You are on page 1of 213

Fatih Özülker

Yunus Emre’den ilhamla

Yunus Emre’den ilhamla


''Dil söyler, kulak dinler; kalp söyler, kainat dinler''
diyen Anadolu dervişi, sevgili Yunus Emre, bir
sözüyle binbir bilişin kapısını açar; onun deyişine
kulak verenin göğsünü genişletir. Bu, doksan dokuz
yazıda, onun olağanüstü izinden esinlenildi.

Fatih Özülker
YUNUS EMRE'DEN İLHAMLA
SEVİ YAZILARI

Fatih Özülker
Fatih ÖZÜLKER
Yazar
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik
Bölümü’nden mezun olduktan sonra, Yaşar Üniversitesi
İletişim Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. Önde gelen
bir teknoloji iletişim firmasında dijital içerik uzmanı olarak
çalıştı. Kariyerine birçok reklam ajansında metin yazarlığı
yaparak devam etti. Türsak Vakfı’nın düzenlediği
senaryo yarışmasında ‘’Havalimanı’’ isimli eseriyle dereceye
girdi. Önemli isimlerden oyunculuk eğitimi gördü ve al-
ternatif bir tiyatro topluluğuyla iş birliği kurdu. Ayrıca;
Fatih Özülker, araştırmacı yazar Faruk Dilaver’in başkanı
olduğu Yunus Emre Dernekleri Federasyonu üyesidir.
Doksan dokuz deneme yazısından oluşan bu kitap; bir sarı çiçekten
Hakikat’i gören sevgili Anadolu dervişi Yunus Emre’ye ve kıymetli büyüğüm
Faruk Dilaver’e ithaf edilmiştir.
İÇİNDEKİLER
Bir: Merhaba • 10
İki: Balıklar • 12
Üç: Alanlar • 14
Dört: Açık Köprü • 16
Beş: Oradaki • 18
Altı: Cevap • 20
Yedi: Hepimizin • 22
Sekiz: Gel • 24
Dokuz: Su • 26
On: An • 28
On Bir: Yaşamak • 30
On İki: Kap • 32
On Üç: Fikir • 34
On Dört: Kural • 36
On Beş: Kayıt • 38
On Altı: Bahçe • 40
On Yedi: Dönüşüm • 42
On Sekiz: Bak • 44
On Dokuz: Barış • 46
Yirmi: Hayat • 48
Yirmi Bir: Benzer • 50
Yirmi İki: Bulutlar • 52
Yirmi Üç: Bilet • 54
Yirmi Dört: Orada • 56
Yirmi Beş: Cevaplar • 58
Yirmi Altı: İnsan • 60
Yirmi Yedi: Meslek • 62
Yirmi Sekiz: Liste • 64
Yirmi Dokuz: Işık • 66
Otuz: Bul • 68
Otuz Bir: Şehir • 70
Otuz İki: Mutlu • 72
Otuz Üç: Kardeş • 74
Otuz Dört: Zaman • 76
Otuz Beş: Yağmur • 78
Otuz Altı: Un • 80
Otuz Yedi: Çerçeve • 82
Otuz Sekiz: Çiçek • 84
Otuz Dokuz: Çocuk • 86
Kırk: Yapboz • 88
Kırk Bir: Bebek • 90
Kırk İki: Çözüm • 92
Kırk Üç: Şimdi • 94
Kırk Dört: Deniz • 96
Kırk Beş: Çınar • 98
Kırk Altı: Değer • 100
Kırk Yedi: Dans • 102
Kırk Sekiz: Yol • 104
Kırk Dokuz: Dilek • 106
Elli: Sayfa • 108
Elli Bir: Dost • 110
Elli İki: Güven • 112
Elli Üç: Ses • 114
Elli Dört: Uzak • 116
Elli Beş: Kim? • 120
Elli Altı: Hikaye • 122
Elli Yedi: Ol • 124
Elli Sekiz: Renk • 126
Elli Dokuz: Akarsu • 128
Altmış: Söz • 130
Altmış Bir: Yunus Emre • 132
Altmış İki: Nokta • 134
Altmış Üç: Terazi • 136
Altmış Dört: Sessizlik • 138
Altmış Beş: Yüksek • 140
Altmış Altı: Sonsuz • 142
Altmış Yedi: Söyle • 144
Altmış Sekiz: Vakit • 146
Altmış Dokuz: Vadi • 148
Yetmiş: Oyun • 150
Yetmiş Bir: Sahip • 152
Yetmiş İki: Kış • 154
Yetmiş Üç: Yarış • 156
Yetmiş Dört: Yön • 158
Yetmiş Beş: İp • 160
Yetmiş Altı: Soru • 162
Yetmiş Yedi: Boya • 164
Yetmiş Sekiz: Çizgi • 166
Yetmiş Dokuz: Pilot • 168
Seksen: Sığınak • 170
Seksen Bir: Yetişkin • 172
Seksen İki: Zengin • 174
Seksen Üç: Gemi • 176
Seksen Dört: Şükürler • 178
Seksen Beş: Tanık • 180
Seksen Altı: Yunus Emre’ye • 182
Seksen Yedi: Yankı • 184
Seksen Sekiz: Karar • 186
Seksen Dokuz: Sınırsız • 188
Doksan: Yeni • 190
Doksan Bir: Sevgi • 192
Doksan İki: Çağrı • 194
Doksan Üç: Özgür • 196
Doksan Dört: Kalp • 198
Doksan Beş: Koş • 200
Doksan Altı: Yağmurlar • 202
Doksan Yedi: Aşk • 204
Doksan Sekiz: Liman • 206
Doksan Dokuz: Sunu • 208
Bu Cihan Mülkünü • 209
Bir: Merhaba
İnsan kendi hayatına bir pencere açmalı.
‘Ben’’ diye tanımladığı kişiden bir adım dışarı çıkıp bakmalı.
Kolaylığı kendi içinde. Bu bir sevi işi.
Bu yolda, hayat, bebeğe yürümesi ya da bir ağaca köklerini top-
rağa salıp kuvvetlenmesi için tanıdığı süreyi, bize de tanıyor.
Bir bebeğin adımları ile, kendimizden bir adım uzaklaşınca, n’o-
lur, peki? Bir başkası olabilme potansiyelini ruhumuzda bulabilir,
özgürleştici bir pratik edinebiliriz, mesela.
“Merhaba Ahmet, merhaba Ayşe, merhaba Fatma, selam
Fatih…
Ben ciddi ciddi senim.
Bütün sorunlarımız, bütün sevinçlerimiz, hatta korkularımız
bile ortak.” diyebilmek, büyük bir özgürlük.
Ne var ki? Bu gerçekten çok yakın insana.
Hem senler, benler sona erince, yargılardan arınıveririz, en
azından.
Yargılar ne komik. patates tarlasında çuval ile patates taşımaya
benziyor.
Bir sebepten üzerimize bulaşmış, edindiğimiz isimlerden kay-
naklanıyor bu.
Bu isimleri aradan çıkarınca, emekleye emekleye, sonunda uza-
yın derinliklerinde dönüp duran bu güzel mavi gezegeni hayret
içinde seyreder miyiz ki? Ta galaksinin merkezinden bütün olup
bitene bakabilir miyiz?
Bir bebeğin gözleri ile.

10
Gülmeyi öğrenmemiş, ağlamayı da bilmeyen bir bebeğin saf
gözleri ile.
Biz buraya, parçalanmaya gelmiş olamayız değil mi?
Sana senin sen olduğunu kim öğretti?
Bütünleşmeye bakalım.
‘’Ben’’ diye kandırıldığımız, yeterli. bilelim ki, ne ile doluysak
oyuz.
Hiç ama hiç bize ait olmayan savaşlarda daha ne kadar
olabileceğiz?
Bu, görmeyen gözlerin ‘’ben savaşı’’, bütün savaşların esas
sebebi.
Ama ne mutlu ki Yunus Emre'miz gibi büyükler ve iyiliği gören
gözleri de gören gözler var.

11
İki: Balıklar
Balık ağları var yeryüzünün. kancayı görmeden yemlere
düşüyoruz.
Su olmuş hislerin içinde, bir sürü yalana kanıyoruz.
Politik yalanlara, kişisel yalanlara…
Oysa unutuyoruz. Kavgada haklı taraf yoktur.
Gökyüzüne dönüp, bizi izleyen Ay’a bakmıyoruz.
Yani, suyu taşıran, suyu karadan çeken gücün farkına
varmıyoruz.
Ay herkese eşit dururken, biz yerimize göre, “kolay”laşan,
“zor”laşan durumlar ile boğuşuyoruz.
Yunus Emre'nin izinde, başka hayatlara değer katmadan, büyü-
meyeceğimizi bilmiyoruz. daha doğrusu başka hayatlar olmadığı-
nı, tek bir hayatı paylaştığımızı bilmiyoruz.
Sana dokunan tüm olumlulukların, bana da dokunacağından
haberdar değiliz.
Ay’ın, balıkları hayatlarını, her yönü ile etkileyen bağını
göremiyoruz.
Hikayedeki gibi, parmağın işaret ettiği noktaya değil. parmağa
bakıyoruz.
Sonra kirleniyoruz. kendi kirli zihinlerimiz, kalplerimiz ile Ay’ı
suçluyoruz.
Bize dokunan insanları bütün farklılıkları ile kabul etmeliyiz.
Yansımalarımız evrendeki renkler kadar çok.
Çünkü herkes bize bizi söyler.

12
“Ne var ki? O da benim. O da 'ben'im bir değişik halim.” deme-
yi bilmek var.
Zor değil sevmek. Denizde gülümseyen Yunus'lara bak.
Kendine iyi bak.

13
Üç: Alanlar
Düşünce ve hissediş şekillerimizi değiştirmenin vakti geldi.
Artık her şeyin esas sahibini yüreğimizle anmalıyız, idrak
etmeliyiz.
Herkese, her şeye karşı etkileşimimizi, alanlar üzerinden ger-
çekleştirdiğimizin bilincine varmalıyız.
Bu alanların dokunulmaz, girilmez yerlerine karşı hassasiyet ge-
liştirmenin zamanıdır.
Herkesin korumaya çalıştığı, sahibi olduğu bir alan var.
Bu insanın kendinden başlıyor, bir kaplumbağanın kabuğuna
ya da bir salyangozun kabuğuna kadar uzanıyor… Daha geniş an-
lamıyla, gezegenimizin de kendine ait bir alanı var. Ve bu alanlara
karşı olan duyarlılığımızı, aynı saygılı tutumu herkese karşı göster-
memiz gerekiyor. Kendi yaşamlarımızdan sevgiye yol açmak için,
gerçekliğimizin bize tanıdığı alanlara saygılı olmayı öğrenmemiz
gerekiyor.
Nasıl ki insanlar bu dünyadaki bedenlerini kendileri seçemiyor-
larsa, bu mutlaklık ile aynı saygıyı ve sevgi dolu hissedişi, elbette,
hak ediyorlar. Bu anlamda, insan aitliklerine manen ya da madden
hiçbir şekilde olumsuz bir tür direnç oluşturmamak gerekiyor.
Çünkü, büyük planda, herkes kendine düşen görevi yerine getiri-
yor ve kendine uygun olan eylemleri ortaya koyuyor.
Aynı şekilde kamuya ait alanlara da saldırmaktan, müdahale
etmekten kaçınmak gerekiyor. bu çok basit bir kural. İyi kullanıl-
mamış bütün alanlar, zaten zamanın geriye iten, her şeyi yok eden
gücü, aşkı ile karşılaşıyorlar.
Aynı şekilde insanın sahip olduğu bir başka alan da bedeni, evi,
parkı, olduğu gibi zihinsel, ruhsal yapısı... Kimsenin bu alanlar ile
ilgili yoruma ve müdahaleye ihtiyacı yok.

14
Zamanın ve sağduyunun gücüne sığınmaktan başka yapılabile-
cek çok bir şey de bulunmuyor.
Etken ve edilgen güçlerin her biri için…
Bütün iyilikler ve kötü diye nitelendirebileceğimiz ama sonun-
da, kalbini temiz tutanları hep daha parlak bir ışığa çıkaran nura
güvenmek gerek.
Alanlara saygılı olmak durumundayız.
Eğer başından beri böyle yapmış olsaydık, kendimizde gökyü-
zünü, denizi bile bu denli kirletme tamahını bulamazdık.
Tarafsız göze, nura güvenmeliyiz. Yunus Emre yüreklilerin nu-
runa sarılmalı.
Çünkü o nurun sonsuz sessizlikteki gücü, görüyoruz ki her şey
ve her şey için yeterli.

15
Dört: Açık Köprü
Kendinden başka engeli olmayan insan.
Kaldırsa ya şu: “Ben bunu yapamam, bu benim harcım değil’’
engellerini.
Yürüyüp, sessizlikte birleşsin diye düşürse ya köprünün ikiye
bölünmüş, açık kapaklarını.
Binbir perde var, hayat ile kendi aramıza çektiğimiz. Azıcık ara-
larsak göreceğiz Güneş’in cana değer kattığını. Boşu boşuna ger-
çekliğimizden uzak kaldığımızı anlayacağız.
Hayattan ne gelirse, “Bu bana yeter. Daha fazlasına gerek yok.
Zaten ben bu kadarını hak ediyorum.” gibi engel cümlelerle kendi
kendini dar seslere hapsettiğini bir görse ya insan. Ya da her dileğin
“Yalnızca bunu istiyorum.” inadı olduğunu bir fark etse.
Gelene “gelme” diyecek, gidene de “dur” diyecek güç yok ki se-
verek yaşamayı fark edememiş biri için…
Gerçekleşmeyen sanal isteklerin de bizi bir adım daha büyüttü-
ğünü fark edemedik mi? Kaldı ki, bu sanal isteklerin yerine, gerçek
hayatı, kendini istemek dururken…
Bugün, bu cümleyi bir kur: ''Yunus Emre'nin izinde; bir’iz ve
ben unuttuğum kendimi geri istiyorum. Barış ve esenlik...''
Gemiler varsın yansın.
Gemiler meşgul ederler ve bazen yalnızca gölgedirler.
Gemiler insanları kavuşturdukları kadar da ayrıştırırlar.
Huzur ile aradaki köprüyü kurmalı. Sağlam temeller ile kurdu-
ğumuz o köprüden, bütün herkes geçsin diye.

16
17
Beş: Oradaki
Bizim orada da birisi var. Doğrusu hep. Hatası yok.
Sonu yok. Sınırı yok.
Kendi için yemek yediğini görmedim. Kendi için laf söylediğini
de.
Kahraman. Ama hiç kahraman gibi davranmıyor.
Yardım söz konusu olunca, kimseyi dinlemiyor.
Neyse, hemen yardıma koşuyor.
Mesela bir rüya gördüğünde.
Gördüğü rüya rüyalıktan çıkıyor.
Gerçek oluyor.
Hiç uyumuyor, hem de hiç.
Hep canlı, hep neşeli.
Sevgisini çekinmeden gösteriyor.
Hiç eksiltmiyor.
Yani, bir seviyor, adeta sevgisi aşka dönüşüyor.
Ferahta da darda da sürekli gülümsüyor.
Kendine has tavrı ile elbette…
O gülünce bütün dünya ısınıyor.
Tüm kainat da ona eşlik ediyor.
Dinlediği zaman söyleyeni de biliyor.
Anlatanın söylemediklerini de.

18
Herkeste var olan bu birisi, akla sığmıyor.
İnsanlığın ortak bilincinde, gönlünde, dilediğince yaşıyor.
Bu birisi 1 rakamı gibi, çarpıldığı rakama dönüşüyor.
İki iseniz iki görüyorsunuz. Üç iseniz üç.
O'nu en iyi O'nun gibi bir olan görüyor.
Bu bir, hayatınızda bazen, bir kediye dönüşüyor.
Bazen, canımız Yunus Emre'nin gördüğü bir sarı çiçeğe...
Sevdiğimiz her ne varsa ona…

19
Altı: Cevap
Ta yıldızlardan, evimizin önündeki kaldırımlara kadar…
Orada simit satan çocuktan, burada bizzat “ben” diye tanımla-
dığımız insana kadar…
Hepimiz parçalarımız ile bir bütünüz.
Nasıl ki ağaç ve yapraklarını birbirinden ayırmak mümkün de-
ğilse, aynı şekilde herhangi bir insanı da diğer insanlardan ayırmak
mümkün değil.
Bir ortak alanı, gücü paylaşıyoruz.
Kendi hiçliğimizde bulacağımız, gücü oluşturuyoruz.
Başkalarına yardımcı oldukça, kendimizde fark ettiğimiz kötü
davranışları diğerlerine atmayıp, kendimizi aşındırmayı seçtikçe,
sert, katı bir kayadan verimli topraklara dönüşüyoruz. Geçici he-
veslerin, hislerin rüzgarı üzerimizden geçtikçe aşınan bu kaya, üze-
rinde çiçeklerin biteceği verimli topraklara, göçebe bir verimliliğe
gebe oluyor.
Bu durumdaysa, “Neyi yaşıyorum?” sorusu biraz soğuk, uzak
kalıyor, insana.
Gerekli olabilir ama kalpten hissedilir bir soru değil, bu.
Kalbin hassasiyetini güce çevirmek için, “Kimi yaşıyorum?” so-
rusu daha doğru duruyor, bir cevap gibi önümüzde.
Kalpte, böyle yer açmaya çalışırken yargısızlık, bir tanık gibi
kendi hayatımızda bulunmak, dünyanın algısına kapılmamak için
uygun bir yol.
Suyun, toprağın yaptığı gibi…
Sonuçta, her şey gibi, bütünde Aşk’ın yasaları ile çevriliyiz.
Ve deneyimliyoruz ki yasalar inancın çok ötesinde yaşanmak

20
için en başından beri buradalardı.
Bir sandalye bile hayata ne verirse onun ile karşılaşıyorsa, artık
herhangi bir şeyi iyi ve kötü diye yaftalamayı, bırakmalıyız. çünkü,
her cümle, hayatın yasalarına karşı bir muhalefet.
Kendi iyiliğini düşünen, iyiyi söylemeyi bilmeden
konuşmamalı.
Çünkü hayat der ki: “Dinle. Ben senin o ulu kalbinim.”
Dünya der ki: “Sen bana değil. O ulu kalpte, ben sana geçici bir
misafirim.”
Yunus Emre'mizin dediği gibi:
''Bu dünyaya gelen kişi ahir yine gitse gerek
Misafirdir vatanında bir gün sefer etse gerek''

21
Yedi: Hepimizin
Bütün hayat budur.
Milyarlarca yıldır burada olup taze kalan şey.
Yargısız an’ın binbir şekli.
Hiçbir yere sığmayan, aslında burada olup biten hiçbir şeye tam
olarak ait olmayan, sahiplikleri bütünlük olarak gören biz, hayatın
kendisiyiz.
Kıymetimizi bilmemiz gerek, çok ince ve düşünceli olmak
gerek.
Bu incelikler içinde, sahipliklerimizi hangi bağlar ile kurduğu-
muz oldukça önemli. Sevgi, neşe, güven, sadakat üzerinden sahip-
lik değil, bütünlük oluşturabiliyorsak ne mutlu. Çünkü, sahipliği
“ben” ile ilintilediğimiz zaman, orada bir kaybeden, mahrum kalan
oluyor. yani, diğerini sözde eksik görmenin bir başka yolu. Doğru
duyguların, doğru kanaatlerin sapkın kolları.
Maalesef ki kolektif ya da bireysel “ben”lerin; neden oldukları
yıkımın, boyutları dışında, hiçbir farkları yok. Bu yüzden, içinde
“ben’im” olan her şey sakıncalı bir hal. İçerik sakıncalı olmasa da
temiz suyun kirli suya karışması gibi bir durum.
İşin acıklı bir diğer yönü ise, bu oyunda, “bu benim” diyen, ken-
dini diğerlerinin “benim” dediği şeyden mahrum ediyor. Bir uzvu
bile bile kesmek kadar üzücü değil mi?
Bir “ben”, karşılığında aynı güçte diğer bir “ben”i oluşturuyor.
Tabii, gerçekten diğeri diye bir şey varsa…
Aklın yolu da bir tek kalbe bağlı.
Mantık düz: “Hepimizin” ya da “Bu benim değil. Bu yalnızca
budur” diyen kazanıyor.
İddiasına düştüğümüz her şey, çok ciddi kılıklara bürünmüşse

22
de enikonu birer oyuncak. Cebimizdeki mavili, kırmızılı kartlar da
dahil olmak üzere.
Son tahlilde, kafalardaki “öteki” hayalini yok etmek için bir yol
var: Aslında ben'lik taslayan ben'lerin değil, bizi kendine çağıran,
hepimizdeki bir tek gerçek ben'in varlığını fark etmek. Bütün kal-
mak ve sahipliği unutmak, her şeyin sahibini hatırlamak.
Ne güzel demiş Yunus Emre:
‘’Bir ben var, benden içeri.''

23
Sekiz: Gel
Bilmeye geldik buraya.
Sevmeyi bilmeye, sevilmeyi talep etmeden sevmeye…
“Çocukların bakışlarındaki sahiplik kime ait? Kimi anımsatıyor
insanlar?” diye sorup, oradan, eşyaların da kalbimizdeki sezgilerin
de en ufak düşüncemizin ve tavrımızın da sahibini bilmeye.
Bildiklerimizi ise unutmamak için tekrar edip, bilgimizi özüm-
sememiz gerekiyor.
Merhameti nerede bıraktık? Nereye yok oldu?
Onu kalbimizin neresinde unuttuk?
Bu duygular bilmenin kümesine eklenemez mi?
Belki annemizin bize, yeniden: “En son bıraktığın yerdedir” de-
mesi gerekiyordur.
Duyguların, deneyimin de en derin bilme şekli olduğunu anla-
mamız için...
Herhangi birisine ihtiyaç duymadan, şöyle bir bakıp,
okumalıyız.
İnat, bizi hiçbir yere götürmüyor. ölümü unutuyoruz.
Yaşamı bilmek için hayatı tersten okuyup ölümü anlamamız
gerekiyor.
O zaman yaşam daha anlamlı oluyor. yaşantımız hayata
dönüşüyor.
En gerçek anlar, biz mutluluk verirken olur ya.
Bazen zamana ihtiyaç varken, yağmurun döngüsü gibi, biz yere
ne veriyorsak, gökten de bize o geliyor. Bu denizde sevgi için atıl-
mış bir kulaç, bütün bir yaşantıyı boğulup, çırpınarak geçirmekten

24
iyi görünüyor.
İnsan kim ya da ne için yaşıyorsa, o oluyor.
Vazgeçince eski alışkanlıklardan, isteyince yenileri ve bağış-
layınca bir başkası olunabiliyor. Hem de kendi içindeki kalabalık
sokaklarda, bir gün kendine denk gelerek, özünü bulmanın özgür-
lüğü yaşanıyor. Böyle olunca bütün kapılar ardına kadar açılıyor.
Işık ağır ağır açılan kapıdan, gözleri kamaştırmasın diye acelesizlik
ve kaygısızlık ile sızıyor.
Sevginin sahibi ile sevgilerde buluşmak; bilişip anlaşmak, sev-
mek ve sevilmekle mümkün.
Bilişin amacını, Yunus Emre'miz şöyle özetliyor:
''İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır''

25
Dokuz: Su
Cümleler, binalardan oluşan şehir zihnimizin tuğlaları gibi.
Farklı farklı tonlarda, renklerde, dokularda örebilmemizi sağlı-
yorlar, yalnızca, bize ait şehri. kocaman gökdelenler, nasıl tek tek
binlerce tuğla ile örülüyorsa, şehirler nasıl bu şekilde çoğalıyor,
yükseliyorlarsa, bütün hayatımıza şekil veren cümleler, kelimeler
de öyle.
Bazı cümleler var ki, kimden geldiğine göre de değişiyor. Yunus
Emre'mizin dediği gibi: ''Cümleler doğrudur, sen doğru isen.
Doğruluk bulunmaz, sen eğri isen''.
Yani, sıvanın iyi malzemeden örülmüş olmasına, hangi usta
tarafından tutturulduğuna bağlı olarak; insandan insana değişen,
binlerce ‘’evet’’ ve binlerce ‘’hayır’’ var.
İyi niyetli kelimelerle örülmüş bir kalp şehri, aynı şekilde, bir
sürü ‘’evet’’ ve bir sürü ‘’hayır’’a dönüşüp, yeşilliğini koruyamasa da
içindeki insana huzur verebilir. Ya da bunların hepsini bir köşeye
bırakıp, yıllarca kullanıldığı için artık dereleri kirlenmeye başlamış
şehrimizi terk etmek başka bir seçim. Çünkü, bütün bu kelimelerin
arkasında, şehirden önce yemyeşil ve barışçıl bir ortamın bulun-
duğu büyük bir orman var. Ve o her an, barışçıl hakimiyetini geri
istiyor.
Su ile taşan bir bardakta nasıl kir durmayacaksa, doğa da hayat
da merhametini aynı matematik ile sağlıyor. Belki, bitmek bilme-
yen bütün boşlukları doldurma merakımızın, her şeye hakimiyet
kurma çabamızın sonu gelmeyecek. Sonu getirilecek. böyle zor bir
durumda da taşan sudan dökülen kirlerden olmamak, hepimizin
ilk tercihi olacaktır. Elbette, bize bir tercih hakkı daha tanınırsa.
Öyleyse, çok düşünerek, kafaya takarak veya olumsuz hisleri
yük edinerek, başkaları ile ilgili haddinden fazla ilgilenerek, bin-
lerce kaygı ile kendi kendimizi, çevremizi zora düşürmeyi bırakma-
mız gerekiyor.

26
Bunlar yerine su olup, yardım, merhamet, saygı, sevgi ile bütün
kötülükleri iyilik ile savmak doğru ve yerinde bir seçim olmalı.
Kelimeler, içimizden taşan su.
Suyla helalleşmek insani bir görev.

27
On: An
Deniz dalgasız, hava yağmurlu…
Şakır şakır bir “Şşşşh!” sesi başladı başlayacak.
Damlaları inciye, kayaları kuma çeviren bir güç, yağmur, düşü-
nün ki bu denli güzel olsun.
Hayat şaşırtıcı.
“Bir saniye, bir saniye anlatacağım bir şey var!” diyor, bugün,
yağmur…
Her zaman, en güzel olan hikayeyi anlatacak, yine: Sessizliğin
hikayesi.
Hayatın içinde bize “Şşşşh” yapan bir bilge gibi, konuşmamaya
başlayacak, bu kez.
Kimliksiz olmanın, nasıl güzel bir mesele olduğundan dem
vuracak.
Öyle ya. Aşk konuşarak anlatılacak mesele değil.
Biz öyküyü anlayana kadar bir, “Lütfen, sessiz olur musunuz?”
uyarısı yapıyor, büyük bir merhametle.
İnatla, ısrarla ve nedense olmuyor. Anlamıyoruz, tabii.
Hele ki büyük bir şehirdeysek, bir an durmak yok.
Neye yarayacaksa, nereye varacaksa, bu koşuşturma.
Oysa, yağmur hanım, denizi susturuyor, kuşları susturuyor…
Hiç olmazsa, kendi istediği bir tona getiriyor, her şeyi.
Hava dahil, her şey dikkat kesiliyor, ona karşı.
Hatta bir gün, kendi gözlerimle gördüm, kocaman büyük-
başlar bile susmuş, topluca oturmuşlar. böyle tüm görkemleri ve

28
güzellikleri ile bekliyorlar, yağmurun altında.
Dinliyorlar hikayeyi, “Ne diyor bu yağmur hanım?” diye. O ka-
dar vakur, o kadar efendice. Nizami ve saygılıydılar da aslında.
Doğada her şey sırasını biliyor.
Susmanın sırasını da konuşmanın yerini de.
Peki, biz? Toprak ve sudan haberdar mıyız gerçekten?
Ne diyor, Yunus Emre'miz:
''Ay olup aleme doğdum, bulut olup göğe ağdım,
Yağmur olup yere yağdım, nur olup güneşe geldim.''
Olduğumuz şeyi, unuttuk sanki.
Bu kadar uzak düşmüşken nasıl olacak, peki?
Allah kerim.

29
On Bir: Yaşamak
Yaşam ve ölüm, insana ne kadar çok benziyor.
İnsan, kendi kendine doğmadan bilinmezliğin ortasında
duruyor.
Bir biçime bürünüyor. sonra farklı şekiller alıp, başladığı yere
dönüp, nihayetinde şeklinden kurtuluyor. Binbir senaryoyla var ol-
duğu hayatın içinde, adım adım ilerliyor. Hayat da ona arkadaşlık
ediyor. Tıpkı ölüm ve hayatın birbirleriyle olan yakın ilişkisi gibi.
Tıpkı yolların değişmeyip, hikayelerin değişmesi gibi. Ya da yollar
değişse de aynı hikayelerin farklı anlatımlarla gerçekleşmesi gibi.
Bunların farkında olanlar, rolünü gerektiği gibi oynayıp, seve-
rek, zorlanmadan gerçekleştiriyorlar, üzerlerine düşen görevi.
Bu bir kural değil ki, bu bir işleyiş biçimi:
Yardım eden yardım bulacak. Kim neyi istiyorsa istediğine dö-
nüşecek. Hayat içinde davranışlarımız, bizi bize aynalamak için
geri dönecek.
Bütün bu yolculuk boyunca, bizi kendimizden uzaklaştıracak,
bir yandan da beyaz içinden çoğalan renkler gibi farklılaştıracak,
şartlanmalar ve davranışlar ediniyoruz. Böyle olunca, kimisi rolü-
nü irdeleyip, kurgularla hayatı erteleyip, nedenleri sorgularken, ge-
ride kalıyor. Kimisi olanı olduğu gibi kabul edip, yol alıyor. Kimisi
söylemek istediğinin söylenebilecek bir “şey” olmadığını fark edip,
huzurlu bir sessizliğe bürünürken, kimisi bütün yol boyunca ken-
dini arayıp, başına gelen her şeyi büyümek için bir fırsat biliyor.
Yunus Emre'miz bu farkındalığın üstün ve kıymetli halinden
sevenlerine, takipçilerine sesleniyor:
''Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.’’
Nihayetinde, hayat gibi kalbe değer verip, onun gücünü bilen-
ler ve onu fethedenler, huzurdan hiç ayrılmıyorlar. Bütün hikaye-
ler, farklı sokaklarda, farklı insanlara dönüşerek, farklı insanlara

30
dokunarak, aynı son ile birbirlerine dönüşecek, apaçık.
Şükür ki bir deneyimden geçen sonsuz ruhlarız.

31
On İki: Kap
Kelimeler sihirli.
Her biri bir dua, yakarışa dönüşen notalar.
Bu notalarda, akıp giden bu derede; hislerimiz, dünümüz, bu-
günümüz, geleceğimiz, yaşantımız taşınıyor. Her biri kendiliğin-
den, o anda yerini buluyorlar. Şimdi içinde, görevini hemen yerine
getirmek üzere…
Bize biz kadar, hatta bizden daha yakın duran kelimeler, hisler,
düşünceler, hayatımıza her an yeni bir biçim vermekte.
Bize öğreticekleriyle, tüm bunlardan daha yakını, çiçeğin açtığı
toprak.
Bulutların asıldığı durduğu, yürüyüp koştuğu gök.
Yakınlık ne kelime, yaşamanın içi bu güzelliklerle dopdolu.
Bunun yanında, yüce duygulara kapılarımızı açtığımızda, üze-
rimize serinkanlılığın, insaniyetin kokusu siniyor. Hayatın kattığı
ihsanı, özgürlüğü, maddi ve manevi bütün değerleri, kendimiz
ile çarpıp, tekrar hayata eklediğimizde, insan olmaya daha da
yaklaşıyoruz.
Değer verdiklerimiz gözümüze, kulağımıza doluyorlar.
Farkında olsak da olmasak da bu yolda, böylece, sevmeye kork-
mamamız gerekiyor.
Çünkü hayatta aşk var. olmasaydı, olmazdık.
Çünkü hayat, gerçeği bulana kadar, sandıklarımız üzerine
kurulu.
İnsan aklı bir kap, hayat da bir dere. Su.
Ve dedikleri gibi: “Suyun rengi, kabının rengidir.”

32
Kabı temiz tutmak, severek işi kolaylaştırmak, bu işi daha önce
yapmış doğru insanla tanışmak, yerinde bir dilek olmalı.
Canımız Yunus Emre'mizin dediği gibi:
‘’Sevelim sevilelim, işi kolay kılalım. Bu dünya kimseye kalmaz.''

33
On Üç: Fikir
Fikri sabit insanlar, aslında değişime en çok direnenler.
Onun eğlenceli dansını izlemek varken, karşı koydukça yük al-
tında kalanlar.
Hayatı, kendileri için kolaylaştırmak yerine daha da zorlaştırı-
yorlar. unutmuşlar sanki; insan, insan için, insan bir ayna.
Hem kim demiş ki, akıp giden bu nehirde, ağır bir taşa bağlan-
maktan, daha fenadır yüzeydeki nedenlere bağlanmak diye?
Bu fikir, bilmez. Bu fikir, sebep üretir. Bu fikir, doğruyu işaret
eder. Ama doğrunun, şimdinin kendisi olacak kadar geniş midir?
Dingin midir?
Sevgi ile fikirlerimizi ip bilmek ve bu koca dağa tırmanmak için
kullanmak varken, başka yollarla her şeyi karıştırmanın hiçbir ale-
mi yok.
Sonuçta, herkes gidince kendi kalır insanın.
Bir gün, akıl ipi kopar, fikir de gider…
Sonra, o içerdeki minik dere denize dönüşmemişse ya da de-
niz manzarasını uzaktan da olsa fark edemiyorsa kişi, bir kapanın
içindeymiş gibi kalıverir. Seve seve kabul etmeli, bir tanık pozis-
yonunda sabitlenmeli ki kalp feraha ulaşabilsin, bu dere denize
kavuşabilsin.
Hala bir sebep arıyorsak da bulunacak bir sebep vardır, elbette.
Sonuçta, bunca sınır, sınırsız olanlar için. Kalbi nurla doldurmak
varken, cılız bir mumun ışığı kadar olmak istemiyorsak, yüzeydeki
tüm sesler, uzaklaşabilmek, denizlere, deryalara dalabilmek için…
Yunus Emre'mizin izinde:
''Girdim aşkın denizine, bahri gibi yüzer oldum,
Dolaşırken denizleri, hızır gibi gezer oldum.''

34
35
On Dört: Kural
Özünde, her şekli ile güzel olan yeryüzünü, sanki gerçekmiş
gibi yapıp, mağlubiyetini kabul etmeyen, olmayacak şeylerle en
değerli hediyemiz olan zamanı bize harcatıp, hep başkalarını suç-
lama eğilimi ile yaşantıları çirkinleştiren, benliklerimiz yüzünden
kirlettik.
Ancak, bir karar alıp, girilmemesi gereken yerlere, kendi iki-
yüzlü benliklerimizi sokmamamız gerekiyor. İnsaniyet, samimiyet,
masumiyet ile kutsal saydığımız değerleri korumamız, başkalarının
kutsallarına saygı göstermemiz gerekiyor.
Her şey ile dalga geçilmemesi gerektiğine, en ufak bir kelimenin
“itibarsızlaştırma”ya bir tuğla eklediğine uyanmalıyız. Çünkü kötü-
lük, farkındalıksızlıktan beslenir.
Kötülüğün, “N’olacak? Yalnızca eğleniyorum. Zaten bir kere
geldim dünyaya; hayatını yaşa.'' gibi lafları çokça kullandığını bili-
yoruz değil mi? Ama bu laf değil: Uyanmalıyız.
Bütün çekişmelerin kaynağında duran sevgisizliğe karşı, sev-
ginin yalnızca kötü olanı tahrip eden gücü ile barışmalı ve iyi ni-
yetimizi hiç bozmadan barışın yollarını kendimiz ve başkaları için
temizlemeliyiz. Kendimizden ve başkalarından korkmanın ne ka-
dar yersiz olduğunu, çünkü her ne olursa olsun, zaten görünürdeki
sebeplerin, yalnızca, ardındaki birçok gerçeği bize taşımak için var
olduklarını fark etmeliyiz.
Birbirimize görünmeyen bağlar ile bağlıyız. Ve bu bağı fark ede-
meyip sabote edenlere karşı yükselen sevginin safına katılabiliriz.
Bu bağın farkında olmayıp, hayatı zorlaştıranların tipik dav-
ranışları vardır. Bunları önce kendimize, daha sonra da çevremiz-
dekilere anımsatmalı ve bu davranışları birlik ile yok etmek üzere
yaşamalıyız.
Hayatta bir takım gerçekler de vardır. İyi vardır, nettir ve “kötü”
gibi maske değiştiren bir yapıda değildir; öyle değil mi? En azından,

36
eşyalaşmış bir hayat istemiyoruz değil mi?
Hayatın nasıl davranacağı, aslında oldukça bellidir.
Ve bütün bunlar, kişiye bırakılmış iyi veya kötü birer karardır.
Ne güzel demiş Yunus Emre'miz:
''Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için.
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.''

37
On Beş: Kayıt
Düşünün ki, her şey yerli yerinde.
Bütün alıp vereceğimiz nefes sayılı.
Kimlerle konuşacağımız, kimi seveceğimiz, nasıl birine dönü-
şeceğimiz, ne olduğumuz…
Bu kayıtlı hal ile barışmak için ölüme kanaat getirmek gerekiyor.
Diyelim ki; en iyi ihtimallerden biri gibi duran, bunların yanın-
da, buradan gideceğimiz an, uzanıyor olacağımız döşek de orada,
bu senaryoda yazılmış… Sudan, temiz zamanın üzerinde, oldukça
başarılı bir yazarın ellerinin tutuğu kalem ile çizili.
Bu hikayede, kendi yaşantılarımızdan bir adım çıkıp, sonunda
neler olduğuna bakmak, yaşamda kaçırdığımız anlamı bulmamıza
yardımcı olmakta.
Herkes için, bir şekilde ‘’Bu güzel oyunu sevecek veya sevmeye-
cek ve sonunda ölüm ile sıfırlanacak’’ yazılı. Yani, yaşam bir kayıtlı
olmak hali iken, ölüm bütün bu kaydın sıfıra çekildiği an.
Sıfır, hem her şeyi yutan bir karadelik gibi hem de son tahlilde,
her şeyi aynı yere yollayan ve onunla ne kadar uyumluysak, ışığı,
bizi, o şekilde içine çeken bir mıknatıs.
Ancak bu sayılar, karadelikler ve gitmeler dünyasında, bunu
anlamayan faniler için, bu şahane senaryo, eşyaların, bir türlü sığ-
madığı bir bavul gibi…
Kimisi yıldızların ışığı ile beslenirken kimisi de hiç de gitme
planları olmadığı halde, o bavulu doldurup duruyor. ‘’Şunu alayım,
bunu alayım’’ derken, almalar dünyasında, hiçbir şey götüremeden
trenlerini kaçıyorlar.
Oysa, ne yer ne de gök ne de içini doldurmaya çalıştığımız ba-
vul… İnsana gerekli olan tek şey, temiz bir kalp. ağırlıksız, tüm ya-
ratımı kapsayabilen ve bavullardan çok daha değerli minik bir kalp.

38
Mutlu sonlar, temiz kalpler ve iyi niyetler ile yaşama ve ölüme
teslim olmak. Aslında, bu kadar basit.
Yunus Emre'mizin gösterdiği şu incelikle, binde bir bile iyiysek
ne ala:
''Bir gönülü yaptın ise
Er eteğin tuttun ise
Bir kez hayır ettin ise
Binde bir ise az değil''

39
On Altı: Bahçe
İnsan bu, zihninde hayatına şekil veren fikirler var.
Evrene, kendimize ve kendi geleceğimize dair bitmeyen, sürekli
uzayan bu fikirler, bizi anlamlı, renkli kılıyor. Fikir cevaba dönüşü-
yor, cevap başka başka sorulara…
Bu noktadan sonra, bilmemiz gereken şu: Soru başka; uzayan
ve çoklukları ile bizi bir çıkmaza getirmiş soruların soruna dönüş-
mesi başka. Aklımızı, kalbimizi tahrip eden ne varsa, onlardan,
iyi fikrin, cevapların bağışlayıcı sığınağına kavuşup korunmamız
gerekiyor.
Neyse ki sığınağımız, beklediğimiz bu cevaplar, en az sorular
kadar heyecanlı ve hızlı davranıyorlar, bize ulaşmak, aklı, kalbi hu-
zursuzluktan kurtarmak için. Soru geldiyse cevap yakındır, derler
ya.
Öyle ki, bu cevaplar, genellikle beş duyuyu kullanırlar:
Dokununca, tadınca, koklayınca, duyup görünce iyi hissettiren
her ne varsa, doğru cevap odur. Doğadaki her varlık, eş, anne, arka-
daş... Akla iyi hissettiren her ne geliyorsa.
Cevapların en konforlu şekli de önümüze bir kitap olarak sunu-
lunca oluyor.
Kitaplar kutsallıklarını, onu yazan güzel kalemin bize sundu-
ğu, bu hizmet dolayısıyla alıyor olmalılar. Onların kokusu, doku-
su, görseli, bir de onlardan sezeceklerimiz, hissedeceklerimiz var.
Alacağımız ilhamlar var. Olanın ötesine geçmek var.
Bir soru soralım, bir niyetle, hayata dair ve üslubu, şekli fark et-
mez, bir kitaptan bir sayfa açalım, yeter.
Soru: “Aşk nasıl yaşanır?''
Cevaplar, Faruk Dilaver'in Gönül Bahçesi, Gel Ey Şems ve Aşkın
Gerçeği kitaplarından: “Sevdiğinin yüzünde kendini görmeyen,

40
henüz aşkı tatmamıştır”, “Gönlüne uzak olan, aşka yakın olamaz'',
''Aşk, ruhsaldır. Bir çıkar ilişkisi, zevk meselesi değildir'', ''Ey kalbi-
mizde olan nur, gel!''
Soru: “Ne yapsak daha iyi olur?”
Cevaplar, Boris Vian'ın Günlerin Köpüğü ve Karıncalar ki-
taplarından: “Yaşam kurallarının sayısını azaltmak gerekir”,
“Alışkanlıklar insanın duygularını köreltiyor.”
Soru: “Bu kitaplar aslında ne anlatır?”
Cevaplar, Patti Smith'in Çoluk Çocuk kitabından: “Onun deyi-
şiyle, bu bizim hikâyemiz.”
Soru: ''Hayatı nasıl yaşamalı?''
Cevap, Yunus Emre'mizin divanından:
''Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni''
Kitapları arkadaş bilip, kalbe yakın tutmalı.

41
On Yedi: Dönüşüm
Yenilenme bir talep meselesi. talebin peşinden gidip, uygun yol
ile yeninin eski ile yer değiştirmesi, yeniyi ele geçirme hikayesi.
“Yeni bir dünya talep ediyorum.” cümlesi, yeni bir kimliği pe-
şinden getiriyor.
“Yeni bir anlayış ediniyorum.”
“Yeni bir evim var.”
“Yeni bir arkadaş çevresi edindim.”
Hepsinde eski yerine yeni ikameler var. Bize sağlanan alandan,
elimizdeki sandıktan eskileri çıkarmadan, yenileri gelmiyor. Gelse
de yer yok.
Tıpkı, üzüntünün limiti dolduğunda, hiçbir sebebe gerek duy-
madan çekip gitmesi, yerini neşeye bırakması gibi… Uzaktan se-
yircisi olduğumuz hayatlarımızda, bunu görebilmek o kadar kolay
ki.
“Üzgün müsün?” sorusuna, “Şimdi, bu limiti dolduruyorum’’
diyebilmek, bir şeyleri fark edebilmek ile eş değer. Önemli olan,
hayatın bize yaptığı, bu esprilere fazlaca kapılmadan, samimiyeti-
mizi gösterebilip, bize sunulmuş bu sandığın içindekileri, en uygun
şekilde kullanabilmek.
Sevgiyi doya doya yaşarken, tepki göstermemiz gerekenler şey-
leri, doğru odaklara yöneltmek yapılabilecekler arasında. Ama faz-
la, hatta hiç kaptırmadan.
Aynı şekilde, her hissin doğruya sabitlenmesi gibi, isteklerimi-
zin de doğruya sabitlenmesi gerekiyor. Yola doğru amaç için çık-
mak şart. Sandıkta fazlalıklardan kurtulup, gereklileri belirlemek…
En en rahatı da kafayı, kalbi boş tutmakta. Sandığı hayata boş verip,
dolu almakta.
Böyle olunca isteyene en uygunu, istekleri koşarak geliyor.

42
Sonuçtaysa; bilinmezlikle barışmak, anlaşmak, hatta ondan
keyif almak dışında yapabileceğimiz başka bir şey kalmıyor. Seven
sevdiği ile aynı hayata dönüşüyor. Karşılıklı başkalaşıyorlar ve böy-
lece bütün ötekiler yok oluyor. Hayat ile ilişkimizde bu yol ile galip,
hep sevgi oluyor. Her şey aşka dönüşüyor.
Velhasıl, karşıt diye nitelendirilecek her şey, karşıtı ile dönü-
şüm halinde. kupkuru kıştan, su ile capcanlı bir bahara, yaza… Bir
emekleme ile başlayan hayatta, nereden nereye.
Çünkü sevgi ellerimizde, kulağımızda, gözümüzde.
Dosta sevgi, Yunus Emre'mizin sözlerindeki gibi ölünse de bit-
meyecek bir dönüşümün eseri:
''Ol dost ile benim işim ölüp dahi bitmeyiser (Dostla işim öl-
sem de bitmez.)
Ben nice ola kim bite çün gönülde dost sevile (Nasıl bitsin;
çünkü o gönülde dost sevilir.)''

43
On Sekiz: Bak
Hepimizin inandığı, savunduğu ve herhangi bir arkadaş, soh-
bet ortamında bile hararetle ifade etmeye çalıştığı doğrular var. Bu
doğrulara bağlılığımız ne kadar öfkeli ise biz o kadar yoruluyoruz,
maalesef. Üstelik, Yunus Emre gibi büyükler dava değil, sevinin işi-
miz olması gerektiğini defalarca vurgulamışken.
Gelip geçici gündemlerle aramızdaki göbek bağı, kızgınlık ile
örülmüş ise eğer, o bağdan verimlilik ve fayda beklemek de o denli
yanlış. Bazen kendi kendimize, kafamızın içinden gelen sesler ile
saatlerce düşünüp tartıştığımız, bizi çelişkilerimizle boğuşturup
duran fikirler bunlar.
Tipik özelliklerini sıralayalım: Zamanla bedenimizde kök sa-
larlar. hep yüreğimize oturmak isterler. Sanki kalıcılarmış gibi çok
önemli rolü oynayıp, öyle davranıp, bizi kandırır, vaktimizi alırlar.
Genellikle, bir yerlere ulaşmaya çalışırken, yürürken ve hatta görü-
nüşte sessizliğe büründüğümüz zamanlarda beliriverir ve bu değer-
li ömrümüze talip olurlar.
Böyle, çok önemliymiş gibi davranan her şeyden uzak durmak
gerekiyor. Özellikle bizi kendimizle yarışa ve münakaşaya sokan bu
tipteki düşüncelerden ve insanlardan kaçınmak en doğrusu.
Her şey esasen bir fikir. Bunu hiç unutmamak gerek. Onlara
nasıl şekil verirsek öyle oluruz. İş böyle olunca da, kendimizde bu-
lunan, genellikle doğru sandığımız bu düşüncelerimizi, nereden
edindiğimizi sorgulamalıyız. Çok daha önemlisi ise bunları nasıl
ifade ettiğimiz ve ne ile yoğurduğumuz.
Kısacası soru şu: İçimizdeki bu fikirleri, hisleri, hangi mahke-
mede, ertelemeden, hakkaniyet ve sağduyu ile karara bağlayabili-
riz? Bu işi görecek en kısa yol ne olabilir? Buna verilebilecek en
doğru yanıt; her türlü kararı verirken sığınacağımız, en kuvvetli
duygumuz, içimizdeki mahkemenin en değerli jürisi, kendimize
karşı şahitliğin en dürüst durağı ve gerçeğe yakınlığımızın vicdan
ile kardeşi: Samimiyet.

44
Bazen karar vermek zordur ama samimiyet işi kolay kılmak için
gerekli.
Güneş olan sevginin dünyamıza düşerken kırılan yedi rengin-
den birisi, bu his.
Yapılması gerekenler listemizi hazırladım:
Samimiyet ile ciddiye al.
Samimiyet ile sevin, dinleyip, oku.
Samimiyet ile boş ver.
Samimiyet ile boşlukları doldur.
Samimiyet ile dol.
Sevgisizliğin önüne koyacağınız bu barınakta, samimiyet ile
adım attıkça büyüyelim ve yine onunla korunmanın mutluluğunu
yaşayalım.

45
On Dokuz: Barış
Ne için, ne yapıyoruz? Dikkat ettik mi? “Dikkat, kalbi var’’ diye
bir levha mı asmalı acaba her insanın boynuna? Hatırlatmak için.
Belli ki birçok hata, kazanma kaygısından… Burada, kazanmak
için barışanlar var ki onlar hiç kaybetmiyorlar. Kazanmak için sa-
vaşanlar ise boşlukları olmayacak şeylerle doldurmaya çalışıyorlar.
Halbuki, o boşluk; o isim, o davranış, o hal, o insan ile dolmaz.
Korkuyu yenmeden dolan boşluk yoktur ki.
Ki bazen, bazı boşluklar zaten öyle bırakılmalı. Nefes alalım.
Bazen de boşluklar, birkaç kişi beraberce doldurulmalı. Ki bera-
berliğin, birliğin varlığında anlam bulalım.
Öyle ya, kazanmak hep tek taraflı, kazanmak hep bir şeyleri
kaçırmak.
Kazanmak: Boşlukları tek başına doldurabileceğini sanmak.
“Kazanışmak” diye bir eylem neden yok?
Bu sebeple aradığımız o kelime: Her şey ile barışmak. Yunus
Emre'mizin ifade ettiği gibi: ''Beri gel barışalım, yabancıysan bilişe-
lim'' ve böylece başaralım.
Yalnızca kazanmak için kazanmak ise yorucu, yetersiz.
Ancak, barışırsak, yeni yeni yollar başlar.
Barıştıkça barışacak, yakılacak yeni bir ışık bulunur, içeride.
Gittikçe gidilir. Vardıkça varılır.
Uçaktı, otobüstü, boş verelim, şimdi. Bu yolda, kendi içimizde
seyyah olmak, biletsiz bir şans. kazanmakta ise, neyi kazanırsak bir
diğerlerinden, kaybetmenin getirebileceklerinden olmak var.
İşteş olmayan, diğerine hak tanımayan kazanımı,

46
barışa dönüştürmek için yazarken, konuşurken kime kazandırıyo-
ruz? Dikkat edelim.
Bir sormak gerek. Vakit geç olmadan, tarafsızlığı belirlemek
gerek.
Hoş, kazanıp almaksa amaç, bütün dünyanın şehirlerini, o kalp
ki bir şehir; bizde.
İleride bir gün, kendi kalp meydanımızda toplayacağımız kala-
balıklar, dostlar var; bizde.
Şehir büyüdükçe, meydanları da genişler ya.
İçimizdeki o geniş meydan, bu dünyadaki her şehre, her savaşa,
her geçici kazanıma değer.

47
Yirmi: Hayat
Hayat tükenmez.
Hayat seslenir:
“Bana karış, benim ile barış. bana koş ve beni ara.”
Hayat bilir. Hayat, kolay olsun diye sevdirir.
Hayat yaşantılara ayna olur. insanlarla karşımıza çıkar. Bizi biz
ile tanıştırır.
Kendini kavramamız için insandan başlamamız gerektiğini
bildirir.
Hayat anlatır: “En yakını, yani kendini sevmek, kendine güven-
mek, kendine sarılmak, kurtarır.”
Hayat misafirperverdir.
Hiçbir ayrım yapmadan herkese, hak ettiği şekilde ikramlarını
sunar.
Hayat sevdiklerini saklar, korur.
Onlara göz, el olur.
Hayat tektir, eşsizdir.
Ama çoğalır.
Hayatın başkalarına ihtiyacı yoktur.
Ama başkaları için de vardır.
Başkaları ona konuktur.
Kişi; ya bizzat hayatı örnek almalıdır ya da en kolayıyla sevme-
yi seçip, Yunus Emre gibi eren yürekleriyle, hayat olmuş insanları
bulup onları.

48
Hayat, buradadır, oradadır. Her yerdedir.
Yeryüzündedir. Her yüzdedir.
Ama asıl, güzel yüzü, kaynağı, herkese o kadar yakındır ki
görünmez.
Ancak yakın durunca anlaşılır.
Hayat karanlıktan çıkartır. Aydınlığa kavuşturur.
Şaşırtır.
Hayat yok eder, var eder. Sevgi önünde diz çöktürür.
Ağlatır, aratır. Güldürür, buldurur.
Hayat, bir aynadır.

49
Yirmi Bir: Benzer
Belli ki hepimiz; herhangi bir konu ile ilgili olarak karara var-
mak konusunda aceleci davranıyoruz. Çünkü bize öğretilen, belki
de yaşama güdüsü olarak edindiğimiz şey bu. Hızla karar ver ve ne-
yin ne olduğunun ismini koyup, ona onun hak ettiği gibi davran.
Bu masum görünen karar mekanizmaları, daha sonra özgürlü-
ğümüzü kısıtlamak üzere bizimle çatışmaya başlıyor. Belki de “Bu
sandalye, buna öyle oturulmaz” ile başlayan, “Bu resim böyle yapı-
lır” ile devam eden ve sonunda, büyüdüğümüzde etraftan sıklıkla
duyduğumuz “O garip birisi onunla pek konuşulmaz” laflarına va-
rıncaya değin, aslında önyargılar ile bütün olasılıkları öldürüyoruz.
Üstelik bunları, eskimiş deneyimlerimiz ya da bize dayatılmış
kalıplar ile yapıyoruz.
Bu kararlar, bizi hayatta tutarken, kimi zaman büyük insani ka-
yıplar vermemize sebep oluyor. Durum böyle olunca, akıllara ge-
len soru şu oluyor:
Sınırları ile var olan bir varlık olarak insan, herhangi bir şey ile
ilgili nasıl doğru karara varacak?
Tabii ki, herkesin eşsiz olduğunu idrak ettiğimiz zaman değer-
lendirmeleri bir kenara bırakacağız. Yani, keskin yargılara varmanın
gereksiz olduğunu, doğru kabul ettiğimiz zaman feraha ereceğiz.
başkalarının diğerleri hakkında bize söyledikleri, hatta kendimizin
kendimiz hakkında söyledikleri bile önemsiz hale gelecek.
Hayata; 90 dakikalık bir futbol maçı, insanların sahneye çıkıp,
kendilerini ortaya koyup, çekildikleri bir yer olarak bakmamız
gerekiyor. Herkes, üzerine düşen görevi yerine getirip gidiyor.
Herkes, kendi hayatının başrolünde. Arada bir, bize pas atan diğer
futbolcular: Karakterimizi törpülemek, öne çıkarmak, bize destek
olmak üzere dirsek temasında bulunduklarımız.
En iyisi; karşı tarafı yaftalamaları bırakıp, ona yeterli süreyi
verip, gol atmasına izin vermek, bize katacağı cümleyi sabır ile

50
beklemek. Çünkü, herkesten öğreneceğimiz bir şeyler var.
İşbu sabrımızın sonunda kazanacağımız, salt bilgi olmak zo-
runda ise hiç değil. Mesela, herkesin farklı farklı hayatta kalma
şekilleri var. sadece bunu değerlendirip neler olduğunu daha iyi
anlayabiliriz.
Herkes kendi yolunda bir yerlerde ve hayat gerçekten eşsiz.
Bunu bazen bir kedinin tüylerinin yumuşaklığında, bir dedenin
bakışında ya da sevgilinin sarılışında bulurken, bazen bir dostun
konuşmasında hissedebiliyoruz. Bazen, yalnızca balkondan dışarı
bakmamız yeterli oluyor.
Tek önemli olan şeyin sevgi olduğunu ve bu yol ile ömrümüzü
çok daha güzelleştireceğimizi anlamak ve kalbimizi temiz tutma-
mız dileği ile.
Yunus Emre'mizin sözünde:
''Şunun kim dünyede sabr ola yâri (Sabır kimin yoldaşıysa)
Safa vü zevk olur her lahza kârı (Kârı zevk ve sefadır.)''

51
Yirmi İki: Bulutlar
Dağ kadar bulutların büyüklükleri karşısında hayrete düşme-
mek imkansız.
Kendi özel dünyamızda nasıl büyük meselelerle uğraşıyoruz.
Sanki, kainatı biz kurtarıyormuşuz gibi. Yok öyle bir şey. Var sanı-
yorsak bile, bir onlara baksak göreceğiz küçüklüğümüzü.
Bir de büyüklüklerinin yanında, yetmezmiş gibi, oradan oraya
hareket edip, her yeri geziyorlar. Yani “iş yükü” diye bir şey bildik-
leri yok. Gezerken etrafa da bakınıyor, aralarından süzülüp giden
yolcu uçaklarına bazen zorluk çıkartsalar da böyle minikten gü-
lümsüyorlar sanki. Çoğunlukla, uçan yolcular, kuşlar için eğlence-
li bir an olmalı aralarından geçip, bulut dedelerin beyaz ve nemli
yüzlerine, kendi kuş gagalarını sürmek. Heyecandan özgürce, vize-
siz, pasaportsuz sınırları geçip, beyaz köpüğün içinde uçarak dans
etmek.
Bu bulutlar, arada bir, en azından bizim gökte olup biten ile il-
gilendiğimiz kadar bizimle ilgileniyorlar mıdır ki? Mesela, bir bu-
lut diğer bin tonluk buluta, “Şu bakkala giden, kalbi güzel çocuğa
dikkat et, efendim. Elinde ekmek var. ıslanmasın, henüz yağmurun
zamanı değil” diyor mudur? Ya da annesine yardımcı olan bir baş-
ka çocuğun kafasına yağmur damlalarını kibarca bırakıyorlardır.
neden olmasın ki? Hani, hafiften gıcık ederek sevenleri de vardır,
belki bizi. sonra, sokağın köşesinde, elini açmış bir fakir teyzenin,
amcanın eline düşüyorlardır, minik damlalar halinde.
İnsanlar için çekinmeden veriyorlar. “Ama onlar çok büyük bit-
mez” deme.
Elbette, bitmezler. Ama azala azala çoğalmak onların bildiği.
Biraz biraz derken her şeyi vermek. Sonra verilen her şeyde
olmanın yolu… Bu yolla, bu bulut kardeşler, güçlerini bir şekilde
tekrar toparlıyorlar ya.
Azalarak çoğalıyorlar, işte.

52
Bir mahalleden öbür mahalleye derken, kıtadan kıtaya dolaşıp
bizim hiç göremeyeceğimiz yerleri geziyorlar, canları sıkıldı mı
biraz dağların eteklerine doğru inip sis oluyorlar. Çok sıkıntı oldu
mu çok mutlu oldu mu bir şangırtı, ağlama tutuyor, dünyaya doğru
onları.
En güzeli, bu tonlarca ağırlıktaki pembe, gri, beyaz pamuk küt-
lelerinin, onlarla sevgilisini çağıranlara yarıyor olması. Dağlarla,
taşlarla, bulutlarla aşık Yunus Emre'mizin ifadeleriyle konuşanlara:
''Karlı tağlarun başında salkım salkım olan bulut
Saçun çözüp benüm içün yaşın yaşın ağlar mısın''

53
Yirmi Üç: Bilet
Dört bir yandan bize sesleniyor kainat.
Odamızdan, masamızdan, üstümüzden, başımızdan, kalbimiz-
den, hiçbir farkı olmasa da içimizden ve dışımızdan… Başkası diye
tanımladığımız herkes sesleniyor. Herkes bize biz ile sesleniyor.
Öyle ya, ses dışarıda olsa da kulak bu, kafanın üzerinde. sende,
bizde, can kulağı bu içimizde…
Hayat, neyi söylediğimizin önemini, nasıl söylediğimiz ile
belirliyor.
Ne hoş ki: Söyleyen biz, dinleyen biz…
Kainat; yıldızdan, güzel elbiseleri üzerinde, müthiş bir ses ile
sesleniyor bize, aslında, aslımızda her daim: “Benim sahibim sevgi,
benim sahibim sen değilsin ki” diye.
Herkesin kiracı olduğu ve ufacık yer tutan bu dünyada, bir-
çok insan da “bu benim” ile ömrünü geçiyor. Ne komik değil mi?
“Satılık” ve “kiralık” etiketleri ile yaşadığını sanıp gitmek bu dün-
yadan. Sanki satın aldığımız şey, her neyse, bir süreliğine kullanımı-
mızda değilmiş gibi…
Böylece, birçok kere, bütün eşyalar el değiştiriyor. sevgi ise yal-
nızca şanslı ve kapısı açık insanları bulabiliyor. Daha doğrusu, o di-
lediğini seçip, kendine yolculukta, ilgili her kalbe bir bilet yolluyor.
Bu yolculukta, kalp aynasını temizleyen, her yerde yine kendi, asıl
yüzü ile karşılaşıyor.
Dışarıda yükselip, çoğalırken, içerde alçalıp, azalmanın; sami-
miyetle, herkesçe sevilirken, herkeste olan biri gerçekten sever
olmanın; başarıdan başarıya koşarken, aşkın gücü karşısında güç-
süzlüğünü fark etmenin; sonuçta hatadan dönünce, bütün yanlış-
lardan aşınıp, silinip, doğrular ile huzurlu kalmanın “bir'' yolu bu-
lunuyor. O bilet sayesinde...
Kendi değerimizin hakkını vererek, “diğerleri” diye

54
tanımladıklarımızla ortak noktada buluşmalı, bilişmeli ve aşkta
farkımıza, canımıza uyanmalı ki Yunus Emre'mizin izini, onun kıy-
metli deyişlerinde takip edebilelim:
''Ten fanidür can ölmez gidenler gine gelmez
Ölür ise ten ölür canlar ölesi değül''

55
Yirmi Dört: Orada
Bizde, kalbin olduğu yerde, ne yaparsak yapalım, kocaman, hu-
zur saçan bir göz var.
Bizden önce oradaydı. Bizden sonra da orada olacak. Bizimle
ve bizsiz...
O hayattaki gerçek şimdide mevcut. Bizde, hayatı paylaştığımız
tüm canlıların nefes alış verişinde bulunuyor. Her taraftan akıp
gidiyor.
Uzay boşluğunda güneş ve diğer gezegenlerle dans eden dünya
gibi, okyanusta dinginlikle ilerleyen kocaman bir gemi; biz uyur-
ken de orada, dolaşıyorken ve konuşuyorken de.
Biz, bu geminin sahnesinde, büyük büyük, rengarenk, payımıza
düşen oyunu sergilerken, o olup bitenin üzerinde, içinde, dışında
izlemekte.
“Olmuyor” dediğimizde de aynı tonda, “Çok sevdim!” dediği-
miz zaman da.
Dedeye de bebeye de kuzuya da kurda da aynı uzaklıkta.
Kalpte bir noktada; farklılıklardan çoğalan aynılığımızda, son-
suzluğumuzda saklı.
Ne eksik ne fazla.
Ona, dokunmak ve onu sevmek çok kolay. geminin kontrol
odası kalp kadar yakın.
Tek bir adım: Kamaradan çıkmaya bakar; işaretleri okuyup
odayı bulmaya.
Sonra, “Sen buradaymışsın, ben buradaymışım” demek ve ken-
dimizi bulmak;
Yunus Emre'mizin, binbir manayla dolu deyişlerine biraz olsun
yakınlaşabilmek için:

56
''Beni bende demem bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri''

57
Yirmi Beş: Cevaplar
Sorular bizi nereye götürür?
Sorular, bizi sevginin götürdüğü yerin çok gerisinde bırakabilir.
Sorular birikebilir. Sevgi birikmez, artar.
Kafa yormaya gerek yok, başka kitaplarda aramaya da.
İçindeki kalp bir kitap sana, bana yeter.
Velhasıl, aşağıda bir anda yazılmış ve bir anda kesilmiş, onlarca
soru bulunabilir:
Nereye varacağız? Hangi yöne bakacaksın, kendin için? Yüzün
nereye dönecek? Sonra ne olacak? Öncende ne vardı, ne yoktu?
Buraya ne getirdin? Buralardan ne götürdün? Sakındın mı hiç?
Geri mi durdun? İleri mi atıldın? Zorlandın mı hiç? Yoksa çok mu
kolaydı? İnandıysan eğer, Hakikat’i sordun mu?
Kandırıldın mı? Yoksa bile bile kandın mı? Aydınlandın mı?
Saat kaçtı? Bugün müydü? Buldun mu onu? Yoksa, bulundun mu?
Karanlık mı oldu?
Şüphelendin mi? Neşelendin mi? Çözüldün mü? Çözdün mü?
Her şeyi birbirine bağladın mı?
Saklandın mı, sakladın mı? Özgür mü bıraktın? Karara mı bağ-
ladın? Karalar mı?
Gördün mü? Görüldün mü? Ezberledin mi? Anladın mı?
Hiç aşık oldun mu? Başladın mı, bittin mi?
Kaç şiir okudun, yanına kaç kitap aldın? Kaç replik var aklında?
O resme yakından baktın mı? Yazdın mı?

58
Ağladın mı bugün? Güldün mü dün? Hoş mu geldin? Boş mu
verdin?
Unutalım mı? Hatırlayalım mı? Kazandın mı? Kayıp mı oldun?
Güneş’e mi çıktın? Gölgeye mi kaçtın?
Ne oldu?
Yunus Emre'mize, yine Yunus Emre'mizin deyişiyle sorsak:
''Sorun Taptuklu Yunus'a bu dünyadan ne anladı,
Bu dünyanun kararı yok sen neyimiş ben neyimiş?''
Her sorunun da aslında, hep aynı kapıya çıkan, bir cevap oldu-
ğunu unutmadan, ezbere değil, anlayış ile sorunlar ve sorulardan
ırak yaşamak çok çok güzel olmalı.

59
Yirmi Altı: İnsan
Görüntüler ve sunumlar dünyasında, yanılgılarımız, yargıları-
mız dolayısıyla, kimin kim olduğu birbirine karışabiliyor. Bu kafa
karışıklığı daha sonrasında, huzurun nurlu ışıklarının kalbimize
yansımasını etkileyebiliyor.
Bu eskimiş etiketleri, yenileri ile değiştirmek ya da hayatımıza
bir şekilde dokunmuş, herhangi bir durumu, kişiyi etiketlememek
en yerinde olanı.
Bir yolunu bulup, insanın kutsal ve etkileşimli bir varlık oldu-
ğunu kendimize hatırlatmamız, bu yönde yaşamamız gerek. Bunu
fark etmek için, şarkılarda bulduğumuz aynılığı kullanabiliriz.
Hikayelerimizdeki, hislerimizdeki benzerlikler, merdivende, yuka-
rı doğru, kolayca atılacak bir adım olabilir.
Bu pratiği kazandıkça, mantık ve duyguların yerine, zamanla,
yaşadığımız dünyanın minik kopyaları olan zihnimizde, birlik algı-
sını yerleştirebiliriz. Ve böylece, herkesin aynı hassasiyeti ve önemi
hak ettiğine dair kanaatimizi geliştirebiliriz.
Zaten özden ve kendi kendine koyu bir sohbetten başka neyi
var ki insanın?
Zaten insan kendi kalbinin etrafında dönüp durmuyor mu?
İyi ve kötü rüyasını gören zaten bire bir biz değil miyiz?
İyi ve kötü zaten tek bir merci tarafından karara bağlanmıyor
mu?
Doğduğumuz andan itibaren bizi var eden, başka insanlar olu-
yor. başından beri diğerlerinin elinde doğuyoruz. Yeni bir gün gibi,
yeni yeni insanlar hayatlarımıza doğuyorlar. Böylece, tıpkı her gün
ışıklarını bize saçan aynı Güneş’in, farklı günleri oluşturması gibi
bir durum ile karşılaşıyoruz.
“Bu dünya gününde, aynı Güneş’ten görünen farklı günü sev-
dim” demek ile “Sende doğan beni çok sevdim” demek aynı şey

60
oluyor. Yani, bir başkası olmadan kendimizi tanımlamamız müm-
kün değil. her kime, “İyi ki varsın” dersek, ‘’Senden bana yansıyan
beni tanıdım ve sevdim’’ demiş oluyoruz.
Yunus Emre'mizin ciddi sözünde işaret ettiği gibi:
''Bilün can birlik, ikilikde degül. (Bilin ki can birliktedir ikilikte
değil.)''

61
Yirmi Yedi: Meslek
İçimizde sevgi dolu bir çocuk var. Fakat, o çocuk bazen hata
yapar. O çocuk bazen kızar. Bazen içindeki sevgi nereye gitti diye
etrafa bakar. Suçu nedense, çocuk, bazen, şaşırır, başka insanlarda
arar.
Çocuk bu.
Kendine uzak düşünce, sağı solu karıştırır. Uzakları yakın yap-
mak, hemen yakın olmak ister.
Dağda, bayırda koşması gerekirken, şehrin ortasında kalırsa ço-
cuk, uykusundan olur biraz, biraz kısıtlanır çocukluğundan.
Sonra doğa bu, öç alır ya. ne zaman, o vaktin geleceğini hiç sor-
ma. Zaten topraksız hayatlar, numunelik ağaçlar… Durum böyle
olunca, gider çocuk, ortak kum havuzu arkadaşlarını, uyandırır:
“Böyle oluyor, sanırım” der. Sorudur bu. Herkes deneyimler…
Tüm bunlar için insanlığın ortak bir mesleği vardır:
İçimizdeki bu çocuğa dadılık.
Sevgili dadı der ki: ‘’Sen iyiye doğru git, iyi şeyler yap ve biraz
dinlen. ertesi gün, yine bir fırsat. Yeni bir nefes sanki. Sabah, kendi-
ne karşı tekrar sokağa çık. Bir kedi sana bakarsa, sevgiyi hatırlarsın.
Tüylü kürklere bürünmüş. patilenmiş… Sen de kediye bakarsın’’.
Kedi, köpek bu: Sessiz arkadaş, toprak kardeşi. Gözler ile gülü-
şürsünüz. Geçer.
Hayatın bize gülümsemesinin kaç yolu var? Ömrümüz yetmez.
İsteyebilir, görebilir ve yansıtabiliriz.
Hayatın bizi bağışlamasının kaç yol var? Bilemeyiz. Aklımız
yetmez.
Hepimiz çok şanslıyız. Hepimiz çok değerliyiz. Gülerek

62
başlamalıyız.
Hatalarımızı kabul edip, başkalarının hatalarını kapatmalıyız.
Doğanın büyük bir kısmına uzağız ama büyükler burada:
Gece var, gündüz var, yer var, gök var. yağmur var, kar var…
Onlara bir bakmalıyız.
Hem, her çocuk çocukları çok sever.
Yunus Emre'mizin dediği gibi; kişi çocukluktan erliğe ancak
aşka ile erer:
''Işkdan şikâyetüm yokdur kendü talimdendurur (Aşktan şika-
yetim yok kendi kaderim bu)
Kendü yolın aramayan âdem değül er olmadı (Kendi yolunu
aramayan insan olgunlaşmaz)''

63
Yirmi Sekiz: Liste
Birinci olduk. Ve geldik yeryüzüne. Hoş bulduk.
Karşımızda bir ''Yapılacaklar Listesi'' var:
Gerekirse, hayal kuracağız. Hayallerimiz gerçekleşsin diye
umut edeceğiz. Ama onlara kapılmayacağız. umutsuz yaşanmıyor.
Dilek tutacağız. İnanacağız. Hatta dileğimiz, dileklerden arın-
mak bile olacak. Sonra, istekler üzerinden değil, zaten en güzelin
yazılı olduğu bilincinde, olanlarla O’nunla iletişim kuracağız.
“Üzülmek büyük lüks, yasak bana” deyip, uygulayacağız.
Böylece, iyi hissedip, kendimize ve çevremizdekilere iyi bir ge-
lecek inşa edeceğiz.
Sonradan ve önceden bahsedeceğiz. İşin başından ve sonun-
dan. işin başının sona, sonunun aslına ait olduğunu bileceğiz, bu-
gün. yolların yollara kesiştiğini, insanların insanlara çıktığını…
Aşkı incitmekten korkacağız ama onun yollarından
korkmayacağız.
Başkalarından değil, sevgiden bahsedeceğiz. Kendimize değer
katacağız. Nefreti değil, sevgiyi yaşayacağız ve sevgi ile henüz ta-
nışmamış insanlara yardım etmeye çalışacağız; olmuyorsa, bazen
görmezden geleceğiz. Bazen kötüden kaçmak gerektiğini bileceğiz.
Her cümlemizin bize geri döndüğünü ve gerçekleştiğini fark
edeceğiz.
“Herkes sana bakıyor, bu halinden. sen hiç rahatsız olmuyor
musun?” diyenlere, “Ama ben onlara bakmıyorum” diyeceğiz.
Yeri gelecek, böyle boş vereceğiz.
Bu topraklarda aşk’ı yaşamış ve bize aktarmış Yunus Emre gibi
büyükleri örnek alacağız. Kocaman kocaman ruhların aslında ne-
lerle ilgilendiğini görüp:

64
“Bu işte bir iş var. ben neyle ilgileniyorum?” diye soracağız.
İyi niyetli ve temiz bir kalpten; gerekirse yüksek sesle gerçeği
söyleyeceğiz. Çünkü bazı kulaklara gerçekler bağırarak söylenir,
anlayacağız.
Bir gün balıkçı teknesi boş kalacak. Çünkü sen, ben denizci.
Balık tutmayı bırakmak isteyeceğiz. Bırakacağız. Başka şansımı-
zın olmadığını ve onu değerlendirmemiz gerektiğini anlayıp, çıkar-
larımız doğrultusunda yaşamak için değil, özgür olmak için denize
dalacağız.
Nereden geldiysek, oraya döneceğiz.

65
Yirmi Dokuz: Işık
Yaşamak, bir yakarış; mutlu gözlere bir odaklanış meselesi.
Ortak noktalarda kesişmelerin, bir bütünden bize düşen, her
neyse, yaşamanın kısa öyküsü. Bütün hayatlar, insanlığın ortaklığı;
kendince bir renk, kendince bir yakarış.
Yolumuz bir. Bölünmüş yerlere, barış ve bir ile gidersek olur.
Bu yolda; yaraları, naifliğin gücü ile sarmak, en kolayı.
Kuşkuları, kalp meydanından silmek için inanç ve umut şart.
Karanlık yerlerden çıkmak için, o meydanda bir nurlu ışık ol-
mak, nurun ışığına odaklanmak ve aydınlık saçar olmanın yolu, ça-
kıl taşlarını çarpmaktan geçiyor, belki de. Ya da nurla dolu bir başka
kalp bulmak. Öyle ya, ateşi yakmaya çalışmaktansa, yanmış ateşten
bir parça alıp, ışıklanmak daha makul, daha az zahmetli.
Nasıl ki Yunus Emre'miz, Taptuk'unu bulmuş da hamd ile ma-
naları saçmış.
Böyle olursa, kolayından, üzüntülerin bittiği ve sevinçle-
rin saçıldığı yol açılacaktır. Başarı bizi bulacak, sevgi üzerimize
sabitlenecek…
Göz, bu ışık ile kamaşırsa, ona yönelik pratiğimizi arttırmak ge-
rek. Zamanla.
Hataları görmek gözü karanlığa alıştırır. Göz ile kalp arasındaki
yolu tıkar. Başkalarının hatalarını göre göre büyümek mümkün de-
ğilken, hem de. Onun yerine, aynı göz ile hataları örtebiliriz. Bütün
insanlara yardımcı olabilir, anlayış gösterebilir, sevebiliriz.
Elbette; yağmur, güneş, toprak, gece, sudan öğrenebilir,
Onlar gibi olup nurlarla dolabiliriz.

66
67
Otuz: Bul
Kimimiz -farkında olarak ya da olmadan- bu göğü mavi yeryü-
zünde, misafirliğe devam etmeyi seçiyor. Kimimizse evin sahibinin
istekleri doğrultusunda, onun tarafından kullanılarak, ''dünya'' de-
diğimiz bu eve hizmet etmek için girişimlerde bulunuyor.
Artık, biz de kararını verip, doğru olanı yapıp, ev ile ilgili kendi-
mizden başlayan yolda, etrafımıza yardımcı olmalı, böylece kalıcı
olanın yollarını bulmalıyız.
Ne hoş ki insan kalıcılığının bilincinde olan bir varlık. Yalnızca
yer değiştireceğinin, odadan odaya geçeceğinin farkında. Bunu iti-
raf edebilse de edemezse de sonsuzluğun ya da sonluluk bilinci-
nin sonsuzluk ile bir araya geldiği noktada konuşlanmış bir anlam
araştırmacısı.
İlginçtir ki tam bu noktada, yokluğu da bu bilinç ile tatmakta-
yız. Hani bir laf vardır ‘’İnsanoğlu kuş misali’’ diye. Yokluğu oradan
buraya geçerken deneyimliyor, her an fark ediyoruz.
Ölüp gidenler, hayatın bizden aldıkları ve verdikleri, kendili-
ğinden bulup kaybettiklerimiz ile kapı açılıyor ve bir bakıyoruz ki
bambaşka bir yerdeyiz ya da herkes gitmiş.
Bazense feda ettiklerimiz sayesinde yokluğun bilinci ile tanışı-
yoruz. En önemli adağımız, biz istesek de istemesek de uçup gidi-
yor işte; onun adı, yolumuza serilmiş tülden örtü: Zaman.
Böylece, gündelik olarak ve an ile yokluğu deneyimleyip du-
ruyoruz. Elimizdeki tek seçenek; zamanı iyi değerlendirip, evrene
çok daha sağduyulu davranmak, doğanın içinden bütün varlıklara,
bizim gibi yeryüzünü ziyarete gelmiş tüm yaşayanlara misafirper-
verliğimizi göstermek.
Bunun için kalp odalarımızı temizlemeye başlamalıyız. Çünkü,
dünyayı misafirliğe gelmiş kardeşlerimize, inceliklerle davranma-
lıyız. En azından kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak öyle.
Bu yüzden, içimizdeki ışık alan odaları, kalbimizi temiz tutmalıyız

68
ki bizim gibi burada misafir olanlara, yaşam ortaklarımıza iyi
bakabilelim.
Bu arada evin sahibinin “içeriden” seslendiklerine de kulak ver-
meliyiz. hayatımızı içimiz ile mükemmel bir şekilde kontrol eden
evin sahibi, direktiflerde bulunur çünkü. Bildiğimiz ya da ileride
yaşayacağımız, yaşamakta olduğumuz, bize sonsuz yöntemleri ile
nur olan ilhamlardır, bunlar.
Tıpkı, dünyevi anlamda ikamet ettiğimiz evden internet aracı-
lığı ile herkese bağlandığımız gibi, iç dünyamızın evine bağlanmak
için benzeri bir yol izleyebiliriz.
Bunun için; modem adı: Temiz kalp.
Bağlantı ismi: Bizzat sen.
Şifre: Aşk…
Kalpten büyük bahçe yok. Oraya kimi çağırırsak o gelir. O
doğru zatı, kainatın yaratıcısını Yunus Emre'miz gibi çağıralım ve
bulalım:
''Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlam seni''
Böylece, evin sahibinin bir parçası olmayı, onunla bire bir gö-
rüşmeyi isteyelim.
Sonunda, ‘’Neden bu kadar süredir evimde kalıyorsun?” diye
sormak üzere, insan kendini bulacaktır ya. belki de uzun süredir,
uzak durduğu, evin sahibi “öz”ünü.

69
Otuz Bir: Şehir
İstanbul, güzel ve dağınık bir ev gibi çoğunlukla. Genişleyen ev-
rene öykünmüş sanırım, büyüyüp duruyor. Merkezindeki aşkı hiç
kaybetmeden, bunca işi görüveriyor, hiç uyumadan. Genişledikçe
garipleşen, garipleştikçe de cazibesini arttıran bir masal ev o.
Nedense ilgimizi çeker durur, ağlamak üzere bir çocuksu hal
içinde…
Hoş. Üzgün mü? Neşeli mi? Geniş mi, Dar mı odaları? Belli
değil.
Her seferinde, olmadık bir sokaktan, başka bir sokağa çıkarı-
veriyor sizi. her evin girilmemesi gereken odaları vardır. Onun da
sapılmaması gereken sokakları var, elbette. Oraları bize göre değil.
Böyle İstanbul, hep turist hissediyor insan, hep özgür.
Salonunda sokak kedileri, köpekleri var… Türbelerinden yeşil,
nurlu kokular yükseliyor… Burası insana inanılmaz fırsatlar sunu-
yor, bir de. Öyle, havai şeyler beklemeyin. Çünkü, genellikle, baş-
kalarına yardım etmenin fırsatlarıdır, bunlar.
Yoksa, inanın bu kadar kalabalıkta olmanın anlamı yok.
Hem mutluluk sende, bende değil ki. Senin ile benim aramız-
daki bağda. İşte, İstanbul’da ve aslında yeryüzünde mutlu olmak bu
yüzden, bu kadar kolay. Bağ kurulacak çok canlı var.
Ancak bazen, gri renkten kurtulamıyor insan.
En çok, “Abi, ben çekip gideceğim buradan” lafını duyar olursu-
nuz, konuşmalar derinleşince.
Sanki, Yunus Emre'mizin dünyayı benzettiği şehirdir burası:
''Bu şarun hayalleri dürlü dürlü halleri (Bu şehrin hayalleri türlü
türlü halleri)
Aldamış gafi lleri cazu ayyara benzer (Hayallere kananlar

70
cadılara benzer)''
Bir de yanına, İstanbul’da size ihtiyacı olan da o kadar çoktur ki,
bir el olmanız için. Yalnızca bir tebessümünüzü ya da kaldırımdan
çıkarken tutunuvermesi için sizi bekler güzel yaşlanmış bir nene,
dede. haliyle, Siz de arkadaşlarınızı, tüm işlerinizi beklersiniz, o an
için, iki çift muhabbet için. Bu kadar da basittir mutluluk.
İster süper kahraman olursun İstanbul’da, istersen de kötü
adam. Fark etmez.
Ödünç herhangi bir şeyi, katı ile size vermeye hazır bu yaşadı-
ğımız şehirler, bu kainat.

71
Otuz İki: Mutlu
Kolay kolay olmuyor, büyümek. Kolayını bulana kadar.
Kolayı, hiçbir şeyin boşuna olmadığını bilmekten geçiyor.
Senaryoyu sonradan okuyunca, izleyici: “Bu ondan öyleymiş.
vay be” der ya. Hayatı sondan okuyunca, her şey yerli yerine otu-
ruyor. Bilmediğimiz onca etkenine rağmen; çılgın bir matematik,
çılgın bir var oluş ile kendini gösteriyor.
Zor dediğimizse, bazen doğru an için biraz beklememiz gerek-
tiğini söylüyor. Haberimiz yok. Bazen de daha iyisi için bizi durdu-
ruyor. Söyleniyoruz.
Yunus Emre'miz bize, mutluluğun anahtarının sabırdan geçti-
ğini de sesleniyor:
''Anunçün sabrdur ‘atayi devlet (Karşılıksız en büyük mutluluk
sabırdır)
Ki sabr eyler kamu müfsidleri mat (Sabır bütün bozguncuları
mat eder)''
Bir bilenin, “Dur, zamanı var” diyeni, kendimiz olduğumuzday-
sa, kolaylaşıyor hayat.
Sabretmenin olayı, kolayı bu: Anlayışımızı, zaman ve hayat ile
barıştırmak. “Gerçek elbette hayırlıdır” cümlesini, kalbe, zihne yer-
leştirmek, hayrın yanında kolayı, en güzeli, en zengini, en bereket-
lisini istemek; “Sonra kolayı seni, beni bulur, sağlamasını hayatımı-
za getirir” diyebilmek.
Hani bebek bazen, bu dünyaya gelmek istemez ya. Bekletir…
Bekletir… Sonra da geldi mi de bir çığlık atar. Herkes mutluluktan
ağlar. O da gelecek günlerin mutluluğundan…
Her ne olursa, tıpkı insanın sevgilisi için düşündükleri gibi ha-
yat da bizim için düşünüyor. Bize öyle davranıyor. Biz hayata ne
verirsek, onu bize geri sunuyor. Hayat cömertliğini ve adaletini hep

72
koruyor.
Hayat bize sunacağı mutluluk konusunda çok ciddi davranıyor.

73
Otuz Üç: Kardeş
Beyaz bir sayfa ya da akıp giden temiz bir su gibi yaşamak için
orta yolu bulup dengeyi tutturmak gerekiyor.
Hayat bir ip. İpin üzerindeki iyi niyetli cambazlar, biz. Nasıl ki
gerçek cambazların bir disiplini varsa, insan olmanın da bir takım,
evrensel ve insani kuralları var. Dışarısı diye bir şey yokken, kendi
içimizde bulabileceğimiz, kolay uygulanabilir kurallar bunlar.
Bu disiplini edinirken, insan kendini sağlamlaştırırken, bir
başkasına, bir aynaya ihtiyaç duyabiliyor. Özü sözü bir birisini
bulup, dinlemek; yaşanmış deneyimleri bir daha deneyimleyip,
Amerika’yı yeniden keşfetmemek ve değerli vakti kaybetmemek
için en kestirme yol gibi gözüküyor.
Yakınlaşabiliyorsak kendimize, sözlerle kalbimize, bir başkası
ile ruhumuza bir kulak vermek en kolayı. Gün içindeki dengeli ha-
limizse, ideal bir hayat sürmemiz, ipten aşağıya düşmememiz için
elzem.
Bu orta yolda; kendimize, sahip olduklarımıza ve ahlakımıza
karşı sorumluluklarımız var. Evrensel olarak doğrulukları sabit, be-
nimsediğimiz ve hayatın bize karşı tutumu ile sağlamlaştırdığımız
bu kuralları korumamız gerekiyor.
Eskileri çöpe atıp yeni prensipler ile yenilenmek, en azından
denemeye değer bir şey.
Kini ve bizi hiçbir yere götürmeyen toplumsal, bireysel saplan-
tıları bir yere bıraktıysak ve bütün insanların kardeşliğini kavrama-
ya başladıysak, kendi öz insaniyetimize daha da yakınızdır.
Nasıl demiş Yunus Emre'miz kutlu sözünde:
''Erenler buna kalmadı vardı yoluna turmadı (Erenler geldi geç-
ti kalmadı)
Hakk’ı girçek sevenlere cümle âlem kardaş gelür (Gerçekten
Hakk’ı sevenlere cümle âlem kardeş gelir)''

74
Hayata karşı; ipin üzerindeki iyi niyetli hassasiyet, her an gös-
terilmeyi bekliyor.

75
Otuz Dört: Zaman
Yaşta zamanı kullanıyoruz. Ayrı ayrı yaşlardayız diyoruz: “O
bizden yaşça büyük, bu genç. O daha çocuk''. Oysa zamanın, saat-
lerin, toprağın, herkese davranış biçimi aynı. mekanda olduğu gibi,
zamanda da aynı yerde toplanmışız.
''Eğer saatlerle gösterilebiliyorsa zaman, bu dönüş nedir?” diye
sorduğumuz yok.
Gelmiş, geçmiş her şey ile yaşıt olmasak da zamandaşız, işte.
Değişmiyor, günlerin dönüşü, tavrı. Özgürlük alanlarımız gibi,
belli kurallar ile çevrelenmişiz. Özgür ama çerçeveliyiz.
Özgürlüğün çerçevesi ise zamanın ta kendisi. Suda akan bir tah-
ta parçası gibi, akıyor o da.
Bir anda toplanıveriyoruz, zamanın etrafında. Biz mi dönü-
yoruz, kendi etrafımızda, yoksa o mu dönüyor? Karıştırıyoruz.
Çünkü kendi dünyamızdan tüm evreni çevrelemiş, sınırsız zamanı
anlamaya çalışıyoruz. Olmuyor. Anlayıp çözmeye çalışmak yeter-
siz kalıyor, elbette. Hissedip akışa bırakmak gerek her şeyi.
Bak. Kimler gelip geçti. Biz de geldik, geçiyoruz.
İşte, saatlerin tavrı aynı.
Peki, gezegenlerde nasıl bu iş? Diyelim ki, Dünya’ya göre
Güneş’in etrafında daha yavaş dönen yaşça küçük gezegenler,
Dünya Dede’lerine: “Senin turun da çok hızlı, yaşlısın ama hala
maşallah” diyor mudur? Veya, Güneş’in etrafında daha hızlı dön-
düğü için yaşça büyük ama var oluş süresine göre genç gezegenler,
“Merhaba. Kafan biraz karışabilir. Aslında, senden yaşça büyüğüm
ama senden burada bulunduğum süreye göre çok daha gencim” di-
yorsa, biraz garip olmaz mı?
Sonuçta, evimiz burası, hem çok genç hem çok yaşlı; aynı anda.
Biz kişisel tarihlerimize dönelim. Ve biz hangi yaşta olursak

76
olalım, orada, geçmiş, gelecek ve şimdide saklı, ölümsüz ruhuyla,
zaman ve mekandan ayrı o sevgiliyle bir olan Yunus Emre'mize,
yine onun sözüyle bir selam edelim:
''Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun''

77
Otuz Beş: Yağmur
Yağmurun gücü her şeye yeter. taşı verimli toprağa çeviren mü-
tevazı küçük damlaları ile geldiği yeri, bulutların gücünü bilir.
Güç küçülmekten geçer.
Koskoca hayata minik bir bebek olarak başladık hepimiz. Kim
önemsiz ve değersiz görebilir ki insan yaşamının ilk yıllarındaki bu
“güçsüz” halini?
Yağmur da böyle. minik damlalardan koskoca bahçelere hayat
getirir. Koca ağaçlar o minik damlalara karşı ellerini kaldırırlar,
sonra da şakır şakır bir yağmur yağar.
Herkes hayatına yağmuru farklı şekillerde çağırır. Birisi, şarkı-
lar söyler, kendinde bir kalbin olduğunu fark eder, bir eşini bulur.
O hayata yağmur yağar. Bazıları, yağmur olur. Orada, bulutların
bulunduğu yerde kalır. Bir başkası, yola çıkar, zorluklar kolaya
dönüşür. Kendi duygu gemisini yağmurların üzerinde yüzdürür.
Bazılarına ise yağmur hiç durmadan yağar. Hayatlarındaki ateşlere
karşı, o ateşler içinde yapılan fedakarlıklara ödül. Kimi ise yağmu-
run denizinde boğulur, sonra kurtulur. Yağmuru anlar. Yağmuru se-
ver. o da yağmur olur. Biri yalnızca diler, hem yağmuru hem bulutu
hem suyu hem denizi. Yağmuru sonsuz olur.
Her hayat, aslında yağmurla doğar. Verimli topraklar kuru-
yunca, yağmur, merhametlidir, tekrar yetişir. Yardım gibi yetişir
yağmur.
En hararetli anda bir anda gökyüzünden insan yüzüne iner.
İnsansa yağmuru, bazen bulutların üzerinden bazen yağmurun
içinden, yaşar ve seyreder.
Bazen de Yunus Emre'mizin sözüne kulak verir ve orada bulur
yağmurun kutsallığını:
''Yıldırım olup şakıyan gökde melaik (melekler) dokuyan
Bulutlara hüküm süren yağmur olup yağan benem''

78
79
Otuz Altı: Un
Yaşam sürecinde, olmak bitmek bilmiyor. Her gün, her yeni an,
yeni bir oluşumla bizde kendini gerçekleştiriyor.
Hayat, bir aşçının ellerindeki hamur gibi bizi şekillendiriyor.
Bizi biz yapmak için anlayamayacağımız kadar büyük güzelliklerle
yeteneğini sergiliyor.
Su ile merhamet katıyor bize, un ile bilgelik, yumurta ile can.
Hamur işinin ehli ellerde yoğrulurken, bir yandan işe girişiyo-
ruz ve biz de kendi ellerimizle kendimizi şekillendirmeye çalışı-
yoruz. Değişmez bir gücün, hayat olarak yeniden hayatın gücünü
paylaşıyoruz.
Bir fidandan kocaman bir ağaç; doğadaki yaşayan binlerce var-
lık için bir yaşam alanı olurken, bizden de büyüdükçe, yıldızlar, ge-
zegenlerle süslü göğü ile kocaman bir evren oluşuyor.
Bu gökyüzünde, binlerce histen, bilgiden, yokluğa doğru geçi-
yoruz. Nefes alıp, nefes vermenin küçük ama sağlam adımları ile
ilerliyoruz. Başkalarını kırmamak için gösterdiğimiz hassasiyet art-
tıkça büyüyoruz. Kendimizden uzaya yaptığımız zengin radyo ya-
yınının içeriğini vicdana, temiz kalbe yakın tuttukça insanlaşıyoruz.
Kendimizden, insandan başka çıkacak kapımız yok.
Bunu anlıyoruz.
Affetmeyi öğrendikçe, yaptığımız hataların farkına vardıkça,
yaşamanın ciddi bir şey olduğunu idrak ettikçe pişiyoruz. Bugün,
yarından ziyade, şimdiyi kazandıkça; Yunus Emre gibi ''Aşk iledir
işim benim'' diyen erenlerin, olgun kişilerin izlerini takip ettikçe
oluyoruz.
Her koşulda gülümsemeyi bildikçe büyüyoruz.

80
81
Otuz Yedi: Çerçeve
Yeryüzünde her şey karşıtı ile mevcut. Hem de karşıtına dönüş-
mek, onu üretmek adına. Karşıtlardan kazanacak olan ise çoğala-
bilme, hayata daha fazla dokunabilme yeteneğine sahip olan.
Bu noktada; zor, eninde sonunda kolaya dönüşüyor. Kabuk ol-
madan tohum olmuyor. Böyleyken, her şey gibi “özgürlük” ve “ku-
rallar” ile onlara karşı takındığımız tavır da daha anlamlı hale gelme
yönünde belirginleşebiliyor.
Bir gün gereksiz bulup algılayamadığımız kurallar, ertesi gün
özgürlüğümüzü sağladıkları için orada duruyorlar. Fotoğraflar bile
güzel çerçeveleri ile varken ve hayatın en büyük sihri düşman say-
dıklarımızı dost kılabilme gücüyken, özgürlüğe çıkan yol da kural-
larla var oluyor. Aşkta bile kural olmazsa olmuyor ki ne güzel demiş
Yunus Emre'miz:
''Sarrafl arun katında kaide şöyle durur (Sarraflar arasında kural
şöyledir)
Kadrin bilmez kişiye göstermedi gevherin (Kadir bilmeyen ki-
şiye göstermez cevherini)''
Bu sebeple, kuralın adını iyiye yakın saymamız gerekli.
Deneyimleyip, anlıyoruz.
Elbette, kendi kendimize pişirip, yediğimiz yasaklamalar, baş-
ka. başkalarının haklarına tecavüz eden, mutluluğa ve ifade etmeye
yol açmayan, bizi buradan ileriye götürmediği gibi geriye adım at-
mamıza sebep olacak engellemeler, sansürlerden kaçınmalı.
Kendimizi dinleyip, içimizde, sevgiye açılan kapıların kilitlerini
kaldırmalıyız. Başkaları hakkında varlığımız yasaklamacı yargılar
konusunda hassasiyet geliştirmeliyiz. Doğruları yakalamak için,
deneyimle sabitlenmiş, uyulması gereken, benimsediğimiz kural-
lar ile duygu ve düşüncelerimize engel koyan yasakların ayrımını
yapmalıyız.

82
Bir arkadaşın, “Bunu yaparsan daha kolay olur’’; bir ustanın,
“Bu dansta bu adım atılır, bu resimde bu boyayı kullanırsan renk
böyle olur” diye belirttiği deneyimlerden doğmuş, hayatımıza tat
verecek kurallar uyulması gereken. Zor durumlarda yapamadığı-
mız halde olacak, hatta daha güzel olabilecek, denenebilen kural-
lar, bunlar. Bir hayat öğretisinin bizdeki, bedenimiz, ruhumuzdaki
rengi, boyutu, anlayışı, bilinci, binlerce farklı görüyü ortaya çıkar-
mamızı sağlayabilen maddeleri gibi daha çok.
Aslında insan; her şey gibi yaklaşması ve uzak durması gereken
duyguları, durumları çok iyi biliyor. Vicdan içimizde, bedenimize,
ruhumuza bu konuda polislik yapmakta. Doğru bulunmayacak her
türlü durum için düdüğünü çalmaya hazır.
Vicdan, güzel ağırlanması gereken bir misafir. Ona kulak verip,
onun sözünü ciddiye alana kadar bizde. O, hiç yasak bilmeden ama
belli kuralların içinde.

83
Otuz Sekiz: Çiçek
Çiçeklerden öğrenilecek çok şey var.
‘’Bir kere de çiçek bakalım’’ dedim ve en yakın çiçekçiye gidip
birkaç tohum aldım.
Adları ayçiçeği ama bunlar daha sonra güne bakacaklar.
Kocaman, sevimli yüzlerini kocaman sapsarı Güneş’e çevirmek
üzere, takip edecekler onu. Dışarıdan, oldukları yerden, hayattan
haber almak için dinleyecek, dinlenecekler ve bir yandan da yaşa-
ma görevlerini yerine getirecekler.
Her gün yeni bir şey oluyor. Her gün, kendi yepyeni yüzünü
bize göstermek için heyecan duyuyor. Bunu bazen bir çiçeğin nez-
dinde yapıyor gün: Onlar bize şık kıyafetleri ile gülümsemek ve
toprağın nemimden bile neler yapılabileceğini göstermek için var-
lar. Her selamı alıyorlar ve akılları da kalpleri de hep ışıkta.
Durum böyle olunca, bizim bunlardan eksiğimiz ne ki sorusu
akla geliyor:
İçimizdeki merhamet duygusu nereye gitti?
Güvendiğimiz, kök saldığımız kaplar kırılınca nasıl davrandığı-
mızı, bir rüzgar ile yıkılabilecek güvencelerimiz elimizden gittiğin-
de ne yapacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
Bu yaşa kadar bildiklerimizi ceplerimize doldurduk.
Öğrendiklerimizi işlemenin ve onlara kıymet verdiğimizi gös-
termenin yollarını bulmalıyız. Artık, düşüncelerimizin başını, se-
lim duygularımız ile okşamanın hazzını öğrenmeliyiz. Böylece,
belki de sorulara cesaretle yanıtlar verebilecek, hatta sorunun ve
yanıtın olmadığı bir yerde Yunus Emre'mizin sarı çiçekten gördü-
ğünü görmeye yol alabilecek, hayata güvenle, hoş duygularla kucak
açabileceğiz.
Son tahlilde, bizi farklı kılan, rengimizi ortaya koyan nasıl his-
settiğimiz. Zaten, doğru hissetmeyen birisinin doğru düşündüğü

84
görülmüş şey değil. Bu yolda ise, aradaki dengeyi bulmanın en kes-
tirme yolunda, takınacağımız tavır aslında oldukça basit: Doğanın
bize öğrettiği üzere, yer ve gök arasındaki denge ve işleyişte olduğu
gibi kalmak ve ortak kardeşimiz toprağın yaptığı gibi yaşayan hiç-
bir şeyi ayırt etmeden verebilmek.
Çiçekler bu yolda, ağırlıklarını, bilgelikleri ile tersten yükle-
nirler ve durdukları yerde tekdüzelikten çıkmışlardır. Toprağın çi-
çeklere, her gün anlatacağı yeni bir hikaye, ufak veya hayati önem
taşıyan bilgileri vardır. Bunlar bazen insanı hayrete düşüren gerçek
hikayelerdir: Tarihin ta en başından beri insanları nasıl öğütüp
durduğundan dem vurur. Bazen savaşlardan bazen de üzerinde
yaşanan çok büyük aşklardan bahseder. Bazen ona söylenen sırları
çiçeğe açıp açmamak konusunda tereddüte düşer… Böyle anlaşıp
devam ederler.
Başlarından aşağıya dökülen suların da yapraklara anlatacakları
vardır, elbette. Ne kadar çok yol sarf ettiğini ama yine de hep duru
kalmayı başardığını söyler, su. Evini yeryüzünde bulmuş çiçeğe
göklerden bahseder. Belki de toprağın o denli derinliğine inmek
için yıllarını vermesi gerekecek çiçeğe, köklerinin aşağısında neler
olduğunu, nelerle karşılaşabileceğinin bilgisini neşe ve serinlik ile
fısıldar.
Çiçeğin söyledikleri ise her şeyi özünde saklamasında gizli
olmalı.
Ufacık bir nokta kadarken, büyüyüp çiçekler açıp, miskleri
Güneş’in renkleri ile bize sunmasında, rüzgarın oyuncu tavrına
gülümsemesinde.

85
Otuz Dokuz: Çocuk
Evimizin odaları olduğu gibi, kendimiz ile kurduğumuz ilişkile-
rimizin de farklı farklı odaları var. O ilişkiler bizim minik sarayımız.
Bu sarayda, kullanım ihtiyaçlarımıza ve kim olduğumuza göre
ilgili yönlere ilerliyoruz. Bir salonda, bir mutfakta, bir oturma
odasında…
Hayat ise bu odaların çatısını oluşturuyor.
Farklı evlere uğruyor, bazen yol gösteren bazen de yol gösteri-
len oluyoruz.
Koridorlarımız çıkacağımız odaları belirliyor.
Kendi odamızın genişliği kadar…
Kendi amacımız kadar…
Dışarıdaki bahçenin ferahlığı, alanı kadar…
Tüm bunlar, birbirine değen sınırlardan oluşuyor.
Sınır, kimi için gökyüzü iken, bir başkası içinse görülebilen
uzay oluyor.
Kimisi, gök ya da uzay ile sınırlı; özgürlük amaçlarına ulaşmak
istiyor.
Başkaları ise bahçeye, sokağa çıkmanın derdi ile boyutsuz, for-
msuz, bütün olan tek şeyi, kendi kendine herhangi bir kural koy-
madan, sınırsızlığı arzu ediyor.
Asıl kimliğimiz ise, yanılsamanın ardında bulunmakta. Şifre;
hayatın, bu yanılsamayı, yok etmek için çalışan muhalif bir çocuk
olduğunu fark etmemizde gizli.
Duvarların olmadığı hayali ile değil; var gibi yapan duvarların,
seslerin, yankıların, doğru noktadan bakılınca, zaten olmadığını
bilerek.

86
Çatı sonsuzluk ile yüksek. tam da burada.
Hikayedeki çıplak kralın da çocuğun da “biz” olduğumuzu bil-
memiz gerekiyor.
Her ne okuyor, her ne seyrediyorsak ve nasıl değerlendiriyor-
sak tam olarak öyleyiz.
İçimizdeki çocuk; yine içimizdeki güç delisi, dokunulmaz gibi
davranan kralın çıplaklığına bağırıyor. Kendi içimizdeki çoğunluk,
güvenliğin kraldan geleceğini sanıp, onun yanılsamasına kapılmış
olsa da.
Oysa krallar günden güne değişiyorken, çocuklar hep aynı. ki
onlar, “Kral sensin. Artık korkma çıplaklığından” diye bağırıyorlar,
bize.
Kolay. Çocuğun bulunduğu, o tek noktadan, çoğalabiliriz.
Yunus Emre'mizin işaret ettiği üzere:
''Ki bunca dürlü (türlü) muhmel (kötülük) bu sarayda
Gele bize diyü dostı kim ayda (Dost gelecek diye kim
söyleyebilir)''
Kalp sarayımızı temizleyip, sevgilere teslim olarak hapishane-
den kurtulabiliriz.

87
Kırk: Yapboz
Bir şeymiş gibi olanların, hiçbir şey yapamadıklarını, yalnızca
“gibi” olabildiklerini biliyoruz. Ne kadar hiç olunursa, hiç ile ne ka-
dar tanışılırsa, o kadar insanlığa yaklaşıldığına da tanık oluyoruz.
Uzaydaki derin karanlığı doldurmak için çalışan, bütün karan-
lıkları yıkamak için var olan ışığın matematiği, kendimize ait kalp,
zihin evrenlerimizde olup bitenler için de geçerli.
Hayattaki bütün yokluklar, her şey, gerçek varlık tarafından dol-
durulmayı bekliyorlar. Doldurulup dönüşüyorlar.
Bu gezegende, birbirimizden başka hiçbir şey yok. Senin benim
ile ve benim senin ile olan ilişkim, bütün olan bitenin haline mini
bir örnek...
Hem yeryüzü olmasa bizim ne anlamımız olurdu?
Ya da insan olmasa kainatın?
Aslında, insan ve yeryüzü, iki uyumlu dost gibi. Hepimiz bir
yapbozun renk parçalarıyız. Birbirimizi tamamlıyoruz. “Bu yapboz
parçası ile tamamlanamam’’ dediğimiz her an, bir bütünlüğü oluş-
turmayı kaçırıyoruz.
Başka hayatlara saygı, ilgi ve sevgi duymamak, en azından kaçı-
rılan bir hikayedir.
Ve sevgiyi hazmetmek; yaşarken öğrenebileceğimiz, yegane
derslerden biri.
Uzakta, orada burada bulanabilecek bir şey yok.
En sevdiğimiz, bütün bizler, senler zaten bizde.
Yapbozun parçalarını; bilip, bulup, her birine anlayış göster-
mek, amaç ve sebebimiz; işimiz. Yunus Emre'mizin işaret ettiği
üzere:

88
''Gelün tanışık idelüm işün kolayın tutalum
Sevelüm sevilelüm dünya kimseye kalmaz''

89
Kırk Bir: Bebek
Bir bebek, yeryüzüne gözlerini açtığı ilk anda neler hissediyor
acaba?
“Neler oldu? Nereden, nerelere geldik be kardeşim?” diyor mu-
dur ki o an?
Düşünsenize. Elden ele bir olayın tam ortasında. Etraf flu, se-
vinç nidaları, garip bir çığlık… Hop, birden bire sütün tadı… Pek
kolay olmamalı ilk an. Sonra sonra, ilk adımlar, ilk sözler… Sevgi
ve emek ile bağlar kuruluyor, gün ile. Tıpkı annemizle aramızda
olan göbek bağı gibi.
Bir bakmış ki bebek, kendi bedeni dahil her şey emaneten onun
için görevde.
Biz ki o bebektik bir zamanlar, sonra büyümüş sayıldık:
Böylece, yeni bir yol açılıverdi. Yerlerin yolları, emeklesek de bit-
medi. Koşsak da uçsak da.
Aslında, değişen pek bir şey olmadı, görüldüğü gibi, o ilk an-
dan sonra. Zorlukları yenmek için biraz aralık gerekti. İnsanlardan
uzaklaşıp, belki yalnızca sevdiklerimizin bize dokunabileceği me-
safeden hayata bakmak. Ninni gibi güzel şarkılar dinlemek, iyi bir
film izlemek belki de. Çoğu zaman da güvendiklerimizden iyi bir
öğüt almak, Yunus Emre gibi büyüklerin hatrında, Güven bulmak;
düşüncelerimizi, hislerimizi, kucaklanıp ‘’pış pış’’ yapılan, bir be-
bek gibi yatıştırdı, doğru olanı gösterdi.
Sevgi ile dokunduk birbirimize ve her seferinde kendimize sa-
rıldık, aslında. Tüm bunlar oluyorken, tıpkı annemiz gibi, o, kal-
bimizde konaklayan güç, bizi şefkatle izledi. Şımarıp, olmayacak
şeyler için ağlasak da bazen olmuyor diye istediklerimiz, inat etsek
de bizi hep sevdi.
Hayat bu: Bize el oldu. Yardım için elimizi tuttu. Ses oldu, öğüt
verdi. Kuş oldu, onun sayesinde, acımız neşeye döndü. Tanıdık bir
sima oldu, kucak açtı. Merhamet ile sarıldı bize…

90
Velhasıl, başka yolu yoktur:
Sevgi ile büyür bebek.

91
Kırk İki: Çözüm
Birine darılacak olsak odalar daralıyor. Odalardan kaçalım de-
sek, sokaklar daralıyor. Dar geliyor.
Türkçe; duygu, durumlar ile ilişkilerini biz çözelim diye
kurmuş:
Darılırsak, daralıyor.
Öfkelendiğimiz, kızdığımız ve kafamızda kavga edip durduğu-
muz kişilerle, biz konuşana kadar olmuyor. Çözüme ulaşmak için
fedakarlık yapmadan, ferah nedir bilmiyor hayat.
Bir türlü rahat vermiyoruz kendi kendimize, iç konuşmalarla.
O iç konuşmalar, bitmek tükenmek bilmeden uzayıp gidiyor. Karşı
tarafla diyalog kurduğumuz da ise bir bakıyoruz ki kafamızdaki ile
gerçeğin alakası, ilgisi yokmuş. Kurgularımız ile hayat bazen hiç ör-
tüşmüyormuş. Bazen yalnızca ifade etmekgerekiyormuş.
Kimin haklı olduğunun hiçbir önemi yokken, kendimizi karşı
tarafın yerine koymadan, değerli bir hediye olan vaktimiz çatışma
ile gidiyor. Vakit kaybediyoruz. Herkesin bir kalbi olduğunu unut-
tuğumuz için kaybetmiş oluyoruz. Bu, savaşta iki tarafın da ölüp,
birinin nedense “kazanmış” sayılması gibi.
Dünya hali… Bir de derler ki: “Güçsüz olduğum için belki de
iyi olmayı seçtim ya da iyiyim diye güçsüz görünüyorum ve insan-
lar beni suistimal ediyor''. Oysa, iyi niyetin içinde zaten karşı tara-
fın olumsuzluğunu eritmek var.
Hem “Ben iyiyim.” demek zaten, “Ben iyi hissediyorum.” de-
mek değil mi?
Bu noktada, Buda’nın dediğini tersten okumak lazım: “Öfkeniz
yüzünden cezalandırılmayacaksınız, öfkeniz tarafından cezalandı-
rılacaksınız’’. Gidecekken bir gün buradan ve dün oluyorsa bütün
günler, kendi kendimizi cezalandırmak anlamlı değil.
Acıyorsa, yanlış yerden tattığımız için. olmuyorsa, kendimizi

92
kendimiz ile zorlamadığımız, başkalarını zorladığımız için.
Yardımı ve yararı nereden alacağız, peki?
Bak, güç sevgiden gelir.
Bak, hayatına dokunmuş tüm insanlar sana rağmen seninle,
seni güçlü kılmak için.
Yunus Emre'yi anımsayalım. Ne demiş: ‘’Sevelim, sevilelim, işi
kolay kılalım. Bu dünya kimseye kalmaz’’.

93
Kırk Üç: Şimdi
Kendine nasıl davranıyorsa, çevresine de öyle davranıyor insan.
Biraz aceleci olunca, hem karşı tarafı hem de kendi sınırlarımı-
zı, zamanımızı daraltmış oluyoruz. Bu “herkese göre” çağda, her
şeyi hızlıca yapmanın sonuçlarını hep beraber yaşıyoruz. “Hızlı
yaşa” bir cümle olarak bile, eninde sonunda, “Hiçbir şey yaşama”ya
dönüşüyor.
Bütün bir hayat boyunca, bir yere yetişecekmiş gibi davranıp,
sonunda da aynı hızla, uçurumun kıyısından aşağıya düşebiliriz.
Hem de gelecek ve geçmiş ile doluluğumuzdan hiçbir şeyi tatma-
dan, hiçbir rengi görmeden…
Bu yetişme, günlük hayatımızdan başlıyor. Hayalimizdeki bir
ana istinaden de gerçekleşebiliyor, orada ya da burada geçireceği-
miz bir duruma atfen de.
''Şuraya gideyim daha iyi olur.”
“Orada şöyle davranırım, burada da bunu söylerim.”
“Şimdi değil, biraz sonra.”
Bunları söyleyip uygularken, şimdiki halimize biraz ayıp etmiş
olmuyor muyuz? Şimdi ne söylediğimiz, kim olduğumuz, kimin-
le olduğumuz ve ne düşündüğümüze biraz yazık etmiş olmuyor
muyuz? Üstelik, şu an dışında kaçırabileceğimiz hiçbir şey yokken.
Hem de her şey bir zamanlar “şu an”da olmuşken.
Zamanın içine saklanıp orada sabitlenerek, sakinlik ile hallet-
meliyiz bütün meselemizi. Zira sakin olmadan, incelik de mümkün
değil. sakin olmadan, bir konuşma bile homurtudan başka bir şeye
benzemez ki. Sakin olmadan, doğaya, çevremize, yakınlarımıza
karşı tutumumuzda duyarlılık, nezaket mümkün değil…
Bu ağırbaşlılık ile hayata bizi yaşayabilmesi için süre tanımalı.
Biraz boş kağıt verip içini hayat ile doldurmalı. Kağıt boş da kala-
bilir ancak bir sürü ıvır zıvır yerine, en azından hayatın kendisiyle

94
sade...
Tam olarak böyle hissederek, düşünerek, öncesini, sonrasını ta-
sarlamadan, akıp gitmek… Belirsizliğe açılmak, onu kabul edecek
cesareti gösterebilmek.
Her şey birer yol gösterici işaret; bazen anlamasak ve hızımız
yüzünden gözden kaçırsak da. Ne zamana kadar bu aceleci tavırla,
anda kendimize uyanmadan vakit kaybedeceğiz?
Yunus Emre'mizin bize aslını, şu deyişiyle bildirdiği dünya için
daha ne kadar şimdiyi kaçıracağız?
''Ko sevme düyeyi (Bırak sevme dünyayı), kim kala senden
(senden sonrakilere kalacak).
Dilersen dilemezsen ala senden (İstesen de istemesen de onu
senden alacaklar.)''
Belli ki ne varsa, dünyanın bir yerlerinde değil; kalpte, şimdide
saklı.

95
Kırk Dört: Deniz
Sevgiye susuz insanlık, sağduyusunu takip ederek bulabilir; bu
susuz, katı maddeler dünyasının çölünde, aradığı o meşhur sonsuz-
luk denizini.
İnsanın, kendi algısından başka kimse yoktur ya burada.
Dışarıda da değildir, çöl de deniz de.
İnsan ikizdir. Kendi içinde.
Hangi sesin eko yaptığını, benliğinde, iyi tahlil etmelidir.
İki tane çocuk vardır, insanın içinde. Biri sürekli konuşur, engel-
ler çıkarır. Diğeri onu sakinleştirir, sever, “Kardeşim, yine başladın”
diye, gülümseyerek.
Kendi kendinin sahibi insan, hayatın gözetiminde.
Onu koruyan, kuş gibi kanat çırparak sonsuza uzanan kalptir. O
kalp ki karanlıkta bir fenere dönüşür. Yolu aydınlatır. Güneş’i bu-
landan ise zaten karanlıklar uzaklaşır.
Başkaları ile yan yana olduğumuzda bile, herkes kendi dünya-
sındadır ya. Kendi gerçeklerine dikkatle, ciddiyetle ve mertçe sahip
çıkmalı, dayanmalıdır insan, neşe ve mutlulukla. Böylece, vicdanın
sorumluluğu, mutluluk ve özgürlüğün kapılarını açar.
İnsan, kendi kendine bitmez bir yolculuğa başlamıştır çölden,
denize.
Ve Yunus Emre'miz bize sorar:
''Tağlar aşup berye çeküp iy uzak sefer idenler (Dağları aşıp çöl-
leri geçip uzaklara gidenler)
İstedüğün sendeyiken acep bunca sefer durur (İstediğin sen-
deyken bu yolculuk nereyedir.)''

96
97
Kırk Beş: Çınar
Güç başkalarını yargılamamaktan geçiyor. Doğanın havası,
suyu, gecesi, gündüzü gibi... Üzerimize, hayatımıza konaklayanları,
elimizden geldiğince sevmek; tüm kalbimizi açmak, ne varsa pay-
laşmak, büyümeyi kolaylaştırıyor.
Düşünsenize, bir insanın bilinç olarak bir çınar olduğunu. O
kadar büyümesi, nasıl zor hale gelirdi?
“Bu üzerime konmasın. Bu karıncalar kırmızı, bunların boyut-
ları biraz büyük.”
“Senin o kadar yukarı çıkman için biraz daha büyümen gerek.”
“Yok yok. Orası olmaz. Orası fazla güneşli…”
O, bu; bir sürü gereksiz kural. Zihnin çizdiği, bir sürü sınır. Ve
sonuçta elde kalan bir sürü yargı ve kendi kendine örgülenmiş tel-
ler, kilitler... Böylece zamanla çürümüş, küçülmüş bir var oluş…
Hayatı olduğu gibi kabul etmek, içimizdeki bizi kabul etmek-
ten geçiyor. Bizzat hayatın kendisi olduğumuzu unutmadan, hayata
kendimizi, bizi şekillendirmesi ve büyütmesi için bırakıp, onu izler
hale gelmeliyiz. Nitekim biz istesek de istemesek de öyle oluyor ya.
Başkalarında gördüğümüz her şey, istisnasız, kendi yargıları-
mız. yargılar zihnimizde: Söz ile yankılanıyor. sanal görüntüler ile
kendini kanıtlamaya çalışıyor. İnanacağımız şey hayatken, kendi
dar görüşümüzde sıkışıp kalıyoruz.
Olumlu bir tablo çiziyoruz. Olmuyor. İnsanlara kızıyoruz.
Olumsuz bir tablo çiziyoruz. Olmuyor. Şaşırıyoruz.
Dışarıya gösterdiğimiz, içeriden taşan o kızgın öğretmen, ah-
laksız ahlak bekçisi, dışımızda hangi çocukları azarlayıp, mutsuz
ediyor? İnsanları doğdukları yere, inançlarına, cinsiyetlerine, ter-
cihlerine göre yargılarken, yardımın ve hayatlara anlam katma-
nın yüceliğini tercih etmek yerine, mahkemenin yargıcı olmaya

98
çalıştığımızın farkında mıyız? Bu bizim harcımız değil…
İnsanın harcı: Çınar olmak. Üzerimize düşen hayata razı olup,
renkli yaprak ve çiçekler gibi kabul etmek. İnsanın harcı, yargılarını
değil; her yeni günü doyasıya yaşamak.
Ne güzel müjdelemiş Yunus Emre'miz:
''Yeni dirlik (yaşam) yeni nasib yeni gün
Yeni tertib (düzen) yeni iş yeni dügün (düğün)''

99
Kırk Altı: Değer
İyi bir kalpten duyulan sözden fayda gelir. Öyle ki ne demiş
Yunus Emre'miz:
''Gönüllerin pasını ger sileyim dirisen (dersen)
Şol sözi söylegil kim ol sözün hulasasıdur (Öyle söz söyle ki
tesirlisi ve iyisi olsun).''
Kalp zengin. Kelimeler kuvvetli.
Şifalı, iyicil nefesten daha yumuşak bir döşek yok, apaçık.
Onunla şekillenmiş cümleler, yaraları iyileştirir, üzerinde dinlendi-
rir. Hatta çok yakınsak ona, o bize ev olur, içinde konaklarız.
Affetmekten daha zengin bir yol yok.
Sen ile ben arasındaki bütün olabilecekleri gösterir o. Bu olana
yetişmek demektir. Sözünle, kalbinle affet, bereket gelsin.
Zenginlik bitmez: Yol zengin. Güç sevgiden gelir. Yola çıktığı-
mızda edindiğimiz deneyimlerin yanında pahanın sözü edilemez.
Yol, mesafe demektir ki, birçok şey gibi, doğru ve yanlış da bir
mesafe meselesi. Sevgi, dostluk, kardeşlik, iyi algılama, yeryüzü ile
bütün ilişkimiz, bütün zaman, diğerine göre, dışarıda farz ettiğimiz
her şeye göre, kendimizi konumlama, İfade etme hali. Öyleyse,
doğru söyler, davranırsak, biz doğruya yaklaşır ya da uzaklaşırız.
Diğer her şey gibi, doğrunun bize ihtiyacı yokken, ona ya uzağızdır
ya yakın.
İzlediğim bir belgeselde, “Zengin balıkçı olmaz” diyordu, yü-
zünde kahkaha atan bir ifade ile balıkçı. Belli ki birçok şeyin ne-
denini anlamış, denize uzun uzun bakmış. Balıklarını tutup, biraz
sahilde turlayıp, tekrar denize açılacak… Biliyor. Esas zenginliğin
yüklü, ağır bir şey olmadığını. Diyelim ki bu bilgi yanlış. Olsun:
Bütün deniz onun.
Üzerimizdeki tüm istekler aslında çok yüklü. Sözlerimizle

100
evrene dökülen dilekler… O heves yükünü atana kadar üstlerin-
den, tozlarını alana kadar, olmuyorlar zaten. Bu dünyada imkan-
larımız olsun ya da olmasın, önemli olan maddiyattan yana hür
olmak, tatmin olmak. Çünkü tatmin, banka hesaplarında gösteri-
lebilecek rakamsal bir ifade değil.
Üstelik, o rakamsal ifadeye milyonlar da dahil. Bu bir his, bir
karakter meselesi. Fark edip, maddi ve manevi zengin yaşayalım.
Aşka, doğru olup, doğru sözlerle ulaşalım.

101
Kırk Yedi: Dans
Bir bilinmezden geliyor Ay ve bir bilinmeze gidiyor. Adına gece
dediğimiz an, onun adına yazılı gök. Neden sonra, bir bilinmezden
beliriveriyor Güneş ve bir bilinmeze gidiyor, o da. Gündüz ise adı-
nı ondan almış. Elbette, bu medcezirde bir bildikleri vardır.
Arada bir Ay'a ve Güneş'e bulutlar eşlik ediyorlar. Tıpkı, Yunus
Emre'mizin, ilahi dostluğunda, olup biteni, bulut ve Güneş'le ifade
ettiği gibi:
''Ol dost ıla benüm işim (O dost ile benim işim) buludıla gü-
neşleyin (bulut ile güneş gibi)
Bir dem (zaman) hicabı sürilür (perde kalkar) bir dem hicab
başa gelür (perde geri gelir)''
Ay ve Güneş, yörüngelerinde dönerken, biraz da bize benzi-
yorlar. Yeryüzünün gözlemcileri, olup biteni şaşkın şaşkın izliyo-
ruz. Yapacak bir şey yok. Şaşkınlığı gizlemekten başka. Onlar da
aşk ile dönerek etrafta, bilseler de bilmeseler de bir görevi yerine
getiriyorlar.
Gün yirmi dört saat ama bir dakikada bitiveriyor sanki. Bir, Ay
bilinmezi; yarısını gösteriyor, sonra hepten yok. Bir zaman sonra,
bir bakmışız, olduğu gibi ortada. İnsanı hipnotize edecek kadar bir
güzel beyaz bir göz gibi karanlığın ortasında. Sonra yine, Güneş.
Onun sıcaklığını anlatmaya dil yetmez. Gülümsüyor…
Her ne kadar bilimsel, sayısal, ölçülü, biçili de olsa verilerimiz,
yalnızca, bakıyoruz kendi yazgımızdan olup bitene. Onlar gibi, bir
bilinmezden geldik. Bir bilinmeze doğru yol alıyoruz.
Alışkanlıklarımızla uyuyup, uyanıyoruz. Uyurken başka başka
yerlerdeyiz. Uyandığımızda ise yeryüzü sarılmış Güneş’e. Ay da
her şeyin haklı ortağı. Aynı yerde değiliz.
Yeryüzünün bizden sonraki diğer yarısı zaten hep aydınlık,
aydınlık bizdeyken diğer yarısı da karanlık. Elle tutulmuyor, bu
alışveriş.

102
Aynı şey yaza, kışa yansıyor. arkadaşlardan arkadaşlara.
Mutluluktan mutluluğa. Düşten gerçeğe, gerçekten düşe…
Döngünün muhteşem dansına ortağız.
Gün ve gece diriliyor.
Yaz ve kış diriliyor.
Ben ve sen diriliyoruz.
Başkasının üzüntüsü bir başkasına değiyor; sevinçler sevinçlere.
Her şey başladığı yere geri dönüyor, sonunda.
Adımlarımız matematik ile sabit ama heyecanı rakamla
sayamayız.
Aramızdaki, rakama, kağıda dökülemeyen güzel hisler baki kal-
sın, öyleyse.

103
Kırk Sekiz: Yol
İnsan göçebe bir varlık. Özümüzde bu dünyayı yadsıma eğilimi
var. Ve bu yüzden, yerimizi bir türlü bulamıyoruz. Bazen, aidiyeti-
mizi tamamladığımız yerlerde, insanlar ile beraber oluyoruz.
Tam oldu derken, bir türlü olmuyor. Çünkü göç, dünyada nere-
ye ait olduğumuzu bulma çabası ile bize binbir türlü yanıt sunuyor.
Yanıtlar bulundukça da sorular çoğalıyor. Böylece “büyüdük” diyo-
ruz. “Büyüyoruz” diyoruz.
Sonra, bir bakıyoruz ki sahiplendiğimiz yer, sahiplendiğimiz
insan, sahiplendiğimiz “ben”, hiç de yeterli değil. Küçücük. Göç
insandan insana, şehirden şehire…
Ve sonra oyun tekrar başlıyor: Yeniden yer değiştiriyoruz. Aynı
yeri binlerce kere geçsek de her seferinde dünya değişiyor, dünya-
mız değişiyor. Renkler renksizliğe öykünüp halden hale geçerken,
biz aynı yolu, aynı düşüncelerle, aynı hislerle geçmenin imkansızlı-
ğı ile karşılaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki karanlığın içinden aydınlıklar
çıkmış; sonra, bir bakıyoruz ki bir düşümüzden, binbir düş.
Hayat bize: “Beni tek bir yönümle, bu durumda tanıyamazsın.
Çünkü ben tahmin edemeyeceğin kadar çok şeyi kalbim ile bi-
liyorum. Kalmayı tercih etmek diye bir şey yok ki. Hep yol var.”
demekte.
Kalp ile bilmek, akıl ile bilmekteki gibi durağan olmadığı için
hayat insanı şaşırtıp duran bir bilgedir, işte. Bazen, işe giderken kul-
landığımız yolda. Bazen, aynı evin aynı salonunda. Bazen, her hafta
rutin olarak yaptığımız ziyaretlerde.
Aslında, sık sık olan fakat gözümüzden kaçırdığımız işaretler ile
karşılaşıyoruz. Hislerimiz mekanların değişen yüzleri ile hemhal-
ken, mekanlar ve çevremizdekiler değişmek ve “biz” kadar cevap-
larla bizi tamamlamak üzere görevdeler.
Doğadaki canlılar, gündelik yaşamda karşılaştığımız birisi, bir
rehber ya da rehber bir kitap, iyi kalpli bir arkadaş yüzü ile hayatın

104
içindeki bu anlatıcılar: “Bu yolda attığın her adımda bir kelime sak-
lıyken, çok sevdiğin ''ben'' diye çağırdığından, biraz vermedikçe,
yeni ''ben''e yer yok.’’ Cümlesi ile her zaman karşımızdalar.
Böylece, bize kalan, işaretleri okuyup, hızla ve kolaylıkla yol
alırken doğruyu seçmek oluyor. Çünkü matematik bu: İki nokta
arasındaki en kısa çizgiye “doğru” denilmekte.
Doğruluk ile ileri adım atmak, aynı tip sorularla karşılaşmama-
mız için önümüze sunulan en büyük şans. Doğruda kalmaksa iyi
hissetmek, dayanmak, müsamaha göstermek, gülebilmek, yardım-
cı olmak, kalender kalmak, kısacası her şeyi olduğu gibi kabul edip
sevmek ile mümkün.
Vicdanın hakemliği; bu yolda, hep iyiliği ve doğruyu seçe-
bilmenin, güzelliğini yaşatır kişiye; Yunus Emre gibi büyüklerin
izinde, her şeye sahip olmayı değil, her şeye sahip olana ait olmayı
bilenlere.

105
Kırk Dokuz: Dilek
İstediğimiz şeye dönüşüyoruz. İstediklerimiz bazen oluyor ba-
zen olmuyor ama neyi çok istersek o oluyoruz.
Dileklerimizin bize gelişi ve gidişi, tamamen hayata bakışımıza,
şansımıza ya da hayattaki denklemlerin diziliş sırasına göre belir-
lenmiş olarak kendini gösteriyor. Ne şekilde sevdiğimize bakıp, bir
sonraki aşamada yaşanmak üzere bizi bekliyor.
İstediklerimiz gibi istemediklerimizi de deneyimliyoruz.
“Hayır olmaz.” cümlesindeki yoksunluğu tadıyoruz. Böyle oldu-
ğunda dahi, bize iyi gelecekler oluyor. Çünkü, ‘’olmaz’’ında bile bir
sürü zenginlik ve renk ile hayat, yoksunluğu reddediyor.
Kendimiz olmayı istesek de istemesek de biz isteklerimiz ve is-
temediklerimiz ile oluyoruz. Büyük olmak istiyoruz. Büyük olmak
hiçbir yere sığamamayı getiriyor. Büyük ve dolu olunca odaya bile
yeni bir eşya konmuyorken üstelik. Aslında, büyük bir konforsuz-
luk istiyoruz.
Bir şey için çabalayıp, onun peşinden koştururken dikkat edi-
yor muyuz? Aslında, onu hangi his ile istediğimizi yokluyor mu-
yuz? Kendimize bakıyor muyuz? Dileklerimizin beklenti yükü ol-
duğunu fark ediyor muyuz? Bilemiyoruz.
İnsanları sevmeyi değil, onlara sahip olmayı istiyoruz.
Dolayısıyla yoruluyoruz. Halbuki, gerçek ve saf hisler sudan hafif-
tir, aşındırmazlar. Bunu da yakından biliyoruz.
İsteklerimiz hevesten çıkıp karşımıza gerçek anlamları ile gel-
diklerinde ise hemen sıkılıyoruz. Çünkü madde böyle, o diyor ki:
“İstediğin kadar parlat beni. Çok çabuk eskiyorum.”
Oysa aşkı, gerçeği, Yunus Emre'mizin dediği gibi Hakkı dile-
mek var:
''Hak cihana toludur (doludur) kimseler Hakk’ı bilmez
Anı (onu) sen senden iste o senden ayru (ayrı) olmaz''
Tertemiz, yüksüz ve ferah.

106
107
Elli: Sayfa
Bize verilen beyaz bir sayfa var. Kullanmak, elbette, bize düşer.
İstersek, o beyaz sayfanın üzerine sonsuz şekillerde çizimler yapa-
biliriz. İstersek, birbirinden güzel renk ve boyutlarda yazacağımız
harflerimiz sayesinde, itina ile örülmüş öyküler oluşturabiliriz.
Diyelim ki istedik ve bunları güzelce yaptık. Bir de üstüne,
cümlelerimiz ile en sevdiğimiz kokuyu, o renkli, can bulmuş sayfa-
ya dökersek bizden mutlusu olmaz.
Hayal gücü sınırsız. Sevdiklerimizin, gözyaşlarımızın, mutlu-
luklarımızın, umutlarımızın gücü gibi. Onlarla o beyaz boş sayfaya,
nüfuz etmemiz mümkün. Boş sayfa “ömrüm” diye çağırdığımız:
Hayatımız.
‘’Hiç olmadı’’ dersek başa alırız, ‘’Oluyor’’ dersek devam ederiz.
Tüm seçenekler bizim. yine mi olmuyor, bir türlü olmadı mı? Her
ne konumda, her ne yaşta, her ne durumda olursak olalım, silme
hakkımız var. Sileceklerimiz ise belli, çünkü silmek demek, esasen
kirlerden arınmak demek. Bir sonraki amacımız tekrar o boş beyaz
sayfayı elde etmek. Hani bir bebekken olduğumuz gibi.
Hoş, kağıtta ne kadar leke varsa o kadar uğraşacağız. Bu mutlu-
luk verici bir şey, aslında. Öyle ya kirlenecek kadar hayatı tanımışız
ve temizlenmeyi amaç edinecek kadar farkına varmışız.
Ne kadar nefret varsa o kadar kirliyiz… Şimdi ise içimizde bir
bahar temizliği. Bu temizliğin dışında ise dünya: Bir simyacı, yaşlı
bir sihirbaz. Bizim, görünürde kömürü altına çevirebilme gücümüz
için bir alan. Görünmeyen tarafında ise biz varız, bazen üzerimizde
biriken nefreti sevgiye dönüştürmek üzere.
Dünya bir cadı, aynı zamanda. Dikkatli olmak lazım. Kazanında
iksirlerini hazırlar. Uzun parmakları ile bu güzel gelen ama günde-
lik olarak bile sürmeyecek kadar kısa zevklerle bizi oyalar. Neyse
ki zaman var. Zamanın gücü, iksirin gücü ile karşılaştırılamayacak
kadar kuvvetlidir. İksir, zamana hep yenik düşer.

108
Dünya da insanlardan yapılmış. İnsanlar da dünyadan. O kimi-
mizi bitmeyen yollarına atıp, ışığın ortasına götürür, aşk ile mutlu
eder. Aşık olanı nurlu kılar. Kimine güç ortaklığı verir. Bazen, onun
yanında, yaşımıza bakmadan “Yanıldı mı acaba?” derken hikayeyi
bir güzel tamamlar.
Bu dünya, hikayelerin döndüğü bir sahne; yönetmeni, bize
hangi rolü vereceğini, mutlaka, çok iyi bilir. Mesela, kuşlara yük-
sekten uçmanın, her şeyden uzakta, tüm olup bitene yukarılardan
bakmanın güzelliğini sunarken, kendini yüksekte görmenin, kibrin
tüm yollarını kuş yüreklerden uzak tutar. Belli ki alçakgönüllülük
kuş gibi varlıkları, gidilebilecek en yüksek yere taşır: Gökyüzüne.
Affet, unut, hataları Ört, sev ve uç.
Çünkü, dünya dede, dünya cadı, dünya simyacı…
Yunus Emre'mizin dediği gibi, ömürse çok kısa:
''Bu dünyanun meseli (Bu dünyanın hali) bir ulu şara benze
(büyük bir şehre benzer)
Veli bizüm ömrümüz bir tiz bazara benzer (Ömrümüz bir kısa
pazara benzer).
Dünya, belli ki sevgi ile dönen kişiselleştirilmiş bir not uygula-
ması, cennete de cehenneme de açık bir oyun; gelen geçen, kalbi-
ne, zihnine göre bir şeyler yazıyor sayfalarına. O da ona göre dav-
ranıyor, insana. Yani, soru şu: Bu boş sayfayı ne ile dolduracağız?
Kibrin zaferleri ile mi?
Yoksa affedip, hataları örtmenin güzelliği ile mi?
Bir karara varmalı.

109
Elli Bir: Dost
Bize doğruyu aktarmak üzere çalışıyor her şey. Hem de bizimle
aynı dilde konuşup, bize yaşamda ortak olarak. Doğruları, bazen
sevginin hassasiyetini incitmemek için fısıldayıp bazen de yüksek
sesle söylüyor, zaman.
Hemen hiç acele etmeden, bir dere gibi yavaşça akıp, geçiyor.
Üzerimizdeki kiri pası alıyor ki bir tek biz, özümüzle kalalım. Her
şey olacağına varıyor.
Biz nasıl bakarsak öyle görüyoruz bütün olup biteni. Her şey bi-
zim lehimize çalışıyor. Durumu olumsuz biliyorsak, fark etmeliyiz
ki, içimizdeki tortular yüzünden kendimiz zannediyoruz dışarıyı.
Dışarısı, yine içimizdekiler oluyor. Her şey aslında hayat deresinin
bizi temizleyen hisleri içinde, içimizde olup bitiyor.
Başkasına dost olan, bize pek iyi gözle bakmayabiliyor. Biz de
ona o şekilde baktığımız için, bu durum bizi hiçbir yere götürmü-
yor. oysa, sevmediklerimiz varsa, onlara sempati ile baksak, sevgiyi
kalbimizde sabitlesek, dışarının içeriye anlatacağı ne çok şey var.
Böylece, özgürlük alanlarımızı genişletmek, hayatın içinde akıntı-
ya kürek çekmek bir yana, her şeyi oluruna bırakıp denize açılmak
mümkün. Yunus Emre'mizin aktardığı gibi, “Bana zehir sunanın,
bal olsun aşı’’ felsefesini hayatımıza uygulamak ne hoş olurdu.
Akıntıya karşı gösterdiğimiz direnci, sabır ile içimizdeki tortu-
lara karşı göstersek, her şey hızla çözülecek. o zaman barışmanın,
bir olmanın neşesiyle bayramımız bayram olacak, şüphesiz.
Hem de böyle kutlu bir amaçta, kalbimizdeki ölümsüz ruhun
sonsuz gücü bize yeter.

110
111
Elli İki: Güven
Kuvvetli bir hal kendine güven. Hayatın uzun ve bol hikayeli
yolunda, gerekli anahtarlardan biri. Ama, “kendimiz” diye tanımla-
yıp, “ben” diye tarif ettiğimiz; gören, düşünen, hisseden ve bütün
bunları tek bir merkezden gözlemleyebilen insanlık bilinci ile bu
anahtara sahipsek, anlamlı.
Kibir ile varsa bu anahtar, tek bir hamlede, sahillerin kumlarına
karışıp, bir daha bulunamamaya meyyal.
Tanık olarak hayatımızı izleyebilen, bu merkez, insanın için-
de barındırdığı gizemlerden yalnızca biri. Fail insan, belirlen-
miş hikayesinde, kendine güven ile oynuyor, üzerine düşen rolü.
Görünmeyen, belli olmayan, bir türlü bilinmeyen tarafının yanın-
da, ayrıca, yapabilen, hissedip fark edebilen, görülebilen özellikleri
ile. bunları arındırıp, saflaştırdıkça, eskilerin “beşer” diye tabir etti-
ği durumumuzdan çıkıp, insanlığa ulaşabiliyoruz.
Arınmışlık ise buraya neden geldiğimizi bilmekten geçiyor.
Hatta yalnızca “bilmek”ten geçiyor. Bilmenin önündeki tek engel
ise, bilmemiz gerekeni perdeleyen ve daha derine geçmemizi en-
gelleyen önyargılarımız oluyor.
Algısının dışındaki dünyayı sezebilen ve bütünü ile yaşayabilen
insan, emin ve güvende olurken, algısına güvenen ve “sadece ben
bilirim” ile devam eden beşer ise sınırlı algı ile aslında kendinden
de bihaber, burada yaşayıp gidiyor. Bitkilerin, hayvanların hatta
madenlerin bile neşe ile etrafa yaydığı birlik bilincinden uzakta
kalmak, zaten en büyük ceza olarak beşerin hayatında varlığını
buluyor.
Bir diğer tarafta ise gerçek kendini bulma yolunda, hiç bıkma-
dan, yılmak nedir bilmeden, üzüntülerin yerine neşeleri koyarak
ve güvenle devam eden insanlar bulunuyor. Öyle ki onlar, Yunus
Emre gibi Anadolu'nun sevi nuru kişileri rehber bilip, izlerinde
anlam buluyorlar. Bu armağan kişilerin, hatırlarının büyüklüğünü
bilip, benliklerine değil, ''öz''güvenlerine sarılıyorlar.

112
Bol, kadim, tükenmeyen kazanç ve sevgilerle.

113
Elli Üç: Ses
Bütün kainat, belli bir frekansta, güzel bir tını ile dönüp duru-
yor. Kalp ise, onun bir parçası, küçük bir örneği gibi. Sanki, bir mü-
zik enstrümanı… Ya da kanat çırpıp duran bir kuş… Sonsuzluğa
doğru.
Hayat içinde, bu kanat çırpışları ya da gümleyip duran ritmi bo-
zan her ne varsa, ona karşı cızırtılanıyor içimiz. Özellikle başkaları
ile ilgili görüşlerimiz, zihnimizde, kalbimizde, olmadık yerleri kap-
ladığında; her şey, “Bunun doğrusu bu” demeye başlıyor. Kalın bir
do sesi, ya da ince bir si sesi ile…
Biraz dayandıktan sonra, tekrar hiçbir şey ile ilgili yargıya var-
mayana kadar geçen sürede, doğru ton ile uyumlanmamız sağla-
nıyor. Sonuçta seslerin yalnızca akıp gitmesine izin vermemiz
gerekiyor. Bütün yargılardan bizi arındırana kadar; iyi, kötü diye
nitelendirdiğimiz her şeyin, yalnızca içimizden gelip gitmesine izin
verdiğimizde, her şey, akan bir dere gibi yolunu buluyor.
Doğru sandığımız ya da yanlış bulduğumuz her kanaat, içimiz-
de olup biten tüm hisleri hapsetmek dışında hiçbir şeye yaramıyor,
aslında. Bu yargılara itimat etme derecemize göre de öğretmen ha-
yatın tavrı değişiyor.
Her şeyin gelip geçici olduğunu bilirsek, ona göre, huzurun
dinginliği ile dersleri almaya başlıyoruz, bütün sevdiklerimizle,
kolayca. Ya da, “Hayır efendim. Bu doğrudur.” dersek. aynı şekilde
yankılanıyor hayatın duvarlarında sesimiz: “Hayır efendim. O de-
ğil bu doğrudur.” diye.
Bütün evren ile eşzamanlı bir ritim tutturmak için doğru nota-
larla ona eşlik etmek gerekiyor. Çünkü bir gün, topraktan ödünç
bedeni terk edip, bir sala, bir sesle, buralardan gideceğiz. Bu bi-
linçle, Yunus Emre gibi aşıkların ölümsüzlüğünü fark edip, Yunus
Emre'mizin belirttiği aşıklardan olabilirsek ne hoş:
''Yunus öldü diye salâ verirler

114
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez''
Yaşadığımız şu bereketli çoklukları bir bilmeye, uzayın son-
suzluğunda, yankılanan o tek şarkıya dönüşerek, yalnızca, yargısız
uyumlu seslere açılmaya...

115
Elli Dört: Uzak
Bir kişiye bile ait olmayı tam olarak beceremeyen insanların,
kendilerini öne çıkarmak için bu kadar çaba sarf etmelerini anlaya-
mıyoruz. Anlıyoruz da anlamamazlıktan gelmek daha kolay, itiraf
etmek zor olduğu için söyleyemiyoruz. Bile bile yüklendiklerimi-
zin çoğu hep bizde kalırken, söylediklerimiz ise ta uzaklardan, yani,
kendimizden başlayıp ifade ettiklerimizin, yalnızca bir kısmı.
Bazı mısralar, insanlara bambaşka şeyler çağrıştırabilir. Yunus
Emre'nin deyişleri gibi: ‘’Ben gelmedim kavga için, benim işim sevi
için’’, ‘’Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen
eğri isen’’, ‘’Bir ben var, benden içeri’’, ''Derdi dünya olanın, dünya
kadar derdi vardır''... Ve daha nicesi.
Ve bunlar kişiye; bir gün buralardan istekle ya da hiç isteme-
den, hiç de yeri değilken ya da tam da vakti gelmişken gidileceğinin
bilinci ile yaşayıp, hep yeni umutların peşinde olmamız gerektiği-
ni hatırlatır. Bazen beklemeyi bırakmak için bile vakit olmadığını
söyler. Hatta her değerli anda, yolu anımsatarak, bir adım atma-
mız için başlı başına bir fırsata sahip olduğumuz ikazında bulunur.
Burnunun dikine, rotasız ve inatla istediklerine doğru koşmayı
değil; bizi biz yapmak için çalışan hayatın başka mekanizmaları-
nı, bu kocaman ve umutla dolu dünyanın getirdiği ufak sınavlarını,
başarıyla geçip ödül olarak hiçliğimizi kabul etmemiz gerektiğini
de bildirir.
Çünkü gitmek için bile çoğunlukla bir işaret gereklidir, bazı
insanlara.
Sevmek için. Kalmak için. Durmak için. Yazmak için…
İşaretlerle iş birliği içinde olanlara ne mutlu.
Ancak, hiçlik ve işaretler ile dolu yaşamın karmakarışık hali,
birbirleri ile yakından ilişkilidir. biri, sonuna kadar yoktur. Öbürü,
sonuna kadar var. Birini sevmezsen, öbürünü sevemezsin. Biri
olmazsan, hiç olamazsın. Hiç olmazsan da nihayetinde birileri
“Hiç olmamışsın” der, kapımızı çalıp. Hele ki kapımızı çalan, gece

116
yastığımıza başımızı koyduğumuzda, yanımıza uzanıveren, dost
bildiğimiz doğrularıyla vicdanımız ise ne zor.
Hiçliği sevmeyi seviyoruz. Bir de su, ateş, hava ve toprakla dolu
dünya denilen uzay gemisinde karmaşaya ve kaosa da tamamız.
Çünkü kaos yıldızları hatırlatır, onları bize getirir. O bize, eğer bir
düzen varsa bu bizim algımıza göre ‘’dümdüz ve ölçülebilir olma-
malıdır’’ı, mutfakta mırıldanılan bir şarkı gibi söylemektedir.
Dolayısıyla, herkes kaderine bir şekilde, rızayla
tamamlanmalıdır.
Yunus Emre'yi, Mevlana’yı ve tüm manevi büyükleri sevmek
yolu kolaylaştırır. Sonuna kadar var, sonuna kadar yok, sonuna
kadar yakın ve sonuna kadar uzak olan her şeyi sevmenin ustala-
rıdır onlar, bize armağan. Onlar, sevgi ve barış ile okyanusta kulaç
atmanın ve hep doğru kalmanın uzun vadede hep haklı çıkarttığını
ve işleri kolaylaştırdığını, her an işaretleri, sözleri ve varlıklarıyla
hatırlatırlar.
Ya uzakların olmayı, olduğumuz yerden kabul edip, buzlar ül-
kesinin kral ve kraliçeleri olarak rollerimizi oynamayı seçeceğiz
-hem de üşümenin hiç güzel olmadığı, çünkü sarılacak hiçbir şe-
yin kalmadığı, tamamen kendimize ait küçük dünyamızda- ya da
hayatın anlamını sevgi olarak belirleyip geriye kalan diğer şeylerle
uğraşmamayı.
Durum böyle olunca, her şey kadar yerli yerinde bir cümle ge-
rekiyor bize:
Kutsal savaş vardır. Hayata yokluğu dışında verebilecek hiçbir
şeyi olmadığını anlayanlar, barış için savaşmaktadır. Bu savaş, ba-
zen görmemezlikten gelmeyi, ciddiye almamayı da bir taktik, bir
seçim olarak gerektirebilir.
Üstelik, “gibi olmak”tan sıyrılmak için yazılmış reçete hepimiz-
de var; sonuçta bunun için buradayız: Değerli pusulalarımız ile
içeriyi keşfetmek, sınavsız sınavlar dilekleriyle hazineyi bulmak.
Ancak dikkatli olmamız gerek, hazinelerin olduğu yerde, yılanlar

117
çıkabilir. Hani, Hollywood filmlerinde hazinenin kapağını açmayı
hafife alıp, sonra da bir anda gözleri, sandığın içinden çıkan gaz ile
yanan talihsiz adamlar vardır ya. Onlardan biri olmamalı.
Hiçbir şeyi hafife almadan, sevgi ile kalmak isteyip, hayat bizi,
istesek de istemesek de bir arada tutuyorken, işaretler yakınımız-
da. Okumayı farkındalıkla bilenlere; tanımak, anlamak, anlaşılmak,
yazmak, okumak, sevmek, sevilmek, saygıyla yaklaşmak ve bazen
vazgeçmek sonra yeniden başlamak için.
Bazen hata yapmak, sonra başa sarmak; yaşamak için...

118
119
Elli Beş: Kim?
Hangi hayatı yaşadığımızın ve sahiplendiğimizin farkında mı-
yız? Burada, yalnızca, bize verilen görevi yerine getirdiğimizin bi-
lincinde miyiz?
Renklerin, seslerin içinde, bir sessizlikten doğmuş varlıklarız,
hepimiz. Öncesini bilmediğimiz, sonrası için umutlarımızı hep
koruduğumuz, bir senaryonun, masalın içinde. Her şey sessizliğin
kontrolü altında. Ve o sessizlikten çoğalanlar etrafta. Gördüğümüz,
dokunduğumuz, tattığımız, tanıdığımız…
Hayatın sessiz derinliği, bir zamanlar, kendi kulağına doğru eği-
lip fısıldamış sanki: “Bak, bu içindeki beyaz renk var ya, şimdi ben
onu nelere çevireceğim, izle.”
Önce dinlemiş her şey, onu. Sonra bir coşku başlamış. Işıklar
çakmış. Denizler köpürmüş. Yağmurlar yağmış. Daha sonra da in-
sanlar, dünyaya gelmişler.
Bu insanlardan bazıları, “Bir zamanlar…” diye başlayan, muci-
ze hikayelerine inanıp, köpüren denizlerin, yağan yağmurların ar-
kasındaki bir ile hemhal olmak isteyip, öyle yaşamış. Sessizlik ile
doğan bu senfoniye sevgi ile bakmış. Bazen de Yunus Emre'mizin
uzun zaman söylenecek, anlam dolu sözlerinin derinliklerine
kanmış.
Kimisi ise: “Boş ver bunları… Bak hayat ne kadar kısa, yaşa”
dermiş. Oysa gürültünün içindeki yaşam, mutluluk ile dolu da
olsa, gücü elinde tutan sessizlik ile kutlanmadıkça, hep başkasının
hayatıymış.

120
121
Elli Altı: Hikaye
Arturo Bandini, hayat içinde, hepimiz kadar hayali, hepimiz ka-
dar kahraman.
John Fante kendi çocukluğunu, gençliğini ve hayalindeki “fa-
kir ama gururlu” adamı bu karakter üzerinden anlatıyor, Toza Sor
kitabında.
Arturo, “Minik Köpek Gülümsedi” diye kısa bir öyküden bah-
sediyor. Kendince yazdığı, bir türlü yayımlanmayan, muhtemelen
de edebi olarak pek iş yapmayacak bir öyküden… Gün geliyor,
basımı yapılıyor öykünün. Ancak, istenilen etkiyi sağlayamıyor,
doğal olarak. ama yine de olduğu gibi değerli. Çünkü, tek ve en
geçerli faydası işi başarmak oluyor. Yapılacak en işlevsel şeyi başarı-
yor o minik hikaye: Bir süreliğine Arturo’yu, kendi yazarını, mutlu
ediyor.
O yazının içeriğinin, ne olduğu ise okuyucu ile paylaşılmıyor,
John Fante tarafından. Yalnızca bir başlık. Ve Toza Sor’un içindeki
yazar Arturo’nun genç yaşamının bir bölümü var, biz okuyucuların
elinde.
Tahmin edelim, bulalım ve hayal edelim kendi “Minik Köpek
Gülümsedi” hikayemizi diye John Fante bu ipuçları dışında hiçbir
şey söylemiyor. Dehasını yaza yaza anlattığı karakteri ile buluşturu-
yor. Karakterse bizi kendi hayatlarımızla…
Sevgi bağı ile doğru olanı yapmamız, dışarıdaki hikayenin de
yazacak kahramana ihtiyacı olduğunu unutmamamız bekleniyor,
hayat tarafından. Başkalarının başarısızlık diye nitelendirebildiği
sonuçlar doğurabilen sorumlulukları göze almak ve bazen, belki de
minik köpekleri gülümsetmenin adanmışlığını gururla taşıyacak
gücü kendimizde bulmamız gerekiyor.
Doğru olanı yapmamız, kendimizce kendimizden isteniyor:
Bize ait hikayeyi tam on ikiden vurup, bulmuş olmak.
Bunu başarabilirsek eğer; Arturo, fante ve gülümseyen

122
minik köpekler gibi, sorumluluk ve adanmışlığın paydasında di-
ğer canlılarla buluşmaya başlıyoruz. Hani Yunus Emre'miz de
der ya ''Gönüller yapmaya geldim'' diye, o doğrultuda bir denize
açılıyoruz.
Anlıyoruz ki hiçbir şey kendiliğinden, tesadüfen orada durmu-
yor. Böylece, yalnızca bizi özümüzdeki biz için sevenlerin olduğu
bilincine varıyoruz. Ve biliyoruz ki, bazı eksiklikler yalnızca sevgi-
nin adı ile dolabiliyor.

123
Elli Yedi: Ol
Aşk dirilmektir ve uyanmaktır. Toprağı ışığa çevirmek, her şeye
yeniden başlayıp, sıfırlanmak üzere, sabahın en erken saatinde,
günü neşe ile karşılayan insanlar gibi.
Aşk duruyorken koşmaktır. Denize kavuşmak için coşku ile ak-
mak, su gibi duru, toprak gibi mütevazı. Hepimizin içinde bulabi-
leceği, olabileceği, nefes alıp vermeyi kolaylaştıran bir yol.
Aşk her canlıda, her yerde kendini görmektir. Zaten aşk bir ve
tek “ben” olabilmektir. Bütün sanal eylemleri, oluşları, bir yana bı-
rakıp bütün bir alemi bir aynadan izlemek gibi.
Aşk üretmektir. Çiçekler ile kuşların ortaklığında ya da aslan ile
ceylanın hayat yarışında bulunduğu gibi.
Aşk gece ve gündüzdür. Her gün gibi. İçinde farkı barındırır,
değişime ve dönüşüme gebe.
Aşk özünü takip etmektir. Sonuna kadar takip edip, yine kendi-
ni bulmak. Ay’ın Güneş’e sadakatinde görüldüğü üzere.
Aşk, güm güm atmaktır bir kalp gibi. Ve onun, dikkatle, sabırla,
özenle dinlenirse duyulan sessizliğidir. “Aşk olsun” diyebilmektir.
Aşk yaşamaktır, ölmektir. Bazen, sevgili Azrail'dir, İsrafil'dir
bazen sevgili Cebrail, Mikail. Tüm kuvvelerdir, kuvvetlidir. Çünkü
aşk, a’dır ve z’dır. Birlikte buluşmak için.
Aşk her şeyden önemlidir; çünkü aşk olmaktır.
Aşk, ''adı güzel, kendi güzel'' Hz. Muhammed'imizin adıdır ve
o adı kalbinde taşıyan Yunus Emre ve Yunus gönüllü varisleridir.
Aşk bir bayramdır; aşk her şeydir.

124
125
Elli Sekiz: Renk
Her şey kadar emsalsiz ve hayret vericiymiş, gökkuşağı. Hani
Yunus Emre'nin ''Ma’şukanun (sevgilinin) tecellisi (görünmesi,
yansıması) dürlü dürlü renkler olur'' dediği gibi, bir emsal sanki.
Üstelik, tam olarak bittiği bir nokta yokmuş, gökkuşağının. Çünkü,
yarım çember hali değişiyormuş, sürekli. Durağan bir şey değilmiş,
hayat gibi.
Bunu görüp de deneyimlemek mümkün, ancak, şu biraz zor-
muş: Doğru noktada durunca, ışıl ışıl havada asılı bir halkaya dö-
nüşüyormuş, kendisi.
Önce, “Bir ucunda duran masal cininin koruduğu hazine, nere-
de peki? Yok muymuş, yani?” desek de, bunu duyunca büyülenme-
mek elde değil. Hem görüp “gerçek” diye ısrar ettiğimiz şey bizim
durduğumuz noktaya göre değişiyor hem de gökyüzüne bir isim
yazılmış oluyor. Bize “ben” demeyen, yalnızca “o” diye ifade edilen
bir isim. Ya da kocaman bir rakam yazıyor bize, bu renkli halka, “0”
(sıfır) diye.
Düşünün, o kadar canlı, o kadar muhteşem, bir o kadar da
edebi bir girişimci, bu ilgi çekici, yağmur sonrası alaimisema. O ki
muhtemelen, renkli bir rüyanın, gerçeğe en yakın olduğu noktadır.
tabiatın, toprak ile gök arasındaki yağmurlu görüşmesinden sonra
hayatımıza sunulmuş, şu kocaman hediyenin bize söylediklerine,
bir bakın.
İnsanı ürküten bir gök gürlemesinin “ol” demesi ile belki de
oluvermiş, çok güçlü ve çok güzel bu gökkuşağı, hiç mi kibir yap-
mazmış peki? Hiç. Çünkü “ben” değil, “o” diye bir başkasını göster-
meyi yeğlemiş, belki kelebekten daha kısa sürecek güzel ömründe.
Kendinden bahsediyorsa da: “Merhaba, ben kocaman bir sı-
fırım” diyordur, dönüştüğü rakam ile. Yüzü çirkinleştiren kibrin
maskesini takmaya hiç yaklaşmamış bir gökkuşağı o. Hayatın da
bir hayal olduğunun farkında.
Nihayetinde, gökkuşağı, “o” diye, en büyük hazineden, senden,

126
bizden bahsediyorsa, yeryüzünü göstererek; bize de dini, ırksal,
mezhepsel, siyasi ve ideolojik hiçbir ayrım yapmadan, kimliksizli-
ğin ve kibirsizliğin olduğu doğru noktada durabilmek düşüyordur,
muhtemelen.

127
Elli Dokuz: Akarsu
Kocaman bir şey yaşam.
Çalışma prensipleri, binbir renkte işleri var.
Bunlardan biri: Bizi, eskilerden temizlemek.
Bazen, temizlenirken eskidiğimizi sanıp, vedalarda zorlansak da
bizi yenilenmeye doğru yürütüyor, koşturuyor, o.
Bunu, her an yapmayı çok seviyor. Kafamızdaki bütün kur-
guları, yenileri ve daha iyileri ile kendi gerçekliğinde değiştiriyor.
Paylaşılmış hayatlarımızda, farklı farklı gösteriler ile bahar temizli-
ğini yapıyor, mesela.
Diyor ki: “Eskiye o kadar tutunma. yenisi var. O eski renkleri
kullandın, tablonda. Artık, burada benim yaptığım var. Bırak bana,
ben profesyonel bir ressamım.’’
Ya da daha büyük temizlemeler oluyor, yaşamımızda: Yanlış an-
laşılmasın. Bir başka alemde yaşamaya çekiyor, yeri, zamanı gelince
bizleri, anavatanı ruh olan insanı. Yaşam, başlayacağı hatta biteceği
yeri de biliyor.
Baharı gidenlere, temizliği kalanlara veriyor. Ya da tam tersi bir
durum. Ne yönden baksak iyi, yüce. yaşamak, kocaman bir akarsu
gibi “Başım, sonum yok” diyor.
İçindeki balıklar, renkleri taşıyor; su ise balıkları…
Herkesin işi, görevi tam yerinde.
Her temizlikle yeni “ben”ler, eskileri ile yer değiştiriyor.
Hep temiz, hep tek ve hiç dokunulmayan, ancak sevilebilen,
hepimizin sahibi “gerçek ben” ile yapıyor, tüm bunları. Yunus
Emre'miz ise bir deyişinde, dostu bildiği, tüm bu akışın sahibine,
şöyle sesleniyor:

128
''Senünle dirliğüm(hayatım) senden ırılmaz (ayrılmaz)
Hayat senünledür sensüz dirilmez''.

129
Altmış: Söz
Ayna gibi her şey. aksini gösteriyor. Lafı var: “Sen nasılsan öyle’’.
Kibir ile, “Var mı, benden güzeli?” dersen; ‘’Var, tabii. Ben an-
cak aşık olabilen birini güzel bulurum’’ oluyor yanıtı, kendi sırlı yö-
nünü göstererek. Oysa, aynı insan, aynı hava durumu, aynı konu,
aynı söz… Bize, aynaya göre değişiyor. söyleyen kişiye, hissine
göre değişiyor.
Bu değişimler arasında tüketiyoruz, kendimizi. Tükenmemek
için hayatın getirdiği, kötüye de iyiye de, sevgi ile bakabilmek gere-
kiyor. iyiliklerin, bereketin, güzelliklerin bizi bulması dilekleriyle...
Sevgi, işi kolay kılan bir yol açıyor: Dışarıdaki durumlara, yolla-
ra göre değişmeyen, tek bir slogan; Yunus Emre'mizin işaret ettiği
gibi: “Sev, çünkü sevgi kolaylaştırır.”
Aynı yol, güneşli havaları seven birisi için şahaneyken, yağmuru
seven birisi içinse çekilmez oluyor. Oysa yol aynı. Aynı söz, akşam
söylenirse başka, sabah söylenirse başka anlama gelebiliyor. Oysa
söz aynı.
Kalpte, her şeyi yansıtan, aynadan bir göz.
Aynanın sırrı aynı, parlak yüzeyde yanıtlar farklı.

130
131
Altmış Bir: Yunus Emre
Kalplerdeki yeri başka Yunus Emre'mizin,
Onu rehberi bilen, Yunus Emre çocuklarına, şu güzel günde ar-
mağan olsun:
Gel, yollar açılsın.
Saniyesi şaşmayan bir saat gibi bütün yargılar; kıskançlığın, öf-
kenin, hırsın, bölücülüğün, boş lafın, şehvetin karşısında vicdanı
gösterir olsun.
Ağaçlar, senin sesini fısıldarken bütün aleme, rüzgar ile arkadaş,
hakkın sevgilisi, gel. Çünkü gözyaşı çok oldu. Dünyanın kalbinden
akıp gitti. Umutlar yerlerinden vazgeçtiler.
Gel, arayışımız son bulsun. Nehirler deniz ile, ve yüzeydeki dal-
gaların soruları dinginlik ile buluşsun. Bıraksınlar, “Nerede?” diye
sormayı ve derinde yanıtlara kansınlar. Zaman geçmeden, henüz
sonu bulmadan, gel.
Gel ki kapılar kilitlerini açsın.
Gönül, birlikte anlamını bulsun, neşeli bir şarkı olsun, kolay bir
doğum anı, sonucu tatlı bir konuşma gibi, gel. Dikenlerden gülle-
re, mutlu sonlara, dostluklara, samimiyete, heyecanlı bütünlüklere,
oluşlara, buluşlara, yollara varmak için.
Sırları açık açık konuşmak, yaşatmak, aşkı tek geçerli kanun
yapmak, merhameti, şefkati, barışı, doğruluğu, sadakati, cömertli-
ği, teşekkürü hatırlatmak için…
Gönlü güzel derviş, canımız Yunus Emre'miz; gel.

132
133
Altmış İki: Nokta
Yaşadıklarımızda, ana yollar belli olsa da gideceğimiz yönler,
seçimlerimiz ile var. Matematikteki standart sapma gibi…
Genellikle, koşullar, bizi, seçim yapılacak noktaya, olup biten
durumun zirvesine getirdiğinde, iki seçeneğin arasında kalmak,
hepimizin yaşadığı bir durum. Belki de doğanın gereği bu. Bir tür
çalışma prensibi. Bir yerde bir su molekülü, toprak ile anlaşacak ve
“Artık bu yöne akıyoruz arkadaşlar'' deyip, bütün akarsuyun gidi-
şatını belirleyecek.
Ancak bazen, birbirine zıt olmayan ve karar vermemizi gerek-
tiren durumlar ile karşılaşabiliyoruz. Karşımızda, ne siyah kadar
siyah ne beyaz kadar beyaz, iki seçenek belirebiliyor. Böyle olun-
ca, her şey belli bir şekilde akıp giderken, o, zirve noktadan sonra,
neyi, nasıl yapacağımıza dair içimizde birden bire sesler yükseliyor.
Ölçüp biçmelerin sonu gelmiyor… Ve birbirine karşıt şeylerin
arasında kalmak, çok daha iyi gelecekmiş, seçim yapmamızı ko-
laylaştıracakmış gibi hissedebiliyoruz. Tam olarak, “İki durumdan
biri, tamamen iyi olsaydı ona yönelebilirdim” diyebilmek için. yani,
Tekrardan kendi seçimlerimizi değil, ortak olarak herkesin iyisi ve
kötüsü diye bildiğimiz değerlere, bütün olup bitenin sorumluluğu-
nu yükleyebilmek için. Sorumluluğu, seçen olarak kendi üzerimize
almaya değil de seçeneğe atabilmek için.
Böyle olunca, mazeret oluşturmanın sonu gelmiyor. Oysa, bu
durumlar karşısında, sağlıklı karar verebilmek, kalbin akıldan üs-
tünlüğünü bilmek ile mümkün. Kararların doğrusunu verme ye-
tisi; Yunus Emre'mizin, dostu görebileceğini, ''Batın gözidür dost
gören, zahir gözi yabandadur'' sözleriyle ifade ettiği, yabandaki ten
gözü ile değil, içerideki göz ile görebilme meziyetinde saklı olma-
lı. Üstelik, kalbin ne istediğini zihnimiz ile ifade etmek, teferruatlı
düşünmenin bir yolu. Bu çalışma şekli, ihtiyaçlarımızı tam olarak
karşılamak için yeter de artar gibi görünüyor.
Düşünemediğimiz ve hissedemediğimiz şeyler için tasalanmak-
tansa, tam anlamıyla “Zor karşısında elimden gelen bu” diyebilmek

134
böylece mümkün.

135
Altmış Üç: Terazi
Gelip geçen her şey, bir terazinin iki yanındaki ağırlıkları oluş-
turuyor. terazinin üzerinde bulunduğumuz için günden güne, bi-
zim aracılığımızda, kendi ellerimiz ile değişen dengelerin farkına
varamayabiliyoruz.
Alıp verdiğimiz el değiştiren sevgiler, özlemlerken mutluyuz.
Başkası ile ilgili vardığımız olumsuz yargılarsa yükleri taşına-
maz kılıyorlar. Sonra ağırlıklar, düşüncelere, hislere ve yaşayış biçi-
mimize sirayet ediyor. Aşağıya çekiliyoruz.
Başkalarına yardım ettikçe terazinin hafif kısmına doğru yol alı-
yoruz. Ağırlıklar bizim için çalışmış oluyorlar; böylece, gökyüzüne,
hafifliğe daha yakın duruyoruz.
Adımlarımız ile bu terazinin şaşmaz kanunları, her an bizim le-
himizde. Bazen, günlük deneyimlerimize gömülü alışkanlıklarımız
arasında, işliyor bu kurallar. Fark etmeden günler, hatta hayatlar
geçebiliyor. Belki de, bu hızın, bunca yükün, ancak el verebildiği
üzere, hazlarımızı, mutluluklarımızı madde ile sınırlandırıyoruz.
Düşünün bir kere, gözümüz ile görebildiklerimizi çıkarttığı-
mızda, kalbimizin bildiği ne olacaktır? Kalp terazisinde,Yunus
Emre'mizin ''Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için'' dediği
yönde mi ağırlığımız olacak, böyle olunca?
Bu noktada büyük bir incelik ile karşılaşıyoruz; kendimize ve
dolayısıyla etrafımıza yaptığımız kötülük yüklerini bir köşeye bı-
raktığımız gibi iyilik yüklerimizi de bir yana bırakmamız gerekiyor.
“Bana bu mu yapılır? Ben bunu hak etmedim.” gibi sözler, bu iyilik
yüklerinin, yaptıklarımızın karşılığını görmediğimiz sanrısını oluş-
turuyor. Arta kalan ve belki de çok daha zarar verici bir özellik arz
ediyor.
Terazinin varlığını bilerek, kendimizden okunacak bilginin-
se bizim ile eşdeğerde olduğunu unutmadan, devir daim meka-
nizmasındaki başkalarına hizmet ile hafifleyen yerimizi almamız

136
gerekiyor. Bu devir daim sırasında, düşüncelerimiz de dahil olmak
üzere, madde mi bizi ele geçiriyor, yoksa maddeyi kendimize mi
tabi tutuyoruz, bunu fark etmeliyiz.
Özümüzde bulunan değerimizi hatırlarsak, göreceğiz:
Her şey, tam da olması gerektiği gibi.

137
Altmış Dört: Sessizlik
Sözü ayakta tutan aradaki boşluklar. Bütün sesleri kontrol edip,
onlardan haberdar, sessizlikler. Sözü doğru kılıp, güzelleştirense in-
sanın kendisi. Yunus Emre'mizin dediği gibi ''Cümleler doğrudur
sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen.''
Eşyayı, kainatı güzelleştiren, insanın sözü.
Söz, içtenlikle kalpten gelirse, zehirli aşı, bal etme gücüne sahip.
Bir tarafı dünyanın dosdoğru, sözün yapımında. Her şeyi yolu-
na koyuyor, tamamlıyor, mutlu kılıyor. Bir tarafı “hatalı” diye yafta-
lansa da bir şeyler deniyor, denetiyor, diğerlerine, zorlu bir hizmet-
te, tekamülü tamam ruhu idrak ettiriyor.
Söz de dayandığı ‘’öz’’den alıyor gücünü.
Sözden gelen sesler; görünürdeki hiçbir şeyin, olup biten
ile ilgisi hem çok hem yokken, ancak hayat gibi birer işaretler.
Bu yüzden, söz ile yanılmamak gerek. Söze de çok takılmamak.
Perdelediği arkadaki hakikate dikkat kesilmeli.
Bu ince bir çizgi. Tek bir doğruyu bulana kadar, insana: “Burada
ne yapacağım? Şimdi ne olacak? Bana ne demek istendi?” gibi so-
rular sordurabiliyor; parmağın işaret ettiğinden çok parmağa bak-
ma yanılgısına düşünlere.
Oysa, tüm soruların yanıtı bir: İyi ol. İyiyi duy. İyiyi söyle.
Tek bir doğrudan, büyük bir cevaptan, binlerce cevap üretilebi-
lir. tek bir doğru cevap,
Diğer bütün her şeye, bütün olumsuz seslere boyun eğdirebilir.
Amaç: Sözü; mutluluğa, gönüllerin yapılmasına, hoş kılmaya
araç kılmak, onu yakalayıp, başkalarının, kendimizin kanat çırpan
serçesi haline getirmek.
Güzel sözü işitebilen kulaklara, herkesi sevebilen kalplere,

138
işaretler kolay, zor yok.
Çünkü söz de dünya da uçucu. Öz sevgide ebedi.
Öyleyse, sonsuz sevi ereni Yunus Emre'mizin söze dair bir de-
yişinin yeri geldi:
''Keleci (düzgün sözü) bilen kişinin yüzünü ağ ede (yüzünü
güldürür) bir söz,
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı,
Söz ola ağılı (zehirli) aşı bal ile yağ ede bir söz.
Kelecilerin pişirgil (Sözünü olgunlaştır ve pişir) yaramazını
şeşirgil (yaramazını bırak),
Sözün us (akıl) ile düşürgil, demegil çağ ede bir söz.
Gel ahi ey şehriyari sözümüzü dinle bari,
Hezar gevher ve dinarı kara toprağ ede bir söz (Nice cevheri
kara toprak eder bir söz)
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini (demesin sözün
kötüsünü),
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ (cennet) ede bir söz,
Yüri yürü yolun ile, gafil olma bilin ile (bilginle aymaz olma),
Key sakın ki dilin ile, canına dağ ede bir söz (Çok sakin çünkü
dilinden çıkan sözle canın yanar)
Yunus imdi söz yatından, söyle sözü gayetinden,
Key sakın o şeh katından seni ırağ (uzak) ede bir söz.''

139
Altmış Beş: Yüksek
İnsanın kalbini ve aklını yüksekte, kadim bir yerde tutmasının
yolu, aklını, kalbin sağlam yollarına bağlamasında gizli. Bunu ba-
şarmak ise arayıp, isteyip, bulacağımız, düzgünleştikçe daha çok
anlayacağımız, bize kültür ile, gündelik yaşantı içinde aktarılan
sözlerden geçebiliyor.
Bu sözler, sevdiğimiz insanlardan ya da can kulağıyla dinlediği-
miz aşk ereni Yunus Emre'mizin bir deyişinden bize ulaşabiliyor.
Bu sözleri yaşamanın en fenasıysa, bir türlü sevemediğimiz kişile-
rin bize bir anda “gol” atmasıyla oluyor.
Her ne olursa olsun, bu deneyim barındıran sözlerin sahipleri,
tekrar aynı yolları geçmeden sonuca ulaşmamız için bizlere nasi-
hatlerde bulunuyorlar. İnsan olmanın inceliklerini öğretiyorlar.
Bunu bazen bir şarkı ile, bazen bir söz, bir şiir, bazen bir bakış ile
yapıyorlar.
Faydalandığımız bu önemli öğretiler sayesinde; gerçekliğin bü-
tünlüğü ve insanın onun çevresinde dönen bir varlık olduğu varsa-
yımı ile her şeyin gerekliliğini görmüş oluyoruz. Bu gerçeklik bü-
tününe aykırı şeylerin de bir süre sonra yok olup gittiğine tanıklık
ediyoruz. Böylece, gerçeği göz ardı etmeden ve onun ile uzlaştıkça
kendimizi gerçekleştiriyoruz.
Yoldaki, en önemli unsurlardan biri işte bu: Amerika’yı yeni-
den keşfetmemek için doğru kalplerin sözlerine kulak vermek ve
ne yapılıyorsa yapılsın içtenlikle hareket etmek. Bu şekilde davran-
mayınca, her şey yarım kalıyor ve harcadığımız emek boşa gitmiş
oluyor. Emeklerimiz, kızgınlık ve hevesler ile dağılıp gitmeye me-
yilli bir hale geliyor. Gerçeğe ulaşmak için bir başka şart olarak, bu
durumun karşısında ise bütünleştirici inanç duruyor.
Kendi özümüze inancımız sağlamlaştıkça, bütün iyilik ve kolay-
lığı hayatımıza dahil etmiş oluyoruz. Zaten, hiç yoktan geldiğimiz
dünyanın değerini anlamış oluyoruz. Dış güzelliğimizi tamamladı-
ğımız gibi, iç dünyamızı da arındırmak ve güzelleştirmek için bir
adım atıp onun da güzelliğine erişiyoruz. Olgunluk ile başkalarının

140
dertlerine çare olmak üzere çalışıyoruz. Yalnızca kendimiz için bir
şeyler yapmanın bizi yine kendimiz kadar bir alana çıkartacağının
ve bir adım yol alamayacağımızın farkına varıyoruz. Yol aldıkça,
önümüze çıkan olumsuzlukları, içimizde beliren umutsuzlukları,
oldukları yere geri yollayıp, onları sevgi ile yer değiştirmek müm-
kün hale geliyor. Bu kötü duygu ve düşünceleri hayata geçirmemek
ise doğru gerçeklik algısı ile oldukça kolaylaşıyor.
Değerlendirmesini bilenler için uzun bir hayat ile faydalı işlere
yol açan demlenmiş nasihatler, şans dolu, kalıcı iyiliklerin aracısı.
Altmış Altı: Sonsuz
Sayı doğrusu diye bir şey öğrettiler bize, ilkokulda. Sanırım her
şeyi bölümlemeye başlamamız oradan. Yoksa, o çocuk algı ile bü-
yüdüğümüz hayatın içinde herhangi bir şeyi, diğer şeylerden lafla,
kelimelerle ayırmak neydi bilmezdik. Yunus Emre'mizin ''Bilün can
birlik ikilikde degül (can birlikte ikilikte değil)'' dediği gibi, bize,
birden, birlikten başka hiçbir şey gerekmezdi, büyük ihtimalle.
Bilmem hatırlar mısınız?
Ne günleri birbirinden ayırıyorduk ne de insanları. Yalnızca
anın bize hissettirdiği şey bizi yönlendiriyordu. Bir oyuncak atların
üzerindeydik, bir de bizi taşıyıp duran hislerimizin. Geriye kalanlar
geçip gidiyordu.
Şimdi de değişen bir şey olmamasına rağmen, büyük tabloyu
isimlerle ayırmadan, uzaktan görebiliyorduk sanki. Bu daha kolay-
dı; çünkü tablo dediğin şey, her an değişip duruyordu. Öyle ko-
layca yapılabilecek bir şey değilken, kendiliğinden bir bilgelik ile
oluveriyordu bu okuma.
Nitekim, yaşam kendini değiştirmiyor hala. Yani, değişimini
değiştirmiyor. Ne bir Picasso tablosuna benziyor ne Dali'nin yap-
tıklarına ne Van Gogh ne de Caravaggio. Bütün boyalar var orada,
bu yaşadığımız anda, o boyalar birbiri içlerinde değişip duruyorlar.
Hem de hiç durmadan devam ediyor bu değişim, anda, nefesimiz-
de saklı olarak.
Öyle donuk hiçbir şey yoktu, çocukken. Hala da yok. Kendi
oyuncaklarımıza bile değer yüklüyorduk, hayat verebiliyorduk, sa-
atlerce, günlerce… Yalnızca bir bakışla. Hala da öyle.
Yaşamayan ne vardı? Yaşamayan ne var? Hiçbir şey.
Her şey bize göre, tam da bizim bedenimize göre kesilip, biçil-
miş. Kendimizi iyi hissettiren yeni bir bayramlık ceket, parlak bir
ayakkabı gibi yaşamak. Kendimizi içinde rahatsız hissediyorsak,
şunu hatırlamamız gerekiyor: Çocuklar için kesilip biçilmiş, minik

142
bedenli bir şeydir, hayat. Yeniden giymek için onu, biraz mütevazı-
lık ve kibirsizlik ile küçülmemiz gerekiyor sanki.
Hem böyle olunca, al o çocuğa her şeyi giydir. Biraz söylenir
belki ama çocuğun sempati ve samimiyet ile taşıyamayacağı şey mi
var? Sonra da büyük bir sevgi ile mutlu olamayacağı bir durum?
Her şeye karşı “evet”ten yana, bir “yok” bu soruların cevabı.
Tıpkı o hayali sayı doğrusundaki gibi yaşam da ölüm de bir başlık.
Yalnızca minik hayali bir çizik ile birbirinden ayrılmış aynı yoldaki
hayali başlıklar.
Var olan tek şey ise sonsuzluk ve sonsuzluğun içindeki anlar.
Bu anların ve büyük resimde ölümün olmadığının bilinci ile yaşar-
sak, anlam anlamını katlayacak, çocukluğun gizli olgunluğu baki
kalacak.

143
Altmış Yedi: Söyle
Bende, sende, tanıdığında, uzağında, yakınında, bizde, onda
bulunur.
Elinde, gözünde, kirpiğinde, kaşında, yüzünde, dudağında
durur.
Renginde, şeklinde, halinde, tavrında, Yunus Emre'mizin ilham
dolu gönlünde, bir bakışta saklanır.
Çevresinde, içinde, dışında, merkezinde, yanındadır; hiç git-
mez, hep arkadaş, hep sevgili kalır.
Tadında, dokusunda, kokusunda, duruşunda, gülüşünde, ağla-
yışında, her bir hayatta, bitmez her an yaşanır.
Toprağında, göğünde, havasında, deresinde, tepesinde, bütün
evreninde selamlanır.
Arısında, devesinde, kuşunda, dağında, taşında, yankılanır.
Batısında, doğusunda, Güneş’inde, Ay’ında, gizlisinde, açığın-
da, ne yöne baksan oradadır.
Mavisinde, kırmızısında, turuncu, moru, beyazında boyanır.
Gülünde, papatyasında, kardeleninde koklanır.
Bir cümlede, sevginin ortak dilini konuşalım, elbet duyulur.

144
145
Altmış Sekiz: Vakit
Bazen hata yapabilme lüksüne sahip varlıklar olarak, ne yazık
ki anı kaçırma ve görmezden gelme motivasyonu ile hareket edi-
yoruz. Bunun ile birlikte her seferinde ve ne yazık ki, gelecek ya da
geçmiş ile sınırlandırıldığını düşündüğümüz dünyalarda yaşayıp
devam ediyoruz.
Hepimiz, anda nefes alıp veriyoruz oysa ki. Bir varız, bir yokuz.
Evvel zaman içinde, tıpkı masallardaki gibi…
Sinemada, mavi renk ile ifade edilen şey genellikle yok olma,
var olmama durumudur. Gerçek hayat bize benzeri sinyaller verir:
Belli ki, bize, gökyüzünün söylemeye çalıştığı şeylerden birisi de
“Bir rüya alemindesiniz ve işte bu da benim tonunu zamanın ru-
huna göre değiştirdiğim mavi rengim” cümlesinden başka bir şey
değil.
Hal böyleyken, ne geçmişin bizi affetme yolundan tatminiz ne
de geleceğin sonsuz olasılıkları ile bize sunduğu olanaklardan neşe
dolu. Ve hep, “Ne önümüz belli ne de sonumuz.” diye hayıflanıp
duruyoruz. Halbuki tam da ortadasındayız her şeyin.
Hepimizin kaygısı aynı. Geçmişimizin bizi nereye taşıdığına
dair tam olarak bir fikrimiz yok. Yaşayacaklarımızı öngöremiyoruz.
Tek yapabileceğimiz ve yapmakta olduğumuz, bize yol gösteren işa-
retleri, iyi kalpli insanları takip ederek, severek, bu heyecanlı yolda,
umutla yürümek, bazen koşmak bazen düşüp tekrar doğrulmak.
Fon sonsuz ve bu sonsuz fonda, sonlu olduğunu düşündüğü-
müz hikayelerle bölünüyoruz. Oysa ki hikayede, ne başlıklarla bö-
lünme var ne de bölüm bölüm ayrılacak bir bütünsüzlük söz konu-
su. bütünlüğü sağlayan ana tema zaten kitabın ön yüzünde yazıyor:
Aşk.
İçimiz dışarıda olup biten her şeye şekil verirken, a'dan z'ye
kadar her şey bizim için; içimizdeki “ben” için, onun ile. Ayrı ayrı
değerlendirip, ''sen, ben, o'' dediğimizse birbirine karşı tutulan

146
aynalarla oluşan sonsuzluk görüntüsü. Bizi insanlığın ortak bilinci-
ne yaklaştıran ve “biz” diye ifade ettiğimiz birliktelik, bu.
Hepimiz birbirimize o kadar benziyoruz ki: Dertlerimiz, se-
vinçlerimiz, tanışıklıklarımız, bütün hikayemiz aslında, aynı. Gün
içinde bile sezebildiğimiz, yaşadığımız olaylar ile sabit: “Ben bunu
daha önce duymuştum” ya da “Daha önce sizi bir yerde görmüş
olabilir miyim?” gibi cevapları belli, sorular ile dolu. Hepimiz
birlikteniz.
Bir doğru üzerinden, içimizden evrene tuttuğumuz ayna ne ka-
dar sevgi dolu ise, birbirini etkileyen ve aslında tek bir gerçeklikten
yayılan görüntüye o kadar parlaklık veriyoruz. Aynı hikayenin bir-
birinden farklı karakterleriyiz yalnızca, oysa gerçekten var olan tek
bir şey var. Bugünü, yarını olmayan, zaman kadar bütün, tek kalem:
Kitabın yazarı.
Yunus Emre gibi aşkı aramış ve bulmuş olanların izinde, anda
yaşamayı başarabilen ve dolayısıyla gönlün sonsuz bahçesinde
açan tüm çiçeklere sevgilerle.

147
Altmış Dokuz: Vadi
Hayat sınırların ötesinde ve sonsuz. Tam bitti derken, başlama-
nın oyunu.
Tablo üzerindeki renklerin dalgalanıp durması gibi, ele avuca
gelmeyen sevimli bir çocuk. Ancak, Yunus Emre'mizin ''Key çabük
oynagıl utılmayasın, hevaya kibre sen tutılmayasın'' diye ifade ettiği
gibi, oyunda kaybetmemek için heves ve kibre kapılmamalı.
Hayat oyunu; hiçbir lafa, söze kulak asmıyor sanki. Yalnızca na-
sıl değil, neden yaptığımız ile ilgili daha çok. Nasılını, zaten, nede-
nimize göre değerlendiriyor. İçeriden, içeri ile alakadar. Hiçbir göz,
kendinde olmayanı göremez ya, hayatın gözü saf ve duru. Ne kadar
aşağıya inersek, bizi, o kadar yukarı çıkarıyor bu yüzden. Hani ço-
cuğun gözlerine bakmak için biraz eğilmek gerekiyor ya, onun gibi.
Bu çizgiden hiç ayrılmamayı başarabilmek için içeride sessiz-
lik şart. Hayat, bunca sesin ardında bütün gerçekliği ile sessiz. Ve
ilginçtir ki bu sessizlikte; tıkırtıların içinde, müziğin ritminde de
mevcut. Bir ağacın yaşam döngüsü nasılsa, öyle. Hiç yoktan, hep
vardan.
Önce topraktan, zaman ile minicik bir noktayken, dallanıp bu-
daklanıp, sonra büküle büküle tekrar toprağa dönen, açılıp kapa-
nan, dağılıp toparlanan, kendi aklına sahip, akla sığmayan bir çi-
çek. Ya da vadinin üzerinde, bizim aklımız, kalbimiz ile beraber var
olan, kendi kendine açılan bir tahta kapı. Ki bu tahtadan kapıyı ne
kadar açık ve geniş tutarsak vadinin içinden gelip geçenler, o kadar
rahat ediyorlar.
Biz de böylece, o kadar rüzgar alıyoruz. O kadar renge kavu-
şup, o kadar misafiri konuk etmiş oluyoruz. Bazı misafirlerimiz de
bu duruma gülüp geçebilir ya da anlam veremeyebilir, elbette. Biz,
bir kapıdan öbürüne, kendi kalbimizden, olanı olduğu gibi bırakıp,
geçerken üstelik.
Ama olsun ya da bırakalım olsun.

148
Bu da yalnızca vadideki bir oyun işte.

149
Yetmiş: Oyun
Bazen, neyi nasıl söyleyeceğimizi, kime karşı ne tip bir tavır
takınacağımızı, şurada ve burada nasıl konuşmamız gerektiğini
söyleyen, beşerin belirlediği kuralları o kadar ciddiye alırız ki tüm
bunlar bizi biz yapmaktan çıkarır. bize kendimiz olmayı unutturur.
Çevremizdekiler, sözleri ve davranışları ile bizden bir şeyler
beklerken, kurallar koyarlar. Biz ise kendi kendimize en büyük kö-
tülüğü yapar, oyunu, önümüzdeki en büyük engelin, inanıp “ben”
dediğimiz kibirli oyuncunun, kurallarına göre oynama kararı alırız.
Dans etmeyi kurslardan, konuşmayı televizyondan, gülmeyi ve
aşık olmayı sinema ve dizilerden öğrenir hale gelmişsek eğer, bir an
önce kendimize “Bu dansı gerçek ben nasıl oynardı acaba?” diye
sormanın vakti gelmiştir.
Başkalarının isimlerinin yazılı olduğu koltuklara oturmaya ça-
lışmayıp, hayatın bize uygun gördüğü, yalnızca bizim ve yakınları-
mız için rezerve edilmiş yerlerimize geçip, tam da bize göre hazır-
lanmış yerin, özgün tadını çıkarmaya başlamalıyız.
Bugüne kadar kurallarla dolu dünyanın tuğlalarını özenle taşı-
dık, duvarları hiç yıkılmayacakmışcasına ördük. Artık, kendi eli-
mizle yaptığımız bu evin çatısının olmadığını fark etmemiz gere-
kiyor. İş işten geçmeden, gökyüzünün gücüne ve güzelliğine hiçbir
insan yapımı çatının asla karşı koyamayacağını anlamalıyız.
Böylece, hayatın renklerini görmemiz için bize verilmiş tek şan-
sımız olan “biz”i kaçırmayalım. Çatısı olmayan bir evin duvarları
arasında, bir başkası olmaya çabalamadan, kendimiz olup bu son-
suz dansa ortaklığa çalışalım.
“Ben, ben olmak istiyorum. bencil olmak değil’’ diye haykırma-
nın ve içimizdeki olgun çocuğun yaşam enerjisinin ortaya çıkma-
sına izin verip, evin duvarlarından, pencerelerinden atlamanın, o
sonsuz bahçeye çıkmanın tam zamanı.
Tüm bunları yapmak ve ahenge kavuşmak içinse elimizde iki

150
tane, gücü, tınısı sonsuz enstrüman var: Kalbimiz ve aklımız.
Ara sıra, ‘’Kalbime mi uyayım yoksa aklıma mı?’’ diye düşünüp,
bir türlü çıkış yolu bulamadığımız geceler, günler yaşadığımız olur.
Böyle durumlarda yapmamız gereken tek şey orta bir yol bulup,
aklımızı kalbimize bağlamaktır oysa ki… Sonra istediğimiz oyunu
zaten güzelliğin ve iyiliğin vakur ciddiyeti ile oynar hale geliriz.
Birden bire bakarız ki her şey yoluna girmiş, içimizdeki müziğin
sesi, hem komşularımızı, yol arkadaşlarımızı rahatsız etmeyecek
şekilde ayarlanmış hem de yaşamın ritmi mutluluğumuzu yakala-
yamayacak kadar da düşmemiş. Ağlamanın güzelliğini gülmenin
içinde de bulmayı, bazen başkalarının desteklerini göz ardı etme-
den yakalayıvermişiz.
Ve her şey, oyunu tüm ciddiyeti, kuralları ile eğlenerek oyna-
mayı çok iyi bilen, güçlü, kalender, bağışlayıcı kalbimizde ve onun
bize anlattığı masalları gerçeğe dönüştürme gücünde gizli.
Yunus Emre'mizin, değerli yüreğini, kendini gösterip hepimize
dediği gibi:
“Bir ben var, benden içeri”.

151
Yetmiş Bir: Sahip
“Ait olduğum kim?” diye sormadan, biraz zor anlaşılıyor, insa-
nın kendine sınırları, sırları. Çünkü selam verir ya da kavga eder
halde, bir iletişimdeyiz, her sabah, her akşam, her an, ait olduğu-
muz, içimizden dışarı yansıyan kişiyle.
Her kimse işte, orada.
İsim koyup etiketlendirmek istesek de orada, istemesek de.
Hiç de sana, bana bağlı gözükmüyor.
Sesin arkasında, büyük bir göz ile izleyen farklı farkındalığa,
sormadıysak hala bu ''Kimim ben?'' sorusunu, topraktan ve haliyle
hepimiz gibi birileri, oradan buradan bağırıyor “Kim senin ait ol-
duğun?” diye, minik minik dürtmelerle. Sorunun ne kadar farkında
değilsek, o kadar rahatsız ediliyoruz.
Hayatın bize büyük bir ilgisi var. Açıklarımızdan sızmak, boş-
lukları doldurmak üzere. Öyle olmazsa, böyle deniyor, bizi kendi-
mizle tanıştırana kadar. Eninde sonunda başarıyor işini, malum.
İçimizde, her gün değişip duran indeksi ile kitabımızı okumaya
çağırıyor. Yorum da serbest, yorumsuz kalmak da. tepki de serbest,
tepkisizlik de. Ancak, tertemiz okununca, tertemiz görülüyor, duru
okununca duru, karma karışık okununca karmakarışık. Yunus
Emre'mizin bizlere seslendiği minvalde: ''Neye kim bakar-isen ol
yüzündür, kime ne sanur-isen kendözündür''.
Bir sürü yolu var, ''Kimim ben?'' sorusuna karşılık için hayatın
bize sunduğu: Anlayana iyice anlatmak için otobüs duraklarının
kabalığı da yeterli, kuşların ince kanatları da. Koşmak da yeterli,
durmak da.
“Anlat canım hayat, kolayından, güzelinden, bol bereketinden
olsun. biz seni senin ile dinliyoruz’’ diyebilen, sonsuz ruhlara, gön-
lü okumayı bilenlere…

152
153
Yetmiş İki: Kış
Baharın ortasında olsak da kış yine gelecek.
Kış Baba üzeri karla kaplı paltosu ile kapımızı çalacak, “Ne yap-
tın bakalım ben gelene kadar, bana anlatacak bir hikayen var mı?”
diye. “Çok çalıştık, biraz dinlendik, hayal kurduk” olacak bu sıcak
soruya yanıtımız, “Duyduk, düşündük. Değişen pek bir şey yok,
yani.”
Kısalan günlere inat, her şey daha da yoğunlaşacak. Hepimiz
kat kat giyineceğiz. Atkı, kazak, bot… Sanki bu kadar kalın giyin-
mek, incelen hisleri örtmek için. “Beni örtün” diye titriyor olacak
hislerimiz.
Türkçede, sıradan bir cümleye bile böyle çokça açıdan bakabi-
liyorken, kışın nasıl olacak da birbirine hiç benzemeyen bu kadar
farklı ve güzel, kar tanesi ile başa çıkacağız? ''Kış Baba, bizi bu kar
tanelerinden biri ile hakikaten tanıştırabilir misin?” diye sorma sı-
rası belki de bize gelecek. Neyse ki yardımcıdır, Kış Baba. Bizi, biri
ile tanıştıracaktır, elbette.
Elimize tokalaşmak için konmuş, narin kar tanesi, kendi kendi-
ne, sevgisinden eriyene kadar yün eldivenimizin üzerinde bir süre
konaklayacak. Süresi bitti, gitti diye üzülme sakın. Çünkü onlardan
birini tanımak, hepsini bilmek demek, aslında. Onlar için söylene-
cek olan, sevdiklerimiz için bildiklerimizden farklı olmayacak…
Kış, böyle işte. Açlık gibi bir etkisi var, mahrum kalmak gibi.
Bütün duyguları öne çıkarıyor soğuk. Kimden mahrum kalırsak
ya da kime açsak, onun bizde bıraktığı gerçek his öne çıkar ya. Bu
yüzden arifler ‘’Hayata fakir bakın’’ diyor olmalılar. ‘’Hayattan biraz
mahrum kal ki, ona karşı olan fikrin, tek gerçek, kalbinden duyul-
sun. kendini böylece bilmenin de bir yolu var. Kimi seviyorsun?
Biraz, eksil ondan. Unutursan, unuttun gitti zaten. Ancak, sen so-
ğukta iken, o orada sevginin sıcak ışığı ile parlıyorsa hala git, hemen
sarıl ona. Hem hiç ayrılmadan, kavuşmak olmaz.''
Mevsimler de yaz da kış da insanın içinde, hakkın Yunus

154
Emre'mize verdiği gönül gibi, devran döndükçe güzel değişimlere
gebe:
''Bir dem (zaman) sanasın kış gibi şol zemheri (karakış) olmış
gibi
Bir dem beşaretden (müjdeden) toğar hoş bagıla bostan olur''

155
Yetmiş Üç: Yarış
İçinde kaç his var? Bunlar kaç kişilik? Kimler spor yapıyor bu
kalbin odalarında?
Olimpiyat düzenleniyor her gün, içimizde. insan bir evren, her
evrenden bir bir, başka başka “ben”ler içeride.
Nasıl bir spor bu? Bir sürü güreş, bir sürü koşu, uzun atlama…
Profesyonelliğimiz hakemlik, profesyonelliğimiz sporculuk
oluyor.
İçimizdeki hislere, düşüncelere karşı, onlarla bir…
Düdük öttürüyoruz duygularımıza, biz: Hakemliğini yapıyo-
ruz, olup bitenin, içimizdeki müsabakaların; “Sen geç. Sen bura-
da dur. O kadar büyüme. Bulunduğun klasmana uygun değil’’
sözlerimizle.
Yardımcı besinler alınıyor. Hepsi zihnimizden, sonra ondan ve
her şeyden büyük kalbe geçiyor. Bir sakin alan bulunuyor, güzel bir
bahçe. Oyun içeride oynanıyor. Taraftarlar da biz, oyunun dışın-
dan izliyoruz olup biteni.
Önce sporcu gibi, sonra hakem gibi hazırlanıyoruz oyuna.
Farklı farklı hallerle.
Oyun bittiği ya da başladığı zaman, bedenimizdeki etkilerin ne
olacağını hesaba katmazsak, zor oluyor. Bu yüksek hislerden aşağı-
ya inmek, oyuna hazırlanan bir sporcunun zirvede kalabilmesi için
gösterdiği emeği istiyor. “Ah bu bendim’’ sözü, ne kadar yükseğe
çıkıp unuttuysak, atlarken o kadar büyük harflerle, toprak, hava,
su ve ateşten ibaret olan alnımıza, şahitliğimize yazılıyor. Sonra,
dışarıya yansıtıyor yine bizim tarafımızdan. yani, düşüncelerimizi,
hislerimizi, kalbimizi, gündelik hayatımızda görünür kılmak üzere
çalışıyoruz, fark etsek de etmesek de.
Oyuncuların, hakemin, taraftarın biz olduğumuz bu festivalde;

156
yenerek, yenilerek, yenileniyoruz. Hiç de gerek yokken, geçici yar-
gılarımızla yenmek için bir kazanana ihtiyaç duyuyoruz.
En önemlisi, gerçek kendimizle tanışana kadar, sürüyor bu
yarış.
Oysa, Yunus Emre'mizin sözlerine kulak verip, yarışı, bir ham-
lede barışla değiştirmek, gerçeğimize, atlara binip, dörtnala koş-
mak var:
''Beri gel barışalum yadısan (yabancı) bilişelüm
Atumuz eyerlendi eşdük (yol aldık) elhamdü lillah''

157
Yetmiş Dört: Yön
Hayatın söylediklerine, akışına karşı koyup “ben” diye hareket
ettikçe, kibrin çirkin yüzünü öpmüş oluyoruz. Kalbimiz, kendimi-
zin sandığı, gelip geçici hislerin, hazların tutsağı oluyor. Sonra, ha-
yatın bizden yana olan ve bizimle konmuş kuralları gereği, yandığı-
mız, yanıldığımızdaysa tatlı bir rüyadan, korkuların fark edildiği bir
kabusa uyanmış oluyoruz.
Kabus ya da rüya her ikisi de bizim ile öğretmenliğine devam
eden hayatı, yaşananları olduğu gibi seyredenler için muhteşem
ve kutsal bir yere dönüştürüyor. Bu yer, kişinin her zaman kaçabi-
leceği ve anda bulduğu alan oluyor. Yakalanan, kaçan, kovalanan
her kimse; çözüyor bütün sorunları, görmüyor kötülükleri ve koşa
koşa gidiyor mutluluğa doğru…
Kalbi, zihni açık insan, yönetim hevesi her yerimizi sarmışken,
sözdeki başarıyı elde etmenin at gibi başkalarının fikirleri ile güdül-
mek olduğunu fark etmeyenlerin kurallarına karşı çıkıyor. Yunus
Emre gibi büyüklere benzeşmeye, en azından onların izlerinde bir
anlam bulmaya yöneliyor.
Sözde güderek elde ettiklerimizle değil, güdülmenin yanlışlığı-
nı fark edip, kırdığımız zincirler kadar özgürüz. Bunu herkes bili-
yor. ama idrak nerede? Onu çok az insan yaşıyor.
Elbette, güdülmeyi de güdeni de dışarıda değil, bire bir ken-
dimizde aramamız gerekmekte. Dolayısıyla, özgürlük, kırılan
zincirler ile sona eren bir şey şeklinde tekabül etmiyor hayatlara.
Başkalarına yardım ettikçe azalmıyor özgür olma hali. Tam aksi-
ne, bu düzeni kuran da durmadan, kendi amacıyla ortaklık kurup
hareket edenleri, yardımlarıyla sonsuza doğru çoğaltmaya bakıyor.
Her şeye sahip olmanın anlamsızlığı, zaten her şeye hali ha-
zırda sahip olduğumuzun altını çiziyor. Hem de devamlı bir şey-
lere, birilerine sahip olmayı istemek demek, gerçek bir yenilginin
göstergesiyken.
İnsan olduğu gibi tam. bu haldeyken “Ben şu olmadan, böyle

158
olmadan, bütün olamam” demek ne kadar doğru? Olaylar olup
giderken, yanlışın olmadığını, hatta “yanlışlık” diye bir şeyin ol-
madığını, yalnızca bakış açımızın yanlış olduğunu ne zaman idrak
edeceğiz?
Bütünün, birliğin bir amacı var. Oradan bakınca kişisellikten,
mükemmelliğin, yalnızca içteki bir yansıma konumundaki dışarıda
aramasından kurtulmak mümkün.
Görünen ve görünmediğini düşündüğümüz, yanılgıların esare-
tinden kurtulmak ve yetinmenin yüceliğini yaşama olasılığı orada,
sahip olma hırsımız yüzünden bizi beklemesin artık.

159
Yetmiş Beş: İp
İnsan, ip üzerinde her an.
Bir anda yanlışa ve bir anda doğruya yönelmek ne kadar ko-
lay. Sağlamlık ise esnekliğimize bağlı. Hayat içinde daha çok algısal
olarak yaşayacağımız esneklikler bunlar. Keşiflere çıkmak ''Ben ki-
mim?'' sorusuyla başlarken, hayat, tahammül ve anlayış ile anlamlı.
Bu yüzden, Yunus Emre'mizin ''Eğer ışkı (aşkı) seversen can olasın,
kamu derdine hem derman olasın'' deyişindeki gibi aşkı severek,
canlara can olarak, başkalarını anladıkça ipte yol alabiliyor, anla-
mın kolaylığına açılabiliyoruz.
Hayat bize kendisini ancak insanlar üzerinden gösterebiliyor.
Yani, hem bir ipte yürüyoruz hem de bunu diğer insanlar ile yap-
manın zanaatını öğreniyoruz; en zengin, en kestirme yol olarak ara-
daki bağı sevgi ile kurup.
Işık farklı renklere bürünüyor ve başkaları dediğimiz farklılıklar
ipi titreştiriyorlar. Bu titreşen ipler, farklı tınılar ile var oluşumuzu
zenginleştiriyorlar. Başkalarının değerini, bize kattıklarını, anlama-
dan fark etmemiz mümkün gözükmüyor. Bir sürü dileğin, konuş-
manın, görünüşün kaynağında, merkezinde ise bir tek gerçeklik
bulunuyor. Bütün çiçeklerin topraktan ve şekilden şekile giren bu-
lutların aslında sudan oluşması gibi.
Gerçekliğin ip üzerindeki yolunda rahatça ilerlemek için yön-
temse oldukça açık: Kendini ve başkalarını yargısız seyretmek.
Bu seyrediş bize, koşullar her ne olursa olsun masumların ya-
nında olmamız gerekliliğini hatırlatıyor. Çünkü ipten düşenler,
zannettiğimiz gibi her zaman kaybedenler olmuyorlar. Onların ara-
sında, ipte yürümeye çalışanlardan çok daha kazançlılar var. Bazen
de kaybetmenin özgürlüğünü, gururunu ve değerini bilmeyenler,
bunu hiçbir zaman anlamlandıramıyorlar.
İpin dışındaki geniş alanda, ipten aşağıya ağ germek için bunu
göze alanlar ya da anlamsız savaşlardan vazgeçenler, hatta hayatın
cambazlığın ötesinde bir şey olduğuna uyananlar da bulunuyor.

160
Bu durum, bize, bu oyunun öyle ya da böyle bir nihayete ere-
ceğini, kendimizi rollere fazla kaptırmamamız gerektiğini, ölümün
bir son olmadığını ve her ne yaparsak, yaptığımız şeyin bize geri
döneceğini hatırlatmıyor mu?
Olayları, yalnızca kendi tarafımızca değil; kendimize rağmen,
başkalarının bakış açısından da görüp mutluluk, huzur ve barışta
sabit bir kalp ile buluşabiliriz.

161
Yetmiş Altı: Soru
Cevaplar, sorular kadardır.
Kendine bir başkasının gözünden, kalbinden baktığında ne
görüyorsun? Bulunduğun yere ne götürüyorsun? Hiç tanımladın
mı ne olmak istediğini? Tanımında en çok hangi kelimeler vardı
ya da en sevdiğin cümle hangisidir? Kendine bir sıfattan isim ver-
sen bu ne olurdu? Vefa mı, sevgi mi, anlayış mı, barış mı? Kendi
sınırlarını, kendi sözlerin ve hislerin ile çizdiğinin farkında mısın?
Hiç dokunulmamış; kelimelerin, sözlerin, maddenin giremediği, o
tanımlanamaz yeri gördün mü? Birisini sevdiğini bile bile çekindin
mi söylemekten, ifade etmekten ve hatta çekip gittin mi? Üstelik
hakarette ve önüne gelene “Onu hiç sevmem” demekte bu kadar
net ve hızlıyken. Bir de kötü mü davrandın kendine ve ona, ondan
kaçıp hızla koştuğun yetmezmiş gibi? “Sev. ölene kadar sev çünkü
sevgi ölümü kutlamaktır” demedi mi kimse sana? Ayrıca, göster-
medi mi sevginin ne kadar kolay, kolaylaştırıcı, bağışlayıcı ve huzur
dolu olduğunu? Gerçekten kimse sana insanlara güvenmen gerek-
tiğini söylemedi mi? Aslında, sendeki tereddütün, muammayı do-
ğurduğunu fark edemedin mi hala? Buldun değil mi, içindeki tep-
kilerin, dışındaki olayları ciddi ciddi etkilediğini? Gerçek tanımını
değiştirmenin, dolayısıyla kendini ve hayatını değiştirmenin vakti
gelip geçmiyor mu sence? Kızgınlığın ateşini mi tercih ediyorsun?
Yoksa, Yunus Emre'nin izindeki topraktan seviyi mi? Bir sürü soru
mu var yoksa aklında?
Ve bu cevabı açık sorular sayesinde, yaşamak eğlenceli ve ciddi
bir şey.
Öyle değil mi?

162
163
Yetmiş Yedi: Boya
Her şey aşk.
Bizim bakış açımıza göre değişen ve özünü içimizden yansıttı-
ğımız yargısız, koşulsuz aşk... Kalbimizin en derin noktasına baktı-
ğımızda, hatta gözümüzün aldığı en son noktada, o.
Bu aşk öyle bir şey ki ne ele geliyor ne avuca. Anadolu dervi-
şi canımız Yunus Emre'mize ''Ben yürürüm yana yana, aşk boya-
dı beni kana'' dedirten bir güç. Hiçbir yere sığmıyor; ağırlığı yok,
hacmi yok ama o olmasa karanlık olur. Her an açan çiçekler açmaz.
Her gün tanık olduğumuz mutluluklar görünmez. Her bir renk
kendi karakterini ona katıp bizi boyamaz, artık.
Bu nur; kendini, bizim bakış açımıza göre tanımlar.
Su gibi. Kabımıza göre şekil alır. Ama inatçıysak, sakinliği ve
olağanlığı ile görünmeze, bilinmeze, ulaşılmaza dönüşüverir.
Esasen sevdiklerimiz gibi bizim ile yol alır. Sevdikçe ışıl ışıl par-
lar, yaprakları farklılıklardan oluşan ağaçtan varlığı ile. Kökleri ber-
rak bir sudan sonsuza uzanır. Uzanırsak ulaşılır.
Durağan da bir şey değildir. Aslında “şey” de değildir. “Şey” yal-
nızca görünen bir kısmıdır onun.
Ne kadar hız alırsak o kadar anlaşılır olur. Hız almak da ancak
akıp giden düşüncelere kapılmaktan değil, onları oldukları gibi,
kendimizde seyretmekten geçer. Seyrin anahtarı da kendisidir ya
sevginin katlana katlana artmış hali. Çünkü sevgi süt gibi akışkan,
yoğun, mutlu ve karşılıksız bir huzur sunar isteyene, görebilene…
Bu kutlu nuru, olduğu gibi hızlandıran başka bir var oluş biçimi
de güvendir. Güvenen kendince, etrafına saçtığı ışığı korur. İnsan,
sonunda bir bakar, bütün renklerinden soyunup yalnızca onun
kendisi olarak kalır.
Üst üste binmiş, aşkın binlerce ışığından oluşan bu koca se-
vimli yeryüzü ise kendine de mavi okyanusu seçer, beyaz Ay'ı, sarı

164
Güneş’i...
Gerçeğin yolundakilere, aşk olsun.

165
Yetmiş Sekiz: Çizgi
Olduğumuz yerden yükseğe çıkmaya çalışıyoruz.
Bu yükselişler, esasen insan kalbi ile ilgili olmayınca, bir sürü
probleme neden oluyor. Neyse ki, yükselme diye adlandırdığımız
şey; duygular, düşünceler ve bakış açılarının dışına çıkabilme ye-
teneğini genişletme yönünde olmayınca, yalnızca, sanal bir duru-
mu ifade ediyorlar. Ancak kalp ile kendi gerçekliklerinin sınırlarını
genişleten insanlar, gerçek ve sonu olmayan bir dereceye varabili-
yorlar. Bunu başarabilen esas zenginliğin sahipleri, kendilerini sor-
gulama yönünde büyük pratikleri elde etmiş kişilerden oluşuyor.
Bu insanlar hep şunu akıllarında, kalplerinde bulunduruyorlar:
Dünya üzerinde her nereye gidersek gidelim, bulunduğumuz nok-
ta, ancak, yine yatay bir çizgi ile ifade edilebiliyor. Böyle bir du-
rum; ister sarayda ister bir mağarada, her nerede olursak olalım,
maddiyatın üzerine çıkmadıkça, yatay bir rüyayı, yükselme olarak
adlandırma hatasından başka bir şey olmuyor.
Oysa, kalp ile olan bitenin üzerinde bulunmak, maddiyattan
arınmayı getiriyor, maddiyattan da yükselmeyi. daha fazlasını iste-
meyi… Zaten, Yunus Emre'mizin dediği en yüksek olan doğruluk
ya başka bir şey değil:
''Togurlık (doğruluk) cümlesinden yüksek üzer (uçar)
Togurlık besleyenler arşda gezer''
Bu şeffaflık, doğruluk bilinci, kişiyi; dalgalanan denizden, sevi-
len yakınların bulunduğu bir gemiye atıveriyor. O kadar rahatlatıcı
ve hayat kurtarıcı bir halde sabit kılıyor. Böylece hayat, maddi yön-
lerimiz dışındaki şeffaf alanımızı geliştirmek üzere bir geçit töreni-
ne dönüşüyor.
Hayatı bu şekilde okuyanlar, bu geçit töreninde, etkileşimde ol-
dukları insanları, farklı renkleri yansıtan paletteki sulu boyalara dö-
nüştürüyorlar. Üstlerine konan renkleri, hiç eleştirmeden, yalnızca
kendilerine yakışanları vurguluyorlar. Bir ressam gibi... Dünya’nın,
Güneş’in etrafındaki dönüşündeki hayat arayışına benzer bir

166
akıcılıkla, renk ve neşeyi kendilerine ve çevrelerine saçarak.
Bu, çok yakınımızdaki gerçekler, ancak kalp ile görülebilecek
kadar hassas, değişmez ve tek.

167
Yetmiş Dokuz: Pilot
“Yarış. Peki ama kiminle? Kendinle’’.
Sağa sola sapmamak, çakılıp kalmamak için yarışı vicdani bir
gözetleme ile yapmak gerekiyor. Ve vicdanın da esasen bir mate-
matiği var. Bu doğru yollara açılan kapılardan biri de kıyaslamaktan
geçiyor.
“O benim yerimde olsa bana böyle davranırdı” ile olacak bir
kıyas değil bu, elbette. Bu durumda; vicdana değil, bütün niyetle-
rimizi bir başkasının çoğalmış, kalıplaşmış bakış açısına bağlamış
oluyoruz. Vicdanın getirdiği özgürlük alanından mahrum kalıp,
öfkeye yenilmiş duruma düşebiliyoruz.
“Bu olay karşısında; mesela, Yunus Emre gibi bir derviş, na-
sıl davranırdı?” ile sorgulamalı, amacı, birlikten doğumu ve son-
suz olasılıklar içindeki birliği deneyimlemek olan insan kendini.
Böylece; hem akli bir denge hem de kalbi bir huzurun getirisinde,
pilot koltuğunda oturan ile onu yöneten yardımcı pilot, yani biz,
yarışı kazanır oluyoruz.
Tam tersi durumda, ışığı aşan hızıyla güçlü kalp; dünya ile, boş
söz ile doluyor, ağırlaşıyor, potansiyelini ziyan ediyor.
Yolda; gözümüz çevrede olup biteni keyif, huzur ve sabır ile
gözlerken, kulak kalpte, bütün kalbin bakımını yapmamız gereki-
yor, kalbe giren çıkanı fark etmek, belki de gün sonunda kendini
bir hesaba çekmek. Gerçek sevgi ve anlayış ile söylenmiş doğru
sözler yönlendirici olabiliyorken, maalesef ki kendimizle takım ça-
lışması olan hayatta, kuru laf ile gemi yürümüyor.
Her şeyi tek bir matematiğe oturtup, konforunu yaşamaya baş-
lamak böyle oluyor: ''Bütün olan biteni kıyasla. kiminle? Öze ermiş
kişilerle, sonsuz güven kaynağı hakikat erenleriyle.”
Niyet bir: Sevmek ve sevilmek.

168
169
Seksen: Sığınak
Bir yakın gibi sarmış hayat bizi. Savaştaki bir sığınak gibi kaça-
bildiğimiz bahçelerimizle.
Her gün bizimle beraber uyuyup, bizimle beraber uyanıyor-
muş. ‘’Karnımız aç mı? Üşüyor muyuz? Her şey yolunda mı?’’ diye
başka ağızlardan ya da kendimizden bize soruyormuş. Bir de üste-
lik, her zorluğun ardından bir kolaylık sunuyormuş. Hem de istisna
gözetmeden, kendine has matematiği, armonisi ile.
“Bak, bunu hakkı ile atlatabilirsen, sana güzel bir hediyem var”
diyen şefkatli bir dost gibiymiş aynı zamanda. Bir kere yaptığı-
mız kötülüğü görmezden geliyormuş ama hiçbir iyiliği karşılıksız
bırakmıyormuş.
Çok yaşlanınca bebekleştiriyormuş bizi. Bebekleştikçe, yargı-
dan kurtuldukça oyunlaşıyor, kolaylaşıyormuş. Oyun bir yandan
ciddi, bir yandan da eğlenceli bir şeydir ya. Biz bunu anlayana ka-
dar bizimle konuşuyormuş, karşısına alıp.
Sert bir yönü de varmış, elbette. Ama her ne yaparsa kendi ya-
pıyormuş insanın. Çünkü Allah’tan her zaman ama her zaman iyi-
lik gelirmiş. Ondan korkulmazmış. Zaten, sevgiden korkulur mu?
Ancak azametinden huşu duyulurmuş. Güzelliğinden…
Bir tane insanken, çoğaltırmış hayat, benzerleri ile mutlu kılıp.
Yalnızlığı ise kıvama gelecek bir hamurmuşuz gibi dozuyla verirken
bize. Viz, bir tane insandan binlerceye, milyonlarcaya ulaşırken,
herkes dönüp dolaşıp yine kendine çıkıyormuş.
Adaletin kılıcı da bizeymiş, rahmetin yağmur bulutları da.
O; sevginin ağır gelmediği kimselere hafif, sevginin ağır geldi-
ği insanlara hafif de değilmiş. Üstelik, şahit de bizmişiz, bütün bu
olup bitenlere; korunaklı, nefesle bir hayatlarımızda.
Doğruyu takip etmek ve aydınlıkta sonsuzluğu bulmak, yardı-
mın kapılarını açıp, göğüs kafesimizi sonsuza genişletmek için ka-
natlarımızı açmalıymışız gökyüzüne, yaşama sanatını icra ederken,

170
Yunus Emre gibi aşk erenlerinin izinde.
Yaşamın da üstünde ama kalplerde gizli, bir yaratıcı sanatkar
olduğunu hiç ama hiç unutmadan...

171
Seksen Bir: Yetişkin
Olgunlaşmak, başkalarına yardım ettikçe mümkün. Çünkü,
kendi sınırını kendi ile koymamış oluyor insan, başkaları sayesin-
de, yardımlaşma ile. Yaşamdan kaçmak, uzaklaşmak gerektiğinde,
yaştan yaşa ilerlerken diğerlerinin ellerine ihtiyaç duyuyoruz ya
insan insana mecbur. Yardımımız ne kadar çok ve “başkaları” ne
kadar “biz” olduysa, o kadar sınırsızlığımız oluyor.
Mesela, bir başkasına “el” diyen Türkçe, bize yine güzel mesaj-
larından birisini vermiş. Her ne kadar “el”, “il"den gelse de, sonuçta
diğerine "el” denilmiş ve Türkçe eklemiş: “Diğeri bir eldir. yalnızca
bir el. bir gölge. Diğeri, bir yardım elidir. Tutun elleri ve kurtulun,
kurtarın hayat uçurumlarından.”
Bir “el” olarak, başka bahçeye hizmet ettikçe, sınırlarımızı ge-
nişletiyoruz, olgunlaşıyoruz işte. Hayat ile tanışıklığımız artıyor
ve daha fazla çiçeğe topraklık yapar oluyoruz. Kurak toprağa nefes
oluyor, gönüller yapıp can buluyoruz. Manevi bir tatminiyetle, el
bileklerimizden buğdaylar fışkırıyor, Yunus Emre'nin izinde. kuşlar
karnını doyuruyor, o buğdaylarla…
Tam tersi durumda, hayat, her zaman ileri doğru giden bir me-
kanizma olduğu için, kendi istekleri ve bildikleri doğrultusunda
inatla giden insanların başına olmadık işler açıyor. Çocuksu bir
olmamışlığa hapsediyor, onları. Kendimize müdahalesizliğimiz
arttıkça, “dışarısı” bizim için o görevi er ya da geç gerçekleştiriyor.
''Paramı başkası için harcamam'' diyen kişiler, mesela, “Paran
değerli değil'' cümlesini doğrulayacak bir sürü olay ile karşılaşma-
ya başlıyor. Resmen, bize, şekil vermeyi çok iyi bilen sanatçı hayat,
sayesinde.
Bu sanatçının söyledikleri doğrultusunda, bedenimize de doğ-
ru şekilde davranmamız gerekiyor, elbette. Çünkü, bedenlerimiz
birer alıcı, her şeyin temelinde; yediklerimizden, konuştuklarımıza
kadar dönüştürücü bir ev.
Bedenine yardım ederek, kalbini arındırırken, sevdikçe çoğalan

172
insan, kendine verdiği sözler ile aslında hayata söz veriyor ve dikkat
ile seyretmesi gerekiyor, tüm olup biteni. kendimize görünür ya da
görünmez, şeffaf yollardan yaptıklarımız konusunda hassasiyeti-
mizi koruyup, böylece, kime hizmet edip, yardımcı olduğumuzu
özenle değerlendirmeliyiz.
Bizi, sonunda, tatminiyetsizliğe ulaştıracak “ben”e mi? Yoksa,
başkaları diye isimlendirdiğimiz, sınırsızlığını keşfettiğimiz, olgun-
laşıp, piştiğimizi “sen”lerimize mi? Hangisine çalışıyoruz?
Nihayetinde, nerede sahte “ben”ler var ise orada bir sonuç yok.
Nerede “biz” var, gerçek orada. Ve gerçek hedeflere başarıyla ulaş-
manın, olgun bir insan olmanın sırrı, Yunus Emre'mizin deyişinde:
‘’Ne verirsen elinle, o gider seninle.’’

173
Seksen İki: Zengin
‘‘’Ben’’den çok, ‘’biz’’den yana olanlar her zaman zengin.
Onlar; hiç bitmeyecek, tükenmeyecek bir kaynakta, merkezde
bulunuyorlar. Kaynaktaki havuzun ılık suyunda, yaşam boyunca
edinilebilen bütün kirlere karşı hep ışıldıyorlar. Kendi farklılıkları-
nı da koruyarak, durumlar karşısında aynı şeyleri hissediyor, aynı
şeyleri düşünüyorlar çünkü. Böyle bir birlikteliğin gücünü seviyor,
onu yaşıyorlar.
İnsani ilişkilerinde, hemen hemen her şey ile kurulu kardeşlik-
lerinin farkına varabiliyorlar; bir insanın zenginliği, kendi hali, tav-
rıyla da ölçülebiliyorken.
Toprakta, suda, ateşte, havada... Bir başkasında kaybolmayı
başarabildiği kadar “çok”, nefesler ne kadar ortaksa o kadar güçlü,
ne kadar ‘’ben’’i azsa o kadar ‘’iyi’’ler. Gülümsedikçe yaşadıklarını
biliyor, bu ortaklığı bulmuş insanlar. Hem de öfkenin ayrım ve acı
getirdiği aşikar, ortadayken.
Unutmanın zenginliğinin de bilincindeler. her ne olursa ol-
sun, hatalı davranışları unutup, “öteki”nin olmadığı bir dünyada
yaşamayı biliyorlar. Bütün kalplerin, atan kocaman tek bir kalbe
bağlı olduğunu, hayatın sessizliğinde, vakurluğunda sezebildikle-
ri için nurlara yakınlar. Onlar, kalpleri hoş tutup mutlu oluyorlar.
Çıkarların öncelik halini aldığı yerde, doğruluğun bulunmayaca-
ğını okuyabiliyorlar. Bu yüzden, “ben”den önce “biz” diyebilmeyi
kolayca başarıyorlar.
Bütün konu, bize ayrılan kısa süreyi mutluluk ve huzur ile ge-
çirmek. Bu halde, umudumuz yoksa, yanlışımız var. Çünkü, doğ-
ruda sabit ve mutlu kalmak, yanlışlarla nefes almaktan çok daha
kolay. Üstelik, vermenin sonsuz zenginliğini; köylüsünün tarlasını,
var gücüyle, karşılık beklemeden, biçmeye girişen, o değerli Yunus
Emre'mizin hayatında görmek, sözünde izini sürmek mümkün:
''Mun’im (nimet veren) oldum yoksul iken benüm oldı kevn ü
mekân (alem)

174
Yirden göğe mağrıb (batı) maşrık (doğu) yire (yere) göğe tol-
dum (doldum) ahi (kardeş)''

175
Seksen Üç: Gemi
Yaşamak, denize karışana kadar denizde yol alma meselesi.
Ve bu meselede, dış dünyadaki koşulları değiştirmek, onlara
karşı söylenmek, kendi kurallarımızı başkalarını dayatmak yerine,
tahammül sınırlarımızı genişletmeyi denesek daha iyi olmaz mı?
Bu, sürekli olarak değişip, önümüze farklı tablolarla gelecek olan
durumların üstesinden kesin olarak gelmenin bir yolu değil midir?
Ve zaten, içimiz, her seferinde, karşılaştığımız olaylar özelinde,
şöyle söylemez mi?
“Tahammül et, sabır ile sınırların genişler.”
Aslında, herkes gibi kendimizin etrafında dönüyoruz. Ve mer-
kezdeki Güneş’e yakınlığımız, etrafındaki dönüş hızımız, ne kadar
‘’insan’’sak o kadar artıyor. Isınıyoruz, başkalarına nur oluyoruz.
Henüz, güneş ışınlarının vurmadığı kara parçalarımızdaki buz-
ları, bereketli sulara dönüştürmemiz için, tahammül sınırlarımızı
genişletmemiz, kalbimizdeki nefreti eritip sevgiye dönüştürmemiz
gerekiyor.
Bizi insanlığa ulaştıracak en önemli unsurların başında, kendi
yargılarımızdan kurtulmamız geliyor. Bütün zorluklar, kendi yar-
gılarımıza fazlası ile inanmamızdan kaynaklanıyor. Oysa “bizim”
dediğimiz yargılar, zaten bir zamanlar bir başkasına aittiler. Bu
noktada, başkalarından uzakta ve kendine yakında olmanın hassas
dengesini tutturmak insani görevimiz ilan ediliyor: “Kaptan, deni-
ze açılmamız için önce deniz kadar geniş olmalıyız” diyen bizim
tayfadan biri bayrakları çekiyor.
Esasen, hayat denizinde, uzaklık ve yakınlık dengesi ile bütün
taşların eşit miktarda, kendilerine düşeni yaşaması üzerine kurulu
bir düzende ilerliyoruz.
Bu deniz yolculuğunda, biz kaptanlara, “Güneş’e bakalım.
Çünkü, Güneş bize hayatın sonsuzluğunu verir. Ve bir gün ona
kavuşacağız“ diyerek, hız ve sevgi ile doğru hedefe yol almanın

176
zamanı çoktan geldi. üstelik, geminin tayfası da şöyle derken:
“Hadi, insanlığın kalbi için aşkla bir şeyler yapalım’’.
Kendimize ait geminin mutlu kaptanları olarak gerçek ile bu-
luşmak, zoru da kolayı da hoş karşılamak ve geminin tayfasını, hep
iyi niyet ile değerlendirmek sonsuz sevgiden geçiyor.
Çevremizin iyilerine teşekkür ederek, ‘’kötü’’lerine hamd duy-
gularıyla, Yunus Emre gibi erenlerin, sevi ustalarının, hakikat kap-
tanlarının izinde, yola devam ettikçe deniz bize tüm güzelliklerini
gösterecektir.

177
Seksen Dört: Şükürler
Bir ustanın elinden geçti çocuk, büyürken. ustanın adı, herkese
göre değişirdi. Yani, herkes bir ustanın elinden geçerdi: Bazen aşk,
bazen merhamet, bazen fedakarlık gibi farklı farklı isimler ile.
Hepimiz gibi bir evde doğdu, çocuk. Sonra çıktı o güvenli ala-
nından, sokağa atıldı. Dönüştü. Gördü.
Sonra birisinin gözlerinin içine baktı. Ve anladı ki hayatta kötü
insan yok; yalnızca kötü tutumlar edinmiş insanlar var. Uzak dur-
du, duramadığına mesafe koydu.
Şimdi, “Bütün her şeyini elinden alsalar insanın, insaniyeti ka-
lır. zaten başka da bir şey önemli değildir” diyebiliyor rahatlıkla.
Biliyor ama yaşı kadar. Çocuk işte.
Evrenin susarak konuştuğunu biliyor, mesela. Soyut yolla-
rın, şeffaflığın maddenin üzerindeki hakimiyetinden de haber-
dar. Mesela, bir ihtiyacı olduğu zaman “başka”larına söylemiyor.
“Bizde bizden başka kimse yokken, kime neyi anlatacağım ki?” di-
yor ve bekliyor. İstekleri üzerinden iletişim kurmuyor ilahi olanla
artık; bu ona samimi gelmiyor... Zaten, evren hemen ihtiyaçlarını
fazlasıyla karşılıyor. Hem de kendi yaşına en uygun şekilde. O son-
suz yaşa.
Masallarda olup bitene inanıyor. Hatta yaşı büyüdükçe daha
çok. Hayattaki anlamına bağlı kalmaya önem verirken, hiç barıştan
kopmamak gerektiğini hatırlatıyor kendine, hem de diğerleri ile.
Arada bir deniz gibi dalgalanıyor, tabii. Ama Yunus Emre'nin
lafı kulağında hep bulunuyor: “Ben gelmedim kavga için, benim
işim sevgi için.”
Yardım alıyor, her an kalpteki gören gözden, ondan. Son söz
hep O’nun.
Sessiz: Sabır tavsiye ediyor.

178
Sonra mutlu, huzurlu bir hal.
Çok şükür.

179
Seksen Beş: Tanık
Söylediklerimiz kadar gördüklerimiziz de.
Sonsuzluğa uzanan bu yolda, hepimiz farklı şekillerde, farklı
algılarla kendimize kendimizi anlatıyoruz. “Sen” diye görünen, bü-
tünü ile kişinin özüne verdiği anlamı ihtiva ediyor. Mesela, Yunus
Emre'mizin ''Bu Yunus’un gördüğini eğer zühre (Venüs) göreyidi,
çengini (çalgısını) elden bırağup unudayıdı (unuturdu) sazını'' de-
diği güzellik, kendi kalp aynasının bir yansıması değilse ne olabi-
lir? Zaten, insan kendinden ne kadar uzaklaşabilir? Ya da kişinin,
kendinde bulacağı sınırsız gücü dışarıda araması beis bir çaba değil
midir?
Samimiyetle, “Seni seviyorum” dediğimizde, herkeste ken-
di yolumuzu aydınlatmak için atılmış bir adımı, ışığı görebiliriz.
Konuşmasında, yaşayışında sevgiyi hissettiğimiz insanlara bakın-
ca, bir tür hayretin, hayranlığın, coşkunun gücünü hissetmek, her
şeyi kolay ve güvenilir kılıyorken üstelik.
Esasen, insanlara ve kendimize karşı sarf ettiğimiz sözler gibi,
neye baktığımız ve neyi gördüğümüz de bütünü ile bizi yansıtıyor.
Bu yüzden, gelip geçici şeyler, hisler ile kalbe en kestirme yollardan
biri olan gözlerimizi, meşgul etmememiz gerekiyor.
“Kalp gözü aslında ne görmek ister?” diye bir sormalı. Çünkü,
kelimelerin şahitliğinin insana yetmediği anlarda, göz hep doğru-
yu söyleyecektir. Tabii, cümlelerin oyunlarına takılmazsak... Bu
sebeple, aynı anda kolay ve aynı anda zor bir yolda yürümekteyiz.
Her an tanıklığını yaptığımız, ölüm ve yaşamın kol kola arkadaşlığı
gibi.
Derin bir çukurdan, içinde bütün ışığı barındıran kalbimizin
gözbebeklerini, bütün kötülüklerden korumak bize düşüyor. Birer
kaset gibi ne ile dolarsak, hayat boyu o çalıyor kendi içimizde.
Nur ile beslenen kalbin gözbebeğine vuran görüntüler; gözün
bebeğini ne kadar iyi hissettiriyor? Onun, ne kadar rahat bir uyku
çekmesini sağlıyor? Onu, ne kadar mutlu ediyor?

180
Bebek her zaman doğrudan yanadır ya, sorgusuz, sualsız...
Kalpteki göz de öyle arı olmalı işte. çünkü, hayat her şeyi görüyor.
Hem de bizim gözlerimiz ile.
Güzellik, gören gözde.

181
Seksen Altı: Yunus Emre’ye
İnsanın, teşekkür edeceği çok şey vardır, bir dökülse.
Ödüllerim, arkadaşlarım, ailem, kardeşlerim, sevdiklerim, ders-
lerim, yeni yetmelerim, yetindiklerim, yıllarım, yollarım, sonlarım
için. almalarım, vermelerim, müjdelerim, karşılıklarım, suskunluk-
larım, konuşmalarım, güzlerim, sevinçlerim, bağışlarım için. bağlı-
lıklarım, iyiliklerim, tasarruflarım, hayatım, gördüklerim, duyduk-
larım, dokunduklarım, kokladıklarım, kışlarım için. doğuşlarım,
baharlarım, düşlerim, içim, dışım, taleplerim, keşiflerim, gerçek-
liklerim, kalbim için. arayışım, buluşum, evim, bahçem, ocağım,
odam, sesim, çözümlerim, gelişlerim, gidişlerim, sonlarım için.
cennetim, anlattıklarım, anlatılanlarım, andıklarım, şükrettiklerim,
ilhamlarım, aştıklarım için. etkilediklerim, etkilendiklerim, uzak-
lıklarım, yakınlıklarım için. kaynaştıklarım, uzlaştıklarım, hayırla-
rım, evetlerim, aracılıklarım, buluculuklarım, sebeplerim, sonuç-
larım, sığındıklarım, sahiplendiklerim, sahiplenmediklerim için.
yaptıklarım, düşündüklerim, huzurum, olgunluklarım, sevgilerim,
aşklarım, yokluklarım, varlıklarım için. canım, çocuklarım, işim,
eşim, ilkim, ruhum, bedenim, Yunus Emre'nin izi için.
Ve unuttuğum bütün güzelliklere, kolaylıklara sonsuz teşekkür
ederim.

182
183
Seksen Yedi: Yankı
Nefesimiz “biz” müdahale etmedikçe; formsuz, huzurlu, sade...
Her seferinde, bize varlığımızı ve yokluğumuzu hatırlatıyor. ''Hay''
ve ''Hu'' diye, bir var, bir yok... Sonra, işiten kulaklarda, bizim kulla-
nımımıza ve karşı tarafın algısına göre; iyi, kötü diye yargılarla yan-
kılanıyor. Oysa ki bir adım geriden, yalnızca sesler duyulur oluyor,
insan idrakinde.
Ama madem, bir anlamlar dünyasındayız, söylediklerimizin
ne olursa olsun bizimle sonsuza kadar gideceğini bilmemiz gerek.
İnsanların bize söyledikleri değil, bizim onlara ve kendimize söyle-
diklerimiz her daim yanımızda, tam olarak bize ait.
Özendiğimiz ve gayret ettiğimiz nokta: Hayat yolunda, iyi ni-
yetli cümleleri işlemek olursa, olumluluk ve mutluluk bizimle, pe-
şimizde bir dost oluyor. Her sözde bulunan bu güç, bizi ya daha da
güçlendiriyor ya da vazgeçişlere itiyor. Vazgeçişlerimizin sebebi de
o cümlelere bir türlü yükleyemediğimiz cesaret, sevgi, aşkın yok-
sunluğundan doğarken, üstelik.
Çünkü kalpte olanın tadı; ağzımızdaki kelimeye, yaşamımıza
sinmekte.
Yaşadıklarımız da tıpkı nefesimiz gibi; bir adım geriden bakın-
ca, yargısız, şekilsiz… Yalnızca, kendi kendimize “iyi” veya “kötü”
diye telkin ettiklerimizin görünümleri. Bu yargılardan değil, ger-
çekliğin kendisinden yana olduğumuzdaysa hayatımıza güneş ül-
kesinin kapılarını açıyoruz. Sonsuza kadar kapanmamak üzere…
Durum böyleyken, hükümleri bırakıp salt nefesin varlığını gö-
rebilen var mı? Veya kelimeleri idare etmekten vazgeçiren, onların
hükümsüzlüğünü bize gösteren bir sağduyuya sahip miyiz?
Aynı arı kalbe sahip insanlar, aralarındaki kelimelerden öte bağı
görseler de bir sanatçı gibi esasen pürüzsüz, şeffaf nefesimize nasıl
şekil verdiğimiz önemli. Çünkü kelimeler unutturmuyor.
Hatır dolu, mütevazı, hayata vakit tanıyan, gerçek yöne çeviren,

184
doğru kelimelerle kendi kalbimizi kainatın atan kalbi ile uyumla-
mak, iyileştirmek dileğiyle, en önemlisi ise kendi sesinde konuşan,
nefesini hakikate adayan Yunus Emre gibi kalplere kulak vermek
olmalı:
''Derviş gönülsüz (gönül koymadan) gerekdür söğene (küfre-
dene) dilsüz gerekdür
Döğene (dövene) elsüz gerekdür halka beraber gerekmez''.

185
Seksen Sekiz: Karar
Direnişler ve vazgeçişler, yeni alanlar açıyor, ölüm ve yaşama
benzerlikleriyle.
Herhangi bir konudaki, başkaları ile gerçekleşen insani diyalog-
larımızın oluruna varıp, bittiğine karar verdiğimizde, kendi yolu-
muza “yalnız” yöneliyoruz. Yalnızlık diye bir şey mümkünmüş gibi.
Ve sonunda ölüm ile karşılaşacak yaşamın, koskoca bir direniş ve
vazgeçiş olduğunu unuttuğumuz gibi.
Yaşadığımız hikayenin kendisi, bazen bizim hiç gerçekleştire-
meyeceğimiz direniş ve vazgeçişi, verimin, mutluluğun renklerini
taşıyan elleri ile bize yaptırıyor. Biraz iterek, biraz zorla görmemizi
sağlayarak gerçekleri. Hem de bütün imkanların bittiği noktada,
bize yeni bir kapı açmak adına.
Kalbi bile bile yeniye açmak, kendi kayığımızda ilerlediğimiz
yaşam denizinde, bize hız katıyor, elbette. Denize gelen denize geri
dönerken, biraz hıza ihtiyaç duyabiliyoruz ve tekamülü hiç bitmi-
yor bu yolun. Bu sebeple vazgeçişi kabul etmek ve yoldan daha
önce geçmiş, Yunus Emre` gibi “olgun” insanları örnek almak, bu
masalın bir parçası, akışımızı kolaylaştıran bir yönü.
Düşünün ki, rüyalarımızdan gerçek dediğimiz daha inandırıcı
rüyaya, günlük yaşantılarımıza döndüğümüzde, bize ait koskoca
bir evrenden vazgeçmiş oluyoruz. Sonra, bu gündelik koşuşturma-
da direnip, birden bire diğer aleme geçiyoruz. Bu rutinini, her gün,
hiç yorulmadan tekrarlıyor insanoğlu. Hatta, bu dönüşüm bizi din-
lendiriyor. Yani, günlük yaşantımız bile bütünü ile vazgeçişlerin ve
direnişlerin hikayelerini barındırıyor, uyku ve uyanıklık arasında.
Sonuçta; samimi olarak, nelerden vazgeçmemiz ve nelerde ıs-
rarcı olmamız gerektiğini, ortaya koymamız gerekli. Nefes veren
bir rüzgara “selamlar” demek için hangi tarafta olduğumuz konu-
sunda netlik kazanmalıyız.
Zaten, “iyilik” bizi yolda hızlandırırken ve “kötülük” bizi hiçbir
yere götürmüyorken, en uygun vazgeçişlerde, direnişlerde, tercih

186
ortada gözüküyor. Vazgeçişlerden ve direnişlerden, bir tamamlan-
ma inşa etmek için, sanrılardan gerçeklere geçiş yapmak, kusurlar-
dan vazgeçip, merhameti kabul etmek üzere bir seçim yapmalı.
Her an, her yerde, bir nefes ile vazgeçip diğeri ile kabullenen,
kolayca direnen insan; bu tamamlanmayı üzerinde taşıyor, zaten.
Ne kadar yaşam varsa o kadar ölüm, ne kadar ölüm varsa o kadar
yaşam bulunan dünyada, ona her an bağışlanan nefesle.

187
Seksen Dokuz: Sınırsız
Ten gözü ile sınırlı değil insan.
Sınırsız bir bölgeden, özgürlüğünü kendi elleri ile bölüyor.
Bölündükçe azalıyor. Çünkü, dünyaya kapanınca, içeride açılan
kalp gözünün değerini unutuyor.
Her şeye yeten gücünü, şeylerle değiştirdikçe, gücünden, mut-
luluğundan olsa da, biraz şanslıysa, gayretiyle kalbinin gözü açılı-
yor. Zorlar varken zorları tramplen yapıp, ucu bucağı olmayan bir
denize atılıyor. ne yaparsa kendi yapıyor, dünyasına. Kalbi arı olan
fark ediyor ki dilediği ne varsa kendinden kendine…
İnsan kendinden gizlenemiyor. En fazla açığını, tamamını, olu-
runu, olmazını görmezden geliyor. O da bir süreye kadar. Sonra
belki bir çocuk sesinde, kendi “zor”u ile karşılaşıyor. “Bak, sen bu-
sun” cümlesinin, hem çarpıcı hem de iyileştirici gücü ile. Sonra da
kendine şunu söylüyor “Bak, ben bende neyi keşfettim. Perdenin
arkasından sızan ışık gibi…”
Hayat o noktadan sonra başlıyor, insan için:
Başkası için var olmak, en hafif yolmuş anlıyor.
Aşık olanın tek derdi aşkmış, duyuyor.
Yunus Emre gibi aşk erenlerinin ''Dost isteyen gelsün bana
göstereyin dostı ana, budur sözüm önden sona ben bilürem ken-
dözümi'' sözüne kulak veriyor. Bir izi takip etmeden olmaz, özünü
bulmadan olmaz; görmeyi, bulmayı istemeden, yaşamadan olmaz.
Biliyor.
Gönül yapmak, sevgide can vermek, doğruda sabit kalmak ve
güzeli her daim övmek en önemlisi kavramalı. Çünkü, insan gönül
gözünü açınca, yaşam hayata dönüşüyor olmalı.

188
189
Doksan: Yeni
Kalpten verileni işitince, kulağa da hoş gelendir, selam.
Selamlar; hatalarım, kusurlarım, düzeltmelerim, yardımlarım,
duyarlılıklarım, duyarsızlıklarım, eksikliklerim, arkadaşlarım, dost-
larım, denklerim, denksizliklerim, dengesizliklerim, barışlarım, sa-
vaşlarım, hiçliğim, ‘’ben’’im, ‘’sen’’im, sahipliklerim, kutsallarım,
güvendiklerim, gördüklerim, zorlarım, kolaylarım, ortaklarım,
ortasızlıklarım, inandıkça gerçeğe yakınlaşmalarım, kızıp, kırılıp
içime attıklarım, uydurmalarım, uyumluluklarım, kavuştuklarım,
sabahlarım, akşamlarım, bıraktıklarım, gerçeklerim, uzaklarım, ya-
kınlarım, duyduklarım, bildiklerim, terslerim, düzlerim, fikirlerim,
derviş Yunus Emre'de bulduklarım, fikirsizliklerim, tabularım, yok-
larım, varlarım, özgürlüklerim, sınırlarım, vedalarım, kalmalarım,
gitmelerim, kalbim, hastalanmalarım, kendimi toparlamalarım,
dağıtmalarım, eğlenmelerim, üzülmelerim, neşelerim, hüzünlerim,
huzurum, suskunluklarım, kalabalıklarım, yalnızlıklarım, önem-
lerim, önemsizliklerim, bir bulup bir kaybettiklerim, noktalarım,
çizgilerim, baktıklarım, kör düğümlerim, çözülmelerim, olmazla-
rım, olurlarım, ışıklarım, karanlıklarım, kıymet verdiklerim, değer
bilmediklerim, ölümlerim, hayat bulduklarım.
Kim var kim yok, ne var ne yoksa selamlar.

190
191
Doksan Bir: Sevgi
Bir benzerin yok senin. Bütün gözlemin, “benim” dediğimiz
gözlerden geçerek buluşuyor yine seninle. Bilen, biliyor. Seven,
daha çok seviyor.
Bütün hallerin, yaptığın senin. Bir başkasına ait olamıyor. Bir
bilen artık ne yapsa kaçamıyor. Kaçmak kendinden değerlenip,
kutsallaşıyor, senin ile.
Şimdi, saymaya kalsak seni, zihin şöyle diyor: “Elma değil, ar-
mut değil ama birsin. Hem de üstümüzdeki aşk dolu hükmün ile.
Elmalar, armutlar da sensin, gerçi. Teşekkür ederim, ağzımda tat
olduğun için.”
Sonra, “Teksin” diyesi geliyor insanın sana: “İçimde, dışımda,
uyurken soluğumda…”
Mesela, bir çocuk; bir akşamüstü ovaya çıksa ya da okyanusa
açılsa, gecenin karanlığını fayda bilip yıldızlara baksa, sonsuzluğu
görür mü? Şüpheli. Ama seni sevenlerin gözlerinde, senin sonsuz-
luğun kuşkuya yer bırakmıyor ya.
Bütün insanlık, tek bir kalp gibi atıyorken; “Kabulüm aşkın lüt-
funa’’ diye içleniyor çocuk: “Kabulüm bütün doğacak güzellikleri-
ne, benden.”
Bazen bildikçe azaldığını hissediyor, işbu çocuk. Kalp de emri-
ni veriyor, hemen: “Artık, at kitapları çöpe, okunacak kocaman bir
sen var sana.”
Yunus Emre gibi ''İlahi bir ışk vir (aşk ver) bana, kandalığum
bilmeyeyin (kendimi bilmeyim)'' demek, iyilikte ve aşkta buluş-
mak, kavuşmak ne hoştur seninle.
Kim bilir?

192
193
Doksan İki: Çağrı
Dünya, hep aynı şeyi söyler, kullandığı farklı farklı sesler ile:
“Bana olan tutkundan kurtul. Toprağıma, suyuma, ateşime, ha-
vama saygı duymayı unutma; çünkü ben sana emanetim”. İşleri
olabildiğince sakin, yolunda yürütür; cennettir aslında. Böyle yap-
mazsak, “Tamam, oldu” derken; “Güm!''.
Bazen, o bize ait sandığımız dünya, yeni bir kapının açılma sesi
ile karşılar, bizi. Her yeni olaysa, sevgili sesidir. Kendine has bir şar-
kı gibi gelir; kulakta hoş bir iz bırakır.
Dünya sesleri çok sever.
O; dünya üzerinde, Yunus Emre'miz gibi gönüllerden kalbin
sesi yankılansın diye, gürültülerinden vazgeçen, diğer seslere izin
veren insanda bütün özelliklerini toplar, mesela. O aşıklar ki bin-
lerce hayatın deneyimini bir anda söyler, söyletir.
Dinleyip anlamayı, okumayı bilene.
İmdat çağrılarına desteğini, o'nun düzenlediği işlerini, böyle
idare eder. O’na bir sebeptir, eni konu. Bir yandan, aslında bir ço-
cuk gibi numara yapan, saklanan, utanan, binbir oyunlu, maskeli
isimlerimizden ‘’Kurtul” derken.
Bir yandan da bize, “Bunlardan kurtul ki kurtulmuş olasın.
Mantığım düz. yolu karıştırma.” diyerek göz kırpar. Ve ekler:
“Bende doğaçlama yapman için kalbe önem vermen lazım, yoksa
karanlık yollarım var, ışıksız, sessiz kalma.”
Huzuru sağlamak için görmek gerekir, iyiden yana olmak, ses-
lerin izinde bire varmak, anda kalmak.

194
195
Doksan Üç: Özgür
İnsan hayatı ikili bir denge üzerinde gidiyor.
Daha doğrusu, yaşam öykümüz, ikili gibi gözüken tek, ince bir
çizgide… Belki de Yunus Emre'mizin ''Dört kitabun ma’nisin (an-
lamını) okudım hâsıl itdüm (ortaya çıkardım), ışka gelincek (aşka
gelince) gördüm bir uzun heceyimiş'' diye ifade ettiği yerde gizli.
Hayatı gören, iki tane ten gözüne vuran görüntülerin, kalpteki gö-
ren gözde tekleşen, birleşen yansıması, yaşanışı gibi.
Kararlarımız, yoksunluk ve varsıllık arasındaki kimliğimizi
“var” kılıyor. Esasen, zenginliğin sahibi olmak ya da zenginliğin
gerçek sahibine kendini adamak arasında, bir seçim yapmak üze-
rine yaşıyoruz.
Ya bütün hayattan bir parça koparabileceğimizi düşünüp, bu var-
sayıma göre yaşayacağız, bölüneceğiz. Ya da bu hayatın bizzat ken-
disi olduğumuzu kabul edip, ona teslim olacağız, bütünleneceğiz.
Son noktada varacağımız yer ise “ölüm” ve “yaşam” ikilemi.
Esasen birbirlerini sıkı sıkıya kucaklamış dostlar onlar. Dolayısıyla
iki ayrı şey değil; tüm sorularımızdaki gibi birbirlerindeki cevap-
larla kardeş…
Hayat içindeki ikilemler biz aralarındaki birliği görmedikçe bit-
miyor: ya bulutları seviyoruz ya da bulutların beyazını. Ya insani
ilişkilerimizde olanı olduğu gibi ortaya koyma yürekliliği gösteri-
yoruz ya da kaskatı bir kalp ile susup, doğru bildiğini samimiyetle
söylemek yerine, kendi kurgularımıza yenik düşmeyi. Ya iyi niyetin
bir araya getiren halini özümseyip, ne olursa olsun sağlam çıkılaca-
ğını bilerek, güvenmenin sıcaklığını hissedip yaşıyoruz. Ya da bil-
diklerimizi, yalnızca yüklenip, birer ağırlık olarak omuzlarımızda
taşıyor, yaşamayı erteliyoruz.
Her ne olursa olsun, iyiliği yansıtmanın mütevazı güzelliklerini
deneyimliyor olmak, kalpte bir gören gözün her an üzerimizde sev-
gi ile bizi denetlediğini bilmek ve bütün ikilemlerden kurtulmak;
tam da özgürleşmektir.

196
197
Doksan Dört: Kalp
İnsanın aklında, sevginin ötesinde, sevdiklerine dair de birçok
soru olabiliyor.
Kalbe bakıp, hemen cevabını bulabileceği sorular oluyor bun-
lar: Gerçekten sevdiğimiz insanlar, bizim kulaklarımızdan kalpleri-
mize ne diye fısıldarlar? Sevdiklerimiz, bize tam olarak ne hissetti-
rirler ya da yaşantımızı ne yönde değiştirirler? Bütün bu insanların,
bizden aldıkları ve bize verdikleri, nelerdir?
Her birimiz, bunları zaman ile çözmeyi, aslında kendi kendimi-
ze minik bir diyalog olan sevgi bağını zamanla görüp, anlayışın son-
suz yolunu bulmayı öğreniyoruz. İnsan, hiç de karmaşık olmayan
bir çözüme ulaşıyor sonunda: Savaş meydanında düşman eli ile
ölmektense, kendi kendine aşkla, yaşarken ölmek istiyorsa, kendi
sıcak sevgisine sığınıyor. Dışarıda soğuk; kendini bu histen, yaşa-
manın esas gayesinden mahrum bırakanları esir alırken…
İnsan kalbi ile dilerse ve savaşın en güzeli aşk için olursa, buna
barış deniyormuş. anlıyor. Sevgi için yoldan dönüyor olmak, müm-
kün değilmiş. Bunu da görüyor, elbette. Bu hayatın kendisine aykı-
rı bir durum olduğu için, bu yolda hiçbir şey geriye sarmıyor.
İnsanın tek hükümdarı koşulsuz aşk, ne yaparsa yapsın, ister
reddetsin ister dirensin, eninde sonunda, pişmanlık ya da büyük
bir sevinç ile karşılaşacağı gerçekliği oluyor. Hem bizi her şekilde
affeden hem de her anda yenileyen hikayeler yaşatıyor, başkaların-
dan bize yansıyan sevgimiz. Nefesimizi, kalbimizi genişletmek için
çalışan, bize özgü yazılmış bir sürü birbirinden anlamlı hikaye var
ediyor.
Bir kalem biz, hayat bizimle yazılıyor. En büyük gücün, değiş-
meyen bilginin kaynağı, bütün güzellikleriyle sevginin çok artmış
hali olan aşk bizi bekliyor. Aşkla ilgili en güzelini, sevi ereni Yunus
Emre'miz söylüyor:
''Işk imamdur (aşk imamdır, önderdir) bize gönül camaat (ce-
maat, topluluk)

198
Kıblemüz dost yüzidür (yüzüdür) daimdür salat''

199
Doksan Beş: Koş
Güzelliklere, koşmalı; vakit az.
Koş; onlar anlayana, dostluğu kazanana kadar şefkat göster-
meye, sevmeye, varoluşunun temelindeki aşk’ı bulmaya, Yunus
Emre'nin izinde, onu yakalamaya, hiç değişmeyecek olan nokta-
da sabit, dengede kalmaya, sonsuz bir ruh olduğunu anlamaya ve
anlatmaya, aşkın en değerli olduğu konusunda kalpte arı olmaya,
olumluluğa sarılmaya, sevdiklerin ile hep beraber kalmaya, onla-
ra öncelik vermeye, yapmaya, inanmaya, yaşamaya, aramaya, bul-
maya, affetmeyi bilmeye, hatalardan vazgeçip doğruya ulaşmaya,
merhamet göstermeye, seni izleyen kalpte bir göz olduğuna inan-
maya, onu kendi gözlerinle buluşturmaya, her an güvende oldu-
ğunu bilmeye, çıkarlarından ziyade başkalarına doğrularla faydalı
olmaya, iyiliğe ve gelişmeye yol açmak için elinden geleni ardına
koymamaya, kendine sormaya, kendini sorgulamaya, sevginin en
saf yollarında yürümeye, hayattan tat almaya ve ona tat vermeye,
özgürlüğünü yaşamaya, söylemeye, yazmaya, oynamaya, gülmeye,
neşelenmeye, sevmeye, aşka.
Koş, çünkü yaşam bizim için.

200
201
Doksan Altı: Yağmurlar
Hayat bize bir rüya olduğunu, her adımda anımsatıyor.
Bizden hiçbir karşılık beklemeden sürekli olarak bizi ileri taşı-
yor oluşu buna bir örnek.
Her seferinde, her ne hata yaparsa yapsın, çocuğunu bağışlayan,
hoşgörülü bir yakın gibi yapıyor bunu. Ya da bazen, önce fark edip,
sonra unuttuğumuz şeyleri, günlük hayatlarımızda bize hatırlatma-
ya çalışarak biraz sert “Ben buradayım” diyor.
Her şeyden çok sunuyor önümüze, bizden yine bizimle olup…
Ayrıca, bizim için bizimle var olurken, renk katmayı da çok seviyor.
Örneğin; elmanın kırmızısını alıyor, sevimli çocukların yanakları-
na bırakıyor. Önce güçsüz kılıyor insanı, daha sonrasında kırılma-
yan bir kalp sahibi olacak kadar güçlü. Ne kadar ‘’ben’’den verirsek,
o kadar kendi ile dolduruyor bizi. Ya da bir anda, Yunus Emre gibi
aşk erenlerine hazinelerini açıveriyor, onunla ne var, ne yoksa pay-
laşıyor. Hiç olmazsa nefes olup içimize doluyor, sonra bizi kullanıp,
o saf nefesi binlerce kelimeye, neşeye, umuda, dileğe dönüştürüyor.
Bütün dilekleri yalnızca o tutuyor, o bütün bunları, açık açık,
olanca sadeliği ile gerçek kılıyor. Işıkları nesnelere çevirdiği gibi ge-
ceyi de anlayışın etrafında dönen, sevgi dolu kalplere örtü kılıyor.
Sevgi ile yangınları su olup söndüren, bu güzel yağmurlardan
denizlere açılmak, sevgiyi yakinen yaşamak, birbirimizde, eylemle-
rimizde, gelişimimizde aşkı bulmak için var kılıyor seçkin gönülleri.
Hayat ile hep barışma noktasında kalmak üzere.

202
203
Doksan Yedi: Aşk
Olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler, bizi biz yapan en önemli
hayat göstergelerinden.
İnsanın başına gelebilecek en lütufkar, en öğretici yol da aşk.
Bu yüzden, kendi kendimize açtığımız savaşta; düşmanımızı,
dostumuzu, aşka karşı nasıl anlamlandırdığımız birçok davranışı-
mızın sebebini gösteriyor.
İçimizdeki savaş için bir araya gelmiş, büyük alanda toplanan
ordular konuşmaya başlıyorlar, farklı farklı sesler ile: “Korkmamız
gerek; çünkü bu şiddet bizi yok edecek. Onlar çok güçlü.”
Aşkın diğer tarafından derin bir sessizlik yükseliyor. Bu sessiz-
lik bize: “Hiçbir şeyden endişe etme. Bırak, yasaklar da olurlar da
onlara kalsın. Bu bir barış ve sevgi meselesi. Kendini tanımak, onu
okumak meselesi. ''Ben''den geçip bana, bu derin sessizliğe, haki-
miyet alanına, huzura gelme meselesi’’ diye sesleniyor.
Böyle olunca, aşk, Yunus Emre'nin sözleri, derin varlığı gibi in-
sana uzanan, umut, güven veren, güzel bir el oluyor. Bütün her şey
birleniyor ve alem başka bir anlam kazanıyor.
Sessizliğin aşk ile beraberliğinde, savaştan galip çıkmanın öte-
sinde, açılan kapılar sonsuza uzanıyor. Tıpkı sonsuzu gören ve bir-
birine tutulmuş iki ayna bulmuş gibi oluyoruz, kendimizde.
Kalbi arındırdıkça da düşmanın sesi kısılıp, yüzü dosta dönü-
yor. Yalnızlık sessizliğe ve aşka daha çok benzediği için hayat ile
uzlaşmak daha kolay hale geliyor. Aşkla insan, hayatın eskimeyen
nasihatini görüp; daha samimi, daha merhametli, daha iyi, daha
sağlam, daha insan oluyor, ısınıp parlıyor.
Zaten, ne demiş Anadolu dervişi Yunus Emre:
''Aşk bir güneşe benzer.''

204
205
Doksan Sekiz: Liman
Bir, yok oldun. Görünmez, bilinmez bir noktadan sezdik seni.
Aşk ile tanımak istedik, yakın olmak…
Bir, var oldun. Merhametli ellerin ile sardın.
Biz uyurken bir kış gününde, üzerimize battaniye bile attın.
Bir, göründün. kalbin en derininde, hiç sönmeyen ışığında, bize
bakıyordun.
Geceden gökyüzünde yıldızlar ile göz kırpıyordun…
Bir, kayboldun. Sanki, “Arayın, en yakınınızda Ben’i bulun.
Ben’im dışımda olmadığınızı bilin.” diyordun.
Bir, Gündüz'dün. Yunus Emre'minizin hayatı bereketlendiren,
derin sözlerinde…
Bir, Gece'ydin. Yeryüzünün bize sunamayacağı en güzel örtü
şeklinde.
Bir, “sen” oldun ki tutunup ulaşalım, kardeşçe büyüyüp, sonsuz
sevmelerin kıyılarına vuralım… Bir, “O” oldun. Seni, güzel yüzün
ile tanıyıp, bulalım…
Hep birlikte, gidilecek yer oldun, hem birlikte sığınılacak liman.

206
207
Doksan Dokuz: Sunu
İnanmalı ki bir değeri olsun yaşamanın.
İnan; sevgi bazen gizlense de onu, bilmeye, görmeye, talep edip,
yaşamaya ve sonunda onun, aşkın kendisi olmaya; her şeyi kar-
şılıksız paylaşıp, başkalarının derdine ve sevincine ortak oldukça
büyümeye; her yeni anda, varlığın ışığı ile çevreye mutluluk verile-
bileceğine; günler yapacaklarımızı bize yapmamız için sunulurken,
tazeliğin korunabileceğine ve bunu ifade ederken bildiğinden, te-
miz kalbinden bol bol ikramda bulunmanın kolay, ferah olduğuna;
kendi yeteneklerine tutunup, hayatta kendi yolunu almaya ve esas
başarılara böylece koşmaya; hayat için varken hayat ile olup, öz de-
ğerlerin farkında olmanın güce güç kattığına; hatalardan vazgeçip
doğru insani hali yaşamanın mümkün olduğuna; bağışlamaya her
an açık olmanın insanı çoğalttığına, yeri geldiğinde gitmenin en
değerli hazinelerden biri olduğuna, tahammüle ve sabra; her şeye
saygı ile yaklaşmanın saygınlık kazandırdığına, boşlukları sevgiler
ile doldurmanın saflığına; Yunus Emre gibi büyük kalplerin ışığına
ve onları örnek alarak yaşamanın rahmet dolu anlamına; kötülük-
lere en yerinde cevabın iyilik yapmak olduğuna; farkındalık ve vic-
dana önem vermenin, yaşamayı ne olursa olsun mutlulukla devam
ettirmenin neşe, bereket, zenginlik ve hoşgörüye kapı açtığına;
yardıma gerektiği anda koşmanın, yalnızca kendini düşünmeyip
sorumlu davranmanın, bizi daha çok insan yaptığına; hayat yolun-
daki önemli, aşklı kavuşmalara; sonunda kendini gerçekten bulma-
ya, böylece bütün kalpleri onarmaya aday bir kahraman olmaya.
İnan ve öyle yaşa.

208
Sen Bu Cihan Mülkünü
Sen bu cihan mülkünü Kaf 'tan Kaf 'a tuttun tut!
Ya bu âlem malını oynayuben yuttun tut!
Süleyman'ın tahtına şâh olup oturdun bil!
Deve, periye düpdüz hükümleri ettin tut!
Ömrün senin ok gibi, yay içinde dopdolu,
Dolmuş oka ne durmak, ha sen onu attın tut!
Çün denize gark oldun, boğazına geldi su,
Deli gibi çırpınma, hey biçare, battın tut!
Yüz yıllar hoşluk ile ömrün olursa Yunus,
Son ucu bir nefestir, geç ondan, unuttun tut!
Yunus Emre

209
210

You might also like