Professional Documents
Culture Documents
ŞERİAT
Asr suresinin elbet bir zahiri manasının ve bu cihetten tefsirinin yanında bir
de batıni mana ve tefsiri vardır, işari yorumu vardır, keşfi bir zevk edilişi vardır.
Bunlar kişinin mertebe ve haline göre farklılık arzedebilir.
Tüm bu izahatlarla birlikte şu hususta görüş birliği vardır ki:
Asr suresi; kurtuluşun imana, güzel ameller işlemeye, hakkı ve sabrı tavsiye
etmeye ve dahi yaşamaya bağlı olduğunu ifade eder bize.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Kim Asr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder. Hakkı ve
sabrı tavsiye edenlerden olur.
Ebû Huzeyfe buyurdu ki:
Resûlullahın Eshâbından iki kimse karşılaştıklarında, biri diğerine Asr
sûresini okumadan ayrılmazlardı. Sonra biri diğerine selâm vererek ayrılırlardı.
İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki:
Kur'ân-ı kerîmde başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr
sûresi bile, insanların dünya ve âhiret saadetlerini te'mine yeterdi. Bu sûre, Kur'ân-ı
kerîmin bütün ilimlerini içine alır.
Bu hikmet ve faziletlerinden dolayı biz de sohbetlerimize Asr suresi
okuyarak ve Allah'tan bu surenin feyz ve bereketini umarak başlamaktayız.
***
Hz. Peygamber, insanlara hutbe okumak üzere ayağa kalkınca, önce Allah'a hamd
ve sena ederdi. Hz. Peygamber "Allah'a hamd veya Allah'ı zikirle başlamayan her iş
noksandır" buyurdu. Başka bir ifadeyle Allah'tan uzaktır. Bir iş Allah'tan uzak ise, Allah
dilerse onu kabul eder, dilerse kabul etmez. Bir işe Allah'ı zikretme ile başladığında ise, iş
O'na bağlanmış ve kesilmemiş, yani kopmamıştır. Allah'ın zikri, makbul olduğuna göre ona
ulaşan her şey de hiç kuşkusuz makbuldür.
Fütuhat c7, s414-Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
ARAÇ, AMAÇ;
2
Araç, amaca ulaşmak için kullanılan alet, binek, sebeptir.
Amaç, varılması hedeflenen nihayettir.
Bazen araçlar bu yolculukta belirli menzile kadar binitin olur.
Edindiğin araç seni hedefine ulaştıramayacak ise bunu görmen ve aracını
değiştirmen gerekir.
Araçları amaç edinenler asla hedefe varamayanlardır.
***
"Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına
dikkat etsin.”
Hz. Muhammed (S.A.V.) (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45)
***
3
Düşmanı dost edinmek, muhalife şirin görünmek kastı ile söylenen söz,
yapılan fiil neticesinde yanındaki dostunun güvenini yitirmek, dostunu kaybetmek
tehlikesi var ise bu iş, söz, duruş üzerinde ısrarcı olmak akıl kârı değildir.
Töhmet mahallinde bulunan kimse kendisini bundan dolayı kınayanın
kınamasına müstahak olur.
Kınayan zanni bir davranışta bulunmuş olsa dahi su-i zanna sebep olmaktan
dolayı bu (kınanan) kimse yine hata üzere bulunmuş olur.
***
***
Hain kelime anlamı; ihanet eden, kötü niyet üzere olan, zarar vermekten
çekinmeyen kimse demektir.
Bir topluluk içersinde hainler olduğu sürece o topluluk kendisini top yekün
dış düşmanların saldırısından, zararından, oyunlarından, tuzaklarından koruması
mümkün olmaz.
Haini bilmek, tanımak, haine karşı yapılacak muamele her mü'minin bilmesi
gereken mühim bir konudur. Bu ise dinini ve hükümlerini doğru bir şekilde bilmek
ile mümkün olabilir.
Allah'a, Resulüne, Allah'ın bize din olarak belirlediği İslama düşman olan
bir kimseyi, bir topluluğu, bir kavmi, bir milleti dost edinmememizi Allah bize
Kur'an'da apaçık beyan etmektedir.
Ölçü ortada.
Terazi elinde.
Öyleyse mü'mine dosdoğru ölçmek ve dosdoğru olmak yaraşır.
***
Korkma!
Allah yolunda olmaktan korkma!
Allah yolunda ölmekten korkma!
Allah'ın emrini yaşamaktan korkma!
Allah'ın emrini dile getirmekten korkma!
Allah dostlarını sevmekten korkma!
4
Ya işimi, eşimi, aşımı, malımı, makamımı yitirirsem diye korkma!
Ya dünyam alt üst olursa diye korkma!
Bil ki;
Allah ile beraber isen ölçüsüz zenginliğin sahibisin!
Allah'ı yitirmiş isen hakikatte ölçüsüz fakirliğe sahipsin!
CİHAT;
Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar,
Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Bakara 218
Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler,
sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte
onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.
Hucurat 15
Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah
bilir de siz bilmezsiniz.
Bakara 216
Ey iman edenler, inkâr edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta
bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi"
5
diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı.
Dirilten ve öldüren Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı görendir.
Al-i İmran 156
Öyleyse, dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar;
kim Allah yolunda savaşırken, öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz.
Nisa 74
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden
çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla"
diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?
Nisa 75
Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli
araştırmayı yapın ve size (İslam geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine
istekli çıkarak: "Sen mü'min değilsin" demeyin. Asıl çok ganimet, Allah katındadır, bundan
önce siz de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz
Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
Nisa 94
Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman,
yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama
ahirettekine (göre), bu dünya hayatının yararı pek azdır.
Tevbe 38
6
Ebû Hureyre R.A.den varid olmuştur:
Allah yolunda bir mücahidin misali, gündüz oruç tutup, gece namaz kılan kimseye
benzer. Tâ ki dönünceye kadar...
(Râmûz 391/10)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere
ölür. “
Müslim, İmâre 158. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2
Ebû Mûsâ radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’ in yanına bir bedevî geldi ve:
-Yâ Resûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin
diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.
Bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için
savaşıyor.
Bir başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır?
diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-“Kim Allah’ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır”
buyurdu.
Buhârî, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151. Ayrıca bk. Buhârî, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28;
Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbni Mâce, Cihâd 13
Ebû Ümâme radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
7
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan
gazinin aile fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden
önce büyük bir belâya uğratır. ”
Ebû Dâvûd, Cihâd 17. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 5
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz. “
Ebû Dâvûd, Cihâd 18. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 2, 48
Ebû Hüreyre ve Câbir radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Harp hileden ibarettir. ”
Buhârî, Cihâd 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihâd 17, 18. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,
Cihâd 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihâd 5; İbni Mâce, Cihâd 28
***
İmanlı Türk milletimizin bu gün birlik olma vaktidir. Tek vücud, tek
yumruk, tek ağız olma vaktidir. Milletimizden olduğunu beyan eden, Müslüman
olduğunu beyan eden, bu vatanın topraklarında hayatını sürdüren bir kimse, bu
kimse hangi konumda bulunursa bulunsun, ister siyasetçi, ister akademisyen, ister
gazeteci, ister yönetici, ister hoca, şeyh diye bilinmiş olsun bu mücadelede
devletimizin aldığı karara karşı çıkıyor ise vatana ihanet üzeredir. Düşmanlarımızın
işbirlikçileridir. Bunlara da haine yapılacak muamele yapılmalıdır.
Beklenen büyük cihad günü elbet gelecektir ve bu zaman gittikçe
yaklaşmaktadır. Cihadı arzu etmememizi, Allah için cihad etme vakti geldiğinde ise
cihaddan kaçmamamızı, malımızla, canımızla bu uğurda savaşmamız gerektiğini
Allah bizlere Kur'an'ı Kerim'inde açıkça bildirmekte ve emretmektedir.
Bu idrak ve şuuru kâmilen taşıyan ve Allah'ın rızası cihetinde amel işleyen
kullarından olmamızı Allah'tan niyaz ederiz.
***
***
Altın ateşle sınanır ve altın olduğu anlaşılır. Mümin kimse de elbet zorluklar
ile sınanır, sınanacağız.
Cenabı Allah, Kur’an’ı Kerim’de bize şöyle seslenmekte:
“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin
benzeri sizinde başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”
Bakara. 214
Yine,
“İnsan yalnız ‘iman ettik’ demekle, hiç imtihan edilmeden bırakılacaklarını
mı sandılar? And olsun ki biz, onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah
(imtihan ederek), doğru söyleyenleri de bilir, yalancıları da bilir.”
Ankebut 2-3
Cihad bize Allah'ın emridir ve ancak Allah için, Allah'ın emrini yerine
getirmek için yapılır. Vatanımızı düşmana karşı korumayı Allah bize emrediyor,
zulme uğrayan müminlere yardım etmek için cihadı Allah bize emrediyor.
Devletimizin başındaki karar mercilerinin kararı ile bu cihad ilan
edildiğinde mümine düşen düğüne gider gibi gitmektir. Şehadet makamından gayrı
ulaşılabilecek büyük bir makam mı vardır? Hakikati idrak eden kimse sehitlerin
Rableri katındaki değerlerini bildikleri için onlar adına bu kutlu makama erişmiş
olmalarından dolayı sevinir, gıpta ile bakar ve kendisi adına da bu makama ulaşmayı
Allah’tan samimiyet ile niyaz eder.
İşte böyle zor günlerde içimizdeki hain, münafık güruh kendini belli eder.
Fitne çıkarmaya, halkı kışkırtmaya, cihaddan uzak durulması adına bahaneler
aramaya gayret sarf eder. Bunlar hakkında Kur'an'ı Kerim'de; “Onlara ‘Yeryüzünde
düzeni bozmayınız’ denildiğinde, ‘Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz’ derler. Biline
ki, gerçekten bozanlar onların ta kendileridir, ama farkında olmuyorlar.”
buyurulmaktadır.
Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bir günde bu ayrılıkçı, hain,
münafık güruhun en şiddetli bir şekilde cezalandırılmasına yönelik tedbiri almak ve
uygulamak da devletimizin başındakilerin, yöneticilerimizin görevidir. Bize düşen
devletimizin yanında olmaktır.
Allah; milletimize, idarecilerimize feraset ve basiret ihsan etsin, emr-i ilahiyi
gözetir bir tutum içersinde olmayı nasip etsin, sırat-ı müstakim üzere bizleri daim ve
9
kaim kılsın, ordumuzu, milletimizi, tüm ümmet-i Muhammed'i muhafaza buyursun,
ordumuzu muzaffer eylesin. Âmin.
***
***
Allah yolunda, Allah için ve Allah'ın emrince bir hayat yaşayabilmek, tesis
edebilmek gayesi üzere yapılacak cihad en kutlu cihad ve bu uğurda canını vermek
en kutlu şehadettir.
Ancak bu bilinç üzerine cihad ruhunu diri tutarak din-i islama hizmet, vatan
ve milletin bekasına gayret, imanlarımıza kuvvet hâsıl olabilir.
Allah için ve Allah yolunda cihad ederek şehadet şerbetini içen tüm
şehidlerimizi rahmetle anıyoruz.
***
***
***
***
***
"Akıllı kişi hiç gelip geçilen köprü üzerine ev inşa eder mi? "
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
13
Bu dünya imtihan yurdudur!
İmtihan edilmeden bu diyardan geçeceğini sanıyorsan yanılıyorsun!
Bu dünya, ahirete uzanan bir köprü mesabesindedir ve herkes mutlaka bu
köprüden geçmek zorundadır!
Köprü üzerinde de türlü sıkıntı ve meşakkatler vardır. Kimin payına ne
düştü ise her insan bu payını yaşayacaktır!
Derdin, sıkıntının olmaması imkânsızdır!
Mesele bunca dert ve sıkıntının içinde vechini (yüzünü), kalbini Rabbine
çevirip mutmain olmayı becerebilmektir.
İşte o zaman kul, Rabbinden razı olma makamına erdiği gibi umulur ki
Rabbi de kulundan razı olur!
***
Bir Nükte;
Büyük alim İbrahim Ethem Hazretleri’nin bir hatırası vardır. Kendisi bir ara
Bağdat’tan sonra Basra’ya uğrar. Etrafını saran halk sorar;
-Ey İbrahim..!
-Musibetlerden bir türlü kurtulamıyoruz
-Bu konuda dua ediyoruz ama kabul olmuyor.
- Acaba neden duamız kabul olmuyor?
-Büyük Veli bunlara hemen cevap vermez;
-İzin verirseniz bir müddet içinizde kalayım, durumunuzu tetkik edeyim sonra
cevabını vereyim, der.
Gereken araştırmadan sonra onları topladığı mescitte şöyle hitap eder;
-Ey Basra halkı, halinizi inceledim. Kalbinizin günahlarla ölmüş olduğunu anladım.
Ölmüş kalplerin duası kabul olmaz, der.
Halk sorar;
-Ne türlü günahlarla kalbimiz ölmüş?
Büyük Veli 10 tane günah sayar. Bunları da şöyle sıralar;
1-Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsunuz, ama emirlerini tanımıyorsunuz.
2-Kur’an-ı Kerim-i okuyorsunuz, ama muhtevasıyla amel etmiyorsunuz.
3-Hz. Peygamberi sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama sünnetini sevdiğinizi göstermiyorsunuz.
4-Şeytanın düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz, ama onunla dostluktan asla geri
kalmıyorsunuz.
5-Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama ona layık bir amel işlemiyorsunuz.
6-Cehennemden korktuğunuzu iddia ediyorsunuz, ama ona götürecek fiillerden geri
kalmıyorsunuz.
7-Ölüm haktır diyorsunuz, lakin hak olan ölüme hiç hazırlık yapmıyorsunuz.
8-Din kardeşinizin ayıbı ile uğraşıyor, kendi ayıbınızı hiç görmüyorsunuz.
9-Allah’ın lütfettiği nimetleri bolca tüketiyor, ama hiç şükretmiyorsunuz.
10-Ölülerinizi gömüyorsunuz, bir gün sizinde gömüleceğinizi düşünmüyorsunuz.
***
***
***
Şu dünya hayatında sahip olduğun (!) her şey sende emaneten bulunmakta!
'Emanet !'
Adı üstünde.
Emanet, bir süreliğine bırakılan, verilen şeydir. Vakti gelince asıl sahibi
emaneti emanet ettiğinin elinden alır!
Ana, baba, emanet.
Eş, emanet.
Çocuk, emanet.
Mal, emanet.
Mevki, makam, emanet...
İlim, emanet.
Akıl, emanet.
16
Sağlık, emanet.
Gençlik, emanet.
Güç, kudret, emanet...
Beden, emanet.
Can, emanet.
Peki
Neyin var sana ait olan?
Hiç!
Tüm emanetin emanet olduğunun bilincine vardığında, emaneti yerine
teslim edersin.
Böylelikle eline gelene sevinmediğin gibi, elinden çıkana da üzülmezsin.
Veren O, alan O.
Hay'dan gelir, Hu'ya gider!
Sana düşen, emanet sende bulunduğu sürece emanete ihanet etmemek.
Emanetin sahibinin senden istediği şartlara riayet etmektir.
En büyük şartlanmışlıktır emanetin emanet olduğunu kabul etmeyip 'benim'
demek.
Gönül rızası ile bu hakikati anlamayıp, bu gerçeği hazmedemeyenin
elindekini, sahip olduğunu zannettiklerini aldığında bu hakikat çok ağır gelir emanet
edilene.
***
***
Bu dünyada kişinin elde ettikleri değil, elde ederken izlediği yolun meşru
veya gayri meşru oluşu ile niyeti akibetini ve ahirette ona olacak muameleyi
belirlemekte!
17
Allah en doğrusunu bilir.
***
***
***
***
***
"Kitabını oku!
Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter." - İsra 14
O gün (kıyamet günü) hesap sorucu olarak nasıl ki nefsin sana yetmekte ise,
bugün de (dünya hayatında) öylece hesap sorucu kıl ki nefsini (samimi ol ki) işin
hakikatini gör, anla ve gereğince hareket et.
***
"Celâlim hakkı için sizi imtihana tâbi tutacağız, tâ ki, sizden mücâhit olanlar ile
sabredici olanları bilelim ve sizin haberlerinizi de deneyeceğizdir."
***
19
***
***
***
***
Dünya hayatı;
Ahsen-i takvîm (en güzel şekilde) olarak yaratılan insanın esfel-i safilin'e
(aşağıların aşağısına) inerek beşeriyetini görmesi, sonra beşerliğinden insanlığa
tekrar terakki etmesi yolculuğudur!
20
“Cömertlik cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyaya sarkmıştır. Her
kim onun dalına yapışırsa o dal onu çeker cennete götürür.” (İbn Hıbban, “Zu’afa”)
“İki haslet vardır ki Allahu Teâlâ onları sever ve iki haslete de buğzeder.
Sevdiği hasletler; cömertlik ve güzel ahlaktır. Sevmediği iki huy ise, cimrilik ve kötü
huydur.” (Deylemi)
***
***
Öze dönüş,
Manevi değerlerin yeniden açığa çıkarılıp hayat bulması adına,
Kur'an ve sünnete dayalı bir eğitim ve bu eğitime toplumun her
kademesinden başlamak ile birlikte özellikle kadınlarımızın eğitim ve öğreniminde
hassasiyet göstermek gereklidir.
Kadınların eğitilmesi ve onların bu değerlere sahip çıkmanın bilincinde olup
gereğince yaşaması, toplumun tüm kesimlerinde bu mücadelenin daha kolay ve
yerinde olmasını sağlayacağı gibi amaçlanan sonuca ulaşmayı da kolaylaştıracaktır.
Bozulma, kadınlarımızın manevi değerlerden uzaklaştırılması ile nasıl ki
tüm toplumu saran bir hastalığa sebep olmuştur, bu hastalığın tedavisi de
kadınlarımızın bu hususta eğitilmesi ile manevi değerlerine sahip çıkıp yaşaması
mesabesinde kuvvet bulacaktır.
Allah'ın yaratma sıfatı olan 'tekvin', varlıkta en kâmil olarak kadından açığa
çıkmaktadır. İslamın kadına verdiği önemin ve hassasiyetin gayelerinden birisi de
budur.
***
***
***
***
23
Üzülerek müşahede etmekteyiz ki ufak yaşlardaki çocuklarda, ergenlerde,
yetişkinlerde ve yaşlılarda olmak üzere toplumun her kesiminde bu hastalığa
müptela insanlar vardır.
Bu hastalığın hızla yayılmasına en uygun zemin hazırlayan faktörlerden
birisi de akıllı telefonlar vasıtasıyla erişime açık televizyon, sosyal medya ağları,
internet üzerinden olmaktadır.
Ebeveynler bu konuda önce kendileri bilinçlenip gerekli tedbirleri almaz ve
çocukları belli disiplin içerisinde yetiştirmez, dini, ahlâki değerlerin ihyasına
ivedilikle gayret sarf etmezlerse yakın gelecekte çok büyük sorunlar ile
karşılaşmamız muhakkak gözükmektedir.
***
***
***
***
"Allah size, mutlaka emanetleri (işleri) ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle davranmanızı emreder."
(Nisa 58)
"İş ehli olmayana (layık olmayana) tevdi edildiği (verildiği) zaman, kıyameti bekle."
Hadis-i Şerif
EVLİLİK MÜESSESESİ;
26
1 – Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ anlatıyor: Resûlüllah (aleyhissalâtü
vesselam) buyurdular ki:
EVLENMENİN FAZİLETİ
-“Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden
değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuz ile iftihar
edeceğim. Kimin maddi imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddi imkân bulamazsa,
oruç tutsun.1EN EFDAL KADIN
SALIHA HANIM
3 – Ebû Ümâme radıyallâhü anh’ın rivayetine göre: “Resûlüllah
(aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurmuşlardır:
-“Mü’min, Allah’a takvadan sonra en çok saliha bir eşden hayır görür.
Böylesi bir kadına emretse, o itaat eder. Ona baksa neşelenir, bir şeyi yapıp
yapmaması hususunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek onu yeminden
kurtarır, kadınından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusu ve hem de
adamın malı hususunda hayırhah ve dürüst oluri.” (Müslim)
DİNDARLA EVLENMELI
4 – Abdullah İbnu Amr radıyallâhü anhüma anlatıyor: “Resûlüllah
(aleyhissalâtü vesselam) buyurdular ki:
-“Güzellikleri sebebiyle kadınlarla evlenmeyin. Çünkü güzellik lerinin
onları (kibir ve gurur sebebiyle) azaltacağından korkulur. Onlarla mal ve mülkleri
sebebiyle de evlenmeyin. Zira mal ve mülkün onları azdıracağından korkulur. Fakat
onlarla diyaneti esas alarak evlenin. Yemin olsun, burnu kesik, kulağı delik siyah
dindar bir köle (dindar olmayan hür kadınlardan) efdaldir.” (Tırmizi)
***
***
GAFLET;
Gaflet: dikkatsizlik, ihmal, boş bulunma, bir şeyi unutmak veya hatırda iken
unutmak, korunma ve dikkat azlığından ötürü insana gelen unutkanlık, gafillik, olup
bitenden habersiz olmak, umursamamak anlamlarına gelmektedir.
Bu kelimenin anlamlarının üzerimizde ne kadar net bir şekilde
görüldüğünü, tesirinin ne kadar açık bir şekilde ortaya çıktığını, yaşantımızın belki
de çok az bir anı müstesna birçok anımızda bu kelimenin anlamı ile hemhal
(hallendiğimizi) olduğumuzu görebiliyor muyuz?
Bunu fark edebiliyor muyuz?
28
Zaman zaman da olsa bu perdeyi kaldırabildiğimiz anlarda etrafımızdaki
insanların hemen hemen hepsinin bu perdenin altında olduğunu anlayabiliyor
muyuz?
Tüm bunları bilmiş, görmüş ve anlamış olduğumuz zaman dahi niçin bu
gafletten uyanıklık haline geçemiyoruz?
Niçin tekrar bile bile o perdenin altına geri dönüyoruz?
İmanımızın zaafiyeti mi?
Samimiyetsizliğimiz mi?
Amellerimizdeki gevşeklik mi?
İhlassızlık mı?
İlimsizlik mi?
Sebatsızlık mı?
Şükürsüzlük mü?
Yoksa tüm bunların hepsinin eksikliği mi?
Peki, diyelim ki hastalığı teşhis ettik, ilacını da biliyoruz. İlacını
kullanmazsak hastalığın iyileşmeyeceğini bilakis müzminleşerek tehlikeli boyutlara
ulaşacağını da biliyoruz.
Bu ilacı kullanmaktan bizi alıkoyan ne?!
Gaflet mi?
"Sakın gafillerden olma!"A'raf - 205
***
***
***
29
İnsanların istidat, kabiliyet ve fıtratlarındaki farklılık nedeniyle işin doğası
gereği farklı meşreb (usul, kaide, metod) üzere faaliyet göstermişlerdir.
Tercihte bulunduğu yer ile fıtratı örtüşen kimse isabet üzere olup sağlıklı bir
seyr-u süluk yapabilmiş, arzu edilen kemalâta nasibi oranınca yaklaşabilmiş ya da
elde edebilmiştir.
İslam düşmanı ülkeler, zihniyetler, şeytaniyetin hizmetçileri müslümanları
dinlerinden döndürmek için birçok açık, gizli metodlar tatbik etmiş ve bazı yerlerde
başarı elde etmişlerdir. Direkt islam karşıtlığının işe yaramayacağı bölge ve ülkelerde
ise islama hizmet davasında olan cemaat, tarikat gibi oluşumların içine sızarak bu
oluşumları asliyeti üzerindeki Hak yoldan çıkarmış, bid'atler ve hurafeler ile içini
doldurmuş ve böylece tevhid inancını saptırmış, itikatleri bozmuş, müntesiplerini
hikâyelerle avutmuş, uyutmuş, sorgulamadan mutlak teslimiyet içersinde olmayı
aşılayan bir zihniyeti kabul ettirmiş ve böylece yine dinini ellerinden almaya
muvaffak olmuşlardır.
Bunun en büyük sebebi ise bu islam halkının ilim konusunda zayıf, isteksiz,
hazırcı, nemelâzımcı bir zihniyet içersine girmiş olmasıdır.
Hâl böyle olunca insanları uyandırmak amacı üzerine kurulmuş
müesseseler, cemaatler, tarikatler bu amaca hizmet etmek şöyle dursun, aksine
insanları derin bir uykuya sokup hiç uyanmaması adına hizmet ve faaliyet gösteren
yerler haline gelmiştir.
Bu durum ülkemizdeki birçok tarikat ve cemaat oluşumunda maalesef bu
durumdadır.
Hakkıyla, Hak için hizmet eden sahih olan azınlıktaki grupları tenzih
ederim.
Bu oyun sadece ülkemizde oynanmakla kalmamış islam coğrafyasındaki
birçok islam ülkesinde uygulamaya konulmuş ve bir hayli başarıya ulaşılmış
görülmekte.
Şimdi mesele şu;
Bu derin uykuya yatırılan Müslüman kitleler bu uykudan nasıl uyandırılır?
Uyutulduğu hakikatini görmesine nasıl ikna edilir?
Bu uğurda nasıl ümmet-i Muhammed'e hizmet edilebilir?
***
30
kımıldamadan bin yıl (ahiret senesi ile) bekletilecek, (böylece azap görecek) sonra
Allah'ın dilemesi ile kul bir sonraki duraktan hesaba çekilmek üzere diğer menzile
götürülecektir. Bu husus hadislerle beyan edilmiştir. Bu mahşer alanındaki azaptır.
Burada günahlarından arınamamış mümin sonunda cehenneme girecek ve
günahlarından arınacağı nispette cehennemde kalacaktır.
Namaz, müminin nişanıdır. Mümin ile kâfiri ayırt etmeye yarayan en
önemli işarettir.
Bir söz vardır: “Namaz kılmayan Müslüman kâfir denilmez ama kâfir de
namaz kılmaz” diye.
Bir Müslüman kişi namazını kılmıyor ise onun imanı çok zayıf demektir.
Her an kaybedebilecek kadar zafiyete düşmüş demektir.
İslam olmanın ilk şartı kelime-i şahadet getirmek ve tasdik etmek iken
hemen sonrasında ikinci sırada gelen şart farz namazını kılmaktır.
Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin üzerinde İslam’ın nişanı olan
namazın görülmeyişi ne kadar vahim bir durumdur!
Mümin bir kimse nasıl namazını kılmaz!
Bu konuda ileri sürülebilecek hiç bir bahane kabul edilemez!
Bazı kimselerin şu söylemleri de asla kâle alınamaz : “Ben inançlı bir
Müslüman’ım, namaz kılamıyor olsam da kalbim temiz, nice namaz kıldığı halde
kötü ahlâk üzere olanlar gibi değilim en azından.” Bu söz ile kişi kendini avutmakta,
nefsi emmaresinin buyruğuna hizmet etmekte, şeytanın tuzaklarına kolayca
düşmektedir. Bir de kalkıp kendisini iyi kul zannetmekte, kalp temizliğinden dem
vurmakta, nefsini temize çıkarmaktadır. Ne yazık ki büyük bir aldanış içersindedir.
Namazını kılmakta gevşek davranan kardeşim!
Uyan!
Nefsinin ve şeytanın tuzaklarını gör!
İçinde bulunduğun gaflet perdesini yırt!
Samimiyet ile Allah'tan yardım iste, Allah'a yönel!
Mümin kulluğun en önemli nişanı olan namazı kıl!
Ömrünü heba etme!
Bu hakikatin mutlak idrakine varacağın, mecburen uyanacağın o ölüm
anındaki uyanışı bekleme!
O zaman uyanışın sana faydası olmayacak!
İş işten geçmeden önce uyan!
Uyan ve kurtuluşuna sebep olacak namaza sıkıca sarıl!
Bu nasihatimi kulağındaki gaflet pamuğunu çıkardıktan sonra dinle!
Aksi halde beni işitemezsin!
Allah cümlemizi, Hakk'ı hakkyla işitenlerden ve gereğini rızası
istikametinde yerine getirenlerden kılsın.
***
***
Kendini dünya işlerine kaptıran kimse öyle bir hale gelir ki;
yaradılış gayesini unutur,
davasını unutur,
hizmetini unutur,
hedefini unutur,
dostlarını unutur,
bir araya gelmenin ehemmiyetini unutur,
imanının diri ve taze kalabilmesinin şartının Hakk sohbetinin, zikrinin
yapıldığı meclislere devamlılık olduğu hakikatini unutur, gaflet perdesinin safetinde
bocalar durur, boğulur!
Samimiyetin varsa gayretin olur!
Nişanın olur?
Nedir senin nişanın?
***
***
Hakk'a ve hakikate dair bir söz işittiğinde, bir yazı okuduğunda bu nasihat,
nasihata konu olan ve yapılması gereken şeyi yapması hususunda kişiyi harekete
geçirmiyorsa, amaçlanan gaye hâsıl olmuyorsa, o kişinin kulaklarında gaflet pamuğu
tıkalı demektir!
Kulağında gaflet pamuğu tıkalı olanın kalbine nasihat ilişmez ve fayda
vermez!
***
***
33
Nasihat eden kimse; uygun bir dil ile uygun bir zamanda, uygun bir tavır
üzere muhatabına nasihat etmek neticesi “söz ile” görevini (emri bil maruf nehyi
anil münker) yerine getirmiş olur.
Bundan sonra nasihat edilen kimsenin nasihate kulak verip doğruya
yönelmesi veya hatasından dönmesi için;
1 - Kulağından gaflet pamuğunu çıkartarak nasihati dinlemiş olması,
2 - Nasihate konu olan meselenin hakikatini idrak edebilecek açılımın vuku
bulması (ayn-ı sabitesinde bu potansiyelin mevcut olup ve mevcut potansiyelin
kuvveden fiile çıkma şartlarının - kaza ve kader - tam olarak vuku bulması)
gereklidir.
***
***
Müslüman kardeşim!
“Ey Rabbim!
Şimdi içimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helâk mi
edeceksin? Bu, sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de
doğruya iletirsin. Sen, bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen, bağışlayanların en
hayırlısısın” - Araf Suresi -155
35
ve kişileri din-i islamın şaşmaz terazisinde tartıp değerlendirme yetisini kaybetmiş
ya da kullanmayan, adeta robotlaşmış nice Müslüman kardeşimiz var!
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki artık birçok vatan haini, din düşmanı, dış
güçlerin hizmetçileri kendilerini her durum, tutum, konuşma ve halleriyle aşikâr
etmekteler. Bu kadar aşikâr olmasına rağmen, cepheler net olarak görülmesine
rağmen hâlâ gaflet uykusunda uyumakta olan vurdumduymaz tavırlar içersinde
olan Müslüman kardeşlerimizin hallerini üzüntü ile seyretmekte, robotlaşmış
hallerini hayretle müşahede etmekteyim.
Yüzyıllarca İslam’ın sancaktarlığını yapmış, Kur'an ve sünnetin hadimi
olmuş şerefli ecdadımız Osmanlı'nın devamı olan bu milletimizin bu gün düştüğü
hâl nedir?
Tüm İslam camiasındaki mü'minler bizden yardım beklerken, bu sancağı
yeniden dalgalandırmamızı umarken, bunun için dua ederlerken biz ne hallerdeyiz?
Her şey aşikâr iken Müslüman kardeşlerimiz nasıl din düşmanlarının, vatan
hainlerinin, darbeci zihniyetlerin, dış düşmanlarımızın içerdeki uşaklarının yalan,
yanlış sözlerine itibar edebilir, onların safında yer alabilir, onları destekleye bilir?
Bu nasıl mümkün olabilir?
Bu nasıl bir gaflettir?
Bu gidiş nereye?
Bu imanlı millet ne ara bu kadar sağır, kör ve dilsiz oldu?
Bütün bunların hesabı var!
Allah'a hesabı var!
Rasulullah'a hesabı var!
Ecdada hesabı var!
Müslümanlara hesabı var!
Ailene, çoluk çocuğuna hesabı var!
Kendi vicdanına hesabı var!
Dünyada hesabı var, ahirette hesabı var!
Her Müslüman bu hesaplaşmalar gelmeden kendini hesaba çekmelidir!
***
***
36
Zaman;
Uyanma ve uyandırma zamanı!
Hakk için Hakk yolunda 'birlik' olma zamanı!
Hak ile batılı ayırdetme zamanı!
Hakk'ı ve hakikati görene ve Hakk ile olana hakkını teslim etme zamanı!
Hakk'ı ve hakikati görmek isteyene ama göremeyene gösterme zamanı!
Hakk'ı ve hakikati görmek istemeyene hak ettiğini verme zamanı!
Hakk için Hakk yolunda cehd etme zamanı!
***
28.02.2020 Cuma günü İdlib’de Suriye rejim askerlerinin saldırısıyla şehit olan
Mehmetçiklerimiz için...
Âmin.
***
Âmin.
***
Ordusu savaş durumunda olan bir ülkede hâlâ devletinin yanında olmayan,
devletinin aleyhinde konuşan, düşmanın ağzıyla konuşan ve bunu bilerek ve
isteyerek yapan, ülkemizdeki kurum, kuruluş, kişi her ne varsa, etiketi her ne olursa
olsun ihanet içindedir, yaptığına da hainlik denilir.
37
Vatanımızın bekası ile ilgili bu meşru kararı uygularken, fitne çıkarmaya
kalkan, haince düşüncelerini açıkça ifade etme cüreti gösteren bu güruhun sesini
kesmek, haklarında ihanetten dolayı işlem yapmak adına devletimizin gerekli yasal
düzenleme ve yetkili mercilere emrin verilmesini gerekli addediyor ve umut
ediyorum.
Allah yâr ve yardımcımız olsun.
Allah, vatanımızı, milletimizi ve ordumuzu muhafaza ve muzaffer eylesin.
***
***
“ELHAMDÜLİLAH”
“NİMET VEREN VE İHSAN EDEN ALLAH'A HAMD OLSUN.”
“Hz. Peygamber sevinçli bir durumda şöyle derdi:
“Nimet veren ve ihsan eden Allah'a hamd olsun.”
Sıkıntı halinde ise şöyle derdi:
“Her durumda hamd Allah'a’dır.”
Muhyiddin İbn Arabî (k.s.)
***
***
***
***
40
Bu süreçte milletimize narkoz verilerek uyutuldu ve akabinde milli, manevi
değerlerimiz parça parça edildi. Bunu yavaş yavaş, alıştırarak yaptılar. Öyle ki her
attıkları neştere karşı tepkisiz hale geldik. Kabullendik. Her yapılan bizim
imanımızdan bir parça götürdü, Kur’an ve sünnetten biraz daha uzaklaştırdı.
Dünya üzerindeki Müslüman ülkelerin hali ortada... Kendilerine hizmet
edecek istedikleri liderleri o ülkelerin başına getirerek gayelerine ulaşmaktalar.
Aynı şeyi Türkiye'de de uygulamak istemekteler 145 yıldır.
Onlar gayelerine ulaşmak için davalarına inanarak planlarını yürütmekteler
ve nihayetinde amaçlarına ulaşmayı umut etmekteler!
Bizler de Müslüman milletimizin bu oyunları görerek uyanmasını, zafiyete
düşen imanında tekrar kuvvet bulmasını, batıldan yana değil Hak'tan yana saf
tutmasını, din-i islama, vatanına, milletine sahip çıkmasını, Kur'an ve sünnete
uymasını, Allah'ın emrince hareket etmesini, Allah'ın hükmünce hükmetmesini ve
yerine getirmesini umut etmekteyiz!
Bunu Allah'tan tüm samimiyetimiz ile niyaz etmekteyiz.
Unutmayalım!
Allah inanana yardım eder!
Kim davasına hakkıyla inanmışsa muvaffakiyete erecek olan odur!
***
***
41
Zehir Müslümana birçok şekilde verilmiş ve vücut zehri almış.
Zehirin tesiri artık zahir olmuş.
Zehrin tesirini ortadan kaldırmak ve vücudu sağlığına kavuşturmak için
panzehirin yine bu vücuda verilmesi gerek.
Lâkin zehrin verildiği metotlarla panzehir verilmesi gerek!
Böyle yapılırsa ancak daha etkin ve daha hızlı başarı elde edilebilir.
Çünkü çoğunluk alışkanlıkları üzerine yaşam tarzına odaklanmış,
yönlendirilmiş, kilitlenmiş durumda.
Demirden imal edilen kılıcın zararından korunmak için yine demirden imal
edilen zırhı, kalkanı kuşanmak gerek.
Uyanmış olmak, farkında olmak yeterli değil, zarardan kurtulmak için
doğru ve etkili hareket ancak sonuç getirecektir!
***
***
***
***
***
***
43
Bunu bilenin yüzde kaçı Müslümanca yaşıyor?
***
Ne garip!
İslam ülkelerinin birçoğunda yaşayan Müslümanların gördüğü hakikati,
ülkemdeki Müslümanlardan göremeyen niceleri var!
Allah hidayet etsin!
Âdemoğlu:
– Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim? der.
ALLAH Teâlâ:
– “Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek
verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdem
oğlu! Senden su istedim, vermedin” buyurur.
Âdemoğlu:
– Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim? der.
ALLAH Teâlâ:
– “Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin,
verdiğinin sevabını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?” buyurur.
***
Tefekkür edelim!
Kul, başına gelen sıkıntı, hastalık, darlık gibi hadiselerin günahlarına kefaret
oldacağının bilgisine sahip olmakla birlikte hem günahları affolunmakta hem de kul
huzur, sükûnet bulmakta, Allah'a tevekkül ederek, teslim (islam) olmakta,
Rabbinden razı olmakta!
Ne güzel bir idrak!
Kul için ne kazançlı bir alış-veriş!
“İnsan için meydana gelen her bilgi hatırlamadır ve Allah ehlinden başkaları
bilmenin hatırlama olduğunu fark etmez!”
Fütûhât-ı Mekkiyye C 13, sh. 307 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S. )
Allah CC., Hz. Âdem'i (a.s.) yarattığında ona tüm isimleri öğretti. Bakara
suresi 31. ayette mealen şöyle geçer; “Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti.”
Hz. Âdem (a.s.)’e verilen bu bilgi genetik yolla zürriyetinden her bir insana
intikal etti ve her bir insanda bil kuvve olarak mevcut idi.
Bil kuvve olarak her bir insanda mevcut olan bu bilgi Allah'ın dilemesi ile
bazı şartların oluşması durumunda bu şartların yerini bulduğu kişide bilfiil açığa
çıktı, yani bu durumda açığa çıkan bilgi hakikatte bir hatırlamadan ibarettir.
45
İsmail Hakkı Bursevi hazretleri, Allah Âdem (a.s.) e 700 dil ve 12 alfabe
öğretti demektedir. Yeryüzünde bugün konuşulan tüm diller ve kullanılan tüm
alfabelerin kaynağı ve aslı bu hakikate dayanmaktadır.
Yine bugün yeryüzünde insanlar tarafından yapılan her türlü icat, buluş
hakikatte bil kuvve olarak kendisinde bulunan potansiyelin bilfiil açığa çıkış halidir.
Meydana gelen her bilgi hatırlamadır!
***
46
Çünkü hükmünde Allah'ın emrini gözeten kimse adalet ile hüküm vermekle
adaleti yeryüzünde tesis etmiş olur.
Adaleti gözetmez ise Allah'ın emrine muhalefet etmiş olduğu cihetiyle bu
durumda hakikatte (Allah nezdinde) verdiği hüküm ile kendisini mahkûm etmiş
olur!
Hükmünün mahkûmiyeti ama bu dünyada, ama ahirette mutlak kendisini
bulacak ve cezasını (karşılığını, bedelini) alacaktır!
İLETİŞİM;
***
***
Eşler arasında,
47
Akrabalar arasında,
Arkadaşlar arasında,
Muhatap olunan tüm insanlar arasında;
Herhangi bir konuda anlaşmazlık vuku bulduğunda, meselenin doğru
teşhis edilebilmesi ve doğru olanın yapılabilmesi için her daim akılda tutulması
gereken ve hakkıyla uygulanması gereken bir ilke vardır!
Her kim vehmin etkisi altına girmeden, heva ve hevesine uymadan, nefsine
uymadan, zan üzere bulunmadan bu ilkeyi hatırlar ve uygular ise dosdoğru yol
üzere olur!
Bu ilke;
Allah ve Rasulünün sözlerinin hatırlanmasıdır!
Allah ve Rasulü bu hususta ne demiş diyerek kişi Kur'an'dan ve hadisten
hüküm aramalıdır ve o hükme uymalı, o hüküm ile hüküm vermeli, o hükme göre
amel işlemelidir!
İşte bunu gözeten ve yapan kimse Allah'ın ipine sıkıca yapışan kimsedir!
***
***
Bilmediğini bilmeyen kimse iki cehalet sahibiyken bilmediğini bilen kişi, tek bir
cehalet sahibidir.
Futuhat c7, s129 - Muhyiddin Ibn Arabî (K.S.)
48
görüp yanlışından döner, ne de ona ulaşmak isteyen, hakikati ve en doğru olanı ona
ulaştırmaya muvaffak olabilir.
Kimilerinin tahsil düzeyi arttıkça aynı oranda cehaletleri de artar!
Dinin hükümlerinden haberi olmayan, Allah'ı bilmeyen, dinin emirlerini
anlamaya çalışmak ve yaşamak gayesi olmadığı gibi bunlara karşı çıkan insanlar
tahsil yaptıkça (teorik ilimlerde tahsil gördükçe) makamları ve unvanları ne olursa
olsun cehaletleri daha da artar. Diploma sahibi olmaları bu gerçeği değiştirmez!
***
***
***
49
Böyle kimseler arasında taraflardan birinin diğerine nasihat etmesi, olumsuz
bir davranışını dile getirmesi ve bu davranışını terk etmesi hususunda ifadelerde
bulunması muhatabında olumsuz etkilerin açığa çıkmasına, umursamaz davranışlar
sergilemesine, saygı sınırlarını aşan söz ve eylemde bulunmasına, kırıcı ifadelerle
karşılık vermesine, itiraz etmesine, hatalı davranışların devamının tetiklenmesine
sebebiyet verebilir.
Böyle olumsuzlukları tetiklememek ve bunlara mahal vermeden yanlışı
düzeltmek adına nasihat edicinin, nasihate konu olan kimseye yakın, saygı duyduğu,
sözüne itibar ettiği, sevdiği bir kimse olmasına özen göstermek gerekir.
Bu hassasiyeti göstermek, ileride doğabilecek olumsuzluklara karşı en güzel
tedbiri almak ile birlikte nasihat edilenin iyiliğini gözetmek demektir.
***
***
Allah'a yakın olan kişi ile münasebetin senin Allah'a yakınlık kurmana
vesile olurken,
Allah'tan uzak olan kişi ile münasebetin de senin Allah'a uzak kalmana
sebep olur.
Bunu bil!
***
50
Muhatabına baştan itiraz etmek onunla arandaki tüm köprüleri yıkmak
demek olacaktır. Bu durumda yakınlık kurmak mümkün olamayacağı gibi onu
tanımak ve anlamak da mümkün olmayacaktır.
***
***
***
Kişi muhatabı ile konuşurken ağzından çıkan sözlere çok dikkat etmeli,
söylemeden önce ölçmeli, biçmeli, öfke ile söylem ve harekette bulunmamalıdır.
Muhatabına lanet okuyan kimse hakikatte muhatabını kendisinden
uzaklaştırmış, muhatabı vesilesi ile kendisine ulaşabilecek hayrın önünü kesmiş olur.
Yine haksız yere muhatabına beddua eden kimse, haksız olarak bu
bedduada bulunması hasebiyle bedduası kendisine döner!
Bunun böyle sonuç doğuracağını ise ancak ilim sahipleri görür ve tasdik
eder.
51
İnsanın eliyle, diliyle, düşüncesiyle yaptığı her bir işin sonucu (iyi ya da
kötü) yine kendisine dönmektedir!
***
***
***
Bize, keşif ve iman ehline göre lafız harfleri, rakam harfleri ve tahayyül harfleri diye
taksim edilen harfler, ümmetlerden bir ümmettir. Onların suretlerinin yönetici ruhları
vardır. Binaenaleyh bize göre harfler, canlı, Allah'ın hamdini tesbih eden, rablerine itaat eden
varlıklardır.
Fütuhat - c15, s252 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
52
Ebüdderdâ hazretleri; bir şahsın işlemiş olduğu bir kötülükten dolayı
insanlar tarafından sövülüp, kötülendiğine tesadüf etti.
“Bu adam bir kuyuya düşmüş olsaydı, siz onu çıkarmak istemez miydiniz?” dedi.
İnsanlar, evet çıkarmak isterdik, deyince
Ebüdderdâ (radıyallahü anh) :
“Öyle ise, onu kötülemeyiniz, dil uzatmayınız, onun işlemiş olduğu
kötülükten sizi korumuş olan Allahü teâlâya hamd ve şükrediniz!” demiştir.
“Sen ona buğz etmez misin” diye sordular.
“Ben onun kendisine değil yaptığı fenâlığa buğz ederim” buyurdu.
***
***
“Hz. Peygamber, baktığı her göz ile gördüğü gibi baktığı herkeste 'görmeyen
körlerin farkına varmadığı' şeyleri görürdü.”
Fütuhat c6, s41 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Resulullah (S.A.V) efendimizin 'baktığı her göz ile görmesi' mevzusu şudur
ki; ortada bir olay cereyan ettiğinde kişilerin o olay karşısındaki algılayışlarını,
idraklerini, mevcut kapasiteleri gereği değerlendirmelerini ayrı ayrı 'görür' anlardı
ve sonrasında onların anlayışlarına (seviyelerine) göre o iş hakkında izahatta
bulurdu.
Bununla birlikte oradakilerin baktığı ancak 'göremedikleri' yani farkına
varamadıkları şeyleri de görür ve hakikatini idrak eder idi.
***
İnsanın tasavvur gücü zayıf olduğu için, hayali temizlendikten sonra bu temizlik
süratle kaybolur ve yeni bir kuşku kendisine ilişebilir.
Böyle bir insana öğretim yedi kez yinelenir!
Tekrar kuşkuya kapılırsa, artık öğretim yinelenmez.
Çünkü kuşku yerleşik hale geldiği için, öğretimi kabul edebilecek bir halde değildir.
Fütuhat, c4, s232 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
Bir seferde (savaş hazırlığı için müminlere ellerinde bulunan binekleri mücahitlerin
savaşta kullanmaları için onların idaresine verilmesi istenmiş ve müminler de bu emre uyarak
develerini getirmişler) Hz. Peygamber (S.A.V.), bir kadının devesine lanet okuduğunu
duymuş, ona emretmiş, deve sürüden uzaklaştırılmış ve şöyle demiş: "Lanetli bir hayvan bize
eşlik etmesin!"
Bunun üzerine deve kervandan kovulmuş. Ravi şöyle der: "Biz devenin bineklere
katılmak istediğini görüyorduk. İnsanlar ise onu kovuyorlardı. Böylece deveyi yalnız başına
bıraktık."
Devenin sahibinin cezası, o devenin hayrının kendisinden uzaklaşmasıydı. Böylece
lanet kendisine dönmüştü. Çünkü lanet, uzaklık demektir !..
Fütuhat-ı Mekkiyye c18, s292 - Muhyiddin İbn Arabi (K.S.)
Bir şeye lanet eden kimse o şeyi kendisinden uzaklaştırmış olur. Çünkü
lanet, uzaklık demektir. Dolayısı ile o lanet eden kişi artık lanet ettiği şeyden
kendisine gelebilecek bütün hayrın önünü de kapatmış olur. Hal böyle olunca lanet
ettiği şey kendisinden uzak düşmüştür ve hakikatte lanet eden kimsenin laneti bu
gelebilecek hayırdan kendisini mahrum bırakması cihetiyle kendisine dönmüş
demektir.
***
“Tecrübeyle varsayım arasındaki fark, gök ile yer arasındaki farktan daha büyüktür.
Bir şeyi varsaymak ile onu kendinden tecrübe etmen arasında fark vardır.”
“... 'Falanın yerinde olsaydım, ona şöyle denilmezdi' deme. Ben de böyle dedim.
Hayır! Allah'a yemin olsun ki, ona gelen sana gelseydi, sen de aynı şeyi söylerdin. Çünkü
güçlü hal, zayıf hal üzerinde hüküm sahibidir.”
(Muhyiddin İbn Arabî' nin İsra yolculuğunda Hz. Yusuf Peygamber ile
karşılaşmasında Hz. Yusuf' un Şeyh'e tavsiyelerinden alıntı.)
Fütuhat c13, s118 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Kimileri,
“Ben onun yerinde olsaydım asla böyle bir şey yapmazdım,”
“Ben onun yerinde olsaydım bu işi şu şekilde yapardım,”
“Nasılda böyle bir hataya düşebilir, inanılır gibi değil,”
54
“Bu insanda hiç mi akıl yok, kim böyle bir şeyi yapabilir.”
Gibi ifadeler ile insanları eleştirdiği gibi hatta daha da ileriye gidip hakarete
varan kelimeler sarf edebilir.
Bir konu hakkında deneyimi olmayan o şeyi tecrübe etmemiş bir kişinin o
işe maruz kalmış bir insanı eleştirmesi varsayımdan kaynaklanır. Varsayımda ise
insan çoğu kez hataya düşer.
Eleştirdiği kişinin o fiili işlerken,
O işi icra ederken hangi şartlar altında olduğunu bilmeden,
Hangi bilgiye sahip olduğunu bilmeden,
Olayın gelişmesi hakkında ve doğabilecek sonuçları hakkında bir bilgiye
sahip olmadan,
Olayın öncesinde kişinin hangi hal ile hallendiğini bilmeden,
İlim düzeyini, idrak kapasitesini bilmeden,
O kişiyi yapmış olduğu işten dolayı eleştirmesi, kınaması, hor
görmesi doğru değildir!
Belki eleştiren kişi aynı şartlara maruz kalsa eleştirdiği kişinin yaptığının
benzerini yapacaktır. Bu işin bir de kaza ve kadere dönük yanı vardır ki bu da ayrı
bir hakikattir! Kaza ve kadere dönük yanı ayrıca ele alınması gereken bir konudur.
Burada bu meselenin hakikati ile ilgili farklı bir vechini (yüzü/yönü) ifade etmek
istemekteyiz.
Bu durumu ancak benzer bir hususu tecrübe edinenler anlayabilir. Kişi bir
olay hakkında tecrübe öncesinde her ne kadar ahkam kesse dahi iş başına gelip o şey
ile karşılaştığında içinde bulunduğu hal'in etkisi ile davranış sergiler. Çünkü güçlü
hal, zayıf hal üzerinde hüküm sahibidir.
***
Âlemde yaratılmış olan 'her bir şey' ile her yaratılmış olan 'insan' arasında
bir bağ (irtibat, ilişki, münasebet) vardır!
İnsanların birçoğu bunun farkında dahi olmasalar bile ancak halife insanda
(kâmil insan) bu bağın mahiyeti, kontrolü, tasarrufu kâmil manada zuhura gelir.
Muhyiddin İbn Arabî hazretlerinden bu hakikati böyle anlamaktayız.
İLMİN ÖNEMİ;
55
Vehim, heva ve hevesine yönelmesine sebep şeytan ve nefsinin tesiri altında
olmasıdır!
Şeytan ve nefsin tuzaklarından habersiz kalmanın ve bu tuzaklara düşmenin
sebebi dinini bilmemek ve gereğince yaşamamaktır!
***
***
“Allah insana kesin bir dille “Rabbim! Bilgimi artır.” (Taha20/114) diye
(tamahkârlığını bilgiye yönlendirmesini) emretmiştir. Bu emre karşı kanaatkar olan cahil ve
saygısızdır!”
Fütuhat c17,s291 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
***
Akıl; ruhun tesiri altında kalır, rehberi kalp olursa (kalpten kasıt ilim nuru
ile aydınlanmış, Hakk'ın tecelligâhı olan basiret ve ferasete ulaşmış kalp / gönül) o
akıla “AKL-I SELİM” denilir ve böyle bir akıl, sahibini dünya ve ahiret saadetine
ulaştırır!
Akıl; nefsin (tezkiye edilmemiş nefs) tesiri altında kalır, rehberi vehim, heva
olursa o akıla “ŞEYTANİ AKIL” denilir ve böyle bir akıl, sahibini bedhahtlığa
ulaştırır!
***
***
57
Dinimizin hakikatlerinden habersiz olan güruhun, gözünün önündeki
hazineden habersiz olan körlerin, heva ve hevesinin peşinde gittiği halde akıl sahibi
olduğunu iddia eden akılsızların tuttuğu yoldur bu yol.
Bu yol insanı uçuruma götürür, nefsin heva ve hevesine köleliğe götürür,
şeytanın tuzaklarına ve ördüğü ağ'a götürür. Zahirde güzel gördüğün ama batınında
nice tehlikeli ve kötü ahlâk ile bezenmiş, helakine sebep olacak cariyeye götürür.
Rasulullah efendimizin “İlim Çin'de de olsa alınız” ve “ilim mü'minin yitiğidir
nerede bulursa alır” sözlerini doğru anlamadıysan bu hadisler ile hemen bana itiraz
edersin. Bunların muhatabı belli bir düzeyde bilgi sahibi olan, dininin temel
kurallarını bilen ve yaşayan mü'minlerdir, temyiz (ayırma) bilgisine sahip
mü'minlerdir. Onlar iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edecek basirete sahip
olmuşlardır.
Bu mertebeye ulaşmamış olan buradaki ince tuzaklardan habersizdir.
Bir gün İblis, Hz. İsa'nın (a.s.) karşısına çıkıp “Ya İsa! La ilahe illallah de”
demiş.
Hz. İsa (a.s.) “Sen dedin diye demem. Allah emrettiği için derim. La ilahe
illallah” demiş. Bu hadiseyi derin tefekkür ediniz!
Hakikat şeytanın dilinden ve telkininden geldiği için Hz. İsa “Sen dedin
diye demem” buyuruyor.
Şeytanın Hz. İsa (a.s.) gibi hakikatlerden kâmilen haberdar olan bir Rasule
kurduğu tuzak ve bu tuzağın inceliği, amacı ayrıca tefekkür edilmesi gereken bir
konudur.
Dini konuda alt yapısı sağlam olmayan, şeriatın hükümlerini henüz tam
olarak öğrenmemiş ve hayatına geçirmemiş yaşamayan bir kimse nasıl bu
tuzaklardan emin olabilir?
O halde gayri müslimin o güzel boyaya boyanmış sözlerinden sakınınız.
Onların sözlerini güzel bulmanız zaman ile onları güzel bulmanıza, onların
hayatlarını, ideolojilerini, fikirlerini güzel bulmanıza ve nihayetinde inançlarını güzel
bulmanıza sebep olur. Bu durumda bir de bakarsınız ki dininiz onun dini gibi olmuş.
Bu yolda ilerlediği halde ben böyle bir tehlikeye düşmem diyen kimse bataklığa
girdiğini inkâr eden cahil kimsedir.
Birbirimize nasihat ederken, sosyal paylaşım ağlarında güzelliklere dair
paylaşımlar yapar iken lütfen bu tehlikelere kapı açan paylaşımlardan, tutum ve
davranışlardan kaçınalım. Bu konuda bilinçlenerek uyanık olalım ve
çevremizdekileri uyaralım.
***
***
***
***
***
“Akıllı insan, teenninin bulunduğu bir işte acele etmemeli ve Hakkın kendisine
yöneldiği bir işte ise yavaş hareket etmemeli, onu elde etmek için koşmalıdır. Akıl sahibine
aklın vereceği fayda budur.”
59
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Dünya ve dünyalık elde etme hırsı kınanan bir hırstır ve bu hırs insanı
felakete sürükler. Bu hırs insanı şükürsüzlüğe sürükler. Bu hırs sahibinin sonu çoğu
zaman dünyada da ahirette de hüsrandır.
İlim hırsı ise övülen, emredilen, tavsiye edilen bir hırstır. Hakk ve
hakikatleri bilmeye yönelik hırs insanı ilim nuru ile nurlandırır. Dünya ve ahiret
saadetine ulaşmasına vesile olur.
Bu sabırsızlık hali ne çok hayırdan mahrum kalmasına sebep olmaktadır.
Oysaki biraz sabretmeyi bilse ve hakikati araştırsa, zanlarının oluşturduğu
fikrini ifade etmekte acele etmese, kendi idrakinin önünü bloke etmese, insaf ile
bakmayı bilebilse, cehaletinin farkına varabîlse ve bunu kabul etse, işte o zaman ne
büyük nimete ulaştığını müşahede edecektir.
***
60
***
“Allah, ilahi bir sır nedeniyle evine 4 rükun yerlestirmistir. Yani Kâbe’de 4 köşe
vardır. Bu rükunlar Hakk kaynaklı (Hacerul Esved), melek kaynaklı (Ruknu Yemani) ve nefs
kaynaklı düşüncelerdir.
Rüknu İraki köşesi zahirde şeytan kaynaklı düşünceleri temsil eder. (Ne ilginçtir ki,
tarih boyunca Irak bölgesi hep karışıklık içinde bulunmuştur.)
Kâbe’nin tavafı sırasında bu köşeye gelenin şu duayı okuması Peygamberimizce
emredilmiştir: 'Bölücülükten, kötü ahlaktan ve ikiyüzlülükten Allah'a sığınırım.'
Şam ruknu ise zahirde nefsanî düşünceye aittir. Hacer de bulunan altıgen ise nefs
kaynaklı düşünceye aittir. (Burası yay şeklinde olup önceleri Kabe'ye dahil idi, burada namaz
kılan Kâbe içinde namaz kılmış gibi olur)”
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.) - Fütuhat
KALBİN SESİ;
Rivayet olunur ki Hz. Ali'nin huzuruna bir adam gelir ve; “Ya Ali! Ben seni
çok seviyorum” der.
Hz. Ali bir anlık sükutun ardından adama döner ve; “Sen yalan
söylüyorsun” der.
Adam, Hz. Ali'ye birkaç kez aynı şeyi söylemesine rağmen Hz. Ali'nin
kararlı tavrı neticesi itiraf etmek zorunda kalır ve; “Ya Ali, benim yalan söylediğimi
nasıl anladın?” der.
Hz. Ali adama şöyle cevap verir: “Sen yanıma gelip 'Ya Ali, ben seni çok
seviyorum' dediğinde, ben dönüp kalbime baktım. Kalbimde sana karşı bir sevgi
bulamadım. Buradan yalan söylediğini anladım. Eğer sözün doğru olsa idi benim de
kalbimde sana karşı sevgi olduğunu görürdüm” der.
Kalbinin sesini duyabilenler için bu güzel bir ölçü, şaşmaz bir terazidir.
Yalnız dikkat edilmesi gereken bir şey vardır ki, kişi nefsinin ya da şeytanın
seslenişini kalbinin seslenişi sanmasın!
61
Kalbin sesi Rabbinin seslenişi, Allah'ın emri ile meleğin seslenişidir.
Düşünceler dört kısımdır: Rabbani düşünce, meleki düşünce, nefsi düşünce
ve şeytani düşünce.
Kalbe gelen ilk düşünce ilahi-doğru düşüncedir. Fakat bunun hemen
ardından nefsani ya da şeytani düşünce gelir. İşte bu noktada ilk düşünceyi ayırt
edebilmek ve düşüncenin kaynağını doğru bir şekilde tespit edebilmek için bu
hususta kişi sahih bir bilgiye sahip olması gerekir.
Nefsin ve şeytanın çok ince tuzaklarından haberdar olmayan ve bunu ayırt
etme ilmine sahip olmayan kimse “ben kalbimin sesini dinlerim/dinliyorum” der,
fakat o ses şeytan ya da nefsinin sesidir de bundan haberdar değildir. Doğru yolda
olduğunu zanneder fakat eğri yoldadır.
Bu meyanda Resulullah (S.A.V.) efendimizin “Müftüler sana fetva verseler
de sen fetvayı kalbine sor” sözünü iyi anlamak gerekir.
Kalbine fetva soracak kalp sahibi öyle biri olmalıdır ki; kalbinin sesini ayırt
edebilsin ve sahih bir şekilde işitebilsin ve dahi bu ilme sahip olsun. Aksi halde
nefsinin heva ve hevesinden oluşan seslenişi ya da şeytanın seslenişini kalbinin sesi
zannedenler ve bu iddiada bulunanlar bu sese kulak vermekle hüsrana uğrarlar.
Bunu ayırt edebilecek ilme sahip olan büyük bir nimet elde etmiş olur.
SORU:
"Allah u Teala, Hz. Âdem (a.s.)’i yaratırken meleklerin "Yeryüzünde fesat
çıkaracak ve kan akıtacak insanlar mı yaratacaksın?" demeleri ile ilgili. Melekler
insanların kan akıtacağını ve fesat çıkaracaklarını nerden biliyorlardı?
CEVAP:
"Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.
Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz
sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben
sizin bilmediğinizi bilirim” demişti. " (Bakara 30)
Yukarıdaki ayette geçen meleklerin, yeryüzünde fesat çıkarıp kan akıtmaya
meyilli bir varlık yaratmasını nereden bildiğine yönelik izahatlarımızı bir kaç
kalemde toplayabiliriz:
1- Melekler bu sözü Rablerine söylediklerinde Adem a.s. henüz vücudi
olarak yaratılmıştı. Yani cesedi mevcut idi, henüz ruh üfürülmemişti. Melekler Adem
a.s. ın cesedinin unsurlardan halk edildiğini gördü ve unsurlardan yaratılmış bir
varlığın yaratılışlarının gereği olarak fesat çıkarmaya, kan dökmeye istidatlı
olduklarını biliyorlardı. Çünkü yeryüzünde yaratılmış cinler ve hayvanlar da
unsurlardan yaratılmış olduğundan onlarda da kan dökme olayı vuku bulmakta idi.
2- Meleklere Allah levhi mahfuz'da yazılmış bilgilerin bir kısmını bildirmiş
olması hasebiyle ademoğullarının yeryüzünde fesat çıkarıp kan akıtacaklarını
biliyorlardı.
3- Halife olarak yaratılmış olan Hz. Adem'den önce yeryüzünde insansı
varlıklar vardı, ancak bunlar Hz. Adem gibi kemalat üzere ve halife olarak
yaratılmamıştı. Onlar kemalden noksan idi. Hatta bu meyanda " Babanız Adem'den
önce yeryüzünde yüzbin Âdem yaratılmıştır " şeklinde hadisi şerif vardır ki bunu
Muhyiddin İbn Arabi hz. Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde zikretmektedir. İşte bu
ademlerin yeryüzünde fesat çıkarıp kan akıttıklarını görüyorlardı melekler ve bu
sebeple böyle bir söz söylediler.
Bu saydığımız ihtimallerin dışında da birtakım sebepler sayılabilir elbet.
MERTEBELER;
63
Ya da sahih olmayan aklının verisine göre hareket edip 'zan' üzere
bulunmakta ve bu zannı kişinin inandığı şey hakkında şüpheye düşmesini
sağlamaktadır.
Her iki halin açığa çıkmasına sebep olan şey ise;
kişinin ilimde yetersiz olması,
taklitten tahkike geçememiş olması,
zan ve şüphelerinden arınmayı sağlayamamış olması,
teslimiyet ve tevekkülde samimiyeti yakalayamamış olması,
kendisine ulaşan ilhamın melekten mi, şeytandan mı olduğunu ayırt
edememiş olması,
meselenin izahatında mertebeleri birlemeyişinden dolayı hikmetleri yerli
yerine koyup seyredememiş olması,
hükümlerin mertebelere göre farklılık arzedebileceği hakikatini
kavrayamamış olmasıdır.
***
Her göz sahibinde görmek hali eşit olsaydı, âlemde tartışma ve kavga ortaya
çıkmazdı.
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
Her adamın bir yolu, her yolun bir yolcusu vardır. İdrakler farklıdır,
mertebeler farklıdır, meşrepler farklıdır, mizaçlar farklıdır. Kalpler nereye ünsiyet
ederse orada mutmain olur.
Muhyiddin İbn Arabî hazretlerinin dile getirdiği hakikatleri doğru bir
şekilde idrak etmek ve yaşamak herkesin başarabileceği bir şey değildir. Özellikle
şeriatı iyi bir şekilde bilip yaşamayan kimseler İbn Arabî hazretlerinin ifadelerinden
gerçekte anlatmak istediği ifadenin çok zıddında ve yanlış bir mana çıkararak heva
ve heveslerine uyup sonra da tasavvufi bir yaşantı içerisinde olduklarını iddia
edebilirler ve nitekim böylesi yanlış içerisinde birçok zümre vardır.
Bizim bu paylaşımları yaparak ve gerekli gördüğümüz yerlerde kendi
ilmimiz nispetinde altına şerh düşerek konuyu doğru bir şekilde ifade etme
gayretimiz bu hakikatlere talip olanlara bir meşale, bir istikamet olması gayesini
taşımaktadır. Bizim meşrebimiz de budur.
Paylaşımlarımız dikkatlice takip edilir ve hassas bir şekilde tetkik edilirse
İbn Arabî hazretlerinin sözlerinin şeriata muhalif olmadığı, bilakis şeriatın
ehemmiyetini özellikle vurguladığı, Allah'a ulaşma yolunun ancak kulluktan geçtiği
hakikatini üzerine basarak belirttiği ve bizim dahi bu durumu her makalemizde dile
getirdiğimiz net bir şekilde görülecektir.
Bununla birlikte bu hakikatleri her okuyucunun doğru bir şekilde idrak
etmesini de beklemek doğru olmadığı gibi böyle bir beklentimiz de yoktur zaten.
Herkes istidatı oranında ve nasibi kadarıyla faydalanır. Bizim paylaşımlarımızı
okuyan bazı takipçilerimizin paylaşımlarımızdan yanlış mana çıkarma tehlikesinin
varlığı meşrebimiz gereği bizim bunu dile getirmemizden imtina etmemizi
64
gerektirmez. Nitekim İbn Arabî hazretleri de bu hakikatleri bütün bu yanlış anlama
ihtimallerine rağmen dile getirmekten geri durmamış ve bizi ancak bize yakın
olanlar anlayabilir diye de belirtmiştir vesselam.
***
***
Vuku bulan bir hadise, karşı karşıya kalınan bir olay neticesinde kişinin
münferiden (fert olarak, kendi adına); göstereceği tepki, izleyeceği yol, takınacağı
tavır, işleyeceği fiil ile bunu bir grubun, bir kurum çalışanlarının, bir bölge
insanlarının ya da bir ülke insanlarının sorumluluğunu taşıyor olması durumunda
vereceği tepki, izleyeceği yol, takınacağı tavır, işleyeceği fiil farklılık arzedebilir ve
farklı olması da gereklidir!
Her iki durumda da izlenecek yolun doğru bir şekilde belirlendirilmesi ilmi
bir birikim, feraset gerektirir.
İnsanların birçoğu bu hususta derin bir bilgiye sahip olmadıklarından, ya da
hükümleri münferiden ele aldıklarından, kendi sınırlı bilgi ve bakış açıları ile
değerlendirdiklerinden, zan ve vehimlerinin tesiri altında kaldıklarından, duygusal
etkileşim altında kaldıklarından, mertebelere göre meseleleri ayırt edip gereğini
yapmada doğru olanı tespit edemediklerinden dolayı birçok mevzuda işin ehlini
eleştirmekte, muhalif olmakta, yapılana itiraz etmektedirler.
Meselenin anlaşılması adına basit bir örnek vermemiz gerekirse:
Oruçlu kimsenin iftar vakti sadece orucunu açıp akabinde akşam namazını
kılması ve sonrasında yemek için sofraya oturması davranışı efdal olanı, tavsiye
edilenidir. Ancak bu durum münferiden bulunduğunda ya da kendisi gibi oruç
olanlar da aynı davranışın doğruluğunda mutabık olup, meseleye aynı mertebeden
baktıklarında geçerli ve doğru bir davranıştır.
Lakin oruç olanlar arasında çok acıkan, nefsini bir an önce tatmin etmek
isteyen, zor güçle orucunu tutmuş zayıf ya da çocuk olan, hemen yemeğini yemek
isteyen insanlar olduğunda önce onlarla birlikte yemek yenilmeli ya da onların
yemesine müsaade edilmelidir. Böylece toplumun ihtiyacındaki öncelik ya da
faydası meşru daire çerçevesinde göz önüne alınarak uygulamada değişiklik
yapılmış olur.
65
Bu bağlamda, içinde bulunulan durumda en doğru olanı görüp
uygulayabilmek adına gerek münferiden bizlere, gerekse yöneticilerimize ilim,
feraset ve basiret nasip etmesini Allah'tan niyaz ederiz.
***
***
***
***
Her adamın bir yolu, her yolun bir yolcusu vardır. İdrakler farklıdır,
mertebeler farklıdır, meşrepler farklıdır, mizaçlar farklıdır. Kalpler nereye ünsiyet
ederse orada mutmain olur.
66
Muhyiddin İbn Arabî hazretlerinin dile getirdiği hakikatleri doğru bir
şekilde idrak etmek ve yaşamak herkesin başarabileceği bir şey değildir. Özellikle
şeriatı iyi bir şekilde bilip yaşamayan kimseler İbn Arabî hazretlerinin ifadelerinden
gerçekte anlatmak istediği ifadenin çok zıddında ve yanlış bir mana çıkararak heva
ve heveslerine uyup sonra da tasavvufi bir yaşantı içerisinde olduklarını iddia
edebilirler ve nitekim böylesi yanlış içerisinde birçok zümre vardır.
Bizim bu paylaşımları yaparak ve gerekli gördüğümüz yerlerde kendi
ilmimiz nispetinde altına şerh düşerek konuyu doğru bir şekilde ifade etme
gayretimiz bu hakikatlere talip olanlara bir meşale, bir istikamet olması gayesini
taşımaktadır. Bizim meşrebimiz de budur.
Paylaşımlarımız dikkatlice takip edilir ve hassas bir şekilde tetkik edilirse
İbn Arabî hazretlerinin sözlerinin şeriata muhalif olmadığı, bilakis şeriatın
ehemmiyetini özellikle vurguladığı, Allah'a ulaşma yolunun ancak kulluktan geçtiği
hakikatini üzerine basarak belirttiği ve bizim dahi bu durumu her makalemizde dile
getirdiğimiz net bir şekilde görülecektir.
Bununla birlikte bu hakikatleri her okuyucunun doğru bir şekilde idrak
etmesini de beklemek doğru olmadığı gibi böyle bir beklentimiz de yoktur zaten.
Herkes istidatı oranında ve nasibi kadarıyla faydalanır. Bizim paylaşımlarımızı
okuyan bazı takipçilerimizin paylaşımlarımızdan yanlış mana çıkarma tehlikesinin
varlığı meşrebimiz gereği bizim bunu dile getirmemizden imtina etmemizi
gerektirmez. Nitekim İbn Arabî hazretleri de bu hakikatleri bütün bu yanlış anlama
ihtimallerine rağmen dile getirmekten geri durmamış ve bizi ancak bize yakın
olanlar anlayabilir diye de belirtmiştir vesselam.
"Müminlere yardım etmek bizim üzerimizdeki bir haktır." (Rum Suresi 47)
"Mümin yardım görür, bunda kuşku yoktur. Asla yüz üstü bırakılmaz.
Yardımsız yüz üstü bırakılan varsa, o, nereden yardımsız bırakıldığına baksın, orada
imanın olmadığını görecektir."
Muhyiddin İbn Arabî ( K.S. )
***
Her mü'min aynı zamanda Müslüman diye nitelenirken, her Müslüman ise
mü'min diye nitelenemez.
"Müslüman", genel manada 'islam/teslim olmuş' anlamına gelir. Yani
Allah'ın varlığını kabul etmiş kimsedir. Dil ile ikrar eden kimseye 'müslüman'
denilir. Özel manada Allah'ın ' varlığına ' iman etmiş kimse demektir.
"Mü'min", genel manada 'Allah'a ve Peygamberine iman etmiş', emir ve
yasaklarına riayet eden bir kulluk içerisinde olma samimiyet ve gayreti üzerine
bulunan kimsedir. Özel manada ise gerçek tevhid ehli olan 'muvahhid' yani 'Allah'ı
67
birleyen' yani 'Allah'ın mutlak birliğine iman etmiş 'kimsedir. Mü'min bunu dil ile
ikrar etmenin yanında kalp ile de tastik edendir.
Huzur, mutluluk, adalet, kardeşlik, yardımlaşmak, rıza, şükür, şefkat, bir
olmak, güçlü olmak, merhamet gibi değerler Müslümanlıktan öte mü'min
olabilmekle ulaşılabilecek değerlerdir.
Müslüman bir toplum olduğumuzu söylüyoruz, hepimiz mü'min
olduğumuzu dile getiriyoruz. Ancak yaşantımıza bakıldığında bu sözlerimiz askıda
kalıyor.
Malesef toplum olarak bırakın mü'min olmanın gereklerini açığa çıkarmayı,
Müslüman kelimesinin anlamını dahi üzerinde taşımayan nice insanlar mevcut.
Bu uykudan artık uyanmak gerektir. Her birey önce kendini Müslüman
etmeli, islam olmalı ve sonrasında mü'min olabilmenin gayreti içersine girip
samimiyet ile bunu Allah'tan isteyip, bu uğurda çaba sarf etmelidir. Şu zamanda,
dünyanın içinde bulunduğu bu karmaşada bizim bu hakikatleri idrak etmeye,
uyanmaya, bir olmaya daha çok ihtiyacımız vardır. Umarım ki bu uyanış önce kendi
nefsimizde, sonra ülkemizde, sonra dünya üzerindeki tüm islam âleminde hayat
bulur.
"Müminlere yardım etmek bizim üzerimizdeki bir haktır." (Rum-47)
"Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.
Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin." (Hucurat -10)
Buyurmaktadır Allah CC.
Bu ayetler ışığında "Mümin yardım görür, bunda kuşku yoktur. Asla yüz
üstü bırakılmaz. Yardımsız yüz üstü bırakılan varsa, o, nereden yardımsız
bırakıldığına baksın, orada imanın olmadığını görecektir" der Muhyiddin İbn Arabî
hazretleri.
Allah bizlere gerçek manada mü'min olmayı, mü’min yaşamayı ve mü'min
ölmeyi nasip etsin.
"Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ
yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum
şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun)." HUCURAT- 14
Meali:
"Bedevîler (den bir kısmı): 'Îmân ettik!' dediler. De ki: '(Siz aslında
gerçekten) îmân etmediniz; fakat 'Teslîm olduk!’ deyin; çünki îman henüz
kalblerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve Resûlüne itâat ederseniz, (Allah)
amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şübhesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan) dır,
Rahîm (çok merhamet eden) dir."
***
68
"La ilahe illallah"
Kelime-i tevhid ilk önce olumsuzlama ile başlar.
"La" 'yok' demektir.
Ne yok?
"ilahe" 'ilahlar' yok!
İlah; mabud yani ibadet edilen demektir.
Yani senin gördüğün şehadet âlemindeki kesret, çokluk nedeniyle zanna
kapıldığın ayrı ayrı ilahlar yok. İsimler ve sıfatların çok olması seni çok ilahlar var
zannına sokmasın. Bütün bu farklı isim ve sıfatların zuhura çıktığı 'bir' ilah var!
"illa - Allah"; Burada olumlama vardır.
Yani 'sadece Allah' var, 'ancak Allah' var demektir!
La ilahe illallah = İlahlar yok ancak Allah var!
Kelime-i tevhidin gerçek manasını idrak eden, sadece aklı ile değil kalbinde
ve sırrında bu idrake eren kimse Allah'ı gerçek manada 'bir'lemiş olup, gerçek
manada mü'min olur!
Bunun içindir ki kelime-i tevhid önce 'La' diye olumsuzlama ile başlar. Yani,
var sandığın başkalar yok. Önce zannını arındır, temizle ki sonrasında gerçek varlık
olan Allah inancı ve birliği hakikatini anlamaya, kavramaya idrak mahallin hazır
hale gelsin. İdrak mahallin de kirler, tortular, şüpheler, zanlar kalırsa bu hakikati
idrak etmen, kavrayabilmen, yakin elde edebilmen ve dahi bu hakikati görmen (
şahit olman ) mümkün olmayacaktır!
Müslüman, Allah'ın varlığına inanmış kimseye denilirken,
Mü'min, Allah'ın birliğine inanmış ve birliğini birlemiş kimseye denilir!
Bu durumda Müslüman için iman etmiş kimse dersek, mü'min için ikan/
yakin elde etmiş kimse deriz. Bunun ileri mertebesine ihsan sahibi mü'min denilir ki,
yakini (görüşü) artmış, sanki görürcesine (!) mertebesine ermiş demektir!
"La mevcude illallah"
(Mevcudat diye görülen, ifade edilen hakikatte yok ancak Allah var.)
"La faile illallah"
(Fail olan, yapan, eden Allah'tan gayrı başka bir fail yok, gerçek fail ancak
Allah var.)
"La maksude illallah"
(Kastedilen, murad olunan başka bir şey yok, ancak Allah var.)
Anlamlarına gelmektedir.
***
69
Allah'a yönelmeyen, emirlerine riayet eder bir yaşamları olmayan bu şekilde
bir gayret göstermeyen, Allah'ın ayetlerini anlamak için çaba sarf etmeyen, Allah'ın
Resulünün izinden gitmek için çaba sarf etmeyen, hayatını bu düsturlar üzere ikame
etmeye gayret göstermeyen, üstüne üstlük gerçekten Allah yolunda olan Kur'an'ı ve
Resulullah (S.A.V.) efendimizin sünnetini kendisine şiar edinen Hak âşıklarını,
salihleri, müminleri aşağılayan, hor gören, itibarsızlaştırma gayretinde olan, onların
uyarılarına kulak vermeyen, cahilliği ile her türlü yanlışı yaptığı halde, yaptığını
doğru diye kabul eden ve bu şekilde dayatan, nefsinin ve şeytanın oyuncağı olmuş
kimseler durup bir düşünmeli, akletmeli. !!!
Doğru olduğuna inanıp da savunduğu şeylerin doğruluğunun dayanağına
bir bakmalı!
İsnadı nereye?
Hakk'a mı?
Yoksa batıla mı?
Hakk'a dayanmayan şeyleri nasıl doğru görmekteler ve doğru olduğunu
savunmaktalar!
Hakk'ın yanında olduklarını söyleyip nasılda Hak düşmanlarının safında
bulunup onların tellallığını yapmaktalar!
Yeryüzünde ıslah ediciler olduklarını, barış ve huzuru getireceklerini
söyleyip nasıl da zalimlik ve bozgunculuk yapmaktalar!
Yazık !...
Onlar büyük bir yanılgı içerisindeler. Bu yanılgı onları büyük bir ateşe
götürmektedir ve korkarım ki o ateşe girinceye kadar da büyük bir çoğunluğu bu
yanılgılarının farkına dahi varamayacaklar.
“Müminlere yardım etmek bizim üzerimizdeki bir haktır.” (Rum-47) sözü
gerçeğin ta kendisidir.
“Mü’min yardım görür, bunda kuşku yoktur. Asla yüz üstü bırakılmaz.
Yardımsız yüz üstü bırakılan varsa, o, nereden yardımsız bırakıldığına baksın, orada
imanın olmadığını görecektir.” der Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Öyleyse ‘mü'minliğimizi’ sorgulayalım. İmanımızı tazeleyelim. Allah'ın
ipine sıkıca sarılalım. İmanımızın kuvveti nispetinde Allah'ın yardımı üzerimize
inecektir.
Allah bizlere rahmet etsin, bizlere mağfiret etsin, bizleri uyananlardan
eylesin. Batıldan yana değil Hakk'tan yana olan zümrenin saflarında yer almayı
nasip etsin, feraset ihsan etsin, bizlere katından yardım etsin, hatalarımızı ve
günahlarımızı affetsin, tüm dünyayı etkisi altına alan bu salgın hastalıktan
cümlemizi muhafaza etsin. inşaAllah.
***
70
Reaulullah (S.A.V.) efendimizin bu hadis-i şerifini tefekkür edelim
inşaAllah:
Mü'minin her işi hayırdır!
Dikkat ediniz, mü'minin her işi hayırdır, buyrulmakta.
Daha önceki makalelerimizde; müslüman, mü’min ve ihsan sahibi mü'min
olmak üzere üç mertebe saymıştık.
Bu durumda her işimizin hayır olabilmesi için mü'min olmak gerektiğini
anlıyoruz.
Bir genişliğe, bir nimete kavuşan mü’min haline şükreder,
“Nimet veren ve ihsan eden Allah'a hamd olsun” der.
Bir darlığa, musibete, hastalığa, sıkıntıya uğrayan mü’min içinde bulunduğu
hale sabreder, Allah’tan yardım talep eder ve “Her durumda hamd Allah’a dır” der.
Çünkü Resulullah efendimiz böyle yapardı.
Bize düşen ise onu sözlerimizde, fiillerimizde ve dualarımızda, batınımızda
ve zahirimizde taklit etmek, takip etmek ve tahkikine eriştirmesini Allah'tan niyaz
etmektir.
Bu bakış açısı ile meseleyi derinden tefekkür ettiğimizde görürüz ki;
Mü'min, bu dünya hayatında her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın her şeyin
sonucu onun için hayır ile sonuçlanmaktadır.
Her halukarda hakikatte kazanan, kazançlı çıkan mü'mindir.
Mü'min olmak ne büyük bir saadettir!
Allah bizleri bu manada gerçek mü'minlerden eylesin.
***
Yeter ki biz Allah'ın bize emrettiği din-i islamı hakkıyla anlayıp yaşayan
mü'minlerden olalım.
İşte o zaman Allah'ın vaad ettiği yardımı bizim üzerimize olacaktır.
Ne mutlu böylesi mü'minlere ki onlar dünya ve ahiret saadetine
ulaşanlardır.
Allah bizleri mü'min kulları zümresine ilhak eylesin.
***
Müslümanın mü'mini,
İman'lının ikan'lısı,
Mücahidin mücahidi
Daha makbul, daha kâmildir!
Cahilin cahili,
Kâfirin kâfiri,
Münafığın münafığı daha şerli, daha tehlikelidir.
71
Allah en doğrusunu bilir.
***
***
72
***
Müslüman olarak yaptığımız ibadetlerin dahi içi boş, ruhsuz bir hâl almıştır.
İslam doğru anlaşılır ve tasdik edilirse Müslüman olunur, böyle bir kimseye
Müslüman denilir. Müslümanlıktan öte mü'minlik vardır ki gaye bu olmalıdır.
***
***
Allahım;
Mü'min kullarının duasını kabul eyle.
Hak ve hakikatleri görmeyi bizlere nasib eyle.
Bizleri feraset ve basiret sahibi kıl.
Din-i İslamı hakkıyla yaşamayı ve din-i islama hizmet etmeyi bizlere nasib
eyle.
Ümmetin dirilişini, birliğini nasib eyle.
Kur'anda "Mü'minlere yardım üzerimizde haktır" buyurmaktasın. Bizi
mutlak yardımını vaad ettiğin mü'minlerden eyle ve bize yardımını ulaştır.
Sen'den gelecek her türlü hayra muhtacız. Bize hayırlar ihsan eyle.
Muhakkak ki duaları işiten ve icabet edensin.
Dualarımızı kabul eyle.
Âmin.
***
NAMAZ;
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
“Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.”
(Mecmâü’l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir)
73
Ebu’d-Derda (r.a) şöyle dedi: “Dostum Muhammed (s.a.v.) bana şöyle tavsiyede
bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda Allah’a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek
terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse Allah’ ın koruması ondan
uzaklaşmıştır.”
(Müsned:5/238, El-Bani Sahihi ibn Mace:3529, Beyhaki)
Sevban radıyallahu anh dan rivayet edilmiştir Resulullah s.a.v. den şöyle
buyurdular: “Müslüman kul ile kâfirlik ve iman arasında sadece namaz vardır, Müslüman
bir kişi namazı terk ettiği zaman kesinlikle Allaha şirk koşmuş olur.” Bu hadisi hibetullah
taberi sahih bir isnatla rivayet etmiştir.
74
İslam olmanın ilk şartı kelime-i şehadet getirmek ve tasdik etmek iken
hemen sonrasında ikinci sırada gelen şart farz namazını kılmaktır.
Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin üzerinde islamın nişanı olan
namazın görülmeyişi ne kadar vahim bir durumdur!
Mümin bir kimse nasıl namazını kılmaz!
Bu konuda ileri sürülebilecek hiç bir bahane kabul edilemez!
Bazı kimselerin şu söylemleri de aslâ kâle alınamaz: ‘Ben inançlı bir
Müslüman’ım, namaz kılamıyor olsam da kalbim temiz, nice namaz kıldığı halde
kötü ahlâk üzere olanlar gibi değilim en azından’. Bu söz ile kişi kendini avutmakta,
nefsi emmaresinin buyruğuna hizmet etmekte, şeytanın tuzaklarına kolayca
düşmektedir. Bir de kalkıp kendisini iyi kul zannetmekte, kalp temizliğinden dem
vurmakta, nefsini temize çıkarmaktadır. Ne yazık ki büyük bir aldanış içersindedir.
Namazını kılmakta gevşek davranan kardeşim!
Uyan!
Nefsinin ve şeytanın tuzaklarını gör!
İçinde bulunduğun gaflet perdesini yırt!
Samimiyet ile Allah'tan yardım iste, Allah'a yönel!
Mümin kulluğun en önemli nişanı olan namazı kıl!
Ömrünü heba etme!
Bu hakikatin mutlak idrakine varacağın, mecburen uyanacağın o ölüm
anındaki uyanışı bekleme!
O zaman uyanışın sana faydası olmayacak!
İş işten geçmeden önce uyan!
Uyan ve kurtuluşuna sebep olacak namaza sıkıca sarıl!
Bu nasihatimi kulağındaki gaflet pamuğunu çıkardıktan sonra dinle!
Aksi halde beni işitemezsin!
Allah cümlemizi, Hakk'ı hakkıyla işitenlerden ve gereğini rızası
istikametinde yerine getirenlerden kılsın.
***
“Bilmelisin ki, Cuma namazının adabı üç şeydir: Güzel koku (sürünmek), misvak
kullanmak ve süslenmek.”
Futuhat c 4, s 44 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Bunlar zâhirî manaları herkesçe malum olduğu gibi batıni manada ise
lisanını temizlemek, hayırlı olan söz söylemek, kalbini boş ve lüzumsuz
düşüncelerden temizlemek, gaflet halinden çıkmak, ilahi ahlak ile ahlaklanmak ve
mahlûkata bu şekilde muamelede bulunmaktır.
Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) bir rivayette hutbeyi şöyle nitelemiştir:
"Cuma namazında hutbe iki rekâtın yerini tutar."
***
75
Hz. Aişe (r.a ) validemizden rivayet olunmuştur ki:
“Cuma'nın hutbesi öğle namazının farzının diğer iki rekâtı yerine geçer.”
Bu durumda Cuma namazı farzı iki rekât, hutbe de iki rekât namaz
mesabesinde oluyor.
Bunun içindir ki hutbede cemaat hiçbir suretle konuşmamalı, namazda
tahiyyatta oturduğu gibi edep ile oturmalıdır.
Bu hususun hakikatine binaen bazı kimseler (bizim tarikatımız Ticani
yolunda da böyledir) hutbenin sona ermesi ile namazdan çıkmanın nişanı olan selam
ile sağına ve soluna selam verirler.
Hatta hoca efendi hutbeden inmeden önce yaptığı duaya el açmamalı, sesli
olarak âmin dememelidir.
Bu hususlara dikkat etmek Cuma'nın faziletini yüksek oranda elde etmeye
vesile olurken, belirtilen hususlarda dikkat edilmediği oranda Cuma'nın faziletini
eksiltir.
76
(Allahım, ben cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana
sığınırım. Deccal fitnesinden de sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden de sana
sığınırım).
[Ebû Dâvud, Salât 184, (984).]
Sahih bir rivayette, Hz. Peygamberin fecir namazından sonra (sabah namazı
farzından önce kılınan iki rekât sünnet namaz kastedilmektedir) uzanıp istirahat ettiği
aktarılmıştır.
Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste, fecir namazının iki rekâtını kılan herkese
uzanmak emredilmiştir.
Benim görüşüm, bunu yapmayanın günahkâr olduğudur. Çünkü (hadiste) bunu
yapmak zorunlu olarak emredilmiştir.
Dolayısı ile herhangi bir vakitte kaza edilse bile mutlaka uzanmak gerekir.
Fütuhat-ı Mekkiyye cilt.4, sayfa 134 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
77
Tahiyyat-ül mescid namazı:
Mescide, camiye girince oturmadan önce o cami veya mescidin sahibine
yani Allahu Teala'ya tazim ve hürmet için kılınan iki rekat namazdır.
Muhyiddin İbn Arabî hazretlerine göre kuvvetli sünnettir.
Resulullah (S.A.V.) efendimiz: “Mescide girince, oturmadan önce iki rekât namaz
kılın!” Buyurmaktadır.
Şafi mezhebine göre kerahat vakti dahi olsa mescid namazı kılınır. Hanefi
mezhebine göre kerahat vakitlerinde bu namazı kılmak mekruhtur.
Kaza namazı borcu olan kimse hem mescid namazına hem de kazaya kalan
namazına (kazaya kalan sabah namazı farzı niyeti ile) niyet ederek böylece iki
namazın sevabına nail olabilir.
Cami ya da mescide giren kimse hiç oturmadan vakit namazının ezanının
okunup tamamlanmasını bekleyerek ezanın hitamı (sonu) ile birlikte vaktin
namazının sünnetini kılmaya niyet ederken aynı zamanda mescit namazına da niyet
ederek böylece her iki namazın sevabına nail olabilir.
Cami ya da mescide giren kimse oturduktan sonra kalkıp da mescid namazı
kılması olmaz. (Şafilere göre olmaz. Hanefi ve Malikilere göre yinede olur, ancak
fazilet oturmadan evvel kılınmasıdır) Oturmazdan önce kılınmalıdır.
Muhyiddin İbn Arabî hazretlerine göre Cuma günü, Cuma namazı için
mescid ya da camiye giden bir kimsenin mescid namazını kılmaya özen göstermesi
daha bir ehemmiyet arz etmektedir.
***
***
Cuma namazının farzını eda eden ve akabinde camiden çıkan (herhangi bir
sebeple veya işine yetişmesi gerektiğinden olabilir) cemaatten bazı kimselerin camide
ön saflarda namaz kılmayı tercih etmesinin doğru olmadığını ifade etmek istiyorum.
Bu insanlar cemaatin namazını tamamlamasından evvel camiden ayrılmayı
amaçlıyorlarsa şayet o zaman arka saflarda namaz kılmayı tercih etmeleri kendileri
için daha hayırlıdır.
Çünkü birçok namaz kılan insanın önünden geçerek camiden
çıkabilmekteler. Bu durumda ise günah işlemiş olmaktalar.
Konu ile ilgili hadis-i şerifte şöyle geçmektedir:
1762. Ebû Cüheym Abdullah İbni Hâris İbni Sımme el-Ensârî radıyallahu
anh' den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
78
“Namaz kılmakta olanın önünden geçen kimse ne kadar günah işlediğini
bilmiş olsaydı, kırk şu kadar zaman yerinde durması onun için daha hayırlı olurdu.”
Hadisin ravisi der ki: Kırk gün mü, kırk ay mı, kırk yıl mı dedi bilmiyorum.
Buhârî, Salât 101; Müslim, Salât 261. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 108;
Tirmizî, Mevâkît 134; Nesâî, Kıble 8; İbni Mâce, İkâme 37
Büyük camilerde namaz kılanın önünden geçmeyi belirleyen ölçü; namaz
kılanın ayakları ile secde edeceği yer arasında kalan kısımdan geçmiş olmaktır.
Geçen kimse günahkâr olur.
Namaz kılan kimse, önünden geçmekte (geçecek) olan kimsenin geçmesini
engellemek adına kolunu uzatarak geçmek isteyene mani olmalıdır der Muhyiddin
İbn Arabî hz. Mani olmak adına bunu yapmaz ise namaz kılanın da vebali olduğunu
beyan eder. Buna rağmen kişi namaz kılanın önünden geçerse bütün vebal ve günah
namaz kılanın önünden geçen kimseye aittir.
Bu husus maalesef toplumumuzda çoğu kimsenin bilmediği ya da
ehemmiyet vermediği bir husustur. Hâlbuki camiye gelip namaz kılan kimse Allah'ın
rızasını gözetmek, emrini yerine getirmek, sevaba nail olmak niyeti içersinde iken
diğer taraftan namaz kılanın önünden geçmek suretiyle günahkâr olmakta!
***
***
Benim, Hz. Peygamberin dile getirip davranışından sabit olan güvendiğim sünnete
göre nafilenin rekâtları şunlardır:
Fecirde iki rekât (sabah namazının farzından önce kılınan sünnet namaz)
Gündüzün başında dört rekât (duha/kuşluk namazı, güneş doğduktan 45 dk. sonra
kılınma vakti girer.)
Öğleden önce dört rekât (öğle namazının farzından önce kılınan sünnet namaz)
Öğleden sonra dört rekât (öğle namazının farzından sonra kılınan sünnet namaz)
İkindiden önce dört rekât (ikindi namazı farzından önce kılınan sünnet namaz)
Akşamdan önce iki rekât (akşam namazı farzından önce kılınan sünnet namaz.
Malesef günümüzde terk edilen sünnetlerdendir.)
Akşamdan sonra altı rekât (akşam namazı farzından sonra kılınan sünnet namaz /
evvabin namazı da denilir.)
İçinde vitirle beraber geceleyin on üç rekât (vitir namazı ve gece namazı)
Cuma namazından sonra dört rekât (Cuma namazı farzından sonra kılınan sünnet
namaz)
Bunlara yapılan ilave, iyilik üstüne iyilik, nur üstüne nurdur.
79
'Namaz en hayırlı iştir' Hz. Muhammed (S.A.V.)
Fütuhat c4, s136 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
İbni Mace 897, Ebu Davud 874, Nesei 1068, Darimi 1/303, Beyhaki 2/121, Hâkim 1/271,
Ahmed 5/400, Albânî İrva 335
***
80
Cuma günü ve Cuma namazı için gusletmek sünnettir ve tavsiye edilmiştir.
"Sizden biriniz Cuma namazına geldiğinde gusletsin."
Hz. Muhammed (S.A.V.)
Muhyiddin İbn Arabî hazretleri Cuma günü gusletmenin her mümine şart
olduğunu ifede eder. Bu ifadesini destekleyen hadis-i şerif te şudur:
"Cuma günü gusletmek büluğ çağına girmiş kimsenin üzerine vaciptir."
Hz. Muhammed (S.A.V.)
***
Bismillahirrahmanirrahiym.
"Kur'an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet
edilsin"
A'raf suresi 204. Ayet
Din nasihattır!
Yine cami içersine vakit harici (müstakilen) namaz kılmak için giren kimse,
camide Kur'an tilaveti olduğunu işittiğinde hemen namaza durmamalı, oturup
Kur'an tilavetinin hitamını (son bulmasını) beklemeli ve nihayetinde namazını
kılmalıdır.
***
***
81
Peygamberimiz (S.A.V) bir hadiste bu önemli gerçeği şöyle anlatıyor:
“Allahu Teâlâ buyurdu ki: Ben namaz suresi olan Fatiha’yı kendimle kulum
arasında yarı yarıya paylaştırdım. Yarısı Benim, yarısı da kuluma aittir. Bu vesile ile
kulum bütün istediklerine kavuşacaktır.
Kul, ‘Elhamdü lillahi Rabbi’l-âlemîn’ (Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a
aittir) dediği zaman, Allah, ‘Kulum Bana hamdetti’ buyurur.
Kul, ‘Er-Rahmâni’r-Rahîm‘ (O Rahman’dır, Rahîm’dir) dediği zaman, Allah,
‘Kulum Beni methetti’ buyurur.
Kul, ‘Mâliki yevmiddîn’ (Din Gününün Sahibidir) dediği zaman, Allah,
‘Kulum Beni tazim etti, işlerini Bana havale etti’buyurur.
Kul, ‘İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn’ (Yalnız Sana kulluk eder, yalnız
Senden yardım isteriz) dediği zaman, Allah, ‘İşte bu kulumla kendi aramdadır ve
kulumun dilediği de onundur‘ buyurur.
Kul, ‘İhdine’s-sırâta’l-müstekîme sırâtallezîne en’amte aleyhim ğayri’l-
mağdûbi aleyhim veleddâllîn‘ (Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimetler verdiğin
kullarının yoluna ilet. Gazabına uğramış yahut sapmış olanların yoluna değil) dediği
zaman, Allah, ‘İşte bu kulumundur ve kulumun istediği de onun hakkıdır’ buyurur.”
***
Fatiha suresinin her bir ayetini kul namazda okuduğunda Allah kuluna
karşılık verir. Bu sebeple namazda Fatiha suresi ayet ayet okunmalı, ayet sonunda
bir müddet kul beklemeli ve Allah'ın kendisine olan hitabını tahayyül ve tefekkür
etmelidir. İster kişi müstakilen namazını ikame ediyor olsun, isterse imamlık yapıyor
olsun bu hususta hassasiyet göstermelidir. (Bu konuda imamlarımızın da bu bilinç
ile imametlerini yerine getirmelerini temenni ederim.)
Fatiha suresinin sonunda kulun 'âmin' demesi meleklerin 'âmin' demesine
denk gelenin duası kabul olunur buyrulmakta.
Denk gelmenin sırrı ise kulun samimiyet ile arifane bir idrak, hal ve amel
içersinde bulunması gerektiğini ifade eder, Muhyiddin İbn Arabî hazretleri.
***
82
Erkeklik ve dişiliği dikkate alıp “Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır”
(Bakara 2/228) ayetini göz önünde bulundurarak erkekliği kadınlığa baskın kılan ise, kadın ve
erkeği ayırt ederek “subhanallah” demeyi erkeklere, “el çırpmayı” kadınlara özgü sayar.
Kadının konuşması, doğal olarak şehveti depreştirir. Özellikle kadın narin ve zarif
konuşabilir, erkek de konuşanın kadın olduğunu hayal eder, bir de kalbinde hastalık varsa
şehvet depreşir. Şari kadınlara ince konuşmayı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Sözü ince
söylemeyin, kalbinde hastalık bulunan kişi tamah eder.” Bu ayette kadınların erkeklerle özel
bir şekilde konuşabileceği belirtilir.
Namaz kılan kişi, Rabbiyle konuşmaktadır. Kadın “subhanallah” derse, erkeğin
doğal bir şekilde hayalinde kadına yöneleceğinden korkulur.
Erkek, kadın el çırparken güvende değilken, konuştuğunda nasıl (güvende) olabilir
ki?
Arif ise, burada (Rabbiyle) konuşurken Hakkın karşısındaki haline göre hareket eder:
Hak ile aklıyla konuşabileceği gibi nefsiyle ya da doğasıyla da konuşabilir. Kul ise gücüne göre
hareket eder. Sağlıklı ve güçlü ise, konuşmanın (hangi güçle) gerçekleşeceğini önemsemez. Bu
durumda erkek ve kadın ona göre birdir.
Nefsinde (beşeri) varlığından hastalık bulunduğunu bilirse, bunlardan kurtulana
kadar aklı ile nefsini ayırır. Allah ehli nefislerine böyle bakar.
Fütuhat c 4, s 109 – Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
NİYET;
***
-Burada bir ince nokta var. Aslında yaptığımız her güzel amelde bu ince
nokta gözetilirse beklenen, umulan tesir açığa çıkar.
83
Sır olan “NİYET”tir!
Niyetteki incelik ise Rasulullah (S.A.V.) efendimiz o işi, ameli yaptığı için
onu takliden yaptığınızı beyan etmeniz, ya da yapılmasını tavsiye ettiği için
yapmanız ve O'nun bu işin sonunda Allah'tan umduğu her hayrı yine Allah'tan talep
etmek, O'nun bu işin sonunda Allah'tan sığındığı her şeyden yine Allah’a
sığındığınızı beyan etmektir.
Böylece niyetin kâmil olması ile sarılınan sebebin tesirinin de kâmilen
zuhura gelmesi vuku bulur bi-iznillah.
***
***
Bir hayra niyet eden kimse o hayrı yerine getirmek üzere derhal harekete
geçmelidir.
“Yarın yaparım, sonra yaparım” gibi sözler ile herhangi bir sebepten
ertelerse, ötelerse bilinsin ki nefs ve seytan o kimseyi niyet ettiği hayırdan vazgeçtirir
ya da niyet ettiğinin daha azını vermeye/yapmaya sevk eder.
Böyle bir tehlikeye düşmekten insanı koruyan en güzel davranış niyetine
girdiği hayrı derhal yapmasıdır.
***
İki insan!
İki farklı ahlâk üzere olan iki insan...
Her ikisi de bu dünyada gayesine ulaşmış, istediklerini elde etmiş.
Biri gayri meşru yol üzere emeline nail olmuş.
Diğeri meşru dairenin sınırlarını gözeterek emeline ulaşmış.
İkisi de istediğini almış.
Birinin elde ettikleri yarın berzahta ve mahşerde onun için azap, pişmanlık
ve bedbahtlık olurken,
Dîğerinin elde ettikleri yarın berzahta ve mahşerde o kimseye nur, nimet,
hayır ve saadet olmakta.
84
Bu durumda elde ettiklerin değil, elde ederken izlediğin yol ve niyetin senin
akibetini belirlemekte!
Öyleyse niyetini ve yolunu (şeriatı) gözet!
Yediğin aş'ın (nimet, rızık, eline geçenler) haram ya da helal diye
nitelenmesi senin onu elde etme şekline ve niyetine göre belirlenmekte!
Bununla birlikte can gırtlağa dayanmadan samimiyet ile gelen pişmanlığın
Rabbi'nin mağfiretine kapı açacağını unutma!
"Şüphesiz O (Allah) tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir."
Bakara - 37
***
RIZIK;
“Nimetleri toplasanız ve onlara üşüşseniz bile ancak sizin için takdir edilen miktarı elde
edebilirsiniz.
Topladıkların bazen sana bazen başkasına ait rızık olabilir; fakat hesabını-toplayan
ve kazanan sen olduğun için sen vereceksin.”
Fütûhat-ı Mekkiyye, c15 sh.327- Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
İnsanın rızkı yiyip içtiği yani boğazından geçen ile üzerine giydiğidir.
Kazandığının geri kalan kısmı onun rızkı değil kim bilir kimin rızkıdır. İnsan ömrü
boyunca çalışır çabalar para biriktirir, evler, arabalar alır veya birtakım yatırımlar
85
yapar. Bu kazandığının içinden aldığı ise sadece boğazından geçen şey ile üzerine
giydiği elbisedir. Bunun dışındakiler eşinin, çocuklarının ve dağıttıkları kimselerin
rızkıdır. Bu durumda insan kendi rızkının kazanımının dışında başkaların rızkını da
kazanmak için çalışmış/çalışmak zorunda kalmış ve bu rızıkları asıl sahiplerine
isteyerek ya da istemeden ulaştırmış olur.
Öğrendiği ilim yönünden de rızık meselesi böyle değerlendirilebilir.
İlmiyle amel eden kimse bu rızkın sahibi olur. İlmiyle amel etmeyip sadece
ezberleyen kimse bunun taşıyıcısı/yükleneni konumundadır. Bu durumda kuru, ağır
bir yükten başka bir şey değildir sırtındaki. Bu ilmi yaşamayıp ezberin lak lakını
yapanlardan işitip oradan nasiplenen ve bu ilimle amel edenlere ise sadece rızıkları
(ilmi olarak) bu kuru yük taşıyıcısı tarafından ulaştırılmış olur.
Ne gariptir ki bu rızıklardan faydalanmış ya da faydalanmamış olması o
topladığı rızkın hesabını vermekten kişiyi kurtarmaz.
Son günlerde sosyal medya ile paylaşımda olan bazı ses/görüntü kayıtları
bulunmakta.
Bazı şahıslar rüyasında Rasulullah (S.A.V.) efendimizi gördüğünü, bu
günlerde tüm dünyayı saran Koronavirüs adlı salgın hastalığından korunmak için
kendilerine bir takım terkip tavsiyelerinde bulunduğunu ve bu terkipleri
çevresindeki insanlarla paylaşmalarını ifade ettiğini beyan etmekteler.
Rasulullah (S.A.V.) efendimiz "Rüyada beni gören gerçekte beni görmüştür
"buyuruyor, yine biliyoruz ki rüyada şeytan Rasulullah efendimizin suretine
bürünememektedir.
Rüyada Rasulullah efendimizi görmek şu iki başlık altında
değerlendirilmektedir.
Rüyayı gören kimse Rasulullah efendimizi vefat ettiği sureti üzere görmeyip
farklı suretlerde gördü ise kişi yine Rasulullah efendimizi görmüş olup bu görüş
rüya sahibinin ilmi idraki, itikadi durumu, hali, mertebesi ile alâkalı olarak farklılık
arz edebilir ve rüyada Rasulullah efendimiz tarafından verilen mesaj kişinin
kendisini bağlar, umuma şamil değildir.
Rüyayı gören kimse Rasulullah efendimizi vefat ettiği sureti üzere (63
yaşındaki dünya hayatındaki son hali üzere) görmüş ise ve o rüyada Rasulullah
efendimiz o kimseye bir şey işaret ederek bunu ümmetime bildir demiş ise o zaman
rüya sahibi rüyada verilen mesajı etrafındaki insanlarla paylaşabilir. Bu mesaj
umuma şamil olabilir.
Bununla birlikte bu rüyayı işitenlerin mutlak surette rüyada işaret olunanı
yapmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Böyle bir rüyaya inanmamak ile veya işaret
edileni yapmamak ile günahkâr olunmaz.
Rüyada işaret olunan şey şeriatın menettiği/yasakladığı bir şey olmayıp
meşru daire içersinde olan bir şey ise bunu dileyen yapabilir. Bir hikmete binaen
Allah'tan şifa umudu ve niyeti üzere bu şeyi yerine getirebilir. Bunda da bir sıkıntı
yoktur.
86
Bu izahatlarımız rüya sahibinin Rasulullah efendimizi gerçekten görmüş
olması durumunda ve sözünde doğru biri olması durumunda böyledir.
Aksi halde rüyada Rasulullah efendimizi gördüm diyerek yalan söyleyip
insanları etkilemek, yönlendirmek niyeti üzere olan yalancı bir sahtekâr hükmünde
olur.
Bunun doğruluğunu ayırt etmek Allah ehli ilim sahibi kullarının
dışındakiler için mümkün olmaz.
SELAMLAŞMA;
“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla karşılık
verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (Nisâ Sûresi 86)
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı
yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek,
“Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de
öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın.
Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisâ Sûresi 94)
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin
alıp) ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu davranış sizin için daha hayırlıdır.
Düşünüp anlayasınız diye size böyle öğüt veriliyor.” (Nur Sûresi 27)
Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur. Kendi
evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek
kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya
halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya
87
anahtarlarına sahip olduğunuz evlerde ya da dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde de bir
sakınca yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı olarak yemek yemenizde de bir sakınca yoktur. Evlere
girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selâm
verin. İşte Allah, düşünesiniz diye âyetleri size böyle açıklar. (Nur Sûresi 61)
“Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve, “Bizim işlerimiz bize, sizin
işleriniz de size. Selâm olsun size (bizden size zarar gelmez). Biz cahilleri istemeyiz” derler.”
(Kasas Sûresi 55)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ Âdem sallallahu aleyhi ve sellem’i yaratınca ona:
– Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de
güzelce dinle; çünkü senin ve senin çocuklarının selâmı o olacaktır, buyurdu. Âdem aleyhi’s-
selâmmeleklere:
– es-Selâmü aleyküm, dedi. Melekler:
– es-Selâmü aleyke ve rahmetullâh, karşılığını verdiler. Onun selâmına “ve rahmetu’l-lâh”ı
ilâve ettiler. ” (Buhârî, Enbiyâ 1; İsti’zân 1; Müslim, Cennet 28)
88
“Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda
selâmı yayınız. ” (Müslim, Îmân 93)
Ebû Yûsuf Abdullah İbni Selâm radıyallahu anh şöyle dedi:
Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i:
“Ey insanlar! Selâmı yayınız, yemek yediriniz, akrabalarınızla alâkanızı ve onlara
yardımınızı devam ettiriniz. İnsanlar uyurken siz namaz kılınız. Bu sayede selâmetle cennete
girersiniz” buyururken işittim. (Tirmizî, Kıyâmet 42)
İmrân İbni Husayn radıyallahu anhümâşöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi ve:
– es-Selâmü aleyküm, dedi. Hz. Peygamber onun selâmına aynı şekilde karşılık verdikten
sonra adam oturdu. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
– “On sevap kazandı” buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o da:
– es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah, dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selâmın aynıyla
mukâbelede bulundu. O kişi de yerine oturdu. Hz. Peygamber:
– “Yirmi sevap kazandı” buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve:
– es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh, dedi. Hz. Peygamber o kişiye de selâmının
aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu. Efendimiz:
– “Otuz sevap kazandı” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb 132)
Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:
– “Şu zât Cibrîl aleyhi’s-selâm’dır; sana selâm ediyor” buyurdu. Ben de:
– Ve aleyhi’s-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtüh, dedim. (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6; İsti’zân 16;
Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 90–91)
89
–“Aleyke’s-selâm deme; çünkü aleyke’s-selâm ölülere verilen selâmdır” buyurdu. (Ebû
Dâvûd, Libâs 24; Tirmizî, İsti’zân 27)
Selâmın Âdâbı ile İlgili Hadisler
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selâm verir. ”
Buhârî, İsti’zân 5, 6; Müslim, Selâm 1; Âdâb 46. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 134; Tirmizî,
İsti’zân 14
Buhârî’nin bir rivayetinde: “Küçük büyüğe selâm verir” ilâvesi vardır. (Buhârî, İsti’zân)
Ebû Ümâme Suday İbni Aclân el-Bâhilî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanların Allah katında en makbul olanları, selâma ilk başlayanlardır.” Ebû Dâvûd, Edeb
133
– Yâ Resûlallah! İki kişi birbirleriyle karşılaşınca onlardan hangisi daha önce selâm verir?
diye sordu. Peygamber Efendimiz de:
– “Allah Teâlâ’ya daha yakın olan” buyurdu. (Tirmizî, İsti’zân 6)
“Dön ve namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın” buyurdu. Adam dönüp
yeniden namaz kıldı, sonra Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelip tekrar
selâm verdi. Neticede bu durum üç defa tekrarlandı. (Buhârî, Ezân 95, 122; Eymân
15; İsti’zân 18)
“Sizden biriniz din kardeşine rastladığında ona selâm versin. Eğer ikisinin
arasına ağaç, duvar ve taş girer de tekrar karşılaşırlarsa, tekrar selâm versin. ” (Ebû
Dâvûd, Edeb 135)
90
“Yavrucuğum! Kendi ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver ki, sana ve
ev halkına bereket olsun” buyurdu. (Tirmizî, İsti’zân 10)
Çocuklara Selâm Verilmesi İle İlgili Hadisler
Enes radıyallahu anh, çocuklara rastladığı zaman onlara selâm verir ve:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapardı, derdi. (Buhârî, İsti’zân
15; Müslim, Selâm 15)
Erkeğin Kadına Selâm Vermesi İle İlgili Hadisler
Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh şöyle demiştir:
Aramızda bir kadın –bir başka rivayette yaşlı bir kadın– vardı. Pazı
köklerini alır, onları güvecin içine koyup pişirir, biraz da arpa öğütürdü. Biz cuma
namazını kılıp döndüğümüz zaman ona selâm verirdik. O da hazırladığı yemeği bize
ikram ederdi. (Buhârî, İsti’zân 16, Cum’a 40; Hars 21; Et’ime 17)
Ümmü Hânî Fâhite Binti Ebû Tâlib radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Mekke’nin fethi günü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e gelmiştim. Resûl-i
Ekrem yıkanıyor, Fâtıma da elinde bir örtüyle ona perde tutuyordu. Ben selâmımı
verdim. (Müslim, Hayz 70-71, Salâtü’l-müsâfirîn 81-82)
Esmâ Binti Yezîd radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Kadınlarla birlikte otururken, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza
uğradı ve bize selâm verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb 137; Tirmizî, İst’zân 9)
Îman Etmeyenlere Selâm Verip Almak İle İlgili Hadisler
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yahudi ve hıristiyanlara öncelikle siz selâm vermeyin. Yolda onlardan
biriyle karşılaştığınız zaman, eziyet etmemek şartıyla, onları yolun kenarından
yürümeye zorlayınız. ” (Müslim, Selâm 13)
Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kitap ehli olanlar size selâm verdiklerinde, onlara: Ve aleyküm, deyiniz.
” (Buhârî, İsti’zân 22, Mürteddîn 4; Müslim, Selâm 6–9)
***
"Bir insan başkasıyla ancak kendisiyle konuşmuş olduğu sözle boyanarak ve onun
haline girerek konuşabilir.
91
Bu durum -ister cevap vermek tarzında olsun ister kendiliğinden söze başlamak
olsun- her zaman böyledir.
Bütün bunlar, ilahi mertebelerdendir; bilen bilir bilmeyen bilmez.
Dolayısıyla söz konusu insanlar sözlerine 'SELAM' demekten başka bir şey
eklemezler."
Fütuhat - c16, s225 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
İslami bir selam ile (“es-Selâmü aleyküm” şeklinde) ilk selam veren kişi Ebû
Zer el Gıfari (r.a.)’dir, ve bu ilk selamı Rasulullah (S.A.V.) efendimize vermiştir.
“En garip ve en muhtaç olduğun gün, kabre konulduğun gündür”
Ebu Zer el-Gıfari (r.a.)
SİGARA HAKKINDA;
92
Bütün bu iyi temennilerimize Allah sizi ve bizi ulaştırsın. Bilmelisiniz ki
bütün bu saydıklarımıza sigara içtiğiniz sürece ulaşamazsınız!
Çünkü Sigara içen henüz heva ve heveslerinden kurtulmamıştır. Nefsine söz
geçiremiyor ki takvayı yaşayabilsin. Öğrendikleriyle amel etmiyor ki ilminin
getirisini bulsun.
Takva; bırakın haram işler ile iştigal etmeyi, şüpheli şeylerden dahi uzak
durmayı gerektirir. Sigaranın mekruhluğunda hemen hemen tüm alimlerin ittifakı
(görüş birliği) var iken haramlığı hususunu da dile getiren ve ispat eden alim zevat
da vardır.
Vücudumuz Allah'ın bize emanetidir. Emaneti muhafaza etmeyi emreder
Allah bizlere. Vücud bizim bu dünyada bineğimizdir. Binek amaca ulaşmak için
kullanılır ve hakkını gözetmek bizim üzerimizde bir haktır. Bineğini hor kullanır,
hakkını gözetmez isen hedefine varamazsın. Vücud sağlığını kaybettiğin oranda
ibadetinin gerçek (olması gereken) hazzına varamaz ve huşuyu yakalayamazsın.
Emanete ihanet münafıklığın alametlerindendir.
Ancak bu dünya hayatında kullanabileceğin ve getirisi ahirette ebedi olacak
beyin faaliyeti ile elde edebileceğin, idrakine vArabîleceğin bazı ilmi hakikatlere
vakıf olma aracı olan beyin hücrelerine verdiğin kalıcı, telafisi mümkün olmayan
hasarın farkında mısın?
Sigara içmeye devam etmek ile cinlere davetiye çıkardığının, onların sana
musallat olmasına sebep olduğunun, adeta çok korunaklı dahi olsa içersinde
bulunduğun kalenin kapılarını içeriden açık bırakmak suretiyle onlara davetiye
çıkardığının, kendi kendine büyük hainlik yaptığının farkında mısın?
Cinlerin güdümünde olduğunun, onların oyuncağı olduğunun farkında
mısın?
Cinleri gıdalandırmak uğruna neler kaybettiğinin farkında mısın?
Sigara içenin keşfine ve zevkine itibar edilmez!
Çünkü hem keşfi hem de zevki arî (arınmış) değildir, sahih değildir!
Sigara içen bir “mürşid-i kamil” (dikkat ediniz mürşid olmaz demiyorum,
mürşid-i kâmil olmaz diyorum) yoktur, olamaz!
Olur diyen varsa bil ki kesinlikle yalancıdır! Cahildir! Kuru bir iddia
üzeredir! Hakikatden habersizdir!
Henüz nefsine söz geçirememiş, nefsini teskiye etmemiş, şüpheli şeylerden
uzak durmayı başaramamış bir mürşid-i kâmil (!)? olur mu?
Bu mürşid, kendisine tabi olan müridini nereye götürür?
Melekler dahi hoş olmayan kokulardan rahatsız olup uzak dururken sigara
içen adama yanaşır mı sanıyorsun?
Allah yolunda samimi isen önce nefsine söz geçir!
Sigarayı bırak, Allah'tan yardım iste.
Bil ki sana gelecek olan yardım senin samimiyetin oranında olacaktır!
Samimi olan hiç bir kulunu Allah boş çevirmez. Allah'ın yardımı sana
ulaşmıyor ise ya da bu iddiada isen o zaman dön kendine bak!
İnancındaki gediği (eksiği) gör!
Eğer ki bu hususta inancında tam olsan Allah'ın da sana yardımının
muhakkak ulaştığına şahit olursun.
Öteleme!
Erteleme!
Şarta bağlama!
93
Bahane arama!
Samimi ol, Allah'a yönel, Allah'tan yardım iste, Ramazan ayının yaklaştığı
şu günleri de fırsat bil, vesile kıl ve:
SİGARA İÇMEYİ BIRAK!
***
Geçmiş oturmuş.
Tiryakilerin canı iki yerde çok sigara istermiş. Biri; çok sıkıntılı anlarda.
Diğeri; çok huzurlu anlarda.
Altıparmak’ın da cennete varıp oturunca canı sigara istemiş. Hemen
cebinden tabakasını çıkarmış, sigarayı sarmış, ağzına götürmüş, fakat yakmak için
ateş yok.
Etraftakilere sormuş:
“–Bunu yakacağım, ateş yok mu?”
“–Yâ Şeyh! Biliyorsun burası cennet, cennette ateş olmaz. Bunu tutuşturmak
istiyorsan, bir yol cehenneme gidiver!”
O an sigara içme arzusu öyle bastırmış ki, Altıparmak elinde sigarası
cennetten çıkmış ve cehennemde sigarayı yakıp tekrar cennetin kapısına yönelmiş.
Yine o çok özlediği dumanlar içerisinde cennetin kapısına varmış, bakmış ki, kapı
kapanmış. Kapıyı vurmuş.
İçeriden seslenmişler:
“–Kim o?”
“–Ben Şeyh Altıparmak! Ben cennetlikler arasındayım! Açın kapıyı!”
“–Ne istiyorsun?”
“–Yerime geçmek istiyorum.”
“–Yâ Şeyh eğer cennete girmek istiyorsan, at ağzındaki ateşi, çünkü cennet ateş yeri
değil!”
Şeyh Altıparmak bu cevabın sıkıntısı ile kan-ter içerisinde uykusundan
uyanmış hemen abdest almış. Yetmiş defa tövbe secdesine kapanıp,
«Tövbe yâ Rabbi, tövbe yâ Rabbi!..» diye istiğfar etmiş, ondan sonra da;
«Hâlda hâldaşım, sinde sindaşım, tarikatta yoldaşım, dünya ve âhirette
kardaşım Ebussuud Efendi’ye» diye başlayan bir mektup yazmış.
95
Mektubunda; «Size gönderdiğim berbat-nâmeden dolayı sizden özür
diliyor, affınızı istirham ediyorum.» diye bu büyük âlimden bağışlanmasını dilemiş.
Bu hâdiseden sonra Şeyh Altıparmak bir daha sigara içmediği gibi
mürîdanını da sigaradan men‘etmiş.
(Lütfi Arslan)
***
***
İlmi hakikatler cihetinden bir dayanağı olmayan; mevcut olanın; daha iyi,
daha güzel, daha faydalı olmasını temin edecek bir kazanım getirmeyen; Allah'ın
rızasını gözetir mahiyette bir oluş ve gaye taşımayan bir ihtilafta, muhalefette hayır
olduğu söylenemez!
Bu manada olan bir;
İHTİLAF ve MUHALEFET; NEFSANİYET ve ŞEYTANİYET
üzere inşa edilmiş demektir!
97
SÜNNET-İ SENİYE VE EHL-İ BEYT;
“Farz olmayan konularda Peygambere uymayla ilgili bir hususu terk eden kişi, terk
ettiği şey ölçüsünde Allah'ın sevgisinden yoksun kalır. Ya da o, tam olarak peygambere
uymadığı için Allah'ı sevmek iddiasında kendisini yalanlamış sayılır.
Allah yolunun ehline göre bir insan, bütün işlerinde Peygambere uysa ve farz
olmayan hususlardan birinde bile Peygambere uymamış olsa, gerçekte uymuş sayılmaz.
Kendisine uyup uymamanın serbest bırakıldığı hususlarda bile Peygamberin
sünnetine uymasa yine uymuş sayılmaz. Böyle bir insan Peygambere değil, kendi arzusuna
uymuştur. Bununla birlikte uyma gerçekleşmediği için zorunlu kılan nedenler de ortadan
kalkar. Bu, bizce bir kabuldür.
Allah Teâlâ Hz. Peygambere şöyle buyurur: “Ey Muhammed ümmetine de ki:
Allah’ı seviyorsanız, bana uyun.” (Al-i İmran 31). Burada Allah, uymayı bir kanıt saydı.
Hâlbuki herhangi bir konuda uymayı söylemedi. “Allah da sizi sevsin” (Al-i İmran 31). Allah
şöyle buyurur: “Sizin için Allah'ın peygamberinde en güzel örnek vardır.” (Ahzab 21). Bu
ise uyma demektir. Başka bir ayette ise “Ahdimi yerine getirin” (Bakara 40) – ki kastedilen
Allah'ı sevmek iddiasıdır – “Ben de size olan ahdimi yerine getireyim” (Bakara 40). Bu ise
Hakkı sevme iddianıza karşı O'nun da sizi sevmesidir. Allah onların doğru sözlü olmalarının
delilini, Allah'ın kendilerini sevmesi saymıştır. Allah'ın onları sevmesi ise, uymanın delilidir.
Uymak ne kadar eksikse sevgi de o kadar eksilir. Allah ehline göre peygambere uymak, eksiklik
kabul etmez. Özür ise, onu eksiltemez, çünkü özür halinde insan, herhangi bir konuda
uymadan Allah tarafından engellenmiştir. Dolayısıyla böyle bir durumda Hak onun yerini
alır.
Fütuhat c5, s396 – Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
***
“Allah ve Peygamberi bir işe hüküm verdiği vakit, erkek-kadın hiçbir mü’min için
kendi işlerinde muhayyerlik (seçme hakkı) olamaz. (Yani o işi yapıp yapmamakta serbest
98
değillerdir. Bilakis o işi yapmaları gerekir.) Kim Allah’a ve Peygamberine isyan ederse,
muhakkak açıktan açığa sapıklık etmiş olur.”
Ahzab 36
“Biz her peygamberi ancak Allah’ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik.”
Nisa 64
“Peygamber size neyi verdi ise onu alın. Neyi yasak etti ise ondan vazgeçin. (Yani
ne emrederse onu yapın.)”
Haşr 7
“Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden yahut
kendilerine acıklı bir azab isabet etmesinden sakınsınlar.”
Nur 63
“De ki; “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın! Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”
Al-i İmran 31
***
Edeb'i terk etmeye müptela olan (alışkanlık haline getiren) kişi, sünnetleri terk etme
tehlikesine düşer.
Sünnetleri terk etmekle müptela olan kişi, farzları terk etmeye düşer.
Farzları terk eden kişi, şeratın hükümlerini hakir ve küçük görmeye başlar.
Şeratı hakir ve küçük gören kişi küfre (inkâra) düşer.
İsmail Hakkı Bursevi (K.S.)
***
Bismillahirrahmanirrahiym.
"Bilmiyorsan zikir ehline sor" Nahl - 43
Allah'ın bildirmesi uyarınca zikir Kur'an'dır.
Kur'an'ın doğru ve kâmil bir şekilde anlaşılabilmesi ise Rasulullah (S.A.V.)
efendimizin sünnet-i seniyyesini doğru ve kâmil bir şekilde anlayıp yaşamak ile
mümkün olacaktır.
Bu durumda zikir ehli, Kur’an ve sünneti bilenlerdir.
Ehl-i Beyt; kelime anlamı olarak ev halkı anlamına gelmekle birlikte genel
manada Resulullah (S.A.V.) efendimizin ailesi ve soyundan gelenleri (Hz. Ali ve Hz.
Fatma'dan olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in zürriyeti) ifade etmek için kullanılan
bir kelimedir.
Özel manada ise Resulullah (S.A.V.) efendimizin manevi varisi olan tüm
Allah dostları 'da ehli beyt'tendir.
Mü'min kimseler için ehl-i beyt sevgisi imanın kuvvet bulmasının
gereklerindendir.
Bizler için Resulullah efendimizin damadı Hz. Ali’nin (k.v.) ve onun
soyundan olan seyyid ve şeriflerin (ehl-i beyt) kıymeti, sevgisi ayrı ve özeldir.
Ancak şu da bir gerçektir ki, bu ümmet içinden bir zümre, bu sevgide aşırıya
gitmiş, Hz. Ali (k.v.) ye olan sevgileri başlangıçta sahih bir sevgi iken, şeytan onları
bu sevgi ile saptırmış, Resulullah efendimizin sevgisinin önüne geçirmiş, dinimizin
birçok hükümlerini ehemniyetsizleştirmiş, şeriatın emirlerini yerine getirmez bir hale
sokmuş, dinimizde yeri olmayan bir takım bid'at ve nefse hoş gelecek uygulamalar
icad ettirmiş, mü'minin ibadet için toplandığı cami ve mescitleri itibarsızlaştırmış,
ibadet için (!) cem evleri denilen bir yerde sözüm ona sazlı-sözlü, kadınlı-erkekli
karışık semah denilen, şeriatın hükümlerine uymayan bir şekil (ibadet-!-?) belirlemiş
ve böylece insanlar sapmış ve kendilerine uyanları da saptırmışlardır!
Şeytanın, birçok insanı ağına düşürdüğü türlü tuzaklardan birisi de budur.
Asılda sahih olan bir mevzuda (sevgi) aşırıya götürerek haddi aşırmak ve böylece
sahihlikten çıkararak sapkınlığa düşürmek ve saptırmak!
Ümmetin izleyeceği, takip etmesi gereken sahih, muteber yol bellidir:
Kur'an ve Sünnet!
Allah bizleri bu sahih yolda yürüyenlerden eylesin, ayaklarımızı bu yolda
muhkem kılsın.
100
Şeytanın İnsanı Ehl-İ Beyt Sevgisi ile Saptırması;
“...Bu kişi, (şeytanın kendisine verdiği ilk düşünceyi) onu sahih bir asıl edinmiş, ona
dayanmıştır. Dolayısıyla, aslı elinden kaçırıncaya kadar sürekli o asıl üzerinde kafa yormayı
sürdürür. En sonunda o aslın dışına çıkar. İşte bidat ve arzularına uyanlar, böyle hareket
eder. Çünkü şeytanlar onlara kuşku duymadıkları bir ‘asıl’ verir, sonra onlara –anlamadıkları
için- karıştırmalar bulaşır, böylece sapıtırlar. Bu durum, asalet yönüyle şeytana nispet edilir.
Sapıtan insanlar bu meselelerde şeytanın kendilerinin öğrencisi olduklarını bilselerdi, ondan
uzak dururlardı.
Bu durumun en çok görüldüğü kimseler Şia, özellikle de İmamiyye mezhebidir. Cin
şeytanları, ilk önce onlara Ehl-i Beyt’i sevmek ve bütün sevgiyi onlara onlara tahsis etmek
için gelir (içlerine girer). Onlar, bunu Allah’a en yüce yakınlık sayar. Onlar, Ehl-i beyt
sevgisinden iki yola sapmıştır: Bir grup sahabeye nefret duymuş ve Ehl-i beyti öne
geçirmedikleri için onlara sövme aşırılığına varmış, Ehl-i beytin bu dünyevi görevlere daha
layık olduklarını zannetmişlerdir.
Başka bir grup ise, sahabeye sövgü saygısızlığına Ehl-i beytin mertebelerini ve
insanlara halife olmadaki önceliklerini nassa bağlamadıkları için Allah’ın peygamberine,
Cebrail’e ve Allah’a saygısızlığı da eklemiştir. Nitekim içlerinden biri şöyle iddia etmiştir:
“Emin’i gönderen emin değildi (Hz. Peygamberi gönderen güvenilir değildi ).”
Bütün bu sapmalar, sahih bir ilkeden kaynaklanmıştır ki, o da “Ehl-i Bey’i”
sevmektir. Bu sevgi, onların düşüncelerinde bir bozukluk meydana getirmiş, böylece sapmış
ve saptırmışlardır. Dindeki taşkınlığın onları neye sevk ettiğine bakınız !.. Onları sınırdan
çıkarmış ve işleri zıddına dönmüştür.
Allah şöyle buyurur: “Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlığa gitmeyin, birbirinizin
arzularına uymayın.” (Maide – 77)
Fütuhat c2, s355 – Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
ŞERİATIN ÖNEMİ;
Her kim aklını, nazari düşüncesini ve kendi delilini şeriata hakim kılmaya kalkarsa,
kendine karşı samimi davranmamış demektir. Öyle bir insanın en büyük üzüntüsü ahiret
hayatında ortaya çıkacaktır. Orada perde kalkar ve manaya tevil ettiği rivayetin hakikatini
mahsus olarak görür. Allah da ahirette kendisine dair bilginin hazzından onu mahrum
bırakır, bunun yanı sıra üzüntü ve acısı daha da katmerlenir. Söz konusu insan dünya
hayatında zahiri ifadeyi manaya tevil edip zahirin gösterdiği ve delalet ettiği anlamı
reddederek verdiği hükümdeki cehaletini gözleriyle görür.
Binaenaleyh bilgisizlik hüsranı en büyük hüsrandır!
Fütuhat c17, s175 - Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Şeriatın hükmü açıktır. Bu açık olan hükümlerin zahirini bir tarafa bırakıp
kişinin kendi heva ve hevesi doğrultusunda tevil yapması 'burada kastedilen mana
gerçekte budur' ya da 'burada şu ve şunlara böyle bir hitap vardır, bu emir biz ve
bizim gibileri bağlayıcı değildir' ya da 'bu emirler avamı bağlar, hakikati idrak
101
edenler için değildir bu hitap' gibi hakikatten uzak ve sapmış teviller yapan ve bu
tevilleri yapanlara uyanlar yarın büyük bir hüsranla karşılaşırlar.
***
***
“..Şeyhlerden bir grup daha vardır. Onlarda bir savrukluk vardır ve bu şekilde
(hükümlere karşı) koruyucu değillerdir. Onların halleri kendilerine bırakılır ve kendileriyle
arkadaşlık yapılmaz.
Onlarda harikulade vb. umulabilecek olaylar gözükse bile, şeriat karşısında
saygısızlık var iken, buna itimat edilmez.
Çünkü Allah'a giden yegâne yolumuz, O'nun şeriatıdır.
Allah'ın şeriatından başka Allah'a giden bir yol olduğunu iddia eden insanın sözü
yalandır.
Binaenaleyh hali doğru olsa bile, edebi olmayan şeyhe uyulmaz.”
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
***
Onlar, şeriatın sevdiği bir işi kerih görürlerse mü'min sayılmazlar; mü'min
değilseler, dikkate alınacak bir tarafları yoktur.
Futuhat c18, s263 - Muhyiddin Ibn Arabî (K.S.)
***
Şeriatın bir hükmüne iman ederken, içinde onun aksini tercih eğilimi bulabiliyorsan
böyle bir imana itibar edilmez!
Muhyiddin İbn Arabî (K.S.)
Şeriatın kesin bir hükmünü kabul etse dahi içinde o hükmün öyle
olmadığına dair bir kanaat uyanıp, umum âlimlerin görüşünün ve ifadelerinin tam
zıddına şeriatın emrini heva ve hevesince yanlış yorumlamaya, yanlış
yorumlayanların bu bozuk yorumlarını kabul etmeye dair kalbinde eğilim (hastalık)
bulunan kimsenin imanına itibar edilmez.
Şeriatın açık bir hükmünü kabul etmeyen kimsenin ise zaten imanı yoktur.
102
Ey müslüman kardeşim ölçü, terazi ortada!
Bu terazide tartınca kişi imanının itibar edilip edilmeyeceğini net olarak
görecektir.
***
***
***
***
Şeriat bir konu hakkında men ve kısıtlama getirmediği halde kişi bu konu
hakkında kendisine men ve kısıtlama getiriyor ise ve bunun sebebi, duygusal
103
davranmak, örf ve âdete bağlılık, şartlanmışlıkların tesiri, öfke, kin, kıskançlık vb. ise
bu durumda o kişi etrafına ve idrakine aşılması zor kalın duvarlar örmüş demektir.
Bu duvarları kıramadığı, aşamadığı sürece hakikati idrak edemez, gerçek
huzuru bulamaz.
***
***
***
104
Hoşgörü adı altında İslam toplumunda dinin emirleri işlevsizleştirilmeye
çalışılmakta.
Bu hakikati görmek gerek!
İnsaf etmek gerek!
İnsaf etmek demek adaletli davranmak demektir, hak edene hak ettiği gibi
muamelede bulunmak demektir!
***
Dikkat ediniz!
DİN’in
karışmadığı,
düzenlemediği,
sınırlarını belirlemediği
HİÇ BİR ŞEY YOKTUR!..
Bize düşen tüm bunları bilmek ve emrinin gereklerini yerine getirmek için
samimiyet içersinde, sabır göstererek gayret sarf etmektir!
***
***
105
Allah en doğrusunu bilir.
Tedbir; kelime anlamı olarak idare etme, çekip çevirme, bir işin yürütülmesi
ile ilgili muhtemel zorlukların çaresini önceden düşünme demektir.
Aldığın tedbir seni Allah'a yaklaştırıyorsa bu tedbir övülen tedbir diye
nitelenir.
Yok, eğer Allah'tan uzaklaştırıyor ise o zaman bu tedbir yerilen (kınanan)
bir tedbirdir.
Tedbir, dünya için dünya tedbiri ve ahiret için dünya tedbiri olmak üzere de
ikiye ayrılır. Elbette ki övülen ve gerçek kazancı getiren tedbir, ahret için dünya
tedbiridir.
Tedbir belli bir düzeyde ilmi birikimi gerektirir. Tedbir dinimizce tavsiye
edilmiş ve hatta emredilmiştir. Tedbir takdiri bozmaz (değiştirmez), belki tedbir
takdirin gereğidir. Kâmil kula lâzım olan tedbiri almak, vuku bulan Allah'ın
takdirine (sonuca) de rıza göstermektir. Takdire rıza, takdirin oluş şekline rıza
göstermek demek değildir.
Tedbir, ilerde vuku bulabilecek muhtemel hadiselere karşı önceden
düşünüp önlem almaktır dedik. Bu cihetle tedbir önleyici tedavi mahiyetinde
değerlendirmelidir.
Tedavi; hastalığı iyileştirmek için yapılan bakım, aksaklığı düzeltmek, hasarı
gidermek demektir.
Tedavi için harekete geçmeyi sağlayan şey ise teşhis olmalıdır.
Teşhis; tanıma, fark etme, seçme, ayırma, mahiyetini anlama, durumu
hakkında kesin kanaat sahibi olma demektir.
Tedbir tedaviden önce yapılması gereken şeydir. Tedbir gereğince yerine
getirilmediğinde çoğunlukla açığa çıkan durumu bertaraf etmek için tedavi
aşamasına geçmek zaruret arzeder.
Ancak doğru bir teşhis neticesi harekete geçilerek yapılacak tedaviden
arzulanan sonuç elde edilebilir. Teşhis doğru değil ise tedavi için yapılan
uygulamalar fayda yerine daha çok zarar getirecektir.
Tedbir, teşhis ve tedavi kavramları gerek maddi gerekse manevi anlamda
hayatımızın her alanında tefekkür etmemiz gereken ve gereğince uygulamamız
gereken kavramlardır.
Tedbir almak şart, tedbire rağmen veya tedbirsizlik sonucu vuku bulan şeyi
teşhis etmek mühim, teşhis edilen bozukluğu doğru tedavi etmek elzemdir!
***
106
Olanda hayır vardır. Olanın oluş şekli mizacımıza yatkın düşmeyebilir ve bu
oluş şeklinden hoşnut olmayabiliriz. Lakin olanın kaderin cereyan edişi olduğunu
bilip olana rıza göstermek gerektir.
Olana rıza göstermek bu oluşun oluş şeklini doğuran sebepleri incelemeyi,
bundan ders almayı, bu gibi durumlara karşı ileride tedbir almayı engellememelidir.
Kemâl bunu gerektirir.
Görelim Mevlam neyler,
Neylerse güzel eyler!
***
TEFEKKÜR ÜZERİNE;
***
***
***
***
***
YEMEK HAKKINDA;
Aç olan insanın diğer tüm mahlukata karşı rahmeti daha belirgin ve yoğun
olarak açığa çıkar. Kendi acizliğini anlar.
Tok insan daha duyarsız olur. Mide dolunca organlar azar. Şehvet artar.
Nefsin hakimiyet alanı genişler. İbadet ve taate karşı gevşeme, üşengeçlik olur.
Dikkat dağınıklığı olur. Gaflet ağır basar. Böylece anlık tecelli eden latif sırları fark
edemez.
En çok yemenin sınırını Resulullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle beyan etmiş:
“Midenin üçte birini yemek, üçte birini su ile doldurup diğer üçte birini boş bırakın (hava ile
doldurun).”
Yine Resulullah (S.A.V.) efendimiz az yemenin önemini beyan ederek şöyle
buyurmuştur: “Farz ibadetini yapmaya belini doğrultacak kadar yemesi kâfidir.”
Hastalıkların birçoğu fazla yemekten kaynaklanır. Az yiyenler daha sağlıklı
ve dinç hayat yaşarlar.
Dinimizde ideal ölçü iki öğün yemektir. Fazlası yük ve fesada sebep olur.
Oruç sağlık için ve maneviyatı yükseltmek için eşsiz bir iksirdir.
Pazartesi, perşembe günü oruç tutmanın muazzam getirisi olur. Her Arabî
ayın başı ortası ve sonunu oruçlu geçirmek hem sünnet hem de bir çok feyz, bereket
ve ihsana kavuşmaya sebep olur.
Hz. Ömer: “Bir günde ikinci öğünü de et yemeği yiyenin aklına şaşarım”
der.
Yine Hz. Ömer: “Kırk gün geçtiği halde et yemeği yemeyenin aklına
şaşarım” der.
Aşırı ve sık et tüketimi nefsi körükler. Şehvet, hırs, saldırganlık gibi
hasletleri arttırır.
Yenilen gıdaların nev'ine göre kişide bir ahlaki yapı oluşur. Helal lokma
yemek yaptığın ibadetten haz duymanı sağlar. Haram karışmış ise kişinin kalbi
kararır. Kulluk görevlerine yönelmek ağır gelir. İbadetten lezzet almaz. Latif
hakikatleri görüp idrak etmesi mümkün olmaz.
Fiziksel bir rahatsızlığın, hastalığın yok ise susamadıkça su içme! Su, gaflet
yapar, uyku yapar, ibadetlere karşı isteksizlik hasıl eder.
Tok mide ile yatmamaya, yatarken su içmemeye dikkat eden kimse
uykusundan dinç kalktığı gibi, gece ibadetine kalkmakta zorlanmaz. Rüyalarını
hatırlar. Manevi rüyalar görür.
Dışarıdan mümkün olduğunca yemek yemekten uzak dur! Evinde yemeye
ya da evinden getirdiğin gıdaları yemeye gayret et.
Evde yemek yaparken yemeğe sevgini, muhabbetini, şifanı, himmetini,
pozitif düşüncelerini kat ki bu yemek şifa olsun, huzur getirsin. Kötü ahlaka sahip
110
bir kimsenin yaptığı yemeği yemek, ya da kişinin yemek yaptığı sırada olumsuz
düşüncelere sahip olması (öfke, hırs, haset vs. gibi) hali ile hazırladığı yemeği yemek
hastalık yapar, yiyenin vücut dengesini bozar, maneviyatını etkiler, tahribat yapar,
yaptığı ibadetlerden zevk alamamasına sebep olur.
Vel hasılı bu konuda edilecek çok kelam var lakin biz bu kadar ile yetinelim.
***
***
Kişinin;
Hikmetleri göremeyişinin,
İbadetlere istekle yönelemeyişinin,
Yaptığı ibadetlerden lezzet alamayışının,
Çoğu zaman doğru ile yanlışı ayırt edemeyişinin,
Günahlardan uzak duramayışının,
Dualarına icabet olunmayışının,
Sebeplerinden biri de yediği, içtiği şeye dikkat etmeyişi yani haram ve
helalliği hususunda dikkatsiz olması ve midesini çok doldurması yani bulduğunu
yemesi, yediği zaman ölçüyü gözetmemesidir!
***
111
Çünkü mideye giren şey helal değil ise ne ibadetten zevk alınır, huşû
duyulur ne dualarımıza icabet olunur ne sağlıklı düşünebilir, faydalı tefekkür
yapabiliriz, ne de sıhhatli yaşayabiliriz.
***
Sıkıntı, hastalık halinde olan kul, Rabbine daha yakın olduğu gibi, böyle bir
kimsenin ziyaretinde bulunup ihtiyacını gideren kul da bu fiilinden dolayı Allah'ı
razı eder.
Kul'un ve kulluğun hakikati acizlik, horluk, ihtiyaç sahibi olmaktır.
Her kim ki bu hal üzere olur, o kimse Rabbine yakın olur.
Hastalık ve sıkıntıya düşmüş kimse bu aczinin idrakine vardığı ölçüde
Rabbine yakınlık kurar.
Rabbine yakın olanın duası makbul olduğu gibi, Rabbine yakın olanın
duasında yer almak da o duada yer alan adına rahmettir!
Bunun içindir ki hastayı ziyaret, ihtiyaç sahibi düşkünün ihtiyacını
gidermek önemli, Hak Teâlâ’nın rızasına ermeye vesiledir.
112