Professional Documents
Culture Documents
Kurucusu ABONE ŞARTLARI
AHMET KABAKLI
Yurtiçi-Yıllık: 180 TL
Türk Edebiyatı Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Öğretmen-Öğrenci: 150 TL
SERHAT KABAKLI
Yurtdışı-Yıllık: 50 EURO
Genel Yayın Yönetmeni Yıllık/Kurum: 260 TL
BAHTİYAR ASLAN
bahtiyar.aslan@hotmail.com 6 aylık abone bedeli yıllık ücretin yarısıdır.
GÜN NEREDEYSE
KÂMİL UĞURLU
6
İLK ANA YURDUMUZ
MUSTAFA RUHİ ŞİRİN
ÖZET
SELİM TUNÇBİLEK
7
ŞU BİZİM YAŞADIĞIMIZ
YALÇIN ÜLKER
ÜÇTEN SEÇMELİ
MEHMET AYCI
8
ÖPÜYORUM GÖK GÖZLERİNDEN
MEHMET BAŞ
9
SU
TARIK ÖZCAN
AKILLI FERAGATLER
RIDVAN YILDIZ
18
VİCTORİA ROWE HOLBROOK:
WALTER, HER ŞEYDEN ÖNCE
ÇOK İYİ BİRİYDİ
KONUŞAN: MÜCAHİT KAÇAR
10 31 60
ROMALI MUALLÂ - I EVRENSELLİĞİN İFLASINDA MİT’TEN TARİH’E
ALİ TAVŞANCIOĞLU ZWEİG’IN KONSTANTİNOPOLİS’İNİ VEYA
11 YAHYA KEMAL’İN TÜRKMEN TARİH
BESTESİ BEN SÖZÜ SEN TÜRK İSTANBUL’UYLA OKUMAK ROMANCISI
NİGAR ARİF ADEM POLAT NURMEMMEDOĞLU
AKTARAN: İMDAT AVŞAR
37 SADIK K. TURAL
BU AKŞAM
TERANE ARİFKIZI
MARŞ MİRA: İTİRAZIN FELSEFESİ 66
AKTARAN: İMDAT AVŞAR
ZEKERİYA ŞİMŞEK TÜRK DÜNYASININ
BÜYÜK YAZARI:
12 CAFER CABBARLI - II
TURNA ADAM SELAHADDİN HALİLOV
TERANE VAHİT
(ÇEV. SAADET ÖRMECİ) 72
15 BİN KUBBELİ ŞEHİR
AYŞE GÖKTÜRK TUNCEROĞLU
ZİNCİRLEME MUTLULUK
DENEMESİ 46
TUNCAY GÜNAYDIN
FREUD İLE TANPINAR,
20 YAS VE MELANKOLİ
WALTER G. ANDREWS KİTABI FATİH BAHA AYDIN 77
MÜCAHİT KAÇAR
51 KİTAPLIK
❯ İÇİNDEN ŞİİR GEÇEN BİR KARANLIK
KAÇIŞ ❯ ALINTILAR IŞIĞINDA ESTETİK ENDİŞE
NUH ÖZTÜRK ❯ KUŞLU SÜVETER
❯ ÇAĞDAŞ TÜRK ŞİİRİNDE
54 MODERNİZMİN İMGELERİ
❯ MUTLU TESADÜFLER
DOĞUM YIL DÖNÜMÜNDE
TARIK DURSUN K.’NIN
SARI DEFTERİ’NDEN
23 TAŞAN İKİ HİKÂYESİ - II
TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ’NİN ÖZLEM FEDAİ 82
NEŞREDİLMEMİŞ 55 AJANDA
❯ SİNEMA: BİZİM İÇİN ŞAMPİYON
BAZI ŞAHSİ HATIRALARI TOPRAĞA DAİR ❯ TİYATRO: ON KÜÇÜK ZENCİ
İBRAHİM ÖZTÜKÇÜ TARIK DURSUN K. ❯ SERGİ: ETKİLEŞİMLİ SANAT
561 ŞİİR
RUBAİLERİ
Nastenka
Kaçmak da
unutmak da günah Nastenka
Bilmem ki
Yaprak dökümüydü
GÜN NEREDEYSE
puslu bir mevsimdi
Mısralara yıldız tozu serpen
kimdi
KÂMİL UĞURLU
Yüz yıl kadar önce
Bir adam bir şarkıya dursa
şehrimizdeydin sen
Suzinâk uzansa sokaklar
Şehrinde misafiriz
Beni yağmurda unutmasan, sözün gelişi
ödeştik şimdi
Delirmesem, ha
Üç Silahşor
Nenni kör talihim nenni
Osman Gündüz ve Müzahir Kılıç’la
Artık uyanmalısın
Yüz rengin içinde
sanki çılgın sarıyız
Akasya dallarına ıslak çamaşır gibi
Aşkın kölesiysek
Dumanlarını asıp gidenler
şiirin serdarıyız
Kendini beğenmiş, geçip gidenler
Eksik değiliz
Bilmezler, hangi esir kampında
yoksa da d’Artagnan’ımız
Bu savaşın galibi,
Bizler de
Ben bildirmesem, ha
bu filmin Üç Silahşorlar’ıyız
Nenni yorgun gözlerim nenni
Veda
Artık uyumalısın.
Sonsuzluğa özlemin
çözülsün sihri
Bir şehre tutulmanın
ödensin mihri
N’olur iyi bak kendine
benden sonra
Özgür yaşa
hoşça kal Petersburg şehri
Gökyüzü Anadolu’da
Gündüz mavi Büyümüş her çocuk gözlerinde
Geceleyin Masmavi gökyüzü ile
Mavi hayal defteri İnci düşler dizer zamana
Ve sana
Türkçemiz Söyler türküyü
İlk evimiz Boşunadır her kaygı
İlk ana yurdumuz Ölüm öncesi sessizlik
Sanma
Aldanma
Ve kanma
Nanca derine düşersen düş
Umutsuzluk bırakma ardında
Sonra
Sonra budur işte insan da
Yaşamakta
ÖPÜYORUM
GÖK GÖZLERİNDEN
MEHMET BAŞ
Kaşgar’ın kapkara saçlarınını okşuyorum
Manjurya’dan Çin Seddi’ne sürüyorum atlarımı
Güzel Türkistan’ın gök gözlerinden öperek
Kutluyorum Turan ellerinin bayramını
SU AKILLI FERAGATLER
TARIK ÖZCAN RIDVAN YILDIZ
Bir büyük kentin sarnıcında, Gölün yüzü donmuş içi ısınıyor balığın
Kendini dinlemekle meşgul. İnsan köhneleşmiş salonlarda yerleşik
Ağzında Asur’dan kalma Ninova. Sular sıkışmış
Derinliğinde uyuyan Kartaca. Kemikler toprağa döşeli zincir
ROMALI MUALLÂ - I
ALİ TAVŞANCIOĞLU
Ayıp ettin Muallâ
Brütüs de ayıp etmişti hatırlarsan Ayıp ettin Muallâ
Sen o zaman çilli bir köleydin Brütüs de ayıp etmişti hatırlarsan
Ben su taşırdım Roma’nın Şekerpınarı’ndan Gerçi Cesar da az alkolik değildi
Ah Muallâ, kalbimi o zaman böleydin Arena kıpkırmızı inliyorken bir akşam
Hani serçelere kıran girmişti de O gitti, Merlin’in önünde eğildi
Cesar süt banyosu yapamamıştı Ama sen Muallâsın Muallâ
Sarı bir dünyaydı dünya o zaman Tırnak makasın bile vardı, cımbızdan başka
Ah Muallâ, ne çetin bir kıştı İmparator değilken beyaz giyerdin
Ah Muallâ, saçların lepiska
Ayıp ettin Muallâ
Bir mermer tonozun gölgesi Ayıp ettin Muallâ
İkimize de yetmez miydi ne dersin Ben seni vurdum evet
Spartacus’u sormuştun bana Ama sen de çok çabuk öldün
Demiştim ki elleme gebersin Hadi öldün, onu anladım da
Sonra Kollezyum’da bir ceset buldum Bıyığıma niye güldün
Yarısı ejder yarısı Muallâ Biliyorsun ben çokça Romalıyım
Buz kesti bütün Roma Az biraz Yozgatlı
Cehennem bitti, oh ne ala Krematoryuma bakarak yazdım bu şiiri
Ah Muallâ, cesedin ne kadar tatlı
Ayıp ettin Muallâ
Su fıçıları devrildi sayende
Roma kırçıl bir Venedik’i boğdu
Biraz pespaye biraz köpüklü
Yusuf peygamber o gün doğdu
Sen Züleyha olamazsın Muallâ
Elma soyduğun bıçak sahteydi
Ama elma çatlayacak kadar gerçek
Ah Muallâ, aptallığın beni öldürecek
RÜZGÂRLAR HAFIZASININ KIVRIMLARINDAN ESTİKÇE, GEÇMİŞ HAYALİNDE CANLANIYOR,
KEMİKLERİ ÇOKTAN TOPRAK OLMUŞ ANNESİNİN HAZİN NİNNİLERİNİ DUYUYORDU,
GEÇMİŞLE BUGÜN ARASINDAYDI VE NE YAPACAĞINI BİLMİYORDU
lif Kişi1 sonbaharda kireçlenmiş eklemlerini gibi gerildi, sertleşti uzun boyunlu, uzun ayak-
–Çizginin öbür tarafında ne olduğunu kim geçmişini unutmak ona ağır geliyodu. Sürü sı-
söyleyecek? nırdan geçtikçe hafızasını yitiriyordu.
–Çizginin öbür tarafında toprak var. Elif Kişi, arzularının sınırını geçse de vatanı-
Bu cevap ermiş turnayı tatmin etmedi. nın sınırını geçemedi. Hafızaları silinen turnala-
Başka bir turna: rın arkasından uzun uzadıya, kanatları yorulana
–Çizginin öbür tarafında yabancılık var. Orası kadar bakıp geri döndü.
sınırın diğer yüzüdür, orası bana elder, dedi. Uçtuğu yollar, geçtiği sular, dokunduğu bu-
Ermiş turna onaylarcasına başını salladı. lutlar, serpildiği, havasını soluduğu topraklar ona
Sonra hemcinslerine son tavsiyesini verdi: nağme okuyordu. Rüzgârlar Elif Kişi’nin hafıza-
–Aklınıza kazıyın, turna üç iklim, üç sınır ge- sının kıvrımlarından estikçe, çok çok uzaklarda
çebilir. Dördüncü sınırı geçen geri dönmeyecek! kemikleri çoktan toprak olmuş annesinin hazin
Sonra turnalar yok oldu. Ermiş turna, Elif Ki- ninnilerini duyuyor; gözünü açtığı köy, gezdiği
şi’ye, geçmişini hafızasından silip atması ve artık toprak, yaşadığı yerler onun yolunu gözlüyordu.
turna olduğunu unutmamasını sıkı sıkı tembihledi. Günlerce uçup yağmurlu çamurlu bir günde
Elif Kişi’nin uykusunu turnaların sesi böldü. ana vatanına döndü.
Şahturna Elif Kişi’nin başına konup onu ga- Elif Kişi’nin ortadan kaybolmasının üstün-
galadı, gözlerinin içine baktı. Sürüsünden ayrı den yedi gün geçmişti. Yağmurun altında köyün
düşmüş turnayı nedense sevmedi. Akbaşlı tur- evleri hüzünlü ve kederli görünüyordu. Elif Kişi,
naya inanmadı. Bunu Elif Kişi de hissetti ama ne uzun yolculuktan sonra yüreği çarpa çarpa eski
yapabilirdi? Dünyayı dolaşmak, ülkeleri gezmek kütüğün üstüne kondu. Mucize baş göstermedi,
için nelerden vazgeçmemişti? Şahturna en so- Elif Kişi insana dönüşmedi. Sabaha kadar eski
nunda Akbaşlı turnaya sürüsünün sonunda yer kütüğün üstünde tek ayağının üstünde uyukladı.
verdi. Elif Kişi, sevincinden semaha durdu, zarif Ertesi sabah ev sakinleri sürüsünden ayrı dü-
bir tuna semahıydı bu. şen turnayı kütüğün üstünde görünce şaşırıp kal-
Ay battıktan sonra sürü havalandı… dılar. Saçı sakalı birbirine karışmış Necef, turnaya
Uçuş sırasında Elif Kişi’nin insan hafızasıyla onu sanki tanıyormuş gibi baktı. Firengiz garip
turna hafızası birbirine karıştı. İnsan hafızası turnayı görünce ağlamaklı oldu. Hikmet, dedesi-
onu geçmişe, turna hafızası geleceğe çağırıyor, ne benzettiği turnanın boynuna sarılmak istedi.
geçmişle bugün arasında ne yapacağını bilmi- Elif Kişi, sevdiklerinin yüreğinden geçenleri
yordu. Öğle vakti Şahturna’nın haberini işitti: anladı, kütüğün üstünden yere inip yem yiyen
–Hazırlanın, birazdan sınırı geçeceğiz. Sınırı tavuk ve civcivlerin arasına karıştı.
geçince hafızamız silinecek, geçmiş bütün sevinci Necef:
ve kederiyle hiç yaşanmamış gibi unutulacak. Yeni –Ona dokunmayın, madem bu kapıya sığındı
bir yol başlayacak, yeni hikâyeler yazılacak. bırakın istediği kadar burada yaşasın, dedi.
Elif Kişi işittikleri karşısında hayrete düştü. Turna Adam, bir zamanlar sahibi olduğu bu
O, geçmişi unutmak istemiyordu, geçmiş onun bahçede turna gibi yaşamak zor olsa da her şeye
içinde kuş gibi çırpınıyordu. Şimdi güneşli hava, razıydı. Yeter ki hatıralarının hazinliği, yaşanmış-
tatlı otlar ve meyve taneleri için hafızasından mı lıkların kokusu, hafızasının sınırları bozulmasın.
geçecekti? Kendine, evine, ona ait olan ne varsa Vakit geçiyordu, Elif Kişi her sonbahar kü-
hepsinin üzerine çizgi mi çekilecekti? İnsan ha- tüğün üstüne çıkıp göç eden turnalara bakıyor,
fızası turna hafızasına mı dönüşecekti? insana dönüşeceği günü bekliyordu.
Elif Kişi, kırmızı çizgiye -sınıra- gelip çattı.
Vücudu titriyordu, tüyleri diken diken olmuş- 1
Kişi: Azerbaycan Türkçesinde yaşlı insanların isimlerinin
tu, geçmişinden kaçmak, geçmişinden kopmak, sonuna getirilen saygı unvanı. ❮
HERKES KONUŞURKEN O HEP SUSMUŞTU. SUSKUNLUĞA BAĞLANMIŞTI. SONRA OKUL ÖNLÜĞÜNE, POLİS KOLEJİ
SINAVLARINA, YAVAŞ YAVAŞ TÜKENEN TUHAF HAYALLERİNE, DEVLET DENİLEN GARİP KAVRAMA, KARŞIDAKİ
KOLTUKTA OTURAN HANIMINA VE NİHAYET HALININ ÜSTÜNDE YUVARLANAN KIZINA...
A
rif evleneli dört sene oluyor. Kesin tarih bu yüzden seviyor şimdilik. Maaşının üçte birini
vermek imkânsız. Çünkü Arif evlendiği mutlu olmaya çalıştığı bu eve kira olarak veriyor.
tarihi unutmak üzere. Şu anki çizgisinde İşte bu tür sebepler yüzünden Arif, kapının
devam etme olanağı bulursa iki seneye varmaz zilini çalarken mutlu olmaya çalışanların başka
evlendiği tarihi unutur. Gelsin tartışmalar. Klasik iş yapmaması gerektiğini düşünüyordu. Mutlu
yok oluş serüveni. olmaya çalışanlar kirada oturmamalılardı, öde-
Arif’in bir kızı var. Annesine göre konuşmak- necek borçları olmamalıydı, hanımları ya da ko-
ta geç kaldı. Arif, konuşmaya geç kalan kızının caları yüzlerinde billur bir avize gibi taşımalılar-
en çok konuşmaya geç kalmasını seviyor. Gü- dı mutluluğu.
lümseten sır. Arif aslında mutlu olmaktan vazgeçmek üze-
Arif’e devlet otuz yedi yaşındasın diyor. Bu re. Bunun öyle belirli bir nedeni yok. Fakat bu
yanın derdinden kurtulmuş ninesi “Sen ihtilalin vazgeçişi huzurlu olmak yolunda bir ilerleyiş
kışında doğdun.” diyordu evvel zaman içinde. olarak değerlendirmek istiyor. Bir önceki otobü-
Arif devletten yana tavır koyup yaşını soranlara sü kaçırmanın sonraki otobüsü yakalamak için
otuz yedi diyor. imkân olduğunu anlamış ve bunun huzurunu
Evi insanı yormayan bir yokuşun ortasında, hissetmişti epey zaman önce. Yine de kapıda
sekiz katlı bir apartmanın beşinci katında. Doğu sessizce kucağına atılacak olan kızı konuşmaya
cephesinden öğlenleri güneş görüyor. Kuzey geç kalmıştı dünya üzerinde. Konuşmak eşittir
cephesinden özellikle kışları duvarların içine bile yarış yapmaktı Arif’e göre. İnsan bir şeylere geç
nüfuz eden rüzgârlara göğüs geriyor. Arif evini kalınca huzurlu olur. Tersinden inşa.
Arif çok sevdiği kıymalı patatese hiç dokun- bir cevap verebilme olasılığı olduğu için ürperdi.
madı. Sabahtır midem ekşidi, dedi; tabağına Geceleri dinlenen bir canavarla bakışıyoruz diye
bakıp duran hanımına. Midesi ekşimeyen Arif, düşündü sigarasını yakarken. Geceleri vinçler ve
tabağındaki patatesleri ikiye üçe bölüp eliyle insanlar dinleniyor. İkincisinin dinlendiğinden
kızına yedirmeye çalışıyordu. Kızının küçücük şüphe etti edebildiği kadar. Sizin için geceyi bir
dişleriyle parmaklarını ısırması hoşuna gidiyor- örtü yaptım, buyuran bir ayet vardı. Nasıl aklına
du. Alıştırma çocuğu, diye azarladı hanımı. Arif geldi şimdi bu. İnsanlar geceyi vinçlerin dinlen-
hanımına bakmadan güldü. Arif güldü diye kızı mesi için bahane yapmışlardı. Arif “Bunları niye
güldü. Kızı güldüğü için hanımı güldü. Zincirle- düşünüyorum?” diye sordu kendine. “Yenilmez
me mutluluk. Vinç” yazıyordu vincin üzerinde.
Hanımıyla ilk tanıştıkları gün kumpir ye- Sigarasının külü yere düşünce ayağıyla da-
mişlerdi. Kumpiri hiç sevmezdi oysa. Arif olanı ğıttı. Külü bir daha düşürmemek için kül tab-
severdi, zorla olanı değil. Kumpir zorla olandı lasını arandı. Kül tablası her zamanki yerinde
gözünde. Kıymalı patates, olan. Aslında Arif içi- yoktu. Arif ömrü boyunca aradığı eşyaları bula-
ne patates giren her yemeği severdi. Hanımıyla mamasıyla kendini ispatlamış olsa dahi bu sefer
ilk defa kumpir yediğinde az önce güldüğü gibi masum sayılırdı. Hanımı kül tablasını yıkamak
gülmüştü. Bizim oraların patatesi sapsarı olur, o için almıştı. Arif bunun böyle olduğunu bilme-
aklıma geldi, demişti gülüşünün sebebi için. Ge- sine rağmen külü kasımpatı saksısının içine attı.
çersiz bahaneler sunduğunun farkında değildi. Kasımpatı saksısının içine atılan kül ve az sonra
Artık gülüşünün sebebi sorulmuyordu. Eskime toprağına gömülecek olan izmarit gün gelince
etkisi. başına iş açacaktı. Çünkü çiçekler külü sevmez-
Patatesin sarılığını azaltan neyse Arif’i de- di. Hanımı kasımpatı saksıları içindeki izmaritle-
ğiştiren de oydu. Arif, olan olmak istiyordu, ri sevmezdi. Dünyada yaşayan bütün canlıların
zorla olan değil. Zorla olan şu karşı binalardı, sevmediği bir şeyler vardı. Arif bunların ve çok
beşinci katında oturduğu apartmandı, balkona fazlasının tecrübesini edinmişti. Buna rağmen
çıktığında gördüğü, yüz elli metre ötede heyu- kapıdan uzanıp kül tablasını istemedi. Hanımı
la gibi duran, geceleri ışıkları yanan vinçti. Arif şimdiye kadar kül tablasını uzatmış olması ge-
zorla memur olmuştu. Patates tarlaları verimsiz- rekirdi normal şartlar altında. Sekteye uğrayan
leşmişti. Arif üniversiteyi dışardan bitirmiş, bir tüm alışkanlıkları sevmek Arif’in en esrarengiz
tanıdık vasıtasıyla kapalı spor salonunun idare yanlarından biriydi. Sıradanlığa gidiş yolculuğu.
işine atanmıştı. Zorla bağlanmıştı bir yerlere. Neyi geciktiriyordu Arif? Ayazın göbeğinde
Eline sağlık, dedi hanımına sofradan kalkar- neyin gelmesini bekliyordu? Arif epey zaman
ken. İstersen yarın akşam kumpir yemeğe gide- önce anlamıştı hayatının küçük ayrıntılar içeren
lim, diye ekledi. Hanımı Arif’e cevap vermedi, basit bir sergüzeşt olacağını. En azından kendi
onun yerine kızına eğilip “Baban bizi kumpir kurduğu hayat böyleydi. Bundan dolayı kızının
yemeğe götürecekmiş.” dedi gülerek. Hanımı kapıyı tıkırdatmasını bekliyordu. Nitekim ikinci
güldü diye kızı güldü. Kızı güldü diye Arif kesin sigarayı yaktığı sırada kızı balkon kapısının ca-
gülerdi ama o sıra balkona çıkmış bulunuyordu mında göründü. Kızının dudakları kelime söy-
sigara içmek için. Arif ne zaman tamamlanmaz lemek için kıpırdamazdı ama Arif onun sessiz
olmuştu? Böyle anları kaçırdığı için büyük ihti- dilinden büyük zamanın varlığına inanırdı. Si-
malle. garayı kasımpatının toprağına gömdü. Camın
Balkona çıkar çıkmaz vinci gördü. Üzerinde bu tarafına diz çöküp burnunu ve alnını cama
ışıklar yanıp sönüyordu insanları uyarmak için. dayadı. Kızı, Arif’in yüzünde oluşan değişimden
Evinin manzarası var mı diye sorsalar, “vinç” diye dolayı gülmeye başladı. Çocuk, Arif’in camda
VİCTORİA ROWE HOLBROOK İLE DİVAN EDEBİYATI ÇALIŞMALARIYLA TANINAN
VE YAKIN ZAMANDA VEFAT EDEN WALTER G. ANDREWS’Ü,
TÜRK EDEBİYATINI VE AKADEMİSİNİ KONUŞTUK
ıymetli hocam, Türk Edebiyatı dergisinin İran şiiri üzerine çalışacaktım ancak İran’a git-
hip insanlardık. Uzun bir süre, pırıl pırıl gençleri yabilmesini sağlayan zeki ve dikkatli bir şekilde
sadece transkripsiyon yaparak tez üretmelerinden hazırlanmış Ottoman Lyric Poetry yayınladı. Yine
kurtarmak için divan şiiri metinlerini dijitalleştir- Mehmet Kalpaklı ile beraber yayınladıkları Age of
meyle uğraştı. Doktorası olan ama hiç düşünme- Beloveds: Love and the Beloved in Early Modern
lerine fırsat verilmeyen gençleri ve sahayı kurtar- Ottoman and European Culture kitabı bambaşka
maya çalıştı. Ben de bu sıralarda doçent olabilmek bir ufuk ve bambaşka bir seviyededir. Hiç kimsenin
için kitap yazıyordum, Walter, profesördü, zaman- yanaşmadığı Doğu Akdeniz’de aşk meselesini ele
lama uygun değildi. Sonra öğrencilerimden biri aldı. Sevginin bütün türleriyle ele alındığı bu kitap
olan Özgen Felek’i Walter ile tanıştırdım ve ikisi çok cesurcadır. Ben de şaşırmıştım açıkçası kitabı
beraber bir Hüsn ü Aşk’ın tiyatroda sahnelenmesi okurken, çünkü görünüşte Walter çekingen olan
işini yaptılar. Tuhaf değil mi? Beraber çalışmadık ve bu konulardan konuşan biri değildi. Ama kitap
ama ortak bir öğrencimiz ilgisiyle benim çalıştı- çok güzel oldu. Venedik, Genoa ve Osmanlı arasın-
ğım eser hakkında bir projeyi meydana getirdi. daki kültür paylaşımını çok güzel ele almıştır. Çok
Özgen benim için bir armağan kitap hazırla- önemli bir kitaptır ve keşke özellikle de Avrupa ta-
mak istemiş. O kitap çıkana kadar benim habe- rihi çalışanlar tarafından daha fazla okunsa.
rim hiç olmadı. Walter Hoca da büyük bir teva-
✓ Son sorumuz da bazılarına göre “yabancı”
zuyla bu işi üstlendi.
olan sizlerin Türk edebiyatını bize tanıtırken ve
✓ Walter Hoca’nın çalışmaları içinde özellikle bunun için de tezler, kitaplar ve makaleler ya-
hangisini diğerlerine göre ön plana çıkarırsınız? zarken yaşadığınız bazı sıkıntılar da olmuştur.
Sizin veya Walter Hoca’nın yaşadığı sıkıntılar
Hepsi çok değerli çalışmalar. Bütün çalışmaları,
neler oldu acaba?
her makalesi çok değerlidir. Hoca çok iyi bir araş-
tırmacıydı. Mehmet Kalpaklı ile Nejat Black ile be- Tabi Amerikalı olup bu işlerle ilgilenmek tu-
raber Batı’da herkesin divan şiiri çevirilerini oku- haftır. Bir tesadüf sonucu olabilir ancak; çün-
O
smanlı edebiyatının Batı’da tanınmasında Atiye Gülfer Gündoğdu ile Servet Gündoğ-
ve bilimsel kıstaslarla incelenmesinde çok du’nun editörlüğünde hazırlanan ve Aralık
büyük katkılar sunan Walter G. Andrews, 2019’da İnsan Yayınları tarafından yayınlanan
31 Mayıs 2020 günü vefat ettiğinde geride bı- bu armağan kitapta, mutad olduğunun aksine
raktığı birçok değerli çalışması yanında, ölü- bilimsel çalışmalar bulunmuyor. Dört bölümden
münden kısa bir süre önce yayınlanan armağan oluşan kitabın ilk iki bölümü, kendisiyle yapı-
kitabında kendisiyle ilgili paylaştıklarıyla da ör- lan İngilizce nehir söyleşinin editörler tarafın-
nek olmaya devam ediyor. dan Türkçeye çevirisinden oluşmaktadır. Birinci
TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ’NİN SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ, FETHİ SEZAİ TÜRKMEN
ARŞİVİNDE 202 NUMARAYA KAYITLI ŞAHSİ FIKRALARI KENDİSİNİ YENİDEN
HATIRLAMAMIZA BİR İMKÂN SAĞLIYOR
ehçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek” baş- lar silsilesidir. Bir ömrün bereketi sayılabilecek
-Nuri Paşa’nın köşkü ne taraftadır? diye sor- Mızıkalı Deli Tahsin ve Kör Hakkı
muş. Memur da: İstanbul’un Yenibahçe semti civarındaki Ke-
-Enfiye izini takip et. Nerede biterse o kapıyı çeciler Mahallesi’nin hem çolak, hem topal bir
çal! diye tarif etmiş. imamı vardı. Elinin, ayağının za’fına rağmen dili
Enfiye çok çekilince buruna gidemediği için pek kuvvetli idi. Dua edişi de meşhur olduğun-
tabii olarak dökülür. Fetva eminliğinden şeyhü- dan cemiyetlere çağrılır, saatlerce sürmek üzere
lislam olan Nuri Efendi merhumun oturduğu dua ederdi.
yere yaygı yayılır, oraya dökülen enfiyeler, sonra Bir gün Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde bir
toplanılır, Şeyhülislam efendiye verilirmiş. Nuri “Ketebe Cemiyeti”ne duâ-gû Efendi davet edil-
Paşa’nın da tedavi için devam ettiği evde dök- miş ve duaya başlamış. Yakût-ı Musta’sım’dan
tüğü enfiyeler toplatılmış, kendisine hediye edi- başlayıp Reîsü’l-Hattâtîn Muhsinzâde Abdullah
lerek memnun kılınmış olduğu söylenilirdi. Bir Bey merhuma kadar hattatların silsilesini saymış
müddet sıhhiye müdürlüğü etmiş olan Doktor ve her birinin ruhuna Fatihalar göndermiş.
Arifî Paşa da enfiye tiryakisi idi: Cemaat arasında Mızıkalı Deli Tahsin denilen
-Enfiyenin yarısı çekilir, yarısı ekilir, diyerek boşboğaz biri bulunuyormuş. Uzun bir müddet
dökülmesini anlatırdı. geçtikten sonra Fatiha denilince yerinden fırlamış:
-Hay Allah müstahakkını versin, hasır üs-
Enfiyeye tam zevki ile rağbet edenler, tünde oturmaktan pantolonum hurma tatlısına
Az çekmeli, az çekmeli, az çekmeli derler döndü!
demiş.
diye bir beyit vardır ki kutudan seyrek ve az al- ***
malı ve hafifçe koklamalı demekmiş. Nef’î vâdisinde bir Divan’ı ve “Kör Hakkı” diye
meşhur olan Paşazâde Hakkı Bey’in bir gözü
Girit’i aldığımız fiyata satarız! amâ, diğeri çipil olduğu gibi yüzü de bakılmaya-
Sultan Abdülaziz Fransa’yı ziyaret ettiği vakit cak derecede çirkinmiş.
Sadrazam Fuâd Paşa da beraber gitmişti. O vakit Kendisiyle teklifsiz konuşan şâir Kazım Paşa
Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon, Fuâd Paşa bir gün:
ile konuşurken “Şu Girit başınıza bir dert oldu. -Hakkı Bey, seni gördükçe evdekine acıyo-
Bir müşteri bulup satsanız da kurtulsanız!” der. rum, demiş. Hakkı Bey de:
Fuâd Paşa da “Güzel bir fikir haşmetmeab!” diye -Paşa onu görsen bana acırsın. Hatta ben
bir cevap verir. Üçüncü Napolyon, “Peki kaça sa- onun için bir medhiye (!) söylemiştim, diyerek:
tarsınız?” diye sorunca Fuâd Paşa da “Aldığımız
fiata haşmetmeab!” der. Malumdur ki Girit, 22 Çirkiniz birbirimizden b…uz amma a kenef
seneden fazla bir muhasaradan sonra alınmıştı. Sana nisbetle hele Yusuf-ı sâni gibiyim.
Not: 1055 tarihinde Sultan İbrahim zama-
nında Osmanlı donanması Girit’e yanaşıp Han- beytini okumuş.
ya’yı 57 günlük muhasaradan sonra feth, Kan-
diye’yi de 1058’den 1080 tarih-i Hicrîsine kadar Tâhir olduğu ihtilaflı, fakat sâdık olduğu
22 senelik muhasaradan sonra zapt etmişti. Ve- kesin…
nedikliler Soda, Spinalonga ve Graboza iskele- Az vakit içinde pek muvaffakiyet göste-
lerini bir müddet daha muhafaza edip nihayet ren “Dârül-hilâfe Medreseleri” kapatılıp “İmam
bunları da birer birer teslime mecbur olmağla Hatib Mektebleri” açıldığı sırada ben de İstan-
bütün cezire memalik-i Osmaniye dairesine dâ- bul İmam Hatib Mektebi’ne Edebiyat, İnşâd ve
hil olmuş.”tu (Kâmûsu’l-Alâm). Hitâbet Muallimi tayin edilmiştim.
melerden çoğunun Türkçeden alınmış olduğu- paşa Tekyesi’nin şeyh vekili ve Cerrahpaşa Câ-
nu iddiaya ve isbâta kalkıştı. Hatta bir hoca mii’nin hatîbi idi. Sesi güzel, okuyuşu da latîfdi.
efendi Kur’ân’da Türkçe lafızlar bulunduğunu Bir hafta nezle olduğu için minbere bir vekil
söyledi. İsbât olunamıyorsa da iddiâ hala de- çıkarmış. Namazdan sonra cemaatten biri:
vam ediyor. -Efendi, meşhur Cerrahpaşa hatibi bu mu? Ta
(Şahsî fıkralardan) Boğaziçi’nden onu dinlemek için geldim. Fakat
zahmete değmedi, demiş. Ârif Efendi de:
Muhaliflik varsa bende değil sizdedir! Hatîb rahatsız olduğu için yerine vekil çıkar-
Kullanılmakta olan bazı tabir ve ıstılâhların dı, cevabını verince:
değiştirilmesi moda olduğu sırada Kuleli Askerî -Hay anasını…! Öyle ise bir daha gelmek la-
Lisesine “mekteb”, “müdîr=müdür”, “zâbit”, “nö- zım, mukâbelesinde bulunmuş.
bet”, kelimelerinin Türkçeleri bulunmasına dair Bu galiz tabiri avâmdan bazıları taaccüb ve
bir emir gelmişti. Mektebce bir komisyon teşkil teessüf makamında kullanırlar. Hatta birinin
edildi. Sonradan Diyarbakır Mebusu olan tarih ölümü üzerine yine:
hocası ve kaymakamlıktan emekli Tevfik Bey’in -Hay anasını… O da mı gitti? Diyenler vardır.
riyâsetinde toplandık. Reis: Ne kötü bir itibâr!
-Bu kelimelerin Türkçeleri nedir? diye sordu. Ertesi hafta o adam yine gelmiş ve asıl hatî-
Her kafadan bir ses, her ağızdan bir söz çıktı. bi dinleyerek beğenmiş. Namazdan sonra Ârif
Ben: Efendi, onun yanına gitmiş.
-Bunların hepsi Türkçedir, beyhude karşılık -Hatîb nasıl? Diye sormuş ve “mükemmel!”
aramayın, dedim ve umumi bir itiraza uğradım. cevabın alınca:
Sözümü ispat için dedim ki: -Öyle ise ben de senin! Diyerek herifin bir
-“Mekteb” lafzen Arapça olmakla beraber ma- hafta evvelki söğüşüne karşılık vermiş.
nen Türkçedir. Çünkü bu lafız, Arapçada “yazıha-
ne ve kütübhane” manasında kullanılır. Araplar, Bu sefer Kâmus Mütercimi’ni dinleyelim!
bizim mekteb dediğimize “medrese” derler. “Mü- Harb-i Umûmi Mütarekesi içinde idi ki ya-
dür”ün de Arapçası “müdîr”dir. Onun telaffuzu nan Dârülfünûn’da bir “Lügat, İmlâ ve Edebiy-
değişmiş ve Türkçeleşmiştir. “Zâbit”in Arapçası yât” komisyonu teşkil edilmişti. Bu komisyonun
“kâid”, “nöbet”in Arabîsi “nevbe”dir. Binâenaleyh birinci reisliğinde Namık Kemalzâde Ali Ekrem,
bunlara Türkçe karşılık aramaya lüzum yok, hep- ikinci reisliğinde Cenab Şahabeddin, azâlığın-
si Türkçedir diye karar verelim, dedim. İzâhım ve da da Babanzâde Ahmed Naîm, Müderris Ferid,
teklifim üzerine muallimlerden biri: Şâir Mehmed Âkif, eski Türkçülerden Necib Âsım
-Aman hocam, böyle söyleme. Bundan Beyler bulunuyor, raportörlüğünü ise muharrir
muhâlefet anlaşılır! Demesin mi? Ahmed Rasim Bey ifâ ediyordu. Eski Matbaa-i
-Bunun muhâlefet neresinde? Sizin Arap- Âmire Müdîri Zarif Bey’in biraderi Hayri Bey de
ça dediğiniz o kelimelere ben Türkçe diyorum, kitâbet vazifesini görüyordu.
muvâfakatin pek ilerisine gidiyorum. Bu işte Komisyonu teşkil eden bu zevâtın hepsi de
muhaliflik varsa bende değil, sizde cevabını bugün bu dünyada değildir. İsimlerinin rahmetle
verdim. yâd olunması için orada geçen bir nükteyi an-
(Mekteb Hâtıralarından) latmak istiyorum:
Komisyon rapörtörü Ahmed Rasim Bey’in
Hatîb nasıl? istifâsı üzerine o vazifeye ben inhâ ve tayin
Eski Diyânet Reisi Şerâfeddin Yaltkaya’nın ba- edilmişim. Bir içtima günü gittim. “A” harfiyle
bası Şeyh Hâfız Ârif Efendi Hasköy’deki Bayram- başlayan ve Türkçede kullanılan kelimelere dair
Hâsılı kâr bize kaldı yığınlarla tezek Cemalüddin Efendi bir gün ziyaretine gelmiş, o
levhayı görünce:
mısraıyla bitirir. -Hacı Bey keşke:
Râtib Bey, Beşiktaş Mevlevîhânesi Şeyhi
Nazif Efendi’ye müntesib olduğundan üç sene Râtib, etsek(g) nola Kıtmîr ile bahs-i rüchân
onun hizmetinde bulundu ve tekyenin bir hüc- Kemterîn kemt-i der-i Hazret-i Mevlânâ’yız
resinde oturdu. Sonra eniştesi Dahiliye Nezare-
ti Evrâk Kalemi Müdîr muâvini Mehmed Bey’in demiş olsaydınız, beyte “seg”3 kelimesiyle hem
evinde sâkindi. Âdile Sultan merhume, kendisine bir köpek daha ilâve edilmiş olurdu, hem de he-
600 kuruş maaş bağlamıştı. H. 1317-M. 1899’da pimiz toplanmış bulunurduk, demiş. Râtib Bey
vefat etti. Boğaziçi’ndeki Beylerbeyi’nin Nakkaş de derhal:
Mezarlığı’na gömüldü. Ölümüne tarih olmak -O vakit hırlaşırdık! Cevabını vermiş.
üzere ben şu tarihi yazmıştım: ***
Hazret’in üstünde oturduğu tüylüce bir ayı
Cenâb-ı Râtib ehl-i suhen sâhib-zarâfet kim postu vardı. Bir gün ziyaretine gelenlerden biri:
Tarîk-i Mevlevî’de muhlisâne sikke-pûş olmuş -Hacı Bey; postuna imrendim! diye güya bir
Nigâhından alıp “Şeyh Nazif”in feyz-i irşâdı nükte-perdâzlık yapmak istemiş ve postu Râtib
O sâkî bekâ humhânesinden cur’a-nûş olmuş Bey’e izâfe etmiş. Nüktedan olduğu kadar nük-
Sinîn-i vâfire hizmet edip dergâh-ı mürşidde te-şinâs bulunan Râtib Bey de derakab:
Edâ-yı hizmet-i merdân için zenbil-i be-dûş olmuş -Po… posta hırslanma, vermem, diyerek ayı-
Lisân-ı Hak idi bahs-i hakâyıkda, maârifde lık etme manasını anlatmış. Çünkü “hırs” Acem-
Huzûr-ı mürşidinde çünkü candan gûş-ı hûş ce’de “ayı” demek olduğundan hırslanma, “ayılık
olmuş etme” meâlini ifade eder.
Hakikat şeyh-i deryâ-dil, mükemmel merd-i ***
kâmildi Râtib Bey, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde kaldı-
Eğerçi zatına terk-i reşâdet rûy-ı pûş olmuş ğı bir gece verdini okumak için oturduğu sırada
Diriğâ giti ol zât-ı fezâil-mâye ukbâya yataklarına girmiş olan misafirlerden biri:
Ki mevc-i eşk-i hasrette anınçün bir hurûş -Hacı Bey; vakit geçti, artık yat! İhtarında
olmuş bulunmuş, o da:
Meh-i Şaban içinde duydu gûş-ı rikkatim Tâhir -Hacı yatmaz, diye mukâbelede bulunmuş.
Gelirdi şeş cihetten bang-i mâtem ki
“hamûş olmuş” (1317)
***
1
Tâhirü’l-Mevlevî bu amaçla gerek başından geçen
gerekse şahit olduğu bazı fıkraları zaman zaman bazı
Hacı Râtib Bey, müstağni, mütevâzı, der- mecmualarda neşretmiştir. “Kâili Bilinen Fıkralar”
viş-meşreb, ehl-i dil, nükte-perdâz bir zât idi. başlıklı iki serilik böyle bir yazısında Mehmet
Evindeki odası bir derviş hücresini andırırdı. Zi- Zeki Pakalın’ın vücuda getirdiği fıkra külliyatında
yaretçilerine kendi kahve pişirir. Onlardan nük- (Târihe Mal Olmuş Fıkralar, İstanbul 1946) geçen
ve müphemiyeti ifade eden “herifin biri” yahut “bir
tedân olanlarla latîfeleşirdi. Kendi sözü olan, Bektaşî” gibi ifadelerini nazara veren Tâhirü’l-Mevlevî,
bu anlayışın aksine kahramanları belli olan bir fıkralar
Râtib, istemem nola Kıtmir ile bahs-i rüchân külliyatı yazmayı arzu etmiştir.
Kemterîn kemt-i der-i Hazret-i Mevlânâ’yım
2
Muhterem üstad Bay İbnülemin Mahmud Kemal’in
“Son Asır Türk Şairleri” nâmındaki mühim eserinden
hulâsa edilmiştir (Tâhirü’l-Mevlevî’nin dipnotu).
beyti levha hâlinde olarak başucunda asılı du- 3
Seg, Farisî’de “köpek” demektir (Tâhirü’l-Mevlevî’nin
rurdu. Yenikapı Mevlevihânesi Neyzenbaşısı dipnotu). ❮
YAHYA KEMAL, DAHA İFADELERİN BAŞINDA “BEŞERİYET” KAVRAMINI KULLANARAK,
İSTANBUL’UN İNSANLIK İÇİN NASIL BİR ZARAFET İÇERDİĞİNİ BELİRTMEYE ÇALIŞIR
İ
stanbul bir rüya mıdır yoksa tarihin şiddet sah- da rasyonelleştirme yeteneğini kendinde gören
nelerinde Fatih Sultan Mehmet Han’la suçla- Avrupamerkezci böyle bir saplantı, kendi tarihi
nacak, damgalanacak bir şehir midir? Üzerine dışındaki entelektüel düşünceye ihanet ede-
kapanmış tarihi estetiğin sadece Batı ile var ol- rek yok edecektir. Bahse İstanbul ve fetih konu
duğu zannedilmesine karşın Şark için kıymetinin edindiğinde Stefan Zweig’ın Konstantinopolis’i
daha da arttığı bir Türk İslam yurdu olarak gör- ve Yahya Kemal’in İstanbul’u bir aidiyet duygu-
menin bahtiyarlığı mıdır? O şehir, Yahya Kemal’in sunu dahi aşabilen tarihî değer alanına nasıl ba-
“Erenköy’ünde Bahar”ını hak edecek bir mede- kılabileceğinin trajik örneğini temsil eder.
niyet düzeyine şairin dillendirdiği yüksek estetik Bütün dünya siyasi tarihin dönüm noktaları,
birleşenlerle erişmeyi hak etmemiş midir yoksa? entelektüelin kanaat belirtmekte en zorlandığı
Elbette İstanbul, medeniyeti nadide nakış- anlara denk gelir. Edward Said’in entelektüeli
larla Şark’a mahsus örmenin başka bir yoludur. tanımlarken belirttiği temsil meselesi; bize göre
O, herkese benzemekle beraber kültürünü asır- temsil değil, bir kriz sorunudur. Batı entelek-
lardır kendisiyle kader birliği yapmış bir mille- tüelinin amacı doğruyu söylemek olan, bilinen
tin hafızasından alır. İşte burada İstanbul’un ve mevcut olguları yine bilinen ve mevcut bir
fethini uygarlık bağlamında mesele edindiği- normla karşılaştırarak1 ifade edilmesi noktasın-
mizde, Batı’dan Doğu’ya bakan Avrupamerkezci daki zorunlu vazifesi, ahlaki ve bilimsel ilkenin
düşüncenin her koşulda evrensel kabul gören sıklıkla ihlal edildiği, Doğu düşüncesine yöne-
algı perspektifinin bir takım metinler üzerinden lik değerlendirmelerde artık korkutucu çocuk
çatırdadığını görmek mümkündür. Bu bağlam- hikâyelerinden farksızdır. Çünkü bu Batı için
doğanın en iyi oyuncu olduğu, hazineler, tuhaf “Genç Mehmet, yönetimi devralınca, ne ka-
yaratıklar ve mucizelerin anlatıldığı Doğu ro- dar acımasız ve ne kadar kararlı bir lider olduğu-
mantizmidir.2 Hâlbuki dünyayı algılayış biçimi nu ispatlayacak ilk eylemini gerçekleştirir. Hane-
biraz tabiat olaylarından sosyal bilimlere gelince dan içinde iktidarına karşı olanları ortadan kal-
Doğu, Batıcıl dünya tarihinin pasif bir nesnesi dırmaya niyetli olduğunu, henüz reşit olmayan
ve taşralı takipçisi olma talihsizliğini yaşamış, şehzadelerini hamamda boğdurarak gösterir.”4
Batı ise zihinsel ve duygusal anlamda rasyonel Dikkat edilecek olursa, Hammer’in iktidar ve
olma ayrıcalığını kendinde görmüş; böylelikle şiddet öğesini bir milletin tarihinde daha baş-
Doğu, olgunlaşmamış ve rasyoneldışılıkla temsil langıçta kullanması ve mal etmesi, Zweig’ın da
tanımlamalarına maruz kalmıştır.3 meşru iktidar vurgusuyla birleşerek Doğu top-
Evrenselliğin göreceli imkânsızlığı, kendini baş- lumlarına yönelik bir medeniyet algısının olum-
ka türlü bir yalnızlığa iten Batı’nın Avrupamerkez- suz ve gayri meşru tanımına imkân sunar. Orta-
ci düşünce tutuculuğunun bir sonucu olarak göz- çağ monarşilerinde henüz çoğulcu bir demok-
lenebilir. Rasyonelleştirmeyi sanat ve düşüncede rasinin var olmadığı düşünüldüğünde Zweig’ın
sadece kendi ölçtüğü içinde ısrarla deneyen Batı, siyasi tarihe bakışının Patristik dönem karanlık
tarihî bir olayı da entelektüel olduğunu iddia ettiği Orta Çağ’ı ve dahi Batı Yeni Çağ’ını ıskaladığı
vasıtalarla anlatmayı tercih etmiştir. Türk okuyu- gerçektir. Zweig’ın yaşadığı dönemdeki varlık
cusunun popüler listelerinden hiç düşmeyen Ste- krizinin ve entelektüel hapsedilmişliğinin temel
fan Zweig, Bizans’ın Düşüşü’nde1453 İstanbul’un kaynağı Alman nasyonalizmi, onu anlatı dilin-
fethini anlatışı, söz konusu edilen problem duru- de diğer eserlerinde rahatlıkla görülebilecek bir
munun konuşulması gereken önemli bir örneğidir. umutsuzluk fikrine sürüklese de bunları yetkin
Öyle zannedilebilir ki Shakespeare, Goethe veya şekilde ifade eden anlatıcı, Batı siyasi tarihine
Balzac gibi önemli anlatıcıları içselleştirmenin karşı aynı objektifliği gösterememiştir. İstan-
yanı sıra bir Valery veya Nietzsche üzerine ciddi bul’un IV. Haçlı seferinde profan barbarlar tara-
okumalar yapan Zweig’ın Bizans’ın Düşüşü’nde, fından yağma edildiğini, cinayet ve tecavüzlerle
dünya siyasi tarihi bakımından tüm insanlığı il- değerli sanatının zarar gördüğünü galiba bilim-
gilendiren çıkarımlar yapabilmiş olmalıydı. Fakat sel olarak unutmuştur. Bizans’ın Düşüşü’nde
entelektüel vasıtaları kullanma biçimi tartışmasız bu tarihi olayı anlatmaya dili varmamış olmalı
görünen Zweig’ın kıta Avrupa düşüncesine kök- ki İstanbul’un fethinden önce sanki söz konusu
tenci bir bağlılıkla yazdığı Bizans’ın Düşüşü, en- şehrin kaderini Katolik ve Ortodoks kiliselerinin
telektüel düşüncenin yetenekli neferini bir anda barışmasının belirleyeceği sihirli ve uhrevi bir
romantik bir Hristiyan Batı tarihçisine dönüştürür. cennetin krallığı olarak şöyle tarif etmiştir:
Savaş ve yıkımların evrensel şiddet alanı olan ta- “O Aralık günü, muhteşem görünümüyle ade-
rih, bu anlatıda artık sadece Batı Latin uygarlığı- ta bir tiyatro sahnesi gibiydi. Kiliselerin barışması,
nın mağdur olduğu bir olgudur. Zweig, Avrupa mermerlerin, mozaik süslemelerin ve bugünün
restorasyon ve sömürgeci devrine damga vuran camisinde artık göremediğimiz ışıltılı süslemele-
Nazizmin bilinçaltı kalıntılarını ve büyük acılarını, rin arasında, görkemli ve büyük bir ayinle kutla-
şaşkınlık veren tarzda asırlar öncesine götürerek nır. (…) Sayısız kandilin aydınlattığı bu olağanüstü
İstanbul’un fethinde arar. büyüklükteki kilise, insanlarla dolup taşmaktadır.
Zweig, İstanbul’un fethini anlatırken daha (…) İlk kez o gün bu simgesel binada Papa’nın adı
başlangıçta benzer şekilde Hammer’ın Osmanlı yankılanır. Bu dev kubbeler, ilk kez hem Latince
tarihine girerken Osman Bey’in bir idam sahne- hem de Rumca ilahilerle çınlar.”5
siyle iktidara geldiğini vurgulayan ifadelerini, Zweig’ın bir bakıma Avrupa kapsamlı bir
benzer bir ağızla Fatih için söyler: birleşme denmesi olarak sevinçle karşıladığı ve
Stefan Zweig
Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethetmesiyle Zweig’ı Fatih Sultan Mehmet Han hakkında şu
hayal kırıklığına uğradığı bu durumun fetihten suçlamalara yöneltir: “Dindar ve acımasız oldu-
önce hatırlanacak bir mazisi de vardır. IV. Haçlı ğu kadar hırslı ve sinsi”. Denilebilir ki Bizans’ın
seferinde Bizans’a giren Latinler, değerli eşya- Düşüşü’nde İstanbul’un fethinin siyasi tarih ba-
ları, Grek ve Roma yazmalarını çalmış, İstanbul kımından ele alınışının medeniyet dairesi kendi
kütüphanesini tahrip etmiş, Ayasofya’ya talan değerleriyle şekillenmiş bir entelektüel için bazı
ettiklerini taşımak için katır ve eşeklerle girmiş- taraftarlıklar içerişi gayet doğaldır. Ne var ki
tiler. Mabede, Nikitas’ın ifadeleriyle bir Papaz ve Zweig’ın II. Dünya Savaşı sırasında kıta Avrupa-
fahişeyle giren şövalyeler, fetih için önce ayin sı içinde yaşanan vahşet ve barbarlığı yakından
sonra da âlem yapıp, Ortodoks Patriğinin tahtına tecrübe eden bir sanatkâr olarak tarihi bir si-
oturttukları fahişeye vaaz verdirmişlerdi.6 Fakat yasi mücadeleyi, açık bir Türk İslâm düşmanlı-
Zweig, bu çirkin tarihi anekdotları hatırlamak ğına dönüştürmesi, onun çağından ve çağının
istemeyerek II. Mehmet ve Konstantin arasında- ortaya çıkardığı canavardan ders almadığının
ki saldırmazlık anlaşmasının Sultan tarafından bir göstergesidir. Hobson’ın Avrupamerkezci
bozuluşunu, diplomasi dilinde neye denk geldiği ataerkil taksonomisinde Batı için yenilikçi, be-
bilinmeyen bir kınamayla Tanrı’ya, meleklerine cerikli, akılcı, özgür, demokrat ve medeni; Doğu
peygamberine ve Kur’ana yeminle verilmiş bir için ise taklitçi, cahil, batıl, akıl dışı, tembel,
sözden cayma olarak görür.7 Tabii bu durum mantıksız, bağımlı, işlevsiz, despot, ahlaksız ve
barbar8 ayırımında vurgulamayı denediği Şark’a sürecini Braudel’in Annales ekolüyle ilginç şekil-
yönelik bakış açısındaki çürüme, Zweig’ın yazdı- de erken olarak benzeşen şu ifadelerle anlatır:
ğı romanlardan farklı bizatihi üzerinde orijinal “İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sa-
düşünceler çoğalttığı biyografilerden apayrı bir natkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi
Doğu algısıyla karşılaşmamıza neden olmuştur. birini mesela: Kocamustâpaşa semtini, yahut
Şüphesiz zarif olan şeyler de vardır. İstanbul Eyüb’ü, yahut Üsküdar’ı, yahut da Boğaziçi’nin
bu zarafetini, sadece umumi çehresindeki güzel- henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi
liklerle toplamakla beraber bir şaire şiir ve nesir bir köyünü seyredince kat’î bir hüküm vererek,
dilinde ilham veren sihirli bir varlığı hatırlatır. der ki: ‘Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir
Zweig, yitirilmişlik duygusuyla Türk-İslam şehri ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka
İstanbul’a kin kussa da Doğu ona Yahya Kemal unsurlar yaraşmaz. (…) Fetihten sonra İstanbul’a
ile bir mana verir. Şehir, yaşayan ikinci bir kişi yerleşmiş olan halkın iklimle bu imtizacını kay-
gibidir. Uçtan uca Yahya Kemal ile bir hatıra dettikten sonra, yeni baştan kurmuş olduğu bu
ormanına dönüşen İstanbul’un fethinin şiirle- şehirde yaratmış olduğu güzelliklerin en yüksek
rin dışında da bir anlatım retoriği vardır. Yahya bir kıratta olduğunu söylemek lâzımdır. (…) Bu-
Kemal’in 1942’de verdiği bir konferansın ko- nun muzâaf bir kıymeti vardır. Eski Bizans ha-
nuşma metni olan “Türk İstanbul”, fethin tarihi, rabesi üstüne kurulan Türk İstanbul, selefinden
toplumsal ve sanatsal arka planını anlatması ve bambaşka bir hüviyetteydi ve yalnız kendini ku-
Zweig’la çağdaş olması bakımından manidardır. ran milletin, milliyetin bir ifadesi gibiydi.”10
Şu söylenebilir ki bu çağdaşlık İstanbul’un sa- Yahya Kemal’in İstanbul’a bakışı, kendi dev-
natkârane anlatımı noktasında Zweig’ı saplantılı rini oluşturan şartları görmezden gelmeyen bir
bir şovenizme sürüklerken, üslubunda o bilindik adamın medeniyet adına toparlanması yüzyıllar
Zweig metinlerinin aksine saldırganlık dikkat- alan serüveni için önemlidir. Başka bir deyiş-
ten kaçmaz. Oysa sanatında İstanbul’u görkemli le o, muhayyilesi toprakla tam bir uyum gös-
bir mana dünyasında kurgulamış Yahya Kemal, termiş toplumunun İstanbul adına inşa ettiği
daha ifadelerin başında “beşeriyet” kavramı- kıymetlerin içinden bakar. Şiirinde çoğu sıklıkla
nı kullanarak, İstanbul’un insanlık için nasıl bir bahsedilen semt, sokak ve mabetler dahi zerre
zarafet içerdiğini belirtmeye çalışır. Bu, sadece miktarınca veya muazzam bir bütünün parçala-
Türk-İslam coğrafyasına mahsus bir siyasi hadise rı olarak umumi çehresiyle Türk-İslam kültürü-
gibi görünse de Yahya Kemal fethi insanlık adı- nün, mimarisinin, şiirinin ve musikisinin büyülü
na selamlamaktan geri durmaz: atmosferi bağlamında yapı taşı niteliğindedir.
“Beşeriyetin muhayyilesine bir büyü tesiriy- Braudel’in metodolojik olarak vurgulamaya ça-
le aksetmiş olan fetih, hâlâ tarihin başlıca bir lıştığı; “ortaklaşa hayatın tüm geniş biçimlerini,
vak’ası sayılır. O zamandan beri, devirler boyun- ekonomileri, kurumları, toplumsal mimarîleri,
ca, kurulan Türk İstanbul ise gözleri en ziyade nihayet uygarlıkları, özellikle uygarlıkları anlıyo-
kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir rum; yani dünya tarihçilerinin hiç kuşkusuz ca-
şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka hili olmadıkları, ama bazı şaşırtıcı öncüler hariç,
bir eseri olmasaydı; tek başına, yalnız bu eser çoğu zaman tarihçinin çevresinde suç ortaklığı
şeref namına yeterdi.”9 yaptığı içinde vakit geçirdiği istisnai bireylerin
Yukardaki ifadeler bir sanatkârın milletine eylemlerini açıklamak için veya sanki açıklamak
veya uygarlığına duyduğu sevginin fethi selam- için konulmuş gibi olan bir dip örtüsü olarak
layışından fazlası değildir. Hatta Yahya Kemal, gördükleri tüm gerçekleri anlıyorum.”11 ifadeleri
İstanbul’un fethedilişinden sonraki süreci yani dikkate alındığında, Yahya Kemal’in İstanbul’u-
Müslüman halkın şehirle tabii kılınacak uyum nun bir kültür menşei ekseninde doğduğu ve
kapasiteyi, bizatihi Yahya Kemal’de görmemize laşan E. M. Cioran’ın genel yazınsal tarzında var
dayanak durumundadır. Tarihe ait siyasi hadi- olan insana dair vurguladığı evrensel kin, nef-
seleri, kör bir aşırılıkla yorumlamak yerine her ret, sevgi veya siyaset-din-bilim kavramlarına
medeniyet adına münhasır renkleri algılamak, yönelik fikirlerin orijinal insan problemini ele
ancak üstün vasıflı sanatkârların görebileceği alış şekli ve entelektüel tavrına rağmen; bilakis
ayrıcalıklardan sayılabilir. Dahası bilimsel olması söz konusu İstanbul’un fethi olunca insan fel-
bakımından Annales ile Yahya Kemal arasındaki sefesine ait düşüncelerin birden bire başka bir
tarihe yaklaşım tarzındaki kesişme, küçük bir ör- şeye dönüşmesinin ortaya çıkarttığı çelişkiler-
nek silsilesi olsa bile özgünlüğün takdir bekleyen de de görülür. İstanbul, Zweig gibi Cioran’ı da
yanlarından görülebilir. spekülatif insan düşüncesini derhal terk etmeye
Zweig’a geri dönersek İstanbul’un fethinden zorlar. Dolayısıyla söz konusu entelektüel zihin,
sonra her din, dil ve milliyet için tesis edilen kendi medeniyeti adına Napoléonlar, Charle-
müreffeh hayat tarzı, tarihî bir gerçek olarak mangeler veya Şarlkenlerden bahsedilen sitayi-
ortadayken; Zweig, Bizans’ın saraylarını, evle- şi, İstanbul’un fethinde bir kine dönüştürmeye
rini, kiliselerini, manastırlarını Türklerin yağma- ayarlanmış saat gibidir. Neyse ki İstanbul, yine
ladığını; kadın, erkek ve çocukların gözü dön- de büyük bir şairin erişilmez sevgilisidir; mazide
müş askerler tarafından esir alındığını, kiliselere de, âtide de Doğu’nun kendi üzerine kapanan
sığınmış insanların kırbaçlandığını, kendilerine efkârına “aylarca hayal içinde kalan” bir Yah-
yük olacağı düşünülen yaşlıların oracıkta öl- ya Kemal’i âşık etmiştir. Belki bu yüzden sarih
dürüldüğünü anlatır.15 Batı’nın birlik oluştura- olarak şehre bakan Yahya Kemal, yaşadığı çağ
mamasının doğurduğu bir felaket olarak Kons- ve öncesinin gerçekliğini kaçırmadan hayalden
tantinopolis’in düştüğünü anlatan Zweig, en hayale dalmıştır.
sonunda İstanbul’un fethinin askeri hazırlıklar,
krokiler, planlar veya Kasımpaşa sırtlarında tak-
1
Neil Lazarus, “Entelektüelin Temsilleri’nde Entelektüel
Temsilleri”, (Çev. Salih Akkanat) Oryantalizm Tartışma
tiksel olarak yürütülen gemiler şeklinde vuku Metinleri, (Ed. Aytaç Yıldız) Doğu Batı Yayınları, Ank.,
bulmuş stratejik bir başarı olarak görmezden 2007, s. 165.
gelerek tesadüfen Kerkoporta kapısının Bizanslı 2
Robert Irwin, Oryantalistler ve Düşmanları, (Çev. Bahar
askerlerce açık unutulmasının Konstantinopo- Tırnakçı), YKY., İst., 2008, s. 55.
3
John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,
lis’in düşmesindeki temel neden olduğunu iddia
(Çev. Esra Ermert) YKY., 6. Bs., İst., 2019, s. 21, 230.
edecek bir romantizme kapılır. Dolayısıyla Ste- 4
Stefan Zweig, Bizans’ın Düşüşü, (Çev. İlker Balkan) Ka-
fan Zweig’ın entelektüel kimliği ile anlatı sana- non Kitap, İstanbul, 2020, s.15.
tındaki eşsiz eserleri, hitap etmek istediği okuru 5
Zweig, age, s. 21.
bağlamında Bizans’ın Düşüşü’nde kolay kolay
6
Işın Demirkent, “Haçlılar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.
14. Türkiye Diyanet Vakfı. s. 525-546. Ayrıca bkz. Niki-
yazarın nerede temellendirilmesi gerektiği so- tas Honiatis, The Sack of Constantinople 1204.
rusunu yanıtsız bırakmaktadır. Avrupamerkezci 7
Zweig, age, s. 25.
düşünce bakımından güdümlü entelektüellerin 8
John M. Hobson, age, s. 23.
genel yönelim biçimine saplanan Zweig, evren-
9
Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti,
18. Bs., İst., 2018, s. 20.
selliğini söz konusu anlatıda kaybederek yazın- 10
age, s. 3-4.
sal serüveninin çok dışında kalmıştır. 11
Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, (Çev. Mehmet
Sonuç olarak Batı entelektüelinin kendi uy- Ali Kılıçbay), Doğu Batı Yay., 2. Bs., Ank., s. 33.
garlığıyla tesis ettiği münasebetin siyasi tarihle
12
Zweig, age, ss.64, 65.
13
Aziz İstanbul, ss.21,22.
sık sık giriştiği hesaplaşma veya imtihan, çoğun- 14
Halil İnalcık, Doğu Batı Makaleleri II, Doğu Batı Yayın-
lukla talihsiz bir imkânsız evrenselliğe dönüşür. ları, 3. Bs., Ank, 2016, s.293.
Yine bu durum, tıpkı Zweig’la aynı yüzyılı pay- 15
Zweig, age, ss. 75, 76. ❮
MARŞ MİRA’DA YÜRÜMEK, BİR YARDIM YA DA SIĞINMA TALEBİ DEĞİLDİR. TAM TERSİNE
BİR BEYANDIR, KİM OLDUĞUNUN DÜNYA KAMUOYUNA BEYANI. YÜRÜMEK ÖYLE BİR
EĞİTİMDİR Kİ MÜFREDATI TEFEKKÜR, TEDRİSATI SABIRDIR
yol ıslanmasın diye mesi, ortaya birçok yeni devlet çıkarırken çö-
şemsiye açanlara... zülme sürecinde yaşanan iç savaşların en kanlısı
Akgün Akova 1992-1995 arası 3,5 yıl süren Bosna Savaşı’dır.
Boşnaklar için J.B.Tito’nun ölümü sonrası, ön-
1. Marş Mira Buluşmasının cesinden daha zor geçer. 1990’lı yıllarla birlikte
Tarihsel Arka Planı Yugoslavya’yı oluşturan halkların birliği bozulur.
Sonuç 7 yeni devlettir: Slovenya, Hırvatistan,
er şey ama her şey bir film şeridi hızıyla Makedonya, Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ ve
yeti bağımsızlığını ilan edecektir. Sonrası, Avru- 11.7.1995: Savaşın sonlarına doğru, Boşnak-
pa’nın katkılarıyla bir film gibidir… Oyuncular: lar’ın zafer ilan edeceğine yakın BM tarafından
Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar. Yazan ve yöneten gündeme getirilen Dayton görüşmeleri sırasında
ABD’dir ve film kapalı gişe oynayacaktır. Dublaj BM’nin kendilerine sığınan Boşnakları Sırplara
yoktur ve her şey şeffaftır. Vahşet, ne de olsa teslim ettiği gündür.
rutin bir olaydır dünya medyası için. Yugoslavya Kasapbaşları “Türklerin işini bitirdik!”3 der-
ordusunu elinde bulunduran ve kendisini Yu- ken yılların ezikliğiyle birilerinin sözcüsü müdür
goslavya’nın devamı olarak gören “Sırp Kasabı” yoksa bu bir yardım talebi midir?
Slobodan Miloseviç (1941-2006) liderliğindeki Başrollerdeki R. Karaciç, R.Mladiç, S.Milose-
Sırbistan, ülkedeki ayrılıkçı unsurlara karşı “et- viç ve diğerleri, uzun ve şaibeli uluslararası yar-
nik temizlik” başlatır. Etnik temizlik politikasının gılamalar sonucu müebbet hapse mahkûm edil-
hedefindeki Boşnaklar, yenidünya düzeninin ilk mişlerse de ne fark eder? 2 milyon insan evini
avları olacaklardır.1 Balkanlar da, Ortadoğu gibi terk etmek zorunda kalmış, toplamda 350 bin
paylaşılamayan topraklardandır, hedefe ulaşmak kişi katledilmiş ve hâlâ o günlerden bugünlere
için her yol mubahtır. Sonuç, insanlık için hezi- kayıp/meçhul cesetler vardır. Kesin bilançoyu bir
mettir. tek Allah bilmektedir.
11.7.1995 akşamı, 1993 Mart’ında “güvenli 8372, Srebrenitsa Soykırımı’nın sembolize
bölge” ilan edilen ve o güne kadar aldığı göç şehit sayısıdır.
ile 60 bini aşkın nüfusunun dörtte üçü Müslü- 1995, Dayton Antlaşması. Bosna-Hersek
man Boşnaklar’dan oluşan Srebrenitsa, BM Barış (Federal Demokratik Cumhuriyet), iki entite
Gücü’nün gözetiminde, Bosnalı Sırpların lideri (Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuri-
Radovan Kradziç (1945-)’in emriyle teslim alı- yeti) ile bir küçük özerk bölgenin (Brçko) top-
nır. Srebrenitsa’ya giren Sırplar, şehirden ayrıl(a) lamıdır artık. Bu parçalı yapılanma, güvensiz-
mayan Boşnakları; kadınlar ve çocukları, 15-70 likten kaynaklanan ve karşılıklı işbirliğini zor-
yaş arası erkekler ve çoğu tecavüze uğrayan laştıran sorunlarla yaşamı dramatikleştirmek-
genç kızlar/çocuksuz kadınlar diye üçe ayırırlar tedir. Çözüm, çözümsüzlük olmuştur. Örneğin;
ve bunları “hayvan muamelesi” ile Potoçari’de- Saraybosna’da şehir merkezinden sadece 2-3
ki Akü Fabrikası’na yönlendirirler. Aralarından kilometre güney batıya, havalimanına doğru
13-15 bin kişi son bir umutla dağlara kaçar, geri yol aldığınızda Sırp Cumhuriyeti’nin sınırla-
kalanlar insan aklının alamayacağı işkencelerle rı başlamakta, bir yabancıya sıradan görünen
öldürülür. Kaçanların hedefi, Tuzla’nın Nezuk mahallelerin yarısı Bosna-Hersek Federasyo-
köyüne ulaşmaktır. Marş Smrti/Ölüm Yürüyü- nu’nun yarısı Sırp Cumhuriyeti’nin yetki ve
şü’nden sadece 3 bine yakın Boşnak Nezuk’a idaresi altında yaşamaktadır. Bugün Saray-
ulaşabilir. Dağlık orman yolu oldukça tehlikeli bosna’da hükümet işleri tam bir “çorba”dır. Ve
ve zorlu olmasının yanı sıra mayınlarla ve uçu- Boşnak-Bosnalı ayrımı dünden daha önemli-
rumlarla doludur. Sırplar, Boşnakları güle-oyna- dir: Her Bosnalı Boşnak değildir ve Boşnaklar
ya katledip gelişigüzel toplu mezarlara gömer- Müslüman’dır.
ler. Yedi gün süren ölüm yolculuğunun sonunda Lev N.Tolstoy (1828-1910), Şeyh Şamil döne-
Nezuk’a ulaşabilenler kurtulabildiklerine bugün minin Avar kökenli Kafkasyalı lideri Hacı Murad
de inanamazlar. (1795-1852)’ı ve Ruslar tarafından öldürülüşü-
11.7.1995: Sırp Ordusu Başkomutanı Rat- nü anlattığı 1896 tarihli biyografik romanında
ko Mladiç (1943)’in “Herkesi öldürmelisiniz... kuvvetine şaştığı Hacı Murad’ı tarif ederken;
Yakalayabileceğiniz herkesi öldürün!”2, dediği “Güz çimeni gibi, saman arabası üzerinden ge-
gündür. çip gider, ama yine tekerleğin altından dimdik
çıkar.”4 der. İşte bu canlı yayından Boşnaklar güz vinjci - Burnice - Kameno Ravni Buljim - Jaglici
çimeni gibi dimdik çıkarlar ve vazgeçmezler. - Susnjari - Budak ve Potocari.
İsmail Gümüş (1938-2015)’ün Boşnak Tür-
2. Marş Mira Bir Yürüyüşten Fazlası küsü6’nde hikâyelerine tanıklık ettiğimiz insan-
lar için, o insanlarla birlikte dayanışma ruhu ve
Tüm dünya soykırımı gördü. Maktul, hayalini platformu oluşturmak için, sessizce yürümek!
gerçekleştirdi. Olan biten karşısında bizler yer- Sessizce yürüyerek itiraz etmek; düne, bugüne,
de yatan cesetlere bakıp bakıp çok şaşırmış gibi yarına dair... Marş Mira’yı geleneksel bir yürüyü-
yaptık. Birkaç gün üzüldükten sonra da neden şün ötesine taşıyan, itirazın felsefi arka planıdır.
üzüldüğümüzü bile unuttuk! Ama “Boşnak ina- Dün, kolektif hafıza/toplumsal bellektir; bugün
dı” unutmadı. Srebrenitsa Soykırımı’ndan kurtu- misyon, yarın ise vizyondur.
lan o gün 14 yaşındaki Kemal Haydareviç’in ha- Neden yürüyoruz? İsmet Özel bir daha haklı
ritası, rota olarak alınarak güzergâh tersten bir çıkmasın: “Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatı-
yürüyüş ile 2004 yılından başlayarak geleneksel mız/ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla/
hâle geldi: Marş Smrti/Ölüm Yürüyüşü, Marş düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz…” Yusuf
Mira/Barış Yürüyüşü’ne evrildi.5 Patocari’den Atılgan’ın Aylak Adam’ı da: “…dünyada hepimiz
Nezuk’a ölüm yürüyüşü değil Nezuk’tan Potoca- sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibi-
ri’ye barış yürüyüşüdür artık rotamız: Nezuk - yiz…”
Baljkovica - Parlog - Crni Vrh - Snagovo - Liplje Yürümek, her türlü hak arama mücadelesin-
- Josanica - Donja Kamenica - Bakraci - Glodi de ilk akla gelen eylemdir: Eski Roma’da Trak-
- Udrc - Cerska - Kaldrmica - Djugum - Mra- yalı gladyatör Spartaküs (M.Ö.111-71)’ün kendisi
gibi köle altmış kadar arkadaşı ile birlikte baş- lanma hakkı için; 1963’de Afrikalı Amerikalılar
lattığı yürüyüş, bir özgürlüğe kaçış öyküsüdür. ırkçılığa karşı M. Luther King (1929-1968)’in I
Hz. Musa (M.Ö.?-1273), maruz kaldığı baskılar have a dream/Bir hayalim var tarihi konuşması
sonucu, kavmiyle birlikte Mısır’dan çıkarak Nil ile Washington’da yürüyeceklerdir. Kızılderililer,
Nehri’ne doğru yürür; Firavun’un ordusunun geçmişte kendilerine ait olan Alkatras Adası’nı
takibi ile Nil kenarında sıkışan Musa ve kav- işgallerinin sert bir şekilde bastırılması üzerine
mi, ilahi bir emirle ortadan ikiye ayrılan Nil’i San Francisco’dan Washington’a uzun bir yürü-
yürüyerek geçer ve kurtulurlar. İslam Peygam- yüş (5 bin km) başlatırlar.
beri (571-632), Müslümanlığı kabul edenlerin Bir itirazın felsefesini üretmek adına yürü-
karşılaştığı büyük baskılar sonucu Mekke’den mek… “Özgürlüğe değil insan kalmaya yürü-
Medine’ye yürür, hicrettir bunun adı. Mahatma mek”tir Marş Mira. Bosna Davası, Aliya (1925-
Gandi (1869-1948), “Tuz Yürüyüşü” ile Hindis- 2003) ve arkadaşları için “üzerinde çokça düşü-
tan’ı bağımsızlığa götüren süreci çıplak ayakla nülmüş ve planlanmış uzun bir yürüyüş”tür. Bu
başlatır, 400 kilometrelik yürüyüşü 24 günde bağlamda da, Marş Mira bir yürüyüşten daha
tamamlayarak Hint Okyanusu’na ulaşır. Mao Ze- fazlasıdır katılanlar için. Ben ve yürüyüşe ka-
dong (1893-1976)’un Uzun Yürüyüş’ü, 100 bini tılan benim gibi binler, aksine Aliya kadar dü-
aşkın taraftarla 370 günde çok engebeli bir ara- şünmedik bu yürüyüşü. Hatta çoğumuz birden
zide 10 bin kilometreden fazla yolun kat edilme- bire koşmaya başlayıp yanımızdakileri geçmeye
siyle sonuçlanırken aslında yeni bir başlangıçtır. çalıştık. Hâlbuki başlangıcı ve bitişi olmayan
1913’te Suffrage Parade eylemini düzenleyen bir yoldur bu yürüyüş. Sonunda ödül falan da
kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitliği ve oy kul- yoktur. Koşan arkadaşlarını yadırgayan bizler,
dir. H. D. Thoreau gibi bir kış günü yürümek ya tedrisatı sabırdır. “Ne olur bize bir mucize göste-
da ay ışında gece yürümek, …8 F. Nietzsche’nin rin” diyerek çevresinde dolanan öğrencilerinden
Kara Orman’da yürüdüğü gibi yürümek... Frederic bunalan İmâm-ı Rabbânî, bir gün dayanamaz ve
Gros gibi yaşamak için yürümek…9 Marş Mira’da öğrencilerinin önünde ayağa kalkar, birkaç adım
yürümek hayata yeniden anlam yükleyerek yü- atar ve kollarını iki yana açarak “Bakın yürüyo-
rümektir, biri değil hepsi… Bir postacı gibi yavaş rum.” der. Yürümek işte böyle büyük bir mucize,
yavaş, bir maratoncu gibi koşar adım ama hede- böyle büyük bir eylemdir. Marş Mira’da yürümek
fe yürümek… Toprağa bastığı müddetçe kendini bir hatırlama eylemidir de. İnsan, yürürken neyi
güvende hissetmek, ağzıyla değil burnuyla nefes hatırlar? En başta bir garip yolcu olduğunu. Her
alıp vermek… Yol almak değil yol açmak… hatırlama bir idraktir. Sonsuzu ve sonu... Gez-
Marş Mira, geleneksel bir dayanışma motifi ginleri yollara düşüren de bu susuzluk hâli değil
oluşturan içeriğiyle her yıl aynı tarihte tekrar- midir? Yürümek için yol gerekmez; önemli olan
lanan tek yürüyüştür. Srebrenitsa Soykırımı’na T. S. Eliot‘ın dediği gibi “yolda olmak”tır. Aceleye,
karşı bir dayanışma refleksi olarak başlamış ve hıza, koşturmacaya, telaşa gerek yoktur. Marş
çığ gibi büyümüş/büyümektedir. Jane’nin yü- Mira’da yürümek, ayaklarımızla konuşmaktır.
rüyüş festivali (jane’s walk festival) ile eşleşmez Bir göze, bir kulağa, bir yüreğe dönüşmektir. Üç
Marş Mira. Her uzun yürüyüş finish’e yaklaştık- maymunu öldürmektir. Yürümenin ağır yüküdür
ça itirazî kişiliğini ortaya koyar. Sessiz yürüyüş- bu; dik durmak, ayakta olmak! İnsan yattığı yer-
ler içsel fırtınalara yol açar hesaplaşma fırsatı den yürüyemez. İki ayak ve bir adım ile başlar
sunar: Sessizlik, sessiz, ses… Amaçsız yürümek dehşetli macera. Bakmanın ve görmenin dışında
(avarelik) bile amaçsızlık amacına yürümektir bir üçüncü yolu gösterir insana: Şahit olmak!
ki disiplin ister. Yürümek, asla ve asla boş za- Yürümek, kendini terbiye etmektir bir kaçış,
manlarını değerlendirme uğraşı (hobi) ya da bir köşeye çekilme eyleminden öte. Bütünleşik
gezinti değildir. Bir avangart (öncü, deneyimsel) bir protesto biçimi sayılabilir bu bağlamda, oto-
eylemdir. Tazelenmek (yenilenmek) olduğu ka- matikleşmeye ve anonimleşmeye karşı. Marş Mi-
dar bir “iyi gelme hâli”dir. Vücuda masaj, zihne ra’da yürümek, bir arınma çağrısıdır; önümüzü
mesajdır. Her yürüyüş, bir yolculuktan öte; bir daha iyi görebilmek için ardımızda bıraktıkları-
itirazın karşılık bulmasıdır: Emperyalizme karşı mızdan kurtulmak... Hem kendimizi hem dünya-
yürümek, haklar ya da halklar için dayanışarak yı berraklaştırabilmek… Zaaflarımızla vedalaşıp
yürümek, obeziteye karşı yürümek, spor aşkıy- saf gerçekle yüzleşmek… Yürümek, iyi gelir; in-
la yürümek, sevgiliyle el ele tutkuyla yürümek, san yürürken kendine döner, yalın hâline. Hâl-i
bebeğiyle/çocuğuyla öğretmek amaçlı yürümek, pür melâlin özetidir yürümek. Öteki yoktur; “Bir
Kâbe’de yürümek… Yürümek, muhalif bir eylem- ben vardır ben de, benden içeru.” Ne bir nef-
dir. Podyumu/Rotası ne olursa olsun ilk adımla ret ne de bir övgü, hepsi yürüyüşün başlangıç
başlar yürümek. Ya sonrası? Yürümek, insanın noktasına gömülmüş; “O kadar hızlı gittik ki,
bireysel iç dinamiklerini kışkırtan bir eylem ol- ruhlarımız geride kaldı.” diyen Afrikalı bilgenin
masına karşın, aynı zamanda da toplumsal di- hakkını teslim edilmiştir.
namiklerin fitilini ateşler. Bu nedenle değil midir Emekleyen bebeklerin yürüme mücadelesi-
devletlerin, kalabalıkların yürümesini düzenle- ne bakar mısınız? A ve B noktaları arasında bir
yen yasalar çıkarmaları. güzergâh oluşturmak ve yürümek… Yürümek ya-
Marş Mira’da yürümek, bir yardım ya da sı- ratıcılık, ulaşabilmek katılımcı planlama aracıdır.
ğınma talebi değildir. Tam tersine bir beyandır, Bir bedensel engelliyi, bir küçük çocuklu anneyi,
kim olduğunun dünya kamuoyuna beyanı. Yü- bir yaşlıyı düşünerek yürümek… Sağlıklı yaşam
rümek öyle bir eğitimdir ki müfredatı tefekkür, yürüyüşündeymiş gibi empati kurarak yürümek…
Yürümek, spordan öte bir sanat eylemidir de. 14 hayatım; ayakta kalabilmek için para kazan-
yıl (1975-1989) büyük aşk yaşayan performans mak, çalışmak zorundayım. Diğer hayatım ise
sanatçıları Yugoslavya doğumlu Sırp Marina Ab- gördüklerim, yaşadıklarım ve unutamadıklarım.
ramoviç ile Alman Ulay/Frank Uwe Laysiepen’ın Kampa sığınan mültecilerin Çetnikler (Sırp ge-
en büyük hayali Çin Seddi’nde bir performans rillalar)’e teslim edilirken bana olan bakışlarını,
yapabilmektir. Nihayet izinler alınır ama ufak bir çığlıklarını unutamıyorum. Annemi, babamı,
sorun çıkar; Marina, Ulay’ın kendisini aldattığını kardeşimi ölüme yolcu ettiğim anı unutamı-
öğrenir ve ilişkisini bitirme kararı alır. Fakat önce yorum. Katillerin serbest gezmesini ise kabul
Çin Seddi’ne doğru yola çıkılır, hayal gerçekleşti- edemiyorum.”
rilecektir. Marina, Sarı Irmak yönünden Ulay ise “Şehitler ve Zambaklar Ülkesi”nin insanları
Gobi Çölü yönünden başlayarak 90 günde üç bi- Murathan Mungan’ın deyişiyle “tarihlerini yüz-
ner kilometre yürürler; iki sevgili seddin ortasın- lerinde taşıyorlar” umutla umutsuzluk arası bir
da buluşur ve birbirlerine “Hoşçakal” diyerek ay- yerde. Yalnız ve mütevekkil. Bu öyle bir vahşet ki
rılırlar. Yürümenin provakatif gücü. Büyük aşka savaşta kurşunla öldürülenlerin şanslı olduğunu
büyük yürüyüş ile veda: “The Lovers: The Great düşünmek gibi delice fikirlere kapılıyorsunuz.
Wall Walk.” Marş Mira’da yürümek ise ayrılığın “Sen benim en iyi arkadaşımsın ama seni hiçbir
değil bir olmanın, birlik olmanın estetiğidir. Bir şey için öldüreceğim.” cümlesini yıllarca birlikte
hayalin peşinden gitmek ortak paydadır. Yürü- yiyip-içtiğiniz komşunuzdan işitmek... Bu nasıl
mek, hissetmektir; aldatılmışlığı da. bir akıl tutulmasıdır?
Yürüyüş sırasında bir Boşnak anlatıyor: “İç Potoçari’den Saraybosna’ya dönüş yolunda,
içe geçmiş iki hayat birden yaşıyorum. Birinci “Büyük Sırbistan” hayaliyle cehenneme çevril-
miş “hayalet şehir” Srebrenitsa’dan her geçişim- dağılması ile bu bürokratlar ve şefler ellerin-
de; komşusu Boşnak’ın evi viran ve talan iken deki iktidarı kaçırmayı hazmedemediler. Bu
bitişikteki Sırp ailesinin evinde nasıl oturabildi- bakış açısı ile emirlerindeki medyayı da kul-
ği bende cevap şıkkı olmayan bir sorudur hep. lanarak din ve etnik düşmanlıkları körükledi-
Bugün Srebrenitsa, Sırp Cumhuriyeti içinde ve ler. Bu medya bombardımanı kardeş gibi geçi-
belediye başkanı Müslüman olan tek şehir. Adı, nen halkları birbirine düşman etmeye yetti ve
gümüş anlamına gelen “Srebren” sözcüğünden olanlar oldu. Sonuç: Temmuz 1995’de Srebre-
doğan Srebrenitsa’nın cehennemle birlikte anıl- nitsa’da tüm dünyanın gözleri önünde bir soy-
ması… kırım yaşandı.”11
Marş Mira’da yürümek, “asla unutmayaca- Srebrenitsa’da katledilen bir halk değil bir
ğız” demektir. Srebrenitsa Soykırımı’nı zihinlere tarih, bir bilinç, bir kimliktir aslında. İşte bu yü-
kazımak, kıyımlara/yıkımlara karşı uyanık olmak/ rüyüş bu katledilişlere her yıl tazelenerek veri-
kalmak eylemidir; rahmetle! Marş Mira, dünya- len bir cevap, yeniden diriliştir. Yeniden… Fran-
nın dört bir yanından gelen gönüllülerin katılı- sız sosyalbilimci Jean Baudrillard 7.01.1993’de
mıyla “bir hüzünlü sessiz direniş yürüyüşü”dür Liberation’daki köşesinde gelişmeleri yorum-
her yıl güncellenen. larken Srebrenitsa Soykırımı öncesi Batı dün-
yası adına bir itirafa mı yoksa insanlığa dair bir
3. Sonuç ifşaya mı imza atıyordu, karar sizin: “Felaketin,
çaresizliğin, tümüyle düş kırıklığına uğramanın
Srebrenitsa çevresindeki ilk toplu mezarları vermiş olduğu mutlak üstünlük… Bosnalıların,
ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Ame- Avrupalılar’a küçümsemeyle ya da en azından
rikalı gazeteci D. Rohde, 11.7.1995’de Srebre- alaycı bağımsız bir edayla bakmalarını sağlı-
nitsa’da neler olduğunu tarafsız ve özeleştirel yor… Merhamet duygusuna ihtiyacı olan onlar
bir tavırla şöyle özetlemektedir: “Uluslararası değil, aksine bizim sefil yazgımıza karşı onlar
camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsız- merhamet duygusu içindeler. Asıl güçlü olan
landırmış ve sonra da onları en azgın düşman- biz değil onlardır, çünkü bizler, oralara giderek
larına teslim etmiştir. Srebrenitsa, uluslarara- güçsüzlüğümüzü ve yitirdiğimiz gerçeklerimi-
sı camianın felaketi davet ettiği bir sonuçtur. zi arıyoruz… İşte, bu nedenle, onlar canlı, biz
Çünkü uluslararası camianın eylemleri katilleri ölüyüz.” 12
cesaretlendirmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. Gezginler gibi şairler de uzun yolların yol-
Srebrenitsa’nın düşmesi gerçekte olması gere- cusu olarak öncü yürüyüşçülerdir. Aliya’nın
ken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu hapishane arkadaşı ve Bosna Savaşı boyunca
Bosna’da oraya buraya saçılmasına; binlerce millî marş olarak söylenen Ja Sin Sam Tvoj’un
Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından da şairi ve felsefe profesörü Cemalettin La-
boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcala- tiç, yaşadıklarını dizelere döker Srebrenitsa
rının ve kardeşlerinin hikâyesi ile büyümesine Cehennemi’nde.13 Latiç, dinî ve tarihî pek çok
hiç gerek yoktu.” 10 unsurdan beslenen bu ırmak şiirinde Sırpların
Yine Amerikalı gelecekbilimci A. Toffler, yaptığı insanlık dışı tecavüzleri tel’in etmek-
Bosna Savaşı’nın ortasında gittiği Belgrad’ta tedir:
tanıştığı gazeteci Milos Vasiç’in gözlemlerini
şöyle aktarmaktadır: “Yugoslavya döneminde- Kara toprak dahi görmüş değildir böyle bir şeyi!
ki üst düzey bürokratlar ve şefler, uzun süre Ah, bu dünyaya hiç gelmemiş olsaydık keşke
iktidarda kaldıklarından hep yönetmeye alış- -o ne alçakça davranıştı gördüğümüz
tılar; başka meslekleri yoktu. Yugoslavya’nın ölümden beter çaresizlik içinde!
İLK BAKIŞTA DAHİ PSİKANALİZİN DERİN ETKİSİNİ ONDA RAHATLIKLA GÖRÜRÜZ. METİNLERİNDE NEVROZ,
BİLİNÇDIŞI, NARSİZM GİBİ KELİMELER, PEK ÇOK DURUMU AÇIKLAMAK İÇİN KARŞIMIZA ÇIKAR.
BAZEN PSİKANALİZE DAİR GÖRÜŞLER, ELBETTE TANPINAR’IN SANATÇI SÜZGECİNDEN
GEÇMİŞ HÂLLERİYLE, YARATTIĞI KARAKTERLERİN AĞZINDAN DÖKÜLÜR
reud’un 1900 yılında yayımladığı Rüyaların mek istemesiyle anlayabiliriz. Dalí o sırada otuz
Fakat Tanpınar’daki Freud etkisini sadece bu toplumu anlamaya yarayan kıymetli bir araçtı.
“rüya” kelimesi ile sınırlamak mümkün değil. İlk Hayri İrdal’ın babasını beğenmemesini de, genç
bakışta dahi psikanalizin derin etkisini onda ra- Cumhuriyet’in imparatorluğa bakışını da bu
hatlıkla görürüz. Metinlerinde nevroz, bilinçdışı, bağlamda Freudyen bir nazarla okuyabiliriz.
narsizm gibi kelimeler, pek çok durumu açıkla- “Adem’le Havva” öyküsünde Adem, yaşadığı
mak için karşımıza çıkar. Bazen psikanalize dair yalnızlık duygusu ve korkunun etkisiyle Havva’ya
görüşler, elbette Tanpınar’ın sanatçı süzgecin- sığınmak ister. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle bu,
den geçmiş halleriyle, yarattığı karakterlerin ağ- “anne karnına dönüşü” simgeler. “Sakla beni...
zından dökülür. Mahur Beste’de “Şark yok, şark Sakla beni, diyordu. Ve istiyordu ki başı ve bütün
öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz vücudu Havva’nın gecesine her an daha fazla gö-
yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” mülsün...” Mahur Beste’de Behçet Bey, “Freud ile
diyen Sabri Hoca’yı da; Saatleri Ayarlama Ens- Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın
titüsü’nde “Psikanaliz çıktığından beri hemen çocuğuyuz. Onlar bize sırrı insan kafasında, insan
herkes az çok hastadır.” diyerek arkadaşını pay- hayatında aramayı öğrettiler.” sözleri ile özetler
layan Doktor Ramiz’i de örnek olarak verebiliriz. kendi görüşünü. Behçet Bey ne ölçüde Tanpınar’ı
Fakat Tanpınar’daki Freud etkisini sadece yüzey- temsil eder, bu bilinmez. Fakat Anatalya’lı Genç
de aramamak gerek. Sanatçının özellikle roman- Kıza Mektup’ta şöyle der Tanpınar:
larında psikanaliz, basit bir motiften çok daha “Şiir ve sanat anlayışımda Bergson’un zaman
fazlasıdır. Onun için bu yeni çalışma sahası, bel- telakkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az oku-
ki Batı’daki çağdaşlarında olduğu gibi, bireyi ve makla beraber o da borçlu olduğum insanlar-
dandır. Fakat 1912 yıllarında Schopenhauer ve değil; kişinin kendi benliğidir. Ve melankolide
Nietchze’yi çok okuduğumu hatırlatayım. Rüya insan, yastan farklı olarak, kaybettiği objenin
meseleleri beni Freud’a ve psikanalistlere de gö- neyi temsil ettiğini tam olarak bilemez. Kaybo-
türdü.” lup giden insan veya idealin kendisinden bir şey
Freud’un velut bir araştırmacı olduğunu bili- götürdüğünü sezer fakat onda artık olmayan bu
yoruz. Metotlarının bilimselliği ve etiğe uygun- şeyin ne olduğunu tam olarak bilemez...
luğu tartışılsa da çok büyük bir külliyat bıraktığı Hayri İrdal, eşi Emine’nin vefatı ile birlikte
aşikar. Peki Tanpınar bu külliyata ne ölçüde ha- büyük bir keder duyar. İçinde olduğu durumu
kimdi? Bunu anlamak güç. Kütüphanesi üzeri- anlatışı, ilginç bir şekilde Freud’un melankolik
ne yapılan çalışmaların bize pek doğru cevaplar obje kaybı tarifine benzemektedir.
vermeyeceğini varsayabiliriz. Zira eserlerinde “Emine’nin ölümüyle son tutunduğum dal
işlediği konuların zenginliği, sosyo-kültürel me- da kopmuş gibi büsbütün boşlukta kaldım. Kay-
selelere vukûfiyeti göz önüne aldığımızda, Tan- bettiğim şey benim için o kadar büyüktü ki ilk
pınar’ın bize kalan kütüphanesinden çok daha önceleri bunu bir türlü anlayamadım. Ne de
fazlasını okuduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... hayatımdaki neticesini ölçebildim. Sade içimde
1917 yılında yayımlanan “Mourning and simsiyah ve çok ağır bir şeyle dolaştım durdum.”
Melancholia” makalesi ile Saatleri Ayarlama Freud’a göre melankolinin diğer bir ayırt edi-
Enstitüsü’nü karşılıklı okuduğumuzda, etki- ci özelliği, özsaygıda meydana gelen tahribattır.
leşimin gücü hakkında bir fikir sahibi olmak Kişi, hiç utanıp sıkılmadan kendini açıkça suçlar.
mümkün. Freud’un tanımladığı şekliyle “yas Freud bunu son derece çarpıcı bulur çünkü nor-
ve melankoli” ile Hayri İrdal’ın sözleri arasında mal şartlarda insan kendi kusurlarını gizlemek
şaşırtıcı bir benzerlik var. Freud’a göre yas ve ister. Hâlbuki melankolide tam tersine, ısrarlı bir
melankoli, birbirine benzeyen fakat aralarında konuşma ve benliği teşhir etmekten duyulan
önemli farklar bulunun iki ruh hâli. Yas, sevilen haz vardır. Hayri İrdal’ın öz saygınlığında gelen
birinin yahut soyut bir idealin ölümü karşısında tahribatı, kusurların teşhir etmek arzusunu şu
verilen bir tepkidir. Yas duyan insan, kaybettiği pasajda görmek mümkün:
“şey”in, diğer bir ifade ile yokluğunu hissetti- “İçimde o zamana kadar duymadığım bir
ği objenin ne olduğunu bilir ve buna kuvvetli eziklik vardı. Bu korku değildi, acı değildi. Ancak
bir özlem duyar. Bu kederli ruh hâli neticesinde kendisine ihanet eden insanların duyacağı bir
dünya ona çorak ve manasız gelir. Fakat bu yas azaptı. Bir ucu iğrenmede biten garip bir duy-
süresi zarfında kendine olan bakışı değişmez. gu. Böyle günlerden birinde idi. Bir ara gözüm
Sorumlu dış dünyadır. Belki hayat belki kader karşıdaki aynada kendi hayalime erişti. İki ya-
suçlanır. Kendisinden koparılan şeyin ne oldu- nıma asılmış paltoların arasında kendi yüzümü
ğunu bilir ve sadece bunun getirdiği tabii bir o kadar memnun ve biçare, o kadar zelil ve her
hüzünle yaşar... Yas duyan insana müdahale tarafa sürüklenebilir, her şeye mukavemetsiz ve
gereksizdir çünkü zaman onu telafi edecektir. her şeyden istifa etmiş gördüm ki bir an billû-
Fakat Freud’a göre melankoli çok daha farklı- run beni kusacağını, kendi suratımı ayaklarımın
dır, yıkıcıdır, patolojiktir, tedavisi lazım gelen ucuna fırlatacağını sandım. Fakat hayır, hiç de
bir durumdur. böyle olmadı. İkinci, üçüncü bakışta bu hayale
Melankoli de kayba verilen bir tepkidir. Fa- de alıştım. Her şey müsavi idi.”
kat buradaki keder iyice kök salmıştır ve insana Özsaygıdaki tahribata bir diğer örnek olarak,
ıstırap verir. Melankolide dış dünyaya ilgi aza- Hayri İrdal’ın her akşam eve gelip çocuklarını
lır, sevme kapasitesi düşer, özsaygı tahrip olur. görünce hissettiği duyguları zikretmek müm-
Yasta olduğu gibi kurak gözüken yer dış dünya kün:
ratça tamir etmiştir. Hayri İrdal, Ermeni ustanın topluma, içinde yaşadığı çağa yöneltmek iste-
işi yapışından oldukça rahatsız olmuştur. Dük- miştir...
kana girdikleri andan itibaren, tamirat boyun- Emine’nin ölümü Hayri İrdal için sadece bir
ca her an Ermeni ustanın yanı başında durur. kayıptan çok daha fazlasıdır. Gün geçtikçe içi-
Onu titizlikle takip eder, yeri gelir haşlar. O ana ne daha çok gömüldüğü; sanrılarla, işe yaramaz
kadar görmediğimiz bir özsaygı Hayri İrdal’da enstitülerle dolu dünyaya Emine’nin vefatıyla
peyda olmuş gibidir... Saat ustası eğilip bükü- düşer. Bu travma ve temsil ettiği her şey, Hay-
lür, kan ter içinde kalır. Bir buçuk saat süren ri İrdal’daki melankolinin belki de asıl sebebidir.
bu tamir işleminin sonunca Ermeni usta Hay- Freud göre travma, kişinin tahammül edeme-
ri İrdal’in bilgisinden o derece etkilenmiştir ki diği ve anlamlandıramadığı bir yara ise; Hayri
“Beyefendi, zatınız İsviçrelisinizdir? Yoksa orada İrdal’ın, eşi Emine’nin ölümüne mana vereme-
tahsil ettiniz?” diye sormadan kendini alamaz. mesine şaşırmamalıyız. Hatta “Olabilecek şeyle-
Ne var ki Hayri İrdal’ın benliğine gösterdiği say- rin en kötüsü olmuştu. Artık hürdüm.” demesini
gı kalıcı değildir. O kadar eleştirdiği, azarladığı, dahi hor görmemeliyiz. Gerçekten de travmalar
açığını yakaladığı Ermeni ustanın dükkanından kolayca aşılamayan hendekler gibi bizi meşgul
çıkarken “Keşke bu adama bu kadar haşin dav- eder. Ve belki bütün kişiliğimiz, kapatmak iste-
ranmasaydım, belki beni çıraklığa kabul ederdi.” diğimiz o yaranın etrafında şekillenir. İyi ve kötü
diye içinden geçirir. Bu cümle, sahiden düşkün hasletlerimizle... Emine Hanım’ın yahut onun
durumda olanların haykıracağı samimi bir fer- temsil ettiği değerlerin ölümü ile Hayri İrdal,
yat mıdır yoksa melankolik bir insanın kendi benliğinde açılan ve melankolisinin asıl kayna-
benliğine vurduğu son darbe midir? ğı olan bu yarayı roman boyunca taşır. Fakat
Freud’a göre hastanın çok sayıdaki öz suçla- bilmeden taşır. Ne var ki yıllar sonra, uykusuz
malarının önemli bir kısmı kendi ile alakalı de- bir gecenin karanlığında fark eder ki; Emine’nin
ğildir. Bunlar daha ziyade, hastanın sevdiği, sev- ölümü onun için acı bir kayıptan fazlası, hayatı-
miş olduğu, yahut sevmesi gereken birine daha na yön vermiş bir travmadır:
uygundur. Freud buna şöyle bir örnek verir: Çocuklarımın bana karşı hâlâ saygı ve sev-
“Kendisi gibi yetersiz bir kadınla evli olduğu için gi göstermelerine şaşıyordum. Ahmet bile beni
kocasına merhametini yüksek sesle dile getiren açıktan açığa üzmek istemiyordu. Bu şüphe-
kadın, gerçekte, kocasını yetersiz olmakla suçla- siz Emine’den gelen bir taraflarıydı. Birdenbi-
maktadır.” Acaba Hayri İrdal da çevresindekileri re içimde korkunç bir yara sızladı. O yaşasaydı
suçlayamadığı için mi kendini hor görmektedir? bunların hiçbiri olmazdı.
Freud’a göre melankolik insanların kendilerini Romanı da tıpkı şiir yazar gibi kelime keli-
hiç utanmadan teşhir etmesinin sebebi, kendi- me vücuda getiren Tanpınar’ın “yara” kelime-
leri hakkında söyledikleri onur kırıcı her şeyin sini rastgele seçtiğine inanmak güç geliyor.
aslında diplerde bir yerlerde, başka biri hakkında Melankolide insanın, kaybolan objeyle birlikte
söylenmiş olmasıdır. Belki de Hayri İrdal’ın ken- kendisinden kopup giden şeyden bihaber ol-
dini okuyucunun önüne bu denli rahat atması- duğundan bahsetmiştik. Hayri İrdal, yukarıdaki
nın sebebi budur. Ana karakter, henüz romanın pasajdan anladığımız kadarıyla kendiyle alaka-
başında anlatmak istediği meselinin bir enstitü- lı birtakım hakikatleri anlayacak gibi olmuştur.
nün kuruluş hikâyesi olduğunu söyler ama buna “Bunların hiçbiri olmazdı.” derken, acaba kastı
rağmen asıl anlatmak istediği mevzuya bir türlü ne? Bu cümledeki “bunlar” neyi temsil ediyor?
gelemez. Öz eleştirisi bazen belirgin, bazen üstü Emine Hanım’ın ve onun temsil ettiği ideallerin
kapalı, sayfalar boyunca sürer. Belki de Hayri ölümüyle; Hayri İrdal’dan ve pek tabii bizden ne
İrdal bu acımasız eleştirileri kendine değil de, eksildi sahi? ❮
DİŞİYLE TIRNAĞIYLA KURDUĞU YUVASINI, GÖZLE BİLE GÖREMEDİĞİ BİR DÜŞMANA BOZDURMAYA NİYETİ
YOKTU BUGÜNE BUGÜN. O ZAMAN EN YAKININDAKİLERİ KENDİSİNDEN UZAKLAŞTIRMAKLA
BAŞLAYABİLİRDİ İŞE. ÖYLE YA, MUM BAZEN DİBİNE DE IŞIK VERMELİYDİ
D
almıştı, duymuyordu. “Abi tamam!” diye duygularıyla yeniden direksiyona geçti. Son-
daha üst perdeden seslendi arabanın de- ra arka koltukta oturan ve uzun yola çıkmak-
posunu dolduran ağzı maskeli, gözleri tan hoşnut görünmeyen oğluna baktı aynayı
kuşkulu genç. Ses ilk başta rüzgârın sürüklediği hafif eğerek. Annesi onlara katılamadığı için
uğultu gibi gelmişti, sonradan algıladı yükselen yüzü hepten düşmüş, daha yolun başında
tonu. Daldığı gölgeli âlemden sıyrıldı böylece. yengeç kokusu almış midye gibi içine kapan-
Gencin bıyık altından gülmesiyle toparlanmasa mıştı. Hâlbuki zorunlu tatilin ilk günleri ne
bu ısrara çıkışacaktı neredeyse. Elini cebine attı zevkliydi! Kendisi gibi eve hapsolan öğretmen
ama hemen sonra vazgeçti: “Ben kartla öde- babasıyla gün boyu çizgi film izliyor, tablette
yeyim en iyisi!” Ne kadar az temas o kadar az oyundan oyuna atlıyorlardı ama annesi niye
risk, diye tembihlemişti pimpirikli hemşire eşi. çalışıyordu? Biraz da babası işe gitse, annesi
Sayesinde birkaç haftadır tus tecrübesini atla- evde kalsa ne olurdu sanki? Oğlunun oyalan-
tacak kadar teorik bilgiyle yığılmıştı havsalası ması ümidiyle, arka koltuğun diğer tarafına
ve henüz paranoyak davranışlar sergilemese de yığdığı abur cuburlar ancak bir süre işe yara-
anksiyeteye ramak kala harekete geçmişti ister dı. “E, napalım bu günler de öyle ya da böy-
istemez. Uzun istişareler bir kenara bırakılmış, le aşılacak. Bir de şu uzun mesafeyi aşabilsek
eşinin emrivakisiyle memleket yolculuğu kara- sağ salim...” diye söylenmeye başladı içinde
rına varılmıştı. iyimser biri. Daha ihtiyatlı olanı kesti sözü-
Ödemeyi yaptıktan sonra temassız kartı ve nü: “Dinlenme tesislerinden falan uzak durun.
fotoselli kapıyı icat edenlere hissettiği şükran Mecbur kalırsanız lavabolara dikkat! Çocuğun
elleri hiçbir yere değmemeli. Zaten maskesiz, yanındaki çantada bir şeyler var, açıp alabilir-
eldivensiz arabadan dışarı adım bile atılma- sin.” Haberlerde şahit oldukları şimdi cadde-
yacak.” Birden eşine dönüşüverdi bu konuşan lerde, sokaklarda canlı yayınlanıyordu; ne var
kişi: “Oğlumun sevdiği poğaçalardan yaptım, ki insanların birbirlerinin boğazına sarılması-
suyu, ıslak mendili falan hepsi sırt çantasında, nı gerektiren bir kıtlık falan da yoktu henüz.
unutma. Aman, yavaş gidin!” Evden çıkarken Böyle olmayacak, en iyisi müziğe sığınmaktı.
zor teskin etmişti eşini. Tamam, sakin olmalıy- Etrafını saran, sonsuz bozkırların çığlığı boz-
dı artık; her şeyi ezberlemişti, her kurala har- laklardan Ege yöresine geçti, olmadı Doğu’nun
fiyen uyulacaktı, tamam. Poliklinikte yüzler- kar ile boranlı dağlarına yaslandı. Ezgiler hare-
ce hastayla ilgilenip koşturmak mı yoksa her ketlendikçe daha çok basıyordu gaz pedalına,
mesai sonunda yaşadığı ikilem mi daha fazla neşelendikçe parmaklarıyla direksiyonda ritim
bitkin düşürmüştü acaba eşini? Hemen hemen tutmaya başladı istemsiz. Sonra dönüp dolaşıp
her akşam hastane ile evi arasında yüzlerce aynı içli türkülere takılı kaldığını fark etti. Doğ-
kez gidip geliyordu, eve gelmekle gelmemek ru muydu acaba, en çok hüzün mü yakışıyordu
arasında. Oğluna sarılıp öpücüklere boğsa ayrı bize, helak zehri dermanın kendisinde miydi
bir dert boğmasa… Çoğu zaman kendisi bo- gerçekten? Bu cevapsız kısırdöngüden sıyrılıp
ğulacak gibi oluyordu. Onca dikkatine rağmen radyoda haberlere geçti. Aynı uyarılar, benzer
ya bulaşırsa bu illet? Düşünmek bile istemedi şikâyetler ve artan vaka sayısı… Kısmi sokağa
ve bir dişi atmaca gibi kanatlarını açarak göl- çıkma yasağı, üstüne bir de haftalardır eve
gelediği yuvasını sağlama almaya girişti önce. hapsoluş insanların sağlığını bir dereceye ka-
Dişiyle tırnağıyla kurduğu yuvasını, gözle bile dar korusa da ruh sağlığına ters etki yapıyordu
göremediği bir düşmana bozdurmaya niyeti nicedir. Kendileri de az sıkıntı yaşamamıştı. Bu
yoktu bugüne bugün. O zaman en yakınında- yolculuk iznini almak için ne diller dökmüşlerdi
kileri kendisinden uzaklaştırmakla başlayabi- ilgili kurula! Memleketteki evlerine gidecekler-
lirdi işe. Öyle ya, mum bazen dibine de ışık di işte! Hem orası küçük bir kasabaydı ve daha
vermeliydi. güvenliydi çocukları için. Ancak testler nega-
Birkaç saatin sonunda hatırı sayılır bir me- tif çıktığında koparabilmişlerdi izni. Ertesi gün
safeyi geride bırakmışlardı. Bir de şu şehir mer- de anneyi geride bırakarak yarım yamalak yola
kezi yakınlarında ışıklara takılmasalardı oğlu- düşmüştü baba oğul.
nun tavşan uykusu bölünmezdi işte. Yine bir Uzayan seyahat bir yana, arka koltukta sı-
kırmızı ışıkta, mahmurluğun belendiği “Baba kışıp kıvranmak daha da sıkıcıydı. Bir süredir
şu adamlar n’apıyo?” sesi geldi birden arka- uzatmaları oynayıp oyalamaya çalıştığı oğluna
dan. Yan tarafa döndü, biraz daha geriye oğ- “Tamaam, geldik.” müjdesini verdiğinde niha-
lunun işaret ettiği tarafa doğru baktı. İki kişi yet görünen bir akaryakıt istasyonuna direksi-
bir marketin önünde orta boy bir çuvalı çekiş- yonu kırmak üzereydi. Bu mola, tüm risklerine
tirip duruyordu. Etrafındakiler de bir diğeri- rağmen oğlu için nefes almak, dünyevi yaşa-
ne bağırıp duruyordu elini kolunu sallayarak. ma az biraz teğet geçmek anlamına gelebi-
Gerilimin virüsten daha hızlı yayıldığı gün gibi lirdi hem. “Dur, bekle! Şu eldivenleri takalım,
ortadaydı. Hayatta kalma içgüdüsü mü yoksa maskeyi de… Bak hiçbir yere değmek yok! Her
bunun tetiklediği egoizm mi daha ağır basmıştı yer fotoselli zaten! Kapılar, sular, sabun, şu so-
bilinmez, insanlık hasım bellediği nefis yerine luduğumuz hava...” Bir iş kazası geçirmeden
hısımlarının gırtlağına yapışma noktasındaydı dışarı çıktıklarında baba eldivenlerini değiştir-
artık. “Bir şey yok oğlum, boş ver, tartışıyor- meye koyuldu, çocuk ne zamandır içine çek-
lar işte.” diye geçiştirmeye çalıştı. “Acıktıysan meyi özlediği gökyüzünün bu kadar mavi olu-
DEREYE SIRT ÇEVİRİNCE ÜÇ YOL AĞZINA ÇIKTILAR. MEMEDALİ HAYVANIN BAŞINI SAĞA DÖNDÜRDÜ.
UZAKLARDAN KÖYÜ İNSANIN AVUCUNUN İÇİ KADARCIK GÖZÜKÜYOR
N
âzım Hikmet, 1936 tarihli Simavna Ka- müren/sömürülen, güçlü/zayıf denklemleri için-
dısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı’nın bir de anlatmıştır.
yerinde; Yolcu yollarda topraksız insanın 1951 yılında tuttuğu ve doktora tez çalışma-
/ ve insansız toprağın feryadını duyar idi der. mız sırasında şahsımıza hediye ettiği “Sarı Def-
1930’lu yıllardan itibaren Türk hikâyecileri için ter”ine el yazısıyla yazdığı hikâyeleri Anadolu
de önemli konulardan biridir köylünün toprak- gerçeğine yaklaşımını gözler önüne sermektedir.
sızlığı yahut garibanlığı. Zira yeni bir inşa sü- Bugüne kadar sadece içinden bazı bölümleri ke-
recinde olan Anadolu’da “milletin efendisi” olsa serek, bazılarını değiştirerek başka öyküleri için-
da gariban ve sahipsizdir köylü. Güçlüler, güç- de yayınladığı “Arkadaşım Fahri” öyküsünü, Türk
süzleri ezmekte, babadan kalma topraklarına Edebiyatı dergisinin geçen sayısında okurlarıyla
ve mallarına bile göz koymaktadır. 1940’lar ve paylaşmıştık1. Tarık Dursun, toprağı için yaşayan,
1950’lerin “toplumcu” yazarları, âdeta bir “ta- emeği ile onun için savaşan, daha çok ürünün
nık” durumundadır. Köy, kasaba ve kent ger- hayalini kuran, annesi öldükten sonra kandırıla-
çekliğine samimi olarak yönelirler. Aslında 1940 rak elinden toprağı alınmaya çalışılan, yediği da-
toplumcu gerçekçilik, 1950 eleştirel gerçekçilik yak ve ezilmişliği ile intihar eden gariban köylü
akımlarının öykümüzde hâkim olduğu yıllardır. Memedali’nin toprak tutkusunu, üzerine sırt üstü
1950’lerin başında Anadolu gerçeğine kendi yatıp hayaller kurduğu toprağında, yüzükoyun
“tez”leriyle yaklaşan Orhan Kemal, Yaşar Kemal, serilmiş bedeniyle “güçlü”ler tarafından ölüme
Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar gibi henüz genç bir sürüklenişini anlatan “Toprağa Dair” öyküsünü
öykücü olan Tarık Dursun K. da Anadolu’yu sö- de bu sayıda okuyucularıyla buluşturuyoruz.
D
aha gün ışımamıştı. Yolun her iki yanında Eşeğin su içişine baktı. Hafif meyilden alaşa-
sıralıklı ağaçlar boylum boylum bir karartı ğı inen su, boz eşeğin yüzüne çarpıyor duraklıyor.
içindeydiler... Ortalığı öylesine serin, öylesi- Sonra içindeki taşlar sayılabilecek kadar temiz
ne bir boşluk kaplamış ki... akıp gidiyordu.
Memedali boz eşeği bırakıvermiş kendi hâline... Memedali’nin tarlasının yanına şöyle bir arık-
Boz eşek, başını önüne eğmiş, kulakları salmış cık oluverse. O zaman Memedali her yılki gibi mısır
gidiyor. ekmeyecek. Kabak eker mesela, mini, mini ufacık
Memedali ilkin ıslık çalıyordu. Boz eşek ne za- çiçeği burnunda Girit kabakları... Yahut fasulye...
man “Kırbaba”nın kapısının önüne geldi sustu. Ayşekadın mı olur çalı mı olur?..
Sonra yeniden kendisinin de bilmediği yekne- Yemyeşil bir tarla, topraktan fışkırmış fasulyeler...
sak bir hava tutturdu. Tekrardan ıslığı kesti. Bir Boz eşek sudan başını kaldırmış, sarı çapar
müddet eşeğin üstünde öylece sessiz suspus gitti. gözlerini dikmiş Memedali’ye.
Sonra bir ara köyüne günden evvel mi yoksa - “Doydun mu len” diye sordu. Hayvanı sudan
doğduktan sonra mı varacağını hesaplamak istedi. geçirdi. Meyilli sudan Memedali önde, boz eşek
İstedi ama canı sıkıldı bıraktı. arkada yavaş indiler.
Karşı tepelerden bıçak çizgisi gibi keskin bir Tek katlı taş mektebin avlusundaki cevizin altı-
ışık çizgisi.... na gençten biri oturmuş kitap okuyor.
Sonra pembe lacivert, sarımsı ve nihayet kır- Memedali seslendi:
mızı renk… - “Nas’sın Ma’lim Bey, nas’sın?”
Memedali düzde hayvana bindi... Söylendi: Öbürü:
- “Geçe kaldık yine... Yürü oğlum, sağrısını - “İyiyim, iyiyim Memedali” diye karşıladı.
elindeki çomakla dürtü dürtüverdi. Boz eşek ne - “Attın mı mektubu?”
ağır ne de tırıs bir yürüyüşte tozlu yola çıktı. - “Attım ya... Attım attım.”
Memedali’nin köyüne daha yıl var... Dereye Sarı bir köpek kahvelerin önünden ürüyerek
vardı mıydı, kolay... Ondan sonra şoseden ayrıla- Memedali’ye sardı.
cak soldaki “Gevenler” köyününki, ortası şose za- - “Hoşt hoşt” dedi Memedali.
ten, sağdaki yol dosdoğru Memedali’nin köyüne - “Vay gâvurun eniği... Bize de mi ürüyon?”
götürür adamı... Köpek, kuyruğunu kıstı, dilini çıkardı, soludu. Gü-
Eğildi, elini heybeye attı yatsıdan yarım ek- neş tepeye çıkmaya başlamış, sıcak bayağı “benim”
mekle çökelek kalmış... Kuru soğanı avucunun diyor. Memedali, boz eşekten indi. Ardına aldı, çeke
içinde kütür kütür ezdi. çeke eve geldiler. Tahta kapının mandalı düşmüş, ip
Karnını doyurunca neşelendi birden. Düşündü. de kopuk. Memedali’yi bir merak aldı. Anası nere-
- “Bir cigara olsa şimdi yemek üstüne, yak- lere gitti kim bilir?... Aklını fikrini Memedali’yi baş
sam...” Heybedeki muhtarın emaneti tütün paket- göz etmek almış. Kapı kapı kız arar durur. Memedali
leri aklına geldi vazgeçti, çekindi. anasını yine kız görmeye gitti sandı. Kapıya yüklen-
Sık salkım söğütlü derenin çağıltısı geliyordu. di, kapı esnedi. Kapı önünde insan olduğunu anla-
Gün iyicesine doğmuş ortalıkta öylesine güzel mış sanki alaca inek böğürdü. Üçüncü yüklenişinde
bir toprak kokusu var ki... kapının iki kanadı da ardına kadar açıldı. Ahırdan
Memedali derin derin içini çekti. taze tezek kokusu geliyor. Alaca inek ipini germiş
-“Eh len” dedi “Bir benim bağlardan da su ge- kapı önünde durmuş. Memedali eşeği bıraktı, ineğin
çiverseydi”... Geçeydi iyi olurdu elbet. yanına gitti. İneği sağmayı anası nasıl da unutmuş.
Memedali o zaman fasulye ekecek. Ufacık Girit Memeleri kaskatı, uçları kızarı kızarıvermiş.
kabakları sonra... Tarlayı yemyeşil edecekti. - “Vay anasını... Anam nerelere gitmiş böyle?”
Tahta köprüden ağır ağır geçtiler. Birkaç gün Seslendi... “Ana... Ana... Hey ana”… Sesi boş
öncesi dağlara yağmur yağmış. Aşağıda su sarı, evde duvarlara vurdu kaldı. Eve girdi, evin içi ka-
boz bulanık akıyor. ranlık. Gözü alışınca duvar dibindeki yatağı gör-
Dereye sırt çevirince üç yol ağzına çıktılar. dü... Yatakta bir karartı... Anası uyuyor mu ne? Bir
Memedali hayvanın başını sağa döndürdü. Uzak- daha ünledi:
lardan köyü insanın avucunun içi kadarcık gözü- - “Ana... Ana gız...” Ses yok. Eğildi karartı-
küyor. Evlerin hepsinin üstünde Hacı Durmuş’un yı tartakladı fakat vücut taş gibi olmuş kaskatı...
yeni yaptırdığı caminin minaresinin şerefesi... Ayakucundaki idare lambası kısık... Eline aldı fiti-
İçini sebepsiz bir sevinç doldurdu. lini çıkardı. Yataktaki anasını sırtüstü döndürdü,
Eşeği tekmeledi: idareyi eğdi. Sarı ışık daha sarı limon gibi bir yüzü
- “De gari goca oğlan de!..” aydınlattı. Gözleri ufak... Avuçları göçmüş. Yüzün-
Yarı yolda “Arabacılar”ın oğlanlarıyla Dur- de bir korku dalgası, dişsiz ağzı apaçık... Memedali
muşgil, ellerinde sapanlar, kuş vurmaya Söğütlüğe inanmıyor bir türlü. Zar zor:
gidiyorlarmış. - “Öldün mü ana?” diye sordu. İdareyi üfle-
- “Hoşgeldin be Memedali” dediler. yerek söndürdü. Dışarı çıktı gitti. Köy kenarında-
- “Hoşgördük hoşgördük” ki sazlıktaki jandarma karakolunu haberdar etti.
SADIK K. TURAL
SELÇUK BEY DÖNEMİ DE TARİHTEN VE HATTÂ DESTANDAN ÇOK, EFSANENİN DÜNYASINDANDIR;
NURMEMMEDOĞLU BU EFSANEYİ, HEM ZAMANIMIZA, HEM TARİH BİLGİNLERİNİN HUZURUNA TAŞIYOR
İ
nsanların iki türlü algılama, tanıma ve adlan- görevlendirilmiş bu özel insanlarla diğerlerinin
dırma yeteneği vardır: Birincisi, somuttur ve arasındaki bilgi alış verişine “din” denilir. Din,
beş duyu aracılığıyla olur. İkincisi, soyuttur ve insanın yaratıcısına, tabiata ve diğer insanlara
Yaratan’ın bahşettiği özel bir yetenektir. Bu kav- göre, kendi varlığını, en doğru, en güzel biçimde
rayış, aklın işleyişi durulduğunda kazanılan, çok işleyişe getirtici, inanış, kabulleniş ve davranış-
özel bir seziş, çok farklı bir bilgileniştir. Bu bil- lar bütününü oluşturan kurallar toplamıdır. Bu
gileniş, kavrayış türüne sahip olan insanlar, çok kurallar, kişi ve toplum ölçeğindeki insanlaşmayı
özeldir; bu insanlarla “yüce güç” arasındaki ilişki sağlayıcı değer ve davranışları belirlemektedir.
ve iletişimi sağlayan varlıklar da çok bilinmezlik İnsanoğlunun en uzak geçmişine ait bilinmez
ölçüsünde özel… “Yaratan, esirgeyen, bağışlayan zamanlardaki gerek yaşayıp gerçekleştirdikleri,
ve gönendiren Tanrı” anlayışı yanında, onun iş- gerekse Tanrı ve hizmetkârlarıyla kurduğu ilişki-
lerini gördürdüğü büyük hizmetçiler, küçük hiz- ler, üstü örtülü ifadelerle nakledilirken, mecazın
metçiler düşüncesi, tarihin her devrinde insan- süslediği imkânlarla, mit adını verdiğimiz ayrı
ların zihnini düzenli düzensiz işleyişe geçirmiş- bir dünya oluşturmuştur. Mit, insanın ve tabia-
tir. Bu işleyişin sonucunda, hem önceki ataların tın yaratılış sırları, kişi ile yaratan ve onun önde
ruhlarıyla, hem de insan için bilinmez olan fizik gelen hizmetkârlarıyla ilişkileri konusundaki
ötesine ait varlıklarla ilişkisini sağlamakla görev- kabullenimlerdir. Bu kabullenimleri oluşturan
li, yetkili, özel kişiler ortaya çıktı. Bu özel insan- bilginin ulu orta söylenmesi yerine, üstü örtü-
lara resul, peygamber, nebi, yalvaç, elçi, prophet lü biçimde söylenmesinden tabiî ne olabilirdi?
denildi. Mutlak Güç, mutlak Yaratan tarafından Diğer taraftan, uzak geçmişin olayları mite dö-
ÇAĞDAŞ İNSAN İSTEĞİNİ, GÜDÜLERİNİ, NEFSİNİ ZİNCİRLEYEREK; DİNİN, AHLaKIN, ÂDET VE GELENEKLERİN VE
SONUNDA ZEKÂNIN VE HUKUKUN GEREKLERİYLE UYUŞARAK VAHŞİLERDEN AYRILIR
ütün büyük sanatkârlar, eserlerinde olay- yük ve karmaşık bir döneminin (İslam’ın Azerbay-
zaman sadece Elhan’ın sevgi prizmasından bakı- onu elinde bayrak yapanlar son tahlilde iktidar,
lır. Ancak yazar Solmaz’ı başka bir ölçüde, başka varlık ve eğlence seviyesine inerler. Din adına
coğrafi ve dinî mekânda yine sevgi prizmasın- konuşanlar bilerek veya bilmeyerek onu yere
dan takdim eder. “Söyle mukaddes ateşler geli- indirir, ideal olanı maddi güçle kabul ettirmeye
ni! Yüce Hürmüz’ün temizlik ve masumluğunu çalışırlar. İnsan adına insanlara el kaldırılır.
temsil eden güzel solmaz!” Bu bakış Solmaz’ı Hürremilik anlayışı, hiç değilse yalandan
mukaddes görmek isteğinden ve Solmaz’a olan kurtulmaya, dünyayı maddi fakat gerçek istek-
sevginin mukaddeslik duygusu ile ulvi hislerle ler uğrunda tanımlamaya çağırır. Öte yandan
birleşmesinden doğar! Sevginin yüksek seviyesi, bu gerçek istekler üzerine kurulan mutluluk-
vahdeti vücut makamı! Cismani içerikten daha lar ülkesi de “düşüncesi geniş ufuklar açan” İl-
yüksek manevi ihtiva! Mecnun sevgisi, platonik han’ın kutsal özgürlük idealiyle uyuşmamakta
sevgi, bütün maddi yüklerden ve duygulardan ve en iyi ihtimalle onun sıradan bir gölgesine
azad olmuş, ağırlıksızlık ortamında, en yüksek dönüşmektedir. Cabbarlı, Hürrem’e bırakın bir
makamda yüceliğe kavuşan parlak bir ruh! Ru- ideal olarak bakmayı, aksine her tür yüksek
hani sevgi! hislerden, idealden mahrum edilmiş, yine de
Burada Cabbarlı, Zerdüştilik’ten, ateşperest- olaylar girdabına düşmüş, maddi başlangıca
likten geçerek, daha önce anlattığı Hürremiliğin tabi kılınmış bir hayat olarak bakar. Böyle ru-
zıt kutbuna geçer ve Elhan’ın dili ile kesin şekilde tin bir hayat Elhan için değildir. Büyük idealler
reddettiği İslam’ın yüksek felsefi tezahürlerin- arayışında olan Elhan, böyle iptidâi özgürlük
den biri olan Tasavvufu telkin eder: “…Bütün al- ortamında mutlu olamaz. Yazarın “mutlular
çak cismani duyguları atıp, ruhani bir yüksekliğe diyarı”na gerçek yaklaşımını bilmek için biraz
vardığını, Yüce Hürmüzün ulviyetine doğru yük- dikkatli olmak gerekir: “Herkes karışık çalıp
selip onunla manevi bir bütün olarak uyuduğu- oynar. Bütün sahnede baş döndürücü bir ha-
nu hisseder misin?”. Allah’a kavuşmak, O’nunla reket halkası içinde kaynar. Sadece Elhan de-
vahdette olmak, tasavvufun vahdeti vücut dü- rin ve masum bakışlarla kaynaşmakta olan bu
şüncesinin özüdür. Ancak Cabbarlı’da bu düşün- insan akınına bakıp, uzak yerleri düşünürmüş
ce Hürmüz ile birleştirilir ve ateşgâhta meydana gibi dalgın oturur.” Hürrem diyarı büyük ölçü-
gelen bir olay İslam’ın büyük isteği bağlamına de Nizami’nin “mutlular ülkesi”ni hatırlatsa da
yerleştirilir. Asırlar boyunca karşı karşıya gelen ondan ciddi şekilde farklıdır. Öyle ki bu “mutlu-
ateşperestlik ve İslam notaları yüksek perdede luğun” içerisinde ona karşı bir isyan var. Elhan
birbirini tamamlar, aynı mahiyetin farklı teza- kendi yarattığı dünyanın eksikliğini hisseder,
hürleri olarak ortaya çıkar. bu çevre onu sıkar ve yeni arayışlara sevk eder.
Elbette, öyle yüksek felsefi makama çıkmış ***
bir şahıs için aşağı basamağa, maddi hayat se- Asırlar boyu felsefenin en önemli problem-
viyesine inerek törenselleşmiş, olaylaşmış, hu- leri arasında olan para ve maneviyatın, akıl ve
rafeleşmiş din artık din değildir. Cabbarlı’nın hissin, güç ve tedbirin, yalan ve gerçeğin, inanç
nasıl bir dinin aleyhine olduğu da burada orta- ve şüphenin mücadelesi gibi problemler yeri
ya çıkar. Cabbarlı olaylar seviyesine inmiş, siya- geldikçe felsefi zeminde aydınlatılır ve yazarın
sileşmiş, sosyalleşmiş, törenselleşmiş ve aslında bu meselelere oldukça orijinal ve yaratıcı yakla-
mukaddesliğini, yüceliğini yitirmiş bütün din- şımı ortaya çıkar. Genç Cabbarlı’da “sevgi özgür-
lerin karşısındadır. Ateşgâha da “karnı kafasın- lüğü”, “duygu özgürlüğü” fikirleri, saadet yolu
dan çok çalışan” insanlar hizmet eder, yüksek üzerinde yüceltilmiş sosyal ve ekonomik duvar-
amaçların sonu tavuğa civcive çıkar. İslam’da lara; miladı geçmiş, taşlaşmış, katılaşmış gelenek
da dinin büyük, yüce amacı gölgede kalır ve ve göreneklere karşı gelir. Yazar bu meseleleri ön
İKİ BİN KÜSUR YILLIK BİR TARİH… DEFALARCA ALINAN, VERİLEN, YANAN, YIKILAN, YAĞMALANAN, YAPILAN, İPEK
YOLU’NUN MÜHİM DURAKLARINDAN BUHARA. DÜMDÜZ BİR ŞEHİR. İNİŞİ, YOKUŞU YOK. GÖKDELEN HİÇ YOK!
Z
iyaret ettiğiniz şehirlerin sadece turistik “Olur olur. Oturun.”
mekânlarıyla yetinmeyeceksiniz. Sonra ilave etti: “Mihman atandan uludur.”
Buhara’nın Tâk-i Telpak Furûşan’ının, Bu üçüncü! Üçüncü duyuşumuz!
yani dört büyük kapalı çarşısından birinin önün- En öndeki koltuklara oturduk. Otobüs “Yen-
den 52 numaralı halk otobüsüne bindik. gi Şeher”de yol almaya başladı. Hem etrafı sey-
Otobüsün ön camında “Eski Shahar” yazıyor- rettik, hem ara sıra şoförle konuşarak bir şeyler
du, kalkış yeri olarak. Altında da bazı durak ad- öğrendik.
ları. Şoföre “Tekrar bu noktaya gelecek misiniz?” İki bin küsur yıllık bir tarih… Defalarca alı-
dedik, evet deyince atladık otobüse. nan, verilen, yanan, yıkılan, yağmalanan, yapı-
“Biz şehri dolaşıp yine buraya geleceğiz. Yani lan, İpek Yolu’nun mühim duraklarından Buha-
gidiş dönüş. Kaç lira?” ra. Dümdüz bir şehir. İnişi, yokuşu yok. Gökdelen
“Min som kidiş, min som keliş…” hiç yok! En fazla yedi sekiz katlı apartmanlar
Baktık para kutusu filan yok, şöföre uzattık. gördüm. Ana caddeler geniş ve düzgün. İki ta-
Para inerken dedi. Sonra baktı bize. Türkçemiz rafta çok gür olmayan ağaçlar…. Yaprakların
ayan beyan… üzerine yapışıp kalmış kum tozları ağaçları sa-
“Türkiye’den misiniz?” rımtrak gösteriyor. Yağmur yok bu diyarda!
“Evet. Şehrin farklı yerlerini görmek istiyo- Öğrenciler, ev kadınları, çalışan kadınlar, be-
ruz.” bekli anneler çoğunlukta olmak üzere türlü çeşit
“Para istemez.” Buharalı bindi, indi. Siyah-beyaz forma giymiş
“Ne demek? Olur mu öyle?” ilk ve orta öğretim öğrencilerinin dikkat çekecek
kadar terbiyeli tavırlarına şaştık. Biz bu yaştaki Bir saatlik otobüs yolculuğunun sonunda ha-
çocukların deli dolu hâllerine, itişip kakışmala- limizden memnun, bindiğimiz yere geldik. indik.
rına alışmışız. Bir ara iki tane bembeyaz başör- Baktık ki bizim şöför orada bekleyen bir kadına
tülü hanım bindi. Özbekistan’da bizim -yanlış yöneldi, bizi tanıştırdı. Meğer karısıymış. “Sizi,
olarak- türban dediğimiz tarzda başörtüsü pek Yahudi mahallesine götürecek.” dedi. Telefonun
görünmüyor. Bu iki hanımın hem bembeyaz hikmeti anlaşıldı! Karısıyla konuşup bize reh-
hem büyük boy eşarpları dikkat çekiciydi. Onlar berlik etmesi için çağırmış. Bu durumda “ne iyi
indikten sonra şoförden öğrendik ki kocası veya adam” sözü yetmez! Zahmet olur size filan de-
babası ölen hanımlar bir müddet beyaz başörtü- meye kalmadan kadıncağız düştü önümüze. Adı
sü takarmış, yas tutmanın nişanesi. Samira. Leb-i Havuz’dan geçip daracık sokaklara
Yeni şehrin ara sokakları da düzgün açıl- girdik.
mış. Ara sokaklarda sırt sırta vermiş tek katlı Sabahleyin otelden çıkıp Leb-i Havuz’a gelir-
mütevazi evler, mahalle bakkalları, bakkalla- ken de böyle daracık, labirent gibi sokaklardan
rın önünde kavun kasaları, kısa boylu ve tozlu geçmiştik. Görüyoruz ki eski Buhara, ihtişamlı
ağaçlar… Otobüs şehrin dış mahallelerine ka- medreselerin, camilerin, kervansarayların, mey-
dar gitti. danların, havuzlu parkların, kubbeli büyük ka-
Son durağa gelip dönüşe geçtiğimizi fark palı çarşıların dışında çok dar, eğri büğrü sokak-
ettiğimizde şöföre “Buhara’da Yahudi mahallesi ların iki yanında birbirine yaslanmış tek katlı, az
varmış, ne tarafta acaba? Gidelim görelim diyo- pencereli evlerden meydana gelmiş. Eski dünya-
ruz.” diye sorduk. “Leb-i Havuz’a, bindiğiniz yere nın ortaçağlarının mahalle biçimi demek ki bu.
yakın.” dedi. Çok iyi. Az sonra telefonla birini Çıkmaz sokaklar gibi görünen ama çıkan labi-
aradı. Her şeyi tam anlayamıyoruz ama bizden rentvari sokaklar…. Eski hâllerini bilemem ama
bahsettiğini anladık, arada bir Yahudi kelimesi şu anda bu sokaklar hayli bakımsız. Yer taşları
de geçti. Herhâlde mahallenin yol tarifini soru- kırık, duvarların sıvaları dökük, elektrik direkleri
yor birine. Ne iyi adam?! yamulmuş, doğal gaz boruları o yandan bu yana
rastgele, özensiz geçirilmiş… Onbeş dakika kadar bedelini kabul etmez, direnir. Buhara imamına
yürüdük. Buralar artık Yahudi Mahallesi. Samira danışırlar, imam “Kanunen yapacak bir şey yok-
Hanım bir ara sordu: tur, zorla alamayız.” der. Nâdir Divan Beği ça-
“Ne yapacaksınız Yahudi mahallesinde? Ya- resiz kadının evinin etrafında düşündüğünden
hudi misiniz siz?” daha küçük olarak havuzu yaptırır. Bir zaman
“Yok.” dedik, “Değiliz de… Merak ettik. Bir si- sonra ev rutubetlenmeye başlayınca kadın Di-
nagogları varmış, orayı görelim istedik.” van Beği’nin kapısını çalar. Aman der… Kendisi-
Sarrofon Koc’hası 20 numara. Bembeyaz bo- ne yine para teklif edilir. “Hayır.” der kadın. “Para
yalı bir tahta kapı. Üzerinde Hebrew alfabesi ile istemiyorum. Sinagog yapmak için yer verilmesi
yazılı, sembollerle süslü büyük bir levha. Kapının şartıyla evimi veriririm.” Nâdir Divan Beği kabul
bir yanındaki pirinç tabelada İngilizce isim, öte eder, kendisine ait bir mülkü Buhara Yahudile-
yanındaki tabelada Özbek Türkçesi: “Sinagoga rine tahsis eder. Bugün Buhara’da Yahudi Ma-
Masjidi” hallesi denen yer işte bu mülktür. Ve sinagog
İçeri giriyoruz. Beyaz boyalı yüksek duvarlarla da yapılır. O vakte kadar Buhara’daki Yahudiler
çevrili avlu. Mavi renkli Musevi amblemleri, me- Megâki Attari Camisi’nde ibadet ediyorlardı. Bu
norahlar, Davud yıldızları… Avlunun çevresinde da ilginçtir.
ibadet salonu, birkaç oda. Duvarlar hep beyaz. Sinagog’un bekçisinin söylediğine göre bu-
Çiçekli örtüler örtülmüş masalarda Tevrat’lar. gün Buhara’da 500 Yahudi varmış.
Yerler halı kaplı. Sinagog on altıncı yüzyılda ya- Buhara eski şeherinde görülmesi gereken bir
pılmış. Rivayete göre, Nâdir Divan Beği’nin Leb-i başka mekân Ark. Hanların sarayı. Yirmi met-
Havuz’u yaptırmaya karar verdiği yerde dul bir re boyunda tuğla duvarların çevrelediği, şehir
Yahudi kadının evi vardır. Kadın verilen istimlak içinde küçük bir şehir. Duvarlar alıştığımız kale
çesi ile! Özbekistan’da gördüğümüz ilk Türkiye Yol levhalarından birinde “Char Minor” adını
Türkçesi ibare. Herhâlde aleti Türkiye’den ithal okuduk. Ne taraftan gideceğiz derken, bir ha-
ettiler. nım… Soralım dedik. “Gelin benimle.” dedi. Bu
Tabiî cebimizde 1 TL yoktu, kullanamadık! sefer düştük onun peşine. Mahrifet Hanım. Bu-
Su Kulesi’nin seyir terasından, ufkunu her- ralarda herkes gelin götüreyim diyor, götürüyor!
hangi bir yükseltinin kapatmadığı dümdüz Yarım saat Buhara’nın daracık, bana yine hayli
Buhara’yı seyrettik. Ark Kalesi kuş bakışı. Eski ihmal edilmiş gelen ara yollarında yürüdükten
Şehir’in kubbeleri, taç kapıları, Kalon Minaresi, sonra… Karşımızda firûze kubbeli dört minare-
yeşillikler arasında Hz. Eyüp Çeşmesi… Gözümü- siyle: Char Minor. Veya Çar Minar. “Dört Minare”
ze hemen aşağıda ince sütunlarla kendini belli demek. Bugün artık hepsi bu, dört minare. Zaten
eden bir bina çarptı. kapının üstünde “Char Minor Darvazası” yazıyor.
Kuleden inip oraya koşuyoruz. Bala Havuz Darvaza “kapı”. Zamanında medrese imiş. Şimdi
Camisi. Bu “Bala” Farsça’nın Bâlâ’sı. Önünde bir hediyelik eşya dükkânı olan dört minareli küçük
havuz. Ağaçlar. Bahçede kısa boylu ama zarif bir bir yapı ama o dört minare o kadar göz alıcı ki!
minare. Her biri 12 metre boyunda yirmi sütun- Minareden daha çok küçücük dört kubbe. Bu
lu eyvan ile girilen cami. Sütunlar dantel gibi çeşit minarelere “güldeste” deniyor.
işlenmiş ahşap. Ayakkabılarımızı çıkarıp da gi- Dört firûze kubbeli minareden birinin üzeri-
riyoruz, öyle yazmışlar, içerisi halı kaplı. Demek ne yuva yapmış, birbirine sırt vermiş iki leylek…
ki hâlihazırda cami olarak kullanılıyor. Burası da Yıllardır leylek görmemiştim.
cuma mescidi. Tahtta oturan han cuma namaz- Fakat Buhara’da, üzerinde tek bir firûze çini
larını burada kılarmış, Ark Kalesi hemen karşıda, parçası dahi olmayan, hiç bir noktasına mavi
oradan çıkıp törenle ve maiyetiyle buraya gelir- veya başka bir renk vurulmamış muhteşem bir
lermiş. Aradaki yola halılar döşenirmiş. eser var. İsmail Sâmânî türbesi. Buhara’nın en
eski eseri. Tamamı, tepeden tır-
nağa tuğladan örülmüş, tuğlanın
türlü şekillerde pişirilip kullanıl-
masıyla akıl almaz desenlerden
oluşmuş kum rengi, kare şeklinde
küçük bir abide. Uzaktan bakınca
hasır örgüsü sanıyor insan. Tuğ-
la denen şey bu kadar nasıl gü-
zel olur Yarabbim! Bu nasıl bir
sanat?! İçinde iki kabir ve içeride
de tuğladan başka tek bir süsle-
me yok! Onuncu asırdan bu yana
hiç değişmeden kalan tek eser bu.
Çölün kum fırtınaları onu topra-
ğa gömmüş ve bütün istilalardan
korunmuş… Ta ki 1927 yılında
gün yüzüne çıkarılana kadar.
Özbekistan bana, en basit inşa-
at malzemeleri saydığımız kerpiç
ve tuğlaya başka bir gözle bakma-
Bala Havuz Camisi
yı öğretti. ❮
bir eser çıkıyor. daha büyülü bir halin içine bırakıyor
Roman kahramanı Deniz’in ken- okuru. Deniz’in yaşadıkları daha anla-
di içindeki karanlıkla başlıyor kitap. şılır hale geliyor. Kişisel tercihlerinden
Geçmişi yaralı ve belki sırf bu yüzden ötürü yaşadığı karanlığı uzaktan da
geleceği de yaralı biri Deniz. Babası- olsa görebiliyorsunuz. Emine’nin yıl-
na ne kadar uzaksa annesine o kadar larca elinde tutabildiği aydınlığa ulaş-
yakın. Bütün geçmişini, yaralarını mayı isteyen tek kişi Deniz belki de.
gömdüğü yerle annesi hastalanınca Küçücük bir ışıkla karanlıktan, öte-
yeniden yüzleşmek zorunda kalıyor. lenmişlikten kurtulmak istiyor. Kendi
Geride bıraktığını sandığı şeyler ye- deyimiyle “mutlu olmak” istiyor. So-
niden canını yakmaya başlasa da nunda yaşanılan her şeyin faturasını
annesinin zarif sesiyle vedalaşmak mektuplarında dönüp duran şu cüm-
istiyor. Onu bekleyen sancılı süreçte leyle yine kendine kesiyor. “Elif ‘ i üzen
doktorunun tavsiyesiyle başladığı yaşamamalı şu dünyada. “
günlük en büyük yardımcısı oluyor. Ahmet Haşim’e, günlüklere, Schu-
Hayatla ve kendisiyle sorgusu bit- bert’e, şiire değen bir karanlık Deniz’in
miyor. Bütün bunlar olurken koca Kitapta iç konuşmalar ve bilinç karanlığı. En sonunda kendi içindeki
bir şehirde yapayalnız. Yalnızlığının akışıyla kahramanın iç dünyasını bir küçücük ışığı öldürse de okunmaya
içinde ve büyük bir şehirde ayakta nebze de olsa görebiliyoruz. Böyle değer bir teselli romanı Deniz’in. Bel-
durabilen biriyken, bir zamanlar ya- zamanlarda kahramanımız Deniz, ki de onun aydınlık yanı günlüğü ve
şadığı yeri hatırladığında bir o kadar kendiyle baş başa kalabiliyor. Bel- içinden şiir geçen cümleleri.
güçsüzleşiyor. Belki de yalnızlık De- ki o da kendini daha iyi görebiliyor. Fatih Baha Aydın, Karanlıkta, Everest
niz’ in bulduğu bir çözüm. “En iyisi Roman ilerlerken Deniz’in günlükleri Yayınları, 2019, 342 s.
yalnız kalmak. Sesini duyuracak kim- hem düğümlerin çözümünde hem de Aysun Bahar Asar
seyi bulamamak, yanlış anlaşılmak- üzeri örtülü bekletilen duyguların
tan evladır.” ortaya çıkmasında fayda sağlıyor.
Deniz’in hayatındaki karmaşık “Mum yanıyor zaman yanıyordu... Bir
yolculuk onu yorduğu kadar okura tarafındakiler gülüyor, bir tarafında-
da aynı hissi veriyor. Onun yakının- kiler ağlıyordu.” Aynı anda yaşanan
dakiler de okur da aynı bilinmez ve aydınlık ve karanlık böyle kaleme
sırlarla dolu karanlığa hapsoluyor. alınmış kahramanın günlüğünde.
Sayılar üzerinden ilerleyen günler Deniz’in annesinin hastalığıyla
aydınlığa mı çıkacak karanlığa mı kırılmalar başlıyor. Her şeyin üzerini
belli olmuyor. Kitabın başında ustaca örten, aileyi toparlayan Emine’nin
anlatılan cinayetin ardındaki çözül- ölüme yaklaşması bütün faciaları
meyle ışığa yaklaşılıyor. Bu çözülme hızlandırıyor. Evin büyük oğlu baskı
Deniz’in ve diğer kahramanların gö- ve şiddet içinde zamanla olmadığı
züyle zenginleşiyor. Deniz, Ferhat, birine dönüşüyor. Bütün bu ağırlık-
Rüştü, Korkut, Emine, Zeynep ve ların altında en çok ezilen ise Deniz
Servet... Her biri düğümlerin içinde oluyor. Evin huzurlu ve mutlu anları
sıkışıp kalmış kahramanlar. Emine’nin hasta yatağında bir kena-
ALINTILAR IŞIĞINDA dern öykü tutkusuyla manayı ihmal Niçin eleştirmeyeyim dostumu,
ESTETİK ENDİŞE edenlere göndermede bulunur. Bilinç diyerek eleştiriye “tahammülüolma-
akışı, iç konuşma, monolog, çerçe- yangillere” göndermede bulunur.
Alaattin Karaca, uzun süredir ya- ve öykü tekniği, sarmal olay örgüsü Eleştirmenin ve editörün görevlerini
zılarını takip ettiğim, yazıları aracılı- derken biçime asılı kalıp biçimin göl- hatırlatır.
ğıyla birçok eser adını not alıp oku- gesinde ezilen manayı arar. Kalbe do- İkinci bölümde ise insanın kurdu-
duğum üreten profesörlerimizden. kunan, muhatabında heyecan uyan- ğu medeniyetin aynası olan şehirleri,
Estetik Endişe kitabı mart ayında dıran metinlerde mananın önemini insan-mekân, insan-şehir, insan-coğ-
Kopernik Kitap’tan çıktı. vurgular. Bu sebepten “hangi suyun rafya ilişkisini masaya yatırır. Coğraf-
Karaca, “Yazının yükü ağırdır ve sakası” olduğumuzu bilelim, der. Ya- ya, vatan anlayışı ve ideoloji arasın-
taşıması zordur! Yazarından büyük zarın düşünceleriyle örtüşen bir tab- daki bağları sorgular. İbni Haldun’un
bir sorumluluk, fedakârlık ve ahlaki lo çizdiğini söyleyebilirim. “Coğrafya kaderdir.” sözünün açılımı-
tavır ister.” düsturuyla kitabı metin- Eğer sanat, salt akıl ve zekâ ile nı yapar örneklemelerle. Şehir şuuru-
lerde yazmanın ahlakı, doğası ve ikli- kotarılan bir iş ise sonradan öğre- nu yitirmeyi, coğrafyasından kopan
mi; edebiyatın şehir, vatan ve coğraf- nilebilecek bir meslektir; dolayısıyla edebiyatı, ilahi sitelerden inkâr kent-
ya ilişkisi; kültür dünyamızın önemli “Sanat atölyelerinde öğretilebilir lerine dönüşümü, şiirimizdeki modern
yazar ve düşünürlerine dair portreler mi?” sorusuyla sanatın hususi bir kent sancısını, İslamcı şairlerin şehre
olmak üzere üç başlıkta toplamıştır. mizaç gerektirdiğine değinir yaratıcı bakışını, Refik Halit’in Suriye’sini, Âşık
Yazılarındaki “anlama çabası” ve yazarlık kurslarının da faydalı yanla- Garip’in Halep’ini anlatır. İki sayfalık
anladığını kısacık metinlerle anlat- rını yadsımadan. Şehir Şuuru yazısında bile şehir şuu-
ma gayesi göze çarpar. İlk bölümde Bu çağın insanının tefekkürde ve runun yıkıcı bir ilerlemesi olan inşaat
yazarın, şairin, entelektüelin ve dahi tahayyülde dikey ilerlemeye taham- tutkusunu anlatırken okuru Tanıl Bo-
okurun bilincini, sorumluluğunu an- mülü olmadığı için yatay düzlemde ra’nın İnşaat Ya Resulullah kitabına,
latıp yazmanın bedelleri üzerinde öykü ve romanda karar kılınıp şiirin Ahmet Haşim’in Müstakbel Mimari
dururken estetik endişe nedir, estetik geri plana düşüşüne dikkat çeker. başlıklı yazısına, Baudelaire’in Kuğu
endişe kimlerde olur, sanat bir boş- Bugünkü sorunlarımızın çoğunu adlı şiirindeki Parisle ilgili dizelere,
luğu doldurmak için midir, bir yazar eleştirel tavrın, dolayısıyla gerçek Tanpınar’ın Yaklaşan Büyük Yıldönü-
kadar yalnız olmak nedir, yarası olan anlamda entelektüel bir zümrenin mü başlıklı yazısına, Doğan Kurban’ın
sanatçı mı inler, sanatçıda kibrin bulunmayışına bağlar. Bizde neden Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul
alametleri nelerdir, sözün uzunu mu eleştiri olmadığını irdeler. Saatle- Yazıları’ndaki tespitlere, Tahsin Yü-
kısası mı makbuldür, sanatta basa- ri Ayarlama Enstitüsü romanından cel’in Gökdelen romanına, Turgut
maklar nasıl çıkılır, ilk basamaktaki- hareketle buna açıklık getirir. Mah- Uyar’ın dizelerine götürür. Sanatçıla-
lere yaklaşım nasıl olmalıdır, sanat rumiyet, insanı -tıpkı Hayri İrdal rın bir şehrin hafızası olması gerek-
hangi sağaltımların aracı olur, ilhamı gibi- bir yalana, güce tabi mi kılıyor, liliğine hatta her şairin bir kentinin
besleyen çalışma disiplini midir, şiirin dersiniz yazarla birlikte. olmasına vurgu yapar. Şu bölümle de
rahmi ontolojik boşluk mudur, sanat- bunu vurgular: ”Süleymaniye, Yah-
çılardaki ontolojik gerginlik sebepleri ya Kemal ile birlikte hendeseden bir
nelerdir gibi birçok soruya alıntı zen- abide olmaktan çıkmış, yaşayan bir
ginliği eşliğinde cevaplar bulabilece- varlığa ve mirasa dönüşmüş, böylece
ğinizi söyleyebilirim. milletle şehir, insanla mekân arasında
Alımlama estetiği bağlamımda kuvvetli bir aidiyet bağı kurulmuştur.
her okurun bir metinle aynı oranda Aynı şeyi James Joyce da Dublin için
kalbî bir bağ kurup kuramayacağı- yapmıştır. Onun bir mektubundaki
nı sorgular. Kalbî bağ kurabilmek “Bir gün Dublin ortadan kalkarsa, bir
için okurun da yazar gibi metinde rehber kitap gibi benim kitabıma ba-
anlatılan haller ile hemhal olması kılarak kurulsun.” sözü veya İstanbul
gerekliliğini, metni anlayacak biri- Kitabı, Galata, Pera gibi eserlerin ya-
kime, seziş ve idrak gücüne sahip zarı İlhan Berk’in “Pera günün birinde
olması gerektiğini, aksi halde met- yıkılırsa benim kitabıma göre yeniden
nin okura kalbini kapayabileceğini kurulabilsin.” cümlesi sanatın şehirle-
dile getirir. ri kayda geçirme işlevine işaret eder.
Batı’dan alınan “modern biçim Hasılı şehirleri mimarlar yapar ama
tutkusu”nun muhafazakâr yazar- muhafaza eden ve onlara ruh veren
lara da sirayet edişini eleştirir. Mo- sanatkarlardır.” S.87
izleyemeyenlerden biri de bendim. lot’un efsaneleşen hikayesine rakip bir
Nihayet online izleme fırsatım oldu hikaye anlatmak istememiş de olabilir.
ve evet bu filmi yazmalıyım dedim. Biz yine iyi niyetli düşünelim.
Ama neyi yazmalıydım, filmin ko- Gelelim filmin başarılı sahneleri-
nusunu mu, başarılı sahnelerini mi ne. Bu konuda yönetmen çok şanslı.
yoksa filmin bende uyandırdığı duy- Çekeceğiniz filmin başrolünde bir
guları mı? Bir filmin konusundan at varsa görselliğin zirvelerinde do-
bahsetmek her zaman filme dair laşmamak imkansız gibi bir şey. At
ipuçları barındıracağı için aslında sa- yarışı sahnelerinde hem estetik hem
kıncalıdır, ipucu verilmeden anlatıl- de senkronik açıdan çok başarılı çe-
dığında da kuru bir tanıtımdan öteye kimler görüyoruz. Doksanlı yılların
geçmez. Arjantinli yönetmen Lucre- atmosferi, mekân ve renklerin seçimi
cia Martel’in şu sözü de kulağımıza de seyirciyi Bold Pilot’un efsaneleşti-
küpe olsun: “Bir filmi konusu ile tarif dan sonra klasik anlatıların kıymetini ği dönemin ruhuna taşımayı başarı-
etmek, okyanusu üzerindeki köpük daha fazla anlar oldum. Hikâyesi ve yor. Halis Karataş’ı canlandıran Ekin
ile anlatmaya çalışmak gibi..” diyordu mesajı belirsiz, garip sonlu postmo- Koç, Begüm Atman rolündeki Zeynep
Martel. Bu söz aklımdan hiç çıkmaz. dern anlatılara karşı içimde ufak bir Farah Abdullah ve Özdemir Atman’ı
Film eleştirisi yaparken tüm yazıyı tepki oluştu artık. Son yıllarda ses oynayan Fikret Kuşkan oyunculuk
filmin konusunu anlatarak bitirmek- getiren filmlere baktığımızda biçim- açısından seyirciyi oldukça tatmin
ten hep imtina ederim ama bazen bu sel açıdan çok ileri düzey kurgu ve ediyor. Bu konuda tek olumsuz dü-
kolaycılığa kaçmıyor değiliz. anlatıma sahip birçok film görüyo- şüncem Halis Karataş’ın başarı öykü-
Bizim İçin Şampiyon’u konusuyla ruz. Fakat içeriğe baktığımızda du- sünde yaşadığı zorlukların çok fazla
tarif etmeye kalksam çok klişe bir hi- rumlar hiç iç açıcı değil, iyi çekilmiş gösterilmemesi oldu. Yağmurlu ha-
kayeden bahsettiğimi düşünürsünüz. filmlerde genelde kötülüğün ve şid- valarda ıslak zeminde huysuzlanan,
Yer yer filmin klişeleri kullandığı da detin pornografisine rastlıyoruz. Ar- her yarışta padok’a zorla sokulan,
aşikar fakat izleyiciyi rahatsız edecek tık bizi yeniden aşka, sevgiye, insanın dizindeki yaraya Begüm dışında kim-
içindeki iyiliğe inandıracak filmlere senin merhem sürmesine izin verme-
düzeyde değil. Zaten otuzlu yaşlar-
ihtiyacımız var. Bizim İçin Şampiyon yecek kadar nazlı bir atla başarıdan
da aşkı, mücadeleyi, inancı içinde ba- başarıya koşan bir jokeyin zorlandığı
rındıran naif bir hikaye. günler daha fazla gösterilmeliydi.
Henüz çok genç yaşlarında ba- Geldik en zor kısma. Bir filmin
şarılı bir jokey olan Halis Karataş, izleyicide uyandırdığı duyguları ka-
Özdemir Atman (at çiftliğinin sahibi) leme almaya. Duyguları yazmak bir
tarafından keşfediliyor ve yarışlar için filmin konusunu veya başarılı sah-
düşünülen iki atı deneyip birini seç- nelerini yazmak kadar kolay değil.
mesi isteniyor. Halis o sırada henüz Ama bu filmde yüreğimde derinden
iki yaşında bir tay olan Bold Pilot da hissettiğim şey sevginin ve inancın
farklı bir ışık görerek (diğer at daha gücüydü. At yarışıyla hiç ilgisi ol-
favori gösterilirken) onu çalıştırmayı mayanların bile yüreklerini sızlata-
seçiyor ve herkesi şaşkına çevirip ya- cak denli güçlü bir bağ vardı Bold
rışlarda şampiyonluktan şampiyonlu- Pilot ve sevenleri arasında. Padok’a
ğa koşuyor. (Bakın ipucu vermeden girerken huysuzlanıyor diye tüm hi-
olmuyor)Fakat genç jokeyimiz bu podromun sessizliğe bürünmesi, tüm
şampiyonlukları Özdemir Atman’ın ülkenin bir at sevgisinde birlik olma-
kızı Begüm’e duyduğu aşk sayesinde sı tüylerimizi diken diken etti. Bu
kazanıyor. Filmin sonunda Halis Ka- sevgiyi milyonlara ulaştıran ise Halis