You are on page 1of 19

SONSUZ HAZİNE…

İnsanoğlunun bu dünyada da öbür dünyada da en büyük ve sonsuz


hazinesi, sahip olduğu güzel ahlâk ve edebidir.
Onun, yani insanın bütün değer ve kıymeti de ancak bu ulvî ve şerefli
hazinesinin kıymet ve değeri kadardır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’in yüksek değerini ifade
sadedinde âyet-i kerîmede;
ٍ ُ‫ك لَ َع ٰلى ُخل‬
‫ق ع َٖ۪ظ ٍيم‬ َ َّ‫َواِن‬
“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.
Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de;
“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8) buyurarak
vazifesini tarif etmiş ve bütün insanlık âlemine «üsve-i hasene», yani
mükemmel bir ahlâk nümûnesi olmuştur.
Bu bakımdan ahlâk, dînin özünü teşkil etmiştir.
ُ ‫اَ ْليَوْ َم اَ ْك َم ْل‬
‫ت لَ ُك ْم ٖ۪دينَ ُك ْم‬
diye başlayan ve dînin tamamlandığını ifade eden âyet-i kerîme nâzil
olduktan sonra Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
“Bu, Benim Zâtım için râzı olduğum bir dindir. Bu dîne yakışan da
ancak cömertlik ve güzel ahlâktır. Müslüman olarak yaşadığınız
müddetçe bu iki hasletle ikrâm ediniz.” (Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)
EN MÜKEMMEL MÜ’MİN…
İnsanlık tarihi, peygamberlerin eşsiz güzellikteki nice ahlâkî davranış
tezâhürleriyle doludur. Bunun en güzel misallerinden birisi şüphesiz
Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’dır. O, âyet-i kerîmede buyurulduğu
üzere kendisine açık bir şekilde zulmetmiş olan kardeşlerine;
“Bugün size başa kakma ve ayıplama yoktur, Allah sizi affetsin! O
merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyerek,
affedebilmenin kâbına varılmaz bir misâlini sergilemiştir.
Bu itibarla Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;
“Mü’minlerin îman cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel
olanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 250) şeklindeki beyanlarıyla,
ahlâkın, îmânın meyvesi ve kemâlinin alâmeti olduğuna işaret
buyurmuşlardır. Allah dostları da, işte bu Muhammedî ahlâk ile
ahlâklanan mâneviyat rehberleridir.

SEVİLENLE BERABERLİK
Rebîa bin Kâ‘b (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh- adlı bir sahâbî anlatır:
“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınında
geceler, ona abdest suyunu getirir ve diğer ihtiyaçlarını görürdüm. Bir
gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;
«–İste! (Vereyim.)» buyurdu.
Ben de;
«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.
Bu sefer ben;
«–Dileğim ancak budur!» dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı
ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)
Bu kıssada ne güzel ders ve hikmetler vardır:
 Rasûlullah Efendimiz çok vefâlıdır. Kendisine hizmet eden
sahâbîsine mukabelede bulunmak istemiş ve isteğini sormuştur.
 Ashâb-ı kirâmın en büyük arzusu, Rasûlullah Efendimiz ile bu
cihanda nasîb olan beraberliği âhirette de devam
ettirebilmektir.
 Rasûlullah Efendimiz, ashâbın bu isteğinin gerçekten büyük ve
zor olduğunu ifade etmiştir.
Enbiyânın zirvesi olan Efendimiz ile beraberlik ne büyük bir nimettir!
O büyük nimete nâil olabilmek için gönülden ve samimî bir gayret
gerekir.
 Secdeler, nâfile namazlar, bilhassa seher vakitlerinde Cenâb-ı
Hakk’a teheccüdlerle ilticâ etmek; kulu Allâh’a yaklaştıracak ve
Rasûlullah Efendimiz ile cennette beraber eyleyebilecek en
kıymetli ibâdetlerdendir.
Sahâbe efendilerimizin Rasûlullah ile âhirette beraber olma
arzusunun bir başka misâli de Sevbân -radıyallâhu anh-’dır:
Sevbân -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nü çok sever, O’ndan ayrı
kalmaya sabredemezdi. Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına geldi,
yüzü sararmış, sanki iyice zayıflamıştı. Üzüntüsü, sîmâsından
okunuyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?” diye sordu.
Sevbân anlattı:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne bir hastalığım, ne bir acım var. Fakat Sen’i
görmediğim zamanlar özlüyor ve Sen’in yanına gelinceye kadar
şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sen; bana kendimden, ailemden ve
çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evdeyken Sen’i hatırlayınca
sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzüne bakıyorum. Bu
dünyada hâl böyle de, acaba âhirette hâlim nice olacak?!. Âhireti
hatırladıkça Sen’i orada hiç görememekten korkuyorum.
Çünkü biliyorum ki;
Sen, diğer peygamberlerle birlikte yüce mertebelere yükseleceksin.
Ben; cennete girsem bile herhâlde aşağılarda, Sen’in mertebenden
daha aşağıda bir yerde olacağım. Şayet cennete giremezsem zaten bir
daha Sen’i görmem ebediyyen mümkün olmayacak.”
Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine
lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle
beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s.
168-170)
Peygamberimiz de, bu taleple kendisine gelen sahâbîlerine şu ölçüyü
bildirdi:
َّ‫اَ ْل َمرْ ُء َم َع َمنْ اَ َحب‬
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Enes -radıyallâhu anh- der ki:
“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın
Nebîsi’nin;
«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.”
(Müslim, Birr, 163)
SEVGİ İSPAT İSTER
Ancak; “Kişi, (âhirette) sevdiğiyle beraberdir.” sözünü; “Bu beraberlik
için sadece sevgi yeter!” şeklinde anlamamak gerekir. Yukarıdaki;
“Secdelerle bana yardım et!” emriyle beraber düşünmelidir. Yani;
Âhirette ve cennette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
ile beraber olmak isteyen;
 Secdelerde O’nunla beraber olmalıdır.
 İhlâs ve takvâda O’nunla beraber olmalıdır.
 Merhamet ve cömertlikte, infak ve îsarda O’nunla beraber
olmalıdır.
 Allah yolunda hizmette, tebliğde, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i
ani’l-münkerde Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in heyecan ve gayretinden nasîb almalıdır.
 O’nun güzel ahlâkından nasîb almalıdır.
Eğer bu gayret ve fedâkârlıklar olmazsa, sevgi iddiası kuru ve boş bir
dâvâ olarak kalır. Çünkü gerçekten seven; sevdiğine benzemeye
çalışır, imtisâl eder, hayatı O’nun Sünnet-i Seniyye ölçüsüyle yaşar.
Zira Cenâb-ı Hak buyurmuştur:
‫ُول هّٰللا ِ اُسْ َوةٌ َح َس َن ٌة‬
ِ ‫ان َل ُك ْم ۪في َرس‬ َ ‫َل َق ْد َك‬
‫ان َيرْ جُوا هّٰللا َ َو ْال َي ْو َم ااْل ٰ خ َِر َو َذ َك َر هّٰللا َ َك ۪ثيرً ا‬
َ ‫لِ َمنْ َك‬
“Andolsun ki, Rasûlullah; sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe
kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir
örnektir.” (el-Ahzâb, 21)
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sadece bize değil, herkese rahmettir.
Kâinâtın Fahr-i Ebedîsidir. Âlemlere rahmettir:
َ ‫َو َم ۤا اَرْ َس ْل َنا‬
َ ‫ك ِااَّل َرحْ َم ًة ل ِْل َعا َل ۪م‬
‫ين‬
“(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-
Enbiyâ, 107)
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolu, sünneti ve güzel ahlâkı;
karanlıkları aydınlatır, gönülleri ve hayatları pür nûr eder:
‫َودَاعِ يًا ِا َلى هّٰللا ِ ِبا ِْذن ِ۪ه َوسِ َراجً ا م ُ۪نيرً ا‬
“(Sen’i ey Habîbim) Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir
kandil olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46)
O’nun ahlâkı, Cenâb-ı Hakk’ın tavsif ve tarifiyle muhteşemdir:
‫ك َل َع ٰلى ُخلُ ٍق َع ۪ظ ٍيم‬
َ ‫َو ِا َّن‬
“(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem,
4)
Güzel bir kulluğun özü muhabbettir.
Kalpte öyle bir muhabbet olacak ki; kişinin hayata bakışını, bütün
davranışlarını, amellerini, muâmelâtını ve ahlâkını tesiri altına alacak
ve Mahbûb’un yani Allah ve Rasûlü’nün istediği vasıflara döndürecek.
Sakarya’nın Karadeniz’e döküldüğü anda, kendi vasfından geçip,
Karadeniz’den ayırt edilemez bir hâl alması gibi, kişi sevdiğiyle
aynîleşecek… Mâsivâdan, başka renk ve sıfatlardan sıyrılacak, Hak
rengine boyanacak.
Cenâb-ı Hak bizim «mârifetullah»tan nasîb almamızı istemektedir.
Zihnî bilgilerle bu mümkün değildir. Bilgiler sadece kuru bir zihin arşivi
gibi olmamalıdır. Çünkü zihnî bilgiler, tek başına faydalı değildir. Hattâ
zarar bile getirebilir. Meselâ, Allâh’ın âyetlerini ‫ َث َم ًنا َق ۪لياًل‬/ az bir bedel
karşılığında satan Benî İsrâil âlimleri işte böyle kuru bilgi sahibi idiler.
Bilgilerin kalbî bir mâhiyet kazanması, yani takvâ üzere yaşanması
gerekir. Tâ ki, «Hakk’ın, o kişinin gören gözü, tutan eli olması»
mesâbesinde bir kıvam kazanılabilsin. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)
Hazret-i Mevlânâ, sırf zihnî bilgilere sahip olduğu
devreye «hamdım» der. O bilgileri kalbî bir mâhiyete büründürerek
bağrını muhabbet ateşiyle tutuşturduğu devresine de «piştim» der.
Bunun hemen akabinde sır ve hikmetlerle yoğrularak fânîlikten
sıyrıldığı devresine de «yandım» der. Bu da, onun hiçlik hâlinde nasîb
olan ve satırlarda bulunmayan nice sırlara ulaşmasının bir ifadesidir.
Bu gerçek;
Kuru bilgilerle ve zihinle bulunamayan ve erişilemeyen hakikatlere
ancak olgun bir kalp ile ulaşılabileceğinin bir beyânıdır.
Bu gerçeğin malzemesi ise, lekesiz bir muhabbettir ve neticesi de
âdâbdır, yani ille edep, ille edep…
Hâsılı; kişide şu âyet-i kerîme tecellî edecek:
“(Habîbim!) De ki:
«–Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve
esirgeyicidir.»” (Âl-i İmrân, 31)
Rasûlullah Efendimiz de bu vefâlı muhabbeti şöyle tarif eder:
“Allah Teâlâ’yı, sizi nimetleriyle perverde kıldığı için sevin.
 Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin.
 Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb,
31/3789)
Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkı, Kur’ân idi. Kur’ân nasıl sonsuz bir
mânâ ve hakikat okyanusu ise, Efendimiz’in de ahlâkı öyle muazzam
bir deryâdır. O’nu ciltlerle kitap, satırlara dökemez. O ancak gönül
kıvâmı nisbetinde, sadırlarda tanınır.
Lâkin O’nun güzel ahlâkından gönle ferahlık olması arzusuyla misaller
tâdâd edelim:
DÜŞMANININ DAHÎ TASDİK ETTİĞİ AHLÂK
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hiçbir zaman hak olmayan
bir söz söylememiş, hattâ şaka yaparken dahî sadâkatten ve doğru
sözlülükten ayrılmamıştır.
«el-Emîn» sıfatı, Peygamber Efendimiz’in âdetâ ikinci bir ismi
olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 25 yaşına
geldiğinde, Mekke’de sadece el-Emîn (emniyetli kişi) ismiyle
çağrılıyordu.
Efendimiz hakkında kullanılan Muhammedü’l-Emîn tabiri, müşriklerin
de dillerinden düşmez ve onlar emânetlerini kendi yandaşlarına değil,
Rasûlullah Efendimiz’e teslim ederlerdi. Hattâ Hazret-i Peygamber -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicret edeceği zaman dahî, üzerinde
müşriklerin birtakım emânetleri vardı ve ölüm tehlikesine rağmen
Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sahiplerine teslim ettirmişti.
EŞSİZ VEFÂ
Rasûlullah Efendimiz Bir Vefâ Âbidesiydi
Nitekim O’nun eşsiz vefâ misallerinden birini de Hazret-i Âişe şöyle
anlatıyor:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret
maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok samimî bir sohbet
geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra;
“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu
merak ettim.” dedim.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Hatice -radıyallâhu anhâ- hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim,
I, 62/40)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, süt akrabalarına
karşı da ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Sütannesi Halîme Hâtun’u
her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan
muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip
üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I,
113, 114)
Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye
gelmişti. Efendimiz o vakit, Hazret-i Hatice ile evli idi. Halîme Hâtun’u
misafir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme; yurtlarında
hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert
yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz; Hazret-i Hatice’ye sütannesinin
vaziyetini anlatınca, Hatîce Vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve
yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti. Böylece Hatice
Vâlidemiz de Efendimiz’e olan vefâsını gösterdi. (İbn-i Sa‘d, I, 114)
Efendimiz’in ahde vefâsına dair bir hâdiseyi Abdullah bin Ebi’l-Hamsâ
-radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Bi’setten önce Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alışveriş
yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi
va‘dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum.
Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, O’nu aynı
yerde beklerken buldum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
yaptığım kusur karşısında beni azarlamayıp sadece;
«–Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni
bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)
HİZMET EDENE VEFÂ
Mü’mine siyâhî bir kadın, Ravza’yı temizlerdi. Bir gün onu Ravza’da
göremeyince;
“–Nerede bu kardeşiniz?” diye sordu.
“–O vefât etti.” dediler.
“–Niye bana haber vermediniz?” buyurdu. Kabrini sordu, kabrine gitti,
orada duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)
MÜSTESNÂ ZARÂFET
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’deki nezâket, zarâfet bambaşka bir güzellik arz ederdi.
Meselâ muhataplarında gördüğü hata ve kusurları yüzlerine vurmaz
da âdetâ kendisine galat-ı ru’yet (yanlış görmek) izâfe ederek şöyle
derdi:
“Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle görüyorum?” (Bkz. Buhârî,
Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)
Yine bir defasında bir mecliste deve eti yenmiş ve birisinden gayr-i
ihtiyârî uygun olmayan bir ses çıkmıştı. Efendimiz o kimsenin rencide
olmaması, utanıp üzülmemesi için;
“Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyurdu. (Bkz. İbn-i
Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXII, 373 [12878])
Bu ne muhteşem incelik ki;
Bir kişiyi utandırmamak için deve eti yiyen herkese abdest aldırmış
oldu.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in huzûruna, bey‘at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden
ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:
«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel,
elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz.
Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Efendimiz; o müstesnâ zarâfetini sadece, zarif insanlara mukabele
ederken değil, en kaba saba insanlarla muhatap olurken de en güzel
şekilde sergilemeye devam ediyordu. Ömer -radıyallâhu anh-
anlatıyor:
“Görgüsüz bir bedevî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’e sebepsiz yere üç kere seslenmişti. Onun bu gönül sıkıcı
tavrına rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevînin her
seslenişinde; «Buyur!» diye mukabelede bulunarak muhatabının
kabalığına karşı dâimâ nezâketle davrandı.” (Heysemî, IX, 20)
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Ravza’ya
girdi. Mihrâbın yanına kadar gidince orada bir tükürük gördü. Gül
cemâli birdenbire değişiverdi. Sahâbe hemen anladı, tükürüğü
kapattı, ondan sonra Efendimiz’in rengi yerine geldi. (Bkz. Müslim,
Mesâcid, 53)
Görmekteyiz ki;
Ashâb-ı kiram; Peygamber Efendimiz’in bakışlarını bile takip ediyor,
O’nun bir şeyden mahzun ve muzdarip olduğunu yüzünün
ifadesinden anlamaya ve O’nun gönlünü hoşnut etmeye gayret
ediyor.
HAKKI TEVZÎ EDERKEN
Rasûlullah Efendimiz, risâlet vazifesini yerine getirmek için hiçbir
zorluktan imtinâ etmedi.
Cihâd emri geldiğinde, hakkı müdafaa için cesaret ve şecaatle en
önde O vardı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-; savaşların en zor ve korkulu anlarında ileri atılır,
herkes O’nun arkasına sığınırdı.
Sefer dönüşlerinde ve yolculuklarda ise en arkadan yürür, geride
kalan zayıflara ve muhtaçlara yardım ederdi. Yani O’nun her hâli,
Allâh’ın kullarına hizmet ve yardım mâhiyetinde idi.
Beşeriyet; gerçek hak, adâlet ve hukukun ne olduğunu Rasûlullah
Efendimiz’den tahsil etti.

Her zaman, ne öğretirse kendisi üzerinden öğretti. Kendisi bizzat amel


ederek, tatbik ettirdi.
Hakkı tevzî etmeyi ve helâlleşmeyi de şöyle tâlim buyurdu:
“Nihayet ben de bir insanım sizin gibi. Aranızdan bazı kimselerin
hakları bana geçmiş olabilir. Kimin sırtına vurmuşsam; işte sırtım,
gelsin vursun. Kimin malını bilmeden almışsam; işte malım, gelsin
alsın.” (Ahmed, III, 400)
Sahâbesi arasında çok sevdiği Üsâme -radıyallâhu anh-, şöhretli bir
ailenin hırsızlık yapan kızı için aracılık ederek cezanın
uygulanmamasını talep etmişti. Bu teklif üzerine, Hazret-i Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzü üzüntüden dolayı
sapsarı oldu ve sert bir şekilde;
“–Bu hırsızlığı kızım Fâtıma dahî yapsaydı, onun da elini
keserdim!..” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 12)
Rasûlullah Efendimiz’in; kendine yapılan her haksızlığı affeden yüreği,
bir haksızlık karşısında adâletin tesisi için müthiş bir îman salâbeti
gösterirdi. Mübârek kaşlarının üzerinde bir damar kızarır, ashab
O’nun bu hâlinden heybet duyardı.
Adâlet husûsunda Hazret-i Ali’ye şu tavsiyede bulunmuşlardı:
“Sana iki hasım geldiğinde her iki tarafı dinlemeden karar verme!
Doğru kararı ancak her iki tarafı dinledikten sonra
verebilirsin!” (Ahmed, I, 90)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «Köleler ve
Efendiler» şeklinde toplumu parçalayan «sınıf farkı»nı tamamen
ortadan kaldırdı.
TAKVÂDAN GAYRI ÜSTÜNLÜK YOK!
Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Medîne-i
Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyâhî bir köle
müzâyede ile satılıyordu.
Köle;
“–Beni alacak olana bir şartım var.” diyordu.
Alıcılardan birisi;
“–Nedir o şart?” diye sordu.
Köle;
“–Hizmetinde olacağım kişi, Rasûlullâh’ın arkasında farz namazlarımı
kılmama mâni olmayacak.” dedi ve o adam bu şartı kabul ederek o
köleyi satın aldı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o köleyi hep farz namazlarda
görürdü. Bir gün yine bakındı fakat o köleyi göremedi. Sahibine;
“–Kölen nerede?” diye sordu.
Adam;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı.” dedi. Rasûl-i Ekrem
ashâbına;
“–Kalkın onu ziyarete gidelim.” buyurdular.
Birlikte kalktılar ve gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç
gün sonra o kölenin sahibine;
“–Kölenin hâli nicedir?” diye sordular. Adam;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır.” deyince Efendimiz -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkıp kölenin yanına gittiler ve o ölüm
hâlindeyken yanında bulundular. Köle o sırada vefât edince onun
teçhiz ve tekfinini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üstlendi ve
götürüp defnetti.
Ashâbı bu durumu garipsediler.
Bir köleye böyle bir yakınlık ve alâka gösterilmesi, görülmüş bir şey
değildi.
Muhâcirler;
“–Biz, vatanımızı mallarımızı, ailemizi terk edip buraya geldik;
hiçbirimiz Rasûlullah’tan şu kölenin gördüğü muâmeleyi hayatında,
hastalığında ve ölümünde görmedi.” dediler.
Ensar da;
“–O’nu barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla O’nu destekledik ama
Habeşli bir köleyi bize tercih etti.” dediler.
[Sahâbîler daha evvel bir köleye böyle bir yakınlığın gösterilmesine
şâhit olmamışlardı.]
İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve
birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en
çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden
haberdardır.” ([el-Hucurât, 13] [Vâhidî, s. 411-412])
Rasûlullah Efendimiz; toplumdaki «kast sistemi»ni yani sınıf farkını
reddetmiş, bunu da göstermek için, ümmetinden takvâlı ve
muhabbetli bir ferde, köle olmasına bakmadan en şerefli bir muâmele
göstermişti.
Bilâl-i Habeşî de önceden siyâhî bir köleydi. Sonrasında Kâbe’nin
üzerinde ezan okuyan bir Peygamber müezzini oldu. Yine
Peygamberimiz, âzadlı kölesi Zeyd’in oğlu Üsâme’yi, 20 yaşında
olmasına rağmen, ordu kumandanı olarak vazifelendirdi.
Yine Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı Efendimiz çok severdi. Bir gün
gafleten kölesine sert davrandığına şâhit oldu. Efendimiz çok üzüldü.
“–Yâ Ebâ Zer, sen hâlâ câhiliyye âdeti üzerinde misin?” diye sordu.
Devamla;
“Allâh’ın yarattığına zarar verme! Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et;
fazla yük yükleme; yüklediğinde ise ona yardımcı ol!” buyurdu.
(Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)
Rasûlullah Efendimiz’in kölelerle alâkalı bu îkazları neticesinde, birçok
sahâbî köle sahibi olmanın büyük bir vebal olduğu düşüncesiyle,
onları âzâd ettiler. Diğerleri de onları evlâtları gibi terbiye ederek
topluma kazandırdılar.
Rasûlullah Efendimiz; sadece kölelere değil, «âlemlere rahmet» idi.
O’na yıllarca düşmanlık edenler dahî, O rahmetten istifâde ettiler.
HARPTE DAHÎ RAHMET
Bedir Harbi yaklaşıyordu.
Bir gün sonra mü’minlerle kılıç kılıca savaşacak olan müşrikler, harp
başlamadan bir gün önce gelip müslümanların hâkimiyetindeki
kuyudan su istediler.
Sahâbe vermek istemedi. Lâkin Fahr-i Kâinât Efendimiz müsaade etti.
Harp zaferle neticelendi. Esirler alındı. Peygamber Efendimiz; esirlere
güzel muâmele edilmesini emrettiği için, Medine’ye götürülürken,
zaman zaman sahâbe efendilerimiz indiler ve esirleri bineklere
bindirdiler.
Bir gün kendisinden, müşriklere lânet etmesi istendi. Fahr-i Kâinât
Efendimiz ise şöyle buyurdu:
“Ben lânetçi olarak gönderilmedim, âlemlere rahmet olarak
geldim.” (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)
İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gittiği zaman, Tâif halkı kendisini taşlamışlardı.
Allah Rasûlü geri dönmüş, derin kederler içinde yürürken Cenâb-ı Hak
Cebrâil ile «Dağlar Meleği»ni gönderdi.
Melek;
“‒Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak
işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için
Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun?
Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân
dağlarını) onların başına geçireyim.” dedi.
O zaman Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:
“‒Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a
ibâdet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini
dilerim.” dedi. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Rasûlullah Efendimiz’in mübârek gönülleri, muazzam bir «Af
Okyanusu»ydu.
Hakikî af, cezalandırmaya muktedir iken belli olur. Rasûlullah
Efendimiz, ceza vermeye muktedir hem de gayetle hak sahibi olduğu
hâlde defalarca affetti. Hem de en ağır mücrimleri bile affetti.
Mekke Fethi’nde kendisine yirmi küsur sene zulmedenlere karşı af
îlân etti. Tam kısas yapılacak zamandı. Hattâ kızı Zeyneb’i şehîd eden
Hebbâr bin Esved geldi. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah!”
dedi.
Bir kişinin daha cehennemden kurtulmasına, her şeyden çok sevinen
Fahr-i Kâinât Efendimiz onu da affetti ve;
“–Bu zulmü kızıma niçin yaptın?” diye dahî sormadı. (Vâkıdî, II, 857-
858)
Diğer taraftan merhamet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
fetihten sonra ne yapacağını merakla bekleyen Mekke halkına;
“‒Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı
sanırsınız?” diye sordu.
Kureyşliler;
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!»
deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi
bir kardeş oğlusun!..” dediler.
Bunun üzerine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Ben de Hazret–i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «Size bugün
hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!» diyorum. Haydi gidiniz, artık
serbestsiniz!” buyurdu.
Bir diğer hitâbında da;
“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le
güçlendirip üstün kılacağı bir gündür.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV,
32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)
Ebû Cehil’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin
fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Zevcesi, müslüman olarak onu
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnuniyetle
karşılayarak;
“Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara karşı
yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affetti. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine sihir yaparak
hastalanmasına ve ızdırap çekmesine sebep olan münafık Lebîd’i ve
onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin
Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayatına
kastetmiş bulunan Lebîd’i ve onun mensup olduğu Benî Zurayk
kabîlesinden hiç kimseyi de cezalandırmadı.
Hazret-i Âişe Vâlidemiz;
“–Yâ Rasûlâllah! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen
olmaz mı?” dediğinde ise Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu muhteşem
cevabı verdi:
“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve
onlara kötülük etmek istemem.” (Buhârî, Edeb, 56)
Ezcümle;
Mahşer gününde ve sonsuz ebedî hayatta;
 Rasûlullah Efendimiz ile beraber bulunmak,
 O’nun şefaatinden istifâde etmek,
 O’nun «Havz-ı Kevser»inin başından uzaklaştırılmadan «Hamd
Sancağı»nın altına kabul edilmek istiyorsak;
Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkını yaşamak ve sünnet-i seniyyesini
tatbik etmek yolunda gayret etmeliyiz.
Cenâb-ı Hak; Habîb-i Ekrem’inin ahlâkıyla ahlâklanmamızı, bu yüce
gayenin hiç değilse eşiğine varabilmemizi nasip ve müyesser
buyursun.
Bizleri dünyada kalben ve amelen, âhirette de bizzat Rasûlullah
Efendimiz ile beraber olabilen ümmetinin bahtiyarlarından eylesin!..
Âmîn!..
SON YAZILAR
Toplumların Saâdet ve Felâketi (Kur’ânî Tâlimatlar 50)
1 Şubat 2023
Dünyevîleşme, İsraf ve Hâle Rızâ Hakkında Mülâkat
1 Şubat 2023
Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -17-
1 Şubat 2023
Kul Hakkı
1 Şubat 2023
Cinsî ve Ahlâkî Bakımdan Sapkın Yönelişlere Karşı Neslimizi
Korumak için Neler Tavsiye Edersiniz?
4 Ocak 2023
SON EKLENEN VİDEOLAR
24 Şubat 2023 Sohbeti
24 Şubat 2023
Mîrac Kandili Özel Sohbeti (17 Şubat 2023)
17 Şubat 2023
Aziz milletimizin başı sağ olsun!
6 Şubat 2023
03 Şubat 2023 Sohbeti
3 Şubat 2023
20 Ocak 2023 Sohbeti
20 Ocak 2023
@Osman Nuri Topbaş | Her hakkı mahfuzdur.

You might also like