Professional Documents
Culture Documents
Sonsuz Hazi̇ne
Sonsuz Hazi̇ne
SEVİLENLE BERABERLİK
Rebîa bin Kâ‘b (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh- adlı bir sahâbî anlatır:
“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınında
geceler, ona abdest suyunu getirir ve diğer ihtiyaçlarını görürdüm. Bir
gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;
«–İste! (Vereyim.)» buyurdu.
Ben de;
«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.
Bu sefer ben;
«–Dileğim ancak budur!» dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı
ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)
Bu kıssada ne güzel ders ve hikmetler vardır:
Rasûlullah Efendimiz çok vefâlıdır. Kendisine hizmet eden
sahâbîsine mukabelede bulunmak istemiş ve isteğini sormuştur.
Ashâb-ı kirâmın en büyük arzusu, Rasûlullah Efendimiz ile bu
cihanda nasîb olan beraberliği âhirette de devam
ettirebilmektir.
Rasûlullah Efendimiz, ashâbın bu isteğinin gerçekten büyük ve
zor olduğunu ifade etmiştir.
Enbiyânın zirvesi olan Efendimiz ile beraberlik ne büyük bir nimettir!
O büyük nimete nâil olabilmek için gönülden ve samimî bir gayret
gerekir.
Secdeler, nâfile namazlar, bilhassa seher vakitlerinde Cenâb-ı
Hakk’a teheccüdlerle ilticâ etmek; kulu Allâh’a yaklaştıracak ve
Rasûlullah Efendimiz ile cennette beraber eyleyebilecek en
kıymetli ibâdetlerdendir.
Sahâbe efendilerimizin Rasûlullah ile âhirette beraber olma
arzusunun bir başka misâli de Sevbân -radıyallâhu anh-’dır:
Sevbân -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nü çok sever, O’ndan ayrı
kalmaya sabredemezdi. Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına geldi,
yüzü sararmış, sanki iyice zayıflamıştı. Üzüntüsü, sîmâsından
okunuyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?” diye sordu.
Sevbân anlattı:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne bir hastalığım, ne bir acım var. Fakat Sen’i
görmediğim zamanlar özlüyor ve Sen’in yanına gelinceye kadar
şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sen; bana kendimden, ailemden ve
çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evdeyken Sen’i hatırlayınca
sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzüne bakıyorum. Bu
dünyada hâl böyle de, acaba âhirette hâlim nice olacak?!. Âhireti
hatırladıkça Sen’i orada hiç görememekten korkuyorum.
Çünkü biliyorum ki;
Sen, diğer peygamberlerle birlikte yüce mertebelere yükseleceksin.
Ben; cennete girsem bile herhâlde aşağılarda, Sen’in mertebenden
daha aşağıda bir yerde olacağım. Şayet cennete giremezsem zaten bir
daha Sen’i görmem ebediyyen mümkün olmayacak.”
Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine
lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle
beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s.
168-170)
Peygamberimiz de, bu taleple kendisine gelen sahâbîlerine şu ölçüyü
bildirdi:
َّاَ ْل َمرْ ُء َم َع َمنْ اَ َحب
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Enes -radıyallâhu anh- der ki:
“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın
Nebîsi’nin;
«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.”
(Müslim, Birr, 163)
SEVGİ İSPAT İSTER
Ancak; “Kişi, (âhirette) sevdiğiyle beraberdir.” sözünü; “Bu beraberlik
için sadece sevgi yeter!” şeklinde anlamamak gerekir. Yukarıdaki;
“Secdelerle bana yardım et!” emriyle beraber düşünmelidir. Yani;
Âhirette ve cennette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
ile beraber olmak isteyen;
Secdelerde O’nunla beraber olmalıdır.
İhlâs ve takvâda O’nunla beraber olmalıdır.
Merhamet ve cömertlikte, infak ve îsarda O’nunla beraber
olmalıdır.
Allah yolunda hizmette, tebliğde, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i
ani’l-münkerde Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in heyecan ve gayretinden nasîb almalıdır.
O’nun güzel ahlâkından nasîb almalıdır.
Eğer bu gayret ve fedâkârlıklar olmazsa, sevgi iddiası kuru ve boş bir
dâvâ olarak kalır. Çünkü gerçekten seven; sevdiğine benzemeye
çalışır, imtisâl eder, hayatı O’nun Sünnet-i Seniyye ölçüsüyle yaşar.
Zira Cenâb-ı Hak buyurmuştur:
ُول هّٰللا ِ اُسْ َوةٌ َح َس َن ٌة
ِ ان َل ُك ْم ۪في َرس َ َل َق ْد َك
ان َيرْ جُوا هّٰللا َ َو ْال َي ْو َم ااْل ٰ خ َِر َو َذ َك َر هّٰللا َ َك ۪ثيرً ا
َ لِ َمنْ َك
“Andolsun ki, Rasûlullah; sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe
kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir
örnektir.” (el-Ahzâb, 21)
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sadece bize değil, herkese rahmettir.
Kâinâtın Fahr-i Ebedîsidir. Âlemlere rahmettir:
َ َو َم ۤا اَرْ َس ْل َنا
َ ك ِااَّل َرحْ َم ًة ل ِْل َعا َل ۪م
ين
“(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-
Enbiyâ, 107)
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolu, sünneti ve güzel ahlâkı;
karanlıkları aydınlatır, gönülleri ve hayatları pür nûr eder:
َودَاعِ يًا ِا َلى هّٰللا ِ ِبا ِْذن ِ۪ه َوسِ َراجً ا م ُ۪نيرً ا
“(Sen’i ey Habîbim) Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir
kandil olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46)
O’nun ahlâkı, Cenâb-ı Hakk’ın tavsif ve tarifiyle muhteşemdir:
ك َل َع ٰلى ُخلُ ٍق َع ۪ظ ٍيم
َ َو ِا َّن
“(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem,
4)
Güzel bir kulluğun özü muhabbettir.
Kalpte öyle bir muhabbet olacak ki; kişinin hayata bakışını, bütün
davranışlarını, amellerini, muâmelâtını ve ahlâkını tesiri altına alacak
ve Mahbûb’un yani Allah ve Rasûlü’nün istediği vasıflara döndürecek.
Sakarya’nın Karadeniz’e döküldüğü anda, kendi vasfından geçip,
Karadeniz’den ayırt edilemez bir hâl alması gibi, kişi sevdiğiyle
aynîleşecek… Mâsivâdan, başka renk ve sıfatlardan sıyrılacak, Hak
rengine boyanacak.
Cenâb-ı Hak bizim «mârifetullah»tan nasîb almamızı istemektedir.
Zihnî bilgilerle bu mümkün değildir. Bilgiler sadece kuru bir zihin arşivi
gibi olmamalıdır. Çünkü zihnî bilgiler, tek başına faydalı değildir. Hattâ
zarar bile getirebilir. Meselâ, Allâh’ın âyetlerini َث َم ًنا َق ۪لياًل/ az bir bedel
karşılığında satan Benî İsrâil âlimleri işte böyle kuru bilgi sahibi idiler.
Bilgilerin kalbî bir mâhiyet kazanması, yani takvâ üzere yaşanması
gerekir. Tâ ki, «Hakk’ın, o kişinin gören gözü, tutan eli olması»
mesâbesinde bir kıvam kazanılabilsin. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)
Hazret-i Mevlânâ, sırf zihnî bilgilere sahip olduğu
devreye «hamdım» der. O bilgileri kalbî bir mâhiyete büründürerek
bağrını muhabbet ateşiyle tutuşturduğu devresine de «piştim» der.
Bunun hemen akabinde sır ve hikmetlerle yoğrularak fânîlikten
sıyrıldığı devresine de «yandım» der. Bu da, onun hiçlik hâlinde nasîb
olan ve satırlarda bulunmayan nice sırlara ulaşmasının bir ifadesidir.
Bu gerçek;
Kuru bilgilerle ve zihinle bulunamayan ve erişilemeyen hakikatlere
ancak olgun bir kalp ile ulaşılabileceğinin bir beyânıdır.
Bu gerçeğin malzemesi ise, lekesiz bir muhabbettir ve neticesi de
âdâbdır, yani ille edep, ille edep…
Hâsılı; kişide şu âyet-i kerîme tecellî edecek:
“(Habîbim!) De ki:
«–Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve
esirgeyicidir.»” (Âl-i İmrân, 31)
Rasûlullah Efendimiz de bu vefâlı muhabbeti şöyle tarif eder:
“Allah Teâlâ’yı, sizi nimetleriyle perverde kıldığı için sevin.
Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin.
Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb,
31/3789)
Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkı, Kur’ân idi. Kur’ân nasıl sonsuz bir
mânâ ve hakikat okyanusu ise, Efendimiz’in de ahlâkı öyle muazzam
bir deryâdır. O’nu ciltlerle kitap, satırlara dökemez. O ancak gönül
kıvâmı nisbetinde, sadırlarda tanınır.
Lâkin O’nun güzel ahlâkından gönle ferahlık olması arzusuyla misaller
tâdâd edelim:
DÜŞMANININ DAHÎ TASDİK ETTİĞİ AHLÂK
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hiçbir zaman hak olmayan
bir söz söylememiş, hattâ şaka yaparken dahî sadâkatten ve doğru
sözlülükten ayrılmamıştır.
«el-Emîn» sıfatı, Peygamber Efendimiz’in âdetâ ikinci bir ismi
olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 25 yaşına
geldiğinde, Mekke’de sadece el-Emîn (emniyetli kişi) ismiyle
çağrılıyordu.
Efendimiz hakkında kullanılan Muhammedü’l-Emîn tabiri, müşriklerin
de dillerinden düşmez ve onlar emânetlerini kendi yandaşlarına değil,
Rasûlullah Efendimiz’e teslim ederlerdi. Hattâ Hazret-i Peygamber -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicret edeceği zaman dahî, üzerinde
müşriklerin birtakım emânetleri vardı ve ölüm tehlikesine rağmen
Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sahiplerine teslim ettirmişti.
EŞSİZ VEFÂ
Rasûlullah Efendimiz Bir Vefâ Âbidesiydi
Nitekim O’nun eşsiz vefâ misallerinden birini de Hazret-i Âişe şöyle
anlatıyor:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret
maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok samimî bir sohbet
geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra;
“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu
merak ettim.” dedim.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Hatice -radıyallâhu anhâ- hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim,
I, 62/40)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, süt akrabalarına
karşı da ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Sütannesi Halîme Hâtun’u
her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan
muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip
üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I,
113, 114)
Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye
gelmişti. Efendimiz o vakit, Hazret-i Hatice ile evli idi. Halîme Hâtun’u
misafir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme; yurtlarında
hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert
yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz; Hazret-i Hatice’ye sütannesinin
vaziyetini anlatınca, Hatîce Vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve
yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti. Böylece Hatice
Vâlidemiz de Efendimiz’e olan vefâsını gösterdi. (İbn-i Sa‘d, I, 114)
Efendimiz’in ahde vefâsına dair bir hâdiseyi Abdullah bin Ebi’l-Hamsâ
-radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Bi’setten önce Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alışveriş
yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi
va‘dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum.
Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, O’nu aynı
yerde beklerken buldum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
yaptığım kusur karşısında beni azarlamayıp sadece;
«–Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni
bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)
HİZMET EDENE VEFÂ
Mü’mine siyâhî bir kadın, Ravza’yı temizlerdi. Bir gün onu Ravza’da
göremeyince;
“–Nerede bu kardeşiniz?” diye sordu.
“–O vefât etti.” dediler.
“–Niye bana haber vermediniz?” buyurdu. Kabrini sordu, kabrine gitti,
orada duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)
MÜSTESNÂ ZARÂFET
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’deki nezâket, zarâfet bambaşka bir güzellik arz ederdi.
Meselâ muhataplarında gördüğü hata ve kusurları yüzlerine vurmaz
da âdetâ kendisine galat-ı ru’yet (yanlış görmek) izâfe ederek şöyle
derdi:
“Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle görüyorum?” (Bkz. Buhârî,
Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)
Yine bir defasında bir mecliste deve eti yenmiş ve birisinden gayr-i
ihtiyârî uygun olmayan bir ses çıkmıştı. Efendimiz o kimsenin rencide
olmaması, utanıp üzülmemesi için;
“Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyurdu. (Bkz. İbn-i
Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXII, 373 [12878])
Bu ne muhteşem incelik ki;
Bir kişiyi utandırmamak için deve eti yiyen herkese abdest aldırmış
oldu.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in huzûruna, bey‘at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden
ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:
«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel,
elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz.
Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Efendimiz; o müstesnâ zarâfetini sadece, zarif insanlara mukabele
ederken değil, en kaba saba insanlarla muhatap olurken de en güzel
şekilde sergilemeye devam ediyordu. Ömer -radıyallâhu anh-
anlatıyor:
“Görgüsüz bir bedevî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’e sebepsiz yere üç kere seslenmişti. Onun bu gönül sıkıcı
tavrına rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevînin her
seslenişinde; «Buyur!» diye mukabelede bulunarak muhatabının
kabalığına karşı dâimâ nezâketle davrandı.” (Heysemî, IX, 20)
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Ravza’ya
girdi. Mihrâbın yanına kadar gidince orada bir tükürük gördü. Gül
cemâli birdenbire değişiverdi. Sahâbe hemen anladı, tükürüğü
kapattı, ondan sonra Efendimiz’in rengi yerine geldi. (Bkz. Müslim,
Mesâcid, 53)
Görmekteyiz ki;
Ashâb-ı kiram; Peygamber Efendimiz’in bakışlarını bile takip ediyor,
O’nun bir şeyden mahzun ve muzdarip olduğunu yüzünün
ifadesinden anlamaya ve O’nun gönlünü hoşnut etmeye gayret
ediyor.
HAKKI TEVZÎ EDERKEN
Rasûlullah Efendimiz, risâlet vazifesini yerine getirmek için hiçbir
zorluktan imtinâ etmedi.
Cihâd emri geldiğinde, hakkı müdafaa için cesaret ve şecaatle en
önde O vardı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-; savaşların en zor ve korkulu anlarında ileri atılır,
herkes O’nun arkasına sığınırdı.
Sefer dönüşlerinde ve yolculuklarda ise en arkadan yürür, geride
kalan zayıflara ve muhtaçlara yardım ederdi. Yani O’nun her hâli,
Allâh’ın kullarına hizmet ve yardım mâhiyetinde idi.
Beşeriyet; gerçek hak, adâlet ve hukukun ne olduğunu Rasûlullah
Efendimiz’den tahsil etti.