Professional Documents
Culture Documents
Abigail Haas Tehlikeli Kızlar
Abigail Haas Tehlikeli Kızlar
Author: Unknown
CreationDate: Sat Aug 26 18:01:02 EET 2017
ModificationDate: Sat Aug 26 18:01:02 EET 2017
Publisher: ABBYY FineReader 12
Tehlikeli Kızlar
Özgün Adı I Dangerous Giriş
Abigail Haas
Yayın Yönetmeni I Tuğçe Nida Sevin
Redaksiyon I Su Akaydın
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni I Aslıhan Kopuz
Kapak Görselleri I Getty Images, Shutterstock
1. Baskı, Şubat 2017, İstanbul
ISBN: 978-605-9585-31-6
Türkçe Çeviri © Burcu Karatepe, 2016
© Yabancı Yaymlan, 2017
© Abigail Haas, 2013
Sertifika No: 11407
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
Bu eserin yayın haklan Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı
aracılığıyla alınmıştır.
Yabana™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
www.yabanciyayinlari.com - www.ilknokta.com
Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaaalık
Gümüşsüyü Cad. Topkapı Çenter, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97
Sertifika No: 29652
A B 1 G A l LU A A S
(duraksama)
KADIN 2: (ağlama sesleri) Bundan hiç hoşlanmadım.
Telefonunu öylece bırakmazdı. Onun nasıl olduğunu bilir...
(çığlık)
KADIN 1: Aman Tanrım, o Max mi? Neler oluyor? Max, o
orada mı?
ERKEK: Max, kapıyı aç! Max!
(hareket sesleri)
(çığlıklar)
KADIN 2: Aman Tanrım!
KADIN 1: Elise! Hayır, hayır...
(daha çok çığlık)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi, bana gördüğünüzü
anlatın.
KADIN 1: Anlatamam... (hıçkırma sesleri) Kan. Her yerde
kan var!
TELSİZ MEMURU: Yaralı olan kim? Siz iyi misiniz?
ERKEK 2: Nefes almıyor!
KADIN 1: (anlaşılamayan konuşma) Yapamam... O...
KADIN 2: Ona yardım edin!
ERKEK: Tate, onları dışarı çıkarsana!
(boğuşma sesleri)
KADIN 2: Hayır! Bırak beni!
(duraksama)
TELSİZ MEMURU: Hanımefendi? Orada mısınız?
Hanımefendi?
KADIN 1: (hıçkırma sesleri) Öldü. Bıçak var ve... Ah
Tanrım, ben yapamam... Öldü!
BOSTON GLOBE
Yetkililerin de teyit ettiği üzere, Aruba’da genç bir kız
ölü bulundu. Henüz ismi açıklanmayan kız, arkadaşla
rıyla birlikte Oranjestad’ın tatil kasabasına bir haftalık
tatil için gelmişti. Kurbanın cep telefonuna cevap ver
memesi üzerine arkadaşları salı gecesi polisle irtibata
geçti. Dedektifler cesedi, gençlerden birinin babasına
ait olan lüks sahil evinde buldu.
Yerel polis olayla ilgili bir açıklamada bulunmazken
sorgu hâkimi Klaus Dekker, muhabirimize ölümün
şüpheli olduğu ve bir cinayet soruşturmasının başlatıl
dığı bilgisini verdi.
ÖNCESİ
"Shotlar! Shotlar! Shotlar!”
Ellerimizi yapış yapış olmuş ahşap masaya vururken hep
beraber bağırıyorduk. Rastalı garson bardaklara yeniden par
lak, neon mavi renkte bir içki doldurmaya başlamıştı. Adadaki
ilk gecemizdi ve müzik, neredeyse düşünmemi engelleyecek
kadar yüksek sesteydi; tüm sahil kulübünü sallayan, bardak
ları titreten ve kanın göğsümde gümbür gümbür atmasına ne
den olan Avrupalı bir dans-pop şarkısı çalıyordu.
"Aruba, kaltaklar!" Elise shot bardağım havaya kaldırdı;
ışıklar bardağım delip geçiyor, saçlarında altın rengi yansıma
lar yapıyordu.
"Yaz tatili!" diye bağırdı grup hep bir ağızdan; içkiyi kafa
ma dikerken acı-tatlı tadı ve o tamdık yanmanın boğazımdan
aşağı süzülmesi ürpermeme neden oldu. Melanie öğürerek
yüzünü buruşturdu; Max ve AK havayı yumruklayarak ulu
du. Elise ise yeni bir shot almak için uzanmıştı bile; bu seferki
yarımda tuz ve misket limonu olan sek tekilaydı.
12
DURUŞMA
“Ben yapmadım!”
Ayağa fırladım; kelimeler, avukat odaya girdiği anda du
daklarım arasından fırlamış gibiydi. "Ben yapmadım," dedim
yeniden. Ellerimi, kendimi boğulmaktan kurtarabilirmişim
gibi birbirine kenetlemiştim. "Tüm bunlar büyük bir hata."
Daha kelimeler ağzımdan çıkarken kulağa ne kadar klişe
geldiğinin farkmdaydım. Sanki küçükken annemle birlikte iz
lediğim ikinci sınıf dizilerden birinde kapana kısılmış gibiy
dim. Paniğimi bastırmaya, sakin ve aklı başında görünmeye
çalıştım. "Bana inanıyorsunuz, değil mi? Doğruyu onlara gös
termeniz gerek."
Oldukça belli olan bir gıdısı ve açık bir alm olan avukatın
ismi Ellingham'dı; Tate'in babasının New York'tan gönderdiği
uluslararası bir hukuk danışmanıydı. Gardiyan kapıyı dışarı
dan kapatana ve bizi küçük odada yalnız bırakana kadar ağ
zını açmadı. Ardından evrak çantasını yere sabitlenmiş olan
masanın üstüne koydu ve nihayet bana baktı.
19
BAŞLANGIÇ
Elise’le birinci sınıfın yaz tatiline üç hafta kala ta
nıştık. O dönemde babamın şirketi kalkışa geçmişti; yeni müşte
riler akın ediyor, sürekli satın alma ve hisse tekliflerine dair ko
nuşmalar dönüyordu. Bu yüzden ben de yerel devlet lisesinden
körfezin diğer tarafındaki Hillcrest Lisesi'ne geçmiştim. Daha
önce okuldaki yeni çocuk olduysanız nasıl olduğunu bilirsiniz;
eylül ayının ilk günü gençlerin birbirlerine attıkları delici bakış
lar ve saniyelik değerlendirmeler sonucu oluşan ön yargılar ye
terince kötüdür. Ancak yılın ortasında okul değiştirmek tam bir
kâbustur. Olduğum yerde kalmak ya da ikinci sınıfa geçene ka
dar beklemek için yalvarmıştım ama babam beni dinlememişti.
Önüme çıkacak yeni fırsatları anlatıp duruyordu: sanat ve dans
ve drama ve şimdi okulumu değiştirirsem üniversite çağma
geldiğimde seçkin okullardan birinde yerimi garantileyeceğim
konusu. Ama ikimiz de biliyorduk ki okulumu değiştirmem
benden ziyade onun işine gelecekti. Hillcrest, Boston elitlerinin
kaynadığı bir bölgeydi ve babamın gözü onların yatırım fonla-
26
ŞİMDİ
Hapishanedeki vaizin en sevdiği konu dönüm
noktalarıydı. Yanlış ve geri dönüşü olmayan yola girmeyi seçti
ğimiz an. Bunun bize yardıma olması gerekiyordu, düşünme
mizi ve hata yaptığımız âna geri dönmemizi sağlaması gereki
yordu. Bilirsiniz ya, seçtiğimiz yolun ne kadar yanlış olduğunu
görmemiz gerekiyordu. Böylece geçmişimizi adam akıllı göz
den geçirmeye başladık; kısa hayatlanmıza sığdırdığımız suç
ları ve sonuçlarım takip ettik, ta ki o önemli kilit noktasını bula
na kadar. Hayatımızı sonsuza kadar değiştiren o karar.
Benimki şuydu;
Orada durduğum ânı net bir şekilde hatırlıyordum: Üçü
müz darmadağınık görünen beden eğitimi odasmdaydık; öğle
güneşi camlardan içeri vuruyor ve dışarıdan lakros maçının
sesleri geliyordu. Bu bir davetti. Bir macera. Elise'in gözleri
arkadaşlıkla ve olasılıklarla parlıyordu. Melanie'nin yuvarlak
yüzü ise kıskançlıkla gölgelenmişti. Bense aralarmda tereddüt
le kıpırdanıyordum.
35
GÖZALTI
Hücrem on beş metrekare kadardı. Beton zemi
ni, bembeyaz duvarları ve parmaklıklardan dökülen turuncu
boya kalıntıları vardı.
Yirmi iki gündür buradaydım.
Duvar kenarmda incecik döşekli iki yatak ve köşede, ko
kusu midemi bulandıran metal bir klozet vardı. Buna rağmen
her şey pürüzsüz görünüyordu; yanlışlıkla takılırsak kıyafeti
mizi ya da bileklerimizi kesebilecek keskin uçlar yoktu. İnce
bir battaniyem ve tüm gece kaşınmama neden olan çarşaflarım
vardı. Zaten geceleri çok sıcaktı ve diğer mahkûmların tuhaf
ve düzensiz nefes alıp verişlerinden dolayı uyuyamıyordum.
İsimleri Keely, Freja ve Divonne'du. Benden yaşça büyük
lerdi ya da en azından öyle görünüyorlardı. Geldiğimde bana
meydan okuyan bakışlar atmışlar ve bir daha doğru düzgün
dikkat etmemişlerdi bile. Tişörtlerinin eteklerini göbeklerini
açıkta bırakacak şekilde bağlayıp kasıla kasıla geziniyorlar,
içeriye kaçak soktuklan rujlardan sürüyorlar, yumruklarını
37
birbirlerine tokuşturuyorlar ve koridor boyunca hücre arka
daşlarına bağırıp duruyorlardı. Uzun bir süredir hapishane-
delerdi, büyük bir ihtimalle bir süre daha burada kalacaklardı
ve bu süre içinde kendilerine has bir dil oluşturmuşlar, birbir
lerine takılıyor ve gülüyorlardı. Bense, benden ve yaptığım
korkunç şeylerden bahsettiklerinde seslerindeki acı tonlama
ve bana attıkları pis bakışlar dışında hiçbir şey anlamıyordum.
Yalnızlığın getirdiği o sessizliği arayacağımı hiç düşünmez
dim ama bazı geceler anyordum.
Sabahlan yatak kontrolü için bizi altıda uyandınyorlar, ar
dından önce duşlara ve sonra da yemek salonuna yönlendiri
yorlardı. Tatsız tuzsuz yulaf ezmesi ve beklemekten yumuşamış
meyvelerin bulunduğu tepsiler için kuyruğa giriyor, uzun ma
salarda sessizce yiyorduk. Amerikan konsolosluğundan hafta
lık ziyaretlere gelen asistan, "Tıpkı okuldaki gibi," demişti bir
kere, neşeli görünmeye çalışıyordu. Ama benim okulumda öyle
değildi. Hillcrest'te salata ban ve kampüs dışı ayrıcalıklan var
dı. Benim grubum kafeteryanın uzak bir köşesindeki masada
toplanır ve herkesin görebileceği bir şekilde hüküm sürerdi.
En az 5 kilo kaybetmiştim. Eskiden bunun bir başarı oldu
ğunu düşürdüm.
Kahvaltıdan sonra serbest zaman vardı, ardından öğle ye
meği ve akşam yemeği için yemek salonunda yeniden sıraya
giriyorduk. O kadar çok sıraya giriyorduk ki bazen, anaoku
lunda yürürken birbirlerinin ellerini tutan çocuklardan farksız
olduğumuzu düşünüyordum. Çalışma görevleri olmadığı için
şanslı olduğumu söylemişlerdi; tüm günü televizyon izleyerek,
derme çatma kütüphanede kenarları kıvrılmış kitaplar oku
yarak ve dinlenme odasında kimsenin dikkatini çekmemeye
çalışarak geçiriyordum. Etrafı tellerle çevrili çimenlik alanda
saatlerce yürüyor ve geceleri hatırlayabilmek için gökyüzünün
manzarasını ezberlemeye çalışıyordum. Hapishane uçurumun
kenarına kurulmuştu: bir tarafta duvarların arkasında alabil
31
DURUŞMA
Başımızın üzerindeki monitörde bir fotoğraf
belirdi. Şimdiye kadar herkes bu fotoğrafı binlerce kez görmüş
olmalıydı ama yine de mahkeme salonundakilerin bir anlığına
nefeslerinin kesildiğini duydum.
"İtiraz ediyorum!" diyerek ayağa fırladı avukatım. Yargıç
içini çekip ince, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin ardından
ona baktı. "İtirazlarınız kayda alındı avukat bey. Hem de bir
çok kez."
Ben tanık kürsüsünde sessizce oturuyordum. Haftalardır
aynı fotoğrafları ortaya çıkarıyorlar ve avukatım haftalardır bu
konuda onlarla tartışıp duruyordu. Davayla hiçbir ilgileri yok
tu. Alakasızdılar. Önyargılıydılar. Eğer bir jüri olsaydı, bu ko
nuda haklı olduğunu kabul edebilirlerdi ama Aruba'da kaderi
mi tayin edecek bir jüri yoktu. Sadece Yargıç von Koppel vardı
ve o da her seferinde o fotoğrafları çoktan gördüğünü söyleyip
duruyordu. Lanet olsun ki herkes görmüştü. Gazetecinin biri
sosyal medyadaki hesaplarımızı kurcalayıp büyük ikramiyeyi
bulmuştu ve o günden beri o fotoğraflar basılıp duruyor, dün-
ÖNCESİ
Öğleden sonrayı Elise'le birlikte kahve dükkâ
nında sohbet ederek, kıkırdayarak, laptoplarına dalıp gitmiş
dağınık saçlı üniversite çocuklarına hayran hayran bakarken
acı espressolanmıza şeker döküp durarak geçirdik. Bu benim
için yeni bir durumdu. Hiçbir zaman sokakta kol kola gezen o
kızlardan olmamıştım; başlan bir dergiye gömülmüş, bilekleri
ne arkadaşlık bilekleri takmış kızlardan. Bu yüzden hâlâ tetik
teydim; iğneleyici bir yorumun, fesat bir bakışmanm gelmesini
bekliyordum ama bunlann hiçbiri olmadı. Onun yerine, gru
bundan uzakta olan Elise kendini bulmuş gibi görünüyordu;
muntazam atkuyruğunun yanlarından saçlan çıkmış, eteğinin
belini cüretkâr bir şekilde biraz daha fazla kıvırmıştı. Daha ne
şeliydi ve sesi daha yüksek çıkıyordu, dedikodulan ardı ardı
na sıralarken neredeyse nefessiz kalıyordu. Sanki bu yönünü
yıllardır bastırıyordu ve şimdi şikâyetlerini, kuruntularını, üni
versiteye gitmeden önce Avrupa'da yapacağı gezisine ve aile
sinden çok çok uzakta, Califomia kampüslerine dair hayallerini
resmen kusuyordu.
46
oturdu. "Sebebi Lindsay mi? Bir şey mi yaptı? Ona bir şey yap
mamasını söyledim ama..."
Lindsay mi? Gülmeye çalıştım ama daha ziyade gargara
sesine benzer bir şey çıktı boğazımdan. Başımı sağa sola salla
dım. "Hayır, o değil... Sebebi o değil."
Elise bekledi, sakin hareketlerle sırtımı sıvazladı; nihayetin
de hıçkırıklarım yavaşça yatıştı ve yerine bitkinlik ile tanıdık
bir baş ağrısı bıraktı.
"D ur bakayım ." Bir parça kâğıt havluyu ıslatıp yüzümü
sildi. Yeniden uzaklaşmaya çalıştım ama o gözlerini devirdi.
"Güven bana. O sürdüğün rimel suya dayanıklı değilmiş."
Ben de inat etmeyi bıraktım ve kıpkırmızı olmuş gözlerimi sil
mesine, karman çorman saçlarıma çeki düzen vermesine izin
verdim. Ta ki yapabileceği bir şey kalmayana ve sessizlik boş
tuvaleti doldurana kadar.
"Ö zür dilerim," dedi Elise sonunda. Sesi yumuşak ve ür
kekti. "Seni öyle ekmemeliydim, biliyorum ama..."
"Bunun seninle ilgili olduğunu mu sandın?" Yeniden gül
meye çalıştım, bu sefer daha haşin. "Seninle ilgili değil..."
Durdum ve doğru kelimeleri bulmaya çalıştım ama yoktular.
"Dünya liseden ibaret değil," deyiverdim sonunda.
Bekledi.
"G idebilirsin şimdi." Derin bir nefes aldım ve nabzımı ya
vaşlatmaya çalıştım. "İyiyim."
Elise kıpırdamadı.
"Ciddiyim ." Yüzümdeki yaşlan sildim ve burnumu süm-
kürdüm. "İyiyim , gördün mü?" Gülümsemeye çalıştım.
"Önem li bir şey değildi."
"Saçm alığın daniskası." Elise'in sesi alçak ama netti. "Hadi
Anna. Konuş benimle."
Yeniden ellerimi tuttu ve ona bakmam için bakışlarımı ya
kaladı. Derin bir nefes daha aldım ve duyduğu endişeyi küs-
49
Ben de anlattım.
Zor olacağını düşünmüştüm ama tüm bunları o kadar uzun
zamandır içimde tutuyordum ki bu sefer daha kolay olmuş
tu. Rahatlamıştım. Yine şehir merkezine gittik ve geçen sefer
olanları anlatırken kelimeler ağzımdan öylece dökülüverdi.
Taramalar, doku örnekleri ve hastanelerin floresanla aydınlatı
lan koridorlarında, plastik oturaklarında bekleyerek geçen sa
atler. Kimyasallar ve radyasyon, uzun ve kıvırcık saç telleriyle
tıkanan lavabo ağzı. Bunu bir oyuna çevirmeye çalışmış, bir
sürü DVD ve saçma dergiler almış, onunla abur cubur günle
ri yapmıştık. Bu sırada kemoterapiden dolayı rengi solmaya
başlıyordu ve herkes yüksek sesle savaşmaktan, yapacağı yol
culuktan ve hayata tutunmasından bahsediyordu. Ama buna
değerdi, herkes öyle olduğunu düşünüyordu. İyileşmişti, test
sonuçlan temiz gelmiş ve her şey sona ermişti.
Şimdiye kadar.
"En kötü yanı, şimdiden onu kaybetmiş gibi hissetmem."
Sözlerim ihanetten farksızdı ama onlan söylemek zorunday
dım. "Geçen sefer tedavi sırasında çok hızlı çöktü," diye açık
ladım. "Çoğu günler zar zor uyanık duruyordu. Bu sorun
değildi. Demek istediğim, öyleydi ama anlayabiliyordum.
Hastaydı sonuçta. Elimden geleni yaptım, onunla oturdum,
onu besledim ve tüm gece ayakta kaldım... Kalan her şeyi
unuttum. Sanki yeterince çabalarsam iyileşmesini sağlayabilir
dim, anlıyorsun değil mi?"
Elise başıyla onayladı.
"Her şeyin yoluna gireceğini düşünmüştüm. Öyle olmak
zorundaydı. İyileşmeli ve yeniden annem olarak bana geri dön
meliydi. Ama her şey bittiğinde bile sanki eskisi gibi değildi."
Bir anda durdum. Şimdi sokaklar karanlıktı ve evine gitmeye
çalışan insanlarla doluydu ama ben hareket etmiyordum.
"O... saplantılı hale gelmişti," diye devam ettim. "Sağlık
lı yiyecekler, meditasyon ve diğer hayatta kalanlarla destek
52
ŞİMDİ
Herkes bunu sanki benim suçummuş gibi gös
termeye çalışıyordu. Davacılar, Elise'in ailesi, gazeteciler, tele
vizyon. Elise'in kötü yola sapmasına neden olduğumu söylü
yorlardı; tatlı ve masum, notlan mükemmel olan bir kızı alıp
kendi seviyeme indirdiğimi söylüyorlardı. Onu okulu asmak
için ikna ettiğimi, geç saatlere kadar dışarda kalmasına, ma
halle barlarında içki içip bizi içeri almaması gereken kulüple
rin tuvaletlerinde, hiç tanımadığı adamlarla birlikte olmasına
neden olduğumu söylüyorlardı.
Onu bu hale ben getirmiştim.
Kulağa kötü geldiğini biliyorum ama işin gerçeği birbirimi
zi bu hale getiren ikimizdik, tam da fen bilgisi dersinde öğren
diğimiz gibi. Ortak yaşam. Ben, onun uzun zamandır bekle
diği suç ortağıydım: Tüm ömrü boyunca nefret ettiği o saygın
hayattan kaçarken tutacağı bir eldim. Ve Elise... O da benim
ateşleyicim di. Gözlerimdeki pırıltı, midemdeki baş döndürücü
heyecan ve daha yüksek sesli, daha cesur olmamı, arka planda
kaybolmamamı söyleyen sesti.
55
O GECE
İlk sorgulama basit olmuştu: “En son Elise’i ne
zaman gördün?", "O gün ne yapıyordun?", "Evin yakınların
da şüpheli birini gördün mü?"
Bizi teker teker sorgu odasına götürdüler; diğerleri polis
istasyonundaki sarı plastik oturaklarda ağlaşıp dururken çev
redekiler bize bariz bir tiksinmeyle bakıyorlardı. Ailelerimizi
aramış ve zor da olsa berbat haberi onlara vermiştik; şimdi
beklemekten başka yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Chelsea'nin
gözleri kıpkırmızıydı ve yorgun görünüyordu. Lamar'm elini
her iki eliyle de tutmuş hiç kıpırdamadan oturuyor, pantolo
nundaki kan lekelerine bakıyordu. Melanie tostoparlak olmuş,
dizlerini göğsüne toplamıştı. Sesi ise ağlamaktan kısık çıkıyor
du. Onlara bakamıyordum bile. Vücudumun her yanı berbat
bir şokun ve adrenalinin etkisiyle sarılmıştı ve birazdan tüm
atomlarım patlayıp evrenin dört bir yanma dağılacakmış gibi
hissediyordum.
Ayağa fırladım. "Mel, çeyrekliğin var mı?"
57
Max ile işleri bittiğinde, bir saat kadar Tate'i sorguladılar. Chel-
sea ve Mel biraz uyumaya çalıştılar; parlak ışıkları engellemek
için kafalarına eşofman üstlerini koyup plastik oturaklara kıv
rıldılar. Bense ne zaman gözlerimi kapasam Elise'in boş ve can
sız bakışlarıyla karşı karşıya geliyordum. Bu yüzden gözlerimi
bir an için bile kırpmadım ve tüm dünyam renkli bloklardan
oluşan minicik bir şeye dönüşene ve düşünmek için hiç yer
kalmayana kadar telefonumda tetris ve Süper Mario oynadım.
Bu büyük bir saadetti. Beynimi zıplamalarla, sağa sola yaptı
ğım hamlelerle meşgul edebildiğim sürece herhangi bir yerde
olduğumu düşünebiliyordum; otobüs bekliyor ya da okul ko
ridorunda vakit öldürüyor olabilirdim. Burası olmadığı sürece
her yerde, bu sebeple olmadığı sürece herhangi bir sebeple.
"Anna?"
Ekrana öylesine kaptırmıştım ki başta sesin kime ait oldu
ğunu bile kestiremedim.
"Anna?" Lamar'm sesi şimdi daha keskindi. "Sava Dek-
ker seninle konuşmak istiyor." Ayağa kalkınca kel adamın
yüzünde bomboş bir ifadeyle beni beklediğini gördüm. Onun
ardından sorgu odasından Tate çıktı, kanı çekilmiş ve çökmüş
görünüyordu.
"Ben zaten sorgulandım," dedim onlara.
Şu Dekker denen adam bana bakarak, "Birkaç sorumuz
daha olacak," dedi.
Yeniden içeri girmek ve onlarla konuşmak istemiyordum;
telefon, kapı ve tüm o kan. "Yorgunum," dedim, sesim ağla
maklı çıkmıştı. "Bunu yarın yapsak olmaz mı?"
Adam yerinden kıpırdamadı bile. "Bayan Chevalier."
Kendimi yürümeye zorladım ve odanın karşısına ilerledim;
yürürken gözlerim AK'in gözlerindeydi. Yanından geçerken
öylesine korkmuş görünüyordu ki yaklaşıp, "Uzun sürmese
iyi olur," dedim zayıf bir gülümsemeyle. "Öyle açım ki bir ke
çiyi bile katledebilirim."
61
DURUŞMA
“Gerçekten öyle mi dedi?” Dekker istediği et
kiyi yaratmak için bir an için durdu, sesinde korkmuş gibi bir
tını vardı. '"Katletmek7 mi dedi?"
"Evet." AK tanık kürsüsünde, sanki dersten önce okulun ba
samaklarında ponpon kızların antrenmanlarını izliyormuş gibi
güvenle oturuyordu. O gece gözlerinde gördüğüm kaybolmuş
bakış tarih olmuştu bile. Bu AK, Clara Rose Şov'a her hafta ko
nuk olarak katılan, haberler, suç olayları ve tabii ki benim da
vamda kıymetli düşüncelerini paylaşan AK'di. Geçtiğimiz hafta
milyon dolarlık kitap anlaşmasını yapmıştı. Bugün, kameralar
karşısında mükemmel görünmek için tasanmcı işi bir gömlek
ve cebine kırmızı bir mendil koyduğu blazer ceket giymişti. Şa
hitlik ettiği sırada bana bir kez bile dönüp bakmamıştı.
"Peki, o gece ruh hali nasıldı?" diye sordu Dekker.
Avukatım hemen ayağa fırladı. "İtiraz ediyorum."
Dekker ona çirkin bir timsah sırıtması gönderdi. "O halde
şöyle sorayım. Sanık o gece nasıl davranıyordu? Çok duygusal
dı büyük ihtimalle. Sonuçta, büyük bir travma geçiriyordunuz."
62
ŞİMDİ
Ağlamam bir fark yaratır mıydı? Bunun üzerine
uzun uzun düşünmüş olsam da cevaptan tam olarak emin de
ğildim. Paramparça olsaydım, hüngür hüngür ağlasaydım ya
da çığlık atsaydım. Polis istasyonunun bir köşesinde tortop ol
saydım ve konuşmayı reddetseydim. O zaman bana inanırlar
mıydı? Yoksa o zaman da buna bir kılıf bulurlar mıydı: Üzün
tümün, yaptığım korkunç şeylerin pişmanlığından kaynaklan
dığını söyleyerek mesela. Patlamalarımın çok ani, çok seyirciye
yönelik, çok şov amaçlı olduğunu söyleyerek. İzlerimi kaybet
tirmek için oynadığım bir rol.
Gerçek şu ki, Dekker'ın akima odada olanların önceden
planlanmış olduğu ve onu içimizden birinin öldürdüğü fikri
girmişti ve artık ben ne söylesem faydası yoktu. Beni içeri sok
mak için elinden geleni yapıyordu ve tüm hayatım onun elin
de bir kanıt niteliğindeydi. Işığı iyice yaklaştınrsanız ve tam
doğru açıdan bakarsanız görülebilecek bir kanıt. Peşimdeydi.
85
POLİS DÖKÖMÜ-
BÖLÜMBİR
İfriT "-.
m
SES: Memur Carisson konuşuyor, aynı zamanda olayı
araştıran Savcı Dekker da bulunuyor. Anna Chevalier’nin
ilk kez sorgulanışı, saat 5.52. ,r
ANNA: İkinci. "
CHARLSSON: Efendim?
ANNA: Sizinle ikinci kez konuşuyoruz. Beni daha önce de
sorguladınız. ^ J
CHARLSSON: Evet ama bu seferki kayıt altına alınacak.'
Ve Savcı Dekker'ın da sormak istedikleri var. -, A
ANNA: Savcı mı? Ama... mahkemede değiliz ki. - '
CHARLSSON: Aruba’da araştırmaları savcılar yönetir.
Onu da dedektiflerden biri olarak düşünün.; ~
ANNA: Çok yoruldum. Bunu yarın yapsak olmaz mı? Hiç
uyumadım... Tüm gece hiç uyumadım.
CHARLSSON: Uzun sürmez. Elise’i en son ne zaman
gördünüz? *
ANNA: Bir avukatımızın olması gerekmez mi?
CHARLSSON: Ben...
DEKKER: Tutuklanmadınız. Bunlar basit sorular.
ANNA: Ama Tate dedi ki...
DEKKER: Bunu yapan insanı bulmamız için bize yardım
etmek istemez misiniz? Onu bulmamız için bizimle
konuşmanız gerekiyor.
ANNA: Sanırım öyle... Tamam. İçecek bir şey verebilir
misiniz bana? Su ya da başka bir şey.
DEKKER: Daha sonra.
ANNA: Çok yorgunum, tamam mı? İçecek bir şeye
ihtiyacım var.
ERTESİ GÜN
Sahil kenarındaki otellerden birine giriş yaptı
ğımızda neredeyse sabah olmuştu. Tate'in ailesi, bizim aile
lerimizin de adaya gelebilmesi için bir jet ayarlamıştı; öğlene
doğru yanımızda olacaklardı. Ama ben, uyumaktan başka hiç
bir şeyi düşünemeyecek haldeydim. Adrenalin sistemimden
tamamen çıkmıştı ve tüm hayatım boyunca kendimi hiç bu
kadar yorgun hissettiğimi hatırlamıyordum.
Gri halı kaplı koridorda ilerlerken diğerlerine, "Babam ge
lene kadar beni uyandırmayın," dedim. Kapıyı açmak için kar
tı yerine sokmak bile katlanamayacağını kadar çok çaba sarfet-
meme neden olmuştu sanki. Onlar da aynı şeyleri hissediyor
olmalılardı çünkü odalarına doğru ağır ağır ilerlerken sessizce
başlarını sallamaktan başka bir şey yapmadılar.
İçeriye girdikten sonra beş adım attım ve yüz üstü uçuk
mavi yatak örtüsünün üzerine yığıldım. Hareket edemiyor
dum. Zar zor nefes alabiliyordum.
Odamın kapısı çalındı. Gürültüyle homurdandım. Yeniden
çalındı ve daha telaşlı gibiydi bu sefer.
73
ÖNCESİ
"Beni seviyor musun?"
"Sevdiğimi biliyorsun."
'Ne kadar seviyorsun?"
"Dünyalar kadar."
"Okyanuslardan bile çok mu seviyorsun?"
"Evvet. Rüzgârdan da çok."
"Sevgin Everest'ten daha mı büyük?"
"Bilmiyorum, bu fazla oldu sanki... Ahh!" (gülüşmeler)
"İtiraf et. Beni herkesten çok seviyorsun."
"Belki de."
"Peki ya sen... Sen beni ne kadar seviyorsun?"
"Yeteri kadar."
"Hey!"
84
PARTİ
Tate beni, her yerde şişelerin ve sahipsiz plas
tik bardakların olduğu mutfağa yönlendirdi. Bize açılmamış
iki bira buldu ve kapaklarını masanın kenarıyla açtı. "Bu iyi
ini?" dedi birini bana uzatırken. "İstersen sana gazoz falan da
bulabiliriz..."
"H ayır," dedim hemen. "Bu gayet iyi."
Biralanm ızdan birer yudum alırken yine sessizlik olmuştu
ama kendimi gergin ya da tuhaf hissetmiyordum . Hatta fazla
sıyla sakin olduğum bile söylenebilirdi. Gelecek ya da kader
konularına duygusal açıdan yaklaşan biri değildim ama bu ya
şadıklarımızın çok yerinde bir hali vardı ve benim panik yap
mak gibi bir seçeneğim yok gibiydi. Okulun koridorlarında
onu gizliden gizliye izleyerek geçirdiğim onca haftadan sonra
şimdi yanımdaydı.
"İyi bir parti, değil m i?" dedi Tate.
"Kim leri tanıyorsun?" diye sordum ve Tate, daha iyi duya
bilm ek için bana doğru eğildi. Etrafımız müzikle, dans eden
86
SONRASI
Ailelerimiz adaya ertesi gün öğlene doğru gel
di; onları Amerika'nın tüm haber kanalları ve televizyon ekip
leri de takip etmişti sanki.
Yan yana park edilmiş haber arabaları, taşmabilir uydulan
ve karşıdaki otoparkı saran elektrik kablolarıyla sokağı âdeta
kuşatmışlardı. Otel, her çıkışa güvenlik görevlileri yerleştirmiş
ve bizim için dördüncü katta, parlak kumları ve masmavi de
nizi gören bir oda ayarlamıştı. Bir önceki gece polis merkezin
deki çalışanların yüzünde gördüğüm o şok ifadesinin, şaşkın
gözyaşlarının ve sürekli mırıldandıkları özürlerinin sebebini
anlamıştım. Bunun gibi çirkin şeylerin böylesine güzel bir yer
de gerçekleşmemesi gerekiyordu.
"Anna."
Arkamı dönünce otel müdürünün ailelerimizi içeri götür
düğünü gördüm. Elise'in annesi odayı geçip doğruca benim
yamma geldi. "Anna, tatlım." Yüzü solgun ve çökmüş görünü
yordu; o sırada nasıl olduysa onu ilk defa makyajsız gördüğü
mü fark ettim.
92
ŞİMDİ
Aralarından en kötüsü bu fotoğraftı. Fotoğrafçı
aşağıdaki plajdaydı, görünmüyordu ama yüksek netlikteki te-
leskopik lensleri en fazla iki metre uzağımızda olduğunu gös
teriyordu. Yüzüm kocaman bir gülümsemeyle aydınlanmıştı,
Tate'in elleri belimdeydi ve parmaklarının tişörtümden içeri
girdiği görülebiliyordu. Onun sırtı kameraya dönüktü ama
ben mutlu ve tasasız görünüyordum; Karayip güneşinin alfan
da erkek arkadaşıyla öpüşen bir kızdım sadece ve bu sırada
içeride, en sevdikleri insanı kaybeden acılı bir aile vardı.
İşte böyle başlamıştı. Gazeteciler, neden bu kadar tasasız
göründüğüme dair saçma sapan yorumlar yapıyorlardı. Psi-
kiyatristler, benim sosyal kopukluğum üzerine açıklamalar
yapıyorlar ve empatiden mahrum olduğumu söylüyorlardı.
Televizyonda mikrofonu eline alanlar, bu fotoğrafın bile bir iti
raf olduğunu savunuyorlardı. Tabii ki bu söylenenleri dizgin
lemeye çalışan, post-travmatik şoktan ve geciken tepkilerden
bahsedenler de vardı ama o birkaç mantıklı ses, çabucak kızgın
grubun gürültüsünde kayboluyordu.
100
SONBAHAR
Bir perşembe öğleden sonra, Elise’i spor sa
lonunun arkasındaki her zamanki yerimizde bulduğumda,
"Hadi, son dersi ekip arabayla Providence'a gidelim," dedi.
Masmavi gökyüzüyle mükemmel bir eylül günüydü, yılın en
sevdiğim zamanıydı. İnce eldivenler, desenli eşarplar ve akça-
ağaç şuruplu latteler için yaratılmış bir gün gibiydi. İkimizin
de hemfikir olduğu üzere, kütüphaneye kapanıp ders çalışıla
cak bir gün değildi.
Bağdaş kurup yanma oturdum ve sırtımı duvara verdim;
serin esen rüzgârdan korunmak için ceketime iyice sarındım.
Buradayken, ana binaların manzarasından uzaktaydık; teknik
olarak hâlâ okulun arazisindeydik ama öğretmenlerin meraklı
bakışlarından yeterince uzaktaydık. "Olmaz," deyip özür dile
dim. "Fransızca ve biyoloji dersleri var."
"Ee, n'olmuş?" Ellerimi kendi ellerinin araşma aldı ve bana
en iyi, gitmek istediğini sen de biliyorsun, bakışıyla baktı. "Kafe-
deki şu Rex denen çocuk, bir depoda verilecek partiden söz
etti. Al sana tasarım okulundan bir sürü tatlı çocuk."
102
sun?" Bir nefes aldım ve serin havaya doğru bir halka gönder
dim. "Bunlarla kendimizi öldürüyoruz, biliyorsun değil mi?"
dedim bir nefes daha çekerken.
"Ama fena halde havalı görünüyoruz." Elise sırttı, ben gül
düm.
Sigaranın kalanını sakin bir sessizlikte, orada bağdaş kur
muş bir halde duvara yaslanmış otururken paylaştık. Peşini
bırakmalı ve onunla bu ânın tadını çıkarmam gerekirdi, bili
yordum ama Tate hakkında konuşurken yüzünde gördüğüm
ifadeyi, sesindeki gerginliği düşünmeden edemiyordum.
"Ne demek istiyordun?" diye sordum sonunda. "Az önce,
Tate hakkında konuşurken. Neden ondan hoşlanmıyorsun?"
"Ondan hoşlanıyorum," dedi Elise omuzlarını silkerek.
"Sadece... O, sonradan seri katil olduğu anlaşılan adamlar
gibi."
Ağzım şaşkınlıkla açılmıştı. "Elise!"
"Tüm o mükemmellik, üstlendiği rol." Elise sırıttı. "Hiç
sağlıklı değil. İçine attıkları büyüyecek, büyüyecek, büyüyecek
ve sonra bir gün... bum! Patlayacak. Amerikan Sapığı. Her yer
de cesetler. Sana diyorum bak."
Gülerek başımı salladım. "Öyle biri değil. Onunla biraz va
kit geçirseydin öyle olmadığını anlardın."
"Geçirdim," diye itiraz etti. "Sürekli birlikte takılıyoruz!"
"Grupla birlikte," diye düzelttim onu. "Ama o zamanlarda
bile onunla zar zor konuşuyorsun."
"Çünkü ben seninle zaman geçiriyorum," diye yapıştırdı
lafı. "Bu günlerde seninle vakit geçirebilmenin tek yolu bu."
Sesinde şaka yaptığına dair bir tını yoktu. Durdum çünkü
tenim suçluluk hissiyle diken diken olmuştu. "Üzgünüm. Bir
çok planda yan çizdiğimi biliyorum ama..."
"Sorun değil. Anlıyorum, taze aşk, falan filan." Elise, abar
tılı bir şekilde gözlerini devirdi.
"Lise, lütfen..." Ona doğru uzandım. "Böyle yapma."
tos
"Nasıl yapmayayım?"
Durdum, birden kendimi çok rahatsız hissetmiştim. "Böyle
işte. Benim için mutlu olamaz mısın?"
"Öyleyim zaten bebeğim." Bana yan yan baktı ama sonra
yüz ifadesi yumuşayıverdi. "Çok mutluyum. Hadi git, gül
oyna, partinin kraliçesi ol. Ama dikkatli de ol, tamam mı? Kal
bini kıracak."
Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. "Ondan emin olamaz
sın. Belki ben onun kalbini kırarım."
Elise şüpheyle bana baktı. "Senin hamurunda yok öyle bir
şey."
"İddiaya girelim mi?"
"Kaybedeceksin." Elimi sıktı ve çocukları seyretmek için
sahaya döndü. "Ben onun çaresine bakarım. Seni üzecek küçü
cük bir şey yapsa bile karşısında beni bulur."
Sesindeki kızgm tını beni uyarıyor, derinliklerimde yankı
lanıyordu. Ona doğru uzandım ve yanağından öptüm. "Sevi
yorum seni."
"Dünyalar kadar."
"Her zaman."
106
İKÎMCÎ S ula;, a
DEKKER: Bıçağın üzerindeki parmak izlerini araştırdık.
Sizin parmak izleriniz vardı ve de Bay Dempsey’nin. Bunu
nasıl açıklayacaksınız?
ANNA: Ben... Ben bilmiyorum. Mutfaktandı, yani daha
önceden o bıçağı kullanmıştım.
DEKKER: Ne zaman?
ANNA: Sanırım bir önceki gece. Guakamole yaptık. Ben
de malzemeleri doğrarken Max’e yardım ettim.
DEKKER: Peki ya Bay Dempsey?
AN N A: O da yardım etti.
DEKKER: Neden bana yalan söylüyorsunuz?
ANNA: Yalan söylemiyorum, yemin ederim.
DEKKER: Ve cinayetin işlendiği gün, birbirinizin yanından
hiç ayrılmadınız.
ANNA: Hayır, tüm öğleden sonra birlikteydik.
DEKKER: Ve eve hiç dönmediniz?
ANNA: Size söyledim ya, dönmedik.
DEKKER; Ne kadar zamandır Bay Dempsey ile
berabersiniz?
ANNA: Geçtiğimiz yazdan beri. Neredeyse sekiz ay oldu.
DEKKER: Onu seviyorsunuz.
ANNA: Evet.
DEKKER: Peki ya Bayan Warren?
ANNA: Ne demek istiyorsunuz?
DEKKER: Onu da seviyor musunuz?
ANNA Ben... Evet, o benim en yakın arkadaşım.
Uuık.ımok*. .nok.ulo il»* Uip'1'"1 bırOrt.ı Anu rtk.ı küb.ı m»viM
«.Iir. -t ıı
çakaıyorum . N ıp ıl bu.
ANNA: İyi d a tûm b ır tın n onun MOmAyto m M m
aar? Bana d ofln ı lo ru lan aorm uyoraunuzt B a t e M i n i
«d— M oMU w» d » N H M **7
OEKKER: Burada naytn A nam * oldb#una ban karar
M d i i Bayan W arrwı »a olan arkartagfcBauTa dOnakm.
Ka rg a ad ar m tydM ıT
ANNA- Hay».
OEKKER: Hiç kavga atm az m tydM zT M M tarb gmalar.
yankg a n latılmalar oluyordu.
ANNA: Hay», biz Mc kavga atm a zd * . O banfcn kız
kardagkn glbkBr. dibiydi.
OEKKER: Yani onu kMkanmazdmu M c. dyta m İ?
ANNA: Ha? Hay».
OEKKER Bayan Chang Mdntzin Mk Mk kavga acdOfcıtzt
•bytadk
ANNA: O arçak kavgalar daOMdi onlar. Utak talak
atıgm alardr
OEKKER O ylay*» tartıgm aianm z oluyordu.
obnuytur.
ANNA H ay. Oyla bir »ay atandı Haptaü nhkAç İyi
»nlaanrorduk
OCKKER: Yani ta y Oampaay’uia iU cin d i bu kadar
u ıd lu h n n— m İcartaaadi «m?
ANMA: M ay. ta n b n t a ı , ta n bu »ondarta m rı yı
uarm ay ça b tb ftn n anlamadan ama bu doftru da0L
Eftaa kakanç d a 0 k * o t a N İtayla bkdan ediyordu.
birçok ld*»ylo. O raman ta Mddaa «a U kdy»ta_ tanları
dM antatnn. Onunla konufmadauz m d t a f O «nen o
nntdıyd?
D€KK£R- ta r a ta «ondan ban M i l tayan O ırta ta .
ANNA' Ama antanryorum. tûm b n t a «nçmataJ
ELLINGHAM L û tta l tad n o ta ı-
ANNA: Bunu naad «O ytatate? O OldO *• bte bunda
oturmu» aym »aytat la k ta , lak ta. la k ta konuşup
duruyoruz, bunu yapan adama na o lta ? Madan onun
p atad an gnıd yonın u r?
(duraklama)
TATİL
“Manzaraya baksana!” Max, parlak fayanslar
la kaplı yere çantasını atarken ıslık çaldı ve plajı, masmavi
okyanusu seyretmeye başladı. Manzaraya bakarken ben de
soluklandım. Sahil evinin penceresinin gerisinden görünen
manzara mükemmeldi. Bir kartpostaldan çıkmış ve tertemiz
gökyüzünde, yavaşça sallanan palmiye ağacının hemen üze
rinde Aruba'ya hoş geldiniz yazıyor gibiydi.
"M anzarayı boş verin, şu jakuziye bakın!" diye ciyakladı
Chelsea. Balkon kapısını açıp dışarı çıktı ve parmak arası ter
liklerini çıkarıp kenara attı. İçeriye dolan esinti, uzun uçuştan,
havaalanından buraya gelirken yapılan vahim yolculuktan
sonra ferahlatıcıydı ve içtenlikle karşılandığımızı hissettiriyor
du. Sekizimiz külüstür bir kamyonete binmiş ve bavullarımızı
üstüne bağlamıştık.
Derin bir nefes aldım; artık sağlam bir zemin üzerinde ol
duğum için araba yolculuğundan kaynaklanan mide bulantım
azalıyordu. Ayrıca sadece sağlam olmakla kalmıyordu da, pırıl
III
DURUŞMA
“Memur Carlsson, siz Yargıç Dekker’ın cinayet
soruşturmasını yöneten ekibin bir üyesiydiniz, öyle değil mi?"
Avukatım masasının üzerindeki kâğıtların üzerine eğildi
ve ardmdan tanık kürsüsüne yaklaştı. Carlsson gençti, yirmili
yaşlarında olmalıydı; kısacık kesilmiş san saçlan ve ağırbaşlı
bir ifadesi vardı. Polis gözetiminde sıklıkla karşılaştığım şüp
heli ve buz gibi bakışlann arasında o, ender arkadaşlanmdan
biriydi: suya ya da tuvalet molasına ihtiyacım olup olmadığı
nı kontrol ediyor ve benimle, Dekker'm yaptığı gibi saatlerce
bağırmak yerine, düzgün bir şekilde konuşuyordu. Şimdi de,
soruya cevap vermeden önce, bana sempatik bir gülümsemey
le bakmıştı.
"Evet. Bu davaya, ceset bulunduktan sonraki sabah atan
dım."
"O halde en başından beri savayla birlikte çalışıyor, delille
ri değerlendiriyor ve ipuçlannı topluyorsunuz, öyle değil mi?"
"Evet, doğru."
123
SONRASI
Bizi bir hafta beklemede bıraktılar, herhangi bir
haber almak için adadaydık. Her gün, içimizden biri ya da bir
kaçı yeniden sorgulama için çağrılıyordu ancak bu sefer kuy
ruğumuzda ailelerimiz ve avukatlarımız vardı. Haber kame
raları ve muhabirleri hâlâ otelin önünde pusuda bekliyorlardı,
bu yüzden gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu. Süit odamızda
oturuyor, televizyon izliyor, oda servisinden bir şeyler söylü
yor ve tüm bunların bir an önce bitmesini bekliyorduk.
AK nadiren konuşuyordu. Melanie sürekli ağlıyordu. Max
tüm günü, anksiyete ilaçlarından dolayı sersemlemiş bir şekil
de, jaluzileri tamamen kapalı odasında yatakta kıvrılıp yatarak
geçiriyordu.
Hepimizin tek istediği evlerimize gitmekti.
"Bu sefer ne sordular?" Lamar, ben odaya girince kafasını
bilgisayarından kaldırdı. Babam ve Ellingham, diğer ebeveyn
lerle yasal mevzuları konuşmak için geçici olarak konferans
odası olarak kullanılan odadaydı: Odada sadece bizler vardık.
128
"N eden?" diye karşı çıktı AK. "Çünkü seni kötü bir pozis
yona sokacak bir şey söylememizden mi endişe ediyorsun?"
"Çünkü gerçek bu!" Ağlamaklı sesim odada yankılanmıştı
ama sanki, odanın orta yerine çekilmiş bir çizgi gibiydi. Bir ta
rafta ben ve Tate, diğer tarafta AK ve diğerleri. Melanie, Lamar
ve Chelsea arada kalmışlardı ve hiçbir şey söylemiyorlardı.
Çatlayan sesimle, "Gerçekten bu işle bir bağlantımız oldu
ğunu mu düşünüyorsun?" diye sordum AK'ye. "Onu incittiği
mizi ve ona..." Nefes almaya çalıştım.
"Bilm iyorum ," dedi AK silik bir ses tonuyla. "Artık ne bok
düşüneceğimizi bilmiyorum."
"Çok sağ ol dostum." Tate'in sesi alaycılıkla örülüydü.
"Onu kastetmedi," dedim ama Tate arkasını dönmüş gidi
yordu. Dışarı çıktı ve çarpılan kapının sesi bir silah atışı gibi
süit odayı doldurdu.
Sessizlik.
"Peşinden git," dedim AK'ye. "Özür dile. Onun yumuşa
masını sağlayabilirsin. Hepimiz dağıldık, düzgün düşünemi
yoruz..."
"Ben düzgün düşünüyorum." Bana bakıyordu. "Her şevi
net bir şekilde görebilen tek kişi benim büyük ihtimalle."
Olduğum yerde titredim. Bana yönelttiği bakışları beni delip
geçiyor gibiydi, daha önce hiç görmediğim kadar sert bakıyor
du. AK içimizdeki playboydu, jokerimizdi, efsanevi bir seyyar
yemek arabasını bulmak için gecenin ikisinde arabayla Alston'a
gitmeyi öneren biriydi. Sinirlenmez, kimseye kin beslemezdi.
Ama o anda bana, hiç tanımadığım biri gibi bakıyordu.
"AK..." diye başladım ama ben devam edemeden kapı açıl
dı ve içeri, arkasında birkaç tane ebeveynle babam girdi.
"Sorun yok tatlım." Odayı geçip yanıma geldi ve bana sıkı
ca sarıldı. "Tüm bunlar çözülecek."
"Neler oluyor?" kelimelerim başını omzuna yasladığım
için boğuk çıkmıştı. Beni sıkıca tutuyordu ve titrediğim his
CADILAR BAYRAMI
“Bu kadar fotoğraf yeter çocuklar!” AK elindeki
votka şişesini havaya kaldırmış, mutfakta gümbür gümbür ça
lan müziğin arasından bağırıyordu. Cadılar Bayramı akşamı
nın geç saatleriydi; Elise ve Tate arasında kalmış, Tate'in tele
fonu için poz veriyorduk. AK sabırsızlıkla öne atıldı ve içkisini
döktü. "Hadi bu gösteriyi yola taşıyalım!"
"Kimler AK'in araba kullanmaması için oy verir?" Chelsea
bir kahkaha patlattı; uzanıp AK'in elinden şişeyi kapıp bir yu
dum aldı. Minicik Prenses Leia bikinisinin altındaki koyu renk
teni simle parlıyordu ve uzun saçları örgü yapılıp daireler şek
linde başının etrafına tutturulmuştu.
"Sen neden bahsediyorsun?" AK, devrimci kostümüne ait
şapkasını yere attı. "Bir mezar kadar ayığım ben."
"Kötü benzetme, bugün ölüler günü," dedi Elise. Hâlâ ya
nımdaydı ve elinde, sahte kanla kapladığımız mutfak bıçağı
vardı. "Mezarlıklar parti merkezleri oldu, tüm ruhlar çıldırmış
durumda."
136
"Hey, bu senin için önemli bir konu. Ben iyiyim." Beni ken
dine çekip sıkıca sarıldı. "Gerçekten iyiyim."
Bir anlığına kollarının arasındaki güvenli yerde kaldım
ve burnuma parfümünün, şampuanının hafif baharatlı koku
su geldi. Ardından geri çekildi ve küçük keseyi elime koydu.
"Seni sakinleştirir. Güven bana," dedi ciddi bir bakışla, "sakin
leşmek isteyeceksin."
Bir dakika için daha durdum, ne yaptığımın acı verecek ka
dar farkındaydım. Tüm gece beynim zonklayıp durmuş, şimdi
kaçınılmaz gibi görünen plana ve geri adım atıp atamayaca
ğım fikrine takılı kalmıştı. Ne hissettiğimi ve ne istediğimi bili
yordum. Tek istediğim her zaman Tate olmuştu. Ama yine de
o sınırda donup kalmış gibiydim, bekliyordum. Ne için bekle
diğimi bile bilmiyordum. Belki de binlerinin beni cesaretlen
dirmesini, bunun doğru karar olduğunu söylemesini. Düşüş.
Onun olmak. Beni tüketmesine izin vermek.
Belki de cesaret almam gereken şey buydu.
Keseyi aldım ve cebime attım.
Bizi Tate'in, ağır demir kapıların ardındaki evine bıraktılar.
Anne ve babası bir yardım gecesi için YVashington'daydılar ve
ev tamamen bize aitti.
"Haber verdiler," dedi Tate sıntarak, kapıyı açtıktan sonra
çabucak güvenlik kodunu girdi. "Pazartesiye kadar dönmeye
cekler."
"Gecenin üçünde parmak uçlarımda sıvışmama gerek yok
yani?" İçeri girerken onu takip ettim.
Bir kahkaha atıp, küçük bir öpücük için beni kendine doğru
çekti. "Hayır. Hatta senin için yatağa kahvaltı bile getirebili
rim."
"Yatakta soğuk mısır gevreği diyorsun?" Ben de onu öp
tüm ve dokunuşu bir uyuşturucu gibi beni sakinleştirdi. Ama
145
BEKLEME
Lamar, kefalet duruşmasını kaybettikten sonra
ki hafta beni ziyarete geldi. Ziyaretçi odasında görüştük; ara
mızda çiziklerle dolu akrilik cam vardı ve hüzünlü bir çocuk
oyunundaymışçasına birbirimizle telefon aracılığıyla konuşu
yorduk.
"N asılsın?" dedi yüzünden bariz okunan bir endişeyle.
Günlerdir yıkanmamış saçlarım ve üzerimdeki turuncu tulu
mun içindeyken ona nasıl göründüğümü bilmiyordum. Ona
gerçeği, günün her dakikasında içimde yankılanan dayanıl
maz perişanlık hissini söylemeyecektim; bu yüzden çabalama
dım bile.
"Sanırım iyiyim." Buraya gelmesine sevinmiştim ancak
aynı zamanda şaşkındım da. Chelsea'nin ve hatta Mel'in gel
mesini beklerdim. Ama Lamar her zaman katı, yolunda sessiz
ce ve yanlışa izin vermeden yürüyen biri olmuştu.
"Sakın bana sizi bahçede koşturduklarını, futbol topu dik
tirdiklerini ya da ona benzer bir şeyler yaptırdıklarını söyle-
141
İLK GECE
“Bu Niklas.” Elise onu, ödülünü sergileyen bir
sunucu gibi takdim etti. "Babası neredeyse tüm adanın sahibi."
Gecenin ikisinde, serin havada bann önünde duruyorduk
ve müzik, biz tozlu sokakta bir araya gelirken giderek daha
uzak ve boğuk geliyordu. Niklas, Elise'in gözlerini ayırmadığı
VIP koltuklardaki çocuklardan biriydi. Sarı saçlan havalı bir
şekilde mavi gözlerinin önüne düşüyordu; jilet gibi bir yakalı
tişört, kot pantolon giymişti ve bileğinde pahalı bir saat vardı.
Gümüş renkli çakmağıyla Elise için bir sigara yakarken, bize
başıyla bir selam verdi.
"Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordu Chelsea, esniyordu.
"Ben yoruldum."
Mel dengesini sağlayabilmek için ona tutundu, birine ma
saj yaparken diğer ayağı üstünde durmaya çalışıyordu. "Hadi,
eve gidelim."
"Bebeğim," Elise'in sesinde az da olsa alaycı bir tını var
dı, "saat daha çok erken." Bir yandan da fingirdek bir tavırla
I»
ŞİMDİ
Görüyorsunuz işte. Çok barizdi. Büyük ihtimal
le nasıl bunu göremeyecek kadar kör olduğumu merak edi
yorsunuz.
Çünkü kördüm.
Öyle derli toplu bir şekilde önüme serilmiş bir durum yok
tu tabii. Onları seviyordum. Onlara güvenmiştim. Bir an olsun
aklımın ucundan geçmemişti. Neden geçsindi ki? Mutluyduk,
hepimiz öyleydik. Biz bir aileydik. Şimdi bile, yaşadığımız tüm
anıları tekrar gözden geçiriyor ve yalanlannın ardındaki ger
çeği görmeye çalışıyordum. Yine de hiçbir şey bulamıyordum.
Bunu yapmaları için hiçbir sebep yoktu; canımı yakan, alev
alev yanan ve acıtan, günlerimi hastalıklı bir kafa karışıklığıyla
ve gecelerimi sonu gelmez sorularla dolduran buydu. Sahip ol
duğumuz her şeyi paramparça etmeleri, hiçbir anlamı yokmuş
gibi binlerce parçaya bölmeleri için hiçbir lanet sebep yoktu.
Onlar için hiçbir anlamım yokmuş gibi.
Belki de farklı olabilirdi; bir anlığına Elise'in onu gerçekten
ISI
KANIT:
CEP TELEFONU MESAJLARI KAYDI
ELISE VVARREN, TELEFON NUMARASI 212-555-0173
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.17
Yumurta ister misin?
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.22
Hey, uykucu. Kaldır kıçını!
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.25
Geliyor musun? 10 dakikaya çıkacağız.
KİMDEN: CHELSEA
ZAMAN: 9.30
dün gece ağır takıldın, gel dalalım.
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 9.45
Tanrım, seni de hiçbir şey uyandırmıyor. Biz de
gitmiyoruz, bizimle plajda buluş.
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.50
Çıldırdın mı? Cevap versene!
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 9.55
Peki. Eve döndüğümüzde görüşürüz.
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 11.22
kafeye geldik, kırmızı havluya bakın.
KİMDEN: TATE
ZAMAN: 11.10
kaçmaya çalışıyorum, evde görüşürüz.
KİMDEN: CHELSEA
ZAMAN: 13.47
<ekli görsel> BALIKLAR!
KİMDEN: NIKLAS
ZAMAN: 16.12
bu akşam takılmak ister misin?
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 18.32
sanırım dışarı çıktın, bir şeyler yemek istersen ara.
KİMDEN: MEL
ZAMAN: 19.51
dönüyoruz, bir şey mi yaptım? konuş benimle.
KİMDEN: AK
ZAMAN: 20.19
hey sürtük, neredesin?!
KİMDEN: ANNA
ZAMAN: 20.19
bu hiç komik değil, endişelendik, neredesin?
5 2. GÜN
Kahvaltıdan kaldırılıp götürülünce önemli bir
şey olduğunu anlam ıştım . Rutin, bir taşın üzerine yontul
m uş gibiydi, her gün aynıydı. Mahkeme tarihi olm adığı sü
rece ziyaretçiler öğleden sonraya kadar beklem eliydi. İstisna
yapılm ıyordu. Bu yüzden sorgu odasına götürülüp de orada
E llingham 'ı ve küçücük odada oradan oraya dönen babam ı gö
rünce korkuyla titredim.
"N e old u ?" Çabucak, ona dokunmamın yasak olduğunu
unutarak babam a doğru yöneldim. Gardiyana bakarak hem en
geri çekildi.
D urdum . "Ö zü r dilerim ," diye m ırıldandım yenilm iş bir
ses tonuyla.
"Soru n d eğil," Babam yorgun bir gülüm sem eyle karşılık
verdi am a gülüm sem esi gözlerine ulaşamam ıştı.
"O tu rsan iyi olur," dedi Ellingham bana.
İçim deki korkunun anbean büyüdüğünü hissederek dedi
ğini yaptım . "N e? Ne oldu?"
165
ŞİMDİ
Görüyorsunuz, değil mi? Küçük bir bilginin olay
ların seyrini bu kadar değiştirmesi ne kadar da kolay. Her şey
nasıl da yerine oturdu.
İhanet.
SONRASI
Yavaşça sandalyemi masadan geriye ittim. San
dalyenin bacaklan fayans zeminde gıcırdayarak kaydı.
"Siz neyden bahsediyorsunuz?" dedim yavaşça.
"Elise ve Tate." Ellingham dikkatle beni izliyordu. "Bir iliş
kileri vardı. Takılıyorlardı, sizin deyiminizle."
"Hayır." Başımı salladım. "Yalan söylüyorsunuz." Etrafa
bakındım. "Dekker bizi izliyor. Tuzağa düşmemi bekliyor. Bu
bir oyun."
"Seni öyle olmadığına dair temin ederim."
"Tate bugün polise anlatmış," dedi babam sakince. "İddia
ları kanıtlanınca."
"Hayır." Âdeta fısıldamıştım.
"Görünüşe göre birkaç aydır beraberlermiş," diye devam
etti Ellingham, sanki sözlerinin beni nasıl paramparça ettiğini
fark etmiyor gibiydi. Belki de fark ediyordu ama umurunda
değildi. "Tate'in söylediğine göre ocak ayından beri."
"Hayır!" Çığlığım odayı boydan boya gezdi. "Yalan söy-
170
İliyorsun! Öyle bir şey asla..." Kesik kesik nefes aldım. "Elise
böyle bir şey yapmazdı!"
Uzun bir sessizlikten sonra Ellingham ayağa kalktı. "Git
meliyim," dedi ve hızlıca evrak çantasına uzandı. "Size bunla
rı... düşünmek için zaman vereyim."
"Ama beni daha sonra arayacaksınız, değil mi?" Babam da
ayaklanmıştı ve endişeli gözlerle ona bakıyordu. "Şimdi Tate
olaydan çekildiğine göre savunma stratejimiz hakkında yeni
den konuşmamız gerek."
"Tabii ki," Ellingham'ın gülümsemesi bomboş ve profesyo
neldi. "Numaram sizde var." Hızlıca dışan çıktı ve gardiyan
ardından yavaşça kapıyı kapattı. Babamla yalnız kalmıştık.
"Bilmiyordum." Sesim çatlamıştı. "Yemin ederim, bilmi
yordum."
"Sana inanıyorum tatlım." Babam uzandı ve elimi tuttu.
Gardiyan başım çevirdi ve tam o anda, durumumun ne kadar
umutsuz olduğunu fark ettim. Masanın karşısından uzatılan
el, şu anda sahip olduğum tek umuttu. "İyi olacağız, söz veri
yorum."
"Ama nasıl?" Ellingham'ın söylediklerinin tüm yükü üzeri
me gelmeye başlamıştı ve zar zor nefes alabiliyordum. Küçük
odada etrafa bakındım; dışarıda beni burada, sonsuza kadar
kapalı tutmak için hazır olan metal parmaklıklardan, güvenlik
kapılarından ve silahlı gardiyanlardan başka bir şey olmadığı
nı biliyordum. Panik belirmişti ve artık onu kemiklerimde bile
hissedebiliyordum. İnanamaz bir halde, "Sadece ben kaldım,"
diye fısıldadım.
"Hayır tatlım." Babam elimi sıkıca tuttu ama başımı salla
dım. Haftalardır içimde tuttuğum gözyaşlan ve içinde boğula-
bileceğim kadar derin olan kederim gün yüzüne çıktı.
"Beni bıraktı." Kelimelerimde ve kendi hüzünlü hıçkırıkla
rımda boğuldum. "İkisi de beni burada yalnız bıraktı."
Başımı masaya koydum ve ağladım.
171
DURUŞMA
"Bilmiyordunuz yani?”
Dekker'ın alaycı ve hor gören sorusu odayı çınlattı.
Derin bir nefes aldım ve mahkeme salonunda gözlerim
Tate'i aradı ama burada değildi. "Hayır."
"Kurban, sizin erkek arkadaşınızla aylardır bir ilişki sür
dürüyordu, sizin burnunuzun dibinde ve siz de mahkemeye,
bu konuya dair hiçbir bilginiz olmadığım mı söylüyorsunuz?"
Dekker salondakilere döndü, yüzünde bariz bir inanmazlık
ifadesi vardı.
Sakin olmaya çalışıyordum. Avukatımın sıkça hatırlattı
ğı gibi jüri yoktu ve bu yüzden DekkerTn göz dolduran per
formansının da bir önemi yoktu. Burada önemi olan tek kişi,
kaderimi dikkatle yapılmış manikürlü ellerinde tutan kişi, iki
metre yanımdaki ana masada oturan Yargıç von Koppel'dı. Ce
vaplarımı doğruca ona veriyor ve yüz ifademi nötr, sesimi de
kararlı tutmaya çalışıyordum.
"Hayır. Hiçbir bilgim yoktu. Ta ki sizle bir anlaşma yapıp
itiraf edene kadar."
172
BEKLEYİŞ
Hapishanede günler yavaş geçiyordu; sabahın
erken saatlerinde gelen uyanma çağrısının, plastik tepsilerdeki
yavan yemeklerin ve bahçede, masmavi gökyüzü altında geçir
diğimiz o kıymetli birkaç saatin tekrarlandığı bir döngü için
deydik. Başlarda her amm kapana kısılmış gibi ve klostrofobik
bir şekilde geçiriyordum, sanki hücremin duvarları beni boğ
mak ve sonsuza kadar paramparça etmek için üstüme üstüme
geliyor gibiydi ve uyumakta, yemek yemekte zorlanıyordum.
Ne zaman yaklaşan ayak sesleri duysam heyecanlanmadan
duramıyordum, göğsümde bir umut kıpırtısı beliriveriyordu.
Benim için gelmişlerdi. Eve gidebilecektim. Her şey bitmişti.
Ama asla böyle olmuyordu.
Sonunda, hayal kırıklığının sebep olduğu kırgınlığı kaldı
ramayacağıma karar verdim. Kimse beni kurtarmaya gelme
yecekti. Her ne kadar babam pozitif olmamı, umudumu kay
betmememi tembihlemiş olsa da, bana şu gerçeği söylemeye
cesaret edemediğini biliyordum: bir mucize gerçekleşmeyecek.
ğından aldığı toz toprak içinde ufak bir altın kırıntısı arayan
maden arayıcısı gibi ayırıp önüme diziyordum. Bazen bir şey
ler bulduğumu düşünüyordum: bir bakış ya da sesinde uyaran
bir tını. Bana fazlaca hızlı sarıldığı bir an, telefonuna mesaj gel
diğinde hemen bakmaması. Hafıza ve hayal gücü birbirinden
çok ince bir çizgiyle ayrılıyordu ve bazen tüm bunları uydurup
uydurmadığımı düşünüyordum: Tutunacak bir şeylere sahip
olmak için gerçek olanların arasına sahte anılar serpiştiriyor
dum belki de. Aptalm altını.
Duruşma tarihi hakkında tartışmalar devam ediyordu.
Günler geçiyordu ve ben beklemeye devam ediyordum.
»3
İKİNCİ GÜN
Tate’in kollarında gözlerimi açtım; güneş ışınla
rı açık perdelerden, üzerinde yattığımız bem beyaz çarşafların
üzerine düşüyordu. Aruba'daki üçüncü günüm üzdü; pencere
açıktı ve okyanusun uzaklardan gelen dalga seslerini duyabili
yor, tenim de gezinen tatlı esintiyi hissedebiliyordum.
İşte mutluluk.
Esnedim ve iyice Tate'e yaklaştım, yanağım ı göğsüne yasla
nmıştım. Tate uykusunda kıpır kıpır olan insanlardandı ve nev
resim leri yere sıpıtmıştı. Bacakları, sanki az önce müthiş bir
m ücadeleden çıkm ış ve hemen ardından bilincini kaybetmiş
gibi açılm ıştı. Çenesinden köprücük kem iğine ve kaburga ke
m iğine bakarken gülüm sedim.
Tate yarı uyanık bir şekilde bir şeyler fısıldadı, dudakların
da silik bir gülüm sem e vardı.
Onu öptüm ; dudaklarım parm aklarımdaki miskin uykuyu
takip ederek aşağıya, gergin karın kaslarına doğru iniyordu.
Uyandığını ve dudaklarımm altındaki teninin bir gülüşle kı-
I8<
ÖN KAPI
2. KAT PLANI
DURUŞMA
“Bayan Chevalier, bize ekranda görünenin ne
olduğunu söyleyebilir misiniz?"
Bakm ak için hafifçe başımı döndürdüm. Saatlerdir kürsü
deydim , sakin kalmaya, asabi cevaplar vermemeye çalışıyor
dum ama tüm hafta sadece birkaç saat uyuyabildiğim için bu
gittikçe zorlaşıyordu. Tanık kürsüsünde fazla robotik görün
düğüm gerekçesiyle uyku ilaçlarımı almışlardı ama şimdi tek
yaptığım geceleri tavandaki çatlağı izlemek ve asla gelmeyen
huzuru beklem ekti.
"Bayan Chevalier?" diye tekrarladı Dekker ve yeniden da
lıp gittiğim i fark ettim. "Sahil evinin bir krokisi bu," dedim ona
yorgun bir halde.
"D oğru," dedi Dekker. "Bize hangi odada uyuduğunuzu
da söyleyebilir m isiniz?"
"Siyahla işaretlediğiniz oda."
"Ö n kapının yanındaki oda," diye devam etti Dekker. Ekran
da gösterebilmesi için bir iPad'i ve lazeri vardı. "Ve de kurbanın,
Elise'in, yatak odası da arka tarafta, evin ön tarafmdaydı."
ON DURUŞMA
“Buradaki olay saldırgan davranmak. Diğer şa
hitleri bulm ak ve duruşm aya bile çıkm adan savcılığın davasını
çürütm eye çalışm ak."
Adı Oliver G ates'ti; babam ın eski bir üniversite arkada
şıydı ve savunm am dan kalan kırıntıları toparlamak için işe
alınm ıştı. Siyah çerçeveli gözlükler takan ve oyuncak bir ayıyı
andıran, kısa boylu bir adamdı. Göm leği kırış kırıştı ve golf
figürlerinin basılı olduğu kravatındaki kahve lekelerinin far
kında değilm iş gibi görünüyordu. Yumuşak ve cana yakın biri
gibi görünüyordu; Dekker'ın am ansız saldırganlığından ya da
Ellingham 'm kibirli profesyonel kopukluğundan binlerce kilo
m etre ötedeydi.
Ayrıca şu anda elimizde bir tek o vardı.
Gates, "Tate var, bu da bir şeydir," diyerek devam etti, not
larına göz atıyordu. Masa not kâğıtlarıyla doluydu, dosyalan
mış ve ucuz karton klasörlerin içine konmuşlardı.
Kaşlarımı çattım. "Onunla ilgili araştırmanın sonlandırıldı-
ğını sanıyordum ."
196
HAPİSHANE
Program yeniden reklama girdi. Bu sefer oda
daki tüm kadınlar bana bakıyordu.
Kendim e nasıl nefes almak gerektiğini hatırlatmak zorunda
kaldım.
Dışarıda her şeyin beter bir halde olduğunu biliyordum.
Kilit altında tutuluyor olsam da gazetelerden ve haberlerden
ufak tefek şeyler görmüştüm. İnsanların sıraya girip benim
m asum olduğum u savunmalarını beklemiyordum ama yine
de Clara'nın programı nefesimin kesilmesine neden olmuştu.
Ben daha... aklı başında olacaklarını sanmıştım. Haberlerin
öyle olması gerekmez miydi? İki tarafın da hikâyelerini ta
rafsızca yansıtm ak; sızdırılmış bilgilere ve yanlı açıklamalara
dayanarak bir takım sonuçlara varmamak? Duruşmaya daha
aylar vardı; Elligham bile hüküm giymeme neden olacak ka
dar kanıt olmadığını söylemişti. O halde benim desteğim ne
redeydi? Tutuklanmam ile ilgili protesto? Onun yerine benim
lehim e olan hiçbir şeyi göstermiyorlardı: Juan'dan, Tate'in
213
KIŞ
“Nerelerdeydin?"
Ses, karanlıkta ürkmeme neden oldu. Oturma odasının
ışıklarını yaktım çabucak ve Elise'in koltukta oturduğunu gör
düm.
"Elise?" Şaşkm şaşkın ona baktım. Üzerinde hâlâ üniforma
sı vardı, ekoseli etek ve blazer ceket.
"Sen burada ne..?"
"Seni bekledim," dedi, yüz ifadesi boştu ve ne düşündü
ğünü okumak imkânsızdı. "Okulun dışmda, konuştuğumuz
gibi."
"Ah, siktir," Utanmıştım. "Özür dilerim, unuttum... Ders
çalışma planına atladık," dedim tuhaf bir şekilde "ve Tatelere
gittik."
"Orasını anladım," dedi Elise sakince. "Alnında yazıyor
âdeta."
Kızardım. Tatele birlikte yumuşak çarşafları arasında ge
çirdiğimiz saatlerden dolayı hâlâ nefessizim. Anlamış olması-
2N
DURUŞMA
“Bu şiiri sanık mı yazdı?”
Sessizlik.
Dekker dik dik bakıyordu. “Bayan Day, lütfen. Yemin altın
da olduğunuzu unutmayın."
Chelsea'nin bakışları doğruca bana çevrildi. Tutuklandı
ğımdan beri onu görmemiştim; saçları şimdi daha kısaydı,
hafif dalgalı kahverengi saçları derli toplu görünüyordu. Her
zaman gürültücü biri olmuştu, sürekli gülerdi ancak şimdi yü
zünde af dileyen ve pişmanlıkla dolu bir ifade vardı.
"Evet," dedi yavaşça. "Son sınıfın İngilizce dersinde."
"Ve yazdığı vahşi içerikli tek şey bu değildi, değil mi?"
Gates'in yanımda içine keskin bir nefes çektiğini hissettim.
Chelsea yine sessizdi. Başını önüne eğmişti, bileğindeki
renkli bilekliklerle oynuyordu. O bileklikleri o, ben ve Elise,
Boston'daki bir dükkândan almıştık ve üst üste hepsini sıkıca
bileklerimize bağlamıştık.
Yargıç von Koppel öne doğru eğildi. "Lütfen soruya cevap
verin."
22i
m ıştı, hatta kim ileri aynı sözleri saplantılı bir şekilde tekrar
tekrar yazdığını bile söyleyebilir. Bir alıntı yapm am a izin ve
rin, 'B ir bıçak aldım ve gözünü kesip çıkardım .'" Sesi, sakin
m ahkem e salonunda dram atik bir hale bürünüyordu. '"K ü
çük kalbini söküp atacağım çünkü sen beni ağlattın.' Bu sa
nığın en sevdiği m üzisyenlerden biri olan Florance and the
M achine'in bir şarkısı."
Bana, Dekker'ın soruları karşısında herhangi bir tepki
verm em em söylenm işti am a inanam az bir halde başım ı sal
lam aktan alam ıyordum kendimi. Çevrim içi profillerimizden
kopyalanan, hiçbir m anası olm ayan fotoğraflar yeterince kö
tüydü ama bu? Her zam an duruşm aların delillerle ve tanık
larla alakalı olduğunu düşünürdüm am a bunlar, sıkıcı bir
ders sırasında defterim e karaladığım , başka birine ait sözlerdi
ve şim di, sanki 'vahşi dürtülerim 'in bir kanıtıym ış gibi onla
rı elinde tutuyordu. Neden daha ileri gidip DVR kayıtlarıma
bakm ıyor ve T atele koltukta yan yana yatarken izlediğim iz
tüm o korku film lerini söylem iyordu? Neden okuduğum ci
nayet rom anlarını bulm ak için kitaplığım a bakm ıyordu? Eğer
birileri yeterince uğraşırsa hepim izin suçlu görünm esi müm
kün değil m iydi?
"Sakin ol."
Kolum da birinin elini hissettim ve başımı kaldırınca
Gates'in bana doğru eğildiğini fark ettim. "Kaşlarını çatmış
sın." Kim senin duymam ası için neredeyse mırıldanıyordu.
"N afile çabalıyor. Sağlam bir delili olsaydı şim diye kadar çıka
rırdı ama öyle bir şeyi yok. Derin nefes al, unuttun m u?"
Tabii ki unutm amıştım, haftalardır her gün içime kazıyor
lardı. Ama Gates beni dikkatle izliyordu, bu yüzden küçük bir
nefes aldım ve sakin olduğunu umut ettiğim bir yüz ifadesi ta
kınmaya çalıştım. Yargıcın beni sinirli görmesine izin veremez
dim; Dekker'ın yalanlarına karşı bir şey hissettiğimi görmesine
izin veremezdim.
221
KAVGADAN SONRA
Beni, kendi güvenliğim için olduğunu söyleye
rek tecrit altına aldılar ama bunun benim değil, onlarm hay
rına olduğunu biliyordum. Burada yaralanıp yaralanmamam
umurlannda değildi ama bu durum onları, dışarıdan bakan
lar için kötü bir duruma, beni ise daha sempatik bir duruma
sokuyordu. Bu yüzden, hâlâ sahipmişim gibi davrandığım
küçücük özgürlüğümü de elimden aldılar ve beni sessizliğe,
karanlık gecelere ve düşünmekten başka yapabileceğim hiç
bir şey olmayan uzun günlere mahkûm ettiler. Gücüm yavaş
yavaş tükeniyordu; daha önceki azmim ve kararlılığım, yalnız
geçirdiğim günlerin acımasız hücumu altındayken azaldıkça
azalıyordu. Büyük bir çabayla uzaklaşmaya çalıştığım o se
vimsiz düşünceler geri dönüyor, geceleri fısıldıyor, şiddetli
panik olduğum yerde dört dönmeme, zar zor nefes almama
sebep olana kadar soğuk kollarını vücuduma, incecik parmak
larım boğazıma sarıyordu.
Sabahlan uyanıp hücremden dışan çıkabilmenin ne kadar
234
RÖPORTAJ
“Sadece başını kaldır, biraz daha... tamam, ha
rika."
Parlak bir flaş yüzüme doğru patlayarak beni bir anlığına
kör etti ve elinde bir makineyle yüzüme yakın duran kadın çı
kan değerlere baktı. Ardından odanın diğer tarafında aydın
latma teçhizatlarını ayarlayan adama, "Daha az mavi," diye
bağırdı. "Bir kez daha deneyelim."
Başka bir flaş daha patladı ve bu sefer gözümün önünde
dans eden koyu halkalar bıraktı. Aptala dönmüş bir halde göz
lerimi kırpıştırdım. Kadın alette bir şeylere bastı ve bu defa
enerjik bir hareketle başını salladı. "Tamam, oldu bu sefer! Kı
pırdama." Son kısmı bana ithafen söyledi ve ardından uzak
laştı.
Etrafa bakındım. Nereye gideceğimi bile bilmiyordum
Hapishanenin kafeteryasında oturuyordum; bu sefer plaktık
masalar ve y'emek arası çılgınlığı gitmiş, yerine daha tarklı bir
kaos gelmişti. Spot ışıkları, ses kabloları, mikrofon kollan ve
239
taraflı bir şey değildi. O da bazı kötü şeyler yaptı, hepsi benim
fikrim değildi."
"O halde bir şansın olsaydı anne babasına ne söylemek is
terdin?" Clara yeniden öne doğru eğildi. "Kızlarını en trajik,
en vahşi şekilde kaybetmiş olan bu iyi insanlara ne söylemek
isterdin?"
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben... Ben bilmiyorum."
"Denemeye ne dersin?" diye nazikçe ısrar etti Clara.
Yavaşça dönüp, üzerinde uzak bir yansımamın göründüğü
kameraya baktım. Tereddütlü bir şekilde ağzımı açtım. "Ben...
Onu kaybettiğimiz için çok üzgünüm. Bir günümü bile onu...
onu düşünmeden geçirmiyorum." Tıkanmaya başladığımı
hissedebiliyordum, ışıkların parıltısı sıcak sıcak yüzüme vuru
yordu; Clara'nın yüz ifadesi öylesine sabit ve açlıkla doluydu
ki. Ama benim tek düşünebildiğim, o gün Elise'in sahil evinin
mutfağında dans edişiydi, neşeli, özgür ve canlı.
"Özür dilerim," diyerek burnumu çektim, gözyaşlarını hız
la akmaya başlamıştı. "Onu kollayamadığım için, bunu engel
leyemediğini için özür dilerim. Onu ben de özlüyorum," diye
ekledim, âdeta yalvarırcasına. "O... O benim için bir kız kar
deşten farksızdı ve şimdi, artık o asla geri gelmeyecek!"
Gözlerim yaşlarla bulanmıştı. Yapımcının kesmeleri için,
çekimin durması için bağırmasını bekledim ama bir şey olma
dı. Çekmeye, ağlayışımı izlemeye ve tüm vücudumun kederle
sarsıldığı dakikaları saymaya devam ettiler.
İstedikleri buydu ve ben bunu çok geç fark etmiştim. Benim
hikâyem ya da diğer yönünü yansıtmak umurlarında bile de
ğildi. Onlar sadece benim ağladığımı, yalvardığımı ve parçala
ra ayrıldığımı görmek istiyorlardı. Şov yapmamı istiyorlardı.
24/
ÖNCESİ
“Bir fil tarafından ezilmek mi, boğalar tarafın
dan çiğnenmek mi?"
"Hımm, çiğnenmek. Daha hızlı ölürsün. Kafandaki her sa
çın tek tek kopanlması mı yoksa bir kerede çekilmesi mi?"
"Siktir. Ahh... bir kerede çekilmesi. Ağnkesicilere gömülür
düm ve atlatırdım. Sen?"
"Tanrım, hayır. Düşünebiliyor musun, tüm vücuduna ağda
yapıldığını?"
"Tam bir korkaksm, acıya hiç gelemiyorsun. Hatırlıyor mu
sun, Elena kaşlarını alırken ağlamıştın."
"Ağlamadım! Sadece çok hassas bir alnım var! Ovv!"
"Bana da uzat."
"Boğulmak mı silahla vurulmak mı?"
"Duruma göre değişir... Kurşun nereye isabet ediyor?"
"Mide. Yavaş ve acılı, kan kaybından ölüyorsun."
241
196. GÜN
Elise’in annesi Judy, duruşmalar başlamadan
önceki hafta beni hapishanede ziyarete geldi.
Çoktan uyku ilacımı almıştım; bu yüzden gardiyan beni
koridorlardan ve görüşme odalarınm önünden geçirip ha
pishanenin hiç bilmediğim bir bölümüne götürürken zihnim
karm an çormandı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum kafam
karışık bir halde ama adam cevap vermedi. Merdivenleri tır
m anırken tek kelime bile etmedi. Etrafa bakınırken burada
parm aklıklar olmadığını fark ettim: Duvarlar yumuşak bir
şeftali rengine boyanmıştı ve yer döşemeleri yeni ve cilalan-
mıştı. Buranın neresi olduğunu bilmeseydim, okulda va da bir
ofis binasında olduğumu düşünebilirdim: üretken, bir şeylerin
m eydana getirildiği ve zihinlere şekil verilen bir yer. Şimdi ol
duğu gibi, bizden gün be gün zamanı çalan bir yer değil.
Gardiyan koridorun sonunda bulunan kapıya geldiğimizde
bir kez tıklattı. Kapı açılınca bir odanın, ofisin içine girdik. Ba
sit plastik m obilyalarla ve zemine sabitlenmiş metal eşyalarla
251
ŞİMDİ
Yanılıyordu, hepsi yanılıyordu. Gerçeği söyle
mek gibi, kendime karşı dürüst olmak da bir fark yaratmıyor
du. Eğer yaratıyor olsaydı burada olmaz, hayatımın bir sonraki
yirmi yılında ne yapacağıma karar verecek olan kararı bekliyor
olmazdım.
Bir sonraki yirmi doğum günü ve Noel, bir sonraki yirmi
yazın ilk günü ve güzün son günleri. Bin kırk tane pazartesi.
Burada uyandığım, sonsuz mavi bir gökyüzünün altında kilit
altında tutulduğum yedi bin üç yüz gün. Ama bunu yapmaya
caktım. Yapamazdım.
Şimdi geriye bakınca nasıl da naif olduğumuzu görebili
yordum. Mahkeme salonuna bir şansım olduğunu düşünerek
girmiştim. Durumumu ifade etmek ve olması gerektiği gibi
duyulmak için bir şans. Ama işin gerçeği, tüm bunlar gösteri
den ibaretti. Duruşmanın da Clara Rose Şör'dan bir farkı yoktu;
sadece ışıklar ve kameralar yerine, sahnemiz olan bir mahkeme
salonu vardı. Avukatlar ve tanıklar da oyunculardı; yargıç izle-
25!
BEKLEYİŞ
Duruşma gününe kadar her öğleden sonra,
hapishanenin bahçesinde uzanıp yattım. Sanırım tecritin tek
iyi yanı buydu: kendi küçük alanımda, diğer mahkûmlardan
uzakta olmak. Kavgalar ya da dedikodu için arkamı kollamak
zorunda değildim; sarıya çalan çimlere uzanıp gökyüzünü
seyredebiliyordum.
Eğer ki başımı doğru şekilde çevirirsem, etrafım ızı saran
dikenli telleri ya da gardiyan kulesini bile görmüyordum ; sa
dece başım ın üzerinde uzanan mavi gökyüzü oluyordu. Her
on dakikada bir, bir uçak kalkıyordu; adanın üzerinde geniş
bir yarım daire çizdikten sonra uzaklaşıyor ve Amerika'ya,
Avrupa'ya ya da burası dışında başka yerlere gidiyordu. On
ların gidişini izlerken acımın hafiflediğini düşünebilirdiniz.
Şim diye kadar birbirini kovalayan her gün yüzlerce uçak gör
müş olm alıydım ancak her seferinde acıyı taptaze hissedebi
liyordum . Yanımda gürültücü yolcularla ufacık bir koltuğa
sıkışm ayı, yediğim fıstıkları sağa sola saçmayı ya da sekiz
266
TATİL
Bir tekila shot attım ve ardından bir tane daha;
yanma hissi boğazımdan aşağı hızla iniyordu.
"Vay canına!" Elise bir ıslık çaldı. "Kızım çıldırdı!"
Ona aldırmadım ve bir shot daha attım. Bu seferki parlak
mavi bir renkteydi ve ağzımda nane tadı bırakmıştı. Adadaki
ilk gecemizde geldiğimiz bardaydık yine: Müzik hâlâ gürültü
lüydü, yerler yapış yapıştı ve kalabalık, yan çıplak ve terli bir
halde bu ufak yerde toplanmıştı. Sadece üç gün önce burada
mutlu ve naif bir şekilde eğlendiğimize inanamıyordum.
Tüm şişeyi kafama diktim; tadından dolayı yüzümü ekşit
tim.
"Mesele ne?" Elise kolunu belime doladı ve beni kendisine
doğru çekti. "Bu yeni parti kızını sevmedim değil ama bu hafta
ağırdan alacağım söylemiştin."
"İşler değişir." Sıyrılıp onun yanında uzaklaştım ve bara
Lamar'm dans pistinin etrafında dönerek dans eden ChelseaYı
ve Mel'i seyrettiği tarafa yöneldim.
m
Elise gözlerini kısarak bana baktı. "H adi ama Anna. Bana
bunu yutturam azsın. Bugün bir haller vardı sende. Kumsal
da doğru düzgün konuşm adın ve tüm öğleden sonra uyukla
dın..."
"Başım ağrıyor!" diye çıkıştım zayıf bir sesle.
"Ve şim di de kendinden geçm ek istiyor gibi içiyorsun,"
dedi Elise. "Seni tanıyorum , hatırladın m ı? Hem de herkesten
daha iyi. Bu sen değilsin."
Bir an için hiçbir şey söylem edim , dalgaların karanlık göl
gelerini izledim. Kelim eler oradaydı, zihnim de karmakarışık
bir haldeydiler ama onları, sesleri söylem eyi başaram ıyordum .
Neye dayanarak onu suçlayacaktım ? İçim de doğan kötü hisse,
karıştırışm ış kolyelerim ize ya da ürpertim e mi? Bu çok çılgm-
caydı. Bana bunu yapm azlardı. O bana bunu yapmazdı.
"Sanırım , sadece stres yaptım ," dedim sonunda, başımı öne
eğerek. Kum da daireler çiziyor, tanecikleri sarmal şekillere so
kuyordum . "Ü niversite ve okulun sona erm esi. Sonrasında ne
olacağı, anlarsın ya?"
"Bunlara çok var daha."
"H ayır, yok." Başım ı salladım . "Birkaç ay sonra m ezun ola
cağız ve hepim iz farklı yönlere gideceğiz. Bu tatil, böyle bir
arada olduğum uz son zam an olabilir."
Elise bana doğru uzandı ve elim i sıktı. "Sorun değil. Bazı
şeyler sonsuza kadar sürm ez."
Gözlerim korkuyla fal taşı gibi açılmış olm alıydı çünkü gül
dü ve, "Biz değil. Bizim planım ız belli, değil mi? Şenle ben,
doksanlı yaşlarım ıza geldiğim izde eski bir evin etrafında titre
yerek gezineceğiz. Gri Bahçeler film indeki gibi."
"Başörtüsü ve im itasyon m ücevherlerle," diye katıldım ona
sessizce.
Sırıttı. "O n beş kediyle birlikte. Bir de havuzun bakımına
gelen seksi bir çocukla."
Güldüm . Serbest kalmak gibi bir şeydi. Rahatlama. Ve
274
"N e kadar?"
"D ünyalar kadar.1
Dünya kendi ekseninde dönm eyi kesene kadar orada, plajda
oturduk ve sonra da kum salda geri yürüyüp bara döndük.
M elanie'yi arka çıkışta, elinde telefonuyla öne arkaya yürür
ken gördüğüm üzde şaşırdığım bile söylenem ezdi.
Bizim yaklaştığım ızı görünce heyecanla öne fırladı. "N e
redeydiniz siz?" diye buyurdu. "M esaj attım, aradım . Neden
bana bir yere gittiğinizi söylem ediniz?" diye ekledi, sesinde bir
sızlanm a tonu vardı. "Bir şey oldu sandım ."
"Tanrım , sadece on dakikalığına gittik," dedi Elise ve içini
çekti. "B ir izlem e çipi takm am ı da ister m isin?"
M el şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "M eraklandım , hepsi
bu."
"M eraklanm a." Elise onu itip bara girdi. M üziğin gürültü
sü onu içine aldı ve ben de onun peşinden içeri girm ek için
davrandım am a M el önüm de duruyordu.
"N eden sürekli bunu yapm ak zorundasın?" Ö fkeyle dik
dik bana bakıyordu.
Bir adım geri attım. "N e?"
"O nu sürekli bir yerlere çekeleyip aram ıza giriyorsun."
G özleri kocam an açılm ıştı ve loş ışıkta sulanm ış gibi görünü
yorlardı; kelim eleri azgın bir sel gibi akıyordu ağzından. "B en
den nefret ettiğini biliyorum am a o benim de arkadaşım ve
sen, benim le vakit geçirm esine hiç izin verm iyorsun."
"İzin verm ek m i?" diye tekrarladım sakince, kapının önün
de öylece kalm ıştım . M el'in üm itsiz güvensizliklerini çekecek
halim yoktu, özellikle de içini çektiği, sızlandığı, inlediği ve
yapılan her şeyde birilerinin peşine takıldığı bu günlerden
sonra. "Tanrı aşkına, Elise ne zam andan beri istem ediği şeyler
yapıyor?" diye buyurdum , "Eğer artık seninle takılm ak istemi-
27S
"Elise!"
"N e?" diyerek sırıttı. "Takılıyorum sadece. Bir köşede ses
sizce oturmuş, senin fotoğraflarına bakıyordur, eminim."
Onu hafifçe ittim. "Öyle boktan şeyler söyleme, olur mu?"
"N eden? Beyaz Atlı Prens arkandan iş çevirecek diye endi
şeleniyor m usun?" Elise'in ses tonu neşeliydi ama yüz ifade
sinde bir şeylerin titreştiğini gördüğüme yemin edebilirdim.
Ya da sebebi hâlâ sistemimde dolanan o beş shottı ya da elekt
ronik dans müziğinin gürültüsüydü. Şüphelerimi kafamdan
uzaklaşürdım.
"H ayır, tabii ki endişelenmiyorum. Ona güveniyorum," de
dim coşkuyla ama eklemeden de edemedim, "Bunun kalbimi
paramparça edeceğini bilir."
Elise'in kılı bile kıpırdamadı, sadece beni kendine çekip sa
rıldı. "Ve ben de sonra onun kafatasını parçalamak zorunda
kalırım ." Güldü.
Bir an için sakinleşip yanağımı onun sagnda tuttum. Arka
sında Niklas, barmenden üzerinde meyve ve minik bir şemsiye
olan, köpüklü margaritayı alıyordu. Kendi kendime gülümse
dim, her ne kadar kötü kızı oynuyor gibi görünse de Elise, sek
viski yerine her zaman meyveli, kız içkilerini tercih ederdi.
Ama ardından, yorgun gözlerime bir şey takıldı. Niklas'm iç
kiye uzanan elinden bir şey. Bardaktan ya da minik bir şişeden
yansıyan bir ışık. Hemen ardından gitmişti ve içkiyi yavan bir
gülümsemeyle Elise'e uzatıyordu.
"Gerçek partiyi başlatmaya hazır mısınız?" diye sordu.
Elise bardağı aldı ve dudaklarına götürdü.
279
DURUŞMA
“Kurbanı, öldürüldüğü geceden bir gün önce
barda gördünüz, doğru mu Bay van Oaten? Grup bardan saat
iki sulannda ayrılmadan önce?"
"Evet."
"Etkileşiminizin seyri nasıl ilerledi?"
"Anlamadım."
"Ne yaptınız?" diyerek açıkladı Gates, tanık kürsüsünün
önünde ileri geri yürüyordu. "Kavga ettiniz, öyle değil mi?"
"Hayır." Niklas arkasına yaslandı, kollarını göğsünde ka
vuşturmuştu. Fazlasıyla rahat görünüyordu; onu gören gergin
ve kalabalık bir mahkeme salonunun orta yerinde değil de, te
levizyon karşısında keyfine bakıyor sanırdı.
"Hayır mı?" diye tekrarladı Gates. "Ancak kulüpteki birçok
kişiden aldığımız ifadeler var; hepsi sizin Bayan VVarrenla kav
ga ettiğinizi görmüş. Hatta, sizin üstünüze içkisini savurmuş."
Niklas sırıttı. "Önemli bir şey değildi. Sevgililer arasında
ufak bir dalaşma."
210
Yalanlarından.
"İşler böyle işliyor, değil m i?" diye m ırıldandım yavaş
ça, önüm de gerçekleşenleri gördükten sonra anlamıştım.
Dekker'ın yarım gerçekleri ve küçümseyici imaları haftalardır
parçalayıp ufak parçalarını alıp götürse de adalete olan inancı
mı koruyordum ama şimdi, geriye kalan son kırılgan parçalar
da ufalanıp gitmişti. Bunların hepsi düm enden ibaretti, hepsi.
"N iklas, ve Tate... paraları var ve bu sayede her şeyin için
den paçalarını sıyırabilirler." Anlam ıştım . "Kendilerini koru
mak için istediklerini söyleyebilirler. Ve ben de..." Cümlemi
tam am layam adım ; onların bir düzine avukatlarına karşı sahip
olduğum tek avukatı düşünüyordum . Babam ın, benim için
harcanan paraların altında boğulm akta olan şirketi, evin üze
rindeki ek ipotek ve babam ın yüzünde son zam anlarda oluşan
tüm o endişe kırışıklıkları.
"Bu bir m ücadele değil, değil m i?"
Gates cevap verm edi, sadece gözlüklerini alıp kravatıyla
sildi ve derin bir nefes verdi.
İşte o an anladım : Her şey bitmişti.
Birden hücum eden gözyaşlarını tutmaya çalıştım. Bu onun
suçu değildi. Yapabileceği her şeyi yapm ıştı ama bazen Davud,
Calut'u* yenem iyordu, özellikle de arkasında hazır bekleyen
bir ordu olduğunda.
Salonun arkasından gelen bir ses duyunca geriye döndük.
Gelen Lee'ydi; bunalm ış ama kararlı bir ifadeyle kalabalığı ya
rarak ilerliyordu. Göm leği kırış kırıştı ve sanki haftalardır uyu-
m uyorm uş gibi görünüyordu. Son birkaç gündür duruşmalara
gelm em işti ama bunun, kız kardeşinin anılarından sonra kaza
nam ayacağı kadar fazla olduğunu tahm in etmiştim.
"Aldım !" diye duyurdu m asam ıza vardığında.
"N eyi aldın?" diye sordum , kafam karışmıştı ama Lee bana
* Kutsal kaynaklarda da bahsi geçen ikili. Kafir bir kavimden olan
Calut'u yenen Davud, hükümdarlıkla ödüllendirilir. ~çn
m
DURUŞMA
Dekker kürsüde küçük düşürüldükten sonra,
babam Gates'e hatalı yargılam a davası açm ası için baskı yapı-
yordu. "Ehliyetsizliği ve alıkonulan delilleri öne sürebiliriz/'
dedi am a Gates pes etm iyordu.
"H atalı yargılam a da bir son değil k i/' diye açıkladı. "Baş
ka bir savcı gelip yeni bir dava açabilir ve sonrasmda yine so
num uz burası olur. Bir yıl, iki yıl sonra. Yeni bir duruşmadan
önce onun salıverilm esine bile izin verm eyebilirler."
"N asıl olacağına bakm ak tek seçenek/' diyerek ona katıldı
Lee. "'M asum ' karan bu işi sonsuza kadar çözer."
Ya tüm bu olanlara rağmen masum bulunmazsam? diye sormak
istiyordum ama hepsi öylesine enerjik ve iyim serdi ki, uyarı
yapan tek ses olm ayı gözüm e yediremedim . Nefes nefese bir
heyecanla, "V ideo her şeyi değiştirecek," dediler yeniden ve
bu bana daha önce durum um un ne kadar vahim olduğunu
gösterdi. Bir ağızdan, Juan'm takibine ve Dekkeriın bana olan
garezine ilişkin, "Artık kanıtım ız var," diyorlardı. "Yargıcın
292
DURUŞMA
Ertesi sabah mahkeme salonuna doğru yürür
ken bunu son kez yaptığımı biliyordum. Artık, duruşma bit
meden önce yasal talepler ve kapanış konuşmalanndan başka
bir şey kalmamıştı ve her şey Yargıç von Koppel a ve onun buz
gibi teemmülüne bağlıydı.
Rahatlamış hissedeceğimi düşünmüştüm ama neredeyse
bunun sona ermemesini istiyordum. Bu duruşma, aylardır ha
yatımdaki tek durağan şey olmuştu. En başta, ufuktaki ışık gi
biydi ve hapishanede geçirdiğim dipsiz gecelerde devam ede
bilmemi sağlamıştı. Şimdi, günlük rutinimdeki bir rahatlıktı:
Normal kıyafetler giyebiliyor; ödünç aldığım bir aynadaki
görüntüde saçımı mümkün olduğunca düzeltebiliyor; adadan
mahkeme salonuna, duruşmaya giderken minibüsün karartıl
mış camlarından manzarayı seyrediyordum.
Ayrıca sadece ben değildim, hepimiz bu rutine girmiştik.
Babam gelirken hepimiz için kahve getiriyor, Elise'in ailesi her
seferinde salonun sol arka tarafında oturup, sunulan her kanıta
2SS
CENAZE
Annem, Noel’den bir hafta önce, çarşamba
günü öldü.
Diğer yıllarda partiler, tatil yemekleri, tebrik kartlan, pı
rıldayan ışıklar ve şömineden sarkan çelenkler olurdu. Biz de
şekerli kurabiyeler pişiriyor, ağacı süslüyor, Noel şarkılan ve
eski Frank Sinatra şarkıları çalıyor olurduk. Ama onun yerine
ben yatağının yanında oturmuş, onun ölüşünü izliyordum.
Filmlerde olduğu gibi değildi. Yavaşça gözlerini kapayıp
uzaklaşmadan önce, beni kendisine doğru çekip, nasıl cesur
ve güçlü olduğuma, her zaman benimle birlikte olacağına dair
ilham verici laflar etmemişti. Hayır, annem yavaş yavaş ölüyor
du. Kızgındı. Önce dalar gibi oldu ama hemen ardından güç
lükle nefes alarak ve inleyerek geri döndü, kmlgan tırnaklarıy
la ve hırıltılı nefeslerle hayatın ucunda tutunmaya çalışıyordu
Tükürdü ve ağzından baloncuklar çıktı; bu, deney imleyeceğini
düşündüğü huzurlu yolculuk değildi. Başından beri onun se
çimi olmuştu ama yine de, vücudu ölümle savaşıyordu O, bir
361
son için yalvarıyor olsa da vücudu ona tekrar tekrar ihanet edi
yor ve savaşmaya devam ediyordu.
Annem in ölmesi tam bir gün sürdü. Orada oturdum, elini
sıktım ve her dakikasını izledim.
"Anna?" Tereddütlü ses, karanlıktan geliyordu. Başımı kal
dırınca, koridordan vuran ışıkta duran Elise'i gördüm. 'Anna,
bebeğim, hazırlanm a zam anı geldi."
Cevap vermedim. Yerde, yatağım ın ayağına dayanmış otu
ruyordum, bağdaş kurm uştum ; yanımda yarısı boş bir votka
şişesi vardı. Buraya nasıl geldiğimi ya da ne kadar zam andır
yorganım ın altında oturduğum u bilm iyordum . Annem in son
çaresiz nefesini verm esinin üzerinden günler geçm işti; zaman
şefkatin karanlık bulanıklığında, alçak tutulm aya çalışılan ses
lerle, yabancıların eve girip çıkm alarıyla geçm işti. Babamın
boş bakışları, yatak odam ın beni sarm alayan sam imi kolları ve
alkolün dam arlarım da bıraktığı kara yanıklar.
"Sana giyecek bir şeyler seçerim ." Elise, içki şişesini uyuş
muş elim den aldı ve perdeleri açm ak için odayı geçti. İçeri gi
ren ışık bir anda irkilm em e neden oldu: gri bulutlar ve karlı kış
gökyüzü. "Bir şey yedin m i?" Bana doğru eğildi. "Anna? En
son ne zam an bir şey yediğini hatırlıyor m usun?"
Ona boş boş baktım .
"Tam am , ben sana bir şeyler hazırlarım ." Elise nazikçe saç
larımı okşadı. "İnsanlar güveç ve her türlü yem ekten getiriyor.
Sen duşa gir." Beni om uzlarım dan tuttu ve yavaşça ayağa kal
dırdı.
Ona yaslandım, başımı om zuna dayadım. Bir şeyler yap
maya çalışam ayacak kadar boştum . Beni doğrultm aya çalıştı.
"H adi Anna. Yapmak zorundasın."
Başımı salladım . "Yapam am ."
"Biliyorum ama sadece bugün var; sadece bu günü atlat
m an lazım ."
Orada öylece, sanki beni dibe batm aktan alıkoyan sadece
304
oymuş gibi durdum. Belki de öyleydi. Tatilden önceki kavga
mızın hiçbir önemi yoktu artık; annemin tedaviyi sona erdirme
planını duyduğum anda her şeyi bir kenara atmıştım. Hemen
Elise'i aramıştım, gözyaşlarımda boğuluyordum ve bir saat
içinde Elise kapımızın önünde bitmişti. Bütün gece arabayla
gezmiş, şehrin etrafında tur atmıştık; onun yanında, yolcu kol
tuğunda otururken ve anlamaya çalışırken neon ışıklar göz-
yaşlarımın arasında bulanıyordu. Ama anlavamıyordum, o
zaman da anlayamamıştım, şimdi de anlamıyordum.
Sonunda Elise geri çekildi ve yüzümü avuçları arasına
aldu. "Bunu yapmak istemediğini biliyorum ama ben burada
yım, tamam mı? Senin yanında olacağım, her zaman. Hiçbir
yere gitmiyorum."
Başımı sallamayı başardım.
"Hadi şu işi halledelim o zaman."
Beni banyoya götürmesine ve duşun altına sokmasına izin
verdim. Elise'in üzerimdekileri çıkardığını bile zar zor fark et
tim; kafamı şampuanlamak için beni oyuncak bir bebek gibi
eğerken ve köpükleri dikkatlice durularken orada öylece,
uyuşmuş bir şekilde durdum. Odaya dönünce, bir saklama ka
bından bana lazanya yedirdi. Temiz iç çamaşırı, kaim külotlu
çorap ve onun ya da babamın aldığı düz bir siyah elbise giydir
di üstüme. Elbiseyi, kapının yanında duran bir karton poşetin
içinden, beyaz ince kâğıtların arasından çıkardığını gördüm.
Saçlarımı taradı ve ördü, hâlâ ıslak bir şekilde enseme değiyor
lardı. Ardından yüzüme kapatıcı ve allık sürdü.
Tenime dokunan yumuşak ellerin, sakinleştiren bir etkisi
vardı. Kırık parçaları birleştirir gibi parçalarımı bir araya ge
tirmişti ve yavaşça, sarhoşluğun verdiği keder uzaklaşmaya
başladı. Ayıldım.
"İşte," diye mırıldandı, bir adım geriye gidip eserine baktı
Aynadaki yansımama baktım: tenim solgundu, neredeyse
annemin ki kadar solgun. "Ölmüş biri gibi görünüyorum."
ARA
Mel’in verdiği ifadeden sonra beni yeniden kon
ferans odasına götürdüler ve eğer sakinleşmezsem kelepçeleri
ve pırangalan takmakla tehdit ettiler.
Gates'in, "Sorun çıkarmayacaktır," diye gardiyanları temin
etmeye çalıştığını duydum ama odaklanamıyordum; titreme
mi durduramıyordum. Diğerlerinden uzaklaştım, küçücük
odada bir sağa bir sola yürümeye başladım. Sona çok yaklaş
mıştım, hem de çok ama şimdi her şey mahvolmuştu.
Lee, elinde bir şişe suyla bana yaklaştı ama hemen onu iti
verdim.
"Yalan söylüyor," dedim yeniden, sesim pürüzlü ve ağ
lamaklıydı. "Elise'in beni seçmiş olmasına katlanmıyor. Çok
yakın olmamızı her zaman kıskanmıştı, onun beşimize takıl
masından hoşlanmadığımızı biliyordu." Başımı kaldırdım,
Gates'e ve babama baktım ama âdeta donmuşlardı ve gözle
rini benden çekmişlerdi. "Eminim ki en başından beri bu ânı
bekliyordu." Sesim, çaresizlikle yükselmişti. "Ona söylediğim
3»
SEKİZ YIL
Üniversiteye gidecektim, uzaklardaki bol güneş
alan bir kampüse.
Sinema ve kadın çalışmaları, edebiyat ve antik felsefe ders
leri alacaktım.
Prag'da okuyacak ve o altın köprülerden geçecektik. Küçük
cafelerde kahve yudumlayacak ve yakışıklı garsonlarla flört
edecektik.
Sörf yapmayı, on parmak yazmayı ve araba lastiğinin nasıl
değiştirildiğini öğrenecektim.
Kâkül kestirecek, koyu sürmeler çekecek, kıpkırmızı rujlar
sürüp ekose pelerin giyecektim.
Yeniden âşık olacaktım.
Ülkeyi bir baştan bir başa otostopla geçecek, ucuz motel
lerde kalacak ve gittiğim her eyaletten kartpostallar toplaya
caktım.
Dünyayı görecektim.
Kendi daireme taşmacak ve evi ikinci el mağazalarından
316
ŞİMDİ
Onlara hayır dedim.
Sekiz yıl çok uzun bir zamandı. Böyle geçireceğim bir yıl
bile beni mahvederdi ama bunun da ötesinde, suçluluğu kabul
edemezdim. Adımı temize çıkarmak için bunca zaman uğraş
mışken anlaşmayı imzalayıp onu öldürdüğümü söyleyemez
dim. Yargıçla ve Dekker'm başarısızlıklarıyla olan şansımı de
neyecektim.
Hapishaneye geri dönmektense ölürdüm, daha iyiydi. Ya
sonuna kadar özgürlüğüm için savaşmak ya da tamamen kay
betmeliydim.
319
KAPANIŞ KONUŞMALARI
SAVCILIK:
“Elise VVarren, anne ve babasının hayatlarının
ışığıydı. Nazik, arkadaşlarıyla vakit geçirm eyi seven eğlenceli
bir kızdı. Gönüllü olarak okul kulüplerine ve aktivitelerin ka
tılırdı. Tüm notları A olan bu kız, istediği gibi bir geleceğe sa
hip olabilirdi. Am a Elise o hayalleri asla yaşayamayacak çünkü
onun hayatı, çılgınca bir saldırı sonucunda sona erdi. 20 Mart
akşam ı, arkadaşlarıyla buluşm ak üzere hazırlanırken, Elise bir
saldırıya uğradı. Bir kaza değildi ya da hızlı bir ölüm, hayır;
adli tıp uzm anının verdiği ifadede, Elise'in nasıl göğsünden
ve m idesinden on üç kez bıçaklandığını, kendi kanında boğul
m aya bırakıldığını dinlediniz. Yavaşça kan kaybından ölürken
son bir nefes için can çekişti, hayatının ve parlak geleceğinin
ellerinden kayıp gittiğini hissetti.
"Savunm a, bu cinayetin suçunu, bugün bu salonda bulu
nan kadın dışında herkese atmaya çalıştı. Bunun yoldan çıkan
bir haneye tecavüz olduğunu; birinin güpegündüz evin arka-
320
BEKLEYİŞ
Yargıç ne o gün ne de ertesi gün bir kararla geri
geldi. Sabahlan kalkıyor ve hapishaneyi son kezmiş gibi terk
ediyordum, sonra günü mahkeme salonunun konferans oda
sında deli danalar gibi dolanarak, gerginlikle haberleri bekle
yerek geçiriyordum. Gates ve Lee bunun iyiye işaret olduğuna
yemin ediyorlar, bunun davayla ilgili her detayı gözden ge
çirdiğini gösterdiğini söylüyorlardı ama ben kendimi yanlış
umutlarla doldurmak istemiyordum.
"Kararını daha ilk gün vermiş olabilir," dedim onlara, "O fi
sine girip kaçırdığı programları izliyor ve magazin dergilerini
karıştırıyor olabilir."
Lee bana bir bakış attı. "Beklemenin zor olduğunu biliyo
rum," dedi. "Ama bunun uzun sürmesi, umut edebileceğin en
iyi şey. Dekkerün davasının sağlam olmadığı her zaman bili
yordum ama şimdi bunun onun da görmesi lazım."
İçimi çekti. "Biliyorum, ben sadece... Ya...?"
"Yapma." Beni durdurdu. "Sadece inanman lazım."
325
O AKŞAM
Cesesi yerdeydi; yırtılmış bluzunun içindeki
pembe bikini üstüyle yan çıplaktı ve bıçak yaraları göğsünde
kıpkırmızı lekeler bırakmıştı.
Ona ilk ulaşan Tate oldu. Hemen gövdesinden onu yaka
ladı; saçlarında kurumuş kan lekeri vardı, yüzü Tate'in mavi
gömleğine bastırılmıştı.
"Elise!" Melanie, kapı enkazından içeriye doğru defalarca
bağırdı, sesi tizdi ve nefes nefese kalmıştı. Chelsea dizleri üze
rine çökmüş, Elise'in cansız elini tutuyordu. AK ve Lamar be
nim yanmadaydılar ve nefes almıyor gibi görünüyorlardı.
"Bu haldeydi." Max'in sesi çatlıyordu, gözlerinden aşağı
gözyaşları iniyordu. Açık balkon kapışırım yamnda, kırık cam
ların üzerine iki büklüm çöktü. "Kapı paramparça olmuştu ve
o da öylece orada yatıyordu. Ona dokunmadım."
Her yerde kan vardı. Koyu renkte ve yoğundu, cesedin
etrafında bir göl oluşmuştu; kızıl fayanslarm arasından yayıl
mıştı. Vücudu kandan dolayı yapış yapış görünüyordu ve kor-
331
UÇ AY SONRA
"Şimdi Anna, hepimizin duymak istediği şey şu:
K arar okunurken neler hissettin?"
D urdum , gözüm de m ahkem e salonunda olduğum uz gün
ve her şeyi değiştiren o birkaç dakika geldi. "Rahatlam a," de
dim ufak bir gülüm sem eyle. "Sadece rahatlam a. Çok bunal
m ıştım , zar zor konuşabiliyordum . En kötüsünü beklediğim
onca zam andan sonra m asum bulunm ak... Ve sadece ben de
değildim ," diye ekledim hem en. "Elise için de rahatlam ıştım .
Bu durum un en kötü tarafı, eğer ben suçlu bulunursam , onu
asıl öldürenin yanm a kâr kalacak olm asıydı. En azından şimdi,
belki onu bulabilirler."
Clara bana sıcak ve destek veren bir gülüm sem eyle baktı.
M ezarlıkta benim yanım da yürüyor, kırm ızı ve turuncu yap
raklar etrafım ıza düşüyordu. Röportajın arka plam onların fik
riydi tabii ki: Eve dönüşüm ün şok haberini, Elise'in m ezanna
yaptığım ız içten bir ziyaretle verecektik. Ben yapm ak istem e
m iştim , Clara R ose'un suratına bile bakm ak istem em iştim ama
334
ÖNCESİ
"Bebeğim, gazozu uzatabilir misin?”
Cevap yoktu.
"Tate?"
İsteksizce ayağa kalktım , güneş gözlüklerim in siyah cam
larının ardından gözlerim i kıstım . Plajın zarif kıvrım ı önüm de
uzanıyordu: ışıl ışıl beyaz kum lar, kıyıya nazikçe vuran m as
m avi suya doğru gidiyordu. Güneşi bulutsuz bir gökyüzünde
parlıyor ve çıplak tenim i ısıtıyordu. M ükem m ellik buydu işte.
Tate'e baktım . Çıplak sırtını bana dönm üş oturuyordu ve
cep telefonuna doğru eğilm işti. Ben de elim deki dergiyi ona
fırlattım .
Etrafa bakındı. "N e? Ah, özür dilerim ." Dondurucudan ga
zozu uzattı ve yeniden telefonuna döndü.
"Eğleniyorlar m ı?" diye sordum .
"Ah evet. Bottalar," diye ekledi. "AK tonla fotoğraf çekiyor;
biliyorsun, yeni kam erası hakkında durm adan konuşup duru
yor."
338
TEŞEKKÜRLER
Bu kitabı yazmak, bana tavsiyeleriyle, destekleriyle ve teza
hüratlarıyla yardımcı olan mükemmel insanlar sayesinde ina
nılmaz bir deneyime dönüştü. Editörüm Bethany'ye ve tüm
Simon Pulse ekibine; Amanda Preston'a ve Simon & Schuster
UK'e teşekkürler. Rebecca Friedman'a ve Hill Nadell'in tüm
ekibine: Abby, Austin ve Bonnie'ye. Benim mükemmel arka
daşlarım Elisabeth Donnelly ve Laurie Farrugia'ya. Benden
desteklerini esirgemedikleri ve işlerin ilerlemesine yardımcı
oldukları için LA'in edebiyat aşığı hanımefendilerine teşek
kürler: Julia Shahin Collar, Nadine Nettman-Semerau, Gretc-
hen McNeil, Leigh Bardugo, Robin Benway, Brandy Colbert,
Amy Spalding, Edith Cohn ve Jennifer Bosvvorth.
Ve her zaman olduğu gibi sevgisi ve desteği, yazdığım her
şeyi okuduğu (her ne kadar ana karakterin ben olduğumu ha
yal etse de her seferinde) için annem Ann'e teşekkürler.
343