıp yan bir p atikaya sapm am ızı. söyledi. Babam , sebebini
sordu. Y ü z b a şı:
. — B eyefendi, yolda oldukça geniş b ir hendek var, oradan
geçemeyiz, dedi. B abam güldü :
— Nasıl süvârisiniz? B akın altınızda ceylân gibi a tla r var.
Ben b u n ları dikkatle dinliyordum . B abam lâtife ediyor, sa­
nıyordum . M eğer iş ciddî imiş. Babam , hendeğin genişliği hak­
kında tahm inî b ir fik ir edindikten sonra bize, gidip hendeğin,
_ _ ıg —

başında durm am ızı söyledi. Ben dehşetle korkuyordum . Ya ba­


şına b ir kazâ gelirse...
Y üreğim çarpa çarpa hendeğin başında durduk. Babam , epey
b ir m esafeden atın ı d ört nala kald ırd ı ve hendeği bü y ü k bir
m ahâretle aştı. Yüzbaşı, siyah sakallı, a ltu n gözlüklü, sam ur
yakalı k ü rk lü zayıf, zaîf, çelebi bir devlet m em u ru n u n böyle bir
işi başaracağrna ih tim âl verm ediği için h a y re tle r içinde k al­
m ıştı » .
S üleym an N azifin tab iri ile Ali N ihad T arlan üşenm eyen ve
yorulm ayan b ir insandır. B u sebeple tetk ik a tm d a çok dikkatli,
d erin ve m ânâlı idi. H er v a rlık onda yeni bir uyanışın m üjdecisi
oluyor. İlim ve irfan susuzluğu içinde yeni b ir m ânâya doğru
ham le yapıyordu. B ir m üddet sonra V efa İdadisinde talebe iken
M ektepli M ecm uasında ( SARHOŞ ) isim li nesir yazısı çıkıyor,
bir ta ra fta n da şiirle r yazıyordu.
R üşdiyeyi aliyyülâlâ derecede b itire n genç Ali N ihad, Vefa
İdadisini b itirip İsta n b u l D arülfünunu adiyle anılan İstan b u l
Ü niversitesine kaydolunuyordu.
— VI —
C, İstan b u l Ü niversitesi L isan F akültesi Fransızca ve Farisî şu­
beleriyle E debiyat Şubesini başarı ile b itird i ve bir sene sonra
da doktorasını verdi.
T ü rk Ü niversiteler tarih in d e E debiyat doktorasınm ilk sa­
hibi A li N ihad T arlandır. O zam an G alatasaray Lisesi Farsça
hocası idO
A li N ihad’m ilk vazifesi Gazi O sm an P a şa okulunda F ra n ­
sızca öğretm enliğidir. B undan sonra m uhtelif liselerde Fransız­
ca, Farsça, Türkçe, E debiyat hocalığı yaptı.
M uhtelif okullardaki hizm etleri şu n la rd ır :
B eşiktaş S ultanisi (Fransızca M uallim liği)
Vefa S ultanisi (Fransızca M uallim liği)
D avutpaşa S ultanisi (Fransızca M uallim liği)
G alatasaray Lisesi (F arisî M uallim liği)
D avutpaşa S ultanisi E debiyat M uallim liği
N işantaşı Sultanisi T ürkçe M uallim liği
G aziosm anpaşa O rta M ektep Türkçe M uallim liği
K abataş E rkek Lisesi E debiyat M uallim liği
İstan b u l Ü niversitesi E debiyat F akültesi P rofesörlüğü
Y üksek İslâm E nstitüsü F arsça M uallim liği
A yrıca, M altepe, ve K uleli A skerî Liseleri, N ortobros, Ese-
yan ve Bezezyan Erm eni ekalliyet m ekteplerinde T ürkçe ve
Edebiyat hocalığı yapm ıştır.
A li N ihad hoca olarak doğm uştu. D aha ilk günü öğrencileri
üzerinde bu tesiri bırakıyor ve onun ilim ve irfan pın arın ın has­
retin i h a y a tları boyunca hissediyorlardı. U lvi Y enal; Ali Ni-
h ad ’ın 1925 yılında öğrencisi idi. Hocası hakkında biZe şunları
yazıyordu :
« Hocam ALİ N İHAD TARLAN’m yarım asra yakın tedris
hayatı içinde kendisinden feyz almış binlerce öğrenciden bi­
riyim.
Bundan 40 sene evvel, 1925 yılında GALATASARAY LİSE­
SİNDE ders yılm a başladığımız zaman FARÎSİ’ye zayıf, göz­
lüklü, çok hafif bir sesle konuşan genç bir zat geldi. Edebiyat
doktoru olduğunu öğrendiğimiz bu genç hoca üzerimizde hiç
beklenmeyen bir tesir yaptı. İkinci derecede telâkki edebileceği­
miz bu dersi, çok kolay anlaşılabilecek bir şekilde öğretiyor,
biz de zevkle takip ediyorduk. O kadar ciddi idi ki sınıfta çıt
çıkmıyordu. Derse çalışmamak ve bilmemek imkânsızdı. Çün­
kü hiç müsamahası yoktu. Bir sene sonunda İran Edebiyatı artık
bizim için yabancı değildi. Hayatım boyunca Türkçeyi ALİ
NİHAD hocamızın o bir. senelik dersi sayesinde daha iyi anla­
dım, yazdım ve konuştum. Kendisine minnettarrm. Saygıla­
rımla » .
Ulvi Y enal haklıydı. Ali N ihad doğarken hoca idi ve ilk öğ­
retm enlik günlerinde yaptığı tesir, O’n u n istid at ve k u d retin in
canlı bir tablosu oluyordu. O’n u n dilinde doğru v ardı ve kalbi
bir fazilet pınarıydı. B u sebeple sözleri h ak oluyor, öğrencileri
hocalarının h e r kelim esinde b ir h ay at d ü stu ru buluyorlardı.
N itekim hocanın « İstikbalin k u d retli b ir âlim i olarak » gör­
düğü asistanı M ehm et Ç avuşoğlü 16 N isan 1962 tarih in d e ho­
— 21 —

canın 45 inci öğretim y ılı m ünasebetiyle yazdığı bir rübâisinde


Ali N ihad T a rla n ’a hayranlığını bu dört satır içinde ustalıkla
teren n ü m edecektir :
« Sen nûr-ı ilim biz sana meclâ gibiyiz
Kırk beş senelik şûleye Sînâ gibiyiz
Âlem ki garîk-ı ilm ü irfanındır
Biz Vâdi-i Eymendeki Mûsâ gibiyiz »
H er insan, Ali N ihad T arlan önünde aynı şeyleri hissedecek
tir. F a k a t bu hissi ifade için A li N ihad’m M ehm et Çavuşoğlu
gibi bir öğrencisi olm ak gerekirdi.
A li N ihad T a rla n ’m kişiliği ilim ve irfa n aydınlığıdır ki za­
m an bu aydın v arlığı üniversite gençlik m uhitinde istikbal
üm idi yapm ış. 18 yaşın taze dim ağları A li N ihad T a rla n ’m
fazilet h am u ru n d a yoğrula yoğrula edebiyat ve insanlığı bir ara ­
da öğrenm ek b ahtiyarlığına erm işlerdir. G ünüm üzün dikkate
değer y azarların d an Ali Rıza Alp hocam ız için bakm ne diyor:
« Hocamız A li Nihad Tarlan’m rahle-i tedrisinde diz çöktü­
ğümüz zaman 18 yaşını bitirmiş birer genç adam namzedi idik.
O yaşın verdiği pervasızlıkla herşeyde iddialı, şiirde bütün
fertler ayrı ayrı iddialı idi. Aramızda iddiasız tek kişi hocamız
Ali Nihad Tarlandı. Cehlimize ait en küçük bir imâda bulunma­
dı, saçma sapan sözlerimizi, yazılarımızı tahammülle dinledi ve
okudu. Sonunda bize «hiç» olduğumuzu öğretti. Eğer muhterem
hocamız A li Nihad Tarlan olmasaydı hiç olduğumuzun farkına
varamıyacaktık, gururumuz bizi cehlin kaygısında eritecekti.
A li Nihad Tarlan, iyi giyinir, güler yüzlüdür. Konuşurken
kulağınızdan çok kalbinize hitap eder. Yirmi yıl evvelki günleri
hatırlıyorum. Onun güleryüzünü, eski bir İstanbul efendisi tav­
rıyla ders takrirlerini görmek ve dinlemek için edebiyatla ilişiği
olmayan fakülte öğrencileri sınıfımızı doldurur, bizlere yer kal­
mazdı.
Üniversiteye geldiğimiz zaman şiirde «fikir»le «his»in bir
arada bulunamıyacağma inanıyorduk. Liselerde bize «lirik» şi­
irde «fikir» unsuru ya hiç yoktur, yahut değer ifade etm iyecek
kadar ehemmiyetsizdir» diye öğretmişlerdi. Fuzuliyi hocamız
Ali Nihad Tarlan B ey’den dinledikten sonra, ben şahsen bu hu­
sustaki basmakalıp fikirlerimden dolayı hicap duymuştum.
^Hocamız A li Nihad Beye, bazı kimseler «divan edebiyatının
dar kalıplan içinde sıkışıp kalmış» derlerdi. Halbuki o devirde
Orhan V eli’nin Süleyman Efendisi’yle yeni şiiri yermek isteyen
bir arkadaşımıza eynen şunları söylem işti :
«Nasırından başka derdi olmayan insanları daha güzel baş­
ka hiçbir mısra anlatamaz» ^ •
^ve ilave etmişti.
«Rakı şişesinde balık olsam!» mısraı var ya! Ne büyük bir
iştiyakın ifadesidir.
O günlerde Orhan Veli’yi ve yeni şiiri bu kadar güzel anla­
tan bir başka ilericiye raslamamıştım. >
Karacaoğlan’m «Ben senin derdini, .çekemem. gönül» ve bir
şarkıdan «Her şey dile gelm iş bana cjmâmmjLsnyler» m ısralan-
na bayılırdı. Yirmi yıl evvel hocamın söylediklerini ancak şimdi
anlayabiliyorum. O, gerici, formcu, kalpçı değildi. Güzeli her
yerde ve her zaman seven kimse idi!)Hiç kim seyi düşüncelerin­
den dolayı muahaze ettiğini hatırlamıyorum. Dersini yalnız sınıf­
ta vermezdi. Göksu, Kâğıthane, Beyazıttaki Küllük derslerinin
devamına sahne olurdu. Etrafında daima öğrenci gurupları sevgi
halesi gibi toplanırdı. Sırf bu yüzden tâyinen gelm iş profösörler
kendisine cephe aldılar. Hocamız çok acı yıllar geçirdi.
^.Proföserlerin «ilm»i bile yalan yanlış bildikleri bir devirde
hocamız ilim le irfanı öylesine yoğurmuştu ki, muhitinde haset
fırtınaları esmeğe başlamıştı. Bence bu hareket küfrün, iman
karşısındaki serkeşliğiydi. Ama imân her zaman olduğu gibi
küfre galip geldi.,^
Hocamız Ali Nihad Tarlan bize Fuzuli’yi okuttu. Şeyh Ga­
libi şerhetti. Mazmunlar âleminin kapılarını açtı. Bütün bunları
öğretmeşeydi bile yine gözümüzdeki «Fenafillah» derecesinden
aşağı inmezdi. Çünkü o bütün bunlarla beraber bize unutmama­
mız lâzım gelen tek şeyi öğ retti: İn san lığı!...
insanlığı hem nazarî, hem tatbikî olarak A li Nihad Bey ho­
camızdan öğrendik.
H areketlerim izdeki beşerî yönü biz ona borçluyuz. Hocam
hakkında M olla C âm î’nin M evlâna çin söylediğinden başka ne
söyleyebilirim .
Nist peygamber velî dâred kitab
E vet... Koca ünüversitede ehli kitap olarak ondan başka kaç
kişi kaldı.
■ _ VII —
Y ıllar A li N ihad’ı sem bolleştirirken etrafın d ak i sevgi ve say­
gı hâlesi de büyüm ekte ve o büyük hoca yaşlılığın bir fazilet
ve irfan m erhalesi olduğunu düşünerek senelerin altında ezi­
len ih tiy a rla rrn aksine daha da canlı ve genç kalm akta, insan­
lığı ile gönülleri fethetm ektedir.
B ir gün evim izde duygu pınarı coşmuş, açılmış, bizler de su­
suzluğum uzu giderm ek için kulak çeşm em izin b ü tü n m usluk-
ların ı o ezel ve ebed sırrına bağlam ıştık, in sa n düşüncesi Ü’nda
â k â rf bir ırm aktı. H er an bir yeni oluş, bir yeni anlam , bir yeni
h al içinde kalıyorduk. D inî m evzulardan edebî m eselelere, felse­
fe problem lerinden günlük endişelere k a d a r h e r daldan bir gü­
zellik sunuyor, sonsuz bir ilim ve duygu verişi karşısında sar­
hoş ve serm est oluyorduk.
T akdir ve tenk itlerin d e iki ölçüsü v a r d ı :
1 — îlim yönünden objektif kalm ak ve
2 — H er olay ve meselemi kendi şa rtla rı içinde düşünm ek.
ve bize böyle diyordu :
A yni bahçede gül de, diken de yetişir. Onları kendi halle­
riyle kabule mecburuz. Ne gül sevilm ekten gururlanmalı, ne de
diken hakir görülmekten utanmalıdır. Gül ve diken istidadının
hakkım vermiştir. Güle güllüğünü, dikene dikenliğini kim veri­
yor ki?.. Onun için biz herşeyi ve her hâli yerinde hak görme­
liyiz, kim seyi küçük görmemeliyiz »
B u sözler tıpkı onun hayatıydı. K arıncayı incitm ekten kaçı­
nan, çocukla çocuk, âlim le âlim olan bu m üstesna insan, daim a
tevazuu tercih eder, başkalarına h ürm eti inançlarının ana p ren ­
sibi olarak kabul ederdi. F a k a t bu öylesine b ir d av ran ıştır ki
O’nu tan ıy an herkes saygılı ve sevgili olm ak zorunda kalırdı.
24 —

Ç ünkü O dili ve gönlü arasında b ir âhenk kurm uş, ihlâs ve sa­


m im iyeti O’nun ilm ini hâl diline indirm iş, özel h ay atın ın h a re ­
k etleri bile etrafın a ders olm uştur.
Beyaz saçlarının zevkini hiç b ir şeye değişm eyen hocam ­
dan b ir iki hâtırasın ı riea ettiğim zam an gülüm sedi, neyim v ar
ki... dedi. Size ne anlatabilirim , herkesin h ayatında olan küçük
şeyler...
K endi hayatının fevkalâdeliklerini m ütevazi varlığından dı­
şarı çıkarm ak istem iyor, iltifa t ve şö h retten âdeta utanıyordu.
Ö ğrencilerle ilk tanışm alarınızı pek m erak ediyorum dedim.
Gülüm sedi. H epsi senin gibi, her an sual sorarlar. H ele ilk su­
alleri...
B ir an durakladı. D üşündü, yüzünün aydınlığında bir m u t­
luluk sıcaklığını görür gibiydim. O’nun en hassas yerine dokun­
muş, talebeleri ile ilgili sualim le heyecanlanm asına sebep ol­
m uştum .
— Ö ğrencilerim in hem en hem en hepsi aynı ru h hâletini
gösterirler.(İlk söm estr talebesine b ir şairi biraz d e rin şerh ve
izaha girişsem sual hazırdı. « Hocam şair acaba b u n ları düşün­
müş m üdür? » E vet düşünm üştür. A ncak bugün haklı olarak
şüpheye düşersiniz. F ak at biraz sabredin. Ö m rüm üz Varsa ileriki
söm estrlerde siz bana yine soracaksınız. F a k a t bu s e f e r :
— D aha başka m âna ve m ünasebetleri yok m u? diyeceksi­
niz. H akikaten de öyle o lu rduk
B ir gün yine b ir talebem sorm uştu : acaba şair, b u n ları bi­
lerek, düşünerek m i yapmış?. Ben de onlara şu beyti okudum :
Sergeşte-i âhenk ederim âlem i Şemsi
N ây-ı elem in suziş-i elhânına düşsem
Ve buradaki « Sergeşte4_âhenk » m evlevilerin dönmesi, Şems
ise Şem sî T ebrizî’dir. Nây, M evlevî sazıdır : Suziş, nây m delikle­
rini y ak rak açm aya işa re ttir dedim, ve beytin m ânasını açıkla­
dım.
4 p ir kız öğrencim : «— Hocam, dedi, acaba şair şu izahatınızı
düşünm üş mü?» «— Evet, diye cevap verdim . Ben yazm ış gibi bi­
liyorum.» Bu sözüm talebem i şaşırtm ıştı. B irdenbire «Nereden b'L
—a 25 —

liyorsunuz?» diye sordu. Ş iir benim di. Söylem ek zorundaydım ,


«Ben yazdım» dedim . Öğrencim m ahcup oldu.Jj
Ali N ihad T arlan sigarasından b ir nefes çekti ve b ir m üddet
daldı. Bu hikâyenin sonu onu üzm üş gibiydi. F ak at bir şey sora-
m ıyordum . Ç ünkü sölyenm esi gerekeni söyleyeceğini biliyorduk.
N itekim bu h âtırasını şu sözlerle tam am ladı :
« O gün çok üzüldüm . Z ira talebem m ahcup olm uştu » .
H er olayda öğrencisini düşünen bir hocanın taleb eleri ta ra ­
fından sevilm esinden daha tabii ne olabilir k i... Sam sun K olleji
E debiyat öğretm eni H am dune Ülgen b ir m ektubunda bu sevgiyi
ne k a d a r sam im iyetle dile getiryor :
« Muhterem Profesörüm, Sayın A li Nihad Tarlan,
Meslek hayatınrzın kırk yedinci yılı dolayısiyle hazırlanan
kitap için benden yazı istediler. Teveccühlerine teşekkürler ede­
rim... Fakat hu bir cesarettir. Yazıya nasıl başlıyacağımı bilem i­
yorum. En meşhur lügatlerin ihtiva ettiği kelim eler bile şahsi­
yetiniz yanında mutlaka âciz kalcaktır. Kültürünüzden mi, ki­
barlık ve asaletinizden mi, bizlere örnek olabilen fevkalâde m e­
ziyet ve faziletlerinizden mi, bilemiyorum, nereden ve nasıl baş-
lıyayım. Zannımca divan edebiyatı demek, tüm olarak Profesör
Ali Nihad Tarlan demektir. Talebeniz olmakla büyük bir iftihar
duymaktayım. Eğer ben bugün talebemin karşısına çıkıp Eski
Türk Edebiyatı’na ait iki üç söz söyleyebiliyorsam, bilin ki siz­
den aldığım feyzi, ilim ve irfanı, tek kelim eyle kültürü konuştu­
ruyorum demektir. Bilmem müsbet ve samimi hislerimi ifade
edebiliyor muyum?
Benden size ait bir hâtıram olup olmadığı soruluyor. Dört
yıllık fakülte hayatım boyunca benliğimde derin çizgiler yara­
tan her sözünüz mutlaka hâtıraların, en kutsabdır. Dersinizi bü­
yük bir heyecan, alâka ve zevkle dinliyorduk. Adeta o ilim dolu
dakikaların bitmesi bizleri tarifi mümkün olmayan bir elem e
garkediyordu. Hepimizin idealindeki komple bir insan muhak­
kak ki şahsiyetinizde temerküz ve temayüz etmiştir. Arzular son­
suzdur!... Yıllarca önceki hâtıralara her zaman yaşamak ve ya­
şatmak güzel bir şey. Fakat heyhat !... Geçen bir saniyeyi bile
— 26 —

geri çevirmek mümkün olmadığına göre... Kadere rıza. Belki


bir an için melankoliye kapıldım, ama hemen o öldürücü hayal­
lerden sıyrılmak lâzım : aksi takdirde insan yaşama şevkini kay­
bediyor ve büyük bir teessüre kapılıyor.
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar. Y. Kemal Üniversitesin­
deki talebelik hayatım varlığınızla renk ye kıym et kazanıyor.
Bu inkâr edilemez.
Sayın hocam, sizlere olan bağlılığım sonsuzdur. Sizler bü­
yük mürşitlersiniz, sayfalar sizleri tanıtmağa kâfi gelmez. O hal­
de birşeyler yazdığımı zannetmek en büyük tesellim olacaktır.
Hürmetlerimle...»
Şüphesiz ki hocayı anlatm ak çok zor. H a ttâ imkânsız. A n­
cak bizim te k tesellim iz, içim izden geldiği gibi konuşm ak, O n u
hissettiğim iz ve tanıdığım ız kişiliği içinde anlatm ayı denerken
h a tâ bile etsek, yine de O’nu duyurtabileceğim izdir. Lise sırala­
rın d a feyiz aldığım E debiyat Ö ğretm enim S elâhaddin Savcı B e­
yefendi, hocası Ali N ihad T a rla n ’ı anlatırk en , bu eşsiz insanın
T ü rk sın ırların ı aşan ve insanlığa m alolan kişiliğine de işaret
ederken sevincini gizleyem em ektedir. Ali N ihad hocamız, bu h ü ­
v iy e ti'ile hepim izin m innet ve şü k rân kaynağı o lurken bize v a ­
zifemizi de hatırlatıyor. Selâhaddin Savcı hocasını şöyle anla­
tıy o r :
Büyük insanları anlatmak için ardısıra tükenmez bir kalem
hâzinesine ihtiyaç vardır... Onların ifadesi, ne zamana ve ne de
malzemeye müsaade eder; zira, Onların ifade edilişi, ancak lâyık
oldukları seviyeye göre ayarlanmalıdır. Hocamız A li Nihad Tar­
lan ise ancak altın kalemle başlanacak ve pırlantalı bir imza ile
bitirilmesi gereken sınırsız bir değer içindedir. Kendisini tem iz iç­
liliği içinde kadere, alınyazısma terketmiş olan âciz Selâhaddin
Savcı, hocasının büyüklüğünü bu kısa satırlar içinde nasıl konu­
şabilir?... « Rü’ya değil bu ayniyle vâki’...»^gökler, kehkeşanlara
sahiptir... Ben ise kâinatı süsliyen o muazzam âlem i ancak sey­
retmekte bulunan âciz bir kulum
S
Şu muhakkaktır ki Edebiyat Fakültesi’nin çok muhterem ho­
caları vardır. Fakat içlerinde en eskisi ve kutsal yadigârı Ahmet
— 27 —

Caferoğlu ile A li Nihat Tarlan değil midir?.. Batı’yı çok iyi an­
lamış ve fakat İslâm . Türk edebiyatı ve genel kültürü içinde
âdeta ilim yapmış ve ilim meydana getirmiş bulunan Dr. A li N i­
had Tarlan ihtisas içinde sanki bir ikinci mütehassıstır. Eğer Ali
Nihad T arlan: bir profesör ve bir Dr. AH Nihad Tarlan olma­
saydı; O, gene bugünkü A li Nihad Tarlan’dı... Kaldı ki Edebiyat
âlemimizde ve İslâm Felsefesinde San’at ve Tasavvuf Dünyası­
nın en yüksek m i’marı, en yüksek m ühendisi olmakla kalmamış,
bu sınırsız denizin ve engebenin en yüksek arkeoloğu, etnolo­
gu, eşsiz müneccim ve müvakkiti olmuştur. Bu yüksek vasıfların
asıl sahibi aynı zamanda son derece vakur ve faüat bu vakârla
yoğurulmuş candan samimî bir tevazuun insicamı içindedir. Son
derece hassas, ve nazik ve sırasında son derece ciddî bir profe­
sördür. Bazan periskopla, sırasında teleskopla, sırasında en ba­
riz bir mikroskopla istediğini arar keşfeder... Bundan dolayıdır
ki « Güneş Yaprak » edibi güneş gibi ışınlarını saçmakla tutuş­
turduğu ve vatan sathında vazifelendirdiği hakikî edebiyatçıla­
rın ışıkları âdeta pirizmadan hüzm eleşir... Öğrencileri profesör
olmuş Ali Nihad Tarlan’ın kendisini tanımıyan var mıdır aca­
ba?... İster Batı, ister Doğu, ister eski veya yeni Edebiyat âşık­
larından kimi görürseniz görünüz bu aziz hocalarını asla unuta­
mazlar. .. İnsanlık ise unutulmak veya unutulmamak arasında
kıym et ışınlarını yayar. 1955 yılında Fransa’da bulunduğum sı­
rada Nis bölgesinin Monton şehrinde Fransız maarif çileri arasın­
da tanıştığım Nanci Kollej Müdürlerinden kıym etli bir zat, ba­
na: « Sizin büyük Edebiyat profesörleriniz arasında duyup da
tanışmak fırsatını bulamadığım Prof Dr. AH Nihad Tarlan’ı Tür- «
kiye’ye geUp dönmüş bulunan bazı arkadaşlarımı bana çok
methettiler, bakalım bana da görmek nasip olacak m ı?... » de­
mişti. O zaman büyük bir gurur duymuştum. Göğsümdeki mini
mini Türk Bayrağı sanki kanatlandı kanatlandı ve Hocamız bay­
rak içinde hilâlleşti .. Bilhassa İran ve Pakistan üniversitelerinin
tevazu’ kürsüsü Hocamızrn şahsiyetini sanki her an ma’nen ta­
şımaktadır. Aldığı şeref nişanlarının asıl bence ma’nevî âbideleri
O’hun alnında ve hassasiyet ülkesine örnek teşkil eden temiz
ruhunda dikilidir. Tanrı uzun ömürler versin...
28 —

.. ~ IX — : .

Ö, öğretirken inandırıyor; in an d ırırk en yaşatıyor, y a şatırk e n


yetiştiriyor. O nun talebesi olm ak m ükem m el o lm a n ın 'şa rtı ade­
tâ. Z aten bu hususiyeti değil m idir ki A li Nihad T a rla n ’ı tale ­
beleri gözünde kutsallaştırır. Ö ğrencilerinden tüccar Edip Egi
5.1.1965 tarih li m ektubunda Ali N ihad T a rla n ’ın insan - hoca h ü ­
viyetini ne kad ar açık an latır :
Bundan 37 sene evel, 1928 . 1929 ders yılında yeni harflerle
tedrisata, Gazi Osman Paşa Orta Okulunda haşlamış bulunu­
yordum.
Değerli hocamın hâtırası, işte bu en güzel inkılâbın içinde ve
orta mektebe yeni başlayan bir çocuğun en taze heyecanı ile
zaptettiği iyi şeylerin başında yer almış bulunmaktadır.
Taleblerine şiddet yerine şefkat gösteren ve müşküllerini
şahsına mahsus ince espirileri ile izah eden hocamız, ders m ev­
zuu dışında esirgemediği hakikaten samimî alâkası ile benim
olduğu kadar bütün arkadaşlarım üzerindeki muhabbet ve hür­
met dolu tesiri ile gönüllerimizde bugüne kadar yaşayagel-
miştir.
Çocuk denecek çağlarımızda yerleşen bu sevgiyledir ki ha­
yatın m uhtelif istikametlerine dağılmış, yüksek rütbeli Ordu
mensubu ve memur, serbest m eslek erbabı, tüccar arkadaşlarım­
la, bir daha ele geçmiyecek olan mektep sıralarındaki güzel gün­
leri yadetmek için yaptığımız toplantılarda bize o günlerin en
kıym etli yadigârı olan saygıdeğer hocamıza topluluğumuzu şe­
reflendirmesi için n e zaman istirhamda bulunmuş isek, kendisi­
ne hâs nezaketiyle aramızda bulunmak lûtfunu hiçbir zaman
esirgememek suretiyle daima bizleri taltif ve ihya etmişlerdir.
Muhakkak olan ilm i kudretinin yanıbaşında İçtimaî ve in­
sani m eziyetleriyle yetiştirip m em lekete hediye ettiği talebeleri
tarafından daima artan bir saygı ile anılacağına bütün kalbim­
le inanırım. »
Ali N ihad’m insan hüviyeti talebelerini aşarak toplum un bir
sembol öğretm eni haline gelm iştir. A m asya bilginlerinden A h­
m et Em ri Y etkin, Hoca için yazdığı bir şiirinde Ali N ihad Tar-
29

la n ’ın kişiliğini birçok cepheleriyle gözler önüne serm iştir, bu­


ra y a aynen a lıy o ru z :

-
t c j ı /
V

^ A

^ <
o l— \ y ^

^ U. & ^ \ j. a

»-i \ı J\i Ir^j 1^- j

r v ^ Jii V

-i Vı ^ o j £ ciU-', £ > •v -il» J»\ k i ^ l ,~ ... A


,/ , \ ^

\ J ^ ^ - i ^ _> t s U i j v

( Ahmet Emrî Yetkin’in kendi el y a z ıs ı)


1 — Güzel kitabın bana geldi gönlüm her an ondan fayda­
landı.
2 — Senin kemalin gündüzün ışık saçan güneşi gibi apaçık
ve meydandadır. Fazilet senin eserlerinle aşikâr ol­
muştur.
3 — Sen ilim taliplerinin m üşkillerini hallendensin. Sen in­
ce ve nükteli şiirler yazan şairlerin sırlarını en iyi
açansm.
4 — Fars dilinin inceliklerini sen bilirsin, gönlü susamışla­
ra daima yol gösteren sensin.
5 — Edip ve şairlerin çok sevgilisi olan ÎKBAL’den, ey dili
ve üslûbu güzel olan insan, sen haber getirdin.
6 — Sana saadet daima yar olsun, gaffar olan Allah yar­
dımcın olsun.
7 — Kalbimde sana karşı devamlı bir sevgi vardır. Kıyamet
gününe kadar selâm etle yaşa.
8 — Gönlün elem tozundan uzak olsun ve her zaman nur
hâzinesi olsun.
9 — Ey nüktedan kardeşim, sana dua ederim, insanları ve
cinleri yaratan Allah bu duamı kabul etsin.
10 — Seni riyasız seven kardeşin gönülden ettiği bu duayı
ey Emri Allah kabul etsin.
Emri Yetkin
ÜProf. A li N ihad T arlan ’m nazım , nesir ve F arsça eserlerinin
bir kısm ını toplayan « G üneş Y aprak » k itab ın ın kendisine gön­
derilm esi m ünasebetiyle kalem e aldığı m anzum teşe k k ü rü
A m asyanm sayılı bilginlerinden olup, A rapça, F arsça ve
Türkçe şiir yazabilen A hm et E m ri Y etkin F arsça m anzum ola­
ra k yazdığı Gül-i Sadberg adlı eserini hocaya gönderm iş, A li
N ihad T a rla n ’ın teşekkürüne şu m anzum m ek tu p la cevap v e r­
m işti :

Hoca Üstad A li Nihad’a

1 — Merhaba ey fazıl-ı şirin zeban


2 — Merhaba ey kâmil-i alî-beyan,
3 — Merhaba ey vakıf-ı raz-ı suhan
4 — Merhaba ey kıdve-i ehl-i lisan
5 — Ettin ipka namını asar ile
6 ■
— Neşr-i ilm e eyledin hasr-ı zaman
7 — Şüphesiz asarınızdan ruz-u şeb
8 — Müstefid olmaktadır hahişgeran
9 — Hâk seni etsin bu âlemde said
10 — Ömrünü müzdad ede hallâk-ı can
11 — N ef’i nasa eyledin ikdam-ı tam
12 — Ey erib-ü ey edib-i nüktedan
13 — Â lem e ilm in dağılsın câbecâ
14 — Gülşen-i izzette ol her dem revan
15 — Bir ( Gül-i Sadberg ) im i aldın ele
16 — - Şanını ilâda oldun hame-ran
17 — İltifatınla gönül buldu safa
18 — Kalmadı büzn-ü kederden bir nişan
19 — Bir gül oldu bais-i şevk-ü sürür
20 — İrtifa’a oldu bî şek nerdiban
21 — Bir eserde olsa da ayb-ü kusur
22 — Ehl-i vüddün çeşmi görme bî güman
23 — Kadr-i şiiri şairi mahir bilir
24 — ‘Kadr-i zer zerger şinased’ her zaman
25 — VflVPıVAt K âfin rîn m .â rlo m a ım _ î H n lr’

İ T İ Z A R

X . un cu b ö l ü m ü n I. inci p a r a g r a f ı n ı 31. inci s a y f a d a k i 25. inci


s a t ı r l a 26. ncı s a t ı r a r a s ı n d a m ü t a l â a e d i l m e s i n i r i c a e d e r i z .
- X -

Ali N ih at T a r l a n ’ı n hatıraları arasında öyleleri var ki 40 sefer din ­


lesek bıkılm az: usanm azdık. Çünkü h er dinley işim izd e b ir başka anlam k a ­
z anıyordu sö z leri. Bu sebeple hocayı sık sık h atıralar ırm a ğ ın a sokm ak
i ç i n b i n b ı r d e r e d e n su g e t i r i r d i k . O d a , d e r i n b ir h o şg ö rü rlü k için d e b izlerı
k ır m a m a y a ç a lış ırd ı. Z evkle d in le d iğ im iz b u anılardan h a tırla y a b ild ik le rim i
O ’n u n d ilinden nakled iy o ru m :

"ÇoK 'sevaıgım "ve çok h ü rm e t ettiğim N evzat A yasbeyoğlu- *


n u n E renköyündeki köşkündeyim . Vefa Sultanisinde M üdir-i
Sanim iz olan b u z a t ile eski m ektep h â tıra la rın ı anıyoruz. O sı­
ra d a V efa’dan m ezun olduğum uz sene hocalarım ızla berab er çı­
karttığım ız bir fotoğrafı aziz üstadım bana gösterm ek lû tfu n d a
bulundu. Ben b u fotoğrafı unutm uştum . Şim di b ir kısm ı ebedi­
y ete in tik al etm iş olan arkadaşlarım ızın arasında ben de H arbiye
N ezareti K âtibi üniform asıyla vardım . Fotoğrafın bir kopyasını
— 30 —

5 — Edip ve şairlerin çok sevgilisi olan tKBAL’den, ey dili


ve üslûbu güzel olan insan, sen haber getirdin.
6 — Sana saadet daima yar olsun, gaffar olan Allah yar­
dımcın olsun.
7 — Kalbimde sana karşı devamlı bir sevgi vardır. Kıyamet
gününe kadar selâmetle yaşa.
8 — Gönlün elem tozundan uzak olsun ve her zaman nur
hâzinesi olsun.
9 — Ey nüktedan kardeşim, sana dua ederim, insanları ve
cinleri yaratan Allah bu duamı kabul etsin.
10 — Seni riyasız seven kardeşin gönülden ettiği bu duayı
ey Emri Allah kabul etsin.

d — u ıern a ıc ra e y v a ıu m x « n s u u n u -----
4 — Merhaba ey kıdve-i ehl-i lisan
5 — Ettin ipka namını asar ile
6 — Neşr-i ilm e eyledin hasr-ı zaman
7 — Şüphesiz asarınızdan ruz-u şeb
8 — Müstefid olmaktadır hahişgeran
9 — Hâk seni etsin bu âlemde said
10 — Ömrünü müzdad ede hallâk-ı can
11 — N ef’i nasa eyledin ikdam-ı tam
12 — Ey erib-ü ey edib-i nüktedan
13 — Â lem e ilm in dağılsın câbecâ
14 — Gülşen-i izzette ol her dem revan
15 — Bir ( Gül-i Sadberg ) im i aldın ele
16 — Şanım ilâda oldun hame-ran
17 — İltifatınla gönül buldu safa
18 — Kalmadı hüzn-ü kederden bir nişan
19 — Bir gül oldu bais-i şevk-ü sürür
20 — İrtifâ’a oldu bî şek nerdiban
21 — Bir eserde olsa da ayb-ü kusur
22 — Ehl-i vüddün çeşmi görme bî güman
23 — Kadr-i şiiri şairi mahir bilir
24 — ‘Kadr-i zer zerger şinased’ her zaman
25 — Yaveret bâdâ dem-âdem avn-i Hak’
26 — ‘Hafızet bâdâ Cenab-ı müstean’
27 — ‘Cism-i to azade bâdî ez elem ’
28 — ‘Kalb-i pâket şad bad ender cihan’
28 — ‘Nazm-ı Ernrî-i duagû şod temam’
3 0 —■‘B a kemal-i sıdk u ihlâs-ı cenan’
Emrî Yetkin
24 — A ltının kad rin i kuyum cu bilir.
25 — D aim a A llahın yardım ı senin yardım cın olsun. A llah se­
ni korusun.
27 , 28 — V ücudun elem den azade olsun, tem iz kalbin ci­
handa şad olsun.
29 - 39 — K albinin b ü tü n sadakat ve hulûsu ile dua eden
E m rî’nin şiiri burada tam am oldu.
Çok. sevdiğim ve çok h ü rm et ettiğim N evzat Ayasbeyoğlu-
n u n E renköyündeki köşküiıdeyim . Vefa Sultanisinde M üdir-i
Sanim iz olan b u zat ile eski m ektep h â tıra la rın ı anıyoruz. O sı­
rad a V efa’dan m ezun olduğum uz sene hocalarım ızla berab er çı­
k arttığ ım ız bir fotoğrafı aziz üstadım bana gösterm ek lûtfunda
bulundu. Ben b u fotoğrafı unutm uştum . Şim di b ir kısm ı ebedi­
y ete in tik al etm iş olan arkadaşlarım ızın arasında ben de H arbiye
N ezareti K âtibi üniform asıyla vardım . F otoğrafın bir kopyasını
istedim . Felsefe ve Psikoloji hocası olan N evzat Bey beni en
psikolojik anım da y a k a la m ış tı: V eririm am a, dedi, bu fotoğraf
için b ir şiir isterim . Ben şiiri yazdım . B u şiir benim o devir ha­
yatım ı gayet iyi a k settirir :
B ir gün ‘geri dünsün mü o günler* dese Mevlâ
Duymuş, yaşamış belki de bir ömr-ü muhayyet.
Bir devir idi lâkin, niçe buhran ile geçti;
Hicran ile, hirman ile, hüsran ile geçti
Yangın süpürüp sildi nemiz varsa, ya harpler...
Bir yandan o çullandı sefaletle beraber
Baktıkça elem, ye’s, keder ruhumu vardı,
Gençlik diyorum, sanki o günlerde ne vardı?
Bir gün, geri dönsün mü o günler, dese Mevlâ
D erd im : Senin olsun bu kerem, istemem asla
Ben şimdi beyaz saçlarımın zevki içinde
O nda daha mes’udum, İlâhî daha zinde.
Bu hercüm erç ve sefalet içinde durm adan çalıştım. Z eytin­
yağı kandili ışığında V irgile’in Eneid*ini tercü m e ediyordum . 13
şan tercüm e etm iştim . Sonradan bunu D arülfünunda G arp Ede­
biyatı M üderrisi olan Uşşakî Zade H alit Ziya Bey m erhum a gös­
terdim . Devam etm ek için bana cesaret verdi.. Ve A sar-ı M üfide
kütüphanesi serisinde neşrettireceğini söyledi. Ne yazık ki bu
tercüm e büyük F a tih yangınında yanıp kül oldu.
Evet bir yandan E debiyat F akültesine bağlı olarak k u rulup
sonradan lâğvedilen Lisan F akültesinin Fransızca ve Farsça şu­
belerine devam ediyor, b ir y andan lise son sınıf im tih an ların a ha­
zırlanıyor, bir yandan da H arbiye N ezareti 4. S ah ra Topçu şu­
besindeki vazifem e devam ediyordum . B ir senede L isan F a k ü lte ­
sinden ve Vefa S ultanisinden m ezun olm uştum . D erhal E debiyat
F akültesine yazıldım . B u F akültey e girm ek benim için b ir ideal­
di. Şim di oradaki birkaç hâtıram ı anlatacağım . S ultaniden Ede­
biyat hocam olan İbrahim Necm i Bey ( İbrahim Necm i D ilm en )
Edebiyat F akültesine M üderris M uavini olm uştu. D arülfünunda­
ki ilk dersim e gittim . Biraz İb rah im Necm i Bey ile k o nuştuktan
sonra N am ık K em al Zade A li E krem B eyin N azariyyat-ı Edebiy-
ye dersine girecektim . Benden, başka da talebe yoktu. O dasının
kapısını vurdum . İçerden kaim ve g ü r b ir ses : Gir, dedi. K apıyı
açtım , daha ilk defa b u hocayı görüyordum . G ayet m untazam gi­
yinm iş, k u m ra l sakallı iri b ir zat. Ben k o rk ara k kem ali hü rm etle
yerden b ir selâm verdim . Sordu :
— Ne istiyorsun?...
— D erse geldim efendim .
H aşin b ir tarzd a :
— Şim di ders yok, başka zam an, dedi ve m asasının k arşısın ,
da o tu ra n 3 genç ile konuşm aya devam etti. B u n ları sonradan
tanıdım . B enden evvel F akülteye girm iş olan H atem i Senih,
S adri E tem ve A hm et E nsarî idiler. İb ra h im Necm i Beye koş­
tum . Â d eta ağlam aklı olm uştum . M acerayı anlattım . D ur, üzül­
me, dedi. B en seni alıp ü stad a götürürüm . B irkaç gün sonra be­
ra b e r A li E krem B eyin odasına girdik. Hocam ı bü y ü k b ir m u­
habbetle karşılay an A li E krem Bey B enim kim olduğum u sordu:
— B enim çok kıym etli talebem dir. B ir iki gün evvel dersi­
nize gelm iş, kabul buyurm am ışsınız. B ana geldi; kendisi h ak ­
kında hüsn ü teveccühünüzü rica ediyorum .
— N ecm i yavrum , b u n lar S ultanilerden iyi yetişm iyorlar,
dur bakalım birkaç şey soralım .
Ve kendi eseri olan Zılâl-i îlh a m ’ı açtı, bir m anzum e gös­
terd i ve :
— O ku bakalım , dedi. B en okudum . Veznini, kafiyesini sor­
du, söyledim. K afiyenin kaç kısım olduğunu sordu. Ben kafiye­
n in çok geniş tasnifini yapm ıya başladım . O zam an h ay retle
Necmi B eyin yüzüne bakarak:
— H a Necmi senin taleben olduğu belli. B undan sonra onu
da senin gibi sevip tera k k i ve tealisine çalışacağım , dedi.
O ndan sonra y irm i seneyi m ütecaviz b ir zam an onun şefkat
ve insaniyyet k a n a tla rı altında yaşadım . M ânevi varlığım ın çok
m ühim b ir kısm ım ona borçluyum . H aftad a iki gün m uhakkak
buluşurduk. H ele b ir gün bu san ’a t ve insaniyet m eclisine h er
hangi b ir m azeretle gidem esem ertesi gün m u h ak k ak çok acı
sitem lerle dolu b ir m ek tu p gelirdi. B ir gün b e rm u tad üstadım ın
huzuruna gittim . Beni o sıcak baba şefkatiyle karşılay an A li
Ekrem Beyi tam am en değişm iş b u ld um ^G ayet soğuk karşıladı.
Yazı m asasının karşısında h er zam anki yerim e oturdum . Soğuk
bir h a lh a tır sorduktan sonra b irta k ım k â ğ ıtla rla m eşgul olm aya
başladı. Ben soğuk te rle r döküyordum . Ne k ab ah at yapm ıştım
bilm iyordum . B ir saate y ak ın b u ıstırab içinde kıvrandım . Ni­
hayet dayanam adım .
— Ü stadım sizi m eşgul görüyorum , m üsaade buyurursanız
ben gideyim , dedim.
K im bilir yüzüm de nasıl ıstırap izleri görm üştü ki biraz y u ­
m uşak sesle :
— H ayır o tu r dedi. B iliyorum benim bu vaz’u halim senin
için nasıl bir azabı elim dir. F a k a t b u k a d a r kâfi. Söyle bakalım
bana, senin m aaşına zam yapılm ış, b u n u bana niçin gelip m üjde­
lem edin? Beni bu sevinçten nasıl m ah ru m e ttin ?>
Bu zam iki yüz yetm iş k u ru ştu . B en kendim sevinm em iştim
ki m üjde diye üstadım a gidip anlatayım . U nutm uştum bile. B u
şekilde m eseleyi kendisine izah ettim . O yine ısra r ediyordu :
— H ayır yanlış düşünüyorsun. Evvelâ Cenabı H akkın lûtfu-
na k ü fra n ediyorsun, sonra dostlar arasında b ir takım incelikler
v ard ır ki b u n lara ria y e t etm iye m ecbursun.
O ne büyük ve ne asil b ir dosttu. O gün geçen o bir saat
em inim ki kendisini benden on defa fazla üzm üştü.

G alatasaray Sultanisinde F arisi dersi açılm ıştı. Talipler im ­


tih an a tâb i olacaklardı. B en de m ü racaat ettim . M aarif N ezareti­
n in ted risatı âliye koridorunda im tihanı bekliyordum . B enim le
b eraber m üracaat eden yedi sekiz talip te n kim se gelm edi Ted­
risa tı Â liye M üdürü Nazım Bey beni derh al tây in etti. O zam an
ben lisansiye idim. 3 sene hocalık ettiğim bu S ultaniden çok
ta tlı h â tıra la rla ayrıldım . O raya intisab ettiğim sene doktora im ­
tihanını verm iş ve İstan b u l D arü lfü n u n u n u n ilk Edebiyat Dok­
to ru olm uştum . B una m ü k âfaten liseden o rta m ektebe nakledil­
dim. O sene M aarif V ekâleti hocalara birçok sualleri havi b ir
d efter gönderm iş, bu suallere cevap verilm esini istem işti. B un­
lardan biri ş u y d u :
Y eni çalışm alarınız v a r m ıd ır ve n elerd ir? Ben şöyle cevap
v e r d im :
D arü lfünundan lisansiye olduğum halde lise sınıflarında
ders veriyorum . Çalıştım , doktora tezi hazırladım , aliyyülâlâ
derecede doktora diplom asına h a k kazandım . O rta m ektebe terfi
ettim . Şim di çalışm ıyorum ve korkuyorum ki biraz daha çalışır­
sam ilk m ektebe tay in edileceğim.
S eneler sonra bu da başım a geldi. E kalliyet m ekteplerinden
N ortıbros E rm eni M ektebinin orta kısm ında T ürkçe dersi ve­
riyordum .
F a k a t bu hâdiseyi etra fıy la anlatm alıyım :
B ir gece şöyle b ir rü y a gördüm ; saçlarım uzam ış; ben onları
öre öre b ir y ere gidiyorum ; biraz sonra da çöze, çöze dönüyo­
rum . Sabahleyin rü y am ı eşim e anlattım . Saç uzam ası sıkıntıdır,
dedi, b ir y ere sıkıntıyla gidecek, fera h la döneceksin. O gün Nor-
tıbros m ektebinde dersim vardı. M ektepten içeri girince M üdür
H in tliy an E fendi ü z ü n tü lü b ir halde beni karşıladı, ellerini oğuş-
tıı r a r a k :
— N ihat Bey, bilm em nasıl söyliyeyim ; çok utanıyorum . Si­
zin derslerinizi ilk kısm a alm ışlar; yerinize D arülm uallim ini ip­
tidaî m ezunu b ir dişçi m ektebi talebesini tay in etm işler. Çok
m üteessir olduk, dedi. B üyük b ir teessüre kapıldım . H em en Ma­
a rif M üdürlüğüne gittim . M üm eyyiz O sm an Beyi gördüm , m e­
seleyi sordum . Bu m eşhur Osm an B eyin cevabı şu oldu :
— E vet m esele doğrudur. Y erinize ta y in edilen M uallim
M ektebi m ezunu olduğu için Pedagojiye vâkıftır, size de ilk
kısım da ders v erd ik ya !
Söyliyecek söz yoktu. M antık çok kuvvetliydi. T asavvur edi-
lem iyecek b ir ü z ü n tü içinde K oska’dan A k saray ’a doğru ini­
yordum . A detâ kendim e m âlik değildim . A rkam dan b ir ses işit­
tim , beni çağırıyordu. Döndüm , F e rit K am ’la karşılaştım .
— N edir bu haliniz? dedi. E tra fı görm eden yürüyorsunuz.
Kaç defa çağırdım , işitm ediniz. Ben evvelâ af diledim ve sonra
hâdiseyi anlattım . Aziz hocam çok m üteessir oldu.
— H aydi, N ail Reşide gidelim , dedi.
— 36 —
M aarif M üdürü Nail R eşit Bey, hocam ın çok y a k ın dostuy­
muş. M üdür odasından içeri b ü y ü k b ir fev eran içinde giren F e rit
Bey :
— N edir sizin bu yaptığınız? diye söze başladı. B u derece
acı sözler ancak pek teklifsiz ve yak ın b ir dosta karşı söylene­
bilirdi ve devam e tti : ' ’
— Biz onu D arülfünuna alm ak için sekiz k e re M eclis-i M m
derrisine m ü racaat ettik. B u gencin ne kötü talih i varm ış m e­
ğer ! Onu ilk m ektebe tenzil etm ek vazifesi size m i m üyesser
oldu? •
N ail Reşit Bey h a y re tle r içindeydi.
— Sizi tem in ederim ki bu n d an haberim yok, dedi.
B ana hâdiseyi sordu. O sm an B eyle olan görüşm em i anlattım .
B u sefer N ail R eşit Bey k ö p ü rd ü :
— N asıl olur, nasıl olur? diyordu. D erhal O sm an Beyi ça­
ğırdı, bir hayli hırpalayıp te rle ttik te n sonra bize bu işin keen-
lem yekûn addedilm esini reca etti. B en de sevinerek dersim e
döndüm . R üya ayniyle çıkm ıştı. G örüyorsunuz ki nasıl teşvik
ve taltifle re n ail oldum. D a rü lfü n u n u n ilk edebiyat doktorasını
verdiğim halde on iki sene o rta m ektep ve üç sene lisede beni
çalıştırdılar. Tabiî m ak satları Ü niversiteye daha olgun b ir şe­
kilde girm em i tem in etm ekti.
Hoş Ü niversitenin ilk teşekkülünde M etinler şerhi dersine
tây in edildiğim zam an ilk işim istifanam em i alıp o zam an Ede­
biyat F akültesi D ekanlığına tâ y in :edilm iş b u lu n an K öprülüzade
F u a t Beyi ziyaret etm em oldu. İstifa m ın k ab u lü için çok ısra r
e ttim ise de kabul edilmedi. H a ttâ E rzu ru m a tâ y in ettirm ek
tehdidiyle karşılaştım . M üteessir b ir halde B eyazıttaki K üllüğe
döndüm . A rkadaşlar oradaydı. Ne oldu? diye sordular, ( zarurî
y a M u s a ) dedim . O rada tesadüfen b u lu n an Son P osta G azetesi
m uhabiri, ( Z aru rî ya Musa ) serlevhası altında bu haberi neş­
retti.
G ûya senelerce sonra E debiyat F akültesinde başım a gele­
cekleri biliyorm uşuıîı gibi bu tây in i iç ü züntüsüyle k arşıla­
m ıştım .
★★★
Gazi Osm an P aşa Sultanisi fransızca hocalığına tây in edil­
— 37 —

m iştim . Çok sevdiğim hocam İbrahim Necmi Bey beni elim den
tutm uş, M aarif N ezaretine götürm üş, orada b ir de im tihan geçir­
m iştim . Ve n ih ay et işte a rtık ben de bir S ultani hocası olm uş­
tum . A m cazadem m erhum H am di D ağlaroğlu a n la tır d ı:
Şehzadebaşm daki y a n a n evim izde aile çocukları toplanıp
oynarken herkes istikbalde nasıl bir m eslek sahibi olacağına d air
düşüncelerini söylerlerlerm iş. Ben o zam an : « Ben hoca olaca­
ğım, talebem i etrafım a alacağım , ders verceğim » d er ve bunu
söylerken k a t’ı niyetim i ayağım ı yere v u ra ra k te ’yid ederm işim .
6/Nisan/1335 de bu çocukluk rüyası gerçekleşti. Sinekti B ak­
kaldaki evim izin sokak ü stündeki odasında o gece sabaha k a­
d ar uyuyam adım . Sevinçten âdeta çıldıracak gibiydim. 500 ku­
ru ş m aaşla vekâleten tây in edilm iştim . 3 ay sonra asîl oldum.
H ayatım da bana karşı gösterdiği b ü tü n şefekat, ihtim am ve m a-
hab b et b ir tarafa, yalnız beni idealim e kav u ştu rd u ğ u için bu aziz
ve çok değerli hocam ı h e r an en derin şü k ran ile anar, ona
H akkın rah m etin i dilerim .
★★★
Sırası gelm işken hocalarım dan bahs edeyim . İlk hocam ba­
bam dı. O ndan okum a yazm a ile Farsça ve A rapçanm sarfını
öğrendim .. B ana Sadi’n in G ü listan’ım , B ostan’m ı, H âfızm bâzı
gazellerini o okuttu. B urhan-ı T erakki R üştiyesinde A rapça ho­
camız H aşan H ayri efendi nam ında b ir zat idi. S arıklı olm asına
rağm en çok ileri fik irli ve kendine m ahsus çok cazibeli b ir ted­
ris usulü vardı. B enim gibi diğer b ü tü n talebeleri onu o kad ar
çok severlerdi ki, ne zam an A rapça bir cüm leyi doğru okuyup
anlasam , kalbim den bu hocam ı m innetle anarım . A radan sene­
ler geçm işti. Ben Ü niversiteye girm iştim . K onya’da .Şeyh G alip
hakkında b ir konferans verdim . K onferans bitti, dışarı çıkıyor­
duk. Y olum un üzerinde H aşan H ayri E fendiyi görm iyeyim m i?
Sakahnı kestirm işti; fa k a t o necip sim ayı, o p ırıl p ırıl gözleri
görünce olduğum y erd e m ıhlandım kaldım . Ö yle b ir heyecan ve
m uhabbetle boynuna sarıldım ki gözleri yaşarm ıştı. B en kendi­
m i tutam adım . Göz y a şla rı içinde ellerine sarıldım . O n lar1 te k ­
r a r te k ra r öpüyordum . B u an hayâtım ın u nutulm ayacak bir
anıydı. A laca k a ra n lık ta yanım da bekleyen uzun boylu b ir zatı
— 38 —
gördüm . Bu beni arabasıyla bulunduğum y ere k a d a r götürm ek
için bekleyen V ali Nazif Beydi. D erhal döndüm :
— Beyefendi, dedim , beıii m âzür görünüz, riice selseler sonra
hayatım da bana en çok tesir eden, bana en çok feyz v eren ho­
cam ı gördüm . Ve h e r şeyi u n u ttu m . V ali Bey de bu m anzara
karşısında hak ik aten m ütehassis olm uştu. S u ltan î hayatım da
yalnız bir sim a v a r d ı : İb rah im Necm i Bey. O beni kendi öz
kardeşinden ayırd etmezdi. Y üksek tahsil hayatım daysa u n u ta ­
m ayacağım ilk b ü y ü k sim a N am ık K em alzade A li E krem ve
F e rit Beylerdi.
★★★
M altepe A skerî Lisesinde edebiyat im tihanı yapıyordum .
Beş tan e kopya yakaladım . B unun cezası çok ağırdı. B u kopya­
la rı idareye verm edim . B ir iki ders sonra ald ık ları n o tları tale­
bem e okum adan evvel kopya yap an çocukları çağırdım . H ava
soğuktu, sobanın yanında oturuyordum . Beşi de k arşım a dizil­
diler. B irincisine kopya kâğıdını verdim ve sobaya atm asını söy­
ledim . O nlar ne büyük ceza bekliyorlardı. B eşinin de kopya kâ­
ğıdını elleriyle sobaya attırdım . A rtık ku rtu lm u şlard ı. Ve hiçbir
şey söylem eden yüzlerine baktım . B aştaki taleb e o derece heye­
canlanm ıştı ki b ir hocanın karşısında söylenm esi uygun olm a­
y an şu cüm leyi söyledi :
— Efendim eğer hayatım da bir k e re daha kopyaya teşebbüs
edersem , anam avradım olsun.
K endim i zor zaptettim , gülm ekten katılacaktım . D iğerleri­
ne sadece siz de arkadaşınızın sözüne iştirak ediyor m usunuz?
dedim . Hepsi ayni heyecanla bu yem ine iştirak ettiler.
M aksat hâsıl olm uştu. Öyle zannediyorum k i bu gençler b ir
d ah a kopya yapam azlar. Hoca talebesinin ru h î h alleri üzerinde
u sta bir piyanist gibi dokunacağı tu şla rı gayet iyi bilm elidir.
★★★
Ü niversitedeki hayatınızdan biraz bahşeder m isiniz?
— H ayır, onu h atırlam ak bile istem m . Y alnız şu k ad ar söyr
liyeyim ki o hâdise hayatım ın en acı safhasıdır. Eğer İlâhî ada­
lete inanm asaydım ve bu adaletin tah a k k u k u için C enabı H ak
tara fın d a n karşım a çıkarılan ve 10 sene hiçbir m addî m enfaat
kabulüne tenezzül etm eden elim den tu ta n ve beni h er an teselli
— 39 —

eden çok aziz bir evlâda m alik olm asaydım çoktan hayatım ı ve­
ya şuürum u kaybedebilirdim . B ana bir e v lâ tta n daha değerli
olan avukatım Şehzad A y artep e’yi kasdediyorum . H ayatım ın so­
nuna k a d a r ona m in n e tta r kalacağım . Bu külfete bu zam anda
kim katlanabilir. O buna k atlandı ve m uvaffak oldu. Ü niversi­
tedeki b u m aceram ı ayrı b ir kitap halinde vesikalarıyla n eşre­
deceğim. Şim di bu acı bahsi kapıyalım . P encereye başını döne­
rek sis altında biraz bulanık görünen denize dalıp Tevfik Fik-
retin şu m ısraların ı okudu:

Hariçten uzaktan açılan gözlere süzgün


Çeşman-ı kebudunla ne munis görünürsün
Munis... fakat en kirli kadınlar gibi munis
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî his.
Te’sis olunurken daha bir dest-i hıyanet
Bünyanma katmış gibi zehrabe-i lânet
Hep levs-i riya dalgalanır zerrelerinde.
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hepsi levs-i riya, levs-i haset, levs-i tereffu’
Yalnız bu ve yalnız bunun ümmid-i tereffu’
ve hafifçe m ırıldandı :

Ey kimsesiz, avare çocuklar, hele sizler, hele sizler...

Hocam ızın L âh o r’da başına gelen tu h af bir hâdise :


« îk b a l A kadem i » nin büyük m ü tefek k ir nâm ına te rtib ettiği
anm a töreni bitm işti. E rtesi gün P âkistan C um hurreisi tara fın ­
dan kabûl edildim . Reisi C um hur H azretleri, İkbal’in türbesinin
bulunduğu « Lâhor » a gidip gitm iyeceğim i sordular. H ava çok
sıcak, cesâret edem iyorum , dedim . M eğer iki gün evvel bol yağ­
m u rlar yağm ış ve L âhor’un havası m utedil bir hale gelm iş ve
o gece Riyâset-i C um hur sarayından İk b al A kadem i’ye bu vazi­
yet bildirilm iş, beni L âh o r’a götürm eleri em redilm iş. Ben de bu
fırsatı kaçırm ak istem edim . E rtesi günü bana refak at eden
m uhterem edîb ve şâir Dr. A bdülham id Irfâ n î ile L âh o r’a gittik.
Pencab Ü niversitesi F ars Dili ve E debiyatı B ölüm ü Reisi Prof.
M uham m ed B âkır bizi karşıladı. L âh o r’un m ükellef ıbir oteline
m isafir edildim . O kadar heyecanlı ve o kad ar İkbal ile dolu
idim ki...
G eceleyin İkbal hakkında M esnevi vezninde ( İkinci Konya )
ser-levhalı bir m anzûm e yazdım . Gece uyuyam adım . Sabahleyin
A bdülham id İrfân î ve M uham m ed B âk ır otele geldiler. Ben h e­
yecanla şiiri onlara okum ak istedim . D aha birinci beytini oku­
dum, ikisi de bir ağızdan « v a h v a h » dem ezler hıi?
Ben b u n u şöyle tefsir ettim :
Bu adam bir Türk. Farsça şiir yazdım zannediyor, yazık,
yazık... V aziyetim i bozmadım, devam ettim . B irkaç b ey itte bir
bu « v ah vah » ı te k ra r ediyorlardı. G ittikçe sesim kısıldı, mâ-
neviyatım bozuldu, sıkıntıdan te r içinde kaldım . N ihâyet m an­
zûme bitti. M uham m ed B âkır, A bdâlham id Îrfâ n î’ye « A m an b u ­
nu L âhor gazetelerinde neşredelim , h ârikulâde b ir şiir » ; bana
da « B unu el yazınızla yazınız, Ü niversite m ecm uasına fotoko­
pisini koyalım » dem ez m i? D üşünün benim hâlim i... S onradan
anladım k i bu « vah, vah » çok güzel, â ferin m ânâsında k u llan ı­
lıyorm uş. O gün İk b al’in m ezârını ziyâret ettik. Y anım ızda ora­
nın şâirlerinden birkaç kişi de vardı. T ürbede şiiri b an a okut­
tular. S onra da P â k ista n ’m en b ü y ü k edebî m ecm uası olan
« H ilâ l» de n eşrettiler.
H ay atın tü rlü tecellileri v a r... K im derdi ki senelerce sonra
M evlânâ’nm tü rb esi avlusunda « İ k b â l» ve « N ef’i » nâm ına bi­
r e r m akam tesisi için M illî E ğitim B akanlığına m ü râcaat edece­
ğim ve bu tek lif kabul edilerek faaliyete geçilecek... Ve K onya
da ikinci L âh o r olacak...

- • XI —
A li N ihad T a rla n ın h ay atı ve eserlerini bir k itap içinde
toplam aya k a ra r verdiğim zam an bir yardım cı dosta ihtiyacım
vardı. B u öyle b ir dost olacaktı ki A li N ihad T a rla n ’m da ya­
kını olacak ve O’nu gerçekten bilecekti. B u dost hazırdı, bu dost
Ali N ihad T arlan ’m en yakını, oğlu sevgili varlığı A dnan Siva-
d et T arlan’dı.
B aba gibi sevdiğim , üstad kabul ettiğim ve inandığım Ali
N ihad T a rla n ’m oğlu A dnan hem arkadaşım , hem de m evzuun
en ilginç kişisi olarak eserin ana h a tla rın ı çizerken fik irlerin d en
istifade edeceğim yegâne insandı.
H ocanın m uhalefet edeceğini bildiğim için A dnan’la yazı­
hanem de buluştuk. N iyet ve k ararım ı ona açtım . Y ardım a k a ­
râ r verdi. H ocanın dostlarından bazılarına m ektup yazm ayı k a­
bul etti. G elen cevapları bana verecek ve tasnifi berab er yapa­
caktık.
Zam an geçti. Y azılan m ek tu p lar toplandı ve sıraların a kon­
du. A ncak b u n lar arasında b ir tanesi v a r ki A li N ihad T a rla n ı
hoca - baba olarak ele alm ış ve çok içli b ir dille bize onu an­
latm ıştır. N. Sarıoğlanbğlunun A dnan’a yazdığı bu m ek tu b u ay­
nen koyduğum için özür dilerim .
Sevgili Adnan Kardeş,
Mektubunu aldığım zaman yatıyordum. Böbreklerimden ra­
hatsızdım. Ancak bu gün kendime gelebildim. Reşit Rahmeti
B eyin Ölüm haberi de çok üzdü beni. Şüphesiz sizi de çok sars­
mıştır. Babanız çok severdi onu. Üzüntüsüyle hastalanmasın­
dan korkuyorum şimdi. Nasıl, n’olur bana bildir Adnan. Mek­
tup yazdım ama, geç cevap yazarsa meraktan deli olurum. İki
satırla olsun ne olur kardeşim, bana bildiriver sen. ?
Babamız demek 46. m eslek yılını doldurdu? Ne g ü z e l! Tanrı
daha çok yıllar göstersin inşallah.
Benden de bildiklerimi yazmamı istemişsin. Ben baban için
ne diyebilirim ki Adnan? Ben ne biliyorsam sen de âynı şeyleri
biliyorsun. Eserlerinden bahsetsem, hepsinden haberdarsın. Öğ­
retmenliğinden bahsetsem, sen de öğrencisi oldun. İnsanlığından
bahsetsem, onun öğrencisi olan herkes o insanlığı görmüştür.
Baba ALİ NİHAD TARLAN o!... İNSAN ALİ NİHAD TARLAN.,
Hani m eleklerden çok daha iyi insanlar bulunduğuna ben onıçn
varlığiyle şahidim. Nasıl anlayışlıdır, nasıl müşfiktir, nasıl yü­
cedir o !
Onun yanında insan âdeta büyülenir. Hatırlıyor musun ders-
terini? O beyitler onun dilinde nasıl birşey olurdu. Ben bir
dersinde, kendimden geçivermiş te « bu kadar da olur mu artık? »
tliye bağırmış, şaşkınlık kesilivermişim. O günü Hiç unutamam.
Şöyle bir güldü « olur ya çocuğum » dedi. « Bunlar şair değil,
sihirbaz ! » Büyülendim kaldım.
Biz, bütün öğrenciler, onu dinlerken onun âlemine kaymış
ruhlar olurduk artık. Bir beyit içinden neler de bulurdu o. Ad­
nan, Gerçek sihirbaz oydu bence. Şairin inem iyeceği kadar de­
rinliklere iniyordu. Şairin çıkamayacağı şahikalardaydı üstelik
yuvası.
Hani olgun başak eğilir derler ya, doğru. İşte ALİ NİHAD
TARLAN ! Ondaki tevazu kimde vardır acaba? Rahmetli Reşit
Rahmeti Arat, eşi ve A li Nihad Tarlan babam Aydm ’a gelmişler.
Bir yaz günü. . . Artık okullar kapanacak, m em lekete gideceğim.
Eşyalarım toplanmış, öyle duruyorum. Kapım çalındı, « Seni L i­
seden istiyorlar. Öğretmenin gelm iş » dediler. Koştum. Öğretme­
nim değil yalnız, babam gelmiş, insanların en iyisi gelm iş ! S e­
vinçten deli oldum. Misafirlerimi alıp eve geldik. Ben nerelere
oturtacağımı bilemiyordum. Bahçede bir tahta masam ve birkaç
da iskemlem var. Babamın oraya oturup « Oh, ne güzel yer bu­
rası ! » deyişini bir görmeliydin Adnan. Ağaçların altına eski bir
battaniye serdim, Reşit Rahmeti B eyle orada dinlendiler. Ora­
da, o eski battaniyenin üstünde, Adnan, düşün...
Ah, hangi yönden baksanız yücedir O. Yeri doldurulamaz,
kendisinden başkasının dolduramayacağı bir yer onun yeri. İlim
dünyası onunla ne kadar övünse azdır. Yalnız ilim dünyası mı,
insanlık dünyası övünsün.
Biz, onun talebesi değil, evlâtları oluyoruz. Maddî ve ma­
nevî bütün ihtiyacımızı düşünmüş bir babadır O. Babaların en
iyisidir. Yalnız Divan edebiyatını değil, gerçek öğretmenliği ba­
na o baba öğretti.
Ömrüm boyunca ellerinden öpeceğim. İyi ellerinden, dü­
rüst ellerinden, aziz ellerinden.
Böyle bilesin kardeşim. Selâmlar. »
— 43 —

— XII —
A li N ihad T arlan, herşeyin en iyisi ve en güzelini tem sil
eder. Ş iir anlayışında da şâirliği önce gelir. E n küçük m ısralarda
bile ilim ve irfanıyla h ay at v eren Tarlan, büyük isim lerin tah a y ­
y ü lle ri ü stüne çıkarak nice m ısralara güzellik katm ış, onları kal­
binin irfan aydınlığında başka bir anlam a k av u ştu rm u ştu r.
Hoca, K abataş E rk ek Lisesinde Behçet Y azar ile b irlik te öğ­
retm en d ir jÇBir gün m u allim ler odasında Ali N ihad Tarlan, mes-
iekdaşı Behçet Y azar’a Süleym an N azif’in D aüssıla şiirini okur
ve :
Bu şeb de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum;
Gel ey kerime-i tarih olan güzel yurdum.
m ısraları üzerinde d u ra ra k « Ne güzel şu kerim e-i ta rih terk ib i >
d e r .1
Behçet Y azar, Ali N ihad’a h ay retle b ak arak : « N eresi güzel
N ihad Bey, kerim e-i tarih , tarih in kızı dem ek » cevabını verir.
Ali N ihad T arlan bu cevaba itiraz eder ve şunları söyler : « H a­
y ır Behçet Bey, ben bu terk ib i başka tü rlü anladım . K erim e,
m evsufu hazfedilm iş sıfa ttır ve m evsufu yerine kaim dir. A yet-i
kerim e denecek yerde ekseriya âyeti hazfedip, âyet yerine yalnız
kerim e sıfatını k u llan ırlar.
Behçet Y azar dinlem iş, fakat hocanın izahatından tatm in
olunm am ış. B u olayı A li N ihad T arlan da unutm am ıştır.
H âdiseden sonra İsta n b u l’da bulunan Ç ekoslovakyalı m üs­
teşrik Dr. Clemence, A li N ihad T arlan ’dan ders alm aktadır. B ir
gün üstada « S üleym an Nazifle görüşm ek isterim , lütfederseniz
m in n ettarın ız olurum » diyen Dr. Clem ence’m bu arzusunu ye­
rin e getirm ek için hoca, keyfiyeti Süleym an N azif’e arzeder ve
bu davete icabetini rica eder.^
^ K a r lı bir Salı akşam ı Süleym an Nazifle A li N ihad Tarlan,
A yazpaşadan yavaş yavaş y ü rü y erek Dr. Clem ence’m ziyaretine
g itm ekte iken Ali N ihad D aüssılayı h a tırla y a ra k sualini sorar :
«— Süleym an Nazif Bey, kerim e-i ta rih terkibinden .ne m â­
nâ kasdettiniz?»
Süleym an Nazif : « K erim e-i ta rih terkibinden tarih in kızını
kasd ettim . Ç ünkü ta rih olmazsa, v a ta n olmaz » .
Ali N ihad T arlan, bu cevaptan hoşnut kalm az ve Süleym an
Nazif’e sorar : « F ak at Beyefendi, v a ta n olmazsa ta rih olur m u?
H angi vatansız m illetin ta rih v a rd ır? ... B en kerim e-i ta rih ter-
kibini sizin anladığınız gibi anlam adım » diyerek B ehçet Y azar’a
izah ettiği şekilde tahlilini y a p a r ve « Ben bu terkibi ta rih için­
de bir âyet m ânasına aldım » der.
Süleym an Nazif, bir an d ü şü n ü r ve şöyle söyler :
« E vet efendim , siz doğru buyurdunuz. K im haltetm iş de
tarih in kızı demiş. E lbette ki sizin anladığınız gibidir
A li N ihad T arlan, en güçlü kişilerin şahsiyetlerine güç k a t­
mış bir tarih tir. Birçok ilim adam ı ve dostları O’n u n ilim ve
faziletinden istifade etm iş, en k u d retli şahsiyetler O’nun ilim
ve irfan ı önünde saygı duym uşlardır. D arülfünun m ü d errisle­
rinden N am ık K em al’in oğlu A li E krem B u lay ır’m, A li N ihad
T a rla n ’a b ıraktığı vasiyetnâm eden birkaç s a tır:
... Başka diyeceğim kalmadı. Yok, en mühimmi k a ld ı:
Renim hakikî mânasıyla oğlum oldun Nihad. Sana bâzan
senin hesabına hiddet ettim, fakat kendi hesabıma hiç gücenme­
dim. Öbür Dünya’ya ruhumda senden pâk ve u lvî bir hâtırayla
gidiyorum. Ömrüm sana m eftuniyetle g e ç ti:
«İlim ve irfânından çok m üstefit oldum, hususiyetle fazilet-i
ahlâkiyeni hakkiyle takdir ettim. Hemen Allah sana uzun ömür­
ler, büyük saadetler ihsan etsin, benim pek, pek sevgili evlâ­
dım Nihadcığım » .
(M â ez to codâyîm be - suret ne be - ma’na )
( Çon fâsıla-i bey t boved fasıla-i mâ )
Bizim ayrılığım ız beytin iki mısra’ındaki ayrılığa benzer.
Biz senden sureta ayrıyız mânen değil,
A li Nihad Tarlan’a uzun ömür dileyen hocalar, bilginler, ta­
lebeler, haksız değildir. Zira O, her anını ilim le süsleyen ve ilim ­
den herkese vermesini bilen müstesna bir varlık, benzeri yetişe-
m iyecek müşfik bir öğretmendir. Talebeleri O’nu öylesine ser
yerler ki yıllar sonra bile O, şimdi birer öğretmen olan öğren­
cilerinin rehberi, yaşayan en kıym etli hâtıralarıdır. 1938 yılın­
da talebesi olan Naim Buluç 27 y ıl sonra O’na hâtıralarını sanki
o hali yeniden yaşıyormuş gibi veriyor :

10/X I I /1964
DEĞERLİ HOCAM ALİ NİHAD TARLAN
Saym Profesör A li Nihad Tarİan’ı 1938 yılmda Üniversiteye
girdiğim vakit tamdım. O yıl doçentlikten profesörlüğe yüksel­
mişti. Metinler şerhine geliyordu. Fuat Köprülü de Edebiyat
Tarihi hocamızdı.
Kırkbeş yıldan beri binlerce öğrenci yetiştirmiş olan Ali
Nihad Tarlan’ı sevm iyen bir kimse bulunacağını, sanmıyorum,
çünkü o, yalnız bir ilim adamı değil, her haliyle örnek bir insan-ı
kâmildir. Ağır ve düzgün konuşması, son derece nâzik ve duy­
gulu olması, karşısındakilere kendiliğinden hürmet telkin ederdi.
— 46 —

Biz onu bir hoca gibi sayar, bir baba gibi severdik. Zeki,
anlayışlı olduğu için insan ruhunu tahlilde güçlük çekmezdi. Ho­
camızın hiddetlendiğini görmedik. Sabır ve tahammülle âsâbma
hâkim olur, karşısındakini makul, mantıki düşünceleri ile inan­
dırırdı.
Yüksek Öğretmen Okulundaydım. A li Nihad Tarlan, haftada
bir defa gece derslerine geliyordu. Hem m etin açıklaması, hem
de tatlı sohbetleriyle saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorduk.
Mehmet adında bir arkadaşımız vardı. Divan edebiyatına çok
meraklı olduğu için ezbere yüzlerce beyit biliyordu. Bu yüzden,
hocamız onunla ilgilenirdi. Bu arkadaşımızın tek kusuru, içkîye
düşkünlüğüydü.
Bir gece dersinde Mehmet, hocamızın yanma oturmuştu,,
sarhoştu, neş’eli hali vardı. Fakat A li Nihad Tarlan’a saygıda ku­
sur etmiyordu. Hocamız, onun içkili olduğunu anladığı halde
bir tepki göstermedi; ona karşı resmî davrandı. Mehmet de derse
bir daha içkili gelmedi. Bu olay, bize öğretmenliğin bir sanat
olduğunu isbat etti.
A li Nihad Tarlan, « Öğretmenin otoritesi bir bombaya ben­
zer, hoca onu sınıfta hiçbir zaman patlatmamalıdır, fakat öğren­
ci, bu bombanın bir gün pntlıyâbileceğinden korkmalıdır. Sakı»
öğrencilere kızıp sınıfı terketmeyin, çünkü o sınıfa tekrar gire­
ceksiniz » derdi. En iyi m üfettişin öğrenciler olduğunu, hocayı
teraziyle tarttıklarını da ilâve ederdi.
En iyi m üfettiş öğrenci olduğuna göre biz de hocamızı dört
yıl her yönüyle inceledik, hiçbir kusurunu göremedik. İlmî cep­
hesini tahlile hacet yok. Bir gün her fani gibi o da bu dünya­
dan ayrılacaktır. Branşında yerini dolduracak insan bulamayız.
Kıymetini sağlığında bilelim, kendisine uzun ömürler dileye­
lim.
Onu anlatm ak isteyenlerin sevgi ve saygısı Ali N ihad Tar-
lan’ın yüce kişiliğine delil ve ona a it en güzel m ük âfatlard ır. O n­
ları aynen alm a, bu sevgi ve m uhabbet âbidesi önünde g erçeklere
saygı duym aktan başka nedir k i... Biz de Ziya A rık an ’m notla-
riyle T arlan ’ın h âtıraların a saygı vazifem izi yapm ış oluyoruz r
PROF ALİ NİHAD TÂRLAN ÜSTÜNE NOTLAR

İnsan yaşlandıkça, geçmiş hayatını hayal gücünün mutlu


renkleriyle, değişmez değerleriyle bezemekten kendini alamıyor.
Kişisel psikolojimizin bu kesin gerçeğini belirttikten sonra eski,
zengin zevk ve kültürümüzün güçlü ustası Profesör sayın Âlî
Nihad Tarlanla ilgili düşüncelerimde ne ölçüde objektif kalaca­
ğımı kestiremiyorum; ama İstanbul Üniversitesi gibi yurdun en
yüksek bilim kurumunun bir öğretim üyesi üstüne ulu orta ve
indî plânda kalacak bir anlayışla söz söylem ekten sakınmak ge­
rektiği kanısındayım.
Zamanın sonu gelmez akışı içinde hayatın uğradığı değişik­
likler, devrimlerin bıraktığı yeni etkiler, bir yandan kıym et hü­
kümlerimizin, bir yandan genel hükümlerimizin üstünde izler
açarak sürüp giderken sosyal kuramların her alanında olduğu
gibi edebiyat alanında da bir eskime kendini gösteriyor. Ger­
çekte bütün ulusun duygu ve düşüncesinin güzelliğe bağlı tek
hâzinesi biçiminde nitelenm eğe değer, edebiyat, kalın bir mazî
kabuğu içinde bunalıp kalsa da m illî tarihin hâtırası olmak kıy­
m etini kaybetmez.
Profesör A li Nihad Tarlan, 45 yılı dolduran m eslek hayatı
boyunca «bu hâzinenin m ücevher parıltılari|iı işlemiş belli başlı
ustalarından biridir. Divan Edebiyatı gibi tem el yapısı ve doku­
su çok karmaşık olan, Ömrü yüz yıllarca süren bir edebiyatı»
esprisini kavramak, derinliğine nüfuz etmek güçtür. (K ur’anı
tam yetki ile anlamadan, tasavvufu, tarikatı ve şeriatı iyice b il­
meden, doğu dünyasının mitolojisini, tarihî menkabelerini ve
bunlara benzer zengin bir İslâmî kültürü kavramadan Divan
Edebiyatına yabancı kalmaktan kurtulamayız.”}
Sayın A li Nihad Tarlan devrimizde bu çok zor işin ihtisa­
sını yapmış olmaktan başka, Üniversite kürsüsündeki bilim­
sel sorumluluk katından tek başma yeni nesillerle tarihî kül­
türümüz, zevkim iz ve edebiyatımız arasında çok sağlam bir
köprü kurmuştur. Bu gün edebiyat öğretmeni olarak memleket
irfanına hizmet eden aydınlar kendisine çok şey borçludur.
— 48 —

A li Nihad Tarlan’dan îeyz alanlar arasında bulunmak, mes


lek hayatım bakımından m utlu bir oluştur. Talebesi olmadan
önce « Edebî Sanatlara Dair » adlı eserini okuyarak tanıdığım
üstadın bilim sel yetkisini, kürsüsü karşısında okurken daha ya­
kından anlamıya çalıştım. « Şeyhi Divanını Tetkik » kendi ih­
tisas alanında tam bir otorite olduğuna eıı sağlam belge olmak
değerini taşır. Sanırım ki, bu eser bir divanı incelem e m etodu­
nun tipik örneği sayılabilir.
İstanbul Üniversitesinde öğrenim görmiyen, Divan Edebi-
yatiyle ilgili herkes, A li Nihad Tarlan’ın bütün eserlerinden en
geniş ölçüde yararlanmaktan uzak kalmazlar.
Aradan yirm i yılı aşkın bir zamanın geçm esine rağ&nen
hatırlıyorum : Sayın A li Nihad Tarlan bir gün derste Şeyh Ga-
Kb’in
« Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü
Dayanır m ı şişedir bu reh-i sengsare düştü»
matla’lı gazelini yorumluyordu. Şiirin son beytini de kendisine
özgü nazal bir ah en k le:
£« Reh-i m evlevide Galip bu sıfatla kaldı hayran.
Kimi terk-i nam-ü şana kimi i’tibare düştü »
diye okuduktan sonra beyitte iki defa geçen « kimi » sözünün
« kimi zaman, arada bir, bazı k e r e » anlamında kullanıldığını
belirtti. Halbuki, bu şiiri beiı lisede okurken Necm ettin Halil
Onan’ın «İzahlı Divan Şiiri A n tolojisi» nde görmüştüm. O ki­
tapta bu kelim e « bazıları, bazı kişiler » olarak açıklanmıştı. Ü s­
tadın verdiği yeni ve doğru bilginin içim i hazla doldurduğunu
unutamıyorum. N e olurdu üstat divanlardan süzdüğü parçalar­
dan böyle doğru ve orijinal açıklamalı bir antoloji de yayinla-
sa y d ı! Böyle bir eser - hiç ihtiyaç duymasa da - kendisini popü­
ler yapardı. Bilim adamı kitleye malolduğu nisbette etkisini ya­
yabilir .j Sayın Ali Nihad Tarlan, jîstanbül çelebisi, mütevazı
karakterinden mi, ihtisas konusunun zor ve eski oluşundan mi
nedir, halka uzak kalmıştır. Bu durum bence üstadın eksik bir
yönüdür. Bundan başka rahmetli Ferit beyin hayrülhalefi, niçin

% -n '
ı ■
=
— 49 —

kendisine lâyık bir halef yetiştirmemiştir, bu güne değin?'


Kürsüsünün boş kalması ihtim alde karşılaşmaktan korkuyoruz.
Bununla birlikte Sayın Hocanın henüz çalışma gücünü yitirme­
diği ümidi içinde korkumuzun yersiz olduğu da düşünülebilir.
45 Y ıllık klasik, bilim sel bir öğretim çilesini dolduran aziz
Profesörüm A li Nihad Tarlan’a şükranlarımı sunmak benim
için sonsuz bir zevktir.
K im senin unutam adığı bu baba öğretm eni, y ıllar kalplerden
söküp atam ıyor, bilakis O’n u daha canlı ve daha belirli h a tla rla
gönül ve kalbe nakşediyor, işte talebesinden A li M em duh, On-
g e r’in 40 sene evvel hocasına yazdığı m ek tu p hocalık h ay atın ın
daha ilk y ılların d a talebesinin ru h u n a ne derece m üessir oldu­
ğunu bize gösterm ektedir.
G alatasaray 23/K ânunusani/134’l
Muhterem efendim,
Şu nagihanî mektup ihtim al ki, vehleten hayretinizi mucib
olacak; kimden geldiğini birdenbire bulamıyacaksınız. K ıym et­
tar zamanınızı izaa etm emek için hemen söylem ekliğim e m ü­
saade buyurunuz:
Talebenizden, sizi unutmayan, sizi unutamayan, sizi unut­
mayacak olan talebenizden... evet siz gittiniz. Siz bizi bırakıp
gittiniz. Lâkin ne saadet ki gönüllere bir hâtıra, fikirlere lâye-
mut izler yadigâr ettiniz.
Sizin dersiniz benim için en büyük bir zevk teşkil ederdi.
Huzurunuzda bulunduğum zamanlar ruhumun her dürlü alâ­
yişten münezzeh olduğunu hissederdim. Sizin yüksek ilminizden
ne yazık ki, o zaman fazla istifade edemedik. Çünkü haftada an­
cak bir saat gibi pek kısa bir müddet dersiniz vardı. Mamafih
tarz-ı takririnizin hafızada kalan kısmı küllisinden e l’an müste-
fid olmaktayım. Hele o defter:
Bana adeta hayatımda yeni bir veçhe vermenize sebep oldu.
Çok zaman olur ki yazdırmış olduğunuz beyitlerden hisse çıkar­
mağa uğraşırım. Onların tevazuğ kisvesi altında gizledikleri ha­
kikatleri keşfe çalışırım. Beşer hakikate müştaktır. D iye söyle­
m iş olduğunuz cümle elan sami’am da inler. Açinağa kıyamadı-
— 50 —

ğım o kutsî defterin heı bir sahifesi istiğrakımı celböder. Her


okuyuşta yüksek namınızı hörmetlerle anarım. O defter beni
hayatın fenalıklarından hemen hemen tenzih etti, ihtirası ez­
meli tarzında vermiş olduğunuz nasihat beni bugün arkadaşla­
rımdan tamamiyle tefrik etti, ihtirasa kapılmamak için elim ­
den geleni yaptım. İkide birde Şirazî’nin ^ K im seyi incitme, is­
tediğini yap. Zira bizim zenaatimizde bundan başka günah yok­
tur » beyti gibi yüksek felsefeleri bize telkin ettiniz.! Ben - müba­
lâğa da olsa - kâfir olmamak için etrafımdakileri incitmekten da­
ima ihtiraz ettim. Nihayet, az zaman içinde hakkımda gösterilen
lütufkârlıklara lâyık olmadığım medih ve senalara şahid ol­
dum. Kendi kendime aman ya Kabbî benden bahtiyar kulun var
mı? diyordum. Her akşam gözlerim âhidlere hâs bir huzur-u kalb
ile kapanırken dudakalrımm arasından çok şükür, çok şükür, ek­
sik olmuyordu. Geçen gün arkadaşlarımdan Nebil bana bu sırrın
neden ibaret olduğunu sordu. O dakika fart-ı meserretten gözle­
rim yaşardı. Cenab-ı Hakka hamdler ederken size âfiyet ve saa­
det dua ettim. İşte üstad sizi tacizime şu hâdise sebep oldu. H eye­
canıma tegallüp edemedim. Size bu naçiz arizamı yazmak ve bu
vesileyle\velev cüz’î bile olsa eday-ı şükranıma tercümanJölmak
istedim, fakat henüz kendimde o iktidarı göremiyorum. Size karşı
günlerdenberi beslediğim hürmeti ne yazık ki, tem âm iyle ifade
etmek kudretinden âciz bbluhüyorum; 'Kusurumu afv etmenizi
istirham eyler ve mübarek ellerinizden hörm etlerle öperek Ce-
nab-ı Haktan mes’ut ve muammer olmanızı dua ve niyaz eyle­
rim efendim.
İnsan Ö ğretm en hüviyeti içinde A li N ihat T arlan, u n u tu l-,
m az izler bırak an örnek b ir m ürşiddir. O, h e r devirde ve h er an
kem alâtı ile gönüllerde yaşıyor ve yaşam aya devam edecektir.
N ötre Dam e de Sion öğrencileri O’n a m innet ve şü k ran ların ı
arzederken haksız d e ğ ille rd ir:
MUHTEREM HOCAMIZ
Bu ikinci cüretimize ne sıfat vereceğinizi tahmin etmek is­
temiyoruz. Gönderdiğiniz cevap bize öyle bir sevinç, öyle bir
hararet aşıladı ki, bahtımızı yeniden denemek kararını verdik.
Mahcup, kırışık, ak sakallı yüzünü eğerek uzaklaşan ihti­
yar «40» dedenin kambur sırtına, müstehzi bir teebssıimle ölüm
darbesini indiren «41» bebeğin manzarasından sonra, bu dinî
bayram bize bir fırsat gibi geldi.
Yüzlerle, binlerle tebrik ve temenni alacağınıza eminiz. Bu
sayısız sesler arasında gönül ister ki bizim sedamız da kulağı­
nıza erişsin.
Size ne demeli bilmiyoruz çünkü size her şeyi az görüyoruz.
Onun için bu münasebetle bir kere daha m innet ve hürmetimizi
ifade etmek saadetine mazhar olduğumuzu söylem ekle iktifa
edeceğiz.
Bu k ad ar çok sevilen öğretm en Ali N ihad T a rla n ’m orta boy­
lu, gözlüklü ve ince bir adam olarak tarifin i yapm ak, onun dış
görünüşünü bile aksettirm iyor. B u sebeple ü stâdm tarifin i dü­
şünm üyorum . A ncak öğrencilerinden M. L ütfi G üngör’ü n 17 k ıt’
alık b ir tâ rifi v a rd ır ki, onu eserim ize koym ak m ecburiyetinde
hissettik kendim izi. Bu şiir hocanın gençlik y ıllarını h a tırla tm a k ­
ta d ır :

ALİ NİHAT TARLAN


Caferoğlu kızadursun edeyim kalbini cerh
Tarlan’ı şerh-i mütun şarihi, üstadımı şerh.
Onu hiç hicvedemem, hiç mi? hiç aslâ edemem,
Medhini yazma kolay, hâmeme lâzım zemzem?
Bir ara şerh dedi, saçmaladı tigi kalem,
Ne dedim, tövbeler olsun, Hocamı cerh edemem.
Peru perran kırılır, şişei sahbâ kırılır,
Tigi bürran kırılır, bülbülü şeydâ kırılır.
Şâhı gül, câmu kadeh, neş’ei rindan kırılır,
Câmu cem, kâse vü peymâne vü sahba kırılır.
D ili cânân kırılır, bâbu penâhım kırılır.
Kırılır, servi sehi veş, siyeh âhım kınbr.
D eli gönlüm kırılır, destu cenâhım kırılır.
Bu ne yâhu kırılır, hep kırılır, gel sadede,
Bay Nihadm yüzü gülsün onu, hicvet sâde.
Bak nedir kıym eti mâhiyyeti, takdir edeyim,
Yâni inbik gibi üstadımı taktir edeyim.
İnce endam ile Tarlan sanılır ince sicim,
Beıızeyor baykuşa gözlük ile billahi cicim.
Çıt kırıldım, gözü parlak, dişi inci bir bay,
Burnunu sorma küçük, sivrice gergin bir yay.
Hele gözlük., sanılır burnuna konmuş kelebek.
O ne oynak ne güzel şey severim ben onu pek.
Çevresi zer ile yaldızlı idi yıldızımın,
Acırım çenberi madun ise billûr .kızımın?
Deheni yok gibidir, varsa da çıkmaz nefesi,
Burnu üstada yeter, enf ile söyler dersi.
^Aralıktan geliyor, zannedilir ince sesi,
Öyle cansız veriyor dersini sinsi, sinsi.
Korkarım girse eğer derse tekir, belki sanır...
Tanır üstâdı, durur usluca avcın yalanır.
Yan taranmtş biriyantinli o baş, menbaı nur.
Veriyor saçlarının hâlesi insana sürür.
Ser-i bâlâsını sarmış hacı yatmaz teller,
Ki, o tel, tel, saçının dalgası, dünyaya değer.
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Env. No. 51698
Kitabın Adı: Koz kupa
Yazan: M. Lütfi Güngör.
Sayfa: 46.
Hoca A li Nihad Tarlan’a öğrencileri en büyük mükâfatı
verdi. Bu ödül bitmeyen bir mahabbet, saygı ve anıştır. Hoca­
lığının 46. ncı yılını kutlarken talebelerinden Macit Yaşaroğlu
şunları yazıyor:

HOCALIĞININ 46 INCI YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE :


HOCAM ÂLI NİHAD TARLAN
Hayat boyunca birçok insanlarla tanışırız, aralarında yakın­
larımız, dostlarımız, hocalarımız ve iş icabı temas ettiğim iz in­
sanlar vardır. Geçen zamanın, tesiri ile bunların büyük bir kısmı
unutulur, bir kısmından kırık dökük hâtıralar kalır, pek azı da
bütün tazeliklerini muhafaza ederek içimizde daima yaşarlar.
Onlar artık kendi varlığımızdan bir parça olmuş gibidirler.
Çok kıym etli hocam A li Nihad bey benim için böylece hiç
unutulmıyacak varlıklardan biri olmuştur. Onun derin bilgisi,
son derece ince ve hassas ruhu, kudretli zekâsı kendisini yakın­
dan tanıyanlar üzerinde muhakkak derin tesirler bırakır.
Dört sene kendisinin talebesi olduğum üniversitede birgün
bize Gazalinin şu sözlerini nakletmışti: «Bir demirci dükânına
girdiğinizde bir yerinizi yakmasanız bile çıkarken üstünüzde is
kokusunu taşırsınız, fakat güzel koku satılan bir dükana girer­
seniz hiç bir şey satmalmasanız bile oradan çıkarken üzeriniz­
de güzel kokunun eserini taşırsınız» İşte hocam A li Nihat bey
de biz talebeleri için böylece olmuştur. Onunla olan her tema­
sımızda onun bilgisinin ince hislerinin izlerini taşıyarak ayrıldık.
Bize okuttuğu Divan edebyatımızm M etinler şerhi dersin­
de bana ömrüm boyunca faydası dokunan kazançlar oldu. Vak­
tiyle güç anlaşılan bir fikir veya bir yazı karşısında kabahati
kendimde bulmazdım, önümdeki fikrin mutlak belki de yeter­
siz olduğu için anlâşılmadığmı sanırdım. Hocamla senelerce bu
mevzu üstünde çalışdıkça ve onun ince zekâsının en muğlak
sandığım fikirleri bile ne kadar kolaylıkla açıkladığına şahit
oldukça git gide güçlükler karşısında kabahatin bende olduğunu,
etrafımı iyice anlayabilmek için kendi gözümü ve kulağımı ha-
zırlamaklığım icabettiğini anlamış oldum.
Onun ince nüktelerini de unutmak kabil değil. Bir sohbet
esnasında kendisine vaktiyle bir hocanın arapca dersinde tale­
belerine çalışmaları için nasihat verirken yarı şaka yarı ciddi
( Ettekrarü yüfakihül himâr ) yani ( Tekrarlama merkebi dahi
fakih yapar ) közünü söylediğini ve bunu talebeye birkaç defa
tekrarlattığını nakletıhiştim. Hoca zeki gülüşü ile dedi k i : Ya
talebeler de hocalarına ( Efendim siz de tekrarlaya tekrarlaya
mı fakih oldunuz? ) demiş olsalardı ne olurdu?
Hocamı yadederken yine onun bir İran şairinden bize nak­
lettiğini tekrarlayacağım:
«Onun çok ince duygulu zarafeti gül goncasının yapraklan
gibi iç içe ve kat katdır».
— 54 —

Cenab-ı Hak muhterem hocama daha uzun seneler sıhhatli


ve mesut ömürler ihsan etsin.
Bilecik Lisesinden N evzat N am i A ygüven de diğer öğren­
cileri gibi hocayı unutam ıyor, onunla b irlik te geçen feyiz gün­
lerin i h ay atın ın en tatlı h a tırası olarak kalbinde saklıyor, o gün­
le ri h er vesile ile te k ra r te k ra r yaşam ak ve y a ra tm a k istiyordu:
Bana göre Ali Nihat Tarlan
1945 yılının Kasım ayındaydık. Lisenin disiplinli hayatın­
dan çıkar çıkmaz bir müddet kendimizi boşlukta hissetmiş, ka­
rarsız adımlarla Oradan oraya sürüklenmiştik. Çoğumuz istedi­
ği fakülteye girememenin üzüntüsü içindeydik. Edebiyat Fakül­
tesi bir yılın kurtuluşu gibi karşımızdaydı.
İlk günler bizi rüzgarın önüne katılmış bir yapraktan ayırt
etm ek güçtür. Şimdi Lise olan Fındıklıdaki binada günlerimizi
koridorlarda dolaşarak geçirirdik. Havalar güzelse bizi deniz
kenarında bulmak mümkündü.
Derslere de girerdik ara sıra. Henüz bizi saran bir şey yok­
tu. Nihayet kendimizi Ali Nihat B ey’in dersinde bulduk. Fuzu-
li’nin bir şiirini tahlil ediyordu Dakikalar ilerlemiş, ilerlemiş
saatlerimize bakmaya fırsat bulamadan zil çalmıştı.
İşte Edebiyat Fakültesine ısınışımın başlangıcı o ders ol­
muştur.
12 yıldır Anadolunun çeşitli şehirlerinde çalışmaktayım.
Yalnız divan edebiyatında değil, Tanzimat edebiyatında, Ser-
vet-i Fünun edebiyatında, halk Edebiyatında hatta batı Edebi­
yatında onun metodunu takip ederim. Nedir bu metod? Kısaca
açıklıyayım: Metnin dışında kalmamak, derinlere inmek, çeşit­
li anlamlar bulmak. Açıkçası düşünmek...
Hatıralar: Bizim devre hocanın çalışma imkânını alabildiği­
ne bulduğu bir devre idi galiba. Yazıyor, edebiyat geceleri hazır­
lıyor, güzel günlerde sınıfın tertip ettiği gezilere katılıyordu.
Bilhassa bu gezilerin hocanın birçok fikirlerini öğrenmemizde
rol oynadığını söyliyebilirim. Çünkü çok samimi bir hava yara­
tılmıştı. Bu gezilerde öğretmen öğrenci durumu yok, arkadaş­
lık durumu vardı.
— 55 —

Sınıfta benim de içinde bulunduğum bir Türk Mûsikîsi koro­


su kurmuştuk. Bu korodan Sevim Aktüel şimdi İzmir radyosu
sanatçılarmdandır. Hoca m usikiye çok meraklıydı. Geziler es­
nasında bizi yanından ayırmaz şarkıları dikkatle dinlerdi. B il­
hassa uşak makamındaki şu şarkıyı çok severdi:
Hasret dolu ahım sana hüsranımı söyler
Didemdeki yaşlar ise hicrânımı söyler

Her şey dile gelmiş bana cananımı söyler.


Şarkının bestesi yanında güftesini ve bilhassa güftenin son
mısra’mı beğenirdi
Edebiyat gecelerine ait hatıralarım arasında Rahmetli
Neyzen Tevfik de önemli bir yer tutuyor. 1947 yılının 23 Nisan
gecesiydi sanıyorum. Edebiyatımızın büyük yazarları en güzel
eserleriyle canlandırılacaktı. Öğrenciler her biri bir yazarın ye­
rine geçmişlerdi. Ben Yunus Emre olmuştum. Mizansen İstan­
bul Şehir tiyatrosu kıym etli aktör ve rejisörlerinden Sami Aya-
noğlu tarafından yapılmıştı.
Kuliste hepimiz toplanmıştık. Hoca bir sofra hazırlatmıştı.
Yemek yememiş olanlar yiyeceklerdi. Neyzen Tevfik ve A li N i­
hat Tarlan karşılıklı oturdular. Biz de etraflarına yerleştik.
Sofrada benim fakir soframın aşina olmadığı ve olamıyacağı na­
dide yiyecekler vardı. Fakat 2 büyük edebiyat adamı öyle bir
edebiyat sohbetine giriştiler ki, aramızda yem eği düşünen bir
tek kişi olmadı. Hocamız bir şiir okuyor arkasından Neyzen
Tevfik kendisinden veya başka bir şairden şiirler okuyordu. O
gece gerek Neyzen Tevfik’i gerek hocamız A li Nihat Tarlan’ı
doya doya dinlemiştik.
ÇGece başladı. Proğram normal seyrini takip ediyordu. En
ufak bir aksaklık olmaması için hepimiz el birliği etmiştik.
Antrakt oldu. Neyzen Tevfik’e sıra gelmişti. Ben kapalı olan per­
denin yanma gitmiş bağdaş kurarak dinlem eye koyulmuştum.
Neyzen Tevfik perdeyi aralayıp seyircinin karşısına çıkınca
halkın gülm eye başladığını hayretle duyduk. Ne olmuştu? Halk
şair Neyzen’in giyinişini mi tuhaf bulmuştu? Gerçi bu giyiniş
modaya uygun bir giyiniş değildi ama insanı hava değişiklik-
— 56 —

lerine karşı koruyacak bir giyinişti. Hiç bir şey bilmiyorduk. Dü­
şünüp bulmaya da zaman yoktu çünkü nay’m o derûni sesi bizi
gerçek alemden çabucak uzaklaştırmıştı.
Nağmeler bittiği anda bir alkıştır ortalığı kapladı. O sırada
hocanın şöyle konuştuğunu hatırlıyorum:
— Halk Neyzen’e yaptığı saygısızlığın bedelini ödüyor.
Alkışlar bitmedi. Neyzen iki parça daha çaldı. îçeri girince
sahneye çıkmadan önceki saygısız davranışa göstereceği tepkiyi
anlamak istercesine yüzüne bakmaya koyulduk. N e y zen :
— Tuh yahu, dedi düğmeleri iliklem eyi unutmuşuz^
O gün bugün sanatın kudretine inanmışlığın huzuru için­
deyim. Bir sanatçı gülünecek bir davranışta hile bulunsa sana­
tını icra etm eye başlayınca seyirciyi büyüler, her şeyi unuttu­
rur. Belki kendisini istiskal bile edebilirler fakat sanatın kud­
reti onları yaptıklarını alkışla ödemeye zorlar.
M ûsikî âşığı, öğrencilerinin m üşfik baba ve hâmisi, ders­
lerinde madde ve mânâ ahengini tattırarak ilim, irfanla süs­
leyen A li Nihad Tarlan, Hayri Başer’in işaret ettiği gibi bir yan­
dan Mevlânâ sevgisini, bir taraftan da ilim aşkını telkin ederler.
Öğreticilik hüviyetine irşad kudretini katıyor, onların eser­
lerine de yardımcı oluyordu:
AZİZ HOCAM ALÎ NİHAD TARLAN .
1931/1932 ders yılında Kabataş Lisesinin 10. uncu sınıfında
iken kendilerini tanıdım. Bize Divan Edebiyatı okuturdu. Zaman
zaman İran ve Fransız edebiyatından örnekler verir. Fransız
Edebi ekollerini anlatarak kıyaslamalar yapardı. Ders anlatırken
kendisini dersin konusuna öylesine kaptırırdı ki, kendi kendimi­
ze dersten çıkarken Hocamız mutlaka kilosundan kaybetmiştir
diye düşünürdük.
(JBir dere üzerindeki köprünün altında boy vermiş bir ağacın,
köprünün kemerine dayanınca daha fazla serpilemeyip suya
doğru eğilm esine benzeyenVzorluklar ve dikenlerle dolu gençlik
hayatının hikâyesini anlat* ve o ağaçta kendisini seyrettiğini
söylerken işte bu bir romantizmdir. Romantizm insanın kendi­
sini tabiatta duyması ve yaşaması; bunun aksi de realizm derdi.
Hafız’, İkbal’i çok sever ve bize onlardan lirik parçalar okurdu.
Hazret-i Mevlana hakkında da Avrupa’lilan n Hafız’ı yeni anla­
mağa başladıklarını ve fakat Mevlâna’mn henüz eteklerinde
dolaştıklarını bizzat kendilerinin ifâde ettiklerini söylediği za­
man gönlümüz M evlâna’nın büyüklüğü ile dolardı.
Bir gün bakınız çocuklar dedi. Edebiyat kumaş gibi bir do­
kumadır. İptidaî maddesi fikir, motoru da hislerimiz; fikir mad­
desi olmadan hislerin yalnız başına çalışması bir işe yarama­
dığı gibi hislerden mahrum bir fikir maddesinin de pek kuru
ve kısır kalması tabiîdir. Hisler fikirler beslendikçe zenginleşir,
güzelleşir.
İnsanlığın ortak duygu ve düşüncelerini dile getirebildiğiniz
nisbettedir ki, ömrü uzun bir kumaş dokuyabilirsiniz.
Bu sözlerin sıcaklığını, Özdenliğini hâlâ olanca tazeliğiyle
içimde yaşarım. Düşünüyorum da Hocamdan pek çok şey öğ­
rendiğimizi bir an için tamamen unutarak hiç bir şey öğren­
memiş de olsak her halde edebiyatı sevm eyi O’ndan öğrendi­
ğimizi tekrarlarım.
Kabataş’tan ayrıldıktan sonra Hocam m etinler şerhi profe­
sörlüğüne tâyin edildi. Ben ise Mülkiye Mektebinden mezun ola­
rak sigortacılığa atıldım. Bununla beraber arada edebiyat ala­
nında neşredebildiğim serpintilerle Hep Bir = Tek Bir dene­
melerimde bana şevk ve gayret kaynağı oldular. Bu naçiz satır­
lar içimde akıp giden m innet ve şükrân duygularımın izharına
vesile olabilmişse ne m utlu bana...
A li N ihad hoca h ak kında en güzel hükm ü veren talebeleri,
onu m ü k âfatlan d ıran m ahabbetleriyle T ü rk K ü ltü r h ay atın ın
ahlâk ve güzelliğini de dile getirm işlerdir. N ecdet Bolkal ba­
kınız ne diyor :
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinin Eski Türk Ede­
biyatı Kürsüsü Başkam Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan 31 yıl kadar
önce Kabataş’ta hocamdı.
Onun ilim aleminde olduğu kadar bütün talebelerinin kal­
binde de daima müstesna bir yeri olmuştur. Seneler sonra ho­
camla komşu olmak, devamlı ve yakın münasebetler kurmak
şansına da erdim.
— 58 —

Bilirsiniz bir hoca hakkında en reel notu talebelferi verebi­


lir, işte bu yetki ile onun fikrî hayatımızdaki yerini ve şahsiye­
tini aşağıdaki hatırayla anlatmak isterim.
(^Öğrenci psikolojisi malûm: hocayı lâfa tutup ders kaynat­
mak en büyük zevkidir^Bu işlerin elebaşılarından bir öğrenci
parmak kaldırır, gayet masum bir eda ile «Hocam bir şey sora-
bilirmiyim?» başlangıcı ile aktüaliteye uygun bir sual atar eğer
hoca bu yem e takılırsa ders de kaynar gider, işte bu tertipçi
elebaşılardan biri de bendim, j
Bu yeni tanıştığımız hocaya hemen bir yem attık, netice tam
isabet oldu o ders öylece tadına doyulmaz sohbetlerle bitti, er­
tesi ve daha ertesi dersler de hep ayni biz hayatımızdan m em ­
nun hoca bizden memnun dersler dersleri kovalıyor sohbet bizi
o kadar sarıyor ki, ders araları, öğle paydosları akşam eve gi­
derken bile arkadaşlar ayni mevzuları tartışmada gelecek dersi
iple çekiyoruz.
En önce ben uyandım, yıl sonu imtihanları gelip çatmak
üzere, yıllık ders programına daha başlamadık bile, aman hali­
miz nice olur, yalnız hocayla olsa neyse, ama m ümeyyizler dert
dinlermi? karar verdim bizim hem onun selâm eti için hocayı
ikaz edeceğim.
Ders başlar başlamaz m evzuu açtım, «Hocam dedim prog­
rama ne zaman başlıyacağız?» hoca tecahülden geldi «Ne prog­
ramı?» «Aman hocam dedim ders programı» hoca yine anlamaz
göründü. «Maarif vekâletinin programı hocam» diye açıkladım.
Güldü, yanağımı okşadı «Bitirdik programı Necdet» dedi, apıştım
kaldım. «Ne zaman hocam, daha haşlamadık ki» diye mırıldan­
dım. «Ey peki bir senedir ne yapıyorduk?» demezmi?
Hakikat da buydu bir senedir sohbet çeşnisi içinde ders yap­
mıştık hem de farkında bile olmadan, ve paydos saatlerimizi
hatta tatil günlerinizi bile arkadaşlarla bu derslerin münakaşa­
larına vermiştik, demek asıl oltaya takılan bizdik.
Hocam bir mucize yapmıştı, bir kere bile kitap açmadan
kitabı yutmuştu bütün sınıf. Hem de dahası var kitap dışında da
neler neler öğretmişti hocamız bunu ancak çok sene sonra fark
edecektik. O bize hiç belli etmeden hayat felsefesi aşılamıştı,
insanları sevm eyi öğretmişti. Yeni bir dünya görüşü vermişti,
tabiat ve san’at aşkı vermişti.
Aradan uzun yıllar geçti, hocamla komşu olduk sık sık elini
öpmek ve doyulmaz sohbetlerini dinlemek mutluluğuna erdim.
Bir gün kendisine bu hatıramı anlattım, güldü, sonra gözleri
daldı «Bilirmisin yavrum dedi hayatta en büyük arzum nedir?»
Merakla kulak kesildim, devam etti «Para ve imkânlar elverse
de bu sistemi daha şümullü tatbik edecek bir okul açabilsem
talebelerle ormanda kırda dolaşa geze sohbet ede ede onları
yetiştirebilsem ne kadar isterdim» dedi.
Evet ne inanılmaz derecede güzel, ilim ve gençlik için ne
azametli bir eser olurdu.
Bu derece sevilen, bu kad ar u n u tu lm ay an hoca A li Nihad
T a rla n İstan b u l Ü niversitesindeki kürsüsünde tevazu, ahlâk ve
ilm in tem silcisi olarak görevine devam ediyor ve binlerce genç,
O’n u n n u rlu v arlığından feyiz alıyor. Dileğim iz daha uzun yıllar
kürsü sü n d e kalıp talebelerine T ürk ve F ars edebiyatının incelik­
lerin i öğretm esidir.

PROF. DR. ALİ NİHAD TARLAN’IN ESERLERİ:


Islâm E debiyatında L eylâ ve M ecnun M esnevisi ( D oktora
tezi olup T ü rk iy at E nstitüsünde 1 n um arada k ayıtlıdır. H alen
yay ın lan m am ıştır ) .
İstan b u l D arü lfü n u n u Edebiyat F aklütesinin ilk doktora
tezi olan bu eser T ü rkiyat E nstitüsünde 1 sayılıdır. Bu
eserde hikâyenin A rap E debiyatındaki aslı L eylâ ve Mec- <
nu n M esnevisi hazırlan ırk en İra n ve T ü rk şairlerinin
eserleri tetk ik edilm iştir.
1 — Edebî S an’a tla ra d a ir S uhulet Basım evi - İst. 1930
Basım evi - İst. 1935
2 — Z erd ü şt’ü n G a ta la n S uhulet Basım evi 1936
P u r D avud’un G atalar adlı farsca eserinin tercüm esi
3 — Şeyhî D ivanım te tk ik (2 cilt) S u h u let Basım evi -
İst. 1936
— 60 —

Bu eserde 15. asır şairlerin d en Şeyhî m ünasebetiyle İra n


şar ler inden Hâfız-ı Şirazînin ve Selm an-ı Savecî’n in di­
v an ları tasayvuf, insan, ve tab ia t güzelliği bakım ından
incelenm iştir.
4 — D ivan E debiyatında M uam m a B u rh a n e ttin E ren ler Mat.
1936
C am î’nin eseri incelenm iştir.
5 — D ivan E debiyatında T evhitler ( 4 Fas. •)
B u rh a n e ttin E ren ler M at. 1936
T ürk E debiyatındaki tev h id ler m ünasebetiyle İra n Edebi­
y atın d a yazılm ış olan tevhidlerdeki şe r’î ve tasavvufî um ­
deler incelenm iştir.
6 — M etin T am iri B u rh a n e ttin E ren ler M at. 1937
7 — M etinler Ş erhine D air S u h u let B asım evi - İst. 1937
B ir m etin nasıl açıklanır?
8 — Nizam i Gencevî D ivanı ( F arscadan Ter.)
A. H alit Y aşaroğlu K it. 1944
Nizam î G encevî’nin farsca divanı tercüm esi.
9 — İra n E debiyatı ( V ü lg a riz e ) Rem zi K itapevi - İst. 1944
10 — L eylâ ile M ecnun ( F arsçadan Ter. )
M illî E ğitim B akanlığı Y ayını 1944
Nizam î G encevi’nin farsca L eylâ ve M ecnun adlı eserinin
tercüm esi.
11 — H ayalî Beg D ivanı ( E disyonkritik ve T ranskripsiyon )
E debiyat F akültesi Y ayını 1945
12 — Y avuz S ultan Selim D ivanı ( Farsçadan T e r .)
A. H alit Y aşaroğlu 1946
Yavuz S ultan Selim in F arsca divanının tercüm esi
13 — N ef’i D ivanı ( Farsçadan tercüm e )
S ertoğlu Y ayınevi 1947
14 Ş a rk ta n H aber ( İk b a l’den te rc ü m e )
İş B ankası K ü ltü r Y ayını 1946
M uham m ed îk b a l’in farsca yazılm ış Peyam -ı M aşrık adlı
eserinin tercüm esi
15 — D ivan Ş iiri ( 4 f a s ik ü l ) E debiyat Fak. Y ayını 1948
M ecm ualara geçen 2, ve 3. derece divan şairlerinden seç­
m eler,
16 — H üsrev ile Ş irin ( F arscadan telhisen T e r .)
A. H alit Y aşaroğlu 1949
Nizam î G encevî’n in farsca yazılm ış H üsrev ve Ş irin adlı
eserinin tercüm esi.
17 — F uzulî D ivanı ( E disyonkritik ve T ra n sk rip siy o n )
E debiyat F akültesi yayını 1950
18 — F u zu lî’n in Farsca D ivanı Tercüm esi
M illî Eğitim B akanlığı Y ayını 1950
19 -v G üneş Y aprak A nıl M atbaası 1953
- P rof. A li N ihad T a rla n ’ın, nazım , nesir, tü rk çe ve farsça
şiirleri.
20 — E srar ve R um uz ( îk b a l’den T ercüm e )
Y enilik Basım evi 1956
21 — Y eni G ülşen’i Raz ( İkbaT den T ercüm e )
B ü y ü k K erv an M atbaası 1959
22 — N ecati Beg D ivanı (E d isy o n k ritik ve T ra n sk rip siy o n )
M illi E ğitim B akanlığı yayını 1960
23 — Z eburu A cem den seçm eler ( İk b al’den T e rc ü m e )
H ilâl Y ayınları 1964
24 ^ D ivan E debiyatı hususiyetleri lü g ati M illî E ğitim Bakan-
kanlığm ca y ayınlanm ak üzere te tk ik edilm ektedir. 1964
25 — A hm et P aşa D ivanı (E d isy o n k ritik ve T ra n sk rip siy o n )
Millî. Eğitim B akanlığınca yayınlanm aktadır. 1965

.: K O N F E R A N S L A E

1 — Şeyh G alip ( C. H. P. K o n fe ra n sla rı) 1937


2 —r M ehm ed A kif (E d e b iy a t F akültesi M ezunlan Cem iyeti
yayını) 1939
3 — Çağdaş İra n Ş iiri ( C. H. P. K o n fe ra n sla rı) ■ 1938
4 — A li Ş ir N evaî ( İsta n b u l Ü niversitesi Y a y ın ı) 1942
5 — T ürk E debiyatında H am aset
( İstan b u l Ü niversitesi H aftası Y a y ın la rı) 1943
_ 62 —

6 — D ivan E debiyatında San’a t Telâkkisi _n .e


( İsta n b u l Ü niversitesi H aftası y a y ın la rı) 194b
7 — A bdülhak H âm it (İs t. Üniv. E debiyat F akültesi Talebe
C e m iy e ti)'1941
8 — Mevlâna C elâleddin-i R um î _ . ırı.„
( Faydalı K itap la r S erisi V aroglu N e ş .) 1948.
9 — E debiyatın M uhtelif M eseleleri üzerinde bir gezinti
( İnsan ve D ünya ) D ergisi 194S
10 _ G andi ( T ü rk S anatı D ergisi - İ s t . ) ■ 1953
11 — M evlânam n Pisikoloj isine dair
( K onya İh tifa l H aftası yayını ) 1953
12 — M ehm et A kif (M illiyetçiler D erneği yayını) 1957
13 — M evlâna ( T ü rk Y urdu D ergisi ) Sayı : 240 1955-
14 __ N ef’i ve Ik b a l’de M evlâna (K onya İh. Haf. Ya. ) 1959

E T Ü D ve M A K A L E L E R

1 — Saib-i T ebrizî S ervet-i F ü n u n Der. S a y ı : 43,44, 46,47 1925


2 — Hâfız-ı Ş irazî Servet-i F ü n û n Der. S a y ı : 23,26 1925
3 — E rday-ı V iraf Servet-i F ü n û n D er. S a y ı : 66,71,77 1925
4 __ Şem si M ağribî S ervet-i F ü n û n Der. S a y ı : 20, 81, 85 1926
5 — İra n H alk E debiyatında R om an,İJlkü D ergisi A n k ara 1937
6 — Ira n H alk Edebiyatı, Ü lkü D ergisi A nkara. 1936
7 — M eliküşşuara B ahar-ı H orasanî H e r Ay Der. İst. 1937
8 — R eşit Y asem î H er Ay Der. İst. 1937
9 — F uzûlî’nin Farsça D ivanı İsta n b u l D ergisi 1944 - 1945
10 — Bakî, H ayalî. T ü rk Dili ve Edebiyatı Der. İstan b u l 1946
11 — İra n E debiyatında F olklor Ü lk ü D ergisi A n k ara 1947
12 — T anzim at E debiyatında H akiki M üceddit
( Tanzim at I. M illî Eğitim B akanlığı y a y ın ı) 1940
13 — De L ’H istoire L iteraire, (A rchiv O rien taln ie-P rah a vol 8}
1950
14 _ F uzulî’nin Farsça B ilinm eyen K asideleri
( T ü rk Dili ve E debiyatı D e rg isi) 1951
15 — Edebiyat T arihi, Edebiyatın T arihi olm alıdır.
( H aber G a z e te si) 1953
— 63 —

16 — K adı B urhaneddin D ivanından şerhler,


( T ü rk Dili ve E debiyatı D e rg isi) 1959
17 — HAMD, ( İlâhiyat Fak. İslâm î İlim ler E nstitüsü
Dergisi, A nkara ) 1959
18 — HAMD, ( Tercüm an-ül E fkâr K araçi - P ak istan 1959
19 — Basirî, ( A nciklopedia of İslam - S urrey, L o n d o n ) 1959
20 — B ülbül, ( A nciklopedia of İslam - S urrey, London ) 1959
21 — K ölelerin D ini ( İk b a ld e n tercüm e )
H ilâl D ergisi S a y ı : 10 1959
22 — F â tih a Sûresinden bir âyet
H ilâl D ergisi Sayı : 11 1959
23 — K u llu k K itabı ( İk b al’den tercüm e )
H ilâl D ergisi S a y ı : 5 1959
24 — K u llu k K itabı M usikî ( İkbalden tercüm e )
H ilâl D ergisi S a y ı : 6 1959'
25 — K u llu k K itabı Resim ( îk b a l’den tercü m e )
H ilâl D ergisi S a y ı : 8 1959
26 — İk b al’in bir m ısra-ı H ilâl D ergisi S a y ı : 13 1960
27 — K ulluk K itabı « H ü r İn san lard a M im a rî»
H ilâl D ergisi S a y ı : 16 1961
28 — Islâm iyette H ikm et-i Tesri H ilâl D ergisi : S a y ı:13 1961
29 — A rm ağanı Hicaz ( İk b a ld e n tercüm e )
İslâm D ergisi Sayı : 41 1961
30 — M üslümanlığın İki Büyük Düşmanı
İslâm D ergisi S a y ı : 42 1961
31 Armağanı Hicaz ( îk b al’den tercüm e )
. îslâm D ergisi Sayı : 49 1961
32 — Dinsiz insan Olabilir mi?
îslâm D ergisi Sayı : 45 1961
33 — M evlânanın babası Bahaddin Veledin M aarif adlı
eserinden, M aariften İlham lar ( ş e r h )
îslâm Dergisi S a y ı : 52 1962
34 N a’a tla r arasında H ilâl Dergisi Cilt: 3 Sayı : 28 1962
35 N a’a tla r arasında H ilâl Dergisi Cilt : 4 Sayı : 43 1964
— 64 —

36 N a’a tla r arasında H ilâl Dergisi G i l t : 4 S a y ı . 44 1964


37 _ N a’a tla r arasında H ilâl D ergisi C i l t : 4 S a y ı : 45 1964
38 — B ir R ubai’nin düşün d ü rd ü k leri
( K onya M evlâna İh tifa li y a y ın ı) 1964
39 _ N ef’inin T uhfetül-U şşak Tercüm esi
Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi 1965
40 _ Sarhoş. Talebe D efteri D ergisi 1913
41 Terci-i B end Tercüm esi ( H âtif-i Isfahanî’den )
D üşünce M ecm uası 1920
42 — Belli değil adlı H alil N ihad’a nazire (şiir)
Şebab M ecm uası 1921
PROF. Dr. ALİ NİHAD TARLAN IN ESERLERİ HAKKINDA
NEŞREDİLİP ELİMİZE GEÇEN TENKİDLER

1 H aiit Zıya U şakhgil’in : G erm iyanlı Şeyhî ( Şeyhî Di­


vanını t e t k ik ) .
2 Süleym an N azif’in kalem e a ld ığ ı: Leylâ ile M ecnun
M esnevisi. ( D oktora tezi ) .
3 — S erm et Sam i U y s a l: Güneş Y aprak ( Ş iirler ve N e­
sirler ) .
f
II

İL
GERMİYANLI ŞEYHİ

Divan edebiyatı ile iştigal edenlerin nadiren iltifatına lâyık


görülen bu şair, Osmanlıca doğmağa başlıyan şiir ve nazmın ilk
banilerinden ve oldukça unutulmuş simalarındandır. Çelebi Sul­
tan Mehmed ile ikinci Murad zamanlarında yaşıyan bu şair o va­
kitlerde az çok mergub olan ilimlerde de vukuf sahibi imiş, hat­
tâ göz tabibliği ile de şöhret kazanmış, fakat ne o zeminlerdeki
vukufu, ne de nazımda gelecek nesillere bıraktığı mirası onu
bizlere kadar, m eselâ Fuzulîler, Bakîler gibi, zinde bir halde ge­
tirebilmeğe kifayet etmemiş. Divanı İstanbul’un şuraya buraya
dağılmış kütüphanelerin tozlarla örtülü raflarında unutulmuş
gitmiş.
Onu birdenbire, yüzlerce seneden beri bir daha uyanmıya-
cak zannedilen uykusundan uyandırıp dirilten, ayağa kaldırıp
dimdik, sapasağlam gözlerin önüne koyan bir el uzanmıştır.
Bu el Ali Nihad’dır. Edebiyat Fakültesinin doktorasını ya­
parak ilk önce edebiyat âlimi ünvanmı alan ve bugün orada
metin ismini verdiği eseri ile gözlerimizin önüne yalnız zama­
nında Hüsrev ve Şirin hikâyesini tercüme etmiş diye şöyle böyle
tanınan bu eski şâiri canlandırmış değil, ayni zamanda bir bilgi
ve araştırma adamının nasıl zorluklara galebe çalan bir sabırla,
ömür törpüliyerek uğraşmalarla bir tetkik eseri vücuda getire­
bileceğine bu koca kitapla hayretler veren bir bürhan getir­
miştir.
Tarihin kaydettiği Şeyhî namında dört Türk şâirinden ayırd
etmek için Germiyanîı diye tavsif ettiğim bu zat belki zamanına
göre bir sanatkârmış, fakat divanında görülebilen eserlerinden
hiçbirinde ufak bir heyecan doğurabilecek bir hassa görülmedi­
ğine nazaran ona tam mânası ile bir şair de demek mümkün de­
ğildir. Fakat muharririn elinde onun toz toprak altında kalmış
m evcudiyetinin didik didik ayıklandığına, hayat telâkkisinin,
felsefesinin, tasavvuf umdelerinin, san’at m eyillerinin nazımda
ve hayâlde ne yolda yürüdüğünün birer birer, haddeden geçiril­
diğine, bütün divanın sıkı bir elekten ayıklanıp hiçbir kelim esi
ihmale uğratılmadan hurdebînle m uayene edilip ondan bir hü­
küm çıkarıldığına bu eserle şahid olunca Şeyhî birdenbire bü­
yük bir ehemm iyet almış oluyor.
Diyeceğim ki Ali Nihad âdeta bir ehram altında medfun
bir mezardan bir mumiye ( momie ) çıkarmış, onu sargılardan,
tahnit eden şeylerden sıyırarak dipdiri hayata iade etmiştir. Bu
suretle hayata iade edilen ölü mü meraka calibdir, yoksa onu di­
rilten elin mahareti mi yeniden onu diriliğe getiren sabır işinin
m uvaffakiyeti mi takdire şayandır? Edebiyat âlemine ihda olu­
nan bu eser bize san’at zemininde araştırmanın da bir örneğini
getirmiştir. Bu m eziyetleri bir tarafa bırakılırsa yalnız bu iti­
barla kitab bir büyük kıym eti haizdir. Muharririn sahrı ne de­
recelere kadar götürdüğüne misal olarak zikredeceğim.
Divan edebiyatına az çok vukufu olanlar bilirler ki şairlerin
daima müracaat ettikleri bir takım hayal, teşbih kalıpları vardır;
hemen hepsinde ekseriyet üzere tasavvuf boyasının altından,
zülf, ebru, göz, bel, dudak, ben vesaire çıkar, az çok birbirini
andıran, biri diğerinin bir tekrarından ibaret olan nazımlarda bu
şeylere tesadüf edilirdi. Muharririn uğraşmasında ne yorulmı-
yan bir azim gösterdiğine tek bir misal olarak kaydedeceğim ki
bu tetkik eserinde Şeyhinin bütün bu çeşit beyitleri birer birer
bulunmuş, almmış, yüz sahifeden fazla yer tutan bir fasıl bütün
bir sabır hârikası gösterilmiş denir geçilirdi, fakat muharrir bi­
ze bu vesile ile tebahhurunun bir delilini vermiştir. Şeyhinin ek­
seriyet üzere İran’ın meşhur şairleri Selman ile, Hafız ile aynı
noktada buluştuklarını keşfederek tevarüd, tanzir, taklid, ne de­
nirse densin bu buluşmaları yanyana getirmiştir. Yüzlerce mi­
sallerin arasında tek bir tanesi ile iktifa edeyim :
— «69 —

H er seher sünbül saçın saçdıkça bâd-ı subhdem


D engü h a y ra n d ır benefşe kim ne rey h an v aktidir
diyor. Hem en m u h a rrir h a tırla tıy o r ki H afızın şu beyti v a rd ır:
G üzâr k ü n çü saba h er benefşezâr-ü-bibin
k i ez tetavül-i zülfet çi sugüvâranend
M u h arririn h â tıra t serveti bize H âfız’m bu beytini verm ek­
le kanm az, gene ayni fikirde U nsurî’d e n :
Vez ca’d-i tü bad buy-ı reyhan gîred.
m ısraını b ulur, daha ileriye giderek Şem sî’d e n :
D erler ki senin züfüne öygündü benefşe
T utam diyeler öygüne m i ol yüzü k ara
beytini kaydeder.

B u tek m isali yüzlerce çoğlatm , o zam an m u h a rririn h a ­


zînesinde ne bitm ez tükenm ez bir h â tıra serm ayesi olduğu a n ­
laşılır.

M u h arririn başka bir sabır işini zikretm eden geçemiyece-


ğ im :

Şeyhî’nin hangi vezinleri kullandığını araştırm ış, b u n ları


a y rı a y rı b ir cetvelde gösterm iş. B ununla görüyoruz ki şair
uzun basit vezinlere daha düşkün m ürekkep vezinlere m üracaat
etse bile b u n ların iki üç cüz’ü uzun olanları seçecektir. Şu n e­
ticeye vâsıl oluyoruz ki 231 parça kaside ve gazelden 63 hanesi
bu tarzdadır. Ben kendi hesabım a söyliyeceğim ki Şeyhî vezin­
lerin intihabında ve onları k u llanm akta hiç de m es’ud sayıla­
maz. Nazmı vezne uydurabilm ek için hiç bir im âle ve zihaf
y oktur ki tecviz etm esin, kelim eler onun için evrilip büküle­
cek, uzatılıp kısaltılacak, âdeta lâstikten m am ûl şeylerdir. Va­
kıa D ivan E debiyatında eskilere doğru gidildikçe bu hâdiseyi
daim a daha ziyadeleşerek buluruz, fak a t bugünün k u lak has­
sasiyeti bu nâkisenin m ü frit b ir şeklini m eselâ Ş eyhî’de b u lu n ­
ca buna pek zor taham m ül ediliyor. Ş air bunda o k ad ar ileri
gider ki kelim eleri b irb irin e k a rıştıra ra k b u n ları veznin her-
— 70 —

hangi bir cüz'üne sokuşturmak için âdeta kemiklerini cendere­


ye sokar. Ali Nihad bunları da bulmuş ve göstermiştir. Meselâ :
Perde açtı ise
« Perde açtı ise » kelim eleri birbirinin içine girerek « Per-
daçtıyse » olmuştur.
« Mal ile mülke etme heves » cü m lesi: « M aliyle mülket-
me heves » garib şeklini almıştır. H ülâsa: Şeyhi hakkında v e ­
rilecek hükmü zaman vermiştir. Fakat « Şeyhî Divanının Tet­
kiki » eserini yazan m uallim uzun araştırmalar, uğraşmalar ne­
ticesi ile Türk Edebiyatı Tarihine hayranlıklarla, takdirlerle
karşılanacak yüksek kıym ette bir eser kazandırmıştır.. Bu, yal­
nız edebiyat meraklılarını en geniş mikyasta doyuracak bir te­
tebbu kitabı değil, aynı zamanda eski ve yeni edebiyat alanla­
rında yapılacak tetkikler için pek yüksek ve zengin bir örnektir.
Bu zor işi bu kadar m uvaffakiyetle başaran âlim muharrire
tebriklerimi sunmakla derin bir sevinç duyuyorum.

Halid Ziya Uşaklıgil


C um huriyet: 12/11/1935
LEYLÂ ve MECNUN (1)

Bu makalenin şarkan kahvehanelerinden Darülfünunları­


na kadar, hususî, umumî hiçbir mahfili, hiçbir hanesi yoktur ki
duvarları, yekvücut olan bu iki ismin sami’i olmasın. Arabm,
Acemin, Türkün hassas şairlerine en güzel dasitanlarını yaz­
dıran bu âşık ve ma‘şuk çift, hakikatte mevcut mu idi?... Yok­
sa iki m uhayyel kahraman-ı sevda mı? Bunun lehinde de, aley­
hinde de o kadar sözler söylenmiştir ki ne büsbütün inkâr, ne
de ayniyle tasdik vadisinde insan bir kanaat izhar edebilir. Ne
olursa olsun bugün Mecnun namı veya sıfatıyla hakikatte bir
şair bulunmasa bile onun ismi ile müştehir birtakım enafis-i
eş’ar vardır.

(1) B u m akalenin hin-i intişarında, edib-i m uhterem Zeki


M egamız B ey’in ceraid~i yevm iyyeden biri ile K ays ül A m irî
yani M ecnun hakkında m üdekkikane bir m akalesi nssgredil-
m iştir.
(2) D iyarı severim , L eylâ’nın diyarını. Ö d u varı öperim,
bu duvarı. K albim i tesh ir eden d iy ar m u h ab b eti değil o diyar­
da sakin olanın aşkıdır.
(3) D iyorlar ki L eylâ Ira k ’da hastadır. A h !... Ne olurdu,
tabib-i m üdavisi ben olaydım !... L eylâ’ya tenhada kavuşursam ,
B eytuhlahı yalın ayak ziyaret etm ek bana farz olsun.
Şarkın bin şu kadar müddetten beri a’sab-ı garammdan
heyecanlar geçiren ve büyük küçük şairlerine binbir destan-ı
aşk yazdıran efsanenin tarihini ihtiva etmemek edebiyatımız
için bir nakısa bir ayb ve ar idi. M uallim A li Nihad beyin m ü­
nevver ve ta’ab-napezir ilim ve gayreti bu noksanı cebr ile kü-
tüphane-i Millîriıizi tezyin edecek mufassal ve m üdellel ve m ü­
kemmel bir eser vücuda getirdi. Kitabın ne vakit tab’ edilece­
ğini bilmem fakat ilk m ütali’-i m üstefidi ben oldum. M üellifin
fazıl ve himm etine olan şükranımı, ondan ettiğim istifadeyi
(SERVET-İ FÜNUN) karilerine teşm il suretinde eda etmek
isterim.
Mecnun namı ile iştihar eden (KAYS bin MÜLEVVAH
bin MUZAHİM) Arabm (Beni Amir) kabilesindendir.
A li Nihat bey, muhtelif müverrihlerin bu baptaki rivaye­
tini telfik ettikten sonra, nihayet sahrada biçare âşıkın na’şı
bulunarak, Beni A m irin gözyaşları arasında defn edilmiş ol­
duğunu söylüyor. Bu hâdise hicretin (80) nci senesinde Milâdî
(699) güzeran olmuş. Mecnun-ı Amirî’nin veya bu nama izafe
edilen eş’arm iki beytinde Leylâ ile çocukluğundan beri tanış­
mış ve sevişm iş olduğu mütehassirane irad ediliyor.

Bu desıtan-ı aşk eğer efsane değil, vâki ise zavallı Kays


a’dat-ı Arabm mezaliminden birine kurban gitmiş. Çünki Arap-
ta izdivac-ı ask muhill-i namus harekattan ad olunurdu.
Bir ailenin esas-ı saadeti olmak lâzım gelen bir temayülü
mahrumiyyetler içinde öldürmek vahşetten başka bir şey de­
ğildir.
— 73 —

Nâmurad olan âşık çöllere çekildi. İnsanlardan istikrah


etmişti. O kadar ki sayyadm elinden kurtardığı ceylana,
İnsan diyüp etm e benden ikrah
diyor ve tesadüf ettiği gazalan-ı v a h şete:
Allah aşkına ey ceylanlar, bize söyleyin, Leylâ sizin cinsi­
nizden midir, yok beşer midir?
Sualini velihane irad ederek cananının gözlerinden diyar
diyar, çöl çöl nişaneler arıyordu.
Leylânın âşıkı bazan Faik Memduh Paşa merhumun dedi­
ği gibi:
Kûh feryadına ses verse dönerdi deşte
Hey meded gelm eyecek semte şîtaban idi Kays
suretinde, kendi sesinin aksinden mütevahhiş ve sergerdan,
gâh Fasih Dede’nin yazdığı gibi: ~
Müjesin hevl-i kıyam et edemezdi tahrik
Fikri-i Leylâ ile ol mertebe hayran idi Kays
Fikr-i Leylâ ile ol mertebe hayran idi Kays
halinde bihûş ve perişan yaşadı. Ve böyle öldü. Kays ül Ami-
ri’nin yegâne nasibi kendisinden evvel vefat etmiş olan ma’şu-
kasının kabri yanma defn edilmek olmuştu. Ölüm kadar hazin
bir mazhariyyet.

Ali Nihad Bey, kitabın bir faslını Mecnunun hayatına m ü­


teallik rivayete hasr ediyor. M üellifi tebrik ederken bir temen­
nide bulunacağız: Nakl ettiği Arabi ebyat ve ibaratın tercü­
melerini tahşiye suretiyle kitaba dere “etsin. Eserinden istifa­
deye avam, havasdan ziyade muhtaç olduğundan o ilâve kita­
bın fevaidini her sınıf halka teşmil edecektir.
Bu faslı (İran Edebiyatında Leylâ ve Mecnun) mebhası
takip ediyor. İşte m üellifin en büyük himmeti ve ihtisası ile
vukufunun derecesi burada görülür. Müteaddit manzumelerin
biribiri ile m ünasebetini tetkik etmek bir ömrü yoracak ka­
dar külfetli bir iştir.
Nizamî-i Gencevî, Hüsrev-i Dehlevî, Abdurrahman-ı Cami,
Hatifî-i Cami ile Leylâ ve Mecnun inşad etmiş olan diğer İran
şairlerini yazıyor. İsimlerini tasrih ettiğim dört şairin eserle­
— 74 —

ri bu kitapta uzun uzun tetkik edilmiştir. Diğer yirmi sekiz


şair-i İranînin isimleri ile muhtasar teracümü ahvalini kayd
ediyor. Bundan başka üç Hintli şairin de ismi zikr edilmektedir.
Ali Nihad Bey ( LEYLÂ ve MECNUN ) efsane veya facia­
sını İran Edebiyatındaki tesirini izah ettikten sonra, Türk
Edebiyatında bıraktığı izleri, kendisine has olan dikkatle ta­
kip ediyor. Çağatay lehçesiyle Türkçe ilk (Leylâ ve Mecnun)
destanını yazan MİR ALİ ŞİR NEVAİ’dir. NİZAMİ-i GENCE-
Vİ ile ALÎ ŞİR NEVAİ arasında üç asırlık bir zaman vardır.
Demek Türk Edebiyatı İrandakini üç asır fasıla ile takip etmiş.
ALİ ŞİR NEVAYİ’den sonra Akşemsettinzade Hamdi, bu­
nu müteakip Behiştî, Larendeli Hamdi tarafından vücuda ge­
tirilmiş olan manzumeleri dur-u dıraz teşrih ettikten sonra y i­
ne LEYLÂ ve MECNUN’u nazm etmiş olan diğer yirmi üç Türk
şairin isimleri ile birer muhtasar tercümei halini kayd ediyor.
Bunlar da hurufu heca sırasiyle şunlardır:
Türabî, Ceüili, Çaker, H alife Bursalı Halil, Hayalî, Rıfatî,
Revanı, Sinan Çelebi, Edirneli Şahidi, Salih, Zamiri, Arif Çe­
lebi, Abdullah Ağazade Urfî, Mahmut efendi, Kara Fazlı (1),
Fikrî, Muhibbi Çelebi, Mahvî, Muidi, Necati, Seyyid Vehbî.
Bunlardan başka A li Nihad Bey iki isim daha kayd e d iy o r:
Biri Kafzade Faizî’dir ki eserini itmam edememiş, diğeri de
931 sene-i hicriyesinde Azerbaycan lehçesiyle mutasavvıfhane
yazıldmış bir LEYLÂ ve Mecnundur ki-nazm ının ismini m üel­
lif de bilmiyor. Ali Nihad Bey, g a lib a :
Âdet bu ki ahırda gelir bezme ekâbir
kaidesini istihsan edenlerdendir. Ve bunun içindir ki Fuzulî’-
nin eser-i meşhurunu en sona bırakmış. M üellif eserine bun­
dan güzel bir hüsn-i hatime bulamazdı. Sa’yi meşkûr olsuıı.
Ben Fuzulî hakkında kitabı yazmadan bu şehkâr-ı tedkik ve
tetebbuu görse idim. A li Nihad Beyin himmetinden ilk istifade
eden kari'i olurdum.
Edebiyatımızın garamiyyat faslında bir şaheser dediği
LEYLÂ ve MECNUN-ı Fuzulîyi serapa tetkik ve ta’mik ettiği
gibi mümasili asar-ı İraniye ve mütekaddime ile tatbik etmiş
75
! a
hİ,Ç üşenmeyen ve yorulmayan A li Nihad Bey
hükümlerinde pek musıp bir müdekkiktir.
Fuzulî’nin LEYLÂ ve MECNUNU tahlil edildikten sonra
Bey\TMteh *mumî bir naza* atfediliyor. A li Nihat
Bey bu kitabı ile tarih-! edebiyatımızın büyük bir bosluaum,
imla etti, ism ini herkesin bildiği LEYLÂ ve MECNUN U tanı­
yanlar pek azdı. Fazıl muallim, bu eseri ile yalnız rahle i ted
g ö n ü n d e k i bir sınıfın değil, her sınıfın L şk J h ^ s L t

Süleyman Nazif
Servet-i Fünûn 17/Mart/1926
— 76

,'B'İR KİTABIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


S erm et Sam i UYSAL

Bâzı eserlerin tesiri sam an alevi gibidir: İn san b ir defa


okudu m u b ir daha eline alm az, daha doğrusu alam az. Bolye
az öm ürlü eserlerin öm rünü, fazla reklâm daha da kısaltır. Zi­
ra bir k ita p ta bulunm ayan şeyi v a r gibi gösterm ek, fak ir bir
insanı zengin olarak tanıtm aya benzer... Bâzı k ita p la r da za­
ten ölü doğarlar. O nları hiç b ir k u v v e t canlandıram az. B ir k a ­
deri ilâhı gibi ecel onlar için m ukadderdir.
F ak at içine s a n a tın ve k ü ltü rü n özünü dam la dam la akı­
ta n öyle eserler vardı» k i insan onları b ir defa değil, bir çok
defa, hem de h e r seferinde yeni b ir şey öğrenerek, yeni b ir şey
keşfederek, zevkle okur. Bu cins eserler eskim ezler. B ilâkis geçen
zam an onlara b ir parça daha kıy m et k azandırır. İşte P rof. A li
N ihad T arlanın « Güneş Y aprak » isim li eserini ikinci defa göz­
den geçirdiğim de böyle bir eser olduğunu b ir defa daha anlayıp
son yıllardaki edebiyat sem am ızda b ir güneş gibi, gittikçe da­
ha kuvvetle parladığını dördüm .
134 sahifelik kitap: Önsöz, H ayatım dan b ir kaç iz, N esir­
ler, Ş iirler ve F arsça şiirler gibi kısım lardan teşekkül etm iş.
Önsözde sayın T arlan: «Bir insan: E lile ektiği, em ekle yetiş­
tird iğ i b ir fidanı sever; m eyvesi leziz olm asa dahi. Ç ünkü b ir
p arça kendisi u sare ve ray ih a hâlinde o m eyveye sinm iştir. Es­
kiler, kendi eserlerine tevekkeli zade-î tabı dem ezlerdi... H a­
yatım da bir an bile şairlik dâvasında bulunm adım . B una ra ğ ­
m en kucağım daki çirkin çocuğum la güzel bebekler m üsabaka­
sına katılm adım , sürüklendim . A nlayışlı insanlar, beni hiç ol­
m azsa m azur görürler» diyor.
Sayın T arlanı bu kitabı neşretm eye sevkeden düşünceler­
den birisi de yangın korkusudur. Z ira babasının şiirleri bir
yangın neticesinde k ü l olm uştur. Y ine Önsözden, yazarın ese­
rinde en çok beğendiği p arçalarla san’a t h ak km daki görüşünü
öğreniyoruz: «Bu yazılar içinde en çok sevdiklerim , m en su r
parçalardır. H er şeyde olduğu gibi san’a tta da h a y a tta n n e fre t
eder hâle geldim . K anaatim ce güzellik duygunun ve onun
idinde eriyen fikrin bizzat kendisindedir. B ir k a y ıt olan süs,
hattâ güzelliği gölgeler. Ahenk heyecanın ruha verdiği, k eli­
m elere aksettirdiği ihtizazın içindedir. Arızî âhenge hiç lüzum
yoktur.»
«Hayatımdan bir kaç iz» başlıklı notlardan yazarm henüz
3 yaşında iken okuyup yazma öğrendiğini, 7 yaşında iken fars-
çaya başladığını 12 yaşlarında şiirler karaladığım öğreniyoruz.
Meselâ:
Hançer-i aşkınla açtın sineme çok yâreler
İşledi cangâhıma tir-i firakın pareler
beyti, o çocukluk çağının m ahsullerindendir...
A li Nihat Tarlan daha sonra, 13 - 14 yaşlarında iken Hâmi-
dâne şiirleri ve aynı üslûpla iki pipes yazıyor. Piyesleri m uh­
telif tarihlerde m uhtelif yerlerde oynanıyor.
Bir ara Fransız mektebinde okumuş olan profesör İdadi’de
iken Fransızca eserlere merak sarıyor. V e Harb-i Umûmîde zey­
tinyağı ışığında, Virjilin Eneide’ini tercüm eye çalışıyor. Schil-
ler’in Marie Stuart adlı eserini fransızcadan türkçeye çevirip
bir kısmını Temaşa Mecmuasında neşrediyor. A yn ca Laniar-
tine’in Alfred De Musset’riin de bâzı şiirlerini dilim ize aktarıyor.
Kitapta mühim bir yer işgal eden kısa nesir parçalarının
en büyük hususiyeti kâinatın bütün büyük m eselelerini gayet
sâde fakat o nisbette de kuvvetli bir şekilde aksettirmiş olma­
sıdır.
{E sere ismini veren «Güneş Yaprak» isim li kısa nesirde var­
lığın Hakta eritilm esi özlemi anlatılmış. Vasat bir muharririn
13» sayfa ile ifade edem iyeceği fikirleri A li Nihat Tarlan 13 sa­
tıra sığdırmasını bilmiş. Bu parçanın başka bir hususiyeti de
7-7 lik duraklara sahip olması^. Profesör, evvelâ İkhal’in «Pe-
yam-ı Maşrık» m ı türkçeye çevirirken nesirde yedi heceli du­
raklar kullanıyor. Bu şekil hoşuna gittiğinden sonra onu bu
parçasına tatbik ediyor. Üstelik yarım kafiyelerle «Günaş Yap-
rağı» zenginleştirmiş. Şimdi bu parçayı birlikte okuyalım:
Kışm tam ortasında bir bahar günü idi...
Güneş ışıl ışıldı... Hafif rüzgâr altında çırpınan sarı, yeşil
yapraklar pırıl pırıl.
— 78 —

A ltm renginde iri bir yaprak gözlerimi öyle bir kamaştır­


dı ki...
Kocaman bir çınarın bu tek yaprağı idi...
Bir m evsim lik hayatın son yadigârıydı bu...
Güneşin içmiş içmiş altın ışıklarını; benliğini kaybetmiş,
şeffaf bir hâle gelm iş...
Bir avuç ışık olmuş, bir avuç güneş olm uş... Bu altın renkli
yaprak.
İnsan ömrü ne olacak... O da uzun bir m evsim ...
Ne olur ben de olgun, böyle şeffaf ve altm, böyle serapa
güneş bir yaprak olabilsem...
«İnanamam Arkadaş» isim li parçada her şeyin fâni olduğu,
her şeyin aldatıcı olduğu fakat bütün varlıkların altında devam­
lı ve müstekar bir mevcudiyetin bulunduğu anlatılıyor :
İnanmıyorum artık, inanamıyorum ben...
Renge inanmıyorum, sese inanmıyorum, şekle inanmı­
yorum. Kokuya hele... Aslâ!
Yaprak daim üstünde işveli bir rakkase...
Çiçek, âşık bekleyen, ipeklere bürünmüş, binbir koku sü­
rünmüş cilveli bir fahişe, diye başlıyan parça fâniliğe ait renk­
li m isâllerle devam ettikten sonra şöyle nihayete eriyor: «Bu
fahişe sırtından altm robunu atmaz... Makyajı revnakını biraz
kaybeder fakat asla silinip gitmez. Hakikî çehresini görmek
mukadder değil...»
«Aldanmadım» da bütün hilkatin tek bir m evcut olduğu
fikri ile, hilkate yabancı olmamak, hilkatin her tecellisinde bir
mânâ bulmak düşüncesi belirtilmiş.
«Perde înince» de ölüm, «Boş Ufuklar» da tabiatın içine gi­
ren insan ancak onun mânâsını anlar, bu sebepten ufuklar dop-
doludur, fikri gayet güzel ifade edilmiş.
«Neredesin Boyacı» parçasında yazarın, Tur’daki Musa gi­
bi, san’at eserini görünce basar-ı basireti açılıyor.
«Dolap Beygiri» nde insanın asırlardır hilkat, ezel, ebet di­
ye sayıklayısı anlatılmış, «Kanlı Ağız» da tarihin korkunçluğu,
bir kere daha belirtiliyor.
—.79 —

«Sarı Saçlar» parçası bambaşka bir hususiyet taşıyor. Yazar


çocuk yaşında sevip unutamadığı bir genç kızın uzun sarı saç­
larını seneler sonra güneşin ışıklarında buluyor.
«İnsan» isim li nesirde insan denen hissiz mahlûkun besle­
diği bir koçu nasıl okşaya okşaya mahallenin kasabına sattığı
çok ince bir hisle anlatılmış. «Analık» ta muharrir, fare yavru­
su emziren kediyi gördükten sonra onun da ana olduğunu fark-
edip kedi cinsine karşı büyük bir alâka ve sempati duyuyor.
Ğfİpek Böceği» nde kâinattaki tekevvünün ezelden ebede
uzanan bir hâdiseler zinciri olduğu hükümlerimizin hadisele­
rin başlangıç ve sonucunu bilmediğimiz için daima hatalı bu­
lunduğu anlatılmış.^
«Tren» insanın başına gelen felâketlerin, bir an için mües­
sir olup zaman geçtikçe, bazan hattâ tatlı hâtıralar bıraktığını
ifade ediyor.
«İçten Gelen Ses» te içten gelen sesin bütün hayatı kavra­
yıcı kudreti anlatıyor.
«Arslan» parçası bilhassa mühim. Muharrir, vaktiyle bir
sirkte gördüğü köpekleşmiş ve maymunlaşmış arslanm, bir an
arsıanlığmı hatırlayıp kükremesine karşı isyan ediyor. Ve her
yaratığın, ne olursa olsun yaratılışının muktezasını yerine getir­
mesinin en doğru ve en güzel hareket olacağını ifade ediyor.
Çünkü onun nazarında her yaradılış hakikî bir sebebe müstenit
ve onun icapları daima güzeldir.
«İsrafilin Borusu» nda ölüm duygusu hazin ve içli bir şe­
kilde aksettiriliyor.
«Haşafini Bürümüşünü» de Ali Nihat Tarlan, vaktile oğlu­
nun kendisini, bu mânâsız ve acayip kelim elerle karşılayınca
bütün yorgunluğunun nasıl gittiğini anlatıyor. Ve her kelimenin
havada ihtizazını kaybedip şuurumuzun enginlerine daldığı da
kikada bütün afakiliğinden sıyrılıp kendimizin olduğunu, yâni
kelim elerin onları telâkki ettiğim iz âna nazaran enfüsî bir kıy­
met ve mânâ kazandığını belirtiyor.
«Kara Kız» da hayvanlarda dahi anahk hissinin ne ulvî bir
şekilde tecelli ettiğini fevkalâde bir ifade ile okuyoruz: Yav­
rusunu yanma verdiler. Şaşkın ve muvazenesiz adımlarla ya­
— 80 —

nında yürümeye çalışan o m inicik sarsağmı yalaya yalaya sarı­


şın bir loğusa hüznü üe ufkun turuncu atlasına uzanan güne­
şe doğru yola koyuldu. Kuyruğu ile havada kavisler çiziyor,
sanki güneşe mendil sallayıp müjdeliyordu: îşte yavrumu aldım,
geliyorum.»
«Neye Hiddetlenmişim Ki» de bir zâlim ile bir mazlum, bir
insanın iki eli gibi gösterilmiş. V e bununla zulüm ve şefkatin
tamamen nisbî mefhumlar olduğu büyük kudretin icraatım her
ne şekilde olursa olsun tenkit, insan idrâkinin haddi fevkinde
bulunduğu «Neye Hiddetlenmişim ki?» cüm lesile ifade edilmiş.
«Kurşuncu Teyze» de san’atkârm fonksiyonu hülâsa edil­
miştir. «O, tabiattan ham olarak aldığı kurşunu, ruhunun ate­
şinde eritip dilin kalıplaşmış ve lâkayıt sinesine bırakırken
ham maddenin aldığı şekillerde san’atkârm iç âlemi açıkça gö­
zükmelidir... Zannederim bu telâkki içine, en modern san’at
dahi rahatça yerleşebilir.»
«Aleksaııyan Efendi» de Lombrozo’nun cinayetler hakkın-
daki felsefesi şu cümle içine sıkıştırılm ıştır: « Tarihlerde, hikâ­
yelerde o korkunç cinayetlerini okuduğumuz, dinlediğimiz câ-
niler de sakm uzviyetlerinin sahnesi haricinde, iyi, merhametli,
hassas ve temiz ruhlu birer Aleksanyan Efendi olmasınlar: kim
bilir?...»
«Yeşil» de Bursadaki Çelebi Sultan Mehmet Türbesinin çi­
nilerindeki yeşil renk bütün güzelliği ile dile geliyor: «O renkte
servi gibi ne matem var, ne keder. Bu renk gözlere sanki hu­
zur sürmesi çeker.»
«Asıl Sevilecek» te pek derin bir tasavvuf gizlenmiştir. Gö­
rünen her şeyin altında sevilecek bir varlık bulunduğunu' fa-
kat bu idrâkin ne kadar güç elde edilebileceğini muharrir şu
cümleleHe ânTafmak istiyör: «Gözreri kör olmadan onu görebi­
lenler, uçuruma düşmeden ona erebilenler, alev alev yanmadan
onu sevebilenler ne kadar bahtiyardır.»
Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz nesirlerden sonra,
şiirler geliyor. Bu kısımda edebiyatımızın geçirdiği m uhtelif
devrelere ait çeşitli ve muvaffak örnekler verilmiş. Şiirleri
okurken hissediyoruz ki bu kalem gazelin inceliklerine nüfuz
— 81 —

ettiği kadar, bir koşmanın mekanizmasını, zevkini kavrayabili­


yor. A ynı zam anda serbest nazm a k a d a r uzanan bu kalem in
kıvraklığı ve m ah areti açıkça görülm ektedir. M eselâ şu gazeli
beraber okuyalım :

Kader sunm uş bize zehr-i cefa peym âne peym âııe


Süzer bu hadisat-ı kevni dil mestâne mestâne
Dolaştık teşne-i hicran fena destinde yıllardır
Anılsın macerayı aşkımız efsâne efsâne
Sarılmış damen-i dünyaya bir şeyler ümit eyler
Gönül hâlâ sürür zencirini divâne divâne
Ne zevk aldım şarâbından ne sakiden vefa gördüm
Şifa umdum dolaştım âlemi m eyhâne m eyhane
Şikâyet etmeden al iç sunan sâki değil Tarlan
Kader sunmuş bize zehr-i cefa peymâne peymâne.
Hece vezni ile yazılan « Biz » şiiri de diğerleri k ad ar nefis :

Harabat ehliyiz mestaneyiz biz.


 lem e, âdeme bigâneyiz biz.
Vahdet şarabım içm ek istersen;
Bizden iç şarabı meyhaneyiz biz.

Bizi harah eden aşkın selidir,


Başımızda esen sevda yelidir.
Muhabbet kevserdir, sâki Alidir.
O saki elinde peymâneyiz biz.

Gönül verm eyiz biz fâni dünyaya,


Bu fâni dünyaya bu masivâya
Ezelden âşıkız saçı Leylâya.
Dillerde dolaşan efsaneyiz biz.

Vahdet ellerinde hava başkadır.


Zemin başka orda sema başkadır,
Orda kul başkadır Hûda başkadır,
O ellerde gezen divaneyiz biz.
— 82 —

Nihat, güller açmış dostun bağında


Güneşler uyanmış her çerağında.
Muhabbet bezniinde yâr kucağında,
Nazımız çekilir canajıeyiz biz.

Daha sonra üstadın ana dili kadar iyi bildiği farsça ile yaz­
dığı şiirleri ve bunların tercümeleri kitapta yer almış. Başka
farsça şiirleri de bulunan A li Nihat Tarlan’ın bu dildeki şiirleri­
ni, toplu bir halde, başka bir kitapta neşrfetmesi kanaatimce da­
ha yerinde olurdu. Ancak Önsözde belirtildiği gibi muharririn
hastalığı zamanında kardeşi Muhtar Tarlan tarafından neşredi­
len bu eserde Ali Nihat Tarlan’m tertip hissesi pek az olsa ge­
rektir.
Velhasıl «Güneş Yaprak», edebiyatımızın sahifeleri arasın­
da bir yaprak güneştir.

Türk Düşüncesi Dergisinin 3. cildinin 18. sayısından alın­


mıştır. 1955
PROF. DR. ALİ NİHAD TARLANIN. MESLEKDAŞI
YABANCI ÜNİVERSİTE PROFESÖRLERİ

1 — Ord. Prof. Dr. Herbert W. Duda


2 — Ord. Prof. Jean Rypka
3 — Dr. Muhammed Sabir
4 — Prof. Dr. Rızazade Şafak
5 — Prof. John R. Wals
PROF. DR. ALİ NİHAD TARLAN HAKKINDA :

1927 de Ali Nihad Tarlanla tanıştım. Müşterek dostumuz


rahmetli Mükrimin Halil Ymanç beni kendisine tanıttı. Bundan
evvel de Ali Nihad Bey bana yabancı değildi, çünkü onun şerhi
mütun ihtisası Avrupa müsteşriklerinin dillerinde destan ol­
muştu. Fırsatı kaçırmadım. İstanbul’da bulunduğum zaman
Akaretler nezdindeki evinde kendisini sık sık ziyaret etmeğe
başladım. Beraber farisî şiirler ve destanlar okuyorduk. İlm^ül-
bedî’in en muammalı, en müphem nüktelerini Ali Nihad Bey
bana izah etm eğe çalışmakla beraber klâsik Türk ve İran şiirle­
rinin dış şeklinden ve söz oyunlarından daha ziyade onların iç
ruhunu aydınlatmağa muvaffak oldu. Çok istifade ettim. Tür­
kiye’den ayrıldıktan sonra daima Ali Nihad Tarlan’m kıym etli
çalışmalarını takip ettim. Meselâ neşrettiği Fuzu® D ivanı’nı
talebelerime okuttum.
Bana öyle geliyor ki A li Nihad Tarlan için dil ve edebiyat
her kaba kimseye giriş müsaadesi verilm iyen mukaddes bir mın-
takadır.
Ord. Prof. Dr. H. W. Duda
Viyana Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü
5.XII.1964

EDEBİYAT DOKTORU; PROFESÖR


ALİ NİHAB TARLAN İÇİN

Jean RİYPKA
Hâtıralarımı tazelemek için elimde bu kadar az vakit olma­
sına müteessirim. Çünkü İstanbul’da ilk ikametim çok cazip hâ­
tıralarla doludur. Fakat mühim olan şudur:

Bugüne kadar olan İlmî tem ayüllerim i, Boğaziçinin roman­


tik kadrosu içinde geçirdiğim, bu ilk 1,5 - 2 seneye borçluyum.
Bana en çok tesir etmiş olan şahıs da İstanbul Üniversitesi Ede­
biyat Fakültesinin ilk Edebiyat doktoru olan Profesör A li Ni-
had Tarlan’dır. Şarkı şahsen tanımak ve Üniversite m esleğine
hazırlanmak için âmirlerim tarafından İslâm Kültürü’nün her
çeşit âbideleri ile dolu olan İstanbul’a gönderildim. Üniversite­
de Şark Dilleri tahsiline başladığımdan beri ayni zamanda
bir matbaada çalışmak m ecburiyetinde olduğum için, bir çok
eksiklerim vardı ve bunlan doldurmam gerekiyordu. (1) 1921
senesi sonbaharmda o zaman henüz Osmanlı D evleti denen Tür­
kiye’nin başkentine uzun ve yorucu bir seyahatten sonra vasıl
olduk. İstanbul’un banliyösüne girerken ilk gördüğümüz m üte­
madiyen yağan yağmurun altında sim siyah görünen banliyö
evleri oldu.

Bu ilk tesir, üzerimde iyi bir intiba’ bırakmadı ve beni ade­


ta korkuttu. Fakat bu tufan gibi yağan yağmur, saadet getirdi.

(1) Ş ark edebiyatlarına karşı duyduğum ve d ü rü st bir ti­


caret h ay atın ın tam zıddı olan canlı alâkadan hiçbir şey kay­
betm em iş olm am a rağm en bu on yıl içinde hafızam dan birçok
şeyler silinm işti.
Yağmur kısa zamanda dindi. Ye İstanbul parlak güneşin altın­
da sokaklarının mutâd canlılığı ile parlamağa başladı. Bütün
bunları teferrüatiyle tasvir edebilirim. Ve kendimi unutulmaz
hâtıralarıma terkedebilirim. Fakat yerim müsait değil. Muhite
çabucak alıştım. Ve emin bir sevk-i tabiî ile İstanbul Üniver­
sitesinin yolunu tuttum .(M esut bir tesadüfle (yoksa bu kader
m i idi) bu ilk gidişte o zamanki genç neslin en meşhur âlim le­
rinden ve yeni ilm i temayüllerin yayıcısı Prof. Mehmed Fuad
Köprülü ile tanıştım. Kendisine yapmak istediğim şeyi anlat­
tığım zaman takip edeceğim yolu bana o g ö sterd i^ Size bir reh­
ber lâzımdır. Size en iyi talebemi göndereceğim » . Filhakika
kısa bir müddet sonra İstanbul Üniversitesinde Edebiyat Dok­
torası yapmakta olan bir genç lise hocası beni ziyaret etti. Bi­
raz kısa boylu olan bu zâtın gayet mânalı bir yüzü, ışıklı göz­
leri vardı ve benden oldukça gençti.Bu zat, Ali Nihad B ey’dp
Bâyezit civarında tamamen bir Türk mahallesi olan Bakkal so­
kağındaki evim e geldi. Son derece iptidaî olan evim in konfor-
suzluğu m uhitin tamamen bir Türk muhiti olm asiyle ve Ulu
dağın karlı tepesine kadar uzanan geniş manzarasiyle telâfi edi­
liyordu. Fakat 35 yaşındaki bir adam konforsuzluktan şikâyet
etmez.
Zaten m uvaffakiyet daima bir fidye talep eder. Nihad Bey
bana ders vermeğe gelirdi, beraber Sûr-Nâme’yi okurduk.
XVIII. asır şâirlerinden Seyyid Vehbî’nin bu harikulâde
eseri, aslında İstanbul’daki ikametimin asıl gayesi idi. Nihad
B ey’le yaptığım dersleri sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Lû-
gât kâtipleri ile çevrilmiş dîvân üzerinde oturur, büyük Viyana ,
nüshasının fotokopilerini - başlangıçta büyük müşkilâtla - okur­
dum; Nihad, karşımda bir iskem leye oturur, sigarasını içerek
tashih eder ve şerh ederdi.
Şimdi en mühim noktaya geldik. Viyana Üniversitesindeki
tahsilim sırasında bir çok Arap - Türk ve İran klâsiğini okumuş­
tum. Bunların okunması benim için yeni birşey değildi. Ve za­
ten her dersten evvel ciddiyetle hazırlanırdım, ve bu suretle
mevzua yabancı kalmazdım. Fakat bu defa mevzuun bütün ma-
nâsmı ve bütün güzelliğini kavramağa muvaffak oldum, ^ ih a d
Bey, benim gözlerimi açmıştı. Mısrâlar okuyorduk, manâsını
anladığını zaman bile benim rehberim, o zamana kadar benim
için anlaşılmamış olan bir sihirli âlemi bana açıyordu. İşte o za­
man bütün Türk şiiri ve sonunda bütün İslâm şiiri bana açıldı.
Her mısrâ hakikî bir şaheserdi, eski hocalarım kendilerini bü­
yük hürmetle hatırlamama rağmen bunu hiç anlamamışlard£>
^ u esrardan Avrupa Müsteşrikler Âlem i, bir kaç nâdir is­
tisna ile, tamamen habersizdi. Avrupa yalnız m uhtevayı görü­
yor ve yalnız onu öğrenmek istiyordu. Şark şiirinin çok mühim
bir kısmının bağlı olduğu şekli göz önünde tutmuyordu. Göz­
lerimdeki perde açıldı. Türk klâsiklerini anlamağa başladım.
Bunu Hocam’a borçluyum. Kendisi daha sonra İstanbul Ü ni­
versitesinde klâsik m etinler şerhi kürsüsüne intisab edip sonra­
dan profesör olmuştur. Halâ da öyledir^
Kendisine karşı büyük hayranlık besliyordum. Çünkü eski
Türk ve İfan şiirlerini okumak güç iştir. V e pek az kim se buna
muktedirdir. Birlikte Bâki’yi okurken, her mısra’ için ne ka­
dar çeşitli mânalar veriyordu. Tıpkı şapkasının içinden yüz­
lerce eşya çıkaran hokkabaz gibi... Kendisine hürmetim sonsuz­
dur, çünkü vazgeçilm esi imkânsız olan eski an’aneyi bana be­
nimseten odur. Nihad Bey, Profesör Köprülü’nün fakat bilhas­
sa klâsik m etinlerin şehrinde büyük bir üstad olan Profesör Fe­
rid Kam’m talebesidir. Nihad Bey bu an’aneyi tevarüs etm işti
ve onu yaymağa devam ediyordu. Burada benim için hakiki bir
baba olmuş olan Profesör Ferid B ey’i zikretmemek imkânsız­
dır. Benim için hem bir hâmi, hem bir hoca olmuş olan Ferid
B ey’i daima heyecanla hatırlarım.
Bu sahada Ferid Bey’le Nihad B ey’in geçilmemiş oldukla­
rına kaniim.
Nihad Bey ideal bir hoca idi. Çalışmamız belirli saatlere
inhisar ediyordu. Beni evine de dâvet ediyordu. Bir Türk evini
bu suretle tanıdım. Kendisine karşı büyük bir hayranlık besle­
diği pederini hatırlarım. Nihad Bey, ara sıra bir mısrâ halikın­
daki düşüncesini kendisine sorardı.
Nihad Bey, benimle edebiyat tarihi yapmadı, bu sahadaki
bilgim i olduğundan daha derin zanneder ve buna ihtiyaç gör­
mezdi. Onun bana öğrettiği (perdesini açtığı) şekle sıkı sıkıya
bağlı olan şairane ruh idi. Daha sonra Türkçe ve Farsça olarak
başka şeyler de okuduk. Uzun müddet onun fikirlerini değer­
lendirdim ve henüz bunları tüketmiş değilim. Yazık ki henüz
Sur-Nâme-yi neşretm eğe muvaffak olamadım.
Hoca ile talebe kısa zamanda ayrılmaz iki dost oldular.
Hiç bir şey ne m esafe ne zaman hattâ ne de sükût onların bu
dostane münasebetlerini bozdu. Kimsenin bana izah edemediği
bir şeyi öğrenmek istediğim zaman Profesör Ali Nihad Tarlan’a
müracaat ederim. Kendisi ile uzun zaman mektuplaşmamış bile
olsak daima tatminkâr bir cevap verir. Kendisiyle sık mektup­
laşmamam kendisini daima hatırlamam demek değildir. Sükû­
tumdan kırılabileceğini de hiç düşünmedim. A sil karakteri ve
dervişliği buna mânidir. Dinî akidelerine ve yüksek İslâmiyet
anlayışına gelince bu hususta çok şeyler söyliyebilirdim, fakat
satırlar gittikçe çoğalıyor, bu m utasavvıf âlim, bu hoca ve dost
hakkındaki hâtıralarımın daha pek çok olmasına rağmen bura­
da sözü bitirmem lâzım.
Onun huzurunda hürmetle eğilirim ve kendisine teşekkür
ederim, zira ben ne isem ona borçluyum.
HOCAM ALİ NİHAD'TARLAN

Türk gençliğine ve Türk İlmî m ahfellerinde tanıtması için


başardığı büyük hizmet bizim ve bizim gibi düşünen bütün Pa­
kistanlI kardeşlerinizin en büyük gururudur.
Pakistan hükümetinin mütevazi bir şeref hediyesi olarak
bir nişan ile sayın Prof. Tarlan’ı taltif etm esi bunun en canlı
misallerinden birini teşkil eder.
Bir çok garplı yazarlar Türk edebiyatının Arap ve İran ede­
biyatının bir kopyası olduğunu iddia ediyorlar. Bir gün sohbe­
timiz esnasında bu fikrimi söyledim. Hoca Tarlan, kendine has
edası ile dedi :
« Yavrum, İslâm edebiyatı, Arap veya yalnız İranlıların
malı değil, bütün Müslüman m illetlerinin m üşterek malıdır.
Türk edebiyatı İran veya Arap edebiyatının kopyası değildir.
Yazarlarımızın eserlerinde bir çok türkçe kelim eler, şiir şekil­
leri ve bazan müşterek fikirler görülmektedir, amma ruhu Türk-
tür ve düşünceleri, Türk hayatından. Türk kültüründen ve Tiirk
m illetinin örf ve âdetlerinden alındığı için tamamen orijinaldir.
Kadı Burhaneddin, Ali Şir Nevaî, Babür, Şeyban Han, Şeyhî,
Fuzulî, Galip Dede, Namık Kemal ve Abdülhak Hâmid’i okuyu­
nuz, fikirlerim doğru çıkacak. Türk edebiyatının m ahiyetini bil­
mek için lisanî kabiliyetten başka ilmi, edebî ve tasavvufî tp-
rih ve tenkid metodiarını ve İslâm î kültürünü mütalea et­
mek elzemdir » .
Yakın çağ Türk siyaset tarihi büyük çalkanış ve inkılâp­
larla doludur. Birçok ilim adamları kendi kürsülerini terk ede­
rek siyasî hayata atılmıştır. Ben Hocaya d ed im : « Hocaları si­
yaset adamı olarak görmekteyiz, halbuki sizin siyasetten son
derece kaçar bir haliniz var. Sebeplerini ne ile izah edebilirsi­
niz efendim » . Hoca cevap v e r d i:
« Oğlum, hocanın en büyük vazifesi İslâmî ahlâkî çerçevesi
içinde talebelere ilim vermek ve onları örnek bir insan olarak
— 91 —
a

cem iyete hediye etmektir. Hoca, siyaseti iyi bilmeli, fakat ak­
tif bir hayatı siyasiyeye hocalık zamanında girmemeli ve ilm i
siyasete kurban etmemelidir. Hocalar eğer Fakültelerde siyasî fi­
kirlerine göre hareket ederlerse ilmin haysiyeti kalmaz ve ilim
sokak mata’ı haline gelir ve talebeler de siyasî ihtilâfından do­
layı doğru şeyleri de kabul etmezler. Gayem, bütün hususî gö­
rüşlerim dışında talebelerime gerçek ilim zihniyetini aşıla­
maktır » .
Bütün bunlardan sonra kendisinin mütevazi ve şefkatli bir
yaşayışı vardı. Bilmiyorum, bir gün kendimde rahatsızlık his­
settim, Fakülteye gidememiştim. Hoca her sabah saat 9’a yakın
Fakülteye gelirdi. Odamı kapalı görünce, bunun sebebi ne ola­
bilir diye düşünmüş olacak ki ayni akşam bulunduğum ( Şeh-
zadebaşı Site Talebe Yurdu ) yere kadar gelm ek âlicenaplığını
gösterdi. Karşımda hiç beklemediğim bu aziz Hocamı görünce
o kadar ferahlanmış tim ki hastalığım da artık gitm iş oldu.
BÜYÜK ÎNSAN VE HOCA ALİ NİHAD TARLAN
1958 senesinde Türk ırkının en büyük şairi Mir Ali Şir Ne-
vaî’nin ilk m esnevisi ‘Hayret’ül-Ebrâr’ hakkında doktora yap­
mak için İstanbul’a geldiğimde esas doktora hocam Prof. Dr.
Ahmet Caferoğlu tavsiyesiyle Ali Nihad Tarlan Beyle tekrar
görüşmem uzun zamandır hasretini çektiğim bir susuzluğu gi­
dermişti.
Onun sihirli ismi merkezden m uhite doğru yayılan dal­
galar gibi Türkiye hudutlarım aşmış, Pakistan’a ve Hindistan’a
kadar uzanmıştı.
Talebelik sıralarımda iken ( Karaçi Üniversitesindeyken ) <
onun ismini duymuştum. Pakistan’a karşı büyük sevgi ve üm i­
di var idi. Üstelik Dr. İkbal’in eserlerini müstesna zevkiyle
Türkçeye çevirmişti. Birçok aydın Türkün Ikbal’i lâyıkıyİe an­
lamasına vesile olmuştu. Karşılaştığım birçok kimseler bana
Türkiye’deki bu büyük edebiyat otoritesinden sitayişle bahse­
diyorlardı.
Kendisini görmek ve İlmî sohbetlerinde bulunmak istiyor­
dum.
1957 yılında İkbal Akademisi davetlisi olarak Pakistan’a
teşrif ettiklerinde bu kalbi arzuma nail oldum. Sayın hoca ile
geçirdiğim mahdut vakitler belki hayatımın en kıym etli an­
larıdır. '
Türk - İslâm m ütefekkiri ve şairi A li Şir Nevaî hakkında
doktora müdafaamı hazırlarken Çağatay dili ve edebiyatı sa­
hasında hayli istifade ettiğim gibi umumî Türk edebiyatına
dair de bu büyük irfan hâzinesinden istifade etmeği düşündüm.

Beni bir talebe olarak kabul etmelerini, bana karşı göster­


diği hüsnü teveccüh ve iltifatlarını burada minnetle yâd etm eyi
bir vicdan borcu biliyorum.

Kendilerinden İkbal’in Farsça eserlerini okudum ve ilhamı


île Urduca olan ‘Tulu’ı İslâm - îslâm iyetin D oğu şü ve ‘Şikve,
Cevab - i Şikveyi de Türkçeye tercüme ettim. Ayrıca büyük
T ürk Şairi Fuzulî’nin şiirlerini ,Urducaya ve Türk padişahı ye
şairi Zahirüddin Muhammed Babur’un Türkçe Divanını hoca­
nın rehberliğinde yeni Türkçeye çevirdim.
Allâme İkbal, eserleri, Pakistan ve İslâm âlemindeki m ev­
kii hakkında birçok bilgilerim var idi. Heyhat Hoca ile karşılaş­
tıktan sonra kanaatlerimde bir sarsıntı olmuştu. Bu ne derin
tahlil? Bu ne şümullü izah? Bu ne olgun düşünce? Favsçaya
karşı fesahat ve talâkatı. Hele Türk edebiyatı ve bilhassa klâ­
sik edebiyatkna vukufu? Sanki um m anlan andıran bir deniz
gibiydi.

Gönlü Türk sevgisiyle dolu Pakistanlı bir kardeşiniz ola­


rak Prof. Tarlam ’m müştersk sevgi ve dostluğumuzun yegâne
sigortası olan kültür mübadelelerimizde tslâmın filosofik şairi
Muhaıtımed İkbal’i Türk kültürü ve bilhassa klâsik Türk ede­
biyatına dair ne öğrendimse Hoca Tarlan’dan öğrendim. Ayrıca
bir bilimsever ve talebesever olarak beni yetiştiren de bu aziz
Hoca Nihad Tarlan’dır.
-a 93 —

Hiç şüphesiz Prof. Ali N ihad Tarlan, T ürk ilim ve edebiyat


h ayatının h er bakım dan canlı m üm essillerindendîr ve bu insan
yalnız T ürkiyenin değil, bütün T ü rk dünyasının klâsik T ürk
edebiyatı sahasında rakipsiz b ir şahsiyettir. T ü rk edebiyatı ta h ­
lil ve tenkid m eydanlarında yeni çığırlar açmış olduğu için
hocayı büyük b ir edip ve m ü tefek k ir olarak kab u l etm ek ye­
rinde olur.
M uham m ed Sâbir
T ü rk Dili Bölüm ü Başkanı
E debiyat Fakültesi,
K araçî Ü niversitesi, P akistan
PROF. DR. ALİ NİHAD TARLAN
Tahran 1964

Kendisini ilk defa 1934 senesinde Tahranda gördüm. Fir-


devsi’nin bininci senei devriyesi münasebetiyle kurulan konfe­
ransa iştirak etmek üzere Fuat köprülüyle beraber gelmişti.
O zamandan beri kendisini birkaç defa ziyaret etmeğe m uvaf­
fak oldum. İki sene evvel CENTO tarafından Ankara ve İs­
tanbul Üniversitelerinden Konferans vermek için davet edil­
diğimden Istanbulda tabiatiyle A li Nihad beyle epey görüş-
düm. Bir sene evel A li Nihad Tarlan prof. Akdağ beyle bera­
ber İran’a geldi. Türk - İran dostluk Cemiyetinde değerli kon­
ferans verdi. Kendisiyle bir kere daha eski dostluğumuzu ye­
nilem eye muvaffak olduk.
Prof. Ali Nihad Tarlan bir edip ve şairden ziyade bir İN­
SANDIR.
Kendisinden işittiğim malûmat ve bilhassa İran Edebiyatı
hakkındaki bilgi herkesin takdirini çekecek derecede zengindi
Hâlâ İran eşan arasında hayret edilecek bir hafızaya sahip ol­
duğu şayanı takdirdir. 7
Fakat A li Nihad’m beîlibaşlı sıfatı, dediğim gibi ondaki in­
sanlık nezaket ve asalettir. İnsan onunla konuşduğu zaman
edebin ne olduğunu hisseder.
Acaba edebiyattan en büyük gayede bu değilmidir.

Prof. Dr. Rızazade Şafak


G A Z E L

Üstad A li Nihad Tarlan’a ted­


ris hayatının kırk yedinci yılını
tebriken

Suhtedii olsa âşık yine hark-ı can eder


Şem ’e dînim peygamber demez pervâne der

Tâze can bulanların sırrına varaldan beri


Derd ararım tıpkısına ehl-i m ihnethâne der

Göz bakarken kahpe dünyanın çiçekli yüzüne


Kör olası bağbana yüz gül-i sübhan eder

Şol erenler bezmine mahrem olayım derseniz


Hakk-ı Mevlânaya nezd-i her ki hodrâ dâned er

Sorsalar Yahyâ-yı zâra devletin noksanını


Fehm-i her devletliiye şi’rim kala bîgâne der

Edinburg Üniversitesi
Türk Edebiyatı Bölümü
Profesörü

John R. Waish
PROF DR ALİ NİHAD TARLAN HA K K IN D A ÎNT*® ^ VE
KANAATLEERİ TEMİN EDİLEN liENDİLERlN
DOST VE TALEBELERİ (L)

! _ Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu


2 — Ord. Prof. Kâzım İsmail Gürkan
3 _ Doç. Faruk K. Timıırtaş
4 _ Doç. Nurettin Topçu
5 _ Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver
6 — Günay Alpay
7 __ Nevzad Ayasbeyoğlu
8 _ Namık Kemâl zade Ali EEkrem Bulayır
9 _ Dr. M. Kaya Bilgegil
10 — Tarık Buğra
11 __ Faruk Nafiz Çamlıbel
12 — Zahir Güvemli
13 — Mahir İz
14 — Elif Naci
15 — Ahmet Kabaklı
16 — Ferit Kam
17 — Baha Kâhyâoğlu
18 — Agâh Sırrı Levent
19 — Orhan Seyfi Orbon
20 — Afife Sâlepçi
21 — Mithad Sertoğlu
22 — Perihan Tedü
23 — Sermet Sami Uysal

(1) Soyadı sırasıyladır.


ALİ NİHAT İÇİN

Prof. Ziyaeddin Fahri FINDIKOĞLU

Birinci Dünya Harbinin son senelerinde Erzincan,, Malat­


ya, K ayseri ve Gelenbevî İdadi ve Sultanilerinde okurken
Türkçe ve Edebiyat hocaları « Cenab Şehabettin» den çok
bahsederlerdi. Hele o «Karlar» manzumesi...
Bir zaman sonra İstanbula geldim. Bir yüksek mektebe
girmek isterken halimde «Cenabb-ı Şehabettin» canlandı.
Acaba nerede görebilirim? Sordum, soruşturdum. Beyazıt’daki
Zeynep Hanım konağında « Müderris » olduğunu söylediler. N i­
hayet bir sene kadar sonra «Cenab-ı Şehabettin» in hocalık yap­
tığı Edebiyat Fakültesi Edebiyat şubesi’ne kaydoldum. Sene
1920 Müderris hiç de hayalim de yaşayan tip değildi. O zamanın
erkek şıklığı bu «Müderris» de bütün hususiyetlerile görülüyor­
du : Paçaları dar pantalon, yumurta ökçe denen bir potin, zarif
surette taranmış bir saç. İlk girdiğim sene tâa Anadolu’daki
lise talebeliğimden beri şiirlerine hayran kaldığım «Müderris»
Türk Edebiyatından bahsediyordu. Tasavvufa ait anlatışları pek
canlıydı. Onun Nesim î’lerden Şeyhî’lerden ve Fuzulî’lerden
okuduğu ve okuttuğu bazı parçaların kelim e ve mazmunlarım
bir başka derste bir başka müderris izah ederdi: Şerh-i Mütûn
Müderisi Ferit Bey ve daha sonra Namık Kem al’in oğlu A li Ek-

M üderris F e rit B eyle A li N ihat T arlan k arşılık lı Farsça


şiir söylem e (M üşaare) denem esi bile yapm ışlardı. Bk. G ü­
neş Y ap rak Sf. 116 aynı denem e Ali E krem Beyle talebesi
arasında da yapılm ıştı. Sf. 110.
— 98 —

rem Bey. Buna bir de Köprülüzade’yi ilâve ediniz. İşte Mütare­


ke devrinin Edebiyat Şubesi! . .
Bu şubeye ve daha sonra Felsefe Şubesine benim gır dıgun
sene galiba son sınıfta bulunanlar arasında birisi Müderris Fe­
rit Beye adeta asistanlık yapıyordu: A li Nihat. Edebi metin
den bazılarını gerektikçe ona soruyorduk. Bizden biraz da
eski olanların A li Nihat’a gösterdikleri saygı bızı de saygı ve
sevgi duyguları içine sürüklüyordu. Müderris F e n t Beyin de
bu ölgün ve yetişm iş talebesine ayrı bir değer verdiğim farke-
diyorduk. Acemce şiirleri Acemâne bir eda ile okuyuşu, klasik
şiirlerimizi müstesna bir m usikiyle inşâd edişi hayranlık duy­
gularımızı minnettarlık hislerim izi her gün biraz daha arttırı­
yordu. Çevremizdeki kanaate göre klâsik şiirimizin içinden
çıkabilen birinci üstad Ferit B ey ise, İkincisi onun çok sev­
diği son sınıf talebesi A li Nihat idi!
Aziz dostum Ali Nihat’la görüşmemin sonunda kendi
kendime şöyle düşünürüm : İstanbul Üniversitesinde « İran Kül­
tür ve Edebiyatı Enstitüsü » olsa da başına A li Nihad geçirlise ve
ecdadın bıraktığı güzelim Medreselerden birinde bu Enstitü ku­
rulsa, bu Enstitü on şu kadar asırlık Turan ve İran kültürel,
ekonomik ve sosyal m ünasebetlerini incelese, daha sonra bu
güne ve yarma ait İran ve Türkiye kültür münasebetlerini plân-
lasa ve nihayet Dünyadan habersiz Bürokrat v e Aristokrat
Türk Hâriciyesine bir tarih görüşü verse, bir Jeopolitik istika­
meti gösterse v e ............... ilh.
★ '
A li Nihat Cumhuriyetin ilân yılında Fakülteyi bitirmişti.
Daha o zaman İran Kültür ve Edebiyatı onun için aşina bir
saha idi. Şu halde m em lekette kültürel ve siyasî alanlarda
gerçek bir alâka bulunsa idi bu aşinalıktan 1923-1964 arasın­
da çok büyük faydalar tem in edilebilirdi. B u devam lı ve mus-
tekar alâka İran’la kalmaz, Pakistan’lara, Efganistan’lara v e
hattâ İran kültürüne hiç de yabancı olmayan Hİndıstanlara
kadar yapılırdı. Gerçek ve canlı bir siyasî diplomatik münase­
— 99 —

betler zinciri de bundan kim bilir ne kadar faydalanırdı! Ya­


zık ki yukarıda dediğini gibi kurak ve çorak çevremizin yetiş-
tirebildiği insanları yerinde, vatan ve m em leket işlerinde kul­
lanamıyoruz. Kullanamamak şöyle dursun bilerek veya bil-
ıniyerek imha ve ifna bile ediyoruz.
Evet! A li Nihatı aradan geçen 40 yıl içinde kendi içine ka­
panmış bir hayatı yaşamaya icbar ettik. Bununla beraber şim­
di bile ifa edeceği hizm etler var. Bu hizmetleri düşünmek bel­
k i bir hayal! Belki de kültür politikasından yana halâ uykuda
olduğumuz için bir ütopya! A li Nihat için bir kaç satır yazar­
ken bu ütopyaya bilhassa işaret etmek isterim. Kültür varlı­
ğınım tem sil eden elemanları ne anyor, ne soruyoruz. Üstelik
ara sıra nankörlük ettiğim iz anlar bile eksik değil!
ic
A li Nihat’la arkadaşlığım talebelik devresinden ziyade
sonraki meslekdaşlık hayatında arttı. O İstanbul Liselerinde,
ben Anadolu mekteplerinde çalışırken tatil zamanlarında her
İstanbul a gelişim de onunla görüşme ve talebelik hayatımın
eski şiirlerini dinleme zevkini onun inşadile daha çok hisse­
derdim. Aradan geçen on yıla yakın devre esnasında arkadaş­
lığım ıza biraz da Mükrimin H alil’in köprülük yaptığını söy­
lem ek lazım. Hatta Mükrimin’le Ali Nihat’ın birbirine bağlı­
m d an ve karşılıklı sevgileri çok kuvvetliydi. O kadar ki A li
Nihat m eski şiirin üstadı olması vasfı Mükrimin’in nazarında
çok^ ehemm iyetliydi. Pek girgin ve sosyal karakterli olan
Mukrımın eger aldanmıyorsam, 1934 Üniversite Reformunda
onun Edebiyat Fakültesine «Metinler Şerhi» Döeçenti olması­
na çok gayret etmişti. Zaten fikir piyasasında da A li Nihat’tan
edeCek
Alı Nihat layık olduğu bİr dGğer
y eri bulm uştu. Pek yoktu- ^ i^ la

1934 Reformunda Mükrimin, o ve ben yetiştiğim iz aynı ko­


nakta birbirimizi bulduk. Dostluğumuz bu ândan itibaren da-
a ço karttı.|Ben bir kaç ay sonra bir yabancı Profesörün hış-
— 100 —

tmna uğrayarak tekrar eskiden bulunduğum Orta Öğretime


geçmek üzere iken yeni kurulan bir Fakülteye, İktisat Fakül­
tesine nakledildim.J i^Mükriminle, onunla arkadaşlığımız gerçi
aynı çatı altında değildi, fakat yine de devam ediyordu. Son­
raları A li Nihat’ı m eslek hayatında huzursuz kılan bazı hâdi­
seler esnasında Mükrimin Halil’den beklediği alâkayı göreme­
mekten doğan teessürünü ara sıra bana naklettiğini batrılıyo­
rum. Şimdi ebediyete göçmüş olan m üşterek dostumuzu bir
tarafa bırakmak yerinde olur. Bereket versin geç de olsa Ali
Nihat tekrar eski m eslek huzuruna kavuşmuş bulunuyod.

Tahran’da bu yılbaşı verdiğim konferansta bana şunu sor­


dular :
\

«—■Dünkü Türk Edebiyatile İran Edebiyatının alâkası ma­


lûm. Bu günkü durum ne merkezde?» Birden afalladım. S a­
ham ve ihtisasım da değildi. Bereket versin her ihtim ale kar­
şı yanıma A li Nihat’ın (Güneş Yaprak) adlı kitabını almıştım.
Bu kitap bana cesaret verdi: «— Bu günkü İstanbul Üniversi­
tesinde sizi ve edebiyatınızı sizin profesörleriniz kadar bilen
bir arkadaşımız vardır. Onu sizler de tanıyacaksınız: A li N i­
hat Tarlan» dedim. Toplantıda bulunanların çoğu onun adını
biliyorlardı. Bu günkü Şâhın vaktile îstanbula gelen babası
için yazdığı kasideyi şâirin bir kitabından hem en bularak oku­
maya başladım. Elimdeki kitabı istediler. Bir tek kitabı han­
gisine verebilirdim? Nihayet toplantıya reislik eden cem iyet
reisi vasıtasile «Encümen-i Dostî-i İran ve Türkiye» nin ki­
taplığına hediye ettim.

A li Nihat için yazdığım bu hatıra notlarına Tahrandaki


«Encümen» salonunda tekrarladığım şu kıt’a ile son verece­
ğim:
— 101 —

Diyâr-ı şi’rü irfan


K işver-i âli nijad İran
Cem -ü-Nûşirevanra
Tahtigâh-i adl-ü dâd İran
Ço şirân por dil-ü derdest
tig-i azm çon horşid
Be-ferr-o izz-o D evlet
ta kıyamet zinde-bad İran
Ta kıyamet zindebad İran
Be-ferr-o izz-o D evlet

W t ı g8Çen kaSİde İÇ“ Ş uesere bakmız: A li N i­


h a t-T a rla n G üneş Y aprak, 1953, İstan b u l Sf. 89 ve 96. Türkçesi
de ym e bu eserde bulunm aktadır. K ıt’adaki son te k ra r ve (Tu­
ran ) ilavesi tarafım ızdan konferans esnasında ilâve edilm iştir
23/Kasım/1964

Sayın Adnan Tarlan,

Sayın meslekdaşım A li Nihat Tarlan hakkında bir eser


hazırlamakta olduğunuzu öğrenmek beni çok duygulandırdı,
edebiyata bir dahil ve A li Nihad’a bir dost olmaktan başka bu
işde hüviyet ve selâhiyetim bulunmadığmı bilirsiniz. Ben sa­
dece -beni lâyik olmadığım surette metedmesine rağmen- sırf
onun yüksek san’attından bir parça olduğu için Rektör seçildi­
ğim gün söylediği tarih kıt’asını size takdim ediyorum. Hiç bir
yerde yayınlanmamış olan bu kıt’a; benim nâçiz şahsımı değil,
onun san’atkâr kudreti ile vefakâr ruhunu aksettirirse yine de
bir hizmet olur kanısındayım. Saygılarımla.
Ord. Profesör
Dr. KÂZIM İSMAİL GÜRKAN

Nişterinden, hâmesinden kan revan olmakda hey


Böyle bir fazlusaadet görmedi kâvusu key
Esbi tab’ım toz kopardı sahai tarihte
Fervei beyzâyı giydi Kâzım İsmail Bey.
HOCAM ALİ NİHAD TARLAN

Prof. Dr. A li Nihat Tarlan adını henüz lisedeyken, belki


de daha önce duymuş ve bazı eserlerini okumuştum, Edebiyat
âleminde bir hayli geniş bir şöhreti vardı. Edebiyatçı ilim
adamlarının en taıunmışlarındandı. Üniversitem izin ilk edebi­
yat doktotu olması, ona karşı daha ilk zamanlarda derin bir
ilgi ve hayranlık duymama sebep olmuştur. Zaman zaman
(acaba bir gün ben de edebiyat doktoru olacak m ıyım?) diye
düşünürdüm.
Rahmetli babam edebiyatla da m eşgul olur ve Mehmet
Akifi çok severdi. Çıkar çıkmaz hemen temin ettiği Eşref Edi­
bin (Mehmet Akif) kitahınm ikinci cildinde, hüyük şâirin
ölüm yıldönümü dolayısiyle Ali Nihat Tarlan’m yapdığı ko­
nuşmayı derin bir zevk ve hayranlıkla okumuştum. Bu ne gü­
zel bir hitabeydi...
Liseyi bitirdiğim zaman A li Nihat Tarlan’ı eserlerinden
iyice tanıyordum. Üniversiteye yazılınca, o hocamız olacak di­
ye saadet duyuyordum. 1942 - 1943 ders yılında Türk D ili ve
Erebiyatı bölümünün ilk sımfmdaydık. Heyecanla ilk dersini
beklediğimiz hocamız, daha başlangıçta üzerimizde çok müs-
bet bir tesir bırakmıştı. Ona saygıyla ve sevgiyle bağlanmış­
tık.
Arkadaşlar arasında Divan Edebiyatına meraklılar vardı.
Kendimizi bir şeyler biliyor sanıyorduk. Fakat, dersler ilerle­
dikçe pek de fazla bir şey bilmediğimizi anlamıştık. Divan şiiri
öyle zannettiğimiz gibi değildi. Divan şiirinin hendesî bir mü-
kem m eliyyeti gösterdiğini, her kelim enin bililtizam kullanıldı­
ğım mazmunları, gizli ikinci ve üçüncü manaları hep hoca­
— 104 —

mızdan öğreniyorduk. Daha önce bildiğimiz Fuzulînin (Su ka­


sidesi) ni bir de A li Nihat hocanın şerhiyle okuyunca, bam­
başka bir şiir âleminin varlığını görmüştük. Dört y ıl Fuzulî,
Nailî, Nabî ve Şeyh Galipleri hep bu gözle inceledik. Önümüz­
de engin manâ ufukları açıldı- Onun, divan şiirini anlayış tar­
zına hayran olmamak mümkün değildi.
(A li Nihat Tarlan için Divan şiirini bu gün yeryüzünde en
iyi anlayan bilgindir demek hiç te mübalâğalı bir ifade değil­
dir. O, bu sahanın tek ve çok büyük bir üstadıdır/)
A li N ihat hoca çok iy i bir şarklıdır. Şarkın o çök güzel o
çok müstesna hasletlerini, incelik, zerafet ve çelebiliğini en iyi
şekilde tevarüs etmiş bir kimsedir. Bu m anevî vasıflara bir de
Batı ilim zihniyetini ilâve ederseniz, onun büyüklüğü daha iyi
anlaşılır.
Yirmi yıldan fazladır devam eden ve esirgemedikleri te­
veccühleriyle bu gün sarsılmaz bir dostluk halini alan m üna­
sebetlerimiz, bir çok hatıralar taşıyor. Burada birini çok saa­
det duyduğum bir tanesini yâd edeceğim. M ezuniyet imtiha­
nım, hocayı çok memnun edecek şekilde geçmişti. İmtihandan
sonra, koridorda alnımdan öperek tebrik etmesini, hayatımın
en m esut bir anı olarak hiç unutmayacağım.
Aziz hocamız, bu gün altmış altı yaşını bitirmiş ve hoca­
lığın kırk yedinci yılını idrâk etmiş bulunuyorlar. Daha nice
yıllar, vatan evlâdına feyiz vermelerini, ilim ve kültürümüze
eşsiz eserler kazandırmalarını, en samimî duygularla, hürmet
ve minnetle Ulu Tanrıdan niyaz ederim.

Doç. Faruk K. TİMUKTAŞ


19/Kasım/1964

Muhterem efendim ,

M em leketim izin k ü ltü r ve irfa n h ayatında pek mutenâ


m evki işgal eden muhterem Prof. Dr. A li Nihat Tarlan hak-
kındaki hissiyatım ı şu bir kaç kelim e ile ifade imkânını bana
bahşettiğiniz için bilhassa teşekkürlerimi bildiririm.
(«Sokrattan yirminci asra kadar insanlığı peşinden sürük­
leyen fazilet idealinin gözlerden düştüğü bir devirde yaşıyoruz.
Ne olduğunu ve nereye gittiğini bilem iyecek kadar sarhoş bir
beşeriyetin kaba ihtiraslariyle hem ahenk uluyan makinenin
kasırgası, halâ «fazilet,, fazilet»^ diye çarpan birkaç kalbin se­
sini duyurmuyor artık. Şüphe yok ki yeryüzü ruh ve fazilet
âşıklarından hâli kalmıyacak. Profesör A li Nihat Tarlan, fazi­
letle m üjdelenm iş ruhlardan olduğu için bahtiyardır. Zira ger­
çek saadet, faziletten başka birşey değildir. Yalnız faziletli in­
san m es’uttur. Ancak böyleleri, bütün varlıkları fazilet düş­
m anlığı olan sefil ruhların yanında yaşamaya kader tarafın­
dan mahkûm edilince bedbaht olurlar. Zanıımca hayatta bu
en büyük bedbahtlıktır. Ben Profesör A li Nihat Tarlan’ı tari­
hin büyük bahtiyarları arasında yaşatan ondaki fazilet hâzine­
sine hayran olduğum kadar, M evlânalan, Hâfızları, İkbâlleri
bağrına basan zarafet, nezâhet ve inceliklerle dolu bir ruhu,
bu örnek ruh ve fazilet sahibi, hem de ilim ve fikir mâ’bedi
olacak yerde, bayağı entrikaların arasında yaşamaya mahkûm
kadere de daima esef duymaktayım.

Doç. Nurettin TOPÇU


BABASINDAN İLERİ

Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver

Kim? A li Nihat Tarlan? Çünkü daha dedesi doğmadan kâ­


m il olmuşj^Vaktiyle ben de çocukken, muhakkak ki 1908 den
önce, Japon Çiçek Kompirme’leri vardı. Her halde İstanbul’a
getirilmişti. El sepetlerinde satılırdı. En büyüğü mercimek ta­
nesi kadar. Tohum değil yaprağiyle ta kendisi çiçek ve tomur­
cukları içine basılmış. Onu suya atardınız. Açılır, saçılır, ge­
nişler büyük, dimdik sapiyle bir çiçek olurdu. Ya suda bırakır­
dınız, rengârenk ve terütaze dururdu veyahut çıkarılır, kuru­
dukça güzelleşir, endamını alır. Susuz bir şişe veya ufak bir
vazoda durdurulurdu^ Bunun m ahiyetini büyüyünce anladım.
Şöyle ki:
{Bende 1920 yılından itibaren bir lâle merakı başladı. Bir­
kaç soğan aldım, diktim. Y eşil bir baş verdi. Uzadı. İçinden bir
tomurcuk çıktı. Büyüdü büyüdü. Bir renkli lâle oldu. Sünbüle
merak ettim ama, onu suda yetiştirdim. Her gün bir parça bü­
yüdü, açtı, serpildi ve güzelleşti.. Bir gün soğanına baktım-
Meğerse Lâle gibi Sünbül de bağrını dolduruvermiş. Açılınca
içi dış olmuş, boşalmış. İşte Japonlar çiçek kompirmesini asıl
tabiattan öğrenmişler. Hepsi içinde hazır. Sırası gelince çıkar­
tılıyor o da çıkıyor.^
Tabiattakine şaştığım kadar Japonlara’da hayretten ken­
dimi alamadım.
Şimdi tabiatta ve çiçekte bu. İnsan’da nasıl? Ona bir misal
vereyim: Hayatta inceliğin tim sâllerini dile getirenleri anlatan
bir güzidemizi meselâ A li Nihat Tarlan’ı. Onda da bir tabiat
— 107 —

var. Hem de çiçeklere mana tabii tüvânını veren bir kudret


kompirmesi. Şâir m i desem, değil mi desem? Desem çok sezişli.
Demesem de içinden daha içinin derinliklerine uzanan bir gü­
listanın ta kendisi. Terennüm etse de sussa da yine o. Tıpkı ta­
biattaki gibi. İçinden açılıp saçılıyor. N e var idiyse o çıkıyor.
Onları dile getiriyor. Çünkü içi onlarla dolu. Hem de tam te­
şekküllü daldırma değil, kökten sıirme. Bu cihetle babasından
ileri. Çünkü o da ilerde. İnşaallah haleflerine de bir gün öyle
söylerler.

Tabiat mahsulünü suda ve toprakta veriyor. Fakat havaya


da muhtaç. Zira hayatiyyetini ona medyun. A li Nihat Tarlanın
da birçok eseri var. Kendinden de var, aşılanmışları da. Ha-
yatiyyeti onun havası. Tarlan fikren çok olgun. Lâkin kendi­
sinden daha büyükleri terennüm ediyor. Çare yok ses için çe­
şitli m usiki âletlerinden birine ihtiyaç var. O yalnız bunu ça­
lıyor. Hem de falsosuz. Zira ruhunda falso yok.
O büyükleri okutayım, tanıtayım derken kendisini ortaya
koyuyor. Zira o m usiki âletlerini çalan kendisi. Sesini onlar ve­
riyor amma onu âhenge sokan da aziz Tarlanımız. Zira için­
den geliyor.
Meğerse bu Tarlan ne imiş? Bir kastım olmayarak ona
şimdi şunu izafe etm ek isterim. O balıklar ki denizin ta içinde­
dir. Nerede olduklarını bilmezler.
Birgün gelecek o başkalarına yaptığı tahlillerin aksülâme-
lini görerek etüd m evzuu olacak.
Zira içini dışına tem am iyle döken bir tabiat cevheri. Hem
de bitmemek ve tükenmemek şartiyle. Daha da var. Zira onun
iç varlığını ve onun tekâmüldeki seyri bitecek gibi değil. Or­
taya serdiği şiirin bu kadar güzellikleri içinde gittikçe olgun­
laşarak iç bahtiyarlık âleminde açtığın çiçeklerin isimlerini
verir misin? dedim. Onlar pek çoktu amma bana yalnız tava-
zuan üçünü bildirdi.
Bu güzel çiçeklerinin tavsifini vereceğim. Sizler isim len­
diriniz:
— 108 —

— Edebi san’atlan tamamen fizyolijik ve hayati bir temel


üzerine oturtmuş v e bunları1bu noktaî nazardan şerh, izah ve
tasnif etmiş. Biri bu.
—^Divan edebiyatı eserlerinin şerh ve tahlilinde yeni bir
usûle sahib olmuş. Bu vadide bulduklarının birisi şu: Servinin
vahdet oluşu, kumrunun kul ve Peygamberimizin su olduğu.J)
Serv serkeşlik kılur, kumru niyazından meğer
Damenin tuta ayağına düşe yalvar a su
dememiş m i Fuzulî su manzumesinde. Etti iki.
— Edebiyat: Tarihi tetkikine yeni bir noktaî nazar getir­
miştir. O da ş u : Edebiyat tarihi edebiyatın târihidir. Edebiyat­
çıların değil. Etti üç. İçindeki gülistan soğanlarından sadece
birkaçı.
Şimdiye kadarı bir tarafa bırakalım. Muhakkak ki bu nok­
taî nazarlar içinden dışına çıkıyor. N e güzel tecellî ve mazha­
riyet. Buna lâyik ve sahib olan A li Nihat Tarlan meğerse ne
değerli bir insan imiş. Munisliği, kem ali vekarı, haysiyeti ve
her ulvî olgunluğiyle hased edilm iyecek, lâkin gıbta edilecek
ve ka’bına kolay vanlam ıyacak bir varlık. Fikriyatı, şahsiyeti
ve geçmişlerden ebedî güzideler m uhitiyle hem derya ve hem
deryadil ve keşfedilm esi lâzım Tarlan’a söylenecek sözler bu
kadarcık olmamalı. Mütebakisini de okuyacakların sessiz iz’a-
nına bırakıyorum.
19/111/1965
19.3.1965

HOCA TARLAN

Dört sene talebeliğini, dört sene de asistanlığım yaptığım


ve halen yapmakta olduğum hocam Prof. A li Nihat Tarlan’ı
tanımak, onunla beraber çalışmak ve bir m esele üzerinde tar­
tışmak insana pek çok şeyler öğretir. Hocam Ahm et Paşa ve
Zâtî divanlarını hazırlarken yanında bulunduğum ve onun ça­
lışma tarzını gördüğüm için biraz metodundan biraz da onun­
la ilgili hatıralarımdan bahsedeceğim. Bu bahsediş hocamı ta­
nıtmaya kâfi gelm eyecektir, ama onu eserlerinden de tanımak
mümkündür. Ben burada benim en çok dikkatimi çeken şeyle­
ri anlatmaya çalışacağım.
Çeşitli kütüphanelerden bulunan Ahmet Paşa yazma nüs­
halarını tesbit eden Prof. Ali Nihat hoca bu divanın tenkitli
neşrini hazırlamak için onbeş divan üzerinde çalışmıştır. Met­
nin üzerinde çalışma yapılmadan ve varyantlar verilmeden
önce sahih ve eski bir nüshanın transkripsiyonunu yapan ho­
cam daha sonra diğer ondört divandaki farkları kaside kaside,
gazel gazel ayrı defterlere çıkarmıştır. Her an insanın gözün­
den kaçabilecek bu farklar elimizde toplu şekilde bulunuyordu.
Ham maddenin hazırlanmasından sonra asıl önemli m esele
olan bu farkların gösterilm esi ve gösterilirken de neye göre
yapıldığı m eselesiydi. Ben de yeni yeni bu işlere giriştiğim
için bu m eseleyi çok mera kediyor, çalışmaları dikkatle izli­
yordum. Her sabah muntazam dokuzda Fakülteye gelen ho­
camla on dakika sonra çalışmaya başlardık; çalışma esnasmda
onun titizliği, dikkati, sabrı ve bir m esele üzerinde bazen bir
gün, bazen onu araştırmak üzere bırakarak günlerce düşün­
mesi ve neticeyi buluncaya kadar da rahat etmemesi gözüm­
den kaçm az, her m esele halledilişte ikimiz de çocuk gibi sevi-
110 —

»irdik. Önümüzde devamlı Iügâtlar hazır olur, saatleri unuta­


rak çalışırdık. Farkları alırken dikkat ettiği en mühim nokta
m etnin iç manasının düzeniydi. Bazen en eski ve iyi olarak al­
dığımız nüshada öyle bir kelim e çıkardı ki beytin mânası ile
ilgisi olmazdı, o zaman diğer nüshalardaki farklardan istifade
ederdik. Eğer onbeş nüshanın ondördü o kelim e üzerinde İsrar
etse ve yalnız bir nüsha beyte uygun bir kelim e verse tabii kî
bu bir nüshadaki kelim eyi alır, diğer ondört nüshadakini fark
olarak gösterirdi. Çoğu zaman m üstensih hatalarını almaz ve
derdi ki: «Ben burada esas m etne en yakın m etni bulmağa ça­
lışıyorum. Eğer müstensih hatalarını da fark olarak gösterir­
sem veya bir nüshayı esas olarak alır diğerlerinde bulunan
farkları aşağıya alırsam bu basit bir teknikten başka bir şey
olmaz; düşünceye, m etni anlamaya da pek lüzum hissetmeden
bunu eski harfleri bilen ve okuyan herkes yapabilir.» Onun
için nüshalar hakkında bilgi verirken her nüshadaki m üstensih
hatalarına kısa da olsa işaret etm ek taraftarıydı.
İran edebiyatını ve Farsçayı çok iyi bilm esi ta çocuklukta
Gülistan, Bostan gibi kitapları okuyarak bu edebiyata ve dile
aşina olması, divan okurken v e üzerinde çalışırken bir çok
güçlüğün kendiliğinden halledilm esine yol açardı. En çok dik­
kat ettiği şeylerden biri de kelim elerin öz mânâlarıydı, tekrar
tekrar lügata bakar «Aman evlâdım lügate kahramanlık ol­
maz» derdi. Fakat çoğu kere de yine daha evvel söylediği mâ­
nâdan başka bir şey çıkmazdı, bu hususta hocamın hiç yanıl­
madığını kat’iyetle söyliy ebilirim. (^ilm ediği bir kelim e (ki çok
nadirdi) çıktığı zaman da ona önce beyitten anladığına göre
mânâ verir, sonra bunu lügatte arardı, ve her zaman, hayret
etmişimdir, dediği çıkardı. Kendisine bunu nereden tahmin et­
tiğini sorduğum zaman da beyti bana iza heder, o kelimenin
orada muhakkak o mânâya geleceğini söylerdi.^Çalışma sırasın­
da dikkatimi çeken bir şey de, bazı zamanlar okuduğum bir
beytin birinci mısraını ben söyler, İkinciye geçtiğim anda ho­
ca sonunu benden önce getirirdi. Bu sadece divan edebiyatında
değil, İran edebiyatında da böyleydi.
— 111 —
a

Buna benzer bir olayı anlatmadan geçemiyeceğjm: Bir


gün kendisiyle çalışırken bir beytin mânâsını sorftıak üzere
okumağa başladım. İkinci mısra’a geçtiğim anda bir yerde ta­
kıldım. Hemen hoca oturduğu yerden «her zaman ezu peydâ»
dedi. Evet efendim dediğim zaman onu beytin biliyor da sonu­
nu getirdi sandım. Ama öyle olmadığını biraz sonra anlamış­
tım. B eyit şu idi:

Zihnî be-hame-î kudret musavver-i eşya


Hezâr nakş-ı aceb her zamân ezüpeydâ
Bundan üç sene evvel kendisine bir şiir parçasının anla­
madığımız bir mısramı bir asistan arkadaşla sormuştuk. Sor­
duğumuz şiir parçası şu idi:
Yeter cevher-i Nazm-ı derya-hurûş
Biraz nesrile ol cevâhir-furûş
Verir tab’a bir şey çok olsa helâl
Bulur yine iksir ise ibtizâl
Ola derdin ise dahi nâ-kabûl
( Feûlün feûlün feûlün feûl )
Anladığımız mısra beşinci mısra idi. Vezin tamamdı fakat
mânâyı çıkaramıyorduö Hoca şöyle bir baktı «aslını görmem
lâzım» dedi. Fakat hemen sonra arkamızdan gelerek «evlâdım
o mısra yanlış yazılm ış aslı şöyle olacak, o zaman mânâ da
tamamlanıyor» dedi. Mısraın aslı şu idi:
«Ola dürr dökse dahi nâ-kabûl»
Bunu şöyle bir bakışta buluvermek sadece bizim hocaya
nasib olan bir şeydi, o da m etni çok iyi anlamasından, kelim e­
lere hakim olmasından ve bu edebiyatm kuruluş sistemini çok
iyi bilmesindendi.
Yine yakınlarda Şeyh Galipde bir mısra’a takılmış ve bir
kelimenin mânâsını bulamamıştım. Başım ne zaman sıkışsa
hocaya gittiğim için yine ona gittim. Çalışmasına dalmış, kaş­
ları çatılmıştı. Ben beyti okudum, şöyle bir durdu ve «bu ke­
— 112 —

lim enin mânâsı «ağız kokusu» olacak bir de Kamus’a bak» de­
di. Hakikaten kelim enin pek çok mânâlarından birisi de ağzın
kötü kokması mânâsına geliyordu «bunu nasıl bildiniz hocam?»
dedim. Anlatmıya başladı, «mevzu ramazan xve oruç, insanın
oruçlu olduğu zaman ağzı kokar» dedi- B eyit şu idi:
Buy-i hulûfı terbiyet-i âfitab ile
Gisu-yi hûr-ı ine sezâ müşkinâb olur
Çeşitli cepheleriyle hocama ait pek çok anlatılacak hatıram
var, fakat ben burada sadece onun bu edebiyata hakim iyetini
ve öğretme gücünü anlatmak istedim. Daha pek çok eser hoca
Tarlan’m sihirli elinin değm esiyle can bulmayı bekliyor ve biz
de bunu ümid diyoruz.

Günay ALPAY
İst. Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türkoloji
Bölümü Asistanı
SEVGİLİ DR. PROF. ALİ NÎHAD TARLAN’ınuz

Meslek hayatının 47.


yılı dolayısiyle

Daha ilk öğrenim çağında iken hocalığı sevm eye başlamış­


tım. Bende bu sevgiyi uyandıran; hocalarıma karşı duyduğum
pek derin, pek candan saygı olsa gerek... Orta öğrenim haya­
tımda artık maarifi bir m eslek olarak benimsemiştim. İleride
az çok özendiğim başka bir m esleği seçsem bile ona hocalığı
da eklem eyi tasarlamıştım. Yüksek öğrenim çağma gelince,
hâdiseler, beni gönüllüsü olduğum maarif hizm etine doğru
çekti, götürdü. Böylece muradıma ermiş oluyordum: Daha
Edebiyat Fakültesinin son sınıfında bulunurken sevgili hocala­
rımdan rahmetli İsmail Hakkı İzmirli v e o zaman Maarif Na­
z ın da olan Abdurrahman Şeref beylerin teveccühleri beni Da-
rüşşefeka’da (Usul-i tedris) ve (Lisan-i Osmani) m uallim liğiyle
m eslek hayatma sokdu. (26 Mart 1327 - 1911).
(Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra ilim ve talîm özle­
yişiyle Fen Fakültesine de devama başladım.^ Üsküp Sultanisi
edebiyat m uallim liğine tayin edilmem üzerine İstanbul’dan
ayrılmam gerektiği için bu fakülteyi ilk sınıfında iken ister
istemez bıraktım. Balkan Harbinde Üsküp’te bulunuyordum.
Harp yüzünden mekteb tatil edilince oraya H ilâl-i Ahmer teş­
kilatı için gelen Tevfik Rüştü (Aras) B eyle birlikte Hilâl-i Ah­
mer adına hastahanelerde çalıştım. İstanbul’a dönünce İstanbul
Lisesinin edebiyat ve felsefe m uallim liğine tayin olundum.
Sonra öğretim dili Arapça olmak üzere açılan ikinci Sultaniye
Müdir-i sâni olarak Beruta gönderildim. Bu m ektebin kadro­
sunda tek Türk’tüm. Onun I. Dünya Harbinde lâğvmdan sonra
Gelenbevi Sultanisi Müdir-i sâniliğine, buradan da ders yılının
ikinci ayı içinde, yatılı haline getirilm esi tasarlanılan Vefa
Sultanisi Müdir-i sâniliğine geçirildim. M eslek hayatımın
1911 . 1915 yılları arasında geçen bu ilk safhaları acı, tatlı v e ...
Yetiştirici hatıralarla doludur..
— 114 —

işte sevgili üstad A li Nihad Tadanım ızla ve sınıf arkadaş-


lariyle tanışmamız, onların Vefa Sultanisinin son sınıfında bu­
lundukları 1915 - 1916 ders y ılı içinde başlar. Bu Sultani o za­
man Cağaloğlünda bir sokağın içinde vaktiyle lisan mektebi
ve Hukuk mektebi olarak ta kullanılan bir binada bulunuyor­
du. İlk kısmı da yakınındaki-binayı işgal ediyordu. Yeni kuru­
lan Cebel-i Lübnan maarif müdürlüğüne tayin olunarak 26
Temmuz 1332 - 1916 da Vefa Sultanisi Müdir-i suniliğinden
ayrıldım. Bu hizmetten ayrılmadan önce idarecilerle, hocalarla
ve son sınıf öğrencileriyle bir hatıra fotoğrafı çekilirken arala­
rında ben de bulunmuştum.
O zaman I. Dünya Harbi içinde idik. Liselerde askerlik ça­
ğına gelm iş olan öğrencileri ordumuz çağırıyor, ihtiyat zabiti
talimgahında yetiştiriyordu. Çekilen fotoğrafda görülen öğren­
cilerin sayısı 10 dan ibarettir. Bunların üçü de askerlik kıyafe-
tindedirler. Bu niceliğin niteliği az çok telâfi ettiğini zaman
gösterdi: Fotoğraftaki gençlerin birçoğu türlü m esleklerde de­
ğerli yerler aldılar. Merhum Haşan - A li Yücel de o sınıfdandır.
Fakat fotoğraf çekilirken nedense bulunmamış. Arkadaşlarının
arasında görülmüyor. On arkadaştan biri Profesör (A li Nihad
Tarlan), üçü tıp doktoru (Ahm et Rasim, İbrahim Hanif, Hâmi
G üven), biri mühendis (N uri), biri fizik, öğretmeni (Kasım),
biri Tarih öğretmeni (Vefalıların Saim ağabeyi), biri eczacı
(Sırrı) olmuştur. Biri de (Tevfik K ut) İstanbul ilinin eski Maa­
rif Müdürlerindendir. Bunlardan şim di hayatta olmayanları
hayırla, rahmetle analım:
Arkasında 5 Temmuz 1332 - 1916 tarihi bulunan o fotoğrafı
geçen yıl sevgili üstad A li Nihad Tarlan’a göstermiştim, tkımiz
de bu - üzerinden o zaman 47 y ıl geçen - hatıraya derin derin
baktık. Bu bakışla içimizden gelen duygulan ve düşünceleri
yazmayı da kararlaştırdık. Kararımızdan şu iki manzume doğ­
du.
— 115 —

GENÇLİK RESMİNE BAKARKEN

Bir geııç imişim ben de demek bir zaman evvel.


Duymuş, yaşamış belki de bir ömr-i muhayyel.
Bir devirdi. Lâkin nice buhran ile geçti,
Husrân ile, hırmân ile, hicran ile geçti.
Yangın söndürüp sildi nemiz varsa, ya harbler,
Bir yandan o çullandı sefaletle beraber.
Baktıkça elem, ye’s, keder, ruhumu sardı.
Gençlik diyorum, sanki o günlerde ne vardı?
Bir gün geri dönsün mü o günler? D ese Mevlâ,
Derdim, senin olsun bu kerem, istemem aslâ,
Ben şimdi beyaz saçlarımın zevki içinde,
Ondan daha m es’ûdum, ilâhı, daha zinde...
8 Ağustos 1983 Dr. A li Nihad Tarlan

« Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan d eğer.»


Hükmünde, gönlünüzce sezilmişse bir h ü n er;
«Geçmiş» le «şimdi» 1er, geleceklerde b irleşir:
İnsan için zaman ne güzel bir hediyyedir...
Akle, harim-i kalbe safa yağdıran « Vefâ » ,
Bulmuş « Nihad » ımızda bizim « ufk-ı itilâ »
Olsun ezel, ebedle m üeyyed ve münceli,
Varlık da yokluğun bu visâlinde muntavi...
11 Ağustos 1963 A. N. Ayasbeyoğlu

İçinde kardeşinin teşvikiyle ve yardım ıyle türkçe ve farsça


manzûmeleri, mensûreleri toplanılmış, yayınlanmış, « sevgili
babasının aziz ruhuna ithaf edilmiş » olan « Güneş Y aprak»
başlıklı nefis eserinin « Ö nsöz» ünde ve « Hayatımdan birkaç
iz » bölümünde verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki, Üstad’m şa­
irliğinde soya çekmenin de geniş payı vardır. Üstad, o « Önsöz »
de, « Hayatımda bir an şairlik dâvasında bulunmadım » diyor.
Şairler böyle bir iddiada bulunmazlar. H ele şairlik, soydan gel­
miş ve tatlı emeklerle de kazanılmış olursa...
— 116 —

Yine o eserdeki « Hayatımdan birkaç iz » de naklettiği genç­


lik safhalarından Üstadın yetişm esinde ve hele edebiyat alanın-
ki feyizli gelişmesinde Vefa Lisesinin de çok etkili olduğu beli­
riyor. Üstad, eserinin bu bölümüne, « Edebiyata intisabınım belli
başlı safhalarını karalarken burada durmak m ecburiyetini his­
sediyorum » diyeirek son ,vermektedir. Bu « m ecburiyet» in se­
bebini bilmiyorum. Daha sonra başka bir yazısında « safha » kı­
rı bildirmeye devam etmemişse, m eslek hayatının 47 nci yılı do­
layısıyla, durduğu yerden başlıyarak, hattâ o yere kadar verdiği
bilgileri daha genişleterek m eslek hayatının bütün safhalarını
yazmasını özlerim ve dilerim. Bu, maarif tarihimiz için de bîr
kazanç olur.
Üstadın « Güneş Yaprak » ta toplanılan farsça şiirleri de be­
ni çok ilgilendirdi. Farsça, bizim kuşak için tatlı bir dildir, naz­
ma çok elverişlidir de.. Fakat bu dilde « sehl-i m ümteni » i andı­
ran bir kolaylıkla şiirler yazabilmek için değme emek yetmez.
Üstad, farsçada bu seviyyeye yorucu gayretlerle, koku sızdır-
mıyan alın terleriyle erişmiş olsa gerektir.
Üstaduı yine « Güneş Yaprak » ta toplanılmış eski ve yeni
vadide türkçe şiirleri de onun duygu ve düşünce hayatından yük­
selen içli ve engin yankılardır. Bunlar dilimiz üzerindeki tasar­
ruf kudretinin nişaneleridir de...
Üstadın 47 nci m eslek hayatım kutlarken değerleri ve m e­
ziyetleri üzerinde istediğim kadar durmadığım için üzgünüm.
Yazabildiklerim, gönlümün sesidir. Yerinde olan bir sükût bile
çok şey anlatabilir.
Sükûtu pek severim, ruhumun neşidesidir;
Sükût, bence Huda’nın duyulmıyan sesi
diyerek, sağlık ve mutlulukla başarılarının devamım dileyerek
susuyorum.
Nevzad AYASBEYOĞLU
Namık Kemal zade
Ali Ekrem Bulayır

31/Teşrînievvel/1936

Gözümün Nur-u İbtihacı Nihad,

............. artık eve müsterih olarak döndüm. Elektrik cere­


yanı hınzır ağrıları da durdurduğundan keyfim yerine geldi. B e­
nim asıl neş’e - bahşa - yi ruhum olan hal ise Nihadımm hu-
zur-u muazzezidir vallahi. Bunu sen ne kadar bilirsen bil, ben
yine söylem ekten kendimi alamıyorum. Yeni bir delil istersen
° d® var. Bak « Ta’ir-i İlâ h i» (1) den bir parçayı sana tekrar
okutmanın verdiği sem ereye: gönderdiğim üç kıt’ayı bir saatte
filân yazıverdim. Dün akşam Celilem’e (2) okudum ve anlattım.
Aman, dedi, benim anlayabildiğime göre güzel ama, mademki
eserinin mukaddemesidir. Tek kusuru bulunmamalıdır. Sen onu
Nihad Beye gönder de,fikrini açıkça söylesin. ‘Zaten öyle yapa­
cağım. Nihadm kör kadı diyecek kadar her sözünü doğru söyle­
diğinden de eminim’....
Namık Kemalzade A li Ekrem BULAYIR

(1) A li E k re m B ey in son yazdığı m anzum , d a sita n ı b ir


ese rd ir.
(2) A li E k re m B eyin re fik a la rıd ır.
ALİ NİHAD BEY E DAİR

Dr. M. Kaya BİLGEGİL

Ali Nihad B ey’in kırk beş yılı geçen öğretim faaliyeti m ü­


nasebetiyle m ütevazı bir şükran tezahürü olarak tertip edilecek
bir risale için yazı hazırlamanın güçlüğünü takdir etmiyor deği­
lim. Bu cür’etim, bir had-nâşinaslıktan değil, Hoca’ya bağlılığı­
mın haddimle makûsen mütenasip bir durum arzetmesinden ile­
ri geliyor.
Nihad Bey; şairliğiyle, âlim liğiyle, hocalığıyla, bütün bun­
ların üstünde insanlığıyla, faziletiyle çeşitli yönleri olan bir şah-
siyet.Bu işe başlarken yazıma bir etüt karakteri vermek, hoca­
mızın şiirlerini incelemek istiyordum : Bir kısm ı m uhtelif m ec­
mualarda dağınık hâlde bulunan, bir kısmı henüz basılmamış
olan bu şiirlerin bütününü, düşündüğüm tarzda kronolojik bir
sıraya tâbi tutabilmek, çeşitli yönlerden geçirdiği gelişim i araş-
tırabilmek, kaynaklan etrafında dolaşabilmek şurada dursun;
bana verilen zaman içinde, heyetini tesbit bile mümkün olama­
dı. Bu itibarla tasavvurumdaki çalışmayı daha geniş bir zama­
na bırakarak A li Nihad Tarlan’ın hocalık yönünü kaleme alıyo­
rum. Bu, hem onun talebeyle m ünasebetinin tarz ve derecesini
hem de geniş ilminin - talebenin alabilme siâsı nisbetinde - saha­
larını kavrıyacaktır. Böylelikle, emsali asırlarda bir yetişecek
olan bu müstesna şahsiyetin Türk irfan hayatındaki bir yönün­
den bahsedebilsem - bir yönünü aksettirebilsem demiyorum, ba-
zan bahsetmek de saadettir - , mes’ud olacağım. Böyle bir yazının,
devamlı temasların verdiği intibâlara dayanacağı, tavzihten vâ-
restedir; hele benim kalemimden çıkarsa...
Nihad B ey’in hocalığı 1335 yılında - yanlış hatırlamıyorsam -
Gazi Osman Paşa Îdadîsi’nde başlar. Galatasaray’dan Kabataş
— 119 —

Lisesi’ne kadar birçok maarif mekteplerinde, Maltepe Askerî


Lisesi’nde, bazı azınlık okullarında seyreder. Nihayet Edebiyat
Fakültesi M etinler Şerhi Kürsüsü ile büyük âlim, asıl çalışma
sahasına girmiş bulunur. Bu m eslek hayatının garip zikzakları
vardır: (Doktora yapmadan önce lise hocası iken, doktoradan
sonra orta mektep hocalığına gönderilir. Yahut Darülfünun’da
Fars Edebiyatı hocalığı için imtihana girer, başka bir zâtın kay­
rılması için imtihan evrâkı kaybedilir^Daima talebesinin ınem-
nûn, bazan arkadaşlarının gayr-ı memnûn kaldığı bir çalışma
hayatı sürer, gider. Bu arkadaş bazan m üfettiş olarak karşısına
çıkar(f|t)rta kısma ait derslerin birindedir: Yanlış hatırlamıyor­
sam Abdülhak Hâmid’in Târık’ından bir parça okutulm aktadır:
Bir noktayı, Müfettiş yanlış, talebe doğru îzâh etmiştir. Sınıfta
hezimete uğrıyan teftiş âmiri, Hoca’nın dershane dışındaki faa­
liyetinde, müdür m uavinliğinde hatâ arar; mektebin bazı yer­
lerinin temiz olmayışı üzerinde durur. O m üfettiş ki, vaktiyle
yedikleri içtikleri hoca ile ayrı gitm iyen - yanlış hatırlamıyor­
sam - bir yangından sonra, hayatının bir safhasını Nihad B ey’in
ihtimamı içinde geçirmiş olan bir şahsiyettir. Jl Bu nevi hâdise­
ler çoğaltıldıkça çoğaltılabilir. Benzerlerine Türkiye’nin birçok
hocalarının hayatında rastlanabilir...

Fakat Nihad B ey’i gıyabında böyle bir anektot içinde tanı­


dım. Ben, Kabataş Lisesi’ne talebe olarak girdiğim zaman, tale­
be an’anesinde Hoca’ma ait yukarıda zikrettiğim « M üfettiş»
hâtırası yaşamakta i d i : O zamanlar, arûz vezniyle Ahmet Hâşim
tarzında şiir yazardım. Şiirle uğraşan talebe, birbirlerinin ko­
kusunu m u alırdı bilmem? Hemen buluşurduk. Söz şiirden ede­
biyata, edebiyattan hocalara intikal ederdi. Benden önce Ka­
bataş’a girmiş olanlar daha önceki nesilden naklettikleri bu anak-
totu öğrenerek tekrarlarlardı. Şimdi Anadolu Kulübü Müdürü
Bedri - bizim Bedri Ağabeyimiz -, Kabataş Lisesi’nin bize nis-
betle eski m e’zunlanndandı; hem İktisat Fakültesi’ne talebe ola­
rak devam eder, hem de Mektep’te muallim m uavinliği ederdi.
Nihad B ey’in talebesi olmuştu. Ondan da Hocamızla ilgili bazı
— .320 —

şeyler dinlerdim. Fakat « Müfettiş » meselesi, ondan çok önceki


yıllara ait olam]].

A li Nihad B eyle’ ilk defa, şimdi V efa Lisesi’ne geçmiş olan


eski Yüksek Öğretmen Okulu’nda küçük bir imtihan odasında
karşılaştım. Edebiyata hevesli olan her genç, gıyaben hayran­
lık beslediği bir şahsiyetle karşılaşınca nasıl bir heyecan duyar­
sa, ben de öyle bir heyecan duydum. Bunları uzatacak değilim.
Nihad Bey, « edeb » in iki mânasını da nefsinde toplamış bir
zât olarak karşıma çıkıyordu: Şekil, evza, hareket, konuşma,
hepsi birbiriyle imtizaç etmişti. Hepsinden edep, zerafet, İstan­
bul efendiliği, çelebilik akıyordu. Bu hep böyle devam etti.
İtinâ ile taranmış saçlar, itinâ ile kesilm iş bıyıklar, daima
kolalı gömlek, hemen her zaman ince bağlanan kıravat... Ben,
hiçbir havada Nihad B ey’in değil pantolonuna, ayakkabısına
dahi çamur bulaşmış olduğunu görmedim, yahut hatırlamıyo­
rum. Onun altından hissini veren ince çerçeveli gözlüğünün al­
tında ifadesi şefkatten m elâle kadar değişen gözleri vardır - bu
gözlerde birgün huşunet görmedim - , bu mülâyim bakışlar, dai­
ma üzerimizde bir sihir te’siri bırakırdı. Belki okuttuğu şeylerin
te’siriyledir, ben bunlarda dâima efsânelerdeki güzel gözlerin ifa­
desini aramışımdır. Hatırıma gelm işken ilâve edeyim, çözlerle
alâkalı en sevdiğim mısra da Nihad B ey’in kaleminden çık­
mıştır :

Beyaban - pâymâl - çeşm - i âhûst


Bu bakışları, dudaklarından eksik olmıyan tebessümün ışık­
ları tamamlardı. Bu tebessüm, bizim bütün çekingenliğimizin
kalkması için kâfi gelmişti. Nihad Bey’in sesi öylesine şefkat do­
ludur ki, ben bu sesi, çok defa kulaklarımdan önce lâmisem le
duymuşumdur. Nihad Bey, bugün parmakla gösterilecek kadar
emsâli azalmış olan « efen d i» tiplerindendir. Bizim m edeniyeti­
mizin yıllardan beri nesilden nesle süzülerek gelen « efe n d i»
tipinin son mümessilidir. Fakülte’de, Yüksek Öğretmen Okulu’n-
da, - son devrede Mersin Efendi an’anesini yaşatmaya çalışan,,
heyhat ! - Yavrunun Çayhanesi’nde, - bütün Üniversite talebeli­
ğim boyunca - bu zâtın bir ferd-i âferîde aleyhinde bir kelim e
konuştuğuna rastlamadım. Nihad Bey’in nezaketinde de en ufak
bir yapmacık taraf yoktur. Bu, onda irfanla ilm in birleşmesin­
den gelen bir vasıf olmalı. İşi hâmidâne bir dille ifade etmek is­
temem : Bir rind fakatm azbut, bir derviş, fakat muntazam, bir
vekar fakat mütevazı derdim. Ondaki bu son tezadın ifadesini
kendi mısrama bırakalım :

Bigânedir sükûta düşer toprağa fakat


Düşmez zemine zıll-ı cebîn-i tebâhımız

Nihad B ey’i talebesi, her şeyden önce bu dış görünüşü ile


sever. Fakat Hoca’mızın nev’i şahsına mahsus olan tarafı, bun­
ların da dışındadır. Bu zat, emsali bir daha güç yetişecek olan
ilim âbidesidir. Onun İstanbul Üniversitesi’nde ilk edebiyat dok­
torası vermiş o lm ası; aynı Üniversitenin ilk ve son iki « agraje *
imtihanı geçirmiş iki hocasından biri bulunması, işin resmen
tescil edilmiş taraflarıdır. Bunlara Ripka, Duda, Minorski gibi
m üsteşriklerin sitayişleri de inzimam eder. ,

Fakat ben, onun derslerinin nasıl bir kültür hazînesiyle do­


lu olduğundan bahsetmek isterim. B iz im ; Asya’ya, Afrika’ya,
Avrupa’ya dağılan geniş coğrafyamızda yaşamış kavimlere ait
medeniyetlerin, müşterek bir zevabandan sonra, şiir potaları için­
de vücûda getirdiği yeni terkipleri, bu terkiplerin asırdan aşıra
süzülüp haddeden geçişini onun derslerinde görebiliriz. Bun­
ları bütünüyle yalnız o bilir. Onun şahsında muhteşem tarihi­
mizin mânevî dekorları olan, bugün büyük bir kısmı kaybolmuş
bir kısmı peszindilikler hâlini almış eski örfümüzü, m edeniye­
timizi, itikatlarımızı, sanatlarımızı, hirfetlerimizi, hasılı bizi biz
yapan şeylerin kâffesini buluruz. Heyhat ki, yalnız onun şahsın­
da ! Bu bakımdan Nihad B ey’e karşı olan hassasiyetim, bir ba­
kıma tarihime karşı olan hassasiyetim gibidir.
— 122 —

Nihad Bey, her kelimesi, arabeskin bir unsuru gibi yerleşti­


rilmiş eski şiirimizi tahlil eder. Bu şiirin hendesesiyle ünsiyet
peyda etm emişlere sun’î gelecek bu sihirli nizamın içinde bütün
bir Ortaçağ şarkının rü’yâsı saklıdır. Bir remzin altında bütün
bir kâinat görüşü, bütün bir astıranomik nizam bekler; altında­
ki mısrada ona astroloji bir talih açar, yanından mitolojik bir
fıkra cevap verir, o bir harb, bir sulh, bir eğlence âlemine yol
açan bir tedâiyle karşılanır. Desen teşkil edecek, bu teferruatlı
ziynetin altında şair söyliyeceğini söyler.

Bu derslerde, bütün bir Ortaçağ şarkının itikatlarını, vecdi-


ni, teslim iyetini, sabrını..., bunların bağlı olduğu bilgiler manzu­
mesini, onlara ait ıstılahları mısralar üzerindeki nakışlar halin­
de görürüz. Kur’an, hadis, tasavvuf, kelâm, fıkıh gibi âlı ilim ler­
den cif ir gibi bâtıl ilim lere kadar her çeşit bilgilerin izlerine
rastlarız.

Hind’in, İran’ın, Babil’in, Eski Anadolu’nun, Arabistan'ın...


çeşitli efsaneleri, çeşitli m edeniyetlerinin peszindelikleri bazan
kahramanlıkları, bazan vakaları, bazan müesseseleri, bu mısra-
larm arabeski terkibindedir. Bazan bir mazmunun altında tarihî
devrelere ait jeolojik bir hâdise uyuklar.

Uzun Asya kervanları, yüce duvarları, demir kapılı şehirle­


ri; silâh, ziynet eşyası, çeşitli ipekli kumaş, baharat, kitap satan
bedestenler; bu silâhların, bu eşyanın, bu baharatm envaına ait
isimler; çeşitli deniz yolları, gem iciliğe ait ıstılahlar hep bu şii­
rin malzemesi arasındadır.

Bazan mantık, cedel, bedi, beyan, tarih, hattâ riyaziyat bir


kelime ile bu mısralarm terkibine girer.

Eski musavvirler, tasvirler, musiki makamları, m usiki âlet­


leri, eğlenceler, kıyafetler, rakslar, mesireler, teferrüçler, bah.
çeler, gâh bu bahçelerde ihtimamla yetiştirilen gâh tabiatın bağ­
rından fışkıran çeşitli çiçekler... hep bu şiirin terkibinde birer
tezyini unsurdur.
— 123 —

Bunlar saymakla bitmez : Bu kocaman eski Asyam n medenî


mirasları, bizim eski şiirimizde saklıdır. Onlann anahtarı da y a l­
nız ve yalnız Nihad B ey’dedir. Bu yüzden Nihad Beye’ bağlılı­
ğım, bir bakıma m illetim in mazisine bağlılığımdır.
Metinler Şerhi’ni lüzumsuz sayanlar, bir imparatorluk ede­
biyatının, hele böyle bir coğrafî zemin üzerinde kurulmuş olan
bir imparatorluk edebiyatının ne olacağını düşünemiyeulerdir :
Müsteşrikler, bizim lügatim izi anlıyabilirler, fakat şiirimizi asla! t
HOCAM ALÎ NİHAD

Edebiyatımızın büyük bilgini muhterem Ali Nihad Tarlanı


1938 yılıdna, hocanı rahmetli Jtıfkı Melûl Meriç vasıtasıyla tanı­
dım ; Bir çeşit Akademi havası taşıyan K üllük K ıraathanesinde
idik ve masamızda, şimdi ikisi de Hakkın rahmetine kavuşan
Profesör Mükrimin Halil Ymanç ile Selim Nüzhet de bulunuyor
du. Ben ise Edebiyat öğretmeni olmak için yanıp tutuşan yeni
bir lise mezunundan başka bir şey değildim. Belki bir parça da
yazmak istidadı olan bir genç; zira hocam M elûl beni Öyle b u ­
luyordu.
Tarlan’m o unutulmaz kalb sesi i l e ; ‘vah vah; hem edebiyat,
hem öğretmenlik’ deyişini hâlâ hatırlarım. O ses, her işittiğim ­
deki gibi sevgi doluydu ve çekeceğim sıkıntılara, karşılaşacağım
güçlüklere daha baştan; « hazır ol » dermiş üstadımız meğer.
Daha sonraları profesörümüzü, Darüttalim’deki değerli g ru ­
bun içindeki m ümtaziyeti ile tanımak şansını elde ettim. D iyebi­
lirim ki, o akşam sohbetlerinde edindiğim kültür havasım hiçbir
kürsü karşılayamamış, hiçbir kürsü kafamı ve ruhumu o sohbet­
ler kadar besleyememiştir; tarih ve edebiyat içimde tortulaşırdı.
Muhterem A li Nihad Tarlan’dan kalma öyle cümleler vardır ki,
bunların sanat ölçülerimin teşekkülünde baş rolü oynadıklarını
çekinmeden söyliyebilirim.
Bana divan edebiyatını, birçok m utlu edebiyatçılara aşıladı­
ğı gibi, hocam Tarlan sevdirmiştir. Ve ben hu edebiyatı anla­
madan, sevmeden köklü bir san’atkâr yetişeceğini kabul edemi-*
yorum. Hocama minnetim hu yüzden de büyüktür.
Burada minicik bir hâtıramı da anlatmak isterim : Bir ders-
de, hatırladığıma göre, hocam şöyle d em işti: « Nerede bir şiir
varsa, orada bir yalan vardır! »
O anda aklıma Yahya Kemal’in bir mısraı geliv erd i: ‘Gün­
lerce ne gördüm, ne de bir kim seye sordum’
— 125 —

Bana göre bu, gerçeğin şiirleştiği bir mısra idi. Söyledim.


Mümkün olsa da, değerli hocamızın o derste şiir için söyle­
diklerini sanattaki gerçek ve gerçekdışılık üzerinde yaptığ- ku-
mışmayı burada uzun uzun yazabilsem. Bu mümkün değil e l­
bette. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, o ders bize şiirin ka­
pılarını bir parça daha aralamıştı.
Profesör A li Nihad Tarlan’ı tanıdığım, hoca olarak gördü­
ğüm için bir kelim e ile mesudum.

Tank BUĞRA
ALİ NİHAD TARLAN
25/12/1964

Asırlarca üç koldan gelişm iş olan geniş Tiirk Edebiyatı m


ihmâl ve nisyandan korumak, geçen devirlerimizin san’at ve m e­
deniyet mahsullerini zevkimizde ve şuurumuzda yaşatmak dü­
şüncesiyle, Profesör Dr. A li Nihad Tarlan’m 47 yıldan fazla gös­
terdiği her türlü gayret, hafızaların sayılı takdir Ve hürmet mev-
kitlerinden birini işgal etm ekte haklıdır.
Zira bugün her neslin lisanından ve kaleminden çıkan düne
ait hemen her mısra’ı bercestenin tazeliğini muhafaüâ etmesinde
üstadın M illî ve Tarihî hakkı vardır.
Böyle tarih-şümûl hâtıralar karşısında şahsî hâtıraların ha­
rekete geçmesi güç olmaz mı? O güç vazifeyi benden dâha güçlü
dostlarına ve hayranlarına bırakıyorum.

Faruk. Nafiz ÇAMLIBEL


T

Güvemli’nin Kalem iyle

33 YIL SONRA

Öğrenci diye Edebiyat Fakültesine gireli tam 33 y ıl olmuş t


İnsana âdeta dehşetveren bir sayı... O günden bugüne ne kaldı?
Otuz yılı bulan öğretmenlik hayatımda edebiyatla ilgili pek az,
yayın yakabildim. Meslek hayatımın son yirmi yılı sanat tenkidi
ve sanat tarihiyle uğranarak geçti. Hocam Ali Nihad Tarlan, bu
istidatsızlığmı galiba daha o zamandan keşfetmişti. Sonradan
oğlu Adnan Siy adet, lise onuncu sınıfında talebem olunca, ho­
cadan aldıklarımızı ona verdik. Böylece ödeşmiş olduk El elde,
baş başta, kaldık.
Evet, otuz yıl Öncesinden kalan, sadece, dünmüşçesine
canlı, renkli, aydınlık hâtıralar... Biz, o zamanlar, birkaç arka­
daş, Fakültenin tuzu, hattâ zaman zaman biberiydik. İşte mes­
lek ihtisası dışında, A li Nihat Hoca’nın hayran olduğum insan
tarafının en belirli yönü, engin müsamahasıdır. Gözlerinde ya­
nan sevgi ışığını görüp de şımarmamak kaabil miydi?
Bakın, bugün bile aklımdan çıkmayan, yirmi yaşın densiz­
liklerine bağlı mizah denemelerine:


— 128 —

«Nihat Bey yâ ne denlû bülbül-i şerh-i metindendir


Ki ders takrir ederken âşık-ı bizâra dönmüştür»

«Metinler Şerhi bâbmda Nihâd-ı canımız vardır,
Eyâ üstâd, gel, bak, haylice ihvâmmız vardır,
Bu zahir bendeniz var, bir dahi sultânımız vardır,
Edübbâ-yi kirâmız, gül ve bülbül tek gıdâmızdır,
Sadây-i cehl-i mutlak her zaman aksi sadâmızdır!»
*•
« Sarardı cephe-i simin ü gül - likay - i Nihâd
Belây-i ışk-ı siyâhın esiridir her dem»

«Kasdımız zikreylemektir hemcivâr-ı Tarlan’ı


Çünki yok âlemde kevkeb mâh-i tâbân üstüne
Sen ki doktor olduğunda dakk-ı bâb itm iştiler
Komşular imân ile şahsında Lokman üstüne
Bir sefer kıldın ki hoşnûd eyledin Firdevsi’yi
Tam dokuz gün Bay D ekan la niülk-i İran üstüne
Derd-i ışk etmiş nevây-i savtını hem bineva
Hem Nevâî kadri vermiş nâle-i cân üstüne
Bulsa Albayrak veya Seylân çayından durmadan
Şürbeder lezzet duyup fincân fincân üstüne
Leblerin nemlendirirken sanki istikrâh eder
Ders verir her hâl ile âdâb ü erkân üstüne
Çeşm-i mahcubun hocam, bakmaktadır hep yerlere
Süzme çeşmin gelmesün müjgâri müjgân üstüne»

«Maksadım lâkin edây-i hizmet-i üstâddır


Sıkletim Tarlan’a nisbet lâyezâl eyler beni
E y büyük üstâd-ı nâle, âşık-ı vehm ü hayâl
Aks-i feryâdm gariyk-ı eşk-i âl eyler beni
Ö yle bir teşrih edersin kim Nedimâ zâr olur
Maktel-i Dîvân derhal bimecâl eyler beni
Kudret-i Hak’dan rimel var çeşm-i mahcûbunda hem
Mısraı lâbis-libâs-ı kıyl ü kaal eyler beni
Bir kazan kaldırdı bak re’sinde perçem leşkeri ’
Ah kim zülfün Hocam pejmürde-hâl eyler beni»
İşte, otuz üç yılın ardından hatırda kalan bu mısralar
karşısında Hoca’nın tutumu: Ya gevrek bir kahkaha, ya: «gel,
seni alnından öpeyim» Bugün, o romantik yaşın heyecanlı ço-
çokluklar, dudaklarımızda bir tebessüm bile yaratmıyor. Ama
o zamanlar. . .
î*®m lekete bunca hizme* etmiş, bunca insan yetiştirmiş
Alı Nihat Tarlan hakkında ,ona adanan kitapta ben, bunları mı
söylem eliydim ? Ne büyük büyük lâflar etmek, ne kasideler
okumak mümkündü. Sanki öyle yaparak, varolan bir değere
değer katacaktım! Haydi canım, siz de. . Baki kalan bu kubbe­
de, daha doğrusu izi bile kaknıyan KÜUük’te içilen çayların
rengi, kokusu, lezzeti ve çocuk günlerimizin tatlı heyecanı!

Zahir GÜVEMLÎ
20/Kasım/1964

PROFESÖR DORTOR ALİ NİHAT TARLAN

Üniversite Edebiyat Fakültesinin kıym etli Profesörü Muh­


terem A li Nihad Tarlan’m 47 yıllık hayat-ı İlmiyesi talebesi
ve kendisini seven m ünevverler tarafından bir ihtifal ile tebcil
hazırlıklar yapılırken ben de birkaç söz söylem ek istedim.
Muhterem hocamız Prof. Köprülü Zade Fuad Bey in yur­
dumuzda her zaman çorak bulduğu ilim sahasını hiç olmazsa
baldıranların istilâsından kurtarmak için arasıra zuhur eden
erbabının çapa sallaması, bütün bütün ölü toprak olmaktan
kurtarır.
Neden her sahada yeteri kadar ilim adamı yetişmedi? B u
soruyu kim kimden soracaktır. Bu suali, ilim le her ilgisi olan,
Üniversitenin istiklâlinden evvel Maarif Vekâletinden, muhta­
riyetinden sonra da kürsü sahibi Profesörlerden soracaktır.
Herkes kendi sahasmda bunun nedenlerini araştırsın. Biz ken­
di Fakültemize bakalım, (1950 senesine kadar M eşrutiyet ve
Cumhuriyet devirlerinde en az rukasır re’sen hükümran olan
beynelm ilel şöhreti haiz Profesör Köprülü Fuad Bey hocamız
kendi sahasmda olmamak üzere Fakülteye birtek unsur-ı ma­
rifet ihda buyurdu. O da değerli Profesörümüz Cafer Oğlu Ah-
med B ey’dir. Halbu ki bu uzun müddet zarfında rahle-i tedri­
sinden binlerce talebe arasında nice kabiliyetler gelip geçmiş­
tir. Hatıratını yazacak olursa bilmem bu hususta ne buyura­
caktır?^
Büyük bir zevk ve iftiharla kendisinden bahsetmek istedi­
ğimiz Profesörümüz A li Nihat Tarlan da hocasının isrine uya­
rak bu yıl zib-i kürsi-i tedris olan Profesör Doktor Abdülka-
i

—-131 —

dir Karahan’ı yetiştirdi. Bir gül ile ne yaz ne de gülzâr-ı marifet


vücut bulur. Ondan dolayıdır ki bütün araştırmaların ağır yük­
leri kendi omuzlarına yüklendi. Kütüphane-i Edebiyatımız bun­
dan dolayı kısır kaldı. Profesörümüz A li Nihat B ey’in yaptığı
tetkikler ve araştırmalar» neşrettiği eserler, müsahhah nüshalar
şöyle bir gözden geçirilecek olursa sarfetmiş olduğu himmet ve
emek ve vasıl olduğu paye-i m a’rifet güneş gibi âyan olur. Ben
eserleri üzerindeki tetkik ve tahlili, erbabının ayrı bir konu
olarak ele almasını temenni ediyorum. Benim tanıdığım müs­
tesna kabiliyet, tam bir ilim hüviyetine bürünmüş hassas ruhlu
ince bir şâir-i âlimdir. Türkçe ve Farsça o kadar suhuletle, bil­
hassa nazmen, ziynet-ijıafıza olacak kıt’alar vücuda getirir kî
edebî kabiliyetini bilgi unsurlariyle hem-âgûş olarak görürsü­
nüz. İran seyahatinde layık olduğu alâkaya m azhariyeti bunun
en büyük delilidir.
Hiç unutmam, bir fevvare-i zekâ olan merhum hocamız
Prof. Ömer Ferid Kam, o zamân^ömr-ijpranm ayesini liselerde
geçirmekte bulunan A li Nihat Tarlan için: «Ah evlâdım! Kaç
defa Nihad’ı muavin olarak istedim vermediler» diye takdirkâr
teveccühlerini izhar etmişlerdi. Birgiin Üniversite Kütüphane­
sinde Arapça bir m etni istinsah ediyorduk, o söylüyor, ben ya­
zıyordum. Bitm esi biraz uzun sürmüştü. Yine aynı telehhüfü
tekrarladı: «Ben bu yaşta bunlarla uğraşacak adam m ıyım ? Ah
Nihat Ah! Bir türlü Fakülteye almağa muvaffak olmadım. Bu­
güne kadar dişe dokunur bir iş meydana gelirdi. Ben Üniver­
sitede nasıl profesörlük yapılacağını bilirim. Gel gelelim m ey­
dan dar» demişti. A li Nihat B ey’i kürsüye nihayet Üniversite
kurulduktan sonra hocamız Köprülü telâfi-i mâfât için çıkardı.
Biz kendi zur-i bazuy-ı m anevileriyle Üniversiteye girenleri
değil, üstadların gevherşinas nazarlarından kaçmıyan değer­
leri, Hoca Hayret’in beytini hazf ve isbat ile:

Bir şahab-ı fazl iken düşmüştü evvel hâke bu,


Ben çıkardım göklere bir mâh-i irfandır deyu.
kadirdanlığım diriğ etmemelerini bekliyoruz.
— 132 —

Şimdi kıym etli Profesörümüzden Edebiyat Lügati başta


olmak üzere pek çok eserler ummaktayız. Divan Edebiyatımıza
ait sanadid-i edebimizin tetkikü müsahhah y e izahlı nüshaları­
nın neşrine sağlık saadeti içinde m uvaffak olmalarını beklemek
hakkımızdır. Ömr-i azizi, âsar-ı feyzâfeyz ile hâledar olsun.

Mahir İZ
PROF. ALİ NİHAD TARLAN

Zil çaldı, içeri girdik, yoklama yapılacak. Biribirine teces­


süsle bakan bir sürü yabancı çocıık. Herbiri bir başka Rüştiye­
den gelmiş, Vefa İdadisinin birinci sınıfında ilk defa karşılaşı­
yorlar. Hayat boyunca kaderlerini paylaşacağı arkadaşlarına
karşı hepsinin yüzünde birer istifham sallanıyor. Tevfik efendi
numaralarımızı okumağa başladı. En küçük numara: 7.
Zayıf, çelimsiz, esmer bir çocuk ayağa kalktı. Hiç birimizin
işidem eyeceği kadar hafif bir sesle ismini âdeta fısıldadı. Sınıf­
ta çıt yoktu ama mubassır da duymamıştı. Ancak üçüncü soru­
şunda öğrenebildik a d ın ı: Nihad.
O kadar ciddî’ o kadar vakur idi ki ona çocuk denemezdi.
7, Nihad efendiden ziyade Profesör Nihad Tarlan’a benziyordu.
Derste, teneffüste, bahçede, jimnastikhanede, sokakta hep o pro­
fesör edası ile dolaşıyordu aramızda. Biz ise haşan ele avuca
sığmaz çocuklar, sıçradıkça o mütebessim, -ayıplar gibi değil
ama - yüzünde acımağa benzer bir mânâ ile bakıyordu bize.
Sonra her biri birer şahsiyet olanların bazıları duruldu, ağır
başlı adam oldular, bir kısmı da hep öyle haşan ve kabına sığ­
maz olarak yaşadı. O ise, yinemünzevî, mütevazî ve sessiz bir
kürsü profesörü.
Hatta anneciğinden de profesör olarak dünyaya gelmiş di­
yeceğim bu A li Nihad Tarlan’a.
Sonraları ben onun içini gördüm. Müzede A li Şir Nevainin
Farsça Divanını istinsah ederken daha iyi tanıdım onu. Bu sakin
görünüşlü varlığın içinde tutuşan yangının çok sonra farkına
varabildik. Diyebilirim ki « D ışı sükûn ile malî, derunü mahşer­
dir » . A li Nihad Tarlanı anlatabimek ne haddime benim. Akord-
suz sazla büyük besteler çahnamaz.

Elif NACİ
TARLAN HOCAMIZ

Sevgili hocamız A li Nihad Bey, bana hep bir hareket, mu­


habbet ve kibarlık tim sali halinde görülür. Uzun süre, o tü­
kenmez ilim ve sevgi kaynağından feyz âlmış olmakla bahtiya­
rız. Kendisini, daima dinç, zinde ve hep o hareket haliyle gör­
dükçe hoşnut olur, Tanrıdan daha çok uzun ömürler ve bu yur­
dun çocuklarına, o kaynak vasıtasiyle feyizler sunmasını te­
menni ederiz.

Genizden bir şiir okuma tarzı, san’âta, edebiyata, fikre, yü­


ce ve ulu şeylere bitimsiz bir sâygı... Bizim için A li Nihat Bey
işte bu yüce vasıfların adamıdır. Dindardır, m ütasavvıftır, m il­
liyetçidir, tarihsever, değerbilir ve hatıraseverdir. Bütün bun­
ları olgunluğun o sırlı maverasında yumuşatmış som muhab­
bet cevheri haline sokmuştur.
Bu kadar talebeler arasında, sanıyorum A li Nihad Hoca’dan
bir kabalık değil, bir tutmazlık değil hattâ bir acı söz bile duyan --
olmamıştır. Çok nesiller «İstanbul efendisi» denen m edeniyet
süzgecinden geçmiş insan tipinin kâmil örneğini onda görmüş­
tür.
^Daha 1948 yıllarında, kendilerinin, az çok değer verdikleri
bir öğrencileri iken, yazı hayatına başladıydım. HAREKET’de
yazdığım sert bir yazı dolayısıyle beni m ahkemeye verdiler. Sa­
yın hocamızı da, o sahadaki geniş bilgisinden ötürü «ehl-i hibre »
seçtiler. Hocam bu adalet ödevini kabul etmek istem edîT^eden
biliyor musunuz?

Ben, talebeleri olduğum için.^


Daha o zaman bile çok beğendiğim şu sözlerini her zaman
hatırlarım;
— Ahmet Kabaklı, benim talebemdir. Belki kendisine zaa­
fım dolayısiyle tarafsız olamam. Onun için, bu vazifeyi redde­
diyorum.
îşte b« jest, talebesini, bir aile ferdi kadar yakın futan
muhterem hocamın olduğu kadar, adalet hissini, ailesinden de
üstün tutan bir m ünevverin davranışı idi.
A li Nihat bey, o zaman B ilir K işiliği kabul etmiş olsa idi
belki benim işim e gelir ve belki kurtulmak ve suçsuz sayılmak
umuduna kapılabilirdim. Ancak, o jesti bana, o günkü halimde
bile, pek büyük ve seçkin görünmüştü.
Dem ek ki, hocamız, adalet hissini, kendimizin taraf olduğu­
muz bir davada bile, hattâ kendimize karşı kullanabilmek fazi­
letini az çok bize de öğretebilmişti.
Daha nice hâtıraları vardır Ali Nihad Beyin... Fakat bu
hocalık ve adalet üstüne yaptığı jest, bana her vakit büyük gö­
rünecektir.

Ahmet KABAKLI
Darülfünun da İran Edebiyatı Kürsüsü Profesörü
Ferit Kam’m Maarif Vekâletinde mühim bir mev-
ki’i olan Samih Rifat bey’e gönderdiği mektuptan:

Ali Nihat bey bendelerinin taltifine bezl-i delâlet buyrula-


cağı biraderleri âlileri (Bestekâr A li Rifat B ey) beyefendinin
saadethanelerincle müşerref olduğum gün kavviyen vaat buy-
rulmuş idi.
Bendeniz efendimizden hangi bir sebepten dolayı bir ada­
mın taltifine delâlet buyrulmasını M illet, M emleket için değil
sırf kendi şahsî bir menfaat için rica etmedim. Efendimizi bütün
mukaddesatımla temin ederimki bu çocuk him ayeye taltife şa­
yan, yetişm eye namzet bir bendeleridir.
Yazık ki tali’inin adem-i müsaadesinden dolayı iktidariyle
mütenasip atisiyle alâkadar olmayan ehemm iyetsiz derslerle
ifna-i hayat edip duruyor. Bendeniz işten çekildikten sonra bu
memleket de İran Tarih-i Edebiyatını tedris edecek yegâne ilm î
şahsiyet Nihad’dır. Bu sözüme itimad buyrulmasını rica ede­
rim.

Ferit KAM
ÜSTADI NEREDE VE NASIL TANIMIŞTIM?

Çok eski bir tarihte, İstanbul Kız Lisesi, uğradığı «edebi


husûf» un farkında değildi; Ali Nihat Bey çok kalmadan lise­
den ayrılmışlardı. Sanki uzun boylu kalsalardı bu «ilim ve edeb
güneşi» ne bakabilecek göz kimde vardı ki?
Şu gerçeği de açıklamak gerekir ki,onun da çevresine her
genç edebiyatçı gibi açılıp dökülen, kendini veren, karşısmda-
kilerini çeken sıcak, konuşkan hâli yoktu hani...
Her büyük insan gibi,
Yakından tanıdığımız Mehmet  kif, Halil Nihat, Su’ûd-ül-
Mevlevî, Amerika büyük elçisi Münir beyler de, dış görünüş­
lerindeki zavallılığın adamları m ı idi?
Frenklerin «Olmuş başak eğilir!» m isâli olgun, nıütevâzı,
şahsiyetlerdi onlar...

A li Nihat B ey’in edebî hüviyetini, edebiyatta nasıl bir oto­


rite olduğunu, nükte ve zarafetini, yakın dostu son divan şâiri
İhsan Hamâmî’den, farsçadaki bilgi ve yetkisini de güzîde m ev-
levî şeyhi Bâkî B ey’den dinlemiştim. Farsça yazdığı şiirlerdeki
incelik ve derinliği çok överdi merhum...
A li Nihat Bey hakkında kulaktan dolma, yalın kat bilgimiz
böyle başlamıştı, o zaman kıym etli eserleri de henüz yayınlan­
mış değildi...
Bir yaz günü, yakın arkadaşım Salâhaddin Abanosoğlu ile
Vaniköy’de evim izi şereflendirip, şenlendirmişlerdi. Üstâd ile
ilk defa yalnız kalıyorduk; « özel » konuşmalarında, insanı şaşır­
tan ne acâyip «öz» ler çıkardı! Kız lisesindeki edebiyat öğret­
meni değildi...
— 138 —

Altunun ayarım şüphe yok ki kuyumcu tartar amma, bu


akşam kendileri cana işleyen bir sesle konuşabiliyor; çeşitli ko­
nularla insanın içine ışıklar salıyordu ...
Zengin iç dünyasının kıyısından, köşesinden görüp anlaya­
bildiğim kadariyle « derviş Nihad » Tarlana hayran olmuştum.
Bu tarihten sonra, derin bir saygı ile bağlıyım kendilerine.
Karakter çizgisi:
Bu «ince adam» m vefâ ve insan tarafı da kuvvetli... Bir
kere tslâm ın «sevgi dini» olduğunu çok iyi biliyor, kuvvetli
«iman-ı zevld» si var.
Hülâsa yıllardır, evde, Üniversitede, m evsimine göre bağ­
da, bahçede, kapalı açık karşılaştığımız her yerde, lütfen sevi­
yemize inerek, eski edebiyatın, farsçanın inceliklerini, tasav­
vufu, tarîkatler felsefesini, zengin hâfızalanndan çıkardıkları
m isâllerle -şarkta dayandığı remizleri açıklayarak- öğretmiyor-
muş gibi sohbet havâsı içinde hepimize ışık tutan, tasavvuf
neş’esi ile rûhumuza yeni başka ufuklar açan kâm il bir edebi­
yat doktorudur Nihat B ey... Bprçluyuz kendilerine... Allah
uznn öaiürler versin...

B aha KÂHYAOĞLÜ
PROF. DR. NİHAD TARLAN

Agâh Sırrı LEVEND

İslâm uygarlığı çerçevesi içinde, aşağı yukarı 900 y ıl süren


ümmet çağı toplum hayatı, dinî esaslara dayanır. Gelenek ve
görenekleri, gerçek ve asılsız inançları, çeşitli düşünce ve duy-
gulariyle bu hayatı yansıtan devrin edebiyatı da, çok tabiî ola­
rak dinî karakter taşır.
Üm m et çağından uzaklaşmaya başlayalı yüz yılı aşkın bir
zaman geçti. Bu çağın toplum hayatım yansıtan eski edebiyat da
Batı uygarlığının etkisi altında maydana gelen yeni edebiyata
yerini bıraktı. Böylece divan edebiyatı dediğimiz bu eski ede­
biyat unutulmaya yüz tuttu.
Bu hali tabiî görmeliyiz. Her edebiyat, kendi devrinden
uzaklaşınca tarihe karışır. Henüz aradan çok kısa bir zaman
geçtiği halde, Fikret - Halid Ziya devri edebiyatını bile bugün
yadırgayanlar çoktur.
Edebiyatı kendilerine m eslek olarak seçm iyen aydınlar için
durum budur. Ama bir kültür adamı, hele bir edebiyat uzmanı
için iş büsbütün değişir. Bir edebiyatçı, edebiyat t a r ih im iz i n
çok önemli bir dönemini kapsıyan divan edebiyatını, tarihî bir
varlık olarak, bütün özellikleriyle tanımak zorundadır. Kaldı
ki bu edebiyat, eski Türk hayatını canlandırmış olması bakımın­
dan bizim öz malımızdır. Edebiyatçı olmayan aydınların da, hiç
olmazsa ana çizgileriyle bu edebiyatı tanımaları gerekir.
Ancak, tarihe malolan bu eski edebiyat günümüzden uzak­
laştıkça, yalnız halk arasında unutulmakla kalmıyor, onun uz­
manları da azalıyor. Bunun içindir ki, divan edebiyatı bugün
ayrı bir bilim haline gelmiş, onu bütün özellikleriyle bilenler
azalmıştır.
Gerçekte, fikir ve san’at yönünden çok zengin olan divan
edebiyatı, bu edebiyatın sürümde olduğu devirde bile, elde edil­
mesi kolay olmayan çetin bir bilim halinde idi. Fikir yönünü
anlayabilmek için, Kur’an ve hadisden başka, kelâm ve fıkıh
gibi gerçek bilimlerin çerçevesi içine giren bilim lerle, simya
ve kimya (eski kimya) gibi bâtıl bilimleri de bütün terim leriy­
le bilmek, tasavvuf felsefesini derinliğine kavramak gerekiyor­
du. Bütün mazmunlar hep bu terimlere dayanmakta idi. San’at
yönünü anlayabilmek ise, Fars edebiyatını bütün incelikleriyle
tanımaksızın mümkün olamazdı.
Çağımızda, divan edebiyatım kelim eleri, kavramaları ve
mazmunlariyle anlayabilen eğer beş oh kişi varsa, sayın Prof.
Dr. Ali Nihad Tarlan bunların başında gelir.
Hepimizin hocası ve üstadı olan rahmetli Ferit Kam’dan
sonra, «metinler şerhi» kürsüsünü yetki ile dolduran sayın
Tarlan, bu özel bilimin gerçek ve değerli bir üstadıdır.
A li Nihat Tarlan, genç yaşta hazırladığı doktora tezini ka­
labalık bir dinleyici önünde yetki ile savunurken, bu kürsüye
aday olduğunu daha o zaman isbat etm işti. Üniversite hayatında
ilk dotora tezi onundur. «İslâm edebiyatında Leylâ ve Mecnun
mesnevisi » başlığım taşıyan bu doktora tezi, onun ilk eseridir.
Bu konuda çalışacaklara her zaman en önemli kaynak olacak
değerdedir. Nitekim ben «Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında
Leylâ ve Mecnun hikâyesi» başlıklı eserimi hazırlarken, bu
tezden çok yararlandığımı burada da belirtmek isterim.
A li Nihat Tarlan, bir süre liselerde edebiyat öğretmenliği
yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine
geçmiş, bir yandan genç bilim adamlarını yetiştirirken, bir yan­
dan da sessiz, sedasız çalışarak, divan edebiyatım türlü yönler­
den inceliyen eserler ortaya koymuştur.
Eski edebiyatımızla ilgili olan şu eserler, meraklılar ve uz­
manlar için bir hazine değerindedir:
Edebî san’atlara dair, İstanbul 1930.
Şeyhî divanını tetkik (2 cilt), İstanbul 1934-36.
Zerdüştün Gatalan ( Farsçadan ç e v ir i) , İstanbul 1935.
— 141 —
a

Divan edebiyatında muamma, İstanbul 1936.


Divan edebiyatında tevhidler I (Ahmedı, Şeyhî, Rabbani),
İstanbul Üniversitesi yayım ı 1936.
Divan edebiyatında tevhidler II (Fuzulî, Nabi), İstanbul
Üniversitesi yayım ı 1936.
Divan edebiyatında tevhidler III (Zahirî şeriat yolunda ya­
zılan tevhidler, bu tevhidlerdeki tasavvufî fikirler), İstanbul
Üniversitesi yayım ı 1936.
Divan edebiyatında tevhidler IV (Tasavvufî tevhidler:
Umumî tasavvuf esasları), İstanbul Üniversitesi yayım ı 1936.
Metin tamiri, İstanbul 1937.
M etinler şerhine dair, İstanbul 1937.
Şeyhî divanı (Tarama sözlüğü ve nüsha farklariyle tıpkı­
basım), TDK yayım ı, İstanbul 1942.
Nizami Genceli divanı (Farsçadan çeviri), İstanbul 1944.
Leylâ ile Mecnun (Farsçadan çeviri), MEB yayımı, İstan­
bul 1944.
Hayalî Beg divanı (Edisyonkıritik ve transkripsiyon), Ede­
biyat Fakültesi yayım ı 1945.
Yavuz Sultan Selim divanı (Farsçadan çeviri), İstanbul
1946.
N ef’i divanı (Farsçadan çeviri), İstanbul 1947.
Divan şiiri I (Rahmi ve Fevri), İstanbul Üniversitesi yayı­
mı 1948.
Divan şiiri II (Ubeydî, Aşkî, Şam’î, İşretî), İstanbul Üniver­
sitesi yayımı 1948.
Divan şiiri III (U lvî, Mealî, Nihalî, Feyz,î, Kâtibî), İstanbul
Üniversitesi yayım ı 1948.
Divan şiiri IV (Revanî, Hayreti, Haverî, Ahî, Peyamî, Sanî),
İstanbul Üniversitesi yayım ı 1949.
Husrev ile Şirin (Farsçadan Özet olarak çeviri), İstanbul
1949.
Fuzulî divanı (Edisyonkıritik ve transkripsiyon), İstanbul
Üniversitesi yayım ı 1950.
Fuzulî’nin Farsça divanı tercümesi, MEB yayımı, 1950
— 142 —

Necati Beg divanı (Edisyonkntik ve transkripsiyon), MEB


yayım ı 1960.
Yine bu diziye girecek olan eserlerden Ahm et Paşa divanı
life Divan edbiyatı hususiytleri lügati, M illî Eğitim Bakanlığın­
ca basılmaktadır.
Bû dizi dışında kalmakla birlikte, yine bu konu ile ilgili
türlü eserler arasında, İkbal’den çevirdiği Şarktan Haber, Esrar
ve Kumuz (1956) , Yeni Gül-şen-i Kaz (1959), Zebur-i Acem’den
seçmeler (1964) önemle kaydar değer.
Kitap halinde yayımlanmış olan bu eserlerinden başka,
onun türlü gazete ve dergilerde eski edebiyatla ilgili sayısız
inceleme ve araştırmaları çıkmıştır. İran ve Türk edebiyatının
tanınmış sim alariyle önemli sorunları, bu incelem elerin başlıca
konularıdır.
A li Nihat Tarlan’m De L’Histoire Litteraire başlıklı Fran­
sızca incelem esi Prag’da basılmıştır (Archiv Orintalnie, c. 8,
1950).
Basirı ve Bülbül başlıklı iki incelem esi de, Anciklopedia of
Islam-Surrey’de çıkmıştır. Londra 1959).
Fuzulî, Baki, Nef’ı gibi tanınmış büyük şâirler yanında,
ikinci derecedeki şâirler üzerinde durması, onun bu konudaki
bilgisinin derinliğini gösterdiği kadar, edebiyat tarihi anlayışım
da belirtir. Çünki edebiyat tarihçisi, şaheserlerle büyük kişile­
rin değerini ve bunların çağdaşlan üzerindeki etkisini göstere­
bilmek için, ikinci derecedeki şâirleri tanımak zorundadır.
Tarlan’ın divan edebiyatında bir otorite olduğu Türkolog-
lar tarafından da kabul edilmiştir. İran ve Türk edebiyatlarım
çok iyi bilen ve bu konuda büyük otoritelerden biri olan Prof.
Dr. Jan Rypka, Beıtrâge Zur Bıographıe, Charakterıstık Und
Interpretatıon Des Türkıschen Dıchters Sabit (Prag 1924) adlı
eserinde, Türk şâirlerinden Sabit dolayısiyle rahmetli Ferit
Kam’dan bahsederken, Tarlan’a da yer ayırmayı unutmamıştır.
O, konferanslariyle de bu konuda hizm et etmiştir. İran v e
Türk edebiyatları bu konferansların başlıca konulandır. Mev-
— 143 —

lâna, A li Şir Nevai, Şeyh Galip, Abdülhak Hamid, Mehmet  kif


ve Gandi ile, edebiyatımızın türlü sorunları, bunların en önem-
lilerindendir.
Kendini göstermek ihtiyacına kapılmadan kitaplığında ses­
siz sedasız çalışması, eğildiği konular üzerinde dikkatle durma­
sı, onun çalışma tarzının başlıca özelliğidir.
Ali Nihad Tarlan’m, çok iyi bildiği Çağatay edebiyatı üze­
rinde son zamanlarda önemle durduğu anlaşılıyor. İstanbul Üni­
versitesi Edebiyat Fakültesinde bir «Nevai Enstitüsü» nün ku­
rulmuş olması ve onun başında A li Nihat Tarlan’m bulunması
çok önemli ve çok faydalı olacaktır. Böyle bir teşebbüs, bu ko­
nuda yapılacak işlerin en hayırlısı olduğu gibi, A li Nihad Tar­
lan’m bilim sel kişiliği de, bizim için en sağlam bir güvencedir.
Bilim kurum lanınız böyle bir Enstitüye yardımcı olmalıdır.
Aziz ve değerli arkadaşımızı m eslek hayatının 47. yılında
saygı ile selâmlarken, daha bir çok yıllar sağlık ve esenlik için­
de feyz vermekte devam etmesini gönülden dileriz.
PROFESÖR ALİ NİHAD TARDAN

Profesör A li Nihat Tarlanın adım kendisini tanımadan ön-


ee rahmetli tarihçimiz Profesör Mükremin Halilden işitmiş tim.
Eşsiz bir kıym et olan Mükremin Halil sayın Tarlan’ı Şark Ede­
biyatında bir otorite sayıyordu. İlim adamları kolay kolay her­
kese paye vermezler. İlmin en büyük mertebe olduğuna inan­
dıkları için onu ancak lâyıkına tevcih ederler.
— Bu gün Türkiyede Fars edebiyatını ve Farsçayı en iyi
bilen odur diyordu.
Bizim edebiyat ve fikir hayatımızda zaman zaman en iyi
farşça bilenlerin şöhretleri duyulmuştur. Klâsik şiirimiz örnek­
lerini oradan aldığı için fars dilini ve fars şiirini çok yakından
tanimak büyük bir kıymetdi. Profesör A li Nihat Tarlandan ön­
ce bu im tiyazlı m evkiin sahibi Profesör Ferit Kamdı. Efgan
Kralı İstanbula geldiği zaman yazdığı farsça bir kaside ile anı­
lıyordu. Edebiyat Fakültesinde genç bir öğretim üyesinin kendi
devrinin en üstün fars dili ve fars edebiyat bilgini oluşu kendi­
sini daha tanımadan önce sayın A li Nihat Tarlana karşı bende
bir hayranlık düygusu uyandırmıştır. Sayın Tarlan’ı tanıdıktan
sonra anladım ki bütün tevazuuna rağmen onun kadar selâhi-
yetle bu sahada eser verebilen azdır.
Önümüzdeki kitap fihristine bakıyorum. Zerdüştün Gata-
ları, Nizamı genceli Divanı, İran edebiyatı, Leylâ ile Mecnunun
farsçadan tercümesi, Yavuz Sultan Selim in ve Fuzulînin farsça
divanlarının tercümesi ve Yeni Gülşen-i Raz, Şarktan Haber
(İkbalden tercüme) Hüsrevî Şiirinin farsçadan telhisen tercü­
mesi, Esrar ve Rumuz ( İkbalden tercüme ) Zeburu Acemden
seçmeler ( İkbalden tercüme ) sıralanıyor. Ya bunlara eklenen
etüdler, makale, konferanslar.
Sayın A li Nihat Tarlan yalnız fars edebiyatiyle uğraşma­
mıştır. Klâsik şiirlerle yakından ilgilenmiştir. Garb edebiyatını
yakından tanımaktadır. Bütün bunlardan sonra kendisi de her
iki dilde şâirdir. Türkçe, farsça şiirlerinin 1953 yılında Güneş
Yaprak isim li bir kitabında toplamıştır. Onu gördüğüm zaman
iki şeyin hasretini duymuşumdur. Birincisi bizim klâsik şiiri­
mizin büyük üstadları işte onun gibiydi. Onlar kendi devirleri­
nin en ileri edebiyatı olan farsçayı işte böyle biliyorlardı. Fuzu­
lî, Bakî, N ef’i, Nedim, Şeyh Galip böyle bir kültürle yetişm iş­
lerdi. Türkçede farsçada şiir yazabilecek bir kudrette idiler.
Bunların arasında Fuzulî gibi ayrıca farsça bir divanı olanlar
vardı. Onun için bunlar fars şiirinin mukallidi değillerdir, sa­
hipleridir. Kendi devrinin en ileri edebiyatında böyle bir şâir
olabilmek ne mutludur.
İkincisi sayın A li Nihat Tarlandan yaşça küçük, çok küçük
olmak isterdim. Onun ders verdiği Edebiyat Fakültesinde öğ­
renci olabilmek için.

Orhan Seyfi ORHON


SAYIN PROF ALİ NİHAT TARLAN BEY HAKKINDA;

Çok sevip her zaman hürmet ettiğim A li Nihat Tarlanı 4-5


senelik Üniversite tahsilim esnasında tanıdım. Bu zaman zarfın­
da gerek tez çalışmalarımızda, gerekse İlmî eser incelem eleri­
mizde edebî sohbetlerimiz olmuştu.
Prof. Ali Nihat Bey, eserlerini elimden bırakamadığım, her
bakımdan mükemmel, takdire, hürmete lâyık bir ilim adamı.
Bana edebiyatı sevdiren sayın hocam A li Nihat bey oldu
Üniversiteye girdiğim günlerde hocanın ilk dersine girecektik.
Nihayet o an geldi... Ve içeriye gayet temiz-titiz giyinmiş, yaşlı
boyu uzuna yakın nuranî bir yüzü olan zat girip kürsüye doğru
ilerledi. Beklenen ders başlamıştı. Bu öyle bir dersti ki bütün
talebe pür-ciddiyet sanki insanı doyuran bir m usikiyi dinliyor­
duk. İnsan her şeyi unutup tesirli sözlerle kendinden geçiyordu.
Ders zili çalmış hiç farkında değildim. Zaman nasıl geçmiş,
ders ne çabuk bitmiş bilmiyordum. Zil çaldığı zaman, ziraz da­
ha devam etse diyordum.
İşte edebiyat zevki, edebiyat heyecanı bende o zaman baş­
lamıştı. Ve ilhamları, fikirleri ile okşayıcı bir edebiyat duygusu
kî bütün benliğim i sımsıkı sarmıştı. Edebiyat zevkini yudum
, yudum tadarak yetişmem i de sayın kıym etli hocama borçlu­
yum. Çünkü bana çalışmalarımda yön veren, ışık tutan değerli
hocam olmuştu. Yalnız bana değil, bütün talebelerine de aynı
şekilde davranır eşit m uamele ederdi.
Küçük yaşta iken farsça kültürü alan hocamız bu bakımdan
tam manasiyle edebiyat kültürüne, ilm ine vakıftılar. Yaşlı ol­
malarına rağmen, edebiyata olan aşklarından ötürü ruhen
gençtiler. Hiç unutmam bir tez çalışmasında:
t I

} . — 147 —

Bir orijinal beyti açıkladılar. Ve «bakın çocuklar ne güzel


işlenmiş, bambaşka bir ruh var. İnsan edebiyatı nasıl sevmez.
Bana başka yüksek bir m evki verip değiştirelim deseler. Buna
imkân yok. Aksi halde istifa ederim...» dediler.
O hakikaten m esleğine vakıf olduğu kadar, m esleğini se­
ven derin bir insan. Muhterem hocam; yerini kimsenin doldura-
mıyacağı umman, bir ilim deryası, mütevazı, olgun, kültürlü,
ahlâk sembolü, tek kelim eyle her bakımdan mükemmel bir İs­
tanbul efendisidir.

A fife SALEPÇİ
HOCAM ALİ NİHAT TARLAN

Mithat SERTOĞLU

İkinci Cihan Savaşı’ndan evvelki rahat, m es’ut, endişesiz


günlerde Edebiyat Fakültesinde talebe idim. Fakülteye yazıldık­
tan sonra ilk sömestir ders programına bir göz attım. En başta
Fuat Köprülü’nün adı vardı. Türk edebiyatı tarihi okutacaktı.
Sonra Reşit Rahmeti Arat; Türk filolojisi, Râgıb Hulûsî Özden;
Genel Lengüistik, A li Nihat Tarlan; m etinler şerhi ve farsça,
Ahmet Câferoğlu; dil tarihi, Rif’a't Bilge (K ilisli); arapça:
İlk girdiğim ders de Ali Nihat Tarlan’m m etinler şerhi dersi
oldu.
O devirde edebiyat okumağa hevesli olanların çoğu biraz
şâir ve hepsi şiire çok düşkündü. O günkü derste henüz tanışm a­
dığım iki kişi önündeki sırada oturuyorlardı. Behçet Necâtigil
ve o zaman soyadı Erencan olan Cahit Külebi. Hocamız o fev­
kalâde güzel rık’a yazısiyle Ahmedî’nin bir beytini tahtaya yaz­
dı. Sonra evvelâ «metinler şerhi» nin konusundan ve genel m e­
todundan bahs açtı. Nihayet beyti şerhetti. Ben, bu şiirin tama­
m ını biliyordum. Hattâ ezberimdeydi. Ancak, o zaman daha ev­
vel bu beyti hiç anlamamış, yahut bambaşka türlü anlamış ol­
duğumu sezdim. Ali Nihat Tarlan, kilitli bir odayı açıyor, bura­
daki kilitli bir dolabın kapısını aralıyor, içindeki kilitli sandı­
ğın kapağını kaldırıyor, bu sandıktan kilitli bir kutu çıkarıyor
ve onun içinde bulunan parlak bir mücevheri bize gösteriyordu.
Bizler ise daha evvel o odanın ancak kapısına kadar varabil-
miştik.
O zaman anladım ki, bütün m esele bu kilitleri açan anah­
tarları elde etmekti. O anahtarlar ise, Hocamız’m elinde idi. Ve
bize sâdece:
Elinizi uzatın ve alın! Diyordu. Ne çâre ki bu kolay de­
ğildi. Bu yüzlerce anahtardan bir kaçını ele geçirmek için y ıl­
larca göz nuru ile kafa gücü harcamak lâzımdı.

Ali Nihat Tarlan’m hocalık - talebelik münâsebetinden ileri


bağlarımız Dârüttâlim’de kuruldu. Burası, Şehzâdebaşı’nda bu­
gün m evcut olmayan Letâfet Apartmanı’nm altında, bugün
m evcut olmayan bir - eski deyim le - kırathâne idi. Camlı kapı-
smdan girilince sol tarafta Edebiyat Fakültesi’nin hocaları ve
onları saygı ile dinleyen bir kısım talebeleri oturuyorlardı. Çok
zaman aralarına şehrin bazı tanınmış fikir adamları da karışır­
dı. Ali Nihat Tarlan ve Mükrimin Halil Yinanç hocalar içinde en
sık görülenlerdi. Rıfkı Melul Meriç, Emin A li Çavlı ve Doktor
Lâmi Topuzluyu, bütün kış boyunca hemen her akşam burada
bulmak kabildi. Münib Tunç’u da öyle... Bu topluluk yaz ayla­
rında başka katılmalarla «küllük» de veya kestâne altındaydı.
Yahya Kemâl’in yalnız kestâne altına geldiğini hatırlıyorum.
Ahmet Hamdi Tanpmar ve Abdülbâki Gölpmarlı hem Küllük-
de, hem kestâne altında bulunurlardı.
Bu sıralarda biz lâfa karışmaz, yalnız dinlerdik. Amma, bu
sohbetlerin tadını ömrümce unutmıyacağım. Zarif nüktelerin,
ince esprilerin şimşekler gibi çaktığı, arada râhat ve tatlı nükte­
lerin yükseldiği bu cidden üstün seviyeli, Akademik sohbetler
sırasında çok zaman sormağa ihtiyaç hissetmeden sadece dinle­
yerek öğrenip elde ettiklerim , dört yıllık Fakülte hayatımda
Fakültede öğrendiklerime hiç olmazsa müsâvîdir. Merhum Rıfkı
Melûl Meriç, 1938 yılında «Zâviye-i Esâfil-i Şark» ı ikinci def’a
açtığı zaman her hafta cumâyı Cumartesiye bağlayan gece
onun evinde toplanmağa başladık. Bu ev, Şehzâdebaşı hamamı­
nın arkasındaki sokakta idi. Rıfkı Melûl, şark usûlü râhat se­
dirlerle çevrili bir oda döşemişti. Ortada bir mangal vardı ve
burada çay demlenirdi. Bu vazife de bana aitti. En mümtaz fi­
kir ve ilim adamlarının toplandığı «zâviye» tam bir düşünürler
kulübüydü. Burada geçen konuşma ve tartışmaları nasıl can
— 15© —

kulağiyle dinlerdik. Dağarcığımızı doldurmağa nasıl çalışırdık.


Saat bazan 2’yi, 3’ti bulurdu. Bir keresinde dağıldığımız zaman
ufuklar ağarmağa başlamıştı. O gece A li Nihat Tarlan’ı dinle­
miştik. Bütün zamanı onun doyulmaz sohbeti doldurmuştu. Ka­
pının önünde ağaran ufka bakarak:

^B ir şu le si var ki şem’-i canın


Fânûsuna sığmaz âsümânın )
beyti oldu.

Hâlâ «sohbetin lezzetiyle mest» bir halde bulunan Ahmet


Hamdi Tanpınar, elini onun omuzuna koydu ve bu beyti* bazı
kelimelerini değiştirerek tekrarladı.

Bir nüktesi var ki fasl-ı cânın


Fânûsuna sığmaz âsümânın

Bu güzel günler birden bitti, ikinci Cihan Savaşı başladı:


Fakülteden mezun olup askere gittik. Hepimiz birer tarafa da­
ğıldık. Üç yıl sonra askerliğim sona erip m em uriyet hayatına
başladım. O topluluk bir daha bir araya gelmedi. Ahm et Hamdi
Tanpınar, Mükrimin Halil, Kıfkı Melûl ve bazı diğer aziz vü-
cudlar aramızdan ebediyyen ayrıldı. Ben bir ara Şehzâdebaşı
ile Lâleli arasında oturdum. A li Nihat Tarlan’ın evi beş daki­
kalık yerdeydi. Yüklü çalışmalarla geçmiş zamanım fırsat ver­
dikçe ona giderdim. Yukarıda, kütüphane odasında elektrikli
cezvede eliyle pişirdiği kahveleri içer, şiir ve edebiyattan ko­
nuşurduk. Daha doğrusu hen sorardım, o anlatırdı. Bize kadar
gelen neslin bütün tanınmış simaları hakkında ondan o kadar
çok şey dinledim ki, adetâ kendileriyle birlikte yaşamış gibi ol­
dum. Onun evinden her dönüşte zihnimde bir portre götürür­
düm. Bir Hâmid portresi, bir Ekrem portresi, bir Tevfik Fikret
portresi...
— 151 —

A li Nihat Tarlan’dan biz yalnız ilim değil, daha mühim bir


şey öğrendik: Onun sonsuz nezâketi, sonsuz tevazu ve zarafeti,
büyük insan kalbi, tertemiz ruhu, apaçık karakteri ve bilhassa
Allah’ın yarattığı her şeye karşı duyduğu hudutsuz sevgi ve
hayranlık bizi ömrümüzce kurtulamıyacağımız bir tesir altında
bırakmıştır.
Hayatta m eziyyet sahibi birçok kimse tanıdım. Lâkin, ku­
sursuz insan olarak tanıdığım iki kişiden biri A li Nihat Tar-
lan’dır, öbürü esasen Hakk’m rahmetine kavuşmuş bulunuyor.
Bugün için yalnız o var. Bugün hâlâ bütün zamanlarını doldu­
ran sonu gelm ez çalışmalarım, onu istediğim kadar sık görme­
me engel oluyor. Bu halin ıztırabını her zaman duyuyorum.
Amma, her görüşümde ondan çok şey alıyorum. Şüphesiz ki
ona verecek bir şeyim yok. Çünkü onda herşey var... Lâkin
benim de ona karşı beslediğim derin ve anlatılmaz bir sevgim ve
hakikaten ölçüsüz bir saygım var. Bende olan, bundan ibaret,
ancak, benim için çok değerli bir hazine.
Düşünüyorum ve A li Nihat Tarlan’ı tanımayan ve sevmi-
yenlere çok acıyorum. Sonra. Onlardan biri olmadığım aklıma
geliyor da çok seviniyorum.
HOCAM İÇİN

K ıym etli hocamın büyük bir ustalıkla düzenlediği « Edebi­


yat Gecesi » nde, divan şairlerinden « Nedim ve se v g ilisi» sah­
nesini bir arkadaşla oynıyacaktık. Sahne o devri canlandıran eş­
yalarla süslenmiş, ben ve Nedim arasıra şarap içecek, sakisi de
ben olacaktım tabiî. Hocanı bir arkadaşa « Git şıra al, şu renkli
sürahiyi doldur » diye tenbih etmişti. N eyse « Edebiyat g e c esi»
davetlilerine devir devir sunulmıya başladı. Son sahne bizimdi
ve bir hayli uzundu. Sıramız geldi, dekorumuz kuruldu, perde
açıldı, Nedim tatlı tatlı şiirlerini söylentiye başladı: Biraz sonra
sevgilisi olan ben içeri girdim. Başladık karşılıklı sahnemizi
oynamıya. Tabiî ben bu arada arkadaşıma sürahiden şarap ye­
rine şıra ikram etm eyi ihmal etmiyordum. Fakat birden Nedi­
min yüzünden ter fışkırmaya başladı. Fazla heyecanlandığını
düşündüm. Ama sahne ilerledikçe arkadaşımın kürklü hırkası
omuzlarında ağırlaştı, takma sakalı, bıyığı terden yerinden
kurtuldu, yüzü kıpkırmızı kesildi. Sesi bir yükseldi, bir kısıldı,
bir coştu. Davetliler bu coşkun heyecandan memnundular, ben
de ona uymıya çalışıyordum ama vaziyet bana pek normal gö­
rünmüyordu. Neyse büyük bir alkışla perde kapandı. Etrafımız
bizi tebrik edenlerle bir anda doldu. Birden Nedimin « su » di­
ye bağırdığım duydum « Çabuk bana su verin yanıyorum » .
Meğer bize şıra alacak arkadaş onun yerine, renkli sürahi­
ye bol biberli turşu suyu koymuş...
Hocam benim en tatlı anılarım fakülte yıllarındadır. Baııa
faydalı olan siz hocalarım daha nice gençlere seçtikleri yollar­
da ışık tutacaksınız. Var olun...

Perihan TEDÜ
ALİ NİHAT HOCA

Bir yabancı düşünür: «Bir şehirde bir gün kalırsanız, ora


hakkında bir kitap, üç gün kalırsanız bir makale, yıllarca kalır­
sanız hiçbir şey yazamazsınız.» diyor... Bu fikir insanlar için de
doğru galiba... Az tanıdığımızbir kimse hakkında anlatacak pek
çok şey bulabildiğimiz halde, çok yakınımız olan; hayatımızda
önemli roller oynayan bir insanı anlatmıya kalkınca, belki de
sayısız anıların aynı anda zihne hücumu yüzünden söze ve yazı­
ya başlamak güç oluyor...
Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan... İlmi, irfanı hakkında yetkililer;
hocalığı, nezaketi hakkında diğer öğrencileri pek çok şey yaza­
caklarından ben, aziz Hoca’mızm bu konular dışında kalan cep­
heleri hakkında durmak ve kendileri ile ilgili birkaç anımı nak­
letmek istiyorum; fakat yazık ki şu anda aklıma gelen olaylar
zinciri hep özel hayatımla ilgili... Fakat anlatacaklarım, aziz
Hoca’mm «İnsanî» yönünü çok iyi belirttiği için beni mazur
görürsünüz sanıyorum...
Dördüncü bir hızla geçmiş olan ardımda bıraktığım yıllara
baktığım zaman; yalnız Üniversite değil, ondan sonra da tâ bu
güne kadar, kesintisiz olarak aziz Hoca’mı hayatımın içinde gö­
rüyorum ...Yirmi yıla yaklaşan bir zaman kadrosu içinde, önce
bir öğretmen - öğrenci bağı olarak başlayıp, sonra gücünü «bir­
birine sonsuz güven» hissinden alan ve bir ömür boyu devam
edeceğine inandığım bir dostluk... Ve bu dostluğun üstünde;
ona daima kol kanat geren tükenmez bir hoca şefkati ve sonsuz
bir talebe hörmeti...
— 154 —

Hoca’mm, hayatımda önemli rol oynayışım yukarda kay-


dedişim, gelişigüzel söylenmiş bir söz değildir .. .Hattâ bu güne
kadar herkesten gizlediğim bir gerçeği şimdi açığa vurarak di­
yeceğim ki vaktiyle hayat eşimi seçişimde bile Hocam rol oyna­
mıştır. (Hattâ Hoca bile bugüne kadar bilmediği, kendisiyle
ilgili bir gerçeği böylece öğrenmiş olacak.)
(Türkoloji’nin son sınıfında okurken, bir gün Hoca’ya lâf
arasında, artık evlenm ek istediğimden bahsedince, biraz dü­
şündükten sonra: «Eş seçmek gerçekten güç; dün dersimde ya­
nında halim selim bir kız arkadaşın oturuyordu. Onunla evlen­
m eyi hiç düşündün mü? Onu alsan bana m es’ut olursun gibi
geliyor.» deyişi, artık başka kız arkadaşlar üzerinde düşünme­
mem için kâfi bir sebepti... Ve gözüm kapalı bu izdivaca karar
verdim ... Fakat müstakbel eşim le ilk anlaşmazlığımız yine sev­
gili Hoca’mız yüzünden çıktı. O da Hoca’yı benim gibi katıksız
bir hörmet ve muhabbetle sevdiğinden, nikâh şahidinin Hoca
olmasında İsrar ediyordu. Bense, daha önce aynı şeyi bu en
aziz Hoca’mdan rica etmiş, o da m em nuniyetle kabul etm işti...
İkimiz de inatlarımızdan vazgeçmediğimizden, değil nikâhımıza
onu takip eden düğünümüze bile, diğer Profesörleri dâvet etti­
ğimiz halde Hoca’yı çağırmadık... Bu durumda kim olsa bize
darıIırdı.İÇ Hoca'ya gelince: Ne yaparak sıradan bir kimse olma­
dığını, dostluğunun ne kadâr kuvvetli olduğunu gösterse beğe­
nirsiniz? Evliliğim izin haftasına, eşim in çalıştığı müesseseye
uğrayıp, önce izdivacımızın hayırlı, uğurlu olmasını diledikten
sonra, elindeki paketi uzatarak: «Nikâh ve düğün telâşı arasın­
da benim dâvetiyeyi herhalde unuttunuz. Bense tarihini bilm e­
diğimden bu m es’ut gününüzde bulunamadım... Şunları ömür
boyu m es’ut olmanızı diliyerek sizlere getirdim.» diyerek bizim
hanıma veriyor.j>
^Akşam üzeri, eşimi almıya m üessesesine uğradığımda; se­
vinç, heyecan ve mahcubiyetten gözleri yaşararak titrek bir
sesle: «Hoca’nın bu asil ruhu ve davranışı karşısında utancım­
dan, o anda hani yer yarılsa da içine düşüversem, diye dua et­
tim.» dedi.)
— 155 —

Pakette Hoca’mızm ithaflı bir resmi ve yeni eserlerinden


başka; son derece zarif kristal bir tatlı takımı vardı... Kırmak­
tan korkarak onu, daima büfede saklıyorduk... Bir gün eşim
tozunu alırken, büyük altlığı çarpıp çatlamasın mı? O gün ha­
yatının en üzüntülü günlerinden biri oldu... Üstelik ertesi sa­
bah, Hoca erkenden bize uğrayıp, eşimi ağrıyan kulağı için
doktora götürecekti...
Ertesi günse İstanbul sayılı soğuk günlerinden birini yaşı­
yordu... D eğil sokağa çıkmak, oturduğum apartmanı bile doğru
dürüst ısıtmak mümkün olmuyordu... Onun için de Hoca’ya te­
lefon edip, doktor işini başka güne bırakmıya karar verdik. Tam
ahizeyi elim e aldığımda kapının zili çalındı... Gelen Hoca’ydı.
Ve: «Haydi çocuklar gidelim, daha siz hazırlanmadınız mı? di­
yerek içeriye girdi... Meğer soğuk yüzünden kendisine telefon
edeceğimi tahmin ettiğinden, istiyerek randevü saatinden biraz
önce gelm iş... O gün, Hoca’yı doktora gitm ekten vazgeçirmek
için bin dereden su getirdik; hattâ eşim artık kulağının ağrı­
madığını söylediyse de Hoca’ya dinletemedik... Üstelik: «Tele­
fon edeyim, bir taksi gelsin, ayaz bıçak gibi kesiyor; durak epey
uzak.» teklifime: «Ben taksiye alışık değilim, otobüse binip
konuşa konuşa gideriz.» diyerek bizim en ufak masraf etmemize
bile meydan verm edi... Ve Hoca’mız ufacık bir ağrıyı dindirme
uğruna, kendi sıhhatini tehlikeye koyacak kadar dost canlısı
olduğunu böylece bir defa daha göstermiş oldu... «Kendi sıh­
hatini tehlikeye koyacak kadar» deyişim boşuna değil; zira o
sıralarda Hoca’nın üst üste geçirdiği rahatsızlıklar, böyle ha­
valarda sokağa çıkmamasını gerektiriyordu.. .p ’
Fakat aziz Hoca’mız kendi sıhhati üzerine nasıl titrediğini
de çok iyi bilir... Hattâ bizde üst üste sigara yaktığını görünce,
kendiliğinden asılıveren suratımı eşime göstererek: «Kızım, bi­
zim evde Hanımdan ve Adnan’dan (Hoca’mızm altın kalpli bi­
ricik oğlu) bur da da Serm et’ten bize rahat yok ki şöyle denize
baka baka bir sigara içeyim ... Biraz sonra yemekte bir kadeh
rakı istesem, (sıhhatin bozulacak) diyerek onu bile vermek is-
temiyecek, diyerek tatlı tatlı sitemde bulunurdu... (Sırası gel­
— 156 —

m işken|şünu da kaydedeyim ki bazılarının sandığı gibi Hoca


çok içmez; çok az içer; bir, bilemediniz iki kadeh.,. (O da ak­
şamdan akşama... Hem de üstelik her akşam değil) Hoca, içkiyi
değil, Atatürk gibi «meclisini» sever.)^
£|Aziz Hoca’mızı, istem iyetek çok üzdüğümüz, hattâ ağlattı­
ğımız bir gün de oldu... Eşimle «dostça!» ayrılmaya karar ver­
m iştik... Hoca, bunu öğrenince çok üzüldü... Kararımızın erte­
si günü, eşimi almıya iş yerine uğradığında Hoca’yı orda bul­
dum. Bu yuvanın kurulmasında rol oynadığından şimdi onun
yıkılışını görmek Hoca’yı sarsıyor ve artık bizden bile şaklamı-
ya lüzum görmediği yaşlar nurlu yanaklarına doğru iniyordu.
Onun bu candan üzüntüsü karşısında kendisini biz teselli edi­
yorduk... Uzaktan bizi görenler, mutlaka Hoca’mızın büyük
bir kederi olduğuna bizim de onu teselliye çalıştığımıza hük­
mederlerdi. Bu sıkıntılı durumu biraz olsun gidermek için:
«Hoca, dedim, çok istediğimiz halde, ikimizin de nikâh şahidi
maalesef siz olamadınız; hayır duanızı alamadık... Onun için
de içimizde bir ukte kaldı... Ve bu evlilik yaşamadı... İkinci
izdivacımda, nikâh şahidi olarak mutlaka sizi rica edeceğim...
Belki eşim de aynı şeyi yapacak... Ve böylece içimizdeki üzüntü
de sona ermiş olacak... Zaten siz, bizi m es’ut görmek istemiyor
muydunuz? (Size hiç yakışmıyor böyle gam keder şim di), di­
yerek Hoca’mızı o anda güldüremesem bile tebessüm ettirebil­
m iştim ... (İkinci evliliğim de nikâh şahidim her halde aziz Ho­
cam o!acak.)||

Hoca’mı bir defa daha ağlattığım ı hatırlıyorum... Fakat bu


seferki m ahiyeti itibariyle üzüntünün çok üstündeki bir histen
ileri geliyordu... Hoca’nın ruhunun hassasiyetini göstermesi ba­
kımından zikre değer: Bir gün, daha sonra Cumhuriyet gazete­
sinde tefrika edilen «Aşk Herşeyin Üstünde» adlı romanımın
m üsvettelerini Hoca’ya okuyordum... Tam arslan gibi bir Meh­
metçiğin cephede yaralandıktan sonra hastahaneye gelişi ve
burda kendisini hayata kavuşturan Prenses Elisabeth Obolens-?
ky’ye babasının tek yadigârı olan gümüş savatlı yüzüğünü par­
mağından çıkararak verişi sahnesine gelmiştik, birden içimde
bir burkulma hissettim. Prenses Elisabeth’in aslen Rus olduğu
halde, bir Türk’e aşkı yüzünden İstanbul’a gelerek Rus cephe­
sinde çarpışan Türk askerlerini tedavi edişinden ziyade, Meh­
metçiğin m innet hislerini ifade için baba yadigârı yüzüğünü
parmağından çıkararak: « Hanım abla, hayatımı kurtardın, A l­
lah senden râzı o lsu n ; sana verecek başka hiçbir şeyim y o k ;
al şu belgüzer olsun.’ diyerek titrek parmaklan ile yüzüğü uza­
tışı, sanki birden o ânı yaşıyormuşum gibi gözlerimin önünde
canlanmış ve beni ziyadesiyle duygulandırmıştı... Hem üstelik,
Batı kültürümün büyük kısmını kendisine borçlu olduğum bu
yüce ruhlu Prenses, ölümünden önce, en kıym etli hâtırası ola­
rak sakladığı o yüzüğü bana gösterm işti... İşte bütün bu hisle­
rin tesiriyle, zaptedemediğim gözyaşları yavaş yavaş yanakları­
ma doğru süzülmeye başlamıştı. Fakat bu sırada elimin üzerine
başka bir sıcak damlanın düştüğünü hissettim... Hayretle başı­
mı kaldırınca, Hoca’m ın bu sahneden mütehassis olarak için için
ağladığını ve aydınlık yüzünden, pek yüce hislerin çıkarttığı
billûr gibi saf, temiz gözyaşlarının süzüldüğünü gördüm. İşte
bunlardan birisi, Hoca yanımda oturduğundan sağ elimin üze­
rine düşmüştü... Bir müddet hiç konuşmadık... Mehmetçiğin kat­
landığı meşakkatleri ve ruh asaletini ruhumuzda bir defa daha
duyarak için için ağladık... Fakat ne yalan söyleyim , Hoca’yı bu
seferki ağlatışım yazı hayatım için bana güven verdi... Ve bu
bakımdan da Hoca’yı bir desjtek olarak dâima yanımda buldum...
Zâten gerçek dostluk; hayatın her safhasında eksilmeden de­
vam eden bir şefkât, bir yardım değil midir?

^feâzıları aziz Hoca’mızı sâdece Divân Edebiyaü’nı en iyi bi­


len kimse sanırlar. Bâzıları da, İran Edebiyatı hakkında en yet­
kili profesör olarak O’nu görüp farsçayı ana dili gibi bilişine
şaşarlar. ( Hattâ bu yüzden bir dostu kendisine Acem Nihad di­
ye takılmış ve bu ad sonra samimî arkadaşları arasında yayıl­
mıştır ) .
Fakat ben Hocâ’mızm bu konular dışında kalan ve birçok-
— 158 —

iannın bilmediği bir cephesine değineceğim. Hoca, yalnız Doğu’-


ya değil, Batı’ya da pencere açıp ufkunu son derece genişletm iş
nâdir ‘aydın’ profesörlerdendir.!!
£K üçük yaşta devam ettiği Fransız okulunda öğrendiği fran-
sızcasım kendi gayreti ile geliştirip birçok ünlü yazarın eserini
aslından okumakla kalmamış, aynı zamanda onlardan çok be­
ğendiklerini türkçeye çevirmiştir. ( Yazık ki bu çevriler bir
yangında kül olmuştur )X
Bu yüzden de eski bir Fransız Filolojisi öğrencisi olan be­
nimle, Hoca’nın birçok Fransız yazarlarını tartıştığını, eserleri
arasında kıyaslamalar yaptığını şimdi bu ‘diyâr-ı küfr’ de bile
hatırlıyorum...
(Öoca, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen fransızcayı unut­
mamıştı... Hattâ şu gerçeği de sırası gelmişken belirteyim ki
beni doktora yabancı dil imtihanına hoca çalıştırdı. Ve onun sa­
yesinde m uvaffak oldum...
Ayrıca Hoca, birkaç yıl önce Paris’e gittiğinde, orda kaldı­
ğı aylar zarfında, hiç güçlük çekmeden fransızca konuşmuş ve
fransızca eserleri rahatlıkla okumuştur.)
Belki de Hoca, Doğu kültürü yanında, küçük yaşta aldığı
Bata kültürü sayesinde ; şahsında, b u ik i kültürü bizi her ba­
kımdan değerlendiren, zenginleştiren ve yücelten ana özellik­
lerini birleştirmiş ve bu yüzden nadir « orijinal şahsiyetlerden »
biri olmuştur...
Meselâ; Doğu’nun gelenekleşmiş zamana önem vermeme
âdeti Hoca’nın lügatinde yoktur ...B atı’nm bu güzel geleneğini
benimsemiş olan Hoca, zamanını en iyi şekilde değerlendirmiye
hayatı boyunca gayret etmiş ve bu sayede ölümsüz eserler ha-
zırlıyabilm iştir...
Ayrıca Hoca, hastalık derecesinde randevülerine sadıktır.
Bunca yıl, kararlaştırılan saatten beş dakika geç kaldığım gör­
medim... Hattâ birkaç defa hasta yatağından çıkıp geldiği ol­
du... Oysaki bana frenklerin «Un quart d’heure academique»
tâbirini Hoca öğretmişti...

Doğu’nun tem izliğine Hoca, Batı’mn giyim kuşam hususun­
da gösterdiği titizliği de eklem esini bilm iştir... Bu yüzden de
Hoca’yı ihmal edilmiş bir kılık kıyafette görmek imkânsızdır...
Ayrıca, renk seçim ine çok önem verdiğinden daima elbisesine
çok uyan bir kravat, bir şapka ya da bir ayakkabı ile Hoca’yı
görmüşüzdür...
K ılık kıyafet, ruhun aynasıdır. Onun için de Hoca bu ka­
dar zarif giyiniyor dersek, gerçeği bir başka bakımdan ifade
etmiş oluruz.
Fakat şunu da belirtmek yerinde olur ki, Hoca’nın giyim i­
ne kuşamına bu kadar itina etmesinde hususî hayatı da çok
yardımcı olmuştur... Evinde; her bakımdan üstüne titriyen al­
tın kalpli muhterem hayat arkadaşı başta olmak üzere, herkes
Hoca’nın arzularını yerine getirmek üzere onun yardım cısıdır...
Zaten, bu kadar huzurlu bir ev düzenidir ki Hoca’ya istediği
gibi çalışma imkânını; giyim kuşam hususunda dilediği titizliği
gösterme yeteneklerini sağlam ıştır... Hoca da kendisine gös­
terilen bu ihtimamı, bu aşırı sevgi ve şefkati hiçbir zaman suiis­
timal etm em iştir... Hattâ bir gün çok zarif, çok güzel gelinin­
den bahsederken: «O kadar hassas, o kadar ince, o kadar çok
beni düşünüyor ki, bazen rahatsız ederim düşüncesi ile bir bar­
dak su istem iye tereddüt ediyorum... Hani öz kızım olsa ancak
bu kadar severdim.» dem işti...

Hoca’mızm tek talihsiz tarafı, herhalde kalbinin aşırı te­


mizliğinden olacak, her samim iyeti gerçek, her tebessümü dost
sanışı olmuştur. Bağlandığa insanlara da kalbinin bütün sami­
miyeti, şefkati ve m uhabbetiyle açıldığından; onlardan ihanet
görünce de; ıztırabı, kini, sevgisi kadar kuvvetli olmuş ve bu
kimseler kalbinde derin yaralar açmışlardır...
^Şuna inanıyoruz ki Hoca’yr yakından tanıyıp da sevmemi-
ye imkân yoktur. Onun düşmanları;, ya kendisini yeteri kadar
tanımıyanlar, ya da«Hak bellediği yoldan şaşmamayı» prensip
edinen Hoca’nın yüzünden küçük, hasis menfaatleri çiğnenenler­
— ■ 160 — ■

dir... Nitekim bu tiplerden birisi, tezinin reddedilişi Hoca dan


bildiğinden, birgün Hoca’nın aleyhinde ileri geri söylem iye
başlayınca, işin iç yüzünü bildiğimden: «Bakın, Hoca, sizin hak­
kınızda hiç de kötü şeyler düşünmüyor. Hatta tezinizi reddeden
kliğe karşı cephe alıp, o tezin yeniden kabulü için çalışıyor. İs­
terseniz, Hoca Üniversite’deki odasında; hemen şimdi gidelim,
gerçeği kendi ağzından da duyun.»... Ve gittik. Dinledikleri
karşısında herhalde söylediklerine pişman olacak ki, ağlıyarak
Hoca’nın ellerine sarıldı... Eğer Hoca ile ilgili her başlıyan
«yanlış anlaşma», vaktinde hal yoluna girseydi, birçok hissi
hükümler gibi birçok can sıkıcı olaylar da önlenmiş olacaktı...
Fakat «Doğruların yardımcısı olan Hazret-i Allah» Hoca’yı, bu
gerçekten can sıkıcı olan bazı çatışmalardan selâm etle çekip
çıkartmıştır.

*
^Hoca’ııın çalışırken yorulmayışına, üst üste uzun saatler
çalışma odasından çıkmayışına hep hayret etmişimdir... Hoca,
birgün bunun sırrını şöyle açıklamıştı: «Yavrum, ben çalışırken
dinleniyorum... Yeter ki saat başı kahvem eksik olmasın...»
(Kahveye düşkünlüğü yüzünden, bir tarihte kahve ortadan
kalkınca devrin Vali ve Belödiye Başkanı olan Ord. Prof. Dr.
Fahrettin Kerim’e bir «Kahvenâme» yazarak yüz gram kahve
elde etm esini bilmiştir.
Birşey öğretirken, konuya o kadar çok kendini verir ki ba­
zan geçen zamanı bile unutur... Bu yüzden de, bu «cahil öğren­
cisine», Üttiversite’ye iyi bir dereceyle bitirmesine rağmen,
özellikle Divan Edebiyatından birşeyler öğretmek isterken,
-hele mevsim yazsa İçerenköyü’nde oturduğundan- evine çoğu
zaman geç kalmış, fakat daima birşeyler öğretmiş olmanın haz­
zını tatm ıştır... İşte en kuvvetli tarafı, bu yanı olduğundan,
o’na sıfatların en kutsalı olan «Hocalık»; ünvanların en lâyık
olanıdır... Hattâ kanaatimce bu, Profesörlüğünden, Doktorlu­
ğundan da üstündür... Onun için de yazım boyunca kendisinden
hep Hoca’m diye bahsettim...
Zaten biz öğrencileri çoğu zaman, adını bile kaldrup: «Ho-
ca’yı, gördüm, Hoca gelecek, Hoca gidecek.» deriz. Nitekim bu
yaz, tatilim i geçirmek için Türkiy’eye döndüğümde, Hoca’nın
eski öğrencilerinden ve halen Nötre Dame de Sion Lisesi’nin
edebiyat öğretmenlerinden Leylâ Nim et (En güzel şiir okuyan
Hanım Hocadır ve Hoca’m ızın katıksız hayranlarındandır.
Hatta o kadar ki birkaç yıl önce Hoca; Leylâ ve Mecnun sah­
nesinde (Şehir Tiyatrosunda verilecek tem silde) sahneye çık­
masını kendisine teklif ettiğinde, öğrencilik yıllarındaki heye­
canı ile kabul etmiş ve rolünü canla başla hazırlıyarak büyük
bir başarıya erişmiştir.)
— Sermet, yarın bize gelir misin, sana güzel bir sürprizim
var, dediği zaman; İstanbul’daki en yüklü günümün o gün ol­
duğunu söyliyerek, mazeret beyan etmiş, fakat Leylâ N im et’in:
«Ama Hoca da gelecek» dem esi üzerine, ertesi günü bütün iş­
lerimi yüzüstü bırakıp soluğu bu eski arkadaşımın evinde al­
mış ve böylece tatilim in en güzel gününü geçirmiştim ...
' ' * ■■■■

İki yıldır Bruxelles Ü niversitesinde öğretim görevlisi ola­


rak Türk D ili ve Edebiyatı okutuşum Cenâb-ı Hak’km inayeti
ve Hoca’nın desteği ile olm uştur...
Birgün, Galatasaray Lisesi’nde dersten çıkmış, aynı zaman­
da Müdür Muavini olduğumdan Makam Odası’nda oturuyor­
dum... Telefon çaldı... Hoca’nın dost ve m üşfik sesi> bu gorev?.-
den bahsetti; arzu edersem beni seçeceklerini bildirdi... O şura­
da Fransa’ya iki yıllığına bir «incleme» gezisine gitm eyi düşü­
nüyordum. Bu yeni teklifi daha uygun bulduğumdan hemen
kabul ettim ...
Bruxelles’e geldikten sonra da, Hoca’nm dost elinin tâbu-
raya kadar şefkatle, muhabbetle uzandığını görüp çok sevin­
dim. Bunca işleri arasında sık sık mektup yazarak dost ve yurt
hasretini gidermesini bildi... Böylece de: «Gözden ırak olan,
gönülden de ırak olur» Atalar sözünü gerçekten tekzip edip
beni frenklerin: «Gözden uzaklaşan gönüle yaklaşır» sözüne
— 162 —

inandırdı... Ayrıca, lâyıkolm adığım sonsuz iltifatları ile mâne-


viyatım ı son derece kuvvetlendirip, ara sıra göndermek lütfun-
da bulunduğu yeni yayınları ile bana burda da destek olmasını,
bildi...
Şu anda bu satırları yazarken bile, yazı masamın tam kar­
şısında duran Hoca’mm cübbeli resmi, bu yabancı diyarda bile
kendisinden ayrı olmadığımı belirtmek ister gibi tatlı tebesüm
ediyor... Ve büyük Goethe’nin: «Sevdiklerimizle birlikte olmak
için, onların mutlaka yanımızda bulunması gerekmez.» sözünün
derinliğini daha iyi anlıyorum...
Düşünüyorum da bilgimin o kadar çok kısmını Hoca’ya
borçluyum ki... Fakat beni Hoca’ya minettar bırakan, büyük bir
sabırla öğrettiği özellikle Divan Edebiyatı ve edebiyatımızın
diğer bölümleri hakkındaki hazineler değerinde olan bilgiler
değil; daha başka birşey; hayat görüşüme verdiği formasyon­
dur: ...
Bugün Ulu Mevlâna’nm delâletiyle içimde «ilâhı huzuru*
duyuşumdaki Hoca’nın irşadı, bence üstümdeki emeklerinin en
Önemlisidir... Dünyaya, «Dünyanın fevkinden bakabilmek» fel­
sefesinin sağladığı ruh eğitim i sayesindedir ki bugünkü üma-
nist görüşe ulaşabildim... İşte Hoca’m ın bu em eği bence hep­
sinde yüce, hepsinden kutsal, hepsinden hörmfete ve m innete
lâyık olanıdır...
Nitekim geçen gün salonumda ünlü ressam Jef Leempoels’ün
kendisi gibi ressam olan hemşiresi ile sohbet ederken bir ara
onun, Hoca’mm resmini göstererek: «Cumhurreisiniz mi?» di­
ye sorması üzerine: «Gönlümdeki ilmin, irfanın olgunluğun
Cumhurreisi deyişim.» işte bu sebeptendir...

Fakat zannederim Hoca’yı, Hoca hakkındaki hislerimi,,
geçen gün ziyaretim e gelen milyarder ev sahibim Mr. Vanbeers,.
belki de farkında olmadan, şöyle ifade etti:
— Salonunuzda, Atatürk’ünkünden başka tek bulunan fo­
toğraf şu mutenâ yere asılm ış olan Profesörünkü olduğuna gö­
re, her halde hayatta en saydığınız, en sevdiğiniz kimse o ol­
m alı... Dost seçmekte, insanlara ısınmakta ne kadar titiz oldu­
ğunuzu düşühüncebu Hoca’nın ne kadar mükemmel, ne kadar
kusursuz olduğu kendiliğinden anlaşılıyor...

Hocam hakkında anlatılacak daha dünya kadar şey var...


Fakat ben yine de masa başına geçince, önce anıların birden
hücumu karşısında hangisini seçeceğim i şaşırdıktan sonra, her
biri gönlümün en derin köşelerinde silinmez anılar olarak sak­
ladığım H ocam la ilgili pekçok şey anlattım... Böyle kitaplarda
ise yer daima sınırlıdır. «Had» dimi aşmamak için satırlarıma
burada son verirken aziz Hoca’ma Ulu Tanrı’dan daha nice nice
sıhhatli, verim li yıllar diler; gönlümün bütün muhabbeti ile mü­
barek ellerinden hürmetle öperim...

Sermet Sami UYSAL


Bruxelies Üniversitesi Türk D ili ve
Edebiyatı Lektör’ü
16/XI/1964
PEOF. DR. ALÎ NİHAT TA RLAN IN FİKİRLERİ

Her insan fani varlığı ile geçip gidecektir. Fakat fikirler


baki ve ebedidir. Bu bakımdan bir insanın hayatı ne olursa ol­
sun, madde ile mukayyettir. O’na şahsiyet kazandıran; ve ce­
m iyet hayatında iz bırakan şey fikirleri, eserleri ve duygula­
rıdır.
A li Nihat Tarlan hocamın dostluğu. Karşılıklı ailevî görüş­
m eler, sohbetler, her zaman hatırlanacak unutulmaz bir değer
taşıyorsa bunun sebebi hocanın fikir ve ruh zenginliğidir. Bize
her sözü ile bir hakikat sırrım açmış, her nüktesinde insanı an­
latmış olan bu aziz varlığı saygı ile anarken yıllarca süren dost-
luğumuz’un inci anıları olan hikm etli sözlerini de bir bir nak­
letmek, vazifemdir. îsterdim ki her meseledeki düşünce ve
uyarılarını eksiksiz tesbit edeyim ve O’nun fikir dünyasında
hiç bir noksanlık kalmasın. Fakat ne yazık ki buna imkân yok.
Senelerce biriktirebildiğim sözlerini, sohbetlerimizde bize yeni­
den yaşattığı anılarını, hatırlıyabildiğim kadariyle iletm iye ça-
bşmaktan başka bir şey yapamıyacağım. Çünkü O’nun hakkın­
da bir eser hazırlanırken O’ndan bir şey istem eyi, o, doğru
bulmadığı gibi, biz de istem iye cesaret edemedik. O’nun tevazuu
bir takım anıların noksanlığını telâfiye mani oldu. Ancak şunu
da arzederim ki Ali Nihat Tarlan’m, bizde bıraktığı iz, insan
gönlünde yaktığı lem ’â, akıl ve idrak ufkumuzda çizdiği hedef
kadar büyük ve kudretlidir. Zaten her insan, tesir ettiği nis-
bette bir şahsiyettir ve O’nun kudret ölçüsü de budur. Onun
içindir ki A li Nihat Tarlan’m fikirleri ve kişiliği üzerinde en
— 165 —

doğru hükm ü, y ıllar y ılı üzerim izde y aptığı etki ve u n utam adı­
ğımız sözleri olacaktır. Bu gerçek de bizim en büyük tesellim iz
ve üm idim iz olm uştur.

— II —
Hocam! Aziz ve m u h terem üstadım , çocuklarım ın sevgi ile
bekledikleri, benim heyecanla karşıladığım büyük insan... Şu
anda senelerin n asıl geçtiğini anlıyam ıyorum . M eğer zam an,
ne aldatıcı imiş. Ve m eğer hikm et ve hakikat, ne büyük bir
m u tluluk ve huzur imiş.
Hz. P eygam ber aleyhisselâtu vesselâm cenneti, ilim m ec­
lislerine teşbih b u y u ru rk e n n e büyük b ir h ak ik ati ifade etm iş­
ler de kim se bunun fark ın d a değil. E vet A li N ihat T arlan ile
sohbet etm ek b ir fazilet ve b a h tiy a rlık tır. O’n u n la konuşurken
kalbiniz ve gözünüz sonsuza a ç ılır ve oradan h er m eseleye ışık
tutabilirsiniz. B ir gün Prof. Dr. SÜHEYL ÜNVER üstadım la
sohbet ediyordum , b ir a ra bana dönerek «Oğlum, k ü ltü r % 20
okum ak, % 80 sohbet etm ektir» dem işlerdi. O anda kendilerine
söyliyem edim am a içim den «Çok doğru efendim diyebildim .
Sizin v e A li N ihat T arlan gibi in san ların m eclisinde bulunup
dinlem ektir.»
Ali N ihat T arlan, sohbetin k ü ltü r, inanç ve ibadet olduğu­
n u gösteren b ir fazilet örneği, b ir ilim ve bilgi kaynağıdır. B ir
gün edebiyat üzerinde sohbet ediyorduk. K endilerinden yine
feyiz alm ış, yin e bazı sözlerini not etm iştim . E debiyata d air
sorduğum uz b ir suale şu cevabı verm işlerdi:

EDEBİYATA DAİR
Bir bahçede bir fidan yetişir. Bu, ilm in tetkik mevzuudur.
San’at de insan bahçesinde yetişen bir fidandır. O da aynı m e­
totla tetkik edilir. İnsan heyecanı nihayet bağzı uzuvlarda vü­
cuda gelen bir harekettir^Madde ile mana arasında da hiç bir
fark göremiyorum. Müsbet ilim insan ruhuna ne derece niifuz
ederse san’atin ilim usûlleri ile tetkiki de o derece ilerler. Mad­
— 166 —

de âleminin tetkikinde her an karşımıza aczimizi haykıran ne


problemler çıkıyor. Zavallı insan ilmi, mutlak karşısında ne ka­
dar âciz ve ne kadar hiçdir^Hakikî bilgi karşısında insanların
güneşin ortasında köşkler kurması hiç bir şey ifade etmez. Bir
meçhulün fethi karşımıza yirmi meçhul çıkarır. M edeniyet bu
demek değildir^
Bundan otuz sene evvel neşrettiğim M etinler Şerhine dair
adlı ufak bir risalede san’atkârın hakikî değer ve hüviyetini
ancak m uhayyile formlarında bulabileceğimizi yazmıştım. Ga­
liba şimdi garpte de aynı nokta-i nazara doğru bir teveccüh
var.
Ancak ben, ortaya attığım fikirlerde doğru veya yanlış kim ­
senin suçunu yüklenmedim. Ne ise bu noktayı izah edeyim;
elimizde m uhayyile formu en sentetik malzemedir. Onu bütün
İlmî imkânlar dahilinde tetkik mecburiyetindeyiz. Bu sentezde
kelimelere, cüm lelere onların zuhur ettikeri cem iyet içindeki
bissî kıym et hükümlerine inebiliriz.
Bu cevab edebiyatı izah etm ekle kalm ıyor, onuıı cem iv e t
içindeki yerine de işaret ediyor. V e b u rad an öğreniyoruz''ki
hocaya göre sa n ’at, boş lâflar süsü değil, fik ir ve ru h yücelişi,
hay atı b ir dinam izm v e sentezdir. N itekim b ir başka sohbetinde
«Şiirde yegâne bulunması gereken şey fikirdir» diyor ve şiiri
şöyle ta rif ediyorlardı: «Şiir ruhun kanat sesidir. Verden yük-
selm iye başladığı zaman biz bu sesi duyarız.»
*

S ohbetlerinde sa n ’at felsefe ile, duygu im an ile kucaklaşır


ve İslâm düşüncesi hocanın dilinde san ’a t olarak gönülleri sa­
rar. Bu, O’nun kendine m ahsus b ir özelliğidir. B u sebeple soh­
betlerim izde san’at, ilim, irfa n ve im an resm igeçit yapar, biz de
ruhum uz ve aklım ız arasındaki çelişm eleri giderm enin sonsuz
h u zurunu doya doya tadardık.
B ir gün eski ve yeni edebiyat üzerinde b iz le ri.sariıoş ede­
cek bir büyük sohbetini dinlem iştik. Sanırım bu sohbette ta ­
lebelerinden hocam S. Savcı da hazır bulunuyorlardı. O günü
b ü y ü k h o ca A li N ih a t Tarlanda y e n i v e eski ed e b iy a t ay ırım ı
ve şiir h a k k m d a k i d ü şü n c e le rin i so rm ak fırs a tın ı b u lm u ştu m .
B u çok k ısa fa k a t o derece ta tm in k â r v e k u v v e tli ce v ap ları
su a lle riy le b e ra b e r d e fte rim e a y n e n alm ışım . B u seb ep le o n la ra
d o k u n m a d a n k ita b ım a n o t e tm e y i de v az ife bild im :
S: Türkiyeyi kurtaracak dünya çapında bir sistem hangi
inanış şeklidir?
C: «İslâmiyet».
S: Eski ve yeni edebiyat arasındaki farklar?
C: Edebiyat bir küldür. Ancak şekil itibariyle eski ve yeni
diye ayrılabilir. Bunlar arasındaki en bariz fark: Kavuk ile
şapka arasındaki fark gibidir. İkiside başı örtmek için kullanı
lir ama, zamana ve ihtiyaca göre şekil değiştirir. Bir cemiyette
herhangi bir değişiklik zuhur ederse orada san’at da hemen
faaliyete geçer.
Ben şahsen, eski ve yeni edebiyat arasında bir fark görmü­
yorum. San’atta güzel veya çirkin yoktur. Bunlar sübjektif şey­
ler olduğundan müsbet ilim dahiline girmez. Her devrin edebi­
yatı o devrin tabii mahsulüsür. Kaldı ki; bizde edebiyatta bir
miyar henüz teessüs etmemiştir.

Yeni şiir hakkında:


Yeni şiir inkişaf yolundadır. Ve kuvvetli eserler vücude
getirmektedir.

Bugünkü şiiri:
a — Halk edebiyatının canlı ve içli bir devamı,
b — Realitenin şiire aksetmesi,
c _ Vuzuhtan mahrum olan eserler... Cemiyete sunulan
bir eserin anlaşılması lâzımdır. Herkes kendine göre bir şey
anlarsa o zaman san’atkâr bir şey söylemiş olmaz.
Kanaatimce şiirde «nisbî bir vuzuh olmalıdır.»
— 168 —

«— Şiirde vezin, kafiye ve mâna şart mıdır?»


" Vezin kafiye şart değildir ama, mânâsız şiir olmaz.»
«■— Şiirde fikir bulunmalı mıdır?» sualimize birden ciddi-
leşerek: ,

« Şiirde yegâne bulunması lâzım gelen şey fikirdir. Fa­


kat, fikir duygu içinde erimedikçe san’ata giremez? Âhenk ke­
limenin ihtizazının içindedir.» dedi.
San’atkârm sade dilden ayrılmasını «ayıp» diye vasıflan­
dıran üstadımız: *
«— Dil san’atkârın emrinde olmalıdır. San’atkâr, dile sığın-
mamalıdır.» diyor.
Profesörümüz «san’at» hakkında:
«— San’at eseri cemiyetin bünyesini gösterir. San’atm ga­
yesi kendi içindedir-»
Şâirlerden: En çok Hâmit’i, sonra romancılardan lisanı
iyi olmamasına rağmen Halide Edib’i, hikâyede de Reşat Nuriyi
beyenirim. Reşat Nurininkiler hikâyeden çıkmış, mensur siir ol­
muş artı.» dedi.

— III —

H angi m evzua tem as etsek, orada Ali N ihat T arlan ışık


m eş’aledir. Cevap verem iyeceği hiç bir şey tasavvur edemem.
O’n u h e r an, h e r m eselede ten v ir ve irşada hazır buluruz.
B ir gün din hakkında söylediklerini yıllarca düşünsek so­
nuna varam ıyacağım ız bir h ak ik at ve hikm et incisi idi. A li. Ni­
hat T arlan diyor k i :

£.Din, kâinatın ve insan uzviyyetinin tedvin edilm iş s e k lid ir .


H alık jd n n at içinde, insan uzviyyeti yolu ile bunu akla ta’Iim
eder. İnsanın cem’iyetin her uzvu heran onun karşısında bir
vaiz bir mihrabdır. Uzviyyetini yaşıyan insan, dinin bir kısmı­
nı yaşıyor demektir. Hiçbir hususta ifrata kaçmıyan, yerinde
ve hayatının ve cem’iyetînîn selâm eti yolunda harekeFTeden
jnsan3 hakikatte cündar insandır. Nlalik. ademin yaradılışından
beri onun tekâmülünü temin eden kanunları parça parça Pey­
gambere vahy etmiştir^Totemizm dahi zamanının idrakine göre
bir din yani bir kanundur. V e muhakkak hakikatin bir parça­
sını ihtiva eder. İptidaî insanın ruhunda totemin manası neydi,
biliyor muyuz?
Nihayet insan Halika diyerek kendine tapar. Çünkü Hali­
kın bütün evamıri birinci plânda cemiyetin, onun içinde bütün
bir değer olan insanın hayatım korumak ve onun en salim şe­
kilde cereyanım temin etmek gayesini göz önünde tutar. Sıfat-ı
İlâhiyenin tem eli (H ayy) sıfatıdır. Vahyin m enşei bu sıfattır.
( Hayy ) sıfatı hakim ve kadîr sıfatlarını kendinde toplar^)
| Hakikî Müslüman olmak için küfür köprüsünden geçm eli­
dir. Onun bütün sakatlıklarını, fecaatlerini görmeli veya dü­
şünmeli sonra hür bir düşünce ile bütün fert ve cem iyet nisbet-
leri üzerinde düşünerek âdım adım yürümeli, bu köprüyü ge­
çip dar-ı İslâm olan darüsselama varmalı... O zaman büitün
akideleri birbirine kenetli olarak sarsılmaz bir tem el üzerine
dayanır. İman-ı hakikî budur. Artık bu kimse için küfür köp­
rüsü çökmüş ve yıkılm ıştır.)
Hakikatte lâhin ve musukî Kur’anı kerime yakışmaz. îç-
den duyanlar onda öyle bir semavî, İlâhî musiki sezerler ki beşer
bu m usikîye hiç bir zaman ayak uyduramaz. Dinî vecdi musi­
kînin değil idrakin yardımı ile duyup yaşamalıdır.
Kelim e-i şehadette Hz. Muhammedin evvelâ Allahın kulu
sonra da elçisi olduğuna şehadet ederiz. Bunda o kadar derin
bir hikm et vardır ki... Hiç şüphe yok ki kulluk mertebesi bir
Peygamber için risaletten daha üstündür. Çünkü kulluğun bü­
tün şeraiti içinde Peygam berliğin sonsuz ağır yükünü yüklen­
m esi onun azametini gösterir.
^M üslümanlık muazzam bir kültür işidir. Kur’anı kerimi
nazil olduğu dilde belâgati ile bilmeden Peygamberimizin ha­
yatını lâyıkiyle incelemeden kuvvetli bir psikoloji ve sosyoloji
ve hukuk ilimlerine vakıf olmadan müslümanlık hakkında m ü­
talâa beyan etmek çok acı, çok fecî ve döyle olduğu için de çok
gülünçtür.)^
— 170 —

İman birbir, küfür sonsuzdur ve idrak derecesine göredir.


İdrak derecesi yükseldikçe iman ve küfrün hudutları ve kıymet
hükümleri değişir. Bir taraftan daralır bir taraftan genişler.
Bu öyle ruhanî bir idraktir ki anlatılamaz.
/L afz ile mana arasında ne kadar m esafe var ise dinde de
şekil ile gaye arasında o kadar mesafe vardır. Bilhassa îslâm ın
manası■ , inşamı kâmil olmaktır. Müslümanlığı dar düşünceliler
ihata edemezler. Ve bütün başımıza gelen felâketler de bu
yüzdendir.^
B en bu büyük felsefe ve inanç önünde tefsirde bulunup
söz söylem eyi saygısızlık sayarım . B ana düşen ilâhı b ir ru h h u ­
zu ru içinde sevgi ve saygıdır. Bilm em siz okuyucularım ne dü­
şüneceksiniz, tak d iri size bırakm ayı kelâm etm iye tercih e tti­
ğim için özür dilerim . .' 1'.
— IV —
C.Hoca’nm E debiyat F akültesi öğretim üyelerinden birkaçına
dâvâ açtığım biliyordum .
Şüphesiz ki bu dâvada da asil T ü rk H akim i adaleti tecelli
ettirm iş ve Ali N ihat T arlan ’a hakkı v erilm iştir^
A ncak hoca, bu m eseleler üzerinde d u rm ak istem iyordu.
N ihayet kendisini defalarca zorladığım için b ir gün iç ü zü n tü ­
lerine sebeb olan m eşhur hâdiseyi şöyle izah b uyurdular:
ME debiyat F akültesindeki m ücadelelerim e d air bir iki nok­
tayı söyliyebileceğim , bun lard an en m ühim m i bana atfedilen
in tih al suçudur. M esele şu idi: Ben talebem için İra n E debiya­
tın a dair bir m anuel hazırladım . B unu bir yayın evi baha tek lif
etm işti. S ahifeleri tah d it edilen bu m anuelin İra n L iseleri se­
viyesinde olm asını düşünerek o liselerde Okutulan kitabı esas
olarak aldım. Bu kitab m uhterem âlim Dr. Rızazade Ş afak be­
yin kitabıydı. O radaki tarih î hü lâsaları ve b ir yanlışa m eydan
verm em ek için şâir ve ediplerin doğüm, ölüm ta rih le ri gibi ilim
âlem ince kabul edilm iş anonim m alûm atı aldım . Ç ünkü bu
eser liselerde okutulduğuna göre en sahih m alûm atı ih tiv a e t­
m eliydi. Sohra şâirler hakkında d erin üslûp te tk ik le ri yapan
üstad B ediüzzam an F uruzanferden istifade ederek m üm kün
— 171 —

«olduğu k ad ar eseri zenginleştirdim . B unlara neşredilen divanla­


rın m ukaddim elerinde m evcut bazı bilgileri ve bağzı Şâirler
hakkında A vrupa m ü steşrik leri tara fın d a n y ap ılan tetk ik a tta n
icab edenleri ve kendi naçiz bağzı m ü talâalarım ı ekledim. K i­
tabın başına İslâm dan evvel İra n Edebiyatı ve sonuna da Muas-
sır İra n E debiyatı hakkında ilâveler yaptım ^
E lbette esere yazacağım m ukaddem ede b u n ları zikredecek-
tim. Ç ünkü bu vazife, ilim ahlâkının vecibelerindendir. L âkin
kitab ın tab iî yersiz b ir h areketiyle beni rencide ettiğinden ki­
tab ı tabie b ırakıp çıktım bir daha da ne onu ne de kitab ı gör­
düm , ne de m ukaddem eyi yazdım. Eserim in ta b ’m a o zam an
F akültede asistan olan K asım K ûfralı n ezaret etm iş v e sonun­
daki endeksi o hazırlam ış. D ikkat edilirse kitab ın m ukaddem esi
başka bir im zayı taşır. E serin intişarın d an beş sene sonra bana
k a rşı b ir iftira vesilesi elde edilm işti. Senatoya m ü racaat ile ce­
zalandırılm am taleb ediliyordu. Esasen o zam anlar ru h en has­
ta ve perişan bir haldeydim . Benden m üdafaa nam e istendi; v er­
dim. Çok seriü l’infial ve asabi olduğum için derin b ir y e ’s için­
deydim . B en eseri norm al h u d u dunda tu tm a k için bir lise k ita ­
bım esas ittih az etm iştim . H albuki İra n E debiyatına d air n o tla ­
rım en aşağı onun üç m isliydi. D aha çok eskiden Servet-i F ünûn.
Ü lk ü ve diğer m ecm ua ve konferanslardan bu eserde hem ben
hiç istifade etm edim . O zam ana kadar dilim izde İra n E debiyatına
d air d erli toplu bir eser m evcut değildi. H alen de değildir. B u­
nu ben vücude getirm işdim . İra n M aarif V ezareti de bana bir
takdirnam e gönderm işti (I) M anuellerde m ehazlara dair eserin
içine n o tla r konm ayıp b u n ların m ukaddem ede hülâsaten zikr
edilebileceğini, esasen bu cins telfikî m ahiyette el kitabı olarak
yazılan eserlerde buna dahi lüzum olm adığı ve yabancı b ir ede-
biyyat hakkında yazılan m anüellerde başka tü rlü h a re k e t e t­
m enin m üm kün olm adığı düşünülm iyerek o zam an Senatoda
S enatör ve D ekan olarak bulunan E debiyat F akültesi m üm es­
sillerin in hasm ane m ü talâaların a u y u lara k göğsüm e b ir göreve
dâvet m adalyası ta k ı lm ı ş t ı ı^ o n r a da çok» değerli talebem Do­
ç e n t N ihat Ç etin eserim i in tih al ettiğim söylenen eser ile satır
sa tır k a rşıla ştırara k onun ile olan fa rk la rı tesbıt zahm etim ih-
ıy ar etm iştir. B u liste şö y le d ir:#

Rızazâde Ş afak’m eserinden (Yedinci baskı, T ahran 1329)


fark lı olan kısım ları '
B astan 10. sahifenin 2 inci parag rafın a k ad ar farklı.

Sahife

43 İkinci p a ra g ra f •
44-45 Firdevsî
46 Firdevsî (dördüncü paragraf)
47-51 F irdevsî
68-69 Ö m er H ayyam
69-70 Muizzî
70-73 E nverî
73-75 Nizam î
77 Cem aleddin Efganî
77 M ücrîreddin B eylakanî
81 T ezkiretû’l - evliya
82-83 K abusnâm e (5. satırd an itibaren)
84 Ç ehârm akale
84 H adâyıkus-s-sihr
85 M akam at-ı H am îdî .
98 H acu-yi K irm anî (birinci p a ra g ra ftan itib aren )
100-101 îb n i Y em in
101-104 Selm an-ı Sâvecı
86-94 Moğol istilâsı ve T im ur devri
Sa’dî
Şeyh Ş ebüsterî
94-95 H üm am -ı Tebrîzî
95 Evhadî
104-108 Hâfız
108-110 Moğol devrinde yetişen diğer şahsiyetler
K em al Hocendî
M ağribî Tebrîzî
— 173 —

Câm î (110’da eserlerine kadar olan kısım


111 Son p arag raf
118 B urada eserin te rtib i de ayrılır. Rizazâde’n in eserin­
de Safeviler devri ile K oçarlar devri b ir başlık a ltın ­
da ve k arışık olarak ele alınm ıştır.
118 S afeviler devri
119 Sebk-i hindi
120-121 U rfî-i Şîrâzî
121-123 Saib-i T ebrizî
123-127 Baba Figani
H atifi
H ilâli Ç ağatayî
Şahşî B afikî
Z ülâlî
S afavîler devrinde H ind ş a ir le r i:
Fevzi, N aşiri, Z uhuri, Talib, K elim , B idîl
132-135 K açarlar devri
141-150 M eşru tiy etten sonraki İra n edebiyatı
M eşrutiyet devrinde yetişen m ühim şairler,
İra n edebiyatında rom an
^ D iy o ru m ya ben F ak ü lted en idare cihazı da dahil olmak
üzere büyük b ir ekseriyetin husum etine m aruz kalm ıştım .
İd are cihazı husum etini M ahkem eye hak ik ate aykırı bilgi y er­
m ekle gösterdi. B u husum etin sebebi şu idi : F ak ü lte ekseriye-,
tin in bazı sebeplerden dolayı cephe ald ık ları birini, herşeye,
h a ttâ kendi m evki, istik b â l ve huzurum a rağm en F ak ü l­
teye alm am dı. D oğru bildiğim b ir dâvayı başk aların ın arzu­
ların a feda edecek derecede alçalam azdım . B ütün suçum işte
bu idi. B enim için iftih a r edilecek b ir suç değil m i ? ) b

(I) 3.Ocak 1946 ta rih ve 2365 sayılı yazı ile İra n M aarif Veza-
retinin teşe k k ü r ve k a d ir şinaslığı Ira n Başkonsolosluğu
tarafın d an P r o f . D r . Ali N ihat T arlana bildirilm iştir.
(® en sonsuz bir teesür içindeydim . H ocaya bu iftirayı ya­
p an lara karşı içim de adeta bir n e fre t uyanm ıştı ki hoca hissi­
yatım ın fark ın a vardı. « H ayır çocuğum. K im seye kızm ayınız,
herkes istidadının hakkım verir. K u su r kim senin değil. Bizim
vazifem iz sevm ektir » . dedi.’)

Sonra pencereye doğru dönerek sisli ufka dalgın dalgın


baktı ve şu m ısraı okudu :

Hariçten uzaktan açılan gözlere süzgün


Çeşmanı kebudunla ne munis görünürsün...
ve yavaş b ir sesle içli içli devam e t t i :
Ey kimsesiz avare çocuklar, hele sîzler, hele sizler

— V —

B üyük in sanlara m ahsus bir tevazu ve iyi niyetle etrafına


daim a sevgi saçan A li N ihat T arlan, F erd a G üley’in dediği gibi,
k ü ltü r, san’a t ve zevk hâzinem izin altın a n a h ta rın a sah ip tir (i) .
P akistan büyük elçisi ekselans S, M. H assan’m, P ak istan R e­
isicum huru tara fın d a n Prof. A li N ihat T a rla n ’a v erilen S itare - i
im tiyaz nişanını tevdi ederken büyük hocanın şahsiyetini su
cüm lelerle ne güzel açıklam ıştır :
Prof. Dr. Ali N ihat T arlan T ü rkiyenin en ileri gelen klâsik
âlim lerinden biridir. 40 seneden beri T ürkçe ve Farsça dille­
rini öğretm ekte ve çeyrek asırdan b eri İsta n b u l Ü niversite­
sindeki T ü rk K lâsik Edebiyatı kürsüsünü işgal etm ektedir. K en-

(1) «Prof. A li Nihat Tarlan ( Divan E d eb iyatı) dediğimiz


kültür, san’at ve zevk hâzinemizin altm anahtarına sahip yegâne
insan. Diğerlerinin elinde maymuncuk vardır » .

Ordu M illetvekili
Ferda GÜLEY
__ 175 —

dişi sadece İra n d a ve P ak istan d a değil, B atılı m üsteşrikler a ra­


sında da F ars E debiyatı üzerinde sglâhiyet sahibi olarak tanın-,
m aktadır. B una ilâ v e te n . Prof, Tarlan, İkbal m evzuunda Tür-
kiyede en m ühim otorite olup b u rad a P ak istan M illî şâirini
tan ıtm ak için en fazla gayret gösteren şahısdır. İkbalin Peya-
m-ı M aşrık ve E srar-ı Rum uz, eserlerinden yaptığı tercüm eler
vasıtasiyle, Pakistan ın bu büyük şâirin in m esajını vatandaş­
larına duyurm uş ve izah etm iştir. P ak istan ile T ürkiye arasın­
daki m anevî ve k ü ltü re l bağları kuvvetlendirm ek hususunda­
ki hizm etlerinden dolayı kendisi 1957 de İk b al Akadem isi ta ­
rafın d an K araşi’deki m utad senelik İkbal toplantısına başkan­
lık etm ek üzere P ak istan a davet edilm iştir.
Prof. A li N ihat T arlanın, P ak istan M illî şâirini kardeş T ürk
M illetine tan ıtm a k yolundaki gayretini tak tirle, P akistan Rei­
sicum huru kendisini (S itare-i İm tiyaz) nişanı ile taltif etm iye
k a ra r verm iştir. K abiliyetleriyle tem ayüz eden âlim lere tev­
cih edilen bu nişanı Prof. A li N ihat T a rla n ’a verm ekten büyük
bir zevk duym aktayım . B u nişan, araların d a ta rih î ve an ’anevî
dostluk b a ğ la n b u lu n an T ürkiye ile P ak istan ı birbirine daha
fazla y ak laştırm ak yolunda çalışan T ü rk m ünevverlerine hür-,
m etlerim izi sunm aya da bir v asıta olm aktadır.
• ,★ v
B üyük insanın anlatılm aya ihtiyacı yok: H er olay ve her şa­
hıs zaten O’n u anlatıyor. Bizim yaptığım ız da her an binlerce
defa te k e rrü r eden b ir yaşan tıd an ibaret. O nun için kitabım ı
hocanın h â tıra la rı ile bitirm ek en doğru iş olacak. Üs-
tad A li N ihat T arlan, unutulm az h a tıra tın ı şu olay ve şu söz-,
lerle bağladı:
HOCALIK HATIRALARINDAN
M altepe A skeıî Lisesindeyiz. Üç gün sonra m ektebe As­
kerî L iseler U m um î M üfettişinin geleceğine dair haberler do-
laşm ıya başladı. M ektepte b ir tem izlik faaliyeti deme gitsin.
Üç gün sonra m ü fettiş bey m aiyeti erkânı ile geldi. Ben derste
idim .
— 176 —

D ışarda bir kalabalık ayak sesi... K apı v u ru ld u ve içeri


girdiler. K arşıladım , dersim izin edebiyat dersi olduğunu söy­
ledim. M üfettiş Bey ve m aiyeti, içlerinde bizim m ektep m üdü­
rüm üz ve ders nazırım ız da vardı, sessizce sınıfa dağılıp du­
va rla rın önünde d urdular. M üfettiş Bey depse devam etm em i
söyledi. Ben bıraktığım yerden devam ettim . Elim de keçi boy-,
nuzu çekirdeğinden b ir teşbih vardı. H er zam anki gibi onunla
oynıyarak ders veriyordum . T ram pet çalıncaya k a d a r derse
devam ettim . M üfettiş Bey sınıftan ay rılırk en elim i sıkıp te ­
şek k ü r e tti ve çıktı. B en de arkasından çıktım .
< D ers nazırım ız acele geriye dönüp yanım a geldi. Ve bü­
y ü k b ir endişe içinde:
—-.N ih at Bey neydi ö elinizdeki teşbih... M üfettiş huzu­
ru n d a dedi. Ben gayet tab iî b ir eda i l e : .
— M üfettiş Bey benim nasıl d ers verdiğim i teftiş ediyor.
B en h e r zam an elim de teşbih ders v e rirk en o geldi diye teş­
bihi cebim e korsam sah tek ârlık etm iş olmaz m ıyım ? S onra ta ­
lebem karşısında ne vaziyete düşerim . M üfettiş Bey b u n u kötü
görüyorsa ih ta r eder, ben de lâzım gelen cevabı veririm , de­
dim. S ustu... E rtesi sene aynı şekilde M üfettiş Bey geldi. K ar-
şıki sınıfa girdi. Biraz sonra oradan çıktı. Ben bizim derse gir­
m esini bekliyordum . K oridorda ufak b ir konuşm a oldu ve ayak
sesleri uzaklaştı. D ersten çıkınca ders nazırın a rastladım .
— Ne oldu? dedim, benim dersim e girm ediniz.
—- M üfettiş Bey sizin dershanede ne dersi olduğunu ve
kim in o k u ttu ğ u n u sordu. B en de edebiyat dersi dedim , ism inizi
söyledim . M üfettiş Bey elinde teşbih çevirir gibi parm ağını oy­
n a ta ra k hani şu hoca m ı? diye sordu. Evet, dedim . O nun der­
sine girm eye lüzum yok, diyerek y ü rü d ü ,'b a ş k a sınıfa girdik.
Ve ilâve e t t i : V allahi ben bundan b ir şey anlam adım . E vet an-
lıyam azdı, mazurdu."}
M altepede ne ta tlı h a tırala rım v ardır. Talebem beni bir
baba gibi severlerdi. Yirmi beş, otuz sene sonra nerede rast
gelsem kırlaşm ış saçları altında m uhabbetle ışıldayan gözlerle
bana koşarlar, h atırım ı sorarlar.
— 177 —

Çok eskiden b ir k ere U rfadan A kçakaleye geliyordum ,


Vali Beyle beraberdik. Yol üzerinde çok eski b i r l li m ve m ede­
niyet m erkezi olan H a rra n ’ı da ziyaret edecektik.
H a rra n ’a geldik; otom obilin kapısını b ir jan d arm a subayı
açtı. Beni görü r görmez büyülenm iş gibi oldu. A deta boynum a
sarılacaktı. Vali Beyi unutm uştu, ben de heyecanlandım . O
m ütem adiyen sıhhatim i soruyor, nasıl olup da oraya geldiğim i
anlam ak istiyordu. B iraz sonra ayıldım , telâşla Vali Beyle gel­
diğim izi söyledim. H albuki o esasen bunu haber alm ış, Vali
Beyi bekliyordu. Otom obilin kapısını da o niyetle açmıştı. Vali
Bey çok anlayışlı bir n azar ve heyecanla bu sevgi ve bağlılık
tezah ü rü n ü seyrediyordu.
Bu hâdise de Ali N ihat T a rla n ’m en çok hocalığına önem
verdiğini ifade eder, ideal"öğretm en, büyük üstad P ro f Dr. Ali
N ihat T a rla n ’a daha çok y ıllar talebeleriyle başbaşa uzun ve
m utlu öm ürler dilerim .

You might also like