You are on page 1of 163

Title: Unknown

Author: Unknown
CreationDate: Sat Aug 26 18:01:02 EET 2017
ModificationDate: Sat Aug 26 18:01:02 EET 2017
Publisher: ABBYY FineReader 12

"MEZARIMIN BAŞINDA DURUP


AĞLAM A. ORADA DEĞİLİM,
UYUDUĞUMU SANMA."
«

Tehlikeli Kızlar
Özgün Adı I Dangerous Giriş
Abigail Haas
Yayın Yönetmeni I Tuğçe Nida Sevin
Redaksiyon I Su Akaydın
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni I Aslıhan Kopuz
Kapak Görselleri I Getty Images, Shutterstock
1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul
ISBN: 978-605-9585-31-6
Türkçe Çeviri © Burcu Karatepe, 2016
© Yabancı Yaymlan, 2017
© Abigail Haas, 2013
Sertifika No: 11407
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
Bu eserin yayın haklan Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı
aracılığıyla alınmıştır.
Yabana™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
www.yabanciyayinlari.com - www.ilknokta.com
Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaaalık
Gümüşsüyü Cad. Topkapı Çenter, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97
Sertifika No: 29652

A B 1 G A l LU A A S

Bu kitabın, hayal edebileceğimin çok daha ötesinde


vahşi, karanlık ve belalı olması için bana yardım eden
harika temsilcim Rebecca Friedman'a...

Gerçek, nadiren saftır fakat asla basit değildir.


— O scar W ilde

ARUBA ACİL SERVİSİ


911 KONUŞMA DÖKÜMÜ - 20:45
TELSİZ MEMURU: Hallo, hoe gaat het ermee?
KADIN 1: Merhaba? Merhaba?
TELSİZ MEMURU: Acil durumunuz nedir?
KADIN T Arkadaşımızı bulamıyoruz... Tüm gün ondan
haber alamadık; telefonunu da açmıyor.
TELSİZ MEMURU: Ne kadar zamandır kayıp?
KADIN T Hayır, o kayıp değil ama kapısı kilitli ve...
(arkaplan sesleri) KADIN 2: Ona... kandan bahset.
KADIN 1: (boğuk sesler)... sen çeneni kapasana! (daha
yüksek sesle) Bize göre... görünüşe göre yerde kan var.
Birilerini gönderebilir misiniz?
TELSİZ MEMURU: Devriye gezen memurlardan birini size
yönlendireceğim. Adresiniz nedir?
KADIN T Paradise Sahili’ndeki evlerden birindeyiz.
(boğuk sesler) AK, adres ne? (arkaplan sesleri)
ERKEK: (anlaşılamayan konuşma)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi? Orada mısınız?
KADIN 1: Max balkonunun camının kırıldığını söylüyor...
Arkadan girmeye çalışacakmış, (boğuk sesler) Chels, onu
yeniden aramayı dene.
KADIN 2: Açmıyor.
ERKEK: Bekle, duyuyorum... Sen de...? (anlaşılamayan
konuşma)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi, bana nerede olduğunuzu
söyleyin.
KADIN T Max oraya tırmanıyor, (boğuk sesler) Max?
Orada mı?

(duraksama)
KADIN 2: (ağlama sesleri) Bundan hiç hoşlanmadım.
Telefonunu öylece bırakmazdı. Onun nasıl olduğunu bilir...
(çığlık)
KADIN 1: Aman Tanrım, o Max mi? Neler oluyor? Max, o
orada mı?
ERKEK: Max, kapıyı aç! Max!
(hareket sesleri)
(çığlıklar)
KADIN 2: Aman Tanrım!
KADIN 1: Elise! Hayır, hayır...
(daha çok çığlık)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi, bana gördüğünüzü
anlatın.
KADIN 1: Anlatamam... (hıçkırma sesleri) Kan. Her yerde
kan var!
TELSİZ MEMURU: Yaralı olan kim? Siz iyi misiniz?
ERKEK 2: Nefes almıyor!
KADIN 1: (anlaşılamayan konuşma) Yapamam... O...
KADIN 2: Ona yardım edin!
ERKEK: Tate, onları dışarı çıkarsana!
(boğuşma sesleri)
KADIN 2: Hayır! Bırak beni!
(duraksama)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi? Orada mısınız?
Hanımefendi?
KADIN 1: (hıçkırma sesleri) Öldü. Bıçak var ve... Ah
Tanrım, ben yapamam... Öldü!

BOSTON GLOBE
Yetkililerin de teyit ettiği üzere, Aruba’da genç bir kız
ölü bulundu. Henüz ismi açıklanmayan kız, arkadaşla
rıyla birlikte Oranjestad’ın tatil kasabasına bir haftalık
tatil için gelmişti. Kurbanın cep telefonuna cevap ver
memesi üzerine arkadaşları salı gecesi polisle irtibata
geçti. Dedektifler cesedi, gençlerden birinin babasına
ait olan lüks sahil evinde buldu.
Yerel polis olayla ilgili bir açıklamada bulunmazken
sorgu hâkimi Klaus Dekker, muhabirimize ölümün
şüpheli olduğu ve bir cinayet soruşturmasının başlatıl
dığı bilgisini verdi.

ÖNCESİ
"Shotlar! Shotlar! Shotlar!”
Ellerimizi yapış yapış olmuş ahşap masaya vururken hep
beraber bağırıyorduk. Rastalı garson bardaklara yeniden par
lak, neon mavi renkte bir içki doldurmaya başlamıştı. Adadaki
ilk gecemizdi ve müzik, neredeyse düşünmemi engelleyecek
kadar yüksek sesteydi; tüm sahil kulübünü sallayan, bardak
ları titreten ve kanın göğsümde gümbür gümbür atmasına ne
den olan Avrupalı bir dans-pop şarkısı çalıyordu.
"Aruba, kaltaklar!" Elise shot bardağım havaya kaldırdı;
ışıklar bardağım delip geçiyor, saçlarında altın rengi yansıma
lar yapıyordu.
"Yaz tatili!" diye bağırdı grup hep bir ağızdan; içkiyi kafa
ma dikerken acı-tatlı tadı ve o tamdık yanmanın boğazımdan
aşağı süzülmesi ürpermeme neden oldu. Melanie öğürerek
yüzünü buruşturdu; Max ve AK havayı yumruklayarak ulu
du. Elise ise yeni bir shot almak için uzanmıştı bile; bu seferki
yarımda tuz ve misket limonu olan sek tekilaydı.
12

Tate, "Sakin olun kızlar," dedi Elise'e doğru gülerek, bir ko


lunu benim omzuma atmıştı.
Elise onu takmadı bile, bana doğru dönüp muzip bir sırıt
mayla, "Şu bardakların dibini görelim bebeğim," dedi. Sırıtarak
elindeki tuzu silkelemek yerine benim boynuma döktü ve içkiyi
içmeden önce eğilip tuzu köprücük kemiğim boyunca yaladı.
Dokunuşu ürpermeme neden oldu ve onu şakacı bir havay
la kendimden uzaklaştırdım. "Sarhoşsun."
"Ve senin de biraz gevşemen lazım!" Elise arkaya doğru
yalpalarken san saçlan omuzlarından geriye doğru uçuştu.
"Tatile geldik. Parti zamanı!"
Mel'i ve Chelsea'yi yakaladı ve beraber dans pistine doğru
gitmeye başladılar; kalçalan gümbürdeyen basların etkisiyle
sallanmaya başlamıştı bile. Dans etmeye ve kıvırtmaya başla
dılar, terli vücutların oluşturduğu kalabalığın arasmda kay
boldular.
Grubun geri kalanına bakınmaya başladım. Chelsea'mn ikiz
kardeşi Max ve AK, çoktan erkek erkeğe takılmak için bara git
mişti; İsveçli görünümlü iki sanşm kızla şanslarım deniyorlar
dı. Ya kızlan daha iyi duyabilmek ya da dekoltelerini kesebil
mek için Max'in san saçlan ve AK'in siyah bukleleri öne doğru
düşmüştü. Hangisini yapmaya çalıştıklarım tahmin etmeye
bile çalışmayacaktım. Lamar oturma kabininin diğer tarafında
iyice yayılmış oturuyordu; ışıklar koyu tenine mavinin değişik
tonlarında vuruyordu. O da, dans pistinden gelip onu da dans
etmesi için ikna etmeye çalışan Chelsea gibi şişesinin etiketim
soyuyordu. Chelsea ayağa kalktı ve tepeden ona tıpkı bir kucak
dansçısı gibi sırıtmaya başladı. Sonunda Lamar onu kalçasın
dan yakaladı ve dans pistine doğru yöneldiler; Lamar*m bir eli
sahipleniri bir tavırla Chelsea'nin omzundaydı.
Bense Tatele birlikte yalnız bırakılmıştım. Daha da yaklaşıp
onu öpmeye başladım ama omuzlarında bir gerginlik vardı.
"Sorun ne?"
"H iç." Omuzlarını silkti. "Sanırım hâlâ finaller yüzünden
stresliyim. Herkes Yale'in bana geri dönüş yapması için gere
ken zamanın..."
"Sana geri dönüş yapacaklar," dedim ona sakince. Uzanıp
karm akanşık olmuş sarı saçlarını gözlerinden geriye attım. Eli
mi çekmedim ve yanağını hafifçe okşamaya başladım. "Seni
kabul etmek zorundalar," dedim sırıtarak. "Sen seçilmiş olan
sın. Yani sen bile kabul edilmeyeceksen biz ne yapalım? Ben
Boston Devlet Üniversitesinde yerleri silerim artık." Bir kah
kaha attım ama Tate'in kafası hâlâ başka yerde gibiydi. "So
run çıkmayacak," diyerek onu rahatlatmaya çalıştım yeniden.
"Sorun çıkacaksa bile şu an yapabileceğin hiçbir şey yok. En
azından eğlenmeyi deneyebilirsin."
Tate içini çekip nihayet gülümsedi. "Haklısın. Özür dile
rim ." Uzanıp almma bir öpücük kondurdu. "Sanınm şu stresi
üstümden atmam gerek."
"Şu şansa bak ki onun için en doğru yerdeyiz." Parmakları
mı onunkilerle birleştirdim. "Koca bir hafta, aile yok, kurallar
yok..." Onu öpmek için uzandım ve bu sefer gergin değildi;
sadece aramızdaki o tanıdık sıcaklık vardı ve Tate'in elleri ti
şörtümün eteğine uzandı ve...
Aniden arkadan boynuma sarılan kollar beni geri çekti. Eli-
se. Daha da sıkı sanlıp yanağımı öptü.
"Neden hâlâ oturuyorsunuz?" Beni çekip ayağa kaldırdı.
"Gelin! Dans edin!" Diğer eliyle de Tate'i çekti; bizi kalabalığın
derinliklerine doğru iterken Tatele birbirimize baktık.
Şimdi çalan müzik, açık saçık sözleri olan bir hiphop şarki
siydi ve çok geçmeden etrafım tenle, terle, sıcaklıkla ve yavaş
bir tempoyla atan kalabalıkla çevrelendi. Kendine has figürle
riyle dans eden Elise beni hâlâ sıkı sıkı tutuyordu ve kısa süre
sonra ben de onun gibi kendimi müziğe kaptırdım. Her parti
de, her dans pistinde, her kaçak depoda durum aynıydı: O ilk
geldiğimdeki tuhaf ânı atlattıktan ve Elise moda girmem için
14

beni sürükledikten, beni kendimden uzaklaştırdıktan sonra


hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Artık Arına olmuyordum, ben
olmuyordum; şarkılar birbirine karışırken, önemli olan tek şey
tempo ve bedenler ve de gümbürdeyen baslara dönüşürken
çok daha fazlası oluyordum.
Nefes nefese kendimi bıraktım, vücudumun kıvrılmasına,
sallanmasına ve müziğin içime girmesine izin verdim. Tate
beni iyice kendine doğru çekti ve şimdi üçümüzdük. Ben ve
Elise ona yaslanmış dans ediyor, etrafında dönüyorduk. Yeşil
flaşör ışıklar karanlığı delip geçiyordu. Aramızda kalan Tate
gülüyordu ve eli, ona gülümseyerek bakan Elise'in kalçasında
duruyordu. Işıklar yüzünün o güzel kıvrımlarını aydınlatıyor
du ve birden bire göğsümde bir acıyla onu arzuladım. Benim.
Elini Elise'in üzerinden çektim ve hiçbir şey demeden onu
dans pistinin kenarına sürükledim. Sırtım sağlam bir yüzeyle,
elleri kalçalarımla ve dudaklan da dudaklarımla buluştu.
Beni sertçe duvara bastırıp öpmek için eğildi. Kollarımı
boynuna dolayıp onu daha da kendime çektim ve ağızlarımız
açlıkla birbirimizin dilinde, teninde ve omuzlarında gezinir
ken onu sıkıca tuttum. Keşke sonsuza kadar böyle kalabilsey-
dik: sarhoşluk ile ayıklık, et ile kan arasmdaki ince çizgide ve
özgür. Ardından müzik yeniden değişti; şimdi daha canlı ve
neşeli bir şarkı çalıyordu ve biz de dans pistine geri döndük.
Elise beni tutup çekiştirmeye başlayana kadar ne kadar dans
ettik bilmiyordum. "Tuvalet molası!" diye bağırıp DJ kabinin
yamndaki yerlerinden Chelsea ve Mel'i topladı.
Tüm kızlar küçücük tuvalete doluştuk; dudak parlatıcıla
rını, rimelleri tezgâhın üzerine saçıp çatlamış aynanın önüne
geçtik. "O halde kim çıplak yüzmeye var?" Elise zıplayıp la
vabonun yanma oturdu ve bacaklarım sallamaya başladı. Mu
zır bir gülümsemeyle bana bakıyordu. "Ne dersin, YValden
Pond'da yaptığımız gibi?"
Güldüm. "Yaa evet, neredeyse hipotermiden ölüyorduk."
15

Elise umursamaz bir havayla omuzlarını silkti. "O zaman


Karayipler'de olmamız isabet olmuş."
"Ciddi değilsin, değil m i?" dedi Mel, küt kesilmiş kakülle
rinin ardından gözlerini kırpıştırırken. "Dışarısı zifiri karanlık,
boğulursun."
"Belki gelip beni kurtaracak yakışıklı bir Aruba cankurta
ranı bulurum." Elise dikkatle dudaklarını büzdü ve pembe ru
jundan bir kat daha sürdü.
"Ya da seni küçük parçalara bölüp köpekbalıklarına atacak
biri." diye mırıldandı Mel. Giysin diye ısrar ettiğimiz eteğinin
ucunu tutmuş aşağı çekmeye, çıplak baldırlarım biraz olsun
örtmeye çalışıyordu. Onun böyle mızmızlanması sinirimi bo
zuyordu. Her zamanki Mel'di bu, herkes eğleniyor olsa da sü
rekli koruyucu bir tavır takınırdı. Her notu A olan geleceğin
tıp öğrencisi, her şeyin sıkı bir plana göre işlemesini isterdi.
Kendi planına.
"Rahatlasana biraz," deyip iç çektim. "Oda meselesine bo
zuk değilsin hâlâ, değil m i?"
"Orası oda falan değil," diye şikâyet etti Mel. "Daha ziyade
kapanabilen yatağı olan bir tuvalet orası."
"AK ve kardeşimle aynı odayı paylaşabilirdin." diye ses
lendi Chelsea tuvalet bölmesinden. Sifon çekildi ve uzun
saçlanm parmaklarıyla tarayarak bölmeden çıktı. Aynadaki
aksine doğru düzgün bakmamıştı bile, makyajsız yüzünde sa
dece çilleri belirgindi. Zaten aynaya bakmasına da gerek yoktu
çünkü Chelsea'de o doğal, kumsal güzelliği denen şey vardı.
Boston'ın soğuk kışlarında bile sanki az önce güneşin altında
sörf yapmış gibi görünmeyi başarırdı. "Gerçi," diye ekledi bir
sırıtmayla, "o zaman şu erkeklerin donlannı sağa sola sokma
meselesiyle karşı karşıya kalırdın."
"Onların sokmaya çalıştıkları tek şey o değil," diye yapıştır
dım. Elise kahkaha atıp bir beşlik çaktı.
"Belki de izlemene izin verirler," diye ekledi Mel. "Bir şey
ler öğrenebilirsin."
16

"La, la, la!" diye karşı çıktı Chelsea. "Kural neydi?"


"Kardeşin ve seks hayatı hakkında konuşulmayacak." diye
rek içini çekti Elise.
"Ya da seks hayatının olmamasından konuşulmayacak,"
dedim sırıtarak ama Mel hâlâ somurtuyordu. Elise'e döndü.
"Neden senin odanı paylaşamadığımızı anlamıyorum."
"Çünkü benim eğlenmek gibi bir planım var." dedi Elise.
"Belki de şu VIP kabinindeki koyu renk saçlı çocukla."
"Burada VIP kabini mi var?" diyerek güldü Chelsea, bir
yandan su püskürten musluğun altında ellerini yıkamaya ça
lışıyordu. Bilekleri örgü bilezikler ve egzotik boncuklarla do
luydu; bazıları kopmaya yüz tutmuştu. "Doğru düzgün akan
suları bile yok."
Elise bir kat daha ruj sürdü. "Tatlı bir çocuk. Size diyorum
bakm. Sanırım görmesi için onu eve getireceğim. Benim yatak
odamm manzarasıyla..." deyip göz kırptı.
"Elise!" diye isyan etti Mel, tam da ondan beklenildiği gibi,
"Onu doğru düzgün tanımıyorsun bile. Tecavüzcü olabilir, ka
til ya da..."
"Keyfimizi kaçırmasana," diye araya girdim.
Elise, "Bir içki içmen lazım senin," diyerek bana katıldı.
Zıplayıp ayağa kalktı ve kolunu Mel'inkine soktu; ilerlerken
başım çevirip bana usanmış bir ifadeyle baktı. "İki içki hatta.
Bir de şöyle buranın yerlisi, seksi birini bulalım sana."
"Ben.."
"İlgilenmiyorsun, biliyoruz." Elise onu tutup kulübe doğru
yönlendirdi.
Hep bir ağızdan bağırdık. "Sen öyle bir kız değilsin."
Melanie suratını astı. "Sanki bu kötü bir şeymiş gibi söylü
yorsunuz."
Elise gözlerini devirip, "Hayır, sıkıcı bir şeymiş gibi söylü
yoruz."
Dans pistine döndüğümüzde Elise gecenin avını işaret etti.
17

Yirmili yaşlarının başlannda gibi görünen çocuk birkaç arka


daşıyla köşede takılıyordu; sıkılmış ve umursamaz tavırları
zengin çocuk diye bağırıyordu resmen.
"Şirin, değil m i?" diyerek bana sırıttı ve çocukların olduğu
tarafa işveli bir bakış attı; beni kendine doğru çekip başım om
zuma koydu.
Bir kahkaha attım. "Ben belayım yazıyor alnında resmen."
Kahkaham a karşılık verip, "Tam da istediğim gibi," dedi.
Ardından kaybolmuştu bile, kalabalığı yararak çocukların ol
duğu tarafa gidiyordu. Onun ilerleyişini izledim. Dakikalar
sonra grupla birlikte konuşuyor, kahkahalar atıyordu ve hedef
çocuktan istediği ilgiyi görmüştü.
Tate tekrar yamma geldi. "Elise nerede?" dedi avaz avaz
kendini duyurmaya çalışırken.
Belirsiz bir şekilde om uzlanm ı salladıysam da tam karşıya
baktı ve onu, bacak bacak üstüne atmış, grupla birlikte otu
rurken ve olası kurbanına bir şeyler anlatırken gördü. Saçlan
ışıklar altında mor ve kırmızı renklerde parlıyordu; eteğinin
altındaki bacakları uzun ve bronz görünüyordu. Gülüm seye
rek onu iş üstünde izledim. Gerçekten harikaydı; hiçbir erke
ğin ona karşı koyabileceğini sanmıyordum.
"Bundan hoşlanmadım. Birlikte takılm alıyız," dedi Tate
kaşlarım çatarak.
"Rahatlasana!" Kollanm ı sıkıca ona sarıp dudaklarmı du
daklarıma çektim. "Elise koca bir kız. Kendi başının çaresine
bakabilir."
18

DURUŞMA
“Ben yapmadım!”
Ayağa fırladım; kelimeler, avukat odaya girdiği anda du
daklarım arasından fırlamış gibiydi. "Ben yapmadım," dedim
yeniden. Ellerimi, kendimi boğulmaktan kurtarabilirmişim
gibi birbirine kenetlemiştim. "Tüm bunlar büyük bir hata."
Daha kelimeler ağzımdan çıkarken kulağa ne kadar klişe
geldiğinin farkmdaydım. Sanki küçükken annemle birlikte iz
lediğim ikinci sınıf dizilerden birinde kapana kısılmış gibiy
dim. Paniğimi bastırmaya, sakin ve aklı başında görünmeye
çalıştım. "Bana inanıyorsunuz, değil mi? Doğruyu onlara gös
termeniz gerek."
Oldukça belli olan bir gıdısı ve açık bir alm olan avukatın
ismi Ellingham'dı; Tate'in babasının New York'tan gönderdiği
uluslararası bir hukuk danışmanıydı. Gardiyan kapıyı dışarı
dan kapatana ve bizi küçük odada yalnız bırakana kadar ağ
zını açmadı. Ardından evrak çantasını yere sabitlenmiş olan
masanın üstüne koydu ve nihayet bana baktı.
19

"Aslında bunun bir önemi yok, bugün değil."


Şaşkınlıkla ona bakakaldım. "Tabii ki önemi var! Söyledik
lerine göre... Söyledikleri şey..." Sesim yavaşça azaldı.
"Bugünkü basit bir kefalet duruşması," diye açıkladı ve
çantasının kilidini açtı. Çanta deriydi ve pahalı olduğu bel
liydi. Onunla ilgili her şey pahalı gibi görünüyordu. Tertemiz
gömleği, tasarımcı elinden çıkma takım elbisesi, önündeki
kâğıtların üst satırlarını imzalamak için kullandığı fiyakalı
dolmakalem. Hapishanede zorla kaşındıran bir kanvas tulum
giydirmişlerdi bana ama babam duruşma için temiz kıyafet
ler getirmişti. Hayatımda, beyaz bir tişört giydiğim için hiç bu
kadar mutlu olmamıştım; tenime değen yumuşak pamuklu
kumaştaki koku, eski deterjanımızın kokusuna benziyordu.
Evimizin kokusuna.
"Bu duruşma senin davanı görmek için yapılmıyor," diye
uyardı beni Ellingham. "Oraya girip oturacaksın, ismini belir
teceksin ve savunmanı yapacaksın. Şurayı imzala." Kalemini
bana uzattı.
Bileklerimdeki kelepçelerden dolayı tuhaf hissederek im
zaladım. "Bunları çıkarmalarını sağlayabilir misin?" diye sor
dum umutla. Bileklerimde kırmızı lekeler ve morluklar vardı
ama yine de şanslıydım: İlk duruşmada ayaklarımda da pran
galar vardı ve mahkeme salonuna sendeleyerek girerken, to
puklu ayakkabılarıyla yürümeye çalışan sarhoş bir üniversite
birinci sınıf öğrencisi gibi hissedip utanmıştım.
Başını salladı. "Şimdi değil ama yargıç seni kefaletle bırak
tığı anda serbestsin zaten."
"O zaman eve gidebiliriz." Bir ağlama krizinin çok yakın
larda olduğunun farkındaydım ve elimden geldiğince bastır
maya çalıştım. Mahkeme salonunda zırlayıp duran kız ola
mazdım, bunun farkındaydım. Güçlü olmak zorundaydım.
"Adayı terk edemezsin." Ellingham bunu zaten biliyor ol-
20

malıymışım gibi baktı bana. "Kefaletle serbest bırakılmanın


şartlarından biri bu. Duruşmaya kadar burada kalmalısın."
Hevesle başımı salladım. Hapishaneden çıksam yeterdi.
Tutuklamadan beri herkesten ve her şeyden izole edilmiştim;
beş gündür hiç de dost canlısı olmayan gardiyanlardan ve di
ğer mahkûmların uzaktan attığı bakışlardan başka hiçbir şey
görmemiştim. Uyumak için fazlasıyla sıcaktı ve ben her gece
yi, üstüne yünlü battaniye serilmiş olan yatağımda büzüşerek,
tavandaki çatlakları sayarak ve uyanıp tüm bunlann bir rüya
olduğunu görmeyi bekleyerek geçirmiştim.
Ama rüya değildi.
Gardiyan kapıya vurdu ve içeri girdi; bize gitmemiz gerek
tiğini bildiren bir bakış attı.
"Tate iyi mi?" diye sordum, Ellingham'ı penceresiz kori
dorda takip ederken. Gardiyan dikkatle her adımımı izliyordu,
sanki biraz sonra kaçmaya çalışacakmışım gibi. "O da orada
olacak mı?"
"İkinizin davası birlikte görülecek." Telefonuyla ilgilenmeye
dönmüştü, benimle işi bitmişti bile. "Oradan çıkana kadar onun
la ya da başka biriyle konuşma. Sadece ismin ve savunman."
Yeniden başımı salladım. Avukata iletmesi için birkaç kez
bir şeyler söylemiştim: aşk sözcükleri ya da ufak espriler. Ama
o Tate'den gelen bir şey iletmemişti. Bu yüzden ben de artık
uğraşmayı bırakmıştım. Uyanık olduğum zamanlarda onunla
mesajlaşmaya o kadar alışmıştım ki bazen mesaj sesini duyar
gibi oluyordum; yerimden hafifçe sıçramama neden olan ve et
rafta telefonumu aramama sebep olan o hafif vızıltı. Ama tabii
ki öyle bir ses yoktu, Tate arayabiliyor olsaydı bile. O da benim
gibi hapishanedeydi; bu kocaman yerleşimin başka bir kana-
dındaydı. Yedi gün. Beş aydır birbirimizden ayrı geçirdiğimiz
en uzun süreydi bu. Aynı zamanda Elise'den ayrı geçirdiğim
en uzun zamandı ama şimdi bunu düşünemezdim.
21

Beni, üzerinde hiçbir şey yazmayan siyah bir kamyonetle nak


lettiler; iki yanımda, sanki hâlâ kaçmayı planlıyormuşum gibi
iki gardiyan oturuyordu. Gülmek ve onlara bırakın polis gö
zetiminden kaçmak, beden eğitimi derslerinde kros koşuları
nı bile doğru düzgün beceremediğimi söylemek istiyordum.
Ayrıca nereye gidecektim ki? Ada iki yüz kilometre kareydi
en fazla ve her tarafı plajlarla, yüksek katlı otellerle doluydu;
fast food zincirlerinin ya da plaj barlarının işgal etmediği geri
kalan her yer ise kaktüslerle sarıp sarmalanmıştı. Burası için
tüm turizm vvebsiteleri, Cennetten bir köşe, diyordu. Ellingham,
kiralık lüks sedan arabasıyla bizden ayrı yol alıyordu. Kamyo
netin önünde arabayı sürmekte olan sürücü, yerel bir Aruba
radyo istasyonu dinliyordu; DJ, Amerikan pop ve rap şarkıla
rı arasmda Hollandaca bir şeyler söyleyip duruyordu. Adaya
ilk geldiğimiz geceyi hatırlıyordum; Elise, Melanie, Chelsea ve
ben, kulüpte dans ediyorduk. Cep telefonlarımızla fotoğraflar
çekmiş ve hiç vakit kaybetmeden "En Süper Yaz Tatili" başlı
ğıyla tüm sosyal medya hesaplarımızda paylaşmıştık. Birbiri
mizi etiketlemiş, fotoğrafların altına yorum yapmış ve tekrar
tekrar paylaşmıştık; sadece geride bıraktığımız herkesin, ne
kadar güzel vakit geçirdiğimizi görmesini istiyorduk. Davetli
olmadıklarını bilmelerini istiyorduk.
Gazetecilerin o fotoğrafları bulması ne kadar sürer, diye
merak ettim bir anlığına. Belki de çoktan bulmuşlar ve bir ga
zetenin ilk sayfasına basmışlardı bile.
Tam da "Bu Size Ders Olsun" türünde bir hikâyeyle birlikte.
"Tate!"
Avukatın ne söylediğini biliyordum ama elimde değildi;
gardiyan beni salona sokarken sanık masasında, başmı öne
eğmiş oturduğunu görmüştüm. "Tate!" Koridorda ona doğru
koşmaya başladım.
22

"Hanımefendi!" Gardiyan beni yakalayıp durdurdu, "Koş


mak yok. Beni prangalan takmak zorunda bırakmayın."
Durdum. "Hayır, lütfen. Özür dilerim, bir an düşüneme
dim."
Bir anlığına bana baktı, ardından kolumu tutan parmakları
gevşedi ve bana, boş sandalyelerden birine geçmem için işaret
etti.
Sandalyeye yavaşça çöktüm, gözlerim hâlâ Tate'in üzerin
deydi. Başını bile kaldırmamıştı, sadece orada durmuş yere
bakıyordu. "Hey," Fısıldamadan edemedim. "Sen iyi misin?"
Avukat beni susturmaya çalıştı ama umurumda değildi.
"Tate?" diye fısıldadım yeniden. "Bana bak."
Bana baktığında gözlerinde gördüğüm mağlup olmuş ifa
de, bileklerimdeki metal kelepçelerden ya da hapishanedeki ük
gecemde yanımdan geçen birinin kaburgama attığı yumruğun
oluşturduğu morluktan daha çok acıtmıştı canımı. O güzelim
mavi gözleri donuklaşmış ve ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu,
her şeyiyle çökmüş ve içinde bir şeyler kırılmış görünüyordu.
Altın çocuk Tate, geleceğin başkanı, Hillcrest Lisesi'nin
kralı. Her zaman kendine güveni tam olan, ayrıcalıklarla ve
başarıyla dolu dünyasında güvende olan, müdürün huysuz
sekreterini bile bir gülümsemesiyle dize getiren Tate. Şimdi
kaybolmuş bir çocuk gibi korkmuş ve yalmz görünen, sağ aya
ğı kontrolsüzce titreyen sevgilim, aşkım Tate.
"Sana ne yaptılar?" diye sordum hemen, kendi uykusuz ge
celerim aklımdan çıkmıştı. Gözleri yavaşça benden uzaklaştı
ve yeniden yere bakmaya başladı.
O sırada omzumda bir el hissettim ve arkama bakmca ba
bamı gördüm. Bana dokunmak ister gibi öne uzandı ama bu
kurallara aykırıydı ve avukat çabucak boğazmı temizleyin
ce elleri çaresizce kucağına düştü. "Her şey yoluna girecek,"
dedi, neredeyse söylediğine inanmama neden olacak bir sesle.
23

Ama yüzü solgundu ve takım elbisesi, stresle baş etmeye çalış


makla geçen zamanların ardından üzerinde bol görünüyordu.
Gülümsemek için kendini zorladı ve elini yeniden omzuma
koydu. "M erak etme tatlım. Tüm bunlar çözülecek."
"Bay Chevalier." Ellingham'm ses tonu uyanr gibiydi. Ba
bam çabucak elini omzumdan çekti.
"Tabii ki, özür dilerim." Yeniden zoraki ama iyimser bir şe
kilde bana gülümsedi; ben de ona aynı şekilde gülümsemek
zorunda kaldım.
"Teşekkürler baba," diye mırıldandım o yerine geçerken.
Tate'in ailesi de bizim arkamızdaki sırada oturuyordu.
Yanlarında başkaları da vardı; fikir alış verişinde bulunurken
başlan öne eğilmişti; konuşurken evrak çantalarını, not def
terlerini sallıyorlar ve endişeyle kaşlarını çatıyorlardı. Avukat,
yerel damşman ya da asistanlardı belki de. Bay Dempsey, gel
diğimiz yerde bir koruma fonu yönetiyordu, Bayan Dempsey
ise Boston'm sosyal faaliyetlerini yürütüyordu. Ne zaman on
ları görsem peşlerine takılmış bir sekreter ya da yardımcı bir
asistan oluyordu. Şimdi ise bu kadar kalabalık olm alan içimi
rahatlatmıştı. Bu işte yalnız değildim. Bu işi çözeceklerdi.
"Saygıdeğer Yargıç von Koppel için ayağa kalkın."
Ellingham aramızdaki yerine geçti ve hepimiz yargıç içe
riye girerken ayağa kalktık. Büyük bir mahkeme salonunda
değildik; beyaza boyanmış bir binadaki sıradan bir konferans
odasındaydık. Katlanan masa ve sandalyeleriyle, otellerde iş
toplantıları için kullanılanlara benzer bir odaydı. Bir yanda
bizim masamız, arkamızda ailelerimiz ve tanıdıklarımız otu
ruyorlardı; diğer tarafta ise polislerin oturduğu masa vardı.
Yargıç önde duran masasınm arkasındaki sandalyeye oturdu
ve yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin ardından, hâlihazırda onu
bekleyen kâğıtlara bir göz attı. Lacivert bir takım giymiş olan
sanşm kadın kırklı yaşlannda olmalıydı.
24

"Kayıtlara işlenmesi için isimlerinizi ve savunmanızı belir


tin," dedi bize. Hareketli bir Hollanda aksam vardı, neredey
se şarkı söylüyor gibiydi. Tate ve ben istediğini yaptık. Tate
Dempsey. Anna Chevalier. Suçlu değil. Suçlu değil.
Yargıç bir şeyler karaladı. "Müşterek sanıklar adına kefalet
talebinde mi bulunuyorsunuz?"
Ellingham ayağa fırladı. "Evet, sayın yargıç. Yaşları göz
önüne alınarak ve ikinci derecede kanıtlarla gözaltında bulun
duruldukları..."
"İtiraz ediyorum!" Diğer masadan biri kalkmıştı. Ama El
lingham durmadı.
"Bekleyen duruşmaları için sanıkların ailelerinin gözeti
minde salıverilmelerini talep ediyoruz."
Yargıç bana ve Tate'e şüpheli bir bakış attı. Ben de gözlerimi
kaçırmadan, sakladığım bir şey olmadığmı kamtlamak isterce
sine ona baktım. Ardından bakışlarım davacı masasına çevirdi.
"Siz de itiraz ediyorsunuz, öyle mi?"
"Evet, saym yargıç." Polis müfettişi, kısa ve canavar görü
nümlü bir adamdı; kel kafasından ışıklar yansıyordu. O bağı
rırken, ikna etmeye çakşırken ve ardmdan biraz daha bağırır
ken, benden düşünmesi bile korkunç olan bir suçun itirafını
koparmaya çalışırken saatlerce o kel kafaya bakmıştım.
O adamdan nefret ediyordum.
"Suçun ciddiyeti ve samklarm yabana ülke vatandaşları
olduğu göz önünde bulundurularak, gözaltında tutulmaları
nı ve kaçma riskinin önlenmesini talep ediyoruz. Bu insanlar
kamu için büyük bir risktir." Dönüp bana baktı ve ben de, bir
kez daha kılımı bile kıpırdatmadan gözlerinin içine baktım.
"Bu endişelere karşılık söyleyebileceğiniz bir şey var mı?"
diye sordu yargıç, Ellingham'a.
Arkamızda oturanlardan biri öne eğildi ve bir an için
Ellinghamla birlikte alçak sesle bir şeyler konuştular. Ardın
dan Ellingham geri çekildi. "Yanınıza gelebilir miyim?"
25

Yargıç başıyla onayladı; Ellingham ve polis müfettişi onun


masasına gittiler.
"Hey/' diye fısıldadım yeniden, dikkatler dağılmıştı ve bu
fırsatı Tatele konuşmak için kullanabilirdim. Koluna hafifçe
dokundum ve o sıçrayıverdi. "Tay, sen iyi misin?"
Başını kaldırdı ve yutkundu. "İyi olacağım," dedi yumuşak
bir sesle, gözleri benim üzerimdeydi. "Buradan çıkar çıkmaz."
Babamın da söylediği gibi, "Her şey yoluna girecek," de
dim. Başıyla onayladı. "Güçlü olmalı ve birbirimize sahip çık
malıyız." Yüzünde küçük bir gülümseme görünce içimdeki
panik duygusu biraz olsun yatıştı. İyi olacaktık. Olmak zorun
daydık.
Ellingham'm konuşması bitince aramızdaki yerine geri
döndü. Yargıç birkaç kâğıdı inceledi.
"Dempsey Ailesi'nin adada bir ev kiraladığını ve duruşma
gününe kadar oğullarıyla birlikte burada kalacakları bilgisini
aldım. Bu şartlar altında Bay Dempsey'nin kefaletini beş mil
yon dolar olarak belirliyor ve onu ailesinin gözetiminde ser
best bırakıyorum."
Tate büyük bir rahatlamayla kendini bıraktı ve arkada otu
ran annesi ağlamaya başladı. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Şü
kürler olsun.
"Ancak, Bayan Chevalier için olan endişelerim devam edi
yor." Yargıç bana baktı, gözlerinde buz gibi bir bakış vardı. "Ai
lesi bana herhangi bir garanti veremiyor, bu yüzden müfettiş ile
aynı fikirdeyim. Kaçması muhtemel ve vahşi bir suç için yük
sek bir cezayla yargılanıyor. Bu sebeple, Elise VVarren'ın cinayet
davası için Aruba Islah Merkezi'nde gözaltında tutulmasına
karar verilmiştir. Duruşma ertelenmiştir." Tokmağım vurdu.
Anlamıyordum.
Gardiyan beni ayağa kaldırırken Tate ailesi tarafından ku
caklanıyordu. Ben şaşkın bir halde sürüklenirken dönüp bir
26

kez bile bana bakmadı. Gözlerini dikmiş bana bakan babamın


yüzü ise çökmüş ve ağzı bir karış açık kalmışta.
Ona seslenmek için ağzımı açtım ama hiçbir ses çıkarama
dım.
27

BAŞLANGIÇ
Elise’le birinci sınıfın yaz tatiline üç hafta kala ta
nıştık. O dönemde babamın şirketi kalkışa geçmişti; yeni müşte
riler akın ediyor, sürekli satın alma ve hisse tekliflerine dair ko
nuşmalar dönüyordu. Bu yüzden ben de yerel devlet lisesinden
körfezin diğer tarafındaki Hillcrest Lisesi'ne geçmiştim. Daha
önce okuldaki yeni çocuk olduysanız nasıl olduğunu bilirsiniz;
eylül ayının ilk günü gençlerin birbirlerine attıkları delici bakış
lar ve saniyelik değerlendirmeler sonucu oluşan ön yargılar ye
terince kötüdür. Ancak yılın ortasında okul değiştirmek tam bir
kâbustur. Olduğum yerde kalmak ya da ikinci sınıfa geçene ka
dar beklemek için yalvarmıştım ama babam beni dinlememişti.
Önüme çıkacak yeni fırsatları anlatıp duruyordu: sanat ve dans
ve drama ve şimdi okulumu değiştirirsem üniversite çağma
geldiğimde seçkin okullardan birinde yerimi garantileyeceğim
konusu. Ama ikimiz de biliyorduk ki okulumu değiştirmem
benden ziyade onun işine gelecekti. Hillcrest, Boston elitlerinin
kaynadığı bir bölgeydi ve babamın gözü onların yatırım fonla-
26

rındaydı. Onlar benim gelecekteki muhtemel arkadaşlarımın


anne babaları değil, onun potansiyel müşterileriydi.
Bu sebeple okulumu değiştirdik. İki haftayı mucizevi bir
şekilde bordo ceketlerin, ciks erkeklerin ve mükemmel gibi
görünen kızların arasmda fark edilmeden geçirmeyi başardım.
Başımı kaldırmadım, sadece bana bir şey söylediğinde karşılık
verdim ve yemeğimi, Antik Latin ve Antropoloji dersliklerinin
arasındaki ahşap kütüphanenin çalışma alanında yalnız başıma
yedim. Kimse beni fark etmedi, kimsenin umurunda olmadım.
Bunu umursadığım yoktu tabii. Lise saçmalıklanyla ne ka
dar az uğraşırsam o kadar iyiydi: sonu gelmez popülerlik yanşı,
delice bir dedikodu tutkusu. Neyi kaçırmıştım bilmiyordum;
belki de ilkokuldayken okulu astığım o gün, herkes tüm gün bo
yunca boş boş konuşmayı ve bunun gerçekten önemli olduğunu
ya da bu konuda numara yapmayı öğrenmişti ve ben bunu nasıl
yapacağımı asla bilemiyordum. Kızlar en kötüsüydü, biri geçen
yılın renklerindeki kot pantolonlardan giyince ya da başka biri
nin erkek arkadaşıyla kırıştırdığında dünya yerinden oynaya
cak gibi davranıyorlardı. Onlara bağır çağır söylemek istediğim
bir şey vardı: Dünya liseden ibaret değildir.
Bazen içimde, göğsümde tuhaf bir istek çığ gibi büyüyor
du: Sandalyemi ittirip ayağa fırlamak ve avazım çıktığı kadar
bağırmak istiyordum; tüm kafaların bana döndüğünü görmek.
Sırf o beyaz gürültüyü susturabilmek için.
Ama tabii ki bunu yapmadım ve Hillcrest'teki ilk haftalar
da, arka planda kaybolup gitmeyi kendime görev edindim.
Tüm o meraklı bakışların merkezinde olmaktansa fark edil
meden yaşamayı tercih ettim. Bir rutinim, kaçış rotalanm ve
kimsenin dikkatini çekmeyecek ortalama noktalarım vardı ve
kısa bir süre sonra, yılın sonunu hiç fark edilmeden getirebile
ceğimi düşünmeye başlamıştım.
Ta ki bir pazartesi sabahı okul dolabımı açana ve içinde ko
kuşmuş bir kıyafet yığını bulana kadar.
29

"Ivyv!", "İğrenç!" Üstüne bir lapaya dönüşmüş milkshake


dökülen tişörtümü aldığım anda odadaki herkes feryat etmeye
başladı. Hafta sonu boyunca öylece durmuş ve küflenmiş ol
malıydı; odadaki aromalı vücut spreyi ve deodorant bulutuna
rağmen ekşi koku her yeri sarmıştı. Diğer kızlar, "Bu koku da
ne?" diye ciyaklamaya ve bulaşıcı bir şeymiş gibi öğürmeye
başlamışlardı.
Yanaklarımın kızardığını hissederek kalabalıktan yükselen
en yüksek sesi bulmak için bakındım; gözlerini pörtleterek en
iğrenmiş görüntüyü sergileyen kişiydi. İşte oradaydı. Lindsay
YValker. Tahmin etmeliydim. Mükemmel atkuyrukları, kusur
suz notlarıyla ve köpekbalığından farksız keskin bakışlarıyla
Hillcrest kızları içerisinde Lindsay en mükemmeli, en kusur
suzuydu. Ölümcüldü. Geçtiğimiz hafta, yurttaşlık dersinde
onunla karşılıklı tartışma yapmam gerekmişti ve kendi argü
manlarımı, bir dağ aslanıyla karşı karşıyaymışım gibi tedir
ginlikle savunmuştum: Gözlerinin içine bakma, ani hareketler
yapma ve vücut dilinin itaatkâr görünmesine dikkat et.
Görünüşe göre yeterince itaatkâr değildim.
Lindsay bir an için kendini beğenmiş bir ifadeyle gözleri
min içine baktı. "Bence onu temizletsen iyi olur," dedi bana
yalandan bir yardımsever tonda. "Koç Keller hijyen konusun
da çok hassastır."
"Teşekkürler," demeyi başarabildim. Bir an için o tuhaf çı
ğın yeniden büyümeye başladığını hissettim ama Lindsay'ye,
herkesin önünde kafa tutmaya çalışmak delilik olurdu. Ben de
bir kere olsun öfkemi ve utancımı yuttum ve ıslak kâğıt havlu
larla pisliği çöpe attım. Böylece koç bizi voleybol oynamamız
için götürmeye geldiği sırada, benim mahvolmuş kıyafetlerim
den herhangi bir iz yoktu.
"Sen." Hâlâ üniformamla kalabalığın arkasında saklanma
ya çalışırken koç beni buldu. "Adın ne senin?"
30

"Anna," dedim alçak sesle, gözlerim mavi yer döşemesin-


deydi. "Anna Chevalier."
Koç beni tepeden tırnağa süzdü. "Giyinmemiş olmanın bir
sebebi var mı?"
Etrafıma bakındım ve gözlerim Lindsay'ninkilerle buluştu.
"Ben... kıyafetlerimi unuttum," dedim yenilgiyi kabul eder bir
halde.
Koç sabırsızlıkla cıkcıkladı. "Bu dersten kaytarabileceğim
sanma. Ders sonuna kadar masamın üstünde ısınma egzersiz
lerinin önemi üzerine bir makale görmek istiyorum."
Başımla onayladım ve diğer kızlar odadan çıkıp beni hâlâ
havada duran çürük kokusuyla odada bırakırken, Lindsay'nin
muzaffer sırıtışını görmezden gelmeye çalıştım.
Makaleyi yazmak çocuk oyuncağıydı. Koçun koridorun so
nundaki odasında bir plastik sandalyeye oturdum ve çok geç
meden yıpranmış kırmızı günlüğüme şarkı sözleri karalama
işime geri dönmüştüm. Aklımda, Lindsay'nin bu sömestrde
benim için ne gibi cehennemler hazırlayacağı konusu dönüp
duruyordu.
"Hey."
Arkamı döndüm. Kapıda, polo tişörtü ve spor eteğiyle ku
sursuz görünen sarışın bir kız duruyordu. Elise. Onu Fransız
ca dersinden hatırlıyordum. Odadaki lakros sopalarından ve
yoga matlarından oluşan karışıklığa dikkatlice göz gezdirdi.
"Dersin sonuna kadar burada mı bekleyeceğiz?"
Başımla onayladım ve aceleyle defterimi çantama tıkmaya
çalıştım. Ama anlaşılan yeterince acele etmemiştim.
'"Sen aydınlanmak istiyorsun'... Florence and the Machine'in
şarkı sözlerinden biri, değil mi?" diye sordu Elise, defterimin
kapağına karaladığım şarkı sözlerini görüp.
31

Cevap vermedim. Lindsay'yte arkadaştı ya da en azından o


gruptaki bilileriyle. Onları okulun etrafında gezerken, atkuy-
nıklarm ı ahenkle sallarken görmüştüm. Elise içlerinde sessiz
olanlarıydı. Alay ettikleri sırada onlara katılmamıştı ama beni
de savunm am ıştı.
"G eçen ay burada bir konser verdiler ama buradaki kimse
onları dinlemiyor ve ailem de yalnız başıma gitmeme izin ver
m edi." Hüzünle bana baktı.
"Ben gittim ," dedim ona. O gece evden sıvışıp saatlerce
dışarıda kalmıştım ama kimsenin ruhu bile duymamıştı. "İki
saat boyunca çaldılar ve harikaydılar."
"Hadi canım !" Elise'in cevabından bana imrendiği açıkça
belli oluyordu. Bana daha da yaklaştı. "Sen Anna'sm , değil mi?
Buraya yeni mi taşındın?"
"H ayır," dedim, temkinli davranarak. "Nakil. Quincy'den."
"Ah," Elise bu sefer bana daha dikkatli baktı. Gerildiğimi
hissedebiliyordum; alaycı bir şeyler söylemesini ya da gıcık bir
tavsiye vermesini bekliyordum ama onun yerine sempatiyle
bana baktı. "Şanslısın," dedi sonunda. "G eçen sene Lindsay bir
kız için ton balığı kullandı. Tüm oda leş gibi kokmuştu. Tüm
çocuklar şey demişti... Eh, bilirsin işte." Elise omuzlarını silkti.
"Sanırım sonunda o da naklini aldırdı."
"Tabii," diyerek onayladım alayla. "Şanslıyım ."
"Cidden, o konuda endişelenm e." Elise çabucak kapıya
baktıktan sonra ekledi, "Kevaşenin tekidir."
Yemi yutmayacaktım. Bunun nereye varacağını biliyor
dum: Şimdi söyleyeceklerim daha sonra aleyhimde kullanıla
cak, çarpıtılacak, lise gıybet zincirinin filtresinden geçirilecek
ve ben, zavallı, masum Lindsay'ye saldıran olacaktım.
"Sorun yok," diye ekledi Elise, sanki zihnimi okumuş gibi.
"Arkadaş değiliz onunla. Yani beraber takılıyoruz ama... bilir
sin işte."
32

Yeniden şüpheyle omuzlarımı silktim. "Senin durumun


ne?" Konuyu değiştirmeye karar verdim. "Sen neden derste
değilsin?"
"Öğle yemeğinden sonra bir sınava gireceğim." Elise kıpır
kıpırdı ve pencerenin etrafında dolanıp duruyordu. Sonunda
pencerenin önündeki çıkıntıya oturdu ve çimenlerin üzerin
den dışarıyı izlemeye başladı. "Düşündüm ki eğer bu dersi
asarsam, hastalandığımda daha inandıncı olur."
"Akıllıca."
Omuzlarını silkti ve ayaklarıyla duvarda bir ritim tuttur
du. "Eğer ki yüksek bir not alamazsam bizimkiler beni yine
özel derse yollayacaklar." İçini çekip yeniden dışanyı izlemeye
koyuldu. "Sanki Amerikan Edebiyatından düşük not alırsam
hayatım kayacak."
Cevap vermedim ve matematik defterimi çıkanp göz atmaya
başladım. Ama birkaç dakika sonra bakışlarının hâlâ üzerimde
olduğunu hissedebiliyordum. Kafamı kaldınp baktım. "Ne?"
"Hiç. Ben sadece..." Elise dudağını ısırdı ve kapıya doğru
bir bakış attı. "Buradan çekip gitmek ister misin?"
"Nereye?"
"Şehir merkezine belki? Trene atlayıp bir kahve içmeye gi
debiliriz. Öğle arası bitmeden dönmüş oluruz."
"Sadece son sınıf öğrencilerinin kampüsten çıkabildiğini
zannediyordum."
"Yakalanmayız," diye beni ikna etmeye çalıştı Elise, gözleri
pırıl pırıldı. "Herkes bunu yapıyor."
"Sen de yaptın mı?"
Bir anlığına duraksadı, ardından kafasını salladı. "Henüz
değil. Ama bunun tek sebebi benimle gelmek istememeleri,"
diye ekledi çabucak. "Lindsey asla kuralları çiğnemez. Düzgün
bir insan olmakla ilgili olanlar haricinde tabii," dedi muzip bir
sırıtmayla.
33

"Bilmiyorum..." Hâlâ kararsızdım, ne yapmaya çalıştığını


çözmeye çalışıyordum. Ama Elise zıplayıp pencere kenarın
dan kalktı.
"Hadi, eğlenceli olacak. Eğer nerede olduğunu sorarlarsa
bana yardım ettiğini söylersin. Buradaki öğretmenler bana ba
yılıyor, asla yanlış bir şey yapmam." Sesi son kelimede bariz
bir şekilde değişmişti; sanki pişmanlıkla doluydu ve bu tanıdık
ses bir anlığına durmama neden oldu. Ben de asla yanlış bir şey
yapmazdım. Bunu asla göze alamamıştım. Diğer kızlar alışveriş
gezileri için, deniz kenarındaki doğum günü partileri için okulu
asar, çılgın maceralarının planlarım yambaşımda yapıp dönüp
arkalarına bakmazlardı bile. Ama ben? Ben bu iş için fazla dik
katliydim. Hayatım boyunca en fazla bir dersi asmıştım.
Ben hâlâ tereddüt ederken içeri bir kız girdi, nefes nefesey-
di ve kıpkırmızı olmuştu. "Elise, Tanrım, sen iyi misin? Koşu
ları yapana kadar koç sana bakmama izin vermedi."
Elise güldü. "Rahatla Mel, ben iyiyim. Bir şeyim yok."
"Emin misin?" Melanie'nin gözleri endişeyle açılmıştı. Par
lak saçları ve ufak tefek, narin vücudu olan bir kızdı. Uzanıp
Elise'in ateşini kontrol etti. Elise çabucak ondan uzaklaştı.
"Mel, ben iyiyim! Sadece edebiyat sınavından kaçmak için
numara yaptım."
"Ah." Melanie duraksadı. "Anladım!"
"Ben ve Anna dersi asıp kahve içmeye gideceğiz," dedi Eli
se ben karşı çıkmaya fırsat bulamadan. "Gelmek ister misin?"
İlk defa Melanie'nin bakışları bana kaydı. Gözlerini kırpış
tırdı, sanki beni hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Oysaki en az altı
dersi beraber alıyorduk. "Ama bunu yapmaya iznimiz yok."
"Ee?" diye yapıştırdı Elise.
"Başımız belaya girer!" diye mızmızlandı Melanie.
"O zaman sen burada kal." Elise çantasmı kaptı. "Bizi idare
et, tamam m ı?" Bana doğru döndü. "Geliyor musun Anna?"
34

ŞİMDİ
Hapishanedeki vaizin en sevdiği konu dönüm
noktalarıydı. Yanlış ve geri dönüşü olmayan yola girmeyi seçti
ğimiz an. Bunun bize yardıma olması gerekiyordu, düşünme
mizi ve hata yaptığımız âna geri dönmemizi sağlaması gereki
yordu. Bilirsiniz ya, seçtiğimiz yolun ne kadar yanlış olduğunu
görmemiz gerekiyordu. Böylece geçmişimizi adam akıllı göz
den geçirmeye başladık; kısa hayatlanmıza sığdırdığımız suç
ları ve sonuçlarım takip ettik, ta ki o önemli kilit noktasını bula
na kadar. Hayatımızı sonsuza kadar değiştiren o karar.
Benimki şuydu;
Orada durduğum ânı net bir şekilde hatırlıyordum: Üçü
müz darmadağınık görünen beden eğitimi odasmdaydık; öğle
güneşi camlardan içeri vuruyor ve dışarıdan lakros maçının
sesleri geliyordu. Bu bir davetti. Bir macera. Elise'in gözleri
arkadaşlıkla ve olasılıklarla parlıyordu. Melanie'nin yuvarlak
yüzü ise kıskançlıkla gölgelenmişti. Bense aralarmda tereddüt
le kıpırdanıyordum.
35

Hayır demiş olsaydım bu her şeyin sonu olurdu. Elise şata


fatlı ve mükemmel grubundaki sessiz rolüne geri döner ve ben
de kütüphanede tek başıma yemeğimi yer ve mezuniyete ka
dar Lindsay tarafından eziyete maruz kalırdım. Dünyalarımız
muhtemelen bir daha asla bir araya gelmez, belki okul koridor
larında birbirimizin yanından geçerdik. Kendi farklı yörünge
lerimizde savrulur; üniversite, ilk iş, beyaz konfetili düğünler
ve kucağımızda güvenle taşıdığımız bebeklerimizle bambaşka
hayatlarda bulurduk kendimizi.
O hayatta olur ve ben de onun cinayetiyle suçlanmazdım.
36

GÖZALTI
Hücrem on beş metrekare kadardı. Beton zemi
ni, bembeyaz duvarları ve parmaklıklardan dökülen turuncu
boya kalıntıları vardı.
Yirmi iki gündür buradaydım.
Duvar kenarmda incecik döşekli iki yatak ve köşede, ko
kusu midemi bulandıran metal bir klozet vardı. Buna rağmen
her şey pürüzsüz görünüyordu; yanlışlıkla takılırsak kıyafeti
mizi ya da bileklerimizi kesebilecek keskin uçlar yoktu. İnce
bir battaniyem ve tüm gece kaşınmama neden olan çarşaflarım
vardı. Zaten geceleri çok sıcaktı ve diğer mahkûmların tuhaf
ve düzensiz nefes alıp verişlerinden dolayı uyuyamıyordum.
İsimleri Keely, Freja ve Divonne'du. Benden yaşça büyük
lerdi ya da en azından öyle görünüyorlardı. Geldiğimde bana
meydan okuyan bakışlar atmışlar ve bir daha doğru düzgün
dikkat etmemişlerdi bile. Tişörtlerinin eteklerini göbeklerini
açıkta bırakacak şekilde bağlayıp kasıla kasıla geziniyorlar,
içeriye kaçak soktuklan rujlardan sürüyorlar, yumruklarını
37
birbirlerine tokuşturuyorlar ve koridor boyunca hücre arka
daşlarına bağırıp duruyorlardı. Uzun bir süredir hapishane-
delerdi, büyük bir ihtimalle bir süre daha burada kalacaklardı
ve bu süre içinde kendilerine has bir dil oluşturmuşlar, birbir
lerine takılıyor ve gülüyorlardı. Bense, benden ve yaptığım
korkunç şeylerden bahsettiklerinde seslerindeki acı tonlama
ve bana attıkları pis bakışlar dışında hiçbir şey anlamıyordum.
Yalnızlığın getirdiği o sessizliği arayacağımı hiç düşünmez
dim ama bazı geceler anyordum.
Sabahlan yatak kontrolü için bizi altıda uyandınyorlar, ar
dından önce duşlara ve sonra da yemek salonuna yönlendiri
yorlardı. Tatsız tuzsuz yulaf ezmesi ve beklemekten yumuşamış
meyvelerin bulunduğu tepsiler için kuyruğa giriyor, uzun ma
salarda sessizce yiyorduk. Amerikan konsolosluğundan hafta
lık ziyaretlere gelen asistan, "Tıpkı okuldaki gibi," demişti bir
kere, neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama benim okulumda öyle
değildi. Hillcrest'te salata ban ve kampüs dışı ayrıcalıklan var
dı. Benim grubum kafeteryanın uzak bir köşesindeki masada
toplanır ve herkesin görebileceği bir şekilde hüküm sürerdi.
En az 5 kilo kaybetmiştim. Eskiden bunun bir başarı oldu
ğunu düşürdüm.
Kahvaltıdan sonra serbest zaman vardı, ardından öğle ye
meği ve akşam yemeği için yemek salonunda yeniden sıraya
giriyorduk. O kadar çok sıraya giriyorduk ki bazen, anaoku
lunda yürürken birbirlerinin ellerini tutan çocuklardan farksız
olduğumuzu düşünüyordum. Çalışma görevleri olmadığı için
şanslı olduğumu söylemişlerdi; tüm günü televizyon izleyerek,
derme çatma kütüphanede kenarları kıvrılmış kitaplar oku
yarak ve dinlenme odasında kimsenin dikkatini çekmemeye
çalışarak geçiriyordum. Etrafı tellerle çevrili çimenlik alanda
saatlerce yürüyor ve geceleri hatırlayabilmek için gökyüzünün
manzarasını ezberlemeye çalışıyordum. Hapishane uçurumun
kenarına kurulmuştu: bir tarafta duvarların arkasında alabil
31

diğine uzanan okyanus, diğer tarafta da bizi adanın geri kala


nından ayıran çorak topraklar vardı. Tabii ki biz ikisini de gö-
remiyorduk; görebildiğimiz tek şey, etrafımızdaki bizi içeride
tutan sağlam duvarlar, dikenli teller ve bizi her daim izleyen
gardiyan gözlem kuleleriydi.
Saat üç ile üç buçuk arasında telefon etme hakkım vardı
ama konuşacak kimsem yoktu. Babam Boston'a dönmüştü; evi
yeniden ipotek ettirmeye ve avukata parasını ödemeye çalışı
yordu. Arkadaşlarım, polis dönebileceklerini söyler söylemez
aileleri tarafından evlerine götürülmüştü. Şimdi muhabirlerle,
haber spikerleriyle konuşuyor ve ben, Elise ve Tate hakkında
hikâyelerini ve teorilerini paylaşıyorlardı. Lamar her hafta
bana mektup yazıyordu ama şimdi onu da bırakmıştı. Artık
yüzünü, magazincilerin çektikleri fotolarda görebiliyordum
ancak; okul kapılarından içeri girerken eliyle kameralan en
gellemeye çalışırken görülüyordu genellikle. Yazdan önce o ve
Chelsea ayrılmışlardı. Chelsea ve Max'in ailesi, onları tüm bu
olanlardan uzağa, Califomia'ya götürmekten bahsediyorlardı.
Bir de Tate vardı tabii. Adanın diğer ucunda bir yerlerde,
ailesinin parasımn oluşturduğu güvenli kozanın keyfini çıkan-
yordu: kilitleyebileceği bir kapısı olan odasında uyanıyor, buz
lu camlarm sağladığı mahremiyetle duşunu alıyor, doğrudan
kutusundan alabildiği kahvaltılık gevreğini yedikten sonra
okyanus manzaralı balkonuna çıkıyor ve uzman avukatlarıyla
savunmasını nasıl yapacağını görüşüyordu.
Beni ziyaret etmemişti. Ziyaretime gelseydi de onunla gö
rüşür müydüm bilmiyordum. Onu yaptığından ötürü, beni
burada tüm bunlarla yüzleşirken tek başıma bıraktığı için af-
fedemiyordum.
Duruşmanın dört ay içerisinde başlayacağım söylüyorlardı
Şanslıysam üç ayda. Her gün, nasıl o kadar dayanacağımı dü
şünüyordum. Ama tabii ki seçme şansım yoktu.
3)

DURUŞMA
Başımızın üzerindeki monitörde bir fotoğraf
belirdi. Şimdiye kadar herkes bu fotoğrafı binlerce kez görmüş
olmalıydı ama yine de mahkeme salonundakilerin bir anlığına
nefeslerinin kesildiğini duydum.
"İtiraz ediyorum!" diyerek ayağa fırladı avukatım. Yargıç
içini çekip ince, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin ardından
ona baktı. "İtirazlarınız kayda alındı avukat bey. Hem de bir
çok kez."
Ben tanık kürsüsünde sessizce oturuyordum. Haftalardır
aynı fotoğrafları ortaya çıkarıyorlar ve avukatım haftalardır bu
konuda onlarla tartışıp duruyordu. Davayla hiçbir ilgileri yok
tu. Alakasızdılar. Önyargılıydılar. Eğer bir jüri olsaydı, bu ko
nuda haklı olduğunu kabul edebilirlerdi ama Aruba'da kaderi
mi tayin edecek bir jüri yoktu. Sadece Yargıç von Koppel vardı
ve o da her seferinde o fotoğrafları çoktan gördüğünü söyleyip
duruyordu. Lanet olsun ki herkes görmüştü. Gazetecinin biri
sosyal medyadaki hesaplarımızı kurcalayıp büyük ikramiyeyi
bulmuştu ve o günden beri o fotoğraflar basılıp duruyor, dün-

yanın birçok yerindeki gazetelerin ilk sayfasını süslüyordu.


"Bayan Chevalier, ilk fotoğrafa bakmanızı ve..." bir tıkla
masıyla fotoğrafı daha da büyütmüştü, "Bize ne zaman çekil
diğini söylemenizi rica ediyorum."
"Cadılar Bayramı'nda," dedim isteksiz bir şekilde. "Geçti
ğimiz yıl."
"Fotoğraftaki sizsiniz, öyle değil mi?"
"Evet."
"Kiminle beraber görünüyorsunuz?"
"Tate," dedim sessizce, sol başparmağımın etrafındaki de
riyi dürterek. Ellerimi bir arada ve hareketsiz tutmam gerekti
ğini söylemişlerdi ama elimde değildi. Her tırnağımı kanatmış,
yara yapmıştım.
Hâlâ cümlemi tamamlamamı bekliyordu; derin bir nefes
aldım. "Ve Elise."
"Kurban," diye duyurdu, sanki biz bunu bilmiyormuşuz
gibi. "Üstlerinizdeki ne kostümleri peki?"
"Vampir ponpon kızlarız."
Böyle mahkeme odasmda, yüksek sesle söylendiğinde ku
lağa çok salakça geliyordu ama Cadılar Bayramı'nm aman bu
değil miydi zaten? Hafif meşrep hemşireler ve zombi kediler;
sahte kollar takmış olan erkekler ve parça pinçik, masalsı kı
yafetleri içindeki kızlar. Bir anlamı yoktu, sadece bir oyundu.
Sanki en başından beri bunu planlıyormuşsun gibi bir kanıt
monitöründe görünmemeleri gerekiyordu.
"Elise ve ben vampir ponpon kızlardık," dedim yeniden.
"Ve Tate de... kaçakçıydı, sanırım. Yirmilerden kalma bir şey.
Pantolon askılarını ve şapkayı takmak istemişti."
"Ve bu fotoğrafların çekildiği yer... Newport konutu, öyle
mi?"
Başımla onayladım. "Yani, evet. Bir partiye gidecektik ama
öncesinde giyinmek ve fotoğraf falan çekilmek için hepimiz
ikizlerin, Max ve Chelsea'nin, evinde toplandık."
41

O gece çekilen diğer bir fotoğrafı göstermemişti: Max'in


zombi futbol oyuncusu üniformasıyla; Chelsea'nin başının iki
yanına toplanmış iri örgüleriyle Prenses Leia; Lamar'm cüppe
si ve boynundaki süslü haçla Siyah İsa; Elise ile aynı kıyafeti
giyeceğimizden habersiz olduğu için sızlanan Melanie'nin ise
her zamanki erotik kedi kostümüyle göründüğü fotoğraf. O
gece giyinirken ve sonrasında partide poz vererek yüzlerce fo
toğraf çekmiş olmalıydık. Ama tabii ki diğer fotoğraflarla kim
se ilgilenmiyordu. Tam ihtiyaçları olan fotoğraflar önlerindey
ken onlara ihtiyaçları yoktu: Görmek istedikleri her şeyi onlara
gösteren bu dört fotoğraf.
"Ve kan..."
"Sahte kan," diye araya girdim.
"Evet." Kendini beğenmiş bir tavırla sırıttı. "Sahte kan, ki
min fikriydi?"
"Bilmiyorum. İnternette bulduk," diye açıklamaya çalıştım.
"Kostümleri aldığımız yerden."
"Biz. Bu siz ve Bayan VVarren oluyor, değil mi?"
"Evet."
Bana internet sitesini gösterirken çok heyecanlıydı. Film
lerde ve küplerde kullandıkları türden gerçek, korkutucu kos
tümler vardı. Kan, yara izleri ve içinden cerahat sızıyormuş
gibi görünen sahte yaralar. Sitede satılanlara bakarak saatler
geçirmiş ve tiksintiyle bağrışıp durmuştuk. Uzaylı bebek.
Zombi kız kurusu. Tabii sonunda onlan almamıştık. Bu kıya
fetlerle biraz da seksi görünmek istiyorduk. Haşin bir seksilik
anyorduk.
"Peki ya bıçak kimin fikriydi?"
Yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. "Bilmiyo
rum."
"Bilmiyor musunuz? Ama bıçağı tutan sizsiniz, değil mi?"
Fotoğrafı daha da büyüttü.
"Evet. Yani, hatırlamıyorum. Bir sürü şey oluyordu. Bıçak
42

benim değildi," diye ekledim, avukatımın fazla sinirli ya da


içine kapanık görünmemem konusundaki uyanlarım hatırla
yarak. Kibar bir şekilde gülümsemeye çalıştım. "Biri onu mut
faktan aldı, fotoğraflar için."
"Biri." Cümleyi kuşkucu bir sesle tekrar etti. "Ama kim ol
duğunu hatırlamıyorsunuz, öyle mi?"
"Hayır." Sesim çok az çıkmıştı.
"Ayrıca o gece alkol de alıyordunuz." Kulağa bir soruymuş
gibi gelmediği için cevap vermedim. "Sıklıkla alkol alır mısı
nız?"
"İtiraz ediyorum!"
Avukat yargıca doğru döndü. "Sadece Bayan Chevalier'nin
partilerde yaptığı şeyleri saptamaya çalışıyorum."
"Buna izin vereceğim," dedi yargıç başıyla onaylayarak.
Avukat yeniden bana döndü.
"Alkol alımı," diye hatırlattı.
"Hepimiz içiyorduk," diye çıkıştım. "Sadece birkaç kadeh
şarap ya da tonikle votka, bilirsiniz işte. Erkekler bira içiyordu.
AK her zaman dumanlanır..."
"Onun konu ile alakası yok," diye araya girdi çabucak. "Siz
ve Bayan YVarren ve Bay Dempsey. Birlikte içiyordunuz." Bir
sonraki fotoğraf için tıkladı ve sorusuna cevap olarak karşısm-
daydık: Tate ikimizin ağzına da şişeden votka döküyordu.
"Evet," diyerek kabullendim. Gelecek bir sonraki soru
yu biliyordum; avukatım beni bu konuda uyarmıştı. Otu ve
hapları soracaktı. Annemin Xanax'ını ve Elise'in babasının
Percocet'ini içişini. Melanie'nin, Noel tatilinde Elise'i kokain
denerken görmesini ve Niklas'ın o gece kulüpte ona sıvı eksta-
zi vermeye çalışmasını. Hepsini birden düşününce kulağa çok
kötü geliyordu ama bundan kaçmanm bir yolu yoktu; yalan
söylemenin bir faydası olmayacaktı çünkü olanları içinden
sıynlamayacak kadar çok insan görmüştü. Aynca, bana tekrar
tekrar söyledikleri bir şey vardı: Sadece doğruyu söyle.
43

Kendim i hazırlam aya çalışırken derin bir nefes aldım ama


avukat o sırada bir sonraki fotoğraf için tıkladı. "Bana kolye
lerden bahseder m isiniz?"
Durdum . "Efendim ?"
"O gece kurbanın boynundan koparılıp alm an ve m uhte
m elen bu fotoğrafta da görünen kolye. İkinizde de aynı kolye
den vardı. Nereden geldi bu kolyeler?"
"Benim ... benden. Kolyeleri ben aldım ." Avukatım a baktım
am a o da en az benim kadar kafası karışm ış görünüyordu.
"K ostüm lerle birlikte m i?"
"H ayır, daha önce alm ıştım ."
"N e zam an?"
"H ım m , yaza doğru, sanırım ." D urakladım . "Evet, yazın.
N orthham pton'daydık ve orada bir takı dükkânı vardı..." Dur
dum, hâlâ şaşkındım .
"Kolyeleri alm anızın nedeni neydi?"
"Şey... bilm iyorum ." Bu bir tuzaktı, biliyordum , öyle olm a
lıydı am a nedenini ya da am acm ı çözem em iştim . "B ir hediyey
di sadece," deyiverdim . "Arada sırada böyle şeyler yapardık:
bir şeyden iki tane alıp birbirim ize verirdik. Böylece eşleşm iş
olurduk."
"Ö zellikle bu kolye olm asının sebebi neydi?"
"G üzeld i," dedim om uzlarım ı silkerek. "Şirin görünüyor
du."
"Peki, bana kolyelerin şeklini tarif edebilir m isin?"
Avukatımın yüzünde, panik olduğunu tahm in ettiğim bir
ifade belirdi am a ben hâlâ sebebini çözebilm iş değildim . Bu
yüzden om uzlarım ı silktim , yine ve cevap verdim . "G eom etrik
bir şekildi. Bilirsiniz, şey gibi..."
Durdum , anlam ıştım . Tüm bu zam an boyunca plam buydu
ve bizim düşündüğüm üzden çok daha kötüydü. A m a kelim e,
söylenm eyi bekleyerek havada süzülüyordu.
"N e gibiydi Bayan Chevaüer?" Ses tonu yükselm işti ve
44

mahkeme salonunda çınlıyordu. "Elise için aldığınız kolye


neydi?"
Bir an için gözlerimi kapattım.
"Bir pentagram," diye fısıldadım.
"Daha yüksek sesle konuşun Bayan Chevalier."
Yeniden söyledim. Salondakilerin nefesi yeniden kesildi;
şok ve spekülasyonlar geziniyordu.
"Bekleyin," dedim. "Öyle bir şey değildi. Benim amacım..."
"Bu kadarı yeterli," diyerek sözümü kesti avukat. "Başka
sorum yok."
"Ama bunu yapamazsın!" Ayağa fırladım. "Öyle değildi!"
"Bayan Chevalier." Yargıç araya girdi. "Bu kadarı yeterli.
Sizi gözaltına göndermem mi gerekiyor?"
Tanık kürsüsünde yerime çöktüm. Avukat, fotoğrafları
monitörde açık bırakmıştı. Elise, Tate ve ben, sahte kanla kap
lanmış bir halde görünüyorduk. Ben bıçağı Elise'in boğazına
dayamıştım. Tate'in tişörtü açılmıştı ve kolları her ikimizi de
sarıyordu. Elise ve ben, bıçağın üzerindeki çilek sosunu yalı
yorduk. Bir de pentagram kolyelerin yakın bir çekimi vardı.
Fotoğrafların binlerce şey anlattığı söylenirdi ya, bu fotoğ
rafların söylediği tek bir şey vardı:
Suçlu.
45

ÖNCESİ
Öğleden sonrayı Elise'le birlikte kahve dükkâ
nında sohbet ederek, kıkırdayarak, laptoplarına dalıp gitmiş
dağınık saçlı üniversite çocuklarına hayran hayran bakarken
acı espressolanmıza şeker döküp durarak geçirdik. Bu benim
için yeni bir durumdu. Hiçbir zaman sokakta kol kola gezen o
kızlardan olmamıştım; başlan bir dergiye gömülmüş, bilekleri
ne arkadaşlık bilekleri takmış kızlardan. Bu yüzden hâlâ tetik
teydim; iğneleyici bir yorumun, fesat bir bakışmanm gelmesini
bekliyordum ama bunlann hiçbiri olmadı. Onun yerine, gru
bundan uzakta olan Elise kendini bulmuş gibi görünüyordu;
muntazam atkuyruğunun yanlarından saçlan çıkmış, eteğinin
belini cüretkâr bir şekilde biraz daha fazla kıvırmıştı. Daha ne
şeliydi ve sesi daha yüksek çıkıyordu, dedikodulan ardı ardı
na sıralarken neredeyse nefessiz kalıyordu. Sanki bu yönünü
yıllardır bastırıyordu ve şimdi şikâyetlerini, kuruntularını, üni
versiteye gitmeden önce Avrupa'da yapacağı gezisine ve aile
sinden çok çok uzakta, Califomia kampüslerine dair hayallerini
resmen kusuyordu.
46

Ben de, sıcaklığıyla ve kolay arkadaşlığıyla oluşmuş bu


küçücük yerde onun coşkulu haline kapılmıştım; sanki soğuk
kış aylarıma vuran sıcacık yaz güneşi gibiydi. Kahvelerimizi
yudumlarken ve kafenin müzik sisteminden yükselen indie
rock şarkılarına mırıldanarak eşlik ederken, kendimi bundan
sonra her şeyin daha farklı olabileceğini düşünürken buldum.
Elise'in neşeli yüz ifadesine, hayat hikâyesini anlatırken kol
larını iki yana kocaman açışına baktım ve ilk kez, kendi hayat
hikâyemin anlatılmamış bir alternatifini gördüm: öğle yemek
lerinde oturacak bir yerimin, laboratuvar derslerinde partneri
min, okul sonrası için televizyonun başında kıvrılıp yatmaktan
ve pizza söyleyip tek başıma yemekten daha iyi bir planımın
olduğu bir alternatif.
Sonra beşinci ders için yeniden okula döndük ve Elise git
ti. Lindsay ve grubu koridorda ilerlerken onlan yarım adım
kadar geriden takip etmeye başladı. Ben dolabımın yanında
dururken, yanımdan başım eğip geçti. Önemli değilmiş gibi
davranan o kız olmuştu yine.
Ben de kimse olduğum halime geri döndüm.
Bu duruma şaşırmamam gerektiğini biliyordum. Başka ne
yapmasını bekliyordum ki? Arkadaşlarına cehenneme kadar
yollarının olduğunu söylemesini, tek başına o gruptan çıkma
sını mı?
Lisenin en beter günahlarından biri buydu. Sinsi, yollu, is
piyoncu ya da bir zorba olmaktan daha kötüsü yalnız olmaktı.
Diğerleri gülüp geçebilir, yüz çevirebilir ya da doğru değilmiş
gibi davranabilirlerdi. Ama yalnızken yüz çevirebileceğin biri
de yoktu. Onlara ihtiyacın vardı: öğle yemeğini beraber yemek
için, sırada sana yer kapmaları için, okul çıkışında otobüsü be
raber beklemek için. Tek başına beklemek dışlanmış olduğu
nu, farklı olduğunu gösterirdi.
Onu suçlayamazdım. Sonuçta onun yerinde ben olsaydım
büyük ihtimalle ben de aynı şeyi yapardım. Ama böyle düşün-
4?

mem, ne /am an bakışları hiç tanımıyormuş gibi üzerimden ge


çip gitse ve grubundan bir kıkırdama sesi yükselse göğsümde
oluşan batm a hissini hafifletm iyordu. Ben de yemeklerimi kü
tüphanedeki çalışma alanında yemeye devam ettim ve sporcu
çocukların, milkshake şakasından dolayı yanımdan geçerken
havayı bariz bir şekilde içlerine çekişlerini görmezden gelmeye
çalıştım. O hafta geçti ve sonra diğer haftayı geride bıraktım.
Ardından bir diğerini. Kısa süre sonra kaçamak öğleden son
ramız bir hayal, yaşanması düşlenmiş bir deneyim gibi görün
meye başladı.
Ta ki vaz tatiline üç gün kala, Elise beni kızlar tuvaletinde
ağlarken bulana kadar.
"Anna?"
Sesini duyunca sıçrayıp panikle arkamı döndüm. Fransızca
dersinden izinliydim çünkü dersin sonuna kadar dayanama
yacağımı anlam ıştım . Biri benim peşim den dışarı mı çıkmıştı?
"H ey, sorun yok, benim ." Elise kapıyı arkasından kapattı
ve bana yaklaştı. Derli toplu atkuyruğu ve yakasına rozetler
taktığı blazer ceketiyle hiç değişm em iş gibiydi. İçgüdüsel ola
rak geri çekildim. "Anna? Anna, ne oldu?"
Hâlâ konuşam ıyordum ; gün boyunca bastırm aya çalıştı
ğım gözyaşları şimdi gürültülü hıçkırıklarla dışarı çıkıyordu.
Bunlar nazik gözyaşları değildi; acınası ve kızgındılar, tüm ya
pabildiğim om uzlarım hıçkırıklarla sarsılırken ve göğsüm acı
içinde kıvranırken duvar dibine çökmek olmuştu.
Elise yanıma çömeldi ve ellerimi elleri arasına almaya çalış
tı ama ben uzaklaşm aya çalıştım. Buna şahit olması beni m ah
vediyordu. Böylesine darmadağın olmam beni mahvediyordu.
"Lütfen." Sesim boğuk ve çatallıydı. "Sadece git!"
"Şşşt," Ayağa kalktı ve bir an için gerçekten gideceğini dü
şündüm ama onun yerine tuvalet bölmelerinden birine gidip
bir avuç dolusu peçete getirdi. Ardından yanıma, taşın üzerine
48

oturdu. "Sebebi Lindsay mi? Bir şey mi yaptı? Ona bir şey yap
mamasını söyledim ama..."
Lindsay mi? Gülmeye çalıştım ama daha ziyade gargara
sesine benzer bir şey çıktı boğazımdan. Başımı sağa sola salla
dım. "Hayır, o değil... Sebebi o değil."
Elise bekledi, sakin hareketlerle sırtımı sıvazladı; nihayetin
de hıçkırıklarım yavaşça yatıştı ve yerine bitkinlik ile tanıdık
bir baş ağrısı bıraktı.
"D ur bakayım ." Bir parça kâğıt havluyu ıslatıp yüzümü
sildi. Yeniden uzaklaşmaya çalıştım ama o gözlerini devirdi.
"Güven bana. O sürdüğün rimel suya dayanıklı değilmiş."
Ben de inat etmeyi bıraktım ve kıpkırmızı olmuş gözlerimi sil
mesine, karman çorman saçlarıma çeki düzen vermesine izin
verdim. Ta ki yapabileceği bir şey kalmayana ve sessizlik boş
tuvaleti doldurana kadar.
"Ö zür dilerim," dedi Elise sonunda. Sesi yumuşak ve ür
kekti. "Seni öyle ekmemeliydim, biliyorum ama..."
"Bunun seninle ilgili olduğunu mu sandın?" Yeniden gül
meye çalıştım, bu sefer daha haşin. "Seninle ilgili değil..."
Durdum ve doğru kelimeleri bulmaya çalıştım ama yoktular.
"Dünya liseden ibaret değil," deyiverdim sonunda.
Bekledi.
"G idebilirsin şimdi." Derin bir nefes aldım ve nabzımı ya
vaşlatmaya çalıştım. "İyiyim."
Elise kıpırdamadı.
"Ciddiyim ." Yüzümdeki yaşlan sildim ve burnumu süm-
kürdüm. "İyiyim , gördün mü?" Gülümsemeye çalıştım.
"Önem li bir şey değildi."
"Saçm alığın daniskası." Elise'in sesi alçak ama netti. "Hadi
Anna. Konuş benimle."
Yeniden ellerimi tuttu ve ona bakmam için bakışlarımı ya
kaladı. Derin bir nefes daha aldım ve duyduğu endişeyi küs-
49

tah bir yorumla ya da alaycı bir espriyle geçiştirmeye hazırlan


dım ama onun yerine kelimeler ağzımdan öylece dökülüverdi.
"Kanser nüksetti. Annem..." Sesim çatladı ve ardmdan ye
niden gözyaşlarına boğuldum.
"Ah, Anna..." Elise beni kendisine doğru çekti. "Çok üzgü
nüm. Ben böyle bir şey olduğunu..."
Zil çaldı ama biz, kapılar açılana ve gürültüler içeri dol
maya başlayana kadar kıpırdamadık. "Ona bunu soramazsın
bile." Tanıdık bir sesti konuşan. "Demek istediğim, o..." Ses
durdu. "Hımm, merhaba?"
Başımızı kaldırınca Lindsay'yi ve her zamanki grubunu ka
pının yanında dikilirken gördük; yüzlerinde aynı küçümseyen
ifade vardı. "Elise?" Lindsay kaşlarım çatmıştı. "Ne yapıyor
sun sen?"
"Başka bir tuvalete gidin, tamam mı?" Elise bana doladığı
kollarım gevşetmemişti. "Meşgulüz."
"Görebiliyorum." Lindsay'nin ses tonundan alaycılık akı
yordu. "Pek bir içli dışlı görünüyorsunuz."
Elise başmı çevirip yemden bana baktı. "Ayağa kalkabile
cek gibi misin?"
Başımla onayladım, hiçbir şey diyememiştim.
"Ay canınım, birileri senin duygularını mı incitti?" diye
gakladı Lindsay. Onu görmezden geldim, Elise'in elini tuttum
ve beni ayağa kaldırmasına izin verdim. "Yoksa biz bir şeyle
ri mi bölüyoruz?" diye güldü. "Belki de Carterla çıkmamamn
sebebi buydu ha Elise?"
"Öf, canın cehenneme." Elise ona pis pis baktı. Gruptan
şoktan ziyade memnuniyet belirten sesler yükseldi.
Lindsay'nin yüzü değişivermişti. "Ne dedin sen?"
"Duydun beni. Ve şu lanet olası yoldan çekil." Elise beni
onlara, kapıya doğru çekeledi ve ben de ilerledim. Onun yön
lendirdiği tarafa gitmekten başka bir şey yapamayacak kadar
bitkindim.
50

Grup dağılıp kenara çekildi, olduğu yerde duran ve yo


lumuzu kapatan Lindsay dışında. "Bence bunu düşünsen iyi
edersin," dedi Elise'e, sesi alçak ve kızgın çıkıyordu.
"Hayır, düşünmeyeceğim." Eli hâlâ sırtımdaydı ve beni
yönlendirmeye çalışıyordu ama ben durdum. Bunu yapması
na, ben kendime hakim olamadım diye her şeyi elinin tersiyle
itmesine gerek yoktu.
"Endişelenme," dedim Lindsay'ye sakince. "O sadece...
bana acıdı işte. O benim... biz arkadaş değiliz."
"Anna..." diye başladı Elise ama konuşmasına fırsat verme
dim.
"Sorun değil," dedim ona. "Gerçekten. Anlıyorum."
Kapıya yöneldim. Bu sefer Lindsay kapının önünden çe
kildi.
"Beden dersinde görüşürüz," diye seslendi Lindsay arkam
dan, ben koridorda başımı yenilgiyle öne eğmiş uzaklaşırken.
İlerlerken onun Elise'e söylediklerini duyabiliyordum. "Bu hiç
de kabul edilebilir değil, senin haberin var mı..."
"Ne?" Elise'in sesi arkamda yankılandı. "Senin ruhsuz bir
kahpe olduğundan mı?"
Şaşkınlıkla yerimde kaldım. Yanlış duymuş olmalıydım...
Söylemişti. Ve daha da fazlası vardı. "Bunu sana böyle söy
lediğim için üzgünüm..." Elise'in sesi koridordan geçenlerin
dikkatini bile çekecek kadar yükselmişti, "ama bu zaten her
kesin bildiği bir şey! Ve bilgin olsun diye söylüyorum, biz ar
kadaşız."
Ayak seslerinin aceleyle bana doğru geldiğini duydum ve
bir an sonra Elise yanımda bitti.
"Bunu yapmak zorunda değildin," dedim yavaşça, gözle
rimde yeniden yaşlar birikiyordu.
"Evet, zorundaydım." Elise kolunu koluma geçirdi. "Şimdi,
bana her şeyi anlat."
51

Ben de anlattım.
Zor olacağını düşünmüştüm ama tüm bunları o kadar uzun
zamandır içimde tutuyordum ki bu sefer daha kolay olmuş
tu. Rahatlamıştım. Yine şehir merkezine gittik ve geçen sefer
olanları anlatırken kelimeler ağzımdan öylece dökülüverdi.
Taramalar, doku örnekleri ve hastanelerin floresanla aydınlatı
lan koridorlarında, plastik oturaklarında bekleyerek geçen sa
atler. Kimyasallar ve radyasyon, uzun ve kıvırcık saç telleriyle
tıkanan lavabo ağzı. Bunu bir oyuna çevirmeye çalışmış, bir
sürü DVD ve saçma dergiler almış, onunla abur cubur günle
ri yapmıştık. Bu sırada kemoterapiden dolayı rengi solmaya
başlıyordu ve herkes yüksek sesle savaşmaktan, yapacağı yol
culuktan ve hayata tutunmasından bahsediyordu. Ama buna
değerdi, herkes öyle olduğunu düşünüyordu. İyileşmişti, test
sonuçlan temiz gelmiş ve her şey sona ermişti.
Şimdiye kadar.
"En kötü yanı, şimdiden onu kaybetmiş gibi hissetmem."
Sözlerim ihanetten farksızdı ama onlan söylemek zorunday
dım. "Geçen sefer tedavi sırasında çok hızlı çöktü," diye açık
ladım. "Çoğu günler zar zor uyanık duruyordu. Bu sorun
değildi. Demek istediğim, öyleydi ama anlayabiliyordum.
Hastaydı sonuçta. Elimden geleni yaptım, onunla oturdum,
onu besledim ve tüm gece ayakta kaldım... Kalan her şeyi
unuttum. Sanki yeterince çabalarsam iyileşmesini sağlayabilir
dim, anlıyorsun değil mi?"
Elise başıyla onayladı.
"Her şeyin yoluna gireceğini düşünmüştüm. Öyle olmak
zorundaydı. İyileşmeli ve yeniden annem olarak bana geri dön
meliydi. Ama her şey bittiğinde bile sanki eskisi gibi değildi."
Bir anda durdum. Şimdi sokaklar karanlıktı ve evine gitmeye
çalışan insanlarla doluydu ama ben hareket etmiyordum.
"O... saplantılı hale gelmişti," diye devam ettim. "Sağlık
lı yiyecekler, meditasyon ve diğer hayatta kalanlarla destek
52

grupları. Bunlar tüm hayatını ele geçirmiş gibiydi. Her günü


inzivada ya da yoga stüdyosunda geçiriyordu. Artık beni fark
etmiyor gibiydi."
Elise elini ellerimin üzerine koydu; kırmızı yün eldivenleri
min üzerinde koyu kahverengi deri bir eldiven vardı.
"Bunları yeniden yaşayamam." Sesim titriyordu. "Sanki
kendimi kaybetmiş gibiydim, onun iyi olması için her şeyi
yapmıştım ama asla karşılığını alamadım. Aynı şeyi yapamam,
artık kim olduğumu bile bilmiyorum."
Başka kızlar, şimdiye kadar annemin benim farkımda oldu
ğunu, beni sevdiğini söylerlerdi. Her şeyin yoluna gireceğini.
Ama Elise bunların hiçbirini söylemedi.
"O halde bir şeyler yapmalıyız," dedi sonunda. "Sadece se
nin için. Böylece bu sefer kendini hatırlayabilirsin."
"Ne gibi?"
Elise yavaşça gülümsedi. "Bana güveniyor musun?"
Omuzlarımı silktim.
"Hadi ama Anna. Bana güveniyor musun?"
Gülüp geçmek istiyordum ama orada, vızır vızır kaynayan
kaldırımda dururken yüz ifadesinde ciddi bir şeyler vardı: ka
rarlılık. Söylediklerine inanmamı, bir daha kaybolmayacağımı
düşünmemi sağlayacak kadar güçlüydü. Tanrı biliyor ya, bunu
deliler gibi istiyordum.
Yeniden aynı şeyleri yaşayamazdım.
Bu yüzden başımı salladım.
"Sana güveniyorum."
Pembe şeritler beş santim kadardı ve sol kulağımın hemen ar-
kasmdaydı. Elise de aynısından yaptırmıştı; onunki yoğun bir
tavuskuşu mavisiydi. Normalde görünmezdiler ta ki saçları
mızı geriye atana kadar: cüretkâr ve parlaktılar. Cesurdular
Boyanmış birkaç tel saçın bir fark yaratmayacağını düşüne
53

bilirdiniz ama yaratmıştı. Kemoterapi sırasında annem yavaş


ça çökerken, soluk bir yabancıya dönüşürken, bir pipetten por
takal suyu içerken ve tüm günü uyuyarak geçirirken ben, evde
aynamın karşısına geçip boyanan kısma bakıyordum. Aynaya
bakıyor ve kendime hatırlatıyordum: Buradaydım, vardım. İyi
olacaktım.
54

ŞİMDİ
Herkes bunu sanki benim suçummuş gibi gös
termeye çalışıyordu. Davacılar, Elise'in ailesi, gazeteciler, tele
vizyon. Elise'in kötü yola sapmasına neden olduğumu söylü
yorlardı; tatlı ve masum, notlan mükemmel olan bir kızı alıp
kendi seviyeme indirdiğimi söylüyorlardı. Onu okulu asmak
için ikna ettiğimi, geç saatlere kadar dışarda kalmasına, ma
halle barlarında içki içip bizi içeri almaması gereken kulüple
rin tuvaletlerinde, hiç tanımadığı adamlarla birlikte olmasına
neden olduğumu söylüyorlardı.
Onu bu hale ben getirmiştim.
Kulağa kötü geldiğini biliyorum ama işin gerçeği birbirimi
zi bu hale getiren ikimizdik, tam da fen bilgisi dersinde öğren
diğimiz gibi. Ortak yaşam. Ben, onun uzun zamandır bekle
diği suç ortağıydım: Tüm ömrü boyunca nefret ettiği o saygın
hayattan kaçarken tutacağı bir eldim. Ve Elise... O da benim
ateşleyicim di. Gözlerimdeki pırıltı, midemdeki baş döndürücü
heyecan ve daha yüksek sesli, daha cesur olmamı, arka planda
kaybolmamamı söyleyen sesti.
55

Geldiğimiz bu halden ikimiz de sorumluyduk, bu yüzden


bu suçu ikimizi de üstlenmeliydik. Eğer Elise benim başıma
gelenler için suçlanacaksa, ben de onun kaderinden sorumluy
dum. Bu eşit şekilde ikimizin de suçuydu.
Ama o gitmişti ve ben yeniden tek başımaydım. Bu yüz
den suç, suçun muazzam yükü, medyamn aylar süren kızgın
ve şiddetli spekülasyonları, kaynayan öfkesi, şimdi tamamen
benim üzerimdeydi. Bazen, bunun içerisinde boğulacağımı ve
bir daha asla gün yüzünü göremeyeceğimi düşünüyordum.
Beni her zaman yukarı çeken, dibe battığımı hissettiği anda eli
mi tutan oydu. Beni kurtarmıştı ve şimdi yoktu.
Tek başıma bu işten nasıl kurtulacaktım?
56

O GECE
İlk sorgulama basit olmuştu: “En son Elise’i ne
zaman gördün?", "O gün ne yapıyordun?", "Evin yakınların
da şüpheli birini gördün mü?"
Bizi teker teker sorgu odasına götürdüler; diğerleri polis
istasyonundaki sarı plastik oturaklarda ağlaşıp dururken çev
redekiler bize bariz bir tiksinmeyle bakıyorlardı. Ailelerimizi
aramış ve zor da olsa berbat haberi onlara vermiştik; şimdi
beklemekten başka yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Chelsea'nin
gözleri kıpkırmızıydı ve yorgun görünüyordu. Lamar'm elini
her iki eliyle de tutmuş hiç kıpırdamadan oturuyor, pantolo
nundaki kan lekelerine bakıyordu. Melanie tostoparlak olmuş,
dizlerini göğsüne toplamıştı. Sesi ise ağlamaktan kısık çıkıyor
du. Onlara bakamıyordum bile. Vücudumun her yanı berbat
bir şokun ve adrenalinin etkisiyle sarılmıştı ve birazdan tüm
atomlarım patlayıp evrenin dört bir yanma dağılacakmış gibi
hissediyordum.
Ayağa fırladım. "Mel, çeyrekliğin var mı?"
57

Siyah kâküllerinin ardından gözlerini kırpıştırarak bana


baktı.
"Makine... Gazoz içmek istiyorum." Otomatı işaret ettim.
Melanie yavaşça cüzdanını karıştırmaya başladı, sanki su al
tında hareket ediyor gibiydi ve sonunda bana bozukluk para
uzattı.
Köşedeki bankonun yanmda duran makineye gittim. Bölge
çalışanları da bizim kadar şoke olmuş görünüyorlardı; defalar
ca buralarda bu tip şeylerin yaşanmadığı söylenmişti. Burası
güvenli bir adaydı. Birkaç soygun, arada bir sarhoşların neden
olduğu trafik aksamaları oluyordu ama cinayet? Eve ilk ula
şan polis bile ne yapacağını bilememişti. İçlerinden biri öylece
kalakalmış, boş gözlerle yerdeki kana bakıp durmuştu; diğer
leri ya koridora kusmuş ya da koşarak dışarı çıkmışlardı. Daha
fazla polisin gelmesi yarım saat sürmüştü ve yine de cesede
yaklaşmaya cesaret eden biri olmamıştı. Tüm gece odaya girip
çıkmışlar ve cesedi bir ceset torbasına koyup götürmeleri saat
sabahın beşini bulmuştu.
Satılanların ücretlerinin dolar değil de avro kurundan ol
duğunu görene kadar aynı bozuk parayı defalarca makineye
atıp durdum. Makine Amerikan para birimini kabul etmiyor
du. Ceplerimi kontrol ettim ama hiç param yoktu. Yaşanan her
şeyden sonra bardağı taşıran şey, o cam vitrinin ardından du
ran bir kutu kola oldu. Ellerimle makineye defalarca vurdum
ve sessiz odayı çınlatacak kadar gürültüyle küfür etmeye baş
ladım. Herkes bana bakıyordu.
"Üzgünüm," diye mırıldanıp oturduğum yere geri dön
düm. Hemen önümde Tate, bacaklarını uzatmış yerde oturu
yordu. Bir elimi başına koyup parmaklarımı saçları arasında
gezdirdim. Bana doğru dönüp silik bir şekilde gülümsedi ve
bu, bir nebze de olsa sakinleşmemi sağladı. Her zaman sağ
lardı.
"Orada ne kadar uzun kaldı." Chelsea gözlerini sorgu
58

odasının kapısından alamıyor gibiydi. Sorgulanma sırası


Max'teydi. Chelsea giydiği eşofman üstüne daha da sıkı sarın
dı; erkek kardeşi için endişeli görünüyordu. "Neden bu kadar
uzun sürüyor?"
Sessizlik.
"İlk gören oydu. Cesedi yani," dedim. "Biz içeri girmeden
önce odayı o gördü. Açık balkon kapısından."
"Ben hâlâ onlarla konuşmamamız gerektiğini düşünüyo
rum." Tate'in ayağı yeniden seğirdi. "Yanımızda avukat olma
dan en azından." Akshay'a döndü. "Babanın birini bulacağım
söylememiş miydin?"
Sessizlik.
"AK?" Chelsea yavaşça onu dürttü. AK sıçrayarak etrafına
bakındı. "Baban, avukat?"
AK omuzlarmı silkti. Gözlerinde mesafeli bir bakış vardı,
sanki hiçbirimizi görmüyor gibiydi.
"Biz de reşit değiliz," diye ekledi Tate. "Orada yalnız olma
malıyız."
"Ne olduğunu öğrenmeleri gerekiyor," dedim ona sakince.
"Böylece bunu yapanı bulabilirler."
"Ya bunu yapan hâlâ serbestse?" Melanie gözleri kocaman
açılmış bir şekilde bize döndü. "Ya yeniden eve dönerse?"
Uzun bir sessizlik oldu. İlk kez, olanlan düşünmeyi bırakıp
ileriyi, bundan sonra neler olabileceğini düşünmüştüm.
"Bir otele gideriz," dedi Lamar, sesi doğru düzgün çıkan
bir tek o vardı. Chelsea'nin elini elleri arasına alıp bizi rahatlat
maya çalıştı. "Birbirimizin arkasını kollayacağız."
"Ama bizim peşimize düşebilir!" Melanie'nin sesi titrek çı
kıyordu. "Neden ona bunu yaptığını bilmiyoruz. Sebebi her
şey olabilir; sebebi..."
"M el," diye uyarmaya çalıştım onu. "Sakinleş."
"Sen nasıl bu kadar...?" Gözyaşları hızla yanaklarından aşa
ğı iniyordu. "Sen gördün, onun Elise'e neler yaptığını gördün!
59

Çok korkmuş olmalı ve kimse yanında değildi ve..." Hıçkırık


lara boğuluverdi, kesik kesik nefes alıyordu. "Ben yapamam...
Yapamam..."
"M elanie." Chelsea ona uzanmaya çalıştı ama Mel hızla
geri çekildi. Hıçkırmaya, hızla nefes almaya devam ediyordu.
"M el!"
"Git bir kese kağıdı al," diye ayağa fırladım. "Hepimizin
yapması gereken şey bu aslında, değil mi? Kese kağıdı?"
Bana boş gözlerle bakıyorlardı. AK hâlâ kendinde değilmiş
gibi, Tate ise tamamen kaybolmuş görünüyordu ve Chelsea ça
resizce çantasmda bir şey arıyordu. "Çocuklar!" Melanie'nin
suratı kıpkırmızıydı; hırıltılı bir şekilde nefes almaya çalışıyor,
tüm vücudu sarsılıyordu. Bu yüzden bekleme alanım geçip ya
nma gittim ve suratına sağlam bir tokat indirdim.
Bir an için durdu, ağzı açık bana bakıyordu. Nefes alıp ve
rişi normale döndü.
"Sorun değil," dedim sessizce. "Ama şimdi sakinleşmelisin.
Onun da vakti gelecek. Şimdi güçlü olmalıyız. Elise için."
Melanie tek kelime etmeden başıyla onayladı ama dizlerini
yeniden göğsüne çekip oturdu, kafasını çevirdi. Derin bir nefes
aldım.
"Üzgünüm," dedim sessizce ama o cevap vermedi.
O sırada ana kapılardan biri açıldı ve içeri ciddi görünümlü
bir adam girdi. Onu evdeki kalabalıkta da görmüştüm: bodur,
hantal ve tepesi kelleşmiş bir adamdı. Üzerinde üniforma ol
mamasına rağmen, koridorda bize doğru yürürken insanlar
çabucak yolundan çekildiler.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum. "Bir şey mi buldunuz?"
Bir anlığına hiçbir şey söylemeden bize baktı, ardından
döndü ve sorgu odasına girdi, kapıyı da arkasından kapattı.
Güçlükle yutkundum. "Belki de sen haklısın," dedim Tate'e.
"Belki de bir avukat bulmalıyız."

Max ile işleri bittiğinde, bir saat kadar Tate'i sorguladılar. Chel-
sea ve Mel biraz uyumaya çalıştılar; parlak ışıkları engellemek
için kafalarına eşofman üstlerini koyup plastik oturaklara kıv
rıldılar. Bense ne zaman gözlerimi kapasam Elise'in boş ve can
sız bakışlarıyla karşı karşıya geliyordum. Bu yüzden gözlerimi
bir an için bile kırpmadım ve tüm dünyam renkli bloklardan
oluşan minicik bir şeye dönüşene ve düşünmek için hiç yer
kalmayana kadar telefonumda tetris ve Süper Mario oynadım.
Bu büyük bir saadetti. Beynimi zıplamalarla, sağa sola yaptı
ğım hamlelerle meşgul edebildiğim sürece herhangi bir yerde
olduğumu düşünebiliyordum; otobüs bekliyor ya da okul ko
ridorunda vakit öldürüyor olabilirdim. Burası olmadığı sürece
her yerde, bu sebeple olmadığı sürece herhangi bir sebeple.
"Anna?"
Ekrana öylesine kaptırmıştım ki başta sesin kime ait oldu
ğunu bile kestiremedim.
"Anna?" Lamar'm sesi şimdi daha keskindi. "Sava Dek-
ker seninle konuşmak istiyor." Ayağa kalkınca kel adamın
yüzünde bomboş bir ifadeyle beni beklediğini gördüm. Onun
ardından sorgu odasından Tate çıktı, kanı çekilmiş ve çökmüş
görünüyordu.
"Ben zaten sorgulandım," dedim onlara.
Şu Dekker denen adam bana bakarak, "Birkaç sorumuz
daha olacak," dedi.
Yeniden içeri girmek ve onlarla konuşmak istemiyordum;
telefon, kapı ve tüm o kan. "Yorgunum," dedim, sesim ağla
maklı çıkmıştı. "Bunu yarın yapsak olmaz mı?"
Adam yerinden kıpırdamadı bile. "Bayan Chevalier."
Kendimi yürümeye zorladım ve odanın karşısına ilerledim;
yürürken gözlerim AK'in gözlerindeydi. Yanından geçerken
öylesine korkmuş görünüyordu ki yaklaşıp, "Uzun sürmese
iyi olur," dedim zayıf bir gülümsemeyle. "Öyle açım ki bir ke
çiyi bile katledebilirim."
61

DURUŞMA
“Gerçekten öyle mi dedi?” Dekker istediği et
kiyi yaratmak için bir an için durdu, sesinde korkmuş gibi bir
tını vardı. '"Katletmek7 mi dedi?"
"Evet." AK tanık kürsüsünde, sanki dersten önce okulun ba
samaklarında ponpon kızların antrenmanlarını izliyormuş gibi
güvenle oturuyordu. O gece gözlerinde gördüğüm kaybolmuş
bakış tarih olmuştu bile. Bu AK, Clara Rose Şov'a her hafta ko
nuk olarak katılan, haberler, suç olayları ve tabii ki benim da
vamda kıymetli düşüncelerini paylaşan AK'di. Geçtiğimiz hafta
milyon dolarlık kitap anlaşmasını yapmıştı. Bugün, kameralar
karşısında mükemmel görünmek için tasanmcı işi bir gömlek
ve cebine kırmızı bir mendil koyduğu blazer ceket giymişti. Şa
hitlik ettiği sırada bana bir kez bile dönüp bakmamıştı.
"Peki, o gece ruh hali nasıldı?" diye sordu Dekker.
Avukatım hemen ayağa fırladı. "İtiraz ediyorum."
Dekker ona çirkin bir timsah sırıtması gönderdi. "O halde
şöyle sorayım. Sanık o gece nasıl davranıyordu? Çok duygusal
dı büyük ihtimalle. Sonuçta, büyük bir travma geçiriyordunuz."
62

Yanımda oturan avukatımın gerildiğini hissedebiliyordum,


sanki yeniden itiraz etmek istiyor gibiydi ama etmedi.
"O gece... normaldi." dedi AK. "Tuhaf olan da buydu zaten.
Demek istediğim, o gece bizler resmen enkazdık. Mel ağlıyor
du ve Chelsea... Max zar zor ayakta duruyordu. Ama Anna ta
mamen sakindi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi."
"Ağlamadı mı?" Dekker'ın sesi şoke olmuş gibi çıkıyordu
ama bu hafta sergilediği tiyatrodan sonra şaşırmamıştım bile.
Bu adam istediği zaman bir Broadvvay yapımında yer alabilirdi.
"Asla." dedi AK omuzlanm silkerek. "En azından benim
gördüğüm kadarıyla ve tüm gece de onunla beraberdim. Cese
di bulduğumuzda ağlamadı ya da polis geldiğinde. Hiçbir şey
yapmadı, şey dışında..."
"Evet?"
"Polis istasyonundaki otomatı tekmeledi. Âdeta patladı,
küfür falan etti."
"Şiddet içeren bir patlama?" Dekker salona doğru döndü,
söylediği şeyin hedefine ulaştığından emin olmak istiyordu.
Salon gazetecilerle, Elise'in ailesiyle ve bu şovu izlemek iste
yen sıradan arkadaşlarımla doluydu. Benim yanımdaysa sade
ce babam ve elinden geleni yapmaya çalışan avukatım vardı.
"Çok tuhaftı. Hepimizi çok korkuttu," diye yamtladı AK.
"Sanki bir öfke patlaması gibiydi. Sanki bir şey tarafından ele
geçirilmiş gibiydi. Ardmdan da Melanie'ye vurdu."
"İtiraz ediyorum!"
Dekker sırıtıyordu. "Savunma avukatı tanığın ifadesine mi
itiraz ediyor? Acaba neden?"
Avukatım ona dik dik baktı. "Bu tokat kayıtlarda da mev
cut; Bayan Chan o sırada hiperventilasyon geçiriyordu."
Yargıç sabırsızlıkla başını salladı. "Kayıtlara girdi, devam
edin." *
* Gerekenden daha hızlı veya daha derin nefes alma durumu. ~çn
63

Dekker bir an için durdu. "Başka sorum yok."


Buz gibi bakışlarıyla sarışın Yargıç von Keppel bir not aldı.
"Sorusu olan var m ı?"
Avukatıma bir not yazdım. Bana bir bakış atıp ayağa kalktı.
"Bay Kundra, şu katletm e kelimesi, sizin grubunuzda sürekli
yapılan bir şakaydı, değil m i?"
AK öksürür gibi oldu. "Şey, evet."
"Açlığınızı her zam an daha da büyük hayvanlarla betim
lersiniz," dedi salondakilerin anlayabilmesi için. "'Ö yle açım
ki bir domuzu, ya da ineği, ya da bir fili katletebilirim .' Doğru,
değil m i?"
"Evet, am a..."
"Aslına bakarsanız, buna benzer bir şeyi siz de söylediniz,
hem de birçok kez." Elinde bir kâğıt tutuyordu. "18 Mart, du
rum güncellem eniz şöyle: Öyle açım ki lanet bir gergedanı bile
katledebilirim ."
"Evet, ama bu bir şakaydı!" diye çıkıştı AK.
"Kesinlikle. Bayan Chevalier'nin de yaptığı şey buydu, öyle
değil mi? Şaka yapıyordu."
AK yerine çöküverdi. Kendini beğenm işliğinden eser kal
m amıştı.
"Bay Kundra, soruya cevap verin lütfen."
"Evet, şaka yapıyordu."
Avukatım bana doğru dönüp gülüm sedi. Ama AK'in lafı
bitm em işti. "Ama kim böyle bir şaka yapar ki?" diye sordu,
sesi salonda yankılanıyordu. "Elise ölmüştü. Birileri odasının
altını üstüne getirmişti. Üzerim izde hâlâ kan izleri vardı ve o
şaka mı yapıyordu? Kim böyle bir şey yapar ki?"
"Başka sorum yok," dedi avukatım çabucak ama çok geç
kalmıştı. AK yerine dönerken salondaki insanlardan ona katıl
dıklarını belli eden mırıltılar yükseliyordu. Olan olmuştu.
64

ŞİMDİ
Ağlamam bir fark yaratır mıydı? Bunun üzerine
uzun uzun düşünmüş olsam da cevaptan tam olarak emin de
ğildim. Paramparça olsaydım, hüngür hüngür ağlasaydım ya
da çığlık atsaydım. Polis istasyonunun bir köşesinde tortop ol
saydım ve konuşmayı reddetseydim. O zaman bana inanırlar
mıydı? Yoksa o zaman da buna bir kılıf bulurlar mıydı: Üzün
tümün, yaptığım korkunç şeylerin pişmanlığından kaynaklan
dığını söyleyerek mesela. Patlamalarımın çok ani, çok seyirciye
yönelik, çok şov amaçlı olduğunu söyleyerek. İzlerimi kaybet
tirmek için oynadığım bir rol.
Gerçek şu ki, Dekker'ın akima odada olanların önceden
planlanmış olduğu ve onu içimizden birinin öldürdüğü fikri
girmişti ve artık ben ne söylesem faydası yoktu. Beni içeri sok
mak için elinden geleni yapıyordu ve tüm hayatım onun elin
de bir kanıt niteliğindeydi. Işığı iyice yaklaştınrsanız ve tam
doğru açıdan bakarsanız görülebilecek bir kanıt. Peşimdeydi.
85

POLİS DÖKÖMÜ-
BÖLÜMBİR
İfriT "-.
m
SES: Memur Carisson konuşuyor, aynı zamanda olayı
araştıran Savcı Dekker da bulunuyor. Anna Chevalier’nin
ilk kez sorgulanışı, saat 5.52. ,r
ANNA: İkinci. "
CHARLSSON: Efendim?
ANNA: Sizinle ikinci kez konuşuyoruz. Beni daha önce de
sorguladınız. ^ J
CHARLSSON: Evet ama bu seferki kayıt altına alınacak.'
Ve Savcı Dekker'ın da sormak istedikleri var. -, A
ANNA: Savcı mı? Ama... mahkemede değiliz ki. - '
CHARLSSON: Aruba’da araştırmaları savcılar yönetir.
Onu da dedektiflerden biri olarak düşünün.; ~
ANNA: Çok yoruldum. Bunu yarın yapsak olmaz mı? Hiç
uyumadım... Tüm gece hiç uyumadım.
CHARLSSON: Uzun sürmez. Elise’i en son ne zaman
gördünüz? *
ANNA: Bir avukatımızın olması gerekmez mi?
CHARLSSON: Ben...
DEKKER: Tutuklanmadınız. Bunlar basit sorular.
ANNA: Ama Tate dedi ki...
DEKKER: Bunu yapan insanı bulmamız için bize yardım
etmek istemez misiniz? Onu bulmamız için bizimle
konuşmanız gerekiyor.
ANNA: Sanırım öyle... Tamam. İçecek bir şey verebilir
misiniz bana? Su ya da başka bir şey.
DEKKER: Daha sonra.
ANNA: Çok yorgunum, tamam mı? İçecek bir şeye
ihtiyacım var.

DEKKER: Sorularımızı yanıtladıktan '•onra.


CARLSSON: An<a efendim, bizim...
DEKKER: Tamam. Ona su getir. Sorgulamaya ara verildi,
saat S.56.
(duraklama)
DEKKER: Sorgulama devam ediyor. Peki, Bayan VVarren’ı
en son ne zaman gördün?
ANNA: Dün gece. Pazartesi gecesi yani. Hepimiz yemek
yemek ve ana yol üzerindeki barlardan birine gitmek için
dışarı çıktık.
DEKKER: Ve sonra?
ANNA: Ardından eve geldik ve sızdık. Saat ikiye
geliyordu, sanırım. Onu en son o zaman gördüm.
DEKKER: Sabah yok muydu?
ANNA: Hayır, (duraklama) Yani, biz evde olduğunu
sanıyorduk ama ben onu görmedim. Ona bakmaya gittim
ama kapısı kilitliydi. Biz de uyuyup kaldığını düşündük.
DEKKER: Saat kaç sularıydı?
ANNA: On bir, sanırım. Hepimizin bir dalış dersi için
randevusu vardı, bu yüzden diğerleri öğlene doğru
çıktılar. Elise’e mesaj attık ama cevap vermedi. Biz de hâlâ
uyuduğunu düşündük.
DEKKER: Kapısı kilitliydi. Bunu tuhaf bulmadınız mı?
ANNA: Hayır. Yani, o özeline düşkündü ve... bir önceki
gece Niklas’la birlikteydi.
DEKKER: Alkol almış mıydı?
(duraklama)
DEKKER: Bayan Chevalier?
ANNA: Evet, hepimiz aldık. Burada yasal.
DEKKER: Bunun farkındayım.
(duraklama)
DEKKER: Siz neden arkadaşlarınızla dalış dersine
gitmediniz?

ANNA: Tate'le birlikte evde kaldık. Biz... yorgJSuifc' m


Akşamdan kalmayd.k. Günü plajda g eçireb ileceğ iz! “
düşündük.
DEKKER: Saat kaç sularıydı? ^
ANNA: Bilmiyorum. San.nm evden yanma doğru çıktık.
Günün büyük bölümünde plajda dinlendik. V
DEKKER: Tüm bu süre boyunca birlikte miydiniz?
ANNA: Evet. >>
DEKKER: Hiç ayrılmadınız mı? Belki dükkânlara bakarken
ya da tuvalete giderken?
ANNA: Hayır.
i
DEKKER: Hiç tuvalete gitmediniz mi?
ANNA: Hayır. Yani, evet.
DEKKER: Yani o sırada beraber değildiniz.
ANNA: En fazla iki dakikalığına! Plajın sonundaki bir
kafedeydik. Oradaki tuvaleti kullandık. Kendimize içecek
bir şeyler aldık. Kontrol edebilirsiniz. Ve...
DEKKER: Evet?
ANNA: Hiçbir şey.
(duraklama)
DEKKER: Bir günlük tutuyor musun?
ANNA: Ne?
DEKKER: Günce ya da gün içinde olanları yazdığın bir
şey.
ANNA: Hayır. Günlüğüm yok.
DEKKER: Pekâlâ. Eve saat kaç sularında döndünüz?
ANNA: Altı civarlarında sanırım. Bir süre takıldık, duş
aldık ve sonra yemek yemeye dışarı çıktık... Sokağın
sonundaki pizzacıya. Biz eve döndüğümüzde diğerleri
dalış dersinden henüz dönmüşlerdi. İşte o zaman
endişelenmeye başladık ve polisleri aradık. Bakın, bütün
bunları zaten anlatmıştım. Şimdi lütfen gidebilir miyim?

DEKKER: Saat altı ve yedi arasında evdeydiniz. O zaman


Öİselien herhangi bir haber yok muydu?
ANNA: Hayır. Kapısı hâlâ kapalıydı.
(duraklama)
ANNA: Bizimle yemek yemek ister mi diye ona mesaj
attım ama cevap vermedi. Biz de onun dışarı çıktığını
düşündük.
DEKKER: Odasını kontrol etmediniz mi?
ANNA: Hayır. Yani, kontrol edecektik ama bilirsiniz,
meşguldük. Odasında olsaydı dışarı çıkar ve bizimle
konuşurdu. Odasına gidip kapısını çaldım ama cevap
gelmedi.
DEKKER: Odasından gelen bir ses duymadınız mı hiç?
ANNA: Onun odası evin diğer tarafındaydı. Benim ve
Tate’in odası ana kapıya yakındı ve de meşguldük, bu
yüzden...
DEKKER: Neyle meşguldünüz?
ANNA: Bilirsiniz işte, bir şeylerle.
DEKKER: Daha açık olabilir misin? Eve döndükten sonra
tam olarak ne yaptınız?
ANNA: Ben... odamıza gidip müzik açtım.
DEKKER: Olay yerine giden ilk memur, koridorda kan
izleri olduğunu bildirdi. O izleri görmediniz mi?
ANNA: Hayır, o izler o zaman yoktu.
DEKKER: Ne demek istiyorsunuz?
ANNA: Biz geldiğimizde kan izleri yoktu. Daha sonra
olmuş olmalı. Onu... onu bulduktan sonra odadan
çıktığımızda ayakkabılarımıza falan bulaşmış olmalı.
DEKKER: Daha sonra ne oldu, siz ve Bay Dempsey
odanıza döndükten sonra? Müzik açtınız ve...
ANNA: Hatırlamıyorum.
DEKKER: Hatırlamaya çalışın. Binlerini aradınız mı? Ya da
televizyon izlediniz mi?

ANNA: Bilmiyorum... Duş aldım, onu hatırlıyorum.


DEKKER: Siz duş alırken Bay Dempsey neredeydi?
ANNA: Yatak odasında.
DEKKER: Ama siz duştaydınız, onun nerede olduğunu
göremezdiniz.
ANNA: Evet, göremezdim ama yatak odası hemen
banyonun yanındaydı. O da yatak odasındaydı. '•*
DEKKER. Siz duş alırken banyonun kapısı açık mıydı . f
yoksa kapalı mıydı? *
ANNA: Açıktı sanırım.
DEKKER: Sanıyor musunuz yoksa bundan emin misiniz? ’
ANNA: Bilmiyorum. Açıktı. Evet. Açıktı. O da *
orada, bilgisayarının başındaydı. Tüm bunları neden
soruyorsunuz? Bunların olanlarla ne alakası var?
DEKKER: Ben sadece tüm gerçekleri ortaya çıkarmaya
çalışıyorum. Müziğin açık olduğunu söyledin. Yüksek
seste miydi?
ANNA: Çok değildi, hayır.
DEKKER: Sen ve Bay Dempsey çok gürültü yapıyor
muydunuz? -
ANNA: Ben... anlamıyorum.
DEKKER: Siz bir çiftsiniz, öyle değil mi? Neredeyse bir
saat boyunca odasında yalnızdınız. Bir ilişkiye girdiniz mi?
ANNA: Ben... Bana bunu soramazsınız.
DEKKER: istediğim her şeyi sorabilirim. Lütfen soruyu
cevaplayın.
CARLSSON: Efendim, ben bundan...
DEKKER: Soruyu yanıtlayın Bayan Chevalier.
t
(duraklama)
ANNA: Hayır. Hayır, sizinle konuşmayacağım.
DEKKER: Ben sadece evdeki gürültünün tam olarak ne
kadar olduğunu saptamaya çalışıyorum ve...

ANNA: Hayır! Avukatım olmadan hiçbir şey


söylemeyeceğim. Benimle böyle konuşamazsınız!
(duraklama) ^ ■
(duraklama) . , \ ^ '
CARLSSON: Sorgulama sona erdirildi, saat 6.20.

ERTESİ GÜN
Sahil kenarındaki otellerden birine giriş yaptı
ğımızda neredeyse sabah olmuştu. Tate'in ailesi, bizim aile
lerimizin de adaya gelebilmesi için bir jet ayarlamıştı; öğlene
doğru yanımızda olacaklardı. Ama ben, uyumaktan başka hiç
bir şeyi düşünemeyecek haldeydim. Adrenalin sistemimden
tamamen çıkmıştı ve tüm hayatım boyunca kendimi hiç bu
kadar yorgun hissettiğimi hatırlamıyordum.
Gri halı kaplı koridorda ilerlerken diğerlerine, "Babam ge
lene kadar beni uyandırmayın," dedim. Kapıyı açmak için kar
tı yerine sokmak bile katlanamayacağını kadar çok çaba sarfet-
meme neden olmuştu sanki. Onlar da aynı şeyleri hissediyor
olmalılardı çünkü odalarına doğru ağır ağır ilerlerken sessizce
başlarını sallamaktan başka bir şey yapmadılar.
İçeriye girdikten sonra beş adım attım ve yüz üstü uçuk
mavi yatak örtüsünün üzerine yığıldım. Hareket edemiyor
dum. Zar zor nefes alabiliyordum.
Odamın kapısı çalındı. Gürültüyle homurdandım. Yeniden
çalındı ve daha telaşlı gibiydi bu sefer.
73

V n aşça doğrulup kalktım ve açm ak için kapıya gittim.


Açar açm a/ Ta te beni kenara itip içeri girdi. Sinirli bir şekilde,
"O nlara ne anlattın?" diye sordu. "N e sordular sana?"
Arkasından kapıyı kapattım . "Ben..."
“O adam, yani P ekker, seni içeri aldığında ne sordu? Bana
tüm gün ne yaptığım ızı sordu; ona ne söyledin?"
'H içbir şey! Yani, ne olduysa onu anlattım ." Kafam karışmış
bir halde ona bakakaldım . Sorgu odasından çıktığım da oraday
dı, otele gelirken takside hem en yanım da oturuyordu. O sırada
bana sorgulam ayla ilgili hiçbir şey sorm am ıştı; kim se sorm a
mıştı. O sırada sadece tüm bunların bitip gitm esini istiyorduk.
Tate kolum u tuttu. "Söyle, ona ne anlattın?"
O m uzlarım ı silktim , hatırlam aya çalışıyordum . "Biliyor
sun, plaja gittik, duş aldık ye yem eğe gittik..."
Tate kaşlarını çattı. "Seni zorlam adı m ı?"
"Evet." O ânı hatırlayınca titredim . "İnatla ev de ne yaptığı
mızı sordu."
"Ama sen onlara söyledin m i? Benim eve döndüğüm ü?"
Tate açıkça panik olm uştu ye aniden hatırladım : Tüm gün bir
likte değildik.
O eve geri dönm üştü. N eredeyse bir saat boyunca yoktu.
Hayır, söylem edim ..." G eriye doğru çekildim . "U nuttum .
Sadece plaja gittiğim izi söyledim . Eve döndüğünü unutm uş
tum ."
"Ah. Tanrı ya şükürler olsun." Söylenilenler bir anlığına ha
vada kaldı. Tate yavaşça çöktü ve yatağın ucuna oturdu, "içeri
de olduğun süre boyunca çıldıracak gibiydim . O nlara söyleyip
söylem eyeceğini, yalanım ı yakalıp yakalam ayacaklarını bilm i
yordum . Teşekkür ederim . Teşekkür ederim !" Elimi alıp öp
meye başladı. Bu tanıdık bir jestti, şim diye kadar yüzlerce kez.
yapm ış olm alıydı ama bu seter nedense elim i çekm ek istedim.
G üneş gözlüklerini evde unutm uştu. Bense kum üzerine
yerleşm iştim bile: havlum güneşlenm e için m ükem m el bir ko-
74

num daydı ve okumak için dergim hazırdı. Sen git, demiştim


ona. Bana da bir paket cips getir.
"Sen eve geri döndün," dedim yavaşça. "Ama, anlamıyo
rum. Neden onlara söylemedin? Neden yalan söyledin?"
Tate gözlerini kırpıştırdı. "Anlamıyor musun? Birbirimizin
kanıtıyız biz."
"K anıt mı? Neyin kanıtı?" Durakladım, dikkatle ona bakı
yordum. "Elise'i mi kastediyorsun?" diye çıkıştım vüksek ses
le. "O nu bizim öldürdüğümüzü mü düşünüyorlar?"
"Şşt!" Tate beni susturmaya çalıştı. "Ne düşündüklerini
bilm iyorum ." Yeniden ayağa kalktı ve kapıyla vatak arasında
gidip gelmeye başladı. "Ama o adam, Dekker, bu işin peşini
bırakm ayacak: Neredeydik? Ne yaptık7 Evde ne kadar kaldık7
Bana Elise hakkında hiçbir şey sormadı, va da eve kimin girmiş
olabileceğini."
"Bana da sormadı." dedim aniden ürpererek. "Ona o ada
mı anlatmak istiyordum, hani çarşıda bizimle tartışan adamı.
Hatırlıyorsun, değil mi? Ama sürekli beni ve seni ve hiç avrılıp
ayrılm adığım ızı sorup durdu."
"İşte bu," dedi Tate. "Elise'in ne zaman öldüğünü bile bil
m iyoruz. Eğer o sırada birimizin evde yalnız olduğunu öğre
nirlerse bunu bizim yaptığımızı, onu öldürdüğümüzü söyle
yebilirler."
"Ama bu çok saçma." Ona uzandım; sakinleşmesini, bu pa
ranoyadan sıyrılmasını sağlamak istiyordum ama Tate elimi
silkeledi.
"Gerçekten öyle mi?" diye üsteledi. "Düşün Anna: tabancı
bir ülkede kapana kısıldık, Elise öldü ve onlar katilı aramak
yerine bizim seks hayatımızı sorguluyorlar! Diğerleri dalış
dersindeydi; orada sadece sen ve ben vardık."
Derin derin nefes aldım ve yorgunluğuma rağmen duşun
meye çalıştım. Bu doğru muydu? Dekker bizden mı şüphele
niyordu? "O zaman bize bir şey olmayacak," dedim sonunda

"Tüm gün beraber olduğum uzu söyledik ve bu söylediğim ize


sadık kalacağız. Sen eve dönm edin ve bir an olsun birbirim izin
yanından ayrılm adık. Bize bir şey olm ayacak."
Tate titrek bir nefes aldı. "Benim için bunu yapar m ısın?"
Yaklaşıp bana sarıldı.
"H er zam an," dedim başım ı yasladığım pam uklu eşofm a
nına doğru. A rdından yüzünü görebilm ek için biraz geri çekil
dim. "Ama onu görm edin, değil m i? Eve döndüğünde?"
Tate başını salladı. "Yem in ederim . Eve girdim , alacakları
m ı aldım ve yeniden çıktım ."
"A m a..." Durakladım . "U zun bir süre geri dönm edim ."
"Evet, beş dakika kadar."
"D aha uzundu," dedim . "H atırlıyor m usun? Bana güneş
krem i sürm en için seni bekliyordum ve döndüğünde biraz
yanm ıştım bile."
Tate gülüm sedi. "Ç ünkü senin sadece beş dakika içinde ya
nan bir tenin var." Saçlarım ı tuttu ve beni öpm ek için başını
eğdi. Kollarında sakinleşiverdim ve dudaklarının dudakları
ma değdiği ânın tadını çıkardım . O lan her şeyden sonra bile
bu, dünyadaki en güvenli yerm iş gibi hissettiriyordu.
"Birbirim izin arkasını kollam alıyız," diye fısıldadı Tate ya
nağım ı okşarken. "Sen ve ben, her zam anki gibi."
"H er zam anki gibi." diye tekrar ettim.
Üzerim izdekileri bile çıkarm adan nevresim lerin üzerinde
sarılıp uyuduk. Uyandığım da her haber kanalında olanlar var
dı: "G enç A m erikan kız yaz tatilinde cinayete kurban gitti.",
"O lası cinsel saldırı.", "Polis her ipucunu takip ediyor."
Henüz isim lerim iz yoktu ama ortaya çıkm asının an m ese
lesi olduğunu biliyordum . Tate ise uyum aya devam ediyordu.
76

OKULUN ÜÇÜNCÜ YILI


Tate’i, o yaz kızlar tuvaletinde sinir krizi geçir
dikten ve Elise'in peşimden gelip eski grubundan sonsuza ka
dar ayrıldığı günden birkaç ay sonra fark ettim.
Ondan önce de onu okulda görmüşlüğüm vardı. Zengin,
azimli ve zeki çocuklarla dolu bir okulda bile Tate Dempsey
bir adım önde gibiydi: atletik vücudu ve yakışıklılığıyla lakros
takımının ve öğrenci birliğinin yıldızıydı. Birlikte aldığımız
birkaç ders vardı ama Elise yammda olsa da ki özellikle Elisele
yan yana olsam bile, tamamen ayrı dünyaların insanlarıydık.
Bazen onu okulun koridorlarmda, yarımda yeni ve mükemmel
görünen bir kızla ya da okuldan sonra bahçede arkadaşlarıyla
futbol oynarken görüyordum. Onun gerçek bir delikanlıdan
ziyade, bilbordlarda sergilenmesi gereken bir şey olduğunu
düşünüyordum. Ünlü bir giyim firmasının katalogundan ya
da gençlik dizilerinden fırlamış gibi görünen; köşeli çeneli,
güçlü ve hâlâ sırık gibi vücutlarını tanımaya çalışan ve şans
lıysak haftada iki kez tıraş olan diğer toy çocukların arasında
kendinden emin görünen biriydi.
77

Ama yıllar geçtikçe onunla ilgili düşüncelerim de yanıldığı


mı anladım. Diğer popüler çocuklar gibi gürültücü ya da küs
tah bir tip değildi; aksine çoğu zaman tuhaf bir şekilde kibardı:
sırada arkasındaysan kapıyı senin için tutuyor, derslerde söy
lemek istediklerini derinden ve emin bir sesle dile getiriyordu.
Kim senin sözünü kesm iyor, inek öğrencileri tartaklam ıyor ya
da sanki tüm okulun sahibiym iş gibi ortalıkta böbürlenerek
gezinm iyordu. Onun yerine, sanki om uzlarına ne kadar var
lık ve imtiyaz yüklendiğini biliyorm uş gibi, etrafında hafif bir
utangaçlık havasıyla yaşıyordu. Okuldaki diğer öğrenciler her
şeye kesin gözüyle bakıyorlardı; şehrin bir ucundaki devlet
okulunda sürünm emelerinin, eve otobüsle dönm em elerinin,
okul sonrası çalıştıkları işten sonra m inicik apartm an daireleri
ne ulaşmak için dört kat m erdiven çıkm am alarının nedeninin
sadece safi şans olduklarını hiç anlam ıyor gibiydiler.
Belki de her şeyi böylesine gelip geçici görmememin nedeni
bu dünyanın içine doğmamış olmamdı. Özellikle de, kendisi için
henüz hiçbir şey elde etmemiş, sadece ailelerinin verdiklerini al
makta olan biz gençler için durum böyleydi. Smıf arkadaşlarım
sanki servetlerinin kölesi olmuş gibi görünüyorlardı ama Tate
farklıydı ve bu yüzden ona büyük bir hayranlık duyuyordum.
Elise yüzünde bir sırıtmayla, "Sakın bana parlak çocuk için
bir şeyler hissettiğini söylem e," dedi bir öğlen arasında. Kü
tüphanenin diğer ucundan onu izlediğim i fark etmişti.
"N e? Hayır." Çabucak arkamı döndüm. Elise, yanımdaki
sandalyede bağdaş kurmuş oturuyor, kırm ızı meyankökü çiğ
niyor ve tarih ders kitabının kenar boşluklarına bir şeyler ka
ralıyordu. Salı günlerinin son saatini ders çalışma salonunda
geçiriyorduk ama Elise o kadar kıpır kıpırdı ki saati zar zor
tamamlıyorduk. "Benim varlığımdan bile habersizdir o."
"Bu da seni şanslı yapıyor," dedi Elise bir kaşını kaldırarak.
"Çünkü o, görüp görebileceğin en çapkın erkeklerden biridir.
Yalnızca bu yıl dört farklı kızla çıktı."
71

"Gerçekten mi?" Elimde olmadan, popüler çocuklarla bir


likte oturduğu masaya doğru bir bakış attım. Eşofman üstü
nün kollarını bronz tenini gösterecek şekilde yukarı sıvamıştı
ve sarı saçları gözlerinin önüne düşüyordu. "Bilemedim, iyi
birine benziyor."
"Güven bana, o da sporcu puştlardan biri, sadece daha
güzel saçlı hali." Elise esnedi, hızla önündeki kitabı kapattı.
"Puştlardan bahsetmişken Hitler'den gına geldi."
"Stumptovvn?" diye önerdim, şehir merkezinde her zaman
gittiğimiz kafeyi söyleyerek. "Ya da bir filme girebiliriz."
"Turta." Elise'in gözlerinin içi parladı. "Tüm gün canım
çekti. Dusty'ninki en iyisi ve tüm üniversiteli çocuklar finallere
çalışmak için orada olur şimdi," diye ekledi muzipçe.
Güldüm. "Beni bir turtayla tavladın."
Eşyalarımızı topladık ve çıkışa yöneldik. Yürürken Tate'in
m asasının önünden geçtik ama o kafasını bile kaldırmadı.
Tam kapılardan geçmek üzereyken içeri, yüzlerinde keskin
gülücükleriyle ve yeni boyanmış saçlarıyla Lindsay'nin grubu
girdi. "Ayy, bak, Hillcrest'in yeni, favori lezbiyen çifti," dedi
Lindsay biz yanında geçerken.
Elise tek kelime etmedi, etrafa bile bakmadı; ona orta
parmağını gösterirken diğer kolunu benim koluma doladı.
Lindsay'nin yüz ifadesini görmek için arkamı döndüm ama
yüzünde hiçbir değişim, tek bir seğirme bile yoktu; yalnızca
kararlı bir gülümseme. "Şeftali mi, fındık mı?" diye sordu Elise
ön bahçeye yürürken.
"Sorm ana bile gerek yok."
"H aklısın," dedi gururla. "Bilmeliydim. İkisi de."
Elise'i bu kadar çabuk kesip atabilmeleri ve Elise'in de, kur
tulduğu eski bir deriymiş gibi onlardan bu kadar çabuk vaz
geçebilmesi şaşırtıcıydı. Sonuçta onlarla büyümüştü: Gece
İS

kalm aları, doğum gi'ıni'ı partileri ve yıllarca süren okııl sonrası


takılm aları söz konusuydu. Am a bir günde, hatta bir anda, on
larla işi bitm işti. Başlarda kendim i suçlu bile hissetm iş, onlar
dan vazgeçip karşılığında sadece beni aldığı bu anlaşm adan
dolayı pişm anlık duyup duym adığını m erak etm iştim . O za
m anlar Elise'in arkasına asla bakm adığını bilm iyordum . Bir
karar verdiğinde, aklında başka bir seçenek kalm ıyordu; sa
dece devam etm eye odaklanıyor ve hiçbir şeyden pişm anlık
duym uvordu. "Siktir et onları," diyordu, ne zam an Lindsay
ona yeni bir çelm e takm aya kalkışsa; benim için onun küskün
lüğü, eski bir arkadaşın ihanetiyle kıyaslanam azdı bile. "Biz
birbirim ize yeteriz."
Gerçekten de yetiyorduk, en azından ilk aylarda. Bir kızın
arkadaşlığı ve yakınlığı, o öğleden sonra karşım a çıkana kadar
bana hep yabancı bir şey gibi görünm üştü. Kulağa tuhaf gele
bilir ama, annem in kem oterapi seansları başlam ış ve üst katta
ki odalarına o tanıdık, yapış yapış ilaç kokusu sinm iş olm asına
rağm en o yaz hiç olm adığım kadar m utluydum . Çünkü artık
kaçabileceğim , dünyada bana ait olan bir yerim vardı. Artık
yalnız değildim .
Elise ile arkadaşlığım ız yerçekim i gibi inkâr edilem eyecek de
recede çekiciydi. O kulun doğu kanadındaki çim enliğin göl
gesinde öğle yem eğim izi yiyor, şehir m erkezindeki kafelerde
ödevlerim izi yapıyorduk. Kıyafetlerim izi, m üziğim izi payla
şıyor, şarkı sözleriyle dolu defterlerim izi birbirim ize veriyor
ve arka sıralarda karalam alar yaptığım ız kâğıtları birbirim ize
atıyorduk. Yüzüstü yatıp izlediğim iz berbat televizyon şov
larından ötürü, birbirim izin yatak odalarının zem inlerindeki
halıları bile ezberlem iştik. Am a kısa süre sonra daha fazlası
nı istemeye başladık ve hafta sonları birer m aceraya dönüştü:
Ailelerim ize birbirim izde yatıya kalacağım ızı söylüyor ve en
80
iyi kot taytlarımızı, kısa botlarımızı giyip dışarı sıvışıyorduk.
Nereye gittiğimizin önemi bile yok gibiydi; kimsenin bizi tanı
maması ve istediğimiz kimliklere bürünmemiz yeterli gibiydi.
Elise bize, okuldaki hacker çocuklardan birinden sahte
kimlikler almıştı ve her ne kadar kapıdaki görevliler ikinci bir
kez baksalar da her zaman içeri girmemize izin veriyorlardı.
Rock konserleri, yol üstü barları ve üniversitelerin yer aldığı
Bolyston ve Beacon. Çoğu zaman mesele alkol değildi; sadece
liseden sonra bizi bekleyen hayatı görmek istiyorduk. Bir ak
şam en vintage elbiselerimizi giyiyor, kırmızı ruj sürüyor ve
şehrin en yüksek gökdeleninin tepesine çıkıyorduk. Ağızlarına
şeker sürülmüş bardaklarımızdan kokteyllerimizi içiyor, nehir
boyunca göz kırpan ışıkları izliyor ve tüm bunların, gerçekten,
bizim olacağmı hayal ediyorduk.
Tatele, okulun kapanmasına az bir zaman kala, tatil ufuk
ta tüm umutlarıyla ve vaatleriyle görünmeye başladığı bir za
manda tamştım. Stumptovvn'daki en sevdiğimiz barista, me
saisi bittikten sonra arkadaşlarıyla yanımıza oturmuş ve bizi
bir üniversite partisine davet etmişti. Elise omuzlarını silkip
katılmaya çalışacağımızı söylemiş ama onlar masadan kalkar
kalmaz birbirimizin ellerini heyecanla tutmuştuk. "Babana
bende kalacağını söyle," diye buyurmuştu Elise, ben de haber
vermek için onu aramıştım. Cevap olarak aceleyle yazılmış bir
mesaj alacağımı biliyordum. Elise'i eve götürdüğümden, baba
sı Charles YVarren ve aynı soyadma sahip senatörle tanışmasını
sağladığımdan beri istediğim zaman onda kalabiliyordum.
Biz de Elise'in anne babası çalışma odasındayken, üstümüz
de sağdan soldan topladığımız kıyafetlerimiz, dudaklarımızda
parlatıcılarla, arka merdivenlerden sıvışıp kaçtık. Bir taksinin
arka koltuğunda soluk soluğa, ışıklarla parlayan şehire ve yep
yeni bir maceraya doğru yol alıyorduk.
Kâğıtta yazan adrese geldiğimizde, "Soran olursa Berklee'de
birinci sınıf öğrencisiyiz," dedi Elise taksiden inerken. Sıcak ve
81

bunaltıcı bir hava vardı ve sokak, üniversiteli gençlerle kaynı


yordu; müzik şimdiden kahverengi tuğlalı evin üst katından
yayılmaya başlamıştı. "Ben psikoloji okuyorum, sen de işletme."
"Sıkıcı!" diye itiraz ettim. "Edebiyat öğrencisi olacağım. Yo,
tiyatro."
"Şendeki o sahne korkusuyla m ı?" diyerek güldü Elise.
"O nlar bunu nereden bilecekler ki?" dedim sırıtarak; içeri
girmiş ve dar lobi alanına gelmiştik. "Onlar için ben, her türlü
Broadvvay gösterisi için seçmelere katılan ünlü bir aktris ola
cağım."
"Ve Hollywood," diye ekledi Elise. "Yeni Chris Carmel fil
minde oynamak için teklif almışsın ama yaptığın işte ustalaşmak
için okula devam etmeye karar verip teklifi geri çevirmişsin."
"Kendim i bu işe adadım," dedim gülerek. Damarlarımda
dolaşan o canlılığı, olasılıkların getirdiği heyecanı hissedebili
yordum; yukarı çıkıp partiye girdiğimiz an her şey yerli yerine
oturdu çünkü oradaydı.
Tate.
Kalabalık salonun karşı tarafında olmasına rağmen içeri
girdiğimiz gibi gözlerim onunkilerle buluşmuştu ve bunun
bir şeylerin başlangıcı olduğunu biliyordum. Bunu hissediyor
dum.
"M erhabaaa," diye mırıldandı Elise. Tate, lakros takımın
dan bir çocukla, Lam arla birlikteydi ama hemen yanımıza
doğru yürümeye başladı. "Başka bir şey isteseymişsin keşke!"
"Şşş!" diye susturdum hemen Elise'i. "Lütfen bir şey söyle
me." Ama, gri bir tişört ve kot pantolon giymiş olan Tate bize
yaklaşırken masumiyetle gözlerini açtı.
"H ey." Sanki burada görmeyi beklediği son insanlarmışız
gibi bize şaşkınlıkla bakıyordu. "Siz burada n'apıyorsunuz?"
"Ah, bir arkadaşımız davet etti," dedi Elise, gözleriyle orta
mı taramaya başlamıştı bile. Çok fazla insan olduğu için burası
dışarıdan da sıcaktı, müzik çok gürültülüydü ve her yerde, fi
82

nalleri biten öğrencilerin rahatlamış sesleri, gülüşmeleri vardı.


"Yani, aslında Anna'nın bir arkadaşı," diye ekledi; gözlerinde
anlamlı bir bakışla yan yan bize bakıyordu. "Sana yemin ede
rim, zavallı çocuk kızı yavru köpek gibi takip edip durdu. Tabii
onun umurunda bile değildi ama neden eğlenceli bir partiyi
harcayalım ki diye düşündük biz de."
Elise bana, Sakın bunu batırma, der gibi baktı ve hızlıca sarıl
dı. "Etrafa bir bakınacağım. Sonra görüşürüz!"
Kalabalığın içinde kaybolup beni Tatele birlikte bıraktı.
Tuhaf bir şekilde yeri izlemeye başladım; Elise'e teşekkür mü
etsem yoksa boğazına mı yapışsam emin değildim. Nihayet
cesaretimi toplayıp ona baktığımda, gözlerinde daha önce gör
mediğim bir ifadeyle, merakla, beni izlediğini fark ettim.
"İçecek bir şeyler ister misin?" diye sordu Tate çabucak.
"Mutfağın arkasındaki barda her türlü içki var."
"Tabii," dedim, tam yeni bir erkek grubu kapıdan içeri hü
cum ederken. İçlerinden biri çarpınca sendeledim ama Tate
hemen kolumu yakalaymca dengemi buldum. Tenime değen
teni sıcacıktı ve kısacık bir an için gözlerimiz buluştu ama ben
o ânın etkisini midemde bile hissedebiliyordum.
"Hadi," dedi gülümseyerek; odanın diğer tarafına yürür
ken ben de peşinden gittim.
Onun peşinden her yere gidebilirdim.
13

ÖNCESİ
"Beni seviyor musun?"
"Sevdiğimi biliyorsun."
'Ne kadar seviyorsun?"
"Dünyalar kadar."
"Okyanuslardan bile çok mu seviyorsun?"
"Evvet. Rüzgârdan da çok."
"Sevgin Everest'ten daha mı büyük?"
"Bilmiyorum, bu fazla oldu sanki... Ahh!" (gülüşmeler)
"İtiraf et. Beni herkesten çok seviyorsun."
"Belki de."
"Peki ya sen... Sen beni ne kadar seviyorsun?"
"Yeteri kadar."
"Hey!"
84

"'Neye yetecek kadar?' diye sormadın?"


"Tamam o zaman. Neye yetecek kadar?"
"Her şeye."
"Bu daha iyi."
"Bir gün anne babalarımız gibi olacağımızı düşünüyor mu
sun?"
"Tanrım, umanm olmayız. Olursak beni öldür lütfen."
"Hayır, demek istediğim... onlar gibi yalmz... Annem bana
eski yıllıklarım gösteriyor ve artık konuşmadığı bir sürü insan
var. Eski erkek arkadaşlar, en iyi dostlar... Neden böyle oldular
sence?"
"Belki sadece yollan aynlmıştır."
"Bu çok aptalca. Yolların öylece ayrılmaz, senin için önemi
varsa en azından."
"O zaman belki de yollan aynldıysa önemleri de yoktur."
"Anna?"
"Evet?"
"Ben asla öyle bir şey yapmam. Seni bırakmam."
"Biliyorum. Ben de bırakmam."
85

PARTİ
Tate beni, her yerde şişelerin ve sahipsiz plas
tik bardakların olduğu mutfağa yönlendirdi. Bize açılmamış
iki bira buldu ve kapaklarını masanın kenarıyla açtı. "Bu iyi
ini?" dedi birini bana uzatırken. "İstersen sana gazoz falan da
bulabiliriz..."
"H ayır," dedim hemen. "Bu gayet iyi."
Biralanm ızdan birer yudum alırken yine sessizlik olmuştu
ama kendimi gergin ya da tuhaf hissetmiyordum . Hatta fazla
sıyla sakin olduğum bile söylenebilirdi. Gelecek ya da kader
konularına duygusal açıdan yaklaşan biri değildim ama bu ya
şadıklarımızın çok yerinde bir hali vardı ve benim panik yap
mak gibi bir seçeneğim yok gibiydi. Okulun koridorlarında
onu gizliden gizliye izleyerek geçirdiğim onca haftadan sonra
şimdi yanımdaydı.
"İyi bir parti, değil m i?" dedi Tate.
"Kim leri tanıyorsun?" diye sordum ve Tate, daha iyi duya
bilm ek için bana doğru eğildi. Etrafımız müzikle, dans eden
86

ya da sohbet eden insanlarla ve onlann yüksek sesleriyle çev


riliydi.
"Geçen senenin takımından birkaç çocuğu," dedi Tate; sı
cak nefesini yanaklarımda hissedebiliyordum. "Ve Lamar, eh,
onu ve Kayla'yı duymuşsundur sanırım?"
Başımla onayladım. Tüm yılı birlikte geçirmişlerdi ve ne
redeyse ayrılmaz gibi görünüyorlardı ta ki yaz tatiline doğru
ettikleri bir kavgaya kadar.
"Biraz morali bozuktu ve ben de partinin ona iyi geleceğini
düşündüm."
"İyi gelmiş gibi görünüyor."
Kısacık etekleri ve parlak bluzlan içerisindeki üniversiteli
kızlarla konuşan LamarT işaret ettim. Tate'in bakışları işaret
ettiğim yere kaydı ve yüzünde bir gülümseme belirdi.
"Sevindim ..." Müziğin sesi yükselirken cümlesinin sonu
kaybolur gibi oldu.
"N e?" diye bağırdım. Tate etrafa bakındı ve beni salonun
diğer tarafına, evin arka kısmına doğru yönlendirdi. Koridor
daki camlardan biri sonuna kadar açıktı ve çakıl taşı çatının
üzerinde takılan insanlan görebiliyordum; ince bir duman dal
gası havaya yükseliyordu ve başka bir şeyin daha tatlı kokusu
nu alabiliyordum.
Tate uzanıp tırmandı ve ardından elini uzatıp bana yardım
etti. Dışarısı sıcaktı ve gökyüzü karanlık olmasına rağmen her
yer şaşılacak kadar parlak görünüyordu; gece, apartmanlar
dan, sokaklardaki trafikten yansıyan ışıklarla bölünüyordu.
Çatının kenarına doğru ilerledik ve oturacak bir yer bakındık.
Sonunda tuğlalarla kaplı hava tahliye bacasının bir kenanna
tünedik.
"Daha önceden hiç konuşmamış olmamız tuhaf," dedi Tate
bana bakarak. "Seni sürekli okulda görüyorum aslında."
"Tuhaf değil bence," dedim biramdan bir yudum aldıktan
sonra. "Aynı yörüngede değiliz sadece."
87

Ta te yavaşça güldü. "Evet ya, sen ve Elise yanınıza kimseyi


yaklaştırm ıyorsunuz."
Ona döndüm. "Dışarıdan öyle mi görünüyor?"
Tate'in kafası karışm ış gibiydi. "N e demek istiyorsun?"
Başımı salladım gülerek. "H iç." Bunca zaman, herkesin be
nim dışlanm ış olduğum u, Elise ile ikim izin kara listede bulun
duğunu bildiğini sanmıştım. Ama Tate kendimizi herkesten
uzak tuttuğum uzu sanmıştı ve şim di düşününce öyle yaptığı
mızı fark ediyordum.
"Peki ya sen?" dedim. "Bir gün başkan olacağın doğru
m u?"
Tate om uzlarını silkti ve bana mahcup bir bakış attı ve o za
m an bunun doğru olduğunu anladım. Diğer insanların utan
dıklarında yapacağı gibi bunu şakaya vurmam ış, konuyu sap
tırmaya çalışm amıştı. Gerçekten istediği buydu.
"Ü zgünüm ," dedim çabucak. "Ö yle demek istememiştim.
Bence bu harika. Bu kadar büyük bir şeyi arzuluyor olman
yani. Ben bir yıl sonra ne yapacağımı bile tahm in edemiyo
rum ."
Tate şaka yapıp yapm adığım ı görm ek için bana baktı ve
ardmdan rahatlar gibi oldu. "Belki. Bazen önüm de böyle bir
hedefin olmasına değip değm ediğini düşünüyorum ."
"N asıl yani, okul, üniversite ve diğer şeyler m i?"
"H er şey." dedi Tate, sesinde bir buruklukla. "Bir gün poli
tikayla ilgili bir şeyler yapacağımı biliyorum ama annemle ba
bam bana sürekli dikkatli olmam gerektiğini ve bundan yirmi
yıl sonra, yaptıklarım ın nasıl görüneceğini düşünmemi söylü
yorlar."
"Yaşın tutmadığı halde üniversiteliler partisine gelmek gibi
mi m esela?"
"K esinlikle." Tate kederli gözlerle bana baktı. "Ve haklılar
da. Şu anda beynimde beni sürekli uyaran bir ses var. Her şeyi
doğru yapmam için." Sustu ve şehrin ışıklarına döndü yüzü-
88

nü. Mavi gözleri gölgelerde bulanıklaşmış, san saçlan koyu bir


altın rengine bürünmüştü. Sadece birkaç santim uzağımdaki
vücudundan yayılan sıcaklığı duyabiliyordum ve bir an için,
onun bu yanını görebildiğime sevindim. Gerçek yanını.
"Peki, sadece bu geceliğine yapmasan nasıl olur?" diye
önerdim.
Bana döndü, dudakları ufak bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.
"Doğru şeyi yapmasam mı?"
"Neden olmasın?" dedim gülümsemesine karşılık vererek.
"Kimin haberi olacak ki?"
Eğer ki bu, Hillcrest partilerinden biri olsaydı bunların hiçbir
yaşanmazdı. O, tüm ortama hakim çocuk olurdu ve ben de her
şeyin dışındaki kız. Ama burada, her şeyden uzaktayken, ken
dimiz olabilmiştik.
İçeri girdikten sonra beraber kâğıt bardaklardan misket li
monlu shotlar içtik. Müzik gümbür gümbür çalmaya devam
ediyordu ve kısa süre sonra biz de vücutlardan oluşan denize
dalmış ve dans etmeye başlamıştık. Gözlerinde parlak bakış
larla yanımdan ayrılmıyordu ve Elise de üniversiteli bir çocuk
la ve Lamarla yakmlanmızdaydı. O gece ayaklarımız ağrıyana
kadar dans ettik ve boğazımız alkolden kuruyana kadar içtik.
Saat neredeyse üç olmuştu ve parti, polislerin gelip herkesi
boş sokaklara dağıtmasıyla sona erdi. Sonunda kendimizi yir
mi dört saat açık bir restoramn deri kaplı koltuklarında peynir
kaplı patates kızartması ve bol buzlu milkshakeler içerken bul
duk. Elise ve ben, sanki bu gruba aitmişiz gibi aralarına kay
namıştık.
Tatele o gece aramızda bir şey olmamıştı ama o kalabalık
grupla restoranda otururken mavi gözlerinde bir pırıltı gör
müştüm ve bunun bir başlangıç olduğunu biliyordum. Yaz ta
tilinden önceki birkaç hafta boyunca okulda bana arkadaşça
89

davrandı. Arada bir koridorda sohbet ediyor ya da derslerden


sonra ödevlerle ilgili birbirimize yardımcı oluyorduk. Bu sıra
da Elise beni partiden partiye sürüklüyor, bir sürü çocukla ta
nıştırıyordu; Tate'in üzerine gittiğimi düşünüyordu ama öyle
bir şey yaptığım yoktu. Bu konuda kesin olarak bildiğim şey
şuydu: Aramızda bir şeyler vardı. Sadece henüz gerçekleşen
bir şey yoktu.
Hem Tate'in üzerine gidecek olsam bile Elise buna fırsat
vermiyordu. Yaz tatilimiz plaj gezileriyle, yol maceralarıyla,
Batı Massachusetts'in çekici üniversite kasabalarını, kitapçıla
rını ve kafelerini keşfetmekle geçiyordu. Çoğu zaman sadece
ikimiz de olmuyorduk. Elise'in ailesi, Califomia'dan taşman
bir üniversite arkadaşlarının çocuklarıyla takılmamız için ısrar
etmişti. Max ve ikiz kardeşi Chelsea de bizim yaşımızdaydı-
lar ve yeni dönemde Hillcrest'e başlayacaklardı. Max sörfçü
ve çizgi roman hastasıydı; Chelsea ise boya fırçalarının altında
her daim bir paket ot bulunduran rahat, sanatçı tiplerdendi.
Birkaç partide Lamar ile karşılaşmıştık ve kısa bir süre sonra o
ve Chelsea aynlmaz bir ikili olmuştu. Elise'in eski arkadaşla
rından Melanie ise gittiğimiz kafeye umutla gelip duruyordu,
görünüşe göre o sıralar Avrupa'da tatilde olan kraliçe sürtük
Lindsey'nin yanında kalmakla hata ettiğini fark etmişti. Böy-
lece birden Elisele, gece geç saatlerde restoranın arka masa
larında saatlerce oturup çene çalabileceğimiz, arabaya atlayıp
birlikte New Hamshire'daki yazlıklarına gidebileceğimiz ya da
büyük, boş evlerden birinde bir araya gelip alkol ve ot içebi
leceğimiz ve yaz sonuna doğru, bir hapis cezası gibi yaklaşan
okul günlerini birlikte karşılayabileceğimiz, kendimize ait bir
grubumuz olmuştu.
Aym zamanda, gittiğimiz partilerden birinde, çok basit bir
şekilde, Tate benim olmuştu; onun için beklettiğim yerdeydi
artık. Bir tarafımda Elise, diğer tarafımda Tate: Elise ile kol ko
laydık ve Tate'in kolu da benim omzumdaydı. Sürüklenerek,
90

hiçbir şeye bağlanmadan geçirdiğim onca yıldan sonra nihayet


bir şeylerin parçasıydım. Güvendeydim ve seviliyordum.
Son sınıfa başlarken kendimizi krallar gibi hissediyorduk,
sanki hiçbir şey bizi ayıramazmış gibi.
Meğer yanılıyormuşuz.
91

SONRASI
Ailelerimiz adaya ertesi gün öğlene doğru gel
di; onları Amerika'nın tüm haber kanalları ve televizyon ekip
leri de takip etmişti sanki.
Yan yana park edilmiş haber arabaları, taşmabilir uydulan
ve karşıdaki otoparkı saran elektrik kablolarıyla sokağı âdeta
kuşatmışlardı. Otel, her çıkışa güvenlik görevlileri yerleştirmiş
ve bizim için dördüncü katta, parlak kumları ve masmavi de
nizi gören bir oda ayarlamıştı. Bir önceki gece polis merkezin
deki çalışanların yüzünde gördüğüm o şok ifadesinin, şaşkın
gözyaşlarının ve sürekli mırıldandıkları özürlerinin sebebini
anlamıştım. Bunun gibi çirkin şeylerin böylesine güzel bir yer
de gerçekleşmemesi gerekiyordu.
"Anna."
Arkamı dönünce otel müdürünün ailelerimizi içeri götür
düğünü gördüm. Elise'in annesi odayı geçip doğruca benim
yamma geldi. "Anna, tatlım." Yüzü solgun ve çökmüş görünü
yordu; o sırada nasıl olduysa onu ilk defa makyajsız gördüğü
mü fark ettim.
92

"Judy." Sesim ağzımdan çıkan ilk kelimede çatladı ve Judy


resmen üzerime yığıldı, ağlıyordu. Onu sıkıca tuttum ve vücu
dunun acı dolu hıçkırıklarla sarsılmasını hissettim.
"Bu nasıl olur..." Sözleri hıçkınklan arasında kayboldu.
"Anlamıyorum."
"Biliyorum," dedim kollanmı omuzlarına sararken. "Bili
yorum."
Arkadaşlarımın aileleri içerisinde en sevdiğim kişi Elise'in
annesiydi. Her ne kadar Elise'le bitmek bilmez bir didişme
durumunda olsalar da Judy benimle tanıştığı ilk andan beri
bana aileden biri gibi davranmıştı. Mass General'da kalp cer
rahı olarak çok uzun saatler çalışıyordu. Bay VVarren da sü
rekli iş gezilerindeydi, politik toplantılardan yardım etkin
liklerine koşturuyordu ve bir sonraki hamlesini planlıyordu:
belediye başkanlığı ya da kongre üyeliği. Ama ne zaman Judy
ile karşılaşsak bana okulun nasıl gittiğini, üniversiteyle ilgili
planlarımın ne olduğunu sorardı. Ama bunu Tate'in anne ve
babası gibi yapmacık bir kibarlıkla yapmazdı. Onlar benim
le, sanki Tate'in beni bünyesinden atıp yoluna devam etme
sini bekliyorlarmış gibi soğuk bir tavırla konuşuyorlardı hep.
Ama Elise'in annesi öyle değildi, o beni umursuyordu; bazen
bizimle oturup televizyon izliyor ya da biz partiden, o da geç
bir vardiyadan eve döndüğünde gece atıştırmalanmızda bize
eşlik ediyordu. Elise onun ilgisinden dolayı sürekli şikâyet
ediyor, fazla baskıcı ve boğucu olduğunu iddia ediyordu ama
Elise, onu umursayan bir annesi olduğu için ne kadar şanslı
olduğunun farkında bile değildi.
Yani eskiden farkmda değildi.
Bir süre Bayan VVarrenla birbirimize sıkı sıkı sarıldık. Ar
dından omzumda bir el hissedince başımı kaldırdım ve endi
şeyle yanımda duran babamı gördüm. "Sen iyi misin?" diye
sordu ve çocukken yaptığı gibi başımı okşamaya başladı.
93

Yavaşça başımı salladım ve Judy'nin hıçkırıkları azalıp geri


çekilinceye kadar öylece bekledim.
"Alın." Babam ona cebinden çıkardığı mendilini verdi ve o
da mendili kıpkırmızı olmuş ve şişmiş gözlerine bastırdı.
"Gitmenize izin vermemeliydik. Tek başınıza güvende ol
mayacağınızı söylemiştim ben." dedi Bayan VVarren çatlak se
siyle.
"Bu sizin suçunuz değil," dedim ona. "Böyle olacağını bile
mezdiniz. Hiçbirimiz bilemezdik."
Bir şey söylemedi, sadece başıyla onayladı ve ardmdan
odadaki diğerleriyle konuşmak için ilerledi. Ben de onun pe
şinden gidiyordum ki babam durdurdu.
"Dur bir sana bakayım ." Yüzümü elleri arasına aldı ve ar
dından bana sıkıca sarıldı. "Beni aradıklarında tek bir şey dü
şünebildim: Ya bunlar senin başına gelmiş olsaydı?"
"İyiyim baba." Göğsünde boğulduğumu hissediyordum
ama beni bırakmıyordu. Onu Boston'daki evde, bir başma ha
yal edince gözlerim yaşlarla doldu. "Buradayım. Hiçbir yere
gitmiyorum."
Beni bırakıp bir adım geriye gitti. "Tabii ki," dedi çabucak
ve elinin tersiyle gözyaşlarmı sildi. "Güvendesin ve önemli
olan da bu."
Yavaş yavaş diğer aileler de geliyordu. Tate'inkiler her zaman
ki gibi mükemmel görünüyorlardı. Chelsea ve M ax'in babası,
yeni üvey anneleriyle birlikte tuhaf bir şekilde köşeye tünemiş
ti. Lamar'ın kısa ve öfkeli annesi onu bir an olsun yanından
ayırmıyordu ve M elanie'nin babası, sanki suçlanması gereken
bizlermişiz gibi bağırıp çağırıyordu. Bundan sonra ne olacağı
nı bilmiyormuş gibi hepimiz yumuşak koltuklara ve sandal
yelere oturmuştuk. Ardmdan konuşmalarımızı yüksek bir ses
böldü.
94

"Önemli olan şey tutarlı olmamız. Avukatı olmadan kimse


tek kelime etmesin."
Hepimiz başlarımızı kaldırdık. Gri bir takım elbise giymiş
olan garip adam, yan odadaki masanın üzerine bilgisayarını
yerleştiriyordu. Kırklı yaşlarmda olmalıydı; bir elinde Black-
Berry telefonuyla, yamndaki daha genç ve bilgisayar ekipma
nına sahip adamı işaret ediyordu.
"Pardon, bu Bay Ellingham, yasal işlemler ekibimizin başı,"
diye açıkladı Tate'in babası.
"Tek kelime edilmesin," dedi Ellingham yeniden ve bizim
bulunduğumuz odaya geldi. Etrafa bakmıyor ve bizleri işaret
ediyordu. "Ne polise ne de gazetecilere. Bu meseleyi çözene
kadar kimseye."
"Onun için çok geç kaldık," dedi Tate yavaşça. "Bütün gece
bizi sorguladılar."
"Sizler reşit değilsiniz," dedi Tate'in babası. "Anlattıklarını
zı kullanamazlar."
"Anlamıyorum," dedi Bay VVarren. Bir kolunu Judy'nin
omzuna atmıştı ve bize şaşkınlıkla bakıyordu. "Polisler neden
burada değil? Çocuklar neden onlarla konuşmayacaklar? So
ruşturmaya yardım edebileceklerse, bunu kimin yaptığını bul
malarım sağlayabileceklerse..."
"Avukat olmadan konuşmayacaklar." diye girdi araya El
lingham.
Bay Dempsey yumuşamıştı. "Bak Brad, bunun çok zor bir
durum olduğunu biliyorum. Şu an Judy'yle senin nasıl hisset
tiğinizi tahmin bile edemem. Ama birbirimizin arkasını kolla-
malıyız. Böyle bir yerde polis, hedef olarak buradan olmayan
ları göstermek ister."
"Haklı." dedi Tate. "Anlat onlara Anna. Şu Dekker denen
adamı."
Bir anda tüm gözler bana dönmüştü. Kendimi korumak is
ter gibi kollarımı kavuşturdum ama Tate bana bakarak başını
95

sallamaya, bana cesaret vermeye devam ediyordu. Ben de ko


nuşm ak zorunda kaldım. "Bana bir sürü soru sordu," dedim
yavaşça. "Gittiğim iz partileri ve Elise'i, ne yaptığını. Kötü bir
şey yaptığından değil tabii," dedim çabucak, gözlerim anında
Judy'ye dönmüştü. "Sadece her zamanki eğlencelerimiz işte."
"Ama ona evin etrafında dolanan adamı anlattığında onu
dinlemedi bile," diye devam etti Ta te benim yerime. "Şüphe
lendiğimiz birileri var mı diye sormadı bile. Çok tuhaf biriydi."
"Gördün m ü?" Tate'in babası Bay VVarren'a dönmüştü yine.
"Çocukları korumamız gerek."
"H alkla ilişkiler takımım buraya geliyor," dedi AK'in üç
parçalı, resmi takım elbisesi giymiş babası. "Basınla onlar il
gilenirler."
"Birkaç yerel dedektifle görüştüm bile," diye ekledi Elling-
ham. "Adayı bilen, insanlannı tanıyan birileri. Bunu kimin
yaptığını bulacağız, merak etm eyin."
Yetişkinler işlerin yasal kısmını ve sorgulamaları konuşmak
için yeni konferans odasına geçtiler ve bizi orada, sersemlemiş
bir halde bıraktılar. Babam telefonunu çıkardı ve bir numara
hışladı.
"Casey? Yarınki ve çarşamba günündeki toplantılarımı er
telemen gerekiyor. Bir de bak bakalım Eurocorp'u telekonfe-
ransa çevirebilir m iyiz." Programım kontrol ediyor, eski moda
deri defterindekilere bakıyordu ve o anda kafama dank etti:
Hayat durmamıştı. Dışarıda her şey normal düzeninde devam
ediyordu. İnsanlar uyanıyor, toplantılara gidiyor ve televizyon
izliyorlardı; dünya denen o katmanda bir delik açılmamış gibi
hayatlarını yaşıyorlardı. Elise'in öldüğünü bilmiyorlardı; bil
seler de bu, bir gazetenin manşetinden ya da haberlerde göste
rilen güzel bir fotoğrafından ileri gidemezdi.
Gitmiş olması umurlarında bile değildi.
Ağır bir sersemlik hissi üstüme üstüme geliyordu. Babamın
koluna yapıştım. "Biraz hava almam lazım," diye fısıldadım.
9fi

Telefonunu kulağından çekmeden başını salladı sadece. "Ha


yır, acil olmayan her şeyi bir kenara al. En azından birkaç gün
lüğüne burada olacağım..."
Gruptan uzaklaştım ve balkona çıkıp sıcak deniz havası
nı içime çektim. Plajda rengârenk şemsiyeler ve havlular yan
yana dizilmişti ve insanlar suyun içinde oynuyordu. Tatilleri
nin harhangi bir günüydü sadece.
"Hey," Tate ardımdan balkona çıktı ve arkasından kapıyı
kapattı. Bir kolunu belime doladı ve bana hüzünlü bir gülüm
semeyle baktı. "Tüm olanlardan sonra kim derdi ki annem ve
babam aynı odada durmaya katlanabilecek."
Gülmedim. "Onlara söylemek zorundayız."
"N eyi?" Tate'in vücudu bir anda kasılmıştı ama bunu şimdi
yapmalıydım.
"Ne olduğunu biliyorsun." Yüzüne bakmak için kendimi
zorladım. "Senin eve döndüğünü."
"Anna," Tate içeriye bir bakış attı ama bize bakan kimse
yoktu. "Sana söyledim, onlara anlatamayız."
"Ama ya önemliyse?" diye çıkıştım. "Bir şey görmüş olabi
lirsin."
"Görmedim, sana söyledim ya. Orada beş dakika anca kal
mışımdır."
"Belki de bir şey gördüğünün farkında bile değilsindir,"
diye ısrar ettim. "Ama polise söylersen belki başka bir şeyle
birleştirebilirler, başka birinin bildirdiği bir şeyle belki. Görgü
tanığı olduğunu bile bilmiyorsun belki de."
"Kes şunu!" diye tısladı Tate. Kolumu yakaladı; tırnaklarını
neredeyse etime geçiriyordu. "Onlara söylersek yalan söyledi
ğimizi anlarlar. O zaman ne olur sanıyorsun?"
"Bilmiyorum," deyip yutkundum, yüzündeki ifade canımı
sıkmıştı. "Ama buna değmez mi, eğer faydası olursa? Belki de
bu onlara bir ipucu verir."
"Bizi suçlu göstermek dışında hiçbir faydası olmayacak."
9 7

Tate'in sesi alçak ve sinirliydi. "İstediğin bu mu? Bunu seni de


korumak için yapıyorum ben."
Durdum. "Ne demek istiyorsun?"
"Tek başına kalan bir tek ben değildim, hatırlasana. Biraz
kestirip uyandığımda gitmiştin."
"Ama... Denize girmiştim," diye itiraz ettim. "Hemen ya
kınlardaydım."
"Ee, ne olmuş?" Tate nihayet kolumu bırakmıştı. "Anlamı
yor musun? Bir kez yalan söylediğimizi öğrenirlerse, bir daha
söylediğimiz hiçbir şeye inanmazlar. Bu arada bunu yapan
adam da paçayı kurtarır."
Tuttuğum nefesi yavaşça bıraktım. Haklıydı, Dekker bu ko
nuda yalan söylediğimizi anlarsa bir daha söylediğimiz hiçbir
şeye inanmazdı. İstemeden de olsa başımla onayladım.
"İşte benim kızım." Alnımdan öptü ve beni tutup kendine
doğru çekti.
"Ben sadece..." sesim çatladı. "Sürekli gözümün önüne ge
liyor. Orada öyle yatışı..."
"Bunu düşünme," dedi Tate. Geriye çekilip balkonun korku
luğuna yaslandı; elleri belimdeydi. "Neyi düşün biliyor musun...
babamın teknesini alıp Marblehead'e gittiğimiz günü düşün."
"Gitmeye çalıştığımız diyelim," dedim; derin bir nefes al
dım, panik hissi hafifliyordu. Vücudumda gezdirdiği ellerinin
sağlam ve gerçekçi hissi, yeniden dünyaya dönmem için ye-
terliydi.
Artık sahip olduğum tek şey oydu.
"Hey, en azından sizi Sound kıyısına kadar götürmeyi ba
şardım. Etrafından dolanmak isteyen sizlerdiniz," diye çıkıştı
Tate gülümseyerek.
"Midesi bulanmıştı." Olanları hatırlayınca gülümsemeden
edemedim: Elise, üzerinde turuncu can yeleğiyle, bir eliyle
teknenin korkuluklarına yapışmış, diğer eliyle de bize hareket
çekiyordu. "Hiç o kadar kusmuk görmemiştim."
98

"Evet, hatırlattığın için teşekkürler." Tate güldü. "Temizle


sinler diye tayfaya üç katını ödemek zorunda kalmıştım."
Durdum, üzüntünün beni yeniden ele geçirdiğini hissede
biliyordum. "Güzel bir gündü."
Başıyla onayladı. "En iyilerindendi."
Yüzünü ellerimin arasına alıp onu yavaşça öptüm ve hâlâ
orada, denizin ortasındaymışız gibi hissetmeye çalıştım. Tüm
günü Elisele güneş altında gülerek geçirmişiz, sağ salim ve
mutlu bir şekilde eve dönüyormuşuz gibi hissetmeye çalıştım.
Bir anlığına, hiçbir şey değişmemiş gibi yapmaya çalıştım.
99

ŞİMDİ
Aralarından en kötüsü bu fotoğraftı. Fotoğrafçı
aşağıdaki plajdaydı, görünmüyordu ama yüksek netlikteki te-
leskopik lensleri en fazla iki metre uzağımızda olduğunu gös
teriyordu. Yüzüm kocaman bir gülümsemeyle aydınlanmıştı,
Tate'in elleri belimdeydi ve parmaklarının tişörtümden içeri
girdiği görülebiliyordu. Onun sırtı kameraya dönüktü ama
ben mutlu ve tasasız görünüyordum; Karayip güneşinin alfan
da erkek arkadaşıyla öpüşen bir kızdım sadece ve bu sırada
içeride, en sevdikleri insanı kaybeden acılı bir aile vardı.
İşte böyle başlamıştı. Gazeteciler, neden bu kadar tasasız
göründüğüme dair saçma sapan yorumlar yapıyorlardı. Psi-
kiyatristler, benim sosyal kopukluğum üzerine açıklamalar
yapıyorlar ve empatiden mahrum olduğumu söylüyorlardı.
Televizyonda mikrofonu eline alanlar, bu fotoğrafın bile bir iti
raf olduğunu savunuyorlardı. Tabii ki bu söylenenleri dizgin
lemeye çalışan, post-travmatik şoktan ve geciken tepkilerden
bahsedenler de vardı ama o birkaç mantıklı ses, çabucak kızgın
grubun gürültüsünde kayboluyordu.
100

N eden bu kadar mutluydum? Arkadaşım ölmüştü.


Üzgün olmalıydım. Öldüğü için mutlu muydum?
Gizliden gizliye ondan nefret mi ediyordum? Bunu
ben mi yapmıştım? Ben yapmıştım. Öyle olmalıydı.
Belki de Tate de bu işin içindeydi. Beraber yapmıştık.
Bir anlaşma. Bir oyun. Boktan bir cinsel meseleydi.
Uyuşturucular ve alkol. Günümüzün gençleri.
Ailelerimiz neredeydi? Asıl suçlanması gerekenler
onlar değil miydi? Bana baskı nu yapmıştı? Ben ona
baskı mı yapmıştım? Mutluydum. Neden bu kadar
mutluydum?
Bir an. Bir fotoğraf. Tek bir bakış; bililerinin doğruyu bildi
ğine inanması için gereken buydu.
101

SONBAHAR
Bir perşembe öğleden sonra, Elise’i spor sa
lonunun arkasındaki her zamanki yerimizde bulduğumda,
"Hadi, son dersi ekip arabayla Providence'a gidelim," dedi.
Masmavi gökyüzüyle mükemmel bir eylül günüydü, yılın en
sevdiğim zamanıydı. İnce eldivenler, desenli eşarplar ve akça-
ağaç şuruplu latteler için yaratılmış bir gün gibiydi. İkimizin
de hemfikir olduğu üzere, kütüphaneye kapanıp ders çalışıla
cak bir gün değildi.
Bağdaş kurup yanma oturdum ve sırtımı duvara verdim;
serin esen rüzgârdan korunmak için ceketime iyice sarındım.
Buradayken, ana binaların manzarasından uzaktaydık; teknik
olarak hâlâ okulun arazisindeydik ama öğretmenlerin meraklı
bakışlarından yeterince uzaktaydık. "Olmaz," deyip özür dile
dim. "Fransızca ve biyoloji dersleri var."
"Ee, n'olmuş?" Ellerimi kendi ellerinin araşma aldı ve bana
en iyi, gitmek istediğini sen de biliyorsun, bakışıyla baktı. "Kafe-
deki şu Rex denen çocuk, bir depoda verilecek partiden söz
etti. Al sana tasarım okulundan bir sürü tatlı çocuk."
102

Güldüm. "Lise! Hadi ama. Zaten Bayan Guerta bana B ver


mek için bahane arıyor. Hem..." dedim acemice, "Tate'le plan
larımız var. Yemek ve sinema yapacağız."
Elise elimi bıraktı. "Onunla mı? Hâlâ mı?"
"Yapma." Şeker bulmak için çantamı karıştırırken onun ba
kışlarından kaçtım. Mutlu olmalıydım; hayatımda ilk defa iyi
bir arkadaşım ve bir sevgilim vardı. Ama son aylarda ikisinin
arasında gidip gelirken tükenmiştim; ikisi de benimle zaman
geçirmek istiyordu ve ben, kimi seçersem seçeyim kendimi bir
hain gibi hissediyordum.
"Benim demeye çalıştığım..." Elise omuzlarım silkti. "Şim
diye kadar onunla işin bitmiş olur diye düşünmüştüm. Aylar
oldu. Daha iyi birini bulabilirsin."
"Ben daha iyi birini istemiyorum." Şeker paketini bulmuş
tum ve ona da uzattım. Şekerin kâğıdım açtı ve ağzma attı.
"Ben Tate'i istiyorum."
"Ama o çok... liseli!" diye çıkıştı Elise. "Mükemmel notla
rıyla ve o mükemmel ceketiyle ve mükemmel görünen saçla
rıyla."
Sırıttım. "Gerçekten de mükemmel saçlan var."
"Bu iyi bir şey değil!" Elise'in gözlerini kaçırdı ve yüz ifa
desi yeniden değişti. "Ve şimdi, neden burada buluşmak is
tediğini anladım. Çünkü ondan ayn kalamıyorsun, bir lanet
saatliğine bile."
Dönünce lakros takımının sahaya çıktığım, Tate ile Lamar'm
da başı çektiğim gördüm. "Bugün antrenman yapacaklannı
bilmiyordum." dedim çabucak.
"Tabii, bilmiyordun."
"Elise..."
Onları izlerken bir süreliğine sessiz kaldı. Tate çaba bile
göstermeden gol çizgisine koşuyor, takımdakilerle paslaşır
ken yönlendirmeler yapıyordu. Mavi okul eşofmanı esnek
vücudunda harika görünüyor, sarı saçları güneşte parlıyordu.
103

Sahanın, takımın sahibi o gibiydi ve onu izlerken, onun eski


zamanlardan kalma bir general olduğunu ve askerlerini çar
pışmaları için yönlendirdiğini düşünmeden edemiyordum.
“Ah, Tanrım." Dönünce Elise'in beni izlediğini fark ettim.
"Ona âşık oluyorsun."
"Hayır!" Refleks olarak böyle bir tepki vermiştim ama bu
rada biz bizeydik; dedikodumuzu yapacak kimse yoktu. Derin
bir nefes aldım. "Belki. Evet," dedim nihayet sessizce. "Onu
benim kadar tanımıyorsun," diye ekledim. "Tüm o altın çocuk
halleri, sadece göstermelik."
"Peki, bu durum sana neyi gösteriyor?" dedi Elise karanlık
bir ifadeyle. Çantasmdan bir paket sigara çıkardı ve içinden bir
tane aldı. Gümüş bir çakmakla sigarayı yakışını ve derin bir
fırt çekişini izledim.
"Ne zamandan beri sigara içiyorsun?"
"Şu andan beri, anneciğim."
"Şu bankacı adamı küllük gibi koktuğu için terk etmemiş
miydin?"
"Hayır, onu terk ettim çünkü beş santimlik aleti vardı ve
onunla ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu."
Dumanıyla mükemmel bir halka yaparken güldüm. Bana
dönüp bakışlarımı yakaladı. "Sen de ister misin?"
İç çektim. "İçmemem lazım."
"Bu içmek istediğin anlamına geliyor."
"Bu içmemem gerektiği anlamma geliyor. Annem kokusu
nu alır." Gözlerimi devirdim. "Kokular konusunda biraz sal
dırgan davranıyor. Geçen hafta kokulu bir nemlendirici kul
landığım için neredeyse aklını kaçırıyordu; bana kimyasallar,
toksinler ve tüm o zırvalar yüzünden nutuk çekti."
Elise yine de bana bir sigara uzattı ve ben de sigarayı alıp
içmeye başladım.
"Durumu nasıl?" diye sordu usulca.
Omuzlarımı silkti. "Bana bir şey anlattıklarını mı sanıyor-
184

sun?" Bir nefes aldım ve serin havaya doğru bir halka gönder
dim. "Bunlarla kendimizi öldürüyoruz, biliyorsun değil mi?"
dedim bir nefes daha çekerken.
"Ama fena halde havalı görünüyoruz." Elise sırttı, ben gül
düm.
Sigaranın kalanını sakin bir sessizlikte, orada bağdaş kur
muş bir halde duvara yaslanmış otururken paylaştık. Peşini
bırakmalı ve onunla bu ânın tadını çıkarmam gerekirdi, bili
yordum ama Tate hakkında konuşurken yüzünde gördüğüm
ifadeyi, sesindeki gerginliği düşünmeden edemiyordum.
"Ne demek istiyordun?" diye sordum sonunda. "Az önce,
Tate hakkında konuşurken. Neden ondan hoşlanmıyorsun?"
"Ondan hoşlanıyorum," dedi Elise omuzlarını silkerek.
"Sadece... O, sonradan seri katil olduğu anlaşılan adamlar
gibi."
Ağzım şaşkınlıkla açılmıştı. "Elise!"
"Tüm o mükemmellik, üstlendiği rol." Elise sırıttı. "Hiç
sağlıklı değil. İçine attıkları büyüyecek, büyüyecek, büyüyecek
ve sonra bir gün... bum! Patlayacak. Amerikan Sapığı. Her yer
de cesetler. Sana diyorum bak."
Gülerek başımı salladım. "Öyle biri değil. Onunla biraz va
kit geçirseydin öyle olmadığını anlardın."
"Geçirdim," diye itiraz etti. "Sürekli birlikte takılıyoruz!"
"Grupla birlikte," diye düzelttim onu. "Ama o zamanlarda
bile onunla zar zor konuşuyorsun."
"Çünkü ben seninle zaman geçiriyorum," diye yapıştırdı
lafı. "Bu günlerde seninle vakit geçirebilmenin tek yolu bu."
Sesinde şaka yaptığına dair bir tını yoktu. Durdum çünkü
tenim suçluluk hissiyle diken diken olmuştu. "Üzgünüm. Bir
çok planda yan çizdiğimi biliyorum ama..."
"Sorun değil. Anlıyorum, taze aşk, falan filan." Elise, abar
tılı bir şekilde gözlerini devirdi.
"Lise, lütfen..." Ona doğru uzandım. "Böyle yapma."
tos

"Nasıl yapmayayım?"
Durdum, birden kendimi çok rahatsız hissetmiştim. "Böyle
işte. Benim için mutlu olamaz mısın?"
"Öyleyim zaten bebeğim." Bana yan yan baktı ama sonra
yüz ifadesi yumuşayıverdi. "Çok mutluyum. Hadi git, gül
oyna, partinin kraliçesi ol. Ama dikkatli de ol, tamam mı? Kal
bini kıracak."
Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. "Ondan emin olamaz
sın. Belki ben onun kalbini kırarım."
Elise şüpheyle bana baktı. "Senin hamurunda yok öyle bir
şey."
"İddiaya girelim mi?"
"Kaybedeceksin." Elimi sıktı ve çocukları seyretmek için
sahaya döndü. "Ben onun çaresine bakarım. Seni üzecek küçü
cük bir şey yapsa bile karşısında beni bulur."
Sesindeki kızgm tını beni uyarıyor, derinliklerimde yankı
lanıyordu. Ona doğru uzandım ve yanağından öptüm. "Sevi
yorum seni."
"Dünyalar kadar."
"Her zaman."
106

İKÎMCÎ S ula;, a
DEKKER: Bıçağın üzerindeki parmak izlerini araştırdık.
Sizin parmak izleriniz vardı ve de Bay Dempsey’nin. Bunu
nasıl açıklayacaksınız?
ANNA: Ben... Ben bilmiyorum. Mutfaktandı, yani daha
önceden o bıçağı kullanmıştım.
DEKKER: Ne zaman?
ANNA: Sanırım bir önceki gece. Guakamole yaptık. Ben
de malzemeleri doğrarken Max’e yardım ettim.
DEKKER: Peki ya Bay Dempsey?
AN N A: O da yardım etti.
DEKKER: Neden bana yalan söylüyorsunuz?
ANNA: Yalan söylemiyorum, yemin ederim.
DEKKER: Ve cinayetin işlendiği gün, birbirinizin yanından
hiç ayrılmadınız.
ANNA: Hayır, tüm öğleden sonra birlikteydik.
DEKKER: Ve eve hiç dönmediniz?
ANNA: Size söyledim ya, dönmedik.
DEKKER; Ne kadar zamandır Bay Dempsey ile
berabersiniz?
ANNA: Geçtiğimiz yazdan beri. Neredeyse sekiz ay oldu.
DEKKER: Onu seviyorsunuz.
ANNA: Evet.
DEKKER: Peki ya Bayan Warren?
ANNA: Ne demek istiyorsunuz?
DEKKER: Onu da seviyor musunuz?
ANNA Ben... Evet, o benim en yakın arkadaşım.
Uuık.ımok*. .nok.ulo il»* Uip'1'"1 bırOrt.ı Anu rtk.ı küb.ı m»viM
«.Iir. -t ıı

çakaıyorum . N ıp ıl bu.
ANNA: İyi d a tûm b ır tın n onun MOmAyto m M m
aar? Bana d ofln ı lo ru lan aorm uyoraunuzt B a t e M i n i
«d— M oMU w» d » N H M **7
OEKKER: Burada naytn A nam * oldb#una ban karar
M d i i Bayan W arrwı »a olan arkartagfcBauTa dOnakm.
Ka rg a ad ar m tydM ıT
ANNA- Hay».
OEKKER: Hiç kavga atm az m tydM zT M M tarb gmalar.
yankg a n latılmalar oluyordu.
ANNA: Hay», biz Mc kavga atm a zd * . O banfcn kız
kardagkn glbkBr. dibiydi.
OEKKER: Yani onu kMkanmazdmu M c. dyta m İ?
ANNA: Ha? Hay».
OEKKER Bayan Chang Mdntzin Mk Mk kavga acdOfcıtzt
•bytadk
ANNA: O arçak kavgalar daOMdi onlar. Utak talak
atıgm alardr
OEKKER O ylay*» tartıgm aianm z oluyordu.

obnuytur.
ANNA H ay. Oyla bir »ay atandı Haptaü nhkAç İyi
»nlaanrorduk
OCKKER: Yani ta y Oampaay’uia iU cin d i bu kadar
u ıd lu h n n— m İcartaaadi «m?
ANMA: M ay. ta n b n t a ı , ta n bu »ondarta m rı yı
uarm ay ça b tb ftn n anlamadan ama bu doftru da0L
Eftaa kakanç d a 0 k * o t a N İtayla bkdan ediyordu.
birçok ld*»ylo. O raman ta Mddaa «a U kdy»ta_ tanları
dM antatnn. Onunla konufmadauz m d t a f O «nen o
nntdıyd?
D€KK£R- ta r a ta «ondan ban M i l tayan O ırta ta .
ANNA' Ama antanryorum. tûm b n t a «nçmataJ
ELLINGHAM L û tta l tad n o ta ı-
ANNA: Bunu naad «O ytatate? O OldO *• bte bunda
oturmu» aym »aytat la k ta , lak ta. la k ta konuşup
duruyoruz, bunu yapan adama na o lta ? Madan onun
p atad an gnıd yonın u r?
(duraklama)

DEKKER: Bitti mi?


(duraklama)
DEKKER: Bayan Chevalier? Bay Ellingham, müvekkilinize
sorularımızı tam anlamıyla cevaplandırmasının kendisinin
hayrına olduğunu hatırlatabilir misiniz?
ELLİNGHAM: Anna...
ANNA: Ben iyiyim. Neyse. Başka ne bilmek istiyorsunuz?
DEKKER: Adaya geldiğiniz gün...
ANNA: Bunu zaten anlatmıştım.
DEKKER: Öyleyse yeniden anlatın.

TATİL
“Manzaraya baksana!” Max, parlak fayanslar
la kaplı yere çantasını atarken ıslık çaldı ve plajı, masmavi
okyanusu seyretmeye başladı. Manzaraya bakarken ben de
soluklandım. Sahil evinin penceresinin gerisinden görünen
manzara mükemmeldi. Bir kartpostaldan çıkmış ve tertemiz
gökyüzünde, yavaşça sallanan palmiye ağacının hemen üze
rinde Aruba'ya hoş geldiniz yazıyor gibiydi.
"M anzarayı boş verin, şu jakuziye bakın!" diye ciyakladı
Chelsea. Balkon kapısını açıp dışarı çıktı ve parmak arası ter
liklerini çıkarıp kenara attı. İçeriye dolan esinti, uzun uçuştan,
havaalanından buraya gelirken yapılan vahim yolculuktan
sonra ferahlatıcıydı ve içtenlikle karşılandığımızı hissettiriyor
du. Sekizimiz külüstür bir kamyonete binmiş ve bavullarımızı
üstüne bağlamıştık.
Derin bir nefes aldım; artık sağlam bir zemin üzerinde ol
duğum için araba yolculuğundan kaynaklanan mide bulantım
azalıyordu. Ayrıca sadece sağlam olmakla kalmıyordu da, pırıl
III

pırıl fayanslarla ve parlak renkli halılarla kaplıydı. Ev modern


bir tarzda döşenmişti. Kum üzerinde kurulmuş bağlantılı ku
tular gibi görünüyordu; beyaz duvarları ve renkli, soyut tab
loları vardı. Ana oturma odası çok ferahtı: oda boyunca uza
nan, verandaya çıkan ve okyanus manzarasını gören kocaman
pencereler, siyah mermerli bir mutfak alanı ve geniş ekran bir
televizyonun önüne konmuş yumuşacık bir kanepe vardı.
"Burası inanılm az," dedim AK'ye, diğerleri keşif için dışarı
çıkarken. "N e kadar zam andır sizin burası?
"Birkaç yıldır." AK soğukkanlı bir tavırla omuzlarını silkti
ama ben, gözlerinin heyecanla parıldadığını görebiliyordum.
"Babam vergiden m uaf olarak falan aldı sanırım burayı; kırk
yılda bir gelir."
"Pekâlâ, sen bir dâhisin." Onu kucakladım ve Elise de bize
katılıp onun yanağına bir öpücük kondurdu. Elise şimdiden
üstündekileri çıkarmıştı; üzerinde sadece bir bikini üstü ve ke
sik şortu vardı, içeri girdiğimiz an ayakkabılarını bir kenara
fırlatmıştı.
"Efsane ya," diyerek onayladı beni. "İçkileri nerede saklı
yorsunuz?"
Bunu duyunca kanepeye yayılan Lamar ve Max'ten sevinç
çığlıkları yükselmişti ama Tate bir duraksadı. "Biraz erken
değil m i?" diye sordu isteksizce. Elise cevap olarak gözlerini
devirdi.
"N esin sen, bizim dadımız mı? Belki de sana Babacığım de
m eliyiz." İşaretparmağıyla Tate'i göğsünden dürttü. Tate onu
geri ittirdi.
"Ben sadece biraz ağırdan alabileceğimizi söylüyorum. Bü
tün hafta akşamdan kalma bir halde takılmanıza gerek yok."
"M oi?'" Elise abartılı bir masumiyet gösterisiyle kirpikleri
ni kırpıştırdı. "Konu içki olunca nerede duracağımı iyi bilirim
babacığım . Asıl içince dağılan sensin. Yoksa Jordan'm geçen *
* (Fr.) Ben mi? -yhn
112

ayki partisini hatırlamıyor musun?" Elise ona keskin bir gü


lümsemeyle baktı.
"H ey," diyerek araya girdim. "Az konuşalım, çok içelim."
Melanie ayağa fırladı. "Ben yardım ederim," dedi hevesle.
"Ne içiyorsunuz? Bira mı kokteyl mi?"
"Bence çok heyecanlanmadan Önce mutfağa bir bakın,"
diye uyardı AK. Cep telefonunu çıkarmıştı ve ağır bir hareket
le odanın videosunu çekiyordu. "Hizmetçiye bir liste verirsek
bizim için alır ama onun nerede olduğunu hiç bilmiyorum."
Elise doğruca mutfağa, Melanie de onun peşinden gitti. De
vasa buzdolabını, dolapları ve çekmeceleri karıştırıyorlardı.
Tate kanepede yanıma oturdu. Ben de çıplak ayaklarımı
onun kucağına koydum ve iyice sokuldum. "Jordan'ın parti
sinde sarhoş olduğunu bilmiyordum. Sizinkilerin çılgına dön
melerinin sebebi bu muydu?"
Omuzlarını silkti. "Sanırım. Önemli bir şey değildi. Sen de
oradaydın."
"Hayır, o gün grip olmuştum ya," diye hatırlattım ona.
Başını çevirdi. "Hatırlamıyorum. Elise abartıyor işte, hepsi
bu."
Üstüne gitmedim. Tate'in anne babası, geçen ay Nevv York'ta
geçirdikleri bir hafta sonundan döndüklerinde evde boş içki şi
şelerinden oluşan bir zula bulmuşlardı ve Tate, o şişelere elini
bile sürmediğine dair yemin etmişti. Sonrasında bana, sorum
luluk, seçimler ve sonuçlan üzerine uzun bir nutuk çektiklerini
anlatmıştı. Her ne söyledilerse onu fazlasıyla yıkmıştı. Son sı
nıfı yarılamıştık, ufukta üniversite başvurulan görünmeye baş
lamıştı; haftalar boyunca o kadar morali bozuktu ki, neden her
şeyi batırmamak için böylesine uğraştığını anlayabiliyordum.
Özellikle de bitiş çizgisine bu kadar yakınken.
"Bu hafta biraz rahatlamaya çalış," dedim. Önce boynuna
sonra da çenesinden başlayıp köprücük kemiğine kadar öpü
cükler kondurdum. "Son zamanlarda çok stresliydin."
113

Bana isteksizce gülümsedi. "Biliyorum, üzgünüm."


"Suç işlemiş talan değilsin." Parmaklarımı onunkilerin ara
sına geçirdim. "Sadece biraz eğlenmek istiyorum, hepsi bu."
"Eğlenmeyi başarabilirim." Uzanıp beni öptü; küçük ama
gerçek bir öpücüktü. Ellerimi saçlarına gömdüm ve öpücük
derinleşti...
"Bir oda bulun kendinize!" Birden suratlarımıza bir yastık
çarpıverdi. Tate geri çekildi ve yastığı doğruca Max'e geri attı. O
da iki yastık daha alıp bize atmaya başladı. Başımı eğmiş kolla
rımla darbeleri savuşturmaya çalışıyordum ama aynı zamanda
kahkahalar atıyordum. Uzun yolculuğa rağmen hepimizin he
yecanla dolu olduğunu görebiliyordum; gelmeden önce yaptı
ğımız tüm o planlardan ve hazırlıklardan sonra nihayet, ger
çeklerden uzak kalacağımız koca bir hafta fikrine alışıyorduk.
"Yatma düzeninden bahsetm işken..." diyerek içeri girdi
Chelsea. Saçını açmıştı ve şimdiden esintiden karmakarışık
görünüyorlardı. "Yatak odası durumu ne?"
"Beş yatak odası var," dedi AK ve telefonuyla Chelsea'nin
bir fotoğrafını çekti. "Yani canın nasıl isterse."
"Ben balkonlu, büyük yatak odasını istiyorum !" diye ses
lendi Elise mutfaktan. "Eşyalarım ı o merdivenlerden yukarı
taşıyacak değilim."
Onu Melanie'nin sızlanan sesi takip etti. "Ama odayı payla
şacağımızı sanıyordum."
"Hımm, hayır." Elise oturma odasına geri döndü. "Bu hafta
eğlenmeyi planlıyorum."
"Seni sürtük!" diye uludu Max.
"Aynen öyle!" Elise alaycı bir poz verdi. Güldüm ve az önce
havada uçuşan yastıklardan birini ona attım.
"Biz ön kapının yanındaki odayı alıyoruz." Tate onay al
mak için bana döndü. "Eşyalarımı bıraktım bile."
"Bana uyar." Ayaklanıp çantamı aldım. "Gidip üstümü de
ğiştireyim. Sanki tüm havalimanını üstümde taşıyor gibi his
sediyorum."
114

"O halde alışverişe de gitmeliyiz," dedi Elise. "Burada hiç


bir şey yok."
"Ama buzdolabı doluydu," dedi Melanie kaşlarını çatarak.
"Evet, meyveyle ve salatayla." Elise dudaklarını büzüştür
dü. "Mojito yapmak için bize misket limonu, gazoz ve nane
lazım..."
"Cips," diye ekledi Lamar.
"Dondurma," diye girdi araya Chelsea; ellerini Lamar'ın
omzuna koymuştu.
"Bira!" dedi AK.
Onlar alışveriş listesini hazırlarlarken yanlanndan ayrıldım
ve bavulumu, Tate'in bahsettiği, ön kapının yanındaki odaya
sürüklemeye başladım. Kapıyı açınca gülümsemeden edeme
dim: Bu katta iki, üst katta da üç yatak odası vardı. Yukandaki-
lerin ayrı verandası ve hatta daha güzel manzaraları olabilirdi
ama bizim yatak odamızın kendine ait bir banyosu vardı ve yan
tarafta, duvarların arasından bizi duyabilecek kimse yoktu.
Bavulumu dolabın yanma koyup yeşil fayanslı banyoya
girdim; tıpkı lüks bir otelde olduğu gibi yumuşacık havlular
ve bir dolap dolusu duş jelleri ve şampuanlar vardı. Zaten
AK'in ailesinden de daha azını beklemiyordum. Babası tekno
loji sektöründen zengin olmuştu ve parlak oyuncaklarla ilgili
bir takıntısı vardı: AK'de her zaman daha piyasaya bile çıkma
mış olan telefonlar, laptoplar olurdu ve garajında beş farklı
spor araba vardı. Okul etkinliklerinde bazen diğer ebeveynler
AK'inkilere şöyle yan gözle bir bakarlardı ve Bay Kundra fark
ettiyse de çaktırmaz, tasarımcı işi takım elbisesiyle, on bin do
larlık saatiyle ve kuaförden yeni çıkmış gibi görünen saçlarıyla
etrafta dolanırdı.
Bir an durup babamı, büyük bir gizlilikle yaptığı telefon
konuşmalarım ve son zamanlarda geç saatlere kadar çalışma
sını düşündüm. Bazı akşamlar, ofisten gece yarısına doğru
dönüyor, yıpranmış ve solgun görünüyordu. Ne zaman biraz
11$

üstüne gidip sorular sormaya başlasam vergi sezonu ve faz


la talepkâr müşterileri bahane edip beni geçiştiriyordu. Ona
inanmak istiyordum ama tüm anne babaların ekonomiyle ve
işten çıkarılmayla ilgili karamsar bir şekilde mırıldanmalarını
duymadan edemiyordum.
Ama bu, benim tüm bu düşüncelerden uzakta geçireceğim
tatildi. Endişelenmeyi bir kenara bıraktım, duşta suyu açtım ve
pantolonumu çıkardım. Tate'in yatak odasına girdiğini duydu
ğumda tişörtümü çıkarmak üzereydim. "Hey, kolyem hâlâ sen
de mi?" diye seslendim. "Güvenlikten geçerken çıkarmayı unut
tuğum kolye. Sanınm senin çantanın ön gözüne koymuştum."
Bir anda belime dolanan soğuk elleri hissedince bir çığlık
atıp geriye döndüm. Elise'di. "Korkuttun beni!"
"Kapıyı açık bırakmamalıydın," diye dalga geçti ve arka
dan sıkıca sanldı bana. "İsteyen içeri dalabilir."
"Çoğu insan önce kapıyı tıklatırdı," deyiverdim ama gü
lümsüyordum. Gözlerim aynada onunkilerle buluştu; ikimizin
de bakışları memnuniyetle parlıyordu. "H er şey çok güzel de
ğil mi sence de?"
"Çok güzel," diyerek katıldı bana ve omzuma bir öpücük
kondurdu. "Kendini daha iyi hissediyor musun?"
"Çok daha iyiyim ," dedim ve gerçekten de doğruydu.
Boston'm, babamın ve okulun stresi artık çok uzaklardaydı;
etrafımızı kuşatan parlak güneş ışığına ve çıplak ayaklarımız
altında hissettiğimiz sıcak taşlara dönüşmüştü. "Burası konu
sunda haklıydın." Ben de ona sarıldım. "Ve Tate de daha iyi
görünüyor."
"Kötü olduğunu söylememiştin. Sorun ne?"
"H içbir şey, her şey." İç çektim. "Okul, aile, her zamanki
şeyler işte. Ama şimdi daha iyi gibi. Sadece her şeyden biraz
uzaklaşmamız gerekiyordu."
"Sana demiştim." Elise beni bıraktı. "Biraz hızlansan iyi
olur! Saat on gibi markete gideceğiz."
lifi

"Anlaşıldı efendim." Alayla selam verdim. Kıçıma bir şap


lak attı ve daha ben çıkışmaya fırsat bulamadan odadan çıktı;
beni, aynadaki buhann çarpıttığı yansımamla yalnız bıraktı.
Aynadaki gülümsememe, ne kadar rahatlamış ve mutlu gö
ründüğüme baktım ve babamın durumunu düşünmeyeceği
me dair kendi kendime bir söz verdim. Önümüzdeki yedi gün
boyunca Boston'daki hayatım var olmamış gibi davranacak
tım. Gerçek dünya biraz bekleyebilirdi.
Hep beraber markete gittik ve sanki bir haftalık değil de bir
aylık alışveriş yapıyormuşuz gibi arabaları atıştırmalıklarla ve
birayla doldurduk. Kasadaki kız yaşlarımızı görmek için biz
den kimlik bile istemedi ve aldığımız bir yığın alkollü içeceği
sanki gazozmuş gibi kasadan geçiriverdi.
"Burada içki içmemizin yasal olması çok tuhaf," dedi Me-
lanie, marketten kalabalık sokağa çıkarken arkaya bakıyordu.
"Kız aldıklarımızı kasadan geçirirken kanunları çiğniyormu-
şuz gibi hissettim sürekli."
"Bizde bu işi neden bu kadar büyütüyorlar, anlamıyorum,"
dedi Chelsea ağzmda bir lolipopla. "Avrupa'ya gittiğimizde
çocukların yemekleriyle birlikte şarap içtiklerini görmüştüm."
"Ahh," diye dalga geçtim. "Sen amma da Avrupalı oldun."
Elise de bana katıldı, onu taklit ederek, "Biz Paris'teyken...
Aa, size Roma'ya gittiğimiz zamanı anlatmış mıydım?"
Chelsea iyi huylu bir şekilde Elise'i savuşturmaya çalıştı.
"Kapa çeneni, neyi kastettiğimi biliyorsun."
"Kızlar, bize yardımcı olmaya ne dersiniz?"
Arkamızı dönünce erkeklerin kocaman alışveriş poşetleri
nin arasında kaybolduklarını gördük.
"Sağ ol, istemez," diye seslendi Elise neşeyle. "Emmim si
zin gibi güçlü kuvvetli erkekler bu işi yardım almadan da hal
ledebilir."

Max müstehcen bir el hareketiyle cevabını verdi.


Onları bıraktık ve önden sahil evinedoğru yürümeye baş
ladık. Sokağın bu tarafı dar ve gürültülüydü; yerel el işi ürün
lerinin, ucuz telefon kartlarının ve vasat hediyelik eşyaların
sergilendiği cafcaflı vitrinlerle doluydu. Birkaç yerel satıcının,
boncuklu takılarını, ahşap oym adan yapılma figürleri sattığı,
kaldırıma kurulmuş tezgâhları vardı. Chelsea ve Mel yavaşla
yıp tezgâhlardakilere bakmaya başladılar. Ben Elisele birlik
te önden yürüyor, elimdeki kırmızı meyankökü şekerlerinin
kâğıtlarını soyup ağzıma atıyordum.
"Beklesenize!" diye seslendi Mel arkamızdan.
Elise yavaşlamamıştı, sadece gözlerini devirmekle kaldı.
"Tam bir baş belası gibi davranıyor." İçini çekti. "Evde sanki
yıllar boyunca odayla ilgili söylenip durdu."
"Yıllar m ı?" Bir kahkaha attım.
"Asırlarca. Sanki paylaşarak tarzımdan ödün verecekmişim
gibi. Daha çok bekler." Elise sırıtarak ekledi. "Biliyor musun,
beni saplantı haline getirdi."
"H adi am a." Ona bir bakış attım. "O kadar da kötü değil.
Sadece biraz..."
"M ızm ız? Yapışkan? Güvensiz?"
"Fazla bağlanıyor," dedim diplomatik bir şekilde. "Bu ak
şam dışarı çıktığımızda ona birilerini ayarlayalım, böylece dik
katli dağılır, bizi darlayam az."
"N e kadar da iyisin." Elise içini çekti.
"H ey, o senin arkadaşın," diye çıkıştım.
"Tamam. O zaman ben çok iyiyim ." Elise'in gözü sokağın
diğer tarafındaki bir şeye takılmıştı. "Ahh, tatlıymış."
Birden yola fırladı ve hurdaya dönmüş bir araba kıl payı
yanından geçerken uzun bir kom a çaldı. Elise yavaşlamamıştı
bile, arabalar arasından köşedeki bir tezgâha doğru ilerliyor
du. Ben arabaların geçmesini bekleyip onu takip ettim.
"Buraya tatil için geldik." Ben yanlarına vardığımda Elise
118

tezgâhın başındaki satıcıya gülümsüyordu. Adam uzun boylu


ve yapılıydı; üzerinde koyu renk tenini kaplayan keten bir ti
şört vardı ve saçları rasta yapılmıştı.
"Partileri sever misiniz? En doğru yere geldiniz." Yüzünde
kocaman bir gülümseme belirdi. "Arkadaşımın plajda bir barı
var. Sizi oraya götürebilirim.
Elise kirpiklerini cilveyle kırpıştırıyordu. "Harika olur."
Ardından bana dönüp, "Bu yeni arkadaşım Juan." diyerek bizi
tanıştırdı. "Adadaki en iyi yerleri biliyor."
"Ah, harika." Şüpheyle Juan'ın tezgâhına göz gezdirmeye
başladım. Tezgâhtan ziyade, iki ahşap kasanm üzerine kon
muş geniş bir kalastan ibaretti; üzerinde takıların yerleştirildi
ği leş gibi mavi bir kumaş vardı. Elise metal halkalar ve siyah
oniks taşıyla yapılmış bir bilekliği aldı. "Ne düşünüyorsun?"
"Sahile vurmuş bir çöp gibi göründüğünü düşünüyorum.
Hadi, diğerlerine yetişmemiz lazım."
Elise yerinden kıpırdamamıştı bile. "Ben beğendim."
Juan bana, "Arkadaşın zevk sahibi," dedi. "Güzel kızlar için
güzel bileklikler."
"Elise." Sesimi alçaltmıştım ve onu kolundan çekiştiriyor
dum. "Bu herifler seni kazıklamaya çalışıyor."
"Juan öyle bir şey yapmaz, değil mi Juan?" Elise cilve yap
maya devam ediyordu. Yüzünde en iyi beleş-içki ifadesi vardı.
Bu ifadeyle State Sokağı'ndaki barlarda, züğürt çocukları etki
leyip bize defalarca içki almalarım sağlardı hep. Birkaç adım
geriledim, istediği şeyi elde edene kadar pes etmeyeceğini bi
liyordum.
"Ne kadar?" diye sordu kocaman açılmış gözleriyle.
"Senin için mi? Hediyem olsun." deyiverdi Juan.
"Gerçekten mi?" diye sordu Elise. "Beni oyuna getirmeye
çalışmıyorsun, değil mi? Çünkü bu çok zalimce olurdu." Sesi
hâlâ işveliydi.
"Oyun yok," Juan bilekliği Elise'in bileğine taktı ve elini
119

tuttu. "Belki bir şeyler içebiliriz. Seni bahsettiğim bara götüre


bilirim, hemen deniz kenarında."
Elise elini çekiverdi. "Erkek arkadaşımın bundan hoşlana
cağını sanmıyorum ." Juan elini göğsüne koydu, kalp krizi ge
çiriyormuş gibi yapıyordu. "Erkek arkadaşın mı var?"
"H em de bir sürü," diyerek sırıttı Elise.
O sırada sokakta tiz bir ıslık duyuldu. İkimiz de ıslığın gel
diği tarafa döndük: Chelsea ve bizim çocuklar, plajın yanında
ki bir dükkânın önünden bize el sallıyorlardı. Dükkânın vitri
ninde şişme botlar ve havuz oyuncakları görülüyordu. Lamar,
kıyafetlerinin üzerine ördek şeklinde bir yüzme simidi geçir
mişti ve Tate ile Max, neon renklerde şişme kılıçlarla düello
yapıyorlardı.
Elise bir kahkaha attı. "Daha çocuksu görünmeleri müm
kün müdür acaba?"
"Güreşm eye başlayana kadar bekle," dedim gülerek. "Bu
rada işimiz bitti mi?"
"Evvet." Juan'a döndü. "Bileklik için teşekkür ederim." Ar
kasını dönmüş ilerleyecekti ki Juan onun kolunu tuttu.
"Bekle, bekle," diye ısrar etti. "Nereye gidiyorsun? Bir şey
ler içecektik bu akşam ?"
"Hayır, teşekkürler." Elise kolunu çekti.
"Seninle barda buluşuruz," diye ısrar etti Juan.
Elise'in gülümsemesi kayboldu. "H ayır dedim." Bana dö
nüp, "Sülük gibi," dedi sesini alçaltmadan ve gözlerini devirdi.
Juan'm bakışları değişmişti. "Dem ek ki tüm bunlar bir
oyundu. Bunun şaka olduğunu mu sanıyorsun? Juan'ı enayi
mi sanıyorsun?"
Elise ile birbirimize baktık ve hızla oradan uzaklaşmaya
başladık.
"Lanet olası Amerikalılar!" Biz kalabalığın içinde kaybol
maya çalışırken sesi yankılanmaya devam ediyordu. "Hepiniz
sürtüksünüz!"
120

Tezgâhtan yeterince uzaklaştığımız an Elise'e dönüp sinirli


bir şekilde, "Neden böyle bir şey yaptın?" dedim.
"Ne yaptım?"
"Önünle flört ettin. Etrafta dolanıp yabancı erkeklerle ko
nuşamazsın. Hiç güvenli değil."
"Sakin ol." Elise hiç endişelenmemiş gibiydi. "Her neyse,
buna değdi. Bak!" Bilekliğini gösterdi.
"Yine de..." Arkamı döndüm ve gördüğüm karşısında pa
niğe kapıldım. Juan peşimizdeki kalabalığın içinde, 5-6 metre
arkamızdaydı ama hızla bize yaklaşıyordu. "Elise," diye tısla
dım. "Bizi takip ediyor."
Elise arkasına bile dönmedi. "Boş ver onu. Tuhaf herifin
teki sadece, ne yapabilir ki?"
Ben onun kadar vurdumduymaz davranamıyordum. Hızlı
yürümeye başladım ve onu da kolundan çekiştirip dükkânın
önünde bekleyen diğerlerinin yanma varana kadar durmadım.
"Hey," Tate bir kolunu omzuma doladı. "Nerelerdeydiniz
siz?"
"Hiçbir yerde." Tekrar geriye baktım ama Juan ortalarda
görünmüyordu. Yavaşça nefesimi bıraktım.
"Sen iyi misin?" Tate kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
"Tabii ki." Zoraki gülümsedim. "Bir şey yok."
Yolun karşısına geçip sahil evine yöneldik; bir yandan da eli
mizdeki torbaları ve oyuncaklan elden ele geçiriyorduk. Elise
önde dans ederek yürüyor, diğerlerine yeni bilekliğini nasıl
aldığını anlatıyordu.
Eve ulaştığımızda Tate, "İyi olduğuna emin misin?" diye
yeniden sordu. AK ön kapıyı açtı ve diğerleri içeri girdi; yük
sek sesle ve kaygısızca muhabbete dalmışlardı.
"Ne? Ah, evet, iyiyim." Son bir kez arkama dönüp bakınca
donakaldım. Juan sokağın karşısında durmuş bizi izliyordu.
121

"Anna!" Elise dışarı fırladı ve elimi yakaladı. "Ipod'unu ne


rede bıraktın? Bu partiye biraz müzik katmak lazım!"
"Şey, şifoniyerin üstünde, sanırım." Yeniden dışarı baktı
ğımda Juan gitmişti. Belki de en başta da orada değildi. Hafifçe
titredim ve diğerlerinin peşinden eve girdim. Kapı ardımızdan
kapandı.
122

DURUŞMA
“Memur Carlsson, siz Yargıç Dekker’ın cinayet
soruşturmasını yöneten ekibin bir üyesiydiniz, öyle değil mi?"
Avukatım masasının üzerindeki kâğıtların üzerine eğildi
ve ardmdan tanık kürsüsüne yaklaştı. Carlsson gençti, yirmili
yaşlarında olmalıydı; kısacık kesilmiş san saçlan ve ağırbaşlı
bir ifadesi vardı. Polis gözetiminde sıklıkla karşılaştığım şüp
heli ve buz gibi bakışlann arasında o, ender arkadaşlanmdan
biriydi: suya ya da tuvalet molasına ihtiyacım olup olmadığı
nı kontrol ediyor ve benimle, Dekker'm yaptığı gibi saatlerce
bağırmak yerine, düzgün bir şekilde konuşuyordu. Şimdi de,
soruya cevap vermeden önce, bana sempatik bir gülümsemey
le bakmıştı.
"Evet. Bu davaya, ceset bulunduktan sonraki sabah atan
dım."
"O halde en başından beri savayla birlikte çalışıyor, delille
ri değerlendiriyor ve ipuçlannı topluyorsunuz, öyle değil mi?"
"Evet, doğru."
123

"O zaman, Bayan Chevalier'nin Bay... üzgünüm ama sanı


rım kendisinin soyadı bende mevcut değil... Juan olarak bili
nen adamla ilgili yaşadıkları olayı aktardığı sorgulamada siz
de bulunuyordunuz, değil m i?"
Elindeki kum andada bir tuşa bastı ve Juan'ın fotoğrafı ek
randa belirdi. Suratsız ve gözlerinin altında koyu halkaların
göründüğü bir sabıka fotoğrafıydı; fotoğrafla birlikte salonda
kınayan bir fısıldaşma duyuldu. Adam tehlikeli görünüyordu.
"Ü zgünüm ." Avukatım yargıca dönerek ekledi ama sesin
den öyle olm adığı anlaşılıyordu. "Kendisine ait elimizdeki tek
fotoğraf buydu." Yargıç von Koppel etkilenmişe benzemiyor
du. Elini, "devam et" dercesine havada salladı.
"M em ur Carlsson?"
Carlsson başını salladı. "Evet. Bayan Chevalier, pazarda
Juan ile nasıl tanıştıklarını ve kendisinin onları eve kadar takip
ettiğini anlattı."
"Kurbanını evine kadar takip eden kızgın bir adam ..." Avu
katım istediği etkiyi yaratabilm ek için durakladı. "Bu durum,
peşinden gidilmesi gerektiğini düşündürm edi m i size?"
"Evet, düşündürdü." Carlsson bakışlarım bizden, davacı
masasmm ardında oturan Dekker'a çevirdi. "Ben onun, davada
baş şüpheli olarak ilan edilm esi gerektiğini düşünüyordum ."
"Tehdit söz konusu olduğu için m i?"
"Evet am a daha fazlası da vardı," diye ekledi. "Cinayetin
işlenm esinden önceki haftalarda da, bölgedeki birkaç haneye
tecavüz vakası olmuştu. Juan'ın eşkâli, bu soygunlardan birin
de evden kaçarak uzaklaştığı bildirilen kişininkine uyuyordu."
Um utla yargıca döndüm ama o defterine bir şeyler karalı
yordu ve yüz ifadesinden bir şeyler okumak zordu.
"O halde siz onun bir suçlu olduğuna, sahil kıyısındaki
evleri soyduğuna inanıyordunuz. Bay Kundra'nın evi gibi?"
Avukatım yeniden durakladı. "O nun peşinden gitmeyi dene
diniz m i?"
124

"Evet. Yakınlarıyla görüştüm ve bulunduğu civarda onu


soruşturdum ama ortadan kaybolmuştu." Carlsson omuzları
nı silkti. "Görünüşe göre adayı terk etmiş."
"Kaçtı. Peki, onu aramaktan vazgeçtiniz mi?"
"Hayır," Carlsson bir kez daha Dekker'a baktı. "Civar
adalardaki polis güçleriyle birlikte çalışabilmek, rıhtımdaki
güvenlik kameralannı inceleyebilmek için daha fazla kaynak
isteğinde bulundum."
"Ama bu istek reddedildi."
"Evet, bana bunun vakit kaybından başka bir şey olmaya
cağı söylendi."
"Ö zür dilerim, anlayamadım." Avukatım âdeta bir oyun
sergiliyordu ama benim lehime olduğu sürece umurumda
bile değildi. "Bayan VVarren'ın cinayetinin gerçekleştiği gece-
ninkine ek olarak diğer haneye tecavüzlerle de bağlantılı olan
bir şüpheliniz var ve size, onu izlememeniz gerektiği mi söy
lendi?"
"Dekker bu durumla bağlantısı olmadığım söyledi." Carl
sson bana, pişmanlıkla dolu bir bakış attı. "Bu davadaki hane
ye tecavüzün aldatmaca olduğunu, arkadaş grubundan biri
nin onu öldürdüğünü ve sonrasında kapıyı kırdığım söyledi.
Juan soruşturmasını bırakmamı ve Bayan Chevalier ve Bay
Dempsey'nin davasma odaklanmamı söyledi. Ben de daha
yetkili binleriyle konuşmaya çalıştım," diye ekledi, doğruca
Yargıç von Koppel'a anlatıyordu. "Bir hata yaptığını düşünü
yordum ve hâlâ da aynı düşünüyorum. Ama gittiğim her kapı
yüzüme kapandı. Bu fikre kafayı takmıştı."
Kafayı takmıştı.
Avukatım, bu kelimelerin bir süre salondakiler tarafından
iyice sindirilmesi için bekledi ve ben de bu sırada gülmemek
için kendimi tuttum. Carlsson, bana karşı yapılan suçlamalar
dan iki hafta sonra başka bir polis merkezine transfer edilmişti.
Dekker ve ekibi, onu bu duruşmadan uzak tutmak için elinden
125

geleni yapmışlardı ama şu anda buradaydı ve onun tanık kür


süsünde oturuyor olması bile başlı başına bir zafer gibiydi. İlk
defa birileri benim ruh halimdeki dalgalanmalardan, kıskanç
lığımdan ve bariz olan suçluluğumdan bahsetmiyordu.
"Biraz da suç m ahallinden bahsedelim ." Avukatım kuman
daya bir kez daha tıkladı ve ekrana Elise'in harabeye dönmüş
odasının görüntüsü geldi. Balkon kapılarının ve yerdeki kırık
cam parçalarının daha yakın bir görüntüsü için tekrar tıkladı.
"Savcılığın sunduğu uzmanlar, camın saldırıdan sonra, içeri
den kırıldığı konusunda ifade verdiler. Bu konuda aynı fikirde
m isiniz?"
"Bu m üm kün," dedi Carlsson isteksizce. "Ama balkonda
cam kırıkları vardı ve bu da, camın dışarıdan da kırılmış olabi
leceğini gösteriyordu. Her yerde cam vardı," diye ekledi. "İn
sanlar saatlerce odaya girip çıktılar. Bu fotoğraflar sağlık ekibi
odadan çıktıktan sonra çekildi. Olay mahallinin ne kadar bo
zulduğunu anlamamn hiçbir yolu yok ne yazık ki."
"Ama siz bu olaydaki haneye tecavüzün gerçek olduğuna
inanıyorsunuz, değil m i?" diye devam etti avukatım. "Ama
Savcı Dekker mahkemede, kurbanın kolyesi dışında çalman
bir şey olmadığını belirtm işti."
"Bu doğru," dedi Carlsson. "Ama bu, saldırganın evi soy
maya niyetlenmediği anlamına gelmez. Bayan VVarren ona
engel olmuş ve o da onu öldürdükten sonra kaçmış olabilir.
Daha önce de söylediğim gibi cinayetten önce de benzeri olay
lar yaşandı; bu olay da diğerleriyle ve de Juan denen adamla
bağlantılı görünüyordu."
"O halde şunu sormama izin verin Memur Carlsson: De
dektif Dekker ile ortak olarak incelediğiniz kanıtlardan sonra,
size göre o gece orada neler oldu?"
Carlsson bize bir bakış attı. "Çok basit. Saldırgan içeri zorla
girdi, Elise'in içeride olduğunu fark etti ve ardından ona sal
dırdı, ya panikten ya da kızgınlıktan dolayı. Parçalanmış kı-
126

yafetler bunun bir cinsel saldırı olduğunu doğruluyor. Daha


önceden kurban onu reddetmişti, bu yüzden bu Juan denen
adamın böyle bir saldırıda bulunması için gerekçesi de vardı.
Bu kesinlikle mantıklı bir teori. En azından arkadaşlanndan
birinin aniden ona sırtım dönmesi teorisinden çok daha man
tıklı."
"Teşekkürler, hepsi bu kadar. Başka sorum yok."
127

SONRASI
Bizi bir hafta beklemede bıraktılar, herhangi bir
haber almak için adadaydık. Her gün, içimizden biri ya da bir
kaçı yeniden sorgulama için çağrılıyordu ancak bu sefer kuy
ruğumuzda ailelerimiz ve avukatlarımız vardı. Haber kame
raları ve muhabirleri hâlâ otelin önünde pusuda bekliyorlardı,
bu yüzden gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu. Süit odamızda
oturuyor, televizyon izliyor, oda servisinden bir şeyler söylü
yor ve tüm bunların bir an önce bitmesini bekliyorduk.
AK nadiren konuşuyordu. Melanie sürekli ağlıyordu. Max
tüm günü, anksiyete ilaçlarından dolayı sersemlemiş bir şekil
de, jaluzileri tamamen kapalı odasında yatakta kıvrılıp yatarak
geçiriyordu.
Hepimizin tek istediği evlerimize gitmekti.
"Bu sefer ne sordular?" Lamar, ben odaya girince kafasını
bilgisayarından kaldırdı. Babam ve Ellingham, diğer ebeveyn
lerle yasal mevzuları konuşmak için geçici olarak konferans
odası olarak kullanılan odadaydı: Odada sadece bizler vardık.
128

Omuzlarımı silkip hırkamı çıkardım. "Her zamanki şeyler.


Ne oldu, neredeydik." Televizyon karşısında oturan Tate'e bir
bakış attım. O da sorar gözlerle bana bakıyordu ve başımı sal
ladım. Sorun yoktu.
"Anlamıyorum." Chelsea de onun yanında, kanepede tor
top olmuş oturuyordu. "Neden aynı şeylerin üzerinden geçip
duruyorlar? Güvenlik kamerası kayıtları ya da şahit falan ol
ması gerekmez mi?"
Sorusuna cevap vermedim. Yavaşça köşedeki mutfak ala
nına yöneldim ve ellerimi soğuk suyun altına tuttum. Bir an
lığına, buz gibi suyun avuçlarımdaki hissi dışında her şeve
gözlerimi kapattım. Sorgu odası küçücüktü ve havalandırma,
asla yeterince soğuğa ayarlanmıyordu. Orada Ellingham ve
Dekkerla geçirdiğim iki saatten sonra kıyafetlerim yapış ya
pış ve ıslak gibi geliyor, vücuduma yapışmışlar gibi hissedi
yordum.
"Her kim yaptıysa bunu planlamıştı." AK'in sesini duyun
ca şaşkınlıkla arkama döndüm. Pencerenin yanında durmuş,
Elise'i bulduğumuzdan beri gözlerinde olan boş bakışlarla
okyanusu izliyordu. "Ön kapının kameraları var. O taraftan
gelmemeleri gerektiğini biliyorlardı, yoksa görüntülerde ola
caklardı."
"Ee, ne yani, önceden etrafı kolaçan mı etmişler?" diye sor
du Lamar.
Chelsea ona doğru kavıp iyice sarıldı. "Bu, bizi izledikleri
anlamına gelir. Tüm hafta. Bekleyerek." Hafifçe titredi.
"Belki de." AK durakladı. "Ya da belki de başından beri bi
liyorlardı."
"Ne demeve çalışıyorsun?" Tate ilk defa bir şeyler söyle
mişti. AK bize doğru döndü. "Bilmiyorum. Tek bildiğim, dün
gözaltında siz ikiniz hakkında sorulara cevap vererek üç saat
geçirdiğim. Ne kadar zamandır berabersiniz. Neler Yaparsınız.
Elise nasıl sizinle takılır. Sadece bunları bilmek istiyordu.
12!

"Çünkü o deli," deyiverdim.


"Öyle mi gerçekten?" diye sordu AK. "Ne yaptıklarını bilen
onlar. Tüm olay yerine baktılar, cesede otopsi yaptılar ve daha
bir sürü şey. Dışarıda katili arıyor olmaları gerekmez miydi?
Tabii gerçekten dışarıda olduğunu düşünselerdi."
"Neler oluyor?" Melanie'nin sesi koridordan gelmişti. Ote
lin bornozuna sarınmıştı ve koyu renk saçları iki tarafında ıs
lak halde sallanıyordu. Bakışları ikimiz arasında gidip geliyor
du. "Bir şey buldular mı?"
"Hayır tatlım." Chelsea başını salladı. "Bir şey yok."
"Sizin bilmek isteyeceğiniz bir şey yok," diye homurdandı
AK.
Araya girip Melanie've, "Nasıl hissediyorsun kendini?"
diye sordum. Omuzlarını silkti ve ağır adımlarla kanepeye yü
rüdü, ayaklarını bile zar zor kaldırıyor gibiydi.
"Okul başladı," dedi ve diğerlerinin karşısına oturdu. "Sen
ce ne zaman geri dönmemize izin verecekler?"
"Yakında, umarım." Ona umutlu bir şekilde gülümsemeye
çalıştım. "Matematik bile bundan iyidir."
Melanie bakışlarıma karşılık vermeden kumandaya doğru
uzandı ve haber kanallarından birini açtı.
Otelimizin tanıdık görüntüsü ekranı doldurdu; saçları pırıl
pırıl parlayan muhabir, aşağıdaki sokaktan canlı yayın yapı
yordu.
"M el," dedim çabucak. "Yapma. Bunları izlemememiz ge
rektiğini söylediler, biliyorsun."
"Görmek istiyorum," diye ısrar etti ve sesi açtı.
"...ve polis ekipleri henüz bir tutuklama yapmadı ancak
soruşturmayı yürüten Savcı Klaus Dekker üzerindeki baskılar
artıyor." Sarışın ve büyük gözlü muhabir, elindeki mikrofonu
sıkıca tutmuştu. Öğrenci gibi duruyordu; üzerine şık bir bluz
giymişti ve sanki boydan fotoğrafını çektirdiği sırada kanal
arayıp göreve çağırmış gibi görünüyordu.
130

"Adadaki ruh hali nasıl Katie?" diye sordu stüdyodaki


adam.
"Yerel halkla ve diğer turistlerle görüştüm, hepsi şoke ol
muş durumda." Katie endişeli bir bakış attı kameraya. "Ancak
bu ada, gece hayatıyla, gençlerin içki içerken ve çılgın partiler
de eğlenirken görüldüğü fotoğraflarla ünlü ve bu durum da
herkese, kurbanın ve arkadaşlarının nasıl hareketlerde bulun
duğunu düşündürüyor."
"Evet, bizler de öğrencilerin fotoğraflarını sosyal medya
profillerinde görüyoruz..."
"Evet, doğru. Ve kurbanın arkadaşları Anna Chevalier ve
Tate Dempsey'nin medyaya da yansıyan son fotoğrafları bir
takım suçlamaların ortaya çıkmasına neden oldu." Fotoğraf
ekranda belirdi. "Elise'in ölümünden sadece birkaç saat sonra
çekilen fotoğrafta, ikisi otel balkonunda sanki arkadaşlarının
vahşice öldürülmesi umurlarında değilmiş gibi, gülüşürken ve
şakalaşırken görünüyorlar."
Tate kumandayı Melanie'nin elinden kaptı ve televizyonu
kapattı. "Bu kadar yeter. Ailelerimizin neler söylediklerini bi
liyorsunuz, bunlar reyting almak için yapılan saçmalıklardan
başka bir şey değil."
"Tabii ki böyle söylersin," diye homurdandı yine AK.
Tate hızla ona döndü. "Benimle bir problemin mi var?"
diye sordu.
"Tate." Aralarına girmeye çalıştım. "Uzun bir gün oldu, ta
mam mı? Hepimiz yorgunuz ve..."
"Hayır, ben ciddiyim." Beni itip geçti ve AK'e doğru git
ti. "Çıkar ağzındaki baklayı. Söylemek istediğin bir şey varsa
söyle."
AK ona bakıp, "Tamam," dedi. Sesinde ciddi bir ton vardı.
"Neden bizimle dalış dersine gelmediniz?"
Tate bakakalmıştı. "Neden gelmediğimizi biliyorsun. Gece
den kalmaydık ve sadece dinlenmek istiyorduk."
131

"Hayır, geleceğinizi ve buna çok hevesli olduğunu söyle


m iştin," diye karşı çıktı AK. "Sonra Elise evde kalacağını söy
ledi ve sen de fikrini değiştirdin."
"Tate?" Kafam karışmıştı. "N eden bahsediyor?"
"H içbir şey," dedi Tate bana dönerek. "Kıçından uyduru
yor işte."
"İkim iz de evde kalmaya karar verdik," deyip aralarına gir
meye çalıştım. "Bir sebebi yoktu. Sadece baş başa zaman geçir
mek istedik."
"Bu yüzden mi Elise'i kontrol bile etmeye çalışm adın?"
diye çıkıştı AK. "Kendi derdine düşmüştün, öyle mi? O kan
kaybından ölürken sen bununla kırıştırıyordun."
"M esajlaştık!" diye bağırdım. "H epim iz onunla mesajlaş-
tık. Hem madem bu kadar endişelenm iştin neden onu sen
kontrol etm edin?"
"Erkendi." AK bakışlarını kaçırdı. "Sabah saatin... onu fa-
landı."
"Hatırlasana, kahvaltıya inmedi. Sen de gidip odasının ka
pısını çaldın." Mel'e dönerek ekledim.
Yüzü titriyordu. "Bunu bilm ediğim i mi sanıyorsun? Gide-
bilseydim kapıyı kırıp içeri girmez miydim, bir şeyler yapmaz
mıydım sanıyorsun?"
"H ey." Chelsea sakinleştirmek için ona yaklaştı. "Kesin
şunu, hepinize söylüyorum. Bu tartışmalar hiçbir şeyi değiştir
meyecek. Kimseyi suçlayamayız."
"Bunu söyleyip duruyorsun!" diye patladı AK. "Ama bu
nun doğru olmadığını biliyorsun. Hepimiz biliyoruz. Biz ora
da değildik."
"Ama biz oradaydık. Söylemeye çalıştığın bu m u?" Tate
ayağa fırladı ve ona yaklaştı. Fazlasıyla gerildiğini görebiliyor
dum, vücudu saldırmaya hazır bir pozisyondaydı.
"H erkes sakin olabilir mi lütfen?" diyerek âdeta yalvardım.
"Birbirim izin arkasını kollamalıyız."
132

"N eden?" diye karşı çıktı AK. "Çünkü seni kötü bir pozis
yona sokacak bir şey söylememizden mi endişe ediyorsun?"
"Çünkü gerçek bu!" Ağlamaklı sesim odada yankılanmıştı
ama sanki, odanın orta yerine çekilmiş bir çizgi gibiydi. Bir ta
rafta ben ve Tate, diğer tarafta AK ve diğerleri. Melanie, Lamar
ve Chelsea arada kalmışlardı ve hiçbir şey söylemiyorlardı.
Çatlayan sesimle, "Gerçekten bu işle bir bağlantımız oldu
ğunu mu düşünüyorsun?" diye sordum AK'ye. "Onu incittiği
mizi ve ona..." Nefes almaya çalıştım.
"Bilm iyorum ," dedi AK silik bir ses tonuyla. "Artık ne bok
düşüneceğimizi bilmiyorum."
"Çok sağ ol dostum." Tate'in sesi alaycılıkla örülüydü.
"Onu kastetmedi," dedim ama Tate arkasını dönmüş gidi
yordu. Dışarı çıktı ve çarpılan kapının sesi bir silah atışı gibi
süit odayı doldurdu.
Sessizlik.
"Peşinden git," dedim AK'ye. "Özür dile. Onun yumuşa
masını sağlayabilirsin. Hepimiz dağıldık, düzgün düşünemi
yoruz..."
"Ben düzgün düşünüyorum." Bana bakıyordu. "Her şevi
net bir şekilde görebilen tek kişi benim büyük ihtimalle."
Olduğum yerde titredim. Bana yönelttiği bakışları beni delip
geçiyor gibiydi, daha önce hiç görmediğim kadar sert bakıyor
du. AK içimizdeki playboydu, jokerimizdi, efsanevi bir seyyar
yemek arabasını bulmak için gecenin ikisinde arabayla Alston'a
gitmeyi öneren biriydi. Sinirlenmez, kimseye kin beslemezdi.
Ama o anda bana, hiç tanımadığım biri gibi bakıyordu.
"AK..." diye başladım ama ben devam edemeden kapı açıl
dı ve içeri, arkasında birkaç tane ebeveynle babam girdi.
"Sorun yok tatlım." Odayı geçip yanıma geldi ve bana sıkı
ca sarıldı. "Tüm bunlar çözülecek."
"Neler oluyor?" kelimelerim başını omzuna yasladığım
için boğuk çıkmıştı. Beni sıkıca tutuyordu ve titrediğim his

sedebiliyordum. Aniden içimde bir ürperti hissettim, kanım


damarlarımda donmuş gibi üşüyordum. "Baba?" Onu geri it
meye çalıştım. "Baba, neler oluyor?"
"Bay Chevalier, lütfen kenara çekilin."
Babam beni bırakınca, arkasında iki polis memuruyla
Dekker'ın içeri girdiğini gördüm. Yüzünde saf bir zafer ifadesi
vardı.
"Baba?" Sesimde bariz bir dehşet tınısı vardı.
"Sadece sakin ol," dedi bana. "Biz arabada olacağız, hemen
arkanızda."
Geri çekildim. "Ama neler oluyor?"
Dekker öne çıktı. "Anna Chevalier, sizi Elise VVarren'ın ci
nayetinden şüpheli olarak tutuklama em rimiz var."
Bir anda yer altımdan çekilir gibi oldu ve geriye sendele
dim ama Dekker sert bir hareketle beni tuttu ve ellerimi zorla
arkama çekti. Beni duvara dayadı. Bileklerime temas eden me
tal kelepçeleri hissederken babamın itiraz eden bağrışmalarını
duyuyordum.
"Hiçbir şey söylemek zorunda değilsin..."
Sesi giderek uzaklaştı. Dudaklarının hareket ettiğini, oda
daki panik ve kafa karışıklığını görebiliyordum ama Dekker
beni kapıya doğru sürüklerken her şey tekdüze bir gürültüye
dönüşüyordu. Kulaklarımdaki kan, diğer tüm sesleri bastı
racak şekilde gümbürdüyordu. Tek görebildiğim bu sahneye
ait anlık ufak görüntülerdi. Babamın panik olmuş ve güçsüz
görünen yüz ifadesi. Chelsea'nin LamarTn omzunda ağlama
sı. Ben asansöre sürüklenirken koridorda ağzı açık kalan oda
görevlisi. Lobideki beni işaret eden, gözleri fal taşı gibi açılmış,
telefonlarına davranmış turistler. Dışarıdaki, şimdiden camla
ra dayanmış flaşları patlatan haber kanalları.
Dekker beni dışarı çekelerken, tam bu karmaşanın ortasına
iterken patlayan parlak ışıklar kendime gelmemi sağladı. Her
yönden üstııme çullanan muhabirler vardı. Kasırganın ortasın
134

da, her yönden gelen bağrışlannın merkezindeydim. Kalaba


lık her zam ankinden on kat daha büyümüş gibiydi; yüzlerinde
acımasız ve sinsice ifadelerle hepsi kameralarını bana yaklaş
tırmaya çalışıyor, sorularını yöneltiyorlardı.
"Onu öldürdünüz mü?"
"K anıt nerede?"
"Dava açacak mısınız?"
"N eden bunu yaptınız?"
O sırada takıldım ve neredeyse düşüyordum. Ardından
yanı başımdaki Ellingham, polis arabasına binerken bana yak
laştı.
"Ben gelmeden tek kelime etme."
"Ama peki ya..."
Cevabım kalabalıktan yükselen yeni bir gürültüyle bölün
müştü. Tate, iki polis memurunun arasında, elleri kelepçeli bir
şekilde otelden çıkarılıyordu. Ailesi ve avukatı, panik olmuş
bir şekilde arkadan geliyorlardı.
"Tate!" diye seslendim, ellerimdekiler çekiştirerek. "Tate,
her şey yoluna girecek!"
Onu ileriye, bekleyen bir polis minibüsüne götürdüler.
Ama minibüsün içerisine sokulmadan önce bakışları kalabalık
içerisinde beni aradı.
"Tate!" Yeniden çaresizlikle bağırdım.
Bir anlığına bakışları benimkilerle buluştu; yüz ifadesinde
ki kızgınlık barizdi. Ardından diğer tarafa döndü.
135

CADILAR BAYRAMI
“Bu kadar fotoğraf yeter çocuklar!” AK elindeki
votka şişesini havaya kaldırmış, mutfakta gümbür gümbür ça
lan müziğin arasından bağırıyordu. Cadılar Bayramı akşamı
nın geç saatleriydi; Elise ve Tate arasında kalmış, Tate'in tele
fonu için poz veriyorduk. AK sabırsızlıkla öne atıldı ve içkisini
döktü. "Hadi bu gösteriyi yola taşıyalım!"
"Kimler AK'in araba kullanmaması için oy verir?" Chelsea
bir kahkaha patlattı; uzanıp AK'in elinden şişeyi kapıp bir yu
dum aldı. Minicik Prenses Leia bikinisinin altındaki koyu renk
teni simle parlıyordu ve uzun saçları örgü yapılıp daireler şek
linde başının etrafına tutturulmuştu.
"Sen neden bahsediyorsun?" AK, devrimci kostümüne ait
şapkasını yere attı. "Bir mezar kadar ayığım ben."
"Kötü benzetme, bugün ölüler günü," dedi Elise. Hâlâ ya
nımdaydı ve elinde, sahte kanla kapladığımız mutfak bıçağı
vardı. "Mezarlıklar parti merkezleri oldu, tüm ruhlar çıldırmış
durumda."
136

"Hadi ama, bu saçmalıklara inanmıyorsunuz, değil mi?"


Ona doğru döndüm. "Hayaletlere ve ruhlara ve tüm o saçma
lıklara?"
"Ah, lanet olsun!" Elise kıkırdadı. "Bu bir korku filmi olsay
dı, şu an bir zombi intikam planının hedefiydin kesin."
"Vuuuu!" Kollarımı aşağı yukarı sallayarak haykırdım.
"Bunu duydunuz mu şeytani ruhlar? Sizinle ve tam olarak va
roluşunuzla alay ediyorum. Gelin ve beni haklayın."
"Ve böylecee... Anna'nın arabayı kullanmaması için oyumu
kullanıyorum." Chelsea gülerek bizi izliyordu.
Lamar telefonundan başını kaldırdı. "Şimdi bizim eleman
larla konuştum, parti gürül gürül akıyormuş."
"O halde biz de yola koyulalım. Max!" Chelsea nefes bile
almadan bağırdı. Max, bir hayli tombik görünen bir cigaranm
son nefesini çekerek içeri girdi.
"Oğlum! Evde yapma şunu!" Chelsea cigarayı kapıverdi
elinden. "Bizimkiler çıldırsın mı istiyorsun yine?" Atmak üze
re çöpe yöneldi ama önce son bir fırt almayı da ihmal etmedi.
"Her neyse." Max, yüzündeki kaba zombi yaralarmın ar
kasından sırıttı. Ardından başını eğip üzerindeki kirletilmiş,
lekeli futbol üniformasına baktı. "Hey, şuraya biraz daha kan
alabilir miyim?"
Elise, Max'i daha fazla sahte kana bulamak üzere giderken,
boynuma dolanan kolları hissettim; yumuşak dudaklar boy
numun arkasına öpücükler bırakıyordu. Hafifçe titredim ve
kendimi Tate'in güvenli tutuşuna bıraktım.
Kulağıma doğru fısıldadı, "Bu kostümün içerisinde ne ka
dar seksi göründüğünü söylemiş miydim?"
Bir kahkaha patlattım. "Sadece bir milyon kez falan."
"Eh, öyle görünüyorsun ama." Dudaklarını yeniden boy
numa gömdü ama bu sefer oyunbaz bir tavırla yavaşça ısır
dı. Tutuşu sağlamlaştı, nefesi boynumda alev alev yanıyordu.
"Seni bu kostümün içinden çıkarmayı dört gözle bekliyorum."
137

Sözleri vücudumun yeniden heyecanla ürpermesini sağla


mıştı; bu seter yabancı bir tereddüt hissiyle keskindi ama ben
cevap vermeye fırsat bulamadan beni kendine çekti. Şimdi yüz
vüzevdik ve dudaklarıma bastırdığı dudakları sertti ve benim
kilerin üzerinde bir şeyler arıyor gibiydi. Odadaki diğerlerinin
gevezeliklerini duyabiliyordum; müzik yüksek sesliydi; otun
zayıf ve tatlı kokusu içeriyi doldurmuştu ama şimdi her şey
yavaşça uzaklaşıyordu. Beni ne zaman öpse olduğu gibi.
Bu beni hâlâ şaşırtan bir şeydi: Vücudumuzun birleştiği
yerde bambaşka bir alan, koca bir dünya yaratabiliyorduk. Sa
dece bize ait. Burada, apaydınlık mutfaktayken bile, her şey
çarşafların altında, baş başa olduğumuzda olduğu gibiydi. Tek
yapması gereken bana dokunmaktı ve anında o ele avuca sığ
maz özlemi hissediyor, nefessiz kalıyor ve beklemeye başlıyor
dum...
"Tamam çocuklar, herkes minibüse!" Chelsea'nin yüksek
sesle bağırması, kalbimin güm güm atışını yarıda kesmişti.
Tate geri çekildi, ikimiz de mahcup mahcup ama aklımızda
hınzır planlarla gülümsedik. "Andiamo!’" Chelsea ellerini çır
parak bizi kışkışladı. "Vamos!* *"'
Çantalanmızı ve montlarımızı aldık, evin önüne çıktık ve
Nevvportların minibüsüne doluştuk. Kostüm şapkalarından,
sahte kandan ve silahlardan oluşan tuhaf bir yumak olmuştuk.
"Size bu kostümler çok fiyakalı olacak demiştim," dedi nere
deyse üstümde oturan Elise. Minicik ponpon kız eteklerimiz
baldırlarımızın üzerine kadar kesilmişti; yüzlerimize sahte kan
sürmüştük ve azı dişlerimizden kan damlıyordu.
"Aynı kıyafetleri giyeceğinizi söylememiştin," diye şikâyet
etti Mel diğer taraftan.
* (İt.) Haydi gidelim! -yhn
** (lsp.) Hadi! -y h n
138

Elise'le birbirimize aynı bıkkınlık ifadesiyle baktık. Mel de


bunu gördü. "Ne? Söylemedin işte. Ben de aynısından alabi
lirdim."
"Sen harika görünüyorsun," Elise onu yatıştırmaya çalışı
yordu. "Bu kostümle her zaman harika görünürsün sen."
Mel, kedi kostümünün kuyruğunu yakaladı, kedi bıyıklan
titriyordu. "Yine de..."
Elise başını çeviriverdi ve bana baktı. "Eee..." Sesini bilerek
alçalttı. "Mutfakta pek sıkı fıkı olmuştunuz."
Ön koltuğa, Tate'in Max'in iPod'unu kurcaladığı tarafa ger
gin bir bakış attım. Müzik şimdiden bu sıkış tepiş araba için
fazlaca gürültülüydü.
"Sakin ol," dedi Elise sırıtarak, sesini alçak tutuyordu. "Bizi
duyamaz. Bu gece o gece mi?"
Omuzlarımı silktim, kızardığımı hissediyordum.
"Yaa, benim küçük kızım, kadın mı olacakmış!" Elise beni
kendine çekip kucakladı. İsteksizce savaştım.
"Yapma..."
"Sorun yok," dedi Elise beni rahatlatmaya çalışarak. "Sizin
kiler ararsa idare ederim."
"Aramazlar." Verdiğim hızlı cevap Chelsea tarafından bo
ğuldu gitti.
"Elise, benim için çaldığın şarkı neydi? Şu dizide çalan şar
kı..."
Grup didişip atışırken ben kollarımı kavuşturdum, pence
reden boş ve karanlık otobanı izlemeye başladım. Biliyordum;
böyle bir şeyi planlamak, bu kadar gergin olmak çok klişe bir
durumdu ama bu benim ilk seferim olacaktı. Elisele katıldığı
mız tüm o çılgın partilerde, bir erkekle yaptığım en fazla şey,
neredeyse her şeydi; karanlık bir odada ateşli parmaklar, ağ
zımda tanıdık olmadığım bir tat Tatele takılıyorduk, doğruy
du ama ben geri duruyor, bekliyordum ve o en büyük adımı
atmaya hazır olup olmadığımı bilmiyordum.
139

Konu fiziksel meseleler değildi; onu istediğimi biliyordum.


Onu istemekle kafayı bozmuştum. Sorun buydu. Hayatım
da gözümü hiç bu kadar karartmamış, kendimi hiç bu kadar
kontrol edilemez hissetmemiştim. Bunu saklıyordum, ondan,
Elise'den ve herkesten. Ama bazen, bünyemde dönüp dolaşan
şehvetten ötürü uyuyamıyordum. Geceleri yatakta gözlerim
açık duruyor, birlikte yaşadıklarımızı tekrar tekrar gözümün
önüne getiriyordum: gözlerindeki koyu yoğunluğu, kalçasını
benimkine bilerek yaslamasını, şaşkınlıkla gelen zevkten solu
ğumuzun kesilmesini. Bir arzu dalgasıyla sarılmış halde yatı
yor, basitçe evet desem beraberinde neler olabileceğini hayal
ediyordum: ağızlar ve parmaklar ve vücudumun yanıp tutuş
tuğu, hiç bilmediğim bir dilde yalvardığı ve o son hamle.
Açıkçası korktuğum şey bunu yapacak olmak değil, birine
kendimi tamamen teslim edecek olmaktı. Çekilecek çizgiler ve
tutunacak sınırlar olduğu sürece, beni tüketecekmiş gibi görü
nen bu isteğe karşı güvendeymişim gibi yapabilirdim. Şimdi
ayrıydım, hâlâ tek başımaydım.
Ama sonrasında... O zaman ne olacaktı? Bana o kadar sahip
olduktan, istediği şeyi yapabileceği kadar sahip olduktan son
ra ne olacaktı? Ben de ona sahip olduğumda. Bu kadarı yeterli
olacak mıydı?
"Sana baskı yapmak istemiyorum," dedi bana, çıplak göğsü
hızlı nefeslerle inip kalkıyordu. Geçen hafta onun yatağmday-
dık, haftalardır dönüp dolaşıp geldiğimiz yerdeydik: neredey
se çıplaktık, neredeyse yapmak üzereydik ve neredeyse dura
mayacağımız kadar ileri gitmiştik.
Neredeyse.
Nefesleri yavaşladı. "Neden hâlâ hazır olmadığını anla
mıyorum." Tate toparlanıp dirseğinin üzerine yaslandı; bana
140

doğru eğilmişti ve bir eli nazikçe yanağımı okşuyordu. "Seni


sevdiğimi biliyorsun."
Başımla onayladım.
"Ve sen de beni seviyorsun." Sırıttı ve eli aşağıya, önce boy
numa ve oradan da göğüslerime doğru kaydı. Midemin dört
döndüğünü hissedebiliyordum. Sebebi yüzündeki zafer ifade
si olduğu kadar, ellerinin tenim üzerinde yarattığı heyecandı.
Aşkım bir ödüldü onun için, başarıydı.
Yeniden başımı salladım.
"O zaman daha neyi bekliyoruz?" Tate başını göğsüme
gömdü ve ellerinin çizdiği yolu dudaklarıyla takip etti. Diğer
eliyle de, beni nefes nefese bırakacak bir ritimle bacaklarımın
arasını okşuyordu. "Seni tanımak istiyorum," dedi başını kal
dırıp bakışlarıma karşılık vererek. Orada samimi, umutlu ve
güven verici hislerden başka hiçbir şey yoktu. "Tamamıyla."
Tamamıyla.
Ben minibüs camından dışarıdaki dünyanın bulanıklaşma
sını izlerken ve bu kelime kafamda fırıl fini dönerken, diğerleri
gülüşmeye ve şakalaşmaya devam ediyordu. Paylaşmadığımız
hiçbir şeyin kalmaması, onun her şeyiyle ve benim her şeyimle
teslim olmamız.
Bunu istiyordum ama aynı zamanda bu düşünce irkilmeme
neden oluyordu. Kendimi sonuna kadar teslim ettiğim sadece
tek bir kişi vardı. Elise. Kulağa tuhaf ve hatta yanlış geliyor
olsa da, birden bu konudan korkmamın sebebinin, Tatele ya
tarsam bana Elise'in asla sahip olamayacağı bir şekilde sahip
olacağını düşünmem mi olduğunu merak ettim.
Birden kamımın üstünde bir titreşim hissettim: telefonum
mesaj geldiği için titremişti. Tate'ti.
Seni seviyorum.
Dikiz aynasında bakışlarıyla buluştum. Gülümsedi; bu
gülümseme, yalnızca bana gösterdiği özel bir gülümsemeydi.
141

Daha sakin ve neredeyse hüzünlü.


Ben de ona gülüm sedim .
Ben de seni seviyorum.
Parti, Providence'm eteklerindeki eski bir itfaiye istasyonun-
daydı; otobanda Boston'dan bir saatlik mesafeydi. Ürkütücü
bir lanetli eve dönüştürülm üştü: Her köşeden örüm cek ağla
rı sarkıyor, kabak fenerlerinden ışıklar yansıyor ve yükselip
geceye karışan çığlıklar yankılanıyordu. Zombilerden, kurta-
damlardan, süper kahram anlardan ve klasik fingirdek liseli
kız kostümlü kaotik bir kalabalık park yerine kadar taşmıştı.
"D isney bingo!" diye haykırdı AK sevinçle, itfaiye binasına
ilerlerken. "K endim e bir Ariel bulacağım ,!"
Karanlık itfaiye istasyonunda saatlerce eğlendik; bizim ki
ler yanım da bir görünüyor, ardından ortadan kayboluyorlar
dı, sahildeki gelgiti izlemek gibi bir şeydi. Çok sevdiğiniz bir
müzik çalmaya başladığında, kalabalık yoğun ve affedici oldu
ğunda yapacağınız gibi kendilerini öne atmalarını izliyordum.
Bu, bedenden çıkarak yaşadığınız o deneyim ler gibiydi; derin
baslardan, hareketten ve sıcak, terli bedenlerden başka hiçbir
şey olm uyordu. Ama ben kendimi ritme bırakam ıyordum ; bu
gece, aklım da bu kadar çok şey varken olmuyordu. Ben de
kalabalığa karışıp onları izlemeye başladım. Işıklar arasında
gecenin pırıl pırıl parladığını görebiliyordum: AK, sarhoş bir
Kırm ızı Başlıklı Kız'a sulanıyordu; Chelsea, Lam ar'ın kollarına
göm ülm üştü; M elanie bizi göremediği için endişeyle etrafa ba
km ıyordu; Ta te, etraftaki kızların hayran hayran bakışm aların
dan habersiz gibiydi. Ve Elise. Elise gözlerini kapamış, başını
geriye atmış, kollarını havaya kaldırmıştı.
H içbir zam an benim gibi kendini bırakamama sorunu ya
şam azdı; kendini bir ritme, bir gülüşe ya da yabancı bir ço
cuğun kollarına öylece bırakıverir, o an geçtiğinde ve geride
142

soluk şafağın ışığı, tüm o eski güvensizlikler kaldığında neler


olduğunu sorgulamazdı. Ben de bunu deniyordum ama zih
nim, şimdi ve burada yaşananla, bundan sonra yaşanabilecek
ler arasında gidip geliyordu sürekli. Sonuçlar ve pişmanlık ve
diğer olası durumlar... Her açıdan her senaryoyu düşünmeye
çalışıyor, hangi yolu seçersem seçeyim bir şeyleri kaybedece
ğimi biliyordum.
Çabucak -gerçekten çok çabucak, sanırım- saat üç olmuş
tu. Müzik cızırdayarak sustu ve parti bitti. Neon ışıklar yavaş
yavaş sönüyordu. Aniden ürkütücü iskeletler ve sökülmüş iç
organlar, ucuz birer numaraya dönüşmüş, briket duvarlarda
hüzünlü bir şekilde sarkıyordu. Kırık şişelerden ve kostüm
lerimizden oluşan bir yığın öylece darmadağınık bırakılmıştı.
Diğerleri bu değişimi fark etmemiş gibi görünüyordu. Hâlâ
sarhoştular, kahkahalar atıyorlardı, yüzleri dans etmekten
ve kaçamak ilişkilerden dolayı al al olmuştu. Kalabalık dışarı
döküldü ve ön kaldırımda sigaralar içilirken ve flört edilirken
parti sonrası planları yapılmaya başladı.
Gece daha yeni başlıyordu.
Park yerine doğru giderken Elise koluma girdi. "Gergin mi
sin?" diye sordu. Omuzlarımı silkince, "Bu evet anlamına geli
yor," deyip sırıttı. "Endişelenme, bir anda geçip gidecek. Tate
bana kendini çok kontrol edebilen biri gibi gelmiyor."
"Ne kadar kontrollü olduğunu bilsen şaşırırdın," devince
başını arkaya atıp bir kahkaha patlattı.
"Sanırım onu küçümseyip duruyorum." Ellerimizi, oyun
parkındaki çocuklar gibi öne arkaya sallıyordu ama bir son
raki söylediği insanı ayıltan cinstendi. "Biliyorsun, öğrenmek
zorunda değilsin."
"Öğrenmek istiyorum. Ben sadece..." Durdum ve grupta
kilerin biraz ilerlemesini bekledim; etrafımızda karanlıktan ve
araba farlarının ışıklarından başka hiçbir şey yoktu.
"Sen bunu nasıl yapıyorsun?" diye sordum.
143

"Bunu bir şemayla açıklamak için biraz geç kaldık sanırım/'


dedi Elise dalga geçerek ama ben kafamı salladım.
"Hayır o değil. Demek istediğim... Sen her zaman burada
sın, şimdide ve ben yapamıyorum... Kendi zihnimden senin
yaptığın gibi uzaklaşamıyorum."
Elise başını hafifçe yana eğdi ve yeniden bana baktı, bu se
fer ciddiydi. "Çok kolay," dedi. "Benim bakış açımdan gelecek
diye bir şey yok. Aslında hiçbir şey yok, şimdi dışında." Etrafı
na, parti binasına, dağılan kalabalığa bakındı; arabaya dayan
mış bir çift yiyişiyordu, çocuğun elleri Kırmızı Başlıklı Kız'ın
gittikçe daha mahrem yerlerine ulaşırken korsan şapkası aşaği
düşüyordu. "Görüyor musun? Sahip olduğumuz tek şey bu.
Asla önemi olmayacak şeylere kafayı takamazsm. Ziyan ettiğin
onca zaman... Tam olarak burada olmalısın." İşaretparmağmı
göğsüme, üniformamın V şeklindeki yakasınm tam ortasına
bastırdı. "Tam olarak şimdi."
"İyi de nasıl?" Çaresizce omuzlarımı silktim. "Beynim ko
şarak uzaklaşabileceğim bir şey değil ki."
"İşte." Elise bana bir adım daha yaklaştı ve ponpon kız kos
tümünün cebinden bir şey çıkardı. Küçük, plastik bir keseydi;
içinde iki minik beyaz hap vardı. Avucunu bana doğru uzattı.
Tereddüt ettim. "Annemin ilaçları," dedi. "Reçeteli, saçma
sapan şeyler değil ama seni sakinleştirirler. Birkaç kadeh şarap
gibi ama... daha yumuşağı."
"Sen de içiyor musun bunlardan?" diye sordum kaşlarımı
çatarak. Daha önce bana bunlardan hiç bahsetmemişti; hiç gör
memiştim.
Elise omuzlarım silkti, biraz çekingen davranıyordu. "Çok
sık değil. Bazen. Bunlarla... böyle hissetmekle baş edemediğim
zamanlarda."
"Sen iyi misin?" diye sordum, birden utanmıştım. "Bili
yorum, bu aralar sürekli Tatele ve bu meseleyle uğraşıyorum
ama..."
144

"Hey, bu senin için önemli bir konu. Ben iyiyim." Beni ken
dine çekip sıkıca sarıldı. "Gerçekten iyiyim."
Bir anlığına kollarının arasındaki güvenli yerde kaldım
ve burnuma parfümünün, şampuanının hafif baharatlı koku
su geldi. Ardından geri çekildi ve küçük keseyi elime koydu.
"Seni sakinleştirir. Güven bana," dedi ciddi bir bakışla, "sakin
leşmek isteyeceksin."
Bir dakika için daha durdum, ne yaptığımın acı verecek ka
dar farkındaydım. Tüm gece beynim zonklayıp durmuş, şimdi
kaçınılmaz gibi görünen plana ve geri adım atıp atamayaca
ğım fikrine takılı kalmıştı. Ne hissettiğimi ve ne istediğimi bili
yordum. Tek istediğim her zaman Tate olmuştu. Ama yine de
o sınırda donup kalmış gibiydim, bekliyordum. Ne için bekle
diğimi bile bilmiyordum. Belki de binlerinin beni cesaretlen
dirmesini, bunun doğru karar olduğunu söylemesini. Düşüş.
Onun olmak. Beni tüketmesine izin vermek.
Belki de cesaret almam gereken şey buydu.
Keseyi aldım ve cebime attım.
Bizi Tate'in, ağır demir kapıların ardındaki evine bıraktılar.
Anne ve babası bir yardım gecesi için YVashington'daydılar ve
ev tamamen bize aitti.
"Haber verdiler," dedi Tate sıntarak, kapıyı açtıktan sonra
çabucak güvenlik kodunu girdi. "Pazartesiye kadar dönmeye
cekler."
"Gecenin üçünde parmak uçlarımda sıvışmama gerek yok
yani?" İçeri girerken onu takip ettim.
Bir kahkaha atıp, küçük bir öpücük için beni kendine doğru
çekti. "Hayır. Hatta senin için yatağa kahvaltı bile getirebili
rim."
"Yatakta soğuk mısır gevreği diyorsun?" Ben de onu öp
tüm ve dokunuşu bir uyuşturucu gibi beni sakinleştirdi. Ama
145

o çoktan geri çekilm işti ve beni holden geçirip odasına giden


geniş m erdivenlere götürüyordu.
Koridorda beni durdurdu. "Bir dakika," dedi heyecanla.
"Burada bekle."
O dasına girip ortadan kayboldu ve beni, şık kırm ızı halı
nın üzerinde gergin bir şekilde beklem eye bıraktı. Kalbim deli
gibi atıyor, sırada neyin olduğunu biliyordu. N eredeyse bunu
planlam am ış olm ayı diliyordum . Ellerinin, dudaklarının ve
sıcak teninin nefessiz tutuşuna kapıldığım herhangi bir gece
birden "şim di" diye fısıldayabilirdim . Bu yaptığım ız çok kasti,
yavaş ve insanı kendine getiren bir şeydi.
Keseyi eteğim in cebim den çıkardım ve bir anlığına düşün
düm am a ben daha yapm aya fırsat bulam adan Tate seslendi.
"H azırım ." Yatak odasının kapısından bana bakıyordu ve ça
bucak elim deki hapları cebim e soktum , derin bir nefes aldım
ve içeri girdim .
Oda bam başka bir havaya bürünm üştü. M asasındaki ve şö
m inenin üstündeki spor ödülleri ve yelken m alzem eleri gitmiş,
yerini karanlıkta san sarı parlayan m inik m um lar almıştı. İlk
randevularım ızdan birinden hatırladığım yavaş bir şarkı çalı
yordu ve yeni yapılm ış yatağının üstünde kırm ızı bir gül bile
vardı.
"N e düşünüyorsun?" Elimi tuttu; neredeyse o da gergin
görünüyordu. "Bu iyi mi? Bunun senin için m ükem m el olm a
sını istedim ."
Bir anda korkum kaybolup gitti. Sebebi tüm bu hazırlıklar,
film lerde gördüğüm üz bu klişe sahne değildi. Sebebi, yüzün
deki umutlu ve gerçek görünen sam imi ifadeydi. Bu tam da
Tate'e yakışır bir hareketti: her şeyin m ükem mel olm ası için
elinden geleni yapm ak. Her zam an iyi çocuk olm aya çalışırdı
ama benim bunlara, m um lara ve m üziğe ihtiyacım yoktu adlın
da. Tüm bunları bana verm ek istemesi bile yeterliydi.
Mi

Benim için her zaman en doğrusunu yapacaktı. Beni hiç yü


züstü bırakm ayacaktı.
"H arik a/' dedim, damarlarımda dolanan kanın bile şarkı
lar söylediğini hissederken. Arzu, aşk ve tanıdık olmadığım bir
kıvılcım damarlarım da dolanıyor gibiydi. Bu kadar beklemek
yetmişti. Bunu istiyordum.
Öpm ek ve her şeyimi vermek için ona uzandım.

BEKLEME
Lamar, kefalet duruşmasını kaybettikten sonra
ki hafta beni ziyarete geldi. Ziyaretçi odasında görüştük; ara
mızda çiziklerle dolu akrilik cam vardı ve hüzünlü bir çocuk
oyunundaymışçasına birbirimizle telefon aracılığıyla konuşu
yorduk.
"N asılsın?" dedi yüzünden bariz okunan bir endişeyle.
Günlerdir yıkanmamış saçlarım ve üzerimdeki turuncu tulu
mun içindeyken ona nasıl göründüğümü bilmiyordum. Ona
gerçeği, günün her dakikasında içimde yankılanan dayanıl
maz perişanlık hissini söylemeyecektim; bu yüzden çabalama
dım bile.
"Sanırım iyiyim." Buraya gelmesine sevinmiştim ancak
aynı zamanda şaşkındım da. Chelsea'nin ve hatta Mel'in gel
mesini beklerdim. Ama Lamar her zaman katı, yolunda sessiz
ce ve yanlışa izin vermeden yürüyen biri olmuştu.
"Sakın bana sizi bahçede koşturduklarını, futbol topu dik
tirdiklerini ya da ona benzer bir şeyler yaptırdıklarını söyle-
141

me." Rahat konuşuyormuş gibi görünmeye çalışıyordu, sanki


bir kahve dükkânında ya da okulun ön bahçesindeymişiz gibi.
Başımızda, her hareketimizi izleyen silahlı gardiyanlar yok
muş gibi.
Zayıf bir şekilde gülümsemeyi başardım. "Hayır, sadece
oturup duruyoruz işte, bekliyoruz."
"Bizde de durum aynı," dedi şakayla ama vücudu plastik
sandalyede gerginlikten iki büklüm olmuştu. "Annem çoktan,
zamanımı daha verimli kullanmam için bir şeyler yapmamı
söylemeye başladı. Bir proje."
'"Yaz Tatilinde Neler Yaptım' konulu bir yazı yazmak gibi
mi?" dedim espriyle ama sözlerimin içi bomboştu. "Üniversite
planlarını bir yıl ertelemelisin bence. Şimdi öldürücü bir baş
vuru mektubu yazabilirsin."
"Aynen," dedi Lamar. "Öldürücü."
Kelime bir anlığına havada asılı kaldı. Midem allak bullak
olmuştu. "Benim demek istediğim..."
"Biliyorum. Sorun değil." Başını çevirdi, koyu renk gözleri
uzun odayı süzüyordu. İki ziyaretçi daha vardı: iri yarı dövme
li bir adam telefona mırıldayarak bir şeyler söylüyordu ve ileri
de de bir grup küçük çocuk, anneleri benim tarafımda hüngür
hüngür ağlarken büyükannelerinin üzerine tırmanıyorlar ve
avuçlarını camın üzerine bastırıyorlardı. Bu sahne çok depresif
ve umutsuzdu; her şeyimle burası dışında bir yerde olabilmeyi
diledim.
Sessizce, "Teşekkürler," dedim, sesim çatlamasın diye bü
yük çaba gösteriyordum. "Geldiğin için. Gelmek zorunda ol
madığını biliyorum ve sen gelen tek kişisin."
Lamar gözlerini kaçırdı. "Diğerleri de gelmek istediler,"
dedi çabucak, "ama ailelerimizin nasıl olduklannı biliyorsun.
Ve hapishanedeyken..."
"Biliyorum."
149

"Ama sana selamlarını gönderdiler. Hepimiz senin için dua


ediyoruz."
Başımı salladım. Belki de doğruydu. Ona inanmak isti
yordum ama burada geçirdiğim yirmi iki uzun, boş günde
arkadaşlarımı, neden gelmediklerini düşünmek için bol bol
zamanım olmuştu. Mektup bile yollamamış ya da aramışlardı,
oysaki babamın onlara ziyaretçi saatlerini ve telefon ayrıcalık
larımı söylediğinden emindim. Bunun için onlara kızgındım
ve kırılmıştım ama ne zaman içimde ihanet hisleri uyansa
düşünmeden edemiyordum: Roller değişseydi, ben onlardan
farklı davranır mıydım?
Lamar bu sefer bana daha yakından baktı. "Sen iyi misin?
Yani, bana söylerdin değil mi eğer ki onlar... diğer kızlarla
aranda bir sorun olsaydı."
"Evet, gerçekten iyiyim." dedim ona. "Kız arkadaşında yatı
ya kalmak gibi değil ama filmlerde falan gördüklerimiz gibi de
değil. Gardiyanlar gözlerini benden ayırmıyorlar. Gündemde
olduğum için falan herhalde." Buruk bir şekilde gülümsedim.
"Çoğu zaman diğer kızlar beni kendi halime bırakıyorlar."
"İyi." Lamar'm koyu renk gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve
manalı görünüyorlardı. "Her şey yoluna girecek," dedi ve avu
cunu cama yasladı. "Sadece biraz dayan."
Gülümsemem ve şakayla karışık bir şeyler söylemem ge
rektiğini biliyordum ama gerçek şu ki, yargıç kararını verdi
ğinden beri sersem gibiydim. Buz gibi ve kopuk sözleri kafam
da yankılanıp duruyordu.
Kaçması muhtemel ve vahşi bir suç için yüksek bir cezayla yar
gılanıyor...
Babam, avukatın temyiz için başvurduğunu söyleyerek
beni rahatlatmaya çalışmıştı ama mahkeme salonundan beri
içimde bir şeyler kopmuş gibiydi. Gardiyanın Tate'i salıverme
sini şoke olmuş bir halde izlemiştim. Kelepçeler bileklerinden
çıkmıştı ve ben arka kapıdan gizlice dışarıya iteklenirken, o
ISO

ailesiyle sıkı sıkı, güvenle kucaklaşmıştı. Ben onlardan uzak


taydım.
Hapishaneye dönüş, kırmızı ve şişmiş gözlerimin ardından
gördüğüm bulanık görüntülerden ibaretti. Beni tamamen so
yup üzerimi aradıklarında kılımı bile kıpırdatmamıştım; beyaz
fayanslı odada, orta yaşlı bir kadın bakışlarımdan kaçınarak
ellerini üzerimde gezdirirken uyuşmuş bir halde durmuştum.
Ne bulmayı umuyordu bilmiyordum. Sanki kalabalık mahke
me odasında, gözlerini benden ayırmayan gardiyanların önün
de sutyenimin içine bir şeyler sokuşturmayı başarabilirmişim
gibi. Haplar, jilet. Ne olacağını düşünemiyordum ama burada
yalnız dört haftadır kalıyordum. Benimle aynı kanatta kalan
kadınların bazıları yıllardır buradaydılar.
Yıllardır.
Bunun düşüncesi bile çok fazlaydı: doğruca güneşe bak
mak ve her şeyi katıksız panikle lekelemek gibiydi. Bu yüz
den düşünmüyordum. Ne zaman bu konu aklıma girse, başka
tarafa dönüp babamın ve avukatın söylediklerini düşünmeye
çalıyordum. Bu büyük bir hataydı. Bu cadı avından farksızdı
ve aklını sıyıran bir savcı vardı. Yakında suçlamalar düşecekti
ve eve gidecektik. Geceleri küçük ve sıcak hücremde yatıyor,
bu kelimeleri defalarca tekrarlıyor ve onlara, sert ve daracık
yatakta bir güvenlik battaniyesiymişçesine sarınmaya çalışı
yordum. Ama yine de, gecenin uzun karanlığında, diğerlerinin
nefes alıp verişleri ve kendi ezici korkumla sarmalandığımda
şüphe tohumlarının ortaya çıkmasını engelleyemiyordum.
Ya yanılıyorlarsa ne olacaktı?
"Sadece moralini yüksek tut," dedi Lamar, sanki gizli kor
kum yüzümde yazıyormuş gibi. "Tüm bunlar yakında bite
cek."
Derin bir nefes aldım. "Onu gördün mü?"
Lamar'ın kimden bahsettiğimi sormasına gea'k yoktu. Ba
şıyla onayladı. "Kefalet duruşmasından sonra onu görmc\e
151

gittik. Sahilin uzak bir köşesinde, kocaman kapılı bir evde ka


lıyorlar."
"N asıl peki?" Sesim titremişti. "Bir şey dedi mi? Benim hak
kımda bir şey sordu m u?"
Lamar rahatsız olmuş gibiydi. "Orada çok uzun kalmadık.
Konuşmak istemiyordu pek. Panik atak nöbetleri geçiriyor
m uş," diye ekledi. "H apishanede onu birkaç bağımlının yanı
na koymuşlar. Bayağı kafayı yem iş."
Tuttuğum nefesi yavaşça verdim. "O zaman benim hakkım
da bir şey dem edi."
Lamar başını salladı. "Ü zgünüm ."
Üzgün olması gereken o değildi. Bir anda içimde korkum
kadar keskin ve en az onun kadar ölümcül bir öfke dalga
sı yükseldi. "Sorun değil." Yutkunarak bastırmaya çalıştım.
"Em inim gelebilseydi gelirdi. Büyük ihtimalle avukatlar onu
uzak tutmaya çalışıyorlardır ve ailesi..." Zorla gülümsedim.
"Dediğin gibi, yakında buradan çıkacağım ve Boston'a döne
ceğim ve her şey yoluna girecek."
Lamar sandalyesinde kıpırdandı. "Sana söylemek istedi
ğim bir şey var." Durakladı, sesi yoğun ve isteksizdi. "Biz... eve
dönüyoruz." Öylece bakakalmıştım. "Polisler, artık bize ihti
yaçları olmadığını söylediler," dedi kekeleyerek. "Hem okul
da başlıyor ve ailelerim iz..."
"Hayır, anlıyorum ." Göğsümde büyüyen ağrıyı bastırma
ya çalıştım. "Doğru, tabii ki. Burada kalıp bütün gün sahilde
oturacak haliniz yok." Yüzümde yeniden sahte bir gülümseme
belirdi. "N e zaman gidiyorsunuz?"
"Yarın."
"Ah."
"Ama arayabilirim, yazabilirim ya da öyle bir şey işte." Ar
dından hemen ekledi, "Tüm bunlar çözülene kadar yani."
"Doğru, tabii."
Söyledikleri yavaş yavaş otururken bir sessizlik oldu. Ev.
152

Bu kelime daha önce hiç böyle duygular uyandırmamıştı içim


de. Kampa gittiğim yaz, ev özlemi çekmemiştim ya da evdey
ken, diğer çocukların hissettiği gibi güvende hissetmemiştim
kendimi. Benim için ev, yaşadığımız bir yerden ibaretti. Anne
ve babamın seçtiği, dekore ettiği ve ihtiyacımız olmayan ama
artık zengin olduğumuza göre sahip olmamız gereken özel
likler ve yenilikler için sonu gelmez tadilatların yapıldığı bir
yerdi. Oda içi ses sistemi. Yerden ısıtma. Evin arkasından pınl
pırıl parlayacak yeni ışıklandırma sistemi. İkisi de evdeyken
çekilmez bir hal alıyordu: kapalı kapılar ve girmem hoş karşı
lanmayacak odalar. Ama geçtiğimiz yıl iyice beter bir duruma
gelmişti. Canlandırmayı başaramadığım sessiz bir şato gibiy
di, her odada o yeni ses sistemiyle açtığım müziğe rağmen.
Tüm zamanımı Elise'in evinde geçirmeye başlamıştım; hatta
Tate'in anne babasının onaylamayan bakışları bile kendi evi
min, sessizliğin yankılandığı koridorlardan iyiydi. Ama şimdi
o evi görmek ve beni etkisi altına aldığını bile fark etmediğim
tatsız anılara kavuşmak için can atıyordum.
Yarın bir uçak havalanacaktı ve ben o uçakta olmayacaktım.
"Bana bir iyilik yapar mısın?" dedim, duvardaki saate ba
karak. Zamanımız neredeyse dolmak üzereydi. "Ona benim
için göz kulak ol. Demek istediğim, siz konuşabiliyorsunuz ve
ben... ben sadece onun nasıl olduğunu bilmek istiyorum."
Lamar'm ifadesinden bir şeyler görünür gibi oldu. Bir an
durdu ve ardından yaklaştı. "Emin misin?"
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ne hakkında?"
"Tate."
Lamar yeniden durakladı; ağzından çıkacak kelimeleri tart
tığını görebiliyordum. "Tüm gün onunla miydin?"
"Evet," diye bastırdım. "Milyonlarca kez söylediğimiz
gibi..."
"Onu biliyorum. Ama onu korumak için her şevi yapabilece
ğini de biliyorum." Lamar'm gözleri dikkatle bana bakıyordu.
153

Hiçbir şey demedim ve bu yeterli olmuş olacaktı ki derin


bir nefes aldı. "Anna..."
"Yapma." Onu durdurdum, etrafa bakınıyordum. "İyi ola
cağız. Tüm bunlar yakında bitecek."
"Emin misin?" Lamar gergin bir biçimde parmaklarını vu
ruyordu. "Çünkü Tate'in Elise'le olan hallerini düşünüyordum
da. Ben her zaman merak etmişimdir..." Durdu ve tedirginlikle
titredim.
"N e?"
"Hiçbir şey." Başını çevirdi. "Sadece dikkatli ol, hepsi bu.
Ailesi varlıklı; onu eve geri götürmek için ellerinden gelen her
şeyi yapacaklardır."
"Ve bu iyi bir şey," dedim ziyaret saatinin sona erdiğini be
lirten zil sesiyle birlikte. "Çok iyi avukatlarımız var," deyiver
dim. "Zamana karşı yarışıyorlar. Her şey yoluna girecek."
Bir gardiyanın sıkkın sesi bizi böldü. "Herkes dışarı!"
Lamar sandalyesinden kalktı. "Kendine dikkat et," dedi ya
vaşça ve elini cama koydu. Ben de elinin karşısına benimkini
koydum. Birbirlerine değmeseler de günlerdir kurduğum, bir
insanla temasa en yakın şeydi.
"Edeceğim. İyi olacağım, söz veriyorum."
Sesim tereddütlüydü ama o çoktan gitmişti.
İM

İLK GECE
“Bu Niklas.” Elise onu, ödülünü sergileyen bir
sunucu gibi takdim etti. "Babası neredeyse tüm adanın sahibi."
Gecenin ikisinde, serin havada bann önünde duruyorduk
ve müzik, biz tozlu sokakta bir araya gelirken giderek daha
uzak ve boğuk geliyordu. Niklas, Elise'in gözlerini ayırmadığı
VIP koltuklardaki çocuklardan biriydi. Sarı saçlan havalı bir
şekilde mavi gözlerinin önüne düşüyordu; jilet gibi bir yakalı
tişört, kot pantolon giymişti ve bileğinde pahalı bir saat vardı.
Gümüş renkli çakmağıyla Elise için bir sigara yakarken, bize
başıyla bir selam verdi.
"Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordu Chelsea, esniyordu.
"Ben yoruldum."
Mel dengesini sağlayabilmek için ona tutundu, birine ma
saj yaparken diğer ayağı üstünde durmaya çalışıyordu. "Hadi,
eve gidelim."
"Bebeğim," Elise'in sesinde az da olsa alaycı bir tını var
dı, "saat daha çok erken." Bir yandan da fingirdek bir tavırla

Niklas'a gülümsüyordu. "N e dersin, parti sonrası eğlence için


bildiğin iyi bir yer var m ı?"
Niklas omuzlarını silkti. "N e aradığınıza bağlı. Size göste
rebileceğim ..."
"Gösterebileceğinden em inim ." Elise bir kahkaha attı ve
ona daha da yaklaştı. Uzun bir fırt çekip sigara dumanını üf
ledi. Niklas'm kulağına bir şeyler fısıldayınca çocuk sırıtmaya
başladı; uzanıp Elise'in parmakları arasındaki sigarayı aldı ve
derin bir fırt çekti. Elise'in belindeki diğer eli de yavaş yavaş
kalçasının üst kıvrımına doğru iniyordu.
Fazlaca hızlı ilerleyen bir şeydi ama şaşırmamıştım. Elise,
tavlamayı sanat haline getirmiş biriydi. Üniversiteli çocuklarla
barlara ve kulüplere gitmeye başladığım ızdan beri bu güce ka
vuşmuş gibiydi; aslına bakılırsa ikimiz de kavuşmuştuk. Lise,
tutucu kurallardan ve standartlardan ibaret bir dünyaydı; bu
rada itibarın, ateşli ve kaçam ak bir öpücükten daha önemliy
di. Kırdığın her küçük pot takip edilir ve bulunurdu. Ama o
duvarlar dışmdayken... Kuralların dışarıda daha farklı oldu
ğunu keşfetmiştik. Daha iyi olduğunu. Bir çocukla, kulübün
arka tarafında nefes nefese öpüşebilir ve ardından, adını bile
bilm eden, yürüyüp gidebilirdim. Ya da Elise'in yaptığı gibi
daha fazlasını da yapabilirdin. Ne istersek yapabilirdik. Kural
lar yoktu, yargılayan bakışlar ya da pazartesi kulağına gelecek
olan fısıldaşm alar yoktu. Bu sadece biz, içimizde hissettiğimiz
çekim ve kan dolaşımımızdaki ürperti ile ilgiliydi.
Arzu.
Elise miskin bir gülümsemeyle bana baktı. Niklas, onun yarı
çıplak sırtında parmağıyla daireler çiziyordu. Gülümsedim.
Mel şüpheli gözlerle Niklas'a bakıyordu ama ben anlıyordum;
her isimsiz çocuğu, gece geç saatlerde hissedilen dokunuşları.
Eğer yanımda Tate olmasaydı ben de aynısını yapardım. Hem
neden yapmayacaktık ki? İstiyor, alıyor ve sahip oluyorduk.
Bu kadar basitti.
156

Erkekler, arkamızdan sendeleyerek kulüpten çıktılar.


Max'in gözleri şimdiden kapanıyordu ve kıpkırmızı olmuştu.
AK'in yanağında, parlak pembe renkte bir ruj izi vardı. Gül
düm ve silmek için ona uzandım.
“Ne diyebilirim ki?" dedi sırıtarak. "Karşı konulamıyo-
rum."
"Kesinlikle öyle," dedim ve onun koluna girdim. "Ya da se
bebi, o saçıp durduğun beleş içkilerdir belki."
"Bir erkek elindekini nasıl kullanacağını bilmeli."
Sokaktan aşağı, sahil evine doğru yürümeye başladık. Ben
yavaşça ilerleyip çocukların arasına karıştım ama Elise ve Nik-
las geride kaldılar.
"Çocuklar, sonra görüşürüz," dedi Elise, Niklas kolunu
onun omzuna dolamıştı. Durduk.
"Gidiyor musun?" Mel'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
"Ama Elise..."
"Nik bana adanın etrafında bir tur attıracak," Elise imalı bir
şekilde sırıttı. "Mükemmel bir Tayland restoranı biliyormuş.
Sonra görüşürüz!"
Ben sallamak için elimi kaldırdığım sırada Tate lafa girdi.
"Ben de bir şeyler yiyebilirim aslında." Onay almak ister gibi
bize döndü. "Çocuklar?"
"Evvet." Lamar başıyla onayladı. Max de bir şeyler geveli
yordu.
Elise bezgin bir ifadeyle bana baktı ama omuzlarımı silk
tim. "Ben de biraz acıktım gibi," dedim sesimde özür dileyen
bir tınıyla.
"Peki," dedi Elise içini çekerek. "Grup gezisi. Yaşasın."
Hep birlikte hâlâ ışıklarla dolu ve canlı olan kasaba mer
kezine doğru yürüdük. Barların önünde kaldırımlara taşan
turistler vardı; önünden geçtiğimiz her yerden pop müzik ve
işe yaramaz reggae müzikleri duyuluyordu. Her yerde bir kut
lama havası vardı ve her ne kadar yorgun olsak da bunu biz de
15?
hissetm iştik: Lam ar tanıdık bir şarkı duyunca Chelsea'yle dans
etm eye başladı, Mel ve Elise de, Niklas'ın bahsettiği restora
na gidene kadar şarkı söyledi. Restoran, harabe bir kulübeden
ibaretti am a etrafa yayılan inanılmaz bir zencefil ve acılı fasul
ye kokusu vardı ve önündeki bankların hepsi yerel halktan in
sanlarla doluydu.
Karidesli erişte ve noodle söyledikten sonra Mel, "Ee, neler
le uğraşıyorsun?" diye sordu Niklas'a.
"U ğraşm ak?" Küstah bir ifadeyle sırıttı Niklas.
"Yani, okula gidiyor m usun?" diye ısrar etti Mel. "Bir işin
var m ı?"
"M el!" diye çıkıştı Elise.
"N e? Sadece soruyorum ."
Niklas omuzlarını silkti. "Babam ın sahip olduğu birçok iş
letm e var." Amerikan aksanmın yanında hareketli bir Flemenk
tınısı da vardı. "Em lakçilik, ithalat-ihracat. Ben de bazen yar
dımcı oluyorum ona."
Elise güldü. "İtiraf et," dedi alayla, "tüm gün plajda otu
ruyorsun ve akşamları da partiden partiye koşuyorsun, değil
m i?"
Niklas bir anlığına ona baktı, gözlerinde soğuk bir bakış
vardı. Ardından dudaklarında bir sırıtma belirdi. "Yakaladın
beni," dedi. "Ama bunun nesi kötü ki?"
"Kesinlikle hiçbir şeyi dostum ," deyiverdi AK arkadan ke
lim eleri yayarak. "Tam olarak lanet bir cennette yaşıyorsun."
"Peki ya siz?" diye sordu Niklas, beni ve Elise'i de dahil
etm ek için bize dönmüştü. "Siz nelerle uğraşırsınız? Okula mı
gidiyorsunuz? Ödev mi yapıyorsunuz?" Sesinde eğlendiğini
belli eden bir şeyler vardı. "Sizler cici kızlar mısınız?"
"Sence?" Elise işveli bir sırıtmayla ona baktı.
"Bence siz beladan hoşlanıyorsunuz." Niklas ona doğru
uzanıp işaretparm ağm ı yüzüne koydu, oradan boynuna ve
köprücük kem iğine gitti. Elise kıpırdamamıştı bile. "Sözler,
ısa

sözler," dedi yine cilveli bir şekilde. Gözlerindeki bakış Öylesi


ne mahremdi ki başka tarafa bakmak zorunda kaldım.
Yemeklerimizi strafor kutularda ve plastik torbalarda alıp pla
ja yürümeye başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp parmaklarımı
serin kumlara soktum ve dalgaların uzaktan gelen ritmik se
sini dinlemeye başladım. Başımdaki zonklama şimdi uykulu
bir memnuniyete dönüşmüştü ve esneyerek Tate'e sokuldum.
Solumuzdaki deniz, mürekkep karası bir gölgeydi ve otellerin,
sahil evlerinin ışıkları tek sıra halinde koyun etrafında dizil
mişti.
"Ondan hoşlanmadım."
Tate'in sesi beni içinde bulunduğum rehavetten çekip çıkar
dı. Bir an için durdum, ardından geri dönüp Niklas ile Elise'in
karanlık bir gölge gibi loş ışıkta ayırt edilemediği tarafa bak
tım. "Bana iyi biri gibi geldi. Elise'ten hoşlanıyor."
"Puştun teki," dedi Tate sertçe.
Güldüm. "Belki de. Ama bu onun tipi, değil mi?"
Tate cevap vermedi ama incecik tişörtünün altında vücu
dunun gerildiğini hissedebiliyordum. "Bunu yapmaya devam
edem ez," dedi en sonunda.
"N eyi?"
"Yabancı çocukları toplamayı." Tate konunun kapanmasına
izin vermiyordu. "Güvenli değil bu."
"Hadi ama," İçimi çektim. "Bunu her zaman yapıyor."
"Evet," Yatışmış gibi durmuyordu. "Bizim oralardayken,
yanında bizden biri varken bile yeterince kötü. Ama bu çok ap
talca. Onunla öylece çekip gidecekti. Çocuk tehlikeli olabilir."
"Tabii, çok belalı bir tip." Bir kahkaha attım. "Hadi Tate.
Sana söylediğim gibi, Elise kendi başının çaresine bakabilir. Ve
tek başına gittiği falan da yok," diye ekledim. "Hepimi/ eve
dönüyoruz."
159

Tate kuma bir tekme attı. "Sanırım öyle."


İyice ona sokuldum ve elimi pantolonunun arka cebine
soktum. Parmaklarım soğuk ve metalik bir şeye sürtündü. "Bu
ne?" Tutup çıkardım. "Kolyem!"
"Ah, evet, çantamda buldum," dedi Tate. "Dediğin gibi."
Gülümsedim ve bir öpücük vermek için ona yaslandım.
"Teşekkürler bebeğim."
Önümüzde bir kahkaha duyuldu. Gözleri gerginlikle o ta
rata kaydı. Niklas.
İç çektim. "Ona bu kadar göz kulak olman güzel bir şey,"
dedim. "Ama Elise'in de bir bildiği vardır, bunu biliyorsun."
"Yine de ondan hoşlanmadım." Tate'in sesi hâlâ huysuz çı
kıyordu.
"Biliyorum. Ve puşt olduğu ortaya çıkarsa siz de onun kı
çına tekmeyi basarsınız. Koridorun sonunda olacaklar zaten,"
diye yatıştırmaya çalıştım onu. "Bu akşam orada kötü bir şey
olmayacak."
ISO

ŞİMDİ
Görüyorsunuz işte. Çok barizdi. Büyük ihtimal
le nasıl bunu göremeyecek kadar kör olduğumu merak edi
yorsunuz.
Çünkü kördüm.
Öyle derli toplu bir şekilde önüme serilmiş bir durum yok
tu tabii. Onları seviyordum. Onlara güvenmiştim. Bir an olsun
aklımın ucundan geçmemişti. Neden geçsindi ki? Mutluyduk,
hepimiz öyleydik. Biz bir aileydik. Şimdi bile, yaşadığımız tüm
anıları tekrar gözden geçiriyor ve yalanlannın ardındaki ger
çeği görmeye çalışıyordum. Yine de hiçbir şey bulamıyordum.
Bunu yapmaları için hiçbir sebep yoktu; canımı yakan, alev
alev yanan ve acıtan, günlerimi hastalıklı bir kafa karışıklığıyla
ve gecelerimi sonu gelmez sorularla dolduran buydu. Sahip ol
duğumuz her şeyi paramparça etmeleri, hiçbir anlamı yokmuş
gibi binlerce parçaya bölmeleri için hiçbir lanet sebep yoktu.
Onlar için hiçbir anlamım yokmuş gibi.
Belki de farklı olabilirdi; bir anlığına Elise'in onu gerçekten
ISI

sev d iğ in i d ü şü n sem bu n u anlayabilird im . T ate'le kavga ed iyor


o lsay d ık , m u tsu z ve sıkkın olsayd ık. B ana bunu nasıl yapabil
d ik lerin i açık lay acak bir şey, herhan g i bir şey. B ize bunu nasıl
y ap ab ild ik lerin i.
A m a Tate? O tek kelim e etm em işti. Ve Elise de sebeplerini
m ezara g ötü rm ü ştü . Bu yü zd en hiçb ir cevabım yoktu. Sanırım
h içb ir zam an öğrenem eyecektim .
162

KANIT:
CEP TELEFONU MESAJLARI KAYDI
ELISE VVARREN, TELEFON NUMARASI 212-555-0173
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.17
Yumurta ister misin?
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.22
Hey, uykucu. Kaldır kıçını!
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.25
Geliyor musun? 10 dakikaya çıkacağız.
KİMDEN: CHELSEA
ZAMAN: 9.30
dün gece ağır takıldın, gel dalalım.
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.45
Tanrım, seni de hiçbir şey uyandırmıyor. Biz de
gitmiyoruz, bizimle plajda buluş.
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.50
Çıldırdın mı? Cevap versene!
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.55
Peki. Eve döndüğümüzde görüşürüz.

KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 11.22
kafeye geldik, kırmızı havluya bakın.
KİMDEN: TATE
ZAMAN: 11.10
kaçmaya çalışıyorum, evde görüşürüz.
KİMDEN: CHELSEA
ZAMAN: 13.47
<ekli görsel> BALIKLAR!
KİMDEN: NIKLAS
ZAMAN: 16.12
bu akşam takılmak ister misin?
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 18.32
sanırım dışarı çıktın, bir şeyler yemek istersen ara.
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 19.51
dönüyoruz, bir şey mi yaptım? konuş benimle.
KİMDEN: AK
ZAMAN: 20.19
hey sürtük, neredesin?!
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 20.19
bu hiç komik değil, endişelendik, neredesin?

5 2. GÜN
Kahvaltıdan kaldırılıp götürülünce önemli bir
şey olduğunu anlam ıştım . Rutin, bir taşın üzerine yontul
m uş gibiydi, her gün aynıydı. Mahkeme tarihi olm adığı sü
rece ziyaretçiler öğleden sonraya kadar beklem eliydi. İstisna
yapılm ıyordu. Bu yüzden sorgu odasına götürülüp de orada
E llingham 'ı ve küçücük odada oradan oraya dönen babam ı gö
rünce korkuyla titredim.
"N e old u ?" Çabucak, ona dokunmamın yasak olduğunu
unutarak babam a doğru yöneldim. Gardiyana bakarak hem en
geri çekildi.
D urdum . "Ö zü r dilerim ," diye m ırıldandım yenilm iş bir
ses tonuyla.
"Soru n d eğil," Babam yorgun bir gülüm sem eyle karşılık
verdi am a gülüm sem esi gözlerine ulaşamam ıştı.
"O tu rsan iyi olur," dedi Ellingham bana.
İçim deki korkunun anbean büyüdüğünü hissederek dedi
ğini yaptım . "N e? Ne oldu?"
165

"Bir tür... gelişme oldu."


Ellingham, küçük masasının karşısındaki sandalyelerden
birine oturdu. "Bay Dempsey'den bir telefon aldım. Tate'e ya
pılan tüm suçlamaları geri çekiyorlar."
Söylediklerini sindirm ek için bir an bekledim. Kalbim du
rur gibi oldu. "Biliyordum !" Ayağa fırladım. "Juan'ı buldular
mı? Polis memuru onu aradıklarını söylem işti." Bir cevap bek
lemeden bir şeyler geveleyip duruyordum. "H er şeyin yoluna
gireceğini biliyordum ."
Rahatlam a tom urcuklanıp göğsüme yayılırken boğazımda
bir hıçkırığın oluştuğunu hissedebiliyordum. Keskin ve güç-
lüydü; onu kucaklam amak için kollarımı kavuşturmak zorun
da kaldım.
"H ayır, m esele bu değil." Ellingham boğazını temizledi ve
sevincim kursağımda kaldı.
"Ama dediniz ki..." Sesim şaşkınlıkla titriyordu. "Suçlam a
ları çektiler. Bu eve gidebileceğim anlamına gelmiyor m u?"
Onaylam aları için bakışlarım ikisinin arasında gidip geli
yordu ama babam gözlerini kaçırdı.
"Soruşturm anın Tatele olan kısmını bitirdiler," dedi El
lingham gönülsüz bir şekilde. "Bu öğleden sonra uçağa binip
adadan ayrılacak. Ama senin cinayet suçlaman hâlâ geçerli.
Önüm üzdeki aylarda beklendiği gibi mahkemeye çıkacaksın."
Sersem lem iş bir halde sert plastik sandalyeye geri çöktüm.
"Anlam ıyorum ," diye fısıldadım. "N e oldu ki?"
Babam nihayet konuştu. "Tate savcıyla bir anlaşma yapmış.
Senin cinayet anında başka yerde olduğunla ilgili yalan söyle
diğini iddia etm iş." Yüzündeki hayal kırıklığı ifadesi bile tek
başına kalbimin paramparça olmasına yetmişti.
"Açıklayabilirim !" dedim feryatla. "Bunu benden o istedi;
eve geri döndüğünü öğrenirlerse ondan şüpheleneceklerini
söyledi. Asla yalan söylemek istemem iştim."
"Ama neden bana en başından doğruyu söylemedin?" Ba-
16i

bam, soran gözlerle bana bakıyordu. "Bir şeyler yapabilirdik,


bir yolunu bulabilirdik..."
"Bilm iyorum ," dedim çaresizce. "Bizim için kötü olacağını,
yanlış bir şey yaptığımızı düşüneceklerini söyledi."
"Öyle düşünüyorlar." Ellingham'ın ses tonu duygusuzdu.
Durdum ve düşünmeye çalıştım. Tate anlatmıştı. Tüm bu
süre boyunca birbirimizi korumamız konusunda ısrar ettikten
sonra arkasını dönmüş ve...
"Neden ona karşı yapılan suçlamalan geri çektiler?" diye
sordum yavaşça. "Onun Elisele birlikte evde olduğunu öğren-
dilerse, bu onu şüpheli yapmadı mı?"
Ellingham yeniden boğazını temizledi. Rahatsız olmuş gibi
görünüyordu; sanki bu floresan aydınlatmalı minik odadan
başka herhangi bir yerde olmayı diliyormuş gibiydi. Ardından
hatırladım: o Bay Dempsey için çalışıyordu. Onun burada bu
lunma sebebi asla ben olmamıştım.
"Araştırmacılarımız evin yakınlarındaki bir marketin gü
venlik kamerası görüntülerine ulaştılar," dedi sertçe. "Görün
tüler Elise'in o gün öğleden sonra, saat 3 civarlarında dışarı
çıktığını gösteriyor."
Anlamıyordum. Yardım ister gibi babama döndüm.
"Bu zaman dilimi uyuşmuyor," dedi babam yavaşça. "Tate
eve döndükten sonra hâlâ hayattaydı. Onun iddiası, yeni ölüm
zamanı nedeniyle tutuyor."
Başımı salladım. "Ama ben neden hâlâ buradayım?" diye
sordum. "Yalan söylememin tek nedeni onu korumak iste-
memdi. Eğer onun masum olduğu kanıtlandıvsa..."
"Onun iddiası tutuyor ama seninki tutmuyor," dedi Elling
ham bana. "Tate, seninle plajdayken biraz uyukladığını söyle
di. Ama uyandığında sen yokmuşsun. Bu en azından kırk da
kikalık bir zamana tekabül ediyor, belki de daha fazla. Bu, eve
gidip dönmek için bol bol vakit demek."
167

"Ama ben oradaydım." Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Yalva


ran gözlerle yeniden babama baktım. "Suyun kenarındaydım,
sahil boyunca biraz yürüdüm. Tüm o zaman boyunca oracık
taydım."
"Tate seni görmediğini söyledi."
Ellingham'ın sesinde itiraz edilebilecek bir ton yoktu, tama
men gerçekleri söylüyor gibiydi. "Bu kadarı Dekker'ın, senin
Elise'i öldürmek için gerekli imkânlara sahip olduğunu iddia
etmesi için yeterli. Hem ikisinin ilişkisinden dolayı bir sebebi
nin de olduğunu söyleyecektir."
168

ŞİMDİ
Görüyorsunuz, değil mi? Küçük bir bilginin olay
ların seyrini bu kadar değiştirmesi ne kadar da kolay. Her şey
nasıl da yerine oturdu.
İhanet.

SONRASI
Yavaşça sandalyemi masadan geriye ittim. San
dalyenin bacaklan fayans zeminde gıcırdayarak kaydı.
"Siz neyden bahsediyorsunuz?" dedim yavaşça.
"Elise ve Tate." Ellingham dikkatle beni izliyordu. "Bir iliş
kileri vardı. Takılıyorlardı, sizin deyiminizle."
"Hayır." Başımı salladım. "Yalan söylüyorsunuz." Etrafa
bakındım. "Dekker bizi izliyor. Tuzağa düşmemi bekliyor. Bu
bir oyun."
"Seni öyle olmadığına dair temin ederim."
"Tate bugün polise anlatmış," dedi babam sakince. "İddia
ları kanıtlanınca."
"Hayır." Âdeta fısıldamıştım.
"Görünüşe göre birkaç aydır beraberlermiş," diye devam
etti Ellingham, sanki sözlerinin beni nasıl paramparça ettiğini
fark etmiyor gibiydi. Belki de fark ediyordu ama umurunda
değildi. "Tate'in söylediğine göre ocak ayından beri."
"Hayır!" Çığlığım odayı boydan boya gezdi. "Yalan söy-
170

İliyorsun! Öyle bir şey asla..." Kesik kesik nefes aldım. "Elise
böyle bir şey yapmazdı!"
Uzun bir sessizlikten sonra Ellingham ayağa kalktı. "Git
meliyim," dedi ve hızlıca evrak çantasına uzandı. "Size bunla
rı... düşünmek için zaman vereyim."
"Ama beni daha sonra arayacaksınız, değil mi?" Babam da
ayaklanmıştı ve endişeli gözlerle ona bakıyordu. "Şimdi Tate
olaydan çekildiğine göre savunma stratejimiz hakkında yeni
den konuşmamız gerek."
"Tabii ki," Ellingham'ın gülümsemesi bomboş ve profesyo
neldi. "Numaram sizde var." Hızlıca dışan çıktı ve gardiyan
ardından yavaşça kapıyı kapattı. Babamla yalnız kalmıştık.
"Bilmiyordum." Sesim çatlamıştı. "Yemin ederim, bilmi
yordum."
"Sana inanıyorum tatlım." Babam uzandı ve elimi tuttu.
Gardiyan başım çevirdi ve tam o anda, durumumun ne kadar
umutsuz olduğunu fark ettim. Masanın karşısından uzatılan
el, şu anda sahip olduğum tek umuttu. "İyi olacağız, söz veri
yorum."
"Ama nasıl?" Ellingham'ın söylediklerinin tüm yükü üzeri
me gelmeye başlamıştı ve zar zor nefes alabiliyordum. Küçük
odada etrafa bakındım; dışarıda beni burada, sonsuza kadar
kapalı tutmak için hazır olan metal parmaklıklardan, güvenlik
kapılarından ve silahlı gardiyanlardan başka bir şey olmadığı
nı biliyordum. Panik belirmişti ve artık onu kemiklerimde bile
hissedebiliyordum. İnanamaz bir halde, "Sadece ben kaldım,"
diye fısıldadım.
"Hayır tatlım." Babam elimi sıkıca tuttu ama başımı salla
dım. Haftalardır içimde tuttuğum gözyaşlan ve içinde boğula-
bileceğim kadar derin olan kederim gün yüzüne çıktı.
"Beni bıraktı." Kelimelerimde ve kendi hüzünlü hıçkırıkla
rımda boğuldum. "İkisi de beni burada yalnız bıraktı."
Başımı masaya koydum ve ağladım.
171

DURUŞMA
"Bilmiyordunuz yani?”
Dekker'ın alaycı ve hor gören sorusu odayı çınlattı.
Derin bir nefes aldım ve mahkeme salonunda gözlerim
Tate'i aradı ama burada değildi. "Hayır."
"Kurban, sizin erkek arkadaşınızla aylardır bir ilişki sür
dürüyordu, sizin burnunuzun dibinde ve siz de mahkemeye,
bu konuya dair hiçbir bilginiz olmadığım mı söylüyorsunuz?"
Dekker salondakilere döndü, yüzünde bariz bir inanmazlık
ifadesi vardı.
Sakin olmaya çalışıyordum. Avukatımın sıkça hatırlattı
ğı gibi jüri yoktu ve bu yüzden DekkerTn göz dolduran per
formansının da bir önemi yoktu. Burada önemi olan tek kişi,
kaderimi dikkatle yapılmış manikürlü ellerinde tutan kişi, iki
metre yanımdaki ana masada oturan Yargıç von Koppel'dı. Ce
vaplarımı doğruca ona veriyor ve yüz ifademi nötr, sesimi de
kararlı tutmaya çalışıyordum.
"Hayır. Hiçbir bilgim yoktu. Ta ki sizle bir anlaşma yapıp
itiraf edene kadar."
172

Dekker hızla araya girdi. "Lütfen kayıtlara geçsin, sanığın


iddia ettiği gibi bir anlaşma yoktu. Bay Dempsey, hakkındaki
suçlamaların düşmesi için bazı bilgileri paylaştı, hepsi bu."
"Üzgünüm," dedim. "Benim hatam." Hata değildi. Avu
katım bundan bahsetmemi istemişti, hatta Dekker'ın peşin
hükümlü, yoldan çıkmış ya da basitçe beceriksiz görünmesini
sağlayacak her şeyi söylememi istemişti. Dekker kızgın bir ba
kışla gözlerini bana dikmişti ama sakin kalmaya çalıştım. Bana
tekrar tekrar söyledikleri gibi elimden geldiğince çok sayı yap
malıydım. Küçük bir oyun gibi önemsiz görünüyor olabilirdi
ama burada ipin ucunda olan hayatimdi. Onu birazcık bile it
meyi başarırsam belki de bu büyük bir fark yaratabilirdi.
"Ayrıca, lütfen 'itiraf etti' kelimelerinde itiraz ettiğim ka
yıtlara geçsin," diye devam etti Dekker bana bakarak. "Bay
Dempsey, daha önceden verdiği ifadesindeki bir takım tutar
sızlıkları ortadan kaldırdı."
"Kayıtlara geçti." Yargıç von Koppel sıkılmış gibiydi. Bu
nun iyi mi yoksa kötü bir şey mi olduğunu kestiremiyordum.
"Şimdi, Bayan Chevalier," Dekker yeniden bana döndü, ka
rarlılığı eskisinden de yeni gibiydi. "Kıskanç biri olduğunuzu
söyleyebilir misiniz?"
"Hayır,"
"Kurbanla ya da Bay Dempsey'yle olan ilişkilerinizde sa-
hiplenici değil miydiniz?"
Yeniden sakince ve kendime hakim olarak, "Hayır," dedim.
Ellerimi kucağımda birleştirmiştim ve ayaklanmı bileklerim
den çaprazlayarak oturmuştum. Nasıl oturacağım, nasıl konu
şacağım ve hatta suyumdan nasıl yudum alacağım konusunda
saatlerce yönlendirilmiştim.
"Birazcık bile mi?" Dekker kazmaya devam ediyordu. "Her
şey bir yana, gençlerin ilişkileri oldukça stresli olabiliyor. Duy
gular ve yeni heyecanlar seli."
173

Gözlerimi ayırmadan ona bakıyordum. "Pek öyle sayılmaz.


Bir hayli basitti aslında."
"Basit..." Dekker masasına gitti ve üstündeki birkaç kâğıdı
karıştırdı. "Peki ya ekim ayının on beşinde yaşanan hadise?"
"Üzgünüm..." Durakladım. "Ne olduğunu bilmiyorum."
Avukatıma baktım ama o da omuzlarını silkti.
"O halde izin verin de hafızanızı tazeleyeyim." Dekker gü
lümsedi. "Geçtiğimiz yıl, kasım ayının on beşi. Smıf arkadaşla
rınızdan Lindsay Shaw ile bir münakaşaya giriştiniz."
Lindsay, kraliçe sürtüğün ta kendisi. Midem altüst oldu. Bu
işin sonu iyi bir yere gitmiyordu.
"İşte, okuldan alınmış olay raporu," Dekker devam etti, "ve
Bayan Shaw'ın yeminli ifadesi." Kâğıtları yargıca uzattıktan
sonra bana döndü. "Bayan Shaw kendisini beden dersi sırasın
da ittirdiğinizi ve Bay Dempsey ile flört etmekle suçladığınızı
belirtmiş."
Bu kadar memnun görünmesinin sebebi bu muydu? Ba
şımı salladım. "Gerçekte olanlar bunlar değil. Önemli bir şey
değildi."
"Önemli değil miydi? Kendisini fiziksel olarak tehdit et
tiğinizi ve Bay Dempsey'den uzak durması için uyardığınızı
söylüyor." Dekker devam etti, "Birkaç görgü tanığı da elinizde
hokey sopasıyla ona vahşi bir şekilde çıkıştığınızı onayladı."
"Öyle bir şey değildi," diye itiraz ettim. "Saha hokeyi oy
nuyorduk; rakip takımlardaydık. Ona hamle yaptım ve o da
yere düştü."
"Yere mi düştü?" Dekker7ın sesi fark edilir derecede yük
selmişti. "Bayan Shavv acile kaldırıldı. Yanağındaki yaraya altı
dikiş atıldı."
Avukatımın suratındaki ifadeyi görebiliyordum. "Bir ka
zaydı," diye ısrar ettim, benim de sesim yükseliyordu. "Ve
kıskançlık yapmamıştım. Okul başladığından beri üzerime
174

geliyordu. İstediğinize sorabilirsiniz, asıl zorbalık yapan ken-


disiydi."
"Yani bunu hak etmiş miydi?"
"Söylemek istediğim bu değildi." Sakin olmaya çalışıyor
dum ama Dekker bana nefes bile aldırmıyordu.
"O halde gerçekte olan neydi? Size zorbalık yaptığını söy
lediniz."
"Evet, ama..."
"Erkek arkadaşınızla flört etti." Lafımı bitirmeme bile izin
vermemişti. "Sizinle herkesin içinde alay etti ve siz de daya
fazla dayanamadınız. Ona saldırdınız..."
"İtiraz ediyorum!" Avukatım ayağa fırladı. "Konuyla ala
kası nedir? Bu, neredeyse bir yıl önce, okulda meydana gelen
bir tartışma..."
"Zanlının baskı altında nasıl bir ruh halinde olduğunu sap
tamaya çalışıyorum," dedi Dekker. "Ve de vahşice çıkışma hu
yunu."
Yargıç von Koppel duraksadı. "Reddedildi. Devam edin."
Dekker bana doğru yaklaştı; ancak tam ben kendimi hokey
olayıyla ilgili daha fazla soruyla yüzleşmeye hazırlamışken
bana sinsi bir şekilde gülümsedi. "O halde Bayan Shav/a sal
dırmanızı bir kenara bırakalım ve kurban hakkında konuşa
lım. Birçok şahitten duyduğumuz üzere arkadaşlığınız olağan
dışı bir yakınlıktaymış."
Durdum, kendimi toparlamaya çalışıyordum. Dengemi
bozmaya çalışıyordu, bunu görebiliyordum: Lindsay olayıyla
beni kışkırtmıştı, böylece Elise hakkında konuşurken kızgın ve
usanmış görünecektim. Ama bu numarayı yememekte karar
lıydım. Derin bir nefes aldım ve cevap vermeden önce iyice
sakinleştiğimden emin olmaya çalıştım. "Biz arkadaştık. Bu
olağandışı değil."
"Ancak Bayan VVarren'm diğer arkadaşlarını da dışlayarak
tüm zamanınızı birlikte geçiriyordunuz."
175

"Bu kendisinin seçim iydi." Om uzlarımı silktim. "Kendisi


benim le takılm ayı tercih etti."
"Birlikte yaptığınız şey bu muydu: takılm ak?" Dekker'ın
yüzünde yine o kendini beğenm iş ifade belirm işti; bu ifade içi
min titrem esine neden oluyordu. "Anlatın bize."
Yeniden avukatıma baktım. "Ben... anlam adım ."
"Birlikte neler yaptınız?" diye sordu Dekker. "Zamanınızı
nasıl geçirdiniz?"
"H er zam anki şeyler," dedim dikkatlice. "Alışverişe, kafele-
re giderdik, birlikte takılm ak için, okuldan sonra..."
"Barlara giderdik dem ek istedin," diye ekledi Dekker. "İçki
içmeye dışarı çıkardınız. Ve sizden daha büyük erkeklerle üni
versite partilerine giderdiniz."
"Evet," diye itiraf ettim, "am a sadece biz yoktuk. Tüm yıl
boyunca bir grubum uz vardı. Chelsea, Max ve AK..."
"Evet ama siz Bayan VVarrenla yalnız olmayı tercih ederdi
niz, değil m i?" Dekker bakışlarım a o kendini bilm iş bakışlarla
karşılık verdi.
Ben de bakışlarına karşılık verdim; oynadığı oyunu anla
maya çalışıyordum . "H ayır, yani biz yakındık ama herkesle
birlikte olm aktan hoşlanıyordum ."
Dekker dönüp yine masasındaki kâğıtları karıştırmaya gi
rişti. "İfadelerinde, hem M elanie Chang hem de Chelsea Day,
ve birkaç arkadaşınız daha, sıklıkla birbirinizin evlerinde yatı
ya kaldığınızı belirtm iş.
"Evet," dedim yavaşça.
"Peki, nerede yattınız?" diye sordu.
Gözlerim i kırpıştırdım . "Anlayamadım?"
"Bayan VVarren'ın evinde yatıya kaldığınızda?" Dekker'ın
yüz ifadesi olabildiğine ciddiydi, gören de her zamanki ucuz
imalı sorularını değil de çok önemli yasal bir konuda soru yö
nelttiğini düşünürdü. "M isafir odasında yatmadınız, değil mi?
Her zaman aynı odada yatıyordunuz. Hatta aynı yatakta."
I7B

Bakışlarım avukatıma kaydı.


"İtiraz ediyorum!" İtaatkar bir şekilde ayağa fırladı. "Bu ke
sinlikle konuyla alakasız."
"Evet, Dedektif Dekker." Yargıç von Koppel altın rengi
gözlük çerçevesinin ardından doğruca ona bakıyordu, dudak
larını büzmüştü. "Buna katılmak zorundayım. Oldukça alaka
sız görünüyor."
"Özür dilerim." Dekker yalakaca gülümsedi. "Tek yapma
ya çalıştığım gerekçeyi saptamaya çalışmaktı. Eğer ki Bayan
Chevalier'nin kurban ile cinsel bir ilişkisi varsa bu rahatlıkla
ihanetine ve kızgınlığına ve keşfettiği..."
"Evet, evet." Yargıç geçiştirdi onu. "Anlıyorum. Devam et
menize izin vereceğim ancak lafı dolandırmayın."
"Tabii ki." Dekker bana döndü; yüzünde sanki bu turu
kazanmış gibi bir gülümseme vardı. "Peki, Bayan Chevalier,
şöyle sorayım: Bayan VVarren ile olan ilişkinizde cinsellik söz
konusu muydu?"
Öylece, donmuş bir ifadeyle kalakaldım. "Hayır."
"Hiç m i?" diye ısrar etti. "Ama gördüğümüz bu fotoğ
raflar..." Tıklayınca ekranda fotoğraflar göründü: Cadılar
Bayramı'ndan, geçtiğimiz seneden Elisele fotoğrafı arımız.
Kollarımızı birbirimize dolamıştık, kucaklaşıyorduk, sevecen
ve yakın görünüyorduk. Birinde de üzerimizde bikiniler vardı
ve Elise'in eli korumacı bir tavırla çıplak göbeğime dolanmış
ken omzumu öpüyordu. Bir diğerinde Elise'in koltuğunda bir
battaniyeyle birlikte oturuyorduk, üzerimizde minicik şortlar
ve kısa bluzlar vardı, ellerimiz kollarımız birbirlerine dolan
mıştı. Dekker bana döndü. "Bunların sadece platonik fotoğraf
lar olduğunu mu söylüyorsunuz?"
"Evet," diye ısrar ettim. "Bu fotoğrafların hiçbir anlamı yok.
Hepimizin buna benzer fotoğrafları var, benle Chelsea'nin ve
hatta Lamar'm. Elise ve Mel..."
"Ben sizinle ve kurbanla ilgileniyorum Bayan Chevalier."
177

Dekker yeniden sözümü kesmişti ama bu sefer durmadım.


“Bitirmeme izin verm iyorsunuz!" diye bağırdım. Avukatı
mın yüzünün gerildiğini görebiliyordum ama Dekker'ın bunu
yapmaya devam etmesine izin veremezdim. Sürekli önümü
ze fotoğraflar koyup, hem de geri kalanını göstermeden, ol
duğundan daha farklı bir anlamları varmış gibi yapamazdı.
“Bana bu soruları sorup duruyorsunuz ancak ne söylediğimi
um ursam ıyorsunuz; sadece bu fotoğrafları göstermek ve farklı
anlamları varmış gibi davranm ak istiyorsunuz!"
"Lütfen sakin olun Bayan Chevalier." Dekker pişmiş kel
le gibi sırıtıyordu ve o an, planladığının tam da bu olduğunu
anladım: sesimi yükseltm emi, bağırm am ı ya da öfke sorunum
olduğunu iddia edebilmesi için herhangi bir şey yapmamı is
tiyordu.
"Aslında, sanık bu konuda haklı."
ikim iz de döndük. Yargıç von Koppel, dümdüz Dekker'a
bakıyordu. "Eğer ki sanığa bir soru soruyorsanız cevabını tam
olarak vermesini bekleyin."
Bir sessizlik oldu. "Tabii ki." Dekker zoraki bir şekilde gü
lümsedi ama ben daha küçük zaferimi hissedemeden yine bana
döndü. "O halde kurbanla cinsel bir m ünasebetiniz yoktu?"
"Söylediğim gibi, hayır."
"Belki de birbirinizi dudaktan öpmüşsünüzdür?"
"H ayır."
"Peki, ikiniz birbirinize dokunarak ya da..."
"İtiraz ediyorum !"
"Kabul edildi." Yargıç von Koppel, Dekker'a baktı. "Had
dinizi aşıyorsunuz. M ahkemem de konunun müstehcen bir
şekilde saptırılmasına izin vermem, beni anlıyor musunuz?"
Sert ve onaylamayan sesi odada çınladı ve Dekker'ın kıpkır
mızı kesildiğini gördüm. "Bu bir soruydu avukat bey," diye
devam etti. "Anlaşıldı m ı?"
"Evet." Alıngan bir tavırla sözleri tükürür gibi söylemişti.
178

"Şimdi, eğer devam edebilirsem..."


"Hayır." Yargıç onun sözünü kesti ve içimin yağlarının eri
diğini hissettim. "Sanırım bugünlük yeterince sorularınıza ma
ruz kaldık. Kısa bir ara vereceğiz ve ardından sizinle odamda
münasip bir şekilde sorgulamanın nasıl yapılacağı konusunda
görüşeceğiz. Görünüşe göre buna ihtiyacınız var. Mahkemeye
ara verildi."
Tokmağını indirdi ve mahkeme salonunda hararetli konuş
malar başladı: avukatlar, danışmanlar ve gazeteciler heyecanla
mırıldanıyorlardı ama benim için hepsi birer bulanıklıktan iba
retti. Rahatlamayla derin bir nefes aldım, tanık kürsüsünden
kalkamamıştım bile.
"İyi misiniz Bayan Chevalier? Anna?" Kafamı kaldırdım.
Yargıç bana doğru eğilmişti ve kaşlan endişeyle çatılmıştı. "İyi
misiniz diye sordum?"
"Ben... evet," dedim şoke olmuş bir şekilde. Benimle bunca
zamandan sonra ilk defa karşısında bir insan varmış gibi ko
nuşmuştu. Duruşmalar boyunca benimle avukatlar aracılığıy
la konuşmuştu, sanki gerçekte orada değilmişim gibi. Birkaç
kez de benden yana bakmıştı ama bunun sebebi de cevap ver
memi sağlamak ya da daha açık konuşmamı söylemek içindi.
"İyiyim ," dedim. "Teşekkür ederim."
Çabucak cevap verdi. "İfadenizi almaya sabah devam ede
ceğiz."
Gardiyan beni bekleme odasına götürmek için yaklaştı an
cak bileklerime kelepçeleri geçirmiş olsa da, haftalar boyunca
aldığım yenilgilerden sonra ilk defa içimde küçük bir zafer kı
rıntısı hissetmiştim.
Bu turu ben kazanmıştım. Dekker çok ileri gitmişti.
Ardından mahkeme salonuna baktım ve küçük zafer heye
canım soldu gitti. Elise'in annesi, Dekker'ın masasının arka
sındaki her zamanki yerinden bana bakıyordu. Gözlerindeki
düşmanlık nefesimi kesmişti.
17!

Durdum ve mümkün olduğunca bakışlarımı kaçırmamaya


çalıştım. Âdeta yalvarıyordum. Ancak gardiyan beni çekiştirdi
ve Elise'in annesi başka tarafa döndü.
180

BEKLEYİŞ
Hapishanede günler yavaş geçiyordu; sabahın
erken saatlerinde gelen uyanma çağrısının, plastik tepsilerdeki
yavan yemeklerin ve bahçede, masmavi gökyüzü altında geçir
diğimiz o kıymetli birkaç saatin tekrarlandığı bir döngü için
deydik. Başlarda her amm kapana kısılmış gibi ve klostrofobik
bir şekilde geçiriyordum, sanki hücremin duvarları beni boğ
mak ve sonsuza kadar paramparça etmek için üstüme üstüme
geliyor gibiydi ve uyumakta, yemek yemekte zorlanıyordum.
Ne zaman yaklaşan ayak sesleri duysam heyecanlanmadan
duramıyordum, göğsümde bir umut kıpırtısı beliriveriyordu.
Benim için gelmişlerdi. Eve gidebilecektim. Her şey bitmişti.
Ama asla böyle olmuyordu.
Sonunda, hayal kırıklığının sebep olduğu kırgınlığı kaldı
ramayacağıma karar verdim. Kimse beni kurtarmaya gelme
yecekti. Her ne kadar babam pozitif olmamı, umudumu kay
betmememi tembihlemiş olsa da, bana şu gerçeği söylemeye
cesaret edemediğini biliyordum: bir mucize gerçekleşmeyecek.

son dakikada olumlu bir gelişme olmayacaktı. Elise'in cinaye


tinden yargılanacaktım ve artık beklemekten başka yapabilece
ğim hiçbir şey yoktu.
Aslında, o gündüz düşlerinden kurtulduktan sonra her şey
daha kolaylaşmıştı. Her sabah özgürlük olasılığıyla iyi bir şe
kilde uyanıp, her gece ışıklar söndükten sonra hayal kırıklığıy
la yatağa girdiğim o umutlu arafta asılı kalmış halde değildim
artık. Şimdi tutunmaya çalışacağım bir duruşmam vardı: ufuk
taki ışığım. Mahkeme salonuna girdikten ve Dekker'ın kanıt
olduğunu düşündüğü her şeyin -kan lekeleri, bıçak ve kolye-
geçersiz olduğunu kanıtladıktan sonra her şey bitecekti. Suç
suz bulunacaktım. Eve gidebilecektim.
O zamana kadar güçlü olmalı beklemeliydim.
Böylece günler geçmeye başladı. Yüz gün. Yüz altı gün. Yüz
kırk yedi gün. Çoğu günü hatırlıyordum: Hücremdeki dara
cık yatakta yatarak ve ben geçmişin soğuk yüzeyine batarken
zamanın geçip gitmesine izin vererek. En baştan başlamıştım,
Elise ile beden sınıfında tanıştığımız günden başlayıp yavaşça
ileri sarmaya, okulda geçirdiğimiz zamanlara ve Tate'e ve Chel-
sea ile diğerlerinin ortaya çıkışına gittim. Her bir konuşmayı,
her öpücüğü, sanki başka birinin hayatının film olmuş halini
izler gibi tekrar tekrar oynattım zihnimde. Tek farkı hissediyor
olmamdı. Sertti ve keskindi; nostaljinin derin acısının beni lime
lime ettiğini, geçip giden ve asla geri alamayacağım zamanlara
derin bir özlem duyduğumu hissedebiliyordum. Tüm o çok da
önemli görmediğim anlar aklımdaydı: bahçede yayıldığımız,
sıkıldığımız ve not defterlerimize şarkı sözleri karaladığımız
öğlenden sonraları, Luna'da kahvelerimizin başında geçirdiği
miz zamanlar ve boş derslerde Newbury Caddesi'nde vitrinle
re göz gezdirmelerimiz. Elise ile kol kola, dip dibe yürümeleri
miz. Gülümseyen ruhlarımız.
Sebepler ve cevaplar arıyordum, ipuçları ve uyarı işaretleri
arıyordum. Adada birlikte geçirdiğimiz zamanları, nehir yata
t!2

ğından aldığı toz toprak içinde ufak bir altın kırıntısı arayan
maden arayıcısı gibi ayırıp önüme diziyordum. Bazen bir şey
ler bulduğumu düşünüyordum: bir bakış ya da sesinde uyaran
bir tını. Bana fazlaca hızlı sarıldığı bir an, telefonuna mesaj gel
diğinde hemen bakmaması. Hafıza ve hayal gücü birbirinden
çok ince bir çizgiyle ayrılıyordu ve bazen tüm bunları uydurup
uydurmadığımı düşünüyordum: Tutunacak bir şeylere sahip
olmak için gerçek olanların arasına sahte anılar serpiştiriyor
dum belki de. Aptalm altını.
Duruşma tarihi hakkında tartışmalar devam ediyordu.
Günler geçiyordu ve ben beklemeye devam ediyordum.
»3

İKİNCİ GÜN
Tate’in kollarında gözlerimi açtım; güneş ışınla
rı açık perdelerden, üzerinde yattığımız bem beyaz çarşafların
üzerine düşüyordu. Aruba'daki üçüncü günüm üzdü; pencere
açıktı ve okyanusun uzaklardan gelen dalga seslerini duyabili
yor, tenim de gezinen tatlı esintiyi hissedebiliyordum.
İşte mutluluk.
Esnedim ve iyice Tate'e yaklaştım, yanağım ı göğsüne yasla
nmıştım. Tate uykusunda kıpır kıpır olan insanlardandı ve nev
resim leri yere sıpıtmıştı. Bacakları, sanki az önce müthiş bir
m ücadeleden çıkm ış ve hemen ardından bilincini kaybetmiş
gibi açılm ıştı. Çenesinden köprücük kem iğine ve kaburga ke
m iğine bakarken gülüm sedim.
Tate yarı uyanık bir şekilde bir şeyler fısıldadı, dudakların
da silik bir gülüm sem e vardı.
Onu öptüm ; dudaklarım parm aklarımdaki miskin uykuyu
takip ederek aşağıya, gergin karın kaslarına doğru iniyordu.
Uyandığını ve dudaklarımm altındaki teninin bir gülüşle kı-
I8<

pırdandığını hissedebiliyordum. Beni yukarı doğru çekti ve


üzerime doğru yuvarlanırken beni sertçe öptü.
Bir anlığına orada durdum ve yavaşça onu öptüm, üzerim
deki ağırlığının tadını çıkardım. Ardından öpücük derinleş
meye başladı ve Tate'in elleri sabırsızca kalçalanma inip ba
caklarımı araladı. Sertleştiğini hissedebiliyordum.
"Aklindakini unutma," dedim ve yavaşça sıyrıldım. Hayal
kırıklığıyla dolu bir homurdanma çıktı ağzından. "Tuvalete
gitmem lazım, hemen döneceğim," diye söz verip onu öptüm.
"Hayır, sorun değil. Benim de koşuya gitmem gerek." Tate
kendini yataktan dışarı attı; üzerinde mavi boxenndan başka
hiçbir şey yoktu. Boxerı da çıkarıp yerine üzerinde çılgın çi
zimler olan uzun bir şort giydi. "Lamarla yeni sezon için form
da olmamız lazım."
Bir an durdum ve karşımdaki manzaraya zevkle baktım.
Zamanla buna alıştığımı düşünebilirdiniz ama alışamamıştım.
Zarafetle hareket eden vücudu... Benimdi.
"Tamam, sonra görüşürüz." Odayı, yerdeki dağılmış kı
yafetleri ve bavullarımızdan dışan fırlamış eşyaları geçtim.
"Sanırım bugün de başka bir plaj günü. AK jet ski kiralamakla
ilgili bir şeyler söylüyordu..."
"H arika." Tate ayakkabılarının bağcıklarını bağladı ve ar
dından balkon kapılarını açmaya gitti. "Sonra görüşürüz." Bal
kon merdivenlerinden aşağıya, plaja indi. Ben de balkona çıkıp
onu, kollarını havaya kaldırmış gerinirken izledim; ardından
uzaklaşmaya başladı, kumların üzerinde alışkın olduğu ritmi
yakalayıp kıyıya doğru koştu. Kısa süre sonra sahilin beyaz
kumlarında, ufukta karanlık bir figüre dönüştü.
Duş alıp bikinimi giydim ve oturma odasına gittim. Saat
hâlâ erkendi ve oda bomboştu; herkes dün gecenin yorgun
luğuyla yatıyordu. Tüm günü plajda geçirmiştik ve ardından
da evde içmeye başlamıştık. Sonra Mel ve Elise yemeği nere
de yiyeceğimize dair tartışmaya başlayınca çocuklar hepimi/1
m

pejm ürde bir zincir restoranda pizza yemeye götürmüşlerdi.


Neredeyse servis kâseleri kadar büyük bardaklarda margari-
ta kokteyli, çikolata ve kremalı dondurma servis ediyorlardı.
Eve döndüğüm üzde hepimiz kusmak üzereydik ve homurda
nıyorduk, tabii ki Elise dışında. Biz yataklarımıza döndüğü
m üzde bile o salondaki akvaryumun dalgalanan, hayali mavi
ışığında tek başına dans ediyordu.
Buzdolabına gidip meyve suyu kutusunu çıkardım.
"G ünaydın tatlım ."
Korkuyla zıplayıp buzdolabının kapağını kapattım. Niklas
birkaç m etre arkam da, bir dolaba dayanmış duruyordu. "Tan
rım ." Nefesim i verdim, kalbim güm bür güm bür atıyordu.
"Beni korkuttun!"
"K usura bakm a." Eğleniyorm uş gibi bir hali vardı; beni
baştan ayağa kadar süzüyordu. "M isafir beklem iyordun sanı
rım ."
Rahatsız bir şekilde kıpırdandım . Üzerim de sadece bikini
üstü ve kısacık bir şort vardı. Arkadaşlarım la takılmak ya da
dışarıda aylaklık etmek için son derece uygun bir kıyafetti ama
şu anda mutfakta tamam en yabancı bir erkekle olduğumdan,
üzerimdeki incecik kum aşın ve açıkta olan tenimin acı verici
bir şekilde farkındaydım.
Yeniden Niklas'ın buz mavisi ve kendini beğenm iş bakış
larını yakaladım; kaçıp üzerime bir eşofm an üstü geçirmemek
için kendimi zor tutuyordum. Ama nedense öyle yaparsam
durum dan daha zevk alacağını düşünüyordum .
"Çok erken," dedim buz gibi bir sesle, ardından meyve su
yuna geri döndüm. "Burada olduğunu bilm iyordum ."
Lavabonun üzerindeki raftan bir bardak almak için uzan
dım ama Niklas öne fırlayıp vücudunu benimkine bastırarak
yukarı uzandı ve bir bardak kaptı. Ben geriye sıçradım.
"V oila." Bardağı kocaman bir gülümsemeyle bana verdi
ama rahatsızlığımın farkında olduğunu biliyordum.

"Teşekkürler," dedim hemen. Bardağa meyve suyu doldu


rup hemen barın arkasına gittim ve aramıza mermerden bir
mesafe koydum. "Elise nerede? Uyandığını düşünmemiştim."
"Uyanm adı." Omuzlarını silkti. Bekledim ama başka bir
şey demedi. Onun yerine meyve suyundan doğruca kutudan
bir yudum aldı; suratında hâlâ o bilmiş ifade vardı.
İçerideki sıcak havaya rağmen hafifçe titredim. Tate haklıy
dı. Tüyler ürpertici bir adamdı.
"Günaydın, tatlışlarım!" Elise, üzerinde kırmızı bikini üstü
ve kısacık şortuyla içeri girdi. Etrafımdan dönüp beni kucakla
dı; soğuk su damlaları tenime değiyordu ve saçlan hâlâ duştan
dolayı ıslaktı. Omzuma bir öpücük kondurdu. "Okyanusu gö
rüyor musun? Lanet olsun, buradan hiç gitmek istemiyorum."
"Tabii, okulu bırak ve buraya taşın," dedim ve yanımda
olmasından dolayı rahatlayıp gülümsedim. "Uzman bir plaj
yancısı olabilirsin. Ailen buna bayılır."
"Aklımı çelme." Elise zıplayıp tezgâha oturdu ve bacakla
rını sallamaya başladı. "Onlara bir kartpostal yollayacağım.
'Keşke siz de burada olmasaydınız'."
Meyve kâsesindeki üzümlerden birkaç tane kopanp ağzına
attı; hâlâ sırtı Niklas'a dönük oturuyordu.
Ona doğru baktım ve o anda, Elise'in onunla hiç konuşma
dığını fark ettim. En fazla onun tarafına doğru şöyle bir bak
mıştı.
Niklas da bunun farkında olmalıydı. Bakışları bir an için
kötücül bir hale büründü, ancak hemen ardından yüzünde o
her zamanki yavan, kendini beğenmiş sırıtma belirdi. "Ben gi
diyorum. Sonra yazışırız, değil mi?"
Elise omuzlarını silkti. "Tabii, bakarız."
Niklas bana selam verdi ve ardından ön kapıya yöneldi. Bir
an sonra kapının çarpılarak kapandığını duyduk.
Elise'e beklentiyle dolu bir bakış attım. Sırıtıyordu. "Yıız-
göz olmuyoruz."
İSI

"Anladım ama bu da fazla soğuktu."


Yeniden omuzlarını silkti. "Kendisiyle bozmuş kafayı. Dur
madan babasının yaptığı anlaşmaları, adanm yarışma sahip
olmalarını anlatıp duruyor. Yine de neyi nasıl yapacağmı bi
liyor..." Dudaklannda hınzır bir gülümseme belirmişti ve ben
de kahkaha atmadan duramadım.
"Saat kaçta döndünüz?" diye sordum bardağımı yıkamaya
giderken. Her öğlen gelen bir hizmetçi vardı ama yine de her
şeyi o temizleşin diye bırakmaktan hoşlanmıyordum. "Onun
geldiğini duymadım."
"Dün gece arka taraftan içeri aldım onu," dedi Elise. "Be
nim balkonuma tırmanmak zorunda kaldı."
"Ah, Romeo, Romeo," deyip elimi alnıma götürdüm, bayı
lacakmış gibi yapıyordum. Güldü. "Düşüp kafasını kırmadığı
için şanslısın," diye ekledim.
Elise homurdandı. "Altı üstü beş metre; o kadarmı çocuk
bile tırmanır. Hem bırak tırmansınlar, yoksa kolay lokma ol
duğunu düşünürler."
"Sen, şanlı Elise Warren, sen mi kolaymışsın?" diye dalga
geçtim. "Asla!"
"Evet, o benim." Mutfağın etrafında dans etmeye, el hare
ketleri yapmaya başladı. "Taş gibi bebeğim."
"Karın kaslarından hoşlamyor musun?" dedim hafifçe kar
nına vururken.
"Âdeta pırlantalar gibi bebeğim!"
Tam o sırada birinin inlediğini duyduk. AK sendeleyerek
içeri girdi; üstünde dün geceden kalma kırışık tişörtü ve yü
zünde acılı bir ifade vardı. "Sesler. Acı. Ölüm."
"Ne dedin?" diye bağırdı Elise fazlasıyla gürültülü bir şe
kilde.
"Bilmiyorum!" diye bağırdım ben de. "Duyamadım!"
AK bize kötü kötü baktı. "İkinizden de nefret ediyorum,"
dedi ve yüzünü koltuğun minderlerine gömerek yattı.
188

"Aaa, böyle yapma ama/' diye cıvıldadı Elise.


"Özür dileriz," diye katıldım ona. "Sana kahve yapmamı
ister misin?"
Bir inilti daha duyuldu.
"Sanırım bu evet demekti," dedi Elise gülerek. Bana dönün
ce gözleri birden fal taşı gibi açıldı. "Kolyemi bulmuşsun!"
"Ne?" Elim boynuma gitti. "Bu benimki."
"Hayır..." Elise'in eli kolyeyi çözmek için boynuma gitti,
"benimkinin metalinde şu çentik vardı, hatırladın mı? Şurada
bak." Bronzun üzerindeki çatlağı gösterdikten sonra kolyeyi
kendi boynuna taktı. "Boston'da kaybettiğimi sanmışhm. Dan
dik şey." Bana sevgi dolu gözlerle baktı. "Bir gün alerji falan
olacağız."
Ben cevap vermeye fırsat bulamadan Lamar araya girdi;
gözünde güneş gözlükleri ve omzunda havlusu vardı. "Neden
hâlâ içeridesiniz çocuklar? Bir programımız var millet. Rahat
lamak! İçmek! Güneşin altında serilmek!"
Elise güldü ve etrafımdan döndü. "İki dakika!" dedi. "Plaj
eşyalarımı almam lazım, sonra fena halde rahatlamak için ha
zır olacağım."
Dans ederek odadan çıktı ve kendi odasına yöneldi. Bense
orada, parmaklarımı kanepenin arkasma gömmüş bir şekilde
duruyordum, nefes alıp verişlerimin yavaşladığım hissedebi
liyordum.
"Sana ne oldu?" Lamarim sesiyle kendime geldim ve ona
doğru döndüm.
"Hiç. Hiçbir şey yok."
189

ÖN KAPI
2. KAT PLANI

DURUŞMA
“Bayan Chevalier, bize ekranda görünenin ne
olduğunu söyleyebilir misiniz?"
Bakm ak için hafifçe başımı döndürdüm. Saatlerdir kürsü
deydim , sakin kalmaya, asabi cevaplar vermemeye çalışıyor
dum ama tüm hafta sadece birkaç saat uyuyabildiğim için bu
gittikçe zorlaşıyordu. Tanık kürsüsünde fazla robotik görün
düğüm gerekçesiyle uyku ilaçlarımı almışlardı ama şimdi tek
yaptığım geceleri tavandaki çatlağı izlemek ve asla gelmeyen
huzuru beklem ekti.
"Bayan Chevalier?" diye tekrarladı Dekker ve yeniden da
lıp gittiğim i fark ettim. "Sahil evinin bir krokisi bu," dedim ona
yorgun bir halde.
"D oğru," dedi Dekker. "Bize hangi odada uyuduğunuzu
da söyleyebilir m isiniz?"
"Siyahla işaretlediğiniz oda."
"Ö n kapının yanındaki oda," diye devam etti Dekker. Ekran
da gösterebilmesi için bir iPad'i ve lazeri vardı. "Ve de kurbanın,
Elise'in, yatak odası da arka tarafta, evin ön tarafmdaydı."

Elise'in odası, tabii ki, kırmızıyla işaretlenmişti.


"Diyagram da da görülebildiği üzere, sizin yatak odanızla
ana giriş arasında sadece 3 metre vardı. O zaman şu varsayım
m antıklı olacaktır," diye devam etti Dekker, "Elise'in odasına
ulaşmak için içeri giren biri olsaydı, sizin odanızın önünden
geçm ek durumunda kalacaktı ki sizin de birkaç kez belirtti
ğiniz gibi Bayan YVarren'ın öldüğü saatlerde, yani saat altı ve
yedi arasında siz odanızdaydınız."
"H ayır."
Dekker durakladı. "O saatlerde evde değil m iydiniz?"
"H ayır, yani demek istediğim biz evdeydik. Ben ve Tate/'
diyerek açıklık getirmeye ve yanlış anlaşılmamaya çalıştım.
"Ancak ön kapı, eve tek giriş yolu değildi."
"Ancak bir yabancı Bayan VVarren'a saldırmak için içeri gir
m iş olsaydı, oraya gitm ek için sizin yatak odanızın önünden
geçm iş olm ası gerekirdi."
"İtiraz ediyorum !" Avukatım bir of çekti. "Ölüm zamanı
net olarak belirlenm edi. Saldırı sanık eve dönmeden önce ve
yahut yem ek için dışarı çıktığı sırada gerçekleşmiş olabilir."
"K abul edildi."
Dekker gözlerini devirdi. "O halde şöyle ifade edeyim,"
dedi. "Siz evdeyken içeri bir yabancı girmiş olsaydı, doğruca
sizin odanızın önünden geçmesi gerekirdi, değil m i?"
"H ayır," dedim yeniden, "Eve girmek için kullanılabilecek
başka yollar da var." Yargıca doğru döndüm. "Ekranda göste
rebilir m iyim ?"
"Ama bunun savunm a sorgusunun lehine olacağı ortada..."
Dekker karşı çıkmaya başladığı sırada yargıç araya girdi.
"K at planım gösteren sizsiniz, bu yüzden izin vereceğim."
Bir anlık sessizlikten sonra Dekker, iPad'i ve lazeri bana
uzattı.
"Ö n kapı içeri girmek için kullanılacak ana kapı değildi,"
diye açıkladım ve harita üzerinde diğer çıkışları işaretledim.
192

"Biz genellikle evin arkasındaki güverte kısmından girip çıkı


yorduk. Arkadaki duvar kayan kapılar gibi açılabiliyordu ve
çoğu zaman da kilitli değildi. Biz sürekli girip çıkıyorduk ve
kimse anahtarla uğraşmıyordu. Elise'in odasının doğruca plaja
çıkan özel bir balkonu vardı ve..."
Dekker çabucak araya girip, "Balkonu kumdan birkaç met
re yüksekteydi," dedi.
"Bir kat yüksekteydi, fazla değil," diye ısrar ettim. "Kalas
lara basarak tırmanılabilecek 5-6 metrelik bir yükseklik. Nik-
las, bir gece önce oraya tırmanmıştı ve Max de Elise'in yatak
odasının kapısını açamayınca oradan girmişti. Plajdan herhan
gi biri oraya tırmanabilirdi ve kuytuda kaldığı için kimse de
görmezdi."
"Söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?" Dekker'ın ses tonu
tehlikeli bir derecede kibardı. "Gizli geçitler ya da saklı kapılar
mesela?"
"İtiraz ediyorum!"
"Kabul edildi." Yargıç von Koppel içini çekti. "Savcılık,
alaycılıktan uzak durmalı. Kat planı hakkında ekleyeceğiniz
bir şey var mı Bayan Chevalier?"
"Sadece şu var, bizim yatak odamız Elise'inkine göre evin
diğer tarafındaydı. Müzik açıktı ve..." Yutkundum. "Eğer ora
ya birisi girdiyse duymamış olabiliriz. Hiçbir şey duymadık."
Sesim çatladı ve avukatım ayağa fırladı.
"Bugünlük duruşmanın sona erdirilmesini talep ediyoruz
sayın yargıç!" dedi hemencecik. "Sanığın, savdığın aralıksız
sorgulamalarından ötürü duygusal bir an yaşadığı ortada..."
"Ah, hadi ama!" diye araya girdi Dekker. "Bu sempati top
lamak için yapıldığı bariz bir hareket. O gayet iyi."
Hepsinin bakışlara bana çevrilmişti; yargıç her zamanki an
laşılmaz bakışlarıyla beni kesiyordu.
Ben de yalvaran gözlerle ona baktım. Tüm gün bıçaktaki iz
lerle, kan lekeleriyle ve holdeki ayak izlerimizin yeniden oluş-
193

turulmasıyla geçm işti; şim diye kadar ne anlattığımı, Dekker'm


üzerim ize neler yağdırdığını zar zor hatırlıyordum .
"H erhangi bir gecikm e olm am asını tercih ederim ," diye
duyurdu yargıç ve ben, um utsuzlukla çöktüm. "Bay Dekker,
sorgulam anıza devam edebilirsiniz ama kısa tutun."
Dekker, suratında bir sırıtmayla bana döndü. "K at planına
geri dönelim . Eve giren birini duym adığınızı söylüyorsunuz."
"O n kapıdan giren birini en azından," diye düzelttim onu.
"Ama dediğim gibi, doğruca Elise'in odasına çıkan balkona da
tırmanılabilirdi. Niklas birçok kez yapmıştı bunu."
Dekker kaşlarını çattı. "Ö nceden belirlendiği üzere, Nik
las van O aten cinayetin işlendiği gece evinde, babasıyla bir
likteydi."
"Ama o tırm anm ayı başardıysa, aynı şeyi bir başkası da ya
pabilirdi." Sesim den çaresizlik tınısını söküp atamıyordum.
"Bir başkası?" diye tekrarladı Dekker alayla.
"Bu size olası geliyor mu Bayan Chevalier? Sıradan bir ya
bancının evin yan tarafından içeri tırmanması, hem de içeride
kim olduğunu bilm eden? Ardından, Bayan VVarren'm içeride
olduğunu görünce kaçm ak ya da daha basit bir şekilde onu
bayıltm ak yerine mutfaktan bıçağı alması ve onu on üç kez bı
çaklam ası?"
Başımı eğdim.
"Bu bir soruydu Bayan Chevalier," Dekker'm sesi yankı
landı. "Bu size mantıklı bir senaryo gibi mi geliyor? Bu sizin
kulağınıza makul mü geliyor?"
"Bu m üm kün," dedim sıktığım dişlerimin arasından. "Eli-
se bıçağı odasında tutuyor olabilirdi. Camı parçalanmıştı. İçeri
zorla girilm e söz konusuydu."
"Zorla girilm e olduğunu iddia eden sizsiniz," diye düzeltti
Dekker. "Bu hususta, kanıtlar biraz belirsiz. Ve sizin eve giren
yabancı teorinizde saldırganın Bayan VVarren'ı tanıyor olması
muhtemel değil m i?"
194

“Hayır/' diye karşı çıktım.


“Tanıyor olmalıydı aslında, o öğleden sonra evde yalnız
dı," dedi Dekker benim cevabımı duymazdan gelerek. “Ve bu
yabancı gün aydınlıkken bile hiç şüphe çekmeden içeri girip
çıkabilirdi. O yabancının evin anahtarlarına ve güvenlik kod
larına sahip olmalıydı."
“Hayır!" Sesim kulak tırmalıyordu. Bu işi çok basite indir
giyordu, fazlaca basite ve mahkeme salonundaki yüz ifadeleri
ne bakarak ona katıldıklarını görebiliyordum.
“Saldırganın bir kıskançlık krizi geçirmiş olması..." Dekker
pes etmiyordu. “Ve kurbana kızgın olması daha mantıklı gel
miyor mu? Onu on üç kez bıçaklayacak ve oracıkta, kan kay
bından ölüme terk edecek kadar kızgın..."
“İtiraz ediyorum!" diye çıkıştı avukatım. “Savcı âdeta ifade
veriyor!"
“Kabul edildi."
“Tamam o zaman." Dekker acımasız ve muzaffer bir edayla
sırıtıyordu. “Tanık için başka sorum yok."
Von Koppel, “Sizin bir sorunuz var mı?" diye sordu avuka
tıma ama artık yardım edilebilecek bir durumda olmadığımı
söylese de olurdu.
“Hayır, sayın yargıç," dedi içini çekerek. “Sorum yok."
Tanık kürsüsünden inerken ön sırada oturan babamı gör
düm. Bakışları benimkilerle buluştu ve bana çabucak el sal
layıp gülümsedi. Ama maskelemeden önceki yüz ifadesini
görmüştüm: endişeli ve bomboş. Bakışlarındaki umutsuz tü
kenmişlik, kürsüde oturarak geçirdiğim günlerden sonra his
settiğim bir şeydi ancak aynı duyguların bana yöneltildiğini
görmek tüyler ürperten gerçeği ortaya çıkarmış gibiydi. Ben
bu gerçeğin farkına varırken bacaklarım titredi ve bir sersem
lik hissi üzerime çöreklendi.
Kaybediyorduk.
ISü

ON DURUŞMA
“Buradaki olay saldırgan davranmak. Diğer şa
hitleri bulm ak ve duruşm aya bile çıkm adan savcılığın davasını
çürütm eye çalışm ak."
Adı Oliver G ates'ti; babam ın eski bir üniversite arkada
şıydı ve savunm am dan kalan kırıntıları toparlamak için işe
alınm ıştı. Siyah çerçeveli gözlükler takan ve oyuncak bir ayıyı
andıran, kısa boylu bir adamdı. Göm leği kırış kırıştı ve golf
figürlerinin basılı olduğu kravatındaki kahve lekelerinin far
kında değilm iş gibi görünüyordu. Yumuşak ve cana yakın biri
gibi görünüyordu; Dekker'ın am ansız saldırganlığından ya da
Ellingham 'm kibirli profesyonel kopukluğundan binlerce kilo
m etre ötedeydi.
Ayrıca şu anda elimizde bir tek o vardı.
Gates, "Tate var, bu da bir şeydir," diyerek devam etti, not
larına göz atıyordu. Masa not kâğıtlarıyla doluydu, dosyalan
mış ve ucuz karton klasörlerin içine konmuşlardı.
Kaşlarımı çattım. "Onunla ilgili araştırmanın sonlandırıldı-
ğını sanıyordum ."
196

"Sonlandırıldı." Gates başını salladı. "Ama onun ifadesine


rağmen şüphe tohumları ekmeyi başarabiliriz. Ve şu Juan de
nen, etrafta gezinen adam. Bunlar iyi malzemeler."
Surat ifadem çok umutsuz görünüyor olmalıydı çünkü he
men ardından, "Biliyorum, biraz gerideyim," dedi özür diler
bir tavırla. "Ayrıca diğer adam gibi büyük, şatafatlı bir avu
katlık bürosundan da değilim. Ama her şeyi hızla toparlaya
cağım. Elimden gelenin en iyisini yapacağım, söz veriyorum."
"Mesele siz değilsiniz." Şüphelerimi dışa vurduğum için
kendimi kötü hissediyordum. "Ben sadece yoruldum, tüm bun
lardan. Ben sanmıştım ki... Bana her şeyin yoluna gireceğini,
bir planları olduğunu söylemişlerdi ama ardından..." Cümlemi
tamamlayamadım; söylemeye cesaret edemediğim kelimeleri
yutmaya çalışırken gözyaşlarının geldiğini hissedebiliyordum.
Ardından hepsi gitti.
Ellingham bırakmıştı. Tabii ki hâlâ Tate ve Dempseyleri
temsil ediyordu. Bu işi bile kendisi yapmamıştı; asistanı ba
bamı arayıp beni temsil etmesinin çıkar çatışmasına neden
olacağını açıklamıştı. Sanırım böyle olacağım tahmin etmeliy
dik ama yine de acıtıyordu işte, birinin daha bırakıp gittiğini
görmek. Lamar ve diğerleri gitmişti, Tate de gitmişti ve şim
di babam da, bu yeni yasal ekip ve beni her ziyaret ettiğinde
katlanıp duran uçuş ve otel masraflarını toparlayabilmek için
Boston'a dönmüştü.
"Sorun değil." Gates yanıma oturdu ve nazikçe elini om
zuma koydu. Bu haftalardan beri hissettiğim ilk dokunuştu ve
silkinmem gerekti. Bunu istemediğimden değildi, buna fazla
sıyla ihtiyaç duyduğum içindi.
"Babam ne zaman geleceğini söyledi mi?" diye sordum
duygularımı bastırmaya çalışarak. Haftalardır onunla tek bağ
lantım, sesinin fena halde bezgin ve suçlu geldiği soğuk tele
fon konuşmalarıydı. Bu durumun onun üstüne yüklediklerini
düşündükçe kendimi daha da kötü hissediyordum.
I!7

"Çabalıyor." Gates halden anlar bir tavırla bana baktı.


"Ama yapacak çok şey var. Amsterdam'da bir kolu olan bir şir
ket buldu," dedi umutlu bir sesle. "Onunla sürekli nasıl devam
edeceğimizi, işlerin nasıl yürütüleceğini konuşuyoruz. Burada
tamamen farklı bir yasal sistem var."
Başımla onayladım.
"Polis merkezinde soruşturmalar yapıyorum." Odadaki
diğer adam ilk kez konuşmuştu. Daha gençti, yirmili yaşla
rında olmalıydı sanırım ve kot pantolonu ve gömleğiyle kıya
feti daha serbest görünüyordu. Koyu renk saçları kahverengi
gözlerinin hemen üzerinde, klasik bir tarzla kesilmişti. Biz ko
nuşurken sürekli notlar almıştı ve ben de bu sebeple Gates'in
asistanı ya da avukatlık bürosunun stajyeri olduğunu düşün
müştüm. "Görünüşe göre Dekker çok popüler bir adam değil
miş," diye devam etti ve karşılığında acı acı güldüm. "Belki de
onun soruşturmasına dair içeriden bilgiler verebilecek birini
bulabiliriz ve de neden sana bu kadar taktığına dair. Aynı za
manda bu süreçte neyi gözden kaçırdığım tabii."
"Güzel," dedi Gates notlar alırken. "Elçilikten bir haber var
mı? Resmi bir destek şu anda gerçekten çok işimize yarayabi
lir."
Adam başmı salladı. "Her noktada önüm kesiliyor. Senatör
YVarren dahil olmuş olabilir ya da belki de Dempseyler. Burada
bile olmamam gerekirdi. Tüm bunlar gayriresmî."
Kafam karışmıştı. "Ama sen onunla birlikte değil misin?"
Gates'i işaret ettim.
Aralannda bir bakışma oldu. "Hayır, bu Lee Evans, elçilik
ten bir avukat," diye açıkladı Gates. "Geçen hafta görüştüğü
müzde sizi tanıştırmıştım, hatırlamıyor musun?"
Hatırlamıyordum.
"Özür dilerim." Başımı salladım. "Sanırım her şey bulanık
laşmaya başladı..."
"Özre gerek yok," diyerek gülümsedi Lee denen adam.
198

Gates'in telefonu titreşmeye başladı. "Artık benim araştır


macım o; dışarıda olacağım."
Dışarı çıktı ve beni Lee ile yalnız bıraktı. Dikkatimi vererek
baktığım için onun sevimli, temiz pak ve endişe dolu göründü
ğünü fark etmiştim.
"Burada neler yaşadığını tahmin bile edemem," dedi ya
vaşça.
Omuzlarımı silktim, hâlâ sersem gibiydim.
"İyi uyuyabiliyor musun?" diye sordu. "Sana bir şeyler ge
tirmemi ister misin? Çünkü hâlâ problem yaşıyorsan içeriye
ilaç sokma gibi..."
"Hayır, daha fazla ilaç istemiyorum," diye araya girdim.
"Beni serseme çeviriyorlar," Kelepçelerimi salladım. Kapısın
da gardiyanların beklediği, hapishane duvarlarının içindeki
bir görüşme odasmdayken bile işlerini şansa bırakmıyorlardı.
Kızarmış bileklerime ve koparıp kanamalarına neden oldu
ğum tırnak etlerime baktım. "Ben... ben artık uyumak istemi
yorum."
Başıyla onayladı. Bir sessizlik oldu ancak bu sessizlik,
Ellingham'la ya da diğer polislerle olduğu gibi soğuk ve suçlar
bir havaya bürünmüş bir sessizlik değildi. Bu daha sıcak ve
anlayışlı bir sessizlikti. "Bunu atlatacaksın," dedi. "Güçlüsün."
"Nereden biliyorsun?" Daha kendimi dizginleyemeden ağ
zımdan çıkmıştı. "Özür dilerim, yardım etmek için buradasın
ama bu..."
"Ben de yabancı insanlardan biriyim, anlıyorum." dedi Lee
acıklı bir sesle. "Hepimizden bıkmışsmdır şimdiye kadar."
"Hayır," dedim bir an bekledikten sonra. "Burada olman...
hiç olmamandan iyidir."
Gates odaya girdi. "Ziyaret saatleri bitmek üzere. Gitmemiz
gerekiyor."
"Tamam," Orada tuhaf bir şekilde bekledim ve masadaki
kâğıtları toplamalarını izledim. "Yarın da gelecek misiniz?"
199

"Gözden geçirmemiz gereken çok fazla dosya var..." Gates


yorgun görünüyordu, bu yüzden sesimi canlı tutmaya çalıştım.
"Sorun değil. Hatta bu iyi bir şey. Dekker siz ya da başka
bir avukat olm adan beni sorgulayam az. Bahse girerim beni bu
rada rahat bıraktığı için içi içini yiyordur."
"Bu konuda şaka yapm am alısın," diye uyardı Lee beni.
"D uyduklarım a göre Dekker tehlikeli bir adam m ış."
"Bunu bilm ediğim i mi sanıyorsun?" Ona bakm ak için dön
düm. "Çabalıyorum , tamam m ı?"
Gates, "Biliyoruz," diyerek sakinleştirm eye çalıştı beni.
"Çok iyi gidiyorsun. Şunu al." Kanvas çantasına uzandı. "Ba
ban bunu sana vermem için bıraktı."
Verdiği zarfı aldım. İçinde, ikim izin birkaç yıl önce Noel'de
çekilm iş bir fotoğrafı vardı. Annem in bize aldığı bir örnek şap
şal kazaklan giym iştik ve ağacın önünde kam eraya gülüm sü
yorduk.
Seni seviyorum. Her şey yoluna girecek, bana güven.
Gates'e ve Lee'ye veda ettim ve metal parm aklıkların ardından
uzaklaşm alarını, özgürlüklerine doğru gözden kaybolm aları
nı izledim. Her şey yoluna girecek, bana güven. Bunu bana daha
önce kaç kez söylediğini bilm iyordum , yalnızca hapishanede
değil, tüm hayatım boyunca. Okulun ilk gününde korktuğum
da ya da büyük bir sınavla ilgili stres yaptığım da; altıncı sınıfta
bisikletten düştüğüm de ve dudağım ı yardığım da. Annem has
talandığında. Ona her zam an inanm ıştım . O benim babamdı,
bana yalan söylem ezdi; yetişkin biriydi ve gerçeği biliyordu.
Ancak şimdi, verdiği sözlerin aslında ne olduklarını anlıyor
dum: um utla edilen dualardı, beni olduğu kadar kendisini de
rahatlatm ak için tekrar ettiği bir m antraydı.
Bu durumu düzeltm ezdi, düzeltm eye yaklaşamazdı bile.
Aklım hapishaneden çıkıp kayıt odasına sürüklendi.
200

Dekker'ın amansız soruları olmadığında, kendi kara düşünce


lerim dışında günümü doldurmak için bir şeyim yoktu. Diğer
kadınlar hâlâ bana şüpheyle bakıyorlardı ve onlar bir şey söy-
leyemeden ben yanlarından uzaklaşıyordum. Ama içlerinden
biri acıyıp da bana bir şey söyleyecek olsaydı ne yapardım bil
miyordum. Onlar günlerini televizyon seyrederek, yabancı dil
öğrenme kasetlerini dinleyerek, eski ders kitaplarını okurken
ağızlarını hareket ettirerek geçiriyorlardı.
"Şim di bu gecenin ana haberine, Elise VVarren'ın vahşi cina
yetine dönüyoruz."
Donakaldım.
Bana yayınlanan hiçbir şeyi izlememi söylemişlerdi ama
yine de odanın köşesine kurulmuş televizyona yaklaşmadan
edemedim.
"M asum bir yaz tatili, ağızlara bile alınamayacak kadar kor
kunç bir suçla son buldu. Geçmişinde şiddet ve çılgın partiler
olan, kıskanç bir arkadaş." Spiker sarışın ve orta yaşlıydı ama
bunu kalın bir makyaj tabakasıyla ve saç spreyinden kaskatı ke
silmiş bir saçla saklıyordu. Televizyondaki gerçek suç progra
mının tanınan ismi Clara Rose'du. Televizyon izlerken progra
mına rastlayınca hemen kanalı değiştirirdim çünkü her zaman
ölü nişanlıların, kaçırılmış çocukların ve katil, aldatan kocaların
cansız bedenlerinin sergilendiği bir programdı. Şimdi prog
ramda benim, Dekker'm beni resmi olarak tutukladığı gece,
polis merkezinde çekilmiş sabıka fotoğrafım görünüyordu.
"Elise VVarren'ın ailesi ve arkadaşları bu vahşi cinayetin ya
sını tutarken bizler, cinayetin zanlısı Anna Chevalier ile ilgili
gerçekleri göz önüne sereceğiz. Bu parlak öğrenciyi bu duru
ma düşüren şey neydi?" Clara masanın ucundaki kameraya
doğru eğildi; fal taşı gibi açılmış gözlerinde sahte bir korku
vardı. "Reklamlardan sonra psikologların raporlarıyla ve onu
en iyi tanıyan arkadaşlarının özel röportajlarıyla burada ola
cağız."
201

Diğer kadınların gözlerini üzerimde hissedebiliyordum.


Gitmem gerektiğini biliyordum ama yapamadım. Ayaklarım
yere yapıştırılmış gibiydi ve gözlerimi ekrandan ayıramıyor-
dum.
Kaldım.
202

CLARA ROSE ŞOV


DEŞİFRE METNİ
CLARA. Yeniden hoş geldiniz. Bizimle kaldığınız için te
şekkürler, ben Clara Rose. Bu akşam Aruba adasını sarsan
suça, kısa bir süre önce ailesiyle vakit geçirmek için göre
vinden ayrılmış olan eski Massachussetts eyalet senatörü
Richard VVarren’ın on yedi yaşındaki kızı Elise VVarren’ın
vahşi cinayetine göz atacağız.
<VIDEO >
WARREN BASIN SÖZCÜSÜ: Warren ailesi gelen tüm des
tekler için minnettar ve bu konuyla ilgilenmek için özel ha
yatlarına saygı gösterilmesini istiyorlar.
<VIDEO SONU>
CLARA: Bu akşam, Elise’in cinayetiyle suçlanan, eski ar
kadaşı Anna Chevalier'nin polis sorgulamasını ekranlara
getireceğiz. Bu korkunç suçla yargılanan kız kimdir? Psiki-
yatristlerle ve arkadaşlarıyla konuşacağız ve onun çileden
çıkmasına neyin neden olduğunu bulacağız. Ama öncesin
de Aruba’dan soruşturmayla ilgili bilgileri aktaran muhabi
rimize dönelim.
MARLEE: Evet Clara, merhaba.
CLARA: Bize oradaki durumla ilgili neler söyleyebilirsin
Marlee? Yeni gelişmeler ve dava için ortaya çıkan yeni ka
nıtlar olduğu duyumunu aldık.

MARLEE: Bu doğru Clara. Bugün, polis merkezinden sızan


haberler, diğer raporlardan öğrendiklerimizi doğruladı:
Evin holünde, cinayetin işlendiği gün Anna ve erkek ar
kadaşı Tate tarafından, saatlerce fark edilmemiş olan kan
lekeleri vardı.
CLARA: Şimdi olay yeri fotoğraflarını görüyoruz... Evet,
ekranda, Elise’in son nefesini verdiği yatak odasını görü
yorsunuz. Bu rahatsız edici görüntüler için özür dilemek
zorundayım sayın seyirciler; çok fazla kan var ancak bu,
saldırının ne kadar vahşi olduğunu gözler önüne seriyor.
MARLEE: Vahşi ve çılgın; “çılgın” polis kaynaklarından
duyduğum bir kelime. Elise’in can çekiştiği ve saldırganıy
la savaştığı ortada ancak otopsi raporunun da doğruladığı
gibi on üç kez bıçaklanmış.
CLARA: On üç kez! Ve bu kan, evet, şu anda ekranda gö
rebiliyoruz, Elise ve arkadaşlarının kaldığı evin holünün
fotoğrafları. Fayanslarda kan lekeleri var ve holde birçok
yerde görülebiliyor, kurbanın yatak odasının kapısından
başlayıp ön kapıya doğru gidiyor.
MARLEE: Doğru Clara. Ve bu kan lekeri, polislerin Anna
Chevalier’ye karşı suçlama yaparken odaklandığı ana kanıt.
Sorgulamaları sırasında Anna kan lekelerini görmediğini
ifade etti, her ne kadar o lekeler orada bulunuyor olsa da.
CLARA: Açıkçası bir insanın fayanslardaki ve kapıdaki kan
lekerini nasıl gözden kaçırabildiğim anlamak zor. O halde
savunmanın iddiası kanın daha sonradan görüldüğü üzeri
ne mi olacak?

MARLEE: Evet, bu büyük bir savunma noktası olacak. Bu


olay yeri fotoğrafları ceset bulunduktan birkaç saat sonra
çekildi ve bu süre boyunca tabii ki sağlık ekipleri, polis ve
de birçok insan içeri girip çıkmıştı...
CLARA: Ama oradaki dedektifler... Soruşturmanın Klaus
Dekker tarafından yönetildiğini...
MARLEE: Evet, Dekker. Polis merkezindeki kaynaklarımız
dan elde ettiğim bilgiye göre kendisi mahkemede, kan
lekelerinin en başından beri holde olduğunu ve zanlının
lekeleri görmediğini iddia etmesinin şüpheli ve suçluluk
belirtisi olduğunu öne sürecek. Ve parmak izleriyle...
CLARA: Elise’i bıçaklamak için kullanılan kanlı bıçaktaki
parmak izleri. Yaklaşık olarak 12 santimlik bir mutfak bıça
ğı; cinayet silahının bir fotoğrafı elimizde yok ancak sizlere
ekranda benzer bir modelin fotoğrafını göstereceğiz.
MARLEE: Kesinlikle. Bu bomba kanıtla ilgili haberleri bir
kaç hafta önce aldık; bıçak ve de parmak izleriyle mahke
mede nasıl bir savunma yapacaklardır bilemiyorum. Eğer
ki Anna adına masum iddiası yapılacaksa bunlar, savunma
nın çözmesi gereken ciddi sorunlar.
CLARA: Ve Anna şu an hapishanede gözaltında, duruşma
sını bekliyor.
MARLEE: Bu doğru. Arkamda Anna’nın son beş aydır tutul
duğu, Aruba Islah Merkezi’ni görüyorsunuz. Burası küçük
bir hapishane; kadın ve erkek mahkûmları farklı kanatlarda
tutuyorlar.

CLARA: Peki Anna, hangi türde suçlularla birlikte bulunu


yor? Aruba suçlarıyla bilinen bir yer değil.
MARLEE: Hayır, çoğu mahkûm küçük suçlardan dolayı bu
rada: torbacılık, yankesicilik ve bu tip suçlar. Cinayet çok
nadir rastlanılan bir suç ve adadaki genel kanı bunun dışa
rıdan gelmiş, bir yabancı tarafından işlenen bir suç olduğu.
CLARA: Teşekkürler Marlee ve yarın, soruşturmadaki son
gelişmeleri almak üzere yeniden Marlee’ye bağlanacağız.
Şimdi, reklam arasından hemen sonra, Anna’mn hapis
haneden şoke edici yeni fotoğraflarını göreceğiz ve olay
gecesi Elise'in cesedini bulan arkadaşı Akshay Kundra ile
sohbet edeceğiz. Kısa bir aradan sonra buradayız.
<REKLAM ARASI>
CLARA: Tekrar hoş geldiniz. Ben Clara Rose ve özel Eli-
se Warren cinayeti programıyla karşınızdayız. Olay yerinin
şoke edici fotoğraflarını ve Elise'in eski arkadaşı Anna’ya
karşı bulunan kanıtları gördük ve şimdi, Aruba’daki yet
kililerin ortaya çıkardığı, Anna'nın hapishanede çekilmiş
fotoğraflarına bakacağız. Yanımda, psikopat katiller konu
sunda uzman ve bir gerçek suç romanı olan Güzel Şeytan:
Kayla Criss Hikâyesi’nin yazarı Dr. Martin Holt var. Martin,
dilersen yeni ortaya çıkan bu fotoğraflara bir göz atalım.
Sanırım hapishanede Anna’ya yapılan muamele konusun
da bir takım spekülasyonlar var ve bu fotoğraflar, Aruba-
lı yetkililerin bu söylentilerin engellenmesi için aldığı bir
önlem gibi görünüyor... Eh, bana gayet iyi görünüyor gibi
geldi.

MARTIN: Kesinlikle. Bunlar Anna'nın hapishanedeki gün


lük rutininden birkaç kare. Gayet rahat görünüyor ve hatta
bazılar, kaygısız olduğunu bile söyleyebilir. Bahçede yürü
yüşe çıkıyor ve yemek için oturuyor. Hatta bazı karelerde
gülümsediği bile görülebilir ki bu...
CLARA: Sen bu konuda ne düşünüyorsun ama bunlar bana
itici geliyor.
MARTIN: Katılıyorum. Normal bir insanda stres, korku ve
yorgunluk belirtileri görebilirdik. Şunu hatırlayalım: en ya
kın arkadaşını vahşi bir cinayet sonucu kaybetti ve şimdi,
kilitli kapılar ardında duruşmasını bekliyor. Bunu yaşayan
bizler olsaydık, enkazdan farkımız olmazdı ama Anna, san
ki alışverişinde sıradan bir gün geçiriyormuş gibi görünü
yor.
CLARA: Bu bir uyarı işareti mi sence?
MARTIN: Kesinlikle. Burada anlamanız gereken şey, psiko
patların ve sosyopatların beyinlerinin bizimkilerden daha
farklı çalıştığı. Empati yoksunluğu, anlayışsızlık söz konu
sudur ve acıya ya da ıstıraba yol açmalarını umursamaz
lar. Olaylara normal insanların verdiği tepkileri vermekten
acizdirler.
CLARA: Ve Anna’nın burada, hapishanede tıkılı olmaya
normal bir tepki vermediği görülüyor.
MARTIN: Aynen öyle. Ayrıca geriye dönüp Anna’nın.
Elise’in cesedinin bulunmasından birkaç saat sonra çekilen
balkon fotoğrafına bakarsak, orada da mutlu ve kesinlikle
kaygısız göründüğünü görebiliriz.

CLARA: Evet, o fotoğraf. Seni bilmem ama o fotoğraf be


nim tüylerimin diken diken olmasına neden oluyor. Sanırım
o fotoğrafı gördüğümüzde hepimiz, "Bir dakika, burada
yanlış olan bir şeyler var," diye düşündük. Bu ilk işaretti.
MARTIN: Doğru ve tüm bu uyarı işaretleri her zaman ora
daydı ama ne yazık ki biz bunları çok geç fark ettik.
CLARA: Teşekkürler Martin; sayın seyirciler, şimdi tüm
kitapçılarda bulabileceğiniz, Güzel Şeytan: Kayla Criss
Hikayesi’nin yazarı Martin Holt’u ağırladık. Kısa bir aradan
sonra, bu erken uyarı işaretleri konusunda konuşabileceği
miz, cinayet sırasında adada bulunan, sınıf arkadaşları ve
yakın bir dostları olan Akshay Kundra burada olacak. Hiç
bir yere ayrılmayın.
<REKLAM ARASI>
CLARA: Ben Clara Rose, tekrar hoş geldiniz. Bu geceki ko
numuz, Elise VVarren cinayeti ve baş şüpheli Anna Cheva-
lier hakkındaki gerçekler. Reklam arasından önce tanınmış
bir psikolog ve gerçek suç romanları yazarı Martin Holt ile
Anna’nın psikopat eğilimleri hakkında konuştuk. Şimdi ya
nımda zanlının sınıf arkadaşı ve dostlarından biri olan Aks
hay Kundra var. Hoş geldin Akshay.
AKSHAY: Burada olduğuma çok memnunum Clara.
CLARA: Bu yeni fotoğraf üzerine Dr. Holt’tan Anna’nın ruh
sal durumuyla ilgili rahatsız edici ifadeler dinledik. Sen de
bu işaretleri görmüş müydün?

AKSHAY: Tabii ki. Yani, şimdi geriye balonca, bunların ger


çekleşeceğini görememiş olmak büyük bir trajedi.
CLARA: Neden görülemedi? Uyarı işaretleri ortadaysa ne
den kimse çıkıp bir şeyler söylemedi? Neden bu dengesiz
ve şiddete başvurması muhtemel kızın etrafta dolanma
sına izin verildi? Demek istediğim sen bile onu arkadaşın
olarak gördün.
AKSHAY: Hepimiz öyle gördük. Bu da şu şeylerden biri...
önemini sonradan görebileceğiniz şeylerden biri, bu çok
açık ancak o anda... Şunu anlamalısınız ki Anna gerçekten
akıllı bir kız, tüm bunları nasıl gizlilik içinde yapacağını
planlamış olmalı. Görünüşte o da sıradan bir kız gibiydi.
Ona güvenmiştik, o bizim arkadaşımızdı.
CLARA: Elise’in arkadaşıydı.
AKSHAY: Doğru. Bu, hepimizin bir ömür boyu omzunda
taşıması gereken bir yük: bunu görememiş olmak. Demek
istediğim o Elise’e saplantılıydı, bu çok açıktı.
CLARA: Bize bu saplantıdan bahseder misin?
AKSHAY: Her zaman birlikteydiker, ayrıldıklarını göremez
diniz. Okulda yeniydi, son sınıftaydık ve o Elise’e yapışmış
gibi görünüyordu. Onu tüm arkadaşlarından uzaklaştırmış
tı ve bence Elise bunu çok bunaltıcı buluyordu ve bilirsiniz
ya, nihayetinde ondan uzaklaşmaya, araya mesafe koyma
ya başladı. Biz de bu sırada, yazın birlikte takılmaya başla
dık; sanki diğer insanlarla da takılmaya ve Anna’y. kendi
sinden uzak tutmaya çalışıyordu.

CLARA: Çünkü Elise iyi bir kızdı, duyduğuma göre. Yük


sek notlar, drama kulübü, öğrenci birliği ve ardından Anna
gelince...
AKSHAY: Evet, Elise'i tüm bunlardan uzaklaştırdı sanki.
Kötü bir örnekti, hepimiz bunu biliyorduk, içki içiyorlardı;
Anna’nın bazen ilaç kullandığını...
CLARA: Bunu gördün mü? Uyuşturucu kullandığını?
AKSHAY: Evet, birkaç kez ama daha fazla kez kullandığını
da biliyorum. Ve Elise de buna uyum sağladı; sanırım üze
rinde bir baskı hissetti ya da belki de Anna’nın yapabile
ceklerinden korkuyordu.
CLARA: Elise sana korkmuş gibi geldi mi hiç? Eğer arka
daşlıklarını sonlandırırsa Anna’nın ona yapacağını düşün
düğü şeylerden korkmuş gibi mesela?
AKSHAY: Ben... ben sanmıyorum, öyle bir şey değil ama
içinde neler yaşadığını bilemem tabii. Belki de bize anlata
mayacağını ya da Anna’nın asla böyle bir şey yapmayaca
ğını düşünüyordu.
CLARA: Görünüşe göre Anna normal görünüyordu.
AKSHAY: Doğru.
CLARA: Peki, cinayet gününe yaklaşılırken, kızlar sana
nasıl görünüyordu? Bu iddia edilen ilişki hakkında birçok
şey duyduk. Boston’ın önde gelen yatırım bankeri Richard
Dempsey’nin oğlu Tate Dempsey’nin, zanlının arkasından

Elise ile bir ilişki yaşachğım duyduk. Sence Anna'yı cldırma


noktasına getiren şey bu muydu?
AKSHAY: Evet, yani böyle bir şeyi öğrenmek...
CLARA: Ancak polis soruşturmasına göre, bunun bir aşk
cinayeti mi olduğunu görmek için Anna'n.n bunu başından
beri bilip bilmediğini araştırıyorlar. Bu, eğer ki bilmiyorsan
diye belirteyim, bir savunma silahı olarak kullanılabilir: ge
çici delilik. Bunun bir şok olmayabileceğini de söylüyorlar.
Belki de Anna en başından beri biliyordu, kim bilir ne kadar
zamandır ve belki de bunu planlamıştı. Belki de Aruba’ya
Elise’le yalnız kalıp, onu sizlerden ayırıp öldürmek gibi bir
niyetle gelmişti.
AKSHAY: Bence... Bence bu çok korkunç bir şey. Buna dair
bir işaret yoktu; normal görünüyordu, eğleniyordu, takılı
yordu, anlarsınız ya.
CLARA: O halde daha önceden bunu bilmediğini mi düşü
nüyorsun?
AKSHAY: Biliyorduysa da bunu çok iyi saklamış olmalı, hiç
bir sorun yokmuş gibi.
CLARA: Sakladıysa bu da o uyarı işaretlerinden biri olabi
lir. Dr. Holt?
MARTIN: Merhaba Clara, evet, söylediklerin zarar görmüş
ruhsal yapısı hakkında daha güçlü bir kanıt sunuyor bize.
Böylesinde planlı bir şekilde hareket etmesi, bizi kıskanç
lıkla ortaya çıkan bir çılgınlıktan çıkarıp soğukkanlı bir katil

düşüncesine yöneltiyor. Bu büyük bir fark; özellikle de, altı


nı çizelim, cinayetin yanında kasıtsız adam öldürme iddiası
yapılırsa ya da duruşmada anlaşmaya gidilmeye çalışılırsa.
CLARA: “Soğukkanlı katil”, işte bu sayın seyirciler. Adada
ki polislerin de yakından takip ettiğine inandığım sorular
bunlar. Öfke miydi? Planlanmış mıydı? Sizi bilmem ama
ben bu kızı gördükçe daha fazla... sorunlu olduğunu dü
şünmeye başlıyorum. Sorunlu ve tehlikeli. Pekâlâ, bu gece
lik bu kadar. Dave ve Erin’in sunduğu haberler için izleme
de kalın ve yarın, Elise’in cinayetiyle ilgili daha fazlasıyla
burada olacağız: Her şeyi görmüş olması muhtemel bir
yerli satıcının, şahidin kayboluşu. Gerçeğe giden anahtar
onda olabilir mi? Yarın akşam da haber ve spor merkeziniz
KCFX ekranlarında buluşalım.

HAPİSHANE
Program yeniden reklama girdi. Bu sefer oda
daki tüm kadınlar bana bakıyordu.
Kendim e nasıl nefes almak gerektiğini hatırlatmak zorunda
kaldım.
Dışarıda her şeyin beter bir halde olduğunu biliyordum.
Kilit altında tutuluyor olsam da gazetelerden ve haberlerden
ufak tefek şeyler görmüştüm. İnsanların sıraya girip benim
m asum olduğum u savunmalarını beklemiyordum ama yine
de Clara'nın programı nefesimin kesilmesine neden olmuştu.
Ben daha... aklı başında olacaklarını sanmıştım. Haberlerin
öyle olması gerekmez miydi? İki tarafın da hikâyelerini ta
rafsızca yansıtm ak; sızdırılmış bilgilere ve yanlı açıklamalara
dayanarak bir takım sonuçlara varmamak? Duruşmaya daha
aylar vardı; Elligham bile hüküm giymeme neden olacak ka
dar kanıt olmadığını söylemişti. O halde benim desteğim ne
redeydi? Tutuklanmam ile ilgili protesto? Onun yerine benim
lehim e olan hiçbir şeyi göstermiyorlardı: Juan'dan, Tate'in
213

yalanlarından ya da aldatm asından bahseden yoktu; balkon


m evzusundan ya da olay yeriyle ilgili tüm o sorunlardan kim
se bahsetm iyordu. Benim masum olduğuma dair tek bir sa
vunma yoktu.
Suçlu olduğumu farz ediyorlardı ve bir an önce yakılmamı
bekliyor gibiydiler.
"K atil."
Ses arkamdan gelmişti, yüksekti ve netti. Döndüm. Diğer
mahkûmlardan biri, bacaklarını iki tarafa genişçe açmış oturu
yordu. Onu daha önce de görmüştüm , yemek salonunda ya da
bahçede. Kısa ve tıknazdı, yirmili yaşlarının başında olm alıy
dı, köprücük kem iğinde dövmeleri vardı ve Afrika örgüsü ya
pılmış saçları om uzlarına dökülüyordu. Bana sinsi bir şekilde
gülümsedi, benim kilerle buluşan gözlerinde karanlık bir bakış
vardı: tereddüt etmeyen ve direkt.
Dudaklannda zevkten belirm iş bir gülüm sem eyle yeniden
söyledi. "K atil."
Bakışlarımı kaçırdım ve odamn diğer köşesindeki kapıla
ra yöneldim ama kız hem encecik sandalyesinden doğruldu ve
yolumu kesmek için hızla yanıma geldi.
"N ereye gidiyorsun katil?" diye sordu, kollannı göğsünde
kavuşturup.
Nabzım hızlanmıştı. Bakışlarım hâlâ yerde, yanından geç
meye çalıştım. Yine önüme geçerek beni engelledi.
Korkuyla titremeye başlamıştım.
"Sorun istem iyorum ," dedim nazikçe, sanki teslim oluyor
muş gibi ellerimi kaldırmıştım. Hızlıca etrafa bakındım ama
genellikle kapının etrafından dolanan gardiyan ortalarda yok
tu. Diğer mahkûmlar da etrafımda çember olmuştu ve beden
dillerine bakılırsa onlar da pek hoş şeyler hissetmiyorlardı.
Korkum paniğe dönüşmeye başladı.
Daha önce de buna benzer şeyler görmüştüm, yemek sa
lonundaki kavgaları ya da bahçedeki dayakları. Buradaki ka
214

dınlar vahşi ve hırçın kavga gürültüleri seviyorlardı ve uzak


bir mesafeden belanın nasıl çabucak alevlendiğini, herkesin
barut fıçısı olduğunu ve alevlerin arasında atılmak için küçü
cük bir kıvılcım beklediğini görmüştüm. Her gün, binlerinin
bakışlarına yakalanmamak ya da kazayla koridorlarda bin
lerine çarpmamak için dikkatli davranmıştım. Başımı eğmiş,
gözlerimi yerde tutmuş, önüme bakmış ve beladan uzak dur
muştum.
Ama şimdi bela tam karşımdaydı, tam önümde duran yü
zünde net bir kararlılık vardı.
"Sorun yok," dedim yeniden, bir adım geri gittim. Gardiyan
gelene kadar onu oyalamam gerekiyordu sadece. "Lütfen..."
"Lütfen?" diye tekrar etti diğerleri, sırıtarak.
Önümdeki diğerlerine döndü. "Katiller terbiyelidirler. Lüt
fen ve teşekkürler ve evet efendim." Bana döndü. "Kızın boğa
zını deşmeden önce iznini istedin mi peki?"
Başımı çevirdim, daha mırıldanırken bu sözlerin işe yara
maz olduğunu biliyordum. "Onu ben öldürmedim."
"Öyle mi? O halde burada ne arıyorsun?" Kızın az önceki
alaycı ses tonu gitmişti, şimdi öfke doluydu. "Seni görüyorum,
hepimizden daha iyiymiş gibi etrafta dolanıyorsun. Bilmediği
mizi mi sanıyorsun, ha?" Daha da yaklaştı. "Burada hepimiz
aynıyız, katil."
"Ben yapmadım." Bu defa daha güçlü çıkan sesimi duy
dum, kelimelerin benim ağzımdan çıktığını bile sonradan fark
etmiştim.
Ama bu bir hataydı. Kendi nabzımı bile duyabileceğim
kadar yoğun bir sessizlik oldu ve hemen ardından üzerime
atladı. Vücudu benimkinin üzerine düşmeden önce zar zor
kendimi savunmak için ellerimi kaldırabilmiştim. Saçlarımı
çekiyor ve yüzümü tırmalıyordu. Etrafımızdakilerın bağrış
maları arasında yere kapaklandık. Darbelerinden kaçmayı
ve yana yuvarlanmayı başardım, nefes nefese kalmıştım ama
215

hemen ardından yine üzerime çullandı. Yüzünde, daha önce


benzerini görmediğim bir vahşet vardı.
Elisele beraber şehrin karanlık sokaklarında çıktığımız ma
ceralarda herhangi bir saldırıyla karşılaşmamış, fiziksel bir teh
ditle karşı karşıya gelmemiştik. Birinci sınıfta okuldaki beden
derslerinde savunma taktikleri öğrenmiştik: birbirimizin üze
rine atıldığımız ve kibarca yana kaçtığımız, temkinli ve tuhaf
rutinlerden ibaretti o dersler. Burada, o muntazam koreografi-
den bambaşka bir şey vardı: hırçm bir saldırıydı, üzerine düşü
nemeyeceğim ya da bir şeyler yapamayacağım kadar hızlıydı.
Tek yapabildiğim boğuşmak, tırmalamak ve diğer mahkûmlar
bağırıp çağırırken sert fayans zeminde debelenmek, yumruk
lar üzerime üzerime gelirken kaçmaya çalışmaktı.
Kız dirseğini mideme gömdü ve bir an nefessiz kaldım. Ne
fes nefese kalmıştı ve yüzü parlıyordu; burnunda biçare dar
belerimden birinin eseri olarak kan vardı. Kandan kıpkırmızı
olmuş bir ağızla sırttı ve yüzüme indirmek üzere yumruğunu
havaya kaldırdı. Bir anda bundan zevk aldığını anladım. Bunu
seviyordu. Kavgayı, acıyı, mücadeleyi.
Gücü keyfinden geliyordu.
Ben bir yumruk patlattım.
Kenara kayarak yumruğunu engelledim ve dirseğimi muh
teşem bir hareketle suratına gömdüm. Başı arkaya savruldu
ve dengesini yitirdi. Kendimi toparlayıp onun üstüne doğru
döndüm, sersemlemiş bir halde altımda yatıyordu. Dirseğimi
yüzüne, boğazma ve göğsüne gömdüm, tekrar, tekrar. Keskin
ve korkunç çığlıklar vardı ama kalabalığın sesleri uzaklaşıyor
du ve ben kendi kalbimin gümbürtüsünden ve yere çarpan
kafatasınm sesinden başka hiçbir şey duyamıyordum. Soluk
fayanslara yayılan kan lekeleri, karda açan çiçekler gibi görü
nüyordu. Güzel göründüğü bile söylenebilirdi ama artık umu
rumda bile değildi. Artık orada değildim, hiçbir yerde değil
dim. Şimdi saf öfkeden, yumruklardan ibarettim.
216

Beni kızın üzerinden çektiklerinde hâlâ yumruklarımı sallı


yordum; güçlü kollar beni yakaladılar ve yere doğru fırlattılar.
Çığlıklar bitmiyordu; diğer kızı sürükleyerek dışarı çıkardık
larından sonra bile yankılanmaya devam ediyordu. Bana, elle
rinde bir şırıngayla yaklaştıkları sırada fark ettim: Çığlık atan
ses bana aitti.
Ardından karanlıktan başka hiçbir şey kalmadı.
217

KIŞ
“Nerelerdeydin?"
Ses, karanlıkta ürkmeme neden oldu. Oturma odasının
ışıklarını yaktım çabucak ve Elise'in koltukta oturduğunu gör
düm.
"Elise?" Şaşkm şaşkın ona baktım. Üzerinde hâlâ üniforma
sı vardı, ekoseli etek ve blazer ceket.
"Sen burada ne..?"
"Seni bekledim," dedi, yüz ifadesi boştu ve ne düşündü
ğünü okumak imkânsızdı. "Okulun dışmda, konuştuğumuz
gibi."
"Ah, siktir," Utanmıştım. "Özür dilerim, unuttum... Ders
çalışma planına atladık," dedim tuhaf bir şekilde "ve Tatelere
gittik."
"Orasını anladım," dedi Elise sakince. "Alnında yazıyor
âdeta."
Kızardım. Tatele birlikte yumuşak çarşafları arasında ge
çirdiğimiz saatlerden dolayı hâlâ nefessizim. Anlamış olması-
2N

na şaşmamak gerekirdi, ben bile hâlâ Tate'in vücudumda alev


den bir yol çizen elini üzerimde hissediyordum.
"Aradım." Elise'in sesinin tonu değişmiş, acı bir tim taşı
yordu şimdi. "Sana tonlarca mesaj bıraktım. Ardından düşün
düm, belki de bir şey olmuştur diye, annenle ilgili, bu yüzden
geldik..." Durdu. "Baban beni içeri aldı."
"Şarjım bitti, mesajlarını almadım, yemin ederim." Birkaç
adım ilerleyip koltuğa yaklaştım. "Çok çok özür dilerim. Ta
mamen unuttum. Çok kafasızım, biliyorum. Ne yapabilirim
söyle. Pizza ısmarlayalım mı? Ödevlerimi yapacaktım ama bir
likte yarınki sınava çalışabiliriz ya da film izleyebiliriz ya da...
ne istersen yapabiliriz." Laflan geveliyordum, farkındaydım
ama inanılmaz bir şekilde kopuk görünen yüz ifadesinde in
sanı çok rahatsız eden bir şeyler vardı. "Elise?" dedim yeniden
gergin bir şekilde. "Batırdım, özür dilerim."
O bomboş ifade bir anda kaydı gitti ve Elise kıkırdadı ama
bu ses, mutlu bir ses değildi. İçinde çok çarpık bir şeyler vardı.
"Seni beklemek nasıl bir his biliyor musun? Bir saat boyunca
orada oturdum, herkes gidene kadar." Kollannı kavuşturdu
ve bir an için acı verecek derecede genç göründü. "Aklıma ola
bilecek şeyler geldikçe endişelendim. Bir araba kazası ya da
annen..." Başını salladı, yüz ifadesi daha sert bir hal alıyordu.
"Ve tüm bu süre boyunca sen onunla düzüşüyordun."
İrkildim. "Yapma."
"Ne yapmayayım?" Elise ayağa fırladı; şimdi yüzünü daha
net görebiliyordum: göz makyajı akmıştı. "Gerçek bu değil mi?
Bugünlerde tek yaptığınız bu, değil mi? Bir çift tavşan gibi bir
birinizin üzerine atlamak." Acı acı güldü. "Ve sen her zaman
iyi kızdın. Kim böyle bir sürtüğe dönüşeceğini tahmin edebi
lirdi ki... Ee, nasıldı bari?" dedi ve kolumu yakaladı. "Hadi,
anlat bana her şeyi. İyi miydi? Boşalmam sağladı mı?"
Gerileyerek kırıcı sözlerinden ve sesindeki yalpalamadan
uzaklaşmaya çalıştım. "Sen sarhoşsun."
219

"Z zzt! Yanlış cevap. Yeniden tahm in edin."


"E lise?" K albim durur gibi oldu. Ona doğru yaklaştım . "N e
içtin sen? Tanrım , iyi m isin? Birilerini aram am ı ister m isin..."
G özlerini devirerek "Sakin ol," diye araya girdi. "Bana öyle
bakm ayı kes. A nnem in haplarından birkaç tane. Reçeteli ilaç
lar. Sorun yok."
"B irkaç tane m i?" diye üstüne gittim, panik halim geçm e
m işti hâlâ.
"Yalan söylüyorsam iki gözüm önüm e aksın." Elise gözleri
fırlıyorm uş da tutm aya çalışıyorm uş gibi bir hareket yaptı ve
kıkırdam aya başladı.
"H iç kom ik d eğil." Tuttuğum nefesi bıraktım am a o panik
hissi üzerim deydi; şim di tüylerim i diken diken eden, çok daha
şüpheli bir şeye dönüşm üştü. Elise'in köşedeki bara doğru yü
rüyüşünü ve babam ın cam viski şişesinin tıpasını çıkarışını iz
ledim . "C idd en 'Lise, bırak onu yerine."
"N ed en?" Şişeyi parm akları arasında salladı. "B ir şeyler iç
m ek istem ez m isin?"
"Z aten zil zum a olm uşsun."
"Yeterince zum a olm am ışım dem ek ki."
Yanm a gidip şişeyi elinden alm aya çalıştım am a hem en
kenara kaçıp şişeyi başına dikti ve bir yudum aldı. Tamamen
çaresiz bir şekilde onu izledim . Ruh halindeki bu keskin de
ğişiklikler beni ölesiye korkutuyordu. U yuşturucularla işi ol
m azdı. İçki içiyorduk, evet, hatta bazen Chelsea ile beraberken
ot da tüttürüyorduk am a bu yeni bir şeydi ve hayırlı olm adığı
da kesindi. "K onuş benim le," diye yalvardım . "N eler oluyor?"
"Sana söyledim ."
H afifçe dönerek benden uzaklaştı. "Bekledim ."
"Tam am , m ahvettim , özür dilerim ." Teslim oluyorm uş gibi
ellerim i kaldırdım . "K endim i affettirm ek için ne yapabilirim ?"
diye sordum , sesim deki çaresizlik netti. "N e istersen, söz veri
yorum ."
220

"Anlamıyorsun, değil m i?" diye bağırdı, sesi karanlık evin


sakinliğinde yankılandı. "Ö zür dilemen fayda etmez. Onu
benden daha fazla seviyorsan faydası yok!"
Sessizlik.
"Elise..?" diye fısıldadım. Küstah ve yaralı bir ifadeyle yü
züme baktı.
"Bizdik," dedi. "Sen ve ben."
"Hâlâ öyleyiz."
"Ama onu daha çok seviyorsun."
"H ayır," dedim ona ama hemen başını çevirdi.
"Onunla birlikteyken suratının halini görm elisin." Yut
kundu ve bana hüzünlü bir ifadeyle baktı. "Sanki o, senin tüm
dünyanmış gibi."
"O benim erkek arkadaşım."
"Ee?" diye bağırdı. "Ben de en yakın arkadaşınım!"
"Doğru," diye bağırdım ben de ona. "Arkadaşım! O halde
neden benim adıma mutlu olamıyorsun?"
"Seni bir ay sonra dehleyecek bir puşt uğruna beni kenara
attığın için mi mutlu olayım?" Çılgın ve fazlasıyla sinirli gö
rünüyordu. "Tek kullanımlık adi bir şeymişim gibi? Bana ne
dediğini hatırlıyor musun bari? Önemli olan bizdik, birlikte
olmamızdı, her şeyden önemlisi buydu!"
"H âlâ öyle!"
"H ayır." Başını salladı. "Sen sahip olduğun her şeyi ona
verdiğinden beri öyle değil. Bana bunu yapacağın, böylesine
alçak bir sürtük olacağm aklımın ucundan bile geçm ezdi!" Eli
se kendi etrafında döndü ve bir çığlık koparıp elindeki şişeyi
bana savurdu. Şişe duvara çarparken geriye sıçradım; koyu
renk sıvı her yere sıçradı ve şişe bir kristal parçası gibi etrafım
da patladı.
"N e yapıyorsun?" diye feryat ettim şoke olmuş bir halde.
"Bunu sen istedin!" dedi hıçkırıklarla. "H er şeyi m ahvet
tin." Keskin ve hırçın korku titrememe neden oldu. Cam kırık
221

lan ya da dağınıklık değildi um urum da olan, sesindeki kati


yetti. Sanki bu bir sonm uş gibi.
"H ayır," dedim , bunu düşünm ek bile istemiyordum.
"M ahvolan bir şey yok. Onunla birlikteyim ve seninle aram ız
daki her şey de eskisi gibi, söz veriyorum ."
"Sana inanm ıyorum !"
"Ama gerçek bu!" Beni dinlem esi için ne yapm am gereki
yordu, bilm iyordum . Dinlem iyordu. Panik tüm vücudum a
yayıldı. Om uzlarını yakaladım ve onu sertçe, çaresizlikle sars
m aya başladım . "H âlâ sen ve beniz; her zam an sen ve ben ola
cağız!"
"K es şunu!" diye bağırdı Elise am a durm adım . Hâlâ onu
tutuyordum ta ki beni sertçe itip yerdeki cam kırıklarının içine
uçm am a neden olana dek.
Doğrulup nefesim i düzenlem eye çalıştım . Başım ın yere
çarpan arka kısm ında hafif bir ağrı vardı.
"A nna..." Elise bana doğru bir adım attı, gözleri fal taşı gibi
açılm ıştı. "Ah Tanrım, ben böyle bir şey..."
Doğrulup kendim i koltuğa attım. Bir an için orada, odanın
köşesinde askıya alınm ış gibi durduk. Gözlerim iz birbirlerine
kilitlenm işti ve aram ızda azgın duygulardan oluşan bir vadi
vardı sanki. A rdından m erdivenlerden bir ses geldi. Elise ba
kışlarını kaçırdı ve çabucak koltuğun arkasındaki battaniyeyi
alıp yere attı, böylece babam geldiğinde az önce sebep olduğu
m anzara kapanm ıştı.
"H er şey yolunda m ı?" Babam şaşkınlıkla bir bana bir ona
bakıyordu. "B ir şey duyduğum u sandım ."
"H er şey yolunda Bay Chevalier." Elise zoraki gülümsedi.
"Anna'ya telefonum dan bir video izletiyordum sadece."
"Ah, tam am o zam an." Babam gözlerini kırpıştırdı. Yüzün
de o dalgın ifade vardı yine. Hâlâ aram ızda değil gibiydi, içine
göm üldüğü finansal doküm anların arasındaydı sanki. "Akşam
yem eğine kalm ak ister m isin?"
222

"Hayır, teşekkürler, gitmem gerek."


"Tamam," Babam bana döndü. "Yemek yemek istediğinde
dışarıdan bir şeyler söyleyebilirsin."
"Tamam baba," dedim gergin bir sesle ama bize tekrar bak
madan dönüp merdivenleri çıktı.
Elise o gidene kadar bekledi ve ardından yanımdan hızla
geçip hole çıktı. Ben de peşinden gittim. "Elise. Bir dakika bek
le lütfen."
Sert bir yüz ifadesiyle bana döndü ama ardından o ifade
kayıp gitti. Nefesini tutmuştu. "Kanıyorsun."
Başımı eğdim. Elim kesilmişti ve üzeri kandan kıpkırmızı
olmuştu. "Sorun değil," dedim çabucak. "Hiçbir şey hissetmi
yorum."
Elise yeniden arkasını döndü. "Ben yapamam... burada ola
mam."
"Bekle." Onun peşinden kapının önündeki merdivenlere
çıktım. "Seni eve bırakayım en azmdan. Bu haldeyken dışarı
da dolaşamazsın."
Ona doğru uzandım ama kolunu hemen geri çekti. "Elise?"
dedim çatlak bir sesle.
"Yarın... görüşürüz," dedi çabucak, bakışlarını kanlı elime
dikmişti. Ardından hızla ilerlerdi. Ayak sesleri gecenin karan
lığı tarafından yutulana kadar arkasından baktım ve yüzünde
ki sert ve zarar görmüş sert ifadeyi hatırladım.
Korku tüm vücudumu ele geçirdi. Onu kaybedemezdim,
buna izin veremezdim. Tate beni kendine doğru çekmiş ve
yepyeni bir sevgi türüyle sarıp sarmalamıştı ama ben aynı za
manda Elise'indim, her zaman onun olacaktım. Eğer ki seçi
mim...
"Elise!" diye bağırdım ardından. "Dünyalar kadar! Beni
duyuyor musun?" Sesim karanlıkta yankılanıyordu. "Lanet
olası dünyalar kadar!"
Ama cevap olarak sadece sessizlik vardı. Titremeve başla-
223

yana kadar m erdivenlerde bekledim am a hiç geri dönm edi.


Z arar verm iştik ve kalbim h iç olm adığı kadar acıyordu. Sanki
içim den bir şeyler sökülüp alınm ış ve dünyaya saçılm ıştı ve
onu geri alm am ızın bir yolu yoktu.
G itm işti.
Sonunda döndüm ve evim in sıcak, güvenli ortam ına gir
dim .
Ü ç hafta sonra annem öldü.
224

KANIT MATERYALİ 102-ANNA CHEVALİER


İNGİLİZCE ÖDEVİ-ON BİRİNCİ SINIF
Kelimelerim âdeta bir silah,
Kesebilirler seni cam gibi.
Ya da boşlukları ve çatlakları düzeltebilirler,
yatıştırabilirler
tıpkı damlayan bal gibi.
Tatlı ve güvenli.
Ya da kalbini söküp atabilirler.
Adımı solgun tenine kazıyabilir,
Kanından dizeler yazabilirler.
Ne söylediğine dikkat et arkadaşım.
Kelimelerim benim en güçlü silahım.

DURUŞMA
“Bu şiiri sanık mı yazdı?”
Sessizlik.
Dekker dik dik bakıyordu. “Bayan Day, lütfen. Yemin altın
da olduğunuzu unutmayın."
Chelsea'nin bakışları doğruca bana çevrildi. Tutuklandı
ğımdan beri onu görmemiştim; saçları şimdi daha kısaydı,
hafif dalgalı kahverengi saçları derli toplu görünüyordu. Her
zaman gürültücü biri olmuştu, sürekli gülerdi ancak şimdi yü
zünde af dileyen ve pişmanlıkla dolu bir ifade vardı.
"Evet," dedi yavaşça. "Son sınıfın İngilizce dersinde."
"Ve yazdığı vahşi içerikli tek şey bu değildi, değil mi?"
Gates'in yanımda içine keskin bir nefes çektiğini hissettim.
Chelsea yine sessizdi. Başını önüne eğmişti, bileğindeki
renkli bilekliklerle oynuyordu. O bileklikleri o, ben ve Elise,
Boston'daki bir dükkândan almıştık ve üst üste hepsini sıkıca
bileklerimize bağlamıştık.
Yargıç von Koppel öne doğru eğildi. "Lütfen soruya cevap
verin."
22i

Chelsea isteksizce yukarı doğru bir bakış attı. "Hayır, di


ğerlerini ders için yazdı, hepimiz yazdık."
"Bunun gibi." Dekker plastikle kaplanmış bir sayfayı baş
parmağı ile işaretparmağınm arasına alarak kaldırdı. "İki bir
yedi numaralı delil, sanık tarafından yazılan ve genç bir kızın
öldürülmesini anlatan bir kısa hikâye."
"Ödev olarak yazılmıştı," deyiverdi Chelsea. "Yaşadığımız
civarda liseli bir kız vurulmuştu. Büyük olay olmuştu, herkes
bundan bahsediyordu ve bu yüzden öğretmenimiz de bu ko
nuda hikâye yazmamızı istedi. Ben de yazdım, Elise de yazdı.
Herkes yazdı."
"Ancak kurbanın gözünden mi yoksa katilin gözünden mi
yazacağınıza karar verebilirdiniz, değil mi?" Dekker başını
yana eğdi, bir cevap bekliyordu.
Chelsea tuttuğu nefesi bıraktı. "Evet."
"Ve Bayan Chevalier bu hikâyeyi katilin gözünden yazan
tek kişiydi."
"Erkekler de yazdı," dedi Chelsea. "Sınıfın yansı yani."
"Peki, sanık size neden katil rolünü üstlendiğini anlattı
mı?"
Chelsea dudağını kemirdi, yine bana bakıyordu. "Dedi
ki..." Sesi bir fısıltıya dönüşmüştü."
"Yüksek sesle lütfen."
Chelsea yeniden isteksizce içini çekti. "Kendini katilin yeri
ne koymaktan hoşlandığını söyledi. Birinin üzerinde böylesine
bir güce sahip olmayı, bir hayatı sonlandırmanın nasıl bir şey
olduğunu merak ettiğini. Ama bu gerçek değildi," diye çıkıştı
sonunda. "Bir yazıydı, olayı buydu. Öğretmenlerimiz her za
man kendi kafamızdan çıkmamızı ve başka biri olduğumuzu
hayal etmemizi isterler!"
"Ama sanığın sınıfın dışındayken bile vahşi imgelere karşı
bir sempatisi vardı," Dekker tıklayınca ekranda bir görüntü
belirdi: bilim dersi dosyam. "Birkaç şarkının sözlerim yaz-
227

m ıştı, hatta kim ileri aynı sözleri saplantılı bir şekilde tekrar
tekrar yazdığını bile söyleyebilir. Bir alıntı yapm am a izin ve
rin, 'B ir bıçak aldım ve gözünü kesip çıkardım .'" Sesi, sakin
m ahkem e salonunda dram atik bir hale bürünüyordu. '"K ü
çük kalbini söküp atacağım çünkü sen beni ağlattın.' Bu sa
nığın en sevdiği m üzisyenlerden biri olan Florance and the
M achine'in bir şarkısı."
Bana, Dekker'ın soruları karşısında herhangi bir tepki
verm em em söylenm işti am a inanam az bir halde başım ı sal
lam aktan alam ıyordum kendimi. Çevrim içi profillerimizden
kopyalanan, hiçbir m anası olm ayan fotoğraflar yeterince kö
tüydü ama bu? Her zam an duruşm aların delillerle ve tanık
larla alakalı olduğunu düşünürdüm am a bunlar, sıkıcı bir
ders sırasında defterim e karaladığım , başka birine ait sözlerdi
ve şim di, sanki 'vahşi dürtülerim 'in bir kanıtıym ış gibi onla
rı elinde tutuyordu. Neden daha ileri gidip DVR kayıtlarıma
bakm ıyor ve T atele koltukta yan yana yatarken izlediğim iz
tüm o korku film lerini söylem iyordu? Neden okuduğum ci
nayet rom anlarını bulm ak için kitaplığım a bakm ıyordu? Eğer
birileri yeterince uğraşırsa hepim izin suçlu görünm esi müm
kün değil m iydi?
"Sakin ol."
Kolum da birinin elini hissettim ve başımı kaldırınca
Gates'in bana doğru eğildiğini fark ettim. "Kaşlarını çatmış
sın." Kim senin duymam ası için neredeyse mırıldanıyordu.
"N afile çabalıyor. Sağlam bir delili olsaydı şim diye kadar çıka
rırdı ama öyle bir şeyi yok. Derin nefes al, unuttun m u?"
Tabii ki unutm amıştım, haftalardır her gün içime kazıyor
lardı. Ama Gates beni dikkatle izliyordu, bu yüzden küçük bir
nefes aldım ve sakin olduğunu umut ettiğim bir yüz ifadesi ta
kınmaya çalıştım. Yargıcın beni sinirli görmesine izin veremez
dim; Dekker'ın yalanlarına karşı bir şey hissettiğimi görmesine
izin veremezdim.
221

"Peki ya okulun edebiyat dergisine gönderilen yazılar?"


Dekker hâlâ dosyamın kapağındaki ve İngilizce ödevlerimdeki
yazıları okuyordu.
"İtiraz ediyorum!" Gates ayağa fırladı. "Savcının tanığa
başka sorusu var mıdır yoksa şiir okuma seanslarına mı de
vam edecektir?"
"Evet, lütfen sorgulamaya sadık kalın," Yargıç von Koppel
buz gibi bir gülümsemeyle hak verdi. "Grafiti meselesini yete
rince dinledik sanırım."
Dekker bir an için durup dik dik baktı, ardından yeniden
Chelsea'ye döndü. "Cinayetin gerçekleştiği dönemde, Bayan
VVarren ve sanık arasında bir sürtüşme dikkatini çekti mi?"
"H ayır," dedi Chelsea. "Araları iyiydi. Mutluydular."
"Em in misiniz? Kavga ya da anlaşmazlık yok muydu?"
"Az önce söyledim" Chelsea çatık kaşlarla DekkePa bakı
yordu, "Bunu neden yaptığınızı bile anlamış değilim. Anna,
Elise'i severdi, hepimiz severdik, onu incitecek bir şey asla
yapm azdı."
Gözleri mahkeme salonunda beni aradı. Bakışlarımız bu
luşunca hafifçe başımı salladım ona. Sorun değildi. Burada ol
mak istemediğini, Dekker7ın onu beni karalasın diye buraya
zorla getirdiğini biliyordum. Dekker7ın benim hakkımda söy
ledikleri konusunda, benim olduğu kadar onun da elinden bir
şey gelmezdi.
"Yani sanığın kıskanma diyebileceğimiz bir harekette bu
lunduğunu görmediniz?"
"H ayır."
"Kendisinin şiddet içeren ya da kontrol edilemez hareket
lerde bulunduğunu hiç gördünüz mü?"
"Hayır, as..." Chelsea aniden durdu. Bana bir bakış attı, ani
den paniklemiş gibiydi. Dekker onun bu bakışını yakalamıştı
Yüzü aydınlanıverdi.
"Gördünüz?"
229

"b e n ..." C helsoa'nın vüziindo kondivle savaşır gibi bir ifade


vardı.
C atos yeniden kolum a vapıştı.
"N eler olu yor?" di\v fısıldadı.
O m uzlarım ı silktim . "bilm iy o ru m ."
1 V kkor b o ^a/ım tem izledi. "bayan Day? Sam dın şiddetli ya
da sinirli çıkışlarına şahit oldunuz m u?"
C helsea vonidoıı tereddütte gibi göründü am a ardından ba
şıyla onayladı.
"N o olm uştu ?" Dokkur'ın tüm vücudu tetikteydi ve beklen
tiyle bakıyordu.
"B e n ..." C helsea gergin bir halde yutkundu. "O kuld a, sanat
dersi sırasındaydı. Kilitli dolabım dan bir şey alm aya çıkm ıştım
ve onu, F.liso'lo birlikte koridorda gördü m ."
"K urbanla birlikte m i?" Dokkor'ın şen şakrak sesi m idem i
altüst etm işti.
C helsea yeniden başıyla onayladı. "A nna... b a tırıp çağırı
yordu. El ise onu sakinleştirm eye çalışıyordu am a A nna... ko
ridordaki panoyu aldı, sanırım Ç evre H aftası ile ilgili birkaç
şey vardı panoda ve onu aldığı gibi elleriyle param parça etti."
Tuttuğum nefesi verdim . Şim di neden bahsettiğini anlam ış
tım . Dokkor zafer sevinciyle dolu sorularına devam ederken
ben de C ates'e bir not yazm aya başladım .
"N e konuştuklarını, ne hakkında tartıştıklarını duydun
m u?"
"H ayır, onlara yaklaşm am am gerektiğini düşündüm ."
C helsea tuhaf görünüyordu. "Yani, Anna çok sinirli görünü
yordu ."
"Şid d etli bir biçim de öfkeliydi." Dokkor kelim eleri büyük
bir tatm inle telaffuz etti.
"Ben... Evet."
"Peki, sonrasında ne oldu?"
230

C helsea om uzlarını silkti, "klişe onu sakinleştirmeye çalıştı


am a Atına onu iteleyip..."
"Sanık, kurbana fiziksel saldırıda mı bulundu?"
"I layır." Chelsea durdu. "Yani, öyle bir şey değildi. Sadece
onu itip uzaklaştı, o kadar."
D ekker dik dik ona bakıyordu. "Başka sorum yok."
O m asasına doğru giderken ben de notumu Gates'e uzat
tım . Nota şöyle bir baktı, başını salladı ve kendine güvenen bir
tavırla tanık kürsüsüne yaklaştı.
"Bayan Day, bahsettiğiniz bu münakaşa ne zaman gerçek
leşti?"
Chelsea bir an için düşündü. "Noel tatilinden önce."
"10 A ralık doğru tarih olabilir mi?" diye önerdi Gates.
"Evet, sanırım öyle olm alı."
"A nna'nın annesinin durumundan haberdar mıydınız?"
diye sordu Gates.
"H asta olm asını mı kastediyorsunuz?" Chelsea başıyla
onayladı. "Bu konu hakkında konuşmayı sevmezdi ama evet.
Elise olan biteni bize anlatmıştı, yanlış bir şey söylemeyelim
diye."
"İtiraz ediyorum , konuyla alakası nedir?" diye çığırdı Dek
ker.
G ates yargıca döndü. "Sanığın annesinde göğüs kanse
ri vardı," diye açıkladı, "geçtiğimiz yılın aralık ayında teşhis
konm uştu."
Yargıç başını salladı. "Devam edin."
Gates, Chelsea'ye döndü. "O halde annesinin durumunun
tam olarak nasıl olduğunu ve Anna'nın bununla nasıl baş et
m eye çalıştığına dair bir fikriniz yoktu."
"H ayır, sanırım yoktu." Chelsea yine bana bir bakış attı.
"Bu konuda oldukça katıydı. Moralimizi bozmak istemezdi."
Gates başıyla onayladı. "O halde o 10 Aralık günü, Anna'nın
bir sinir krizi geçirdiğine tanık olduğunuz gün, annesinin ilaç
231

tedavisini tam am en reddettiğini, yani bir anlamda ölüme ha


zırlandığını öğrendiğini de bilm enize imkan yoktu, değil mi?"
Chelsea'nin gözleri fal taşı gibi açıldı ve m ahkem e salonun-
dakilerin şaşkınla nefeslerini tuttuklarını fark ettim. "Hayır.
Hayır, bunu hiç bilm iyordum ."
Gates, kaşlarını çatarak Yargıç von Koppel'a döndü. "Ba
yan Chevalier ve kurban arasında yaşanan, Dedektif Dekker'ın
inanm ak istediğinin aksine şiddetli bir kavgadan çok daha
farklı bir şeydi. Bayan D ay'in şahit olduğu şey, genç bir kızın,
ebeveynlerinden birini kaybedeceği gibi korkunç bir habere
verdiği son derece doğal tepkiydi. Yaşanan çıkışma, bir şiddet
gösterisinin aksine bir keder belirtisiydi."
Yargıç başıyla onayladı. "N ot edildi."
Yargıcın ve de tüm m ahkem e salonunun gözlerini üzerim
de hissedebiliyordum . İzliyorlar, yargılıyorlar ve yorum lar ya
pıyorlardı. Nasıl hissettiğim i ve bu haberi nasıl karşıladığım ı
m erak ediyorlardı. Dürüst olm ak gerekirse net olarak hatırla
m ıyordum ; kederle, öfkeyle ve saf, karanlık bir hayal kırıklı
ğıyla bulanıklaşm ıştı. Sanki gri, yağm urlu bir günde çekilen
bulanık bir fotoğrafa bakıyor gibiydim . Sadece anlık bakışlar
kalm ıştı geriye: annem in bana söyleyecek cesareti bile bulam a
m ası; babam ın haberi bana verirken arkam daki duvara kayan
gözleri.
Yarı yolda bırakm ıştı bizi. Kendisini, beni.
Ö lüm cül durum da ve hatta son safhalarda olsaydı her şey
farklı olurdu am a doktorlar, tekrar yapılacak kem oterapinin
yüzde kırk ihtim alle olum lu sonuçlanacağını söylem işlerdi.
Yüzde kırk. N eredeyse yarısıydı bu. Kanseri yeniden yenmek
için, hayatta kalm ak için yarı yarıya şans dem ekti bu. Benimle
kalm ak için. Am a onun yerine o pes etm işti. Bunun anormal
olduğunu ve vücudunda tekrar tekrar o kim yasalları barındır
mak istem ediğini söylem işti. Bu sefer işe yarasa bile, sonrasın
da hastalığın yeniden nüksedeceğini söylem işti. Artık zam a
232

nının geldiğini; asaletiyle, onuruyla ve sevgisiyle sona gitmek


istediğini söylemişti.
Ancak gidişinin asaletle uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Çarşaflar, yastıklar ve bornozlara bürünmüş, yatağında öyle
ce oturan nazik bir şeyden ibaretti. Kataterlerin, idrarla dolu
torbaların, artık sarı renge bürünmüş derisinin ve boğazına
dayanmış olan acının asil hiçbir yanı yoktu.
Beni terk ediyor olduğu gerçeğinin hiçbir güzel yanı yoktu.
Onlar şimdi mezarın altında olan annemi, kederimi, çare
sizliğim i konuşurlarken ben sessizce oturdum. Tırnaklarımı
avuçlarıma geçirdim ve ıstırabın ne zaman biteceğini merak
ettim.
233

KAVGADAN SONRA
Beni, kendi güvenliğim için olduğunu söyleye
rek tecrit altına aldılar ama bunun benim değil, onlarm hay
rına olduğunu biliyordum. Burada yaralanıp yaralanmamam
umurlannda değildi ama bu durum onları, dışarıdan bakan
lar için kötü bir duruma, beni ise daha sempatik bir duruma
sokuyordu. Bu yüzden, hâlâ sahipmişim gibi davrandığım
küçücük özgürlüğümü de elimden aldılar ve beni sessizliğe,
karanlık gecelere ve düşünmekten başka yapabileceğim hiç
bir şey olmayan uzun günlere mahkûm ettiler. Gücüm yavaş
yavaş tükeniyordu; daha önceki azmim ve kararlılığım, yalnız
geçirdiğim günlerin acımasız hücumu altındayken azaldıkça
azalıyordu. Büyük bir çabayla uzaklaşmaya çalıştığım o se
vimsiz düşünceler geri dönüyor, geceleri fısıldıyor, şiddetli
panik olduğum yerde dört dönmeme, zar zor nefes almama
sebep olana kadar soğuk kollarını vücuduma, incecik parmak
larım boğazıma sarıyordu.
Sabahlan uyanıp hücremden dışan çıkabilmenin ne kadar
234

büyük bir ayrıcalık olduğunun daha önce farkında bile değil


dim. Şimdi, yemeklerimi sert plastikten bir kapta getiriyorlar,
sabah herkes işini bitirdikten sonra beni duş almak için götü
rüyorlardı. Bahçede geçirdiğim birkaç saat babam ve Gates
sayesinde hâlâ elimdeydi ama şimdi, yanımda iki gardiyanla
birlikte, bahçenin uzak bir köşesinde takılıyordum. Diğerlerin
den dikenli tellerle ve barikatlarla ayrılmıştım; tüm eğlence
den, oynanan basketbol oyunlarından ve huysuz huysuz volta
atan diğerlerinden uzaktaydım.
Amerikan Elçiliğinden olan Lee, burada sahip olduğum
tek arkadaştı. Neredeyse her gün beni ziyaret ediyordu; bana,
okuyup kafa dağıtabileceğim dergiler ve boş saatlerimi dol
durabilecek kitaplar, beni neşelendirmek için yastık ve içinde
bulunduğum karanlığı ve kötü kâbuslarımın çığlıklarını bas
tırmak için beğeneceğimi düşündüğü şarkılarla doldurduğu
eski bir iPod getirmişti. Beni, davayla ilgüi gelişmelerden ve
Gates'in duruşma için geliştirdiği yeni stratejilerden haberdar
ediyor; benimle birlikte saatlerce vereceğim ifade üzerinde
çalışıyor ve bilgileri, polis merkezinde yeni edindiği bağlantı
sından aldığı bilgilerle karşılaştırıyordu. Beni sabırla dinliyor,
notlar alıyor ve masumiyetimi kanıtlamak için yeni bir olasılık
ya da bakış açısı bulmaya çalışırken düşünceli bir şekilde kaş
larını çatıyordu.
Ben duştayken Tate yatak odasından çıkmış olabilir miydi?
Juan'ın bizi eve kadar takip ettiğini başka birilerine söylemiş
miydim? Peki ya Niklas, tehdit olarak algılanabilecek bir şey
söylemiş miydi, tuhaf ya da agresif bir şaka yapmış mıydı?
"Bazen mesele senin yapmadığını kanıtlamak değildir,"
dedi bir gün. Tüm gün Chelsea'nin, Max'ın ve AK’in sorgu
kayıtlarını inceledikten sonra sinirle kâğıtları fırlatmıştım.
"Bazen tek yapman gereken akla yatkın bir şekilde şüphe ya
ratmaktır. Sağlam bir kanıtları yok ellerinde," diye hatırlattı.
"Ellerinde sadece ikinci dereceden kanıtlar ve Dekker'm vahşi
235

teorileri var. Asıl kanıtlamak zorunda oldukları şey, akla yat


kın şüpheden daha fazlası. Ama bunu yapmalarına izin ver
meyeceğiz."
Yorgun argın bir halde arkama yaslandım. Şimdi uyku
düzenim eskisinden daha beterdi; tecrit kanadında en küçük
tıkırtılar bile yankılanıyordu. "Nasıl bu kadar emin olabiliyor
sun?"
Lee yumuşak bir gülümsemeyle bana baktı, kahverengi
gözleri nazik ama cesur görünüyordu. "Sadece eminim."
Ama bu söylediği benim için yeterli değildi. Özellikle de
hayatımdaki herkesin farkında olmadığım başka bir amacı, on
ların istediklerini söylemem ya da yapmam için gizli bir sebep
leri olduğunu hissetmeye başladıktan sonra. "Hayır, sordu
ğum soruda ciddiyim," dedim ona. "Neden buradasın? Kendi
ağzınla söyledin, elçilikteki kimse bana bulaşmanı istemiyor
du. Onlara karşı gelerek birçok şeyi riske atmıyor musun?"
Lee başını eğdi. "Sanırım sadece sana yardım etmek istiyo
rum. Burada bir başma kaldın ve senin hakkında söyledikleri
şeyler..."
"Neden onlara inanmıyorsun?" diye sordum ısrarla. "Diğer
herkes onlara inanıyor, hatta arkadaşlarım olarak gördüğüm
insanlar bile. Beni tanımıyorsun ve bana kati suretle inandığını
söylüyorsun."
Lee bir anlığına durdu. Kafasmda bir şeyleri tarttığını göre
biliyordum ve başını kaldırdığında, yüzünde yorgun bir ifade
vardı. "Kız kardeşim, onun da başma böyle bir şey geldi. Cina
yet değildi," diye ekledi çabucak. "Uyuşturucu."
Bekledim ve kısa bir andan sonra açıklamaya başladı.
"Üniversiteden mezun olduktan sonra sırt çantasını alıp Gü
ney Amerika'da seyahate çıktı," dedi. "Sekiz yıl önceydi. Sa
hilleri, ormanı, Aztek kalıntılarını görmek istiyordu, anlarsın
ya?" Hafifçe gülümsedi ve o an, ne kadar yakın olduklarını
anladım. Paylaşılan yatak odalarıyla, çocukluk kavgalarıyla ve
236

birlenip sağlam ve parçalanamaz bir şeyi yaratan diğer küçük


şeylerle doğan sevecen kardeş bağı. "Gençlik hostellerinde ka
lıyor ve her türlü insanla tanışıyordu. Beraber seyahat ediyor
lardı," diye devam etti. "Sanırım içlerinden biri çantasına bir
şey attı çünkü Brezilya'nın gümrük kuyruğundan çekip almış
lar ve çantasında, tişörtlerinden birine sarılı halde otuz grama
yakın kokain bulmuşlar. Uyuşturuculara elini bile sürmezdi,"
dedi üzerine basa basa. "Kırk yılda bir bira içerdi. Hatta ben de
onunla dalga geçerdim, bilirsin ya, böylesine temiz bir hayat
yaşadığı için." Durdu, yüzünde karanlık bir ifade belirdi.
"Ne oldu?" diye sordum, her ne kadar duyacağım şeylerin
hiç de iyi olmayacağını bilsem de.
Bakışlarını yere indirdi. "Onu suçladılar, cehennem deli
ğinden farksız bir hapishaneye tıktılar. Portekizce konuşamı-
yordu ve ailem... Onunla görüşebilmemiz haftalarımızı aldı.
Avukatımız vardı ama duruşma sadece göz boyamak içindi
ve o kadar kokain... Uyuşturucu ticaretinden suçlu buldular,"
dedi Lee yavaşça "On yıl ceza aldı."
Kalbim sıkışır gibi oldu.
"Biz onu temyiz duruşmasına çıkarmayı başarana kadar üç
yıl orada kaldı." Lee'nin benimkilerle buluşan gözlerinde acı
vardı. "O yerde üç yıl." Başını salladı. "Şimdi evinde, evlendi
ve bir çocuğu var. Ama o dönem onu değiştirdi. O yılları asla
geri alamayacak, sırf birileri ondan elini eteğini çektiği için.
Sanki hiçbir önemi yokmuş gibi. Kimse onun için savaşmadı."
Durdu ve utangaç bir ifadeyle başını çevirdi. "Sanırım, düşün
düm ki aynısının senin başına gelmesini önlersem..."
Tüylerim diken diken olmuş bir şekilde yutkundum. 'Te
şekkür ederim," Sesim kırılgan bir fısıltı gibi çıkmıştı. "Dene
diğin, bana inandığın için..."
Lee gülümsemeyi başardı ve dosyalara uzandı. "İşe dö
nelim," dedi, yaptığı itiraftan sonra utanmış gibi. "Haber
programlarındaki tüm bu önyargılı raporlar hakkında bir şev
231

yapmalıyız diye düşünüyorum. Eski avukatın hiçbir şekilde


yorum yapmamanı istiyordu, biliyorum ama şu anda resmen
dayak yiyorsun ve bunun yargıcın gözünde bırakacağı etki
konusunda endişeliyim. Belki de bir röportaj yapmamız gere
kiyordum" diye önerdi, "burada, hapishanede. Bir Amerikan
kanalı bulalım ve hikâyenin senin tarafını dinlemelerini sağ
layalım."
Söylediklerini dinliyordum ama tam olarak algıladığım
söylenemezdi. Hâlâ ablasının hikâyesinin etkisindeydim. Be
nim gibi bir kız, benimki gibi bir dava vardı: Evden uzakta,
yabancı bir ülkenin hukuk sisteminde kapana kısılmış. Ve suç
lu bulunmuştu. Terk edilmişti. Çürümeye bırakılmıştı. On yıl.
Bu yerde altı ay bile katlanılamaz bir hale gelmişti ama kap
kara bir geleceğe dönüşen ve ardı ardma gelen yıllar?
Şimdi, ilk kez, annemin hissettiklerinin bunlar olup olmadı
ğını merak ettim. Kanser bir tür hapishaneyse, kemoterapi de
işkence olmalıydı. Anlıyordum.
231

RÖPORTAJ
“Sadece başını kaldır, biraz daha... tamam, ha
rika."
Parlak bir flaş yüzüme doğru patlayarak beni bir anlığına
kör etti ve elinde bir makineyle yüzüme yakın duran kadın çı
kan değerlere baktı. Ardından odanın diğer tarafında aydın
latma teçhizatlarını ayarlayan adama, "Daha az mavi," diye
bağırdı. "Bir kez daha deneyelim."
Başka bir flaş daha patladı ve bu sefer gözümün önünde
dans eden koyu halkalar bıraktı. Aptala dönmüş bir halde göz
lerimi kırpıştırdım. Kadın alette bir şeylere bastı ve bu defa
enerjik bir hareketle başını salladı. "Tamam, oldu bu sefer! Kı
pırdama." Son kısmı bana ithafen söyledi ve ardından uzak
laştı.
Etrafa bakındım. Nereye gideceğimi bile bilmiyordum
Hapishanenin kafeteryasında oturuyordum; bu sefer plaktık
masalar ve y'emek arası çılgınlığı gitmiş, yerine daha tarklı bir
kaos gelmişti. Spot ışıkları, ses kabloları, mikrofon kollan ve
239

kameralar: salon, sesle ve hareketle kaynıyordu. Bu kadar ses


siz, hareketsiz kaldığım günlerden sonra tek yapabileceğim iz
lemek ve tüm bunları sindirmeye çalışmaktı. İnsanlar, sıradan
insanlar, neşeli bir şekilde gevezelik eden, panoları kontrol
eden, ellerinde kâğıtlarla ve kahve bardaklarıyla ve kablo ma
karalarıyla koşturan insanlar. Uyuşmuş bir halde, yarı uyku
lu geçirdiğim onca haftadan sonra zihnim bir elektrik şokuna
maruz kalmış, sarsılarak uyanmış gibiydi.
"Dur da makyajının üzerinden bir geçeyim." Elinde küçük
kutularla ve fırçalarla dolu bir tepsi tutan bir kadın yanımda
bitmişti. Yüzüme fondöten ve maskara sürerek yarım saat ge
çirmiştik zaten ve şimdi de bir allık fırçasını pudraya daldı
rıp yüzüme sürüyordu. Cana yakın bir şekilde gülümseyerek,
"Fazla göründüğünü biliyorum," dedi, "Ama bu ışıklar bazen
cayır cayır yakıyor; parlamanı istemeyiz."
Ben de tereddütle ona gülümsedim. Bu telaşenin ve koş
turmanın arasında çoğu insan benden uzak durmuştu; sanki
etrafımda görünmez bir güç kalkanı varmış gibi benimle olan
mesafelerini korumuşlardı. Sanırım hapishane tulumu ve bi
leklikler insanı bu hale getiriyordu. Duruşmada olduğu gibi
normal kıyafetler giyeceğimi ummuştum ama program, hapis
hane kıyafetlerimi giymemde ısrarcı olmuştu. Ayrıca dikenli
tellerin pencereden rahatlıkla görülebildiği ve duvarlar yerine
etrafında metal parmaklıklar olan burayı seçmişlerdi. Gates'e
ve babama anlattıklarına göre günlük hayatımın gerçeğini yan
sıtmak istiyorlardı ama bu doğru olsaydı, kaydı benim tecrit
odamda yapıyor olmamız gerekirdi. Açık çelikten klozetin
üzerinde dengede durmaya çalışan kameramanla küçücük
odada sıkış tokuş duruyor olurduk.
"Gergin misin?" dedi, hâlâ yüzüme pudra süren makyöz
kadm. Utanmış bir halde başımla onayladım. "Gerilm e," diye
rek rahatlatmaya çalıştı beni. "Harika bir iş çıkaracaksın. Sade
ce ona bak ve kameralar yokmuş gibi davran."
240

"Morlukları kapatma!" Keskin bir güneyli aksam gürültü


yü delip geçti ve birden o belirdi: incecik topuklu mavi ayak
kabılarıyla, boynunun etrafına konmuş kâğıt önlükle ve san
saçlarına sarılmış bigudileriyle.
Clara Rose.
Televizyon ekranında devasa görünüyor olabilirdi ama ger
çek hayatta kısa biriydi: Parlak pembe Chanel takım elbisesi ve
mavi göz farıyla minik ve derli toplu görünüyordu. "Sana söy
lemiştim, yüzüne bir şey sürülmeyecek." Makyözü azarladı ve
elindeki fırçayı kaptı. "Son üç aydır bu hapishanede çürümeye
bırakılmış biri o, Bayan Amerika yanşmasındaki bir yarışmacı
değil."
Makyöz kadın korkuyla sindi ve çabucak yüzümdekile-
ri silmeye başladı. Clara bana baktı ve yüzüne aniden geniş,
tatlı bir gülümseme yayıldı. "Anna, sonunda seninle tanışmak
ne kadar güzel," diye cıvıldadı. "Bunda yer almayı kabul et
tiğin için çok teşekkürler. Çok cesur davrandın; şimdi sıra
Amerika'nın hikâyeyi senin ağzından duymasına geldi."
Elini uzatınca istemeden de olsa sıktım. "Beni programınız
da ağırladığınız için teşekkür ederim," dedim kibarca.
"Daha önce oturup konuşma fırsatı bulamadığımız için
üzgünüm," dedi ve göz alıcı beyazlıktaki dişlerini göstererek
bana gülümsedi. "Ama ben eminim ki... Kenny, hayır!" diye
aniden bağırıp, ışıkçı çocuğun lambaları ayarladığı tarafa bak
tı. "Sana, beni sarı ışığa boğman konusunda ne demiştim?"
Ona doğru yürümeye başladı; stilettolannın topukları mat mu
şamba üzerinde takırdıyordu.
Onun uzaklaşmasını izlerken yavaşça nefesimi verdim.
Bu benim seçimim değildi: bu röportajı yapmak ya da bunun,
Clara Rose £oz/un özel bölümü olarak yayınlanması. Hele de
benim hakkımda söylediklerinden sonra, bunun yapacağımız
son insanın o olacağını düşünmüştüm ama Lee, tam da bu
sebepten ötürü karakter profilimi çıkaranın o olması gerek
241
tiğini söylemişti. Amerika'daki tüm televizyon kanalları beni
karalama kampanyasına girmişti ama Clara'nın şovu en bete
riydi. Neredeyse haftanın her günü, söziimona uzmanlarıyla
ve Akshay'ın kasıntı konuk yorumlarıyla, üzerime soğukkanlı
katil teorilerini indirip duruyordu. Eğer onu, benim masum
olma ihtimalimin olduğunu göstermesi konusunda ikna ede
bilirsek, belki insanların doğrulup kulak vermelerini sağlaya
bilirdik: Amerikan hükümetinin olaya el atması ve davanın
geri çekilmesi için. Uzak bir ihtimaldi, biliyordum ama bunun
büyük bir fark yaratabileceğini söylüyorlardı. Dekker, beni
basının elinde oyuncak etmişti. Partilerde çekilmiş fotoğrafla
rımı "sızdırıyor", Elise'in cesediyle, sahil eviyle ve Tate'in iliş
kisi ile ilgili bilgi veriyordu. Polis merkezinin merdivenlerde
toplananlara adaletten, etikten bahsediyor ve nasıl memleke
tinin huzurlu sakinliğini, dışarıdan gelenlerin bozmasına izin
vermeyeceğini anlatıyordu. Hapishanede yeterince sessizce
oturmuştum. Şimdi hikâyeyi benim ağzımdan dinlemeleri ge
rekiyordu.
"Buna hazır mısın?" dedi Lee, yanında tüm bu hareketlilik
ten şaşkına dönmüş Gates vardı.
Derin bir nefes aldım. "Sanırım."
"Sadece konuştuklarımızı hatırla," diye ekledi Gates ciddi
bir ifadeyle. "Acele etme, yavaşça konuş ve eğer bunalırsan ara
vermelerini iste. Çekimi sonradan düzenleyecekler, bu yüzden
durmakta ve sonradan yeniden başlamakta bir sakınca yok,
eğer sen kendini kötü hissedersen."
"Ve duygularını yansıtmaktan çekinme," diye araya girdi
Lee. "Seni bir robot, bir sosyopat gibi göstermeye çalışıyordu
ama bunun doğru olmadığını biliyoruz. Ağlamak istersen so
run değil."
"Ama sinirlenme," diye uyardı Gates. "Sesini yükseltme ya
da onun fikrini sorma, senin sadece gerçeklere odaklanman la
zım. Elise'e ne olduğu, Dekker'ın şu an sana yaptıkları."
242

Başımla onayladım, şimdiden hırpalanmış gibi hissediyor


dum.
"Çok iyi geçecek," diye güven verdi Lee; rahatlatın bir ha
reketle kolumu sıktı. "Sana inanıyoruz."
Ona gülümsedim, burada olduğu için mutluydum. Babam
hâlâ Boston'da olduğu için Lee ve Gates, dış dünyayla tek bağ-
lantımdı, yanımda olan yegâne insanlardı.
"Peki o zaman." Daha yaşlı görünen yapıma yanımıza gel
mişti. "Biz başlamaya hazırız. Bay Gates, arkadaşmızla kori
dora, monitörleri kurduğumuz yere izlemeye gelebilirsiniz."
Lee bana döndü. Başımı salladım ve, "Sorun değil. İyiyim
ben," dedim.
"Dediğim gibi," dedi bana hafifçe vurarak, "sadece gerçeği
anlat."
Yapımcının peşinden gittiler ve kısa zaman sonra kablo
dağınıklığı ve stantlar odanın arka tarafına toplandı. Geride,
benim oturduğum yemek masasının, gerisinde giriş parmak
lıklarının ve koridorun açık bir görüntüsü kaldı. Biri tulumu
nun yakasına minicik bir mikrofon taktı ve ekstra mikrofon ko
lunun yerini ayarladı. Ardından Clara yanımdaki yerini aldı;
şimdi saçı mükemmel görünüyordu ve dudaklarında parlak
bir ruj vardı. Elindeki not kartlarını kontrol ediyor ve yazılan
ları sessizce tekrar ederken dudakları kıpırdıyordu.
"Ses iyi mi?" diye sordu.
"Kontrol edildi!" cevabı geldi. Gözlerimi kırpıştırdım ama
ışıklar göz kamaştırıyordu ve makyöz kadının söylediği kadar
sıcaklardı.
"Sadece kameraları görmezden gel," dedi Clara bana aynı
tatlı ses tonuyla. Gülümsüyordu ama gülümsemenin gözle
rine ulaşamadığının farkmdaydım: Gözleri kurnazlıkla beni
izliyordu. "Ve mırıldanmamaya çalış. Tane tane konuş yoksa
çekimi tekrarlamak zorunda kalırız."
243

Sinirlerimin gerildiğini hissediyordum, midem çalkalanı


yordu.
"Hazır mıyız?" dedi ses yeniden. "Tamam, akmaya başlıyo
ruz üç, iki, bir..."
Clara'nın yüz ifadesi yumuşadı. Yüzünde ağırbaşlı ve sem
patik bir ifadeyle kameraya döndü. "Bu akşam sizleri, Anna
Chevalier ile yapacağımız özel bir röportaj için kötü ünüyle
bilinen Aruba Islah Merkezi'nin kapalı kapıları ardına götüre
ceğiz. Kilit altında ve evinden çok uzakta. En yakın arkadaşmı
öldürmekle suçlanıyor. Bu genç kadının zihnine göz atacağız
ve cevaplanması gerektiğini düşündüğümüz soruları soraca
ğız. Burada, Clara Rose Şov'da."
Başlarda sorular basitti. Sorgularımda Dekker'a anlattıklarımı
yeniden tekrarladım. Seyahatimizin arka planı, adadaki birkaç
günümüzü nasıl geçirdiğimiz, bir şeylerin ters gittiğini ve ce
sedi bulduğumuz o akşam. Kelimelerimi dikkatle seçiyordum
ve başlarda tereddütlüydüm; kendime sürekli, Clara'nın sıcak
sempatisinin kameralara karşı oynadığı rolün parçası olduğu
nu hatırlatıyordum, gerçekten endişelendiği falan yoktu.
"Peki, hapishanede geçirdiğin zaman?" diye sordu ve kaş
larını çattı. "Burada bazı sorunlar yaşadığını görebiliyorum."
Otomatik olarak elim yüzüme gitti. "Saldırıya uğradım,"
dedim yavaşça. "Bu... zor. Babam elinden geldiğince beni ziya
ret etmeye çalışıyor ama bu zamanlarda yalnız olmak... Sadece
eve gitmek istiyorum."
Clara başını salladı. "Artık Elise hakkında konuşabiliyor
musun? Etrafta dolanan birçok dedikodu olduğunu, ikinizin
tahrip eden bir arkadaşlığa sahip olduğunuzun konuşulduğu
nu biliyorum..."
"Bu doğru değil. Biz... biz, birbirimizin en yakın arkadaş
larıydık," dedim. "Her şeyi birlikte yapardık ve evet, bazı ko
244

nularda görüş ayrılıkları yaşıyorduk ama bunlar ufak tefek


şeylerdi."
"Mesela?"
"Kızlara özgü meseleler, bilirsiniz," dedim omuz silkerek.
"Kıyafetlerimi alıp geri vermemesi beni her zaman deli ederdi.
Ve o da, izin almadan onun makyaj malzemelerini kullanma
ma sinir olurdu."
"Peki ya onun Tate Dempsey ile olan ilişkisi?" diye sordu
Clara sandalyesinde öne doğru eğilerek. "Senin arkandan er
kek arkadaşınla bir birliktelik yaşıyordu."
"Bilmiyordum," dedim net bir şekilde.
"Ama biliyor olsaydın?"
"Bilmiyordum."
"Ama şimdi bildiğine göre..." Gara taktik değiştirdi. "Bu
konuda neler hissediyorsun? Ona ne söylemek isterdin?"
Bir an gözlerimi kırpıştırdım, tutulup kalmıştım. "Ben...
ben bilemiyorum."
"Bunu hiç düşünmedin mi?" diye ısrar etti. "Yaklaşık iki
aydır bu hapishanede kilit altındasın. Bir şansın olsaydı Tate'e
ne söylemek isterdin? Seni ziyarete gelmedi, öyle değil mi? Ne
den gelmedi?"
"Ben..."
"Kestik!" Ses, göz kamaştıran ışık selinin ardından gelmişti.
Clara tahammülsüzlükle başını döndürdü. "Lanet olası so
run nedir?"
Yapımcı hızla yanma geldi. "Dempsey ile ilgili soru yok,
avukatları net bir şekilde belirtti."
"Şaka mı yapıyorsun?" diye çıkıştı Clara.
Adam çaresizlikle omuzlannı silkti. "Asılsız haber dilekçe
siyle ilgili yaşadıklarımızı biliyorsun. Bu riski alamam; kendi
mizi yine mahkemede buluruz."
Clara gözlerini devirdi, saçını düzeltti. "Peki. Daha fazla
pudraya ihtiyacım var mı? Debbie?"
245

Makyöz fırçasıyla derhal onun yanında bitti ama ben duy


duğum konuşmanın etkisindeydim hâlâ. Asılsız haber? Yine
mahkemede bulunmak? Bu yüzden mi Tate'in adı, Clara'nın
şovunda nadiren geçiyordu? Her zaman bunun tuhaf olduğu
nu düşünmüştüm. Sonuçta yalan söyleyen ve o öğleden sonra
Elisele birlikte olan oydu ama hakkında basında tek bir kötü
söz bile edilmemişti. Sebebi bu olmalıydı. Dempsey parası
onun mahremiyetini satın almıştı; Ellingham, ailenin namını
korumak için arı gibi çalışıyor olmalıydı. Ama benim namım
umurunda bile olmamıştı.
"Tamam," Clara etrafındaki ekip üyelerini yolladı ve bana
döndü. "Hadi, toparlayalım."
Kameraman sessizce geri saydı ve işareti alan Clara'nın
yüzü aydınlanıverdi. "Son haftalarda birçok fotoğraf gördük;
seninle dürüst konuşmam gerekirse hepsi çok rahatsız ediciy
di. Sizin partilerde eğlenirken ve içki içerken görüldüğünüz
fotoğraflar. Elise'i kötü yola sürüklediğin, onu tehlikeli dav
ranışlarda bulunmaya yönelttiğin iddiaları hakkmda ne söyle
mek istersin?"
Derin bir nefes aldım. "Doğru değil. Biz... birlikte dışarı
çıkmayı, partilere gitmeyi, okuldaki diğer çocuklar gibi sevi
yorduk..."
"Ama bu sizin sıradan yatıya kalmalarda olduğu gibi saf ve
temiz eğlenceniz gibi değildi," diye araya girdi Clara. "İçki ve
üniversiteli gençler vardı..."
"Dışarı çıktık," diye itiraf ettim, "Ve belki, bazı kötü yol
lara saptık ama Elise buydu. O... iyi vakit geçirmeyi severdi.
Girişken olan oydu, biliyor musunuz? Her zaman bir macera
aranırdı."
"O halde içkiye, uyuşturuculara karışan oydu..."
"Hayır, demek istediğim bu değildi." Birden dilim dolan
maya başlamıştı. "Ben sadece... Herkesin iddia ettiği gibi tek
246

taraflı bir şey değildi. O da bazı kötü şeyler yaptı, hepsi benim
fikrim değildi."
"O halde bir şansın olsaydı anne babasına ne söylemek is
terdin?" Clara yeniden öne doğru eğildi. "Kızlarını en trajik,
en vahşi şekilde kaybetmiş olan bu iyi insanlara ne söylemek
isterdin?"
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben... Ben bilmiyorum."
"Denemeye ne dersin?" diye nazikçe ısrar etti Clara.
Yavaşça dönüp, üzerinde uzak bir yansımamın göründüğü
kameraya baktım. Tereddütlü bir şekilde ağzımı açtım. "Ben...
Onu kaybettiğimiz için çok üzgünüm. Bir günümü bile onu...
onu düşünmeden geçirmiyorum." Tıkanmaya başladığımı
hissedebiliyordum, ışıkların parıltısı sıcak sıcak yüzüme vuru
yordu; Clara'nın yüz ifadesi öylesine sabit ve açlıkla doluydu
ki. Ama benim tek düşünebildiğim, o gün Elise'in sahil evinin
mutfağında dans edişiydi, neşeli, özgür ve canlı.
"Özür dilerim," diyerek burnumu çektim, gözyaşlarını hız
la akmaya başlamıştı. "Onu kollayamadığım için, bunu engel
leyemediğini için özür dilerim. Onu ben de özlüyorum," diye
ekledim, âdeta yalvarırcasına. "O... O benim için bir kız kar
deşten farksızdı ve şimdi, artık o asla geri gelmeyecek!"
Gözlerim yaşlarla bulanmıştı. Yapımcının kesmeleri için,
çekimin durması için bağırmasını bekledim ama bir şey olma
dı. Çekmeye, ağlayışımı izlemeye ve tüm vücudumun kederle
sarsıldığı dakikaları saymaya devam ettiler.
İstedikleri buydu ve ben bunu çok geç fark etmiştim. Benim
hikâyem ya da diğer yönünü yansıtmak umurlarında bile de
ğildi. Onlar sadece benim ağladığımı, yalvardığımı ve parçala
ra ayrıldığımı görmek istiyorlardı. Şov yapmamı istiyorlardı.
24/

ÖNCESİ
“Bir fil tarafından ezilmek mi, boğalar tarafın
dan çiğnenmek mi?"
"Hımm, çiğnenmek. Daha hızlı ölürsün. Kafandaki her sa
çın tek tek kopanlması mı yoksa bir kerede çekilmesi mi?"
"Siktir. Ahh... bir kerede çekilmesi. Ağnkesicilere gömülür
düm ve atlatırdım. Sen?"
"Tanrım, hayır. Düşünebiliyor musun, tüm vücuduna ağda
yapıldığını?"
"Tam bir korkaksm, acıya hiç gelemiyorsun. Hatırlıyor mu
sun, Elena kaşlarını alırken ağlamıştın."
"Ağlamadım! Sadece çok hassas bir alnım var! Ovv!"
"Bana da uzat."
"Boğulmak mı silahla vurulmak mı?"
"Duruma göre değişir... Kurşun nereye isabet ediyor?"
"Mide. Yavaş ve acılı, kan kaybından ölüyorsun."
241

“Boğulma o zaman. Birkaç dakikada işin biter, değil mi?"


“Evet ama havasızlıktan ölüyorsun. Ardından gözlerin yu
valarından fırlıyor."
“Saçmalık."
“Bu doğru. Discovery Channel'daki programlardan birinde
izledim. Baskı giderek büyüyor ve içini dışına çıkarıyor."
“Çok aptalsın. O sadece suyun altında, çok derinlerdeysen
olur, dalış yaparken falan. Yada uzaydayken."
“Uzayda kan kaybından ölür müydün yine de?"
“Ne? Kafayı yemişsin sen."
“Kapa çeneni, ciddiyim ben. Yerçekimi yok, değil mi? O
halde kan nasıl dışarı akacak?"
“Gördün mü?"
“Neden bunu konuşuyoruz ki? Çok korkunç."
“Bana daha önceden bunu hiç düşünmediğini mi söylüyor
sun? Hadi ama, bunu nasıl yaparsın?"
"Haplar, sanırım. Birkaç tane kalmış, annem... Olsaydı hisset
mezdim bile."
“Korkak. Bunu hissetmen gerek, sonuna kadar hem de. Bu,
Monopoly'deki hapisten bedava çık kartı gibi bir şey değil.
Bunu hak etmelisin."
“İyi de nasıl?"
“Bıçakla, sanırım. Bileklerimi kes, kanın yeni krem rengi
halılara bulaşmasını sağla. Anneme şikâyet edebileceği bir şey
ver."
“Elise!"
“Ne? Amaç bu zaten. Son bir 'siktir' çekmek."
“Ama yazmazdın."
249

"H ayır. Sadece seninle dalga geçiyorum . Hem, ben gidersem


kuaförde Elena’ylayken kim senin elini tutar?"
m

196. GÜN
Elise’in annesi Judy, duruşmalar başlamadan
önceki hafta beni hapishanede ziyarete geldi.
Çoktan uyku ilacımı almıştım; bu yüzden gardiyan beni
koridorlardan ve görüşme odalarınm önünden geçirip ha
pishanenin hiç bilmediğim bir bölümüne götürürken zihnim
karm an çormandı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum kafam
karışık bir halde ama adam cevap vermedi. Merdivenleri tır
m anırken tek kelime bile etmedi. Etrafa bakınırken burada
parm aklıklar olmadığını fark ettim: Duvarlar yumuşak bir
şeftali rengine boyanmıştı ve yer döşemeleri yeni ve cilalan-
mıştı. Buranın neresi olduğunu bilmeseydim, okulda va da bir
ofis binasında olduğumu düşünebilirdim: üretken, bir şeylerin
m eydana getirildiği ve zihinlere şekil verilen bir yer. Şimdi ol
duğu gibi, bizden gün be gün zamanı çalan bir yer değil.
Gardiyan koridorun sonunda bulunan kapıya geldiğimizde
bir kez tıklattı. Kapı açılınca bir odanın, ofisin içine girdik. Ba
sit plastik m obilyalarla ve zemine sabitlenmiş metal eşyalarla
251

o kadar uzun zaman geçirmiştim ki, buradaki dekoru görmek


beni şoke etmişti: pelüş bir kilim, kitaplıklar, duvara asılmış
çerçeveli bir tablo. Hapishanenin müdürü Eckhart ahşap bir
masanın ardında oturuyordu ve beni görünce, odanın ön kıs
mına gitmem için işaret etti. Arkamdaki birinin nefesinin kesil
diğini duyduğum sırada kalbim beklentiyle gümbür gümbür
çarpıyordu. Arkamı dönünce Judy'nin, elleri kucağında bağ
lanmış bir halde koltukta oturduğunu gördüm. Ayağa kalktı;
bana dehşete uğramış bir halde bakıyordu.
"Anna..." Sesi kesilir gibi oldu.
"Judy?" Benim sesim ise bir umut kırıntısıyla yüksek çık
mıştı. "Neler oluyor? Suçlamaları mı düşürdüler?" Etrafa ba
kındım ama Gates'ten ya da babamdan herhangi bir iz yoktu.
Serbest bırakılıyor olsaydım onları çağırmaz mıydılar? "Ba
bam nerede?" diye sordum. "Bir şey mi oldu? O iyi mi?"
"Ah, evet, o iyi." Judy gözlerini kırpıştırdı, yüzü asılmıştı.
"Özür dilerim, senin..."
"Bu kısa bir ziyaret sadece," diye araya girdi müdür. Gözle
ri ikimizin üzerinde gezindi. "Sizi yalnız bırakayım."
Gardiyanla birlikte dışarı çıkıp bizi yalnız bıraktı. Ben ye
rimden kıpırdamadım. Kelepçelerimi takmamışlardı ve ben de
dalgın dalgın bileklerimi ovaladım. Haftalardır elde edebildi
ğim en büyük özgürlük buydu.
"Ah Anna, tatlım..." Judy koltuğa geri çöktü. "Şu haline bir
bak."
Ne söyleyebileceğimi bilmiyordum, bu yüzden yavaşça
diğer sandalyeye yürüdüm ve oturdum. Tutuklandığımdan
beri ilk defa benimle konuşuyordu. Beni hiç ziyaret etmemiş,
yazmamış, kefalet duruşmasında ya da önceki mahkeme cel
selerinde benim tarafıma bile bakmamıştı. Mahkeme salo
nunda onu başı önde, sanki onu boğulmaktan kurtaracakmış
gibi Richard'a tutunmuş bir halde görmüştüm. Nasıl hissetti
ğini biliyordum ama ben aynı lükse sahip değildim. Tutuna-
2S2

cak, yüzeyde kalmanı sağlayacak birine sahip olma lüksüne.


"Anlamıyorum," dedim yavaşça; parmak uçlarım kırlentin
dolgun ve dokulu kumaşı üzerinde geziniyordu. "Neden? Ne
den buradasın?"
Judy başını öne eğdi. "Sanırım... Her şey başlamadan önce
seni görmem gerekiyordu."
Her şey. Durumun vahameti bir gölge gibi üzerimizde sü
zülüyordu ve "ölüm", "cinayet" ve "öldürme" gibi konuşul
mayan kelimelerle yüklüydü. Onun gibi şu an ben de bu ke
limeleri sesli olarak söyleyemiyordum, bu yüzden tek kelime
etmedim; sadece onu izledim ve kendimi tuhaf bir şekilde bu
radan kopuk hissettim. Sanki aramızda birkaç metreden daha
fazlası var gibiydi. Bir kanyon ya da okyanus. Makyaja rağmen
yüzü yorgun ve yıpranmış görünüyordu; her zaman giydiği
tarzda, açık mavi pantolonlu bir takım giymişti ama pantolon,
zayıf bedenine büyükmüş gibi görünüyordu. Yanma, koltuğa
gidip onu, daha önce birçok kez yaptığım gibi teselli etmemek
için kendimi zor tutuyordum.
O da beni bırakmıştı.
"Burada bulunmamam gerekiyordu." Judy nihayet söze
girdi ve bana gergin bir şekilde gülümsedi. "Richard, bana bu
raya gelmememi söyledi. Avukatlar da öyle."
Cevap vermedim. Hayatımın bir döneminde bana, kendi
annemden bile daha fazla annelik yapmış, okuldaki günümün
nasıl geçtiğini, Tatele ilişkimin nasıl gittiğini sormuştu. Geçti
ğimiz ilkbaharda ve yazda, çoğu cuma gecelerini Elise'in evin
de geçirmiştim. Şafak sökene kadar dışarıda olduğumuzdan
bu mantıklıydı ama işin doğrusu, onun evinde geçirdiğim cu
martesi sabahları, bu dünyada en sevdiğim şeylerden biriydi.
Judy tarçmlı Fransız usülü tost yapar ve Elise'in cep telefonuna
da el koyardı. Sonra hepimiz, onlann etrafı camla kaplı sera
larında masanın etrafına dizilir, İngiliz çayı içer ve gazeteyle
birlikte gelen moda dergilerini incelerdik. Elise her zaman ale-
253

lacele yemeğini yer ve azat edilm eyi beklerdi, sanki böylesine


huzurlu bir ev hayatında kapana kısılm ak çok katlanılm az bir
şevmiş gibi. Ama o sabahlardaki anların, küçücük hücrem de
bile hâlâ tadını alabildiğim bir tatlılığı vardı. Pazarları kahvaltı
tepsim de ekstra elm adan başka bir şey olm uyordu; portakal
suyu yerine de greyfurt suyu oluyordu.
Judy'nin neden burada olduğunu açıklam asını bekledim
ama o sadece orada oturdu ve benim dışım da her yere baktı.
Ardından bir şeyi hatırlar gibi oldu ve pahalı çantasında bir
şeyler aram aya başladı. 'A ç m ısın?"
"Saat geç," dedim , hâlâ şaşkındım . "Saat altıda yem ek ye
niyor."
"Sana getirdiğim bir şey..." Tanıdık m avi am balaja sahip bir
çikolata uzattı. "İsviçre çikolatası; senin en sevdiğinin bu oldu
ğunu hatırladım ."
Kısacık bir an durdum , ardından uzanıp aldım . "Teşekkür
ederim ," dedim kibarca.
"Zürih'teki konferanstan dönd üğü m d e/' Judy, zayıf bir gü
lüm sem eyle bana baktı, "size bir sürü tatlı getirm iştim . Siz hep
sini bir gecede yem eye çalışınca neredeyse hasta olm uştunuz."
Başım la onayladım . Ç ikolatayla ne yapabileceğim i bilm i
yordum am a hücrem e götürm em e izin vereceklerini sanm ı
yordum . Bu yüzden yavaşça am balajını yırttım ve tırnağım la
folyosunu aşağı ittim. Çikolata, ben bir lokm a ısırırken ikiye
bölündü. Dilim in üzerindeki çikolata pü rüzsüzdü ve L ee'nin
bana getirdiği A m erikan çikolatalarından daha tatlıydı.
Judy'ye de uzattım . O da bir parça aldı.
"O kulda bir anm a töreni yapıyorlar," dedi Judy tereddütle.
"Ara tatilden sonra da bir tane yapılacak am a bu açılış töreni
için. Yan avluya çok sevim li bir süs havuzu yaptılar. Ö ğle ye
meği için hepinizin toplandığı yer olduğunu söylediler. O ra
daki gölgelikte."
Judy, hâlâ elinde tuttuğu çikolata parçasına bakıyordu.
254

"Richard onun adına bir burs başlatmamı istiyor. Birinin eği


tim masraflarını karşılamamı. Onu onurlandırmak için."
"Elise'in çok hoşuna giderdi," diye mırıldandım alayla. Ar
dından durdum, dehşete düşmüştüm. "Ben... Ben üzgünüm.
Ben öyle demek..."
"Hayır, haklısın." Judy'nin bakışları benimkilerle buluştu
ve ardından, beni şaşırtarak gülmeye başladı: küçük bir se
ğirme, nefes almakta zorlanana kadar dudaklarına yayıldı, içi
boş kahkahaları, küçük odada çınlıyordu. "Tüm bunlar yan
lış. Tüm seremoni boyunca, Elise bundan nefret ederdi, diye
düşündüm. Başını salladı. "Biliyor musun, bir koro şarkı bile
söyledi. Şu meleklerin kollarında olmakla ilgili olan..."
"Sarah McLachlan mı?" diye sordum.
Başıyla onayladı, kendini kontrol altına almaya çalışıyordu.
"Hepsi çok üzgün görünüyordu ve tek yapabildiğim, Elise'in
o tanıdık yüz ifadesini takındığını düşünmek oldu, hani sana
gözlerini devirdiği o ifade."
"Sanki umutsuz vakaymışsın gibi," diye tamamladım, "ve
sırf sana katlanabildiği için bir madalya hak ediyormuş gibi."
"Evet, o." Judy gülümseyerek başını salladı. "Yemin ede
rim, hayatının her gününde o ifadeyle karşılaştım." Çantasın
dan bir mendil çıkardı ve gözlerine bastırdı; gülümsemesi gi
derek soluyordu. "Kimse onu bizim kadar iyi tanımıyordu."
Sesi sessizdi ama kelimeleri beni yıkıp geçmişti. "Herkes gelip
onun melek gibi olduğunu, ne kadar mükemmel, ne kadar kıy
metli olduğunu söylüyor. Ama bilmiyorlar. Kimse bilmiyor,
sen dışında."
Acıyla dolu, kaybolmuş gibi görünen gözleri yeniden be
nimkilerle buluştu. Burada olmasının sebebi buydu, şimdi
anlıyordum. Elise'e yakın olduğunu hissetmesinin tek yolu
buydu: onun hatıraları, gerçekte nasılsa öyle. Gazetelerin ilk
sayfasındaki ya da ölüm ilanındaki alev alev yanan paragraf
taki gibi değil. Sırf Judy telefonuna baktığı için öfkeyle çığlık
255

atan; Judy'nin, geç saatte hastaneden geldiğinde bizi berbat


televizyon şovları seyreder ve Doritos yerken bulduğu o ge
celerde, koltukta aramızda yatan evladı gibi. Kendimizi zehir
lediğimizi söyleyerek bizi uyarıyordu. Kumandayı ve cipsleri
elimizden kapsa da sonunda kaçınılmaz olarak battaniyenin
altına girivor ve kimin kim olduğunu, kızın diğer adama ne
den kızgın olduğunu sormaya başlıyordu.
Judy'nin, Elise ile tek bağlantısı bendim artık. Kızını sev
mek suçunda onun işbirlikçisiydim.
"Benden nefret ediyordu," dedi çatlak bir sesle. "Buraya
gelmeden hemen önce kavga etmiştik. Sana bunu anlattı m ı?"
Başımı hayır anlamında salladım.
"Üniversite planını ertelemekle tehdit ediyordu," dedi Judy
ve elindeki mendili iyice sıktı. "Califom ia'ya, Avrupa'ya ya da
gönüllü olarak kahrolası bir kabile köyüne gitm ekten bahsedi
yordu. Yapacağından da değildi hani," diye ekledi. "Bilirsin,
konforu olmadan asla yapamazdı. Ama yine de, her seferinde
beni bir şekilde etkilemesine izin veriyordum. Her zaman canı
mı yakacak kelimeleri bulmayı başarıyordu..." Bir anlığına du
rakladı, ardından başını salladı. "Bütün gece bağrışıp durduk.
Sonra sabah işe gittim. Ona güle güle bile dem edim ." Judy,
gözyaşlarını bastırmaya çalıştı ama elleri titriyordu. "Onu son
görüşümdü ve ona veda etmek için bile beklem edim ."
Hüzün dolu gözlerle bana bakıyor, bir şey bekliyordu. Gü
nahlarının affedilmesini.
Tuttuğum nefesi verdim, birden ne yapmam gerektiğini an
lamıştım. Ona en azından bu kadarını verebilirdim. "Önemi
yok," dedim nazikçe. "Sizi seviyordu. Göstermekten pek hoş-
lanmazdı, biliyorum ama o kavgaların, hiçbirinin bir önemi
yoktu. Bunu biliyorsunuz; biliyor olm alısınız."
Judy'nin, bu sefer daha umut dolu görünen gözleri benim
kileri buldu. "Onun düşünm üş olabileceği şeyin... Eğer ki de
ğer vermediğimi düşündüyse..."
256

"Hayır, yemin ederim. Sizi seviyordu, her ikinizi de. Kavga


nızdan bile bahsetmemişti," diyerek teselli etmeye çalıştım onu.
"Üzerine düşünmemiştir bile. Eğleniyordu. Nasıl olduğunu bi
lirsiniz." Durdum. "Nasıldı, bilirsiniz," diye düzelttim sessizce.
Judy başıyla onayladı ve şimdiye kadar vücudunu ele ge
çirmiş gibi görünen gerginlik bir nebze azalır gibi oldu. Derin
bir nefes aldı, yüz ifadesi yumuşayıp daha huzurlu bir hal aldı.
"Teşekkür ederim," dedi yumuşak bir sesle ve ayağa kalktı.
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ama... Gidiyor musun?"
"Geri dönmem gerek." Judy ceketini eline aldı.
"Yardım etmeyecek misin?" Sesim çatladı. "Ama yargıçla
konuşursan, ona beni tanıdığını açıklarsan ve ben de asla... Bir
şeyler yapabilirsin!"
"Artık benim elimden gelecek bir şey kalmadı." Judy bakış
larını çevirdi ve ilk kez, yüzünde bir şüphe kırıntısı gördüm;
bakışlarının derinlerinde gezinen gölgeler vardı.
Şüphe.
Bu beni fena halde sarstı, kulaklarım yanıyor gibi hisse
diyordum. Midem altüst olmuştu ve bedenim buz kesmişti.
Eğer Judy benden şüpheleniyorsa, birlikte geçirdiğimiz tüm o
zamanlardan sonra cinayet işleyebileceğimi düşünüyorsa, ya
rınki duruşmadan iyi bir sonuç çıkması için nasıl umutlanabi-
lirdim ki? Dekker darbe üstüne darbe indirirken ve yargıç buz
gibi ve mesafeli dururken?
Çaresizlikle korkumu bastırmaya çalıştım. "Bana sorma
dın," dedim. Bakışlarını kaldırdı, yakalanmıştı. "Onu öldürüp
öldürmediğimi sormadın."
Sorgusuz sualsiz bana inandığını düşünmüştüm. Aksi tak
dirde neden burada olabilirdi ki? Yalnız başına, beraberinde
çikolatayla ve anılarla.
Bana inanmak zorundaydı.
Omuzları yine çöktü, benim dışımda her yere bakıyordu.
"Anna, bunları..."
257

"Hayır. Sor bana," diye buyurdum. "Sor."


Judy durdu, sanki güç toplamaya çalışıyor gibiydi. Derin
bir nefes aldı, ardından doğruca korkulu gözlerle bana baktı.
"Onu... öldürdün mü?"
"Hayır!" Sesim çatlamıştı. Yalvarır gibi ona uzandım. "Ha
yır, sana yemin ederim. Ben asla... Onu seviyordum. Tüm bun
lar yalan."
"O halde her şey yoluna girecek." Judy bir anlığına yanağı
mı okşadı, ardından geri adım attı. "Sadece gerçekleri söyle ve
kendin ol. Her şey çözülecektir."
O kapıya gidip tıklatırken, benim çaresizlikle ağzım bir ka
rış açık kalmıştı. Gardiyan içeri girdi. Bu sefer elinde kelepçe
ler vardı.
"Judy. Lütfen." Sesim acı doluydu. Vanilya ve aile ve pofi-
dik bornozların içinde, başkalarına ait terlikleri giyerek geçiri
len tembel hafta sonları gibi kokuyordu. Yuva gibi kokuyordu.
"Kendine iyi bak tatlım," dedi Judy, gözlerime bile bakma
mıştı ve ardından gitti.
2SI

ŞİMDİ
Yanılıyordu, hepsi yanılıyordu. Gerçeği söyle
mek gibi, kendime karşı dürüst olmak da bir fark yaratmıyor
du. Eğer yaratıyor olsaydı burada olmaz, hayatımın bir sonraki
yirmi yılında ne yapacağıma karar verecek olan kararı bekliyor
olmazdım.
Bir sonraki yirmi doğum günü ve Noel, bir sonraki yirmi
yazın ilk günü ve güzün son günleri. Bin kırk tane pazartesi.
Burada uyandığım, sonsuz mavi bir gökyüzünün altında kilit
altında tutulduğum yedi bin üç yüz gün. Ama bunu yapmaya
caktım. Yapamazdım.
Şimdi geriye bakınca nasıl da naif olduğumuzu görebili
yordum. Mahkeme salonuna bir şansım olduğunu düşünerek
girmiştim. Durumumu ifade etmek ve olması gerektiği gibi
duyulmak için bir şans. Ama işin gerçeği, tüm bunlar gösteri
den ibaretti. Duruşmanın da Clara Rose Şör'dan bir farkı yoktu;
sadece ışıklar ve kameralar yerine, sahnemiz olan bir mahkeme
salonu vardı. Avukatlar ve tanıklar da oyunculardı; yargıç izle-
25!

yicim izdi ve kim kendi senaryosunu satabilirse, gerçek ya da


kurgu olsun sizi inandırırsa, o kazanıyordu. Bu kadar basitti.
Kanıt ise sadece bir detaydı; göz ardı edebilir ve kafanızı diğer
tarafa çevirebilirdiniz. Yardım cı oyunculardan biri rolünü iyi
oynar da şovun yıldızı olursa, senaryonun da önem i kalm azdı.
Bunu biliyor olsaydım , şim diye kadar bana düşen rolü
daha iyi oynayabilirdim , hatta buralara gelm esine bile engel
olabilirdim . Sanırım , artık bunun için çok geçti.
A m m a D ekker bunun farkındaydı; en başından beri bili
yordu. Yoksa neden polis raporlarını ve suç m ahalli fotoğraf
larını, daha duruşm a tarihi belirlenm eden haftalar önce basına
sızdırsındı ki? Kendi hikâyesi için sahnesini kuruyordu. İnsan
ların beklentilerini tavan yapm ak ve son ters köşesini m erak
ettirm ek için, film in en güzel sahnelerinin bir araya getiril
diği fragm anlar gibiydi. D ekker, Elise'in anne babasının bizi
sürüklediği senfoni orkestrası konserindeki m aestro gibiydi.
O rkestranın önünde ufak tefek bir adam vardı ve elindeki çu
buğu sallıyor ve döndürüyor, her nefesle birlikte havada türlü
m anzara çiziyor, m üziğin alçalıp yükselm esini sağlıyor ve bizi
şarkı boyunca rahatlıkla yönlendiriyordu.
D ekker, o sm okinli adam ın yansı kadar bile zarif değildi
am a en az onun kadar güçlüydü. Perform ansını dikkatle yöne
tiyor, her yeni nakaratı zam anlam ası iyi ayarlanm ış gösterişli
bir hareketle getiriyordu: rezil bir fotoğraf, kavga bahsi, öfke
m in ve parti eğlencelerim in ispatlan... İzleyicilerim izi ustaca
kendi belirlediği yol üzerinden senaryoya yönlendiriyordu,
böylece şovun sonunda akıllarında tek bir bariz sonuç kala
caktı: benim suçlu olduğum .
Şim di perdeler kapalıydı am a ben öyle kolayca unutm aya
caktım : G österi asla sona erm ezdi.
2İ0

C! A r>A r> <'"><■* r- ^


Is -V" Mc. ı ıMİ
CLARA: ...ve birkaç kez, açıkça yalan olsa da ya da en azın
dan birçok ifadeyle ve beyanla çelişse de davayla ilgili bir
şeyler duyduk.
<VİDEO>
ANNA: Dışarı çıktık. Ve belki, bazı kötü yollara saptık ama
Elise buydu. O, iyi vakit geçirmeyi severdi. Girişken olan
oydu, biliyor musunuz? Her zaman bir macera aranırdı.
<VİDEO SONU>
CLARA: Evet Martin, görüntülerimizin üzerinden geçme
zamanı geldi, bu arada bu görüntüler Clara Rose Şov’a
özel görüntülerdir, peki senin tepkin nedir buna? Anna bu
rada gerçeği mi söylüyor, yoksa bunlar da, cinayetle itham
edilen bir kızın yalanlarından biri mi?
MARTIN: Gördüğümüz videoyu düşününce, şunu söyle
mem gerek, beni en çok şaşırtan şey, kişisel sorumluluktan
tamamen mahrum olması. Tekrar tekrar, içerisinde bulun
duğu durum için kendisi dışında herkesi suçluyor; nerede
olduklarıyla ilgili yalanı söylemesini isteyen erkek arkadaşı;
savcının elinde tam bir kişisel kan davası var...
CLARA: Hatta kurbanın kendisini bile suçluyor.

MARTIN: KesJnMkle. w bunları izledikten sonra kendinize


sormanız gereken şey p k Anne iad ece tovumkıluOu bet-
kesme yüklemeye mİ çakşıyoı; yoksa burede patolojik bir
gerçeklikten kopulduk durumu mu var?
CLARA: Simdi bette vücut dik üzmem Heidi Attenberh var
kendisinin bu konu Özerine kitaplar yazmt». Görüntüler
sana ne anlatıyor Heidi?
HEİDİ: Bana programında yer verdimin için teşekkürler
Clara. öncelikle, cevap verirkenki durusuna bakarsanız ol
dukça sakin ve kontrollü olduğunu görebilirsiniz. Ellerini
birleştirmiş, kıpırdamıyor ya da sağa sola dönmüyor hiç.
Bu bize kendine hakim, kontrolü elinde tutmayı seven biri
olduğunu gösteriyor.
CLARA: Belki de fazla kontrollü, öyle değil mi? Yani, bu kız
aylardır kilit altında tutuluyor. Açıkçası, ben onun daha...
hassas, daha duygusal olmasını bekliyordum. Kameralar
kayıda girmeden önce de sessizce orada oturdu, nadiren
konuştu; sanki sahneyi analiz ediyordu.
HEİDİ: Evet ve sonra yasadığı daha duygusal bir anda...
i$te burada, Elise’in anne babasına seslendiği ve ağlamaya
başladığı kısımda, sanki fazla duygusal gibi, tüm o sakin
likten sonra.
CLARA: Numara yapıyor olabileceğini mi söylüyorsun?
HEİDİ: Kesinlikle mümkün. İnsanlar gerçekten ağladıkların
da, bu neredeyse istemsiz olarak yaptıkları bir şeymiş gibi
görünür; sanki ağlamamak ellerinde değil gibidir. Ama bu
görüntülerde, eğer gözlerinizi Anna'dan ayırmazsanız...

CLARA: Bu kıtını vurguluyoruz şu an..


HIIOI: Bltarl hMA unkince birbirine kenetlenmiş durumda.
Böyto bir durumda ellerini yüzüne götürmesini. gözemi
sllmotlnl boklardık balkı.
CLARA: Bu çok etkileyici. Şimdi gariya dönüp. röportaj
başlamadan Anca çaldlan bir görüntüyü izletebilir mi
yiz? Bunlar. Anna'nm hukuk aklbi İla yaptığı görüşmenin
arkaplan çaklmlarl va size şunu göstermek İstiyorum:
Anne, İsminin Laa Evans olduğunu belirlediğimiz bir ganç
adamla oldukça yakın görünüyor. Yirmi üç yasındaki Laa.
Hollanda'da bulunan Amarlkan Elçiliği'nde yani konsül ol
muş biri va elçiliğin bize ilettiği kadarıyla Evans rasmi bir
yatkiyla Aruba’da bulunmuyor. Pekli* Hakli, na düşünme-
liyiz? Laa bir arkadaş mı? Yoksa gizli bir arkafc arkadaş mı?
Vücut dilleri na anlatıyor?
HEIDI: Laa her kimse, aralannda yakın bir ilişki olduğunu
söyleyebilirim. Lee, Anna'ya dokunduğunda oluşan fiziksel
yakınlığı görebiliyoruz, Anna’nın ona nasıl gülümsediğini.
CLARA: Lee'nin ondan hoşlandığını söylerdim ben.
HEIDI: Platonik bir ilişki olmadığı ortada kesinlikle.
CLARA: O halde sunu sormalıyım: Bu bize Anna Chevaiier
hakkında ne söylüyor? Sizi bilmem ama ban hapishanede
olsaydım, bir cinayetten yargılanıyor olsaydım, aklımdaki
son say erkekler olurdu. Ama iste burada, ganç bir adamla,
herkesin gözleri önünde flört ediyor.

MARTIN: Eklemek gerekirse, kendisi ve erkek arkadaşı


Tate Dempsey’nin suçun işlendiği sırada nerede oldukla
rıyla ilgili daha sonradan ortaya çıkan bir karışıklık da var
dı. Anna, yalan söylemesini isteyenin erkek arkadaşı oldu
ğunu iddia etmişti ancak bu görüntüleri izledikten sonra
merak etmeden duramıyorum; biliyorsunuz ki Anna femi-
nen bir güce sahip bir kız. Bu yeni ortaya çıkan genç adamı
da büyüsü altına almış, parmaklıkların arkasında olmasına
rağmen hem de. Onun için yalan söyleyecek sadık bir er
kek arkadaş bulmak onun için kolay.
CLARA: Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz. Ancak
Martin, reklamlardan önce hızlıca morlukları hakkında ko
nuşalım. Birçok insan izleri görünce şoka uğradı.
MARTIN: Doğru ve bu kavganın, hapishane kavgasının,
bazı bölgelerde ona sempati duyulmasını sağladığını bi
liyorum...
CLARA: Ancak hapishane yetkilileri, Anna’nın diğer
mahkûmlardan ayrı olarak tecrit altında tutulduğu bilgisini
ilettiler.
MARTIN: Sanırım onu böyle görmek, bu kadar yakından,
durumun ciddiyetinin anlaşılmasını sağladı. Yani suçlu
olsun ya da olmasın, yabancı bir ülkenin hapishanesinde
diğer kadınlarla, çoğu ondan yaşça büyük olan her türlü
suçluyla birlikte kilit altında tutulan genç bir kız o.
CLARA: Şimdi, Anna ilk saldıranın karşısındaki olduğunu
söylüyor ancak olaydaki diğer kız, Johanna Pearson da
bunu başlatanın Anna olduğunu söylüyor. Anna’nın öfkey

le üzerine atıldığını iddia ediyor ve bunun kulağa tanıdık


geldiğini söyleyebiliriz, değil mi? Aslında bize ulaşan ve
kavgadan sonra Johanna’nın yaralarını gösteren fotoğraf
larımız var. Eh, Anna'nın ucuz atlattığı ortada.
MARTIN: Vay canına. Yani, ortada ciddi bir yaralanma var.
Yüzündeki yaralar, kırık bir burun...
CLARA: Ve hastane kayıtlarına göre Anna, diğer iki kızın
da kaburgalarını da kırmış.
MARTIN: Söylemem gerekir ki bu... Bu durum benim için
büyük bir fark yaratır. Eğer ki Anna bunları çıplak elleriyle
yapabiliyorsa, sanırım bunu merak eden bir tek ben deği
limdir, elinde bıçakla neler yapabilir kim bilir?
CLARA: Bildiriden sonra yeniden birlikte olacağız.

BEKLEYİŞ
Duruşma gününe kadar her öğleden sonra,
hapishanenin bahçesinde uzanıp yattım. Sanırım tecritin tek
iyi yanı buydu: kendi küçük alanımda, diğer mahkûmlardan
uzakta olmak. Kavgalar ya da dedikodu için arkamı kollamak
zorunda değildim; sarıya çalan çimlere uzanıp gökyüzünü
seyredebiliyordum.
Eğer ki başımı doğru şekilde çevirirsem, etrafım ızı saran
dikenli telleri ya da gardiyan kulesini bile görmüyordum ; sa
dece başım ın üzerinde uzanan mavi gökyüzü oluyordu. Her
on dakikada bir, bir uçak kalkıyordu; adanın üzerinde geniş
bir yarım daire çizdikten sonra uzaklaşıyor ve Amerika'ya,
Avrupa'ya ya da burası dışında başka yerlere gidiyordu. On
ların gidişini izlerken acımın hafiflediğini düşünebilirdiniz.
Şim diye kadar birbirini kovalayan her gün yüzlerce uçak gör
müş olm alıydım ancak her seferinde acıyı taptaze hissedebi
liyordum . Yanımda gürültücü yolcularla ufacık bir koltuğa
sıkışm ayı, yediğim fıstıkları sağa sola saçmayı ya da sekiz
266

inçlik ekranda kötü filmler izlemeyi ölesiye özlüyordum.


Eve dönmeyi.
Yüksek sesli bir ıslık, beni daldığım düşüncelerden çıkardı.
Doğruldum ve birinin, dikenli tellere dayanmış durduğunu
gördüm. Kafam karışmış bir halde gözlerimi kısarak ona bak
tım ancak ardından güneş ışıkları kayınca tanıdık san saçlannı
ve buz gibi mavi gözlerini gördüm.
Niklas.
Dondum kaldım.
"İçeri nasıl girdin?" Nihayet ayağa kalktım ve yavaşça tel
lere yaklaştım. Dikenli tellerin diğer tarafında, sörfçü şortu ve
yakasım kaldırdığı polo tişörtünün içinde rahat ve şık görünü
yordu. Tellere çok yaklaşmamaya çalışarak onu şüpheci göz
lerle süzdüm. "İzin yok. Ziyaretçi saatleri bu sabah bitti."
"Araya birilerini soktum." Niklas'm gözleri, şimdi toprak
tan kirlenmiş olan salaş hapishane tulumumun olduğu vücu
dumu tepeden tırnağa süzdü.
"Neden?" Kollarımı göğsümde kavuşturdum; onun etra-
fmdayken kendimi nasıl da rahatsız hissettiğimi hatırlamıştım,
sanki beni gözleriyle soyuyor gibiydi. O gece bardaki tüm o
erkekler içinden Elise bula bula en tüyler ürpertici adamı bul
muştu.
"Seni televizyonda gördüm." Sırıtıyordu ve elleri ceplerin
de gayet rahat görünüyordu. "Güzel şovdu. Ağladığın kısma
bayıldım, çok dokunalıydı."
Tüylerim ürpermişti. "Ne istiyorsun?"
"Seni ziyaret edip biraz moralman destek de veremeyecek
miyiz yani?" diye sordu Niklas. "Burada, bir başına olmak zor
olmalı. Tüm arkadaşların evlerine döndüler, öyle değil mi? Sa
nırım bir katil için burada zaman kaybetmek istememişlerdir."
"Ben yapmadım," dedim sessizce, kendime hakim ulama
dan.
?S7

Niklas başını yana eğdi. "Belki de yapmamışsındır." Yeni


den sırıtmaya başlamıştı. "Ama bu hiçbir fark yaratmayacaktır,
değil mi?"
O kahkahalar boğulurken ben bir adım geri attım. "Kendi
ne hapishanede bir sürtük bulamadın mı daha? Duşlarda aksi
yonlar falan?" İmalı bir şekilde kaşlarmı oynattı. "Her zaman
merak etmişimdir, sen ve Elise... Senin gelip bize katılmanı
önermiştim ama onun tarzı olmadığını söylemişti. Seni paylaş
maktan hoşlanmıyordu."
Ona dik dik baktım. "Kes şunu."
"Ne komik, değil m i?" Niklas etrafa bakındı. "Hayatımın
bir amacı olmadığını, asla biri olamayacağımı söyleyen sizdi-
niz ama şimdi nerede olduğuna bir baksana." Parmaklıkları ve
dikenli telleri gösterdi. "Ve Elise..."
"N e?" diye çıkıştım. "Ne olmuş ona?"
Niklas sert ve gözü kara bakışlarla bana baktı. "Belki de
sürtük hakettiğini bulmuştur."
m

TATİL
Bir tekila shot attım ve ardından bir tane daha;
yanma hissi boğazımdan aşağı hızla iniyordu.
"Vay canına!" Elise bir ıslık çaldı. "Kızım çıldırdı!"
Ona aldırmadım ve bir shot daha attım. Bu seferki parlak
mavi bir renkteydi ve ağzımda nane tadı bırakmıştı. Adadaki
ilk gecemizde geldiğimiz bardaydık yine: Müzik hâlâ gürültü
lüydü, yerler yapış yapıştı ve kalabalık, yan çıplak ve terli bir
halde bu ufak yerde toplanmıştı. Sadece üç gün önce burada
mutlu ve naif bir şekilde eğlendiğimize inanamıyordum.
Tüm şişeyi kafama diktim; tadından dolayı yüzümü ekşit
tim.
"Mesele ne?" Elise kolunu belime doladı ve beni kendisine
doğru çekti. "Bu yeni parti kızını sevmedim değil ama bu hafta
ağırdan alacağım söylemiştin."
"İşler değişir." Sıyrılıp onun yanında uzaklaştım ve bara
Lamar'm dans pistinin etrafında dönerek dans eden ChelseaYı
ve Mel'i seyrettiği tarafa yöneldim.
m

"Hadi." Elini tuttum ve onu da dans pistine çektim. "Tate


dans etmeyecek. Yalnızım."
"Kızlar öbür tarafta."
"Evet ama beni koruyacak iri yarı, güçlü bir erkeğe ihtiya
cım var," diye takıldım. "Sensiz hiçbir eğlencesi yok."
"Sadece bir şarkı." Lamar güldü ve onu kalabalığın arasına
çekmeme izin verdi. Aralarda ağır dans baslarının olduğu hızlı
bir şarkıydı. Alkolün beni ele geçirmeye başladığını hissedebi
liyordum: baş döndürücü yükseliş, ruh halimin üzerine örtü
len o tatlı örtü. İhtiyacım olan şey buydu, zihnimde sürünüp
duran şüphelerden ve Elise'in boynundan sarkan kolye kadar
ağır olan tüm o sorulardan kaçış.
Lamar'a yakın bir şekilde dans ederken müziğin beni ele
geçirmesine izin verdim. Kollarımı gevşek bir şekilde omuz
larına dolamıştım, vücudum onunkine yaslanmıştı. Tate'den
daha yapılıydı, futbol sahasında geçirdiği zamanlardan gelen
kasları vardı. Parmaklarımı omuzlarında gezdirirken gerildik-
lerini hissedebiliyordum. Hafifçe geri çekildi.
"Sen iyi misin?"
"Neden iyi olmayayım ki?" Etrafımda döndükten sonra
yine onun vücuduna sokuldum; bol tişörtünün altındaki vü
cudundan yayılan ısıyı hissedebilecek kadar yakmdım ona.
Kaşları hâlâ çatıktı ama müziğin ritmiyle hareket eden vücudu
yavaş yavaş rahatlıyordu.
Her zaman benden hoşlanmıştı. Bir şey söylediğinden ya
da yaptığmdan değildi ama ben farkındaydım. Bazen bana
yönelttiği bakışlarından anlayabiliyordum. Ben Tate'in kolla-
rındayken ya da dışarı çıkacağımız gecelerde topuklu ayak
kabı ve etek giyip, saçlarımı saldığımda, arkadaşlıktan daha
fazlasıyla dolu olan bakışlarını hissedebiliyordum. Bununla
ilgili bir şey yapmayı hiç düşünmemiştim tabii ki; sadece bunu
bilmek güzeldi. Onaylandığını bilmek gibiydi sanırım. Tabii
ki Chelsea vardı ve Tate. Tate her zaman vardı ta ki zihnimde
270

başkasını düşünmeye yer kalmayana kadar. Ama şimdi, teki


lanın etkisiyle ve karanlık, titrek ışıkların altında, Tate yerine
Lamar,ı seçseydim nasıl olur diye düşünüyordum. Kolay ve
tatlı. Eğlenceli. Tate'e karşı duyduğum tüketen açlık ve beni
kesip biçiyormuş gibi hissettiğim güvensizlik olmazdı. Sadece
benim uydum olurdu; şimdi olduğu gibi, gücünden korktu
ğum yerçekimi olmazdı.
Ona daha da yaklaştım ve ellerimi sırtından yavaşça aşağı
ya indirdim. Bir an için bana iyice yaslanarak sallanmaya baş
ladı ve birbirimizle tamamen uyum içinde olduğumuz daha
uzun bir an oldu. Olması gerektiğinden çok daha yakındık.
Ancak ardından Lamar tuhaf bir şekilde benden uzaklaştı.
"Ben gitsem iyi olur, Chelsea'nin..."
Omzumda bir el hissettim ve Lamar'm bakışları arkamda
bir yere döndü. "Hey, dostum," dedi çabucak. "Biz de şimdi
seni bulmaya gelecektik. Anna'yı sana bırakıyorum." Hızla
beni Tate'in kollarma gönderdi ve ardından kalabalığın içine
karıştı.
Tate sarıldım, hâlâ hareket ediyordum, bir an için bile du-
raklamamıştım. Tate elini gevşek bir biçimde belime koydu ve
bana çarpık bir gülümsemeyle baktı. "Endişelenmem gereken
bir şey var mı?" diye sordu alayla.
"Belki de," diyerek gülümsedim, hâlâ dengemi bulabilmiş
değildim. "Belki de senin arkandan Lamar'la ihtiraslı bir ilişki
yaşıyorumdur. Bunu hiç düşünmüş müydün?"
Tate güldü ve beni iyice kendine çekti. "İmkânı yok," dedi
saçlarımı okşarken. "Buna cüret bile edemezdi. Sen benimsin."
Ona iyice sarıldım; şimdi dans pistinde neredeyse hareket
etmeden, öylece duruyorduk.
Onun.
Bu çok tuhaftı ve belki de yanlıştı. Ancak giydiğim kostü
mün yerde durduğu ve gözlerinde o alışılmadık şehveti gör
düğüm Cadılar Bayramı'ndan beri ben de aynı şeyi hissediyor-
271

dum, sanki ona aitmişim gibi. Öpücükleriyle ve dokunuşuyla


işaretlenmiş gibiydim; hava karardıktan sonra onun odasında,
yumuşak nevresimlerin arasında geçirdiğimiz onca zamandan
sonra. Artık ben, Elise'in olduğu kadar onundum da ancak on-
larında birbirine ait olabileceği düşüncesi, daha önce hiç aklı
ma gelmemiş, aklımın ucundan bir kez bile geçmemişti.
Ben olmadan.
"Biraz oturmam lazım ," dedim, birdenbire sersemlemiş-
tim. Onu ittim ve dans pistinin kenarına yürümeye başladım.
Koltuklardan birinin arkasını yakaladım, başım fena halde dö
nüyordu. Bu çok çılgınca, dedim kendi kendime zorlukla nefes
alırken. Hiçbir şey bilmiyorum; bunları düşünmem bile...
"Sorun ne bebeğim ?" Elise yanıma oturmuştu. Gözlerimi
kırpıştırdım.
"Ben..." Ona, gözkapağına bulaşan parıltılı göz kaleminin
izine ve pembeleşmiş dudaklarındaki hafif şişkinliğe baktım.
"Ben..."
Alm, kaşlarını çatınca kırıştı. "Hey, sen iyi görünmüyor
sun. Hadi." Elimi yakaladı.
Ama ben hareket etmedim.
"Hadi Anna, temiz hava alman gerek, sonra kendini daha
iyi hissedeceksin." Gülümsedi, "Beş shot içtin, değil mi? Ben
her zaman ne diyorum sana? Hızını iyi ayarlaman gerek."
Başımla onayladım ve dışarı çıkarken onun peşinden git
tim. Geçerken bardan bir şişe de su aldı ve birlikte kapıdan
çıktığımız an serin hava yüzüme vurdu. Sersemlemiş bir halde
durdum; müziğin gürültüsü ve sesler kapıların ardında kal
mış, yerini ana caddedeki diğer barlardan gelen belli belirsiz
sesler, trafik, yayaların gürültüleri ve okyanusun dalga sesleri
almıştı.
"Sakin ol bakalım," diye mırıldandı Elise ve beni dikkatlice
beton kaldırımdan geçirip kumların üzerine yönlendirdi. "K u
sacaksan beni önceden uyar, olur mu?"
272

Ben dengemi sağlamak için ona tutunurken, o da eğilip


ayağımdaki dolgu topuklu sandaletlerin tokalarını açtı ve
ayakkabıları ayağımdan çıkardı. Yeniden doğruldu. "Kural
bir: Süet ve kusmuk iyi bir ikili değil." Bana sırıtınca gözleri
mi kırpıştırdım, hâlâ sersem gibiydim. Bu karanlıkta, büyük
ve parlayan gözleri neredeyse mor rengi görünüyordu. Elise
her zaman olduğu gibi onları yuvarladı. "Lanet olsun, bu gece
gerçekten dibe vurdun." Kendi ayakkabılarını da çıkardı ve bir
eline ayakkabılarımızı alıp diğeriyle de benim kolumu tuttu.
"Yürüyebilecek durumda mısın?"
Yine başımı salladım ve kumun üzerinde, kapkaranlık uza
nan okyanusun kenarında ilerlemeye başladık.
"N ik yine mesaj attı," diye anlatmaya başladı Elise, elinde
ki sandaletlerimizi de bir öne bir arkaya sallıyordu. "Yemin
ederim, bu akşam onuncu falan oldu. Nerede olduğumuzu, ne
zaman nereye gideceğimi öğrenmeye çalışıp duruyor... Yapış
yapış biri; aslında başlangıçta havalı biri gibiydi, tüm o "her şe
yin ve herkesin sahibi" tavrıyla falan ama şimdi, bilemiyorum,
biraz tüylerimi ürpertiyor." Bir an durdu. "Biliyor musun, ta
kıldığımız gece tuhaf bir rol yapma işine girişti. Şu hakimiyet
kurma konusundan tamamen saptı, bilirsin işte, yere çömeltti,
beni yalvartmaya çalıştı. Ben de her kız gibi sağa sola savrul
mayı severim ama bu farklıydı. Bilmiyorum..."
Sahil kenarının sonuna, yumuşak ve serin kumların yavaş
dalgalarla nemlendiği bir uca gelmiştik. Elise kumun üzerine
çöktü ve bağdaş kurdu. Ben de oturup bacaklarımı göğsüme
çektim. "Daha iyi misin?" diye sordu endişeli bir sesle. "Al."
Kapağmı açtığı su şişesini bana uzattı. Bir yudum aldım. Su
ılıktı ama gırtladığımda temiz bir tat bırakmıştı.
"Ee..." dedi Elise. Parmaklarının ucuyla kumla oynuyordu.
"Sorunun ne olduğunu söyleyecek misin bana?"
"N e?" Ürkmüştüm. "Sorun yok."
273

Elise gözlerini kısarak bana baktı. "H adi ama Anna. Bana
bunu yutturam azsın. Bugün bir haller vardı sende. Kumsal
da doğru düzgün konuşm adın ve tüm öğleden sonra uyukla
dın..."
"Başım ağrıyor!" diye çıkıştım zayıf bir sesle.
"Ve şim di de kendinden geçm ek istiyor gibi içiyorsun,"
dedi Elise. "Seni tanıyorum , hatırladın m ı? Hem de herkesten
daha iyi. Bu sen değilsin."
Bir an için hiçbir şey söylem edim , dalgaların karanlık göl
gelerini izledim. Kelim eler oradaydı, zihnim de karmakarışık
bir haldeydiler ama onları, sesleri söylem eyi başaram ıyordum .
Neye dayanarak onu suçlayacaktım ? İçim de doğan kötü hisse,
karıştırışm ış kolyelerim ize ya da ürpertim e mi? Bu çok çılgm-
caydı. Bana bunu yapm azlardı. O bana bunu yapmazdı.
"Sanırım , sadece stres yaptım ," dedim sonunda, başımı öne
eğerek. Kum da daireler çiziyor, tanecikleri sarmal şekillere so
kuyordum . "Ü niversite ve okulun sona erm esi. Sonrasında ne
olacağı, anlarsın ya?"
"Bunlara çok var daha."
"H ayır, yok." Başım ı salladım . "Birkaç ay sonra m ezun ola
cağız ve hepim iz farklı yönlere gideceğiz. Bu tatil, böyle bir
arada olduğum uz son zam an olabilir."
Elise bana doğru uzandı ve elim i sıktı. "Sorun değil. Bazı
şeyler sonsuza kadar sürm ez."
Gözlerim korkuyla fal taşı gibi açılmış olm alıydı çünkü gül
dü ve, "Biz değil. Bizim planım ız belli, değil mi? Şenle ben,
doksanlı yaşlarım ıza geldiğim izde eski bir evin etrafında titre
yerek gezineceğiz. Gri Bahçeler film indeki gibi."
"Başörtüsü ve im itasyon m ücevherlerle," diye katıldım ona
sessizce.
Sırıttı. "O n beş kediyle birlikte. Bir de havuzun bakımına
gelen seksi bir çocukla."
Güldüm . Serbest kalmak gibi bir şeydi. Rahatlama. Ve
274

kuşkularımın en kötü kısmının Tatele ya da onun korkunç


ihanetiyle alakalı olmadığını fark ettim. En korkuncu Elise'i
kaybetme düşüncesiydi. Onun hayatımdan çıkması, tamamen
gitmesi ve sonsuza kadar gömülü kalması.
Elise yeniden elimi sıktı. "Her şey yoluna girecek, söz ve
riyorum," dedi. "Sen ve ben varız. Diğerlerini bilemem; belki
Mel ve Lamar ve AK ve herkes tatillerde gelirler ve yeniden
birlikte takılırız ve birbirimizi ziyaret ederiz, hiçbir şey değiş
mez. Belki de birbirimizden koparız ve on yıl sonraki buluş
mamıza kadar birbirimizle hiç konuşmayız. Olur böyle şeyler,
bilirsin ya. Bunları kontrol edemezsin. Ama biz? Biz sonsuza
kadar birlikteyiz."
Cevap olarak parmaklarımı onunkilerin arasına geçirdim.
"Aptalca olduğunu biliyorum," dedim, söylediklerimin yanın
da söylemediğim şeyler için de kendimi aptal gibi hissediyor
dum. "Lise bu. Her zaman bitse de kurtulsak diye düşünür
dük. Ama şimdi, her şey bu kadar yakınken... Şu anki halini
seviyorum. Hiçbir şey değişsin istemiyorum."
"Ama değişecek," dedi Elise nazikçe. "Her şey değişecek.
Ama daha iyi olabilir. Düşünsene, eğer ikimiz de Güney Ca-
lifomia Üniversitesine girebilirsek... sen ve ben, California.
Tıpkı şimdi olduğu gibi sürekli plajda takılabiliriz ve hipoter-
miden ölme riskimiz de olmaz."
Gülümsedim ve eğilip başımı omzuna dayadım. Son hafta
ları Doğu ve Batı yakasındaki okullar arasında tercih yapmaya,
ona mı yoksa Tate'e mi yakın olmak istediğime karar vermeye
çalışarak geçirdiğimi ona söylememiştim. Ama bunu büyük
bir mesele haline getirmediğim için memnundum çünkü artık
bu bir seçimmiş gibi gelmiyordu. Tabii ki ona yakın olacaktım.
Tabii ki.
"Beni seviyor musun?" diye sordum, bizim alışıldık naka
ratımızı tekrarlamak için.
"Sevdiğimi biliyorsun."
215

"N e kadar?"
"D ünyalar kadar.1
Dünya kendi ekseninde dönm eyi kesene kadar orada, plajda
oturduk ve sonra da kum salda geri yürüyüp bara döndük.
M elanie'yi arka çıkışta, elinde telefonuyla öne arkaya yürür
ken gördüğüm üzde şaşırdığım bile söylenem ezdi.
Bizim yaklaştığım ızı görünce heyecanla öne fırladı. "N e
redeydiniz siz?" diye buyurdu. "M esaj attım, aradım . Neden
bana bir yere gittiğinizi söylem ediniz?" diye ekledi, sesinde bir
sızlanm a tonu vardı. "Bir şey oldu sandım ."
"Tanrım , sadece on dakikalığına gittik," dedi Elise ve içini
çekti. "B ir izlem e çipi takm am ı da ister m isin?"
M el şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "M eraklandım , hepsi
bu."
"M eraklanm a." Elise onu itip bara girdi. M üziğin gürültü
sü onu içine aldı ve ben de onun peşinden içeri girm ek için
davrandım am a M el önüm de duruyordu.
"N eden sürekli bunu yapm ak zorundasın?" Ö fkeyle dik
dik bana bakıyordu.
Bir adım geri attım. "N e?"
"O nu sürekli bir yerlere çekeleyip aram ıza giriyorsun."
G özleri kocam an açılm ıştı ve loş ışıkta sulanm ış gibi görünü
yorlardı; kelim eleri azgın bir sel gibi akıyordu ağzından. "B en
den nefret ettiğini biliyorum am a o benim de arkadaşım ve
sen, benim le vakit geçirm esine hiç izin verm iyorsun."
"İzin verm ek m i?" diye tekrarladım sakince, kapının önün
de öylece kalm ıştım . M el'in üm itsiz güvensizliklerini çekecek
halim yoktu, özellikle de içini çektiği, sızlandığı, inlediği ve
yapılan her şeyde birilerinin peşine takıldığı bu günlerden
sonra. "Tanrı aşkına, Elise ne zam andan beri istem ediği şeyler
yapıyor?" diye buyurdum , "Eğer artık seninle takılm ak istemi-
27S

yorsa bu onun seçimidir. Bunun benimle hiçbir alakası yok."


M el'in ağzı bir karış açık kalmıştı. "O asla..." dedi, ancak
cümlesini tamamlayamadan ağlamaya başladı. "Önce biz ar
kadaş olduk! Sen onu benden çalana kadar. Sen gelene kadar
her şey harikaydı..."
"Bu ne ya, ortaokulda mıyız hâlâ?" diye kestim sözünü, öf
kem giderek alevleniyordu ve ona mı yoksa kendime mi emin
değildim. Emin olduğum şey ise, ben kendiminkini saklamak
için bu kadar çaba gösterirken, onun tüm korkulannı ve gü
vensizliklerini önümdeki koyu asfalta döktüğüydü. Bu ben ola
bilirdim, dedim korkunç bir aydınlanmayla. Bu benim geleceğim
olabilir. Elise olmadan terk edilmiş ve yalnızdım. "Büyü artık.
Mal bulanındır oynamıyoruz, tamam mı?" dedim ona sert bir
ses tonuyla. "M ızmız, muhtaç şımarığın teki olmasaydın hâlâ
seni etrafında görmek istiyor olabilirdi."
Mel, sanki onu ısırmışım gibi geriledi. "Tam bir sürtük
sün!" diye cırladı.
"H ey, bunlar Elise'in kelimeleri, benim değil. Onu en yakın
arkadaşın mı sanıyorsun?" diye ekledim. "Sen etraflarda yok
ken hakkında söylediklerini duymalısın. 'Mel çocuğun teki,'"
Taklit ettim, "'O sanki benimle kafayı bozmuş.'"
"K es şunu!" diye bağırdı Mel; maskarası içler acısı iki yol
halinde yanaklarından aşağı akmıştı. Ama kanım öfkeyle böv-
lesine kızışmışken duramazdım.
"Seninle, yapışkan oluşunla dalga geçiyor," diye devam
ettim. "N eden olanları anlayıp bizi sonsuza kadar rahat bırak
m adığını bir türlü anlayamıyor."
"Yalan söylüyorsun." Mel hıçkırıklara boğulmuştu.
"Hayır, yalan söylemiyorum. Bu tatile gelmeni bile isteme
m işti," dedim ona. "Seni davet etmesini söyleyen de bendim
Mezun olmadan önce, sana birkaç ay daha katlanabileceğimiz!
söylemiştim. Ama Tanrım, şu haline bir baksana, insana ne za
man rahat vereceğini bile bilmiyorsun!"
277

Mel yeniden hıçkırıklara boğuldu ve ardından arkasını dö


nüp gitti. Sokaktan aşağı, yüksek topuklulularıyla dengesiz bir
şekilde yürüyüşünü izledim ve beni kendim e getiren bir utanç
dalgası hissettim. Bunu yapm am alıydım , bunun anında farkı
na varmıştım. Bu kadar acım asız olm am alıydım ama beni zor
layıp durmuştu, sanki her şey benim suçum gibi davranmıştı.
Ve onun çıplak çaresizliği...
Tüylerim ürperdi, dönüp bara girdim . İçerisi karanlık ve
gürültülüydü; kalabalığın içinde ilerlem ek için savaşırken ta
nıdık yüzlere bakındım . Elise kırm ızı ve sarışın bir ışıltıyla ba
rın yanında duruyordu; ona ulaşabilm ek için bağırarak şarkı
söyleyen, sarhoş bir grubun yanından geçtim .
Yanma gittiğim de arkası bana dönüktü. "Sana söyledim, bir
kerelik bir şeydi," diyordu. Kıpırdayınca önünde duranı gör
düm: Niklas.
"H er şey yolunda m ı?" diye sordum ve aralarına girdim.
"N efis," dedi Elise ve başını salladı ama gözlerindeki rahat
lamayı görebiliyordum.
"Sevgili A nna," dedi Niklas kelim eleri yaya yaya. Elimi ya
kaladı ve ben çekmeye fırsat bulam adan öptü.
"Siz hanımlara içki ısm arlam am a izin verin."
"Ben iyiyim, teşekkürler," dedim ama Elise atladı.
"Bana bir m argarita, teşekkürler."
Niklas rastalı barm ene sipariş verm ek için dönünce ben de
Elise'e doğru eğildim. "Tüylerini ürperttiğini sanıyordum ,"
diye m ırıldandım.
Güldü. "İçkilerini kabul etm eyeceğim anlam ına gelmez bu.
Mel ne istiyordu hem? Beş dakika yanından ayrıldık diye ka
yıp ilanı çıkarmaya çalıştığım söylem e sakın."
İçimi çektim. "Çıldırm ıştı, başlı başına hem de. Daha sonra
anlatırım." Etrafa bakındım. "Tate'i gördün m ü?"
"Evet, sanırım bir turisti, tuvalet duvarına dayamış beceri
yordu."
271

"Elise!"
"N e?" diyerek sırıttı. "Takılıyorum sadece. Bir köşede ses
sizce oturmuş, senin fotoğraflarına bakıyordur, eminim."
Onu hafifçe ittim. "Öyle boktan şeyler söyleme, olur mu?"
"N eden? Beyaz Atlı Prens arkandan iş çevirecek diye endi
şeleniyor m usun?" Elise'in ses tonu neşeliydi ama yüz ifade
sinde bir şeylerin titreştiğini gördüğüme yemin edebilirdim.
Ya da sebebi hâlâ sistemimde dolanan o beş shottı ya da elekt
ronik dans müziğinin gürültüsüydü. Şüphelerimi kafamdan
uzaklaşürdım.
"H ayır, tabii ki endişelenmiyorum. Ona güveniyorum," de
dim coşkuyla ama eklemeden de edemedim, "Bunun kalbimi
paramparça edeceğini bilir."
Elise'in kılı bile kıpırdamadı, sadece beni kendine çekip sa
rıldı. "Ve ben de sonra onun kafatasını parçalamak zorunda
kalırım ." Güldü.
Bir an için sakinleşip yanağımı onun sagnda tuttum. Arka
sında Niklas, barmenden üzerinde meyve ve minik bir şemsiye
olan, köpüklü margaritayı alıyordu. Kendi kendime gülümse
dim, her ne kadar kötü kızı oynuyor gibi görünse de Elise, sek
viski yerine her zaman meyveli, kız içkilerini tercih ederdi.
Ama ardından, yorgun gözlerime bir şey takıldı. Niklas'm iç
kiye uzanan elinden bir şey. Bardaktan ya da minik bir şişeden
yansıyan bir ışık. Hemen ardından gitmişti ve içkiyi yavan bir
gülümsemeyle Elise'e uzatıyordu.
"Gerçek partiyi başlatmaya hazır mısınız?" diye sordu.
Elise bardağı aldı ve dudaklarına götürdü.
279

DURUŞMA
“Kurbanı, öldürüldüğü geceden bir gün önce
barda gördünüz, doğru mu Bay van Oaten? Grup bardan saat
iki sulannda ayrılmadan önce?"
"Evet."
"Etkileşiminizin seyri nasıl ilerledi?"
"Anlamadım."
"Ne yaptınız?" diyerek açıkladı Gates, tanık kürsüsünün
önünde ileri geri yürüyordu. "Kavga ettiniz, öyle değil mi?"
"Hayır." Niklas arkasına yaslandı, kollarını göğsünde ka
vuşturmuştu. Fazlasıyla rahat görünüyordu; onu gören gergin
ve kalabalık bir mahkeme salonunun orta yerinde değil de, te
levizyon karşısında keyfine bakıyor sanırdı.
"Hayır mı?" diye tekrarladı Gates. "Ancak kulüpteki birçok
kişiden aldığımız ifadeler var; hepsi sizin Bayan VVarrenla kav
ga ettiğinizi görmüş. Hatta, sizin üstünüze içkisini savurmuş."
Niklas sırıttı. "Önemli bir şey değildi. Sevgililer arasında
ufak bir dalaşma."
210

Gözleri mahkeme salonunda benimkileri aradı ve onu di


kenli tellerin ardında gördüğüm günkü yılışık, kan donduran
gülümsemeyle bana baktı.
Tüylerim ürperdi.
Duruşma yavaş yavaş sonuca yaklaşıyordu. Dekkeriın sav
cılık davası haftalarca sürmüştü ama şimdi sıra savunma maka
rnanındı ve benim lehime konuşacak insanların sayısı acı verici
bir şekilde azdı. Gates elinden gelen her şeyi yapmış, Dekker'm
savunmasındaki tüm açıklara mümkün olduğunca saldırmaya
çalışmıştı. Tanık kürsüsüne, ölüm zamanının çok geniş oldu
ğundan tutun da olay yerinin nasıl bozulduğunu ve kan leke
lerinin ölümcül yaraları açanın daha uzun boylu biri olduğunu
gösterdiğini iddia eden adli tıp uzmanları çıkarmıştı.
Ama bizim en ümitli olduğumuz kişi Niklas'tı. Juan hâlâ
kayıplarda olduğu için Nik kürsüye çıkarabileceğimiz ve katil
gözüyle bakıldığında anlamlı gelebilecek tek kişiydi. Elise'in
balkonuna tırmanmak için yeterli nedeni, fırsatı ve daha ön
ceden edindiği deneyimi vardı. Tüm duruşma boyunca, bu
minik umut kırıntısına tutunmuştum; Elise'in vahşi cinayeti
karşısında böylesine küçümseyici, gevşek ve ukala davranan
bu adamı gördüklerinde, yargıç benim suçluluğumu bir kez
daha düşünmek durumunda kalacaktı.
Koltuğumun ucunda oturdum ve Niklas'm maskesinin düş
mesini, ağzından suçlayıcı kelimelerin dökülmesini bekledim.
"Peki, kurbanın ölümünden bir gece önce, kavga ettiğiniz...
bekleyin, pardon, onunla tatlı tatlı dalaştınız." Gates alaycılığı
kullanmaya başlamıştı. "Sebebi neydi?"
Niklas kayıtsız bir şekilde omuzlarını silkti. "Benim... ilgimi
kıskanmıştı. Kızlar nasıldır bilirsiniz." Vargıca destek ister gibi
bir bakış attı. Yargıç da kılını kıpırdatmadan dik dik bakıyordu.
"Onun içkisine sıvı ekstazi katmaya çalıştığınız için kızgın
değil miydi yani?" diye buyurdu Gates. Niklas başını geriye
düşürdü.
21!

"N e? H ayır." Yüz ifadesi karardı. "K im söyledi bunu?"


"Yeniden belirteyim , kulüpteki birçok kişiden aldığımız
ifadeler..."
"İtiraz ediyorum !" Dekker ayağa fırladı. "G örgü tanıkları,
Bay van O aten'ı içkiye uyuşturucu karıştırm akla suçlayanın
Bayan Chevalier olduğunu belirtti. Gerçekten uyuşturucu olup
olm adığına dair bir kanıt bulunm am ak..."
"G eri alıyorum ." G ates içini çekti.
Bunun olacağını biliyordum am a yine de hayal kırıklığıy
la tırnaklarım ı avuçlarım a geçiriyordum . Kim yasal testler
yapılm adan ya da içkiden alınan örneklere bakm adan önce,
N iklas'm içkiye bir şey katıp katm adığı konusunda benim sö
züm e karşılık onun sözü vardı.
Sanki zihnim i okum uş gibi N iklas bana bir bakış daha attı,
bu seferki kapkaranlıktı ve nefretle doluydu.
"O halde Bay van O aten," diye devam etti Gates, "O akşam
kurbana uyuşturucu verm eye çalışm adınız, öyle m i?"
"E v et." N iklas, öfkeyle dolu bakışlarını benim üzerim de
tutuyordu.
"D aha önceden sıvı ekstazi kullandınız m ı?" diye bastırdı
Gates.
"H ayır."
"H iç m i? İlginç. Am a bunun sevgili tecavüzcüleri tarafın
dan en çok kullanılan yöntem olduğunu..."
"İtiraz ediyorum !" Dekker ayağa fırladı.
Yargıç başıyla onayladı. "K abul edildi."
G ates m asam ıza doğru geldi ve bazı kâğıtları karıştırıp ye
niden bir araya getirdi. "Yalan söylüyor," diye fısıldadım telaş
la am a G ates başını sallayıp sessiz olm am ı işaret etti.
"O gece kurban sizin tekliflerinizi geri çevirdi, öyle değil
m i?" G ates kürsüye geri döndü. "Size topluluk içinde hakaret
etti, hatta sizi alay konusu yaptı, değil m i?"
Niklas yeniden om uzlarını silkti. "Ö nem li bir şey değildi."
212

"Kırılm adınız mı ya da hiç sinirlenmediniz mi?" diye sor


du Gates. "Güzel bir kız, arkadaşlarının önünde sizinle dalga
geçiyor..."
"N e düşündüğünü önemsemiyordum." Niklas yeniden sa
kinleşm işti, maskesini yine yerindeydi.
"N eden?"
"Bir köpeğin hakkınızda ne düşündüğünü umursar mısı
nız? Bir hamamböceğinin?" Niklas sırıttı. "Amerikan sürtükle
rinden biriydi sadece."
M ahkeme salonundaki herkes sesli bir şekilde nefes aldı ve
yargıcm ağzı bile bir karış açık kalmıştı. Arkamda oturup bun
ları dinleyen Judy'nin ve Richard'ın halini tahmin edebiliyor
dum ve onlar için çok üzülüyordum ama umutlanmadan da
edemiyordum. İhtiyacımız olan şey tam olarak buydu.
"O nun fikrine önem vermiyordunuz," dedi Gates. "Peki ya
rızasına?"
"İtiraz ediyorum!" Niklas cevap veremeden Dekker ayağa
fırladı. "Bay van Oaten'ın kurbana tecavüz etmeye çalıştığına
dair hiçbir kanıt yoktur. Aksine, yaşadıkları birlikteliğin karşı
lıklı rızaya dayalı olduğuna dair ifadeler dinledik."
Gates de ayağa kalktı. "Bayan Chevalier, kurbanın Bay van
O aten'ın cinsel fetişlerinden ötürü son derece rahatsız olduğu
na dair ifade vermiş..."
Dekker, "Evet, elbette böyle söyler," diye burnundan solu
yarak araya girdi. "Israr ediyorum sayın yargıç, lütfen savun
ma makamının Bay van Oaten'ın iyi itibarını lekelemesine izin
vermeyin. Bunlar hafife alınacak suçlamalar değil."
"Evet, evet." Yargıç von Koppel onu durdurdu ve ardından
uzun bir süre sustu. Bekledim, önümdeki masayı kavramıştım;
sessizce Gates'in devam etmesine izin vermesi için dua ediyor
dum. Elise'in, Niklas'ın yatakta tuhaf davrandığıyla, hakimi
yet kurmaya çalışması ve onu yalvarmaya zorlamasıyla ilgili
213

söyledikleri; hepsi cinayetle uyumlu görünecekti. Sadece onu


daha da zorlamamız gerekiyordu.
Biraz düşündükten sonra Yargıç von Koppel içini çekti.
"Sanırım bu konuda savcıya hak veriyorum. Bunlar söylenti
den ibaret. Elimizdeki tek şey, sanığın Bayan YVarren'ın duy
guları hakkındaki söyledikleri. Lütfen devam edin."
Kalbim büzülür gibi oldu. Durun! diye bağırmak istiyor
dum. Buna cevap vermesi gerek. Görmelisiniz! Ama Gates yeniden
notlarına döndü, yapacak yeni bir hamle bulmaya çalışıyordu.
"Cinayetin işlendiği gün, öğleden sonra neredeydiniz?"
diye sordu Gates ama ben her şeyin bittiğini biliyordum. O
böyle yalan söylerken, ondan alabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
"Evdeydim," dedi Niklas ağır ağır. "Babamla birlikte."
"Tüm gün mü?"
"Evet."
"Ne yapıyordunuz?"
Niklas omuzlarım silkti. "Hatırlamıyorum."
"Ama evde olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Tüm gün?"
"Elbette."
"Hikâyenizi doğrulayabilecek herhangi bir şey var mı?"
diye bastırdı Gates. "Güvenlik raporları belki de. Büyük bir
malikânede yaşıyorsunuz; güvenlik kameraları ve alarmlar ol
duğunu tahmin ediyorum.
Niklas, sanki büyük bir gayret sarfediyormuş gibi ağır ağır
vücudunu mikrofona yaklaştırdı. "Sistem bozuktu."
"Bozuk mu?" diye tekrar etti Gates. "Ne kadar süreliğine?"
Niklas omuzlarım silkti. "Bilmiyorum."
"O halde orada bulunduğunuzu kanıtlayacak..."
"İtiraz ediyorum!" Dekker bu sefer gözlerini yuvarladı.
"Tanık, söz konusu zaman aralığında nerede olduğuna dair
bilgileri sorgulama sırasında vermiştir. Kendisinin ve babası
nın ifadeleri elimizde mevcut."
264

Yargıç gözlüklerinin ardından Gates'i süzdü. "Katılıyorum,


devam etmemiz gerek. Soracak başka bir sorunuz var mı?"
Gates bir anlığına durdu ama kaçınılmaz olanı ertelemenin
bir önemi yoktu. "Hayır. Başka sorum yok."
Yargıç tokmağını vurdu ve kısa bir ara verildi. Hayal kırık
lığı tüm ağırlığıyla üstüme çöreklenmişti. Her şeyden sonra,
Niklas'ın her şeyin anahtarı olduğunu düşünmüştüm. Bir kez
onu kürsüde görünce her şeyin çözüleceğini. Uyuşturucular,
balkon, kavga. Ne kadar deli olduğunu görmeleri gerekirdi.
Ne kadar tehlikeli biri olduğunu.
Bir fark yaratacağım düşünmekle ne kadar da yanılmıştım.
Kalabalık mahkeme salonu, konuşarak ve tartışarak dağıl
dı. Gates masada, yanımdaki sandalyeye oturdu, boş boş not
larına bakıyordu. "Hepsi bu mu?" diye sordum, sesimi alçak
tutmayı güçlükle başarıyordum. "Güvenlik kameralan çok da
uygun bir şekilde Elise'in öldürüldüğü gece bozuluyor ve o
yine de bir şüpheli değil, öyle mi? O yapmış olabilirdi!" Sesim
hayal kırıklığıyla çatladı.
"Babası nerede olduğunu onayladı." Gates çaresizce omuz
larını silkti.
"Onu korumak için yalan söylüyor olabilirdi!"
"Bu doğru olsa bile, yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Niklas'ın babası saygı duyulan bir adam; Nakliyat bağlantıları
var ve otelleri..."
"Adanın yarısı onun," diye tamamladım, çaresizlikle ye
rimde büzülürken. "Biliyorum."
Etrafa bakındım ve Niklas'ın tanık kürsüsünden inmekte
olduğunu gördüm. Yanımızdan geçerken bana el salladı ve ar
dından babasmın yanına gitti: tasarımcı elinden çıkma bir ta
kım elbise giyen sarışın bir adamdı ve etrafı avukatlarla çevri
liydi. Adamlar gülümsüyor ve başlarını sallıyorlardı, Niklas'ın
ifadesinden memnun olduklan her hallerinden belliydi.
28S

Yalanlarından.
"İşler böyle işliyor, değil m i?" diye m ırıldandım yavaş
ça, önüm de gerçekleşenleri gördükten sonra anlamıştım.
Dekker'ın yarım gerçekleri ve küçümseyici imaları haftalardır
parçalayıp ufak parçalarını alıp götürse de adalete olan inancı
mı koruyordum ama şimdi, geriye kalan son kırılgan parçalar
da ufalanıp gitmişti. Bunların hepsi düm enden ibaretti, hepsi.
"N iklas, ve Tate... paraları var ve bu sayede her şeyin için
den paçalarını sıyırabilirler." Anlam ıştım . "Kendilerini koru
mak için istediklerini söyleyebilirler. Ve ben de..." Cümlemi
tam am layam adım ; onların bir düzine avukatlarına karşı sahip
olduğum tek avukatı düşünüyordum . Babam ın, benim için
harcanan paraların altında boğulm akta olan şirketi, evin üze
rindeki ek ipotek ve babam ın yüzünde son zam anlarda oluşan
tüm o endişe kırışıklıkları.
"Bu bir m ücadele değil, değil m i?"
Gates cevap verm edi, sadece gözlüklerini alıp kravatıyla
sildi ve derin bir nefes verdi.
İşte o an anladım : Her şey bitmişti.
Birden hücum eden gözyaşlarını tutmaya çalıştım. Bu onun
suçu değildi. Yapabileceği her şeyi yapm ıştı ama bazen Davud,
Calut'u* yenem iyordu, özellikle de arkasında hazır bekleyen
bir ordu olduğunda.
Salonun arkasından gelen bir ses duyunca geriye döndük.
Gelen Lee'ydi; bunalm ış ama kararlı bir ifadeyle kalabalığı ya
rarak ilerliyordu. Göm leği kırış kırıştı ve sanki haftalardır uyu-
m uyorm uş gibi görünüyordu. Son birkaç gündür duruşmalara
gelm em işti ama bunun, kız kardeşinin anılarından sonra kaza
nam ayacağı kadar fazla olduğunu tahm in etmiştim.
"Aldım !" diye duyurdu m asam ıza vardığında.
"N eyi aldın?" diye sordum , kafam karışmıştı ama Lee bana
* Kutsal kaynaklarda da bahsi geçen ikili. Kafir bir kavimden olan
Calut'u yenen Davud, hükümdarlıkla ödüllendirilir. ~çn
m

cevap vermedi. Gates'e, sanki bir hâzineymiş gibi, elinde tuttu


ğu ince hafıza kartı kutusunu uzattı.
"Hepsi orada, tam da Carlsson'm dediği gibi." Lee soluk
lanmaya çalıştı ve bir elini saçları arasından geçirdi. "Sadece
görüntüleri oynat. İlki resmi kurgu, sonra da tam hali var."
Gates hafıza kartını dikkatlice aldı ve Lee'nin sırtına vurdu.
"Başardın," dedi gülümseyerek, sanki inanamıyormuş gibi.
Lee başını salladı. "O şerefsizi haklamanın zamanı geldi."
"Birileri bana ne olduğunu söyleyebilir mi?" dedim yeni
den. Kalbim şimdiden daha hızlı atmaya başlamıştı, neler ol
duğuna dair hiçbir fikrim olmasa da enerjileri resmen bulaşı
cıydı. "Yeni bir kanıt mı var? Neler oldu?"
Lee bana dönüp gülümsedi, o sırada yargıç salona döndü
ve insanlar yavaş yavaş yerlerini almaya başladılar. "İyi bir
şey," dedi, von Koppel sessizlik için tokmağını vurduğu sıra
da. "Beklediğimiz ara buydu."
Çok umutlanmak istemiyordum ama koltuğumun ucunda
durdum ve neler olacağını görmek için bekledim. Niklas'ın ifa
desi şakadan farksız olduğu için yeni bir şeylere, bu davayı ter
sine döndürecek bir şeylere ihtiyacımız olduğunu biliyordum.
Yargıç bakışlarını notlarından kaldırıp Gates'e dikti. "Başka
bir tanığınız var mı?" diye sordu.
"Evet, sayın yargıç. Son tanığım olarak Klaus Dekker'i kür
süye davet etmek istiyorum."
Dekker şaşırmış görünse de ardından Tabii, neden olmasın?
bakışı attı. Yavaş yavaş tanık sandalyesine yürüdü ve oturdu,
suratında eğleniyormuş gibi bir ifade vardı.
Gates hafıza kartını taktı ve başımızın hemen üstünde yer
alan ekranda bir video belirdi. "Siz, başından beri bu soruştur
manın başındasmız, öyle değil mi?"
"Evet," dedi Dekker açıkça.
"Ve tüm kanıtlar, davayla ilgili tüm materyaller sizin eliniz
den geçti, değil mi?"
217

"H er şey." Dekker başıyla onayladı. "Bir emir komuta zin


cirimiz var ve ben de en başındayım ."
"Yani hangi yolun izleneceğine, hatta mahkemede hangi
kanıtların sunulacağına siz karar veriyorsunuz."
"Davayla alakalı olan tüm kanıtları sundum, evet."
Dekker'm kaşları çatılmıştı ve sanki Gates'in nerteey varmaya
çalıştığını anlamaya çalışıyor gibiydi.
Aynı şeyi anlamaya çalışan tek kişi o değildi. Yavaşça nefes
almaya çalışarak bekledim ve bu yeni gelişmenin gerçek ve tat
min edici olduğunu; Niklas, Juan ya da geçtiğimiz haftalarda
öne sürmeye çalıştığımız diğer iddialar gibi gelip geçecek bir
şey olmadığını umut ettim.
"Bana bunun ne olduğunu söyleyebilir m isiniz?" diye sor
du Gates. Kumandada bir düğmeye bastı ve yukandaki ekran
da tanıdık bir video oynamaya başladı.
Hayal kırıklığıyla tuttuğum nefesi verdim. Bunu daha önce
de görmüştük: Evin hemen aşağısındaki m erketin güvenlik
kamerasının görüntüleriydi. Köşede, saat ve cinayetin olduğu
günü gösteren tarih vardı; ayrıca Elise, atıştırm alıklar reyo
nunda tembel tembel takılırken görülüyordu.
Lee, arkamda duran koltuğunda ileri uzandı ve elini om
zuma koydu. Suratında bir sırıtmayla, "Sadece bekle," diye
fısıldadı.
Gates videoyu durdurdu, hâlâ bir yanıt bekliyordu.
Dekker dikkatlice cevapladı. "M arketteki kameranın gö
rüntüler, kurbanın canlı olarak görüldüğü son yer."
"Bize bu videoyu izlettiniz, biliyorum ," diyerek gülümsedi
Gates. Daha önceki bitkin ve yenilmiş tavrı gitmişti, şimdi avı
için dolanıp duran köpekbalığı oydu. "Aslında, ölüm saatini
tespit etmek ve Tate Dem psey'nin onu öldüren kişi olmadığını
kanıtlam ak için de bu görüntüleri kullanm ıştınız."
"Evet, bu doğru." Dekker şimdi daha kaygılı görünüyordu.
Gözleri m ahkem e salonun arkalarına dikilmişti, sanki onu kur-
211

taracak birilerini arıyor gibiydi. "Ölüm saati Bay Dempsey'nin


nerede olduğunu kanıtlıyordu ancak onun için aynı şey geçerli
değildi."
"Onun için derken, sanığı kastediyorsunuz, değil mi?"
"Evet, tabii ki," diye çıkıştı Dekker. Sinirlendiğini fark et
miştim, dikkatle izliyordu. Bunun neyle ilgili olduğunu, ne
reye varacağını biliyordu. Lee'nin omzumu kavrayışı da aynı
beklentiyle güçlenmişti.
"Bu görüntüleri nereden aldınız?"
"Bir kaynaktan," diye yanıtladı Dekker. "Dempsey
Ailesi'nin kiraladığı ve dışarıdan çalışan bir araştırmacıdan."
"Ama görüntülerin tamamı bu değil, değil mi?"
Bir anlık sessizlik oldu. Dekker ağzını açtı ama hiçbir şey
söyleyemedi.
Yargıç öne doğru eğildi. "Dedektif?"
"Ben... Ben ne demek istediğinizden emin değilim." Dekker
terlemeye başlamıştı, alm sırılsıklam ve kıpkırmızıydı. Suçlu
gibi görünüyordu ancak hangi suçtan olduğunu henüz bilmi
yorduk. Tüm salondan çıt çıkmıyordu, hepimiz söylenecek bir
sonraki sözleri bekliyorduk.
"O halde size göstereyim," dedi Gates. "Bu, sizin kanıt
olarak gösterdiğiniz video." Yeniden oynatmaya başladı ve
ekranda siyah beyaz, grenli görüntüler belirdi. Elise markete
girdi, koridordan geçti. Bir paket cips ve gazoz aldı, ödedi ve
gitti. Video bitti.
"Ama size verilen videonun tamamı bu değildi, öyle değil
m i?" dedi Gates yüksek sesle. Dekker sessizdi. "İkinci bir ka
meradan, marketin dışından alınan görüntüler de vardı.
İşte bu benim için sürprizdi ve açıkça salondaki diğerleri
için de. Ateşli mırıltılar salonu doldurdu.
Gates oynat tuşuna bastı ve başka bir video oynamaya baş
ladı; bu seferki kapının dışından çekilmişti ve kalabalık sokağı
gösteriyordu. Elise'in marketin önüne geldiği ve içeri girdiği
2IS

görülüyordu am a ardından görüntülerde, Elise'in birkaç adım


gerisinden gelen başka biri daha görünüyordu.
Juan.
Şaşkınlıkla derin bir nefes aldım. Grenli görüntülerden bile
kim olduğu anlaşılıyordu: rastalar, salaş tişört. Elise'i sokakta
takip ediyor ve Elise m arkete girerken biraz geride duruyordu.
Duruyor ve yolun diğer tarafında bekliyordu.
Gates, orada dururken, m arketi izlerken görüntüyü dur
durdu. "Bu adam sizin Juan olarak tanıdığınız kişi m i?" diye
sordu.
"Ev et," diye cevapladı Dekker sessizce.
"Sanık tarafından bir şüpheli olarak bildirilen, tatillerinin
ilk gününde kurbanın tartıştığı ve onları eve kadar takip eden
kişi?"
Dekker hâlâ sessizdi ancak sonrasında gönülsüzce, "Evet."
dedi.
"Ve bu görüntülerde, kurbanı yine takip ettiği görülüyor
değil m i? O nun peşinden gittiği?"
Dekker tek kelim e etmedi.
"G elin de kendi gözlerim izle bir bakalım ." Gates yeniden
oynat tuşuna bastı.
Video devam etti: Juan m arketin karşı tarafında oyalandı.
Elise m arketten çıktı, karede beliren sarışın bir kafaydı sadece.
Kam eranın çektiği tarafın sağ tarafına doğru yürürken, Juan
karşıya geçti ve giderek bize ve de Elise'e yaklaşmaya başladı.
G ates, Juan kareden çıkm adan tam önce durdurdu: İri yarı fi
gür, kararlı bir şekilde Elise'e yaklaşıyordu.
U zun bir sessizlik oldu.
Bu kadar zam andır böyle bir videonun olduğuna inanamı-
yordum . Dekker bunu görm üş ve de hasıraltı etmeye çalışm ış
tı. Benden nefret ettiğini biliyordum ama sırf dibe çöküşümü
görm ek için kanıtlarla oynayacağını düşünm emiştim hiç.
Lee'nin eli om zum u bıraktı ama ben uzanıp yakaladım ve
28(1

sıkıca tuttum. Gates avına doğru yaklaşırken biz, nefessiz ve


umutlu bir gülümsemeyi paylaştık.
"Bu videoyu düzenlemeye ne zaman karar verdiniz?" diye
buyurdu Gates.
"Ben... Bu sandığınız gibi bir seçim değildi," dedi Dekker
beceriksizce. "Takip edilecek birçok ipucu vardı..."
"Ancak bu görüntü, kurbanı canlı gören son kişinin Juan
olduğunun temiz bir kanıtıydı."
"Biz bilmiyorduk..."
Gates onun lafını böldü. "Yani sadece mühim bir şüpheli
yi göz ardı etmekle kalmadınız, aynı zamanda kasıtlı olarak,
benim müvekkilime yardımcı olacak bir kanıtı alıkoydunuz!"
"Ben..."
"N eden bu kanıtı göz ardı ettiniz?" diye buyurdu Gates.
"Neden, daha sağlam şüphelilerin olduğunu bilirken müvek
kilime karşı bu haksız ve kusurlu davayı açtınız?"
"Juan'ı bulmaya çalıştık," dedi Dekker zayıf bir sesle, "Ama
onun yerini ortaya çıkaramadık."
"Ve bir şüpheliye ihtiyacmız vardı," dedi Gates alayla. "Du
ruşmaya çıkaracak ve bu sayede tüm dünyaya beceriksiz, ye
tersiz bir dedektif olmadığınızı kanıtlayacak birine ihtiyacınız
vardı. Bu yüzden benim müvekkilimi seçtiniz: Suç kaydı olma
yan, hiçbir nedeni olmayan, şiddet geçmişine sahip olmayan
genç bir kadını seçtiniz."
"Vardı, bunu yapan o..."
"Onu, bu saçma duruşma için günah keçisi olarak seçtiniz!"
diye bitirdi Gates, büyük bir gürlemeyle.
Sessizlik. Dekker, terlemiş ve çökmüş bir halde sandalye
sine gömülmüştü. Ayvayı yediğini biliyordu ve artık hepimiz
biliyorduk.
"Başka sorum yok," dedi Gates. "Bu kadar."
291

DURUŞMA
Dekker kürsüde küçük düşürüldükten sonra,
babam Gates'e hatalı yargılam a davası açm ası için baskı yapı-
yordu. "Ehliyetsizliği ve alıkonulan delilleri öne sürebiliriz/'
dedi am a Gates pes etm iyordu.
"H atalı yargılam a da bir son değil k i/' diye açıkladı. "Baş
ka bir savcı gelip yeni bir dava açabilir ve sonrasmda yine so
num uz burası olur. Bir yıl, iki yıl sonra. Yeni bir duruşmadan
önce onun salıverilm esine bile izin verm eyebilirler."
"N asıl olacağına bakm ak tek seçenek/' diyerek ona katıldı
Lee. "'M asum ' karan bu işi sonsuza kadar çözer."
Ya tüm bu olanlara rağmen masum bulunmazsam? diye sormak
istiyordum ama hepsi öylesine enerjik ve iyim serdi ki, uyarı
yapan tek ses olm ayı gözüm e yediremedim . Nefes nefese bir
heyecanla, "V ideo her şeyi değiştirecek," dediler yeniden ve
bu bana daha önce durum um un ne kadar vahim olduğunu
gösterdi. Bir ağızdan, Juan'm takibine ve Dekkeriın bana olan
garezine ilişkin, "Artık kanıtım ız var," diyorlardı. "Yargıcın
292

her şeyi yeniden sorgulaması ve DekkerTn gerçekte ne kadar


yozlaşmış bir adam olduğunu görmesi lazım."
Sakin kalmaya çalışıyordum ama umutları, karanlık hüc
remde beni ısıtan güneş ışınları gibi bulaşıcıydı ve aylar sonra
ilk defa bebek gibi bir uyku çektim. Sabah babamla görüşmek
için mahkemenin konferans odasına gittiğimde onu, bir kutu
taze çörekle ve kahverengi zarflarla beklerken buldum.
"O nlar nedir?" diye sordum, dişlerimi gevrek çöreğe gö
merken.
"Üniversite mektupları," dedi gülümseyerek. "Aylar önce
sana geldiler ama seni umutlandırmak istemedim, duruşma
dan..."
Mektuplara uzanan elim havada dondu. "Ama uğursuz
luk getirmez mi?" diye fısıldadım. Duruşma devam ederken
ve her şeyin hâlâ parçalanması riski varken, gelecek hakkında
düşünmek için fazlasıyla erken geliyordu.
"G ates bugün savunmasını tamamlayacak," dedi babam.
"Videoyla sonlandırmamız gerektiğini ve yargıcın kafasını
karıştıracak bir şeyler sunmamamız gerektiğini düşünüyor.
Böylece kapanış konuşmalarıyla ve son taleplerle her şey yarın
sona erer gibi görünüyor." Bana yeniden umutlu bir şekilde
gülümsedi. "Yargıç hafta sonu olmadan bir karara varabilir."
Pat diye yerime oturdum. "Bu kadar çabuk mu?" Tüylerim
ürpermişti.
"Sonbahar başvuruları için zamanında eve dönmüş olabi
lirsin," dedi babam. "Eğer bu sene üniversiteye gitmek istiyor
san. Ya da erteleyebilirsin. Ama en azından seçeneklerin var.
Üniversite birikimin güvende," diye ekledi beceriksizce. "An
nenden gelen para. Ona hiç dokunmadım..." Zarfları yeniden
bana doğru itti; her ne kadar bunun kötü bir fikir olduğunu ve
bakarsam kaderi bir şekilde yönlendireceğimi düşünsem de,
uzanıp zarfları aldım.
283

Chicago Üniversitesi. Bryn Mawr. Georgetovvn. Smith. Gü


ney Califomia Üniversitesi.
A ğızlan çoktan yırtılmış ve ilk sayfaları çıkarılmak için
bekleyen her zarfı sırasıyla açtım.
Tebrikler!
Kalın bir tomar kabul edilme. Onları masanın üzerine diz
dim, hâlâ tuhaf bir şekilde rahatsız hissediyordum. Kabul
mektuplarını alışımın böyle olacağını hiç hayal etmemiştim.
Postacıyı evde bekliyor olacaktım, adamın elinden paketi ka
pacak ve açmak için heyecanla eve koşacaktım, bu sırada çok
tan Elise'i aramış olacaktım.
"Açtığım için özür dilerim," dedi babam, dikkatle yüzümü
izliyordu. Ondan gelen mutlu beklenti havasını alabiliyordum.
"Eğer red mektubu varsa senin görmeni istemedim."
"Girdim ," dedim yavaşça. Gözlerimi kabul broşürlerine,
öğrencilerin yapraklarla örtülü kampüs bahçelerinde dolaştı
ğını gösteren fotoğraflara dikmiştim. Bu, daha önce hayal bile
etmediğim, üzerine düşünmediğim bir sonraki dünyaydı.
Babamın gözlerinin içi gülüyordu. "Batı Yakası'na gitmek
istediğini biliyorum," dedi ama ben başımı salladım.
"Birlikte gidecektik," dedim, Güney Califomia
Üniversitesi'nin paketine vurarak. "Şimdi doğru olmaz; orada,
onsuz gezinmek." Derin bir nefes aldım "Hem ben eve yakın
olmak istiyorum, sana. Doğu Yakası'nda bir okul mesela."
Babamın gülümsemesi daha da genişledi. "Bu... Bu harika
olur hayatım. Yakınlarımda olman hoşuma gider."
Başımla onayladım; gardiyan bizi mahkeme salonuna gö
türmek için geldiğinde hâlâ kâğıtlara bakıyordum. Geleceğim
orada, masanın üstündeydi: Bir yol, olasılıklar ama önce bu
cehennemden çıkmam gerekiyordu.
Çok yaklaşmıştım. Çok.
ÎU

DURUŞMA
Ertesi sabah mahkeme salonuna doğru yürür
ken bunu son kez yaptığımı biliyordum. Artık, duruşma bit
meden önce yasal talepler ve kapanış konuşmalanndan başka
bir şey kalmamıştı ve her şey Yargıç von Koppel a ve onun buz
gibi teemmülüne bağlıydı.
Rahatlamış hissedeceğimi düşünmüştüm ama neredeyse
bunun sona ermemesini istiyordum. Bu duruşma, aylardır ha
yatımdaki tek durağan şey olmuştu. En başta, ufuktaki ışık gi
biydi ve hapishanede geçirdiğim dipsiz gecelerde devam ede
bilmemi sağlamıştı. Şimdi, günlük rutinimdeki bir rahatlıktı:
Normal kıyafetler giyebiliyor; ödünç aldığım bir aynadaki
görüntüde saçımı mümkün olduğunca düzeltebiliyor; adadan
mahkeme salonuna, duruşmaya giderken minibüsün karartıl
mış camlarından manzarayı seyrediyordum.
Ayrıca sadece ben değildim, hepimiz bu rutine girmiştik.
Babam gelirken hepimiz için kahve getiriyor, Elise'in ailesi her
seferinde salonun sol arka tarafında oturup, sunulan her kanıta
2SS

dosdoğru bakıyordu. Hatta Dekker'ın bile küçük alışkanlıkla


rı ve ritüelleri vardı, yargıç hepimizi ayağa kaldırmadan önce
m asasında kâğıtlarını mükemmel bir sıraya sokuşu ya da bir
tanığı sorgulam ak için kürsüye yaklaşırken ceketinin düğmesi
ni açışı gibi. Cinayet duruşm ası kadar dramatik bir şeyin böy-
lesine norm al ve sıradan bir şeye dönüşm esinin kulağa çılgınca
geldiğini biliyordum ama benim için öyleydi. Ve yakında her
şey değişecekti.
"H azır m ısın?" Yargıç odanın önündeki yerine yerleşirken
ve bizler de sandalyelerim ize otururken gülüm sedi. "N ere
deyse bitm ek üzere."
Tek gülüm seyen o değildi. M ahkem e salonundaki hava da
nispeten hafiflem iş gibiydi. O nlar da bir sona geldiğimizi bili
yorlardı ve sanırım gazeteciler ve aileler de sonunda eve gide
bilecekleri için m em nundular. Tate ve Lam ar ve herkes, ifade
verm eleri gerekebilir diye duruşm a sırasında adada kalmak
zorundaydı. Sadece AK her gün duruşm alara geliyordu; bü
yük ihtim alle her akşam Clara Rose Şov'da yaptığı konuşmalar
için not alıyordu. Diğerleri uzak duruyordu ve bir ay boyunca
Aruba'da kalm ak başlarına gelebilecek en kötü şey olmasa da,
gidebilecekleri söylendiği an hepsinin buradan kaçacağını bi
liyordum .
"Avukatlar?" Yargıç sessizlik için tokm ağını vurdu. Gates
ayağa kaltı ama diğer masa boştu. Dekker ortalarda yoktu.
Von K oppel'ın kaşları çatıldı. "Savcılık makam ını gördük
m ü?"
Sessizlik vardı. Şaşkınlıkla etrafa bakındım . Dekker her za
man dakik ve hazır olurdu, bunca aylık duruşmalarda bir kez
bile geç kaldığını görmem iştim .
"O nu bulm ayı deneyelim ." Yargıç durumdan pek hoşnut
görünm üyordu. G ates'i ve birkaç kişiyi daha yanına çağırdı ve
alçak sesle bir şeyler konuşmaya başladılar.
296

Arkama yaslandım, diken üstündeydim. "Nerededir sen


ce?" diye sordum Lee'ye. Bir kalemle masada ritim tutmaya
başladım, sinirlerim allak bullak olmuştu.
"Kim bilir? Belki de bir inanç muhasebesi yapmıştır ve gü
nahlarını affettirmeye çalışıyordur," diye şaka yaptı ama ben
başımı salladım.
"Yapma."
"Özür dilerim." Boğazını temizledi. "Neler yapacağını dü
şündün mü?" İyice bana yaklaştı. Kahverengi saçlan, aylar
önce onunla tanıştımız zamankinden çok daha uzundu, nere
deyse yakalarına değiyordu. "Buradan çıktığında yani. Listen
deki ilk şey ne?"
Benzer panik dalgası yine beni ele geçirdi, sanki kaderin
işine çomak sokuyormuşuz gibi ama sadece moralimi yük
seltmeye çalıştığını biliyordum. Bir an için durup düşündüm.
"Banyo," dedim sonunda. "Tüm bir günü küvette geçireceğim.
Kapıyı kilitleyip, bir şişe duş jelini kullanıp saatlerce orada ya
tacağım."
Lee sırıttı. "Kulağa iyi geliyor."
"Peki ya sen?"
Omuzlarını silkti. "Bilmiyorum, dönüp ailemi göreceğim
sanırım."
"Elçiliğe geri dönmeyecek misin?"
Lee bana bir bakış attı. "Sanmıyorum. Teknik olarak izinli
olduğumu söylüyorlar ama diplomatik kurullarda çok da iyi
karşılanacağımı sanmıyorum, en azından bir süre.”
"Üzgünüm," dedim yavaşça. Hiçbir şey dememişti ama
benim yasal ekibimde yer almak başına türlü dert açmıştı ve
Clara Rose'un ilişkimiz hakkındaki spekülasyonlarından son
ra her şey daha beter bir hal almıştı.
Başını salladı. "Bu senin suçun değil. Zaten hukuk okumayı
ve bu işi tam anlamıyla yapmayı düşünüyordum."
297

“Yabancı ülkelerin hapishanelerinde tehlikede olan küçük


hanımları kurtarmaktan mı bahsediyorsun?" diye şaka yap
tım. “Evet, yapmalısın, çok başarılı olursun. Ama önce," diye
devam ettim. “Saçını kestirmeni önerebilir miyim?"
Güldü. “Bunu diyen sen misin?"
Uçları kırılmış, güneşin zarar verdiği saçlarıma dokuna
rak, "Ya hatırlatma," diye iç geçirdim. Hayatımın kalanı ipin
uçundayken görünüşümü önemsemem saçma görünüyor
du ama hapishanedeyken böyle abes şeylerin, umut kırıntısı
olarak görülebileceğini öğrenmiştim çabucak. Daha önceden
olduğunuz kişiye, aynı sığ düşüncelere, önemsiz endişele
re tutunuyordunuz çünkü onların da gitmesine izin vermek
demek, teslim olmak anlamına geliyordu. "Listeme bunu da
koyacağım," dedim ona. "İlk önce banyo, ardından kuaförde
geçirilecek 8 saat."
“Bence harika görünüyorsun," dedi Lee, neredeyse utan
gaç bir tavırla. Bakışlarımız bir anlığına birbirine kenetlendi,
ardından DekkerYn içeri girerken ayak seslerini duyduk. Ko
lunun altına bir tomar kâğıt sıkıştırmıştı ve asistanı da aceleyle
peşinden geliyordu.
"İşte geldi," dedi yargıç buz gibi bir sesle. "Sanırım kapanış
için tartışmamız gereken meseleler var. Benim odama gidebilir
miyiz?"
"Bir dakika sayın yargıç." Dekker kâğıtları koydu ve soluk
lanmak için durdu. Bana dönüp öylesine zafer dolu bir bakış
attı ki damarlarımdaki kan dondu. "Kürsüye bir tanık çağır
mak istiyorum."
"Neler oluyor?" diye fısıldadım, gerilmiştim ama Gates
çoktan salonun ön tarafına doğru ilerlemeye başlamıştı ve
Dekker da hızla onu takip ediyordu. Yargıçla bir şeyler konuş
tular ancak sesleri, duyamayacağım kadar alçaktı. "Ne yapı
yor?" diye sordum Lee'ye yeniden ama çaresizce omuzlarını
silkti. "Bilmiyorum."
298

"Yapamaz, değil mi?" diye sordum. "Dava sona erdi, bu


kurallara aykırı."
"Bazen yargıç buna izin verebilir." Lee salonun önüne bakı
yordu. "Yeterince önemliyse."
Dekker'm yeni tanığını dinleyecek olmalıydık çünkü birkaç
dakikalık sessiz tartışmadan sonra Gates döndü, morali bozul
muştu. "İzin verecek," dedi. Hepimiz, bunun ne anlama geldi
ğini bilmeden birbirimize baktık. "Bilmem gereken bir şey var
mı?" Gates bana doğru eğildi, yüz ifadesi taş gibiydi. "Eğer
varsa bana şimdi söylemelisin."
"Ben... Hayır!" Çaresizce başımı salladım. "Her şeyi bili
yorsun."
Dekker boğazmı temizledi. "Melanie Chang'i yeniden kür
süye davet etmek istiyorum."
Mel mi?
Başımı döndürdüm ve onun salona girişini izledim. Derli
toplu bir bluz ve pileli bir etek giymiş, saçlan geniş, mavi bir
saç bandının altmda toplanmıştı. Mel tamk kürsüsüne oturdu
ve yemin etmek için elini kaldırdı.
"Anna?" Gates yeniden bana döndü, sessizce konuşmaya
çalışıyordu. "Ne biliyor?"
"Hiçbir şey," diye ısrar ettim ama Gates ikna olmuş gibi
görünmüyordu. Düşünüyordum ama aklıma hiçbir şey gelmi
yordu. Dekker'ın, sanki davayı kazanmış gibi caka satmasına
yarayacak bir şey yoktu. "O gün diğerleriyle dalışa gitmişti,
orada bile değildi!"
Gates acımasızca başını salladı ve önündeki kâğıda bir şey
ler karaladı. "O zaman görelim neymiş," dedi önüne dönerken.
Önce bir sessizlik oldu ve ardından Dekker söze girdi.
"Daha önce de burada ifade verdiniz Bayan Chang."
"Evet."
"Ama dün, yeniden ifade vermek istediğinizi bildirmek için
ofisimi aradınız."
299

"Ben... Evet." Mel'in bakışları çok kısa bir an için benimki


lerle buluştu, ardından başka tarata baktı. "Peki, birkaç hafta
önce bu mahkemede belirttiğiniz ve doğru olmayan şey nedir?"
"Hayır, doğruydu, sadece... Size her şeyi anlatmadım."
Gates ayağa fırladı. "İtiraz ediyorum! Tanık yalan yere ye
min ettiğini itiraf etti. Bundan sonra söyleyeceklerinin güveni
lir olmayacağını düşünüyorum."
"Buna katılmak durumundayım." Von Koppel, Dekker'a
bakarak bir kaşını kaldırdı.
"Anlıyorum. Ancak, durumun ciddiyetini ve tanığın, yüz
leşeceği tüm sonuçları göze alarak kendi isteğiyle fikrini de
ğiştirdiğini göz önünde bulundurmanızı istiyorum. İfadesinin
dinlenmesi gerektiğine inanıyorum."
Yargıç başıyla onaylayana kadar nefes almadım. "Devam
et, şimdilik."
Kalbim sızladı. Çaresizce Mel'e baktım ama onun bakışları,
kucağında kavuşturduğu ellerine sabitlenmişti.
"Bayan Chang." Dekker yavaşça ona yaklaştı; ses tonu yu
muşak ve cesaret vericiydi. "Benimle iletişime geçtiğinizde
söylediklerinizi tekrar edebilir misiniz?"
Mel başını kaldırdı. "Anna biliyordu. Elise ve Tate'in ilişki
lerini, takıldıklarını biliyordu."
Donakaldım.
"Bunun doğru olmadığını iddia ediyor ama bu bir yalan,"
diye devam etti Mel, sesi salonda çınlıyordu. "Biliyordu ve bu
sebepten Elise'den nefret ediyordu. Çok kıskanıyordu, buna
katlanamıyordu."
Gates'in koluna yapıştım. "Doğru değil," diye fısıldadım.
"Uyduruyor hepsini!"
Gates kolumu silkti ve dikkatle Mel'e bakmaya devam etti.
"Bunu nereden biliyorsunuz?" diye sordu Dekker.
"Elise ölmeden önce, bu konuda tartıştıklarını duydum."
Mel başını sağa sola başladı. "Bir gün önceydi. Öğleden
380

sonra. Herkes plajdaydı ama ben eve dönmüştüm ve onların


tartıştığını duydum. Anna çığlık atıp bağırıyordu. Çok gürül
tülüydü. Birkaç dakikalığına durdum ve ne yapacağımı bile
mediğim için evden ayrıldım."
Başımı salladım, kalbim gümbür gümbür atıyordu. Yalan
söylüyordu, hepsi yalandı. Kavga olmamıştı, hiç olmamıştı.
Evdeydik, içkileri karıştırıyor ve takılıyorduk, aptal bir You-
tube videosuna gülüyorduk. Bu, akşamında bara gittiğimiz,
Elisele birlikte kumda oturduğumuz ve sonrasında Mel'e ba
ğırdığım gündü.
Durdum. Mesele bu muydu, peşimize takılmasıyla ilgili
ona söylediklerim? Sırf intikamını almak için tanık kürsüsün
de yalan söyleyecek kadar küçük düşünen biri olabilir miydi?
Dekker dolandı. "Sanığın kurbanla tartıştığını duydunuz
yani?"
"Evet." Mel'in dudakları, kararlı bir ifadeyle incecik bir çiz
gi halini almıştı.
"'Bunu bana nasıl yapabilirsin? Seni asla affetmeyeceğim.
Seni öldüreceğim.' diyordu. Bunun gibi şeyler."
"Seni öldüreceğim." Dekker durdu. "Bunu söylediğini
duydunuz mu? Kurbanı tehdit ettiğini?"
"Evet," dedi Mel net bir şekilde. "Söylediği buydu."
Bunu kaldıramıyordum. Bir şey göğsüme baskı yapıyor
gibi nefes alamıyordum. Yeniden Gates'e uzandım ama taş ke
silmiş gibi ileri bakıyordu.
Yargıç araya girdi ve Mel'e doğru eğildi. "Yemin altında ya
lan söylemenin cezalarını biliyor musunuz Bayan Chang?"
Yeniden başını salladı. "Üzgünüm. Daha önceden yapma
mam gerekirdi ama bunun onu kötü göstereceğini düşün
düm." Mel'in dudaklan titredi ama ifadesinde küstah bir şey
vardı. "Üzgünüm Anna." Yaşlı gözlerle bana baktı. "Senin
böyle bir şey yapabileceğini düşünmek istemedim ama doğru
yu söylemek zorundaydım."
301

"Yalan söylüyor!" Kendime hakim olamadım. Ayağa fırla


yıp bağırdım. "Göremiyor musunuz? Yalan söylüyor!" Bir elin,
Lee'nin ya da Gates'in, beni yakaladığını hissettim ama mü
cadele ediyordum. "Neden bana bunu yapıyorsunuz?" Beni
salondan sürükleyerek çıkarırlarken Mel'e bağırdım. "Neden
onlara doğruyu söylemiyorsun?!"
302

CENAZE
Annem, Noel’den bir hafta önce, çarşamba
günü öldü.
Diğer yıllarda partiler, tatil yemekleri, tebrik kartlan, pı
rıldayan ışıklar ve şömineden sarkan çelenkler olurdu. Biz de
şekerli kurabiyeler pişiriyor, ağacı süslüyor, Noel şarkılan ve
eski Frank Sinatra şarkıları çalıyor olurduk. Ama onun yerine
ben yatağının yanında oturmuş, onun ölüşünü izliyordum.
Filmlerde olduğu gibi değildi. Yavaşça gözlerini kapayıp
uzaklaşmadan önce, beni kendisine doğru çekip, nasıl cesur
ve güçlü olduğuma, her zaman benimle birlikte olacağına dair
ilham verici laflar etmemişti. Hayır, annem yavaş yavaş ölüyor
du. Kızgındı. Önce dalar gibi oldu ama hemen ardından güç
lükle nefes alarak ve inleyerek geri döndü, kmlgan tırnaklarıy
la ve hırıltılı nefeslerle hayatın ucunda tutunmaya çalışıyordu
Tükürdü ve ağzından baloncuklar çıktı; bu, deney imleyeceğini
düşündüğü huzurlu yolculuk değildi. Başından beri onun se
çimi olmuştu ama yine de, vücudu ölümle savaşıyordu O, bir
361

son için yalvarıyor olsa da vücudu ona tekrar tekrar ihanet edi
yor ve savaşmaya devam ediyordu.
Annem in ölmesi tam bir gün sürdü. Orada oturdum, elini
sıktım ve her dakikasını izledim.
"Anna?" Tereddütlü ses, karanlıktan geliyordu. Başımı kal
dırınca, koridordan vuran ışıkta duran Elise'i gördüm. 'Anna,
bebeğim, hazırlanm a zam anı geldi."
Cevap vermedim. Yerde, yatağım ın ayağına dayanmış otu
ruyordum, bağdaş kurm uştum ; yanımda yarısı boş bir votka
şişesi vardı. Buraya nasıl geldiğimi ya da ne kadar zam andır
yorganım ın altında oturduğum u bilm iyordum . Annem in son
çaresiz nefesini verm esinin üzerinden günler geçm işti; zaman
şefkatin karanlık bulanıklığında, alçak tutulm aya çalışılan ses
lerle, yabancıların eve girip çıkm alarıyla geçm işti. Babamın
boş bakışları, yatak odam ın beni sarm alayan sam imi kolları ve
alkolün dam arlarım da bıraktığı kara yanıklar.
"Sana giyecek bir şeyler seçerim ." Elise, içki şişesini uyuş
muş elim den aldı ve perdeleri açm ak için odayı geçti. İçeri gi
ren ışık bir anda irkilm em e neden oldu: gri bulutlar ve karlı kış
gökyüzü. "Bir şey yedin m i?" Bana doğru eğildi. "Anna? En
son ne zam an bir şey yediğini hatırlıyor m usun?"
Ona boş boş baktım .
"Tam am , ben sana bir şeyler hazırlarım ." Elise nazikçe saç
larımı okşadı. "İnsanlar güveç ve her türlü yem ekten getiriyor.
Sen duşa gir." Beni om uzlarım dan tuttu ve yavaşça ayağa kal
dırdı.
Ona yaslandım, başımı om zuna dayadım. Bir şeyler yap
maya çalışam ayacak kadar boştum . Beni doğrultm aya çalıştı.
"H adi Anna. Yapmak zorundasın."
Başımı salladım . "Yapam am ."
"Biliyorum ama sadece bugün var; sadece bu günü atlat
m an lazım ."
Orada öylece, sanki beni dibe batm aktan alıkoyan sadece
304
oymuş gibi durdum. Belki de öyleydi. Tatilden önceki kavga
mızın hiçbir önemi yoktu artık; annemin tedaviyi sona erdirme
planını duyduğum anda her şeyi bir kenara atmıştım. Hemen
Elise'i aramıştım, gözyaşlarımda boğuluyordum ve bir saat
içinde Elise kapımızın önünde bitmişti. Bütün gece arabayla
gezmiş, şehrin etrafında tur atmıştık; onun yanında, yolcu kol
tuğunda otururken ve anlamaya çalışırken neon ışıklar göz-
yaşlarımın arasında bulanıyordu. Ama anlavamıyordum, o
zaman da anlayamamıştım, şimdi de anlamıyordum.
Sonunda Elise geri çekildi ve yüzümü avuçları arasına
aldu. "Bunu yapmak istemediğini biliyorum ama ben burada
yım, tamam mı? Senin yanında olacağım, her zaman. Hiçbir
yere gitmiyorum."
Başımı sallamayı başardım.
"Hadi şu işi halledelim o zaman."
Beni banyoya götürmesine ve duşun altına sokmasına izin
verdim. Elise'in üzerimdekileri çıkardığını bile zar zor fark et
tim; kafamı şampuanlamak için beni oyuncak bir bebek gibi
eğerken ve köpükleri dikkatlice durularken orada öylece,
uyuşmuş bir şekilde durdum. Odaya dönünce, bir saklama ka
bından bana lazanya yedirdi. Temiz iç çamaşırı, kaim külotlu
çorap ve onun ya da babamın aldığı düz bir siyah elbise giydir
di üstüme. Elbiseyi, kapının yanında duran bir karton poşetin
içinden, beyaz ince kâğıtların arasından çıkardığını gördüm.
Saçlarımı taradı ve ördü, hâlâ ıslak bir şekilde enseme değiyor
lardı. Ardından yüzüme kapatıcı ve allık sürdü.
Tenime dokunan yumuşak ellerin, sakinleştiren bir etkisi
vardı. Kırık parçaları birleştirir gibi parçalarımı bir araya ge
tirmişti ve yavaşça, sarhoşluğun verdiği keder uzaklaşmaya
başladı. Ayıldım.
"İşte," diye mırıldandı, bir adım geriye gidip eserine baktı
Aynadaki yansımama baktım: tenim solgundu, neredeyse
annemin ki kadar solgun. "Ölmüş biri gibi görünüyorum."

Elise'in gözleri fal taşı gibi açıldı, ardından dudaklarına


ufak bir gülümseme yayıldı. "H aklısın," dedi. "H erkes bir ce
nazeye gittiğimizi anlayabilir."
İçimde acı ve kasvetli bir kahkahanın yükseldiğini hisset
tim. Tuvalet masamdaki kırmızı ruja uzandım ve dudaklarımı,
solgun yüz hatlarıma tezat olacak şekilde canlı kırmızıya boya
dım. Kontrol etmek için başımı eğdim. "Böyle daha iyi."
Elise ruju elimden aldı ve çabucak kendi dudaklarını da
boyadı. Bir örnek olm uştuk. Alt dudağını hafifçe ısırdı ve ba
kıştan benimkilerle buluştu. "Buradayım ," dedi yeniden, elimi
tutarak. "Bırakm ayacağım ."
Bırakmadı. Tören sırasında, soğuk ve çınlayan kilisenin soğuk
sıralarında bırakm adı. Karşılam a sırasmda, annem in arkadaş
ları ve destek grubundakiler beni sonu gelm eyecek gibi görü
nen bir kucaklam a ve baş sağlığı dilem e işine giriştiklerinde
bırakm adı. Arabanın arkasına oturduğum uz ve mezarlığa,
tepedeki yeni kazılm ış m ezara doğru sessizce giderken bırak
madı.
Rüzgâr buz gibiydi ve arabadan çıktığımız sırada etrafımızı
sanverdi. Diğerlerinin de m ezann çevresinde olduğunu gör
düm: Chelsea, Max, AK, Lamar ve Mel. Hepsi birbirine ben
zeyen koyu renkli paltolar giym işlerdi ve yüzlerinde şefkatli
ifadeler vardı. Sadece bir yüz eksikti.
"Tatele konuştun m u?" diye sordu, Elise'in seçtiği topuklu
ayakkabıların içinde dengemi sağlam akta zorluk çekiyordum.
"H âlâ Aspen'de." Elise'in ifadesi sertleşir gibi oldu. "Pazar
günü dönecekm iş."
"Bu onun suçu değil," diye savundum . "Tatil zamanı; uçuş
ların gününü değiştirm ek zordur."
Cevap vermedi, sadece boynum un etrafmdaki atkıyı daha
sıkı sardı ve yüzümün etrafında uçuşup duran bir saç tutamını
386

düzeltti. "Neredeyse bitti," diye fısıldadı ve beni, mezarın ya


nındaki ön sıraya doğru götürdü.
Törenin bir sonraki kısmı başladı: kemikleri yeniden top
rakla buluşturuldu; küller küllere, tozlar tozlara. Rahibin
sözlerinin üzerimden kayıp gitmesine izin verdim; onun ye
rine Tate'i düşünüyordum. İşin aslı, burada olup da bu halimi
görmediği için seviniyordum. Amma da enkaza dönmüştüm.
Kendimi hassas ve yaralı hissediyordum. Sanki benliğimin en
beter, en karanlık kısımları, tüm dünyanın görebileceği şekilde
önüme, annemin mezannm hemen yarıma saçılmıştı. Tate beni
güler yüzlü, huzurlu, özgüvenli ve sakin bir kız olarak biliyor
du; bu perişan haldeki kız olarak değil. Bu çok sığ bir düşünce
olabilirdi ama bunun böyle kalmasını istiyordum: onun için
canlı ve iyi biri olarak, kederle dolu bir kara delik olarak değil.
"Mezarımın başında durup ağlama. Orada değilim, uyuduğumu
sanma."
Başımı kaldırdım. Okuma sırası babama gelmişti ve elin
de tek bir kırmızı gül tutuyordu. Artık tabutu, toprakta açılan
alana indiriyorlardı. Kelimeler üzerimden dalgalar gibi geçti
ve dudaklarımın arasmdan keskin, sapkm bir kahkaha sıvnldı.
"Tabii ki orada," diye homurdandım, birden çok sinirlen-
miştim. "Başka nerede olacak ki?"
Elise'in tutuşu sıkılaştı.
"Olgunlaşmış tahıldaki gün ışığı, sonbahar yağmurundaki nazik
yağmur damlasıyım."
Birdenbire nefesim kesildi. Uuyşmuş bir halde oturduktan,
onca vıcık vıcık şiirden ve kartpostallardan fırlamış gibi gelen
tesellilerden sonra artık bunu kaldıramıyordum. Bu büyük
bir trajediymiş, talihsizlikmiş gibi davranıyorlardı. Sanki beni
terk etmeyi seçmemiş gibi. Ama bu bir şakaydı. Acımasızca aile
sinden koparıldı, diyorlardı ama aslında kendisini öldürmüştü.
Bunu o seçmişti. Savaşabilir, benimle daha uzun bir süre kala
bilirdi ama beni yeterince sevmemişti.
307

Asla sevm em işti.


Acı birikiyordu ve bununla birlikte, içimdeki öfke öylesine
yakıyordu ki kendim den geçeceğim i sandım. "Elise," dedim,
göğsüm alev alev yanıyordu ama o beni tutuyordu. Her şey
bitene, babam şiirini bitirip elindeki gülü tabutun üzerine ata
na ve parlak vernikli ahşap karanlık toprak tarafından sonsuza
kadar yutulana kadar beni tuttu.
Lüks bir otom obilin arka koltuğunda, sessizce evin yolunu
tuttuk. Babam , annem in "yaşam ını kutlam ak" için daha fazla
insan davet etm işti ama ben kendi görevim i tamamlamıştım.
Bitm işti. Hızla yatak odam a çıktım ve kom odinimdeki reçete-
li ilaçların şişesini buldum. Doktor bütün ilaçlan toplamadan
önce annem in odasından yürütm üştüm . Kutuyu sallayıp bir
tane aldım , sonra bir tane daha; avucum da küçük ve beyaz,
dilim in üstünde tatlıydılar.
Bir ses vardı. Hem en başım ı kaldırdım ama gelen Elise'di.
Yanmda bir şişe viski getirmişti. Ayakkabılarını bir kenara
atarken, "Bensiz başlam ışsın," dedi. Elini uzatınca ilaç şişesini
ona verdim. Etiketini okudu.
"Xanax‘, iyi seçim ." Ağzına bir tane attı, içini çekti. "Öldü
ğüm de, gerçek bir parti istiyorum . O şiirli, ağlamaklı saçmalık
lardan olm asın." Yatağıma oturdu, yastıklara doğru yaslandı.
Ana ışığı söndürdüm ve yanına gittim; orada, başucu lamba
m ın ışığında uzanıyorduk.
Yastıklara iyice göm üldüm ve nefesim i verdim. "Böyle ko
nuşm a."
"N e hakkında, ölüm m ü?" Dirseğinin üzerine dayandı,
doğruca yüzüm e bakıyordu. "Çok mu erken?"
"H em de çok."
"Ç ok erken. Bu pek de bir anlam ifade etm iyor."
* Güçlü bir antidepresan. -çn
301

"Bu yaşananların bir anlam ifade ettiğini mi düşünüyorsun


ki?" Kimyasalların sihirlerini gerçekleştirmeye başladığını, o
yumuşak geçişi ve kan dolaşımıma yavaşça salındıklarını his
sedebiliyordum. Elise uzandı ve nazikçe yüzümü okşadı, par-
makucuyla yanağıma, burnuma ve çene hatlarıma dokundu.
Gülümsedim, bittiği ve söylediği gibi burada olduğu için ra
hatlamıştım.
"İyi olacağımı söyle," dedim, hissizliğe daha fazla gömü
lürken. "Her zaman böyle hissettirmeyeceğini söyle."
"Hissettirmeyecek." Elise bana daha da yaklaştı; başını, yü
zümden sadece birkaç santim ötede duran yastıklara yaslamış-
tı. Gözlerine ve orada duran vaade baktım. "İyi olacaksın."
Haklı olduğunu biliyordum ama bu bir şekilde, her şeyi
daha üzücü yapıyordu. Annemi yıllardır, ilk teşhiş konduğun
dan beri parça parça kaybediyordum ve bu acının, bana asla
olmadığı anne için değil de, daha çok hiçbir zaman olmayacağı
anne için olduğunu fark etmiştim.
İçimdeki bir şey nihayet koptu. Ağlamaya başladım, sessiz
gözyaşları bir rahatlama gibi vücudumdan akıp gidiyordu.
"Bunu yapamam," diye fısıldadım, Elise'e tutundum. "Yapa
mam, yapamam. Beni bıraktı. Kalıp bununla mücadele edebi
lirdi ama o pes etti. Belki ben daha iyi...?"
"Hayır." Elise, dudaklarıma kondurduğu tatlı ve sevecen
bir öpücükle beni durdurdu. Yüzümü elleri arasına aldı, göz
lerini bile kırpmıyordu. "Bu seninle ilgili değil, onunla ilgili.
Tamamen onunla ilgili "
Titrek bir nefes aldım. "Beni bırakmayacaksın," dedim, se
simde minik bir çaresizlik tınısı vardı.
"Asla." Elise yanaklarımdaki gözyaşlannı sildi ve beni yeni
den öptü. "Ben şeninim ve sen de benim. Her zaman."
"Her zaman." Kayıtsızlığın nazik çekimiyle ona doğru sü
rüklendim. Kollarında olmanın verdiği karanlık, sıcak ve güven
li bir his vardı. Ben de onu öptüm ve acının dinmesini bekledim.
31»

ARA
Mel’in verdiği ifadeden sonra beni yeniden kon
ferans odasına götürdüler ve eğer sakinleşmezsem kelepçeleri
ve pırangalan takmakla tehdit ettiler.
Gates'in, "Sorun çıkarmayacaktır," diye gardiyanları temin
etmeye çalıştığını duydum ama odaklanamıyordum; titreme
mi durduramıyordum. Diğerlerinden uzaklaştım, küçücük
odada bir sağa bir sola yürümeye başladım. Sona çok yaklaş
mıştım, hem de çok ama şimdi her şey mahvolmuştu.
Lee, elinde bir şişe suyla bana yaklaştı ama hemen onu iti
verdim.
"Yalan söylüyor," dedim yeniden, sesim pürüzlü ve ağ
lamaklıydı. "Elise'in beni seçmiş olmasına katlanmıyor. Çok
yakın olmamızı her zaman kıskanmıştı, onun beşimize takıl
masından hoşlanmadığımızı biliyordu." Başımı kaldırdım,
Gates'e ve babama baktım ama âdeta donmuşlardı ve gözle
rini benden çekmişlerdi. "Eminim ki en başından beri bu ânı
bekliyordu." Sesim, çaresizlikle yükselmişti. "Ona söylediğim

acımasız şeylerin intikamını almak için. Bana inanmak zorun


dasınız," diye bağırdım, "bunların hiçbiri doğru değil!"
Bana bunu yaptığına inanamıyordum. Bu lise kızlan arasın
daki basit kavgalar gibi, en yakın arkadaşlar için açılan savaş
lar ya da parti davetleri için verilen mücadeleler gibi değildi.
Ölüm kalım meselesiydi, ipin ucunda olan benim hayatimdi
ve şu an onun sözüne karşılık benim sözüm vardı.
"Hizmetçi." Aniden hatırlamıştım, olduğum yerde kaldım.
Onlara doğru döndüm ve sandalyenin arkasına tutundum. "O
da oradaydı, evdeydi, benimle ve Elisele. İfade verebilir, kav
ga olmadığını söyleyebilir!"
Gates, babamla bakıştı.
"Ne?" diye çıkıştım. "Doğru bu, her gün geliyordu. Adı
neydi... Marta, Martha? Nerede o? Onu tanık kürsüsüne çıkar
mak zorundayız. Benim hikâyeme destek çıkabilir!"
"Marta ve ailesi adadan taşındılar," dedi Gates yavaşça.
"Ee?" diye cırladım. "Yargıç onlann getirilmesini sağlaya
bilir, değil mi? İfade vermeye zorlayabilir."
Gates ve babam yeniden bakıştılar, ardından Gates içini
çekti. "Amerika'ya yaşındılar, Dempseylerle çalışmak için."
Durdum. "Anlamıyorum."
"Parayla susturuldular," dedi yavaşça. "Tate anlaşmasını
yapmadan önce. Hatırlıyor musun, o da bir şüpheliydi. Büyük
ihtimalle onu Elise'le birlikte gördü, bir şeyleri saklamak iste
diler," diye açıkladı Gates. "Ona bir iş verdiler, büyük ihtimal
le vize ve de ev."
"Ama... bu ifade veremeyeceği anlamına gelmez," dedim
çaresizce. "Oradaydı. Her şeyi, Melanie'nin yalan söylediğini
anlatabilir."
Gates başını sağa sola salladı. "Yargıç onu ifade vermesi
için zorlaşa bile, ifadesi güvenilir olmaz. Dekker, onlara ve
rilen paranın bu konuda yalan söylemeleri için de olduğunu
söyleyebilir."

"Ama biz onlara para vermedik!" diye ciyakladım. "O


Tate'ti!"
"Bir fark yaratmayacaktır."
Sandalyeyi yakaladım ve doğruca odamn köşesine savur
dum. Tiz bir metal sesiyle duvara çarptı. "Ama bu doğru de
ğil!" Nefes nefese kalmıştım, baskı yeniden göğsüme binmişti.
"Bunların hiçbiri doğru değil!"
Yere çöktüm, gözyaşlarını kontrolsüzce süzülüyordu. Mel
bunu nasıl yapabilirdi; nasıl orada oturup öylece yalan söyler
di? Bunun benim için ne anlama geldiğini, sırf benden hmcını
almak için uydurduğu bir şey yüzünden tüm hayatımı hapis
hanede geçireceğimi biliyor olmalıydı. Titreyerek nefes almaya
çalıştım. Uzak bir mesafeden, kapımn tıklatıldığını duydum.
Gates kapıya bakmak için davrandı ama babam kıpırdama
dı, odamn köşesinde öylece kaldı. Orada iki büklüm ne kadar
süre oturduğumu, ağladığımı bilmiyorum ama sonunda hıçkı
rıklarım dindi ve geride zonklayan bir baş ağrısı ve boğazımda
fena, kuru bir sızı bıraktı. Lee yamma çömeldi ve yeniden elin
deki suyu uzattı. Bu defa aldım.
Kapı açıldı. Gates geri geldi.
"Yarına kadar ara verilmesini istemeliyiz," dedi Lee ama
Gates başını salladı. Sandalyeyi savurduğum yerden aldı ve
masanın önüne oturdu.
"Anna?"
Yerden başımı kaldırdım.
"Dekkerla konuştum," dedi sakince. "Bir anlaşma yapmak
istiyor."
Donakaldım.
"Nasıl bir anlaşma?" diye sordu babam hemen.
"Kasıtsız adam öldürme," dedi Gates derin bir nefes vere
rek. "On yıl ceza istiyor ama öncesinde şartlı tahliye başvurusu
da yapılabilecek. Sekiz yıl."
Sessizlik oldu.
312

Odadakilere baktım. Gates rahatlamış görünüyordu. Baba


mın bakışları hâlâ yerdeydi. Lee ise düşünceli görünüyordu.
"Neden bunu yapıyor?" diye sordum. "MeTin anlattıklarından
sonra neden bana bir şey teklif ediyor?"
"Birçok sebebi var." Gates gülümsemesine engel olamıyor
gibiydi, sanki bu iyi bir şeymiş, rahatlamış gibi. "Mel ilk se
ferinde kürsüde yalan söyledi; belki de yargıcm onu göz ardı
etmesi riskini almak istemiyordur. Bir de video var, Juanla.
Birinci dereceden cinayet suçlaması var, Elise'i öldürmek iste
diğini, bunu planladığını kanıtlamak zorunda."
"Ama yapmadım!"
"Bu iyi bir anlaşma," dedi. "Alacağımızı düşündüğümüz
den daha iyi."
Çaresizliğin kıyısından sıyrılmaya ve bu konuya daha net
bir şekilde bakmaya çalışüm. Kasıtsız adam öldürme. Müda
faa. "Bunu yapanın ben olduğumu kabul etmemiz gerekir,"
dedim fark ederek. "Suçlu olduğumu kabul etmemiz gerekir."
"Kasıtsız öldürme geçerli ama," dedi Gates çabucak. "Onu
öldürmek istemediğini söylüyor aslında. Kavga ettin, kontrolü
kaybettin. Tutku cinayetiydi, o an için."
"Ama yapmadım." Ağlamaklı gözlerle onlara baktım. "Onu
ben öldürmedim."
"Üzerine iyi düşünülmesi gerektiğini biliyorum." Gates'in
sesi daha nazik bir tona bürünmüştü. "Ama bu teklif, kısa bir
zaman için geçerli. Yargıç bizi kapamş konuşmaları için çağır
madan önce bu işi halletmek istiyor."
"Şimdi mi karar vermek zorundayım?"
"Üzgünüm," dedi Gates özür diler bir tavırla. "Hızlı oldu
ğunu biliyorum ama bu senin için iyi bir şey."
"Bunu nasıl söyleyebilirsin?" diye bağırdım. "Hapishane
den bahsediyoruz! Suçlu olacağım. Yıllarca orada kalacağım!"
Sözcüklerim yankılanıyordu. Gates başını çevirdi.
313

'Teklifi kabul etmem gerektiğini düşünüyorsun." Kalbim


acıyla büzüştü.
İçini çekti. "Evet, öyle düşünüyorum. Birçok delil ikinci
dereceden ama yine de durum iyi görünmüyor. İlişki, Mel'in
ifadesi..."
"Yalan söylüyor!" diye bağırdım yeniden.
"Öyle ya da böyle, bunu yargıcın önünde riske atmak ister
misin?" Gates, vakur bir ifadeyle masada öne doğru yaslandı.
"Eğer seni cinayetten suçlu bulursa, minimum yirmi yıl ceza
demek olur bu. Yirmi yıl. En azından böyleyken hapisten daha
önce çıkarsın. Sonrasında hayatına devam edersin."
Sonrası.
Boğazımda beliren bir başka hıçkırığı daha yutkundum.
"Baba?" diye sordum dalgalanan bir sesle. "Bilmiyorum...
Doğru düzgün düşünemiyorum. Ne yapmalıyım? Söyle bana."
Babam yutkundu ve nihayet gözleri benimkilerle buluştu.
"Gates haklı birtanem," dedi yavaşça. "Anlaşmayı kabul etme
lisin."
Kelimelerini yumuşak bir şekilde söylemişti ama beni, bir
gök gürültüsü gibi çarpmışlardı. Şaşkına dönmüş bir halde
ona baktım ve sonra gördüm: gözlerindeki o sönük ve titrek
ışığı. Bakışlarını kaçırmaya ve saklamaya çalıştı ama çok geçti.
Görmüştüm.
Suçlu olduğumu düşünüyordu.
Kalbim ortadan ikiye ayrılıyor gibi hissettim.
"Sekiz yıl çok da uzun değil." Hemen yanıbaşıma geldi;
ihanetini perdelemeye çalışıyordu. "Yirmi beş yaşında olur
sun. Hâlâ genç olursun, bir hayatın olur ve ne istersen onu ya
parsın."
"Ama ben yapmadım." Sesim cılız ve yorgundu. Tek bir
uzvumu bile kıpırdatamıyordum. Benim yanıma, yere oturdu.
"Ben yapmadım..."
314

"Çok üzgünüm tatlım," dedi tekrar tekrar. Beni sıkıca ku


cakladı ve bir an için yeniden bir çocuk olmuştum, kucağına
kıvrılıyordum. İşten geç geldiği akşamlardan, hastane odala
rından ve her şey değişmeden öncesiydi. Buraya düşmeden,
hapishanenin kasvetli boşluklarına gözlerimi dikmeden ve
tüm gençliğim o korkunç yerde kilit altına alınmadan öncesiy
di. "Çok, çok üzgünüm."
315

SEKİZ YIL
Üniversiteye gidecektim, uzaklardaki bol güneş
alan bir kampüse.
Sinema ve kadın çalışmaları, edebiyat ve antik felsefe ders
leri alacaktım.
Prag'da okuyacak ve o altın köprülerden geçecektik. Küçük
cafelerde kahve yudumlayacak ve yakışıklı garsonlarla flört
edecektik.
Sörf yapmayı, on parmak yazmayı ve araba lastiğinin nasıl
değiştirildiğini öğrenecektim.
Kâkül kestirecek, koyu sürmeler çekecek, kıpkırmızı rujlar
sürüp ekose pelerin giyecektim.
Yeniden âşık olacaktım.
Ülkeyi bir baştan bir başa otostopla geçecek, ucuz motel
lerde kalacak ve gittiğim her eyaletten kartpostallar toplaya
caktım.
Dünyayı görecektim.
Kendi daireme taşmacak ve evi ikinci el mağazalarından
316

bulduğum mobilyalarla dolduracak, kendime ait alanda, takım


olmayan vintage porselen bardaklarda öğlen çayımı içecektim.
Kimsenin adımı bilmediği tuhaf bir şehirde yalnız olacak
tım.
Büyük Um utlar kitabını okuyup bitirecektim.
Kendi evimizin mutfağında, babamla bir makama gecesi
daha yapacaktım.
Kostümlü bir kalabalıkla birlikte, The Rocky Horror Picture
Show'un gece seansını izleyecektim.
İki yavru kedi alacak ve isimlerini Eleanor ve Marianne ko
yacaktım.
Kanser ünitesinde gönüllü olarak çalışacaktım.
İnandığım bir şey için savaşacaktım.
Mutfak camımm önünde, kil saksılar içinde bitkiler yetişti
recektim.
Bir gün, insanların okuyacakları bir şey yazacaktım. Belki
de sevebilecekleri.
Bir sürü erkekle öpüşecektim.
Tüm gece ayakta kalıp konuşacak ve bunun sadece başlan
gıç olduğunu bilecektim.
Straplez bir elbiseyle ve annemin duvağıyla evlenecektim.
Kep ve cüppemle liseden mezun olacaktım.
Yüz rock konserinde daha dans edecek, terle ve çalınan şar
kılarla sarmalanacaktım.
Bir yazı otostopla Avrupa'yı gezerek harcayacaktım.
Her gün radyo dinleyecektim.
Botlarımı, kullanılamayacak hale gelmeden tamire vere
cektim.
Bir dükkânda gördüğüm o kırmızı kemeri satın alacaktım.
DVR'ıma kaydettiğim tüm programları seyredecektim.
Noel zamam, New York'un karla kaplanmasını izleyecek
tim.
Tarih sınavımdan A alacaktım.
311

M ezuniyet hediyesi olarak yeni bir arabam olacaktı.


Onu gururlandıracaktım .
Her şeye yeniden başlayacaktım.
Cesur, iyi ve cüretkâr olacaktım.
Son âna kadar onun elini tutacaktım.
311

ŞİMDİ
Onlara hayır dedim.
Sekiz yıl çok uzun bir zamandı. Böyle geçireceğim bir yıl
bile beni mahvederdi ama bunun da ötesinde, suçluluğu kabul
edemezdim. Adımı temize çıkarmak için bunca zaman uğraş
mışken anlaşmayı imzalayıp onu öldürdüğümü söyleyemez
dim. Yargıçla ve Dekker'm başarısızlıklarıyla olan şansımı de
neyecektim.
Hapishaneye geri dönmektense ölürdüm, daha iyiydi. Ya
sonuna kadar özgürlüğüm için savaşmak ya da tamamen kay
betmeliydim.
319

KAPANIŞ KONUŞMALARI
SAVCILIK:
“Elise VVarren, anne ve babasının hayatlarının
ışığıydı. Nazik, arkadaşlarıyla vakit geçirm eyi seven eğlenceli
bir kızdı. Gönüllü olarak okul kulüplerine ve aktivitelerin ka
tılırdı. Tüm notları A olan bu kız, istediği gibi bir geleceğe sa
hip olabilirdi. Am a Elise o hayalleri asla yaşayamayacak çünkü
onun hayatı, çılgınca bir saldırı sonucunda sona erdi. 20 Mart
akşam ı, arkadaşlarıyla buluşm ak üzere hazırlanırken, Elise bir
saldırıya uğradı. Bir kaza değildi ya da hızlı bir ölüm, hayır;
adli tıp uzm anının verdiği ifadede, Elise'in nasıl göğsünden
ve m idesinden on üç kez bıçaklandığını, kendi kanında boğul
m aya bırakıldığını dinlediniz. Yavaşça kan kaybından ölürken
son bir nefes için can çekişti, hayatının ve parlak geleceğinin
ellerinden kayıp gittiğini hissetti.
"Savunm a, bu cinayetin suçunu, bugün bu salonda bulu
nan kadın dışında herkese atmaya çalıştı. Bunun yoldan çıkan
bir haneye tecavüz olduğunu; birinin güpegündüz evin arka-
320

sındaki duvardan tırmanıp içeri girdiğini, Elise ile yüzyüze


gelince dönüp kaçmak ya da basitçe onu bayıltmak yerine, bı
çağı alıp onu bıçakladığını söylediler. Ama bir cinayet davası
teorilerle alakalı değildir; kanıtlar üzerine kuruludur. Ve bu
davadaki kanıtlar sadece bir kadını işaret ediyor: sanık, Anna
Chevalier'yi-
"Uzmanlar, kurbanda açılan ölümcül yaraların, muhteme
len onu tanıyan biri tarafından büyük bir öfke ânında yapıldığı
konusunda ifadelerini sundular. Sanığın parmak izleri cinayet
silahının üzerinde bulundu. Fiziksel DNA'sı ve saçı da cesedin
yanındaydı. Geçtiğimiz haftalarda da duyduğunuz gibi, sanı
ğın hem öldürmek için bir amacı hem de şiddet içeren eylem
lere yatkınlığı vardı ve bu da, Elise VVarren'ın ölümüne, trajik
bir kaçınılmazlık katıyordu.
"Kurbanın Bayan Chevalier'nin erkek arkadaşıyla nasıl gizli
bir ilişki yürüttüğünü işittiniz ve sanık, bu gerçeği öğrendiğin
de kıskançlıkla beslenen bir öfkeyle doldu, kurbanla kavga etti
ve ona öldürme tehditleri savurdu. Şimdi, tehditler bir yana,
sanığın uzun bir şiddetli fiziksel patlama geçmişi olduğunu da
ortaya çıkardık. Tekrar tekrar etrafındaki insanlara saldırdı ve
ciddi fiziksel zararlar verdi. Dahası sanık, cinayetin işlendiği
öğleden sonra nerede olduğunu açıklayamadı ve hatta bu ko
nuda yalan söyledi. Bu yalanlar, sanığın mahkemede söylediği
her şeyi sarsar. Söylediği tek bir kelimeye bile nasıl inanabiliriz
ki? Arkadaşı, sanığın Elisele bu konuda kavga ettiğini duydu
ğunu söylemesine karşın, kendisi ilişkiyi bildiğini inkâr etti.
Hatta, arkadaşlarının söylediğine göre Bayan Chevalier'yle ar
kadaş olmadan önce model öğrenci ve vatandaş olan kurbanın
kendisini, partilerde âlem yaptığı ve sorumsuz davranmakla
suçladı.
"Gördüğünüz gibi, cinayet sonrasında ve duruşmalar esna
sında, sanık oldukça problemli bir sorumsuzluk duygusu ser
giledi. Cinayetten günler sonra, erkek arkadaşıyla gülerken \e
321

şakalaşırken görüntülendi ve hatta, arkadaşının cesedi bulun


duktan sadece birkaç saat sonra, bir şişe gazoz almak için uğ
raşırken görüldü. Bunlar, acımasız bir katilin, cinsel kıskançlık
ve öfkeyle önceden planladığı bir cinayeti gerçekleştirdiğinin
göstergeleridir. Bu, aldığı canın ve söylediği yalanların bedeli
ni ödem esi gereken bir kadındır.
"G enç bir kadın öldü. Onu aram ıza hiçbir şey geri getiremez
ancak adalet sağlanm alı. Bu yüzden sizden, Elise VVarren'ın ai
lesi ve arkadaşları için, onun anısı için adaleti sağlamanızı isti
yorum . Sanığın suçlu olduğuna ve suç için verilen maksimum
cezayı alm ası gerektiğine karar verin."
SAVUNMA:
"Adalet. Savcılık bundan bahsetm eyi çok seviyor, sanki işle
m ediği bir suç için genç bir kızı suçlu bulm ak adaletli olabi
lirm iş gibi. Aslına bakılırsa, Klaus Dekker bu davayı başın
dan beri baştan savm a bir şekilde ele aldı. 911 çağrısı üzerine
olay yerine giden polis, odada dışarıdan girildiğini gösteren
şekilde cam parçaları buldu. Kurbanın arkadaşları, cinayetin
öncesinde Elise'in iki adam tarafından rahatsız edildiğini be
lirttiler; bunlar Niklas van O aten ve daha önce de hırsızlık ve
haneye tecavüzden suçlanm ış olan, yerel esnaf Juan'dı. Dekker
bu şüphelilere odaklanm ak yerine, suçla ilgili saçma bir teori
geliştirm eye, hiçbir sabıka kaydı ve şiddete dayalı bir eylemi
olm ayan sanığı, bir şekilde kız kardeşten öte gördüğü en yakın
arkadaşını öldürm ekle suçlamaya karar verdi.
"D ekker'm sözüm ona teorisini kanıtlayabilm ek için ne ka
dar ileri gidebildiğini gördünüz: Juan'm kurbanı takip ettiğini
örtbas etm ek için video delilleriyle oynam ak ve tanık kürsü
süne kendi ifadeleriyle çelişm eleri için şahitler çıkarmak gibi.
Sizden, bu davadaki delilleri değerlendirm enizi istiyor. Açık
çası, m üvekkilim e karşı konan delillerin hepsi ikinci dereceden
322

deliller. Polisin cesedi uygun koşullarda saklayamaması nede


niyle kesin ölüm saati hâlâ bilinmemekte. Sanığın üstünde ya
da kıyafetlerinde kurbanın kan izlerine rastlanmadı. Bıçağın
üzerinde birçok parmak izi bulundu, bunlara aynı evde kalan
erkek arkadaşı Tate Dempsey'nin parmak izleri de dahildi.
Odaya, plajdan kolaylıkla ulaşılabiliyordu ve birkaç kişi daha
içeri nasıl girilebileceğini biliyordu.
"Sanığın cinayetten sonra sergilediği davranışlara gelince...
Anna Chevalier'in şoka uğradığı ortada. Uzman psikologların
travma sonrası stres bozukluğunun etkileri ve keder nedeniy
le verilen geciktirilmiş tepkilerin ne sonuçlar doğurabileceği
üzerine verdikleri ifadeleri dinlediniz. En yakın arkadaşını
kan gölünün içinde görmek sanık için çok derin, travmatik bir
deneyimdi; savcılık makamı tarafından yapılan agresif sorgu
lamalarla daha da beter hale gelen bir travma. Burada verdiği
ifadede Anna, tutuklanmış olmasıyla nasıl da güçlü bir şekil
de başa çıktığını gösteren, şefkatli ve anlayışlı bir genç kadın
olduğunu kanıtladı. Savcılık onu soğuk kanlı bir katil, kurba
nı bir şekilde saplantı haline getirmiş biri olarak resmetmeye
çalıştı. Sizlere fotoğraflar, davasında elini güçlendirmek için
meydana geliş şartları bilinmeyen olaylar gösterdi ancak bun
lar, temeli olmayan iftiralardan başka bir şey değildi. Geçmi
şimize yapılan yerinde atıflarla hepimiz birer canavar olarak
gösterilebiliriz ancak size gösterdiği her alakasız fotoğraf için
ben de size samğın başka bir yönünü gösterebilirim: Annesinin
ölümüyle birlikte hayatındaki büyük, trajik bir kaybı cesurca
göğüslemiş, şefkatli, düşünceli ve zeki bir genç kadın. Gerçek
Anna Chevalier budur, savcılığın sizi yöneltmeye çalıştığı vah
şi eğlence düşkünü kız değil.
"Kanunlar, müvekkilimi ancak ve ancak makul bir şüphe
nedeniyle mahkûm etmenizi salık veriyor. Defalarca, böyle bir
şüphenin varolduğu gösterildi: savcılığın davasım destekle
mekte yetersiz kalan delilleriyle ve Bayan Chevalier'nin suçu
323

işlem ek için sahip olduğu sözüm ona am açlarla. Onu bugün


suçlu bulm ak, en az Elise VVarren'ın ölüm ü kadar trajik olacak
tı; hayatım kaybetm iş genç kadın kadar, işlem ediği bir suç için
yıllarca hapiste yatacak olan Bayan Chevalier de büyük bir ka
yıp yaşayacaktır. A dalet onun aklanm asını gerektirir. Hayatını
sizin ellerinize em anet ediyor ve doğru olanı yapm anızı rica
ediyorum . Teşekkürler."
324

BEKLEYİŞ
Yargıç ne o gün ne de ertesi gün bir kararla geri
geldi. Sabahlan kalkıyor ve hapishaneyi son kezmiş gibi terk
ediyordum, sonra günü mahkeme salonunun konferans oda
sında deli danalar gibi dolanarak, gerginlikle haberleri bekle
yerek geçiriyordum. Gates ve Lee bunun iyiye işaret olduğuna
yemin ediyorlar, bunun davayla ilgili her detayı gözden ge
çirdiğini gösterdiğini söylüyorlardı ama ben kendimi yanlış
umutlarla doldurmak istemiyordum.
"Kararını daha ilk gün vermiş olabilir," dedim onlara, "O fi
sine girip kaçırdığı programları izliyor ve magazin dergilerini
karıştırıyor olabilir."
Lee bana bir bakış attı. "Beklemenin zor olduğunu biliyo
rum," dedi. "Ama bunun uzun sürmesi, umut edebileceğin en
iyi şey. Dekkerün davasının sağlam olmadığı her zaman bili
yordum ama şimdi bunun onun da görmesi lazım."
İçimi çekti. "Biliyorum, ben sadece... Ya...?"
"Yapma." Beni durdurdu. "Sadece inanman lazım."
325

Oııa, oldukça sakin görünen ve güven veren kahverengi


gözlerine baktım. İnsanların hakkımda söyledikleri yalanlara,
tüm korkunç şeylere rağmen, başından beri yanımda kalan tek
insan o olmuştu. “Bunca şeyden sonra nasıl hâlâ bana inancın
olabiliyor? Onlar bile..." Ses tonumu düşürdüm. Gates ve ba
bam telefondaydılar; yasal süreçler ve şansımızın tersine dön
mesi üzerine derin konuşmalar yapıyorlardı. Tüm ertelemele
re rağmen, yargıcın suçlu kararıyla döneceğini düşündüklerini
biliyordum. Belki de hak ettiğimi bile düşünüyorlardı.
Lee bana yaklaştı. "Seni biliyorum," dedi yavaşça. "İyi bir
insan olduğunu biliyorum. Eğer sonuç yanlış çıkarsa bile bu bir
son değil. Temyize başvurabiliriz," diye hatırlattı. "Dekkeriın
delillerinin geçersiz kılınmasını sağlayabiliriz. Ne gerekirse,
ben yanında olacağım."
Ona inanmak istiyordum. Daha önce de bunları yaşamıştı
sonuçta ama ben kız kardeşi değildim; hapiste geçireceğim yıl
larda umutlu kalmayı başaramazdım. O kadar güçlü değildim.
Saatler geçti ama haber gelmedi. Sonra, tam saat dörtten önce,
kapı çalındı. Hepimiz ayağa kalktık. Bir gardiyan Gates'i çağır
dı. Gates çıkarken bana başını salladı.
"Ah Tanrım," deyip derin bir nefes aldım. Gerginlikten te
nim karıncalanıyordu, midem ters dönmüş gibiydi. "İşte o an."
Lee elimi tuttu ve hafifçe sıktı ama Gates birkaç dakika son
ra içeri girince hızla başını salladı. "O değilmiş," dedi. "Seni
görmek isteyen biri var." Rahatsız bir ifadeyle durakladı. "Tate
Dempsey seninle konuşmak istiyor."
Tate.
Gözlerimi kırpıştırdım. Aylarca süren sessizlikten, cevap
lanmayan onca mektuptan sonra şimdi mi beni görmek isti
yordu?
321

"Görüşmek zorunda değilsin," dedi Lee bana ama yavaşça


başımı salladım.
"Ben... Evet," dedim, aniden kendimi daha sakin hissede
rek. "İçeri girsin."
Gates koridorda duran birine başını salladı. Babam ayağa
kalkıp boğazını temizledi. "Biz, şey, sizi yalnız bırakalım."
Hepsi çıktı ama en sona Lee kaldı. "Emin misin?" diye sor
du. "İstersen ben de kalabilirim..."
Tate içeri girince sustu.
Başımı kaldırdım. Bunca zamandan sonra neredeyse ona
bakmaktan çekiniyordum. Ama işte buradaydı ve her zamanki
gibi görünüyordu: temiz pak bir gömlek ve koyu renk pan
tolon giymişti ve sarı saçları darmadağınıktı. Kapı aralığında
durdu, elleri ceplerindeyken tuhaf, kambur bir halde duruvor-
du. Nihayet gözlerim, yüzüne bakabilecek cesareti buldu.
Tanrım, bu yüzü nasıl da sevmiştim.
"Sorun yok," dedim Lee'ye. "Gerçekten."
Başını salladı. "Kapının önünde olacağım," dedi ve Tate'in
yanından geçip dışarı çıktı, kapıyı ardından kapattı.
Sessizlik.
Tate'in pınl pırıl parlayan spor ayakkabılarıyla ayağını süre
süre gelişini ve benim dışımda her yere bakışını izledim. Niha
yetinde ben içimi çektim.
"Ne istiyorsun?"
Yakınıma geldi ve durdu. "Ben...?"
"Oturabilir miyim?" Bunun öneminin olduğunu düşünme
si komik sayılırdı. "Tabii. Ne istersen yap."
Yavaşça katlanan sandalyelerden birine çöktü ve bir nefes
aldı. Ardından bir tane daha. "Nasılsın?" diye sordu.
Ağzım bir karış açık kalmıştı. Ciddi miydi?
"Harikayım," dedim alayla. "Tabii başıma aldığım bu sinir
bozucu cinayet davası dışında."
327

Tate karşım da iki büklüm olur gibi oldu. "Tanrım, Anna,


çok üzgünüm ." M asanın üstünden elime doğru uzandı ama
ben hem en geri çekildim. "Anlaşmayı yapmak benim fikrim
değildi, yem in ederim. Bizim kiler buna m ecbur olduğumu
söylediler. Dekker peşim deydi; kesin duruşmaya çıkarılacağı
mı söylüyorlardı." Tate, tüm kalbim le bildiğim o mavi gözle
riyle yalvararak bana baktı. "Seçeneğim yoktu."
"H er zam an seçeneğin vardı!" diye bağırdım. "Senin yü
zünden buradayım . Senin için yalan söyledim. Beni satan şen
din, sen bana ihanet ettin!"
Tate başını öne eğdi.
Sakin kalm ak için büyük bir savaş veriyordum. Söyleyebi
leceği hiçbir şeyinin kalm adığını fark etm iştim . Hiçbir şey. Za
yıftı, bencildi ve aklıma gelebilecek her yolda beni bir başıma
bırakm ıştı. Ama başka ne yapacaktı ki zaten? Her zam an çok
iyi olm ak istemişti: m ükem m el evlat, en iyi sevgili. Sonuçta
Elise haklı çıkm ıştı: Tüm o m ükem m elliği bir noktada parçala
ra ayrılm ak zorundaydı.
Yutkundum ve güç kazanm aya çalıştım . "N e zam an başla
dı?" diye sordum . "Sen ve Elise. Söyle bana. Lütfen."
Tate istem eden de olsa başını kaldırdı. "Anna..."
"En azından bu kadarını borçlusun bana."
Başını yine çevirdi. "Jordan'ın partisi," dedi sonunda. "Sa
dece... tatilden sadece bir ay öncesiydi."
Başım ı salladım . Hatırlam ıştım .
"Bizim kiler başım dan düşm üyorlardı, yok yaz stajyerlik
program lan, yok gönüllülük ve... Sadece hepsini unutmak
istedim . Sen evdeydin, hastaydın ve... Kendimi Elisele ve bir
şişe tekilayla birlikte onların bahçesinde buldum ."
Geçen onca zam andan sonra bile bunları duymak canımı
yakıyordu. O nlann birbirine sarılm ış gülüşen görüntülerini
kafamdan atmaya çalıştım . Daha başka şeylere dönüşen o ba
kışları.
321

"Ama neden?" diye sordum. "Anlamıyorum. Beni sevdiğini


söyledin."
"Sevdim /' dedi Tate çaresizlikle. "Sadece... oldu işte."
"Ve olmaya devam etti."
En azından utanmış gibi görünüyordu. "Elise'i bilirsin, na
sıl olduğunu. Sana kendini... her şey tehlikeliymiş gibi hisset
tirirdi. Risk gibi. Her şeyin merkeziymişsin gibi, bilirsin ya?"
Bilirdim.
Durdu, tırnağının etrafındaki bir deriyi çekiştirdi. "Bilmek
istediğini söyledi, senin nasıl hissettiğini. Benimle birlikte olur
ken."
Kapıdan gelen bir sesle konuşmamız bölündü. Gates gel
mişti. "Zamanı geldi," dedi. "Yargıç karannı verdi."
Ah, Tanrım.
Dengesiz bir şekilde ayağa kalktım.
"Anna..." Tate bana baktı. "Çok üzgünüm, bunu bilmelisin.
Bunlara sebep olmayı hiç isteme..."
"Gitmem gerek," diyerek kestim sözünü. Gates'in ve baba
mın peşinden mahkeme salonuna indim; gardiyanlardan biri
her adımımı takip ediyordu.
"Sorun yok birtanem," dedi babam ama sesi cılız ve belir
sizdi. Kapınm ağzında durakladım ve aniden her şeyin bekle
diğini fark ettim.
Özgürlüğüm, ya da özgürlüğümün tamamen sonu.
Sırtıma bir el dayandı ve beni sıralara doğru ilerletti. Uyuş
muş bir halde masaya yürüdüm ve son bir kez oturdum. Dek-
ker çoktan yerini almıştı ve züppe, güvenli bir ifadeyle bakı
yordu.
"Baba?" diye fısıldadım panikle ama beni duymadı. Doğru
ca karşıya bakıyor, ayakları düzensiz bir ritimle sallanıyordu.
Yargıç salona girdi ve yerini aldı. Gözlüklerinin o ince cam
ların ardından bize baktı. "Sanık ayağa kalkabilir mi lütfen? '
329

Nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde ayağa kalkmayı ba


şardım. Tüm bedenim titriyor, kan kulaklarımda pompalanı
yordu sanki. Yüzünde bir işaret aradım ama yüz ifadesi sinir
bozacak bir şekilde bomboştu. Bana gülümsemez miydi? Eğer
karar olumlu olsaydı bana bir şekilde, bir işaret vermez miydi?
"Bana sunulan tüm delilleri inceledim ve savcılığın Anna
Chevalier'ye açtığı dava hakkında bir karara vardım."
Yargıcm sesi çmlarken mahkeme salonundan çıt çıkmıyor
du. "Birinci dereceden cinayet suçlamasından..."
Kıpırdamadım. Nefes bile almadım. Dudaklarım izlerken
kalp atışlarım devraldı. Tek bir şey duyamıyordum ama gö
rebiliyordum, herkesin yüzünden okunabiliyordu. Babamdan
bir hıçkırık yükseldi. Lee'nin vücudu iki büklüm oldu. Gates
başmı eğdi, ağzı bir karış açıktı.
Bacaklarım su koyuverdi. Karanlığa doğru sürüklendim ve
her şey bitti.
330

O AKŞAM
Cesesi yerdeydi; yırtılmış bluzunun içindeki
pembe bikini üstüyle yan çıplaktı ve bıçak yaraları göğsünde
kıpkırmızı lekeler bırakmıştı.
Ona ilk ulaşan Tate oldu. Hemen gövdesinden onu yaka
ladı; saçlarında kurumuş kan lekeri vardı, yüzü Tate'in mavi
gömleğine bastırılmıştı.
"Elise!" Melanie, kapı enkazından içeriye doğru defalarca
bağırdı, sesi tizdi ve nefes nefese kalmıştı. Chelsea dizleri üze
rine çökmüş, Elise'in cansız elini tutuyordu. AK ve Lamar be
nim yanmadaydılar ve nefes almıyor gibi görünüyorlardı.
"Bu haldeydi." Max'in sesi çatlıyordu, gözlerinden aşağı
gözyaşları iniyordu. Açık balkon kapışırım yamnda, kırık cam
ların üzerine iki büklüm çöktü. "Kapı paramparça olmuştu ve
o da öylece orada yatıyordu. Ona dokunmadım."
Her yerde kan vardı. Koyu renkte ve yoğundu, cesedin
etrafında bir göl oluşmuştu; kızıl fayanslarm arasından yayıl
mıştı. Vücudu kandan dolayı yapış yapış görünüyordu ve kor-
331

kunç bir an için hiçbirim iz yerim izden kıpırdayam adık. Öylece


bakakaldık. M ücadele etm iş olm alıydı. Kurtarılm ak için elini
uzatm ış, nefessiz ve yarı ölü kalmıştı.
Şim di o gitm işti.
"Tanrım , biri üstünü örtsün," diye çınladı sesim ama kim
se hareket etm eyince çabucak ceketim i çıkardım ve vücuduna
örttüm. Çok küçüktü. Altından, kanın üstünde iyice solgun gö
rünen bacakları görünüyordu. Kolları, Tate onu tutarken can
sız bir şekilde sağa sola sallanıyordu.
M elanie daha yüksek sesle ağlam aya başladı.
"G itm eliyiz," dedi Lam ar birden, geri geri giderken. "Bu
bir suç m ahalli, değil mi? Burada olm am am ız, ortalığı karıştır
m am am ız lazım ."
M elanie hızla onun etrafından döndü. "C SI dizisinde de
ğiliz. Bu Elise, bu..." Tüm vücudu birden titrem eye başlayınca
Lam ar onu tutm ak için yam na gitti.
Yutkundum , harap olm uş bir şekilde etrafa bakındım.
"H adi, Lam ar haklı. Burada duram ayız."
AK, durduğu köşeden M ax'i kaldırdı, M elanie de peşlerin
den gitti. Tate kıpırdam am ıştı.
"Tay?" Elim i om zuna koydum . "Tay, o gitti. Yapabileceğin
hiçbir şey yok."
Tüm vücudu titriyordu. Ardından onu dikkatlice yere bı
raktı ve gözünün önündeki saçları çekti. M avi ve cansız gözleri
beni izliyordu sanki. Bir baş dönm esi gelir gibi oldu ve başımı
çevirm ek zorunda kaldım.
Tate'i ayağa kalkm ası çekiştirdim ve yavaşça dışarıya, di
ğerlerinin güvenlik ışıklarının aydınlığında bekledikleri ön
kaldırım a çıktık.
"K im böyle bir şey yapar?" diye buyurdu M elanie sonunda
kaba bir sesle. "O na bunu kim yapm ış olabilir?"
Gözlerim i kapattım ve Tate'in göğsüne yaslandım, kolları
nın beni sıkıca tuttuğunu hissedebiliyordum . Ama cesedinin
332

görüntüsü gözümün önünden gitmiyordu, canlı bir şekilde


zihnimdeydi: çok kırmızı, paramparça olmuş ve boş.
"Yapanı bulacaklardır," dedi Lamar yavaşça. Chelsea onun
boynuna yaslanmış ağlıyordu. "Ona ödeteceğiz."
Hıçkırıklarla bölünen bir sessizlikle bekledik. Yakınımız
daki caddede ilerleyen arabaların farlarını görebiliyor, sahil
kenarındaki otelden gelen belli belirsiz müziği işitebiliyorduk.
Arkamızda, barların parlak ışıklarının ardında uzanan, mü-
rekkebimsi bir siyahlıktaki okyanus vardı. Ve Elise gitmişti,
sonsuza kadar.
333

UÇ AY SONRA
"Şimdi Anna, hepimizin duymak istediği şey şu:
K arar okunurken neler hissettin?"
D urdum , gözüm de m ahkem e salonunda olduğum uz gün
ve her şeyi değiştiren o birkaç dakika geldi. "Rahatlam a," de
dim ufak bir gülüm sem eyle. "Sadece rahatlam a. Çok bunal
m ıştım , zar zor konuşabiliyordum . En kötüsünü beklediğim
onca zam andan sonra m asum bulunm ak... Ve sadece ben de
değildim ," diye ekledim hem en. "Elise için de rahatlam ıştım .
Bu durum un en kötü tarafı, eğer ben suçlu bulunursam , onu
asıl öldürenin yanm a kâr kalacak olm asıydı. En azından şimdi,
belki onu bulabilirler."
Clara bana sıcak ve destek veren bir gülüm sem eyle baktı.
M ezarlıkta benim yanım da yürüyor, kırm ızı ve turuncu yap
raklar etrafım ıza düşüyordu. Röportajın arka plam onların fik
riydi tabii ki: Eve dönüşüm ün şok haberini, Elise'in m ezanna
yaptığım ız içten bir ziyaretle verecektik. Ben yapm ak istem e
m iştim , Clara R ose'un suratına bile bakm ak istem em iştim ama
334

ödemek için önerdikleri para geri çevirilemeyecek kadar bü


yüktü. Masum olduğum kararı verildikten hemen sonra, tüm
kanallar benimle özel bir röportaj için birbirlerini ezmeye baş
lamışlardı. Hayır dediğim her sefer, onların daha da peşime
düşmesine neden oldu; bu yüzden en sonunda birini seçmek
ve bu işi sona erdirmek en kolayı olmuştu. Ona ödettiğim tüm
o paralar düşünüldüğünde, en azından ona borcumu bir şekil
de ödemeye çalışmalıydım.
"Peki, şimdi önünde ne var?" diye sordu, üstüne tam otu
ran bir bebek mavisi kaban giymiş olan Clara. Kostüm sorum
lusuyla yaptığım amansız mücadelenin sonucu olarak benim
üstümde de beyaz bir yünlü palto ve pembe eldivenler vardı.
Kırmızı giymemi istemişlerdi ama bu numaraya bir kez daha
düşmezdim. Beyazda ısrar etmiş, dizüstü bir etek ve soluk
renkli bir kazak giymiştim. Masumiyetin renkleri.
"Kendime biraz zaman tanıyacağım," dedim. "Ailemle ve
arkadaşlarımla vakit geçireceğim. Şimdilik eve dönmüş olmak
çok güzel; bunu fena halde özlemişim. Sonrasında üniversite
planlarımı düşüneceğim. Günün birinde hukuk okumak isti
yorum," diye ekledim. "Tecrübe ettiklerim bana, sana inanan
binlerinin olmasının ve doğruyu yapmak için çabalamalarının
ne kadar önemli olduğunu gösterdi."
"İlham verici." Clara başını salladı. "Kesinlikle harika. Şim
di, birçok izleyenimizin seni araştırdığını biliyoruz," dedi, "ha
pishanede bulunduğun süre ve duruşma boyunca düşünceleri
ni ve dualarını sana yolladılar. Onlar için bir mesajın var mı?"
"Sadece teşekkür ederim." Ellerimi göğsümde birleştirdim,
doğruca kameraya bakıyordum. "Benden ümidini kesmeyen
herkes... Bu, benim için tahmin edemeyeceğiniz kadar değer
liydi."
"Ve biz de, hikâyeni bizimle paylaştığın için sana teşekkür
ederiz Anna." Clara gülümsedi. "Buradaki herkesin, tüm ülke
nin, geleceğinde sana bol şans dileğini biliyorum."
33ü

“Teşekkürler C lara/' dedim ona sıcak bir tebessümle.


“Ve, kestik!"
"Çektiniz m i?" diye bağırdı Clara prodüktörüne.
Adam parm ağını havaya kaldırıp onayladı. "Şim di mezar
lığın yanında yapacağım ız çekimleri tamam layabilir miyiz?
Bir de A tina'nın pudrasını tazeleyelim ."
M ikrofonum u çıkardım ve onlar Elise'in m ezarının etrafın
da çekim için hazırlanırlarken, ben de m akyözün hafif doku
nuşlarla yüzüm ü pudralam asını bekledim . Parıldayan m er
m erden yapılm a m ezar taşı yepyeniydi ve tepesinde rüzgârda
titreşen bir mum vardı.
"İşte." Prodüksiyon asistanlarından biri, m ezarm üzerine
koym am için bir dem et çiçek verdi. "Şakayık, değil m i?"
Başım ı salladım . M evsim i değildi ama her zam an Elise'in
favorisi olm uştu. Bu yaptığım ız şeyin en azından bir parçası
gerçek olm alıydı.
"İyi işti," dedi Clara, telefonunu kontrol ederken. "Tanıtım
ları geçm eye başlarız bu akşam . Kitap anlaşm anı tam am ladı
nız m ı?"
"H âlâ görüşüyoruz," dedim soğuk bir sesle. "H enüz bir ya
yıncı seçm edim ."
"Eh, ne zam an çıkacağını bana söylersin. Seni programda
yeniden ağırlam ayı çok isterim ."
Tabii ki çok isterdi. "Tabii," dedim sahte bir gülümsemeyle.
"M enajerim in ayarlam asını sağlarım ."
En sonunda etrafı toplam ışlardı ve beni final sahnesini çek
m ek için m ezarın yanma aldılar. Uzun m enzilli bir çekimdi,
m ezarlığın tarafından geniş m erceklerle çekilecekti. M ezann
yanında durm am ı, eğilip çiçekleri bırakm am ı ve mükemmel
bir şekilde pudralanm ış yanağım dan bir damla yaşın süzülm e
sini istiyorlardı. İtaatkâr bir şekilde direktiflerini uyguladım
ve çekim, rüzgârın uçurduğu yaprak konfetisiyle boğuşularak
tekrar tekrar çekildi. Bu pek um urum da değildi. Her şeyden
m

sonra, tek bir çekimin bile ne kadar önemli olabildiğini bili


yordum, gerçekleri ve sağlam delilleri bile kenara atabilecek
hikâyeleri.
"Bir kez daha?" diye sordu prodüktör. Başımla onayladım
ve mezara doğru yavaşça ilerledim.
E l i s e J u d i t h W a r r e k .
Sevgi dolu evlat ve arkadaş.
Her zaman kalbimizde olacaksın.
Eğildim ve nazikçe çiçekleri çimlere bıraktım. Parmakları
mı yazıların üzerinden geçirdim, gözyaşlan gözlerime batıyor
du. Onu hâlâ özlüyordum, her gün. Bunun trajedi olduğunu
söylerken haklıydılar. Eğer bana dürüst davranmış olsaydı
hâlâ birlikte olabilirdik. Belki nasıl bir şeyle uğraştığını bilsey
di bir kez daha düşünürdü. Onun yerine o gidip kalbimi kır
mayı seçmişti.
"Ve, kestik!"
Çekimlerin tamamlandığını söylediler ve ekip yavaş yavaş
toparlanmaya, malzemeleri karavanlara koyup yola çıkmaya
başladı. Ama ben, son araba da ana kapılardan çıkana kadar
mezarın yanında durdum ve en sonunda yalnızdım. Gökyüzü
griydi ve bulutlarla kaplıydı, mezarlık tamamen boştu.
Elimi montumun cebine attım ve çıkardım: kolye. Üzerinde
hâlâ kanı bulunan metal pentagram kolye.
Avucumu kolyenin etrafına kapattım ve fısıldamak için
eğildim.
"Ben kazandım."
337

ÖNCESİ
"Bebeğim, gazozu uzatabilir misin?”
Cevap yoktu.
"Tate?"
İsteksizce ayağa kalktım , güneş gözlüklerim in siyah cam
larının ardından gözlerim i kıstım . Plajın zarif kıvrım ı önüm de
uzanıyordu: ışıl ışıl beyaz kum lar, kıyıya nazikçe vuran m as
m avi suya doğru gidiyordu. Güneşi bulutsuz bir gökyüzünde
parlıyor ve çıplak tenim i ısıtıyordu. M ükem m ellik buydu işte.
Tate'e baktım . Çıplak sırtını bana dönm üş oturuyordu ve
cep telefonuna doğru eğilm işti. Ben de elim deki dergiyi ona
fırlattım .
Etrafa bakındı. "N e? Ah, özür dilerim ." Dondurucudan ga
zozu uzattı ve yeniden telefonuna döndü.
"Eğleniyorlar m ı?" diye sordum .
"Ah evet. Bottalar," diye ekledi. "AK tonla fotoğraf çekiyor;
biliyorsun, yeni kam erası hakkında durm adan konuşup duru
yor."
338

Güldüm. "Dur tahmin edeyim, sualtındaki bir balığın elli


yedi milyon fotoğrafını göreceğiz, değil mi?"
"Sayılır," dedi Tate sırıtarak.
Yeniden uzandım ve güneşin kemiklerime işlemesine, tüm
gerginliğimi ve stresi almasına izin verdim. Şu anda Boston,
yüzlerce kilometre uzaktaymış gibi geliyordu; üniversie baş
vuru draması ve babamın, başka bir hayatta yaşanıyormuş
gibi hissettiren işle ilgili tüm endişeleri. Zihnimi boşaltmaya,
dalgaların dingin sesiyle ve kumda, etrafımızda takılan diğer
plaj sakinlerinin neşeli sesleriyle ve gülüşmeleriyle sakinleş
tirmeye çalıştım.
Zaman hızla geçti. Tate'in telefonu, yeni bir mesaj bildiri
siyle öttü ve kısa bir an sonra sesini duydum. "Siktir, güneş
gözlüklerimi evde bırakmışım."
"Al, benimkini tak." Gözlükleri ona uzattım ve diğer elimi
güneşten korunmak için gözlerime siper ettim.
"Hayır, sorun değil. Zaten gidip telefonumu da şarj etmem
lazım ." Tate ayağa kalktı ve havlunun üzerinden cüzdanını da
aldı. "Uzun sürmez."
"Güvenlik şifresini biliyorsun, değil mi?"
"Evet ama Elise zaten hâlâ evde, değil mi?"
"Hâlâ uyuyor olabilir." Telefonumu kontrol ettim ama hiç
mesaj yoktu. "Onu benim için kontrol et, olur mu?" dedim.
"Mesajlarıma hâlâ cevap vermedi."
"Tabii. Büyük ihtimalle geceden kalma bir haldedir."
Suratımı buruşturdum. "Yalnız da değil."
Tate ayaklarını parmak arası terliklerine soktu ve gitmek
için hamle yaptı ama ona uzandım. Durdu ve minik bir öpü
cük için dudaklarıma uzandı. "Kıçını kaldırıp buraya gelmesi
ni söyle," deyip esnedim. "Evde istediği kadar yatabilir. Asıl
tatil bu ve o kaçırıyor!"
Tate gülümsedi ve kumun üzerinde ilerledi. Güneş kre
minin şişesini buldum ve yeniden sürmeye başladım. Tenim
339

solgundu ve kolayca yanıyordu ama tek alternatif hindistan


cevizi gibi kokan, yoğun ve beyaz kremdi. Başarabildiğim ka
dar kendim i krem le kapladım ama sırtımda uzanamadığım
büyük bir alan vardı ve bu yüzden şişeyi bir kenara bıraktım
ve dergim e geri döndüm . Tate'in dönmesini bekleyecektim.
Dakikalar geçti. Dergiyi okumayı bitirdim ve dudak kre
mim için plaj çantam a uzandım , canım sıkılmıştı. Hafiften
acıkmaya başlam ıştım ; plaj çantamı kaptım ve çabucak üzeri
me şortum u ve terliklerim i geçirip plajda yürümeye başladım.
Eve vardığım da arka kapılar sonuna kadar açılmış, cam ke
nara itilmişti. Plajdan merdivenleri tırmandım ve içeri girdim.
"M erhaba?"
Ev sessizdi, görünürlerde kimse yoktu. Sonra daha içeriler
den gelen bir kahkaha duydum. Elise'in sesi. Ve Tate'in. Ne
konuştuklarını duyam ıyordum , sadece sesleri geliyordu.
Şakalaşan. Sevgi dolu sesler.
Donakaldım .
Ve aniden kolyeyi hatırladım : Tate'in cebinde duran ve
Elise'in kendisine ait olduğunu iddia ettiği kolyeyi. Tüm bun
ları bir kenara koydum . Sonuçta kolyeleri karıştırm amızın bin
türlü yolu vardı. Büyük ihtimalle, yolculuktan çok önce karış
tırm ıştım . Daha bir gece önce plajda yan yana oturmuştuk. Eli-
se, sadece ikim izin olduğunu söylemişti. Her zaman.
Yeniden kahkahaları geldi, beyazın ve fayansların ve parlak
güneş ışığının açıklığında. Kalbim sıkışır gibi oldu. Hafif bir
baş dönm esiyle sallandım. Vardığımız gün, onunla şakalaşma
sındaki tavn düşünüyordum . O tavırda saklı bir şey vardı. Ve
Tate'in Niklas konusunda o kadar korumacı davranması...
U zun ve titrek bir nefes aldım. Bir yanım dönüp gitmek,
Tate gelene kadar güneşin altında yatmak ve günün geri ka
lanını suda oynayarak geçirm ek istiyordu. Ama şimdi bu dü
şünce kafam dayken kendime hatalı olduğumu kanıtlayana
340

dek duramayacağımı biliyordum . Yavaşça adım ımı attım, evin


derinliklerine, onların seslerine doğru ilerledim.
“Hey, eller!" diye bağırdı Elise. Cilveyle kıkırdadı. "Sana
burada şov yapmaya çalışıyorum."
"Aaa, hadi am a..." diye inledi Tate.
"N e düşünüyorsun? Bunu buraya gelmeden hemen önce
aldım ."
"Bence fena halde seksi görünüyorsun.
"Ve...?"
"Ve ne?"
Elise'in sesi baştan çıkaran bir tona büründü. "Bu konuda
ne yapacaksın peki?"
Daha fazla konuşma yoktu.
Koridorun sonunda, Elise'in odasının yanındaydılar. Bizim
odamızda olduklarını fark etmiştim. Bizim yatağımızda.
Kin boğazımda yükseldi ama yürümeye devam etmek için
kendimi zorladım. Kendime, bu bir oyun olabilir, dedim. Belki
de benimle kafa buluyorlardı. Bir şey, herhangi bir açıklama.
Öyle olmalıydı.
Onları bir an için gördüm ve Elise'in, tıpkı gökgürültü-
sünden önce çarpan bir şimşek gibi inlemeye başlamasını
duydum. Yatak odasının açık kapısı ardındaydılar, yatakta
birbirlerine dolanmışlardı. Çıplaktılar. Tate onun altında yu
varlandı ve Elise'i yatırırken inledi. Elise'in solgun bacakları
onun bronz teninin etrafına dolanmıştı ve yuvarlanırken utak
bir çığlık atıp sırtını gerdi.
Başımı çeviremiyordum.
Yeniden yuvarlandılar ve bu sefer Elise yukan çıktı. Derin
bir şekilde ona gömüldü, gözleri kapalıydı ve kollarını başının
üzerine kaldırmıştı. Dans ederken olduğu gibi görünüyordu,
kendisinden daha büyük bir şeyin içinde kayboluyormuş gibi
Kapılmış gibi. Mesut.
Ardından gözleri açıldı ve doğruca bana baktı.
341

Kıpırdam adım . Bakışlarım ız, Tate'in her şeyden habersiz vü


cudu üzerinden buluştu ve bir an için, sanki onun altında olan
bendim ; benim tenim e dayanm ış teni. Ardından ifadesi değiş
m eye başladı; yakalanm ıştı ve artık duram ayacak kadar ileri git
m işti. O rgazm ın vücudunu kasıp kavurm asını izledim ve bunu
tüm kem iklerim de hissettim . Bir uyanış gibi. Ölüm gibi. Tüm bu
süre boyunca gözlerim iz birbirinden ayrılmam ıştı.
Beni ne kadar seviyorsun?
342

TEŞEKKÜRLER
Bu kitabı yazmak, bana tavsiyeleriyle, destekleriyle ve teza
hüratlarıyla yardımcı olan mükemmel insanlar sayesinde ina
nılmaz bir deneyime dönüştü. Editörüm Bethany'ye ve tüm
Simon Pulse ekibine; Amanda Preston'a ve Simon & Schuster
UK'e teşekkürler. Rebecca Friedman'a ve Hill Nadell'in tüm
ekibine: Abby, Austin ve Bonnie'ye. Benim mükemmel arka
daşlarım Elisabeth Donnelly ve Laurie Farrugia'ya. Benden
desteklerini esirgemedikleri ve işlerin ilerlemesine yardımcı
oldukları için LA'in edebiyat aşığı hanımefendilerine teşek
kürler: Julia Shahin Collar, Nadine Nettman-Semerau, Gretc-
hen McNeil, Leigh Bardugo, Robin Benway, Brandy Colbert,
Amy Spalding, Edith Cohn ve Jennifer Bosvvorth.
Ve her zaman olduğu gibi sevgisi ve desteği, yazdığım her
şeyi okuduğu (her ne kadar ana karakterin ben olduğumu ha
yal etse de her seferinde) için annem Ann'e teşekkürler.
343

You might also like